|\/| _____ Müntehabat-ı Cedide Mustafa Reşit 1884 114019 37211 14941 _____ **İFÂDE-İ MAHSUSA** Meşâhir-i üdebâmızın müteferrik sûrette münteşir veya kitap şeklinde matbu bulunan nefâyis-i âsârından müntehab ve müstahreç parçaları hâvî bir mecmua vücûda getirmeyi pek çok vakitten beri arzu ediyordum. Muahhiran bu arzuya saadetli Ekrem Beyefendi Hazretlerinin emirleri de inzimâm eylediğinden şimdilik on beş günde bir kere böyle bir cüz' tertip ile enzâr-ı nefâyis-perestâna arz etmeye karar verdim. Tertipte intizâma dikkat edemeyeceğimNe be'is var? Mecâlis-i urefâ külfet-i teşrîfattan âzâde değil midir? Mecmuam "nesr" ve "nazm" itibarıyla iki kısma münkasımdır. Teşhirgâh-ı nefâyis ıtlâkına sezâvâr olan böyle bir mecmuanın temâşâsından mahzuz olmayacak bir nazartasavvur edemem. Mustafa Reşit **NÜFUS** İnsan şu kürre-i zemin dediğimiz vücûd-ı müteharrikin rûhudur denilebilir. Zira ki kışrın haricinde her ne hareket görülürse hep onun sayesinde zuhûr ediyor. Tabiatın fevkinde ne eser müşâhede olunuyorsa hep onun himmetiyle hâsıl oluyor. Kudretin kemâline iman ile secde-ber-i hayret ve ubudiyet olan odur. Meşiyetin adl ve ihsanını idrâk ile bu kanûn-ı ezelîyi hâriçte izhâr etmeye çalışan odur. Nefsinin maddiyat ve süfliyattan i'tilâsını keşf ile ef'âlinde dünyât-ı alâ'ikten teberrî ile zevâhirîne kıyâs kabul etmeyecek sûrette rûhânî ve tecrîdî bir azamet göstermeye -velev nâdiren olsun- muvaffakiyet hâsıl eden odur. Dört bin sene evvel cârî olmuş birtakım esbâba okuduğu veya gördüğü netâyiçten dört yüz sene sonra zuhûr edebilecek birçok netâyice işittiği veya düşündüğü esbabtan istidlâl ile nev'inin vefât etmiş veya henüz hayat bulmamış ne kadar efrâdıvar ise hemen cümlesiyle hem-meclis geçinebilecek surette ve binâenaleyh -eğer tabire itiraz olunmazsa- lâ-yemûtâne bir halde yaşayan odur. Rû-yı zemini bu kadar masnûât nazarrubâ ile tezyîn eyliyorTabiat-ı külliyeyi idâre-i cüz'iyesine hâdim ederek bunca bedâyi' meydana çıkarıyor. Eyyâmı zulm ateşinden leyâli zulmet dumanından kurtarmaya çalışıyor. Deryayı sahra gibi her tarafında gezilir havayı derya gibi içinde yüzülür bir hale getiriyorTabiatla pençeleşerek bu kadar cevâhir-i serveti sîne-i hırsından koparıp meydana döküyorEcelle gülüşerek bunca emrâz ve devâhînin vücudunu def' ediyorBuhar gibi en sakîl ecsâmı en kuvvetli maâdeni berküşte ve perişan etmek şanından olan bir dâhiyeyi hizmetkarlıkta ve berk gibi dünyayı yakıp yıkmak levâzımından bulunan bir beliyyeyi tatarlıkta istihdâm eyliyorVuhûş ona mûnis oluyorTuyûr onun itaatinde duruyoristerse şecerlerin semerâtı bir başka şekle bir başka hale giriyoremr ederse hacerler hâsiyetini değiştiriyor hâsılı iki ayak üzerinde iki arşın boyunda öyle bir mahluk-ı garip bir koca âlemde hâkim-i ezele hilâfet eyliyorBir koca küreyi top gibi pençe-i tasarrufunda oynatıyor. Vâkıâ bu mahluk bütün bütün âlem-i vücuttan zâil olmak lazım gelse his ve ta'alluktan nasibi olmayan küre ve tasavvur ve tasdik kuvvetinden mahrum olan sair küre-nişînler zerre kadar müte'essir olmazFakat insanın hemen kâffe-i âsârı telâhuk-ı efkâr ve te'âvün-i sa'y ile hâsıl olduğu için efrâdı azaldıkça nev'inin fâidesi dahi azalacağında hiç şüphe yoktur. Şu kadar var ki kaziyeyi aksine çevirip de ale'l-ıtlak kabul etmeye kalkışırsak netice doğru çıkmazÇünki havâic-i beşeri ifade edecek esbâbın usûl-i tezâyüdü ebnâ-yı beşerin sûret-i tekessürüyle bir nispette değildir. İzâh-ı merâm için yirmi senelik müddeti ele alalım. Meseleyi her türlü avârızdan tecrîd ederek düşünelim. Vücudu sıhhatte olan ve vücudu sahih bir erkeğin taht-ı izdivâcında bulunan bir kadın hiç olmazsa senede bir çocuk tevlîdine tab'an muktedirdir. Bu cihetle iki kişi yirmi senede yirmi iki kişiye bâliğ olurDemek oluyor ki bunda sermâye iki senede re'sü'l-mal ile tesâvî hâsıl ediyorYa hele misal addolunan zaman mesela altmış seneye çıkarılır ve bir koca ile bir karı yerine mesela dört veya sekiz takım zevcin mevzu bahs edilip de onlardan her sene hâsıl olan erkeklerle kızlar rüşde bâliğ oldukça birbirine verilirse tenâsül üç karna varır varmaz dört ailenin mecmû' efrâdı ma'hûd satranç hesabında gösterilen buğday gibi şehirlere sığmayacak bir miktara varır. Halbuki muhtaç olduğumuz şeylerin vesâit-i tedârikinden olan ziraat veyâ sanat veya ticaretin hangisi tecrîden mutâla'a olunursa olunsun bu nispette terakkiye müsâit görülemezÇünkü insanın her mevlüdü tab'an müvelliddir. Bir kere ziraati düşünelimEvvelâ onun mahsûlü sarf-ı istihlâl içindir. Ale'l-umûm hıfz olunamaz ki her sene tohum semerât miktarınca tezâyüd edebilsin. Sâniyen tutalım ki öyle olmamış ziraatın mevkuf-ı aleyhi olan toprak zaten bir hadd-i tabiî ile mahduttur. Tohum çoğalmakla yoktan yer icadına imkan hâsıl olmaz ki bu sene önümüzdeki sene için semerâtımız müktarınca tohum ve ondan sonra gelecek sene de tohumun bu sene ekilecek tohum ile nispet-i ma'kûsesine mu'âdil gelecek semerât hâsıl edilebilsin. Binâenaleyh tenâsül ile ziraat her türlü avârız-ı hâriciyeden masûn olarak şu kavâid-i mücerredeye ittibâ' eder giderlerse benî nev'imiz kürenin her arşın toprağında bir adam bulunduracak kadar tekessür edebilir. Çünkü hâ'iz olduğu tevlîd ve tezâyüd hassaları –avârız bir tarafa bırakılınca- umûr-ı tabi'iye içinde mevtten başka bir hal ile mahdut değildirMevt-i tabiî ise tevlîd-i tabi'înin ancak on beşte biri nispetinde görülürÇünkü bir erkekle bir karı ömr-i tabi'î miktarınca yaşar ve kuvve-i tevlîdiyelerine bir ârıza gelmezse cemiyete en azdan otuz evlat bırakmak isti'dâdına mâliktirHalbuki bir karı ile bir erkek vefat ederse cem'iyetten yalnız iki adam kaybolur. Fakat toprak hiçbir vakit kadar adamı besleyemezÇünkü gerek vüs'at ve gerek kuvve-i inbâtiyece tecâvüzü nâ-kâbil bir hadd-i tabi'î ile mahduttur. Bir kürede sanata bakalımEvvelâ on adam bir yere toplanır da -nihayet derecede çalışmak itibarıyla- mesela günde otuz gömlek i'mâl ederse yüz adamda üç yüz gömlek bin adamda üç bin gömlek i'mâl edebilirBir gömlek ne hâle girse ve üzerinden kaç sene geçse bir gömlek daha tevlîdine muktedir değildir ki insanda olduğu gibi vesâit-i muhassala ta'addüd etsin de mahsûlâtın tezâyüdü nisbeti değişsin. Sâniyen tutalım ki sanatın mevkûf-ı aleyhi ham eşya ve ham eşyanın mevkûf-ı aleyhi ziraattırZiraatın i'âşeden âciz kaldığı bir miktarı sanat bir türlü yaşatamaz. Ticaret için konulmuş bir sermaye her ne kazansa tenâsülde olduğu gibi iki senede mevcûdiyetini taz'îf edecek kadar temettu' edemez. Elindeki eşyayı yüze yüz kar ile satanlara bakılmasın onların kârı ticaret değil bâyi'in heves ve emniyetini sû-i isti'mâl ederek cevaz perdesi altında setr olunmuş bir nev' sirkattir. Hele bu tâcir temettu'unu re'sü'l-mala zam ederek ikinci derecede ondan temettu' edebilir ise de bu muza'af fâide dahi hiçbir vakit birkaç aile beyninde olan ve ahfâdın vukû'u tabi'î olan tezâyüdüne mukâbil gelemez. Sâniyen tutalım ki mukâbil gelmişMademki ticaretin birinci madde-i ihtiyacı ham veya ma'mûl eşyadırVe mademki onlar ziraat ve sanat kuvvetiyle hâsıl olacak ziraat ve sanat insanın yiyeceğini tedârikten aciz olursa sâ'ir havâyicini istihsâl için ticarete lazım olan eşyayı hiç meydana getiremeyeceğinden ve ticaret ise hiçbir vakit ziraat ve sanattan müstağnî olarak hayat-ı beşerin idâmesine kâfî olamayacağında şüphe yoktur. Dünyada bir şey görüyoruz ki insan nisbetinde ve belki her türlü nisbetin haricinde tezâyüd ediyor. da medeniyet-i hâzıranın ahlât-ı fâsidesinden olan fâ'iz ve hele ahlâtın en müte'affinlerinden bulunan fâ'iz-i mürekkeb ile alınır dindir. Fakat bu hal dahi bir çocuğun ötesinde berisinde görülen pisliklere benzer. Medeniyetimiz daha pek tufûliyet halindedirGirdiği tarîk-i terakkîde hakikaten insan ıtlâkına şâyân olacak bir mertebeye vardığı gibi fâ'izler fâ'iz-i mürekkebler gibi adâlet-i ezeliye ve tabiat-ı insâniyeye mugâyir olan birtakım müstekirhâtın her ne sûretle olursa olsun zâ'il olacağından eminiz. Ma'amâfîh fâ'iz veya murâbehe bekâ bulsa bile herkes fâ'izle para almak ve yine fâ'izle para vermekten başka bir şey yapmaksızın geçinmek kâbil midir ki cem'iyet-i beşerin esbâb-ı meşru'a ile ta'ayyüşten nâ-ümîd olduğu zamanlarda hayatına kâfil addolunabilsin? İşte bu mütâla'ata ve Avrupada kesret-i nüfusun daha birçok esbâb ile kuvvet bularak ve daha doğrusu aranırsa esbâba bir medâr-ı kuvvet olarak amele beyninde hâsıl eylediği şiddet-i zarûretin te'sir ve ilkâsıyla fenn-i servet ulemâsından erbâb-ı idâreden hukemâdan etıbbâdan birçok ashâb-ı kalem bunların kâide ve esbâbına ve men'-i mazarrâtına dair her gürûh kendi nokta-i nazarından ibtidâ ederek birçok mebâhis meydana koyarlarVe terakkî-i nüfusu bir hadde tutmak için birçok vesâitten bahs ediyorlar. İnsan çoğalıyor imişOndan ihtirâz ederse hemen her yirmi arşın yerinde bir adam bulunurcasına kesretle meskûn her iki günde bir adam kendini helak edercesine felaketle memlû olan memâlik-i garbiye halkı ihtirâz etsin. Amma bir zaman gelecek imiş ki biz de topraklarımızdan ta'ayyüş edemeyecek mertebede çoğalacak imişizBiz buralarını ahfâdımız düşünmeye mecbur olup olmayacağını bile düşünmeyiz biz bugün en büyük vazifemizi fiile getirmek istersek tenasülümüzün teksîrine hasr-ı himmet edercesine çalışmalıyız. Teksîr-i tenâsüle gelince: Nev'-i beşer birtakım mevâni'-i fevkalâde masûn olursa ashâb-ı tahkîkin iddiasına göre yirmi beş yirmi altı senede mevcudunun bir misli kadar tezâyüd eder. Bu nisbet ise bir asırdan beri nüfusun Amerikada birbiri üzerine altı yedi ve Avrupada iki üç kat tezâyüd etmiş olmasından alınmıştırDemek oluyor ki biz de bir asır kadar tenâsülde olan kânun-ı tabiata mümkün mertebe riâyet etmiş olsak vatanımızı ma'mûriyetine gıbta-keş olduğumuz memâlik-i mütemeddine gibi serâpâ insan ile dolu serâpâ hayat ile müzeyyen bir hale getirebileceğiz. Ya acep memleketimizde bu maksadın husûlüne meydan vermeyen esbâb nedir? Dünyanın her tarafında tenâsülü teksîrden geri bırakan şeyler fenn-i servet ashâbının rivâyetine göre birtakımı mûcib birtakımı mâni' iki sınıfa münkasımdır. Mûciblerin birincisi havanın fenalığı ikincisi mahalle ve hanelerin pisliği üçüncüsü hıfz-ı sıhhat esbâbında kusur dördüncüsü vücudu muhafaza edecek surette giyinmeye dikkatsizlik beşincisi muzır veya vücudu beslemez şeyler yemek altıncısı fısk yedincisi işret veya tütün gibi müfsid-i mîzaç olacak şeyleri isti'malde tecâvüz-i had yedincisi kaht ve galâ sekizincisi muhârebât dokuzuncusu idâre-i servetçe muzır veya kâidesine mugâyir olarak ihtiyar olunan birtakım tedâbir onuncusu keder ve inkıbâz-ı derûn on birincisi çocuk düşürmek gibi esbâb-ı muhribedir. Bunlar alil-i sâriyeyi tevlîd ederYahut şiddetlendirirÇocukların neşv ü nemâsına mâni olurBüyüklerin kuvve-i hayâtiyesini azaltırHâsılı vefiyâtı tezâyüd nüfusta olan kânun-ı tabiiyeye mukâbele edecek bir dereceye getirir. Maniler ise işret ve sefâhete şiddet-i inhimâk ve nev'-i beşerin karmakarışık bir halde ikâmetle birbirine teşâbühü ve fahişelik maddeleri oluyor ki bunlar dolayısıyla tevellüd-i kesretten men ediyor. Herkesin indinde ulûm-ı müte'ârife hükmüne geçmiştir ki insan teneffüsle yaşarTeneffüs hava ile hâsıl olurHava ne kadar ciyâdetli olursa sıhhat-i umûmiye kadar kuvvette olacağında şüphe yoktur. . Vücudu muhafaza edecek surette giyinmeye dikkatsizlik dahi bizlerde mevcut değildir denilemezVakıâ köylülerimiz vücutlarını germ ve serde ve envâ' meşakkate alıştırmışlardırKemâl-i âfiyetle yetmiş seksen sene yaşarlarÇeki taşı kaldırabilirlerBir kuzu yerler hazm ederlerHasılı Avrupaca kuvvette darb-ı mesel olan Türkler sorulsa onlar gösterilebilirLakin şehrimizde bütün bütün bu halin aksi görünüyorAdet edinmişiz çıplak ayakla geziyoruzBaşımızdan arkaya eksik olmuyorYazın çifte fanile kışın üç kürkle oturuyoruzBeşikte bir çocuğa giydirilen sarılan şeyler bir yere getirilse koca bir adam için bir kat mükemmel elbise imaline kifâyet eder. İnsan böyle giyinmezSoğuktan öyle tehaffuz olunmazVikâye-i beden için bu türlü esvap kullanmak şifa niyetine zehir içmek kabilindendirAra sıra da bazı aileler görülüyor ki hıfz-ı sıhhat esbâbına vâkıf olmuşÇocuklarını lüzumdan hariç elbise giymemeye alıştırıyorlarMademki ekalliyet bu yolda hakikat-bînliğe başlamıştır her bir emr âhirde olduğu gibi ekseriyet pek az zaman içinde bu yolda dahi muhakkiklere mukallid olacağından eminiz. Muzır veyahut vücudu beslemez şeyler yemek ise bütün bütün bizim mahsûsâtımızdan denilebilirKan zaaflığından ve mide bozgunluğundan tevellüd eden hastalıklar burada hemen dünyanın her yerinde ziyade olduğu tecârüb-i tıbbiye ile müsbettirBiraz zeytinyağlı patlıcan çereviş yağlı fasülyeyi ta'tîl etsek de birkaç lokma et yemeye başlasak hem kendimi rahat yaşardık hem evladımızın vücudu kuvvetli bulunurdu. Fısk hususunda memâlik-i mütemeddineye nispet ehven sayılanlardanız yalnız bu babda mûcib-i şikayet olabilecek bir halimiz frengini kesreti ve dem be dem tezâyüd etmesidir. İşte sıhiye veya zâbıta bu belayı def'a sâlih olacak bir nizâm yapmaya borçlu görünür. Fakat işretin veya tütün gibi müfsit mîzaç olacak şeylerin isti'mâlinde her türlü hududu tecâvüz etmişizdir. İnkıbâz-ı derûn zaten Osmanlıların tabiatında yokturZannetmeyiniz ki bu sebebin tenâsülümüzce bir te'siri olabilsin. Gelelim mâni'lere: İşret ve sefâhete şiddet-i inhimâkın derece-i te'sîrini az bir dikkatle görmek kâfîdir. İstanbuldaki ayyaşların zen-dostların hanelerinde birer ikişer çocuk anca görülebilir fakat Kartal'da Silorbide bir köylünün Evine girilse fakir bahtiyarın her tarafı beş altı semerâtü'l-fuâd ile müzeyyen bulunur. . Netice-i murad eğer mülkümüzde insanın azalmasını mûcib gördüğümüz esbâbı ve çoğalmasına mani bulduğumuz aleli def' etmeye çalışır da kâ'ide-i tezâyüdü cereyân-ı âdilesine bırakmaya muvaffak olabilir isek yirmi beş yirmi altı ve hiç olmazsa elli altmış senede nefâsetimizi taz'îf edebileceğimiz istidlâl-i nazarînin tecârüb-i hâriciyeye aynı aynna muvâfakatla kuvvet bulmuş bunca delâil-i kâtıa ile sabittirOsmanlılar iki misline bâliğ olur ise yerlerinin vüs'atiyle adetlerinin kesreti beyninde olan nispet Avrupaya mütekârib ve iş ilerledikçe müsâvî olacak. Avrupada ise insan ilâ gayru'n-nihâye tezâyüd edebilmek ihtimali yoktur. Binâenaleyh biz medeniyetin mâbihi'l-hayatı olan nüfusta ve onun avârızından bulunan her türlü âsâr-ı terakkîde ilâ gayru'n-nihâye Avrupanın mâdûnunda kalmak hatrına mübtelâ değiliz. Şimdi görüp de hayran kaldığımız i'câz-ı kemâlâtın sâni' ve muhtar-ı ârile merâtib-i terakkîde hem-mesned olmak topu yüz senelik bir himmete muhtaçtırYüz sene ise hayât-ı cem'iyete kıyâs olunursa ömr-i beşere nispet bir ân-ı mevhûm hükmünde kalır. Kemal **İBRET** Dikkatle bakılırsa bu kârgâh-ı kudretin her zerresi bir cihân-ı hikmet her lahzası bir devr-i ibrettir. Âkıl her gördüğünden müstefîd olabilirHer işittiğinde bir hisse-i ma'rifet bulabilirHatta allâme-i riyâzî meşhur mahsûlât-ı ma'ârifin en mu'cizlerinden olan kuvve-i câzibe kanunlarını bir elmanın sukûtundan ibret-bîn olarak keşf eylemiştir. Hep hisse-mend-i ibret olmaya çalışanlardır ki zor bâzû-yı irfân ile tabiatın ebvâb-ı serâ'irini sökerek sa'âdet-serâ-yı medeniyeti tezyîn etmekte olan bu kadar cevâhir-i kemâlâtı insâniyetin dâmân-ı istifâdesine îsâr etmişlerdir. Hususiyle bir lisana sesini dünyanın her köşesinden işittirmeye ve bir kaleme bir anda yüz binlerce ashâb-ı mütâla'aya merâmından haber vermeye kudret bahş etmek imtiyâzına mâlik olan matbû'âtın zuhûruyla âlem-i insâniyete şeref verdiği günden beri kavâ'id-i siyâset ve usûl-i hikmet ve medeniyet ve ma'rifetin temâyülât ve ilcâatından ibret almak umûmun müstefîd olabileceği bir ni'met hükmüne girdiği için ebnâ-yı beşer telâhuk-ı efkârın ittisâ'ı sayesinde bir iki asır içinde üç dört bin seneden beri zuhura gelen müessir celîleyi unutturacak derecelerde bedâyi' nümâ-yı kemâl olmuştur. Âlemin hazâ'inü'l-ketb ma'ârifine bakılsın. İki asr-ı âhirin mahsûlât-ı irfânı edvâr-ı sâbıkanın âsârına yalnız ihtivâ-yı hakâyıkta değil kesrette dahi bin derecelerde fâik görünür. Hele on sekizinci asr-ı mîlâdîyi evvelden tehiyye veya içinde bulunarak terbiye eden ve eserlerinin intişârındaki sür'at ve suulet cihetiyle birbirinin adrâkât-ı mevcûdânesine feyz-bahş-ı takviyet olan hukemâ kavâid-i mevcûdeyi mücerredât ve mevhûmâtından tecrîd ile hikmeti tecrübe ve istidlâl üzerine te'sîs ettikten sonra medeniyet tarîk-i terakkîde bir başka şevk ve şitâb ile yol almaya başlamıştır. . Nazariyât-ı ilmiyenin âsâr-ı hâriciyeye tatbikiyle maddî ve manevi istifadeye çalışanlar buhar kuvvetiyle seyyâle-i berkiye hâsiyetini keşf ettiler. İnsaniyete hizmet için ruh kadar bedî'ü'l-eser ve hayal gibi serîü's-sefer iki vasıta peyda oldu. Buhar sayesindedir ki insan sehhâr gibi denizde yürüyorKarada uçuyor. Seyyâle-i berkiye kuvvetiyledir ki âdem sahib-i keramet gibi hem tayy-ı zaman hem kasr-ı mekan ediyor. Buhar sayesindedir ki yirmi beş otuz milyon nüfusu olan yerlerde elli altmış milyon bargir kuvvetinde demir ve bakır hiç ârâm etmeksizin lezâiz ve havâicimizin tedârik-i esbâbına çalışıyorSeyyâle-i berkiye kuvvetiyledir ki dünyanın bu cihetindeki bir hasta ta karşı tarafında olan bir hekimin hazâyıkından istifâde ile hıfz-ı hayatına muvaffak oluyor. Gaz zuhur ettiÖmr-i beşer bir kat daha müzdâd olduMemâlik-i mütemeddinede herkes geceyi gündüze katmışLezzet-i hayâtından müstefîd oluyor. Herkes leyâlin hapishâne-i zulmünden kurtulmuşEsbâb-ı saâdetinin tezyîdine çâre arıyor. Tıp muhayyer-i ukûl olacak bir hale geldiBundan yüz sene evvel mühlik addolunan emrâzın birçoğu bugün nezleden ehemmiyetsiz geçiyor. Ma'rifet-i ser hadd-i tasavvura vardıKıtalar ayırıyorDenizler birleştiriyor. Umman ortalarında karalar kum deryâlarında sular buluyor. Fenn-i servet mesâiyi taksîm eylediBir nâ-kâbil sanatının kendine ait olan cihetinde eski hezar fenlerden on on beş derece üstad oluyorBir çocuk uğraştığı işte evvelki kâr-ı güzarların onundan on beşinden ziyade mahsûl fiile çıkarıyor. Sanat iktidar-ı beşerin haricine çıkmak da'iyesine düştüüstat tabiatın âsâr-ı bedi'asından zannolunabilecek revnakta nefâyis meydana getiriyor. Ticaret bir garip tibar bulduBin şirketten servetli adamlar bir devletten kuvvetli şirketler peydâ ediyorHâsılı zamanımızın medeniyet ve ma'mûriyeti bir hale geldi ki bâlâda ta'dâd ettiğimiz esbâbı icat veya keşf edenler ihyâ edilmek kâbil olsa idi ihtimal ki içlerinde hiçbiri bu âlem yine terakkî-i saâdeti yolunda kendilerinin ifnâ-yı ömr ettikleri âlem olduğuna inanmazlardı. .. Kânun-ı tabiat hükmünce her illet bir diğerinin eseri her eser bir diğerinin illetidirLakin biraz sarf-ı dikkat olunduğu gibi alil ve âsâr arasında mebde' evvel pek kolaylıkla keşf olunabilirNitekim bahsettiğimiz davada dahi hal böyledir. Mesela yüz kişi bir yere toplansa da her biri hayır için günde bir iki kuruş verse yüz çocuk okutacak bir mektebin mülkümüzde idaresine kifâyet edebilir. çocuklar ise hiçbir vakit bir gün de hayır için bir kuruş vermeyecek bir halde bulunmazBelki birtakımı bir destgâh peydâ ederlerOndan kazandıkları para ile ufacık bir şirket onun kârıyla da ufacık bir banka teşkiline iktidar-ı hâsıl edebilirlerBu da hâsıl olduktan sonra kendilerince zenginliğin başlaması tabiîdir. Yoksa ibtidâ zenginleşmek sonra banka sonra şirket sonra fabrika sonra mektep yapmak murad olunursa bizce vusûl-i maksat için kimya ve define aramaktan başka çare yoktur. Nazar-ı ibretle bakılırsa görülür ki saadet-i hallerine âlemi gata-keş eden akvâmın hepsi alil ve âsâr arasında mebde'-i evvel ve tertîb-i teselsülü bulmaya ibret bînâne çalışarak ve bulduktan sonra işlerini tertîb üzre yürüterek bulundukları mertebeye vâsıl olmuşlardır. Meşiyet bizi bu dâr-ı imtihana getirmişHikmetini âsâr-ı esbâba merbût etmişKudreti hepimize mahsûsâtımıza ibretle bakarak irtibâtın keşfine iktidar vermiş .. âyetiyle hikmetle icmâ' ile rivâyetle tecrübe ile ibretle müsbittir ki insan için her ne hâsıl olursa sa'y ile olur. İnsan her neye vâsıl olursa sa'y ile olur. Kemal **GURÛB GELİBOLU** Tahtgâh-ı saltanatın Akdeniz'e karşı ağyâra sed olunmuş bir bâb-ı âhenîni denilmeye şâyân olan kal'a-i sultâniye boğazdan girilir ve bir saat kadar daha beri gelinirse kudretten numûne-i letâfet olmak için yapılmış bir havz-ı behiştî görülür. İnsan birkaç gün deryâ-yı safânın kenarında temâşâ-yı tabiat etmelidir ki hazîne-i bedâyi'inin ibzâlinde kıyâs-ı kudretin ne kerîm olduğuna zihninde bir mütâla'a hâsıl edebilsin-Ekser günlerde- vaktâ ki akşam takarrub eder bâd-ı şimâl ile hevâ-yı cenûbî birbirinin âgûş-ı vefâsından koparak her biri dünyanın bir köşesine atılmış ve âlemin en garibane bir demi olan zaman-ı gurûb ile memleketin en âşıkâne bir seyrangâhı olan zemîn-i bî-misâli mev'ud-i visâl eylemiş iki nâzenîn gibi mu'ânakaya başlarlarkadar âheste hareket ederler ki teneffüsleri birbirinin gül cemâlini soldurur ve sadâ-yı pâları ağyâra ifşâ-yı râz eder endişesindedirler zannolunur. Bâd-ı şimâle cilvegâh olan suların emvâcı kadar küçülür ve şemsin ziyası kadar pâre pâre dağılır ki zemine altın pul işlemeli bir mavi atlas serilmiş gibi görünürHevâ-yı cenûbun gezindiği sular kadar safvet kadar letâfet kesb eder ki zemîne bir berrak âyine ferş edilmiş denilebilir. Poyraz güzergahı olan yerlerin bazı kere ötesine berisine oos dokunur yollar açar ki serv ü sîmînden fark olmazLodos uğrağı olan tarafların bazı vakit ötesinden berisinden poyraz geçer şekiller hâsıl eder ki havada beraber baharı pârelenerek denize dökülmüş kıyas edilir. Hurşid-i münevver azamet ve saltanatıyla âfâka cevâhir-feşân olarak ufkun müntehâsına atılmış pamuk şeklinde etraf-ı mağrii dolaşan ufak ufak bulutların hasıl ettiği nura gark olmuş renkler ne kavz-ı kuzahda ne nigîn elmasta ne ezhâr-ı bahârîde ne murgân-ı Hindîde görülmek ihtimali vardır. Bir tarafı gayet açık benefşe ve bir tarafı gayet koyu alev rengine gark olunmuş veyahut bir ciheti âteşîn-i aldan başlayarak ve tabaka tabaka pembe ve turuncu ve kavuniçi renklerinin kırk elli derece koyuluğundan açıklığına ve açıklığından koyuluğuna intikal ederek nihayet kanarya sarısında karar vermiş veyahut dünyada ne kadar parlak renk var ise açıklıkta koyulukta kabil oldukları derecâtın hiçbiri hariçte kalmak üzre- umumunu cem etmiş bin türlü mülevven bulutlar dakika dakika renklerini bir letafetten bir bedî'aya tahvîl ederek aheste aheste âfâkı seyr etmeye başlarlarBir surette ki yalnız denizde değil dağlarda bile şekliyle levniyle akisleri müşâhede olunur bu akisler ise daima birbirine in'itâf ederk -galiba- bâd-ı şimâl ile bâd-ı cenûbun hiffet ve galazatça olan tefâvütü dahi havada tabakât ve tabakât da bitabi' âyineliğe isti'dâd hâsıl eylediğinden sath-ı maden üç havaya kadar daima tagayyürde daima televvünde bir nur âlemi hâsıl olur ki tasvîrine değil tasavvuruna bile imkan yoktur. Zaman olur ki deryaya bir bulutun levni aks eder bir mahir ressam tatlı sarı üzerine mevc mevc parlak penbe çehreli bir güzellik yanaklarını tasvir etmek istese de bir âyine-i billur üzerine şebâbın tarâveti ve hüsnün nûrâniyetiyle mümtezic birtakım âteşîn elvân ezmiş olsa yine bu in'itâfın letâfetine ya müşâbih olabilir ya olamaz gurûbdan sonra kâh olur hava yine halde râkid kalırMehtap da tesâdüf olunmazNazarlar hâb-ı seherî gibi latif ve rûh-âver bir zulmet sükûta dalar. Vücutlar cama hâb-ı nevbaharî gibi hafif ve can-perver bir sütre-i ârâm içine düşer. Kâh olur hava râkid kalmakla beraber ayın bedr olduğu zamanlara tesadüf olunurServ ü sîmîne bakılsa sanılır ki şu'leden mahluk bir peri deryaya girmiş nâzan nâzan şenâverlik ediyorşenâverlik ettikçe vücudundan geldiği yerlere doğru nur akıp gidiyor. Kâh olur rüzgarlardan biri galebe etmekle beraber mehtaba da tesadüf olunmazUmmân-ı zulâm içinde nazardan nihân olarak seyr ü sefer eden gemilerin sağındaki solundaki kandillerden öteye beriye allı yeşilli mehtap akarmış gibi hasıl olan temâşalar Damat İbrahim Paşa çerâğanlarına hande zenân olur. Akşamlarının bu letâfeti sabahlarının rûhâniyetine nispet olunsa aralarında uykusuzluktan cemâlini reng-i melâl bürümüş ve câme-hâb yerine siyah giysilerine bürünmüş de henüz uykuya varmış bir sümer güzeliyle sırma saçlarını boynunun üstüne dağıtmış açılmış ve gayet hafif bir sehâb ile mestûr olan nûr-ı seher gibi göğsünü bir ince tel gömlekle setr etmiş de henüz mavi gözlerini uykudan açmış saf çehreli bir dilber kadar -fark bulunur. Öyle sabah ki istila ettiği yerlerin neresine bir nazar-ı hakîm ile bakılsa dağları taşları katreleri zerreleri birer lisân-ı hâl olmuşSâni'-i kudretin eltâf-ı azamet ve i'câz-ı kemâline hamd ü senâda görünür. Berrak havalı geceleri vardır ki ayın on dördüncü gecesini andırır adeta güneşin aksi denizde serv ü sîmîn hâsıl ederMevki'in bedâyi'i yalnız meşhûdâtına münhasır değilBir kere de tarihi tasavvur olunursa bir iki sâl ile Anadolu'dan karşıya geçen ve Avrupa üzerindeki bunca muvaffakiyetlerimizin fâtiha-i zuhûru olan kırk elli Osmanlı kahramanı hatıra gelirİkbâl-i milletin yâd-ı azameti dağda sahrada tahaccür ve havada deryada temessül etmiş gibi görünür. Güya ki şafaklar şimşîr-i himmetlerinin âfak-gîr olan şa'şaa-i nazar ribâsından yadigar olmuştur. Güya ki serv ü sîmînler nâil oldukları muzafferiyette meslek-i ihnidâları olan nurani münhâh-ı tevfikten nişan kalmışır. Hayf ki bu deryâ-yı letâfetin etrafında bulunan üç kasaba ile birkaç köyün şimdiki hali kudret-i hâlikla acz-i beşerin nisbetini göstermek için yapılmış gibidir Fakr zarûret ve ıstırap ve mezellet her köyünün ve belki her evinin toprak duvarlarında ve çürk tahtalarında yeni mezarlara ve eski tabutlara yakışacak kadar hâ'il ve siyaha mâ'il bir kirli renk ile tasvîr olunmuş görünür.güya ki âsâr-ı medeniyet eski revnak ve ikbâlinin fenasına tahassürle mâtem-i esvâbına bürünmüştür. Kemal **.SA’Y** Ahres ledünyâk kânın ta'ayyüş ibdâ Vahres lâ-hurtek kânın temevvüt gıdâ Hem yarın için mevte hazırlanmak hem de hiç ölmeyecek ibi tahsile çalışmak bir büyük kâide-i hikmettir ki saâdet-i halin esası onun hükmüne ittiba'dan ibarettir. Elbette insan dakika be dakika mevte muntazır olunca zahir-i ahiretini tedarikte kusur etmezLakin hayatına bir hadd-i tasavvur ettiği halde de birgün aç kalmak muhâtarasına düşmüş olur; çünkü âdeme bir an ölümden aman olmadığı gibi hayat için ömr-i tabi'î dahi bir hadd-i mu'în değildir. Bâhusus ki insan fena bulur; ama insaniyet dünya durdukça bâkîdir. Bir kere düşünelim; dünyada yeni doğmuş çocuktan âciz bir şey var mıdır? Bî-çare bu mihnethaneye bin türlü ihtiyaç bin türlü isti'dâd ile gelmiş; halbuki iki zayıf kolundan başka levâzımı tedârike aleti yok! Hava merhametsiz; burûdet ve rutûbetle cana cana kast ederToprak hasîs; lazım olan cevher-i esmârı sîne-i hırsında saklarYine böyle iken her ihtiyacını istifadeye her isti'dâdını izhara muvaffak oluyor. Buna medâr olan esbab hep bizden evvel gelenlerin semere-i gayreti değil midir? Öyle ise eslâfa olan dîn-i teşekkürümüzü ahlâfa îfâ etmek lazım gelmez mi? Hakikat! İnsan fani olduğu halde yine hayat-ı ebediyeye mazhar olacak gibi çalışmalıdırYoksa herkes sa'yini müddet-i hayatı nisbetiyle tahdîde ederse ömrü daimî olan insaniyet fena bulurDünyanın her neresine gidilse meşakkatsizce nâz na'îmi müstağrak olmuş nice beyzadeler görülüyor; ve onların haline bakılınca bahtiyar olmak bahtiyar doğmaya tevakkuf edermiş yollu hasretler çekiliyor! Bakalım; acaba bu tahassürler revâ mıdır? Acaba nâz na'îmi de gördüğümüz adamlar halce gıpta-keşlerden a'lâ mıdır? Elbette değil; çünkü insan için baht denilen şeyin hakikati kudretin zihnine koluna ihsan ettiği hassalardan; bahtiyarlık ise hassaların hüsn-i isti'mâlinden ibarettir. Hiç bir serveti mutasarrıf-ı evveli ketm-i ademden beraber getirmemişti. Dünyada mal ıtlak olunur ne var ise akdâm ile toplanır sa'y İle vücuda gelirBu halden dolayı muzâyakaya semere-i atâlet zarurete mahsul-i sefâhet demek revâdır. Ya bari sefahet ve ataletin bu meşakkatleriyle beraber arzuya değer bir ev ki olsa! Atalet içinde sefâhet mezaristana kurulmuş bir meclis-i işret gibidirOna mülâzemet edenler cismânî her türlü muzırrâtına uğrarlarFakat neşâta bedel hüzünden başka rûhânî bir te'sîrini bulamazlar. Evet! Atâlet mevtin küçük kardeşi sefâhet hayatın büyük düşmanıdır. Atâlet insanın vücuduna sarılmış bir yılana benzer sefâhet ise yılanın elvânında olan zînet kabîlindendirBöyle bir kayd içinde durmakta böyle bir zînetle eğlenmekte ne safâ tasavvur olunabilsin. Bir âtıl daha şebâbında ihtiyarlar; çünkü işsiz geçen zamanın dakikası saatten uzundur. Bir sefih ne kadar yaşarsa daha ömrüne doymadan dünyadan gider çünkü lehviyât içinde geçen vaktin saati dakikadan kısadır. Biz nice mirasyedi biliriz ki uzaktan haline bakılsa huzûzâta müstağrak zannolunurHalbuki bî-çâre bütün ömrünü bir eğlence bulmaya hasr eder de yine lezâiz-i âlemin biriyle hoşnut olamaz her ne zevk ile me'lûf olmak istese kadehi eline alır almaz yüzünü buruşturmaya başlayan ayyaşlar gibi daha mebde'-i telezzüzde gönlü istikrâhtan hâlî değildir. "Emeksiz eğlence tuzsuz ta'ama benzer" İnsan kendi sa'yiyle yaşamalıdır ki zamanın kıymetini bilsin hayatının lezzetini duysun. Biz adama nasıl bahtiyar deriz ki hem her gün ömr-i güzeştesine te'ssüf eder durur hem yine eyyâm-ı hayâtımız tükenmez bir müddet-i mücâzât imiş gibi vaktini geçirmeye çalışır! Sa'yin perverdesi olan bir adam ise hiç eğlence aramaya muhtaç olmazÇünkü eğlencede iş bulunmaz ama işte eğlence mevcutturHele vakit geçirmeyi asla düşünmezZira diriğ ki vakit kendi kendine geçer giderYoksa onun güzerânını tesri'a çalışmak bir âkılın kârı değildir. "Allah kâsibleri sever" şu sebeple ki mahluk-ı mümtazî olan insanın hayatı rahat-ı kesb iledir. Şüphe yok! Adam bir gün elbette fevt olurLakin dünyaya ölmek için gelmemiştirEğer ölmek için gelmiş olsaydı kaza herkesi rahm-i mâderden mezar-ı ademe düşürürdü. Şüphe yok! İnsan her mezellete tahammül eder; lakin mezellet için yaratılmamışır; eğer mezellet için yaratılmış olsaydı kuvve-i fâtıra abes yere hepimize çalışmak isti'dâdını vermezdiDerler ki "Bu kısacık ömür içinde ne yapılabilir?" vâkıâ zaman-ı ebediyete nisbet edersek ne kadar uzun olsa lemha-i basar gibi kalırAncak bizim halimize kıyas olununca vaktimiz -hüsn-i isti'mâl olunursa- yaşamak için kâfidirBu kadarcık bir müddet-i hayat içindedir ki ebnâ-yı cinsimizden birtakım ashâb-ı sa'y âlem-i insaniyete -tâ kıyamet bâkî olacak- nice eserler yadigar etmişlerdir. "Iyş nûş ile bugün ekme gam ferdâyı! Sana ısmarladılar mı bu yalan dünyayı?" Kavline itibar eder misin? Ya sen yarını düşünmez misin yarın seni kim düşünecek? Tutalım ki dünyayı sana ısmarladılar; sen kendini kime ısmarladın ki ömrünü ıyş nûş ile geçireceksin? Etrafımıza bakalım! Zihnimize müracaat edelim! Meşhûdâtımız da mahfûzâtımız da her ne bulursak cümlesi yarını düşünenlerin âsârıdırYalnız hal ile meşgul olan ömürler hep zamanımızın ummân-ı gayrı mütenâhîsi içinde mahv olup gitmiştir; yine de mahvolur gider. Eğer istersek ki bir günün bir günde a'lâ olsun! Bu günün mahsûlünden yarına bir sermaye nakletmeye çalış! Bugünkü varımı bulan ben değil miyim? Yarın niçin bulamayayım?! Diyecek kadar âfât-ı âlemden emin olanlar -eşrefiyet-i insaniye nerede kalır Hiss-i müşterek âsârından ihtiyatta bile karıncadan dûn bir saf-dil hayvan olduklarını itiraf etmek lazım gelir. Müstakbeldeki hali emniyet altına almak iki kazanıp bir yemekle olur. "Zaman altndır" derler; fakat da vaktin kıymetini layıkıyla takdir etmek değildirBir dakikada yüz bin altın kazanılabilir; lakin milyon altın insana bir dakikayı kazandıramazHal böyle iken ne ağrebdir ki yine vaktini kaybetmek için yüzlerce binlerce altın sarfedenler de bulunur!. Zaman sermaye-i ma'işet sa'y menba'-ı hayattır; âdem zaman sayesinde geçinir sa'y ile yaşarBu halde zamanını sa'ye sarf etmeyip de mu'attal duranlar için toprağın altıyla üstünde ne fark olabilir? Rahat döşeği yeryüzüne çıkmış mezar değil de nedir? İbzâl-i mesâ'îde kusur etme ki ölmüş. Vâbeste bu âlemde sükûnun harekâta! Mevte yakışır var ise rahat döşeğinde İkdâm tahammül gerek erbâb-ı hayata. Biz de kalenderâne bir i'tikat vardır ki her ne yaparsa Allah yapar. Emekler sa'yler hep beyhudedir derler. Âmennâ! Her hal için fâil-i hakîkî Cenâb-ı Haktır; lakin bununla sa'yden el çekmek rezzâk-ı kerîmi kendisine hizmetkar zannetmek kabilinden olur. Leyse li'l-insâni illâ mâ se'â. Gökten mâide inmek bir mucize idi geçtiBiz esbâbına teşebbüs etmeliyiz ki Allah da te'sîrini halk eylesin. Eğer herkes çalışmaktan el çekse idi dünyada mevtten başka kim kalırdı? Eğer herkes eline geçeni telef etseydi âlemin ademden ne farkı bulunurdu? Biz de biliriz; insan bir ailesiz geçen zamanını düşünür bir de neticesi ma'lûm olan istikbâline nazar ederse bu "yalan dünya"yı hâb hayal nev'inden görürLakin bir kere de üzerine zaruret çökmüş bir zedeye sorulsun ki hayat dediğimiz ne dehşetli bir hakikat imiş. "Hasîs mîzancının hazinedârıdır." DemişlerÖyledir! Şu kadar var ki tembeller de âlemin dilencisi sefihler de şunun bunun ırgatıdır; denilse yalan olmaz. Kudretin var ise halbuki daima safâ ile geçer! Fakat çalış ki istikbalde neş'enin humarını çekmeyesin! Bugün yarı aç durmak yarın nâmerde muhtaç olmadan hayırlıdır. Mümkün olursa bütün ömründe zevkini terk etme! Ancak düşün ki evladına bırakacağın miras geçmese teessüften ibaret olmasın mevcudunu itlâf edip de ailesini aç bırakanlar yavrularını yiyen kediden pek de ehven şeyler değildir. Vâkıâ bu yolda olan sözler tembele teklif-i hizmet ve sefihe nasihat gibi ta'cir nev'inden gelir fakat aklı olan şundan ihtirâz etmelidir ki kavl yerine faaliyet-i insani tenassuha mecnur etmesin! Acı söz feleğin sillesinden ehvendir. **VATAN** Hikmet-i tecrübe ki cihanın şu gördüğümüz kemâlât ve terakkiyâtına her şeyden ziyade hizmet etmiştir; bu kadar fevâidiyle beraber bir iki asırdan beri her türlü hududu zîr ü zeber ederek fikirlerde ne kadar mu'tekidât gönüllerde ne kadar hissiyât var ise cümlesini birer birer nazar-ı şek ve tedkik önüne çekmek şa'ibesinden mahsun olamamıştır. Tecrübe namına taharri-i hakikatle me'lûf olanlarda ise aradıklarını maddiyat içinde bulmaya hasr-ı nazar etmiş birtakım ashâb-ı mü'âhaza görülür ki dünyada lems ve müşâhedesi nâ-kâbil her ne varsa mevhum veya ma'dum hükmünde tumak isterler! Umûmun menfaatinden başka hak efradın ihtiyâtından başka ahlak tanımazlar! Tasarrufa sirkat verâsete gasp nikaha esaret namı verirler. İşte insaniyeti bu nokta-i nazardan temâşâ edenlerdir ki vatan fikr-i mukaddesinden bahs olundukça bulundukları yerin ya hudut veya haritasını tasavvur ederek "vatanı ta'yîn eden madde birkaç bin mazlumun kanı veya birkaç ricâl-i devletin kalemiyle çizilmiş bir hatt-ı mevhumdan ibaret değil midir? Böyle akıl ve tabiatla hiç münâsebeti olmaksızın sırf mevzuat-ı beşerden olan insanların uhuvvet ve i'tilâfına sed çekmekten başka dünyada bir te'sîri görülmeyen bir vâhimenin insâniyet nazarında ne hükmü ölabilir?" derler. Evet! Sâni'-i hakîm insanın fikrini kerrat cetveli vicdanını hendese mikyâsı mahiyetinde halk etmiş olsa idi dünyada aile millet mesken vatan tasavvurlarının vücuduna imkan kalmazdı sırf maddî olan fevâidden başka bir şey düşünülemez idi. Şu kadar var ki âdem başka sıfatta başka hâsiyette yaraılmışAkıl iki ile iki dört eder; davasını ne kadar bedâhetle kabul ediyorsa vicdan da bir kadın ile bir erkek meyl-i tabi'î ve kavl-i şer'î ile irtibat hâsıl edince bir aile meydana gelir? Hükmünü kadar bedâhetle tasdîk eyliyor. Akıl mürebbi' başkadır; müselles başkaKaziyesinin hakikatine ne kuvvette hükm eyliyorsa vicdan da vatan başkadır hâric-i vatan başka sözünün sıhhatine kuvvette i'timâd ediyor. Şîrhârlar beşiğini çocuklar eğlendiği yeri gençler ma'işetgâhını ihtiyarlar kûşe-i ferâgatını evlat vâlidesini peder ailesini ne türlü hissiyât ile severse insan da vatanını türlü hissiyât ile sever. Bu hissiyât ise sırf sebepsiz bir meyl-i tabi'îden ibaret değildir insan vatanını sever; çünkü mevâhib-i kudretin en azizi olan hayat hevâ-yı vatanı teneffüsle başlarİnsan vatanını sever Çünkü atâyâ-yı tabiatın revnaklısı olan nazar-ı lemha-i iftitâhında hâk-i vatana ta'alluk ederİnsan vatanını sever; çünkü madde-i vücudu vatanın bir cüz'üdürİnsan vatanın bir cüz'üdürİnsan vatanını sever; çünkü etrafına baktıkça her köşesinde ömr-i güzeştesinin bir yâd-ı hazînini tahaccür etmiş gibi görürİnsan vatanını sever; çünkü hürriyeti rahatı hakk-ı menfaat vatan sayesinde kâimdirİnsan vatanını sever; çünkü sebeb-i vücûdu olan ecdâdının makbere-i sükûnu ve netîce-i hayatı olacak evladının cilvegâh-ı zuhûru vatandırİnsan vatanını sever; çünkü ebnâ-yı vatan arasında iştirâk-ı lisan ve ittihâd-ı menfaat ve kesret-i muvâsenet cihetiyle bir karâbet-i kalp ve ihvân-ı efkâr hasıl olmuştursayede bir adama dünyaya nispet vatan oturduğu şehre nispet kendi hanesi hükmünde görünür. İnsan vatanını sever; çünkü vatan öyle bir galibin şimşîri veya bir kitabın kalemiyle çizillen mevhum hatlardan ibaret değil millet hürriyet menfaat uhuvvet tasarruf hakimiyet ecdada hürmet aileye muhabbet yâd-ı şebâbet gibi birçok hissiyât-ı ulviyenin ictima'ından hâsıl olmuş bir fikr-i mukaddestir. Bundan dolayıdır ki ya rîh-i insaniyetin hangi sahifesine atf-ı nigâh olunsa her zamanda her millette zuhûr eden efkâr-ı ilmiye ve ahlâk-ı fâzıla ashâbının cümlesi vatan muhabbetini umûr-ı dünyeviyenin kâffesine müreccah tutmuş ve pek çoğu vatan yoluna fedâ-yı can etmiş görünür. Bundan dolayıdır ki her dinde ve her millette her terbiyede her medeniyette hubb-ı vatan en büyük faziletlerden en mukaddes vazifelerden .. Kemal **CEZMÎ** Âtîde münderiç parçalar den müstahreçtir: Hicretin onuncu asrı ki birinci senesinde üçüncü hânedân-ı hilâfetin onuncu padişahı olan Sultan Süleyman-ı Kânûnînin velâdeti ikbâl-i istikbâline berâ'at-ı istihlâl olmuştu; vukuat ve keşfiyât-ı azîmece tarih-i insâniyetin ekser kurûnuna tefevvuk eder: Güya ki yed-i kudret birkaç bin senelik mü'essir-i celîleyi bir yere toplamış da nazar-ı hikmete karşı bir mucize daha göstermek için yüz yıldan ibaret bir zaman içine sıkıştırmış idi. Fi'l-hakika şarkta "Katîbet Bin Müslim"in i'dâmı garpta "Abdurrahman El Fahrî"nin inhizâmı üzerine tavlen "Pirene" dağlarıyla "Gobi" çölleri ve arzen bahr-i muhît-i cenûbî ile Kıpçak hudutları dahilinde kalan İslâmiyet ve İspanyadan ma'adâ Avrupanın ekser cihâtını isti'yâb eyleyen Hırıstiyanlık âlemlerinde "Me'mun" ve "Şarlmayin"in itihallerinden sonra mülûk-ı tavâif ve ehl-i salîb muhârebâtından ma'adâ tarihçe ehemmiyet götürür ve husûsıyla insâniyete ta'alluk eder; hemen hiçbir vak'a zuhûr etmemişken ebnâ-yı beşerin fikr ve akdâmında görülen bu sükûn-ı âdet-i perestâne yedinci asırda bir meyl-i icat ile hitâm bulduHatta ateşi bile tâziyâne insâniyetin pençe-i gâlibânesinde mahkum eylemek şanından olan nazar-ı hikmet barutun muhârebelerde isti'mâline asr içinde başlamış; ve bir koca âlemi zorbâzû-yı irfânile istediği şekle getirmek isti'dâdını hâiz olarak vücuda gelen fâtih barut gibi bir kuvve-i mukâvemet sûzı topçuluk sanatında icrâ ettiği ta'dîlât ve ikmâlât ile eslihanın her nev'ine tefevvuk edecek bir hale dokuzuncu asırda getirmiştiFakat onuncu asırda idi ki barut toptan tüfeğe intikâl eylediğinden erbâb-ı harb melâike-i gadab gibi ellerinde birer -i âteşîn isti'mâl etmeye muktedir oldular. Fi'l-hakîka otuz beş senelik bir ikdâm-ı tâkat bir endâzâne ile tavlen "İzmir" körfezinden "Moğol" ve Arzen "Dekinden" Kıpçak sahralarının müntehâsına kadar imtidâd eden yerler içinde zamanlar mevcut olan dört yüz milyona karîb İslâmî bir hükümet sâye-i râyâtına cem' etmek ve cenûben Mısır ve Yemende hutbesini okuttuğu gibi şimâlen dahi Moskovaya ve Lehistanın vasatlarına kadar ketîbe-i ikbâlin mukaddemelerini îsâl eylemek cihetleriyle mâlik olduğu yerlere nispet İskenderin fütuhâtını küreye nispet rub'-ı mesûn derecesinde bırakan Timur dokuzuncu asır ricâlinden idiFakat onuncu asırda idi ki Sultan Selim-i Evvel küre-i zemîni bir padişah için az görerek sekiz seneden ibaret olan devr-i saltanatında Mısır ile umûm Arabistan ve yarı Kürdistanı bir merkeze rabt eyledikten başka hilâfet-i İslâmiyeyi vezâifini bi-hakkın icrâya muktedir bir hânedâna nakl ederek İskendere Cengize ve Hatta Timura dâğ-ı derûn olan cihangirlik fikrinin İslâmiyet kuvvetiyle husûlüne lâzım olan esbâbı istihzâr eyledi. Fi'l-hakîka he nazar-ı tedkîke nice yüz bin müşâvir her kalme-i tahrîre nice yüz bin mu'âvin vermek şânından olan tabiat "Foster" namında bir sâhib-i hayrın himmetiyle tabiatın hazînetü'l-gayb ihsânından meydan-ı zuhûra dokuzuncu asırda çıktığı ve basmanın bi-gayrı hak mevcudu addolunan "Faust" ve "Gutenberg" sanat-ı cihân-bahâdan dokuzuncu asırda istifâde eylediği gibi tabiatın en büyük ve en fâideli ikmâlâtından ma'dûd olan kalıp çeliklerini "Sheffer" yine dokuzuncu asırda ihtirâc eylemiştirFakat onuncu asır içinde idi ki cihân ma'rifette gerçekten bir "devrân-ı haşr" vücuda getirmeye bâ'is olan ve fıtrat-ı beşeri müsta'id olduğu istikmâlâta îsâl için hemen tabiat-ı külliye kadar hizmeti görülen sanat-ı celîle sihr olmak hattatların menfaatine mugâyir bulunmak ve hatta en fâidesiz lağviyâttan sayılmak gibi hayvanlara bile yakışmayacak birtakım ta'rîzât ve mümâna'attan kurtularak -hayfâ ki İslam mülkünde bayağı zuhûru bile hayr alınmaksızın- Avrupanın her tarafına intişâr eyledi. Fi'l-hakîka meşhur Kristof Kolomb  sefîne-i Nuh'tan toprak taharrîsine giden güvercin gibi bir şiddetli tûfân-ı i'tirâz arasından çıkarak Amerika'yı keşf ile âlem-i insâniyete bu âlem içinde bir cihân-ı diğer ilhâk etmeye dokuzuncu asırda muvaffak olmuştuFakat onuncu asır içinde idi ki Avrupalılar Amerika'nın hemen her cihetine skularak kudret-i fâtıradan başka hiç sanat görmemiş olan öyle bir cihân-ı gaybın hâvî olduğu her türlü hazâin-i fevâidden hisse-yâb olmaya başlamışlar idi. Onuncu asrın meziyeti böyle ikmâlâta münhasır değildir: Yine asır içinde idi ki Süleyman-ı Kânûnî Osmanlı bayrağını şafaklar içinde doğmuş bir hilal gibi Viyana'da Tebriz'de İspanya'da Hindistan'da dolaştırarak dünyanın şarkına garbına şa'şaa nisâr-ı hayret eylemişti. Yine asır içinde idi ki Hayrettin Paşa sefâ'in-i cihâdînin top dumanlarını ebr-i rahmet gibi âfâkı tutacak bir hale getirerek Akdenizi live'ü'l-hamd-i Muhammedînin sâye-i istilâsına aldıktan sonra ganîmet gazâsı olan koca bir mülkün tâc-ı saltanatını Hilâfet-i İslamiyenin utbe-i ikbâline takdîm ile hâkim iken hâdimliği ihtiyâr etmek gibi yegâne bir hamiyet izhâr eylemişti. Yine asır içinde idi ki devlet girâ-yı sânî ikinci hücûmunda Moskova taraflarına âteşzen-i istilâ olarak şimâlin karlı buzlu sahraları içinden gûyâ üç asır sonra gelecek bir cihangire ders-i ibret ve Purusya me'mûruna numûne-i imtisâl gösterir gibi sanâ'î bir yanar dağ peydâ eylemişti.  Kolomb güvercin demektir. Cezayir mülkü. Birinci Napolyon Moskovayı yakan Roskobiçin. Yine asır içinde idi ki "Bâbür Han" ceddi olan ve fütuhâtının kesret ve vüs'atine nazaran a'zam-ı cihangirân addolunan Timurun birkaç yüz bin asker ve bin türlü meşâk-ı sefer ile zabt edebildiği Hindistan'ı hemen on beş bin kişi ile birkaç yüz bin askere mâlik bir devletin elinden nez' etmişti. Yine asır içinde idi ki "Şîrhan Ferit" Afganlı bir askerin oğlu iken hasâil cihansitânîsi kuvvetiyle Hindin şark-ı şimâlîsinde kendine mahsus bir devlet teşkîl ederek "Bâbür" saltanatı gibi nev-zuhûr ve binâenaleyh her türlü kudret ve asabiyete mâlik bir devleti mudmahil etmek derecesine getirdikten başka ömrü müsait olsa da Sultan Selim-i Evvel gibi cihangirlikle bir büyük isti'dâd ibrâz eylemiştir. Yine asır içinde idi ki Turanda "devlet-i şeybâniye" ve husûsiyle selâtîn "şeybâniye"den "Abdullah" devlet-i "Cengîziye"nin "Berke Han" [*] zamanında olan şa'şaa-i ikbâlini iâdeye ümitler verecek kadar parlamaya başlamış idi. Yine asır içinde idi ki sünnîler silahıyla çevrilmiş bir dâire-i âhenîn içinde kalan İran'da "Safevî" taraftarânının ta'assubu esâsını kanlarla tahmîr ederek bir devlet-i "şey'iyye" teşekkülüne muktedir olmuştu. Yine asır içinde idi ki Almanya imparatoru meşhur "Şarlken" Sultan Süleymanın kuvve-i kâhiresine karşı durmak için senelerce uğraştıktan ve Viyana'yı Osmanlı muhâsarası ve Macaristan ve Hırvatlığın ekser cihetlerini İslam istilâsı altında gördükten sonra kendsine saray-ı hükümete bedel bir manastırı mezar ı dünyevî ihtiyâr etmişti. Yine asır içinde idi ki Avrupada "Luther" protestanlık namına bir mezheb-i cedîd açarak ashâb-ı teslîsi ikiye taksîm etmişti. Yine asır içindeydi ki İspanyollar Gırnata medeniyetgâhını mazlum Meksika vahşet âbâdını masum kanına gark ederek şarkta garbda temâşâsı nazar-ı hikmete kan ağlatacak bir dehşetli gurûb levhası peydâ eylemişlerdi. Yine asır içinde idi ki dünyalara sığışamamakta ziyâ-yı şems ile rekâbet eden bir zekâ [*] ib'âd-ı mutlakayı seyr edercesine birtakım tedkîkât-ı riyâziye ile [*] Birgün Han Batuhan evladından ve deşt hükümdarlarından olarak evlâd-ı Cengizden en evvel İslam ile müşerref olan zattırKıpçak ve Moğolistanda hükmü cârî idiTuna ve Bulgaristan'dan geçerek İstanbul'un muhâsarasına gelmiş ve Rum imparatorluğunu harac-güzâr eylemiştiAbak Han ve husûsiyle hilâfet-i Abbâsiyenin inkırâzından sonra Hülâgu ile gâlibâne hayli muhârebeleri vardır. Cengiz Hânedânının e'âzımındandırAsıl ismi olarak İslâmını izhar ettikten sonra zamanının ulemâsı tefe'ülen tesmiye ettiler. [*] "Kopernik" istirâr-ı şems ve devr-i arzı ispat ederek tâbi olmadığı bir dinin mu'cizât-ı bâkiyesinden olan bir âyet-i kerîmenin mâ'il-i âlîsini fennen îzâh eylemiştir. Yine asır içinde idi ki dünyaları ihâta edecek bir tufan ma'rifeti zihnine sığıştırabilmek harikasına mazhar olanlardan meşhur "Vasco Da Gama" umman içinde mestûr olan Ümit Burnu tarîkini keşf etmekle Portekizler eşcârı altın semereler verir nebâtâtı gümüş çiçekler açar bir kimya bahçesi ıtlâkına şâyân olan Hindistanın mahsûl-i servetinden Avrupayı müstefîd etmeye başlamışlar idi. Yine asır içinde idi ki hükm-i gâlibânenin cihan medeniyeti zîr-pây-ı istibdâdında ezmek için yapılmış bir timsâl-i âhenîni hükmünde olan Napolyonları Bismarkları bile birçok telaşlara düşüren "Joziyet" cemiyeti zâdgândan iken dilenciliğe kadar tenezzül etmiş; gözü açık fakat ayağı topal sûreti insan ve fakat kendi şeytan bir mahluk-ı garibin sâye-i ta'assub ve riyâsında te'sis eylemişti. Yine asır içinde idi ki Yemen'den kahve Amerikadan tütün birbirini müte'âkip halkın muarrız hevesâtına atılarak insanlar için biri mâyi' bir hevâî iki siyah belâ-yı ihtiyaç daha peydâ olmaya başlamıştı. İşte sergüzeştini yazmak istediğimiz "Cezmi" de "Mevsim-i idrâk-i garâib" vasfına lâyık olan asrın ricâlindendirTercüme-i hâli öyle vakâyi'-i azîmeden ma'dûd değilse de zaten bir garâbeti câmi' olmakla berâber devletin bir büyücek muhârebesinde ta'alluk eylediği için nazar-ı mutâla'aya şâyestedir i'tikâdında bulunduk onun için tarîrine cesâret ediyoruz. Cezmi dünyaya dokuz yüz altmış iki tarihinde geldiFakat insan içine dokuz yüz seksen iki tarihinde karıştı; yani zaman -ter-i fende yetişmiş meyveler gibi- vakitsiz âsârını gösteren fetâneti sayesinde pederinden mevrûs bir sipâhi tımarına mâlik olmuş; zaman kendini insan bilerek insan için lazım olan mesâil-i ma'işetle uğraşmaya şahs tecrübe etmeye iş öğrenmeye başlamış idi. sırada ise Sultan Selim-i evvel cennet-i alâdan kendini araya araya dünyaya inmiş bir kasr hükmünde olan mirkatına Süleyman-ı Kânûnî felekten ikbâline hürmeten ayağa düşmüş bir kubbe gibi görünen meşhedine çekilmiş. Hayrettin merhûmun kabrindeki ağaçlardan çimenlerden gemilerine yelken veyâ gemicilerine kanlı kefen olmaya özenerek yaratılmış gibi beyazlı kırmızılı çiçekler açılmaya başlamıştı. Devlet-i kübrâ-yı sânînin toprağı yanardağlardan alınmış kalbi parlaklığı fecr-i şimâlîye gıpta-resân olan fikri hâk-i fenâda zulmet-i ademde mestûr olmuştu. Osmanlı mülkünde bu e'âzıma kılıcıyla kalemiyle hizmet eden ashâb-ı kudretten Pir Mehmet Paşa Ahmet Paşa cellat elinde can teslim eyledilerZenbilli İbn-i Kemal Ebu's-Suûd Rüstem Paşa Pertev Paşa mesned-i ikbâli sedir-i gufrâna tahvîl etmişlerdiTurgut Paşa Piyale Paşa Salih Paşa Ramazan Paşa deryâ-yı rahmete gark olmuşlardı. Adil Giray Cezmi'den birkaç ay evvel bir bahar sabahında güneşle beraber doğmuş; ve daha doğar doğmaz âlemin fenasına benî âdemin ibtilâsına vâkıf imiş ki ağlamayı i'tiyâd etmiş idiGüya ki Şeyh Galip Hüsn ü Aşkına zînet veren sensin. "Ey mâh uyu bu az zamandır! Çerhin sana maksadı yamândır Zîrâ katı tünd ü bî-amândır Lutf etmesi de eğer gümândır Zannım bu ki pek harâb olursun." Bendini Adil Girayın dâyesi lisânından söylemiştir. Güya ki "Ta doğduğum günden beri giryânım." Mısrâ-ı bercestesi sahibinin hayaline Adil Girayı pîş-i nazardan geçtiği zaman sâdır olmuştur. Çocuk emeklemeye başladı bir halde emeklerdi ki zamanlar mahkumlara takılan gülleler gibi âlemin mihnetinden bir kere yapılmış da ayağa rabt olunmuş zannolunurdu! İki adım attığı zaman -dünya dönerken nasıl bir kuvve-i gâlibenin pençe-i kahrında zebûn olduğunu yani gösterir ise- da hareketine kendi ihtiyârının fevkinde bir kudret-i mâni' olageldiğini gösterir idi. Çocuk büyümeye başladı; bahçelerde oynayışı bile yine başka çocuklara benzemezdiEline bir yaprak alır havaya atardı yaprak nsîmin tahrîkiyle ihtizâz ettikçe üzerine tesadüf eden nûrun gösterdiği hafif hafif temevvüçlere bakar gökyüzünde de çocuklar yaprak atışıyorlar görünen yıldızlar yaprakların parlaklığıdır gibi birtakım hayâlâta zehâb olurdu. Havada bir ateşböceği görürdü kamerin bir parçası yere düşümüş de kame gibi uçuyor zannında bulunurduDaha yaşı tahkîkât ve ma'lûmât ile uğraşmaya müsait olmadığı zamanlar bile hayali kendine kendine mahsus bir âlem tertip etmeye muktedir olmuş; ve belki "Bir tasavvurla sana bin âlem îcâd eylerim!" tahayyülünü hakîkat suretinde gösterecek dereceye gelmişti; çünkü tab'an şair idi. Şair nedir? "Tabiatın en sevdalı zamanlarındaki hazin hazin tebessümlerinden yaratılmış bir mahluk!." Handelerinden -gülde şebnem gibi- girye eserleri; giryelerinden -bulutta kavs-ı kuzah gibi- ibtisâm alametleri görünürHer tabiata mahluktan ziyâde esir iken tabiatın fevkine çıkmak ister! Kendi vücudunu layıkıyla idareye muktedir değil iken küre-i zemini zayıf kollarıyla sürükleye sürükleye başka bir nokta-i feyze başka bir merkez-i kemâle götürmeye çalışır! Bu kadar tâkat gelmez akdâm ile tâb tuvânı kesilince ya kafeste siyah perdeler içinde mahpus olan bülbüllerin nağmesi kadar hazîn ya küreden teneffüse kâfî hava bulunamayacak derecede ayrılıp hiddetle aşağı süzülen şahinlerin sadâsı kadar acı feryatlara başlarİşte şiir türlü feryatlar şair ise mizaçta fıtratta yaratılan bî çarelerdirYalnız on beş hecâyı efâ'il ve tefâ'üle tevfik etmeye yirmi sekiz kelimeyi birbirine kâfiye yapmaya muktedir olanlar değil. Sadetten ayrılmayalım! Adil Giray tab'an bir büyük şair olduğu gibi kâbiliyet-i zihniyesinin sâir cihetleri de nispette yani fevkalâde bir mertebede idi. Vaktâ ki tahsîl-i zamânı eriştiKendine ta'lim olunan kitapları güya dnyaya gelmeden evvel okumuş gibi gördüğünü bir bakışta anlardıBir halde ki daha daha yirmi yaşında iken zamanının ulemâsından ma'dûd olmuştu. Adil Giray'ın bir mziyeti de endâmındaki letâfet idi; çehresi pembe ile müzeyyen sarıya mâ'il bir renkte olarak mavi gözleri ise renk içinde -gökyüzünün gurûb bulutları arasından güç hal ile zâhir olabilmiş iki parçası gibi bulutların te'sir-i ziyâ ile yek-renk olduğu halde açıklanarak koyulanarak birçok renklrde göründüğü gibi- Adil Giray'ın çehresi saçları kaşları hatt-ı nev-zuhûru da sarılık içinde türlü trlü saylılara peydâ ederdi. Kırım hanlarının hanzâdelerinin ve hatta halkının elbisesi de İstanbul'un zamanki esvabına benzemezdiArkalarına giydikleri şeyler oldukça sıkı ve binaenaleyh vücutlarıyla mütenâsip idiBaşlarında kavuk yerine bir güzel siyah kalpak var idi Adil Gira'yın bu yolda olan libâsı ise çehresine gecenin hâle-i mehtâba yakıştığı kadar yakışırdı zamanlar on sekiz on dokuz yaşlarında bulunan Perihan tabiatın fevvâre-i bedâyi'inden sıçramış da incimâd etmiş bir amûd-ı nûrânî vasfına layık olacak kadar güzel bir vücut olarak cephesinde mehtaba karşı tutulmuş gümüş levhalar gibi saf bir pertev çehresinde güneşe doğru açılmış güller gibi pembe bir nur cevelân ederdi. Mahmur gözleri peişan saçları sevda gibi hayâl-i âşıkâne gibi hazin idiEndâmına bakılsa; mâyesi elmas madenlerinden alınmış zannolurdukadar nazik kadar rûhânî bir vücut içinde bir âteşîn fikr bir âhenîn kalb-i mestûr idi ki fikr-i âteşîn âfitâbın ziyası gibi dokunduğu yerleri tenvîr edebilir kalb-i âhenîn küre-i zemînin salâbeti gibi değme bir hâdise ile ezilmekten masûn bulunurdu. Şehriyâr Hanım ise kırkına yaklaşmış fakat gençlik tarâvetini kaybetmiş yılan gibi zâhirde zayıf ve fakat hakîkatte kuvvetli bir bünyeye mâlik olmuş; yılan gibi veche-i maksûduna vusûl için izini setr edecek eğri büğrü yollara sâlik olmuş bir garîbe-i rüzgar idi. Perian'a nispet güzelliği güle nispet zakkum çiçeği ahlakı rûhâniyâta nispet süfliyât-ı maddiye arzusu hayâlât-ı âliyeye nispet ağrâz-ı nefsâniye eğlencesi âmâl-i masûmâneye nispet müştehiyât-ı menfaat perestâne kabîlinden idi. Sin cihetiyle tecrübesi daha galip olduğu gibi harekâtı da maddiyât ile menfaat ile uğraşanlar yolunda bulunduğu için Perihan'a galebe edebilmesi -bu dünyâ-yı denînin ahvâline nazaran- tabiî grünürdüFakat şehriyar Hanım da- beşerin her nev iktidârına birkaç kat te'sir vermek şanından olan- cesaret kuvveti nâbûd idi Perihan'da ise kuvvet büyük kahramanlara atf olunması kâbil olacak derecelerde mevcut idiBir kuraklık gecede şiddetli bir karayel fırtınasıyla Boğaziçi'nde zuhûr etmiş bir yangının levhası göz önüne alınsın! Bir halde ki yangının ulvî siyahlı kırmızılı elvân-ı dehşetiyle eski hikayelerde gördüğümüz ejderler gibi kâh eflâka çıkmak ister kâh rüzgardan bir şiddetli mukâvemete uğrayarak aşağı süzülür; denizlerle çarpışır; maddiyâtı birbirine karıştıracak bir heybetle sahilden denize atıldığı gibi denizden de karşısındaki sahile uğrayacak gibi görünür etrafa yıldızlar kadar şerâre saçar şehâblar gibi tahta parçaları demir kırıkları dağılır; havadan hatta âteş-i mevhîbin kenarına düşen damlaları dahi buz parçası kadar soğuk bir bârân-ı musîbet yağar durur ağaçlar dağlar tepeler kimi kefeniyle ayağa kalkmış şehit cenazesi kimi üzerine bir sefîd astar çekilmiş fakir tabutu kimi taşları kırılmış da üzerine yığılmış eslâf mezarı gibi bembeyaz karlar içinde bir dehşet bir garâbetle nazarlara çarparGecelik esvabıyla yataklarından uğramış birtakım zayıf ve bî-çâre kadınlar çocuklar havl-i can ile lerzân lerzân etrafı dolaşır. Bu halde ise deryanın telâtum-ı tûfân nümûnu içinde çalkanıp gelen bir kayıktan imdada şitâb için bir delikanlı deryaya atılr; kayıktakiler bir bâr-ı girandan kurtulmuş olduklarına hükm ederler; kendi selâmetleri için bî-çârenin emvâc arasında yuvarlanıp gittiği nefeslerince bir büyük inâyet bilirler; dalgadan ziyâde onun kayığa takarrübünden ihtirâz ederler! Hariçtekiler alevin her tarafa sarılmasına nazaran güya denize bile bir tahta parçası atılsa def'iyle uğraştıkları ateşi tezyîd edebilir imiş; korkusuyla gönüllü mu'inlerine ufacık bir medâr-ı mu'âvenet hediye etmeye cesâret edemezlerBî-çarenin -fırtına çağıltısıyla birbirine çarpıştıkça tüyleri ürpertecek sinirleri kuvvetinden kesecek bir te'sîr-i müthiş hâsıl eden- feryatları da vücudu gibi emvâc arasında kaybolur gider şu'lenin rüzgar kuvvetiyle titredikçe dalgalara köpüklere bahçelerdeki dağlardaki ağaçlara karlara denizdeki karadaki çehrelere libaslara in'itâfından hâsıl olan bin dehşetli renkler bin hâ'il şekiller arasında derya gibi hava gibi dağları yerinden oynatıp da önüne katacak kadar şedîd bütün dünyayı ihâta edecek kadar büyük iki hasm-ı gâlip ile uğraşır. Üzerine ihram kadar dalgalar yığılırHer taraftan altında yanardağ galeyân etmiş bir mezaristandaki mevtâ kemikleri gibi havaya beyaz beyaz ve fakat müthiş müthiş köpükler fışkırır; kâh telâtumun her dakikada bir şiddetine uğrayarak küre-i nesîmin fevkine çımak isteyen kasırga gibi doğrulurKâh döne döne yerin dibine geçen seyl münhazer gibi aşağıya süzülür hava üzerinden tazyîk eder; cismini küre-i zemîne bâr olmuş hanlar gibi esfel-i sâfilîne kadar sevk etmek ister yine derya tazyîka mukâbele eder! Vücudunu mezar kabul etmemiş günahkarlar gibi dışarı atmaya çalışır; ateş ara sıra hamlesini bî-çârenin bulunduğu tarafa çevirir; hayatını ifnâ için iki kuvve-i gâlibe ile müsabakaya kalkışır; her girdaba tutuldukça vücuduna bir cellat kemendi sarılır; her dalga içinde kaldıkça bir kere mezara girer; çalışa çalışa vücudu takatinden kesilir; uğraşa uğraşa sinirleri vücudunu taşıyabilecek kudretten kalır. Sular yutar içi zehirle dolar; soğuk canına geçer; kanı donmaya hayat elinden ayağından çekilmeye başlar; feryat eder; kimse işitmek istemez! İstimdâd eder kimse ma'lûnetine gelmez!.. Halbuki karşısında gözünün önünde boyunun üç dört uzunluğu kadar bir mesafede vücudunu ısıtacak ateş cehennem alevleriyle yarışıyor! Kendini kurtaracak insan oraları mahşer meydanının bir numunesini gösterecek kadar kesrete! Heyhât ateş ısıtmak için değil yakmak için işti'âl etmiş; insanların yüzde biri âfetin def'ine sa'y ederse doksanı can korkusuyla kendini kurtarmaktan aciz olmuş; dîvân-ı haşre gitse hırsından mazhar-ı gufrân olan ibâdın hayatına kast edecek; cehenneme atılsa tama'ından ateşleri koynuna saklayacak kadar denî olan bir cüz'iyede belâ-yı tâkatsûz içinde yine katilliğe gasplığa çalışıyor! Nihayet avn-i ilâhî imdâda yetişir; sahib-i mürüvvet necât bulmakta hazzârın ekserinden ziyâde müdâ'ade-i takdîre mazhar olur da sonra hayırdan tevellüd etmiş bir şer ile lezâyiz-i hayatını kaybederse yalnız denize düşen adamın haline sa'yine hasr-ı makâl etmek böyle bir hengâmeyi tarif için kâfî midir? Elbette değil! İşte denize atılan gönüllü mu'înin halini şeklini tasvîr için ateşten fırtınadan bahs etmek lazım geldiği gibi Cezmi'nin sergüzeştini beyan için de yukarıdaki mukaddemâtı îrâd etmek iktiza eylemiş idi. Mukayesede şu kadar fark var: Yangın bir tasvîr-i hayâlî birinci faslın ta'rifâtı ise renkleri ileride meydana çıkacak bir resm-i müsveddesidir. Tarih-i beşer -bir nazar-ı tedkîk ile?- mütâla'a olunursa zuhûr eden e'âzımın âsâr-ı âliyesine iki büyük iki esaslı sebep görülüyor ki ki biri merhamet biri de cür'ettirEkserî merhamet-i vâlide yahut kadın kucağında cür'et-i peder yahut erkek koltuğu altıd perveriş buluyor Bu cihetle cennet validelerin ayağı altında bulunduğu gibi pederlerin koltuğu veya kılıcı sayesinde bulunurBir valide çocuğunu ifrât-ı şefkatle şımartabilir; fakat elbette maksadı şımartmak değil teriye etmektirBir peder evladını şiddetle yıldırabilir; fakat elbette maksadı yıldırmak değil terbiye etmektirZaman gibi adet gibi ba'd nâ-mütenâhî gibi hayâl-i beşer müntehâsına varamayan birtakım masnû'ât-ı ilâhiye düşünülsün bir de masnû'âtın arasında bir dünya dünyanın ortasında birkaç arşın böyle insan namında bir mahluk tasavvur olunsun insan kendine kudretin mevhûbe-i mahsûsası olan hassa-i akl ile şimdiye kadar milyarlarca ebnâ-yı cinsinin kabr-i sükûnu olan -o koca dünyayı elinde çocukların oynadıkları top gibi bir eğlence hükmüne getirdikte başka ib'âd-ı nâ-mütenâhîde bile hükmünü infâz ediyor; denilebilecek derecelerde keşfiyât icrâsına muktedir olabilsin de yine bir erkekle bir kadın birleşerek aralarında kendi vücutlarından kopma kendilerine nispet hemen insanın dünyaya nispeti kadar aciz ufacık bir mülk hâsılı oluverince erkekleri kadınları güldürecek kadar sade dilâne handelerle bir yolda kadınları erkekleri ağlatacak kadar masûmâne giryelerle başka bir yolda fıtrattan medeniyetten ma'rifetten ne kadar kuvvet hâsıl edebilmişler ise cümlesini masum zayıfın mini mini ellerine teslim etsinler; küçücük ayaklarının altına saçsınlar!. Dünyada tabiat beşere medâr-ı şeref olacak bundan büyük bir bedî'a var mıdır? Bu sevk-i insâniyet nazar-ı kudret önünde en mutî'âne bir meslek-i ubûdiyete bürhân olan temâşâlardan değil midir? Gözleri anadan doğma perdeli bir sâhib-i fetânet tasavvur buyurulsun! Gençliğinin en ziyâde tarâveti hissiyât-ı muhabbetinin en ziyâde şiddeti zamanında zihninde kendi için bir ma'şûk-ı vicdânî tasvîriyle ömür geçirip dururken kuvve-i kerâmetnümâ-yı hikmet pîş-i nazarındaki hâili ref' edip de perestiş edercesine sevdiği tasvîr hayalinin rûhânî bir cism ve belki cismânî bir ruh şekline temessül ederek şu nâ-mütenâhî ib'âd-ı fıtrarın nurlara gark olmuş bin türlü bedâyi'-i rengârengi arasında cilvesâz olduğunu görünce ne hale girerse Perihan da Adil Giray'ın meclisinde öyle bir istiğrâk-ı şevk içinde kalmıştı. Fi'l-hakîka Perihan doğduğundan önüne gelinceye kadar zevk-i muhabbete meylini îmâ eder geç bir tavırda hiçbir harekette bulunmamıştı lakin bu gönül soğukluğu öyle şehriyârın zannı gibi kuvâ-yı maneviyesine bütün bütün arzû-yı nüfûz ve hırs-ı ikbâl-i istilâ ettiğinden değil idiBi'l-akis hissiyât-ı âliyenin lazım-ı gayr-ı mufârıkı olan te'essürât-ı dakika Perihan da meziyât-ı fıtratının hiçbirinden aşağı kalmayacak derecelerde mevcut idi. zamana kadar kimseyi sevmediyse büyük kalbinin isti'âb eylediği koca bir cihan muhabbeti hükmü altında tutmaya layık bir vücut göremediği için sevmedi. Gönlü ecsâm-ı latîfe fikri şu'le-i cevvâle gibi dâima âlem-i bâlâya meyl eder dururduFıtratının fevkalâdeliği cihetiyle ne kadar gözle tesadüf eder ise nazarında pek aşağı görünüyorduFetânetin ulvîliği münâsebetiyle ne kadar ashâb-ı zekâvet görse muhâkemesinde pek âdî bulurdu. Dünyada birinci defa olarak suret-i hayâlinin sîret-i tasavvurunun fevkinde bir vücut görebildi ki da Adil Giray idiAdil Giray'ın birinci fasılda tarif olunan ve aşağılarda münâsebet düştükçe tafsîl edilen letâfet-i sîmâ ve temâyüz 'arân ve ahlakına sevâbık celâdet ve hâl-i esâreti de bir meziyet-i diğer ilave eder; ve ahvâlinin şu hey'et-i mecmuası ise kendisini Perihan nazarında sırf tabiatın fevkinde adeta bütün bütün kendi hatırı için yaratılmış bir müşahhas mu'cize-i kudret gibi gösterirdiYek nazarda muhabbet avâma göre hayâlât-ı şâirâneden ma'dûd ise ahlâk ı âliye ve husûsıyla onun netâyicinden olan hissiyât-ı şedîde ashâbına göre nefsinde tecrübe ile sâbit olan hallerdendir. Perihan'ın kabiliyât-ı muhabbeti ise -açılmak için güneşin zerre kadar bir pertev-i iltifâtına muhtasar duran goncalar gibi Adil Giray'ın cemâline mukâbil geldiği anda inkişâfa başlamıştıcihetle bir hürrem-i bahâr saâdette gökte infilâk-ı seherin yerde küşâyiş-i ezhârın temâşâ-yı letâifiyle hayâlât-ı âşıkânesine müstağrak olmuş bir sevdâzeye uzaktan uzağa akıp giden çayların çağıltısı nasıl gelirse Parihan'a da meclisin muhâveresi yolda te'sîr eder idiçünkü değildi ki şimdi mübâhesenin mu'âdesi değil Adil Giray'ın sesinde olan âheng-i dilfirib idi. Bu hal ile bir iki saat güzâr eyledikten sonra işi etrafıyla mütâlaa ederek bir başa ictimâ'da yine te'âtî-i efkâr edilmek kararıyla ref'-i meclis eyledilerŞehriyâr ifrât-ı şeytâniyetle beraber gönlünde muhabbet ve tereddütten hâsıl olan halecan zihninde tabiî bir durgunluk getirmiş olduğu için- bahsin Perihan'a def'aten bu kadar şüpheler îrât eden cihetlerine hiç dikkat edemediğinden meclisi ümidinden ziyâde arzusuna muvâfık bulmuş ve gecesini ma'şûkun koynunda yatar gibi bir meserret-i ruh-perver içinde geçirmiş idi. Adil Giray'ın hali -bir ummân-ı tûfan hayra düşüp de vücudu müsait oldukça tahlîs-i nefse çalışarak ve kuvvetten kesildikçe emvâcın sevkine teslîm-i vücut ederek zuhûrâta intizâr eyleyen bî-çâreler gibi -atıldğı girdab-ı mühlikte idare-i fikre muktedir oldukça bir çare-i necât taharrî ederek ve yorgunluk zihnine galebe ettikçe kendini bütün bütün hayrete vererek âkıbet-kârı beklemek idi. Perihan ise -meşâk ve ezvâk-ı hayâtın hakikatini tamamıyla anlayıp da hayatından bir cihetle mütelezziz bir cihetle bî-zâr olan bazı hükemâ gibi -Adil Giray'ı gördüğü için bir taraftan gönlünde âsârını göstermeye başlayan hayat muhabbet cihetiyle bir insan-ı ademde âkıl olarak dünyaya gelmiş olsa hâsıl edebileceği meserret kadar safalara müstağrak bir taraftan da visalde tasavvur eylediği su'ûbetlerden dolayı bin türlü renc-i elîm altında ezilip de âlâmını teskîn edecek devâlar gözünün önünde dururken el eriştirmekten me'yûs olan mecruhlar kadar müte'ezzî idi. Sabaha kadar gözlerine uyku girmedi; zamanı da bayağı rüya gibi geçer idi çünkü öyle yirmi bir yirmi iki seneden beri içinde ömür sürdüğü bir âlemin -sarf-ı inkılaptan ibâret olan- tabiatını bütün bütün tahvîl ile cahîm-i hasretle cinân-ı visâl arasında bir nev' a'raf hükmüne girdiğini görünce halini uyanıklık meşhûdâtını hakîkat addetmeye kâ'il olmak istemez idiKuvve-i mefkûresi Adil Giray'ın hayalini -hikmet-i tabiiyenin muka'ar ayinelerle peydâ eylediği zıll-i müşahhas gibi- pîş-i nazarında tecessüm etmiş gösterir kendi ise daima gözünün önünden ayrılmayan cism-i latîfi kucaklamaya can attığı halde insanın her emelinde olan nokta-i intihâ gibi ne kadar takarrüb eder ise onu derece tebâ'üd eder gibi gördükçe vücuduna olan itimâdını bile kaybederek varlığına kendini idrâk cismâniyetine her tarafını lems ile hükm eylerdiFakat hayalinin galeyân-ı temyîzini yalnız bir gece setr edebilmişti. Vaktâ ki sabah oldu; güneşin pertevi cihânı isti'âb eden karanlığı mahv ettiği gibi seherin feyziyle fikrinde tabiî hâsıl olan incilâda hayalindeki muzlim muzlim vâhimeleri izâle eylediGönlünde zihninde hiç olmazsa şehriyâr kadar ve fakat şehriyâr beraber olmaksızın Adil Giray'ın meclisü'l-fitneden müstefîd olmaya çare taharrîsinden başka bir arzu bir hülyâ kalmamaya başlamıştı. Vaktâ ki akşam erişti Perihan vücudu mestûr kalacağı için elbisesine i'tinâya hâcet görmeyecerek tabiatında ne kadar zarâfet var ise mestûriyetini açıklık kadar hâtır-ribâ intizâmını perişanlık kadar güzel göstermeye hasr eyledi: Arkasına gümüş damgalarıyla berrak yıldızlı geceleri andıran açık mavi bir câr örtüncü. Çehresini kapamak için beyaz tülden bir nikâb ihtiyâr eylediÖrtündüğü cârın uçlarını iç tarafından kuşağına bir halde iliştirmişti ki hariçten günler için endâmının tenâsübünü aynıyla tasvîr etmek kâbil olurduNikâbı kadar hafif idi ki teneffüs ettikçe nesîm-i sehere uğramış berg-i semen gibi dağılıverecek zannolunurdu. Bu rûhânî câzibeler bu âşıkâne tavırlarla Adil Giray'ın odasına girdiBir münaspi makam ihtiyar ettiHer tarafın tenâsübünü letâfetini vücudunun beyazlığı safvetini göstermek için sağ ayağını cârından dışarı bıraktıSol elini dizinin üzerine koydu oturduBir halde ki oturduğu yerden mumların in'itâf-ı ziyâsıyla çehresi ta rengine varıncaya kadar seçilirdiAyağındaki zarif bir Acem paşmağı parmaklarının sûret-i teşekkülünü bile gösterir eli ise bileğine kadar bütün bütü açıkta bulunurdu. Adil Giray fevkalâde mütemekkin bir şehzâde olmakla beraber gençliğine münazzam olan müşerreb-i şâirânesi iktizâsınca câzibe-i hüsne mukâvemet şânından olmayan ve gönlünün unsur-ı terkîbi yanardağlardan alınmış denilmeye şâyân olan sîne-sûzân-ı muhabbetten idiReng-i tarâveti hele de pembeliğini gösteren in'itâf-ı ziyâ kadar dilfirîb bir letâfet-Câzibe-i cemâl ve zînet-i endâmı bârika-i mehtaptan bir ilâhetü'l-cemâl tasvîri dökülmüş de semânın en rengîn en necm-âlûd bir parçasına bürünmüş zannolunacak kadar nazar-ribâ bir bedî'a ile karşısında oturan Perihan'ı görünce vücudunun ellerinin ayaklarının hayâlât-ı ressâmânede bile misli meşhûd olmayan tenâsübüne dikkat edince Perihan'a hemen bir nazarda perestiş edercesine meftûn olduZaten bir hüsn-i tabiat sahibine göre güzel bir cemâle muhabbet-i vakte muhtaç olur hallerden değildir mâhiyetinde isti'dâd olan ecsâma tenevvür için güneşe bir kere mukâbil olmak kifâyet eder. Adil Giray ile Perihan birbirleriyle birtakım bahisler müzâkereler ederlerdi. Lakin yarı uykuda iken işittikleri söze cevap verenler gibi lisanları nâtıkıyet melekesiyle söz söyler ziinleri derk-i mesmû'ât itibârıyla mi'el anlardı. hayalleri fikirleri temeyyüzleri vicdanları ise birbirinin temâşâ-yı cemâliyle bir istiğarak sarf-ı âlemine düşerek ezvâk-ı muhabbetten rûhâniyet-i sevdâdan başka bir şeyle uğraşmaya vakit bulamazdı. Öyle iki sevdâzede-i iffet mizâcın hiçbiri diğerinin halinden haberdar olmaksızın hüsn-i aşkın câzibe-i tâkat-güzârıyla ruh ve vicdan gibi birbirinde mahvolmuşçasına geçirdikleri ezvâk-ı ma'sûmâne hakîkaten melekleri hande-rîz-i neşât edecek letâif-i rûhâniyeden ma'dûd olsa revâdır. Mektup Şiirinizi okudum hareketinizin neticesini bilir misiniz! Sevk-i kaza sizi esir etmiş yine bugün koca İran'a hükmeden bir şâh-ı âl-i şânın sarayında oturuyorsunuz. Mîzânınız size kendi şehzâdelerinden -akrabasından ziyade ri'âyet ediyor sizinle resmî mukâvelâta girişmek istiyorHaremini hemşiresini emniyet ediyorTenhaca odanıza gönderiyorSiz ise padişahın hemşiresine harf-i endâzlığa muhabbet perdâzlığa kalkışmaktan çekinmiyorsunuzMutlaka düşümüş ve düşündüğünüz halde elbette yakîn-i hâsıl etmişsinizdir ki bu hareketin cezası kahkaha zindanı değil mezar-ı ademdir! Bu kadar muhâtaraları ihtiyâr ettiğinizi tasavvur ettikçe hayretimden ne söyleyeceğimi bilmiyorumFakat ne yalan söyleyeyim sevincimden de çıldıracağım geliyorDünyada hiçbir gönül olmasa gerektir ki muhabbetine bundan mü'essir bundan bedihî delil göstermiş olsun kendi tecrübelerim meydanda duruyor. Zanneder misiniz ki yanınıza birinci defa tenha geldiğim gece nikâbımın hiffetini cârımın zîneti tesâdüf kabilinden idi! Sanır mısınız ki geçen akşamki macerada nikâbımı açtıktan sonra kapamak hatırıma gelmedi! Bir kadına göre imkanın nihâyeti oddolunacak derecelerde muhabbetime deliller göstermiştimNazarınızda hiçbirinin hükmü olmadıSiz bana teveccühünüzü benim için nefsinizi muhâtaraya ilkâ etmekle gösteriyorsunuzBen de size esâret-i vicdânımı inşaallah yolunuzda ölmek kucağınızda teslîm-i can etmekle isbât ederimHeyhât! Acaba bir bî-çâreye rûh-ı hakîkîsi olan canânının kucağında teslîm-i can edip de mevtin hayatından ziyâde lezzet bulmak nasip edecek kadar felekte insaf var mıdır. Ah! Sen niçin bu memleketlere düştün! Cesîm-i latîfi nûr-ı tecellîden mahluk bir mülkün bu kara topraklar içinde ne işi var idiBenim için mi geldin. Allah aşkına söyle benim içinse kudûmüne ne türlü peşkeşler îsâr edeyim cana cevher demişler fakat senin gibi bir mihmân-ı azîzin kudûmüne ihdâ olunmak için cevherin de kıymeti bu kadar bak! Ne kadar deli deli söylenip duruyorum ya ne yapayım! Muhabbetin insanda idrâk mi bırakıyor daha sana mâlik olamadım elimden kaçırmak korkusuyla helâk olacağım gönlüm sînemden ayrılıp da rûhânî meclisin nedimliği hizmetinde bulunmak istiyor. Bir nûr-ı letâfetsin derûnunda kadar harâret nedirŞiirinin hayâlâtını ateşle mi terkîb ettin her harfi gönlüme yapışmış can yakmakta muhabbetinle yarışıyor. Hevâ-yı muhabbetinde enfâs-ı İsa hâsiyeti mi vardırCemâlin gözümden dûr oldukça dakikada bir kere helâk oluyorum da hayalin nazarımdan geçtikçe vücuduma bir rûh-ı diğer ifâza ediyor. Ârâyiş-i rengârengiyle tecessüm etmiş nev-bahar mısın aksin gönlümde cilve-sâz oldukça gözlerimden nisyân katreleri gibi girye-i meserret dökülüyor. Gönlüm riyâz-ı cennet gibi bin türlü ezhâr-ı letâifle mâl-âmâl oluyor. Muhabbetin dünyada en büyük bir lezzet olduğunu işitirdim fakat azâbında bile dünyâlar değer bir başka lezzet olduğunu bilmezdimNe söyleyeyim dehânımdan ruhlar cûşân olsa kalemimden nurlar cereyân etse yine ezvâk-ı vicdânımı tasvîre muktedir olamayacağımGel! Gel! Sinemi aç gönlüme bak! Gör ki aşkın ne garip bir kerâmete ne büyük bir i'câza mâlik imiş avâlim-i rûhâniyenin ne kadar ezvâkı ne kadar bedâyi'i var ise nasıl bir noktaya cem' etmiş! Ah! Gel diyorum nasıl geleceksin felek gaddarlıkta bir tavr-ı diğer îcâd etmiş âlimi füyûzâtına gark etmek için yaratılmış bir âfitâbı bir zindan-ı zulm içinde saklıyor! Zararı yok sen ruhsun velev ki mestûr ol âmâlin seni arayarak ayağına gelir!. İşte bu gece Perihan'ın geliyorMülâkatta şehriyâr da bulunacak of!. Meclisine geldikçe zihnimdeki kara kara hülyâlar bile yanımıza takarrüb etmeye cesâret edemiyor da başı avcumuzda dolaşan kâbus nedir! Acaba benim her ânını bir ömre müreccah bildiğim rûhânî ezvâk muhabbeti uykuda mı geçiriyoruz. Birleştiğimiz zaman bahsi kısa keselim erken dağılalım şehriyâr ile müzâkereye hitâm verdikten sonra ben tenhâ geleceğim zerre gibi âfitâb-ı cemâline incizâb ile kendi kendimi kaybetmek nur âlemlerine karışmak için geleceğim. Mektubumu getiren korucu mahremdir bu gece sabaha kadar sizi bekleyecekSaat beşten sonra ondan başka saray içinde açık bir göz ayakta bir vücut kalmaz. Yoksa sen de zaman uyur musun! Uyuma! Ben rüyamda hiçbir zaman ayrılmayan misâline hayalinden ziyâde müştâk olmasam bir dakika gözlerimi kapamak istemezdim bütün ömrümü tahayyülüne hasr ederimBilir misin ki seni bir dakikacık düşünmek vücuduma saatlerce uykudan bin kat ziyade rahatBin kat ziyade sükûnet-bahş ediyor fakat rüyada misâlin hiçbir zaman gzümün önünden ayrılmayan hayalinden daha cismânî daha rûhânî hatta daha nûrânî daha vicdânî görünüyor da uykuya rahat etmek için değil seni istediğim gibi görmek yolunda rahatımı kaybetmek için yatıyorum. Mektubuma cevap istemez! Yanına davetsiz gelmek meziyetini bana bırakırsan Perihan'ını bir kere daha ihyâ etmiş olursun! Şiir söylemeye muktedir değilim ki sözünüzü tanzîre heves edeyimMa'amâfih hareketim hakîkat-i halde cür'etinize bir garip nazîredirŞiiriniz sizi mezar-ı ademe îsâl edebileceğini mektubumun ibtidâsında yazmıştımSiz ise zaten kefeni boynunda gezen kahramanlardan olduğunuzu fiiliyât ile ispat etmiş olduğunuzdan tabiî sizin için ölüm pek korkunç bir şey olamaz lakin şimdiye kadar bir lahzacık hayat gördüm da iltifâına mazhar olduğum zamanlardırBu cür'etim beni iltifattan mahrum edebileceği için daha dünyasını yeni anlamaya başladığı vakit irtihâl etmiş masumlar kadar acınacak bir musîbete uğramayı gözüme aldımBir mezbeleye güneşin ziyâsı düşer fakat insanın sûrette güneş sîrette insan değil misinizKadınlara layık olmayacak yolda arz ettiğim iştiyaklardan ihtimal ki..Ah ihtimal ki..İstikrâh ederseniz ne yapalım! Riyâ-yı arz-ı muhabbetten daha fena buldumMademki halimi her ne vakit olsa söyleyeceğimKabahatimi bir müddetçik perde-i riyâ altında saklamak tabiî hem senin hem benim kaderimize mugâyir oluyor. Hareketim nefretini davet ederse helâk olurumHalbuki derdimi arz etmemiş olsam yine helâk olacağım iki türlü ölüm arasında kalmış bir bî-çârenin hayatını kurtarmak ufacık bir nazar-ı iltifâtınıza muhtaçtır. Bâkî: bilmem ne sihr ettin. "Resîde-kâr becâyi ki küfr eğer ne-bûd Terâ perestim vü guftem hüdâyı men enist" Perihan Adil Giray odasının köşesine çekilerek ve gözlerini kapıya dikerek hilâl-i ıyd bekler gibi vakf-ı intizâr olmuştuAradan bir buçuk saat geçer geçmez karşıdan Perihan zuhûr eylediAdil Giray'ın bütün bütün me'mûlüne mugâyir olarak cârı da nikâbı da siyah idiBu reng-i hâil ise Adil Giraya sabahu'l-ıyd emel bildiği zaman visâli bir devr-i mâtem şeklinde gösterdi fakat Perihan odadan girip de kapıyı kapayınca hemen üzerinde bulunan setreleri attıYukarıdan aşağı giyindiği beyaz libaslarla zulmetten sıyrılmış da nur içinde kalmış ebr-i seher gibi ağır ağır yürüyerek yapraklarından tecerrüt etmiş de çiçeklere gark olmuş nihâl-i semen gibi nazlı nazlı hırâmân olarak geldiAdil Giray'ın yanında oturdu.. Adil Giray'ın sarıya mâ'il olan nûrânî çehresiyle Perihan'ın safâ-beyaz cemâli bazı kere açık havalı sabahlarda birbiriyle imtihân-ı letâfete kalkışır gibi biri tulû' etmiş ikne biri gurûb etmeyen şems ile kamerin bir manzarada duruşunu andırırdı. Gece ayın on altısına müsâdif olarak mehtap odanın pencerelerinden dâhile doğru bir seylâb-ı nûr akıyorNesîm pencerenin perdelerini ihtirâza getirdikçe in'itâf ı ziyâda hâsıl olan tagayyürlerden seylâb-ı nûr temevvüce gelmiş gibi görünürdü. Odanın haricindeki bahçeye dökülen ziyâdan şebnem tanelerinin her biri bir damla nur kesilerek tıflı tabiato mesîre-i safâdan toplayabildiği kadar ateşböcekleriyle masûmâne bir şehrâyin icrâ ediyor zannolunurduBaharın feyziyle bahçedeki güllerin tabiatın fevkinde gerinecek kadar kesretine bakılınca ayıran hayâlâtına mübtelâ olan bir şâir için sabr ve tâkatsiz çıkıp bir gl dahi peydâ ederHande sığmaz goncanın güyâ leb-i handânınaTasavvurunu âlem-i hayalden cihân-ı misâle çıkmış farz etmek kâbil idi. Güyâ ki bahşâyiş-i kudret böyle perili nüzhetgâhı denilecek kadar latif bir mekân ile melekler serseri addolunacak kadar ruhperver bir zamanı iki âşıkın ülfet ma'sûmânesine bir kat daha letâfet vermek için âlem-i tabiata ihsân eylemişti. Perihan ile Adil Giray hiçbir lakırdı söylemeye muktedir olmaksızın dakikalarca birbirinin hüsnünde mahvolmuşçasına birbiri temâşâ ettikten sonra Perihan çifte halkasıyla keyvânın güzelliğini tasvir etmek istermiş gibi iki kollarıyla Adil Giray'ın çehresini sardı vicdanıBir sohbet-i şevk ve garâma başladılar. Böyle renk ve bûy-ı ismetle mestûr olan mecâlis-i muhabbetin ahvâlini izâha kalkışmak bir goncayı nefesle açmaya çalışıp da soldurmak kabîlinden olacağı için bu iki âşık-ı iffet-perverin bezm-i safâda hisse-yâb oldukları letâif-i muhabbeti ta'yîn etmeye ashâb-ı mütâla'anın tahayyülünü tevkîl ederek. Adil Giray'dan Perihan'a: Firâkın bu kadar şedîd bir azâb-ı intizârın bu kadar dil-sûz bir ateş olduğunu bilmezdim!..Gözlerim temâşâ-yı cemâlinden dûr olalı sekiz gün olmadı vücûdum seksen sene mezarlarda kalmış da bütün bütün mahvolmaya yüz tutmuş meyyitlere benziyor âyinedeki aksime baktıkça kendi kendimden korkuyorumHeyhât! Bu hal ile bana nasıl muhabbetin devam edecek! Muhabbetin benden inkıtâ' ederse ben nasıl yaşayacağım! Gönül bir türlü muvâsalat amanlarının muayyen bir fâsıla ile mahdûd olduğunu istemiyor velev bir dakika ile tahdîd olunsun dakîka insana hayatından uzun görünüyor! Zararı yok!ölürüm!.senin için ölecek değil miyimSenin için ölmek indimde ömr-i ebedîye müreccahtırLakin firâka!..Ah zâlim firâka! Ne yapalım hayatım firâk içinde geçiyor! Ölsem yine firâkına düşeceğim! Fi'l-hakîka mevt hicran gibi ömür sürmeyecek fakat hicrân-ı ebedîyi davet edecek!.. Hicrân-ı ebedî!..Ne cangüzâr lakırdı! Ne müthiş tasavvur! Acaba "en kudretli cebâbire ile en âciz zu'afâ-yı hemhâl" edip de nazar-ı hikmet önünde adalet-i mutlakaya bir bürhân-ı bedihî gösteren kara toprak adalet-i mutlaka hürmetine olsun eş yaratılmış iki ruhun ile'l-ebed visâline hâ'il olmaktan çekinmez mi!. Hicrân-ı ebedî!..Ne olmayacak vâhime! Ne gülünç hayal! Acaba ahvâli kendi gibi fânî -o katı duru gibi mahdut olan dünya-yı denînin yalnız hicrânında mı ebediyet hâsıl olacak!..Hallâk-ı kerîmin kullarına nüzhetgâh-ı merhameti olan âlem-i âhirette visâl-i âşıkâneden büyük ne mükâfâtı vardır ki muhabbet gibi Allahın e'azz-ı eltâfı dünyaya münhasır olsun da ömr-i ebedî hicrân içinde güzâr eylesinAh! Bahtiyarlık aşıklar gider ki alâ'ik-i cismâniyeden tecerrüd ederek ervâh-ı ulviyeye karışırlar-Ezvâk-ı cemâle lezâyiz-i muhabbete müstağrak olurlarNur gibi her anda bir âlemden bir âleme intikâl ederlerHayal gibi her dakikada bir cihân-ı şevk bir cennet-i inşirâh icâdına muktedir olurlar!..Yok! Aşkın bu cihân-ı fânîde de geçilemeyecek duyulamayacak lezzetleri vardır! Olmasa idi hiss-i ulvînin bu âlemde zuhûru abes hükmünde kalırdı. Nefsimizde tecrübe etmiyor muyuzDüşünüyorum hayalini pîş-i nazara alıp da şu kağıdı karaladığım zamanın bir safâsını neş'e-i uhrâ ezvâkının pek çoklarına değişemiyorum. Hicrân içinde iken hayalinle bu kadar lezzet buluyorumBizim visâlinde temâşâ-yı cemâlinle ne hallere geldiğimi ondan kıyâs edebilirsek! Of! Bu hicran nedir! Niçin istediğimiz zaman birbirimizi göremeyeceğiz! Arada raki var da onun için değil mi? Rakip olacağına kahr olaydı! Mel'ûna bizden ne ister beni seviyormuş ne yapalımBen kendini sevmiyorumBana muhabbet etmesini ben mi teklîf ettim ki cezasını çekeyim. Halimi düşündükçe kan başıma bir derece harâretle su'ûd ediyor ki beynim eriyip da yerlere dökülecek zannediyorum bilmem senin muhabbetine layık olacak kadar kıymettar bir şey değilsem onun hevesâtına şâyân olacak kadar da alçak mıyım?. Aşık öldürümüşMuhabbetler çok gördüm fakat muhabbetin ma'şûk öldüren nev'ini hiç iştememiştimZâhir felek belâyı da benim için saklamış! Aramızda seksen adım mesafe yokBende bu kadar iştiyâk sende derece merhamet varYine birbirimizi sekiz günde olsun göremiyoruzGöremiyoruz değil kendi ihtiyârımızla göremiyoruzHicrânın bu nev'i de çekilir eziyetlerden midir. Ne yalan söyleyim ben bu hale tâkat getiremeyeceğimCadının bir hevesi için ihtiyarı bir hasret içinde ölmeyi bir türlü gönlüm kabul etmiyorİlk gödüğüm zaman kendisine doğrudan doğruya nefretimi beyân edeceğim! Benden fâriğ olsun habîse visâline mâni' oldukça benim hayatımdan yaşıyorBana mahsus olan ezvâk-ı muhabeti gasp etmiş onunla eğleniyor kıyâs ediyorumMerhamet et!..Bu akşam yanıma gel! Biraz gönlüm sükûnet bulsun! Biraz aklım başıma gelsin de edeceğim harekette bir münâsebetsizlik etmeyeyim!.Sözlerimin rabıtsızlığından kuvâ-yı fikriyemin irtbâtına ne kadar halel geldiğini anlarsın. Bâkî ne diyeyim emrine muntazırım : Derd-i firâkı çekmeye yok dilde iktidârBen ölmek isterim bana kat'î cevap ver. Adil Giray Perihan'dan Adil Giray'a Merhametsiz beni kendinden daha rahat bir halde mi sanıyorsun ki hicrandan kadar acı acı şikâyetler ediyorsun! Ben ıstırâbıma tahammülden âcizim. Senin mahzunluğundan gönlüde açılan yaralara da nasıl tâkat getireyim!..Yok!. Söyle!..Ne derdin var ise bana söyle!..Tek senin gönlün biraz hiffet bulsun da isterse bütün âlemin bâr-ı âlâmı benim gönlüme yığılsın!..