|\/| _____ SIRATIMÜSTAKİM Cild 2 - Unknown 267318 61576 16816 _____ Din Felsefe Edebiyat Hukuk ve Ulumdan Bahis Haftalık Risaledir Cilt Sayı - TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Şubat Din-i ali ve mukaddesimiz cemi’ nasın ahrar olarak dünyaya geldiğini hiç kimsenin zimmetinde Bari te’ala’nın gayrisine ubudiyyet-i mutlaka olmadığını beyan ve evamir-i ilahiyye mukarrerat-ı diniyyeye mugayir hiçbir emrin hiçbir fermanın vacibü’r-ri’aye bulunmadığını ilan etmişdir. Esna-yı harbde giriftar-ı esaret olanların da hukuk-ı insaniyyeleri nazar-ı şer’-i enverde mahfuz olup mine’l-kadim cari olan usule tevfikan bir müddet istirkakları tecviz buyurulmakla beraber kendilerine hüsn-i mu’amele olunmak lüzumuna dair vesaya-yı celile varid olmuşdur. Biz burada yalnız şu hadis-i şerifin zikriyle iktifa ediyoruz. Yani hadem-i haşem köle ve cariyeleriniz de sizin ihvanınızdır. Cenab-ı Bari onları sizin zir-i destinize vaz’ buyurmuşdur her kimin biraderi taht-ı idaresinde bulunursa ona kendi me’kulünden it’am ve melbusundan ilbas etsin ve takati haricinde iş teklif etmesin. Şayet öyle bir teklif iktiza ederse mu’avenetde bulunsun. Ama her kayıddan ari “hürfarkıyla. riyet-i mutlaka” hiçbir mahlukun şanı değildir. Nasıl ki bir şa’ir demişdir: Müfadı: Zaman üzerine ben bir muhal temenni edip duruyorum ki iki gözüm bir hürr-i kamil didarını müşahade etsin demekdir. Bu sözün gayet doğru olmasına mebni urefa-yı sufiyyeden bir zat: “Eğer Kur’an’ın gayri bir kelam ile namaz sahih olsa idi bu beyiti kıra’etle sahih olurdu” demişdir. Bu ilavemiz Risale-i Kuşeyriyye’nin “Babü’l-Hürriyye”sinden me’huzdur. Orada meşayih-i kiramın ıstılah-ı arifanelerinde hürriyet neden ibaret olduğunu ta’yin sadedinde şöyle bir ifade de vardır: Yani hürriyet-i kamile mahlukatdan birinin taht-ı rıkkiyyetinde olmamak mükevvenatdan bir şeyin hükm ü te’sirine mağlub bulunmamak ve daima Hak ve hakıkate tabi’ olmak demekdir. Bunun sıhhat ü sübutuna alamet-i vazıha da eşya beynindeki temayüz gönülden enzar-ı meyl ü rağbetden sukut hakıkati te’kid ve tenvir siyakında ashab-ı kiram-ı me’ali-ittisamdan Harise radiyallahu anhın huzur-ı Risalet-penahiye arz etmiş olduğu sanihat-ı peyamber-pesendanelerinden kelam-ı şerifleri Tenbih – Kitab-ı celil-i ma’ruzda nefs ü hevaya esir ve hayat-ı sefilaneye ma’il olanların hiçbir zaman zümre-i ahrardan olamayacakları dahi dela’il-i bahiresiyle beraber masturdur. Beyanat-ı anifemizle iktisab-ı vuzuh eden “hürriyet-i şer’iyye”yi kema hüve hakkuha anlayan mü’edda-yı hakıkısini ma’rifet olması ve bütün Osmanlıların her mahrumiyetden necat bularak ülfet ve ittihad peyda etmesi ancak bu sayede te’min ve istihsal olunmaktadır. İnkişaf-ı haka’ik ve izmihlal-i ebatil ile terbiye-i umumiyye tezkiye-i ahlak-ı beşeriyye muhafaza-i hukuk ve ma’muriyet-i büldan gibi metalib-i aliyyenin kaffesini zamin olacak başka vasıta yokdur. Hürriyet-i ammeyi mahv ü ifna eden na’ire’-i istibdad cihanı yakıp viran edeceğinden hiçbir şeyde eser-i intizam bırakmayacağı derkardır. E’azena’llahu min şerrihi. Hürriyet-i meşru’a bila-şek ve la-rayb mahbube-i fudala ve ma’şuka-i hükemadır. Uğruna feda-yı can e’azz-ı amal-i Ama her türlü kayd-ı şer’i ve edebiden tecerrüdle arzu ve heves olunan girdab-ı sefahete dalmak nefs-i emmareyi vaniyet ve behimiyet olduğu cay-ı hafa değildir. Bazı süfeha-yı akvam ve güruh-ı serseriyan-ı avam tarafından hürriyet ta’bir-i ulvisine ma-sadak gösterilmek ve daha doğrusu çehre-yi dilara-yı pakizesini lekedar eylemek garaz-ı fasidiyle ictisar olunan halat-ı sefahet-karane rezalet-küsterane fi’l-hakıka nefs ü hevaya ubudiyet ve esaret telbisat-ı şeytaniyyeye mütaba’at olduğu hüveydadır. kavl-i kerimi de bu makule ubudiyet-i batıla-i nefsaniyyeyi zemm ü takbih şi’ar-ı ademiyyet ve insaniyyet olmadığını i’lan ve tasrih etmektedir. Cenab-ı mü’ellif burada diye misal olarak bazı münkeratı ta’dad buyurmuşdur ki maksad-ı alileri bu takım seyyi’atı suret-i aleniyyede ala melei’n-nas ve laübaliyane tarzda icra ve ityan etmek olacak. Ta’dad olunan muharrematın daha eşna’ ve eşeddi dahi irtikab edilmekde bulunduğu ma’lumdur. Fakat mücaherane suretde ictisar olunmayan şenayi’ hürriyet-perveran-ı zamanenin! ahval-i vehamet-iştimal-i küstahanelerine misal olmaya adem-i salahiyyetine mebni terk olunmuşdur. “İdman-ı hamr” müskirat isti’malini i’tiyad demektir ki bu fi’il-i habisden tekevvün eden reza’il ve fecayi’ kabil-i hasr u ta’dad olmadığı meydandadır. Kumar vesair suretle man gerek şahsi gerek umumi bi-nihaye felaketlere badi olmaktadır. “Vekahat-i nisvan” da kadınlarımızda –hezaran te’essüfle– meşhud bulunan perde-birunane hareket ve gayr-i meşru’ tezyinatdan ibaretdir. Bu türlü halat ve münkerat hep esaret-i nefsaniyye cümlesinde dahil hürriyet-i şer’iyyeyi kat’iyyen ve katıbeten muhil olduğu edna mertebe temyiz ve insafı ha’iz bulunanlara aşikardır. Kadınların nazra-i şehevaniyye-i ricali calib bulunan arzı cemal keşf-i nikab etmeleri gibi doya doya zümre-i ricale atf-ı enzar-ı ihtirasanede bulunmaları da haram-ı kat’idir. Her iki sınıfın diğerine karşı gadd-ı basar ile me’mur oldukları mensus-ı Kur’an-ı mübindir. Çünkü zükurun namahrem kadınlara göz dikmeleri gibi ta’ife-i nisanın da erkeklere harisane nazar salmaları ba’is-i iftinan ve muris-i enva’-ı hızlan olacağı aşikardır. Ma’at-te’essüf erbab-ı diyanet ve hamiyetin bazıları bu tesavi-i hurmet hükm-i şer’isine vakıf ve netayic-i vahimeden endişenak olmadıklarından kadınlarını gayet serbest gezdiriyorlar ki ba’is-i mes’uliyyet-i azimedir. Nisvan-ı müsliminde görülen halatın akbahı enzar-ı la’n ü nefrini calib olan en fena ciheti tiyatro vesair oyun mahallerinde vakahat-karane bir suretde isbat-ı vücud etmeleridir ki buna hürriyet-i şer’iyye müsa’id olmadıktan başka zinet-i ademiyyet ve şi’ar-ı insaniyyet olan namus ve mürüvvet hasail-i [bir kelime eksik]de münafi bulunduğu şüphe götürmez. Akvam-ı saire arasında şüyu’ ve i’tiyad gibi me’azir-i vahiye bizim için hiçbir vakit bu takım halat-ı fesadiyye ve gayr-i meşru’anın kubh u şena’atini dafi’ olamaz. Milel-i saire kadınları tesettürü iltizam etmedikleri cihetle zevc veya mahremleriyle birlikte onlardan birinin himayesinde olarak mahall-i mezkurede edeb ve terbiye dairesinde bulunabilirler. Sani’ te’ala ve tekaddes hazretleri uluhiyetde istiklaline ve cemi’ masivallahın taht-ı melekut-i rabbaniyyede makhur ve mağlub olduğuna delalet eden ayat-ı tekviniyyede te’emmül ve tedebbür hususunca taksir edenleri bundan dolayı techil ve takbih edip şöyle buyuruyor Küfür ve inkar edenler görmediler mi ma’lumat-ı vakı’alarına nazaran görmüş gibi bilmediler mi ki semavat ve arz mültehim ve mültezık her zi-hayatı sudan yarattık. Bu keyfiyetler Hak te’ala hazretlerinin vücud ve azametine delil-i vazıh iken onlar yine ve tekaddes hazretlerinin azamet ve teferrüdünü mu’terif olmazlar mı Silsile-i ittıl’at-ı ilmiyyesini ezele doğru götüren bir fikir şu ecram-ı cesimenin birbirinden iftirakında bir yed-i kudret ü icadı alenen müşahede eder. Hele şu menba’-ı hayat olan abda kudret-i aliyye ne kadar zahir ve bahir. Bu madde-i seyyale bu ser-i serbeste-i hikmet zihn-i beşere ne azim ma’na ilka ediyor! Şu okyanus şu kamus-ı muhit rub’-ı meskunu çepçevre her tarafdan kuşatmış ve yed-i kudretle açılan medhallerden kıta’at-ı arz arasına sokulmuşdur. Bu ne efsun ki meşime-i ademden saha-pira-yı hesti olan her zi-hayat su ile şu madde-i hayat ile canlanmış ab bütün zindegana menba’-ı feyz olmuş! Sır ve künhü idrak-i beşerden pinhan olduğu kadar hassası unsur ve cüz’leri hizmet ve vazifesi zahir ve ayan olan bu madde-i seyyale ruhumuzu ma’rifetullaha i’la ediyor. Ne tertib-i hayret-feza ne kudret-i garra ki tabiş-i hurşid-i cihan-efruz ile tebahhur eder semaya cevv-i hevaya yükselir tasfiye olunur sehab halini alır tekrar canib-i semadan baran-ı feyz-resan olarak ru-yi zemine dökülür. Ne hikmet-i Rabbaniyye ki su içinde yaşayan la-yu’ad ve la-yuhsa hayvanat ve nebatatın medfu’atıyle ölülerinin çürüklerinden denizler ta’affün edip de hayat ve sıhhat-i umumiyye muhtel olmamak için bütün denizler suret-i daimede tuzlu bulunmak üzere emlah ile meşbu’ bir halde halk buyurulmuşdur. Hazret-i Rabbu’l’alemin’in nazar-ı ehl-i ikanda dem-bedem cilveger olan hikmet-i ezeliyyesiyledir ki sehab-pareler ecniha-i riyah üzerinde tayaran eyliyormuş gibi başımızın üstünde layenkatı’ cevelan edip dururlar. Güneşin eşi’a-i harresini men’ etmek arazi-i meyyiteyi ihya eylemek için fevkimizde deryalar teşkil ederler. Şu mu’sıratdan nazil olan ma-i neccac ile o ölmüş kurumuş solmuş yerler taze can bularak neşv ü nema ile ihtizaza gelir. Dağlar kırlar dereler tepeler çift çift nebat-ı kerim guna gun şükufeler ile pür nakş u nigar olur. Bu feyz iledir ki cihan reva’ih-i ıtırnakle dolar ağaçlar kaba-yı sebz-varakla donanır. Gıdalar devalar ile alem ü alemiyan müstağrak-ı behcet u atıfet olur. Ma-hasal dünya ser-te-ser şad u handan olarak bir ravza-i melahet bir firdevs-i letafet kesilir. Bir taraftan baran-ı kerem kuhlar kuhsarlar derununda birikir. Aldığı bir feyz-i nevin bir hassa-i güzin ile yer yer kaynaklardan fışkırır. Gah aheste aheste revan olur. Gahice uçurum kayalardan atılarak kemal-i tantana ve azamet ile seyelan eder. Derunumuza sokulur def’-i atş ederiz. Ebdanımıza temas eyler tahir ve pak oluruz. Vücudumuz onunla zindedir. Sıhhat ü afiyetimize hizmet eden odur. Nice nice sanayi’de kargahlarda za’f-ı beşere meded-res olur. Çaylar bostanlarımızı ve bahçelerimizi saky ü irva ede ede dolaşır. Nihayet cüda düştüğü me’va-yı kadimine semt-i derya-yı bi-payane rücu’ eder. Elhan-ı haka’ik-beyanıyle ehl-i vecd ü hali demadem gaşy eden cenab-ı Celaleddin-i Rumi o kutb-i terzeban-ı irfan Mesnevi’de su hakkında ne eda-yı ruh-nüvazane ne feyz-i cuşa cuş ile nağme-tıraz oluyor: Cenab-ı Hüdavend-i Hakim gökden suyu bunun için yağdırdı ki biz murdarları onunla habs ü necisden pak ve tahir etsin. Su eşyayı tathir ile kendinden hassa-i tathir za’il olup da rayihaca renkçe ta’amca nazar-ı hisde merdud ve menfur olacak derece murdar olunca Hazret-i Perverdigar-ı hakim tekrar onu derya-yı sıhhate gönderdi. Suyun suyu olan Allah Te’ala onu orada yıkadı. Su diğerlerini tathir ile hassasından mu’attal ve müstekreh oldukta müsebbibü’l-esbab olan Cenab-ı Hak hava ve hararet-i şems ile onu bulunduğu mahalden balaya naklederek hassasını i’ade buyurdu. Su eşyanın hayatı ve kendinde meknuz olan sırr-ı hayat yatı Cenab-ı Zat-ı Akdes bulunduğu içindir ki o mürşid-i sera’ir-aşina Hazret-i Müsebbibü’l-esbabdan hayatın o menba’-ı hakıkısinden abın abı ta’bir etmiştir. Cenab-ı Celaleddin’in ekser ahvalde mu’tad-ı alileri cemadat ve hayvanatı bir şahs-ı insani yerine koyarak hassa ve menfa’atlerini kendilerine söyletmekdir. Burada da şu üsluba müraca’atla suyun hassa ve hizmetlerini kendine söylediyor. Buyuruyor ki: O bizden mufarakat eden su ertesi yıl bir feyz-i cedid ile bezenmiş kuşanmış olarak geldi. Hal-aşinaların “Vay! Nerede idin hangi alemlerde cevelan ediyordun” yollu hoşbeşlerine istifsar-ı müştakanelerine cevaben dedi ki ben huşlar dilkeşler deryasında idim. Buradan mülevves gittim pak ve tahir olarak geldim. Hazine-i rahmetden taharet ve nezahet hil’atlerini aldım da şimdi alem-i hake öyle geldim. Tiz yanıma gelin ey na-paklar! Ki huy-i Yezdan’dan huy kaptım sıfat-ı pak-i ilahiden feyz aldım sizin hep çirkinliklerinizi ben üzerime alır ve ifrit-suret olan murdarları temizleyerek onlara melek gibi hüsn ü melahat veririm. Tekrar alude ve mülevves olunca o semte revan olurum. Bütün taharet ve nezafetlerin aslü’l-usulü cihetine giderim. Orada delk-ı na-paki başımdan çıkarır sırtımdan atarım. O şehenşah-ı kerem-penah yeniden bana hil’at-i pak Hazret-i Hüdavend-i Hakim’in kar u fi’ili bu benim kar u hizmetim ise işte şudur. Bana hassa-i tathiri ihsan eden cenab-ı perverdigardır. Ben ancak zahirde bir sebebim. Hazret-i Rabbu’l-alemin cihan-aradır inayet-i rabbaniyyesiyledir ki alem vücud bulmuş pür-nakş ü zinet olmuşdur. Şu mükevvenat baştan başa Cenab-ı Hallak-ı la-Yezal’in asar-ı aliyyesidir. Aslü’l-usul ve müsebbibü’l-esbab azamet-i şanıyle müteferrid bulunan zat-ı akdes-i Bari’dir. Gayr-i müdrik olan tabi’at asar-ı ma’kulenin sani’ ve fa’ili olamaz. Tabi’at ancak kendine tevdi’ buyurulmuş olan hassaları irade-i aliyye ile izhar eder. Ol aşina-yı sırr-ı fıtrat suyu bu vech ile intak eyledikten sonra şimdi buyuruyor ki eğer bizim habs ü levsimiz olmaya ki suya hassa-i tathirin tevdi’ine ba’is olmuşdur. Guya suyun eline bad-ı hevadan kise kise altın geçmiş de onları bezl için hani hani? İhtiyacı olanlar.. diye her tarafa seğirdiyor. Ruy-i zemine altın döküyor berekat ve menafi’ serpiyor. Su ya hassasını bitmiş bir ot üzerine döker ya ki napak olan yüzleri yıkar. Su ba’is-i neşv ü nema ve sebeb-i taharet-i eşyadır. Yahud deryalarda bi-dest ü pa olan sefa’ini başı üstünde hamal gibi taşır. O garabet-nüma ebniye-i mevc-hizi yüzdürerek mersa-yı maksuda isal eder . Vakı’a sefineyi mütehammil olan suyun miktarı sıkletçe sefineye galip geldiğinden sefinenin batmadığını ilim bize haber veriyor. Fakat ol miktarda bulunan bir suya bu mütekabil sıklet ve kuvveti veren kimdir? Biz eserden bahsetmiyoruz müessiri taharri ediyoruz efkar-ı beşerin tabi’atı mütala’a ve tedkık ederek tedvin eylediği ulum yalnız asarı eşyanın bi’t-tecrübe anlaşılan keyfiyyat ve havassını gösteriyor. Lakin esbaba müsebbebatını iltizam ettiren hassa ve kuvvetin nereden geldiğini şerh ve izah edemiyor. İlim bu müntehada mütehayyir ve hamuş! Narda nur ve hararet var lakin nereden gelmiş? Bir katre ab-ı meniden bir şekl-i bedi’ zuhura geliyor fezaları keşfe kadar pervaz eden bir da bu halat-ı hayret-feza tecelli ediyor? İlim bu sırr-ı mübhem-i fıtratı keşifden acz-i mutlak ile aciz. İşte bunlar ve daha bunlar gibi nice bin esrar-ı amika ukul-i selimeyi bir hikmet-i aliyyeye irşad ediyor. Onda yüz binlerce devalar nihandır zira meşhud olduğu üzere her deva ondan bitmiş onunla neşv ü nema bulmuşdur. Suyun nice bin devayı muhtevi olduğu her devanın onunla yetişmesinden nümayan ve aşikardır. Su her incinin ruh u letafeti her habbenin magz ü lübbüdür. Guya seyyar bir devahane gibi havalarda revan olur. Irmaklarda ve miyah-ı ma’deniyye menabi’inde bütün zevi’l-hayat bilhassa mahluk-ı mükerrem için bereketler ni’metler şifalar akar. Yerin yetimleri yani eşcar ve nebatat onunla perveriş bulur. Onunladır ki bestegan-ı huşk yani sükkan-ı arz harekete gelir. Su alem-i nebatatın hayat-ı namiyyesine ziruhların hayat ve hareketlerine hadim kılınmışdır. Ha’nın zammı ve şın’ın sükunuyla yabis ma’nasına olan “huşk” burada mecazen Arz ma’nasında müsta’meldir ve “bestegan-ı huşk” hayvanat-ı arziyyeden kinayedir. Eşcar ve nebatat kendi kendilerine büyüyüp guya halleri yetimlere andırdığından Cenab-ı Mevlana onlara yetiman-ı zemin Su bulandıktan sonra Hudavend-i alem azze şanuhu hazretlerinden feryad Vaktaki suyun maye-i feyzi tükenip keduret-pezir olur ve bizim gibi zeminde valih ü hayran kalır zir-i kadem-i izzette derununda nale ve feryad ederek arz-ı bargah-ı Rabb-i Kerim eyler ki ey inayet küster! Lütf u keremini gedayan-ı bab-ı ihsanına bezl ü nisar ettim fakır ü bi-neva kaldım. Pak ü na-pak reşid ü gümrah demeyip cümleyi vayedar-ı yok mu? Bu dem feryad-ı isti’tafda ferman-ı kibriya zuhura gelir ki sehab! Sen onu makam-ı dilkeşe götür sen de ey şems! Balaya çek. Onlar da suyu muhtelif yollardan sürerek bahr-ı bi-geran cihetine isal ederler. Su hizmet ve vazifesini itmam eyledikde hava ve hararet-i şems ile tekrar balaya yükselir. Tahavvülat ve inkılabatdan sonra yine bahr-i bi-payana doğru avdet eder. Suyun mahiyetinde ve deveran-ı daiminde Huda’nın azamet-i kudreti hikmet-i aliyyesi kemal-i şa’şa’ ile münceli olmuyor mu? Şu ma’na-yı amika ima için bu terane-i irfan bu feryad-ı muhrik ehl-i vecd ü garama sera’ir-cuyan erbab-ı tefekküre ne söylüyor? Ömrü koşmakla didinmekle geçen hane-harab Akşam olmaz mı kalır düştüğü yerde bi-tab. Ben de bilmem ne sabahıydı çıkıp lanemden Dane-çin olmak için sa’y-i sefilanemden Sağa koştum sola koştum tepelerden indim; Geç vakit oldu... Bulup kuytuca bir yer sindim. Gündüzün durmayan avarelerin nevmi subat Denilen bir uyuşukluk olacakken heyhat Uyku imkanını selbeyledi hissim o gece... Kuru bir tahtanın üstünde tekerlendikçe Asabi bin heyecan kalbimi ezmekte idi: Vahimem ortada bir facia sezmekte idi. Hakdan sütre-i sevda-yı şeb altında hazin Bir mehabetle ederken beni evham-güzin Maddiyyat ile ruhum olarak hem-ahenk: O karanlıkta kesilmişti hayalim şeb-renk! Karşıdan her meşe bir servi kadar muhişdi! Hep mezarlıktı nigahımda meşacir şimdi! Dereler ömr-i beşer-vari akıp gittikçe Öteden dağları tabut kıyas ettikçe Baykuşun nevhası telkin idi guya ki bana! Ruh-i medhuşuma makber gibi darlaştı feza. Önce bihuş düşüp kendimi ölmüş sandım... Sonra bir sevk-i tabi’iyle hemen davrandım. Belki bir hem-dem arar da bulurum ümmidi Bana Mecnun gibi vadileri devr ettirdi! Kim olur hiç o muvahhiş dem-i tenha’ide? O zaman garb bile şark gibi habide! Yalınız encüm o milyarla mesabih-i ezel O kanadil-i ziya-küster-i nur-i evvel Zindedaran-i şebin vecdine agah olarak Bakıyorlardı birer gözle ki gayet parlak. Dönüyorlardı birer gümşüde pervane gibi... O ne lem’aydı ne cezbeydi aman ya Rabbi! Dalmışım ben o temaşa-yı safa-avere de Gitmişim fecre kadar farkına varmak nerede! Ortalık açtı; kapandı gözü hep ecramın; Oldu asarı nümudar batan hülyamın. Az zaman sonra uyandı bütün erbab-ı hayat Sıyrılıp gitti kefen-vari ufukdan zulemat; Yeniden başladı eşbahta hiss ü hareket Aldı ta’til edilen seyrini fa’aliyyet. Ben de terk eyleyerek olduğum avare yeri Yürüdüm hissime peyrev olarak hep ileri. Yürümez olsa idim... Ah bela karşı imiş: Yolumun uğrağı zira bir ufak çarşı imiş. Sekiz on evli köyün bir o kadar kahvesi var! Peykeler dopdolu: Kasvet gibi çökmüş ağalar. Kimsenin saye-i şahanede endişesi yok... Bakkal ekmek veriyor.. Her şey ucuzluk bolluk. Yatıyor leş gibi yerlerde geniş bir gazete Kaldıran yok... dedim eğlenceyi buldum işte: Atladım baştaki dibace-i tevcihatı Sonra gözden geçirip şöyle siyasiyyatı Bakalım başka ne var sonlara doğru derken O siyeh-nameyi topraklara attım yeniden! Haber aldık ki vefat eylemiş Arif Hikmet; Eylesin ruhunu Allah garik-i rahmet... Gibi hayide beş on cümle-i ma’lume bütün Bezl olunmuştu evet fazıl-ı yektamız için! Bu ne dehşetli haber! Öldü mü Arif Hikmet? Kapasın defter-i eslafı da artık millet. O ne kıymetli vedi’aydı seleften halefe; Hayf sad hayf ki düşmüştü yed-i na-halefe. Utan ey kavm ki Hikmet gibi ashab-i deha Oluyor kuşe-i nisyanda pezira-yı fena Garb heykel diker erbab-ı hüner namına biz Onların varsa mezarında eğer taş sökeriz! Fuzala Garb’te binlerle sayılmakta iken Kadr ü kıymetleri azadedir eksilmekten; Bizde yüz yılda bir adem yetişirken o bile Hiç şayan olamaz zerre kadar tebcile. Şark bir hufre-i nisyana atar da öleni Öldürür sonra onun namını hatta bileni! Garb’de öldü mü bir ehl-i fazilet faraza O bulur hatır-i ümmette hayat-ı uhra. Bizde ölmüş fuzalanın çoğu hatta gidiyor Buluyor Garb’de asar-ı güziniyle nüşur! Sürünüp mahv olan erbab-ı meziyyet burada Sürüyor hale bakın ömr-i müebbed orada! Size öğretmededir Şark’ı da müsteşrıklar Utanın kukla kıyafetli beyinsiz şıklar! Kafanın dış yüzü benzer bu kolay Efrenc’e... Bize insan demek insanlığa bir bühtandır... Şark’a baktıkça eminim beşeriyyet utanır! Bakmadan cuşa gelen gayzımı teskine bile Bari son hizmeti olsun göreyim! fikriyle Doğru İstanbul’a indim oradan bir tirene Atlayıp yar-i vefadarım Edib’in evine Gidiyordum... O da gelmekte imiş karşılaşıp Eyledik bildiğimiz bir yolu artık ta’kib. Hikmet’in hanesi Şehzadebaşı’ndaydı ki biz Doludur halk ile zannetmiş idik her ikimiz. Bir de vardıkta ne görsek koca bir cemm-i gafir: Beş on ademle beş on zakir ü derviş-i ecir! Bir bulut kaplayarak beynimi artık o zaman Etti didemdeki avare dümu’um feyezan. Yüklenip mahmil-i tabutu musallaya kadar Sonra ettik oradan belde-i emvate sefer. Yolda üç beş kişi gerçek daha peyda oldu Ehl-i teşyi’ o zaman yirmiyi ancak buldu! Hazret’in defni uzun sürmeyerek pek öyle Ben çekildim oradan Neyzen-i avare ile. Hikmet’in tercüme-i halini yazmış üdeba. Sen de yaz bir iki söz... dendi münasip amma Arif’in paye-i irfanına şayan olacak Sözü bivaye hayalim nerelerden bulacak? Öyle bir fazıl-i nihrir idi Arif Hikmet Ki onun mislini nadir görecektir ümmet. Hasdır kendine pek şanlı olan vadisi; Milletin oydu hakikatte hele Sa’di’si. Şi’r-i lahut-i güzinanesi ilham bütün; Nesri hep terceme-i vazıh-i ayat-i ledün. Seyf-i meslul-i hakikat gibi gahi o kalem Görünüp batılı eylerdi girizan-ı adem. Gah ney-pare-i mansur gibi cuş ederek Duyururdu dem-i can-bahşını yüksek yüksek. Neydi Allah o enfas o kudsi nefehat Ki verirdi ve nefahnada olan ruha hayat! Hele bezmindeki ezvak... O bir alem idi Öyle alem ki durur yadı gönülde ebedi. Gah Sahban kesilip Arif-i pakize-nijad Bize yüz hutbeyi bir anda ederdi irad; Gah temsil ederek neşve-i Muhyiddin’i: Bezmi lebriz-i fütuh eyler idi telkini. Üdeba-yı Acem’in ekseri mazbutu idi; Arab’ın birkaçı bilhassa magbutu idi. Edebiyyatımızı öyle bilir şair ben Görmedim hem göremem şimdiki şairlerden. Hangi bir nadire-i şi’r olunursa inşad Altını üstünü ezberden okurdu üstad; Hangi bir mebhas-i hikmet sürülürse ileri Bırakırdı onun efkarı hep arayı geri. Ağlatır mev’iza-piralığa meyleylerse; Güldürür nükteli bin sözle eğer söylerse. Bezle-gulukta Ubeyd’in bile fevkınde idi Akla gelmez nüketin kendisi farkında idi. Gah tarihe dalıp gitmiş olan a’sarı Gösterirdi bize tasvir-i füsun-asarı. Canlanıp sihr-i beyanıyle rical-i millet Bezm-i ervaha dönerdi o zaman cem’iyyet! Ben beş on meclisinin mahremi oldum da dedim: Böyle birşey olacak anlaşılan ispirtizm!... Laubaliliği vardı... deniyor. Dur şimdi Düşünülsün bu da bir söylenecek söz mü kuzum? Laubaliydi evet yok onu inkara lüzum. Hangi meclisde fakat kimlere karşı acaba? Kimdi bi-çareyi baştan çıkaran ehl-i heva? Böyle bir kavm ile ülfette olan ademden Tavr-ı ciddi mi kuzum bekleyeceksin daha sen? Öyle bir kavm ki dinlerse hakikat ninni Gibi dinlerdi onun zemzeme-i hikmetini! Öyle bir kavm ki Aşık Ömer’i ezberler; Sonra Kur’an’ı sıkılmaz da yüzünden heceler! Öyle bir kavm ki Köroğlu’na peygamber der; Sonra peygambere kalkar da hata nisbet eder! Öyle bir kavm ki tahsili sanır da bid’at; Kara cahilliğe Sünnet gibi eyler hürmet! Düşünülsün ki bu merkezde iken hal-i muhit Hikmet’in tavrını ta’lil de olmaz mı basit? Bir gün ez-cümle huzurunda idim ben de evet Galiba “Sanihalar”dan okuyordu Hikmet. Çıkageldi biri bin yave-seralık ederek; Ben sıkıldımsa da Hazret ne desin? Hoş görecek! O devam eyledi bahsinde vakurane yine... Beriden susmadı hayfa ki bu divane yine. Varak-ı mihr ü vefayı kim okur kim dinler! Şi’r-i ma’rufunu berbad edip inşad etti... Hikmet’in sabrı da aramı da artık bitti... Söyleyin şimdi bunun haksız olan yer neresi? Bana kalsaydı döverdim alimallah teresi! Siz o Hersekli’yi tebcil ediniz ey ahlaf En büyük meslek-i irfanınız olsun insaf. Geçmişe rahmet okuttuk bu güzer-gahta biz Bari canlandırınız ümmet-i merhumeyi siz! Arif bize sen barika-i hikmet-i Hak’tın; Dar geldi cihan şa’şa’a-i feyzine baktın Yükseldin ufuktan bizi zulmette bıraktın. Madam ki bir gün gelecek ayrılacaktın Gitmez gibi durdun da neden sinemi yaktın! Yüksel daha yüksel bu te’aliyi tamam et; Aksa-yı makàmatı kemalinle makam et Ta sine-i lahutu yarıp rekz-i hiyam et; Ervah-i şehidan-ı hamiyyetle hıram et; Gör aşık-ı hürriyyeti bizden de selam et. Cismin duruyor sine-i makberde emanet; Yadın buluyor hatıra-i ilmde hürmet; Ruhun yüzüyor alem-i lahutta Hikmet Sen ölmeyeceksin bu evet işte hakikat... Ben şimdi nedir anlıyorum zevk-i fazilet. Ashab-ı kemalin bugün efradı azaldı. Onlar da bütün kuşe-i mensiyyete daldı. Meydanı yazık bir sürü divaneler aldı. Yerleşti cebanet kökünü her yere saldı! Ya Rab bu günün akşamı ferdaya mı kaldı? Vaktinde çekildin hele Hazret içimizden. Zaten duramazdın duracak olsa idin sen: Artık bu ufuklar olamazdı sana mesken. Heyhat bu hikmetleri hakkıyle bilirken Bilmem ki nedir şimdi bu feryad bu şiven?... Gerçi yokdur bir giran-kıymet mücevher efserin Sen fakat ser-tacı olmuşsun vatan-perverlerin Gerçi malik olmamışsın saltanat evrengine Bir hükümdar-ı mu’azzamdan mu’azzamsın yine. Nefsinin bir hakim-i zişanısın kudret budur. Necdetin bin seyfdir bin kal’adır bin ordudur. Ufk-ı istikbale akis nur-ı vicdanınla sen Dehre gösterdin hamiyyet dersi bir ümmi iken! Millet olmuşdur senin efradı çok bir ailen; Ömr-i payan-na-pezirin şöhret-i müstakbelen. Şah-ı bi-iz’ana çok sürmez bu kazib tantana Namını şevket-me’abınla yazarlar yanyana. Safha-i tarihin a’mak-ı sera’ir-gahına Bir tarafda gayz şetm ü la’net İran şahına; Bir tarafda merd-i cengaver tanınmış bir Acem Mazhar-ı ta’zim olur ali muvakkar muhterem. Sensin işte layık-ı ta’zim o yüksek nasiye Gösterir herkes seni İran’ı kurtarmış diye. Safha-i tarih bir devlet-sarayındır senin Şimdi eyvanın serir-i gur olunca medfenin. Zulm acizdir büyüklük kudret ancak hakdadır. Ah-ı mazlumin temas ettikçe sarsılmakdadır Ahenin elvanı bak Şah-ı Hülagu-tıynetin! Ma’delet fevkındedir her kudretin her kuvvetin Zulm ey insan yiyen cadu-yi ateş-pirehen Şah-ı Iran olmasın mahiyyet-i müstekrehen?! Ruh-i merd-mihvarısın her bir vatan celladının Kabızu’l-ervahısın her milletin efradının. Zulm ey alüfte ey mahluk-i müstekreh-lika Şah-ı İran’dır senin kalb-i sefilin mutlaka! Zulm ey kabr-i cihan-vüs’at yapan her bir yeri Hedm eden dünyaları tahkim eden makberleri Zulm birkaç üstühanla bir saray inşa eden Musikı tedvin eden feryadlardan giryeden. Zulm ey ejder ki canlar akl ü iz’anlar yedin Zulm ey put ki saray-ı saltanatlar ma’bedin Zulm ey bir iskelet ki zindeler pençendedir Ruhlar pamal-i gayzındır mekabir-zindedir Lazım-ı gayr-i mufariksın fakat insan için Adeta bir din-i sanisin hükümdaran için Ey hükümdar-ı akur ey gari-i katil evet Ey şehen-şah-ı acem şah-ı mutantan menkabet Ey mezarlardan gıda almış soğuk serv-i sehi Saye-i lutfunda makberler bırak kalsın tehi: Ölmeden insanları defnet tutup zindanlara Merkez-i ateş-feşan-ı arzı garket kanlara. Bir ticaretgah yap namus u vicdanlar için Bir de cedveller küşad et döktüğün kanlar için Al sana bak işte deryalar kadar vüs’atli kan Bir yığın hak-i mekabir işte birçok üstühan. Bunları mezc eyle mekteb yap heyakil yap bugün Kalma ilca’atına asrın muhalif büsbütün. Ziynet-i milliyyedir engüşt-i şahanende kan. Hun-i mazlumin değildir ıtr-ı şahidir akan Serfüru berden –ne devlettir!– kesilmiş kelleler! Münkarız bir devlete nasb eyle rüknü’d-devleler! Emr u nehy et kimsesiz mülkünde keyfe ma yeşa Milletin mevdu’-ı hak-i mağfiretdir sen yaşa! Sıratımüstakım’in on dördüncü nüshasında münderic “Filibe’de Cami-i Kebir Hatibi Hafız Sani” imzasıyle hutbelere dair neşrolunan bir makalede: “Ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife müstesna olduğu halde hutbelerle edeceğimiz nasayihi vereceğimiz telkınatı lisanımızla eda ve ifa etsek bir mahzur var mı? Bu hususlar ihtimal ki beyne’l-ulema müzakere ve münakaşa olunmuşdur; Arapçadan ma’ada bir lisan ile hutbeler ifa olunmaz tarzında belki cevab bile verilmişdir” fıkralarının tazammun ettiği su’allere cevab olmak üzere kütüb-i şer’iyyemizde beyan buyurulan tafsilat ber-vech-i ati telhis edilmişdir: Hutbeler iki farz ve onbeş sünneti müştemildir. Farzlar: - Vakittir ki hutbenin namazdan evvel zevalden sonra olan bir vakitte okunmasıdır - Zat-ı kudsiyyet-simat azze şanuhu hazretlerini uluhiyetine layık evsafla zikretmektir. Sünnetleri: - Taharetdir - Hatibin hal-i kıyamda bulunmasıdır. -Hatibin kavme müteveccih bir vaz’iyyet almasıdır. - Hutbe kıra’etine kable’l-ibtidar hatib kendi nefsinde te’avvüz getirmesidir. - Kıra’et olunan hutbeyi kavmin istima’ etmesidir. - Elhamdülillah cümlesiyle hutbeye bed’ olunmakdır. -ı uluhiyete layık suretle sena eylemekdir. -Vahdaniyet-i Bari sıdk-ı risalet-i Hazret-i Peygamberi’ye şehadetdir. - Nuru’l-vücud aleyhi salavatü’l-ma’bud efendimiz hazretlerine salat edilmekdir. - Va’z u tezkir icra kılınmakdır. - Kur’an-ı bahiru’l-beyandan üç muhtasar veyahud bir mutavvel ayet mikdarı kıra’et olunmakdır. - Hutbe-i saniyede Feyyaz-ı Mutlak hazretlerine sena Hazret-i Peygambere de salatın i’adeleridir. - Müslimin ve müslimata du’a etmekdir. - Tatvilde kerahat olduğundan her iki hutbeyi tahfif etmekdir. - Cemi’ azasının istikrarıyle mevzi’-i cülusda temekkün edecek kadar bir zaman iki hutbe arasında hatibin ku’ududur… Vech-i mesnunu beyan kılınan ve mahza zikr ü ibadet ü ta’atdan ibaret olan hutbelerle umur-i diniyye ve dünyeviyyemiz esbab-ı ma’işet ve siyasetimiz efkarımız ve hatta ahval-i umumiyyemiz ahkamı şer’iyyesiyle tasvir edilmeli ve her zamanın vuku’at-ı hadisesine göre ta’limat-ı şer’iyye irşadat-ı hikemiyyeyi cami’ olduğu halde hutbeler tertib olunmalıdır. Yoksa zemin ve zamana mevki’ ve hale gayr-i münasib öyle birtakım rekik cümleler muğlak kasr edilmemelidir. Şemsü’l-e’imme Hazret-i Ebu Hanife şart olmadığını beyan buyurmuşlar. Ve hatta Arabiyete lisan-ı Araba vukuf-ı tamma kudret-i kamile olsa bile hutbelerin elsine-i sa’ire ile dahi cevazına hüküm vermişlerdir.. İmam Ebu Yusuf ve rete ta’lik ederek mes’eleyi tafsil etmişler. Arabiyetden inde’l-acz elsine-i sa’ire ile cevazına Arabiyete ma’al-kudret adem-i cevazına hüküm vermişlerse de; İmam-ı A’zam hazretlerinin hükmü beyne’l-fukaha şayan-ı i’timad görülmüşdür. Fezleke: Hangi lisanla olursa olsun okunması cevaz-ı şer’iye iktiran eden hutbelerden kari’in ve sami’in umumiyetle hisseyab-ı istifade olmak üzere her kavmin kendi lisanları üzerine hutbeler tertib ve tahrir edilmelidir. Yoksa Arabiyetin üslub ve şivesine lügat ve mezayasına kava’id ve dekayikına vakıf olmayan Türkler için Arapça okunacak hutbelerden bir hüsn-i te’sir husule gelmez çünkü umur-ı ma’lumeden olduğu üzere kelamdan meram anlaşılmak şartdır şart-ı mutlakdır. Bina’en-aleyh mütekellim ve muhatabına karşı mazmunuyle mefhumuyle bi-hakkın ittizah etmeyecek olan kelam bir fa’ideyi müfid olmaz. daki ihtilaf ve hükümleri “Tekbiretü’l-İftitah” ezkar-ı salatdan tesbihatları”nda dahi aynen caridir. Kıra’etin dahi elsine-i saire ile rehin-i cevaz olacağına ser-tac-ı ümmet Ebu Hanife hazretleri her ne kadar hüküm vermişlerse de ba’dehu o hükümlerinden rücu’la adem-i cevazına dikleri hükmü tasvib ve tasdik buyurmuşlar. Ve işbu hükmü esah ve müfta bih tutmuşlardır. Bu mebhas hakkında kari’in-i kiram tarafından gönderilen makalatı peyderpey derc ediyoruz. Fakat mevzu-i bahs gayetle mühim olduğundan diğer zevatın da mütala’atını tala’amızı terdif edeceğiz. Hocalardan birisiyle aramızda bir söz oldu da dedim ki: “Esna-yı tedrisde hususiyle fıkıh hadis ilahiyat derslerinde bi’l-münasebe halisane nasayih serdedilmek suretiyle talebenin tehzibine çalışılsa; kendilerine ahlak-ı fazıla telkın olunsa...” dedi ki: “Bu söylediğin şeyden beyhude yorgunlukdan başka bir fa’ide çıkmaz.” Dedim ki: “Senin vazifen emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’lmünkerdir. Yoksa yalnız evamire imtisal etmek menahiden geri durmakla vazifeni eda etmiş olamazsın.” Dedi ki: “Husul-i fa’idenin imkansızlığı muhakkak olunca artık emir de abesdir nehiy de.” Bakınız insanlar artık salah kabul etmeyecek kadar bozulmuşdur; zu’muna düşmüş de irşadat-ı hakimaneden istifadeyi muhal i’tikad ediyor; fesadın izalesi esbabına tevessül etmeyi hatırına bile getirmiyor. Halbuki bir tarafdan din bu vazifeyi ifaya da’vet etmekle beraber diğer tarafdan salahını gayr-ı kabil gördüğü talebeye hergün ders okutmakla uğraşıyor. Bunların hepsi şundan ileri geliyor ki: Adamcağız evvela nefsinde vaktiyle hocasından görmediği bir şeyi kendiliğinden gösterecek kadar bir kabiliyet göremiyor; saniyen halisane vesayaya emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkere dair olan ayat-ı celileyi düşünmek inayet-i ilahiden kat’-ı ümid etmenin müslümanlıkla hiçbir zaman te’lifi mümkün olamayacağını hatırlamak istemiyor. Hatta ona ta’kıb ettiği usul-i tedrisin akım olup bir fa’ideyi kitabın talebenin istifadesi nokta-i nazarından kifayetsizliğini belki de mazarratını ileri sürerek başka bir usul başka bir kitab tavsiye etseniz bu sözünüzü dine muhalif görür; gerek usul-i mu’tade-i tedrisini gerek kitabını değiştirmeyi dinsizlik addeder hem de fi-sebilillah mücahede ediyorum diye size karşı i’lan-ı harb eder! söyleyip yazdırmak tarzında idi. Hiç birinin elinde hususi bir kitap yokdu. Talebelerin elinde hocalarından işittiklerini zapt için kullandıkları kalemden kağıtdan başka bir şey bulunmazdı demiş olsanız size hak verir; ma’a-mafih herkes böyle yapıyor diyerek yine usul-i sakiminde devam edip gider. Şimdi bu atalet dinden gelir vehminde bulunacak hiç bir akil tasavvur olunabilir mi? Sonra bu atalet yüzünden dinin ve erbab-ı dinin uğrayacağı su-i akibetden kimse şüphe eder mi? Ataletin akıdeye tes’iri: Erbab-ı ataletin a’mal hususundaki uyuşukluğunu söyledik; akıde ciheti ondan daha berbat. Kitabullah’ta varid olmuş sünnet-i Resul ile te’eyyüd etmiş hakayıkdandır ki: Yakıne istinadı icab eden imanın zünun ile ikamesi ca’iz değildir. Cenab-ı Hakk’a Cenab-ı Hakk’ın ilmine kudretine yakınin menba’ı akıldır. Ahval-i ahiret gibi mugayyebatı anlamak ibadat-ı mefruzanın usulünü tarzını bilmek için vasıta ise nakildir. Akıl idraki mutlaka nakle mütevakkıf olan mesa’ilde kamilen müstakil olmasa bile Cenab-ı Hakk’ın varlığına insanlara menkulatı hamil peygamberler göndermesindeki kada müstakildir. Halbuki erbab-ı atalet bunların hepsini unuttular. Aka’idde behemehal bir mezheb-i hassa tabi’ olmak lazımdır diyerek yukarıda söylediğimiz gibi birçok fırkalara ayrıldılar. Hatta bizzat i’tikad edilecek şeyde öyle bir mezheb-i mahsusa sul için sahib-i mezhebin serdeylediği dela’ili de aynen kabul etmek elzemdir dediler. Artık medlul nasıl taklid olunuyorsa delil de öylece taklid edilmeye başladı. Bu maksadı getirdikleri nakil ma’ruf olsa hatadan salim olsa... Lakin gayr-ı ma’ruf olanlarla ihticac ettiler. Şu hareketin netice-i tabi’iyyesi olarak: “Bu akıde sahihdir çünkü filan musannifin filan eserinde musarrahdır.” ka’ide-i sakımesi te’essüs etdi. Halbuki kitablardaki sözler tabi’i birbirinin aynı olamayacağından kimse için sabit saf gayr-ı mütezelzil bir akıde edinmek kabil değildir. Bu hal okumuş mukallidlerden ümmi taklidcilere sirayet etdi. Zavallılar her söylenen söze her kendisinden naklolunan adam hakıki erbab-ı ilimden olmasın. Bu suretle avamın aka’idi mesmu’atı kadar mütenakız oldu. Nakle i’timad hususundaki müsahelemiz o raddeyi buldu ki eslaf-ı güzinin bize göstermiş olduğu mesleğin büsbütün haricine çıktık. Onlar kendisinden nakil ettikleri zevatın evsafını layıkıyle tahkık eder; sözünü iyice nazar-ı tedkıkden geçirirdi. Sahib-i kavlin sikadan olduğuna sözünün de mevsuk bulunduğuna yakın derecesinde kana’at etmedikçe kabul eylemezdi. Lakin müte’ahhirinin ataleti kendisinden evvel gelmiş adamın sözüne bağlanması nakli menkulatı perişan bir hale getirdi. Bugün herkes kendisince ma’ruf olan adamın her sözünü tedkık etmeksizin nas gibi telakkı eylediği için beyne’n-nas zaman zaman mucib-i şikayat olan bir alay akval-i sahife ehadis-i mevzu’a şayi’ oldu. Hergün görülen yeni yeni bid’atların menşe’i su’-i i’tikaddır; su’-i i’tikadın menşe’i ise selefin sözlerine dela’ilini tedkık etmeden bağlanmak Kitabın Sünnetin emri hilafına olarak Bugün ezhan-ı halka öyle birtakım aka’id-i batıla girmişdir ki nezahet-i dini muhafaza gayretinde bulunanların o ebatılı kafalardan söküp atması büyük büyük mücadelelere uzun uzun yorgunluklara muhtacdır. Bu muharebelerde kendilerinin kullanacakları silah Kitabullah hasımlarınınki olacak. Vakı’a bugün o husemaya yardım edenler adeden pek çokdur; lakin yarın inşa’allah pek azalacakdır. Camiü’l-Ezher şeyhine gitmişler Cuma günleri mesacidde adat-ı cariye hükmüne geçmiş olan bir hareket hakkındaki mütala’asını sormuşlar Şeyhin ulum-ı diniyyedeki mevki’i ise ma’lumdur üstad fetvasını sünnet-i Resule tevfik ederek bu hareketin şayan-ı ictinab bir bid’at olduğunu söylemiş. Şimdi ne zannedersiniz? Acaba müstefti müftünün verdiği fetva mucibince amel edebildi mi? Heyhat! Birçok kıl ü kal bir alay su’al meydana çıkdı nihayet işin içine bermu’tad siyaset burnunu sokdu. Zaman hakıkatin en büyük mu’inidir biz bu işi böyle bulmuş idik. Bina’en-aleyh hali üzerine bırakırız denildi. Bakınız ataletin şe’ametine ki avam ile onları irşad edebilmesi me’mul olan ulema arasına tefrika düşürüyor da emr-i din şeri’atden nasibi olmayan birtakım ceheleye kalıyor. saçtılar ki ümmet mazarratdan başka bir mahsulünü göremeyecekdir. Bugün bir alim-i şeri’at kalksa Kur’an’da hadisde musarrah oldukdan başka eslaf-ı güzinin icma’iyle sabit olan bir hükm-i ilahiyi tebeyyün etmek istese heman karşısına bir kara cahil dikilerek diye feryada başlar. Aba’-i evvelinden muradı da ya çocukluğunda yaşlı başlı gördüğü yahud kendisini ıdlal eden ceheleden isimlerini en büyük en müşkil bir işdir. Ne söyleyeyim bilmem ki? Herifin biri çıkıyor ibadet namına dinen en münkir bir hareketde bulunuyor. Yapma denecek olsa kabul etmedikden başka homurdanmaya başlıyor. Yol boyunda durup çoluğun çocuğun hatta kadınların karşısında istibra eden birtakım müvesvislerin halini görmüyor musunuz? Yazık ki şu terbiyesizliği de tekarrüb ile’llah’ı mucib bir ibadet telakkı ediyorlar! zannediyorlar. Ba husus vaktiyle kendilerine bu bid’atleri din namiyle telkın eden cehelenin sözlerine iyice bağlandıkları Bugün erbab-ı şeri’atin yapacağı iş dinin asr-ı sa’adetdeki asr-ı ashabdaki müsa’adekar semih şekline avdet ederek o suretle hareket etmekten müslümanlığı o safvetiyle o nezahetiyle muhafaza eylemekten nasa da güzel bir nümune olmaktan ibarettir. dır. İster ki samim-i eşyaya nüfuz etsin de mahiyetlerini anlasın; sera’ir-i mevcudata sokulsun da onların nereden geldiklerine vakıf olsun. İnsanın tarik-i talebinde önüne çıkarak reh-zenlik etmek isteyen acz ü hırman onu azminden geri çeviremez. Bu hal beşeriyetin bir hususiyet-i mümtazesidir ki seviye-i irfanını bir gün gelecek bugün yetişemediği bir evc-i kemale yükseltecekdir. Nazar-ı imtihanına karşı perde-puş olan esrarı anlamak hırsı rida-yı mechuliyete bürünen haka’ikın üzerindeki örtüyü açmak iştiyakı insanda hele ifrat-ı his ile mütehassis olan bazı efradında o dereceyi buluyor ki guya ateş kesiliyor da bi-çarelerin kalbini yakıyor; ruhları artık bedenlerinde durmuyor da sevk-i şevk ile pare pare olarak uçmak istiyor. Bununla beraber insana vehleten kendisini bu makam-ı hayretden kurtaracak yahud ruhunun gaye-i amaline kanun-ı tedrice tabi’ olmaksızın yükselecek kadar kuvvet verilmemişdir ki bu da neşve-i zaferin çok zamanlar elim olan neta’icinden masun kalması bazı şüzuzun külliyat-ı ma’lumatından haricde bulunması içindir. Demek oluyor ki insanın şu hali de cela’il-i rahmetine münteha tasavvur olunamayan Halik-ı Hakimin bir hikmeti bu nev’-i za’fiyye karşı lahuti bir inayetidir. Keyfiyet-i halli bila istisna her kalbi işgal eden hangi tabakadan olursa olsun herkesin zihnini kurcalayan mesa’ilin en büyüğü o hakıkatü’l-haka’ikdır ki bütün bu ka’inat ruh-i mevcudiyyetini maddetü’l-asl-ı bekasını hep ondan te’siriyle çıkmışdır. Beşeriyetin bu hakıkate karşı olan ihtimamı o dereceyle varmışdır ki bu uğurda bütün aramını rahatını ga’ib etmişdir de artık her tavrı her hatırası sinesinde o gaye-i amal için ne büyük bir tehalük ne ateşli bir tehassür bulunduğuna tercüman olmakdadır. Hasisa-i his ve şu’ura malik olmakla beraber içinde bu ateş bulunmayan yahud bu mes’ele hakkındaki ihtimamı az olan hiçbir kalb mutasavver değildir; velev sahibinin mertebe-i olsun. Zira mes’ele umumi olmakla beraber insanın kendi hayatına aid bir mes’ele-i hususiyye şekline inkılab eder. Halbuki beşer arasında ferd yokdur ki hayatını kayd etmesin yahud nazarında beka ile adem müsavi görünsün. Hayatını sevmek her şey’e tercih etmek her suretle müdafa’ada bulunmak onun esbab-ı itmi’nanını rahatını araşdırmak insan için cibillidir; beşer bu fıtratda yaradılmışdır. Ya insan kendi aslını bilmez daha doğrusu bütün mevcudatın aslına mahiyetine karşı kesif bir cehl içinde bulunursa bu maksadı nasıl istihsal edebilir? Kalbi nasıl rahat bulur hatırı nasıl sükun görür ki daha kendisinin ne olduğunu nereden geldiğini nereye gideceğini bilmiyor? Hangi korkak vardır ki nefsine gelince ihtimam etmesin? Hangi hisden mahrum vardır ki iş hayata dayanınca derhal kendini toplamasın? Kendini muhit olan ecsamı bilmediği için yanıp yakılan etrafındaki sera’ir-i hilkati yüksek bir mevki’den temaşa emeliyle cismaniyetinden tecerrüd etmek derecelerine varan insanın hali ne olmak icab eder düşünülsün ki aslü’l-usulden hakıkatü’l-haka’ikden bi-haber bulunuyor? Evet vakı’a insanlar arasında öyleleri var ki kendilerine böyle bir his geldiği zaman müfekkirelerini başka şeylerle oyalayarak onu zihinlerinden çıkarırlar. Lakin hepimiz biliriz ki bu kabilden olan ademler ömürleri içinde hücum-i alam lunduğunu herkesden evvel i’tiraf edenlerdir. O buhranlı zamanlar caklarını insana toprak olup da rüzgarların kasırgaların önünde savrulmasını temenni ettirecek kadar şedid bir vicdan azabı içinde kalacaklarını düşündükleri sa’atlerdir. Acaba putperestin esnam önünde secde etmekden muradı dinsizin fena-yı mevcudiyyeti hakkında birçok dela’il getirmekden maksudu nedir? Haydi diyelim ki evvelkisi bu alemdeki şeda’id-i bi-nihayeden asude kalması için ilah-ı mec’ulune dehalet ediyor; ya ikincisine ne oluyor? Acaba ona safa-yı hayatı ta’kıb eden zalam-ı ademi asan görecek kadar bir i’tidal-i hatır bir salabet-i kalb verilmiş midir? Heyhat! Hakıkate kasem ederim ki ilhadiyatını yazarken o mülhidin içinden kan gidiyor; kemal-i te’essüründen ruhu eriyor! Hatta onu tefelsüfde bu kadar tekellüf ihtiyarına mecbur eden sa’ik siham-ı şübühatın hep kalbinde açtığı yaralardır başka bir şey değildir. tizm” mesa’iline karşı –biz şarklıları hayrette bırakacak surette– gösterdikleri tehalük de da’vamıza bir delildir. Şüphesiz bunlar günde bin kere kendilerini öldürmekde olan şükuk ü şübühatdan kurtulmak için bir menfez gördüler de maddiyyunun telkınat-ı ilhadiyyesi yüzünden açılan cerihaları müşahedat-ı hissiyyeleriyle müdavat için her tarafdan o menfeze doğru hücuma başladılar. Serd eylediğimiz sözlerden anlaşılıyor ki mes’ele-i lahutiyye bütün mesa’ilin zübdesi bütün müşkilatın nokta-i Her kederden kurtularak hem kendini hem de evladını bahtiyar eder. Onu gaib eden şeref-i bekadan mahrum kalır; siham-ı şeda’ide hedef olarak dünyada alam içinde yaşar; alemden me’yus gider. Evet bu öyle bir mes’eledir ki pek eski zamanlardan beri bütün hükema-yı alemi işgal etmiş; bugüne gelinceye kadar erbab-ı ukulün meşgale-i yeganesi olmakdan geri durmamışdır. Ma’a-mafih fikr-i beşer terakkı etdikce mes’elenin suver-i hallince bir çok tebdilat icra edilmiş dela’il ve berahini ta’dil olunmuş muhakemeye daha ziyade hürriyet verilmiş olduğundan artık sühulet-i istidlal cihetiyle bunun de mesa’il-i riyaziyye sırasına geçmesine az kalmışdır. Bu ise beşeriyetin feza-yı terakkıde atdığı adımların en büyüğüdür ki on dokuzuncu asrın mahsusat-ı mümeyyizesindendir. Bunun zıranın neta’icinden bigane bırakmamak istedik. Maksadımız çok def’alar tekrar edip durduğumuz şu sözün doğruluğunu berahin-i hissiyye ile göstermekdir: “Beşerin terakkiyat-ı olan dinimize bir tekarrübdür. İş nihayet oraya varacakdır ki lecekdir.” Mesela: Geçenlerde Balkan’ı tutmak ahden hakkımız kuk-ı devlet ve millet için bir takım kimseler çalışdı Gazi Osman Paşa gibi erbab-ı hamiyyet ibraz-ı mesa’i eylediler. Lakin olamadı. Erkan-ı istibdad: Adam... nemize lazım orası? dediler; İstanbul kalsın bize yeter!.. Rumeli-i Şarkı gitmiş nemize gerek? Zaten doğrudan doğruya avans gelmiyor. Benim menfa’atime hizmet ettikden sonra… Bu fikirli adamlar galebe etti. Sonra Bulgaristan’a cür’et geldi. Ne yaparsınız? Ha’inlik. İhtimal para da işin içine girdi. O vilayet de Bulgaristan’a karışdı. Hepsi bir oldu. Mukaddema ayrı bir vali gönderilirdi. Ama Hıristiyan vali imiş olsun. Bir namuslu bulunurdu. Çalışanlar oldu. Lakin fa’ide vermedi koca vilayet mahv oldu gitdi. Aydın’ın birkaç kat fevkınde. Bu kadar hukuk-ı İslamiyye binlerce cami’ler tekkeler mahv oldu. Düşman daha ileri bile gitmeye başladı. Nihayet bu pereseye geldi. Ne olacağı da belli değil. Bak Kur’an’ın i’cazını anla. İki kelime ile ne kadar hakayık ortaya koyuyor. Malınızı bakın kudretinizi tedkık edin; ona göre hareket edin. Harbe lüzum görünüyorsa çekinmeyin. Miskinane zelilane yaşamakdan ise muharebe edin. Tehlike o vakit tekasüldedir. kavl-i şerifinin tefsiriyle birleşir… Ama kuvvetin yok. Hasımda galebe ihtimali çok. O vakit kendinizi tehlikeye atmayın. Fırsat bekleyin. Yoksa bimuhaba hukuk-ı İslamiyyeyi mahv edecek tedbir-i faside kalkışmayın. Eslihaca tedarikatça madem ki fersah fersah geridesiniz ona göre işi halle teşebbüs ediniz. Müzakere ile kongre ile her ne ise müsalemetle hüsn-i suretle işi yoluna koymağa çalışın. Öyle değil mi? Sana yanaşmıyor ne yapacaksın? Kavga mı etmeli? Niçin edesin? Hakem usulü yok mu? Ona müraca’at etmeli. Kur’an-ı Celil’de bu hakem usulü bir düstur-i a’zam olarak bizi ikaz ve irşad ediyor. Her şeyde bu hakem usulü tavsiye buyuruluyor. Mesela karı ile koca arasında kavga olur. Birden bire ne karı kaçsın babasının evine ne herif boşasın. Her iki tarafdan birer hakem ta’yin olunsun onlar bunların beynlerini bulmaya çalışsınlar. Bi-muhaba hakim tefrik etmesin. Hukuk-ı zevciyyet mukaddesdir. Talak gibi menfur mebğuz hiçbir mübah yokdur. haram değil küfür değil. Lakin mekruhun eşeddi. Mübahat içinde en mebğuz bir şey talakdır. Uzlaşmak kabil etmek… Velev iki şahıs beyninde olsun.. ne kadar fena şeydir. Onu yapmamak için Allah hakemler nasbını emrediyor: buyuruyor. Sonra böyle hayat memat mes’elesinde balapervazane hareket olunursa halimiz ne olur? Dünyada değil ahiretde bile çekeriz. Ümmetin selametini düşünmeli. esbabını halketmiş. Türkiye hakkında alemde hiçbir zaman görülmemiş bir teveccüh var. Düşmanlarımız bundan müte’ezzi olurlar. Bizim tarafımızdan i’lan-ı harb gibi münasebetsiz bir hale çıkmaz bir yola bizi saptırmak düşürmek mez eski huyunu bırakmaz” desinler. Halbuki Avrupa’nın ekserisi bir iki devlet müstesna olursa hemen hepsi lehimizdedir. limane bi-insafane hareket ediyorlar. Ötekiler selamet-i fikr Şimdi Avrupa’da öyle eski zamanki cehalet yok. Onlar evvelce ehl-i İslam’ı hiç bilmezlerdi. Onun için bizi insan yerine koymazlardı. Sonra münasebat-ı umumiyye kuvvetleşdi. Asar-ı İslamiyye gözden geçirildi anlaşıldı ki İslamların söz anlayanları kadar insan dünyada yok. Ellerindeki şeri’at hukuku muhafaza eder i’tidal üzere hareketi emr eder. Allah’ın fermanına ita’at eden müslüman-ı kamil kadar dünyada rinde birtakım cahiller vahşiler yok değil zaten her milletde böyleleri bulunur. Tecavüzkarane hareket eden kimseler müfsidler ale’l-ekser pek ileri giden tabakada bulunur yani me’murin sınıfında. Onlar ahkam-ı İslamiyyeye evsat olanyerine lar gibi temessük etmiyorlar kimisi hiç bilmediğinden kimisi sevmediğinden kimisi de i’tina etmediğinden o ahkam-ı mübecceleye rağbet etmiyorlar. Hukuk-ı İslamiyyeyi muhafazaya bizim üzüldüğümüz kadar üzülmüyorlar. Bizim sadakatimiz onlarda görülmüyor. Ama içlerinde müstesnaları da yok değil iyileri de var fakat pek az. Böyle mi olmalı? Ne kadar hüsn-i niyet ne kadar fa’aliyet ister. Gerek muhafaza-i asayiş için gerek tanzim-i belde için düşmanlara hayret verecek derecede fa’aliyet lazım. Halbuki ne muhafaza-i asayiş hıfz-ı sıhhat için hıfz-ı sıhhat-i umumiyye için lazım gelen tedabir-i mühimme ittihaz olunamıyor. Yapılsa da pek bata’etle gidiyor. Bundan dolayı teveccühler tezayüd edemiyor belki tenakus ediyor. Bu gidişle ecanib bizi eski hale kıyas etmek istiyorlar. Bu cihetleri düşündükçe insana helecan geliyor. – Ama böyle beş parasız züğürt millete nasıl hizmet yapılabilir? Vakı’a öyle bugün milletimizin parası yok ha’inler bitirmişler cebabire-i istibdad bütün hazineyi soymuşlar; fakat böyle yapmışlar diye şimdi me’murlar ellerini kavuşdurup oturmalı mı? Çalışmalı düşünüb bir çaresini bulmalı. Türlü türlü işler var olabilenlerden başlamalı evvela şu mübarek hüsn-i niyet olmalı da her şey yoluna girer. Parasız yapılacak şeyler de var. Kahr ile şiddet ile mu’amele edilecek yerler olduğu gibi lutf u mülayemet ile hareket olunacak yerler de var. Kılıç lazım olan yerde okşamak fa’idesiz olduğu gibi okşayacak yerde kılıç da muzırdır. Her şey yerli yerinde icra olunmalı. – Ama bundan herkes memnun olmaz?.. O tabi’idir. Herkesi memnun etmek kabil değil. Fakat herkesi memnun edelim diye istibdadı da tervic edecek değiliz ya. İnsanların ekserisi hayrı düşünmüyor arzu etmiyorlar ki herkes memnun olsun. Icabında öyle beş on kişi feda olunur milyonlarca efrad-ı ümmetin uğruna… bu ca’izdir. Hikmeten de böyle şeri’aten de böyledir. Birkaç kişiye merhamet edeyim diye icraatta tekasül edersek koca milleti mahv ederiz. Bize bu sırada çok dikkat lazım fevkal’ade fa’aliyet lazım. Zira tamamen asayiş inzibat yok. Hiçbir şeyde eser-i salah görülmüyor. Mehakim eski tarzında duruyor. Olur ki lehimizde birkaç devlet kalmış iken onlar da ileride teveccühünü çekiverirse hakkımızda iyi olmaz zannederim. Madem ki kendi kuvvetimizle iş yapmaya kudretimiz yok hususatın kaffesinde mu’avenet isteriz; o halde bari bize dostluk edenlerin kadrini bilelim. selametimiz için bir düstur-ı a’zamdır. Alemde ne kadar vekayi’ hadisat şu’unat varsa cümlesine kabil-i tatbikdir. Nazm-ı şerifi tefsirinde erbab-ı tefsir daha ne buyuruyorlar; fitneler neden çıkıyor diyorlar? Neden çıkacak? Ahlaksızlıkdan!... Bunların çoğu düşmanlar tarafından mürettebdir. Bunda hiç şüphe yok. Müslümanları Rumlarla mukateleye tutuşturmak zallah heyecan te’ammüm etse ne kadar fena olurdu. Zaten o kadın bir fahişe imiş. Öyle bir fahişeden dolayı devletin başına felaket getirmek layık mı? Başka devletde olursa asayişi ihlal edecek diye böyleleri der’akab i’dam olunur. Başka devletde olursa kimsenin evine girilmez. Değil ki zabıta mahalline girilsin. Orası muhafaza-i asayiş için me’murların Mes’ele mühim alel’ade bir adam öldürmeye benzemez. Böyle erazil biraz daha fırsat bulsalar bir kiliseyi de basacaklar. Sonra hemen ecnebiler gelecek. Al sana bir idare-i örfiyye. Nihayet memleket mahv u harab olacak. Böyle su-i tedbirler cahilane cür’etler ba’is-i izmihlal olur. Eğer bazı müfsidler tarafından müretteb değilse bir daha tekerrür etmez. Fakat ya müretteb ise ne yapmalı? Hükumet millet daima uyanık bulunmalı askeri hazır tutmalı. Yoksa zuhur edecek vak’aya sekiz saat sonra asker göndermekle olmaz. Sonra ne buyuruyor? Düşünün iyice mülahaza edin. Gafil olmayın bakın: ne idiniz ne oldunuz. Evvel ne idiniz şimdi ne hale geldiniz. Bunu benden başka kim yapar? ey mü’minler yad ediniz ol zamanı ki pek az kimselerdiniz. Yeryüzünde za’if addolunuyordunuz. Burası sizin yurdunuz sayılmıyor. Za’fınızdan dolayı sizi yabancı sayıyorlar muhacir addediyorlardı. Öyle bir zümre-i kalile idiniz. Size karşı herkesin nazarı böyle olursa sonra siz ne halde yaşardınız? nasıl korkmaz mıydınız? Gece gündüz helecan çekerdiniz havf ve helecan içinde yaşardınız. Neden korkardınız? nas yani milel-i saire akvam-ı müte’addide sizi hemen kapacaklar… gece gündüz korkunuz o idi. Daima helecan geçirdiniz. Ha sağdan gelecek ha soldan gelecek diye daima ihtiraz üzere bulunurdunuz. Nasın şerrinden istilasından mutma’in yaşayamazdınız sonra ne oldu? Allah sizi iva etti size me’va verdi sizi yerleşdirdi malikane sahibi etti . nusret-i ilahiyyesiyle te’yid buyurdu. Aklınıza gelmeyen bir tarafdan me’mulün gayri bir cihetden sizi Allah te’yid etti; dostla düşmanla. Allah nasıl isterse öyle yapar. Size büyük bir ehemmiyet verdi. Sonra ne yapacak daha? Allah rahmet-i vasi’a-i şeylerle sizi besleyecek. Tayyib olmayan şeyleri size layık görmeyecek ne beytülmalden çaldıracak ne mahlulatı yutturacak. Tayyibatdan merzuk ediyor; helal pak şeylerden nasib ediyor. Niçin böyle yapıyor? başka bir şey istemez sizden. Yalnız bu ni’metlerine teşekkür edesiniz. Ni’meti vermeden hikmet budur. Allah ne kadar ni’met ihsan ederse etsin başka türlü mukabele beklemez. İstediği yalnız odur: Allah’dan olduğunu i’tiraf. Şükür yalnız lisan ile olmaz. Tefsir-i Fatiha’nın baş tarafında yazdık. Yalnız “teşekkür ederim” demekle olmaz. Şükür üç şeyle tamam olur: Kalben lisanen fi’ilen. Evvela ni’metin Mün’im’den olduğunu bilmeli. Ni’metin sahibini bilmek ta’zim etmek gönülden sevmek. Allah’ın in’amına mazhar olduğunu bilmeli. Allah’dır mün’im-i hakıki. Allah’ın varlığını birliğini azamet ve celalini bilmek i’tiraf etmek aşk u şevk ile dergahına müteveccih olmak… Teşekkür öyle olur. Sonra lisanen “Elhamdülillah” dersin. Evamirini budur. Her ni’metin şükrü o ni’mete göredir Şimdi duydunuz ya bu ayeti anlayalım. Sebeb-i nüzulü var. Asıl ma’na-yı şerifi nüzule nazaran başkadır. Fakat her şey’e tatbik olunur. Mu’cize asıl oradadır. Bir mes’ele için nazil olan ayet yüz binlerce hadisata tatbik olunur. Böyle bir kelam-ı ulvi nerede bulunur? Burada tefasir-i şerifede mezkur hitab eder. Mü’min olsun kafir olsun hitab bütün akvam-ı Arab’adır. Buyuruyor ki: ahval-i Arab kable’l-İslam hakıkaten böyle idi. O kadar sefalete duçar olmuşlar o kadar zillete mahkum olmuşlardı ki Rumlara harac-güzar idiler. Arab re’isleri gasb ve garetle birbirlerini mahvederler. Ne ahlak kalmış ne insanlık. Bir raddeye gelmişler ki mahvolmaları için etrafdan bir hücuma bakardı. A’danın ağzına bir lokma olacaklardı. Sonra Sultan-ı Enbiya geldi selamet kapılarını açtılar. Kayser-i Rum Şam’a kadar gelmişdi. Havran diyarını –ki nam-ı kadimi Busra’dır– yavaş yavaş zir-i idaresine alıyordu. Kavm-i Arabı haraca kesmişdi. Zaten hiçbir hiss-i ali onlarda kalmamışdı. Gasb u garetle birbirini mahvederlerdi. Bir tarafdan ekasire Acem kralları diğer tarafdan Kayser-i Rum tasallut etmişidi. Hakimiyetleri ne Yemen diyarında kalmış ne Necid diyarında. Zahiren tasarruf ederler fakat ne fa’ide? Mısır Hidivi gibi. Yalnız bir korkuluk tasarruf mu o? Arab meşayihi de öyle idi. Sonra Rabbiniz ne yapdı? Hazret-i Muhammed Mustafa’yı size ba’s etdi. Nusretle mü’eyyed kıldı. Ne kayasire kaldı ne ekasire. Hepsi din-i İslama karşı mebhut kaldılar. Arabların ne kadar mukaddes bir kavim olduğunu anlamalı gerek Asr-ı Sa’adet’de gerek hulefa devrinde dine hizmet ettiler. Bunca nam u şanlar ihraz etdiler. Kavm-i celil-i Arab bidayeten din-i mübine hizmet ettiler. Haklarını bilmeliyiz. metde bulundular fakat onların hizmeti pek büyükdür. Lakin sonra Arablar beynine tefrika düşdü. Endülüs mahvoldu. Şam taraflarında hiç nüfuzları kalmadı. Bağdad’da hükumet başkasında. Berekat ki sonra Türkler yetişdi. Şark ve garba o derece “es-sala” okudular ahkam-ı dini mübine ol kadar ciddi ri’ayet etdiler ki şan u şöhretleri alemde mesel oldu. Vakı’a ekser hengamelerde Türkler yalnız değil idi o sırada yine kavm-i Arabın mu’aveneti vardı. Ne Arab ne Türk hiçbir vakit müstakillen bir iş yapamıyorlar. Arabla Türk o kadar kaynamış beynlerinde o kadar irtibat-ı maddi ve ma’nevi hasıl olmuşdur ki etle tırnak gibi bir hale gelmişdir. Ayrı yaşayamayız. Ne Türkler Arabsız ne Arablar Türksüz. Asıl lisanımız lisan-ı Osmani ise de lisan-ı dinimiz de lisan-ı Arabidir. Arabca her lisandan daha ehemmiyetlidir. Fransızca’dan ziyade bize Arabca lazımdır. Ama Fransızca da bilmeliyiz. Lakin ta’mim etmeye gelince “Arabcayı mı tercih etmeli Fransızcayı mı?” diye düşünülürse edna mertebe temyizi olan feva’id-i siyasiyyeyi düşünen Arabcayı tercih edeceği bi-iştibahdır. Bu lisan-ı mübarek dinimize de yarar ülfet ve mu’aşereti de te’min eder. Siyaseten diyaneten de ehemmiyeti aşikardır. Fakat takdir eden kim? Te’essüf olunacak ahvalimizin biri de budur. Burada muhatab kimlerdir? Bilhassa kavm-i Kureyş! yok mu yani Sure-i Kureyş Efendimiz’in kabilesi Mekke ahalisi ve civarında bulunan.. İşte bu kavm-i Kureyş’e hitabdır. Zira Kureyş sair kabaile karşı duramazlardı. Çünkü Ceziretü’l-Arab’da bir milyon nüfus var idiyse ancak elli bini Kureyş idi. Fakat Allah’ın kudretine bak: Sultan-ı Enbiya o sülaleden gelecek. Onlar Beytullah’ı muhafaza ederler nesl-i pak-i Halil’den gelmişler. Oraya öteden beri enbiyanın duası sinmiş. Orası merkez-i nur-i İslamiyet olacak. Allah ilham etmiş. Ma’nevi bir muhabbet vermiş; bütün akvam-ı Arab Kureyşileri muhterem tutar. Birbirlerini kırar dökerken Kureyşiler nereden geçseler serbest geçerler onlara kimse ta’arruz etmezdi. Bak Allah’ın inayetine! Evvela Cenab-ı Allah kudret-i kahharanesiyle Ka’be-yi Mu’azzama-yı yıkmak için gelen Ashab-ı Fil’i helak etti. Üzerlerine Ebabil kuşları gönderdi. Vak’a-yı tarihiyye ma’lumdur. Beyanına dair bir sure nazil olmuşdur. Esta’izü billah sen görmedin mi?.. Yani gözle görecek kadar tahakkuk etti. Aynen müşahede etmiş gibi yakınin vardır. Onun için buyuruyor: görmedin mi yahud ilmin lahik olmadı mı bilmez misiniz? Rabbin Ashab-ı Fil’e ne yapdı? Ka’be’yi yıkmak için gelmişlerken Allah onları nasıl sernigun etti? Nasıl ki ahir-i surede buyuruyor. onları başakları yenmiş kökleri kalmış ekin gibi eylemişdir. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mart yin etmek için evvela din-i mübin-i İslam’da havi olduğu ahkamı dört kısma taksim etmemiz icab eder. - Ahkam-ı asliyye ve i’tikadiyedir ki iki nevi’dir: Birincisine Kur’an-ı Kerim’de berahin-i akliyye ikame olunmuş hakkında ilm-i yakıni iktisabı şart kılınmışdır. Vahdaniyet-i bir-i alemde müra’at-ı hikmet gibi sıfat ve şu’unat-ı sübhaniyye ve bi’set-i celile-i enbiya bu nevi’dendir. İkinci nevi’: Nazar-ı akılda muhal olmamak şartıyle teslim ve i’tiraf olunması matlub olan i’tikadiyat-ı sairedir. Mela’ike-i kiram ile ba’sü ba’de’l-mevt ve ahval-i ahiret gibi alem-i gaybe dair hakaik-ı kat’iyye bunda dahildir. - Terbiye-’i ruhiyyeye ve tenvir-i vicdana yardım edecek zikr u fikr-i ilahi ve ibadete müte’allik ef’al ve ahval-i saire hakkındaki ta’limat-ı şer’iyyedir. İnsana murakabe-i rabbaniyye tahtında bulunmasını müzekkir ve Cenab-ı Hakk’a teveccüh ve i’timad-ı kalbi müsmir olacak “salat” gibi ki bu sayede şeca’at ve kerem-i nefs ve istikamet gibi pek çok secaya-yı aliyye ihraz olunur. Ebna-yı cinse terahhum ve te’attufla ihtiyarı ve i’tidalli bir hayat-ı müştereke taharrisine medar olan “zekat” sadakat-ı vacibe ve mefruza. Kezalik madde-i hayat olan ta’am ve şarabı –mess-i ihtiyac ve sühulet-i tenavül ile beraber– müddet-i mu’ayyene zarfında bi’l-ihtiyar terkden ibaret “sıyam” ki bu vasıta ile husul bulan mümarese sayesinde lede’l-icab zabt-ı nefs muhafaza-i metanet ve bilhassa gani olan şahsa elem-i cu’u ihsasla fukaraya müsavat fikri temekkün etmektedir. Bir de nüfus-i ümmetde şu’ub ve kaba’il-i muhtelife arasında te’aruf ve te’ellüf-i muhabbeti revabıt-ı büyük yardımı bulunan “hacc-ı şerif” gibi ki din-i mübinin neş’et-i ulasındaki meşahid ve asarı rü’yet ve mevakıf ve me’ahidi emakin-i celile-i ma’rufeyi tavaf ve ziyaret ile mebde-i intişar-ı İslam olan zaman-ı sa’adet-i Peyamberiyi ol hengame-i feyza-feyz-i cavidanı tezekkür ve ihram gibi a’mal-i müştereke müşahedesiyle müsavat-ı beynennası tefekkür feva’id-i aliyyesini ihtivadan da hali değildir. - Şürur ve kabayih menhiyat ve meharimden teberri ve birr ü ihsan enva’ını taharri bi-kadri’t-taka hayır ve salahı te’ati suretiyle tehzib ve tezkiye-i nüfusa medar olacak mekarim-i ahlak ve mehasin-i adab te’sisine dair telkınat. - Efrad-ı ümmet hakkında gerek yek-digerine gerek akvam-ı saireye nisbetle cereyanı tavsiye buyurulan mu’amelat-ı dünyeviyye ahkamıdır ki bunda siyasi ve medeni hukuk-ı şahsiyye ve umumiyye ve idari ve kaza’i bütün tasarrufat-ı Elhasıl tefasil-i ahkam-ı şeri’yye “i’tikadat” “ibadat” “melekat” ve “mu’amelat” ünvanlarıyle mütemayiz bulunan umur u ahval-i ibada dair şu dört kısım ahkam-ı celileye münhasırdır. Artık maksada şuru’ edelim: te’arefce ictihad cari olmadığı gibi bir ferde taklid de meşru’ değildir. İ’tikada müte’allik ahkamın ekserisi bürhan-ı akli yid buyurulmuşdur. Bakısi de Kur’an-ı Kerim veya sünnet-i mütevatirede varid ve aklen muhaliyyeti gayr-i sabit olmasına bina’en kabul ve teslim olunmak lazım gelmişdir. Ama ehadis-i ahad ile –ne kadar kavi isnad ile mervi olursa olsun– hiçbir hükm-i i’tikadi sabit olamaz. Çünkü haber-i vahid zan ifade edebilir. Ahkam-ı i’tikadiyye ise yakıni olmak şartdır. rim’de varid olan ahkamı sünnet-i Nebeviyye ehadis-i sahiha etmekdir. Her ibadet-i mefruza hakkında şeref-nüzul eyleyen ayet-i mücmele mişkat-ı münir-i risalet-penahiden muktebes beyanat-ı kavliyye ve fi’liyye ile iktibas-ı vuzuh eylemiş vahy-i ilahiye istinadı sabit olan kemmiyyat ve keyfiyyat-ı yanı zaruri veya müstahsen olan erkan ve sairenin ta’yin ve temyizi babında ta’mikat-ı ictihadiyeye lüzum kalmışdır. Bu da rivayat-ı muhtelife için esah olanı tercih mücmel olan bir ta’biri tefsir suretiyle neticelenmekdedir. Hiçbir müctehid bir ibadet-i mefruza hakkında ictihad Şari’ tarafından itmam ve ikmal buyurulmuş ve örf ve zaman tasarrufatına tefviz buyurulmak imkanı kalmamışdır. Kısm-ı salis de kısm-ı sani gibi olub bir şeyin hill ü hurmetine dair nass-ı şer’i mevcud iken müctehidin hilafına ka’il olamayacağı aşikardır. Yalnız meskutün anh olan bir fi’ilin kıyasla hill veya hurmetini isbat edebilir. Kur’an-ı Kerim sarahaten beyan ettiği umur-i hayriyye ve seyr-i marziyyeden başka ve gibi nusus-i celile ile de ale’l-ıtlak amel-i hayra dair emri enva’-ı birr ü ihsana terğibi muhtevidir her emr-i ma’rufun meşru’iyetini ve her şerr ü münkerin memnu’iyetini ni her birinin daire-i şümulünü fıtrat-ı selime erbabının fehm ü iz’anına ihale eylemişdir. dan sonra her müslümana düstur-ı şerifini telkın ve tavzih ile hayr ü şer tahdidini kendi vicdanına idrak ve iz’anına terk etmek Bu babda din-i mübin-i İslam’ın ta’yin etmiş olduğu ahkamın bir kısmı zaruriyyat-ı diniyye tesmiye olunur ki bunları bilmeyen müslüman yokdur iffet u emanet ve sıdk u istikametin hayrını ve fevahiş-i zahire ve batınenin şerriyyet ve şena’ati gibi. Diğer kısmı da herkese ma’lum olmayıb kadının erkeğe memlukün hüre ve gayr-i müslimin müslime adalet nazarında müsavatı.. velev peder olsun velinin müvelliyesini taht-ı velayetinde bulunan kızı azl küfüvvü olan talibe tezvicden imtina’ etmesinin hurmeti gibi. Ulema-yı İslam’ın bu kısma dair mesa’ili ehemmiyet ve kabiliyet derecesine göre nasa neşr u ta’lim etmeleri veza’if-i kat’iyyelerindendir. Zaruriyyat-ı diniyye kısmında ne ictihad ne taklid cari olmaz. Kısm-ı digerin sübutu ise delile müstenid olmak eğer delil-i has mevcud ise onunla değil ise mesela her nafi’in hayr u helal ve her zarar ve ezanın şer ve haram olması gibi delil-i am ile bilinmek vacibdir. Din-i İslam’da ne kadar büyük tanılırsa tanılsın hiç kimse kavl-i mücerred ile bir şeyi tahlil veya tahrim etmek delil-i şer’i ibraz etmedikçe kendisine taklid edilmek hakkına malik değildir. Bu hill ü hurmet mesa’ili de gayet mühim olub tatbikatına me’adi kesb ü intizam etmek ihtimali yokdur. Bina’en-alazalik bütün ümmet bu hususatda kemal-i basiret üzere bulunmak emr-i vacibdir. “Biz zikirden sonra Tevrat’ta yazdıkdan sonra Zebur’da Kitab-ı Davud aleyhisselamda yazdık ki arza salih kullarım varis olur.” Ne kadar medid ve amik ma’nayı ifade eder bir beyan-ı celil-i ilahi! Tarihin bütün sahifeleri bu beyan-ı beliğin şerhiyle şevahik-ı berahini ile mala maldir. Bakılsın bunca arazi ve memalik kimlerin elinden çıkıyor kimlerin dahil-i havza-i hükümranisi oluyor. Kulub-i beşer livaü’l-hamd-i adalet altında müstazıll-ı emn u refahiyet olmak ister. Hafıza-i enamda mektub olan bu kanun-ı ezeli tagayyür-napezirdir. Dimeşku’ş-Şam müftüsü üstaz-ı celil Mahmud Hamza Efendi merhum “el-Burhanu ala Beka’i Mülki beni Osman hazeratının feza’il-i adidesini ve mülk ü saltanatları ila nihayeti’d-devran payidar olacağı Sadık-ı Emin aleyhi efdalü’ssalati ve’s-selam efendimizin ahbar-ı mükaşefe-asar-ı Nebevileriyle zahir ve bahir olduğunu beyan ettiği sırada: Arif-i billah Şeyh Abdülgani Nablusi kuddise sırruhu hazretleri Selatin-i Al-i Osman hazeratı hakkında nazmeylediği et-Tal’atü’l-Behiyye ’de ehl-i keşfin tasrihleri üzere arza malik ve saltanatla varis olan ibad-ı salihin ile bi-tariki’l-işare selatin-i Al-i Osman hazeratı maksud olduğunu zikreylemişdir” diyor ve şeyh-i müşarun-ileyhin zirdeki ebyatını naklediyor: Mahmud Efendi merhum Al-i Osman hazeratının ila ahiri’z-zaman beka-yı mülk ü saltanatları hakkında bazı ahbar ve asar zikrettikden sonra: “İmam Müslim ile İmam Beyhakı hazretlerinin rivayet ettikleri üzere Nebi-yi Muhterem sallalahü te’ala aleyhi ve sellem efendimizin buyurmaları kuvvet-i İslamiyye’nin ila nihayeti’d-devran bekasına mu’arız değildir zira hadis-i şerifde gurbet ile terk-i salat ve zekata irtikab-ı gıybete şürb-i hamra ekl-i ribaya ve emsaline dair evamir ve nevahide tesahül gibi ahkam-ı İslam’ın icrasında taksir muraddır. Ehl-i te’aruz yokdur” diyor. Mebhasın nihayetinde şu fıkrayı irad ediyor: “Bu haber dairlere vakıf oldukdan sonra onları kim tekzib ederse bu tekzibi ya İslam’a isa’eti kasd eylediği veyahud dir.” Hüccetü’l-İslam Ebu Hamid Muhammed bin Muhammed el-Gazali hazretlerinin İhyau Ulumuddin’de elfaz ve esami-i ulumun me’ani-yi gayr-i maksudeye nakl ü tebdiline dair irad eylediği kelam müfti-i merhumun hadis-i şerife verdiği ma’nayı te’yid ettiğinden aynen buraya naklediyoruz: nass-ı celili hadis-i şerifi hep bunlar şevket-i İslamiyye’nin kıyamete kadar bekasına delalet eder zira bu yolda varid olan nusus ve asarın tazammun eylediği ahkam ancak kuvve-i Bir tarafdan din-i mübin-i İslam’ın az vakit içinde nur-ı seher gibi afaka münteşir olduğunu görüb çekemeyen Garb muta’assıblarının muharebatı diğer tarafdan ise Karakurum sahralarından seyl-i bela gibi cuş u huruş ile iraka-i hun-i beşer ve önlerine gelen ma’mureleri zir u zeber eden Cengizlerin mezalim ve mesa’ibi ile alem-i İslamiyet pür-aşub u fiten olduğu hengamda idi ki asuman-ı şevket ü iclalde bedr-i münir-i Al-i Osman tulu’ ile kulub-i muvahhidine nur-efşan oldu. Bu zaman-ı kıyamet-nişanda idi ki ehl-i İslam’dan ve Türk tava’ifinden olub asıl me’va-yı kadimleri bulunan Türkistan’da Horasan’da ka’in Mahan sahrasına vürud ile orada tavattun etmiş olan Kayıhan kabile-i necibesi re’isleri bulunan Süleyman Şah bin Kaya Alp Han’ın zir-i emaretinde olarak Harzem’den kalkıp Tebriz üzerinden ve Eğri Dağ eteklerinden dolaşarak Van Gölü’nün sahil-i cenubisinde ka’in Ahlat kasabasına geldiler. O civarlarda bir müddet karardan sonra tekrar yola devam ile Erzincan cihetlerine ve Suriye içerilerine kadar indiler. Yollardaki tevakkuf ve aramla beraber bu cevelan yedi yıl uzadı. Bu müddet zarfında Cengiz’in vuku’-ı vefatı Moğol ordularının leyman Şah sa’ika-i hubb-i vatan ile yurduna dönmek emeline düşdü ise de zahir nesl ü hanedanı için meşiyyet-i ezeliyyenin amade etmiş olduğu bir devr-i ikbalin zaman-ı zuhuru ol hengamda tekarrub etmiş olmalı ki bu emeli takdire tevafuk etmedi. Şimdi Haleb vilayetine tabi’ Rakka kazası civarında Ca’ber Kalesi pişgahından kabilesi ile birlikte Nehr-i Fırat’ı geçerken atının ayağı kaymasıyle Fırat’a düşüb garik-ı lücce-i rahmet oldu. Bu hadise sebebiyle kabile arasına tefrika düştüğünden bir kısmı vatan-ı aslilerine avdet etmek üzere ayrılıb gitti. Merhum-ı müşarun-ileyhin dört nefer evlad-ı kiramından emaretinde kalan diğer kısm-ı kabile dahi tedarik-i me’va zımnında muhtelif fikirlere ma’il ve ragıb ve başka başka yollara salik ve zahib oldular. Fakat sonra cümlesi bir yerde bir me’va gösterilmesini Padişah-ı Al-i Selçuk’dan istid’a etmek üzere Konya’ya müteveccihen hareket eylediler. Yolda hiçbir tarafını tanımadıkları iki muharib orduya rast geldiler. Bunun bir tarafı mağlubiyete yüz tutmuş idi. Bu hali görüb de savuşmayı uluvv-i cenablarına yakıştıramadıklarından mağlub olan tarafa müzaheret etmeleriyle alem-i galibiyyet o tarafda temevvüc-nüma-yı şan oldu. Bu ali-cenab cengaverlerin hizmet ettikleri ordunun meğer Sultan Alaeddin-i Selçukı askeri olduğu taraf-ı mukabile sonra anlaşıldı. Bu mu’avenet-i mürüvvetmendane Sultan Alaeddin nezdinde pek şayan-ı takdir ve şükran olduğundan Bursa şehri kurbundaki Domaniç Yaylağı ile Söğüd Nahiyesi’ni mükafeten Ertuğrul Han Gazi’ye bahş u temlik eyledi. Gazi-i müşarun-ileyh Söğüd havalisinde kabilesiyle birlikde yerleşdikden sonra kendisine temlik kılınan yerlerin hem hudud olduğu Rum Tekfurlarıyle Selçukıler namına gazadan hali olmaz idi. İstanbul İmparatorunun Cengizlere müraca’at edib kuvve-i müzaharesiyle Sultan Alaeddin aleyhine açılmış olan bir muharebeye de Ertuğrul Gazi iştirak eylediğinden Cengizler ile imparator askeri mağluben firar eylemişler idi. Gazi-i civan-merdin bu hizmetine hediyye-i şükrane olarak kendisine Sultan Alaeddin Eskişehir havalisini de temlik eyledi. Hicret-i Nebeviyye’nin ’ıncı sal-i ferhunde-metali’ine müsadif olan bu zamanda idi ki müessis-i saltanat-ı uzma-yı Osmaniyye Sultan Osman Gazi hazretleri peder-i vala-güherlerinin vatan-ı cedidi olan Söğüd’de mehd-ara-yı vücud oldu. Daha küçüklüğünde büyüklük pertevi nasiyesinde dırahşan ve hal-i sabavetden ahd-i civaniye terakkı ile bir kahraman-ı sahib-kıran olmak isti’dadı her hal ü şanından nümayan olmaya başlayan bu ateş-pare-i celadet düşman memleketinde cevelan ile ira’e-i kudret ü satvet ve bir tarafdan dahi istifaza-i kemalat ile tezyin-i zat ü mahiyet ederek nam-ı namisi etraf ü eknafda i’tila eylemiş olduğundan bütün alem gibi Sultan Alaeddin dahi onun meftun-ı celadet ve şehadeti olduğundan ganimet-i gazası olan yerleri bu mücahid-i zişana temlik ve bir menşur-ı sultani ile uhde-i Alamet-i emaret olarak gönderilen bir beyaz sancak ile tabl ü nakkare hicretin altı yüz seksen yedi senesi Zilka‘de’sinin on yedinci günü ikindi vakti vasıl olduğundan Osman Gazi hazretleri ta’zimen ayağa kalkıb nevbet çaldırdı. hükmüne girib istiklalden sonra dahi devam etmiş ve ancak Fatih devrinde kaldırılmışdır. Cengizlerin sademat-ı mütevaliyyesiyle Selçukılerin saltanatı bilahare duçar-ı tezelzül olması üzerine vilayet beyleri de birer hükumet teşkil ederek devlet-i Selçukıyyenin inkırazını tesri’ ve itmam eylemiş olduklarından devlet-i müşarun-ileyha tarafından ba-menşur-i sultani ha’iz-i emaret bulunan Osman Han-ı Gazi hudud-ı emareti dahilinde icra-yı hükumete devam eylemiş ve işte adl ü dadıyle dem-bedem hıdemat-ı mücahidanesiyle bir aşiretden koca bir devlet husule getiren ve akvam-ı İslamiyyeyi bir nokta-i vahdete cem’ ile dünyanın en güzel en feyizli parçalarında bugün hükümran olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye bu zaman yani hicret-i Nebeviyye’nin ’uncu senesinde te’essüs etmişdir. Cedd-i emced-i Osmaniyan anifen zib-i sutur-ı mefharet olduğu üzere ehl-i İslam’dan ve Türk tava’ifinden Kayı Han kabilesinin re’isi olduğu gibi silsile-i nesebin oradan Oğuz Han’a kadar mümted bulunduğu dahi Osman Ertuğrul oğlusun Oğuz Karahan neslisin Hakk’ın bir kemter kulusun Kıt’asıyle müeyyed bulunduğundan Al-i Osman hazeratı daha bilad-ı Rum’a dahil olmazdan akdem eben-an-ceddin hanzade han olub mülk ü saltanatda asaletleri vardır. Fazıl-ı şehir Mardinizade atufetlü Arif Bey Efendi hazretlerinin takriben bundan on sene mukaddem Lahey Konferansı’nın ilk ictima’ı münasebetiyle harb ve sulh ve mu’ahedat ile hukuk-ı harb hakkında şeri’at-ı garrayı Harb ve’s-Sulh fi’l-İslam” namıyle kaleme aldıkları makalat-ı mühimmenin o esnada tab’ u neşri menedilmiş olmasıyle enzar-ı istifadeye vaz’ edilememiş ise de bu kere elde edilen bir nüshasının ta’mim-i fa’idesi maksadıyle Sıratımüstakım’de dercini münasib gördük. Bir müddetten beri alem-i insaniyyet ve saha’if-i matbu’atı mütemeddine erbab-ı kalemi imkan ve adem-i imkan ve cevaz ve adem-i cevaza dair muhtelifu’l-me’al makaleler yazmış ve herkes fikr ü idrak ve akl ü iz’anı nisbetinde yahud tabi’ olduğu devlet ve hükumetin amal-i siyasiyye ve makasıd-ı esasiyyesi dairesinde bast-ı makal ve idare-i lisan eylemekde bulunmuş olduğu ma’lumdur. Bu babda yazılan resa’il ve makalat-ı mühimme arasında en ziyade calib-i nazar-ı dikkat olan Almanya devlet-i fahimesinin Sulh Konferansı’na me’mur eylemiş olduğu meşahir-i ulema-i hukukiyyundan mu’allim Vonstenkel’in Mu salaha-i Ebediyye ünvanıyle neşreylemiş olduğu risale-i meşhuresinde harbin meşru’iyyeti hakkında İncil ve Tevrat ahkamından dahi bahsedilmiş ve mezkur konferansa Saltanat-ı Seniyye-i İslamiyye canib-i alisinden dahi müntehab me’murlar irsaliyle iştirak buyurulmuş olmasına ve bu babda şeri’at-ı garra-yı İslamiyye ahkam-ı münifesinin dahi Avrupaca bilinmesi fa’ideden gayr-i hali görülmesine bina’en bu husus hakkındaki evamir-i Kur’aniyye ve ahkam-ı diniyyenin beyanı vacibe-i zimmet-i hamiyyet görülmüşdür. Sadede şuru’dan mukaddem harbin nev’-i beşer arasında suret ve esbab-ı zuhuruyle bu babda münzel olan suhuf ve kütüb-i semaviyye ve diyanet-i mu’azzama-i İslamiyye’nin zuhuruna kadar milel ve akvam-ı salife arasında hüküm-ferma olan kava’id ve adat-ı kadimesiyle ba’de’l-İslam karargir olan ahkam-ı şer’iyyenin beyanı muktezi görülmüşdür ki harbin ale’l-ıtlak meşru’iyyeti hakkındaki fikr-i batılın hakıkati bu suretle tezahür etmiş olsun. Ma’lumdur ki hilkat-i alemden maksad eserden mü’essire lan zat-ı kudsiyyet-simat-ı uluhiyyetin ma’rifeti olduğu hadis-i kudsisi delaletiyle müsbet ve ma’rifetin devam ve bekası ise ma-bihi’lkıyamı olan nev’-i beşerin devam ve bekasına menut olduğu bir emr-i müberhendir harb ise nev’-i insanı mahv ü ifna eden mesa’ib-i uzma ve devahi-i dehmadan bulunmasıyle udvanen vuku-ı nevamis-i ilahiyye ile mü’esses olan kaffe-i edyanda memnu’ ve muharrem olduğu bir emr-i müsellemdir. Nev’-i beşer hilkaten medeniyyü’t-tab’ olarak yaradılmış yani acz-i insani icabınca bir adem yalnız başına olarak bir dağ tepesinde veya bir çöl ortasında münferiden yaşamaya gayr-i muktedir ve levazım-ı hayatiyye ve hava’ic-i zaruriyyesinin tedariki emrinde ebna-i nev’inin mu’avenetine muhtac ve müftekır bulunmuş olmasıyle esasen bir peder ve maderden yani ebu’l-beşer Hazret-i Adem aleyhisselam ile Hazret-i Havva’dan mütevellid olan zükur u inas bir aile teşkil ve tevali-i edvar ve temadi-i ezmine ve a’sar ile aile-i Ademiyye tekessür ve tevessü’ ile kabileye ve te’addüd-i efhaz ve tekasür-i efrad ile kaba’il ve aşa’ire inkısam eylemiş ve kaba’il ve aşa’ir-i rihaleden bir kısmı göçebelik halinden ferağatle kura te’sis ve kura-yı müessese tedricen kesb-i cesametle bilad ve kasabata tahavvül ve müdün-i azime şekline girmişdir. Bu vechile suret-yab-ı vücud olan kura ve kasabat ve müdün ü bilad sekenesi bir unsurdan münşa’ab olduğu halde ba’de’t-Tufan ebna-i Adem ebu’l-beşer-i sani olan Hazret-i Nuh aleyhisselamın zürriyetine inhisar ve Hazret-i Nuh’un Sam Ham Yafes namıyle üç evlad-ı zükuru kalmasıyle nev’-i insan işbu üç asıldan teselsül ve taşa’ub ile her zürriyet pederi namıyle Sami Hami Yafesi ünvanlarıyle Ancak insan fi-haddi zatihi hayvan-ı natık olmakla beraber celb-i menfa’at ve def’-i mazarrat ve hubb-i nefs ve da’iye-i teferrüd ve meyl-i tefevvuk hasa’il-i gariziyyesiyle mütehallık ve şehvet ve gazab ve hiss-i intikam ve batş-i tegallüb gibi sıfat-ı behimiyye fıtrat-ı asliyyesinde merkuz olmasıyle bunca muhtelifü’l-menafi’ ve’t-tıba’ ve mütebayinü’l-efkar ve’l-evza’ halkın bir mahalde ictima’ı mu’amelatda niza’ u fez’i da’i olarak “El-Hükmü limen galebe” ka’idesince kebir sagiri ve gani fakıri ve kavi za’ifi mahv ü ne’l-efrad vuku’ bulan muhasemat ekseriya müntesib oldukları kavm ü kabile ve hey’at-ı ictima’iyyeye sirayetle müfadınca münaza’at-ı lisan mukara’at-ı sinana badi ve birçok muharebat ve mukatelata mü’eddi olarak nizam-ı alem muhtel ve kargah-ı kevn mu’attal olması bedihi bulunduğundan cenab-ı neseksaz-ı nizam-ı ka’inat hıfz-ı hayat-ı alem ve men’-i te’addiyat-ı efrad ü ümem için nass-ı celili ile makam-ı hilafet-i mukaddeseyi te’sis ve her ferdin leh ve aleyhindeki hukuk-ı mütekabileyi enbiya-yı izam üzerine nazil olan suhuf ve kütüb-i mukaddese ile ta’yin ve tebyin ederek bu suretle şerai’ ve edyan ruy-i zeminde te’essüs ve hükumat-ı meşru’a teşekkül eylemişdir. mem için nazil olan şerai’ ve edyan esasen ceng ü cidal ve harb ü kıtali men’ için vaz’ ve te’sis buyurulmuş ve min gayri hakkin bünye-i insaniyyeyi ifna ve tahrib veya emniyet-i umumiyyeyi ihlale tesaddi edenler için dünyada kısasen katl ü i’dam ve zincir-bend olarak habs ve mü’ebbed ve muvakkat a’mal-i şakka ile iştiğal gibi mücazat-ı terhibiyye ve ukbada nar-ı cehennemde muhalled olmak suretiyle en şedid ceza ve en büyük azab-ı elim va’d eylemişdir. Nitekim Kur’an-ı azimü’ş-şanda ayat-ı kerimesi sübut -i müdde’aya bürhandır. Basar-ı im’an ve basiret-i iz’an ile bakıldığı halde fi’l-hakıka nev’-i beşer feylesof-i İslam Ebu’l-Ala Ma’arri’nin bir baba ve anadan doğmuş karındaş ve ruy-i zemin ise buortada kelimesi girmiştir. kelimesi yerine yazılmıştır. günkü akvam ve ümemin birkaç mislini isti’ab ve i’aşeye kafi bulunmuş olduğu halde mugayiriyet-i lisaniyye mübayenet-i mezhebiyye asabiyet-i kavmiyye tevsi’-i hudud ve katl ü ifna ve daha doğrusu iki diplomatın bir iki dakikalık etfal ve nisa yetim ve bi-vaye bırakılması ve asırlarca emek sarfıyle vücuda getirilmiş olan birçok kura ve kasabat-ı ma’mure ve emakin ve mebani’-i meşhurenin iki saat içinde hak ile yeksan ve terakki-i san’at ü servet ve ma’muriyyete hadim olan birçok fabrika ve kargah ve ma’mel ü destgahların zir ü zeber edilmesi ve birbirini ömürlerinde görmemiş ve yekdiğerlerini tanımamış ve aralarında hiçbir macera geçmemiş olan yüzbinlerce insanların serin-kan ile birbirlerinin kanını içmeye çalışması hakikaten hissiyat-ı insaniyye ve medeniyye ile kabil-i te’lif ü tevfik olmayan ahval-i elime ve mucib-i esef-i azim olacak feca’i-i azimedendir. Ne çare ki bu cihet böyle olmakla beraber bu hiss-i batş ü gazab her insanın hilkatinde meknuz ve fıtratında merkuz olduğu da kabil-i inkar değildir. Harbin tarih-i tevellüdüne atf-ı nazar edecek olur isek harb insan ile beraber doğmuş ve Hazret-i Adem’in iki oğlu arasında bile vuku’-ı men olunamayıb hemşiresini almak ve musarrah bulunmuşdur. Ondan sonra cilen ba’de cil ve kıylen ba’de kıyl bu seyyi’e-i harb ü kıtal mevrus ve müteselsil olarak gerek efrad beyninde suret-i hususiyyede ve gerek kaba’il ve aşa’ir meyanında suret-i umumiyyede olarak ceng ü cidal münkat’ı olmamışdır. Hatta cins olmayan bir beygirin cins bir kısrak üzerine aşmasından dolayı kaba’il-i Arabiyyeden “Tasım” ve “Cüdeys” arasında on sene ve bir hatunun bir deveyi yaralamasından dolayı “Bekir” ile “Tağlib” kabileleri miyanelerinde Harbü’l-Besus namıyle şöhret-şi’ar olan muharebenin kırk sene mümted olduğu kütüb-i tarihiyyede muharrer ve masturdur. Akvam ve ümem-i saire meyanında dahi hal bu minval üzere cari olarak en büyük sermaye-i şeref ve mübahat muharebat-ı vakı’ada hasmını mahv ü ifna edecek derecede hayat-ı beşere tahribat icrasından ibaret bulunmuş ve buna muvaffak olan eşhas türlü türlü elkab ve ünvanlar pek büyük haysiyet ve i’tibarı ha’iz oldukları ma’lumdur. Kaba’il-i Arabiyye ümem-i saireden ziyade seri’ul-infi’al seri’ul-gazab ve nazarlarında şeca’at semahat şehamet gibi sıfat-ı hayata müreccah feza’ilden addettikleri ve cüz’i bir hadise büyük bir mukateleye badi olduğu cihetle zuhur-ı manın senede bir kere ziyareti ahd-i İbrahim ve İsmail aleyhime’s-selamdan beri cari olan bir sünnet-i mer’iyye olmasıyle mevsim-i hac olan Receb ve Zilka’de ve Zilhicce ve Muharrem’i eşhur-ı hurum i’tibarıyle yani yalnız işbu aylarda harb ü kıtali tahrim ile senede dört ay muharebe ve mukateleden ictinab ederler idi. harb ü kıtal ile bir herc ü merc-i daimi içinde bulunarak Habeşilerin Ceziretü’l-Arab’a ve İranilerin Yunanilere ve Yunanilerin kaba’il-i Arabiyyenin yekdiğerlere hücum ve tasallut ile boğaz boğaza uğraşdıkları bir zamana müsadif olarak bir tarafdan kavmiyet cinsiyet tevsi’-i mülk ü hudud münaza’atı ve bir tarafdan Yehud ve Nasara arasındaki ihtilafat-ı diniyye mukatelatı ruy-i zemini bir ateşgede-i harb ü vega halinde bulundurmuş olmasıyle bilumum milel ü akvamı bir fikr ü akıde üzerine cem’ ve miyanelerinde cinsiyet ve kavmiyet asabiyet-i cahiliyyesini men’ ile aralarındaki ihtilafat-ı diniyye ve mezhebiyyeyi ref’ ederek nizam-ı alem ve asayiş-i ümemin muhafazası zımnında [ Anasır girdibad-ı ateş-i hiddetle cuşacuş: Deniz isma’-ı tehdid eyleyib guş-i havaliye Gelir çarpar köpürmüş pür gazab emvac duşaduş Kemal-i unf u şiddetle bu sengistan-ı haliye. Nice a’sar içinde –kim bilir!– sahir hünerperver Yed-i mi’mar-ı devranla –bu cuşiş-gah-ı daimde– Açılmış kehfler müdhiş kovuklar şerhalar yer yer Kopan muhrik derin bitab eninler sadr-ı sahilden Düşüb tarraka-i emvac içinde mahv olur lerzan Dolan afaka sincabi bulutlar şems-i ma’ilden Düşürmez bel’ eder bir zerre-i ümmid-i nur-efşan. Bu yerler okşamaz ruh-i sükun-aşam-ı sevdayı Görünmüş olsa da bir sayda çıkmış badbancık gah Bu hüzn-engiz taşlıklar bu dehşet-zar tenhayi Ne bir mehd-i visal olmuş ne bir hicrane şivengah! Bu vahşi saha-i rezm-i anasırda çıkar guya Hafi bir şehka-i memdud-i şekva kalb-i eşyadan Kudurmuş tünd-badın zahm-ı dendaniyle en berna Kavi şeyler bile hep muztarib mecruh titrerken Olur yalnız bu müdhiş hale … birkaç martı – yekpare Bir istihkam-ı ahen-sine-asa hakim-i etraf Göğüs vermiş hezaran darbe-i mermi-i edvara – Müheykel bir taş üstünden nigah-endaz-ı istihfaf. Mevzu’-i bahsimiz olan atalet yüzünden bizde bir fırka daha peyda oldu ki o da gerek hükumat-ı İslamiyyenin mekatib-i resmiyyesinde gerek dahil ve haricdeki mekatib-i ecnebiyyede yeni usul üzere tahsilde bulunan müte’allimin fırkasıdır. Şunu da söylemeliyim ki Kırım Kafkasya Semerkand Buhara Hind gibi memalik bahsimin haricindedir. Çünkü o havali halkının ahvalini çokluk bilmiyorum. Bununla beraber gördüklerimi iyi gördüm; kendilerinden İslam nında tesadüf edebildiğim zevat tahsillerini bilad-ı garbda halde din-i İslam’ın lübbüne ruhuna öte tarafda zühd ü takva iddi’asında bulunan birçoklarından daha ziyade vakıf daha ziyade mütemessik bulunuyorlar da dinin adat-ı sahihasından hiçbirini terk etmek gibi bir mübalatsızlık izhar etmiyorlar. Bunlar ne güzel müte’allimlerdir Cenab-ı Hak emsalini teksir etsin. Benim asıl bahsetmek istediğim müte’allimin fırkası Mısır’da Suriye’de ve sair memalik-i Osmaniyye’de bulunanlardır. manlara içlerinde gayr-i müslim bulunan hatta kaffesi gayri müslim olan belki din-i İslam’dan başka bir dini tervic için te’sis edilen resmi ve gayr-i resmi mekteblere evladlarını göndermeye müsa’ade etmişdir ki bu kabilden olan babalar çocuklarının aka’idi salim kaldıkça kimsenin hedef-i i’tirazı olmaz Çocuklar diyanet-i İslamiyye da’iresinde bir tarz-ı ta’limden eser olmayan hatta çok def’alar başka bir dinin ahkamı telkın olunan ecnebi mekteblerinde bulundukça akıdeleri bazen za’afa giriftar oluyor bazen de külliyyen silinerek yerine büsbütün muhalif diğer birtakım akıdeler geliyor ki bu hal çok def’alar görülmüşdür. Eğer çocukların babaları aka’id-i diniyyelerini bilseler icabında dela’il-i ikna’iyye serdine muktedir olsalar evladlarının aka’idlerini tezelzülden muhafaza edebilirlerdi. Lakin bu nasıl kabil olabilir ki vaktiyle değil kendileri gibi acezenin havas geçinenlerin bile anlayamadığı bir surette tahsil görmüşler öyle olmasa idi de meramını anlaşılabilir surette izah edecek erbab-ı irşad olaydı o çocuklar da bunların isrine ittiba’ ederek dalalden kurtulurdu. Fakat hayfa ki atalet her şeyi müşkil her teşebbüsü muhal yapdı çıkdı. çocuklarına ataletin bir cinayetidir ki zavallıları hiç haberleri olmaksızın dinsiz edib bırakıyor. Bari dinden mahrum kaldıklarına göre akvam-ı garbiyyenin tabayi’ine vakıf olmayan bazı gafillerin zannettiği gibi onun yerine hikmet edeb yanların kalblerinde dinin yerini tutacak hiçbir kuvve-i mani’a görülemiyor meğer ki hayırdan alıkoyan şerre sevk eden bir takım temayülat olsun. Artık heva ve heves bunlar koşuyorlar mahvoluyorlar mahvediyorlar. İşte lisan-ı cera’idin hergün feryad edib durduğu ağniya-zadelerimizin fenalıkları göz önünde durub duruyor. Hiç şübhe yok ki bunların ilminden cehl bin kat hayırlıdır. Keşki İslam ta’lim ve ta’allümün bu tarzına müsa’id olmasaydı. Dine dair ufak tefek bazı şeyler ta’lim edilen resmi yahud gayr-i resmi mekatibdeki talebeye gelince: Bunlar fünun ve ma’arif-i mütenevvi’adan bazı mebahis öğreniyorlar. Ka’inat-ı semaviyyeye mevcudat-ı arziyyeye mesa’il-i ictima’iyyeye aid birtakım hakayika vukuf peyda ettikleri için bulundukları yerlerde ona dair söz söylemek istiyorlar. Zaten bildiği şeyden bahsetmek insanın tabi’atı iktizasındandır. Şimdi böyle bir gencin sözlerini surette mütedeyyin müteşerri’ geçinen lakin hakıkatte esrar-ı diniye külliyen bigane bulunan erbab-ı tasallufdan biri işidir işidmez akıde-i İslam’a muhalif zannıyla levm ü tekdire ber-mu’tad huruc ani’d-din ile ithama başlıyor. Şimdi o genç kendi dela’ilinin kuvvetinde şübhesi olmadığından ma’amafih dini de bilmediğinden kendisini mu’ahaze eden adamın sözlerini şer’i zannederek artık cehilden ne kadar nefret ediyorsa dinden de o kadar sıdkı sıyrılıyor. Böyle bir gence biri çıkıb sen kendin kütüb-i diniyyeye müraca’at edersen sözlerinin sıhhatine hasmının cehaletine dela’il bulursun dese evvela hangi kitaba müraca’at edeceğinde şaşırıyor saniyen eline alacağı asarın o mu’akkad ibareleri arasından bir me’al çıkaramıyor. Bina’en-aleyh insan anlayamayacağı bir şeyden nasıl nefret ederse o da dinden öylece nefret ediyor. Bundan dolayı gençlerin birçoğu din anlaşılmaz bir şeydir zannında bulunuyor da ondan büsbütün yüz çeviriyor. İslam’ın aka’idini adabını feza’ilini bir tarafa bırakarak başka adat taharrisinde bulunuyor. Halbuki onu da bulamıyor. Onun için görülüyor ki kalblerinde şehamet yok himmetleri kasır bütün emelleri avam-ı nas gibi tevsi’-i ma’işetden iktisab-ı cah ve mansıbdan ibaret hem bu maksadı istihsal için hangi tarik olursa olsun süluk etmekden geri durmuyorlar. Şan ü şeref payidar olsun da umumun veya hususun mazarratı varsın gözedilmesin diyorlar. İçlerinde vatanperverlik bütün sözlerinden ne bir esas ne bir ilm-i sahih hiss olunmuyor. Bunun için memleketin salahı namına hareket ederken fesadına çalışmış oluyor. Birtakımları da din namına hareket etmek istiyorlar. Lakin şeri’atin hiç bir hükmünü dinin hiçbir aslını öğrenmeye lüzum görmedikleri için bütün mahsul-i mesa’ileri bir yığın sözden ibaret kalıyor. Eğer bu feryad ettiğimiz atalet mani’ olmaya idi bunlar dinlerine aid kitablarda hamele-i şeri’atin sözlerinde kalblerine ferah verecek ruhlarını itmi’nan içinde bırakacak birçok haka’ika muttali’ olurlardı da gıda-yı ilmi lezzet-i din ile memzuc olarak tadarlardı. O zaman hem kendilerini hem milletlerini müstefid ederlerdi. Ümmetin umur-i siyasiyyesinde terakkiyyat-ı ictima’iyyesinde ara-yı sa’ibesine müraca’at olunur bir tabaka-i aliyye sırasında bulunurlardı. Cem’iyyat-ı beşeriyyenin mebde’-i te’essüsünden asr-ı hazır-ı medeniye kadar güzeran eden ezman-ı muhtelifede tarih-şinasanın ma’lumudur ki hiçbir kanun-ı medeni ademiyetin sa’adet-i hakıkiyyesini kafil olamamış terakkiyyat-ı maddiyye-i beşeriyyeti husule getirdiği halde ma’neviyyat ve ahlak-ı insaniyyeyi aksa-yı tekemmüle sevk edemeyerek bütün amal ü mesa’inin hilafında bir girdab-ı sükut ve tezellüle doğru sürüklemişdir… Tekemmülat-ı medeniyyenin bu devre-i ahiresinde mevcudiyetlerini te’min eden akvam ve milelin kaffesine umumi bir nazar atfedilse görülür ki bu kavm ü milletler maddeten son derece müterakkı oldukları halde ma’nen ve ahlaken medeniyetleriyle kabil-i tevfik olamayacak mertebe-i süfliyyede bulundukları tahakkuk eder. Edvar ve inkılabat-ı tarihiyyenin şu sahne-i ahire-i medeniyyesinde terakkiyat ve kemalatıyle ihtira’at ve keşfiyyatıyle büyük bir rol oynayan Fransız İngiliz Alman Amerikan akvam-ı mütemeddinesine bir nazra-i tefahhus atfedelim: Bu vasi’ ve bi-payan afak-ı tekemmülatda her lahza-i tedkık ve tecessüse bütün uryani-i kat’iyyetiyle çarpan bir hakıkat-i ebediyye vardır ki o da bu kavimlerin bila-istisna fakat derecat-ı mütefavitede atiyen müdhiş ve mahuf bir Fransa –ki cihan-ı medeniyet ve terakkıde bir mevki’-i mu’azzam ve muhteşem işgal eder– asar-ı tekemmülat-ı maddiyyesinde ihraz ve iktisab eylediği mertebe-i mu’alla-yı nin ve hazin levhalar öyle zehrin ve mahuf manzaralar mevcud ki insaniyet bu elvah-ı feci’a-i zindegi karşısında bütün bu felakat-ı meş’umenin bütün bu levsiyyat-ı menhusenin zebun-ı kahr ü işkencesi olarak inleyen feryad eden zavallı efrad-ı mazlume-i beşeriyyet bi-çare evlad-ı mağdure-i ademiyyet için ta a’mak-ı hüviyyetinden isyanlarla feveran eyleyen avaze-i samimi-i te’essüfiyle matemlere eninlere müstağrak nalan ve baki titrer çırpınır… Bu ahval-i mü’essifeye hiç şübhe yokdur ki Fransa’da mer’iyyü’l-icra olan kavanin-i hazıra-i medeniyyenin milletin ahlak ve tabayi’ini tanzim ve ıslah edecek bütün mühacemat-ı mülevveseden vikaye ve sıyanet eyleyecek derece-i metine-i mükemmelede olamayışı ve dolayısıyle adab u vusul-i mu’aşeret-i milliyyenin insaniyetle gayr-i kabil-i te’lif bir hal-i müstekrehde bulunuşu sebebiyet vermişdir. Fransa’da kisve-i medeniyyet altında öyle vahşet-amiz münasebat ve mu’amelat vardır ki bunları bi-hakkın tasvir adab-ı umumiyyeye büyük bir hatve-i tecavüz ve ta’arruz teşkil eder. Bu harekatın mahiyyat-ı çirk-aludunu ancak kuva-yı müfekkire bir suret-i hususiyye-i nühüftde ta’yin edebilir. Bu halat-ı mülevvesenin en celi ve aleni ma’kes-i fezayih ve reza’ili balolar kafe-konserler denilen ve medeniyetin derece-i terakkı ve te’alisinin büyük bir bürhan-ı şa’şa’adarı! diye telakkı ve tevsim edilen mevakı’-ı şena’at mahall-i habasetdir. Bu adab ve usul-i mu’aşeret nazar-ı dikkate alınarak buna Fransızların ahval-i ruhiyyeleri de ilave edilirse bunun o kavim üzerinde husule getireceği halat ve te’sirat vazıhan meydana çıkar. dan daha az şiddetli bir suretde hükümran olduğundan te’siratını icra ediyorsa da İngilizlerin salabet-i ahlakiyyeleri ve ahval-i ruhiyyeleri inkıraz-ı ahlakinin Fransa’daki sür’atiyle terakkı etmesine biraz mani’ oluyor. Lakin velev ki tedricen olsun netice hep birdir. Orada da ahlaksızlık netayic-i mü’essifesini vücuda getiriyor.. Alman ve Amerikan akvamı da mevcudiyet-i siyasiyye ve ictima’iyyece bunlardan daha yeni oldukları halde o menhus inkıraz-ı ahlakıden kurtulamayarak mütemadiyen tedrici bir suretde ahlakları bozuluyor. Çünkü bunlarda da o medeniyetin lazım-ı gayr-i müfarıkı! olan balolar kafekonserler gibi me’akis-i fezayih ve reza’il mevcuddur. Diğer milletler de onlara kıyas edilebilir. Burada şayan-ı dikkat bir nokta var: Bu dört yerde de ebediyyen veda’ eyleyib feci’ ve hazin bir suretde alem-i mevcudiyet-i insaniyyeden uful eden erkeklerden ziyade zavallı kadınlardır. Avrupa’da zahiren muhterem ve mübeccel tutulan bi-çare beşeriyet valideleri kendi veza’if-i insaniyye ve ictima’iyyeleri olan mürebbi-i ademiyyet mu’allim-i feza’il ü mehasin sıfat-ı mümtaze-i mukaddesesinin hilafına olarak öyle meratib-i semm-alud-i süfliyyetde bulunurlar ki beşeriyetin bu a’za-yı rakıka-i mu’azzezesinin bu detin böyle mevakı’-ı mülevvese-i çirkabda bulunmasına insaniyet bütün mevcudiyet ve hüviyetiyle için için matemdar ve bakı inler.. Ve bu öyle feci’ ve hun-aluddur ki bu elvah-ı pür-ahzan ü felaketin karşısında isyanlar meraretlerle rihalarla daraban eylemeyen bir kalb-i nezih ü asil tasavvur ve tahayyül edemem… Şimdi biraz da İslamiyet’i medeniyet-i İslamiyyenin bidayet-i te’essüsünde Arabları Arab hayat-ı ictima’iyyesini tedkık edelim: Tarihin en vazıh hakayikındandır ki Arablar ahkam-ı ulviyye-i şeri’ati tamamıyle tatbık ettikleri zamanlar maddeten terakkı eyledikleri kadar ma’nen ve ahlaken de bir mertebe-i kusva-yı kemalatda idiler. Vakta ki ahlak-ı metine-i tatbik-ı ahkam-ı şeri’atde tekasül ve tesamüh göstermeye başladılar o vakit bir suret-i tedriciyyede ahlakları munkarız olarak bu inkıraz terakkiyat-ı maddiyyelerine de su’-i te’sirle nihayetü’n-nihaye medeniyyet-i Arabiyyeyi mahkum-i inhitat eylemişdir. Çünkü: İnkıraz-ı ma’neviyyat inkıraz-ı maddiyatı badidir.. Ma’nen ve ahlaken mertebe-i süfliyyede bulunan milletlerin medeniyetleri mevcudiyetleri sukut edeceği tabi’idir.. Buna en birinci misal Arablarla Romalılardır. Zamanında şimdiki milel-i mütemeddine-i muhteşeme derecesinde bulunan Romalılar duçar-ı inkıraz-ı ahlakı olmalarıyle bu sukut-ı müdhiş ve feci’ mevcudiyet-i maddiyyelerini de vadi-i lemden silip süpürmüşdür. Ve bu kanun-ı tabi’i-i ezeli bütün akvam için aynıdır. Tabi’atta istisna olmaz; tabi’at İngiliz ve Fransız’a Alman ve Türk’e bakmaz. O kendisinin ahkam-ı kat’iyyesine muhalif hareket edeni bütün kuvvet ve mevcudiyetiyle te’dib eder. Hakayik-ı mücerrebedendir ki insanlar arasında kava’id-i sa’adet-i hakıkiyyeyi vezaif-i mütekabileyi an’anat ve dekayıkıyla mahiyet ve gavamızıyle te’sis ve teşkil edecek şeri’at-ı garra-yı İslamiyyeden ma’ada hiçbir kanun hiçbir nizam mevcud değildir. Çünkü: Kaffe-i ihtiyacat-ı beşeriyyeyi layıkıyle düşünecek anlayabilecek bir uzv-i ademiyetin vücudu gayr-i kabil-i tasavvurdur. Ve bu muhakkakdır. Şerayi’-i saire ise muharref olduğundan onların da bunu vücuda getirebilmeleri müstahildir. Avrupa kavanin-i medeniyyesinde tekemmülat-ı ahlakiyyeye mani’ pek çok noksanlar vardır. Ezcümle işretin adem-i memnu’iyyeti mahi-i ahlak bir takım mevakı’ın kanunen men’-i kuşadına teşebbüs edilmemesi o noksaniyyetin başlıcasını teşkil ederler. Bundan başka kavanin-i mezkurenin ekserisinde gayr-i kabil-i tecviz ve müsamaha birçok müsa’edat-ı na-layıka mevcuddur ki bunlar da milletin ahlakı dekayıkı ef’ali üzerinde pek büyük su’-i te’sir icra ederler. İ’dam cezasının adem-i tatbiki veya nadiren icrası kısasın külliyen mefkudiyyeti Avrupa’da hatır ve hayale gelmeyen cinayetlerin sirkatlerin vuku’una sebebiyet veriyor. Avrupa ve ba-husus Amerika hukukiyyununun ahkam-ı şeri’ate yalan yalnış birtakım i’tirazatı vardır. Mesela: Amerika hukukiyyunu kısasın bir cüz’ü olan ceza-yı i’dama yor; bu suretle cem’iyyet-i beşeriyye bir ferdini kaybediyor eğer biz katili de öldürürsek cem’iyyete iki zarar veriyoruz. Onun için biz bu katili okutalım feza’il-i insaniyyeyi veza’ifi tahliye-i sebili cihetine gidelim.” Vakı’a o katil senelerce kendisine telkın-i feza’il edilirse ahval-i ruhiyyesindeki tebeddülatla ıslah-ı hal edebilir. Bu doğrudur. Lakin diğer tarafdan cinayatın kıtalin kesret-i vuku’una da sebebiyet verir. Çünkü birisini katledecek olan adam cezanın hiffetini derpiş-i te’emmül ederek fi’l-i cinayeti daha cesaretle icra edebilir ve bunu diğerleri de ta’kıb eder; ve bu suretle hükumet de cinayatın vuku’atın önünü almaya muvaffak olamaz. Zira pek çokdur. Sonra da “Ceza-yı tatbikdir” derler. Eğer birisini öldürmek icra-yı fuhuşda bulunmak medeniyet ise bu pek doğrudur . Hele fuhuş.. Avrupa’da o kadar çokdur ki ahalinin belki nısfından fazlası frengiye tutulmuşdur. Fuhuş velev ki tarafeynin rızasıyle paranın leme’at-ı ikna’iyyesiyle olmuş bulunsun vahşetdir. İsterse medeniyetin enzar-ı hariciyyeden bütün hakayik-ı mülevvese-i hayatı kazib televvünlerle alayişle gizleyen parlak ve şa’şa’adar kisvesinin saye-i lütfunda bulunmuş olsun yine vahşet daima vahşetdir. Hatta bu vahşetde iştirak-i zımni-i umumi de mevcuddur. fehvasınca vahşete vahşetle medeniyete medeniyetle mukabele edilir.. ve bu muntafidir. Kısas dolayısıyle ceza-yı i’dam tamami-i insaniyyet te’essüs etmedikçe kavanin-i milelden kalkamaz ve kalkmamalıdır. Aksi takdirde sa’adet-i hakıkiyye-i hayat mahv ü tebah olarak inkıraz-ı ahlaki-i millet bütün dehşetiyle nazra-gir-i te’essüf olur ve zavallı beşeriyete elim cerihalar hunin manzaralar hazin ve zehrin levhalar teşkil eder. Hiddet şehvet gibi halat-ı nefsaniyyenin te’siratı hadisatı havf ü hirasın mücazatın şiddetiyle mütenasibdir. Vakı’a bu emraz ve hevasat son devre-i akuriyyesinde cinnetden ma’duddur. Ve bunun te’siri ekseriyetle vahimdir. Lakin hiç olmazsa katil ve fuhuş gibi cinayatı yapmaya kalkışan adam cezanın dehşetini derpiş-i te’emmül ederek emraz-ı mezkureyi son devre-i şiddete getiren esbabdan vesa’itden kendisini vikaye ederek o ef’al-i meş’umeyi icra etmez. Hatta bazen bu halat-ı nefsiyyenin son devresinde bile cezanın şiddetinden münba’is havf ü haşyet cinayetin vuku’unu men’ edebilir… Şeri’at-i İslamiyye’de kısas vardır diyerek öyle gelişigüzel etmekle beraber cinayetin failinin ahval-i ruhiyyesini o esnadaki mevki’ini ma’ruz kaldığı te’siratı cinayete sebebiyet veren halatı ariz ve amik tedkık ve mütala’adan sonra hükmünü verir. Katl-i zaruri şeri’atde vardır. Vikaye-i ırz u namus tahlis-i hayat gibi hususatda –eğer hakıkaten ve kat’iyyen icab ederse– katle müsa’ade eder. Lakin muhakeme esnasında da katle olan mecburiyetin isbatını şediden ve musırran taleb eder.. Vakı’a fakr u zaruretin cehl ü nadaninin de cinayata fuhşiyyata pek büyük te’siri vardır. Lakin bu şu ahval-i mü’essifeye sebeb-i asli teşkil edemez. Çünkü: Fransa meydanda… Servet-i umumiyyece dünyanın en zengin milletlerinden ma’dud olan Fransızlarda fuhşiyyat fakr u zaruret nayat ve kıtal sirkatler de bundan aşağı kalmıyor. Cehle gelince: Fransa ve sair milel-i mütemeddine ilim ve irfanen bir seviyye-i refi’ada bulundukları okumakdan mahrum olanlar yüzde beş derecesine indiği halde fenalıklar pek ziyade bir sü’ratle ilerliyor. Bina’en-aleyh bu seyyi’ata asıl sebeb bu fecayi’ ve vekayi’i asıl vücuda getiren kavanindir. Kavaninin noksaniyeti hati’atıdır.. Hükumat-ı mütemeddinenin hiç birisinde insaniyet ve fazileti bütün teferru’atıyle sıyanet ederek ahlak-ı milliyyeyi şehrah-ı sa’adet ve tekemmüle sevk edecek bir kanun bir nizam asla mevcud değildir; hemen hepsi terakkıyyat-ı maddiyyeyi vücuda getirdiği halde milletin ma’neviyyet ve ahlakını ebedi bir sukuta mahkum ediyor. Çünkü: Felsefe-i ictima’iyyatı hikmet-i hayat-ı insaniyyeyi kaffe-i tevabi’iyle şu’ubatıyle kaffe-i levazım u ihtiyacatıyle bütün deka’yık ve gavamızıyle Halbuki şeri’at-ı garra-yı Muhammediyye servet ve samanın vücuduna sebebiyet vereceği sefahatin; fakr u zaruretin husulyab edeceği sefaletin te’sirat ve hadisat-ı müdhişesine felakat ve seyyi’at-ı mülevvesesine bir çok ahkam-ı metine-i hakıkıyye ile birçok kavanin-i la-yetegayyere-i aliyye ile birçok kava’id-i mantıkıyye-i hikmet-amiz ile mecburu’l-ihtiram u inkıyad bir sedd-i ahenin teşkil ederek insanlar arasında sa’adet-i hakıkıyye-i hayatı istihsal etmiş veza’if-i mütekabile-i ictima’iyyeyi her ferde ta’lim ve telkın Bina’en-aleyh yukarıdan buraya kadar bast ü temhid ettiğim mütala’atdan müsteban olmuşdur ki ictima’iyyatı bütün beşeriyetin müstefid ve müstefiz olacağı bir hale getirerek sa’adet-i insaniyyeyi istihsal etmek ahkam-ı mukaddese-i şeri’atin nazar-ı i’tibara alınmasıyle olabilecekdir.. Demek isterim ki ale’l-ıtlak Avrupa kavanini ile idare-i umur edersek onların duçar oldukları inkıraz-ı ahlaki muhakkakdır gayr-i kabil-i mukavemetdir.. Bizde şeri’atin tatbikinde mahzur görenleri bu tereddüde sevk eden şey anasır-ı Osmaniyye içinde gayr-i müslimlerin de mevcudiyetidir. Halbuki evvelen: Hükumet resmen bir hükumet-i İslamiyyedir.. Saniyen: Ahkam-ı şeri’at anasır-ı gayr-i müslimenin felaketini değil sa’adetini temin edeceğinden hiçbir şikayete hakları yokdur; eğer sa’adetlerini refah ve istirahatlerini istiyorlarsa… ve buna emin olalım ki; Avrupa’nın adat-ı ahlakıyyesini kabul edecek olursak bundan en ziyade mutazarrır ve felaket-dide olacak kadınlardır çünkü ahlak bozukluğu te’siratını en ziyade onlar üzerinde kerrem ve mu’azzez olmaları lazım gelen kadınlar pek hazin bir girdab-ı sukut-ı süfliyyetde yuvarlanacaklardır. Çünkü erkekler amal-i gayr-i meşru’alarını hevesat-ı çirk-aludlarını bu zavallı za’if vücudlarda tatmin ve tesviye etmeye kalkışacak bu suretle beşeriyetin bu mukaddes valideleri sefil ve zelil nalan ve baki levsiyyat ve seyyi’at içinde galtan olarak kurban-ı gadr ü hıyanet hedef-i zulm ü dena’et olacaklardır. Bina’en-aleyh akvam-ı beşeriyyenin duçar olmuş bulunduğu ahlak bozukluğundan ancak ahkam-ı şeri’atimizi nazar-ı i’tibara almakla kurtulabileceğimizi nazar-ı dikkate alarak müdebbir ve basiretkar davranmalıyız. Aksi takdirde tında zebun-ı kahr u işkence müstağrak-ı alam-ı felakat inleriz. Zevahir-i medeniyyede iktisab-ı kemalat etmekle beraber hakıkatde Fransızlar ve sair milel-i mütemeddine kadar mes’ud! oluruz. Milletler kendilerine hidemat ve menafi’de bulunmak saniyete de hizmet etmekle mükellefdirler.. İnsaniyeti kale almayan akvam ve milel pek çabuk saha-i mevcudiyyetden uful ederler. Su’-i ahlaka mübtela eşhas ve efrad nasıl nazar-ı insaniyyet ve feza’ilde mes’ul ve merdud iseler o türlü eşhas ve efradın hey’et-i mecmu’asından ibaret olan milletler de aynı suretle enzar-ı medeniyyet ve insaniyyetde zelil ve hakır olurlar… Resimli Kitab’ın son nüshasındaki “Izah ve İstizah”ın bir kari’-i te’essüf-hanı da benim.. Muharrir Safvet Nezihi Bey’i devr-i istibdad sahayif-i cera’idinin delalet-i yek-ruzesiyle gıyaben bilirim. Safvet Nezihi Bey hame-i ru-siyahının birkaç damla mürekkebiyle Şemseddin Bey gibi bir vücud-i afifin nasiye-i haysiyetine leke sürmek istiyor…Bu hareketini yerden asumana çirk-i istihkar atmaya benzetirim ki muharrir o mermi’-i hakaretin hedef-i layıkını yine kendisinin semt-i re’sinde aramalıdır. Safvet Nezihi Bey eserinde Şemseddin Beyefendi’nin meb’usan-ı millet huzurunda Arapça söylemesini ser-rişte-i tehzil ittihaz ederek –elindeki ipliğe eşkal-i guna-gun veren şu’bede-bazlar gibi– tuhaflık etmek Resimli Kitab kari’lerini güldürmek istiyor. Nezihi Bey bilmelidir ki istihfaf etmek istediği adem kendisi gibi şu’un-i ruz-merre yazar bir muharrir değildir. Bu Osmanlı hükumet-i felaket-zedesi birkaç ecnebi devlet-i mu’azzamasına karşı nefs-i mehibinde temsil etmiş bir sefir-i afifdir. Nezihi Bey’e sorarım: Bir mudhike-nüvis çıksa da bir hokkabaz-ı mahir tavrıyle hame-i beyanını Safvet Nezihi Bey’in meyan-ı mahiyetine takarak kendisini milletin perde-i temaşası fevkıne çıkarıp bir kukla kıyafetiyle oynatsa memnun olur mu? Yahud bir muharrir-i mizah-perver zuhur etse de efkar-ı münevver-i müstehziyanesini bir kandil gibi Nezihi Bey’in sima-yı hüviyyetinin bala-yı enfine takarak kendisini halkın enzar-ı handa-handi önünde dolaşdırsa rıza gösterir mi? Şemseddin Bey devr-i istibdadda Tahran Sefir-i Osmanisi ması lazım gelmişdi. İşte Şemseddin Bey duvarlarının her hacer-paresi kadid olmuş bir kafatasını kapılarının her sütun-ı sefidi kollarını açmış bir şehid iskeletini tasvir eden Yıldız Sarayı ha’ilinin icabat-ı mevcudesi gibi ta’zibat-ı muhtemelesini de o zaman nazar-ı girye-bar-ı hamiyyeti önünden ber-taraf ederek o resm-i tahlife merdane şitab etdi. Safvet Nezihi Bey Efendi ma’ruz kılarak Şemseddin Bey tahlif resminde isbat-ı vücud ederken siz zannedersem o zamanki İkdam veya Sabah’ın ma’kes-i matem-i millet olan kara sütunlarına kaleminizi bu kavmin cebhe-i cerihadar-ı mukadderatına batıra batıra selamlık resm-i alileri yazıyordunuz. Hem de tali’a-i teşrifatının sarı sırmaları yakut nişanlarıyle rib-i matem-nakine benzeyen o alayı ne ceberut-amiz kelimelerle yazıyordunuz! Bu cinayet-i vicdaniyye önünde libas-ı acz ü matemine bürünen– enin-i levm ü tel’ini diğeri de Mihran Efendi’nin yahud Cevdet Bey’in elinden yazı masanıza düşen birkaç mecidiyenin tanin-i simini idi. Şemseddin Bey sefaret-i Osmaniyye ile Avrupa’da gezdiği zamanlar her bulunduğu payitaht-ı ecnebiyyede hanedan-ı saltanat a’zası kendisinin vakar-ı zatına –huzur-ı mehibinde Siz ise bir risaleye bir tiyatro yazmak için ira’e edilen nakd-i kalil karşısında mest-i la-ya’kıl-i menfa’at kesilerek sada-yı bi-huşane-i ta’arruzunuzu o sefirin yalnız huzuruna değil haremgah-ı beytine kadar idhal ediyorsunuz da a’za-yı muhaddere-i hanedanını sahne-i tehzile çıkarıyorsunuz. Düşünmüyorsunuz ki bir müslümanın ailesi onun vicdanı demekdir vicdanı gibi masun vicdanı gibi mesturdur. Garb’da hanedan-ı saltanat perverdelerinin mazhar-ı ta’zimi olan rical-i siyaset Şark’da alem-i edebiyyatın ahadı nası itlakına şayan olan muharrirlerin amac-ı ta’arruzatı olmak şerefpezir-i idraki olduğumuz bu iyd-i hürriyyetin tezahürat-ı süruru mudur?! Eğer böyle ise ben buna hürriyet bayramı değil rezalet karnavalı derim. Safvet Nezihi Beyefendi Kaleminizle Resimli Kitab kari’lerini güldürmeye değil muktedirseniz şu günlerde milletin tali’-i ebed-giryanını handan etmeye çalışınız… Şu maddi beden kendisini muhit olan müessirat-ı tabi’iyyenin hücumundan masun kalabilmek her tarafdan mahsur olduğu arızaları endişeden kurtulmak için bir barınacak yere ne kadar muhtac ise; ihtisasat-ı ma’neviyye temayülat-ı kalbiyye de fıtraten kendisinde merkuz bulunan darü’l-emane o kadar muhtacdır. hava’icini kaza ile iktifa etsin de artık kaderin yarın öbür gün kendisini nereye ne hale sevkedeceğine karşı lakayd bulunsun. Heyhat! İnsanın öyle ruhani metalibi vardır ki onlara olan tehassürü maddi metalibini istihsal edemediği zaman duyacağı te’essüründen hiç aşağı kalmaz. Hatta efrad-ı beşerin tekemmül etmiş olanlarında his ve idrak o kadar inceliyor ki ruhlarının amalini hangi sınıfdan olursa olsun bütün cismani hevesata tercih ediyorlar. Ne hacet hiç birimizin hiç bir zaman hatırından geçmediği yokdur ki kemal-i asudegi-i kalb uğrunda dünyanın bütün dil-firib ezvakından tecerrüdü cana minnet bilmeyelim. Allah aşkına olsun söyle: Hayatının hiç bir deminde sende bir fikir uyandı mı ki seni ruhuna ruhunun me’adine; aleme alemin ahvaline; şu muhatı olduğun ka’inatın tehalüf-i enva’ ve ecnasına im’an-ı nazara sevk etsin de sende evvelce duymadığın bir ulvi his uyandırsın? Öyle bir his ki bu alem-i şühudda bir kaç günlük hayatını tehdid etmekde olan arızat-ı tabi’iyyeye karşı sığınacak barınacak bir ilticagah olmadığını sana re’ye’l-ayn gösteriyor. Öyle bir his ki basıra-i vicdanını bu hakdandaki eşya-yı kesifin mugfil zevahirinden çeviriyor da kalbinin üzerinde yığılarak onu mahiyetine mahremiyetden men’ eden perdeleri yırt diye sana haykırıyor. Öyle semavi bir his ki asla bu cibillet-i hayvaniyye tabi’atında değil de alem-i mevcudiyeti azamet-i aksamiyle beraber sana ufacık gösteriyor; şu melekut-ı arziyi füshat-ı eb’adına rağmen nazarına muhakkar bir suretde arz ediyor; onun mehalikini hataratını öyle açık bir tarzda anlatıyor ki artık buradan kaçmaya bir çare arıyorsun sığınacak bir me’va taharrisine kalkışıyorsun. nev’-i beşere merhamet etmese idi de gava’il-i ma‘işet denilen kuyud kendilerini bu hissin şevkine kapılmakdan alıkoymasaydı insanlar dünyayı i’mar etmekden vazgeçerek badiyelere çıkarlar her taraftan muhat oldukları bu hatarın elinden sine-çak olurlar arş-ı Huda’ya doğru ref’-i nida-yı Madde simsarlarını bir tarafa bırak; onların tervic-i ebatil kıymetli hayatın bir anını da kendine kendini düşünmeye hasret. Sinende daraban edip duran şu kalbe bir danış. Onun cevelan-gah olduğu ihtisasatı kendisinden bir sor sonra gel bana söyle ki o ihtisasat seni nerelere kadar götürüyor? Senin o kalb-i hayret-zedenin hafakanı halecanı bu unsur-ı hakinin hangi noktasında sükun buluyor? Daha sonra bana haber ver ki bu küre ile üzerindeki eşya; sinesinde parlayan süreyyalariyle sema hakkında ne hüküm veriyorsun? Mansıbları ikbalları ünvanları servetleri bunların debdebesini arayişini nasıl buluyorsun? Hepsi de nazarında mahv u in’idama meyyal görünmüyor mu? Bugün nasılsa ayniyle yarın da hırman ve ibtiladan şeda’id ve mesa’ibden alam ve eskamdan evham ve hayalatdan başka bir şey tevlid etmeyecekler değil mi? Müşahededen sonra bürhan tecrübenin fevkınde irfan olabilir mi? Senden evvel gelip geçenlerin içinde öylelerini gördün ki saltanatın leri önünde ser-be-zemin-i sücud olmuş; Halık’ı bırakarak onlara tapmış! Pekala bunların en ileri gidenlerinin akıbeti ne oldu? Har ü has derekesine inerek ayaklar altında çiğnenmedi mi? Perestar-ı ikballeri hademleri haşemleri tar u mar olmadı mı? Bu fani alemin na-payidar ikbali onları bir müddet ser-germ-i gurur ettikden sonra serir-i azametleri kasırgaların hücumiyle yerlere serilen ağaçlar gibi devrilip gitmedi mi? Evet rahat ve sükun zamanlarında efkar bu yolda bir çok tasavvurat-ı ulviyyeye cevelan-zar olur ki bu da ruh-ı insaninin mümeyyizatındandır. Bu dakikaları idrak hususunda cahilin kalbiyle aliminki arasında fark olmadığı gibi bunun zaman ile mekan ile de münasebeti yokdur: Her vakit her yerde birdir. Akvam-ı kadimenin bugün duyduğumuz şi’irleri şarkıları şu da’vamıza delil olabilir. İşte o asar onlarda da böyle ali tasavvurlar bulunduğuna tercüman olarak bize gösteriyor ki bu hasisa bizde fıtridir. Beşeriyetden bu hissin bu idrakin istirdadı adla’ın o metin Hayatımızda tesadüf eylediğimiz hadisatın her biri bu hissi ikaz eder i’la eder. Akrabamızın hastalığı yaranımızın felaketi kendimizin bedenen malen yahud iyalen musibetzede oluşumuz hülasa her hadise bu hissi bidar eden esbabdan başka bir şey değildir. Halbuki insan şu üç günlük hayat içinde bu gibi hadisata ne kadar çok ma’ruz bulunur! kendisine teselli verecek bir dest-i müvasata; ızdırabatını ta’dil edecek bir yar-ı gam-güsare; elhasıl düşmüş olduğu vartadan tahlisine çalışacak bir dest-gire muhtacdır. Zaman-ı felaket bir devr-i ümid değildir ki insan öyle bir hengamda diğer zamanlarında olduğu gibi hayal ile oyalanabilsin. Bu devir cehd ü amel devridir. İnsan böyle bir devirde içini yakmakda olan o hiss-i elimden kurtulmak için bezl-i mechud etmeyecek olursa kalbini ye’sin o nar-ı cahimden daha şedid ateşin pençesine teslim etmiş olur. Evet insan zaman-ı felaketinde derdine çare-saz olacak bir dest-i müvasata muhtaçtır. Bir dest-i müvasata ki onun kendi hakkında babasından anasından bütün insanlardan daha şefik olduğuna kemal-i itminan ile mu’tekiddir; bir dest-i müvasata ki kendisinin gam-harı gam-güsarı olduğunu hem de onu düştüğü girdab-ı hayretden tahlis edebileceğini hissetmiştir; elhasıl bir dest-i müvasata ki pay-ı bikararını mezalik-ı idbardan muhafaza ederek kenar-ı selamete sevkeylemek için bütün mevcudiyetini ona tevdi’e bin can ile razı olmuşdur. alır; ruhu pare pare olup bedeninden pervaz etmek derecelerine gelir; acz ü za’fının hakıkatini anlar; kuva-yı maddiyye ve ma’neviyyesinin gayet naçiz olduğunu görür; şu kevn-i mehib içindeki mevki’inin mahiyetini idrak eder; bu alemde tek başına kalmış bir garib olduğunun daha doğrusu her taraftan tehacüm eden müessirat-ı tabi’atın önünde kaça kaça artık tab ü tüvanı kesilmiş zavallı bir şikar olduğunun farkına varır. Hangi cihete teveccüh ederse etsin ne derdine çare-saz olacak bir yar-ı zahire ne de etrafını kuşatan şeda’id-i dehre karşı bir penaha tesadüf edemez. Başını göğe kaldırır serabistan-ı fezada kemal-i samt u sükun şey görmez; gözünü yere diker dağlardan tepelerden ovalardan badiyelerden başka nazarına bir şey isabet etmez. Bunlardan hangisine doğru isal-i sada-yı istimdada kalkışsa ya kendi feryadının aksini duyar yahud o feryadda riyah ile hem-cereyan olur gider! Sonra kendine gelir etrafına göz gezdirir.. Kavm ü kabilesini kardeşlerini çocuklarını görür. Fakat heyhat o cema’atin musibetden azade olsun da hayatı mahv ile tehdid eyleyen hatıratdan alem-i kevnin malamal olduğu mehalikden tahlis-i nefs ihtiyacını ondan daha az hissetmiş olsun. Öyle dayanır hangi darü’l-emana sığınır? Kimi şayan-ı i’timad bulur kimden ümid-i necat eder. Artık onun için kendisini a’mak-ı ademden sahil-i vücuda çıkaran; bu kadar ibtilalarla mihnetlerle imtihana mahkum eden şu kuvve-i ezeliyyenin yed-i avalim-gir-i kudretine atılmakdan başka bir çare yokdur. erkan-ı hikmet üzerine te’sis etmişdir. İşte o kuvvetdir ki hiç bir şeyi na-be-mahal vaz’ etmemiş hiç bir zerreyi abes olarak vücuda getirmemişdir; işte o kuvvetdir ki baliğ bir hikmet azim bir maksad ile insana bu müteharri fikri bu ser-baz aklı bu müte’akis ihtisasatı bu mütezad temayülatı vermişdir. İnsan bu kuvvete münkad olursa kalbi sükunetyab olur; bir dest-i fevka’l-hayalin zir-i himayesinde bulunduğunu yakınen bilerek ruhuna itminan gelir. Lakin eğer artık ruhu nasıl nasibedar-ı itminan olur? Yahud rahat ve sükun denilen zevki nereden bulur? cek alamını ta’dile medar olacak bir yar-ı vefadara iftikardan kurtulamaz; ya aslü’l-hayat olan o kuvvete i’timaddan mahrum kalır da kendisini bu na-mütenahi kevn içinde tek ü tenha za’if her an mevcudiyetini mahvedecek binlerce müessiratın taht-ı tehdidinde görürse hali neye varır? tacdır; büyük büyük musibetlerin makhur-ı ibtilası olduğu zaman bir istinad-gahın bir darü’l-emanın vücudundan naümid bulunursa zavallının bu ye’s ile akibeti ne olur? olduğu için her hissinde her tahatturunda bir gaye-i kemale doğru ilerlemek ihtiyacındadır ki bu terakkıyi de hep o his tevlid etmektedir. Ya o insanın basıra-ı kalbi bütün mevcudatın ruhu fatır-ı kayyumu bütün cemal ve celalin müntehası olan zat-ı kibriyaya karşı ama-yı mahz içinde bulunur da bu ka’inat-ı hevl-engiz içinde şu sükun-i mehibden şu sükut-i müdhişden başka bir şey görmez bir şey işitmezse hali ne olur? midir ki her tarafdan kendisini muhit olan şu na-mütenahi ka’inat onun feryad-ı istimdadını işitecek imdadına şitab edecek bir semi’-i mucibden hali bulunsun? Enin-i kalbini duyacak leyal-i tenhadaki hasbihal-i ibtihalini dinleyecek bir guş-i merhamet bulunmasın? İnsana giran gelmez mi ki nazarını asümana doğru çevirsin de o füshat-seray-ı bi-intihada dehşet-engiz bir boşlukdan mahuf bir sükutdan başka bir şey görmesin? Asar-ı tarihiyyenin şehadetiyle sabitdir ki insan mesa’ibe giriftar olduğu zaman imanı daima kendisine en şefik bir tesliyet-saz en merhametli bir ta’ziyet-kar bulmuşdur. Bir felaketle müte’ellim ne kadar yürekler vardır ki iman olmasa parça parça olur niran-ı ye’s ile erir giderdi. Kavm ü kabilesi arasında refiü’l-kadr iken zelil olan sahib-i yesar iken fakir düşen bir adam karanlık gecelerde oturup idbar ve sefaletini düşünerek derin derin göğüs geçirirken eğer yanı başında bütün esrar ve hafayaya muttali’ olan düştüğü musibete karşı o zavallıya sabr u sekinet veren yahud servet ve bulunduğuna imanı olmasa nasıl teselli bulur? Şebabının henüz en teravetli devresindeki ciğer-paresini ga’ib eden bir mader-i mihriban yavrusunun bu alemin fevkınde bir alemde himaye-i Rahman’a vedi’a olduğunu bilmese; Halık-ı Rahim’in evladı hakkında kendisinden daha şefik olacağına iman etmese biçare kadının ruh-i herdem-heyecanı nasıl olur da aram-güzin olur? kendi hayatına hatime çektiren sa’ik onun makdurat-ı beşer üzerinde keyfe ma yeşa’ tasarruf eyleyen o kuvve-i kahire-i fevka’l-hayale adem-i imanından başka nedir? Şimdi biz diyemez miyiz ki: Iman insaniyetin levazımındandır hayat-ı arziyyenin havayic-i zaruriyyesinden biridir; bundan mahrum kalan bütün dünyayı yed-i yemin-i tasarrufuna alsa yine lezzet-i hayatdan mehcurdur; buna mazhar olan sefaletin zebunu olsa bile huzur-ı cavidani içindedir? Bizim gibi bütün erbab-ı im’an görmektedir ki insanların şeda’ide mesa’ibe karşı sabır ve tecellüdleri imanlarının kuvvetiyle mütenasip olmak suretiyle mütefavitdir. Hatta efrad-ı beşerden bazılarında yakın-i iman sayesinde nazar-ı yükseliyor ki zannedersem feylesofların sa’adet-i dünya diye aradıkları gaye-i ikbal bu hal olacakdır. Pekala mesa’ibin hücumundan korkarak daha musab olmadan vehm ü hayret içinde kalan endişe-i ati ile heyecanlara düşen bir takım adamlar için muvakkat bir suretde kendilerinden geçerek bulundukları hali unutmak emeliyle peymaneden istimdad edecekleri yerde imanlarını te’yide çalışmak lazım değil midir? Zaten ser-germi-i şarab ile bir an şedid olarak avdet eder. Bundan başka şu iki tarik-i teselli arasında büyük bir fark vardır. Zira nefsine yahud evlad u ya çabalayan adam kendisine karşı affı na-kabil cinayetler hunu öyle bir zevkden mahrum bırakıyor; halbuki onun kalbde uyandırdığı ruh-ı safanın kadrini ancak mü’minler bilir. O mü’minler ki “sinemizde ebed-cuşan olan zevki bilselerdi bizden silah kuvvetiyle almaya kalkarlardı” diyorlar. Saniyen o adamın sa’adete vüsul için yanlış bir yol tutması onu insan için tekarrübü helaka badi öyle bir takım uçurumlara sevkediyor ki hem kendisi hem de onunla beraber bir çokları mahvolup gidiyor. Nitekim şu akıbet sa’adet ve rahata arz-ı iştiyak eden fakat onu yoluyla aramayan çok kimselerde görülmüş ve görülmektedir. Lakin mü’min-i mu’tekide gelince onun hali büsbütün başkadır. Zira o bu alem-i kevnde hikmetsiz hiç bir şey bulunmadığını her amelin bir neticesi olacağını idrak eder. Kendisine im’an ile bakar görür ki hissediyor anlıyor mu’dilat-ı mesa’ilin halli için fikrini yoruyor nihayet onları keşfe zafer-yab oluyor. Her gün daimi bir terakkıde bulunuyor. Artık o mü’min kendisine doğru ale’t-tevali hücum eden ekdar-ı mü’ellime-i hayatın karşısında mağlubiyet eseri göstermez; bilakis kemal-i celadetini muhafaza ederek nefsine şu su’alleri irad eder: Ben neyim? Nereden gelmişim? Nereye gidiyorum? Hayat nedir? Mevt nedir? Bu mesa’ib benim üzerime neden taslit edilmiş? Bu ka’inat nedir? Benim onunla münasebetim neden ibaretdir? ayırmaz; hayatının bunlara merbutiyetini bildiği için daima bunların halli ile uğraşır. Nihayet kah havass-ı zahiriyyesinin bahşettiği ilim ve irfanın delaletiyle kah ayine-i safadar-ı vicdanına aks eden envar-ı ilhamın hidayetiyle artık efkarını lebriz eyleyen o esrarın hakıkati kendisine mütecelli olur füru’u da kalbinde rüsuh bulur. Bu suretle kıymet-i hayatı hakıkat-ı ka’inatı anlamış bir insan-ı kamil kesilerek bu alemde beşer için mukadder olan sa’adetlerin en güzini Madem ki iman hayat-ı mes’udanenin ruhu ervahın sükun ve itminan peyamı getiren bir resulüdür; insanın bu alem-i imtihanda ma’ruz kaldığı şeda’id-i ma’işet içinde ekdar-ı bi-nihaye-i hayat arasında en birinci tesliyet-sazı ta’ziyet-karıdır. Lakin kalb-i insanide olan böyle bir imanı bidar etmek sonra o imanı ruh-ı beşeriyetde azamet-i şaniyle mütenasib bir makam-ı refi’a iclas eylemek için ne yapmalıdır? Asrımızda böyle bir maksada vüsul nasıl kabil olur ki şükuk şübühat alabildiğine artmış; her türlü işkalat ehemmiyet peyda eylemiş; erkan-ı aka’idi esasından devirmiş olmakla mübahi bir çok adamlar meydan alarak havassa avama karşı kalemlerinden saçtıkları zehirlerle beşeriyetin za’if kalbini zulmet-abad ediyorlar; kendilerinin insaniyeti ümidden mahrum bırakan ye’is ile tehdid eden birer kara haberci olduklarını söylüyorlar? hücum-ı i’tiraz ile sarsılmak za’fından beri olmalı. Ya böyle metin bir iman ne suretle ihraz edilebilir ki halk filan allamenin dinsizliğini filan feylesofun hiç bir şeye inanmadığını Deriz ki bilhassa din-i fıtri sahibi olan bir müslüman için böyle sarsılmaz metin bir iman edinmek yalnız şunları bilmeye mütevakkıfdır: Evvela dinsizlik hadd-i zatında nedir? Onu ne gibi esbab tevlid eder? İlim ile iman arasındaki münasebet neden ibaretdir? Bunlar birbirine münafi midir yoksa ikisi de lazımmelzum kabilinden midir yahud muhtelif elfaz ile ifade olunur aynı şey midir? Saniyen maddiyyun tarafından erbab-ı edyana ilka olunan şübühat ne gibi şeylerdir? Bunlar tedkık olunur muhakemeye çekilirse ne netice ihraz edilir? Şimdi biz kari’imizi bir tarika sevkedecek olursak nazarında beş mühim emir tecelli eder ki sıhhati asla söz götürmeyen bürhan-ı hissi ile sabitdir: Evvela: İnsanlar arasında hakıkatde ve nefsü’l-emirde dinsiz yokdur; işin gayeti niza’-ı lafziden münakaşa-i ta’biratdan Saniyen: İlim imanın medar-ı evveli sa’ik-i a’zamıdır. Salisen: Beşeriyetin vasıl olduğu gaye-i iman İslam’ın takrir etmiş olduğu akıde-i tenzih ve tevhidden ibaretdir. Zira bu din tamamiyle fıtrat-ı beşeriyye üzerine münzeldir. Rabi’an: Zikrolunan şükuk şübühat-ı beşerin din-i fıtri olan İslam’dan i’raz etmesinden başka bir sebebden tevellüd etmemiş ve etmeyecekdir. Hamisen: İlhad yahud yanlış anlamak devri artık geçmiştir. Şimdi biz öyle bir asırdayız ki Cenab-ı Hak tarafından Öyleyse biz de şu mesrudatımızı şafi ve kafi bir suretde tafsile başlayalım; mülhidlerin sözlerini tamamiyle nakledelim de ta’yin eylediğimiz gayete varmak için onları ilm akıl tabi’at huzurunda birer birer muhakemeye çekelim vallahü’l-müste’an. Bazı akvale göre Allah Te’ala bir nevi’ mikropları onlara musallat etti. Kavl-i meşhura göre bir nevi’ kuşlar ihtimal ki küçük şeyler olsun huveynat-ı sagire… Fransızca mikrop derler. Aletle bakarsan görülebilir. Ta’assuba bak bazıları hala onu bile kabul etmek istemezler. kere iki dört eder kadar mevcudiyeti kesb-i kat’iyyet etmişdir. Böyle iken hala birçoğu: “Mikroplara inanmak günahdır hatadır diyorlar; her şey Allah’ın kudretiyle olur.” Amenna! Onu kim inkar eder? Fakat sebebsiz ne olur? Hastalık da sağlık da bir sebebledir. Her şey esbaba merbutdur. Ama birtakım şeyler var vüs’umuz haricinde Allah o sebebleri halketmeksizin kudret-i sübhaniyyesiyle an-ı vahidde halkeder; Ona “keramet” derler “mu’cize” derler. Bila sebeb müsebbebi halk etmek esbabı hazır iken müsebbebi yok etmek “harika”dır. Her şey yine meşiyyet-i sübhaniyyeye bağlı. Dilerse yapar dilerse yapmaz. İsterse yemek yemeden doyurur. İnsan hasta olur kırk gün yemez yine yaşar. Her şeyin künhüne akıl ermez. Bazen de yer yer yine doymaz. O da bir nevi’ harikadır. Bütün dünyayı tutsa bütün mamelekler onun olsa yine doymuyor doymuyor. Böyleleri de var işte. Sebeb var müsebbeb yok. Müsebbeb var sebeb yok. Böyle de olur. Fakat bunlar ahval-i fevkal’adedir. Asıl adet-i sübhaniyye: Sebep olacak müsebbeb öyle husule gelecek. Her ne ise maksadı fevt etmeyelim: Hitab Kureyş kabilesine olursa… Kureyşileri Allah sevmişdir. Sultan-ı Enbiya o sülaleden geldi. Cenab-ı Hak o sülaleyi muhafaza ediyor. Allah’ın in’amıdır bu. Ashab-ı Fil’i mahvetmesi Kavm-i Kureyş’i muhafaza talib kalacakdı ne de Kavm-i Kureyş! Ebrehe birkaç saat Abdulmuttalib’i habs etdi. “Ebrehe” namında bir vali geldi Ka’be-yi Mu’azzama’yı yıkacak San’a diyarını kıblegah-ı alem yapacak. Ka’be’yi çekemiyorlar Ka’be-yi Mu’azzama yerine San’a şehrindeki büyük kilise ziyaret-gah-ı enam olacak. Siyaseten buna lüzum gördüler. Koca bir ordu zırhlar giymiş binlerce askerden mürekkeb bir ordu gönderdiler. Allah diyor ki: “Onları darmadağınık etdim...” Niçin? Kureyş kabilesini muhafaza için.. Yazın kışın ticaretlerinde serbest seyahatlerini rahat rahat icra ederler. Hürriyet üzere yaşarlar. Vakı’a nüfusları az kendileri kalil kaba’il-i Araba karşı bir avuç su; fakat bak kudret-i sübhaniyyeme bütün kaba’il beyninde mümtaz muhterem. Kışın Yemen’e yazın Şam diyarına emin ve salim olarak gider gelirler. Bu bir harika-i uzma. Bütün kaba’il-i Arab birbirine düşman hasım yek diğerini istila eder; lakin bunlara yan bakan yok. Muhterem mu’azzez her nereye gitseler serbest yaşarlar. İşte Cenab-ı Hak bu ni’meti tezkir ediyor: Kureyşileri kimin sayesinde kimin şeref ve sa’adetine Allah payidar etdi hu aleyhi ve sellem sayesinde. “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu” o sayede o hikmete mebni kerimeye. Sebeb-i nüzulü böyledir. Lakin sebeb-i nüzule bakarak ma’nası hemen ondan ibaretdir başka işareti mazmun-ı şerifi yokdur demek hata-yı azimdir. Ne usulce ne kelamca buna mani’ gösterilemez. Belki elfaz-ı şerifesinin mevzu’atına halel getirmeyerek aslını bozmayarak her ayet-i kerimeye bir çok me’ani-i latife tatbikat-ı hariciyye zikrediyorlar. Ma-sika lehi yine esbab-ı nüzulü addolunur bununla beraber öyle sera’ir ve dekayikı mezamin-i celilesi gösterilirse cihan buna hayran kalır. Şimdi bu ayet-i celile bizim hakkımızda o kadar kabil-i tatbikdir ki buna hayran olmamak kabil değildir. On Temmuz’dan evvelki halimizi düşün. Ne kadar azlık idik. Hele hakkaniyet taraftarları az çok hamiyet taraftarları… Bi-çareler neler çekiyorlardı iki üç kişi bir yere gelemiyordu tekkelere gidilemez camilerde hafiyeler ta’kıb eder. Ayet hadis tefsir olunurken bir Cuma geçirince üç gün aklım başıma gelmezdi. Çalışıyordum –o zaman ta’birince– fena söylemeyeyim. Lakin fena anlayanlardan ihtirazen zamana ri’ayet ederek örtülü söylemeye mecbur idim. Ma’a-mafih her şeyi söylüyordum. Erbabı anlardı. Ama böyle açıkdan açığa bahsedemezdik. Fakat çaresizdi. İnsan kendini muhafaza etmek lazım. Elhamdülillah otuz beş sene oldu va’z ediyorum hiçbir def’a isticvab olunmadım. Yazı da yazdım gazetelere derc ettirdim elbette o zamanın hey’et-i vükelasınca saray erkanınca istemedikleri sözleri söylemişimdir. Fakat işte nasılsa kurtulduk. Lakin daima içimizde korku bakı idi. Çünkü bir jurnale bakardı insanın gittiği gündür. Kimden soracaklar? Müselsel muttasıl cebabire!.. Hele biraz ma’ruf oldun mu bir yere gidecek olsan arkandan köpek sürüsü gibi hafiyeler ta’kıb ederdi. Mel’unlar o derece ileri varmışlardı ki aileler arasına bile burunlarını sokmaya başlamışlardı. Babası habs olunur oğlu görmeye gidemezdi gider gitmez: – Ha... Sen de o fikirdesin... diye paldır küldür sorusuz su’alsiz giderdi. Böyle mezalim böyle rezalet ki hatıra geldikçe secde-i şükrana kapanıyor. Şimdi düşününüz ne kadar za’if ne kadar bi-çare idiniz. Hafiyeler jurnalciler etrafınızı sarmışdı. Nasın ansızın sizi yakalayıp götürmesinden korkar idiniz. Her dakıka mevte mahkum idiniz. Sorusuz su’alsiz istibdada kurban oluyordunuz.. Hala öyle misiniz?.. Hayır! Çünkü Allah sizi iva etdi. Size me’va verdi. Makar ve menzil sahibi oldunuz yani vatanınıza sahib oldunuz. “vatan” demeye hak kazandınız. Hürriyete hürriyet-i lisana malik oldunuz. Sonra bu ni’metin kadrini bilirseniz nusretiyle de mü’eyyed kılınacaksınız. Ama kim nusret edecek?.. Orasını Allah bilir. Gerek dahilden gerek haricden nusret edenler bulunur. Allah dileyince düşman tanılan bir kavmi halis muhlis dost yapar; bütün kuvvetiyle sana yardım eder fi’ilen kavlen iştirak eder Allah onlarla bizim menfa’atimizi birleştirir yahud öyle bir fikir verir. Ya bu zamana kadar menfa’atler başka idi şimdi birleşdi; yahud müttehid idi ama farkında değil idi bugün fark etti ki Türkler olmazsa Alman nüfuzu istila edecek Avusturya ileri yürüyecek yavaş yavaş büyük bir Alman hükumeti teşkil edecek sonra Hakıkaten kalbimizde bir fenalık var mı? Hepimiz kardeş gibi yaşayalım diyoruz. Hiçbirimizde gıllügış yok. Geçen hafta izah etdim Allah Te’ala herkesle iyi geçinmeyi tavsiye eder ale’l-ıtlak vatandaşlara kardeş ta’bir eder. Allah bir peygamber hakkında ümmetine nisbeten kardeş diyor. Niçin? Çünkü bir vatanda yaşıyorlar onlar henüz putperest… Böyle kaç tane ayet var. Semud kavmi kafir oldular; Hakk’ı peygamberi inkar etdiler Semud kavminin kardeşleri… Kim o? Salih aleyhisselam. Şimdi sorarız: acaba nasıl kardeş idi? Ana baba bir kardeş mı; bütün kavm-i Semud ile uhuvvet kabil mi?.. Din kardeşi mi? Hayır o mü’min onlar putperest!.. Şu halde bu uhuvvet nasıl kardeşlikdir? Vatandaşlık hemşehrilik. Her peygamber kendi kabilesinden geldi. Evvela onları irşad eder sonra alemi. Her peygamber ma’rufu’n-nesebdir. Her peygamber neseb-i şerifi mazbutdur. Kendi kavmi içinde yani vatandaşı. “Bütün Rumlar Ermeniler kardeşimizdir” dersek ne hata ederiz? Bilirsen söyle bilmezsen öğren. Kur’an’daki şeyi “Hiçbir ma’naca kardeşim değildir” dersen hem yalan söylersin hem Ku’anı inkar edersin. Allah sizi yeniden vatanınıza malik etdi sonra nusretle mü’eyyed kıldı. Yani bütün fırkalar birleşerek hepsi yek vücud olarak dünyada görülmemiş bir kuvvet te’essüs eyledi. Bunun üzerine Türklerin dostluğu hayretde bırakdı Cenab-ı Hak’dan gayri kim yapar bunu? Eğer sen dünyayı celbetsen o azametli kavme kendini himaye ettirmen değil lehinde bir söz söyletemezdin çünkü onlar hatır gönül bilmezler. Söylerlerse ciddi söylerler her kavmin kendine mahsus mesleği huyu meşrebi vardır. İngiltere kavminin ciddiyeti meşhur-ı cihandır. Esta’izübillah sonra sizi tayyibatdan merzuk edecek. Ortadan yağmalar mahluller kalkacak. Herkes çalışacak millete hizmet edecek. Kimseye öyle havadan bir şey yedirmeyecekler. Sevdiği insanlara Allah haram yedirmez. Her türlü irtikabat kalkacak. Tayyibatdan merzuk olacaksınız. San’atlar hünerler her türlü ihtira’lar vücuda gelecek herkese iş bulunacak. böyle yapıyor ki şükredesiniz. Dünyada bu kadar ni’met veren Allah ahiretde neler ihsan etmez. Buna şükretmeli. Şükür Allah’a olur Zeyd’e Amr’a olmaz. Te’siri halkeden Cenab-ı Mevla’dır… Bu olur şeylerden değil. Lakin hüsn-i muvaffakiyyet dan sonra insan daima selamete mazhar olur . Şimdi gel bu ayeti bütün millet-i İslamiyye hakkında oku. Devr-i sabık ile lahıkı cem’ eden kaffe-i müslimine tamamıyle mutabık oldukdan başka istersen Cem’iyyet-i İttihadiyye hakkında da okuyabilirsin. Hele o bi-çareler pek az va’d ile iğfal olunmadılar sebat etdiler. hakıkaten pek garib pek avare idiler. Kendi memleketlerinde değil. Kimisi Mısır’da kimisi Londra’da kimisi Paris’de kimisi Kıbrıs’da.. Böyle garibü’ddiyar olarak kendi vatanınızdan cüda olmuşdunuz. Öyle bir zümre-i kalileden ibaretdiniz. korkuyorsunuz ki milletler düşmanlar sizi mahvedecek; biraz daha sükut olunsaydı barbarlıkla itham etdikleri Türkleri taksime karar vereceklerdi korkuyorsunuz ki nas yani akvam-ı muhtelife Osmanlıları yutuverecekler çünkü karar verilmişdi. Karar-ı düveliye karşı durmak kabil mi? Bu halimiz Çünkü emr-i şerifini ihlal etmişiz bütün kuvetlerimizi zayi’ eylemişiz bundan dolayı olmuşuzdur. Allah razı olunca esbabını halkeder. Ama onların çoğu şöyle böyle imişler. Gözümüzle görmedik. Her nasıl tine bak. hadis-i şerifini tezekkür eyle. Hangimiz tamamıyle iyiyiz? Evsaf-ı matlubeyi ha’iziz? Hangimizin alnı pak ve dırahşan?.. Bunların bir kısmı Mısır’da Kıbrıs’da bulunmuşlar. Bir takımı da Avrupa’da dolaştıkları halde fes giymişler ömründe başlarına şapka koymamışlar. Halbuki sefirlerimiz nasıl yapardı; Paris Sefiri şapka ile gezerdi görenler söylerler. Bu irtikab etdikleri dena’ete alem te’accüb edermiş hatta o devletin hariciye nazırı bile fesini takmadan bizim sefiri kabul etmiyormuş. Şapka ile sokakda gezebilir fakat resmen kabul etmiyor. Heriflerde te’assub-ı milli bile yok idi. Hangi millet tebdil-i mekan edince hey’etini tahvil eder? Böyle birtakım hamiyetli yadigarlar vaktiyle bunlara ve bunların emsaline bir şey demiyorlardı da şimdi başı çıplak resim çıkarmış diye o muhterem Cem’iyyet’in a’zasından birine kıyametleri koparıyorlar. Layık değil. İnsan biraz da haya etmeli bu zevat bütün milletin selametini te’mine çalışmışlardır. Hala da çalışıyorlar. Halbuki el altından ne fesadlar oluyor. Bu Cem’iyyet payidar olmasa ma’azallah o dakıka istibdad avdet eder. Muhafaza-i hürriyet uğrunda geceli gündüzlü çalışan bunlardır. Var olsunlar daim kalsınlar. ze bahşetdi size nusret verdi sizi nusretle mü’eyyed kıldı; fakat siz de bunun kadrini bilin şükredin. Allah Te’ala sizden bunu ister. kullarını Allah’dan başka aziz eden yok. Bütün bu muvaffakıyetleri Cenab-ı Hak bize bahşetdi bundan sonra da selametimizi te’min eden Allah’dır Allah’dır Allah!.. Başka istinadgahımız yok. Gördüklerimiz söylediklerimiz esbab-ı zahireden ibaretdir. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mart Mu’amelat-ı dünyeviyye ve intizam-ı ahval-i umumiyyeye dair olan kısm-ı rabi’in şeri’at-i amme-i daime olarak cüz’iyyatını tahdid etmek mümkün değildir. Çünkü bu kısım ahkamın gayet kesret ve teşa’ubu ile beraber zaman ve mekan kuvvet ve za’f örf ve adet gibi şeylerin ihtilafı nisbetinde muhtelif olacağı aşkardır. Mükellefinin her ferdi bu ahkamın kaffesini bilmek kabil olmadığı gibi lazım da değildir. Nazm-ı celilinin mezkur “Ulü’l-emr”in yani fukaha ve erbab-ı hukukun ictihad ve istinbatlarına en ziyade lüzum görülen mevad bundan ibaret olub bu babda cem’-i nasın kendilerine taklid ve mutab’atları emr-i zaruridir. Bina’en-alazalik şer’-i Muhammedi hükumet-i İslamiyye’nin tarz ve şeklini tahdid ve cüz’iyyat-ı ahkamı yegan yegan tafsil etmemişdir. Yalnız mebna-yı hükumet ve medar-ı kıvam-ı saltanat olacak esasları ta’yin eylemişdir. Mesela vücub-i şura ve hürriyet-i kelam ve ictima’ ve hücciyyet-i icma’ gibi ki Avrupa hükumetlerinin ahiren teşkil etmiş oldukları “Meclis-i Nüvvab” parlementolar hep bu esaslar üzerine vaz’ olunmuşdur. miyye’de her ne suretle olursa olsun taharri-i adalet ve müra’at-ı müsavat ve men’-i zarar u zırar gibi bir takım büyük ve gayet şümullü esaslar da te’sis kılınmışdır. hadis-i şerifinin Zaman-ı tenzilde asr-ı sa’adet-i Peygamberi’de ümmet hakkında ahval-i cariyyeye müte’allik kabil-i tağyir ve tebdil olmayacak pek çok hüküm ve kazalar şeref-sudur etmişdir ki bunların bir kısmına dair ayat-ı Kur’aniyye nazil olmuş diğerleri de doğrudan doğruya zat-ı Risalet-penah Efendimiz’den telakkı edilmişdir. İşte gerek vaz’ olunan usul-i esasiyye gerek bu takım ahkam ve akziye ulema-yı İslam’a minhac-ı hidayet olub ictihadlarıyle istinbat-ı ahkama me’zun oldukları mevadd-ı ma’ruza hususunda bu nur-ı hak ile müstenir olmuş ve bu sayede tanzim ve ahkam-ı mu’amelata muvaffak kılınmışlardır. yeye de “Şer’” ıtlak olunur. Çünkü kava’id-i şer’iyye üzerine bina kılınmış olduğu gibi bu yolda istinbat-ı ahkama taraf-ı Şari’den me’zuniyet de verilmişdir. “Kanun” tesmiye olunmak da ca’izdir. Nasıl ki ulema-yı müte’ahhirin tarafından kesretle vuku’ bulmakda ve örf ve adetde vaki’ tebeddülata ve iktiza-yı mesalih ve ümmete göre kabil-i tebeddül olmaları illet-i ba’ise gösterilmektedir. Mizan-ı İmam-ı Şa’rani’de ayet-i kerimesi diye tefsir olundukdan sonra “bu ayete nazaran örf-i cari tevabi’-i şer’den ma’duddur. Örf ile muradımız kava’id-i şeri’ate muvafakatı ile beraber beyne’nnas mukarrer olan şeylerdir ki bazı ulema buna kanun tesmiye ederler” buyurulmuşdur. Kitabu’l-Hudud’a müraca’at Beyanat-ı mebsutadan maksad-ı aslimiz şer’-i şerif-i Ahmedi’nin havi olduğu ahkam-ı esasiyye ve fer’iyyenin –lede’l-icab bazı ictihadiyatın fi’l-cümle tebeddül etmesi ve mezahib-i müdevvenenin herhangisinden olursa olsun nasa erfak ve mesalihe evfak akvalin ahz edilmesi şartıyle– her asr ü zamanda bütün ahval-i ümmeti mu’amelat-ı cariye-i medeniyeti muhit olduğunu izah ve isbat etmekdir. “İlm-i Fıkh” namıyle müdevven bulunan mesa’il-i şer’iyyemizden ezman-ı ahirede muhdes olub mu’amelatı pek ziyade tevsi’ olunan bazı hususat istisna edildiği takdirde hariç kalacak madde-i tatbiki bulunmayacak bir şey göstermek kabil değildir. Binaberin tahakkuk ediyor ki bizim esas olarak hiçbir milletin kanunundan ahz ü iktibasa asla ihtiyacımız olmadığı gibi ahkam-ı şer’iyyemiz erbabı ma’rifetiyle tedkık ve tatbik edilecek olsa bütün ahval ve mu’amelatımızı tanzimde bir guna müşkilata düşmeyeceğimiz vareste-i kayd-ı iştibahdır. En küçük bir numunesi olan Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye güneş gibi isbat ve ira’e ediyor ki ahkam-ı hukukiyyede fukaha-yı ulema-yı hukuku muvaffak olamamışlardır Avrupa’nın senelerce sürüklenip duran ihtilafatı Mecelle-i Celilemiz ile hall ü fasl edilmesi üzerine her lisana tercümesine i’tina kılındığı cümlenin ma’lumudur. Ahkam-ı ceza’iyyemiz de tedkık olunsa ne mertebe adilane ve terbiye-i umumiyye ve ıslah-ı ahval-i beşeriyye için vasıta-i yegane olduğu tebeyyün eder. Gayet ağır ve gayr-i kabil-i tatbik zannolunan “Hudud-i Şer’iyye”nin her birinde pek çok kuyud ve şera’it i’tibar olunmuşdur. Gerek esbab-ı mucibenin sübutu gerek icra ve istifası gayet tas’ib edildiği ma’lumdur. Bu cihetle hududun ekserisine ma’ruz olacak eşhas nadiren görülmekde ve onların vaz’ından maksad zecr ü terhib olduğu tahakkuk etmekdedir. [ Furkan /] [ A’raf /] Ma’a-haza kısas ile kat’-i yed gibi bazı hudud-ı şer’iyyenin nadiren icrası bile bi-nihaye nüfus ve emvalin masuniyetini te’min edeceğinden teşri’i mahz-ı hikmet ve muvafık-ı maslahat olduğu kabil-i inkar değildir Este’izübillah nazm-ı celilinin iş’ar-ı alisi üzere katilin kısasen katli birçok nüfus-i ma’sumenin muhafaza-i hayatına medar olur. Evvelen bir şahsı katle tesaddi edecek olan ika’-ı katl ettiği takdirde kendisinin kısasen katl olunacağını bilince katilden münzecir olur da her ikisinin hayatı bakı kalır. Saniyen bir katil-i müte’ammid kısas olunmadığı suretde başka türlü ceza-dide olsa bile verese-i maktul ondan ahz-ı sar fikrinde bulunacaklarından ya onlar onu katl ile kendilerini öyle bir ahz-ı sar tehlikesine düşürmüş olurlar. Yahud katil havfından naşi onları da birer birer katl ü ifnaya çalışır her iki tarafın kabileleri beyninde kan gütmek fikri yerleşir kalır. Elhasıl zahirde katl olan kısas hakıkatde hayat-ı azimedir. Çünkü meşru’iyetini düşünen kimse fi’l-i katilden mücanebet ederse katl hiç vuku’ bulmaz eğer düşünmez de katle mütecasir olursa katl iki şahsa münhasır kalır kabilelerine sirayet etmez. Mekteb-i Hukuk’umuzda tedris olunan Mi’yar-ı Adalet kitabı mütala’a olunursa anlaşılır ki kısas katlin aksam-ı hamsesi içinden yalnız katl-i amd kısmında cari olub gerek vücubu gerek istifası için de pek çok şera’it vardır. Bunlar her katl-i amd’de tamamen tahakkuk etmeyeceğinden kanuna kısas derc olunmasıyle müşkilat-ı azime zuhur etmez yalnız te’sirat-ı hasene müşahede olunur.] Cenab-ı Münzilü’l-Furkan cellet azametuhu ayet-i mütekaddimede ettikden sonra şimdi insanın mebde’-i halk ve icadını etvar-ı hilkat ve edvar-ı fıtratdaki tekallübünü icmalen beyana şuru’ edib buyuruyor ki: Biz insanı balçıkdan olan bir hülasadan yaratdık biz ebu’l-beşer Adem aleyhisselamın halk ve icadı zımnında cins-i insanı halk-ı icmali ile balçıkdan süzülmüş bir hülasadan halk eyledik. Sonra onu yani Adem aleyhisselamın ma’ada cins-i insanı bir karar-ı mekinde nutfe kıldık mekin ve rasin bir karargah olan rahimde nutfeden halk etdik. Sonra nutfeyi alaka halkeyledik o nutfe-yi beyzayı donuk bir kana tahvil etdik. Müte’akıben alakayı mudga halk etdik o donuk kanı gayr-i müstebinü’lhalka bir çiğnem ete tahvil eyledik. Müte’akiben mudgayı kemikler halk etdik mudgaya muhtelif keyfiyet ve derecelerde salabet vererek onun kısm-ı a’zamını hayret-feza hey’et ve vaz’iyetler ile mütenevvi’ kemiklere tahvil eyledik. Müte’akiben o kemiklere zinet-i beden olmak üzere bakiyye-i mudgadan şekil ve mikdar-ı münasibde lahm iksa etdik. Sonra onu diğer bir halk ve icad ile inşa eyledik tahavvülat-ı mezkureden sonra insanı başka bir tarz-ı aferiniş ile vücuda getirdik. Onu dil-firib bir şekil ve manzara ile ve ruh ve kuva ile saha-pira-yı hesti etdik. İmdi ahsenü’l-halikın olan Allah ali oldu. Takdir ve tasvirce bütün musavverlerin en güzeli olan Cenab-ı Bari kudret ve hikmetinde müte’al ve mukaddes oldu. Bedai’-i tasvirine hiçbir musavvir yetişemez. En naçiz bir zi-ruhun çeşmi bütün erbab-ı sanai’in masnu’atına bilvücuh fa’ikdir. Hem san’at-ı beşer denilen şeyler sun’-i celilin bir taklid-i za’ifinden başka bir şey değildir.] Zat-ı Bari insanı cemad iken zi-hayat dilsiz iken natık duymaz iken semi’ görmez iken basir kılmış ve batın u zahirine ve hatta a’zasından her bir uzvuna eczasından her bir cüz’üne anlaşılmaz aca’ib fıtrat gara’ib hikmet tevdi’ etmiş bunun için istihalat-ı mezkureden sonra insanı başka bir tarz-ı aferiniş ile inşa ettiğini beyan buyuruyor. Tıynden muhmer olan şu şekl-i dil-rüba im’an-ı nazar ile temaşa olunur iken sani’inin yed-i kudretine hayran olmamak mümkün mü? Etvar-ı hilkate edvar-ı fıtrata dair ayat-ı celile istima’ ediliyor iken gönül teheyyüc edib lisandan heman takdis ve temcidi feveran ediyor. Mühr-i Sani’ masnu’u üzerinde temessül etmiş. Pek muhakkar bir maddeden bir eser-i nefis inşasına irade-i rabbaniyesi te’alluk etdiği görünüyor. Her şey eser-i sun’u her şey tabi’-i fermanı bulunan Vacibu’l-Vücud azze şanuhu hazretlerinin hikmet ve kudretidir ki ma’-i mehini ekmel suretle tertib ve teşkil eylemiş ve bir tarz-ı bedi’-i dil-rubada iksa etmiş. Şu cesedi gözden geçirelim orada kemikler kendilerini kuşatan etleri tutuyorlar cesedde gerilmiş bulunan sinirler cesedi tersin etmiş ve içlerinde a’sabın örülmüş bulunduğu adelat dahi kabarıb uzayarak en doğru ve en muntazam harekatı husule getirmişler. Kemikler ca-be-ca kırılmış onların birtakım mafsalları var ki orada birbirlerine geçmiş ve a’sab ve evtar ile birbirlerine rabtedilmişler şu ızamı bend ve rabt eden sun’-i cemil ashab-ı irfanı bi-hakkın müstağrak-ı hayret eylemişdir. Beden-i insanın iktisa eylediği lahme ihale-i nazar-ı dikkat olunsun. O lahm zinet-i beden olmak üzere cesedin bazı mahallerinde ince ve nazik bir cild ile mestur bedene bu kadar latif bu kadar tatlı renkler veren şu cild olmaya idi beden gayet iğrenç olacak ve gayet korkunç görünecek idi. Bu deri şeffaf olmak üzere ve yüze melih ve abdar bir renk ve nakş vermek için kendisinde iktiza eden her türlü narinlik var musavvirlerin hayretde kalıb pek noksan olarak taklid edebildikleri bu kadar güzel bir ten rengi yapabilmek için bu elvanı kim ta’dil ve mezc eyledi? A’zanın şu intizam ve tenasübüne bakılsın. Bacaklarla uyluklar birbirine geçmiş ve sinirler vasıtasıyle yekdiğerine bend ü rabt edilmiş büyük kemiklerden yapılmış. Bunlar mütesavi ve muntazam iki sütun ki mecmu’-ı binayı yüklenmek mütenasib cesed hayat için zaruri bulunan ve bina’enaleyh merkeze vaz’ olunması ve en emin mahalde bulunması muktezi olan kaffe-i a’zayı havidir. Bu eser-i mekerrin üst tarafından iki kol asılı ki o kollar eller ile mahdud ve aralarında bir tenasüb-i kamil mevcud kollar omuzlara merbutdur bir suretdeki bu mafsalda onların serbest bir hareketleri var. Onlar sür’atle bükülüb dönebilmek Eller birbirine geçmiş küçük kemiklerle sinirlerden i’mal olunmuş bir dokumadır ki tekarrüb ettikleri ecsamı lems etmek yakalamak tutmak fırlatmak çekmek itmek ayırıp koparmak için mülayemet ve kuvveti ha’izdir. Uçları ezfar nevvü’üyle pek nefis ve zarif sanayi’ icra etmek için yapılmışlar. Ayak ihtiyacat-ı muhtelifeden naşi yumuşak olmakla beraber kavi ve metin bulunmak için kendisinde a’sabdan evtardan ve birbirine rabt ü bend edilmiş küçük kemiklerden başka bir şey görülmez. Bedenin üst tarafından boyun yükselmişdir ki lüzumuna göre sabit iktizasına göre kabil-i insinadır. Başında bir bar-ı sakıli yüklenmek lazım olduğu için boyun guya ancak bir tek kemik imiş gibi kaskatı bir halde bulunur. Başı eğmek veyahud çevirmek muktezi olduğu için dahi boyun guya ne kadar kemik varsa hepsi kendisinden alınmış gibi her tarafa bükülür. Omuzların üstünde cüz’ice yükselmiş olan şu boyun bütün cesede hüküm-ferma olan başı zahmetsiz yükleniyor. Baş eğer az daha küçük olaydı bakiyye-i çerh ile asla tenasübü olmazdı. Eğer daha iri olaydı biçimsiz yakışıksız olacağından başka sikleti boynu ezer ve insan biraz ziyade eğilmiş olduğu cihete düşmek muhatarasına badi olurdu. Muhtevi bulunduğu hazine-i kıymetdarı iyice muhafaza eylemek sin edilmiş olan şu baş boyunun fıkraları içine geçmiş ve bedenin diğer bütün a’zasıyle seri’ muhaberesi bulunmuşdur. Başın içinde dimağ vardır ki onun rutubetli yumuşak madde-yi isfenciyesi birbirine girift bulunan elyaf-ı leyyineden mürekkebdir. Ve mahallinde tebyin olunan aca’ib ve beda’i’in merkezi işte burasıdır. Baş tası iki göz iki kulak ile bir ağız bir burun için bir tevazün ve tenasüb-i sahih ile muntazaman delinmişdir ihtisasata tahsis edilmiş onlarda birtakım a’sab vardır ki o a’sab bu mecraların kısm-ı a’zamında çalışırlar. İhtisas için kendisinde a’sab bulunmayan burunda ise reva’ihi dimağa kadar isal etmek için bir azm-i gırbali vardır. zahmetsizce görebilmek ve kaffe-i a’za-yı cesedin emn ü inzibatı hususunda sühuletle mütenebbih olmak için birbirine müsavi olarak başın iki cihetinde ortaya doğru vaz’ olunmuşdur. Vaz’iyetlerindeki tenasüb-i sahih çehreye hakıkaten zib ü fer vermişdir. Şu iki çeşmi ruhsar içinde tenvir eden bilmem nasıl masabih-i ilahidir ki bakiyye-i ka’inat arasında ona mümasil hiçbir şey yokdur. Bunlar bir nevi’ ayinelerdir ki insanın kuvve-i akılesi mevcudat-ı alemi o ayineler içinde görebilmek için orada tabaka-i şebekiyye içinde bütün alemin kaffe-i mevcudatı peyapey vazıhan mürtesim olurlar. Sezavar-ı hayretdir ki göz bebeği semmü’l-hıyat kadar asgar bir cirm olduğu halde binlerce bin senelik eb’adda bulunan ecram-ı semaviyyeyi an-ı vahidde görebilir. Hakıkat göz bebeği halikının kudret ve azamet ve hikmetine ashab-ı irfanı secde etdirir bir sun’-i garam-efzadır. Hakıkat göz bebeği gözümüzün ortasında mevzu’ bir atıfet-i ilahiyyedir. Hakıkat hallak-ı cihan kemal-i kudretini ehl-i irfan ve azim bir bürhanı herkesin gözü ortasına koymuşdur. Nasiye bütün veche şan ve şeref verir simayı ihya eder. Vasat-ı ruya vaz’ edilmiş olan burun bulunmasa idi çehre biçimsiz ve yamyassı olur idi. Dudaklara bakınız: onların reng-i abdarları taravetleri şekilleri tertibleri diğer uzuvlar ile olan tenasüb ve mutabakatları bütün çehreye başka letafet özge hüsn ü melahat veriyor. Dehan harekatının harekat-ı uyun ile olan muhaberesi hasebiyle çehreyi ihya eder şad eder mükedder eder beşuş eder abus eder işarat-ı mahsusesiyle bütün ahval-i kalbiyyeyi beyan eder. Dudaklar gıdayı almak için açıldıkdan başka yumuşaklığı ve harekatının tenevvü’u mülabesesiyle teşkil-i kelam eden esvat ve elfazın tenevvü’üne de hizmet ederler. Dudaklar açıldıkda zinet-i dehan olan iki sıra dişler görülüyor. Bu dişler iki çene içinde inci gibi dizilmiş küçük kemiklerdir. Çenelerde açılıp kapanmak için bir yay var bir suretde ki dişler agdiyeyi hazma müsta’id kılmak için onları asiyab gibi öğütürler. Bu minval üzere öğüdülmüş olan agdiye mecrayı teneffüsden başka bir mecra ile mi’deye geçer ve şu iki mecra birbirine pek mücavir bulundukları halde yine birbirleriyle asla ihtilatları yokdur. Dil küçük adelatla a’sabdan ma’mul bir dokumadır ve ol kadar yumuşakdır ki akla sığmaz binlerce bin hareket ve alet-i elhan üstünde bir sazende mızrabının yapdığını dil de ağızda yapar gahi dendane gahice haneke vurur. Sem’ dahi basar gibi bir maksad-ı mahsus için sun’-i ekmel kil edildiği gibi sem’ dahi ihtizaz-ı heva kanunları üzerine teşkil olunmuşdur. Kulağın harici kısmı havanın ihtizazatını tutmak için genişce yapılmışdır. Biz bu mebhasın tafsilatını Metalib-i Aliye nam eser-i acizanemize havale ile tefsiri sadedinde bulunduğumuz bu ayet-i kerimeye müteda’ir bir rivayetin nakline geçiyoruz. Mervidir ki Resul-i Kibriya aleyhi ekmelü’t-tahaya efendimiz vahyolunan bu ayeti söyleyib ketebe-i vahiyden Abdullah bin Ebi Sarh yazıyor idi. Zat-ı nübüvvet-penahları kavl-i şerifine gelib daha maba’dini takrir ve imla buyurmadan Abdullah bi’l-müsara’a demesiyle Resul-i Ekrem: “Yaz ayet böyle nazil oldu” buyurdu. Bundan Abdullah’ın kalbine şüphe gelib; “Muhammed’e sallallahü aleyhi ve selem vahyolunuyorsa bana da vahyolunuyor” diyerek irtidad etdi. Ve mürted olarak yıkılıb Mekke’ye gitdi sonra yevm-i fetihde İslam oldu. Bazıları: Abdullah’ın ne’uzübillah irtidad üzere iken fevt olduğunu rivayet eylemişlerdir. İbn Abbas radiyallahu anhuma hazretlerinden rivayeten Sa’id bin Cübeyr hazretleri dedi ki bu ayetin hin-i nüzulünde Hazret-i Ömer radiyallahu anhu demesi üzerine taraf-ı Risalet-me’abdan “böyle nazil oldu ya Ömer” buyuruldu. Hazret-i Ömer bu tevafuk ile iftihar eder idi. İhale-i nigah-ı ibret etmeli: Bak şu vak’a Hazret-i Ömer radiyallahu anhın sa’adetine ve Abdullah İbn Ebi Sarh’in şekavetine nasıl sebep oldu. Şu rivayetlere göre beşerin kable’n-nüzul nazm-ı Kur’an’a mümasil kelam ile tekellüm eyledikleri anlaşılıyor. Bu mesin çünkü kudret-i beşerden haric olan bu mikdar değil aksar sure mikdarı olandır. kavl-i keriminde harfi iki halk ve rahimehu’llah hazretleri bu kavl-i kerim ile şuna ihticac etmişdir ki bir kimse bir yumurta gasb edip de o yumurta gasıbın yanında iken yavrulasa gasıba yumurtanın zımanı lazım gelir yavrunun zımanı lazım gelmez. Çünkü yavru halk-ı ahardır. İmam-ı müşarun-ileyhin bu gibi ne kadar amik yeyi tevsi’ ederek hakıkaten ümmet-i merhume hakkında bir rahmet-i vasi’a olmuşdur. “İmam A’zam” şöhret-i şayi’asına bil-vücuh layık bir imam-ı hümamdır. Rahimehu’l-lahu rahmeten vasi’aten. Cümlesini ayet-i kerimesiyle bil-cümle milel ve akvamı kelime-i tevhide da’vet eylemiş ve zaten bir peder ve maderden mütevellid olduklarını tezkir ile aralarındaki şikak ve nifakı izale ve uhuvvetin icab ettirdiği hissiyat-ı şefkat ve muhabbet ve muvaneseti tahrik ederek aralarında bir sulh-i ebedi te’sis maksadıyle ayet-i kerimesiyle de bilumum mü’minler karındaş olduklarını beyan ve bu suretle aralarında uhuvvet ve müsavatı emr ü ferman buyurmuşdur. Uhuvvet ise her türlü hukuk ve menafi’de iştirak ve müsavatı cami’ ve yekdiğere hakk-ı tefavvuk ve rüchanı mani’ olmak hasebiyle istiklal bi’l-menfa’a ve fikr-i tefavvuk ve tegallüb ile vuku’ bulan her türlü husumet ve münaza’ayı def’ ve mübayenet-i lisaniyye ve mugayeret-i diniyye ve asabiyet-i kavmiyyeden dolayı mütevellid olan her gune adavet ve münafereti ref’ ile İslamı yek-dil ve yek-vücud eylemişdir. Ve bu hikmet-i mukaddese-i diniyyeye mebnidir ki bugün küre-i arzın bir noktasında bulunan bir müslüman lisanı memleketi kavmiyeti cinsiyeti ne olursa olsun küre-i arzın sair cihat ve aktarında bulunan amme-i müslimini kendisine karındaş bilir. Ve bir karındaş karındaşına ne mertebe muhabbet ve mu’avenet etmesi mümkün ise o suretle muhabbet ve mu’avenet eylemeyi üzerinde farz bilir. Zira aleyhi’s-salatü vesselam Efendimiz hadis-i şerifiyle “bir insan kendi nefsine dilediği hayır ve menfa’ati mü’min karındaşına dilemedikçe imanı tamam olmaz” diye buyurmuşdur. Kaldı ki beyne’l-efrad vuku’ bulan mücadelat yekdiğerinin hukukuna tecavüz veya ırz ve mal ve canına tasallut gibi harekat-ı cahiliyye ve mefasid-i ahlakiyyeden naşi bulunmasıyle hadis-i şerifiyle aleyhissalatü vesselam efendimiz her bir ferdin hukuk-ı meşru’a ve mütekabilesini hak ve helal sıfatıyle emr ü ta’yin ve gayrin hukukuna tecavüzü memnu’ ve haram suretiyle nehy ü tebyin buyurmuş ve bu vechile efradın emniyet-i ırz mal ve canını her gune ta’arruzdan masun olmak üzere muhafaza ve te’min ile ona vuku’ bulacak tecavüzün men’ini makam-ı hilafete tevdi’ buyurmuşdur. aleyhi’s-salatü vesselam efendimiz buyurmuşlardır ki ma’na-yı münifi “müslümanlar tarak dişlerine benzerler ki cümlesi bir şekl ü hey’et ve bir hacim ve sıfatda oldukları gibi hey’et-i mecmu’alarıyle aleyhinde isti’mal olundukları mahalde bir eldirler.” Efrad-ı müsliminin yekdiğerlerine olan irtibatlarını beyan buyurulmuşdur ki me’al-i münifi “müslümanlar bir cism-i vahide benzerler ki bir uzvu ağrısa diğer a’zası dahi rencyab-ı te’ellüm olur” demekdir. sen diyanet-i İslamiyye umum efrad-ı beşer meyanında “sulh-i ebedi” te’sis buyurmak üzere zuhur etmiş ve gerek adat ve ibadat ve gerek mu’amelat ve i’tikadata dair olan kaffe-i ahkamı nizam-ı alem ve hayat-ı ümemi muhafaza maksad-ı mühimine mübteni bulunmuşdur. şeklinde. Mukaddimede bast ü beyan kılındığı vechile diyanet-i men’ esası üzerine mü’esses olduğu halde harbe cevaz vermesi ayetde tafsil kılınacağı vechile münhasıran mühacemat-ı a’dayı müdafa’aya maksur ve esbab-ı mücbire ve tahaffuziyeye mahsur bulunduğu bu babda nazil olan ayat-ı Kur’aniyye ve ahkam-ı Furkaniyye ile sabitdir. Zira bidayeten din-i mübine da’vet rıfk u mülayemet ve va’z u nasihat suretiyle vuku’ bulmuş ve sefk-i dimanın men’ine çalışılmış olduğu ayet-i kerimesiyle müsbet bulunmuşdur. İşbu ayet-i şerifenin ma’na-yı münifi: Ey Peygamber-i zi-şanım sen tarik-ı Hakk’a yani din-i mübin-i İslam’a hikmet ve güzel va’z u nasihatle alemi da’vet eyle demekdir. İşte şu emr-i celil-i hikmet ve mülayimane va’z u nasihatle vuku’ bulmuş ve fakat mahza sa’adet ve selamet-i dareyne na’iliyyet zımnında vaki’ olan da’vet-i diniyyeyi küffar-ı Kureyş su’-i telakkı ederek aleyhi’s-salatü vesselam efendimize adavet ve kendisiyle ashab-ı kiramını bulundukları hanede hasr u tazyik ve kendileriyle kimse konuşmamak ve görüşmemek ve hatta çarşı ve pazarlarda bile kendileriyle alış veriş etmemek ve bir maslahat zımnında birisi bulundukları haneden harice çıkacak olur ise ona her türlü eza ve cefa eylemek üzere aralarında ahd ü peyman ve “Hilfu’s-sahife” namıyle akd-i eman eylemeleri ve te’addiyat ve tecavüzat-ı vakı’alarını akıbet hayat-ı şeriflerine su’-i kasd derecelerine vardırmış olmalarıyle harbe badi olmamak üzere Mekke-i Mükerreme’deki dar ü diyarlarını terkle naçar Medine-i Münevvere’ye ihtiyar-ı hicret buyurdukları bilcümle kütüb-i diniyye ve tarihiyyede muharrer ve mezkurdur. Medine-i Münevvere ahalisi ise Evs ve Hazrec nam iki kabile ile Beni Kurayza ve Beni en-Nadir nam tava’if-i Yehud’dan me’de iken meb’usları vasıtasıyle kabul-i da’vet ve şeref-i İslam zere bakı ve mevcud olduklarından İslam ile hüsn-i mu’aşeret eylemek ve tarafeynden kimse ahara tecavüz ve ta’arruz etmemek üzere aleyhi’s-salatü vesselam efendimizle akd-i rabıta-i muvalat ve bir mu’ahede-i mahsusa ile salik-i rah-ı musafat oldukları halde ahiren küffar-ı Mekke müctemi’an Medine’ye hücum eyledikleri sırada ta’ife-i Yehud nakz-ı ahd ü peyman ederek küffar-ı Kureyş ile bi’l-ittifak Peygamber-i zi-şan ile ashab-ı kiramını her tarafdan ihata ve hasr ü tazyik ve gazve-i Hendek namiyle be-nam olan harb-i ma’lume sebebiyet vermiş olmalarıyle Hazret-i Nebi-i zi-şan naçar müdafa’a ve mukabeleye mecbur olmuş olduğu gibi küffar-ı Mekke kendisiyle ashabını senede bir kere ziyaret-i Beytü’l-Haram’a müsa’ade ve sulh-i Hudeybiye namıyle ol suretle akd-ı mu’ahede eyledikleri halde ahiren yine kendileri nakz-ı ahd ile harbe kıyam eylemeleri üzerine Sure-i Bakara’da ayat-ı kerimeleri nazil olmuşdur ki ma’nayı şerifi: “Ey mü’min olan kullarım sizinle muharib olanlarla rah-ı hakda harb ediniz ancak te’addi etmeyiniz. Cenab-ı Hak müte’addi olanları sevmez” demekdir. İşte işbu ayet-i kerime ile harbe mukabele ve müdafa’a suretiyle me’zuniyet verilmiş ve düşman her ne vakit terk-i silah eyler ise terk-i silah etmek ve mu’amele-i bi’l-misil haricinde zulm ü te’addi etmemek ve harbe tecavüz suretiyle başlamamak ve ahd ü peymanlarında sabit-kadem olan sair kaba’il-i mu’ahideye bin diyanet-i İslamiyyede cevazı hakkında ilk nazil olan ayet-i kerime işbu ayet-i şerife olub Medine-i Münevvere’de nazil olmuşdur. Ve işbu ayet-i kerimeyi ta’kıb eden nass-ı kerimi dahi mukatelenin ancak mukabele ve müdafa’a suretiyle vuku’una cevaz verildiğini natık olduğu gibi onu velyeden ayat-ı kerimeleri me’ani-i şerifeleri dahi mukateleden maksad mukabele olarak mucib-i fitne ve ğu vazıh ve hüveydadır. Ve bu gibi muharebat ve mukatelatda mukabele ve mümasele meşrut olduğu ayet-i kerimesiyle müsbetdir ki mazmunu münifleri: “Ey ta’ife-i müslimin size te’addi edenlere siz dahi te’addileri misillü i’tida ediniz ve nusret ve galibiyetiniz halinde tecavüzden ictinab ile Cenabı Hakk’dan havf ü hazer ediniz zira Allah zülcelal hazretleri haksızlıkdan sakınan kullarıyle beraber ve kendilerine yar ve yaverdir” demekdir. birer düstur-i hikmet ve kanun-ı ma’delet olduğu vazıh ve aşikardır zira harb ve i’tidada mümaselet-i meşru’a olunca vuku’uyla düşmana karşı isti’mal olunacak esliha keyfiyyatı ve müddet-i devamı ve mecruhin ve üseraya edilecek mu’amelat hususunda mukabele-i bi’l-misil ahkamı cari olacağı ve fakat hasım hudud-ı meşru’ayı tecavüz eylediği halde zulm ü udvan hususunda ona mütaba’at caiz olamayacağı tahziri ve nass-ı kerimiyle mu’ayyen ve musarrahdır. Akvam-ı müslime şeref-i İslam’la müşerref olmazdan mukaddem her kavim ve kabilenin kendilerine mahsus bir meslek ve mezhebleri vardı. Vakta ki İslamiyet bunların arasına girince; kendi ahkam-ı adile ve kava’id-i rasinesini te’sisi ile onlara mugayir ve muhalif olan kaffe-i i’tikadat ve adat-ı gayr-i ma’kuleyi esasından kal’ ve red eyledi. Şu kadar var ki İslamiyet’i kabul eden akvam kable’lihtida kendilerinde tabi’at-ı saniyye hükmünü alan birtakım adat-ı gayr-i meşru’adan şeref-i İslam ile müşerref oldukdan sonra da tahlis-i giriban edememişlerdir. Hatta Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem hazretleri ashab-ı kiramdan bir zata: buyurmaları bu hal-i esef-iştimalin zaman-ı sa’adetde de vuku’una suret-i vazıhada delalet eder. mıza gelinceye kadar birtakım bid’atler guna-gun siyasetler maraz-ı müstevli alabildiği kadar tevsi’-i daire edip alem-i şürmüşdür. Küre-i arzımızın İslam ile meskun kıta’atında adat-ı meşru’anın ahkam ve kavanin-i celile-i şer’iyyeye en ziyade galebe ederek hüküm-ferma olduğu bir kıt’a varsa o da Çin kıt’asıdır. Adedleri elli altmış milyona baliğ olan Çinli din kardeşlerimizin hal-i hazırları pek vahimdir. Adat-ı mezmumenin onları ika’ ettiği tahribat-ı maddiyye ve ma’neviyye çok ileriye gitmişdir. Ezcümle mescid ve cami’lerinde Mecusilik şe’air [ ] ve hatıratında olan yılan ve akreb gibi hayvanat-ı muzırranın resim ve temsillerini bulunduruyorlar. Hasılı ellerinde Kur’an-ı Kerim ile birkaç fıkıh kitabından başka tahrif ve tebdilden masun hiçbir şey kalmamışdır. Bununla beraber salabet-i diniyyeleri gayet sağlamdır. Bugün Çin’de Rusya’da Sudan’da Çit’de Buca’da kalan Avrupa misyonerleri kemal-i germiyle onlar arasında kendi mezheblerini tervice şitaban oluyorlar. Alem-i Nasrani’nin hamisi olan devletler de cem’iyetler vasıtasıyle bu misyonerlere maddi ve ma’nevi mu’avenetde bulunuyorlar. Hatta dine zahiren hiç ehemmiyet vermeyen İngiltere ve ruhbanı memleketinden tard eden Fransa’nın Sudan’da Cezair’de Tunus’da kendi mezheblerini tervic hususunda ne gibi fedakarlıklarda bulundukları ma’lum-ı enamdır. Makam-ı hilafet-i İslamiyye’nin de hiç olmazsa oralarda bulunan ihvan-ı dinimizin hasbel-uhuvvet düşmüş oldukları vadi-i dalaletden çıkarmak çarelerini nazar-ı dikkate alacak zamanı artık hulul etmişdir. Devr-i menhus-i istibdadda her şeyde olduğu gibi düvel-i ecnebiyyenin boyunduruğu altında bulunan ehl-i İslam’ın merkez-i hilafete karşı perverde etdikleri muhabbet ve irtibat-ı ma’neviyyelerine rağmen alem-i İslamiyyet’in kadr-i mühimmi bi-hakkın takdir olunmazdı. Hatta kendi hallerini gördükleri mezalimi arz etmek adeta bir caniyi istintak eder gibi şiddet ve gazap gösterirlerdi. Herhalde hami-i din-i mübin olan Devlet-i Aliyye Çin ve Sudan’a Din-i Ahmedi’yi ta’lim ve tebliğ edebilecek iktidarlı ve talakat-i lisana malik haluk hatiblerden müteşekkil birer hey’et göndermelidir. İşte makam-ı hilafet bu vazife-i mukaddesenin nazm-ı celili natık ve amir olduğu vechile bu gibi emr-i dinde muhtac-ı mu’avenet ve ıslah olan din kardeşlerimizin ancak makam-ı hilafetden beklenilebilir. Bundan birkaç sene mukaddem Çin Müftüsü Abdurrahman Efendi hacca giderken Dersa’adet’e uğrayıp mazhar-ı gönderilmişdi. Lakin bu efendilere ta’yin edilen ma’aş birkaç ay kadar verilmiş ise de ma’at-te’essüf sonra kat’ edilmiş olduğundan çar ü naçar avdete mecbur olmuşlardır. Yukarıdan beri arz olunan ahval-i mü’essife-i hazıranın zarar ve afeti yalnız kendimize münhasır kalmayıp belki şübheye düşürüyor. Çünkü onlar ekseriya bir dinin hak veya batıl olduğunu o dine arz-ı inkıyad edenlerin terbiye-i fikriyye ve medeniyyelerinin ne derece ve ne seviyeye irtika ettiği nokta-i nazarından muhakeme ederek o dini kabul veya red etmek isterler. Halbuki bu zehab ve bu türlü mukayese pek yanlış ve vahi olduğu meydandadır. Zira din başka bir kavmin i’tiyad edindiği adat ve ahlak mişvarı başka başka şeylerdir. Ma’a-mafih bir dinin tevabi’ine ika’ ettiği te’sirat inkar olunamazsa da; o şeri’atin butlan ve hakkiyyeti mu’tekıdinin ahval ve ahlakıyle ta’yin edilemez. Olur ki o kanuna tamamen veya kısmen ri’ayet edilmeyerek su’-i isti’mal olunur. Her ne kadar hakıkat-i hal bundan ibaret ise de mikdarları üç yüz üç yüz elli milyon raddesinde bulunan ehl-i hakemeden geçirilecek olursa ihtidaya meyyal bir garblının zan ve şüpheye düşmemesi hemen hemen gayr-i kabildir. Çünkü mesela biz Rusya müslümanları görüyoruz ki Ruslar tarafından dinimize ve kitab-ı mukaddesimize isnad ile dermeyan edilen i’tirazat-ı vahiyye cümlesi akvam-ı müslimenin adat-ı gayr-i meşru’asından ibaretdir. Başlıca i’tiraz olmak üzere diyorlar ki: “Bugün İslam ile meskun arazinin serapa medeniyet ve ma’muriyyet-i hazıranın bahşetdiği feva’id ve terakkıyatdan mahrum kalması Din-i Muhammedi’nin medeniyet-i hazıra ile kabil-i tevfik ve te’lif bir din olmamasından münba’isdir.” Bu hal-i esef-iştimalimizin esbabı ta’mik ve taharri edilirse görülür ki –asr-ı hazırın yetişdirdiği meşahir-i fudeladan müfessir ve mütefennin merhum Şeyh Muhammed Abduh hazretlerinin dediği gibi– menba’-ı medeniyyet ve hadim-i terakkı-i insaniyyet olan bu din-i mübinin bizlere bahşetdiği feva’id-i la-tuhsanın çoğundan layıkıyle istifade etmek tariklerini bertaraf ederek vadi-i cehalet ve atalete sapmamızdan din-i fıtrinin sa’adet-i beşeri mütekeffil olmayıp mani’-i medeniyyet ve terakkı olmasından ileri gelmediği kavanin-i celile-i şer’iyyeye vakıf olanlar indinde müsellem ve gün gibi aşikardır. Va esefa ki bugün böyle bir din-i bihterine bi-hakkın ehliyetimizi yar ü ağyara