İnsafsız! istiğnâların nedir? Sen benim için zayıflarsan şeklindeki tagayyur muhabbetimin inkıtâ'ını mı îcâb eder!! Bana ait ufacık bir te'essürünü gönlümdeki hayalinden kıymettar bileceğimde şüphe mi edersin!. Ya hele! Vücuduna biraz za'af ârız olmakla ne olacak hüsnüne zevâl mi terettüb edecek!.Mehtap bu kadar şekillere giriyor hangisinde letâfetine halel geldiğini gördün! Haydi bu istiğnâ na da katlanalımMaksadın sitem olsa bile onu da bir üyük iltifat addederim! mevt gibi hicrân-ı ebedî gibi hâ'il hâ'il sözlerine nasıl tâkat gelir!.Bana acımazsan kendine de acımaz mısın! Neş'emden kim ne faide görmüş tutalım ki faidesi olmadığı gibi zararı da olmasınKalbe vermesi tabii olan beyhûde eziyetlerini ihtiyâr etmekte ne letâfet vardır!.. Allah göstermesin sana bir hal olursa benim sağ kalmaklığıma ihtimal var mıdır! Velev mezarımı ayırsınlar feleğin pençesi bile göklerimizi birbirimizden koparamaz. Hayal ile yazı ile eğlendiğini kendin itiraf ediyorsunhalde birkaç günlük tahassürden kadar şikayete hak bulabilir misin! Hicranı biz kendimiz ihtiyâr ettikse ihtiyârımız kalbimizin arzusundan mı neş'et etmişti! Meydanda olan muhâtara mevhum mudur!.Bir hâinenin şerrinden sakınmak için üç beş günlük tahassürleri ihtiyâr etmeyelim de birbirimize kavuşmadan kendimizi mezarların koynuna mı atalım. Of! Niçin mel'ûneyi hatırıma getirdin! Yanıma gelsen de vücudumun hararetini -hareketinin halini görsen odama insan kıyafetinde bir yıldırım düşmüş kıyâs edersin. Seni seviyormuş!!.Dîvâne bilmez ki şirin canına kasd ediyorSenden saklamam gönlüme haklı bir gayz müstevlî olursa arslanlarla yırtıcılık yarışına kalkışmak isterimHayır! benden senin bir zerre gubar-ı pâyını almaya muktedir değildirOf! Bana öyle şeyler düşündürme! Billah! Hınzırı ayağımın altında yılan ezer gibi tepelerim! Muhabbet nedir bilir misin! Kıskançlık nedir bilir misin!.. Vücudumun her zerresine ayrı ayrı ateşler yağıyor-Ayrı ayrı hançerler saplanıyor yine böyle iken sabr ediyorumSenden de sabr-ı niyaz ederimEğer beni seviyorsan başım için hınzıra renk vermeBir şey söyleme! Ona mağlup olmaktan hâsıl olacak netîceyi bilmiyor musun! Hem birbirimize doymadan fena bulacağız hem de yüzüne birkere bakmakla ateşe atılmış cüz'-i madenî gibi baştan aşağı eritebileceğimiz bir alçağın pençesinde zebûn olarak telef olacağızBu gece yanına geldiğimi istiyorsun. Ayakları ateşîn zincirlerle bağlı bir bî-çâreyi cennet kapılarını açıp da nüzhetgahlarına davet etmek ne büyük gaddarlıktır! Hiç gelmeye muktedir olmasam senden davetimi intizâr ederdimİnsan ahz-i âmâli eline geçer de iğtinâm için teklife mi muhtaç olur!. Bu akşamki nöbetçi bildiğimiz değil! Nasıl gizli geleyim açıktan gelecek olsam ne bahane ne vesîle bulayım. Yalnız bana kıyacak olsalar yarım saat zevin için mahşere kadar hicrânına kâ'ilimFakat sana da kıyarlar seni zerre kadar muhâtarada bulunduracak bir teşebbüsü senin için senin emrinle de bir türlü zihnime sığdıramıyorumYarın gece fırsat bulur gelirimAllah aşkına sabr et halimden tafsîlât vermek istemem. Te'essürünün şiddetinden korkarım. Baki Bir levh-i mezarım bi-nüvîsned pes ez-merin Ey vü ey zemharû'-i dîdâr-ı diger hiç Perihan Sûret-i Tezkere Adil Girydan Şehriyâra Sîmanızın bu haliyle beraber size zaruri gösterdiğim yalancı muhabbet emârelerine cidden inandığınıza kâ'il olmak İran'da hiç âyine örmemeye tevakkuf eder! Kırk yaşında bir kadına yirmi dört yaşında bir adam muhabbet edemeyeceğini elbette siz de bilirsiniz. Meyl-i ma'âlî ile muttasıf olan bir gönül Perihan gibi ilâhî bir nûr-ı mücessem meydanda gezinip dururken senin gibi sîretinin zulmeti çehresinin ruhsuz beyazlığı ile düzgünlü zenciye benzeyen bir a'cûbe-i rüzgara meyl etmek nasıl mümkün olsun. Zevcenizin nimetini oğlunuzun haysiyetini saçınızın akını iştihânızın zenâ'etini düşününüz de benden Perihan'dan fâriğ olunuz! Akşam bî-çareye ettiğiniz ezâları öğrendim tekrar ederseniz intikam zebânîlere aldırmaya mecbur olacağım. Aklınızı başınıza düşürünüzMektubunuz elde senet duruyorBir daha Perihan'ın da benim de hatta nâmımızı lisâna alırsanız Kaziyon'da her harfini ayrı ayrı gözden geçiremedikBiradım bırakmaycağıma Perihan'ın hayatına yemin ile sizi te'mîn ederim ama beni de bu yolda itlâf ederlermişPerihan sağ olsun zaten dünyanın ne safâsını sürdüm ki âhirete gitmekten kaçınayımHiç olmazsa elinizde şehit olur da cenâb-ı haktan mükâfâtını görürüm. Esirim beni bir gece boğduruvermek kolayElinizden gelir orasını bilirim. Fakat siz de şurasını biliniz ki bu gün Kuziyon'da biraderim varHer türlü istikbali açık her türü ikbâli hazırYaşı daha yirmi beşe henüz varmışAnâsırının hâli ömr-i tabiiye kadar yaşamaya müsta'id serveti müddet-i ömrünü saâdet içinde geçirmeye kâfî iken her neden ise benim yolumda fedâ-yı can etmeye merak ediyorBir hata gelmek lazım gelse kâğıt elindedir benim yapacağımdan birkaç kat ziyâde teşhîr ederAsker olduğu halde bu yolda cellatlığı da göze alıyorGöklerin fevkine çıksanız yerlerin dibine geçseniz sizi bir saat yaşatmaz. El altından bir hareketinizi de işitmeyeyimBilirsiniz ki tahkike muktedirimEğer işitirsem bizim hanedanda kılıca köpek kanı bulaştırmak meş'um sayılırAma şe'âmeti de irtikâb eder sizi elimle mâlik-i cahîme teslîm eylerim. Aklını başına al bizden fâziğ ol. Adil Adil Giray'dan Perihan'a İmdada yetiş melek gönlüm şeytan pençesinde eziliyor! Aşk için cünûn getirir derler gerçek midir bilemiyorumFakat bazı hallerde insanı cünûndan kurtardığını bu akşam da nefsimde tecrübe eyledimHayalin bir melekü's-sıyâne gibi karşımda durup da vücudumu âfetlerden hıfz etmese beni şimdiye kadar çıldrmış zincirlere bağlanmış görürdünMeğer felek beni ne siyah belalara mübtelâ olmak için yaratmış of! Halimi söyleyemeyeceğimDüşündükçe zihnimdeki kara kara hülyâlar tecessüm ediyorMevt gibi üzerime çöküyor. Kalbimin nabzını vücûdumun teneffüsü kesiliyorBilmem ki halimi nasıl tarif edeyimBir saat evvel karı yanımda idiBütün bütün perde-i ârı çehresinden kaldırdı. Bayağı bir çapkın..Tövbeler olsunBana bir iffet-i mücesseme huzûnda sû-i edep ettirecek..Cebr ve kahr ile kendini sevdirmek istiyorÜç gece sonra yanıma geleceğini ve mutlak kendisine bir çare bulmazsam ölünceye kadar odamdan ayrılmayacağını sûret-i kat'iyede söyledi de öyle cehennem oldu gittiUyusam kâbus gibi rü'yamda gebersem seyyi'ât gibi mezardan ayrılmayacak! Ya beni bu mel'ûnenin elinden kurtarmaya bir çare bulYa ruhsat ver beni ondan kendi kendimi kurtarırım. Ah yanıma gelsen de bir iki dakikacık yüzünü görebilsemGönlümün bu halecânı belki biraz sükûnet bulurduMerhamet edip de yarım saatcik olsun gelemez misin. Hüdâ bilir çektiğim ezâ-yı rûhânî azâb-ı cehenneme rahmet okutuyorİmdat! Merhamet! Adil Hangi bir derdimi hicrân ile ta'dâd edeyim Sen de dâd etmez isen ben kime feryâd edeyim Cevap olarak şu tezkereyi aldı. Perihan'dan Adil Giray'a Bu kadın sana değil eceline aşık olmuşArkasında dolaşıp geziyorAcaba hiçbir kere âyineye bakmaz mıKör olacak gözleri cemâlindeki nûru tavrındaki ismeti görmz miAcaba yıldırmalar altında ezilecek beyni kendi yaşıyla senin nev civanlığını mukâyese etmez miSana kadar tasallut ederek benden ölümünü mü dileniyorYakasından tutup da gayyâ-yı cehenneme atmaklığımı mı istiyor. Şerrinden Çektiğim azaplara şeytan uğrasa şâyân-ı merhamet olurAma benim halimi bilmiyormuşBen onun halini bilirimYa Allahım! İntikam intikam! Bir kere karşısına durup da tavrındaki endamındaki denâ'eti kerâheti yüzüne karşı söyleyecek miyimBir kere ayaklarımın altına alıp da çehresinin yılan derilerini yüzmeye muktedir olabilecek miyimMel'ûne nâ-meşrû' bir muhabbet çıkardıUmum kadınların namusunu berbâd ettiEl vermedi ortaya bir yalan koyduSeni muhâtaralara düşürdüEl vermedi bî-çâre birâderini zindanlara attırdıOndan sonra cellat gibi üzerine musallat oldu kaldıBütün bütün ifnâ edecektiEl vermedi seni fikrine muhâlif beni hâlime yakışmaz birtakım teşebbüslere mecbur ettiİki en mahrem adamımız iki en muhâtaralı kâğıdımız kazânın musîbetin en işlek şehrahlarında dolaşıp duruyorMülâhaza-i âkıbetle hâbımızı huzûrumuzu selb ettiEl vermedi haftada iki üç gün cadı bakışı yılan nefesi ile gülcemâlini solduruyorEl vermiyor şimdi de senin ismetini benim hayatımı berbâd etmeye çalışıyorHınzırı bir latme ile esfel-i sâfilîne göndermek kadar kolay bir şey yokFakat giribân-ı iktidârı pençe-i mel'anetinden kurtarıp da kendiyle beraber düşmemek mümkün değil. Üzerine varılsa topuk altında ezilecek fakat bir akrebin zehriyle iki insan da beraber telef olacakYarabbi! Yarabbi! Ne çıkılmaz bir girye-i belâya tutlduk! Bilsen gönlümden neler geçiyor? Başka bir baane bulup da sarayın orta yerinde hançerleyivereceğimKadınlığıma bakma ben hançer kılıç kullanmaya da muktedir kadınlardanımHançerlerim kardeşimden korkmamÇünkü bî-çâreyi bir beladan kurtamış olurumHamza belki kasd ederArada sen olmasan billahü'l-azîm bu yolda ölmeyi de kat'an düşünmemFakat istemiyormSeni bu hallerde bırakıp da mevt ile kendimi azaptan kurtarmayı sana düşmanlık sanıyomGayz kıskançlık gönlümde birer ejderhâ-yı cehennem kesilmişÂteşîn dendanlarıyla vücudumun her zerresini ayrı ayrı koparıyor da yine tahammül ediyoum. Mümkün değil sana terettüb edebilecek bir muhâtara zihnime gelince hiçbir şeye teşebbüs etmek benim için mümkün değilYanıma gelse tahkîr etse işkencelere koysa vücûdumun her tarafını ayrı ayrı paralasa hatta ..Ah ..hatta seni elimden alsa yine bir şey yapmaya muktedir olamayacağımYine benim için bir dakikacık endişeye düştüğüe gönlümü kâ'il edemeyeceğim. Etme! Allah aşkına münâsebetsizlik etme! Merdsen kadınlardan sabır dersi alma sana yakışmazTahammül et maksadını mümkün olduğu kadar mahallere ta'lîk eyleOyala ne yaparsan yap eline bir ser-rişte-i husûmet vermeBillahü'l-azîm-Eğer câ'iz olsa- şeytana rahmet okutacak mel'unlardandırBir de allah aşkına peygamber hürmetine olsun beni vakitli vakitsiz davet edip durmaKendim gelemiyorumEmrine itaat muhabbetine incizâb sâikasıyla ruhumda ne bedenimden ayrılarak yanına gelmeye ne de yerinde durmaya muktedir oluyorBeni böyle hayat-ı be her azap ve azap be her hayat işkencesinde bırakmak şanına layık değldir. Görüyorsun ki fırsat düşürdükçe yanından ayrılmamaya çalışıyorumFelek müsait olmadıkça birbirimizden mahrûm kalırsak ne yapalım ittihâd-ı rûhâniyetimizle tesellî buluruz. "Çün fâsıla-i beyt bûd fâsıla-i mâMâ ez tu cüdâyım be sûret ne bi-ma'nâ" Adil Giray'ın şehriyârın daireleri bu telaşlara ıstıraplara tehditlere tahkirlere tecessüslere mücâdelelere i'tilaflara her zamandan ziyâde küşâde bulunduğu öyle bir leyle-i garâibde Perihan her şeyden bî-haber ve korucunun ifâdesinden anlaşıldığı üzre bir gece evvel Adil Giray ile bi bez-i tenhâyide bir buçuk saat kadar vakit geçirdiği için temâşâ-yı cemâle dalarTeşebbüsleri kuvve-i kurbiyeye gelmek cihetiyle ömrünün saâdetinden emin olarak yatsı vaktini bir saat geçer geçmez yatağına yatmıştı. Rüyada Adil Giray'ı görürSabah açılmış güneş doğmuş gözleri nûr ile dolmuş zannederdi. Güya ki ma'şûkuyla bir sahrâda dilerBulundukları yerin pîşegâhında bir ufak su akardıAma bir sûrette hafif akar ve kadar mu'avec şekiller peydâ ederdi ki geçtiği sahrânın letâfetinden ayrılamıyor ve ara sıra geldiği tarafa avdet etmek istiyor da sâika-i rüzgara mukâvemet edemiyor gibi görünüyorduBarışı avuçlarında bir salkım söğüt var idiDalları yaprakları rüsvâyân-ı muhabbete perde-i istitâr olmaya şâyân olabilecek kadar perişân idi. Sahrânın ötesinde berisinde öbek öbek kadar mütenevvi' kadar mütelevvin çiçekler yığılmıştı ki feyyâz-ı kudret oraları tenzîl için feleğin sehâib-i renk âmizini paralamış da ötesine berisine dağıtmış zannolunurdu. Mürgân-ı sahrânın nağmeleri kadar hazîn kadar müessir idi ki her biri vicdân-ı âşıkâneye tecümân olmuş elfâz ile ta'rifi kâbil olmayan ezvâk-ı muhabbeti gönüllere ifhâm ile uğraşıyorlar kıyâs edilebilirdi. Güya ki Perihan suyun kenarına oturmuş arkasını salkım söğüde dayamış idiAdil Giray da dizine yatmış Perihan'ın misâlini cemâliyle mukâyese için uyumuş idi. Kız perişân saçlarını şehzâdenin yüzüne dökerek cemâlini kâh güneşden bile kıskanırcasına bütün bütün örter kâh bir dakikacık hasretine tahammül edemezcesine bir cihetini açar temâşâsında gaşî olur dururdu. Perihan'ın rûhunda inbisât -gönlünde safâ bir derecede idiki bulunduğu hâlin rüya olduğunu bilmek dahi lazım gelse idi bütün ömrünün böyle bir rüya içinde geçmesine bin can ile kâil olurduGüya bir insan değil tabiatın firdevs füyûzâtında yeni peydâ olmuş bir şukûfe-i rengîn idJâlelerle perveriş bulur nurlarla tena'um ederdi. Rüstem Han; korucunun tarz-ı ifâde ve sûret-i istidlâlinde olan kuvveti görünce; muhâvere uzadığı takdirde oradaki haşerâtın azmine bütün bütün halel geleceğini ve bir kere şah Perihan'ı yanına çağırır asker onun ilzâmiyâtına tutulur ise kendisi için dünyada hiçbir ümit kalmayacağını düşünerek ve birkaç saat sonra cellatlar önünde bin türlü eziyetle telef olmaktan ise orada terk-i cân edip gitmeyi daha hayırlı görerek bahtının bir son tecrübesi olmak üzre hemen sel-i seyf ile "Bu gayretsiz sefâhet rehberliğinden lezzet almışlar!..Kapının önünde beklete beklete bizi de kendilerine benzetmek isterlerBiz buraya vezirin emriyle geldikTatar oğlanı da yanında bulunan karıları da idam edeceğizŞahın fermânı olmasa hiç vezir böyle emir mi verir?.Yürüyünüz!.Önünüze hâil olanları örünüz?." dediYerinden hareket eylediHatta koruculardan karşısına duran bir bî-çâreyi kendi kılıcıyla telef ettiPerihan takımı her ne kadar Rüstem Han avenesine nispet kabul etmeyecek derecede az ise de her biri fırkaya mukâbil addolunur fedâkarlardan idiler. Mevki'lerinde sebât ettilerHasımlarıyla kılıç kılıca geldilerBahçede bir büyük hengâme-i gîrüdâr açıldı. Perihan ise Adil Giray'ın yanına girdiği gibi kılıcı yere fırlattıHanzâdenin boynuna sarıldıAşk ve me'yûsiyetten mürekkeb bir nazar-ı garîp ile yüzüne baktıktan ve birinci defa olarak bir defa ağzını öptükten sonra "Adilciğim! Senin helâkine ben sebep oluyorum bir dakikalık hayatına bütün ömrümü fedâ etmek isterken hayatım ömrünü izâ'a ediyor!." dediGayet hazin bir âh ederek gözünün yaşı bir letâfetle damlamaya başladı ki her kirpiğine bir elmas pâre ta'lîk olunmuş zannedilirdiAdil Giray zaten ölüm gadâbını geçirmiş zaten teslîm-i rûh eylemiş de dünyada başka bir kuvve-i maneviye ile kalmış gibi bir mekâet-i fevkalâde ile "Ne oluyorsun iki gözüm! Bu te'essürün fâidesi nedir?.Ne zaman olsa yer altına girecek değil mi idik!..Dünyada hayatın lezzetini birbirinden ayrılmaktan ibâret bilen iki yâr-ı sâdık için bir zamanda bir mekânda ikmâl-i hayât etmekten büyük sa'âdet mi olur!.Husûsiyle hem ma'sûmuz hem bir maksad-ı mukaddes yolunda fedâ oluyoruz. Arada bir de devlet-i şehâdete nâ'il olacağız." dediPerihan'ın kalbindeki meyl-i ma'âlî rûhundaki büyüklük bu sözler ie birdenbire incilâ ettiÖlüm korkusu düşman tehlikesi fikirleri bütün bütün aralarından zâyi' oldu; bir eğlence meclisinde imişler gibi; nazar-ı âşıkânelerini birbirinin seyr-i cemâline kalb-i sâdıkânelerini birbirinin ezvâk-ı muhabbetine vakf eylediler ma'sûmâne tebessümlere müstağniyâne sitemlere neşât-perverâne latîfelere başladılarFakat ömürlerinin hemen birkaç dakikadan ibâret kalan şu devre-i hitâmını sohbetten ziyâde doya doya birbirini görmeye sarf ederlerdi. Bir yirmi dakika müddet onlar bu hal-i istiğrâk içinde eğlenmekte bahçedekiler ise can pazarıyla uğraşmakta idilerPerihan'ın ekser avenesi; birkaç düşman telef ettikten sonra; vefat ettilerEkalliyet azaldıkça ekseriyet etraftan dökülüp glen galip taraftârânıyla çoğalırdıAkıbet Perihan'ın takımı; köşkün medhalini muhâfazaya iktidarları kalmadığını görünce; şehzâdelerini muhâfaza için geri köşkün dâhiline çekilmeye başladılar. Silah sesi asker şamatası kapıya doğru takarrüb edince Perihan bir müddetten beri bulunduğu gaşî halinden kendini toplayarak "hanzâdem!.Niçin bu mel'unlara beyhûde yere kendimizi telef ettireceğiz!.Dün akşam Cezmi'ye sipariş ettiğimiz ipek nerdubân gelmedi mi? Şu pencereden aşağı ineriz belki Cezmi'nin orada adamlarını buluruzBulamasak da itiml ki talihimiz vardırGecenin karanlığından üzerimize bir perde çekilir düşman gözünden mestûr kalırız bir semt-i selâmete çıkarız" deyince Adil "Evet nerdubân gelmişti bakalım bir tecrübe edelim!." sözüyle pencereye yaklaşıp da nerdubânı takmak için hârice baş gösterince üzerine yirmi kadar tüfek birden atıldıHatta bir kurşun sağ omzunun üstünden sıyırtarak; esvabını paraladıBu bâdire üzerine bî-çârelerin ikisi birden "O taraftan ümit kalmdı" dediler yine kemâl-i metânetle katillerinin zuûruna ecellerinin hulûlüne intizâr eylediler. Gürültü yaklaşa yaklaşa oda kapısından içeri Perihan taraftarlarından bir on on iki kadar her biri birkaç kahramana bedel; fedâkâr ile elliden ziyâde gözlerini kan bürümüş sefâk ve methûr koruyucu atıldılar. Kendi nefisleri için hemen silaha mürâcaatı tenezzül addedecek bir hâl-i vakar ve tevekkülde duran iki şehzâde; yollarında can veren fedâkârların hâlini görünce mevkilerine lâyık meziyyât-ı celîlelerine mutâbık bir tavr-ı esdikâ perverâne ile; ufacık fırklarının riyâsetine geçtiler; en büyük muhârebelere numûne olacak en büyük ser-askerleri gıbtaya düşürecek bir tarzda müdâfaaya başladılar. Adil Giray'ın talimiyle ashâb-ı müdâfa'anın her biri; odadaki eşyadan birini önüne siper ederek; def'-i sâil ile uğraşır hanzâde ile Perihan ise birbirini muhâfaza etmekle beraber âciz kalan askerlerinin de imdadına yetişir idiNe fâidesi var ki müdâfi'lerden elef olanların; fevt olmuş fırat-ı ikbâl gibi; telâfîsi kâbil olmaz; sâillerden helâk edilenlerin hazırlanmış âfât-ı semâviye gibi biri def' edildikçe yerine ikisi üçü geliri. Perihan taraftarları bir saatten ziyâde kendilerinin on beş yirmi misli düşmanla uğraşarak hayfâ ki tarihlere bile yazılamamış olan; namlarını kıyâmete kadar elsine-i sitâyişte dolaşmaya şâyân edecek kadar merdâne ve fedâkârâne bir ikdâm ile; efendilerinin pîş-i nazarında birerirer fedâ-yı cân eylediler. Fedâiler; odadaki eşyâ ile kendilerini muhâfazadan ziyâde; kendi vücutlarını efendilerine siper eylediklerindn bunların umûmu kurban oluncaya kadar şehzâdelere bir cerîha bile dokunmamış idi. Vaktâ ki şehzâdeler tenhâ kaldılar; kan görmş bir çit arslan gibi birbirlerine zahîr olarak ve müdâfaayı bütün bütün terk ederek haşerâtın üzerine savletler göstermeye başladılar. Silah kullanmakta olan mahâretleri cihetiyle düşmandan la-akal iki adam tepelenmedikçe vücutların bir ara dokundurmanın ihtimâli yok idiYirmi dakikadan ziyâde uğraştılar bir iki kere muhâcimleri odadan dışarı uğrattılar fakat erâzil; kühsâra çarpan dalgalar gibi geri çekildikçe savletlerine bir kat daha dehşet vererek avdet ederlerdi. Adil Giray; Perihan'ın ötesinden berisinden seyelân eden kanları örünce; vakar-ı merdânesini bütün bütün kaybederek sâ'illeriyle muhâtabaya tenezzül etti "Bu ma'sûme şâhengizin hemşiresidir! Siz hakk-ı nimeti böyle mi gözetisiniz?.." diyecek olduPerihan hemen lakırdısını keserek "Sus hanzâdem! Bu köpekler hakk-ı nimeti de velînimeti de ekmek gibi kesilir yenir bir şey zannederlerBunlarla muhataba şanınıza yakışmaz!." dedi nazarı sırada kapının önüne gelen Rüstem Hana ta'alluk etti "Ah üzerimize sarılan ejderin başı gözümüzün önünde duruyor da biz hala kimlerle uğraşıyoruz!" diyerek Hanı tepelemek için kapıya doğru uğradı. zamana kadar Perihan'ın öteden beri gönüllerde bıraktığı nüfûzun te'siriyle üzerine bir yed-i ra'şedâr ile silah çeken koruyucular serdarlarını tehlikede görünce meslek-i gayreti ve bir dereceye kadar da mücâzât-ı âtiye korkusuyla bütün bütün hafv ve insâfı kaldırdılar Perihan'ı sol memesinin altından ağırca yaraladılar. Bî-çare kız! Cerihasının te'sîr-i tâkat güdâzıyla vücûdunu idâreden kalarak ağır ağır birkaç adım geri çekildi Adil Giray'ın ayakları ucuna devrildiKoruyucular; halin dehşetiyle birkaç dakika beht içinde durduktan sonra; şahlarının hemşiresini memât hâlinde ve düşmandan aldıkları esirin yine hayatta bulunduğunu düşündüler serâpâ serâpâ tehevvür kesildiler kat'î bir azm-i hunhârâne ile Adil Giray'a birkaç taraftan hücûm eyledilerBî-çâre Perihan! Rûh-ı sânîsinin de canı gibi mühlikede bulunduğunu görünce cisminde ne kadar âsâr-ı hayat kalmış ise bir yere topladı; "Benşînem vü ser-pîş pâyet Ber-hîzem vü cân günem fedâyet!" Beytini okuyarak yerinden davrandı; yaralı arslan gibi bir savlet-i mukâvemet-i şeknâne ile; kahr-ı a'dâya başladıAdil Giray ise; ma'şûkasında gördüğü ateş-i hamiyetin te'essürüyle; bütün bütün bir bârika-i celâdet kesilerek; vaktiyle her biri elli altmış kişiye mukâbil olan; Tatar kahramanlarının nesl-i necîbi olduğunu tamamıyla ispat eylediŞöyle ki iki şehzâde birkaç yerlerinden mecrûh oldukları halde ayaklarının ucuna on beş kadar koruyucunun lâşesini serdiler. Rüstem Ha telefâtın tekessürüyle bütün bütün bir lehîb-i gazap kesilerek "Kılıçla uğraşır durursunuz! Tüfeklerinizi hangi düşmana saklıyorsunuz? Ateş etseniz a!" diye feryada başladıKoruyucular vak'anın hevl ve garâbetine münazzım olan can korkusuyla düştükleri gafletten mütenebbih oldular iki bî-çarenin üzerine eli altmış tüfek birden boşaltarak ikisini de bir anda şehit ettiler. Rüstem Han zaman odaya girebildi; Perihan'ın anlı vücudunu bir nazar-ı gayz ve tahkîr ile süzerek. "Bicer fenâ reft vü nâçiz şed! Felek goft handân ki în nîz şed!" Beytini îrâd ile hunhârâne bir de hikmet-füruşluk ederek odadan çekildi. Tevâbi'i de arkasına düştüler. Bî-çârelerin sebe-i mevti olan cerîhalar ikisinin de başında idi. cerîhalardan seyelân eden kan ile çehreleri bütün bütn şafak rengine boyanmış Adil Giray'ın çehresinde yıldız kadar bir nokta ile Perihan'ın çenesinde iki tarafa doğru hilal kadar açıklık kalmış idi. Cezmi bu temâşâyı görünce tabiat-ı şâirânesi her türlü hissiyât-ı hüzn ve mâtemine galebe etti şehitleri birbirinin koynuna getirdi Adil Giray ile Perihan'ın başlarını; yüzlerinde kalan beyazlıklar ay yıldız şekli hâsıl edecek sûrette; birbirine yaklaştırdıŞehidenin kan içinde olan saçlarıyla ikisinin çehresinden müstatîl bir şekil hâsıl eyledi. Abbas'a teveccüh etti"Bak temevvüc etmiş uçları yaralanmış Osmanlı bayrağına ne kadar benziyor! Yed-i kudret yek-vücut muhabbet yarattığı; iki şehidin sîmâlarında hizmet ettikleri maksadın ne parlak ne güzel bir nişânesini tasvîr eylemiş! Ben vallahü'l-azîm bunları kabirlerine vaz'da defn ederim! Melâike-i su'âle maksatlarının numûnesiyle görünsünler!." dediAbbas ile birleştiler kazdıkları mezara iki bî-çâreyi vaz'da tevdî' eylediler. Cezmi kadar dehşetli kadar hilâf-ı me'mûl birtakım vekâyi' ve fecâyi' karşısında tek ve tenhâ kalınca İranlıların ötede beride gezinen koruyucularını kabristanın servilerinden tefrîk edemedi; sâyelerin yükselmesi cihetiyle; kendini bir gavl-i beyânî dehşetgâhı içinde görmeye bir yamyamlar memleketi arasında zannetmeye başladı ihtifâya bir mahal aradı bâdi-i tasavvurda Osmanlılık gayreti hatırına geldi Adil Giray'ın Perihan'ın; makbere olsun yanına atılmak istedi mertebeye lâyık olmadığını düşündü hicâb etti bu hicâb üzerine fıtratın kendine ihsân eylediği cellât-ı merdâne hatırına geldi ve bu görünen sâyelerin her biri bir cellât lsa cümlesine karşı durmak ve yolda şehîd olup da; Adil Giray'ın ayağı ucunda olsun bir mezar-ı mefharet bulmak fikrine düştüNihâyet intikamını almak böyle bir beyhûde fedâkarlığa müreccah olduğuna hükm eyledi. Bu iki mütâlaa üzerine teslîm ve tevekkül ile Abbas gelinceye kadar bây-ı hal ihtifâya zihninde karar verdi yıldızlardan düşen sönmüş meş'alelerden kalan hafif hafif ziyâarla etrafını aradı baş tarafından çökmüş bir mezar bulduUğraşa uğraşa içine girdi telkîn-i imama veya ürûd-ı münkerine muntazır bir meyyit gib uzandı. Elini bir tarafına attı soğuk katı bir şeye rast geldi. Mesh ile insan güllesi olduğunu anladıVücudundaki yara; oraya gelinceye kadar ve husûsıyla mezara giinceye dek rûhânî ve cismânî çekdiği meşakkatlerle açılmak ve belki kendini imâte ile; fıtratta olan bir sâhib-i hamiyet için mezarından firdevs-i mükâfattaki makamına bir manzara olmak derecesine gelmişti. Bir taraftan ise bir çok mevziyât vücûdundan esvabından bir şeyler koparıp da ta'ayyüş etmeye çalışırlardıEline aldığı gülleyi biraz daha evirdi çevirdi sevâbıkın kubhiyyâtını idrâk etmekle beraber i'tirâzı insâniyete mutâbık gömeyen veya ta'bir-i âhirle "Bize nisbet sâbıklar ne kaderde ise bizden sonra geleceklere nispet bizde kaderde kalacağız!" i'tikâdında bulunan filozoflar gibi çirkinliğini kokuşmuşluğunu düşünmek istemeyerek yine yerine bıraktı "Acaba sen de benim gibi bir nsan mı idin! Acaba Adil Giray'ın Perihan'ın; Yusuf'a Züleyhâ'ya sânî addolunacak kadar güzel olan; çehrelerinin içinde de böyle çirkin bir kemik mi vardır! Acaba; hüsn-i mücerred adl-i muhakkak olan; hzûr-ı ilâhîye bu kadar çirkin bu kadar iğrenç bir çehre ile mi gideceğiz! Öyle olmayıp da ne olacak?Daha dünkü güne kadar bî-çâre Adil'in zavallı Perihan'ın tasavvurları gözümüzün önünde hep hayâlâttan ma'dûd değil mi idi? hayaller bugün hakikat oldu hem de ne kanlı hakikat!. Ya bu hakikat bildiğimiz âlem yarın hayal olmayacak mı? Olacak yarın olmazsa öbür gün olacak! Şüphe yok ki olacak! Hem de ne korkunç hayal!. Hayır hayır! İnsaniyet elbette bu cism değildirMezarda ruh bulunmazBir kere ruhu görebilsek kim bilir ne kadar güzeldir! Böyle kemikten etten yapılmış bir vücûd-ı hakîre ne kadar zinet veriyor! Dünyada niçin kimse en güzel ressamın yaptığı tasvîri bir çirkin kız kadar sevemiyor! Değil! Değil başka âlem var insâniyetin zevki âlemdedirİşte bu âlemde gördüğümüz ikbâlin iclâlin zevkin şevkin neticesi bu mezara girmektirİhtimal ki şimdi biri gelir çıkabileceğim deliği kapar hayatım zâ'il olurMelâike-i su'âl başıma çökerDünya için onlara da bu cevabı veririm evet! Bu cevabı veririm. Ah fakat Adil Giray'ın Perihan'ın hele uğraştığımız şu mübârek maksadın böyle bir netice vermesi adl-i ilâhîye tevâfuk eder mi idi!. Sus habîs! İnsan korkusundan mezarlar içine saklanıyorsun da yine levh-i mahfûzun tahkîk-i esrâr ile uğraşmaya cesâret ediyorsun?.." Yollu; kendi ahlakını musavver olmakla beraber bulunduğu hâlin ilcâatını da gösterir; birkaç söz söylendi sıyrıla sıyrıla yine mezardan başını çıkardıAbbas ise sırada mevki'ine gelmiş koynundan bir şem'a çıkararak yakmış Cezmi'yi aramakla meşgul bulunmuştuŞem'anın ziyâsı Cezmi'nin başına düşüp de sâyesi uzadıkça ve Cezmi çıkmaya çalıştığı sırada sâyesinin uzaması dahi büyüdükçe kabirden eski itikadlara göre yaklaşmakla büyümk şânından olan; bir cadı çıkıyor zannetti biraz ürktü geri çekildiŞem'anın çekilmesiyle sâye de bi't-tabi' şeklini değiştirdiAbbas oralarda öyle cadı filan olmadığına hükm eyledi; yine maksûdunu arayabileceği dâirenin hâricine çıkmayacak kadar; yüksekçe bir ses ile "Cezmi Cezmi!" diye söylenmeye başladı. Cezmi bu sadâyı işitti; hâtiften gelmiş bir nidâ-yı da'vet istikbâl edercesine; sür'atle mezardan vücûdunu bütü bütün sıyırdı Abbas'ın yanına şitâb eyledi. Derviş hırkaları hazırdıNe fâidesi var ki Cezmi'nin yarası kabre girip çıkmakla açıldı bir kere daha sarılmaya muhtaç olduAbbas; iki üç saat kadar fânî durdurmak yarayı sarmak için; bildiği tedbirleri icrâ ile uğraştıCezmi yürmeye muktedir olabildiİkisi birden arkalarına hırkalarını giydilerAbbas parmağını uzattı Cezmi'ye maşrıkı gösterdiSubh-ı kâzib Adil Giray'ın Perihan'ın ümîdi kadar parlak bir ziyâ göstermeye başlamıştıCezmi'nin fikri ise teşebbüsünün netîcesinden kanlı kendi girdiği mezardan korkunç bir halde idiAbbas subh-ı kâzib kadar sür'atle oradan kaybolmayı tavsiye ederdiCezmi mezar gibi bulunduğu yerde kalmak re'yinden geçemezdiNihâyet Cezmi Abbas'a teveccüh etti"Benim fikrime göre insan olan Ve nahnü enâs lâ tavassut beynenâ Lenâ's-sadr dûne'l-âlemîn evve'l-kabr Kâidesine ittibâ' etmelidirYa burada Adil Gray'ın kadrini gösterecek bir hareket ederizYahut mezarlar hazır duruyorŞu kara toprak bizi de kabûl edecek kadar bir kucak bulmaktan hiçbir vakit âciz kalmazAdil Giray'a felek vefâ etmedi. Biz de mi bî-vefâlık edeceğiz! Ben vazifemi bilirimBaşının ucuna; velev tahtadan olsun; bir işâret dikip de üzerine şânını a'lâ edecek ağyârın rağmına taraftarlarının gayretini gösterecek bir şey yazmadıkça şuradan şuraya kılımdamamHatta yazacağım şeyi kanımla yazacağım!." dedi iki refîk-i gayret leyle-i musîbet arasında bir tahta buldularMezarın üzerine diktiler bir kurumuş dal parçası kestiler. Cezmi dal parçasını eline aldı cerihasındaki sargıların üzerne bulaşmış ve hâla kurumamış olan kanıyla tahta parçasının üzerine irticâlen söylediği şu birkaç beyti tahrîr eyledi: Ey zübde-i san'at-ı ilâhî İnan idi fıtratın kemâhı Cârî idi her muâmelende Ahkâm-ı evâmir vü nevâhî Fikrindi zekâya matla'-ı nûr Kalbindi şecâ'atin penâhı Azminde nasîb olaydı fırsat Bir günde gedâ iderdi şâhı Takdîr-i Cenâb-ı Kibriyâda Ulviyetin budur güvâhı Gönlündeki sâ'ik-i hamiyet Gösterdi cihâna kayz-ı râhı Târihini gûş eder de gâfil Açmaz yine çeşm-i intibâhî Yükselmeye sevk ederdi hâtif Geçsen bile evc-i mihr ü mâhı Gelmzdi şehâdet olmasaydı İclâline tâ ebed tenâhî Yükseldi ortaya kim makâmının Arş oldu serîr-i ihtişâmın Bir halde ki yazıyı bitirmek için bir taraftan kurumak üzre olan fânî sabahın; âlem-i hayâtı birkaç saat göstermekten mahrûm olduğu için ettiği girye-i elem denilmeye şâyân olan; şebnemiyle slatmaya çalışır bir tarafında vakit geçmemek üzre şiirini; "başladıkça ben söze başlar hücûma vâridât Şöyle kim tâkat getimez onu takrîre zebân" vasfına lâyık olacak kadar; serî' söylediği halde kalemini kan tutmuş kâtillerin harekât-ı mezbûhânesine teşbîh olunacak derecede batı bir yolda görüyordu. Levhanın tahrîrini öyle bir zamanda ikmâl eyledi ki; ümîd-i hayâlâtın aynı olan; subh-ı kâzib; hakâyık-ı âlemin misâli olan; subh-ı sâdık noktasına tahavvül etti. Maşrıkda bir kanlı bulut bulutun etrafında toprak rengine tahvîl etmiş bir korkunç pus pusun altında büyümüş mezar şekli gösterir birkaç çirkin dağ dağların altında kimi yeni doğmuş da fânî olduğunu bilmediği için tebessüme başlamış birkaç çiçek kimi fenâ bulduğu halde yine fânî olduğunu anlayamamış üç beş soluk yaprak görünür ve bu levha-i temâşânın kâffesinde azamet-i ilâhiye tecessüm eder dururdu. Cezmi şair idiŞairlerin bir hali de vardır ki: Nazar- hayalini sevk ettiği bir yer dururken tabiat hazâyin-i bedâyi'inin ne kadar cevheri varsa kâffesiyle beraber ayağına gelse yine hiçbirini göremez cihetle bâlâda arz ettiğim levhayı temâşâ eden yalnızca Abbas idi. **İSTANBUL’DAN HAREKETİMİZ** Vapurumuz limanda bağlı bulunduğu şamandıranın irtibâtını felek ile çerhini işletmeye başladığı zaman saat on biri geçmiş idi. Me'lûf ezvâkı olduğu bizim dilârâ-yı visâli terk etmekte yemîn ve yesâra müte'enniyâne hatve-endâz-ı tereddüt olan serkeştegân-ı muhabbet gibi vapur dümen sularının hâsıl ettiği köpüklü izden denizin koyu mavi rengindeki sathı üzerine beyaz ile nısf-ı kat' nâkıslar resm etmeyi merâk etmişçesine liman içinde öteye beriye meyl ve inhirâf ederek birkaç dakika vakit zâyi' eylemedikçe hatt-ı istikâmet hareketini ta'yîn edemedi. Hareketinden yarım saat evvelden beri vapurun içinde idimmüddet zarfında ne terk-i vatan hatırıma geldi ne firkat-i aileyi düşündümNe gönlümde bir hüzün vardı ne fikrimde bir heyecan mevcut idiÇünkü beni bu seyahate kendi hâhişimden başka icbâr eder bir şey yoktuÇünkü istediğim halde vapurdan çıkabilirdimFakat vapur hareket ettiği gibi iş başkalaştı İstediğim halde çıkabilirim fikrî infilâk subh-ı sâdıka karşı gelen bir necm-i seherînin lem'ası gibi ayıfladıVapur Sarayburnu'nu dolaşıp da Kumkapı açıklarına geldiği vakit ise bu ümidim bütün bütün mahvolduİşte zaman birdenbire yüreğim oynamaya başladıRefte refte zihnimi birçok tasavvurât-ı garîbâne -derece derece gönlümü birtakım hissiyât-ı müheyyice istilâ eyledi. Kendimi bu te'essürâtın pençe-i tahakkümüne terk ettiğim halde Hâfız'ın: "Sirişkim âmed vü aynım bigeft rû bâ rû Şikâyet ez ki konem hângist gammâzem;" Beyt-i mi'eline mâsadak olmaya halimde isti'dâd gördüğümden zihnimi başka bir şeyle işgâl için çeşm-i dikkatimi mün'atıf olduğu ahvâl-i kalbiyeden âdetâ zorlaya zorlaya koparırcasına ayırarak etrâfı temâşâya başladım. Tali'a-i ikbâli olan iş'asının birazını ilân feyz-i mukaddemi için kürenin başka bir nokta-i müzlimesine sevk etmiş ve müvekkeb-i iclâline iltihâk için her taraftan koşup gelen kara kara bulutlar ise etrafını kuşatmış olduğu halde güneşin Beyoğlu üzerinden doğru azametiyle şa'şa'asıyla âheste rû-gurûb oluşu nazar-ı şâirâneye senelerce temâşâ olunsa doyulamayacak bir levha-i bedâyi' nümûn arz etmekte idi. Bazı âlî binâların şu'â-ı şemse mukâbil gelen camlarından zâhir olan reng-i âteşîn bu binâları içerilerinden tutmuş ve ulvî pencerelerinden dışarıya henüz uğramış gibi gösterirdi. Güneşin etrafında bulunup her saniyede bir renge giren her dakikada bir şekl-i diğer olan bulutların in'ikâs-ı elvân ve eşkâli ise sath-ı deryâyı ressam-ı çîre dest tabiatın bir küçük tecrübe levhasına döndürürdüBulutlarda dem be dem zâhir olan televvünât bildiğimiz elvânın en tatlısı -hey'etlerin de zaman zaman vukû'a gelen tagayyürât gördüğümüz eşkâlin en san'atlısı idiVapurumuzun i'âne-i bâd-ı cenûb ile gurûb cihetine doğru yüksele yüksele giden kara dumanlı tarifine çalıştığım levha-i bedâyi' hiç olmaz ise gölge makâmında bir letâfet ilâve etmekten hâlî değildi. Bu manzara ancak yarım saat devam edebildiNihâyet güneş battıBulutlar da dağılmaya ve bir şâm-ı garîbânenin reng-ihazîni âfâkın çehresini karartmaya başladıVapur hayırsız adaların açıklarında hayli yol almıştıSular gergi gibi karardı. İstanbul şehri hatt-ı ufka muhâzî siyah ve tavlânî bir bulut gibi görünür va Ahırkapı ve Zeytinburnu fenerlerinin kâh açılıp kâh kapanması bulut içinde hafif şimşek parıltısını andırırdı. Bu aralık semâya nazar ettimDağınık bulutlar arasından bazı büyücek yıldızlar leme'ân eder ve şark cihetinin gittikçe ağarıp durması tulû'-ı mâh-ı tâbâna berâ'at istihlâl olurduTabiî noktaya nasb-ı nazar eyledim. Tuğ tuğ ey meh nûr-bahş çeşm-i cânımsın benim Yarsın amma ki yâr-ı mihribânımsın benim Şem'-i bezm-i vahdetimsin mahrem-i râz-ı dilim Dil-nevâzım gam-küsârım hâldânımsın benim Daha bedr hâlinde bulunan kavs-i mâhtâbın humrete mâ'il bir renk ile kara ve beyaz bulutlar ile nîm-mestûr olarak kenar-ı ufuktan şa'şa-zây-ı tulû' oluşu henüz hamamdan çıkmış -çehresi kararmış- saçları omuzlarından aşağı darmadağın atıvermiş kardan daha beyaz yaşamaktan daha ince fotalara bürünmüş- bir dil rubânın açık saçık bir halde hürrem-serâ-yı istirahate çekilişine benzetilebilirdi. Cenûb tarafından yekdiğerini takip ile bir sûret-i muhâcemekârânede gelip geçen bulutların haylûletiyle zîr-i perde-i ihtifâya çekilip sonra yine arz-ı dîdâr eden mâh-ı tâbân bâlâyı asumâna doğru bir hayli yol aldıBuluttan kurtulduğu zaman in'ikâsını deryâda serv-i sîmîn değil Marmara'nın ittisâ'ıyla mütenâsip düşecek kadar cesîm bir çınar-ı envâr peydâ eder bu çınarın evrâk ve ağsânı ise nesîmden daha kuvvetlice bir rüzgarın tahrîkiyle nazar-firîb olacak sûrette ihtizâr eder dururdu. İhtizâr edenler hakîkatte denizin emvâcı idi amma nasıl emvâc!..Emvâc-ı nûr! İşte bir manzaradan -Mevla kabrini mühbit-i envâr-ı gufrân eylesin- Saminin meşhur mevc gazelinden: "Ser vermeden talâtım râz olmaz âşikâr Kat' olmayınca zâhir eder mi çınâr-ı mevc Beytine cevap olabilecek şu beyt sânih-i hâtır oldu: Mehtâba karşı bahrde gör nûrdan çınar Seyr et ne türlü zâhir edermiş çınâr-ı mevc Bir taraftan bu ulvî manzaralar pîş-i nazarımda revnak ve letâfetlerini artırır durur-Bir taraftan vapurun makinesinden hâsıl olan sadâ hâl ve mevki'e en muvâfık bir âhenk mevzûn-ı âsumânî ile kalbime ilkâ-yı hüzün ve vahşet etmekten hâlî kalmaz- bir taraftan lisânımda kâh benim: Yâr her sudan hüveydâdır şeb-i mehtâbda Cân dil mest-i temâşâdır şeb-i mehtâbda Beytim ve kâh Samî'nin: "Gark-ı mevc-nûr olur mînâ serâ-yı bâsıra Ab-ı gevher cûş-ı deryâdır şeb-i mehtâbda" Beyti tekerrür eder-Bir taraftan zihnim birtakım hissiyât-ı mütehâlife-i vicdâniyemin teşrîhâtıyla uğraşırdıHafif hafif esmekte olan lodos rüzgarı birdenbire bir rîh-i âsıfe mütehavvil oldukadar kısa bir müddet içinde bilmem nereden peydâ oldular? Birçok korkunç ve muzlim bulutlar gün yüzünü serâpâ kapladı. Mehtap bittiDenizin mevc-i safâsı bir çayırın içinde büyüye büyüye beyaz köpükleriyle birer karlı dağ sûretini bağladıHalk da "Bura..bura." feryâdıyla bir telaş! Geicilerde tenteleri toplamak kamaraların pencerelerini kapılarını kapamak telâşıyla bir hareket! Uzaklarda gök gürlemesi şimşek çakması! Vapurun içinde makaralardan ve iplerin birbirine çarpmasından ince ve fakat korkunç sesler hâsıl olması! Bacadan etrafa şerâreler saçılması! İşte bu ahvalden fenâ dehşetlendimGüvertede durmak ise zâten kâbil değil idiHerkesle berâber karaya indim. Karada akşamdan beri ser-germ ıyş nûş olarak ağır bir uykuya dalmış olan ve hal içinde dünyadan tamamıyla bî-haber bulunan birkaç girân-hâb hümar için vapurun dağlar gibi dalgalar içinde yuvarlanması cümbüş-i kühvâre-i safâdan farklı değil idiAma bunlardan başka halkın birtakımını deniz tutmuş meyyit gibi birer köşede sergerdân yatar -birtakımı gezinmek ister fakat her adımda bir kere secde-i sehv eder gibi yere kapanır- birtakımı birbirinin korkudan bembeyaz olmuş çehrelerine bakar birbirinden teselliyet bekler fakat hiçbiri aız açmaya cesâret edemez -herkes dehşetli ân-ı helâkın vürûduna gayet mü'ellem bir intizâr ile muntazır bulunur- hariçte fırtına kıyametler kopar- aralıkda şimşek çakar gayet dehşetli bir zulmet içinde iken gayet korkunç bir aydınlık gözleri kamaştırır -etrafa yıldırımlar düşer- gürültüsü dünya yıkılır gibi kulûba dehşet verirdi! İşte bu hâl ile bata çıka gidilip dururken bir aralık mu'tâd olan gürültüden beş on kat daha şedîd- bir taraka-i zühre şikâf işitildi Vapur bir kazaya uğradı artık batıyoruz -zannettim..Meğer bu gürültü tûfânı ihtâr edecek sûrette şiddetli ve sonradan görüldüğü vecihle- her biri ufak çakıl taşı kadar dolu ile karışık olarak düşen bârandan dolayı imiş. İşte bu yağmur bir on dakika kadar sürmedi def'aten kesiliverdiAncak ekser hiddet ve şiddetler..Kendilerinden daha dehşetli bir hiddet ve şiddete tesâdüf edince derhal mübeddel sükûnet olduğu gibi bârân-ı tûfân nişan üzerine fırtına ber taraf olarak rüzgar kaldıDalgalar küçülmeye bulutlar gökyüzünden sıyrılmaya mehtap yine eski letâfetiyle görünmeye başladı. Herkesin aklı başına- benzi yerine geldiHamd olsun varta-i hülnâki aşırdığımız için birbirimizi tebrik ettikBu esnâda saat yediyi geçirdBenim ise akşamdan beri zihnim yorgun -vücudum da istirahata muhtaç olduğundan- biraz uyumak için yattım. Recaizade MEkrem **ŞİİR VE İNŞÂ** Çünkü mahsûl-i tahsîl bizim memâlike göre yalnız Şiir ve İnşa cihetindedir. Bunlardan bir nebze bahs edilmek fâideden hâlî değildir. Şiirin tarif-i umûmîsi kelâm-ı mevzundur; yani iki satır sözün her birindeki sükûn ve harekâtın müsâvî olmasından ibârettirHattâ kâfiye usûlü milel-i te'hire beyninde âdet olmuştur eski Yunânîler yalnız vezne riâyetle kâfiye iltizâm etmezler idi. Şiir her kavimde tabî’dirRû-yı arz ne kadar milel ve akvâm gelmiş ise cümlesinin kendilerine mahsûs şiirleri var idiOsmanlılar’ın şiiri acaba nedir? Necâtî ve Bâkî ve Nef’î dîvanlarında gördüğümüz bahr-i remel ve hezecten mahbûn ve mahbess kasâ’id ve gazeliyât ve kıt’aât ve mesneviyyât mıdır? Yoksa Hoca ve Itrî gibi musıkî-şinâsânın rabt-ı makâmât eyledikleri Nedîm ve Vâsıf şarkıları mıdır? Hayır! Bunların hiçbirisi Osmanlı şâiri değildir; zirâ görülür ki bu nazımlarda Osmanlı şâirleri şuârâ-yı İran’a ve İranlılar dahi Araplar’a taklîd ile melez bir şey yapılmıştırVe bu taklîd yalnız üslûb-ı nazımda değil belki efkâr ma’ânîye bile sirâyet ederek bizim şu'arâ-yı eslâf edâ-yı nazm ve ifâdede ve hayâlât ü ma’ânide Arap ve Acem’e mümkün mertebe taklide sa’y etmeği ma’âriften addetmişler; ve acaba bizim mensûp olduğumuz milletin bir lisânı ve şiiri var mıdır ve bunu ıslâh kâbil midir? Aslâ burasını mülâhaza etmemişlerdir. İnşâ yolunda da hal tamamıyla böyle olmuşturMünşe’ât-ı Feridûn ve Asâr ı Veysî ve Nergisî ve sâ’ir münşe’ât-ı mu’tebere ele alınırsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz! Ve bir maslahat ifâde ederken bedî’ü beyân fenleri karıştırılarak ibrâz-ı belâgât için öyle müşevveş ve mü’tetâbiü’l-izâfât ibâreler yazmışlar ki kâmus ve ferheng beraber olmadıkça ve bir adam fenn-i ma’ânî ve adâb-ı Arap’ta kemâl-i mahâreti oldukdan sonra âdetâ bir ders mütaâlâ eder gibi birçok zamânlar sarf-ı zihn etmedikçe ma’nâsını istihrâca muktedîr olamaz! Eski İnşâda lugat-i Arabiye ve ibârât-ı muhayyile var ise de bâri zımnında iyi kötü bir ma'nâ dahi çıkardıŞimdi ise asr-ı naz gelmiş ve efkâr ve politika incelmiş olduğundan bazı fermanlar emekub-ı sâmîler ve takrirlerde öyle ibâreler görülüyor ki lugatler herkesin bildiği şeyler iken ma'nâ-yı sahîhi ne olduğu anlaşılmak kâbil olmuyor! Garibi şurası ki böyle anlaşılamayacak ibâre yazabilmek hüsn-i kitâbetten addolunuyor! Meselâ dâir mufassal bir mektup ..Penâhı ki iki üç yüz satır sözdürBu yolda melekesi olan en ma'rûf bir zâtın eline verilsin okutulun hitâmında -şu okuduğunuz maddeyi lisânen takrîr ediniz! -denilsin vakit kâtibimiz ne kâtiptir meydana çıkar. Vâkıâ şiir ve inşânın bu hale girmesi bu asrın yapması değildirAcemler kabûl-i İslâmiyet'ten sonra ulûm-ı şer'iyeyi tahsî için lisân-ı Arap'ın tahsîline düştükleri sırada kendilisanlarının şiir ve inşasını dahi ona taklîd ettitledi ibi bize bizzat te'sîs-i devlet-i Osmâniye'de İran allâmesini celbe muhtaç olduğumuzdan onların terbiyesi üzre kendi lisânımızı bırakıp Acem şîvesine taklîd hatâsına düşmüşüzdür ki ulemâ-yı Rum'un bu hususta ettikleri ihmâl ve kusûr afv olunmaz bir hatâdır. Zîrâ benî âdem arasında medâr te'âtî-i efkâr-ı lisândır; bir milletin lisânı kavâ'id-i mazbûta altında olmayıp da her eline kalem alan kimsenin keyfine mütâba'at eder ve hâl-i tabi'îsinden çıkarsa evvel millet beyninde vâsıta-i mu'âmelât bozulmuş demek olur. .. Ta'accübe şâyân değil midir ki bizde yazı bilmek başka kâtip olmak yine başkadır! Halbuki sâ'ir lisanlarda yazı ve imlâ bilen kâtip olur vâkı'â her lisanda edip olmak hayli ma'lûmâta tevakkuf ederse de âdetâ murâdını kâğıt üzerinde ifâde etmek için yazı yazmak kifâyet eylerBizde ise yazı öğrendikten ma'adâ birçok şeyler daha bilmek lâzım gelir: Evvelâ Türkçe imlâ bilinmelidir; halbuki en güç şey budur; zîrâ vaktiyle Trkçe'ye mahsûs lugat kitabı yapılmamış ve Osmanlılar milel-i sâireyi dâire-i hükûmetlerine aldıkça her birinde gördükleri yeni şeylerin isimlerini ol milletin lisânından alıp az çok bozarak kullanmış; her kâtip bir lugati sükûn ve harekâının zihnince uyan bir şekli ile yazıp sâirleri dahi diğer sûrette zabt etmil olduklarından imlâ öğrenecek kimse evvel emirde bunların hangisine tâbi' olacağında mütehayyer olur. Hele yirmi seneden beri..teferrüd eden memurların her biri bir canlı lugat olmak hevesine düşerek kimisi yâ ile bildirir ve kimisi yâ'sız yazmaya başlayalı küçük kâtipler ne yapacaklarını şaşırdılar[*] Sâniyen Arabî ve Farsî imlâ bilmek lâzımdırBu iki lisânın imlâsını bilmek kavâ'idini tahsîle mevkûf olduğundan en az sarf ve nahvi görmeyince doğru terkîb yazmak kâbil olamaz. Sâlisen bunlardan sonra aklâm-ı devletten birinden birkaç seneler istihdâm olunmak isterimBu olmadıkça yi ya rabt etmenin yolu bilinemez; ve bu nükte-kemankeş Sırrı gibi kâtiplerin ders-i âhiri olduğundan her ne zaman bu melekeyi hâsıl eder de Bâb-ı Âlî'nin kullandığı kâtipler sırasına geçer ve güyâ yazı makinesi olur. Lakin bu kadar zahmetlerle şu melekeyi ele geçirmiş olan zât ashâb-ı karîha ve kâbiliyetten ise bu tahsîlinden mütelezziz olacak yerde müte'essif olmalıdır; çünkü me'lûf olduğu revâbıt-ı Türkiyât kendini bir dâire-i mahdûde içine sokmuştur; ki zihnine tebâdür eden ma'ânîden yalnız melekesine uyabilenleri yazıp sâiri ki gâyet [*] Hatta -daki elif-i memdûdeyi fark edemeyecek kadar geç nazar olanlarımızın şerinden- bin yıllık lafzı sûretine tahavvül eyledi. nâzik ve gayr-ı me'nûs dekâyıktır; onları terk ve fedâya mecbûr ve mâdemki bu zincir içinde bağlıdır; emsâli raddesinden ilei gitmekten mahrûm ve ma'zûr olur. Bu sebeple gerek şiirimiz ve gerek kitâbetimiz ne derece geri kalmıştır. yere geçecek usûl-i kalem seyyi'âtındandır ki te'liflerde matbû'atta âsâr-ı ma'rifetlerini ibrâz ile edebiyatta bir inkılâb-ı azîm husûlüne sebep olan zevâtın ekseri "olmakla bulunmakla ecelden hasebiyle mebnî dolayı derkâr âşikâr" dâire fâsidesinde inhisâra tenezzül edemedikleri için kalemlerinde lâyıkıyla müstahdem değillerdiÂli gibi Müşfik gibi [*] birçok girân-ı kıymet cevâhir-i fetânet kaderlerine lâyık olan ri'âyeti göremeyerek kimi cünûn getirdi kimi işretle telef-i nefes eyledi. Vâh bize! Yazık bize! Bu hale göre bizim millette tabi'î hal üzre ne şiir ve ne de inşâ var demek olur? Hayır! Bizim tabi'î olan şiir ve inşâmız taşra halkı ile İstanbul ahâlisinin avâmı beyninde hâlâ durmaktadırBizim şiirimiz hani şâ'irlerin nâ-mevzûn diyebeğenmedikleri avâm şarkıları [**] ve taşralarda ve çöğür şâ'irleri arasında deyiş ve üçleme ve kaya başı ta'bir olunan nazımlardır. Ve bizim tabi'î inşâmız mütercim-i kâmusun itihâz ettiği şîve-i kitâbettir. Vâkı'â bu nazm ve bu kitâbet matlûb olan derecede beliğ ve tumturaklı görünmez ise de ümmet-i Osmâniye ilerlediği sırada bunlara rağbet edildiğinden oldukları halde kalmışlar büyümemişlerdirHele bir kere rağbet cihete dönsün; az vakit içinde ne şâ'irler ne kâtipler yetişir ki akıllara hayret verir. Ve'l-hâsıl şi'r-i tabi'î odur ki şâ'ir cüz'î bir mülâhaza üzerine kalemi eline alıp irticâlen kırk elli beyt nazm edebilmeliKitâbet-i milliye odur ki kalem tutan zihnindeki murâdını iyi kötü kâğıt üstüne koymalı. Üdebâ-yı tabi'îdirBir salkımı çiçek-i zira'attirBir nebâtât sergisi yine zira'attir. Bahçıvan üstâd-ı kudretin hâme-i zî-hayâtıdır. Bir tâcir müte'allik olduğu aileyi tüccar müntesip bulunduğu milleti ihyâ eder. [*] Bunların ikisi de Cerîde-i Havâdis evâ'il-i zuhûrunda muharrir idi. [**] Sarı Zeybek'in beyt-i meşhûru gibi. Küçük bir dükkan veya bir ev ticârettirBüyük bir fabrika veyâ bir şehir yine ticârettir. Bir zâri'türâb üstünde olan muharrerâtına her yerde kâri' bulurBir tâcir dünyânın hiçbir tarafında ecnebî kalmaz. Bir münşî bir âlim bir zâbit gurbette açlıktan ölebilirZira'at ve ticâret mektebinden çıkmış bir adam için mevtten başka hâ'il ve hâ'il yoktur. Şi'ir fikirdirZira'at ve ticâret fa'aliyettirFikir her yerde satılmazFi'il her yerde geçerBir kitap dâimâ anlaşılmazBir tarla dâima anlaşılırErbâb-ı tedkîk zira'atle ticârete kadar ehemmiyet vermiştir ki bugün zira'ate fenn-i ticârete kadar ehemmiyet vermiştir ki bugün zira'ate fenn-i ticârete ilm ıtlâk olunurBu fen ile ilmin ketebe ve ketb ve mekâtibi vardırkitapları okuyan mektuplardan çıkan mevcûdâtı mütâla'a ederMütâla'ası da her nazarda hem nefsine ailesine fâide-bahş olur hem ebnâ-yı cinsine. İşte siz vâsıta-i servet nâmıyla Osmanlılar için bir zira'at ve ticâret gazetesi çıkarıyorsunuz himmetiniz meşkûr olurİhvân-ı vatanımıza mekteplerin usûl-i tahsîlinden kâtiplerin netâyic-i kesbinden bahs edecekseniz muvaffakiyetiniz temennî olunur. Gazetenizin her nüshası bir vâsıta-i servettirZira'at ağacından bir yapraktır. Ticâret kitabından bir sahifedir. Bendeniz sizi tebrik ile kesb-i mesâr ederim. Abdülhak Hamit Victor Hugo'nun yalnız Fransa'ya değil bütün âlem-i insâniyet ve medeniyete üç rub'-ı asra karîb bir müddet-i medîde zarfında etmiş olduğu hizmetin Fransa tarafından ta'yîn olunan mükâfât-ı hakîkate hizmet-i mezkûrenin fevka'l âdedir. Bu mükâfât-ı fevka'l-âde cenâzenin "Eutval" tâk-ı zarfında üç gün teşhîrinden ibâret değildirAsrın en büyük şâ'ir-i hikemî olan bu nâsiye-i âliye sâhibi büyük adamın vedâ'-ı ebedî sûretinde bir daha yüzünü görmek cihân için arzû-yı umûmî olacağından bu teşhîr insanlar tarafından Victor Hugo'ya mükâfât değil yine Victor Hugo tarafından insanlara bir hizmet addolunur. Cenaze misâfirinin taraf-ı hükûmetten tesviyesi ve masârif-i mezkûrenin yirmi bin frank olarak ta'yîn olunması dahi Victor Hugo'nun ispât eylediği istihkâka nispetle ta'yîni lâzım gelen mükâfattan ibâret değildirBu semâhat dahi Victor Hugo'dan ziyâde Fransa hükûmeti için şandır. Victor Hugo'nun asıl şâyeste olduğu mükâfât yevm-i vefâtının Fransa için milî bir yevm-i mâtem addolunması hakkında verilen karardır ki böyle bir mükâfâtın şimdiye kadar hiçbir kimseye nasîb olduğunu tahattur edemiyoruz. Vâkıâ Katolik kilisesi izzetini hükm ettiği bazı kimselere azizlik unvânını vererek eyyâm-ı mahsûsalarının yortularını tutturur ancak Victor Hugo'yu e'izze-i mezkûreden addetmeye nasıl imkân tasavvur edilebilir ki kendisi Katolik kilisesinin değil insâniyet-i umûmiye nâmına mensûb bir adam olup kendisi için karar verilen yortu dahi bir papa tarafından değil bir efkâr-ı umûmiye tarafından tertîb ve tensîb edilmiştir. Victor Hugo'ya lüzûmu düştükçe "Şâ'ir-i meşhûr" denilir idiHalbuki Victor Hugo mevzûn ve mukfî söz söyler bir adamdan ibâret değil idiÂsârı dahi şi'irden ibâret değildir"Asrın büyük düşünücüsü" sıfatıyla mümtâz olan zât-ı âlî büyük büyük üşüncelerini nazmen de ortaya koymuştur nesren deUluvv-i fikrinin en büyük cevelangâhı romanlar olmuş ve romanlarda halk eylediği eşhâs-ı muhayyile cihânın tahayyülât ve tasavvurâtı karşısında eşhâs-ı sahîha gibi şöhret bulmuştur. Victor Hugo yalnız meziyet-i fikriye ve kalemiye ile dahi mümtaz olmakla kalmamıştırUluvv-i ahlâkı uluvv-i efkârıne hemen de galebe ederek müddet-i ömründe "fenâlık" denilen şey Victor Hugo'dan sâdır olduğu işitilemiştirElinden gelebilmiş ise idâma mahkûm olanları afv için hükümdârân hazerâtına istirhamnâmeler göndererek ölümden adam kurtarmıştırKesesi müsâ'ade göstermiş ise muhtâc-ı i'âne olanların imdatlarına koşmuşturBir şeye kudreti yetmediği halde benî nev'inin dûçâr olduğu felâketle beraber ona çâresâz olamamak derecesindeki kendi aczine dahi ağlamıştır. Bazı tünek vicdanlar cihandan cihânyândan şikâyet ederler"Bir dehrde geldik ki bu bazâr-ı fenâya sermâye-i irfânı olanlar zarar eyler" derlerBu me'yûsâne sözlerde hikmet aramak şöyle dursun sâhib-i fazîlet olan bir adamda bu me'yûsiyetlerin bile hiçbir hükmü hikmeti olamayacağını insana teslîm ettirecek ahvalden birisi dahi Victor Hugo'durİnsan kendisinde sermâye-i irfân olduğunu kendisi da'vâ ederse "Bizim şeyhin kerâmâtı olur menkûl kendinden" mâ-sadakını icrâ etmiş olurİnsanın irfân ve fazîletini de insâniyete olan hizmet ve gayretini de insâniyetin nazar-ı ma'nevî-i umûmîsi görüp takdîr ederİnsâniyet kadar âlî kadar semîh kadar kadr-senc ve hakşinâstır ki hiçbir kimsenin ketm hakkını kendi şân-ı mukaddesine şâyân göremez. Cihanda ibkâ-yı nâm etmek benî nev'inin şâyeste-i mükâfâtı olmak isteyenler insâniyet ve medeniyete Victor Hugo kadar hizmet ederler de yalnız kendi milletinin değil bütün milel ve ümemin bile minnettarlıklarını kazanırlar. Ahmet Mithat Kızım pirâye- ki dünyaya geldiği saat dünyadan gitmişti- Küçüksu civârındaki kabristanın bir köşesinde hâk-i ber ser-i sükûndur. Şimdi bilemem ki zaman ne mütâla'ada bulundum da kimsesizler gibi bî çârenin gömüldüğü yere bir alâmetcik vaz' etmedimHele hiç bilemem ki zamandan beri ne türlü mevâni' karşıladı da bir kere ziyâretine gitmedim. Geçen haziranın yirmi ikinci gübü idi bir kuvvet-i ma'neviye beni oraya sevk ettiKabristana dâhil oldumLatif bir sâyelikBenden başka da hiçbir kimse yokİstedim ki ciğer-pâremin kabri yanına oturayım da bir iki saat düşüneyim. Düşündüğüm kadar hissiyât-ı kalbiyemin ahkâmına ita'at edeyimÇünkü ağlamaya kendim de isti'dâd görüyordum. Öyle hatırımda kalmış kızımın meşhedi mezarlığa girilince sağ cihette bir tepecik üzerinde idiEyvâh ki bakındım aradım öyle kabr-i ittihâzına sâlih bir tepecik göremedimHatıra zanna zann-ı şüpheye şüphe tereddüde münkalib ola ola nihâyet iş yakında kar verdiYakın ise tahakkuk-ı meçhûliyetten ibâret. Bir servin altına me'yûsâne oturdumBedbahtî-i duhter bî-vefâ-yı peder; biri yetîmâne ve hazîn bir vaz' ile diğeri cellâdâne ve menfûr bir tavır ile mukâbele-i nigâhımda durdularBirinin gözleri eşk-i tazallum nisâr ederdiDiğerininki kan içinde görünürdüBiri gül-pûş-ı letâfet idiDiğeri uluvv bir dûş-ı dehşetHâsılı biri melek idiDiğeri şeytan idi. Şiddetlice bir rüzgarın tahrîk-i ağsân ile bir dûziye hâsıl ettiği mâtem-fezâ şemâtet içinde gönlüm aşağıki mersiyeyi terennüme başladıGözlerimden tane tane ve birer fâsıla-i mütesâviye ile önümde bulunan bir taş parçasına düşen yaşlar güyâ ki terennümün usûlünü tutardıBu rahmânî nağmeden şeytan müte'ezzî oldu kaçtı. Melek ise bil'akis izhâr-ı inbisât ederek ma'sûmâne handeleriyle rûhumu okşadıktan sonra bir nûr-ı mücennah gibi âlem-i bâlâ-yı safâya süzüldü ve nazarımdan kayboldu. Recâizâde MEkrem Söz ne kadar mü'essir bir bedî'a-i fıtrattır ki bunca akvâm-ı fâzılanın ma'mûre-i irfân-ı beşere yâdigar ettiği te'sîsât-ı âliye ve masnû'ât-ı nefsiyeden binde birinin - inkılâbât-ı havâdis- a'mâk-ı zeminde mestûr olan parçalarından başka bir eserini bırakmamış iken âsâr-ı edebiyelerinin -birtakımını bütün bütün mahv eden- zulm ateşleri cehâlet tûfanları bile birtakımının hattâ bir harfini hâfıza-i enâmdan izâle edememiştir! Söz ne kadar mü'essir bir kudrettir ki cihânın en büyük allâmelerinden birini "Zuhûr- İslâmda seyf-i şeri'ata karşı duran muta'assıbîn Arap hükm-i belâgata mukâvemet edemediler" mi'eliyle şânına sitâyişhân eylemiştir! Söz ne kadar câvidânî bir cevher-i tabi'attır ki beyt-i ilâhî birkaç kere tamir edildiği halde üzerine ta'lîk olunan kasâ'id-i seb'adan hiçbirinin bi beyti tağyîr edilememiştir! Söz ne kadar mukaddes bir mâhiyettir ki mevcûdât içinde hâlik-i mevcûdâttan başka mahluk olmadık bir şey var ise da nev'-i kelâma dâhildir! İşte bu ulviyet iktizâsındandır ki söz dünyâda her mevcûdun ta'rîf-i mâhiyetine vâsıta-i münferide iken kendi meziyetinin bihakkın ta'rifinden âciz kalıyor! bir hurşid-i rûhânîdir: Eb'âd mutlaka-i zî-hayâtı olan fikr-i nâ-mahdûd beşerden ziyâ-pâş olduğu avâlim-i tasvîr-i elvân günâgûnü eşkâl-i rengârengi ile nigâh-ı ibtisâra izhâr ederLâkin mâhiyetini anlamak için âyine-i nazar ve deryâ-yı hayâle aks ettirilmek istenildikçe görünen aynı değil nûrâniyetliğini bütün bütün kaybetmemekle beraber şa'şa'a-i âlem arasından tecerrüt etmiş bir muzdarip sâyesidir! bir ressam-ı bedâyi'dir: Bin türlü hayâlî levhalar üzerine bin türlü nazarî elvân ile- mehâsin-i tabiattan hangisine olsa- bir sûret verirHattâ timsallerini aks-i müşahhas gibi ma'dûm iken mevcut gösterirFakat kendini tasvîr etmek istedikçe yalnız zevâhirini tecessüm ettirebilirMa'neviyâtı yine bulunduğu âlem-i bâlâ-yı istitârda münzevî kalır! Ya bu cevher-i ulvînin hakîkatini tamâmıyla tasvîr ve belki tasavur kâbil olmadığı için havâs ve evsâf-ı zâhiresini taharrîden teberrî mi lâzım gelir? Bi'l-'akis bu taharrî elzemdirÇünkü idrâk-i beşerde bir sîmâşinaslık kuvvet-i garîbesi vardır ki mücerredât ve rûhâniyât için hâsıl ettiği fikirleri hep kuvvetle evsâf-ı zâhireden istidlâl ederVelev evsâf-ı zâhireyi olsun acabâ tamâmıyla ta'yîn ve tedvîn etmek mümkün müdür? Elbette değildirNâ-mahdûd olan fikrin âsârına bir had vaz' etmek nasıl kâbil olabilsin? Ma'amâfih envâ' mahlûkâtın kâffesi bilinemediği için menâkıb-ı tabi'atı taksîmât-ı fünûndan hâriç tutmak lazım gelmeyeceği gibi mehâsin-i kelâmın hasr ve ta'dâdı muhal olduğu için edebiyata birtakım kavâ'id vaz' etmek de abes addolunamaz. Ama denilecek ki: Dünyaya bunca mü'ellifîn-i edeb gelmiş hiçbiri -okuyup yazmak bildiği meçhûl olan- Homeros veyahut Nâbiga gibi bir eser meydana getirememiş!- Asrımızda pek güzel mutavvel okutabilir birçok zâtlar var içlerinden bazıları edebiyata iki satır bir tezkere yazmaya veya şâ'irâne iki mısra söylemeye muktedir olamıyor! Böyle musanniflerine muallimlerine bile ifâza-i iktidâr edemeyen bir fennin tedvîninden ne fâide hâsıl olur? Fi'l-hakîka her edebiyat okuyan edib olmak lazım gelmiyorBelki birinci derecelerde edib olarak yaratılanlar isti'dâd-ı fevka'l-âdesinin âsârını ibrâz için edebiyat ile iştigâle muhtaç olmuyorHatta güneş zulmetten doğduğu gibi ekser akvâmın en büyük şâ'irleri cehâlet zamanlarında zuhûr edegelmiştirBununla beraber şurası şâyân-ı dikkattir ki bir vakit mesela İngilterede fünûn-ı edebiye hattıyla müdevvin değil imiş içlerinde Şekspir gibi dünyaya misli pek nâdir gelenlerden bir şâ'ir zuhûr etmiş; fakat zamanında ancak birkaç edib daha var imişŞimdi fünûn-ı edebiye müdevendir aralarında bir Şekspir yok; lakin birkaç bin mü'ellif var! Kemâlât-ı fikriyeyi ve kuvvetle terakkiyât âlemi bu dereceye getiren hâssa ashâb-ı kalemin fevka'l-âde olmasıyla beraber nedretî değil fevka'l-âde olmasıyla beraber kesretîdir. Ne hâcet! Lisânımızda daha birkaç sene evvel edebiyat tarz-ı hakîkîsine meyl ettiTabi'ata mutâbık birkaç misâl meydana geldiŞimdiki eserlerde görülen letâfet ve husûsıyla âsâr-ı latîfeyi meydana getirmekte olan suhûlet muhtâc-ı ta'rif değildir. Milletin edebiyata olan kâbiliyet-i külliyesini tarîk-i istikmâle sevk için lazım olan esbâbın biri de kavâ'id-i edebin bize mahsus bir tarzda tedvîni idi. Meziyyâtını ifhâma nâmını zikr etmek kâfî olan edîb-i ma'rifet-perver Ekrem Bey ta'lîm-i edebiyatında bu ihtiyâcı îfâ eyledi. Mü'ellif eserinin birinci olduğundan ve cihetle noksanından bahs ediyor. Fi'l-hakîka eser lisânımızda birincidirVe cihetle noksanı değil hakk-ı tekaddüm gibi bir fazlı vardırMa'amâfîh ihtimal ki noksanı da bulunabilirFakat bir millette edebiyat gibi ekser kavâ'idi zaman ve mekan ile tebeddül eden bir fenni tedvîn etmekde mevcut olabilecek noksan yine başka bir lisandan tercüme etmekte gösterilecek kemâlâta gıbta-resân olur. Ta'lîm-i edebiyat nûr-ı seyyid-kâna ne kadar büyük bir hizmet ise min gayri istihâl mensublarından addolunduğum tarz-ı cedîd taraftarlarından bir birâder vicdânımın mahsûl-i irfânı olduğu için nefsimce dahi kadar mu'tenâ bir medâr-ı mufaffarattır. Hâlık-ı levh ü kalem sa'yini meşkûr etsin. Nâmık Kemal Amerika'da vâki' nehrinin ta'rifindedir: Dağların eteğinden geçerken ref'-i sadâ-yı dehşet efzâ ve âb-ı per bereketiyle ormanları ve Hindiler mezaristanını istilâ eden bu nehir gibi Nil-i sagîr ile yâd olunsa sezâdırLakin bu mevâki'-i tabi'iyenin letâfet-i manzarası azamet ve ulviyetçe herhalde müttehid ve müsâvîdirNehrin orta yeri aşağı doğru akarak birtakım yeşil yapraklı ağaçları otları alıp götürdüğüne mukâbil taraf-ı muhâlefe revân olan sâhilini suları dahi nilüfer ve daha mukûle göl içinde peydâ olur fidanların teşkîl ettikleri yüzücü bitakım küçük küçük adaları yukarı doğru çeker ve bu fidanların sarı sarı çiçekleri sudan yukarı küçük kelebekleri andırır. Yeşil yılanlar- mavi balıkçınlar- kırmızı kanatlı bir nev'kuşlar ve yavru timsahlar nihâl-i ezhârdan teşekkül eden bu sallar üzerine binerek ve bu sallar merzekeş bâdbanlarını açarak gâyet betâ'etle nehir içinde seyr ü fer ve müsâdif oldukları körfeze duul ile vaz'-ı lenger ederler. Nehrin iki sâhili dahi naara fevka'l-âde bir resm-i mücessem ve mükellef arz eder: Garba düşen sâhili üzerinde müntehâ-yı nazara kadar ittisâ' eden deryâ-yı ahzer çemenin emvâcı yuvarlana yuvarlana sanki atlas kebûd-ı çerha vâsıl olarak orada mahv ve nâ-bedîd olur. İşte bu çemenzâr-ı bî-kenâr üzerinde üç dört bin mandadan mürekkep sürülerin kendi başlarına gezdikleri müşâhede olunur. Bazı vakit dahi bir yaban öküzü yüze yüze ve dalgaları yara yara nin bir adasına çıkarak büyük çimenlerin üzerine yatar zînet-i pîşânîsi olan boynuzları -çamurlu sakalı- nehirde peydâ eylediği dalgaların azametine ve yed-i tagallübünde bulunan sâhilinin ma'mûriyet-i vahşiyesine nazara endâz haz ve tefahhur oluşu görüldükçe nehrin mâlikidir zannolunur. Nehrin sâhil-i garbiyesinde olan temâşâ-yı garâib nümûn işte bu sûrete merhûn ise de sâhil-i diğerde manzara değişir ve birincisine nisbetle beynlerinde şâyân-ı ta'accüb bir tezat görülür: Akarsuların üzerine sarkmış ve kayaların dağların üstünde müctemi'an ve derelerde müteferrikan çıkmış olan her şekilde her renkte her ağaçlar yekdiğeriyle hem-dest-i ittifâk olarak neşv ü nemâ ve seyyah nazarı yetişmekten âciz bırakacak bir mertebe-i âliyeye kadar irtikâ ederlerYaban asmasıyla yabânî hıyar ve kabîlden birtakım fidanlar ağaçlara sarılarak ve ta yukarılarına kadar çıktıktan sonra birinden öbürüne öbürüden ötekine atlayarak türlü rtürlü gârlar kemerler teşkîl ederler. Ekseriyâ bu sarmaşık fidanlar ağaçtan ağaca geçerek ve ırmaklara kol atarak üzerlerine çiçekten köprüler kurarlar ve mahalle mahsus beyaz çiçek açar bir nev' eşcâr ile hurma ağaçları tekmî ormanı ihâta eder. Sâika-i kudret-i sâni'a ile sevk-i çerâgâh vücut olmuş bir hayli hayvânât bu mevâki'a bahş-ı revnak ve hayat ederMeşcerenin nihâyetinde ekl-i meyve-i tâk ile mest-i bî-bâk olmuş hırslar kara ağaçların ağsânı üzerinde sallanır geyikler karacalar bir lâk içinde yıkanır siyah sincaplar sık ağaçların yaprakları arasında oyun oynar oraya mahsus karatavuğa benzer bir nev' kuşlarla serçe büyüklüğünde güvercinler sürh renk tarlaları üzerine iner başları sarı kusûr yeri yeşil papağanlar ve daha sâ'ir kırmızı kuşlar tırmana tırmana döne döne servilerin tepelerine çıkar ve cesîm ağaçların tepelerinde mâr-ı murghâlar sarmaşık vârî asılıp sallanırlar. Eğer nehrin öbür cânibi makarr-ı sükût ve sükûn ise bu tarafı bi'l-'akis ser be ser sad ohareketle meşhûndur! Meşe kütklerine tuyûrun darb-ı münkâr etmelerinden ve otlayan mevâşînin meşiy ve hareketiyle yedikleri meyvelerin çekirdekleri dişleri arasında kırılmasından hâsıl olan sadâ ile suların zemzeme-i cereyânı ve güvercin vesâir tuyûrun latîf âvâz ve elhânı bu mevâki'-i tabi'iyeyi birçok nağamât-ı vahşiye ile pür âhenk eder! lâkin gâhîce hubûb rüzgar ile orman müteharrik olarak ağsân ve evrâk-ı eşcâr iki tarafa bî-karâr oldukça ebyâz mavi kırmızı çiçekler birbirine karıştıkça ve her nev asvât birleştikçe meşcerenin derûnundan öyle bir sadâ peydâ ve nazara öyle şeyler rû-nümâ olur ki ne türlü ta'rif ve tasvîrine sa'y etsem anlaşılması bu mevâki'i bi'z-zat geşt ü güzâr etmeyenler için mümkün olamaz! Recâizâde MEkrem **AMERİKA’DA BİR GECE** Kıt'a Bülenddir bana takrîrin ey şeb oldum kim Sükûn hayrete fevk olub tek vü tenhâ Bakar libâsına zînet veren sitâreler Gezer safâ ile fikr eylerim nice ma'nâ Fontanis Bir akşam idi ki nehrinin bâlâdan zîre kef-afşân hücûm olduğu mevki'a biraz uzacık olan ormanda tek tenhâ kalmıştımAradan biraz müddet mürûr ile şem'-i nûrâni-i nehâr mâverâ-yı dâmen garbda istitâr eylediAmerika sahrâlarında bir leyl-i bî-veylin temâşâ-yı manzara-i hûbnâmesinden kesb-i lezzet ve safâ eyledim. Gurûb-ı şemsten bir saat sonra idi ki mâh-ı pür envâra ufuk mehâfilinde ağaçların üzerinden doğru arz-ı ruhsâr tâbdâr eylediBöyle bî-hemâlik ki leylâ-yı leyâl dense sezâdırBaharistan şarktan getirdiği nesîm-i hoş-bû enfâs-ı turyesi gibi ormanlar içinde kendisinin önünce giderlerdiMâh-ı garrâ âheste âheste bâlâ-yı âsumâna irtikâ ederek târîk-i Nil günü zamanda bir sûret-i dil-pezîr ile seyr eder ve kâh cebâl-i şâhika-i berf-pûşun tepelerine müşâbih olarak top olmuş sehâb pârelerin üzerinde vakfe-gîr-i huzûr olurduKâh dağılıp kâh top olan bulutlar bazen güyâ rûy-ı mâhtâb-ı âlemtâba nikâb olmak için hârîr-i beyazdan ma'mûl gâyet ince birer yaşmak hey'etine tahavvül edip bazen de ya sath-ı madde ve key köpükler gibi her cüz'ü diğerinden iftirâk eyler veyâhut sahn-ı semâda temâşâsı nazara gâyetle hoş gelir pembe-i menfûş sûretinde görür ve bu sûrette göründüğü zaman cisimlerindeki nermi ve nezâket bile hissolunur zannolunurdu. Zemînin kesb ettiği manzaraya gelince insana mûcib-i hayret olmakta bu da semâdan aşağı değildi: Kamerin kadife rengini almış olan pertev mavisi ağaçların aralarından nâzil ve sümbüle-i sîmîn-târ-ı envârı meşcerenin en mahfî ve muzlim kemîngahlarına kadar dâhil olurduBulunduğum noktaya doğru akan nehir serî'-l cereyân gide gide meşcerenin içinde nihân ve sonra mir'at-ı hezâr-pâre-i sutûhı üzerinde iş'âsını tekrar ettiği yıldızların aks-i envârıyla yavaş yavaş yine nümâyân olurduMâh-ı âlem ârâ nehrin öte tarafında göz alabildiği kadar ittisâ' eden çemenzâra pek ziyâde sâkin bir hâletle bahş-ı envâr eyler ve bu çemenzârda şurada burada dest-i sabâ ile tahrîk olunan bazı ağaçlar ise zıll-i müteharrikten bu yem-i râkid nûr üzerinde yüzücü birtakım cezîreler teşkîl ederlerdiAğaçlardan bazı evrâkın yere sukûtu -rüzgarın durup durup da birden bire hubûbu- murgân-ı şebistanın zemzemesi olmadığı zaman yakında her şey sükût ve sükûn-ı mahzdan ibâret kalır ve uzakta da vakit vakit nehrinin yardan aşağı dökülüşünden peydâ ve ovadan ovaya uzayıp nihâyet vahşî ormanlar içinde rehîn-i zevâl ve fenâ olan şarıltısı işitilirdi. Bu resm-i mücessem a'zamın ulviyet ve rûhâniney-i acîbesini ta'rif ve tasvîr havsala-i nutk-ı beşerin hâricinde olduğu gibi Avrupa'nın en revnaklı geceleri dahi buna kıyâs kabul etmez. Bizim kırlarımızda hayal yükselmek ve tevsî' etmek istedikçe ne tarafa gitse birtakım süknâlara tesâdüf eder ama böyle vahşi ve vâsi' fezâlarda insan muhît-i ahzar-ı çemenzâra dalarak bâlâdan zîre pertâb eden enhârın tasnî' eylediği yârları gârları nazar-ı dikkatten geçirir lâk ve ırmakların kenarında durup düşünür ve daha doğrusu münferiden huzûr-ı kudret-i nuşûr-ı ilâhîde bulunur! Recâizâde MEkrem **LİZİMAK** Vaktâ ki İskender Acemistan üzerine ilm efrâz-ı sefer ve bu seferde zaferyâb-ı şahbâz-ı zafer olarak Acemlerin esas hükümetlerini zîr ü zeber eyleyince kendisi oğlu olduğuna teba'asının i'timâdını davet eylediBunun veled-i sulbîsi olduğu erk ile başka bir peder ittihâz eylemesi ve daha sonra ahlak ve elbise ve âdât hususlarında dahi Acemlere taklîd etmesi lıları pek ziyâde muğber eylediLakin bunlar İskender'in Rum milletini tahkîr eden şu harekâtına tahammülde yalnız birbirlerine 'ızz ü kabahat ederek hiçbiri bizzat İskender'e mu'ârız olmaya cesâret edemezdi. nâm filozof ki esnâ-yı seferde İskenderle beraber idiBir gün mumâileyhi âdet-i milliye üzre selamlamasıyla İskender bundan münfa'il olarak hikmetini filozof mûmâileyhten su'âl ettikte cevâbında "Devletli bugünkü günde siz iki milletin hükümdârısınız ki onlardan birisinin daha siz onları cebren taht-ı esârete almadan evvel boyunları merbût ribka-i inkıyâd idi hâlâ da öyledirDiğeri ise size bu fütûhâtı iktisâb ettirmeden mukaddem hür ve ser-âzâd idi yine hâlâ da öyledir. İşte ben de kısm-ı sânî olan RumlardanımRumluğun nâmını siz kadar a'lâ etmişken şimdi bilâ-sebep onu tahkîre nasıl kıyâm edebilirsiniz?" dedi. Recâizâde MEkrem Âtîdeki parçalar Tarîk gazetesi başmuharriri sa'âdetli Sa'it Bey Efendi Hazretlerinin âsârından müstahreçir: **İHTAR** Dünyada iştihâr neden ibârettirBenim iştihârıma sebep olan şu eser-i meş'umdur. Muhakkaktır ki bana câlib-i mükâfât ve sebeb-i bekâ-yı nâm olan işbu eser olsa olsa vasat derecede bulunan âsardan addolunabilirŞunu da ilâveye cesâret ederim ki mecmua-i âsâr-ı âciz annemin en âdî münderecâtındandırEğer bu birinci eser-i kalem layık olduğu derecede takdîr ile telakkî olunmuş ola idi sahibi ne büyük gayyâ-yı belâya uğramaksızın kurtulmuş olur idi. Meğer kader ister imiş ki haksız olarak hakkımda edilmiş bir lutf sonraları beni derece derece daha haksız şedâide dûçâr eylesin. Kendi kendime dedim ki benim maksadım ilm ve ma'rifeti pây-ı tahkîr altına almak değil fezâil-i ahlakı fazîletmendler huzûrunda müdâfa'a etmekdir. İffet ve istikâmetin nezd-i hayırhâhında hâ'iz olduğu mertebe-i izzet ve muhabbet kemâlât-ı ilmiyenin nezd-i mütebahhirinde hâ'iz olduğu mertebeden bâlâ terdir. Öyle ise beni ihâfe edebilecek ne kaldı? Vâkıâ makâlemi kıra'ete rağbet eden hey'etin envâr-ı fikriyesi beni ihâfe ettiğini teslîm ve itirâf eder isem de bu havf ve ihtirâz makâlenin usûl-i tertîb ve tanzîmine âit ve sâhib-i makâlenin hissiyâtı hakkında gayr-ı vâriddir. Hakkâniyetperverân hükümdârân mebâhis-i müştebih fîhâda kendi aleyhlerine ısdâr-ı hükm etmekte hiçbir zaman tereddüt etmedikleri gibi iltizâm-ı adâlet meslek ve mişvârı ve bedrika-i mu'âmelâtı envâr-ı efkârı olan hey'etin kendi da'vâsında hâkim bulunması esâsında huzurda müdâfa'a hâlinde bulunmak hakkâniyet için en a'lâ mevki'dir. İskender tesmiye olunan ve sayd-ı mâhî ile müte'ayyiş bulunan kabâ'ili zîr-dest-i tâbi'iyetinde ibkâ için onları sayd-ı mâhîden fâriğ ve akvâm-ı sâ'ide beyninde mu'tâd olan me'kûlât ile müte'ayyiş olmaya icbâr eylemiş ve kâilen üryân gezip yegâne sermâye-i ma'îşetleri âerde-i dest-şikâr edebildikleri tuyûrdan ibâret olan Amerika vahşetleriyle hiçbir vakitte başa çıkılamamıştır. Fi'l-hakîka hiçbir şeye ihtiyaçları olmayan adamların gerdenlerine nasıl ribka-i ita'at vaz' olunabilir. Ey zemâmdârân-ı hükûmet isti'dâd ve kâbiliyete ibrâz-ı muhabbet ve terbiye-i isti'dâda çalışanları mazhar-ı himâye ve sahâbet edinizEy terbiyeli akvâm onları iltizâm eyleyinizEy esrâ-yı sa'âdet intimâ ihrâz ile müftehar göründüğünüz rikkat-i telezzüzât ile beraber beyninizde teshîl ve tezyîn-i mu'âmelât eden hasâ'il-i mülâyemetkârâne ve ahlâk-ı nâzikâne ve'l-hâsıl fezâ'il-i ahlâkiyeden kat'âbehre-mend olmaksızın cümlesini câmi' gibi görünmeye müsâ'id ahvâl-i kâzibâne hep onların sâyesindedirMeydana çıkmaktan muhteriz gibi göründükçe daha ziyâde söyleyen tarz mu'âmele-i nevâz şikârâne Romalılara ve Atinaılara sitâyişlerle yâd olunan şa'şa'a-i ikballeri hengâmında sermâye-i imtiyâz olduğu gibi asrımız ve kuvvemiz dahi tarz mu'âmele ile kâffe-i a'sâr ve akvâma galebe edecektir. Hele önünü almak için nice zahmetler çektiğimiz müsâvînin isimlerini bile bilmeyen bahtiyar kavimlerden yani Amerika vahşîlerinden bahs etmeye cesâret edemiyorumÖyle vahşîler ki nâm filozof onların sade ve tabi'î olan ahvâl-i zâbıtalarını değil yalnız Eflâtun'un kavânîn-i meşhûresine hatta hükûmet-i akvâm için filozofların dâhil hayalhâne-i tasavvurât edebilecekleri en mükemmel kavâ'ide tercih etmekte tereddüt eylememiştirMontan bu babda erbâb-ı takdîre hayret verecek emsâle zikr etmiş ve hattâ Onlar eteklik kullanmak ihtiyâcından vârestedirler mi'elinden bir fıkra ile merâmını pek latîf bir tarzda îmâ eylemiştir. Ahvâlinden bahsettiğim bu kavimlerin iştigâlât-ı fikriyeye iştigâlât-ı sâireyi tercih etmeleri hak ve belâhetlerinden nâşî değildir. Anlarda bilmezler mi idi ki başka semtlerde işsiz güçsüz adama imâmet-i mehâsin üzerine tedkîkât ile imrâr-ı evkât ve azametli mütefelsifler en büyük takdîrâtı ve sitâyişleri kendilerine hasr ederek akvâm-ı sâ'ir hakkında nâmıyla îfâl-i tahkîrât ediyorlar idi. İnsanlar ki habistirler ağer âlem tevellüd etmek belâsına uğramış olsa idiler elbette bed-ter olurlar idi. Bu mülâhazât hey'et-i beşeriyeye ne büyük hakârettir! Azamet-i nefsimiz bunlardan ne kadar müte'zzî olur! Ne demek olsun ki iffet ve istikâmet semere-i cehâlet bulunsun! Ve kemâlât-ı ilmiye ile fezâ'il-i ahlâkiye nâ-kâbil-i imtizâc denilsin? Bu i'tikâdât-ı bâtıladan ne netîceler çıkarılmaz? Denilir. Ama bu tezat-ı zâhirîyi def' için ma'ârif-i beşeriyenin hayra-sâz uyûnumuz olan ve bi-gayr-ı hak verilmekte bulunan ünvanlarındaki beyhûdeliği ve hiçliği dikkatle mu'âyene kâfîdir. İmdi bi'n-nefs ulûm ve fünûnu tedkîk edelimOnların terakkiyâtından ne hâsıl olmak lâzım geleceğini görelim ve mülâhazât-ı fikriyemiz istintâcât-ı târihiye ile hangi noktalarda tevâfuk eder ise onları teslîm ve itirafta tereddüt etmeyelim. Husus-ı vicdân ile taharriyât ve teftîşât-ı târihiye icrâ edildiği halde mütebeyyin olur ki zulme ve gadre isnâd olunan pek çok vuku'ât mâzîde zuhûr etmiş hâlâtın netâyic-i zarûriyesi olup onların zuhûru ahvâl-i sâbıkaya nisbet ve izâfetle mukadderâttan sayılabilirHattâ şu dahi isbât olunmuşdur ki bazı ahvâlde hetk perde-i hakkâniyet birtakım efkâr-ı cedîde zuhûruna kavâ'id-i esâsiye hudûsuna yeni bir hak teşekkülüne rehnümâ-yı teshîl olarak bâ'is-i hayr ve menfa'at olur. Bundan ma'adâ şimdiki halde âlemin hâl-i aslîsi muhârebe olduğu iddi'â olunamayacağı derkâr ve hâl-i aslî sulh ve salâh olduğu bedîdârdırHâl-i sulh ve salâhda ise revâbıt-ı düveliye cebr ve tahakküm esâsına müstenid olmayıp hukûk esâsına müsteniddirHengâm-ı âsâyişte devletler istiklâlde küçük devletleri büyük devletler ile müsâvî tutup mazhar-ı ri'âyet ederlerRevâbıt-ı mezbûrenin usûl ve şerâit venetâyici en kavî devletle en zayıf devlet hakkında zemîn-i müsâvât üzerinde hukûk-ı beyne'l-akvâm kavâ'idiyle şirâze-gîr-i intizâm olurHiçbir devlet bir tehlike göze aldırmaksızın kendi kuvvetine isnâden bu hukûku istihkâr edemezDaha ziyâde şâyân-ı dikkât şudur ki hengâm-ı muhârebede ya'ni kuvâ-yı maddiyenin şa'şa'a-i ikbâli ve kâffe-i hukûkun ona karşı izmihlâli zamânında dahi hukûk-ı düvel yine ona vâzıh hudût ve hudûdu tecâvüz eden devlet bütün âlem-i medeniyet nazarında menfûr ve merdûd olurHukûk-ı beyne'l-akvâm muhâriplerin hiddet-i muharebelerini peyâ pey teskîn ve ta'dî etmeye muvaffak olmuşturusûl-i hakem -muhârip devletler ihtilaflarına bir hakem ile hitâm vermek üzre üçüncü bir devleti intihâb edebilirlerBazı erbâb-ı te'lîf bu babda hukûk-ı âdiye-i şahsiye kavâ'idini tatbîk etmek isterlerYani tarafeyn hakemleri intihabda muhtar olup bu babda hükümdârı ya mahkemeyi yâhut efrâddan birini hakem nasb etmek câ'iz olacağını beyân ederlersenesinde Amerika düvel-i müctemi'ası beyen'd-düvel tahaddüs edecek ihtilâfâtı bî-taraf bir memleketteki meşâhir-i ehl-i te'lîfe veyâ kavânîn-i şinâsâna havâle etmek sûretini ve bu zâtlardan nâmus-ı ilmîleri nâmına re'y istenilmesini teklîf eylemiştirBu kâ'ide sırf akvâma müte'allik ihtilâfâtta bi'l-hassa kâbil-i tatbîkdirİki taraf ir hakem intihâbında tevhîd-ârâ edemedikleri halde müsâvî adet üzre hakemler intihâb ederlerMukâvelât-ı mahsûsa mâni' olmadığı halde hakemler bir hakem-i sânî intihâb yâhut böyle bir hakem için müntehib intihâb ederlerHakemler tarafeyni istimâ' eylerler şâhitleri ve asıl ehl-i habereyi celb ve lâzım gelen delâ'il ve emârâtı cem' ederlerTarafeyne kavâ'id-i hakkâniyet üzre sulh teklîf edip kabul olunmadığı halde ekseriyet-ârâ ile hükm verirlerBunların hükümlerine i'tirâz olunmak için dört şart vardır: Evvelâ hakemlere verilen iktidârın hâricine çıkılmış olması: Saniyen hulûs ve safvet üzre hareket olunmaması veyâhud kasden mugâyir-i adâlet hükm verilmesi; sâlisen tarafeyni istimâ' etmek gibi usûl-i muhâkemenin kavâ'id-i esâsiyesinden birtakımının icrâ edilmiş olmaması; râbi'an verilen kararın hukûk-ı düvele muhâlif bulunmasıdırLâkin karâr-ı vâki' tarafeynden birinin zararını câlib olmak veyâhut hakkâniyete muhâlif bulunmak veyâ hakkâniyete tamâmen müstenid olmamak sebeb-i i'tirâz olamazUsûl-i hakem Yunanistan'da ve Roma'nın ibtidâî zamân-ı satvetinde kesret üzre cârî idiZamanımızda hey'ât-ı müctemi'a-i düveliyeyi teşkîl eden küçük büyük hükümetlerin yekdiğeri beyninde tahaddis eden ihtilâfat da kesîrü'l-cereyandır. **.MEVT** Münif Paşa Hazretlerinindir Mevt mâhiyet-i insandan bir cüz' mesâbesinde olup âlem-i şuhûda bizimle beraber vaz'-ı kadem-şevm eder güyâ rahm-i mâderde bir zehr-i batî'ü't-te'sîr nûş etmişiz ki bu dâr-ı fenâda ondan müte'essiren bazımız az ve bazımız çok vakit mübtelâ-yı elem ve ızdırâb olup nihâyet üftâde-i hâk helâk oluruzÇeşm-i im'ân ile bakıldıkda insan her an zehrâba-keş memât olup çünkü güzerân eden her bir lahza kahr ve kin ile binâ-yı ömr-i azîzin bir rükn-i rekînini tahrîp ve bizi garra-i teng ü târ-ı mezara bir kadem daha takrîb ederişte bu vecihle günden güne cesed-i fersûde ve sıhhat-i muhtel olur ve hattâ ümîd-i şifâ ve âfiyetle isti'mâl olunan mu'âlecât îrâs-ı za'af ve tütûr ederHülâsa müddet-i hayâtımız baştan başa mü'ellem ve dil-hırâş bir hâlet-i nez'den ibârettirİmdi şu mevt hâdimü'l-lezzâttan ziyâde bizimle mûnis ve hem-dem olacak ne vardır? Katline hükm olunan bir mücrim-i tebahkâr hangi tarafa imâle-i nazar-ı kudûret eser etse heykel-i hevl-nâk helâktan başka ne görebilirMütemettu' ni'met-i hayât olduğumuz zamanın biraz uzun veyâhut kısa olması beyninde olan fark-ı cüz'î bizi bu harâb-âbâd dünyada rîşeger-i istikrâr olmak i'tikâdına zâhib edecek kadar bir şey değildir. Vâkı'â ahkâm kadar cümlemiz hakkında yeknesak olmayıp bazımız nihâyet-i ömrüne kadar kemâl-i refâh ve sa'âdet-i hâl ile imrâr-ı evkât ve birçok evlâd-ı ahfâd içinde terk-i hayât eder ve bazımız henüz şecere-i ömr ve ikbâlden ber hurdâr olmaksızın sen an-fevân civânîde pençe-i ecel-i bî-emâna giriftâr olup tahlîs-i girîbân cana imkan bulamazBirtakımı dahi saha-i zemînde yalnız ser-nümâ-yı zuhûr ve birgün içinde mütevâri-i genç-târın kör olurBunlar bazı ezhâr-ı çemenzâra benzer ki açılmalarıyla berâber solup fenâ-pezîr olmaları beyninde hiç mesâfe-i zamâniye olmazHer bir şahsın ecel-i müsemmâsı hâme-i dest-i kudretle levh-i mahfûz-ı ezelde mersûm bir ser-mektumdur. Benâbirîn müddet-i hayâtın miktarında müştebih olduğumuz halde yaşarızİşbu iştibâh-ı hulûl ecel-i mev'ûd hakkında bizce sebeb-i tayakkuz ve intibâh olmak lâzım gelir iken bi'l-'akis bâ'is-i amâ ve gaflet olurMevti müddet-i hayâtımızın hangi zamanına nispet edeceimizi bilemediğimiz cihetle bunu asla hatıra getirmeyizVe hatta siz pîrîye dahi zamân-ı hâzır nazarıyla bakılmazİşbu müntehâ yı hudût hayata vusûlümüzde artık rişte-i tûl-i emel berîde-i mikrâs ye's ve hırmân olmak iktizâ eder ise de mecbûl olduğumuz amâ ve gaflet-i perde-keş çeşm-i basîret olarak nefs-i vâ-pesini onun mâverâsında br vakte isnâd ederizİşte ol vecihle dest-i sâki-i ecelden cür'a-nûş-ı memât olduğumuz zamanı ta'yîn edemediğimiz cihetle havf-ı memât bizce bir emr-i merhû gibi görünürİştibâh müddet-i hayâtın derece-i imtidâdına münhasır olmak lâzım gelir iken esas madde hakkında bizi te'mîn ediyor demek olurCihan câm felek sâkî ecel mey: Halâ'ik bâde-nûş-ı meclis vay: Hülâsî nîst aslâ hîç kes râEz ân âm ez ân sâkî ez ân mey Bu âlem-i dünya nev'-i insana nisbetle bir misâfirhâne olduğunu mutazammın Fransa meşâhir-i üdebâsından Keratiri'nin eser-i hâmesi olan bir makâle-i hikmet isâlenin tercümesidir. Bir seyyâh-ı bî-ser ü pâ leylen reh-peymâ-yı semt-i maksûd olduğu esnâda yolunu şaşırarak delâlet-nücûm-ı zâhire ile bir saray-ı âlîye vâsıl ve derû-ı nefâyis meşhûnnuna dâhil olduBir çok hizmetgüzârân câ-be-küpâ istikbâline müsâra'at ve herbiri bir lisân-ı mahsûs üzre levâzım-ı refâh ve rahatının istihsâline me'mur oldukalrını beyân eyledilerBunlardan bazıları mânend-i hût-ı iltizâm sükût edip ma'amâfîh îfâ-yı vezâif-i mihmân-nevâzîde kusûr etmezler idiOl vecihle cümlesi bir lahza sükûn ve ârâm etmeyip rûzân ve şebân hizmetinde dâmen-i dermiyân olarak her tarafta nefis-i av yazalar ve kandiller iş'âl ederler ve mevsim-i şitâda sobaları yakıp mütenevvi' kürkler ve fasl-ı sayfda günâgûn fevâkih ve meşrubat götürürler idi ve sarayın her bir dâiresinden görünür bir nefs saat-i evkât ve saat-i eğlence kabîlinden olan bazı meşgûliyet zamânını gösterir idiİşbu saat kat'â tahallüf etmeyip bir derece doğru giderdi ki meşhur saatçi Brege bile görse kemâl-i mazbûtiyet ve intizâmına hayran kalır idi. İşbu na'am günâ-gûn temettu'undan bî-tâb olarak meyl-i hâb ettikde pîşegâhına bir perde-i siyeh-fâm keşîde olunarak etrafında bulunanlar kâffeten sükûn ve sükût ihtiyâr ederler idi ve uyandıkda kemâkân mazhar-ı i'zâz ve ihtirâm olur idi. Fakat hâne sâhibi olan zât-ı âlişân enzâr-ı misâfirînden nihâl olduğundan halvethâne mahsûsunda kendi umûruyla meşgûl idüğine zâhib olduBir müddet orada ârâm ve ikâmet ettikten sonra emîr-i sahiphâne ile mülâkât-mesîr olmaksızın sûb-ı maksûduna azîmet eylediAncak orada meşhûdu olan hüsn-i inzibât ve intizâm ve kemâl-i debdebe ve ihtişâm-ı fevka'l-gâye mûcib-i istiğrâbı olup şu hâl bu el-'acebî bir ân hayalhâne-i hatırından çıkaramaz ve gayrı müterakkib olduğu halde nüzûl ettiği sahipsiz bir sarayda ikâmet ve şu vecihle mazhar-ı i'zâz ve hürmet oldum demeye cesâret edemez idi ve kendisinin vürûdundan sonra gelen bazı misâfîrîn işbu cây-ı dil-küşânın şâmil olduğu na'am-ı nâ-mütenâhîden birâderâna hisse-mend-i menfa'at olmayarak yekdiğeriyle münâza'a ve mühâsamaya kıyâm eylediklerinden şu hâle nazaran sâhib-i hâneye sû-i ef'âl isnâdını ise hiç havsala-i insâfa sığıştıramaz idi. Sarayın güllerinde her türlü me'kûlât ve melbûsât ve havâyic-i sâire bâliğan meblâğ mevcut ve mebzûl olduğundan misâfirînden birtakımı cümle hakkında meşmûl ve râyegân olan işbu âsâr-ı mihmannevâzîden mahrûm olarak fakr felâket gibi bazı mesâ'ibe mübtelâ olmaları içlerinden bazı bed-münşânın mücerred dâ'iye-i hırs ve ta'amla adem-i imtizaçlarından neşât eylediğini fehm ve iz'ân eyledi. Şu müdde'ânın sıhhati ezhân-ı misâfirînde dahi bir mertebe rehîn-i cezm ve yakındır ki yalnız bazıları müstesnâ olmak üzre en az mazhar-ı iltifât olanları bile saraydan hıyn-i müfârakatlarında eşk-rîz-i hüzn ve te'essüf olup uğradıkları felâket ve ızdırâbı hased ve bed-hâhâne ve hattâ bazıları kendi nefislerine isnâd ederler ve yekdiğerimizle hüsn-i imtizâc ederek umûma şâmil olan na'am-i bî-nihâyeden sulh ve salâh üzre mütemettu' olmuş olsaydık mahall-i mezkûrda kemâl-i refâh ve sa'âdet-i hâl ile imrâr-ı vakt etmek mümkün idi derler. Fakat meşhûdu olan fesat muvakkat misâfire bazı mütâla'âtı dâ'î olup şöyle ki bilâ-garaz ve avz bu kadar bî-gânegânı kabûl ve haklarında envâ'-ı avâtıf ve inâyâtı meşmûl eden bu zât-ı kerîmü's-sıfât misâfirînin münâza'ât vâkı'alarında tavassut ederek yekdiğeri hakkında vuku' bulan mu'âmelât-ı i'tisâfiyenin men'ine tasdî etmemesinden müte’accib olur idi ve nazarında erbâb-ı zulm ve tegallübün harekâtı kava'id-i hakkâniyeti ihlâl ettiği misillü şân-ı meyz-bânı görünür idiVe bi'l husûs fezâ'il-i ahlâk ile muttasıf olup müstahak-ı sa'âdet ve ikbâl oldukları halde kemâl-i sefâlet ve sergerdânîye dûçâr olmuş olan bazı rüfekâsının hallerini tasavvur eder idi. Misâfir işbu hatırın intâc eylediği humûm ve ekdâra müstağrak olduğu halde yola revân olmuştuEsnâ-yı râhda tesâdüf eylediği bir pîr-i rûşen zamîr edâ-yı vecîbe-i selâmdan sonra kendisine tevcîh-i hitâb ile "İş merkezde mi kaldı zannedersin emîr-i sâhibhâne dâimâ orada hâzır ve nâzır olduğundan vuku'âtın kâffesi meşhûd ve mesmû'u olduMisâfirlerin her biri gerek hayır ve gerek şer cezâ yı ameline mazhar olacaktırBilmez misin ki şu sahrâdan mürûr eden ebnâ-yı sebîlin ahlak ve etvarlarını tecrübe ve tahkîk için bunları bir kuvve-i ma'neviye ile biraz vakit sarayda ikâmete mecbur eder mütrekib-i sehv ve hata olanları hakkında gafûr ve rahîm ise de irtikâb-ı ma'âsîde ısrar edenlere şedîdü'l-ikâbdırBu civarda vâki' olup yine kuvve-i mezkûre te'sîriyle menzilgehe reh-revân olan diğer bir saray da onların kudûmüne muntazırdır.işte orada mücâzât ve mükâfât icrâ edecek ve herkes tav'an ve kerhen hablü'l-metîn hakkâniyete gerden-beste-i inkıyâd olacaktır. Bu ifâdâtın üzerine derûn-ı misâfirde envâr-ı hakîkat şa'şa'a-pâş-ı zuhûr olup dil-sîr-i nevâl-i ihsânî olduğu sâhib-i hâne hakkında pîrâ-mengerd hatırı olan şübehâttan mahcûb olup bu vecihle mâzî hakkında mütesellî ve müstakbel için mutma'in olarak semt-i maksûduna azîmet eylediVe çok geçmeksizin ber vech-i mev'ûd pîşegâhında bir sarh-ı mühîbü't-tarh nümâyân olmaya başlayıp ol halde nâ'il-i envâ' lutf ve inâyeti olduğu zât-ı celîlü'ş-şâna tefvîz-i umûr ile iktisâb-ı nisâb emn ve huzûr eyledi. İnsan çocuktan olur; çocuk da terbiye ile insan olurİnsanlarda şi'âr-ı insâniyet olan sıdk ve vefâ kalmadı..yıkıldı; diye her bâr te'essüf ediyoruzLakin sebep aradığımızda meselâ..cehâlet gibi birçok esbâb-ı izâfiye görüp hâlin ıslâhını onların izâlesinde sanırızDaima bu nokta-i nazardan bede'en ile çalışıyoruz; çabalıyoruz; yine umduğumuz te'sîrât-ı haseneyi göremiyoruz! Belki onun aksini görüp şaşıyoruz! Ve me'yûs ve mütehayyer kalıyoruzAcaba niçin bir kere de bu esbâbın mebâdîsine ve onlardan esas olan terbiye-i umûmiye cihetine atf-ı nazar-ı im'ân etmiyoruz? Eğer ki olan olmuş ve bizlerin ıslâhı değil fakat men'-i müsâvî ve taklîl-i ziyânımız ancak kuvve-i kâhire-i nizâm ve kânûna kalmıştır; fakat yetişecek evladımızı olsun bizim düştüğümüz varta-i hevelnâktan tahlîsin çaresini neden düşünmüyoruz? Bizim yerimize onlar gelecek değiller mi? Onlar da bizim gibi olurlarsa bu şikâyet edilen fenâlıklar devam etmeyecekler mi? .. . Anası babası sulehâdan bulunan bir çocuğu hâl-i sabâvetinde külhan beylerinin içine bırakın! Onlarla düşüp kalksın; büyüdüğünde elbette bir merd-i afîf ve perhîz-kâr olamaz. Bir çingene çocuğunu beşikte iken alıp bir sâlih hânedânın terbiyesine verin! Büyüsün; me'lûf-ı salâh olurÇingeneyi denî ve bed-ahlak eden çingene olması değil belki çingene terbiyesinde büyümesidirSabâvet ki ömr-i insânînin en safvetli zamanıdır: Ne mukûle sûr ve eşkâle mukâbil olursa âyine gibi cezbederŞu kadar farkı var ki âyinede sûret-pezîr-i intibâ' olan şekil asıl aksin zevâliyle zâ'il olur; lakin mir'at-ı isti'dâda bir kere cilveger olan sûret-i misâliye ke'l nakşi fi'l-hacer yerleşir kalır. Ancak bu sözden her bir terbiye gören çocuk mutlaka insan-ı kâmil olur demek çıkmaz zirâ terkîb-i hilkatte nice ihtilâf ve esbâb vardır ki ukûl-i beşeriye onları ihâta ve idrâkden âciz ve kâsırdırVe isti'dâd ve kâbiliyetin tefâvüt-i derecâtı dahi bundandırİmdi eğer terbiye vaz'-ı tabi'îyi muhâfaza yolunda olursa ekseriyet hıfz-ı ahlak cihetinde bulunurŞu az ve nevâdir ise kâ'ide-i mahkeme te'lîs edemez. Medeniyet ki sa'âdet-i beşeriyeyi müstelzem olacak sûrette olan hâlet-i cemiyet ma'nâsınadır hüsn-i ahlâk-ı milliyeden mütevellid bir veleddirAhlak-ı milliyesi olmayan akvâmda medeniyet olmazHangi kavm-i medenî ki ahlakı bozulmaya başlamıştır medeniyet onda durmaz. Bütün büyük aamlar medeniyet ve ahlâk-ı milliye ile muttasıf olan milletlerden zuhûr etmiştirA'sâr-ı sâlifede gelen ve hâlen eserleri ve fi'illeri ibret bahş-ı enâm olan büyük feylesoflar ve erbâb-ı belâgat ve ma'rifet ve büyük pehlivanlar ve cihangirler hep bu Yunânîlerden Romalılardan ve Mısırlılardan geldilerSonradan âfitâb-ı medeniyet-i İslâmiye pertev-sâz-ı ufk-ı âlem olup bu kevkeblerin revnak ve fürûğı kalmadıVe İslâmın yedi sekiz yüz yılda yetiştirdiği erbâb-ı fazl ve kemâlât a'sâr-ı sâlifenin iki bin yılda vücûda getirebildiği ashâb-ı imtiyâzı hem ilmen hem adeden sebkat eyledilerGariptir ki şimdiki Yunanistan ve Roma hukemâ ve fuzalâ yerine haydut yetiştiriyorlarAcep sebep nedir ki üç yüz seneden beri icaz ve Mısır toprağı Ebu Bekirler Ömerler Aliler Hâlidler Ebu Hanîfeler Şâfi'ler Gazâlîler hâsıl etmiyor? Neden dolayıdır ki Irak ve İran ve Türkistan Zemhaşerîler İbn-i Sînâlar Fahreddinler Mecdeddinler yetiştirmiyor? Devlet-i Osmâniye'nin evâ'ilinde Çandarlı Haliller Avranoslar Molla Gürânîler İbn-i Kemâller Ebu's-Su'ûdlar var idiŞimdi bunların emsâli niçin görülmüyor? İlm ve fazlın tohumu bu diyarlardan büsbütün kesildi mi? Yunanistan'ın Roma'nın anâsırı değişti mi? Devlet-i Osmâniye Söğüt kasabacığında ser-nümâ-yı zuhûr olan bir fidan iken iki üç yüz sene zarfında bir dûha-i kesîrü'l-ağsân olup Macaristan Yunanistan Dağistan Tataristan Habeş Yemen ve Arabistan iklimlerine nasıl dal budak saldı? .. . İnsan ale'l-umûm ne kadar akıl ve ihtiyât ile mağrûr ise ol kadar da câhil ve bî-basîrettirŞu da'vâda bulunan insanlardan hiç me'mûl olunur mu ki ağaç aşılamak çiçek yetiştirmek horoz tavuk beslemek hatta ipekböceği tutmak için nice senelerden beri nice uslu akıllı adamlar nice zahmetler nice himmetlerle nice kitaplar yazsınlar ve telâhuk-ı efkâr ile her birini bir fenn-i mahsûs olacak derece tevsî' edip ilm-i nebâtât ilm-i ezhâr ilm-i hayvânât târih-i tabi'î ilm-i arz diye türü türlü isimer taksınlar da beride mahsûl-i hayatları olan çocuklarının ileride insan-ı kâmil olması için nasıl terbiye olunmaları lazım geleceğini hiç düşünmesinlerVe kendilerinden cüz' olan ciğerpârelerine güyâ ağaç çiçek tavuk ve böcek kadar da ehemmiyet vermesiler. Bir kimseyi evlâdının mevtiyle emvâlinin telefi arasında muhayyer kılsalar; zannolunmaz ki evlâdının mevtini tercih edecek kadar yüreksiz ve alçak bir adam bulunabilsinYa garip değilmidir ki evlâda bu muhabbet yalnız onlara mevt isâbet etmemesi fikrine münhasır kalıp dünyada yaşadıkları esnâda husûl-ârâm ve a'âdetlerine şâmil kılınmaz! Terbiyesizlik korkulmakta mevtten aşağı mıdır? Bir çocuk bed-ahlak ve anasına ve babasına âsî ve sârık olursa onun yaşamasından ne fâ'ide görülür? Nice terbiyesiz evlat vardır ki karnında yattığı ve sütüyle büyüdüğü anasını darp eder babası dahi yerine bir hayru'l- halef yetiştirip âhir vaktinde rahat etmek hayâlâtında iken- âh ne olaydı ömrümde te'ehhül etmeseydim; ve böyle evlâda mâlik olmaktan ise ağaç gibi büyüyüp gideydim- derBîçâre bilmez ki evlâdının böyle olması için kendi sebep olmuştur şimdi çektiği kendi mahsûl-i amelidir. Acaba bizde buraları düşünür babalar analar var mıdır? Hiç yoktur demek belki mübâlağa olur; lâkin var ise de per nâdirdirVe çekilen mesâ'ib ve devâhînin de menba'ı işte budurHele sabâvetimizde nasıl ellerde büyürüz; ne mukûle kimselerden terbiye görürüz; buraları bir kere düşünürsek bu kadar da olduğumuza ve henüz çirke-bedûş dağlarda dolaşmadığımıza şükr etmeliyizAnadolu'dan kaçmış; âdâbınü'l-fennî görmemiş lalalarımız bize ne mukûle edep ve ahlâk ta'lîm edebilirler! Bizde en mühim iki me'mûriyet yâhud vazîfe-i insâniyet vardır ki- nedendir bilinmez güyâ bi'l-iltizâm en kâbiliyetsizlere havâle olunur- onların birisi çocuk lalalığı diğeri de kazâ müdürlüğüdür. Hele lalalık müdürlüğe müreccah gibidir; meselâ küberâdan bir zâtın dâiresinde nâmıyla bulunan bir sürü haşerâttan birisi ihtiyar ve işe güce bî iktidâr oldukda lakâbı takılırLâkin büsbütün tard ve def'ine merhamet kâ'il olmaz; ve ayda beş on kuruş verip de hânesinde oturmaklığına da efendi hazretlerinin hırs ve tama'ı rızâ vermezGetirilir; dâ'irede kahveci edilirHalbuki herif hasîr ovalarında maslahat-ı arz-ı hâli kullanmaktan başka ömründe bir işe sarf-ı efkâr etmemiş olmasının üzerine ihtiyarlık ve sersemlik de gelmiş olduğundan birgün nasılsa sendeleyip kahve tepsisini elinden düşürür; fincanlar kırılır gece berbâd olurBundan herifin kahveciliği beceremeyeceği tebeyyün edip aralık kapıcılık hatıra gelir. Çünkü kapıcılıkta sokak köpeklerini içeri girmeye bırakmamaktan başka bir iş olmayıp bu ise kahveciliğe nisbetle gergi gibi sade olduğundan eline bir değnek verilir; kapıya oturtulurBirkaç gün sonra bir sabahleyin efendi hazretleri haremden çıkıp misâfir odasında bir sürü halk ile ber-mu'tâd hevâ'î sohbetle meşgûl iken bir de oda kapısından içeri bir kara sokak köpeği girer! Efendi pür ateş olur; misâfirler şaşarlarHer ne hâl ise bir hây ve hûy ile köpek def' olunur ve esnâda iskemle üstünde uyur bulunur. Bu numûne herifin kapıcılığa da yaramayacağını ispât edip fakat yine def'ine merhamet ve idâresine efendideki haset bir türlü rızâ vermez ne yapalım; ne yapalım diye düşünülür; mahdûm bey efendiye bir lala da lâzımdı ya işte bu da bir baba adamdır denir; çocuk ihtiyara teslîm edilir! İstanbul'da cevâmi-i şerîfe avlularından başka gezecek açıklık mahal olmadığından lala çocuğu bir câmi avlusuna götürürÇocuk orada akranı olan mahalle çocuklarıyla oynamaya alışırVe bu sırada ahlaka muzır olacak bin türlü edepsizlikleri de beraber öğrenirNihâyet bir gün adım atlarken ya kasığı çıkar; ya top oynarken gözü patlarzaman bu herifin lalalığa da adem-i kâbiliyeti zâhir olur. .. . İmdi şu fetânet ve dirâyette olan bir lala çocuğuna mukûle âdâb ve ahlak öğretebilir ki çocuğun müddet-i ömründe vesîle-i sa'âdeti ola! Yani böyle bir meyyitten ne hayat mutasavverdir ki henüz yaşamaya başlamış ve benî nev'i arasında hem kendini hem de kendine takarrüb edenleri bahtiyâr etmek için yaratılmış olan tıfl-ı ma'sûm ondan esnâ-yı hayâtında müstefîd olacak ders ala! Alsa alsa ondan alacağı ayn-ı mevt olan ders-i cehâlet ve eğer yalnız cehâlet olsa yine a'lâ! Belki onun misâlinden yâhut gafletinden ittihâz edeceği sû-i ahlâk ve hecinnettir ki mevt ondan bin derece iyidirZîrâ mevt ile hem meyyit hem de ondan mutazarrır olacaklar kurtulurLâkin hay sûretindeki meyyitler hem nefislerine hem de benî nev'lerine mazarrat ettikleri için onlar insan değil belki insan şeklinde zehirli akrepler ve yılanlardır. Ancak nazar-ı insâf ile bakılırsa bu kabahat lalanın mıdır? Hayır! Asıl kabahat çocuğun babası olacak nâdân-ı bî-iz'ânındır ki semere-i fevâ'idini ve hânedânında kendinin yerini tutacak ve bir gün kendinin ve ehl ve ıyâlinin ya sermâye-i huzûr ve sa'âdeti veyâhud bâ'is-i hazelât ve nikbeti olacak evlâdını ve ciğer köşesini mukûle ellere teslî ile güyâ kendi eliyle boğazlar. Benim pederim Galata gümrüğünde kâtip ve işini gücünü iyi bilir ve vazîfesiyle kana'at eder bir merd-i muhâsib idiEnim hengâm-ı sabâvetimde yaz kış Boğaziçi'nde de sâkin olurdukBenimle beraber mektebe gidip gelmek hem de evin sokak işlerini görmek için on yedi on sekiz yaşlarında ve Ömer nâmında bir köle aldı. Köle memleketinde hırsızlıkla terbiye olunduğundan kiraz üzüm mevsimlerinde beni bağlara götürür; ve kendisi eli yetiştiği meyvelerden çalardı. Birlikte yerdikTahmînime göre altı yedi yaşlarında idimBir gün köle ile barber Damat Halil Paşa'nın Kandilli üzerinde vâki' bağlarından Havuzlu Bağderler bir bağına gittikBağın etrafı dikenli çalılarla mahfûz olmakla köle bir medhal bulup da giremediVe elindeki sopa ile çalıları aralayarak güçle bir küçük delik açabildiVe bana hitâp ile Ben buradan sığamam! Sen küçüksün; içeri gir! Yakındaki kütüklerden üzümleri koparıp bana ver; birlikte yiyelim! dedi. Ben de peki! Dedimİçeri daldımVe üzüm düşürmekle meşgul oldum. Meğer Halil Paşa merhûm ol esnâda nişan atmak için bağa gelmiş; ve nişan testisi bi't-tesâdüf tamam benim çapul ettiğim mahale konulmuş olmakla uzaktan beni görmüş; merhûmun dâ'iresi kavvaslarından Kandillili Ahmet Bey derler; koca bıyıklı bir kavvas var idi ki her bâr rast geldikçe bıyıklarından korkardımgün paşanın yanında bulunmuş; ve paşa beni ona gösterip yanına getirmesini tenbih ile göndermiş. Ben ise dünyadan bî-haber! Muttasıl üzüm salkımlarını koparıp çalı arasından köleye vermekle meşgul iken ansızın arkamdan biri gelip beni kucağına kaptıVe korkutmayarak ve bilmem ne sözlerle te'mîn ve teselliyetler ederek paşanın yanına götürdüÖnünde duran birkaç tabak üzümü benim önüme sürüp yemek teklîf eylediOnun bu nevâzişi korkuyu ve heyecânı büsbütün zâ'il edip bilâ teklif yemeye başladımKimin çocuğu olduğumu evimizin ne semtte olduğunu sorduBen de söyledim. Niçin üzüm çaldığımı sorunca hiç ketm etmeyip kölenin ta'lîmâtını tamamıyla nakl ettimBenim sadâkat ve safvetim besbelli merhûmun hoşuna gitti; zîrâ elime bir hayli para verdiVe Ahmet Bey'e teslim ile hânemize gönderdi. Garâ'ib-i ittifâkıyedendir ki merhûmun son kaptanlığında hasbe'l-kader hizmet-i şâhânede bulundumBir gün saray-ı hümâyuna geldiKendisiyle sohbet ederken hatırıma gelip bundan on altı on yedi sene evvel Kandilli'de Havuzlu Bağ'da nişan atmak esnâsında iken yeşil cübbe giymiş bir çocuğu üzüm çaldığı sırada görü Kavvas Ahmet Bey ile tutturarak celb ve taltîf buyurduğunuz hatıra gelir mi? - diye su'âl ettimPaşa merhûm gâyet fatin ve zeki olmakla derhal tahattur ettiVe çocuğa hâlâ acırım; zira çocukta aslâ fenâlığa isti'dâd görmedimÇünkü vuku'atı hiç ketm etmeyerek bana nakl etti ve pek hoşuma gittiSonra Ahmet Bey dahi çocuğu tasdîk eylediLakin çocuğu ve bu vak'ayı siz neden bilirsiniz? dediBen de cevabımda İşte güz sizin bağınızdan üzüm çalarken yakayı ele veren ve lâyık olmadığı halde mazhar-ı iltifâtınız olan çocuk sakallandıBugün karşınızda yine iltifâtınıza nâ'il oluyor; yani bendenizim." Dedimben bunu söyler söylemez güyâ hırsızlığı kendi etmiş gibi kemâl-i edebinden kızardı ve bana teşekküre meydan vermeyip müstağrak-ı taltîfât eyledi. Bu köleyi biraz vakit sonra peder merhûm âzâd edip memleketine gönderdiBeni dahi esnâda İmamzâde merhûmun nezâreti tahtında Süleymaniye civârında yeni açılmış olan mekteb-i edebiyeye verdiVe terbiyeme bakmak için İsmail Ağa nâmında ve elli beş altmış yaşlarında bir lala tuttu. Bizim lala Kayseri kazâsı dâhilinde karyesinden olup yeniçeri derûnunda taşra ve zirâsına iç ağalığı etmiş; ve çok şey görmüş oldukça dünyâyı anlamış; hakîkatte pişkin ve edip ve evlâd-ı harîsî bir adam idi. Şu kadar ki gece gündüz dert ve fikri beş on kuruş kazanıp bir gün evvel memleketine gitmek ve âhir vaktini çocuğu çoluğuyla beraber geçirmekten ibâret olmakla para hânesi gelince lala her türlü hissiyât-ı insâniyeyi unuturduMeselâ: Peder-i merhûmun lalaya ve bana birinci tavsiyesi câmi avlusuna gidip çapkınlarla oynamamak iken her gü mektepten çıkıldıkta şerîklerimle beraber biz soluğu Süleymâniye Cami'i avlusunda alırdıkEğer lala biraz ttizlik edecek olursa pederden aldığım gündelikten cebimde kalan yirmi para yâhud otuz kırk parayı eline sıkıştırırdım; derhal yüzü gülüp- haydi! Ben de ikindi namazını kılmadımSen biraz oyna; ben de namazı kılayım.