gösteremiyoruz. Avrupa’nın bugünkü terakkıyat-ı maddiyyesine nazaran bilfarz bu kitab-ı müstetab onların yedinde bulunmuş olsa şüphesiz bu hakikatin neşr ü tebliği için lazım gelen bilcümle fedakarlığı iltizam ederek bu nur-i ilahi ile bütün alem-i insaniyeti tenvir ederlerdi. Zira görüyoruz ki onlar bu din-i alinin mensubininden olmadıkları halde din-i celilimizin bir kısmını teşkil eden “mu’amelat” ile amiller. Biz me’aşir-i İslam her ne kadar bu hakıkatin mehafil-i edersek de bu son zamanlarda garbda uyanan fikr-i dini şarkda tulu’ eden şems-i şeri’atin zıyasına doğru tevcih-i nazar etmeye başlamışdır. Hiç olmazsa Kur’an-ı hikmet-beyanın gibi bazı ahkam ve kava’idiyle amil olsa idik bugün mevcudiyetimizi rahnedar etmek derecesinde bulunan ahval-i mü’essife ve mü’ellimeden tahlis-i nefs etmiş olurduk. Lehü’l-hamd son zamanda alem-i İslamiyyet’in bazı mevakı’-ı mühimmesinde harekete gelen fikr-i terakkı ve hiss-i ma’nevi ve ba-husus makam-ı hilafetde husule gelen inkılab-ı azim alem-i İslam’ın bu devr-i inhitat ve tedenniye hatime çekerek devre-i kemale hatve-endaz olduğunu mübeşşir emaratdan olduğunda şübhe yokdur. –– Şehidan-ı vatan me’vası bin kabr-i vatan-mehcur Kemikden burc ü barular cesedden kal’alar manzur Gönüller bir cihandır.. cebheler serşahik-ı mağrur Münevver çehreler guya musavver ruh-i nur-enver Dehan-ı şirden dehşetli yüz bin pençe-i pür-zur –– Sen ey ordu me’al-i fethe mazhar canlı ayetsin Livaü’l-hamdi is’ad eyledin dest-i meşiyyetsin Vatan bünyadı olmuşsun esas-ı ademiyyetsin Hayali herkesin çeşminde taban bir hakıkatsin Semalardan yapılmış ka’inat-ı sermediyyetsin –– Hakıkatler sufufundur senin ey mevkib-i İslam Menarın burclar ey secdegah-ı asuman-aram Gönüller zahiratındır senin ey ufk-ı tar-ı şam Cemal-i hak senin hüsnündür ey cism-i sema-endam Ümid-i kalb-i ümmetsin cihan-ı zulmü kıl na-kam –– Bu toplar bir zamanlar makber-i muzlim-dehanlardı Bu miğferler hadıyd-i hake inmiş burc-i şanlardı Bu yaslar böyle diger-gun olan matemli kanlardı Bu meşcerler memat-ı millete tekbir alanlardı Yapılmış kabr-i muzlimler yıkılmış hanümanlardı –– Yatır bir seng-i kabr altında yüz bin merd-i hürriyyet Türab olmuş cesedler hepsi bir hun-hara bir türbet Yerin altında da mazlum idi dad ettiğin millet Mu’azzam nasiyenle ey muhalled heykel-i kudret Yapan her na’şa seng bir mezar-ı Ka’be–ulviyyet –– Semavat-ı hamiyyet ki serir-i şems-efşandır Vatan ki ziyneti hak-i siyah olmuş bir eyvandır Adalet ki alınmaz gasb edilmiş efser-i şandır Bu hürriyyet ki hal’i gayr-i kabil bir hükümrandır Bütün bunlarda daratın kemalatın nümayandır Soğuk; o halde ki tebrid-i kalb eden bir gün Sehablar bile donmuş; ufukda bir ölümün Melal-i telhini ihtar eden karanlıklar; Semada buzlu sehimler gibi uçan ruzgar… Cebin-i zulm ü hıyanet kadar gurur-alud Olan bina-yı müşekkel önünde ye’s-nümud Beş on kadın duruyor ellerinde cüzdanlar Ma’aş kuponları ki bin ümid-i acze medar. – Zavallı hasta kızım al demişdi anne cici Sular karardı fakat gelmiyor muhasebeci Kömür de yok para vermezse aç susuz kalırız. – Ne çare var a hanım Bey gelirse yalvarırız. Zavallı valide kaç gündür işte erkenden Gelip de titreyerek bekliyor da hiç… derken Simah-ı kalbine bi-çarenin yetişdi bir ok: – Bey’in düğünleri varmış bugün gidin para yok! Bey’in kerimesi efser-be-zülf-i naz olacak Fakat bunun kızı ölse kefen bulunmayacak. Heva-yı ha’ile-efza içinde şimdi bakın Boğuldu şehka-i bi-tabı ağlayan kadının. Din-i İslam ahlak-ı aliye ile muttasıf olmanın lüzumunu necat ve sa’adetin ancak ahlak ile hasıl olacağını ta bidayeti zuhurunda neşr ü i’lan etmiş ve naşir-i envar-ı İslam olan sahib-i şerh-i akvem Nebiyyü’l-Arabi ve’l-Acem efendimiz hazretleri dahi mekarim-i ahlakı ikmal ve itmam için ba’s ve irsal buyurulduklarını cevami’ul-kelim olan ehadis-i şerifesinde sarahaten zikr u ityan buyurmuşlardır. Resul-i Zi-şan efendimiz hazretleri enva’-ı mu’cizat-ı bahireleriyle kemalat-ı beşeriyyeyi ahlak ve hakkaniyet-i İslamiyyeyi birer birer tedrici ve mü’essir suretlerle efrad-ı beşere anlatmaya başlayarak na’il-i fevz ü hidayet olanlar taraf taraf rütbe-i aliyye-i diyanetin büyüklüğünü ve açılan tarik-ı müstakıme herhalde ittiba’la kendilerinin ve belki bütün insanların vasıl-ı meratib-i kemal olabileceklerini derk u teyakkunla şevk ve vicdanları yakın-i imanileri anen fe-anen kesb-i kuvvet ederek daima huzur-ı Peygamberi’de bulunmaya zahiri ve ma’nevi dünyevi ve uhrevi esbab-ı sa’adete tevessül için beyanat-ı Nebeviyye’ye müştak ve müterakkıb bulunurlar idi. Mahza sa’adet-i beşeriyyeye hizmet ve kaffe-i ibada ayn-ı rahmet olarak ve emsali pek çok hadis-i şerifleriyle ashab-ı güzin efendilerimizi tehzib-i ahlaka hidayet ve irşad buyururlar idi. Küre-i seyyi’at-ı beşeriyye zulmetini tamamıyle ref’ u envar-ı seyyidü’l-ebrar efendimiz hazretleri cemi’-i cihatdan emr ü te’dibat-ı samedaniyye ile mü’eddeb oldukları halde kanun-ı hitabın en mü’essir tarikı olmak üzere kullara emr ü tebliğ buyurulacak umur ve ahkam-ı ilahiyyenin bazı kere yalnız zat-ı mübareklerine tevcihi gibi muhatabları istima’da sebat ettirecek tarz-ı bedi’lerle vahy-i sübhaniler şeref-nazil olur idi. İşte o cümleden biri de ser-levhada işaret eylediğimiz ayet-i celile-i Kur’aniyye’dir ki bilcümle insanların doğrudan doğruya zat-ı risalet-penahilerine hitab suretiyle şeref-varid olmuşdur. Nazm-ı ali-i mezkurun cami’-i ahlak ve kemalat olduğu şerh u izahıyle anlaşılacağı gibi ulema-i din taraflarından da tasdik ve beyan buyurulmuşdur. Cümle-i ulası olan lafz-ı mübarekiyle ale’l-ıtlak müsahele ve müsamahanın ahz ü iltizam buyurulması kat’iyyen ve sarihan emr ü irade-i sübhaniyye olduğu mensus olmakla beraber insanların umumen arzu ettiklerinde şübhe bulunmayan izzet ve sa’adetin afv denilen hulk-i cemil ile elde edileceğini yine sahib-i şeri’at efendimiz hazretleri hadis-i şerifleriyle de tahkim buyurmuşlardır. Hadis-i şerif-i mezkurun me’al-i icmalisi: Muhakkak afv denilen şey insan için ancak izzet ve sa’adeti tezyid eder öyle ise afv ile mu’amele ediniz ki Cenab-ı Hak dahi sizi aziz ve ali kılar demekdir. El-vahidü kafilün kabilinden olarak hadis-i şerif-i mezkur afv sıfatının azametini ifadede kafi olmakla beraber sıfat-ı kerime-i rabbaniyyeden bulunması ve Esma-i Hüsna-yı sübhaniyyeden biri de “afv” lafz-ı şerifi olması dikkat ve imtisale şayan idüğünü beyan için hüccet-i vafiyedir. rimlere afv ü merhamet olunmamak gibi bir suretde telakkı edilemez. Çünkü nizam-ı alem ve ihkak-ı efrad ü ümem tenfiz-i ahkam-ı şer’iyye ile ka’im olduğundan hem cinsimize merhamet ve cem’iyyet-i beşeriyyeye hizmet her halde ladan bulunan afv u safha münafi bir yeri yokdur. Bu iki kelime arasında epeyce fark var birincisi ayrılmak cahil zengin fakır gibi her milletde tabi’iyyül-vuku’ olan sunuf-ı muhtelifenin birbirinden mümtaz bulunmaları temeyyüz teşekkül eden fırkalar teferrukdur. Fırkaların teşkilini intikad sadedinde değilim. Çünkü arada hilaf olmazsa ihtilaf rahmetdir. Maksad-ı acizanem bu iki kelime için birer misal temyiz kuvvetlerinin te’siriyle mütehassıl birer keyfiyetdir. Böyle olunca nasıl oluyor da Kur’an-ı celilü’ş-şanda buyurularak teferrukdan nehiy varid olmuşdur? Bir şeyin me’murun bih veya menhiyyün anh olması için taht-ı ne emr ne de nehy edilir… diye su’al olunursa cevaben denilir ki: Mükellefün bih olan şeyin mutlaka fi’il makulesinden olması lazım gelmez makule-i infi’alden de olabilir. Nitekim bazı muhakkikın nezdinde iman tasdik-i kalbiden sahih i’tibarıyle mükellefün bihdir. Teferruk da böyledir. Miyanedeki ülfet ve muhabbeti müzeyyel ve mucib-i tefrika olan sevabikı yad etmek i’tibarıyle nehy olunmuşdur. demek mucib-i tefrika olan güft u guy-ı sabıkınızı yad ederek kuvvetiniz inkısam etmiş olmasın. Beyzavi Tefsiri’nde beyan olduğu vechile bu ayet-i celile ile li-ebeveyn kardeş olan Evs ve Hazrec’in evlad ü ahfadı arasında yüz yirmi sene niza’ devam etdikden sonra İslamiyet’le aralarının te’lif olunduğu iş’ar ve sebkat eden dedikoduyu unutup habl-i metin-i şeri’ate müttefikan temessük lüzumu ihtar buyuruluyor. Tıpkı böyledir. Menhus istibdadda tamam otuz külah kapmak kimi başına geçirdiği külahı muhafaza etmek karda bulunanların hemen kaffesi cehele güruhu idi ki bunlar siyasiyatımız meşher-i züll ü meskenet olmuşdu. Namus-ı vicdan fazl u irfan cehlin tuğyanına mahkum kaldığından efrad-ı millet arasında büyük bir tefrika var idi. Meşrutiyet manlılar vahdaniyet-i ilahiyyeye kasem ile bir ittihad-ı milli teşkil olundu. Şimdi sırr-ı celili tecelli etmek ve ona tevfik-i hareket olunmak için kaviyyen bu habl-i meşrutiyete i’tisam ve temessük ve o delaletle teraffu’ menafi’-i şahsiyye tahtında muhalif fırkalar teşkilinden tevakkı icab eder. Hasılı temyizi istihsal eden kuvvet ilm ü cehle sa’y ü atalet gibi mütemeyyizlerin nefislerine aid birtakım umur-ı tabi’iyye teferrukun kuvve-i mü’essiresi ise te’min-i menfa’at-i şahsiyye gibi umur-i hariciyye olduğundan evvelkisi zaruri ve memduh ikincisi vacibü’l-ictinab ve makduhdur. Üsküb Belediye Reis-i Sabıkı bunlardan herbirinin kendisine has mümeyyizatı levazımı vardır. Fıtrat-ı ula devri olan ilk devirde insanlar iman-ı fıtri bir sa’ik olmaksızın Halik-ı Hakime karşı arz-ı huzu’dan geri durmazlar ve bu te’abbüd ihtiyacını bir ilm-i zaruri ile bilirler aşağı kalmazdı. Bu devir edvar-ı saire arasında şükuk ve şübühatdan bera’etiyle temeyyüz etmişdir. Zira o zamanın insanları esas-ı imanda tereddüt ne imiş i’tikadda za’af kuvvet nasıl olurmuş bilmezlerdi. Bunun da sebebi –inşaallah ileride mevki-i bahse çekeceğimiz veçhile– kendilerinin şeva’ib-i zünun ve hurafatdan müberra olan din-i basit-i fıtratla tedeyyün etmelerinden ibaretdir. Bu devir bidayet-i hilkatden başlayarak Cenab-ı Mesih’in bi’setine bir kaç asır kalıncaya kadar devam eder ki ne kadar zaman olduğunu tahmin kabil değildir. Hikmet ve felsefe devri olan devr-i sanide ukul eşyanın üzerindeki kesif perdeleri kaldırdı; efkar tasavvurat-ı aliyye mesa’il-i gamıza fezalarında cevelana başladı. Gerek bu alem-i şühudda gerek avalim-i guyubda yed-i kudretin kendisinden gizlediği sera’iri ihata emeliyle vera-yı rida-yı mechuliyyeti Bu devir ezhanda bir takım şükukün tevellüdü efraddan bir kısmının ukulüne mu’tekadatın esasları aleyhine bir alay şeyatin-i şübühatın hululiyle temeyyüz etmişdir. Zaten bu şübhelerin meydan alması pek tabi’i pek zaruri idi. Zira akl-ı insani bu tabi’at-ı kesifenin kuyudundan kurtulmak hicabları yırtmaya meylederse bu savlet-i serbazane onun müdrikatı ancak kendi vüs’u kendi terakkısi derecesinde aklın rehberi hayal olur. Halbuki mürşidi hayalden delili ise tabi’at-ı beşerde merkuz ihtisasatdan ibaret olan bir akıl için kenar-ı felahı bulmak kabil midir? Şübhe yokdur ki akıl hakıkat-ı mutlakayı ancak kendisinin mukayyed bulunduğu derecenin müsa’adesi nisbetinde merkez-i hakıkat zannetmeyerek daha ilerisine uzanmasını uzak bir mevki’de olduğunu anlatacak bir kuvvetin vücuduna celal ona şükuk ve şübühat suretinde tecelli eden bir ruh-i dafı’ gönderdi. Murad-ı ilahisi ise onu ma’na-yı kudsi-i lahutu mek idi. Bu yüzden feylesoflarla rü’esa-yı edyan arasında bir harb-ı daimi meydan aldı. Ateş öyle kızıştı ki bütün ukala-yı ümemin endişe-i yeganesi oldu. Artık ilm-i kelam ilahiyat cedelden hall-i şübühat ile uğraşmakdan ibaret kaldı. Ulum-ı tabi’iyye ve felsefe-i hissiyye devri olan üçüncü devir on altıncı asırdan başlayıp on dokuzuncu asrın nısf-ı evveline kadar gelir. Bu devirde ulum-ı tabi’iyye erkanıyle aba-yı din arasında bir niza’-ı ilm ü dindir koptu. Galibiyet evvelkilerin tarafında kaldı. Ma’a-mafih bu netice ikinci fırkanın halkı ilimden teb’id etmek istidlalat-ı akliyye ve fikriyyede bulunmayı men’ eylemek gibi ifradata süluk etmelerinden devirde dine karşı mübalatsızlık o dereceyi bulmuştu ki artık dinsizlerin sözleri erbab-ı dine ve tarafdarlarına rağmen avam arasında vacibü’l-ihtiram birer düstur-ı hikmet suretinde telakki ediliyordu. Şu bizim bulunduğumuz devr-i rabi’ ki devr-i fıtrat ve tabi’atdır bu devir beşeriyetin şükuk ve şübühatdan münezzeh olan din-i fıtrisine ric’at tarikini araştırmasiyle temeyyüz etmişdir. Şimdi şu dört devre aid bazı izahat vermemiz Edyanın esaslarından bahseden ulema bidayet-i hilkatda beşerin ibadet eylediği ilk ma’bud hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Maddiyun insanların doğrudan doğruya en kaba şekilde bulunan esnama ibadetden başlayarak akıl ve fikirlerinin terakkısi nisbetinde yavaş yavaş kendilerinin de terakkı ettiklerine ve devirden devire intikal ile nihayet uluhiyet hakkında Paskal Jül Simon Ernest Renan gibi e’azımın vasıl olduğu tenzih-i mutlakı tevhid-i halisi bulduklarına zahib oluyorlar. Maddiyunun bu kadar dolu dizgin gitmelerine sebeb bütün ma’kulatı idrak için havass-ı hamseden başka tarik yokdur zannına düşerek hiss-i zahiriden başka bir şeyle amel etmemeleridir. Felasifeden ruhiyyuna gelince Biz ruhiyun diye bu alemin biri şu kevn-i meşhuddan ibaret olan maddi diğeri ise maddenin maverasında bulunan ruhani iki tabi’atden müteşekkil olduğunu iddi’a edenleri murad ediyoruz. bunlar diyorlar ki: “İnsan bidayet-i neş’etinde Halik-ı akdese ibadet etmiş hem de bu ibadeti tenzih ve tevhidin en halis en kamil suretiyle eda eylemişdir. Putperestliğe gelince bu da beşerin her mübhem suretde hisseylediği şeyi tahdid etmeye ona bir suret vermeye olan meyl-i tabi’isinden münba’is bir a’razdır.” Bu nazariyenin hülasası şu oluyor ki beşer din-i hak üzerine meftur olmuş ve o dini levazım-ı ruhiyyesinden biri gibi kemal-i i’tina ile taşımış sonra mahsusata temayül edip de hissiyat-ı dindaranesini tahdid etmek ona bir şekil vermek dalaleti meydan almış nihayet iş felsefe-i edyanın hikaye eylediği mertebeyi bulmuş ki aşağıda bir nebze bahsedeceğiz. Maddiyun tarafından serd olunan evvelki nazariye bugün hadıyd-i merdudiyyete düşmüş; i’tikadatın menşe’lerini edyanın esaslarını tedkık ile uğraşan ulema tarafından artık fesadı i’lan edilmişdir. Feylesof-ı şehir Guyeau Müstakbelin Dinsizliği namıyle neşrettiği eserinde diyor ki: “Bir kaç seneden beri felsefe-i hissiyye erbabının edyan hakkındaki nazariyeleri mevki’-i siyadet ve hürmetini muhafaza eder ümidinde bulunuyorlardı. Bir çok kimseler de onun zaruri olan neta’ic-i sairesine sevk-i fikir etmeksizin bu nazariyeye taraftarlık ettiler lakin şimdi bunun pek vahi bir ser Usul-i Evveliyye namındaki eserde bu nazariyenin gayet dakık bir tahlil-i ilmi ile fesadını meydana çıkardıkdan sonra redd-i kat’i ile reddediyor. Çünkü öyle faraziyat zanniyat kabilinden olmadığı gibi insan taharriyatını mu’tekadatın esaslarına doğru sevkedecek olursa bunun pek ma’kul olduğunu bizzat tahkıke zafer-yab olur. Vakı’a bu maksadı istihsal öyle pek kolay değilse de bu uğurda çalışan bir çok büyük adamlar var ki hakıkat-i hali keşf için hiç bir fedakarlığı esirgemiyorlar bezl-i mechud ediyorlar. Bu mevzu’-ı celil ile uğraşanların içinde en parlak neticeye muzaffer olan üstad-ı şehir Amerikalı Max Müller’dir. Bu zat Dinin Esası ve İn’ikası namındaki eserde edyanın en kadimi olan Hind dinindeki nusus ile isbat ediyor ki: Beşer evvela Cenab-ı Halik’a ibadet etmiş hem de onu mahdudiyetden cismaniyetden tenzih ederek ibadet etmişdir. Ama bu putlara bu sanemlere gelince onlar hayalin tevlid ettiği bir takım asardır ki insanın nefsinde hisseylediği her şeyi lemsedebilmek muhabbetinden ileri gelmişdir. Max Müller diyor ki: “İnsanlar tarafından şu mücessem ilahlar sonraları temsil suretiyle meydana getirilmeye başlamıştır. Bina’en-aleyh bizim ecdad-ı kadimemiz Halik-i hakıkıye daha bir isim vermeye cesaret edemedikleri halde huzur-ı azametinde secdeye varmışlardır.” Daha sonra mü’ellif bütün edyanın esasen bir olup bilahare meydan alan tehalüfatın beyne’l-beşer tehaddüs eden agraz-ı zatiyyeden ileri geldiğini söylüyor. diyyunun sözleri ne bir ilm-i sabite mutabıkdır ne de sıhhatine delil ikamesi mümkün olur. Ma’a-mafih onlar için böyle bir dalal müsteb’ad değildir. Çünkü hangi mes’elenin halli için ne olursa olsun müşkil mevki’de kaldılar mı derhal felsefe-perdazlığı ele alarak bütün dünyayı öyle ihtimalat ile öyle faraziyat ile doldururlar ki en safsatacı en hezeyan-alud fikirler bile kabulünden bedaheten i’raz eder. Onlara soralım: Hiç tasavvur olunabilir mi ki insan mücessem bir şeye tapsın da bu perestiş evvelce sebkeden bir fikrin eser-i sevki olmasın? Hiç akla sığar mı ki insan alem-i gaybtan çıkar çıkmaz dağlara taşlara ağaçlara ovalara ibadet etsin de şu ibadeti onu bu suretle ma’budunu tahdid ve tecsime sevkeden bir his ile mesbuk bulunmasın? Bunun hiç bir zaman tasavvuru kabil değildir. Öyleyse ilk insanların ilk ibadeti hudud u kuyuddan münezzeh olan Halik-ı Akdes’e karşı ruhen kalben hem de suret-i asliyyesiyle eda olunan ibadetdir hakıkati tezahür eder. Maddiyyun diyor ki: “Ecdad-ı kadimemizin ma’budu mahdud ve mücessem bilip kuyuddan ıtlak etmediklerine cismaniyetden münezzeh tanımadıklarına en başlı bir delil aranılırsa o da lisanlarında ıtlaka gayr-ı mahdudiyete delalet eder bir kelime bulunmamasıdır. Lügatlarında “namütenahi” kelimesi yokdur.” Deriz ki: Eski lisanlarda namütenahi kelimesi olmamakla medlulü de olmamak icab etmez. Zaten bu kelime bütün lisanlarda esna-yı muhaverede terkib olunur iki kelimeden mürekkebdir. Namütenahi yahud gayr-ı mahdud yahud bi-gayet dediğimiz gibi. Bundan başka elsine-i kadime şimdikiler gibi mükemmel değil idi. Bir çok eşyayı hatta mahsusatdan bir kısmını bile ifade eder lügat yokdu. Ezcümle bu lisanların kaffesinde elvan isimleri beyaz sarı siyah kırmızıdan ibaret olup bu renklerin birbiriyle imtizacından husule gelen levnler için lafz-ı mahsus mevzu’ değildi. Artık sema başlarının üstünde o hulle-i nil-guniyle parlayıp dururken bu adamlar mavi rengi bilmiyorlarmış demek doğru olur mu? Bir de namütenahi fikrine mütemeddinlerden ziyade vahşiler temayül eder. Görmez misiniz avamdan bir adam size bir şehrin büyüklüğünü anlatmak istediği zaman evsaf-ı mübalağayı müş’ir zihninde bir kelime bulamaz da “Bir memleket ki ne ucu var ne bucağı!” gibi bir tasvirde bulunur. Demek maddiyyunun bu nazariyeleri de boş imiş? Zaten onların böyle bir iddi’ada bulunmalarına sebeb bütün müdrekatı havass-ı hamse isnad etmekden ibaret olan düsturlarıdır. Halbuki düşünülürse bu meydan ne kadar tengdir! Faslımıza hatime vermezden evvel iki büyük harikayı zikretmemiz elzemdir ki Seyyidü’l-Vücud sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin en büyük mu’cizatındandır. Hiss-i hakıkat - Max Müller’in “İnsan din-i hak ile mefturdur” sözü kendisinin viladetinden takriben on üç asır evvel Aleyhi’ssalatüve’s-selam Efendimize nazil olan şu ayet-i celilenin tekrir-i me’alinden başka bir şey addolunmak kabil değildir. bu hakıkat alem-i ilimde ancak on dokuzuncu asırda tecelli ediyor; hem de Max Müller’in senesinde intişar eden kitabiyle şayi’ oluyor. - Üstaddan naklen söylediğimiz vechile felsefe-i edyan bize gösteriyor ki dinler esas i’tibariyle birdir. İlk insanların din namına olan his ve amelleri asr-ı hazırdaki en büyük bir adamın yine din hakkındaki his ve amelinin aynıdır. Ma’amafih öyle ibadet namına terkib olunan tumturaklı elfaz seci’li ibarat arada bir fark teşkil edemez. Çünkü bunların hepsi de ihtisasat-ı vicdaniyyenin tercümesinden ibaretdir. Halbuki bir cahilin vicdanındaki hissiyat-ı diniyye en büyük feylesofun ihtisasatından aşağı kalmaz. İşte bu da pek yeni kabul olunmuş bir fikirdir ki Kur’an-ı Kerim onu şu kadar asır evvel sarahaten natık olmuş; yani bütün edyanın esası bir olup onun da Halık-ı Vahid’e te’abbüd ile emirden ibaret bulunduğunu söylemişdir. Ataletin fenalıklarını sayıp dökmek için başlı başına bir kitab yazmak icab ederse de biz evvelki makalelerimizde söylediğimiz sözlerle iktifa ederek şimdi onun avn-i Hakla sıyrılıp gidecek bir arıza olduğunu izah edeceğiz. Artık kari’in-i kiram nazarında te’ayyün etmişdir ki – mahiyetini aklı muhakemeyi bir tarafa bırakarak elde bulunan asara bağlanıp kalmak suretinde izah edebileceğimiz– bu menhus illet diyanet-i İslamiyye’nin tabi’atinde kat’iyen yokdur. Kur’an-ı Kerim’de ecdad-mande adatı bila-muhakeme kabulden tahzir eden birçok ayat-ı celile vardır ki burada tasrihe lüzum görmüyoruz. Makalat-ı salifemizde demişdik ki müslümanların başına bu belayı getiren esbab ya doğrudan doğruya kendi menfa’atlarını onların zararında arayan şevket-i İslamiyye’yi kesretmek isteyen düşmanlardır; yahud hayır yapıyorum zanniyle fenalık eden beyinsiz dostlardır. lunanlardır. Pekala bakalım bu illet müdeffi’ olur da müslümanlık sabıkdaki feyz-i şamiline semahat-ı fevkaladesine avdetle müslümanları saye-i feyyazında varacakları gaye-i kemale isal edebilir mi? Kur’an-ı mübinde buyuruluyor. Nazm-ı celildeki zikir o zikr-i hakimdir o Kur’an’dır ki ayat-ı satı’ası bütün hakayık-ı eşyaya habir olan Halik-ı azim tarafından evvela ihkam sonra tafsil buyurulmuşdur. Cenab-ı Hak kitab-ı binini de incaz eylemişdir ki ne bir düşman-ı bed-hahın ne de bir muhibb-i bi-iz’anın dest-i tahrifi o nass-ı mübin-i semaviye uzanamamış bina’en-aleyh nazil olduğu gibi kalmışdır. Tabi’idir ki o metn-i metinin tefsiri te’vili yolunda gerek dost gerek düşman fırkaları tarafından söylenen sözlerin hiç te’siri olamaz. Kelam-ı ilahi mesahifin sine-i tebcilinde her türlü ihtilafdan her türlü ta’arruzdan masun olarak etkıya-yı ümmete muktedalık etmektedir. Din onun dest-i emanetine mevdu’dur ukul vadi-i dalalda dolaşmakdan bi-zar kalınca bir emr-i azim hadis olunca hükmüne müraca’at edilecek hüküm ancak odur. Önüne çekilmek istenilen perdeler onun şu’a-i nafiz-nuruna hiçbir zaman ha’il olamamışdır ve olamayacakdır. Hem inşa’allah dinin hakıkı ensarı o perdelerin hepsini yırtıp atacak da ziya-yı müniri olanca şa’şa’asiyle tenvir-i uyun edecekdir. Min-tarafillah ni’met-i basiretle meftur olanlar o nur-i güzinin ziyasını zulmetler üstünde taban görerek ona doğru şitab etmekden geri durmamışlardır. Lakin leyal-i bid’at sat içinde basiretleri gubar-ı hevesat altında bunalmış olanlar fikirlerini hurafat ile doldurdukları nazarlarını dela’ilden kalmamışdır. Kendilerinin ziya-yı hakıkati görmeyecek kadar kör nida-yı hakıkati işitmeyecek kadar sağır olduklarını bülend avaz ile söylerler. Hem de bunu imanlarındaki kemale bir delil addederler. Va esefa ki tav’an ne büyük bir hamakat ihtiyar ettiklerini bilmezler. İşte müslüman namını taşıyan bir sevad-ı a’zamın hali! Bir kere bu nam ile İslam’ın yüz karası oluyorlar. Sonra bilmeyerek liva-yı şeri’at altında toplanmış olduklarını zannederek düşmanlara nusret ediyorlar. Halbuki zavallıların Müslümanlık’la hiç münasebetleri yok. Ümem-i salifenin giriftar olduğu musibetler tabi’i bunların başına da gelecektir. Çünkü onların vaktiyle gitmiş oldukları yolu karış karış adım adım ta’kıb ediyorlar saha-i hareketlerini o kadar daraltmışlar ki kendilerinden evvelkiler kertenkele inine girmiş olsalar bunlar da bila tereddüt girecekler Bir hadis-i şerifin me’aline işaret herhangi kavim kendisinden evvel geçen akvamın tutmuş olduğu yolu ta’kıb ederse Cenab-ı Hakk’ın o akvam hakkında sebkeden ahkam-ı radıkları akibetden kurtulamayacakdır. Cenab-ı Hak ümem-i salifenin tarihini ahlakını hikaye etmiş kavanin-i ilahiyesinden şeri’atinden inhiraf edenlerin Kitabullah’ı gözleri önünden kaldırarak arkalarına atanların giriftar olduğu şeda’idi beyan eylemişdir. Evet bu milletler zillet ve meskenet içinde kalmış dest-i vama vermişdir. Pekala onların isrine tebaiyet edenler için aynı tarikde mahvolup giden seleflerinin gördüğü akıbetden başka bir akıbet beklenilebilir mi? Bu bir kanun-ı ilahidir kanun-ı ilahi ise la-yetegayyerdir. Görüyoruz ki İslam’a müntesib olan bu güruhun başına la-yenkati’ musibetler iniyor; memleketlerine pey-der-pey felaketler müstevli oluyor; meğer ki dalmış olduklan sekr-i gafletden ayılsınlar nitekim ayılmaya başladılar nazar-ı basiretlerini perde-puş eden gubar-ı bide’atı silkerek tarik-ı felahı taharriye şitab etsinler de hiç yüzüne bakmaz oldukları o Kitab-ı Kerim’i kendilerini tahlise amade görsünler; o hadi-i ezeli sayesinde menabi’-i ilm ü irfana doğru yükselerek çeşme-sar-ı ma’rifetden istedikleri gibi sirab olsunlar; kendilerini bilsinler ruhlarında bir zamandan beri kamin kalan kuvvetin vücudunu anlasınlar da artık birbirinin eline yapışarak gaye-i mecd ü şerefe doğru bi-perva yürüsünler. Bunun için diyorum ki: İslam hiç bir zaman şah-rah-ı medeniyyetde bir uçurum değildir. Belki medeniyeti tehzib edecek alude bulunduğu levsiyatdan tathir eyleyecek ancak odur. Medeniyet de İslam ile anlaşınca onun en kavi bir zahiri kesilecektir. Müslümanları bitiren bu atalet-i diniyye de kalkacakdır. Bir taraftan Kur’an hey’et-i münzelesiyle bakı ve bu halin aleyhine şahid olup dururken; diğer taraftan halkı ahkam-ı aliyesine da’vet edecek erbab-ı tevfik yetişdirirken; sonra da gerek hadisat gerek erbab-ı ataletin yemekte olduğu taziyane-i azab bu fırka-i naciyyeye zahir olurken mez. Şarkı garbı bütün dünyayı dolaşdığı sıralarda ilmi arkasından ayırmayan bu kitab-ı azimin envar-ı güzini günün birinde yeniden basıra-pira-yı cihan olacak; önündeki dalal perdelerini yırtarak kulub-i müslimindeki ilk vatanına dönecek; artık orada karar edecektir. Refakatine ise yine yar-ı vefadarı olan ilmi alacaktır. Erbab-ı atalet a’da-yı Kur’an ile hem-zeban olmuşlar diyorlar ki: “Zaman artık nihayete yaklaşıyor. Kıyametin kopmasına az kaldı. İnsanlardaki dindeki fesadatı tevlid eden esbab-ı zamanın şeyhuhatinden başka bir şey değildir. Artık sa’yin fa’idesi amelin semeresi olamaz. Bütün hareketlerin bütün fa’aliyetlerin gayesi ademdir... Evet nereye baksan adem nereye teşebbüs etsen ademdir...” Ne’uzu billah. İşte bu herifler cehlin ahfadı ye’sin avane-i iştidadıdır! Bilmedikleri şeyi uydurup uydurup söylemekten çekinmezler. Acaba zamandan ne anlamışlar ne öğrenmişler ki encama erişmek üzere olduğunu kestiriyorlar? yirmi seneden ibarettir ki eyyam-ı ilahiyyeye nisbetle ancak bir gündür yahud o kadar bile değildir. Kainatta tecelli eden asar-ı sübhaniyye bidayet-i hilkatten beri geçen zamanın asırlarla değil dehirlerle takdir olunacak kadar azim olduğuna şahid olmakla beraber nizam-ı Halık’ın yerini bulması lasına sığmayacağına yine o asar şehadet edip durmaktadır. Zuhur-ı İslam’dan bu ana kadar güzar eden zaman ellişer sene yaşayan yirmi altı ademin mecmu-ı ömründen fazla çıkmıyor. Pek a’la bu kadar kısa bir müddet İslam gibi bir din-i umumi için zaman-ı tavil addolunmak doğru mudur? Şu zaman-ı kasir bütün insanların hidayetine yetişmez. Nitekim yetişmeyeceği tebeyyün etti. Bir de neden kıyamet bu mudill heriflerin hırs u tama’ları üzerine kopmadan din üzerine kopuyor?! Cenab-ı Hak nur-ı ilahisini feyz-yab-ı kemal edeceğini din-i mübininin bütün edyana ihraz-ı galebe edeceğini va’ad buyurmuyor mu? Evet din bir zamanlar sebil-i kemali ta’kib ile aka’id-i batılayı senelerce mağlub etti. Lakin sonraları erbab-ı din onun gösterdiği tarik-i savabdan yüz çevirdikleri za-yı alem tarumar olmayacakdır. Meğer ki va’ad-i sabık-ı ve vicdanın te’yidine çalışsın. Akıl münteha-yı kuvvetini bulsun hudud-ı hakimiyetini anlasın min tarafillah mevhub olan mezayası üzerinde asfiya-yı raşidinin tasarrufuyla tasarruf etsin kudreti müsa’id olduğu kadar sera’ir-i alemi idrak eylesin; nihayet sıra perde-i celale gelince orada vakfegüzin-i huşu’ olsun; sonra bulunduğu makam-ı gaşy ü hayretden rasihin-i ulemanın tuttuğu tarik ile dönsün. Bakınız Emirü’l-mü’minin Ali kerremallahu vechehu onlar hakkında ne söylüyor: “Bunlar o su’ada-yı ümmetdir ki nazar-ı ıttıla-ı beşerle cihan-ı gayb arasına gerilen perdeleri kaldırarak sine-i esrara dalmak hayalini hatırlarına bile getirmez de alem-i gayba ait hiç bir şey bilmediklerini ikrar sığmayan hakayıkın huzurunda i’tiraf-ı acz eylemelerini “ilim” künhünü araştırmakla mükellef olmadıkları esrar-ı gamızada te’ammuka kalkışmamalarını “rüsuh” ta’biriyle irad buyuruyor. İşte sen de bu noktada dur. Azamet-i ilahiyeyi mikyas-ı naçiz-i akıl ile ölçmeye kalkışma sonra mahvolursun. Öyle bir kadir-i kayyumdur ki evham münteha-yı kibriyasını pak-damen olan fikr-i safadar a’mak-ı guyub-ı lahutisine yetişerek onu bulmak istedikçe; kulub mahiyet-i sıfatına ıttıla’ sevdasıyle valihane dolaştıkça; ukul sıfatın yetişemeyeceği bir gayete vararak zatını ihataya çalıştıkça O bunların hepsini geri çevirir de puyan oldukları hatar-gah muzlim-i gaybden tahallus için yine onun merhametine sığınırlar. Bu azm ü ikdamın sonunda bir dest-i kahır ve ceberutun alınlarına dayanarak kendilerini ric’ate mahkum eylediğini görürler de artık öyle birtakım hayalat ile tekellüfat ile Bari te’alayı idrak kabil olamayacağını hatta en ali fikirlere onun celal ve azametini takdir için naçiz bir hatıra bile hutur edemeyeceğini i’tiraf ederler.” Allah te’ala murad ediyor. Sizin için beyan buyurmayı tebyin-i hakayik eylemeyi irade buyuruyor. Helal ve haramı tefrik ediyor. demekdir. Çünkü “ta’büd” teklif ma’nasına müsta’meldir yani sizin mükellef olduğunuz ahkam-ı diniyyeyi beyan buyurmayı murad ediyor. Çünkü bundan evvel birçok ahkamı beyan eylemişdi. Nikahı haram ve helal olan kadınlar nevi’ nevi’ ayrılmışdı. kimler haramdır hangi kadınları kimler alamaz?.. Bunları ta’dad ve beyandan sonra buyuruyor mezkuratın ma’adası helaldir diyor. Şimdi bu haram olanlar içinde kardeş kızı haram değil mi? kardeşinin kızı bir insana helal olmaz. Ale’l-ıtlak –gerek hemşiresinin olsun gerek karındaşının olsun– kerimesi kendi evladı gibi haramdır. Fakat amca dayı kızlarını alır helaldir. Helal haramı tefrik ediyor. Ayet-i Kur’aniyye’ye dair Mecusiler yahud Yahudiler i’tiraz edebilir. Onun için onların mezhebleri batıldır. İddi’a etdikleri şey hiçbir şeri’atde yokdur. Şerayi’-i ilahiyye bir siyak üzeredir. Yahudiler liebin kardeş kızını helal görürler Tevrat’da var diyorlar. Haşa bu hiçbir şeri’atde helal olmamış. Nasıl kardeş olursa olsun Fakat Mecusiler i’tiraz ederler: Kardeş kızları haram olsa amca kızları niçin helal olsun onlar da haram olmak lazım gelir? Onların validesi de haramdır. Hemşire gibi teyzeniz halanız da haramdır. Valideleri haram iken kızları helal oluyor; bu halde hemşire kızları da helaldir; bunların beyninde müşabehet var... diye mecusiler i’tiraz ederler. Allah ne buyuruyor? Onların batıl dinine bakmayın. Öyle şehvet-perest ha’inlerin sözüne kulak asmayın. Allah size doğru şeri’at ne ise onu bildirecek helal ve haramı tebyin buyuracak. Sizden evvel geçen enbiyanın salihinin mesleği neden ibaretdir menahic-i hakıkat ne yolda olmak lazımdır… İşte bunları beyan buyuruyor. Beyzavi. Allah sizi irşad etmek selamete çıkarmak için sizden evvel geçen enbiyanın ve salihinin menahicine sizi sevk eder. Cenab-ı Bari sizin günahlarınızı mağfiret edecek evvelden şeri’at henüz ortaya konmadan zaman-ı cahiliyetde bilmeyerek birtakım hatalar olmuş! Şer’a muhalif bir takım mu’amelatınızdan dolayı şimdi sizi afv buyuracak. Üzerinize tevbe eder… “Tevbe” fi’ili Allah’a dim olmak bir daha işlememeye azim olmak tevbenin rükunları nedamet ve azimden ibaretdir. Ama hakıkat-i ma’nası bu değildir. Asıl ma’nası rücu’dur. Abdin ma’siyetden rücu’ etmesi ne iledir? Nedamet getirmek bir daha işlememeye azmetmek… Cenab-ı Allah’ın rücu’u nedir? Kuluna gadap etmeden mağfirete rücu’ etmek. Onun için tevbe Cenab-ı Hakk’a isnad olununca “kabul-i tevbe” ile tefsir olunur. Yahud kabul-i tevbenin lazımı olan mağfiret ma’nasına olur. El-hasıl eskiden zaman-ı cahiliyyetde vaki’ olan bazı na-seza harekatdan dolayı ehl-i İslam mes’ul olmayacak. O nevi’ mu’amelatı Cenab-ı Hak mağfiret buyuracak demekdir. Allah Te’ala alimdir bütün esrar ü hafayayı bilir hakimdir hikmet üzere şeri’ati te’sis buyurmuşdur. Esrar-ı ilahiyyeyi kullar ihata edemez. Öyle nassa karşı kıyas ile hüküm olunamaz. Mecusilerin müslümanlara i’tirazı asla varid olmaz . Helal ile haram beynindeki tefavüt her vakit herkese aşikar değilse de hikmet ve maslahata vakıf olanlar nazarında ruşenadır. Kardeş kızlarıyle amca kızları beyninde tefavüt-i azim var. Eğer onlar da haram olsa o vakit pek ziyade usret olur. Çok kere birbirleriyle izdivacları lazım gelir buna bina’en Cenab-ı Bari tevsi’ ediyor. Kardeş kızı insanın evladı gibidir; buna müsa’ade-i şer’iyye olmamış ama babasının kardeşi olursa yani oğlanın amcası kızı olursa hikmet ve maslahat bunun cevazını icab ediyor. Cenab-ı Bari helali haramdan temyiz buyurmuşdur bizi daima şerayi’-i ilahiyyeye irşad ediyor o yoldan geçirmek yor ki onların yoluna gidelim tarik-ı hakdan ayrılmayalım. Hazret-i Adem devrinden sonra şerayi’-i ilahiyye ne yolda kurulmuşsa o minval üzere gidiyor. Ama ümmet-i Ahmediyye’ye bazı tahfifat da var. Şeri’at-i Muhammediyye’de bu vaki’dir. Bize birtakım tahfifat inayet buyurulmuş. Lakin bazı şeyler var ki hiçbir şeri’atde müsa’ade olunmamışdır. Bu takım süfeha-yı nas Cenab-ı Hakk’a haşa abes ve hilaf-ı hikmet isnad etmiş oluyorlar. O ise küfr-i sarihdir. Mümkün mertebe şeri’at-i Muhammediyye kolaylık tarafını göstermişdir. Her asra göre ehven olan ne ise onu beyan buyurmuş. Onun için sonra ne buyuruyor? bu üç ayet birbirine merbutdur birden nazil olmuşdur. Allah Te’ala sizi daima hakka irşad ediyor. Lakin düşmanlarınız gerek insan şeytanları gerek şeyatin-i cin sizi daima batıla meylettirmeye çalışıyorlar şehevat-ı nefsaniyyeye ediyorlar? Onlar kimlerdir? Fecere feseka. Onlar ki şehevata ziyade inhimakları olduğu için guya şehvete ittiba’ ederler emrine imtisal ederler. Heva-yı nefsaniye ibadet ediyorlar. Dikkat olunuyor ya: şehevata ittiba’ ederler halbuki her şehvet haram olmaz ya. Şehevat-ı muharreme olduğu gibi şehevat-ı mübaha da var. Halbuki Beyzavi ne ile tefsir etmiş? facir fasık insanlar… Bir insan şehevata ittiba’ ile fasık olur mu? Bu kadar mübah şehvetler var… Lakin ta’birinden ne anlaşılır? Şehevata tin mübah kıldığı şehevatı isteyen kimseler şer’a ittiba’ etmesi lazım gelir meşru’ şehevata her kim meyl ederse… Fakat yalnız şeri’atin tecviz ettiğini işliyor men’ ettiğini işlemiyor; böyle olan kimse şehvete mi ittiba’ eder şeri’ate mi? Elbet şeri’ate. Ama şehvete ittiba’ edenler kimlerdir? Ol kimseler ki hiç helal haram düşünmez nefs-i emmare ne canibe sevk ederse o canibe koşar. Guya şehvetin emrine mukteziyat-ı nefsaniyyeye inhimak eden kimse nefsini ma’bud emretmiş de onun emrini icra ediyor. Evvela tefrika ve mu’ahharen ilave suretiyle neşr u ta’mimine himmet ve delalet buyurduğunuz Usul-i Fıkıh Dersleri’nin bir diğeri tarafından kitab şeklinde olarak tab’ edilmekde olduğunu haber aldım. Tabi’ dahi mu’allimin takririni benden evvel zabt etmiş olan İsmail Bey namında bir mekteb refikimiz imiş. Büyük Haydar Efendi bizden evvelki sınıflarda da ders takrir etmiş olduğundan böyle bir arkadaşımızın da not tutmuş olmasını elbette istib’ad edemem. Fakat eğer bu haber doğru ise hayli zamandır intişar etmekde bulunan Sıratımüstakım ve derslere mukaddime olmak üzere yazdığım bir iki sahifeyi görmüş olacağına şübhe etmemek istediğim bu mu’azzez refikimizin gerek bu acizin ve gerek her ikisi de Mekteb-i Hukuk’dan feyz alan mü’essislerin emel-i mukaddesine hürmet ederek kable’t-tab’ bu notların kendisinde mevcudiyetini ihbar ve eserin fa’idesini bir kat daha te’min için neşr ü ta’mim hususunda tevhid-i mesa’i emelini izhar eylememesine te’essüf ederim. Bendenizin notlarımın ne gibi şera’it altında tutulup eser haline konulduğunu efkar-ı umumiyye ve bilhassa merhumu ve suret-i takririni tanıyanlar muvazene ve muhakeme edecekdir. Yalnız müsellimü’s-sübut bir şey vardır ki o da bizim sınıfa gelinceye kadar büyük Haydar Efendi’nin Usul-i Fıkhı tamamen ve bi-hakkın takrir ve ikmal edememiş bulunmasıdır. Bunu merhum kendisi sınıfda söyledi hala o sada-yı latifin ahengi sami’amdadır. Acaba nihayetdeki mebahisi İsmail Bey kardeşimiz mu’allim namına olmak üzere nereden zabt ve tahrir etmiş olacaklar?... Halbuki bendeniz emel-i mukaddesi mu’allim-i muhteremin te’bid namına mun’atıf olan bir mekteb refikına karşı aynı hissiyat ile mütehassis olan diğer bir mekteb refikından hiçbir hareket-i hukuk-şikenane beklemem bina’en-aleyh ma’at-te’essüf şahsını bile tanımadığım bu ismi muhterem tutar ve havadisi ihtiyat ile telakkı ederek mes’eleyi mevhum bir istihkak kisvesi altına gizlenen menfa’perestlik tezahüratında ararım. Bakınız nasıl: Bilirsiniz ki bendeniz bu derse çok ehemmiyet vermiş belki bütün vüs’umu ona hasr etmişdim. Bizden evvelki sınıflar me’zunininden bildiklerime müraca’atdan onlardan dahi not tedarikinden hali kalmadım fakat bu hususda yalnız ’ıncı me’zunin sınıfı birincisi Cemaleddin Efendi biraderimizin “mutlak mukayyed” bahsine kadar olan notlarından istifade edebildim defterlerimden elbette görmüşler ve geçen senelere a’id cüz’i fark ve fa’idenin defterlerime kavis içinde nakl ve derc olunduğunu da öğrenmişlerdir. Notlarımın bu kavis arasındaki mevaddının tatbik ve tedkıki de dahil olduğu halde aksam-ı saire-i mühimmesi sırf kendi gayretimle vücuda gelmiş ve hatta birçok mebahisde esere tercüme ve ilavelerle tezyin ve tevsi’ edilmişdir. Tahdis-i ni’met kabilinden olarak iddi’a edebilirim ki notlarımdan daha mükemmel bir Usul-i Fıkıh Dersleri şimdiye kadar zabtedilmemiş ve muvaffakıyet-i vakı’a benim gibi dirsek çürüderek dersi ta’kıb ve defterlerimden istinsah eden yüzlerce refiklerim nazarında ba’is-i memduhiyyetim olmuşdur. Bir aralık guya talebe namına tab’ olunacağı şayi’asıyle mekteb hey’et-i idaresi tarafından dahi notlarım aldırıldı istinsah etdirildi bu mu’amelesiyle mekteb idaresi de o vakte kadar kimse tarafından böyle bir not edinilmediğini tasdik eylemiş ve mu’allim-i muhteremin vefatından sonra Usul-i Fıkıh mu’allimi olan fazıl-ı mükerrem üstad-ı ali-himem Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretleri de hatt-ı destimle muharrer notlarımı görerek bezl-i takdirat ile bu acizi taltif eylemişdir. Efsus ki nerede bir emr-i hayra bir menfa’at-perestlik girerse orada hak-şikenlik başlıyor: Ben bu semere-i gayretimi kitab şeklinde basmak ve bununla o fazıl-ı muhteremin nam-ı ulvisini te’bid eylemek isterdim. Fakat tabi’idir ki devr-i sabıkda bu mümkün olamazdı. Lehü’l-hamd devr-i hürriyyet ve ma’rifet hulul etdi. Artık hiçbir mani’ ve müzahim kalmadı zannıyle eserin neşr ü ta’mimi çarelerini düşündüm siz büyük bir istiğna-yı kalb ile hatta zararı göze aldırarak emelimi canlandırdınız ona ruh ve vücud verdiniz. Notlar ibtida tefrika sonra ilave suretinde intişara başladı. Lakin hiçbir istifade te’min etmeyerek sırf bir fikr-i ulviye batdı. Üstad-ı merhuma karabeti bulunub ismini teşhire şimdilik lüzum görmediğim bir zat-ı muhterem geldi. Beni buldu ve şu vechile ilave neşrinden sarf-ı nazarla eserin – hiçbir ihtiyacları bulunmayan–…..’e bahş olunmasını hem de merhumun hak-i kabri hürmetine rica ve iltimas etdi. Aman Allahım ne tenezzül ben ne yapıyordum bunlar ne cerr-i menfa’at değildir. Bugün Sıratımüstakım risalesi ilavesiz dahi mevcudiyetini te’min ediyor. İlave sırf neşr ü ta’mim fikriyle kari’lere takdim olunuyor. Notların zabıtı sahib-i meşru’u bu emeli’ala rü’usi’l-işhad teşhir ve i’lan etdi. Eserin mukaddimesine bunu yazdı. Büyük Haydar Efendi namı esere bir tac-ı ser oldu. Lakin ma’at-te’essüf bu hareket menfa’at gözedenlerin amaline karşı büyük bir darbe esere sahib oluyor artık onların başka suretle yeniden para vererek kitab tedarik etmelerine hacet kalmıyordu. fahiminde aramalı nafile bir refik-i muhteremi ismi şahsı hedef-i ta’riz eylememelidir. Evet tekrar ederim bu notlardaki büyük yazılar yani metin sırf üstadın doğrudan doğruya takriridir imlasıdır. Hatta bazılarını beni müdürün odasına çağırdarak orada elindeki Arabi sahifeden Türkçe’ye kalb eder yazdırır dersden evvel sınıfda yazdırılmış bulunmasını arzu ederdi. Ben zaten bütün eseri merhumun ruh-i pakine ihda ettiğim için bu metnin aynen esere derc ve naklinde bir mahzur görmedim. Onun Arapçasını Mir’at’dan almak cüz’i ta’dilat ile bi’t-tercüme eseri büsbütün kendime mal etmek tenezzülünü irtikab etmedim dosdoğru gittim. Fakat bunca senelik mahsul-i mesa’i ve gayretimi de menfa’ate feda etmekden de doğrusu vicdanım sızladı bunu yapamadım ve yapamazdım.. Mu’allimin yazmadığı yazdırmadığı yalnız aldığı ücret ve ma’aş mukabilinde dersdeki hitabatdan vücuda gelen ve kısmen de tevsi’ edilen bu eser benim mahsul-i sa’yimdir.. Kavanin-i mevzu’a dahi benim bu hakkımı muhafaza edecekdir. Yalnız metnin neşrinden –bütün samimiyet-i fikriyye ve kalbiyyeme rağmen– alaka-daranın müraca’atıyle hükmen men’ olunur isem o halde Arabi mukabillerini yazacağım.. Bi-mennihi’l-kerim eseri yine neşredeceğim ve üstad-ı merhum ve muhteremimden aldığım feyzin te’min ettiği istita’atın son zerresine kadar çalışacağım nüshalarını teksir ve ta’mim eyleyeceğim. Tab’ı haber verilen nüshayı henüz görmedim; fakat Adil’in bu notları yüzlerce arkadaşın kütüphanesinde bulunuyor. Onlar ve bütün fikr-i selim erbabı notlarımı tab’ olunan veya olunacak olan eserle karşılaşdıracaklar farkını! anlayacaklardır. Gönlüm ister ki hukuka tecavüzden vazgeçilsin de ihkak-ı hak teşebbüsatında daha ileriye gitmeye mecbur olmayalım efendim. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mart Mısır’daki Ezher medrese-i kadimesinin beyne’l-İslam ehemmiyeti ma’lumdur. Bu medrese medar-ı fahr-ı ümmet olan pek çok fuzelaya menşe’ olmuş istibdadın ca-be-ca alem-i ilm ü irfana açmış olduğu harb-i umuminin tahribat-ı mütevaliyyesinden bi’n-nisbe masun kalmışdır. Son zamanlarda lillahi’l-hamd ve’l-minneh alem-i İslam’da meşhud olan asar-ı hayatdan bu darü’l-feyz müdavimlerinin dahi behredar olduğu görüldü. Lüzumu herkesçe teslim olunan ıslahat-ı mübremenin bir an evvel medreselerine tatbikini istirham için ciddi teşebbüsleri vaki’ oldu. Fakat her nasılsa hükumet-i mahalliyyece talebenin şu meşru’ teşebbüsüne başka bir şekil ve suret verilerek marzi-i ümmet hilafına tedabir-i anife ile mukabele ciheti iltizam olunmuş matbu’at-ı Mısriyye’nin bu babdaki vakıfane teşrihatıyle efkar-ı umumiyyenin talebe lehindeki tezahüratı hükumetin şu mes’eledeki su’-i nazarını izale edememişdir. matın menabi’ini teşkil eden cera’id-i Mısriyye’nin neşriyatı mübalağalı addolunmuş idi. Fakat efsus ki hadisat-ı ahire şu zan ve zehabın yanlış olduğunu isbat etdi. Zira hükumet-i mahalliyye bu son günlerde talebeye hukuk-ı tabi’iyye-i beşeriyyeden hiçbir şey tanılmamakda olduğunu işrab eder icra’at-ı müstebidaneyi ıslahat-ı matlube makamına ikame ederek en doğru en aziz ve muhterem hislere tecavüzde bulundu ki bunların müfredatını ta’dad ve teşriha risalenin saha’if-i mahdudesi müsa’id değildir. Şu asr-ı hürriyyetde böyle bir mu’amele-i gayr-i müterakkıbeye hedef olan bi-çare talebe-i ulum senelerden beri aguş-ı terbiye ve feyzinde iktisab-ı kemal azm-i kat’iyyesinde bulundukları bu mü’essese-i aliyyeden sevgili medreselerinden gözyaşı dökerek ayrılmak ıztırarını hissetdiler. Anasır-ı İslamiyye’nin hemen kaffesinden denilebilecek derece o darü’l-irfana devam edegelmekde olan binlerce evlad-ı vatanın her biri mensubu olduğu memlekete avdeti sulta-i istibdadiyye önünde ser-füru eylemeye tercih etdi. Yirmi bine karib talebeyi ihtiva eden o koskoca Ezher yirmi dört saat zarfında bomboş kaldı. Şimdi de hükumet gayr-ı muntazar bir netice karşısında bulunuyordu. Artık iğfal devri hulul etmişdi. Zaten de’b-i Nitekim öyle oldu. Hükumet-i mahalliyye canibinden –suret-i hakdan görünerek– talebeye bazı tebligat vuku’ buldu. Zavallılar bu dam-ı ihtiyalin şa’şa’asına kapıldılar. Tebligatın hüsn-i niyyete müstenid bulunduğu zu’muyla medreselerine avdet etdiler. Hükumet talebeyi böylece taht-ı tahakküme geçirdikden sonra guya içlerinden ön ayak olanları te’dib maksadıyla hudayi nabit olan şu asar-ı hayatı izale etmek istedi. Fakat efkar-ı umumiyye eşkal-i zahire-i kanuniyye karşısında bu vazife-i celladaneyi der’uhde edebilecek bir zat lazımdı; öyle bir zat ki harekat-ı ta’kibat-ı kanuniyyeyi istilzam eylediği takdirde kendisi için bir çare-i halas imkanı bulunmalıydı. Bu zat kim olabilirdi? Hükumet-i mahalliyye bunu bulmakda müşkilat çekmedi. Zira yanlarında Mısır Evkaf Müdüriyeti’yle iştiğal eylediği halde Osmanlı Meclis-i Umumisi’nin muhterem bir uzvu olmak sıfatını dahi muhafaza etmekde olan bir zat vardı ki şu sıfat her ihtimale karşı ta’kıbat-ı kanuniyyeye man’i olmasa bile işkal edebilirdi. Bahusus medrese umurunun evkafa olan te’alluku bu yolda elegeçmez fısatlardandı; fakat… Evet yalnız bir nokta hükumete muzlim görünüyordu acaba Halil Hammade Paşa vatanından meşhudu olan asar-ı teveccüh ve muhabbete karşı o vatanın güzide evladı aleyhine alet-i şer olmayı kabul edecek miydi? Paşa’ya teklif vaki’ olduğu sıralarda şübhe yok ki hep hamiyyetli vicdanlar dahi bu su’ali tekrar etmiş ve “Osmanlı A’yanı ancak istibdada karşı eser-i şiddet gösterir” cevab-ı vicdanisiyle mutma’innü’l-hatır olmuşdu. Halbuki vuku’at ma’at-te’essüf böyle zuhur etmedi. Paşamız Cami’ul-Ezher’e gitdi. Üzerlerinde kimsenin hakk-ı velayeti kalmamış olan ve sinn-i büluğ u rüşdü fersah fersah geçmiş bulunan saçlı sakallı muhterem talebe-i ulumun falakaya konulmasını emr etdi. Zavallı talebe… Bir adamın sefehinden dolayı bile hacrini hukuk-ı beşeriyyete ta’arruz addederek kabul etmeyen İmam-ı A’zam’ın ictihadat-ı adile-i mu-şikafanesinden öğrendikleri felsefe-i hukukiyye ile bu mu’amele ne garib tezad teşkil ediyordu. Koca mütemeddinler! yirminci asırda insaniyeti nasıl ta’ziz ediyorlardı. Hülasa bu vak’a-i ha’ilede pek çok hamele-i Kur’an vaz’iyyet-i beşi’a’-i meşruha ile darb ü tahkır olundu. Biçarelerin kopardığı vaveyla-yı istimdad ve istiğaseye ancak fıtraten ceri ve cesur yaradılmış bazı izzetli arkadaşlardan başka icabet eden olmadı. Bunların harekat-ı mezbuhane kabilinden olan mu’avenetleri ise müte’arrızların gayz ü hiddetini daha ziyade tehyic etmiş ve infi’alat-ı nefsaniyyeleri bu def’a da Cami’-i şerifin hetk-i hürmeti cihetine onları sevk eylemişdi. Kuvve-i askeriyyenin himayesi altına girmiş olan müte’arrızlar artık sıfat-ı tabi’iyyeti me’munu’l-ga’ile olan talebenin kaffesine bu ceza-yı hod-seraneyi tatbikde be’is görmediler. Zira bu hususda Paşa ve a’vanı kendilerini layüs’el addediyorlardı. Doğru ya! Bi-çarelerin hukukunu bunlardan kim soracakdı? Mısır hükumet-i mahalliyyesi mi? Paşa icra’atını onlara izafeten yapıyordu.. Müdde’i-i umumilik makamı mı? Efsus o makamı vazife başında görebilmek yı Hilafet mi? İslamlara te’alluk eden mesa’ildeki vaz’iyyet-i sakitanesi artık anlaşılmamış mı idi?.. Osmanlı Meclis-i Umumisi mi? Müte’arrız o meclis a’zasından değil mi idi? Ne hacet vak’a tehaddüs edeli bu kadar zaman olduğu halde Meclis müstelzim-i ar olan bu hareketden teberri cihetini düşünüyor mu?.. Matbu’at-ı Osmaniyye mi? Te’ayyün ve temeyyüz edenleri ancak şahsiyat için ağız açarlardı. Hukuk-ı ümmeti muhafaza yaldızıyle bu mezalimden şikayet Nezareti’ne ta’yinini bekliyorlardı. süf ve te’essürle işgal eden ve hükumet-i mahalliyyeye ve Mısır Kadılığı’na makam-ı mu’alla-yı Hilafete Meclis-i Meb’usan’ımız riyasetine istimda-guna yağdırılan telgraflara badi olan hatta Rusya’daki din kardeşlerimizin Bakü’de Orenburg’da neşr eyledikleri gazetelerde bile birkaç sahife-i te’essür bulan şu hadise-i mü’ellime Darül-hilafe matbu’atında ne hikmetdir bir aks-i seda bırakamadı bu babdaki neşriyat birkaç küçük fıkra ile Karşıyaka’da münteşir gazetelerden mütercem bir iki satırlık havadis ve şehrimizde Arapça Halbuki bu ihanet efkar-ı umumiyye-i İslamiyye’ye pek giran geliyor. Ezher faci’asından dolayı bugün alem-i İslamiyyet’in ye’s ü te’essür-i şedid içinde bulunduğu taraf taraf alınan matbu’at-ı İslamiyye muhteviyatından müsteban oluyor. Meclisimiz a’zasından bir zatın her tarafdan takbih olunan şu hareket-i mehinaneye alet olmasından ve be-tahsis şu çirkin hadise medresenin Türklere mahsus kısmında icra edilmesinden ve tabi’iyyet-i ecnebiyyeyi ha’iz talebenin bu fikrin tazammun eylediği ma’na-yı hakaretden dolayı izzet-i nefs ve haysiyet-i milli cerihadar bulunuyor. Osmanlı tabi’iyyetinde bulunanların her yerde mahkum-ı hayet vereceğini ve şa’ibe-i hakareti ima edecek her hal ü hareketi hükumetimizin nazar-ı im’andan dur bulundurmayarak en uzak bir mahaldeki en fakır bir Osmanlı’nın bile hukukunun muhterem tutulmasını te’min edecek tedbiri ittihaz eyleyeceğini ümid ediyorduk. Halbuki ahval-i hazırayı gördükçe zillet ve hakaretin bizden ayrılmaz bir araz-ı müstakar olduğunu; ne devr-i istibdadda ve ne de devr-i hürriyyetde ve ilallahi’l-müşteka… Sarikın elini kesmek de gerek kendisine gerek mal-i mesruk ve mesrukun minhe a’id ve keyfiyet-i iddi’a ile şehadete dair pek çok şera’it ile meşrutdur. Bu şera’itin sübut ve tahakkuku nadiren vaki’ olmakla beraber ta’yin ve i’tibarı bazı şartlar da ilave olunmak mümkündür. Nasıl ki seri’u’ttegayyür me’kulat kabilinden olan şeylerde hadd-i nisaba baliğ olsa da İmam Ebu Hanife hazretleri kat’a ka’il olmuyor halbuki e’imme-i saire kat’ ediyorlardı. Daha böyle cay-ı ihtilaf olan mesa’il çokdur. Kezalik amm-ı Remadede ma’ruf bir kaht ü gala senesinde Hazret-i Ömer radiyallahü anhü –istila eden şiddet-i cu’ ve zaruret hasebiyle– hadd-i sirkat icrasını men’ buyurmuşdu. Ümera-yı müslimin bazen de muharebe esnasında mücahidin haklarında hudud-ı şer’iyye ikamesini ta’til ederlerdi. Ezcümle Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri İran gazalarında ser-askerliği esnasında Ebi Mihcen nam zata hadd-i şürb gamede kavm-i Fürse karşı büyük bir fedakarlık ibraz etmiş asakir-i İslamiyyeyi giriftar olacakları bir mağlubiyetden kurtarmış vaki’ olur idi. Edvar-ı ahirede dahi kimbilir ne türlü mülahazat mani’-i icra’at olmuşdur. Mesela bir şahide hitaben “eğer sen onu sevbinle setr etmiş ola idin buraya gelib ifşayı ayıb etmenden daha hayırlı olurdu” buyurulmasından kezalik hükkam ve ümeraya hitaben varid olan hadis-i şerifinden Şari’in teşri’-i hududdan maksadı mahz-ı zecr olmasını fehm etmek de ba’is-i te’enni olabilir. Kezalik devlet ve milletin eski kuvvet ve satveti ha’iz olmamasına bina’en bütün sunuf-i teba’aya teşmiliyle müsavata ri’ayet mümkün olmaması da mevani’-i tabi’iyyeden addolunmaktadır. Bu cihetlerin şayan-ı tedkık olduğu kabil-i inkar değildir. Şer’-i şerif ile kanun beyninde daire-i şümul ü istinad nin –ma’lum olduğu üzere– edille-i erba’adan birine müstenid bulunması zaruridir. Ahkam-ı siyasiyye ve kaza’iyyenin ekserisi böyledir. Fakat bu nevi’ ahkamın bir kısmı mesalih-i asriyyeye tatbiki lüzumuna mebni ulü’l-emrin erbab-ı hall ü akdin ictihadatına tefviz buyurulmuşdur. Hudud-ı şer’iyye haricinde ta’zir ta’bir olunan te’dibat-ı ceza’iyye derecatına sunuf-ı hükkam ve ümera-yı cüyuşun suret-i idare ve tertib-i veza’ifine ve emval-i emiriyye cibayet ve tahsiline ve daha bu makule tasarrufata dair mu’amelat-ı nizamiyye gibi.. İşte bunlara müte’allık mesalih-i zamaneye muvafık kanunlar tanzimi ulü’l-emrin selahiyeti dahilindedir. Hüviyet-i kanunun medar-ı istinadı ara-yı rical olub şer’i şerife mübayin olmamak şartıyle vacibü’l-ittiba’dır. Ahkam-ı şer’iyye ile amel ale’d-devam vacib olub ehaff-ı zararını irtikaba mülci bir arızaya tesadüf edilmedikçe muhalefet meşru’ değildir. Hükm-i kanuni ise mahz-ı istihsana bina’en terk ve tebdil olunabilir. Mesela bir maslahat mütala’asıyle vereseden birinin sehmi tezyid olunamaz. Fakat bir ratib amil bir me’mur ma’aşı tezyid veya tenkis edilebilir. Çünkü siham-ı verese şer’an takdir olunmuş bir emr-i la-yetegayyerdir. Mürtezika nefekatı ma’işet-i ummal etse kanuna tabi’dir. Hükm-i kanuninin meşru’iyyeti lüzum-i mer’iyyeti icaben ve selben birtakım şera’it ile mukayyeddir. Şera’it-i icabiyyesi: Hukuk babında adl ü müsavatı gözetmek ve erbabı tarafından bi’l-istişare te’sis edilmek celb-i mesalih ve der’-i mefasid ka’ide-i hakimanesine müra’atda bulunmak gibi. Şera’it-i selbiyye de: Tahrim-i helal ve tahlil-i haramı mutazammın olmamak vazı’-ı kanun kendi nefsini ve mensub olduğu kavim ve kabileyi sairlerden temyiz etmemek ve şahsen veya nev’an zulm ü gadre tevessül edilmemek gibi şeylerdir. Şu izahatımızla tebeyyün ediyor ki şer’in müsa’id bulunduğu kanun ile hükmetmek mugayir-i diyanet olmadıkdan başka bazen de veza’if-i şer’iyye cümlesinden ma’dud olur. Vakı’a nazar-ı sathi ve tevehhüm dairesinde kalanların nazm-ı celili ile bu haka’ika karşı i’tiraza yeltendikleri işitilmektedir. Çünkü bunlar zan ediyorlar ki hükmü Kur’an-ı Kerim’in muhtevi olduğu ahkam-ı sariha ile hükümden ibaretdir. Halbuki hükm-i meşru’un buna inhisarı iddi’a olundukda bi-nihaye vekayi’-i beşeriyye hükümsüz bırakılmak lazım gelir. Demek hakıkat-i hal bu zahir-perest bi-magzanın tevehhüm eyledikleri merkezde değildir. Haricine çıkanların bila-şübhe zalim addolunmaları icab eden adalet ile hükümdür. Evet! Cenab-ı Hakk’ın inzal ve emir buyurduğu hüküm nass-ı alisi şehadetiyle her ne suretle olursa olsun muhafaza-i adl ü hakkaniyyetdir. nazm-ı celili de bu hakıkati natıkdır. Çünkü Cenab-ı Bari azze şanuhu ila yevmi’l-kıyame hadis olacak veka’i-i hususiyye adedince ayat-ı Kur’aniyye inzal edib de bunlarla hükm edeceksiniz diye buyurmamışdır. Belki –makale-i salifemizde ima olunan– kava’id-i esasiyye ile birtakım ahkam ve akziyeden ibaret bir mizan-ı sahih inayet kılmış olub bu sayede ulemamız bütün havadis-i cariyyede Kitabullah’da varid ve sünnet-i Nebeviyye’de sabit olan her hükm-i şer’i ayn-ı hak ve mahz-ı adl olduğu şübhe götürmez. Fukaha-yı mezahibin istinbat eyledikleri ahkam-ı çaresine bakmak bütün ahkam-ı mu’amelatı mesalih-i asra göre ta’yin ve tercih etmek ulema-yı İslam’ın en ziyade himmet ve ifasına gayret etmeleri icab eden bir vazife-i aliyedir. Zira vahdet-i İslamiyye te’min-i istikbal-i ümmet başka suretle kabil değildir. Tenbih: Şeri’at-ı ilahiyye bize ale’l-ıtlak muhafaza-i adaleti emr etmektedir diyoruz. Evet! Fi’l-vaki’ böyledir. Maksudun bizzat olan mu’amele hasmeynin birine meyl etmeyerek hiçbir tarafın nef’ini gözetmeyerek her ne suretle olursa olsun hakka tevessül ve icra-yı adaletden ibaretdir. Bu maksad muhafaza olunduğu takdirde zaman ve mekanın dahl ü te’siri terakkiyat-ı beşeriyyenin icab-ı tabi’iyyesi sinde bir mahzur mütala’a olunamaz zannederiz. Mesela iki müttehem şahsın yalnızca mevkuf bulundukları mahalde bir fonoğraf konub da mürtekib oldukları cinayetin keyfiyet-i vuku’una ve ne suretle vadi’-i inkarda bulunacaklarına dair mükalemeleri zabt olunsa o vasıta ile istima’ olunan ikrar ve ifadeleri üzerine hakıkat-i halin suret-i kat’iyyede sübut bulacağı aşikardır. Hadd-i zatında şübheden hali olmayan şehadet-i şühud cak hak ve hakıkatin nazar-ı mütala’aya alınmaması muvafık-ı şer’ bir hareket olunmak nezd-i uli’n-nihade gayet müsteb’iddir. Şer’-i enverin ale’l-ıtlak muhafaza-i adalet ve ihkak-ı hukuku tavsiye etmekde olmasına bina’en e’imme-i fukahanın bir çoğu ikame-i beyyine kabil olmadığı takdirde hakimin kendi ilm ü ıttıla’ını medar-ı hükm kılmasını tecviz etmişlerdir. makale-i nefiselerini ber-vech-i ati nakl ediyoruz. Müşarunileyh kadi kendi ilmini medar-ı hükm kılması cevazındaki akval-i ulemayı hikaye ettikden sonra mes’ele-i mezkurenin tahkıki maksadıyle şöyle demişdi: “Eğer Şari’in beyyine ve yemin gibi esbab-ı hükm kıldığı şeyler mahza umur-i te’abbüdiyye ise yani esbab-ı mezkureden daha kuvvetli dela’il ve emarat ile bize yakın hasıl olduğu halde anlayamayacağımız bir sırr u hikmete mebni hüküm ve kazaya gayr-i me’zun bulunmaklığımız emr-i mütehattim farz kılınacak ise onlar ile takayyüdümüz emr-i zaruri olacağı başka bir tarik ile hüküm ca’iz olamayacağı aşikardır. “Ama hakıkat-i hal bu minval üzere olmayıp da esbab-ı mezkure hakimin muhik olanı mubtilden musib olanı muhtiden tefrika bi-kaderi’l-imkan tevessül edebileceği bir nevi’ vesa’it ta’bir-i aharla hakim için husulü matlub olan ilm veya zan tahsiline kafi olacak birer tarik-i ma’kul addolunmuş mücerred bundan dolayı meşru’ kılınmış olurlarsa onların hiçbiri li-zatihi maksud olmayacağına mebni lede’l-icab hakimin bizzat meşhud ve ma’lumu olan şeye dair de hüküm verebilmesi evleviyet tarikıyle ca’iz ve meşru’ olmak lazım gelir “Çünkü mesela huzur-ı hakimde iki şahidin şehadette bulunması müşahede ve ihsas ile tahakkuk edecek ilm-i hakim mertebesine baliğ o derece kuvvetli bir ilim husule getirmeyeceği bi-iştibahdır. “Gerek müdde’inin ikame-i beyyinesi gerek münkirin yemin etmesi hükm-i hakimde kafi görülmesiyle beraber hakıkat-i hale cezm ve yakın ifade etmemesine bina’en Kütüb-i Sitte’nin kaffesinde mezkur bir hadis-i şerifde buyurulmuşdur. Yani “Ben ancak beşerim herşeye muttali’ olamam. Siz de bana müraca’atla muhasamada bulunuyorsunuz. Olabilir ki içinizden bazı kimseler hasmından efsah olup hüccetini daha güzel takrir ve ifade eder. Ben de işittiğim minval üzere lehine kaza ederim. İmdi her kimin için bu tarik ile biraderinin hakkında bir şeyi kat’ etmiş olur onu almasın. Çünkü kendisi için nar-ı cahimden bir kıt’a ifraz etmiş olurum.” Bu hadis-i şerif ile kazanın batınen değil zahiren nafiz olmasına istidlal olunmaktadır.” O kadar kavi ve kat’i olmayan bir tarik ile hasıl olan ilim mu’teber olur da onun kat kat fevkınde bulunan ilim mu’teber olmaz mı! Daha açık söyleyelim: Hata olmak nefsü’lemre mutabık bulunmamak ihtimaline ma’ruz olan hükm-i hakim meşru’ addolunurken ilm-i yakıniye istinadı hasebiyle hak ve savab olması maktu’ olan hükümler meşru’ addolunmamak mesmu’ olur mu? Böyle bir tarik ile hükmeden hakim kıst u adalet ile hükm etmiş olacağından her ne suretle olursa olsun hükm-i bi’l-adli esas ittihaz eden şer’-i şerif nazarında memduh olacağı emr-i aşikardır. Cenab-ı Münzilü’l-Furkan sifahdan ve onun karib ve ba’id mebadisinden zecr ü men’ buyurdukdan sonra bu ayet-i kerimede nikahı emrediyor. Çünkü nikah nev’-i beşerin bekasına menat olmak i’tibarıyle maksudun bi’z-zatdır. Bununla beraber sifahdan ve onun karib ve ba’id mebadisinden zacir ve mani’ bir hayırdır. Bu hikmete mebni buyuruluyor ki Sizden zevc ve zevcesiz bulunanları ve köle ve cariyelerinizden salah-ı halleri olanları ahare tezvic edin zevc ve zevceleri olmayan hür ve hürreleri ve salah-ı halleri olan köle ve cariyelerinizi evlendirin. Eğer fakır iseler Allah onları fazl u keremiyle gani eder hatıbin veya mahtubenin fakr u fakası zinhar münakahaya mani’ tutulmasın Allah vasi’dir. Cenab-ı Hak gani-i zi si’adır mahlukatı gani etmek ona ziyan ve noksan vermez çünkü ni’meti tükenmez kudretinin ise gayet ü müntehası yokdur alimdir hikmet ve maslahatın iktizasına göre rızkı dilediğine bast ü takdir eder. kelimesi in cem’i olan in maklubudur. erken demekdir ister erkek ister kadın ister bikr ister seyyib olsun. Neseb tehzib-i ahlaka ülfet ü mu’aşerete hüsn-i terbiyeye mezid-i şefkate mefza bulunduğundan salah-ı alem ve beka-yı beni Adem için muhafazası labüddür. Bunun için Cenab-ı Hak evvela sifahdan sonra ona mü’eddi olabilecek keyfiyat ve ahvalden şiddetle men’ u zecr buyurmuş müte’akıben bu ayet-i kerimede dahi nesebi hıfz u vikaye eden nikah ve izdivacı emretmişdir. Elhamdülillahillezi ahalle’nnikahe ve harreme’s-sifaha. Zat-ı Nübüvvet-penah efendimiz: buyurmuşlardır. Din ve şeri’atimi seven sünnetim olan nikah ile amil olsun demekdir. Diğer hadis-i şerifde varid olmuşdur. Her kim tezevvüc edecek şeyi olup da tezevvüc etmezse bizden değildir. Diğer bir hadisde şeref vürud etmişdir. Yine bir hadis-i nebevide: buyurulmuşdur. Vedud ve velud olanı tezevvüc edin sizin kesretiniz ile ben ümmetlere galebe ederim. Aleyhi’s-salatü vesselam efendimiz bir gün Akif bin Halid’e; “Evli misin?” diye su’al buyurdu. Akif; “Hayır..” deyince: “Tezevvüc et sen şu halde ihvan-ı şeyatinden - ve diğer rivayetde - ruhban-ı nasaradansın” buyuruldu. Hadisin ahirinde de buyurulmuşdur. Sizin şerirleriniz erginlerinizdir ve erzel-i emvatınız yine erginlerinizdir. Yazık sana ya Akif. olunmuş: “Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdu. Tezevvüc eden kimse dininin nısfını fesaddan siyanet etmiş olduğundan nısf-ı sanide Cenab-ı Hakk’a muhalefetden hazer eylesin. Filvaki’ ağleb-i ahvalde kişinin dinini ferciyle batnı ifsad edib tezevvüc fercin fesadına mani’ olduğu cihetle bu hadis-i şerifde de tezevvücün efdaliyyetine işaret vardır” Ayet-i kerimede zevc ve zevceleri bulunmayan ahrar ve hara’irin ahara tezvic edilmeleri ale’l-ıtlak emir buyurulduğu halde bu emr-i ilahi rıklar hakkında onlardan salah-ı halleri olanlara tahsis buyurulmuş. Bunun hikmeti şudur ki ahrar ve hara’irde galib-i ahval salahdır hem bir de ahrar ve hara’ir nefs ve mallarına müte’allik tasarrufatda müstakil olduklarından onlar tezevvüc azminde bulununca velilerinin kendilerine müsa’ade etmeleri lazımdır. Gılman ve cevariye gelince bunlardan salah-ı halleri olanları mevlaları nezdinde muhabbet ve şefkatçe evlad menzilesinde olmakla onların hal ü şanlarına i’tina etmek haklarında şefkat ibraz eylemek kendilerinin tanzim-i umurunda şer’an ve adeten labüd olan bezl-i mal ve menafi’ ile tekellüf etmek mevlaları bu i’tina ve şefkatlerine la’ik değidirler hatta bu makuleleri mevlaları yanlarında bile alıkoymamalıdırlar. Bazıları: bu nazm-ı celilde “salihin” ile murad gılman ve cevariden izdivaca ve hukuk-ı zevciyyeti edaya salih olanlardır demiş. Bu ayet-i kerimede gulam ve cariyeye “abd” “eme” ıtlak olunmuş. Halbuki Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selem efendimiz: buyurdu. Nazm-ı celil ile hadis-i nebevi arasında te’aruz bulunduğu hatıra geliyorsa da te’aruz yokdur. Çünkü o ta’birlerden nehy-i Peygamberi tefahur ve tebahi tahkır ve tezlil haline maksurdur yani ta’zim-i nefs ve tahkır-i rakık için abd ve eme kelimelerini isti’mal etmeyiniz demekdir. kavl-i şerifi izdivac edenlerde gına hasıl olacağına bir va’ad-i ilahidir. Fakat gerek bu va’ad-i ilahide ve gerek naza’irinde meşiyyetullahın şart olduğu unutulmamalıdır. Cenab-ı Hakim-i Mutlak azze şanuhu hikmet-i aliyyesinin iktizası üzere dilediğini işler. Bu şart ayet-i kerimesinde tasrih buyurulmuşdur. Bu şartı feramuş etmeyenler “bazı kimse ergen iken zengin olduğu halde evlendikden sonra fakır düşmüşdür” diye feth-i dehan-ı Eserde varid olmuş ve bir gün Resul-i Ekrem Efendimiz’e birisi ihtiyacından şikayet ettikde taraf-ı nübüvvet-penahlarından yani tezevvüc etmelisin buyurulmuşdur. Bir insan te’ehhül ederse i’aşe-i iyal için kesbde sa’y-i beliğ ibraz edeceğinden Hakk’ın avn ü keremiyle yoksullukdan daha ziyade uzaklaşır. Ve refika-i sadıkasının yardımıyle hanesi ma’mur ve abadan olur. İnsan te’ehhül edince hem kendini hem zevcesini ve biraz sonra da mahsul-i hayatlarını mülahaza ederek refah-ı hal içinde yaşayalım diye şüphesiz daha ziyade çalışır. Kadın dahi akıl ve dirayetce kendine fa’ik bulunan erkeğinin refakatiyle mütemetti’ ve müstefid olur. Bina’en-aleyh rabıta-i izdivac ile her ikisi hem ahenk bir ma’işet-i marziyyeye ve refahiyyet-i hale na’il olurlar. Tezevvüc tenasül-i insani vücuda gelmesiyçün bir menba’-ı feyz ü bereket hüsn-i hal ile yaşamak için azim bir ni’met ve sa’adetdir. Bazı akvam nezdinde bi’t-tecrübe sabit olmuşdur ki fakr ü faka ile emraz ü reza’il ergenlerde nisbet kabul etmez derece evlilerden ziyadedir. Hayf! Bizde bir müddetden beri emr-i mühimm-i tenasüle kat’a i’tina edilmiyor. Bu havalide nüfus-i İslamiyye’nin yüzde yirmi beş nisbetinde tenakus ettiği ve noksanın günden güne artmakda olduğu Dersa’adet Nüfus Dairesi’nde bulunan bir zatdan vaktiyle mesmu’-ı rakımu’l-huruf olmuş idi. Sad hezar esef. Mu’asırlarımızdan Amerikalı bir muharrir Amerikalı kadınların evlad yetiştirmemeleri ve validelik veza’ifinden ve erkeklerin te’ehhülden kaçınmaları hasebiyle Amerika’da tezayüd-i nüfusa halel geldiğini müte’essifane beyan etdikden sonra “bir memleketde erkekler kesiru’l-efrad bir a’ileyi geçindirmekden korkarak te’ehhül etmezler ve kadınlar dahi bir kadın için en büyük sa’adetin iyi bir zevce ve valide olmakdan tisinden korkulur” demişdir. Kadınlar kahraman ve fazıl mahsulat-ı zi-hayat yetiştirerek vatanı ihya ve i’mar eder ve vatanın mürebbiye ve mu’allime-i ulası ve hanenin ziynet ve cemalidirler. Birinci vazifeleri zevclerine muhabbet ve sadakat validelik terbiye-i evlad tedbir-i menzile aid işleri görmekdir. Kocaların da veza’ifi zevcelerini i’aşe ve himaye etmek onlarla hüsn-i mu’aşeret ve hukuk-i zevciyyete ri’ayet eylemekdir. Talak ancak esbab-ı zaruriyye bulunduğu vakit mübahdır. Behemehal müfarakatın vuku’unu icab etmeyen ahvalde talak mübah değildir Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz: buyurmuşdur ki nezd-i ilahide mübahların en mebguzu talakdır demekdir. Yine mişkatı dırahşan-ı nübüvvetden hadisi şeref-sudur etmişdir. Tezevvüc edin ve fakat tatlik etmeyin zira talakdan arş-ı Rahman sarsılır. Dürer Haşiyesi Şurunbilali’de bu babda zikr olunan kelamın hülasası şudur: “Esah olan budur ki müfarakati icab eder bir nezd-i ilahide pek mebguz ve menfur bir keyfiyet olduğu halde meşru’iyyeti zevceyn beyninde tebayün-i ahlak hasebiyle buğz ü münaferet vuku’a gelip de hiçbir vechile i’tilaf şeklinde Ebu Davud kabil olamadığı ve ale’l-husus zevce mucib-i töhmet bir halde bulunduğu zaman çare-i halas ancak talak olması ve nisanın zimam-ı idaresi ricalin elinde bulunması hikmetine mebnidir”. Talakın hikmet-i meşru’iyyetine vakıf olmayan veyahud bildiği halde tegafül eden bazı bed-hahan-ı din-i mübine karşı bugün Garb’ın talakı ammeten kabul ederek hükm-i şer’iye ma’nen iktida eylemiş olmaları cevab-ı kafi delil-i şafidir. Tafsilat-ı mesrudeden müsteban olacağı vechile diyaneti mu’azzama-i İslamiyye ale’l-ıtlak harbe cevaz vermemiş ve yalnız te’lif-i beyn ve tevhid-i aka’id-i tarafeyn ümniyesi veya mukabele ve müdafa’a da’iyesiyle şera’it-i i’tidal dairesinde vuku’una me’zuniyet vermiş ise de muharib olan düşmanın hal ve şanına ve mu’tekadatına nazaran harbin ahkamı sıyle amil olanların mübaşereten ve tecavüzen harbleri ca’iz olmadığı ayet-i kerimesiyle sabit ve ma’na-yı münifi ey mü’min olan kullarım siz ehl-i kitab olan Yehud ve Nasara ile hüsn-i suretle mübahaseden başka bir suretle mücadele etmeyiniz demekdir. Kezalik sure-i mezkurede alemi İslam’a da’vet hususunda ma’na-yı şerifi: Ey Muhammed sen ehl-i kitab olan Yehud ve Nasara’ya ve kitaba tabi’ olmayan ceheleye İslam olur musunuz deyu su’al eyle; müslüman olurlar ise na’il-i hidayet olmuş olurlar yi tebliğ ve da’veti ifadan ibaret olub Cenab-ı Hak ise kullarının ahvaline agah ve aşinadır. İşte işbu ayat-i kerimeden dahi müsteban olduğu vechile İslam’a da’vet sırf va’z u nasihat ve rıfk-ı mülayemet suretleriyle vuku’ bulmuş olub cebr ü ikrah suretiyle vaki’ olmadığı ve dine da’vet için seyf ü sinan veya tir ü keman isti’mal buyurulmamış olduğu ve Peygamber-i zişan aleyhi salavatü’r-rahman efendimizin gazavat-ı şerife ve muharebat-ı vakı’aları ya kendileriyle mu’ahid bulunan kaba’ilin nakz-ı ahd ve hıyanet eylemelerine veyahud üzerine hücum ve iktiham eden a’danın men-i şerr ve def’-i zararları maksadına mübteni olub zulmen ve udvanen hiçbir harbe tasaddi buyurmadıkları ma’lum ve müsellemdir. Zira dine da’vet hususunda ikrah ve icbara mesağ-ı şer’i olmadığı ayet-i kerimeleriyle müdellel ve mazmun-ı münifleri: Din-i İslam’da ikrah ve icbar yokdur zira pertev-i hidayet ve zulmet-i gavayet vazıh ve hüveyda olmuşdur. İbadet-i esnamı terk ile Cenab-ı Allah’a iman eden sa’adet-i dareyne na’iliyet hususunda kabil-i inkıta’ ve infisam olmayan en muhkem ve üstüvar urve-i vüska-yı necat ile i’tisam eylemiş olur. Cenab-ı alemü’s-sırrı ve’l-hafaya ise her hakıkate vakıf ve danadır. Hususiyle aleyhi’s-salatü ves-selam efendimizin zaman-ı sa’adetlerinde evkat-ı muhtelife ve esbab-ı mucibe ve mücbire üzerine kırk yedi def’a cihat-ı şettaya ba’s ü irsal ve yirmi yedi gazada bizzat vücud-ı alemsud-ı hümayunları şeref-bahş-ı vücud oldukları halde yalnız dokuz def’a tarafeyn beyninde harb zuhur etmiş ve gazavatı saire kable’l-harb akd-i musalaha suretiyle netice-pezir-i hüsn-i hitam olmuşdur. Da’vet-i diniyye için harbe cevaz olmadığı dela’il-i mebsuta garra-yı İslamiyye’de harb müdafa’a-i a’da ve mukabele-i husema için tecviz buyurulmuş olduğu ve her ne zaman düşman terk-i silah ve ma’il-i sulh u salah olur ise teklif olunacak sulhun kabul ve rah-ı silm ü musafata duhul lüzum-i şer’isi te’ayyün eder. Nitekim Sure-i Enfal’de ayat-ı kerimeleri sübut-i müdde’aya bir bürhan-ı vazihu’l-beyandır. Ve mazmun-ı münifleri: Ey zümre-i mü’minin düşmanınız size ta’arruz etmeyib muharebenizden ictinab ile size musalaha teklif eylediği halde artık onlara ta’arruz için Cenab-ı Hak size bir tarik-ı meşru’ bırakmamışdır. Harbin ikinci sebeb-i meşru’iyyeti dahi hüsn-i rızalarıyle salik-i rah-ı musafat ve ma’il-i sulh u muvalat olmayıb hemişe tefrika-i diniyye ile ceng ü cidal ve asayiş ve nizam-ı alemi ihlal arzusunda bulunanları hah u na-hah tarik-i sulh u müsalemete duhule icbar ve ma-bihil-ihtilaf olan esbab-ı şikak ve nifakı izale ile te’lif-i zatülbeyn ve tevhid-i aka’id-i tarafeyn ümniyesi ve te’dib ü tehzib maksadı iledir ki bu gibi muharebe bir peder-i müşfikin sa’ika-i cehalet ve tufuliyet be gitmek yahud tehlikeli işlerden sakınmak için kendisine birkaç tokat vurmasına yahud bir vücudun selameti ve bir hayatın muhafazası için tabibin icra eylediği ameliyat-ı cerrahiyyeye benzer ki zahiren müellim olan sille-i peder ve neşter-i cerraha hiçbir zaman adem-i şefkat ve su’-i niyyet haml ü isnad edilemeyeceği hüveydadır. Nitekim Kur’an-ı Azimuşşan’da bu misüllülerin muharebeleri hakkında nazil olan: ayat-ı kerimelerinin me’ani-i şerifeleri: Ey Peygamber-i zişanım sen bir din-i mübine tabi’ iken irtidad eden veyahud hiçbir din ile mütedeyyin olmayan münkirlere söyle ki eğer bulundukları hal-i irtidad ve inkardan rucu’ ve ictinab ederlerse Cenab-ı Rabb-i Rahim onların geçmiş günahlarını afv ü mağfiret eyler ve yine riddet ve dalallerine avdet ederler dukları azab ve ikab ma’lum olmasıyle ba’is-i ceng ü cidal olan fitne-i dalallerine meydan vermemek ve din ve akıdeleri ma’budun bi’l-hak olan zat-ı zülcelale has ve halis olmak ler ise Cenab-ı Hak a’mallerine vakıf ve agahdır. Ve bu ahkam-ı celileyi mü’eyyed olarak kezalik ayat-ı Kur’aniyye’den ayat-ı şerifelerinin me’ani-i münifeleri: Ey zümre-i mü’minin ta’ife-i muhalifin bulundukları riddet ve dalalden tevbe edib namazı eda ve zekatı ifa ederler ise sizin karındaşlarınız olmuş olurlar ve eğer size ettikleri yeminlerden sonra ahd ü peymanlarını nakz eder ve dininize ta’n ederler ise küffarın sergerdeleriyle muharebe ediniz zira onlar için ahd ü yeminin hükmü yokdur ola ki harb ile udvanlarından rucu’ edeler demekdir. maksadı ve müdafa’a ve mukabele suretleriyle tecviz edildiğini müsbit oldukları gibi ba’is-i şikak u nifak olan fitne-i ihtilaf za’il ve ahkam-ı diniyye ile amil oldukları halde amme-i nas dinde karındaşlarımız olduklarını ve nakz-ı ahd ü peyman halinde dahi yalnız rü’esa-yı fesad ve sergerdegan-ı küfr ü inadın muharebeleri ca’iz olacağı ve nakz-ı ahd ü peyman ve dine ta’n ile i’lan-ı küfr ü isyan etmedikçe muharebeleri Şeri’at-ı garra-yı İslamiyye gerek beyne’l-efrad ve gerek beyne’l-ümem vuku’ bulan mu’ahedat ahkamına ri’ayeti fera’iz-i diniyyeden addetmiş ve düşman tarafından fi’ilen nakz-ı ahd edilmedikçe mu’ahedat ahkamının ihlaline müsa’ade etmemişdir. Uhud ahkamının muhafazası emrinde mu’ahidinin edyan ve mu’tekadatı nazar-ı i’tibara alınmaz ve mu’ahede edilen ümem ve akvam ne din ve mezhebde olurlar ise olsun hukuk-ı ahdiyyelerinin ihlaline şeri’at cevaz vermez. Balada zikr ü irad edilen ayat-ı kerime ahkam-ı celilelerinden dahi müsteban olduğu vechile ahd-i sa’adetde vuku’ bulan muharebat küffar-ı Kureyş ile tava’if-i Yehud’dan bazılarının aleyhi’s-salatü vesselam efendimizle vuku’ bulan mu’ahedatlarını nakz ile hilafında hareket ve i’lan-ı harb ü husumet etmelerinden naşi idüği dela’il-i mesrude ve veka’i-i tarihiyyesiyle müsbet ve ma’lumdur. Nitekim Sure-i Enfal’de nazil olan ; ayat-ı kerimeleri me’ani-i şerifeleri: Ey Peygamber-i zişanım senin kendileriyle mu’ahede eylediğin kaba’il herbar nakz-ı ahd ü peyman eyledikleri ve gadr ü hıyanetden çekinmedikleri halde ya kendilerini harb ile tehdid veyahud ceng ü cidale kıyam ile kendilerine meydan-ı vegade tesadüf eyledikde kahr ü tedmir ile kuvvetu’z-zahrlarını tard ü teb’id eyle. Ola ki nadim ve peşiman ve talib-i afv ü eman olurlar. Ve eğer bir kavmin gadr ü hıyanetlerinden endişenak olur isen kendilerine ahd ü peymanlarının hükmü kalmadığını beyan ve açıkdan açığa husumeti i’lan eyle. Zira Cenab-ı Hak ha’inleri sevmez demekdir. olan – kendileriyle mu’ahid bulunduğumuz akvam ahkam-ı mu’ahedata muhalif hareketle herbar a’mal-i udvaniyye ve ef’al-i ceng-cuyaneye kıyam eyledikleri halde va’ad ü va’id ve tahvif ü tehdid ile def’-i şer ve mekidetleri mümkün olduğu suretde o ciheti ihtiyar edilmek lazım geleceği nassıyla vazıh ve ayandır. Hicret-i Nebeviyye’nin dokuzuncu senesinde İslam ile mu’ahid bulunan kaba’il kısm-ı a’zamı bila-mucib-i nakz-ı ahd ü iman ile ceng ü cidal ve harb ü kıtali i’lan eylemeleri üzerine nazil olan Bera’e sure-i şerifesinde mukabele-i bi’lmisil ka’idesine ri’ayetle mukateleleri emr ü ferman buyurulmuş olduğu halde ayat-ı kerimelerinde kaba’il-i müşrikinden nakz-ı ahd etmeyen ve müslimine bir zarar ve noksan iras eylemeyen ve İslam aleyhinde düşmanlara bir guna mu’avenetde bulunmayan müşrikler istisna buyurularak mu’ahedelerinin müddet-i hitamına değin kendilerine ta’arruz edilmemesi ve ahkam-ı ahdiyyelerine ri’ayetle te’addiden ictinab edilmesi hususu emr ü ferman buyurulmuşdur. Hazret-i Nebi-i zi-şan mu’ahedeyi tefsir hususunda buyurmuşlardır; yani ahde vefa lazımdır gadr ca’iz değildir. Ve Ebu Sa’lebe el-Huşeni radiyallahu anhdan rivayet olunur ki Gazve-i Hayber’de akd olunan mu’ahede-i sulhiyyeden sonra ta’ife-i Yehud’dan birkaç kimse gelip ashab-ı kiramdan bazılarının bahçelerine duhul ve bakla ve sarımsak gibi bir sebze aldıklarını ma’raz-ı şikayetde beyan eylediklerinde Hazret-i Sultan-ı Enbiya aleyhi efdalü’t-tahaya Abdurrahman bin Avf radiyallahu anha emr edip beyne’lmüslimin emval-i mu’ahidinin bi-gayr-i hakkin ahzı ca’iz olmadığını nida eylemesini beyan ve hadis-i şerifiyle haksız olarak emval-i mu’ahidinden bir çöp almak helal olmadığını emr ü ferman buyurmuşlardır. Hoş rayiha güllerle yeşillikler içinde Habidesin ey afil olan mihr-i hayatım Artık saracak kabrini her an zulümatım Eyvah…demişdin bana ey şu’le-i çeşman – “Kamil… uyanırsam bana kes bir iki kurban” Bekler seni şeb-ta-be-seher dide-i giryan Artık uyan ey validem ey munis-i vicdan Yek reng-i keder oldu bütün leyl ü neharım Artık ne gülüm var ne hezarım ne baharım Guya bulacakmış gibi bir his ile ba’zen Derhal odana –ah– şitaban olurum ben Her şey durur amade-i ihtar-ı felaket Her şeyde uyur bir heyecan-bahş sükunet Bekler seni şeb-ta-be-seher dide-i giryan Artık uyan ey validem ey munis-i vicdan Eyyam-ı hayatında senin –bunca zamanlar– Perverde-i in’am-ı firavanın olanlar Hiç etmediler hüzn ü te’essür bile izhar! Bir katre sirişk eyleyecek yok imiş isar!.. Ben… ben ise bidar-ı figankar-ı leyalim Bir leyle-i muzlim gibi tariki-i halim Bekler seni şeb-tabe-seher dide-i giryan Artık uyan ey validem ey munis-vicdan Duymaz kulağım hatırımı şad edecek ses Yıllar geçiyor esmedi bir ban-ı meded-res Bi-çare felaket-zede pejmürde-i amal Daim olurum hak-i ser-i kabrine rumal Aguş-ı şefikin iken ey nur-i nigahım Bak habgehin oldu benim şimdi penahım Terk etme uyanmazsan eğer alem-i duna Al yanına senle varalım hab-ı sükuna kaside-i feridesinin sahibi olub beyne’l-fuzela “Zu-lisaneyn” lakab-ı müntehabıyle mümtaz ü ser-efraz bulunan Ebu’l-Feth Besti diyor ki: Hemişe sulha yanaş daima medar-ı müdara kıl Ki sulh ü silm ile mümtaz olur fuhul-i rical Kemal-i şevket ile iktidarın olsa dahi Müdam sulhu gözet harbe kılma isti’cal Kıyar mı kendine zehr ile hamil-i tiryak Eder mi tiği olan her cesur azm-i kıtal “Bunun üzerine Bari Te’ala hazretleri cümlesini cennetden çıkardı ve yeryüzüne indirdi. Adem Hind tarafına ve Havva Cidde’ye düşdü. Adem çok ağladı…” Bulutsuz mest ü rakid bir sema… afaka yaslanmış Fütur-aver tesellisiz nazarlarla batan bir şems Muhitatı yalar okşar uzaklardan soğuk bir lems; Ufuklardan kopan çaylak sedası aks eder muhiş Nihayetsiz müselsel dağların aguş-i tarında Duran eflake ser çekmiş ağaçlıklar hariminden Çıkıp binlerce vahşi hilkatin avazı inlerken Beşer hiç kimsesiz ağlardı arzın bir kenarında. Yüzünde hatt-ı tekeddür dilinde jeng-i mihen Bütün semalara afaka karşı yalvarıyor; Harim-i Hakk’a nihayet temas eden geceden O bir ziya-yı teselli bir iltima’ arıyor Emel nedir bilemezken beşer henüz onu hiç Tamam bu anda ufuk bir sitare gösterdi; Hayat için beşeriyyet ümid isterdi Bu lem’adır bize dünyayı ettiren tervic. Sen ey peder beşerin saf ve muhterem pederi! Hayata bed’ edişinde niçin elem çekdin Ve ağladın? Bu tevarüsle şimdi bak ki enin Nasıl nasib-i beşer kaldı; bak ki dideleri Leyal içinde nasıl lem’a-i ümid arıyor Nasıl semalara afaka karşı yalvarıyor. Büyük bir şairin düstur-i hikmettir şu ihtarı; Velev duymuş da olsan yolsuz olmaz şimdi tekrarı: “Geçen geçmiştir artık; an-ı müstakbelse mübhemdir; Hayatından nasibin: Bir şu geçmek isteyen demdir.” Evet maziye ric’at eylemek bir kerre imkansız; Ümidin sonra istikbal için sağlam mı? Pek cansız! Bugünlük iş bugün lazım yapılmak yoksa ferdaya Bırakmışsan... O ferdalar olur peyveste ukbaya! Benim on beş yıl evvelden kalan işler durur hala; Yarın bir başlayıp yapsam demiştim bak demin hatta! Müsevvifler için dünyada mahvolmak tabi’idir. hadis. [Arapça bir atasözüdür. Akif Bey de Bu bir kanun-i fıtrattir ki yok te’vili: Kat’idir. Sakın ey nur-i didem geçmesin beyhude eyyamın; Çalış halin müsaidken... Bilinmez çünkü encamın. Diyorlar: “Ömrü insanın yetişmez kesb-i irfana...” Bu söz lakin değildir her nazardan pek hakimane. Muhakkaktır ya insanlar için bir gaye-i amal; Edenler ömrünün sa’atini hakkıyle isti’mal Zafer-yab olmasın isterse varsın asl-ı maksuda Düşer bin maksad idrak eyleyip bir zıll-i memduda. Evet her türlü ma’nasıyle irfan durdurur azmi... Fakat insanlığın ma’nası olsun öğrenilmez mi? Cibillidir taharri-i hakikat hırsı ademde Onun mahsulüdür meşhud olan asar alemde. Atalet fıtratın ahkamına madem ki isyandır; Çalışsın durmasın her kim ki da’vasında insandır. Zuhur etmekle her ma’luma karşı bir alay meçhul Neden olsun o ma’lumatı idrak eyleyen medhul? Evet ma’lum olanlar olmayan şeylerle bir nisbet Edilmiş olsa gayet az çıkar evvelkiler elbet; Fakat cahille alim büsbütün nisbet kabul etmez: O bir kördür bu lakin doğru yoldan hiç udul etmez. Diyor Kur’an: “Bilenler bilmeyenler bir değil... Heyhat Nasıl yeksan olur zulmetle nur ahya ile emvat!” Bu hikmetler bedihidir senin indinde elbette: Fakat çok sevdiğimdendir ki tekrar eyledim işte. Tutup “Lutfiyye” yazmış oğlu Lutfullah için Vehbi; Yazardım ben de bir “Fazliyye” kudret yoksa na-kafi. Ne var oğlum değilsen? Kardeşimsin yar-ı canımsın Müşahhas bir ümidimsin refik-i raz-danımsın; Ne var Vehbi değilsem? Ben de elbet nazımım az çok... Eğer şairlik istersen ne Vehbi’den ne benden yok! Hakikat söylemek lazımsa Vehbi’nin kitabında Fünun inkar edilmiştir kavafi piç ü tabında! Sadedden galiba ayrılmışım... Söz neydi ihtar et; Dalarsam nur-i didem böyle bazen durma bidar et. Usandın sen de gerçek hikmetimden hasbihalimden; Beş on söz kaldı lakin dinle nazm-ı bi-mealimden: Diyorlar: “İ’tiraf-ı cehl iken tahsilin encamı Nedir beyhude it’ab eylemek şehbal-i ikdamı?” Evet lakin varıp ser-hadd-i ma’lumata bir insan O gayetten demek lazım ki: “Yok irfan için imkan!” Hakiki i’tiraf altında parlar zılli irfanın; Budur insanlığın ma’nası en son zevki vicdanın. Sıratımüstakım’in yirmi yedinci nüshasında münderic “Hutbeler’e Dair Mübahesat” ser-levhalı makale münderecatı mukarin-i hakıkat olmağla sahibine beyan-ı teşekkürle beraber; bu hususda acizleri tarafından da bazı izahat ilave-i mutala’at edilecekdir. Şöyle ki: Hutbede huzur-ı cema’at ile cehren kıra’et de şartdır. Hatib efendi hanesinde yahud cema’at bulunmadığı zamanda cami’de icra-yı hitabet etse sahih olmadığı gibi minber-i hitabetinde kimseye işittirmeyecek suretde hafi okuyacak olursa yine sahih olmaz. Huzur-ı cema’at ile cehren kıra’etin şart olması; bilemem ki ifham-ı meramdan başka ne hikmete mübteni olabilir? Hikmet bu ise velev Arabi olsun cema’atin anlayamayacağı bir lisan ile hitabet işitemeyecekleri bir tarzda hitabet kadar te’sirsiz ve gayr-i müfid olacağında şübhe edilemez. Şu kadar var ki hutbenin rüknü mücerred zikr-i ilahi olduğundan behemehal sena-yı ilahiyi müştemil bulunacağına; zikir tesbih tahmide dair elfaz ise beyne’l-İslam müte’aref olduğu için bu elfazı olsun cema’atin anlayacaklarına nazaran birincisi –yani lisan-ı Arabiyi bilmeyen cema’at arasında Arapça hitabet– farzı iskat eder başka bir te’siri olamaz. mez. Fetava-yı Zahiriyye’de beyan olunduğuna göre hatib efendi zalemenin? medh ve senalarından başka hamd ü sena ve vuku’at-ı hadiseye göre icra-yı meva’iz sadedinde cubun da cema’atin tefehhümünden başka bir hikmeti var mı? Hikmet yine bu ise her kavmin anlayacağı lisan ile hitabet etmenin değil ca’iz hatta evla olduğu tahakkuk eder. Gerçi İmam-ı A’zam hazretlerinden hutbenin elsine-i saire but değil ise de cevaz ile imkan-ı am ma’nası dahi murad olunabileceğinden ihtimal ki müşarun-ileyh hazretleri bu cevaz selbini irade buyurmuşlardır. Bu nokta daha ziyade muhtac-ı izahdır: Ma’lumdur ki mekdir ki tesviye-i tarafeyn demekdir. “İnsan” gibi. İnsanın vücudu zaruri olmadığı gibi ademi de zaruri değildir. Çünkü; vücudu zaruri olsaydı mü’ebbed olması ademi zaruri olsaydı hiç mevcud olmaması lazım gelirdi. İmkan-ı am ise selb etmekdir. Bu da iki kısımdır: Eğer adem cihetinden zaruret münselib ise buna “vücud ile mukayyed imkan-ı am” derler. Bu vücudun vacibe de mümkine de şümulü var. Vücud cihetinden zaruret selb olunuyorsa; buna da “adem ve mümkine şümulü olur. İmkan zikr olunduğu zaman hangi kısmın murad olunduğu bazen tasrih bazen de akıl ve karineye havale edilir. Cevaz da böyledir. İmkan-ı has yani tesviye-i tarafeyn ma’nasına isti’mal olunduğu gibi imkan-ı am ma’nasına da isti’mal olunur. O zaman yalnız bir tarafdan zaruretin selb olunduğunu ifade eder. Muhakemesi sadedinde bulunduğumuz cevaz –ki inde’l-İmam elsine-i saire yıb “vücud ile mukayyed imkan-ı am” ma’nasınadır. Bu takdirde cevazın müfadı; elsine-i saire ile hitabet etmemek ve icabında bu hitabet evladır demek olur. Beyanat-ı mesrudeden maksad-ı acizanem her kavme kendi lisanlarıyle hitabet etmeyi evla göstermek ve onun ra’iz ile vacibatın bunun evleviyetini icab edeceğine ve suretle kabil-i tevcih olacağına dair beyan-ı mütala’a etmekdir. Beyne’l-fukaha şayan-ı i’timad görülmekle beraber İmameyn hazeratının da bu hususdaki hükümleri elsine-i saire suretle hüküm veriyorlar: “Hatib efendi lisan-ı Arabla hitab etmekden aciz ise elsine-i saire ile hitab etmesi ca’izdir” bu acizden maksadları hutbenin kıra’etinden acz değildir. Çünkü elsine-i saire ile kıra’et edebilen kimse; az çok Arabça da kıra’et edebilir. Bu surette acz tahakkuk etmez. Belki maksadları nefs-i hitabetden acz demekdir. Birkaçı müstesna oldukdan sonra mevcud hutebanın hangisi lisan-ı Arabla hitabet iktidarını ha’izdir? Hangisinde o selika o meleke vardır? Bu ma’naca hepsi aciz ve hepsine kendi lisanlarıyle hitabet ca’izdir. Farz edelim ki İmameyn hazeratının “acz”den maksadları kıra’etden acz olsun. Huteba-yı hazıranın bazıları Arabçaya hiç melekesi olmadığından nefs-i hutbeyi yani zikrullahı ifsad etmiyorlarsa da çok kere büyük çamlar devirircesine yanlışlar tekerliyorlar. Musikiye ta’allük eden teğannilerin kararların yerli yerine gelmesinden başka bir ciheti nazar-ı mütala’aya almıyorlar ve almak iktidarını ha’iz değillerdir. Bir misal arz edeyim: “Ey nas biliniz ki bu ay Muharrem ayıdır” ma’nasına olan siyaset azametli bir rah-ı reşadet arz ediliyormuş gibi tavırlar arz olunuyor. Fakat “el-Muharrem” kelimesinin kesr devriliyor. Bu haller hutbenin kıra’etinden acz demekdir. Artık bu gibiler için İmameyn hazeratı nezdlerinde dahi kendi lisanlarıyle kıra’et etmeleri tecviz olunacağı kat’iyyen şüphe götürmez sanırım. Yukarıki fasılda isbat etmiş idik ki beşer devr-i evvelde değildi. Zaten insan nasıl olur da kendi zatında hisseylediği bir şeye karşı şüpheye düşer; ba-husus ki bu his sisa-i te’akkul ve tefekkür-i insani meydan-ı tabi’ati ce-velan ederek onun mahiyeti hakkında kendisinin mevhub olduğu kuvve-i mümeyyize nisbetinde hükümler vermeye sevketti; her şeyden evvel kendi ubudiyet ve huzu’unun mevzu’unu araştırmaya kalkışarak işi bu ka’inat-ı hayret-efzada mutasarrıf-ı mutlak olan Zat-ı Kibriya’yı idrake çalışmak derecelerine kadar vardırdı. Zevahir-i eşyaya kapılıp bevatına sevk-i fikr edemeyen arayiş-i a’raz ile oyalanıp cevhere nüfuz eyleyemeyen çocukların cevelanını andırır bir cevelan da mağaralarda yaşayan bir akl-ı basit sahibinin idraki ne kadar olabilir? Tabi’i ma’budunu kendi havassının kendi hasa’isının hayalhanesinde kalan o nukuşa zahirde bir şekil vermek istedi. Bir takım temasil ve esnam meydana getirerek ma’bedleri heykelleri bunlarla doldurdu. Kendisini bunlara hediyeler arzetmek kurbanlar kesmek şereflerine şenlikler cemiyetler yapmak gibi tekalif ile mükellef tuttu. Gide gide kı etmeye başlayarak nihayet ilahlar eski Romalıların eski Yunanlıların meydana getirmiş oldukları tarzda bir tavr-ı cemil bir devr-i te’akkul olan bu devirde Cenab-ı Hak insanları kendi arzularıyle koşulmuş oldukları dalal boyunduruğundan kurtarmak için levs-i zünun ve hurafatdan ari bir din-i halis ile suret-i mütevaliyede enbiya-yı kiram gönderirdi. Lakin bunlardan ancak kalbleri nur-ı reşadı kabule müsta’id olanları hidayet-yab oldular ki bu sa’adet-mendan-ı beşer de halet-i tufuliyetdeki ümmetler de nisbetle pek azdır. karşı şiddet-i şevk ve i’tisam ile tanınmışdır. Dinini ölümü hakır gören bir kahraman gibi müdafa’a eder; onun intikamını namusuna dokunulmuş bir mazlum savletiyle alır; i’tikadını tashihe çalışanlara iras-ı zarardan asla geri durmaz. Hatta bu uğurda binlerce peygamberler binlerce hakimler helak edilmiş hem de biçarelerin bu suretle mahvı ebatile karşı din-i hakka nusret olmak üzere telakkı olunmuşdur! üzere devam ettiler. Nihayet Cenab-ı Hak tarafından beşeri bu nev’-i za’ifi ikaz için ibda’ olunan avamil ve müessirat sayesinde artık feyafi-i kulubda yenabi-i hikmet feveran etmeye başladı beşerin ihtisasatı rikkat peyda eyledi. Sanemperestlik yal bir semere-i dalal olduğu tahakkuk etti. Bütün ka’inat rikenin müsa’adesi dairesinde evsaf ve hasa’is isnad edildi. Dinin bu terakkı-i tedricisi kemaliyle Hind Brahmanlarında hatta bir aile efradında bile müşahede olunabiliyor. Max Müller kitabında Brahmanların hürriyet-i i’tikad hususunda vasıl oldukları mertebeyi söylerken diyor ki: “Bunlar herkesi kendi haline bırakırlar o aklıyle kimi ma’bud ittihazına layık görür ise ona ibadet eder. Hatta bazen aile re’isi bulunan bir pir tevhid ve tenzih-i Bari’nin gayesine varmışken yanı başındaki oğlunun esnama kurban kestiği daha ötede öbür oğlunun muhtelif bir takım ilahların menakibini musavver eş’ar terennüm ettiği görülür. Hem o ihtiyar bu halden hiç müte’essir olmaz varsınlar akıde-i halis-i tevhidi kendiliklerinden kendi akıllarının delaletiyle bulsunlar mülahazasında bulunur. Bu devirde usul-i aka’id hakkında mücadele münakaşa çoğaldı. Nasın idrakçe tefavütü tasavvurlardaki derecatın tebayünü mezahib arasındaki mesafeyi büsbütün ayırdı. Her fırka Cenab-ı Hakk’a isnad etmiş olduğu sıfatın hakıkatini bulmak için i’mal-i fikre it’ab-ı zihne koyuldu. Hasmının akvalini aka’idini berahin ile iptal etmeyi kendine iş güç etdi. Artık kütüb-i aka’id niza’-ı lafziden münakaşa-i denler bu fırkalar arasındaki şikakın vifaka tebeddül edeceğine kat’iyen ihtimal veremezler. Zaten aslü’l-usule hakıkatü’l-hakayıka hüküm için yalnız kendi akıllarını sened ittihaz eden cem’iyyat-ı mütehalife arasında vifakın husulü nasıl tasavvur olunabilir? Tabi’idir ki beşerin efkar ve ukulü arasındaki tefavüt ne nisbetde meyanındaki münaferet de o kuvvetle icra-yı hakimiyyet eder. Bütün ma’kulat red ve kabule müsa’id olduğu halde takım faraziyatı tasavvurla bilahare red ve cerhine çalışmakdan mümeyyizatından oldu. Bundan dolayı bazı keskin fikirler ler. Halkın efkarını zehirlediler. Ekser-i akvamda bir takım adamlar zuhur etti ki adetleri sırf evham üzerine bir alay vahi nazariyat bina ederek bülend-avaz mes’elenin alabildiğine teşettüt eylediği bir zamanda ki ilzam-ı hasm için en şiddetli lisan kullanan natıka-perdazlar alim tanılmaya olanca ilim de mantığın daire-i muhakematına düşmekten ihtirazen gayet dakık ta’birler ifadeler ihtira’ etmekden ibaret bilinmeye başlamıştı böyle adamların meydan almasına ne mani’ tasavvur olunabilir? Ortada cedel-i akliden başka bir şeyin hüküm ve nüfuzu olmazsa serd-i nazariyyat hususunda her türlü ifrat ve tefrite hiç bir ha’il olamaz. İşte buradan bir takım nazariyat-ı etti. Artık bu nazariyelere taraftar olanlarla mu’tekidler arasında bir mücadele-i kalemiyyedir koptu ki bilahare intikal eylediği kanlı muharebelerin burada tafsiline sadedin müsa’adesi yokdur. Evvelkiler gayet dakık şübheler icadında tekannün ettiler kan-ı aka’idi kökünden devirmeye bina-yı diyaneti şükuk ü şübühat fırtınalariyle savurmaya başladılar. Diğer tarafdan mu’tekidler de hasımlarının müftereyatını reddetmek nazariyelerini çürütmek için hem-dest-i vifak oldular. Çok geçmeden artık firak-ı mezhebiyye yüzlerce sayılır oldu. Hem de bu fırkalar ne bir asılda müttehid ne de bir fer’de hemfikir değil idiler. Bazı akvamda din tarafdarları rical-i hükumet üzerinde olan nüfuzlarına dayandılar. Mübahesat ile serd-i berahin edecekleri zu’muna kapılıp mesa’il-i i’tikadiyyede akla müraca’atın memnu’iyyetini ilan ettiler. Muhalifleri o kadar ağır nunu tenfiz için alabildiğine yürüdüler. Erbab-ı nüfuz ve iktidarı kendilerine mu’in buldular. Lakin bilemediler ki ukubetin mücazatın şiddeti ahkam-ı tabi’ate karşı mukavemet edemez. Bu icbarat beşeriyet için mukadder olan seyri istikbali çeviremez; bilakis onlar bu şiddetleriyle izale etmek getiriyorlar zir-i inkıyada almak kaydına düştükleri nüfusun serkeşliğini artırıyorlar. Filhakıka görüldü ki tarafdaran-ı din bu suretle hasımlarından teşeffi-i gayzda ahz-i intikamda ha parladı. Nihayet efrad arasında bir ihtilal fikri peyda oldu ki bunu ta’kib eden ihtilal-i fi’li hal-i alemi büsbütün değiştirdi. Aklı kuyud-ı evveliyesinden kurtardı. İlmin fikrin önünde koca bir meydan-ı hürriyet küşad etti. İşte o zaman efkarda muzmer olan esrar artık mektum tutulmaya lüzum görülmedi aşikar oldu. Sonra hizb-i mansur-ı ahrar hasm-ı mağlubuna karşı öyle bir oyun oynadı ki hürriyet-i ilmiyye sahneleri üzerinde teşhir olunan oyunların en müdhişidir. Hele felsefe-i hissiyyenin zuhuru bu yangın için bir körük makamına geçti. Artık çokları indinde diyanet i’tikad devirlerinin geçtiği bir kaç batın müruruna kalmaksızın asar-ı dinin külliyen mahvolacağı muhakkakatdan addolunmaya başladı. İşte hürriyeti sözümüzü ikmal için devam edeceğiz. Maddiyyun; ka’inatdaki a’mal-i akıle ve gayr-i akıleyi münhasıran madde ve kuvvete nisbet eden bir sınıf tabi’iyyun hükemadır ki indlerinde ef’al-i hayatiyye ve zevahir-i akliyye ve nefsiyye madde ve kuvvetden münba’is a’mal-i maddiyye neticesi olub a’mal-i cemadiyyeden farkı yokdur derler ve a’mal-i akliyyeyi mesa’il-i riyaziyye ile halle çalışarak fi’l-i kimyevi neticesi olan hararet ve elektiriğe bi’t-teşbih hayat ile kuva-yı tabi’iyye beyninde bir fark olmadığına ka’ildirler. Hayvan ve nebatın nümuvvunu milhin su derununda eriyerek tebellür ve tenemmüv eylemesi kabilinden addile kuvve-i hafıza ve idrak ve sair kuva-yı akıleyi zevahir-i kuva-yı tabi’iyye cümlesinden madde ve kuvvetin eser-i fa’aliyyeti diye telakkı ve doğrudan doğruya veyahud Ma’lum olduğu üzere mezahib-i ilmiyyenin her biri bir esasa bir sebebe müstenid olduğu gibi maddiyyun dahi mişlerdir ki irad eyledikleri dela’il ve berahin ber-vech-i ati beyan olunur: “Kudema Mısır’daki Gize vesair ehramları; dağlar vadiler gibi müvellidat-ı tabi’iyye cümlesinden addetmişlerdi. Bu hariku’l-adelerini nazar-ı dikkate alarak insanların böyle mebani vücuda getirmeye muktedir olmadıklarını zu’m ile tabi’ata fevka’t-tabi’a bir kuvvete nisbet eylemelerinden münba’is olduğu cay-ı te’emmül değildir. Hatta Alman hakim-i şehiri Humboldt; bir eserinde “Fera’ine-i Mısrıyye ehramların ahcarını kava’id-i hendesiyyeye tatbikan kat’ ve tanzim ve henüz suret-i kat’iyyede nev’i ma’lum olmayan vesa’it-i mihanikiyye ile yekdiğeri üzerine vaz’ ve tertib ettirmek suretiyle tebe’asına angarya olarak inşa ettirdikleri muhakkakat-ı fenniyye ve sana’iyyeden iken bazı avam-ı nas bu mebani-i azimenin eser-i sun’-i insani olmadığına ka’ildirler” demişdir. cesi olarak müvellidat-ı tabi’iyyeden zannetmek misillü ef’al-i hayatiyye dahi ala vechi’l-hakıka münkeşif olmayabilir fakat inde’t-tahlil hadisat-ı tabi’iyyeye müstenid idüğü tahakkuk eder. Mesela milhi suda eridip ala halihi bırakır isek su tedricen tebahhur ve tuzun eczası eşkal-i hendesiyye-i dakıka suretinde kabın dibine tabaka tabaka teressüb eder fakat eşkal-i mezkurenin gözle tefriki mümkün olmadığından hurdebin mikroskop aletiyle bi’t-tedkık billurat-ı dakıkadan olur ki mislini vücuda getirmekde mühendisler izhar-ı acz ü hayret ederler. İşte bu eşkal-i hendesiyye Gizye Ehramı’nın tabakatına ve şekline müşabihdir. Billurat-ı mebhusenin esbab-ı teşekkülüne gelince; dekayik-ı ecsam beyninde kuvve-i mutezade olan kuvve-i cazibe ve dafi’anın ecza-yı milhe bi’t-te’sir şekl-i ehramide terekküb eylemesinden ibaret bir fi’l-i tabi’i olub Gize Ehramı fark vardır. Milh billuratına nazaran sair emlah cibal-i tebaşiriyye ve bir nevi’ hacer-i savvani çakmak taşı kırağı kar gibi eşkali latife ve rakıkadan müteşekkil olan ecsam dahi ecsam-ı mütebelliredendir ki turabda suda cibalde elhasıl arzda ecram-ı semaviyyede aynı ka’ide-i tabi’iyyenin cari olduğu mikroskop veya teleskop isti’maliyle zahir olur. Her madde bir şekl-i mahsusda tebellür eyler bazısı ehrami bazısı mahruti yahud murabba’ veya müseddes veyahud zevaya-yı adideden mürekkebdir. Eşkal-i saire dahi gayr-i mahdud olub fakat şekillerinin ta’yini pek müşkil ve ancak ziyalarının istiktabıyle mümkündür. Cemadda cari olan bu kanun-ı tabi’at nebatata da şamil olarak bilfarz bir buğday danesine mikroskopla bakılırsa billuri’ş-şekl olduğu görülür ki ecsam-ı billuriyye-i camide misillü buğday danesinin de tebellür suretiyle müretteb idüğü anlaşılır. Dane zerratının bu tarzda terettüb ve teşekkülü ala tariki’l-kıyas zerrat-ı billuratı husule getiren zerrat beynindeki kuvve-i cazibe ve dafi’anın bir hassasıdır. Bina’en-aleyh bir buğday danesini turaba zer’ ile teshin edersek hararet hareketden ibaret olduğu için hararet; habbenin zerratı beyninde hareket husule getirip daneyi muhit olan toprak milh zerratı beynindeki fa’aliyete teşbih bir fa’aliyetle bir şekl-i diğer tevlid eder ki bu şekl-i sani nebat olup hararet-i şemsin in’ikasıyle nema bularak zerrat beynindeki fa’aliyetle nihayet sünbüle hasıl olur. Sair nebetat dahi buna makisdir. Keza aynı kanun hayvanatda dahi caridir: Hayevanın nümuvvu vücud-i hayvanide i’mal-i kimyeviyye eseri olan hararet-i gariziyye vasıtasıyle tamam olur ki hararet-i mezkure nebatın turabda nümuvvuna hadim olan hararet kabilindendir. eden hazm ve temsildir hareket-i hayvaniyye kezalik netice-i hararetdir. İnsan bir alet-i buhariyyeye müşabih olub ekl ü şürbe ihtiyacı aletin işlemesi için muktezi olan ateş hükmündedir. mün’adim olmadığı gibi ademden bir şey vücuda getirmek de mümkün olmayıb ef’al-i tabi’iyye zerrat beynindeki dekayikın fa’aliyyeti ve hayat-ı zahire kuvvetin suver-i muhtelifesidir. Ta’bir-i aharla kuvay-ı umumiyye-i hararet ziya elektrikin mezahir-i muhtelifesinden ve hayat da o kabildendir. Suver-i tabi’iyye beynindeki fark nevi’ itibarıyle olmayıb keyfiyetçedir yani milh-i dekayikı kuvve-i cazibe ve dafi’a te’siriyle nasıl şekl-i ehramı hasıl ediyorsa mevadd-ı gıda’iyyenin cism-i hayvaniyyede veya nebatiyyede temessülü dahi aynı kuvvetle hasıl olub yalnız keyfiyetçe müterakkı ve terkibin kemiyetince farklıdır. Keza bir tutiya parçası ile nühas parçasını ma’deni bir tele rabt ederek hamız-ı seyyal derununa ilka ve müntehalarını yekdiğerine takrib ve temas ettirirsek bir şerare-i kehriba’iyyenin zuhur eylediğini görürüz ki tutiya ve nühas ma’denleriyle hamız beyninde cari fi’l-i kimyevi neticesidir. Cism-i insanide cari olan i’mal-i kimyeviyye ef’al-i akliyyenin bir müsebbibi i’mal-i akliyye ise nümuvvun netice-i fa’aliyetidir. Fakat kaffesi deka’ik ve zerratın harekatına raci’dir. El-hasıl ka’inat madde ve kuvvetden mürekkeb olub bu iki kuvvetin fa’aliyetiyle cemadat nebatat hayvanat-ı akıle ve gayr-i akıle vücud-pezir olur ve billurat-ı camide ile nebatat hayvan beyninde mahiyeten bir fark olmayıb yalnız keyfiyetçe veya kemmiyetçe tefavüt vardır. A’mal-i akliyye dahi kuva-yı tabi’iyyenin ecsam-ı zevi’l-hayatda fa’aliyeti neticesi olub a’mal-i cismaniyye ve akliyye de birbirinden farklı değildir ve her biri tahlil ve terkib yıpranmasını ve amel-i akli dimağın düsurunu intac eder. Uzelin hareketiyle eskali kaldırmağa tahammül ve iktidar hasıl olur a’mal-i akliyye; ef’al-i insaniyyenin tahfifini su’ubatın teshilini mucib olur. El-hasıl tabi’atda cari olan a’mal; enva’ ve eşkalinin ihtilafıyle beraber madde ve kuvvete veyahud zerratın harekatına raci’dir. Maddiyyunun bir kısmı; madde ve kuvvetin her biri müstakil olub fakat yekdiğerine icray-ı te’sir eylediklerine.. ve diğer bir fırkası; madde asıl kuvvet ona tabi’ ve hasa’is-i maddenin bir hassası olub maddenin hasa’isi beka cezb hareket olduğu halde kuvvet maddenin yalnız bir hassası olan hararetden ibaret olduğuna ka’ildirler. Diğer bir fırka-i maddiyyun; kuvvet bir mevcud-ı hakıkı olub madde zevahir-i kuvvetden bir zahir idiğini ve fakat maddenin vücudu ancak vasıta-i kuvvetle anlaşıldığını ve bu bir nevi’ hareket olub dimağımıza te’sir etmesiyle vücudu Bir kısmı da; madde ve kuvvet şey-i vahiddir derler ve diğer fırkası ise “daha garib olarak madde ve kuvvet la-şey ve vücudu haricde hakıkati olmayan bir vehm olub bu da zihn-i insanide hasıl olur. Zira insan mevcudiyetiyle bir şey hissedemeyib ancak havassıyle hiss ü beyan eder insanların ekseri ahlam ve saire gibi haricde vücudu olmayan eşyayı tasavvur ve ityan eyler ki bunlar da madde tesmiye olunamayıb vehimden ibaretdir” diye iddi’a ve i’tikad ederler. mezhebleri hülasa-i edillesi tafsilat-ı anifeden ibaret olarak vehleten mezheb-i maddiyyun dela’il-i tabi’iyyeye müstenid ve red ve cerhi müstahil gibi görünüyorsa da mukaddime ve neticelerinden ef’al-i akliyye ve hissiyat-ı nefsaniyyeyi ta’lilde aciz oldukları zahirdir. Evet! İğtida nümuv ve düsuru harekat-ı adeliyyeyi ve bazı a’mal-i akliyyeyi kavanin-i maddiyye ve zerrat ve cevahir-i ferdiyyenin harekatı faraziyesiyle ta’lil mümkün ise de a’mal-i akliyyenin tamamıyle ta’lil ve tefsirine kuva-yı müdrike-i beşer el-an aciz ve ulum-i hazıra kasırdır. Çünkü muhabbet buğz intisar intikam gibi hasa’is-i mutezadesiyle akl-ı insaniyi sırf madde ve kuvvete tatbik etmekden müstakil olub tefekkür eder tekellüm eyler ne işlediğini bilir eğer fikir; kuvvet ve maddenin neticesi olduğunu teslim edersek vicdan; insanın vücuduyle ka’im şu’uru demek olub onunla tefekkür eylediğimiz neticesi çıkar. Halbuki tefekkür daimi olmayıb insan bazen tefekkür eder ki bu kuvve-i akliyyenin bir hassasıdır. Bina’en-aleyh kavanin-i maddiyyenin hiç birine kabil-i tatbik değildir. Mesela dekayık veya zerratın dimağda hareketi hesabıyle mes’ele-i dakıkanın halliyle iştigal ettiğimizi hükmeder ki bu büyük bir meziyetdir. Halbuki kaffe-i ulema ve hükema a’mal-i maddiyye ile a’mal-i akliyye beynini tevfika veyahud birini diğerine tatbika min külli’l-vücuh muktedir değildirler. Ale’l-husus maddiyyunun medar-ı edille ve berahini olan zerratın künhünü araşdıracak olur isek bize veleh tari olur. Maddiyyundan birine: maddedeki zerrat neden hasıl oldu? Zerratda tasavvur edilen kuvvet nereden geldi? A’mal-i akliyye ile harekat-ı zerrat beynindeki alaka ve münasebet nedir? Zerrat ne vechile ef’al-i akliyyeye münkalib olur? diye su’al olunsa cevaba yol bulamaz. Zira ilim zevahir-i mebhusenin hallinden acizdir. Bina’en-aleyh künh-i hilkati idrakden ve keşf-i esrarından aciz olduğumuzu i’tiraf eyleyerek huzur-ı Halık’da zanu-ber-zemin-i ubudiyyet olalım! Çünkü kaffe-i lahutiyyun tabi’iyyun sırr-ı ekvanı idrakden aciz olduğu gibi ezmine-i müstakbelede dahi bu sırrın halli mümkün olamayacakdır. Meğer ki Hak celle ve ala hazretleri takdir buyura. Ne gibidir bu? Ey beni Adem! Ben size dünyada iken ahd etmedim mi? Enbiya-yı izam vasıtasıyle size tebliğ ettirmedim mi ki şeytana Allah Te’ala böyle hitab edecek: Ne yaptınız düşündünüz mü? Ben size emretmedim mi ki sakın şeytana ibadet etmeyin. “Şeytan bizim rabbimizdir” diyen kimse var mı? Doğrudan doğruya ma’bud ittihaz eden kimse var mı? İşitiyoruz Musul diyarında bazı fırkalar varmış. Şeytana “Tavusu’l-Melik” derlermiş onun suretine taparlarmış. Demek orada şeytan-perestler var. Fakat bunlar bir fırkadır şirzime-i kalildir. Bütün beni Adem’e Cenab-ı Bari ne buyuracak? Utanmadınız mı benim emrime karşı şeytana ibadet ediyordunuz? Halbuki bütün kefere şeytana doğrudan doğruya ibadet etmiyorlar ama ediyorlar demekdir. Değil mi ki benim emrime karşı muhalif hareketde bulundunuz guya ki o sizi halketmiş; guya ki rızkınızı o vermiş. Benim emrime [rağmen] şeytan-ı la’inin vesvesesine uydunuz; bu hareketiniz onu ma’bud ittihaz etmek değil de nedir? Böyle onun emrine ita’at edilirse onu ma’bud menzilesine tenzil[?] etmiş olur. Çok kimseler de nefsi ma’bud ittihaz ederler sarih ayetde gördünüz mü o kimseyi ki heva-yı nefsanisini ma’bud ittihaz etmişdir?.. Daima onun muktezasına göre hareket ediyor evamir-i ba’at ediyor… Böyle olan kimse guya ki nefs-i emmareyi ma’bud ittihaz etmişdir çünkü kimi büyük tanırsa onun sözünü tutar kimi mün’im bilir kimi kendine muhsin i’tikad ederse ona iltica eder onun emrine mutaba’at eder. Allah Te’ala hayrı şerri size tefrik etmiş; hakkı batılı temyiz buyurmuş. hükmünce şeytanın sözüne sizi helake sevk eder diye nefsin her türlü adavetini mütaba’atın vehametini göstermişken yine nefs-i emmareye inkıyad etmek onların arzusunu tercih etmekdir haşa ma’budluğa kadar çıkarmakdır nasıl ki meşhurdur: Vaktiyle cebabireden birisi sulehadan bir zata gücenmiş huzuruna da’vet ettirmiş intikam alacak başlamış birtakım tehdidata ihtimal ki mezaliminden bahs etmiş gücendirmiş o zatı aleyhinde söz söylemiş zulüm ve i’tisafından bahs etmiş mezalimini aleme i’lan eylemiş.. Yahud yazmış kendisine göndermiş bunun gücüne gitmiş. Huzuruna celb etdirir: – Ben seni öldürürüm… der tehdid eder. O zat da: – Çok ileri varıyorsun dedi. Bana bu kadar tehdidata kıyam ma’kul bir hareket değildir. Bana ne yapabilirsin sanki?... demek istedi. – Ne demek?.. her şey yaparım… – Yok…hiçbir şey yapamazsın. Bir kere insaf et de düşün; acaba sen mi büyük ben mi?... – Ne söylersin sen?.. Ben koca bir melikim!.. Sen adi bir adem. Ulemadan ol sulehadan ol nihayeti ahaddan bir kimsesin hatta bana nisbetle hiçsin. – İyi düşün!.. – Ne demek iyi düşünmek? Sen aklını başına topla herif! Ne söylersin?.. maksadını izah edebilir misin? – Evet! Ben öyle iddi’a ediyorum ki: Sen benim kulumun kulusun. Bana kurulmaya ne hak ve selahiyetin olur? Yanındakiler: – Hoca efendi çıldırmış!.. dediler korkmaya başladılar. Ne söyler bu adem? –Ayol! Ne söylersin? dediler. Padişah bu. Aklını başına devşir! Bu kelamın ne ma’nası var. Neredesin burası mahalle kahvesi değil bu huzur-ı şahane! Bu da Padişah-ı mu’azzam! Hoca efendi aklını başına topla – Evet aklım başımdadır ve da’vamı isbata hazırım evet sen benim kulumun kulusun. – Izah et bakalım Yine munsif imiş bazıları var hiç de söyletmez munsifane hareket etmiş – İnsanlar iki kısımdır bilirsiniz… – Evet – Birisi var nefsinin kulu bir kısmı da nefsin sultanı kısm-ı evvel ol kimsedir ki nefsi ne tarafa sevk ederse o tarafa gider helal ve haramı düşünmez yalnız hazz-ı nefsani. Başka hiçbir şey bilmez. Ne Allah’dan haya eder ne kullardan… Bu kimin kulu? Nefsinin mi Allah’ın mı? İşte böyle bir kısım var. Sonra bir takım kullar var ki onlar nefislerini terbiye etmişler haşyetullah peyda etmişler. sitayiş-i ilahisine mazhar olmuşlar. Ancak ma’bud-ı zül-celalden korkarlar nefislerini ram etmişler ahkam-ı şer’iyyeye münkad eylemişlerdir. Mizan-ı şer’ ile vezn etmedikçe harekat ve sekenatın her birine teşebbüs etmezler. Bunlar da nefislerinin sultanıdır. Asıl yiğitlik dersin. Acaba nefsine hükmün geçer mi? Gazablandığın vakit bir kimseden intikam alacağın vakit kendi aczini yarın Allah huzurunda mes’ul olacağını düşündün mü? Nefsini bir def’a olsun hevasından men’ etdin mi? Öyle isen haza sultansın ne gereği var? Yanındakilere hitaben: Siz mişkat-ı Muhammediyye’den sadır olan bu hadis-i şerifi hiç duymadınız mı? şedid olan şiddet ve satvet sahibi olan kimseler iddi’a etdikleri da’vaları kolay isbat edemezler. Hakıkaten kavi olan şedid olan bunlar değildir. Vakı’a pehlivan herkesi yıkar ezer. Bu türlü kuvvet hissi de olur ma’nevi de olur. Yani sözünü geçirir hümünü yürütür; zor-ı pazu ile sırf ha’iz olduğu kudret-i kahharane ile istediğini ezer… fakat buna Allah iyi nazarla bakmadığı gibi beni Adem de bunu takdir etmez. Buna merd demezler. Böyle bir hareketi hüner saymazlar. Evet! Vücudunda kuvvet var; yahud vücuduyle satvetiyle alemi makhur eder… Hayır o sultan değil merd değil insan değil. Asıl sultan olan merd olan ol kimsedir ki gazaplandığı vakit nefsine malik olur. Hasbe’l-beşeriyye haklı haksız gazaba gelir birinden intikama azim olur. Sonra akibeti düşünür fikrinden vazgeçer. Çünkü öfke ile kalkan ziyanla oturur. Eğer insan hiddetini yenerse yollu bir hareketde bulunmuş olur. Hem vehametden kurtulur hem de büyük bir şan kazanır: Asıl büyüklük afv değil mi? Yani her kim intikama kudreti varken afv ederse nefsini varken mücerred Allah korkusundan yahud ecr ü mükafatını Mevla’dan arzu ederek afv ederse; nefsini zabt edib nefsinin hevasına muvafakat etmeyerek ayetini tezekkür ederek intikamdan vazgeçerse.. hah gördün mü? İşte insan-ı kamil odur. Hülasa nefsine meram anlatabilirsen sultansın. Yoksa ona esir olursan yazık sana. Çünkü insan değilsin hür değilsin. Nefsinin hevasına esir olanda hürriyet yok. Hürriyetine malik bulunan nefsine söz geçirir; hiçbir şeye bağlı olmaz yalnız şeri’atin emrine tabi’; Allah’ın rızasını müteharri olur… hürriyet dediğimiz şayan-ı iftihar gördüğümüz işte budur. Şimdi anlaşıldı ya! Nas iki kısma münkasem. Bir kısmı nefsin esiri bir kısmı da nefsine hakim. Acaba sen bunların hangisisin? İnsaf et söyle. Nefsin esiri misin hakimi misin? Ama doğru söyle. Çünkü yalan söylersen yalan olduğunu Haya etdi: – Ben hiçbir zaman nefsime söz anlattığımı bilmiyorum dedi helal ve haram düşünmedim hak batıl aramadım. – Demek sen nefsinin esirisin ben ise Allah’ın inayetiyle hiçbir vakit nefsime tabi’ olmadım. Çok kereler hayatımı tehlikeye koydum senin gibi cebabireye nasihat vermeye muvaffak oldum. Allah ne emretmişse onu yaptım. Emir Allah’ın emri değil mi? Ba-husus sultan-ı ca’ire karşı kelimei hakkı söylemek tehlikeyi göze almak en büyük ibadetdir cihadun fi-sebilillahdır… Kimin nefsi bunu yapabilir? Kim nefsini kendine makhur eder nefsine söz geçirebilirse ancak o böyle şeri’ate muvafık şeyler işleyebilir haram şeylerden men’ eder. Artık insaf et şu hakıkati teslim et ki sen benim kulumun kulusun. Nefis benim kulumdur. Ben kulumu şeri’atin haricine çıkarmam. Bana muhalif bir hareketde bulunamaz. Sen ise daima nefsinin esirisin. Nefsine muhalif bir hareketin yok. İşte sabit oldu mu ki kulumun kulusun?.. Fil-vakı’ isbat-ı müdde’a eyledi hakıkat-i hal böyledir. Kur’an bu kimselerin nefsine “ma’bud-ı batıl” ta’bir ediyor; bu makuleleri terzil için insafa da’vet için. Çünkü heva-perest ziyade imiş büyük te’sir ve nüfuzu ha’iz oluyor. Ma’budun emrine karşı nefse inkıyad düşünülürse ona ibadetdir. Menahiye münhemik olanlar ne büyük cezaya katlanmış olurlar Yani içinizde öyle esir-i nefs ü heva perestişkar-ı tabi’at öyle bir takım fecere feseka var ki onlar şehevat-ı mahreme içinde puyan oldukları gibi sizi de oraya sevk etmeye çalışırlar. Müslümanlar kım sefih kimseler var ki kendilerinin meslek-i batılına herkesi çevirmeye çalışırlar. Murad ederler ki siz de şehevata meyl edesiniz. Nice? Meyl-i azim ile. Onlar gibi her fısk u fücura münhemik olmanızı arzu ederler. Allah Yahudiler yahud Mecusilerdir. Çünkü onlar mü’minleri idlal etmeye kalkışırlar. “Madem hala kızı helaldir amca kızı da öyledir. Hemşire kızı da öyle olmak lazım gelir” derler. Mü’minleri de iğva eylemeye çalışıyorlardı ki bu mahz-ı hüsrandır. Şer’in müsa’ade kılmadığı şeyde hayır yokdur. Kendileri şehevata tapmışlar. Şeri’at-ı celile ahkamını takdis etmiyorlar. Kendi re’y-i hodlarıyle nefs-i emmarelerinin fermanıyle hareket ediyorlar. Böyle olan kimseler sizin de ahlakınızı bozmak isterler. Efkarınızı ifsad ederek sizi de her fenalığa meyl-i azim ile meyl etdirmek isterler. Çünkü şehevata meyl-i cüz’i her insanda bulunur. Amma her kim meyli azim ile mübtela olursa ondan hayır kalmaz. Düşmanların arzu etdiği şey husule gelmiş demek olur. O şehvet-perestler milletin ahlakını bozup bil-külliyye yoldan çıkarmak isterler. Düşmanın arzu ettiği meyl-i azim inhimak-ı tamdır hatasını bilmeyerek körü körüne semt-i helake gitmekdir. İşte buna bina’en buyurulmuşdur. Kaydın burada fa’idesi çokdur. Asıl düşmanın aradığı kendi gibi seni de şehevata tapdırmak o mesleğe hem-rah etmek. Bu ne ile olur? Ya tevbekar olur. Islah-ı nefs eder. Amma düşmanlar i’tikadı bozmaya kalkışırlar ahlakı ifsad etmeye teşebbüs ederler. Sonra haram işleri adeta helal gibi musırrane bir tarzda ma’at-i mürşide lazımdır. Nasıl ki nazm-ı celili irşad ediyor. Çünkü emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker aleni suretde termezlerse millet-i islamiyyenin hali günden güne fenalaşır. renet ise ahlakı bozar yavaş yavaş meyulat-ı faside tabi’at-ı saniye olur. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mart Bu mes’elenin tedkıkine medar olmak üzere evvela ulema-i eden muhavereyi naklediyoruz: T- Bab-ı ictihadın mesdudiyyeti neden ibaretdir; buna zahib olanlar kimlerdir; sözlerini neye bina ediyorlar? A- Bu iddi’ada bulunanlar şunu demek istiyorlar ki ulema içinde şurut-ı ictihadı cami’ olan zat kalmadığı gibi bundan sonra da böyle bir kimse zuhur etmeyecekdir. Fakat bu hükmü verenler zu’afa-yı erbab-ı taklid olub; bunların nefislerine vüsuk ve i’timadları olmadığı gibi erbab-ı himmet haklarında hüsn-i zanları da yokdur. Zannederler ki ukul-i beşeriyye daima tedenni ve inhitat üzere olub ahlaf lum ve mukarrer olan şera’it-i ictihadın bir şahısda ictima’ı her zaman mümkündür feyz-i ilahi daim olmasına mebni bi-inayetillah tahakkuk etmekde olduğu da müşahede olunmaktadır. T- Şu insidad ta’birinin amme-i nas nazarındaki ma’nası A- Hayır müttehid değildir. Çünkü ahad-ı nas şundan bundan işitmekle i’tikad ederler ki ehl-i sünnetden olanlar mezahibin birini aynen ve tamamen kabul etmeyen ehl-i hak addolunmaz. Hatta bunların ekserisi hala anasır-ı erba’a i’tikadında olub Cihar-yar-ı Kiram hazeratı gibi e’imme-i mezahibin dörde inhisarını buna bina ederler ve emr-i tabi’i görürler. Halbuki esasen böyle bir inhisar yokdur. Ancak e’imme-i müşarun-ileyhim hazeratı tarafından istinbat ve takrir edilen mesa’il-i ilmiyye dela’il-i şer’iyyesiyle beraber yetişdirmiş oldukları en mahir ve muktedir telamiz ve ashabları ma’rifetiyle tedvin ve tavzih olunmasına mebni kendileri sa’ir müctehidin-i kiram içinden temeyyüz ile kesb-i iştihar mezhebleri de memalik-i İslamiyyenin birer cihetinde intişar ederek müslimin şayan-ı ihtiram ve i’timad olarak yalnız dört mezheb payidar olmaktadır. Aded-i mezkure dair bir muhassas aramak bi-ma’nadır. Hemen bütün alem-i İslamiyetçe pişva-i diyanet tanılmak böyle bir meziyet-i uzmaya mahzar kılınmak ne kadar ulvi bir menkabet olacağı muhtac-ı beyan olmadığı gibi zevat-ı müşarun-ileyhim içinden İmam Ebu Hanife hazretlerinin tekaddüm ve iftihara hakkıyyetleri de söz götürmez. Zira cümleden evvel ilm-i fıkhı tertib ve tedvin eden müşarun-ileyh efendimiz olduğu ve pek çok feza’il ve kemalat de uluvv-i şanları ve mezaya-i aliye ile teferrüdleri gayr-i münkerdir. Ve ihraz eyledikleri ictihad-ı mutlak derecesi icabınca müşarun-ileyh taklid ve ittiba’ etmemekde her biri ma’zurdur. Her müctehid kendi ictihadı hükmünce amil olmak ile me’murdur. Bina’en-alazalik gerek e’imme-i erba’a asrında gerek daha evvel veya sonra zuhur etmiş mezheb-i müstakil sahibi pek çok zevat-ı kiram ha’iz-i mevki’-i ashab u etba’ı var idi. Mesela: Süfyan bin Sa’id Sevri Ebu Sevr Halidi Davud bin Ali Zahiri Muhammed bin Cerir Taberi Ebu Bekir bin Huzeyme İshak bin [ ] Rahuye “rahimehümullah” hazeratının mezhebleri mu’ahharan münkariz olan mezahib-i mazbutanın en meşhurlarındandır. Mezahib-i ma’rufenin tedvin ve intişarından evvel geçen ehl-i İslam da ale’l-ekser ehadis-i meşhure ve ashab u tabi’in-i kiramdan menkul feteva-i mu’tebere ile amil olurlardı. Nas üzerine hiçbir zaman bir müctehidin mezhebine ittiba’ farz kılınmış değildir. Ahad-ı nasın istidlal şanlarından olmadığına bina’en bu sözleri de tevehhüm mahsulüdür. Tahsil-i ulum ile iştiğal etmiş olanlar da iki kısma ayrılıyorlar. Bir kısmı balada mezkur erbab-ı taklid olan zu’afadır ki bunlar beyan olunan ma’nasınca insidad-ı ma’ruza ka’il oluyorlar. Hilafı takdirinde mahzur mütala’asıyle diyorlar ki: Diyanet-i İslamiyyeye salik olanların kaffesi mezahib-i ma’rufenin birine intisab vücubu hususunda müttefiku’l-kelimdir. “Eğer ulema-yı müte’ahhirine de ictihad hakkı verilse birtakım mezahib ihdas ederlerdi. Bunların da bu mülazemeleri zahirül-butlandır. Fesadını bi’l-etraf izah edeceğiz.” Kısm-ı sani erbab-ı ilim ü kiyaset olub cezmen bilirler ki bu hacrin iğlak-ı bab-ı ictihadın menşe’i mahz siyasidir. Çünkü ehl-i istibdad olan selatin ve ümeranın bütün havf ü hirasları ilimdendir. İlim ise ictihad ile ka’imdir. Hafız ibn Abdülber gibi ekabir-i ulema tasrih etmişlerdir ki mukallid bi’l-icma’ alim değildir. İbn Kayyim Cevzi de bu icma’ı nakl ve kabul etmişdir. Hakıkat-i hal tamamen bu merkezdedir zira bir şeyi alim onu delil ile cazim olandır. Mukallid ise yalnız filan zatın şöyle söze ka’il olduğunu bilir. Bina’en-aleyh mukallid alim değil nakil addolunur. Hatta fotoğraf aleti ona nisbeten ha’iz-i rüchan görülür. T- Bab-ı ictihadın ne zamandan beri kapandığı iddi’a olunuyor bunun üzerine ne gibi mazarr veya menafi’ terettüb etmektedir? A- Karn-ı hamis duhul veya hurucundan i’tibaren kapandığı len pek çok ulema-yı izam ictihadda bulunmuşlar ve dela’ili şer’iyyenin kendi nazarlarındaki iktizasına göre hükm ü ifta etmişlerdir. Hatta ulema-yı Şafi’iyye dünyanın hiçbir zaman müctehidden hali olmayacağını tasrih ediyorlar. Terk-i ictihadda hiçbir menfa’at göremeyiz. Mazarrat ise nevi’ nevi’ muhakkakdır; pek çokdur. Mesela ihmal-i akıl kat’-ı tarik-ı ilim istiklal-i fikriyyeden mahrumiyet gibi şeyler büyük mazarratdır. ederek– her ilmi mühmel bırakdılar nihayet bu hale giriftar oldular. T- İctihadın mahiyeti neden ibaretdir? İnsan mertebe-i A- İctihad edille-i kat’iyye ile sabit olmayan ahkam-ı fer’iyyeyi ma’rifet için Kitab ve Sünnet ve icma’ ve kıyasdan vüs’ ü takati nisbetinde im’an-ı nazar ve i’mal-i fikr etmekdir. Kavl-i savaba göre ictihad emr-i mütecezzi olmadığından kendisiyle bu minval üzere istinbat-ı ahkama iktidar hasıl olan bir melekeden ibaret olmak ve ta’rif-i meşhur bu ma’naya irca’ olunmak iktiza eder. Fekahetin aynı olan ictihad-ı şer’i belağat ve sa’ire gibi bir meleke-i nefsaniyyeden şükr ü şikayet ve medh ü hiciv gibi yalnız bir şu’besinde ibraz-ı maharet ve mukteza-yı hale ri’ayet edebilmekle mütekellim-i beliğ addolunmuyorsa bazı mesa’il-i fer’iyyeyi istinbata muktedir olmakla da müctehid ve fakıh olamaz. Evsaf u şera’it-i lazimenin hülasa-i icmaliyyesi Kitab ile sünneti fehm ve mevaki’-i icma’ı cezm ve kütüb-i usulde beyan olunan mebahis-i kıyası ihata ile beraber mekasıd-ı şer’-i şerifi ma’rifetden ibaret ise de ahval ü adat-ı akvamı tamamen bilmekle de mukayyeddir. Zira şeri’atin bütün aksamı bilhassa mu’amelata müte’allik ahkamı gerek ma’aş gerek me’ad itibarıyle mesalih-i umumiyyeye yani celb-i menafi’ ve der’-i mekasıd kaziyye-i ma’kulesine mun’atıfdır. Buna ri’ayet edebilmek için ahval-i nası arif ilca’at-ı zamaneye vakıf olmak şart-ı a’zam olacağı derkardır. Bir de kat’iyyen ma’lum ve sabit olan mesa’ili haric-i ictihad bırakıyorlar. Çünkü –makale-i salifede izah olunduğu üzere– zaruriyyat-ı diniyye tesmiye kılınan “zulm ahkam-ı kat’iyyede ictihad cereyan etmez: Bina’en-aleyh ictihaddan maksad-ı asli hükm-i ilahiye zann tahsili olmak te’ayyün eder. Fakat müctehidin bu zannı kendi hakkında yakın menzilesindedir. Zira vacibü’l-ittiba’dır. lide mecbur olanlar hakkında da hüküm böyledir. Çünkü buyurulmuşdur. Bir memleketin ümran ve zineti ve turuk u me’abirinde emn ü intizamın tekarrürü Hudavend-i cihan-aferinin bu alemde o memleket ahalisi hakkında nişane-i iltifat ve inayeti olduğuna delalet eden berahin-i satı’adan biri de bu ayat-ı kerimedir. Cenab-ı Yezdan bu nazm-ı celilde evlad-ı Sebe’in hüsn-i hallerine mebni memleketleri ma’mur ve abadan olub mevzi’-i süknaları yemin ü şimalden riyaz ü besatin ile muhat olduğunu ve köyleri biribirini vely ü teselsül ede ede ta kura-yı Şamiyye’ye ittisal ederek bu vech üzere turuk ve me’abirde kemal-i emn ü intizam ile amed ü şüd edildiğini onlar hakkında dünyada rayegan olmuş bir ni’met-i celile-i Rabbaniyye olmak üzere hikaye buyurduğu gibi sonraları onların halleri isa’ete münkalib olub bu ni’met-i celilenin kadrini bilmedikleri ve teşekkürünü eda eylemedikleri cihetle o bağ ve bahçeler o ma’mur ü müzeyyen kasabat ve kura o emin ve asude yollar o asar-ı ümran ve mar ve perişan olduklarını dahi isa’etlerine dünyada bir mücazat olmak üzere hikaye ediyor buyuruyor ki evlad-ı Sebe’in meskenlerinde hıtta-i Yemaniyye’de şehr-i Me’rib denilen mevzi’-i süknalarında Cenab-ı Hakk’ın iyilere mükafat ve kötülere mücazat eylediğine delalet eder hakıkat bir nişane var idi beldeleri yemin ü şimalden iki taraflı riyaz ve besatin idi. Yahud onlardan her birinin haneleri iki taraflı bahçeler arasında idi. Onlar o derece na’im ve safa eylediği ni’metlerden tenavül edib zat-ı uluhiyyetine teşekkür edin beldeniz belde-i tayyibedir hevası latif haki gayetle feyz-nakdir mü’ezziyat-ı hevadan beldenizde bir şey yokdur. Rabbiniz de Rabb-i gafurdur ni’met-i celilesine teşekkür edenlerin taksiratını afv eder diye nida eyler idi. Lakin sonraları onlar ni’am-i ilahiyyeye teşekkür vecibesini edadan i’raz eylediklerine ve taraf-ı ilahiden kendilerine mürsel peygamberan-ı izamı tekzib etdiklerine mebni onların üzerine Seylü’l-arim gönderdik Seylü’l-arim diye ma’ruf-ı enam olan şiddetli bir sel ile onların bilad ve arazisini suya gark etdik ve o iki taraflı bağ u bostanlarını mahv ü nabud edib me’kulatı zehir gibi acı ve eşcarı acı bostanlara tebdil eyledik eşcar-ı latife ve nafi’a ile müzeyyen bağ ve bostanlarını derunlarında ca-be-ca eşcar-ı habise yetişmiş şure-zare çevirdik. Şure-zare “cennet” ıtlak buyurulması müşakelet ve tehekküm içindir. Küfran-ı ni’met yahud küfr ü tekzib eyledikleri sebebiyle kendilerine bu cezayı etdik. Biz ancak kefura hadden efzun küfran-ı ni’met edene veyahud hadden efzun küfr ü tekzib-i rusül eyleyene dünyada bu bu ceza-yı fezi’ ile mücazat ederiz rivayete göre Cenab-ı Hak evlad-ı Sebe’e onüç nebi ba’s eylediği halde cümlesini tekzib eylediler. Cenab-ı münzilü’l-Furkan evlad-ı Sebe’e mevzi’-i süknalarında ranlarıyle kendilerine olunan cezayı beyan buyurdukdan sonra onların kıssalarını tekmil ve akıbet-i hallerini beyan rayegan olmuş olan ni’am-ı celileyi ve bu yoldaki küfran-ı ni’metleriyle kendilerine tareyan eden nikbeti dahi hikaye edib buyuruyor ki biz kendilerine beldelerinde ikram eylediğimiz sunuf-ı ni’amdan başka onlar ile ya’ni onların beldeleriyle cihaniyane feyz ü bereketli kıldığımız kura-yı Şam arasında kurbiyyetlerine mebni birbirinden görünür mütevasıl ve müselsel karyeler de inşa etdik ve oralarda seyr ü seferi takdir eyledik biz o karyeleri ebna-yı sebilin haline cesban mesafat-ı mu’ayyene üzerine inşa ederek seyr ü seferin vakt ü mikdarını ta’yin eyledik. Nakl olunur ki Sebe’in ma’muriyyeti zamanında sabahleyin bir karyeden kalkan yolcu diğer bir karyede kaylulet etdikden sonra üçüncü bir karyede beytutet eder ve bu suretle Şam’a kadar vasıl olur idi. Hep bunlar evlad-ı Sebe’ye ihsan olunan sunuf-ı ni’amı tekmil ve hazar ü seferde tevkir için idi. Bu ma’muriyet ve intizamdan naşi Sebe’ ile Şam arasında amed ü şüd eden yolcular için o derece sühulet ve emniyet hasıl oldu ki lisan-ı hal onlara emin olarak açlıkdan susuzlukdan düşmandan asude bulunarak gece gündüz arzu ettiğiniz vakit oralarda seyr ü sefer edin diyor idi. Lakin ehl-i Sebe’ yollarca şu suretle hasıl olan sühulet ve emniyetin kadrini takdir etmeyib mücerred kafile ve debdebe ile yola çıkmak ve fukara üzerine kibr ü tereffu’ etmek maksadıyle merahil-i seferin bu’dunu temenni etmelerinden naşi Cenab-ı Hak o riyaz ve besatin ile kura-yı mutevasılayı dahi tahrib ederek oralarını ber ü beyaban ve kendilerini ceza-yı a’malleri olmak üzere büsbütün perişan edib her biri aktar-ı alemden bir tarafa dağıldığından kıssaları efvah-ı nasda kemal-i hayret ve te’accüb ile deveran etdi halleri mesel-i sa’ir oldu. İşte Cenab-ı Hak Kitab-ı keriminde buralarına işaret ile buyuruyor ki onlar ya Rabbena merahil-i esfarımız arasını uzaklaştır dediler böyle temenni etdiler ve bu temennileriyle kendilerine zulm eylediler. Biz de onları aleme destan ve kendilerini bütün bütün tarumar u perişan eyledik. Bunda me’asiden sabr ve ni’metlere teşekkür eden her ferd için ibret alacak alametler vardır. Bir kavmin hey’et-i müctemi’ası tarumar ve perişan oldukda diye mesel-i darb olunur ki Sebe’ ahalisi Sebe’in muhtelif yollarına dağılarak perişan oldukları gibi o cemiyetin efradı da dağılıb berbad ve perişan oldular ma’nası muraddır. Meseldeki kelimesi in cem’idir. burada tarik ma’nasınadır nitekim denir ki diğer [ ] yolunu tutdu demekdir. Meseldeki kelimesi sükun üzere mebni olarak okunur. “Sebe’ ” kaba’il-i Yemen’in cedd-i a’lası addolunan Yüşhab bin Yu’rab bin Kahtan’ın oğlu ve halefi ve “Me’rib” şehrinin banisi olan zatın ismidir. Bu şehre bazen banisinin men’de San’a’nın şark cihetinde bir hıtta-i kadime olub merkezi bütün hıtta-i Yemaniyye’nin kürsi-i kadimi olan “Me’rib” şehri idi. Şehr-i mezkur vaktiyle Belkıs’ın makarr-ı hükumeti ve San’a’ya dört merhalelik mesafede seddiyle meşhur bir şehr-i ma’mur idi. Ciyadet-i hevası ve hakinde fevka’l-gaye mebzul olan feyz-i enbat elsine-i enamda mesel-i sa’ir olmuşdu. Me’rib Roma İmparatorluğu ve batale-i Mısriyye zamanlarında Aden ve Basra ve Suriye arasında mühim bir merkez-i ticaret olub ahalisi azim servete malik den miladın senesi mukaddeminde ve hükümdarandan Amr Muzikya zamanında Seylü’l-arimden harab u yebab oldu. Seylü’l-arim: Me’rib şehrindeki sedd-i cesimi hedm ile memleketi ve ahali ile besatin ve mezari’i mahv ü telef eden seyl-i meşhurdur. Bu terkibde vaki’ “arim” kelimesi: düşvar şiddetli yağmur yıkılmış taşlar suyu habs için dereler içinde yapılan sed ve bend köstebek dedikleri kör sıçan bir derenin ism-i alemi ma’nalarına gelir. Terkib-i şerif bu ma’naların cümlesiyle tefsir olunmuşdur. Bazıları da burada “arim” ile Belkıs’ın bina eylediği sed muraddır dedi. Nakl olunur ki ehl-i Sebe’ bostan ve mezra’alarını saky ü irva edecekleri mevsimde suyun adem-i kifayesinden naşi aralarında münaza’alar zuhura gelmekde olmasına mebni Belkıs’ın ahd-i hükumetinde iki dağ arasında kayalar ile “kır” ta’bir olunur bir nevi’ ziftden mürekkeb gayet cesim bir su bendi inşa edilmiş ve ona biribiri üstünde üç demir kapı yapıldığı gibi bendin önünde on iki gözlü büyük bir havuz yapılmış idi. Mevsim-i baranda Yemen vadilerinden gelen sular bendde toplanıp derya şeklini alır idi. Arazi sulanacağı vakit bendin en üstündeki kapı açılarak önündeki havz-ı kebire su alınır ve havuzun suyu bitince ikinci ve sonra üçüncü kapılar açılır idi. Ehl-i Sebe’ de bostan ve mezra’alarını havuzdan cereyan eden sular ile bol bol sularlar idi. Sonraları ehl-i Sebe’in ahlakı bozulup tuğyan etdiklerinden Cenab-ı Hak yer köstebeğini musallat edib seddi delmesiyle rar ihya ve i’marından kendilerini me’yus edecek derecede gark-ab-ı fena eyledi. Sin’in kesri ve dal’in sükunuyle “sidr” ki şecer-i nebkın yaprağıyle el yıkanır. Arapça “nebk” Türkçe Arabistan kirazı dedikleri meyve bu nev’in meyvesidir. Ve birisi berridir ki meyvesi kekre olur ve yaprağıyle el yıkanmaz. Ayet-i kerimedeki “sidr” ile ikinci nevi’ muraddır. Arabistan’da bir nevi’ ağaç vardır ki yaprağı sabun gibi bostani nev’idir. Esdaku’l-makal olan Kitabullah burada bize bir beyan-ı ruh-nüvaz ve ibret-engiz ile iki mühim şey nakl ediyor: Bunun biri Yemen ikliminde Sebe’ hıttasının hak ve hevasındaki fevkal-gaye feyz ü ciyadet ve o hıttanın zaman-ı kadimdeki ma’muriyet ve ihtişamıdır. Coğrafya ile tarih dahi şehadet ediyor ki Yemen Ceziretülarab’da ra’na ve müstesna bir cesim iklimdir. Kadimden beri bu iklim “mes’ud ve mübarek” diye tavsif oluna gelmişdir. Kum deryası olan bazı vadileriyle sevahili istisna edildiği halde mevakı’-ı mürtefi’asında hava latif ve arazi pek münbit ve mahsuldardır. Ormanları akarsuları fevakih ve mezru’atı me’adini el-hasıl menabi’-i tabi’iyye-i serveti mebzuldür. Bu iklim-i mes’udda bir çok enkaz-ı azamet-nüma vardır bunlar oranın vaktiyle bir debdebe ve ihtişam-ı mi’mari ile abadan olduğuna şehadet eder bakaya-yı mefharetdir. Hind Çin Mısır ve sa’ir bilad arasında mühim bir mevki’de olmasıyle ötedenberi fevka’l-had ehemmiyet-i ticariyyesi vardır. Bi-hakkın bakılacak olsa bir ikinci Hindistan olacağına şüphe yokdur deniliyor. Bu iklim-i mübarek ahalisi sitayiş-i nebevisine mazhar olmuş ve oradan nice efazıl-ı benam zuhur eylemişdir. Bir hüsn-i idare te’sisiyle bu kıt’a-i cesimeden bütün ümmeti dilhun eden gird-bad-ı Kitabullahın bize naklettiği ikinci şey de: ehl-i Sebe’ muhat oldukları ni’am-ı celilenin şükrünü eda eylemedikleri cihetle haklarında rayegan olan asar-ı iltifat-ı ilahiyyeden mahrum olduklarıdır. Bundan da celiyyen nümayan oluyor ki bir memleketde tecelli eden ma’muriyet ve asayiş Cenab-ı Hakk’ın o memleket ahalisine layık gördüğü bir ni’met-i uzma ve bir nişane-i iltifatdır. Cenab-ı Hüdavend-i Hakim ibret almaklığımız için bize Sebe’in hal ve mevki’ini ahalisinin duçar olduğu inkılab-ı azimi esbabını nakl ü hikaye buyurduğu gibi Sure-i Nuh’da dahi buyuruyor. Ruy-i zeminde geniş geniş yollar açıp da amed ü şud etmekliğiniz için Allah te’ala arzı size bisat kıldı menafi’inize muvafık suretde yaratdı. Ruhu’l-Beyan’da şöyle zikr olunmuş: Müfredat sahibi diyor ki fec: iki dağ arasındaki yoldur. Geniş yol ma’nasında da isti’mal olunur. Men harfi ma-kabline müte’allıkdır çünkü ma-kabli ittihaz ma’nasını mutazammındır nazm-ı celil takdirindedir. Yahud harfi den hal vaki’ olan muzmara mute’allık olub takdirindedir. Eğer [ ] harfi kelimesinden mu’ahhar vaki’ olaydı onun sıfatı olur idi. Arzın seyr ü süluk için bisat kılınması nevm istirahat hiraset gars ve sa’ire gibi diğer vücuh-i intifa’a münafi değildir. Gelelim seyr ü süluke: Bu ya cismani veya ruhani olur. Süluk-i cismani maksada isal eden hareket-i eyniye ile olur. Bu nevi’ seyr ü seferin taleb-i ilim hac ticaret ve sa’ire gibi feva’id-i celilesi vardır. Süluk-i ruhani maksuda isal eden hareket-i keyfiyye ile olur. Bunun da muhabbet ma’rifet ve Harb esasen düşmanı malen ve bedenen ızrar ve duçarı telef ve hasar edilmek maksadı üzerine mü’esses ve hasma ka’idesince düşmanın her türlü mu’amelesine karşı mukabele-i bi’l-misil icrası kava’id-i tabi’iyye ve adat-ı mer’iyyeden bulunduğu halde şeri’at-ı garra-yı İslamiyye mu’amelat-ı harbiyyede on maddeyi istisna ve bunların ne mukabeleten ve ne mübaşereten icrası ca’iz olmadığını beyan ve inba ile nehy ü tahrim eylemişdir. Birincisi – Savma’a-nişin olan rahiblerin katli katli Üçüncüsü – Kadınların katli Dördüncüsü – Pir-i fani olan ihtiyarlar ile a’ma ve alil ve menzul olanların katli Beşincisi – Meyvedar olan her nevi’ ağaç ve mezru’atın kat’ ve ihrakı Altıncısı – Yemek için lüzumu olan mikdardan fazla koyun ve sığır gibi hayvanların zebhi Yedincisi – Emval-i gana’imden bir nesneyi asker ve kumandanlardan gizli olarak ahzı Sekizincisi – Zina gibi fesad ve ma’siyyeti mucib ef’alin Dokuzuncusu – Mecruhinin ta’kıb ve itlafı Onuncusu – Üseranın katli ehadis ile nehy ü tahrim buyurulmuşdur. Nitekim halife-i sıddik-cah Ebubekir radiyallahu anh efendimiz gaza zımnında bir cihete serdar nasbıyle ba’s ü isra eylemiş olduğu Yezid bin Ebi Süfyan’ı Medine-i Münevvere haricine kadar maşiyen teşyi’ eyledikden sonra hutbe-i atiyyeyi ilka ve menhiyat-ı aşereyi beyan ve ihsa ile buyurmuşlardır ki: Me’al-i münifi: Ey Yezid ben sana on haslet ile emr ederim ki onları ezberle işbu seferinde an-karib savma’a-nişin-i Huda zu’miyle savma’alarına kapanmış olduklarından onlara saçlarını başları etrafına çember gibi geçirmiş sergerdegan-ı küfr ü fesada rast geleceksin ki onların nişimen-geh-i Şeytan olan kafalarının ortasını şemşir-i kahr ü tedmir ile darb eyle. Ancak etfal ü sıbyan ve pir ü na-tuvan ve benat ü nisvanı katl ü itlaf eyleme. Ve dıraht-ı meyvedar ve bağ ü bostan gibi kürum ve eşcarı kat’ u ihrak eyleme. Ve yiyeceğinden fazla düşmanın ağnam ve hayvanatını kesme. Ve emval-i gana’imden ve emti’a-i muharibinden gizli olarak nefsin için bir nesne alma. Ve cenk ü cidal ve harb ü kıtalde izhar-ı havf ü hiras ile korkak olma. Ve fesad ve ma’siyet gibi ef’al ü menhiyatı irtikab eyleme demekdir. tur-ı hikmet ve kanun-ı ma’delet vücudu tasavvur olunmaz. Ve harb ü kıtalde bile adalet-i İslamiyye ve medeniyet-i Muhammediyye’ye bundan büyük şahid-i adil olmaz. Ve şimdiye kadar vuku’ bulan muharebatda bazı Avrupa muta’assıblarının asakir-i İslamiyye’ye isnad eyledikleri te’addiyatı tekzib için başkaca delil ve bürhan iradına hacet kalmaz Hengam-ı Harb ü Sulhda Ahkam-ı İstiman Bir hey’et-i ictima’iyye ile vuku’ bulan mu’ahedat ahkamına ri’ayet vacibe’-i diyanet olduğu gibi hengam-ı harbde bile muharibinden birisi talib-i emn ü eman olarak müslimine can ve ırzını her türlü tecavüzden muhafaza ve sıyanetle te’min edilmesi ve ayat-ı Kur’aniyye ve ahkam-ı diniyyeyi istima’ ve telkınden sonra yine vatanına avdet arzusunda bulunursa darülharb olan vatanına salimen isal edilinceye kadar vikaye ve himayet edilmesi şeri’at-ı garra-yı İslamiyye ahkam-ı adilesi mukteziyatındandır. Nitekim Sure-i Tevbe’de nazil olan ayat-ı kerimelerinde bu cihet sarahaten beyan buyurulmuşdur. Ayat-ı mezkurenin me’ani-i şerifeleri ey Peygamber-i zişanım eğer ta’ife-i müşrikinden birisi sana iltica ve sahabet ve himayetini rica eylediği halde kelamullah olan ayat-ı Kur’aniyye’yi istima’ ve ahkam-ı diniyyeye kesb-i vukuf [ ] ve ıttıla’ eylemek üzere ol mülteci kimseyi himaye ve te’min eyle. Sonra dahi her türlü ta’arruzdan sıyanetle me’men olan vatanına kadar isal eyle zira bu müşrikler ahkam-ı Kur’aniyye’ye aşina değillerdir demekdir. mele edilmek lazım geleceği ve istiman talebinde bulunan muharibin-i müşrikinin dahi na’il-i emn ü eman olacakları beyan buyurulmuş olduğu gibi ahkam-ı diyanet-i İslamiyye’ye cehaletleri medar-ı afv bir ma’zeret ittihaziyle kable’tta’lim ve’l-inzar mu’ahezeleri ca’iz olamayacağı emr ü ihtar olunmuşdur. Mukaddimede ber-tafsil beyan ve izah olunduğu vechile diyanet-i mu’azzama-i İslamiyye ahkamı ruy-i zeminde bulunan kaffe-i ümem ve akvam arasında “sulh-i ebedi” te’sisi maksadına müteda’ir olub harb-i muvakkati dahi sulh-i ebedi husuliyçün tecviz buyurmuş olduğu balada tafsilatıyle bast u beyan edilmişdir. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz dahi kaffe-i mu’amelatda sulhu düsturu’l-amel ve her bir münaza’a hasmında aleyhi’l-ma’ul ittihaz buyurdukları hadis-i şerifiyle müstağni-i isbat ve i’lamdır. Sulh mecrası itibarıyle iki kısma inkısam eder ki birisi mu’amelat-ı şahsiyyeden dolayı beyne’l-efrad vuku’ bulan münaza’at faslına ve diğeri dahi akvam ve ümem arasında vuku’ bulan mücadelat ve mukatelat hasmına has olub ya tarefeyn kendi miyanelerinde veyahud mütavassitin-i muslihin ma’rifetleri veya tahkim suretiyle husul-pezir olduğu ma’lumdur. Hal-i sulh esasen hal-i asli daimi olub hal-i harb ise muvakkat ve arızi olduğu ve amme-i müslimin hemişe sulh ü salahın muhafazasıyle mükellef bulunduğu ayat-ı atiyye ile müsbetdir. Nitekim Kur’an-ı azimü’ş-şanda nazil olan ayet-i kerimesi bu ma’naya bir şahid ve bürhandır ve mazmun-ı münifi ey ma’şer-i mü’minin cümleniz hal-i sulh ve müsalemete dahil olunuz demekdir. hil olmak bir farz-ı ayndır. Hal-i harb ise yukarıda beyan olunduğu vechile muvakkat ve esbab-ı mücbire ve mucibeye mübteni bulunmasıyle ya esbab-ı mezkurenin zevali veyahud muharib olan düşmanın teklifi üzerine hal-i sulha rucu’ muktezi idüğü atide beyan olunacak ayet-i kerime ile müsbetdir. Nitekim Sure-i Enfal’de: ayat-ı kerimeleri techizat-ı harbiyye ile beraber sulhun tercihi lüzumunu natıkdır. Me’ani-i münifeleri: Ey mü’min olan kullar siz düşmanlarınızın müdafa’ası için kudret ve istita’atınızın yettiği ve Cenab-ı Hakk’ın düşmanlarıyle düşmanlarınızı korkutacak derecede icab eden mühimmat-ı harbiyye ve hiyel ve esliha gibi kuvvetleri tedarik ve istihzar ediniz. Ve fakat düşmanlarınız sulha meyl ve rağbet gösterirler ise siz dahi sulha meyledib Cenab-ı Hakk’a mütevekkil olunuz. Cenab-ı Hak her hakıkati işidir ve görür ve eğer sulha meyl göstermekden düşmanınızın maksadı sizi aldatmak için bir hud’a ise Cenab-ı Hak seni yine şerlerinden hıfz u himayeye kafidir. İşte techizat-ı harbiyyeden maksad “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salah” mısdakınca her türlü ihtimale karşı hazır ve müheyya olmakla beraber düşmanların tecavüzatını men’ için bir siper ve istihzardan maksad bila lüzum isti’mal olmayıb belki o suretle düşmanı tahvif ve harbin vuku’una mani’ olmakdan ibaretdir. Teçhizat ve tedarikat-ı harbiyyede istita’at-ı maliye mizan-ı tatbik olacağı ve istita’at haricinde tekellüfata mesağ olmadığı nass-ı celilin sarahat-ı ibaresi ve delalet-i iktiza ve Ahd-ı Sa’adet’de vuku’ bulan gazavat ve akd olunan mu’ahedat-ı sulhiyyeden birisi Medine-i Münevvere’ye hicret-i Nebeviyye’den bir sene sonra “Kureyşe” ve Beni Damire nam kaba’ilin vaki’ olan harekat-ı na-hemvareleri üzerine salar-ı kafile-i enbiya aleyhi efdalü’s-salavat ve’t-tahaya Efendimiz muhacirin-i müsliminden altmış nefer merd-i dilir ve gazanfer-i harb ü tedbir rikab-ı hümayunlarında bulundukları halde şehr-i Saferu’l-hayr’da makarr-ı a’da olan Ebva nam mahalle azimet buyurduklarında Beni Damire kabilesi re’is-i feraset-enisi Mahşi bin Amr ed-Damiri mevkib-i Nebevi’yi istikbal ve ma-selef-i ef’aline beyan-ı nedamet ve peşimani ile taleb-i sulh ü eman olucak Sultan-ı sütudeseyr-i nahilerinden takrir buyurdukları mu’ahede-i sulhiyye suret-i şerifesi teyemmünen ve teberrüken keşide-i silk-i tahrir kılınmışdır. Tercüme-i şerifesi: İşbu musalahaname Resulullah olan Muhammed aleyhi’s-salatü ve’s-selamdan Beni Damire’ye verilib hükm-i münifi oldur ki Beni Damire İslam ile muharib olmamak Peygamber kendilerini yardım için da’vet ettiği halde icabet eylemek üzere mal ve canlarını te’min eder. Ve mütteka ve hayır hahlarına yardım edeceğini Cenab-ı Hak ile Peygamberi namına va’d ve ta’ahhüd eyler demekdir. İşte bu mu’ahede-i şerife mazmunu münifinden gayr-i müslim olan ümem ve akvam ile tecavüzi ve tedafü’i akd-i mu’ahedeye İslam’ın me’zun oldukları müstefad olduğu gibi musalaha suretiyle hasm-ı ihtilaf mümkün iken tarikı harb ü darbe süluk ca’iz olmadığı nümayan olur. Hürriyet-i beşeriyye şeri’at-i Ahmediyye’de kava’id-i asliyyeden olub esaret esasen diyanet-i İslamiyye’de memnu’ ve yalnız harb zamanlarında meşru’ olduğu Kur’an-ı azimüş-şanda varid olan ayat-ı furkaniyye ve ol babda lisan-ı mu’ciz-beyan-ı Nebeviyye’den sadır olan ehadis-i sahiha-i müte’addide delaletiyle sabit ve ayandır. Ez-an cümle Sure-i Enfal’de varid olan ayet-i kerimesi sübut-i müdde’aya delil ve bürhandır. Ma’na-yı şerifi muharebe etmedikçe esir ittihazı hiçbir peygamber için ca’iz değildir demekdir. Demek esaret münhasıran hal-i harbe maksur ve üsera-yı harbiyyeye mahsur olduğu işbu ayet-i kerime şehadetiyle vareste-i iradı suturdur. “Esaret: Mukteza-yı diyanet-i İslamiyet”dir diye da’va eden ma’hud Kardinal Lafiçri işbu ayet-i kerimeyi okumamış ve İslamiyet’de esaret memnu’ ve hatta fekk-i rikab-ı üsara için her bir müslüman üzerine zekat namıyle bir vergiyi senevi maktu’ olduğunu ve İslamiyet’de en büyük sevab net-i mu’azzama-i İslamiyye’ye etmiş olduğu ifk ü iftiradan haya etmesi lazım gelir idi zannederim her ne hal ise sadede gelelim. Kaldı ki harbde esir almakdan maksad düşmanın adedini taklil ve muharibinin mazarrat ve tecavüzatını tehvin ve ta’dil ve efrad-ı muharibini ta’til olmasıyle üsara haklarında did ve ta’yin buyurulmuşdur. ma’şer-i müslimin siz esna-i harb ü kıtalde esir aldığınız halde onları kaçamayacak suretde muhafaza ediniz ondan sonra ya lutf u ihsan edib meccanen azad veyahud kendi üsaranızla mübadele veya bir fidye-i ma’lume ahzıyle sebillerini ahkam-ı münife esaret def’-i şerr u mazarrat maksadıyle hitam-ı harbe kadar hükmü cari ve alınan üsara katl ü itlaf edilmeyib hüsn-i muhafaza ve ba’del-harb ya tekerrümen ve bila-bedel ıtlak ve azad veyahud fidye ahzı suretiyle salıverilmeleri muktezi idiği hususlarından ibaretdir. Her genci i’tiyad-ı rezil-i sefahate Bend eyleyen: Para Kalbinde her fakırin açan kanlı bin yara Her desti sevk eden o: Cinayata vahşete Kalb eyleyib sa’adeti bir gün felakete Mahkum eder gönülleri kayd-ı sefalete Mutlak odur: Sadakati namusu kesr eden Ahlakı çiğneyen! Bir taze ruha öğretir: Alam-ı bi-geran Sevdayı inletir de eder ömrü pür-figan.. Ba’zen de serpiyor ne melahat hayata o Birgün bulursa çare nihayet memata o: Her kalbi şenletir Cennetle eğletir.. Bir anda her meserreti her zevki bahşeder Bir anda ihtiyaçları mahv edib gider Bir anda şan verir Bir anda can verir!.. Ey genç! Bil ki: Burc-ı hayatı yapıp yıkan; En muhterem harime izinsiz girip çıkan Ancak: Para Lakin fakır: Sine-i servetde bir yara! Yahud cebin-i naz-ı temeddünde bir kara! Şeyhi dün elde fener şehri gezerken gördüm Kıldım esbab-ı taharrisini kendiye su’al; Dedi: “Ben bunda bir insan-ı hakıki ararım Bu afarit bana eyledi iras-ı melal…” – Onu ya Şeyh dedim biz dahi pek çok aradık; Bize bir kerre nasib olmadı ol emr-i muhal. Dedi: “Ah işte odur tam benim de emelim Hep onunçün koşarım ta edeyim istihsal; Bulunur nesne için her kişi eyler tek ü taz Lik na-yabi taharri eder erbab-ı kemal…” Derler ki: Ümeyye’den Hişam’ın Devrinde yakınlarında Şam’ın Üç yıl ekin olmamış kuraktan. Can kaydına düşmüş artık urban. Her hayme mezar olup kapanmış: Altında beş on kadid uzanmış. Bakmış ki meşayih-i kabail: Sıyrılmayacak bu derd-i hail; Bir encümen akd edip demişler: Durdukça helakimiz mukarrer. Madem ki şüyuhuyuz bu halkın Kalkın gidelim Hişam’a kalkın. Bir duysa Halife’miz bu hali; Var merhamet etmek ihtimali. Hiç ak sakalıyla bir alay pir Eyler de Emir’e hali tasvir Görmez mi ibadı rahme şayan? Sultansa da taş değil ya: İnsan! Teklifi kabul eder bütün nas; Derler yalınız: “Bulunsa Dirvas. Sinnen daha pek çocuktur amma Olmaz o kadar talakat asla.” Vakta ki girer şüyuh Şam’a Derhal haber gider Hişam’a: Derler ki beş on kabile geldi. Der: Gelsinler saraya şimdi. Birlikte çocuk dalar huzura Evvelce dua eder de sonra Dibace yapıp girer kelama... Lakin bu tuhaf gelir Hişam’a; Der: Sus a çocuk büyük dururken Söz sadır olur mu hiç küçükten? Dirvas o zaman kelamı tekrar Teshir ile der: “Nedir bu azar! Mikyası mıdır zekavetin sin? Dirvas’ı çocuk mu zannedersin? Bir dinle de sonra gör çocuk mu? Ben söyleyeyim de bir efendim Susturmak elindedir efendim.” Dirvas bakar Melik’te ses yok; Mecliste değil ki ses nefes yok; Mu’tadı olan talakatıyle Başlar söze eski şiddetiyle: “Üç yıl mütemadiyen kuraklar Emsali görülmemiş sıcaklar Samanımızı kuruttu gitti; Mezruatın umumu bitti. Binlerce çadır kapandı kaldı Çöl mahşer-i mevt şekli aldı! Bir haldedir bugün kabail: En zengini en birinci sail! Hatemlere cud eden o urban Nan-pare için bugün verir can! Çıplakları giydiren keriman Gezmekte bakın sefil ü üryan! Açlık ecelin zahiri oldu: Baştan başa çöl cesedle doldu. Her kuşede bin acıklı feryad... Yok bir yerden sada-yı imdad. Şubban bütün ihtiyara döndü! Piran ber-pa mezara döndü! Yok validelerde süt ki: Tutsun Evladını emzirip uyutsun. Zannım bize münfail ki Mevla: Bir badiye halkı yandı hala Bir damla su inmiyor semadan Şebnem bile düşmüyor duadan! Binlerce duaya bir icabet Göstermedi bargah-ı rahmet. Artık sana ilticaya geldik. Reddetmez isen ricaya geldik: Görmekteyiz ey Emir-i adil Yok sendeki nakd ü male payan; Bizler ise bir yığın sefilan! Bir yanda demek ki fazla var çok; Hayfa ki öbür tarafta hiç yok. Öyle ise biraz tevazün ister. Evvel beni dinle sonra hak ver: Allah’ın ise eğer bu servet Bizler de kuluz Huda’ya elbet Bir pay talebinde hakkımız var... Yok halkın ise bütün bu emval; Ver etme hukuk-i gayrı pamal. Yok; böyle de olmayıp da kendi Malin ise –çünkü fazla– şimdi Bi-vayelere tasadduk eyle... Dördüncüsü varsa haydi söyle!” Mebhut ederek Hişam’ı son söz Huzzara demiş: “Gelin bulun söz Yok bende cevab-ı redde kudret... Hayret bu civan-dehaya hayret! Mes’ulü hemen olunsun is’af.” Cemi’-i zerrat-ı mevcudata şamil olan rahmet-i amme-i sübhaniyyenin nev’-i mümtaz-ı beşere aid cela’il-i asar-ı bahirasındandır ki tinet-i beşerde memzuc hilkat-i asliyede mevdu’ ahlak-ı behimiyyenin tagallüb ve tahakkümü cereyanına kapılmamak hikmet-i hakıkiyye-i aferinişden uzaklaşmamak maslahat-ı uzemasıyle tarik-ı istikameti cihet-i savab-ı ira’e ve teşvik eder ruh ve kalbi envar-ı Samedaniyye ba’s ve irsaline inayet-i ezeliyye-i sübhaniyye şeref-müte’allık etmişdir. Enbiya-yı kiram hazeratının eşref ve efdali hatime ve ekmeli bulunan ve min-indillah mü’eyyed ve musaddak ve ahlak-ı hamide ile mütehallik olan kerimul-ahlak ve’ş-şiyem Resul-i ali-himem efendimiz hazretleri kaffe-i avalim hakkında mahz-ı rahmet ve şefkat olmak üzere gönderilmeleriyle zat-ı risalet-penahileri balada işaret eylediğimiz ayet-i celilenin nüzulünü müte’akib sahib-i vahy-i mübin Hazret-i Cibril-i Emin efendimizden ayet-i mezkurenin te’vil ve tefsirini su’al ve taleb buyurmalarıyle Namus-ı Ekber hazretleri münzil-i Kur’an haliku’l-kevni ve’l-mekan Cenab-ı Bari Te’ala ve tekaddes hazretlerine bi’l-müraca’a öğrenerek avdetlerinde kelimat-ı şerifesiyle ayet-i mezkure-i furkaniyyeyi tefsir ve izah buyurmuşlardır. Ber-vech-i meşruh canib-i akdes-i ilahiden ahz u telakkı şan sana zulm edenlerin kabahatlerinden geçerek afvı ve münasib olan mu’avenet ve i’tada kusur ve seni mahrum edenlere bezl ü atayı ve senden inkıta’la seni terk edenlere kak sana emr ediyor demekdir. Şu vechile ma’nası tevcih ve izah buyurulan ayet-i celile-i mezkure ile me’mur buyuruldukları vechile şefkat-i amme-i nebeviyyeleriyle bütün halkı kendilerine meftun eden Nebiyy-i zişan efendimiz hazretleri efrad-ı ümmet taraflarından vuku’a getirilen cera’im ve tecavüzata karşı layıkıyle ahz-ı sar ve mücazata iktidar derkar iken terk-i mu’aheze ma’nasına olan afvla mu’amele buyurulur. Ancak muharremat ve memnu’at-ı diniyyeden birini irtikab eden olursa icra-yı ma’siyyete ve hetk-i hürmet-i şer’iyyeye rıza göstermezlerdi. Ahlak-ı fazıla ve secaya-yı nebeviyyelerinden bir nebze olarak afve dair şeref-zuhur eden bir hal-i mübarekelerini havi ve vekayi’-i adideden beri; vak’a-i atiyedir: Hidmet-i seniyye-i risalet-penahi ile müşerref ve mümtaz ashabdan Enes bin Malik radiyallahü anh hazretlerinden rivayet olunduğu üzere bir gün nezd-i sa’adete gelmiş a’rabi rahmeten lil-alemin efendimiz hazretlerinin kalın ve sert yünden ma’mul aba makamındaki giymiş oldukları mübarek libaslarının topluca yakasından tutup şiddetle çekmesiyle libasın katılığından ve şiddetle çekilmeden unuk-ı sa’adetlerinde eser bile hasıl olmuş ve bu mu’amele ile beraber elinde bulunan iki deveye işaretle; şu develeri nezdinde bulunan emval-i ilahiyyeden tahmil et. Zira senin vereceğin senin ve pederinin malı değildir. Mal Cenab-ı Hakk’ın malıdır ve ben de O’nun kuluyum; demesine mukabil nebi-i erham ve eşfak efendimiz hiç hiddet ve şiddet göstermeyerek bu fi’il ve tecavüzün kısas olunur diye hitab buyurmalarıyle a’rabi olunmaz deyib sebebini su’al etdiklerinde çünkü siz seyyi’e ve kabahate seyyi’e ile mukabele buyurmazsınız yolundaki cevab-ı isti’tafiye karşı seyyidü’l-kevneyn sallallahü aleyhi ve selem efendimiz güldüler ve memnun oldular da devenin birine arpa ve birine hurma yükledilmesini emir buyurdular. Ne büyük afv? Ne büyük merhamet? bi-adilleri envarıyle kulub-i ibadı tenvir buyuran ahlak-ı cemilesi ahlak-ı İslamiyyenin esaslarını teşkil ve fer’lerini onun üzerine vaz’ ve teşmil buyurmuşlar ve cümle-i tefsiriyyesine ittiba’ ve hüsn-i telakkıyi bu vak’ada dahi kat’i bir metanetle fi’ilen göstermişlerdir. Hala esrarı künhüyle anlaşılmayan bir şey varsa o da merbutiyetdir. Merbutiyet öyle bir mücbir ve hakim-i mutlakdır ki daima insanları kendi arzusu vechile hareket etdirir. Bütün efkar-ı milelde ru-nüma olan cereyanlarda bu merbutiyet azim te’sirler icra eder. Beyne’l-beşer mevcud revabıt-ı kesire meyanında en ehemmiyetlisi en ha’iz-i te’sir olanı da rabıta-i diniyyedir. Ve bu rabıta insanları o kadar kabza-i teshirine almışdır ki bu hisden tecerrüd mümkün değildir. İşte tarih ü siyaset-i düveliyye buna şahiddir. Devr-i ahirde bile bu kabil pek çok vekayi’ görülmüşdür. Birçok siyasetlerin fa’al uzuvları sima-yı hakıkılerini maksadlarını rini icra eylemişlerdir. Sahne-i alemde görülen roller zahiren tarafından icra edildiği meşhud oluyor fakat üzerinden nikabı ref’ edince altından bir sima ve bir maksad çıkar ki artık o sima o maksada sa’ik insaniyet değil belki merbutiyet-i diniyye olduğu tebeyyün eder. Garbda olan bir Frengin şarkdaki bir Rum veyahud bir Ermeninin devr-i sabık-ı menhusun mezaliminden naşi refah ve sa’adetlerini tehlikede görünce müdahale etmesine müstağribin zümresi insaniyet namını müsteşrikınlerse bir külah kapmak ma’nasını verseler de; asıl müdahaleye sa’ik merbutiyet-i diniyyedir. Zira insaniyet namına ve medeniyet-i hazıranın tevessü’üna hidmet ola idi o vakit el-ehemmü fe’l-ehemm ka’idesine ri’ayet ederek Makedonya hıristiyanlarından evvel Asya-yı vüsta kumluklarında kabus-i cehalet ve mezalimden evasıt-ı asr-ı sabıkdan beri inleyen Maveraünnehr çalışmak icab ederdi. Halbuki bu zavallılar bu felek-zedeler –Rusların İslamiyet’in tevessü’ünden korkduğundan dolayı– öyle bir metrukiyete atılmışlardır ki artık insan bunların ahvaline tarz-ı ma’işetlerine bakarsa kendini kurun-ı vüstada zanneder. Merbutiyetin beni beşerde hüsn-i te’sir icra etmesi bir şey’e vabestedir ki o da beni beşerin hissiyat-ı milliyye ile mütehassis olması ve ağraz-ı şahsiyyeden kendini men’ edecek derecede envar-ı medeniyyetle münevverü’l-efkar olmasıdır. Aksi halde merbutiyet rengini alır: Hindistan kıt’a-i cesimesini feth ederek o tarafda İslamiyet’in Türkistan ülkelerinin hakimi olarak cihangir namını bi-hakkın kazanan Timur’un ve bütün [ ] istilasıyle alemi tir tir titreten Cengiz’in halefleri ne oldu? İdare hissiyat-ı milliyyeden büsbütün bi-behre cahil hodbin hanedanın eline geçerek yek diğere besledikleri kin ve garazdan dolayı evvelki ga’ib ederek bi’t-tedric garbden ilerleyen Rusların bitmez tükenmez mı? Namları kıyamete kadar la’netlerle yad edilmeye sezavar olan şu hanedanın mahza şehevat-ı nefsaniyyelerine ittiba’en beynlerindeki merbutiyet-i milliyyeyi bütün bütün unutarak yek diğerine besledikleri adavetleri evladlarını esaret makulesinden olan şeylerin kaffesinde esir etmekle netice-pezir olmadı mı? Evet merbutiyet hissiyat-ı milliyyeden mahrum kalmış akvamın beynine düşünce netice aksini intac ederek kaziyesi hükmünü tamamıyle icra eder. hanedanın felek-zede evladlarını Rusya hükumet-i azimesi taht-ı idaresinde yirmi beş otuz milyon adedinden müteşekkil bir millet-i İslamiyye halinde buluruz. Bunlar Tatar Başkurt Kırgız Sart Tipter Özbek nam-ı müste’arıyle be-nam olarak Osmanlı Türkleri nasıl Türk ırkına mensub ise bunlar dahi tarihin isbat ettiği vech üzere Türk ırkına mensub Türk oğlu Türk’lerdir. Lisan cihetine gelince; Sart’dan ma’adası hepsi lisan-ı maderleri olan Türk lisanıyle tekellüm ederek ancak telaffuzlarında şivelerinde cüz’i bir fark vardır. Tatarların ekseriyetle Kazan Örenburg Sibirya taraflarında Başkurt Tipter umumiyetle Ural etrafında; Mişerler gurd Sember vilayetlerinde sakindirler; Kırgızlar Asya-yı vüsta Sibirya Orenburg Uralski vilayetlerinde mütevattın olarak; Sart Özbek ise kaffeten Maveraünnehr ve Türkistan ülkelerindedirler. Bu vechile Rusya İslamlarını ikiye tefrik mümkün: biri Ruslarla tavattun cihetince muhtelit ve diğerleri de gayr-i muhtelit. Muhtelit olanları Tatar Başkurt Tipter Mişer olarak bunların ahvaline gelince: Umumiyetle beynlerinde icab-ı ahval ve zamandan dolayı birkaç fırak mevcud ise de asıl did” namları veriliyor. Kadimcilerin makasıd ve efkarı eskisi gibi yaşamak yeni vücud-yab olmuş ne kadar şey varsa cilerin efkar ve makasıdı ise yenilik eskilikden kat’an-nazar ne kadar kendimize fa’ide-bahş şey varsa hepsinden istifade etmek ale’l-husus mekteb ve medreseleri yeni usule vaz’ etdirerek ma’arifimizi terakkı etdirmek. Bunlardan kadim tarafını iltizam ederek meslek-i kadime hidmet eden zevat beyne’l-avam nüfuzlarını icraya muktedir ihtiyar imamlarla tasavvuf kisvesine bürünen “İşan”lar.. Cedid tarafını iltizam ederek meslek-i cedide hizmet eden zevat ise genç mu’allimlerle adedleri parmakla sayılır mikdarda erbab-ı kalem. Millet bir millet-i mahkume olduğundan ilk evvel yegane muhtacün ileyh olan şeyleri ancak ıslah-ı ma’arif olması umur-ı tabi’iyyeden olduğundan; cedidcilerin de feryad ü figanları ıslah-ı ma’arif tarafında tanin-endaz oluyor. Fakat ma’arif işleri millete hakim-i mutlak kesilmiş bir takım na-ehil imamlar eline tevdi’ edildiğinden zavallı cedidcilerin ıslah feryadları imamların ta’assubu altında boğulmakdadır. Ma’amafih bu imamlar beyninde milletin refah ve sa’adetini düşünenler yok değilse de adedlerine nisbetle pek az tesadüf olunuyor. Ve bir de ni’-i terakkı olan “İşanlar” namında bir mutasavvıfin zümresi vardır ki artık bunları efradını cami’ ağyarını mani’ bir ta’rifle ta’rif etmek kabil değil. Kendilerinin la-yuhti olduklarına vicdanen kani’ oldukları gibi bir de ilham-ı Rabbani namını vererek kehanet de iddi’a ediyorlar. Herşeyin icrasına bir aletin lüzumu his olunduğu gibi bunlar da kendi feva’id-i şahsiyye ve şehevaniyyelerini icraya bir aletin lüzumunu his ederek buna da din-i mübin-i garrayı bulmuşlar. Hiçbir cihetle ehliyetleri olmadıkları halde Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i şerife-i nebeviyyeyi anlar anlamaz tefsire kalkışıb yaptıkları rezaletleri ve din-i mübin-i garra ile kat’iyyen münasebeti olmayan adat-ı mecusiyyelerini ahaliye din namına ilka etmek gibi ha’inane cesaretlerde bulunuyorlar. Tasavvuf gittikçe etmeli idi fakat bunların ittihaz etdikleri tasavvuf gitdikçe halet-i mutantana ve leza’iz-i dünyaya sevk ediyor: Muhteşem binaları eli bağlı her bir evamirini canına minnet bilerek secdeye karib bir inhinadan sonra icabete hazır hadimleri yaşı elliyi tecavüz etmiş iken saraylarında müte’addid genç genç haremleri cariyeleri.. Artık hilafet-i Abbasiyye’nin son devrini değil onlardan daha evvel geçmiş Romalıların son devrindeki hükümdarlarının ahvalini tahattur etdiriyor. Bunların şu a’mal-i şehevaniyyelerine rağmen söz söylemeye kalkışma sakın! Sonra küfür mührüyle temhir edilen amel defterini eline vererek sanki Cenab-ı Hakk’dan aldıkları me’zuniyet-i tammeleri ile seni ümmet-i Muhammed zümresinden dışarı atarlar. Din-i mübin-i İslam’da son asırda din namına intişar eden harekat ve adat-ı mecusiyyeler aleyhine daima idare-i kelam eden zat Mısır müftüsü merhum eş-Şeyh Muhammed Abduh hazretleridir. Galiba hazret-i şeyhin neşriyatı bu zümre-i kudema-perverin hoşuna gitmemiş feva’id-i şehevaniyyesine tevafuk etmemiş olmalı ki geçen yaz evahirinde bir mutasavvıf-ı merhum Şeyh Muhammed Abduh’un ve Mısır’da ikmal-i tahsil edib memlekete avdet eden münevverü’l-efkar gençlerin küfrüne ve imametleri ca’iz olmadığına fetva vererek müridlerine bir hitab-name neşr eyledi. Bu zatın Rusya İslamları tarafından pek mukaddes sayılmasından dolayı şu hitab-namenin te’sir etmesi ve ahali arasında eskiden mevcud fitneyi bir kat daha alevlendirerek adeta ahaliyi; müterakkı addedilen mekteb medreselere hücuma da’vet etmesi demek olduğu müstağniyyün ani’lbeyandır. Avam-ı nas bu gibi zatları hami-i din ü millet i’tikad ederek sade işaretlerine muntazır olmalarını bir emr-i tabi’i diye telakkı ediyorlar. Zira kaç asırdan beri Rusya hükumetinin ta’kıb eylediği misyonerlik meslek-i sakımi artık ahaliyi sersemletmiş. Din kisvesine bürünen herifler keyiflerine teb’iyeten ne gibi harekatda bulunsalar ve ne gibi hurafat söyleseler ahali de kabule meyyaldirler. Onun için bu menfa’at-perest mutasavvıflar istedikleri gibi kendilerini hami-i din gösterebilirler. ahvaline gelince: Kemal-i te’essüfle diyebilirim ki ef’al ü harekatları maksadlarının büsbütün aksi; maksadları şu felek-zede milletlerini bir an evvel terakkı etdirmek ef’al ü harekatları ise Rus gençlerine taklid. Avam oldukça dindar lakin din-i mübin-i garrada olan evamir ve nevahi durur lerimiz ise bugün uğradığımız felaket Rusların su’-i idaresinden olduğunu hatırlarından çıkarıb tedenniye ba’is hep dindir yet efkar-ı münafereye müncer olarak gençlerin terakkı hususundaki bir milletin müterakkı ve mütemeddin olması avamın müterakkı ve mütemeddin olması demekdir. Hami-i terakkı ve medeniyet addedilen gençlerle avam beyninde böyle bir münaferet mevcud iken terakkı nasıl mutasavver olunsun? Milletin Ruslara olan nefreti artık son dereceyi bulmuş Rusların mektebine girib de istifade etmek ve o sayede millete hizmet etmek şimdilik imkan haricindedir. Bir ümidimiz varsa o da memalik-i aliyye-i Osmaniyye’de olan mekatibdir. Bina’en-aleyh memalik-i Osmaniyye’de olan mekteblerin lüzumu derecesinde ıslahını bir Osmanlı’dan ziyade arzu ederiz. Bizleri biz felek-zede millet-i mahkumeyi saha-i selamet ve sa’adete çıkaracak ancak Osmanlı karındaşlarımız olabilir. Osmanlıların sa’adeti bizim sa’adetimiz demek olduğundan şu kafil-i sa’adet olan devr-i hürriyyet bir Osmanlı kalbinde ne gibi te’siratı mucib olduysa bizim de kalbimizde aynı te’siratı mucib olmuşdur. Bir Osmanlı memalik-i Osmaniyye’nin ez-her cihet ıslahını nasıl arzu ederse bizler de o nisbetde arzu ediyoruz. Zira merci’imiz melce’imiz kafil-i sa’adetimiz ve muktediyyün-bih’imiz hep onlardır. Onların mes’udiyeti bizim mes’udiyetimiz onların mevcudiyeti bizim mevcudiyetimiz ve onların ma’azallah mahvolması bizim de mahvolmamız demekdir. Mukaddema uzattığımız dest-i uhuvveti devr-i mes’udiyyet münasebetiyle bir kere daha uzatıyoruz. Beynlerimizde dinen cinsen ve mezheben olan irtibat ve kendilerinde gördüğümüz millet-perverlik uzattığımız şu eli kemal-i muhabbet ve şefkatle sıkdıracağına ve ellerinden geldiği kadar ma’arifimize ve terakkıyatımıza mu’avenetde bulunacaklarına zaten eminiz. Zaman-ı sa’adetde batınen nifak ve zahiren vifak üzere bulunanlardan ma’ada umum me’aşir-i müslimin bir akıdede sabit idiler. Vaktaki irtihal-i Nebevi vuku’ buldu bazı mesa’il-i ictihadiyyede beyne’l-müslimin ihtilafat zuhur eyledi. Sadr-ı İslam’daki ihtilafların meşhurları şunlardır: - Üsame bin Zeyd’in emareti mes’elesi: Peygamber Efendimiz’in abd-i mu’takı bulunan bu zatın kumandası altında bir ordu tertib olunması ve kibar-ı muhacirin ve ensardan bir hayli zevatın dahi bu orduya me’mur olması hakkındaki irade-i Nebeviyye’nin şeref-te’alluku üzerine münafıklar tefrika ihdasına şu emri ni’me’l-vesile addederek “bakınız Hazret-i Muhammed ecille-i muhacirin ve ensar üzerine bir gulamı emir nasbediyor” türrehatıyle vaki’ olan taglit-i ezhandan tevellüd eden ihtilafdır ki Hazret-i Risaletpenaha da keyfiyet aksetmiş ve bu ta’nın vaktiyle Üsame’nin pederi hakkında da reva görüldüğü gerek Üsame’nin gerek pederinin bu emr-i hatira liyakatleri derkar bulunduğu makam-ı takri’de beyan buyurulmakla beraber ordunun techizi ve bu babda muhalefet edenlerin rahmet-i sübhaniyyeden dur kalacağı dahi emr ü inzar buyurulmuş idi. Fakat o sıralarda mizac-ı hümayunlarına inhiraf tari olduğundan Üsame Ordusu hareket edememiş ve akıbinde de irtihal-i Nebevi vuku’ bularak beliyye-i irtidad etraf ve eknafda yüz göstermiş olduğundan ezhan-ı ashab işbu ahval-i müellimeden endişe-nak olarak yegane kuvve-i İslamiyyeyi teşkil eden şu ordunun Medine’den teba’ud etmemesi ca’at etmişlerse de ferman-ı risaleti adem-i infaz kendileri buyurmuş olduklarından Üsame; ma’iyyetinden Hazret-i Ömeri ordunun Medine’den teba’udü Harem-i Nebevi’nin ve Medine’de mütemekkin İslamların te’min-i selametleri noktasında mahzurdan salim olamayacağı beyanıyle taraf-ı hilafete demli bir zatın emir ta’yini lüzumunu Sıddik-ı A’zam’a tebliğ eylemesini Hazret-i Ömer’den rica eylemişler idi. Hazret-i Ebubekir Üsame’nin ma’ruzat-ı meşruhasını emr-i Nebevi’nin da’ire-i necabet-bahirasından inhiraf gayri kabil olduğu ve bu babdaki ferman-ı kaza-cereyan-ı risaleti be-hemehal tenfiz icap edeceği beyanıyle red eyledikleri gibi ensarın tebliğatına karşı da Hazret-i Peygamber’in mensubu olan bir zatı azl ile neticelenen bir teklife tavassut etmiş olmasından dolayı Hazret-i Ömer’e itab buyurmuşlar idi. Akıbinde bizzat mahall-i ictima’a azimetle orduyu teşyi’ [ ] eylemişler. Ve esb-süvar olan Hazret-i Üsame’nin yanında yaya olarak yürümekden her türlü ilhah ve ibrama rağmen sarf-ı nazar buyurmayarak ordudaki intizam-ı askerinin bütün mukteziyatına ittiba’ lüzumu için cihana bir ders-i imtisal vermişler idi. Şu hareket-i askeriyenin alem-i islamiyyete pek çok fa’idesi olmuş İslam mu’arızlarının menviyyat ve tasavvurat-ı fasidelerini zir ü zeber etmişdir. nifak yüzünden tahaddüs eden ve Üsame’nin uhdesine tevdi’ olunan vazifeye adem-i [liyakati] iddi’asıyle ileri sürülen şu mes’eledir ki mucib-i ibret pek çok cihetleri muhtevidir. -Cenab-ı risalet-me’abın irtihal-i dar-ı na’im buyurmuş olmalarının lüzum-ı i’lanı emrindeki ihtilafdır ki rü’yet-i cemal-i Habibullah’dan mahrum kalan ecille-i sahabe derd-i gamberinin vuku’ bulduğunu istima’a kendilerinde takat ve tahammül görememiş olduklarından naşi bu hususu tefevvühe müsa’ade etmemiş olmaları ashab-ı kiramın bazılarınca mucib-i i’tiraz olmuş ve vefat-ı Peygamberiden bahis olarak şeref-nazil olmuş olan ayat-ı kerimenin tilavetiyle ef’ide-i mütehassire teskin ve kulub-i ümmet tatmin olunmuşdur. - Ravza-i Mutahhara’nın emr-i intihabındaki ihtilafdır. Zira bu hususdaki ara Mekke veya Medine veya Kudüs’den birini intihabda müteşettit bulunuyor idi. Nihayet Hazret-i Ebubekir canibinden “enbiyanın vefat eyledikleri mahalde defn olunacaklarına” dair hadis-i şerif nakl-i rivayet olunmuş ve bunun üzerine en son bezm-i nasut-i hümayunları olan menzil-i mübarekin intihab olunması bil-ittifak karargir olmuşdur. Sallalahü te’ala aleyhi ve selem. Din hamileri bu üçüncü devir kadar dehşetlisini görmemişlerdi. Ma’a-mafih olanca ifrat ve tefritleriyle safsatalarıyle bir emr-i muntazar idi. Daha doğrusu pek tabi’i idi. Zira bu devrin yüzünü karartan reza’ilin daha devr-i sabıkta zuhur eden bir takım muktezayatı vardı ki onlar olmasaydı bunlar da meydan bulmazdı. Bundan evvelki devirde bazı kütüb-i semaviyye ashabı bir takım ifrat-perverane hati’atta bulundular ki onların bu yanlış hareketleri bi’l-mukabele hasımlarının tefrit-amiz safsatalarını arasında tevazün husule gelerek mazhar-ı hidayet olan fıtrat-ı selime ashabı sebil-i i’tidale rücu’ edecek idi. Bu ise bir kanun-ı ilahidir ki efradın ve ümmetlerin atmış oldukları her hatve-i teceddüdde her inkılabda müşahede olunur. O ifrat-perverane hati’attan biri din gayret-keşlerinin hürriyet-i akl u ilm üzerine icra eyledikleri tazyik ile efkarı durmaları aklı düşman-ı din suretinde telakkı ederek vasıta-i akl ile idrak-i dine yol yokdur zannında bulunmalarıdır. Diğeri de Zat-ı Halik’ı idrak hususunda ikrar-ı acz