- derdi ve namazdan sonra ekseriyâ son cema'at yerinde uykuya varıp bir iki saat beni hâlime terk ederdiSonra avdet edeceğimizde niçin geçtiğimizi şâyet peder sorarsa ikimizin cevâbı bir olmak için birlikte bir yaşan hazırladık! Lâkin bu hâl ile beraber lalam beni dâima dersimde devam ve sınıfımdaki çocuklara sebkate ikdâm için elinden gelen teşvîkâtı icrâda kusûr etmezdiHatta nazm-ı iş'âra başlayışım adamın himmet-i mahsûsası ve bir garip vesîle ile olduğundan burada naklini fâideden hâlî görmem. Bizim lalanın iş'âra pek muhabbeti vardı; hatta kendinin yazısı güç okunur derecede imlâsız olduğu halde Âşık Ömer ve Gevherî âsârından mahfuzu bulunan beyitleri münâsebetli münâsebetsiz sıra getirip okur ve ara sıra kendi de kıt'a ve gazel gibi şeyler nazm edip içinde mevzûn olanları da bulunurduBu matla' onun bir gazelindendir: "Derûnum derdin arz ettim bu kırtasa kalemlerle Görelim ne zuhûr eyler; ne söyler gonca femler." Mektebe İsa Efendi nâmında bir Farsî mu'allimi ta'yîn edilmişti: her hafta salı günü gelirdiÇocukların bazıları ondan ders alırdıLâkin benim mektebe gönderileceğim vakit peder merhûmdan "Sakın olmaya ki Farsî okuyasın! Zira "Her kim okur Farsî gider dinin yarısı" diye almış olduğum nasihat kulağımda küpe olduğundan Farsîye heves şöyle dursun okuyanlara dinsiz nazarıyla bakardım. Lala bu hale vâkıf olmakla gizlice bana Farsînin her şeye lazım olduğunu ve dine dokunmaksızın okunması mümkün idüğini ve her Farsî okuyan dinsiz olmayıp hatta İsa Efendi pek sâlih ve mütedeyyin bir adam olduğunu ve kendisi bile vaktiyle okuyamadığına nâdim olup şimdi elinden gelse ak sakalıyla okuyacağını ve eğer ben okumaz isem imtihan vaktinde şeriklerimden geri kalacağımı ve pederin bana böyle demesi kendinin Farsî anlamadığından olmakla eğer ben şimdi ondan gizli öğrenecek olursam hem pederimi geçmiş hem de imtihanda birinci çıkıp onu memnûn etmiş olacağımı öyle bir lisân ile anlattı ki artık Farsî okumayı iyice zihnimde kararlaştırdım; ve güyâ gizli bir kabahat eder gibi mektebin demirbaş kitaplarından bir tuhfe-i vehbî isti'âre edip hafta derse başladım. İyice hatırımdadır ki henüz tuhfeyi tamam etmemiş idim; bir gece lala ile beraber karşılıklı oturup el değirmeni ile öğütmekle meşgul idik; değirmeni çevirirken sıra bana geldiBen çevirmekle meşgul iken gördüm ki lala gözlerinden yaş döküp muttasıl ağlıyorSebebini sordum cevabında "Sen daha çocuksun anlamazsın!" dediBen ısrar ettim nihâyet âciz kalıp "Bu değirmen lisân-ı hâl ile ne diyor biliyor musun?" dedi. Ben değirmenin lakırdı söylediğini vakte kadar hiç işitmediğimden hayran hayran lalanın yüzüne baktım; -o zaman değirmenin nasıl lakırdı söylediğini bana söyle- diye ibrâma başladım. Lala derûnundan bir âh çekip "Evet! Değirmen söyler; ve bizden daha fasîh ve ma'kûl söylerFakat onları işitmeye kulak ister! İşte bu değirmen lisân-ı hâl ile diyor ki: -Ey bana nazar eden gâfiller! Gözlerinizi iyice açın; baba iyce bakın! Zîrâ ben bu dünyanın bir misâliyimBana koyduğunuz buğdaylara dahi dünyaya gelen insanların aynıdırKonulan taneleri ben iki taşın arasında yuvarlaya yuvarlaya kırıp ufaltırımVe matlûb olan mertebe-i kemâle geldiklerinde ki bulgur olur; onları dışarı atarım; yeni gelenlerle meşgul olurumNitekim dünya dahi kendine gelen insanları zemin ve semâ arasında envâ' belâyâ ve imtihânât ile ezip geçirip kemâle yani her şahıs kendine mukadder olan nisâba bâliğ oldukda mezara def' eder; diğerleriyle meşgul olur. Hatta bu mana üzerine şöyle de bir şi'ir hatırıma geldi; şimdi bi'l-bedâhe nazm ettim" dedi ve "Âsiyâbı devr eden âhenge nazar kılmışım." Mısrâ'ıyla birkaç beyit okuduHayf ki diğer mısrâ'lar hatırımda kalmadıBen bu sözün medlûlünü anlayacak yaşta olmadığımdan âsiyâbın böyle güzel söylemesinden ziyâde lalanın fazl ve kemâline hayran oldumVe âsiyâb ve âhenk kelimelerinin ma'nâsını anlamakla Farsî okumaya zevk ve hevesim bir kat daha tezâyüd ettiVe lalanın gözünü kaşını eğerek kemâl-i telezüzle ve bildiğim bir tarzda okuduğu şi'irin edâsı ma'nâsından ziyâde hoşuma gidip şi'ri bana öğretmesini ricâya başladımLala cevabında Şi'ir dedikleri bazı 'ibâda mahsus bir 'atiyye-i ilâhiyedir; tevaggul ve tahsîl ile olmazEğer cenâb-ı bârî sana da mukadder etmiş ise şâ'ir olursun; ve illâ hiçbir vesîle ile bu şerefe nâ'il olamazsın! Hocan Nu'man Efendi her ilimde mâhir bir fâzıl-ı mütebahhir iken şi'ir söyleyebilir mi? Bak 'İsâ Efendi Farsî'de yektâ olduğu halde tabi'at-ı şi'riyeye mâlik mi? İşte şi'ir dâd-ı haktır; ilm ile ele geçmezdedi. Bunu işitir işitmez güyâ içimde küllenmiş bir ateş kümesi varmıştır körüklemiş gibi kendimde bir galeyân hissettim; karara mecâlim kalmadıDeğirmeni bıraktım; ağlayarak lalanın boynuna sarıldım; ve şi'irin nasıl söylendiğini mutlaka bana öğretmesi için yalvardım. Lala ehl-i aşk ve bağrı yanık bir kimse idiBana nazar-ı terahhumla baktı; ve bir tarz-ı dil-nevâzâne ile "Sende bu aşk ve heves oldukça umarım ki şâ'ir olursun! DediVe şi'ir denilen âdetâ söz olup fakat evzân ve arûz dedikleri fâ'ilâtün mefâ'ilünlerin harekât ve sükûnuna muvâfık olmasını ve mısrâ'ların âhiri birbirine uymak lâzım geleceğini bildiği kadar ta'rif ettikten sonra mâdemki şi'ire hevesin var! İbtidâ ki nazmın teberrüken bir olsun haydi bu gece çalış! yolda bir şey yapıp yarın bana göster; ve uymayan mahallerini düzeltirizBöyle böyle sen de şâ'ir olursundediVe şi'irin redifleri olmasını tavsiye eyledi. Ben sevinç ile merdivenleri dört el ile çıkarak odama koştum kapıyı kapadımÖnüme bir tabaka kağıt koydum; hemen kelemi elime aldımGüyâ zihnimde yıkılmış; kalmış bir çok şeyler yazacak idimDüşün bre düşün!..Aklıma bir şey gelmez!..Vezn ve arûz nerede! Âdî kelimeler bile güyâ bizi tutup da zorla silsile-i vezne sokacak havfıyla zihnimden firâr ederler idiVe'l-hâsıl hatırıma hiçbir söz getiremedimBöylelikle sabah oldu; gözüme bir lahza uyku girmediNasıl olursa olsun dedim; kağıda birkaç satır saçma sapan şeyler yazdım; fakat satırların sonlarına redifini ilâvede kusûr etmedim! Bunları birkaç yüz kere tekrar tekrar okudumVe zihnimce hepsini mevzûn ve pek âlâ buldum lâin ma'nâ hiç hatırıma gelmedi. Ortalık ağarır ağarmaz; sevinerek lalanın odasına koştumVe henüz yatağından kalkmış; abdest alırken yakaladım; ve muzafferâne kağıdı eline tutuşturdumLala bir kere gözden geçirdi; kağıdı yine bana verdiVe tebessüm ederek "Bu da fenâ değil ama şi'irde vezin her satırın harekât ve sükûnu birbirine muvâfık olmak demektirBunun ise kimisi fâ'ilâtün kimi müstef'ilün olduğundan başka; hiçbirinden bir ma'na çıkmıyorKelimeler birbirine gibi bakıyorlarHalbuki şi'irde vezin ile beraber ma'na da şarttırSen yine bunu sakla; fakat gece dediğim yolda söylemeye çalış; yarın göreyim! dedi. zaman ben de şi'irimi tekrar okudum; lalanın dediği kusurların hepsini gördümArtık ders kimin kaydında! Şâ'ir olmak bence cihâna mâlik olmaktan kıymetli olduğundan gün akşama kadar mektepte şi'ir düşündümCâmi' havâlisinde ceviz oynarken yine şi'ir tasavvur ettimNihâyet gece de sabahlara kadar uğraşarak bir şey karaladımErtesi günü lalaya gösterdimLal kağıda göz gezdirirken benim yüreğim oynardıAcaba ne diyecek diye gözlerinin içine bakardımBilmem beni teşvîk için miydi; yoksa sahîhan vezni ma'nâsı var mıydı; yâhut lalaya mı öyle göründüHer nasılsa bu defa lala beni kucakladı; Aferin! Artık şâ'ir olacağında şüphem kalmadıBaban değil kim men' ederse etsin; artık korkmamdediBu sözler beni derûnumdaki âteş-i heves güyâ yelpâzelediler. Birkaç gün gündeliğimden tasarruf edip lala ile beraber gizlice sahaflara gittik; bir âşık Ömer mecmu'ası aldıkGeceleri onun mütâla'asıyla meşgul oluyordum. Pek az müddet de lalanın okuduğu ve yaptığı şi'irlerin nâ-mevzûn olanlarını temyîz etmeye ve hatta okuduğum Âşık Ömer ve Gevherî iş'ârından beğendiğim beyitlere nazîreler bile söylemeye başladım! Fakat ma'nâ cihetine çocukluk aklım ermezdiTâ ki merhum Fatin Efendi ile görüştümBen kendimi olmuş bitmiş; bir şâ'ir-i mâhir ve cihâna misl ve nazîri gelmemiş bir üstâd-ı müncer sanıp dururken efendi merhûmun ihtârârı bu kusûrumun ikmâline sebep oldu. İmdi eğer mevzun söyleyene şâ'ir ıtlâkı sahih ise bu vesîle ile bizim lalanın sâye-i feyz ve himmetinde ben de şâ'ir oldum. İşte eğer köle bizde kalıp da ben onunla dâ'imâ düşüp kalkmış olsaydım. Başı açık bir hırsız olmazsam da mutlaka 'afîf-i munzır mürtekiblerden biri bulunurdumEğer lalanın iyiliği galip olmayıp da yalnız paraya irtikâb ile beni hevâ ve hevesime terk edeydi ben olamadıktan sonra baldırı çıplak bir tulumbacı olurdum. Âh!..Eğer İstanbul'daki lalaların hepsi bizim İsmâil Ağa'ya benzeseler yine çocuklara ne mutlu! Eğer insan-ı kâmil olamazlarsa da bâri şâ'ir olurlarLâkin onların birtakımı para husûsunda tamamıyla Ağa'ya benzerler; fakat ta'lîm-i âdabda beherleri ve himmetleri yoktur. Birtakımı da bizim ma'hûd kölenin yaşlılarıdırAllah çocukların yardımcısı olsunZîrâ ilk bağından üzüm çalan her çocuk müsâ'ade-i baht ile hizmet-i mülûkâneye nâ'il olamaz; ve kitabını tercüme edip nefsinde vukû'a gelen hatî'âtı benî nev'ine misâl-i ibret olmak için meydana koyamaz. El-yevm kendimde ne kadar kötü huylar görürüm ki ben dahi onlardan rahatsız ve bî-zârımVe dikkat ederim ki bunların her biri hâl-i sabâvetimde gördüğüm terbiyeden kalmış bir eserdirLâkin hayf ki kırk yaşını geçtim; otuz beş; kırk yıldır bu huylarla me'lûf olduğumdan şimdi def' ve izâleleri elimden gelmiyor. Vâkı'â birtakımını cebr-i nefs edip zâhire çıkarmamaya muktedir oluyorum; lâkin bu cebr-i nefs esnâsında kendimde bir ıstırâp eseri hissetmemeye kâdir olamıyorum. Âh ne olurdu ki vaktiyle bir hüsn-i terbiye görmüş; ve ahvâl-i âlemi zamânıyla bilmiş olaydım! Âh ne olurdu gibi bir lala elinde büyüyeydim! Ziyâ Paşa içinde bulunup da âsâr-ı terakkiyâtıyla mübâhî olduğumuz devr-i dilârâyı hazreti pâdişâhîde maddî ve ma'nevî mehâsin-i lâ-tahsî müşâhede edilmekte ve ulûm ve ma'ârif ve sanâyi'in her şu'besinde nice âsâr-ı terakkî görülmekte olmasıyla bu bâbda atnâb-ı makâle hâcet görülmezKaldı ki mukaddemâ Dersa'âdet'in matbû'ât-ı mevkûtesi senevî müneccimbaşılar tarafından çıkarılan takvîm-i sâl ile haftada bir def'a çıkmak üzre müretteb olan Takvim-i Vekâyi' nüshalarından ibâret iken Cerîde-i Havâdis bunlara sâlis ve bu şekl-i müselles terakkî ve tevessü' efkâr-ı âmmeye bâ'is olup giderek Tercümân-ı Efkâr umûmiye olunan matbû'ât-ı mevkûte birdenbire ol kadar tekessür etmiştir ki müddet-i kalîle zarfında rû-nümâ olan terakkiyâtın beyân-ı tafsîliyesi şöyle dursun yalnız bu sırada müneccimbaşı efendi tarafından sâl takvimine ilâve olan fevâ'id-i cedîdenin bâb bâb şerh ve îzâhına tasdî olunsa bir büyük kitap olur fakat üç dört seneden beri bu takvimde görülen sene-i şemsiye-i hicriye mes'elesine dâ'ir bazı ebhâs ve mütâla'âtın ber vech-i âtî erbâb-ı dikkate arz ve ihtârı muvâfık-şi'âr-ı şükr-güzârı görülmüştür. Evrâk-ı derûnun leyl ü nehâr deste deste şîrâze-beste-i fasl-ı hazân ve baharı oldukça eyyâm-ı mütevâliyeye göre evzâ'-ı felekiyenin ta'dîl ve takvîmi ile senelerin ta'yîn-i meâsim ve fusûlü nev'-i beşerin pek eski bir âdet ve usûlüdür. Cevdet Paşa **LÂHİKA** Bu âlem teceddüd ve inkılabdır ihtilâf-ı leyl ü nehârî gibi tahavvül-i edvâr ve ekvârı dahi hep tekâbül-i sülb ve îcâbdır bunun hakâyık-ı ahvâlini bilmek ve nazariyâtının ukde-i eşkâlini halledebilmek şöyle dursun müşâhedeye istinâd ile yakîniyâttan ad ve i'tikâd olunan bazı kazâyâ bile galat-ı his ihtimâl ve mülâhazasına mebnî mahal-i bahs ve irtiyâbdır. Ez cümle evzâ'-ı felekiyenin tağyîrine ve leyl ü nehârın tekerrürüne bakıp bir hareket-i yevmiye müşâhede ediyoruz lâkin mir'at-ı nazara-i evlâya mün'akis olduğu vecihle devr ve hareket eden şems ve kamer midir yoksa üzerinde bulunduğumuz küre-i arz dönüp de bu görüşümüz galat-ı hiss-i nazar mıdır burası ez kadîm-i hükemâ beyninde muhtelifün fîh bir meseledirPisagor ki müddet-i medîde Mısır'da ve Asya'da dolaşıp tahsîl-i ulûm-ı hikemiye eylemiş bir zât-ı celîlü'l müessirdirOnun re'yine göre güneş merkez-i âlem olup etrâfında arz ve ecrâm-ı sâ'ire sâ'ir ve dâ'irdirAsr-ı Eflâtun'a kadar onun mezhebi meslûk felâsife-i Yunan idiBa'de Aristo arzın sâbit ve etrâfında şems ve kevâkib-i sâirenin müteharrik olmasına zâhib olduİlm-i hey'ette hükemâ-yı İslâmiyenin me'hazı olan kitâb-ı Mucassatî dahi onun mezhebi üzre yazıldı bu vecihle her tarafta Aristo mezhebi i'tibâr bulduVe Pisagor'un mezhebi efkâr-ı âtîka-i mehcûreden ad ve itibâr edildiMu'ahhiran hükemâ-yı Avrupa şemsin etrafında arzın müteharrik olduğunu isbat etmeleriyle Pisagoros mezhebi yine meydana çıkıp el-hâlete hâzâ her tarafta şâyi' olan hey'et-i cedîdeye esas oldu ve Avrupa'da cesîm rasathâneler bünyâd ve büyk dürbünler îcâd olunarak ilm-i hey'et şimdi câlib-i nazar-ı hayret olacak dereceye geldi. Ve kitâb-ı Mucassatî kûşe-i nisyanda kaldı insan meşhûdâtta böyle ihtilâfa düşünce ma'kûlâtta ne kadar ihtilâf-ârâ vukû'a geleceği cüz'î te'emmül ile anlaşılır işte bunun içindir ki mebâhis-i hikemiyenin çoğunda efkâr-ı ukalâ yekdiğere mu'ârız ve bir adamın bir zamandaki re'yi diğer zamandaki re'yine münâkız olurHer fende bu misillü ihtilaflar çoktur fakat veche meşrû üzre hey'et-i cedîde ve atîka ihtilâfının ilm-i zeyc ve takvim hesaplarına te'sîri yoktur zîrâ devr eden gerek şems olsun ve gerek arz olsun iki takdirce dahi hareket-i yevmiyenin miktarı birdir. Şu kadar ki şemsin bir devre-i yevmiyesi denilecek yerde şemsin etrafında arzın bir devre-i yevmiyesi denilmek lâzım gelip hakîkat-i hâl ma'lûm olduktan sonra böyle bazı ibârâtın tebdîliyle ihtilâf-ı i'tibârâtın ta'dîli ise emr-i sehl olduğundan bâlâda mebsût olan mesâ'il zeyc ve takvimin hey'et-i cedîde ahkâmına mübâyin düşmeyeceği emr-i zâhirdir. Cevdet Paşa Olanlar feyizyâb-ı intibâh âsâr-ı kudretten Alırlar hisse-i ibret temâşâ-yı tabi'attan Ey rûh-ı medhûş! Dalmış olduğun hâb-girân-ı gafletten artık bî-dâr olSeni ihâta eden şu temâşâgâh-ı şukûhe atf-ı nazar etAsıllarını sûret-i tekevvünlerini şekillerini fevâidini başka başka sûret-i tahayyüre alÂsâr-ı rahmet-i ilâhiyeye nâzır olan her kalb-i meşhûn hayret ve i'câz eden revâbıt-ı mâlânihâye-i kâinâta bak! Bazen gökyüzüne nazar ederimOnun elvân-ı muşa'şa'a ve mütenevvi'asını âleme neşr-i envâr eden yıldızları pertevî muhât olduğum eşyâyı bana ayân eyleyen şems-i tâbânı temâşâ ettikçe meftûn ve mütehayyer olarak bu şeyler kimin eseri olduğunu kendi kendime şu sûretle su'âle başlarım: Bu kubbe-i fasîha-i semâvâtı kim inşâ eyledi?..Ad ve ihsâya gelmeyen kanâdili oraya kim ta'lîk etti?..Şa'şa'alarını derece uzak mesâfelerden bize kadar îsâl eden yıldızlar hangi sâni'in eseridir?..Onlara kadar intizam tahtında seyr ve hareketi kim ta'lîm etti?..Güneşi tenvîr-i âleme ifâza-i arza me'mûr eden kimdir?. Ey yüce dağlar! Size böyle tarh esâs-ı istivâr eden sırrınızı bulutlara kadar a'lâ eyleyen kimdir? Sizi sebz ü hürrem ormanlarla meyvedâr ağaçlarla bin türlü nâfi' nebâtât ile rengîn ezhâr-ı mütenevvi'a ile tezyîn eden kimdir? Şevâhikinizi karla buzla setr eden arzı ervâ ve ihyâ edici menba'ları -her tarafa feyz ve bereket ve hayat bahş eyleyici nehirleri sînenizde nebe'ân ve cereyân eden kimdir?.. Ey güzel çiçekler! Bu zîneti bu arayışı size kim bahş eyledi!..Sizin bu letâfet-i dilfiribinizi husûle getiren bir avuç toprak birkaç damla sudan ibâret midir?.. Tefrîh-i müşâm eden revâyih-i tayyibeyi nereden buldunuz?.Tezyîn-i enzâr eden elvân günâgûn size kim ihsân eyledi? Ey topakları suları şenlendiren mahlûkât? Hilkatiniz hayatınız ve tabi'atınıza - sûret-i ta'ayyüşünüze muvâfık olan ve kuvve-i idrâk-i beşeri dûçâr-ı hayret ve istiğrâb eden bin tülü havas ve hevâs-ı acîbeniz kimin atayasıdır? Akıl ve idrâkimi kemgüşte-i hayret eden bu garâibi düşündükten sonra bir aralık kendimi tahatturla ser-efrâz-ı mahlûkât olan nev'-i beşerin hilkat ve mâhiyetini te'emmüle başlarımBu sırada dahi muhayyer-ı ukûl bir nice hârık fevc fevc pîş-i nazar-ı ibretime gelir ve gönlümü müte'essir eylerSübhânallah!.Bir avuç toprak derece muntazam bir vücûda nasıl münkalib oldu? Nasıl oluyor ki vücuttan bir uzuv kendisini muhît olan eşyayı görüyorBir diğeri etrafında husûle gelen asvâtı işitiyorBir üçüncüsü havayı ta'tîr eden revâyih-i tayyibeden müstefîd oluyor? Efkârımızı arzularımızı hem-nev'imiz arasında tamamıyla anlatıp anlamak kâbiliyet-i girân-kıymetini bize kim ihsân etti?.Hele en büyük bir nimet olan fikir ve nazarı ki- kâffe-i eşyâyı mîzân-ı dikkate vurmaya aralarındaki revâbıt ve münâsebâtı taharrîye ve bu sûretle yeniden yeniye birçok ma'lûmât ve fevâid istihsâline ve'l-hâsıl beşeriyetimizi isbâta medârdır- nereden bulduk?.Ey Rabbü'l-Erbâb olan zât-ı ilâhî! Hakâyıkı nâ-kâbil-i idrâk olan bunca mü'essir hârikayı te'emmül edip de bunlar bütün senin hikmetini azametini adâletini ki- mahlûkâtın ve husûsan nev'-i beşerin mes'ûdiyetine sebep ve âlettir- nasıl müşâhede etmeyeyeim?.Evet Allahım! Bu kâinât ve onda meşhûd olan âsâr-ı hayât -ve harekât ve sekenât ezelde rahmet-rîz-i sudûr olan fermân-ı kudret-beyân *kün feyekûn* cilve-nümâ-yı vücûd ve şuhûd oldu!. "Ey varlığı varı var eden var "Yok yok sana yok demek ne düşvâr "Der her şeyin lisânı her-gâh Allah Allah Allah Allah Recâizâde MEkrem Sâmi Paşa'nın vefatı üzerine Abdülhak Hamid Beyefendi'nin merhum müşârünileyhin muhâdiminden birine yazdığı ta'ziyetnâmedir: Etmedi sırrını aklım temyîz Hâme-i hayreti ettim tehzîz Ne acibdi kiyazarmış adım Ta'ziyetnâme-i tebrîk âmîz Cihân-ı edebiyatta kıyâmet kopmuş bizim burada haberimiz yokİnsan-ı kâmil sûretinde mücessem bir asr-ı azîm ma'ârif-i fenâ âbâd mâziye inkılâb etmiş edvâr âtiye-i edeb sihrinin mâtem olsa becâdırBi'l-cümle ulemâ ve üdebâ ağlasınlar ki kutb-ı güzînim ve muhteremlerinden dûr oldularBundan böyle mekân-ı mukaddesi arandıkça arş-ı a'lâya bakılsın nâm-ı sâmi-i mübâreği yâd olundukça Allah Allah desinlerVâh bedbahtân-ı istikbâle ki temâşâ-yı likâ-yı rûhânîsine mazhar olmayacak vâh müştâkân-ı devr-i hâzıra ki feyz ve ma'rifetten mahrûm kaldılarUlemâ ve fuzalânın bedrika-i dil âgâhı üdebâ ce şu'arânın en kadîm ümitgâhı zu'afâ ve fukarânın en büyük penâhı nazarlardan nihân olmuşHüdâ bilir ki bu mektubumu giryân giryân tahrîr ediyorumGördüğüm lutf ve merhametler aldığım pend ve nasihatler okuduğum ders-i ibretler ağlar gözümün önünden birer birer güzâr ediyorYa nasıl ağlamayım ki pederimin bin kere fevkinde iken bu fakire peder mu'âmelesi erzân buyurur idiBunda çâkerleri dahi tesellîye muhtâc olduğuma Allah şâhid olsunEvvelki rahatsızlıkları zamânında lisân-ı kerâmetlerinden sâdır olan bir haber kerâmâtın vücûduna zâhirî bir bürhân idiBu girâyise ömr-i azîzinin yâdigâr bihterini ittihâz buyurdukları mahdûm edîb ve necîb muhteremlerinin sûr-ı meserret ve musâheretini görür görmez terk-i cihân-ı fânî buyurmuşlardır ki nezd-i Hüdâda olan mahremiyetlerine bir alâmet-i ma'neviyedir. Sûr-ı âli-i devletlerinin tebrîkini Allah'a karşı ahd etmiş olduğumdan îfâ-yı tehenniyete cesaret ederimYâ rab bu ne rikkat-engîz meserrettirŞehrâyîn-i serverin leyle-i muhât görülmesi ve çehre-i ümîd nev-husûlünün girye-nâk-ı elem olarak görülmesi ne hikmettirfecr-i nûrânîden su'ûd eden dûd-ı siyâh kimlere mûcib-i intibâh olmak içindirMağfûr müşârünileyh herkesten ziyâde ma'mûdunu severmiş ki bizleri böyle mütehassir bırakarak merci'-i aslîsi olan perver-i derkâra gittiAllah ise her abdinden ziyâde abdu'r-rahmân müşâr bi'l-benânı severmiş ki cümlemizin devâ-ı meserret ve memnûniyetine bedel cennet-mekânın husûl-i murâdını takdîr ettiİşte fakirin hükmedebildiği hikmet budurŞimdi vâcib-i te'âlâ hazretlerinden şunu temennî ederiz ki merhum müşârünileyhin zât-ı kudsiyeti bârik-i kibriyâya karîn ve yâd-ı sermedî-i hazîni vicdân-ı İslâiyette defîn oldukça kâffe-i a'zâyı handân-ı âlişânını na'am ve eltâf-ı ilâhîsine mazhâriyetle mesrûr ve şâdân görelim. Bundan ziyâde ne bendenizde tahrîr-i mecâl ne de efendimizde kıra'ete hâl olamamak emr-i tabi'î bulunduğundan ağlamak yine ağlamak üzre feryâda hitâm veriyorum. Tasdî' etse de bu âh zârım Afv eyle ki yoktur ihtiyârım Her kim vâr ise bungün cihanda Nâbûd olacak yakın zamanda Sen hikmete benden âşinâsın Müstağni-i âlem fenâsın Benden sana teselliyet ne mümkün Kim bende de var hüzn-i müzemmin Bu kânûn-ı sânî içinde bir pazar günü idi ki gökyüzü kâmilen bulutla kaplı olduğu cihetle güneş arz-ı dîdâr edemiyorsa da soğuk az rüzgar hafif husûsuyla yerler tamamıyla kuru ve'l-hâsıl bir kış günü için hava her sûretle müsâ'id olduğundan kendi kendime bir kır gezintisi yapmak isteyerek sâhilhâne-i hakîrânem civârında dağdan İstinye üzerlerine doğru gitmeye başladım. Tabi'atın hangi mevsimde hangi vakitte olursa olsun fakat birer başka şekil ve kıyâfette dâimâ güzel görünmek hâssasına mâlik olduğu ma'lumdurGezindiğim yüksek yerlerden etrafa nazar olunduğu halde dağların bayırların derelerin tepelerin birçok parçaları -elvân içinde kendilerine en çok yakıştırılan- yeşil renk ile mülevven ve bazı mahaller ise serv gibi fıstık gibi kışın dahi hazret ve nezâreti zâ'il olmayan ağaçlarla bir kat daha ma'mûr ve müzeyyen görünürdü. Geze geze zemîni yeşil ağaçları güzelin yeşil olan yerlerden birçoğuna uğradımNihâyet İstinye çarına inerek derenin çağıltısını dinledimHatta orada birkaç günden beri cihânı ale't-tevâlî mütena'im envâr-ı hayât eden güneşim hande-i iltifâtına aldanarak zemherîr içinde açılıp saçılmak tehlikesine uğrayan birkaç papatyanın ma'sûmâne hande-nümâ-yı letâfet olduğunu da gördüm. İşte uğradığım gezdiğim yerlerde âsâr ve tezyînât-ı tabi'attan hemen her şey mevcut ve hatta bahara mahsus olan ezhârın bile hakîr ve fakat pek nâzik ve latif bir numûnesi meşhûd olduğu halde yalnız bir şey mefkûd idi ki da bülbüldür. Evet! İhtişâm ve dârât tabi'atın en büyük alkışçısı işte küçücük kuştur ki hizmetini ne bir cûybâr-ı hurûşânın zemzemesi îfâ edebilir ne de bir bahr-i mevâcın demdemesi. Baharda bir ağaçlığa girersiniz bakarsınız ki zemîni zümrüd gibi çayırlar çimenler mefrûş mine gibi parlak mine gibi nâzik çiçeklerle menkûşturBir taraftan da ağır ağır akıp gider bir ırmağın hazîn çağıltısı işitilirBaşınızı yukarıya kaldırırsınız görürsünüz ki her nev' eşcâr- zemîn-i tarâvet nişîni güneşin şiddet-i harâretinden muhâfaza için müttefikan çalışır gibi- yekdiğerine kol atmış yaprakları bitişmiş bitişmiş de âdetâ bir kaba şeklini almış; kubbe-i huzerâ-yı bî-karârın- hava ve aydınlık almaya mahsus pencereleri hükmünde bulunan- şükkâfelerinden semâ-yı fîrûze renk pâre pâre görünürAralık aralık vezâni-i nesîm ile evrâk ve ağsânın birbirine sürtünmesinden âh-ı tahassürü andırır vahşî ve garip bir sadâ peydâ olur. Siz mevki'in zîr ü bâlâsındaki etrâf ve civân-bende âheng-i azamet ve ulviyete küşdâr ve nikrân ve hayrân iken meşcerenin en çok muzlim ve binâenaleyh nüfûz-ı enzârdan en ziyâde sâlim bir cihetinde saklanmış bir bülbülün garîbâne bir sadâ âşıkâne bir edâ ile hazin hazin ötüşünü işittiğiniz zaman yüzünüz daha başka türlü birtakım hissiyât-ı latîfe ile meşhûn olmaz mı? Bir neşîdemde dediğim gibi: olan bu âşık mizâc bu âlî tabi'at kuşcağız nahlistân-ı tabi'atın da âdetâ hayât-ı zî nağmesidirBülbülü veyâhut ona vekâlet edecek sâ'ir murgân-ı nağmekârı olmayan mevâki'-i tabi'iye mürde değilse bile hâbîde gibi görünür. Hâl-i şânını bir dereceye kadar tavsîfe çabaladığım bülbülden gün hasbe'l mevsim bir ses almışım ve nâmındaki eserlerin sâhibi Refik Bey merhûmun- bilmem neden ise- bendenize hazân-resîde bir andelîb-i garibin son terâne-i hazîni kadar mü'essir gelen: "Acabâ bülbüle ne hâl olmuş? "Derd-i hasretle bî-mecâl olmuş "Sararıp cism-i zârı nâl olmuş. "Yoksa hâlâ bahar gelmedi mi? "Müjde-i vasl-i yâr gelmedi mi Neşîdesini ihtâr ettiHalbuki bahar olunca bülbülün yine feryâdı işitileceğini merhûmun ise bir daha görülmesi kâbil olmadığını düşündümBî çârenin şekl ve sîmâsı kendine mahsus olan tavr ve edâsı fart-ı zekâsı mekârim-i ahlâkı ulûvv-i cenâbı mekânet ve metâneti çalışkanlığı ve bu evsâf ve meziyâtının va'ad ettiği ehemmiyet-i istikbâli ve en sonra- büyük kollara da kendinden bir iki gün evvel irtihâl eden birâderi Rızâ'ya refîk-i râh-ı adem olmaya şitâb eder gibi- anfevân ı şebâbının en parlak en neş'eli bir deminde bağtete giriftâr-ı ecel-i kazâ oluşu birer birer gözümün önünden hatırımdan geçmeye başladıEtvâr-ı âlemdeki vefâsızlığı te'emmül ile zavallı refîka acıdımİşte günkü tenezzühümün netîcesi şu te'essürâtın netîcesi dahi şu manzûme oldu. Ekrem Bey Jan Jack Russo'nun nâmındaki romanından birinci mektuptur ki devletli Münîf Paşa Haretleri tarafından tercüme olunmuştur. Hânım sizi bırakıp kaçmalıyım bunun lüzûmunu hissediyorum: Hatta bu kadar beklememeli idim yâhut daha a'lâsı sizi hiç görmemeli idimLâkin ne yapalım? Bana dostluk va'ad ettiniz; benim ıstırâbımı görün ki ve bana akıl öğretiniz. Bilirsiniz ki ben sizin hânenize mücerred vâlideniz hanımın da'veti üzerine geldimBazı fünûnda behrem olduğunu bilerek böyle hoca kayıtlı olan bir yerde sevgili kızının terbiyesi için benden bir hizmet eyittiBen de böyle bir kemâl-i isti'dâd sâhibesinin bazı ezhâr-ı irfân ile tezyînini medâr-ı iftihâr ad ederek ve zımnında olan mühlikeyi mülâhaza etmeyerek bu hizmet-i pür hatırı der'uhde eylemiş idimBu cesâretimin cezâsını çekmeye başladığımı hiç size söylemem: Me'mûl ederim ki sizce işitilmesi nâ-münâsip sözler söyleyecek ve nâmus ve asâletiniz ve hüsn-i cemâlinize karşı borçlu olduğum hürmeti ihlâl edecek kadar gaflet etmem eğer mu'azzeb oluyor isem bâri yalnız ben mu'azzeb olduğum için müteselliyim ve sizin rahatınızı selb edecek bir rahatı hiçbir vkite istemem. Ma'amâfih her gün sizinle birleşiyoruz ve görüyorum ki sizce acımamak ve belki tegâfül etmek lâzım gelen ıstırâb-ı derûnumu bilâ-mülâhaza bî günâhâne teşdîd ediyorsunuzVâkı'â bu mukûle hâlâtda ümîd olmazsa aklın irâ'e eylediği tarîk bilirim ve eğer bu maddede akıl ile edep beynini te'lîf edebilseydim tarîka gitmeye mecbûr olurdumLâkin ciğer-kûşesi için bir fâide me'mûliyle beni da'vet ve bu kadar i'zâz-ı ikrâma müstağrak eden bir zâtın hânesini hod be hod terk etmek münâsip olur mu? Birgün zevcinin istiğrâbını celb etmek arzusuyla ma'lûmât-ı müktesebenizi ketm eden bir vâlide-i müşfikayı bu mahzûziyetten mahrûm etmek nasıl câ'iz olur? Kendisine hiçbir şey söylemeyerek küstâhâne bırakıp gitmeli mi? Yoksa çekildikliğimin sebebini kendisine söylemeli mi? Asâlet ve iktidarca kat'an küfvünüz olmayan bir adamın böyle bir kararı kendisince âdetâ hakâret olmaz mı. Hânım şu müşkülün halli için yalnız bir çâre görüyoru; bu da beni bu hâle koyan elin kurtarmasıdır; benim felâketlerim hatâlarım gibi hep sizdendir hiç olmazsa bana merhamet-i cemâl bâ kemâliniz müşâhedesinden beni mahrûm ediniz şu mektubumu vâlideniz gösterinizBeni bir daha kapınızdan içeri koymayınız âdetâ tard ediniz; sizin her türlü mu'âmelenize katlanırım ben kendiliğimden sizi bırakıp gidemem. Siz beni tard edesiniz! Ben sizi bırakıp gidemem! Niçin? Cemâl ve kemâlden müte'essir olmak ve şâyân-ı tevkîr olan bir zâtı sevmek günah mıdır? Hayır güzelim; sizin şa'şa'a-i cemâliniz gözlerimi kamaştırmış idiFakat siz de buna can veren daha te'sirli bir câzibe olmasa hiçbir vakitte 'inân-ı ihtiyârımı elimden alamazdıSiz de fevka'l-gâye bir nezâket ile hilm ve mülâyemetin rikkat-bahş olacak sûrette ittihâdı ve başkalarının felâketleri hakkında şefkat ve kalbin safvetinden münba'is bir akl-ı selîm ve bir hüsn-i tabi'at vardır ki işte ben bunların hayrânıyım. Hülâsa kemâlât-ı sûriyenizden ziyâde kemâlât-ı ma'neviyenizin meftûnuyumSizi daha güzel tasavvur etmek kâbildirFakat daha dilnevâz ve bir ehl-i ırz adamın muhabbetine daha lâyık farz etmek mümkün değildir. Cenâbı Hak meyl ve mîzâcımız ve sinemiz beyninde bir ittihâd-ı hafî vaz' etmiş bundan dolayı bazı kere iftihâa cesâret ederimHenüz pek genç olduğumuzdan bizdeki temâyülât-ı tabi'iye rehîn-i fesâd olmayıp birbirine muvâfık gibi görünür. Halkın siyâk ve ahd üzre olan meslek-i mezmumlarına sülûk etmezden evvel efkâr ve hissiyâtça müttehid meslek ve müşvârımız vardırRe'ylerimizde gördüğüm bu ittihâdın gönlümüzde dahi bulunduğunu tasavvura niçin cesâret etmeyeyim. Bazı kere gözlerimiz yekdiğerine karşı gelirBirlikteyi ihtiyâr ederiz ve bazı gizli gözyaşları dökeriz.Âh Juli bu itihâd eğer takdîr-i ezelî ise.Bütün dünya yere gelse..Aman Juli affediniz şaşırdımSaçma söylüyorumTemenniyâtımı addetmeye cesâret ediyorum arzularımın şiddeti mevzu'larına kendilerinde olmayan imkân rengini veriyor. Gönlüm benim için ne felâketler hazırladığını dehşetle görüyorum felâketlerimi ümîd ile tahfîf etmek dâ'iyesinde değilim mümkün olsaydı gönlüme husûmet ederdimSizden istediğim inâyetin mâhiyetine bakarak niyetimin hâlis olup olmadığına hükmedinizBeni helâk eden zehr-i hilâhilin mümkün ise menba'ını kurutunuzŞifâyâb olmak yâhut ölmekten başka bir şey istemiyorumBir âşık-ı dilfikâr nasıl lutf ve mürüvvetinizi niyâz eder ise ben öyle anf ve şiddetinizi niyâz ederim. Hakîkat size söz veririm ve yemin ederim ki ben de aklımı başıma toplarım yâhut derûnumda zuhûrunu hissedeceğim ıstırâbı onun ka'rında bir noktaya cem' ederimLâkin Allah için olsun ciğergâhıma işleyen tîr-i nigâhınızı artık bana tevcîh etmeyiniz; nâz şîvelerinizi nâzenîn ellerinizi sarı saçlarınızı nâzik edâlarınızı benden saklayınız; nazarımın gaflet-i harîsânesini aldatınız halecansız işitilmesi mümkün olmayan güzel sesinizi işittirmeyiniz: Hülâsa bambaşka bir zât olunuz tâ ki benim gnlüm yerine gelsinSize doğrusunu söyleyeyim mi? Geceleri vakit geçirmek için oynanılan oyunlarda herkesin önünde birtakım cangüzâr teklifsizlikler ediyorsunuz; başkalarına karşı nasıl çiğnetmiyorsanız bana karşı da öyle çiğnetmiyorsunuzHatta dün gece az kaldı ki cezâ olarak bana kendinizi öptürecektiniz: Pek cüz'i muhâlefet gösterdinizİsâbet oldu ki ben ısrar etmedim. Gittikçe tezâyüd eden ıstırâbımdan anladım ki helâk olacağım bunun üzerine durdumÂh hiç olmazsa di'l-hâhım vecihle bu bûse ile istifâ-yı haz edeydimBu bûse benim son nefesim olurdu; ve dünyada en bahtiyar adam olurdum. Vahim netîceleri müntec olabilecek şu oyunları lütfen terk edelimBu oyunların içinde hiçbir zararsızı yoktur bi'l-'akis pek muhâtaralıları vardırAllah bilir elim elinize tesâdüf eder diye titrerim bilmem nasıl olup da yine her vakit tesâdüf ediyorHemen eliniz elime değirdiniz bir yürek oynamasına uğruyorum: Oyun sıtmayı ve belki ihtilâl-i şu'uru mûcib oluyor: Artık bir şey cib oluyor: Artık bir şey göremez bir şey hissedemez oluyorum; işte ihtilâl esnâsında ne diyeyim ne yapayım nereye saklanayım kendime nasıl kefil olayım? Ders esnâsında başka türlü mahzurlar varVâlideniz yâhut halanızın kızı hazır olmayarak bir lahza sizi görürsem bütün bütün vaz'iyetinizi değiştiriyorsunuz ve bir sûrette vakar ve mekânet takınıyorsunuz ve öyle soğuk mu'âmeleler ediyorsunuz ki size olan hürmetim ve sizi gücendiririm korkusu akıl ve idrâkimi selb ediyor ve kemâl-i fetânetinizle berâber güç hâl ile okuyabildiğiniz ders üzerine titreyerek ve dilim dolaşarak birkaç söz söyleyebilirimİşte böyle sûretâ gösterdiğiniz müsâvâtsızlık ikimize de muzır oluyor: Hem beni muzdarip ediyorsunuz hem de kendinizin ta'limine mâni' oluyorsunuzBu derece ma'kûl bir zâtın televvün-i mîzâcına sebep ne olduğunu anlayamıyorumHalkın önünde kadar hiffet ve tenhâda kadar mekânet nasıl mümkün olduğunu su'âle cesâret ederimBen zannederim ki bunun aksi olmak lâzımdır ve insan sûret-i hâlini hazârın adedine göre tertîb etmelidirBöyle yapacak bir de mahremiyet hâlinde resmî mu'âmele ve halk huzûrunda teklifsizlik gösterdiğinizi her vakit müsâvî bir ıstırâb ile görüyorum. Bundan böyle tenezzülen ıttırâda ri'âyet buyurunuz belki daha az mu'azzeb olurum. Erbâb-ı necâyetin mecbûl oldukları şefkat bazı kere hürmet göstermiş olduğunuz bir bî-çârenin hâli hakkında bize rikkat-bahş olur ise mesleğinizce cüz'î tebeddül onun şiddet-i ıstırâbını biraz hafif eder ve sükûta ve felâketlerine daha ziyâde sabr ve teslîm ile tahammül ettirirEğer onun mahcûbiyeti ve hâl-i perişânı size te'essür etmiyorsa ve siz onu mutlaka telef etmek istiyorsanız kendisi kat'an dehân-ı şikâyet açmayarak siz buna muktedir olursanız sizin emrinizle helâk olmayı nazarınızda kendisini kabahatli edecek bir hareket-i gayrı mütebassırâneye tercîh eder. Hülâsa hakkımda her ne emr ederseniz râzıyım hiç değil ise mütecâsirâne bazı ümîde üştüğümden dolayı nefsime itâb etmem; bu mektubumu okursanız red cevâbından korkmasam bile sizden ricâ edebileceğim her şeye müsa'ade etmiş olursunuz. Münif Paşa Bundan altmış altı sene mukaddem ya'ni hicretin yirmi altısında Mısır ile İskenderiye hâkimi İbdâh Bin Sa'id Bin Ebi Sürhâ Afrikayı feth için asker sevk etmiş idiHusemâmız ne derse desin hepsi terhâttırBiz târihimize bir manzûme-i fütuhât nâmı verebiliriz -Afrika zaman Rum kayserinin idaresinde idi- Trablus'tan şu bulunduğumuz Sebte Boğazı civârında vâki' Tuncaya kadar yayılıp giden iklimin hâkimi Çarçîz yüz bin neferi mütecâviz bir ordu ile mücâhidîn-i İslâma sadrullah olmak isterŞabıtla civârında kırk elli gün muhârebe ederlerÇarçîz ne kadar suhûletle asker tedârik ederse tuttukları mahal İslam memâlikine ba'îd merkez-i hilâfetle muhâberede bi't-tabi' munkatı' bulunduğundan tûl-i emel nisbetinde mesâfeler kat' ederek vürûd eden mücâhidîn ordusunun da istimdâd etmesi kadar müstahil olurBunun netâyic-i tabi'îsinden olarak gide gide bizim tarafta za'af ve fütûr alâmetleri zuhûr ederDüşmanın bu fırsatı ne yolda iğtinâm ettiğini size nasıl şerh edeyim? Ordumuzun makarrı bir şühedâ mahşeri olmuştu! Büyük bir sahrâda hicret-i ber âhiret olmuş kırk elli bin kadar cenâze nasıl gider? İşte mücâhidîn ordusu hâli kesb etmişti! Hâneleri kehf-i inzivâ pencerelerine siyah perdeler çekilmiş kapıları duvar kesilmiş mescitleri ziyâretgahları meclisleri mesîreleri mahbesleri sarayları sokakları pazarları hâlî ender hâlî samt ve sükûnette kabristân hâline gelmiş bir büyük ma'mûre-i medeniyet tasavvur edinizİşte mücâhidîn ordusunun mâtemini tutan merkez-i hilâfetin hâli merkezde idi! Ahâlinin cezîretü'l-Arap'ta döktüğü gözyaşları mücâhidînin Berberiye'de döktüğü kana iltihâk edecek raddelerde idi diyebiliriz-Bu menhûs iklim yediği yetim hakkı içtiği mazlum kanıyla haşre kadar lekedâr addolunsa sezâdır- ashâbtan Abdullah Bin Abbas Abdullah Bin Ömer Ukbe Bin Nâfi' bir fırka-i muvahhidîn ile firâr ettikleri sırada imiş ki Abdullah Bin Zübeyr Ecel-i kazâ gibi habersiz havârık-ı felekiye gibi nâgah zuhûr sarsar-ı belâ gibi kavm-i deryâlarını hurûşân ederek ma'iyyetinde bir cem-i gafîr serdâr-ı bedbaht Abdullah Bin Sa'id'in muhârebede tuttuğu mevki'de nümâyân olurİşte kütüb-i vekâyi'de harbü'l-'ibâdla nâmı el-ân cihâd-ı meşhûr mevki'de vukû bulmuştur. Hizmet-i yek-vücûdânede çâr-yâr hazretlerinin veresesinden bulunan bu dört serdâr-ı fedâkâr kef-i gayretlerinde hâme-i seyf-i nusret manzûme-i fütûhât olan Arap târihine bir zafernâme daha yâdigâr ederÖyle bir zafernâme ki hicü'l-mu'allakta mahkûk olsa revâdırÇarçîz dediğimiz serdâr-ı Berberî İbn-i Zübeyr elinde hayattan berî olurErkânıyla ma'iyyeti ise ekseriyet üzre esîr edildiğinden âmâl-i müsâlemet muvakkaten husûl bulurBundan bir müddet sonra Yezid Mu'âviye Bin Süfyân zamanlarında da Mısır hâkimi olan 'Ukbe İbni Nâfi' Afrika'ya geldiSirin'i Kartaca'yı Tunus'u zabt ettiKırvan nâmıyla ma'lûmumuz olan şehri binâ ettirdiNe büyük eser! Tahrip değil inşâ etmişNe büyük zafer! Atlas dağlarının cenûbuna doğru şitâbân olurSus memleketi sevâhiline nüzûl ederBen Nâfi'in Kanarya Adaları mukâbilinde zabt ettiği azametli iklimin sâhilinde devesini bahr-i muhîte sürmek istediği ve sonra bir denize bir de gökyüzüne tevcîh-i nazar ederek askerinin rûy-ı deryâda da yürüyebilmesi için şeri'at-ı İslâm'ı kutbîn-i arza kadar îsâl etmek va'adiyle Cenâb-ı Hak'tan temenni-i iktidâr ettiği meşhûr olmuştur. Aşağıdan yukarıya edilen bu hitâp yukarıdan aşağıya inen hitaplar kadar ulvî idi! Onu gökte meleklerin lâyık olduğu vecihle telakkî edebilmesi için gerdûne-i arzın birkaç saniye durmuş olmasına kâ'ilim! Onlar bu yolda ibtidâ-yı feth nusret etmişlerBize bir şehrâh-ı ibret küşâd eylemişlerİşte bugün de ben ki halîfe Abdülmelik Bin Mervân tarafından Hasan Bin Nu'man'ı istihlâfen Mısır'a hâkim ta'yîn olunan Abdül'aziz'in emriyle Afrika'ya istilâ eden Mûsâ Bin Nasîr'imMağrib-i aksâda eslâfım olan e'âzımın hakkıyla galebe edemedikleri cengâver Berberîleri târumâr ettimŞevket-i İslâmiye a'lâyı ilm ederek geçtiğim memleketlerden aksâ-yı garba kadar pîrûm olduYer muvahhidlerimiz gök tevhîdimizle dolduUkbe'nin mâlik olduğu mesleğe ben sâlik oldumFakat benim mâlik olduğum yerlere yalnız vâsıl olmuştuzabt ettiği yerleri eski ashâbından alıp İslâm'a hediye ediyorum. Şekil ve sîmâda Araplara benzeyip fakat ihtiyâl ile hıyânette hiçbir kavme benzemeyen Berberîler vakt-i hazırda bile çıkaramadıkları zırh-ı kavîyi bir tarafa atıp boyunlarına kefen taktılar da bizden istîmân ettiler. Öyle siyah çehreli yüz binlerce mahlûkâtın beyaz kefenlere bürünmüş oldukları halde karşıma gelişi üstüne fırtına bulutu çökmüş bir müteharrik kabristan gibi mevtâ elbisesi giyinmiş bu dünyevîlerin gönlüme ilkâ ettiği hissiyât diyebilirim ki cenâb-ı Mesîh'in bir işâret-i i'câzkârânesiyle yeniden iktisâ-yı hayât ettiğini gördüğü ululara karşı hâsıl olan tasavvurları kadar âlî idi! Biz kavm-i vahşîden intikâm almak istemedik; istîmân ettikleri için cümlesi affolundular. İnsâniyetin âşığı olduğum gibi ma'şûku olmayı arzu ettim; bilirsiniz ki Allahın kimseye benzemez bir mahlûkuyum..Ben Nâfi'in sedd-i râhı olan deryâlar benim azîmetimi tahvîl edemezŞimdiye kadar geldik; şimdiden sonra da gideceğizYalnız karaların sultânı değil; İslâmiyeti denizlerin de mâlikesi görmek isterimGeçtiğimiz ovaların denizden ne farkı vardı? Onların da bahr-i muhît gibi kenarı görünmüyordu-Denizde dağ büyüklüğünde dalga gibi müteharrik dağlar var idiBata çıka geldik. Yine bata çıka giderizBerberiye ehlini gördükŞimdi de Endülüs halkını öğrenmeliyizFethini azm ettiğim bu Endülüs kıt'ası arâzisinin letâfeti cihetiyle bir ilşâma havasının i'tidâli münâsebetiyle emen'e ezhâr ile ıtriyâtının mebzûliyeti hasebiyle Hindistan'a mahsûlâtının bereketi sebebiyle Mısır'a ma'âdininin zî-kıymeti olmasından dolayı da Çin'e benzerMaksadım bu kadar memâliğin mehâsin-i tabi'iyesini cem' eden: Bu kadar ni'mete müstağrak olan bir memleketin halkına hakkın inâyetini kudretin semahatini diyânetimizin feyz ve hakîkatini ona bir İslâm'ın mü'essir himmetini insâniyetin ferâ'iz-i ubûdiyetini ta'yîn etmektir. Abdülhak Hamit Endülüs hükümdârânının hazîneleri içindesin! Sen nereden gelip nerede durmuşsun? Azîmetin ne tarafa? Tâ Suriye'den gelip durmuşsun; yarın sana bir fâtih diyecekler! Bununla berâber sen bir kulübeden çıktınBir saray hazînesindesinBir mezara gireceksin! Şu gözünün önünde parıl parıl yanan şeyler nedir? Birtakım hükümdârân-ı mâzînin ser-nigûn olmuş efserleri! Bu şehr bir tahtgâh-ı saltanat olmasa bile bu oda bir tâcgâh-ı müsahhardır! kralları teşhîs eden taçlar senin pençende! İktidârının kemâline yirmi beş bürhân yirmi beş şâhit! Bununla beraber ey serdâr-ı gâlip sen yalnız bir türbedârsın! Sen bu taçların ashâbı olan hükümdârâna imtisâl etmeOnlar gâfil ve mağrûr imişlerZü'l-celâlin kudretini beşerin aczini zamanın inkılâbını düşünmemişlerHep birbirlerinden intikâm alarak gelip gitmişlerSen onların saray-ı saltanatına girdinHazîne-i servetine mâlik oldun. Defîne-i esrârını keşf ettinRodrik sana onların istikbâlini gösterdi; sen de âleme Rodrik'in âtîsini tasvîr ediyorsunİşte koca bir milletin âlme-i istikbâli ayağın altında yuvarlanıp duruyor! İşte dâhilinde cereyân eden nehr-i ikbâle bir başka mecrâ açıldı; bu da mahzâ senin getirdiğin inkılâb ile açıldı! Bununla beraber sen hiçbir şey değilsin ben ziyâd sen mücerred hiçsin!. **."TEBDÎL-İ TÛRABLA"** Ne olur? Rabbim! Bana da biraz gurur gelse! Gurur ile çıksam çıksam da sonra birdenbire düşüp ne kadar âciz ne kadar iktidarsız bir mahluk olduğumu bir kere daha öğrensem! Oku Bin Ziyad Oku; şu efserlerin her biri bir hükümdâr-ı bedbahtın ser-güştüdür; oku İbni Nusayr'ın kölesi! .. . Pencereye takarrüble ve gittikçe tahazzünle Ey nehir! Kim bilir târih-i tebe'ânın hangi tûfânıdır? Kimbilir kaç bin inkılâb görüp geçerdinBunca asırlardan beri cereyân edip gelmişsinBir kere götürüp bıraktığın şeyler bir kere daha gelip geçti mi? Heyhât!Zamanını birtakım ezvâk-ı pâdişâhâne ile geçirirken yine güvendikleri zamanın mürûruyla nâm ve şöhretleri unutulmuş binlerce hükümdârân melekeleriyle mahbûbeleriyle kayıklara tâ devr-i esâtîre kadar gidersek ilâheleriyle perileriyle timsahlara yunuslara binerek senin üstünde safâlar sefâhetler etmişler! Hiç bilmemişler ki mesîreleri olan nehr-i ikbâlin menba'ı gibi mansıbı da deryâ-yı ademdirHiç bilmemişler ki bir gün bir Arap serdârı ordusuyla gelip nehrin sevâhilini ihâta eder; fakat yine cereyânına bir sedd-i hâ'il yapamayacağını gördüğü için aklı bunun hikmetini ihâta etmez; ne kadar âciz olduğunu derhal anlar; mağrûr ve mesrûr olacak yerde nefsini tahkîre mecbûr olur; birtakım mütâla'at-ı hüzn-engîz ile ağlamaya başlar! "Şehre bakarak" işte vücûd-ı ihtişamlarının a'zâ-yı meyyitesinden hâsıl olan ziyâ-yı kâzib ma'mûre-i saltanatlarının şı sönük sönük yanan kandillerinde görünür; bu hâl ile Talyatla şehri derûnunda fosforlar görünür bir kabristana benziyor! Abdülhak Hamit senesi ramazanının on dokuzuncu günü Sultan Abdülmecit Han Hazretleri vâlidelerinin ihyâsına muvaffak oldukları dârü'l-ma'ârif nâm mektebe teşrîf ile encümen-i dânişin kırk nefer a'zâ-yı dâhiliyesi ve hey'et-i vükelâ-yı fehâm hazır oldukları halde encümen-i dânişi küşâd buyurmuşturzaman sadrazam bulunan Reşit Paşa bi'l-bedâhe nutk-ı âtîyi îrâd eylemiştir: **SÛRET-İ NUTK** Veli ni'met bî-minnetimiz pâdişâhımız efendimizin ibtidâ taht-ı saltanat-ı seniyyelerine revnak verdikleri yevm-i mes'ûduna Allâhü'l-hamd devlet ve mülkte terakkîsi görülmekte olan kuvvet ve ma'mûriyetin ve âlemin nâ'il olduğu sa'âdet ve emniyetin mebde'-i mübârekidirİnsanlığı bildirecek ve herkesi dünya ve âhirette sa'âdet ve selâmete erdirecek ulûm ve ma'ârifin intişârına dahi bir tarîk-i suhûlet açarak Cenâb-ı Hakka şükürler olsun az vakit içinde semere-i nâfi'asını ve irfân-ı hakîki-i şâhânelerinin dahi delîl-i kavîsini gösterdilerİşte bunun tedâbir-i mütemmimesinden olmak üzre bu encümen-i dânişin teşkîlini dahi murad buyurup vâlide-i muhteremelerinin eser-i âliye iktifâen ihyâ buyurdukları böyle bir eser-i celîlde bu cem'iyet-i hayriyenin bedâyi'i günü teşrîf-i şâhânelerini dirîğ buyurmayarak cümle kullarını ihyâ buyurdularBizler nasıl bahtiyâr adamlarız ki hayırlı bir asra yetişerek envâ' na'am-ı sûriye ve ma'neviye ile mütena'im olmaktayız ve bizim evlatlarımız bizden ziyâde bahtiyardır ki her ni'mette bizlerle müşterek olduktan başka kemâlât-ı insâniyeye lâzım olan ulûm ve ma'ârifin esbâb-ı suhûletini dahi inâyet-i velîni'metle hâzır ve âmâde bulmaktadırlarHak Te'âlâ Hazretleri sâye-i şâhâneyi üzerlerimizde dâ'im buyursun âminVelîni'met efendimiz encümen-i dânişin küşâdını emr ve fermân buyurdular. Bunun üzerine encümen-i mezkûrun bazı a'zâsı tarafından kaleme alınan hitâbeler içinden intihâb ve cümlesine tercîh olunan devletli Cevdet Paşa Hazretlerinin şu hitâbeleri kıra'et olunmuştur: **.SÛRET-İ HİTÂBE** Âlemde ilm ve ma'rifet gibi bir şeref ve meziyet olamazVe metâlib-i insâniyenin esbâb-ı tahsîliyesi sanâyi' ma'rifetinden başka bir şeyle husûl bulamaz. Ve her neye dâ'ir olursa olsun ve her nerede bulunursa bulunsun ilm ve hüneri kad ve kıymeti inkâr olunamaz. Bu gördüğümüz sâmân ve intizâm ahvâl-i enâm ve hüsn-i mu'âşeret havâs ve avâm hep ilm ve hünerle husûle gelmiş bir eser değil midir? Ve meşhûdumuz olan bunca garâ'ib-i umûr ve sûret-i âsâyiş ve huzûrun nazar-ı im'ân ile bakılıp mîzân-ı dikkat hakâyık şinâsiye vuruldukta dâniş ve ma'âriften başka bir sebebi var mıdır. Bunun için feth-i ebvâb-ı hikmet ve tertîb-i esbâb-ı terakkî ve ma'rifet ile terbiye-i umûmiye kaziye-i hayriyesinin iştihâr ve intişârına sarf-ı himmet eyleyen devletlerin cerîde-i âmallleri şîrâze-kîrslik intizâm ve re'âyâlarının mes'ele-i âsâyiş bâlleri sûret-pezîr-i bekâ ve devâm olageldiği bahs ve iştibâh kabûl eder mevâddan değildir. Ve insanın mâhiyeti hayvan-ı nâtık olduğundan iki cihetle olup hayâtının emr-i muhafazası ve his ve hayâtı hasebiyle ihtiyâcât-ı cismâniyesinin husûle gelmesi ve sâ'ilinin istihsâlinde ve medeni't-tab' olduğundan emr-i temeddünce zarûri'l-ihtiyaç olan esbâb-ı teshîliyenin istikmâlinde fünûn-ı tabi'iye ve riyâziyeye muhtaçtırCihet-i rûhâniyesi ya'ni nâtık ve külliyât-ı umûru müdrik olması hasebiyle dahi istifâ-yı lezâiz-i rûhâniyesi için bi't-tabi' mesâ'il-i hikmet-i ilâhiyeye mâ'il ve sâlik ve gıdâ-yı rûhânîsi mesâbesinde olan Şi'ir ve İnşâ ve nekt ve mezâyâ istimâ'ına pek aşırı râgıb ve mütehâlik olagelmiştirBunun için fenn-i hikmet-i ilâhiyeye dâ'ir birçok kütüb ve mü'esser yazıldığı gibi edebiyattan dahi nice âsârve mücellidât keşîde-i rişte-i tahrîrât kılınmış ve tezyîn ve tehzîb-i kelâm için fevka'l 'âde vesâir fünûn-ı lâzımeden ziyâde bezl-i ihtimâm olunmuşturYa bir söz için bu kadar emek sarf eylemek abes ilw iştigâl demek olmaz mı denilmesin zîrâ bu âlem-i mezâhirde söz gibi nefs-i nâtıka-i insâniyeye mü'essir bir şey yoktur. Bu sebepten nâşî meydân-ı ma'reke ve bir hâşîde-cân ve baş telâşında iken bir söz ile gayrete gelerek nice yüz bin adam mevki'-i fedâkârîde sâbir-kadem olup indinde en aziz ve lezîz olan hayâtını bir söze değiştiği ve bir söz ile rûh-ı insanı fevk mâ yetesavver ve bin cihân değer şevk ve şâdmânı kesb edegeldiği pek çokturSözün rıf'at-ı kadri nasıl inkâr olunabilirİnsanın hayvânât-ı sâ'ireden mâbihi'l-imtiyâzı olan saffet-i maddihası ve tercümânü'l-kalp ve delâl-i ilm-i gayb olan zebânın olanca bizâ'a ve sermâyesi söz değil midir? Ve söz gibi âlemde metîn ve pâyidâr bir eser var mıdır? Eyyâm-ı mâzîde gelip geçmiş ve cemî' âsârı münderis olup dâr ve diyârı unutulmuş bunca sâhib-i kemâl ve kuvvet adamların adını yâd ettiren ve bunca ashâb-ı dâniş ve irfânın nâmını encümen-i âlemde dâstân eden söz değil mi? Ve tûfanzede-i fenâ olan ümem-i sâlifenin ihtirâ' oldukları bunca sanâyi'-i garîbe ve âsâr-ı acîbe bütün bütün mahv olup gitmiş iken ol vakitler bir şâ'irin söylediği söz mahv olmayarak bu kadar emvâc-ı havâdis içinde yuvarlanıp geliyorSözün büyüklüğüne bundan büyk delil ister miLâkin sözün kadr ve kıymeti dahi söyleyenin ma'lûmât ve ma'rifetine göredirZîr-i söz kâmurgâh-ı derûnda dokunmuş bir kaş bukalemun olduğundan âb tâb ve tarâvâtı ve çârsû-yı kâbiliyette kıymeti kuvve-i âkılenin ter-desti-i terbiyesine göre olurBu cihetle sözün gerek böyle dil dûz ve ciğersûz olması ve gerek dâmen-i haşre kadar pâyidâr olacak derecede bulunması dahi ilm ve kemâle mütevakkıftırVe her lisâna şeref veren şâmil olduğu fünûn ve ma'âriftirFünûn ve ma'ârifi hâvî olmayan lisân her ne kadar zâten mükemmel ve muntazam olsa bile âsâr-ı i'mârdan mahrûm olan arâzi-i hâliye gibi addolunup nitekim arâzînin hudûdu bi't-ta'yîn kedîmîn ile envâ' tarhlar açılmadıkça dil-nişîn ve ma'mûr olamaz ise lisân dahi tahdîd olunup da onun üzerine a'mâl-i fikr-i medîd ile dîvanlar ve fünûn-ı mütenevvi'adan kitaplar yazılmadıkça mu'teber ve meşhûr olamaz. Binâ'en'aleyh mahzâ lisânın terbiyesi ve sözün belâgat üzre olması için ulûm-ı edebiyeden el-sine-i adîde üzre bu kadar kitaplar te'lîf olunmuşturVe'l hâsıl insanın gerek havâyic-i cismâniyesi ve gerek metâlib-i rûhâniyesi hasebiyle tahsîl-i ilm ve ma'rifete muhtâç idiği vâreste külfet-i ihtiyaçtırİşte bu emr-i ehemme hizmet eylemek için muhsinât-ı asriyeye ilâve-i cemîle olmak üzre encümen-i dâniş nâmıyla bizim gibi âcizlerden mürekkep işbu cem'iyetin akd ve küşâdı husûsuna müsâ'ade-i seniyye bî-diriğ buyurulmuşturCenâb-ı Hakka çok şükürler olsun bizi bir pâdişâh-ı hakâyık iktinâha bende etmiştir ki bendegân ve teba'asını sen temyîz-i dâniş ve irfâna îsâl için efrâd-ı etfâl gibi mehd-i merhamet-i seniyyelerinde terbiye ile ihsân ve inâyet-i celîlesini itmâm ve ikmâl ediyorBizim ise her hususta aczimiz ber kemâl olduğu misillü bu bâbda dahi izhâr-ı acz ve ibtihâlden gayrı bir diyeceğimiz ve âciz olduğumuzu bilerek vas'-ı kemterânemiz miktârı çabalamaktan başka işleyeceğimiz yokturHemen müfettehu'l-ebvâb ve müsebbibü'l-esbâb-ı Te'âlâ azamete şâne ani'ş-şek ve'l-irtiyâb hazretleri intizam bahşâ-yı usûl adl ve merhamet ve tertîb-fermâ-yı fusûl satvet ve saltanat olan velîni'met-i bî-minnetimiz efendimiz hazretlerini ömr ve şevket-i şâhânelerin efzûn ve vücûd-ı âlem-sûd mülûkânelerin âfât-ı sûriye ve ma'neviyeden masûn buyursun âmîn bi hürmeti seyyidi'l-murselîn. Ömr-i insânî fi'l-mesel bir tarîktir ki nihâyeti bir varta-i hevelnâktır. Vehâmet-i âkıbeti evvel hatveden gûş-ı hûşumuza ilkâ olunur ise de takdîr-i ezelî yerini bulacağından mecbûren ileriye gidilirDer'akab arzû-yı rüc'at mir'at-ı mütehayyilede rû-nümâ olurAmmâ sâ'ik kadar müsâ'id olmayıp dâ'imâ ileriye sevk ederEsnâ-yı râhda mehlike-i mezkûreden ictinâben ihtiyâr olunan envâ' tekellüf ve meşâk bâ'is-i kemâl ta'b ve ıstırâb olur ise de yine âfetân ve hîzân semt-i ma'hûda şitâbân olmak lâzım gelip işte mürûr-ı sinîn ve a'vâm bundan ibârettirEğer ki aralıkta dilküşâ çemenzârlar ve akar sular ve rengârenk çiçekler misillü bazı mertebe mûcib-i neşât ve teselliyetimiz olacak şeylere tesâdüf olunup bu mukûle yerlerde biraz tevakkuf olunmak istenir ise de bir lahza sükûn ve ârâma ruhsat olmayıp hâtif-i gaybdan lâ-yankatı' yürü yürü nidâsı gelirVe orada terk olunan nefâyis-i eşyâya nazar-ı tahassürle nigâh olundukda onlar dahi pâyidâr olmayıp nakş-ı ber âb gibi az vakit zarfında mahv ve nâ-bedîd olduğu görülüyor. misillü güzergahlardan çîde-i dest-arzû olan bazı meyve ve şukûfe berâber alınmakla kesb-i teselliyet olunur ise de çiçekler sabahtan akşama kalmayıp pejmürde ve perişân ve meyveler lezzet-bahş-ı dimâğ olur olmaz nazardan nihân olduklarından cümlesi vehm ve hayâl kabîlindendirİşte bu sûretle dâimâ sâ'ik takdîrin sevkiyle olmağın helâke tekarrüb olunurOl halde her şeyde âsâr-ı zevâl ve inkılâb nümûdâr olarak bahçelerde evvelki revnak ve tarâvet ve ezhârda evvelki letâfet ve sularda evvelki safvet kalmaz ve mukaddemât-ı ecel-i bî-amân nümâyân olarak ol varta-i hatırnâke yaklaşıldığı hissolunurAmmâ ki fâ'ide-kenâr-ı vahşet medârına kadar varılmak mütahtem olduğundan birkaç kadem daha ileri gidilmekten imtinâ' olunamazVe ol esnâda havf ve dehşet havâs ve kuvâyı ihlâl ederek baş döner ve gözler kararır ise de yine yürümek lâzımdırGeri dönülmek murâd olunur ise de heyhât imkân müsâ'id olmaz ve derhal zıll-i zâ'il gibi cümlesi mahv ve mudmahil olur*Bir leb-cünbüşîn vü gezer bîn* Kîn işâret zi-cihân güzârân mâr abes. Âh birâder can birâder! Aldığım kara haber sâ'ika-i belâ gibi nâzil olduGönlüm vîrân gözlerimden sirişk-i hasret rvâdırCümlemiz muhabbet-i evlât esîriyizHusûsâ peder vâlidenin böyle vuku'ât-ı ciğer-sûzda uğrayacakları te'sîrât-ı kalbiyeyi mülâhaza ettikçe hüzn ve elem bir kat daha müşetted olmaktadırFeleğin böyle sitemleri çekilir dertlerden değildirLâkin ahkâm-ı kazâya rızâdan başka çâre var mıdır? Gidenleri ta'ziye ile uğraşanlar dahi bu âlemden gitmeyecekler mi? Kim hayata mağrûr olabilir? Bu misâfirhâneye mihmân olanların kimi erken kimi geç giderHer giden nöbetini savar. Müddet-i misâferetin kasr ve medinde ehemmiyet yokturMes'ele âlem-i bekâda uğranılacak tavr ve hâlettedir. Ma'sûm gidenler arkada bıraktıklarını mahzûn ederler amma gâ'ile-i hesap ve kitaptan masû ve ni'am-ı uhreviye ile ebedi's-sürûr olurlarBu cihet düşünülürse kalb-i mütesellî olmaya başlarVe cenâb-ı Hakkın idrâkinden âciz olduğumuz hükm hafiyesine arz-ı teslîmiyet ederHüdâ-yı müte'âl cümlemize sabr-ı cemîl ihsân eylesin. Tavtîl-i makâle mecâlim olmadığından bu kadar yazabildim. Birâderim! Ricâ ederim: Hikmet-i ilâhiyeyi te'emmül ile âteş-i kalbi teskîn ediniz. Sa'dullah Paşa Saraya cephesinden nazar olundukta ittisâlinde birer dâ'ire ortasında azametli bir kaleden ibâret fersûde-renk bir binâ görünürManzara-i binâ şâ'irâne teşbîh olunursa iki cenâhını açmış bir ikâb-ı azîmü'l-heykel pervâza müheyyâdır denilebilirÖnündeki saha bir ravza-i bedî'ü'l-münazzardır ki fesahat-i arz ve tavlini ihâtada med-nazar kâsırdırLetâfet ve intizâmını ta'rîf ve ifâdede kuvve-i mütehayyile-i üdebâ aczini i'tirâfa her zaman hazırdırHer tarh zümrüd-i fâmı üstâd-ı san'atın nefâyis-i tabi'atı taklitte kemâline kemâline birr nişâne her sath şukûfezârı arayış bahardan bir numûne-i bî-bahânedirYollarının havâli ve etrâfı eşcâr-ı mültefitü'l-sâk ile müzeyyendir ki her şâh-ı nezâret vâyesi târ-ı şi'â' âfitâba bir güzel şâne sâyesi ise altında gezenlerin hayatına sermâyedirZahm-ı hâmdan câ be câ rekz olunan sanemler güyâ ki bu âlemin nüfûs-ı mülkiyesi ve hânedân-ı imparatorîden irtihâl edenlerin şehrâh-ı ravzada meşhûd olan tesâvir-i mecmu'ası güyâ ki bu bâğ-ı sükût âbâdın sekene-i mütehassiresidir. Bu icmâlin tafsîlini edîb-i merhûm Kema Paşa'nın cezîresine dâ'ir ta'rîfât-ı belîgânesi müfîdir. Bu bağda var garip hâlet Şâyeste eğer denilse cennet Nasıl cennet denilmesin? Sahasından ahvâl-i ukbâyı andırır bir âleme girilirBu temâşâdan sonra safâ-yı cennet sürülürYa'ni bu ravza-i vasî'ü'l-inhânın bir köşesinde şimdiki imparatorun pederi Frederick ve zevcesinin türbesi mevcuttur. Bahçenin sâye bir cihetinden uzun bir yol ile oraya gidilirYolun etrâfından serv gibi hüzn artıracak ağaçlar dikilidirYolun hizâsından müntehâsına doğru bakılınca bir sırât-ı müstakîm ki zulâm-ı zalâl-i eşcâr ile manzarası gâyet mühîb ve muvahhiş ve tahrîk-i rûzgâr ile ağaçların tesâdümünden hâsıl olan inilti ziyâde hazîn ve müthiştirZüvâr yolun ortasında sünûhât-ı uhreviye ile öyle müte'essirü'l-cinân olur ki dûrdan bir mağara deliği gibi meşhûd olan türbe kapısını madhal-i âlem-i âhiret zannetmeye başlar. Sa'dullah Paşa Birkaç kademeden ibâret merdivenden çıkıldığı gibi orta kapısı önünde mevzû' heykel hürriyete tesâdüf olunurDestinde asâ olarak bir kürsiye kâ'iddirTarz ve tavrı nazara bu ma'nâyı muhattardır: Ey züvâr-ı hüşyâr!.Nazar-ı ribâ-yı hayretin olan bir numûnegâh terakkiyât ı beşeri temâşâ ederken gâfil olma ki bu kemâlât bütün hürriyet eseridirAkvâm-ı milel bu sâyede karîn-i sa'âdettir: Hürriyet olmayınca servet olmaz..Servet olmayınca sa'âdet olmazEy seyyâh-ı sâhib-i i'tibâr!..Âgâh ol ki burası nazar-ı ehl-i hakîkatte teşhirgâh-ı masnû'ât değil belki dârü'l-imtihan masnû'âtıdırMeşhûdun olacak âsâr-ı nefsiye kânûn-ı hürriyete tâbi' memâlikin mahsûl-i terakkiyâttır. Merdûdun olacak eşyâyı hasîse zincir-i esârete mübtelâ memâlikin mecmûl tedenniyâtıdır. Sa'dullah Paşa Şu âlemde ikdâm-ı vezâyif-i beşer bekâ-yı şahsî ve bekâ-yı nev'îsine hizmettirBunun cemî' vezâyife takdîmi akl ve nakl ve tabi'atta vücûbu müsbet bulunduğundandırŞöyle ki vikâye-i nefs zımnında cemî' mahzûrât şer'an mecâz ve mübâh olduğuna ve çünkü insan için terakkî ve kemâl mezra'a-i a'mâli olan vücûduyla hâıl ve onun zevâliyle bâzâr-ı iktisâbı âtıl olup hattâ Ed-dünyâ mezra'atü'l-âhire eseri bu mi'eli şâmil bulunduğuna nazaran şer'an insan için cemî' vezâifin ikdâmı bekâ-yı şahsiyesine hizmet olduğu tayakkun olunur. Bu da'vânın aklen ispâtı her çünd ve hile cây-ı nazar değil gibi görünür ise de çünkü mütekaddimîn ve müte'ahhirîn-i felâsifeden bekâ-yı rûha kâ'il olanlardan bazıları bu dağdağa-i dehr-dûndan tahlîs-i giryân cân ve rûhu müntesib ve mâ'il olduğu âlem-i uvîye îsâl eylemek mihnet ve meşakkatten bi't-tahlîs sa'âdet-i hâle idhâl demek olduğundan herkese nefsini i'zam-ı sa'âdet-i hâle delâlet vâciptir diye kendi nefsini katli tecvîz değil tercîh ma'razında makâlât-ı acîbe ve mukaddemât-ı garîbe serd ve beyân ve bi'l-mukâbele bu za'm-ı fâsidin iptali için nice edille-i kaviye-i akliye îrâd ve tiyân olunduğuna ve bu bâbda yâdigâr-ı sahife-i rüzgâr olan Jan Jak Russo'nun iki kıta muharrerâtı tarafeynin edille-i vâcibesini câmi' bulunduğundan kat'-ı nazar-ı garâyib mebâhisten ma'dûd olduğuna binâen bu makâmda tahrîr ve îrâdı münâsip görülmüştür. Milord! Artık haml-i sakîl-i hayât altında tâb tahammülüm kesilerek hayli vakitten beri hâlet-i zindegânı bana bir külfet-i azîm olmuş ve ömre izzet-bahş olacak esbâb ve evsâ'ilin cem'isinin gayb eylemiş olduğumdan kelâl ve melâlden gayrı hayattan bana bir semere kalmmaıştır lâkin ihsan ve atâ eyleyen zâtın emr ve izni olmadıkça nakd-i hayâtı tasarruf-ı memnû' ve haramdır denilirBenim dahi meczumdur ki bizâ'an hayatım bi'l-vücûh senin mülk-i yemînindir zîrâ himmet-i mahsûsanızla iki def'a mühlikeden kurtarıldığı misillü i'ânet ve ihsânınızla lâ-yenkatı' hıfz olunmaktadırBinâ'en alâ zâlik âhire â'it hukuka tecâvüz günahından berî olduğuna kesb-i itminân eylemedikçe veyâhut vakten mine'l-evkât yine sana fedâ ve îsâr edebilmekliğin ümîd-i za'ifi bende bâkî oldukça kat'an öyle bir tasarrufa kıyâm eylemeyeceğim derkârdır. Benim vücûdum size lâzım olduğunu beyân buyurur idinizBununla niçin beni tağlîz ve tağrîr edersinizLondra'da bulunduğumuz müddetten beri beni size dâ'ir müsâlaha ile işgâl eylemek şöyle dursun bi'l-'akis siz hasren bana mukayyed ve meşgulsünüzBen hayâtımı istikrâh eylediğimden ziyâde gadri istikrâh ederim. Çünkü zât-ı bâkî benim ma'bûd ve mu'tekidimdirCemî' vârım senindirVe vezâ'if-i muhabbet bu kem tâli'in pây-bend-i azîmeti olmasa hiçbir bahâne ve mugâlata âlem-i zindegânîde durmasını mûcib olamaz. Seni isgâya müsta'id ve müheyyâ olduğumdan mülâhazamda eser-i noksâniyet var ise tashîh ve îzâh ve gönlüme ilkâ-yı ma'nâ-yı felâh eyleFakat bu tasavvurâtın eser-i ye's ve fütûr olmadığını dahi mülâhaza buyurMa'lumdur ki âdet-i devletiniz her hususta vâdi-i mübâhaze ve istidlâle gitmektirPek a'lâ bahse derkâr olalımİstersiniz ki mütâla'a ve mülâhaza mebhûs-ı anh olan mes'elenin ehemmiyeti kadar olsunRâzıyım öyle olsun rahat ve sükûnetle hak ve hakkâniyeti taharrî ve bu kaziye-yi âhire müte'allik gibi görerek bî-tarafâne bahs ve tefekkür eyleyelimRubek nâm feylesof ihtiyârıyla kat'-ı rişte-i hayât etmek mezmûm bir şey olmadığına dâ'ir makâle-i meşhûresini bizzatkaleme alarak isbât-ı müdde'â eyledikten sonra kendini katl eylediBenim maksadım onun kitabına bir nazîre yapmak olmadığı gibi kitâb-ı mezkûr dahi çendan mütenahhim değildirFakat bu bahiste mûmâileyhin temkîn ve sükûnetini taklit ve iltizâm eylemek münevvi-i zamîr midirPek çok vakitten beri bu emr-i hatır üzerine icâle-i efkâr eylemekte olduğum ma'lûmunuz olmalıdır zîrâ tâli'-i ber-küştem ma'lûmunuzdurMa'amâfih hâlen hıfz-ı hayât eylemekteyimNe kadar tefekkür ve mülâhaza eyledimse hakîkati şu kaziye-i asliyede münderiç buldumŞöyle ki sa'âdet-i hâli temennî ve sekâmetten tevkî âhirin hukûkuna tecâvüzü mutazammın olmadığı halde hukûk-ı tabi'iyedendirBu takdirce hayatımız bize muzır ve âhire gayr-ı nâfi' olursa ondan tahlîs-i girîbân olunmak mecazdırEfkârımca eğer dünyada bir kâ'ide-i sahîha sarîhan var ise ancak bu kaziye olup ve illâ insan için zımnında günah olmayan hiçbir fi'il ve hareket kalmaz. Bu mes'ele üzerine bizim mugâlatacıların akvâl ve ârâları ma'lûm değil midirEvvel emirde bunlar hayatı bizim değil gibi mülâhaza ederler ve derler ki çünkü hayat bize i'tâ olunmuş bir şeydir bu takdirce hakîkaten bizim değildir. Halbuki işte bi'l-hassa bize i'tâ olunduğu ecelden bizimdirMeselâ cenâb-ı bârî bize iki el i'tâ ve ihsân eylemiştirKangren gibi bakıye-i vücûda sirâyeti melhûz olan bir halde birini ve belki îcâbına göre ikisini dahi kat' ettiririzİşte bekâ-yı rûha i'tikâd olunduğu halde bu keyfiyet mes'elemize bir mikyâs-ı sahîh olurZîrâ ben vücûdumdan daha ağır ve eşref bir kısmın muhâfazası için bir kolumu fedâ eylemek meşrû' ve mecâz olduğu halde cismimden daha ağır ve eşref bulunan rûhumun husûl sa'âdet-i hâl için cismimi fedâ eylemek dahi mecâz ve meşrû' olmalıdırHer çünd cenâb-ı bârînin bizlere i'tâ ve ihsân eylediği nesneler bi't-tabi' bize nâfi' ve lâzım ise de yine bi't-tabi' zî-tağyîr bulunduklarından dolayı bu atâyâya kuvve-i akl ve temyîzi dahi illet i'tâ ve ihsân buyurduTâ ki bizler bu eşyâ-yı mevhûbenin hâl ve zamâna göre iyisini ihtiyâr ve temyîz ve kötüsünden ictinâb ve perhîz eyleyelimEğer kâ'ide akl ve hikmet bu ihtiyâr ve intihâb husûsunda isti'mâl olunamaz ise insanların hangi maslahatında kullanılmak için i'tâ olunmuşturİşbu i'tirâzât oldukça metîn ve ma'kûl iken bizim mugâlatacılarımız bin tarz ile tağyîr ve iptâl eylerlerŞöyle ki bunlar rûy-ı zemînde ber-hayât bulunan bir adamı kulluk neferi gibi ad ve i'tibâr ederek derler ki Cenâb-ı Hak seni şu âlemde ve daha ahz olmak üzre şehr-i vücûdunda ikâme eylemiş olduğu halde ondan emr ve ruhsat oldukça bunlardan nice hurûcu tecvîz edersinVelev böyle olsun emr-i zindegânı kesb-i külfet-i zacret eylediği sûrette bu hâl Cenâb-ı Haktan işâret-i ruhsat değil midir. Cenâb-ı Hak beni gerek rûy-ı zemîn ve gre cismimde ve'l-hâsıl hangi mahalde ikâme eylemiş ise mutlakâ orada mazhar-ı sa'âdet-i hâl oldukça ikâmet ve illâ ihtiyâr-ı mübâ'adet eylemek ruhsatıyla ikâme eylemiştirİşte kânun-ı tabi'at ve kânun-ı ilâhî budurEvet ben de tasdîk eylerim ki ruhsat ve irâde-i ilâhiyeyi beklemek gerektirLâkin bahs işbu emr ve ruhsatı fırkadadırMeselâ ben bi't-tabi' vefât eylediğim halde Cenâb-ı Hak bana terk-i hayât etmekliği emr etmez belki kendi irâdesini bi'l-istişâre icrâ ederRuhsat ve irâdesi ancak sıfat-ı hayâtı bana bir haml-i sakîl eylediği zamandırBirinci halde elimden geldiği kadar mukâvemet ve ikinci sûrette mutâva'at bana evvelâ ve âhirvâdırBu mukaddemeden ma'lûmunuz oluyor mu ki irâde ve kânun-ı ilâhîden firâr olunuyor gibi mevt-i ihtiyârîye takdîr-i ilâhîye adem-i rızâ ma'nâsını verir nice adamlar vardırHalbuki bir adam kendini katl eylemesi irâdât-ı ilâhiyeden firâr için olmayıp belki onu tamam icrâ eylemek içindir. Bu ne ma'nâ-yı ma'kûsturCenâb-ı Hakkın kudret ve tasarrufu yalnız benim cismim üzerine midir ve avâlimden bir nokta var mıdır ki mevcûdâttan bir zerre orada yed-i kudret ve tasarruf-ı ilâhîden çıkabilsin ve benim hakîkatim şu kesâfet-i cismâniyeden kurtulup daha ziyâde kesb-i safvet ve âlem-i lâhûta iktisâb-ı münâsebet eylediği halde nisbet-i mu'âmele-i ilâhiyeye za'af ve zevâl gelebilsin. Hayır kaziye bunun hilâfına mülâbistir ve bu bâbda adl ve ihsân-ı ilâhî bana takviye -bahş-ı ümîd olmaktadır ve eğer mevt mülâbesesiyle insan yed-i kudret-i ilâhiyeden çıkar efkâr ve i'tikâdından bulunmuş olsam kat'an mevti temennî etmez idimFüdun nâm kitapta beyân olunduğu vecihle sekerâtın sebeye hitâben eğer senin bir gulâmın kendini öldürse ve senin için onu te'dîbe imkân müsâ'it olsa senin mal ve mülküne îsâl-i hasâr eylediği için onu te'dîb eylemez misin dediği mugâlata kabîlindirBî-çâre Spkrat insan ba'de'l-memât tasarruf-ı ilâhîden çıkar zanneylemiş. Kaziye böyle değildirBu makâmda şu temsîlin yerine eğer senin bir gulâmın olsa ki ona ilbâs eylemiş olduğun libâs hizmetine mâni' olacak sûrette bulunduğu ecelden gulâm merkûm hizmetini hüsn-i îfâ kasdıyla libâs-ı mezkûru çıkarsa ona nazar-ı mücâzâtla bakar mısın demek gerek idi. Bu hususta menşe'en galat şu müddet-i kalîle-i hayâta ehemmiyet vererek ba'de'l-memât metrûk ve mu'attal kalınacak gibi insanın varlığını hemen müddete münhasır bilmeklik efkârıdırHalbuki bizim hayatımız indallah ve inde'l 'akl lâşî mukûlesi olduğu misillü kendi nazarımızda dahi hiç sayılıp şu cismden tecerrüd-i kâmet-i isti'dâdımıza nâ-mülâyim bir libâs tebdîl eylemek gibidirŞöyle bir şey'-i hakîr bu mertebe kîl ü kâl götürmez. Milord! Bu tasavvurât ve makâlât ashâbının nazar ve istidlalleri butlân ve belki zulmden hâlî değildirZîrâ bu hususta za'm ve iddi'â eyledikleri hatâyâyı i'zâm sırasında izâle-i hayât i'dâm-ı hakîkî gibi i'tibâr ve cezâ bahsine gelince sûret-i te'yîd ve bekâyı izhâr ve ikrâr eylerlerBunlar sûret-i hakta görünen işbu edille ve berâhinini sâlifü'z-zikr Fidon nâm kitaptan alıp halbuki kitâb-ı mezkûrda bu bahs taht-i elfâz sûret-i muhtasarada îrâd olunmuşturÇünkü Sokrat zâlimâne bir muhâkeme ve hükm ile birkaç saat sonra katl olunacağı mukarrer iken şâkirdânına verdiği tenbîhâb miyânında bi'l-münâsebe bu edille ve berâhini dahi îrâd eylediğine ve kendi için terk-i dağdağa-i hayât eylemek mukarrer bulunduğuna mebnî ol halde bi'l-ihtiyâr kat'-ı rişte-i hayât câ'iz olup olunmayacağını arîz ve amîk mülâhazaya vakti ve ihtiyâcı yoktuEflâtun'un su'ali mülâbesesiyle mûmâileyh Sokrat her çünd işbu mukaddemeyi îrâd eylemiş ise de benim mülâhaza ve efkârıma göre hakîm mûmâileyh bu mes'eleyi beyânda bi'l-fi'il icrâya ihtiyaç hâlinde bulunmuş olsa idi be her hâl efkârında daha ziyâde iltizâm tedkîk eyler idiMa'amâfîh kitâb-ı müstetâb mezkûrda bi'l-ihtiyâr kat'-ı rişte-i hayat eylemekliğin memnû'iyetine dâ'ir edille-i kaviye bulunmadığına kânûn-ı terk-i hayât eylediği gece iki kere serâpâ hatm eylediği delil kâfîdirYine bu mugâlatacılar da'vâlarına takviyet vermek için eyâ ni'met-i hayat fenâ bir şey olmak ihtimâli var mıdır diye su'âl ederlerHâl-i hayâtın muhât ve meşmûl olduğu bu nce zey' ve dalâl ve mahn ve melâl ve müsâvî ve vebâl pîş-i nazar-ı tefekkür ve i'tibâra alınır ise eyâ hayat denilen şey'in zerre kadar muhsinâtı var mıdır denilebilirZîrâ benî beşerden en fazîlet mündâdım dahi cünd-i ma'âsî ve hatâyânın mahsûru olduğu gibi sağ oldukça be her dakîka ya pâzde-i ehl-i isyân veyâhut bi'z-zat ehl-i isyân olmak mühlikesinden emîn olamazBu takdirce mücâhede mülâbesesiyle inziğâc ehl-i ırz ve insâfın ve sû'-i sanî'aları cihetiyle inzi'âc- denî ve gayrı munassıfların nasipleri olup bundan istintâc olunur ki ahvâl ve evsâf-ı sâ'irede bu iki sınıf birbirlerine taban tabana mugâyir oldukları halde zillet ve meşakkat-i hayatı çekmekte hemhâl ve hem derttirlerBu keyfiyeti edille-i kaviye ve vekâyi'-i sahîha ile dahi ispbât edebilirimŞöyle ki nice akvâl hak ve bînât ve nice ef'âl müstahsene-i fezâ'i-gâyât ashâbı hakkında mûcib-i katl olmuştur. Milord bunların cemîsini bertaraf ederek sana tevcîh-i hitâb birle su'âl ederim ki aklın ve irfânın şu âlme-i süfliyede celâ'il-i himem ve i'tinâları hâriçten kat'-ı alâka ile kendi kalplarine toplanmaya ve kable'l-memât meyyit ve müstehlik olmaklığa masrûf değil midir ve beşeriyet belalarından kendimizi tahlîs için akıl ve hikmetin irâ'e eylediği tarîk yalnız şu âlemden ve belki nefsimizde fânî bulunan cemî' varlığımızdan kat'-ı alâka ile kendi bâtınımıza cem' olarak seyr-i âlem-i ulvîye teveccüh husûsu değil midirVe bizim menşe'en ibtilâmız cehl ve ırz olduğu halde bunların ikisinden dahi bâdi-i halâs olan mevt için ne sebepten âh ve esef edelim. Şu abdi'n-nefs olan adamlar akıl ve insaftan ârî sûretle kendi lezâ'iz-i şehvâniyelerini istihsâl için tezyîd-i bâr-ı mahn ve meşakkat edip de ne yapıyorlar. Dikkatle bakılsa bunlar şu âlemde varlıkları dâ'iresini tevsî' za'mıyla bütün bütün imhâ ve boyunlarına takılmış olan zincir-i tûl-i emel sıkletini alâyık-ı cedîde-i adîde ile tezyîde i'tinâ ediyorlarBir zevk ve safâları yoktur ki kendileri bin türlü hırmanla telhkâm etmeyeBunlar mertebe-i telezzüzlerince mübtelâ-yı meşakkat ve dünyâya saplandıkça esîr-i meskenet olmaktadırTutalım ki şu sûret-i mükeddere ile rûy-ı arzda sürünmek umûm için bir ni'met addolunsunBen dahi halk tamamen kendilerini katl etsin de dünya baştan başa bir mezarlık olsun da'vâsında değilim lâkin bu tarîka sülûka ehak adamlar var ki mübtelâ oldukları ye's ve hırmân ve şedâ'id meşâk-ı bî-pâyân tabi'attan kendilere verilmiş mürûr tezkeresi gibidirBu mukulelere göre hayatı ni'met addeylemek bir nev' cennettirHayat bize leziz olduğu müddetçe azizdir ve izzeti ancak şedâ'id-i mesâib izâle edebilir. Çünkü bizim cümlemiz bi't-tab' olmadan be-gâyet tersân olduğumuzdan işbu havf ve haşyet hayâtın meskenetini bize sûret-i âhirde gösteriyor ve ölmeye karar verilmezden evvel bu türlü mihnet ve meşakkatle yaşamaya pek çok vakittahammül olunabilirAncak bir kere hayatın sıkıntısı ölüm korkusuna galebe ettikte hayatın ne derece fenâ olduğu ta'yîn ederek insan bir sa'at evvel kurtulmaya can atarHer çünd hangi derecede ni'met-i hayât mübeddel nikmet olduğu sahîhan kestirilemez ise de hele bize fenâ göründüğünden pek çok evvel kesb ve hâmet eylediği meczûmdurÇünkü terk-i hayâta salâhiyet buna kasd ve tasdîden çok vakit evvel hâsıl olduğu her bir akl-ı selîm sâhibi ndinde müsellemdirMüdde'î ve mu'terizler bu kadarla da iktifâ etmeyip bizi izâle-i hayâta kasddan men' için hayatın derkâr olan fenâlığını inkârdan sonra sabr ve sebâtsızlıkla da bizi ta'ayyüb eylemek üzre tasîdk-i farazî ile tasdîk de ederlerBunların za'mınca mesâ'ibden kaçınmak hamiyetsizlik alâmeti ve kendisini katle tasdî eylemek mutlaka muhannisler safiyetidirBu takdirce âlemi kabza-i teshîre el-ân Roma'ya satvet ve saltanat veren bir alay muhannisler imiş. Hele Arri ve Aponin ve Lokras nisvân tâ'ifesinden bulundukları için muhannisler adedine dâhil olsunlar velâkin Brütüs ve Kasiyos'a ve ale'l-husus ism ve resmi Roma'ya ifâza-i rûh-ı hamiyet ve kulûb-ı zulmeye ilkâ-yı dehşet eyleyen ve âsâr-ı acîbesiyle sükkân rûy-ı zemînin ta'zîmât-ı fevkal'âdesine mazhar olan Kato'nun sitâyişle iftihâr eden bunca ukalâ âyâ hatır ve hayâle getirirler miydi ki vakten mine'l-vakât bazı pinti mektep hocaları mûmâileyhin fedâ-yı cân eylemek şerefini düşmanlara mutâva'at meskenetine tercîh ettiğinden dolayı hamiyetsizliğini isbât ve istintâc için bast-ı mukaddemât ve mebâhis edeceklerdirMâşaallah doğrusu zamâne mü'elliflerinin kuvvet ve azametleri ale'l-'âl kalem-be-dest te'lîf olduklarında cür'et ve cesâretleri resîde-i mertebe-i kemâldirEy pehlivânân-ı arsa-i besâlet bâdi bana sizler beyân edin ki müddet-i medîde mihnet-i hayâtı tecri'i göze kestirip bunca gayretle arsa-i hecâdan kenâr-ı selâmete çıkardığınız dest-i şeca'at peyvestenize bir kabs-i pâre düşse ne çâbın dest-geş-i ictinâb oluyorsanız eyâ bu keyfiyet şidde-i harâret ateşe adem-i tahammül cebânetinden midirGâlibhâ bu su'âle cevâbınız şu olacaktır ki şedâ'id-i harbe îcâb eden esbâb-ı mecbûriyet bilâ mûcib ateşe el tutmak husûsunda yoktur. İşte ben de dermeye mihnet-i hayâtı çekmeye benim için ne mecbûriyet vardırEyâ halka göre bir adamı halk ve îcâd-ı his ve haşâktan daha külfetli midir. Yoksa bunların ikisi dahi bir hâlıkın eseri mi değildirBelî red ve def'i yed-i iktidârda olmayan şedâ'ide sabr ve tahammül olunur velâkin tecâvüz ve ta'dîsiz def' ve reddi mümkün olan mihnet ve meşakkati çekip durmak dîvâne kârıdır ve bilâ mûcip bir küçük fenâlığa tahammül fenâlığın büyüğüdür ve müngaz ve mü'llim olmuş bir hayatan fevrî bir mevtle tahlîs-i girîbân etmek istemeyenler şol ahmak adama benzerler ki amelât-ı cerrâhiyeden ictinâben yarasının teşnecine râzı olurBen cerraha derim ki şu ayağım benim helâkime bâ'is olacak gel kes ve kesildiğini dahi gözümü kapamayarak seyredeimBu ameliyâta adem-i cesâretlerinden nâşî vücutlarını çürüten pehlivanlar ko benim için bakın hamiyetsiz ayağını kestirdi desinler. Âhire âit bazı vezâ'if cihetiyle her bir adam kendi vücûdunu keyfe mâ yaşâ' tasarruf edemeyeceğini itirâf eylerimLâkin buna mukâbil nicelerde vardır ki kendine terk-i hayât vazîfe-i mahsûsa olmuşturMeselâ memleketin sa'âdet-i hâli vücûduna merbût olan bir hükümdâr ve evlâd ve 'iyâlinin infâkı kendine münhasır bulunan kethüdâ ve memâtı dâyenlerine mûcib-i hasâr olacak bir medyûn her ne hâl olur ise bu vezâ'if-i mahsûsalar için tahammül ededursunlarBu mukûle familya ve memleketine müte'allik esbâb-ı sâ'ire cihetiyle ta'dî ve tecâvüz âr ve şinârı gibi daha büyük bir musîbete sebep vermemek üzre mesâ'ib-i hayâtı çekmeye mecbûr bulunan ehl-i fütüvvet vardır diye şu mecbûriyetlerin birisiyle mukayyed bulunmayanlara birtakım aczi ızdırâr ile knedilerinden ma'adâ bir kimesneye müfîd olmayan hayâtı mücerred mevte adem-i cesâretleri için vikâye eylemek câ'iz olur mu. Vahşîlerden bir ihtiyar adamı oğlu arkasına alarak br mevki'-i muhârebeden tahlîse çabalar iken merkûm "Oğlu beni öldür de bırak işte düşmanlar yetiştiler ve sen git refiklerinle beraber harp ederek evlâdını tahlîse şitâb ve hasımlarını yemiş olduğum hasımlar eline beni sağ sağ teslîm etmek musîbetinden ictinâb eyle" demiştirVahşîlerden beter düşman hânedân olan acz ve ihtiyâç ve ıstırâp ve inzi'âc mülâbesesiyle pister-i ibtilâda yatıp mu'înine kâfî olmayan nanpâre ile sedr-mak-ı hayât etmeye mecbûr olan bir âciz ve dermândenin ve şu âlemde hiçbir şey'e yaramayan ve cemî' alâyıktan mücerred olarak tek ve tenhâ kalan ve dünyada vücûd ı acz âlûddan bir semere husûlü me'mûl olmayan adamların şu ikâmetgâh-ı fânîden çekilmeye niçin salâhiyetleri olmasın ki gayrı nâfi' ve enîn ve iştikâları mahz-ı tasdî'dir. Milord işbu mütâla'âtı mîzân-ı akla vurur ve bu kıyâsâtı cem' ve intâc eyler isek cümlesini akl-ı selîm ashâbı indinde muhtâc-ı nazar olmayan kavâ'id-i âdiye-i hukûk-ı tabi'aya mübtenî bulursunHakîkatte hastalıktan tahlîs-i nefs câ'iz olup da müz'ic bir sağlıktan kurtulmaya sa'y niçin câ'iz olmasın eyâ bunların her birisi bize takdîr eyleyen hâlik başka mıdırYoksa ölmek zahmetli de mu'âlece isti'mâli safâlı mıdırMevti mu'âleceye tercîh eder pek çok mübtelâlar bulunduğu bunların ikisinden dahi tabi'at-ı müteneffir olduğunu isbât ederİmdi def'i kâbil olan bir illetin mu'âlece ile def'ine çalışmak izâlesi gayrı mümkün bir beliyyeden terk-i hayatla tahlîs-i girîbân-ı cân eylemeye müreccah olduğu isbâta muhtaçtırMeselâ siteme de kana kana ve taş sancısında afyon isti'mâl olunurBiri sevap ve biri günahtır. Hakîkatine nazar olunur ise şu iki halde de maksat bir fenâlıktan tahlîs-i nefs olup kullanılan vesâ'itin ikisi dahi tabi'î ve muktezâ-yı haldirEğer tabi'atın nefreti tarafına bakılır ise tarafeynden müsâvî olup eğer irâde-i ilâhiye pîş-i nazar-ı mutâva'ata alınmak lâzım gelirse bize gelen belâların hangisi taraf-ı mevlâdan değildir ki ona mukâbele ve mukâvemet ve yed-i kudretten sâdır olmayan hangi elem vardır ki ondan mücânebet olunsunKudret-i ilâhiyeye bir hadd-i intihâ var mıdır ve ne hâl ve mahalde irâde-i ilâhiyeye mukâvemet meşrû' ma'kûl olabilirHer bir şey' irâde-i ilâhiye ile vücut-pezîr olmuştur diye bizim için hiçbir şeyi tağyîr ve tasarruf câ'iz değil midir ve kavânîn-i ilâhiyeyi ihlâlden ihtirâzen şu âlemde hiçbir şeyi yapamamalıyız ve her ne yapsak acabâ ihlâline muktedir miyiz. Milord kaziye böyle değildirİnsanın a'dâd ve irşâd olunduğu makâsıd daha ecl ve a'lâdırZât-ı bârî insanı böyle bir betâ'et-i dâimiyede dursun için halk eylememiştirBelki amel-i sâlih işlemek için irâde-i cüz'iye ihsân eylediği gibi taleb hayr için kalb-i selîm ve tercîh ve temyîz için akl-ı müstakîm i'tâ ederek kâ'in mükûnâta mümeyyiz ta'yîn ve sahife-i kalb ilhâm celbinde sana nâfi' ve gayra gayrı muzır olanı işle düstûrunu tahrîr eylemiştirİmdi nefsim için mevt hayattan infa' olduğunu idrâkten sonra yaşamaya ısrâr eder isem irâde-i ilâhiyesine muhâlefet etmiş olurumZîrâ beni mevti istihsân hâline getirdiğini ihtiyâr ve icrâya bir emirdir. İhtiyârıyla hayat etmeklik husûsunda akıl ve kıyâsın daha esa olarak usûl-i dînde istinbât edeceği kâ'idedendirNasârî tarafından bu bâbda bast olunan mukaddemât nakz ve iptâl ne kendi dinleri usûlü ve ne de kitapları ahkâmı olmayıp felâife-i mecûstan alınmış şeylerdirBu mezheb-i cedîdi evvelâ ittihâz eden Laktans ve Oksitin olup istinatları dahi bâlâda i'tirâz eylediğim Fidon nâm kitaptırYoksa Hazreti İsâ buna dâ'ir kelime-i vâhide beyân buyurmamıştırŞöyle ki buna mütâba'atla ahkâm İncil'e ittibâ' za'mında bulunan efrâd-ı nasârî ancak Eflâtun'a teb'iyet eylerTevrat'ın bir mahallinde kendi nefsini katl etmekliğin tahrîm veyâhud takbîhine dâ'ir söz var mıdır ve hattâ kendi kendini katl etmiş bazı eşhâsın hikâye-i ahvâl sırasında bu ef'allerini tahti'e ve ta'bîre dâ'ir kelime-i vâhide bulunmadığı garîbeden değil midirDaha ağreb olarak a'dâsından ahz-i intikâmla beraber nefsini telef eylemiş olan Samson nâm pehlivanın fi'ili bu babda min İnnâ enzalnâ sûre-i şerîfesinin tefsîrinde beyan olunduğu üzre bu zât bir gazâda küffâr tarafından tutulup puthâneleri amuduna bağlandığ halde hârkul'âde bir kuvvet amûdu koparıp puthâneyi ve kavmi ve kendisini ifnâ eden şemsindir. tarafillah kendine verilen kuvve-i kahriye mülâbisiyle marazî ve mecâz tutulmaktadırEyâ bu hârika bir kibre irtikâbını bir kebîre irtikâbını tecvîz için mi vukû' bulmuşturPehlivan mûmâileyhin bir hâtuna meyl ve mürâvedeti kuvvetinin zevâline sebep olmuş iken bir cürm-i azîm irtikâbı için mi tekrar kendisine i'tâ olunmuştuYoksa maksad-ı ilâhi benî beşer tağlit midirHazreti Mûsâ'ya dahi olunan tenbîhât-ı aşerenin biri emri olup eğre şu irâde-i ilâhiye hafr be harf alınır ya'ni kemâline sarf olunur ise ne lâzımü'l-izâle etmeleri ve ne de düşmanlar katl ve i'dâm eylemek lâzım gelip bu sûrette Hazreti Mûsâ bunca adamların katlini emr ve tecvîz eylemiş olduğundan dolayı kendi şeri'ati ahkâmını hâşâ bilmezmişBu bâbda bazı ahvâl-i istisnâ'iye var ise birincisi şüphesiz ihtiyarıyla kat'-ı rişte-i hayat etmeklik husûsudurZîrâ bu sûret zulm ve ta'dîdin vâreste olup işte bu iki hâl-i âhiri katlin katlin mûcib-i men' ve tahrîmdirVe tabi'atta bunun için mevâni'-i kâfiye vardır ve kezâ derler ki cenâb-ı Hakkın verdiği şedâ'id ve mesâ'ib hakkında iltizâm istibâr ve kendi ibtilânı sermâye-i iftihâr ile dîn-i nasârî ahlâmının böylece haml ve icrâsı hakîkati lâyıkıyla derk ve iz'ân olunamadığındandırİnsan bin türlü mahn ve meşakkatin mevzu'u ve câme-i ömrü târ ve podzil ve havan mensûcu olduğuna nazaran gûyâ tecri'-i câm-ı cefâ için pâ nihâd bezm-i vücûd olmuşturAkıl ve hikmet işbu mahn ve mesâ'ibden def'i mümkün olanların def'ini istediği misillü din dahi akıl ve hikmete muhâlif olmadığından bu arzuyu kabûl ve te'yîd eylerLâkin bu türlü kâbilü'l-indifâ' olan belâya mübrem bulunanlara nisbeten pek küçük şeyler olup gâlibâ tahammülü indallah temyîz addolunan mesâ'ib kısm-ı âhirdirBu takdirce Cenâb-ı Bârî zîr-i destânından mecbûren ve mekrûhen aldığı tekâlifini bir takdime-i fâhire zemîninde kabûl eden hükümdar gibidir ki fevâ'id-i ukbâ şedâ'id-i dünyayı teslîm ve rızâ ile telakkîde olunduğunu gösteriyorTarîk-i tevbe ve inâbetin sedîdi tabi'î gösterilendir. İnsan çekmeye mecbûr ve mudtarib bulunduğu bâr-ı belâyı sabr ve sebâtla çekerse ol babda irâde-i ilâhîyi hakkıyla yerine getirmiş olur ve eğer bir bu el-fuzûl bu dereceyi tecâvüz haddinde bulunur ise mukûl adam ya tımara muhtâc deli veyâ te'diye şâyân edepsizdirİmdi tahlîs-i girîbân edebileceğimiz bunca mahn ve meşakkatten bilâ pervâ mücânebet eyleyelim zîrâ def'ine muktedir olamadığımız mesâ'ib bize yeter bizim için mûcib-i inzi'âc olduğu halde nakd-i hayâttan bile bî-mehâbâ dest efşân-ı istiğnâ olalım. Bu vecihle tahlîs-i nefs yed-i iktidârımızda olup zımnında ne hudûdullah ve ne de hukûk-ı gayra tecâvüz ve ta'dî mahzurları yokturEğer vâcib-i te'âlâ hazretlerine fedâ lâzım ise fedâ ancak ölmek değil midirBu takdirde akıl vâsıtasıyla bizden talep eylediği mevti hemen arz ve takdîm ve ircâ'ını murâd ettiği rûhumuz dergâh-ı ulûhiyete rahatça red ve teslîm eyleyelimAkl-ı selîmin cümle ta'lîm ve irâ'e eylediği kavâ'id-i külliye-i tabi'iye işte bunlar olup din dahi bunu tecvîz eyler. Gelelim bizim hâlimize zât-ı devletiniz betâne-i ahvâlinizi bana keşf buyurmuştunuz sizin sûret-i ibtilânız ma'lûmum ve benim derdim gibi kâbil-i ilâc olmadığı meczûmumdurKavânîn hıfz-ı nâmus tâli'-i ber-güşte ahkâmından akvî olmak cihetiyle sizin hâliniz daha müşküldürSiz kemâl-i sebâtla tahammül eylemekte olduğunuzu mu'terifimMuttasıf olduğunuz fazîlet-i zâtiye size mu'ayyendirBu hâssa bir derece daha ileri gitmiş olsa bâdi-i halâsınız olurMilord zât-ı devletiniz beni dert ve belâ çekmekliğe ve ben de sizi dert ve belâdan tahlîs-i girîbân etmekliğe tergîb eyliyoruzİmdi ahd-i hümâdan hangisi âhiri çok sever olduğunun ta'yînini uhde-i temyîzinize bırakırım be her hâl atacak olduğumuz adımı niçin te'hîr eyliyoruzDehr-i denî ve pîrlik ni'met-i hayâtın lezzet ve safâsını izâ'a ve imhâ ettikten sonra bizi hamiyetsizcesine kayd-ı hayâta düşürüp de envâ' alel ve istikâm ve rüsvâylıkla şu kalıb-ı şikesteyi süründürmesini bekleyelim mi? Bir Nâlan bir sendeyiz ki kuvvet-i kalbiye kolaylıkla bizi bu pây-bend-i belâdan tahlîs edebilir. Ya'ni adamın ihtiyâr-ı mevte kudret ve istitâ'atı çağındayız bir zaman sonra bu keyfiyet cüz' ve fez'le yapılırİmdi kelâl ve melâl ile mevti bize arzu ettirmekte olan şu zamandan istifâde ve mevtin talep eylediğimiz bir zamanda şiddetle gelmesinden havf ve ictinâb eyleyelimHâlâ hâtır-ı nişânımdır ki bir zaman Cenâb-ı Haktan yalnız bir sa'at vakit talep ve niyâz eder idim şöyle ki eğer niyâzım rehîn-i kabûl olmamış ola idi mutlakâ ye'sden helâk olacak idim. Bizim gönlümüz şu âlem-i süflîye olan irtibâtını çözmek ne müşkül şeydir ve er mülâhaza eyleArtık bu derecede bir alâkanın inkıtâ'ını fırsat ittihâz ederek âlemden kat'-ı alâka eylemek pek ma'kuldür. Milord ikimiz de dens-i dünyâdan tahatturla daha safvet ve tahâretli bir makâma lâyık olduğumuzu tayakkun eyliyorumFazîlet burayı bize irâ'e ve kadr taharrîsini işâret ediyorBizi birleştiren hubb-ı hakîkî âhir nefsimizi dahi birleştirsin. Muhabbet-i sahîha ile birbirini seven iki muhibb-i sâdıkın birbirleri kucağında kendi irâdeleriyle tekmîl hayat eylemeleri ve nefs-i vâbesbenlerini birbirine katmaları ve gûyâ yekdiğere mu'ânak bulunan iki can kafes-i tenden bir lahzada uçurmaları ne şevk-engîz arzudurBu mukûlelerin âhir vakitlerini ne mukûle zahmet ve ne türlü meşakkat ihlâl edebilirBu tarz ile dünyadan rıhlet edenler neden ayrılırlar birlikte gider ve geride hiçbir şey bırakmazlar. Be çocukGürâne bir vecd ve heyecan seni endâhte-i vâdi-i dalâl ve tuğyân eylemişKetm-i hâli iltizâm ve ma'raz-ı istifâde üftâdan kef-i lisân eyleBen senin dertlerinden başka nice belâlara âşinâyım ma'amâfîh kaviyü'l-kalbim zîrâ İngilizim. Ben ölmeyi pek ra'nâ bilirim çünkü yaşamayı ve merdâne sabr ve tahammülü bilirim. Ben mevti daha yakından temâşâ etmiş ve temennî eyleyecek kadar ehemmiyet vermemişimdirGelelim sanaVâkı'â zâtınız bana lâzım idinizGönlümün gönlünüze ihtiyâcı var idiHimmetinizden bence istifâde ve ömrümün en mühim ve mu'tenâ mesâlihde re'yinizden istifâde me'mûl idiÜmîdim vecihle re'y ve himmetinizden temettu' edemediğime sebep ne olduğunu bilir misinHani sende re'y himmet. El'ân sen neye muktedirsinŞu hâl ile neye yararsın ve senden ne hizmet ümîd edebilirimBir gussa-i nâ-ma'kûl seni dergeh-i humk ve belâhete ve rahm ve şefkate nâ-kâbil bir hâlete ilkâ eylemişSen adam değil hiçsin ve ileride kâbil-i salâh ve ıslâh olacağını nazar-ı i'tibâra almasam şu halde dünyada senden dûn bir mahlûk görememBu hâli ispâta kendi mektubunuzdan başka delil istememEvvelleri sende idrâk ve hakîkat görür idimRâyın sahîh ve efkârın sedîd idi ve seni yalnız zevkim için sevmez idim belki bence tevsi'-i dâ'ire-i akl ve hikmete seni ziyâdeten ale'l-asıl bir vâsıta bulduğumdan tercih ve intihâb tarîki ile de severdimŞimdi tahrîriyle memnûn ve müftehir göründüğün şu ma'hûd mektubunedillesinde ne bulsam iyi birtakım mugâlata-i müteselsile-i girîhe ki sayâk-ı istidlâlâtı akıl ve idrâkinde zey' ve zevâl eserlerini gösteriyorEğer düştüğünüz buhrân rahm ve şefkatime mûcib-i heyecân olmasa bunu bahs sadediyle kâl kaleme almaklığa bile tenezzül eylemez idimBu söz ile bunların cem'îsini çürütmek üzre sana yalnız bir şey su'âl ederim. Sen ki Vâcib-i Te'âlâ hazretlerinin vücûduna ve rûhun bekâsıyla insnaın mürîd ve muhtar olduğuna mu'tekidsin bî-şüphe akıl ve temyîz sâhibi bir mahlûk-ı keyfa mâ ittifak şu cihâna yalnız yaşamak ve zahmet çekip ba'de ölmek için götürüldüğünü tasavvur etmezsen belki insanın hâl-i hayâtında terbiyet-i ma'neviyeye dâ'ir bir maksat ve bir gâyet vardırBu noktaya cevâbın ne ise lütfen beyân buyur ba'de mektubunu harf be harf ma'ruz-ı mübâheseye alalım tâ ki böyle bir şey tahrîre mübâderetin mûcib-i hacâletin olsun kavliyle samâh-ı âlem dolup hiçbir vakit fi'ile getirilmeyen ahkâm kavânîn-i umûmiyeyi bu bâbda ber-taraf eyleyelim zîr-i âhire tenbih ve te'kîd olunan bir kâ'idenin bi'n-nefs icrâsı hâlinde dâ'imâ birtakım şerâyit ve ahvâl-i mahsûsa-i istisnâ'iye bularak herkes kendisini ol kâ'ideye ittibâ'dan mu'af tutarlar ve ma'lumdur ki kavâ'id-i umûmiye vâzı'larında halkı bir vazîfeye icbâr ile berâber nefislerini istisnâ hâtırası vardırHer ne ise yine biz senin hâlinden bahse sarf-ı kelâm eyleyelimSence kat'-ı rişte-i hayât eylemeklik mecâz imiş ve mevte olan arzunu delîl makâmında îrâd eylemişsin pek garipİşte tâ'ife-i evbâşâna münâsip ki daha a'lâsı olamazEllerine böyle bir silah verdiğinden dolayı sana teşekür eylemelidirlerBu takdirce cemî' cinâyât cânîler kasdlarıyla ma'zûr tutulmak lâzım gelir ve bir kere arzû-yı nefsânî günah havfına galebe ettikde adam icrâ-yı merâmına cihet-i hak ve salâhiyette bulabilirSen hayattan inkıtâ'ı tecvîz ediyorsun ben eyâ hayatta mısın derimNe demek rûy-ı arzda betâlete mi me'mursun Cenâb-ı Hak hayat zımnında sana bir vazîfe ta'yîn ve tahsîs etmemiştirEğer vezâyif-i yevmiyeni akşamdan bitirmiş isek gündüz ihtiyâr-ı ta'tîl ve istirahat eylemek sana mecaz olur lâkin bir kere eser-i ameliyâtını göster bakalım senden sermâye-i ömrün hâsılını su'âl eyleyecek Cenâb-ı ahkamü'l-hâkiine hazırladığın cevap nedirRicâ ederim söyleBir bî-çâre iffeti idlâl ve bir muhibb-i sâdıkı gussa ve ibtilâda terk ve ihtimâlden başka ne eserin var bî-çâre ehl-i insâf ve istikâmetten olarak ni'met hayâta kanmış bir zât var ise bana göster ki sermâye-i hayâtı terke kesb-i istihkâk eylemek için onu ne türlü isti'mâl eylemek lâzım geleceğini ondan su'âl ve istîzâh eyleyelimBenî beşerin mazhar olduğu mesâ'ibi ta'dâd ve utanmayarak birtakım müzahrakâtı küreten ba'de âhiri yâd ve îrâd ediyorsun ve ni'met-i hayâta bela ve musîbet diyorsunLâkin bir kere nazar-ı im'ân ile bak ki tertîb-i eczâ-yı âlemde hayrı şer ile ve nef'i hayr ile melhûz bulabilir misin bu sûret artık dünyada hiç hayır ve menfa'at yok demek midir ve tab'an şer olanı kasran size mukârin ve müsâdif bulunanlardan fark ve temyîz edemez misin insanın hayât-ı müste'ârı lâşî mukûlesinden olup ta'alluku ancak hakîkat-ı insâniyenin yakıncacıkda sıyrılıp çıkacağı şu cisme mahsûs olduğunu kendin dahi ikrâr ve i'tirâf eyledin lâkin hakîkat-i insâniyeye â'it olan ahlak ve âdâba dâ'ir ameliyattı ki da irâde ve ihtiyârını hüsn-i isti'mâlden ibârettirBu takdirce hâl-i hayat sâhibi ikbâl olan bir âsî adam için aynı şer ve kem tâli' bir fazîlet-mend adama göre mahz-ı hayırdır zîrâ hayâtı sâlih ve gayrı sâlih addettiren kendini öldürmek gibi muvakkat bir ta'dîl-i sûrî olmayıp belki sarf olunduğu mesâ'ibdir zannedersin ki şu hâl-i hayâtın mesâ'ibini ta'dâdda ittihâz eylediğin bir ca'li bî-garazlık mülâbesesiyle senin zikri müstehcen musîbetlerini fark edemedimLütfen bana i'timâd ve emniyet ile ve muttasıf olduğun evsâf-ı haseneyi cümleten terk eylemeyip hiç olmazsa evvelki tavr-ı lâübâliyâneni tutarak bu muhibbine şöylece ikrâr ve i'tirâf et ki bir ehl-i iffeti ifsâd ve idlâl edebilmek ümîd ve ihtimâlini kaybeylediğim beni ehl-i ber ve takvâdan olmaya cebr eylemesiyle bu musîbetten ise ölmeyi tercîh ediyorumSana hayattan kelâl geldiğinden hayat fenâ bir şeydir diyorsunErli geçli mütesellîü'l-bâl olarak hayatın hayr-ı mahz olduğunu ikrâr ve böyle külfet-i istidlâle düşmek sizin hakîkati pek a'lâ isbât ve izhâr eyleyeceğin derkârdırZîrâ mevt hâlinde tasavvur eylediğin tagayyür yalnız sende olacaktırBu takdirce bu günden kendini tağyîr eyle ve çünkü mâ-hasl-ı ibtilâk ahvâl-i kalbiyenin adem-i intizâmıdır bu takdirce kâ'ideden hâriç meyl ve muhabbetlerini tashîh ve ta'dîl eyle ve hâneni tanzîm meşgalesinden ictinâben arza-i ateş ifnâ eylemeDemişsin ki ben mübtelâyım ve bu ibtilâdan tahlîz-i girîbân eylemek elimde midirBu söz bahsi vâdi-i âhire tahvîl demektir zîrâ mes'elemiz senin mübtelâ olup olmadığını tahkîkî olmayıp belki saffet-i hayat sana muzır mıdır değil midir burasını isbât etse de haydi haydi bu vâdiye dönelimVelev sellimsen musâb ve muztarsın ve nefsini bu varta-i ibtilâdan tahlîse mecbursun bakalım bu maksadı istihsâl için ölmeye hâcet mes eder miÂlâm-ı rûhâniye ile askâm-ı cismâniyenin rûşları ve rûh ve cismin unsuriyetleri tab'an birbirine mütehâlif olduğu gibi zıt ve mukâbil bulunduğunu bir lahza te'emmül eyleŞöyle ki âlâm-ı cismâniye eskidikçe müzmin ve bed-ter olup en nihâye fenâ şânından olan bir cismi ifnâ ederÂlâm-ı rûhâniye ise ale'l-'aks basit ve kâ'im dâ'im bir şey'in tagayyürât-ı sûriye-i gayrı bâkıyesinden ibârettir ki tedrîcen zâ'il ve ol şey bir daha tagayyürü kâbil olmayacak sûretle hey'et-i asliyesine rücû'a gayrı hâ'il olurHüzn-i melâl te'essüf hırmân-ı nihad benî âdemde takarrur etmez acılardandırHatta hıyn-i ibtilâda çekilen şiddet derdimizi lâ-yetenâhî gösterdiğini ale'd-devâm vâki' olan tecrübeler tekzîb ederBu mertebeden daha ileri geçerek der ki bâ'is-i fesâd ahlâkımız olan nakâyisimizi gussa ve kasâvetlerimizden daha ziyâde nefsimize muzâf addedemem. Bu mülâhaza yalnız gussa ve kasâvet mahall-i ta'yîni olan cismle berâber mahv ve zâ'il olur efkârında bulunduğumdan değildirBelki gâyet tavîl bir ömr bile insanın terbiye ve ıslâhına ve hâlet-i 'an-fevânı asırlarca sürmüş olsa dünyada dünyâda e'az eşyâ hüsn-i ahlâk olduğunu ta'lîm ve ta'yîbine kâfî olmayacağı da'vâsında olduğumdandırHer nasılsa çünkü âlâm-ı cismâniyemizin ekserîsi ale'd-devâm tezâyüd eder bu takdirce cismin şiddet-i tevci' ve zahmeti kâbil-i ilâc olmadığı halde bir adamı her ne sûretle ise kendini kurtarmaya murahhas eylerZîrâ şiddet-i marazdan cemî' havâs ve kuvâsı muhtel ve mütegayyir olup ilaç dahi olmadığından böyle bir adamın akıl ve irâdesini isti'mâle istitâ'atı kalmazVe bu halde bulunan bir kimse kable'l-memât insâniyet ve vezâyif-i insâniyeden munkatı' olmuştur bu sûretle kendi canına kasd eyleyen adam hemen ki rûhun alâkası kesilip yalnız kendini inzi'âc eden bir cismin terkini ta'cîlden ziyâde bir şey yapamamış olr. Lâkin âlâm-ı rûhâniyede hal böyle değildir zîrâ âlâm-ı rûhâniye ne kadar şedîd olur ise olsun ilacı berâberdirHakîkatte bir elemi adem-i tahammül derecesine getiren yalnız kendi imtidâdıdırAmeliyât-ı cerrâhiye bâ'is-i icrâsı olan illetten ale'l-ekser daha emr ve eşed olduğu müttefakun aleyhtirVelâkin illetin elemi mütemâdî ve muttasıl ve ameliyât-ı cerrâhiyenin te'sîr-i zahmeti ise âcil ve zâ'il olduğuna mebnî tercîh ve ihtiyâr olunurBittabi' serî'u'l-iltiyâm olan bir yara için bu türlü ameliyâta hâcet var mıdırİltizâ sabr ve sebâtla eyyâm-ı ibtilâsını zacret hâli mülâbesesiyle isti'zâm etmeyen bir merd-i kâmile göre vâsıta-i tahlîs-i girîbân olan işbu iki çâreden ölmek mi yoksa sabr etmek mi hangisi müreccahtırSabrı iltizâm et tâ ki ni'met-i selâmetten iğtinâm edesinİşte tarîk-i husûl-i maksatDaha ne istersinÂh benim elemimi tezyîd eden elemin de nihâyet bulması mülâhazasıdırBu da hâlet-i zacretten mütevellid bir kavl-i gayrı mübrehin ve akıl ve hakkâniyet ve belki îmân ve insaftan ârî kelâm-ı müzeyyeftirAddeylemek boş ve bâtıl-ı za'mdır. Bu efkâr-ı müstağribenin tasdîki takdîrinde bile istihsâl-i sıhhat için yakı açtırmak acısına tahammül olunduğu gibi sıhhat ve selâmet-i âtiyenin tahakkuk vukû'u hâlinde şiddet ve sekâmet-i hâzıranın bir lahza ızdırâbına tahammülü kim tercîh etmez ve dert ve mihnetin biri sabr ve tahammülü rağbet ettirir bir cihet-i salvet ve selâmeti olduğu halde kat'-ı rişte-i hayatla kendini ondan mahrûm etmek ileride vukû'unda havf olunan zarar ve zahmeti peşince îkâ' eylemek demek değil midirÇocuğum bu husûsu bir güzel mutâla'a ile vahy ve dâ'im olan bir zâta nisbeten on yirmi otuz sene dediğin ne mukûle şeydir söyleSafâ ve cefâ zıll ve hayal gibi geçip gider ve hayat ise bir lahzada cereyân edip biter bu takdirce hayat bizâtihî lâşî mukûlesinden olup kadr ve kıymeti ancak cihet-i isti'mâlinden hâsıl olarak bâkî kalan ve yalnız yapılan hayırdır ve işte hayra nisbeten hayata i'tibâr olunurArtık hâl-i hayâtın iyiliği yalnız nefsine nisbetle olacağı za'mıyla yaşamak fenâ bir şeydir deme. Ve eğer şimdiye kadar geçen ömür şer idi ise işte bu da taleb-i tezâyüd ömre ziyâdeten ale'l-asıl bir sebep addolunur ve sence ölmek mecâz ve mümkün demektir ve bir de senin bir kimesneye mûcib-i hasâr olmayacağı sözünü bir muhibb-i sâdıkına söylediğini mülâhaza etmiyor musunSenin ..