etmeyerek uluhiyeti kendi akıl ve tasavvurlarına muvafık gelen bir takım sıfat ile tasvire kalkışmaları halkı da bu suretle denleri cezalandırmaları hilkat-i ka’inatın keyfiyet ve mahiyetini de mesa’il-i dinden saymaları tabi’atı kendi fikrince takdire kalkışarak kuva-yı tabi’atı aca’ib-i tabi’atı eski hurafat-namelerde görülen tarzda hasr ü tahdide yeltenmeleridir. Nası bu gibi galatatı kabule sevk hususunda o kadar ileri gittiler ki kimde hürriyet-i akıldan bir şemme hissettilerse derhal kahr u tenkil ettiler. Ukubatın en şedidine en seri’ine çarptılar ne kadar ulemayı ateşlere attılar ne kadar hükemayı dara çektiler ne kadar ezkiyayı zehirlediler! Nihayet dinin pak olan nasiyesini lekedar ettiler. Din rahber-i adl ü van haline koydular! Lakin heyhat ki kanun-ı mani’-suz-i terakkınin seyrini tevkıf edemediler. Zira bu kanun na-mahdut olan avamiliyle mü’essiratıyle beşeri piş-gah-ı kudumünde amade duran gaye-i kemale varması için dağları çölleri aşıp geçmeye sevketmekten bir an hali kalmıyor. İşte ötekiler zulm ü tazyikte ileri gittikçe halk da bu menfur istibdattan bu korkunç nüfuzdan kurtulmak için bir çare aramak zaruret-i kahiresiyle intibaha geldi. Hedef oldukları tazyikat ile basiretleri bir kat daha açıldı süveyda-yı kalblerindeki niran-ı te’essür alabildiğine parladı. Bahşayiş-i fıtrat olan melekat-ı zihniyyeleri feyz-yab-ı inbisat oldu. Artık kendilerinde envar-ı irfan ve idrakin şu’le-paş olmaya başladığını hissettiler. Bu his onları sebata son derecede mukavemete teşci’ eyledi. Artık müfritin-i diyanet bunlara karşı ne kadar şiddetle savlet ederlerse ondan daha kuvvetli bir surette mukabele görmeye başladılar. Nihayet müdafa’a son dereceyi buldu. İki tarafın kuvvetleri tevazün hasıl etti. Bunun üzerine din taraftarları kanun-ı ilahinin ahkamı leri bir zaferi rıfk ile ihraz tarikıne süluk ettiler. Fakat bu yoldaki sa’yleri de heder oldu. Artık her tarafdan hasımlarıyle muhat olduklarını onların hücumuna hedef kaldıklarını re’yü’l-ayn gördükleri için bu musibete karşı kaderin lutfuna intizaren hamuşane tahammülden başka çare olmadığını anladılar. Muhafaza-karan-ı aka’idin hali bu suretle neticelendi. Hürriyet-i akl taraftaranına ulum-ı tabi’iyye ve felsefe rü’esasına gelince bunlar içmiş oldukları rahik-i intikam ve galibiyetin neşvesiyle o kadar kuyud-ı cehennemiden sonra dud-ı i’tidale sığamaz oldular. Kendilerine gelerek el birliğiyle aka’idin sağlamlarını vacibü’l-i’tikad olanlarını ayırıp halkı da bu tarikta kendilerini ta’kibe sevkedecekleri yerde herbiri ref’-i liva-yı istiklal ederek evvelce izalesine uğraşılan ne kadar mu’tekadat varsa terkederek yalnız maddeden bahseder oldu. Bir takımı da bununla kalmayarak havassının hususunda kendisine bir hürriyet-i mutlaka vererek nefsine has bir din icadına başladı. Halk bu mezahib-i mütezadde arasında şaşırdı kaldı. Hangi tarikın daha savab hangi fırkanın daha şayan-ı i’timad olduğunu kestiremedi. Bu tehayyür ise kendilerinin bütün mezahib-i mevcudeye karşı bigane kalmalarını hepsinden birden uzaklaşmalarını intac etti. Halkın bu bitaraflıkta bu lakayıdlıkta sebatlarına en başlı sebeb de zenginler bütün zamanlarını doymak bilmeyen hırs u heveslerini teskin muhafaza-i hayat ile uğraşmaları oldu. Çünkü iş oraya vardı ki bir işçi sabahdan akşama kadar bedeniyle beyniyle çalışır çabalardı. Bir kaç paradan ibaret olan ücret-i yevmiyyesini alarak ailesinin yanına gidince fakr u sefalet olanca hakıkatiyle olanca şiddetiyle bi-çarenin efkarını istila ederdi. O da artık muhat olduğu bu bela-yı aram-suza karşı kendisine bintü’l-inebden başka tesliyet-saz bulamayarak gider gündeliğinin üçte ikisini meyhaneye verir çoluğunun çocuğunun açlıktan ölmesine razı olurdu. Revue’nün ’nci cildine müraca’at. Bu hayat-ı sefilane bir takım tahrib-kar fırkaların şerir cem’iyetlerin meydan almasına badi oldu ki bunların gaye-i makasıdı nizamat-ı mevcudenin tağyirinden ahkam-ı cariyyenin tebdilinden hükkamın ashab-ı servet ü yesarın mahvinden “Biz neden nizamat-ı ictima’iyyemizde hayvanatdan aşağı bir mertebede bulunalım? Neden tabi’atın bütün zevi’lhayata bahşetmiş olduğu hürriyetin ezvakından müsa’edatından hayvanat kadar müstefid olmayalım; kavanin ismi altında evrak üzerine yazılan bu mevad ne oluyormuş? Rical-i hükumet namıyle başkalarının temayülatı hevesatı üzerinde sahib-i nüfuz olmak hakkını iddi’a eden bu adamlar kimler imiş; biri ötede ipeklere atlaslara bürünmüş muntazam bahçelerin ruh-feza havuzların selsebillerin önünde kemal-i zevk ve ihtişam ile hıram etsin de yanıbaşında bulunan bir diğerinin varlıkdan nasibi heva-yı nesimiyi teneffüsden başka bir şey olmasın; sefalet içinde emraz ve eskam altında inleye inleye ölmekden başka bir ümidi bulunmasın? “Bu ne demekdir? Bu adalet midir? Hayır hayır varsa yoksa adalet insanları kendi haline bırakmaktır. Beşer varsın mücadele-i hayat kanun-ı tabi’isinden bildiği gibi müstefid olsun. Bu ma’reke-i mevcudiyyette tabi’at galebe kuvvetini kime vermiş ise rahat-ı mevcudiyyetden ancak o behredar olsun. Öyle ise şu maksad-ı kudsiye vüsul için ne kadar vesa’it varsa hepsini isti’mal etmek hiç bir fedakarlığı dirig etmemek hiyel ü desa’ise topa tüfenge bıçağa kılıca dinamite kumbaraya elhasıl her vasıtaya müraca’atla ka’inatı şu müteneffizinden şu zulm-i mübinden kurtarmak elzemdir.” te’addideden birinin mülahazatıdır ki bunlar sema-yı telkinat-ı maddiyyenin te’siratıyle adetleri günden güne çoğalmaktadır. Bir suretde ki eğer Cenab-ı Hak mahz-ı lutf u re’fetiyle bu fesadın önünü almayacak olursa hükumat-ı mütemeddinenin mahvından korkulur. İşte bu şurişler bu fırtınalar ukala-yı ümemi meydandaki hastalıkların teşhis-i mahiyyetiyle gördüler ki bu illetin mikrobu dinin fıkdanından kalblerin envar-ı yakınden mahrumiyetinden başka bir şey değildir. Bunun üzerine artık elden gitmiş olan o cevher-i kıymetdarı o iksir-i hayatı istirdada kalkıştılar. İyi ama hangi vasıta ile? Felsefe-i hissiyyenin ta’limatı ukulü kamilen kendine bendetmiş bina’en-aleyh artık efkarı kolay kolay çevirmek mümkünatdan değil. İnsanlar anladılar ki yalnız delil-i akliye münkad olmak edvar-ı mazide görülen fesadata tefrikalara meydan açıyor. Bina’en-aleyh bu tarikın doğru olmadığı bu gün te’ayyün etmiştir. Kezalik yakınen bilinmişdir ki ukulün bir tarafı rükn-i rekin-i hisse dayanmayan ma’kulat üzerine istinadı sağlam bir istinad değildir. Şa’ibe-i evhamdan kurtulamaz. Bunun öyle alelamya değil basira-i irfan ile aranmaya; elden gitmiş olan o yakın de istirdad edilmeye fakat seyf-i bürhan Bu bir icmaldir ki tafsili lazımdır. Onun için biz de burada dinsizlerin en ehemmiyetli olan şübühatını serdederek esasından reddedeceğiz. Bunlarla mukarenetin çok su’-i te’siri görülür şübban-ı vatanı çığırından çıkarır güzel birkaç huyu varsa bi-çare onu da elinden kapdırır. Onun için insan şeytanı cin şeytanından fenadır. Kur’an-ı Kerim’de nazm-ı şerifinde takdim ile onların eşediyyetine ima buyurulmuşdur. şeytanın hilesi yani herkesin bildiği şu müte’aref ma’nasınca şeytanın hilesi za’ifdir vesveseden Sana dost görünür. Yaptığı fenalığın muhassenatını tecessüm etdirmeye çalışır. Bina’en-aleyh onun şerrinden kurtulmak daha müşkildir. Berikinden yetmiş danesini savarsın. Asıl insan şeytanından bir danesini tutup bağlayamazsın. Hani meşhur bir hikaye vardır bir va’iz va’z ediyormuş; “Bir insan bir hayır işleyeceği vakit yetmiş şeytan koluna sarılır men’ eder. Mesela sadaka vereceksin fukaraya elbise giydireceksin hasılı bir hayır işlemek istediğin vakit yetmiş danesi birden sana musallat olur. Kimi elinden kolundan çeker; kimi yakadan tutar o hayrı işletmekden seni men’ ederler. İşte onları kırmadan ezmeden insan bir hayır yapamaz.” – O kadar güç mü? Ne demek? Ben birçok hayır yapmışım gene de yaparım der; cema’atden birisi yerinden kalkar dersden gider biraz vakit geçer yine gelir oturur. Nazar-ı dikkati celbeder va’iz efendi sorar: – Nereye gitdin arkadaş? – Vallahi hoca efendi senin sözünü dinledim. Demiştiniz ya bir hayır yapmak için yetmiş şeytanı kırmak lazım ben tecrübe yapayım dedim. Ben birçok hayırlar yapmışımdır. Fakat böyle yetmiş şeytanın ezildiğini bilmezdim. Şunu bile bile bir hayır yapayım dedim kalktım eve gittim; doğru anbara. Bir kutu buğday doldurdum. Fukaraya tevzi’ edeceğim yetmiş değil yedi yüz şeytanı kırıp dökeceğim. Kapıdan çıkıyorum ne dersin yahu haremim yok mu bizim arkadaş arkamdan koşmadı mı? Ne hiddet ne telaş köpürmüş ağzı burnuna karışmış koşuyor: – Efendi… a …ne yapıyorsun? – Ne yapacağım…bir fakıri memnun bir bikesi şad.. – Sen hep böyle yapıyorsun. Bizim nafakamızı al da başkalarına ver. Olur mu bu?.. Biz sonra ne yeriz?.. Bir gürültü bir feryad… terke mecbur oldum vaz geçtim. Sürüsüyle şeytanları mağlub etdim. Ama anaları beni mağlub etdi. Bırakdım buğdayları savuşdum.. Ah… sonra dedi hakıkaten böyledir. Tek bir insan şeytanı bilhassa bir kadın şeytanı onların yetmiş danesine bedeldir. Kur’an-ı Kerim’de de yok mu? sonra Hazret-i Yusuf’dan Cenab-ı Hak hikayet ediyor: Yusuf a.s. lisanından kadınlara hitabdır ol zaman ki Yusuf’u tuzağa düşürmeye kalkışdılardı. Yine müşarun-ileyh diyor: Aman ya Rab kadınların şerrinden halas eyle. Zira senin Filhakıka Allah muhafaza ediyor da onların şerrinden rical-i afife masun kalabiliyor. Yoksa halleri yamandır. Cenab-ı Hak Yusuf lisanından böyle hikayet ediyor. Şeytanın hilesine zayıf diyen Allah böyle haber veriyor. Evet! Kadınların ale’l-ıtlak işleri hile hud’adan ibaretdir. Onların erkeklere karşı te’sirleri çokdur. Hayra da sevk ederler şerre de. Yani kendi hevaları için erkeklere ne tahammül-şiken cefalar ediyorlar. Sa’id el-Müseyyeb hazretleri bile öyle diyorlar: – Aman aman kendinizi muhafaza edin onların şerrinden sakının. Daima şeri’at emrine göre hareket edin. Zira ben bu yaşda oldum kendimi halas edemiyorum. Hala korkuyorum kadınlar yüzünden bir fitneye uğramayayım… Bu cihetle insan daima ihtiraz üzere bulunmalı nefsine hevasına uymamalı şeri’atden ayrılmamalı. Kadın zevcini her türlü günaha sevk eder vüs’u takati haricinde masrafa boğar. Öyleler pek çokdur. Gayet zinete düşkün olurlar kana’atkar olmazlar: “Nereden bulursa bulsun bana getirsin” der. İnsaf yok “benim zevcimdir böyle dünya şeyleri için böyle çocuk oyuncakları için niçin ona sıkıntı vereyim?..” desin de kana’atkar olsun… reva mıdır insan helal haram demesin; kendini nare yaksın… onun gönlüne rızasına kul olsun?.. Bu da bir nevi’ kullukdur. Kulluk nevi’leri pek çokdur. Allah kulu pek azdır. Ekserimiz beni Ademe kul olmuşuz. Nevi’ nevi’. Kimisi elbise kulu kimisi tuvalet kulu. Öyle ya tuvaletini yapmadan endamına göre çeki düzen vermeden hanesine kimseyi kabul edemez; kimisi de altına gümüşe tapar me’adin kulu olur. hadis-i şerifi bu nevi’ kullukların beyanına dairdir. Bu elbise merakı erkeklerde de var kadınlarda da. Onun için mahza tezyinat-ı zevahir için her şey’i feda ederler. Pek münhemikkarane davranırlar. En ziyade mezmum olan cihet bu inhimakdir. İnsan ne paraya ne yemeye ne elbiseye… Hiçbir şeye irtibat hasıl etmemeli. Gönlünden irtibat ve te’alluk hasıl olmazsa elde bulunmak mani’ değildir. Çünkü Allah helal etmişdir. Nefis nefis ta’amlar a’la elbiseler herkesin vüs’atine göre haram değil suret-i meşru’ada kazanılırsa isti’mali meşru’ sayılır. Belki bazı ahvalde vacib olur. Her ni’met-i İlahiyyeden suret-i meşru’ada istifade edersek; fakat hakk-ı şükrünü ifaya çalışarak maddi ve ma’nevi müstefid olarak. hadis-i şerif ma’lumunuzdur yani Allah bir kula ni’met ihsan ederse üzerinde onun eserini görmek diler. Her şeyin etyab olanları en ziyade zevke gidenleri de isti’mal olunabilir lakin hiçbir şeye gönül vermemeli alayişe bağlanmamalı….. Gayr-i meşru’ olursa kaçmalı. Kahraman-ı hürriyyet Niyazi Beyefendi tarafından gönderilip geçen haftaki nüshamız makineye verildikden sonra Serbesti ile Serbest İzmir’de Fırka-i Ahrar’a intisabıma dair bir fıkra gördüm; külliyen yalan ve fesad-amizdir. İşte matbu’atımızın halini görmeli. Matbu’atımızdan bunu mu ni’met değil midir? Bu Cem’iyet’in maksadı sa’adet ve selamet-i vatandır. Ömrüm oldukça İttihad ve Terakkı Cem’iyet-i muhteremesinin en aciz bir a’zası sıfatıyle muhterem milletime hidemat-ı fedakaranede bulunacağımı ve bu samimi ölümden gayri hiçbir şeyin tağyire imkan olamayacağını kemal-i fahr ile i’lan ederim. Safdil ahalimizin terbiyei ahlaka çok ihtiyaçları vardır. Matbu’atdan hizmet bekler yor. Vatanını seven bunlara ehemmiyet vermez; fakat günahdır artık yeter!.. Matbu’at ve erbab-ı mefsedetden Efendim Sıratımüstakım’e hediye olarak üç buçuk asırdan daha ziyade bir vakitde yazılmış bir mektub gönderiyorum. Münasib ise tab’ edersiniz. Sofya’ya bir saat bu’d-ı mesafede ka’in Salihiye karyesinde medfun rical-i Halveti’den Hazret-i Bali tarafından Kazasker Çivizade Mehmed Muhyiddin Efendi’ye yazılmışdır. Ahrarane bir mektub. Ne kadar sade ne kadar doğru. Bir müslümandan diğer bir müslümana hususiyle bir alemden diğer bir aleme elkab gayet hoş. Hiç tekellüf yok. Merhum Ali Ferruh Bey Sofya’da komiser iken ehibbadan birini Sofya Kütübhanesi’ne bir fihrist yapmak için ta’yin eylemişdi. İşte o vakit bu mektub ele geçmişdir. Bir kopya alındı. Asıl yine oradadır. Bakı uhuvvet… “Mü’min kardeş.. Cümle edilleye nazar olundu; münafat yokdur tevfik asandır. Teslim edelim ki münafat olsun; adem-i cevazından cevazı akvadır. Bu mes’elenin cevazında geçmiş ve hazırda sizden gayri ulemadan bir ahad muhalefet etmediği akva idüğüne delalet eder elinizde olan cümle temessükleri bilirler. Ekseri senden a’lem ve etkadır. Amel etmediniz. Sana bu delil yetmez mi? Silm ki za’if olmuş; akva dururken kavl-i za’if ile amel eylemek ca’iz değildir dersin. Size kim cebr eyledi? Kazasker oldunuz; mülazimine kadılık verirsin; bu mes’elede akva-yı akvalden hangi kaville amel eylediniz? Ve kazaskerlikden aldığınız ava’id akva-yı akvalden hangi kavilledir? Talib olanlara kadılık vermek akva-yı akvalden hangi kavilledir? Bu cümleyi bir kimse men’ eylese bid’at ihdas eyler dersin. Vakf-ı derahim bu cümleden dahi za’if oldu? Eğer der isen “Kazasker olmak fi zamanina üzerime lazımdır” bu mes’ele-yi za’ife ile de amel eylemek lazımdır. Eğer der iseniz: “Talibine kadılık vermek kazasker olmak ve bu mahsulatı ahz etmekde te’amül-i nas cari olmuşdur akval-i müctehidin ile men’ olunmaz”; cemi’ vakf-ı nukuda te’amül cari olmuşdur akval-i müctehidin ile ve Zübdetül-Fetva kelamı ile men’ olunmaz. Cem’-i ahvaliniz hep fetva ve akva üzerine mi oldu; hemen za’f nükuda mı münhasır oldu ki men’edersin? Mü’min kardeş… Haşa ki bu izhar-ı hak ola; ağraz-ı nefsaniyyedendir nisbet ve taksirdir üçyüz yıla karibdir amel oluna gelmiş kavl-i müctehid eğer za’if dahi olsa men’ eylemek şer’i değildir belki bid’atdir. Eğer bir kimse men’ eylemeye kıyam ederse böyle eden kadı ve kazaskerin şer’an azli vacib olur. Min ba’d olmasın diye men’ eyledin kendi sözünle nefsini azl eyledin ve mülzem oldun akval-i za’ifeden bir kavl yokdur illa vaktinde amel olunsa gerek. Hatta e’imme-i müctehidin bazı ahkamı men’ etmişlerdir; mukteza-yı zamanla amel olunur. E’imme-i müctehidin bazı mesa’ili zamana ve mekana ta’lik etmişlerdir; istidare-i zamana tabi’ olmak lazımdır. Bazı ahkamda şeri’atin ahvali mukteza-yı zamana tabi’dir. İyi gidiyor iken alemi karışdırma dun men’ine şer’an delil bulmak istersen müyesser değildir bulamazsın emek harc eyleme! Elinde olan temessükler da’iresine uğramaz onunla memnu’ olmak ihtimali yokdur. Gayet iltizam olsa da müsavat-ı edille bir şey müsavisini ibtal eylemez. Bu mes’eleyi kendi haline koy men’ eyleme! Nice geldiyse öyle gitsin. Aziz vakitli mes’eledir. Ümmet-i Muhammed’in dünya ve ahireti ma’mur olmasına sebebdir. Erkan-ı İslam’ın rükn-i a’zamından birini hedm eyleme dine harac ve muzayaka verme! Bid’at dalalet ihdas eyleme! Kendini akval-i za’ife ile amel etmekden men’ eyle ve gayriyi dahi men’ eyle! Mü’min kardeş… Akval-i za’ife ile amel etmekde vakf-ı derahim ile amel edenlerle berabersin. Ahiretde onlara ne lazım olursa sana da o lazım olur. Hemen sen muhalefetinle kalırsın. Ulema zümresinden ayrı düşüb ya kimler ile haşr olursun?.. Mü’min kardeş... Rumeli’nin bazı imaretleri ve bazı medaris ve mesacidi ve ekseri cami’leri evkafı nükuddur cümlesi at ahırı olmak mukarrer oldu; min ba’d ma’mur olmak müyesser olmaz.. Ve şehirler ve kasabatın suları evkafı nukuddur kurumak mukarrer oldu; min ba’d yeniden imaret mümkün değildir.. İmarat mesacid ve medaris ve dahi bunların emsali hayratdan ne kim var gayet az vaki’ olur. Ve dahi nice yerler ola ki ne din ne iman ömürleri beha’im gibi gele geçe. Vakf-ı nukudu men’ etmekden hasıl budur. Bilmiş olasın ki onları bunca sevabdan mahrum korsun. Ve eğer ne olursa olsun hemen bu mes’elenin vücudu alemden götürülsün dersen onu yine sen bilirsin. Mü’min kardeş… Bir kimse “kuzatın kitablarında ta’yin olunandan ziyade nikahdan ve hüccetden ve gayriden aldıkları haramdır” dese küfr korkusu vardır. Zira te’amül-i nas cari olmak icma’ mertebesindedir. Sünnet ile olmuşdur hüccet-i katı’adır. Vakf-ı nukudun sıhhatine de İmam Hasan’dan ve İmam Muhammed’den ve İmam Züfer’den rahimehümullah nakil varid oldu Fukahanın fetva kitablarında “ve bihi yüfta” denildi ve te’amül-i nas cari oldu. Bir kimse bu mes’eleye “batıl ve haramdır” dese ne fikredersin? Hiç ola mı ki o kimse sağlıkla kurtula? Onun hakkında evla budur ki tevbe ve istiğfar eyleye belki ahvalin yenileye. Ve kuzata layık olan budur ki ola gelmişden ziyade almayalar fukarayı malından ötürü tazyik eylemeyeler ki su’ale ve deyne mü’eddi olmaya kim mekruhdur te’addi ve tazallume raci’dir su’-i ameldir. Yevm-i cezada su’al ihtimali vardır. vacibdir sa’adetlerine sebebdir Hakk’ın gufranına istihkakdır. Mü’min kardeş… Müftiler bir tarafdan etraf-ı aleme fetvalar gönderirler: sahihdir akvadır diye.. Siz bir tarafdan hükümler gönderirsiniz: amel etmeyin diye. Nice hidayetdir? Nice ıslahdır? Din-i İslam’ın inkırazına sebebdir. Gayri bir şey sahih ve müfid değildir. Bunun gibi fi’il mü’mine layık değildir. Hususen ehl-i ilim olan ulemaya söylersin: Züfer’in bu kavli şer’i değildir diye. İmam Züfer müctehid fi’l-mezhebdir bazı akvali müfta bihdir: husumete vekil olan kabza vekil olmaz… E’imme’-i selase katında İmam Züfer katında ca’izdir. Fi zemanina kuzat onunla amel ederler. Gayeti buna hata eylemiş ola. Müctehidin hatası dahi şer’idir. Ehl-i ilme layık mıdır ki şer’i değildir demek? Bir gayri kişi dese küfrüne hükmederdiniz. Bu hususu müftiye ve Muhyiddin Çelebi’ye arkuru koymaya ellerindeki temessüklerinden gayri bu mes’ele ma’mulün biha olandan beri cümle ulemaya hüccet-i katı’adır. Senin muhalefetinden gayri nesnen yokdur. Senin ilmin ulemanın ilmine ve aklına ve İslam’ına beraber mi olsa gerek? Cümlenin re’yi hata üzerine hatmola senin isabet üzerine mi ola? Vakıf-ı ilm-i ledün olasın hiç ca’iz görür kör kimse var mı? Şer’an sana hükmünü i’ade eylememek vacibdir. Cehl özür olamaz. Kemal Paşaoğlu üç fetvasından rücu’ eyledi; fakır bilirim. yakıni var idi; hilaf zahir oldu nice günler ve nice yıllar ağladı: Benim halim nice ola diye eğer cümle bildiğim bunun gibi hilaf vaki’ olur ise vay bana!... dedi. Mü’min kardeş… Ulema ve mü’minin ve kamiller bunculayın olurlar hatalarına i’tiraf ederler; Hak te’ala katında mukarreb ve mahbub olurlar. Mü’min kardeş.. Hak te’ala hazretlerine yüz aklığı ile varmak muradın ise mes’eleyi nice yıkdın ise yine öylece yap.. zahir-i rivayet-i kütüble amel eyledin akvadan za’ife udul eyledin neden kaçdın ise yine onun üzerine uğradın. Cumhur-i ulemadan hata merfu’dur; fi eyyi asrin kane tasdik etmek vacibdir. Hakıkatü’ş-şer’ evla musaddak olmak üzerine muntazam olmuşdur. Cumhur-i ulemayı tekzib etmek kizbdir. Hatm-i kelam budur ki vakf-ı nukudda te’aruf-i nasa i’tiraz edersek ve akval-i müctehidin ile ibtal edersek; bu bir emr-i garibdir ki ma’nasını ancak yine sen bilirsin. Mü’min kardeş… Bu mezkurat ki vaki’ oldu bizden bilme yine kendi nefsinden bil. Gayret-i hak galebe eyledi bi-ihtiyar sadır oldu. Gayetle kendi nefsini gördün i’zaz ve dirisini ve ölüsünü ve geçmişini tahkır ve techil eyledin… Onları muhti olmakdan ma’ruf budur ki sen olasın. Az nesne değildir bir külli kaziyedir ukubat müteretteb olacak nesnedir. Bu bizim kelimatımız size canib-i Hak’dan itab ve yeti değmelere nasib olmaz. Ne ola idi Hak Te’ala ve Celle bize dahi nasib ede idi: Bir kimse hatamızı i’lam ede idi. Mü’min kardeş… Bu kelimat ki bizden size vaki’ oldu eğer haksa istiğfar edesin; eğer batıl ise bize dahi i’lam edesin biz dahi cevabına kadir olamaz isek bari tevbe ve Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Nisan Makale-i salifemizde su’al-i ma’ruzu beka-yı ictihadın mahzur tevlidine badi olmayacağı nokta-i nazarından hal ve def’ ve izale maksadıyla büyük bir zatın muhaveresini bast ü Bugün de berahin-i nakliyye ve akliyye serdiyle feva’id-i bi-nihayeyi te’min ederek ictihadın alem-i İslamiyet’de ale’d-devam bekası emr-i vacib bulunduğunu takrir ve isbat edeceğiz vallahu’l-muvaffak... A’sar-ı ahirede bab-ı ictihadın mesdudiyeti yahud fikdan-ı ehliyyetden naşi müctehidin mefkudiyeti iddi’asında bulunanların kavl-i mücerredi nasıl tasdik olunabilir? Halbuki bütün mezahib-i müdevvene-i İslamiyye ulema-yı kiramı ka’il olmuşlardır. Her asırda şera’it-i ictihadı tamamen cami’ bazı zevatın vücudu amme-i mükellefin üzerine farz kılınmasına mebni herhangi bir zaman ricali taksir ve tekasül ile imrar-ı hayat edip de içlerinde erbab-ı fıkıh ve ictihad yetişmeyecek olursa cümlesi asim ve asi add olunurlar. asarına müraca’atla bu hakıkat pek kolay anlaşılır. Hatta İbnü’s-Salah merhum Adab-ı Fetva nam eserlerinde e’imme-i şafi’iyyenin zahir ifadeleri icabınca bu farz-ı kifaye müctehid-i mukayyed ile değil belki müctehid-i mutlak vücuduyla te’diye olunabileceğini de tasrih etmişdir. Pek çok e’azım ise alem-i İslamiyet’in müctehidden hali kalmasını aklen de müstahil addetmişler ve demişlerdir ki: Eğer bir zamanın müctehidden mahrumiyeti farz olunsa o zaman bir zaman-ı fetret sayılmak ve o halde şeri’at-i celile münkariz ve teklif za’il ve huccetullah sakıt olmak lazım gelir. Bu müstakıllesinde Celaleddin Suyuti beyan buyurmuşlardır ki mü’l-Haremeyn hazeratı ile e’imme-i Malikiyye’den Kadı Abdülvehhab ve Hanefiyye’den sahibü’l- Bedi’ İbnü’s-Sa’ati gibi fuhul-i ulema dahildir. Bir de tarih-i hicrisinde irtihal eden İmam Fahreddin Razi Mahsul’ün “İcma’” mebhasinde demişdir ki: “Eğer bir asırda -el-iyazü bi’llah- müctehidinden yalnız bir zat bulunacak olsa onun kavli icma’ makamına ka’im olarak hüccet-i kat’iyye ad olunmak lazımdır.” Siraceddin merhum da Tahsil nam eserinde İmam Razi’ye muvafakat etmişdir ki müşarun-ileyhimanın bu kelamlarından da kendi zamanlarında müctehidin-i kiramın kesretle mevcudiyeti müstefad olmakdadır. Bunu mü’eyyed olmak üzere yine Celal Suyuti r.h. nakl ediyor ki Tebrizi rahimehullah Tenkihu’l-Mahsul kitabında şöyle demişler: “Ehl-i icma’da hadd-i tevatüre büluğ şart değildir. Bina’en-aleyh bilfarz bir asırda müctehidin kesb-i nedret ile üç ferdden ibaret kalsalar onların icma’ı da hüccet-i şer’iyye olur. Hatta münhasıran bir ferdin mevcudiyeti farz olunsa onun kavli icma’ mertebesinde tutulur. Çünkü [ ] bu vechile teferrüd edecek bir müctehidin bütün ümmet makamına ka’im olması mukteza-yı nususdur.” El-hasıl her zamanda az çok meleke-i ictihada malik zevat bulunur bulunmaları muvafık-ı hikmet ve maslahat görülür. Ulema-yı dinin bu mertebeyi ihrazı için sarf-ı mesa’i etmeleri veza’if-i mühimmelerindendir. Zira Kitab ve Sünnet messük vücubuna dall olan dela’il-i akliyye ve nakliyyenin mukteza-yı umumu bulunan hükmün bazı a’sar ve eşhasa tahsis edilmesi kat’an sahih olamaz. Bu hükümden yalnız acizler haric kalır. Evet delil-i şer’iye temessük ile istinbata kadir olamayan kimse bi’z-zarure ehline müraca’at ve taklide mecbur olur bu müraca’at ve taklidi de ka’ide-i mukarrereye tevfikan bi-kadri’z-zarure takdir olunur. Ziyade olursa ma’siyet addedilir. Temhidat-ı ma’ruzamız ile vazıhan anlaşılıyor ki ictihad üzerimizde farz-ı daim ve ila kıyami’s-sa’a bir hakk-ı ka’imdir. Ümmet-i Ahmediyye hiçbir asırda bu şeref ve sa’adetden mahrum kalmayacağına bu hadis-i şerif de şehadet etmekdedir: Muhammed bin Abdülkerim Şehristani rahimehullah da Milel ve Nihal kitabında şöyle diyorlar: “Nusus-ı şer’iyye mütenahiye vekayi’ ise gayr-i mütenahi olduğundan halbuki mütenahi olan şey na-mütenahi olanı zabıt olamayacağından vam olması iktiza eder ki her hadise üzerine ictihad bulunsun ümmet-i İslamiyye te’min-i selamet eylesin.” Meclis-i Meb’usan’daki Encümen-i Mahsus tensibi üzere teşekkül edeceği istibşar olunan Mecelle Cem’iyyet-i Celilesi metin bütün tereddüdleri za’il olur her müşkilleri hallolunur. Zira tevarüd eden ihtilafat hali üzere kalmakda ihtiyacat günden güne tezayüd etmekdedir. Bugün bilinmesi eşedd-i lüzum ile lazım pek çok mesa’il cevabsız duruyor. Mu’amelat-ı umumiyye tevessü’ etdikce hadisat çoğalıyor. Erbab-ı teverru’ arzu etdiği menafi’den mahrum kalıyor. Mesela sallanan dişin tesbiti için altın veya gümüş teller ile bağlanması ca’iz olduğu halde çürüyen bir dişi doldurmak veya kaplatmak mecburiyetini hissedenler fetvahaneye müraca’atla bir cevab alamıyorlar. Ma’ahaza kıyasen bunun da cevazı hatırlara gelmekdedir. En güzide fukahamız da’vet edilerek ictima’ edecek olurlarsa hem Mecelle’yi tevsi’an şerh hem lüzum görülen daha ne kadar mesa’il var ise bi’t-tedkık ilave ederler ribaya sigortaya vesa’ireye dair ihtilafatı aradan kaldırırlar bütün müsa’edat-ı şer’iyyeyi bulup ortaya koyarlar vahdet-i şünürler mesalih-i zamaneye evfak olan akval ve arayı tercih hususuna himmet ederler de herkes şer’-i şerifin semahat ve ulviyetine hayran kalır münkad olur. Zamanımızda müctehid yokdur diyerek bi-nihaye mesa’il haric-i şeri’at bırakılmak reva mıdır? Bab-ı ictihadın karn-ı rabi’ veya hamis hududunda insidadını iddi’a edenlerin sözü mahz-ı tekavvül ma’nasız tehakküm olmasında zerre kadar iştibah olunmamalıdır. Buna delalet edecek ne delil-ı akli bulunabilir ne delil-i nakli. Mertebe-i ictihada vüsulü cümlece müsellem bulunan binlerce zevat a’sar-ı ahirede zuhur etmiş fakat ictihadları ale’l-ekser mezahib-i erba’anın birine muvafık düşmüş olmakla onlara müntesib addolunmuşlardır. Mesela e’imme-i Şafi’iyye’den ma’dud İzzeddin bin Abdisselam ve İbni Dakık el-Iyd rahimehumullahın rütbe-i buki evvel karn-ı sabi’ ricalinden idi sani de tarihinde mebde’-i saminde irtihal etmişdir. Cenab-ı Hak ayet-i sabıkada ruz-ı haşirde hiçbir ferde hiçbir vechile zulm olunmaz diye nida olunacağını ve kefereye hitaben dahi sizin bugün gördüğünüz ceza dünyada leceğini hikaye buyurdukdan sonra bu ayet-i kerimede dahi kendilerinin hasret ve nedametlerini tezyid etmek üzere o gün ehl-i iman hakkında rayegan olan sunuf-ı avatıf ve ve bu vechile Hazret-i Rabb-i kerim hoşnud olduğu ibadına neş’e-i uhrada hazır ve amade kıldığı eltaf ve inayatı bizim şu hak-i safilde idrak edebileceğimiz bir suretde tasvir edip buyuruyor ki Sükkan-ı cennet bugün zevk ü safaya dalmış na’im-i cennetden nevale-çin-i lezzet ü sürur oluyorlar. Onlar ve dar-ı dünyadaki zevceleri gölgelerde eşcar-ı latifenin sayeleri altında müzeyyen taht ve serirler üzerine etdikleri bir matlab-ı a’la vardır ki o da Rabbi rahim cihetinden erzan buyurulacak selam ve tahiyyedir. Darü’ssürurda mü’minin-i mükerremin bi’l-vasıta veya bizzat selam ve iltifat-ı ilahiye na’il olacak ve bu şeref-i iltifat-ı hüdavendi hatırlarından feramuş edeceklerdir. Cabir bin Abdillah radiyallahu anh hazretlerinden mervi olduğu üzere zat-ı nübüvvet-penah Efendimiz buyurdular ki: Ehl-i cennet müstağrak-ı hazz u safa iken birden bire üzerlerinde bir şa’şa’a-i nur peyda olacak ve başlarını kaldırınca cenab-ı Rabbü’l-izzet onlara selam verecekdir. Sekene-i cennet ona nigeran oldukca na’im-i cennetden hiçbir şeye iltifat etmeyeceklerdir. Ba’de’l-ihticab dahi o nurun bereketi üzerlerinde kalacak. Ey iman edenler eğer bir fasık size bir haber getirir ise durun tefahhus edin fıskdan sakınmayan fıskın bir nev’i olan kizbden sakınmayacağı derkar olmakla hakıkat-i hal tebeyyün etmedikce sakın fasıkın getirdiği habere i’timad etmeyin ta ki bir kavme bilmeyerek hallerine muttali’ olmayarak bir zarar iras edip de sonra onların kendilerine azv ü isnad olunan ahvalden bera’etleri anlaşılınca etdiğinize nadim olmuş olmayasınız onun sözüne bila te’enni ve bila tahkık inanırsanız olabilir ki bir kavme bir zarar iras edersiniz de sonra o kavmin bera’eti nümayan olmakla haklarında keşke böyle mu’amele edilmemeli idi diye her dem mağmum ve mükedder olursunuz. Bu nazm-ı celil irşad ediyor ki hiçbir fasık her hangi bir hususda olursa olsun ehl-i imanı kelime-i zur ile iğfal edebileceğine ümidvar olamamak için daima intibah üzere bulunmaları lazımdır. Fasıkın sözü ısga olunup da ona i’timad olunursa tava’if-i müslimin arasında kıtale mafza olacak sözler bulup söyler. Maksad-ı mel’unanesini tervic için hak ve hakıkatden dem vurarak suduru biri birine buğz ü nefretle kabartacak ahbar ve havadis icad eyler. Bu günlerde makasıd-ı muhtelifeden naşi perde-i nifak altında birçok oyunlar oynanıyor birçok güft ü gular oluyor. Bu ayet-i kerimenin mazmun-ı hakıkat-nümunu nazar-ı mutala’aya alınıp da o gibi münafıkane sözlere bila te’enni ve bila tahkık havale-i sem’-i i’tibar etmemeli zevahir-i kelimata kapılıp da safdilane eshab-ı nifaka peyrev olmamalıdır. Onların güvendikleri cihet kulub-ı safiyedir. Bu lücce-i bi-payanı tehyic edince onların cür’etleri günden güne tezayüd eder. Bu muhakkakdır ki habl-i metine yat-ı siyasiyyesi ne hayat-ı şahsiyyesi kalır. Vahdet-i kübrayı Hak ve halk nazarında menfurdurlar. Birinci vecibe vahdete cansiperane hizmet ve erike-i imamet-i kübraya inkıyad ve Biz akılane ve müttefikane hareket edersek hiçbir vakit afak-ı siyasiyyemiz muzlim değildir. Cihan-ı medeniyyetin bizden matlubu bu noktada muvazene-i düveliyyeyi ihlale mani’ olacak bir kuvve-i galibe bulundurmakdır. Haricde buraya tecavüze müheyya a’damız var imiş.. Her devletin düşmanı vardır o bize has değil. Hüner odur ki amal ve menafi’i bizim amal ve menafi’imize muvafık devletler ile yat-ı siyasi mümkün değil. Memleketimizin sırf umur-ı dahiliyyesinden bulunan kavanin ve adab ü ahlakına haricden hiçbir ferd müdahale edemez. Bu cihetce olan ca’li telaşlar da kat’an ha’iz-i ehemmiyyet değildir. Batıl hemişe batıl ü beyhudedir veli Müşkil budur ki suret-i hakdan zuhur ede Dühat-ı Arab’dan Mugıre bin Şu’be hazret-i Faruk’u: “Derece-i fazlı aldatmakdan derece-i aklı aldanmakdan müte’alidir” diye vasf ü sitayiş edermiş. Ayet-i kerimede tebeyyün ile olan emr muhbirin fıskı üzerine tertib olunmuş yani “muhbir fasık olursa tevakkuf ve tefahhus edin” buyurulmuş. Müfti-i diyar-ı Rum Ebussu’ud hazretleri: Bu tertib ve ta’lika nazaran nazm-ı celilde haber-i vahid-i adlin bazı mevadda kabulüne işaret vardır diyor. Server-i enam aleyhi’s-salatü vesselam efendimiz hazret-i Osman bin Affan radiyallahu anhın li-ümm biraderi Velid bin Ukbe’yi tahsil-i zekat için Beni’l-Mustalik aşiretinin nezdine i’zam buyurmuşdu. Velid aşiretin yurduna yaklaşdıkda ta’zim için süvar olarak istikbale çıkdılar. Halbuki Velid ile aşiret arasında bir dem sebebiyle zaman-ı cahiliyyetden kalma adavet bulunduğundan Velid o kalabalığı görünce kendisine suikasd için karşısına çıkmışlar diye vehm ü havfe tabi’ olarak hemen avdet ile huzur-ı nebeviye gelip: Beni’l-Mustalik mürted olmuş üzerime silah ile çıkdılar zekatın üzerine asker sevkine kıyam buyuruldu. İşte bu esnada idi ki bu ayet-i kerime nazil oldu. Şöyle de rivayet edenler var: Velid bin Ukbe Beni’l-Mustalik nezdinden avdet ile bu tarzda arz-ı keyfiyet etmesi üzerine sultan-ı enbiya aleyhi efdalü’t-tahaya efendimiz Halid bin Velid hazretlerini asker gitdiğini bildirmeyip geceleyin gizlice Beni’l-Müstalik’in yurduna gir. Onlar da şe’air ve adab-ı İslam’ı mer’i görürsen zekatlarını al. Yoksa ehl-i irtidad hakkında olacak mu’ameleyi emr-i peygamberi üzere hareket ederek vakt-i gurubda Beni’l-Müstalik’in yurduna dahil oldu. Askeriyle birlikde mahfice bir yere kondu. Aşiretin ahvalini tedkık ve tefahhus etdi. Akşam ve yatsı ezanlarını işitdi. Sa’ir hallerine muttali’ oldu. Emr-i ilahiye muhalif kendilerinde bir hal ü hareket görmedi. Bunun üzerine zekatlarını ahz edip avdet eyledi ve huzur-ı nebeviye vakı’a-i hali ve meşhudatını arz eyledikde bu ayet-i celile şeref-nüzul etdi. Mevlidü’n-Nebi gününden maksad Peygamber-i zişanımız efendimizin dünyayı teşrif buyurdukları yevm-i sa’adetdir. yad olunan Rebi’ulevvel ayının on ikinci gecesi din-i mübin-i olan mecma’-ı mekarim-i ahlak hazret-i seyyidü’l-esyad efendimizin doğdukları leyle-i mübareke-i mühimmedir. Tarih nokta-i nazarından bu hadise-i tevellüd dünyanın en büyük ve en sahib-i satvet ü azamet herhangi şehinşah-ı cihangirinin veya sahib-i cah imparatorunun yevm-i miladından daha mühim daha pekçok ma’nidar bir vak’a-i azime-i adalet-perverin bi’l-ahare mazhar-ı rütbe-i nübüvvet olmalarından kapalı çöllerde vuhuş gibi yaşayan esnama tapan ğinden gördüğünden zerrece şaşmayan cesur anud cahil vahşi muharib bir kavimden sahayif-i tarih-i aleme nice şan u şöhretle intikal eden medeni mütedeyyin ve hakıkatbin mu’tedil ve hak-şinas alim mütemeddin şeci’ ve mütehammil sadık ve muhlis bir büyük ümmet yetişdirdi. Neşr eylediği nur-ı hakıkat nur-ı hakıkı-i insaniyyet olduğu için o küçük kabile-i Kureyş’den Şam’a Yemen’e Irak’a Hind’e Afgan’a Çin’e Mısır’a Endülüs’e ve hülasa çar-aktar-ı aleme hutut-ı zerrin-şu’a’ı tıbk-ı tenvir-i alem eden bir güneş gibi yayıldı. Bu nurdan ulema fudala hükema felasife-i İslam Dünya değişdi Şark’ın nur-ı feyza-feyz-i lahutisi cihanı tutdu. Kitabhane-i irfan-ı adem ulum ile doldu taşdı. Öyle ki lisan-ı belagat başka bir hakıkat-i nev-zuhur ile tekellüme vicdanlar en yüksek hissiyyat ile tefehhüme insanlar bilinmez bir safa-yı ma’nevi ile te’aliye mazhar oldular. Sa’y ü gayret azm ü himmet refah u sa’adet iffet ü izzet bir görünmez ufk-ı la-yetenahiye doğru vüs’at buldukça buldular! Cami’ler talebe ile beldeler ilim ve edeble malamal-ı füyuz oldu. Dünyaya başka bir bab-ı ilahi-i devlet açıldı. Müsavat-ı kamile adalet-i mahza hürriyet-i insaniyye hakıkati nayi’ ve ticaret zamanına göre hadd-i gayeye yaklaşdı. alinin sahibi o Nebi-yi zişan-ı sahib-irfandır. Mekarim-i ahlakı müluk ve selatini düşündüren ve küçülten bu zat-ı eşref ü ecellin leyle-i mübareke-i tevellüdleridir ki el’an yad ü i’ade olunuyor. Bu yevm-i tarihi alem-i vesi’-i İslamiyyetce en büyük bir bayram günü olsa layıkdır. Bu günde bütün müslümanlar arif-i hakıkat-i insaniyye olduklarını birbirlerine tebşir etmekle sevinseler sezadır. Çünkü en metin ve ebedi sözler ve en açık hakıkatler bugünün mevlud-i yekta-yı kemali olan o Peygamber-i zişandan sudur etmiş ve o vasıta Nur-ı nazar-ı im’an olan bu zat-ı me’ali-sıfatın evsaf-ı celile ve mezaya-yı seniyye-i hümayunlarından bahis güçdür. Bu hususda tarih-i İslam’ın medar-ı fahrı olan binlerce ulema binlerce eserler yazmışlardır. Her sözü bir hikmet-i baliğa her hareketi bir ulviyet-i gayr-i mesbuka olan Nebi-yi hakimimiz efendimizin doğdukları günü veya geceyi zevk-i vicdana a’id bir samimiyet-i ruhiyye ile hissetmek zannımca en güzel bir rasime-i hulus ve ihtiram en saf ve hakıkatperver bir nişane-i tekrimdir. Aleyhi efdalü’s-salat. Ey mezarlardan derin yüksek zemin-i inhitat Ey cezire ey mezar ey makber-i derya-muhat; Her yerin bir hufredir açmış dehan-ı kinini! Yutmak ister milletin ati-i nur-akinini! Giryelerden ahlardan mı edilmişsin bina? Pek karanlıksın –niçin?– matem denen şey sen misin? Suziş-i cismin nedir. Bir meş’al-i medfen misin! Na’ş-ı pa-berca mısın bir sernigun türbet misin? Nutka gelmiş bir hayalet tayf-ı pür-nekbet misin? Faci’at irad edersin nakil-i efsanesin.. Mevt-i ha’il makber-i muzlim misin anlat nesin! Bir güneşsin nurunun maziler olmuş mağribi; Kabre nazil mevte ma’ilsin karanlıklar gibi! Benzemişsin bir şehidin medfen-i dil-hununa; Kıymaz insan basmaya hak-i cesed-meşhununa. Asuman fevkınde guya türbet-i ulviyyedir; Pişgahında deniz bir bi-nihayet giryedir! Ah sen bir laşesin deryaya atmışlar seni Kelb tinet karga mahiyetli bin şahs-ı deni Sine-i fersudene konmuş didiklerler bütün; Sayebanın bir alay şehbal-ı safildir bugün. Her şükufen hun-i rengarenk mahiyyetlidir; Taşların bir nur-ı barid toprağın zulmetlidir. Yıldırımlardır bütün şeb-tab-ı leyl-i nekbetin Berk-ı hunin şekli almışdır solup benzin betin! Ah-ı zulmetdir fecayi’dir senin her bir yerin: Nursuz meş’allerin meş’al-cüda ma’bedlerin. Ah leylin benziyor bir serv-i matem-pervere Senin kabrin hüzme-i mehtabdır ey makbere! Yok ne bir makber ne bir meyyitsin ey zulmet-sera; Zi-hayat olmakda aynımsın benim sen adeta: Bak şu deryanın –sen ey zulm-i beşer baziçesi– Hadisat-ı dehri tasvir eyliyor her mevcesi. Sen onun emvacına ben de şu’un ummanına Zulmet-i müstakbelin pehna-yı bi-payanına Düşmüşüz; yokdur seninle beynimizde farkımız. Muzlim olmakda bugün birdir bizim afakımız. Bende var bir kalb-i viran sende var viraneler; Bende zulmetler nümayan sende muzlim sahneler. Tali’-i millet miyiz ki böyle zulmet-perveriz? Şeb miyiz mazi miyiz bilmem; o rütbe benzeriz! Çiçekler işte açılmış sema münir ü latif Güneş ufukları tezyin için tulu’ etmiş Eser nesim-i safa-bahş neş’edar ü hafif Denizde mevce-i sakin çemende bir lerziş Peri cemaline benzer cemali Nisan’ın Tezeyyün eylemede jaleler çiçeklerle Bu ayda devr-i esatiri vardır insanın Müfekkire mütehassis olur meleklerle Heman heva değişir bir gürültülü poyraz Eder çiçeklerin üstünde bir zaman pervaz Olursa şa’ir-i mahzun bu halete nazır Ne der? Evet! Şunu der: “Dürr-i katre-i baran –Ki dökmede yere feyz-i sehabe-i Nisan– On altı yaşına gelmiş gelinde göz yaşıdır. Mazi o güzel hatıra-i şevk ü şetaret Her an oluyor hafıza-pira-yı tehassür; Ati o karanlık gece pür-tayf-ı meraret Daim ediyor ruhumu lebriz-i te’essür. Her dem nazarım mazi-i pür-neşveye nazır Cuşiş veriyor gönlüme hala o menazır; Hala o menazır o ufuklar o semalar Ruhumda uyandırmada bin subh-i rebi’i; Vely eyleyerek birbirini leyl-i safalar Eyyam-ı elem aklıma gelmezdi tabi’i. Bir lahza düşünmek nedir anmazdım o demler Sarmakda bugün ruhumu suzişli elemler. Herşey bana handan görünürdü o zamanlar Okşardı küçük ruhumu hep taze çiçekler Perran idi bir yanda tarabza kelebekler Guya sevişirler öpüşürlerdi hep onlar. Gül-goncalar eylerdi seher vakti tebessüm Bülbüller ise hepsi yek-avaz-ı terennüm. Eflake bakarken beni meftun ediyordu Parlak güneşin manzara-i şa’şa’a-darı; Akşam duramaz garba misafir gidiyordu [ ] Şarkın o güzel bakire-i lem’a-nisarı. Lakin gece bir başka temaşa buluyordum Yıldızlara hayretle bakıp şad oluyordum. Yıldızlara hayretle bakar öyle sanırdım Hep taze gelinler gezinir ruy-ı semada. Bir heykel-i sevda gibi pür şu’le sanırdım Gördükce o mahzun kameri seyr ü safada; Her manzara binlerce letafet saçıyordu Guya ki bedayi’ bana aguş açıyordu. Efsus! O güzel günleri etdikce tahattur Coşmakda bütün duygularım böyle demadem; Şimdi beni mahvetmede alam-ı tehassür Her dem kara hülyalar olup kalbime mahrem Lerzan ediyor ruhumu bin türlü mezalim. Efsus ki mazi adem ati ise muzlim!... Mehib gözleri afaka daima mansub Civar-ı sahili tavhiş ederdi bir meczub. Zaman zaman uzanıp ufka dest-i tehdidi Kızar coşar bağırır kim bilir ne söylerdi. Vuhuşu korkutacak hamlelerle kükrerken Önünde mevcesi bahrin olurdu kahkaha-zen. Dizip çakıl taşı bazen çocuk gibi oynar Yapardı tali’e bunlarla sanki tılsımlar. Hayata rabıtası gölgeler kadar azdı. Takılsa rahına etfal-i belde bakmazdı. Çağırsanız para gösterseniz de sakitdi Mezarlar gibi nasuta karşı samitdi. Dedim ki kim bu adam: Mücrim-i siyasiymiş. Hayır nasılsa sürülmüş de burda mensiymiş. Emir hüküm yok imiş; vali kim bakıp soracak Deyip de kal’aya atmış; zavallının ancak Sekiz dokuz sene sonra okunmuş evrakı Yakın zamanda da lutfen verilmiş ıtlakı. Zalam-ı mahbese –ahz u i’tada aldanmış– Verip dimağını bir efser-i beyaz almış. Rodos’da görmüş idim böyle hayli menkubu Tahattur eyledi kalbim bugün o meczubu. Evet bugün o da meşmul-i inkılab; ancak O boş dimağ ile bilmem nasıl ne anlayacak? Arablar fünunu Yunanilerden aldılar; lakin bir asır geçmeden Arablaştırdılar. Yoksa Avrupalılar gibi tam on asır Aristo’nun yahud Eflatun’un yahud Öklides’in yahud Batlamyus’un şakirdi kalmaya razı olmadılar. Diyorlar ki: Eski mü’elliflerin asarındaki ara ve efkara tamamiyle ittiba’ ka’ide-i sakımesini bırakıp bunun yerine tecrübe ve müşahede usulünü fünun-ı hazıraya esas ittihaz eden elhasıl ulumu taklid denilen kayd-ı esaretden kurtaran en evvel Bacon olmuştur. Bu inkılab garbde büyük gürültülere meydan verdi. Halbuki Arablar daha kurun-ı sani-i hicretin evahirinde bu usulü kabul ederek ulum ve fünunu o esas üzerine kurmuşlardı. Zaten felasife-i Arab’ı milel-i sairede yetişen feylesoflardan ayıran en birinci hasisa Arabların tecrübe ile te’eyyüd etmeyen nazariyat-ı ulumu sırf akli birtakım mukaddimata istinaden kabul etmemeleri bünyanı fünunu müşahede ve tecrübe esasları üzerine kurmalarıdır. Hatta Gustav Le Bon felasife-i garbın birinden naklen diyor ki: Arabların kabul ettikleri düstur şudur: “Tecrübe et tedkık et gözünle gör işte o zaman anlamış olursun”. Halbuki onuncu asrın nihayetine kadar Avrupalılarca imtisal edilen ka’ide şu idi: “Kitablarda yazılan mebahisi mütala’a et meşahirin sözlerini tekrar tekrar oku işte o zaman alim olursun”. Artık Mısırlılarla beraber bütün şarklılar gözlerini açsınlar da iyice görsünler ki vaktiyle ne imişiz şimdi ne olmuşuz! De Lambre Tarih-i İlm-i Hey’eti’nde diyor ki: “Yunanlılar arasında iki nihayet üç rasıd sayabiliyorsanız buna mukabil Arablardan sayılamayacak kadar rasıd bulabilirsiniz”. Kimyaya gelince; Yunanilerde sahib-i tecrübe bir kimyager bile gösterilemezken Arablardan yüzlerce yetişmişdir. Bina’en-aleyh fenn-i kimya başkalarının değil ancak Arabların mahsul-i keşfidir. Bundan başka Arabların hendese ve sair fünun-ı riyaziyyeyi de mantıka aid ulum-ı aliyyeden addederek kazaya-yı nazariyyeye bunlarla istidlalatda bulunurlardı ki mechulata vüsul için bundan sağlam delil olamayacağı tabi’idir. Zamanın en mühim aksamını göstermek için gayet dakık sa’at isti’mal edenler bu maksadla zevali sa’ati en doğru bir suretde kullananlar yine Arablar idi. Bundan başka Arablar sulb mayi’ bütün ecsamın tabi’ olduğu siklet kavaninini keşfettiler. Bunun için de gayet dakık gayet doğru cedveller yaptılar. Tarassudat-ı felekiyye için de böyle mükemmel cedveller yapmışlardır ki pek ma’ruf olan bu cedveller Semerkand’da Bağdad’da Kurtuba’da erbab-ı fennin nazar-ı istifadesine açık idi. İşte bu kavanin sayesindedir ki cazibe kanunlarını keşfe yol açıldı. Bu makalemizde İslamların keşfiyatını ulum ve fünundaki tevsi’atını tamamiyle sayacak değiliz. Çünkü bunun Avrupa feylesoflarıyle müverrihlerinden sahib-i insaf olanları bu hususda imsak etmemişlerdir ki seleflerinin nasıl adam olduklarını nasıl meslek tuttuklarını bilmeleri için ebna-yı millet o eserlerin münderecatından vatandaşlarını haberdar etseler pek iyi bir şey olur. Ma’a-mafih ben burada hükema-yı garbdan birinin sözlerini ve tekamülde terakkı etmekde olduğu nazariyesini zamanımızda keşfolunmuş yeni bir şey zanneden bizler için bu nazariyeyi Arabların vaktiyle yazmış oldukları kitablarda görürsek dehşet içinde kalmamak mümkün müdür? Evet Arablar bunu mekteblerinde medreselerinde talebeye telkin ederler hatta bu fikri bizden daha ileri götürürlerdi; ka’inat-ı gayr-ı uzviyyeye me’adine kadar teşmil ederlerdi. Zaten kimyaya vaz’ ettikleri esas da me’adinin kendi eşkali dahilinde terakkıye tabi’ olması idi. Hazini diyor ki: “Fenne vukufu olmayan bir adam “Altın altın oluncaya kadar bir eşkal-i muhtelife geçirmiştir” sözünü işidince zanneder ki birçok me’adine duçar-ı istihale olmuş mesela evvela kurşun sonra kalay sonra bakır sonra gümüş olmuş da nihayet altın haline gelmişdir. Bilmez ki erbab-ı fennin bu sözden maksadı ayniyle insan hal-i hazır-ı tekemmüle bir tarik-i tedric bir tarik-i terakkı ta’kib ederek gelmişdir tarzındaki suretiyle mesela öküzden eşeğe eşekden beygire beygirden maymuna tahavvül ederek en sonra insan haline geldiğini murad etmezler”. Gustav Le Bon diyor ki: “Hürriyet-i fikir ile selamet-i dinin nasıl kabil-i te’lif olabileceğini birinci defa olarak bütün dünyaya gösteren Arablardır”. Bazı felasife-i garb “İbnü’r-Rüşd hürriyet-i fikirde esas-ı dini nakzedecek kadar ileri gitti cesedin zevalinden sonra ruh için de beka yokdur beka-pezir olan enva’dır dedi” diyorlar. Halbuki bu isnad İbnü’r-Rüşd’ün eşhasın bakı olmayarak enva’in beka-pezir olduğu tarzındaki sözünü yanlış anlamaktan ileri gelmişdir. Bina’en-aleyh bir hata-yı azimdir. Yoksa İbnü’r-Rüşd de Aristo’nun ve daha başkalarının dediği gibi eşhas vücud bulur fena-pezir olur; lakin enva’a gelince o bakıdir zeval bulmaz demişdi. Bu ise bambaşka bir mes’eledir ki İbnü’r-Rüşd’ün ibaresinden çıkardıkları ma’naya külliyen mugayirdir. Nitekim İbnü’r-Rüşd’ün diğer bir sözünü de böyle su-i tefsire uğratmışlardı. İbnü’r-Rüşd müslümandı. Müslümanlığın hiçbir zaman ilme muhalefetde bulunmayacağını ancak ya ictihad-ı ilmide hata yahud hayale mı kabul etmeyeceğini pekala bilirdi. Zaten İbnü’r-Rüşd’ün kitapları elimizdedir. Tedkık edersek kendisine öyle bir isnadın ca’iz olamayacağını anlarız. Lakin bu söz İbnü’r-Rüşd’ün şakirdlerinden okumuş olan İbn Seb’in’e nisbet olunursa o zaman bir şey diyemem çünkü eserlerinde buna delalet eden ibareler var. Diğer bir feylesof diyor ki “Arabların gerek Yunanilerden gerek akvam-ı sa’ireden telakkı ettikleri ulum ve fünun evvelce kütübhane duvarları arasında kitabların içinde medfun iken yahud hazinelerde kapanıp kalmış kıymetdar taşlar gibi birtakım dimağlarda mahbus durarak insaniyetin hiçbir ihtiyacını te’min edemezken Arabların eline geçer geçmez medar-ı hayat oldu; gıda-yı ruh kesildi; ruh-ı servet medar-ı san’at bilindi. Beşeriyeti piş-gah-ı kudumünde amade duran gaye-i kemale sevk için en birinci sa’ik yerine geçti. Avrupalılar içinde tarihi tetebbu’ ederek sonra aklın vicdanın hükmüne müraca’atda bulunan fert yokdur ki garbı leyl-i cehaletden sabah-ı ziyadar-ı ma’rifete çıkarmak onlara tarz-ı tefekkürü tarz-ı nazarı öğretmek velhasıl tecrübe ve müşahedenin ilim için en metin iki esas olduğunu göstermek hususundaki fazlın tamamiyle müslümanlara müslümanların beraber getirdikleri ulum ve fünuna ait bulunduğunu “Ulum-ı Arabiyye ve adab-ı Muhammediyye İtalya’ya geldiği zaman tali’ine papa orada yoktu. Kürsi-i hükumeti Fransa’nın Avinyon şehrine nakletmişti. Bu sayede ilim orada karar buldu. Paris’in caddeleri ancak onikinci asırda Diğer bir feylesof da diyor ki: “Müslümanlık iki asır zarfında bize sayılamayacak kadar hey’et-şinas vermişken kilise alem-i Nasraniyet’e oniki asır hakim olduğu halde bize bir hey’et-şinas çıkaramadı. Bilmem neden?” Müslümanlar arasında ilmin bu feyzi bu şa’şa’ası yalnız bir fırkaya has değildi. Bütün halk ilme rağbet hususunda müsavi idi. Arada rüchan tefavüt-i sa’y ü cehdden ileri geliyor idi. Şüphe yokdur ki bu hal halifelerin ümeranın me’murinin ilme karşı olan hilmiyle dinin gerek müslümanlar gerek zimmiler hakkındaki rıfk ve semahati sayesinde hasıl olmuş idi. Onun için fazileti başka taraflarda aramamalıdır. Felasife-i garbdan biri de diyor ki: “Bütün akdar-ı alem ne hilmin bu derecesine varmış bir fatih müslüman fatihlerini murad ediyor ne de rıfk ve mülayemetin bu mertebesini bulmuş bir din görmemişdir.” Ezmine-i mütevassıtadan on onbeş asır mukaddeminden başlayıp el-yevm ma’arifin layıkıyla terakkı edemediği mahallerde hüküm-ferma olduğu üzere fevka’t-tabi’a tahayyül edilen eşhas-ı mevhumenin te’sirat-ı vehmiyyesi insanları bir takım i’tikadat-ı batıla ve garibeye esir eyleyerek şahid-i hakıkati rü’yete perdekeş-i haylulet olmuşdur. A’sar-ı mezkurede ebna-yı beşerin cehl ü gaflet eseri olarak kahin müneccim namıyla mevcudat-ı hayaliyyeden dem vuran eşhasa i’timadları sebebiyle kesb-i imtiyaz eden bu kabil yadigarlar tahakkümlerini tezyid istifadelerini te’min babını müddet-i hayatını zaman ve suret-i vefatını ve ahval-i sa’ireyi ta’yin etmek misillü keşf-i istikbal ga’ibden ebleh-firibane mev’iza-han olmaları i’tikadat-ı batılaya mebde’ olmuşdur. hatta zimamdaran-ı halka dahi sirayet etmiş münasebat-ı nasdan umur-ı hükumata siyasiyata kadar icra-yı te’sir eylemişdir. Mesela bir şahıs keşf-i istikbali için kahin ve müneccime müraca’at ederse bir kabile reisi bir hükümdar harb ve sulh tercihinde kezalik bu vasıta ile keşf-i avakıba şitab eylerdi... Bir zaman geldi ki insanlar küre-i arzın şeyatin ve perilerden cinlerden hali bir hatvesi olmadığına her yerde her anda bu eşhas-ı mütehayyilenin taht-ı nüfuzunda bulunduğuna fakr felaket hep onların te’sirine haml olunurdu. El-hasıl ebna-yı beşer kendi evhamından mütehassıl mevcudat-ı mevhumenin bar-ı giran-te’siri altında inliyordu. Vakta ki neyyir-i İslamiyyet şa’şa’a-nisar-ı hidayet oldu; sair bir takım ebatil gibi i’tikadat-ı batıla dahi bir tezelzül-i azime uğradı şeyatin ile mükaleme kahinler vesatatıyla cinlerden perilerden istimdad kevakib ve nücumdan istihrac-ı ahkam misillü efsanelerin butlanı neşr ü ta’mim-i ayet-i furkanisiyle şahid-i cemal-i hakıkat perde-i vehm ü hayalatdan tecrid kılındı. Asırlarca icra-yı ahkam eden o i’tikad-ı garib bu suretle bir sekte-i medide uğramış ise de ihtilat-ı akvam u milel ile az çok yine icra-yı te’sirden hali kalmamış ve ila yevmina haza ezhan-ı avam-ı nasda bir mevki’ işgal edegelmişdir ki şuhur u eyyama meş’umiyet isnadıyla mesela: Salı ve Çarşamba günleri işe başlamamak yolculuk etmemek yeni elbise giymemek gibi ve buna mümasil en ziyade kadınlarda te’sirat-ı seyyi’esi meşhud olan ahval ile devler periler hikayeleri bu kabildendir. Hatta ferman-ı sübhanisinden bi-haber olan ümeradan vülatdan bir zatın düşmanla akd eylediği sulh ve mütareke mu’ahedenamesinin yevm-i imza ve te’atisi mücerred Çarşamba gününe tesadüf eylemiş olmasından dolayı sa’ika-i cehl ile ferdaya ta’lik-i keyfiyyet eylemesi bi’l-ahare düşmanın mu’ahededen nükulüne ve bina’en-aleyh tecdid-i muhasamat ile bir hayli nüfus-ı beşeriyyenin mahvına sebebiyet vermiş olduğu tarihle müsbet gara’ib-i mü’essifedendir . gelinceye kadar garbda dahi fevka’l-ade icra-yı te’sir ederek rehabinin de yardımıyla nice vekayi’-i acibe ve müdhişeye cilvegah olmuş ve hatta bir aralık alemin zaman ve vakt-i başdan başa bir telaş-ı azime vaveyla-yı umumiye uğratmışdı. Zaman-ı sabavet hatıratından yaddarım olan bir hadiseyi arz edeyim: kasabasında küçük büyük umum bir hadiseden bir halet-i garibeden bahsediyor guya geceleri hayalat görülüyor şeytan bir meyyitin cesedine girip evlere gidiyor halkı ta’zib eyliyor bilmem daha neler oluyor rahat yok herkesde azim bir haşyet!... ...nin biri kitaba bakmış bu hadiseye bir derece inanılmak lazım gelirmiş! o halde ne yapmalı? Ashab-ı havassa müraca’atla cadıyı mezarından çıkamayacak bir hale getirmeli! Peka’la. Fakat parasız iş olur mu? İşte havascıya bir vesile-i cer ve intifa’ işte şu vehim hastalığının diğer bir masdar ve makrubu. de kadınlarımızın çocukları yaramazlıkdan men’ için “Gulyabani Çarşamba karısı” daha bilmem ne namlar ile kendilerini tahzir ve ihafe etmeleridir ki bu hal hem etfalin cesaret ve şeca’at-i fıtriyyelerini kesr eder ve hem de i’tikadat-ı batılaya esir eyler. Bu yolda bir fikr-i ibtida’i alan çocuk eğer kema yelik tahsil-i ilim ü fen ile tashih-i fikir edemezse hal-i tufuliyyetdeki ma’lumat ve intiba’at –bir edib-i mağfurun dediği vechile ke’n-nakşi fi’l-hacer– zihninde yer tutacağından evladı dahi bundan hissemend ve müte’essir olur. Ma’a-mafih envar-ı ma’arifin füyuzat-ı muşa’şa’a-i münteşiresine karşı zaman-ı cehalet eseri olan bu kabil i’tikadat-ı sahife gitdikce zevi’l-pezir olmakda ve hüddamcı cinci namlarıyla üfürücülükle halkı dolandırmaya yeltenen gara’ib-füruşan bazı sade-dilanı aldatsalar bile pek çok kere pençe-i mücazatdan tahlis-i giriban edememekde olduklarından yer tutamayarak esatire karışacağı bi-irtiyabdır. Geçen makalemde şeri’at-i İslamiyye’nin ictima’iyyat ile olan münasebetini bir nazar-ı umumi ile tedkık ve mütala’a etmişdik. Şimdi de makale-i mezkurenin zeyli olmak üzere şeri’at-ı garramızın tatbikinden husule gelecek muhassenat ve mehaziri mümkün mertebe hakıkı bir suretde yekdiğeriyle mukayese ederek cihet-i galibenin hangisi olacağını anlayalım: Psikolojinin taht-ı tasdikindedir ki beşeriyet –aksa-yı tekemmüle vasıl olarak henüz tamami-i insaniyyet te’essüs etmediği cihetle– fazilet hubb-ı mehasin ve me’ali şefkat ve muhabbet hiss-i mu’avenet ve fedakari gibi hasa’il-i ulviyye-i peresti hiddet ve şehvet gibi hasa’is-i sefile-i hayvaniyyenin mahkum ve zebunudur.. Bu esas kabul edildikden sonra hayvaniyet hüküm-fermadır.. Amal ve efkarı bir dereceye kadar müttehid menfa’atleri ve arzuları mümkün mertebe müşterek olan eşhas ve efradın bu ittihad-ı ma’nevilerinin netice-i tabi’iyyesi olmak üzere ittihad-ı maddileri de husul bularak milletler teşekkül etmiş ve bu suretle hükumetler vücuda gelmişdir... Esas i’tibariyle amal ve menafi’i efkar ve mülahazatı yekdiğerine mütebayin olan adamların teşkil edecekleri cem’iyyat ve milel de bi’t-tab’ biri birine mütehalifdir.. Bunun içindir ki emelleri menfa’atleri kısmen olsun yekdiğerine benzemeyen milletler hükumetler hiçbir zaman ittihad ve ittifak edemezler.. Hatta aynı milletin efradı olup amal ve efkarı esas i’tibarıyle birbirinin aynı olarak teferru’atca yekdiğerinden ayrılan eşhas birleşemeyerek hususi fırkalar cem’iyetler teşkiline mecbur kalmışlardır.. Bina’enaleyh şübhe yokdur ki cem’iyet-i beşeriyye içinde bir milletin efradı arasında husule gelen cinayetlerin ta’arruzların katillerin asıl sebebi iştirak-i emel ve menfa’atin adem-i mevcudiyyetidir. Bir cem’iyetde bu sebeb-i metin ve tabi’inin hasıl edeceği ahval-i mü’essifenin önünü alabilecek ve felsefe-i ictima’iyyatı bütün dekayıkıyla ihtiva edecek bir kanunun mefkudiyeti o cem’iyeti bir hal-i herc ü mercide bulunduracağı aşikardır.. Buna cem’iyetin bu esas sa’adetini teşkil edemeyen kanunsuzlukdan mütevellid halat-ı feci’aya yine aynı esbabdan inbi’as eden fuhş ta’arruzat-ı şeni’a işret vesa’ir calib-i te’essüf mülevvesat-ı hayatı da ma’iye ile tevafuk edemeyen seyyi’atı anlaşıldığı halde tatbik ve mer’iyyetinde musırrane ve mu’annidane sebat edilen bir kanunun hayat-ı akvamda nasıl bir mahi-i mevcudiyyet olduğu inkıraz-ı ahlakı-i milel ve dolayısıyla inhitat-ı maddi için de nasıl bir sa’ik-i müdhiş bulunduğu bütün vuzuhuyla bedahetiyle meydana çıkar... Bugün Avrupa hukeması i’tiraf ediyorlar ki hükumat-ı garbiyyenin kavanin-i medeniyyesi milletlerin inkıraz-ı ahlakılerine mani’ olamadığı cihetle atiyen bir sukut-ı feci’-i mevcudiyyetin vuku’u muhakkakdır.. Avrupalılar ahkam-ı tabi’atın hilafında hareket etmekde hala inad ve ısrar ediyorlar; kadınlar ve erkekler kendi veza’if-i ictima’iyye ve insaniyyesini unutarak yekdiğerine karışdırarak ifa eyliyorlar; ve bu suretle bir hareket-i hata-aludun pek tabi’i bir neticesi olarak cem’iyetde su’-i ahlak te’sirat-ı hüzn-aludunu icra ediyor; ve bunun önünü almak bir türlü kabil olamıyor. Çünkü: Tabi’ata mukavemet ancak kendi ahkam-ı kat’iyyesini bi-hakkın icra etmekle mümkün olur. Muhalif-i tabi’at veza’ifle iştigal en ziyade kadınlarda görülüyor; bunlar kendi veza’if-i esasiyye olan zevcelik validelik daha doğrusu kadınlık umur ve iştigalatından uzaklaşarak a’mal-i hariciyye a’mal-i rical ile uğraşıyorlar ve bu sebeble intizam-ı cem’iyyet muhtel oluyor.. Görülüyor ki Avrupalıların bu hareketi esas-ı ictima’iyyata külliyen muhalifdir. Bu tehalüf teferru’atda ise esasdan daha ziyade daha kat’idir. Bina’en-aleyh hata-yı mahz olan bu hareketin intac edeceği mesavi-i ahlakıyyeye başka hiçbir sebeb göstermek kabil olamaz.. Kadınlar; kendiliklerinden benliklerinden mevcudiyet-i zatiyye ve şahsiyyelerinden haric iştigalat ve veza’ifle uğraşırlarsa elbette vücuda gelecek ahval ve hadisat hasenatdan ziyade seyyi’at ve mülevvesatdır.. Vakı’a kadınların te’allüm ve tederrüse ihtiyacları hem de eşedd-i ihtiyacları vardır onlar her ilmi her fenni okumalı tahsil etmelidirler; lakin kendi veza’if-i mevcudiyetlerine lazım olan ulum ve fünunla iştigal etmeleri icab eylediği gibi aynı zamanda bu ulum ve fünunu mahallinde ve kendi vazifeleri dahilinde tatbik ve isti’mal etmeyi de öğrenmeleri tisab edilen ma’lumatdan fa’ide yerine mazarrat hasıl olur; çünkü ilimden evvel hüsn-i terbiye ve ahlak lazımdır.. Bu olmazsa sa’adet-i hayat gayr-i kabildir. İşte Fransa!... Ulum ve fünun terakkı ve te’ali etdikce su-i ahlak fuhuş da o derece mesa’i-i ilm-i ictima’ın hilafındadır. Mesela: Bir kadın avukat oluyor doktor oluyor bankalarda ticaret-hanelerde istihdam ediliyor hükumet me’murluğunda bulunuyor erkeklerin oluyor amelelik ediyor ve bazı yerlere münhasır ve mahsus olmak üzere hakk-ı intihaba vesa’ir hukuk-ı siyasiyyeye malik bulunuyor.. Şimdi düşünelim: Tenasül gibi insaniyet ve beşeriyetin en büyük en mühim en müşevveş en vasi’ bir vazifesinde en ziyade alakadar kadın oldukdan sonra bu vazifeyi terk ile başka şeylerle iştigal etmek onu tamamıyle teferru’atıyle Terbiye-i etfal gibi ehem bir meşguliyet ve mükellefiyet diğer şeylerle uğraşılırsa layıkıyla ve icab edeceği derece-i mükemmelede [ ] Sonra kadınlar erkeklerle ale’l-ıtlak her yerde bulunabiliyorlar. Bu nasıl kabul edilebilir?.. Vakı’a kadınların mecalis-i ilmiyyede konferanslarda erkeklerle bulunmaları pek fa’idelidir. Lakin tesettüre ri’ayet ederek ve her hal ü hareketiyle her tavır ve sıfatıyla bütün mevcudiyetinde mukaddes ve mu’alla niseviyetin vekar ve gurur-ı hakıkısi bulunduğu anlaşıldığı huzzarı kendisine mecbur-ı ihtiram ve ta’zim edeceğinden emin olduğu insaniyetden ve hakıkatden külliyen mütecerrid ve dur olan tezyinatdan azade bulunduğu halde o gibi mevakı’a girebilir. Fakat hiçbir zaman balolarda kafe konserlerde tiyatrolarda erkeklerle beraber bulunmalarına müsa’ade edilemez rıza gösterilemez. Hakku’l-insaf tefekkür edelim: Hayat-ı şebabetin bütün vücudun yekdiğerine şuh ve arzukeş temas eyleyerek raks eylemelerini hangi kavanin-i medeniyye ve ictima’iyye hangi ahlak-ı insaniyye hangi ahkam-ı vicdaniyye kabul edebilir? Bunlar melek midirler?.. Yahud hayvaniyetden tecerrüd mü etmişler?... Kafe konserlerde buhar-ı sekr ile meşhun ve müşevveş dimağların enzar-ı hırs-akin levsiyyatı insanlığın bütün meziyyat-ı ulviyyesini unutarak hayvaniyetin en derin tabakat-ı süfliyyesinde yuvarlanan çirk-alud vücudların hevesat-ı müstekrehe-i akuranesi karşısında nim-üryan bir halde dönerek sıçrayarak kıvrılarak bükülerek oynayan el-hasıl umman-ı şehvetin en yüksek emvac-ı menfure-i behimiyyesinin umk-ı mülevvesatı içinde sun’i ve pejmurde cilvelerle uğraşan kadınların bu kurban-ı gadr ü hıyanet olan zavallı sefilelerin hali mevki’i hangi kava’id-i ictima’iyye ve Sefil beşeriyetin su-i ahlakdan mütevellid olan şimdiki dereke-i hakıre-i hüzn-aluduna pek derin elemlerle hislerle ağlayan insaniyetkarları vicdan sahiblerini büsbütün bizar ve muztarib etmemek için hayatın bu çamurlu iğrenç safahat-ı feci’asının daha derin ve hunin yapraklarını karışdırmamağı ve bunların bütün levsiyat ve seyyi’atını bir unf ü hakıkatle teşrih etmemeyi tercih ve ihtiyar ediyorum... Şimdi bu mü’essesat-ı mülevvesenin hayat-ı ictima’iyyeye ne kadar büyük rahneler ve cerihalar açdığı bir milletin felaket ve idbarına nasıl müdhiş bir sebeb olduğu bütün üryani-i hakıkat ve kat’iyyetiyle meydan-ı sübuta çıkmıyor mu?.. Ümmü’l-haba’is ünvanına bi-hakkın kesb-i liyakat ve ehliyet! etmiş olan müskiratın adem-i memnu’iyyeti milletin afak-ı hayatında zuhura gelen bütün felakatın bütün cinayatın bütün seyyi’atın menba’-ı mülevvesi menşe’-i çirkab-aludu olarak beşeriyeti su-i ahlakın en derin tabakalarında girdablarında yuvarlanmaya sevk ediyor.. Avrupalılar müstekreheyi hususi ve şahsi addederek kanunen men’leri hürriyet-i vicdaniyyenin tahdidini mucib olur fikr-i sakımiyle herkesin salahatdar olduğu “aharın hukukuna ta’arruz etmeyerek serbesti-i harekat” esasını su-i isti’mal ile hayat-ı zelzül ve sukuta mahkum ediyorlar.. Acaba bunlar ahval-i hususiyyeden olarak kimseyi mutazarrır etmeden serbesti-i ef’ali te’min eyleyen hürriyet-i vicdaniyyenin ahkamından mıdır?... Zahiren bu gibi şeyler şahsi ve hususi addedilebilir lakin hakıkatde hal ber-akisdir: Bugün ilm-i ahval-i ruh kabul etmişdir ki beşeriyet muhakemat-ı akliyye ve irşadat-ı vicdaniyyeden ziyade ihtiraslar ihtiyaclar arzular hevesler te’sirat-ı muhitiyye sevk-i tabi’i taklid-i harekat ü ef’al denilen ve umumi olarak hissiyat namı altında zikr edilen şeylerin taht-ı hükmünde yaşıyor.. Bu ahval-i ruhiyyenin en kuvvetli en esaslı en vasi’ olanı taklid-i harekat veyahud görenekdir. Bu kuvvete bu ihtiyaca karşı hiç kimse velev ki dahi olsun tab-aver-i mukavemet olamamış ve olamayacakdır.. Cüz’i bir muhakeme neticesinde hepimizin harekat ve ef’alinde az çok bir taklid ve tebe’iyet mevcud olduğu meydana çıkar. Zaten herkes kendisini ihtiyacat ve icabat-ı umumiyyeye tabi’ tutmaya mecbur değil midir? Bu öyle bir nehirdir ki hayat-ı umumiyye ve ictima’iyye-i beşer onun mecra-yı ahkam ve kuvasında mahkum ve hakır pür acz ve mağlub sürüklenir... Hem bu his bu kuvvet diğerlerinin hemen hemen valididir.. Onlar ekseriyet i’tibariyle bundan doğmuş bundan teşa’ub etmişdir.. O halde hürriyet-i vicdaniyyenin yukarıdaki söylediğim o kısmını nasıl ahval-i hususiyyeden addedebiliriz? Mazarrat her zaman maddi olmaz. Bazen de ma’nevi olur. Kanun-i tekamül mucebince Cem’iyet arasından bir şahsın icra-yı fuhuşda bulunması – eğer bunun önü alınmazsa– atiyen koca bir milletin su-i ahlakını intac eder. Birisi işret ederse efrad-ı milleti de öyle sevk eyler... Ve böylece bu haller kesb-i umumiyet eder. Kafe konserler balolar da bunun gibidir. Velhasıl insanlar hiss-i taklidin taht-ı te’sirinde bulunduklarından bir şahsın ahval ve harekat-ı seyyi’esinden mütevellid zarar yalnız ona münhasır olmaz bütün milleti havza-i şümul ve ihtivasına alır yani birisi işretde fuhuşda vesa’ir su-i ahlakı müntec bir hareketde bulunursa bundan bütün cem’iyet mutazarrır ve hüsran-dide olur.. Demek ki hürriyet-i vicdaniyyenin bu cihetleri zarar-ı amma sebebiyet verdiği için hukuk-ı hürriyetden ma’dud olamaz.. Zaten esasını düşünürsek bunlara hürriyyet-i vicdaniyye ta’biri yanlışdır. Çünkü: Vicdan hiçbir zaman hareket-i seyyi’e icrasına müsa’ade etmez. İnsaniyete muhalif ef’alde bulunanların bazılarının azab-ı vicdaniyi hissetmemeleri fenalıklarının kesreti artık iyiliği düşündürmeyecek derecede olmasından mütevelliddir. Yoksa ona telkın-i feza’il edilmeye başlanınca yavaş yavaş irşadat-ı vicdaniyyesini duymaya mecbur olur.. Öyle ise buna hürriyet-i nefsaniyye denilmesi daha doğrudur.. Hürriyet-i vicdaniyye hürriyet-i şahsiyyenin sırf cihet-i muhassenatını teşkil eder. Onun cihet-i seyyi’atına hürriyet-i vicdaniyye ta’biri bu mukaddes kelimeye bir hürmetsizlik bir iftira olur.. Hürriyet-i nefsaniyyenin de esası düşünülürse buna en doğru en münasib bir ta’bir olarak “esaret-i hayvaniyye” denilmelidir.. Çünkü: fuhuş işret gibi harekat ve ef’al-i menhusenin icrasında beşeriyet hür olmakdan ziyade hayvaniyetin esiridir... niyyeden addedilerek kafe konserler balolar vesa’ir neticede fuhşa müncer olmayı teshil eden mevakı’-ı meş’ume efrada küşade bulunuyor ve bu sebeble millet insaniyetini unutarak hayvaniyete tabi’ oluyor inkıraz-ı ahlaki müdhiş bir sür’atle ilerliyor zavallı beşeriyet hergün başka başka elvah-ı feci’a karşısında inliyor sa’adet-i hakıkiyye-i hayat mahv ü heba oluyor ve ati-i hayat-ı millet kesif ve pür zulam seha’ib-i mübhemenin ağuş-i helecan-aver iktirabında ne olacağı bilinemiyor bütün efrad öldürücü boğucu ibhamlar siyahlıklar arasında hayatlarının mes’udiyet-i hakıkiyyesini gayb ediyor ve bu suretle millet mahuf ve haşyetengiz bir vadi-i inkıraz ve inhitatın mezhere-i felakatına doğru sürükleniyor sürükleniyor... Bina’en-aleyh Avrupa kavanin-i medeniyyesinin hayat-ı ta-i nazarından ne elim cerihalar ne feci’ idbarlar tevlid eylediği artık kat’iyyen mertebe-i sübuta varıyor ki bu hakıkati dehhaşenin karşısında az çok mütenebbih olmamak bunu görüp kavanin-i beşeriyyetin sa’adet ve refahını mucib olacak bir suretde ta’dil ve ıslah eyleyerek tatbikine çalışmamak lan bahs etdiğim mevakı’-ı mülevvesenin mevcudiyeti işretin umumiyet-i isti’mali fuhşiyatın kesret-i vuku’u vesa’ir su-i ahlakı mucib harekatın icrası cem’iyeti ne hale getirdiği ati-i hayatı nasıl muzlim ve mübhem bir vadi-i inkıraza doğru yuvarladığı gayr-i kabil-i inkar iken ve buna kanunsuzlukdan veya kanunların noksaniyet ve hati’atından başka hiçbir sebeb gösterilemeyeceği bir kat’iyet-i mantıkıyye ve riyaziyye üryanlığıyle meydanda iken onları her hususda taklid ederek rehber ittihaz etmek başka bir ta’birle ta’rif ve tavsif edilemez.. Vakı’a biz Avrupalıların medeniyetinden sanayi’inden ma’arifinden istifaza eylemeye hem şiddetle lerini ahlaklarını harekatlarını da kat’iyyen memalikimize vatanımıza sokmamak zaruret ve ihtiyacındayız... Fakat şeri’atimiz tatbik edilmeden onun ahkam-ı ulviyye ve metinesine tevfik-i harekat etmeden Avrupalıların kemalatını tetebbu’ ve mutala’a edersek bu fikr-i ali ve müstahsenemizin husulü için çalışırken onların o meş’um adetleriyle ahlaklarıyle de alude olacağımız muhakkakdır. Buna şimdiki halimiz bir bürhan-ı celidir.. Bu hasm-ı bi-eman-ı ahlaka karşı koyacağımız yegane bir kuvvet varsa o da şeri’atdir.. Başka hiç hiçbir şeyle muvaffak olamayız. Bunun için şeri’atimizi tatbik etmekle beraber Avrupa’yı anlamaya çalışırsak pek az zaman içinde nuhbe-i amalimize na’il oluruz.. Çünkü: Şeri’atimiz aynı zamanda bizim için ciddi ve hakıkı şefik ve himayetkar bir müşevvik-i samimi ve pür ma’aliyat ve Cenab-ı Hallak-ı A’zamın evamir ve irşadatıyla mücehhez ve müzeyyen bir sa’ik-i metin-i dindir... Bugün Avrupa hükeması bile garbın inkıraz-ı mü’ellim-i ahlakısi karşısında inleyerek ıslahına gayret ederlerken bizim elimizde kaffe-i ihtiyacat-ı beşeriyyeti muhtevi bir kanun-ı ekmel-i ilahi bulunduğu halde bütün ahkamıyla tatbikında müstağrak-ı tereddüd düşünüyoruz.. beşeriyetin sa’adet ve terakkısini intac edecek bi’l-cümle vesa’it ve esbab ile çalışmayı asla men’ etmez. Onun nehy eylediği ca’iz görmediği cihetler sırf levsiyyat içinde çalışmak hil ve perişan edecek vesa’ite müraca’at eylemek inkıraz-ı ahlakıyi mucib olacak ahval ve harekatda bulunmakdır. Öyle ise bila havf ü perva diyebilirim ki şeri’at-ı mutahharamız bizim hiçbir zaman felaketimize sebeb olmayacak bil’akis her vakit sa’adet ve te’alimizin terakkı ve tekamülümüzün tulu’-ı muşa’şa’ ve mukaddesini hazırlayacak şahika-i mu’azzez-i mevcudiyyete isal ve is’ad edecekdir... Ben henüz mesa’il-i felsefiyyeye dalmayarak bunun için ederdim. Zira düşündükçe; mülhidin için böyle bir bühtan-ı şeyn-averi böyle bir hezeyan-ı batılı tefevvühe nasıl mesağ olabileceğini araştırdıkça ye’s ü hayret içinde kalır ve böyle aklın hiç bir suretle kabul edemeyeceği bir iddi’ayı hakıkat olmak üzere ileri sürenlere karşı gayz u gazabımdan ateş püskürmek derecelerine gelirdim. Ba-husus bu sözü ulum-ı aliyye ve melekat-ı rasiha erbabından işittikçe meydanda hayyir olurdum. İşte o zaman bu adamların berahinine dela’iline muttali’ olmak isterdim. Ma’a-mafih benim bu arzum i’tikadımda şüphem olduğundan değil ancak bu gibi efkar-ı acibenin mahiyetini neden ileri geldiğini anlamakdan neş’et ediyordu. Vakta ki avn-i Hak’la asr-ı hazır felsefesinin deka’ikına bu ilhadi mebahisin hakıkatine benim için ıttıla’ müyesser oldu; gördüm ki dinsizlerin istişkalatı dela’ili Bilmem onların bu yoldaki sözlerine delil ıtlakı ca’iz midir! bir cünun-ı Evet insan işe biraz vukuf hasıl edince bir taraftan hande-i ezzi etmekden geri durmayan o gibi evhamdan kendisini muhafaza etmesi için huzur-ı kudretde ser-be-zemin-i sücud olmaktan men’-i nefs edemez. Ba-husus şarklılardan bir çoğunun da bu gibi mülhidlerin reddi mümkün olamayacak derecede kuvvetli berahin-i rini görünce aceleten karaladığım mugalatalarını serdetmeye mecburiyet gördüm. Ta ki evvela berahin-i ilmiyye diye ileri sürülen sözlerin aklın kat’iyen kabul etmeyeceği kım safsatalardan ibaret olduğu; saniyen bu adamların cevher-i beşeriyye dairesinden haric bir mevki’de kaldıkları yoksa başka bir şey olmadığı nazarlarında tahakkuk etsin. Hele şu son söz mülhidlerin hadıyd-i ilhada düşmeleri hakkında bulabileceğim esbabın en ma’kulüdür ki kari’in-i kiram onların gaye-i mebahisine ıttıla’ peyda edince şüphesiz bu ta’lil ve tevcihimden dolayı beni ma’zur göreceklerdir. Dinsizler öyle zannediyorlar ki erbab-ı iman nazarında Halık dünyadaki padişahların aynıdır. Yalnız taht-gah-ı saltanatı zemine bedel asumana kurulmuş erike-i celal ü azametinden la-yenkati’ fermanlar ısdar ediyor. Dün infazını yahud bir tavassutkarın niyaz u dehaletiyle geri alıyor! Hatta bu zehabın umumi bir i’tikad olduğu zihinlerinde ukalayı tenzih lazımdır. İşte size bir misal: Allame-i şehir Ostid’in “Ka’inat bir hikmet-i ezeliyyenin mahkum-ı ferman-beridir. O hikmetin asarı bize tabi’atde sabit olan bir takım kavanin vasıtasiyle tecelli eder.” tarzındaki sözü dinsizlerin hoşuna gitmedi. Ezcümle Buhnar mu’tekidlere azvolunan o töhmet-i batılın sevkıyle dedi ki: “Hikmet-i ezeliyyenin kavanin-i sabite-i tabi’at ile ittihadı kimse tarafından tasavvur edilemez. Hakim olan ya o kavanin-i tabi’iyyedir yahud hikmet-i ezeliyyedir. Eğer hakim hikmeti ezeliyye ise o halde kavanin-i tabi’iyyeye lüzum yokdur. Eğer emr ber-aks ise o zaman kavanin-i tabi’iyye hakim olmak lazım gelir ki bu da her nevi’ müdahale-i semaviyyenin vücudunu nefy eder.” azıcık nasibi olan bir akıldan suduru gayet garibdir. Hiç Buhnar gibi bir adam için kabil midir ki bu kavanin-i tabi’iyyenin bütün ecza-yı ka’inatda icra-yı fi’l eden hikmet-i ezeliyye-i ilahiyyenin asarından başka bir şey olmadığını ve o kavaninin haddizatında kat’iyen müstakil bulunmadığını düşünemesin? Lakin aman ya Rabbi kudretin ne büyükdür! Bakınız riyor: yatı mahveylediği bir zamanda Okleyros cemiyeti başvekil Lord Palmerston’a müraca’atla ahaliye bir gün oruç tutmaları ve bu musibetin def’ini Cenab-ı Hakk’dan niyaz etmeleri Lord bu gibi hadisatda ibadetin du’anın te’siri olmayacağını afetin ancak vesa’it-i sıhhiyyeye tevessül sayesinde şuna da gitmiş de Lord’u bir makalesinde sena etmiş. İşte şu cümle o makaledendir: “Nasıl tasavvur olunur ki Şari’-i Akdes kendisine yalvaranların du’asıyle bükasıyle ezelde vaz’ etmiş olduğu kavanin-i sabiteyi nakzetsin?” Bakınız kendi sözünü nasıl nakzediyor. Çünkü üstad Ostid’i red için söylediği sözlerde hikmet-i ezeliyye ile müttehid kavanin-i sabitenin vücudunu tasavvura imkan yokdur diyordu; burada ise Halik-i Akdes’in bizzat vazı’ı ve mahlukatı üzerinde onun ahkamıyle hakim olduğu kavaninin seyrine mu’arız olacağını istib’ad ediyor. Evet şimdi kari’in diyebilir ki bu söz nefy-i Halık için bir delil olmadığı gibi şayan-ı iltifat bir istişkal suretinde de kabul olunamaz. Deriz ki belki de öyledir. Lakin mülhidinin şübühatını mütala’a etmek istişkalatını öğrenmek isterseniz zamanınızın bir sa’atini onların bu kabilden olarak şu sahifelere naklettiğimiz şu sözlerini tedkıke hasredecek kadar bir metanet göstermelisiniz. Hem zannetmeyiniz ki kalbinizi onların tarafına imale edecek bir söze rastgeleceksiniz de fikrinizi buna karşı müdafa’aya icbara mecbur olacaksınız. Evet vakı’a dinsizlerin hurafatını okumadan onların efkar-ı aliye ashabından olduklarına dair bir zan edinebilirsiniz. Lakin bu zannın butlanı bilahare ayanen tecelli eder. sinden az değildir: Bunların zu’munca Halık’ın mevcudiyeti lüzumun nereden geldiğini bilemediğimiz gibi mevcudatın sebeb-i evveli olan zat-ı kibriyanın bu alemden haric olması mesi için o iki şeyin ayrı ayrı şeklini mahiyetini her birinin zatına suretine mülabis olan sıfatları arazları bilmesi lazımdır. Pek a’la ya bu adamlar bu alem-i maddinin künhüne Zat-ı ilahinin hakıkatına vakıf olabilmişler mi ki mevcudat ile mucid arasında infisal olmak lazım geleceğini Meşhur Hudson Tetel diyor ki: “Zerre-i naçizden akl-ı lesi tegayyür na-pezir olan bir takım kavanin-i sabitenin mahkumudur. Bina’en-aleyh ka’inatın sani’i yokdur.” Sübhanallah! Bu adamlar alem-i kevnde cari olan ve onun üzerinde icra-yı siyadet eden nizamı zerrat-ı ka’inatın her birinde mütecelli olan hikmet-i baligayı vücud-ı Halık’a delil bilecekleri; onun abesle hurafat ile iştigal şa’ibesinden münezzehiyetine bürhan ittihaz eyleyecekleri yerde görüyoruz ki bilakis bu kadar şühudu nefy-i Sani’e hüccet makamında telakkı ediyorlar. Bunlar öyle tevehhüm ediyorlar ki Halık’ın hal ü şanı dün yaptığını bugün bozan bugün bağladığını yarın çözmeye kalkışan elhasıl heva ve hevesinin memlukü olan mülukün hali ve şanının aynı olmakdan başka türlü olamazmış. Acaba irade hikmet ihtiyar hasa’isine malik bir fa’ilin vücudunu tasdike hangisi daha ziyade sa’ikdir: Aralarında nizam ve tertib olmaksızın birbiri üzerine yığılmış taş parçaları mı? Yoksa yontulmuş cila verilmiş mükemmel bir nisbet-i hendesi ile üst üste konarak Gize’deki ehramlardan birisi gibi meydana çıkan taşlar mı? Şimdi bu zevatın aklına kalırsa evvelkisi olacak ikincisi değil! Bu da hatırı sayılır bir cünundur. Hayatıma kasem ederim ki insan maddiyyunun tuttukları o müşevveş usulleriyle o ma’kus sözlerini tevfik için ne kadar uğraşırsa uğraşsın nihayet ye’s ü hayret içinde kalır. İşte bunlardan bir takımını görürsünüz ki tabi’atın fevka’t-tasavvur bir nizam ü tedbir ile mütekevvin tegayyürden azade bir takım kavanin-i sabiteye münkad olduğunu; o nizamat ve kavaninde mündemic hikmetin en parlak en nafiz efkarın bile varamayacağı bir mertebe-i bala-terinde bulunduğunu i’tiraf eder de sonra bu ibda’dan bu nizam-ı muhkemden mülkünde istediği gibi tasarruf eden bir sani’-i muhtara ihtiyac olmadığını istintac eyler. Diğer bir takımı ise ecza-yı tabi’atden bazısını çirkinlik nefy-i sani’ neticesine bu suretle vasıl olur. Üstad Gable hilkate karşı lisan-ı i’tirazı dıraz ederek diyor ki: “Üstad Vokt cinseyn a’za-yı tenasülünü hamil bir çok hünsa hayvanatın vücudunu müşahade etmişdir. Bununla beraber bu hayvanatdan hiç biri kendi kendisini telkih edemiyormuş. Hünsa hayvanatda telkih fi’ili vaki’dir. Bina’en-aleyh bu iddi’a doğru değildir. Pekala böyle bir terkibden ne fa’ide me’muldur? Kezalik hayvanat meyanında o kadar bol zürriyetliler varmış ki kendi hallerine bırakılsa bir kaç sene zarfında denizleri karaları dolduruverirlermiş. Bunların vücudunda ne hikmet tasavvur olunabilir?” bir haleldir hikmetden aridir... Halbuki hazretin hendesesine göre mevcudat nizam-ı hazıradan çok daha bedi’ bir nizam üzerine teşkil olunmak kabil idi! diyor ki: “Tabi’at için vücud-i beşeri topların kılıçların darabatına hiç rah-nedar olmaksızın mukavemet edecek suretde tekvin etmek mümkün Bilsem ki maddiyyunun serdeylediği sözler arasında bu kadar aleni bir tenakuz neden ileri geliyor? İlme istinaden meydan alan bu ser-bazane güft ü gular nedir? İyi ama nas bu adamlardan ne bekliyorlar ki ka’inatın her zerresinde tecelli eden bedayi’-i nazar-piraya karşı basira-i insafları amadar olmuş da kalkmışlar cemal-i fevka’l-hayal-i Mutlak’ı hiç vücudu olmayan bir takım neka’is ile şa’ibe-dar etmek istiyorlar! tadan aciz kaldıkları için anlamadıkları hakayıka dil uzatmaya yelteniyorlar. Biz şimdi cihan-ı tabi’atin hikmet ve kemaldan ari belki fesad ile mali olduğunu iddi’a eden bu adamları biraz kendi vesveseleriyle beraber bir tarafa bırakalım da allame Buhnar’i ele alalım; sebeb-i ilhadını soralım; bakalım o da bu kabilden midir yoksa başka türlü müdür? Hazret Madde ve Kuvvet namıyle meydana çıkardığı kitabında diyor ki: “Hiç bir mekanda hatta fezanın teleskopla müşahade etmekde olduğumuz en uzak mevaki’inde bile nizam-ı tabi’ate mahkum olmayan ondan müstesna olan bir şey yokdur. Bina’en-aleyh bu ka’inat üzerinde icrayı te’sir eden ve ondan mütemeyyiz bulunan bir kuvve-i mutlakanın zaruriyyü’l-vücud olduğunu i’tikade insan için nasıl mesag tasavvur olunabilir?” Ne kadar garibdir! Bohner bünyan-ı ilhadını evvelkine büsbütün muhalif bir esas üzerine kuruyor. Hal böyle iken aklı başında bir adam bunların tarz-ı istidlallerinden neticeye suret-i vusullerinden nasıl olur da hayretde kalmaz? bütün mükevvenatı ihata eden hikmet-i baligayı te’emmüle da’vet ederek bu suretle onları bir sani’in vücudunu ikrarda muztar bıraksa mevcudatın kemali nefy-i Halık’ı icab eder bu hal ka’inat üzerinde bir mutasarrıf-ı muhtar bulunmadığına daldir. Zira bu hikmetin bu nizamın devam-ı istikrarı tamamiyle bunu gösteriyor.” Guya bunlar hiç bir şeyde hiç bir mutasarrıf tasavvur edemiyorlar ki bugün yaptığını yarın bozan takımdan olmasın. Sonra insan yine kalksa da diğer bir fırkaya dönerek ecza-yı ka’inat arasındaki tebayün-i şedidi tehalüf-i azimi makam-ı ihticacda serdetse de bunun künh-i ibda’ını anlamak feza-yı bi-intiha-yı kudretini ölçmek kabil olmayan bir sani-i mutasarrıf ve muhtarın vücuduna delalet edecek bir bürhan olduğunu söylese o zaman da evvelkiler ayaklanarak derler ki: “Ya emraz ü alamın vücudundaki hikmet nedir? Neden tabi’at her gün her sa’at na-kabil-i ta’dad bir çok vesa’it-i zulm ü şiddetle mahlukata hücum edip duruyor?..” Biz deriz ki: Sadakallahü’l-azim. Bakınız insan denilen şu mahluk mahza kendisini muhit bulunan alam ü mesa’ib sayesinde halavet-i idraki tatmış nesim-i hayatı teneffüs etmiş magşuş olduğu ecsamdan tathir sinde kendisini muhit bulunan şu tabi’at-ı amya-yı kesifenin mahkum-ı te’siri olmakdan kurtularak sırr-ı insaniyyeti anlamış ediyor. Halbuki onun ilk mürebbisi bunlardır. Zaten böyle bir istişkalin nefy-i Sani’ maksadıyle iradı hiç bir zaman sahih olamaz. Ancak Halık-ı mutlakdan ka’inatı şu suretde yaratmasındaki hikmeti su’al için böyle bir hatıra belki serdolunabilir. Zira biz bir sahranın ortasına kurulmuş olup gelen geçen kuşları yakalayan bir tuzak gerdiğimiz zaman onu hikmetden ari bir eza suretinde telakkı edebiliriz. Lakin mahza bu işde bir eza vardır diyerek tuzağın bir Sani’ tarafından nasbedilmiş olmadığını iddi’a doğru olamaz. Çünkü böyle bir iddi’ada bulunmak için hayvanatın bile kabul etmeyeceği kadar sahafet-i akl ister! Bina’en-aleyh o tuzağı görünce evvela onu kuran ve kuş tutmak maksadı ile tertib eden bir sani’in vücuduna hükmetmek vücub-i kat’i ile vacib olur. Sonra sani’in o aleti bu suretde tertib etmesindeki hikmeti sormak fakat öyle unf u şiddetle değil rıfk u mülayemetle sormak hakkını kazanırız. Öyle ya ihtimal ki sani’ o tertibine karşı ma’kul bir sebeb makbul bir ma’zeret serdeder de biz levme na-hak yere kalkışmış oluruz. Ezher hadise-i mü’ellimesi hakkında Bursa meb’us-ı muhteremi Tahir Beyefendi hazretleri tarafından verilip Takvim-i Vekayi’de manzurumuz olan takririn suretidir: “Bu hafta zarfında vürud eden Mısır matbu’atında medaris-i bir mevki’-i mümtazı bulunan el-Ezher Medresesi müdavimleri hakkında Meclis-i Umumimizin A’yan kısmından olup Mısır’da umur-ı evkaf nezaretiyle iştigal etmekde bulunduğu beyan olunan Halil Hammade Paşa canibinden lüzum-ı şetm ve tahkır suretleriyle mu’amelat-ı i’tisafkarane ve kanun-şikenane reva görüldüğü ve harekat-ı mezkureden naşi aleyhinde ta’kıbat-ı kanuniyye icra edilmekde olduğu beyan olunmasına ve memalik-i İslamiyye’nin hemen bi’l-umum reşid olarak adedleri yirmi bine karib bulunan talebenin hiçbir kanun-ı medeninin ka’il olamayacağı suretde falakaya vaz’ suretiyle işkence ve ta’zib olunarak bila-hüküm ceza-dide edilmeleri alem-i İslamiyet ve insaniyeti be-gayet müte’essir etdiği matbu’at-ı mezkurenin cümle-i merviyyatından bulunmasına mebni Hammade Paşa’nın oraca Evkaf Nezareti vazifesini der’uhde etmesi ve böyle hak ve ma’delete muhalif hareketi meclisimiz nazarında medhul olması gibi bir mu’amele cereyan etmiş olduğunun hey’et-i A’yan riyasetinden tahriren su’al edilmesini teklif eylerim.” Takvim-i Vekayi’de aynen münderec resmi zabıtnamenin kabul olması için mütehallikı bulunduğu hamiyet ve gayret-i diniyyenin asar-ı meşkuresini meclisde bi’d-defe’at isbat etmiş olan meb’us-i fazıl Hacı Kasım Efendi hazretleri tarafından müzaheret ve mu’avenet edildiği müsteban olmakdadır. Mazi-i hayatıma aid hatıratımı zihnimde mahfuz olabildiği kadar kayd etmek istedim. Bu arzum ahval ve vekayi’-i hayatiyyem cihet cihet mir’at-ı asr olabilir mütala’asına mebnidir. Bir asırda bulunan bir adamın hususiyet-i hali mensub olduğu hey’et-i ictima’iyyenin o asırdaki adat ve ahlakını adab-ı ictima’iyyesini temaşa etdirir. Tarik-i zindeganide uğranılmış bazı vekayi’de olur ki onun mütala’ası kari’inde bir hiss-i intibah uyandırabilir. Yazdığım şeyler ale’l-ekser hayatımın tarz-ı cereyanı hikaye edilen ezmine-i müte’addidesine müteda’ir efkar ve hissiyatın haricde nakş-pezir olmuş elvanıdır. Biribirine benzemez fikir ve hislere ve zahirde ehemmiyetden sakıt görünen bazı ifadata tesadüf olunursa bir bahçenin füsul-i erba’adaki menazır-ı muhtelifesi gibi levha-i hayatın da muhtelif çağlarda mütenevvi’ ahvali bulunduğu nazar-ı te’emmülden dur tutulmaz. Çok kere beyan-ı mütala’aya lüzum görünür gibi olan yerlerde kari’in-i kiramın reviş-i halinden siyak-ı kelamdan tahassül edecek muhakemelerine havale-i keyfiyet ile terk-i mütala’a eyledim. Mebadi-i hayata müsadif zamanın ahvali piş-i enzarda her türlü renk ve nakşı ile görünmek için o zamana a’id terbiyemizden mekteblerimizden suret-i ta’limiyyemizden vesa’ireden birer nebze bahs etdim. Devr-i sabavetdeki efkar ve güftar şübhesiz tıflane olacağından füsul-i bakıyyede bihakkın şayan-ı dikkat ahvale elbette mikyas olamaz. Temaşası için asrın bu bir mir’at-ı alemdir Nigah etdikce yüz bin ma’na-i pinhan olur peyda Geçen sene olduğu gibi vaktiyle dahi Çırçır’da zuhur etmiş bir harik-i ha’il üzerine efrad-i aileden bir kısmı Zincirlikuyu’da Atik Ali Paşa mahallesinde arif-i billah Nureddin-i Cerrahi hazretlerinin hankah-ı şerifi karşısında vakı’ haneye nakl eylemiş olmalarıyla rakımü’l-huruf orada sene-i kameriyyesi Recebü’l-ferdi’nin leyle-i Rega’ib’e müsadif birinci Cuma gecesinde dünyaya gelmişim. Bu civar-ı alinin hengam-ı sabavetde hayal meyal seçebildiğim son dem-i feyz ü ma’muriyyetinin neşve ve safası refahiyet ve ibtihacı şimdiki hali ile mukayese olununca gönül hazin hazin dalıyor adeta insana. diyecek gibi bir hal geliyor. Semtimiz birçok zevat-ı mu’teberenin leriyle müzeyyen ve revnekdar idi. Ulema ve meşayih mecami’-i faziletde birleşir şu’ara ve urefa encümen-i muhabbetlerde buluşur tüccar ve esnaf loncalarında toplanır idi. Birçok çulha cullah destgahlarında bezler gömleklikler çarşaflar dokunur; evlerde kadınlar dikişlerini diker tedbir-i menzile a’id bütün işlerini görürler idi. Haffaf sarrac hakkak mücellid yorgancı yağlıkcı vesa’ir nice esnaf sabahları kargahlarına ticaret mahallerine gider akşamları herbiri müktesebatından mahsul-i mesa’isinden şad ü mesrur olarak mesken ve me’valarına avdet ederler idi. Darü’l-ifadelerde meşgul bulunur envar-ı zikrullah ile münevver olan hankah-ı şerifede eyyam-ı mahsusasında ba’id ü karib her tarafdan muhibban ve züvvar gelerek hissemend-i füyuz-i o hengamda bu civar-ı ali başka bir feyze başka bir zevk u şadiye tecelligah olmuş bir semt-i muhteşem ve münevver semtimizde dahi mevasim-i mahsusasında çocuklar mekteb seyrine büyükler ca-be-ca teferrüce çıkarak sagır ve kebir fakır ve gani herkes safa-yı rebi’ ü sayfden temaşa-yı hayatefza-yı bedai’-i fıtratden vayedar-ı sürur ü neşat olurlardı. Pederim Ma’muretü’l-aziz vilayetine tabi’ Eğin kazasında Bereketoğulları ailesinden ebniye-i aliyye kapu çukadarı el-Hac Hasan Basri onun da pederi Ayasofya Cami’-i şerifi dersi’amlarından İsmail Hakkı bin Mehmed’dir. Henüz bir yaşına girmiş olduğum zamanda peder-i azizim bu cihan-ı faniye veda’ eylemiş olduğundan dide-i dünya ve bazı lütuf dideleri bizi gördükce merhumun zühd ü vera’ hayır-hahlık fukara-perverlik gibi secaya-yı meşkuresini ta’dad ederek hayır du’a ile yad ederlerdi. Merhumun tarikat-ı aliyyede intisabı olup meşayih-i Şa’baniyyeden meşhur Kuşadalı merhumun müstahliflerinden idi. Eyüb’ün üstünde Otakçılar’da Sertarikzade Mehmed Emin Efendi zaviyesi derununda vaki’ türbe-i şerifde medfundur. Saff-ı ehlullahdan ya Rab onu sen etme dur Ruhu eltaf-ı kudsün dembedem şad eylesin Üsküdarlı Mevlevi Hasib Dede Efendi’nin Vefeyat-ı Eka bir-i A’yan nam eserinde zikr edildiği üzere “Sertarikzade Mehmed Emin Efendi Nureddin Cerrahi kuddise sırruhu hazretlerinin halifesi ve tarih-i irtihali ’dir.” Bir insanın pederi olacakdır fikri uyanacağı çağlara geldiğim zaman “Ka’be’ye gitdi” gibi sözler ile oyalanır idim. Bir müddet sonra artık o vücud-ı azizi ga’ib etmiş olduğumu yarım yamalak... Sıratımüstakım’in bu haftaki nüshasına derc edilen bir mektubda nam-ı acizanemin de bi’l-vesile medar-ı bahs vü kelam olduğu görüldü. Sahib-i mektub Hacı Adil Beyefendi Sıratımüstakım’e ilave suretiyle neşr olunan usul-i fıkıh takrirlerinin taraf-ı acizanemden kitab şeklinde olarak tab’ edilmekde olduğunu istihbar etdiklerinden bahisle şayed bu haber doğru ise kable’t-tab’ bu takrirlerin mevcudiyetini kendilerine ihbar ve tevhid-i mesa’i emelini ızhar etmemiş olduğumdan dolayı beyan-ı te’essüf ediyorlar ve mu’allim-i muhterem Büyük Haydar Efendi merhum kendilerinin bulunduğu sınıfa gelinceye kadar usul-i fıkhı tamamen takrir etmemiş oldukları cihetle nihayetdeki mebahisi bu acizin nereden zabt ü tahrir etmiş olduğunu cay-ı su’al buluyorlar. Bir mekteb refikınden mu’amele-i hukuk-şikenane beklemeyeceklerinden bu havadisi ihtiyat ile telakkı etdiklerini beyan buyurmakla beraber işin içinde menfa’at-perestlik tezahüratı aranması lazım geleceğini ve çünkü kendileri bu derse çok ehemmiyet vererek takrirleri kemal-i i’tina ile zabt etdikleri misillü birçok mebahisde eseri tercüme ve ilaveler cerr-i menfa’at için değil istifade-i umumiyyeye hidmet için neşr etmeleri menfa’at gözedenlerin amaline büyük bir darbe menfa’ate feda edemeyecekleri gibi kavanin-i mevzu’a dahi bu haklarını muhafaza edeceğini beyan ve hatime-i kelam olarak ihkak-ı hak teşebbüsatında daha ileriye gitmeye mecburiyet hasıl olmamak üzere hukuka tecavüzden sarf-ı nazar edilmesini ihtar ediyorlar. Evvel emirde şurasını te’minen arz ederim ki nezd-i acizanemde mevcud usul-i fıkıh takrirlerini gerek kitab şeklinde ve gerek ahar suretle tab’ ve neşr için hiçbir teşebbüsde bulunmadığım gibi tasavvur dahi etmedim ve bendenize bu yolda bir teklif dahi vuku’ bulmadı. Bina’en-aleyh usul-i fıkıh derslerinin tab’ı haberi sahih ise Adil Beyefendi’ye haber verildiği vechile tabi’i bendeniz değilim. İhbar-ı vaki’ külliyen mugayir-i hakikatdir. Şimdiye kadar hiçbir kitabın tabi’liğini der’uhde etmediğim misillü kitab tabi’liğinden istifade etmeyi de hatırıma getirmem. Şayed bu yolda bir eser neşrine mübaşeret edilmiş ve nam-ı acizaneme nisbet olunmuş mak lazım gelir. Şu izahat ve te’minatdan sonra mektubunda münderic “hak-şikenlik” ve “menfa’at-perestlik” isnadatı bendenize aid olamayacağından bu işde hak-şikenlik veya menfa’at-perestlik teşebbüsünde bulunmuş bir kimse varsa müdafa’a ona teveccüh eder. Fakat madem ki bu işde namı acizanem de bi’l-vesile mevzu’-i bahs edilmişdir. Sahib-i mektub Hacı Adil Beyefendi’nin müsa’adelerine mağruren kendilerine bazı ifadatda bulunmak isterim: Evvelen usul-ı fıkıh derslerinin kitab şeklinde taraf-ı acizanemden tab’ı hakkında kendilerine verilen haberi ihtiyat ber-i mücerredin tahkıki zahmetine katlanmaksızın şahsını bile tanımadıkları bir kimseyi –her türlü ka’ide-i ihtiyata rağmen– ta’yin-i şahs ü nam ederek cerr-i menfa’at şa’ibesi ile teşebbüsatdan geri kalmayacağını beyan eden Adil Beyefendi’nin yanlış bir habere istinaden bir mekteb refikıne bu suretle isnad-ı töhmet etmesini kendisinin fazl ü irfanına yakışdıramadığımı söylersem beni ma’zur görsünler. Şayed bu menfa’at-perestlik hak-şikenlik gibi ahval taraf-ı acizanemden yapılmayıp da Adil Beyefendi’nin ismini teşhire lüzum görmediklerini beyan etdikleri zat-ı muhterem veya aharı tarafından yapılmakda ise Zeyd’in fi’linden Amr’ın mu’ateb olmaması lazım geleceğine göre nam-ı acizanemi bulunan zatı beyan ile ona tevcih-i hitab etmeleri icab eylerdi. Saniyen kendilerinin sınıfına gelinceye kadar üstad-ı muhterem Haydar Efendi merhumun usul-i fıkhı tamamen takrir etmemiş olduklarını Adil Beyefendi müsellemü’s-sübut bir kazıyye olmak üzere beyan ve usul-i fıkhın nihayetindeki mebahisi acizlerinin nereden zabt ü tahrir etmiş olduğumu su’al buyuruyorlar. Mevcudu yüzü tecavüz eden sınıf refiklerim şehadet ederler ki üstad-ı merhum bizim bulunduğumuz sınıfda da usul-i fıkhı tamamen tedris ve takrir etmişlerdi. Bina’en-aleyh usul-i fıkhın yalnız Adil Beyefendi’nin sınıfında ikmal edilmesi müsellemü’s-sübut bir kaziyye değildir. Salisen takrirleri kemal-i i’tina ile zabt etmekle beraber onları birçok tercüme ve ilaveler ile tezyin ve tevsi’ etdikleri cihetle notlarından daha mükemmel bir not tutulmamış olduğunu ve bina’en-aleyh mahsul-i sa’y ü gayretlerini menfa’ate feda edemeyeceklerini ifade ediyorlar. Şu ifadat dahi bendenizce şayan-ı kabul değildir. Çünkü kendileri nasıl dirsek çürüderek dersleri ta’kıb etmişler mu’allim-i muhteremin takrirlerini zabt ü tahrire i’tina eylemişler ise mekteb refiklerinden birçoğu da aynı suretle çalışmışlar ve üstad-ı firdevs-makam ile diğer mu’allimin-i muhtereme-i mektebin takdirat-ı mahsusalarına na’il olmuşlardır. Ders takrirlerinin tercüme ve ilaveler ile tezyin ve tevsi’ edilmiş olmasından dolayı eserin mahsul-i sa’y ü gayret olmasına gelince Hacı Adil Beyefendi biraderimiz diğer refiklerinin de bu suretle çalışmadıklarını acaba ne suretle biliyorlar? Bendenizin notlarımı hal-i hayatında nazar-ı mütala’adan imrar etmiş olan hazret-i mu’allim son derecede ibzal-i takdir etmiş olduğu gibi Keşfü’l-Esrar Menarü’l-Envar Mir’atü’l-Usul ... ilh. gibi birçok ümmehat-ı kütüb-i usuliyyeyi tetebbu’ ederek netice-i tetebbu’atımı mebahis-i mahsusasına tezyil ve ilave eylediğimi de sınıf refiklerim ile sair arkadaşlarım peka’la bilirler. Şu halde Adil Beyefendi kendi mahsul-i sa’y ü gayretleri üzerinde nasıl bir hak iddi’a ediyorlarsa bendeniz de ol vechile iddi’a-yı hak edecek olur ve bilfarz tab’ ve neşrine teşebbüs edersem hak-şikenlik veya menfa’at-perestlik mi etmiş olurum? Bunun temyizini erbab-ı insafın vicdanına havale eylerim. Velhasıl usul-i fıkıh derslerinin tab’ı için hiçbir teşebbüs veya niyetim olmadığını tekrar ile beraber şu ifadatımın Adil Beyefendi’nin ihkak-ı hak teşebbüsatı suretiyle vaki’ olan tehdidinden ileri gelmediğini isbat için kendilerinin hakk-ı nizamileri her gune tecavüz ve ta’arruzdan nasıl masun ise aharlarının hukuku ve bu meyanda acizlerinin hakkı da kanunen mahfuz olduğunu beyan ile hatm-i kelam eylerim efendim. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Nisan Makalat-ı salifemizde bi’l-etraf izah ve isbat eylediğimiz vechile mesdud değildir ve olamaz hilafını iddi’aya kıyam ma’nasız ve bi-lüzumdur. Bu yüzden mezahib-i ehl-i sünnetin birine darbe indirmek muhal ender muhaldir. Karn-ı rabi’ veya hamis hududunda insidad vuku’unu uzema-yı ehl-i sünnetden bir ferd iddi’a etmiş değildir. Yalnız mediğinden mefkudiyetine ka’il bulunuyorsa da bu dahi kavl-i mücerredden ibaret kalmışdır. Alel-ıtlak müctehidin-i kiramın her asırda mevcudiyeti bi’l-cümle ulema-yı mezahib nezdinde müsellem bir hakıkat-i sabitedir. Makale-i anifede misal olarak e’imme-i Şafi’iyye’den ictihad-ı mutlak mertebesine eren bazı zevatı zikr etmişidik. E’imme-i Hanefiyyemizden Fethü’l-Kadir ve Tahrirü’l-Usul gibi te’lifat-ı celile sahibi Muhammed Kemaleddin İbnü’lHümam Sivasi rahmetullahın da ol mertebe-i bala-terine vüsulü müte’ehhırin nezdinde bi’l-ittifak müsellemdir. Müşarun-ileyh hazretlerinin senesinde Kahire’de irtihali mazbutdur aksam-ı adidesi vardır. Meratib-i ictihad ve tabakat-ı fukaha-yı kiram hakkında ayrıca bir makale tertib olunacaktır. hakıkat şeylerin biri de bu insidad da’vasıdır. Halbuki bekayı siyle i’tibar-i vücubuna dall olan gibi nusus-ı şer’iyye umumat-ı kat’iyye olup hükümleri bütün a’sar-ı İslamiyye ahalisine şamil olduğunu biliriz. “Din-i mübin-i İslam’ın beka-yı ahkamı emr-i mütevatir ve kat’i olmağla Kitabullah’daki hitabat-ı umumiyyenin bii’tibari’s-siga vakt-i nüzulde hazır bulunan ve bi-i’tibari’ddelale mu’ahharan daire-i hestiye dahil olan kaffe-i mükellefine amm ve şamil olmasında iştibah yokdur.” Beydavi. Eğer bunun hilafına zehabla Kitab-ı Münzel’e ittiba’ habl-i metin ve hakk-ı mübine i’tisam hususuna dall olan berahini beyyinatın hükümleri çokdan za’il olmuş müte’ahhirin için yalnız ibarat-ı fukaha ile istişhad vazifesi kalmışdır diyecek olursan [ ] umumat-ı mezkureyi hodbehod tahsise ictisar zevahir-i nususa temessükden bile i’raz ve istikbar etmiş oluruz. Böyle bir giriveye sapmak tesvilat-ı şeytaniyyeye kapılmak demek olacağı bedidardır. Bu halde bütün ehadis-i Resulü ve kavanin-i mukarrerei usulü de mehcur ederek ale’l-amya vadi-i taklidde kalmak himmet olacağını takdir etmez değiliz. Ulema-yı rasihinimiz hiçbir devirde bu meslek-i batıla zahib olmamışlar ale’ddevam müdenevvat-ı tefsir ve hadisi ba-kemal-i ihtimam tedris ü mütala’a ile iştigalde bulunmuşlardır. Bu iştigalden maksad-ı asli ahkam-ı İlahiyye’ye vukuf ve tinde asla şübhe yokdur ve olamaz. Fakat bundan dolayı mezahib-i ehl-i sünnete halel tarayanı kabil değildir. Zira me’haz-ı ahkam olan ayat ve ehadis iki kısma münkasemdir: Kısm-ı evvel: Zevahir-i nusus ve muhkemat-ı kitabdır ki bunların herbiri her mükellef üzerine hüccet-i katı’a ve beyyine-i vazıhadır. Bu babda müctehid ve müstedill ve mukallid aralarında bir fark tasavvur olunamaz. Bu kısmın hücciyyetini lema-yı ümmet ve fukaha-yı millet redd-i nususun küfr-i sarih olmasına icma’ etmişlerdir. Bina’en-aleyh dünyada yüz bin müctehid bulunsa bunların haricine çıkamazlar. “Ahkam-ı mizde ifade olunduğu üzere ahkam-ı İslamiyye’nin üssü’lesas olacak takımı Kur’an-ı Kerim veya ehadis-i sahihada ber-vech-i sarahat mezkur ve icma’-ı ümmet ile sabitdir. Bu nevi’ hükümlerde her müslim hangi mezheb ve tarikate salik olursa olsun doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet’e mütaba’atla me’murdur. Bunların ictihada cihet-i ta’allukları yokdur. “Ama zahir-i Kitab ve Sünnet’le sabit olmayan hüküm olanlara ictihad ve i’tibar meskutun anhı –illet-i muttaride olur. Taklide mazhar kalanların da onlara müraca’atla ta’allüm etmeleri iktiza eder.” Kısm-ı sani: İlm-i usulde “Hafi ve müşkil ve mücmel” tesmiye kılınan aksam nazm ile tahsis ihtimaline ma’ruz olan sıyeg-i umum ve ıtlak u takyid veya cihet-i uhra ile müte’arız bulunan dela’il-i şer’iyyedir ki bunlar ile istidlal erbab-ı fıkh u ictihad ve ashab-ı nazar u istinbat olanların hasa’is-i aliyyesindendir. Zira hafi ile müşkilin izahı mücmel hakkında kavlen veya fi’len varid olan beyanat-ı şari’in ta’yini kezalik ammın tahsisi ve mutlakın takyidi te’aruzun def’i hakkında mu’teber olan şera’itin tedkıki ve lede’l-icab bi-tarikı’l-kıyas füru’un usule ilhakı ahkama dair bütün ayat ve ehadisi ihata ile beraber kava’id-i mukarrere-i usuliyye tatbikatında ihraz-i meleke-i kamileye vabestedir. Mahz-ı rahmet addolunan ihtilafat-ı mezahib işte hep bu noktaya dair olup bundan dolayı hiçbir ferd aharı tekfir ve tadlil hak ve salahiyetini haiz değildir. Belki her müctehid vüs’ u takati derecesinde ibraz-ı mesa’i eylediği takdirde indallah ve indennas musib olur; ve hatası tebeyyün ederse ma’zur addolunur yine ecre istihkakı bulunur. Buna dair pekçok ehadis-i sahiha varid olmuşdur. El-hasıl bab-ı ictihadın küşade bulunmasından biz zerre kadar telaş etmeyiz. Bundan dolayı mezahib-i müdevvenede mukarrer bulunan mesa’il-i şer’iyyemize halel gelmeyeceğine eminiz. Bilakis alem-i İslamiyet’e feva’id-i külliyye te’min edeceğine ümidvarız. Evet! Bugün binlerce müctehid bir araya gelse mezahibi erba’aca bi’l-icma’ kabul edilmiş bulunan bir mes’eleyi tağyir ve tebdil edemezler. Yalnız mesa’il-i hilafiyyede nasa erfak olanları tercih salahiyetini haiz olurlar bir de bervech-i sarahat mezkur olmayan ahkamı kıyas ile ortaya koyabilirler ki bunlar zaten ayn-ı matlubumuzdur. Nasıl ki mine’l-kadim zuhur eden erbab-ı ictihad da bundan başka te’sir gösterememişlerdir. Bu halde Mucib-i fazılın buyurduğu gibi bab-ı ictihadın da’va-yı insidadına kıyam mahza şer’-i şerifin ihtiyacat-ı mütenevvi’aya adem-i kifayesini iham ve birçok umur-ı ticaretin pesmande kalması gibi netayic-i muzırrayı iltizam demek olacağı vareste-i i’lamdır. Bu ise açıkdan açığa devr-i istibdada tarafdar olanların kar-ı merdududur. Şeri’at-i Muhammediyye’ye dostluk değil. Ey iman edenler zannın bir çoğundan ictinab üzere olun Bazı kesirü’l-vuku’ zanlar vardır onlardan hazer edin ve zan hususunda gayetle ihtiyat edip bir zannın ne kabil zanlardan olduğu tebeyyün etmedikce sakın o zanna ittiba’ etmeyin. Bazı zan ismdir Bazı zanlar vardır ki günahdır ona vuku’dur. Mü’minine zann-ı su’ bu kabil zünundur ve tecessüs etmeyin Bevatın-ı umuru taharri eylemeyin avrat ve me’ayıb-i müslimini tetebbu’ ile onların setr eyledikleri ahvali keşfe çalışmayın biribirinizin uyubunu araşdırmayın ve biribirinizi gıybet eylemeyin Biribirinizi gıyabında mesavi [ ] Sizden biriniz karındaşının ölmüş etini ekl etmeyi sever mi Sizden biriniz ister mi ki karındaşının kesilip ayrılmış olan etini yesin bak onu kerih gördünüz İşte gıybet tıbkı böyle olup ihvan-ı dinden birini arkasından çekişdiren adam karındaşının etinden kesmiş de yiyor demekdir. Bu ne kadar müstekreh ve menfur ise gıybet de o kadar müstekreh ve menfur olmakla ondan nefret ve istikrah etmelisiniz. Cenab-ı Hak’dan ittika edin İctinabıyla emr olunduğunuz şeyleri terk ve sizden evvelce bu kabil sadır olan hallerden nedamet ederek Hazret-i Zü’l-celal’in ukubetinden hazer eyleyin Cenab-ı Hak tevvabü’r-rahimdir Kabul-i tövbe ve ifaza-i rahmetde lütuf ve keremi hadden efzundur. Tövbe edenleri günah işlememiş gibi eder ve bu lütfu bazı ta’iblere mahsus olmayıp bütün tövbe edenlerin velev ki günahları çok olsun tövbelerini kabul buyurur. kavl-i şerifinde kelimesi ’ den hal olmak üzere mansubdur. Zi-hayattan ayrılan et diye tavsif olunur çünkü aleyhi’s-salatü vesselam efendimiz buyurmuşdur. Nazm-ı kerimde gıybet tab’an ve aklen ve şer’an gayet şeni’ ve müstekreh bir suretle ve gayet mübalağalı ve şiddetli bir tarz yan-ı İlahi’ye: Cümle-i istifham takriri ile başlamış hiçbir ferdin işlemeyeceğini iş’ar için fi’ili kelimesine isnad edilmiş muhabbet gayet mekruh ve menfur bir şeye ta’lik buyurulmuş iğtiyab ekl-i lahm-i insana teşbih olunmuş me’kul akilin biraderi kılındığı gibi onun meyyit olduğu dahi beyan buyurulmuş. Tecessüs: Şer ve eza için ahbar ve havadis cüst ü cu etmekdir. Eserde varid olmuşdur. Me’ayib-i müslimini tetebbu’ etmeyin zira me’ayib-i müslimini tetebbu’ edenin ayıbını Allahu Te’ala tetebbu’ edip hanesi derununda bile olsa onu rezil ve rüsvay eder. Vav’ın sükunuyla “avrat” “avret”in cem’idir. “Avret”: İnsanın setr olunacak yerine ıtlak olunduğu gibi keşfinden haya olunur me’ayib ma’nasına da gelir ki bu hadis-i nebevide o ma’nayadır. kavl-i şerifi müşakele nev’indendir fasl ü mezemmetinden dolayı Allah ona mücazat eder demekdir. Nebi-i ali-makam aleyhi’s-salatü vesselam efendimizden sormuşlar ki gıybet nedir? Cevaben buyurulmuş ki gıybet: Karındaşını onun kerih gördüğü şeyle zikr etmekliğindir eğer zikr etdiğin şey onda varsa onu gıybet etmiş oldun. Ve eğer söylediğin şey onda yok ise ona bühtan etmiş oldun. İbni Abbas radiyallahu anhuma hazretlerinden mervidir ki demiş. Gıybet kilab-ı nasın katığıdır. Sahihü’l-Buhari’nin Bab-ı Haccetü’l-Veda’ında rivayet edildiği üzere Server-i Ka’inat aleyhi efdalü’t-tahiyyat efendimiz şöyle buyurmuşdur: Biribirinizin hun-i na-hakkını dökmek biri birinizin mallarına ta’addi etmek biri birinizin ırz ve namusunu ihlal eylemek bugünkü günde bu beldenizde bu mahınızda nasıl haram binize mülakı olacaksınız o da size a’malinizden soracakdır. Zeyd bin Vehb’den mervidir ki İbni Mes’ud radiyallahu anh hazretlerine: Velid bin Ukbe bin Ebi Mu’ayt hakkında ne dersin onun sakalından hamr damlıyor dedik. Müşarunileyh cevaben: “Biz tecessüsden nehy olunduk. Eğer Velid’in böyle bir hali bize zahir olursa biz onu mu’aheze ederiz.” dedi. İbni Mes’ud hazretleri evliya-yı umurdan iken kendisine vuku’u haber verilen bir menhiyyün anhin fa’ili hakkında böyle cevab vermesi ya Velid’in hali kendine gamz ve siayet suretiyle vasıl olduğu veyahud onun hakkında setri evla gördüğü için olmalıdır. Nisabü’l-İhtisab mü’ellifi diyor ki: “Ehl-i sukun hıyaneti muhtesibe hiçbir tarafdan haber verilmemiş olsa bile onların ahvalini tefahhus etmesi ca’izdir.” Çünkü esnafın ahvalini muhtesibin tefehhus etmesi emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker için olduğundan menhiyyün anh olan cüst ü cuda dahil değildir. Ömer bin el-Hattab radiyallahu anh hazretleri bir gece Medine-i Münevvere’de kol gezer iken bir hanenin kapısı aralığından bir meş’ale görüp içeriye bakmasıyla bazı kesanın nuş-ı sahba etdiklerine muttali’ olunca fart-ı infi’alinden ne yapacağını şaşırdı ve derhal Mescid-i Nebevi’ye gidip Abdurrahman bin Avf hazretlerini alarak hanenin kapısına getirdi. Müşarun-ileyh de bu hali müşahede eyledikde cenab-ı Faruk ne yapalım diye re’yini sordu. Abdurrahman hazretleri: Biz bu adamların bizden setr eylemiş oldukları ayıblarına tecessüs nehy etmiş olduğu şeye gelmiş görüyorum dedi. Hazret-i Ömer onu bu re’yini tasdik eylediğinden geriye döndüler. Fakat bir hanede alenen fısk u fücur icra edilirse muhtesib Aka’id-i Adudiyye şarih-i fazılı Celal Devvani şöyle nakl ediyor: “Rivayet olundu ki emirü’l-mü’minin Ömerü’l-faruk radiyallahu anh hazretleri bir adamın hanesine sathından girdi ve o adamı menhiyyatdan birşey işler görmesiyle itab ve mu’aheze eyledi. O adam: Ya emira’l-mü’minin! Ben Cenab-ı Hakk’a bir suretle ısyan etdimse sen üç suretle O adam dedi ki Cenab-ı Hak diye tecessüsü nehy buyurmuş iken sen tecessüs etdin. Cenab-ı Hak buyurdu sen benim haneme sathından girdin. Cenab-ı Hak buyurduğu halde sen selam vermedin. bunun üzerine cenab-ı Faruk o adamı tövbe etmek şartıyla bırakdı. Mes’ele-i tecessüsün tafsilini isteyen kütüb-i fıkha müraca’at etsin. bında mucib-i şerm ve haya halini söylemekdir. Eğer o kimsede bu söylenen şey yok ise ona “bühtan” denir. Gayın’ın fethi ile “gaybet” gaybubet ma’nasına olduğundan bunu Şurası da bilinmelidir ki gıybet ne kadar fezi’ ve şeni’ ise onu istima’ etmek de o nisbetde fezi’ ve şeni’dir. Gıybeti istima’ edenin gıybet edenden hiçbir farkı yokdur. Server-i Enam aleyhi’s-salatü vesselam efendimiz buyurmuşlardır. Bazıları: Bir kimsenin mu’ayebini te’essüf suretiyle nakl ü hikaye etmek gıybet addolunmaz re’yinde bulundular. Bazıları: hadis-i şerifi ile nası tahzir için bu kabil kimselerin mesavisini zikr eylemek gıybet değildir dediler. Meslek-i ihtiyata süluk edenlerde halkı me’ayib ve mesavisiyle yad eylemeyi lisanlarından tarh etdiler. Bu re’y ve zehablarından her birinin vechi ve tatbik olunacak mahall-i mahsusu vardır. Şa’ir-i şehir Vasıf’ın şu beyti burada hassaten şayan-ı zikirdir: Gayret komuyor der de eder gıybete agaz Mervidir ki Sultan-ı Dü-alem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bir gazaya çıkdığı veya bir mahalle müsaferet buyurduğu zaman ma’iyyet-i seniyyelerinde ihtiyacı olanlardan bir kimseyi vakt ü hali müsa’id bulunan iki kişinin yanına katar idi. O kimse de bu iki kişinin hidmetinde bulunur ve konak mahallerine evvelce gidip onların yiyecek ve içeceklerini hazırlar idi. Bazı esfar-ı nebeviyyede Selman-ı Farisi radiyallahu anh hazretleri iki nefer kimsenin yanına terfik buyurulduğundan esna-i rahda birgün Selman hazretleri bir konak mahalline evvelce gitmiş ve fakat uykusu galebe etdiğinden birşey hazırlayamamış idi. O adamlar gelib de Selman’ın kendilerine birşey tedarik edemediğini görünce nezd-i nebeviye git bize ta’am iste dediler. Selman huzur-ı risalet-me’aba gidip arz-ı keyfiyyet kıldıkda Üsame bin Zeyd radiyallahu anhın yanına gönderildi ve ta’amdan artmışsa sana versin buyuruldu. Üsame Resul-i Ekrem’in vekilharcı birşey kalmadı diye cevab verdi. Selman hazretleri geldi o man’ı bazı sahabenin yanına gönderdiler. Onlarda da birşey bulamadığını dönüp kendilerine söyleyince Selman’ı “Semiha” kuyusuna göndersek suyu çekilir diye çekişdirdiler. kuyunun ismidir. Bunun üzerine o iki kişi Resul-i Ekrem’in kendileri için emr etdiği ta’am Üsame nezdinde mevcud olup olmadığını anlamak için huzur-ı Nebevi’ye gitdiler. Dahil-i bezm-i sa’adet olduklarında ben sizin ağzınızda et karartısı görüyorum buyuruldu. Onlar biz bugün ya Resullellah et yemedik demeleriyle Nebi-yi zişan efendimiz: Siz Üsame ile Selman’ın etini yediniz yani onları gıybet etdiniz buyurdu ve bu ayet-i kerime nazil oldu. Bina’en-aleyh bugün elimizdeki Kur’an-ı Kerim’in Hazret-i Peygamber Efendimizin ümmetine tebliğ buyurmuş olduğu Kur’an’ın aynı olup ondan bir kelime fazla veya noksan olmadığına delil-i kat’imiz ber-vech-i bala bunun ol hazretden bize tevatüren nakl edilmiş olmasıdır yani vakt-i risaletden zamanımıza kadar her asırda kizb üzerine ittifaklarını aklın tecviz edemeyeceği cema’at-i kura ve huffazın müteselsilen nakl ü rivayetleriyle bize vasıl olmuş bulunmasıdır. Yoksa vaktiyle mesahifde yazılmış olması değildir. Çünkü yalnız kitabet bir kitabın ile’l-ebed mahfuz kalmasına kifayet etmez ama bir kitab böyle her zaman binlerce kulub-i ümmetde mahfuz olur ise onun tahrifine imkan bulunamaz. Bilfarz tahrif olunsa hafızları tarafından derhal tashih olunacağı herkesin ma’lumu olduğundan hiç kimse onun tahrifine cesaret edemez etse bile hiçbir hükmü olamaz. Çünkü derhal tashih olunur. Bunun içindir ki ilm-i kıra’atda dahi mine’l-kadim Kur’an’ın nakl-i bi’t-tevatür ciheti fevka’l-ade iltizam olunarak ona göre silsile-nameler tanzim edilmiş ve ilm-i kıra’atdan ahz-ı icazete muvaffak olan hamele-i Kur’an’ın silsile-namelerinde ta Hazret-i Peygamber’e müntehi oluncaya kadar ravilerin isimleri yazıldığı gibi aded-i rüvatın kizb üzerine ittifaklarını hiçbir aklın tecviz edemeyeceği derecede hadd-i tevatüre baliğ olduğu gösterilmişdir. den Efendimize münzel ve ondan bize tevatüren menkul bir nazm-ı şerifdir” diye ta’rif olunmuş ve bir nazm-ı münzelin Kur’aniyetinde nakl bi’t-tevatürün şart olduğu sarahaten zikr edilmiş ve buna bina’en Hazret-i Resul’ün yine Kur’an olmak üzere bize nakl ü rivayet olunub da ravilerinin adedi hadd-i tevatüre baliğ olmayan bir nazma Kur’an namı verilmeyip o gibi nazımlara kıra’at-ı şazze tesmiye edilmişdir. Şu mukaddimat ma’lum oldukda deriz ki: Kur’an-ı Kerim’in yalnız kitabetiyle iktifa edilmeyip nüzulü zamanından ehl-i İslam’ın elsinesini ve her asırda kizb üzerine ittifaklarını aklın asla tecviz etmeyeceği hamele-i Kur’an’ın ef’idesini tezyinden bir an hali kalmadığı cihanın ma’lumu iken Emirhan cenablarının Kur’an’da tahrif vuku’unu iddi’a etmesi ve bu da’vasına birçok vücuh-ı batıla ile istidlale kıyam eylemesi pek acib bir münazara teşkil etmekdedir. Bu adeta bir emr-i muhalin vücudunu iddi’a kabilindendir. Çünkü kulubün mahall-i tahrif olamayacağını beyana hacet yokdur. Mesahif-i şerife ise daima o kulub-i münevvere ashabının taht-ı nezaretinde bulunageldiğinden onlarda dahi icrayı tahrif imkan haricindedir. Emirhan’ın bu da’vasını isbat mes’elesidir. Emirhan’ın fikrince Kur’an’ı kimin cem’ etdiği ma’lum değil imiş; çünkü bu hususda ulema-yı İslam guna gun fikirler yazmış olduklarından onlar Kur’an’ın nasıl cem’ edildiğini bilmiyorlar imiş ve bundan da Kur’an’da birçok tahrifat ve tağyirat bulunduğu sabit oluyor imiş. Bu ne kadar garib bir istidlal!... Bir kere bunun kava’id-i mantıka usul-i münazaraya asla münasebet ve muvafakati yokdur. Çünkü biz Kur’an’ın tahrifden masun ve mahfuz olduğunu bu kitab-ı mübinin Hazret-i Resul’den her asırda kizb üzerine ittifaklarını aklın asla tecviz edemeyeceği huffaz-ı kiramın müteselsilen bize nakl ü rivayet etmiş olmalarıyla isbat ediyoruz. Yoksa biz bu da’vamızı Kur’an’ı filanın veya filan ve filanın mesahifde yazmış olmasıyla isbat etmiyoruz ki Emirhan’ın bize karşı ol vechile istidlali kava’id-i mantıka ve usul-i münazaraya muvafık olabilsin. Bununla beraber cem’-i Kur’an mes’elesi bütün teferru’atıyla ulema-yı İslam’ın ma’lumlarıdır. Zira bütün kütüb-i ehadis ve kütüb-i siyer bu mes’elenin tafsilatıyla malidir; bu kitabların Kur’an’a a’id sahifeleri okunur ise görülür ki şu mes’ele hakkında doğru olarak ne söylemek ve ne yazmak lazım ise kaffesi söylenilmiş ve cümlesi yazılmışdır ki hülasası ber-vech-i atidir: Hazret-i Ali ve Hazret-i Osman ve Muaviye ve Said ibn-i As’ın iki oğlu Halid ve Eban Şurahbil ibni Hasene Ala ibni’l-Hadrami Zeyd ibni Sabit Ebi ibni Ka’b rıdvanullahi te’ala aleyhim ecma’in Hazret-i Peygamber’in vahiy katibleri Bu zevat-ı kiram peyderpey nazil olan süver-i şerife-i Kur’aniye’yi ayrı ayrı sahifelere yazıyorlar ve başkaları da onlardan istinsah ediyorlar idi. Bina’en-aleyh asr-ı Nebi’de suver-i şerife-i Kur’aniyye’nin herbiri bir kitab-ı müstakil gibi yazıldı; Hazret-i Peygamber’in böyle her sureyi ayrı ayrı sahifelere yazdırması da Kur’an-ı Kerim’in bütün halka neşr ü ta’mimini teshil hikmetine mebni idi. Çünkü eğer o zaman bütün süver-i Kur’aniyye mushaf-ı vahidde cem’ edilse idi her cüz’ü yirmi sahife i’tibarıyla otuz cü’zden ibaret olan mecmu’-ı Kur’an’ı yazmak veyahud yazdırmak pek az kimselere müyesser olacağından Kur’an-ı Kerim beyne’l-müslimin sür’atle intişar edemez idi; halbuki bu kitab-ı mübinin beyne’l-müslimin sür’atle intişarı lazım edecek ve kendine lazım olan veza’if-i diniyyesini Kur’an’dan öğrenecek idi; buna ise süver-i Kur’aniyye’nin ayrı ayrı birer kitab şeklinde yazılmasından başka daha güzel bir tedbir yok idi. Bina’en-aleyh Hazret-i Resul aleyhisselam bunları ol vechile yazdırdı. Ve fi’l-vakı’ bu sayede Kur’an-ı Kerim beyne’l-müslimin bir sür’at-i fevka’l-ade ile intişar etdi herkes bunun tilavet ve hıfzından hisseyab olmaya başladı ve daha zaman-ı Resulullahda iken bütün süver-i Kur’aniyye yüzlerce huffaz-ı kiramın kulubünü tezyin etdi ve bu suretle mecmu’-ı Kur’an-ı Kerim hem saha’if-i müteferrikada yazılmış ve hem de kulub-i ümmetde hıfz edilmiş oldu ve bu da hicretin onuncu senesinde Haccü’l-Veda’da Cebel-i Arafat’da akşam üstü öğle ve ikindi namazları birlikde eda edildikden sonra mevkıfde iken ayet-i kerimesinin nüzulü ile hitam buldu. İşte zaman-ı Resulullah’da Kur’an-ı Kerim’in cem’ edilmiş olmasının ma’nası budur. Bundan üç ay sonra yani hicretin onbirinci senesi Rebiülevveli’nin on ikinci Pazartesi günü vakt-i zevalden biraz evvel Hazret-i Peygamber irtihal-ı dar-ı beka buyurdu ve hemen o gün Hazret-i Sıddik Resul-i Ekrem’e halife ta’yin olundu. Bunu müte’akib etrafda irtidad ga’ilesi zuhur etdi. Fakat bi-avn-i Huda hazret-i halife bu ga’ileyi beş altı ay içinde bertaraf eyledi. Bu ga’ilede en şiddetli muharebe de Yemame’de Beni Hanife kabilesinin reisi olup iddi’a-yı nübüvvet eden Müseylemetü’l-kezzab ile vuku’ buldu. Zira bunun başına kırk bin kadar mürted toplanmış ve bina’en-aleyh onların üzerine sevk olunan asakir-i İslam adedce onlardan pek dun mertebede bulunduğu için birkaç def’a inhizama uğramış idi. Nihayet Hazret-i Halid ibni Velid dahi ol tarafa sevk olundu. Hazret-i Halid oraya vasıl olunca tarafeynden gayet şiddetli hücumlar icra edildi. İbtida-yı hücumda yine asakir-i İslam bozuldu ise de ba’dehu dönüp gayet şiddetli bir hücum daha edildi Müseylemetü’lkezzabın askeri tarumar oldu ve bu sırada kendisi de meşhur Vahşi’nin atdığı bir harbe ile katl olundu gavga ve ga’ile de bitti. Bu muharebede Beni Hanife’nin telefatı yirmi bini ve ehl-i İslam’ın şühedası iki bini tecavüz eyledi. Sağ kalanların ekseri dahi mecruh oldular şehid olanlar meyanında Hazret-i Ömer’in biraderi Zeyd ve Hazret-i Zübeyir’in biraderi Saib ve hatib-i nebevi Sabit ve meşahir-i kurradan Salim Mevla Ebi Huzeyfe gibi birçok fukaha-yı sahabe ve yetmişden ziyade kurra dahi dahil idi. Bu kadar kurranın bir muharebede şehid olması Hazreti Ömer’in nazar-ı dikkatini celb etdi. Birgün hazret-i halifeye gidip “Yemame muharebesinde yetmişden ziyade kurra şehid oldu bundan sonra vuku’ bulacak muharebelerde dahi hamele-i Kur’an’ın böyle şehid ola ola nihayet Kur’an-ı Kerim’in ekseri zayi’ olup gideceğinden korkuyor ve bu cihetle Kur’an-ı Kerim’in cem’ini emr etmenizin lüzumu re’yinde bulunuyorum” dedi. Hazret-i halife dahi bu re’yi tasvib edip hemen vahiy katiblerinden ve fukaha-yı sahabeden Zeyd ibni Sabit’i da’vet etdi ve bu emr-i mühimmi onun uhdesine tevdi’ buyurdu. Zeyd o günden i’tibaren cem’-i Kur’an’a mübaşeret etdi. Huzur-ı Resulullahda yazılıp da eyadi-i nasda bulunan saha’if-i şerifeyi kamilen topladı o sahifelerden süver-i Kur’aniye’yi kema fi’s-sabık yeniden ayrı ayrı sahifelere yazdı ve cümlesini getirip Hazret-i Sıddika teslim etdi. Hazret-i Sıddik bu saha’if mecmu’asını yanında hıfz eyledi. Ve işte bu ma’naca yani saha’if-i Kur’aniyye’yi mahalli vahidde cem’ etmek ma’nasınca Hazret-i Sıddik namını aldı. Hazret-i Sıddik’in bu hizmeti bütün müslümanlar tarafından memnuniyetle telakkı eylediği gibi Hazret-i Ali’nin dahi fevka’l-ade mahzuziyetini mucib olmuş ve hatta Sıddik’in vefatından sonra: Yani: “Mesahif-i şerifeye hizmet hususunda en ziyade ecre na’il olan Ebubekir’dir. Allah Ebubekir’e rahmet eylesin kitabullahı evvel cem’ eden odur.” diye hakk-ı alilerinde sena ve du’ada bulunmuşlardır. Bu hadis Kütüb-i Sitte-i Sahiha’dan Sünen-i Ebu Davud ’da “Kitabü’l-mesahif”de muharrerdir ve sened-i sahih ka daha birçok kütüb-i mu’teberede dahi mevcuddur. Hülasa asr-ı Nebi’de huzur-ı Risalet’de ayrı ayrı sahifelerde yazılmış olan Kur’an-ı Kerim’i o sahifelerden bi’l-istinsah diğer sahifelere yazdıran ve bunları bir yere toplayıp da hıfz eden Hazret-i Ebubekir’dir. İşte Hazret-i Ebubekir olmasının ma’nası dahi budur. kimse ihtilaf etmemişdir. Fi’l-vakı’ buna mu’arız gibi görünen bazı rivayetler vardır onlar da yekdiğerine muhalif iki rivayetdir ki biri bu şerefe ilk na’il olanın Hazret-i Ali olduğuna ve diğeri de bunun Salim Mevla Ebi Huzeyfe’den ibaret bulunduğuna dair olup Emirhan bu rivayetlerin ikisini de burada yazmışdır. Kur’an’ı ilk cem’ edenin Hazret-i Ali olduğuna dair olan rivayeti muhakeme edelim: Bu rivayeti Suyuti İtkan’ında İbni Zureys’den naklen yazmış ve İbni Zureys’in ise rivayet-i hadis hususunda mübalatsızlığı cümlenin ma’lumu bulunmuş ve ba-husus onun bu rivayeti icma’ ve tevatüre külliyen mugayir düşmüş olmağla buna i’tibar edilemeyeceği derkardır. Mu’ahharan Zeyd ibni Sabit vasıtasıyla Kur’an’ın cem’ edilmiş olması da buna ayrıca bir delildir. Zira eğer o sırada Hazret-i Ali Kur’an’ı cem’ etmiş olsa cem’ etdirmez idi. Ma’a-haza bunun sıhhati teslim edilse bile bu rivayetden mücerred o sırada yani Hazret-i Sıddik’ın halife ta’yin olunup da kendisine bi’at icra edildiği esnada Hazret-i Ali’nin -cem’-i Kur’an ile meşgul bulunduğu içinHazret-i Sıddik’a bi’ati te’hir etmiş olduğu sabit oluyor. Yoksa Kur’an’ı cem’ edip de bitirmiş olduğu sabit olmuyor ki bu rivayetle Kur’an’ı evvel cem’ eden Hazret-i Sıddik olduğuna dair İbni Ebi Davud’un nakl etdiği ve bütün muhaddisin-i kiramın hüsn-i kabul ile telakkı eylediği rivayet-i sabıka arasında muhalefet bulunmuş olsun. Kur’an’ı ilk cem’ eden Salim Mevla Ebi Huzeyfe olduğuna dair İbni Eşte’den naklen Emirhan’ın yazdığı ikinci rivayete gelince: Bu rivayet dahi bi-esasdır. Hatta Suyuti bile bunu gara’ibden aca’ibden addetmişdir. Zira balada beyan olunduğu üzere Salim Mevla Ebi Huzeyfe Yemame muharebesinde şehid olmuş idi Yemame muharebesi ise irtihal-i Nebi’yi müte’akib zuhur eden irtidad ga’ilesi esnasında vuku’a gelmiş idi. Bina’en-aleyh bu rivayetin sıhhatini farz eder isek Salim Mevla Ebi Huzeyfe’nin zaman-ı risalette yani etmiş olduğunu kabul etmiş oluruz. Bu ise batıldır. Zira o zaman Hazret-i Peygamber bile Kur’an’ı mushaf-ı vahidde cem’ etmemiş idi. Nerede kaldı ki Mevla Ebi Huzeyfe bunu yapmış olsun. Hazret-i Peygamber’in yapmadığı bir şeyi onun Bir de eğer Mevla Ebi Huzeyfe Kur’an’ı mushaf-ı vahidde cem’ etmiş olsaydı bu mushaf-ı şerif elbetde görülür veyahud müşarun-ileyhin böyle bir mushaf-ı şerif yazdığı söylenir cudiyeti söylenildi. Çünkü eğer bu mushaf-i şerif görülse yahud mevcudiyeti işidilse idi Hazret-i Sıddik onu buldurup yanında hıfz eder idi de Kur’an-ı Kerim’i yeniden toplamak külfetini ihtiyar buyurmaz idi. Meclis-i Meb’usan’ımızca yeniden bir Mecelle Cem’iyyeti’nin teşkili taleb olunuyor.. Ne güzel bir teşebbüs.. Bunu yalnız Osmanlılar değil bütün alem-i İslamiyet alkışlayacak ve alkışlamalıdır; biz de bütün kuvvetimizle alkışlarız.. Cenab-ı Allah muvaffak eylesin! ra hatırıma bir su’al geliverdi: Acaba bu cem’iyetin a’zaları kimler olacak?.. Yanlış anlaşılmasın. İbtida su’alimi azıcık izah edeyim: Bu su’alimden mu’ayyen ma’lum eşhasın isimlerini bilmek su’aldir: İşbu cem’iyete iştirak edecek zevat-ı kiramın iktidar-ı fıkhilerini ayar-ı ilmilerini nazarlarda tecessüm etdirmekdir. vab veriyorlardı: İşbu cem’iyete mezahib-i sa’ire-i İslamiyye fukahasının da iştirakleri lazım geleceğini irad buyuruyorlardı. Bu suretle yani mezahib-i sa’ire fukahasının da iştirakleri arzu olunduğu bununla da neticenin vüs’at kifayeti te’min edilmek istenildiği pek açık ma’lum oluyordu. Fakat mes’ele böyle bir cihetden ta’mim tevsi’ edildiği halde; diğer cihetden fi’iliyatca o nisbetde mebsutan darlaşıyor hususiyet kesbediyor inceleşiyor. Bu nokta bu hal şu küçücük ihtarımızla gereği gibi meydana çıkmıyorsa beyanat-ı atiyyemle kesb-i vuzuh edeceğini ümid ediyorum: Bence cevab makamına geçen işbu fikirler bilemiyorum ne yolda tertib olunmuş kıyas ve mukaddimelerin neticesi teşrih ne yolda tahlil olunmuş da o neticeyi verebilecek kıyas-ı hafi mukaddimat-ı zihniyye kurmuşlardı? İşte bu cihet benim için meçhuldü. Şu kadar var ki o iki cevabı yekdiğerine bir imtizac-ı kimyevi ile mezc birbirine rabt etmek şartıyla ruhca ma’naca kendi zihnim tarafından tertib olunan mukaddimelerin neticesiyle tevafuk ediyordu. Zihnimce mes’ele hususunda vuku’a gelen tahlil buna yordu: Asıl matlub bir mecelle-i umumiyye meydana getirmekdir. - Mecelle hukuk-ı şahsiyye hukuk-ı umumiyye hukuk-ı bulunduracak bütün ihtiyacat-ı meşrutiyye ve medeniyyemize kifayet edecek. - Bu kavanin hevadan değil mutlaka şer’-i şerifden ahz ü istinbat olunacak. - İşbu mecelle bütün ma’nasıyla zamanımıza zeminimize halimize tevafuk edecek adeta halimizden istinbat edilerek yapılmış gibi olacak daha doğrusu halimizden de olundu. Şimdi sözümüzü şu mahdud ve ma’lum olan mecelle dairesinde döndüreceğiz. Demek ki şu mecelle-i celile ictima’iyatça hayatça adaletçe hukukça hülasa ihtiyacımız için böylece ne nevi’den olursa olsun o hazine-i kavaninde bir hisse bulabileceğiz: Bir mizan-i medeniyyetimiz nazım-ı hayatımız olacak... ta küçük teferru’atına varıncaya kadar bütün nizamnamelerimiz umur-ı iktisadiyye umur-ı maliyyece olan bütün ihtiyacat-ı hukukiyyemiz şu mecelle-i celile kavaninine tevfikan tanzim o vechile de hall ü fasl edilecekdir. sonra mes’ele bir dereceye kadar kesb-i vuzuh eder; mevzu’ da kendi kendine tabi’atiyle iki kısma ayrılmış olur: Bir kısmı lüzumu kadar kütüb-i fıkhiyyemizden intihab ile tercüme eylemek madde be-madde tanzim ile ihzarı mümkün olan kanunlardır. Diğer kısmı asr-ı ahirin ilcasıyla sudur eden vuku’at-ı zamaniyyemize mahsus bir takım ahkamdır ki doğrudan doğruya edille-i şer’iyyeden istinbata muhtacdır. Bu halde işbu tanzimi matlub olan mecelle-i celile iki kısım olup biri müctehedat-ı kadimeden teşekkül diğeri müctehedat-ı cedideden te’essüs edecekdir. Şimdiye kadar elimizde olan mecelle birinci kısma dahildir. Birinci kısım hususunda az çok mütala’amızı yürüdelim. Evvelce arz etmişdim ki birinci kısma derc olunacak kanunlar maddeler hep hazır: Selef-i kiram tarafından istinbat mış; işte bu kadar... Fakat bütün bu kolaylıklarla beraber bahr-i bi-payan olan mesa’il-i fıkhiyye-i şer’iyye içinden zeminimize zamanımıza halimize muvafık kanunlar hükümler bununçün böyle kanunlar hükümler intihab edebilmek için en evvel hey’et-i intihabiyyenin ilm-i celil-i fıkıhda büyük mümarese ve maharetleri saniyen ahval-i zamaneye hakkıyla vukufları salisen bi’l-intihab derc edecekleri kanun ve hükmün tatbiki mümkün olabileceğini bi’t-tecrübe idrakleri lazımdır. biyyede belki hey’etin her ferdinde bulunması mutlaka vacibdir farzdır. Görüyoruz ki şu ta’lilimiz yalnız ta’lil olarak kalmadı; ayrıca bir da’va halini aldı da isbatı lazım geldi. Bina’enaleyh evvela birinci madde-i esasiyyeyi nazar-ı tedkıka alalım. Hey’et-i intihabiyye ve efradı için en evvel ilm-i fıkıhda mümarese ve maharet lazım geldiğini söylemiş da’va etmişdik. Biz bu da’vamızda pek haklı idik. Zira mümarese maharet ma nahnü fihimizce ilm-i celil-i fıkıhda kesret-i iştigal malik olmayan bir hey’et yahud hey’ete dahil olan bir zat nasıl olur da ilm-i fıkıhdan kanun hüküm ahz edebilir?! Bunun lüzumunda hiçbir vechile şübhe edilemez... “...Kesret-i iştigal ile...” dedik. Fakat kesret-i iştigal nasıl oluyor? İşte bir su’al... Cevabı da herkesce ma’lum: Dürer’i bu kadar. Fakat fikr-i kasıranemce ancak bu kadarla iktifa etmek ilm-i fıkıh ile kesret-i iştigal sayılamaz. Bu kitablar yüz bin kere devr edilirse gene kesret-i iştigal sayılamaz. Bendeniz ise melekeyi büsbütün başka bir nevi’ “kesret-i addeyliyorum. Zira “kesret-i iştigal” ta’birinin daha ziyade ma’na-yı hakıkı-i kadimisine daha ziyade ma’na-yı me’luf-i aslisine yaklaşdığını görüyorum. Bu hal bana cesaret veriyor. Bina’en-aleyh derim ki: “İlm-i fıkıhda kesret-i iştigal” bizim dediğimiz i’tikad etdiğimiz vechile o kadar basit o kadar kolay birşey değildir. Belki “ulema-i fukahaya mahsus olan taklid derecesine vüsul bulmak” ile tahdid edilirse zannederim ancak mi’yarı bulunmuş olur. Bunun hülasası: yakın vukuf hissedilmişse vicdan-ı mukallidce dahi bu halin tamamı tamamına bulunmasıyla ta’bir olunabilir. İşte mutlaka ulema-i fukaha için taklidin bu derekeden de aşağı kalması ca’iz görülemez. İşte bu kadarcık meleke de öyle bir raşmakla İbni Abidin mütala’a etmekle elde edilebilecek şeylerden değildir. Hiç olmazsa o müctehidin-i kiram hazeratının kendi elleriyle yazmış bulundukları eserleri doğrudan doğruya tekrar tekrar kemal-i dikkatle -elfazını değil ma’nasınıokumak lazımdır. Yalnız bir danesini değil hepsini bu mümkün değilse birçoğunu... Bu da kifayet etmiyor daha mühim bir şart var; o da tarih-i ilm-i fıkhın bütün gavamızını hakkıyla idrak bunu daima bir şahid-i adil suretiyle vicdanın önünde bulundurmak da lazımdır. Şimdi daha iki mes’ele meydana çıkdı: “...Asar-ı selef asar-ı müctehidin...” dedik. Dedik ama kütüb-i matbu’amız lunabilir? Tarih-i ilm-i fıkıh hakkında selefen halefen bir eser olsun yazılmış mıdır?! Son su’alin cevabı kocaman bir “yok”dan ibaret kalacak. Evvelki su’alin cevabı da yine “yok”a karib yokdan pek az farklı olacağı şübhesizdir. Zira asar-ı matbu’amız içinde asar-ı selefden beş on eser bulunabilirse Cenab-ı Hakk’a şükürler etmeli... Bereket versin bu eserler de kısmen Hind kısmen Mısır ulema ve tabi’lerinin himmetleriyle gayretleriyle meydana gelmişdir. Biz Türklere kala idi bir danesini bile meydana getiremezdik. Bizde böyle eserlerin mütala’asına merak eden bile yokdur. Bizim terbiyemiz tahsilimiz böyle bir zevkin uyanmasına yardım edecek bir hale daha henüz gelememişdir. Biz böyle zevklerden fersahlarca uzakda bulunuyoruz.. İşte kütübhanelerimiz meydanda... İçlerinde kaç danecik asar-ı selef bulunabilir? Bulunanların vakf olunduğu günden beri tozları silinmek için velev bir def’a olsun bir sahifesi bile açılmamışdır. Okuyan mütala’asından zevk alan bulunmadıkdan sonra bunları kim tab’ etdirecek?! Muhitde bir uyanıklık bir zevk bir his bulunmamasına rağmen o koskoca eserleri tab’ ve temsil etdirip meydana koymak tenbellik sönüklük ile kahve köşelerinde yapışıp kalmak kadar da kolay bir iş değildir. Büyük bir himmet büyük bir gayret üzerine külliyetli bir servet de ister... Fakat servetden himmetden gayretden evvel zevk merak his ister. Bunlar bulunursa servet pek kolay elde edilirdi. Milletimizde kavmimizde şu hasletleri uyandırmak güçdür. Benim fikrimce bu vazife doğrudan doğruya ulemamıza hocalarımıza aiddir. Bu his bu haslet ulemamızda uyanırsa aleme çabuk sirayet ederdi. Fakat henüz hocalarımızda böyle bir his göremiyoruz: Şu pis kahve muhitinden bir türlü yakamızı kurtaramıyoruz. Ne zaman bu fena muhitden kurtulup düşünmek çalışmak ne olduğunu anlayabilirsek işte o dakıkadan i’tibaren kütübhanelerimiz türlü türlü asar-ı selef ile tezyin olunacağı gibi evvelce söylediğimiz tarih-i ilm-i fıkıh dahi dahil olduğu halde daha birçok asar-ı cedid de meydana getirilebilineceği şübhesizdir. Ya Rab ne zaman olur da o dakıkayı görmek nasib olur?.. Şurut-ı esasiyyeden ikincisi olarak hey’et-i intihabiyye ve efradından ahval-i zamana hakkıyla vukufları lazım geleceğini söylemiş da’va etmişdik. Çünkü ahkam kavanin bir mizan-i umumidir. Kale Allahu Te’ala: ki bir tarafdan o zamanın gidişi ahvalin cereyanını diğer tarafdan ef’al-i beşeriyye tekalif-i insaniyyenin suret-i deveranlarını tanzim eyler; her iki tarafın hal-i fıtri hal-i tabi’ilerini muhafaza ederek bir i’tilaf bir tevazün halinde bulundurur. zün bu i’tilafın netice-i meşru’asından ibaretdir. Bu halde ahkam kavanin intihab eden zatların her iki tarafı yani hem ahval-i zamanı hem ahval-i beşeriyyeyi kemal-i dikkatle piş-i nazarlarında bulundurmalarının vacib ve farz olduğu pek açık bir suretde meydana çıkdı. Unudulmasın! Bizim bahsimiz te’lifi mutasavver olan mecelle-i celilenin birinci kısmında idi. Bu kısmın müctehidat-ı kadimeden teşekkül edeceğini de evvelce arz etmişdik. Bina’en-aleyh bu kısım için yegane merci’ me’haz kütüb-i fıkhiyye-i kadime idi. Halbuki şimdiye kadar elimizde olan kütüb-i fıkhiyye mesa’ilinden bir kısmının tebeddül-i ahval-i zaman ile ahkamının dahi tebeddüle uğrayacağı şübhesizdir. Bu halde ahval-i zaman bir nevi’ esbab-i tebdilden addolunabilir. Bina’en-aleyh nasıl ki bir müctehidin neshi muhtemel bir nass karşısında daima nass-ı nasihden agah olması lazımsa şimdiki zamanımızda da bir müntehib-i kanunun dahi ahval-i zamandan daima müteyakkız bulunması zaruridir.Ta ki ahval-i zamanla ahkam arasında bir te’aruz vuku’a gelmesin; bu suretle de ortalıkda mesalihi Şimdi yeni bir mes’ele daha meydana çıkdı: Ahval-i zamanın bir nevi’ esbab-i tebdilden olduğu söylendi. Şu kadar var ki burada “ahval-i zaman” ta’birini azıcık umumi bir ma’nada i’tibar ederek bi’l-umum avamil kasd olunursa hakıkate daha muvafık gelir. Nasıl ki ulemayı muhakkıkınden bazıları bi’l-umum avamilin esbab-ı tebdilden olabileceğini söylüyor isbat ediyor. Fakat bu mes’ele bütün ma’nasıyla vuzuhuna rağmen yedi sekiz yüz seneden beri mensi hükmünde kalmışdı; adeta kulub-i ulemadan silinmişdi. Şimdi ise kendi kendine uyandı. Hayır hayır Cenab-ı Allah uyandırdı. Fakat kari’in-i kiramdan rica ederim ki burada su-i tefehhüme meydan vermeyelim. Zira nusus-i sarihanın ahkam-ı sarihasını ahval-i zaman avamil değil hiçbir kuvvet değişdiremez. Meğer ki kendisine mu’adil fakat mu’arız nusus-i sariha mevcud ola... Ezminenin emkinenin halin hülasa bi’l-umum avamilin ma’kuldür. Evvelce dahi arz olunduğu vechile ahval-i zamanın belki bi’l-umum avamilin ahkam ile tevazün üzere bulunmaları lazımdır. Zira bilfarz avamil ile ahkam ihtilaf ederlerse menafi’ce mesalihce zarar ve ziyan geleceği şübhesizdir. Cenab-ı Allah celle şanuhu hazretleri insanlara avamili tağyir kendi emellerine ram edebilecek bir kudret i’ta buyurmadığından ona karşı mukavemet eylemek galebeye yeltenmek takat-i beşer haricindedir. Bina’en-aleyh herhalde tegayyür tebeddül “hüküm” tarafında tekarrur eder: Yine nusus-ı celileye tevfikan avamil ile de mütevazin bulunan bir hüküm vaz’ olunur. Yoksa kat’iyyen ihtilaf üzerine yüzüstü bırakılamaz; bırakmak gelmez. Zira mesalih-i ibad sekteye uğrayacak menafi’-i ibad da mahv olup gidecekdir. Maslahat yerine mefsedet menfa’at yerine mazarrat gelecekdir. Halbuki şeri’at-i celile-i Muhammediyye me’aşca me’adca mesalih-i let-i mahzadır rahmetdir hikmetdir. Hangi bir hüküm ki adaletden cevre rahmetden zıddına maslahatdan mefsedete hikmetden abese döndü mü o hüküm mutlaka şer’i değildir; evvelce şer’i olsa bile bu tehavvül ile hemen şu dakıkadan şu saniyeden i’tibaren şer’ilikden çıkmış demekdir. Şeri’at-i celile-i Ahmediyye’de ahval-i zaman ve avamilin na yüzlerce misal bulmak mümkündür. Burada da ulema-i muhaddisinden bazılarının zikr ü irad buyurduğu birkaç tane misali tahattur edelim: - Esasen emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i anil’l-münker nass-ı celil-i Kur’ani ile me’murun bihdir. Fakat bir münkerden nehy olunduğu takdirde daha fenasını meydana getireceği ma’lum olduğu suretde o münkerden nehy ca’iz görülemez. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ba’de feth-i Mekke-i Mükerreme Ka’be-i Mübareke’yi esas-ı Hazret-i Peygamber Efendimiz namazı vaktinden te’hir eden ümeraya karşı mukatele için istizan eden ashab-ı kiramına hitaben yine şu hikmete mebni: buyurmuşlardı. - Farz olan bir hadd-i şer’i icra olunduğu takdirde aksine nisbetle daha fena netice vereceği maznun olursa icrasına mesağ yokdur. Nasıl ki kat’-ı yed-i sarık hudud-ı İlahi’den olduğu halde Hazret-i Peygamber esna-yı gazada sarıkın ellerini kesmeyi men’ eylemişdir: el-Makdisi bu hadisin ma’nası üzerine icma’-ı sahabe olduğuna zahib olmuşdur. Hazret-i Ömer Ebu’d-Derda Huzeyfe sa’ir ashab-ı kiram Ahmed bin Hanbel İshak bin Rahaveyh Evzai vesa’ir ulema-i İslam hazeratı dahi esna-yı gazada sarıkın eli kesilmeyeceği re’yinde bulunurlardı. - Kaht u gala senelerinde sevk-i cu’la vuku’a gelen sirkatden dolayı kat’-ı yed edilmediği dahi Hazret-i Ömer’in fi’il ve kazasıyla sabitdir. - Hazret-i Peygamber ve ashabı sadaka-i fıtrıyyeyi Medine-i Münevvere’nin ma’ruf me’kulatından olan temr şa’ir zebib bir nevi’ yoğurtlu yemeklerinden i’ta buyuruyorlardı. Fi’l-i Resul böyle vuku’a geldiği halde ulema-i İslam sa’ir memalikde bulunan müsliminin ne olursa olsun yerli yemeklerinden hatta kıymet takdiriyle i’ta-yı fıtra etmelerini ca’iz görmüşlerdir. - Haizin Ka’be-i Mu’azzama’yı tavaf etmesi esasen lisan-ı Nebevi ile memnu’ olduğu halde kafile o kadının kesb-i taharet ederek tavaf edebilmesini intizarda ma’zur görülürse haizin de tavafı ca’iz görülmüşdür. İmam Ebu Hanife hazretleriyle bir rivayete bina’en İmam Ahmed hazretlerinin mezhebi dahi böyledir. - Asr-ı sa’adetden ta Hazret-i Ömer’in eva’il-i hilafetlerine değin bir meclisde vuku’a gelen üç talak vahid i’tibar olunur rucu’ ca’iz görülürdü. Hazret-i Ömer bu halin bu hükmün su-i isti’male uğradıldığını görünce bu hükmün böylece bekasını tecviz etmedi. Şimdi bildiğimiz vechile üç talakı üç; bina’en-aleyh bayin-i galiz i’tibar buyurmuşlardır. şeklinde bk. Ebu Davud Şurut-ı esasiyyeden üçüncüsü olarak: Hey’et-i intihabiyyenin vaz’ edeceği ahkam ve kavaninin fi’iliyatca tatbiki mümkün ve kolay olabileceğini bi’t-tecrübe vukuf-ı tamları bulunması lazımdır demişdik. İkinci şart-ı esasinin isbatı zımnında bu şık dahi isbat olunmuşdu: Zira bir hüküm bir kanunun tatbikatında güçlüğe ma’ruz kalınıp kalınmaması mutlaka avamilin te’aruz edip etmemesinden başka birşey değildir: Avamil ile ahkam arasında ihtilaf varsa o ahkamın tatbikatında güçlük çekileceği i’tilaf varsa kolaylıkla iş biteceği şübhesizdir. İhtilaf ya doğrudan doğruya teklifun bima la-yutaka yahud hiç olmazsa harc-ı azime badi olacağından vazı’-ı kanunun her halde bu hususatca vukuf-ı tamları bulunması şurut-i esasiyyeden kılınmışdır. Hazret-i Peygamber ashab-ı kiram ulema-i İslam hazeratı hükümlerinde kazalarında fetvalarında daima ahalice onların örf ve adetlerince hayat ve ma’işetlerince mülayemet ve muvafakati nazarlarından dur tutmazlardı. Ulema-i hukuk bi’l-ittifak: “Kanunun kolaylıkla sühuletle tatbikı matlub olduğundan onu hevadan değil ham bir hayalden de değil kavmin sevk-i tabi’ilerinden isti’dadlarından müslümanlarda böyledir böyle yaparız. Fakat ancak bununla da iktifa olunmaz bir de mizan-ı umumi-i şeri’atle tartılır; kuvvet metanet verilir te’yid olunur; bu suretle mülayim muvafık muta’ bir hüküm meydana gelir. Anlaşılır ki ahkamla avamil arasında hiçbir vechile te’aruza bu hususatca “ilim vukuf” lazımdır. İlim vukuf ise ya ilmü’n-nefs nokta-i nazarından hubut tarikiyle külliyat-ı ilmiyyeden cüz’iyat-ı ef’al-i beşeriyyeye intikal suretiyle olur; bu sırf nazaridir ikinci şart-ı esasi adeta bu kabilden idi. Yahud istidlal tarikıyle cüz’iyat-ı ef’al-i beşeriyyeden külliyata doğru irtika suretiyledir ki bu da sırf ameli ve tecrübi olur. İşte şimdi izah etmekde bulunduğumuz şart-ı esasi dahi bu kabildendir. Bina’en-aleyh bu üçüncü şart mucebince Mecelle Cem’iyeti’ne arasından yetişen ulemadan bulunması yahud kadılık na’iblik hakimlik sıfatıyla ahali beyninde bulunan zevatdan intihab olunması lazım olduğu meydana çıkıyor. dan olan tetebbu’atımız neticesi olarak Mecelle Cem’iyeti’ne mezayası te’ayyün etdi. Mesa’il-i diniyyeden bazıları vardır ki icrası ahval ve zamanın müsa’adesine tevakkuf eder. Hayr-ı cüz’inin tahtında bir şerr-i külli görülürken daima şerr-i külliye ri’ayet ederek hayr-ı cüz’inin terki veyahud ahval ve zaman müsa’ade edene kadar te’hiri muvafık-ı akl ü hikmetdir. Altında büyük bir zarar ve menafi’imize büyük bir darbe re’yü’l-ayn görülürken guya bundan bir hayır ümidiyle bir mes’eleyi meydana koymak ve ortalığı velvele ile doldurmak doğrusu erbabında bir hüsn-i niyyet olmadığını açıkdan açığa ira’e etdiği gibi bu mes’elenin tırnak altından kir arayanlara bir alet olacağı da şübheden varestedir. Risaletpenah Efendimiz hazretleri birşey söylerken daima ashab-ı kiramın kuvve-i müdrikelerini nazar-ı i’tibara alarak onların akılları idrak eder nisbetde söyleyerek umur-ı mühimmeden olub da akılları daha idrak edemeyecek birşey olursa ta idrak eder bir halete gelene kadar te’hir ederek sonra tebliğ ederdi. Mesela: Şürb-i hamrın hurmeti birden bire sabit olmadı. Evvela -tevtı’e ve temhid makamındagünah olduğu ve saniyen vakt-i salatda adem-i cevazı ve bi’l-ahıre suret-i kat’iyyede hurmeti sabit oldu. Tabi’i birden bire hurmeti tebliğ olundukda içerisine kat böyle yapılmasında olan hikmet-i Rabbani muhatabının kuvve-i müdrikesini nazar-ı i’tibara alarak dimağının tahammül etdiği derece-i ta’limden başka birşey değildir. Zaman-ı cahiliyyetde Arablar arasında şürb-i hamr hayli şayi’ olarak menafi’den addediliyordu. Eğer bunun hurmeti birden bire sabit olursa ihtimal ashab-ı kiram bunda olan mazarratları birşeyin haram edildiğine zahib olurlardı ve bunu anlamaları da terbiye-i fikriyyelerinin daha bir parça terakkı etmesine tevakkuf ediyordu. Bina’en-aleyh şürb-i hamrın kat’i suretde haram olması bunda olan nukat-ı hikemiyyeleri etrafıyla anlar dereceye gelene kadar te’hir edildi. Garibi de şurasıdır ki sa’adet-i dareynin kafili olan dinimiz bu gibi hikmetleri gösterirken ve birşeyde mazarrat tarafı menfa’at tarafına galib oldukda o şeyi bi’l-külliye veyahud vakt-i merhununa terkinin lüzumiyetini lisan-ı haliyle söylerken biz İslamlar hissiyat-ı nefsaniyyemize ma’ruz kalarak ale’l-amya bir mes’eleyi vakti gelmeden evvel meydana koymaya müsara’at ediyoruz. Ve bununla başımıza bin türlü belalar alıyoruz. Zaten ruy-ı zeminde olan üç yüz milyon ahval ve zamanın müsa’adesine ri’ayeten yapmadığımızdan neş’et ediyor. Son günlerde Rusya İslamları arasında “Üç Mes’ele” namında bir risale neşr olunup ortalığı hayli karışdırmış. Ahali bunu adeta dine ta’riz gibi telakkı ederek terakkıperverlere olan evvelki buğuzlarını bir daha yükseltmişlerdir. Risalenin muhteviyatı: Alafranga elbise telebbüsünü zebiha-i Nasaranın eklini mezheb-i Hanefi ile mezheb-i Şafi’i’nin yekdiğerine iktidasını tecvizden ibaretdir. Alafranga telebbüs mes’elesi yeni bir mes’ele olmayıp çokdan beri ahali arasında iftirakı mucib olan bir mes’ele olduğundan ondan feragatle zebh-i Nasara mes’elesine gelelim: Ahalinin bunu adeta dine ta’riz gibi telakkı etmeleri tabi’idir. Zira zebh-i Nasaranın hurmetine ahali indinde pek mukaddes tanılan Rusya uleması tarafından eskiden beri fetva verilmekde idi. Sahib-i risalenin gösterdiği ehadis-i nebeviyye bunun hılline delalet ediyor; fakat bununla beraber bu fetvaları için selefleri de ta’yib edemeyiz. Zira bir müftü fetvasını vüs’une göre verir vakt-i zaruretde min gayri kasdin hilaf-ı hakıkat olarak fetva verirse ictihadında hata etmiş olduğuna hamlen kendisini mu’af görürüz eğer Rusya ulemasının şu son devre kadar geçirdikleri hayatlarını ve kütüb-i fıkhiyyece olan kaht ü galalarını nazar-ı i’tibara alırsak tabi’i bunları mu’afin zümresinden addedebiliriz. Bunların kütüb-i fıkhiyyece olan kaht u galaları iki şeyden tabların Rus sansörlerinin gasb-ı mütehakkimanelerine ma’ruz kalmaları idi. Öyle bir zamana tesadüf etmişlerdir ki bundan sene mukaddem bir dane Cami’ü’r-Rumuz’un fi’atı bazı yerlerde ruble guruş ve bir binere çıkmış. sansörleri İslamiyet’in öyle bir hasm-ı canı kesilmişler idi ki miladi senelerinde Kelamullah’da olan cihad ayetini ve Muhtasarü’l-Vikaye’de olan babü’l-cihadı kırmızı mürekkeble çizerek tab’ını yasak etmişlerdi. Bundan dolayı ahali-i Müslime galeyana gelerek; galiba İvan Krozni devri avdet ile hunrizane mu’ameleleri bir daha tekerrür edecek Kelamullah ve kütüb-i diniyeye ta’arruz ancak onun mukaddimesi olabilir zannıyla necat diyar-ı İslam’a hicretdedir diyerek mallarından zeminlerinden ve akrabalarından cüda olarak muhabbet-i diniyyelerinin sevkıyle perakende bir haletde memalik-i Osmaniyye’ye hicret etmeye başlamışlardı. lerinden vüs’u nisbetinde verdikleri fetva ahalinin dimağında “leyse illa” hükmünü alarak cay-gir olmuş. Ahali indinde eslaf pek mukaddes addedilerek onların söylediği sözler edille-i erba’a sırasına geçdiğinden şimdi mesa’il-i diniyyeden biri seleflerin dediğine bir parça mugayir çıkarsa adeta din tahrif olunuyor gibi galeyana gelerek kıyamet koparıyorlar. Bina’en-aleyh din-i mübin-i garrayı hakıkatiyle meydana koymak isteyen zevat-ı kiramın tamamıyla siyasetden haberdar olarak daima “el-ehemmü fe’l-ehemm” ka’idesine ri’ayeten terakkıyatımıza hayatımıza te’alluku olan şeyleri son derece maharetle meydana koymak iktiza eder ve buna mecburuz aksi halde maksadımıza muhalif olan bir neticeyi hakkıyla telvis eden bir takım erazil-i eşhasın ekmeğine yağ süreceğimiz şübheden varestedir. Zira ahalimiz daha hakıkati çarçabuk anlar derecede olmadığı gibi bu erazil-i eşhasın: Görüyorsunuz ya Cedidciler şimdi Rus meytelerini tecviz etmeye başladılar çok geçmez hınzır etini de tecviz ederler.. gibi vesvese-i mel’unanelerine aldanmayacak kafaya da malik değillerdir. Bir mes’ele meydana vaz’ edilirken daima ondan bir fa’ide beklenir. İster maddi ister ma’nevi olsun acaba bu zebh-i Nasara mes’elesini meydana koymakdan ne gibi fa’ide beklenmiş? Hiç. Belki iktisadımıza zarar kasd olunmuş. Zira bugüne kadar yirmibeş otuz milyon İslam’ı hatta ekser yerlerde Rusları böyle Müslüman kasabları besliyordu. Sibirya’da sayesinde olarak senede Petersburg Moskova’ya yüzer vagon et gönderip ticaret ederek büyük bir servet kazanıyorlardı. Bizim tarafda İslam amelesi kasab vaktini –TeşrinievvelArab şu’arasının Suk-ı Ukaz’ı bekledikleri gibi dört gözle bekleyerek o esnada epeyce para kazanıyorlar doğrusu kışlık zahirelerini o vakit hazırlıyorlardı. Demek sahib-i risalenin bütün dünya koparıp bu kadar ehadis-i nebeviyeyi karışdırarak bunca vakitlerini zayi’ edip ruhsat-i diniyyeden başka birşey olmayan bir mes’eleyi meydana koyması ma’nen zararları mucib olduğu gibi maddeten de büyük bir zararı mucib olmuş iktisadımıza büyük bir darbe vurulmuşdur. Sahib-i risalenin bu mes’eleyi ortaya atmasına da ahali-i müslimenin halet-i müsaferetde et hususunda sıkıntı çekmesi icbar etmiş imiş. Fakat ahali arasında vücudyab olan iftirak ve nifakdan fakr u zaruretden çekdiğimiz ıztırab halet-i müsaferede yemek hususunda çekdiğimiz sıkıntıdan daha büyük ve daha hatırı sayılır bir ıztırabdır zannederim. susunda hayat-ı umraniyyenin muhafazası uğrunda fedakarane etdikleri hizmetleri muhatablarının dimağı ne derecede bulunduğunu terazuya tartmazlar kavl-i hakimanesine zerre kadar ri’ayet etmezler millete hizmet namını vererek ve ortalığı fitne ile doldurarak sanki başka mühim olan mesa’il tamamıyla hallolundu da sade ruhsat-ı diniyeden olan zebh-i Nasara bilmem daha alafranga telebbüs mes’eleleri kalmış gibi bu kadar kağıdlar meydana koyarlar. Kendileri bunun ma’nen bir zararı olmadığı takdirde böyle iktisadımıza büyük bir darbe vurulduğunun farkında da değiller. Yazık kağıdlara! Yazık ömürlere!.. Eğer kendilerinin kavl-i hakimanesine da’vet ederseniz sizi düşündükleri sade altun ile ceplerini doldurmak olan menfa’atperest imamlara teşbih ederek “kaselis” unvanı verirler. Eyvah! Binlerce eyvah! Millet cehalet esaretinden ta’assub boyunduruğundan kurtulamadığından anen fe-anen mahv ü indirase yaklaşmakdadır. Mini mini ma’sum yavruları mekteb demeye sezavar olan bir terbiyegah yüzü göremediğinden babalarını çok geçmeden ta’kıb edecekler Üzerinde çarpışan iki kuvvetin –cedid kadim– te’siri sa’adetimizi te’min etmek için açılmış mektebleri bir bir kapatmakda.. Bir parça milletin haline acır farz etdiğimiz zatlar da vakitlerini terzilik ve Rus kasablarına simsarlık ile geçirmekde.. Milletin mi’desi tahammül edip etmeyeceğini nazar-ı i’tibara almaksızın hazinesinde ne varsa döküp saçmak yor ki bu milletin bekası onları alafranga elbiseye kalıb ederek Nasara zebhiyesini yedirmekle olmayıp ancak ma’arifin tevsi’iyle tev’em ve mekatibin çoğalmasıyla mümkün olduğu ve mekatibin çoğalması ise ahalinin müzaheretiyle husulpezir olacağı aşikardır. Kelamıma hitam vermeden şunu da arz etmek istiyorum ki bugüne kadar aleme çıkıp da aksi olarak telakkı olunmuş mesa’ilin hakıkatini meydana koymak batnın değişmesine tevakkuf ediyor. Ne vakit dimağları hiçbir hurafatla karışdırılmamış ma’sum yavrularımızı hurafatdan tevakkı ederek saf İslamiyet terbiyesiyle terbiye etmeye muvaffak olursak o vakit aksi olarak telakkı olunmuş mesa’il-i meydana koyabiliriz. Bina’en-aleyh herşeyden evvel ehemmiyet verecek yerimiz “mekteb medreselerimizdir.” Bir an evvel ahaliyi kendimize zahir ederek mekteb medreselerin ıslahına çalışmak lazım. Yoksa mektebe girdiğinden çıkdığına kadar bir takım mel’unların inşa-kerdesi olan asılsız esassız mevzu’ hadisleri okuya okuya başı dönmüş şimdiye kadar din namına muş ahalinin bu gibi mes’eleler ta’assub damarlarını kabartmakdan başka şeye yaramaz. Olsa olsa ma’arifden soğumalarına hizmet eder. Zaten ma’arifperverlerimizin günden güne kendi hafiyeliklerimizle sürgünlere yollanılması ve mekteblerin birer birer kapanması bu gibi fi’l-asl lüzumsuz şeyleri ortaya çıkararak ahalinin zihinlerini tahdiş etdiğimizden Gabel ile taraftarları muhat oldukları noksanı kendilerine malin meraret-i elemden asude bir saadetin mevcudiyetini bildiren Cenab-ı Halık’a hamdederek o gaye-i saadet ü kemale can atacakları bunun için her türlü vesaile sarılacakları yerde bilakis tutmuşlar da sebil-i fevz ü felahı kendilerine karşı kapamışlar feyfa-yı ye’s içinde dolaşıp duruyorlar. Halbuki o mugaylanzar-ı bi-intihada ma’ruz kalacakları şedaid-i hayat-fersaya dayanamayıp na-çar mahvolacaklardır. Lakin bu zavallılar noksanlarını idrak ederek bu suretteki varlıktan bizar oldukları için nasıl çekilmez bir hayat gidiyorlarsa öte tarafta diğer bir takım adamlar var ki onlar gibi bunlar da muhat oldukları noksanı anlıyorlar. Ancak bunlar o noksanın arkasında bir kemal-ı mutlak görüyorlar; varmak için alabildiğine koşuyorlar bu azm-i şedid sayesinde maksadlarına tedricen yaklaşıyorlar. İşte bunlar bir hayat-ı mes’udane içinde imrar-ı eyyam eyliyorlar. Şüphesiz sonunda öyle bir mertebe-i kemale varmış oldukları halde hayata veda edeceklerdir ki oradan doğrudan doğruya başka bir alem-i nur-ı envere.. kendilerini bir saadet-i bakı ile bir na’im-i ebedi ile beklemekte olan bir alem-i bülende yükseleceklerdir. risinde bir kemal-i mahz olduğunu o kemali idrak için tayy-i merahil etmek lazım geleceğini düşünemez. Görmüyor musunuz Gabel mele’-i a’lanın bir hal-i fevkal-hayali olan cemal-i sırfı kemal-i mahzı idrak ettiği halde ona yaklaşacağı yerde ondan uzakta kalmak nevmid olmak tarafını Mükevvenat-ı tabiata itirazda bulunan bu adamlar inkar ve inada öyle mağlub olmuşlar ki onun saikasiyle sahafet-i akl ü re’yin en aşağı derekesine inmişler de hala farkına varmıyorlar. Bununla beraber bu adamlar redde bile değeri olmayan böyle adi bir fikri makam-ı tefahürde nasıl irad ediyorlar? Hayretteyim. Çünkü başkaları gibi bunlar da görüyorlar biliyorlar ki ilim bir terakkı-i daimidedir. Bina’enaleyh bir şeyin bu gün hikmeti anlaşılmazsa yarın tezahür ediyor. Zirveleri bulutlara dokunan hey’et-i mecmuaları ruy-ı zemini gayr-ı müstevi bir hale getiren şu dağların yaratılmasında ne hikmet olabileceğini bir vahşiden sorarsanız hiç şüphe yoktur ki bila teemmül vereceği cevap bunların hiç bir hikmet ve menfaati olmadığından bina’en-aleyh sath-ı kürede bulunmamaları daha münasip olacağından ibarettir. Halbuki cehaletinden dolayı şu hükmü veren adam dağların yağmur mahzeni olduğunu onlar olmasa nehirlerin devamı kabil olamayıp dolayısıyla bütün insanların helaki yeryüzünde hayatın adem-i imkanı lazım geleceğini bilmiş olsaydı.. Evet o cahil bu hikmetten haberdar bulunsaydı böyle itiraz savurduğundan dolayı tevbeler ederdi; akl-ı kasırını hududunun haricine sevkettiğinden utanır bin kere pişman olurdu. suzlukla ithama kalkışan o adamlar da şu misaldeki vahşiye benzerler. Onun için zahiren nazara hoş görünmüş menazırdan vetin müntehasıdır. Lakin Allah inadın belasını versin. İşte bu adamları böyle işitenlerin hem hande-i istihfafını hem de merhametini celbedecek bir alay safsatalar serdine icbar eden saik hep inat belasıdır başka değil. Acaba yed-i avalim-gir-i ibda’ın ketm-i ademden vücuda getirdiği bunca mübdeat-ı dehşet-fermanın her tarafdan mevcudiyetlerini ihata etmiş olması onlara elvermiyor mu ki kendilerini toplasınlar da bu gün hikmet ve mahiyetini susunda iltizam-ı edeb etsinler? u hakıkatini anlayamadıkları eşyayı birer suretle itham etmekte Huda’da ser-be-zemin-i sücud olmuş bu ibda’-ı hayret-fermayı lisan-ı huzu’ ile itiraf ediyorlar; mazhar oldukları ilmin muhat bulundukları cehle nisbetle güneşten zerre denizden katre mesabesinde kaldığını söylüyorlar. Feylesof-i şehir August Sepasite Felsefe-i Edyan’da diyor ki: “İlmin her fer’inde her mebhasinde haiz oldukları ma’lumatın nisbetle gayet mahdud bir cüz’ünden ibaret olduğunu herkesten evvel itiraf eden yine ulemadır. Tevazu’da en ileri gidenler ise ilmen en önde bulunanlardır. Bununla beraber ulemanın hepsi de mu’terifdirler ki şimdiye kadar alem-i tabiatta nail oldukları keşfiyat icra ettikleri tetebbuat mechulata nisbetle ademden başka bir şey değildir. Bina’en-aleyh bunlar vaz’ettikleri kavanini zaman zaman ta’dile nazariyelerini de gitgide tevsi’a müşahedat-ı cedidelerini eski meşhudat-ı sahihalarına ilaveye amadedirler. Evet bu sonraki müşahedat arasında öyle hadiseler zuhur etmektedir ki efkara dehşet verir ezhanı herc ü merc eder. Şayan-ı te’emmüldür Nitekim bu hal her gün görülmektedir. “Lakin hakıkı bir alimin bu hadisat-ı nevine karşı mevki’ini tedkık edecek olursanız görürsünüz ki o alim basira-i disince meçhul bir takım kavanine münkad olduğunda şüphe etmez. Evet kendisince meçhul ama hakıkatta mevcud. Sonra müşahedat-ı hazırasını da o kavanine isnad edebilmek mat edeceğinden ümidini kesmez. Çünkü onun muzafferiyat-ı sabıkası muzafferiyat-ı atiyyesini de mütekeffildir. Bina’en-aleyh bila-fütur vela tehevvür tetebbuatını tedkıkatını ta’kib eder durur; zira o cebanet-i ahlakiyye nedir bilmez.” karıki sözleri onların hati’atından neka’isinden biri addolunmak refini mahvetmek murad edince ona akıl kabul etmeyecek böyle bir alay hezeyanlar söyletir. Benim i’tikadımca mahza hikmetini anlayamadıklarından dolayı icra-yı kainattan bazılarına sun zevi’l-ukuldan addolunmaları bile caiz değildir. Vakıa bizim bu adamlara karşı şu mevzu’da hakıkı müdafaa külfetini bunları görünce ulum-ı tabiiyye ashabını böyle bir takım ara-yı sahife ile ithama kalkışır da biz de hem ilme hem erbabına karşı büyük bir cinayet işlemiş oluruz. Şimdi bu sözlerin hepsini bir tarafa bırakalım da şu maddiyyunu bir dar daire içinde öyle bir surette muhasara edelim ki hiç bir yandan fürce-yab-ı huruc olamasınlar. Pekala onlara soralım ki hangi hakka istinaden vücud-ı Halık’ı rında hangi delile i’timad ediyorlar? Zemin ü asuman yaratılırken hazır idiler de zu’mlarınca halk ve ibda’a muktedir olan kavanin-i tabiatı ezeliyetine ka’il oldukları maddeyi gözleriyle mi gördüler? Yoksa böyle müdhiş bir mevzu’da ellerinde akl-ı selimin kabul edebileceği berahin mi var? Bakalım bunu üstad Emile Littre’den soralım ki hazret felsefe-i hissiyye ashabının reisidir. Bakınız ne diyor: “Biz kainatın asıllarını merci’lerini bilmediğimizden bir vücud-ı sabık veya lahikın mevcudiyetini inkar etmek bizim öyledir. Felsefe-i hissiyye akl-ı evvelin vücudu meselesinde beyan-ı re’y etmekten son derecede imtina’ eder. Çünkü o bu husustaki cehl-i kat’isini tamamiyle itiraf eylemiştir. Kezalik felsefe-i hissiyyenin menabi’i bulunan ulum-ı fer’iyye mekten çekinmek lazımdır. Şunu demek isteriz ki biz hikmet-i kışmayız. Biz kat’iyyen bi-tarafız. Ne nefye ka’iliz ne de isbata mailiz.” görür ki felasife-i hissiyyenin ellerinde nefy-i Sani’ için bürhanları yokmuş. Bunlar bu mes’eleye kat’iyyen karışmamak tarafını iltizam eden bir takım adamlar imiş. Daha açık bir ta’bir ile söyleyelim: Bunlar Dr. Robiniye’nin Felsefe-i Hissiyye’ sinde tavsif olunduğu vechile: “Mahiyet-i eşya hakkında hüküm vermek istedikleri zaman bütün tasavvurat ve tevehhümattan i’raz ederek sırf müşahedat-ı mahsuse üzerine bina-yı mütala’a etmek sözlerinden tahakkuku mümkün olmayan bütün faraziyatı hazfeylemek isterler.” Deriz ki: Eğer iş hakıkaten böyle ise pek kolay. Zira demek bu adamlar bürhan-ı hissi ka’im olmadıkça hiç bir şeyi inkar yahud isbat etmemek için ahd-i misak etmişler. Pekala lakin ya bu adamlar Allah’a karşı nasa karşı yalan söyleyerek kendilerinin vaz’ etmiş olduğu kanuna utanmadan yine kendileri muhalefet ederler de bu suretle kanunu siniz! Bakınız yine o üstad Littre ne diyor: “Tabiiyyun maddenin sıkleti olduğunu bildiği gibi fizyolojiyyun da madde-i asabiyyenin tefekkür hassasına malik bulunduğunu bilir. Ma’a-mafih bunların ikisi de ne maddenin ne suretle haiz-i sıklet olduğundan ne de a’sabın nasıl mütefekkir bulunduğuna vukuf iddiasında değildir.” Görüyorsunuz ya üstad kendi kanunlarına nasıl muhalefet ediyor da hasisa-i tefekkürün a’sabda olduğuna nasıl hükm eyliyor. A’sabın mütefekkir olduğuna dair elinde bürhan-ı hissi var mı? Eğer felsefe-i hissiye kanununa ittiba’ etmiş olsaydı mesail-i felsefiyyenin en müşkülü olan bu mes’elenin önünde i’tiraf-ı acz etmesi lazım gelmez mi idi? Bunların hiç bürhan-ı hissi olmaksızın nefy ü isbatta bulunmalarına başka bir delil daha ister misiniz? İşte yine aynı mesleğe mahsus kanunun vazı’ı bulunan Littre bir eserinde şöyle idare-i kelam ediyor: “Nazarımızda zahir oluyor ki kainatı Bakınız üstad kainatı halkeden esbabın kavanin-i tabi’iyyeden olmadığını hiç bir bürhan-ı hissi olmaksızın nasıl iddia ediyor! Muhammed Ferid Vecdi Mütercimi Mehmed Akif sezmeğe başladım. Bu sıralarda idi ki gönlüme hasret-i peder ateşi düşdü. Gah galeyan-ı hasretle melul ve mahzun olur gah bu hengam-ı ma’sumiyete mahsus kim bilir ne gibi mütala’at-ı garibe ile avunarak gülüp oynardım. Kabr-i pederi ziyaret etmek için ısrar gösterdiğim pekçok olurdu. Vakit ve havanın müsa’adesinden fırsat düşdükce bu arzum det ederim hayali parlar ve oraya gidip de bu hayalin nakşpezir-i diyormuş gibi olunca boynum bükük dönerdim. Pederin vefatında erkan-ı beyt olmak üzere altı nüfus ile Said namında lalamız kalmışdı. Beytutet-gahımız olan haneden başka Edirnekapısı’nda vakı’ Hacı Muhyiddin mahallesinde bir kira evi ve Sultanahmed’de şimdiki belediye bahçesinin kıble cihetinden karşısında ka’in kargir bir bab bakkal dükkanı ile bir batn-ı evlada müntakil esham ve nakden ve seneden bir hayli mikdar akçe merhum pederimizden etmiş münaza’a o zaman mahkeme-i teftişde uzun uzadıya mürafa’atı intac eder ve bu yolda mevcudatın bir kısmı elden çıkar. Senedat eshabından ekseri ise borçlarını ta’kıb edecek kimse bulunmadığını görmeleriyle te’diye-i deyn cihetine yanaşmaz bunun da bir hayli mikdarı şu suretle çürüyüp gider. Gedik – Bahçıvan değirmenci kuyumcu gibi erbab-ı hiref ve sanai’den birine mensub kazma ve kürek taş ve horos körük ve ocak misilli alat ve edevatın maliki olan kimse diğer kimsenin taht-ı temellükünde veyahud icareteyn bi akarını ma’lumü’l-mikdar icare-i mu’accele ve mü’eccele sinin ve şuhur beyan olunmaksızın isticar eder ve ba-şart-ı karar alat-ı mezkureyi o akar derununa vaz’ ile isti’mal eder. müstakar olduğu akara vakf olsun mülk olsun “mülk” denir. Valide dahi takdir-i Huda imiş ki çocuklarımın terbiyesiyle mukayyed olsun diye kendi de bizim gibi muhtac-ı metrukat-ı peder bulunan bir zata varır. Bu zat Moralı Şeyh Mehmed Efendi merhumdur ki Hazret-i Nureddin’in fahri türbedarı idi. Kendisi ümmi olduğu halde Türkçe Arabça Rumca Arnavudca olarak dört lisan ile mütekellim idi. Tercüme-i halini uzun uzadıya hikaye ederdi. Hatırımda kalabilen hülasasını ber-vech-i ati nakl ediyorum: “Pederim Mora’da Müftüzadelerden Mustafa Bey idi. Mora vak’asında ben küçük idim. Validemle iki hemşiremi gözümün önünde öldürdüler. Ben na’şlar altında kalmışım. Sonra beni na’şlar arasında ber hayat buldukları zaman Atinalı bir tacir alıp Atina’ya götürdü. Kendine evlad edindi. Bir hayli vakit yanında kaldım. Fakat pederimin hayatda olup Şam’a hicret etmiş olduğunu haber aldığımdan kendine kavuşmak için bir sefineye rakiben firara kadem basdım. Yollarda enva’-ı mihen ve meşak ile ve gah berren ve gah bahren güç hal ile şedd-i rahl ederek nihayet Dımeşku’ş-Şam’a vasıl oldum. O zaman henüz Rumca ve Arnavudca’dan başka lisan bilmez idim. Bununçün halimi her yerde anlatamadığımdan yollarda ve uğradığım yerlerde pek sıkıntı çekiyor idim. Şam’da pederime mülakı oldum. Vefatına kadar yanında bulundum. Orada da garib ve bikes kaldım. Bunun üzerine sevahil tarikıyle karadan İzmir’e geldim. Bakdım İzmir’e hicret eden akrabamızdan da kimse kalmamış. Oradan Bursa’ya gitdim. Burada da efradı a’ileden kimseyi bulamadım. Döndüm dolaşdım melce’ ve penagah-ı gureba olan Makarr-ı Hilafet’e geldim. O zaman hankah-ı cenab-ı pirde postnişin-i irşad bulunan Şeyh Abdülaziz Efendi’ye inabe ile dergahda karar kıldım. Kaderin bu cilvesidir ki bizi bu darü’l-feyz-i İlahi’ye sevk edip kadehi mu’alladan cür’a-yab eyledi.” Bu hankah-ı feyz-iktinah ile Moralılar arasında öteden beri bir münasebet vardır. Türbe-i şerifde medfun e’izze-i kiramdan Moravi Şeyh Yahya Efendi vaktiyle dergahın postnişinlerinden idi o Yahya Efendi ki Mısırlı diye şöhret bulmuş olan Sami Paşa’nın büyük pederidir. Bununçündür ki Sami Paşa merhum ahir ömrüne dek dergahı ziyaretden hali kalmamışdır. Gerek kendinin gerek mahdumu Subhi Paşa’nın Hazret-i Nureddin hakkında beliğ ve garra kasideleri vardır. Çocukluğumuzda dergahın tevhidhanesinde mu’allak levhaları ezberlediğimiz sırada bir danesi bizi ol kadar üslub ve hayaline hayran etmişdi ki hala unutamam. O da Subhi Paşa merhumun gençliğinde söylemiş olduğu şu beytdir: Sine-çak-ı aşk olup dergah-ı Nureddin’de Subhiya dağ-ı dili Cerrahi’ye kıl aşikar Hazret-i Nureddin Cerrahpaşalı olduğu için Cerrahi diye şöhret bulmuş olduğu halde Paşa merhum asl-ı mahallenin banisinden münasebet aldırarak şu güzel hayali ihtiva eden beyti inşad eylemiş. Dönelim sadede: Senevi dört kise fa’izi olup pederin vefatıyla münasıfeten iki karındaşa intikal eden eshamın beratları validenin yanında mahfuz idi. Ne bir kere görmek bizim hatırımıza geldi ne de o da göstereyim dedi. Nihayet rakımü’l-huruf Sivas’da iken esham-ı devlet tahvilat-ı Osmaniyye’ye tebdil olunduğu cihetle ondan sonra dahi görmek bana nasib olmadı. Fakat rahmetli validenin vefatından sonra evrak-ı pederi tedkık etdiğim esnada merhumun uhdesinde kayd-ı hayat ile meşrut üç aded esham beratı gördüm. Bu üç beratın ikisi Bergama ve tevabi’i Bu üç ayet-i celile sure-i Nisa’da yekdiğerini vely ederek vakı’dır. Bu sure-i celilede sekiz ayet vardır ki beşa’ir-i celile-i Kur’aniyyeden ma’duddur. Abdullah ibni Abbas buyurmuşlardır: Sure-i Nisa’da sekiz ayet-i celile vardır o ayetler bu ümmet-i Muhammed için o kadar hayırlı o derece fa’idelidir ol rütbe şeref ve sa’adet te’min eder ki şemsin tali’ ve garib olduğu bütün ka’inat tulu’ ve guruba ma’ruz bütün mevcudat el-hasıl mazhar-ı rağbet-i enam olacak bütün eşyadan hayırlı ve eşrefdir. Bütün dünyaya malik olsalar o kadar menfa’at te’min edemezler ama şu ayata ri’ayet ederlerse; hem dünya hem ahiretde mucib-i sa’adetleri olur. Dünyaya nisbet edersek çok fevkınde! Sonra ahiret sa’adetini de te’min eder. Üç ayet işte bu okuduklarımızdır. Dördüncüsü: Beşincisi: Sonra altıncısı: Yedincisi: Sekizincisi: Rivayet-i meşhureye göre -ki Ebussuud tefsirinde Beyzavi’de mezkurdurFakat bazı tefasirde bunun yerine başka bir ayet rivayet ediliyor: pek büyük tebşirler var. Şimdi buradaki üç ayetden birincisini geçen hafta acizane tefsir etdim. Diğerleri de sırasıyla tefsir olunacak inşaallah. Geçen haftaki dersimizde; ayet-i celilesine iki ma’na verilmişdi: zahir olduğu üzere nun mef’ulüdür; Cenab-ı Bari tebyin-i hakayık te’sis-i ahkam murad ediyor demek oluyor.. Yahud takdirindedir. Cenab-ı Bari daima hakkı murad eder hak ne ise size onu tebyin edecek hakkı batıldan temyiz buyuracak. helali haramı sa’ir ahkam-ı celileyi tebyin ile sizleri sizden evvel geçen enbiya ve salihinin yoluna mesleğine irşad ve hidayet buyuracak. Bundan evvel birçok ayat ahkam zikr olunmuşdu. Gerek nisanın hıll ü hurmetine dair gerek miras taksimine dair gerek yetimler vesa’ir zu’afa-yı ibada müte’allık bir takım ahkam-ı şer’iyye beyan etdi. Bunlar işte niçin beyan olundu?... yerine yazılmıştır. - - SAYFA Ta ki sizden evvel geçenlerin yoluna gidesiniz onların mesleğine salik olasınız. Bundan bütün şerayi’-i İlahiyye’nin ittihadı lazım gelmez. Belki teferru’atca bir hayli tefavüt sabit olmuşdur. Fakat esas hep birdir. Her zaman halkına maslahat ne ise onu beyan buyuruyor. yani nasıl ki sizden evvel geçen ümmetlerin zamanlarına göre maslahat de öyle; yani sizin de asrınıza kabiliyetinize göre vaz’-ı ahkam buyuruyor. Olabilir ki bazıları değişir. Mesela iki hemşire beynini cem’ etmek Hazret-i Ya’kub şeri’atinde ca’iz idi. Halbuki bize haram edilmiş: Daha neyi haram ediyorum size? İki hemşire beynini cem’ etmeyi! Bir kimse iki kadın taht-ı nikaha alabilir lakin dikkat etmeli birbirinin hemşiresi olmayacak. Yahud hemşire kızı kardeş kızı olmayacak. Yani iki kız karındaşı alamadığı gibi bir kızı teyzesi ile ve halası ile beraber de bulunduramaz haramdır. Ne nikahında ne de iddet içinde. Hatta bir hemşireyi tatlik etmiş olsa ta iddeti tamam olmadan diğer hemşireyi alamaz. Ama vefat ederse der akab alınabilir. Çünkü vefat edenin iddeti yok. Ama tatlik ederse kadının dir. Kur’an’da musarrahdır: Hazret-i Ya’kub işte almışdır. Yusuf’un validesiyle beraber teyzesi de Hazret-i Ya’kub’un taht-ı nikahında idi. Sonra validesi vefat etdi teyzesi bakardı. Hem üvey validesi hem teyzesi. Demek bütün ahkam-ı şer’iyye aynı aynına olmak lazım değil. Belki maslahata göre te’sis buyurur. Biz tamamıyla esrar-ı şeri’ati anlayamayız. Fakat mutlaka bir hikmet-i meşru’iyyet vardır. O zaman halkına göre te’sis buyurulmuşdur. Sizden evvel geçen evliya ve salihin nasıl ki ahkam-ı İlahiyye’mi bildiler muktezasınca hareket etdiler; siz de öğrenesiniz o yolda gidesiniz başka tarik-i selamet yok. Şimdi gel ikinci ayete: hak ve hakıkat ne ise Rabbu zü’l-celaliniz beyan etmişdir. Sizin selamet ve sa’adetiniz bu yoldadır ancak. Allahu zü’l-celal neyi murad ediyor? Siz tevbe etdiğiniz vakit tevbenizi kabul etmeyi. Nasıl hakka hidayet eyliyor ahkam-ı yor tamamıyla ri’ayet edemezsiniz. Ahkam-ı İlahiyye’ye müra’at hususunda kusurunuzu bilir. Onun için tevbe kapılarını da size açmışdır. Tevbenizi kabul...o da murad-ı İlahidir daima istikamet üzere hareket edib de muhalefet etmemek mümkinatdan değil. Murad-ı İlahi değil o. Tabi’at-ı beşeriyyede hayra da şerre de meyl ü rağbet koymuş. Bir takımları ahkam-ı İlahiyye’ye ri’ayet edecekler bir takımları da ri’ayet . etmeyecekler. Bazıları nadim olacak nadim olunca tevbesini kabul de murad-ı İlahidir. İşte mü’minlerin Allah velisidir nasırıdır. Selamet yolunu gösterir sa’adet cihetine sevk eder. Herkese ni’am-ı İlahiyyesini bezl eyler. Ve kusur edildiği zaman telafi-i ma-fat için tarikını gösterir. Ama düşmanlarınız böyle mi yapar size?... Bakınız dostunuz Allah...muti’ olursanız seviyor asi olursanız selamet gösteriyor. Bundan büyüklük olmaz. Bunun fevkında inayet bulunmaz. Ama düşmanlarınız iyi de olsanız size düşman fena da olsanız yine düşman. Sizi fenalığa çekiyorlar. Seyyi’at tarafına meyl etdiriyorlar. Ahlakınızı bozmak ahkam-ı şer’iyyeden uzak kılmak isterler. O halde dünyanız da gider dininiz de gider! Bu ayetin müfad-ı vasi’i ezmine-i salifeye olduğu gibi zamanımıza da pek muvafıkdır. Sonra Ol kimseler ki daima şehevata ittiba’ ediyorlar yani şer’-i şerife ittiba’ etmezler ahkam-ı diniyyeyi gözetmezler yalnız şehevat-ı nefsaniyyeye taparlar. Haram imiş helal imiş; asla kayırmazlar. Huzuzat-ı şehevat ne ise işlemek cere. Yani kafirler böyle şeri’at-ı Muhammediyye ile mukayyed olmadığı gibi bir takım facirler de var: Fecere-i müslimin... Bir takım fasıklar münafıklar var: Onlar da şeri’ate haramı temyiz etmiyorlar. Bir insan mukteza-yı şehveti ne dir o. Şehevata ittiba’ bu demekdir. Ama bir takım mübah şehvetler var; onlar ki şeri’at tecviz etmiş bu şehvet mukteza-yı tabi’atdır. Arzu ve hevesini şeri’at dairesinde işlerse o şer’-i şerife tabi’ sayılır. Ötekiler şer’ ile tekayyüd etmez. Beyzavi diyor: demek hepimiz facir olduk. Neden? Şehvete ittiba’ etmeyen var mı? Yemek içmek sa’ir hususat-ı beşeriyye ittiba’-ı şehvet değil mi? Nefsin arzu etdiği birşey yapacaksın. Şehvet ile gasb herşeyde var. Yemek içmek müştehiyat-ı nefsani. Lakin madem ki şer’in tecviz etdiğini yapıyorsun o halde ittiba’ın şer’a olur. Ötekiler helal ve haramı düşünmezler. Onun eder. Şer’in helal gördüğünü yapıyor men’ etdiğinden ihtiraz ediyor o halde me’curdur. Vebal yokdur hakıkatde. Şer’a mutabıkdır. Ama kafirler vesa’ir fecere-i Müslimin... Onlar şehvet muktezasına uyarlar. Onun için mü’minler hakkında neyi temenni ediyorlar? ki meyl-i azim ile meyl edesiniz. Hakdan ayırmak isterler. Arzuları odur: Ahlak-ı fazıla-i İslamiyyeyi mahv ü ifna etmek. Evvela dininizi zayıflatacaklar. Yol odur çünkü. Sonra dünyanızı da alacaklar sizi zelil hakır edecekler. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mayıs Ketebehu’l-fakır es-Seyyid Mehmed Ziyaeddin ufiye anhu Bin üç yüz yirmi yedi senesi Rebiülahiri’nin yedinci ve bin üç yüz yirmi beş senesi Nisan’ının on dördüncü Salı günü sa’at altı buçukda A’yan ve Meb’usan’dan mürekkeben Meclis-i Umumi-i Milli halinde ictima’ eden hey’etde okunan ve ziri Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin Efendi imzasıyla mümza bulunan fetva-yı şer’ide münderic şıkkeynden hal’ ciheti rüchan-ı müdellel ile bi’l-ittifak tercih ve kabul olunarak Sultan Abdülhamid-i Sani Hilafet-i İslamiyye ve Saltanat-ı Osmaniyye’den ıskat ve veliahd-i meşru’ Mehmed Reşad Efendi hazretleri Sultan Mehmed Han-ı Hamis unvanıyle makam-ı hilafet ve saltanata ıs’ad ve iclas edilmişdir. Bahşayiş-i İlahi olan hürriyetimizi yedimizden gasb için karan aklam-ı hamiyyetin ta’til-i mesa’isine badi olduğundan abonelerimizle kari’in-i kiramın afvını niyaz ederiz. Sı ratımüstakım devr-i meşrutiyyet ile beraber doğmuş istibdadın çizdiği eğri hatt-ı hareket içinde yürümemeye ahd ü misak etmiş bir gazete olduğu için iki hafta imtidad edip zur-ı bazu-yı hamiyyetle imha edilen devr-i cedid-i miz unvanına sadık kalmak için hürriyet-i kelamını muhafaza etmeyi en mühim şerita-i beka addetdiği için Mart hadisesini müte’akıb ta’til-i neşriyyat etmiş ve ma’at-te’essüf birçok nümunelerini gördüğümüz rüfekamızın isrine iktifaen meddah-ı zulm ü şekavet olmakdan ise lütf-i hakla devr-i meşrutiyyet avdet edinceye kadar ihtiyar-ı sükut eylemeyi tercih eylemişdir ki bu hareketi erbab-ı mütala’ayı dilgir edecek yerde tebdil-i hakayık vadisine sapıp mezalimi ayn-ı adalet ihtilal-i askeriyi badi-i şabaş ü hayret göstermediğinden dolayı afv ü safha layık görülür zannındayız. Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun hamiyet-i sahiha ile daraban eden müslüman kalblerini ezen o müz’ic kabus-i galtan olduğunu görmekle karirü’l-ayn olduk. Lisan-ı hürriyyetimize vurulan o ahenin kilid-i tehakküm de açıldı. Şimdi tarih-i milli-i İslami’ye geçen o dehşetli vakı’a-i ibret-nümadan Sureten dini hakıkatde ise siyasi ve irtica’i olan o hadise-i ha’ilenin müsebbib-i bi-rahmi olan Hakan-ı sabık Temmuz inkılabından dolayı duçar olduğu haybet ve hüsranın lad-ı tecavüzüne vurduğu kuyud-ı şer’iyyeyi kırmak için devr-i kadim-i istibdadda din ve imanını para rütbe nişan mukabilinde kendisine satmış iman ve ikandan behresiz kalmış bir takım edaniyi alet-i şerr ü mefsedet ittihaz ederek nam-ı pak-i Muhammedi sav’yi siper etmiş bir cem’iyet-i dalalet-pişe te’sisine muvaffak olmuş ve bu cem’iyetin pişvayan-ı mel’aneti sayesinde aleme şer’-i Muhammedi’yi ortadan kalkmış gibi göstermeye çalışarak hassa-i tefekkürden nasibi olmayan avam-ı nası iğfale ve veba-yı tezviratı hami-i vatan ve müdafi’-i hukuk-ı millet olan orduya kadar olan bu desise-i ebleh-firibane ile ıdlal edilen askerle ahali nam-ı ilmi lekedar eden haşa ulema kıyafetli bazı cehele-i müfsidine katılarak “Şeri’at isteriz” yaygarasıyla Ayasofya meydanına geldiler. Bir meb’us ile bir nazırı milletin bunca fedakarlıklarla meydana getirdiği hami-i din ü vatan yüzlerce mektebli zabitanı katl etdiler. Meb’usan-ı sa’ireyi hayatlarından emin olmayacak derecede tehdid etdiler. Ne kadar erbab-ı hamiyyet var ise cümlesini diyar-ı ademe göndereceklerini söylediler. Nur-ı hürriyyetin inhisafına muntazıran geçen zulmetde muhtefi kalan huffaşan-ı devr-i istibdad birer birer meydana çıkdılar. El-hasıl bu darbe-i dehşet-averin tarraka-i haşyet-engiziyle sersemleşmiş olan erbab-ı ukul nazarında devr-i sabık-ı Hamidi bir dehşet-i müteza’ife ile tekrar avdet etmişdi. Bereket versin ki haza’in-i rahmet-i İlahiyye’de meknuz olan eltaf-ı hafiyye-i Sübhaniyye imdada yetişdi de yine Rumeli’den uzanan bir dest-i münci muhakkak bir helak ve izmihlale mahkum gibi görünen millet-i İslamiyye’yi Hilafet-i mukaddese ile hükumet-i Osmaniyye’yi ölümden kurtardı. “Şeri’at isteriz” da’vasıyla ortalığı iğva eden “İttihad-ı Muhammedi Cem’iyeti” a’zası acaba bu unvan-ı mu’azzam ve mufahhama layık mı idiler? Acaba bunların aradıkları şeri’at hakıkaten bütün müslümanların bildiği anladığı şer’-i şerif-i Muhammedi mi idi? Cem’iyetin lisan-ı natık-ı münafıkı olan küşteni Vahdeti’nin “Volkan”da saçdığı herze zaten erbab-ı dikkatin nazarından mestur kalmayan hakıkati bütün şena’atiyle meydan-ı alaniyyete çıkardı. Bu habis cem’iyete vasiyet-i vapesini hükmünde olan son beyannamesinde “Kalubela’dan beri mü’min-i muvahhid olan ehl-i nu” sarahaten zikr etdi. Demek ki bu cem’iyet efrad ve a’zası ümmet-i Muhammediyye’ye düşman bir “Ümmet-i Hamidiyye” Ahmedi” değil. Evvelin-i şurutu milleti sefaheti uğrunda dilendirmek edaniyi evc-i a’la-yı ikbale çıkarmak buna mani’ olmak şöyle dursun fikren ka’il olamayacak erbab-ı ukul ü vicdanı denizlerde zindanlarda itlaf etmek fikr-i milleti demir çenberlerle tazyik ederek ilim ü irfanın namını yeryüzünden silmek şer’-i şerif-i Ahmedi’nin bu icra’at-ı ha’inaneye bi’t-tabi’ muhalif olan ahkamını yalnız ibtal ile iktifa etmeyerek o yoldaki ayat ve ehadis-i şerifeye lisan-ı resmi şahsa ubudiyet daha doğrusu ibadet uğrunda din ve imandan çıkarmakdan ibaret olan şer’-i Hamidi idi. Üzerinde ümmet-i İslamiyye’nin son şu’le-i ümidi parlayan Devlet-i Osmaniyye’yi hufre-i helake sürükleyen bu ümmet-i cedide hakıkaten şeri’at-mürevvici idiyseler otuz bu kadar senedir kütüb-i şer’iyyenin ihrakına Kunut du’asının namazda men’-i tilaveti teşebbüsatına kelam-i şerif-i Nebi’ye “muzır” ıtlak edilmesine müntakid-i ef’al-i şehriyari olan ayat-ı kerimenin tefsir ve hatta alenen kıra’et edenlerin nefy ü iclasına kitablarda ibare arasından çıkarılmasına gerek müslimine gerek ulema-yı dine edilen ihanetlere nasıl tahammül etdiler? Neden devlet biraz kesb-i kuvvet edip de saray israfatına birer had ta’yinine sıra geldiği devr-i Hamidi’de bika vaz’ olunmak tasavvuratı meydan aldığı bir sırada bu kadar cuş u huruşa geldiler? Ahkam-ı şer’iyyenin ibtal edildiğini iddi’a eden “Hamidiler” bu ahkamın bazıları üzerine yine istibdad elleriyle gah Avrupalılara hoş görünmek gah saray mezaliminin saha-i te’sirine vüs’at vermek için hatt-ı butlan çekildiğini unuduyorlar mı? Acaba Mecelle Cem’iyeti’ni dağıdan kimdir ve ne için dağıtmışdır bilmiyorlar mu? İdare-i meşrutanın şer’-i şerife mugayir olduğunu iddi’a eden bu güruh devr-i zulümde mücazat-ı keyfiyyeye münkalib olan ta’zirat-ı şer’iyyenin fi-maba’d ancak meşrutiyet sayesinde tekarrur edebileceğini ve ilk yapılan Serseri Nizamnamesi’ne ta’zir-i şer’inin idhali mensi kalmış hudud-ı şer’iyyenin atiyen tatbikıne mukaddime olduğunu anlamıyorlar mıydı? Evet bunları herkes gibi bu bed-tinetler de görüyor anlıyor biliyordu. Fakat kalblerinde din ve imana yer bırakmayan hiss-i menfa’at kendilerini yalana iftiraya şer’-i şerife runda isti’male sevk ediyor ve az kalsın millet-i Osmaniye’nin de bütün müslümanların da son kuvvet ve ümidini mahv etmekden ibaret olan maksad-ı ha’inanelerine na’il oluyorlardı. Hem insan hem müslüman taklidi ıtlakına şayan gördüğüm bu güruh-ı müfsidinden bazılarının ulema-yı kiram-ı zevi’l-ihtiramımızın o mübeccel kisve-i mübarekeleri altında kadar müte’essir oluduğumuzu ta’rif edemeyiz. İlmin ulemanın bi-hakkın teberra edeceği bu gibi sa’i bi’l-fesad mahlukat ile hılye-i ilm ü irfan ile mütehalli ricalimiz beyninde kat’an münasebet olmadığını zaten bilir idik.. Te’essürümüz o kisvenin de nam-ı pak-i Muhammedi ile ism-i şeri’at gibi alet-i fesad ittihaz edilmesinden dolayı idi. Daha ilk günde yakın mertebesine varan bu fikrimizdeki isabeti isyan-ı askerinin en buhranlı günlerinde Cem’iyyet-i İlmiyye-i muhteremenin neşr etdiği beyannameler çok geçmeden matbu’atın lisanı semm-i kizb ü riya saçarken levme-i la’imden yıkın lisan-ı matbu’ata geçmesine sebeb olan meşrutiyetin bir fesad uğrunda elden gitmesine rıza göstermeyen hey’et-i mübeccelenin o Cem’iyet-i muhtereme olduğunu ile’l-ebed lisan-ı şükr ü minnetle yad edeceğiz. Ordu daha harekete karar vermeden ulema-yı kiramın burada gösterdikleri şeca’at-ı diniyye ve hamaset-i siyasiyye din-i mübine dört el ile sarılmış kuvve-i kahirenin satvetinden çekinmez rical-i dine elhak sezavar olan ahval-i nadire ve fevka’l-adedendir. Bizim nazarımızda bu milleti haviye-i helak ve izmihlalden kurtaran o mübarek Hareket Ordusu ise ordunun vüruduna kadar efkarı ihzar eden korkuları kalblerden silen İstanbul korkaklarını ordudan ümidvar edip lisanlarına cür’et veren Cem’iyet-i İlmiyye’dir. Biz ilim ve kudretin şer’ ve satvetin timsal-i mücessemi olan bu iki hey’et-i muhteremeye aynı suretle ta’zime kendimizi mecbur görüyoruz. Millet biri içeriden diğeri dışarıdan hem-ahenk-i imtizac olan bu iki muhtelif cereyanın sevk ve telakkısiyle bi-lutfihi ve inayetihi te’ala derya-yı fesih-i emn ü amana dahil oldu. Şimdi ise lehü’l-hamdu ve’l-minne timsal-i zulm ü istibdad olan Padişah-ı sabık yed-i kahire-i ümmetle tedmir ve balaya derc etdiğimiz fetva-yı şerifin nassı mucebince hükm-i nafiz-i şer’i ile hal’ edilmiş makarr-ı mahuf-i satveti olan Yıldız Sarayı’ndan çıkarılmış olduğundan millet-i Osmaniyye’nin ve ba-husus bütün ümmet-i Muhammediyye’nin atisinden ahkam-ı şer’-i şerifin bila mezahim tatbik edileceğinden emin olarak secde-i şükrana varacağı demlerde bulunuyoruz. Bu vesile-i mübeccele ile de taht-ara-yı mülk-i Osmani olan padişah-ı alicahımız Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin kemal-i sa’adet ve ikbal ile devam-ı ömr ü afiyet-i mülukanelerine du’a ve millet-i İslamiyye’nin başında dolaşan mesa’ib devrini ta’kıb eden devr-i mübarek-i saltanatlarının hakıkı bir devr-i sa’adet olması ümidiyle milleti zulm ü esaret içinde ezildiği için çokdan beri padişah muhabbeti tatmamış bir milletin hakıkaten sevgili ve ümid-bahş padişahı olduğu için zat-ı hümayun-ı şehriyarilerini tebrik ve “padişahım çok yaşa” du’asını ilk def’a olarak hisseylediğimiz bir ihlas-ı deruni ile ref’-i bargah-ı icabet eyleriz. Ahiren geçirdiğimiz eyyam-ı felaketde havf u haşyetle lerzan olan kulub-i ümmeti teşci’ ve tatmin için sarf-ı mesa’i eden aklam-ı hamiyyet içinden Beyanü’l-Hak refik-i muhteremimizin muharrirleri ile Balkan muharrirlerinden Edhem Ruhi Beyefendi’ye teşekkür ederiz. Hele asakir-i asiyye ortalığı herc ü merc etdiği bir günde inkılab-ı meş’umun mürettiblerinden olan Mizan gazetesine bir bürkan-ı hamiyyetden nişane veren makale-i muhıkka-i ma’lumelerini adeta cebren derc etdiren Süleyman Nazif Beyefendi’nin bu şeca’at-i siyasiyyelerine hissiyat-ı hayret ve takdirimizi beyandan kendimizi alamayız. Var olsun milletin böyle kara gün dostları... Bu hakıkati makalat-ı salifemizde şer’i ve akli berahin ve tansisat-ı ulema-i usulin vasıtasıyla suret-i kat’iyyede isbat eyledikdi. Bu makalemizde şuna tenbih etmek isteriz ki ictihadın mahiyet-i şer’iyyesiyle şera’it-i mu’tebere ve meratib-i adidesine agah olanlar biraz da insafa malik olurlarsa hakıkat-i ma’ruzayı kabulde tereddüd etmezler ve kendi acizlerine bakarak bütün alem-i İslamiyet’i haziz-i taklide indirmezler. Nasıl ki şeri’at-ı mukaddesemizin yar u ağyar nazarında ulviyetini kat kat artırmak arzusunda bulunan ashab-ı dirayet onun hürriyet-i fikriyyeye hiçbir vakit sed çekmemiş ve tedkık ve muhakeme ile kabil-i tezelzül olacak mevaddan ari bulunmuş olmasını i’lanla iftihar ederler ve bütün mezahib-i tefrikayı izaleye bunu bir esas-ı dini vasıta-i yegane bilirler. Çünkü akvam-ı İslamiyye kelime-i tevhid ve tasdik-i risalet üzerine müttefik bulundukları halde miyanelerinde te’essüs-i ta’assubat-ı mezhebiyyedir. Halbuki –lehü’l-hamd– hiçbir mezheb-i İslami’de diğerlerine ba’is-i nefret olacak mertebe mübayenet göremeyiz. Aralarındaki ihtilafat –en büyükleri mesa’il-i imamet olmak üzere hep füru’ata dair olup– pek adi ve gayet hükümsüz her tarafca kabil-i ta’dil olmakla bi-inayetillah na’il olduğumuz meşrutiyet sayesinde hürriyetle te’ati olunacak efkarın müzeyyil-i teşettüt olmasında etdiğimiz muhavere-i alimanede ictihad “edille-i kat’iyye ile sabit olmayan ahkam-ı fer’iyyeyi idrak için edille-i şer’iyyeye ye ta’rif edilmiş idi. Kütüb-i usuliyyede me’alen bununla müttehid başka ta’rifler de vardır. Fakat bunların müfad-ı zahirileri kuvve-i ictihadiyyenin isti’malinden onun eseri olan olunduğu üzere asıl ictihad müctehid ile ka’im bir kuvvedir bir meleke-i rasihadır. Bu meleke-i rasiha kavl-i racihe göre kabil-i tecezzi olmuyorsa da müctehidin haiz bulunduğu zeka ve irfan nisbetinde bi-hasebi’l-kemal mütefavit olabilir. etmekdedir. Muhavere-i mezkurede müctehidde bulunması labüd olan şera’it ve evsaf-ı lazimenin hülasa-i icmaliyyesi de Kitab ve Sünnet’i fehm Mevakı’-ı icma’ı cezm Mebahis-i kıyası ihata Mekasıd-ı şer’-i şerifi ve ahval ve adat-ı akvamı ma’rifetden ibaret dört şu’beye münkasem olduğu gösterilmişdi. Burası gayet mücmel olmakla ber-vech-i ati bast-ı makale lüzum görmekdeyiz. - Ma’rifet-i ahkama müte’allik olan ayat-ı Kur’aniyye ve ehadis-i nebeviyyenin ma’ani-i vaz’iyesi ile gerek mantuk-ı lafz gerek menat-ı hükm fehva-yı kelam addolunan bi’l-cümle ma’ani-i şer’iyyesini bilmekden ibaretdir. Ma’ani-i vaz’iyyeyi bilmek için ya bi-hasbi’s-selika yahud sarf u nahv ve me’ani vü beyan gibi ulum-ı Arabiyye’yi te’allüm sayesinde elfazın medlulat-ı efradiyye ve terkibiyyesini ihataya tab ile Sünnet’in has ve am hakıkat ve mecaz sarih ve kinaye mücmel ve müfesser nasih ve mensuh gibi aksamını temyiz ile her kısmın min haysi’l-ifade hükmünü ma’rifet de lazımdır. Bu iktidarı ihraz etmek için ilm-i usulde mümarese peyda etmek iktiza eder lede’l-icab kütüb-i tefasire de müraca’at edebilir. Hatta dilerse havaşiye de göz gezdirir. Esbab-ı nüzule ve nasih ve mensuh beyanına dair merci’ ittihaz olunmaya şayan müstakil asar-ı mu’tebere olup bunların çoğu matbu’dur. Kezalik ahkama aid ehadis-i şerifenin mütunu ile beraber esanidine her hadisin tevatür ve şöhret ve ahad tariklerinin hangisiyle bize vasıl olduğuna vakıf bulunmak ahval-i rivayeti ihata ile sahih ve za’if vesa’ir aksam-ı hadisi ta’yin edebilmek lazımdır. Molla Hüsrev rahimehullah Mir’atü’l-Usul’de diyor ki: “Ravilerin cerh ve ta’dile medar olacak ahvalini ve her hadisin mertebe-i kabul ve i’tibarını ma’rifet babında fi zamanina erbab-i ictihad için ilm-i hadisde mevsukun bih olan e’immenin nususu ile iktifa emr-i zaruridir. Çünkü bugün ehadis-i merviyyenin haka’ikına başka suretle ıttıla’ müte’azzirdir.” Bir de ifade-i sabıkadan müctehidin hafız-ı Kur’an ve hadis olması şart kılınmadığı müsteban olmakdadır. Telvih’de tasrih olunduğu üzere yalnız ahkam-ı şer’iyye beyanına dair olan ve adedi beş yüzü tecavüz etmeyen ayat-ı Kur’aniyye’nin mevakı’ını bilmek kafidir . Kütüb-i ehadis ve esma-i rical tedvininden sonra ma’rifetü’l-ehadis pek ziyade kesb-i suhulet etmişdir. Bugün bir mes’eleye dair bütün ehadisi az müddet zarfında tetebbu’ etmek kabil olduğu gibi Kütüb-i Sitte’de mevcud bi’l-cümle rüvat-ı ehadisin teracim-i ahvalini öğrenmek için yalnız bir cildden ibaret gayet müntazam suretde matbu’ Hülasa-i Hazreci’ye müraca’at kafidir. Zamanımızda Kütüb-i Sitte’nin her biri meşruh ve mazbut olarak suret-i mükemmelede matbu’ olduğu gibi kırk bin hadisi havi Müsned-i Ahmed bin Hanbel ile Neylü’l-Evtar ve Kenzü’l-Ummal ve Mişka tü’l-Mesabih gibi kütüb-i mu’tebere de şuruhuyla beraber tab’ ve neşr olunmuşdur. Cevher-i Nakı Mizanü’l-i’tidal Mevzu’at gibi pek çok asar-ı - Mevarid-i icma’a ıttıla’-ı tam lazımdır ki müctehid icma’-ı ümmete muhalif ictihadda bulunmasın. Buna muttali’ olmak arzusunda olan Mizan-ı Şa’rani’yi mütala’a etsin. Tertib-i müte’aref üzerine müretteb matbu’ bir kitabdır. Yine Molla Hüsrev rahimehullah diyor ki: “Müctehid olacak kimse ilm-i kelamda imam olmak bütün berahin-i akliyyeye vakıf bulunmak şart değildir. Bina’en-aleyh aka’id-i şart kılınmaz. Çünkü ilm-i fıkıh ictihad neticesi ve onun semeresi olmakla üzerine tekaddüm edemez. Lakin zamanımızda mansıb-ı ictihada na’iliyet furu’-ı fıkhiyyede mümarese peydasıyla husul bulmakdadır. Çünkü şimdi bulunacak müctehid yeniden fıkıh te’sis edecek değil belki mevcud olanı te’yid veya tezyid edeceğinden müstenbat bulunan mesa’ili istihsar ve merreten ba’de uhra tekrar ile hasıl edeceği meleke sayesinde muhtac-ı istinbat olan bazı mesa’il Bina’en-aleyh ezmine-i ahirede ilm-i fıkıh da ictihada musıl bir tarik addolunur. Ashab-ı kiram devrinde böyle değildi. Ma’a-haza bugün de onların tarikına süluk etmek ca’izdir. Tenbih: Molla Hüsrev merhumun gerek bu gerek mukaddema nakl etdiğimiz kelamından da ezmine-i ahirede Müşarun-ileyh hazretlerini red ve tezyife cür’et edecek bir ferd bulunabilir mi? - Vücuh-ı kıyasa aşina olmakdır meleke-i ictihadın tahakkuku kıyas-ı fukahanın şera’it ve ahkam ve aksamına bi’l-etraf vukufa vabestedir. Çünkü kıyas-ı makbul ile merdudu temyiz edemeyen nasıl ictihad edebilir? Müctehidin-i kiramın ciyad-ı ezhanı bu meydanda tesabuk etmekdedir. fıkhiyyesine hayran olup kalırlar. meseli asıl bu hususa dair darb olunmalıdır. ’üncü şartın da lüzum-ı ehemmiyeti makale-i mezkurede Cenab-ı Münzilü’l-furkan ayet-i sabıkada reza’il-i ahlakdan nehiy buyurduğu gibi bu ayet-i celilede dahi amme-i mükellefini ensab ile tefahurdan nehy ediyor. Onlara nidayı umumi ile nida ederek buyuruyor ki: “Ey nas biz azimü’ş-şan sizi bir erkek ile dişiden Adem ile Havva’dan yaratdık silsile-i ensabınız bir pederle bir madere müntehidir şu halde bu hususca cümleniz biri birinize müsavi olduğunuzdan neseb ile tefahurun vechi yokdur ve biri birinizi tanımaklığınız içindir ki sizi şu’ub ve kaba’il kıldık yoksa aba ve kaba’il ile tefahur etmeniz ve ensabda tefavüt ve tefasıl iddi’a eylemeniz için değil. Sizin indallah e’azz ve ekreminiz takvası en ziyade olanlarınızdır en nesib olanlarınız değildir. Zira nüfus-ı beşeriyyenin medar-ı kemali ve eşhasın biri birine fazl ü rüchanı ancak salah ve takva iledir. zu eden iktisab-ı salah ve takvaya çalışsın. Allah alimdir sizi ve a’malinizi bilir habirdir bevatın-ı ahvalinize muttali’dir”. Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede beni Adem bir cevherden aferide olmakla fıtratca aralarında tesavi bulunduğunu ve mahza biribirlerinin nesebini tanımak hikmetine mebni ümem ve akvam-ı muhtelife kılındıklarını ve yekdiğere fazl ü rüchanlarına ve nezd-i İlahi’de izzet ve şereflerine badi olan haslet ancak diyanet ve takva olduğunu beyan ederek ensab ile tefahurun abes ve beyhude olduğuna ve ancak salah ve takvadır ki fazl ü rüchana medar bulunduğuna işaret buyurur. Demek ki fıtraten müsavi halk edilmiş olan beni Adem arasındaki fark neseb ile değil takva ile feza’il-i ahlakıyye Emsal-i sa’iredendir ki denir. Bu meselin menşe’i şa’irin şu: beytidir. Usam denilen zat an-asl siyadetden bi-behre iken kendisine kerr ü harbi vüs’ü ve ikdamı ta’lim eyledi demekdir. kavli dahi: “Şeref ve şan senin kendi müktesebin ve maye-i zatın olsun gelip geçmiş olan aba ve ecdad ile müftehir olma. Zadelikle tafra furuş izz ü şeref olmak mu’teber değildir makbul olan şeref-i kesbidir.” me’alini ifham ediyor. Zade-i Nuh’a şeref vermeyicek Hazret-i Rab Gayrinin evladına bilmem ne verir izzet-i eb maye-i hilkat i’tibariyle yekdiğere müsavidirler. Pederleri Adem aleyhisselam valideleri Hazret-i Havva’dır. İnsanların valideleri derununa eşya tevdi’ olunan kaplar mesabesinde olup nesil ve nesebde asıl i’tibar pederlerdir. İnsanların asıl ve neseblerinde iftihar olunacak bir kadr ü şeref var ise o da maye-i Adem olan balçık ile sudur. Sen ehl-i nesebden bir mefharet ityan edecek silsile-i nesebinden biriyle övünecek olursan bunun bizce hiç hükmü yokdur zira bizim nesebimiz cud ü kerem ve uluvv-i cenabdır. Fazl ü meziyet ancak ehl-i ilm içindir onlar doğru yol arayanların rah-ı savabda delil ve rehberidirler. Herkesin kıymeti etdiği iyiliğidir. Cahiller ehl-i ilmin düşmanıdırlar. Sen bir ilme intisaba çalış hayat olanları ancak ehl-i ilimdir. ehl-i ilme tahsis ediyorsa da bu tahsis kavlinden nümayan olduğu üzere ehl-i ilmin salah ve takva ile areste olmaları ve diğerlerini feza’ile irşad eylemeleri i’tibariyledir. Kale’llahu Te’ala: Zahirde bazı daniş-veran vardır ki onlar halkı feza’ile irşad değil nefislerinde bile bu ni’met-i insaniyyeden mahrumdurlar. Bu makulelere alim ıtlakı çespan değildir bunlar alim-nüma cahillerdir. Bu gibiler Hazret-i Ali’nin tebcil eylediği ehl-i ilimden haricdirler. Gelelim ma-nahnü fihe: Fi’l-hakıka neseb örfen ve şer’an mu’teber olup hatta bir şerife bir Nabti ile tezevvüc etmez. Nabti: Bir ta’ifedir ki Irakayn arasında derelerde sakin olurlar. Fakat şemsin tulu’unda kevakib görünmediği gibi kadr ü menzileti nesebden e’azz ve a’la olan iman ve takvanın zuhurunda nesebe i’tibar olunmaz. Bina’en-aleyh bir fasık Kureşiyyü’n-neseb olsa bile bir mü’min-i takı yanında onun kadr ü şerefi olmaz velev ki o mü’min-i müttekı bir abd-i Habeşi olsun. Şu kadar ki iki kimsede salah ve takva sebesi terbiye-i necibane ile piraste olarak ötekinden farklı bulunacağı cihetle o halde neseb ba’is-i tercih olur ma’amafih bu da nas indinde olup indallah onların biribirinden hiç farkı yokdur. Rivayete göre zat-ı Risalet-me’ab efendimiz birgün Medine-i Münevvere’nin çarşısından geçer iken bir zenci köle gördü. Bu köle nida ediyor idi ki beni satın alacak kimse beş vakit namazı Resul-i Ekrem’in arkasında kılmakdan beni men’ etmesin bu şart ile alsın. Sonra bu köleyi bir adam satın almış olduğundan Resul-i Ekrem her namazda onu görüyor idi. Bir gün görmedi sahibinden sordu hummaya tutulmuş olduğunu haber verince iyadetine gitdi. Üç gün sonra yine su’al buyurdu. Ağırlaşdığını zat-ı Nübüvvet-penahilerine arz eylemesiyle tekrar onun yanına gitdi halet-i nez’de buldu. Köle irtihal-ı dar-ı ahıret eyledikde ol Seyyidü’l-enam onu bizzat gasl ü defn buyurdu. Bir gulam-ı esved hakkında bu derece i’zaz ve tekrim-i Muhammedi Muhacirin ve Ensara giran geldiğinden bu ayet-i kerime şerefnüzul etdi. Şu’ub: Şa’b’ın cem’idir. Şın’ın fethi ile şa’b: Asl-ı vahide müntesib bulunan cem’-i azimdir ki tabakat-ı ensabın en yükseğidir. Şa’b kaba’ili kabile ama’iri ammare butunu batn efhazı fahz fesa’ili cem’ eder. Şu halde mesela Huzeyme şa’b Kenane kabile Kureyş ammare Fas batn Haşim fahz Abbas fasiledir. Bazıları dediler ki şu’ub: Butun-ı Acem kaba’il butun-ı Arabdır. Şer’i ile kıldı ol kamer-tab Ta’lim-i hukuk u fazl u adab Kim şer’ine eylese tevessül Her kim ki o şer’a hidmet eyler Dareynde kesb-i hürmet eyler Ümmidir eğerçi ol melek-hu Ümmi ki şeri’atinde taban Ahkam-ı hukuk-ı nev’-i insan Ümmi idi gerçi kıldı kendi Aciz bülega-yı Necd ü Kind’i Sultan-ı dü kevn iken o server Var u yok idi ona beraber Mahkum iken emrine memalik Üç pirehene değildi malik Rayatı olur iken muzaffer Açlıkla gezerdi kendi ekser Ekser vakti geçerdi medyun Fevtinde bulundu der’i merhun Yoksulluğu ihtiyar ederdi Yokluk ile iftihar ederdi Ol ta’ir-i kuds-aşiyane Meyl etmedi cife-i cihane Cayi’leri sir ederdi lütfu Ahrarı esir ederdi lütfu Mevla-yı şefik idi latime Guya peder idi her yetime Herkes idi han-ı ni’metinde Alem idi taht-ı minnetinde Hiç olmadı ol Nebi-yi sabir Minnetkeş-i ni’met-i ekabir Bizzat iyadete giderdi Dil-hastelere şifa ederdi Eylerdi teheccüd-i şeban-gah Kalbinde dururdu haşyetullah Her nefsi tutardı ol peyember Nefsiyle hukukda beraber Abdiyyet ile idi mübahi Ahlakı idi bütün ilahi Bir mektebe oldu kim müdavim Allah idi zatına mu’allim “Ayşe’nin de İbni Abbas’ın da Kur’an’ı var idi” fıkrasına gelince: Buna cevaben deriz ki: Evet bunların dahi Kur’anları var idi. Yalnız bunların değil Hazret-i Ali’nin Ebi ibni Ka’b’ın İbni Mes’ud’un Muaz ibni Cebel’in Zeyd ibni Sabit’in ve daha pek çok zevat-ı kiramın Kur’anları mushafları var idi. Bunu kimse inkar etmedi. Fakat bunlar hep Hazret-i Sıddik’ın ber-vech-i bala Kur’an’ı cem’inden sonra yazılmışlar Zira irtihal-i Nebi’den sonra Kur’an’ı ilk cem’ eden yani huzur-ı risaletde yazılmış olan bütün suhuf-ı şerifeyi toplayıp da kema fi’s-sabık suver-i Kur’aniye’yi onlardan ayrı ayrı sahifelere yazdırıp cümlesini yanında hıfz eyleyen Hazret-i Sıddik olduğu tevatüren sabitdir. Tevatüren sabit olan bir haberin hilafını kabul ise kat’iyyen batıldır. Ma’ahaza farz edelim ki bu Kur’anlar Hazret-i Sıddik’ın Kur’an’ı cem’ etdiği esnada veyahud ondan evvel yazılmış olsunlar. Fakat Hazret-i Sıddik ile beraber veyahud ondan evvel bazı zevatın dahi Kur’an’ı cem’ etmiş olmalarıyla Kur’an-ı Kerim’in kimin tarafından cem’ edildiği gayr-i ma’lum mu olması lazım gelir yoksa aynı zamanda veyahud yekdiğerini müte’akıb bir çok zevat-ı ma’lume tarafından Kur’an-ı Kerim’in mesahif-i müte’addideye [ ] yazılmış olduğu mu sabit oluyor? Şübhe yok ki bu şıkk-ı sani sabit oluyor. Bu sabit olunca Emirhan gerek bu fıkra ile gerek bundan evvel yazdığı rivayetler ile Kur’an’ın kimin tarafından cem’ edildiği ma’lum olmadığını değil bilakis birçok zevat-ı ma’lume tarafından bu hidmet-i mukaddesenin ifa edilmiş olduğunu kendilerinin usul-i münazaraya ve turuk-ı istidlale asla vakıf bulunmadıklarını bütün halka i’lan etmiş oluyor. Çünkü bu takdirde Emirhan: “Kur’an’ı kimin cem’ etdiği ma’lum değildir” da’vasını isbat için “Zira ulema-yı İslamiyye’nin beyanlarına göre Kur’an zaman-ı Nebide cem’ edildiği gibi sonra Sıddik ve Ali ve Salim Mevla ebi Huzeyfe ve Ayşe ve tık bu delil ile o da’vanın aynı mı yoksa nakızi mi sabit olduğunu kari’in-i kiramın enzar-ı dakıkasına arz ile Kur’an’ın üçüncü def’a cem’i keyfiyetini dahi ber-vech-i ati beyana şuru’ edelim. Balada beyan olunduğu üzere Hazret-i Sıddik Zeyd ibni Sabit’e Kur’an-ı Kerim’in her suresini ayrı ayrı sahifelerde yazdırıp da süver-i şerife-i Kur’aniyye’yi bila tertib cümlesini bir mahalde cem’ etdirdikden sonra bu suhuf-ı mutahharayı yanında hıfz etmiş ve ondan sonra bu suhuf-ı mutahhara Hazret-i Ömer’in yanında ve onun vefatıyla dahi kerimesi Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Hafsa radiyallahu anhanın hanesinde mahfuz kalmış idi. Halbuki o zamana kadar Kur’anı Kerim bilad-ı İslamiyye’nin her tarafına dağılmış ve aded-i mesahif pek ziyade çoğalmış idi. Fakat bu mesahif-i şerife vücuh-ı kıra’et hasebiyle yekdiğerine az çok muhalif idi. Ma’ahaza bunda bir be’is yok idi. Çünkü bu ihtilaf ma’na cihetiyle değil yalnız lügat cihetiyle idi hasbe’l-icab ma’nayı vahidi elfaz-ı müteradife ile ifade kabilinden idi. Bu ise mücerred Kur’an’ın tilavetini teshil ve ma’nasını daha vazıh bir suretde tefhim hikmetine mebni idi. Bu da izn-i İlahi ile üzere nazil olmuş idi. Gerçi bütün kaba’il-i Arab ayn-ı lisan tekellüm ediyordu Kur’an da Arabidir; fakat kaba’il-i Arab’ın bazı lügatleri arasında fark var idi. Hatta bir kabilenin kavmin lisanında dahi bu keyfiyet mevcuddur. Aynı sınıfa mensub olup da ayrı ayrı kasabalarda köylerde sakin olan ahalinin isti’mal etdikleri elfazdan bir çoğunun ma’na cihetiyle değil yalnız lügat cihetiyle yekdiğerine muhalif olduğu her memleketde görülmekdedir. fuzda gerek ma’nasını tefehhümde su’ubet çekiyor ve bu ise Kur’an-ı Kerim’in sür’at-i intişarına ve bütün kaba’il tarafından me’ani-i münifesinin sühuletle anlaşılmasına mani’ oluyor idi. Bu hal Hazret-i Resul’ün ıztırabat-ı nübüvvetpenahilerine ba’is oldu. Kur’an-ı Kerim’in yedi lügat üzere du’a-yı risalet-penahları karin-i icabetgah-ı Rabbü’l-alemin oldu. Ba’dehu Cibril-i Emin Kur’an-ı Kerim’i Hazret-i Resul’e yedi lügat üzerine tebliğ buyurdu yani beyne’l-kaba’il elfazını tekellüm ve me’anisini tefehhümde su’ubet çekilen bazı kelimat-ı Kur’aniye’yi yedi lügat üzerine Resul aleyhisselama tilavet ve ta’lim eyledi. Bunun üzerine Hazret-i Resul ashab-ı kiramına ve bilhassa kurra hazeratına işbu lügat-ı seb’ayı tilavet ve ta’lim buyurduğu gibi kurra hazeratı dahi Hazret-i Resul’den ahz etdikleri lügat-ı seb’ayı kaba’ile ta’lim etdiler. Yani kurra hazeratından herbiri ta’limine me’mur olduğu kabileye yalnız lafız cihetiyle lügat-ı Kureyş’e muhalif olan yerlerde o kabilenin kendi lügatlarıyla Kur’an-ı Kerim’i ta’lim etdi. Ez cümle Ebi ibni Ka’b hazretleri ayet-i kerimesindeki lafz-ı şerifini bazen aslı üzere ve bazen müradifi olan ve bazen diğer müradifi olan diye tilavet ve ta’lim ediyor idi. Keza İbni Mes’ud ra hazretleri de ayetindeki kavl-i şerifini bazen aslı üzere ve bazen müradifi olan diğer müradifi bulunan diye tilavet ve ta’lim eyliyor idi. Keza müşarun-ileyh bir gün bir A’rabi’ye ayetini ta’lim etdiği sırada A’rabi’ye lafz-ı şerifini aslı üzere kıra’et etdiremedi. A’rabi yerinde diyor idi. İbni Mes’ud ra birkaç kere bu lafz-ı şerifi A’rabi’ye tekrar etdirdi ise de A’rabi’nin dilini düzeltemeyince yerinde onun müradifi olan kelimesini telaffuz edebilir misin? Yani diyebilir misin? Su’al etdi. O da: Evet cevabını verdi. İbni Mes’ud ra: Öyle ise öyle oku dedi. O da öylece okudu. Diğer bazı kelimat-ı Kur’aniyye dahi lede’l-icab işte bu minval üzere müte’allimin haline göre vücuh-ı adide ile tilavet ve ta’lim olunuyor idi. Ma’a-haza Kur’an-ı Kerim’in böyle bazı kelimat-i şerifesinin hasbe’l-icab müradifleri olan diğer bazı elfaz ile tilavet ve ta’limi hiç kimsenin nazar-ı dikkatini celb etmiyor ve hiçbir mü’minin fikrini bozmuyor idi. Zira Kur’an’dan bir ma’nayı lede’l-icab yedi lügat-i fasihadan herhangi bir lügat ile ma’lumu bulunmuş olmakla bunda fikir bozacak mucib-i ihtilaf olacak birşey yok idi. Bu hal yani bazı kelimat-ı Kur’aniyye’nin hasbe’l-icab lügat-ı adide ile tilaveti hali beyne’l-müslimin asla ihtilafı mucib olmayarak Hazret-i Osman zamanına kadar devam etdi. Müşarun-ileyh hazretlerinin makam-ı hilafet-i kübraya ta’yin [ ] buyurulduğunun bir sene sonra yani hicretin yirmi beşinci senesinde Şam ordusunun Irak ordusuyla birleşerek Azerbaycan ve Ermine üzerine sevk olunması makam-ı hilafetden emr olundu. Bu iki ordu hıtta-i Irakiyye’de birleşerek ol canibe hareketle oralarını feth etdiler. Fakat bu sırada Irak ordusuyla Şam ordusu arasında vücuh-ı kıra’etce an-ı Kerim’i tilavet ediyorlar idi. Halbuki bu iki kıra’et arasında bazı kelimat-ı Kur’aniye’de lügatca ihtilaf var idi. Bina’en-aleyh bunlar yekdiğerinin kıra’etini inkar etdi. Az kaldı ki büyük bir fitne zuhur edecek idi. Bu hal-i esef-iştimalden Medayin askerinin emiri ve Hazret-i Resul’ün mahrem-i esrarı olan Huzeyfe bin el-Yeman hazretleri pek ziyade müte’essir oldu bütün ehl-i İslam’ı bir kıra’et üzere cem’ etmek lüzumunu te’emmül eyledi oradan Kufe’ye avdetinde bu bahsi meydana koydu. Orada bulunan birçok ashab-ı kiram onun bu re’yini tasvib etdiler ise de İbni Mes’ud ra muhalefet etdi. Lügat-ı seb’adan hiçbir lügatin Kur’an’dan kaldırılması asla ca’iz olamayacağı re’yinde bulundu o da hemen Kufe’den kalkıp Medine’ye gitdi bu ihtilafın akıbeti gayet vahim olacağını hazret-i halifeye arz eyledi. Hazret-i halife dahi her yerde merci’ ve me’haz olmak ve yalnız lügat-ı Kureyş’e kasr edilmek üzere bir mushaf-ı şerif tertibini re’y eyledi. Hazret-i Ali vesa’ir bazı ashab-ı kiramı da’vet edip bu re’yini onlara söyledi. Onlar tarafından onun şu re’yi kabul edildi. Bunun üzerine hazret-i halife Zeyd ibni Sabit ve Abdullah bin Zübeyir ve Said ibni As’ı ve Abdullah üzerine bir mushaf-ı şerif yazmalarını emr etdi. Ve Zeyd ibni Sabit radiyallahu anh hazretlerini bunlara reis ta’yin eyledi. Ba’dehu Hazret-i Hafsa radiyallahu anhanın nezdinde mahfuz olan suhuf-ı mutahharayı celb edip onlara verdi. Fakat bu suhuf-ı mutahhara lügat-i seb’ayı cami’ olduğundan hazret-i halife kendilerine: Zeyd ibni Sabit ile Kur’an’dan bir kelimede ihtilaf ederler ise o kelimeyi behemehal lügat-i Kureyş üzere yazmalarını tenbih etdi. Zira Kur’an lügat-i Kureyş üzere nazil olmuşdur dedi. O kimseler ki küfretmişlerdir inad yüzünden nur-ı imanı zulmet-i şirk ile örtmüşlerdir ey Resul-i zişanım sen onları azabla ihafe etmiş yahud etmemişsin onlarca hep birdir her ne yapsan onlar iman etmezler her ne söylesen onlar hakkı kabul eylemezler. Allah celle şanuhu onların kalblerini kapamış kulaklarını tıkamış gözlerine perde çekmiş; onlar hakıkati anlamazlar doğruyu işitmezler rah-ı savabı görmezler; onlar o derece şaşkın kimselerdir. Sen ey hakıkati seven doğru yoldan giden Resulüm emin ol onlar belalarını bulacaklar onlar için dehşetli azab vardır. Sırası gelince azab-ı Rabbanimi anlarlar. Bazı insanlar var: “Biz Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler; halbuki inanmamışlardır o şeref-i iman onların kara kalblerine nasib olmamışdır; zahiren Müslümandırlar fakat kalbleri küfürle her türlü levsiyat ile doludur. Onlar öyle zu’m ederler böyle yapmakla içindeki küfür ve fesadları gizleyerek ağızlarıyla hakdan dem vurmakla zannederler ki Allah’ı ve kalbleri iman nuruyla parlayan hakıkı mü’minleri iğfal ederler. Bilmezler ki kendilerini aldatırlar. Hiç kalblerdeki esrara vakıf olan Allahu azimü’ş-şan aldanır mı? Hiç kalbleri envar-ı hakayıkla mali pak mü’minler böyle şeylere kapılır mı?.. Aldanan yine kendileridir: Böyle aldatacağım hülyasıyla seyyi’at defterleri doluyor. Onların kalblerinde hastalık maraz-ı nifak maraz-ı hased vardır; onlar için için yanıyor günden güne insanlıkdan çıkıyor haziz-i behimiyyete düşüyorlar; Allah da daima onların bu marazlarını ziyadeleşdirir hergün her zaman beyanat-ı hakka-i sübhaniyyesiyle onların yüreklerini deler yakar. Onlar isterler ki hep bu yapdıklarına Allah celle şanuhu hazretleri: “Ayn-ı hikmetdir” desin. Onlar Kur’an’ı ele almazlar ahkam-ı celilesini yüd eder. Vicdan azabı onları yer bitirir.. Fakat yalnız bununla kalmayacak Allah celle şanuhu onlara dehşetli azab verecek dünyada habs ü katl olunacakları gibi ahiretde de yalanları birer zebani olup kendilerine ebedi azablar edecek. Onlar o derece ha’in o derece dolandırıcı yalancı kimselerdir ki onlara: “Nedir bu yapdığınız? Ortalığı fesada verdiniz. yapmayın alemi bu kadar karışdırmayın mü’minleri böyle aldatmayın; ayıbdır etmeyin yazıkdır eylemeyin!..” denildiği vakit derler ki: “Ne demek?.. Biz ifsad mı ediyoruz? Haşa. Bizim işimiz salahdır biz ıslah ediyoruz biz muslihiz.” Ey hakıkat-perver mü’min kullarım! Agah olunuz ki onlar müfsidlerdir fakat müfsid olduklarını bilmezler. Hep “İyi yapıyorum” zu’munda bulunurlar. Vicdanlarını bu suretle iskat etmek isterler. Onlara: “Herkesin hakıkati kabul etdiği gibi siz de doğru yola gelin iman edin bu haber verilen şeylere inanın” denildiği vakit derler ki: “Iman mı edelim? O akılsız cahiller gibi böyle şeylere biz de mi inanalım?” fakat ne fa’ide ki bunu takdir edemezler. Saf hakıkı bir mü’min ile görüşdükleri vakit: “Biz de mü’miniz iman etmişizdir” derler hempaları olan şeytanlarla yalnız kalınca da: “Biz sizinle beraberiz; mü’minlere karşı bizim o mu’amelemiz onlarla istihzadır alaydır” diyorlar. Fakat iyi bilsinler ki Allah onlarla istihza eder. Vadi-i dalaletde sürüklenmelerini temdid eder. Onlar öyle bir takım humakadır ki hidayet ve sa’adete bedel dalaleti iştira ederler; para vererek bütün mevcudiyetiyle çalışarak günah kazanırlar. Fakat bu ticaretden bir hayır mefkud bu kazancdan bir fa’ide yok böyle yapmakla mazhar-ı hidayet olamazlar. Bilir misiniz onlar nasıl adamlardır? Size teşbih edeyim: Haniya bazı kafileler sahrada korkulu beyabanda ateş yakarlar vakta ki ateş etrafı aydınlatmaya başlar Allah ateşin nurunu ziyasını alarak onları zulmetde bırakır hiçbir tarafı görmeyerek ha’ib ü hasir kalırlar... nunda haybet ve hüsrana mahkum olurlar. Bunlar o kadar sersem mahluklardır ki kulakları tıkanmış hiç hakıkati işitmezler.. Dilleri tutulmuş hiç doğruyu söylemezler.. Gözleri körleşmiş hiç hakkı fark etmezler... Artık bunlardan bir hayır bir nedamet umulmaz; bunlar böyle haşr olup gidecekler. Yahud başka türlü teşbih edeyim: Bunlar tıbkı o korkunç kimseler gibidir ki fırtınalı gecelerde arz ve sema birbirine karışdığı vakit gök gürlemeleri yıldırımlar ortalığa dehşet verdiği anda sa’ikaların dehşetinden ölüm korkusundan o gürültüleri işitmemek mukadder olan sa’ikadan kurtulmak mümkün müdür? İlm-i sübhani o küfür ile hıyanetle dolu kalblerin hafayasına vakıfdır bütün akval ve ef’al-i beşeri muhitdir zamanı gelince azabından kurtulmak imkanı yokdur. Onlar böyle beyaban-ı vahşetde kalan sefihlerdir onlar böyle zulmetler içinde puyan olan münafıklardır. Onlara ne bir kamerin ziya-yı rengini rahber olur ne bir fecr-i atinin tulu’u. Bunlar fırtınalı muzlim dehşetnak bir şeb-i yelda-yı ebedinin mahkum-ı kahrıdırlar. Onlar için rehber onlar tayy-ı merahil ederler sa’ikalar altında yürürler; gözlerinde nur kalmamış şimşekler çakdıkça bir adım atarlar sonra yine zulmetde kalarak ha’ib ü hasir sendelerler. rükleniyorlar. Eğer Allah celle şanuhu dileseydi onların bu batıni sağırlık ve körlüklerini zahiren de verirdi. Allahu azimü’ş-şan her şeye kadirdir. Ey çeşman-ı vücudu gibi dide-i basireti de ruşen kullarım siz onlar gibi olmayınız Rabbinize sizi ve sizden evvelkileri yokdan var eden Rabbu zü’l-celalinize ibadet ediniz hakıkatden ayrılmayınız sizin için ittika felah ve sa’adet me’muldür... mukata’ası eshamının beher sehmi dörder kise fa’iz olmak üzere yüz yirmi beş tam sehim tertibinden bir sehim ile Nezaret-i Filibe ve tevabi’i mukata’ası eshamının beher sehmi dörder kise fa’iz olmak üzere altı tam sehimden bir sehmin rubu’ hissesini ber-vech-i malikane mutasarrıfları filan bin filan ve filane binti filaneden pederimin teferruğ eylediği sadreyn-i muhteremeyn imzalarıyla mümza hüccet-i şer’iyyede bi’i emti’a gümrüğünden beher beş kesesi bir sehim olmak üzere dört yüz tam sehimden bir sehmi bi’l-müzayede merhumun uhdesinde tekarrur etdiğini mutazammın bulunmuşdur. Biz iki karındaş refah-ı hal ile gülüp oynuyor ve akran ve emsalimiz içinde naz ü niyaz ile büyüyor idik. Üvey peder evin içinde atabeylik mu’amelesi eder ve ahilla-yı peder ötede beride gördükçe bizlere yadigar-ı uhuvvet nazar-ı şefkatiyle bakarak iltifat ve nüvazişlerini diriğ etmezler idi. Bu cihetle lezzet-i peder ni’met-i bülendinden mahrumiyetimizden başka bir noksanımız yok gibi görünür idi. Şeda’idinden bazı mertebe ıztırab ru-nümun olan eyyam-ı şita bir feyz-i cedid ile mevsim-i ruh-efza-yı baharı tehyi’e eylediği gibi hakıkatine ıttıla’a idrak-i za’if-i beşerin pervaz edemediği kader dahi bazen olur ki bir lutf-i nevin ile mütena’im etmek için tab’-ı beşerin zahire bakıp da badi-i emirde hoşnud görünmediği bir suretde tecelli eder. Bu kabilden olarak bir müddet bizden hüsn-i tali’ yüz çevirmiş gibi göründü evvelki halin bir hayal-i elem-nakinden başka birşey kalmadı. Aradan bir müddet geçdi lalamız Said vefat eyledi. Kendimizi ancak geçindirebilecek olan şu birkaç şey a’ile içinde a’ile peyda olduğu ve hiçbirimizin şu eser-i atıfet-i pederden başka bir medar-ı ta’ayyüşü bir penagahı olmayıp cümlemizin geçinmesi buna münhasır bulunduğu cihetle idaremize yetişmez oldu. Bu arızayı da ailemizin ma’işetince mühim bir hadise teşdid eyledi. O aralık hükumet-i seniyyece Sultanahmed civarında bir tesviyeye lüzum görünmekle salifü’l-arz dükkanın karşısındaki adada bulunan dükkanlar hedm edilerek meydana ları kesilmiş o sırada bulunan bizim dükkanın da bi’t-tabi’ saçağı kesilmek icab eylemiş. Dükkanın ön tarafı meğer köhne imiş. Saçak kesilir iken bütün bütün göçüp gitmesin mi... Müste’ciri bulunan Sakızlı Yani bedel-i icarenin sülüsanıyla ödenmek üzere ta’mirini ta’ahhüd eylemiş. Fakat mesarıf-i ta’miriyyenin hesabını kim görecek. Merkumun bitip tükenmek bilmedi. Dükkanın kısmen bedel-i icarından te’diyat vuku’ buldukca borc tenezzül edeceğine kabarmak mukabilinde dükkanı zabt etsin. Bereket versin ki biçare Safvet gibi giribanımız ile’l-ebed bakkal Yani’nin dest-i te’addisinde kalmadı. Zavallı Safvet’in kurtulmadı gitdi giribanı Dü-dest-i Asvador ekmekciden bakkal Yani’den Yani’nin san’atı bakkallık olduğu halde kendisinde hayliden hayli müverrihlik merakı ve feylosofluk neşvesi var idi. Mütefelsif ve tarih-naşinas olan Yani bu fenlere dair söz söylemekden pek hoşlanır idi. Hele müktesebatı sırf mechulatdan adeta coşar ve bu yolda sa’atlerce nefes tüketmekden usanmak bilmez idi. Felsefe ve tarih namına olan o hurafe ve efsaneleri biz nice müddet fart-ı lezzetle istima’ etdik ve pek çok kere olurdu ki: Bu ne azim ma’lumatdır diye hayretlere gark olur idik. Şu beyt-i muktebes bizim o zamanki hayretimizin tercüman-ı mü’eddasıdır: Derdik sanarak onu maharet Ya Rab bu ne ilim ne firaset ma enfiye kutusu şal çubuk takımı gibi muhallefatdan olup artık halimize nisbetle zeva’id addolunan öte beri şeyleri satmaya başladık bu da bitdi. Bundan sonra halimizde kıyafetimizde bütün bütün bikeslik nişaneleri göründü. Vaktiyle bayramlarda seyranlarda kendi hallerince giydirilip kuşadılır ve lalaları ellerinden tutup gezdirilir olan şu iki yetim öyle günlerde feleğin bu nüvazişine na’il olmakdan başka eyyam-ı sa’irede dahi calib-i merhamet bir hale duçar oldular. Nazımızı çekecek aguş-i atıfetine atılacak ne bir peder ne nida-yı hazinanemizi işidir bir feryad-res var idi. O zamanın hafızamda mahkuk hatırat-ı te’essüründendir ki ne vakit bir öksüz görsem içim titrer hemen tatyib-i hatırına şitaban olurum. Biraz vakit evimizin karşısında Canfeda Hatun Mektebi’ne gelip gitmişidik. Sonra beni Fatih civarında Hafız Paşa Mektebi’ne verdiler. Mektebin hocası Sultan Selim Cami’-i Şerifi baş imamı Hafız İsmail Efendi merhum idi. Orada Kur’an-ı Kerim’i hıfz etdim. Sonra ta’lim okudum. Ta’lim: Vakf mahallerini ve üzerlerine mevzu’ secavendlerin nev’ini belleyerek Kur’an-ı Kerim’i tecvid üzere okumakda rüsuh peyda etdiren usule ıtlak olunur. kelimeyi maba’dinden sekte-i tavile ile kat’ etmeye denir. Vakf ancak ma’nası tam olan şey üzerine olur. Bazı ulema-i tecvid vakfı: Lazım mutlak ca’iz mücevvez li-vechin murahhas zarureten namlarıyla beşe taksim etmiş ve vakf-ı lazima “ ” mutlaka “ ” ca’ize “ ” mücevveze “ ” murahhasa “ ” harfleriyle işaret eylemişdir. Vakf mahallerini gösteren bu işaretlere “secavend” denir. Vakf-ı lazım o vakfdır ki iki tarafı vasl edilse ma’na tegayyür eder ve sözün halaveti za’il olur. Vakf-ı mutlak: Maba’diyle ibtida müstahsen olan vakfdır. Vakf-ı ca’iz odur ki iki tarafdan iki mucebin tecazübüne mebni kendisinde vasl ve fasl ca’iz olur. Vakf-ı mücevvez li-vechin odur ki bir veche mebni kendisinde vakf tecviz olunmuşdur. Zarureten murahhas olan vakf odur ki durulan mahallin maba’di makablinden müstağni değil iken kelamın uzamasından dolayı nefesin inkıta’ı cihetiyle durulmaya mecburiyet hasıl olmasına mebni ona ruhsat verilir. Vakf olunmayacak yerlere “ ” işareti vaz’ olunur. “ ” demekdir. Bu işaret bazı ayet başlarına da vaz’ edilir ve bundan maksad ayet-i saniyenin birinci ayete lafzan dir. Fakat re’s-i ayet olmak i’tibariyle o gibi yerlerde vakf hasen ve maba’dlarıyla ibtida müstahsendir. Şu halde o misillü mevazi’de ayeteyn arasındaki irtibat-ı lafziye nazaran vasl olunabileceği gibi re’s-i ayet olmak i’tibariyle vakf edilse de olur. İntiha. Kitabullahı muvacehe-i üstazda ezberden tilavet eylediğimiz esnada vakf etdiğimiz mahallerdeki secavendin nev’ini ale’l-ekser sorar idi. Ma’a-mafih biz bunların hepsini bırakalım da bila istisna her kalbi işgal eden her hatıra hutur eden şu mühim suallere cevap vermelerini kendilerinden ricada bulunalım: Acaba hadd-i zatında sami’adan basiradan nasibi olmayan madde nasıl oldu da şu kainat-ı bedi’i şu vücud-i muazzamı eşkal ve keyfiyatında görülen o na-mütenahi tebayüniyle tenevvü’iyle ibda’a kadir oldu? Gözümüzle görüyoruz ki madde bir takım ahkam ve kavanine münkad olmuş da onlar vasıtasiyle mantıki nisbetler mu’tedil hudutlar dairesinde teşekkülata mazhar olmaktadır. Pekala nasıl tasavvur olunabilir ki idrak ve ta’akkul ni’metinden mahrum olan bir şey kendiliğinden kalksın da ukul-i beşeri mebhut edecek surette bir gaye-i kemale doğru ilerlesin gitsin? Nasıl olur ki akıl ve idrakten ari olan madde insan gibi akıl ve cuda getirsin? Nasıl olur ki madde hikmetin manasını bilmez onu hissetmez iken hakimane bir takım kavanin ile icra-yı hükm etsin? Nasıl olur ki madde nizamın ne olduğundan haberdar değil iken tekvin ettiği mükevvenat arasında böyle bir aheng böyle bir nizam hükm-ferma olsun? Zira biz gözümüzle görüyoruz ki cemadattan nebatata hayvanata insana varıncaya kadar bu mevalid-i erba’a-i kainatın her biri hissolunur bir terakkıde hem de seviye-i tasavvurdan pek yüksek bulunan bir gaye-i kemale doğru ale’d-devam terakkidedir. Nasıl olur da gayr-ı müdrik olan madde-i amya kendiliğinden böyle bir sebil-i terakkı ta’kib eder durur? Nasıl olur da duymaktan anlamaktan muarra bulunan madde nebatat hayvanat cemadat alemlerinde bu kadar mübda’at yaratır; sonra onların her birine muhtaç olduğu vesait-i hayatı hıfz-ı nev’i esbab-ı bekayı vesail-i irtikayı olmayan madde insanda ve hayvanda kendilerini muhit olan eşyayı temyiz edebilmek için en bedi’ bir tertib en mükemmel bir nizam ile bu kadar müdekkıkane bu kadar mahirane havas ibda’ına zafer-yab olabilir? Nasıl oluyor ki bu havas bu echize bütün bu ecza-yı beden efkara durgunluk verecek bir terkib-i ekmel ile terekküb ediyor da içlerinden hiç biri vazifeden hali bulunmuyor; karini olduğu cüz’ün ahengini haleldar etmiyor? Neden bu alem-i tabiat-ı hevl-engiz bir halita-i hilkat olmamış da şu ahengdar şu muhkem ibda’-ı basıra-piraya cilve-zar olmuş? marlarına basıldığını anlarlar. Lakin yine sıkılmayarak derler ki: Bunların kaffesi kanun-ı intihab-ı tabi’i sayesinde husul bulmuştur.... İntihab-ı tabi’i kanunu ne imiş diyeceksiniz öyle mi? Ha! İntihab-ı tabi’i şudur ki tabiat daimi bir terakkıye sevkolunmuştur; iyiyi seçerek almaya kötüyü bırakmaya meyyaldir. Bunun için daima kamilden ekmele meyl ve ona doğru seyr eder.... Eyyühe’l-ukala! Hiç bu hezeyanlar cevap diye kabul olunur mu? Size şimendüfer ne için yürüyor? diyen adama evet zira yürümeye ovaları katetmeye meyyaldir de onun dinde bulunan bir akıldan böyle bir cevabın suduru kabil midir? Lakin biz onlara tabiatı böyle terakkıye tekemmüle ecza-yı kainat arasından daima efdal ve aslahı intihaba sevkeden saik nedir? Diye sorarsak bizimle yek-zeban olarak ruf eden bütün eşya üzerinde hükmünü yürüten bütün eşyayı muhit olan yed-i kudret-i ilahiyyedir diyecekler mi? Tabiatın bu insiyakı tarik-i tekemmüldeki bu terakkısi bütün ekvan üzerinde haiz-i tasarruf olup onları ilm ü hikmet-i ezelisi cuduna cerhi na-kabil bir delil-i hissi bir bürhan-ı meşhud olmaz mı? Kanun-ı intihab-ı tabi’i maddiyunun en müşkil zamanlarda zülcelali istidlal için en vazıh bir delil olduğu anlaşıldı. Maddiyyunun birini yakalar da münazarada bu noktaya getirirseniz bakınız herifin beti benzi uçmuş kuva-yı akliyyesi tarumar olmuş gayet müşkil bir mevki’-i mülzemiyyette perişan bir halde kalmış size Jiraft ile Stofet’in şu sözlerini tekrar ediyor: “O halde neden bu kuvve-i halika ismini ateşin huruf Bakınız şu feylesofların terbiyelerinin zekalarının parlaklığına serdettikleri şübühatın derece-i ehemmiyyetine bakınız da ibret alınız! Ya Rab yol senin yolundan başkası değildir; bizi takatimizin fevkınde olan bu gibi sefil hezeyanlardan sıyanet et. Lakin bu adamlar gayet musanna bir köşk görüp de onun hiç bir sani’in irade ve ihtiyarı lahik olmaksızın kendi kendine kuruluverdiğine zahip olan şaşkına ne kadar da benziyorlar! Şimdi böyle bir zehabda bulunan herife itiraz olunsa sözü istihfaf edilse hiç utanmaz belki yüzsüz bir abtalın yapacağı gibi yaygaraya başlayarak der ki: Eğer bu köşkün dediğiniz gibi bir yapıcısı olsaydı elbette tavanına kandillerle ismini yazardı... [ ] Aman ya Rabbi! Eğer felsefenin gayeti bu ise insanın tasavvuru ile hayvanınki arasında ne kadar mukarenet varmış! Bizim için artık bu noktada durmak icab ederdi. Zira fennün olmak üzere evvela maddiyyunun kainat-ı arziyenin asılları hakkındaki nazariyelerini sonra da alemin sani’siz yaratılmış olmasına dair faraziyelerini serdeyleyeceğiz. Ta ki hale muttali’ olanlar bu müfrit adamların ileri sürdükleri faraziyet –şüphesiz haklarında bir ceza-yı ilahi olmak üzere– sefahet-i fikrin za’af-ı aklın hangi derekesine kadar iniyor görsünler. Cemadat nebatat hayvanattan ibaret olan mevalid-i selase-i tabi’ate bir müddet imale-i nigah ile bu üç alemin her biri üzerinden alimane imrar-ı fikr ederseniz; muhtevi oldukları şahsiyetlerin suver-ı guna-gunundaki bedayi’e eşkal ve enva’ındaki ihtilafa ecza-yı ferdiyyelerinin terkibindeki serair-i dakıkaya vakıf olursanız; sonra da bunların müessirat ve avamil-i tabi’iyye sayesinde nasıl tekevvün edebileceğini bilmek için kendinizde bir arzu duyarsanız hazerat-ı maddiyyuna sorunuz... Bakınız size ne yakini haberler vereceklerdir! Evet alacağınız malumat üzerine o kadar güleceksiniz ki tebessümle iktifa edemeyerek kahkahaya başlayacaksınız.. Ah eğer ilim hep böyle gönül eğlendirecek tarzda ola imiş ne kadar iyi olacakmış... Bakınız maddiyyun size ne diyecek: “Basit bir hücreden tutunuz da ibda’-ı tekvininin gayeti olan insana varıncaya kadar bütün kainat arasında görmekte olduğumuz bu ihtilaf-ı azim izahı güç bir şey olmadığı gibi uzun uzadıya külfeti de icab etmez. Esna-yı mütala’ada daima fikirlerini yalnız nebatat ve hayvanata sevketmelerini kari’in-i kiramdan rica ederiz. Zira bu ihtilaf başka bir sebebten değil ancak mekan ile o mekana tasallut eden müessirat ve avamil-i tabi’iyyenin te’sirinden hasıl olmuştur. Mesela zürafaya baktığınız zaman boynunun uzunluğundan müte’accib olursunuz. Halbuki bu fevkaladelik şundan neş’et ediyor: Bu nev’in en evvelki analarının bunları doğurdukları yerde tegazzi için ağaç yapraklarından başka bir şey yokmuş. O yapraklar da yüksek ağaçların yukarıki dallarında boyunlarını o yapraklara doğru uzatmaya mecbur olurlar uzayarak bu gün gördüğümüz tulu bulmuş. Demek ki tabiat zürafaya bu uzun boynu bi’l-ihtiyar vermemiş.. Belki idame-i hayat için zaruret onun boynunu uzatmış. Bu bitti. Kuşların kanatları nazar-ı hayretinizi celbeder üzerlerindeki nukuş ve elvan hoşunuza gider de tuyuru havalara hakim eden o alatın sınaatındaki inceliğe meclub olursanız bunun da te’vili güç bir şey değildir: Zürafa hakkında söylediğimiz gibi bunun için de deriz ki: Kanat kuşa uçsun diye verilmedi; belki kuş kanada malik olduğu için uçtu. İyi ama bu kanatlar nereden geldi diyecek olursanız o zaman da derler ki tuyurun ilk nevi’leri seyir ve harekete yukarıya doğru sıçramakla başlamışlar; sonra aradan milyonlarca sene geçince bu kanatlar kendiliğinden peyda olmuş... artık uçmuşlar.” Ey kari-i irfan-semir görüyorsun ya bu sahif re’yler bu hurafat-alud mülahazalar karanlık birer kahve köşelerine çekilip de esrar çekenlerin korktukları hayalata benzemiyor mu? Eğer tırtıl ile filin tavuk ile atın şekilleri arasındaki ihtilafı bize bu nazariyeler tefsir edecek ise hay ilmin toprak başına! O zaman artık ulum ve fünun ile meşgul olanlar için vacib olan hareket kütüphaneleri ateşe verip dumanlarını havaya savurduktan sonra pencerenin önüne geçerek inan-ı hayalatı alabildiğine koyuvererek bu alemdeki ibda’-ı dehşet-fermayı kendi akl-ı kasırına kendi fikr-i zaifine göre te’vil ve tefsire yeltenmektedir. Heyhat! Öyle değil enva’-ı mahlukatın asılları hakkında iki nazariye zuhur etti. Biz onları eğlence kabilinden olarak hulaseten burada zikredeceğiz ki efkar-ı maddiyyunun –ceza-yı ilahi olarak– hangi dereke-i sahafete kadar düştüğü umum nas nazarında te’ayyün etsin. Bu adamlar bir taraftan bir dam-ı dalal ve galata düşmemek kaim olmayan zünun ve faraziyatı da kabulden külliyen varesteyiz diye yalan yere haksız yere kurulup dururken bir de bakarsınız ki diğer taraftan mevcudatın bir sani’-i mevcut olmaksızın yaradılmasına esbab serdedecekleri zaman azıcık aklı olanların asla kabul edemeyeceği derecede garip o kadar mudhik bir takım safsatalardan tekellüflerden istimdada kalkışırlar. maba’di var– Meyl-i azim ile meyl nedir? Bi’l-külliye şeri’at dairesinden çıkmak ne kadar güzel huylar varsa ga’ib etmek düşmanlar tarafına meyl etmek... Nedir bu? Düşmanların menfa’atine türlü türlü fitneler ve mahi-i selamet olan halleri tervic etmek... Bunu düşmanlarınız daima severler. Gerek haricdekiler gerek içimizdekiler. Müslümanlardan başka türlü maya çalışırlar. Bizleri de şehvetperest eylesinler ahkam-ı şer’iyyeden uzak düşürsünler. Öyle bir takım sapa yollara sapdırsın isterler. Gerek içimizdeki müfsidler münafıklar hevaperest bir takım müstebidler gerek haricde bulunan düşmanlar.. Onlar meyl-i azim ile meyl etdirmek isterler. Çığırdan çıkarmak asayişi ihlal etmek bi’l-külliye mu’aşeret-i bi’l-ma’rufu elimizden alarak namımızı kirletmek bütün alem-i medeniyete karşı barbarlıkla yad etdirmek arzu ederler... Başka çare yok. Ehl-i İslam ciddiyet üzere giderse cümle alem şöhretini biliyorlar hiç olmazsa sükut ederler zaten biz de onu isteriz: Sükut etsinler hakkımız olan şeylerde “Hakkınız var” desinler herkese yapdıkları gibi hukuk-ı beyne’l-milel kava’idini bizim hakkımızda da gözetsinler. Halbuki içimizdeki düşmanlar adavet beslerler bizi çiğnetmek katda bulunur. Ne olursa olsun bizim tarafımızdan hücum edilsin muharebe bizim tarafımızdan başlasın da sonra: – Gördünüz mü Türkleri? desinler onlar adam olmaz. Bak biz sulhe çalışırız i’tilaf için adam gönderdik. Her türlü tekliflerini müzakere ile meşgulüz onlar bir tarafdan bize silah kullanıyorlar... Böyle diyecekler de sonra alemi kendilerine dost edecekler. Herkes öyle diyecek: Hakıkaten Türkler adam olmazmış!... düşmandan tecavüz olursa o vakit def’e çalışın... Yoksa şehvetperest olanlar sizi çığırdan çıkarmak isterler def’i kabil olmayacak muhataralara düşürmek isterler. Hep ahlakımızı bozmuşlar guya dostluk etmek istemişler. Eski zamanda hükumet adamları öyle yapmışlar herşey musarrah her fenalık açık. Kimseye mücazat yok. Kimseye ne yapdın diyen yok. Milletin önünü açdılar her türlü müsa’edat bahş etdiler. Maksadları ma’lum: Alem zevk ve sefahetla uğraşsın beriden yapacağını yapsın... Milleti birbiriyle uğraşdırmak cinayetler kumarlar fuhş ve rezaletler... Ne yapılırsa yapılsın tek kendileriyle meşgul olsunlar onları düşünmesinler... Bu vasıta ile ahlak-ı milliyeyi bozdular ahkam-ı şer’iyyeyi ayaklar altına aldılar tarik-ı tahsili kapamak için imtihanı bile kaldırdılar. Me’asi ve münkeratı bi’l-külliye i’lan etdiler her türlü fenalık ortada dönüyordu. Ahkam-ı şer’iyye ayaklar altına alınırsa ne olur? Hepimize bela gelmez mi? Binlerce hadis-i şerif var bunu te’yid eder. Ahkam-ı şer’iyyeyi mekdir. Yoksa müsa’ade merhamet değil. Bile bile izmihlale düşürmek. Ama kasd etsin etmesin! Bilerek bilmeyerek yapsın... Hepsi birdir. Değil mi ki sonu helakdir; ha kasd etmiş ha etmemiş. Ne buyurur Hazret-i Peygamber Efendimiz? Ümmü Seleme radiyallahu anhadan mervidir. Müsned-i İbn Ahmed Hanbel’de yazılıdır. Kırk bin hadisi havi altı cild üzerine matbu’ bir kitabdır. Ümmü Seleme diyorlar ki: Birgün Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki Benim ümmetimde alenen ma’siyetler irtikab olunursa sarhoşluk edilirse; hükumet de: “Peka’la ettiniz” derse; mazarrat değil belki menfa’at bekler münkeratı bir takım rüsuma bağlar fevahişin devamını te’min eder; böyle alenen münkerat icra etdirirse; herkes de buna karşı: “Pek güzel! der iştirak ederlerse Allahu müte’al hazretleri mecmu’unu bir azabla hepsini birden mu’azzeb kılar. Ma’siyetler alenen işlenir herkes sükut eder ahlak-ı milliyye bozulur me’asi ve münkerat tervic edilirse hatıra gelmeyen bir azab verir. Hepsini mu’azzeb kılar. Ben dedim ki: O gün ümmetin içinde bir takım salih adamlar bulunmayacak mı? Hepsi böyle ma’siyeti işleyecek ona bina’en mi helak olacak?.. O vakit buyurdular: Hayır hayır salihler de var abidler de var zahidler de; lakin hepsi birden helak olacaklar. Yani düşmanlara karşı mağlub olacaklar ölecek demek değil. Çünkü ölmek helak değildir. Asıl helak yaşayıp da çekmek makhur zelil olmak hukukdan mahrum edilmek ümmet-i Muhammed’in başına gelen belaları duyup da yüreği paralanmak... Bu sene de Bulgaristan’da ehl-i İslam’a türlü türlü ezalar oluyor bunları işitdikce yüreklerimiz paralanmaz mı? – O salihlere ne türlü mu’amele buyurulacak? – Evet aynı mu’ameleyi görecekler. Onlar da o afetleri çekecek... Sonra herkese isabet eden bela onların da başına gelecek lakin öldükden sonra Allah’ın mazhar-ı in’amı olacak rıdvan-ı te’sir etmemiş. Alem daima fesada meyyal olmuş. Onlar da biçareler çekerler. Şirar-ı nas galib gelmiş onlar da o afetleri çekerler. Lakin ahiretde niyetlerine göre haşr olacaklar. Ameline göre mükafat görecekler. Lakin ne çare ki dünyada onlar da çekiyorlar. Dünya azabı gelirse hepsine birden gelir. Nasıl ki geçen dersimizde izah etmişdik: buyrulmuşdu. Bu me’alde birkaç hadis-i şerif daha var hakıkaten ahvalimize muvafık düşer ma’at-te’essüf. Bu hadis-i şerifde Müsned-i Ahmed’de yazılıdır. Birgün Hazret-i Fahr-i Ka’inat Efendimiz buyurmuşlar ki: Ey ümmetim ashabım! Bilmiş olun ki bu ümmet yok mu -ümmet-i merhume-i Ahmediyye- Allah’ın himayesinde yed-i kerimanesindedir dest-i tasarruf-ı sübhanidedir. Cenab-ı Hak ümmet-i İslamiyye’yi muhafaza buyuracak. Benim ümmetim sa’ir ümmetlere galib gelecek. Her vechile nusret-i cak? Kıyamete kadar sürmeyecek mi? Allah’ın nusreti mev’uddur; ama bir takım şartlarla mukayyeddir; şartlar bulunursa himaye var şartlara ri’ayet etmezlerse bozulurlar. Esta’izübillah: Bir kavme Cenab-ı Hak mu’amele-i olan veza’ifi tebdil etmedikçe. Kendi vazife-i diniyyelerini yan olmadıkca Rabbü’l-alemin tagyir etmez tebdil etmez öteden beri ne ise adet-i İlahiyyesi onu idame buyurur; lakin kendileri bozarlarsa bozulurlar bak Cenab-ı Hak ne buyuruyor. Kavl-i şerifinde ümmetin “kurrası” demek uleması demekdir okuyanlar yazanlar biraz da Kur’an’ı hakkıyla okumak ma’nasını anlamak lazımdır. Ma’nasını anlamayan ta’zim etmeyen kari’-i hakıkı sayılmaz. Bu ilim ile olur. İlmin ne kadar kavi ise ihtiramın o nisbetde bala olur. Eski zamanda ulemaya “kurra” derlerdi. Zira bi-hakkın Kur’an’ı okumak alimlerin şanıdır. Yani “Alimler ümeraya mübalat etmedikce.” Çünkü ahkam-ı diniyyeyi muhafaza edecek yerde ulema ümeranın re’yine mümaşat ederlerse ahkam-ı celileyi muhafazaya dikkat etmezler de ümeranın re’yine tabi’ olurlarsa.. hakimler müftüler sa’ir meratib-i aliyyeyi ihraz edenler şeri’atin hükmüne bakmazlar belki ümeranın selatinin sözüne onların emr ü fermanına tabi’ olursa bu himaye-i mev’udeden mahrum bırakırlar. O mevke’e geçiren o me’muriyeti kendisine tevdi’ eden kimsenin esiri olur Allah’ın fermanını gözetmez. Bir de salih olanlar facir olanları tezkiye etmedikce Allah nusret eder. Ama tezkiye ederse gördükleri fenalıklara iyi derlerse cümlesi mahrum olurlar... Nasıl ki sonra diyor: Hıyar-ı nas şirarı tehni’e tebrik eder yüzüne güler iyi yapdın; diyor. Hıyar-ı nas şirara tamamıyla merbut tehniye ve tezkiyesinde bulunur. Demek oluyor ki iştiraki ap-aşikar. Yapmak nasılsa; yapanı tebcil tebrik etmek de öyledir. Arasında ne fark var? larla mukayyeddir: Alimler şeri’ati tanıyacak şeri’atdan başka hakim bilmeyecek. Şeri’at fevkınde bir kuvvet farz etmeyecek onu her kuvvetin fevkınde bilecek. Şeri’at hakimdir mahkum değildir.. Amirdir me’mur değildir. Sonra bir takım insanlar fenalıklar yaparlar fecere alenen münkeratı birlikde yerler içerler eğlenirler... Serhoşun mezesini yemek gibi... İşte o zümreye katıldın gitdin. İşret etmezmiş fakat mezesini yer. Şanına yakışır mı? Ma’ruf kimseler menasıb-ı aliyeyi zabt etmiş sonra bir takım öyle... Nevresideler dem olursa onlara bezm-i işretde alem-i abda yüzüne güler birlikde şarkı söyler dinler... Ne olur? Yapacağı odur! Daha ötesini yapmıyor. Bunlar da hazeledir. Fecere ve fesekanın en büyüğü sayılır. İyazen billah. Sonra Allahu azimü’ş-şan ne yapar? Düşmanları üstüne musallat eder. Şeri’ate ri’ayet edecek kümmelin bulunmazsa ol vakit Cenab-ı Bari nusret-i İlahiyyesini nez’ eder düşmanları musallat eder cebabireyi taslit eder türlü türlü işkenceler olur .Akıbet fakrı da üzerlerine yükletir... Şimdi bütün memalik-i İslamiyye fakr u ihtiyac içindedir. Ne zira’atdan bir bereket var ne sına’atdan. Niçin? Çünkü Allah’ın nazarından düşmüşüz ahkam-ı şer’iyyeyi mehcur etmişiz madde madde fesh etmişiz. Mecelle’de musarrah olanları ala ala o kadar almışız. Bir takım maddeleri muvafık görmüşken onun da yarısını almışlar lağv etmişler adeta. Mu’amele yapılmaz demişler irade çıkarmışlar onun neticesi ne olmuş? Şeri’atdan kaçanlar düşmanların eline düşer. Her tarafdan fakr u ihtiyac yakalarına sarılır. Kanunları düzletmedikce selamet kapısını açmadıkça felah bulamazlar. Al sonra diğer bir hadis. Bu da Müsned-i Ahmed bin Hanbel hadislerinden. Bu da dehşetdir. Birgün Sultan-ı Enbiya Efendimiz buyurdular ki: Korkarım ki sizin üzerinize öyle zamanlar gelecek ey ümmetim bütün ümmetler bi’l-cümle milletler; millet-i İslamiyye’ye hücum edecek. ma’nasınadır. Yakın zamanlarda demek. Öyle bir zamanlar [ ] gelecek ki ümmetler birbirini da’vet edecekler. Her ufukda sizlere üzerinize hücuma hazırlanacaklar. Nasıl ki yemeğe hücum ederler büyük bir sofra kurulur hepsi birbirlerine nasıl ikram ederler size de tıbkı öyle saldıracaklar. Öyle bir zaman gelecek ki düşmanlar millet-i İslamiyye’ye hücum için birbirlerini nasıl yağmaya giderse memalik-i İslamiye’yi öyle yağmaya kalkışacaklar. Biz dedik ki: Ya Resulallah! O hengamda biz pek azlık mı kalacağız neden böyle olacağız? Buyurdu ki: Yok yok. O zaman siz pek çok bulunacaksınız hadden ziyade çok. Lakin ne yapayım ki adam değilsiniz. Hani seller süprüntü çörçöp getirir ki hiç birşeye yaramaz dereler kenarına saçar döker... Onlara teşbih eder o zaman halkını. Çokmuşlar ama öyle çöpler gibi dağınık kabiliyetsiz fa’idesiz... Hiçbir meyveye teşbih edemiyor nebatata benzetemiyor. Çünkü onlarda birer letafet var cevher var. Sellerin getirdiği çöplere teşbih eder. Öyle dağınık döküntü; dökülmüş kalmış şeyler... Bu zamanlar ne kadar ehl-i İslam var! Üç yüz milyon var. Şaka değil bu efendi! Lakin yine bütün bütün düşmanlar elinde mahkum. Çinde Hindistan’da Asya-yı vustada Cava’da dünyanın her tarafında işte bilirsiniz Amerika’da bile bulunur. Yekunu üç yüz dört yüz milyon Müslüman. Lakin ittihad yok ulum ve ma’arif yok. Cihandan bi-haberler. Cehaletle yaşarsa bir insan tabi’i onda gayret de hamiyyet de olmaz. Galibiyet arzusu da bulunmaz. Ahkam-ı şer’iyyeye vukuf olmayınca mezellete katlanmak birşey değil: “Sabredeceğim” der. Halbuki Allah öyle dememişdir. Sa’y eder de aciz kalırsan o vakit Allah’dan imdad bekle. Yoksa meskenete katlanmak muvafık-ı şeri’at değil. çoksunuz ama dağınık. Ne olacaksınız bilir misiniz? Düşmanlarınızın kalbinden mehabet kalkacak. Hazret-i Resul-i zişan efendimizden iki aylık yerde düşmanlar korkardı. Şanını işidiyor tir tir titrerlerdi. İki yüz bin kişi topladı Herakliyus. -O vakit Suriye onun zir-i idaresinde din-i İslam’ı mahv edecek idi. Satvet-i İslamiyye’den artık korkmaya başladı. Tebük’e kadar gitdi. Resulullah efendimiz oraya kadar karşı geldi. Ma’iyyet-i seniyyelerinde otuz bin kişi var idi. Tebük vak’ası ma’lum; düşman ikiyüz bin kişi ile hazırlanmışken kaçdı. Hiçbir muharebeye bile dayanamadı. O satvete karşı duramadı. Allahu te’ala kalblerine korku verdi. Resul-i Ekrem ashab-ı kiramı ile Tebük’e kadar gitdiler. Düşmandan eser göremediler. Halbuki Medine’ye kadar gelecek idi. Lakin Resulüllah’ın otuz bin kişi ile karşı çıkmasından mehabet geldi korku geldi. Nihayet bütün ordusuyla def’ olup gitdi. Bir daha yerinden kalkmadı. Şan ü şöhreti dünyaları tutan Hazret-i Muhammed’e sav. karşı Kayser hiç ses çıkarabilir mi? Lakin ahir zaman böyle olmayacak düşmanların kalbinden mehabet kalkacak. Sizin kalbinize vehn gelecek. yani hakkan mü’min Vehn nedir vehn nereden gelir? Vehnin menşe’i za’fiyetdir. Za’fiyet de nereden gelir? Hayata muhabbet ölümü kerih görmek... İşte Müslümanlık budur. Daima yaşayalım derlerse yaşayamazlar zelil olurlar. Nasıl ki Halid bin Velid Acem sefirlerine şaha bir mektub yazmışdı. Bir takım teklifata karşı: – Peka’la dedi karşı çıkacaksın lakin bilmiş ol öyle bir kavim bir asker ile sana geliyorum ki senin askerin yaşamayı ne kadar severlerse onlar ölmeyi o kadar severler. Siz cana nasıl meftun iseniz onlar şehidliğe o kadar can atarlar. Sizin hayata muhabbetinize bedel onlara şarab-ı şehadeti nuş öyle gelirse böyle İslam’a karşı kimse duramaz. Lakin biz daima yaşayalım mihnete katlanalım dersek... O halde bari iyi geçinelim. Madem ki meslek-i Resul’den meşreb-i ashabdan bizde şemme yok daima dünyayadır meylimiz merdce yaşamak işimiz değil Allah yoluna ölmek karımız değil; o halde sükut etmeli. Bu zamanlar tabi’i böyle olacak. Otuz iki seneden beri belki üç yüz seneden beri za’fa başlamışız. Otuz kırk sene çalışmadan ne terakkı olur ne ma’arif yoluna girer ne mahkemeler düzelir?.. Mehakimi düzeltmeli. Şeri’ati icra için vesa’it lazım. Bunlar zaman ister zaman. Onun için hayli müddet daha ses çıkarmamalı muharebeye sebebiyet vermemeliyiz. Du’a etmeliyiz: Allah muharebe felaketini açmasın. Düşman bir değil. Bulgaristanla harbe başladık mı beriden Yunanistan da başlar öteden Karadağ da durmaz Avusturya da Makedonya’ya geçer. Bizim ancak ancak bir düşmanla uğraşmaya vaktimiz olsun. Beş on düşmanla uğraşmak beş on seneye mütevakkıf. Evamir-i İlahiyye’ye ri’ayet lazım. Onun için diğer hadisler var. Onlara ri’ayet etmeliyiz. Herşeyi gösterir şeri’at. Peygamberimiz her türlü dersler vermiş. Buyurmuş ki: Hep mü’minler hakim olacak hikmet üzere hareket edecek. Fakat bilmiş olun ki hakim denmez ol kimseye ki ma’ruf ile mu’aşeret etmez alem ile iyi geçinmiyor. [ ] Kimlere mu’aşeret-i bi’l-ma’ruf lazım? Kimler ki muhtac isen. Kimleri def’ etmeye kuvvetin yok ise iyi geçinmeye mecbur olursun her kimlerle iyi geçinmeye mecbur olur da iyi geçinmezsen hakim değilsin. – Ama ne zamana kadar takat getireyim? Ben geçinmek Ma’ruf ile mu’aşeret... O büyük bir hikmetdir. Lakin bazı kimseler var sen iyi geçinmek istersin onlar geçinmiyor; sana eza eder seni tuğyana mecbur etmek istiyor. – İle’l-ebed bu azaba katlanayım mı?.. Allah bir selamet yolu gösterinceye kadar. O kimseler ki onlarla geçinmeye mecbursun kavga zuhur ederse ziyanlı çıkacaksın; böyle kimselerle iyi geçinmeye gayret edeceksin ta Allah bir selamet yolu gösterinceye kadar. Şerrah: Bu hadis-i şerif her yere tatbik olunur diyorlar. Karı-Koca mes’elesinden başlar. Mesela bir adam zevcesinden hoşnud değil. Tam tab’ına göre refik nasıl bulursun? Bazen kadın zevcinden hoşnud olmaz bazen da erkeğin meşrebine muvafık kadın düşmez. Fakat geçinmek mecburiyeti de var. O halde hemen cüz’i birşeyi sebeb edip ayrılmak gürültüler fesadlar ika’ etmek akıllı işi mi?.. Madem ki birlikte yaşamaya mecbursun o halde sabretmek lazım ta bir selamet oluncaya kadar. Olur ki Allah başka bir selamet kapısı açar kurtarır seni ondan yahud onu senden!.. Zevceyn arasında böyle olduğu gibi konu komşu arasında hatta insan ile hademesi arasında bile böyledir. Uşaklar bunlar da tab’a muvafık olmak pek güç. Lakin insan da bir hizmetçiye muhtac. Bekciye arabacıya aşcıya ihtiyac zaruri. Usta ise bir kalfa lazım. – Nerede bulayım öylesini? Bulamıyorsun. Lakin onsuz da olmaz bu. O halde hoş görmek lazım. Afv ile mu’amele lazım. Daima muhsenat cihetini ortaya koymak muvafık-ı hikmet. Böyle lazım. Sükut edeceksin sabredeceksin!.. – Ne vakte kadar? Allah bir selamet yolu gösterinceye kadar. cümüze gider. Niçin bu sözü söylerler niçin filan yere meyl ederler? Onlar da Osmanlı değil mi? Vakı’a terbiyesizlik ederler hata ederler garazkarlık ederler bir takım memalik-i Osmaniyye’nin tefrikine kalkışırlar; fakat bugün men’ edebilir misin kollarını bükebilir misin? O halde ne matbu’at sa’ire ile iyi geçinmeye onların haksız mu’amelelerine karşı sükuta mecburuz eski kuvveti alıncaya kadar mudaraya borçluyuz. Hazret-i Resul savm ü salatı nasıl emr ederse nas takım müntefizane ganimetden hisse verdi. Din-i İslam’a girmemiş lakin başında kırk bin kişi var. Kabile reisi. Olur ki ehl-i İslama bir yara açar. Para vermişdi Hazret-i Resul te’lif-i beyn için. Ehl-i İslam’dan zararı def’ olmamışdı o derece parlamamışdı. Onun için şeri’at te’lif-i beyn ile emr ediyor. Bu zamanlar işte bidayet-i İslam gibidir. Şimdi öyle satvet ve galebe-i Kıyamete kadar devam etmez. O vakit zımmilere karşı bir takım mu’amelat-ı şedide icra ederlerdi. Lakin daimi suretle yor. Bunlar fukahanın kendi ictihadı. Zamanın haline göre gibi bin tane hamileri yok. Fevka’l-ade mücehhez hükumetler. Böyle vesa’it de mefkud. Düşman gelecek olsa da iki ayda gelemezdi. Kılıcına güvenirsen düşmana karşı çıkarsın. Lakin şimdi kılıç para etmez. Herif bir saniye içinde bin gülle yağdırır başına. Zaman zamana kıyas olmaz. O zamanların ahkamı zaman değişdikce değişir. Çünkü bunlar ictihada mebni olur. Mansus birşeyler değil. Mansus bile olsa teklif-i İlahi istita’atla mukayyeddir. Halet-i aczde ne yapılır?.. Sonra O hadisi de öyle şerh edeyim ki hayretde kalırsın. Şimdiki ahvalimiz eva’il-i devr-i sa’adete şibihdir. Fahr-i Alem efendimiz nasıl tedricen a’dayı yola getirdiyse onların burunlarını kırdıysa şimdi de öyle lazım. Onun için mu’aşeret-i bi’l-ma’ruf lazım. Ahkam-ı İlahiye’ye ri’ayet lazım. Hadis-i şerifine bak. Bu hal arzu edilmez ama Allah’dan bir selamet oluncaya kadar bir mahrec bir tarik-i selamet ki İslam’da kuvvet hasıl oluncaya kadar öyle eza ederler. Sen onlara yine iyi mu’amele edeceksin. Seninle geçinmek isteyene elbet sen de güler yüz göstereceksin. Lakin geçinmek istemiyor fesad çıkarmak arzu ediyor seni de kendi gibi hevaperest etmek istiyor düşman düşmanlığını da ketm etmiyor. Basiret üzere olmalıyız bugün sen onunla geçinmeye mecbursun öyle bir takım düşmanlar olur mu’aşeret bi’l-ma’rufa muhtac olursun... Eğer hakim isen mutlaka bunu ısga edeceksin. Mü’ellefe-i kulubden ibret alacaksın herşey mevki’inde olur. Her hüküm zamana göre tatbik olunur. Allah cümlemizi menam-ı gafletden ikaz eyleye. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mayıs Nutk-ı ali-i Hazret-i Peyamberi ki mukteza-yı münifine ri’ayet edilmiş olsa idi giriftar olduğumuz felaketlerin hiçbirini görmezdik. Bundan böyle olsun muhafaza-i ahkamına muvaffak olsak yine mes’ud ve bahtiyar olacağımız bi-iştibahdır. Hasedleşmeyiniz. Hased bir kimsenin zeval-i ni’metini arzu etmekden ibaret olup hasid o ni’metin kendisine vüsulü temennisinde olmak şart değildir. Hased hasenatı Pek çok seyyi’at ve hati’ata da sebeb olur. nazm-ı şerifi mukteza-yı hasedini icraya kıyam eden hasidlerin şerrinden Cenab-ı Hakk’a isti’aze etmemizi emr ü badi işbu sıfat-ı zemimedir. İblis-i la’inin cenab-ı Adem’e secdeden ibası ve Kabil’in karındaşı Hazret-i Habil’i katle ictirası mahz-ı hasedden naşidir. Hasedin cidden mezmumiyetini kelam-ı ati de iş’ar ediyor: yani hasid Hakk te’alanın kaza ve iradesine razı olmadığından kafir gibidir. “Hased” lisanımızda “kıskanmak” ile tefsir olunur ki bir kimse hakkında zeval-i ni’met ve uruz-ı şiddet temennisinde bulunmakdır. “İmrenmek” ile tefsir olunan “gıbta” bunun gayrıdır. Çünkü bunda zeval-i ni’met arzusu yokdur. Belki insan beğendiği ve rağbet eylediği kemalat ve feza’ilin kendinde de husulünü arzu edip ona göre davranmakdan ibaretdir. Bu dubdur. Hased lafzı bazen karine ile bu ma’nada isti’mal olunmuşdur. Nasıl ki hadis-i şerifde buyurulmuşdur. Yani dünyada iki kimse gıbta edilmeye şayandır: Birisi Cenab-ı Hak kendisine mal-ı kesir ihsan edip vücuh-ı hayra sarf ve infaka muvaffak eylediği diğeri kendisine hikmet ulum-ı nafi’a ihsan buyurarak muktezasıyla amil olmayı yani ber-vech-i şer’i hüküm ve nasa ta’lim ile iştigal etmeyi teshil eylediği kimsedir. “ ne-ce-şe” maddesinden müştakdır. Şu madde fi’l-asl “isare-i sayd” av kaldırmak ma’nasınadır. Burada almak kasdı olmayarak bir meta’ın semenini artdırmak ma’nasında müsta’meldir. Bir kimseyi tağrir maksadıyla bu türlü muvaza’a tüccar beyninde tekerrür etmekde olmasına mebni tefa’ül sigasıyla varid olmuşdur. Birbirinize buğz etmeyiniz yani buğz ü nefret tevlid edecek mu’amelatdan hazer ediniz. Takatu’ etmeyin yani birbirinize itab ve cefa kabilinden olmak üzere tevliye-i zahr etmeyiniz. Ey mükellefin! Sizden biriniz bir kimsenin akd-i bey’i üzerine bey’a talib olmasın. Müddet-i hıyar veya semen-i mezkur ile daha a’lasını satarım” demek ca’iz değildir. Şira ale’ş-şira dahi böyledir. Bayi’a hitaben: “Sen şu bey’i fesh edersen ben mebi’i daha ziyade semen ile iştira ederim” diyip onu müddet-i hıyar içinde feshe tergıb eylemek menhiyyün anhdir. Ey Allah’ın kulları! Rabbinizin emr eylediği vechile yekdiğerinize ihvan olunuz. Sahih-i Müslim nüshasında ibaresi dahi görülmüşdür. yani zikr etdiğimiz esbab-ı nefret ve mahall-i meveddet şeylerden ictinab eyleyiniz ki me’mur olduğunuz hukuk-ı uhuvveti muhafaza etmiş olasınız. Müslim müslimin din karındaşıdır. Uhuvvet-i diniyye ise uhuvvet-i nesebiyyeden akva ve enfa’dır. Kur’an-ı Kerim’de dahi buyrulmuşdur. Hakkını men’ veya tenkıs ile ona zulm etmez lede’l-icab nusret ve i’ane ve makale-i nasıhane onu aldatmaz fakr-ı halinden veya bir afet-i bedeniyyeye mübtela olmasından dolayı ona hakaret etmez. Kale’llahu te’ala: yani bir kavim diğer bir kavim ile suhriyye ve istihza etmesin. rikilerden eşref ve hayırlı olsun. Hadis-i aharda buyurulmuşdur ki ma’na-yı şerifi: Eski sevbe bürünmüş ve hey’et ve kıyafetçe hal-i perişanide bulunmuş bazı kullar vardır ki inde’n-nas kendilerine i’tibar olunmaz; fakat nezd-i İlahi’de makbul olmalarından naşi eğer birşey lerinde yar kılar hanis etmez. Ravinin ifadesine göre Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz hazretleri sadr-ı şeriflerine şuradadır.” Çünkü imtisal-i emr ve ittiba’-ı nehyden ibaret olan takvanın medar-ı husulü haşyetullahdır bu ise kalb-i ve tezlil etmek kişinin şer ve dena’etini isbat hususunda kifayet eder. Müslim nazarında müslim ez-her-cihet muhterem olup hayatını ve ırzını muhafazaya me’mur ve mecbur olduğu gibi tıyb-i nefs ile vermedikce malından intifa’ı dahi meşru’ değildir. En adi birşey de olsa sahibinin izin ve rızası bulunmadıkca helal olmaz. Ehl-i ikan için arzda ayat ve alamat vardır. Arzın şekl-i hilkati aktar ve nevahisinde seyr ü seyahat için ondaki yollar şahrahlar asumandan lütuf-nüzul eden barana mahzen olmak üzere dağlar ekip biçmek için ovalar karargah olmak üzere karalar beyne’l-akvam mülteka bulunan denizler biri birine mücavir kıt’alar mahlukatı sirab etmek üzere yeryer fışkıran kaynaklar hava’ic-i beşere hadim ma’denler renkleri ta’amları ra’ihaları muhtelif gunagun nebatlar enva’-ı eşcar türlü türlü fevakihe ve mahsulat cihet cihet intişar etmiş devab ve hayvanat gibi ahval-i mütenevvi’a zat-ı Bari’nin yegan yegan şu’un-ı İlahisine vazıhan delalet eder şevahid ve dela’ildir. Bunların hepsi sükkan-ı arzın menafi’ ve mesalihi için tertib ve tedbir olunmuşdur. İm’an-ı nazar edilince bu sun’-i müttekın bu tertib-i zibada zat-ı ecell-i a’lanın yed-i kudret ve hikmeti bir mir’at içine in’itaf etmiş gibi müşahede olunur. Bütün eşya bir nazar-ı pak ile ne kadar ziyade temaşa edilirse onun her cihetinde bitmez tütenmez bir maye-i hikmet o kadar ziyade inkişaf eder. Yere saçılmış en küçük buğday danesine ve bu tohumun teksirine badi olan keyfiyete ihale-i nigah edilsin. Bir gül goncasını güneşde açan geceleyin tekrar kapayan tedabir ve hikem dikkatle temaşa olunsun. Bunlardaki tedbir ve tertib akla hayret verir. Bu ayat ve alamat bu dela’il-i vazıha sizin nefislerinizde de vardır etvar-ı hilkat-i insaniyyede şekl-i dilfirib-i ademde dahili ve harici a’za ve eczanın herbirinde ne bedi’alar ne hikmetler ne hayret-feza tedbirler ne ziba tertibler var. Ef’al-i zaruriyyeye mütemekkin ve muktedir kılacak sanai’-i muhtelifeyi istinbat kemalat-ı mütenevvi’ayı ca’ib-nüma var. Siz bakıp da bunları çeşm-i basiret ile görmüyor musunuz? Mukın: İsm-i fa’il masdarı ikandır. Ikan: Birşeyi bila şübhe hakıkati vechile bilmekdir. Bu nizam ve intizam-ı ka’inat eşya arasında bunca tenasübde bu kadar ahval ve keyfiyyat bilhassa kendimizde zairen ve batınen kemal-i hayretle meşhudumuz olan bu bipayan bedai’-i icad bize ne söylüyorlar? Cüz’-i ferdler ile tesadüfi olarak mı bunlar vücud bulmuş yoksa bu asar-ı hibret ve itkan bir Sani’-i kadir-i zi-hikmetin sun’ ve icadı mıdır? [ ] Kitab-ı ka’inat esrar-ı hakkı bi-dehen söyler Sevad-ı mümkinat asar-ı sun’u bi-suhen söyler Senin guşünde isti’dad yok idrakine yoksa Leb-i cuda kemal-i sun’u her berk-i çemen söyler Ya Rab bu ne irtibat ü nisbet Ya Rab bu ne ihtilat ü ülfet Ya Rab ne güzel nizamdır bu Ya Rab ne nizam-ı tamdır bu Ya Rab bu ne saltanat ne kudret Ya Rab bu ne hendese ne san’at Ya Rab bu ne izzet ü’aladır Ya Rab ne kemal ü kibriyadır Sa’di merhumun Bostan’ında insanın hilkat-i terkibindeki sun’-ı Bari’ye dair neşide: Bak! Sun’-ı İlahi ile bir parmak ne kadar bend ü rabtdan terekküb etmiş. Şu halde Bari te’ala hazretlerinin sun’una dahl ü ta’arruz etmek cinnet ü belahat olur. Te’emmül ve mütala’a et Cenab-ı Halık insanın meşy ü reftarı için ne kadar sinir örüp kemikleri biri birine rabt ü vasl etmiş. Eğer kemikleri biri birlerine sinirlerle mevsul olmasa topuk diz ayak dönmez ve bunlar dönmeyince ayağı yerden kaldırmak kabil olamayacağından yürüyüp gezmek mümkün olmazdı. Ba-i Farisi’nin fethi ile “pey” sinir ma’nasına da gelir ki burada o ma’nayadır. pare olmayıp belki biri birine giritf bir takım kemiklerden mürekkebdir. Bunun içindir ki secde etmek oturup kalkmak yapılmış olaydı pek sert olup insan hiçbir suretle eğilip bükülemez ve oturup kalkamazdı.’ın zammıyla “sulb” Arapça’da arka kemiğine denir ki onurga ta’bir olunur. Ve Farisi’de’in zammıyla “mühre” ıtlak edilir. Nazım burada sulbü zahr yani arka ma’nasında isti’mal etmiş.’