îrâs zarar eylemez imiş. anladımBizim hasarımızla senin husûl-i maksadını lâ-be's addediyorsunBu takdirce bizim gussa ve kasâvetimiz sence hiç imişBa'demâ sana bu derece tahkîr ve istihfâf eylediğin muhabbetin vezâyifinden bahs eylemem fakat dostluk vezâyifinden e'azz olarak seni vikâye-i hayata mecbur edecek daha bir şey yok mudurEyâ âlemde senden sonra yaşamayacak derecede sana rabt rişte-i aşk ve muhabbet etmiş ve şu âlemde refah ve sa'âdetine yalnız senin adem-i ikbâlin mâni' olmuş bir kimse mevcut değil midirVe ona hiçbir cihet-i mecbûriyetin olmamak efkârında mısın acabâ şu maksad-ı mükedderi icrâ eylediğin bunca külfet ve meşakkatle henüz saha-i 'an fevânîye yetiştirmiş bir gonca-i sellim ve safvetin tekdîr-i hatırına bâ'is olmaz mı. Onun seniyye-i nezâket rehîninde bir onulmaz yara açmaktan ve senin helâkinle beraber âlem-i hüsn ve bahânın şöyle bir zîneti ifnâ ve ihlâk ihtimalden havf etmez misin ve senden sonra kalsa bile senin helâkin onun kalbinde zill-i hayâta tahammülden daha müşkül gussa ve kasâvet îkâ' edebileceğinden çekinmez misin. Hâ'in dost bî-vefâ âşık ne vakte kadar fevâ'id-i zâtiyenle meşkul ve kendi derdin mülâhazasıyla mukayyed olacaksınİndinde azîz olan kimesnenin sa'âdet-i hâlini gözetmez misin ve seninle ölmek isteyen ile sen yaşamak istemez misin hükûmet me'mûru ve ehl ve 'ıyâl mecbûrî adamlardan bahs ederek çünkü sen de bu türlü alâyık-ı vezâyifin hiçbiri olmadığından her şeyden kendini mu'âf addetmişsin. Ya seni âgûş-ı hıfz ve himâyede besleyip zirve-i a'lâ-yı ilm ve isti'dâda yetiştirmiş olan hey'et-i ictimâ'iyeye ne dersinMüntesib ve minnetimi bulunduğun vatan ve sana muhtaç olan bî-çâregân ve binâ-yı vatana karşı da bir vazîfen yok mudur. Mâşaallah ne güzel hesâb-ı sahîh etmişsinTa'dâd eylediğin vezâ'if miyânında yalnız vazîfe-i vatanperveri ve insâniyeti unutmuşsunKanını ancak vatan uğrunda dökmek vazîfesini gözeterek düvel-i ecnebiyenin hizmet-i askeriyesini fevka'l-gâye mükâfâtına bakmayıp re den şu civanmerd adama ne olsaydı ki şimdi mugâyir-i şer' ve kânun olarak ye's ve hırmân mülâbesesiyle kanın nâfile dökmek istiyorBe çocuk şeri'atı gözet şeri'atıAkl-ı selîm ashâbı şeri'atı tahfîf ve tecâvüz eyler miSokrat bî cürm ve günâh olduğu halde i'dâmına hükümle haps olunmuş ve mahbustan hafiyyeten ihrâcına bazı asıkâsı tarafından yol bulunmuş iken mücerred hükm-i şer' ve kânuna ri'âyeten nefsini fedâ edip mahbustan kaçmayı tecvîz ve irtikâb eylemedi. Sen ise nâ-hak yere terk-i hayat etmeklikte bile ahkâm-ı şeri'atı bilâ tereddüt ayak altına almak istiyorsunVe hattâ su'âl ediyorsun ki ihtiyârımla terk-i hayat eylediğim halde ne günah işlemiş olurumBazı emsâl îrâdıyla bu bâbda kendini murahhasa addetmek isteyerek Roma dilâverlerinin ismlerini yâd ve îrâda cesâret eyliyorsun. Sen kim Romalılar kimDoğrusu bu şöhret-i âfâk olan isimlerin irâdı ağzına yakışıyor yaLütfen bana beyân buyur ki Brütüs bir alâkadan dolayı me'yûsen mi kendini helâk helâk ve kânûn-ı mahbûbesi için mi sîne-i hayatını çâk eylediSenin gibi sağîr ve hakîr olan bir adamın kâtunla ne münâsebeti vardırSus be hey beva'l fuzûl bu himmet-i âliye ashâbıyla senin küfe-i mîzân-ı i'tibâra girmeye ne nisbet ve salâhiyetin var söyleBen hakk-ı ta'zîmi yerine getiremem havfıyla medh ve senâ zımnında bile kâtunun ismini lisânıma almaya cesâret edememBöyle büyük adamların ismine bile herkes ta'zîm etmelidirlerBu bâbda intihâb eylediğin emsâl-i nâ-becâ ve eğer onlarda hayat kendilerine külfetli olduğu anda terkini tecvîz ederlerdi za'mında isen Romanlar hakkında gösterdiğin efkâr pek ednâdır. Romanın cumhûriyet zamân-ı sa'd-i iktirânını seyr eyleHey'et-i müctemi'aları a'zâsından hiçbir ferd-i fazîlet-mend bulabilir misin ki şedâ'id-i mesâ'ib mülâbesesiyle bâr-ı külfet ve vezâyif altından bu tarz ile sıyrılıp çıkmış olaFakat kavânîn-i intizâm bozulup hey'et-i hükûmet birtakım zulme ellerine düştükde artık ebnâ-yı vatan kendi serbesti-i tabi''iyelerini ve nefisleri üzerine hakk-ı tasarruflarını ele aldılarÇünkü Roma mahv ve mudmahil oldu artık Romalılara vücuttan inkıtâ' mecâz idiOnlar rûy-ı arzda me'mûriyetlerini hakkıyla îfâ ve ikmâl eylediler. Vatanları mahv ve mudmahil olduğundan kendi nefislerini tasarrufta mutlak ve muhtâr ve vatanlarına ircâ' ve i'tâya muktedir olamadıkları serbestî ve hürriyeti nefislerine vermekte sâhib-i ihtiyâr oldularRoma'nın hâlet-i nez'inde sermâye-i ömürlerini halâsa bezl ve îsâr ve vikâye-i kâvânîne sarf mâ-hasl iktidâr eyleyerek oldularHâl-i hayatları gibi mematları dahi fazl ve şerefle vâki' oldu. Romanlar içinde sıfat-ı memdûha-i hubb-ı vatanla mevsûf olan bir zâta yakışmayacak sûretle birtakım cebâbireye hizmet ve mu'âvenet âr ve şinârını irtikâb etmiş adam görünmemek garazına mebnî bu tarz ile ihtiyâr-ı mevt ederek Romalı ismine bir şeref-i mahsûs izâfe eylemek vazîfesini dahi îfâ eyledilerLâkin sen kimsin ve ne işledinLâşî mukûlesinden bulunduğun sana hakk-ı ma'zeret mi verir zannedersinAcz ve meskenetin vezâyifinden bâdi-i mu'âfiyet olur mu ve vatanında bir makâm ve haysiyet sâhibi bulunmadığından dolayı kavânîn-i mevzu'a-i vatana ita'ata mecbûr olmamak mı lâzım gelirEyyâm-ı hayâtı ebnâ-yı cinsinin fevâ'idinde kullanmak vazîfesi meydanda durur iken ölmekten dem vurmak gâlibâ lisânına kolay geliyorMe'lûmun olsun ki tasavvur eylediğin vecihle terk-i hayat mûcib-i fesahattir zîrâ bu keyfiyet hey'et-i müctemi'a-i benî beşerden sirkat demektirEbnâ-yı cinsini terkten evvel sana ettikleri ihsanda hakkını îfâ eyleAmmâ bir şeye yaramam âlemde hiç gibiyim dersen ey hakîm-i yek-rûze eyâ şu âlemde vezâ'ife tesâdüfsüz bir hatve atmak mümkün müdürVe her bir adamın yalnız mevcut bulunması bile ebnâ yı cinsine fâ'ide değil midirBe hey deli çocuk benim kelâmımı hakk-ı sem'le isgâ eyle şu tarz ile varta-i hatâya düşdükten sana acıyorumEğer kalbinde zerre kadar eser-i insâniyet kalış ise gel ki ni'met-i hayâtı sevmeklik tarîkini sana ta'lîm ve telkîn eyleyeyimHer ne vakit sana terk-i hayat-ı efkârı ârız olur ise nefsine de ki hele ölmezden evvel bir amel-i sâlih daha işleyeyim ba'de ahâliden i'âneye muhtâc bî kesleri ve teselliye ister mübtelâları ve himâye düşkünü mazlumları taharrî eyle ve bana mürâca'attan hicâb eden bî-çârelere tavassut et benim akçe ve i'tibârımı bu yolda kullanmaktan ictinâb eyleBenim malımı al verBu yüzden beni zengin eyle. Eğer bu mütâla'âtın bugün mûcib-i sabr ve sükûn olur ise yarın öbür gün ve'l-hâsıl bütün ömründe mûcib-i sükûnet olur ammâ bâ'is-i teskîn-i halecân olmazsa ol halde geber zîrâ sen bir âsî adamsın. Mütercimi: Edhem Pertev Paşa **ÂTÎDEKİ PARÇALAR ÂKİF BEY’DEN MÜNTEHÂBDIR** Engin mi? Fırtına mı? Onlardan ne olur? Denize binmemişsinFırtınaya tutulmamışsın ki bilesinDeniz bizim vetanımız-Velî ni'metimiz! Sâyesinde gezer. Sâyesinde yerizSâyesinde yaşarız. Âh! Böyle bir havada seni yanıma alıp da engine çıkmayı isterdim. zaman göürdün ki denizde ne safâ varmışBir kere gemi mütevekkil bir gönül gibi pervâ rüzgarın önüne düşer-Feleğin her cevrine kendini hazırlamış bir merd gibi safâ ile bir trafa yaslanır da en isti'dadlı gönüllere uğrayan sevdâlar gibi kararsız.- Âramsız dokunduğu yerleri yararak ileri doğrulur mu? Bir kere ufak ufak dalgalar ilk ağlamaya başlamış bir elâketzedenin kirpikleri ucuna gelip de acemiliğinden gideceği yolu bilmeyen göyşı gibi öteyi beriyi dolanmaya başlar mı? Bir kere her görünen seyyârenin her büyük sâbitenin ziyâsı denizin içine doğru türlü renkte kandillere gark olmuş minârelerini salıverir mi? Bir kere denizde mehtâbın aksi Allah yolu gibi nûrânî bir cadde peydâ eder mi? Hüdâ bilir gökyüzünü yıldızlarıyla kehkeşânıyla ayağına inmiş veyâhut denizi seninle yol arkadaşınla semâvâta çıkmış zannedersin. Engin tıpkı hayat gibidir! İnsanın nazarı dünyada olduğu gibi engin de yalnız bir dâ'ire içinde gezinir? Ufuk ümîdin aynıdırSen dâ'iâ yaklaşıyorum zannıyla gidersindâ'imâ senin ilelediğin kadar uzaklaşır. Niçin öyle hayran hayran duruyorsun? Yine sana anlamayacağın şeylerden mi bahs ediyorum? Dilrubâ Âh? Dâ'imâ zihniniz safâda eflencedeHatırınızda sakın denizler mehtaplı havalar dolaşıyor bak! Hiç fırtınayı düşünür müsünüz? Ben gemici değilimLâkin buradan denizi seyrediyorumVakit oluyor ki şu ufacık dalgaların her biri kabarıyor kabarıyor da bir dağ parçası kesiliyorSâhile doğru çarpına çarpına gelirken kadar heybetli inliyor kadar heybetli inliyor ki bir hamlede bütn memleketi batıracak sanıyorum. Âkif Çocuk! Hiç insan birkaç bardak suyun çağıltısından iniltisinden korkar mı? İçtiğin suları bir yere toplasalar en büyük dalgaların yirmisi otuzu kadar olur. Dülrubâcığım! Fırtına açık havadan safâlıdırVallâhi yalan değilŞimdi ufuktan bir siyah buluttur kalkarHücûm kolu gibi toplanır toplanır da umulmaz bir sür'atle ileri doğru yürürYerler gökler dağlar taşlar inil inil inlemeye geminin her makarası her ipi yelkenlerin her dikişi her deliği bir başka havadan feryâd etmeye başlarDeniz felekle yarışa kalkışır da şişer şişer her dalgası bir kara bulut şekline girerHer dalganın atılışından çarpışından çağıltısından bir başka fırtına peydâ olurGökler gözünün önünden yerler ayağının altından kaçarBir dakikada yükselirsin yükselirsinKollarını uzatsan eline bir yıldız geçecek sanırsın. Yine dakîkada alçalırsın alçalırsın alçalırsınDenize göz gezdirsen dünya yerinden oynamış döne döne esfel-i sâfilîne doğru çekilip gidiyor gibi görürsün. Her bakışta cenâb-ı Hakkın kudreti azameti dört tarafından meydana çıkıverir. Dilrubâ Âh! Vücûdumun her zerresi ayrı ayrı titremeye başladı fırtınanın safâsı bu mu oluyor? Âkif Meydan bırakmadın ki söyleyeyim? Fırtına vakitleri Cenâb-ı Hakkın kudreti azameti denizin hâlinde bir derece ise insanın hâinde bin derece görünürBir kere kendini bir kere senin cinsinde olanları düşün! Biz neyiz? İki arşın boyunda bir mahluk! Elimizde ne varNe olduğu bize de meçhûl bir akıl ile birkaç lokma etten birkaç damla kandan yapılmış bir gönül değil mi? Ya biz akıl ile bu kalp ile neler yapmışızNeler yapıyoruzBirkaç tahtayı bir yere toplamışızBir tekne hâline koymuşuzÜzerine birkaç ağaç dikmişizKenarlarına birkaç arşın bez bağlamışızsâyede su gibi bulunduğumuz dünyânın dört yanını tutmuş hava gibi oturduğumuz kürenin her tarafını ihâta etmiş iki mühîb kudretin infâkına gâlip geliyoruz! Hava ne kadar kuvveti var ise meydana çıkarıyorMeselâ şu taraftan esiyorAğaçları kökünden söküyorTepeleri birbirine çarpıyorDenizde ne kadar su varsa önüne katıyorOna da kana'at etmiyorDeryânın ka'rını karıştırıyorRast geldiği taşları toprakları su yüzüne çıkarıyorBu tarafa doğru sürüyorÖnüne her ne tesâdüf ederse yutacak gibi görünürBiz yine ağaç kırıklarıyla bez parçalarıyla karşısına zıddına gidiyoruzUğraşıyoruz uğraşıyoruzRüzgar yoruluyor. Şiddetinden kuvvetinden kalıyorİnsan yine yorulmuyor. Âh sana söylememiştimBelki korkarsın da beni bir daha yanından bırakmak istemezsin diye söylememiştimGeçen ay Trabzon'dan gelirken bir fırtına geçirdik. Dilrubâ Sanki fırtınanın serpintisi buralara uğramadı mı? Âkif Serpinti başka..Fırtına başka..Gece idiÇıktığımız gece idiHavada bir buluttur peydâ olduEtrafta her ne varsa kıyâmete tesâdüf etmişAllahın gazabını görmüş gibi korkunç korkunç sadâlar vermeye başladıDeniz bir taraftan bulut bir taraftan gece bir taraftan..üzerimize üç karanlık birden çöktüDeniz yükseldi alçaldıAdetâ yeryüzüyle birleşti arada bir zulmet su mudur? Hava mıdır? Fark etmek için kerâmet isterSola gitsek nginAdam Varna'yı tutturayım derken meselâ Hocabey'e düşecekSağa gitsek her taraf sâhilHer taraf kayalıkHer taraf düşman. Geri dönsek "ne'ûzü billah" insan müttefik devletlerin kaptanlarına gülünç olacakİleri gidilecek hava değildiFakat çâresiz gittikGörmeliydin kiHavada deryâda kıyâmetler kopuyorduGörmeliydin ki altımızda koca kurvet kasırgaya tutulmuş kağıt parçası gibi nasıl şiddetle ne kadar sür'atle uçup gidiyorduMeğer biz karanlığın içinde iken üstümüzü gâyet nûrânî bir mehtap ihâta edermişGûyâ geminin direği dokundu da bulutun bir tarafını paralardıMehtap revnakıyla saltanatıyla görünmeye başladıHani seni ilk gördüğüm zamanlar geceleri bin türlü kara kara hülyâlar arasında bin türlü merhamet ederdin de bir dakikacık pencerenin siyah perdesini aralar güneş yüzünü gösterirdin yaMehtapta hep hatırıma gecelerin lezzetini rûhâniyetini getirmeye başladı. Dilrubâ Of..Canınız muhâtarada iken öyle şeyleri nasıl düşünürsünüz. Âkif Bizim hâlimiz odurEfendiciğim! Enginde deniz gönüllere çıkarken gemimize bir martı konarHepimiz birden nenemizden babamızdan haremimizden sevdiğimizden ahbâbımızdan akrabâmızdan mektup getirmiş gibi sevine sevine etrâfına koşarız. Babacığım! Efendim babacığım! Siz de beni şehit olmuş sandınız da vasiyetimi yerine getirmek için buralara kadar seferi ihtiyâr ettiniz öyle mi? Âh! Öldükten sonra da bu derece hatırı sayılacağından emin olmak insana ölümden kurtulmaktan daha lezzetli geliyorYok babacığım! ÖlmedimBen vatanımın nâmusunu muhâfaza etmek için canımı fedâ etmek istedimKadere muvâfık gelmedi. Cancâneyi attımEtrâfımı bir duman bürüdüGürültünündehşetinden biraz zaman kendimi kaybetmişimAyıldım baktıki denizdeyimYanıbaşımda da bir tahta parçası yüzüyorHazreti Mûsâ'ya bir beşiği Nuh teknesi cây-ı amân eden rabbim beni de kadar ateşin kadar dalganın arasından tahta parçasıyla kurtardıYanıma dakikada bir küle düşürdü de sanki eli kılıçlı bir Türk'e rast gelmiş düşman gibi çekine çekine etrâfta dolaşırdıBir tarafa dokunamazdı. Dört kere denizin tâ dibine gittimHele birinde iki avucum çakıl taşıyla dolduTahta parçası elimden fırladıYine aradan bir dakika geçmeden hakkın sevdiği kullarına gönderdiği hidâyet gibi beni arayarak üzerime gelmeye başladı denizin yüzüne yine tahta ile çıktımMeğer karaya yaklaşmışım bir delikanlı Âh zavallı yiğit! Siz dâ'imâ "Eski Osmanlılarda başka mürüvvet başka fedâkarlık var idiŞimdi dünyada merdler kalmadı." Der idiniz âİş öyle değil babacığım! Şimdiki Osmanlılar da onların hâlis evlâdı imişFırsat düşerse hakîkat anlaşılır delikanlı beni gördüğü gibi bir kere "batıyor" diye bağırdıSoyunabildiği kadar soyunduDenize fırladıBeni kurtardıHem kendi canını fedâ etti de öyle kurtardı ayağımız kuma basmıştı başımızın ucunda bir kumbara patladıYiğit üzerine kapandı da kendini bana siper ettiOna da kana'at etmediVücûdundan dökülen kanlar etrafında dal dal mercanlar peydâ etmeye başlamışken hiç hâlini düşünmeyerek iki eliyle bile sarıldıNe kadar kuvveti varsa bir yere topladı"Alın kardaşlar! Bir can verdimBir can kurtardım" dediBeni kaldırdıKenara fırlattı. Sâhile çıktım baktım ki bîçâre bütün bütün tâkatten kalmışDalgalara tutulmuş gidiyorBatıyor! Allah bilir onu halde görünce kurtulduğuma bin kere pişmân oldum. Şâhin Kendi kendine Daha kim bilir kaç yüz bin kere pişmân olacaksın? Âkif Âh bilmezsiniz insana kendi yolunda bir can telef olduğunu görmek ne kadar girân gelir? Hemen dakîkada soyundumYalnız ben değil birkaç kişi daha hazırlandılarNe fâ'ide! Biz daha karadan iki arşın ayrılmadan çocuk gitti. Dalgadanir türlü kendini kurtaramadıVücûdunda mecâl kalmamıştıYine yüzü gülüyorduBilmem gülüşü dünyada kendi gibi başkası için can verecek adamlar gördüğünden miydi? Yoksa ölümden bir adım kurtardığından mı idi. Arasıra içerek Of! Başıma bir ağrı gelse de zihnimin parlaklığını hâ-i tabi'îsinden az buçuk noksan bulsam istediğim gibi iş göremem diye kederimden helâk olacak hallere gelirken şâyet hastalanır devletimin hizmetinden bir iki gn dûr olurum korkusuyla meyve yemeğe cesâret edemezken şimdi bu su şeklinde yaratılmış ateşle beynimi eritiyorumÇiçeklerimi yakıyorum. Daha dört gün evvel zihnimdeki hayaller canımdan azîz idiHayal yine hayalBirbirimize düşman-ı cân oldukİşretle mahvetmeye çalışıyorum. Mahvetmesem beni kederle öldürecekBir türlü..Bir türlü mahvetmek de kâbil olamıyorSanki yüreğim kızgın demirlerle dağlanmış! Ne de zâlim zehir! İnsanı öldürecekLâkin senelerce süründürdükten âletlerinin her birini ayrı ayrı paraladıktan sonra öldürecekSanki Dilrubâ hâ'ininin mayasından yapılmış! Acaba bunun mübtelâları neresinde neş'e bulur? Ağızdan bir alev gidip de birkaç dakikada bir kere dokunduğu yerleri yakarak kalbi ciğeri ayrı ayrı her bir damarı dolaştığını hissetmekte insan için ne safâ vardır. Dîvâne bu halleri bilirsin de yine içiyorsunEvet! Ben öteki yılanın zehri de işretten bin kat yüz bin kat şiddetli olduğunu bilirken seviyorumİçeceğim. İçeceğimZamanı işret öldürüyorKalbi işret uyuşturuyorZihnimin iltihâbını işret köreltiyorOf! Dünya böyle bir belâ zindanı olsun da ben yirmi sekiz yaşına girinceye kadar onu bir safâ mesîresi bileyim! Ne mecnûn imişim! Âh! İnanma! İnanma dünyada bir şey'in görünüşüne inanmaBir memleketi mi gördünKârgîr binâlarını mı beğendin? Bir kere de duvarlarının deliğini bucağını karıştır bak içinde ne iğrenç renkli yılanlarNe korkunç kıyafetli akrepler bulursun dağlarda bağlarda zînetli zînetli açılan çiçeklere tatlı tatlı çağlayan sulara mı aldanıyorsun? Hele bir ağacın dibinden bir çayın kenarından bir iki karış toprak karıştırBak! Kaç cenâze parçasına rast gelirsin ki ya üzerinde dost bıçağıyla açılmış yara nişânesinden ya içinde yâr eliyle dökülmüş zehir bakıyesinden geçilmez. Bir insan seviyorsunVücûdunun tenâsübüne çehresinin hüsnüne meftûn olmuşsunÖyle mi? bir nikâbdırSeni aldatmak için yapılmış bir nikâbdır. Yüzüne baktıkça mahzun mahzun duruyor sana muhabbet mi gösteriyor? Âh! Bir kere de nikâbın altındaki kemikleri görsen..Görsen ki nasıl korkunç korkunç dururNasıl çirkin çirkin güler de seninle eğlenir! Of..Dünya dünya!!! Cehennemde bir kul isyân ederse Cenâb-ı Hak mücâzât için sana göndersin! Dilrubâ! insan yüzüne baktıkça vefâdan muhabbetten yaratılmış bir melek gibi görünen dilrubâ! başım ağrısa kederinden can vermek derecelerine gelen dilrubâ! Mevtime yoktan îcâd edecek kadar müştâk olsun!. Yârabbi! İnsanın gözlerine yalandan kadar tatlı baygınlık çöker mi? İnsan yüzüne yalandan kadar şirin mahzunluk gelir mi hınzırı kudretine bürhân göstermek için mi yarattın? Yaptı hepsine muvaffak olduÂkıbet beni bu hâle getirdiKendi bu gece âh! Bu gece beyinin koynuna girecek! ağız bana "uğrunda ölürüm" diyen ağz-ı es'ade kim bilir neler söyleyecek! Bu gece bu gece vücutyanımda yattıkça kendimi iki rûha mâlik zannettiğim vücut başkasının kucağına nasîb olacak! Bana vaktiyle ne kadar muhabbet gösterdiyse başkasına da kadar muhabbet gösterecek! Kim bilir? Belki onu gerçekten seviyor. Âh ölmeli Dilrubâ gebermeli mutlak mutlak gebermeli yılan dünyadan vücûdu kalkmayınca ben yaşayamayacağımakrebi ezip de kanını üzerine sürmeyince yüreğime açtığı yaranın acısına meskûnet gelmeyecekMutlak gebermeliHem benim elimde gebermeli! Benim canıma kasd etmişSağ iken ölü göstermeye çalışmış öyle mi? Âkıbet diri diri mevtâ hâline getirdi ya! Rûhum ölmüş. Yalnız meydanda vücûdum geziyorânideğin intikam nâmında iki peri tuttuOnlar gezdiriyorHer sa'at ölüyorumCan çekmekteki acıyı her dakîka vücûdumda hissediyorumÖlüm azâbını hayat kadar uzatıverseler beni hâlimin aynı olur. Âh! Bu hallerden sonra başkasıyla mı safâ sürecek? Mutlak öldürürü. Öyle tabi'atın kemâline şüphe getirecek kadar denî bir vücûdun dünyada hiç lüzûmu yoktur ama kâtil olacakmışım.ne olursam olayımBen onun bir avuç kanını içeyim de isterse Allah her damlasından gönlümde bir cehennem peydâ etsinBelki yine çekeceğim azâp bundan ehven olur. Niçin kâtil olayım? İnsan bir düşman gemisine rast gelir batırıyor içinde bin bin beş yüz kişide beraber batıyorYine kâtil olmuyorBir gemi düşman-ı cân yakmakta bu mel'ûnun yerini tutar mı? Âh! Ben muhabbet için yaratılmıştımAskerlik için terbiye olmuştum. Şimdi gözüme kâtillikten başka bir şey görünüyor. Şu dünyada hiçbir şey düşünmeye iktidârı kalmayan aklımla kâtilliğe tuhaf tuhaf te'viller buluyorum! Beni bu hallere getiren kahrolsun! Ben sebep olmazsam nereden kahrolacak!..ÖldüreceğimMutlak öldüreceğimGönlümün alçaklığına bak! Bu kadar hıyânetten sonra hâlâ seviyorumHâlâ girip de arkadan bırakmaYaşayıp da başkalarının koynunda görmeye bir türlü kâ'il olamıyorum. Ağlayarak bir tarafa yığılır Kendini mu'âyene ederek Vücut! Vücut! Ne zayıf âletNe âciz şey imişsin! Üç gece uykusuzluğa üç gün rahatsızlığa dayanamıyorsunBirkaç salkım üzümden çıkan eczânın ağırlığını kaldıramıyorsun! Bâri şurada biraz gebereyimYatayımYa sonra uyur kalırsam sabaha kadar uyanamazsam da murâdına nâ'il olursabu gece gelin olmuşken yarın sabaha kadar yaşarsa? Âh Cenâbı Hak göstermesin! Sonra vücûdumun her parçasını dişlerimle koparsam kendi intikâmımı kendimden alamam. Acı acı gülerek Benim bu halde gözüme birkaç dakîkadan ziyâde uyku mu girer? Tutalım ki girsinMeyhâneciye tenbîh edip de kendimi uyandırtmak muhal değil â. Kimi görecek? Uyumuş da sayıklamaya bile başlamış! Of! Ne de acâyip san'at! On sekiz yıldır meyhâneyiciyimYanıma kim gelirse tıpkı dünyaya gelir gibi geliyorDeli ise birkaç lokma şey yiyorBirkaç kadeh şey içiyorHayvan gibi hiç ma'nâsız yere sıçrıyorSızıp bir tarafa yıkılıyorErtesi gün yine yeniden başlıyor. Biraz aklı varsa buraya gelirBıraksın ki mahzûnDünyânın her hâlinden bıkmış. Meyhâneden başka bir eğlence yeri görememişDünyaya geldiği günden beri arayıp da bir yerde bulamadığı neş'eyi bu şişenin içinde sanmışNe kadar şey içerse ya gözlerinden ya kalbinden kadar yaş dökerDikkat edersen kalbinden ne kadar yaş döküldüğü ne kadar kan aktığı çehresinin hâlinden görünürBir cama baktığın öte tarafına yağmur yağdığı nasıl görünürse bayağı öyle görünürElli sekiz yaşındayımİnsan içine karışalı kırk yıl oluyorTam kırk dört yıl evvel bizim paşanın kilerci yamağıydımBugün şurada meyhâneci ustasıyımDünyanın hâli dâ'imâ birHer yerde birHer vakitte birDâ'imâ deli şenAkıllı mahzun! Of.Benim de biraz aklı mı vardır nedir? Şunun bunun hâlini düşünür de kendi kendime mahzûn olurumBey hırmenden hıyânet görmüş! Vefâ umduğunun cezâsıdır. Âkif Odanın yan kapısından girerek Bayağı keşf etmişimZifaf bu odada oluyorHanımın yatağı da hazırlanmış! Bizim zifaf odası da burası idiYatak yine yatakHanım yine hanım! Bu oda değil âdetâ mezar! İçine kim düşerse çeviriyorMahv oluyorYerine bir başkası geliyor! Âh! Bu ne kadar sancı? Bilmem rûhumun çektiği azâba cismimde nazîreler mi yapıyor. Acı acı gülerek Altı ay evvel şu minderde oturup da bana "Senden ayrılacağıma canımdan ayrılırım" diyen bu karı mıydı? Hâ'in!..İşte du'ânın birazı makbûl olduHem benden ayrıldınHem canından eyliyorsun..Nasıl kayacağım? Elimde koynumda iken incinir solar diye korkup da yedi ayda belki yedi kere dudaklarımı dokunduramadığım göğsünü şimdi nasıl kurşunlarla paralayacağım? Ne de alçak gönlüm varmış! Hâlâ seviyorum. Hâlâ acıyorum şimdi başkasının koynuna giecekBenim yatağımda başka biriyle yatacakYatak gözümün önünde duruyor da gönlüm hâlâ yatağı rahat döşeğine tahvîl etmek istemiyorum! Âh! GebertirmBillah geberteceğimBunun gibi mel'unları öldürmeyi de gönül istemezse de insanın tabi'atında kâtilin isti'dâdı bütün bütn abes kalırTamam yatağa girip de arzusuna dünyada bir mâni' kalmamış zannettiği vakit geberteceğim. Tamam ümit üzerinde iken canından mahrûm olsun ki cehennemde göreceği azâba burada alışmaya başlasın. Ayak sesi var..GeliyorEsvabına bak! Mel'ûne yılan ne parlak deriler bürünmüş! Rovelverle nişan alarak İnsan şuradan ne kadar da kolay gebertecek! Yan duruyor da tamam sol böğrünün en lâzımlı yeri kurşunun tâ hedefine rast geliyorŞimdi tetiği çekersem tâ kalbinden vuracakİki kere nefes aldırmayacak..hayır..beyi yanında bulunsun. İnsan düşmanını bir ümîde nâ'il olacağı vakit öldürmeli ki intikâmın lezzetini duysun. Orada ne yapıyor? Âyineye bakıyormuşAcâyip çehresine düzgün de sürüyorBen kadar körmüşüm ki yüzündeki riyâ perdeleri nerede kalır zehirli cuyûh yankılarını kokmuş kunduz kanlarını bile göreezmişim. Elini başına vurarak Alçak..Hâlâ seviyorsunHâlâ muhabbet yoluna kâtilliği irtikâb ediyorsunÖyle mi? Arada intikam bir te'vilden ibâret..onunla kendini aldatıyorsun..Heyhât..Onunla kendimi aldatmaya çalışıyorum ama ne mümkün! Tabi'atımda olan denîlik bir türlü gözümün önünden gitmiyorÂh! Acaba ihtiyarsızlık makbûl bir özür değil midir? GeliyorGel! Gel ki ölümde arkandan seni kovalayıp geliyor..Gel ki bir adım attıkça kim bilir kaç yıllık ömrün azalıyor. Kimbilir mezarına kaç arşın yaklaşırsın? Gel ki ecelin âdem kıyâfetine girmiş seni yakandan tutup da cehennemin esfel-i sâfilînine atmak için burada bekliyor! Seni Âkif'in elinden alsa alsa mevt alır.Sen başkasıyla bir yerde yatsan yatsan en dayanıklı kemiği -kim bilir?- kaç sene evvel toprak olmuş mevtâlarla yatarsın. BitirdiSübhânallah! Yüzünü boyadıÇehresinde olan tarâveti gâ'ib etti de yine güzel! Ne olacak? Riyânın bozamadığı üsne düzgün ne yapsın? Merdivene doğru gidiyorGit! Nereye gidersen git! Seni hîlenin hıyânetin beni sâfderûnluğun muhabbetin numûnesi yaradan rabbimin rakîb ismine müntakîm adına yemîn ederim ki sen bu gece Azrâ'ilin pençesinden kurtulamazsınMeğer Âkif bir iki sa'at daha sağ kalmasınBillah geberteceğimHem ölüm gibi hiç düşünmediğin bir vakitte başına çökeceğim de öyle geberteceğim. GeliyorŞimdi belâsını arayan adam gibi koşa koşa geliyor. Girdiği kapıya doğru giderek Sen yine istediğin gibi yaşamaya çalış! Ölüm şu kapının arkasında duruyor. Topu aranızda bir yumrukta kırılacak iki tahta parçası var. Biri daha peydâ olduOnun da mansıb değişmekten esvâb değişmeye varıncaya kadar her hâlinde ağzından ne trlü lakırdı çıkıyorÇehresi ne kıyafete giriyor? Hepsine birer birer dikkat etmeli de ona göre davranmalı ki bey seni kendine esîr olmuş zannetsin de sana esîr olsun. Erkek kısmı ne tuhaf hayvandır! Bir kadını sevdi mi? Yanına yaklaştığı gibi gönlünde ne kadar sırı varsa çehresinden görünmeye başlarYüzüne bakınca kalbini yarışmalarda başına yapıştırmışlar zannedersin. Pencereden bakarak GeliyorKapıdan girdiŞimdi da kendini bir büyük işe muvaffak olmuş zannederDeğil mi? Biz beyin hüsnüne meftûn olmadık mı? Ama her ay benim gibi bir câriye alabilecek kadar îrâdı varmış da adamı meftûn eden güzellik çehresinde değil kesesinde imişBey orasını da düşünebilirse dünyada bizim ne kıymetimiz ne kadrimiz kalır! Âkif de böyle idiYokOyundan deli idiÂdetâ deli idiBeni gerçekten yoluma ölecek gibi severdi de bayağı hâli bana da te'sîr edecekBen de onun gibi çıldıracağım diye korkardım geliyor. Gözümle görmüş gibi biliyordum ki içeride adam oluyorHem içerdeki adamların biri de oğlum idiYine kurtarmaya geldim. Bir peder bir odada tabanca sesi işitirOğlunun da orada olduğunu bilir de kolay kolay kapının önünde bekçilik eder mi sanıyorsun? Hiç evlâdın öldü mü? HayırMutlak ölmemiştirAllah senin kadar alçak bir mahlûkuna da kucağında kendi vücûdundan ayrılmış bir melek görmek nasîb etsin de sâ'ir kollarına ne mükâfât ihsân eylesin? Kurtarmay geldimBak ölüsü şurada yatıyorKanlar içinde yatıyor da gözlerimden bir damla yaş çıkmıyorBir kere dönüp de yüzüne bakmak istemiyorum. Niçin dersen ben onu daha buraya geldiği vakit ölmüş buldumSenin gibi Allahın gazap ateşinden yaratılmış bir şeytan Azrâ'ilden evvel davranmış canını kabzasına almış! Bugün kurtarabilsem yarın yine ölecekti. Senin için bugün kâtilliği irtikâb ettiÖldürdüğü adam yanında yatıyor. Yarın ihtimal ki ben sebeb-i hayâtı babası iken canını kurtardığım için benim canıma kasd ederMel'ûn olurdu. Anladın mı hanım efendi? Sen öldürdünGemi içinde deniz üstünde düşman karşısında birkaç yüz okka barutu eliyle ateşlemiş iken ölmeyen delikanlıyı sen öldürdün şehîd olmaktan başka bir arzusu olmayan Âkif'i sen kâtil ettinBî çâreye put oldunİ'tikâdından ayırdınBen putu kıracağımBeni kıymetli evlâdımdan mahrûm ettinBen de seni kıymatli canından mahrûm edeceğim. Kibr buyur da hâlâ adam aldatmaya çalışıyorAl! Al! can mâhiyetine girip de vücûduna istilâ eden şeytan cehenneme bir sa'at evvel gitsinGeberdin mi? Köpek? Cana kıymak nasıl olurmuşAnladın mı? Fâhişe. Âkif bahtsız çocukYerinde rahat yat! Helâkine sebep olanlar da seninle bir günde mezara giriyor. Âh! Ne olurdu? Birkaç dakîka daha sağ olaydın da yoluna öldüğün ne îrenç çehre imiş göreydinGeberdiRengi küf tutmuş peynire benzerdiYüzü de kalbi kadar çirkinleşti. Vah bî-çâre Âkif! Bu kadar alçak bir fâhişe için hem sen kâtil oldunHem beni bu yaştan sonra kâtil ettinGazâ yolundaDevlet hizmetinde sarf ettiğimiz emekler hebâya gittiİki dünyâmız birden harâb olduÖyle mi? Biraz düşündükten sonra Estağfurullah! Sen hayâtına kasd eden bir adamı öldürdünMa'zursunBen iki delikanlıya zehirlemiş helâk etmiş bir yılana rast geldimEzdim mahvettim ecir beklerim. "Zavallı çocuk"tan: Bu kuş kadar gönlümden de ne acâyip haller geçiyor! Ben daha ne adam oldum ki zihnimde kendimin bile epeyce anlayamayacağım birtakım hayaller bulunsun? İki ay evvel bu vakitler nasıl tatlı tatlı uyurdumİki ay gözümü açıp da dünyayı karanlık görmediğim gün bilmiyorumPek a'lâ! Atâ burada iken erken erken uyanayımNe kadar erken uyanırsam zarûrî yok ya bir sa'at ziyâde yüzünü görürüm. Ya bir sa'at ziyâde uyanmasını beklerimYa mektepte iken..Acabâ ne göreceğim? Acabâ ne bekleyeceğim? Gide gide hiç şüphem kalmıyorMuhabbet-i mutlak budur. Güzel ama ben nineciğimi de seviyorumNiçin her gece gözümü kapadıkça rüyama girmiyor? Babacığımı da seviyorum niçin kendi evde olmadıkça hayâli gözümün önünde görünmüyor? Geçende mektebe gittiBir ay sonra geleceğini pek a'lâ bilirken her gün yine acabâ gelir mi? Diye deli gibi sa'atte iki kere pencereye koşuyordum! Ninem babam çehremden durmadan bir şey anlamasın diye korkumdan yerlere geçiyorumHâlimi kendinden saklamakta yine bir başka belâ! Anlasa ârımdan anlamasa kederimden öleceğimÂh! Bu mutlak muhabbetten başka bir şey değildir. Dün tâ bendeye insan nasıl sever diye sordumNe cevap verse iyi "Sen yaşta çocuk sevmeyi ne bilecek" demesin mi budala! Ben yaşta çocuk sevmeyi ne bilecek imişSenin gibi yanaklarım kirden mi sarkacak çenem yüzüme yapışacak da ondan sonra sevmeyi öğreneceğim öyle mi? Sa'at on bire geliyorHâlâ uyanmadıYine ikindi olmadan gidecekYine ben bî-çâre bir ay yolunu bekleyeceğim duracağım iki gün olsun doya doya yüzünü görmek bile nasîb olmaz ki..Ne kadar da canım ağlamak istiyor! Aman şimdi yine ninem gözlerimi kızarmış görür kıyâmet koparÂh! GeliyorOnun ayak atışıİşte. Ayağının sesini işitir işitmez yüreğim de oynamaya başladı. Şefîka Hatırında mıdır? Bundan iki ay evvel..Tamam iki ay evvel vakitten beri iki keredir mektepten gelirsin -burada- yine bu odada bir hikâye kitabı okuyorsun aklına geldi mi? Hani bir paşanın bir kızı varmışKomşusunun oğlunu severmiş. Sonra kızı başkasına vermişlerÇocuk kendini öldürmüş onun üzerine kız da telef olmuş yine mi hatırlayamadın? Hani hikâye oraya geldiği vakit ben "Sübhânallah bir kız istediği adama varmamakla telef mi olur?" demiştim. Atâ Evet Şefîka Sen kendini kadar tutmaya çalıştınTutamadın gözünde bir damla yaş peydâ olduYüzünün üzerinde gizlenecek yer arar gibi yavaş yavaş öteye beriye doğru yürümeye başladıİşte işte yine yüzünde tıpkı onun gibi bir damla geziyor. Atâ Of. Şefîka Saklama! Beni dinle! Ben günden beri seni bütün bün başka türlü görüyorum. Ne vakit yüzüne baksam gözlerin sanki benim aksimi gâ'ib edip de ruh teslîm edecek kadar mahzûn duruyorHangi tavrına dikkat etsem bana hâl diliyle "Senden ayrılırsam ölürüm" diyor? Beni seviyorsun öyle mi? Atâ Bırak! Allah aşkına beni bırak! Şefîka Dinle! Daha bitirmedimgünden beri gözleirne baktıkça hayâlimle berâber yüreğimin mahzunluğu aks ediyor da onun için bu kadar baygın duruyor sanıyorumHâlini düşündükçe "Atâ'dan ayrılırsam yaşamam" diyemeyen etmekten başka aklıma dilime bir şey gelmiyor seni seviyorum? Değil mi? Atâ Âh! Yârabbi ne yaptım ki beni bu kadar inâyetine lâyık gördün? Zâtı buna olan muhabbetimle dünyâda herkesten bahtiyâr idimŞimdi de beni sevdiğini işitiyorumKendi ağzından işitiyorum. Seviyorum Şefîka'cığım! Seni seviyorumHem dünyâda ne kadar sevmek mümkün ise kadar seviyorum. Şefîka Seviyorsun? Muhabbet sana ne türlü haller getiriyor? Söyle! Söyle! Bakayım. Atâ Ne türlü halleri mi getiriyor? Zamânı zamânına benzemez ki..Günolur. Yanıma gelsen ağzâmın her biri ayrı ayrı yanmaya başlarSanki vücûduma alevden bir gömlek giydirirlerYanımdan gitsen canım vücûdumdan çekilirÇekildiğini her zerrem ayrı ayrı hissederHer tarafa hafif bir titremek gelirGönlüm yerinden kopacak da arkandan koşacak gibi olur. Gün olurZihnimde yoluna ölüp de seni başında ağlar görmekten büyük dünyada bir devlet bulamamSonra ağlayacağını düşünürümSana açtığımdan kendime de açmaya başlarım. Dünyada ne kadar güzel şey' görsem elbette senin bir yerine benzetirim. Sonra gördüğüm şey'in her tarafında bir kusur bulurum da gözümden düşer yine yalnız sen kalırsınUykuya rü'yâda seni görmek ümîdiyle yatarımUykudan hayâlini kaybetmek korkusuyla kalkarım her hâlim ta'rif olunmaz ki nasıl söyleyim? Şefîka Söyle! Ta'rif edebildiğin kadar söyle! Atâ Ne vakit seni görmesem yâut düşünmesem gönlüme zihnime bir yokluk bir karanlık çökerSanki canım benliğim kaybolmuş da kendi kendime ecnebî kalmışım gibi olurSonra birden bire hatırıma gelirsin ölüm döşeğinden kalkmış hasta gibi dünyâlar benim olurSanki vücûduma baştan aşağı bir safâ bir hayat dolar. Şefîka Âh! Ben bu kadar vakit çalıştımGönlümden geçen hisleri bir türlü bir yere toplayıp da kendi kendime bile anlatamadımSen bilmem nasıl muktedir olup da ta'rîf edebilirsinLisânın gönlümde mi? Anladım beyimŞimdi lâyıkıyla anladım. Ben de seni seviyorum. Atâ Öyle şeyler söyleme! Beni sevincimden öldüreceksin zararı yok söyle! Söyle insana dünyada muhabbet sözünü sevdiğinin ağzından işitip de ferahından ölmekten büyük sa'âdet mi olur? Şefîka Ya muhabbet bu ise niçin kadar şikâyet ederler? İnsanın yüreğini yakarmışAklını alırmışTelefine sebep olurmuşBen bu lezzet yoluna telef de olsam memnûnumBeyim! Allah artırsın! Bu kadar kemâlin varHer şey'i bilirsin. Her şey'-i ta'rif ediyorsunBana da öğretsen â muhabbet nedir? İnsana bu devlet nereden geliyor? Hekîm sen böyle şeyleri siz bilmeyince kim bilecek? Atâ Efendiciğim! Biz vücûda gelen illetleri bilmeye çalışırız rûhun bulduğu lezzetleri nereden anlayalım? Şefîka Ay! Muhabbet ruhta mıdır? Emek âhirete de bizimle berâber gidecek. Atâ Şüphe yok Şefîka Âh! İki dünyâda beni Atâ'dan ayırmayan rabbim! Bilmem nasıl şükredeyimne! Bey babam geliyorAman yanımdan ayrıl! Şurada bir şey oku! Bizi bir yerde görmesin. Ömrün meşâkı çekilirse yalnız muhabbet sâyesinde çekilirHayatın bir lezzeti var ise yalnız muhabbettirMuhabbet ne büyük lezzettir ki insan cefâsında da bir başka lezzet bulur. Muhabbetle yaşayanlar nasıl yaşarsa memnun yaşıyorMuhabbet için ölenler nasıl olsa memnun ölüyorSiz şimdi belki muhabbet neden hâsıl olur diye düşünürsünüzNenize lâzım? Gönlünüzde muhabbet yok mu? Peydâ etmeye çalışın. Var mı etrâfınıza bakınYerleri dâ'imâ bahar gönülleri dâ'imâ şafak görürsünüzHer yaprak nazarınızda canlanırBir tûtî kuşu kesilir size tatlı tatlı gönlünüzün sırrını safâsını söylerHer bulut gözünüzün önünde açılırBir tel gömleğe dönerSize hayal meyal sevdiğinizin sînesini gerdenini gösterir. Bir tenhâlıktan bir vahşette kaldınız mı? Hiç çekinmeyin! Hemen uykuya yatın dâ'imâ sevdiğinizin şekline temessül etmiş bir cism-i latîf kalbinizin âgûşuna düşmeye hazırdırYolunuzda bir muhâtara mı gördünüz? Hiç korkmayın! Hemen ileri gidin ki dâ'imâ sevdiğinizin kalbine dökülmüş bir melek-i mü'ekkel etrâfınızda muhâfızdırBir âşık için ölürken mezarının üstündeki çiçekleri ya kan ile veyâ gözlerinin yaşıyla sulayacak bir refîk-i rûhânî mevcut olduğunu bilmek dünyadan rahatça gitmek için ne büyük kuvvettir! Âlemde kim vardır ki yârıyla bir döşekte bir sa'atte ölmeye bütün hayâtını fedâ etmesin? Of..Meğer insanın ömrü çocukluğundan ibâret imiş meğer ondan sonrası hep kabir azâbı cehennem ateşi imiş. Kitapta muhabbeti kim yazmışsa yalan söylüyorAllah muhabbet lezzetini dünyadaki belâlara bedel değil dünyadaki belâları muhabbet lezzetine bedel etmiş. Âh! Atâ yalnız odasında kalacak da ben başkasının koynunda nasıl yatacağım? Âh. Yok! Yok! Yine aklım başımdan gidiyorYine vücudumun her zerresi ayrı ayrı ayağa kalkıyorBen gidemiyorum da kederinden Atâ'yı mı öldüreceğim. Nineciğim! Nineciğim! Hayat sanılsa ömrümü yolunuza fedâ etsem ne kadar memnûn olduğuma sen de ta'accüb ederdin. Bu yaşta iken ölmeye âşık olmuş kadar muhabbet edip de ondan bile mahrûm kalacağım kimin hatırına gelirdi? Atâ.Atâ..Acabâ hâlimi işittiğin vakit ne diyeceksin? Bana ne türlü la'netler edeceksin? Soğu! İkrâh et! Benden ikrâh et beyim! Kendinden ayrılmaya katlandımGönülden ayrılmaya da katlanırımÇektiğim azâbı duyarsan kim bilir ne hallere gelirsin? Of! Ya bu akşama yâud yarın sabaha bütün bütün ayrılık göründüÖyle mi? Hekîm eni uykuda sandı da Şerife Hanım'a hepsini söylediYalnız bana söylemezlerYalnız nineciğime babacığıma söylemezlerMeğer dünyada adam aldatmak dta bir merhamet imiş! Yârabbi acabâ kulun Şefîka'ya âhirette de azâb edecek misin? İki ay evvel bana biri bugün verem döşeklerinde telef olacağımı haber verse inanır mıydım nasıl inanayım? Pek de genç idim. Bu kadar çiçekler iki üç günde soluyorBu kadar kuşlar iki üç yılda telef oluyorBenden küçük bu kadar çocuklar ölüyorBunların hepsini görürdüm de yine ölümü bir türlü kendime yakıştıramazdım. Babacığımın atlaslarla sarmaya kıyamadığı vücut yarın katı katı kefenlere bürnecek. Nineciğimin incinir diye kendi kucağından esirgediği Şefîka yarın kara topraklarda yatacak. Atâcığımın öpmeye kıyamadığı çehreyi yarın kurtlar çayanlar yiyecek. Yârabbi babasını hapisten kurtarmak için nefsini fedâ eden kuluna merhamet et! Yârabbi! Ninesine kardeşine sefâlet çektirmemek için mezara giren bî çâreye acı! Âh! Ölüm canıma minnetAtâ'dan nasıl ayrılacağımÂh dünya durdukça ayrılık..Mahşere kadar hicrân. İnşaallah öldüğümü işittiği vakit acımazBana vefâsızlık ettiAllah da yanına komadı der de hayâlimi bütün bütün hatırından çıkarır. Âh yok..Yok..Ben Atâ'dan ayrılıyorum hayâlim de mi ayrılsın! Ben Atâ'nın yoluna öleyim beni vefâsız zannetsin de arkamdan bir damlacık gözyaşı da mı dökmesin! Ben Atâ'nın muhabbetiyle telef olayım da son nefeste olsun bir kerecik yüzünü de mi görmeyeyim. Deli gibi nineme de bana göstermeyin diye tenbîh ettim. Bir kerecik yüzünü göreyim de uğruna bin cân fedâ olsun onun kucağında öleyim de Allah isterse mahşerde bile diriltmesin. İsterimGöreceğim.elbette göreceğimAllahım biraz ecelden amân verBir dakîka olsun göreyim beni huzûruna me'yûs getirme! Gözlerim kararıyor. Vücûdumda kuvvet kalmıyorÖlüm ölüm etrâfa yaklaştıGöremeyeceğimÂhirete hasret gideceğimÂh! Nineciğim! Nineciğim. Atâ Azâb içindeki cana vücut nasıl bâr oluyorsa azâb içindeki vücûda da esvâb öyle sıkıntı veriyor..Bilmem felek unutturur on dokuz yaşında ma'sumların bu kadar eziyetlerle cânına kıymaktan ne lezzet bulur? Of. Şefîka Kollarını açarak ve davranmak isteyerek Atâ!..Atâ..Ah! Atâ Nabızlarını tutarak Daha..Daha bir iki nefeslik hayâtı varNabızlar sekte içindeAğız sağ tarafa mâ'ilGözler gitmiş..Allah hastalığına da güzellik vermiş ki yüzünü gören vereme âşık olacak. Şefîka Beyim! Sen misin? Beyim! Hayâlât görmüyorum â! Yanımda sen oturuyorsun â! Atâ Şefîkacığım! Efendim Şefîkacığım! Şefîka Beyim! Acabâ ne kadar ömrüm kaldı? Acabâ iki sa'at seni görebilecek miyim? Bâri baygınlık gelmese de yüzüne doya doya bakabilsemDoya doya. Atâ Allaha emânet. Şefîka Yalan istememHekîm söyleDemin beni uyur zannetti de başımın ucunda akşama ya çıkar ya çıkmaz dediTesellî lâzım değil senin için..Âh..Senin yanında diyecektimSenin yanında ölüyorumMenûnum sen sakın sıkılma! Sen sakın bana ağlama sonra beni âhirette de rahatsız edersin sakın sakın senin için öldü derlerse inanma! Vücûduma hastalık geldiİnsan bu yaKader böyle imiş. Getir! Çabuk ol. Haydi işine git! Def' ol oradan. Şefîka ilaç benim mi beyim! Atâ Hayır! Bî-çâre çocuk! Seni birine zorla nikah ettiler de benim için verem oldun ölüyorsun öyle? Şefîka Onu sana kim söyledi. Atâ Canınla uğraşırken yine Atâ'ya acıyorsun yine Atâ kederlenmesin yine Atâ ağlamasın diye zihninde tesellî verecek sözler buluyorsunHer nefsin hayâtının bir büyük parçasını götürüyorEcel ciğerlerini paralıyorAzrâ'il nâzik vücûdunu pençesine almış eziyorsun yine Atâ'nı düşünüyorsun hem de Atâ'sından sonra sağ kalırAtâ'sının kara topraklarda yattığına tahammül eder zannediyorsun öyle mi? Şefîka Âh ne yaptın? Atâ Hiç! Arkadaş değil miyiz? Yola hazırlandım aç yatağında yeri mi ver! Sıkılma kim görürse görsün! Görsün! Ölüm döşeğine Allahtan başka kimse karışamazBenim senin kadar bile ömrüm kalmadı bâri ruh teslîm ettiğim vakit yanından uzak düşmeyim. Şefîka Atâcığım! Kendini mi zehirledin? Atâcığım! Bu belâların hepsi benim için mi? Bak tâli'siz şefîka senin başına neler getirdi? Atâ Ben tâ bende budalasının sözüne inanıp da mektebe döneydimBaşıma gelecekler vakit gelecektiSen bir ay topraklarda yatacaktın da haberim olmayacaktıSonra duyacaktımÇıldıracaktımTımarhânelere düşecektimSeninle berâber ölmeye değil yolunda kendimi öldürmeye bile muktedir olamayacaktım. Âh! Bizi birbirimizden mi ayıracaklardı? Hiç düşünmemişler ki bu kadar birleşmiş iki kalbi Allahtan başka kimse ayıramazAllah da bir vakit ayırmazAmma yerin üstünde gezmeyecekmişiz de altında yatacakmışızAma bu dünyâda birleşmeyecekmişiz de öteki dünyâda birleşecekmişizOnun ne farkı olur? Hayran hayran biraz yüzüne baktıktan ve sarılıp ötesini berisini öptükten sonra Benim için tatlı canını fedâ ettin? Benim için kıymetli nineciğinden babacığından ayrılıyorsun? Vücûdumdan başka elimde bir şey yok ki teşekkür için yoluna fedâ edeyim. Şefîka Beyim! Şefîkâ dünyâda senin uğruna olmasın da kimin uğruna olsunGel! Âlemin gamını kederini yine âlemde bırakalım! Biz şimdi dünyânın en son köşesine misâfir olduk yolculuğumuzdan muhabbetimizden vuslatımızdan safâmızdan başka bir şey düşünmeyelim! Âh! Hani birbirimize hâlimizi bildirdiniz sabah nerede? Dünyadan ömür istenilirse öyle ömür istenilirHani okuduğun kitap? Muhabbeti ne güzel ta'rif etmişsin. Bak muhabbet dünyânın her belâsını unutturacak bir lezzet değil mi imiş? İşte ölüyoruzBizi bilenlerin hepsi arkamızdan ağlayacak da biz yine güle güle ölüyoruzSöyle! Dünyada birbirini gerçekten seven iki adam için bir yerde yaşamaktan bir dakîkada ölmekten büyük lezzet düşünebilir misin? Atâ Sus!âh!. Ne oluyorsun? Şefîka Atâ Bu zehir.Sanki her damlası içimde bir ejder kesildiKoparıyor. Şuralar mı koparıyor..Ejder.Ejder.Sişleri ateşten midir nedir? Kopardığı yerlerden hem kan dökülüyorHem alev saçılıyor. Âh! Zehir değil ateş..Yaktıİçerimi bütün bütün yaktıAh..Yârabbi cehennemi âhiretten kaldırdın da gönlüme mi attın? Şefîka Atâ! Bana bu hâlini göstermek için mi yanıma geldinBöyle her dakîkada bir kere öldüreceğine bâri elini yüreğime sokaydın da birdenbire ciğerlerimi kopara idin. Atâ Dur! Gücenme! Ben hiç seni bu hâlinde üzmek ister miyim? Yenemiyorum. Acıyı yenemiyorumAnla!..Anla!..Ne kadar şiddetli eziyet..Senin için çekiyorum da yine tahammül edemiyorumSenin yanında çekiyorum da çekdiğimi senden saklayamıyorumÂh! En ince damarlarım ayrı ayrı yerinden kopuyorSanki her biri koptukça bir kere can veriyorumBilmezsin ne kadar şiddetli zehirdirÂh başkasını istesem eczâcı vermezdi ki..Belki de verirdiÖyle bir vakitte kim düşünecek aklıma bu geldiGeçiyor geçiyorMerak etme! Ölüm hâli..Can acısı. Az vakitte geçer..Dünya gamı gibi hayat kadar sürecek değil âÂh! Hâlâ mı benim için ağlıyorsun! Damarlarındaki kan durduGözlerinin yaşı yine dinmiyor! Gel! Gel! Âh! BittiNe varsa bittNe acı kaldıNe can kaldıGözlerime bir fenâ karanlık çöküyorSana bakıyorum da zihnimdeki hayâlinden başka bir şey görmüyorum. ÖlüyorumKarşımda sen olmasaydın lakırdı da söylemezdimGel bir kere saçlarını koklayımBelki vücûduma biraz kuvvet gelir de yüzünü bir daha görürüm. Âh! GidiyorumArkamda çok durma beni..Beni bekletme! Âh..Şefîkam ölüyorumSenin..Senin yoluna ölüyorumSenin yanında ölüyorumDüştüğü anda teslîm-i rûh eder. Şefîka Atâ! Atâ. Gitti..Gitti..Gitti Gelin! Gelin! Orada kimse yok mu? İşitmiyor musunuz? Şefîka Bakın! İşte ..Atâ..Atâ kendi kendini zehirledi: Benim için zehirlediBiz birbirimizi severdikBen..Ben onunum ben onun haremiyimPaşanın değilPaşanın haremi olmayacağımKim ne derse desinİkimizi Allah birbirimiz için yaratmış. Yarattığı vakit birbirimize nişanlamış huzûruna da berâber çağırdıGelinlik odamızı kendi dîvânında kendi cennetinde hazırlamışGörüyorum işteİşte gözümle görüyorumKara toprak değilHer tarafına gül döşenmişHer tarafına. Beybabacığım gel beni bir kere öp! Gel âhiret hakkını helâl et! Nineciğim! Nineciğim! Sakın! Sakın! Canımız için lokma dağıtmayın! Düğün şerbeti verin! Fukarâya düğün şerbeti verin kızın -kıymetli kızın bu gece gelin oluyorİşte..İşte beyim batıyorum..Beni ona Allah vermiş Allah..Kimse ayıramaz..Kimse Allahın hikmetine karşı duramaz..Beyim! Beyim beni mi çağırıyorsun? Geliyorum geliyorum. Bak! Bak! Yanına geldim de gülüyor âhirette Şefîka kimi görüyorsun? GeliyorumGeç kalmam korkma! Korkma! Âh benim gibi ölmek ne kadar lezzetli imiş bilseniz dünyada bir dakîka kalmak ister misiniz? Ây..Cemâline ne güzel de nurlar iniyor. __________________ Cevdet Paşa Hazretlerinin bir takrît-i âlîleri Dakîka şinâsân ahvâl-i edvâr indinde müstağni-i beyân ve ihtârdır ki tahavvül a'sâr ve a'vâm ve tebeddül-i etvâr ve eyyâm ile değil yalnız ahvâl-i eşhâs ve akvâm belki şîve ve edâ-yı elsine-i enâm bile tagayyür etmektedirBir lisânın yüz sene evvelki ta'bîrâtı ile şimdiki ıstılâhâtı pîş-i nazar-ı dikkate alınsa ne kadar tahavvülâta uğramış olduğu basar-ı basîrete rû-şenâ ve ayân olur vaktiyle çavuşluk devletçe ne kadar mu'tenâ bir ünvân olup da çavuşlar içinde nasıl haysiyetli zâtlar bulunduğunu bilmeyerek târihlerde çavuşlardan bazı düvel nezdine elçi gönderildiğini görenler asrımızdaki da'âvî çavuşlarını pîş-i nazara alır ve bu sınıftan nasıl sefîr gönderiliyormuş diye ta'accüb ve hayrette kalır el-hâsıl mürûr-ı zamân ile efrâd-ı insan gibi elfâz ve ıstılâhât-ı lisân dahi tagayyür ve teceddüd edip gider ale'l husus ta'bîrât-ı resmiye vukû'ât-ı cesîme ile vaz'-ı aslîsini bütün bütün değiştirip başka kuvvetler ve meziyetler peydâ ederİşte bu kabîlden olarak vak'a-i hayriyeden sonra enderûn ve bir ve nice zibâ nezd olan ta'bîrât-ı resmiye kadar tebeddül etmiştir ki bu ta'bîrâtın vaz'-ı hakîkîsi ve sûr-ı isti'mâliyesi bilinmedikçe ol asrın vekâyi'-i tâihiyesinden pek çoğu lâyıkıyla anlaşılamaz ve ol vakte idrâk edenlerin henüz bakıyesi zîver-i sahife-i hayat olduğu cihetle şimdilik misillü ta'bîrâtın ma'ânîsine ba'zı mertebe kesb-i vukûf olunabilir ise de onların dahi arkası alındıktan sonra târihlerde münderic olan pek çok ilkâb ve unvanların tahkîki kâbil olamazBinâen alâ zâlik mukaddemâ enderûn hümâyunca mukayyed olan pek çok ilkâb ve unvanların şerh ve îzâhını kâfil ve enderûn hümâyundan mahrec-i meşâhirin terâcim-i ahvâlini şâmil olan işbu târih-i devlet-i aliyye târihini mütâla'a edenlere göre bir 'ayn-ı basîret ve dûrbîn-i hakîkat olmakla mü'ellifine lisân-ı sitâyiş ile teşekkür olunur ca'l Allah sa'ye meşkûren ve hâzâ'l-eser mebrûren mine'z-zikrü'l cemîl ve minallahü'l-ecrü'l-cezîl Ahmet Cevdet Kezâ Metâli'-i mehâsin mecâmi'-i tahiyyât dîvân-ı ehadiyet unvân-ı alîm vehhâba takdîm ve bedâyi'-i meyâ min ve dâyi'-i salavât bârgâh-ı risâletpenâh hâtimiyet me'âba arz ve teslîm ve pîşgâh-ı hidâyet-i destgâh âl ve ashâba ta'mîm kılındıktan sonra du'â-yı vâcibü'l-edâyı pâdişâh-ı İslâma bu vecihle girizgâh olunur ki şu'râ-yı tebâmdan Fatin Efendi tezkere-i sâmiye zeyl olmak üzre gerek eslâftan terüme-i hâli nakş sahife-i tahrîr kılınmamış olan ve gerek mu'âsırıyetten bulunan şu'arânın tercüme-i halleriyle bazı âsârını cem' ederek hüsn-i edâ-yı münşiyâne ile sülk-i beyâna çekip hâtimetü'l-iş'âr ismiyle tesmiye ettiği işbu mecelle-i cemîle ve mecmu'a-i celîle mısra'-ı berceste-i manzûme-i ezmân olan zamân-ı ma'ârif nişân-ı şâhânenin muhsinâtı bahsine bir zeyl-i celîlü'l-i'tibâr olarak hakkâ ki bergüzîde-i âsâr ve ahlâfa bir güzel bergüzâr olup eğerçi sahife-i âlemde ibkâ-yı âsâr ile eslâftan yâdigâr bırakılmak ve taraf-ı ahlâftan dahi buna nazîre olarak eslâfı hayr ile yâd ve tezkâr kılmak bu âlemde bir dâb-ı derîn mu'teber ise de mûmâileyh bu bâbda ahlâftan başka mu'âsırının dahi kendi hakkında hüsn-i edâ-yı teşekkürünü celb etmiş olduğundan böyle bir eser-i celîle muvaffakiyetinden dolayı cümle şu'arâ tarafından tebrîk olunur ancak her asrın âsârı pâdişâh-ı asrın ilm ve ma'ârife rağbet ve i'tibârı müvâzenesince olduğundan gerek sadr-ı selefte ve gerek asr-ı halefte du'â-yı selâtîn ma'ârifü'l-yef ser-levha-i âsâr ve tesânîf kılınageldiği cihetle varak-ı gerdân dîvân-ı âtıfet ve ihsân ve şîrâze bend cerîde-i emn ü emânü'l-bestân bin Sultan Abdü'l-mecid Hân Efendimiz Hzretlerinin du'â-yı bekâ-yı şevket ve şânı hâtime-i kelâm ve şâhibiyet-i neşîde-i merâm kılınır. Kezâ Evvelîn pâye-i sellim terbiyeye henüz pâ-nihâde-i isti'dâd olan etfâl-i nev zâdın teshîl-rûş-ı tahsilleri reftârında Rüştü Efendi'nin cem' ve te'lîfine muvaffak olduğu işbu mecelle-i cemîle bâ küre-i bâğ zindegânı olan her kûdun fusâle destâvîz feyz ve temyîz olacak bir güzel risâle olarak nahbetü'l-etfâl ve nev-bâve-i bî-misâl ve belki ravza-i kemâl denmeye sezâ bir eser-i bî-hemtâ olmasıyla bu nihâlistân-ı nev tarh hünerden herkesin semere-i fevâ'idi iktitâf-ı semer edebilmek için neşrini his ve tahrîz zımnında takrîz olunmuştur. Ketebe'l-fakîr Ahmet Cevdet Şu gazelde muntab' olan nakş ve nigâr-ı ma'ânînin -ki çîde-i dest arzû olan güldeste-i hayâlin safha-i hâriye mün'akis timsâli mesâbesindedir -renk ve bûy-ı bûy ı lafz ve ma'nâdan hâ'iz-i nisâb olmaması şi'ir dâ'iresinin dâru'l-gunne tenki-i havsala-i iktidârımın inzimâmından vücut bulan mâni'adan ileri gelmiştir. Tamâmiyet-i ifâdeden mahrûm olan bu mukûle neşâyide ise nâzımları tarafından -tekmîl lafz ve îzâh-ı ma'nâ yolunda- birer makâle tezyibli de'b-i üdebâya muvâfık olsa da nefsü'l-emrde kadar münâsebetsiz değildir zannederim. Binâ'enaleyh ben de lafz ve ma'nâsını noksan veyâ ta'bîr-i diğerle daha ziyâde tevsî'a şâyân gördüğüm şu gazel-i nâçizimi şerh ve tefsîr yolunda birkaç söz yazmaya cür'et eyledim. Düşdükçe gül cemâline kâkül dem-i seher Gayretle çâk olur gül ü sünbül dem-i seher Ey vücûdu nurdan dökülmüş rengi letâfetten boyanmış güzel! El-amân ne yapmışsın?..libâs-ı sefîd tâ-benânınla miyân-ı gülzârda pister-i çemen jâledâra nûr-ı mehtâb gibi mestâne serpilip yatmışsınGül yaprağı gibi ortası pembe kenarı daha açık bir pembe renk latîf-i seheri ile pûşîde olan yanağının üstüne ahvâl-i âşık-ı mehcûrunu gösterir gâyet dağınık ve uçları yukarı doğru kıvrık siyah saçlarını dökmüşsünÖyle görünür ki seherin letâfetine çiçeklerin çimenlerin tarâvetine mukâbil bülbüllerin hazîn hazîn nağmelerini ninni gibi dinleyerek nazlı nazlı uyumak istiyorsunLâkin haberin yok ki saçların tahrîk-i sabâ ile safha-i rengîn-i cemâline düşüp kalktığını bâlâ-yı serindeki güllerle pîrâmen-i pisterindeki sümbüller gördükçe reşk ve gayretlerinden yakalrını yırtıyorlar!! Ya seni bu vaz'iyette..bu perişanlık içinde..bu letâfette gören gönüller acabâ ne hâle girerler?!. Zülf-i siyâh ve ârız-ı gülgûnun etdirir İnsana hâl-i fecri tahayyül dem-i seher Husûsiyle bilirsin ki yalnız siyah saçlarının ruhsâr-ı âl âlını âsumâna bir letâfetle gölgelendirdiğini gören insan -ki en birinci bahtiyar-ı cihâniyândır- birdenbire yüreğine isâbet eden sâ'ika-i muhabbetin te'sîr-i bârika-i hıred sözüyle gözü gönlü ateş içinde kaldığı halde kendisini hengâm-ı seher bir gülşen-i baharda temâşâger-i âsâr şefk ve nûr server ve safâya müstağrak zanneder!. Hasretle ağlayan güzellik rûyun andırır Pîrâmeninde jâle ile gül dem-i seher Hengâm-ı seher -üzerlerindeki çîylerle- mücevherâta gark olmuş benât-ı nursîdeye benzeyen envâ' çiçekler içinde -gül- pîrâmenindeki katarât-ı jâle ile zulmet ve vahdet-i şebâneden istifâde ederek tenhâca azm-i gülşen etmiş gözlerini taraf-ı âśumâna dikmiş; gönlünü pençe-i aşkına esîr olduğu civâna çevirmiş; kulağını nagamât-ı mürgâna tutmuş; bu halde iken sevdâsı heyecâna gelip tâ be sabâh- uslu uslu ağlamış; kadar ağlamış ki gözlerinden ruhsâr-ı âteşînine dökülen yaşlar kurumaya vakit bulamamış; on beş yaşındaki bir kızın çehresini andırmazdı. Dembeste-i muhabbet eder kâ'inâtı hep Ötdükce aşk şevkle bülbül dem-i seher Bâ-müdâd intişâr nûr-ı seherle tabi'at -ki çiçekler ağaçlar çimenler sular ırmaklar dağlar bayırlar murâd olunur ve her birinde esrâr-ı aşk-ı ulvîden nice ma'nâlar mütecellî bulunur- işte bu tabi'at intişâr-ı nûr-ı seherle bulut altından görünür gibi hayal meyal arz-ı cemâl etmeye başlarBir taraftan da nakkaş şafak gökyüzünün şark tarafını tatlı bir kırmızıya boyamaya dağların tepelerini yaldıza gark etmeye kalkışırKâ'inât -ki burada kâffe-i zî-rûhdan kinâyedir- tabi'atın böyle hâb-ı ademden uyanır gibi zuhûrunu ve şafağın âsârını görünce yüreklerini dolduran aşk-ı rûhânî ve şevk-i vicdânîye mukâvemet edemeyerek cûş hurûşa gelmek ister. Lâkin bülbül -ki dîvâne edâ bu kuştur- cümleye müsâbakat ederek aşk-ı fettâna karşı dâd-ı hâhâne feryâda başlarOnun garip garip ötüşünü işittikçe kâffe-i zî-rûh ve belki cemâdât bile deryâ-yı istiğrâka dalarSanki dembeste-i aşk ve muhabbet olur!! Öldün meğer bu tâze hayâlinle Gülşende gül-trâz tegazzül dem-i seher Ey nâzım-ı gazel! Şerh ve tefsîr ile tenvîr etmek istediğin bu neşîdenin -ki eğerki lafzında zarûret-i şi'riyeden münba'is olarak bazı mertebe noksan varsa da ma'nâsında muhtefî olan hayâlât-ı rengîn ve tasavvurât-ı dil-nişîn çeşm-i dekâyık bîne mekşûf ve rûşenâdır- gül ganca-i jâle-dâr gibi her bir cihetinde mevc vuran âsâr ı tarâvete bakılınca besbelli sen bu nakş nigâr letâ'ifi bir sehergâh bir ülşen-i baharda manzûrun olan âsâr-ı tabi'attan ahz ve iktibâs etmiş ve hayâlini daha rengîn göstermek için yaprağı üzerine nakş tasvîr eylemişsin!!! Recâ'izâde MEkrem Devletli Cevdet Paşa Hazretlerinin yazdıkları takrîzdir. Kerîmü'ş-Şeym Efendi Hamâme-i hâme-i dilkeş terâne ve fesâhat nişânelerinin cümle-i iscâ' latîfe-i belîgânelerinden olmak üzre muvaffak oldukları in ihdâ buyrulan cild-i evveli hammâme-i cürm gibi muhterem olarak dest-i mütâla'aya alındıYok! Öyle değil! Belki hâme-i mübâhâta bir hümâ-yı sa'âdet kondu! Basar basîret ile mütâla'a olunduMüte'âkıben cild-i sânîsi dahi dest-i ihlâsa vusûl buldu. Bir kat daha bâdi-i müsâr ve iftihâr olduBu te'lîf-i şerîf sa'âdet elif-i 'âlîleri asr ı mehâsin hasr-ı hümâyunu tezyîn eden âsâr-ı cedîdeye pek güzel bir lâhikadır ve doğrusu bir muvaffakiyet-i azîme ve fâ'ikadırÇünkü divâr-ı i'lân ve intişâra ta'lîk olunan mü'essir herhangi fenne dâ'ir ise mütâla'ası ol fenne mensûb olan sınıfa münhasır kalır ve sevk ikâz-ı iştihâra çıkarılan bedâyi'-i âsârın değerini ancak ehl ve erbâbı bilir. Her sınıf kendi mahsûl-i vicdânıyla müftehir olurHerkes merâkı ne ise onun mütâla'asıyla zevk ve halâvet bulurEbyâtın taktî'ini şu'arâ anlarBuyûtun resm-i mukatta'larına mühendisler merak eylerİbn-i Hayyam'ın "Rubâ'iyât"ını okuyub da zevkyâb olmayan edib yoktur ammâ "Hülâsatü'l-Hesâb"ını okumakla meşgûl olanlar içinde onun şâ'ir olduğunu bilmeyenler çoktur. Mukatta'ât İbn-i Yemîni -ezberlemek bir şâ'ire göre "Kutû'-ı Mahrûtiyât"tan bir mes'eleyi bellemek kadar güç gelmez ve hesâb-ı "Cezr-i Âsım" bir riyâzîye göre hall-i rumûz "Şevket" ve "Muhteşem"den daha kolay gelirGel âna yeter şah bimâ fîhŞerâben tuhûran sahbâ-i tenâfîh. Mir'atü'l-Haremeyn -ise nazîr-i nâyâb ve herkesin tâlib ve râgıb olacağı bir kitâb-ı müstetâbdırÇünkü fenn-i muhâzarâttan olmak hasebiyle beyne'l-üdebâ mazhar-ı hüsn-i kabûl olacağı bî-irtiyâbdır. Arap târihini ve Arabistan coğrafyasını yazacak mü'ellifîne me'haz olacak bir güzel kitaptır. Havas ve avâm onu yarım hacı olmak niyetiyle okurHaccâc-ı kirâm dahi münâsik-i hac gibi yanında taşır. Ashâb-ı fenn-i menâzır onun hâvî olduğu resmlere dürbîn-i dikkat ile nazar ederek nice mahall-i mukaddeseyi kalp gözüyle görmüş olur ehl-i hesâp ve hendese dahi onda istifâde edecek pek çok şeyler bulurBöyle kabûl-i âmmeye mazhar olan bir eser-i bî-'ad ile muvaffakiyet behiyyelerinden dolayı zât-ı vâlâlarını lisân-ı teşekkürle tebrîk eylerim efendim. Mine'ş-şükr ve't-takrîz* Ve minallâhi'l-ecr ve't-ta'vîz. **DEVLETRLİ MÜNİF PAŞA HAZRETLERİNİN TAKRÎZ-İ** **ÂLÎLERİ** Insan sâkin olduğu hânenin medhal ve mehâricini ve aksâm ve müştemilâtını bilmek kendisince nasıl lâzım ve lâbid ise benî nev'imizin müsekkin-i müştereki olan küre-i arzın dahi mühim olan mevâki' ve mesâlikini öğrenmek öylece lâzımdır. Haremeyn-i Şerîfeyn hasbe'l-insâniye evvel maksad-ı aksâ dâhilinde olduktan başka birisi mehd-i İslâm ve kıble-i müslimîn olmak ve diğeri sitâyiş-i celîlesine mazhar olan hâtemü'n-nebiyyîn ve fahrü'l-mürselîn efendimizin mirkad-i mutahharalarını şâmil bulunmak hasebiyle her türlü ahvâl ve keyfiyetlerine kesb-i ıttılâ' etmek bizce ehemm-i vezâyif ve e'azz-i âmâldir. Hakîkat e'âzım mülûk-ı âlem hürmetiyle mübâhî ve şeref-i ziyâret ve tavâfı sebeb-i ecr ve sevâb-ı nâ-mütenâhî olan işbu emâkin-i mukaddesenin tahkîk ve tafsîl ahvâli hakkında her ne kadar ihtimâm ve i'tinâ olunsa sezâvâr ve ol sûb-ı mağfiret ev bihî muhammil süvâr-ı 'azîmet olmak için cümleye mûcib-i şevk-i tâze olacağı âşikârdırTeveccühgâh-ı kulûb-ı İslâmiyân ve mutâf-ı gurûbiyân olan işbu emâkin-i mukaddesenin ahvâl-i târihiye ve coğrafyasıyla diğer ba'zı ma'lûmât-ı nâfi'aya dâ'ir sa'âdetli Paşa'nın nâm bu eser-i mu'teberi şimdiye kadar bu yolda saha-pîrâ-yı zuhûr olan mü'ellifât beyninde tırâz-ı zer târ tefevvuk ve imtiyâz ile mu'allim olduğu erbâb-ı dikkat ve insâf 'indinde müsellemdir. Doğrusu mü'ellif mûmâileyh bu himmet-i bî-hemtâsıyla mağbût-ı eslâf olduğu misillü mu'âsırîn ve ahlâfın takdîr ve teşekkürün kesb-i istihkâk eylemiştir. Hemân cenâb-ı izdimti'âl sa'yini meşkûr ve dâreynde hâ'iz-i nisâb-ı ticâretle tebevvür buyursun âmîn. El-'Abdü'z-za'îf Mehmet Tâhir Münîf **"ZEMZEME"NİN ÜÇÜNCÜ CÜZ’ÜNÜN MUKADDİMESİ:** Edebiyat ve bi'l-hassa şi'ir hakkındaki fikr-i mahsûsama dâ'ir birkaç lakırdı ki erbâb-ı mütâla'aya arz olunur: Bedâyi'-i fikriyeye bir saffet-i kâşife ta'yîn etmek isteyen dekâyık-ı perverân-ı edebden birisi "En güzel eserler insanı ağlatanlardır" demişBen olsam sâdece: En güzel eserer onlardır ki okunduktan sonra da insanı bir müddet düşünmeye mecbûr eder derdim. Fi'l-hakîka mütâla'ası gönülde rikkat -gözde rutûbet husûlüne sebep olan âsâr mutlakâ güzel addolunsa bile her güzel eser mûcib-i girye değildir. Kâ'ilin sözden maksadı ne olduğunu taharrî ve tahkîk ile uğraşmak istememFakat ben kendi maksadımı ve bundaki şumûl-i hükmü bir misâl ile îzâh ve isbât edebilirm. Meselâ kırda gezerken bir çiçek müsâdif-i nazarınız olur ki dilberliğiyle tarâvetiyle nezâketiyle sizi yanına celb ederYakından bakınca daha ziyâde hoşlanırsınızŞâyed koparmaya kıyamazsanız kendinden ayrılırken gönlünüzde âdetâ bir hiss-i tahassür peydâ olduğunu anlarsınızKoparırsanız nihâyet bıraktığınız zaman his daha âşikâr bir sûrette yüreğinizi müte'ellim ederIki halde dahi düşünürsünüz! Düşündüğünüz nedir? Bunu hattâ siz ta'yîn edemezsiniz ki ben bileyim!. dâ'ir taharî-i hakâyıkla iştigâl edenler bu bâbda birtakım esbâb-ı müteselsile îrâd ederlerse gâyeti mûcib-i tefekkür olan çiçeğin rûha nâfiz bir letâfeti hâ'iz olmasına varır fakat bu letâfetin mâhiyeti bilinemez. Akşam garipliğinde dereden aks eden bir kaval sesi veyâ gece mehtâbda denizden doğru gelen bir nağmesi de sizce tahassür ve tefekkürü mûcib olduğu gibi: "Akşam olur güneş batar şimdi buradan Garip garip kaval çalar çoban dereden Pek körpesin esirgesin seni yaradan Gir koyuna kurt kapmasın gel kuzucuğum! Türküsünü veyâhud: Doldur kadehe şarabı Nâbi Mezc eyle şafakla mâhtâbı Bilmem ki cihân bitüb dururken Bitmez mi cihânın ızdırâbı Bir bâde getir aman aman gel! Şarkısını bilâ terennüm okumak veyâ işitmekte ve hattâ bir güzel resim levhasını veyâ elvâh-ı zî-hayât tabi'attan bir manzarayı temâşâ eylemekte kalbinizde aynıyla te'essürâtı husûle getirir! Kudemâ-yı bülegâ içinde en çok takdîr etmek istediğim şâ'ir-i 'âlî nazar Nef'înin meselâ: Hıred allâme-i idrâkimin bir köhne şâkirdi Felek şehnâme-i endîşemin bir cild-i zerkârı Sahn-ı bir tûtî-i mu'ciz beyândır hâmem üstâdı Kalem bir kahramân tîğ-zendir dil silahdârı Cem-i endîşemin hurşîd bir câm-ı zer-endûdı Urûs-ı tab'ımın nâhid bir çeng-i perestârı Yolunda azametli şa'şa'alı bir çok sözlerini -vâkı'â yine her okuyuşta zevkyâb-ı belâgât olmak üzre- okuyup geçirdiğim halde yine müşârünleyhin: Zâhid evvel rind ol hemân sûrette kalma 'ârif ol 'Âlem-i ma'nâda hükm-i pâdişâhî böyledir Gark eder bir noktada nûr-ı siyâha 'âlemi 'Ârifin sermâye-i gülün siyâĥı böyledir Veyâ: Ağyâra nigâh itmediğin nâz sanırdım Çok lutf imiş ol 'âşıka ben az sanırdım Veyâhud: Aramazsın hiç var mı dilde dâğın yâresin Böyle mi güzeller 'âşık-ı bî-çâresin Âh ile derdi bilinmez âşık-ı bî-çârenin Çâk çâk itsin meğer âhı dil-i sad-pâresin Gibi tekellüften berî ruhperverâne şi'irlerini her ne zaman okusam elbette az çok düşünürüm! Zannederim ki bu herkesçe de böyledirSebebi ise bu yolda dil pezîr hikmetleri -bu türlü hakîkî ve tabi'î hisleri hâvî sözlerin rûha mü'essir birer güzelliği hâ'iz olmalarıdır. Asrımızın yetiştirdiği şâ'irler içinde Abdülhak Hâmit Beyefendinin iş'ârı beni ekseriyâ düşündürdüğü için ma'şûka-i vicdân mıdır! Ba'zı zevât Hamit Beyefendinin ekser şi'irleri mu'akkid olduğundan bahs ederlerBu iddi'â müsellem değildirMüsellem 'addolunsa bile türlü zulâm-ı mübhemiyet içinde şa'şa'a zâ olan hakâyık-ı ulviye ecrâm-ı münîre-i semâviyeye benzer ki mâhiyetleri anlaşılamamakla berâber yine hayran temâşâsı olmaktan insan kendini alamaz! Bu da müşârünileyh gibi zekâ-yı hârikul'âde ashâbına mahsûs nekâyıs-ı ulviyeden bir fazîlettir ki şâyân-ı gıbtadır! Sözde letâfet ve ulviyet nasıl tahakkuk eder?.Bunu kat'iyyen ta'yîn etmek nâ-kâbildirFakat rûhun âmâl-i asîlânesine muvaffakiyetle meşrût olan efkâr ve hayâlât ve hissiyât ile bunları teblîğ için isti'mâl olunan elfâz ve ta'bîrât arasında tenâsüb bulundukça söz -gerek mensûr olsun gerek manzûm- hemân dâ'imâ güzel ve ba'zan hem güzel hem de 'ulvî düşüyorEfkâr ve hayâlât ve hissiyâttaki asâlet ise rûhun germi-i şevk ve garâm ile münbasit veyâ nâ'ire-i hissiyât ve ihtirâsât ile mületemmi' ve mületehhib olduğu zamanında lâyih ve vâki' olduğu muhakkaktır. Öyle bir halde nefs-i nâtıkanın izhâr ettiği nagamât-ı şâ'ikâne veyâ nevhât-ı muzdaribâneyi en muvaffak kelimât-ı leyyine ve latîfe -en münâsip ta'bîrât-ı şedîde-i vecîde ile tercüme ve tebliğe muvaffakıyet her şâ'ir ve münşî için münferid vâsıta-i temâyüz olan zevk-i ma'nevîye ve ta'bir-i âhirle hüsn-i tabi'ata müftekırdir. 'Ulviyet-i hakîkiyeden bî-nasîb olduğu halde yalnız lafzen ulviyeti müşa'ar sözler balon gibidir: Hevâ-yı iştihârda bir aralık i'tilâümâ olsa bile bil'âhere bir zemîn-i mechûliyet ve münsiyete düşer kalır! Hakîkat-i hissiyeden mahrûm iken ateşten kıvılcımdan bahs eden manzûmeler şeb-tâba benzer: zulâm evhâm içinde fürûzân görünse bile hiçbir kalp üzerinde bir eser-i ihtirâk husûle getiremeksizin kendi kendilerine söner mahv olur! Fi'l-hakîka Nef'îden evvel ve sonra kadar kasîde-perdâz gelmiş iken bizim şi'irlerin envâ'-ı ma'lûmesi içinde azamet tasavvur -semâhat-i hayâl- servet-i elfâz- halâvet-i âhenk ile temeyyüz eden kasîdeden bahs olundukça neden diğerleri kâle bile alınmak istenilmiyor da yalnız Nef'î söyleniyor?.. Fuzûlî'den evvel ve sonra kadar gazel sirâyân ve ta'bîr-i essahile musavverân vicdân ve işvâk ve âlâm-ı muhabbetle demsâz olmuş iken meziyeti rikkat-i his -letâfet-i hayâl- nezâket-i elfâz ile tahakkuk eden gazelden söz açtıkça neden fazîletin en büyüğü yine Fuzûlî'ye ircâ' olunur?.. Âsâr-ı edîbede ve bi'l-hassa şi'irde üç nev' güzelik takdîr olunur ki birincisi mehâsin-i fikriyeye ikincisi bedâyi'-i hayâliyeye üçüncüsü de sünûhât-ı kalbiyeye mahsusturBu güzelliklerden rûha nâfiz olan sünûhât-ı kalbiyeye mahsûs güzellik olduğu için diğerlerine tekaddüm ederBundan sonra gelen bedâyi'-i hayâliyedir mehâsin-i fikriye üçüncü derecede güzel addolunurlar. Mehâsin-i fikriye letâ'if-i hissiye ile karışırsa tabi'îdir ki eserin güzelliği bir kat daha artacağı gibi kendilerinde letâ'if-i hissiye ile bedâyi'-i hayâliyenin âheng-i imtizâcı bulunan âsâr-ı letâfetce bir mertebe-i âlle'l-'âle vâsıl olur! Meselâ Şinâsi merhûmun: "Ziyâ-yı 'akl ile tefrîk-i hüsn ü kubh olunur Ki nûr-ı mihrdir elvânı eyleyen teşhîr Sözü yalnız fikren güzel olan âsârdan ma'dûddur ki bunu fikr-i takdîr eder. Ne demek bir sâhilhâne vasfındaki neşîdesinden: Kûh-ı deryâ iki cânibden der-âgûş eylemiş Sanki deryâ dâyesi kühsâr ise lalasıdır Kûh sakınmakta ruhsârın doğar güden onun Bahr ise âyinedâr-ı tal'at zîbâsıdır Beyitleri hayâlen güzel olan âsârdandır ki bunu da zevk takdîr eder. Nâbizâde Nâzım Bey'in: Zevk-i sevda duymadın âşık-perestâr olmadın Ol kadar sevdim de aşkımdan haberdar olmadın! Bahtiyar olmaktı sevdân merâmı tab'ımın Bahtıma düşman kesildin tab'ıma yâr olmadın Beyitleri sünûhât kabîlindendir ki bunlar da his ile anlaşılır halbuki Mehmet Bey merhûmun : Ey yâdı bana enîs ü gamhâr Ey yâdı bana rakipsiz yâr! Yâdın gibi dil bulur mu dildâr? Yâdında vefâsızım vefâ vâr! Kıt'asında zarâfet-i fikr ile rikkat-i his iki yâr-ı muvâfık gibi mümtezic göründüğünden kıt'a hakîkaten pek dilşîn iken Hâmid Bey: Severim bazı ben şeb-i târı Veririm subh-ı nevbaharı ona. Dûş-ı nazından zülf-i zertârı Görünür yârimin hayali bana. Yetişip hâl-i ızdırabımda Yüzüme nûr-ı hüsnünü serper Dâhiliye nezâreti evrak müdürü sa'âdetli Ali Haydar Beyefendi hazretlerinin birâderleridir "Güldân" nâmındaki mecmu'a-i iş'ârından neşrine muvaffak olabildiği bir cüz'ünün münderecâtı içinde bir iki parça neşîdesi parlaktır. Sanırım bir perî-i zerrin-per Dolaşır külbe-i harâbımda. Manzûme-i müntehibesi en latif bir his ile en nâzik bir hayâlin hacle-gâh-ı visâli addolunmaya lâyık olduğu için fikr-i hakîrâneme göre yukarıki sözlerin cümlesinden daha dilber cümlesinden daha rûh istînâsıdır! Ve okunduktan sonra insanı bir müddet tefekküre düşürmek de bu yoldaki nefâyis-i nâdîreye mahsûs bir meziyettir. Demek olur ki âsâr-ı edebiye ve husûsan şi'ir güzel addolunabilmek için kendisinde fikir ve hayal ve hisse müte'allik bir iyi şey bulunmak lâzımdır. Ma'amâfîh yalnız fikr-i hayâl ve his cihetiyle güzel olması vâ hayfâ ki bir eserin makbûliyetine kifâyet edemiyor! Şi'irde elfâzı hattâ kavâfîyi ve hattâ evzân-ı ma'lûme içinde mevzu'un tabi'atına en çok muvâfakat eden vezni hüsn-i intihâbda muvaffakiyet şartından ma'adâ his ve tasavvurdaki hüzn veyâ şâdîye rikkat veyâ şiddete kasvet veyâ şa'şa'aya ve daha bin türlü hâle göre ifâdeye etvâr-ı beyân içinde en yakışır olan tavır ve rengi iktisâb ettirmek dahi iktisâ eder ki bu şerâ'iti îfâda erbâbına rehberlik edecek yine hüsn-i tabi'attır . Ba'zen pek güzel bir fikr-i sûret ifâdesindeki bir ufak kusur için kıymetinden düşüyorBa'zan pek latîf bir hiss-i tavr tebellüğündeki cüz'i bir fenâlıktan dolayı bayağılaşıveriyorBa'zen en canlı bir hayal tarz-ı tasvîrindeki bir küçük noksan sebebiyle ruhsuz görünüyor! İşte hüsn-i beyân -tasvîr-i vicdân böyle bir ufak tefek bin türlü mevâni'in te'sîrâtı altında bulunmasından dolayıdır ki gerçekten şâ'ir olanlar güzel şi'ir söylemeyi müşkilât-ı 'azîmeden addederler! Hal böyle olunca bendeniz gibi 'acezenin şi'ir nâmıyla meydana koyacakları âsârın şi'riyetçe ne derece değeri olması lâzım geleceğini ta'rîfe hâcet göremem. Bu mütâla'âtı eser-i hakîrânem olan bir mecmu'a-i iş'âra mukaddeme makâmında îrâddan maksadım ben şi'ri nasıl anladığımı anlatmaktan ibâret olarak ba'zı zevâtın diyebilecekleri gibi emelim dâ'ir hiçbir şey diyemiyorum. Fesâhat bahsi bu sadedden hâric olduğu için ona nin münderecâtını bu mütâla'âta göre takdîr ettirmek değildir ki bu hakîkat erbâb-ı mütâla'a içinde meşreb ve meslek-i ahkarânemi bilenlerce zâten ma'lumdur zannederim. Zemzemeye gelince münderecâtı içinde öyle şa'şa'ası -tumturâkı- ulviyeti ile müşekkil pesendân zamânın karîn-i istihsânı olacak hiçbir şey yokturEvvelkiler gibi bu cüz'ün de külliyeti i'tibârıyla mâhiyetini ise şu üç beyit ta'rîf eder: Bir zemzemedir bu -bî-hünerdir Âzâde-i san'at âha benzer Perverde-i girye-i seherdir Hayrân-ı semâ nigâha benzer Bir nakş-ı hevâyi-i kederdir Kim nûru bile siyaha benzer! bu kısm ile de tamam olmuyorFakat tevfîk Allahtandır. İstanbul Fi Nisan Sene Recâ'izâde MEkrem Âtîdeki makâlât Şinâsi Efendi merhûmundur: İstanbul sokaklarının tenvîr ve tathîri hakındadır. Mâsivâ şâ'ibesinden dili tathîre çalış Pertev-i hikmet ve irfân ile tenvîre alış Beytinin ma'nâsını kalpten beden ve bedenden tâ müsekkin ve medin cihetlerine kadar te'tîl etmek hayır içinse neden câ'iz olmasın? Tasvîr-i Efkâr mütâla'a güzârı olan zevâtın ma'lûmudur ki pây-ı taht sokaklarında geceleri fenerler îkâd olunması için sudûr eden tenbih resmîyi numaramızda neşr etmiştirk. İstanbul'un sokakları ileride Galata ve Beyoğlu gibi gaz ile tenvî olununcaya kadar 'âdî fenerlerle itifâ olunmak karargîr olduğu tenbîh-i mezkûr mi'elinden anlaşıldığından başka bir fıkrasında "Ahâliden dahi bu usûle ri'âyetle hânesi önünde kandil yakmaya herkes me'zûn bulunacağı cihetle ol vecihle ahâliden kendi arzu ve hâhişle kandil yakanlar olur ise işbu hareketleri nezd-i hükûmette tahsîn ve takdîr olunacaktır" diye musarrah bulunmuştur. Ahâlinin dahi 'uumen ittibâ' eylemesi hükûmetçe mültezim olan böyle bir maddenin husûlü ise muktedir olanların hallerine göre masârifinin tesviyesine müteferri'ât-ı sâ'iresine nezâret etmek için hiç olmazsa her bir mahallede müntehibân ahâliden mürekkeb bir idâre-i mahsûsa teşkîl olunmaya mütevakkıftır. Ve bu sûret me'mûrînin mükellef oldukları fener îkâdı vazîfesinin icrâsınca dahi kemâl mertebe suhûleti mûcib olurBuna iki misâl-i mücerreb îzâh edebiliriz. Birincisi sene-i hâliye Rabî'ul-Evvelinin on beşinci gecesi Tophâne'de Sorma Gir yangınının vukû' bulması ve sû'-i kasd eseri olduğunun melhûz olması üzerine hem-civâr bulunan Fîrûz Ağa mahallesinin sıra servilerden aşağı olan sokağına bu usulde birkaç fener vaz' olunmuştu. İkincisi bu def'a Cağaloğlu semtinde daha mükemmel bir idâre-i mahsûsa sûreti ihtiyâr kılınmıştır. Fi'l-hakîka bu usûl ta'mîm olunduğu halde geceye mahsus olan birtakım mahzûrât zâ'il ve bir hayli muhsinât hâsıl olur ki bahse şâyân olanları ta'dâd olunur. Evvelâ meramlarının icrâsını karanlığa alıkomaktan başka fırsat bulmayıp eşhâs-ı muzırradan kuvve-i zâbıtaya takarrüb veyâ tesâdüflerinde hayal gibi gözden nihân olanları ele geçirilmek için hükûmetçe suhûlet peydâ olmasıdır. Sâniyen ahâlî birbirine gitmek esnâf-ı dükkân küşâd etmek gibi hem ziyâret hem ticâret maddelerinin tezâyüd bulmasıdırsâlisen fener taşımak zahmet ve müsâfından herkesin halâs olmasıdır. Râbi'an sokaklarda fevkal'âde bir hâl zuhûrunda zâbıta ve ahâlice birdenbire ışığın vücûduna lüzûm terettüb eder ise tedârik için birtakım tekellüfât ve vakit zâyi' etmek gibi mahzûrât indifâ' bulmasıdır. Hâmisen sokaklarda gezinenler hakkında ahâlice bir şüphe vâki' olsa kolaylıkla ber-taraf olmasıdır. Sâdisen şehirde sokakların şehrâyin gecelerinin rûşenliğine yakın bir letâfet bulmasıdır. Sokaklarda aydınlık olduğunu istemez? Meğer gece karanlığından istifâde eyleyen ehl-i fesâd ola! Halkın rûşenî-i ezhânına kim kâ'il olmazVarsa ukûl-i mutlimedir ki ancak âhirin cehli karaltısında pertev-yâb-ı ikbâl olur. Şehrimiz bir pây-ı tahttır ki yalnız başına bir devlet değerVe ona mâlik olanlar ise bir sâhib-i hurûcun kavlince cihâna hükm etmeye muktedir olabilir. Öyle bir dârü'l-mülk ki zamânemizde Asya'nın akl-ı pîrânesi Avrupanın bikr-i fikriyle izdivâc etmek için bir haclegâh olmuştur. Letâfet-i tabi'iyesini bir tab'-ı şâ'irâne vasf etmek istese şöyle hayâl etmez mi: İstanbul beldesi Avrupa'nın kenar sâhilinde Asya'ya karşı kurulmuş bir mâlike-i deryâdır ki mânendi zîr-i eflâkda mer'î olmazEl'ân ki âyine-i âbdârı olan safha-i Haliç'inde mün'akis sûret-i bî-karârıydıÂvâze-i cihnagîri uzaktan işitenlere bir mertebe hoş gelir ki manzara-i dilküşâsını yakından temâşâ etmeye kulaktan 'âşık olmamak muhal-i mutlaktırHasretü'l-milel 'ünvânına mazhariyeti nâ-becâ mıdır. Böyle bir şehr-i şehir ne kadar tahsîn ve tathîr ve ne kadar tezyîn ve tenvîr olunsa şâyestedir. Tenvîrine şimdi re'y-i hükûmetle mübâşeret olunduBu bir beşârettir ki sokaklarının tathîri dahi evvelkinden ziyâde ıttırâd üzre icrâ olunmak zamânının takrîbine işârettir Mâĥiyeti isbât eden âsâr-ı 'ameldir Mikdârına nisbetle kişi hayır ve şer eyler Kâ'idesi umûr-ı şahisyeye 'âid olduğu gibi külliyet cihetine neden şâmil olmasın? Ya bir milletin hâli devletinin mâhiyet-i idâresini isbâta delîl-i 'alenî değil midir? Hattâ bundan şöyle bir mu'ayyar ittihâz olunur ki bir hükûmet re'yinde ne kadar müsta'kil ise mâ-hasl ef'âlini kadar mütehammil olmak lâzım gelir. Memâlik-i Osmâniye'de ise halkın sa'y-i ihtiyârîsiyle temsît bulabilecek küllî ve cüz'î umûrun ekseri usûl-i idâre iktizâsınca bi'l-fi'il devletin teşebbüsâtına veyâhud teşvîkâtına vâbeste olduğu gibi medeniyetimizin hâl-i hazırı ihtiyâcâtı teksîr ettikçe esbâb-ı ma'îşetin tahsîli için insan ol günde ziyâde zihnen ve bedenen çalışmaya mecbûr olmak hasebiyle gerek ıztırârı ve gerek ihtiyârı bu sûrete sülûk edemeyen mes'elenin tanzîm-i ahvâli münhasıran hükûmetin himmetine kalmıştı. Tasvîr-i Efkâr'ın numarasındaki bend-i mahsûsun neşri dahi bu mülâhazaya mebnîdir. Mu'ahhiran mes'ele hakkında bir nizâm ittihâzını müzâkere için mahsus bir komisyon teşkîli Ramazan içinde karar-gîr olmuş ve el-yevm Bâb-ı Âlî'de akd-i cem'iyet etmekte bulunmuştur ki a'zâsı kapı kethüdâlarından mürekkeb olduğu işitildi. Bu teşebbüs-i hayır me'ul vecihle husûl buldukda 'asrımızın muhsinât-ı hakîkiyesi cümleden ma'dûd olsa gerektir ki 'ömrünü sevâl ve 'âkıbeti mechûl bir halde geçiren 'aceze gürûhu uzur-ı kalp ile du'â-ı saltanat-ı seniyye vakf-ı evkât eyledikçe her biri bu bâbda uluvv-i merhamet-i pâdişâhîye bir bürhân-ı zî-hayât olmuş olur. Cism-i müteneffis-i vâhidde müte'ellim olan bir cüz'ün teskîn-i ıstırâbında sâ'ir a'zâ müsterih olduğu gibi se'ele gürûhunun mümkün mertebe kesb-i refâh eylemesinden umûm ahâlî için ne derece inşirâh ve muhammedet hâsıl olacağını ta'rîfe kâdir değiliz. Mâdemki infâk-ı muhtâcîn her bir din ahkâmınca edâsı vâcib bir din ve husûsiyle 'inde'l-İslâm farz-ı 'ayndırVe mâdemki bunca ecnebî millet ve devletlerin efrâd-ı avâmından tâ mülûk-ı benâmına kadar mülkümüze muhâcir ve milletçi olan felâketzedegânını himâyeye devletimizi sevk eden sehâvet-i Osmâniye sııfı nice inkılâbât-ı şedîdeden sonra el-yevm vâreste-i şenîdirKendi memleketimizde kendi ahâlimizden halkın merhametine kalmış olan birtakım fukarâyı müzillet ve felâketten tahlîs hükûmetin muktezâ-yı şânından olduğunu kim tasdîk etmezKaldı ki bekâsıyla pâyidâr olduğu sunûf-ı teba'asının fukarâsını akdâra sarf-ı himmet bir devletin sadaka-i füruşkûhudur. Böyle bir madde-i hayriyenin fi'le çıkarılması için halk müştereken i'âneye teşvîk olunmak lâzım gelir ise bunda dahi fezâ'il-i muhsine senin yeniden bir eserini daha göstereceği emsâl-i 'adîdesi delâletiyle sâbittir. Bir millet ki insâniyetin tenvîr ve tezhîbine me'mûr olmak i'tikâdında bulunur; efrâdı dünyaya askerlik için gelir ve askerlik yoluna fedâ-yı cân eder. İşte bu da'vâyı sûret-i tevâtürde isbâta kâfî olacak millet-i Osmâniyedir ki avâmından her biri cengâver ve zâten asker oğlu asker olup fezâ'il-i kahramânî ile müselleh ve akâ'id-i râsiha ile müveşşeh oldukları için muzafferiyetin esbâb-ı zâhiriyesi olan levâzım ve ma'ârif-i harbiyeleri mükemmel oldukça kendilerine 'âlemin baştan baş askeri denilebilir ki bu kaziyeyi dost ve düşman i'tirâfa mecburdur. Bu mücâhid millete askerlik sıfatı ecdâdı olan kahramanlarından mürevvestir ki dest-i adâletle sel ettikleri seyf sâyesinde tevsî'-i mülk eyledikleri misillü lem'a-i şimşîrleri bir iklime pertev-bahş olmadan evvel âvâze-i şöhret-i gâlibiyetleri münteşir oldukça semi'nâ ve ata'nâ cevâbıyla telakkî olunurduBunlara ise meziyet-i askeriyenin meydân-ı imtihanı denilen ma'rekelerde âl-i Osmân pâdişahları beyninde aşere-i mübeşşere ıtlâkına şâyeste olan Osman Gâzî'den Süleyman Kânûnîye kadar geçen mülûk ile Murâdı Râbi' gibi cihangirler refîk-i cihâd olurlardı ki seferlerde askerliğin bi'l-cümle metâ'ibine iştirâk ettikleri cihetle unvân-ı saltanatları nisbetinde şân-ı muzafferiyet iğtinâm etmişlerdir. Ecdâdımızın mü'essir himmetlerinden bize bâkî kalan mülk-i Avrupa ve Asya ve Afrika kıt'alarının mültekâ-yı hudûdunda ve rub'-ı meskûnun en güzel bir cihetinde bir devlet-i vâsi'a teşkîl eder ki te'sîsi şerefi onlara 'â'id ise milel-i ecnebiyenin kemâl-i intizâmı vaktinde muhâfazası şânı dahi bize râci' olmak lâzım gelir. Böyle bir vazîfe-i mukaddeseyi cümleden evvel îfâya me'mûr olan hey'et-i müsliha hakkında her ne kadar ihtimam olunsa şâyandır; binâ'en'aleyh devletçe nizâm-ı askeriyetin te'sîsinden beri usullerinin başlıca ta'dîlâtına muvaffak olunarak tensîkât-ı askeriye nâmını almış; ve bunun üzerine külî ve cüz'î teferru'âtının ikmâline i'tinâ olunmakda bulunmuş olduğu gibi bu def'a dahi hayli zamanlardır ihdâsı mutasaver olan -Cerîde-i Askeriye- meydana çıkarak asr-ı hümâyun-ı pâdişâhîde zuhûr eden asâra bir lâhika-i cedîde olmuştur. Bu gazete askerin ma'ârif cihetine 'âid olduğundan mâ hüve'l-maksûde zaferyâb olduğu halde ehl-i seyfi sezâ bir eser addolunur; ve mü'essir muzafferiyetlerine bir târih-i cedîd olması kalben temennî kılınır. **VÂLİDESİNE MEKTUBU** Efendim! Benim canımdan aziz olan valideciğim Geçen günkü aldığım mektubunuzda bir yıldan beri hasta olduğunuzu bildirmiş idiniz; lakin bundan anladığıma göre canınızla uğraşır mertebeye gelmişsiniz! Öyle ise efendim niçin bu zamana kadar bildirmediniz? Eğer bildirmiş olaydınız çarçabuk tahsilin arkasını alıp şimdiye dek Asitane’ye gelirdim; çünkü bundan mukaddem daha kolaylıklar var idi; her ne ise şu günlerde işimi bitirmek üzereyimdir. Eğer hastalığınız pek ağırlaşıyor ise tez bize yazınTa ki avdet etmenin çaresine bakayım; amma yine siz ihmal buyurmayıp şu hastalıktan kurtulmaya çalışınVücut sağ olmadıktan sonra mal ve mülkü ne yamalıdır? Sakınıp bu hususta paray ı esirgemeyesinizBirkaç tabibe baktırınEğer borç bile edilirse edasına Allah kerimdir; hemen siz var olun! Efendim şimdi icap ediyor ki şu ana kadar gönlümde sakladığım sırları size söyleyeyim ta ki ne sana ne bana dağ-ı derun olsunÇünkü beni-derun bit-tabi hırslı olduğu aşikârdır amma bu hırs birkaç türlüdür; benim hırsım şimdiki akıl ve idrakimce biraz geçinecek ile çok hünerden ibarettirEl-hamdü lillahi Taala şu genç yaşımda bunlardan bir miktar hissedar oldum; lakin hakikatte hep senin sayendedir; zira beni okutturup yazdırttınSenin hakkını bin yıl yaşasam ödeyememSenden başka kimsem yoktur. İşte efendim maazallah size bir hal olacak olsa senden başkasına valide demeye ağzım varamazVe diyemem alimallahVe seni ben ölünceye kadar unutamam. Müşârünileyhin kendi hattıyla muharrer ve mührüne hâvî olan bu mektbu ki on yedi yaşında bulunduğu zaman yazılmıştırYâdigâr olarak mahfuzdur. ..Felek müsaade ederse merhum pederimin kemiklerini İstanbul’a getireceğimdir; inşallahu ta'âla mahsus bir türbe yaptıracağımdır; cümlemizin bir mekânda toplanmasını arzu ediyorum. Senin 'indinde en ednâ şeyini zayi etmem ve haneyi söndürmem; ve rahmete vesile olur asara sa'y ederim. Din ve devlet ve vatan ve milletim yolunda kendimi feda etmek isterim. .. .Aman canımdan aziz valideciğim! Gençlik ve cahillik münasebetiyle size her ne kadar kabahat ettim ise cümlesini affeyle ve hakkını helâl eyle! İbrahim Şinasi Fî Kânûn-ı Sânî Sene **ÂTÎDEKİ DÖRT MÜTALA’A MUKADDEME-İ İBN-İ** **HALDUN'UN CİLD-İ SÂLİSİNDEN** Müntehabdır ki cild-i mezkûr Cevdet Paşa Hazretleri tarafından tercüme buyrulmuştur. - Fikr-i insânî Cenâb-ı Hakkın nev'-i beşer mahsus bir lutf ve ihsânıdır ki sun'-ı bedî'-i samdeânî mutlakâ his ve hareket-i irâdiye ile cins-i hayvanı ecnâs-ı sâ'ireden mümtâz ve nev'-i insanı dahi fikr ile hayvânât-ı sâ'ire içinde ser-firâz etmiştir zîrâ sırr-ı hayâtın hasâ'isinden olan mutlakâ his ve idrâkde hayvânât-ı sâ'ire insana müşârik olup onlar dahi kuvve-i sâmi'a ile asvâtı ve kuvve-i bâsıra ile mübsırâtı ve kuvve-i şâmile ile ve revâhî ve kuvve-i zâ'ika ile tu'ûmu ve kuvve-i lâsime ile harâret ve burûdet ve mülâyenet ve galzab gibi evsâfı hissederler işbu havâs-ı hamse-i zâhire ile bu 'âlem-i şuhûdda mevcut olan umûr-ı mahsûsa hissolunur ve bunlardan başka dimağda beş kuvvet daha vardır ki hiss-i müşterek ve hayâl ve kuvve-i mutasarrıfa ve kuvve-i vâhime ve kuvve-i hâfıza denilir zikr olunan havâs-ı hamse-i zâhire ile hâriçten alınan mahsûsâtı hiss-i müşterek ahz ve idrâk edip hayâl- hıfz eyler ve bu mahsûsâtta mutasavver olan umûr-ı ma'neviye-i cüz'iyeyi Pederi topçu zâbiti olduğu halde kendisi başında iken deki Rusya seferinde şehîd olmuş. Şumnu'da medfûndur. vâhime idrâk edip hâfıza-i hıfz eder meselâ koyun kurdu gördükde kurdun sûreti koyunun deriçe-i çeşminden âyine-i hiss-i müşterekine 'aks edip hayâlinde onu hıfz eder şöyle ki bir kere dahi görse evvelki gördüğü sûret olduğunu tahayyül eyler vâhimesi dahi ol sûrette bir adâvet-i mahsûsa hissedip bu ma'nâyı hâfızasında saklar ve ba'zen olur ki insan mukaddemâ görmüş olduğu birşeyi tekrar gördükde mukaddemki sûreti her ne kadar hayâlinde mahfûz ise de bunca suver-i mahfûza içinde onu bulup da tatbîk edemez fakat düşünerek tahattur edebilir işte buna sehv denilir ve eğer bütün bütün zihninden çıkıp gitmiş ise ol vakitisyân denilir ammâ kuvve-i mutasarrıfa kuvâ-yı mezkûre beyninde bir âlet-i mutavassıta olup onunla gerek hayalde olan suver-i mahsûsada ve gerek hâfızada olan ma'neviyât-ı cüz'iyede tasarruf olunur meselâ kuvve-i vâhime onunla bir tarafı eksik ya başı kesik bir insan veyâĥud insan gibi iki ayaklı ve arslan gibi sivri tırnaklı gâyet korkunç bir sûret tasavur eder bunlara evhâm ve hayâlât denilir ve bu cihetle kuvve-i mutasarrıfaya dahi mütehayyile nâmı verilirİşte idgâs-ı ihlâm denilen birtakım karışık rüyâlar dahi bundan neş'et eder ki kuvve-i vâhime kuvve-i mütehayyile vâsıtasıyla hayalde olan suver-i mahsûsayı birbiriyle terkîb veyâhud birbirinden tefrîk etmesi ve birtakım ma'ânî-i cüz'iyeyi tasavvur eylemesi hasebiyle âlem-i menâmda birtakım karışık şeyler görülürGerek sâlifü'z-zikr havâs-ı hamse-i zâhire ve gerek işbu kuvâ-yı hams-ı bâtına insanda olduğu gibi hayvanda dahi vardır ancak Cenâb-ı Hak insana bunlardan başka bir de akıl ihsân etmiştir ki onunla insan hayal ve hâfızada mazbut olan ma'lûmât-ı cüz'iyede kuvve-i mutasarrıfasını i'mâl ederek nice ma'lûmât-ı külliye tahsî eder şöyle ki kuvâ-yı hissiye ile tahsî ve tedârik etmiş olduğu umûr-ı cüz'iyeden birtakım umûr-ı külliye ve ma'lûmât-ı umûmiye itizâ' ederek onları kendine kânun ve kâ'ide ittihâz edip selb ve isbât ile tertîb-i mukaddemât ederek pek çok mechûlâne destres olurMeselâ efrâd-ı insâniyeden gördüğü suver-i cüz'iyenin teşahhusâtını tecrîd ederek zihninde mutlaka insan tasavvur ve kezâlik fars ve sâ'ir hayvânât envâ'ında dahi bu vecihle tasarruf edip insan-ı küllî ve fars-ı küllî veesed-i küllî gibi birtakım ma'lûmât-ı külliye tahsîl ve tedârik eder ve tekrar bunlarda dahi tasarruf ederek cümlesinden e'am olan hayvan mefhûmunu tasavvur edip cümlesini onun tahtında derc eyler ve kezâlik eşcâr ve ahcârda dahi böyle tasarruf ederek takım takım ma'lûmât-ı külliye tahsî edip eşcâr vesâ'ir nebâtâtı cism-i nâmı ve ahcâr-ı ma'deniyâtı cism-i gayrı nâmî tahtında derc eder ve sonra bu külliyâtın cümlesini dahi mutlakâ cism-i tahtında münderic kılar ve bu külliyâtın her birine birtakım ahvâl-i külliye isbât edip meselâ hayvânâtta 'aliyyü'l-'umûm hareket-i irâdiye olduğunu bilip bu 'ilm-i umûmî ile gerek efrâd-ı insâniyeden ve gerek sâ'ir hayvânâttan birini görse onda hareket-i irâdiye olduğuna istidlâl ederİşte bu tasarrufât-ı zihniyeye fikir denilrVe bu cihetle kuvve-i mutasarrıfaya dahi müfekkire denilir ammâ sâ'ir hayvânâtta fikr olmadığından külliyâtı idrâk edemeyip müdrikât-ı hayvâniye birtakım cüz'iyât-ı müteferrikaya münhasırdır hattâ insnaın vâhimesi dahi külliyâtı idrâk edemediğinden bazen akla mu'ârız olur meselâ meyyit cemâd olup cemâdâttan ise hiçbir vecihle zarar gelmek ihtimâli olmadığından mutlakâ meyyitten havf olunmaz diye akıl kat'iyyen hükm ederken kuvve-i vâhime bu hükm-i küllîyi derk edemediğinden bu hususta akla mu'âraza ederek meyyitin sûret-i mahsûsasından âverger ve kuvâ-yı sâ'ireye dahi galebe eder binâ'en'aleyh kuvve-i vâhimeye salâtu'l-kavî denilir. - Fikrin işbu mertebe-i sâniyesi ber-vech-i meşrûh cem'iyet-i beşeriyeye müte'allik olan âdâb ve usûlü idrâkten 'ibâret olmakla bu bâbda büyüklere tekâyüd ve teb'iyet ve âdât-ı umûmiyeye tevfîk-i hareket-i lâzımeden iken ba'zı hod-re'yler âdât ve te'âmülde halka ittibâ' etmeyip za'mlarınca halkı kendilerine uydurmak isterler zaman ise hiçbir vakitte insana uymayıp be-her hâl insan zamâna ittibâ' etmeye mecbûr olageldiği cihetle dest-i zamâneden bir hayli silleler yiyip ve insanı refâh ile geçindiren keyfiyet hemen halk ile hoş geçinmekten ibâret olduğunu anlayıp nihâyet halka taklîd ve teb'iyete mecbûr olarak hâl-i sâbıkının nedâmetini çekerler ammâ her kârında ukalâ sözüne havâle-i sem'-i i'tibâr eden ve âdâb ve etvârında büyüklerin eserine giden kimse tarîk-i ma'îşet ve mu'âşerette feyz alır ve nazar-ı enâmda makbûl olarak bu yolda hal ve haysiyeti terakkî bulur ve çünkü hakimet-i 'ameliye bir minvâl-i meşrûĥ tecârüb-i sahîha ile kesb olunur mevâddan olmağın herkesin tecrübesine göre bu bâbda bir türlü ma'lûmât-ı mahsûsası olabileceğinden herhalde pend ve nasihatı ve ukalâ ile olunan meşvereti ganîmet bilmek lâzım gelir bu sebepten hukemâ insanı dört kısma taksîm ederler kısm-ı evvel âkıl-ı müşâvir ve kısm-ı sânî âkıl-ı gayrı müşâvir ve kısm-ı sâlis gâfil-i müşâvir ve kısm-ı râbi' gâfil-i gayrı müşâvir olup kısm-ı evvel insan-ı kâmil ve kısm-ı sânî ile kısm-ı sâlis insan-ı nâkıs ve kısm-ı râbi' hüç mukûlesi addolunur derler nass-ı celîlinde dahi bu nükteye işâret vardır sübhânü'l-'alîmü'l-habîrü'l-hâsıl erbâb-ı akıl ve tecrübe ile istişâre etmek ve onların ihtârât ve nesâyihini sem'-i kabûl ile istimâ' eylemek hulk-i hamîd ve şi'âr-ı akl-ı sedîdddirFakat vaktimi hoş geçireyim ve herkesi kendimden hoşnut edeyim diye nîk ve bed ve hayır ve şer her ne denilir ise ona muvâfakat kaydında bulunmak dahi en muzır olan hasâ'il-i zemmiyeden olmakla insan-ı kâmile salâbet ve sebâtın ifrâtı olan 'inattan ictinâb nasıl lâzım ise mümâşât ve temâyülü derece-i tefrîte getirmekten ittikâ dahi ol mertebe mühim ve muktazîdir. - Fikrin bu mertebesi ma'lûmât-ı tasavvuriye ile ma'lûmât tasdîkiye şurût-ı mahsûsası üzerine tertîb olunarak ma'lûmât-ı tasavvuriyeden meçhûl tasavvuru ve ma'lûmât-ı tasdîkiyeden meçhûl-i tasdîkî iktisâbından ibâret olarak tafsîlâtı ketb-i mantıkta mebsûttur ve gâyeti hakâyık-ı eşyâya ma'rifet tahsîl ile merâtib-i insâniyeti tekmîl etmektir çünkü bir minvâl-i sâbık insan mahsûsâttan ulûm-ı külliye ahz ve tedârik ettiği gibiher şey'in asıl ve hakîkatini teftîş edegeldiğinden ecsâm-ı mürekkebenin icrâ-i asliyesi olan anâsırdan ve ahvâl-i sâ'iresinden bahs ile inceden ince düşünerek ve türlü türlü terübeler ederek birtakım ulûm-ı külliye tahsîl eder ve bununla dahi kana'at etmeyerek semâvâta ve mebde' ve ma'âd ile mübedda' kâ'inâta ilm ve ma'rifet tahsîl etmek sevdâsına düşer işte fünûn-ı hikmet-i nazariye buradan neş'et eder ve fikrin bu mertebesi gâyet dakîk ve amîk bir fikr olmakla bu mertebede herkes isti'dâd ve kâbiliyeti kadar at oynatabilir ve insanın asıl şeref ve nişanı akıl ve zekâvetçe her birine nisbetle olan fazl ve rüchânı bununla meydana gelir. - Rûh-bahş-ı mine'l-kadîm hükemâ beyninde muhtelifün fîh bir mes'ele olup eğer ki eşcâr ve nebâtât neşv ü nemâ ile ahcâr ve cemâdâttan ve hayvânât dahi his ve hareketle eşcâr ve nebâtâttan mümtâz olduğu gibi insan dahi hayvânât cinsinden olduğu halde akıl ve fikir ile sâ'irlerinden mümtâz olduğunda ittifâk ettiler ise de nebâtâtta olan kuvâ-yı nebâtiyeden fazla olarak hayvanda bir de rûh-ı hayvânî olduğu gibi insanda dahi bu rûh-ı hayvândan fazla olarak hayvanda bulunmayan bir cevher-i rûhânî olup olmadığında ihtilâf ettiler ve kudemâ-yı hükemânın ekseri insanda sâ'ir hayvandan fazla bir rûh olduğuna kâ'il olup dediler ki bu rûh-ı insânî madde ve mekândan mücerred bir cevher-i rûhânî olarak cism ve cismânî değildir ve nitekim vâcibü'l-vücûd-ı te'âlâ hazretleri cihât ev meâkandan münezzeh olarak bu âlem-i kâ'inâtta fâ'il ve mü'essir ise onun sırr-ı emr-i tekvîni olan rûh-ı insânî dahi bedenin içinde veyâ bir ucunda veyâhud dışında ve bir tarafında olmadığı halde bedende mutasarrıf ve müdebbirdir ve bu cevher-i rûhânî ile cism-i insânî beyninde mübâyenet-i külliye olup rûh-ı hayvânî ise cevelân-ı demden neş'et eden harâret-i garbiye ile hâsıl bir ince bahar olarak rûh ile cism-i kesîf beyninde bir cism-i latîf olduğundan rûh-ı insânî ibtidâ ona ta'alluk edip onun vâsıtasıyla bedende tasarruf eder ve çünkü bu rûh-ı mücerredâttan mücerred on akıl isbât edip ukûl-i aşere ta'bîr eylediler ve insanın vefâtı rûh-ı insânînin bedene olan ta'allukunun inkıtâ'ında ibâret olmasıyla kuvâ-yı dimâğiyede olan ulûm-i cüz'iye-i bedenle bile fânî olup eğer tehzîb ahlak ve tahsîl-i ulûm ile gerek hikmet-i nazariyece kesb-i ma'lûmât-ı külliye etmiş ise bu ma'lûmât-ı külliye ruhta kalıp bu cihetle 'uķul-i aşereye ittisâl ve münâsebet kesb eder ve bu ma'lûmât ile mü'ebbeden mütelezziz olup gider ve eğer böyle ma'lûmât-ı nâfi'a tahsî edemeyip de ömrünü şehevât-ı nefsâniye ve hissiyât-ı cismâniyesine hasr etmiş ise ruh bedenden müfârakat ettikde hazîz-i celhâlette kalıp ervâh-ı aliyyîne ittisâlden mahrûm olarak zulmât-ı cehl ve nâdânîde azâb-ı rûhânî çeker derlerHükemânın bu fırkası edille-i akliye ile rûh-ı insânînin ve âlem-i rûhânînin ve onda olan melâ'ike-i aliyyînin vücûdunu isbât ederek bu mes'elenin icmâlinde sevâba isâbet ettiler ise de tafsîlâtında ederek reh-i nâ-sevâba gittiler ve bu tafsîlâtta olan mu'tekidât-ı bâtılalarını şer'-i şerîf inkâr ve tezyîf ettikten başka çünkü melâ'ikeyi on adede hasr ederek ukûl-i aşere tesmiye etmeleri seb'a-i seyyâre için eflâk sa'ye ve cümle-i sevâbât için felek sâmin ve cümlesini muhît ve muhaddid olmak üzre felek atlas isbât ederek bu eflâk-ı tis'ada müdebbir olmak üzre dokuz cevher-i rûhânî ve cümlesine mübeddâ ve mü'essir olmak üzre bir akl-ı kül i'tikâd eylemelerine mebnî olup şimdi ise hükemâ-yı mete'ahhirîn rasad ile bir çok seyyârât daha keşf ettiklerinden hükemâ-yı kudemânın za'm ettikleri ukûl ondan ziyâde olmak lâzım gelmekle hikmet-i cedîde dahi bu kelamlarını tekzîb etmiştirFırka-i sâlife vücûd-ı bârîyi dahi edille-i akliye ile isbât ederek hakka isâbet ettiler ise de sıfât-ı âlihiyyenin tefâsilini dahi böyle akıl ile isbâta kalkışıp bu yolda dahi çâh-ı dalâlete düştüler zîrâ aklın yapabileceği ancak vâcibü'l-vücûdun ve âlem-i ervâhın ve melâ'ike-i kirâmın icmâlen vücûdunu idrâkten ibâret olup tefâsilini müdrik olamaz ammâ insan her şeyi biliyorum iddi'âsında bir hayvan olduğundan ekseriyâ böyle dâ'ire-i iktidârından hâriç hülyâlara dalarak girdâb-ı habt ve hatâya düşüp sâhil-i sıdk ve istikâmeti bulamaz bazı mütekellimîn ile âmme-i savfiye dahi rûhun bu vecihle mücerredâttan olmasına zâhib olup sıfât-ı ilâhiyenin cümle-i kâ'inâta ta'alluku nasılsa rûh-ı insâniyenin dahi bedene ta'alluk ve nisbeti öyle olup nitekim gine bâriyi idrâke aklımız yetişmezse rûhun hakîkatini idrâke dahi ol vecihle fikrimiz erişmez insan ise bu ruhtan ibâret olmakla insan kendini bilemez işte men arafe nefsehû fe kad arafe rabbehû hadîs-i şerîfi dahi bu nükteye remz ve işârettir dediler ki kendini bilen hâlifini bilir demek olur ammâ ba'zı muhaddisîn bu hadîsi men arafe nefsehû bi'z zülli ve'l-hakârate fe kad arafe rabbehû bi'l-azamet ve'l-kibr diye tefsîr edip va'az ve nasihat makâmında olmaküzre îrâd ettiler ki bu sûrette nefsinin zül ve hakâretini bilen Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd-ı Te'âlâ hazretlerinin azamet ve ceberrûrunu dahi idrâk eder demek olup eğer ki nefs kelimesi asl-ı lisân-ı Arabîde kendi demek ise de san'at tecrîd tarîkiyle gûyâ nefs bir başka şey gibi tasavvur olunmuş olur ve nefs kelimesi çok yerde bu vecihle isti'mâl olunup umûr-ı hayriye akla isnâd olunduğu gibi umûr-ı hissiye dahi nefse isnâd olunur evâ'il-i tahsîl-i fakîrânemde bir fâzıl-ı mütebahhirin meclisinde bulundum rûh bahsine ve bu hadîs-i şerîfin tefsîrine dâ'ir söz açıldıkda dedi ki ba'zı muhaddisînin men arafe nefsehû bi'z-züll ve'l-hakarate fe kad arafe rabbehû bi'l-'azamet ve'l-kibriyâ diye tefsîr etmeleri zannıma şundan nâşî olmalıdır ki fenn-i nahivde beyân olunduğu üzre fâ'il ile mef'ûl müttehid oldukda nefs yâhud zât kelimeleri tavsît olunarak meselâ Zeyd kendini darb etti denilecek olduğu halde Zeyd darbe nefsehû yâhud zâtehû denilir fakat ef'âl-i kulûbda böyle bir şey tavsîtine hâcet olmayarak meselâ Zeyd kendini fâzıl bildi denilecek olsa Zeyd allemehû fâzılen denir bu sûrette hadîs-i şerîfte kendini bilen ma'nâsı murâd olmuş olsa nefs lafzına hâcet olmayarak arefehû denilirdi mütâla'asıyla ba'zı muhaddisîn böyle takyîd ve te'vîle muhtâc oldular ammâ ekser muhakkikîn kendini bilen ma'nâsına haml ile bu te'vîle gitmediler onlar bu kâ'ide-i nahviyeden gaflet mi ettiler diye istifsâr ettikde âcizâne bu vecihle cevâba ibtidâr ettim ki ef'âl-i kulûb mutlakâ kalp ile idrâk olunabilecek fi'iller demek olmayıp belki kalbe mahsus olan fi'illerde ıstılâh olmuştur ki iki şey beynindeki nisbete ta'alluk eden fi'illerden ibârettir bunun için ef'âl-i kulûb iki mef'ûle müte'addid olur ilm Zeyd Ömer efâzıla gibi binâ'en'aleyh rü'yet maddesi ilm ma'nâsına isti'mâl olundukda ef'âl-i kulûbdan olup göz ile görmek ma'nâsına oldukda ef'âl-i kulûbdan olamaz halbuki görülen şey elbette kalp dahi idrâk eder lâkin göz ile dahi hissolunduğundan kalbe mahsûs olmamakla bu sûrette ef'âl-i kulûbtan ma'dûd olmaz gelelim ma'rifet maddesine ulemâ-yı edebiye ilm-i külliyâta ve ma'rifet-i cüz'iyâta ta'alluk eder diye beyinlerini tefrîk ettiler cüz'iyâŧın idrâki ise kalbe mahsus olmadığından ma'rifet ef'âl-i kulûbdan olmaz bu sebepten bir mef'ûle müte'addî olup ilm gibi iki mef'ûle te'addî etmez buna nazaran ilm dahi bir mef'ûle müte'addî olarak kullandığı halde bi-'aynehû ma'rifet ma'nâsına olup ef'âl-i kulûbdan olamaz zîrâ bu savtta nisbeti idrâk ma'nâsına olmayıp belki müfredi idrâk ma'nâsına olur ma'nâ-yı müfredi idrâk ise kalbe mahsus değildir ammâ nisbet-i umûr-ı vicdâniyeden olmakla onun idrâki kalbe mahsus olur bu sûrette Zeyd kendini bildi denilecek yerde Zeyd arefe nefsehû denilmek iktizâ etmekle zikr olunan kâ'ide-i nahviye muhakkikîn müşârünileyin helâını cerh etmeyip belki te'yîd eder bu cevâbı Fâzıl müşârünileyh dahi tahsîn ve istisvâb etmekle bahs ve münâzara tamâm olup bâb-ı muhâvere kapandı ve bu hikâye bu bahsin izâhına medâr olduğundan vâki' olduğu gibi bu makâmda bast ve îrâd olundu ammâ felâsife-i tabî'iyyûnun ba'zıları insanda hayvandan fazla bir şey olmamasına zâhib olup hayvânât-ı sâ'ire gibi insanda dahi ber vech-i meşrûh harâret-i tabi'iye ile hâsıl olan bahar-ı latîften başka bir rûh yoktur fakat insanın anâsırı hayvânât-ı sâ'ireye nisbetle daha imtizâclı olduğundan hissi dahi ziyâde olup işte bu hissin ziyâdeliği akıldır dediler ve bu sûrette ba'de'l-mevt insanda bâkî kalacak bir şey olmadığından bütün bütün ma'dûm olup gider diye za'n ettiler bu fırka gerek icmâl ve gerek tafsîl cihetiyle hatâ ederek dergeh-i dalâlette kaldılar ve eğer ki fırka-i evveli dahi bu bahsin tafsîlâtında hatâ ederek tarîk-i dalâlete gittiler ise de icmâlinde hak ve sevâba isâbet edip hiç olmazsa ber-hayât oldukları müddetçe kendilerine eğlence olacak bir haşr-i rûhânî isbât ettiler ammâ fırka-i sâniye musaddakınca bütün bütün girdâb-ı hayvâniyete daldılar insan ise ta'mîk-i fikr ederek kendisinde sâ'ir hayvandan fazla bir cevher-i rûhânî olduğunu kendi aklıyla bulabilir bu cihetle rûh-ı insânî yoktur demek kusûr-ı nazardan neş'et eder bir kavl-i bâtıl ve bu kadar rü'yâların cümlesi tesâdüftür demek ise mahzâ inat ve mükâbereden başka bir şey değildir kaldı ki ba'zı emrâz sebebiyle insanın hıfzına veyâhud fikrine halel geldiği vâki' olup bu misillüler teşrîh olundukda dimâğın muhtel olan yeri hayâl yâhud hâfıza veyâ müfekkire mahalli olduğu sâbit oluyor ba'zı hastalar ise gâ'ibten haber verir veyâĥud kendi yatakta iken sokaktan geçen kim olduğunu bilir halbuki bu misillüler teşrîh olundukda gerek dimâğında ve gerek sâ'ir mahallinde bir eser bulunamadından bu hal onda cismânî bir şey olmadığı sâbit olmakla insanda cism ve cismâniyetten başka bir cevher-i rûhânî olmak ve bu misillü cismânî olmayan haller ona isnâd olunmak lâzım gelir ve bir de lisân-ı efrencîde sumnanbol denilen seyrü'n-nevm illetine mübtelâ olanlar uykuda iken yataktan kalkıp damlarda ve uyanık iken gezemeyeceği sarp yerlerde gezer ve kâh olur ki karanlıkta bir şey bulup yer ve içer ve ferdâsı sorulsa cümlesinden bî-haberdir hattâ bu illete mübtelâ olan ba'zı esnâfın gece dükkanına gidip ve ba'zı işlerini tesviye edip ferdâsı dükkanı kim karıştımış diye hayrette kaldığı rivâyet olunur işte havâs-ı beşeriye mu'attal olduğu halde insanın böyle hareket etmesi ve bu 'illete mübtelâ olanlar dahi teşrîh olunduklarında ziyâde ve eksik hiçbir yerlerinde bir eser bulunmaması bir hâlet-i rûhâniye olmasını iktizâ etmekle bununla dahi rûh-ı insânînin vücûdu sâbit olur ve'l hâsıl rûhun inkârına mecâl olmayıp ancak tefâsil-i ahvâli bizce mechûl ve gine ve hakîkatini ta'alluktan aklımız mahrûm ve ma'zûl olmakla gerek âlem-i ervâhın ve gerek dâr-ı ukbânın tafsîlâtını edille-i şer'iyeye havâle etmek tarîk-i necât ve selâmet ve bu bahiste akıl ve hikmet yoluna gitmek müntec-i hüsrân ve nedâmettir. **ÂİLE** Ta'ayyüb-i zamânına ve'l-'aybü fînâ Vemâ li-zamâninâ 'aybü sevânâ Le kad tahcüvâ ez-zamânü bi-gayrı cezm Velev nutki'z-zamân bihi hicânâ Bizde herkesin 'âile mu'âmelâtından az çok bir fikr hâsıl etmek için orta halli bir efendinin hânesine girilse cârî olan ahvâle nazar-ı ibretle bakılsa ne görülür? Tabi'atıyla pîş-i nazara en evvel 'âilenin pederi tesâdüf eder; onun mu'âmelâtına lâyıkıyla dikkat olunursa görülür ki vaktiyle çocuk imişHer türlü havâyic ve lezâ'izini hazırlayacak bir dadı veyâ beslemesi var imiş her belâsını çekermişBiraz sinnini almış evlendirmişler; dadı gitmiş yerine bacı gelmiş. Efendinin münâsebetsiz ne kadar merâkı ne kadar arzusu var ise velev ki her biri kaç gece uykusuzluğu birkaç gün hastalığı bin türlü meşâk-ı cismânîyi yüz bin türlü azâb-ı rûhânîyi mûcib olsun; hanım onların cümlesini yerine getirmedikçe boğazından rahatça bir lokma geçmek ihtimâli yoktur. Efendi çocukluğunda meselâ bir de kedi beslemiş; onunla eğlenirmiş. Te'ehhülden sonra kedi gitmiş; yerine beriki çocuk gelmişEvvelleri kedisine yaptığı gibi şimdi de terbiye nâmıyla kendinin ne kadar hevesâtı var ise çocuklarının fikir ve vicdânına inibâ' ettirmeye çalışıyor! Hanım ise altı yedi yaşında iken kendini vasîsi besler giydirirmiş. On beş on altı yaşına girince vasî ber taraf olmuş; yerine bir zevc gelmiş-Vakti olsun olmasın- hanımın eğer bir gün sekiz türlü evet ve hayır ile mi'desini ifsâd etmez ve iki düğünde bir kat esvâb giydirip de akran ve emsâli arasında mahcûb bırakır ve zînet nâmıyla güzel başına bâr olmak için birkaç okka taş ve kalan parçası tedârik eylemez ise zevciyet veyâ insâniyetten çıkmış hükmünü alır! Hanımın da çocukluğunda bir sevgili bebeği varmışTe'ehhülden sonra bebek gitmiş yerine bir kıs gelmiş da büyümüşBebek nasıl hanımefendinin emr ettiği yerde yatmaya mecbûr ise kız da öylece hanımefendinin arzu ettiği beyin koynuna girmekte muztar olmuş nihâyet teverrüm etmişBîçâre kâh ettiğini ve kâh cenâb-ı hakkın mücâzâtını düşünerek iki elini böğrüne koymuş; rahat döşeğinin etrâfını hazin hazin dolaşır durur. Yâĥud kız kadar içli bulunmaz; kocasının kahrını bir çeker iki çeker iş mahkemeye dayanırEğer arada bir de çocuk bulunur ise nikah nafaka kavgaları iki hânedânın ömrüne sürer! Mahdum beyler ise bu dâr-ı mihnete her türlü hıfz-ı hayât esbâbından mahrûm oldukları halde gelmişler; kapısı açık yemeği hazır bir mihmanhâne-i ihsâna konmuşlarYerler içerler gezerler eğlenirleresbâb-ı ma'îşet ve sa'âdeti hâsıl eden pedere vekil-i harç ve idâre ve terbiyetine çalışan vâlideye kethüdâ kadın nazarıyla bakarlar! Âkıbet bir gün evin büykleri terk-i hayât eder; tevârüs eden birkaç parça mal ve mülkü bir türlü paylaşamazlarOnlar bir taraftan yaka yakaya mahkeme mahkeme dolaşır âkıbet iki adamın fenâsıyla bir koca hânedân perişân olur gider. Böyle bir â'ilenin hâline hakîmâne nigâh edenler için büyükleri hâlâ çocuk ve fakat irileşmiş; küçükleri hâlâ cenîn ve fakat rahm-i mâderden sâkıt olmuş gibi görünür. Ey rûh-ı bî-hayr! Meskeninde bir refîkadır peydâ olmuş; niçin â'ilenin bârını bütün bütün kendi üzerine yükletir de yalnız kendi meşakkatini bî-çâreye tahmîl edersin? Ey bî-nevâ peder! Sebep nedir ki kendin insan iken dünyâya yâdigâr ömrün ve netîce-i hayâŧın olan evlâdının yalnız mu'allim-i hayvân gibi kaşının gözün oynayışından tasavvurât-ı fikriye vâridât-ı kalbi yeni öğrenmesi ğruna bütün zaman tahsîlini izâ'a edersin? Ey ümmü'l-heves sâhibetü'l-beyt! Sana hânende ehlinle evlâdınla sıhhatinle rahatınla geçinmek ve gençliğinde hüsn-i cemâl ve yaşını aldıktan sonra evlâd 'iyâl zîneti yetişmez mi ki iki lokma yemek veyâ dört arşın pez parçası için dâ'imâ bir ıstırap ve keşâkeşi iltiâm edersek de gerek kendine ve gerek yanında olanlara ni'metimi zehir ve rahatı haram edersin? Ey bahtsız vâlide! Derdin ne ki daha vücûdundan ayrıldığına te'essüf edecek kadar mübtelâ olduğun ciğerpâreni kendi istediğin ve onun istemediği bir ecnebînin yatağına vermek için hâbgâh-ârâmını pamuk şiltelerden kara topraklara tahvîl etmeye sebep olursun? Veyâhud pederinin yanında hâlinden bahs etmeye hicâb eden bir muhdereyi muhazzırlara vekâyi' kâtiplerine gönlünün en aziz olan serâ'irini fâş eylemeye mecbûr edersin? Ey insafsız evlat! Sen vücûdunun müsâ'adesi gençliğinin kuvveti vaktinde hicâb etmez misin ki bütün zamânını gönlünü eğlendirmeye sarf edersin de hânedânının bütün eşâk-ı ma'îşetini ihtiyâr pederinin ağarmış başına ve bükülmüş boynuna bırakırsın? Ey mürüvvetsiz birâder! Dünyaya geldiğin zaman vâlidenin rahmini sütünü kemâ-i kana'atla taksîme râzı olduğun kardeşinle hânenin taşını duvarını dükkanın mülkünü îrâdını neden paylaşamadın ki bî-çâreyi canı gibi hükûmetgahlarda sürükleyerek hem onu hem kendini hem de insâniyeti terzîl edersin! Başka yerlerde zevcler görüyoruz ki zevcesini rûhunun nısfı addeder. Kendinin her türlü lezâyiz ve meşâkına onu teşrîk ederse kendi de onun her türlü lezâyiz ve meşâkına iştirâk eyler. Pederler görüyoruz ki evlâdını kendi fikri dâ'iresinde hasr etmek değil kendi fikrinin erişemediği ma'âlîye îsâl etmedikçe bir türlü rahat edemezEvinin en büyük masrafı oğlunun terbiyesi uğruna bezl eylediği paradırKendine fâ'ik bir halef görmeden vefât ederse dünyadan gözü açık giderKendinin bir fikri yetişmiş oğlunun bir fikrinden müstakîm çıkarsa hicâbından kanterlere batarEvlâdını galebe-i şeyhûhetle gözlerine amâ geldiği zaman elinden tutup da yedmek için beslemezSen tahsîl-i hitâma erişip de zihnî süķunet ve inhisâra mecbur olduğu zaman tarîk-i terakkî de kendine rehber olmak için büyütür istikbâlin ikbâlini bilir; halefinin her sûretle kemâline çalışır. Zevceler görüyoruz; ki zevcini iz'âc ederse evlâdının bazı kusurlarını afv ettirmek için ederElbisesini tezyînâtını zevci kendinin istiğnâ ve kana'atinden hicâb ederek tedârik eylerKendisi zevcinin muhabbet ve mürüvvetinden hicâb ederek kabûl ederZevcine hayât-ı sâniye hânesine mülkü's-sıyâne görünür. Vâlideler görüyoruz ki evlâdı bir dakîka gülmezse kendi bir sa'at ağlar; evlâdı bir sa'at ağlarsa kendi bir ay hastalanır evlâdı bir ay hastalanırsa kendi bir yılın ömr-i gâ'ib ederKendi gönlünü evlâdına esîr eder; evlâdının gönlünü irtibât edecek yer aramakta pâdişahlardan ziyâde hür-i mutlak bırakırEvlâdını insan etmek için kendi bin türlü mücâhedât ile melek hasletinde bulunmaya çalışırEvlâdını canından ayırmaz; ki başka bir şey istesin kendi başka bir şey istesin. Evlat görüyoruz ki pederinin vâlidesinin gümüş delikli saçlarından bir telini hazîne-i âleme ve belki cevher-i cânına değişmez; vâideyninin gönüllerine fenâ-yı âlemden tesellâ-bahş olur; fikirlerine bin türlü tecârüb ve müdrikât ile revnak verirVücutlarına şebâb kadar kudret ve bir müttekâ-yı zî-hayât gibi mu'âvenet arz eylerÂ'ilenin ne kadar meşâkı varsa gayret ve iftihâr ile der'uhde eder; akrabâsının görür gözü tutar eli olur. Birâderler vardır ki neslen ba'd nesl mülâsık doğar tev'emler gibi kendilerinin ve evlâd ve ahfâdının dünyada iştirâke sâlih her neleri var ise müşterektirYarım hâneye temellük için değil bir koca mülke tasarruf için bile birbirine bir kere eğri bakmazlar. Sa'âdet bahtiyarlık bu türlü 'â'ileler içindir; hayat böyle yaşamaya derler; insâniyet bu insanların hâlidir. Kemal **MEDENİYET** Kelimesi Avrupa ile ihtilâtımızdan sonra lisân-ı avâma düşen ta'bîrâttan olarak vatanımızda pek çok adamlarca makâsıd-ı âliyeden olduğu gibi birtakım fırkacılara dahi yeni çıkma fahşiyâtı ta'yîbde kullanılır ta'bîrât-ı tahakkümden ma'dûd olmuştur! Biraz düşünelim; acabâ medeniyet sahîhan levâzım-ı insâniyeden mi? Yoksa sû'-i ahlâkın tevellüd ettiği zevâ'id-i muzırradan mı ma'dûd olmak lâzım gelir? Şüphe yoktur ki medeniyet ba'zıların ve husûsiyle bizim eski hükemânın ta'rîfi gibi insanın ictimâ' üzre yaşaması ma'nâsına alınırsa hayât-ı beşer için levâzım-ı tabi'iyedendirBir çocuk sütten kesilir kesilmez tay veyâ buzağı gibi başı boş salıverilmiş olsa uğrayacağı bin türlü muhâtaradan kat'-ı nazar kendini i'âşe edecek rızk tedârikinden âciz kalır açlığından ölür. Kudretin tabi'at-ı beşere ihsân ettiği isti'dâd-ı terakkî dahi infirâd üzre ta'ayyüş hâlinde meydana çıkamamak zarûrî olmasına bakılırsa insanın temeddüne ihtiyâcı bir kat daha sâbit olur. Eğer Diyojen infirâd üzre yaşar bir kavim içinde zuhûr etse yedi elbette içinde yatacak bir küpe mâlik olmak için milletinin en bahtiyarı addolunmak lâzım gelirdi. Fenn-i siyâset nazarında ise medeniyet ictimâ' değil âsâyişte kemâl ma'nâsını ifâde ettiği için bu mefhûma ebnâ-yı beşere zarûrî lâzım mıdır; değil midir? Oralarını tedkîk etmek isteriz. İnsan kendini âdât ve hayâlâttan tecrîd eyler de ahvâl-i âlemi i'tidâl-i dem ve huzûr-ı fikr ile düşünürse âsâyiş lafzını lâyıkıyla tahdîd edecek ta'rîf bulamaz; ve bu vecihle bî-pervâ diyebilir ki çavdar ekmeği yemeye ve toprk üzerinde yatmaya alışmış bir adamın karnını doyurmak ve uykusunu uyumak da gördüğü âsâyiş nefîs ta'amlar yemeye ve yaldızlı karyolada yatmağa me'lûf olanların rahatından az mıdır? Ve bu iki türlü ma'îşet arasında fakirin bir lokma siyah ekmekle birkaç arşın kara toprağı bulabilmekten dâ'imâ emîn olduğundan ganînin ise hr dakîka elindeki ni'metten mahrûmiyet muhâtarasında bulunduğundan başka bir fark var mıdır? Vücûdu ısıtmakta Fransız çokosunun âdî abaya ne rüchânı olabilir? Medeniyet insanı milyonlarla altına mâlik edermiş altın iştihâyı mı ziyâdeleştirir; hayâtı mı çoğaltır? Medeniyet mermerden masnû' konaklar peydâ edermiş kadar metin binâlar ecele mi medhali bırakmaz? Hastalığı mı men' eder? Medeniyet geceleri sokakta gaz peydâ edermiş Allahın güneşi zâ'il olduktan sonra insana göre akrabâsının arasına girip de i'tilâf-ı â'ileden müstefîd olmak gibi bir lezzeti terk ederek kahve kahve dolaşmakta ne letâfet tasavvur olunabilir? Medeniyet vapurlar şimendiferler husûle getirmiş; ikâmetine bir külpe ve ma'îşetine iki dönüm toprak kâfî olan bir adamın üç yüz sa'atlik yerlere gitmeye ve beş on gün denizler içinde kalmaya ne ihtiyâcı olabilir medeniyet telgrafı îcâd edilmiş; yanı başındaki odada geçen ahvâli bilmeyen bîçâreye göre Amerika'nın vukû'âtını öğrenmeye çalışmakta ne ma'nâ var? Kezâ ve kezâ. Bu türlü mütâla'alar insanın tabi'at ve istidâdından bütün bütün gaflet eseridirGörüyoruz ki insan tevlîd kuvvetinde hemen kâffe-i hayvânâtın dûnunda iken dünyada meşhûr ve ma'rûf olan hayvânâtın kâffesinden birkaç bin kat ziyâde bulunuyorVe bu kesret sahrâ-yı vahşette değil sa'âdet serâ-yı medeniyette görülüyorBundan bi'l-bedâhe sâbit olur ki medeniyet hayât-ı beşerin kâfilidir; bu sübûttan dahi bi'z-zarûre anlaşılır ki medeniyet aleyhine kıyâm etmek ecel-i kazâya kâtillerden haydutlardan ziyâde mu'în olmaktadır. Bundan başka insanın sa'y ve fik ile dünyada izhâr ettiği bunca bedâyi' öyle bir parça ekmek yemek ve topraklarda yuvarlanıp uyumak için yaratılmış bir mahluk olmadığına bürhân kâfîdir. Binâ'en'aleyh medeniyeti zâ'id görmek insanın halkında kudret-i fâtıraya iltizâm 'abes gibi bir nakîsa isnâd etmek kabîlinden addolunur. Evet; çuha abdâdan ziyâde ısıtmazFakat tabi'at-ı beşer hüsn-i intizâma mâ'ildirKimseye zararı dokunmayan bir lezzetten müstefîd olmak neden şâyân-ı ta'yîb olabilsin; Evet; altın hayatı çoğaltmazFakat levâzım-ı hayâtı ikmâl ederSıtmaya uğramış bir adam tabibe mürâca'at etmek iktizâ iden mu'âlecâtı almak için paraya muhtaç değil midir? İlletinin def'i için ne yapsın? Koluna pamuk ipliği bağlayarak mı i'âde-i sıhhat etsin? Evet; kargîr binâlar ecele hastalığa mukâvemet etmezFakat yanmaya yıkılmaya karşı dururLetâfet ve ma'mûriyetle birkaç karn evlâda kalır. Evet; geceleri işsiz bir adam için muttasıl â'ilesini terk edip de sokaklarda eğlence taharrî etmekte bir letâfet yokturFakat gaz olan yerlerde ashâb-ı sa'y ve ticâret geceleri de altı yedi sa'at işiyle veyâ alışverişiyle meşgul olur; ve bu sûretle üzerine bir ömür daha katar. Şimendifer veyâ vapur ile birkaç yüz sa'atlik yerlere giden veyâ birkaç gün deniz üzerinde çalkananlar ise ma'rifetin bir kerâmet garîbesiyle tayy-ı mekân etmiş ve pâbûşuyla sulardan geçmiş ki cihânın tâ öbür tarafına giderlerHavâyic-i hayâtı getirirlerVatandaşlarının ayağına îsâr ederler. Telgraf kullanan akvâm eğer eski dünyada ise yeni dünyada ise yeni dünyada bulunan bir tabibin hazâkatinden veyâ zuhûr eden bir vak'anın te'sîrâtından hayatlarınca büyük büyük fâ'ideler görürler. Bir de insanın hak ve maksadı yalnız yaşamak değil hürriyetle yaşamaktır. Bu kadar milel-i mütemeddineye karşı kâbil midir ki akvâm-ı gayrı mütemeddine hürriyetlerini muhâfaza edebilsinler? .. . Âsâyiş-i hakîkiyenin kesreti dâ'imâ meşâk-ı sa'yin kesretiyle mütenâsib olagelmiştiMedeniyetin her sıkıntısı bir rahat tevlîd eder; vahşetin her rahatı bin eziyeti mûcib olur. İnsanın havâyici yalnız arzın kuvve-i nâbitesine sığışmak ihtimâli yoktur; onu olsa olsa medeniyetin hazâ'in-i iddihârı isti'yâb edebilirHülâsa medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek kabîlindendir. Eğer medeniyetin Avrupaca fuhşiyâta ve bir gürûhun zarûretine verdiği revâç cihetlerine hasr-ı i'tirâz olunur ise bu yolda olan ta'rîzâtı hiçbir âkıl yoktur ki teslîm etmişsinŞu kadar var ki uhşiyâtın avârız-ı zâtiyesinden değil nekâyıs-ı icra'atındandırÇünkü âsâyişte kemâl ta'rifinde men'-i fuhşiyât dahi dâhildir. Bir memlekette ki müskirât itlâf-ı nefs ve teksîr-i cidâl edecek derecelerde şâyi' olur; bir memlekette ki alel efrenciye ve sıbyân mâder-i bahtâ baş ağrısı hayvan yavrusu kadar kesrette bulunur; bir memlekette ki müdâhene zarâfetten ve yalancılık kâr-ı güzârlıktan ma'dûd olur; hâsılı bir memlekette ki âdâb ve ahlâk fesâd hâlinde bulunurÂsâyişte dahi tabi'atıyla kemâl olamaz. Hele âsâyişte kemâl herkesin âsâyişinde mümkün mertebe kemâl demekte olduğundan açlıktan telefât vukû' bulmak gibi medeniyetin sırf hilâfında olduğu ta'rîf-i medeniyetle zâhir olan halleri netâyic-i medeniyeden addetmek nakîzini birbirine 'illet ve ma'lûl tutmak kadar bedîhîyü'l-butlândır. Bir de farz edelim ki medeniyetin Avrupadaki hâli bin türl nekâyıs ve seyyi'ât ile mâl âmâll imiş; iktisâb-ı medeniyete çalışan akvâm için tamâmı tamâmına Avrupa'ya taklîd etmek neden lâzım gelsin? Birtakım hakâyık-ı ilmiye vardır ki dünyanın hiçbir tarafında değişmez; yerde sû'-i te'sîri görülmezMeselâ ticârette de olsa hâssa-i inbisâta mâliktir; hâsa-i inbisâtınıza da olsa vâsıta-i tahrîktir; vâsıta-i tahrîk nerede olsa sa'y-i beşere büyük büyük mu'âvenetler eder; sa'y-i beşerin mu'âvenetlerinden nerede olsa istifâde olunur. Şimdi biz tezvîc-i medeniyeti arzu edersek bu kabilden olan hakâyık-ı nâfi'ayı nerede bulursak iktibâs ederizTemeddün için Çinlilerden sülük kebabı ekl etmeyi almaya muhtaç olmadığımız gibi Avrupalıların dansına usûl usûl-i münâkahâtına taklîd etmeye de hiç mecbur değiliz. **MEŞÂHİR-İ HÜKEMÂDAN "PLOTARİK"İN BİR MAKALE-İ** **MEŞHURESİ** Sen bana Pisagor'un hayvânât lahmından niçin ictiâb ettiğini sorarsınLâkin ben de bi'l-mukâbele sana sorarım ki nasıl cesâret-i insâniyesi var idi adamın ki ibtidâ ağzını pirelenmiş bir ata yaklaştırdı! Can çekişen bir hayvanın kemiklerini dişiyle kırdıCism-i bî-canları meyyiteleri önüne götürttü ve bir sa'at evvel meleyen bu gören yürüyen gören uzuvları mi'desine indirip mahvetti? kimsenin eli hisli bir mahlûkun yüreğine bir demiri nasıl saplayabildi? Onun gözleri bir katl ve i'dâma nazar etmeye nasıl tahammül edebilir? Âciz ve î-mededkâr bir hayvanın kanı aktığına ve a'zâsı çengele takıldığına ve pâre pâre edildiğine nasıl bakabildi? parçalandığı halde henüz titreyen atların manzarasına nasıl tahammül etti? Etlerin kokuları nasıl onun gönlünü bulandırmadılar? Ne vakit ki bu yaraların pisliklerine eliyle dokunmaya ve onların üzerindeki siyah ve pıhtılı kanı temizlemeye gelince nasıl iğrenmedi? Nasıl irkilmedi? Nasıl tüyleri ürpermedi? "Yüzülmüş deri yere serilmişAteşte kebap etler cızlanırİnsan nasıl yer onları ürkmezDoyar karnında hayvan sızlanır "işte kimse ilk def'a tabi'atı çiğneyip böyle bir iğrenç ta'âm yaptığında ve ilk def'a canlı bir hayvan için kendine iştihâ gelip henüz otlamakta olan hayvan ile tağdî etmek istediğinde kendinin ellerini yalayan kuzuyu nasıl boğazlamalı nasıl parçalamalı nasıl pişirmeli diye kendi kendine söylendiğinde şuralarını tefekkür ve hissetmeli idiAsıl ta'accübe şâyân bu ziyâfet-i zâlimâneye başlayanlardır onları taklîd edenler değildir ammâ belki de bu birinciler ba'zı ma'zeretlerle tebriye-i zimmet edebilirler lâkin bizde bu ma'zeretler yoktur ve olmayışı bizi onlardan yük kat ziyâde barbar kılar. Bu evvelki adamlar bize diyebilirler ki Ey Cenâb-ı Hakkın sevgili kulları! Zamanları kıyâs ve müvâzene edin! Siz ne kadar bahtiyarsınız ve biz ne kadar zelîl idik nazar idik! Zemin yeni teşkîl olunmuş havayı bahar kaplamış olmakla henüz fusûl ve mevâsim taht-ı nizâma girmemişler idi enhârın cereyân-ı bî-ıttırâdı hasebiyle her taraftan sâhillerini tecâvüz edip rûy-ı dünyânın dört bölükte üçü güller durgun sular derin bataklıklar ile müstağrak idiKalan bir bölük dahi mahsülsüz ormanlar ve ağaçlarla mestûr idiArz hiçbir iyi meyve yetiştirmez idi bizim de çift sürecek hiç âlâtımız yoktu biz âlât isti'mâlini bilmiyorduk ve ekmeyen kimse için aslâ vakt-i hasat gelmez idi bu cihetle açlık bizden ayrılmazdı kışın et'ime-i âdiyemiz yosun ve ağaç kabukları idiBa'zen yeşil ayrık ve funda kökleri bize bir ziyâfet olurduVe her ne zaman insanlar koca yemişi ceviz palamut bulabilirler ise bir meşe yâhud koca yemiş ağacının etrâfında dağı şarkılar türküler çağırarak sevinçlerinden oynarlar ve arza dâyemiz vâlidemiz ıtlâk ederlerdiOnların bayramları oyunları ancak bu idi insanın sâ'ir evkât-ı hayâtiyesi acıdan zahmet-i zilletten ibâret idi. Nihâyet kış gelip arz soyulup üryân kalmakla bize bir şey vermez oldukta hayâtımızı muhâfaza için tabi'atın şânına lâyık olmayan denâ'eti ihtiyara mecbûr olup bize sefâlet arkadaşı olanları birlikte telef olmadan ise ekl eyledik. Lâkin sezâ-yı zâlim insanlar! Kan dökmeye sizi kim icbâr ediyor? Etrâfınıza bakın ki ne kadar ni'met ve erzâk yığılmış duruyor! Arz size ne kadar meyveler hâsıl ediyor tarlala üzümlükler size ne kadar servetler bahş ediyorlar! Ne kadar hayvanlar sizi beslemek için sütlerini ve libâsınız için yüklerini size ihdâ ediyorlar! Onlardan ne istiyorsunuz ef'âl-i katli size ne mukûle gazab irtikâb ettiriyor halbuki mal ve rızk ile doymuş ve ta'amlara boğazınıza kadar dalmışsınız! Sizi beslemiyor diyerek vâlidenizden şikâyetle niçin yalan söylüyorsunuz usûl-i mukaddese-i zira'ati îcâd eden serz [] ve insanlara teselliyet bahşâ olan 'inâyetkâr [] karşı niçin oluyorsunuzGûyâ onların avâtıf-ı mebzûlesi nev'-i beşerin vikâye-i hissiyâtına kifâyet etmiyor mu sizdeki ne yürektir ki sofralarınıza ma'budların verdikleri meyvelerle kemikleri ve size sütledini veren hayvanların sütleriyle kanlarını berâber korsunuz? Ve hattâ hayvanlar dediğiniz parslar arslanlar hiss-i hayvânîlerine ve açlığa teb'iyetle berâ-yı ta'ayyüş başka hayvanları öldürürler lâkin siz onlardan yüz kat yabânî hayvansıznı ki telezzüzât-ı zâlimânenize uyup bilâlüzûm hissinize muhâlefet edersiniz yediğiniz sâ'ir hayvanlar yabânî hayvânât değillerdir siz et yiyen hayvanları yemezsiniz belki onlara taklîd edersiniz sizin iştihânız ma'sûm ve kendi hâlinde olan ve kimseye mazarratları olmayan ve sizden tevahhuş etmeyen ve size hizmet eden hayvanlara mahsusdur hizmetlerine mukâbil onları ekl ve bel' edersiniz. Ey kâtil tâbi'at-ı nâ-şinâs! Eğer seni tabi'at kendin gibi et ve kemik ve his ve hayat sâhibi olan emsâlini ekl için yapmış demekte ısrar edersen bu et'ime-i menfûre üzerine tabi'atın sana verdiği istikrâhı kayd etmeyip hayvanları kendin öldür! Demek ister mi ki bıçak satır olmaksızın sen kendi ellerinle öldür arslanlar ayılar gibi kendi tırnaklarınla onları yırt sığırı ısır ve parçala pençelerini onun derisine geçir kuzuyu diri diri ekl eyle etlerini sıcak sıcak yiyip sömür onun canını kanı ile beraber iç senin türylerin ürperir mi diri bir et dişlerinin altında kımıldandığını duymaya cesâret edemez misin? Hey merhametli insan! Gûyâ hayvanı iki def'a öldürmek öldürmek için sen onu ibtidâ öldürmeye başlar sonra yersin bu da kifâyet etmez lahm-i meyyite sana mekrûh gelir senin bağırsakların onu kaldırmazlar ateşle şeklini değiştirmek kaynatmak kızartmak babaharat ile tahvîl etmek lâzım gelir sana sucuk pastırma yapanlar işçiler kebabçılar gibi katl-i nefretini senden izâle edecek ve seni [] Serz esâtir-i putperestân-ı Yunan kavlince baş ma'bûd ittihâz olunan Jübiter kızkarındaşı imiş birâderinden hâmile olup bir kız doğurmuş ânide duzah hükümdârına kaptırmış gûyâ usûl-i zira'ati insanlara öğreten ve çift âlâtını düzen bu hâtun imiş hekim olduğu cihetle bunlara i'tikâd etmezse de kendisi papaz olduğundan kitabını enzâr-ı halkta mergûb etmek için bu lisânı kullanmıştır. Mütercim [] Baküs ma'hûd zımpara Jübiter'in nikahsız hâsıl ettiği evlattan beridir kavl-i esâtîre göre ibtidâ yeryüzüne asma fidanı diken ve üzümü yetiştirip şarap yapan bu imiş. mütercim meyyitlerin na'aşlarıyla ilbâs eyleyecek kimseler muktazîdir tâ ki kuvve-i zâ'ikan bu tebeddül-i şekl ile aldanıp kendine yabancı olan şeyi reddetmesin ve göz bile bakmaya tahammül etmeyecek ölüleri sana yedirsin!" **BU MAKALEYE KARŞI ZİY PAŞA’NIN YAZDIĞI** **REDDİYEDİR.** Eğerki Plotarik'in şu makâle-i belîgası okundukda ve hile-i evlâda çaırda kendi hâliyle otlayan kuzuların ertesi gün kasap dükkanlarında asılı duruşları göz önüne gelip insan hemen et yemekten vazgeçeceği gelir lâkin mes'ele etrâfıyla düşünüldükde bu gürültülerin cümlesi safsata-i feylesofâne ve mücerred belâgat izhârı için ittihâz olunmuş bir fikr-i şâ'irâneden ibâret olduğu zâhir olurÇünkü gerek Pisagor'un gerek ondan mukaddem gelen zerdüştün ekl-i lehvimâttan ictinâbları Platorik'in bu makâlede sayıp döktüğü vecihle tabi'at-ı insâniyeye sahîhan muvâfık olmadığını cezm ettiklerinden olmayıp belki bir cesetten izâle-i rûh etmek mezheblerince münâsip olmadığındandır çünkü bunlar her ceseddeki ruhu bizâtihî kâim bir cevher-i münferid gayrı müte'akkil za'm edip her ne zaman bir cisimden müfârakat ederse isti'dâdına muvâfık diğer bir kalbe hulûle mecburdur i'tikâd ederler. Bundaki butlân ise muhtâc-ı beyân olmadığından mes'elenin bu cihetinden sarf-ı nazarla yalnız et yemek insan için tabi'î olmadığı bahsinde hâtır-ı kâsıra gelen bazı mütâla'âtı îrâd edelim: Pisagor'un mezhebini tervîc edenler hayvanı öldürmek yâhud lahmini yemek mugâyir-i tabi'at-ı insâniye olduğunu iddi'â edip hülâsa-i bürhân olarak rikkat merhamet şefkat-i ri'âyet-i hukuk şükr-i ni'met gibi sıfât-ı mahsûsa-i insâniyeyi sened-i mevki'inde şefî' tutuyorlar ve çünkü sâ'ir sebâ' gibi biz hayvânâtı kendi pençemizle yırtmadığımız ve kasap ve aşçı ellerinden geçtikten sonra yediğimiz ve mezbûh ile meyyiteyi tefrîk ettiğimiz cihetle bunun insandan vukû'unu tabi'î değildir demek istiyorlar zannolunur ki bu gürûh hükemâ tabi'ata mevzu' lehinde gayrı meşreblerince bir ma'nâ verip ondan dolayı yanılırlar. Cümleden evvel bunlara su'âl olunur ki insanın bu evsâf ile ittisâfı yalnız zevi'l-ervâhın i'dâm ve istihlâki emrine mi münhasırdır? Elli ayaklı kaşlı gözlü mâşî müteharrik ecsâmdan başka hayat ya'ni ruh sâhibi mahluk yok mudur? Tahkîkât-ı âhire-i ilmiye nebâtâtın ve belki bize cemâd görünen nice ecsâm-ı salebenin kendi isti'dadlarına mahsus bir rûh-ı ber-hayât ve kâbil-i memât olduklarını isbât etmedi mi? İmdi koyunların kuzuların sahrâlarda melediklerini işitip gezdiklerini otladıklarını görüp sütlerinden yüklerinden istifâde olunduğunu mülâhaza edip artık bu kadar eltâfına mazhar olduğumuz bir canlı mahlûku boğazlamak ve sonra püryân edip yemek merhamete ve şükr-i ni'mete ve ri'âyet-i hukûka ya'ni vezâ'if-i insâniyeye mugâyir olduğu görülür de ya tarlalarda altn gibi sararmış ve reng-i letâfetle sahrâlara zîb ve revnak vermiş olan ve kuzu nasıl doğup tedrîcle büyürse dahi dâneden ıkdıkda ibtidâ yeşil yaprak sonradan zümrüdîn sâk ve âkıbet bir tertîb ve intizâm-ı hayret-bahşâ üzre içi sıa sıra tânelerle memlû başak hâline giren buğdayları ve ağaçların bir sene zahmet ve emek çekerek yetiştirdiklerigûnâgûn meyveleri orak bıçak ile hiç merhamet etmeksizin kesip biçmekte bu insaf bu evsâf niçin hatıra gelmiyor? Ama siz nebâtâtı zevi'l-ervâhtan addetmek isteyeceksiniz ya'ni tertîb-i tabâyi' sâmda ihtilâf olsun da rûhun ecsâm-ı mütenevvi'aya ta'allukunda merâtib ve derecât olmasın diyeceksiniz bu tasavvur ise kudret-i ezeliyeyi tahdîd değil midir? Hayvânâtın sûr-i hilkatlerine göre tenâsülleri bir tohum vâsıtasıyla ve izdivâc tarîkiyle olanları ve anâsırdan mürekkeb bir cismde kan ve ahlât ile beslenerek büyüyüp sonra bir delikten yâud yumurtadan çıkanları ve süt ve ot ve et ile müte'ayyiş olarak tedrîcen büyüyenleri zî-rûh tanıyıp da nebâtât ki onlar da bir tohumdan ve erkekli dişi bir nev' izdivâcdan husûle gelir ve kendilerine mahsûs diğer anâsır ile terekküb edip toprak denilen bir rahm-i unsûrîden henüz hal ve keşf olunmayan birtakım mevâdd-ı nâmiye ile beslendikten sonra meydana çıkarlar ve onlar da ecsâm-ı sâ'ireyi hem ifnâ hem ihyâ eden anâsır-ı vâhiye ile perveriş bulup terakkub ömr-i hayattaki tufûliyet ve şebâb ve şeyhûhete uğrayarak ikmâl-i müddet ederlerVe her ne vakit medâr-ı hayatları olan asıldan müttefik olurlarsa hayvanların katli hâlindeki gibi mevte uğrayıp eser-i hayat kendilerinden zâ'il olur siz bunlara zî-rûh demeye neden cesâret etmezsiniz? Anbarda yığılı duran zehâyiriniz ruhları zâ'il olmuş birtakım ecsâd-ı meyyite değil midirler? Siz onları değirmenlerde ezip ateşlerde tab' edip nasıl ekl ediyorsunuz? Görülüyor ki siz kuzunun bağırdığını işitiyorsunuz da onun için ona merhamet ediyorsunuz yoksa yed-i kudretin bu kadar san'at ve kemâl üzre tekvîn ettiği bir binânın hedminden müte'essir olduğunuzdan dolayı değil zîrâ böyle olsa ağaçtaki meyvelerde siz koparırken lisân-ı hâl ile bağırıp "Aman bana dokunma ben tabi'atın tezyîn-i hadîka-i kâ'inât için yetiştirdiği bir mahlûk-ı zî-rûhum" dediğini de işitmel ve ecsâm ı hayvânâtta görüp takdîr ettiğiniz kudret-i rabbâniyeyi bie elmada bir üzümde bir buğday tânesinde bir sarı çiçekde dahi görmeli ve yukarıda saydığınız sıfatlar sahîhan siz de varsa artık taraftarlığı bırakıp hayvana nasıl acırsanız nebâtâta da öyle acımalı lahm yemediğiniz gibi nebâtât meyve dahi meyeği tabi'at-ı insâniyeye muvâfık görmemeli idiniz. Süt husûsuna gelince siz bundan da ictinâb etmeli idiniz zîrâ bundaki gadr ve zulmü şi'âr-ı insâniyete mugâyir olan ahvâli görmeli idiniz koyunları ne istihkâk ile ağıllara doldurup haps ediyorsunuz? Kuzuların buzağıların hakk-ı tabi'îleri olan sütleri nçin gasb ediyorsunuz? Eğer siz çocuğunuzun vâlidesi ile berâber sizden daha kuvvetli bir mahlûkun eline esîr düşseniz sizi firâr edemeyecek vecihle taht-ı nezâretinde tutsalar ve hâtunun sütünü büsbütün çocuğuna vermeyip cebren sağsalar hattâ sütünü vermemek hâtunun elinde olsa da hani biz de sütünü vermeyen inekleri aldatmak için buzağılarını yanlarına getilidiği ve ol vecihle sütü sağıldığı gibi çocuğunu gösterip sonra içmeye bırakmaksızın geri çekseler ve hâtunu sağsalar hoşunuza gider mi? Onların kisveleri olan yükleri onların sırtından soyup kendi sırtınıza ne hakla iktisâ ediyorsunuz? Evinizi niçin habs edip boyunduruğa koşuyorsunuz onun ağzına niçin kim ayağına demirden nal vurup üstüne biz sırtına yük yükletirsiniz arabaya koşarsınız? Bu hak ve ehliyeti ve bu hayvanların üzerlerine tegallüb ve istilâ salâhiyetini size kim tevcîh etti? Diyeceksiniz ki ya biz bu hayvanları hallerine bıraksak yırtıcı hayvanlar onları telef ederler acâyib yine merhamet! Ya bu hâli onları halk eden zât-ı bârî hiç düşünmedi mi? Ve onları yaratmak murâd ettikde insanları çağırıp "İşte ben şu mahlûkâtı yaratacağım fakat onlar zayıf olduklarından yırtıcı hayvanlardan kendilerini koruyamazlar siz onların muhâfazasına tekellüf edin" gibi bir şart teklîf etti mi? Dağlarda milyonlarca sürü sürü gezen yabânî koyunlar keçiler vahşî öküzler atlar eşekler nasıl nasıl yaşıyorlar bunları yırtıcılar niçin yırtmıyolar? Niçin selâları kesilmiyor? Bunların sâhipleri çobanları köpekleri var mı? Amma bunlar olduklarından vahşîler gibi koşup kaçamazlar derseniz onları hangi eden yine biz değil miyiz? Hele bir kere yakalarını bırakalım birkaç batın hâl-i hürriyette tenâsül etsinler bakalım onlardaki betâ'et kalır mı ahırda beslenen onlarla yaylada büyüyen hergelelerin beynindeki fark bu hâli isbât etmez mi? Tavşan kadar za'if ve nâzik ma'sum bir hayvan yoktur ve her yırtıcı ayvan ona düşmandır dağlarda ovada gezip bekâ-yı neslini muhâfaza ediyor da koyun ondan pek çok kavî iken niçin nefsini vikâye edemesin? Sâiyen insanın ağzında karşılıklı dört adet sivri dişler görülüyor ki azı dişlerinin altlı üstlü yanlarındadır koyun keçi at sığır tavşan gibi ta'ayyüşleri yalnız nebâtâta münhasır olan havanlarda bu dişler görülmez bil'akis arslan kurt köpek kedi gibi lahm ile müte'ayyiş olanlar da bunların emsâli müşâhede olunur bunlara bakıldıkda insanı halk eden vâcibü'-vüûd daha eti otu bilmezden evvel onu et yemek için yaratmış ve ot ezmeye olan âletleri de ağzının içine koymuş olduğu istidlâl edilir imdi bu delîl göz önünde değil belki ağzın içinde mıhlı dururken artık Pisagor'a filâne taklîd garzıyla hilkatin bir cihetini mu'attal mı bırakmalı sâlisen tabi'atın eşyâ-yı sâ'irede cârî olan âdât-ı umûmiye ve kâ'ide-i külliyesine nazar ve tatbîk olundukda dahi bunda hilâf-ı tabi'at bir hâl görülmekten fazla belki îcâb-ı hükm-i tabi'at olduğu görülür çünkü kurt koyunu koyun da nebâtât üzerindeki böcekleri böcekler de birbirlerini ekl ediyorlar denizdeki balıklar gücü gücü yetene tâ morinadan süpürge balığına kadar birbirlerini ekl ile geçinirler me'kûlât ve meşrubâtımız ve teneffüsümüz ile her gün her sa'at nice bin mahlûkâtı birden bel' ve mahv ediyoruz vücûdumuzdaki nice bin böcekler dahi muttasıl bizim cesedimizi gıdâ ediyorlar ve'l-hâsıl bütün mükevvenât birbirlerini ekl ile tegaddî ve yekdiğerini mahv ediyorlar işte muktezâ-yı tabi'at bu hâl görülüyor artık bizim hem hayvan hem de bi't-tahsîs et beyân-ı cinsinden olduğumuz halde niçin tabi'atın hilâfına gidelim? Râbi'an bizim hayvanları kendi elimizle zebh etmekten teneffürümüz dahi ekl-i lemhin tabi'î olmadığını isbât eder bir delîl değildir zîrâ ekser me'lûfâtımızda âdet-i tabi'at yerine kâ'im olduğu gibi bu nefrette bize âdetten gelmiştir meselâ ben sabâvetimde kasap şâkirdi olaydım sanırım ki şimdi koyun kesmek ile değnek yontmak nazarımda müsâvî olurdu hattâ benim i'tikâdımca mezbûhât ile meyyiteyi tefrîk ve evvelkinden istikrâh etmeyip ikinciden nefret dahi tabi'attan gelmeyip belki âdetten neş'et etmiş bir tabi'at-ı sâniyedir yoksa bir hayvan ha kendi kendine ölmüş ha sen öldürmüşsün iki sûrette de rûh zâ'il olup lahm ve şahm ve ceset kalır ben zannetmem ki eğer sizin aşçı haberiniz olmaksızın bir ölmüş tavuğu hemen yolup piyaza yatırsa sonra onunla bir güzel ızgara kebabı yapsa siz onu ekl ederken fark edebilesiniz yâhud bir muhâsara ya kaht içinde bulunasınız da ölü bu hayvan bulduğunuzda istikrâh edip yemeyesiniz demek ki bu fark ve temyîz bize âdetten gelmiş bir haldir her ne zaman âdete bâ'is olan esbâb kalkar ise asıl tabi'at meydana çıkarhâmisen hükemâ ekl-i lahmin tabi'î olmadığını isbât sadedinde bize çiğ et yemek ve tırnaklarımızla koparıp yırtmak teklîf ediyorlar ya'ni bunlara mümteni' demek istiyorlar dünyada ne kadar kavim var ki eti çiğ yerler! Hattâ ben gözümle Londra'da bir kadın gördüm çiğ eti pişmişe tercîh edip biz pişmişi nasıl suhûletle koparıp yer isek da çiğ eti öyle ısıra ısıra kemâl-i lezzetle yer idi bir çocuğu sabâvetten beri tırnaklarıyla et koparmaya alıştırın ve tırnaklarını ona göre hazırlayın büyüdüğünde eti tırnaklarıyla koparır mıkoparmaz mı görürsünüzMa'sum hayvanları yiyip yırtıcıları yememek bahsinde dahi meyl-i tabi'atıma tâbi' olurum ben boğazım husûsunda ismete mükâfât-ı seba'a mücâzât-ı dâ'iyesinde değilim dimâğıma hangi lahm hoş gelirse onu yerim hem umûmen ekl-i lahm olanlar ekl-i lahm olanları yemezler zîrâ onların luumunda kadar lezzet yoktur görmez misin ki arslan kaplan kurt ayı karakuş şâhin atmaca birbirlerini yemezler âhu at sığır koyun keçi turna güvercin serçe sayd ederler bir diyecek söz daha var ki insanın hilkat-i ekl-i lahm olduğu teslîm olunduğu takdirce bile mâdemki saffet-i akl ve temyîz mümtâz ve beyân olunan evsâf-ı insâniye ile sâ'ir sebâ'dan serfirâzdır insan için irhâk-ı rûh gibi bir fi'l-i mekrûh nâ-sezâdır diyebilirsiniz. Vâkı'â bu söz bir kalb-i rakîk-i insânîden zuhura gelmeye ve hükm ve muktezâsıyla her insan amel etmeye şâyandır lâkin hayf ki hâriçte icrâsı mümkün değildir siz ki tahsîl-i kemâlât-ı insâniye yolunda avâmdan ziyâde tasfiye-i nefs etmiş ve dekâyık-ı kevn ve tabi'atı gözden geçirip muktezâ-yı hilkat üzre ta'ayyüşü ve can telef etmeyi kendinize kâ'ide-i hareket tutmuşsunuzdur eğer bu kâ'idede siz fi'ilen sâbit iseniz zaman bize de teklif için min cehet-i istihâk kesb edersiniz mikroskop denilir bir nev' dürbün vardır ki gözümüzün göremediği küçük şeyleri bize büyük gösterir siz eklini tecvîz ve teklîf eylediğiniz sebzelere ve içtiğiniz sulara hiçbir kere bu âletle nazar ettiniz mi? Nazar ettiniz ise bunların mürekke oldukları küçük kurtçukları ve uzun solucan şeklindeki böcekleri gördünüz mü? Bunlar canlı mıdır canszı mıdırlar? Canlı iseler onları ekl ve imhâ irhâk-ı rûh değil midir? Meselâ başınız bitlendikde hamama gidiyorsunuz ve hayvancıkları sabunla telef ediyorsunuz ya bunların eti canı yok mu? İmdi mâdemki bu kâ'idenin fi'ilen icrâsında siz de âciz oluyorsunuz ya sâ'ir halkı sizin böyle nâkıs ve imkân-ı aklî ve hâricîsi gayrı müsbet olan da'vânızı tasdîke nasıl da'vet ediyorsunuz! Bu muktezâ-yı insaf mıdır? Hem siz bu ahkâmı hangi terâzi-yi hakkâniyetle tarttınız da doğru olduğuna cezm-i yakîn hâsıl ettiniz? Eğer mîzân akl ise mîzânın doğru tarttığından nasıl emîn oldunuz? Hani ma'kûlâtın her mes'elesinden hatâlara uğramak şöyle dursun mahsûsâttan olan mer'iyâtta bile her hatvede sehvden hâlî olmamak şânından olan ve âlemlere nizâm verdiği ve beş on kitap okumakla ebnâ-yı cinsini hakîr görüp kendini ulûm-ı evvelîn ve âhirîne vâkıf zannettiği halde bir dakîka sonra vukû'a gelecek şeyden haberdâr olmayan mîzân akıl değil mi? Demek ki bu ve bunun emsâli ahlak mesâ'ilinde sizin iltizâm ettiğiniz efkârın çoğu vicdân-ı sahîhinizin mahsûlü değildir belki re'yimi ebnâ-yı cinsime kabûl ettirip ve kendimi onların arasında mümtaz gösterip takarrur edeyim gibi nefs-i emmârenin ilkâ ettiği ucb ve gururdan münba'is-i hayâlattıtEy belâgatı ve hüsn-i ifâde ve mübâlağayı bürhân-ı hak zanneden hükemâ! Bir da'vâyı husûsan kâ'ide sûretindeki bir müdde'âyı meydân-ı bahse koymazdan evvel lehindeki aleyhindeki muhtemilât-ı akliyeyi iyice düşünmek ve elfâzın şâ'irâne ve belîgâne olup da te'sîrini dikkat ettiğiniz kadar olsun mi'l ve mefhûmun hâriç ve vâkı'a mutâbakatını da hesâb edin. Engiziyon br lafızdır ki delâlet ettiği ma'nâ hiçbir millette vuku'a gelmemiş olduğundan bir lisânda mürâdifi bulunmaz; ve her ne zaman bu kelime telaffuz olunsa mazmûnunun dehşetinden tyler ürpermemek ve kalbe halecân gelmemek mümkün olmaz. Engizisyon me'mûrîn-i dîniyeden mürekkeb bir meclistir ki me'mûriyeti ahâlinin mezhebce i'tikadlarını teftiştirİşbu engizisyon ibtidâ-yı zuhûru İspanya'da denilse de te'sîrâtı her yerden ziyâde orada olduğundan lafz-ı mezkûr yâd olundukda derhal İspanya'da vukû'a gelen te'sîrât-ı hüve'l-engizi tahattur olunup husûsiyle Benî Ahmer devteninin inkırâzından sonra Hırıstiyan hükûmetlerine ra'iyet olarak kalmış bulunan ahâli-i İslâmiyenin ne tahammül-i cevr ve âzâr ve ne de tebdîl-i mezheb ve etvâr ile yine bu mahkeme-i gadr-i şi'ârın elinden halâs olamayıp nice binlercesi envâ'-ı ukûbet ile ihlâk edildikten sonra bi'l-âhere bütün bütün mehcûr-ı vatan olmaları onun himmetiyle vukû'a gelmiştir. Meclis-i mezkûrun sûret-i vaz' ve îcâdına ve din nâmına icrâ etiği kabâyih ve seyyiâtına pek çok kitaplar yazılmış ise de cümlesinin muhtasar ve mu'temedî ile nin İspanya ve Engizisyon hakkındaki eserleri olduğundan telhîs ve telfîf tarîkiyle lisânımıza nakli münâsip görüldü. **ÂTÎDEKİ MEKTUPLAR MÜNŞİ-İ MEŞHÛR ÂKİF PAŞA** **MERHÛMUNDUR:** Posta ile muhabbetnâmeniz vârid olup memnûniyetimiz hâsıl olmuştur. Vâkı'â iş'ârınız vechile bu derece felâket hatır ve hayâle gelmeyip mukaddem riyâsette rü'yâsını görmüş isem de başka türlü te'vîl etmiştimİnsan her ne çekerse kendi kusûrundan olup Cenâb-ı Hak zulmden münezzeh ve müte'âlî olmakla kimseye diyeceğimiz olmayıp kendi eksiklerimizden olduğuna şüphe yokturSizler de ciğersûz olduğunuzu bilirimŞu kadar ki Allah bağışlasın siz bir ğarça çocuklar ile gönlünüzü eğleyip bir sa'at ağlarsınız bir sa'at dahi onlar ile avutabilirsinizYa benim hâim artık görmeye muhtaçtır! Hak sübhânehû ve Te'âlâ cümlemizi mazhar-ı afv ve gufrân eyleye âmînSa'id paşa hazretlerinin şefa'atnâmelerine cevap geldi. Dersa'âdet'e azîmetten sarf-ı nazarla Bursa'ya azîmetmiz ve beş bin kuruş ma'aş tahsîs olunup irâde-i seniyye dahi bu merkezde sünûh eylediği bildirilmiş olmakla der'akab yol tedârikine bakılıp bi minnehu ve keremahû te'âlâ târih-i mektûptan beş altı gün sonraca yine Tekfûr dağından Bursa'ya azîmet olunacağı ve inşa'allâhu'r rahman Bursa'ya vardığımızda yine taraf-ı afîfânenize iş'âr olunup orası İstanbul'a daha yakın olmakla mekâtibemiz eshel olacağı beyânıyla şakka-i muhabbet tahrîr ve irsâl olunduBursa'da buradan iyice tabip bulunmak me'mûl olduğundan du'ânız berekâtıyla illetlerime dahi tedâvî ve âfiyet me'mûl olunurÇocukların ağlayarak gözlerinden öperim. Fi gurre sene **BURSA’DAN ITLÂKINI MÜSTAHREM MEKTUPTUR** Min gayr-i had tehenniyet-i me'mûriyet mutazammınü'l-bereketlerini hâvî takdîm-i pîşgâh-ı mekârimkâyîleri kılınan arîza-i hakîrâneme cevâben ve tenzîlen çâkerlerine nisbetle sevâd-ı bahâr adl ve ihsân olan müşerre-i seniyye-i hidivâneleri behcet-resân vürûd ve kurretü'l-ayn nümûd ve şuhûd olup her kelime-i nemegini müsta'liye-i lutf ve inâyetten mürekkep ve her satr-ı bedî'üş-şatr dil-nişîni terâkib nevâziş ve âtıfetten müretteb olmak hasebiyle rehîn-i iz'ân ve istibşâr olan âsâr-ı teveccühât meyâ min âyât veliyyü'l-na'mîleri ihyâ-yı ramîm derecesinde mağz-ı istihvân nâ-tuvânıma ilkâ-yı feyz-i diğer etmiştirRabbim te'âlâ zât-ı bezr-i cumhur seyr ve Aristo nazar-ı bî-medânîlerin hemîşe mesned-i âfiyette ve her hâl ve istikbâlde dil-hâh-ı âlîleri vechile kâmurân ve kâmkâr eyleye âmîn. Mâlûm-ı âlîleri buyurulduğu üzre cezâ-yı cinâyâtım olarak hakk-ı mücrimânemde mahkûm bih olan iki sene-i kâmilenin mahrûse-i Edirne'de münfiyen inkızâsı mukadder olmuş ise de fazla-i mücâzât olmak üzre beş aydır da Bursa'da dahi zehr-i şâm ve zâviye-i gurbt ve şu'le-i nûş hâviye-i kürbet olup her âyine zimâm-ı rızâ dest-i kazâya ve sırr-ı teslî zânüvâ-yı hükm-i mâzîye nihâde ise de vücûd-ı bî-sûduma müstevlî olan alel ol emrâz-ı adîde günden güne müşted ve her rûzum sâl-i âhiret gibi mümted olduğundan gayrı fi'l-cümle tahfîfine medâr olabilecek tedbîr ve tedâvî dahi taşralarda nâ-kâbil olduğundan cism-i nâ-tuvânım sürâh-ı renc 'inâ ve ciğergâh-ı hunfeşânım laht laht âh-ı vâveylâ olarak kısmen bi 'izzetallâhu te'âlâ tâb tahammülüm kalmamakla binâ-yı ka'be hasâyis-i celîleden olmağın Allah için velâdet-i hümâyun-ı şâhâne ve mâh-ı gufrân hürmetine bu kere dahi şu vîrâneyi bünyâd ve merhameten afv ve azâd buyurlmaklığım husûsuna müsâ'ade-i aliyyeleri sezâvâr buyurulmak bâbında. Fi Ramazan Sene **HAREM-İ LİSÂNINDAN VÂLİDE-İ SULTAN ABDÜ’L MECİD** **HANA** Hak te'âlâ hazretleri yeryüzünün halîfesi ve cümlenin gözünün bebeği olan şevketlü kerâmetlü azametlü velî ni'met-i âlem efendimiz hazretlerinin bir gününü bin eyleyip dünyâlar durdukça taht-ı âlî-i baht-ı şâhânesinde dâ'ir ve ber-karâr eylesin! Biz bî-çâreler bunca zamandan beri nân-ı ni'met-i hazreti pâdişâhî ile beslenip azlmizden biri dahi mahzâ kerem ve kerâmet-i şâhânelerinden ihsân-ı hümâyun-ı mülûkâneleri buyurulan ma'aş ile geçinerek gece ve gündüz yüzümüzü yerden kaldırmayıp her an ve her dakîka du'â-yı ömr-i şevket ve ikbâl-i pâdişâhâneleri hizmetinde kusûr-ı abîdânemiz olmasa dahi yine müstağrak olduğumuz nâ-mütenâhî-i şâhâneden binde birinin şükrünü yerine getirmeye kudret ve mecâlimiz yokturLâkin efendim iltifât-ı hazreti pâdişâhîden dûr ve hizmet-i aliyyesinden mehcûr olmak pek müşkül imişGözümüzün yaşı kesilmiyorKul kusursuz olmaz; ve ömrü oldukça efendisinin afv ve merhamet ve ihsânına ihtiyaçtan kurtulmazHerhalde velî-ni'met efendimiz hazretlerinin cümleye şâmil olan sâye-i mürâhimvâye-i pâdişâhânelerinden gayrı ümidgâhımız olmadığından dünkü gün Baltalimanı'na teşrîf-i hümâyun-ı şâhânelerinde alîmullah mahzun gönlümüz bir derece mesrûr ve mütesellî oldu ki mübârek ayaklarının bastığı topraklara yüzlerimizi sürsek ve tûtyâ gibi gözlerimize çeksek yine kalb-i âcizânemize kana'at ve tahassür ve iştiyâk-ı abîdânemize hiffet gelmezRabbimiz te'âlâ hazretleri cihânın bir tânesi olan mübârek vücûd-ı hümâyun-ı şâhânelerine sıhhat ve âfiyet ve ömr-i şevket ve ikbâl-i pâdişâhânelerine tükenmez bereketler ihsân eyleyip düşmanların kahr eyleye âmînMücerred teşekkür sürûr-ı âcizânemizi hâk-pây-i ismet-ârâ-yı veliyyetü'n-nu'mânelerine arz ve beyân zımnında arzıhâl-i câriyâne takdîmine cesâret olundu emr ve fermân. Sultan Mahmut Han'ın bizzat kaleme aldıkları irâdât-ı seniyyenin evsâf-ı bergüzîdesini mutazammın mâbeyn-i hümâyun başkitâbetine tezkere: Bağdat vâliliğine ve tüccar-ı hayriye şehbenderine ve taraf-ı çâkerîye gelen kasîde-i tebrîke dâ'ir meb'ûs-ı sûb-ı vâlâları kılınan tezâkür-i çâkerâne ecvibe-i âliyesi mübârek ve mes'ûd kalem-i müşkîn rakm-ı hazreti şehenşâhîden çekîde-i ruhsâre-i sutûr buyurulan tesvîd-i hümâyun i'câz-nümûnun aynı olmak üzre tahrîr ve terkîm buyurulduğu mi'el-i iş'âr-ı sâmîlerinden ma'lûm-ı bendegânem olarak zikr olunan ecvibe-i aliyye rehîn-i iz'ân ve müntekış-ı hayalhâne-i dil ü cân oldukda hakkâ ki elfâz ve ma'âni-i belîgasının birbirinden a'lâ ve bâlâlığı rû-nümûn ve her fıkra-i mübteniyesi hükm-i bedî'a ile memlû ve meshûn olup ibtidâ Bağdat husûsundaki mütâla'a-i seniyye-i mülûkâneleri vicdân-ı hümâyun-ı şâhâneye muhtas olan tedkîkât-ı kerâmet âyât-ı cihanbânî âsâr-ı celîlesinden ve sâniyen şehbender-i merkûm hakkında irâde-i aliyye-i tâcdârîeri her tarafı câmi' bir re'y-i rezîn isâbet karîn idüği vâzıhâttan ve sâniyen kasîde-i tebrîkiyye husûsunda mücellâ zîb-i sünûh ve sudûr buyurulan irâde-i hayriyet ifâde-i şehriyârî ve fermân-ı ihsân iktirân-ı cihandârîleri kemâl-i adl ve dâd-ı merâhim-küsterâne ve mahz-ı inâyet bi-gâyet bende perverâne iktizâsından olarak Hüdâ bilir cümlesi te'emmülâne ve hakîmâne ve pâdişâhâne olmakla rabbime emânet-i zât-ı şevket-semât hilâfet-penâhîleri nasıl yegâne-i cihân ise mübârek zihn ve zekâ ve secâyâyı bahâyâ-yı şâhâneleri dahi bî-misl ve hemtâ ve ecvibe-i âliye-i mezkûrenin hâme-i anberîn câme-i ihsân ve inâyetle tesvîdi zametini ihtiyâr-ı şâhâneleri dahi başkaca bir lutf ve atâ olmakla hak sübhânehû ve te'âlâ hazretleri müstecmi'-i kemâlât-ı külliye olan mübârek zât-ı âlemsûd zılliyet-penâhîlerin kâffe-i ekdâr ve rüzgârdan hıfz ve emân-ı samedânîsinde mahfûz ve mesân ve eyyâm-ı ömr ve azamet ve ikbâl ve avâm-ı şân ve şevket ve iclâl-i şehenşâhîlerin bî-had ve pâyân eyleyip zıll-i zalîl mekârim-i adîmü'ladîl şehriyârîlerin âlem ve âlemiyân üzre ebed-resân ederek be-hâhân-ı saltanat-ı seniyyelerin üftâde-i hazîz nîrân-ı kahr ve hazelân eylemek da'avâtı merfû' dergâh-ı Cenâbı Rabb-i mennân kılındı fermân. Hâriciye nezâretinden infisâlinden sonra ol vaktin âdetince nezdinde bulunan hutût-ı hümâyun ile mâbeyn-i hümâyun-ı mülûkâneden tastîr buyurulan tezkerelerin iâdesi hakkında mâbeyn-i hümâyun bâşkitâbetine arîza: Me'mûriyet sâbıka-i abîdânem cihetiyle nezd-i çâkerânemde mevcut olarak kullarına ilâ âhirü'l-'ömr hırz-cân ve nüsha-i emân olan mübârek hutût-ı hümâyun mevhibetimiz cenâb-ı cihanbânî ile mâbeyn-i hümâyun-ı şâhâne tezâkür-i aliyyesinin memhûren irsâli husûsu dün akşamdan sonra devletli baş vekil paşa hazretleri tarafından vârid olan tezkere-i sâmiyede emr ve iş'âr buyurulmuş olduğundan her ne kadar bu sûretin usûl-i cedîde-i müstahsene iktizâsından olduğu beyân buyurulmuş ise de isti'âb -ı telâş ve ıstırâb-ı keâml-âlâm ve inkılâb ile gözlerimden hûnâbe-i hüzn ve melâl rîzân ve cism ü hân-ı abîdânem havf ve hirâs ile lerzân olarak cümlesi bir torbaya mevzû'an ve memhûren irsâl olunmuş ve bütün gecem âh enîn ile geçip Cenâb-ı Hakk alîm ve dânâdır ki hâl-i abîdânem pek diğer gûn olarak şevketlü kerâmetlü mehâbetlü kudretlü velî-ni'metimiz velî-ni'met-i âlem efendimiz hazretlerinin âmme-i enâma şâmil olan ihsân-ı bî-pâyân mekâr-münşân-ı şehenşâhîlerinden gayrı bir kes ve medresem olmadığından boynumu bükerek cemî' seyyi'ât ve hatî'âtımdan be-tekrâr-ı mülâz ve mültecâ-yı kâffe-i ibâd olan dârü'l-emân merâhi-i aliyye-i hazreti şâhâneye düşmüş olduğumdan galebe-i vahşet ve ıstırâb ile vücûd-ı nâçizâneme müsta'id olduğu illet-i sâbıkanın neksiyle da'avât-ı hayriyet âyât ı hazreti pâdişâhîden dilim kesilmemek için bakıye-i ramak kabîlinden olan hayât-ı abîdânemin bir nefha-i ihyâ-yı merâhim ihtivâ-yı şâhâne ile intıfâdan vikâyesi husûsuna hasbetu'llâh bir kelime-i müşfika ile imdâda lutf ve mürüvvet âciz nevâzîleri ma'tûf ve meşmûl buyurulmak bâbında. "Gel ey fasl-ı bahârân mâye-i ârâm hâb mısın" Enîs-i hâtırım kâm-ı dil-i pür ızdırâb mısın" Bahar eyyâmı bu köhne cihânın subh-ı safâ-yı nev-civânîsidirBahar erişince toprağın her tarafı serâpâ tarâvet kesilerek "Yuhyi'l-arza ba'de mevtihâ" sırrı âşikâr olurkuru kuru ağaçlar -mahşere tesâf etmiş izâm gibi- yeniden can bulmaya başlarBir halde ki: Tarâvetlerine dikkat olunsa nazar-ı ibretle vücutlarına süryân eden hayâtı görmek kâbildirBir halde ki: En ednâsındaki neşv ü nemâya bakılsa âlemin her zerresinde bir rûh tecellî ediyor zannolunurBir halde ki: Sahrânın her tarafına tecessüm etmiş zevk-i rûhânîBelki rûh bulmuş safâ-yı cismânî denilse mübâlağa edilmemiş olur. Nev-bahârın en büyük bir bedî'ası mebzûliyet ve me'lûfiyet cihetleriyle gâyet hakîr gördüğümüz çimenlerdirDünyâda elvânın hadd-i i'tidâli olan yeşilden tatlı renk mi olur? Bahar mevsiminde ise gûyâ ki rûy-ı arzın her zerresi yeşillenir. -Hattâ kendini insan zanneden ve hakîkat aranılırsa nebâttan farkları bi'l ihtiyâr tahvîl-i makâma iktidârdan ibâret olan birtakım beylerimiz de ötede beride rast geldikleri hanımlarla yeşillenmeye çalışır- Hele bir kere çimenler açıklı koyulu renkleriyle toprağı ihâta etmeyeBir kere ebr-i bahârın in'itâfı çemenzâ üzerinde mevceler hâreler teşkîl eylemeyeBir kere sahrânın ötesinde berisinde yığın yığın beyaz çiçekler açılmaya başlar mı! Bir kere deryâ hafif hafif dalgalanmayaBir kere nesîm âheste revâne güzârıyla sath-ı madde bir cebîn-i sâfa nazîreler yaparcasına çiğler göstermeyeBir kere ufak ufak ufak mevceler habablar rüzgarın önüne düşerek bir bir toplanmış semenEtrafa dökülmüş yâsemen döküntülerinden nişan vermeye yüz tutar mı! Sahrâları safâsından harekete mecâli kalmamış deryâDeryâları şevkinden ihtirâza gelmiş sahrâ kıyâs edersinGüller göründükçe zannolunur ki bir çok nevreste nihâl-i cemâl ağyâr nazarından kaçarak ağaç gölgelerine yaprak aralarına saklanmışAra sıra rüzgarı muvâfık buldukça hicâb ihtifâlârından çıkarlarBirbiriyle dudak dudağa gelirlerRüzgar muhâlefete başlayınca yine inzivâya çekilirlerBirbirlerine mütehassirâne arz-ı iştiyâk ederek hafif hafif gülüşürler. Sebebi hayâlât-ı şarkiye ile kesret-i i'tilâf mıdır nedir? Ben gülden bahsettikçe bülbülü bir türlü unutamamVâkı'â güle âık olmadığını bilirimFakat bî çâre kuşun tavr-ı sevdâvîsine bakılırsa ufacık gönlünde ne büyük bir muhabbet eseri hissolunurmuhabbet de var ise kendi hürriyetinedir ki tutulup da kafese haps edilince nağme kârlık etmesi şöyle dursun ekserî yaşaması bile kâbil olamıyor. Lâlelere bakıldıkça kıyâs edilir ki geceden çemenzârda bir meclis-i 'işret tertîb olunmuş da ser-mestâne uykuya varan ashâb-ı meclisin her biri şarap ile dolu kadehini bir köşeye bırakmışKadehlerin kimi havaya veyâ zemîne mâ'il bir vaz'da duruyorKimi henüz yerleşememiş kâh eğriliyor kâh doğruluyor. Baharın her mahsûlünü her safâsını her hâlini bir teşbîh ile tasvîr etmek benim değil gökyüzünü ham eriğe küre-i zemîni kızıl yumurtaya benzeten ashâb-ı hayâlin dahi pek kolaylıkla muktedir olabileceği şeylerden değildir. Ma'amâfîh bedâyi'-i baharın yalnız çimeniyle gülüyle lâlesiyle iktifâ edemeyeceğim. Acabâ az rüzgarlı hafif bulutlu bir havada bir bahar çemenistanına ziyâ aks edince hâsıl ettiği hâle hiç dikkat edilmiş midir! Bir taraftan rüzgarın tahrîki bir taraftan bulutların sâyesi çemenzârı her mevci bir başka şekle girmiş bir yeşil hâreye benzetmez mi? Ekser sahrâlarda görüldüğü gibi çimenler öbek öbek her renkte her şekilde çüçeklerle müzeyyen olurlar da güneşin pertevi üzerlerinde temevvüce başlarsa rûy-ı arza tavus tüyünden halı ler döşenmiş zannolunmaz mı? Hurşid-i nev-bahâr feyzini yalnız zemîne hasr etmezSabah akşam eflâkîde nûra gark ederRenge boğarBaharın küre-i nesîme verdiği letâfetten midir nedir? fasılda gökyüzünün letâ'if-i elvânı olsa olsa güneş çehreli şafak yanaklı ziyâ saçlı bir dilberi mâ'i gözlerinde görülebilir. Baharda havanın feyziyle ulutlara gelen hiffetten midir nedir? zamânın fecrindeki şefkindeki safâda sâ'ir vakitlerin tulû'una gurûbuna benzemezZiyânın hâsıl ettiği renkler bir derece parlak bir derece revnaklı görünür ki âfâka binlerce alâ'im-i semâ yığılmış kıyâs olunur. Gûyâ felek baharın zemîne verdiği hüsne gıbta eder de ufukta bahçelerimize nazîre yapmaya kalkışır: Güneş ya tulû' veyâ gurûb edip de sabâ temevvüce başladığı gibi bulutlar pârelenirKimi kızarır yeni açılmış gül gibi katmer katmer olur kimi yeşillenir yaprak şeklini bağlarKimi ağarır zanbak gibi açık saçık salınmaya başlarKimi morarır sünbül gibi kandil kandil öteye beriye dağılırNazar-ı ib'âd-ı nâ-mütenâhî içinde kendini kaybetmeye başlayıp da kuvâya hayal galebe edince âdem-i semâ deryânın veyâ deryâ semânın âyinesi olmuş. Bağlardaki çiçekler semâya veyâ ufuktaki bulutlar deryâya aks etmişHâsılı yerle gök birleşmiş kıyâs etmemek kâbil değildirBaharımızın mehtâbını da unutmayalım. Eğer hilâl ise ekseriyet üzre etrâfına bedr büyüklüğünde bedr şeklinde bedr letâfetinde bir hâle bağlar ki hani "Kamer bir mahlukturBazı saharâlar yere indirirler de sütünü sağarlar" i'tikâdında bulunanlar yok mu? Onlardan biri bu hilâl ve hâleyi görünce sütü sağılan mahlûkun hâmile olduğuna zâhib olsa revâdır. Eğer bedr ise etrâına bir sarı hâle dağıtır ki bizim gibi mehtâbın da bir âlem olduğunu bilenler dahi felekte ak benizli bir kız pencereden aşağı sarkmış sırma saçlarını çehresinin etrâfına dağıtmışZemînin ârâyiş-i rengârengini temâşâ ediyor zanneylese ta'yîb olunmaz. Mehtâbın baharda deryâya aksini seyr etmelidir ki serv ü sîmînin letâfetinde olan kemâl anlamak mümkün olabilsinHavalar berrak sular saf serv ü sîmîn ise gûyâ ki nûrdan dökülmüş bir peri kızı gibi anadan doğma çıplak suya girer. Şenâverliğe başlarVücûduna dokunan her katre su iken nûr kesilirDeryâ arasında güzerân-ı hayâl için münhâc-ı hakîkat gibi nûrânî bir cadde peydâ olur..Biz gâlibâ sadedden çıktıkMurâdımız Çamlıca'nın ta'rîfine evsâf-ı bahardan bir girizgah bulmak idiFakat yârin mev'ud-ı telâfîsini ararken yolda çiçek toplamaktan kendini alamayan hevâdârân-ı muhabbet gibi pîşgâh-ı tasavvura rast gelen birkaç tâze hayâli çekinip çekmeye gönlümüz kâ'il olmadı. Ta'cîr ettikse afv-ı niyâz eylerizİşte maksada şürû' ediyoruz. Ey âlem-i misâlin seyyah-ı hüşyârı Hiç kasr sûretinde gördün mü nev-bahârı İstanbul'u görenlere ma'lumdur ki Çamlıca köşkü safâ-bahşâlıkta rûh perverlikte nev-bahârdan aiağı kalır bedâyi'-i rüzgardan değildirBinâsı bir tarafa dursun! Yalnız bulunduğu mevki' İstanbul'un en müstesnâ bir noktasıdırİstanbul âlemin en müstesnâ bir noktası olduğu gibi. İstanbul bir melâ'ike-i deryâ-yı latiftir ki yalnız hazin hazin sâhillerine yüz sürerek pîşgâhında akıp giden deryânın safâsı mevki'inin bütün cihân içinde akransızlığını isbâta kifâyet eder. İstanbul denilen mecmu'a-i bedâyi'in hâvî olduğu her türlü nevâridi bir bakışta göserecek bir nokta ise Çamlıca'dır: Boğaziçi'nde bir büyük orman veyâ bir küçük körfez yoktur ki Çamlıca'nın pâmâl nezâreti olmasın! Pây-ı tahtımızın Beyoğlu gibi Galata gibi Bâb-ı Âlî civarları gibi Sultan Bayezid gibi hangi ma'mûr ciheti görülür ki Çamlıca'nın nazar-ı temâşâsından kendini saklayabilsinİstanbul'da te'sîsât-ı atîka ve ebniye-i meşhûreden hiçbiri varmıdır ki Çamlıca'dan tasvîrini almak mümkün olamasın? Çamlıca nazargâh-ı ibrettir ki bahar içinde insan çeşmesinin yanına çıkar da başını kaldırır etrâfına bakınır ise gözünün önünde tabi'î sanâ'î fennî nice yüz bin türlü bedâyi'in mürekkeb bir başka âlem görürBayağı hadeka-i basar âlem-i bedâyi'in bir mahâret-i fevkal'âde ile nokta-i vâhideye sığıştırılmış haritasına döner. Bir de gözünü aşağı meyl ettirmek isteyince nûr-ı nazar-ı cihânın her türlü ezhârını câmi' bir şukufe-zâra düşmüş zenbûr gibi dakîkada bir çiçeğe ilişerek sâniyede bir meyve ile oyalanarak âheste sâhil-i deryâya gidinceye kadar tâb tuvândan kesilir. Çamlıca'ya firdevs-i âlânın yere inmiş bir kıt'ası denilse şâyestedir. Feyyâz-ı kudret âlemde â-ı hayât îcâdını irâde etmiş olsaydı hâsiyeti Çamlıca suyuna verirdi. Bundan takrîben sekiz sene evvel orada bir tulû' seyretmiştimSemâdan zemîne nûr yerine rûh yağıyor kıyâs ettim! Seyir yerleri zevkim değildirTa'tîl günleri her türlü beşâretten berî bir kuru işâret için -boyanmış cellad kemendi denilmeye lâyık- bir sıkı boyun bağı takarak ve süslü tomruk vasfına şâyân bir çift dar potin giyerek sabahtan akşama kadar araba arkasında devr ile fısk ve hırâmânı cem' etmek ve akşamdan sabaha kadar hanak eziyeti ve nasır cefâsıyla yatakta inlemek gibi şeylerde bir safâ görememHele cum'a ve pazar günleri Unkapanı'ndan bir piyâde tutup da yolsa seksen kayığa çatarak doksan girdab-ı mehâlikten geçerek nâzenîn Kağıthâne deresine duhûl ile tuzdan dumandan yapma bir insan resmi veyâ -teşbîhin daha doğrusu istenilirse- "Hazer hazer ki ecel nâr-ı seyyide medfûnum" mısrâ'ına mâ-sadak olmayı iltizâm etmişcesine mezarını omzuna almış bir cadı şekline girmekSonra da bu hâlin adını eğlence koymak hiç aklımın erdiği şeylerden değildir. Fakat ne yalan söyleyeyim? Cum'anın pazarın gri bir açık veyâ sünbülî hevalı günde Boğaziçi seyirlerinin hemen kâffesini ve husûsuyla baharda Çamlıca'yı severimİnsan cihan medeniyetinin lezâ'iziyle ne kadar ülfet etse yine ara sırada hâl-i evveli olan sahrâ-nişînlik meylini bütün bütün hatırdan çıkar umuyor! Şimdi bir gurûb zamânı bir su başında bir çemenzâriçinde bir ağaç altında oturup da tabi'atın ulvî ulvî mahzunluğunu temâşâ etmek şehirlerin hânelerin hangi eğlencesine tercîh olunmaz? Ara sıra beldelerin ufûnetli havasında yeknesak manzarasından kaçarak nesîmin müsâmât-ı ezhârdan henüz kurtulmuş parçalarıyla teneffüs etmeyi nasıl gönül olur da istemez? Sahrânın birbirine benzemez nice yüz bin elvân ve eşkâline dalmayı hangi nazar vardır ki arzu etmez? Vakit gazetesinin Berin'de bulunan bir muhibbi tarafından gönderilerek numaralı nüshasında neşr olunan bir mektupta inşâmıza müte'allik ba'zı mütâla'ât serd olunmuş olduğundan bâbda mecmu'amızdaki bir iki söz söylemekliğini münâsip addeyledik. Sâhib-i mektup demiş ki "Bizim inşâyı başlıca yolundan çıkaran şey ma'lûm-ı âlînizdir ki tasannu' gâ'ilesidir; hattâ geçenlerde İstanbul gazetelerinde yazılan mübâhasât-ı edebiyeyi okudum; te'essüf ettimHâlâ inşâ tasannu'dan ibâret zannolunuyor." Evet! Tekellüf her şeyi vaz'ı tabi'îsinden çıkardığı gibi vâsıta-i müfâhime-i merâm olan tahrîr ve kitâbeti de tehvîş eylerAma ne çâre ki bundan beş on sene evvele gelinceye kadar tahrîrimiz de takrîrimiz de tasannu' ve tekellüf gâ'ilelerine düşmeksizin yazı yazan veyâ lakırdı söyleyenlerimiz tarz-ı kadîm inşâ taraftârânı cânibinden techîl olunurduHâlâ dahi belâgatın kavâ'id-i asliyesine ittibâ'an lafzî ma'nâya kalıp addeden nev-restigân inşâ perestişkârân kudemâ tarafından cehl ile yâd ve zînet-i efkârı zînet-i elfâza tercîh edenlere âmî veyâ mukallid yâhud alafranga gibi garip garip vasıflar ihsân ve isnâd olunur! En ziyâde şurası garip ve garâbeti nisbetinde şâyân-ı te'essüftür ki nev restigân-ı irfânın edebiyâtımızda zamânın etvâr-ı müceddidânesine muvaffak sûrette olan teceddüd-i pesendân edep ve irfânın olsun mazhar-ı takdîr ve şükrânı olmak lâzım gelirken onların da sitem-i nâ-çespânına uğranılır! Binâ'en'aleyh Vakit'in muhibbi tarafından şikâyet olunan tasannu' gâ'ilesini hep bu türlü ta'rizler idâme ediyorÇünkü yeni inşâ müntesibîn yeni inşâ tarafdârânından olsun ictihad ve ikdamları nisbetinde mazhar-ı taltîf ve takdîr olup da şevklenemediklerinden hiç olmazsa kudemâ-yı inşânın olsun bütün bütün nefretlerini celb etmemek maksadıyla ara sıra -rüşvet-i kemâliye kabîlinden olarak- tasannu' husûsunda onların eserine iktifâ mecbûriyetinde bulunuyorlar. Yine sâhib-i mektup diyor ki "Bazı efkâra göre müte'ahhirîn-i inşâmız için bir doğru çığır açmışlarHalbuki yanımda olan yeni eserleri gözden geçirdim; eski ta eski hamamHer bir ibâre bir ve her bir ifâde bir mübâlağaya karîndir. Zâten nâkıs ve müşkül olan imlâmıza bir de musanna' inşâ müşkülâtı zam olunursa edebiyâtımız nasıl ileri gider?" Müte'ahhirîn edibimiz Âkif Paşa'dan beri gelen zavât olduğu vaktin Berlin'deki muhibbince de mechûl olmamak lâzım gelir. Onlar ise Âkif ve Reşid ve Ziyâ Paşa ile allâme-i edeb Şinâsi'den ibârettir. Eğerki mûcib-i tatvîl ise de sadede tevâfuku cihetle burada müşârünileyhimin meslek ve hizmetlerini biraz tasvîr iktizâ ediyor. Âkif Paşa elsine-i ecnebiyeden birine vâkıf olmadığı halde mücerred hüsn-i tasavvur hiddet-i zekâ tetebbu'-ı hakîkat gibi bir çok meziyât-ı irfânı sâ'ikasıyla kendi kendine bir tarz-ı inşâ ihtirâğ etmişti; derecede ki "Münşe'ât-ı 'Âkif Paşa" nâmıyla meşhûr ve matbû' olan mecmu'a-i muharrerâtıyla en sonraki eseri olan Tabsıra ve birkaç âsâr-ı perâkendesi yan yana getirilecek olsa münşe'âtı evâ'il-i devr Osmâniyâna mahsus olan tarz-ı inşânın bir numûnesi ve Tabsırasıyla menfâsından yazdığı mektupları zamânımızın âsâr-ı edebiyesi zannolunacak kadar birbirinin zıdd ı kâmilidir. Vâkı'â Tabsırası sâhib-i mektubun "tasannu" diye bi hakkın ta'arruz eylediği tekellüfât-ı münşiyâneden bütün bütün âzâde değilse de herhalde devr-i cedîd edebiyâtımızın fâtiha-i âsârı ıtlâkına sezâ bir te'lîf-güzîndir. Âkif Paşa'dan sonra Reşid Paşa gelir; kendisini idrâk edenlerin kavlince Reşid Paşa lisânında olan kuvveti kadar Fransızca'ya da vâkıf imişBu halde müşârünileyhin gerek zamânı ve gerek edebiyât-ı garîbeye ıttılâ'ı cihetle Âkif Paşa'dan iyi yazmaklığı lâzım gelirdi. Ne fâide ki ömrünü bir dereceye kadar idâre-i mülke hasret etmiş olan bir adamdan edebiyat hocalığı beklemek talep ve arzuda pek ileri gitmektirBununla berâber merhum yazdığı şeylerle edebiyâtımıza da hizmet etmiş; husûsan zamânında lisân-ı resmiyenin edâsını bütün bütün değiştirerek yolda olsun bir tavr-ı cedîd ve muntazam husûlüne çalışmıştırHâlâ bugün Bâb-ı Âlî onun mahsûsâtından olan edib-i siyâsiyenin ba'zı enkâz-ı mütebâkıyesini isti'mâl ediyor. Reşid Paşa'dan sonra Ziyâ Paşa gelir; merhûmun evâ'il-i zuhûrundaki eşher âsârı ve ta'bîr-i âhirle bâ'is-i iştihârrı Endülüs târihidir. Eser-i mezkûr ise bizce mekteb-i ma'rifet sanılan ve müdâvimlerinin hülâsa-i ta'lîmi yazdığını gördüğüne taklitten ibâret olan aklâm -ı devlette ifnâ-yı ömr-i şebâb eylediği hengâmda yazılmış olduğundan tumturk-ı elfâz tarafdârânı indinde makbûl olabilir fakat edebiyât-ı cedîde nokta-i nazarından bakıldığı halde tetâbu'-ı izâfât ve kesret-i huşviyât ve bâhusus bir çok tekellüfât ve iğtirâk cihetiyle medhûldürBuna sebep ise lisân-ı resmiyenin tarz ve şîvesiyle i'tilaftır ki müşârünileyh gibi nevâdirden bir isti'dâd-ı edîbâne sâhibinin salîkasınca i'tilâfın hâsıl ettiği te'sîrât-ı seyyi'eye eser-i mezkûru meydana koyduktan sonra tarz-ı kadîmi terk eylemiştiVâkı'â bir kere iktidâr-ı edebîsini ibrâz ve inşâ-yı kadîm erbâbına tasdîk ettirdikten ya'ni âlem-i inşâda hesti-i edebîsini isbât ile ihrâz-ı mevki'-i kemâl eyledikten sonra kendisi için cây-ı ihtirâz kalmayacağından öyle bir isti'dâd-ı fevkal'âde sâhibine yakışan da bu idi. İşte ondan sonradır ki evvelce intisâb eylemiş olduğu Fransızcanın yardımıyla garbın ziyâ-yı ma'ârifiyle dahi tenvîr-i efkâr ederek nazmında nesrinde zamânının tavrına muvâfık eserler ibrâzıyla lisânına bi-hakkın hizmet etmeye muvaffak olmuştur. Ziyâ Paşa'dan sonra Şinâsi gelir; vâkı'â Şinâsi bu âlem-i fenâya Ziyâ Paşa'dan evvel geldiği halde iştihârı Ziyâ Paşa'dan sonradırMüşârünileyhin meziyât ı edîbânesi ise Âkif Paşa'dan Reşid Paşa'dan ve hattâ Ziyâ Paşa merhûmdan da âlîdirÇünkü Şinâsi edebiyâtın garbdan iktibâsı lâzım geleceğini ictihâd eylediği ve vaktiyle "Encümen-i dâniş" ve "meclis-i ma'ârif" gibi iki hey'et-i ilmiye ve fakat resmiyenin ecille-i erkânından bulunduğu halde bu ictihâdındaki isâbetini isbât ile tatbîkâtına imkan göremeyince milletinin tenvîr-i efkârına hizmet maksadıyla me'mûriyetini dahi fedâ ederek neşriyâta mübâderet ve te'sîs eylediği Tasvîr-i Efkâr gazetesinde garbın mü'essir hikemiyâtını şarkın elfâz ve kelimâtıyla mezc ederek bir üslûb-ı cedîd vaz'ına himmetle isbât-ı fazîlet eyledi. Şinâsi'nin fikri kalemi meşrebi zamânının tavr-ı zâhirîsine ne kadar mugâyir idiyse tavr-ı ma'nevîsine ol kadar muvâfık idiÇünkü zamânı edebiyâtı eğlence olarak telakkî eden ya'ni edebiyâtın zevk-i sâmi'aya hizmet edecek elfâz ve kelimât ile âreste olmaklığı i'tikâdına vâris olan gürûh ile mâl âmâl olduğu halde Şinâsi edebiyâtın efrâd-ı beşerin bir çok hissiyât ve infi'âlâtını karîha ıtlâk olunan kuvve-i sânihasını tevsî' ile esas sa'âdeti te'sîs için ittihâz olunmuş bir vâsıta olduğuna ya'ni "merbi-i rûh ve merkezi-i efkâr olan emsâl-i ahlâkın tezyînine" hâdim bulunduğuna kâ'il idi. Bu sebeple edebiyat ile esnâ-yı iştigâlinde metîn ve müfîd kâ'ideler taharrî veyâ ibdâ' etmeyi zevk ve şetâreti mûcib olacak kelimelere tercîh eylemiş ya'nî sözün letâfet ve zarâfet-i zâhiriyesine temâyül etmeyerek letâfet ve zarâfeti fezâ'il-i ahlâka hizmet edecek muhâkemât-ı dakîka ve hikemiyeden ibâret bilmiştir. Müşârünileyh belîgâne edâ olunmuş bir fikrin sâmi'adan ziyâde vicdâna infâz-ı ahkâm ederek fezâ'ilin kulûbda esasgîr olmaklığına en kavî ve en mü'essir bir vâsıta bulunduğuna i'timâden yalnız inşâda değil şi'irde dahi bu husûsu iltizâm etmiş ve zamânı zamân-ı tasannû' iken Şinâsi mütehakkimâne tavr-ı zamânın fevkine çıkarak tarz-ı tarz-ı müttehizîni neşr ve te'sîse sâ'î ve muvaffak olmuştur. Mâ hâsıl Âkif ve Reşid ve Ziyâ Paşaların edebiyâtımıza olan hizmetleri şi'ir ve inşâ-yı kadîme karşı birer âlet-i kâsireden ibâret olduğu halde Şinâsi'nin bâbdaki ikdâm-ı mütecellidânesi tarz-ı kadîmi taraftârânıyla berâber kem-nâm etmeye kifâyet etmiş ve bu sebeple müceddid-i edeb olmak imtiyâzı bi-hakkın merhûm müşârünileyhe inhisâr etmiştir. İşte "İnşâmız için bi doğru çığır açan müteahhirîn" bu zâtlardır"Eski tas eski hamam" mislinin mâsadak olmak üzre beyân buyrulan "yeni eserler" ashâbı ise bu doğru çığırda emeklemekle menzile-i kemâl-i edebiyâta vâsıl olmaya sâ'î olan nev-resîdelerdir ki sâhib-i mektûbun dahi mesleğin pîrânından bulunduğuna tarz-ı tahrîrinden özge bürhân olamaz. Şu kadar ki âtîye nakl olunacak bir cümlelerinden dahi anlaşılacağı üzre kendileri inşâ-yı cedîdin tavr-ı hâzırını zamânımıza nisbetle terakkiyât-ı edebiyeden addetmeyecek kadar usûl-i inşâmızca inkılâb-ı küllî arzusunda bulunan efkâr-ı müfrita ashâbından bir müşkülpesend görünmek istiyorlar. Ezcümle diyorlar ki "Zann-ı âcizânemce mekâtib-i âliyemizce te'sîs olunan ve mekâtib-i sâ'ireye dahi muhtâc-ı ta'mîm bulunan edebiyat derslerinde tâlibe en evvel ta'lîm olunacak şey İktizâ-yı tabi'ata muvâfık sâde ve tasannû' ve tekellüften âzâde olan usuldürBu yolda bizim âsâr-ı edîbemize numûne bulmak müşküldür. Bahs edebiyât-ı cedîdemize âit ve sâhib-i mektup ise edebiyat derslerinde numûne tutulabilecek eserlerin âsâr-ı edebiyemizde fikdânına mu'tekid olarak biz ise şerâ'it ıtlâk edilen fesâhat ve belâgatı ya'ni sedâcet ve selâmeti câmi' sözlerin müte'ahhirîn inşâmızın âsârında vücûduna kâ'il olduğumuzdan bâbda îrâdına lüzûm gördüğümüz emsileyi dahi tarz-ı nüvîn inşâmızın mü'essisleri olan zevât-ı erba' sâlifü'z-zikrin âsârından intihâb etmek istiyoruz: **AKİF PAŞA’DAN MİSAL** Gönderilen mufassal ve meşrûh tevbihnâmeniz mütâla'a olunup sizce varlıktan bence te'essüften gayrı bir ma'nâ verilemediZîrâ ben me'mûr olalı daha kırk gün olur olmaz gûyâ aylar seneler geçmiş; ve evlâd 'iyâl ve müte'allikâtımıza îrâdlar zâviyeler ma'aşlar yapılmış da size bakılmamış gibi bu derece sitemlere serzenişlere neden müstahak olduğumuz bilinemedi! Ve İbrâhim Efendi'nin parasız pulsuz kuru bir kağıtla mesrûriyeti neden bu kadar çok gürültü ve size münâsip olan ona mı yapıldı münfehim olamadı! Hazır tarafında hulûs ve muhabbet ve hüsn-i zan ve i'tikâd hâsıl iken bu kadar gavâ'il ve meşâgilimin arasında zihnimi bulandırıp bu sözleri bana söylettirmeye mûcib ve muktazî ne oldu? Hele siz nasılsa böyle şeyleri yazmayı istemişsiniz! Yazan çelebinin de Dur bakalım aziz! Konmadan göçülmez; ve birdenbire bu münâsip olmazsizin elinizi öpüyor varın kendine ne söylerseniz söyleyin! Lâkin ben onun eteğini öpüyorum; benim kalbime yakışmaz! Ve husûsan "Serî'an cevâbını gönderin!" ya'ni merâmımız üzre hareket etmezseniz tebdîlinizin çâresine bakalım gibi lakırdılar edebe muvâfık düşmezVe kendisi çekse de hasbe'z-zâhir üzerinde bulunan rütbe-i hazreti pâdişâhînin hakkı da inkâr olunmazVe tecelli-i ism-i mu'azzezü'l-hay hıyn-i tecelliyâtında zilleti kâbul etmezNâfile yere ve sarf-ı bilâ-mûcib beyninizde soğukluk olmasın!- demeyip siz ne buyurdunuz ise yazmasına ve dirâyet ve irfânına doğrusu âferin!. Hâsıl azîzim! Siz muhabbette dâ'im ben de hizmette kâ'imLâkin "Seni ben nasb ettim; bilir misin! Şöyle etmedik gazel edeyim mi? Böyle etmedik değiştireyim mi? Gibi abur cubur maddelerle iki günde bir başımıza kakılıp durulacak ve bu mu'âmele iş güç olacak ise tahammül eder dururum desem yalan söylemiş olurum ne yapalım el-hükm-i lillâh!." **DİĞER** "..azl ve infisâlim hakd ve hased ve dâ'iye-i teferrüd belâsıyla maslahatı bu parsaya getirinceye kadar çalışıp hem hasm ve hem hâkim olan ve sâmi'a-i âlem-i seyyi'ât-ı azîmesiyle dolan Tatar yâdigârının sözüyle vukû' bulacağından tezkere-i sâmiyenin vürûdunda mağmûm ve mükedder olmadım desem yalan olur. Lillâhi'l-hamd benim üzerime zâten ve zamânen bunun bir hadîs-i sâliha ve hizmet-i fâzıla-i mürahhacası olmayıp gerçi riyâsetimde ben de saltanat-ı seniyyeye di2l-hâhım gibi hizmet edemedim ise de ledyü'l-muvâzene noksanü'l-noksan evvelü'r-ruhcân mes'elesine ve müşârünileyhin tercüme-i ahvâline ilm-i âlem şümûl-i şâhâne-muhît olmak hasebiyle onun iştikâ ve ihtimâmından sonra bir kere de bu hakîri söyletmek muhâkeme-i cenâb-ı şehenşâhî ve adâlet ve tahkîkât-ı hazreti pâdişâhî iktizâsından idi." **REŞİD PAŞA’DAN MİSÂL** "Devlet-i aliyyenin evvel be evvel meydana koyacağı madde ibtidâ bu küşâkûşların zuhûruna kendi tarafından aslâ sebep verilmediği ve hıfz-ı müsâlaha emel ve arzûsuyla bu nizâ'ın tâ bidâyetinden şimdiye değin mu'tedilâne ve muslihâne hareket ettiği keyfiyâtı olup bu dahi erbâb-ı hakkâiyet indinde pek kolay isbât olunacak bir keyfiyettir. "..bu mukûle isyân ve şekâvet renginde görülen hareketler cümlesi efkâr-ı muzırra ve niyât-ı fâside netâyic ve haymesi olmayıp ba'zen birtakım halkın meselâ bir bârgir onun altında ezildiği halde derdini anlatamamasından dahi neş'et eylediği münker olamamasıyla böyle bir şey zuhûrunda bu misillülerin birdenbire üzerine varılmaktan ve def'aten esbâb-ı şedîdeye sarılmaktan ise evvel be evvel tedkîk-i mes'ele ile vuku'atın menşe'i meydana çıkarılarak tedbîri ona uydurulmak eslem olacağından farazâ bu bir isyân-ı mahz olmayıp da mücerred fikdân-ı dirâyet veyâ nâdâniyândan iktizâ etmiş veyâhud ba'zı mu'âmelât-ı takatfersâ sebebiyle tekevvün eylemiş olduğu anlaşılır ise çünkü cidden ve hakîkaten fesad ve isyâna mütecâsir olanları bile evvel emirde dâ'ire-i ita'ate da'vete da'vet kavâ'id-i hikmet ve adâletten olduğuna göre diğer takım hakkında dahi bâdi-i maslahatta mu'âmele-i refikiyye icrâsı ulviyet mertebesinde kalacağı bedîhâttan bulunduğuna binâ'en bu mukûleler haklarında evvel bu vâdide davranılarak îrâd olunacak kelimât-ı müşfikâne ve nesâyih-i rahmânenin ve onu ta'âkib edecek tehdîdât-ı kaviye ve fi'iliyenin bir gûne fâ'idesi görülemediği halde artık hiç tereddüd olunmayarak vesâ'il-i cebriyeye teşebbüs olunmak ve bu takdirde dahi ba'zı bî-günâh bulunanların muhâfazasına bakılmak lâzım geleceğinden bu maddesinde gerek buna şebîh ve meyl-i vuku'atda sûr-ı meşrûhanın bundan böyle usûl-i ittihâz olunmaklığının bildirilmesi ve bu takayyüdâttan murâd erbâb-ı fesâd te'dibsiz bırakılmak kaziyesi olmayarak mücerred müdebbirâne ve hakîmâne hareketle bir küçük şeyi büyütmek ve beyhûde kan dökülmemeye dikkat kılınmak dakîkasını ihtârdan ibâret olduğunun gösterilmesi hususlarına emr ve fermân kerâmet-beyân-ı cenâı hilâfetpenâhî şerefsünûh buyurulmuş olmakla." **ZİYA PAŞA’DAN MİSAL** ".Hâkan müşârünileyh cülûsundan kırk yedi târihine kadar on sekiz sene a'mâl envâ'-ı tedâbir ve ihtiyât ile âkıbet yeniçeri ocağının ref'ine muvaffak olmakla devletin gözü açıldıVe münkasım olan kuvvet-i müstakile-i saltanat mahalline rüc'at edip sersem illeti zâ'il olmuş sûretinde alâ'im-i sıhhat nümâyân olmaya başladıLâkin bu devânın akabinde Rusya ve Mısır mes'eleleri gibi iki buhrân-ı hatır-nişâna uğrayıp husûsıyla Edirne mu'âhedesi kalbindeki yarayı deşmekle sıhhatçe terakkîsine durgunluk ve hâkan müşârünileyhe dahi fütûr ve yorgunluk geldiVe bu hâlin üzerine hızr-ı sânî gibi Reşid paşa merhûm yetişti; Avrupa'nın devlet-i aliyye hakkında seksen yüz seneden beri beslediği i'tikâdı tahvîl ve esas saltanatı Avrupa toprağında te'sîs ve takvîm için iktizâ-yı asr üzre lâzım olan ıslahat-ı mülkiyenin de'âyimini Tanzîmât-ı Hayriye nâmıyla vaz' ve icrâya cesâret eyledi." "Bu zâtın hasenât ve seyyiâtı hakkında herksein bir fikr-i mahsûsu olup biz dahi babda olan mütâla'amızı mahallinde tafsîl edeceğiz; fakat bu mevki'de şu kadar deriz ki Avrupa'nın devlet-i Osmâniye için zâhib olduğu akîde-i sakîmenin tehlikesini herkesten evvel gören ve def'i esbâbına teşebbüs eden Reşid Paşa'dırVe öyle bir asırda böyle bir harekete teşebbüs cehile-i avâmın ve hassâd ve ağyârın ta'arruzâtını celb ile zâtınca nice nice muhâtarât melhûz iken buraları aslâ düşünmeyip fâ'ide-i zâtiyesini devlet ve millet uğruna fedâ kılan ya'ni elli beş senesi Şa'banının yirmi altıncı günü Gülhâne meydanına konulan kürsüye çıkıp alâ milâ'i'n nâs Tanzîmât okuyan Reşid Paşa'dır." **DİĞER** "*Amin* resimlerinde yolda giderken bir mektebin etfâline bakılsa hey'etlerinden derece-i intizâm ve terbiyeleri derhal istidlâl olunurZîrâ kimi salta şalvar giyer; kimi setrî pantolonKiminde uzun entâri! Ve her birinin renkleri de başka başka! Önlerinde ilâhi okunur; arkadaki çocuklar onu dinlemezlerHer biri yanındaki ile oynamak ve etrâfına bakmak ile meşgul bulunurHocalar; kalfalar âmîn yeri geldikçe "amîn!" diye bağrışırlarVe'l-hâıl bir alayıdır gider! Ya mektep seyri denilen sahrâ zevkine ne demeli? Bir mudhikin üzünüe kağıttan yüzlük ve pöstekiden sakal ve köhne hasırdan cübbe geçirirler; paçavradan başına imâme ve kavuk yaparlar; tesbih şeklinde bir dizi soğan verirler; herifi bir uyuz merkebe ters bindirip kuyruğunu dizgin makâmında eline teslîm ederler! Yanına omuzlarında falaka değnek ve ellerinde kabaktan yapma bir terâzi ile çuhadar tarzında bir takım hergele de takılırBu şekil ile herifi seyir yerinde dolaştırırlar. Satıcılara rast geldikçe istintâk eder ve yatırıp falaka ile döverBu oyunun adına "İstanbul Efendisi" derler! Yani kazâ-yı İstanbul mansıb-ı muhtereminde bulunan kudemâ-yı eslâf şimdiki şehremâneti misillü memleketin havâyicine dahi nezâret etmek evvelki zamanlarda mu'tâd olduğundan onların esnâ-yı gesşt ü güzârda ettikleri harekâtı bu yolda tezyîf ve tahkîr ederlerBu musahharlığın tarîk-i ilme hakâreti mûcib olduğu kimsenin hatırına bile gelmez!" "İşte yılda bir kere etfâl-i mektebi nüzhetgâha götürürler; orada da eğlence makâında bu rezâ'ili seyr ettirirler! Lâin hayf ve sad hayf ki hengâm-ı sabâvet fotoğrafya ta'bîr olunan üzerlerinde nûr-ı mün'akise sâbit olan elvâh-ı şifâfa benzerOl esnâda görülen evzâ' ve ahvâl ve emsâl-i âyine-i tabi'atta müntabi' ve mütemessil olarak âhir ömre kadar pâyidâr olur gider imdi henüz mektepte iken böyle hilâf-ı edep mu'âmelât görerek büyüyen insanlar sonra herhangi tarîk ve meslekte bulunurlarsa bulunsunlar dâ'imâ bir nizamsızlık içinde yaşarlar; ve sâir terbiyeli adamlar gibi intizâm-ı hâl bulamayıp ömürleri rahatsızlıkla geçerİşte bunun da sebebi terbiyedir." Şinâsi'den misâl: Mâhiyeti isbât eden âsâr-ı ameldir; Mikdârına nisbetle kişi hayr şer eyler. "Kâ'idesi umûr-ı şahsiyeye âid olduğu gibi külliyet cihetine neden şâmil olmasın? Ya bir milletin hâli devletinin mâiyet-i idâresi isbâta delîl-i alenî değil midir? Hattâ bunda şöyle bir mu'ayyar ittihâz olunur ki bir hükûmet re'yinde ne kadar müstakil ise mâ hasıl ef'âlini kadar mütehammil olmak lâzım gelir. Memâlik-i Osmâiye'de ise halkın sa'y-i ihtiyârîsiyle temşît bulabilecek küllî ve cüz'î umûrun ekseri usûl-i idâre iktizâsınca bi'l-fi'il devletin teşebbüsâtına veyâud teşvîkâtına vâbeste olduğu gibi medeniyetimizin hâl-i hazırı ihtiyâcâtı teksîr ettikçe esbâb-ı ma'işetin tahsîli için insan evvelkinden ziyâde zihnen ve bedenen çalışmaya mecbûr olmak hasebiyle gerek ızdırârı ve gerek ihtyârı bu sûrete sülûk edemeyen se'ilenin tanzîm-i ahvâli münhasıran hükûmetin himmetine kalmıştı Cism-i müteneffis vâhidde müte'ellim olan bir cüz'ün teskîn-i ıstırâbından sâ'ir a'zâ müsterîh olduğu gibi se'ile gürûhunun mümkün mertebe kesb-i refâh etmesinden umûm ahâlî için ne derece inşirâh ve muhmedet hâsıl olacağını ta'rîfe kâdir değiliz." **DİĞER** "Menbâ-yı temeddün madde-i te'âvün olmasıyla efrâdın kifâf-ı nefs tedârikinden âciz kalmasına himmet etmek hey'et-i ictimâ'iyenin birinci vezâ'ifindendir. Binâ'en'aleyh esâs-ı medeniyeti hikmet üzerine mübtenî olan memleketlerde se'ienin müstahakları esbâb-ı mütenevvi'a ile ikdâr olunur; ve cibillet veyâhud terbiyet-i reddi'esi iktizâsınca istihsâl-i ta'ayyüşde tabi'î olan meşâk ve mihenden kaçınarak bu yola sülûk edenler dahi men' ile kâr kesbe icbâr kılınır ki bu sûret hem umûmun şânını nakîseden himâye ve hem de efrâdı zilletten vikâye eylediğinden ciheteyne dahi bir nev' merhamettir. İşte bu sebepten dolayı böyle yerlerde sâ'il nedret üzre olup asıl bunların kesret-i idâresi istiklâl üzre olan memleketlerde bulunduğu mücerrebâttandır." Şu nakl ettiğimiz emsâle acabâ "Edebiyat derslerinde tâlibe en evvel ta'lîm olunacak" sûrette "İktizâ-yı tabi'ata muvâfık sâde ve tasannu' ve tekellüften âzâde" değil midir? Biz öyle i'tikâd ederiz ki Akif Paşa'dan getirdiğimiz birinci misâl ya'ni Şeyh Müştâk mektubundan müfrez makâle yalnız iktizâ-yı tabi'ata değil asrımızın dahi tabi'at-ı terakkîperverânesine muvâfık sûrette sâde ve sâdeliğiyle berâber selâset-i ifâde ve intizâm-ı mü'dî cihetlerince fevkal'âdedirHattâ derece sâdedir ki edebiyâtımızın tavr-ı hâzırını maksad-ı terakkîye gayrı kâfî görüp de bâbda mu'ahhizâtta bulunan sâhib-i mektûbun bile kendini alamadığı seci'-perdâzlık seyyi'esinden tamâmıyla âzâdedir. Reşid Paşa'nın âsâr-ı siyâsiyesinden nakl ettiğimiz iki misalden evvelkisi lisânında yazılmış şeylerin en üstâdânesi ve ikincisi olan Erzurum emirnâmesi ise inşâ-yı resmîye mahsus olan ve zincirleme ıtlâk olunan tarz-ı ma'hûdun en kâtibânesidir. Şurasını da söyleyelim; bu iki misâli zamânımızca muhtâc olduğumuz edebiyat derslerine numûne tutmak arzusunda değiliz belki tarz-ı cedîdimize çığır açan müte'ahhirînin zamânı cihetiyle ikincisi olan Reşid Paşa'nın teceddüd pesendliğindeki arzusunu -o zamanlar mekteb-i ma'rifet sayılan- Bâb-ı Âlî'nin lisân-ı resmiyesinde tatbîka çalışmış olduğuna bürhân olarak göstermek istedik. Ziyâ Paşa merhumdan getirdiğimiz misallerin ikisi de belâgatın kavâ'id-i asliyesine tamâmıyla muvâfık ve binâ'en'aleyh tarz-ı cedîd inşâmız için edebiyat derslerimizde her zaman numûne tutulmaya lâyık olduğunu iddi'â eyleriz. Şinâsi'ye gelince; bâlâda dahi söylemiş idik ki müşârünileyh sözün zînet ve letâet-i zâhiriyesine temâyül etmedikten başka nice asırdan beri gönüllerde gönülleşip kalmış olan meyelân-ı elfâz-perestiyi mahsûsâtından olan müfîd ve metîn kâ'idelerin zîr-pây-ı tahakkümünde zebû ederek asrının tavr-ı ceyâdetiyle mütenâsib bir tarz-ı edeb husûle alışmış ve el-minnetullâh ki muvaffak dahi olmuştur. İşte bâlâda îrâd eylediğimiz iki misâl gerek fezâ'il-i ahlâk gerek kavâ'id-i âdâb nokta-i nazarlarından bakıldığı halde müdde'âmızı isbât eyleyecek sûrette iki şâhid-i âdil meziyâtını hâ'izdir. Şinâsi hiçbir şey yazmayıp da yalnız şu "Fenn-i edeb bir ma'rifettir ki insana haslet âmûz-ı edeb olduğu için edeb ve ehl-i edîb tesmiye kılınmıştır." Cümlesini yazmış olsa idi yine mâhiyet-i efkâr ve meziyet-i irfânına hükmü ve edebî bir bürhân ve hattâ başlı başına bir ders-i edep ve irfân olur idi. Mâ hâsıl sâhib-i mektûbun "Bu yolda bizim âsâr-ı edebiyemizde numûne bulmak müşküldür." Sözüne iştirâk ve îmân etmekte ma'zûruz. Sâhib-i mektûb hâtime-i mütâla'atı olmak üzre diyor ki "..bu cihetle âsâr-ı garbiyede bu tarzın sehl-i mümteni' denilecek numûneleri kemâl-i i'tinâ ile mümkün mertebe harfiyyen kemâl-i i'tinâ ile mümkün mertebe harfiyyen tercüme olunarak talebeye irâ'e olunur; ve bu yolda mülke hâsıl ettirilir ise edebiyâtımızın istikbâline büyük hizmet edilmiş olurYoksa kavâ'id-i edebiye ve emsâline dâ'ir elimizde olan kitaplar numûne-i ta'lîm edilecek olur ise yine içinden çıkmaya çalıştırdığımız girdaba düşüleceğinde şüphe yoktur." Âsâr-ı garîbeden bu tarzın sehl-i mümtenî'i olan numûneleri lisânımıza nakl için acabâ hangi tarz ifâdeyi ihtiyâr edeceğiz? Evvelâ şurasını anlamak isteriz; biz numûne-i fesahati mi arayacağız; yoksa numûne-i hikmeti mi? Eğer sedâcet-i kelâm matlûb ise ona lisân-ı ecnebîden misâl-i irâ'esi nasıl kâbil olurBir maksadı herkesin anlayacağı yolda tasvîr edebilmek için başka bir lisâna mürâca'ata ne lüzûm vardır? Yoksa Osmanlıca yazabilmek için Almanca mı öğreneceğiz! Bu maksat garbın tarz-ı edebini ya'ni fikr-i hikmetini taklîd ise ona diyeceğimiz yokÖyle olunca sâhib-i mektubun tarz-ı ifâdeye dâ'ir olan şikâyâtı arasında fikr-i hükmîyi karıştırmaması lâzım gelirdi. Binâ'en'aleyh mekâtib-i âliye ve evliyede ta'lîm-i edebiyât için çâre-i münferid tercüme ile nakl-i mü'dî değil tabi'atl-ı lisâna muvâfık ya'ni fesâhat-ı ma'nâ yı hakîkîsine mutâbık sûrette ittihâ-yı inşâdır. Bir cümle ile tasvîr-i fikr-i hikmet edilebilir ta'lîm-i fesâhat edilemez. Hâime-i kelâm olmak üzre şunu söylemek isteriz ki Vakit'in Berlin'deki muhibbi inşâmıza dâ'ir olan işbu fikr-i mahsûsunu kağıt üzerine koymadan evvel Berlin'de bulunan sefîr-i irfan-semîrimiz atûfetli Sa'dullah Beyefendi hazretlerine arz etmiş olsalar idi şüphesiz mektub-ı mezkûru yazmak külfetine ihtiyaç görmezlerdi. **.İNTİHÂ** Osmanlıların hakîkatperver şâ'iri on dokuzuncu asrın sevgili evlâdı Ekrem Bey "Zemzeme"nin ikinci kısmını neşr etti; bu eserdeki şi'irlerin teşrîh-i letâfetine girişmeyeceğiz zîrâ bir tebessümde bir bakıştaki hal gibi bu şi'irlerde de ta'rîf olunamaz bir letâet var. Şu bulunduğumuz büyük asırda şi'ir ve edeb serâ'ir-i kalbiye ve hakâyık-ı fikriyeyi takrîr için bir mülk-i mü'ekkel olduğu cihetle işte mülk bu eserde kâh rûha gizli bir şeyler söylüyor kâh iğbirâr ile semâya i'tilâ edip gidiyor kadar yükseliyor ki ruh onu ta'kîbde âciz kalıyor çekildiği semâ-yı letâfetten müteharrî olan insana baktıı zaman kendisinden şöyle bir sadâ geliyor: Cân dil vakf-ı temâşâdır şeb-i mehtâbda Yâr her sudan hüveydâdır şeb-i mehtâbda Ara sıra semâdan nüzûl ile yalvararak insanın yanına yaklaşıyor fakat mâh gibi ne tutuluyor ise ne konuşuluyor yalnız cemâlindeki nûr rûha kadar nüfûz ediyor; hâlin ne olduğunu anlamak ister misiniz? Şu beyitlere bakınız. Ben mâhdır sanırdım Mihr cemâlinizmiş Vakti iden de tenvîr Leyli kılan da ihyâ Bâ'is nedir hebûta Bu hâk gam-ı medâra Cây-ı mesîrenizken Sah-ı semâ-yı a'lâ Evsâf-ı hâlinizde Olmak neden nümâyân Vaz'-ı hazîn-i Şirîn Hüzn-i latîf-i Leylâ Bir derdiniz mi vardır Nâ-kâbil-i tesellî Kalb-i latîfinizde Sevdâ mı beslenir ya Nûr-ı vücûdunuzla Handân iken şu yerler Siz böyle hüzn içinde Olmak revâ mı âyâ? Şi'rin zamân ile mekân ile bir büyük münâsebeti var; letâfet-i tabi'iyece cihân içinde yektâ olan İstanbul bir şâ'ire ilhâm-ı ma'nâ etmekte her memleketin mâ fevkindedirMeselâ İstanbul'da bir yıldızlı gece düşünelim her tarafta gürültülerin kesildiği herkesin uykuya daldığı geceyarılarında fezâ-yı bî-intihâ-yı semâvâtta bütün yıldızların ziyâsı temevvüce başlar; semâın rengi Marmara'nın Boğaziçinin suları mâ'î olduğu cihetle gecede parlayan yıldızların ziyâsı mâ'i görünür; ufkun üzerinde meşhûd olan hilâlin hafif ziyâsı denize aks eden şekl-i mâ'i ötede beride akan sular mâ'i şurada burada uçuşan kuruşlar bile mâ'i. mâ'i gecenin içinde ufkun üzerinde toplanan bir çok yıldızlar titreyen ziyâlarıyla bir şâ'irin gözlerinden ya'ni serâ-yı serâ'ir rûhun iki nûrânî pencerelerinden güzâr ettiği zaman kalbin bir köşesinde hâbîde nice sevdâlar uyandırır; işte sevdâlar hep şi'irdirMeselâ bir genç vâlide düşünülsün: Bir dakîka kucağından ayırmak istemediği evlâdını ecel denilen kuvve-i zâlime kullarının arasından koparıp da toprağa gömdüğü zaman vâlideye dünyâda hiçbir şey teselliyet veremez; kürelerin ateşli tabakalarını soğutan zaman bile evlâdını kaybetmiş bir vâlidenin gönlündeki nâr-ı hicrânı söndüremez; zaman vâlide acı acı ağlamaya başlar; işte gözyaşları hep şi'irdirMahrûm-ı his! İ'timâd etmiyor musun? Ya bu beyitleri gördüğün zaman ne diyeceksin? Fâhirem dört buçuk yaşında senin Yâra şer midir toprağa bedenin Gömleğin çâk edip yamân Biçdiler cismine göre kefenin Şimdi ıslak durur sirişkimden Koklayıp öptüğüm pîrehenin Söyle yalnız mısın ciğerpârem Issıdan yok mu hâk içinde tenin Bülbül-i nâtıkan neden sustu Soldu mu âh gonca-i dehenin Hûn eder kalbi zikr her hâlin Ağlatır çeşmi yâd her sahının Görüyor gözlerim meleklerle Seyr ü ârâmını semâda senin Bu manzûmeyi okurken sâmi'a-i vicdânı sâkin sâkin ağlayan kalbin sadâsını işitiyor kelimelerin münakkah olması sözlerin tabi'îliği rûh için ne güzel bir âhenk hâıl ediyor. Bülbül-i nâtıkan neden sustu Soldu mu âh gonca dehenin Ekrem Bey'in baharistân-ı şarka gıbta-bahş olan hayâlât-ı şâ'irânesi içinde yetişmiş bu bedî'a-i edeb bizi takdîr-i ulviyetinde âciz bırakıyorÇocukların hemen hepsinin dudakları gül rengindedeir her şeyi sorarlar her şeyi anlamak isterler titreyen seslerinde gizlenen bir âhenk hafif vâlideyni için bülbüllerin sadâsından daha latif değil midir? çocuklardan birinin vefâtını bundan daha mü'essir bundan daha mükemmel tasvîre hangi Türk şâ'iri muvaffak olmuş. Etrâf gark-ı envâr Envâr gark-ı elvân İşbâh-ı bî-kesâfet Ervâh-ı pür tecellâ Ecrâm-ı nûr cevâl Âsâr-ı rûh sârî Çekmişti sanki arşa Ekvânı Hak Teâlâ Mümted olaydı öyle Âh ol şeb-i münevver Hiç dönmeseydi âlem Hiç gelmeyeydi ferdâ Üstad Kemal Bey'le Hâmid Bey gibileri müstesnâ olarak hangi Türk şâ'iridir ki böyle nurlar renkler çiçekler saçarak kendisine mahsus bir yolda gitmiş? Eğer burada kendilerinden birer kelime bahsine müsâ'ade edilir de Üstad Kemal Bey'in tabi'at-ı şâ'irânesine kuvvet ve kudret Hâmid Bey'inkine mahz-ı ulviyet tesmiye eder isek Ekrem Bey'inkine de letâfet ve rûhâniyet deriz zîrâ Kemal Bey'in ateşli fikrinin mahsûlü olan sözleri bir volkandan fışkıran ma'deniyât gibi metin ve ateşnâktırKemal Bey'in elinde lafızlar kelimeler cümleler bir istatol yapanın yed-i üstâdânesindeki madiyât gibidir ki istediği gib ezer istediği gibi kullanır istediği şekle sokar; zaman nazar-ı iştiyâk önünde bakmakla duyulmaz bir timsâl-i ulviyet vücûda gelir; efkâr-ı şâ'irânesinde bir karanlık taraf bir noksan yer bırakmazBu âlî şâ'irin eserlerinde dehşetle hitâb ettiği rûh ibtdâlârı ilerler ilk hatvesinde kuvvetini sonra da cesâretini kaybederek geri çekilmeye başlarcihetledir ki üstâdın şi'irleri için muzafferiyet muhakkaktırSevk-i sadedle söylediğimiz şu bir iki söze bir kaç kelime daha ilâve edelim: Hâmid Bey'in efkâr-ı şâ'irânesi dâ'imâ semâda dolaşır zemîne pek az iner en maddî mebâhisde bile delilleri semâvîdir hayât-ı insânîyi teşrîh için yazılan tiyatrolarında bile merci'i me'hazi semâdırÖyle denilebilir ki bu ulvî şâ'irin şi'irlerine gurûblar hüznünü tulû'lar neş'esini semâ rengini veriyorZemînde kalmaya mecbûr olduğu zaman mahşerde kadîd olmuş kollarını güneşin ziyâsına doğru kaldırıp da mezardan kıyâm eden bir mevtâ gibi -söz ve güzâr ile semâya i'tilâ ederHiçbir hâlini ta'yîn mümkün değildir; eb'âd-ı mutlakayı tahdîd kâbil olmadığı gibi Hâmid Bey'in mâlik olduğu dehâ şi'irlerinde anı olarak ibrâz ettiği pertev-i zekâ ile görülürBunları başkaca birer makâleye bırakarak saded-i bahsimizi kaybetmeyelimEkrem Bey'in tabi'at-ı şâ'irânesi her tarafta gürültülerin seslerin kesildiği bir zamanda sükûn sükûnet ulvî bir hüzn ile doğrudan doğruya ruhu tenvîr eden ayın ziyâsına benzer; şi'irleri yine ayın ziyâsı gibi girdiği kalplarde bir sevdâ dokunduğu yerlerde bir feryâd uyandırırBu ulvî şâ'irin tasvîr ve tersîm-i tabi'atta kullandığı renkler hiçbir şâ'irde misli görülmemiş derecede nazar-ı ribâdır; kalbe okşayarak söyler rûhu ebediyetini söyleyerek alkışlar. Zemzeme'de münderic "Nağme" ünvanlı manzûmenin şu beyitlerine bakalım: Arşa olunur seninle a'lâ Külbânın tazarru'u ibâdın Şu fek galeyân ederdi peydâ Hûnunda ketâ'ib-i cihâdın Kudsiyeti gösteren bu şeyler Ulviyetine delâlet eyler Burada fikir şâ'irâne ma'sûm gönüllerden çıkan feryâd gibi i'tilâ ede ede nezd-i ulûhiyete peyveste oluyorEkrem Bey'i terakkî-i edebiyat nâmına tebrîk ederiz. Yedinci asr-ı mîlâdîde idi ki şark imparatorluğu ve İran devleti nâmıyla cihân üzerine kâbus-ı fetret gibi çökmüş olan iki heykel-i azîm istibdâdın keşmekeş muhâsamâtı medeniyet-serâ-yı ömrânı harâbe-zâra çevirmekte idi. Bu sebeple rûy-ı zemînin birkaç asırdan beri devâm etmekte bulunan teşnecât-ı siyâsiyesi akvâm-ı mevcûdenin asabiyetine za'af getirmiş ahlaklarını bozmuş va tabi'î fikr-i beşere târî olan durgunluk ve akıllara istilâ eden şaşkınlık terakkiyât-ı medeniyeyi yolundan alıkoymuş ve binlerce senelik mahsûl-i mesâ'î-i beşer olan müktesebât-ı fenniyede bu herc ü merc-i umûmiye arasında mahv olma raddesine gelmişti. Halbuki bu iki binâ-yı mühîb devletin sevâbık-ı satırları hâtıra-i dehşeti ne milel-i metbu'ada gerdenfirâz-ı hurûc olacak cesâret ve ne de düvel-i mücâverede sâ'ika-i zuhûr ile âfâkı zulumât-ı rehâvetten kurtaracak ve fikr-i beşeri tenvîr edip terakkiyât-ı medeniyeye seyr-i tabi'îsini verecek bir isti'dâd bırakmıştır. Hâsılı bu asırda fikr-i beşer bister-i ihtizârda bulunmakta ve insâniyetle ber hayât olan arz gûyâ ki ecel pençesinde yuvarlanmakta idi. Bu hengâme-i fetrete nihâyet vermek için te'yîdât-ı semdâniyeye mazhar bir kavmin zuhûru lâzım idi. Lâkin acabâ insâniyeti bu felc-i sükûnetten kurtaracak ve tekevvünât-ı fikriye ve vuku'ât-ı medeniyeyi mecrâ-yı tabi'îsine getirecek millet nereden zuhûr edecekti?!!. Roma dârü'l-mülk sefâhetini mezbaha-i mazlûmiyet hey'etine koyan akvâm-ı şimâliyeden böyle bir hizmet beklenmemekte ekâlim-i cenûbiyeden ise hâdim-i muhsinât olacak bir milletin zuhûru ümîd olunmakta idi. Evet memâlik-i hârenin ki i'zâm haşerât tevsî'-i mazarrât ta'mîm-i beliyyât levâzım-ı tabi'iyesindendir. Memâlik-i hârenin ki kertenkeleyi timsah yılanı ejderhâ sıtma ve hummâyı tâ'un ve vebâ etmek hasâyis-i arziyesindendir! Bedeviyet-serâ-yı terbiyetinde perverde olan insanların şimâlîlerden daha ziyâde vahşî haslet olmaları îcâb eder. Ammâ meğer bu iklim mukadderât-ı ilâhiye müsâ'id olunca idrâkât-ı beşeriyeye dahi vüs'at-bahş-ı kemâl olurmuş!. Çünkü Arabistan'ın kızgın güneşi cihân-ı insâniyete meş'ale-i hidâyet olacak bir duha-i hikmet yetiştirmeke ve gûyâ ki dâye-i ezel pota-i fesâd ıtlâkına sezâ olan sahâri-i ateşfeşânı ıslâh-ı âleme me'mûr olan kavme mehd-i vücûd eylemekte idi ki Arapların lisânı daha feyfâ nurdan vahşet iken mü'essir-i istikballerine mukaddeme-i beşâret olmak üzre mertebe-i kemâle vâsıl olmuştu. Vahşet âlemlerinde bedeviyet sahrâlarında yaşayan bir kavimde safa nişînân-ı medeniyet olanlarda bile meşhûd olmayan kemâl-i lisân gibi bir nişâne-i terakkî mürebbi-i gaybın bunları infilâbhâne-i rûzgarda büyük bir hizmet hazırlamakta olduğuna delâet ederdi. Vuku'ât-ı müte'âkıbe bu zannın doğruluğunu isbât eyledi. Şöyle ki mîlâdın yedinci asrı evâsıtına doğru birdenbire İslâmiyet berâkin ve volkânîde remâd-ı istitâr altında sükûnet-pezîr-i intifâ olmuş zannolunan mevâdd-ı nâriyenin ansızın iltihâb-gîr-i feverân olması gibi Arabistan'dan şa'şa'a endâz zuhûr olmakla cihân hikmet ateşleri âfâkî ma'rifet şimşekleri içinde bıraktı. Yarım asır sonra Kıpçak ovalarına Afrika sahrâlarına Anadolu içlerine Karakurum çöllerine Kafkas dağlarına İspanya vâdîlerine kadar kâffe-i memâlike nûr-ı İslâm ziyâ-yı adâlet saçmada idi. İşte âlemin bu günkü hurd-firîb olan bedâyi'-i terakkiyâtı millet-i celîlenin medeniyet-i atîkayı bulduğu hâl-i tevakkuftan şâhrâh-ı terakkîye idhâli ve cihâın asrımızda nazar-bâ olan müessir kemâlâtı ümmet-i necîbenin ma'ârif-i mâziyeyi bulunduğu dergeh-i iftikârdan menzile-i kemâle îsâl sâyesindedir. Biz Osmanlılar ki en kıymettar kâlâ-yı iftihârımız ve en azîz sermâye-i mübâhâtımız Araplarla bir dâ'ire-i milliyette bulunmaklığımızdır. Biz Osmanlılar ki Araplarla bir meşîme-i medeniyette perverde olmuş uhvîn-i emînizBiz Osmanlılar ki İslâın mihver-i âmâli merkez-i makâsıdı ve nokta-i ittihâdıyız. İşte bizce sevâbık-ı ma'âlîsi bu derece şân-ı havârıkla şöhretgîr-i âfâk olan Arabın tezkîr-i mefâhiri yolunda ne derece uğraşılsa yine azdır. Bu mülâhazaya mebnîdir ki asr-ı devr-i sa'âdet olan ahd-i tâcdârîde intisâbile mübâhî bulunduğumuz İslâmın yâd-ı ma'âlîsi hakkında bir şey yazmayı arzu etmekte idimBu maksaddır ki benim gibi bir âcize mülkümüzün mâbihi'l iftihârı ve geçende nişân-ı âlîşân ile mazhar-ı iltifât cenâb-ı şehriyârî olan ecille-i etibbâ-yı kirâmdan nûr-ı be-cân efendi hazretlerinin bu hususta Fransızca olarak kaleme aldıkları risâleyi tercümeye cesâret verdi. İnsanlık hâleti ve bidâ'asızlık seyyi'esi olarak edeceğimiz hatâyâ-yı eserin ulviyet mevzu'u ve kâri'inin vefret-i hamiyeti nazarlarından iskât eder ümîd-i kavîsindeyim. Nesr kısmının hitamı **İKİNCİ BÖLÜM : NAZIM KISMI** Müntehebât-ı Cedîde Müntehîbi Mustafa Reşit Ashâb-ı Âsâr Cevdet Paşa - Münif Paşa - Sa'dullah Paşa - Kâzım Paşa - Pertev Paşa - Eşref Paşa - Sırrı Paşa - Âkif Paşa - Ziyâ Paşa - Fu'âd Paşa - Reşit Paşa - Sâmi Paşa - Kemal Bey - Abdülhak Hâmid Bey - Şinâsi - Ekrem Bey - Ârif Hikmet Bey - Sa'it Bey - Reşat Bey - Nâbizâde Nâzım Bey - Ali Ferruh Bey - Abdülhalim Memdûh Bey - Hoca Tahsin Efendi - Mu'allim Nâci Efendi - Mu'allim Feyzi Efendi - Ali Rûhi Bey - Münîfpaşazâde Vehbi Bey - Menemenlizâde Tâhir Bey - Abdülkerim Sâbit Bey - Ali Ulvi Bey Matba'a ve Kütüphâne Sâhipleri Ma'ârif Nezâreti Celîlesinin Ruhsatıyla Tab' Olunmuştur İstanbul Matba'ası-Bâb-ı Âlî Caddesinde Numara **.İFÂDE-İ MAHSÛSA** Mecmuamızın nazm kısmı da tarz-ı nüvin-i edep erkanından olup nesr kısmında isimleri görülen zevat-ı kiram ile bazı pî-rularının asarına münhasır bulunacaktır. Mütekaddimîn-i şuarânın da enfes âsârını mütalaa etmek isteyenlere Ziya Paşa merhumun "Harabat" namındaki mecelle-i cemilesi tavsiye olunur. Mustafa Reşit **.ŞİİRLER** Kaside-i Adem Can verir âdeme endişe-i sahbâ-yı adem Cevher-i can mı aceb cevher-i minâ-yı adem Çeşm-i im’ân ile baktıkça vücûd-i ademe Sahn-ı cennet görünür âdeme sahrâ-yı adem Galat ettim ne reva cennete teşbih etmek Başkadır nimet-i asayiş-i me’vâ-yı adem Tutalım anda da olmuş ni’âm-ı gûnâgûn Öyle muhtac-ı tenavül müdür âlâ-yı adem Kimse incinmedi vaz’ından anın zerre kadar Besledi bunca zaman âlemi bâbâ-yı adem Var ise andadır ancak yoğise yoktur yok Rahat istersen eğer eyle temennâ-yı adem Ne gam gussa ne renc ü elem ü bîm ü ümid Olsa şâyeste cihan cân ile cûyâ-yı adem Yok dedikçe var olur yok mu garâbet bunda Nâm-ı hestî mi nedir hall-i muamma-yı adem Etse bir kerre telâtum hep eder kevneyni Garka-i mevc-i fenâ cûşiş-i deryâ-yı adem Mâder-i dehr mevâlidi ki durmaz doğurur Der-kenar etmek içindir anı bâbâ-yı adem Çarhın evladını baştan çıkarır dâye-i dehr Etmese terbiye sık sık anı lâlâ-yı adem Herkesin kısmeti yokdan gelir amma bilmez Yeri var âleme men eylese selvâ-yı adem Merdümî neş’et-i âdem’de yok oldu gitti Vechi var dense benî âdem’e ebnâ-yı adem İki kâğıttan ibaret nüsah-ı kevn ü mekân Biri ibkâ-yı vücud ü biri efnâ-yı adem Selb ü icab ü taayyün ederek âlemden Bir netice verir elbette kazâyâ-yı adem Mim-i imkânını mahv eylese mollâ evvel Yoksa nefy etmese de âhırıdır lâ-yı adem Şeyhe bak ketm-i ademden deyu takrir eyler Bilmez amma ki nedir mani-i ifnâ-yı adem Sığmaz ol daire-i kevn ü mekâna ne bilir Geçmeyen arş’ı nedir mülk-i mualla-yı adem Yok yere zahid urur da da’vi-i hestîden dem Yakasın tutmuş iken pençe-i kübrâ-yı adem Sanırım masraf irâdı gelir hep baş başa Oldu serrâ-yı vücûda göre darrâ-yı adem Zeyd-i vârid ile sulh olmadı amr-ı âid Yoğise âlemin aslı ne bu gavga-yı adem Kays leyla’sı dahi zeyd ile amr’ı gibidir Diyecek olsam olur ol dahi esma-yı adem Farkı gûya bu iki suretin aklımca benim Birisi hubb-ı fenâdır biri bagzâ-yı adem Nakş-ı nâmık’la aceb nâmık olur mu hâtem Var gibi bunda vücûd ehline ima-yı adem Şeyh efendi sana der miydi ki vârından geç Varlığın olmasa da sidre-i me’vâ-yı adem Hizmet et sen ana vârınla ki tâ himmet edip Eylesin ol da seni ârif-i mana-yı adem Çekme dünyalık için gam dil-i nâbûdîde Var iken mâhasal-ı rızk atâyâ-yı adem Herkese bâr-ı belâ kendisinin varlığıdır Gam âlâmdan azade berâyâ-yı adem Sarf edip vârını aklın var ise var yok ol Rahat istersen eğer eyle temennâ-yı adem Biz bu mihnetgeh-i hestîye küçükten geldim Yoksa kim eyler idi terk-i kühencâ-yı adem Durmasa böyle felek bâri yıkılsa gitse Bir zaman olsa yeri hayme-i bâlâ-yı adem Avutan halkı bu gam-hânede oldur yoksa Olmasa müşkil idi telsiye-bahşâ-yı adem Doğrusu rahat ederdik gidip âlem ademe Yerine gelse anın sâha-i pehnâ-yı adem Bermurad olmayıcak ben yere geçsin âlem Necm ü mihr ü mehi olsun eser-i pâ-yı adem Çâk çâk eyler idim ceyb-i kabâ-yı ömrü Olmasa zeyli tırâzîde-i damga-yı adem Ben bîzâr-ı vücudum ki dil-i gamzedeme Üns-i mavtın görünür vahşet-i sahra-yı adem Şafak-ı subh-ı bekadır nazarımda gûya Mevce-i bahr-ı siyâh-ı şeb-i yeldâ-yı adem Öyle bîmar-ı gamım kim olamam âsûde Câme-hâb olsa bana şeh-per-i anka-yı adem Dil-harâbım ben hey’ette ki nisbetle bana Beyt-i ma’mûr olur hâne-i bîcâ-yı adem Öyle bîmar-ı gamım sahn-ı fenâda gûya Yaptı enkaz-ı elemden beni bennâ-yı adem Ahter-i matlabım âfâk-ı felekten doğmaz Günde bin şey doğurur leyle-i hublâ-yı adem Düşmeden sâye-i kilk-i emelim levh-i dile Nokta-i kiklim olur hâl-i müheyyâ-yı adem Cevheri su kesilir tâbiş-i ye’simle eğer Çeşm-i ümîdime dûş olsa merâyâ-yı adem Yok olur ismi dahi aynı müsemmâsı gibi Emelim olsa eğer dâhil-i huylâ-yı adem Bî-vücudum kadar ben ki aransak ikimiz Ben bulunmam bulunur belki müsemmâ-yı adem Hayretim çarha sükûn-âver-i tab’-ı ta’til Vahşetim bâis-i peydâyi-i sevda-yı adem Vâlihim öyle ki aks-i nigeh-i germimden Reng-i hayret alır âyine-i deryâ-yı adem Vahşetim öyle ki olsa nazar-ı ünsüm olur Tîr-i rem-gerde-i âhû-yı sebük-pâ-yı adem Ye’sim ol mertebe kim sûret-i ümmîdimdir Mâverâ-yı felek-i mahv-ı heyûlâ-yı adem Bulanır girye-i hûnînim ile bahr-ı vücud Sararır âhım ile sebze-i sahra-yı adem Öyle diltengî-i hestî ile rencûrum kim Hûn olur nâlelerimden dil-i ferdâ-yı adem Buna takat mı gelir ya buna can mı dayanır Meğer imdad ede hestî-i dih-i ecza-yı adem Aferin ey ney-i kilk-i hüner-i îsî-dem Eyledin nefha-i i’caz ile ihyâ-yı adem Şule-i nefha-i cansûzum ile lîk yanıp Olmadan dâğ-ı tenim şem’-i şeb-ârâ-yı adem Bir gazel söylesen olmaz mı berâ-yı hatır Ne kadar sıklet ise nazm-ı mukaffâ-yı adem Hâl-i anber-şikenin fitne-i eczâ-yı adem Nigeh-i sihr-eserin nâtıka-bahşâ-yı adem Can bulur tarf-ı lisanınla hurûf-ı hestî Çâk olur nâveg-i gamzenle süveydâ-yı adem Ârâz-ı handeye lâl-i nemekînin cevher Cevher-i harfe femin nokta-i yektâ-yı adem Seni görse dökülürken katarât-ı ekşim Havf-ı gamzenle olur ağabeyle pâ-yı adem Kavs-i ebrûsunu kursa yıkılır tâk-ı felek Tîr-i müjgânını alsa titirer cây-ı adem Can atardı ademe tîr-i nigâhından ecel Tîr-i hışmından eğer yanmasa beydâ-yı adem Anlamış nisbetini mihr ü vefâ-yı yâre Eden oldur dil-i bîçareyi cûyâ-yı adem tarh-ı suver eyledi hîçâhîçe Var mı hâmem gibi bir hendese-pîrâ-yı adem Ârifân yokluk ile etmede isbât-ı vücud Ben ise varlık ile eyledim inşâ-yı adem Yoğu var eylemeğe hayli çalıştım lâkin Oldu sa’y ü talebim hep lev ü levlâ-yı adem Bu kasîde kaleme kaf-ı fenadan geldi Olsa nâmı yakışır beyzâ-yı anka-yı adem Kimisi nîstî-yi alemle taleb-efzâ-yı adem Kimi hestî-yi alemle taleb-efzâ-yı adem Mahv-ı hâk-i reh-i şâhenşeh-i kevneynim ben Ne tevellâ-yı vücûd ü ne teberrâ-yı adem Âkif Paşa Tıfl-ı nâzenînim unutmam seni Günler aylar değil geçse de yıllar. Telhkâm eyledi firâkın beni Çıkar mı hatırdan tatlı diller. Kıyılamaz iken öpmeye tenin Şimdi ne haldedir nazik bedenin. Andıkça gülşende gonca dehenin Yarısın âhım ile kül olsun güller. Tegayyürler gelüp cism-i semîne Döküldü mü siyah ebr cebîne Yayıldı mı sırma saçlar zemîne Dağıldı mı kokladığım sümbüller. Feleğin kînesi yerin buldu mu? Gül yanağın rengi rûyın soldu mu? Acaba çürüdü toprak oldu mu? Öpüp okşadığım pamuk eller. Âkif Paşa Münâcât Hak Te'âlâ azamet âleminin pâdişehi Lâ-mekândır olamaz devletinin taht-gehi Hâsdır Zât-ı İlâhisine mülk-i ezelî Bî-hudûd anda olan kevkebe-i lem-yezeli Eser-i hikmetidir yerle göğün bünyâdı Dolu boş cümle yed-i kudretinin îcâdı İzzet ü şânını takdis kılar cümle melek Eğilir secde eder pîş-i celâlinde felek Emri vech üzre yer eyler gece gündüz hareket Değişir tâzelenir mevsim-i feyz ü bereket Pertev-i rahmetinin lem'asıdır ayla güneş Tâb-ı hışmından alır alsa cehennem âteş Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıldızlar Anların şûlesi gök kubbesini yaldızlar Kimi sâbit kimi seyyar be-takdîr-i Kadîr Tanrı'nın varlığına her biri bürhân-ı münîr Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile Göremez zâtını mahlûkunun âdî nazarı Hisseder nûrunu amma ki basiret basan Vahdet-i zâtına aklımca şehâdet lâzım Can ü gönlümle münâcât ü ibâdet lâzım Neş'e-i şevk ile âyâtına tapmak dilerim Anla var Hâlikıma gayri ne yapmak dilerim Ey Şinâsî içimi havf-ı İlâhî dağlar Sûretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar Eder isyânıma gönlümde nedâmet galebe Neyleyim yüz bulamam ye's ile afvım talebe Ne dedim tövbeler olsun bu da fi'l-i şerdir Benim özrüm günehimden iki kat bed-terdir Nûr-ı rahmet niye güldürmeye rû-yi siyehim Tanrı'nın mağfiretinden de büyük mü günehim Bî-nihâye keremi âleme şâmil mi değil Yoksa âlemde kulu âleme dâhil mi değil Kulunun za'fına nisbet çoğ ise noksanı Ya anın kahrına galib mi değil ihsanı Sehvine oldu sebeb acz-i tabi'î kulunun Hem O'dur âlem-i ma'nîde şefî'i kulunun Beni afvetmeğe fazl-ı ilâhîsi yeter Sanma hâşâ kerem-i nâ-mütenâhîsi biter İlâhi Kâ’inâtı yaradan Hazret-i Hak ‘azze ve cell Kim anın vahdetidir mebde’-i feyyâz-ı ezel. Pâdişâhânın odur pâdişeh-i lem-yezeli Saltanat sürmededir kendiliğinden ezelî Devlet-i hâssı bekâ üzre olunmuş bünyâd Öyle devlet ki anın hükmüne olmuş münkâd Zât-ı a’lâsı vücûd ü ‘ademin sâhibidir Ehl-i enfâsa hayât ü ecelin vâhibidir Zulemâtın arasından çıkarır nûr-ı latîf Dahi envârın içinde yaratır zıll-ı kesîf Feyz-i lutfu dil-i sâfa erişir eyler eser Cism-i şeffâfın içinden nitekim nûr geçer Şinâsi Yapma bir feylesof nâm-ı meşhûr Kendini za'm ederdi Fisagor İ'tikâdı tenâsüh-i ervâh İ'timâdı tefessüh-i eşbâh Dedi kim kuyruğunu diken hayvan Bulur elbette sûret-i insân Dikilüb bir sühanver ol öküzü Ağzına tıktı ot gibi bu sözü Nasıl etmem bu mezhebe îmân Sen olurken numûne vü bürhân Şinâsi Eşek ile Tilki Hikâyesi Çıktı bir bağın içinden yola bir yaşlı hımâr Nakl için beldeye yüklenmiş idi Rûy-i nigâr Derken aç karnına bir tilki görünce geldi Böyle bir taze üzüm hasreti bağrın deldi Öteki çifteyi attı bu yola yanaştıkça biraz Sonra lâkin aradan kalktı bütün nâz ü niyâz Gelsem olmaz mı huzûra benim aslanım Tâ yakından bakayım hüsnünüze hayrânım Dâ'im olsun beyimin sâye-i lutf keremi Gül biter bastığı yerden mübârek kademi Benzer ol hoş kokulu kuyruğu âlâ miske Koklarım burnuma vurmazsa efendin fiske Eyler irfânını îmâ sühan-gû gözler Yakışır ağzına mevzûn mukaffâ sözler Eşek ifrât-ı neşâtından anırdı der iken Sanki karpuz kabuğu gördü yâhud tâze diken Canıma işledi gitti bu ferahnâk hava Siz sükût etseniz ama yine bir başka safâ Çünkü bülbül işitip nağmenizi sirkat eder Çağırır belki gelir dinleyene hüzn ü keder Tilki böyle nice nice diller dökerek zevk etti Eşeği bir koyunun başına dek sevk etti Burada bir güzel ahır ile yemlik vardır Neyleyim yükle girilmez kapısı pek dardır Uyuyup yatma gibi zevk safâ çok anda Su içip yem yemeden gayrı cefâ yok anda Anda sâkin dişiler de letâfet başka Hele bir kere bakın düşmeyin ama aşka Yaklaşınca eşek âyine-i âba baktı Yüzü aksin sezerek ağzı suyu pek aktı Vâkı'â görmedeyim dilber ü nâzik bir bâş Çağırın tez onu gelsin size olsun oynaş Buraya gel diye feryâd ederek taştı hımâr Kapıdan aks-i sadâsın işitip şaştı hımâr Gördünüz mü sizi şimdi ediyorlar da'vet Bu ziyâfette aceb yok mu bana bir hizmet Bunda kalsın yükünüz tek ininiz siz aşağı Arkanızdan gelirim olmaya tavla uşağı Eşek attı yükünü yerlere kendin kuyuya Tilki mîrasyedi tâ ona rahmet okuya Şinâsi Kara Kuş Yavrusu İle Karga Hikâyesi -Bi'l-iltizâm lisân-ı avâm üzre kaleme alınmıştır.- Aç idi bir karakuş yavrusu bir gün yuvada Anası yoksul anınçün yem arardı ovada Bir bora çıktı yuva derken ağaçtan düştü Başına yavrucağın köylü çocuklar üşüştü Tutulup oldu oyuncak bir ekinci piçine Bir kafesle kodular bağda dikenlik içine Kondu bir karga gelip vişne fidânı üzere Gaga çaldı yemişe âdet ü şânı üzere Dedi ol yavru safâ geldin amân Bülbül Ağa Cânım ister yediğinden sadaka eyle bana Var oruç tut aç iken kendimi alçak tutamam Çık fidân üzere çekirdek vereyim kim yutamam Bâri sor akbabadan bir öğüt al kim buradan Kurtulursam alayım dâdımı zâlim buradan Karga uslu söz alıp geldi dedi güçlüğü gör Kavlidir fırtına bir pâdişehin kim gözü kör Öyle şehdir kim ona can taşıyanlar muhtâc Kimini pür-ni'am eyler kimini öldürür aç Çünkü öğrenmişsin artık adı neymiş söyle Âhımı almaz hem neyleyeyim ben böyle Ana talih denilir herkese olmaz hayrı Andan öç almağa yok çâre rızadan gayrı Arı ile Sivrisinek Hikâyesi Gördü bir bal arısın sivrisinek Dedi böyle ona fahr eyleyerek Var mı bencileyin nefs-i nefîs K'ola âzâde vü bî havf-ı re'îs Nice bir kasr saraya girerim Rûh-ı dil-berleri takbîl ederim Olurum mest-i dem-i hurd ü kelân Kâh raksân ü gehî nağme-künân Ne belâ kim çalışırsın her dem Nef’ini görmede ancak âdem Nâhl verdi ana bir şöyle cevâb K`ey eden kâr-ı bedi fazlı hesâb Vâkı'â cinsine yoktur başbuğ Geçinir her biriniz sâhib-i tuğ Lîk kâşane vü dârâta bedel Gübreliktir sana gâhîce mahal Hem bulunmazsa güzeller yanağı Bûs edersin nice murdar ayağı Bir gün ol raks ü tanînin eseri Cümleye bâ'is olur derd-i seri Lâ-cerem bir de biri hiddet eder Emdiğin kana seni diyyet eder Biz ki ya`sûba olup fermân-ber Fırkamız yek-dil olur ser-tâ-ser Nûr ü ezhâr üzerin cây ederiz Vus`umuz mertebe işler gideriz Bir kovanda yaparız şem`ü asel Zevkimizdir bu iki hüsn-i amel Mumumuz halka bütün şevk verir Balımız zâ'ikaya zevk verir Şinâsi Manzûme Mâderle peder olup bahâne Sevk etti kazâ beni cihâna Hanzâde idim velâdetimde Doğdum yine pek kalenderâne Üryâna sefîl idi vücûdum Muhtaç değilse âb-u nan'e Bir katre suda dehân açardı Me'luf idi girye vü efgâne Benzetse beni hatâ değildi Bir kimse bakıp da ârifâne Zencirde inleyen esîrin Koynundaki tıfl nâ-tuvâne Fıtrata tasavi-i zuhûru Bu hal ile hâlık-ı yegâne Etfâlde gösterip dururken Bin hüccet ile cihâniyâne Bilmem ne sebeple vardı dâ'im Gûşumda şu hatifi terâne Yüksel! Ki yerin bu yer değildir Dünyaya geliş hüner değildir. Geldi beden-i za'îfe kuvvet Oldu yürümek de başka âdet Yerlerde sürünme vakti geçti Doğruldu semâya doğru kâmet Mahvoldu beşik bebek salıncak Eğlenceye zevke geldi nevbet Yanımdaki dâyeler ederdi Her hâlime ayrı ayrı dikkat Amma yine kendi âlemimde Mahsus idi kendime hükûmet Rü'yâ gibi geçse de çocukluk Birdir göze hâb ile hakîkat Hâlâ zamana tâlibim ben Döndürmeye ömrü olsa kudret Etrafımı seyreder sanırdım İnsanı melek cihânı cennet Derdi yine muttasıl başımda Amma ki hatîf-i hidâyet Yüksel! Ki boyun kadar kalırsın Sa'y eyle ki bî-hüner kalırsın Geldi dem-i rağbet-i ma'ârif Oldum nice fenne ben de vâkıf Her 'ilme ki sarf-ı dikkat ettim Bir müşküle olmadım müsâdif Herhangi kitabı ders edinsem Gûyâ ben idim ana mü'ellif İdrâkime sa'yim oldu yâver Tahkîkime hâfızam mürâdif Bir bahsi unutmadım cihanda Bir âsi ile düşmedim muhâlif Eylerdi fuhûle her kelâmım Ta'yin-i makâsıd mevâkıf İrfân-ı ezel mesâ'ilinde Fikrimdi yine bana mu'arrif Tahkîk-ı sıfât-ı hâlık ettim Esrârına olmadımsa ârif Durmaz yine i'tilâ-yı câha Bu beyt ile sevk ederdi hâtif Yüksel! Hünerinle kâni' olma İhsân-ı Hüdâya mâni' olma Hân oldu Kırım'a bir birâder Çekti beni tahtına berâber Oldu heves-i şebâb metrûk Geldi yerine umûrı kişver Olmuştu mukalledim cihanda Adl-i Ömeri atâ-yı Ca'fer Azmetmiş idim kalem-revimde Terk etmemeye harâb bir yer Bir re'yime bulamadım mu'ârız Bir emrimi görmedim muhakkâr Devrimde ib'âdı kibriyânın Dil-sîr-i sürûr idi serâser Herkesteki hande-i neşâtın Aksiyle açardı dilde güller Hükmünde sefâ süren ra'iyyet Evsâfımı vira ederdi yer yer Amma ki yine ederdi hâtif Gönlüm bu 'itâb ile mükedder Yüksel! Ki cihân sefil ü dûndur Rağbet ana âdeta cünûndur Harb açtı 'adûya âl-i Osman Merdim diyene göründü meydân Evrenk-i şehâmetimden ettim At sırtına nakl-i merkez-i şân Tîr olmuş idi elimde nîze Benzerdi kemâna seyf-i bürran Meydana girince zannederdim Her berk-i belâyı verd-i handân Yanımda kazâ dururdu dâ'im Başımda ecel dönerdi her an Top olsa atılsa bağrıma arz Olmazdı gönül yine hirasân Can korkusuna değer mi bir 'ömr Bâki mi olur cihanda insan Gösterdiğin iktidâr necdet Etmişti bütün cihânı hayrân Hayfâ ki yine sadâ-yı gaybi Bir böyle me'âl ederdi ityân Yüksel! Ki bunun da fevki vardır İnsanlığın ayrı zevki vardır Bahtım ne siyah imiş ki bilmem Hâlimle değişti hâl-i âlem Bir arsa-i gîr dâra düştüm Hiç mislini görmemiştir âdem Bir hizb-i kalil idi mu'înim A'dâ ise leşker-i aremrem Bir tîga bedel gelirdi bin tîr Bir ateşe karşı bin cehennem Hâlimce ecelle pençeleştim Ettim kadar 'adûya dirhem Seyfim kırılıp atım vuruldu Düştüm yere vardı göğsüme dem Ne kâra yarar sinân hançer Ne canlı gezer mu'în hem-dem Geldi dem-i zillet-i esâret Mevt özler iken dil-i mü'ellem Ağreb ki yine derdi tekrar Hâtif bu sözü bana demâdem Yüksel! Ki bu da şîve-i Hüdâdır Esrârını sorma kim hatâdır Yüksel ne demek nedir bu tahkîr Hâtif neden eyler emri tağyîr Düşmanlarıma esîr idim ben Boynumda eğerçi yoktu zencîr Maksûd ise rütbe-i şehâdet Ben hazır idim kim etti te'hîr Tâ kalbime olmadı halîde Destimdeki parça parça şimşîr Hakkın dahi i'tinâsı varmış Ef'âlini eylemekte tasvîr Dünyada da bir melek yaratmış Vermiş ana iktidâr-ı takdîr Âdil gibi bir esîr tuttu Gönlüm gibi mülkü etti teshîr Yüksel ne demek ki hâtif-i gayb Sensin bana gönlüm etti takrîr Yükselmeye kalmadı mecâlim Bul derdime varsa başka tedbîr Beneşinem vü ser pîş-i payet Ber hîzem vü can konem fedâyet Kemal Bey Sâkinâme Bezm-i safâda seyr et ol câm-ı gül-nisârı Bir lâle hey'etinde gör feyz-i nev-bahârı Açmış neşâtı gûyâ her dilde bir gülistan Etmiş safâsı peydâ her gözde âb-ı câri Tab'-ı hazîni kılmış pür-neşve-i tarâvet Koymuş acep kim gül şekline hezârı Pîrâmeninde kalmış aks-i dehân-ı hûbân Ol fassa benzemiş kim yâkut ola kenârı Behlû-yı şevke düşmüş bak şâhid-i şarâba Sarmış miyân-ı nâzın gör câm-ı şu'ledârı Gûyâ edip tabi'at tertîb-i bezm-i eflâk Âgûş-ı mâha vermiş nâhid-i işve-kârı Yâ eyleyip meşiyet te'lîf-i tab'-ı âfâk Etmiş şafakla memlû bir ahter-i nehârı Ya eyleyip temâşâ bezm-i safâda gûyâ Hûn-rîz-i tâb-ı haclet verd-i cemâl-i yâri Dökmüş tahayyüründen mevc-i safâ-yı şebnem Hayretle su kesilmiş reng-i gül bahârı Ya eyleyip tecessüm seher ile hande-i yâr Âyineden görünmüş cism-i latîf-i vârî Ya eyleyip tahaccür-i kalb-i rakîk cemşîd Hûn-ı ciğerle eyler âlemde dem-güzârı Pür-hûn ise aceb mi hâlâ derûn-ı cemşîd Almış ecel elinden câm-ı safâ medârı Bir neş'e var ki meyde mahrûmunun sezâdır Âh etse tâ kıyâmet her sebze-i mezarı Ol mey ki eyleyince tertîb-i bezm-i fıtrat Hamhâne-i ademde sâkî-i feyz-i bârî Peymâne şeklin almış rindân için neşâtı Tâca temessül etmiş şâhân için humârı Rûh ile ittihâdı bir rütbedir ki bilmez Me'lûf-ı can-pezîri mecbûr-ı can nisârı Dilden sâ'il olmuş engürden mi peydâ Gözden mi sâ'il olmuş peymâneden mi cârî? Elmas içinde yâkut envâr içinde gonca Cevherde âb-ı cârî Mina'da rû-ı sârî Gûyâ ki hûşe-i zer-pestân-ı Meryem olmuş Kim ruhdur serâser âb-ı safâ medârı Etmiş acep acep kim nev'-i nebâtı zî-rûh Bilmezdi böyle hakkâ dil tab'-ı rüzgârı Re'yin tuttu rindâ ehl-i tenâsühün ger Derdim ki: Rûh-ı cemdir olmuş nebâta sârî Ayb etme rûh dersem gör feyz-i inbisâtın İhyâ eden odur hep rindân-ı dil-fikârı Can dersem hûna çok mu gördükçe ehl-i hikmet Bu renk içinde zâhir ol feyz-i gird-i kârı Rengîn perdelerde tutsa nola makâmın Kim ser be ser tarbdır cism-i sefâ medârı Sâkîsi hızr-ı irfân bezm-i behişt-i ma'nâ Mînâsı cevher-i câh mecrâsı feyz-i bârî Dîvân-ı hamdan eyler tarh-ı nişâne hâlâ Meyhânenin nizâmı peymânenin vakârı Bâğ-ı iremden eyler arz-ı numûne gûyâ Sahbâ-yı lâle reng-i mînâ-yı jâle-dârı Meyhâne gülistandır peymâne gül-feşândır Sâkî nihâl-i şûhu matrab-ı hezâr-zârı Bir gülistan ki etmiş feyz-i nesîm-i kudret Hem nüzhet-i zemistân hem duha-i bahârı Mutrib kıyâfetinde olmuş bâğa bülbül çeşm-i gül-behiştin reng-i hicâb ârî Sâkî letâfetinde olmuş hâka bir şâh Fevvâre-i hayâlin âb-ı safâ nisârı Sâkî mürüvvet eyle yok mu şarâb-ı nâbın Olmaz mı def'a fırsat endûh-ı rüzgârı? Ben telhkâm-ı aşkım mest-i müdâm-ı aşkım Mahmûr-ı câm-ı aşkım mahrûm-ı hûşyârî Gönüllemektir ehl-i aşkın merd ü fânihâdı Tab'ımdır ehl-i derdin şâh-ı safâ şa'bârı Te'sîr-i bahtım etti devrân çerhi varun Kıldım i'âde ahd-i cemşîd-i kâmkârı Pek teşne-i safâyım ol rütbe kim görülmez Bezm-i muhabbetimde âsâr-ı bî-karârı Arzın hevâya çıksa erkân-ı bî-sebâtı Çerhin zemîne geçse bünyân-ı istivârı Her katre hûn cismim bir mevc-i bâde-i aşk Her zerre dâğ-ı sînem bir câm-ı feyz-i bârî Ol rütbe-i gark mıdır kim mûy mûy cismim Olmuş neşât-ı elemden kilk-i beyâna sârî Her satır nazmım olmuş bir mevc-i bâda mânend Kim noktalarla bulmuş zînet habâb-vârî Verdim müdâd-ı meyle bir dilrubâya sûret Hep şevk neş'e cismi hep renk fer-'izâr Ettim bu nazm-ı terde rûh-ı neşâtı tasvîr Mest eylesin safâsı behzâdiyet-nigârı Sâf latîf ü nâzik elfâfı câm-ı mânend Bikr ü ferc rengîn ma'nîsi bâda vârî Dönsün misâl-i sâgar bezminde ehl-i tab'ın İrfânımın cihanda kalsın bu yâdigârı Sahbâya fâ'ik oldu bu yâdigâr rengîn Pür neş'e-i safâdır ammâ ki yok humârı Bu nazm-ı terle ettim bî-câm dehri sermest Ma'dûm olursa lâyık cemşîdin iştihârı yeter kelâmın olsa ne rütbe-i mu'ciz İlzâm mümkün olmaz hasâd-ı nâ-bikârı Hiç etme fevt-i fırsat nûş-ı şarâb nâb et Âlem bahâr-ı fânî ömr ise cûd-ı cârî! Mustafa Reşid Vâveylâ* * Sa'âdetli Kemal Beyefendinin lerinindir. Feminin rengi aksedip tenine Yeni açmış güle misâl olmuş İn'itâfile bak ne âl olmuş Serv-i sîmîn sakalı gerdenine Bu letâfetle ol nihâl-i revân Giriyor göz yumunca rü'yâma Bu tasavvur dokundu sevdâma Ah böyle gezer mi hiç cânân Gül değil arkasında kanlı kefen Sen misin sen misin ey garib vatan Vâveylâ Bu güzellikte hiç bu çağında Yakışır mıydı boynuna kefen Cisminin her mesâmı yâre iken Tuttun evladını kucağında Sen gidersen bizi kalır sanma Şühedân oldu mevt ile handân Sağ kalanlar durur mu hiç giryân Tende yaştan ziyâdedir al kan Söyleyen söylesin sen aldanma Sen gidersen bütün helâk oluruz Koynuna can atar da hâk oluruz Vâveylâ Git vatan Ka'be'de siyaha bürün! Bir kolun Ravza-i Nebî'ye uzat Birini Kerbelâ'da Meşhed'e at Kâ'inâtta hey'etinle görün Bu temâşâya Hak da aşık olur Göze bir âlem eyliyor izhâr Ki cihanda büyük letâfeti var letâfet olunsa ger inkâr Mezhebimce demek muvâfık olur Aç vatan göğsünü ilâhına aç! Şühedânı çıkar da ortaya saç! Vâveylâ De ki Yâ Rab bu Hüseyn'indir Su mübarek Habîb-i zî-şânın Su kefensiz yatan şehidânın Kimi Bedr'in kimi Huneyn'indir Tazelensin mi kanlı yâreleri Mey dökülsün mü kabr-i eshâba Yakışır mı sanem bu mihrâba Haç mı konsun bedel şu mîzâba Dininin kalmasın mı bir eseri Âdem evlâdı bir takım câni Senden alsın mı sâr-ı şeytânî Mustafa Reşit İlâhî Kâ’inâtı yaradan Hazret-i Hak ‘azze ve cell Kim anın vahdetidir mebde’-i feyyâz-ı ezel Pâdişâhânın odur pâdişeh-i lem-yezeli Saltanat sürmededir kendiliğinden ezelî Devlet-i hâssı bekâ üzre olunmuş bünyâd Öyle devlet ki anın hükmüne olmuş münkâd Zât-ı a’lâsı vücûd ü ‘ademin sâhibidir Ehl-i enfâsa hayât ü ecelin vâhibidir Zulemâtın arasından çıkarır nûr-ı latîf Dahi envârın içinde yaratır zıll-ı kesîf Feyz-i lutfu dil-i sâfa erişir eyler eser Cism-i şeffâfın içinden nitekim nûr geçer Tehlîl Cenâb-ı Kibriyâ el-hak sezâvâr-ı ibârettir İbâdet ona zikr fikr hâlisten ibârettir Garaz bundan i'tirâf zât-ı vahdettir Ne havf nâr-ı duzahtır ne şevk zevk cennettir Şinâsi merhûm Âlem hayâl-hâne-i hikmet-feşânedir Kevn ü fesâd şîve-i hükm-i zamânedir Hestî vü nistî-i cihân hep bahânedir Mecmû’a-ı dü-kevn serâser fesânedir Bu kâr-gâh-ı sun’ aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir Konmuş bu çarsûya bir âyine-i hayât Sûret-ver olmuş anda temâsil-i kâ'inât Tutmuş cihânı pertev-i meşkût- vahd-i zât Cevher-i kadîm vü reng-i tesâvir-i bî-sebât Bu kâr-gâh-ı sun’ aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir İtmiş vücûd-ı muhtelifât ile imtizâc Her sûreti kabûl eder âyine-i mizâc İllet ilaca lâzımeden illete ilâc Her şeyde âşikâr müselsel bu ihtiyâç Bu kâr-gâh-ı sun’ aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir Devrân ki sad-hezâr cemi eyleyip zebûn Kılmış nice piyâle-i ser-şârı ser-nigûn Olur yine bu bezme aceb arzu-füzûn Bundan ziyâde akla göre olamaz cünûn Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir. Mîzân-ı Hak'ta bu dahi bir özge mu'addelet Menfûr olur hünerver ü cehâl mültefet Mağlûb-ı zümre-i cühelâ ehl-i ma'rifet Pâmâldir kemâl ü hüner hâr has saffet Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir. Sa'y eyle keşfe mukanna'a-i râz-ı mübhemi Anla nedir hayriye-i eczâ-yı âlemi İdrâk eyle cevher-i nefs-i mukaddemi Fehm et mi'el-i nüsha-i kübrâ-yı âdemi Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir. Âsâr-ı zâhir olmadadır gerçi nîk ü bed Birdir bakılsa çeşm-i hakîkatle k'elbed Olsa füzûn ne mertebe ta'dâdda aded Her bir adedde yite celî ma'ni-i ehad Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir. Geh cenk ü kâh sulh gehî hub geh nifâk Geh fark ihtilâf gehî cem' ittifâk İdbâr için te'essüf ü ikbâle iştiyâk Bir ömr-i yek du rûze için cümle bu meşâk Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir. Sath-ı zemîn ü künküre-i âsumân nedir? Fasl-ı bahâr vasf-ı şitâ vü hazân nedir? Âsâr-ı dil-şikâri-i nev-civân nevân? Şevk-i şârâb sûziş-i nây kemân nedir? Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir. Bir muktezâ-yı şîve-i ahkâm-ı rûzgâr Her nev' ü cins bir ceeyân üzre bî-karâr Mebde'-i ziyâ ayân mi'âd ise âşikâr Yokdur dirîğ gelmede gitmekde ihtiyâr Bu kârgâh-ı sun' aceb dershânedir Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir. Ziyâ Paşa Güller güler figânla geçer ömr-i andelîb Bîmâr ihtizârda ücret diler tabîb. Mânend-i lâşe nâ’ş-ı tüvanger zelîl ü hâr Kerkes misâl vâris ü gassâl nâ-şekîb. Bâlîn-i nâza hâce-i şehr eyler ittikâ Hâk-i mezellet üzre yatır aç bir garîb. Pertev-fürûz-ı bezm-i tarab şem-i hande-rîz Pervâne-i şikeste-per üftâde-i lehîb. Sûm ü basal çü nergis ü lâle güşâde-leb Mahbûs künc-i mahfaza-i tengnâda tîb. Bister-nevâz-ı izz ü safâ ahmak-ı hasîs Külhan-nişîn-i züll ü hevân âkıl-i hasîb. Geh devlet-i cihândan eder cehl behre-yâb Geh lokma-i işâdan eder akl bî-nasîb. Makbûl-i bezm-i sohbet olur müfsid-i leîm Menfûr-ı tab’-ı âlem olur nâsih-i musîb. Gâhî muhakkar-ı cühelâ şâir-i beliğ Gâhî musahhar-ı humakâ fâzıl-ı edîb. Bir âcizin maîşeti noksan-pezîr olur Bir zâlimin umûru eder kesb-i fer ü zîb. Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl. Kezâ Eyler sabâh şâmı vü leyli nehâr eder Sayfı kılar şitâ vü hazânı bahâr eder. Nez’-i hayât-ı hayy eder emvâta cân verir Eyler gubârı âdem ü cismi gubâr eder. Cism-i Halîl’e nârı eder nûr kudreti Nûru Kelîm’e hikmeti hem-reng-i nâr eder. Leylî-i hüsnü çeşmine Şîrîn edip müdâm Ferhâd’ı derd-i aşk ile Mecnûn zâr eder. Demlerce bir tama’la kılar kalbi bî-huzûr Yıllarca bir emelle dili bî-karâr eder. Bir mülkü harîs-i bî-sitemkâr için yıkar Bir kavmi bir münâfık ile târumâr eder. Bir cismi izz ü nâz ile sâd-sâl besleyip Encâm-ı kâr pençe-i merge şikâr eder. Yüz yılda bir vücûdu kılıp genc-i ma’rifet Âhir yerin nişîmen-i hâk-i mezâr eder. Ârif odur ki mu’terif-i acz olup Ziyâ Bu hâdisât-ı câriyeden i’tibâr eder. Mülkünde hakk-ı tasarruf eder keyfe mâ yeşâ İsterse kevni yok eder isterse var eder. Subhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl Subhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl. Kezâ Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan Başın alamaz bir dahi bârân-ı belâdan Âsûde olam dersen eger gelme cihâne Meydâne düşen kurtulamaz seng-i kazâdan Sâbit-kadem ol merkez-i me'mûn-ı rızâda Vâreste olup dâire-i havf recâdan Dursun kef-i hükmünde terâzû-yı adâlet Havfın var ise mahkeme-i rûz-ı cezâdan Her kim ki arar bûy-ı vefâ tab'-ı beşerde Benzer ana kim devlet umar zıll-i hümâdan Bî baht olanın bağına bir katresi düşmez Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan Her âkile bir dert bu âlemde mukarrer Râhat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan Hall etmediler bu lûgazın sırrını kimse Bin kâfile geçti hükemâdan fudelâdan Kıl san'at-ı üstâd'ı tahayyürle temâşâ Dem urma eger ârif isen çün ü çerâdan İdrâk-î me'âlî bu küçük akla gerekmez Zîrâ bu terâzû kadar sıkleti çekmez. Kezâ Dehrin ne safâ var acabâ sîm ü zerinde İnsân bırakır hepsini hîn-i seferinde Bir reng-i vefâ var mı nazar kıl şu sipihrin Ne leyl ü nehârında ne şems ü kamerinde Seyr etdi havâ üzre denür taht-ı Süleymân Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde Hür olmak ister isen olma cihânın Zevkinde safâsında gamında kederinde Cânân gide rindân dağıla mey ola rîzân Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde Hayr umma eger sadr-ı cihân olsa da bi'l-farz Her kim ki hasâset ola ırk güherinde Yıldız arayup gökde nice turfa müneccim Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde Anlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde Ben her ne kadar gördüm ise ba'zı mazarrât Sâbit-kademim yine bu re'yin üzerinde İnsâna sadâkat yakışır görse de ikrâh Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh. Kezâ Bir 'abd-i Habeş dehre olur baht ile sultân Dahhâk’in eden mülkünü bir Gâve perişan İkbâline idbârına bel bağlama dehrin Bir dâirede devr edemez çenber-i devrân Zâlim yine bir zulme giriftar olur âhir Elbette olur ev yıkanın hanesi vîrân Ekser görülür çünki ceza cins-i amelden Encamda inenden olur rahne-i sûhân Tezkîr olunur la’n ile Haccâc ile Cengiz Tebcil edilir Nûşirevân ile Süleyman Kâbil midir elfâz ile tağyîr-i hakikat Mümkin mi ki tefrik oluna küfr ile îmân Bir hâkden inşâ olunur deyr ile mescîd Birdir nazar-ı Hak’da mecûs ile müselmân Her derdin olur çâresi her inleyen ölmez Her mihnete bir âhir olur her gama pâyân Geh çâk olunur dâmen-i pâkîze-i ismet Geh iffet eder âdem-i ârâyiş-i zindân Sabr et siteme ister isen hüsm-i mükâfat Fikr eyle ne zulm eylediler Yûsuf’a ihvân Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ Ta’llahi le-kad âsereka’llâhü aleynâ Kezâ Gelmedi hâbına vasla edip nâz bana Neler etti neler ol gamzesi gammâ bana Şeb-i hicrânda nûş-ı mey olup mâye-i gam Olmadı gitti sürâhî dahi demsâz bana Saklarım gonca gibi sînede dâğ-ı aşkı Andelîbin olamaz nâlesi hemrâz bana Gül'izârân-ı Stanbul bırakılmaz ammâ Oluyor yâd-ı vatan şehper-i pervâz bana Geceler azm-i reh-i yâr ederdim Cevdet Şu'le-i âhım eğer olmasa gammâz bana Cevdet Paşa Gazel-i Mülemma' şehsüvâra ki ser-tâc ola bu Avrupa saç Sez be gird eger ez diyâr- Mısr harâc mehlikâya bütün halk müşteri ammâ Ki az metâ' vü sâliş hemi sitând bâc Ciğerde tîğ-i nigâhın ne yaralar açtı Diğer be tîğ keşîden tu nîstî muhtâc Nigâhın etse ne gam şerha şerha sînemizi Dehd mukarrah la'lete be zahm-ı gamze ilâc Hevâ-yı zülfüdür aksâ-yı arzû Cevdet Sevâd-ı turre nümâyed merâ şeb-i mi'râc Kezâ Bir gazelden Bir beyit Ger ye's-i humarın verecek ise sonunda Evvelce şikest olsun peymâne-i ümîd Gazel Zannetme hemen çehre-i zser-i demde eser var Hicrân eleminden dil-i zârımda neler var Ey bâd-ı sabâ uğramaz oldun bu diyara Gel söyle Stanbul tarafından ne haber var Var hâl-i perişânımı arz eyle yâre Zîrâ taraftan ne gelir var ne gider var Takrîr edemem sûz-ı dil ü derd-i derûnum Söyletme beni hâtır-ı zârımda keder var Yok hâlimi arz eylemeye tâb tuvânım Cevdet ser-i şûrumda bu dem derd-i sefer var Kezâ Bursa'da iken müsteşar Sadr-ı Âlî Fu'ad Efendi ile Bi'l-iştirâk Bunarbaşı nâm mesîrede söylenmiş olan gazeldir Dîde fevâre dil-zâr suyun başıdır Bu teferrücde akan gözlerimin yaşıdır Sîm-bâzların akdıkça gümüş suyunda Gözlerim sanki Burusada Bunarbaşıdır Der dükkançe-i vaslında kumaşçı peçenin Pister-i rahat âşık eşiği taşıdır Kaplıca suyu gibi âteş-i seyyâle-i eşk Aşıkın bak eser âh şerer-i pâşıdır Ulu Camideki mihrâbı ne yapsın âşık Kıble-i vahdet ona yârin iki kaşıdır Reh-i nâ-refte Burusada açıp gülün Fu'âd Bendesi Cevdet onun pîru vü yoldaşıdır Tahmîs-i Gazel Şeyhu'l-İslâm Ârif Hikmet Bey Ciğerde gerçi zahm-ı çeşm hun aşâ mı kalmıştır mest nahvetine hüsnünün encâmı kalmıştır Melahat bezminin mahmurluk hengâmı kalmıştır Nigâh-ı mestinin ne tâb ne ârâmı kalmıştır Tenakkul etmeye işkeste bir bâdâ mı kalmıştır rütbe derd-i ser çektim bu bezm-i rezm-i âlemden Ki gönlüm ürker oldu şimdi ism ü resm-i âlemden Safâ meslûb olmuş bezm-i keremâ kerem-i âlemden Besât-i neş'e-i cem tay olunmuş bezm-i âlemden Hemân bu kubbe içre bir tanîn câmı kalmıştır Vücûd ehl-i cûdu güzellik merak etse de imhâ Mübârek dâstâfı âlemi eyler yine ihyâ Nice ehl-i kerem geçmiş ki nâmı söylenir hâlâ Ecel tay eylemiş tomar-ı ömr hâtemi ammâ Eyâdi-i cihânda defter-i in'âmı kalmıştır Teneffüs kûşesi yokdur bu beyt-i târ-ı dünyânın Tahassür-i rûz nedir rahnesi divâr-ı dünyânın Pes pîşin gözet altında kalma bâr-ı dünyânın Deru vü divarı gitmiş köhne resm-dâr-ı dünyânın Felâket-rîz ü mâ'il bir müzahraf bâmı kalmıştır Sakın ikbâline aldanma olma hüznden hâlî Cihânın bir karâr üzre gider mi hiç bir hâl Humarı neş'siz idbârı ikbâlin olur tâlî Nice zû nahvetin esb-i serî'u's-seyr ikbâli Tarîk-i gam refîk-i câhda encâmı kalmıştır Beni giryân eden zannetme bir beyhûde hülyâdır Sirişk-i çeşmime bâ'is ne hülyâdır ne rü'yâdır Çemende olsa da dil çağlar cây-ı temâşâdır Mücâzât-ı sirişkim cûy ile zannetme bî-hâdır Hayâlimde şûhun kadîm endâmı kalmıştır Yemiş ol gelenler nahl-i nazmın meyve vü bârın Mecâzi-i hayâlin çiğnemişler hep çemenzârın Dürüp düşürmüş eslâf hükm-i pîrâ bütün vârın Mukaddem çîre destân çîde atmış bahta esmârın Mezâmînin riyâz-ı ma'rifette hâmî kalmıştır Dil-i Cevdet şârâb-ı nâb ile zevk safâ bulmaz Çemende olsa da bülbül gibi giryân olur gülmez Kadeh lebrîz-i sahbâ olsa da dil şevkle dolmaz Gönül hikmet kadeh peymâ-yı ümîd neşât olmaz Bu bezm-i gamfezâda neş'e-ver sahbâ mı kalmıştır Tanzîr-i Gazel Arif Hikmet Bey Geçip göçmüşse de ehl-i safânın nâmı kalmıştır Çemende yâdigârı olmak üzre câmı kalmıştır Nigâhî mest ammâ neş'e-i hüsnü geçip şimdi Melahat bezminin ancak acı bâdâmı kalmıştır Cihanda ferş-i himmet tay olunmuştur fakat halkın Dilinde hâtemin efsânede in'âmı kalmıştır Safâsı kalmamış bu saydgâh-ı âlmein ancak Hevâ-yı câh nâmında kuru bir damı kalmıştır Esîr-i fırsat olma kim nice bâlâ-rû ikbâl Uçup hayli pür nahvet ile encâmı kalmıştır Gümüş servi temâşâ etsin ol meh bahr-i eşkimde Gözümde çün hayâl-i kadd-i sîm endâmı kalmıştır Ne Cem kaldı ne câmı neş'esi var bezm-i âlemde Fakat sâkîlerin resmîce bir ibrâmı kalmıştır Yemiş içmiş selef bezm-i sühandan şimdi ahlâfa Tenakkul etmeye ismâr-ı nazmın hâmı kalmıştır Benim nazmımda yok evvelki Cevdet tab'ımın ancak Reh-i hikmette pûyân olmaya ikdâmı kalmıştır fahr-i câh fetvâ-yı Arif Hikmet şinâs-ı asr Ki medhin etmedin bir ferd-i müstesnâ mı kalmıştır Hüner-mendân-ı eslâfı geçip nazm ile inşâda Yanında sâ'ib ü vassâfın ancak nâmı kalmıştır Kezâ Gazel Anılsın yâr ile hem-pây-ı seyrân olduğum yerler lûtf ettikçe ben mahsûd-ı yârân olduğum yerler Tüter dâim gözümde haşre dek hulyâmdan çıkmaz şûhun âteş-i rûyîle sûzân olduğum yerler Akıp cûlar gibi çağlar sirişkim yâda geldikçe Gezip ol serv-kaamet ile handân olduğum yerler Bana sünbül gerekmez hâtıra geldikçe ey gül-rû Senin sevdây-ı zülfünde perîşân olduğum yerler Tecellî-hâne-i hulyâda kaldı cevdetâ ancak Bakıp mir'at-ı ruhsârına hayrân olduğum yerler Kezâ Anılsın yâr elinden câm-ı mey nûş ettiğim demler Neşât-ı vasl ile dehri ferâmûş ettiğim demler Anılsın bâri şimdi bezm-i yârân-ı sitanbul'da Boğaziçi'nde mevc-i mey gibi cûş ettiğim demler Bana zindân olur mısr'ın sarâyı yâda geldikçe yûsuf-hüsnü hasretle der-âgûş ettiğim demler Aceb gülşende olsun hâtır-ı ahbâba gelmez mi Hezârı âh feryâdımla hâmûş ettiğim demler Tararken turresin yâdına gelsin bâri cânânın sevdâ ile kendim hâne ber-dûş ettiğim demler Meğer sermâye-i şâdî imiş kûy-i dilârâda Sirişkim nakdini hâk ile mağşûş ettiğim demler Sirişk-i elemi gör bâri zâlim yâdına gelsin Senin şevk-i lebinle hûn-ı dil nûş ettiğim demler Gelince yâda Cevdet ağlarım sadr-ı keremkârın Der-i lûtfunda ekdârı ferâmûş ettiğim demler Tahmîs-i Mutarraf Lugazil Süleyman Fehim Efendi Cünûn-ı aşk ile âvâre olmuş sâde levhânız Ki ser-bahs-i hikmetten geçen âzâde rindânız Heyûlâ-yı hevesten dûr olan bir cevhre-i cânız Ezel nûş eyledik câm-ı sitem âmiz dâsdârı Ciğer kanıyla kâi' olmuşuz şimdi şefk-i vârî Şeb-i hayrette her dem hûn-ı eşk-i çeşmimiz cârî Bizi hüşyâr eder sanma bu câm-ı çerhin edvârı Sabâh-ı haşre dek bî-hûd olan mestâneler nidânız Bize sensiz per-i pervânedir bâlîn râhat âh Düşürdi pister-i derde bize bu sûz-ı hasret âh Gönül tâb tef-i hicrinle oldu pür harâret âh Bize beytü'l-hazandır gayrı fânûs-ı selâmet âh Şeb-i tâın firkatde serâpâ şem'-i sûzândır Çıkar dûd-ı tahssür sûz-ı aşkınla sırr-ı dilden Aceb mi başımızda yansa âteş-i ahker dilden Dimâğ-ı âsûde-i ûd safâya mücmer dilden Kavgîr oldı nâle şîşe-i rûşen-ter dilden Çeküb âh firâkın her nefes nârinile nûşânız Bize arz-ı cemâl etmez mi Belkıs-ı emel âhir Gönül kâşânesinde şân-ı haşmet-vâyemiz zâhir Safâmız var sabâ-yı dilde feyz-i uzlete dâ'ir Hevâ-yı câh cümle Cevdet âsâ olmayız fâhir Fehimâ Hanım dâğ-ı muhabbetle Süleymânız Hayâl-i yâr ile cism-i nizâdım oldu hayâl Bana visâli ise ol şehin hayâl-i muhâl Bugün yarın deyu ümidvâr olub kaldık Kibâr va'desine döndü gitti va'd-i visâl Cevdet Paşa Tahmîs-i Gazel Reşid Paşa Cism-i elfâza revân bahş-edâdır hâmem Mehd-i hülyâya su rızâ-yı safâdır hâmem Derd-i eşkâl ma'ânîye devâdır hâmem Hasta-i nâtıkaya ruh-fezâdır hâmem Zât-ı İsâ gibi i'câz-nümâdır hâmem Nakşına şişe hayâlât-ı zarâfet teşne Nokta vü hattına her sâhib-i hikmet teşne Katre-i reşhasına ehl-i belâgat teşne Reşha-i feyzine erbâb-ı fesâhat teşne Gûyiyâ çeşmime ilhâm-ı Hüdâdır teşne Sa'yi meşkûr ola kim itdi yüce âdab Merve-i kalbi safâ-yı rakmile sîrâb Reşhânı hürrem-i câna verip âb tâb Oldu icrâ-yı sühan etme ki zerrîn mîzâb Ka'be-i ma'nâya asılsa sezâdır hâmem Sanma kim yazdığı nazmın ne serv ne beni var Mülhemiyet gibi başında hümâ efseri var Çerh-i i'câza kadar uçmağa bâl ü peri var Ser-i şâhenşeh endîşeye konsa yeri var Evc-i a'lâ-yı ma'ârifde hümâdır Gezerek münhec-i bârin hayâli her bâr Tutarım tûr-ı tecellî-i ma'ânîde karâr Her sözüm sihr-i helâl olduğu çünkim derkâr Bî-muhâbâra nâm-ı refteye gitsem de ne var Kahr-ı hasm eylemege elde asâdır hâmem Feyz-i nîl sünhuna nasb ile mikyâs-ı cedîd Eyledi râh-ı mecrâ-i hayâli tecdîd Lezzet-i şîr ü şeker nazm ile nesrimde bedîd Nîşger mi acabâ Mısr ma'ânîde reşîd Bak halâvetde tab'-ı beliğğâdır hâmem Hazreti âsıf-ı Âlî himem ü cem-i haslet Buyurub şi're tenezzül Felâtûn-ı fikret Eylemiş bu gazelin nazmında çünkim himmet Tarz-ı tahmîsi vesîle ederek ey Cevdet Menkabet-i Hân-ı Reşîdü'l-vüzerâdır hâmem Kezâ Gazel Eden vuslât deminde fikr-i hicrân ağlasın gülsün Dökenler eşk-i şâdî böyle her an ağlasın gülsün Gelüb bezme yine bin nâz ile âgûşa gelmezsin Bu hâle sâkıya şem’i şebistân ağlasın gülsün Gül-i ömrün hazânı kesret üzre hande etmektir Gülüp güller açıldıkça hezârân ağlasın gülsün Hadeng-i gamzen ile cânı vermek câna minnettir Bu şîrin merk ile rûh-ı şehidân ağlasın gülsün Lebi can tazeler bîmar çeşm-i can alur Cevdet şûha dil-veren dilhasta her an ağlasın gülsün. Gazel Örterse yüz bulup rh-ı tâbânı mû be mû Aç ey sabâ turre-i cânânı mû be mû Ey şâne kîl kâl ile kırmadan varub Şerh eyle yâre hâl-i perişânı mû be mû Kıldan seçilmez ince beli ince fikr ile Seyr et mumyân-ı hırâmânı mû be mû Dîvân-ı hüsne bâri sen ey hatt-ı nev çıkub Arz et seyyahnâme-i hicrânı mû be mû Bilmem ki zülf-i yâre mi Cevdet dokunmuşuz Sormaz şûh bu dil-i nâlânı mû be mû Dikkatle yarsa tîğ-i zebân kırka bir kılı Vasf edemezdi hikmet-i devrânı mû be mû Müfti el-enâm ehl-i ma'ârif ki her sözü Teşrîh eder dekâyık-ı irfânı mû be mû Kezâ Gazel Gâlip gelip hazan şitâsı bahârına Devrin safâ-yı neş'esi değmez humârına Gülçin bûse olunmaya her nev-heves deyu Hatt-ı hudûd çekti riyâz-ı izârından Gülberg-i ârızındaki reyhânî hattını Yazdım hikâye yollu gülistân kenârına Uymaz zamâne kimseye hakkıyla çâresiz Lâkayd olub da gitmeli âdem yârine Lafz vefâyı yazsa da bilmez mi'elini Kimse güvenmesin bu zamâne kibarına Yârin vefâsı yok dil-i ağyâr gine cû Cevdet azîmet etmeli uzlet diyârına Ey bâd-ı subh söyle dilin yâre hâlini Şerh et niyaznâme-i hasret mi'elini Uğrar isen Stanbula lutf eyle ey sabâ Ol yâre sor unuttu mu va'd-i visâlini Kezâ Tazmin Es-sehv-i özr aleyhi'n-nâsi mecbûl Ve'l-'özri inde kirâmü'n-nâsi makbûl Müfred Hûbân-ı bî-vefâ gibi dehr-i desîse-bâz Nâz ehline niyâz eder ehl-i niyâza nâz Kıt'a Bezm-i meyde kusûra bakma sakın Âlem-i âb başka âlemdir Mey-i ikbâli hazm eden ammâ Meşrebimce hakîkat âdemidir Kezâ Mısrâ' Şâne-i zülf-i sühandır i'tirâz Kezâ Bî-vücûdum çün nigâh ammâ yerim var dîde Sâye-i baht-ı siyâh altında buldum rif'atimi Kezâ Gazel Yine ol şehsüvâr-ı nâz perçîn-i çebîn olmuş Nigâh-ı dîdesi hançer be-dest hışm kîn olmuş Savul ey dil yolundan câna kasdı var gibi yârin Ki tîr-i gamzesi kâkül ucunda der-kimîn olmuş da kendi gibi bir kâfire meftun mudur bilmem Bugün çâk-ı girîbân eyleyip endûh-kîn olmuş Dayanmaz tâb-ı ruhsârına nûr-ı dîde ey mehrû Anınçün çeşmimiz muhtâc-ı câm-ı durbîn olmuş Aceb kaç bin cihânı pâymâl-i nâz eder Cevdet Yine ol şehsuvârım böyle perçîn-i çebîn olmuş Kezâ Sözüne ben senin ey şûh inandım kaldım Seni insâf kerem sâhibi sandım kaldım Olmayım çâh-ı zenehdânına üftâde deyu Rişte-i kâkül-i dildâre dolandım kaldım gazâl emeli kendime râm etmek için Hayli cehd eyledim ammâ ki usandım kaldım Arz-ı hâl eylemek ister idim ammâ neydeyim Dem-i vuslatta görüp rûyun utandım kaldım Çîn-i gîsûlarını şerh ederim fikriyle Gece hülyâ ile Cevdet oyalandım kaldım Makber Ey zâ'ir-i itbâr perver Seyr et ne güzel durur şu makber! Yalnızlığı hoş-nümâ değil mi? Ya sâdeliği değil mi dilber? Gâyetle hazîn iken toprak Üstünde yakışmamış mı mermer? Nâfende biten nihâl-i gül-bîr Bak bak ne kadar latîf munzir Olmaz mı nazar ribâ-yı vicdân Nezdinde mevc uran çemenler? Vermiş ona başka bir letâfet Pîşindeki sarv-i sâye-güster Düşse bu kadar düşer muvâfık Bir zılle ziyâ-yı mihr-i enver Seyr et bunu görmedinse şâyed Mahzunluk içinde şâd-ı berîr. Söyle hele pek güzel değil mi Şu serv ü nihâl kabr yekser? Hepsinden onun güzeldi eyvâh Altında yatan zavallı duhter! Ekrem Bey Nevbahar Mukîm-i râğ ol ey gönül fuyûz-ı nev-bahârı gör Şukûfelerde mevc uran safâ-yı hüsn-i yâri gör Ne san'at eyler eşkâr hezâr nağmekârı gör Kenâr-ı havz-ı pâkde dıraht-ı sâyedârı gör Verir hayâta ihtizâz hurûş-ı cûybârı gör! Döner benefşe -gül- semen mücevherâta jâleden Verir çemende lâleler birer nişân piyâleden Şarâb-ı nehrin andırır su aks-i reng-i lâleden Dolar derûn-ı mürgzâr tarbla cûş-ı nâleden Seherde seyr-i bağa çık sabah feyz-i bârı gör! Edâ-yı dil-şikâr ile şukûfe çîn ü dem furûş Hırâm-ı işve-bâr ile dernek-bahş akl hûş Elinde gül -başında tül- kabâ-yı âl zîb-i dûş Çemende nâz ile gezen benât-meh-i izârı gör! Ser-deruhte meşt-zen-hayyâz-ı bâğa ber girîz Gussun içinde pür garyû-şukûfelerle pür sitîz Nihâl-i gülde teb-nümâ-yım çemende mû cihîz Çemen çemen zemîn gezer- zaman zaman semâ girîz Hevâperest pürhevesnesîm-i bî-karârı gör! Dilinde aşk-ı neşve-rîz -lebinde şevk-i handever Yolunda her çemen na'îm -gözünde her çiçek güher Şarâb-ı âb-ı hoş-güvâr -gıdâsı şîr ü şehd-ter Değil melâle âşinâ kelâlden de bî-haber Çoban kıyâfetindeki garip kâmkârı gör! Ekrem Bey Bu da bir şi'r-i mahzun-ı diğer Ey talebkâr-ı enfes-i"eş'âr Eyle dikkatle fevk zîre nazar Şi'rdir hep gördüğün âsâr Şi'rdir hep duyduğun sesler Rûh-perver .latîf..hüzn-âver Yerde bir kız..semâda bir ahter Her biri bir bedî'a-i diğer! Oynatıp hiss-i âşıkânesini Kavalın savtı aks eden kühsâr Dinleyip kuşların terânesini Çekilip ormana olur nâçâr Kız çoban gizli gizli girye nisâr! Bu da bir şi'r-i nâzik-i diğer Alıp âgûşa genç bir mâder Emzirirken yetimini meselâ Eyledikce melek tebessümler Akıtır mâderi sirişk-i safâ Rikkat efzâ-yı sâkinân-ı semâ Bu da bir başka levha-i ulyâ! Bu da bir şi'r-i bihter-i diğer! Gece mukammer -semâ sehâb âlûd Onun altında nurdan deryâ! Hep menâzır hafî hafî meşhûd Hep sükûn üzre nûr âb hevâ Nûr ile imtizâc edip zulmâ Hâkim olmuş mevâki'a sevdâ! Bu da bir şi'r-i eltâf-ı diğer Vastında lücce-i nûrun Bir ufak sandal -onda da iki cân Zinde zâhir melâhati hûrun İsmet aşk-ı âşıkânda ayan! Mâsivâ rûh -rûh pür reyhân Ses yok ancak sadâ-yı bûs-ı dehân! Bu da bir şi'r-i enfes-i diğer Zîb-i kürsî bir âfet-i bî-hâb Ser nâzı yed-i yemîninde Sol elindeyse bir küşâde kitâb Aşk-ı mahfî dil-i gamîninde Okunur safha-i cebîninde Görünür nazra-i hazîninde! Bu da bir şi'r-i dilber-i diğer! Cây-ı tenhâda bir hakîr mezar Bir kadınla yanandı bir ma'sûm Kadın ağlar -sabî güler oynar Ağlayan zevcedir gülen mahdûm Nev te'ehhüldü gâlibâ merhûm Zâğlar nevhager ..hevâ mağmûm! Bu da bir şi'r-i mebki-i diğer Düşer ormanda zahmnâk âhû Bakışır zâr zâr beçeleri Mâteme hissedâr olup tîhû Doldurur nâlesiyle zîr ü berî Nevha eyler nağmla kemik deri Yâd ederler mezâlim beşeri Bu da bir şi'r-i mahzûn-ı diğer! Muhtazar nûr-seyde bir şâ'ir Bin güzel söz bulup hayâlinde Yazamaz..nutka da değil kâdir! Ne hazindir onun bu hâlinde bakış çeşm-i zî-mi'elinde! gülüş rûy-ı infi'âlinde! Bu da bir şi'r-i fâni-i diğer! Bu râhengâm-ı bahr olur cûşân Benzer emvâc karlı kühsâra -Geh zülâzille dâ'imâ cunbân- Yıkılıp doğrulur diğer bâra Ser te-ser bir cesîm fevâre Geh saçar muttasıl güher-pâre! Bu da bir şi'r-i ihsân-ı diğer! Nâgehân simsiyah olur eflâk Hayretinden düşer sükûna cihân! Berklerle sehâlar sâd-çâk. Girih-âvâz-ı ra'd ile lerzân! Arkasından azîm bir tûfân! Mustarib halk nâle-ger sıbyân! Bu da bir şi'r-i müdhiş-i diğer! Arz eder her dakîka levh-i şafak Sarı mor pembe..bî-add renk! Hande-ver mu'cizât-ı Rabb-i falâk Merg-zârı kılar bülendâhenk! Her bulut bir numûne-i ertenk! Bu temâşâ da başka bir ferhenk! Bu dabir şi'r-i ulvî-i diğer! Tasvîr [*] Seyr eyle şu levh-i nâzenîni Gûyâ bürünür behişte sahrâ! Fikr et şu hayâl-i nev-zemîni Gördün mü bu yolda şi'r-i garrâ? Gûş et terâne-i hazîni Üstâd ne san'at etmiş icrâ! Nisbet bunu diğere hatâdır Mensûb-ı ileyh ona Hüdâdır. Her nakş-ı bedî' hayret endûd Bir cilvesidir Cenâb-ı Hakkın! Her şi'r-i belîğ hikmet âlûd Bir nüktesidir kitâb-ı Hakkın! Her lahn-ı latîf rikkat-efzûd Bir nağmesidir rebâb-ı Hakkın! Hep tab'a safâ veren bedâyi' Yârabbi! Sana değil mi râci'? Şânınla azîm sen ki olmuş Her zerrede mün'atif cemâin Alâm hakîm sen ki olmuş [*] Bu neşîde "Mir'at-ı Âlem" nâmındaki musavver mecmu'anın 'uncu nüshasında münderic bir resm için söylenmiştir. Resm-i mezkûr on üç on dört yaşında bir köylü kızın ve ihtimal ki bir kız çobanın -yeni doğmuş bir kuzuyu kucağında tutup sevdiğini ve kuzunun anası da müştâkâne ve hâifâne yavrusuna hasr-ı nazar ederek dehen-kûşâ-yı feryâd olduğunu irâ'e eder. Her zerrede müncelî mesâ'ilin Hallâk-ı Kerîm sen ki ki olmuş Her zerrede muntab' celâlin Nûr gele sen olmasan numâyân Zulmette kalırdı hep bu Eşyâda tenâsül ü tevâlüd Hükm-i cereyân hikmetindir Fıtratta temâyül ü teveddüd Feyz-i süryân rahmetindir Âlemde şu muttasıl teceddüd Hep sun'-ı kemâl kudretindir Sübhânın ey mü'essir gel! Sübhânın ey müdebbir ge! Mevlüd neden harîs-i mâder? Mâder ne için esîr-i nevzâd? Âyâ ne safâ bulup da duhter Olmuş kuzusuyla ansa mu'tâd? Fermân-ı muhabbete serâser Fıtrat neden oldu böyle münkâd? Yârab sana doğru fikr-i a'lâ Etmez mi bu cenneti temâşâ! Cennetten uçup semâya bir hûr Bürc-i hamle tekâbül etmiş Yâud ki düşüp zemîne bir nûr Kız sûretine temessül etmiş Bir nazlı kuzu olunca manzûr Âmizeşne temâyül etmiş Göğsünde tutup nev hayâtı Eyler şu zemînde iltifâtı: Ey körpe kuzu vefâ-güzîn ol! Kaçma kadar seni sevenden. Terk eyle tevahhuşu emîn ol Gelmez sana bir hasar benden Çık sîneden çık da dilnişîn ol Kes rağbetini biraz çemenden. Kühvâra sana kucağım olsun Bâlîn serin yanağım olsun Ey mûnis-i cân nedir bu efgân İncitti mi kollarım vücudun? Nevha güle derûnum oldu sûzân Ateşli midir senin servdin? Gönlümde melâl eder nümâyân Sâkin nazar-ı keder nümûdun Bîzâr mısın muhabbetimden Rencîde misin harâretimden? Artar halecân-ı kalb-i zârım Tuttukça seni cinânım üzre Bûs etmede kalmaz ihtiyârım Sürdükçe yüzün dehânım üzre Me! Me! Deyişin alır karârım Geldikçe bu söz lisânım üzre: Sînem ne olurdu sütle dolsa İrzâ'ına iktidârım olsa! İrzâ'ına çâre yoksa bâri Hemşîren olup seninle gezeydim Bilmem ki neden bu mihr-i sârî Bilmem ki neden bu şevk-i mülhem! Ettirmez idim enîn ü zârî Olsaydım eğer seninle hemdem Mâder fakat istemez ayırmak İster seni kendisi kayırmak. Ey mâder-i mihribân ne dersin Hiç kalmadı mı firâka tâkat? Feryâda niçin kıyâm edersin Hâlinde aman nedir haşyet? Sabret kuzunu alır gidersin Havf halecân bulur nihâyet Hep ayş safâda âdet üzre Geçsin gününüz sa'âdet üzre Kandır şu garyî şîr-nâba Gezdir derelerde şâd-kâm et Firkatle düşürme ıstırâba Âsâyiş-i bâlîn iltizâm et Emniyetin olmsaın kilâba Hıfzında onun sen ihtimâm et Lâkin bu demin sonu hazandır Encâmı düşünme ki yamandır! Ekrem Çiçek Yeni açmış şükûfe-i rağnâ Nasıl etmez zamâna istiğnâ? Sanki bir lem'a-i letâfettir Ya ki bir mevce-i tarâvettir! Lem'a ammâ ki renk renk bahâ Mevce ammâ ki hand hand safâ Nakş-ı feyz-i Hüdâ tecelli-i rûh Neşve-i rûh-bahş câm-ı sabûh Okunur cephesinde kudret-i Hak Görünür sînesinde nûr-ı şafak. Nâzik ü nâzenîn ü işve-furûş Şûh tınâze-i letâfet-pûş Nâz ile kâh ihtizâz eyler Hüsnle âfitâba nâz eyler Cezbe-i hüsnüne olup hayrân Âşıkâne sürûr eder mürgân Bûs edip destini nesîm-i seher Nefha-i lutfunu tevki' eder Bu letâfetle âh nâzik ten Belki şem etmeye kıyılmazken Çok görür de ona bu ıyşı zaman Eyler üç günde derd-nâk-ı hazân! Kırılır neş'esi sular sararır. Pertev-i ârızı söner kararır. Hem lemmûr ağzına düşen şebnem Okşamakla verir nesîm-i elem! Cismini nûr-ı âfitâb yakar Gözü hasretle hep zemîne bakar Bükülür gamla gerden-i pâki Bir aydır cismi âkıbet hâki Gerçi âlem bütü fenâya karîn İki şeydir fakat zavallı hazîn: Biri solmuş şukûfedir bâriz Ya nedir diğeri? Verem bir kız! Ekrem Hoşnişînân Nağme Bir zamanlar karargâhım idi Bedeviler gibi beyâbanlar; Buna mucib de iştibâhım idi; Nasıl imrar-ı vakt eder anlar. Belde halkında görmedin hayfa Gördüğün ünsü ehl-i vahşette! Bedevîler sukûn rahatte; Sürdüğü daima ganemle sefâ. Beledî muttasıl esir-i cefâ; İntiâş aleminde zulmetde! Biri endişeden aman bulmaz; Biri endişeye zaman bulmaz. Nağme Bildi nûş-ı zehr mihnet eder Bedevî tâze tâze şîr-i lezîz ta'ayyüş deyip cihâda gider Bunu etleri eder telzîz Medenî sarf-ı nadk edip hattâ Nefsini sâz ile hamûş eyler Bedevî külbesinde gûş eyler Nağamât-ı tuyûru bâd hevâ Bunu bir mâkire edip ağvâ Sanki çerkâb-ı zevki cûş eyler Âb-ı sîmîn içinde cilve-günân Onu da hem-seri eyd-i hayrân Nağme Bedevî hem-seriyle çifte gider; Geçirir zer' ra'î ile demini Dağ başında mu'af kayd güder Hiç düşünmez bu gussa âlemini İnkılâb havâdis-i devrân Edemez kalb-i sâfına te'sîr; Lokma-i nân heşk ile dilsîr Yeter iknâ'a bir çanak ayran Dâ'imâ pür meserret vü handân Nefsini eylemez hayâta esîr. Seyr edip ve elhâna âfâkı Bî-delâlet bulur hallâkı Nağme Ederek kubbe-i semâya nazar Tapınır kendi kendine dâ'im Ahter sâbit ziyâ göster Şem'a-i ma'bede olur kâ'im. Şeceristân cema'at-i mescîd Ki gelip nefh-i bâd ile vecde Hazreti fıtrata eder secde Hayy-ı mevcûd vâcid ü mûcid Görünür kim âbid-i sâcid Olduğu âlem-i mühîcde Bakıp etrâfına te'abbüd eder Tâ'ati muttasıl teceddüd eder. Nağme Bedevînin ibâdeti haktır da bi'l-farz olunsa bir tahkîk Hey'et-i kâinâta bakmaktır Zen hem-râzını edip terfîk Olduğuçün tabi'ata makrûn Bu ibâdet gelir ukûla sahîh Olunur hem de hepsine tercîh. Müddetin neden ola medyûn Vaz' eyle i'tiyâda gûnâgûn Ki ider ehli birbirin takbîh? Tâ'at-i hak derûna â'ittir. Ma'bed-i iktiâ zevâ'iddir Nağme Mevsim-i nev-bahâr edince hulûl Geh tebessüm nümûn olur inhâ Subh-ı tâbân gibi usul usul; Hoş-nişînân âlem-i sahrâ Geh bahar onlara gelir bayram Hâne berdûş olub azîmet için En güzel noktayı ikâmet için İhtiyâr eyleyip tutar ârâm; Sonra yekdiğere eder ikrâm Nâ'il oldukları sa'âdet için Bedevîyi semâhat-i kudret Eylemiş böyle mazhar-ı ni'met Nağme Dâmen-i âsumanda ebr-i seher Döker evrâka rîze-i elmâs Şeb hulûl eyleyince aks-i kamer Eder eşcâra sarmalar ilbâs. Gel yine döndürüp manzarayı Sanki icrâ-yı sûr eder kudret. Onu âdem kıyâs edip cennet Unutur mevt ile muhâtarayı. Cây-ı efkâr eder mi hâtırayı Bu temâşâ-yı hoş-terîn hâlet Öyle bir âlem-i safâda kişi Kayd edinmez cihân keşmekeşi. Nağme Kurb-ı vâdîde menba'-ı cûşân Aks ile dağlara verir hareket Çemen-i yâbisi eder reyyân Yine bir cûybâr pür bereket. Bir şecer üzre meyve mâl âmâl Biri üşkûfelerle renk âmîz; Dâ'ir-i mevsim eyleyip tehzîz Düşürür zîr-i pâyına derhal Onu taksîm ederler ehl ü ıyâl; Destmâl ü semât olur lebrîz. Koyulurlar muhabbete giderek Rezzâk-ı âlemi senâ ederek. Nağme Bir koyun yavrusuyla dağda meler; Ferâce yardan eder pertâb Bir bayırdan dahi iner sürüler Kâh kâh aks eder sadâ-yı kilâb Bir kadın destisiyle suya gider Erkeği baltasıyla ormana Yayı omzunda oğlu bir yana; Ötede süt sağar fakat duhtere Gösterip sonra pir âile bir Toplanırlar semât bir yana. Kayd-ı mâzî vü derd-i istikbâl Olmayınca gelir sa'âdet-i hâl. Nağme Yâd-ı bî-neş'esince ol pîrin Kah anar ömrünün güzâreşini Nev-bahârın kesip de te'sîrin Geçirince zaman nümâyişini; Berf ü bârân ile gelir sarma. Onda hem başka bir kıyâfet var kıyâfette letâfet var. Ederek câme-i sefîd ansa Âlemi der-kefen kılar gûyâ. Bunda bilmem ne sırr hikmet var? Yine gâyet latîf olur etrâf Yine etrâı setr eder eltâf! Nağme Hava ba'zen olur sükûnet-yâb; da bir seyr-i diğer ağreb. Meselâ âfitâb-ı âlem-tâb Azm-i mağrib kılınca zulmet-i şeb Çehre-i âleme çeker perde; Bir sükût-ı amîk olur peydâ Sanki hâba varır bütün eşyâ. Aks-i berf zamâna perverde Görünür vech-i leyl esmerde. sükût-ı azîmi ihyânâ Bir kavl-i nağmesi eder ihyâ. Ninni söyler tabi'ata gûyâ Nağme Külbelerde olan ocaklardan Âsumâna çıkan duman ne garip! Ne de hoş seyri var ıraklardan Giderek ber sehâb eder terkîb. Havada incimâd edip bahar Berf-i rîzân olur yavaşça yere; Sanki avdet kılar külbelere. Ötede bir sepîde ser-kühsâr Zâhir olmakla mihr-i pür envâr Kalp olur sanki ma'den-i gühere Efseri ol kadar tenevvür eder Ki beşer ol kadar tasavvur eder! Nağme Meh tenhâ rû semâ peymâ Nısf-ı şebde gehî teyakkuz eder Görerek ol burûdeti ammâ Sütre-i ebr ile tahaffuz eder Hiç görünmez zaman barışta; Başka iklime eyleyip hicret Dolaşır hem yine eder avdet Geh güzergâhını küşâyişte Bulacak olsa ol güzârişte Şeb-i târâ ne arz eder tal'at Nitekim bir esîr-i zindâne Gelir envâr fikr-i cânâne Nağme Hâneler hep hasîr ile mahsûr; Birbirinden uzak fakat arası. Berf ile ol hasîr ise mestûr Dilber olmaz mı şekl manzarası? Berfi de aks-i mâh eder tezyîn Her taraf sîm ile tecessüm eder. Subh olup âsumân tebessüm eder Tarz-ı âfâka lâ'ale't-ta'yîn Gösterir sanki sûret-i tahsîn. Bedevî seyr ile teressüme der Şeb-i âzim çekince dâmenini Terk eder câme-hâb meskenini Nağme Dağda şâhin bakışlı bir duhter Gezer âhû gibi tevahhuş ile cibâlin perisine benzer Zihni işgâl eder tehaddüş ile Aşka vâkıf değilse de lâyık Hüsnü mevki' gibi tabi'îdir. Fıkra-i aşk şöhret-i âık Yâd olunsa fakat değil fârık Sanki bir gülbin-i rabi'îdir Zemherîr öyle berg ü ber vermiş Kış gününde kemâle eriştirmiş. Nağme Neşr eder nefh-i subh ile reyhân Zülf-i müşkini dûş-ı nâzende Kâh kâh âsumâna nazara günân Sanki bir hem-nişîn niyâzında. Geldiği burcu görmeye ol mâh Hod be hod seyr-i kâ'inât eyler. Vahşiyâne terennümât eyler Bir halâvetli savt ile kâh kâh İsmet-i mürîmânesiçün ele Ona mümkünse iltifât eyler. Biri kasd-ı tasallut etse eğer Cânına hançer-i nigâhî değer. Nağme Hey'eti sâde zîneti mefkûd; Değer ol sâdelikteki hâlet Pâdişâhâne elverişli nukûd; Çünkü kudret veriri ona zînet; Vechini âb-ı sâf eder tathîr Zülfüne şâne-zen-i dem ervâh Uykudan kaldırır nesîm-i sabâh Itr-ı ezhâr ile edip te'sîr Subhu yâhud horoz eder tebşîr Geh bilip kız bu hâli istiftâh Sarınır gîsuvân-ı şeb-gûne Gün gibi fer veriri evhâmına Nağme Her seher vakti tecrübe etmiş Oynaşı vâkıf tulû'u olur; Ya'ni idrâk eder ki kız gitmiş; İki iş birbirin dağda bulur. Aşka dâ'ir tekellüm etmezler; Söylemezlerse cân cânândan Sevişirler fakat dil ü cândan. Düşseler birbirinden ayrı eğer Eser eyler gönüllerinde keder; Yine bilmezler onu hicrandan. Gülüşürler sevinci bilmeyerek; Ağlayıp sızlamak da öyle gerek. Abdülhak Hamid Lahn Bildinin nedir mu'âşakası Nice hâsıl olur safâsı acep? Bir kokot pençesindedir yakası Çekilir mi onun cefâsı acep? Yüzü düzgünlü sözleri düzme İşi can yakma ya gönül üzme; Yine de bin Franga ülfet eder; Kim bilir âşıkı ne külfet eder; Sana şundan gelir gözü sözüme Ki hep dikkat-i kıyâfet eder. Modaya uymasa süsün farazâ Etse mümkün değil onu irzâ Lahn Haslet-i cem' nakd ü servet için Kul olurken bir siyah Arap'a Beyne'l-akrân onunla ülfet için Ya bir at almalı ya bir araba. kızın nezd-i i'tibârında yerin mecmu'-ı kibârında Araban yoksa pek yavansın; Gerçi gâyet güzel civansın sen Ne gezersin lâkın kenarında? Kimse bakmaz sana yayansın sen. Yakışır mı bu mevsime bu ceket? Ne kadar köhne yaptığın tuvalet! Lahn Nazar-ı yâri celb için mutlak Mu'teber bir "kulüp"ten olmalıdır. Onu "kaskad"da etmeli mülhak Ya yarış mevki'inde bulmalıdır. gece var ise grand opera Loca takdîmini kılıp îmâ Bir ta'amgâha etmeli da'vet; Ki bahâsı sorulmamak âdet. Ne için yerse uymalı zîrâ Böyledir mahremiyet-i ülfet: Farazâ olmasan enîs-i şarâb Gösterir kahkaha ile istiğrâb! Lahn Daha bir âdet-i kibârâne Mu'riza geç gelip çabuk gitmek; Bakmayıp sonra berf ü bârâna "Ekipaj"la biraz dolaşma gerek; Meselâ bir sa'at edince mürûr Gelir îfâ-yı resm bezm-i sahûr; İştihânın zamânı cezm olunur. Yine dârü'l-it'âma azm olunur. Sen giranhâb-ı gam mest-i gurûr Onda vaz'-ı esâs bezm olunur. Bir de "garson" hesâbı arz eyler; Kese rîzân olur senin lu'iler. Lahn Belki eyler yekûnu sâhib-i dâr Sonra ol nâzenîn ile taksîm. Ne ise gelmemiş zâman-ı karâr Olunur bir oyun yeri tasmîm: Hem-nişînin "laborda" gitmelidir; Orası çünkü en mutantan yer Sende bir para kalmamış; fânise Başkasıyla şitâb eder dânise "Bezik" oynar kazansa kendisi yer; Kaybederse ziyân senin şansına! Sonra rahat-ı demi hulûl eyler; Seni güç hâl ile kabûl eyle Lahn Azm ederken mahall-i maksûda Bir iki eldiven alınmıştı. Hem de olmuş libâsı fersûde Onu tebdîle de kalınmıştı. Başka koltukta gezdiği halde Bir de yelpâzesi düşer salda; Ki kırılsa teceddüd eşrâbı Onda mer'î usûlün îcâbı; Yoksa teşhîr eder seni "bâlda" İddi'â-yı timâr erbâbı. Sonra da bir buket gelir alınır; Hacle-i ülfete gidip kalınır. Lahn İki sa'at kılınca onda huzûr Erişir müddet beyân-ı vedâ'; Ki sana gösterip keslle fütûr Onu bir tarz ile eder esmâ'. Koşar ilbâsına hemân bunlar: Yine rîzân olur Napolyonlar; Elli altın kadar da bi'l-ifrâz Nâzenîne olunmalı ibrâz; Hem kılıp mersiyelerle patronlar; Etmeli hüsn-i zannını ihrâz. Sonra masrafı edince hesap Seni dehşetler eyler isti'âb! Lahn İşte centilmenin âlemde Böyledir ettiği muhabbetler Genişle yemek değil hem de Para ister selâm sohbetler Süfehâ enbiyâ gedâ mürted Para ma'mûd bankalar ma'bed; Onda nisvân ise melâ'ikedir. Her biri bir sefîhe mâlikedir. Cenneti varsa onların şâyet Balo nâmında cây-ı tehlikedir; Onda hep müsrifân olur makbûl. Kimine dâhil değil ise medhûl Lahn Bir kıyâs ile âlem-i sahrâ Buna râci' değil mi rahatta? Eğleniş bir vecîbedir a'lâ; Ne safâ var fakat sefâhette? Medenî bi't-tab' geçen insan Elbet eyler zevki istihsân; Halbuki olsa müntec-i ifrât Akıl onun kadrini eder ıskât Onda mermûz olan safâyı hemân İnbisât ehli etsin istinbât Zevk-i müftâne-i tabi'atı ben Severim doğrusu bu halde iken Kezâ Yakacık'ta akşamdan sonra bir mezarlık âlemi -ki hissiyât-ı muhabbetin efkâr-ı hikmetle âhenk-i imtizâcını tecrübe maksadıyla söylenmiştir. Bir şebdi köyde âzim geşt ügüzâr idim İhyâya dûr küşte vü emvâta câr idim. Metrûk bir mezarlık idi meskenim benim Yalnızca onda hâk-nişîn-i mezâr idim. Topraktı her mezar fakîrâne bî-rehâm Fakrımla ben de zî ibtisâr idim. Cismimle çün alâmet-i mukîr sükûn-nümâ Fikrimle lîk musdarip ve bî-karâr idim. Vahşetle hâzırûn nazar endâz idi bana Zîrâ ki içlerinde garîbü'd-diyâr idim. Etrâf perdi nâle-i gûk hezâr ile Lâkin sükût-ı mevki'a ben küşdâr idim! Giryân idim..Fakat gözüm âzâde-i demmû' Yoktu lebimde nâle..Fakat nâlekâr idim! Çökmüştü ol kadar dile bâr-ı girân-ı dert Kim âh çekmeye bile bî-iktidâr idim. Andım bî-vefâyı garîbâne ağladım Geldi hayâli dîde-i giryâna ağladım! Âriydi gök nümâyiş-i reng-i sehâbdan Envâr akardı her tarafa mâh-tâbdan Samt sükûn mertebe hâkimdi mevki'a Kim mustaripti bende olan ıstıraptan! Benzerdi kâh ses kah gelirdi ba'îdden Ol savta kim tahassül eder âsiyâbdan. Leylin rutûbeti geçerek tâ zemîne dek Bir bûy-ı uhrevî duyulurdu tarâbdan! Dehşet bulurdu dil-i müreharrik zulâlden Emvât kaldırırdı serrin sanki hâbdan! Atf eyledim derûna nigâh-ı tahssürü Duydum şu gizli nâleyi kalb-i harâbdan: Var mıydı kimse bende olan derde uğramış Şunda huzûr içinde yatan şeyh şâbdan? Ammâ yine bu dert iledir zevk lezzetim Kurtarma ey Hüdâ beni bu iktirâbdan! Andım bî-vefâyı garîbâne ağladım! Geldi hayâli dîde-i giryâna ağladım! Bir acaba ses gelirdi derinden şebîh âh! Vahdet-i teneffüs eyler idi sanki kâh kâh! Eşcârdan zemîne düşen sâye-i kesîf Çekmişti pîşgâhıma bir perde-i siyâh. Ol zulmet amîka-i hîçi nümûdda Pervâz ederdi dehşet ile tâ'ir-i nigâh Ta'mîk ede ede zulâm-ı şedîdeyi Fikrimde hâsıl oldu biraz nûr-ı intibâh. Bir hayrın olmadan -dedim- eyvâh masdarı Gitti hevâ yolunda hayâtım yazık! Günâh! Kasriyet-i fa'âlimi söylerdi lîk hep Feryâd edip ayaklarım altında her kiyâh! Kandım bu hikmete -dedim- olmuş demek ezel Dîdâr-ı aşk ile mütecellî bana ala! Ömrüm ki yandı ateş-i aşka bu anadan Sevdâ yolunda isterim olsun bütün tebâh. Endâm-ı bî-vefâyı garîbâne ağladım Geldi hayâli dîde-i giryâna ağladım! Semtin sükûn zulmeti artardı dem be dem Gûyâ çekerdi ka’rına doğru bizi adem! Dehşetle doldu hâne-i kalbim fakat yine Aslâ hayâl ü hâtırıma gelmedi nedem Nâ-geh tecessüm eyledi karşımda bir vücûd Bir kahramân-ı işve .Mehâbetli bir sanem! Emvâc-ı nûrvârı vücûd-ı latîfini Örterdi nîm-sütre-i beyzâsı ham be ham Müdhişti gözleri deheni lerzedâr-ı hışm Gîsûsu târ mâr idi ebrûları behem Nûr-ı nigâhı berk-i belâdan nişân idi Seyyâl bir alevdi lebinden çıkan sitem! Ref' eyleyip hevâya tehevvürle bir elin Takrîb ederdi nezdime kendin kadem kadem Ettim kıyâm düşmek için pây-ı kahrına Eyvâh!.Uçtu gitti nûr-ı semâ-harem Andım bî-vefâyı garîbâne ağladım Geldi hayâli dîde-i giryâna ağladım! Daldım yine zemînine deryâ-yı fikretin Oldum dûçâr-ı hevlâ nihengân-ı mihnetin Yârab! -dedim tükendi hayâtım bitmedi Pâyânı yok mu derd ü belâyı muhabbetin? Âzâdi-i dili bana rûzî mi kılmadın Her dem esîri olmadayım ben âfetin! Gönlümde olmasa kara sevdâ-yı çeşm-i yâ Ne idi işim içinde şu deryâ-yı zulmetin? Tebdîl-i ıyş..nakl-i mekân..hepsi bî-eser Yok mu Hüdâ cihanda devâsı bu illetin? Yok çünkü pençesinden ümîd-i hâlâs-ı dil Ver bâri rahm kalbine ol bî-mürüvvetin. Bir kerecik daha görün ey nûr-ı çeşm-i cân! Öldürdü hasretin beni..öldürdü hasretin! Hayfâ! Dirîğ! Yollu bir âvâze duydum âh Hâlim dokundu gönlüne sahrâ-yı vahşetin! Andım bî-vefâyı garîbâne ağladım Geldi hayâli dîde-i giryâna ağladım Ekrem Yaprak Yaprak! Seni pek sever ki canım Yarın bana bergüzârsın sen Baktıkça safâ bulur revânım Kim mihr ü vefâ bahârısın sen! Geldin bana mevsim-i hazanda Hicrânı düşündüğüm zamanda Cinsinde sayılmasan da nâdir Nefsince büyük fazîletin var: Zîrâ ki yüzünde müntab'dır Hâlâ nigeh-i rahîm-i dildâr! Ol mertebesin bana mu'azzez Gönlüm seni cennete değişmez!.. Kâni' ne güzel hayât-ı sâden Bir saksıda bir avuç türâba! Vâbeste cihandan istifâden Üç günde beş altı katre âba! Îrâs-ı ziyân eder mi âyâ Etsem seni gözyaşımla iskâ? Mağmûm leyâl-i vahdetimde Sensin olacak benimle hem-dem Buldum seni kendi fıtratımda Müstağrak pür-sükût mahrem Tâli'lerimizde düştü uygun: Kim hicr ile sen de ben de mahzûn! İzzetle çekildi gitti cânân Eyvâh ki biz garip kaldık! Me'yûs melûl -lâl hayrân Bî-çâre vü bî nasîb kaldık! Fikrin nedir ey garip söyle Hicrân-ı demi çok sürer mi böyle? Ekrem Hâbnâme Rahat-ı cism ü cansın ey hâb Lâ-cürm firkatin azâb-ı sa'îr Sana mi'mâr-ı ten denilse sezâ Çünkü eylersin onu sen ta'mîr Mukaddemin tâze can verir bedene Sana derler eğerçi mevt-i sağîr Şâd olur dil seng ü sâlinle Olsa da câygâh-ı köhne hasîr Def'-i renc ü kelâl için olmuş Dergehin melce-i sağîr ü kebîr Birisi etse sa'ide ifrât Der'akab sensin ona da münkir Sen gibi bir aziz mihmâna Sîm ü zerden sezâ yapılsa serîr Ceyş hem vü hayâl oldukça Şeb-i târ içre râhyâb-ı zamîr Mülk-i dil pâymâl olurdu eğer Olmasan sen ona mu'în ü zâhir Vasf-ı nûşin vü şükr eyle müdâm Ehl-i irfân eder seni tevkîr İstemem ben seninle olmaz ise Taht-ı zerrîn ü câme hâb-ı harîr Gösterip muhtelif alâmetler Kâh olursun beşîr ü kâh nezîr Nola ger hâme-i bedî'-i nigâr Vasfını böyle eylese tahrîr: Mazhar-ı vâridât âlem-i gayb Kâşif-i râz nâme-i takdîr Bârgâh-ı harîm-i ma'nâda Ne aceb levhalar eder tasvîr İyi gün dostusun biraz ammâ Bu sıfat sende kâbil-i ta'yîr Hem-demin dâ'im ehl-i zevk safâ Başka yoktur sana enîs ü semîr Pister-i nâz içinde tâb-ı sabâh Ni'met-i vuslatın ile dil-sîr Dâ'imâ bezm-i meyde hazırsın Eylemezsin bu bâbda taksîr Derdmendânın âh feryâdı Sana hayfâ ki eylemez te'sîr Bir persin ki eylemez aslâ Hiç füsûn fesâneler te'sîr Baht-ı bîdâr olmasa olmaz Emel-i vuslatın netîce pezîr Dil-i gam-nâkten kaçarsın sen Öyle kim avcıdan kaçar nahcîr Hele uşşâk-ı zâr leyl ü nehâr Hasretinle firâş-ı gamda esî Sitemin bârını çeken çoktur Biri de işte bu Münîf-i hakî Münif Paşa Gül Lamartin'den Tercüme Tâ ki bu şitâb her kenâra Hiç med ki yok mudur nihâye Yeldâ-yı ezelde serserisin Ârâm rücû'dan berisin Bir dem olamaz mı ömr-i nâ-sâz Ummân-ı dehrde lenger endâz Ey gül nazar et ki bir yıl akdem Yârimdi bana bu yerde hem-dem Bu taş ki bûs eder miyâhın Ârâmgehi iken mâhın Şimdi bana bir neşîmen hayf Mehcûra medâr şîven hayf Böyle yine inleyip dururdun Yalçın kayalara baş vururdun Yüzler sever idi kef-i müştâk Ol pâye ki kıblegâh-ı uşşâk Yâdında mı bir gece âfet Ol hüsn-i melek perî kıyâfet Çıkmıştı benimle mâhtâba Bir sandal içinde sîrâba Olmuştum onunla dûş ber-dûş Aşk âlemi içre mest-i medhûş Tenhâca safâ-yı âb ederdin Zevk-i dem mâhtâba ederdin Ses gelmez iken semâ vü mâdan Hâlî iken her taraf sadâdan Sandalcıların görün sadâsı Bu halvetin idi hoş-nevâsı Âhenkle çekerler idi birden Bu şevk ile mevce-zen idin sen Nâgah çıkıp hazîn bir ses Emsâlin işitmemişti hiç kes Aks ile oldulardı hayra Etrâf sevâhil-i bahîre Ya'ni ki gül-fem-i hoş âvâz Feryâda şu yolda etti âgâz: Ey çerh tevakkuf et zaman ver Ey sa'at sa'd amân amân ver Bir kâm alayım şu baht-ı nevden Bu leyl neşât-ı tîz-rûdan Bahtsız bu cihanda var hayli Mevt onlara tatlı bir temennî Bu zümreye devrin ile tahsîs İhlâk ile dertten eyle tahlîs Mes'utları eylegil ferâmûş Bu demde ki ıyşdır onlara nûş Beyhûde talep aman zamandan Kâbil mi vefâ bî-amandan Sür'atle kaçar zaman benden Âheste rû evvel ben ona derken Fecr etti zulâm leyl-i nârâc Meş'al-keş mihr safha-i âc Fevt olmaya fırsat edelim zevk Bu bezm-i visâle verelim şevk Yok âdeme bu cihanda mersâ Yok dehre kenâr hiç hayfâ Durmaz geçeriz çü zıll-i zâ'il Dehr ise misâl-i nehr sâ'il Ey dehr-i hasûd bu hâlet-i sekr Müstes'ad dest-i aşk pür mekr Bizden olacak mı dûr mehcûr Ol sür'at ile ki rûz-ı gam dûr Eyâ bir eser kalır mı ondan Nâbûd olacak mı bu cihandan Ol dehr ki mûcib hem de sâlib Hayf olmayacak mı redde tâlip Ey ey ezel va'dim ki hâk Ey mâzî vü hafra-i hevelnâk Eyyâmı ki bel' edip gidersin Söyle bize neyleyip nidersin Gasb eylediğin dem-i meserret Etmez mi bu semte artık avdet Ey gül ki safâ-yı kalb cânsın Korkunç kayalar ki bir bansın Ey bağır dilin muhavvef gârlar Zindana şebîh pîşezârlar Âsûde nişîn rüzgarsız Mecrâ-yı fuyûz nev-baharsız Bâri siz edin bu leyleyi yâd Kim kahr-ı dehrden ola âzâd Ey manzarası güzel bahîre Aşk ehline bî-bedel mesîre Her hâl sükûn şiddetinde Etrâf be-sîm sûretinde Eşcâr hazîn edâlarında Av bahta ser-i kayalarında Lerzân esip geçen sabâda Etrâftan aks eden sadâda Sîmîn-cebîn olan kamerde Kim aks yüzünde nûr-perde Dûr etme bu meclisi hayalden Allah sıyânet et zevâlden Ettikçe reyyâh burda seyrân Etraftaki nisyânı nâlân Eltâf revâyih-i nesîmin İknâf havâli-i besîmin Hâsıl burada ne ise me'nûs Sem' basar vü müşâmme mahsûs Nakl eyleyeler ki burda bir gün Hem-bezm-i safâdı iki düşkün Sadullah Paşa Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk selametten Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır Ne gam rah-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten Hemen bir feyz-i baki terk eder bir zevk-i faniye Hayatın kadrini âli bilenler hüsn-i şöhretten Nedendir halkta tul-i hayata bunca rağbetler Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melametten Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten Durur ahkam-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten Eder tedvir-i alem bir mekînin kuvve-i azmi Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbab-ı metanetten Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar Fütur etme sakın milletteki za'f betaetten Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı Felekte baht utansın bi-nasib- erbab-ı himmetten Ziya dûr ise evc-i rif'atinden iztırâridir Hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı şehâdetten Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahbeyim yolunda bir azîmetten Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükümetten . Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret Ezilmez şiddet-i tazyikten te'sir-i sıkletten Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten Kemal Mu'tekif Terennüm Ne acep çektiğim gam-ı sevdâ Bulmadı i'tizâl ile gâyet! Derd-i gurbet verip ana şiddet Öyle bir sûret eyledim peydâ Ki yüzüm cinlere verir dehşet! Ne Hızr-ı kâr ger ne şedr-i hâl Sevdiğimden ferâgat emr-i muhâl! Terennüm Yalnızlıkla her sözüm şuyûn Otururken medde yârımla Gurbete düştüm ihtiyârımla Hastayım yok su'âl-i hâtır eden; Nola hâlim bu âh zârımla Dâ'imâ eylerim bu sırrı su'âl; Ne netîce zuhûr eder ne mi'el Terennüm Yoğiken hatır-ı mükedderimin Revnakı mühevveşim cânibde Neyleyim belde-i ecânibde? Gayb olursam ne var ki dilberimin Âfitâb-ı cemâli gâyibde? Acabâ şimdi ol ferişteh hemâl Kimlere eylemekte arz-ı cemâl Terennüm Yok vücûdumda tâkat-i heyecân; Medfene döndü olduğum mesken! Korkar oldum ilâhi kendimden! Hod be hod sorduğum şudur her an: Vatanımdan bu semte yok mu gelân? Söyle ey bâd kıble-i âmâl Oldu mu ceyş-i hasm ile pâmâl Terennüm Hâlıkı belledim fakat özümü Bilmeye mazhar olmadım hâlâ! Uzleti ihtiyâr edip hattâ On sene var ki görmedim yüzümü! Nicedir şekl ü hey'etim acabâ? Bir vücûdum hele misâl-i zulâl; Bunu gölgemden ettim istidlâl. Terennüm Ne peri var ne de benî âdem; Ne tasavvur eder isem nâyab! Meş'alem berk rehberim seylâb Muhbirim tünd-bâd ateş-i dem! Bana gûyâ vuhûş olur hem-hâb Gece deb-i sefîd eder ikbâl Kara kuş gündüzün irâhe-i bâl! Terennüm Fikr ile hatırım tereddüdde: Acabâ cin miyim veyâ insan? Dâ'imâ gördüğüm şu bir yaban! Eyledim külbe-i tecerrüdde Doğduğum yer lisânını nisyân! Bir du'â kılmaya olaydı mecâl Emr-i hakkı ederdim isti'câl! Terennüm Serb-i murgân deşte arz-ı sipâs Ki kalır ba'zı kere beyzaları. Onu bulmaz isem gidip seheri Yediğim geh sakız gehî ananas İçtiğim de usâre-i şecerî. Meşcerem meyvelerle olsa da mâl Meyvelerle olsa da mâl Kuşlara has aynı meytü'l-mâl. Terennüm Baş ucumda döner sehâb-ı kesîf Yastığım taş yatak yerim toprak Şiltem ot onda yorgan yaprak; Hem-serim bir hayâl cism-i latîf Ki münevver onunla leyl-i firâk! Gerek eyyâm ola gerekse leyâl Düşte dünyâda gördüğüm hayâl! Terennüm Her tecellîsi nâgehânîdir: Yatıyorken bana mukâbil olur Gülerek hâbgâha dâhil olur; Sanki bir nûr-ı âsumândır Bir mücerred mezara nâzil olur! Devr-i ezmân tahavvül-i ahvâl Dilerim vermesin mihre zevâl! Abdülhak Hâmid Yârab! Bu ne şûriş ü kıyâmet! Hengâme-i haşre mi alâmet? Ol nefs-i harîs pür le'âmet Etmez mi bu fi'line nedâmet? Bir nâm alacak şâh-ı zâlim. Dünyâları kaplıyor mezâlim! Almaz bunu havsalam hayâlim: İnsanda nedir bu cehl-i muzlim? Hem-cinsini makbere delâlet! Îrâs-ı mazarrat vü sefâlet! Yârab bu ne vahşiyâne haslet! Eyâ bu mu bizdeki adâlet? Kan akmada ri'âyet zaferden! Ma'dûd oluyor bu zîb ü ferden! Âzâde oldular seferden Bir ordu çıkardı bir neferden! Bir köy bularak şehirle şöhret Bir millet olurdu bir aşîret Bir melek de bir cihân-ı hayret! Kâbil iken ey beşer! Bu sûret Bir katre görüp gözün bu nehri Hiç eyler mülk ile şehri; Hem sonra olup zebûn kahrı Bir şahısta seyr eder bu dehri! İnsanı görüp er yine pîrâ Lâzım mı tedellül ü müdârâ? Her hükmünü eyliyorlar icrâ; Göstermedi mi hükmü dâra? Ey cehl ile çâk çâk olan halk! Evhâm ile ra'şe-nâk olan halk! Bir ordu değil helâk olan halk Akvâm idi ser-be-hâk olan halk! Bir melek ya bir şehir değildi! Dehrin kad ü kâmeti eğildi! Nısf-ı beşerin yere çekildi. Bir zâlim için ilm değildi!. "Na'aşa teveccüh ederek" İşte bu da yâdigâr-ı zulmü! Nakş-ı gazab nigâr-ı zulmü! Ol dâhiyenin şikâr-ı zulmü! Âlem gibi dilfikâr-ı zulmü! Ey cism-i latîf hâba râm ol Âsûde-i zulmet-i garâm ol Rûhun gibi mâil-i hırâm ol Zîb-âver menzil-i merâm ol. Bu muzlimeyi getir de yâda Gez şevk ile âlem-i ziyâda; Aç çeşmini nezd-i kibriyâda; Nûrun ola dembedem ziyâde! Bir sâyedir ihtişâm-ı dünyâ Tevkîf olunur mu sâye eyâ? Leşkerleri mahva şeh-i müheyyâ; Ya bir neferi eder mi ihyâ? Hûnâb ile tıyneti nihândır; Her zahmı figân eder dehândır; Mâlîde-i sadme-i şehândır; İşte bu yatan çocuk cihandır! Yârab! Ne de mûcib-i temehhur Hûn etmede câ be câ tebahhur! Gâlip görüp eyliyor tefahhur; Lâkin ecel etmiyor te'ahhur! Gün olmada ser be ser mukaşşer; Feryâd garyû; şu rûz-ı mahşer; Mûcib ne buna? Nedendir ol şer? Bir şahs olacak görüp mübeşşer! Olmaz mı küşâde çeşm-i millet? Tâ haşre mi sürmeli bu sıklet? Hep zulmet cehldir ki illet Dâ'im kalır bu hâb-ı gaflet! Ey neyyir-i ma'rifet! Zuhûr et İhyâ-yı mekâbir şuhûr et Âtîye havâle-i zahûr et Tenvîr-i metâli'-i dehhûr et! Uçmuş gidiyor niçin bu duhter? Gittikçe melâhati füzûnter! Hallâkı onu böyle tâze vü ter Nezdinde yakın mı görek ister? Takdîr denir batar bir ordu; Bir bülende yanar tesâdüf bu. Takdîre tesâdüf ey Aristo Birdir hele akl ise terâzi. Yârabbi nedir bidâyet-i dehr? Mâzî gibi yok mu gâyet dehr Efsâne demek hikâyet dehr Çıkmazsa bugün nihâyet dehr? Eydir gehî cümlenin penâhı Yoklukta vücut ile mebâhı: Rûh-ı beşerin vusûlgâhı Nezdinde ademse de ilâhî! Hem vardır hem de yok bu derkâr; -yoksun- diyen etmiş olmaz inkâr. Mevlâyı ne türlü etsem efkâr; İkrâr çıkar netîce-i kâr! Râh-ı ebediyet iktinâhı! Setr etmede zulmet menâhı! Nezdin mi değil bunun penâhı? Yârab! Bu kızın nedir günâhı? Harbin bu siyah gündüzünde Rûhu uyumakta na'aşı zinde Düşmüş erimekte yeryüzünde Kan damlasıdır kazâ gözünde! Yârab! Ne demek bu kahr-ı tedmîr? Takdîr değilse mahz-ı tedbîr; Almış onu da ya ol cihangîr İskender elinde tîğ-i takdîr! Abdülhak Hâmid Hüsn-i ezelî tecessüm etmiş Dünyâya bakıp terahhum etmiş Mahzûn mahzûn tebessüm etmiş Ol handesinin dehânın olmuş Girmiş nice gufte-gûy-ı aşka Her şîveni yâda başka başka Bülbül gibi tercümânın olmuş Vermiş kadar makâma revnak Gülgonca iken terennüm etmiş Subh-ı ezel ibtisâma düşmüş Fecri fem-i gonca fâma düşmüş Ol fem ne güzel makâma düşmüş Bir handesi görünce dersin Her kûşede bir sabah açılmış Her zerreye bir güneş saçılmış Baksan dehâna zannedersin Mûsâ gibi duracakmış el-hak Allah ile de tekellüm etmiş Hüsnünde bu i'tilâ nedendir Mehtâb yanında yâsemendir Parlaklığı mihre hande-zendir Hiddetle kazarsa da zâlim Benzer mi cemâli sâf-ı aya Mihr olsa eğer peyinde sâye Gîsûsu gibi kalırdı muzlim Bir şûh kıyâfetinde bak bak Envâr-ı Hüdâ terâküm etmiş Hurşid-i hilâl olur mu yârab Bir yanı da âl olur mu yârab Bir böyle cemâl olur mu yârab Yârab bu ne hüsn-i âlihâne Elvânda mı ruhlar görünmüş Ervâha mı nurlar bürünmüş Arş inmedi ya bu hâkdâne Nâzende vatan değilse mutlak Hüsn-i ilâhesi teverrüm etmiş Zannetme ki bir kenâra gitti Tâih ile iftihâra gitti Yerlerde benim gibi sezer mi Her jâlesi giryeden nişandır Her goncası parça parça kandır Bilmem sevişi benim kadar mı Ya hiç ölü görmemiş mi toprak Kim tâ bu kadar te'ellüm etmiş Kemâl Ruhsârı siyeh nikâba girse Mehtâb da bir sehâba girse Deryâ-yı kamer eder de muzlim Pür nûr eder eşkimi hayâli Gösterse cemâlini zâlim Aslâ olamaz güneş misâli Ruhsârını halka açmasın hiç Ta mugarreb nâza kaçmasın hiç Aks eylese âleme zülâli Her nûru donuk görür e'âli Tanzîrinin olsa ihtimâli Hüsn-i ezelî ayân olurdu Hurşid bile nihân idi Bir âlem-i imtihân olurdu Mehtâb ile encemin zülâli Encemle zulâl olurdu Bilmem zaman ne hâl olurdu Envâr bile hayâl olurdu Rüyâmda girse hüsn ü ânı Gözden bile saklı pek nihânı Kemâl Kızmış gül hayâ bozulmuş Elvânına bak ziyâ bozulmuş Bilmem ne sebeple rengi çemen Sahbâ bulanık safâ bozulmuş Tâbında cemâli tavrı gamnâk Mehtâb güzel hava bozulmuş Meh-rûyuna varsa karşı gelmiş Hurşiddeki cilâ bozulmuş Güldeste-i hüsni toplanınca Bin bâğ ferahfezâ bozulmuş Rahm etse de başka bir beldâır Ben hasta mehlikâ bozulmuş Bir hande niyâz edince gönlüm Kızmış gül hayâ bozulmuş Kemâl Bir Hüsnün Hüznü bir ferişte-i rü'yâ mıdır nedir bilmem Ya muttali' şeb-i yeldâ mıdır nedir bilmem Göründü bir gece baktım ki uçtu misl-i şehâb Göründü mevce-i deryâ mıdır nedir bilmem Dokundu fikrime bir fikr idi müşâbih berk yüz ki nûr-ı tecellâ mıdır nedir bilmem Hakîkaten onu gördüm mü ben tesâdüf edip Ya görmedim de bu hülyâ mıdır nedir bilemem Bütün sevâbeti çeşmim bu şeb siyâh görür Bu bir nişâne-i sevdâ mıdır nedir bilmem Olan derûnuma târı keder midir yoksa Gubâr-ı çehre-i eşyâ mıdır nedir bilmem Şafak mıdır şu geçen yâd-ı hüsn-i yâr mıdır Nücûm-ı sâhire peyâ mıdır nedir bilmem Sebep nedir beni mecnûn-ı aşk edip gitti mâh-pâre ki Leylâ mıdır nedir bilmem Hayâli hâb mıdır? Dâr-ı âhirette miyim? Ayân bana dünyâ mıdır nedir bilmem Garip!.elimde kalem zulmet eylerim izhâr Sevâd hâtır-ı şeydâ mıdır nedir bilmem Mâ'il-i kâkül-i cânân mıdır bu şi'r-i ba'îd Nesîm-i cennet-i a'lâ mıdır nedir bilmem Yazar yazar dururum maksadım tefekkürden nâzenîni temennâ mıdır nedir bilmem Bana siyah gelir çeşm-i mâ'î-i cânân Siyeh midir ya şehlâ mıdır nedir bilmem Nasıl gözünde nümûdâr olur ulviyet Delîl-i âlem bâlâ mıdır nedir bilmem Kalır yazar gibi duvara bî eser-i vâveyl Bu yazdığım ki takaza mıdır nedir bilmem Nedir tehâcümü halkın kıyâmet olmaya bu Gelen serv ü dilârâ mıdır nedir bilmem Onun letâfeti mi ruhbahş-ı leyl olmuş Safâ-yı bedr-i musaffâ mıdır nedir bilmem Çiçek midir açılan yâreler bu gülşende Ki hûn-ı dil ona mecrâ mıdır nedir bilmem Benim içimdeki çeşmân-ı ıstırâbı dahi Açan gonca-i rağnâ mıdır nedir bilmem Küşâd eden ya efvâh-ı bî-günâhı bugün Onu vuran yed-i gubarâ mıdır nedir bilmem Bu türlü tâze vürûd olmanın nedir ciheti Ölüm ki maksad-ı aksâ mıdır nedir bilmem Gubâr-ı hüsnüdür ol mehveşi dilimdeki hâl Sözümde de hüveydâ mıdır nedir bilmem Bulur içimdeki hâletinde intihâ şi'rim İçim ki senin musallâ mıdır nedir bilmem Abdülhak Hâmid Hem muârız hem muvâfıktı Ziyâ ile Kemâl Şule-i berkiyyede mevcûd iki kuvvet gibi İttihâd olmazsa hâsıl nokta-yı maksûdda Çehreler ma’kûs idi şu gördüğüm sûret gibi İttihâd ettikçe ammâ bâşına zâlimlerin Yıldırımlar yağdırırdık berk-i hürriyet gibi Bir ziyâdır hâke düştü arşa etti in’itâf Mazharı bu hâk olan bin nûr-ı ulviyyet gibi Nûr-ı Hakk’a iltihak etti Kemal-i zârını Tek bıraktı bu cihanda sevdiği millet gibi Kemâl Ey mâtemi her yerde bana hem-reh olan yâr Oldum yine bak mihr-i hayâlin ile bîdâr Dönse de hayâle zulumât olsa mekânım Mümkün mü unutmak seni ey yâr-ı vefâkâr Hâk olsa da zihnim seni tasvîr kılar Mahv olsa şu munzır seni eyler bana ihtâr Mahşerler içinde tutarım nûrunu her bâr Pür berf-i çemen açmada âgûş-ı firâkın Muzlim geceler mâtem-i zülfün kılar ikrâr Cismin sanırım hâbgehim üzre nesîmi Senden bana bir nefha vü birer refref-i eşcâr Feryâd ederim taşlar olur hâlini mazhar Giryân olurum geçmişi tekrâr eder ezhâr Emvâc kılar gönlümü pür-hûn-ı te'essür Encem getirir hatırıma bir nice esrâr Bir şey yoğiken hâline âgâh acebdir Her şey beni senden kılıyor bunda haberdâr Tedkîk ile hâlâtına baksın tarafeynin Çok fark görürler diyemem yâr ile ağyâr Sen hâk-i siyeh bense kan ağlar yine bir hâk Sen meyyit-i sâkin beni mevt etmede biraz Pâyında mukâbir bana olmuş gibi meftûh Bâlâda sehâ'ib seni eyler gibi izmâr Bir söz bulamam kılmaya ta'rif bu hâli Tekrar ederim söylediğim sözleri nâ-çar Hayretlenirim hayreti tasvîr ne mümkün Hayret ile pâyân veririm hayrete tekrâr Pîşinde geçer yerlere envâr-ı zekâvet Girdâb be girdâb kalır cuşiş-i efkâr Baktıkça şu dehre görürüm hâb hayâlât Baktıkça sana mihr-i hakîkat döker envâr Bir lahza-i ömrümde durur asr-ı köhne-sâl Bir katre eşkimde ayandır yem-i zühhâr Yok şüphe ki bu hâl-i te'essür geçecektir Bir gün ne mü'essir kalacak bunda ne âsâr Ey hâlık-ı âlem azıcık çerhini zabt et Mahlûkuna gadr eyleye lâyık mı gaddâr Göster bana tekrar meh-rûyu kıl izhâr Yıldızlar ki karşı çıkıp arz ede ruhsâr Eyyâm-ı bahâr oldu çiçekler bütün açtı Kalsın mı benim gonca-fem hasret-güftâr İsvâk mesâyir şu mehâsinle ne cennet Lâyık mı benim hurûşum kılmaya reftâr Lâyık mı benim rûh-ı revânım kala hâmûş Pür velvele-i sıhhat iken arz bu miktar Lâyık mı senin zînet-i sun'un düşe hâke Lâyık mı senin nûr-ı cemâlinde bu dîdâr Lâyık mı ki ol matla'-ı envâr ola bir zıl Lâyık mı ki ol gonca-i ümîd ola bir hâr Yârab bu temâşâyı bu sevdâyı bu derdi Kimden kılıp izmâr kime eyleyim izhâr Nahlinde ufûl eyleye bin âh-ı şerer-bâr Olsun sana rûh-ı ezelî şem'a-i terebbüt Ey saf melâ'ik yakışan kabrine duvâr Abdülhak Hâmid Hyde Parktan Geçerken Nedir mahvolmuş iş'ârım benim îcâd eder bir kuş Bütün şâ'irleri ahkâmına münkâd eder bir kuş Neden bilmem bugün kalbimde bir feryâd eder bir kuş Bu vîrân hatırım bir fikr ile berbâd eder bir kuş Urur feryâda bir yekpâre bâd bâ-müdâd olmuş Perişandır tutarsan cümle heykeller rimâd olmuş Zevâl erişmiş bahâra cûylar yekser cemâd olmuş Onun gelmiş ziyâret birle rûhun şâd eder bir kuş Tecessümler kılarken her cihetten serdi-i firkat Düşerken pâre-i berfe müşâbih girye-i hasret Acep kimden alıp kılmakta arz müjde-i vuslat Baharı sevgilim senden mi istişhâd eder bir kuş Seninle hem-dem bir saha-i beyzâda ben ey gül Gelir bir kühsâr-ı ma'nevîden bin dem bülbül Niçülmüş altı ay zarfında yârab gonca vü sünbül meş'aller ki yâdımda bu şeb îkâd eder bir kuş Ve birer dehşet bugün bir kabr-i seyyârım çemen berdûş Eder tevhîş esîr-i gurbetim çıktım vatan berdûş Bulutlar incimâd etmiş ağaçlıklar kefen berdûş Bakıp yıldızlara hayretle istib'âd eder bir kuş Ne anlarsın bu hâlimden benim ey çehre-i reşen Meserretten mi mâtemden mi bilmem ettiğim şuyûn Firâkıyla hûr-ı nâzenînin azm ederken ben Bu hiçistân-ı nisyânı behişt âbâd eder bir kuş Nedir mücrim değil işkenceden dûrum fakat bedbaht Dahîl-i cennet hem-sohbet-i hûrum fakat bedbaht Sa'âdet-yâb-ı sıhhat şâd mesrûrum fakat bedbaht Nasıl bir yâdigârın derdidir bu yâd eder bir kuş Baka bahş-ı fenâ bir savttır bu âsumânîdir Ki her bir nağmesi bir şi'r-i sâf-ı bî-medânîdir Bu ebyâtın ki şâ'irerce ser tâ ser ma'ânîdir Ne mümkün bilmeden mefhûmunu inşâd eder bir kuş Nasıl mümkün olur denmek onun zevkinde yok bir şey Figânı bî-sebeptir hüzn ile şevkinde yok bir şey . Onun fevkinde istihzâ-yı istibdâd eder bir kuş Alır lezzet bizlerden ziyâde âb-ı cârîdir Nesîm-i kûh peymâdan sehâ'ibden sahârîden Letâ'iften ne gördüyse bilip eltâf-ı bârîden Dıraht üstünde bir diğer kuşa ta'dâd eder bir kuş Veriri dünyâya ol ma'mûre-i süflâya ulviyet Verir vicdâna ol neş'etine edyâna emniyet Bu serbâzâna mantıklarla kim îrâd eder bir kuş Eser görmekteyim yârab şu hayvancıkta şefkatten Olur fikrimdeki mağrible bâhis-i rûz hilkatten Acep gönlüm müdür me'yûs olup nûr-ı hakîkatten Zulâm-ı leylden karşımda istimdâd eder bir kuş Beni sen sevgilim ma'zûr gör ma'zûr mecnûnum Gözümden yaşlar akmakta fakat billah mecnûnum Nasıl mehtâba âşıksam sana ben öyle meftûnum Habîr olsa bu hâlimden bana imdâd eder bir kuş Bugün bir makberin müştâkıyım ben eylerim feryâd Seninçün de yarın hasretle etsin makberim feryâd Onun gûşunda da bilmem olur mu sözlerim feryâd Nedir yârab beni feryâd ile mu'tâd eder bir kuş Zemistân içre kalmış yâdigâr sayf-ı handândır Fenâdan bahs eder bir bülbül-i kudsî-i rıdvandır Beyruttan gelse lâyık hüdhüd-i sâ'i-i cânandır Beni îkâz için ihyâ için bîdâd eder bir kuş Değil ben kalb-i hâmûş değil ey zühre-i esmer Senin mührünle söz söyler bugün bir resm-i büt-peyker Sevâbetten inen nûra seni tercîh eder yerler Mezâhirden çıkan rûhu sana isnâd eder bir kuş Meserret görmek istersen eğer ekdâr hâlinde Beni seyr et ki handânım ben âh zâr hâlinde Acep zihnimden istihrâc edip iş'âr hâlinde Alır fikrim benim kendi gibi âzâd eder bir kuş Birisin tâc-ı dânişden fakat pâyında yok bendin Acep.ey kuş bu milletten mi öğrendin Bana öğrettiğin ilme acep vâkıf mısın kendin Bütün insanlara ey arz-ı isti'dâd eder bir kuş Güzâr ettim bu gurbetgehde bir çok deşt ü deryâdan Ne gördümse yazık tefrîk olunmaz şimdi rü'yâdan Fakat çıkmaz senin âvâz-ı hüznün gûş-ı hülyâdan Ölürsem de olur rûhum benim feryâd eder bir kuş Abdülhak Hâmid Küçük Melek Ey mukaddes çocuk ki çeşmânın Âsumandan nişânedir mahzâ Dense olmaz mı lâyık şânın Sana bir nûr-ı muttali' sevdâ Pîrler feyz alır şebâbından Bahrler cûş eder habâbından Kisvetin bir melek kıyâfetidir Yaraşır âb içinde mâlikeye Bahş eden hâlinin letâfetidir Bir hakîkat bu şeb melâikeye Daha kalbin değil iken mahzûn Gözlerinde ne hüzündür meşhûn Meclise arz kıldığın sûret Berklerden serî' idi gûyâ Ebedîdir tasavvuru ammâ Dilde ayn-ı tahayyül cennet Çocuğa kim demiş küçük şeydir Bir çocuk belki en büyük şeydir Her ne giysen kızım meleksin sen Hep mehâsin senin libâsındır Şemmeler teşne-i temâsındır Kendi bağında bir çiçeksin sen Andırırsın şi'r-i sâfîye Ki eder nazlar kavâfîye Gidecektir seninle Londra'dan Şi'ir-i Türkîye revnak-ı diğer Verecektir zaman geçip aradan da âtîye sen gibi zuyûr Yaşa lutfunla ey sabî-i latîf Sana muhtaçtır kavî vü zayıf Kilk-i ressâm ve levha-i şâ'ir Doldu sun'ile vech-i zî ferîkin Per ü bâlinde ey gül-i tâ'ir Mütebessimdir baharı mâderinin Seni kimdir güzel kılan böyle Gül deferdâmızı bu şeb söyle Kanadından gelen revâc ile Gidiyor ıstırâb dillerden Şevk-i mihrinle bin levâyih ile Doğuyor mâhtâb dillerden Eyledin ey ferişte-i rü'yâ Hem bizi hem bu leyle-i ihyâ Abdülhak Hâmid Bey Her yer karanlık pür nûr mevki! Magrip mi yoksa makber mi Yarab? Ya hâbgâh-ı dilber mi Yarab? Rüya değil bu aynile vâki! Bir gülşen olmuş bak şu harabe Ebr-i seher mi düşmüş türâbe? Mezarın başında Yârim mi medfûn? Ay mı tutulmuş? Dikkat şu sönmüş nûr-i nigâha! Kabri çiçekten bir türbe olmuş Dönmüş türbe bir haclegâha! Bir haclegâha döndüyse türben Aç koynunu aç ma’şûkanım ben! Tûbâ yaratmış bir şûra zavallı Yok bir açılmış hûri kucağı! İsmet yatağı Allah ocağı; Cennet sediri cânân mezarı; Ya bir velîdir gelmiş de vücûda Etmiş mü'ebbed sûrette secde! Mutlak bu yerde olsun zevâlim; Hurşîdim işte karşımda gârip! Hurşîd ölgün hurşîd muzlim; Maşrık kararmış yatmakta mağrib Mâtem libâsım aksiyle gülşen! Bir leyl isem de bir leyl-i rûşen! Hep başka başka ezhâr açılmış! Nahl-i emel mi cism-i nezzârın? Benzer şehâba senin mezarın Düşmüş zemîne nûru saçılmış! Gök mü yarılmış yârab nedir bu Ezhâr pür nûr envâr hoş bû! Yarın aranmaz yâri bulunca; İndimde sensiz cennet de boştur! Hâkin dişinden böyle olunca Elbet derûnu bundan da hoştur! Sen nûr içinde yattıkça öle Ben mâteminle durmam ya böyle! Kudsiyetinde lâzım mı te'mîn? Bak Leylâ kabrin etmekte ihyâ! Senin semâvî yâhud gûyâ Bahr-i çemende biraz kan etseydim ihdâ Bilmem ne sûret eylerdi peydâ? Dolmuş semenle etrâfı yâhud Yağmış bu hâke berf-i mu'attar! İnsan kalıp da mebhût bî-hod Ölümünde bilmem olmaz mı muztar? Meyyit değil bu bir rûh-ı nâ'im; Bense başında bir senf-i kâ'im! Ben gece senden ikrâh ederdim; Çirkindi bence zâtın sıfâtın. Ma'lûmum oldu sonra vefâtın Aşkınla işte dûçâr derdim! Öldükde öyle menkûhan oldum! Gâyib ne varsa hep sende buldum! Kabr-i münîrin mihrâbım oldu: Zülf-i siyâım zünnârın olsun! Gönlüm bu dîni ismetle buldu. Bâtıl değil ki haksız tutulsun! Ben emr-i aşka ettim ita'at; Elbette zühre eyler şefa'at! Ey hâbgâh-ı dârü'l-emânım. Geçmiş zamanı ben yâda geldim! Aç koynunu aç ferydâda geldim Hicrân içinde geçti zamânım! Ömrüm fenâya olmakta müncer; "Bir küçük hançer çıkararak" Miftâh-ı kabrin işte şu hançer! Bir râhib etti miftâhı teslîm; Sanki mezarın bâb-ı cinândır! Varmış desinler bir başka iklim Aç koynunu aç halkı inandır! Seyyândır onda her ferd her ins; Müsellem mesîhi yeniden vü yek cins. Mümkün mü olmaz etsen de ihsân Bez bir kefenle gitsen de behişte? Bî-çâre kaldım üryânım işte; Râzıyım olsam hâkinle yeksâ Aç koynunu aç kopsun kıyâmet! Çökmüş desinler bir bürce zulmet? Bir bürce zulmet bir zılle mehtâp Bir hüsne mâtem bir nefse vicdân! Seyr eyle şeytan düşmez mi bî-tâb? Bir veche münker îmanla handân! Ya olmayanlar olmaz mı mefkûr? Nûr-ı hidâyet toprakla mestûr! Abdülhak Hâmid Bunda doğmuştur mesih etmişse de mihre su'ûd Bunda inmiştir kelime nûr-ı hak bi'l-iftihâr Âdemi cennetten ib'âd eyleyince girdikâr Cennete tutmuş bedel etmiş bu hâki ihtiyâr Hıfz eden tohm-ı hayât âlemi küşti-i nûh Eyledi bu hâkdânın bir kenarında karar Âdemi şeytan bu yerlerde nümûd eylemiş Ateşi Allah da bu yerlerde etmiş lâlezâr Nağme-i Dâvud senden nâle-i Sokrat ile Dîn ü aklı eylemiştir birbirine yâdigâr Zulme tâ mağlûb olunca eyleyen sendin yine Ordusuyla âleme bin türlü İskender nisâr Kemâl Şu ağaç çeşm-i ibrete uruyor Yazda da kışta da yeşil duruyor Zannedersin çemen kıyâm etmiş Kudret-i hakka ihtirâm etmiş Kezâ Yârimin düşmüş yine zülf-i siyâhı boynuna Eski şâ'irlerce küfr etmiş günâhı boynuna Kim görse gerden-i sâfın Hüdâ göstermesin Toplanıp düşmüş sanır nûr-ı ilâhî boynuna Kezâ On Dokuzuncu Asır Erişti evc-i kemâlâta nur-i idrâkât Yetişti rütbe-yi imkâna kısm-ı mümteni'ât Besait oldu mürekkeb mürekkeb oldu basît Bedahat oldu tecârible hayli mechûlat Mecaz oldu hakikat hakikat oldu mecaz Yıklıdı belki esasından eski ma'lumat Mebahis-i felek ü arz ü hikmet-ü kimya Değil vesavis-i ezhan ü vehm ül temsilat Mesail-i nazariye tecarib oldu sened Erişti hadd-i yakine fusul-i zanniyet Ukuul-i zahire said feza-yi ecrama Kuva-yi cazibe kaanun-i paye-yi mir kaat Nüfus-i Rakire nazil kırare-yi arza Delil-i mebhas-ı tekvin defain-i tabakaat Heva vü berk ziya vü buhar ü miknatis Yed-i tasarruf-i insanda unsur-i harekat Ziya hayalen iken şimdi bi'l-fiil sai Zılal zail iken şimdi ziver-i mir'at Seda hisab-i mesafatta muhbir-i sadık Buhar zulmeti tenvirde ebda'-i ayat Cihat-ı erbaaya berk nakil-i ahbar Buhar bahr ü ber üstünde Hızr-ı nakliyyat Tefahür eylemesin mi bu asr a'sara Kısalttı bu'd ü mekan ü zamanı muhtereat Ne kaldı çeşme-yi Hayvan ne Daru-yi Sührab Ne kaldı nüsha-yi efsun ne hükm-i tilsimat Ne kaldı sa'd-ı tevali' ne kaldı nahs-ı kıran Ne kaldı reml ü kehanet ne kaldı cifriyyat Ne var hümada saadet ne var şeamet-i bûm Mukayyed asl-ı iradata cümle me'culat Ne atlas alemi hamil ne zühre fail-i kü Il Değil ukuul-i Felatun usul-i tekvinat Ne kaldı zann-ı tenasüh ne kaldı nar-ı mecus Değil ukuule ekaanim kıble-yi hikat Esas-ı hikmet-i asr oldu vahdet-i Barı Taammün eyledi asl-ül-usul-i mu'tekadat Bulur gider cihet-i vahdetin umum milel Vücud-i vahdeti müsbit olunca ma'kuulat Hudud-i hakk vezaif muayyen ü sabit Ne kaldı cebr ü tagallüb ne kaldı keyfiyyat Hukuuk-i şahs ü tasarruf masun taarruzdan Verildi alem-i umrana başka tensikaat Ne Amr Zeyd'in esiri ne Zeyd Amr'a veli Müessis uss-i müsavata nass-ı mevzuat Münevver eyledi ezhanı intişar-ı ulum Mükemmel eyledi noksan-ı feyzi matbuat Megarib oldu dirigaa metali-i irfan Ne kaldı şöhret-i Rum ü Arab ne Mısr ü Herat Zeman zeman-ı terakki cihan cihan-ı ulum Olur mu cehl ile kaabil bekaa-yi cem'iyyat Sadullah Paşa Bir Muhâcir Kızın İstimdâdı İşte şu mazlumun teni Bak lekelenmiş dâmeni İnsan mı sandın düşmeni? Allah için öldür beni Allah hıfzetsin seni. Gelmekle bir kız yanına Kaçmak düşer mi şânına? Verme zarar imânına. Allah için öldür beni Allah hıfzetsin seni. Bâr oldu cismim duşuna Kan oldu bak ağuşuna. Girmez mi nâlem gûşuna? Allah için öldür beni Allah hıfzetsin seni. Yekser mezar oldu vatan Boynumda hâzırdır kefen. âdâya fırsat değmeden Allah için öldür beni Allah hıfzetsin seni. Artık çalışma çareme Düşmenle gel gir areme Bir kurşun at da yâreme Allah için öldür beni Allah hıfzetsin seni. Kemal Bey Vâveylâ Feminin rengi aksedip tenine Yeni açmış güle misâl olmuş İn'itâfile bak ne âl olmuş Serv-i sîmîn sakalı gerdenine Bu letâfetle ol nihâl-i revân Giriyor göz yumunca rü'yâma Bu tasavvur dokundu sevdâma Ah böyle gezer mi hiç cânân Gül değil arkasında kanlı kefen Sen misin sen misin ey garib vatan Nevha Bu güzellikte hiç bu çağında Yakışır mıydı boynuna kefen Cisminin her mesâmı yâre iken Tuttun evladını kucağında Sen gidersen bizi kalır sanma Şühedân oldu mevt ile handân Sağ kalanlar durur mu hiç giryân Tende yaştan ziyâdedir al kan Söyleyen söylesin sen aldanma Sen gidersen bütün helâk oluruz Koynuna can atar da hâk oluruz Nevha Git vatan Ka'be'de siyaha bürün! Bir kolun Ravza-i Nebî'ye uzat Birini Kerbelâ'da Meşhed'e at Kâ'inâtta hey'etinle görün Bu temâşâya Hak da aşık olur Göze bir âlem eyliyor izhâr Ki cihanda büyük letâfeti var letâfet olunsa ger inkâr Mezhebimce demek muvâfık olur Aç vatan göğsünü ilâhına aç! Şühedânı çıkar da ortaya saç! Nevha De ki Yâ Rab bu Hüseyn'indir Su mübarek Habîb-i zî-şânın Su kefensiz yatan şehidânın Kimi Bedr'in kimi Huneyn'indir Tazelensin mi kanlı yâreleri Mey dökülsün mü kabr-i eshâba Yakışır mı sanem bu mihrâba Haç mı konsun bedel şu mîzâba Dininin kalmasın mı bir eseri Âdem evlâdı bir takım câni Senden alsın mı sâr-ı şeytânî Kemal Bey Ukûk erbâbına meydân-ı ibrettir mezaristan Fenâ-yı âleme bürhân-ı kudrettir mezaristan Gelenler bilmemiş dünyayı hem bilmek de müşküldür Bulunmaz sâhil-i ummân-ı hayrettir mezaristan Hakâyık herkesin mâhiyet-i keyfince zâhirdir Hayat ehli sanır zindân-ı mihnettir mezaristan Yatar dehşetli âguşunda bin evlâd-ı hürriyet Sanırsın mâder-i şebân millettir mezaristan Bilinmezse müsâvât-ı beşer devrân-ı fânîde Onu tefrîk için mîzân-ı hikmettir mezaristan Hikmet Bey Yâd eder candan zâlim âşıkı yâd etse de. Mevt ile eyler gâm-ı âlemden âzâd etse de. Ademe insâfı yoktur âlem-i pür-mihnetin; Mâtemi der-pey gelir îd ile dilşâd etse de. Hasbeten lillâh olur zannetme şeyhin himmeti Kasdı istihlâftur İblis'i irşâd etse de. Bâr-gâh-ı adli vîrân eyleyenler âdemin Başına zindân eder dünyâyı âbâd etse de. Şeytanetten dûr olan hak-gûyâ sad efsûs kim Her sözü merdûd olur Allah'a isnâd etse de. Âlem-i meyden müferreh bir cihân olmaz bize Ger kazâ her lahzada bin âlem îcâd etse de Himmet-i reh-berden istiğnâ eden fikr-i hakîm Bezm-gâh-i Kurb'a varmaz tayy-ı eb'âd etse de. Râhına hâk olmadan dûr idemez üftâdeni Devr-i gerdun sâye-yi hurşîdden yâd etse de. Senk-bâr-i cevr olan tahrîb-i kalb-i âleme Haşr olur Haccâc ile bin Kâ'be bünyâd etse de. Merdim ayrılmam yolumdan bîşezar-i himmetin Her bün-î nahlinde ger bir şîr feryâd etse de. Ben esîr-i aşkıyım sultân-ı hürriyet Kemâl Alemi yek-ser alâikten ser-âzâd etse de. Kemâl Gül ruhlarının misali yoktur. Hurşidin rengi âli yoktur. Ağyar ile ülfet etmek ister Ben ölmeden ihtimali yoktur. Cevretme değil fedayı aşka Öldürse dahi vebali yoktur. Aşkın ebedî durur gönülde Mihr-i ezelin zevâli yoktur Allah’adır istinadım ancak Nevi beşerin kemâli yoktur. Kemâl Bey Hikâye-i Bâz Hanfesâ Birleşip şâhin ile bir hanfesâ Nîk ü bed bir yerde olmuş rû-nümâ Âşinâ-yı bûm olup nesr-i felek Eylemiş şeytan ile ülfet melek Kesb-i sûret eyleyip cem'-i tezâd Âb ateşte görünmüş ittihâd Meyl edip yekdiğere mahbûb zeşt Resm olunmuş bir yere nâre vü behişt Açılıp bâb-ı sühan ba'de'l-İslâm Varmış ol serhade kim sevk-i kelâm Eyleyip bâza senâlar hanfesâ Demiş "Ey mahsûd sîmurg hümâ! "Ülfetin kâmyâb etti beni "Âşıkın oldum görelden ben seni "Neyleyim ey tâ'ir-i evc-i celâl "Tıynet-i pâkinde nâkıstır Kemâl "Meşrebinde yok vefâya intisâb "Olamazsın lâ-cürm-i âlicenâb "İnse mâni'dir gurûr nahvetin "Zulme mâ'ildir mizâc hilkatin "Bâhusus asl-ı esâsın cüstucû "Sayd edersin kebin vü tâvûs hümâm "Ekl edersin lahm-i mekrûh-ı haram "Dembedem kan içmeye mu'tâdsın "Gamze-i hûbân gibi bî-dâdsın "Vahşetin ondan olup dâ'im füzûn "Hısm ağyârın kavî bahtın zebûn "Hem cenâh olsan gelip bu kemtere "Bir tüyün mutlak düşürmezdim yere "Gark edip bahr-i nevâl-i ni'mete "Vâsıl eylerdim kemâl-i izzete "Çeşm-i im'ânın olup seyr ü karîr "Lezzet-i dünyâdan olurdun habîr "Urmayıp dâmân-ı sabra dest pâ "Ağzının tadın bilirdin dâ'imâ" Bâz kim bu sözleri etmiş semâ' Hayretinden eylemiş devr-i semâ' Fart-ı lînetle demi "Ey yâdigâr! "Ey hakîm-i zî-fünûn rûzgâr! "Bast tafsîl eyleyip ahvâlimi "Senin ta'rîz ile kırdın bâlimi "Hâl ü şânım hüccet-i kâfi sana "Pençe-i ta'zîri bâz etme bana "Sen de ta'yîn et nedir rızkın senin? "Anlaşılsın cevherinden ma'denin "Kande hâsıldır sana dâmân-ı pâk "Var iken sende bu tab'-ı herzenâk "Ekl ü şürbün tab'ına mir'attır "Tıynetin terkîb-i kazûrattır Gûş edince hanfesâ bu sözleri Hış hiddetten ferâmûş gözleri "Sen demiş fehm etmemişsin ey herif! "Bana ihsân kıldığın rabb-i latîf "Ben tabîb-i hâzık-ı rûşen dilim "Ârif-i hikmetşinâsım kâmilim "Reng-i rûyum nûr-ı esveddir benim "Mağz terkîbim aceb kandedir benim "Her ta'âmım turfe bir ma'cundur "Şehd ana nisbet şernek dûndur "Kûh ise nâmı nola mânend-i kûh "Bana ondandır bu âsâr-ı şükûh "Ona haddin mi hakâretle nazar "Feyz alır ondan bozulsa müşk-i ter "Bâğ bostana ederler ta'biye "Hâke onunla verirler terbiye "Safreti altına benzer rûyunun "Şöhreti dünyâyı tutmuş bûyunun "Terk-i cân eyler yolunda kâğ-ı lâğ "Ondan olmaz dûr bir enf ü kulâğ "Ondadır hâsiyet-i eşyâ bütün "Sûret-i terkîb ü cezâsın düşün "Eylemem ben sen gibi lâf güzâf "Sözlerim mahz-ı hikmettir bî hilâf" Gûş edip bu sözleri bîçâre bâz "Bak" demiş "Ey feylesof-ı kâr-sâz! "Maksadım ta'rîzden vârestedir "Herza hâr-ı mi'deye vâbestedir. "Çün değilsin fârık- adl ü sitem .Yiyip hikmetten urma bâri dem!" Kâzım Paşa Murassa' Bekâ yezdâna şâyandır; fenâ ekvâna evlâdır Vefâ insana çeşbândır; cefâ hayvana ahrâdır. Kaderdir hep kederdir hep haberdir hep aberdir hep Bu dünyâdır ne ukbâdır ne rü'yâdır ne hülyâdır. Gönül ger ilme sâlik hâle mâlik mâhv hâlikse Mükelleldir mükemmeldir muhallâdır mu'allâdır. Zeminden ibret al mâdûnu mâfûkunda gör dâ'im Ayağı baş yerinde seyr ediş bir hoş temâşâdır. Kemal Bey Kürsi-i İstiğrâk Kenâr-ı bahrde hoş bir mahaldir nâzır-ı âlem Tahaccür eylemiş bir mevcdir; üstünde bir âdem Hayâlettir oturmuş fikr ile meşguldür her dem; Giyinmiştir beyaz amma bakarsın arz eder mâtem Bulutlar dalgalar yıldızlar etrafımda hep mahrem; Ağaçlar cûylar kuşlar çiçekler dâimâ hurrem. Bu tenha yerleri gördün mü sen zannetme hâlîdir Hayâlâtımla meskûndur bu yerler pür meâlîdir Muhât-ı aczdir hem lâ-tenâhî birle mâlîdir; Bu mevkidir yerim sahilde bir kürsî-i âlîdir. Bulutlar dalgalar yıldızlar etrafımda hep mahrem; Ağaçlar cûylar kuşlar çiçekler dâimâ hurrem. Sükûnetle kuşanmış hây hûy-i şehri gûş eyle Sehâb-ı hande-rîz ü berk-ı yekser-kahrı gûş eyle Ağaçlardan çıkan efkârı seyret nehri gûş eyle; Bu dehşetgâhda sen gel benimle dehri gûş eyle. Bulutlar dalgalar Ağaçlar cûylar. Düşün ol zâtı kim emriyle zâtından ıyân olmuş Vücûd-ı sermedîsinden zemîn ü âsmân olmuş Düşün deryâyı her bir katre mevc-i bî-kerân olmuş Bulutlar dalgalar Hafâyâ-yı ilâhîdir ki yekdil yekzebân olmuş. Bulutlar dalgalar yıldızlar etrafımda hep mahrem; Ağaçlar cûylar. Odur hîçî-i mâzî lücce-i sürh-i meşiyyette Bu târîkî-i müstakbel kebûd-ı sermediyyette Durur bir kibriyâ-yı bî-nihâyet nûr zulmette Beraber cümle mevcûdât ü eşyâ hep muhabbette. Bulutlar dalgalar Ağaçlar cûylar. eder yekdiğerin takbîl dâim zühre vü zerre yürür bir yolda murg mâhî vü mehtâb ü şebperre otur şu minber-i deryâ-muhât-ı senge bir kerre hemen allah'ı gör şâmil semâdan bahr ile berre. Bulutlar dalgalar Ağaçlar cûylar. yürür her burc bin asr-ı mücessemdir mümâsildir zılâle sûretâ zannetme lâkin cism-i zâildir bu hey'et zîr ü bâlâ mercî-i aslîye mâildir girerler şâd ü handân cümlesi bir feyze nâildir. Bulutlar dalgalar Ağaçlar cûylar. Döner vâdide dûr dûr bir ses rûdlar çağlar Çemen mâî koyunlar penbe rengârenktir dağlar Şafaktan bahrdan etmekte cem-i sîm ü zer bağlar. Bu şenlikte benim gönlümdür ancak varsa bir ağlar. Bulutlar dalgalar yıldızlar etrafımda hep mahrem; Ağaçlar cûylar kuşlar çiçekler dâimâ hurrem. İner sisler içinde bir küçük kız kûhdan tenhâ Doğarken necm-i bî-hâb-ı seher peyda vü nâ-peydâ Geçer peyk-i sabâ dûşunda aks-i cûşiş-i deryâ Ceres yâd-ı vatanla dilde eyler derdimi ihyâ. Bulutlar dalgalar yıldızlar etrafımda hep mahrem; Ağaçlar cûylar kuşlar çiçekler dâimâ hurrem. Abdülhak Hâmid Mey Mey akla vücûda eder îrâs-ı mazarrat Kılmış ya niçin men' onu şer' ile hikmet? Meydir sebebi ekserinin bence mücerred Vâki' oluyorsa ne kadar cürm ü cinâyet Gitmiş nice canlar ademe bâde yüzünden Mahv telef olmuş nice sâmân nice servet! Sönmüş ne kadar şem'a-i ikbâl i'âli Olmuş ne kadar çâk hele pede-i 'iffet Âkıldır kim yek deme berzûk için olmaz Peymâne-keş bâde-i ser-şâr-ı nedâmet İşret cühelânın işidir çünkü cihanda Bunlar bulamaz başka husûsatta lezzet Tahsîl ü ya tahrîr ü kıra'etteki zevki Hüşyâr alamaz bâde-i gülfâmdan elbet Meyden ferzâ def'-i gam etmek ise maksat Gam def'ine bunlar daha eyler iyi hizmet İnkâr edemem gerçi verir kalbe ferah mey Ben neyleyim ammâ ki olur hükmü muvakkat Kim hükmü geçince yine evvelki gam hem Hem de daha artık daha bed-ter eder avdet Tahsîl ü kıra'ette olan neş'e vü lâkin Bâkîdir onun hükmüne yok hadd ü nihâyet Bir cümlesi bir câm-ı diğer bence kitâbın Her nokta habâba bedel artırmada zînet Her satır birer pâyesidir selm-i aklın Kim aksine ettikçe gelir âdeme rif'at! Sığmaz hele ta'bîre kitâbetteki lezzet Bir lezzeti ben eyleyemem hiç ona nisbet Insan eline aldığı dem-nîze-i hâme Bir de vâr ise eşheb-i tab'ında liyâkât Cevelânına billah gelir sahn-ı sühan-tenin Gerçi kadar vardır meydanda fesahat Hal böyle iken meyde taharrî-i safâyı Ya ben nice ad eyleyeyim cehl ü hamâkat? Reşad Bey Enhâra reşâşe-rîz-i nağme Asvât tarifzâ-yı ninni Ebhârına mevchîz-i nağme Her cünbüşü bir edâ-yı ninni Salmış pederi mülke iclâl Hemşîresi hem-nişîn-i ikbâl Kuşlar gibi mâderi açar bâl Her rîşe verir sadâ-yı ninni Pertev Paşa -Tıfl-ı Nâ'iminden- Durma ahmak gibi dolabını tedvîre çalış Sıdkla iş göremezsen reh-i tezvîre çalış Kesret-i mâl ile fahr şeref olmaz hâsıl Ilmini fazlını irfânını teksîre çalış Nû-ı îmân leme'ân eyler iken seniyyemde Sen işin yok ise zâhid beni tefkîe çalış Ortalık ehl-i tasallüfle lebâleb doldu Ey kalem onların ahvâlini teşhîre çalış Ol matrûd-ı derk ehl-i nifâk gaybet Nâkil-i meclis olan müfsisi tekdîre çalış Tarz-ı İran ile Arabânı bırak eslâfa Türk isen Türke yarar şîvede tahrîre çalış Meslek-i sâlime sâlik olarak sen de Sa'îd Pîrû ol Avni Beyin şi'rini tanzîre çalış Tarîk-i Muharriri Sa'id Bey Hadîs-i kâkülün encâmı kıyl ü kâle çıkar Mebân mebhasın gâyeti hayâle çıkar Kur'ân-ı nahs ile her sa'ati kurûn-ı şu'ûn Görür şâm-ı gamım sad hezâr sâle çıkar Bahâr-ı hüsne goncam abes şukûfe arar Ki bâğ-ı sîne-i zârımda türlü lâle çıkar Kitâb-ı aşkta çıkmaz taransa harf ü sâl Firâka dâ'ir aransa nice makâle çıkar Gınâ-yı kalb tevekküldedir ki dervîşe Hemîşe bâb-ı zuhûrâttan nevâle çıkar Cihânı nezr için inzâr eder zebânile Bakılsa her misli vâ'izin su'âle çıkar Saklamasa leb-i la'inden ol gül endâmın Afîfe duhter-i rez-âyin-i Cem'de hâle çıkar Ne bâr dunnet-i sâkî ne minnet-i rândan Dü çeşmimin mey-i la'li nice piyâle çıkar Hatîb-i câmi' irfandır Eşrefâ tab'ım Ki seyf-i hâe ile minber-i kemâle çıkar Necfde bây gedâ pâ bürhene ser-i bezmin Huzûr-ı Haydar'a takdîm-i arz-ı hâle çıkar Eşref Paşa Lâ-yetegayyer Bir zulmet-amîka-i hîçî nümâda âh! Bin lem'a muntafî oluyor bi cihan tebâh. Hengâm-ı herc ü mercde peyveste zûr-kâr Sırr-ı pür fezâ zemînine eczâ-yı târumâr Âfâkı gark-ı zulmet eder heykel-i memât Titrer hûle karşı söner lem'a-i hayât. Tûfân basar sevmeli çemenzârı nâgehân Kumlar yığar: Yeni iklimler eder ayân. Hurşîde doğru devr ederek kutb-ı müncemid Bir i'tikâd-ı diğere bağlandı müte'akkid. Bir milletin tefâhurunu celb eden nizâm Diğer kumlarla giriftâr-ı intizâm! Yekrice fazlımız kalıyor hüccete sezâ Dün hak olan bugün oluyor dâ'î-i cezâ! Ezhâr açar kemâl-i beşâşetle vâkı'â Mâtem doğar onun ile birlikte mutlakâ Bu kadar sebât: Hep değişir her cihân döner Sönmüşler işti'âl bulur her yanan söner. Ölmek için vücûda gelir cüz' ü bî-yahat Doğmak için helâke gider zürm-i zî-hayât Âlem kocar tarâvetini iktisâb eder Kâh dinlenir kâh koşar muttasıl gider. Zerrât ki durmada hadd-i vücûtta Devvârdır dâ'ire-i bî-hudutta! "Edmon Harkor" Mütercimi Nâbizâde Nâzım Tarîk-i hakta cân tenden olmak yâd lâzımsa Beni hazır bulursun her çi bâd âbâd lâzımsa Ne minnet intizâr berke ey âhengir-i gayret Benim gönlümden al gel tîğ için polad lâzımsa Eden tahrîb-i âlem inkisâr-ı kalbidir halkın Gönül yıkma cihânı eylemek âbâd lâzımsa Hayâtında neden hiç iştibâh etmezsin ey gafil Acâyib gördüğün her hâli istib'âd lazımsa Fenânın en münîrâniyesi mûy-ı sefîd-i keder Sana aklınla bir olmak yeter irşâd lâzımsa Çocukluktan niçin dûr eylemiş inşânı isti'dâd Eğer her matlabın tahsiline feryâd lazımsa bu kânun-ı meşiyet ferdi ferde etmemiş muhtâc Sana Allah eder herhangi işte dâd lâzımsa Tefevvuk-yâb-ı irfan eylemek ahfadı lâzımdır Hamiyyet mesleğinde gayret-i ecdâd lazımsa Hatâ-yı ehl-i kesret ol kadardır bahs-i vahdette Rakm-ı kâfî değildir cümlesin ta'dâd lâzımsa Şuhûd erbâbının re'yince rü'yet ayn-ı vâki'dir Bu da'vâda ederler halkı işhâd lâzımsa Zekâ bir şu'ledir kim sânı âlîdir tenezzülden Bulursun ehl-i istiğnada isti'dâd lazımsa Gınâ geldi cihanda şöhretin saytın kemâlinden Kemâli kâh kâh etsin bilenler yâd lâzımsa Kemâl İmâm-ı Ali Kerremallâhu Veche Hazretleri Vasfındadır Girmeden sâğar-ı elfâza mey va'd ü va'îd Verdi bin neş'e bana keyfiyet bîm ü ümîd Dâmen-i havf recâ geçti dem kim elime Tuttuk subh-ı ezelde yok idi reng-i sefîd Hâb hiddette idi kurre-i 'ayn-ı ayân Olmamıştı eser meclis-i ervâh pedîd Sâkî-i bezmin edip pâyına mestâne sücûd Eyledim neş'e-i sahbâyı safâ-yı tecdîd Hubzâ câm-revânbahş elestî kim olur Neşvesi vâsıl eyyâm-ı şuhûr câvid Leb-i câmında nahfete dem-i enfâs-ı Mesîh Mey-i nâbında ayân nûr-ı hüdâvend-i vahîd Cür'ası mâye-i tesnîm revân-ı Cibrîl Katresi tekme-i eklîl sırr-ı arş-ı mecîd Âlişân zevkine ol bâde-i nâbın olamaz Tâlib-i kevser ü dildâde-i câm-ı cemşîd Meded ey sâki-i gülçehre ayağın öpeyim Bir kadeh meyle dahi eyle safâmı temdîd Akl idrâkim edip mest harâb-ı hayret Fikr ü endîşemi kıl zevk-i sevdâdan tecrîd Sînem âyine olup şâhid-i feyz-i aşka Eylesin tab'ımı ilhâm-ı ilâhî Demlenip ney gibi ol şevk ile hâmem kılsın Cevherin nağmesini karta-i gûş-ı nâhid Muhaverinden feleği oynatıp âsâr-ı safâ Âlemi raksa getirsin eser-i şevk-i cedîd Bende ol neş'e-i zor-âvercân perver ile Eyleyim vasfını bir şâh kerîmin temhîd Ol şehenşâh-ı cihân şîriz-i rahmân kim Gelmemiş zâtı gibi âleme bir ferd-i ferîd Merkez-i dâ'ire-pîrâ-yı uluvv-i azamet Kutb-ı dîn ka'be-i dünyâ vü cihân tefrîd Seyyid-i ıttırat vü ashâb-ı 'aliyyü'l-a'lâ Geh eder şâh-ı resel zâtı ile fahr-i mezîd Hatta-i haşmete sultân-ı kazâ câmû-celâl Âlem-i kudrete şâhenşeh-i takdîr-i abîd Sem'i peymâne-i envâr hitâb-ı izzet Kalbi hamhâne-i esrâr şarâb-ı tevhîd Kef-i ihsân lakabı mazhar-ı ism-i a'zam Dest-berd-i gazabı hançer-i zü'l-batş-ı şedîd Nâzır olsa feleğe adli ta'dî edemez Çerh ne dârım mînâ-yı ziyâ-yı hurşîd Etse şahs-ı semti pençesi çâk temzîk Tevedde-i remmâl sahârîye döner çerh-i anîd Âlem fazl kemâlinde iki nâhiyedir Küşver-i feyz-i ezel mülk-i vesî'-i câvid Feyz-i ihsânı eğer eylese ebre te'sîr Haşre dek katre-i bârânın eder mervârîd Kılsa meyim ademi hâmesi resm ü tahrîr Rûzen-i çeşmi olur menba'-ı nîl-i ümîd Cemî' ezdâdı murâd eylese rîh-i sarsar Mevc-i seylâba eder kuvvetini sedd-i sedîd Cür'a-i sâgar ihsânını cer eylemeye Dest-i deryûze olur bezmine câm-ı hurşîd Değse bâl perrine mürg-i hayâtın kahrı Resen-i muktel olur gerdenine habl-i verîd İltifât eylese erbâb-ı şikâya germi Sa'dâdan sayılırdı koca nemrut-pelîd Defterine feleğe sığdıramaz fihristin Etse münşi-i kazâ nüsha-i vasfın tesvîd Gömülür k'o zemînin serine vakt ü gâ Dest-i pâkinde olan kabza-i şimşîr-i hadîd Seydâ pâdişâha menba'-ı cûd hümâ Ey ki her mûyudur rahmet-i rahmâna kilit Bir gazel tarh edeyim la'l-i lebin vasfında Ola her mısra' bir cüste cûsu şebiyet-kasîd Ey itâbında nehfete eser ü ad ü va'îd Deheni cevher-i bîm ü sahnı kân-ı ümîd Dizilir cevher-i dendânını ettikçe hayâl Dîdeden sözen müjgânıma bin der-nazîd Ayda bir mâh-nûy-ı zerd ü hilâl eyler çerh Tîğ-i ebrûlarının etmeye resmin taklîd Levh-i âyine-i hüsnünde ayân idi cihân Kalem-i kudret ile eyledi hat onu resîd Ağlamaktan beni men' etti gubâr-ı hâtır Çün olur âba zarûrette bedel hâk-i sa'îd Ta'accüb her tarafa oynasa hâmem Kâzım Geh olur tîğ-i elemde gehî çevgân cirîd Pâdişâhım nazar et hâlime Allah resûl Kıldı devrân kavlini medrese ye'se mu'îd Âteş-i fakr ile dilsûhteyim tâ kadar Eriyip yek nefsimle sû olur kûh-ı cedîd Kürre-i nârı yakar belki kemîne-i şereri Eylemezse su sepip lücce-i lutfun tebrîd Kime arz eyleyeyim hâlimi ben sen vâriken Sana ben zerre-i hâkim bana sensin hurşîd Geceler hâmile-i fitne mi bilmem her gün Ediyor mâder-i eyyâm belâlar tevlîd Bir taraftan gam dünyâ-yı denî bir yandan Fikr-i cür mü günah vü şiddet-i rûz-tehdîd Selb edip mağz-ı ser-nûr şu'urum kıldı Beni zulmetgede-i ye'se esîr ü nümîd Sana kıldı meded ü merhamet ey sihr-i nebî Ne düşerse onu kıl şânına bast temhîd Bir resûlü's-sakeleyn ü be-cenâb-ı zührâ Beden şeper ü şepîr ü be-hallâk-ı hamîd Söz tamam oldu yeter gayrı du'â eyleyelim Sıdk ihlâs ile pek muhtasar pâk müfîd Devr edip tâ kadeh ad ıyd mevlâ Neş'e-i havf recâdan ola bin güft şenîd Kıla a'dâyı şaâ pîşesini hak makhûr Bendegânı ola dârında mebrûr sa'îd İmâm Ca'fer-i Sâdık Hazretleri Vasfındadır Ey dü-çeşm-i siyehi mağz-füsûn nîrenk Rûh-ı kudsî nigeh-i mestine aşüfte vü denk Dem-i hicrânda menkûşunu ettikçe hayâl Hûn-ı dilden asılır her müjeme bin avenk Ârızın câna safâ gönlüme rikkat götürür Feyz-i hurşîd verir her yere bir vecihle renk Sînemin dağını teşbîh edemem lâlelere Eyledi zahm-ı hadenkin beni hem-renk-i pelenk Kehkeşân sanma olup dil-şede-i ferhâlin Beline bağladı aşkın feleğin pâlâhenin Devr-i hüsnünde görüp hâlimi der-top rakîb Âteş-i reşke yanıp patladı mânend-i tüfenk Nûr-ı ruhsârını pâ-mâl edemez sebze-i hat Cevher-i tıynet mir'ata keder vermez jenk Tutulur dâm-ı ser-i zülfünü görse nâhid Lâl olur nâlemi gûş eylese destindeki çenk Tâbını zemzeme pîrâ-yı tegazzül Kâzim Eyle evsâfina ol şâh-ı enâmin âhenk şehenşâh-ı felenk-câh mülk çâker kim Yaraşır olsa ona arş-ı ilâhi evrenk hüdâvend-i Hüdâ halk nebî haslet kim Akl-ı gül pîş rikâbında urur raks şelenk Şem'-i mihrâb-ı hüdâ câmi'-i esrâr-ı hüdâ Secdegâh-ı urefâ ka'be-i ehl-i ferheng Seyyid-i nev'-i beşer kudve-i âl-i Haydar Mihr-i rûşen nazar-ı künküre-i heft evrenk Arş-ı temkîn ü kadr-i mukadderet ü dehr-i sebât Levh-i tersîn ü kazâ temşiyet ü berk-i perenk Hazreti Ca'fer-i Sâdıka sezâdır el-hak Nakş-ı pâyin ser-i hurşîde Hüdâ kılsa çelenk Tab'-ı âlî himemi bedrika-i ehl-i yakîn Dest-i lutf keremi mahfaza-i şîşe-i nenk Nahl-i efkâr-ı celîlinde hurd-i nev-bâveh Tâk-ı eyvân celâlinde semâvât âvenk Ufk rif'ate hurşîd sa'âdet-i pertev Tutuk haşmete cemşîd senindir ser-henk Akl ol nazar mihr eser ü meh-peyker Müntehâ küşver ü cibrîl fer ü refref renk Mevkib-i mukaddereti bir azamettir kadar Arsa-i mahşer olur hayme-i hüddâmına tenk Kasr-ı kadrin kadar eylemiş allah azîm Olamaz rûzenne vüs'at-i efkâr kepenk Olsa feyz-i nazarı şâmil-i erbâb-ı zülâl Beyt-i ma'mûre döner kadr-i sanemhâne-i tenk Meclis sohbetine dâhil olan yârânın Can verir hâk-i güzegâhına bin pûr peşenk Lâ-mülâyi per eder edhine-i fehm-i emel Matbah-ı cûdu eğer acısa sipihre bâ cenk Değse hâşâk-ı hakîre nazar-ı terbiyeti Kâb-ı kavseyne olur kadr ü meziyetle hadenk Olsa tîğ-i gazabı şu'le-feşân kühsâra Cereyân eyler idi su gibi her tûde-i senk Kılsa temkînini küşti-i sipihre lenger Devre-i arş eder izhâr-ı zarûretle drenk Her biri kâse-i tesnîme olur tafra-nisâr Düşse pây-ı nazar rağbetine bâde vü benk Âr eder sayd şikâr etmeye nesr-i feleği Leb-i deryâyı celâlindeki ednâ har-çenk Açılır bâb-ı temennâ gibi esrâr-ı kazâ Kafl-ı takdîre Hüdâ re'yini kılsaydı medenk Kılsa ebrû-yı hilâl himemi dünyâya Berk-i hâtif kadar izhâr-ı tecelli-i drenk Ref'-engüşt-i şehâdet kılıp ihlâs ile hep Fark olunmazdı dü âlemde müslüman frenk Hükmü müstelzim tahvîl-i mîzâc olsa kılar Şu'le-yi âb-revân mâhiyet-i şehdî şrenk Olsa ebr-i keremi nâmiyeye bâzil-i feyz Ne revâk feleğe sığmaz en ednâ târenk Âlem ârâ şeme kevkebe kehfü'l-emâ Ey hüdâvend-i cihanban kerîm ü kârânın Sensin ol kâfile salar kirâmı ki olur Kudsiyân saf çekip ardınca sor bendegânın Kim olur muktedir îfâya bihakkın âyâ Ben ki bu hüsn-i tabi'atla olursam dil-tenk Tab'ım ol lücce-i bî-ka'r ma'ânîdir kim Fikr ü endîşem olur ancak deryâya nihenk Râyiz-i kuvve-i fikrim kadar çâpındır Eylesem ablak cibrîl ile azm-i âhenk Erişir menzil-i maksûduna bir demde bu Kalır ol kademinde geride bin fersenk Ben ne hâkim ki ola bende bu âsâr-ı kemâl Fars-ı tab'ıma ihsân oluna böyle gerenk Şeref ü şân meziyet bana hep sendendir Eyledin reşk-i berrâk olmuşiken bir harlenk Kalır âbâr-ı dalâlette azâzil gibi Resen-i aşkına kim urmasa ihlâs ile çenk Dostun dehre süleymanlık eder mûr ise de Hâk-i zillette düşmanın olsa huşenk Sıdk ile gayrı du'â eyleyelim lâzımdır Zikr-i tevhîd tamam olsa çekilmek gülbenk Tâ füsûn-ı nigeh gamze-i âhû çeşmân Ehl-i aşkın dil-i bîmârın ede vâle vü denk Kıla mahlaslarının vechini hak bedr-i münîr Ola düşmanlarının kalbi gibi yüzleri zenk İmâm Mûsâ Kâzım Hazretleri Vasfındadır Deşt-i aşkınla urup hüsn-i saykal Kîneden sînemi pâk eyledi hakkı 'ızz ü cell Kapladı gönlümü ser tâ be kadem nûr-ı server Oldu levh-i dilim âyine-i akl-ı evvel Sûr ârâ-yı vücût oldu derûnumda hemân Ol kadar sırr-ı ilâhî ki bi-tarz-ı mücmel Söylesem binde birin âleme bir renge girer Vech-i pâkize-i takvâ ile evzâ'-ı haşl Hubzâ âtıfet-i bî-bedel-i rabbânî Merhabâ merhamet hâs-ı hüdâvend Nice mihr-âfet-i cân dil âşık ki onun Olamaz zerresine mihr-i cihantâb mû-dil Zerresi mihr-i celî şa'şa'a-i evc-i ebed Katresi cevher-i tâbende-i deryâ-yı ezel Ne güher tekme-i eklîl nigîn-i azamet Ki olur lâmi'ası âlem-i kudse meş'al Nice mihr âteş-i gül-nihal tecellî ki verir Feyz-i lutf-ı ereni gülga insana mahal Ne güher-i şu'le-zen hırmen-i ekvânına çeker Reşkten dîdesine şâhid-i îmân sebel Nice mihr-i âl tutuk beste arûs-ı ma'nâ Ki değil cevher-i cân rü'yetine öşr-i bedel Ne güher merdümün çeşm-i cihân kim görünür Cilvesini nûr-ı süveydâyı muhît ü eşmel Âferîn ol güher mâye-i isti'dâda Ki olur böyle bir ihsân-ı ilâhîye mahal Bârekallah âlî şeref fıtrata kim Eyleye kadrinin idrâki ukûl-i muhtel Mahz-ı in'âm-ı Hüdâdır yine bu tıynet-i pâk Hâşâ Allah ki ere dâmenine sa'y ile el Sebeb-i feyz zuhûru nazar-ı âl-i nebî İllet-i mûcibesi lutf-ı imâm-ı ekmel imâm ibn-i himâm ol şeh-i ekmel kim ider İstese kâf kaderde görünen ukdeyi hal kazâ hükm ü kader şîve ki lâyıktır ona Olsa sânî şeref ü kadrde akl-ı evvel Âsumân sâye-i şehenşâh-penâh-ı dârın Lâhla pâye hüdâvend cemî' kemâl Kıble-i şeş-cihet ârâyiş-i dîn ü dünyâ Şem'-i cem' azamet şa'şa'a-i mülk ü milel Hükm âmuz sahn-ı sünh ma'ârif perver Şefkat endîşe-i kerem pîşe delîr ü akl Hazreti Mûsâ Kâzim gibi kim odur âlemde Kıdve-i âl-i şehenşâh sunûf-ı mürsel Şâh reng-i vilâyetgeh sezâdır dense Seg-i dergâhı sipihrin esedinden efdal Meşhed-i pâkidir ol muvakkaf rü'yet ki olur Her taraftan ona envâr-ı ilâhî münşel Dest-cûd keremi çeşme-i feyz-i akdes Ebr-i lutf himemi menba'-ı teslîm-i emel Sîret-i mâcid irfânı felekten evsa' Sûret-i şâhid im'ânı melekten ecmel Tab'ı ibkâr-ı füyûzâta müzeyyen hacle Kalbi esrâr-ı ilâhîye mu'allâ mücelle Cihet-i câmi'a-i feyz ü kemâle zâtın Mazhar etmiş kadar hazreti feyyâz-ı ecel Hûn edip bağrını şimşîr-i kazânın gazabı Lutfu ser-i kadrin aklını eyler muhtel Hâbda eylese şem'-i rahne atf-ı nigâh Ruh-ı kudsînin olur dîde-i cânı ahval lüsse-i temkîni eğer şâmil ecsâd-ı latîf Sadme-i sarsar olur hâne-i dünyâya temel Kılsa endîşesi efkâr-ı muhâli tasvî Dâğ-ı derd ü gam olur âdeme mir'at-ı emel Hükmü tebdîl-i hâs etse kalır bî-temîz Çeşme-i mihr ile mâhiyet-zehrâb-ı ecel Cem'-i azdâdı murâd eylese ger mukaddereti Birleşir şâm ile tutuk subh-ı ezel Değse bir ehl-i cünûna nazar-ı âtıfeti Ukalâ haşre dek eyler sözünü darb-ı mesel Olsa ger muhtesib adli nigehbân-ı enâm Edemez tîğ-i ecel kimseye izhâr-ı cedel Ravza-i huld-necâta giremez a'dâsı Geçse bin sem hayâtı süzülüp cism-i cemel Çerh ne tâka olur tafra nisâr-ı azamet Ravza-i mukadderetinde yetişen sûm besal Seydâ pâdişaha dâver-i âlî nazara Ey rikâb-ı kademi bûsene mihr ü zuhal Salma ferdâya beni bunda kıl izhâr-ı cemâl Bunu takdîm ederim cümle ricâdan evvel Âteş-i hicrin ile cân dilim yandı meded Verme gel devlet-i dîdârına münba'id mihel Arz-ı kâlây-ı kemâl eyleyeyim sâyende Olmuşum bak nice eltâf-ı celîle münhal Benim ol şâ'ir-i mâhir ki açar endîşem Tîşe-i fikr ile gülzâr-ı behişte cedvel Beyza-i mihre döner her şerer-i nâçizi Nûr-endîşim eğer âleme olsa meş'al Hâmem ol nîşger mısr-ı belâgat ki verir Zikri bin lezzet bûs-ı leb-i cânâna halel Bülbül-i nâdire-gûyem nagamât-ı sühanım Berg-i gûş-ı gül-i firdevse olur cevher-i-i tal Hızr-ı İsâ dem-i i'câz-tırâz-ı asrım Tuttu sayt-ı sühanım dehri çü vahy-i menzil Sâhir-i mu'cize kûyum ki olurdu târı Görse nâl-i kalem ejder-i Mûsâya vü cel Doldu elfâz-ı ma'ânile harîm-i tab'ım Vermeden na'at-ı cihân kadrin için hâmeye el Nola bu şevk ile cür'etlenip etsem tahrîr Lâle-i dâğ-ı derûnum gibi bir tâze gazel Ey nigâh-ı gazabî tîğ-i kazâ darb-ı mesel Nâvek-i gamzeleri tîr çeker dûz-ı ecel Âyet-i hatt-ı lebin sâye-i ebrû okuma Kılma te'vîl ile Kur'ânı meded dâm-ı hayal Öyle bir hâle getirdi beni ta'rîf edemem Zikr-i endûhumuzu fikr-i gam müstakbel Yaktı yandırdı beni mücmire-i aşkında Eyleyen hallerin tarf-ı ruhunda haremle Göreli gamze-i hunrîzini Kâzım yârin Tîğine and içerim sevmemişim başka güzel Söz tamam oldu yeter gayrı du'â eyleyelim Yüz sürüp hâk-i der-i zillete bâ-'acz ü kesel Tâ ki âyine-i cân dil uşşâka ola Âteş-i aşk cihansûz-ı ilâhî muskal Zevk-i rûyıyla olup merdümün çeşmi karîr Vere her matlabını Hazreti Hak azze ve cel Ravza-i Mutahhara-i Cenâb-ı Nebevî Vasfındadır Bârekallâh ey mükerrem ravza-i fahr-i cihân Livahşillâh ey mu'azzam mescid-i arş-ı âsitân Ravza ammâ hârdır nisbetle berg ü bârına Şu'le-i nahl-i tecellâ verd-i bâğ-ı lâ-mekân Mescid ammâ kıblegâh-ı ka'bedir kim bâbının Seddesi mahsûd-ı cennet tâkı reşk-i âsumân Bir gülistân-ı safâdır her mukaddes tarhı kim Rüzgâr eyler hezâr adne hâkin armağan Bir riyâz-ı feyz bârîdir ki hâk-i akdesi Fahr eder arşa vücûduyla onun bu hâkdân Gonca-i nükhet feşânı lâe-i dâğ-ı derûn Cedvel-i âb-ı revânı sîm-i eşk-i âşıkân Şu'le-i müşkâtına pervâne cân-ı cebrâ'il Âb-ı feyz-i âyâtına dîvâne rûh-ı kudsiyân Rîze rîze cevher-i cân halâ'iktir bütün Sahasında pâyimâl-i nâs olan rîk-i revân Câmi'-i hikmet ki tâk-ı kûşe-i mihrâbına Secdeden ref'-i ser etmez ebruvân-ı dilberân Irtifâ' minberin kat' edemez rûhu'l-emîn Pâye pâye kılsa eflâk ukûlu nerdubân San dıraht-ı tûrdur her bir minâr-ı zer-kemer Kim verir aşk ehline nûr-ı tecellâdan nişân Kubbe-i huzarâ değil gonca-i lâhûttur Kim yüzünden berk urur nûr-ı mübîn-i müste'ân Farkı oldur şânının mahşerle cem' ü intişâr Onda bir gezip de on def'a olur günde ayân Rû-nümâ rûzenlerinde câm-ı billûru değil Merdüm-i çeşm-i melâ'ik kat kat olmuş nerdübân Hâk-i vahşetten harâşîde gubâr-ı zülf ü had Rîze senginden tarâşîde 'izâr-ı mehveşân Her mü'ezzin onda bir nev-bülbül-i şûrîdedir Kim gül-i firdevs eder âvâzesin menkûş-ı cân Sîne-çâk dil-perîşân oldular çârubana Reşkten gönlüm gibi hep zülf-i hûrâ-yı cinân Çevre-i sathında rûşen kubbeler meydir yâhud Lücce-i envâr-ı kudrette habâb-ı bî-girân Dûd-ı âhı zer-i külâhından rehîn-i arş olur Sanki ruh mevlevîdir her fürûzân-ı şem'den Ya değil şem'-i rürûzân lâle-i neşgüftedir Dest-i beyzâ-yı kelîmullahtan olmuş ayân Tab'-ı bîmâra hevâsı mağz-ı enfâs-ı mesîh Illet-i aşka likâsı mâye-i rûh-ı revân Çâhıın bir dilve-i nâçizi olmaz âfitâb Boynuna târ-ı şe'âin kılsa bend-i resîmân Ne felek bir karye-i âvâredir bâmında kim Rû-nümâ gerden batak-ı aşkı olmuş kehkeşân Her nümâ-yı gıpta-sâz tûtî-i gûyâ kuds Her rehâmı reşk-i mir'at şeh-i hâveristân Hâkinin her zerresi candan azîz olsa nola Onda sâkindir cenâb-ı seyyid-i gûn mekân Ol şehenşâh-ı serîr âlem-i tefrîd kim Akl oldur asâ ber-kef derinde pâsbân Ol hüdâvend-i azîmü'l-hak kim vassâfıdır Zât-ı vâlâ şânının zât-ı cenâb-ı müste'ân Ol habîbullah ekrem kim vücûd-ı pâkidir Sâni-i bârî te'âlâ ol halk-ı cihân Böyle zabt etmiş görüp evsâf-ı âlişânını Levh-i mahfûz-ı Hüdâda hâme-i mu'ciz beyân Pâdişâh-ı lî ma'allah efser-i sultân-ı dîn Şehriyâr-ı mâsivâ çâkerini ins ü cân Neyyir-i evc-i risâlet maşrık-ı nûr-ı zuhûr İllet-i hilkat vücûd mümkün ü vâcib !inân Seyyid-i efham nebî-i muhterem fahr-i ümem Ol âlem-i resûl-i ekrem âhir-i zamân Ahmed-i mürsel imâ-ı enbiyâ kim zâtıdır Cevh-i pâk-i hakka hem âyine hem âyinedân Kabzadâr-ı kâb-ı kavseyn ednâ kim diğer Rabb-i 'izzet nâvek-i ebsârına vechin nişân Bir hakîkattir ki âb-ı cevher mâhiyeti Kıldı onunla ta'yîn nûr-ı zât-ı müste'ân Bârgâh-ı arşa na'lîn-i şerîfi mâhçû Çeşm-i cân-ı kudsiyâne nakş-ı pây-ı sermedân Nâra te'sîr etse feyz-i âb lutf meşrebi Ahker-i sûzân olur tohm-ı hayât-ı câvidân Âba îsâl-i harâret kılsa ammâ şiddeti Berk urur her katreden bin küre-i âteş-feşân Olsa ger-dest-i adem peymâ nesîm-i mikneti Her beyâbânın kılar melek vücûda gülistân İltifâtı peşe-i nâçize verse takviyet Rüzgara hükmün eylerdi Süleyman-veş revân Kılsa ger bir andelibe gülşen-i lutfun me'âb Nâlesi eyler kazâya bin hitâb-ı imtihân Cem'-i ezdâdı murâd eylerse hükm-i nâfizi Birleşir yekdiğerin ta'kîb eden devr-i zaman Şöyledir te'sîr-i feyzi âfitâb-ı adlinin Kangı mülke düşse envârı olur bî-imtinâ Hürremine hasn-ı hırâset şu'le-i şimşîr-i berk Şem'a fânus-ı himâyet sadme-i bâd-ı vüzân Deşt-i cûtâ tenâhîden atardı hârice Ursa dest-i kudreti kûy-ı sipihri sol-cân Kesse çerh atlasın bin mislini hayyât-ı sun' Eşheb-i iclâline çıkmazdı bir bir güstuvân Zannederler şîve-i çeşmân müjgânın gören Sırr-ı hikmettir kemîn vü nûr-ı kudrettir kemân Yâ resûlallah cemâl yâ kemâlindir senin Âfitâb-ı bî-zevâl vü nev-bahâr-ı bî-hazân Sensin ol peygamber âhir-i rummân kim zât-ı hak Rahmetullâh-i âlemîn etmiş vücûdun bî-kemân Nûr-ı dîdârın çerâğ-ı bezm hâs-ı kibriyâ Hatt-ı ruhsârın rumûz-ı sûre-i leyl-i dûhân Hâk-i kûyun çekse bir çeşîm-i alîle rûzgâr Berk urur âyinesinden sûret-i râz-ı nihân Hasret-i berg-i lebinle olsa çeşmim girye-nâk La'lden teşkîl eder eşkim hezârân bahr kân Yok edâ-yı na'tine kudret dil ü endîşede Bir gazel tarh edeyim bâri şikest ü nâtuvân Sanma gün kavs-ı fezah izhâr eder şeb-i kehkeşân Boynu bağlı dergehinde bir kavlindir âsumân Mâh-ı nev-deryâ kulun ref' eyleyip engüştünü Gösterir halka hilâl irülerinden bir nişân Dağdan sîne görünmez oklarından dağlar Bin dehân açmış vücûdum her dehânı bin zebân Ey hoş ol sahbâ-perest aşk-ı mutlak bilmeye Hûn-ı eşk dîdeden başka şarâb-ı erguvân Yâre isterdim nihânı râzım ibrâz eylemek Derd ü gamdan çıktı cânım çıkmadı râz-ı nihân Bağlıdır fitâk-i zülfünde hezerân cebrâ'il Olmuşam bir Yusuf-ı hüsnün esîri müslümân Görmez ey Kâzım sabah haşre dek rûy-ı zevâl Kılsa mihr ol mâh ile bir gün felekte iktirân Câna yettim yâ nebî hicr ü firâkından senin Mahv olup cismim yerine oldu oldu derdim müstebân Ol garîk-i hayretim kim zevrak-ı endîşeme Çâr-ı mevc-i ıstırâb olmaktadır her hıyn ü ân Fikr-i huvel rûz-ı mahşer mihnet-i dünyâ-yı dûn İ'tisâf-ı tengdesti tâli'-i nâ-mihribân Cümle-i endûhumun çıkmaz yekûnu hâsılı Cem ü ta'dâd ettirilse cümle zerrât-ı cihân Bir nigâh-ı merhametle yâb-ı dil ü yârânımı İntizâm-ı hâlime reşk eylesin bâğ-ı cinân Söz tamam oldu yeter artık du'â hengâmıdır Eyle dâmân-ı niyâz ilticâyı dermiyân Tâ riyâz-ı heft tarh hâne-i bâlâ-yı cerh Gonca-i mihrin kıla destâr zîb-i âsumân Tâ harîm-i mescid pâyende-i kurb-ı kabûl Ola sadr-ı mahfel âh ânın âşıkân Nûr-ı zâtıyla münevver eyliyor hak ravzasın Mescid-i pâkin kıla rûşen mutâf-ı kudsiyân Ümmet-i merhûmesin hep mazhar-ı gufrân edip Eyleye dünyâ vü ukbâda karîh kâmrân Kâzım Paşa Bülbül Bugün duydum: Zuhûrun bağda i'lân eder bülbül Safâ cûyâne arz-ı müjde-i eyyâm eder bülbül Baharın zevk şevk esbâbını itmâm eder bülbül Nevâ-yı dil-keşiyle herkesi hoş-kâm eder bülbül Niçin ammâ beni melhûf-ı bî-ârâm eder bülbül Melâl-engîz bir rikkat verip vicdâna öttükçe Bana âh ettirir hasretle ol dîvâne öttükçe Olur şevk-âver aşıp sevdâ câna öttükçe Deminde seyr edin te'sîri!..İhrârâne öttükçe Dil-i âvâreyi hoş-güzâr-ı dâm eder bülbül Merâmı aşkının âsârını ihfâ mıdır bilmem Esîr-i mâl-i hülyâ olduğun îmâ mıdır bilmem Hâlinde duran ya bir ruh-ı leylâ mıdır bilmem Heveskâr kudûret..tâlib-i sevdâ mıdır bilmem Seherden hoşlanır ..meyl zulâm-ı şâm eder bülbül Kime râci' bilinmez..gönlü meşhûn-ı muhabbettir Garip ü zârdır..şeb-i zinde dâr-ı hicr ü şikâyettir Bilir bu bâğda feryâda ruhsat da muvakkattir Bilâ ârâm onunçün nâleye ikdâm eder bülbül Ne dem âramgâhım olsa derd-i hicr ile dağlar Sular vâdîde sû-i bahtıma ağlar gibi çağlar Peyâ pey gönlüm âh eyler..demâdem gözlerim ağlar Olup rikkat-pezîr âvâzı bir tavr-ı hazîn bağlar Benimçün tâli'imden sanki istirhâm eder bülbül Semâdan sanki inmiş bir ilâhî lahn-i tâ'irdir Yeşilliklerde peydâdır..karanlıklarda sâ'irdir Güzel bir şi'r-i nâtıktır gûyâ rûha dâ'irdir Ki her ma'nâ-yı mestûrunda bir çok nükte zâhirdir Bu ma'nâlardır onlar kim bana ilhâm eder bülbül Recâ'izâde MEkrem Bülbül Gülistân-ı garyû vâh ile şeb-i fâm eder bülbül; Benim gûyâ ki hissiyâtımı i'lâm eder bülbül! Zevâl-i gülşeni berg-i güle ifhâm eder bülbül! Teheyyî mi böyle âh zârı istilzâm eder bülbül Zevâl-i âlemin esbâbın istiğlâm eder bülbül! Mi'el-i nîsteye gülşen-i âlem olur mesken; Zulâmında şu bağın bu hakîkattir olan rûşen! Kemâl-i aczimi bilmem merâmım sa'y ü gayretten! Bakın bin! Vecihle tasvîr-i hissiyâta kâdirken Beni bir bî-mi'el efgân ile ilzâm eder bülbül Uzaklardan gelir bir ses; sadâ-yı sermediyettir! ses eflâke aks etmiş Bu mahzûn gönlüme derd ü safânın bahşi rikkattir! Dil-i hasâsa her şeyden tahazzün bir tabi'attır! Dil-i mahzûnumu cüz ne onunçün râm eder bülbül! Uyûnum eşk-i hicrette gönül bahr-i sükûnette! Cihân hâbîde tâli'-i gün şu nısfu'l-leyl zulmette! Garîk olmuş meh ü kevkeb sonun bir nûr-ı rikkatte! Cihân sâkit gönül mahzûn akar cûlar hâlette! Bu pestîde te'âlîye beni ibrâm eder bülbül! Hilâf-ı hükm-i hilkat âdeme mesken-i sefâlettir! Te'âlâ bunda insandan ziyâde bir tabi'attır! Bu âciz kuşda eyâ böyle ulviyet ne hâlettir! Küçüklükle büyüklük gösterir kim cay-ı hayrettir! Ne ulvîdir ki hep ulviyeti ilhâm eder bülbül Abdülhalim Memdûh Ziyâ Paşa Merhûmun Ey varlığı varı var eden var! Yok yok sana yok demek ne düş var. Der her şeyin lisanı her gah Allah Allah Allah Allah. Ekserî ta'yîn eder encâmı bezm-i ülfetin Eyle âmiz şede ey fânî be-gâyet ihtiyât Cûy-ı hazelânın yanından geçmeyen çok kimseyi Ka'r-ı deryâyı helâke saldı sû'-i ihtilât Sa'id Bey Telakkîler Bir âb kenârında idim yâr ile tenhâ Mehtâb görünmekte şafak olmada peydâ: Karşımda idi sevdiğimin ol gece gûyâ Hem kendisi hem sûreti hem fikri vü hayâli Ben olmadım ammâ yine dil-sîr ü sâli! Bir mertebe hâli ki hep etrâf havâli Sandım periden bile ol mevki'-i hâli Hem sûreti hem kendisi hem fikr hayâli Zâ'il gibi geldi bana bir sâniye hattâ Dil-sîr sâli yine ben oldum ammâ! Baktım ki vedâ' etmeye kalkıştı benimle; Aklım bunu almazdı gönül olmadı kâ'il Hem kendisi hem sûreti hem fikri vü hayâli Geçmekte dem sâye-i hûşîde mümâsil; Envâr-ı cemâl ise kalmıştı benimle! Bi'l-âhire ayb oldu çemenzârın içinde! Ciddî olarak gitti; görünmez idi aslâ: Yattım tek ü tenhâ çekilip gâzın içinde Hâli beni işgâlden olmaz idi hâlâ Hem kendisi hem sûreti hem fikri vü hayâli Bir resm yapıp kılmak için fikrimi tebdîl; Bir şi'r yazıp çıktım edince onu tekmîl; Bir mevki'e gittim yerine eyledim i'tâ: Hem kendisi hem sûreti hem fikr ü hayâli Cânân idi baktım oluyor onda hûvid!!. Gittikçe bana hoş geliyor hüsn ü cemâli Gönlüm onu vaktinde demek az beğenirmiş. Pîr olduğu nisbette acep tâzelenirmiş İnsanda olan hâce-i aşk ile sevdâ! Abdülhak Hâmid Bey Şeb tâ be subh topladığın sanma jâle gül Bezm-i çemende mihre sunarmış piyâle gül Şebnem değil yağan çemen üstünde saçtım Hûn-ı sirişk bülbülü eyler isâle gül Etsin bülend subh-dem efgânın andelîb Olmuş küşâde goncası erdi kemâle gül Şürmend etti çâk kabâ-yı necmlen Atf-ı nigâh edince ruh-ı âl ala gül Hurşîd tutyâ deyu özler izi tozun Hasret çeker gubârı ile iktihâle gül Nisbet olunsa mushaf-ı ruhsâr lebre Benzer sahife-i kütb-i bî-mi'ele gül Dermiş ki "Sırrı" bu ne halî'ü'l-gaddârdır Boy gösterince serv tâze nihâle gül Sırrı Paşa Nazîre-i Hasbihal Garîp-ter görünür hâl ü şâmn ey bülbül Garip gelmese bilsek lisânın ey bülbül Namâz vakti gelir fikr-i şâirâne için Alessabâh ne hoşdur ezânm ey bülbül Vatan muhabbetine bir nişânedîr ulvi Zalâm içinde olan âşiyânın ey bülbül Yazıldı safha-i nazma hezâr kıssa-i aşk Numûne gülle senin dâsitâmn ey bülbül Nazireler ne kadar olsa âşıkane dahî Olur mu aynı sizin mâcerânm ey bülbül. Duyuldu nevhâlann fecr subh oldu Kadîmdir kadar hânedânın ey bülbül. Bugünkü tarz-ı edebden olur gibi deın-zen Nevîndir yine tarz-ı beyânın ey bülbül. Bütün güftelerin nâ-şinîdedir her dem Olur semâma vâsıl cihânın ey bülbül. Kasâidin okunur levha-i tabîatte Garîb şâiri geldin Hudânın ey bülbül Sen olduğun gibi meftûn-ı hande-i kudret Senin de biz olalım âşıkanın ey bülbül. Teessür etmededir ehl-i dil makalinden Gerektir olmalı bir dil-sitânın ey bülbül. Sükût içinde bütün kâinat sen bir kuş Gönül hevâsını söyler figânın ey bülbül. Abdülhak Hâmid Ey zâir-i sâhib-nefes hubb-ı sivâdan meyli kes Dünyâda kalmaz hiç kes Allah bes bâkî heves Her ten biter bir derd ile geh germ ile geh serd ile Uğraşmağa bir ferd ile değmez bu dünyâ-yı ehas Ben de ferîd-i asr idim fass-ı nigîn-i sadr idim Nakş-ı hümâyûn-ı satr idim gösterdi çarh rûy-ı abes Dil-haste oldum bir zemân tedrîc ile bitdi tüvân Uçdu nihâyet murg-ı cân çünki harâb oldu kafes Söndü çerâğ-ı âfiyet zulmetde kaldı şeş cihet Açıldı subh-ı âhiret envâr-ı Hakdan muktebes Buldum dem Sübhânımı arz eyledim isyânımı Matlûb idüp gufrânımı rahmetle oldu dâd-res Yâ Rab! Bu abd-i rû-siyâh etdimse de yüz bin günâh Dergâhını kıldım penâh afvındır ancak mültemes Târîhdir ism-i Gafûr Lâbüdd ider sırrı zuhûr Afv olunur her bir kusûr Allah bes bâkî heves. Sâmi Paşa Kasîde-Berâ-yı Şeyhü'l-İslâm Ârif Hikmet Bey Görmedim hacle-i dehre gireli rûy-ı murâd Bikr-i fikrime felek eyler iken arz dâd Gonca-i matlabı mı açmadı bâd-ı ikbâl Kere müşkül mü etmedi eyyâm-ı küşâd Felek etti beni âvâre-i deşt-i hayret Rüzgar eyledi gülzâr-ı karârım berbâd Oldu mest-i mey ikbâl serâser akrân Ben ise derd-i ser ye's ile oldum nâ-şâd Sergüzeştim işiten zümre-i ahbâb ağlar Nitekim rûşen olur dîde-i huşk-i haşâd Vahşet zemzemesi şûriş-i haşri uyutur Her ne dem eylesem efsâne-i ahvâlimi yâd Dîde-i tâli'imin böyle neden hayralığı Bana cevr etmeye gördün neden oldu mu'tâd Çekemez mi güher kadrimi mîzân-ı felek Geldi mi yoksa bu bâzar-ı kemâlâta kesâd Kevkebim bürc-i nahvette mi bilmem yâhud Feleğin gerdiş-i hem-vârına mı geldi fesâd Şi'r ü inşâda attâr-ı dile mi yok cinsiyet Yoksa nîl-i emele bende mi yok istik'dâd 'Iz ile mesned-i fetevâya dahi gelmişken Böyle bir ehl-i hüner kadrini anlar nikâd Yine yâr olmadı hayfâ bana baht-ı nâ-sâz Kadrim yâver olup etmedi avn imdâd Kesret-i şürm ü hicâbımdan eğer ki bende Hâk-pâyine varıp eylemedim istimdâd Pâymâl-i gam olup âh enîn eyleyerek Böyle çekmekte iken dest-i felekten bî-dâd Âkıbet tâli'-i hâbîde mi etti bîdâr Rûz şeb eylediğim nâliş ü âh feryâd Ya'ni pâbeste-i peygûle-i derd ü gam iken Hâtif-i gayb beni etti bu güne irşâd Ki ey üftâde-i girdâb muhît-i hayret Ey ciğer çâk yegâne güher-i isti'dâd Pister-i ye'se düşürmüş seni hâb-ı gaflet Galat-ı fâhişin etmiş seni zâr nâşâd Şîve-i dehre niçin âgah olup etmezsen hüdâvendiger-i mekkâre varıp arz-ı murâd felekcâh cihâ-benîn ü mesîhâ himmet Ârif nükte-i serbesti-i bahs-i vahdet Vâkıf-ı mes'ele-i ma'rifet rabb-i ibâd Enver-i nâtıka tahrîr harîr-i hâme Muhteşem şöhret ü ehl-i dil ü örfi'ş-şâd Muktedâ-yı fuzalâ dâd-penâh-ı ulemâ Bu hanîfe şeym ü kadr-şinâs nikâd Ya'ni Hikmet Beyefendi-i kerâmet girdâr Ki odur kâfile salar kirâm emcâd Muğsi-i devr ü zamân ârif-i âlişânkim Sayt-ı nâmı ile per olmada âfâk bilâd Bu alî menkabet allâme-i vâlâ rütbe Ki Felâtundur feyzinden eder istimdâd Nâfizü'l-hükm hurd-mend hükm-perver kim Olur edvâr-ı felek emrine râm münkâd Gelmedi mesned-i fetevâya felek devr edeli Böyle bir müfti-i deryâ-dil ü pâkize nejâd Tab'-ı sâfî sadef-serhad ne samed Dil-i pâkidir genciye-i irfân reşâd Fikridir bedrika-i râh yakîn ü îkân Re'yidir rehber-i merhale-i rüşd ü sadâd Lutfu ehl-i dile sermâye-i ızz ü rıf'at Adli tâkat-şiken şer-zeme-i ehl-i inâd Âsitîn-i keremi kâfi-i ashâb-ı emel Âsitân-ı himemi kâfil-i feyz irşâd Feyz-i İsâ nefesi etse sirâyet hâke Der'akab zîr-i zeminde dirilirdi ecsâd Sûy-ı gülzâra güzâr etse nesîm-i halkı Ser te ser hâk türâb olur idi müşk ü zebâd Tûtyâ eylese hâk-i kademin görür idi Pây-ı mûr siyehi bî basar mâder-zâd İmtizâc eyler idi şîr ile bir yerde yere Adline etse te'lîf miyân-ı azdâd Subh-ı sâdık leme'ân etti sanırlar inse Pertev-i re'yini ki bâm-ı felekte îkâd Ârif nâ-murâsdır Felâtun kadar Ey hüdâvend-i sûr-bahş heyûlâ-yı murâd Fahr eder zât-ı şerîfinle makâm-ı fetvâ Çâk eder cîb ü girîbânını kere hasâd Oldu pesmânda zamânında bütün nâ ehlân Eyledin lutf ile ehl-i hüneri hürrem ü şâd Ben dahi bu demi fırsat bilip ettim fi'l-hâl Ma'rız-ı şerhe perişâni-i hâlim îrâd Bu vesîleyle salıp vâdi-i şi're fikri Eyledim sûret-i şekvâda kasîde inşâd Yoksa iş'âr ile fahr etme değil âr ederim Etseler Cevdet şâ'ir deyu ger nâmımı yâd Hiç tenezzül mü eder şi're hümâ-yı tab'ım Üç tahkîke ederken pür da'vâ-yı küşâd Neyleyim lâne-i gurbette tükendi sabrım Kırdı döktü per ü bâlim sitem seb'-i şedâd Hey'et ü hendeseden yazdığım eşkâl sûr Oldu beyhûde yere dağdağa pîrâ-yı fu'âd Şimdi bir zâviye-i rahat dil yok gerçi Eyledim zâviye teşkîline itlâf müdâd İlm ü fazl ile ben ettikçe terakkî kadrim Zîr ü pest olmada mânend-i küsûr a'dâd Kimse mal etmedi kendine uluvv-i ka'bem Cebr-i noksân ederek eylemedi çerh-i imdâd Ne vazîfem idi âdâba emek sarf etmek Olmayınca cihet-i vahdet ıyşe îrâd Ben usûl-i hüner ü hikmete sa'y ettikçe Rüzgâr eyledi evrâk-ı hayâlim berbâd Neler etti bana keç dûz-ı felek şerh edemem Edemem çektiğim âlâmı şümâr ta'dâd Âkıbet gâ'ile-i dehr ile oldum şâ'ir Dîn ü karz etti benim tab'ımı karza mu'tâd Bir taraf câ'ize hülyâsı safâ-yı dil ile Eyledim vasf senânı dile hayru'l-evrâd Söz tamam oldu yeter gayrı du'âyı ey dil Edelim arz-ı dür-bâr ki rabb-i ibâd Tâ ki ashâb-ı kerem hürrem ede ehl-i dili Dâd-ı hâhân ede tâ dest-i felekten feryâd Ede ikbâlini mevlâ veliyyü'n-ni'amın Câh-ı vâlâ-yı meşihatta füzûn müzdâd Cevdet Paşa Kasîde Der Medh-i Reşid Paşa Hamdülillah ki bana yâver olup baht-ı sa'îd Eyledi çerh ile ser-nâme-i sulhu tecdîd Bu riyâ efgen genc esef ü hayret iken Şîve-i hükm kaar verdi dile şevk-i cedîd Feleğin cânıma geçmişti hadenk-i sitemi Kadem etmişti kemân gadga-i dehr-i aşîd Merkez-i dâ'ire-i hayret olurdu gelicek Levha-i hatırıma nakş-ı hayâl-i ümîd Bir figâh-ı feleğin derd-i serin çekmekten Ye's ile olmuştum öyle nizâr nümîd Ki hemân mâye-i derd ü gam olurdu dilde Ne kadar şevkle alsam ele câm-ı cemşîd Fikr-i matlab ile sırr-ı kerem heves olsam eğer Felek eylerdi beni cân cihandan tebrîd Görünen levh-i kamer üzre kelf zannetme Nüsha-i baht-ı siyâhım felek etmiş tesvîd Çektiğim bâr-ı girân-ı gam olunmaz ta'rî Gama sarf ettiğim endîşe olunmaz tecdîd Şimdi ammâ bu sitemden felek oldu fâriğ Eyleyip bahtım ile ahd ü fâkı temhîd Li-vahşi'llâh zehî vaz' dil-fürûz felek Bârekallah zehî bârika-i baht-ı sa'îd Hubzâ feyz-i ferahzâ-yı zaman kim oldu Âlemin her demi reşk âver şevk-i dem-i ıyd Bu tesellî gam-ı mâzîyi unutturdu bana Kendi hâlimce benim de emelim oldu mezîd Bu tecelli-i celî şa'şa'a-i necm-i şerîf Eyledi cân dili cây-ı neşât-ı câvid Ki bu sahbâ-yı safâ ile serâser oldu Dâğ-ı dirînelerim sînede câm-ı cemşîd Yüzüme güldü bu takrîb ile rûy-ı eyyâm Eyledi bahtımı bîdâr nesîm-i ümit Ya'ni kim şîve-i takdîr-i Hüdâ kıldı beni Seyr-i çeşm na'm lutf hüdâvend-vahîd Âsıf-ı devr ü zamân dâver-i dârâ himmet Nâzım mülk ü milel muhteri'-i tavr-ı cedîd Sadr-ı sâhib-i dil ü sâfî güher ü sâf nihâd Nâ-fezâ li-hükm-i hükm-perver vü düstûr-ı reşîd Muhteşem nazm nizâmı eser-i ehl-i sühan Sâf-ı takrîri safâ-perver ü hem bî-ta'kîd Rûşenâ re'y ü kerem-pîşe Reşid Paşa kim Eder efkârını tevfîk-i ilâhî te'yîd Mesned-ârâ-yı sadâret ki olunmuş teslîm Destine mihr ü kemâlât bi-tarîkü'-te'yîd Ârif hurde-i hikmet ki ser-hâmesidir Kafl-ı râz-ı feleğin keşf ü küşâdına kilit Kerem ü lutfu gibi kuvve-i kahrı gâlip Hiddet-i örfü gibi rahmı olunmaz tahdîd Hükmü nâfiz feleğe öyle ki be her engâz Dest-i takdîri urur imzâsına mühr-i te'kîd Olsa hâsiyet temkîni za'îfân-perver Hâr-dahs-ı rehgüzer mevce olur sedd-i sedîd Olsa kahrından eser nâmiyede çâk eyler Çûb-ı Mûsâ gibi habîb-i hicri hançer-i bîd Bilse eltâfını gerdûn-ı kemâhî eyler İki serpençe-i mihr ü mehi dest-i ümîd Dâverâ dâd-ı girâ âsıf-ı âlî güherâ Ey hüdâvend-i hükm-perver vü düstûr hîd Ey Felâtun-ı zamân re'yine sad tahsîn kim Eyledin kâr-geh-i köhne cihânı tecdîd Âb-ı lutfunla zamân etti düşmeni eyler tehdîd Tab'-ı çâlâkime ben her ne kadar cebr etsem Yine evsâfını hak üzre edâ emr-i ba'îd Bir gazel nazm edeyim bâri ki her mısrâ'ı Bahş ede encemin âleme bir şevk-i cedîd Gerden-i âşıka zülf-i siyehin habl ü verîd Dil-i rencûre lebin feyz-i hayât-ı câvid Kâkül-i yâr gibi hâne-be-dûş oldum âh Yardan eyleyeli tâ beni gerdûn-ı tab'îd Iyd-i ezhâda firâkıyla ben oldum kurbân Bilmem ol şûh ile kim eyledi ıyd üstüne ıyd Perçemin gibi bizi atma omuzdan şimdi Göz ucuyla kanı ol eylediğin va'd ü va'îd Etmeden gâ'ile-i dehr ile terk-i rahat Cevdetâ devlet-i bîdâr olunmaz ümîd Lâfı terk ile yeter tâ ki du'â-yı âsıf Ola merfû' der-âtıfet-i rabb-i mecîd velîyyü'l-ni'amın tâ ki cihân durdukça Ede ikbâlini hak câh-ı sadârette mezîd Cevdet Paşa Bahâriye Der Medh-i Reşid Paşa Haceste vakt-i safâ kim erişti fasl-ı bahâr Cihânı eyledi ferhunde vü ferah-âsâr Dem-i mesîh gibi tâze cân verir çemene Nesîm subh-dem ettikçe lâlezâra güzâr Kudûm verdi haber verdi nefha-i nefesi Safâ-yı râyihası hâki etti anber-bâr Bu müjdelerle gelince berâ-yı müjde-bahâ Eder şükûfelerin pâyına nisâr-eşcâr Şükûfelerle çemen oldu öyle rengârenk Ki bâd subh-dem ettikçe mevcler izhâr Taraf taraf düşünür hâke bu kalemun Döner dükkançe-i güher-fürûşa her küsâr Zemîni erd-behişt eyledi behişte bedel Zamâna lutf-ı hevâ verdi inbisât müsâr Gubâr-ı gussayı seyl-i safâya vermek için Hücûm-ı şevkle her dem akıp gelir enhâr Dem-i hazanda neler çektiğin hikâyet için Şikeste beste çıkıp geldi bağa bülbül-i zâr Dizildi sanma ki berg-i gül üzre şebnemler Der-sirişkini bülbül nesîme etti nisâr Ale's-sabâh ki bin sabâ-yı gâliye-sâ Gezer gönülleri tabîb için diyâr diyâr demde kâdime canbân olur çemen be çemen Gürûh-ı ehl-i temâşâ olup katar katar Cihan bu vecihle hürrem cihanyân-ı bî-gam Zamâna lutf-i 'amîm Hüdâya şeker-güzâr Görünce bu eser-i feyzi tab'-ı nâmiyede Benim de tab'ıma düştü bu gayret-i âhir-kâr Ki gel kudm-i nev-bahâr ile hürrem Gülün kudûmüne şükrâna kühzâr-ı hezâr Terâne-i leb her cûybâr fâ'it-bervâ Zebân bülbülün evrâdı ya evliyü'l-ebsâr Ya ben niçin olayım pâ-bend-i kayd-i kelâl Niçin bu şevkle olmam kemiyet-i tab'a süvâr Revâ mı gonca gibi böyle beste-leb olayım Niçin açılmaya gül gibi tab'-ı güher-bâr Velî ni'metin tâ ki feyz-i medhiyle Sabâ gibi edeyim dehre bûy-ı müşk îsâr Penâh-ı gümüş-dekân be vâdi-i hayret Nizâm-ı mülk ü milel melce'-i sıgâr kibâr Cihân cûd sehâ âsmân rif'at şân Muhît-i âlem ilm ü edeb kerek-girdâr Cenâb-ı sadr-ı mükerrem Reşid Paşa kim Şemîm-i şöhreti neşr olmada diyâr diyâr Vezîr-i a'zam ekrem ki dem-be-dem râyî Olur zamâneye müşkül-küşâ vü kâr-ı güzâr Felek şükûh-ı kadr-i kudret ü zemîn-i temkîn Küşâde baht bülend i'tibâr ehl-i vakar Haceste re'yi esas usûl-i sülehâ mıdır Elinde hâmesi nazm umûr-ı mülke medâr Pür melek der ü dekâhına serâ perde Felek bâr-geh-i feyze köhne bir kiler Aceb mi yerde beşer-târım felekte mülk Senâsın eylese yâd du'âsını tezkâr Ki âfitâb-ı felektâb fikri etmiştir Cihânı çerha kadar rûşenâ vü pür envâr Ne dem ki nazm uur ümem için versi Deyyir-i feyz ü fütuhâta ruhsat-ı ezbâr Verir safâ-yı hayâbânı saff-ı erkâmı Olur sahife-i tesvîd sâha-i gülzâr rütbe-i âl-ma'a atar adli sârî kim Gazâla pençe-i îr oldu dest-i istizhâr Duyup şemâ'im-i halkın şevk hasret ile Cilâ-yı muvattan-ı Çin etti nâfe-i Tatar Havaya etse eser lutf-ı tab'ı eylerdi Şitâ-yı mevsim sayf hazânı fasl-ı bahâr Yed-tâb kahr celâli dokunsa gülzâra Olurdu reşîha-i şebnemleri şerâre-i nâr Soğuk mu'âmele gösterse gülşene yâhud Nigâh-ı kerem ile etse ihâle-i enzâr Tutardı yahce gibi havfla gül-i nesrîn Yanardı şu'le gibi şürmle şükûfe-i nâr Gedâ-yı dergehi eflâke eyler istiğnâ Ganî lutfu olan bir dahi görür mü hasâr Gubâr-ı pâyına sıdk ile yüz süren gûyâ Çeker dü-çeşmine kuhlü'-cevâhir ibsâr Bahâr-ı mu'addel-tâ iftihâr-ı ehl-i dilâ Eyâ hünerver vü hikmet-şinâs vü mihr-âsâr Kemâl-i aklına hayrân olur Felâtunlar Zekâ-yı zihnini ehl-i hükm eder ikrâr Seng-i isâbet re'y-i rezînine tahsîn Ki etti rezim ki dehri emn ile gülzâr Senin kalemle eylediğin kârı kahraman edemez Sinâna hüsn-i beyân şimdi olmada fahhâr Felekte kadrini bildi ki kâfir ni'amın Kim olsa etmededir bir felâkete dûçâr Cihanda mazhar-ı eltâfın olmadık yoktur Olur inâyetini bilmeyen zamânede hâr Kaziyye-i keremin herkese celî vü ayân Bu müdde'ı benim kimse edemez inkâr Geçende bendesi dergâh-ı lutfunun bu kavlin Garîk-i bahr-i inâyâtın olmada her bâr Edâ-yı şükrüne dâ'ir ne söylesem bilmem Buna ne dil ola kâdir ne hâme-i iş'âr Uzatma gayrı yeter mâcerâyı ey Cevdet Hemân âsıfın ile du'âsını tekrâr Cihanda tâ mütevârid ola bu çâr-ı fusûl Ola bu vechile dergâhı mültecâ-ı kibâr Cenâb-ı Hak ede kilki ucundaki mûyu Arûs-ı ma'nâya müjgân çeşm düşmene hâr Cevdet Paşa Fu'ad Paşanın Petersburgtan Avdetinde Söylenmiştir Eğerki nâmiyenin söylenirse de nâmı Eser görülmedi gitti bahar eyyâmı Mevâd-ı hâme-i şâ'ir gibi acep dokundu Nevâ-yı nâle-i bülbülde nağme-i hengâmı Donandı sanma ki ezhâr ile görüp bağı Ağardı püjem ile her şahsârın endâmı Sebep nedir ki bu kânûn-ı âlem olmadı kerem Takarrüb eylemişken baharın encâmı Nedir bu çehre-i zâhid gibi cihân-ı târın Açılmadı feleğin cephe-i siyeh-fâmı Şitâ zamânı yâhud geçmemiş ola zannım Yalana çıktı gibi rûz-ı hızrın i'lâmı Bu bir felâket-i devr-i felektir ey sâkî Ki koptu hayrete hayli ukûl evhâmı Beni şarâb ile ser-germ-i keyf şevk ile Felekle fasl edeyim ben de bâri da'vâmı Revâ mı bekleyelim tâ ki bir baharı dahi Getir telâfi-i mâfât için sen ol camı Bulup âteş-i seyyâle ile germiyet Çekip sahife-i tahrîr arza aklâmı Huzûr-ı sâmi-i âlicenâba eyleyeyim İfâde-i hâl dil-i bî-karâr nâ-kâmı Küşâde baht şerefmend ü müşteri tal'at Ki tuttu şöhreti serhad-i Rûm A'câmı Haceste rây atâret eser ki nazm eyler Umûr-ı devleti mânend-i satr-ı erkâmı şems-i bürc-i ma'ârif ki hadd-i maşrıktan Diyâr-ı mağribe dek söylenir bütün nâmı Cenâb-ı sadr-ı keremkâr müsteşârı kim Ona sezâ vü revâdır bu pâye-i sâmî Fu'âd Efendi ferah-likâ ki ehl-i dile Ziyâdedir kerem ü iltifât ü ikrâmı nüktedân dekâyık-şinâs-ı âlem kim Peyâm-ı emn ile güldürdü rûy-ı eyyâmı Nüvîd-i sulh selâmet beyân güftârı Geldi genc-i sa'âdet beyân aklâmı Yazılsa berg-i güle dâstân-ı evsâfı Olurdu bülbülün evrâdı subh-ı hengâmı Şemîm-i halkını yâhud götürse bağa sabâ Bulurdu şem ile mürg-i çemen dil-i ârâmı Acep mi eylese âsâr-ı hâmesi her dem Şikeste şöhret ü sâf İbn-i Hayyâmı Safâ-yı tab'ına dem-beste sâ'ib ü şevket Rahîk-i nazmına hayrân teşnedir câmı Hüdâ yegân kirâmı güher-i hüdâvendâ Eyâ mükemmel nâmus-ı mesned-i sâmî Salâh sulh ile ettik cihânı hürrem ü şâd Suyûfa olmadı muhtâç adûnun ilzâmı Seyahat vü seferin müntec-i refâh oldu Ki selm ü sulh ile buldu umûrun encâmı Sana hezâr hezâr âferîn ki kandırdın Kelâm ile bir alay-ı pür dilân-ı hodgâmı Senânı eyleyemem lâyıkıyla etsem de Ne denli tab'ıma tîğ-i kalemle ibrâmı Değil kelemle seng-i bî-nihâye midhatinin Lisân ile dahi mümkün değildir i'lâmı Hemân kemiyet ney-i hâmeyi edip tahrîk İdem tarîk-i tegazzülde bâri ikdâmı Yanında olmayıcak âşıkın dil-ârâmı Çemende olsa da olmaz ona dil-i ârâmı Küşâd-ı vird-i emel kaldı sâl-i âtîye Bu yıl da söz ile geçti bahâr eyyâmı Gören sanır ki gümüş servidir serv-i kaddin Yem-i sirişkime düştükçe aks-i endâmı Hevâ-yı gönlü bir başlı derd iken serde Getirdi kara haberler hatt-ı siyeh-fâmı Uzatma turre-i dilber gibi sözü Cevdet Kasîde vü gazelin erdi vakt-i itmâmı Du'âya başla açıp dergeh-i Hüdâya elin Hitâm-ı misk ile bulsun kelâmın encâmı Dem-i baharda tâ âb tâb-ı nâmiyeden Bu bâğ-ı dehrde serv ü semen ola nâmı Ona kerem ede Hak tûl-i ömr ile sıhhat Cihânı nağme-i bülbül gibi tuta nâmı Cevdet Paşa Gazel Yazık ümmü'l-kitâb-ı aşk için tefsir yoktur yok Tesellî-bahş ehl-i hâl olur ta'bîr yoktur yok Zaman bir an mümteddir ki geçmez bir geçen ânı Tecellîhâne-i tekvînde tekrîr yoktur yok Değildir intihâda zevk lezzet ibtidâdandır Civanlık âlemin yâd etmeyen bir pîr yoktur yok Bütün ef'âlin ilcâ'âtı isti'dâda tâbi'dir Bilinse sırr-ı hilkat kimsede taksîr yoktur yok Hersekli Ârif Hikmet İhyâ olur zemîn ü zamân nev-baharda Kesb-i neşât eder dil ü cân nev-baharda Tebşîr edince bağa sabâ mukaddem küllî Bülbüller içre koptu figân nev-baharda Uşşâk-ı zârı aradı sıra dört dolandılar Gülgeşt edip gonca dehân nev-baharda Yâd etme hicr-i yârı zamân salde Yoktur mesâğ-ı fikr-i hazân nev-baharda Gülşen-nişîn olup şeb ü rûz ile i'tiyâd Ekrem safâ vü zevke hemân nev-baharda Ekrem Bey Nazîresi Benzer safâda cennete vân nev-baharda Olmaz ona şebîh-i mekân nev-baharda Yek-dil miyân-ı bağda gülçîn-i nâz olur Hem-dest olup ricâl-i zenân nev-baharda Hoştur dem-i şebâbda perhîz-kârlık Olsa latîf olur ramazân nev-baharda Sad-sâle bir şecer buluyor bak hayât-ı nev Pîrân olursa çok mu civân nev-baharda Ben de anıp gül teni âh eyler ağlarım Ettikçe andelîb figân nev-baharda Nây kemânı dinlemeyiz mutribâ bize Besdir sadâ-yı cûy-revân nev-baharda Çık sen de seyr-i bağa gazel-hân olup Reşâd Böyle durur mu ehl-i beyân nev-baharda Reşâd Bey Gazel Şekvâ edemem doğrusu devrânın elinden Hep çekdiğim ol âfet-i devrânın elinden Zehr içmeyi tercîh ederim dest-i civandan İçmekten ise şerbeti pîrânın elinden Maksûda eder destres Allah onu elbet Her kim tutacak olsa yetîmânın elinden Ebnâ-yı beşer tâbi'-i ahkâm-ı kazâdır Kimse yakasın kurtaraaz onun elinden Tefvîz-i umûr eylemek olmaz cühelâya İş beklenilir mi har-ı nâdânın elinden Bir kere şu âsâr-ı terakkîye nazar kıl Seyr et ki neler gelmede insanın elinden Kâdir değilim def'ine geldi yine vâ'iz Yârab beni kurtar şu giracânın elinden Reşâd Bey Dehrin ne Kiyomres'i ne İskenderi kalmış Sâde kuru bir nâm ile şöhretleri kalmış Eslâfın içinde severim ben Cemi zîrâ Olmuş ise de rahmet ola sâgarı kalmış Bir arzadır râh-ı muhabbet kadar kim Onda gidenin âciz olup ekseri kalmış Mecnûn-ı mukaddem sayılır deşt-i cünûnda Ammâ nice yüz merhale benden geri kalmış Gülzârı hazân arsa-i vîrâna çevirmiş Ne savt-ı hezârı ne gül-i ahmeri kalmış Dün meygedede şeyhe içirmişti mey ol şûh Sızmış orada tâ zamandan beri kalmış Bak merhamet et hâline bî-çâre Reşadın Derdinle hemân şöyle kiminle deri kalmış Reşâd Bey Nazîre-i Gazel-i Fuzûlî Fedâkâr olmalı dildârının uğrunda her âşık En ednâ emrine koymak gerektir cân ser-âşık Biri tatlı edâlarla biri sâfî ricallerle Verir ma'şûkasıyla lezzet şîr ü şeker âşık Gözü pür sîm eşk-i terle vechi zerd-i hamd olsun Çeker mi hiç sağ oldukça derd-i sîm ü zer âşık! Elinden düşmüyor ol âfetin bir türlü âyine da zannımca kendi hüsnüne benden beter âşık Şu gurbette Reşâd bî-sabr kaldım arttı hem aşkım Denir gerçi ya sabr etmek gerektir ya sefer âşık Reşâd Bey Hizmet eyler elbette birer maksada herkes Hakkımdır benim indimde fakat maksad-ı akdes Dünyâda tasavvur edemem bir iyi haslet Olmak gibi bir âciz ü mazlûma meded-res Bir âleme hem-bezm-i sınıf cühelâdan Ehven görünür zannederim kûşe-i meclis Hiç kimsenin ikbâline aslâ hased etme "El-minnetu'llâhi te'âlâ vetekaddes" Reşâd Bey Veyl-i Dâverî Burca dönse tâb ferden tahtgâh Müstefîd ondan değil baht-ı siyâh Halbuki çeşmânın etse bir nigâh Nûrunu rü'yâda rûhum cezb eder. Hem siyeh hem kâbil-i neşr-i zîyâ Gözlerin necm-i siyehdir gûyiyâ Ya şeb-i firdevse nâzır dâ'imâ Her seher bilmem ne sûret kesb eder Böyle -veyl-i dâverîde- kalsak her gece? Bir ağaç altında yatsak gizlice? Gölde hayrânım hele envârına Gözlerimde yansa lâyık nârına Eylemiş hak arz için dîdârına Onu mir'at-ı semâdan intihâb Aksine bak fecri seyr et âbda. Handeler kıl subhu gör mehtâbda. Bak neler var vuslat-ı bî-hâbda Ben ne mehtâb isterim ne âfitâb Böyle -veyl-i dâverîde- kalsak her gece Bir ağaç altında yatsak gizlice? Sanki veyl-i dâverîde etrâf civâr Saçların feyziyle olmuş hep bahâr: Nefhini neşr eyledikçe rûzgâr Hâsıl olmakta hevâ-yı sünbülü Ya şu gülbinler peridir müstetir Onların enfâs-ı aşkı münteşir. İnliyor bî-çâre hayvan muhtazır Sen fakat ihyâ edersin bülbülü Böyle -veyl-i dâverîde- kalsak her gece Bir ağaç altında yatsak gizlice? Kuş görünmez aks eder nâz niyâz Zannedersin kim ağaçlar nağme-sâz. Sanki her nahlinde yer sûz güzâr Br semâvî tâ'ir olmuş andelîb. Böyle cennet görmedim rü'yamda: Bir bahâr-ı dâ'imî ârâmda. Rûhuma hep kalmayı ibrâmda. Râzıyım olsan da matrûd garîb. Böyle -veyl-i dâverîde- kalsak her gece Bir ağaç altında yatsak gizlice? Bak ne yaklaşmış bu semte âsumân Âşikâr olmakta sevdâ-yı nihân. Bâğ bostândaki bâd zân Hissedersin kim hevâ-yı aşktır. Keşke âlem böyle olsa ser be ser Doğduğun yerden değilsin bî-haber Gökte sen gördün mü rûhum böyle yer? Bence her ân ibtidâ-yı aşktır Böyle -veyl-i dâverîde- kalsak her gece Bir ağaç altında yatsak gizlice? Ben bu hoş teklifi tekrâr eyledim. Ya'ni kalmakta çok ısrâr eyledim. Buldu bir mâni' ki ikrâr eyledim Etti ol kâfir şu yolda i'tizâr: Berf ile mestûr olunca berg ü ber Hem leyâl eyler tegayyür hem seher. Ser sefîd olmakta ya'ni her şecer İhtiyâr olmuş sanırsın nev-bahâr Böyle -veyl-i dâverîde- kalsak her gece Bir ağaç altında yatsak gizlice? Abdülhak Hâmid Randevular Gerçi hâlî kalmamıştım yâddan İstanbul'u Pek eleştirmişti seyrâna beni -Koskad- yolu Ya hele -Van Senle- Arjantoyu- Avtoyla Senkolü- Bir melek ta'kîb ederdim seyr ile sağı solu -Lakda- Koskadda- onunla randevular var idi; Kuvveden fi'le çıkar bin arzular vâr idi! Göl kenârında peyâpey hazır kâr ziyân Sû be sû seyrân ederdim ki süvârî ki yayan Sonra bir yandan olup ol mâh-ı tenhâ rû-ayân Pâyını takbîl ile şükrânım eylerdim beyân-Lakda- Koskadda- onunla randevular var idi; Kuvveden fi'le çıkar bin arzular vâr idi! Sûb-ı tâvûsânesiyle nâz-perver bir peri Sîne-i pür-sûzişimde titreyip bâl peri Âteş-efzâ-yı dil mahrûr olurdu her yeri; Bir hayâl et mâhtâba karşı ol sîmîn-beri -Lakda- Koskadda- onunla randevular var idi; Kuvveden fi'le çıkar bin arzular vâr idi! Dâ'imâ birleşmeyi da'vetle eylerdim ricâ Birleşip dâru't-ta'âma azm ederdin ibtidâ; Sonra -ispektakla- ondan sonra seyrân-ı semâ! Rûz şeb dünyâda rü'yâda hülâsa dâ'imâ -Lakda- Koskadda- onunla randevular var idi; Kuvveden fi'le çıkar bin arzular vâr idi! Âlem Ebî Ya'kûb seylâb-ı sû'-i ittifâk Âkıbet gittim ne Koskad kaldı hazırda ne Lâk. Bir küçük gül yapsa lâyıktır dü-çeşm iştiyâk! Giryelerle ol yüzü gülden ben ettim iftirâk! -Lakda- Koskadda- onunla randevular var idi; Kuvveden fi'le çıkar bin arzular vâr idi! Dem be dem çeşmimde tütmekte seyrân günlerim Bunda ben hâlâ onun fikriyle feryâd eylerim Hod be hod tasvîrine esrâr-ı aşkı söylerim. Nâmemi alsın dâ yâd etsin ki ol meh-peykerim -Lakda- Koskadda- onunla randevular var idi; Kuvveden fi'le çıkar bin arzular vâr idi! Sen de sevdinse birâder bil ki encâmın yaman Gönlünü zabt et karışmam sonra bulmazsın amân. Benzeme dikkat et yedin keşf ederdin sen hemân. Ben gül-rûyu tanırdım âh bilsen! Bir zaman -Lakda- Koskadda- onunla randevular var idi; Kuvveden fi'le çıkar bin arzular vâr idi! Hâmid Şanzelize Git de bir kere gör seyahatle Ne kadar hoştur âh -Şanzelize!- Onda gerdûne-i zarîfe süvâr Ne kadar hoş geçer -Alis Hovar-! Yalnızdır gider iken her bâr Akşam üstü döner cema'atle! İltifât eylemezdi gece bize. Kavuşur herkes onda sevdiğine: Gündüzün gölgelik; gece pür nûr. Gündüzün dâ'imâ şebîh-i seher; Gece bir burcu andırır ol yer. Var burcun içinde bir de kamer Ki rekâbet eder semâda gine; Kim bakarsa olur hemân meshûr! Ân-ı vâhidde bin kadar -remîze- Daha bin türlü bî-hesâb -ekipâj Her giden mutlakâ tesâdüf eder; Avdet etmiş zamân-ı mâzîdir. Bu cema'at -Buvadbolonya- gider Onda ba'zen ayân olur -Elize; Zîr-i hükmünde pür şitâb -ekipâj-! Görünür bir tarafta -Sirekdete Üzeri örtülü bir gülşen. Bir tarafta: -Mâbil- nümâyândır Ona da gerçi bir gülistandır Kasr-ı bî-sakf dense şâyandır. Vaz' olunmuş yerde her cihete: Zevk râhat mahalli bir mesken. Onu -konser-leriyle medhe kadar Yetişir mi bu hâme-i kemter. Konser -ammâ derûnuna gisen Görürüz birtakım kadın erkek Bir oyun seyreder yemek yiyerek Alkış-ı âvezesiyle kahkahalar Karışıp sözü saza aks eyler. Hem gece hem de gündüz olduğunu Gördüğüm çoktur onda bekler iken Râkiben ya'ni verdiğim remize Geçiyorken sâye-pûş Elize Başka zînet bulurdu Şanzelize! Her tahatturda öksüz olduğunu Az görürdüm ona bu zîneti ben Hâmid Meh ü Zen Lâ-Fit Şu mezhereye nazar eyle gel; Hurûşuna bak şu menâbi'in. Şu manzaraya der isem muhal: Hülâsa-i kudreti sâni'in. Perisi midir bu mevâki'in? Hayâl ise de ne kadar güzel! Şu çeşme başındaki köy kızı Acep bu çemende ne hırsızı? Râyih-i kisvânı civârına münteşir. Onun izidir şu nısfı çiçek ile müstetir. Sudan çıkıyor eser-i latî onu gösterir: Ya bastığı yer tefeyyüz eder de güher verir. Dakîkada bir bana dikkati Mukârenetimle çoğalmada. Müsâ'id olur mu ki hilkati Elinde güğümle su almada? Terennüm eder dili çalmada Hemân bu kadar mı ya sirkati? Şu çeşme başındaki köy kızı Acep bu çemende ne hırsızı? Abdülhak Hâmid Robenson Ne hoş eşcâr içinde bak şu kamer Ay değil sanki bir küçük ahter; Muttasıl öyle gaib ü hâzır. Ba'zı da oynadıkça yapraklar Kirm-i ahter kadar ufak görünür; Başucunda uçar uzak görünür; Müteaddid olur hilâle döner Hızlı bir rüzgâr esince söner; Sonra bedr olduğu olur zahir! Bir güzeldir cemâlini saklar İnanılmaz anın kıpırtısına. Dikkat et bak şu tâir-i pinhân Acaba hangi hiss ile nâlân? Bir safa kesbeder mi ormandan Acaba şen midir yâ nâ-şâd? Mütemâdi öter de meşcerede Sesi tezyid samt eder derede; Bu hazin aks ile desem şâyân Ötüyorken şüphesiz giryân Savtının titrek olması andan. Yine andandır ettiği feryad Benziyor bir suyun şıpırtısına! Arzeder fevkımızda seyrânlar. Ana güyâ ufak gelir bu cihan; Fikre benzer hemîşe pür-heyecân Çok büyüktür pek küçük hayvan! Her tarafta sükûta meyleyler Cümle eşyâyı serbeser dinler Dâima kendi kendine söyler Şevk ile gamlı hüzn ile şâdân. Ana şâir denilse ahrâdır. Bir lisandır ki ettiği efgan Anlamaz en mükemmel insanlar; Ancak ervâh-ı şâirân anlar; Çünkü ruhen hakîm olur anlar. Böyledir aynı hâne-i murgan Yani bir âşiyânedir bu mekân. Hepsi birlikte hepsi de şâdân; Ağaç üstünde cümleten evler Bak Robenson ne yolda a'lâdır! Olamaz müntehi bu yerlerde Ne kadar itilâ ederse hayâl. Yuva lâkin bu bir melek yuvası! Geçiyorken şafak bu mevki'den Bir sukut eylemiş meleksin sen Kaçalım! Şimdi avdet eyler de Seni dergâhına eder isal; Görüyorsun ki pek yakın burası!" Abdülhak Hâmid Mon Moransi Ne hazîn bak şu karşıki dağlar; Üzerinden geçen sehâb ağlar Eteğinden akan sular çağlar Yıkanır sanki bağçeler bağlar İşte geçti şimendiferde hele! İki dağ ortasında sirâyet onu. Harekâtındaki sadâlar ile Şimdi bir nehre benziyor dumanı! Adamın ömrünü bitirmek için Burası pek uzak mecâlisten. Şimdi buradaydı gitti Pâristen Eçecek bir zaman getirmek için! Sana ey nâzenîn-i her câyî Neye hoş gelmiyor bu tenhâyî? Küsme maksat latîfedir güzelim! Haydi merkeb-süvâr olup gezelim!  sen sevdiğim berâber iken Nerde olsam çabuk geçer bu zaman! Bence merkep ile -tren- sayan Geçmeyen dem hemân dem hicrân! İyi ettin de geldin erkence İstemem ya'ni başka eğlence. Bu -Moransi- azîmeti bilsen Ne büyük yâdigâr olur bence! Abdülhak Hâmid Bir Ye's Gecesi Târ içinde zemîn semâ yekser; Sanki mâtemde ser te ser âfâk Mihr ü mâh sehâ'ib ahter Dûd-ı hasret saçar ale'l-ıtlak Bu nedir? Kerbelâ mı mâtem mi? Yoksa bir gîr ü dâr-ı âlem mi? Kâ'iât ağlıyor cihân pürjenk! Kahr içinde mükevvenât-ı şu'ûn! Nec gibi zemîn şeb-renk! Baht .gibi semâ mağbûn. Subhu yok bir mesâdayız vâveyl! Âh bitmez tükenmez oldu bu leyl! Dûd-ı hîçî-i leyl jeng-i adem Rûz-ı pür-nûr âlemin şebidir Bu karanlık -tehâke leyl-i nedîm. Bu tegâfülde sırr-ı ağrebîdir. Asla rüc'at zamânıdır heyhât! Ya ki rûz telâfi-i mâfât! Medfen-i fikr vâpesîmindir Zulmet âbâd hîçi-i feyfâ! Gösterir mi acep neler dâ'ir Fesahatinde setîre-i yeldâ? Dûd-ı şeb-gûn ridâ-yı hîçîdir! siyâhî-i cây-ı hîçîdir! Târ içinde fezâ-yı hîçistân! Sanki çökmüş bu şeb zulâm-ı adem! Tâli'im mi adem midir bu cihân? Ne için gülmüyor sabâh-ı nedm? Ne için böyle intizâr gerek İnfilâk-ı sabâh mahşere dek? Şu ziyâlar; -ki târ içinde yanar! Ye's içinde ümîdi andırıyor! Şu denizler -ki aka da her bâr- İnşilâl-i hayâtı sandıyor! Böyle bir târa münkalib hayât! Cûy-ı hîçi habâbîdir heyhât! Zulmet-i ye'se hiç verir mi halel? Subh ile geçse ömr olsa muhal! Fek-i müjgân eder mi çeşm-i emel? Leyle-i ye's nice subha bedel! Şeb-i dî-cûru âh pek severim! Şeb-i dî-cûrdur benim seherim! Meh-i sufret güzîn ufk-ârâ Bir sönük lem'a arz eder ağreb Ârız-ı mahzen ü rem gûyâ! Levn-i rikkat neden mehde acep? Âh gönlüm rakîk olan her dem! Böyle rikat verir mi hiç âlem? Şu bulutlar şu meh şu zulmetler Şu sadâ-yı sükûti-i kühsâr Hepsi bir levn-i rikkat arz eyler Hepsi muzlim gözümde hep yer târ! Hep yarılmış da dehrin aktârı Ben mi farkında kalmışım bâri? Bu tükenmez zulâm-ı gam şu fezâ Safahât-ı leyâl ömrümdür! Bu siyehrenk hîçi-i feyfâ Zulumât hayâl-i ömrümdür Çeşm-i pür-nem gönül garîk-i yu'ûs; Ömrümün bahşıdır bana efsûs! Şu sevâd sulûm şeb-rgi Birer âdır ki gözlerimde benim! Giryedir kalb-i zârın âhengi? Görünür nakşı sözlerimde benim! Fesahat-i ye'stir zemîn-i fenâ? Sanki cû semâ zemîn pîrâ! Abdülhalim Memdûh Gazel Nazın çeker mi dil sana üftâde olmasa Her bir cefânı çekmeye âmâde omasa Zencîr-i zülf-i yâre eder miydi iltifât Cümle kuyûddan gönül âzâde olmasa Etmezdi gamze hod be hod âgâz-ı fitneye Çeşmi bu hâle rızâ-dâde olmasa Olmaz mı sevdiğim kadar nâza düşmüşsen Ancak mu'âmelen de yine sâde olmasa hücûm âteş-i hicrân-ı yârden Hâlim tebâh olurdu eğer bâde olmasa Ekrem Bey Nazîresi Olmaz sükûn-pezîr gönül bâde olmasa Gamdan berî vü gussadan âzâde olmasa Olmazdı ehl-i aşka atâsı bu mertebe Aslındamı eğer ki hilâli zâde olmasa Zâhid mesîrede bile kılmaz riyâyı terk Etmez ku'ûd-ı zîrde seccâde olmasa Ârâm eder mi hiç kim ehl-i keyftir Bezminde bir civân mey âmâde olmasa Mutlak rakîbe vardır şûhun alâkası Çekmez kişi bu çileyi üftâde olmasa Gelmez idi vücûda şu ümrân şu intizâm "Sa'y ü amel" dedikleri dünyâda olmasa Etmez idim nazîreye cür'et eğer Reşâd Ekrem kerem kılıp da rızâ-dâde olmasa Reşad Bey Gazel Aşkla bî-karardır gönlüm Hicr ile dağdârdır gönül Hazer et sevdiğim dokunmaktan Kâbil-i inkisârdır gönlüm Mübtelâ olmadığı cihetle sana Doğrusu bahtiyârdır gönlüm Olur olmaz civâna meyl etmez Hâr bakma kibardır gönlüm İstemezsin neden fetâdeliğim Sana gûyâ ki bârdır gönlüm Geçmez hep nev-civânân-zen Bunda bî-ihtiyardır gönlüm Reşâd Bey Hicr-i Müteharrik Ne hoş bir köylü kız gördüm geçende Tek ü tenhâ oturmuş bir çemende Ki baksan korkulurdu uzletinden Mi'eli kılmış etrâfa sirâyet Verirdi mevki'a hüsn ü letâfet Periler şâd olurdu vahşetinden Kenâr-ı âb idi zıll sanuber Öperdi pâyını hurşîd anuber Onu mutlak görürlerdi semâdan Uyurdu tıfl-ı sevdâ mukaddeminde Dil-i ma'sûmu titrerdi feminde Ki akdestir bu hâlet bir du'âdan Safâ-yı hüsn ile yekser meserret Denirdi dense bir dilber meserret Serîrinden yana oldum revâne Gidilmez nezdine koymaz çiçekler Sanırdım bekliyor bir çok melekler Bakardım kâh ona kâh âsumâna Açık mâ'i gibi çeşmânı bî-renk Nigâhı cây-ı şübhe ayn-ı nîrenk Bakılmazdı fakat bakmak zarûrî Görür müydü gözler bilmem ammâ Bakardı rehgüzâra merdüm âsâ Denirdi cennete müştâk hûri Evet bir mâ'î güzeli hem de esmer Değildi öyle ben dersem de esmer Olur mu öyle esmerlik ne mümkün Fakat mir'âda vermiş de ma'îşet Biraz kendümga kılmış tabi'at İki hatve daha oldum mukârin Beni hiç bakmadan gördü emînim Karıştı şevkine hâl-i hazînim Değildi gerçi maksûdum rekâbet Siyehdi saçları yâdımda kalmış Bu pek belliydi bir sevdâya dalmış Muhabbet doğrusu kılmış isâbet Görürdüm hüsn ü aşkı yek neşmin Ki lâyıktır desem bir aşk-ı ahsen Ki elyaktır desem bir hüsn-i âşık Henüz akşam değil gün gâ'ib oldu Sehâb-ı subh gûyâ mugarreb oldu meh bekler fakat bir başka maşrık Ederdi kendini gerçi idâre Yine bakmaz değildi rehgüzâra Nüfûzuyla bakmaz değildi rehgüzâra Nüfûzuyla dil-i nev-ihtizâzın Görürdüm bunda bir servâr-ı nümâyân Sanırdım bekliyor cânânı cânân Veyâhud rûhudur bir cism-i nâzik Merâkımdan mı bilmem her ne dense Sezâdır iştiyâkımdan mı dense Tabi'îdir bu hâlâta tahassür Kızı görmek için yâriyle mahzûz Edindim kendime bir cây-ı mahfûz Kılardım ki temâşâna tefekkür Bu hâl üzre terakkî-sâz iken ben Kıyâm etti teheyyücle yerinden Nasıl kim rûze-i mahşerde mevtâ Yakın gelmişti bir tâli'li mahlûk Güzel miydi bu âşıktan ma'şûk Tereddüt kılsa şâyesteydi sevdâ Olurdu görmeye hâ'il dırahtân Mülâkî oldular hayrân üftân Gelirdi nâle-i can-sûz-ı bûse Dedim kimdir acep olmaz mı ma'lûm Çıkıp baktım ki bir buzgâl-ma'sûm Ne muvahhiş namzed ol nev-arûsa Berâber koştular hâher-i birâder Benim de akl temkînim berâber Tehevvürler tahayyürlerle kaldım Ne oldum sanki ben olsumsa insan Daha mûnis perîveşlerce hayvân Tefekkürler tahassürlerle kaldım Şitâbân oldular meydana doğru Giderdim bense kabristâna doğru Ne sûretle giderse bir cenâze Muhabbetmiş bu sahrâ âleminde Benim yok muydu mehbûbem deminde hüsn-i tâzeden bin kere tâze Devâm ettim yolumda bî-tesâdüf yolda kimseler kılmaz tehâlüf Varıp bir semte sordum nerde dilber Elimle kendime ettim işâret Dedim işte! Aman yârab cesâret Yrürdü üstüme bir seng-i muğber Abdülhak Hâmid Zühre-i Hindî Yeşil giymiş emînim ben gelenden Ya cennetten yâhud çemenden Tamâmıyla çekilmişti harâret Harâret bende toplandı demde İnerdi gökten yalnızdı hem de Fakat manzar değil bundan ibâret Olurdu cânibinde nümâyân Gezen tâvuslardan bir hayâbân Hemen her bir kademde bir nezâret Güzellik kâbil-i ihfâ değildir Bunun da hâricinden müstedildir Nüfûz etmiş siyâbından hâlet bir semâya benzer sâf bir hüsn Yeşil giymiş değil şeffâf bir hüsn Çemenlerden pezîrâ-yı hazâret Hayır pâyına bâlâdan girîzân Şehâb-ı sebzdir âfitân hîzân Ziyâsı tarh tarh etmiş sirâyet Dağılmış âfitâb eşcâr içinde Eser-i hoş bir nesîm-i envâr içinde Perîlerden meleklerden beşâret Bu hey'ette ne mümkün bir sitâre bir kızdır müvekkel nev-bahâra Çemenler pâyına eyler dehâlet Yakın görmekteyim benden fakat dûr Ağaçlıklar içinde bir yeşil nûr Şeb-i neylî-i mehtâba rekâbet Cehennemler sönermişce esnâ Güneş batmıştı mahv omuştu ammâ İnerdi kökten bir böyle âfet Hulûl etti birden rehgüzâra Şitâbından çekindim bir kenâra Yakından bakmaya gelmezdi tâkat Yakından bakmaya hâcet de yoktu Peyinden gitmeye cür'et de yoktu Şaşıp kaldım güzâr etti nihâyet Olurdu renkler peydâ izinden Tebessüm-i bâl ü bâlinden dizinden Nesîmindense reyhân-ı şebâbet Cesâret vermedi tahrîk-i pâye Fakat gönlümde tarîk-i havâya Yetişti gördüğüm şekl ü kıyâfet Biraz sonra belâ-yı rîh-i menhûs Çıkıp baktım ağaçlar hep zemîn-bûs Ederler gittiği semti işâret Sehâb cûybâr şâm yekser Mehâsinden ne varsa hep seferber İlâhü'l-hüsne kılmışlar refâkat Nedir? Derdim koşup dehşetle her su Hayât-ı yâ zâyi'dir -nedir bu? Bu zulmetine de sahrâ-yı kıyâmet Bir Leyle-i Ye's Ne görse dîde-i pür nem siyeh-renk Ne yâd etse dil bir hem siyeh-renk Eriştim bir yere her dem siyeh-renk Sabâh olmaz şeb-i mâtem siyeh-renk Mihâlin hay meyyît în ü ândan Heyât olmuş denir fâriğ-i cihândan Nişân vermekte tayf şebruvândan Cin ü âdem gibi görsem siyehrenk Olup zîr-i zemîn yek-ser küşâde Uçar ifritler cû havâda Müşâbih kadd-i cânân tünd-bâde Likâ-yı sâki-i hürrem siyeh-renk Çekilmiş renk bu gülzârlardan Nihâlân fark olunmaz dârlardan Ser-i zülf-i nigârân mârlardan Lihâf bister ü hem dem siyeh-renk Boğulmuş girye-i hasretle hande Konulmuş pây-ı hürriyetle bende Siyah açmış bütün güller çemende Hezâr gonca vü şebnem siyeh-renk Düşer bin tûr-ı ma'nâ câna muzlim Tecellîdir iner devrâna muzlim Mülâz mescit ü meyhâne muzlim İmâm mutrib mahrem siyeh-renk Kanâdîl-i semâ bitmiş serâser Burak hep döküp kalmış berâber Sabâh cûy ebrû bâğ meşcer Siyeh kisve siyeh-makdem siyeh-renk Pür sitâr-ı hicr hep yâr düşmen Cenâh-ı mel'anetten yok bir emin Sanemler âb-nûsdandır brehmen Güzeller heylek-i ebkem siyeh-renk Benât-ı fikr ü ma'nâ hâne-berdûş Yürür teşrîhler bed-mest ü medhûş Gezenler hâneler dağlar kefen-pûş Umûma hem beyaz hem siyeh-renk Çü gayyâ mıdır pür cûşiş-i sem Yayılmış mı desem dûd-ı cehennem Veyâ hâb-ı ademdir bu mücessem Kararmış gökyüzü âlem siyeh-renk Şeb-i esrârda dîdâr-ı maksûd Değer mi kalbe hiç envâr-ı maksûd Gel olma tâ seher bîdâr-ı maksûd Olursun sende ey sersem siyeh-renk Hâmid Bey Tecellî Yâhut Tesellî Seher vaktiydi çıktım geçen gün kûhsâre Ki ses yok bir tarafta sis inmişti civâre. Nümayandı yerden deniz sahrâ hıyâbân Garîb-ül-hal bir köy müsadif rehgüzâre. Harâb olmuş ne varsa türâb olmuş bir köy… Başında seng-i makber iki vîran minâre… Uyurdu hep çocuklar fakat kuşlar uyanmış Sönüp yıldızlar emvâc eder savlet kenâre. Nedir bilmem eminim ki bir şeyler sorardım Sorardım cûybâre sorardım rûzgâre. Ağaçlardan ederdim tazarru’lar içimden Ağaçlar kim sararmış tahassürden bahâre. Sanırdım yâdıdır bu verem bir dilrübânın Akardı cûy-i ömrüm dü çeşmimden gubâre. Birinci def’a gördüm gün bir serv-i ebyaz Karanlık bir beyazlık ki benzerdi mezâre. Olur mâzisi gûyâ emvâtın nümâyan Çıkardı selvilikten bulutlar pâre pâre. Nedir Yarabbi derdim derdim niçin solmuş çiçekler? Bakardım bir taraftan cibâl-i zî-vekaare Hani derdim İlâhi sultan-ı melâik Ki etmiştin bana sen cinânından itâre? Güneş doğdu nihayet duyup bir hiss-i ta’zim Kıyam ettim anda gözüm vakfoldu yâre. Meğer cânân imiş evet timsâl-i cânân. Ki bâlâ-yı ufuktan çıkar perverdigâre. Hâmid Bey Bir İğbirâr Bilmem neye bu diyâr muğber Gönlüm gibi her civâr muğber Bürc ü beden ü hisâr muğber Deryâ muğber kenâr muğber Mescidde ne varsa çehre bir hâk Rûzenleri sanki çeşmimdir hâk Minberle mezar ser be ser hâk Mihrâb nigûn minâr muğber Matrab serilip türâba bî-hoş Çeng ü def ü nâylar ferâmûş Sâkî gelemend ü bemz hâmûş Rakkâse-i bâde hâr muğber Kalsam nola serseri-i mevki' Geçmiş dem dilberi-i mevki' Dökmüş tevkini perî-i mevki' Ebkâr-ı hayâl zâr muğber Cennetse de neş'esiz melekler San her biri ol periyi bekler Açmışsa sa renksiz çiçekler Gelmişse de nev-bahâr muğber Çıksın da mâhûş denizden Arz etsin hâle eş denizden Batmış gitmiş güneş denizden Ahterlere hûn-nisâr muğber Arz ettiği renk ile vâveyl Yâdımdaki hüsne arz eder meyl Mehtâb teverrüm eylemiş leyl Mâtem-zede eşk-bâr muğber Kalsın mı meh ü sitâre hürrem Hurşîd ne var tutarsa mâtem Olmuştu onun gibi benim hem Mahbûbem olan nigâr muğber Yok eski safâsı bâğ râğın Gör bülbülü pençesinde râğın Yerden çıkıyor gibi bağın Sahnındaki rüzgar muğber Varmış görerek servi hâba Olmuş mütevâri-i harâba Her şey gibi münkalib türâba Geçmiş çağı cûybâr muğber Leb-teşne çemen nihâl üryân Kühsâr inler sehâb giryân Kuşlarda da yok sükûta pâyân Muskatları hâk-sâr muğber Her kûşe neşîmin serâ'ir Gelmekte lisâna sân mukâbir Meşhûn sükût hep meşâcir Vâdîde bir âh zâr muğber Yek-renk hürremle nev-civânı Sevdâ ile hüsn-i bî-müdânı Müstakbel fikr-i câvidânı Mâzî gibi hep gubâr muğber Nerden oluyor bu hüzn-i târı Gönlüm ona vâkıf olsa bâri Benden mi bu iğbirâr-ı sârî Aslında mı reh-güzâr muğber Bin kere onun tutup elinden Geçtimdi bu rehgüzârdan ben Mevki' yine belki öyledir şen Ammâ ki yâdigâr muğber Ben sağım oldu gitti küskün Her gördüğüm olmasın mı ölgün Geçmişte idi benimle bir gün Olmuştu bu yerde yâr muğber Şeb-i mâtemidir gözümde nâlân Akşam ise hüznüdür nümâyân Envâr tulû' şem' zindân Fikrim gibi târ mâr muğber Fikrim inecek olursa mukaddem Çıktıkça fakat semâdan akdem Mânend-i mezâr önümde her dem Her kûşede âşikâr muğber Söyler onu nerde kılsa bîdâr Hayretle beni tuyûr eşcâr Eyler onu nerde görsem ihtâr Bir duhter-i bî-karâr muğber Bir fem ki beyân eder tezallum Bir tâze çiçek ya bir tebessüm Bir çehre ki gösterir teverrüm Bir mevc ya bir mezar muğber Hâmid Ebedî Bir Sâniye Gâyet mahzûn idim ki bir gün Çıktım sahrâya dağa küskün Manzar-ı hâli benî beşerden Vahdet çıkmıştı sanki yerden Kuşlara peyveste-i sehâ'ib Bî-pâyânı içinde gâ'ib Cûlar her su revân olurdu Giryân bir şey figân olurdu Mihnet düşümde dağdân aştım Yorgun yorgun biraz dolaştım Serim vâdilere emânet Kılıdım her kûşeye dehâlet Gönlüm isterdi sanki ol dem Hem-derd olsun benimle âlem Her şey lâkin sükût-ı bir-leb Baktım çökmekte zulmet-i şeb Mihr-i enver olunca âzim Râh-ı avdette kaldı muzlim Ol zulmette bakıye-i rû Bir tek şeb-tâb-ı meş'al efzû Gezdim cûyâ-yı râh-ı menzil Kaldım mebhût-ı hâl-i müşkil Pîş-i çeşmimde zulmet efzâ Vehmi bin şekl olurdu peydâ Sessiz bir âh bânın mahşer Dağlar taşlar yürürdü muğber Sönmüş görmezdi çeşm-i hûşum Devr-i arzı duyardı gûşum Cismim yekser olup ark-rîz Eyler derdim zemîni tehzîz Birden şeb-tâb buldu vüs'at Sandım hurşîd kıldı avdet Nâ-yâb oldu yine birden Gördüm gitmişti sonradan ben Berk âsâ ol cemâl-i dil-sûz Yaksın gönlüm benim şeb ü rûz Şimşek hâlinde doğdu bir mâh Uçtuktan sonra gördüm eyvâh Açmış çeşmin semâya karşı Rûzenlerdir Hüdâya karşı İhyâ eyler gibi cihânı Memlû bir rûh ile dehânı Havâ derdi göreydi adım Rûh-ı a'zam bilirdi Meryem Giymiş bir hoş beyaz gömlek Muzlim-i hüsn idi şimşek Titrer fevkinde efser-i nûr Aleynîden nişâne-i dûr Gâyet müşküldü hâl ü şânı Belli olmazdı hüsn ü ânı Gâyet hüsnâ yine bu peyker Her kim görse sanırdı dilber Gördüm vechinde ben ne hâcet Ma'şûkamdan da bir işâret Ya'ni ol çehre-i dilârâ Kıldı az çok -hakîkat- îmâ Bir an içre inip cihâna Uçtu gitti âsumâna Umk-ı çeşminde bin ihâfe Zîr-i bâlinde bin mesâfe Sedt-i hükmünde bin tebeddül Pây-ı kahrında bin tahayyül Oldum bilmem nasılsa rehâyâb Baktım doğmuş izinde mehtâb Abdülhak Hâmid Bir visâl-i ba'îdü'l-İhtimâl Yârab bu ne mevki-i semâvî Mecmû' mükevinâtı hâvî Manzûr oluyor bu yerden âfâk Her nazarda nûrdan da parlak Bir yer ki şebîh-i lâ-mekândır Her cânibi gûyâ ki cândır Bir kûşe bu meclis-i âsmândan Hûrî sesi gelmede cinândan Cânân ile cân hem de cennet Olmuş bu mahalde vakf hiddet Lebrîz-i neşât câm-ı kevser Raks etmede hoş-likâ periler Bir rü'yet-i mahz-ı bî-nihâyet Bir gayb-ı mücesseme nezâret Her kûşede cilve-i yegâne Tecsîm-i hayâl şâ'irâne Yârab kim ola bu mâhuşlar Gökten iniyor mu hep güneşler Bir âlem-i nûr içindeyim ben Allah bedîd her cihetten Eflâke garîb hâlet olmuş Mahşer mahşer melekle dolmuş Bir cem-i gafîr rûh-perver Envâr-ı zevi'l-hayâta benzer Bu mevki'a hande-rîz-i taltîf Cânâna cebîn-nümâ-yı te'lîf Vâki' mi ya hülyâ mıdır bu Fecrü's-seher bekâ mıdır bu Yârab bu ne manzara ne hey'et Doğmakta mı nîr-i hüviyet Hep âliheler sücûda gelmiş Gûyâ ki adem-i vücûda gelmiş Bî-fark-ı mezâhir ü ma'âdin Dağlar taşlar bütün mehâsin Bir hüsn-i azîm edip tecessüm Kılmış semâvâtı pür tebessüm İnmişiz ruh-ı gayba perde-i nûr Bir sır ki bedâhetiyle mestûr Hoş nâtıka kesb edip muhabbet Ervâh ile eylemekte sohbet Şâd melâl hem-dem olmuş Firkatle visâl mahrem olmuş Bu sûretin anlamaksa dilhâh Mefhûmunu ey nedîm-i âgâh Gel hüsn ile aşkı gör berâber Ya'ni beni hem-nişîn dilber Abdülhak Hâmid Avdet-i Mâzi Geçmiş güzelim bahâr-ı hüsnün Ey gönlüm olan şikâr-ı hüsnün Eyvâh ne işvekâr idin sen Ben sevdiceğim nigâr idin sen Gel söyleşelim seninle yâr Geçmişteki mâcerâyı tekrâr Gitti öteye hep âşinâlar Biz yundayız imdi merhabâlar Bak ben de senin gibi harâbım Düştüm müekârib-i türâbım Mescûd düşe durur mu mescit Bir gün seni görmesem eğer ben Bî-zâr idi halk şuyûnumdan Yâdında mı eski mâcerâlar Neydi bana ettiğin cefâlar Sendin uyusam hayâl-i hâbım Sendin uyanınca âfitâbım Maksat diyerek koşup giderken Nâ-gah bizi çevirdi rehzen Anlat bana sevgilim bu hâli Kimden ola hüsnünün zevâli Sen böyle değil idin mukaddem Meshûrun olurdu cin ü âdem Keskin nazarın değerdi câna Hâlâ arasan çıkar nişâna Dağınıktı saçın misâl-i fikret Efkâr dalup kalırdı hasret Sevdâ dökülürdü gözlerinden Can tâzelenirdi sözlerinden Temsîl idi hüsn ile cemâlin Billah ki yoktu bir misâlin Şimdiyse husûfa müntakilsin Bak sen bile şimdi sen değilsin Gönlümde mekîn olan hayâle Hiç vermedi tal'atın imâle Yok yok diyemem yok irtibâtın Bir cilvesidir bu inhitâtın Sen gerçi bir ecnebî gibisin Ammâ diyemem ki ecnebîsin Gönlümdeki yâdigarsın sen Mâzim ile âşinâlığın var Pek sevgili bir fenâlığın var Bildim ki beyaz kâkülünden Bir aşk-ı her mersîdeyim ben Bu şevk ile zevk olur mükemmel Nâz eyleme gayrı gel otur gel Mâzîyi tahallîye mahal yok Ferdâyı dahi düşünme sen çok Mâdem yakındır azîmet Bu fırsatı bilmeli ganîmet Sönmüş esef etme nûr-ı hüsnün Kalmış yine bak gurû-ı hüsnün Yârab ne bu gördüğüm tagayyür Mevc urmadan girye-i tahassür Meydanda ne yer ne yâr kalmış Bir çeşme ile çenâr kalmış Elbet bize de gelir ya nübüvvet Bir gün uyarır cihâna elbet Ta'kîb ederiz gün umûmî Yok olmadan ölmenin lüzûmu Geçmişse de devre-i visâlin Pek hoş geliyor bana bu hâlin Lerzende kamer sehâb ebyâz Hiç vârid olur mu böyle ma'rez Hem-derd değil idik biz akdem Hem-hâl oluruz ne çâre bir dem Bî-şek bu da bir hesâb-ı haktır Mahz-ı kerem Cenâb-ı Haktır Bir âşık-ı pîre asr-ı perver Ma'şûka-i mû-sefîdi hem-ser Abdülhak Hâmid Aya Hitâb [İngilizce'den Mütercimdir] Benzin ne için soluktur ey mâh Yorgun musun ölmeden semâda Hâke müteveccihen piyâde Tenhâ vü garîb âzım-râh? Mevlidleri başka olduğuçün Bî-gâne edâ nücûm içinde. Ol ayna şebîhe kim bütün gün Pür hüzn durur gamûm içinde İhlâsına olmak üzre sânî Görmez de nişân mihribânı. Mütercimi Hâmid Bey Bir Yıldıza Ey necm-i hazîn acep nedendir Hâlinde senin bu hüzn-i târî? Senden bana oldu hüzn-i sârî; Gönlümde seninle nâlezndir. Duymazsa da gûşumuz sadânı Hâlin senin efsahu'l-beyândır Hissim lisana tercümandır Tefsîr ediyor bana nevânı. Binlerce nücûm içinde yektâ Te'sirde başkasın kulûba. Eyyâmımı terk edip gurûba Daldım seni seyre bî-mehâbâ. Sen şâ'ire mülhem edâsın. Bir şi'r-i latifsin musaffâ: Elfâz kuyûddan mu'arrâ. Hissimle şenîde bir nevâsın. Menemenlizâde Tâir Giren bu kalbe sanma müsâb olup gidiyor Gelen bu dehr-i denîye musâb olup gidiyor Televvünât-ı şu'ûn cihâna aldanma Semer-i şecer beşer-i âhir türâb olup gidiyor Yıkar esâsını seyl-i havâdis-i eyyâm Binâ-yı muhkem âlem-i harâb olup gidiyor Şarâb-ı işveye doymaz nigâh-ı mahmûru Bizim de gönlümüz ammâ kebap olup gidiyor Görür müsün nice yükseldi dûd-ı ahmerin Bahâr-ı hüsnüne yârin sehâb olup gidiyor Değil bu eşek demâdem erir de cevher-cân Akar ayağına ol servin âb olup gidiyor Edince âlem-i ma'nâya Sıırrı fikrim urûc Emîn ü hay Hüdâ hem-rikâb olup gidiyor Sırrı Paşa Bir Melek-sîmâya Hitâb Nasıl da cezbeli çeşm-i şahâneniz vardır Ne cilve-ger ne ki âşıkâneniz var Beşer denir mi ulvî cemâlinizle size Meleksiniz ki feleklerde lâneniz vardır Eder lezâ'iz-i aşk muhabbeti ta'rî Ne dil-küşâ ne mûner terâneniz vardır Olunca bûse kerem etmeye murâdınız âh Yalan dolan ne tükenmez bahâneniz vardır Visâlinizle teşerrüf muhâl olup gidiyor Bizim tarafta da gûyâ ki hâneniz vardır Yanımda olmasanız da gözüm önündesiniz Sizin cânibe baksam nişâneniz vardır Ali Ulvi Gazel Nigâh-ı çeşm-i âşık tâ zülf-i ecmel üstünde Mücessem sûret zebûrdur titrer tel üstünde Gören tarf-ı ruhunda hâl hat sâye-i zülfün Sanır Araptır nazm-ı celîl menzil üstünde Sakın erbâb-ı dilden dilberile işret eylerken Latîfe câ'iz olmaz şîr-i nerle mü'ekkel üstünde Olur nezd-i Hüdâda kadri ehl-i zilletin âlî Gezer mescidde halkın na'l ü pâpûşu el üstünde Kur'ân mihr ü mâhı seyredenler bürc-i cevazda Sanırlar Leylâ vü Mecnûndur bir muhmel üstünde Sevâd dûdudur rû-şençerâğ âh uşşâkın Ma'âni-i kesîre dâl lafz-ı mücmel üstünde Bilenler fevk-i gül zî-alîmin sırrını Kâzım Görürler veche hakkı her vücûd ekmel üstünde Salâdır cümle yârân sahn-ı fermâ buyursunlar Ta'âm mâ-hazırdır nev-zemînim cendel üstünde Kâzım Paşa Diğer Ne hâsıl ol sözün keyfiyet sıdk hilâfından Ki farkı olmaya şâ'irlerin lâf güzâfından Safâ-yı bâle sûfî kimseler şimdi nigâh etmez Musaffâ olunsa kalbin âfitâbın veche sâfından Yeter kevserse de lutf ettiğin mey bûse ihsân et Lebin nûşın terdir sâkiyâ cennet selâfından Tecellâ intizârr- nûr dîdârım kelîm âsâ Bana gelmez kana'at nâr-ı tavrın inkişâfından Şehîd-i aşkıyım bir çeşm-i hun-rîzin ki gördükçe Gelir cebrile dehşet gamze-i tîğ ittisâfından Öğünmek hakkın istihsâl eder mi kılmadan imrâr Habâb-ı cürmün âdem âsiyâb i'tirâfından Görünmez şâhid-i esrâr-ı ma'nâ çeşm-i nâdâna Temâşâ etse levhi hâme-i kudret şikâfından Nigâhı eğridir ebrû perestin genc-i mihrâba Hârâbât ehline erbâb-ı zühdn inhirâfından Meğer tab'-ı belîğin Haydar-ı kerrâr ma'nâdır Kaçarlar pehlivânân sahn-ı Kâzım musâfından Kâzım Paşa Kasîde Âlem-i gûne eden atf-ı nigâh um'ân Seyr eder cünbüş-i sun'-ı hükm-i hakkı ayân Eyle der-pîş-i nazar râbıta-i ecrâmı İntizâm üzre eder âlem-i imkân ceryân İhtilâfât-ı tulû' kamer şems-i münîr Eder îcâb tevâli-i fusûl ü ezmân İmtizâcât-ı anâsır edip îrâs-ı vücût Gelir âsâr-ı mevâlid zuhûra her ân Fıtrat-ı cümleden efzûn olup isti'dâdı Oldu tekrîm-i âlihiyle mükerrem insan Hilkate mâ'il cem'iyet olup nev'-i beşer Medeniyetle cihân eyledi kesb-i umrân İktizâ eyledi bir râbıta-i dîniyye Tâ ki muhkem ola şîrâze-i umrân-ı cihân Hikmet-i bâligasıyla ederek ba's-i resel Hâlık-ı gûn-ı hüdâvend hakîm-i deyyân Sırr-ı tevhîdini bi'l-vâsıta teblîğ etti Oldu zâhir cihet-i vahdet bahs-i edyân Enbiyâ eyleyip ahkâm-ı Hüdâyı teblîğ Oldular hâdi-i sırr-ı menzil râh-ı irfân Erişip debdebe-i nevbet sultân-ı resel Tuttu âfâkı bütün sayt sadâ-yı îmân Hayli dem rûşen edip âlemi nûr-ı nebevî Gitti dillerde olan zulmet bağî vü tuğyân Bir zaman sonra olup mihr-i nübüvvet gârib Oldu hurşid gibi mâh-ı hilâfet tâbân Etmedi emr-i hilâfet dahi bir yerde karâr Satvet-endâz-ı cihâ olmadı âl-i Osmân Oldu bu âl-i celîlin dahi çok zî-şerefi Şevket ü şân ile reng-i şükûha sultân Verdi ammâ felek haşmete bir başka safâ Kevkeb-i mâh-ı ferencet şehenşâh-ı zaman Şeh-i Cem kevkebe Sultan Hamid-i Sânî Akl-ı evvel olur idrâkine denk ü hayrân Şeh reng-i adâlet ki der-i şevketine Eder ikbâli bugün nev-şirvânı derbân Ayn-ı ayân-ı ümem rûh-ı revân-ı âlem Mihr-i gerdûn-ı hışm zıll-i zalîl-i rahmân Vâkıf-ı nükte-i esrâr ehâdîs-i nebî Ârif-i cümle-i ahkâm nusûs-ı Kur'ân Zâtı sadîka-i takayyide bedel gül görünür Nâmı fârûka adâlette olur atf-ı beyân Cevher-i tıynetine ver vilâyet mâye Dil-i pür himmetine feyz-i kerâmet erzân Şem'-i tedbîrine takdîr-i ilâhî fânûs Pertev-i re'yine pervâne kazâ-yı yezdân Vüs'at-i küşver-i iclâline nisbetle kalır Vasat belde-i câhında felek bir meydân Küşti-i saltanatına nûhdur ol hâmi-i melek Mevc urur bahr-i necât olsa yine bir tûfân kadar kuvve-i kudsiyeye mazhardır kim Olsa fermânı eğer râbıta-bend-i zadân Bir dahi eylememek üzre kabul-i terkîb Çözülür râbıta-i cümle-i lâ-yüctemi'ân Gece devr olduğuna hâk-i derinden gündüz Uruyor kendini yerden yere mihr-i rahşân Bahr-i eltâfına can atmaya dil-teşne olup Cûylar cümle düşüp yollara olmuş cûyân Ebr-i lutfuyla nesîm-i keremi ister ise Kuru toprağı eder reşk-i riyâz-ı rıdvân Dem-i ferhunde dem-i fasl-ı bahâr-ı ahdin Kaldı ezhâr gibi halkı serâser handân Ey şehenşâh-ı cihân sâye-i lutfunda senin Kalmadı bir gözü yaşlı meğer ebr-i giryân Pâdişâhım bilirim encem-i eflâk gibi Gerçi nâ-yâb ise de vasfına hadd ü pâyan Böyle mi eyler idim medhini ammâ tahrîr Âh olsaydı eğer bende safâ-yı vicdân Hiç kâbil midir ol dilde safâ kim her dem Ola muğber şede-i jenk gumûm-ı hırmân kadar ezdi beni darbe-i kahrı feleğin Eyledi sûretimi san ki heyûlâda nihân Elli yıl sâye-i şâhânede hizmet ederek Pederim vü pes kavlinin olmuşidi ed'iye-hân Mutasarrıf iken üç yıl oluyor Kayseride Üstüne yıkılıp oldu yolunda kurbân Şimdi ben rûh-ı mücerred gibi tenhâ kaldım Oldu eczâ-yı ten baht ümîdim rîzân Bî-karâr eyleyerek kerdeş-i nâ-hemvârı Vatanımda beni seyyâha çevirdi devrân Destgîri-i inâyetle bütün eylediler Hâkden pâye-i ikbâle terakkî akrân Yüreğim gayret-i akrân ile kan ağlamada Ne kadar halk yanında yüzüm olsa handân Kalırım çâh-ı melâlinde zarûrî çıkamam Resen-i âtıfetin olmaz ise çâre resân İltifât ile bana lutf ederek sultânım Olayım ben dahi sâyende senin bir hasân Kurumuş mezra'a-i ma'rifetim âlemde Cûy-ı dil-cû inâyâtın ile et reyyân Feyzân-ı kerem ü âtıfetinden tâ kim Yeni baştan bulayım ben dahi feyz-i rey'ân Beni dem-beste eden renc ü anâdır yoksa Hüsn-i ta'bîrime dem-beste olur ehl-i beyân Benim ol bülbül-i şîrîn dem-i gülzâr-ı kemâl Ki safîremden olur ehl-i fesâhat raksân Âb-rûy-ı şu'arâ dense bana lâyıktır Ki zemînimden eder âb-ı belâgat feverân Bence isbât-ı hüner pâdişâhım bir şey mi Her sözüm da'vâ-i irfâna olur bir bürhân Ben edersem de eğer terk-i hayât-ı fânî Rûh-ı evsâfın ile zinde kalır bir dîvân Feyz-i câvid-i kemâlât iledir âlemde Bence insan olana ârdır âb-ı hayvân Vardı pâyâna sahn-ı bânın du'â-yı rûhu Eyle îsâl icâbetine rabb-i mennân Kâr-ı fermâ olarak cünbüş-i ecrâm-ı felek İntizâm üzre bulundukça sipihr-i gerdân Necm-i ikbâli olup bürc-i şerefte lâmi' Eyleye zâtını hak kutb-ı medâr-ı devrân Ali Rûhi Bey Cezbe Gökten mi indin? Hsnün semâvî Hey'et-i behişti sevdâle mâlı Hüsnün kadar da ilhâmın âlî; Sen bir meleksin kim vahy-i hâvî Vechinde lâmi' envâr-ı ismet Aksi demektir dilde muhabbet! Bir nazara kâfî vicdânı celbe Bir hande kâfil ârâmı selbe! Bir cilve bâdı heyecân kalbe Nerden gelirsin ey şanlı cezbe! Oldum esîrin ey hüsn-i âlî Âlîsin âlî gönlüm misâli; Bu hükmü vermiş feyyâz-ı mutlak: Bir hüsne te'sîr te'sîre şiddet Bir kalbe sevdâ sevdâya hiddet; Fi'linde vardır hikmet muhakkak Ulviyetinde yok iştibâım! Var ol ey aşkım sensin penâhım. Vecde getirdin nâsuteyânî Şehrâh-ı aşka olmaz mı sâlik? Mağlûb-ı hükmün olmuş melâ'ik! Mebhût kıldın lâhut-yâni. Mu'ciz-nümâsın billah mu'ciz! Hayret-fezâsın insan âciz! Bir nurdur kim var fıtratında Bir feyz-i ulvî bir başka te'sîr! Ervâh nûru etmez mi takdîr? Bulmakta neşve mâhiyetinde! Her rûh senden bir feyz bekler! Pertev-feşân ol ey rûh-perver! Binlerce kudret etmekte tevlîd Kimdir mu'ârız serbâz-ı aşka? Var mı nihâyet i'câz-ı aşka? Bin dert içinde bin zevk-i ümîd! Ağreb değil mi vermez mi hayret? Duzah içinde cennâtı rü'yet! Sensin hayâta lezzâtı mülhem Zevk-i hakîkî sensin mücerred! Bir feyz-i haksın lem'an mü'ebbed! Ervâh-ı bâkîsin anda dâ'im. Her kalb-i âlî neşve gele meşhûn? Muğber değildir meftûn memnûn; Abdülkerim Sâbit Sabâvet Ey hâtıra etmiyor musun yâd? Âvân-ı sabâveti vefâsız! Geçmişti günlerim cefâsız! Şimdi safâlar oldu berbâd! Mes'ûd idim âh ben çocukken! Bir menba'-ı şevk idi cinânım! Bir mecmu'-ı zevk idi cinânım! Heyhât ki şimdi aksi rûşen! Ma'şûkası vardı nâmı ezvâk Meftûnu idi onu severdi. Ma'zûr idi yoktu başka derdi Ma'sûm dili safâya müştâk! Bir yerde ne mümkün etsin ârâm! Bir kuş gibi fikri zevle seyyâr. Vicdanları mahveden şu ekdâr Efkârına vermemişti evhâm! Lâkayd idi dil cihâna karşı! Bak şimdi nasıl mukayyed oldu. Gittikçe bir ihtilâf buldu. Bedbaht imişim hakîkati bu! Zâ'il olarak amâ-yı gaflet; Göstermede kendini hakîkat Mâiyeti lerze-bahş-ı haşyet. Efkâra gelir yine sabâvet! Açtım gözümü cihâna baktım; Dehşetli tahavvülât gördüm! Tahsîne sezâ sebât gördüm! Var mı diyerek cinâna baktım. Hâlimde bedîd olur felâet! Mâzîyi tahattur eyledikçe. Âtîyi tefekkür eyledikçe. Müstakbelim eyler arz-ı dehşet! Hengâ-ı sabâvetin safâsı Bir fasl-ı bahâr şevke benzer! Kim fasl-ı şebâb rikkat âver Ta'kîb ederek gelir cefâsı Geçti zaman pür şatâret Mahv oldu şükûfe-i sabâvet. Geldi yerine kelâl ü kasvet! Hasret hasret hezâr hasret!!! Abdülkerim Sâbit Sayyâd Kuşlar! Geliyor mühîb sayyâd Âmâde elinde bak tüfengi! Gitmez boşa dâne-i hadengi! Bir lkmaya göz diker cellâd! Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra Düşman müterakkib el tetikde Seslenmeyiniz aman kuşlar! Âmâde ölüm ecel tetikde Hiç durmayın ey revân kuşlar! Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra Elvânınıza değil meftûn! Sayyâd bakar mı levn ü renge? Davranmada dem be dem tüfenge Etmek sizi kastı hâke makrûn. Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra Hoşiken nağamât-ı can-fezânız Gûş eylemiyor bî-mürvvet! Eşkâl-i latîf dilrubânız Hunrîze verir mi hüsn-i rikkat? Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra Âhenginizi eder perişân! Candûz tüfenginin sadâsı! Bir saşmanın en küçük bahâsı! Hem cinsinizin sukût-ı bî-cân! Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra Yaklaşmayın avcı pek vefâsız! İ'damda mâir eyler ifnâ. Kalsınmı yavrular nevâsız! Sayyad bunu düşünmez ammâ Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra Meşgûl helâinizle dâ'im; Gûyâ size münhasır kebâbı Pîşinde pesinde var kilâbı Mes'ûm bir arzûya hâdim Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra Dağlar ovalar denizler olmuş Zâlim beşerin şikâr-gâhı Menhûs merâkı rehber olmuş! Bir mürgü uçurmuyor nigâhı! Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra Yüksekten uçun çıkın semâya Ammâ yine lâneniz bu yerde! Heyhât ki dâneniz bu yerde! Makrunsunuz hemân belâya! Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra İnsanlık imiş medâr fahre? Vicdânı imiş rahîmHeyhât! Vicdân ne diyor aceb bu kahra? Şefkatli beşer! Nedir bu hâlât? Aldanmayınız şu hîlekâra. Yaklaşmayınız bu canküşâra Abdülkerim Sâbit Nevâ-yı Hicrân Tâli' ne adû-yı bî-amansın! Zulm ü semtin gelir nihânı! Firka ne belâ-yı hânümânsın! Ateşlere yaktın âh cânı Firkat çekilir belâ mı yârab? İnsana bu az cefây mı yârab! Çeşmimdeki katre tercümândır Firkat ile lâl olan lisâna. Söz yok deme feshu'-beyândır! Şâhittir ıstırap câna Ak durma kesilme kanlı katre! Arz et keder-i derûnu dehre! Dîdem! Ne durursun öyle mahzûn? Her bir nazarında mündemic gam! Zannım seni etti böyle pür-hûn! Hicrân denilen belâ-yı mübrem! Te'sîre bak şu iftirâkta! Göz giryede seniyye ihtirakta! -- Dilde te'sîrât varken Dîdemden olur mu eşk zâ'il? Akmakla biter mi eşk-i şuyûn? Bir menba'-ı bî-nefâdîdir dil! Bir yaş ki akar berâ-yı firkat Elbette olur sezâ-yı şefkat. Azm eyledi gitti âh cânân! Ârâmımı da berâber aldı. Bir vâlid-i zevk idin ki vicdân Hicrânın ile yetim kaldı! Ye's ü gam ıstırap pek çok! Bir hâtıramı su'âl eden yok! Gönlüm yine mi sefîl kaldın? Yârab yine mi ümitsizlik? Efkârını bir ümîde saldın! Bedbaht imişin ki oldu hâlin! Ya cânânımı al ya ver tesellî Allah nedir ..tecellî? Cânânım olunca dîdeden dûr Göz ağlamasın da neylesin âh? Firkatzedeler değil mi ma'zûr? Eksik değil ıstırâb-ı cengâh! İmdât derim gelir devâhî Şaştım buna merhamet-i ilâhî! Ey kalb-i hazîn gussa-mu'tâd! Kaldın mı yine garip ü bî-kes? Tâli' acep eylemez mi imdât? Heyhât gönül ümîdini kes. Müşküldür ümîdi ye'se vermek Can tende iken mezara girmek! Seyr eyle şu çerh-i künyedârı Bir lahzada bin gam eyler îcâd! Bin derde mukâbil etse bârî Vicdanları bir ümit ile cefâdan! Nefret bu cihân-ı bî-vefâdan Bundan da büyük cezâ olaydı Olmazdı dûçâr-ı firkat adım! Bir çâre buna beşer bulaydı Oldukça huzûr ederdi âlem! Gerçi bu da bir merâm-ı haktır! Gönlümce vazîfe eğlamaktır. Abdülkerim Sâbit Tulû' Bir fasl-ı bahâr canfezâda Seyr etmek için tulû'-ı mihri Bir fecr-i latîf pür safâda Cây etmiş idim kenâr-ı bahri Emvâc-ı yem letâfet-engîz Sâhillere kef-feşân olurdu Asvât hazîn rikkat âmiz Vecd-âver şâ'irân olurdu Bâd-ı seher latîf ü gülbîz Neşr eyler idi hayât-ı sârî Her nefhası eyliyordu tehzîz Evrâk şükûfe-i bahârı Gülbânın hazîn andelîbi Duydukça hurûş-ı cûybârı Âhenk-güzîn dilfirîbi Vicdâna olurdu aşk-ı târî Maşrıkta olunca kars-ı hurşîd Gülgûn-ı bahâr içinde bârik Sandım ki tutuştu mülk-i ümîd Ateşler içinde kaldı maşrık Tetvîc ediyordu mihr-i zer-bâf Pür dola şevâhik-i cibâli Çâk eyler idi ziyâ-yı şefâf Âheste guşâve-i zulâmı Zînette hârânisîn sen Çık ufuna çık da âşıkâne Ma'şûka-i hâkdânsın sen Envârını saç bu hâkdâne Cânânıma benziyor bu işve Âheste besîm nazlı nazlı Yârab bu ne tatlı tatlı cilve Pür tâb hırâmı ihtirazlı Cevelânına saha-i semâda Şehrâhını nûra gark edersin Ey mihr tavrın biraz ziyâde Gerdûneni sevk eder gidersin Şevk-âver dildir iltimâ'ın Oldukça celîs-i taht-ı hâver Âlûde-i hüzn olur vedâ'ın Verdikçe gurûbgâha zuyûr Elmasa bedel sehâ-yı kudret Ezhâr çemengehi donanmış! Her yerde letâfet ü tarâvet Şebnemleri arza saçış etmiş! Rabbim! Ne kadar da şâ'irâne Cennet mi desem ki pek güzeldir! İndimde menâzır-ı cihâne Billah bu bir sihr-i bedeldir! Bak bak şu çemendeki çiçekler Benzer kimi ârız-ı nigâra Mahsûs kiminde bûy-ı dilber Benzer kimi çeşm-i tâbdâra Bu manzarada tecessüm etmiş Aşk âlemi hüsnün intihâsı Fıtrat ne güzel tebessüm etmiş Takdîs olunur bu incilâsı Hayret! Bu ne cennet tecellî Rahşân şevârık-ı sa'âdet Olmaz mı bu cezbe dâr-ı süflî Hayrân havârık-ı tabi'at Sâni! Bu ne hârika nümâyiş Ulviyetinin nişânı menkûş Hâlık! Bu nazar firîb-i tâbiş Hâkîleri eylemez mi bîhuş? Dembeste-i hayretim ilâhî Fikrim ne kadar da olsa âlî Tasvîr ü tahayyülât âhı Mâiyetidir ki yok mecâli Abdülkerim Sâbit Verem Bir Kız Bir duhteri hâl-i ihtizârda Tasvîr ediniz hayâlinizde Pîş-i nazar-ı kemâinizde Dehşetli memâta intizârda! Giryân olarak metâb ederdi! Merfû' semâya doğru eller! Saçlar dağınık yüzü mükedder! Allahına hem hitâp ederdi: Allah bana yazık değil mi? Aç sînemi bak şu ıstırâba! Dil düştü cehennemî azâba! Rabbim bana yoksa münfa'il mi? Etti bu verem şu genç yaşımda! Âzâde beni cihâniyândan. Rûhum uçacak bu âşiyândan Sevdâ ise gitmiyor başımda! Ey rû yeter mu'azzeb olma! -Allahına git- şu son deminde! Rabbim ebediyet âleminde! Mes'ûd edecek kemân bulma! Duymaktayım işte âsumândan; Git merci'ine cihânı terk et Encâm-ı cihanyânı derk et. Bir böyle sadâyı tâkat efgen! Kanla boyalı firâş içinde Baygın yatıyor bakın bu hâle! Gûyâ varıyor güneş zevâle Ammâ yüreği telâş içinde! Etmek diliyor semâyı mü'emmin! Gözler müteveccih âsumâna! Mahzûn fakat pek âşıkâne Dürdâne-i eşk ile müzeyyen! Gitti yazık âh genç duhter! Gözler kapalı 'izârı solmuş Ahkâm memâta tâbi' olmuş; Bu manzaraya tahammül ister! Hâb-ı ebedîye vardı gitti Allahım ona inâyet eyle! Ma'sûme kıza sahâbet eyle! Dünyâda olan nasîbi bitti! Ebvâb-ı cinân değil mi meftûh? Bak nûr-ı Hüdâ yüzünde bâriz! On altı yaşında genç bir kız! Yatmakta yazık vücûdu bî-ruh! Düşünde kefen esîr-i tabut Bu hey'et ile mezara gârib! Öldü uçuyor rûh-ı tâ'ib Merci'dir ona makâm-ı lâhut! Ey bârika-i cemâl olan kız! Bir oldu zuhûr ile hebûtun! Öldürdü beni senin sukûtun Ey bedrika-i zevâl olan kız! Şâyeste değil sana bu sünyâ Dünyâda durur mu bir ferişteh? Git git meleğim gidin behişte Cennette senin yerin müheyyâ! Koş kendini at haclegâha Tezyîn onu eylemiş serâser Hemşîrelerin olan melekler! Sâ'ik nesini bu iştibâha? Dünyâsını görmeyen mahzûn! Hâbîde-i mevt olan şu ma'sûm! Mestûr-ı türâb olan bu mazlûm! Şâyeste-i afv rahmın olsun! Sâbit nesi var cihân-ı dûnun? Eşyâ bütün inkılâba uğrar! Encâm-ı beşer harâba uğrar! Nerde ruh-ı şefk-nümûnun? Heyhât! Gözümden eksik olmaz Dâ'im dolaşır onun hayâli! Fikrimde olan güzel cemâli Rûhum gibidir fenâyı bulmaz! Kezâ İşret İşret ki mürâdifi rezâlet Âkıl edemez onunla ülfet. İşret ki eder vücûdu i'lân Bî-şüphe eder hayâtı icmâl. Hiddet verir iltihâb-ı fikre Bâdî ne acep harâb-ı fikre? Kim derse ki mey taba'a hoştur Bu fikr-i sakîm bence boştur! Kim etse devâm işretinde Pîrâne döner şebâbetinde! Bu râh-ı sakîme hiç sapılmaz Âkıl bu fesâneye kapılmaz. Âkıl meyi cüstecû eder mi? Peymâneye ser-fürû eder mi? Tahrîb-i beden heder değil mi? İnsanlığa bir keder değil mi? Ahlâkı eder fesâd-ı âlet Kem-nâ olur ol zaman fazîlet Tab'ımda kudûret olsa peydâ Eyler mi onu izâle sahbâ? Teskîn-i gamım için hemîşe İçsem dahi bâde şişe şişe! Meclûb-ı gama şirleb neyler? Tezyîd-i gamıma hidmet eyler! Mâdemki yoktur iktidârı Tahsîl-i safâ için medârı; Durmak yakışır mı mest-i dâ'im? Olsak ne olur biraz da sâ'im? Farz eyle ki dâfi' elemdir Humârı inan ki başka gamdır! Bir saaat için gamımı nisyân Vermez sanırım efâdile şân. Efkâra küşâyiş eyler i'tâ Tezyîde safâ edermiş ammâ Fikrimde olur ise şetâret; Gülsün bu ifâdeye tabi'at. Versin buna bir cevâb-ı hikmet Hükm eylesin intizâm-ı sıhhat. Fikrimde olur ise şetâret Nûş-ı meye var mı bence hâcet? Şâ'irlere kalmamış mı mazmûn? Hep sözleri medh-i âba makrûn? Teşvîk-i ulûma mâ'il olsa Kalmazdı atâlet vü cehâlet. Dünyâ kesilirdi belki cennet. Her mısra'a âh derc ederler? Câm-ı Cemi yâd eder giderler? Gördükçe bu ihtirâmı her dem Meyhâneci olmak ister âdem Aklen bunu eylerim müzimmet Fennen bu sözüm değil mi müsbet? Yârab bu ne inhimâk bilmem? Nûş-ı seme âşık olmuş âdem? Beyhûde geçer zamânı meyle İnsan şaşar bu fart-ı meyle? Bulsaydı cihanda âb-ı hayvan? Düşmezdi bu rütbe meyle insan? Hamhâneler olsa dâr-ı tahsîl Etmezdi câyı kimse tebcîl? Hep servetini verir de âba? Bir pâre dirîğ eder kitâba? Bir sâniyeyi eder mi meyhâr? Tahsîl-i ulûm fenle imrâr Kıymet mi verir zamâna gâfil? Nûş-ı mey ile zamânı zâ'il? Gûyâ ki cilâ-yı fikr imiş mey Sus değil miyiz biz öyle hey hey? Âsâyiş-i fikri eyler ihlâl? Zannetmeyelim ki eyler ikmâl? Gördükçe beşer şu mey peresti Meşgul kadehle meyle desti? Meyhâra bakar acır da söyler Meşrûbun olur memâta rehber? İ'lân-ı rezâlet eyler eyvâh? Mestâne na'ralarla her gâh? Gûyâ bu imiş meyin safâsı? Encâmına bak nedir vefâsı? Lutf eylese ol mehin düşmen Bir pîr-i alîl eder civânken. Her dem bunu etse; eyle tekrîm Bazan da eder mezarı takdîm. İnsanı eder idâre efkâr Efârı sararsa dûd-ı humâr Berbâd olur iktidâr-ı temyîz Tedbîri eder hâl-i ta'cîz Bî-tâb sızar mest-i sahbâ? Gâhîde bütün bütün sızar ya? Her şeyde bir i'tidâl lâzım. Nûş-ı meye infi'âl lâzım. Abdülkerim Sâbit Nûr Bahşâyiş-i kudretim mübrehen Feyzimle avâlim oldu rûşen Benden yaratıldı fahr-i âlem Lâyık dü cihâna fahr edersem! Ben sâyesiyim vücûd-ı hakkın En parlağıyım şuhûd-ı hakkın. Revnakta sûret-i cemâlim Sûrette revnak-ı kemâlim Hurşîd tecessüm demektir Hüsn ise tebessüm demektir Feyzim kadar ki cûş pür cûş Emvâc sürûş dûş-ı berdûş Yârab! Bu kerem benim değildir Hep sende serâ'ir ü mezâhir! Aşkınla döner zemîn ü ecrâm Lutfunla güneş eyler ârâm! Mevcutsun semâda yerde Gündüzde leyâlî vü seherde! Sen fikr-i muhît cümle âem Mâhiyetin olmasın mı mübhem? Her zerre ki titriyor havada Allahı getirmiyor mu yâda? Pür mevc havada bânın "Allah" Söyletti havayı sanki Allah Mâdemki sığmıyor beyâna Hâmûş ol sen de ârifâne! Nâbizâde Nâzım Fidandan Güle [Mugâlatalı cevap] Mâhasl şevki idin ömrümün Münferiden zevki idin ömrümün Hande-i nâzikle edip iltifât Vermiştin cizm-i nezzâre hayât Gonca iken cünbüş-i tıflâneden Olmuştun hayli tahammül-şiken Lezzet alırdın salınıp yatmadan Lâlelere sünsünbüle söz atmadan. Hande feşân olmuştun gülşene Mâye-i şevk olmuştun her sene Âlemi tutmuştu safâ-verliğin Şuhluğun; şevk perverliğin Zevk ediyordun gece gündüz bütün Eylemedin sonra kana'at niçin! Dehri henüz eylemedin tecrübe Gönlüne girdi heves debdebe Bilmez iken ahsenini kubhunu Mâderinin dinlemedin nushunu Pertev-i hurşîde açıp sînesin Sîneni ateşlere vermek neden Pertevine aldanarak şu'lenin Ateşe atmak ne revâdır tenin? Aşk gibi nûr-ı dil efrûzdur Nûr değil âteş-i cansûzdur! Yaktı kavurdu seni en sonra bak Çehre be rûz oldu siyah firâk! Düştü zemîne beden-i nâzikin Pest ü hakîr oldu ten-i nâzikin Gâze-i ruhsârın uçup gitti hep Rûh-ı latîfin niye uçmaz acep? Bir afacan ûdek pazı perest Geldi civân sâkını etti şikest Eyledi ta'cîl zevâlin senin Nerde gezer nerde hayâlin senin? Yoksa hayâlinde senin intizâm Mâderini etmeli mi ittihâm? Yavrucuğum! Benim mi nâ-mihribân? Hay kuruyaydı beden-i nâ-tuvân! Sevgili annen mi utansın senin? Kahrını ummam ki dayansın senin Zâhire aldanma muvâfık değil Hikmete irfâna mutâbık değil Dal değil mi hele sor âkıla Cümle şu'unât bir fâ'ile. Cümle esîr yed-i kudret demek Her işimiz sabr ita'at gerek! Devr ü teselsül ederek mahv olur Âkıbetü'l-emr mekânın bulur Böyle gelir böyle gider kâ'inât Görmedi mahlûk bekâ-yı hayât Kezâ Vâlide Ninnisi Yavrucuğum! Uykuya dal nâz ile Cünbüş-i kühvâre-i a'zâz ile Yat uyu ey tıfl-ı safâ perverim! Zevkine dünyâmı fedâ eylerim Vâlideni sanma dalar gaflete Uyku girer mi nazar-ı dikkate? Dal yine ezvâk hayâlâtına; Haydi meleklerle mülâkâtına! Gönlümü sevgin uyutur ben seni; Ben seni taltîf ederim sen beni. Sen de büyürsün çocuğum bir zaman Sen de bilirsin ne yamanmış cihân! Gâ'ile-i âlemi çekmek muhâl Şimdi uyu nâz ile âsûde hâl Sonra ararsın bu güzel ânı sen Nerde bulursun acabâ onu sen? Boy büyüdükçe büyüyüp gâ'ile Lâzım olur âdeme bir â'ile Gâ'ile olsa da dünyâ yine Â'ile gibi sevimli her âyine Canlı bebekler çıkarak meydana Sonra oyuncak atılır bir yana Hubb-ı 'iyâl ü veledin vârisi Hubb-ı vatan rûh-ı cihandır desem Zerre kadar bunda hatâ eylemem. Hubb-ı vatan fikre ne revnak verir Âdeme mâhiyetini bildirir Şâhire ma'riete gitmeli Ka'be-i umrâna şitâb etmeli Ömr-i cehûlâne yaraşmaz bize Kim bakacak öyle hamiyetsize? Kezâ Fâtih Ey berk-i mücessem celâdet! Ey heykel-i savlet ü besâlet! Ey âfet-i lerze-bahş satvet! Ey hârık-ı iktidâr ü necdet! Ey lem'a-i feyzbâr fıtrat! Ey şu'le-i meş'al necâbet! İrfansın sen teşahhus etmiş Bir mevhibesin tahassus etmiş Titrerdi hamâsetinle dünyâ Fahr etse sezâ seninle ukbâ Bir hamle ki müftekirdi nahvet Şimşîrine cân verirdi fetret Bir darbene kul olurdu tâkat Bir emrine karşı bir hükûmet Bir himmetine düşerdi mutlak İklimler esîrin olmak Ol sadme gelse taht-ı kayser Pâmâl şükûhun oldu yek-ser! Sen fâtıraya kerâmet ettin: Deryâlara kalb edince beri Emvâcdan eyledin teberrî! Sen şark ile garba nûr saldın Hurşîd gibi cihânı aldın. Şân günleri berkler saçarken Hân-ı Yıldırama misâl idin sen Sen bârika-i şerefsin ekmel. Çektin yed-i gâlibende meş'al Sensin bize ma'rifette rehber Şâhin kemâl ü fikre şehper Osmanlıların emîr-i şîri Meydân-ı şehâmetin dilberi! Sarsardı cihânı nâm-ı "Fâtih" Darb-ı mesel: -İktihâm-ı Fâtih!- Pîşinde zafer ederdi secde Arkanda gaza gelirdi vecde! Kudrette hemân zamân idin sen Hayrette kahramân idin sen. Nâmın anılınca bir sükûnet Azmin düşününce beht ü hayret! Türbende olan sükût-ı efsah Bildirmede kudretin muvazzah! Sen medh-i habîbe mazhar oldun Ni'metler ile mübeşşer oldun Ben vasfına hayli cür'et ettim Bir olmayacak tarîka gittim. Fikrimde ümîd müncelîdir: Lutfun bilinir ki pek celîdir. Afvın keremin mi'ele sığmaz Tasvîre değil hayâle sığmaz! Nâbizâde Nâzım Mektup Ol dilbere kim severdim evvel! *** Ey aksi karîn olan zevâle Gönlümdür olan mezâr-ı aşkın; Hasretkeşim ah ol hayâle: Kalmış idi bergüzâr aşkın! Ey ruh ki asla etti rüc'at Kâbil olacak mı âh avdet! Ey berk ki lemha münhasırdır Yâdın bana hüzn-i müstemirdir. Ey şu'le-i muntafiye! Nûrun Benzerdi ziyâ-yı ihtidâya! Ey hâdise ki dem-i zuhûrun Mebde' idi hadd-i müntehâya! Hurşîd ki oldun işte gârib Ey nûr ki zulmet içre gâ'ib Ey kadri bilinmemiş sa'âdet Ey boş yere mahv olan inâyet! Ol ra'd ki inliyor semâda Gûyâ dile bir 'itâb kahrın! Ol hâtıralar gelince yâda Billah gider huzûru dehrin! Bî-çâre gönül ne yaptı bilmez. Oldukda muhabbetin çekilmez Kurtulmak için uzağa kaçtı Bir âfet ona kucağın açtı Hür olmak için esîri oldu? Ol âteş-i aşktan kaçarken Tâ gitti cehenneme sokuldu? Hâlâ dahi bî-haber bu işten Ta'yîb onu özge iftirâdır: Dîvânede iktidâr yoktur Temyîzede iktidâr yoktur. Hâmiş Her lahzada kısm-ı benâm-ı kahhâr Dil kahrına olmadı sezâvâr! Âlemlere bahş eden muhabbet Her bir sözüme kılar şehâdet. Nâbizâde Nâzım Hezerân ye's ü hüzne gark eder efkâr enzârı Sükût âmîz bir kabrin nihânı nâle vü zârı bir manzûmedir mu'ciz ki meftûn eyler efkârı İşitmez değilim seyr eyleyen anlar iş'ârı Sükûtu bir mezarın bir derin feryattır müdhiş Mezaristanı istilâ eden samt sükûnettir Sükûnet pür garyû vü nâledir ..bilmem ne hâlettir Ki her bir nâle bir fikre mükemmel ders-i hikmettir Ne hikmettir? kim zulmetli bir nûr-ı hakîkattir Sükûtu bir mezarın bir derin feryâdıdır müdhiş Görüp bir seng-i câmid bî-lisandır sanma ey insan Onun vardır ilâhı bir lisânı kim olur hayrân Dem-i vahdette istiğrakta gûş eyleyen vicdân Saçılır fevâre âsâ nâle her serv-i mezaristan Sükûtu bir mezarın bir derin feryâdıdır müdhiş Menemenlizâde Tâhir Arnol -- Yaprak Kurumuşsun filizinden koparak Nereye böyle zavallı yaprak? -Bilemem fırtına yıktı meşeyi Istinatgâhı feridim idi. Ta günden beridir bâdı sabâ Nefhai zulmü ile bîpervâ Sürümekte beni bilmem nereye; Ovadan dağlara ya meşcereye; Giderim böyle bilâ havfü keder Neresiyse varakı gül ki gider Nereye azim ise her bir şey: Nâbizâde Nâzım Şeniye Bûm Gurbetzede bûm şevm-i tâli' Olmuş yine ibtilâya tâbi' Bilmem niye hissime dokundun İ'dâmım sanki hükm okundu Gönlüm halecâna düştü nâgah Dîvâne mi oldum Alla Allah Bir kuşcağızın terennümâtı İhlâle sebep midir hayâtı? Bî-çârede cûş hüsn-i deminde Eğlenmed kendi âleminde Bir dilbere belki gösteriş var Ya illet ni'me şevk-i dîdâr Hikmet ile perveriş bulurken Fikrim niye vehme düştü birden İnsan ne kadar garip mahluk: Her halk ile eyliyor tehalluk! Nâbizâde Nâzım Jan Jak Russo'dan Hâb-ı pür ıstıraptır bu hayat Doğmuşuz ölmek üzre vâ hayfâ! Vâr ise zerre zerre zevkiyât Onu da kahr-ı dehr eder ifnâ Gideriz böyle cehl ü gaflet ile Ka'r-ı girdab mevte hasret ile Türlü mihnetle bin meşakkat ile Mahv ü kem-nâm eder bizi dünyâ Biz se seyr eyleyip bu bünyâdı Ararız tarhına nedir bâdı Hâlıkı halkı sırr-ı îcâdı Cümleyi bilmek isteriz hâlâ! Lîk bu sırr-ı mübhemin halli Akla teysîr olunmamış belli Âdeme acz ü gaflet ü cehli Ettirirler hatâ içinde hatâ Sıyrılıp rûh zulmet-i tenden Süzülüp eyledikde adem-i vatan zaman hal olur bu şüphe vü zan Bilinir hâsılı nedir ma'nâ! Ethem Pertev Paşa Bülbül Nihâl-i gülde olunca mekânın ey bülbül Niçin figân ile geçsin ömrün ey bülbül Hurûş-ı cûy-ı bahârî mi hande-i gül mü Eden bu rütbe mü'essir figânın ey bülbül Gülün solar dökülür tâze berki yine Süren safâsını sensin cihânın ey bülbül Hatîb-i minber-i irfânısın gülistânın Nevâ-yı subh-demindir ezânın ey bülbül Revâ denirse bu hüsn-i edâya sihr-i helâl Hacîl eder übedâyı beyânın ey bülbül Olurdu belki devâ-sâz gonca femler ona Bilinse nolduğu derd-i nihânın ey bülbül Hadîs-i aşkına pervâne olmaz elbette Olursa hâmem olur tercümânın ey bülbül Sırrı Paşa Anadolu Hisarında Mezarlık Bu sükût-ı belîğ ü hüzn-i fasîh Hutbe-i bî-makâl-i rûhânî San'at-ı kudreti eder tavzîh Bu ne ulvî cihân-ı nûrânî Ne neşât safâ-yı vicdânî! Bu ne vahşet içinde ünsiyet Bu ne zulmet içinde nûr-ı bekâ! Bu fezâ-yı semâda bin hayret Nice bin âfitâb fikr ârâ Yağdırır nûr hey'etinde safâ! Taş değil gördüğün seng-i harâb Şâ'ir mu'ciz-i tabi'attır Ne belîgâne eylemekte hitâb Sanki bir nüsha-i fesâhattir Mütehaccir misâl-i ibrettir Her küyâh zemîni başka zebân Her âvec hâki bir diğer âlem Her varak bin kitap ile yeksân. füyûzâtı fikr edip her dem Mütehayyir mi kalmasın âdem! Burada münzevî sükûn âdab Burada cânişîn demek azamet Zâhir olmuş kemâl-i kudret-i rab Sanki bir kâ'inât-ı pür hayret Berk urur her taraftan hürriyet Uğradıkça sabâ bu ferdûse Geçemez der'akab safâsından Başlayıp her şükûfeyi lemse Bir tarâvet alır temâsından Hisse almak diler hevâsından -- Ne kadar nazlı nazlı gitmededir Hele bir atf-ı dikkat et dereye. da îlân-ı hayret etmededir Sanki meftûn gibi bu makbereye Göksu hasret çeker bu meşcereye! Servler ihtizâz ettikçe Nağme-i dilfirîb olur peydâ Ebediyet içinde gittikçe Gayb olur mûcizin olup sadâ ne kudsî hava ne tatlı nevâ! Nâbizâde Nâzım Bir Küçük Çocuğun Nakş-ı Seng-i Mezarı Küçücük kabrimi ziyâret eden İbret alsın benim şu hâlimden Mâder âgûşuna bedel toprak Ne yaman meskenü'l-hüzndür bak! Süte hasret değil eğerçi dehen Hicr-i mâderdir ve ne ateşzen Ol kadar yâda gelmiyor pederim Mâderim oldu bâdi-i ederim Bana ondan şefîk olan var mı? Bana bir başka âdem ağlar mı? Yanıyor nâr-ı intizârımda Dolaşır dâmen-i mezârımda Görürüm sanki çeşm-i dikkatini Duyarım rûhunun rikkatini Söyle ey bâd! mâdere söyle Sînezen olmak istemez böyle Hikmet-i Allaha nisbet-i noksan Acz-i insana karşı nâcisbân Nâbizâde Nâzım Alfred Dumosa Münâcâtından Ey günehinin vukûfuna imkân bulunmayan İnkâra yeltenen seni söyler yaman yalan. Kıl müstecâb-ı da'vetimi hâlıkım benim Emrinle hâk mahv olacak şüphesiz tenim Adam sanır ki gökte ararsa seni bulur Esrâr-ı zât hikmetine âşinâ olur; Ammâ yine tenezzül edince vücûduna Kâni' olur senin ol anda vücûduna Hüznünde handesinde garâmında her zaman Allahının irâdesini eyler ittikân Âlemde en şerefli fazîlet safâ-yı cân Zikrinle derk 'izz ü celâlin olur hemân. Ser tâ be ser şükûhuna tahmîd eder cihân Aşkınla nağme-sâz oluyor mürg-i âşiyân Bir damla âb için sana bin cân-ı niyazkâr Olmakta fikretinle gönül hayrete dûçâr Râzı mıdır merâhim ü eşfâk izzetin. Düşsün mü ya diz üstü mikrân vahdetin? Nâbizâde Nâzım Bir Tasvîr Ey melek yavrusu! Kuş oyna biraz Eyle şûhi-i şetâret ibrâz. Duymadın gitti henüz otlamaya. Heves et oynamaya atlamaya. Dâmenim çîde-i destimle dolu Fart-ı hubbunla da gönlüm memlû Zevkine gerçi fedâdır şevkim Yürü kim şevkle gelsin zevkim Ey benim körpe kuzum ârâm et Bu nigehbânını da hoşgâm et! Meleyip gönlümü mahzûn etme Bilirim ben de belâ-yı dehri Doğmadan içtiğim âb-ı zehri Kurtuluş yok gidilir bir yoldur Yine esbâb-ı tena'um buldur. Gussayı vermeliyiz biz bâda Neye lâzım getirirsin yâda Hele bak gök ne kadar hande feşân! Ebr-i dil-keşde hırâmân nâzân Çemen tâze güler gonca güler Salınır şâh-ı gül ser be ser. Gülelim biz de bu dem şâd olalım. Elem-i dehrden âzâd olalım Ele bir kere geçer fırsat-ı ömr Beyhûde zahmet yok tâkat-i ömr: Sıçrayıp koş yürü ey rûh-ı revân Dem-i eşvâk ferahtır bu âvân Nâbizâde Nâzım Bir Küçük Çocuğun Kabri Üzerinde Mühürdür Ey salhûde sarmaşık! Ey nev-civân çemen Ey türlü türlü tâze nebâtât mûcizin Ey ma'bed-i âlih ki oldun hüdâ nümâ Feyzinle aklı ettin ulûhiyet âşinâ Ey nâlezen meks ki olursun satarsan Ezhâr içinde uykuya dalmış iken şebân Bî-çârenin mu'riz olursun ferâgına Söylersin anlaşılmayacak söz kulağına Ey bâd! Ey kavâfil-i emvâc-ı bî-karâr Ey kâ'inât içindeki elhân-ı bî-şümâr Orman! Ki hep gelip geçen erbâb-ı intibâh Bir fikr ile eder seni ârâyiş-i nigâh Ey meyveler ki velvele-i rüzgâr ile Eylersiniz sukût yere inkisâr ile Ey âsumân-ı turfe nümâdan edip şitâb Bir tarz-ı dilfirîb ile sâkıt olan şehâb Ey nev-bahâr şevki ile eyleyip zuhûr Âfâkı derler nağme ile inleten tuyûr Ey köhne hâ'itin arasından çıkıp müdâm İnsan hem vahşeti müzdâd eden hevâm Ey muttasıl yetiştirip etraftan hevâ Emvâc-ı bî-nihâyeyi cûşân eden fezâ Ey hûşeler yetiştirici hâk-i feyiznâk Ey inciler nisâr edici bahr-i sîne-çâk Yapraklar! Ey şükûfeler açmış gasûn-ter Dallar içinde koş büyüdün âşiyâneler Artık kesin gürültüyü dalsın hayâline Bir parça terk edin çocuğu kendi hâline Rahatsız olmasın uyusun tıfl-ı nâtuvân Mâderde eşk-i dîdesini eylesin revân Mütercimi: Nâci Victor Hugo Kitâb-ı âlemin evrâkıdır ib'âd-ı nâ-mahdûd Sutûr-ı hâdisât dehr-i a'sâr-ı nâ-ma'dûd Basılmış destgâh levh-i mahfûz-ı tabi'atta Mücessem lafz-ı ma'nidardır âlemde her mevcûd Hoca Tahsin Vecd Bir mükevkeb geceydi ben tenhâ Bulunurdum kenâr-ı deryâda Pâk idi ebrden fezâ-yı semâ Bahr ise bâdbândan âzâde Dalarak gözlerim ederdi hırâm Mâverâyı cihâna hayret ile! Kûh eşcâr kâ'inât tamâm Sanki bir lehce-i garâbet ile Perestiş eylerdi sırr-ı ma'nâyı Dalgalardan .nücûm-ı zâhireden İhtirân tâc-ı pertev efzâyı Ederek râki'âne bâlâdan Dalgalar -ki urûş hiddetine Veremez kimse inkisâr dernek Ser fürû edirip şehâmetine Şöyle derler idi hep be hem âhenk: Vahdehû lâ ilâhe illallah! Victor Hugo Çocuklar Severim pek ziyâde etfâli Pek tabi'î değil mi her hâli? Olsa her evde bir çocuk mevcûd Nûr-ı ismetle yüzleri mâlî Kalmaz îrâs şu kaddin hâli Derd mi hüzün mü eder nâbûd! Bir çocuk gördüğüm gibi severim Parladılar nûr-ı şevk dîdeler Kendimi bahtiyâr rûşen bulurum! Yâda geldikçe ömr pür giderim Akıtır eşk-i hüzn çeşm-i terim Ben çocuklar ile çocuk olurum! Pek tuhaftır tekellüm-i etfâl Sem'a pek hoş gelir bu tarz-ı makâl! Edeyim mi çocukları taklîd? Bu su'alim de pek acip su'âl! Ben mıyım garip hayâl! Fikr-i taklîdi eyledim teb'îd Bak şu tıfl-ı ferişteh çehre hemân Oynuyor bâ kemâl şevk-i cinân Ne kadar da sevimli bir duhter! Şâd handân iken olur giryân Zâr giryân iken olur handân! Çocuğu sevmeyen çocukluk eder! Leyle-i bedr pîş-i rûzunda Âsmâna bakıp eder hande "Aydede! Aydede! diyerek bağırır Berk urur nûr-ı mâh tâbında Vech-i pâkinde bak ne zîbinde! Mâh-ı per tâbı nezdine çağırır! Siz uyurken gelir yatağınıza Atılır der'akab kucağınıza Çocuğun böyle işleri çoktur! Bûseler kondurur yanağınıza Dokunur lebleri dudağınıza Bence bundan güzel safâ yoktur! Ne kadar şâd idim çocuk iken âh! Geçti vakt-i sabâvetim eyvâh! Avdet eyler mi ol zamân? Heyhât! Beni etmişti bahtiyâr Allâh Şimdi olmaz mıyım sabâvethâh? Dâ'im artar imiş azâb-ı hayât! Ali Ulvi Kanaryam Var kendi odamda bir kanaryam Ammâ ne güzel kanarya görsen! Dildâde eder seni görürsen! Bir mürg-i latîftir kanaryam Bülbül gibi eyliyor tegannî Pür zevk ü neşât eder cinânı Âvâzesi pek latîf gümrâh Hayrân ediyor beni şu tâ'ir! Cisminde kemâl-i acz-i bahâr Bir savt-ı bülend vermiş Allah Bir kuş diyerek geçer mi insan? Bir kuşta kemâl-i hakka bürhân! "Kânûn def ü kemân santûr" Bir şey mi kanaryamın yanında? Olmaz mı sadâına fetâde Bir âşık-ı dil-fikâr rencver? Hânendelere kuşum bedeldir Titrek sesi ol kadar güzeldir Başlarsa terennüme kanaryam Bir müddet olur terâne perdâz Eyler öteye beriye pervâz En başlı gıdâsı bir su bir yem Encâm susar zavallı mutrib Yorgunluk olur sükûtu câlib Bir kuş çıkarır sadâ-yı bârid Civcivleri dinleyip kanaryam Taklîde şitâb eder demâdem Şakrak yaramaz yaman mukallid! Akrânına her cihetle fâ'ik Medh eylemeye değil mi lâyık Girsem odaya apansızın ben Sâkit bana atf-ı nazar eyler Pek hoştur simsiyah gözler Çırpar per ü bâlini olur şen Her tavrı eder meserret ibrâz Tekrâr servde eyler âgâz Ey kuşcağızım! Bugün nasılsın? Keyfin iyi mi? Nedir cevâbın? Yemlikte yemin sulukta âbın Kâfî mi bugün için? Nasılsın? Tarzındaki sorduğum su'âle Verdi şu cevâbı kuş diliyle: ["Keyfin iyi mi?" demek de söz mü? Elbet iyidir: Huzûrum ekmel Sâyende sa'âdetim mükemmel Kim bezl eder öyle ihtimâmı Hâlimden eder miyim şikâyet? Âvâzımı dinle: Pür şetâret? Şâyet beni şimdi etsen âzâd Bir ökse ya bir kapancasıyla Ya kullanarak hezâr hîle Derdest kılar mühîb sayyâd Kalsam bile hür şu vakt-i sermâ Elbette hayâtım eyler ifnâ Kezâ Venüs Bir tasvîr-i bî-nazîrine vakf-ı nazar ederek söylenilmiş mitolojik manzûmedir: Deyâ-yı latîf sâhilinde Bir mevki'-i şâ'irâne tutmuş Setr-i beden etmeyi unutmuş Sevdâ eder ihtifâ dilinde! Deryâda olunca aksi manzûr Mehâb-veş oldu bahr-i pür nûr Ey şanlı [Venüs] deniz perisi! Ben [Mars] olayım sana beni sev! [Vülgen] de solmaz â! Beni sev! Sevdin mi beni? Azîm mersi! Tâcın ne güzel başında geldin Bir hâmiye-i cemâlsin sen Emvâcı eyledi seni sevk? Geldin mi köpüklerin içinde? Birsin hele [siter]in içinde Teşrîfin ile cezîre pür şevk Ey zühre! [Olimp]e i'tilâ et Hâmîleri aşka âşinâ et Mefûn-ı cemâl bâ kemâlin Bir ben miyim? İşte sende böyle! Mir'âta niçin bakarsın öyle? Hayrân ediyor beni bu hâlin! Dildâde-i tal'atın iken sen Olmaz mıyım âh âşıkın ben? Nezdinde duran sabî-i fettân Oğlun [Kupidon] değil mi âyâ? Dehşetli merâmın eyler ihfâ. Sevdâ oku şehperinde pinhân! Nevresleri aşk ile eder zâr Sevdâ okunu cinâna saplar Etmekte sana nigâh işte Sevdâzede hâmi-i sanâyi' Çıkmaz ya bu intizârı nâfi'? Bak arkana geldi âh işte! Gel Vülgeni ye'se mübtelâ et! Âgûşuma kaç da ihtifâ et! Kezâ Sa'âdetli Mahmut Ekrem Beyefendi Hazretlerinin üçüncü [Zemzeme]de münderic bir manzûme-i şâ'irânelerine nazîre: Niçin? Neden? Beni görünce siz eylersiniz firâr-niçin? Bu rütbe âşık-ı sâdıktan ictinâb-neden? Güneş gibi yüzünüz pâk cezbedâr-niçin? Eder cemâlinize kalbim incizâb-neden? Cihanda en güzel en dilfirîb şeylerde Olursunuz bana manzûr eşkâr-niçin? Hayâliniz bulunurken nemli her yerde Firâkınız ediyor gönlümü harâb-neden? Teşerrüf emr-i muhâl olduğun bilirken ider Nigâh-ı lutfunuza çeşmim intizâr-niçin? "Bir iltifâtı bana çok görüp de ey dilber!" Neden edersiniz ağyârı kâmyâb-neden? Verir hitâm elem-i kalbe şevk-i vuslatınız Olur neşâtıma bir handeniz medâr-niçin? Zamân-ı firkatinizde kalınca ben yalnız Ne yapsam eyleyemem mahv-ı ıstırâb-neden? Meğer sizinle çıkarmış bütün safâsı meyin Siz olmayınca hemân artıyor humâr-niçin? Mübeddel-i gam olup zevk-i dil-küşâsı meyin Keder verir bana nûş ettiğim şarap-neden? Gelince söz sırası dersiniz: "Seni severim" Severseniz bu kadar nâz-ı can-güzâr-niçin? Cevapsız kalıyor sorduğum su'allerim Tenezzülen bana vermezseniz cevap-neden? Kezâ İstid'â-yı Merhamet Etsen ne olur biraz temâyül? Lâyık mı bu nâ-becâ tegâfül? Kâbil mi tegâfüle tahammül? Ey yâr-ı sitem-'işâr insâf! Ağyârına i'tibâr edersin Uşşâkını zâr zâr edersin Gel gel derken firâr edersin İnsâf kıl ey nigâr insâf! Yok çektiğim ıstırâba pâyân Kâ'il mi olur bu hâle vicdân? Etmez mi bu rütbe sûz efgân Vicdânına hiç kâr? İnsâf! Bitmez melâl-i iştiyâkın? Gelmez mi nihâyeti firâkın? Kalsın mı azâb-ı iftirâkın Aşkım gibi pâyidâr? İnsâf! Görmez mi gözün sirişk-i âlî? Vicdânın odur lisân-ı hâli Billah yok iltihâb-ı bâlî Arz etmeye iktidâr insâf! Müdhiş-i elem firâk içinde Bin türlü gam meşâk içinde Ümîde bedel merâk içinde Ömrüm ediyor güzâr insâf! Sen etmez isen kim eyler imdâd? Şâd olmayacak mı kalb-i nâ-şâd? Oldukça sen öyle cevr-i mu'tâd Etmez miyim âh zâr? İnsâf! Hicrin beni düşman etti câna! Ölmek yakışır mı bir civâna? Âgûş-ı memâta zâlimâne Çeksin mi beni mezâr? İnsâf Hasret bırakır mı dilde tâkat? Mahv eyleyecek beni nihâyet! Olsam da şehîd tîğ-i firkat Eyler mi canşikâr insâf?! Kezâ Sa'âdetli Abdülhak Hâmid Beyefendi Hazretlerinin bir gazelini tahmîs Sanırsın kalbimin esrârı dîdârımda peydâdır Yüzümde hâlet sevdâ hemîşe cilve peymâdır Görenler der: Bu bîçâre esî aşk sevdâdır "Benim her hâl kalemde senin aşkın hüveydâdır" "Dil ü cânım senin aşkın senin derdinle şeydâdır" Beni bir şâ'ir-i mâhir kılan ey mâh! Sensin sen Senin aşkın ne rengîn şi'irler ilhâm eder bilsen! Bulur ulviyet efkârım cemâlin geçse yâdımdan "Bu âlemde senin feyzinledir bir şâ'ir oldum ben" "Seninçün her ne söylersem bir şâ'ir-i dilârâdır" Düşündükçe seni zevk-i muhabbet yâda gelmekte Cemâl-i hûr pür hüsn ü melâhat yâda gelmekte Safâ-yı canfezâyı bezm-i vuslat yâda gelmekte "Hayâl-i meclisinle fikr-i cennet yâda gelmekte" "Bu yüzden bir hidâyet nûru vicdânımda peydâdır" Şikâyet eylemek havfıyla yâr-ı dil-küşârımdan Beyân-ı mihnet-i aşk eylemem; dönemem karârımdan Eğer endîşe izhâr eyleyip de iğbirârımdan "Haberdâr olmayı isterse yârân hâl-i zârımdan" "Beni söyletmeyip sen nâzenîni görse evlâdır" dem vâkıf olurdu mihnet-i aşkım nasıl mihnet Nigâr-ı cevr mu'tâdım nasıl âfet; ne bî-re'fet! Beni haklı görürdü zâr me'yûs olmada elbet "O dem hemhâl olup anlardı efkârım nasıl illet" "Hayâlâtım ne yoldadır rû hâlâtım ne sevdâdır" Ali Ulvi Münîre-Yalnız- Harp!..İsmi mühîb bir kıyâmet Esbâbı tedârik-i ma'işet! Hecâ!..ne celî mi'el-i mübrem Kavga!.ne büyük zevâl-i âlem! Figâ-yı cehennemî temâşâ Bir dâd stidgeh ismi hecâ! Maksat yaşamakmış ölmemizden!! Kim kaldıracak bu fikri bizden? Bir pençe-i iktidâr lâzım Islâha bizi misâl-i mücrim! İ'mâra şu dâr-ı dehri uhrâ Bir zelzele-i garîb ü garrâ! Efrâdda ihtilâf-ı efkâr Yoktur içimizde bir fedâkar! Hâşâ! Unutup da lâzelâli Bir uykuya göz komuş ahâli! Efsûs ki dürbünümüz yok Hâcet mi yâ! Çünkü karnımız tok! Her şahıs işinde lâübâlî Herkes gidişinde lâübâlî! Erkeklerimiz nazîr-i avrat! Avratlara düştü şimdi gayret! Meşşâtalar eyliyor serâpâ Erler ile iştigâl hayfâ! Bülend Âlemde olur mu hisli bir er Zînetçe muhadderâta rehber! Nâmus olan bu meyli bilmez Deryâyı bilen bu seyli bilmez! Erkek yüzüne sürer mi düzgün? Kıydın bize kıydın âh gerdûn! Her ferdde çehreler mülemma' Her çehrede bir acib berka'! Efrâdda dîdeler mükehhal İstikbâlin görür mü ahvel?! Kim gözleyecek bu mülkü bilmem? Çıldırsa da rahat etse âdem! Sürsün kaşına ricâl ü semme Sen ol da yine ümîdi kesme?! Ettikçe devâm asr-ı zînet Lâyık bize böyle bir hükûmet! Her millet olur cihanda mutlak! A'mâli gibi serîre mülhak Uğraşmada birbiriyle evlâd Bilmem bize kimler etsin imdâd?! Düşman yine dün hudûdu geçmiş Hem en de müfîd mülkü seçmiş! Me'mûrumuza eziyet etmiş Bayrağımıza hakâret etmiş! Teslîm-i kabûl edince vâli Ateşlere uğramış ahâli Binlerce kişi edip tecennün Meşhedlere eylemiş tehassun! Mütehevvir Mevtâ oyuna girer mi ihyâ? İhyâya zahîr olur mu mevtâ? Sürmekle okuma katl-i âmı A'dâ yine aldı intikâmı! Bâdiye-i ve arz Girdâbe-i kahra oldu me'vâ! Borç olmuştu mülke imdâd Akdâm ile her çi bâd âbâd Sultân serîr-i nâ-be-hengâm Hûşengi suya etti i'zâm Etmek için ol diyârı ihyâ Azm etti peder birâder ihyâ Sevk etti kahraman Ali Ordusunu yıldırım misâli! Mirzâde berâberinde gitti Aslan gibi önlerinde gitti! Gönlüm sürünürdü arkasından Kudret görünürdü fırkasından Rü'yetteki ihtirâz-ı ceddi Mirzâdaki heybet-i nebredi Eyler idi birbirin dü bâlâ Meftûndu şu hâle pîr ü bernâ! Eylerdi berî anda gûyâ Sînemdeki ihtizâzı îmâ Olmuştu berî denilse şâyân Şâyeste-i iktidâ bir insan! Mecmû' kuvâsı kâ'inâtın Timsâl-i mücessemi sebâtın! Kalbim çıkacaktı meskeninden Fırlardı gönül neşîminden İsterdi rü'yete bürünmek A'dâya şekl ile görünmek! Mirzâdım ile ben de istemiştim Azm etmeyi mâni' oldu ammim! Koyuvermemek istedidi akdem Tercîh olunur lüzûm-ı elzem! Neden Sonra Ağlattı beni bıraktı gitti Bir seyl kadardır aktı gitti! Seylâb giderse avdet etmez Hûşenk yürürse rüc'at etmez Hâk-i vatan öyle çekinirken Mirzâyı da görmek istemem ben! Düşmanda kalırsa gâlibiyet Gelmez mi muhderâtı nübüvvet?! Zabt eyleyemezsek ol diyârı İşgâl ederiz birer mezarı!! Mevtâ malıdır mezarlar hep Alkışlanır bekâ' her şeb! Yüz bin kişilik mezar âyâ Örtmez mi kıt'ayı serâpâ?! Fi'len edemezsek onu teshîr Ma'nen ederiz ne şanlı tedbîr! Me'yûs Heyhât ki arzû-yı insan Teşnî'a değilse mahv-ı şâyân! Mahbûbunu gözlüyor habîbi Mirzâsını özlüyor garîbi!! Nümîd Yollar kapalı diyâr mahdûd Tûfân belâ kenâr mefkûd! Can tehlikede vatan amansız Mirzâzı da neylerim ben onsuz? Mirzâyı vatan kadar seveydim Bî-mecâl Bilmem ne olurdu şimdi âdem?! Mirzâsız olur vatan-ı mu'azzez Mirzâ şu kadar ki onsuz olmaz! Lâkin yine titriyor vücûdum Rahm et bana um! Gönlümdeki ibtilâyı kaldır! Tereddütle Kaldırma onu!..vü gâyı kaldır! Ta'dîle eğer olaydı hâdim Pençem şu müzahrafât-ı dehri Dünyâdan elimle kaldırırdım Âlât gây ber ü bahri Efrâdı karıştırdım öyle kardeş gibi birbiriyle!.şöyle! Tebdîl-i Tavr İle Sevdâlar içinde saklı bir kalp Heyecanlı gönül meraklı bir kalp Hem-hâlini özlemez mi yârab? Mehcûrunu gözlemez mi yârab? Mirzâ!..Mirzâ! İbnürreşâd Ali Ferruh Nazîredir Sakın bir kalbi tahrîb eyleme bünyâd lâzımsa Hârâb âbâdi-i dünyâyı ger âbâd lâzımsın Ne zahmet-i ihtiyâr azm-i deşt-i Kerbelâ heyhât! Benim gel gönlümü seyr et melâ-i âbâd lâzımsa Nedir kastın senin sevdâ vü aşk hiç hecâdan Rumûz-ı hilkati şerh et sana mu'tâd lâzımsa Cünûn envâ'ını gel ey meczed bizde seyr eyle İhâta etmez a'dâd onları ta'dâd lâzımsa Hebâdır gayretin bir pâre etmez fazl irfânın Tekâpû et bu dem ibrâz-ı isti'dâd lâzımsa Kemâl-i ye's vü hüznümden bu nümîdi te'evvühler Ecel âvânîdir maksûduma mî'âd lâzımsa Tezâdı iltizâm ettim şu miskîn âleme rağmen Benim fikrimdir ancak mücemmi'ü'l-ezdâd lâzımsa Felâkette kasâvette hem hem vü edbâr zillette Bu hâli eylerim mâzîye rağmen yâd lâzımsa Eyleyişimiz mi senin çeşmânına şu hûn-ı nâ-hakım Sutûr-ı nazm-ı dehri hûn ile berbâd lâzımsa Eğer varlık için yokluktan istimdâd lâzımsa Gelmiş başımız üzre neler dönmektedir meçhûl Gören yok hâli eyler dil buna feryâd lâzımsa büyük bir dem musîbet görmedim billah Gelin tahlîs-i nefse her çi bâd âbâd lâzımsa Nizâm-ı mâh mihri âleme tatbîk lâzımdır Edin şu meş'aleğer îkâd lâzımsa Seni lâ yünkatı' tesbîh "yâ Hay" mevte muvassaldır . Vatan efrâdının bir mâbihi'l-ikbâlidir her dem Su'ûd ettir mülkü nefsini is'âd lâzımsa Kuvâ-yı ademiyet hak ile mümkündür âlemde Hukûkun takviyet kıl ömrünü is'âd lâzımsa Sakın bir ferdi incitme uyup da nefsine bir dem Temeddün âleminde gayret-i efrâd lâzımsa Tesâdüftür deyip geçmek revâ mı şekteyim hâlâ Hudûs âlemi bir menşe'e isnâd lâzımsa "Biz ol âli himem erbâb-ı cedd ü itihâdız kim" Uluvv-i şânımızdır gayret-i ecdâd lâzımsa Bu mülkün ni'meti efrâdına mebzûl şâmildir Sana muhtas mı sandın herkesi ib'âd lâzımsa Sutûr-ı akl şer'i hûnu'l-hâd ile fek eyle Eğer bir milletin ahlâkını ifsâd lâzımsa Senin gayr-ı musaffâ hükm keyfin olsun ey gaddâr Cihânı hûn .ile berbâd lâzımsa Eyâ üstâd-ı hürriyet nejâd ma'rifet pîrâ Sen ile maddeten ma'nen bize imdâd lâzımsa Kemâlâta vusûl-i arzu edersen dehrde el-hak Bu demde bir kemâl vardır bize üstâd lâzımsa Abdülhalim Memdûh Tahmîs-i Gazel Ekrem Bey Sanır erbâb-ı gaflet dâr-ı kasvettir mesaristan Kuru bir taşla topraktan ibârettir mezaristan Ulü'l-ebsâra ammâ cây-ı dikkattir mezaristan Hükm-i bînâna bir dîvân-ı ibrettir mezaristan Büyük bir mekteb-i irfân hikmettir mezaristan Durur samt sükûnet üzre gerçi cümleten emvât Mezaristanda hayli söz duyar ârif olan bir zât Bu söz eyler fenâ-yı âlemi pek âşikâr isbât Eder pür sem' cânı guftegûy hâdimü'l-lezzât Ne müdhiş mahzen samt sükûnettir mezaristan! Ne dem etsem seni rencîde zulm-baht nâ-hemvâr Gidip bir kere ashâb-ı kubûru kıl ziyâret var Kalır mı bak gönülde hiç gamdan gussadan âsâr? Olur lebrîz zikr ü fikr hakla hâtır-ı zevâr Alâ'ikten müberrâ dâr-ı vahdettir mezaristan Serâpâ dolmuş altı her mezarın sâde başlarla Bir olmuşlar bu başlar mûrlardan arkadaşlarla Düşündükçe bu hâli göz olur lebrîz yaşlarla Kırılmış dümdüz olmuş lahidler fersûde taşlarla Fenâ-yı mahza mîzân-ı hakîkattır mezaristan Mezaristan temâşâsı devâdır bence her derde Husûsiyle esirse aşk sevdânın yeli serde Tesellî yâb olur dil hâlıkın der-hâtır eyler de Ferâğ-ı hâtırı boştur taharrî başka yerlerde Gidersen işte bak cây-ı selâmettir mezaristan Edip işgâl-i dünyânın hevâ-yı mansıb câhı Unutturmuş bize ukbâyı rûz-ı haşri Allahı! Nedir bizde bu gaflet böyle nâdânı vü gümrâhı? Gidip bizden birin terk etmedikçe bilmeyiz gâhi Nasıl hengâme-i rûz-ı kıyâmettir mezaristan! Reşâd ol kimsedir âlemde indimde tamam âdem: Gınâyı fakrı ayn-ı i'tibârında tutup tev'em Onunla şâdmân olmaz bununla çekmez aslâ gam Tarîk-i zindegânı çoksa da fânîlere ekrem Yolunda herkesin had ü nihâyettir mezaristan! Kıt'a Yalnız buraya münhasır olmuş kânun Yok mu kânûn-ı ilâhî öteki dünyâda? Avukatlıkla bu da'vâda kazandın ammâ Ne cevap var verecek mahkeme-i kübrâda? Reşad Mersiye Tenhâ ebedî hâbgâhı dilberin işte Gizlendiği me'vâ güzelliklerin işte Mümkün mü denilmek meh-i tâbân gibi geçtin Ey nûr-ı nazar berk-i şitâbân gibi geçtin Dünyâ görünür çeşmime zulmetgede-i tenin Yumdurdu güzel gözlerini mürg-i siyehrenk Ey şi'r-i terim! Eşkim ile hem-ceryân ol Sînemdeki nîrân-ı gama reşha feşân ol Sevdâsına binlerce esîr ettiği diller Taltîf ile ihsân ile seyrettiği diller Seyr eylediler karşıdan âsûde fenâsın Hiç almadılar yâre ne hüsnün ne atâsın Bir âh bile çekmediler mevti için âh Tâ tesliyetçün ola ol rûh ile hemrâh Ey şi'r-i terim! Eşkim ile hem-ceryân ol Sînemdeki nîrân-ı gama reşha feşân ol Âşıkları hürrem yine yâ rab bu ne âlem Bir gün de devâm etmedi sahte mâtem Kabrin cihetinden oluyor munsarifü'l-ebsâr Kendin gibi âşıklarını sanma vefâdâr Hicrânın ile ben gibi feryâd eden olmaz Feryâd nedir? Nâmını da yâd eden olmaz Ey şi'r-i terim! Eşkim ile hem-ceryân ol Sînemdeki nîrân-ı gama reşha feşân ol Ammâ benim olmaktadır âhım mütesâ'id Olsam olamam hâbgehinden mütebâ'id Âlâmımı tezyîd ediyor nûru nehârın Ahzânını ta'rîf ne mümkün şeb-i târın Müstakbeliyim eşk-i hurûşân ile fecrin Döndürdü iki çeşmeye çeşmânımı hicrin Tahfîf-i elem etmedik ey şi'r-i revânım Sen dur yürüsün dem' demâdem cereyânım Parni-Mütercimi:Naci Komşumun Perdesi Komşumun perdesinde lerziş var Pek de âheste oynuyor ancak Ben hayâl eylemekteyim ki nigâr Açacak rûzunu hava alacak Beni görmek midir murâdı acep Oluyor pencere küşâde aman Yüzünü bir görür müyüm yârab Dil-i bîtâbı aldı bir halecân Bu ne rü'yâ! Bana uyar değil Onu sevmekte bir sakîl herif Perdeyi kaldıran nigâr değil Rüzgar oynatır hafif hafif Alfred Dumosa-Mütercimi: Nâci Avcı [*] Kuşcağızlar sevmeli fettanlar! Size meyl etmesin mi vicdanlar Bu ne cem'iyet servet âyin! Bu ne cümbüş ki server âkin! Yeridir olsa münşerih dil-tenk! Çalılık savtınızla pür âhenk! Hâliniz sâde şekliniz de zarîf Sesiniz hoş makâmınız da latî Lâkin endîşe eyleyin ki zaman Bozacaktır bu intizâmı hemân! Susunuz kuşcağızlarım susunuz! Geliyor işte avcı sür'at ile Daha yok çantasında serçe bile Tek durur mu? Elinde çiftesi var! Rahmi yoktur sizi görse kıyar! Avcıdan merhamet umar mısınız? Gözü var sizde göz yumar mısınız? [*] Fransız şâ'ir-i meşhûru "Beranje"nin bir manzûmesinden muktebestir. . Can yakan şahsı hoş görür mü âlih? Kime anlatmalı? Ne yapmalı? Âh! Susunuz kuşcağızlarım susunuz Bir gün etmiş idim şu yerde karâr İki kırlangıç eyliyordu güzâr Ötüşürlerdi bahtiyârâne? Vermesinler mi neşve insan? Ben de avdetlerin edip tebrîk Oldum onlarla zevk şevke şerîk Nâgehan ateş etti bir sayyâd Oldu bî-çâre yolcular berbâd! Uzak olmak için belâyâdan İttikâ eyleyin biryâdan! Susunuz kuşcağızlarım susunuz Bilin insanların hasâ'ilini! Görün efkârının delâ'ilini! Zu'afâsı vesîle cûy-ı setîz Okuyası bütün bütün hun-rîz! Eylemişler cihânı zulm-âbâd Bunlar insan mı? Bir alay cellâd! Olamazlar muhibb-i sâdık-ı hayr Bunların en rahîmi kâtil-i tayr Bilirim gerçi vasf lâyık mı Bana söyletmek hakâyık mı! Susunuz kuşcağızlarım susunuz Dest-i sayyâda yâver oldu tetik Kanadından uruldu bir keklik Koşup aldı onu hemân kelbi Ona vâbeste avlananların celbi Ne sevindin? Ne güldün ey sayyâd! Sefk-i demde olur mu âdem şâd? . .. Hem sever şeri hem de düşmen-i şer! Nedir ağreb cihanda tab'-ı beşer! Susunuz kuşcağızlarım susunuz! Kuşlarım! Müjde avcınız gidiyor Gördü bir başka av şitâb ediyor Bir gelen yok tebâ'üd etti giden Şimdi âhenge başlayın yeniden Kalmadı şimdilik mahall-i hazer Veriniz meşrebimce bir konser Verdi mühlet zamâna bir miktar Ötün etrâfı öttürün tekrâr! Lâkin ol zâlim-i tama'-perver Buralardan yârın ederse güzer Susunuz kuşcağızlarım susunuz! Mu'allim Nâci Tıfl-ı Nâ'im Bir tıfl-ı melek-nejâd nev-zâd! Kühvâre-i 'izz ü rif'at üzre Ya eylemesin mi hâbı mu'tâd? Mâder kucağında rahat üzre Âsûdedir âlem-i gınâdan! Yoktur haberi bu mâcerâdan Göz yumduğu demde mâsivâdan Lâhûta olur nezâret üzre Bâlâ-rû âlem-i hayaldir! Rü'yâları tuhfe vü tarâyif Kim menzili hazreti hayaldir Hülyâsı da işte bu letâyif Bir saha-i senglâh-ı cevher! Her tûde-i hâki meşk-i ezfer Emvâc kevâ'ib-i melekper Ervâh ile bu makâmı tâ'if Enhâr reşâşe-rîz-i nağme Asvât tarab-fezâ-yı ninni Ebhâr ki mevchîz-i nağme Her cümbüşü bir edâ-yı ninni Salmış pederi ol meleğe iclâl Hemşîresi hemnişîn-i ikbâl Kuşlar gibi mâderi açar bâl Her rîşe verir sadâ-yı ninni! Envâ' sor hezâr ma'nâ Mir'at-ı hayâline verir fer Ezhâr çemenle verd-i ra'nâ Etrâfını eylemiş mu'anber! Safvetle server havz-ı ser-şâr Ka'rındaki nû necm-i seyyâr Mevc âver feyz olunca her bâr Cevherle dolar sevâhil-i zer Âsûdenizin hâb-nâz ol! Ey nû-ı basar sûzil-i safâya Gör nereye çıkar bu tuttuğun yol Devrân işte nolur nihâye! Mânende-i berk verd-i handân Seylâb-ı havâdis içre gıltân Girdâb-ı belâya sen şitâbân Yok sende vukûf mâcerâya Bî-rehber ü yâr yâver eyvâh! Bu râh-ı hatırda hâba varmış Sayyâd-ı kazâ tutup kemingâh Tahcîri yataklamış da sarmış A'lâ bu sabâhat sabâvet Ra'nâ bu huzûr istirâhat Ammâ gelicek sabâh hasret Seyr et ne tağyîrât varmış Bî-çâre ganûda hâb-ı nâza Hayrân bu hâle hep ser ü şân! Evzâ' sipihr-i tâs-bâza Seyrân ile cümlesi hurûşân! Gördükte bunu esîr-i gaflet Âzâde-i kayd havf haşyet Nâzik elini öpüp temâmet Şefkatle olur demû'ı cûşân! Gülberg-i lebin eder iken bûs Nergisleri öyle jâle efşân! Bu bülbül gülistân-ı kuddûs Ol halde açıp uyûn-ı irfân Cibrîli bilince yek-nazarda Nâmus buna acep ederdi Bir destin edip dehâna perde Hayretle kılar senâ-yı yezdân! Mâder görücek bu iştigâli Can pâresine olur şitâbân Kâbûs-ı belâ sanır bu hâli Efsûn dilinde elde pistân Mehde sarılır kât-ı vârı Hiç kalmaz elinde ihtiyârı Ancak zaman bulur karârı Bir bûse ile ederse handân Victor Hugo-Mütercimi: Pertev Paşa Gazel Nasıl cemâlini görsün tamam nazarı Şükkâf rûzun hamyârezen görür yâri Nigâhı ayn-ı belâ çeşmi tercümân-ı kazâ Neler çeker mehin mübtelâ-yı dîdârı yaramaz söze yatmaz visâle meyl etmez Alaydı âşıkı rü'yâda bûsesin bâri Gönül dolaşmaz idi hâle-veş kenârında mâhın olmasa dîdârının harîdârı Hezârı serv ü kaddin sâha-i hırâmı olur Bahâr gelse bu bağın açılsa ezhârı Şarâb-ı köhnesine âfitâb rengi verip Kadehte muğbeçe gösterdi nû ile nârı Verir nakîsa havf ile bedr kâmile hep Felek hemîşe eder lekedâr ebrârı Ne kâleler çıkarırdı hüner-verân-ı zaman Olaydı şehr-i kemâlin revâc-ı is'ârı Ne müşkler getirir turreden bana Eşref Sabâdır işte haberdâr Çin Tatarı Müyesser oldu ziyâret bana lehü'l-minne Penâhgâh-ı mukaddes darîh-i kerârı Eşref Paşa Ana koynunda iken ülfet-i yâb Kaldırımlarda dolaşmak bî-hâb Da'vet etsin diyerek bir murdâr Hasta hâlinde çıkıp geşt ü güzâra Bir taş üstünde görünmek râhat Uyumak üç gecede bir sâ'at! Âhirin keyfi için nûş-ı şarâb Mezeler birle muhabbet-i işrâb! Vâr iken aklı görünmek bî-huş Dâne-i mühlike açmak âgûş! Göz göre hakkı ferâmûş etmek Zehri memnûn olarak nûş etmek Nefes almak diye azm-i mahbes Zabt-ı âh etmek için habs-i nefes Soyunup kirli yatağa girmek Onda bir hasma tesellî vermek! Rahat etsin diyerek bir kanlı ezilir bir döşek olmak canlı! Bûse vermek ona nefretlerle Almak âgûşuna dehşetlerle! Hâmid Sabî ma'sûmun hâl-i sahvende münâcâtı Tercüme Ey rab ki sana eyler ebim hasr-ı ibâdet! Nâmın olunur secde ki şükrde tezkâr Ol nâm ki hâsiyetidir havf halâvet Rû-mâl kılar mâderimi yerlere her bâr Derler ki bu hurşîd-i zer endûd cihantâb Kim olmada der-pîş-i celâlinde fürûzân Kandil-i musanna' ki eder âlemi i'câb Bâzîçesidir kudretinin ey ulu yezdân! Derler ki bütün sensin olan hâlıkı hep sen Kırlardaki murgân serî'ü-lharekâtın Etfâle de sensin veren ancak kereminden Ol rûh-ı latîfi ki ola ârif zâtın. Derler ki senin lutfun ile olmada peydâ Pîrâyede bâğ besâtîn olan ezhâr Feyz almasa senden hele mânend-i ahsâ Hâli bulunurdu ebedî meyveden eşcâr İn'âmının ihsânının âsâr-ı güzîni Hayvana nebâtâta cemâdâta da şâmil Bir dâr-ı ziyâfet ki cihân hân-ı behîni Nâçiz hevâmın da olur rızkına kâfil! Mahz-ı kereminden yine her sâniye her ân Halk ettiğin efrâd-ı inâyâtına yârab Gönlünce sezâvâr olabilmek için insan Etmek yetişir nâmını takdîs iledir leb! Ey havf-ı derûn pederim dağlayan Allah! Kıl vâlidemi kesret-i insâl ile hurrem Tâ etmek için vâlidemi vâsıl-ı dilhâh Eyle beni de hikmet ü irfân ile mükerrem! De Lamartin Ekrem Bey Tahassür Acabâ şimdi kimi şâd eyler; Kime eğlenceler îcâd eyler? Ne yalanlar düzer îrâd eyler! Beni nefretle mi âh yâd eyler! Bana rağmen kime imdâd eyler? Bu tahayyül beni berbâd eyler. Takınıp şimdi takıştırmıştır; Süsünü hoşça yakıştırmıştır; Handeyi kibre karıştırmıştır; Bir iki meyde çakıştırmıştır. Bana rağmen kime imdâd eyler? Bu tahayyül beni berbâd eyler. Kime sâkîlik eder şimdi acep güzel zâlim ü mekkâra bu şeb? Sîne vü sa'di açmıştır hep Kimedir bunca sa'âdet yârab!? Bana rağmen kime imdâd eyler? Bu tahayyül beni berbâd eyler Çözerek şimdi zülf-i zerrîni Örterek nice güler hallerini: Hangi zânûya komuştur sırrını? Hangi el silmede müşkîn terini? Bana rağmen kime imdâd eyler? Bu tahayyül beni berbâd eyler Şimdi yatmış mıdır eyvâh! Acabâ? Ediyor mu yine bin istiğnâ; Kimle hem-demdir kıymetli belâ; Kimedir yine bin va'd-i vefâ? Bana rağmen kime imdâd eyler? Bu tahayyül beni berbâd eyler Münîf Paşazâde Vehbi Nâ-Kâfî Nasıl şerh eyleyim ben derdimi îcâd nâ-kâfî Du'â nâkıs tazarru' bî-eser feryâd nâ-kâfî Melekler bürcler ger kılsalar imdâd nâ-kâfî Gam levh-i semâya eylesem inşâd nâ-kâfî Güler mi mâteme dünyâda hiçbir sâhib-i insâf Felâket görmemişsin derdimi eylersin istihfâf Felâket olsa lâyıktır bu halka sendeki evsâf Kifâyet gösterip ey eyleyen îrâd nâ-kâfî Acep hûn-ı dil-mecrûhumu sen mey mi zannettin Sadâ-yı makberi bir na'ra-i heyhey mi zannettin Veyâhud kendini âlemde sen bir şey mi zannettin Bugün ben yazdım elbette yazar ahfâd nâ-kâfî Evet tarz-ı kadîm şi'ri bozduk herc ü merc ettik Nedir şi'r-i hakîkî safha-i irfâna derc ettik Bu yolda nakd-i vakti cem' kuvvet birle harc ettik Bize gelmişti zîrâ meslek-i ecdâd nâ-kâfî Ne dersen de emînim bu yolda sermediyetten Olur lâkin cihanda kimse mahvolmaz hamiyetten Ne rütbe olsa da tab'ımda isti'dâd nâ-kâfî Hâmid Bir bahârın seher-i zamânında Her taraf ibtisâm ederdi bana Bülbülün zîr-i âşiyânında Ben de tuttum bir âşiyân-ı tenhâ Bülbül öttükçe ol hazîn nagamât Gönlüme inbisât ederdi nisâr Neş'esinden gülerdi hissiyât Nitekim nûra gark olur ezhâr Duyduğum nağme-i garîp Gönlümü pâk ederdi mihnetten Neş'e-i girye-bahş-i rikkatten Dilde bin zevk olur idi peydâ Nitekim bâd hoş vüzân-ı bahâr Âsumânı eder buluttan pâk Encem-i bî-hesâb ile eflâk Çehre-i inbisât eder izhâr zaman ben de andelîb-âsâ Nağmekâr-ı safâ idimFeryâd!! Yine ettim günleri ben yâd Genç idim bahtiyâr idimHayfâ!! Başka bir şeydi ettiğim tasvî Nakl-i mâzîye başladımHeyhât! Bitti fikrimde kudret-i takrîr Galeyân etti dilde hissiyât zaman bâğ-ı aşk olan gönlüm Zevk-i mâzîye bir mezâr oldu Bana bu kâ'inât dar oldu Yaşamaz dert ile dolan gönlüm Dağda sahrâda gezdiğim demler Görürüm gülde goncada her an Reng-i mâzi-i ömrümü handân Duyarım -hayf- der cihân yekser Geceler encem münîr-i semâ Gündüz ezhâr dil-pezîr ü latîf Görsem ihtâr eder mâhı bana Nâmını eder nesîm hafîf Gökte manzû olan şu mâh-ı münî Sûret-i hüznünü eder tersîm Gül-i nevrestede örnek besîm Levha-i inbisâtını tasvîr Elli yıl geçti etmedi itfâ Dildeki âteş-i muhabbetini Yâda geldikçe ağlarım hâlâ Kaybetmez gönül harârertini Menemenlizâde Tâhir Victor Hugonun Bir Manzûmesinden İktibâsen Tercümedir Değilim bülbül-i zamân seher Gelse de nev-bahâr-ı dil-perver Bana en tatlı savt cüdâver Nağme-i bülbül makâlindir Gökte kevkebler olmasın tâbân Kayd edinmez hâli hiç vicdân Bana en parlak ahter-i rahşân Dîde-i mest pür mi'elindir Etmesin kâ'inâtı gülşen-zâr Neme lâzım nihâl olursa bahâr En güzel gülşen-i letâfet-bâr Gülşen levha-i cemâlindir Nağme-i bülbül makâlinde Dîde-i mest pür mi'elinde Gülşen levha-i cemâlinde Müncelî aşk bî-misâlindir Menemenlizâde Tâhir Tenhâyi-i Firkat Dünyâ ne kadar letâfet âmîz Her yer mütebessim vü safâ rîz Bir dîdeye benzemiş ki âlem Mahmûr şarâb-ı vasl! Hurrem Ulvî ulvî cihân-ı handân Diller buna olmasın mı hayrân Zikr etmede kâ'inâtı her gâh "Allah Allah Allah Allah" Ulvî kadar cihân serâser Kim kalb-i Muhammedîye benzer Feryâd hezâr rikkat efzâ Ulviyet dehre ruhbahşâ Ecrâm sönük sönük nümâyân Gayb olmaya cümlesi şitâbân Yârab bu ne âlem-i bedî' Her kûşede bin bedî'a şâyi' Eflâk ü zemîn birbirinden Baksan görünür ziyâde rûşen Dünyâ mı güler semâ mı ağlar Hayrette kalır bu hâle âdem Aks eylemiş âsumân zemîne Âkis bu zemînde âsumâna Âyine-i in'ikâs olmuş Her birisi diğeriyle dolmuş Ulviyet eder misâl-i deryâ Etrafta mevceler hüveydâ Her mevce olur gözümde münşak Arz eyler şekl-i yâri mutlak Eyvâh ne rütbe olsa âlem Ezvâk letâfet ile hürrem Gönlüm yine yârini unutmaz Ol nazlı nigârını unutmaz Herhangi cihet olursa manzûr Mutlak görünür cemâli pür nûr Mehtapa her cihette nâzır Görmez mi safâ vü zevki zâhir Bu levhada ol cemâl-i enver Bir hande içinde şevk-i muzmer Yârab bu ne hâl-i pür letâfet Gülmekte gönülde derd-i firkat Bir böyle zamanda fikre vuslat Etmez mi dili garîk-i lezzet Feryâd ki et devâm bülbül Dinler seni dil müdâm bülbül Gönlümdeki hiss-i aşkı tasvîr Etmekte âh vâh dilgîr Sen âhlar ile durma öyle Gönlüm mütelezziz âhlarla Yârab ne idi leyl-i ağreb Etmez mi tekerrür âh ol şeb Bir leyl içinde yemeye dâ'im Hurşîdine muntazır dü çeşmim Hurşid mi zâhir oldu ayâ Bak bak ki ndir nûr-ı peydâ Hurşîd fakat ziyâsı hande Bir başka safâ göründü bende Yârab bu nasıl güneştir ayâ Bir mevce-i şevk olmasın ya Etrâfını kaplamış melekler Her nazarda başka bir letâet Arz etmede ol şeh-i melâhat Hayretler içinde kaldı gönlüm Hurşîdini seyre daldı gönlüm Eyvâh hayâl-i yâr imiş Gönlümdeki şîve-kâr imiş Ben mihr sanırmışım nümâyân Gezdikçe gözümde şekl-i cânân Her lahza gözümdedir hayâli Gönlümde tefekkür-i visâli Bir vuslatı uğruna fedâyım Var anla ne rütbe mübtelâyım Menemenlizâde Mehmet Tâhir Bahar Yine geldi bahar âlem ârâ Açıldı gül gibi diller safâdan Göründü mihrimiz ebr-i hafâdan Cihânı kapladı güllerle çemenler Tebessüm eyledi nâzik dehenler Gülerler şimdi hep âh eyleyenler Tecellîler iner hâke Hüdâdan Bakarsın bir takım mehrû güzeller Gezerler bu gibi gülşende her dem Safâdan mest olur gördükçe âdem Safânın handesin gülşende yer yer Sabâ bahş-ı hayât eyler cihâna Ferahlar bahş eyler estikçe câna Urur arzın safâsı âsumâna Bakılsa hande eyler arşa âlem Bu yâr-ı elvân gûnâgûne hurşîd Şafak vaktinde levh-i âsumânı Gece envâr ile kaplar cihânı Eder zevk-i nehârı mâh-ı tecdîd Biri aks-i dehânla'l-i handân Biri aks-i safâ kalb-i şâdân Olur baktıkça her yerde nümâyân Çiçek şeklinde zevk bezm-i cemşîd Bitsem pûş olur dağlar çayırlar Temevvücyâb olup bahr-i letâfet Cihânı doldurur şevk şetâret Yeşillendikçe sahrâlar bayırlar Akar enhârdan gûyâ ki sevdâ Letâfet arz eder çeşme serâpâ Döner bir gülşen-i pür zevke dünyâ Sezâ dense cihâna aks-i cennet Menemenlizâde Mehmet Tâhir Üç sene mukaddem on sene evvelki resmin arkasına yazılmıştı Ben miyim gördüğüm bu şekl-i garip Bana baktıkça bahş-ı hayret eden On yıl evvel bu resm imiş şeklim Ne kadar benzemez mişim bana ben Menemenlizâde Mehmet Tâhir Gazel Kıyâm eyler kıyâmet kâmet-i afet-rehîninden Ayandır şû-ı mahşer dîde-i seher âferîninden Ne canlar terk-i ten kılmış ne tenler tâze can bulmuş şûhun canşikârâne nigâh-ı nâzenîninden Ferahnâk olmasın yârab sürûd-ı hüsrevânîden Tegâfül eyleyenler âşıkın âh enîninden gevher-hîz-i deryâdır dü çeşm-i hunfeşânım kim Biter her dem hezârân şâh-ı mercân ser-zemîninden Bulursun zîrâ pâkinde nigâristan-ı lâhûtî Nazar kılsın ol kalemiye muhabbet dûbîninden Ayâğ-ı bâde zannetme kef-i sâkîde Mûsâ-veş Yed-i beyzâdır olmuş âşikâr âstîninden Hüdâ cûyân-ı deryâ dil-rehîn-i inkılâb olmaz Ne nâsın i'tirâzından ne halkın âferîninden Serâ'ir âşinâ-yı âlem-i irfân olan ancak Hâlâvet-yâb olur Feyzi'nin iş'âr-ı metîninden Mu'allim Feyzi Efendi Gelmez yâda aşk ile âh ettiğim zaman Ahvâl her düğünü tebâh ettiğim zaman Hûnâ bahâ-yı dâğ-ı cünûn mevc mevc olur Bahr-i sirişk dilde şenâh ettiğim zaman Bir zerre gelmez aynıma sad âfitâb-ı çerh Mihr-i cemâl-i yâre nigâh ettiğim zaman Ol hayâl pûse-i la'lin düşer dile Fikr ü hayâl meyl günâh ettiğim zaman Hikmet-i melâl-i aşk ile âsûde hâl idim Gam âleminde terk-i refâh ettiğim zaman Hersekli Hikmet Bey Hayâl-i zülf ile çeşm-i eşk-bâr artar Karardıkça bulut elbette âb-ı cûybâr artar Sirişkimle olur dâğ-ı derûnum tâzeden tâze Sehâbın rîzişinden âb tâb-ı nev-bahâr artar Olur akşama doğru ıstırâbı sâ'imin efzûn Zamân-ı vasl yaklaştıkça renc-i enzâr artar İlâhî bir kalenderden Meyin keyfiyetin sordum Dedi meyle gam eksilmez velî derd-i humâr artar Azîzü'l-kadr kılmış ihtifâsı leyle-i kadri Gınâ-yı tab' gösterdikçe Feyzi i'tibâr artar Feyzi Ömre tercîh ederim rü'yâmı Dâr-ı dünyâda bulundukça tenim Seni çeşmimle gören aksindir Seyr eden hüsnünü rü'yâda benim! Kemal Bey Kâr-ı tıfl-ı nev hemân feryâd olur hikmet nedir? Âdeme feryâd-ı mâder zâd olur hikmet nedir? Çünkü sûret bir heyûlâdan bulur nev'-i beşer Ya kimi şâd kimi nâ-şâd olur hikmet nedir? Neşvesin ta'kîb eder bir gam şebâbın bir meşîb Hâl-i âlem böyle bî-bünyâd olur hikmet nedir? Ehl-i hikmet zebûr-ı dünyâ iken dünyâ-yı dûn Düşman erbâb-ı isti'dâd olur hikmet nedir? Aşktan demler ururken şimdi tab'ın Niteki cûy-ı hikmet îcâd olur hikmet nedir? Ali Rûhi Bey Gazel Ey nerm-sîne dilber âhen-dil âşinâ Îkâş olmayaydı seninle dil-âşinâ Nakd-i hayâtı ortaya koymaksızın dirîğ Âsân değildir ülfetin ey müşkül âşinâ Bîgâneden beter eder insanı dil-harâb Ahvâl-i âşinâdan olan gâfil âşinâ Düşman eder mi düşmana hiç ihtimâli yok Bir âşinâya ettiğini câhil âşinâ Zannetme olsa da pür cibrîl bâd-bân Felek ümîd ola sâhil âşinâ Feyzi Efendi Vuslata vâsıta şevk-i dil çalâk yeter Meş'al-i râh-ı heves âh şerer-nâk yeter Feyz-i te'sîri bütün dert iledir dermânın Zehr-i gam ârif isen zahmına tiryâk yeter Bir kemâlin var ise mu'terif-i noksân ol! Derk-i acz eyleme her âkıla idrâk yeter Zıll-i mevhûm ademdir bu sevâd-ı imkân Seyr-i mâhiyet-i dehre nazar-ı pâk yeter Zâhiri servete kâni' olur ehl-i dünyâ ahsâya meğer kim his hâşâk yeter Tenindir sâha-i âlem cevelân -ı fikre Sanma teftîş-i kemâle küre-i hâk yeter Dâmen-i hakkı tutan ehl-i vefâya Der ki pâdişâha küşver-i evlâk yeter Hersekli Hikmet Bey Hacle İnsan bu hacle olmasa neylerdi ey âlih Evlenmemek değil mi hakîkatte bir günâh Hep âh vâh ile geçiyordu demim benim Teskîne yetti fikrimi bir nâzenîn-i nigâh Gitsin belâ-yı firkat ile zahmet ü ta'ab Gelsin safâ-yı vuslat ile râhat refâh Siz mûnis-i latîf behişti likâ-yı rûh Siz yâr-ı ilâhî nazar-ı nev-bahâr-ı câh Şâyân-ı gıbta-i seher ol handenizle siz Bahş ettiniz bu şeb-rû gümrâha intibâh Gösterdiniz ki bir şeb maşrık mi'el imiş Âfâk rûze-i keder ol devre-i siyâh Bir yardan aşağı düşerken zuhûr edip Siz tuttunuz beni yed-i şefkatle vâh vâh Necm-i ümîdimi görürüm i'tilâ kılar Benden yana nigâhınız ettikçe kâh kâh Takbîl-i pâyınız bana rıf'at değil midir Allah için bakın buna câ'iz mi iştibâh Hep kâ'inât hüsne mukâbil gelince Şâ'ir bulur mu kendine bir başka secde-gâh Fikrim tevellüd ettiği yerden mi indiniz Ben görmedim zemînde bu hey'ette bir penâh Tıfl-ı muhabbetin ki yamandır çocukluğunu Bâzîçeniz olursa vücûd değil tebâh Olsun fedâ size şeb nîli-i mâhtâb Ben neyleyim bu mumları siz varken âh âh İsterse tâ be haşr sabâh olmasın bu şeb Ey fecr renk renk bahâr olmasıdır âh Gûşum duyar sizinle ederken bu sohbeti Bin nağme-i tuyûr ile bin cûşiş-i miyâh Oldukça nûr-bahş dil ü dîde vechiniz Rü'yâ gelir hayâlime envâr-ı mihr ü mâh Muzlim kalır sedîrinize nisbeten zekâ Rif'at bulur bu mukaddemede rütbe-i cebâh Yârab bu lutf için ne sevâb işledim acep Ettim mi yoksa cümle minâhîden intizâh Gönlüm benim bu şevk ile olsun mu mübtesem Bir bedr-i enverin yeri lâyık mı zîr-çâh Ey hüsn-i nev-muhabbet nâzik-i hırâm siz Siz siz benim yerimde görürlerdi bir kiyâh Varken cihanda hâdimü'l-lezzât bir nasîb Hiçbir zamanda sûr olamaz emr-i nâbgâh Ey gönlümün sa'âdeti bir ibtisâmınız Bilsem sizin melek mi ya hûri mi nâmınız Cism-i lutfunuzla gelip türbegâhıma N'olsun bana hayât verişten merâmınız Şehbâl-i nâz-ger mi bu nûr-ı siyeh zuhûr Pervâz-ı ruhtan daha ulvî hırâmınız Görsem fezâ-yı mahşeri gelmez bu his bana Gaşî etti cism ü cânımı birden kıyâmınız Ger varsa ihtirânı semâ-yı mu'azzamın Ondan geri kalır mı sizin ihtişâmınız İkmâl için nevâkısını şâm subhumun Vardır sizin de gün gibi bir bedr-i tâmınız Bilmem sabâhınız ne hıred-sûz olur sizin Nûr-ı cemâli andırıyor çünkü şâmınız Enfâs-ı ömr ile müteşekkil vücûd ile Efkâr-ı aşk ile mütecellî makâmınız Zî-rûhu andırır ne görsem esâs beyt Cennet midiz sizin acabâ zîr-bâmınız İş'âra benziyor bu gece sözlerim bütü Olmuş gibi hayâlime sârî nizâmınız Anlar desem mi fikrinizi bir içek sizin Ey şi'r olan nigefte-leb gonca fâmınız Lâyık değil isem de Hüdâ kısmet eyledi Hoş oldu hoş bu makbereden intikâmınız Eyvâh da sizin gibibir dil-rubâ idi Rahmettir ol garibe sizin ihtirâmınız Kalmaz gider mürâret-i ömrüm bu vechile Telzîz-i cana şâmil olursa kelâmınız Gittikçe artıyor ne aceb hüsnünüz sizin Gelmez latîfeye bu gidişte devâmınız Heyhât idâre eyleyecek sizsiniz beni Derler benim elimde ne mümkün zamânınız Ben almışım sizi bu rivâyet gariptir Nâ'il değilken almaya bir dem selâmınız Hûrî olur mu âdeme münkâd sevdiğim Memlû geliş nedir bana kevserle câmınız Ben isterim bu şeb biraz ârâm-ı neş'eden Bir saltanat hayâline düştü gulâmınız Mümkün mü görüp de acep sevmemek sizi Gerçek mi şüpheyi bu kadar iltizâmınız Tezyîf için bu hâlimi demdir şeb-i zifâf Bu böyle fırsatı sevilir iğtinâmınız |/\|