ın fethi ve ha-i mu’ceme ile “laht” lisan-ı Farisi’de pare cüz’ hisse ma’nalarına gelir. Burada “yek laht” yekpare demekdir. Huda-yı müte’al senin gibi balçık bir mühreyi hareket etdirmek için ikiyüz onurga kemiklerini yekdiğere bağlamışdır. Ne kudret-i aliyye ki bir tutam balçıka şu suretle salabet vererek meşy ü hareket etdiriyor. Kil-i mühre: Balçık mühre ma’nasına terkib-i mezcidir. Bu ikinci mısra’daki mühre bizim dahi mühre dediğimiz şeydir. Perdahtest “perdahte est”den muhaffef ve “perdahte” perdahten masdarından müştakdır. Bu masdarın Farisi’de müte’addid ma’naları vardır burada tahrik etmek ma’nasınadır. Ey memduhü’l-hısal! Senin teninle damarların içinde üç yüz altmış ırmak bulunan bir zemindir. Çaylar ırmaklar ruy-ı zemini saky ve irva etdikleri gibi bunca şiryanlar ve damarlar da derunlarında cereyan eden kanlarla ceseddeki eti saky ü irva ediyorlar. Regan: “Reg”in cem’idir. Ra’nın fethi ve kaf-ı Farisi ile Reg damar demekdir. Başda göz var fikir ve re’y ve temyiz de var. Cevarih ve a’za kalb ile kalb de ilim ve daniş ile aziz ve mükerremdir. Başda za’ika şame sami’a gibi havass-ı zaire var bilhassa ruhsar atıfet-i celile-i İlahiyye olan dü çeşm ile tenvir edilmiş. Derun-ı re’sde ise fikir ve re’y ve temyizi muhtevi bulunan akıl var. Bakıyye-i cesed latife-i Rabbaniyye olan kalb meyyüz: Temyizden muhaffefdir cevarih a’za ma’nasınadır. Beha’im yüzüstü hor ve hakır düşmüş olduğu halde sen elif gibi müstakım olarak ayaklarının üzerine süvar ve rakibsin. kımü’l-kame halk olunmuş ve bu cihetle de kadr ü mertebesi terfi’ buyurulmuşdur. Şimdi gelelim “İkinci Kısım Mecelle” nokta-i nazarından bu zevatın evsafı nasıl olmak lazım geliyormuş? İşte bu noktadan da taharriyat icra etmek icab ediyor. Demişdik ki: İkinci kısım i’tibar etdiğimiz mecelle müctehidat-ı cedideden teşekkül edecekdir. Zira bu kısım asr-ı ahirin hal-i ictimaimizin icabatından olarak bi’z-zarure tehaddüs eden vuku’at havadis-i hükümleri [ ] cihetinden yekdiğerlerine rabt eden bir takım kavanin-i külliye-i şer’iyyeyi olacakdır. Umur-ı iktisadiyyemize ceza nizamnamelerine varıncaya kadar burada merci’-i me’haz bulabileceğiz. Hülasa şu ictima’-ı medeniyyemize müsa’id kafi olacakdır. Kütüb-i fıkhiyye-i kadimemizde bunlara bir türlü istinadgah bulamadığımız halde şeri’at-ı celilemize müstenid doğrudan doğruya ondan me’haz olan işbu mecelle-i celilede vuzuhlu madde-i kanuniyyeye muvaffak olabileceğiz... receye kadar anlaşıldı. Bina’en-aleyh bu kısım nokta-i nazarından doğruya usul-i sabiteye tevfikan kava’id-i lazimeyi edille-i şer’iyyeden istinbata muktedir evsaf-ı selase-i mezkureyi haiz bir müctehid olması lazım geldiği bütün vuzuhuyla meydana çıkdı: Müctehid lazım... Demek ahali-i İslamiyye mesdud değilmiş... İşte yeni bir mes’ele!.. Fakat ben şimdilik bab-ı ictihad mesdud mu değil mi? Buralarından bahs etmek istemiyorum. Zira ben daha kendim de nasıl olduğunu kesdiremiyorum. Fakat taharriyat-ı mesrudeden anlıyorum ki “ihtiyac” mutlaka bab-ı ictihadın açık olması lazım geldiğini gösteriyor. Şeri’atimizin de ihtiyaca karşı gelmediğini yakınen biliyorum. Bu halde bab-ı ictihadın mesdud olmaması lazım geliyor. Ben bu kadar diyebilirim. Daha ali tabakalarından bahs etmek ulema-i kiram hazeratına üstazlara muhavveldir. Fakat bu babda tahsilimize temas eden bazı noktalardan fikrimin erdiği kadar velev bir nebze olsun düşünmek tayı bırakıp gidivermek elimden gelmez. Düşünüyorum ki: Bab-ı ictihad mesdud değildir diyenler de bir şahıs ta’yin ederek: “İşte bu müctehiddir bina’enaleyh bab-ı ictihad açıkmış; bu şahıs bir madde-i nakz teşkil ediyor...” diye isbata kalkışmıyorlar. Belki birçok dela’il iradıyla “Kapısı kapalı imiş ki dahil olan bulunmuyor” diyerek kalıyor ca bi’l-ittifak derece-i ictihadın sahife-i mümkinatdan silinmediği anlaşılıyor. Demek bu zamanımızda da müctehidler bulunabilecekmiş... Madem ki hal böyledir neden müctehidlere tesadüf edemiyoruz? rılıyorum. Onlar: “Kapı kapalı olduğundan hiçbir kimse dahil olamıyor” diyorlar. Acizleri ise: Hayır madem ki derece-i eder; bu halde adem-i dühul kapı kapalı olduğuyçün değil kapıyı dakk edemeyeceğimizden daha doğrusu o kapıya doğru bile gitmek iste[me]diğimizden başka bir şeye müstenid olamaz. Biz derece-i ictihad gibi ali makamları hatırımızdan bile geçirdiğimiz yok ki oralara kadar vasıl olabilelim. Bilemiyorum ne sebebe mebnidir bizde ali his ali zevkler yüksek himmet yüksek gayretler bitmiş yahud esasından bulunmamış. Her ikisi de ca’iz. Zira bu fikr-i taklid bizim aramızda yedi sekiz yüz seneden beri sürüklenmekdedir. Tabi’i gitdikce de terakkı etmiş... İşte bütün bu noksanlarımızdan himmetsizliklerimizden dolayı tahsilde olan tarikimizi şaşırmışız. Allah için insaf edelim... O on beş yirmi senelik tahsilimiz içinde o büyük eslafın o ali himmetli müctehidlerin diz çökerek tahsil etdikleri ulum-ı İslamiyye’den onların kemal-i dikkatle ta’kıb etmiş oldukları asardan hangisini okuduğumuz öğrendiğimiz var?! Tefsir mi?.. Hayır Kadi’nin ta’kıdli ibarelerini halletmekle tefsir okunmuş bilinmiş sayılmaz. Hadis mi?.. Hayır hadis-i şerifleri i’rab binaya boğmakla hadis okunmuş bilinmiş olmaz. Usul mü fıkıh mı?.. Bunlara da “hayır”dan başka bir cevap bulamıyorum. Zira Mir’at Dürer Gurer okumakla bu cak birşey kalmadı? Buna karşı da denilebilir ki: O büyük müctehidler o büyük eslafımız sizin okuduğunuz kitabları mı okudular da müctehid alim oldulardı? Hayır diyeceksiniz değil mi? Bu halde siz de doğrudan doğruya onların okuduğu asarı okumaya gayret edebilirsiniz. Bir de ulum-ı maksudeye mukaddime alet olmak üzere tahsil etmekde bulunduğumuz ulum-ı Arabiye-i lisaniyyeyi böyle mi tahsil etmeli idik?! Lisan tahsili yalnız biz İslamlara mı mahsus bir hal? Bütün akvam bütün milletler içinde şu asrımızda lisan tahsili moda olmuş daha doğrusu mecburiyet tahtına dahil olmuşdur. Bina’en-aleyh lisan tahsili böyle bir ihtiyac-ı umumi halini aldığından bu hususda birçok fikirler emekler sarf olunmuş; birçok usuller meydana getirilmiş; nasıl oluyor da Arab lisanı için sekiz on sene ömür sarf etdiğimiz halde ne lisanını ne inşa’ ve kitabetini ne de adab ve belagatini öğrenemiyoruz?.. İşte bu noksanımızdan dolayı tefsir hadise gelince yelkenlerimiz suya iniyor. İbare hallinden sına ruhuna erişemiyoruz. İşte bundan dolayı “Bab-ı ictihad kapalıdır duhul müyesser olmuyor” demeye mecbur oluyoruz. Bina’en-aleyh biz de başkaları gibi usul-i tedrisde bahusus lisan tahsilinde o usullerden en yenisini en mükemmelini kabul eylemeliyiz. Bu doğru hususda ta’assub etmek kat’iyyen ca’iz görülmez. Parada israf haram iken ömürde neden helal olsun? [ ] Tasavvurat tasdikat diye mantıkdan bazı şeyler okuyoruz. Halbuki şimdi mantık büsbütün başka bir şekle girmiş terakkı etmiş adeta hayatın ma’işetin tanzimine yardım edebilecek gibi bir devreye dahil olmuşdur. Biz neden ondan istifade etmeyelim? Hikmet felsefe de büsbütün terakkı etmiş; hayalat evham devresinden çıkmış hakıkate pek ziyade yaklaşmışdır; hikmet-i kadime o Kadimir’ler büsbütün saçmadır. Onunçün vakit zayi’ etmek kat’iyyen ca’iz görülemez. Bu zavallı fenler ilimler bizim elimize düşdükden sonra büsbütün durup kalmış kat’iyyen terakkı etmemişlerdir. Belki bil’akis tedenniye uğramışlardır. Bina’en-aleyh hiç bir temerrüd göstermeksizin bu fenlerde bu ilimlerde usul-i tedris dahi dahil olduğu halde en yenilerinden müte’ahhırin tarafından tehzibe mazhar olanlardan en eskileri iyidir. Müte’ahhırinimiz bunlara da hakkıyla hizmet edememişlerdir. Ulum-ı İslamiyye asar-ı İslamiyye ruhca ma’naca te’lifce tedvince bir vakitler terakkı etmiş imiş de sonra bab-ı ictihad kapandı fikri çıkmış; işte bu devirden ede bu hale gelmiş; kendimiz de şu derekelere kadar inmiş kalmışız. Bina’en-aleyh asar-ı İslamiyye’den yedi sekiz yüz sene mukaddeminde yazılan eserler bir dereceye kadar kendi mükemmeliyet ve safiyetlerini muhafaza etmişlerdir. İşte şununçün biz şimdilik onları iltizam edelim; daha bir vakitlere kadar onlardan ayrılmayalım. Hülasa: Meclis-i meb’usanca yeni bir Mecelle Cem’iyeti’nin teşkili taleb olunuyor. Bu Cem’iyet mükemmel bir mecelle-i medeniyye ve ictima’iyye meydana getirecek. Bu mecellenin esası şübhesiz şeri’at-ı celile-i Ahmediyye olacakdır. zım? İşte asıl mevzu’bahs olan nokta da burasıdır. Buna cevab verebilmek için Mecelle-i matlubeyi iki kısma ayırdık öyle i’tibar etdik. Cem’iyet’e iştirak edecek zevatın birinci kısım lase-i esasiyyeyi ikinci kısım nokta-i nazarından şurut-ı erba’a-i esasiyyeyi haiz bulunmaları lazım geldiği vazıhan meydana çıkdı. Netice: Bina’en-aleyh Meclis-i Meb’usan’ca matlub olan birinci kısım i’tibar etdiğimiz Mecelle ise Cem’iyet evsaf-ı selaseyi haiz zevatdan; yok matlub olan ikinci kısım yahud her ikisinden e’amm bir ma’na ile i’tibar etdiğimiz Mecelle ise biri ictihad olmak üzere evsaf-ı erba’ayı haiz zevatdan teşekkül edecekdir; öyle olmalıdır. Şunu da ilave edelim ki: Meclis-i Meb’usan’ımızca matlub her iki kısımdan e’amm olan bir Mecelle ise biri ictihad olmak üzere evsaf-ı erba’ayı haiz o büyük insanları nereden bulacağız? İşte asıl işkal burada... Haydi evsaf-ı selaseyi haiz insanlar mebzul bulunur diyelim fakat iş bu kadarla bitmiyor evsaf-ı selaseyi de haiz müctehidler lazım. Müctehidleri nereden bulacağız bizde müctehidler kim?! Bizim tahsilimiz terbiyemiz medreselerimiz cami’lerimiz o büyük zatları yetişdirebildi mi? Heyhat!... Biz bu fikri tecviz edenlere bile nadiren tesadüf ediyoruz. Fakat bizde müctehid yokdur diyerekden işimizi gücümüzü teşebbüsümüzü yüz üstü mü bırakacağız? Böyle yapmak da gelmez; bize alem güler; rüsvay oluruz. Hayatca ma’işetce de büyük zararlara uğrarız. Bununla beraber sırf kendi tenbelliğimize aid kabahatimizi ri’atimize de ihanet eylemiş oluruz; -ma’azallah- halimiz daha fenalaşır.... Bina’en-aleyh ba’dema halimizi tahsil tedrisimizi bahusus medrese cami’lerimizde olan tahsil tedrisimizi ıslah eylemeli; ahsen hale ifrağ eylemeli. Fırsatı kaçırmamalı. Fırsat daha henüz elimizdedir. Tamam bütün kuvvet gayretimizle çalışacağımız vakit fakat ihmal edersek fırsat bir dakıka durmaz fevt olur. Zira hayat ma’işet ahval-i ictima’iyye daima terakkıdedir. Biz böyle bati davranır kendi tenbelliğimizi kendi cehaletimizi mukaddes şeri’atimize isnada kadar yeltenirsek işte o zaman biz kendimizin ortalıkda ha’ib hasir olarak yalnız kaldığımızı görürüz: Hem şeri’at bize veda’ etmiş olur; hem hayat ma’işet de kendi evidda ve ehibbasıyla bizi fersahlarla uzakda bırakarak geçmiş gitmiş olur. Bina’en-aleyh hatime olarak derim ki: Şimdilik işbu te’sisi mukarrer bulunan Mecelle Cem’iyeti’ne mümkün mertebe “et-ta’atü bi-kadri’t-ta’ati” şurut-ı esasiyye-i mesrudeyi haiz zevatı intihab eylemeli de hemen işe başlamalı. İstikbalimiz da bulunmalı çalışmalı.... Cenab-ı Hakk’ın bu alem-i hilkatte cari olan kanun-ı niyye üzerinde bir tasarruf-ı küllisi vardır. Salih fasit ne kadar a’mal varsa cümlesinin menşe’i akıdenin salahı yahud fesadıdır. Bazı akıdeler vardır ki efkarın eteğine yapışarak kendisine doğru çeker diğer birtakım akaid ve müdrikat da ona ittiba’ eder; sonra bedende birtakım a’mal zahir olur ki bunlar batındaki infialatın aynıdır. Yahud o infialat ile mütenasibdir. Kezalik bazı öyle usul-i hayr öyle kavaid-i kemal vardır ki bir tebliğ-i şer’i suretinde nüfusa telkın olunduğu zaman sami’ için mucib-i iştibah olur. Bu kabilden olmayan diğer usul ile iltibas vuku’a gelir yahud sami’de bulunan bazı sıfat-ı redi’e ve i’tikadat-ı batıladan müteessir olur. Bina’en-aleyh her iki takdire göre esasen büyük bir hayrı metin bir kemali haiz olan o usul o kavaid tegayyüre uğrar. Hatta isti’dadın fenalığından yahud tefehhümün noksanından neş’et eden birtakım akaid-i faside de ona ittiba’ ederek bir çok a’mal-ı faside meydana gelir. Hem bu halat mu’tekıdin ilmi lahık olmaksızın bu su-i i’tikada ne suretle saptığını anlamaksızın hasıl olur. Zevahire aldananlar zannederler ki bu a’mal-i fasidenin sebebi o asla ve o kaideye olan i’tikadıdır. İşte bu su-i tefehhümden dolayı çok zamanlar usul-i edyanda tahrifler tebdiller vuku’a gelmiştir. Hemen her dinde tehaddüs eden bid’atlerin esası da budur. Hatta bu su’-i tefehhüm ile neticesi olan bid’atler tabayi’in fesadına birçok a’mal-i kabihanın zuhuruna yegane saik olmuştur. Müntesibin-i diyanetten bazı basit fikirli adamların ef’al ve harekatına bakarak bir dine yahud bir akıdeye ta’na kalkışan bi-haberleri de teşci’ eden hep budur. kaza ve kader birçok gafil garblıların sermaye-i ta’n ü tezyifi olmuş onları birçok zünun-i batılaya sevk etmiştir. Öyle tevehhüm ediyorlar ki: Bu akıde hangi kavmin vicdanında tutarsa artık o kavimde kuvvet ve şehametten eser kalmaz yerine za’af ve meskenet kaim olur. Bina’en-aleyh müslümanlar kemal-i fakr u zaruret içinde kalmışlar kuva-yı harbiyye ve siyasiyyede akvam-ı sairenin kaffesinden geridedirler. Fesad-ı ahlak alabildiğine te’ammüm etmiş yalancılık nifak hiyanet garazkarlık hased çoğalmış aralarına tefrika girmiş; ne hallerinde ne müstakbellerinde hayır kalmış; menfa’at ve mazarratlarına karşı gaflet-i mahz içinde bulunuyorlar; ezvak-ı hayat namına yemek içmek uyumak gibi hayvaniyete mahsus havayici te’min ile iktifa ederek ruhun zevki olan medeniyet ve fazilette sair akvam ile müsabakayı akıllarına bile getirmiyorlar; lakin hangisinin eline bir kudret geçerse yanı başındakini mutazarrır etmekten asla geri durmuyor yani öbür tarafta milel-i müterakkıyye bunları lokma lokma yutup dururken zavallıların satvet ve şiddeti birbirleriyle uğraşmaya münhasır kalıyor; her arızaya karşı miskinane bir rıza her hadiseye yine o tarzda bir kabul gösteriyorlar evlerine çekilmişler sükun ve rehavet içinde vakit geçiriyorlar; gündüzleri mer’alarına gidiyorlar akşamları ağıla gelir gibi me’valarına çekilirler.. Büyük me’murları bütün zamanlarını lehviyat içinde şehevat-ı behimiyye peşinde imrar ediyorlar üzerlerinde ifasına ömürler kafi gelmeyecek kadar vezaif yığılıp kalmış iken bir kısmını olsun ifa cihetine yanaşmıyorlar; servetlerini imate-i zamana medar olacak kabil millete hiçbir nafi’ hizmette bulunmuyorlar daima azim bir tefrika büyük bir münaferet içinde yaşıyorlar umumun mesalihini bırakıp kendi hususi işleriyle uğraşıyorlar... Her biri taht-ı tabi’iyyetindeki koca bir ümmeti feda eden rakibini yalnız bırakarak haricteki bir düşmanın hücumuna amade bırakan iki Emir arasındaki münaferet ve husumetin ne derecelerde olacağı düşünülsün! İşte böyle birbiriyle didinen iki emirin za’afını kendi için en asude bir kut gören bir hükümdar-ı ecnebi derhal geliyor ne asker ne mühimmat sevki gibi külfetler ihtiyarına lüzum görmeden havf tari olmuş cebanet meskenet alabildiğine teammüm etmiş bir halde ki en hafif bir sesten ödleri patlıyor ufacık bir lemsten canlan yanıyor. İzzet ve şevket içinde gördükleri akvam-ı saireye yetişebilmek için icab eden her türlü hareketten her türlü fa’aliyetten fariğ olmuşlar; komşularının hatta kendi tabi’iyetlerinde bulunan milletlerin terakkıyatını bunlara karşı mübahatını gördükleri halde bile çalışmıyorlar. Dinlerinin bu husustaki evamirine muhalefette bulunuyorlar dindaşları olan akvamdan birinin başına bir felaket gelir yahud hücum-ı a’daya hedef olursa ne o musibeti tahfife ne de o düşmanı elbirliğiyle def’e şitab ediyorlar; hafi yahud aleni cemiyetler teşkil ederek cemiyet-i milliyyeyi tehyic etmek vatandaşlarını meskenetten kurtarmak acizlere muavenette bulunmak kavilerin elinde zebun kalan hakkı birçok evsaf ve adat isnad ediyorlar da cümlesinin menşe’ini kaza ve kadere iman olmak üzere gösteriyorlar ve müslümanlar bu akıdede sabit oldukça ebediyen ihraz-ı şevket edemeyeceklerini şeref ü mecd-i kadimlerini hiçbir zaman saltanatlarını te’yid edemeyeceklerini sonunda da bu za’af-ı müterakkı ile mahvolup gideceklerini zaten birçoğunun kendi aralarındaki muhasemat yüzünden mahvolarak bakiyesinin hayatına ise ecanib tarafından hatime çekileceğini söylüyorlar. Yine o garblıların i’tikadınca kaza ve kadere iman ile ri arasında hiçbir fark yoktur. Öyle tevehhüm ediyorlar ki müslümanlar kaza ve kadere i’tikadları muktezasınca kendilerini havada muallak tüy parçası gibi görüyorlar. Rüzgar istediği tarafa sevkediyor. Halbuki bu kavim kendisinin kavilde fi’ilde harekette sükunda hiçbir ihtiyarı olmadığına bütün bunların bir kuvve-i cebriyye tarafından vuku’a geldiğine elhasıl bütün harekatının kasri gayr-i ihtiyari olduğuna kendisine mevhibe-i fıtrat olan bütün havas ve meşa’irin faydası olmaz kalblerde sa’y ü amele doğru bir hiss-i saik kalmaz. Artık böyle bir kitle-i [ ] atıl için bu alem-i cidd ü cehdden adem-abad-ı sükuna doğru gitmek pek muhiktir. zann-ı batılı beslediği gibi şarkta da birçok beyinsizler onların bu sözlerini nefsü’l-emre mutabık olmak üzere telakkı ediyorlar. Ben bi-perva “Erbab-ı zünunun sözleri yalandır ashab-ı vehmin hataları zahirdir bunların hepsi Allah’a müslümanlara iftira ediyorlar” demekten hiç geri durmam. Şu zamanda Sünni Şii İsmaili Zeydi Vehhabi Harici... Hiçbir müslim yoktur ki cebr-i mahza kail olsun da nefsinden müslimeden her biri amel ve hareketlerinde kendilerinin irade-i cüz’iyyeye malik olduklarını bu iradenin suret-i isti’maline göre hem sevabın hem ikabın medarı olacağını bilirler Cenab-ı Hak tarafından kendilerine verilen o irade-i cüz’iyye olan bilcümle evamir-i ilahiyyeye ittiba etmek menahiden çekinmek ile me’mur bulunduklarına i’tikad ederler. İşte ancak bu irade bu ihtiyar tekalif-i şer’iyyenin mevrididir; kezalik ancak bu irade ve ihtiyar ile hikmet ve adalet tamam olur. Evet müslümanlar arasında Cebriye namıyle bir fırka vardır ki insan bütün ef’alinde hiç şemme-i ihtiyar bulunmayan bir ıztırar ile muztardır zannında bulunur ve bir adamın yemek yerken ağzını oynatması ile soğuğun şiddetinden çenelerinin titremesi arasında fark yoktur derler. Müslümanlar bu fırkayı pek vahi bir safsata sahibi olmakla itham ederlerdi. Zaten bu mezheb-i batıl ashabı da ta dördüncü karn-ı hicrette nam ü nişanları kalmayacak surette mahvoldu. Kaza ve kadere i’tikad ile cebre inkıyad arasında hiçbir münasebet müşabehet olmadığı gibi yukarıda serdeylediğimiz zünun-i batıla da kaza ve kadere i’tikadın hiçbir zaman icabatından değildir. Kaza ve kadere i’tikad delil-i kat’i ile mü’eyyed olduğu gibi fıtrat da bu i’tikada saiktir. Erbab-ı fikr ü nazar kolayca teslim ederler ki her bir hadisin ona zamanda mukarin olan bir sebebi vardır. Kezalik silsile-i esbabdan ancak meydanda hazır olanları görülebilip esbab-ı maziyeyi yalnız o silsileyi medhali vardır ki ötesi Aziz-i Alim’in takdirine kalmıştır. İnsandaki biridir. Yani irade asar-ı idrak cümlesinden bir eserdir. İdrak fialidir. Bina’en-aleyh hadisat-ı zahire-i kevnin fikr ü irade üzerindeki hüküm ve nüfuzu ukala şöyle dursun ahmakların bile inkar edemeyeceği bedihiyattandır. İmdi zahirde müessir görülen esbabın mebde’i bütün eşyayı hikmet-i ezeliyyesi mucebince yaratan her bir hadisi ona nazir olan diğer bir hadise tabi kılan Müdebbir-i Kevn’in yed-i kudretindedir. Sani’-i alem olan bir ilahın varlığını i’tirafa yol bulamayan bir cahilin mevcudiyetini farzetsek bile onun içinde müessirat-ı tabi’iyye ve hadisat-ı dehriyyenin iradat-ı beşeriyye üzerindeki te’sirini i’tiraf etmekten kurtuluş yoktur. Pekala Cenab-ı Hakk’ın alem-i hilkat hakkında vaz’etmiş olduğu nizam-ı tabiatten hariç kalmaya kimse muktedir olabilir mi? Bu bir bedihedir ki erbab-ı kemal şöyle dursun taharri-i hakıkatte henüz pek mübtedi’ olanlar bile ikrardan geri duramazlar. Hatta garb hukemasından garb ulema-yı siyasetinden bir kısmı hükm-i kaza ve kadere inkiyad lüzumuna sığınarak o hükmü isbat için birçok sözler söylemişlerdir ki bizim için onların re’yleri ile istişhada lüzum yokdur. Tarihin nakil ve rivayetin fevkınde bir vazifesi vardır ki her millette yetişen ulema o vazifeyi nazar-ı dikkate almışlardır. O vazife ise ümmetlerin ikbal ve izmihlalinde takip ettikleri tarik ile büyük büyük hadisatın tabiat ve havassından bu inkılabatın adat ahlak efkar hatta hissiyat-ı vicdaniyye üzerinde husule getirdiği tebeddülattan elhasıl akvamın zuhuru hükümetlerin teşkili yahud mahv ü izmihlali gibi şeylerden bahsetmektir. bu tarzdaki bir tarihin de bütün mebahisi kaza ve kadere disatı istediği gibi kullanan bir kudretin müsahharı olduğuna suret-i mutlakada müstakil olsaydı hiçbir kemal pay-mal-i zeval olmaz hiçbir kavi zebun düşmez hiç bir bünyan-ı mecd devrilmez hiçbir saltanat yıkılmazdı. Kaza ve kadere i’tikad şena’at-i cebirden tecerrüd ederse o zaman cür’et ve ikdam şeca’at ve besalet gibi secaya-yı fazılayı arkasında görür. O zaman insanları arslanları titreten kaplanların ödünü koparan mehalik-i azimeyi bi-perva iktihama sevkeder. Bu i’tikad nüfusu sebata şedaide tahammüle mesaib ile pençeleşmeye alıştırır. Cud ü seha gibi evsaf-ı güzin ile mütehalli eder. Şan-ı insaniyyete şeyn verecek şeylerden beri tutar belki bu uğurda lezaiz-i hayatı istihfaf ile ölmeyi bile la-şey hükmünde gösterir. Ömrün mahdud rızkın emin olduğuna bütün eşyanın dest-i meşiyyet-i Huda’da bulunduğuna i’tikad eden adam hakkı müdafa’a yahud mensup olduğu milleti i’la yahud fariza-i zimmeti eda ederken hiç ölümden korkar mı? Kezalik evamir-i ilahiyye ve kavanin-i beşeriyye mucibince hak ve hakıkati i’zaz eylemek yahud bünyan-ı mecd ü şerefi teşyid etmek hususunda infak-ı mal etmek için fakr u zarurete giriftar olacağını düşünür mü? Cenab-ı Hak bu i’tikadın faziletini beyan etmekle beraber müslümanları böyle bir ni’mete mazhariyetten dolayı medhediyor: Müslümanlar bidayet-i zuhurlarında bütün aktar-ı aleme dağıldılar fethettiler dünyayı münkad ettiler mağlub eyledikleri devletlerle teshir ettikleri milletlerle ukulü dehşet zarfında adetlerinin azlığına levazım-ı harbiyyelerinin hiçliğine rağmen hükümetlerini İspanya ile Fransa’yı ayıran Pirene dağlarından ta Sedd-i Çin’e kadar temdid ettiler. Akvam-ı muhtelifenin adat ve tebayi’ine vukuf ile i’tiyatları olmadığı halde mülukü kayserleri kisraları kendilerine ferman-ber ettiler. Kaza ve kadere olan bu i’tikad onları dünyanın öbür ucundaki ma’rekelere çolukları ile çocukları ile hatta kadınlarıyla gitmeye hem de seyrangaha gider gibi sürur ve neşat ile gitmeye sevkederdi. Guya ki Allah’a olan tevekkülleri sayesinde her bir musibete karşı masun ve mahfuz idiler. Ufak çocuklarla kadınlar askerlere su vermek gibi hizmetlerde mak hususunda ayrılırlardı. Ne kadınlara dehşet ne ufak çocuklara havf ü haşyet kat’iyyen arız olmazdı. Nerdesiniz ey cema’at-i rahmet ey erbab-ı şefkat! Nerdesiniz ey cibal-i metin-i kudret ü kuvvet!... Sizler zaman-ı şiddette halkın ümidgahı idiniz. Ma’ruf ile emir münkerden nehyeder en hayırlı ümmet idiniz. Şimdi nerdesiniz? Acaba şikaf-ı mekabirinizden bakıp da ahlafınızın ahfadınızın bugünkü hal-i sefilini görüyor musunuz? Eyvah! Onlar sizin tuttuğunuz yolu bıraktılar girive-i dalale saptılar fırka şia münazaatı içinde tarumar olup gittiler. Öyle bir acz ü za’afa giriftar oldular ki yürekler dayanmaz ciğerler pare pare olur. Ecanibin eyadi-i iftirasına şikar olmuşlar da vatanlarını haklarını müdafa’aya kuvvet bulamıyorlar. İçinizde bir bakiyye-i ruh bir sada-yı gayret yok mudur ki huruş etsin de gafilleri intibaha getirsin uyuyanları bidar etsin erbab-ı dalali sebil-i reşada sevkeylesin? Cera’id-i Mısriyye’den el-Fellah nam ceridenin Zilhicce sene tarihli ve altı yüz otuz bir numaralı nüshasında “el-Kur’anü’ş-Şerif ve Tercümetühu bi’l-Lugati’l-İngiliziyye” serlevhalı bir makale gördüm. Gazete muharriri olan zat bu babda güzel idare-i lisan ve efkar etmiş ise de madem ki esas-ı bahs dareynde mucib-i fevz ü felah-ı mü’minin olan Kur’an-ı Kerim’e ta’alluk ediyor da’ileri de hasbe’d-diyane kelimat-ı atiyyenin iradına lüzum gördüm. Erbab-ı ramını sıdk-ı risaletlerine delalet eder birer mu’cize ile tahsis buyurmuşlardır. Mesela Musa aleyhisselamın zamanında galebe edebilecek bir tarz-ı i’caz ile mümtaz buyrulup bununla gara’im-i sehere ibtal buyruldu. cizesiyle tahsis buyurulup bu sayede ilm-i mezkur müntesibleri beht ü hayretde kaldı. Zaman-ı belagat-ünvan-ı sa’adetde de kavm-i Arab meyanında fesahat ve belagat hadd-i kemale vardığı halbuki seyyidü’s-sadat efendimizin hem risaletleri kaffe-i efrad-ı beşere şamil hem de şeri’at-i garraları şerayi’-i münzelenin hatimesi olduğu cihetle fahrü’l-vücud efendimiz karnen ba’de karnin intiha-yı zamana kadar gelmiş ve gelecek fuhul-i belagatin lisanlarını lal bırakacak bir mu’cize-i azime ile ihtisas etdiler ki mu’cize-i mezkureye lisan-ı Arap’da “i’cazü’l-Kur’an” ıtlak olunur. İşte ins ü cin bir araya gelip de Kur’an’ın mislini ityana sa’y etseler muvaffak olamayacaklarını ihbar eden ayet-i celilesi Kur’an-ı Mecid’dedir. Hazret-i Peygamber cemi’ süver-i Kur’aniyye ile tehaddi buyurdukları gibi bazı sure ile de tehaddi buyurdukları vardır. Evet kütüb-i siyer ve tevarihi mütala’a ediyorsun da evvelce beligane yazılmış bir takım sözleri ifade-i ahar ile bize karşı söylüyorsun diye tefevvüh edenleri ayet-i Kur’aniyyesiyle iskat buyurmuşdur. Daha sonraları da Kur’an-ı Kerim’in bir suresiyle de tahaddiye tenezzül buyurdukları halde fusaha-yı Adnan bülega-yı Kahtan’ın hiçbiri mu’arazaya yol bulamadılar. Mu’cize-i mezkure aciz bırakdığı nüfusun adedini kabil-i ihsa olmayacak bir dereceye iblağ edercesine şan ü azametini muhafazaya muvaffak oldu. Bu i’caz ise Kur’an-ı Mübin’in üslub-ı Arabi üzere bekasına mütevakkıf olup lügat-i uhraya tahavvülü halinde muhafaza edilemeyeceği kat’idir. O halde Kur’an-ı Mecid’in kaffe-i dekayık-ı kelamiyye ve cem’iyet-i mahsusasını bihakkın eda etmek üzere her lisanın ba-husus lisan-ı dakık-i Arab’ın kendisine has olan tarz-ı beyanını nazar-ı dikkate almaksızın lügat-ı uhraya ala tariki’l-ihtiva tercümesine muvaffak oldum diyerek asl-ı Arabisiyle siyyan tutanlar dolayısıyla hedm-i erkan ve tahrib-i bünyanına sa’y etmiş olur ki değil kelamullah olan Kur’an-ı Kerim hakkında hatta başka eserler hakkında bile taht-ı imkanda olmadığı ilm-i lisan ulemasınca umur-ı bedihiyyedendir. Bu i’tikad-ı sakıme kana’at büyük gafletdir. Bu i’tikadda sebat ayet-i celilesine ma-sadak olmakdan başka bir neticeyi intac etmez. Tashih-i ibadet için bazı ayat-ı Kur’aniye’yi lugat-i Arabiyyesiyle ta’allum her Müslim için vacib ve kadri’l-lüzum ta’allum etmeyenlerin lisan-ı şeri’atde asi olması hususundaki icma’ müdde’amızı [ ] isbata kafidir. Lügat-ı uhraya tercüme-i Kur’an-ı Kerim hususundaki müsa’ade-i şer’iyye ancak hiçbir vechile ayn-ı Kur’an i’tibar olunmamak şartıyla evvela kendi lisanlarında ahkam-ı Kur’aniyye’yi öğrenip ba’dehu tafsil ve hakayıkına ıttıla’ zımnında lisan-ı celil-i Arabi’yi ta’allüme hahişger olmak üzere olur. Bu fikr-i meşru’un haricinde olarak işidilen ve görülen teracim-i müte’addide-i mevcude ise bizim isbat-ı fikrimizi kat’an duçar-ı istiğrab edemez. Zira teracim-i mezkurenin ekserisi bir takım ukela-yı gayr-i müslime tarafından yazılmışdır ki onlar mukteza-yı diyanetlerince ma’zurdurlar. Varsın bu gibiler dekayık-ı Kur’aniyye’ye vukuf iddi’a etsin nefsü’l-emr öyle mi olmak lazım? Teracim-i mezkurenin nukat-ı kesiresinde yekdiğere karşı görülmekde olan mübayenetleri vukufsuzluğu peka’la tasvir ediyor. Medarik-i beşeriyye asliyyeyi ihata edebilmenin adem-i imkanı ile üslub-ı Arabi üzere Kur’an-ı celilü’l-ünvanın mu’ciz olup esalib-i sa’ire-i a’cemiyyede i’cazının sektedar olacağını beyan için layu’ad dela’il-i akliyye ve nakliyye mevcud ise de onlardan burada yalnız bir tanesinin muhakeme-i atiyye ile serdine lüzum gördüm: Herkesin ma’lumu olduğu üzere süver-i Kur’aniyye’den sure-i kasire-i Kevser üç ayet-i celileyi şamildir. Bunların birincisi olan ayet-i sübhaniyyesi ber-vech-i zir sekiz fa’ide ve nükteyi muhtevidir: - Cem’-i mütekellim zamiriyle ihsan eden zatın azameti nin i’lan buyurulmasıdır. - Mübtedaya cümle-i fi’iliyye isnad edilerek isbat-ı haberin te’kid buyurulmasıdır. - Zamir-i mütekellimin cem’ olarak iradıyla azamet-i rububiyyetin iş’ar buyurulmasıdır. - Cümlenin kısm-ı mecrasında cari olan harf-i te’kid ile takdir buyurulmasındır. - Fi’l siga-i maziyye ile irad buyurularak sahib-i keremden mesinin ifade buyurulmasıdır. - Kevser lafzının mevzu’unun hazfiyle daire-i şumulünün kaffe-i hayrata tevsi’ buyurulmasıdır. - Kesret ma’nasını ifade eden kevser lafzının siga-i kesrete za’id olarak ityanı ile mübalağa ma’nasının ifade edilmesidir. - Kevser lafzının lam-ı ta’rif ile tasdir edilmesiyle ma’na-yı kesretin teşmil ve tekmilidir. Zira lamın ahd için olmasına karine bulunmadığından hakıkate sarf edilmesi lazım gelir. Hakıkatin ise efrada nisbeti müsavat üzeredir. Bina’en-aleyh lam-ı ta’rif ile efrad-ı Kevser’in hiçbiri haric olmamak üzere ma’na-yı kesret teşmil edilmiş oluyor ki bununla Fahrü’l-ka’inat efendimizin evlad-ı zükur ile ta’kıb edilmemesi dilmiş oluyor. Çünkü kendilerinden sonra evlad-ı zükuru ibka edilecek olsaydı ikiden hali olmayacakdı: Ya şeref-i nübüvvetle teşerrüf edeceklerdi yahud teşerrüf etmeyeceklerdi. Nübüvvet ile teşerrüf etmeleri pederlerinden hatemü’lenbiya olmak faziletini ref’ edeceğinden ma’na-yı Kevserin sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz hakkında tekemmülüne münafi olduğu gibi teşerrüf etmemeleri dahi münafidir. kavl-i şerif-i nebevi ile buraya ima buyurulur. Sure-i ma’ruza-i kasirenin ikinci ayeti olan kezalik sekiz fa’ide ve nükteyi müştemildir: - Ma’na-yı tesebbübden müstefad olan fa-i ta’kıb ile hem Cenab-ı Mün’im-te’ala ve tekaddes hazretlerine karşı olan veza’if-i şükrü ifaya hem a’danın güft ü gularına terk-i mübalata ni’am-ı İlahi’nin sebebiyeti ifade buyuruluyor. A’danın güft ü guları dedik zira ma’lumdur ki sure-i celile-i Kevser As ibni Vail’in Muhammed sallallahu aleyhi vesellemin “evlad-ı zükuru olmadığından meyvesiz ağaç gibidir” demesi üzerine nazil olmuşdur. - Lam-ı tahsis ile As ibni Vail ve o gibilerin kendi masnu’ları tahta parçasına tapacak kadar belahet göstermelerine ta’riz ve Cenab-ı Peygamber’in halisen li-vechi’llah ibadetde pa-ber-ca-yı sebat olmalarına tenbih buyuruluyor. - İbadetin bedeniye ve maliye kısımlarına işaret buyuruluyor. - Bu iki ibadet ile Cenab-ı Fahru’r-rusül efendimizin salata olan ihtisasları ile tasadduk hususundaki uluvv-i himmetlerine şerifi ile Haccetü’l-Veda’ında yüz devenin ihda edilmesi bu - Birinci cümlede lam’ın zikr olunması ikinci cümlede hazfine karine tutularak ikincide hem lam ile beraber medhulünün hazfiyle ihtisar ediliyor . Hem de birincideki ihtisas ma’nasını ifadeden geri kalmıyor. - San’at-ı bedi’den olan seci’e riayet ediliyor. - lafzı tarik-i iltifat üzere irad ve muzmirden mazhara sarf edilmekle yani denmeyip de denmekle ma’budun celalet ve rububiyet ile muttasıf olduğuna işaret buyuruluyor. - lafzı ile ma’budun sıfat-ı rububiyet ve malikiyet ve merbub olan masivaya ibadet edenlerin hataları dahi Sure-i celile-i kevserin üçüncü ayeti ki ayet-i sübhaniyyesidir bu dahi beş fa’ideyi şamildir: - Kendi umurlarına ikbal edip a’danın şena’et ve adavetleri re irad buyurulmasıyla ta’lil buyurulmasıdır ki Kur’an-ı Kerimde bu gibi hüsn-i mevkı’ pek çokdur. [ ] - Cümlenin hatime-i ağrazı beyan hikmetine mebni inzal buyurulmuş yani a’danın maktu’u’l-akıbe olmakla adavetlerinin dahi kesileceğini beyan etmek üzere irad buyurulmuş bir cümle-i mu’teriza olmasının imkanıdır. - As ibni Vail sıfat-ı şena’et ile zikr edilip isminin terk edilmesi hem hükmü kaffe-i erbab-ı adavete teşmil hem de “müştak üzerine hüküm me’hazın illiyyetini ifade eder” ka’idesince merkum As’ın maktu’u’l-akıbe olması mahza adavetinden - Cümle harf-i te’kid ile tasdir edilmekle a’danın tefevvühat-ı hasudanelerinin kat’iyyen sıdka mukarin olmadığı anlaşılıyor.. - Cümlenin tarik-i kasr ile irad buyurulmasıdır ki bundan Zübde-i Haka’ik-i Alem efendimize ızhar-ı adavet edenlerin “ebter” yani maktu’u’l-akıbe olmaları diğer zümre-i ebatire rahmet okutacak mertebede idiği anlaşılıyor. hasin ile meşhun olan bu sure-i kasire-i beliganın hem feva’id-i ve letafeti ve şive-i kibriya-nüması muhafaza edilmek üzere hangi lisana tercümesi kabil olabilir? Gerçi bir fikir sahih olduğu halde bir lisanda edeceği te’siri her lisanda edebilir cümle-i hikemiyesi doğrudur inkar olunamaz. Ama bir lisanda havi olduğu nikat-ı hafiyyesiyle ahenk ve letafetini her lisanda icra edeceği iddi’ası da pek kolay teslim edilemez. Zaten mebhas kelamın te’siri ciheti değil vücuh-i Kur’an-ı Mecid’in vücuh-ı i’cazından biri de muhkemat ve müteşabihatı cami’ olmasıdır ki bunda olan hikem-i acibeden bir kaçının olsun te’yid-i müdde’a zımnında zikr edilmesi sadedden haric değildir sanırım. Birincisi: Kur’an-ı Kerim’i nazra-i dakıka ve fikr-i selim ayetlere tesadüf edeceğinden bi’t-tabi’ muhkemi müteşabihden tefrik için edille-i ma’kuleye müraca’at edecekdir ki bundan edille-i akliyyenin ve dolayısıyle aklın vahdet-i vücud-i Hakk’ı isbatda zi-medhal idiği anlaşılır. daki ma’ani-i dakıkanın keşfi zımnında ulum-ı aliyye ashabına müraca’at lüzumunu hissetdirmek hikmetidir ki bu da mecalis-i ulemaya tergıb değil adeta sevk demekdir. Üçüncüsü: Tarik-i taklidden tarik-i nazara i’la etmek hikmetidir. Zira akl-ı selim erbabı için ta’mik-i nazar etmeksizin muhkem ve müteşabihin birine tekallüd mümkün olamadığı gibi bütün ayat-ı Kur’aniyye muhkem olduğu takdirde vadii taklidde kalmak dahi istib’ad edilemez. Dördüncüsü: Ma’rifet-i Hakk hususunda ibadın it’ab-ı fikr etmelerinin matlub-ı İlahi olması hikmetidir. Kur’an-ı Kerim’in muhkem ve müteşabih şumulündeki hikem-i Rabbaniyyenin kaffesini ta’dad etmeye makalenin hacmi müsa’id olmadığından bu kadarla iktifa olunur. Arabi olsun başka bir kalıba ifrağ edileceği takdirde esrar-ı onu elsine-i sa’ireye tebdilden sonra ayn-ı Kur’an i’tikad eder? Ve bu dam-ı iğfale hangi bir a’ma tutulur? Bu nazariyenin hülasası şudur: Deniz bütün enva’ ve ecnas-ı muhtelifesi dahil olduğu halde bu kainat-ı arziyyenin aslıdır. Deniz a’sar-ı kadimeden birinde bütün küre-i zemini setretmiş olduğu için içinde yaşayan mahlukat o zaman kamilen arza intikal eden [edip] orada yaşamaya başlamış. Bunun için basit bir hücre-i nebatiyyeden ekmel-i hayvanat olan insana varıncaya kadar arzda görülen mahlukatın kaffesinin aslı denizdir. Yani bütün mahlukat vaktiyle bahri hayvanat imiş. Üstad Mayye diyor ki: “İster iki ayaklı ister kanatlı olsun; ister zahife sınıfından bulunsun yeryüzünde yaşayan ne kadar hayvanat varsa denizde aynı yahud yakını bulunur. Bu mahlukatın unsur-ı ma’dan unsur-ı havaya intikali yalnız mümkün olmakla kalmaz belki bir çok misallerle sabittir. Biz burada denizde ve karada yaşayan hayvanat ile yılanlardan kaplumbağalardan su kelebeklerinden deniz köpeklerinden deniz köpeklerinin ecnas-ı muhtelifesinden ale’s-seviyye havada ve suda yaşayan hayvanattan yahud bazen karada bazen de denizde ta’ayyüş edenlerden bahsedecek değiliz. Biz ancak havada yaşayabilen hayvanattan bahseyleyeceğiz. “Ma’lumdur ki hayvanat-ı bahriyye iki kısımdır. Bir takımı suyun içinde yüzerek kendinden küçük olanları sayd eder. Diğer kısmı suyun dibinde yürüyerek oradan hiç ayrılmaz yahud nadiren ayrılır. Bunların yüzmeye hiç kabiliyeti yoktur. O halde cevv-i havada yüzmekte olan tuyurun semek-i tayyar nev’inden husule geldiğinde yahud uçmaya vasat-ı arzdan yükselmeye muktedir olmayan hayvanat-ı berriyyenin ka’r-ı bahrde yaşayan hayvanat-ı bahriyyeden teşa’ub ettiğinde kim şüphe edebilir?” Siz eğer bu nazariyenin sıhhatına kani’ olmak ister de Allah göstermesin meseleyi ta’mika çalışırsanız derler ki: “Şimdi size lazım olan berri olsun bahri olsun bütün hayvanatın eşkaliyle kabiliyetlerini temayüllerini bilerek sonra onları birbirleriyle mukayese etmekten ibarettir. Mesela tuyurdan başlayarak bütün enva’ını tedkık eder sonra bunların nukuş ve elvanı arasındaki tehalüfü her birinin temayülat-ı tabi’iyyesini tetebbu’ eylerseniz bunlardan hiç bir nev’e tesadüf etmezsiniz ki denizde naziri bulunmasın. Esatize-i fenden biri diyor ki: “Denizde serçeye varıncaya kadar hayvanat-ı berriyyenin her şeklinde bulunur. Kezalik denizde nebatat ezhar esmar da mevcuttur. Mesela Eğer siz işi i’zam eder de bu iki tabiatın bu iki muhitin tebayününden dolayı hayvanatın denizden karaya geçmesini “Azıcık sabret hem bilmiş ol ki bu intikal ulum-ı tabi’iyyeye hiç bir suretle münafi değildir. Küre-i arziyyeyi muhit olan hava çok mikdarda ecza-yı maiyyeyi havidir. Zaten su da havadan başka bir şey değildir; ancak ecza-yı maiyyesi hacmen daha büyük rutubet cihetiyle daha faik olduğu için bizim hava namını verdiğimiz seyyal-ı ulviden daha ağırdır. Öyle ise rutubetle meşbu’ hava demek olan suda yaşayan hayvanatın rutubetle gayr-ı meşbu’ olan şu bildiğimiz havada yaşayabileceğini tasavvur etmek pek kolay olur. “Bir de bu intikal hususunda zaruret meselesinin gayet büyük te’siri vardır. Kezalik ihtimaldir bu hayvanat-ı berriyyenin bir kısmı vaktiyle bir gölün dibinde yaşıyormuş. Sonra gölün suyu yavaş yavaş kurumaya başlamış. O zaman olmuş. Yahud olabilir ki hayvanat-ı müfteriseden kaçıp kurtulmak sıçramak istemişler lakin bir kamışlığa yahud sazlığa düşmüşler. Oradan eski yerlerine dönmek istiyerek yine sıçramaya kalkışmışlar. Fakat buna muktedir olamamışlar. Şu kadar var ki bu cehd ü taleb sayesinde hassa-i tayerane malik olmuşlar. Sonra suyun fıkdanından dolayı kuruyan sabihaları çatlamış yarılmış. Bunlar o sazlıkta tagziyeleri için lazım gelen mevaddı bularak o sayede ölümden kurtulmuşlar. Lakin sabihalarını tahrik eden enabib birbirinden ayrılmış uzamış üzerinde tüy bitmiş yahud daha açık bir ta’bir bu kıl yavaş yavaş büyüyerek kanat haline gelmiş. Karınlarının altında bulunup onların denizde yüzmelerine hizmet eden ufak kanatlara gelince bunlar da ayak haline gelerek sath-ı arzda yürümelerine hadim olmuş. Elhasıl bedenlerinin cihat-ı sairesinde de daha biraz ziyade tagayyürat ve inkılabat husule gelerek bütün tuyurda gördüğümüz şekl-i hazır zuhur etmiş. “Hayvanat-ı zahife ve maşiyeye gelince bunların denizden suret-i intikalini tasavvur pek kolaydır. Çünkü yılanların kaplumbağaların ale’s-seviye iki unsurda da yaşadıkları herkesçe ma’lumdur. “Dört ayaklı hayvanata gelince biz denizde bunların kaffesinin cismen ve terkiben müşabihleri vardır demekle iktifa etmeyiz deriz ki bunlardan her iki unsurda kemal-i suhuletle yaşayabilenleri vardır. “Deniz maymunlarını sonra bunlarla berri maymunlar arasındaki müşabeheti görmüyor musunuz? Arslan at öküz domuz kurt deve kedi köpek keçi koyun gibi hayvanata gelince bunların da denizde eşbah ve nezairi vardır.” cilve-nüma şu ibda’-ı hayret-fermayı izah etmek enva’-ı mütehalife-i mevcudenin asıllarını bildirmek için mülhidlerin faraziyat serdinde vasıl oldukları gayet budur. Sübhanallah! Akıl için yokluğunu tasavvur kabil olmayan Halik-ı Hakimi ancak kendi zayıf gözleriyle görmediği için inkar edip de sonra hilkati bu gibi hezeyanlarla te’vile ta’lile kalkışan adam efrad-ı beşerden addolunmaya layık değildir. Şimdi biz bu heriflere karşı haksızlık ettik galatat-ı vakıalarını teşhir hususunda pek ileri gittik gibi bir zan varid olur diye fizyoloji ilmi ser-amedan-ı ulemasının bu nazariye aleyhindeki mütala’atıyle istişhad edeceğiz. O zaman halk anlayacaktır ki maddiyyunun ilim ve fendeki mevkileri öyle bizim şarklılardan bazılarının zannettikleri kadar ali değildir: Fizyoloji ulemasının en meşhuru bulunan üstad Koyye diyor ki: “Ulema-yı tabiiyyundan efkar-ı maddiyyuna kail olan bazı zevat Mayye nazarının mürevvici mu’ini olmaya rıza gösteriyorlar. Bunlar bir uzvun ihmal veya kesret-i isti’mali onun hacim ve kuvvetini tenkıs veya tezyid ettiğini gördükler natı ale’t-tedric tağyir ede ede bu gün görmekte olduğumuz enva’-ı muhtelifeyi meydana getirecek kadar bir kuvvet gösteriyor vehmine kapıldılar. Bu fikir ise merkez-i hakıkata yukarıda red eylediğimiz efkarın hepsinden daha uzaktır. Bunlar ecsam-ı mürekkebe-i uzviyye yumuşak bir macun kitlesi gibi parmaklar arasında istenilen şekle girer zannında bulunuyorlar. Bu ulema gayet uzun giden nazariyelerini serde başlar başlamaz bütün alemin maskarası hedef-i buna çalışmasıyle asdakın yarılarak kanada tahavvül ettiğini sonra bir serçe olduğunu yahud dört ayaklı bir hayvanın dar bir mahalden geçmeye meyl etmesiyle yılan haline geldiğini ağzına alan bir adamın bu gibi mütala’atı ilm-i teşrihin kara cahili olduğunu göstermekten başka bir işe yaramaz!” Şayed doğru cevab vermeyecek olursak duçar-ı itab olurduk. Daha sonra Kur’an-ı seb’a ve aşereden izin aldım. Seb’a ve aşereye Trabzoni Hacı Pir Efendizade Faik Efendi merhum ve şimdi Rumeli Kazaskeri Hoca Nasuh Efendizade ahz-ı icazet eyledik. Hoca merhum biri birinden farklı biz çağlarda çocuklara seb’a ve aşereden izin vermeye ilk def’a olarak muvaffak olduğundan icazet cem’iyetinde pek mahzuz ve dilşad görünüyor idi. Bundan sonra “Takrib” okumamı pek ziyade arzu etdi ve hatta kendi kitablarını da i’are eyledi ise de ileride zikr olunacağı üzere bende hasıl olan bir şevk-i cedid bir arzu-yı üstada devam-ı ittiba’a mani’ oldu. Mekteb bir sıbyan mektebi idi. Orada Kur’an-ı Kerim’le beraber ilm-i hal tecvid sübha-i sıbyan sarf-ı Arabi’den emsile ve bina risaleleri okunur ezberlenir eyyam ve evkat-ı mahsusasında ise sülüs ve nesih meşk edilir idi. Hergün akşam azadlarında terane-i mahsus ile üç kere salat-ı münciyye ve ber-azad olan Perşembe günlerinde “sübhaneka’llahümme”den “vedduha”ya kadar ed’iye-i me’sure ve süver-i Furkaniyye hep bir ağızdan okunur idi. usul ve temrinat idi. Akka Nasıra Haleb Ayıntab Merzifon Harput Beyrut gibi gezdiğim dolaşdığım diyar-ı İslam’da Cizvitlerin Misyonerlerin küşad eylemiş oldukları mekteblerde de her akşam azadlarında etfale neşa’id-i diniyye terennüm etdirdiklerini görür işidir idim. Hafız İsmail Efendi merhum abid zahid hulus-ı kalbe malik bir zat-ı memduhu’s-sıfat ve mektebi bir mahrec-i feyz yüzü mütecaviz hafızu’l-Kur’an çıkmışdır. Adliye Nezareti müsteşarı fakih-i nezih Ahmed Şükrü Efendi hazretleri de o mektebin yetişdirdiği zümre-i hamele-i Kur’an’dandır. vet ederdi. Bir sada-yı suziş-eda ile te’sirini tezyid ve teşdid eden o cazibeli tilavet-i Kur’an istima’ olunur iken guya fezada bir avaze-i semavi kemal-i mehabetle temevvüc ediyormuş gibi kulub-i müstemi’ine mehafetullah istila eder ve nice uşşakın dil-i şurideleri teheyyüc ederek fart-ı şevk ü incizabla sayhazen olurlar idi. Rahmetullahi rahmeten vasi’a. Daha mektebde ta’lim okurken üstad-ı efham allame-i şehir Şevket Efendi merhumun feza’il ve kemalatına dair tıflane işitdiğim rivayetlerle kulağım dolmuş ve guya ben de feza’il ve kemalat ne demek olduğunu anlamışım gibi müşarun-ileyhin menakıbı zikr olundukca adeta aşık-ı meftunu olarak her yerde zikr ve fikrim Şevket Efendi ve Şevket Efendi’nin yad-ı mehasini olmuşidi. Halbuki şu takdirimin sebebini sorsalar bu derece ba’is-i garam haleti istizah etseler ne diyeceğimi ben de bilmez idim. Şevket Efendi merhum Kafiye Şerhi “Molla Cami”den Fatih cami’-i şerifinde derse çıkmış idi. Biz de Hafız İsmail Efendi’nin tenbihi üzere diğer birkaç mekteb arkadaşlarımızla birlikde o sene sarfdan derse çıkmış olan Basriyun Efendi demekle ma’ruf Ahmed Efendi namında bir zatın dersine gelip gitmeye başladık. Sabahları derse gider dersden kalkınca mektebe dönerdik. Yatdığı yer nur olsun Basriyun Efendi o sene Emsile’yi ta İzzi’ye kadar bize okuduğumuz ne demek olduğunu anlatmak suretiyle ezberletdi. Biz dersden erkence kalkar idik. Şevket Efendi ise derse geçce çıkıp geç kalkmak mu’tadı bulunduğundan dersden kalkar kalkmaz oraya koşar ve hiçbirşey anlamadığım halde her nedense lezzetlere gark olur idim. Fakat mektebe vaktiyle yetişmek mecburiyeti olduğundan dersi biraz dinledikden sonra ruh cesedinden müfarakat eder gibi ayrılır idim. Bu sevdanın galebesiyle çok kerre bana gelirdi ki hemen Şevket Efendi’nin dersine fırlayıvereyim. Sonra düşündüm ki anlayamayacağım yukarı bir derse atlayıverecek olursam gülünç olacağımdan sarf-ı nazar bilahare geri dönmemi intac edecek. Bu mülahaza beni na-be-mevsim olan tiz-reftarlıkdan men’ ediyor idi. O sene ders kesimi zamanı hulul etdi. Dersler birer birer kesilmeye başladı. Talebe-i ulum ile bazı hacegan yavaş yavaş Darülhilafe’den çekilip karib ve ba’id vilayata dağıldılar. Bu bir hikmet-amiz usul-i mevzu’adır ki bu sayede talebe-i ulum ile henüz na’il-i cihat ve ru’us olmamış yeni rahlenişinler esna-i ta’allüm ve ta’limlerinde ma’işetlerini te’min ederek hem istifaza ve ifazalarını idame hem bu vesile ile her sene alem-i İslam’ı ihya ederler. Meva’iz ve nesa’ih tebliğ-i evamir ve nevahi ile ef’ide-i muvahhidin nur-ı intibahla dolar. Bu tarz-ı kadim başka bir surete de ifrağ olunabilir. Ders kesiminden ertesi sene ba’de’l-id dersler başlayıncaya kadar ikinci sene derslerinden yetişdirebildiğim kadarını ve ertesi senelerde üst taraflarını bazı zevatdan hususi tederrüs eyledim. Eyyam-ı tahsilin takriben iki sene müddeti böyle geçdi. Şevket Efendi ise sabah dersini “Cami”nin fi’il bahsine indirmişdi. Ol hal ile ruzgar geçti Bir iki hazan bahar geçdi Hala o temaşa-yı müştakane gözümün önünden gitmez: Bin iki yüz seksen iki senesi kolerasından sonra birgün Fatih Cami’-i şerifinin Karadeniz kapısı cihetinde oturuyor idim. Allahu te’ala hazretleri murad ediyor. Neyi? Üzerinizden bi’l-izale tahfif etmeyi. Ağır yükleri tahammülsüz teklifleri izaleyi yani lütuf ve kereminden naşi sizi hafifletmek istiyor. Makam-ı ta’lildedir. Ma’na-yı şerifi: Zira insan za’if olarak halk edilmişdir. Bünyesindeki za’f murad değil o da var lakin burada haiz olduğu ma’nevi bir za’f murad-ı İlahidir. Onunçün ne diyor erbab-ı tefsir? İnsan lefet-i hevaya kudreti yok. Nefsine galebe etmeye takati az meşakk-ı ta’ata tahammül etmeye kudreti mefkud. Onun Bazı müfessirin siyak-ı ayata rabt ederek buradaki teklif emr-i nisaya dair olan teklifdir derler. Bundan evvel sure-i Nisa’da baş tarafdan beri nikah ile alınması helal olanlar haram olanlar ayrıldı. İzdivacı meşru’ olmayanlar hangi kadınlardır. ayet-i kerimesiyle ta’dad olundu. Sonra da: Bunların ma’adası helaldir suret-i meşru’ada akd-i izdivac ederek haramdan kendinizi vikaye etmeye sa’y edin buyuruldu. Onun için size Allahu te’ala mal vermiş nazm-ı şerifi ile her mü’min kendini haramdan vikaye için iffet üzere perhizkar olarak yaşamak mayanlar hakkında cariye almak gayrisinin cariyesini nikah etmek ca’izdir. feteyat-ı mü’minatdan yani gayrın cariyesini nikah ile almak ca’iz olur. Siyah olsun beyaz olsun ale’l-ıtlak müsa’ade verilmiş. Bu niçin? Hep kolaylık olsun iffeti muhafaza için. Fakat cariye denilen kadın gerçekden memluke harbde esir alınmış olmalı. Anası ve babası tarafından satılmış yahud gasb ve garetle elde edilmiş olursa fi’l-hakıka hurre olacağından kendi rızasıyla nikah edilmez[se] istifraşı helal olmaz. de varid olmuş: Ta’ife-i nisa her halde lazımdır. Onlarsız olmaz. Erkekler kadınsız yaşamaz. Gerçi hayırlısı azdır salah-ı hal üzere kana’at edecek zevcini bir takım lüzumsuz sefahete israfata sevk etmeyecek kana’atkar olacak salah dınlar azdır. Onun için hadis-i şerifi varid olmuşdur ki kadınlar ale’l-ekser dünyaya meyyaldir zinet-i dünyaya meftundur. Daima tefahürü seviyorlar kendilerine ehemmiyet-i fevka’l-ade veriyorlar. Onlarla mu’aşeret pek güçdür. Dirliksizlik ederler zevclerini günaha sokarlar. Ve ale’l-ekser kerim olanlara galib gelirler le’im olanlara mağlub olurlar. Le’im yani terbiyesiz edaniden olan kimseler onlara galebe ederler onları ezerler. Ama kerim olanlar güzel huylu olanlar kadınlara mağlub olurlar. Lakin ne buyurmuş Resul-i Ekrem sav hazretleri? “Bir olsun da varsın mağlub olsun bununla iftihar etsin.” Ama derecesi var kadınların sözünü tutmak meşru’ tekliflerine katlanmak hüsn-i mu’aşereti muhafaza için kendilerine medar etmek... Bu büyüklerin şanıdır. Hazret-i Ömer efendimizden kalmışdır: Birisi şikayete gelmişdi. Kadından pek ziyade yanmış pek ziyade eza görmüş şikayet için Hazret-i Ömer’e gitmişdi. Hazret-i Ömer r.a kendisini biraz bekletdi sonra hanesinden çıkdı yanına geldi: -Sizi bekletdim dedi fakat ma’zurum. Valideniz bana gücendi. Onun gönlünü alıncaya kadar... – Anladım dedi Ömer bile benim çekdiğimi çekmiş. Kerim olanlar tahammül ederler. Fakat le’im olanlar ezmeye kalkışırlar. Mağlub ederler ama Allah razı değil. Herşeyin usulü dairesinde hareket lazım. Tahammül edenler afv edenler hüsn-i ahlakını muhafaza edenler rahat ederler. nisaya haml etmişlerdir. Allah bilir ki insan za’ifdir nefsine galib gelemez. Onun [ ] için nikahı ve talakı vesa’ir ahkam-ı nisayı meşru’ kıldı ve tevsi’ etdi. Haram olanlar pek azdır. Ama geri kalanlar amuca kızları bile helal olmuş. Bunlar hep tevessü’adır. Allahu te’ala tahfif etmiş güçlük olmasın külfet olmasın. Beynlerinde suhuletle mu’aşeret kabil olsun diye memluke bulunan cariyeleri de istifraş ve nikah ile almayı tecviz ediyor ve şeri’at-ı celile bir takım kava’id-i mu’tedile vaz’ buyuruyor. Ekser erbab-ı tefsir bu ayat-ı celilenin hükmünü ta’mim ediyorlar. Çünkü her cihetle böyledir. Ne kadar mümkünse müsa’adeler hikmete maslahata muvafık düşerse ruhsatlar verilmişdir. İşte bunları imtinan makamında kullarına haber veriyor. Din-i İslam’da güçlük yok. A’sar-ı salifede geçen ümmetlere pekçok ağır teklifler vardı. Allahu te’ala onları ümmet-i Muhammed’den ref’ etmişdir. Elli vakit namaz kılan ümmetler vardı. Bizim için beş vakte indirdi. Hal ve şan böyle iken her kim öyle bir fariza-i celileyi ma’buduna karşı da pek hacil olur. Her vechile çığırdan çıkmış olur bu kadar teshilat var iken. Kezalik hadis-i aharda: buyurulmuşdur. Fi’l-hakıka şeri’at-ı Muhammediyye o kadar semahatli sühuletlidir vuzuh ve letafeti o mertebe parlak pak mutahhar herkese icrası müyesserdir ki terk-i rek mu’amelat kısmı bütün ahkam-ı celilesi meydanda. Daima suhulet tarafını emreder. Kulları selamet yollarına sevk eyler. Ulemanın vazifesi de budur. Hadis-i aharda varid olmuş: Ulemayadır bu hitab. Daima ümmetime kolaylık tarafını arayın usret tarafını ortaya atmayın şeri’at ne kadar müsa’id ise o vüs’ati o kadar muhafaza edin daima ibadullahı tebşir edin yoksa tenfir etmeyin. Bazı kimseler dostluk edeceğim diye ahkam-ı diniyyeyi büyütdükce büyütür ki kabil-i icra değil. Saga’irle keba’iri bir tutarak hatta her hangisini işlerse kafir olur diyerek tevbe kapısını kapar. Halbuki hiçbir günah yoktur ki kabil-i tevbe olmasın. Hasbe’l-beşeriyye bir günah Allahu azimü’ş-şan bütün günahları mağfiret eder. Kul kusurunu bilmeli müsa’edat-ı şer’iyyeden müstefid olmalı. mez. Ne zaman insan tam asude olarak yaşıyor? Hangi çağda bihakkın ibadete hasr etmiş evkatını?... İbnü’l-Kemal Paşa’nın ah ah namesi vardır. Ah Ademoğlu te’essüf ederim bu ömürden şikayet eder. Rabbimizin afvına kerem ve lütfuna sığınmış i’tikadını muhafaza eder veza’ifini ifaya çalışır ara sıra kusur ederse tevbekar olur. Herkesi kendinden helak olmuş nazarıyla bakarsa kendisi helak olur. Avam-ı nasın ahvalini mehma imkan şeri’ate tatbika çalışmalı. Umum belva cihetini nazardan düşürmemeli. Bu devirler ashab devri gibi olamaz. Yediğimiz elde edilir. Onunçün ibadet de ilim ve ma’rifet de o derecede olur. Ne diyor İbni Kemal? Bir insan: “İşte ben salihim müttekıyim veza’if-i ubudiyetimi tamamıyla ifa etmişim hiçbir vaktimi beyhude geçirmedim” derse hata eder. Herkes kusurdan hali olamaz. Düşün bir kere: Çocukluk zamanını oyunla geçirdin. Ne gençlik civanlık zamanını da serhoşluk ile geçirdin; yani neş’e-i şebab ile heva ve hevesle gençlik devri mürur eyledi. gençlik zamanında tamamıyle ibadet edemez günahdan hali kalamaz. O zamanlar hep heva ve hevesle geçiyor. İnsan neş’e-i dünya ile mest-i la-ya’kıl olur gurur-ı civani ile sermest-i heva olur... Sonra ibadet ederim der. Aldanıyor ya! Asıl ibadet gençlikde olacak. Lakin kaçıyor gençde bir tane gösterirsek ki arş gölgesinde gölgelenecek. Öyle bir genç ki Allah’ın ibadetinde neş’et etmiş gençlikde bir günah gençler pek az bulunur. Ekserisi mest-i la-ya’kıl heva ve heves mağlubu serhoş bihuş. Sonra ihtiyarlık zamanında da za’fiyet gelir. Tab ü tuvanın kesiliyor şimdi de takatden kalıyor. İhtiyarlıkda ibadet etmek istesen de eski kuvvetin yok... Düşün insaf et dedi Rabbına ne vakit ibadet edeceksin? Kusurunu bil elinden geldiği kadar çalış Allah’ın Sonra ne buyurur: olundu. Kadınlara müte’allik helal ve haram buna müte’allik nesayih ve meva’iz irşadat-ı hekimane serd olundu. Bundan sonra nefse a’id mala a’id bir takım veza’if var. Nefsimizin de hakkını vermeliyiz. Nefsin de hakkı var insanda. Kezalik malın da hakkı var. Malı muhafaza için nefsi muhafaza için tehlikeli şeylerden sakınmak... Bu da bir ferman-ı diyor. Bu ferman-ı cümlemize nida ediyor: Ey iman-ı şerefiyle [ ] müşerref kullarım! Birbirinizin malını yemeyin herkes malını muhafaza etsin. Başkasının malına göz atmasın. “Emvalinizi” yekdiğerin malınızı yemeyin demekdir. Herkes kendi malını yesin. Kimsenin malına el uzatmasın. Vech-i ihtisas meşru’dur. müşterek değildir. Her malın sahibi var. Birbirinizin malını yemeyin. Ne ile? Vech-i batıl ile. Şer’-i şerifin men’ kıldığı tarik-i gayr-i meşru’ ile kimse kimsenin malını yemesin. Ma’lum ya bunun herşeye şümulü var. Bir kimsenin malını yemek gasb etmek sirkat etmek kumarla elinden almak ribalar rüşvetler türlü türlü gayr-i meşru’ suretlerle şahs-ı aharın malını ele geçirmek intifa’ etmek haramdır. Kimse kimsenin malını yemeyecek vech-i batıl yeceksin. Demek gayr-i meşru’ suretle intifa’ yok. Fakat suret-i uhra ile meşru’ bir tarikle birbirinizin malından istifade edebilirsiniz. Buna ihtiyac-ı umumi var. Efrad-ı beşeriye arasında emval intikal edecek bir takım mu’amelat dönecek... Bu meşru’dur. Onunçün istisna buyuruyor: Bu istisna münkatı’dır. ma’nasına demek. sebkinde olur. Yahud takdirinde olur. Kelamda mahzuf var. Yani kimsenin malına kasd etmeyin haksız yere el uzatmayın bir hakkı ibtal için çalışmayın. Lede’l-icab hükumete müraca’at edin fakat tezvirata sapmayın. Nasıl ki ayet-i uhrada buyurur: Bir takım da’valar çıkarıp yalan şahidle hile tezvir ile kimsenin hukukunu ibtal etmeyin. Lakin ne yapın zengin olmak isterseniz? Meşru’ suretde çalışın. Şeri’at ticaret kapılarını kapamıyor iki tarafın rızasıyla olursa o menhiyyün anh değildir. Yahud başka türlü kimsenin malını gasb etmeyin. Ticarete meyl ü rağbet edin. Ticaretle istifade edin. Hayır ve bereket görün. Hadis-i şerif var. Hep tefsirlerde mezkurdur. En tıyb kazanç karın en paki en helal olan kısmı tüccarın kesbidir. En hayırlı kazanç erbab-ı san’atın kazançlarıdır. Lakin hangi tüccar? Alış veriş edenler elbet kazanırlar. Hepsi pak olmaz. Şartları var. Birşey söyleyince yalan söylemezler va’d ederlerse hulf etmezler birşey emanet olursa hıyanetlik etmezler. Doğrusunu söyler. Çünkü herkes malın fiyatını bilmez. Me’kulata melbusata dair fiyatlarını bilmek ihtiyacı var. Emniyet eder doğru dükkanına gelir. Onu aldatmamalı. Hayırlı bir kazançla vermeli. Sonra malı satarken medh etmemeli alırken zemm eylememeli kimseye borcun varsa mesela daha büyük tüccarlara borcun var onları te’hir etmemeli.. İşte doğruluk istikamet. Aksine yaparsa alırken zemm eder verirken medh ederse mübalağalı uçura uçura medh ediyorsa o ticaretde bir hayır yokdur. Kezalik bir hadisde varid olmuş: Rızkın esbab-ı rızkın dokuz kısmı ticaretdedir. Bir danesi de mevaşi de hayvan beslemek at beslemek koyun deve sığır her ne ise... Ma’na-yı e’amca “ticaret” zımnında zira’at de dahildir. Onunla diğer ihtiyacı te’min edecek. Zürra’ tacirin en ileri gelen kısmıdır. En ziyade meşakkate katlanır en vasi’ ma’naca alnının teriyle yiyenler bunlardır. Zürra’ın kadri kıymeti bilinmeli. Gerek devletce gerek milletce ne kadar teshilat mümkünse bezl edilmeli. Verdiklerine umur ve mu’amelatına dair hayli teshilat yapmalı. Zira milletin devletin bekası zürra’ sınıfıyladır. Memleketin Resul-i Ekrem Efendimiz buyurmuşlar: Ebrar ile müttakıler karla değil. Sadaka Resulullah. Bahusus böyle İstanbul gibi yerlere nerede daha ucuz daha pak me’kulat varsa onları celb etmek burada satmak büyük hizmet ve ba’is-i mesubetdir. Lakin ihtikar ederse saklar pahalı olmasını beklerse hıyanetdir. Sonra nefsinizi katl etmeyin diyor Allah. İnsan nefsini katl eder mi? Müfessirin-i kiram buraya dört türlü ma’na veriyorlar: - Birbirinizi katl etmeyin. Bütün ehl-i bulunsun hepsi bir nefis sayılır: Cümlesi yekvücud bir şahs-ı ademidir. İşte bütün ümmetler bir vücud sayılır. Onunçün ğu bir vücudu rahnedar etmiş olur. Hepimiz bir vücuduz. Bir noksan olursa elem hissederiz. Çünkü o vücuda nakısa gelir. Tamam sayılmaz. Bütün ihvan-ı dinin öz canın gibi sevgili olmalı. Hiç birine zarar gelmesin ne kendi tarafından ne zalimler tarafından. ne mübaşir olmalı ne de müsebbib. Seyirci durmak o da razı olmak demekdir. Din kardeşine nusret elinden gelirken sükut edersen yapmış gibi olursun. “Neme lazım?” derse o da fa’il sayılır. Tesebbüb ile mübaşeret katlin enva’ındandır. Ama derecesi var. Sükut eder def’e kudreti var iken sükut ederse inda’llah inde’n-nas mezmumdur. - Nefsinizi tehlikeye atmayın. Katl-i ma’nevi yani nefsinizin helakine sebeb olacak şeyleri yapmayın haram şeyleri nahdan kurtulmak yolunu gösterdi. Emr-i nisaya vesa’ir hususata dair ihtiyacı def’ eden meşru’ tarikleri ortaya koydu. Bunları nazar-ı i’tibara almayıp [ ] harama meyl edersen sefahete inhimak edersen nefsini mahv etmiş olursun. Birbirinin malını yemek için insanlar kendilerini helak ederler. Zaten mal canın yongasıdır. Görürsünüz ya! Allah ikisini bir ayete cem’ etmiş. Malı takdim etmiş ekser tecavüzat maladır asıl maksad odur. Malına tama’dan dolayı bir insanın canına kıyılıyor. Allah fesadın kökünü kesiyor. Birbirinin malına göz atarlar. Sonra birbirini katl ederler. Yahud birisi birinin malına ta’arruz eylediği esnada gasb ü sirkate tesaddi etdiği hengamda katl ü ihlak olunur. Helak-i maddi helak-i ma’nevi. Gasb ve garet için nice hanümanlar sönmüş mukatelat-ı umumiyye kesretle vakı’ olmuşdur. Kezalik rüşvet almak kumar oynamak nihayet helake sebeb olur. Ya mahkum olur. Tevkıf olunur. İşinden gücünden kalır. Kumarcılıkla hanümanı söner. Düşmanlar peyda eder canına kasd ederler. Böyle gayr-i meşru’ suretle hukuk-ı nasa el uzatmak helakine sebeb olur. Bazıları ale’l-ıtlak ta’mim ederler: Herbirşey ki ba’is-i tehlikedir. Bazen katle de mü’eddi olur. Onu yapmayın. Bu ma’na-yı şerif yukarıki ayete münasibdir. Rivayet ederler: Ashabdan Amr bin As hazretleri bir gazaya gitdi. Zaman-ı sa’adetde emir-i seriyye olarak kendisi gönderildi. Galiba Zatü’s-selasil namındaki gazve-i mübarekeye me’mur olmuşdu. Lakin kışa tesadüf etmiş geceleri gayet soğuk havada bürudet ziyade öyle bir hengamda ashabdan birçok kimseler ma’iyyetinde olduğu halde Resul-i Ekrem efendimiz tarafından gönderildiler. Sonra Amr ibni As kendi hikaye eder diyor ki: -Nasılsa o gecelerin birinde bana su iktiza etdi ihtilam vuku’ buldu. Sabaha yakın uyandım. Bakdım şındım. Bismillah diyerek kollarımı sıvadım güzel bir teyemmüm etdim. Sabah namazını rüfekaya kıldırdım. Emirü’l-ceyş kim ise namazda da o imam olacak. En büyük kim ise imam olmak onun hakkı. Mine’l-kadim böyledir. Namazı kıldırdım. Hikaye etdim. Şaşdılar ta’accüb etdiler. – Ne yapdın? dediler. Hiç öyle olur mu?.. Avdetimizde Hazret-i Resul’e şikayet etdiler: – Bize imam oldu ama kabahat etdi... Resul-i Ekrem efendimiz huzuruna çağırdı: – Bak ne diyorlar ya Amr? dedi sen böyle birşey yapmışsın. – Evet ya Resulallah hava pek soğuk idi. Düşündüm taşındım su ile yıkanırsam hasta olacağım telef olacağım. ayet-i celilesi de hatırıma geldi. Ben de böyle Resul-i Ekrem efendimiz tebessüm buyurdu. “Niçin öyle yapdın?” demedi. Müsa’adedir bu. Sonra fukaha da tecviz ederler ya! Kırlarda olursa müsa’ade ederler. Fakat şehir Suyu dökündükden sonra iltica edilecek bir yer elbet bulunur. Ama açık yerde dağda bayırda olursa insan donuverir tefsir edeceğiz. Bugün bu kadarla iktifa edelim. Adana Vak’a-i Mü’essifesi Hakkında Mısır A’lem-i Ulemasından Cami’ü’l-Ezher Şeyhü’l-Meşayihi Şeyh Selimü’l-Bişri Efendi Hazretleri Tarafından Tahrir ve Neşr Olunan Nesayih-i Aliyye “Bazı ahali-i İslamiyye’nin Anadolu’nun bazı cihetlerinde Adana Tarsus Haleb vilayetinde ahali-i Iseviyye hakkında katl ü nehb gibi ta’addiyat icra etdiklerine dair mahalli gazetelerinde gayet muhzin ve mü’essif birçok havadis neşr olunuyor. Bu havadis-i elimeyi okurken sıhhatine inanmak rum. Çünkü din-i mübin-i İslam Müslim Isevi Musevi hep müsavi olmak üzere her türlü adaveti nehy bagyi sefk-i dimayı gayre isal-i mazarratı kat’iyyen tahrim eyler. Ey o cihetlerde vesa’ir cihetlerde mukım ahali-i İslamiyye! Cenab-ı Hakk’ın şeri’at-ı garrasıyla nehiy buyurduğu halatdan hazer ediniz. Sefk ve ihrakını tahrim etdiği kanları dökdürmeyiniz. Mahlukat-ı İlahiyye’ye ta’addide bulunmayınız. Zira Cenab-ı Hak mütecavizleri sevmez. Vatandaşlarınız hakkında hangi dinden olurlarsa olsunlar hakk ve adaletle icra-yı mu’amele etmeye dinen mecbursunuz. Allah adaleti hakkaniyeti sever. Ey Müslümanlar dininize hürmet etmelisiniz. Cenab-ı Hakk’ın Kitab-ı Mübin’inde ferman buyurduğu ahkamdan zerre kadar inhiraf ederseniz gazab-ı İlahi’ye duçar olursunuz. Hıristiyan vatandaşların üzerinizde hukukları var. O hukuk dinen mukarrerdir. Onların hayatlarını muhafaza ile mükellef olduğunuz gibi cami’ ve mescidlerinizi nasıl muhafaza ediyorsanız onların kiliselerini de o suretle muhafaza etmek bunlara vuku’bulacak tecavüzü redd ü def’ etmek de sizin borcunuzdur. Emin olunuz ki herhangi bir müslim kendi vatandaşı olan hıristiyana tecavüz eder ise o müslim Cenab-ı Hak tarafından her müslimin uhdesine tevdi’ ve tertib olunan ahd ü misakı nakz etmiş addolunur. Eğer Adana vesa’ir cihetlerde vuku’u rivayet olunan katl-i amlar sahih ise bu ahvalin mürtekibleri Cenab-ı Hakk’ı Hazret-i Peygamber’i ağzab şeri’at-i mutahharayı pamal etmiş demekdirler. Din-i mübin-i İslam bu gibi maharimden nefret eder. Mürtekiblerini İslamiyet şerefinden tecrid eyler. Ümid ederim ki müslüman kardeşlerim bu sözlerimi tabi’ sermaye-i teşni’ olan o gibi ef’al-i mü’essifenin bir daha tekerrürüne meydan vermezler.” Alim-i celil-i müşarun-ileyhin baladaki beyannamesi gerek Adana ve tevabi’ine gerek Haleb vilayetinin vuku’ata duçar olan emakin-i ma’lumesine telgraflar ile tebliğ olunmuşdur. Sabah Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mayıs Allahu te’ala sizlere mesel cay-ı ibret ba’is-i intibah kıssa-i acibe olmak üzere bir karye halkını zikr ü beyan buyuruyor ki onlar kemal-i emn ü ruz-ı afatdan amin ve afiyet ve asudegi üzere mutma’in olup bütün nevahiden karadan ve deryadan rızıkları medar-ı ma’işetleri gayetle vasi’ olarak gelmekde her arzu ve emelleri husul bulmakda idi. celile gaye-i emanı olan üç ni’met-i azimeyi havidir. Nasıl ki şa’irin şu kavlinde mezkurdur: Bu halin devamı şu mazhariyetin temadisi haklarında ba’is-i batr olarak Allah’ın ni’metlerini lunu tutdular. Cenab-ı Hak da ceza-yı amelleri olmak üzere kendilerine suret-i müstevliyyede afet-i cu’ ve bela-yı havf taslit buyurdu onları ihata eden [ Kasas /] kavl-i keriminden ibaret olup ahval-i açlık ve enva’-ı muzayaka meraretini hissetdirdi. Kendilerini hal-i dehşetnake giriftar eyledi. Bu ahvalin serzede-i zuhur olması kendilerinin öteden beri i’tiyad etdikleri mu’amelat-ı na-revadan naşidir. emr-i müstemirr lafzı da medhulünün ba’is-i müstakil olmasını iş’ar etmekdedir. Yani mazhar oldukları ni’ama-yı sübhaniyyeye karşı küfran-ı azim ibrazına cür’etleri öyle doğrudan doğruya olmayıp belki bir hayli zaman beni Adem’e bed mu’amele etmek ve enva’-ı mezalim icra eylemek suretiyle kasvet-i kalb peyda etdiler ve haşyet-i İlahiyye’den pek uzak düşdüler de Hakk’a karşı tuğyan ve ni’metlerine mukabil ibraz-ı küfran cesaretini alabildiler. Azizün züntikam olan Allah da ceza-yı layıklarını verdi. Karye-i mebhusün anhayı ta’yinde birkaç rivayet vardır. Fakat bi-ayniha bilinmesine lüzum yokdur. Cay-ı i’tibar ve Kerim’den maksad da budur. Müfessirin-i izamın beyan etdikleri vechile vaktiyle Mekke-i Mükerreme ahalisi sanadid-i Kureyş bu mesel-i madruba mevrid olmuşlardı. Bugün de Yıldız karyesi rü’esa-yı ahval-i habise ve elimeye mecla-yı ibretnüma olduğu vareste-i enbadır. “Karye” ta’birinin ma’na-yı vasi’ine vakıf olanlarca ıtlak–ı vakı’ın istib’ad olunacak ciheti ve evsaf-ı sa’irenin zerre kadar mübayeneti olmadığı hüveydadır. Zira senelerden beri oralarda biriken o cay-ı dil-güşayı me’men ve me’va ittihaz eyleyen sunuf-ı muhtelife-i müstebiddan na’il oldukları ni’metin kadrini bilmediler. Kendi mahza kendi menafi’-i acile ve za’ilelerini te’min için bütün hukuk-ı milleti menafi’-i umumiyyeyi ayaklar altına aldılar paymal etdiler. Onlar yalnız o mevkı’-i alinin hamisi ve bilcümle hukuk-ı ra’atına alet oldular. Her emir ve fermanına körü körüne adeta perestiş mertebesinde tabi’ olup mülkün milletin koca bir devletin mahv ü izmihlaline yollar açdılar esbab ve vesa’it hazırladılar. O da onların her türlü müştehiyatına ibadullah haklarında arzu etdikleri bi-nihaye takat-fersa hevesatına müsa’edat bezl etdi. Yalnız kendi hakkında sadık bulunmak ri’ayeti labüdd olan nukata mura’i olmak şartıyla her mes’uliyetden her türlü kuyud-ı mükellefiyyetden vareste kaldı mutlaku’l-inan bırakdı. Bu fırsata na’il olan o bi-magzan avakıb-ı ahvali düşünmediler sırrına agah olmadılar. Halbuki adil-i mutlak hakim-i zü’l-celal azze şanuhu hazretleri murad edince nişanesini dünyada da gösterir. Nasıl ki gösteriyor. Günden güne cür’etlerini artırdılar. meyenler bulunabilirse de sa’irleri istita’atları nisbetinde icra-yı nüfuz etdiler. Küfran-ı ni’metin su’isti’malin mertebe-i balasına çıkdılar haricden kendilerine bin türlü vasıtalar buldular. Kimini kandırdılar kimini yıldırdırdılar. İbadullahı kasıp kavurdular. İstedikleri gibi ezdiler kırdılar dökdüler sokdular bütün milleti soydular. El-hasıl alem çalışdı o ha’in müstebidler kazandı. Fakat nihayetü’l-emr sırr-ı celili zuhur etdi hükümdar-ı mutlakları ile beraber mahv ü izmihlallerine meşiyyet-i Rabbaniyye ta’alluk eyledi. Adalet-i İlahiyye tamamen müşahede olundu. A’van ve ensarlarıyla birlikde şimdi cümlesi şer’-i şerife karşı titriyorlar mal ve can korkusu çekiyorlar. Bu nazm-ı celilin bir naziri de este’izü billah ayet-i celilesidir. Ma’na-yı şerifi: Ale’ttahkık cenab-ı Allah bir kavme bahş eylediği eltafını tağyir ve tahvil buyurmaz ta ki onlar nefislerine a’id veza’ifi tebdil ahlak-ı fıtriyelerini ifsad edeler. Bir kavme bir afet erişmesine lamazlar dergah-ı sübhaniden gayrı ilticagah yokdur olamaz. Ruy-ı arzda zi hayatdan veya mürekkebatdan her ne varsa cümlesi la-mahale halik ve fanidir. Ve zi-celal ü ikram olan vech-i Rabbin zat-ı Rabbin bakı kalır. Allahu ekber.. Sadegi-i hüsn-i beyan ile iktisa etmiş ne veciz ve cami’ kelamullah! Bütün velvele ve ihtişam-ı hayatın akıbet fani ve ancak feyyaz-ı hayat mürebbi-i avalim ve ka’inat olan Cenab-ı Hayy u Kayyum’un daim ve bakı olduğunu mutazammın mü’edda-yı şerifi gönüllerde medid ve amik bir te’sir ile tanin-endaz oluyor fikirleri azim ve kerim ezeli ve ebedi bir vahdet-i mutlaka-yı aliyyeye irşad ediyor. Bir nida-i hakıkat ki bütün hay ü huy-ı hayatı fatiha ve hatime-i mükevvenatı zübtetü’l-ma’ani iki cümle-i mü’essire-i beligada telhis ile ezeliyetden nebe’an eden cümle mezahir ve ta’ayyünatın yine her dem ebediyete doğru cereyan ederek nihayet derya-yı ehadiyyete karışdığını ehl-i Bütün akvamın füseha ve bülegası seramedan-ı huteba ve şu’arası bu vadide mü’essir dilfirib hakıkat-şinas bunca sözler söylemiş oldukları halde hiçbiri bu kelam-ı alinin ka’bına vasıl olamamışdır. Hiçbiri Kelamullah kadar te’sir hasıl edememişdir. Bedi’a-i i’caz-nüması o kadar sözlerin gönüllere hakkıyla tebliğ edemediği ma’aniyi bir iki kelime içinde bir sihr-i beyan ile tebliğ ve ifham ediyor. kelimesi tağlib içindir ve hayvan veya mürekkebat muraddır. Yahud kelime-i mezkure sekaleynden yani ins ve cinden ibaretdir. daki zamir arza raci’dir. la-mahale halikdir demekdir. Vech ile zat-ı celaliyet-simat-ı İlahi muraddır. Vech eşref-i a’za ve mecma’-ı meşa’ir olduğundan zat için isti’are kılınmışdır. mutlak ve fazl-ı tam sahibi diye tefsir olunmuşdur. Celal-i azm kadr ü şanda gayet ve tenahi ma’nasına olup zat ve sıfat ve ef’al cihetleriyle istiğna ise nihayet-i azamet olduğundan celalin istiğna ile tefsirine sebeb budur. Bazıları bu sıfatı: Zat-ı uluhiyeti muhlis kullarını iclal ve tekrim eder diye tefsir etmişdir. Bu sıfat cela’il-i sıfat-ı İlahiyyedendir. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşdur. Ya ze’l-celal ve’l-ikrama muvazabet edin demekdir. Zat-ı Risalet-me’ab efendimizden mervidir ki bir adam ya zelcelali ve’l-ikram diye du’a eder iken zat-ı Nübüvvet-penahları o adamın yanından geçip buyurdu ki du’an muhakkak mazhar-ı icabet oldu. Halkın fena ve helaki ve zatu’llahın bekası zikr buyuruldukdan sonra zat-ı uluhiyetini bu sıfat ile tavsifde halkın fena ve helakinden sonra dahi asar-ı lütuf ve kerem-i İlahi’nin onlar üzerine feyezan edeceğine işaret var nitekim bu ayetlerden sonra varid olan kavl-i şerifi bunu inba ediyor çünkü onları hayat-ı ebediyye ile ihya edip na’im-i mukım Bu mahalde Kadı Beydavi merhumun arifane muhakkıkane bir sözü vardır ki şudur: Bu ibare lisanımıza aynen nakl olunursa mukabili şöyle ifade olunabilir: “Eğer sen cihat-ı mevcudatı vechetu’llahı vely eden vecihden ma’adasını hadd-i zatında kaffeten fani bulursun.” Bu hakıkat-şinas söz suver-i muhtelife Kadi’nın bu kelamı ayet-i kerimedeki vechin kasd ma’nasına da olması ca’iz olduğuna işaretdir ve ibarede nev’an ma tesamüh olup müfadı: Mevcudatın makasıdını istikra ve tefahhus etsen Cenab-ı Hakk’a müteveccih bulunan makasıddan ma’ada bütün maksadları hadd-i zatında fani bulursun demekdir. Şeyhzade merhum da şöyle diyor: “Bu ibare vechin cihetden kinaye olması ca’iz olduğuna işaretdir çünkü her cihet kendine teveccüh eden vecihden hali olmaz nitekim kavl-i şerifinde böyle zikr olunmuşdur. Bu tevcihe göre mü’edda-yı ayet: Ruy-i arzda ins ü cinnin kaffesi ve iktisab eyledikleri a’malin cümlesi halik ve zayi’ olup taleben li-merzatillah işlediler o bakıdir demekdir.” Şeyh ibni Nureddin hazretleri dahi: “Mahiyet üç kısma inkısam eder. Vacibü’l-vücud mümteni’ü’l-vücud mümkünü’l-vücud. Vacib-i vücud sırfdır. Mümteni’ adem-i mahzdır. Mümkün bu ikisinden mürekkebdir çünkü mümkünün bir vücudu bir de vücudu üzerine arız mahiyeti vardır. Mahiyeti haricde ma’dum bir emr-i i’tibari olmakla haricde min haysü hüve hüve vücudu kabul etmez. Vücudu ise haricde mevcud olup min haysü hüve hüve vücudu ademi kabul eylemez bu halde mümkün-i vücud ve ademden mürekkeb bir halita demek oluyor bu ise vücud ve ademi kabul eder” diye bir mukaddime bast ü temhid eyledikden sonra bu beyandan Beydavi’nin sözüyle kavl-i şerifinin tefsirinde Şeyh-i Ekber kuddise sırruhu’l-ethar hazretlerinin zamiri şey’e irca’ etmesinin sır ve hakıkati nümayan olur demişdir. Bu tevcih daha arifane daha hakıkat-şinasanedir. Kevne ve ehl-i kevne çeşm-i hakıkat görünürlerse de fani ve halik oldukları ıyanen müşahede olunur. Huccetü’l-İslam İmam Gazali İhya’sında “Hadd-i zatında mümkün olan şey daima halikdir” diyor. Mişkatü’l-En var ’ında da şöyle söylüyor: “Arifler haziz-i mecazdan zirve-i hakıkate terakkı edip müşahede-i ıyaniyye ile gördüler ki vücudda ancak Allah celle şanuhu hazretleri var ve vechu’llahdan başka herşey halik fakat vakten mine’l-evkat halik olur ma’nasınca değil belki herşey ezelen ve ebeden halik.” Beka fenaya mukabil adem vücuda redif Cihan yok olmada manend-i şem’ var olalı Sure-i Kaf’da nazm-ı şerifinin tefsirinde Ruhu’l-Beyan sahibi şöyle diyor: Bu halk-ı cedid gerek a’raz ve gerek ecsamda olsun dünyada dahi vardır. Mütekellimin ile sufiyenin mezhebleri budur. Çünkü onlar: Gerek a’raz ve gerek ecsam her an fena bulur meşhud olan bekaları teceddüd-i emsal iledir derler. Yani bi-zevatiha gayr-i ka’im olan arazlar her an fenaya gitdikçe kendileri gibi arazlar ile teceddüd eyledikleri misillü cisimler dahi her an fenaya gidip kendileri gibi cisimler ile teceddüd ederler ve şu teceddüd-i demadem ile şekil ve keyfiyetleri müstemir ve bakı görünür. Mesela dört sene evvel mevcud olan şöyle bir at bugün hava veya fışkıdan başka bir şey değildir. O vakit giyah ve alef olan şey ise bugün bu kadar azametli bu kadar sert bir esb-i tazende olmuşdur. Ma’amafih maddesinin şu tahavvül-i na-mahsusuna mebni yine bir esb addolunur. Bu makamda Mevlana Celaleddin Rumi kuddise sıruhu hazretlerinin zire nakl olunan ebyat-ı arifanesini hatırlamamak ve hatırlayıp da okumadan geçmek mümkün değil: Allah’ın lütfu toprağa boğaz bağışlar ta ki suyu yesin de yüz giyah bitsin. Hak su ile tegaddi edip ondan ruy-ı zeminde binlerce nebatat husule gelmek üzere Rabb-ı Kerim’in lütfu hake halk ve dehan ihsan etmişdir. Hayvana da halk ve leb ihsan eder ta ki toprakdan biten otu cüst ü cu ederek yesin. Arzın nebatatını cüst ü cu ederek ekl eylemek için o lütf-ı celil hayvanata da halk ve leb Toprağın otunu yiyince hayvan semizlendi ve hayvan da lokma-i insan olup gitdi. Hakden husule gelen nebatatla hayvan tegaddi edip beslenir ve hayvan da insana gıda olup hazm ile nihayet ondan cüz’ olur. ekkal-i beşer oldu. Toprak suyu ve ondan biten otu hayvan hayvanı da insan yer. İnsandan ruh müfarekat edince tekrar onu toprak ekl ve bel’ eder. Sübhanü’l-hakimü’l-müdebbir! Nasıl oluyor da mahlukat biribirini ekl ediyorlar? Sana bunu birazcık söyleyeyim: Zerreler gördüm onların ağızları hep açık. Eğer bunlardan her birinin ekl ü tegaddisini yegan yegan söyleyecek olursam söz uzar. O zerreler ağızlarını açmışlar kendilerine mahsus gıdayı yiyorlar. Birkaç beyit aşağıda cümle akil ve me’kulün idrak ve re’yi de olduğu beyan buyuruluyor. Böyle halk ve dehanı ve idrak ve re’yi bulunduğu Hazret-i Celaleddin tarafından keşfen haber verilen zerreler nedir? Bizleri[n] ancak hurdebinler lisan-ı ammede “mikrop” ta’bir olunur. Yaprakların zad ve cihazı Rabbü’l-aleminin in’am ve onun lutf-ı şamilidir. Cemi’ esbab ve müsebbibatın halık ve mürebbisi cenab-ı akdes-i zü’l-celaldir. Herşey onun eser-i lutf ve keremidir. Rızıklara rızıkları o verir ve illa buğday gıdasız nasıl peyda olur idi. Sunuf-ı erzaka kuvvet ve gıdalar ihsan eden Cenab-ı Rezzak-ı Kerim’dir. Onun hikmetiyle peyda olur onun lutfuyla neşv ü nema bulurlar. Zir-i hake tevdi’ olunan tohum ilk uyanmağa başlayıp da bir tarafdan kök sürerek ve diğer tarafdan filizlenerek yiyeceğinin bir kısmını kökü vasıtasıyla hakden ve daha büyük bir hissesini filizleri vasıtasıyla havadan alacak çağa gelmeden Rabb-i kerim inayet ve ihsan eylediği hassa ile “falka” denilen maddeyi ona ilk kuvvet ve gıda eyler sonra hak ve havadan tegaddiye başlar. Eğer böyle olmasa cümle-i erzakdan biri bulunan mesela buğday nasıl husule gelir; nasıl neşv ü nema bulur idi. Bu sözün şerhine nihayet ve gayet yokdur. Bir mikdar söyledim. Sen artık diğer cihetlerini buna kıyas ile bil. Cenab-ı Celaleddin ale’l-ekser bir kıssa ile terane-saz olur. O aralık seyl-i huruşan gibi cuşa gelerek haka’ik nisar eder ta bir mertebeye irtika eyler ki artık orada silsile-i şevahık-i ma’ani kavalib-i elfaza sığmaz olur o zaman bakıyye-i ma’aniyi ehl-i hale terk ile yine kıssaya rücu’ eder. Ebyat-ı şerife medlulat-ı lügaviyyesi ma’ani-i vaz’iyyesi tenahi mesafelere doğru yükselip gider. Bu rumuz ve işaratı fehm için ilim ve irfan ister ma’nevi bir zevk ve hal icab eder. Cümle alemi akil ve me’kul bil bakıleri mukbil ve makbul bil. Herşey kendine mahsus gıdayı ekl eder sonra kendi de diğerleri tarafından me’kul olur. Ancak zat-ı Hakk ile bakı olanlardır ki beka-yı Hakk canibine teveccüh ederler ve nezd-i İlahi’de mazhar-ı kabul ve iltifat olurlar. Bu cihan ile bu cihanın sakinleri müteferrik ve münteşir o cihan ile salikleri müstemirdirler. Bu aleme a’id bütün eşya demadem tebeddül ve tagayyür eder; hüviyet-i şahsiyeleri bozulur kendilerini terkib eden cüz’ler ayrılarak mensub oldukları nevi’leri içine intişar eder her an bu kevn ü fesad tecelli eyler. Nihayet irade-i aliyyenin ta’alluk eylediği bir zaman dünya ile ona a’id kaffe-i eşya herc ü merc olup mahv ü nabud olur. Ancak alem-i huld ile bu alemde alem-i hulde müte’allik ve mensub olan şeyler müstemir ve bakıdirler onlar ma’ruz-ı fena ve helak olmazlar. Bu cihan ile onun muhibban ve aşıkanı münkatı’ ve za’ildir. O alemin ehli ise müctemi’dir dağılıp fena-pezir olmaz. Şu halde kerim odur ki ile’l-ebed bakı kalmak üzere kendine bir ab-ı hayat verir. Dünya ile alayiş-i dünyaya dilbeste olanların hal ve akıbetleri bu olunca sa’id ve bahtiyar o kimsedir ki bu alemde hayat-ı cavidaniye na’il edecek a’mal-i hasene feza’il-i aliyye iktisab eder. Her akil ve me’kulün nay ve hulkumu var bu galib ve mağlubdan herbirinin idrak ve re’yi de var. luk yok ki Hazret-i Rabbü’l-alemin’den cezb-i maye-i gıda herşeye halk ve dehan ihsan eylemiş hepsi han-ı kereminden her dem mütena’im oluyor. Şa’şa’a-i kemalat-i Ahmediyye ile zamir-i pak-i Celaleddin ne kadar pürnur ve tabende.. Feyz-i Kur’an cenab-ı Mevlana’da ne derin ma’ani uyandırmış.. Sırr-ı Furkan’ı ne belagat ve irfanla şerh ve takrir ediyor.. Bir terane-i munis ki harim-i canda demsaz.. Destan ve hikayatıyla can ü vicdan mest-i safa-yı aşk oluyor. Sır ve hikmet işte budur arifin Mesnevi’ye mağz-ı Kur’an dediler. Ma-hasal: Nay kıssa-i hüsn ü aşk ile nalan.. Ezeli ve ebedi bir feyz-i mutlak ile cuşa gelmiş.. Macera-yı aşkı feryad füsunkarıyla söylediyor ağladıyor güldürüyor. Her taraf pür-cünbüş ü velvele.. Nayın sadası sözleri perde perde derece derece yükseliyor bir haldeki git gide elfaz ve nagamat ma’na ve besteleri isti’ab ve ifham edemez oluyor.. Güfte ve beste ma’na-yı mahza nida-yı sırfa tahavvül ediyor.. Bu makamda kal za’il lisan-ı hal ka’im oluyor.. Hele başka halet runümun oluyor.. Bir azamet ve kudret-i namütenahi kevn ü mekana müstevli.. Bu temaşa ile cümle dembeste-i hayret.. Artık herşey nur-ı celal-i İlahi’ye müstağrak.. Ortada ne nay ne nayzen ne velvele ve sada ne müstemi’ var.. Nihayet cihan değişiyor. Başka bir cihan oluyor: Serteser bir hüsn ü aşk.. meyerek söylüyorum: Cemiyet-i beşeriyyenin bidayet-i teşekkülünden şimdiye kadar hiçbir büyük fatih hiç bir ma’ruf serdar görülmemiştir ki mütevassıt tabakalardan neş’et etsin ulüvv-i azm ü himmeti sayesinde meratib-i refi’aya yükselsin şedaidi asan görsün huzur-ı şehametinde başlar eğilsin kalemrev-i mülkünü akıllara hayret verecek kadar tevsi’ eylesin de kendisi esasen kaza ve kadere mu’tekid olmasın. ris mevcudiyetine pek bahildir. Eğer kaza ve kadere i’tikadı olmaz mukadderin mutlaka husule geleceğini zahirdeki korkuların hiçbir tesiri olamayacağını yakınen bilmezse ona şedaidi iktiham etmeyi tehlikelere atılmayı asan edecek şey ne olabilir? Tarih bize gösteriyor ki mütekaddimin arasında kaza ve kadere i’tikadı sayesinde zafer-yab olabilmiş. Çünkü bu i’tikadından dolayı hiç bir dehşet gözünü yıldırmaz hiç bir şiddet azmine fütur getirmezmiş. Yunanlı büyük İskender o kadar fütuhat sahibi olan Cengiz Han hep bu akıde üzerinde sahib-i rüsuh idiler. Hatta Napolyon Bonapart akıde-i kadere en ziyade sarılanlardan üzerine hücum ederek ihraz-ı zafere sevkeden hep bu akıdesi Ervah-ı insaniyyeyi rezile-i cebanetten tathir eden i’tikad ne güzel i’tikaddır. Çünkü hangi tabakadan olursa olsun insanı seviye-i kemale yükselmekten alıkoyan en birinci mani’ cebanettir. Evet avam-ı müsliminin bazılarınca akıde-i kaderin akıde-i cebr şaibeleriyle karıştırılarak şu son asırlarda alem-i lenlerinden ümid ederiz ki bu akıde-i tahireyi son zamanlarda şaibedar olduğu bid’atlardan hurafelerden kurtarmak yaptığı işleri göstersinler; kezalik Gazali ve emsali gibi e’azım-ı ümmetin takrir etmiş oldukları hakayıkı nas arasında neşretsinler avamın zihnine iyice soksunlar ki tevekkülün kadere imanın meşru’ olması sa’y ve ameldedir yoksa atalet ve keselde değildir. Yani insan bütün esbaba teşebbüs edecek kudreti müsaid olduğu kadar çalışacak da sonra mütevekkil olacak. Sa’y bize farzdır. Bu farzı ihmal etmeyi huccet-i tevekküle istinaden vezaifimizi bir tarafa bırakmayı Cenab-ı Hakk hiçbir zaman emretmiyor. Böyle bir hüccet le tefsir edenler dinden çıkmış sırat-ı müstakım-i şeri’attan sapmış dall mudilli birtakım heriflerdir. Hiçbir müslüman şübhe etmez ki şu zamanda milletin hukukunu müdafa’ada bulunmak her mü’min-i mükellef üzerine farz-ı ayndır. Halbuki müslümanları bu herc ü mercten kurtarmaya eski mecd ü şereflerini istirdat kendilerinde çoktan sönen azm ü gayreti uyandırmaya yegane saik olan akaid-i sahiha-i İslamiyye’yi tezkir ile uyun-ı intibahı açmak ulemaya düşer bir vazifedir. Evet bu da’vet-i hayr onların zimmetine mevdu’dur. Müslümanlardaki asar-ı te’ahhür ve inhitatın menşe’i bir takımlarının tevehhümü gibi ne akıde-i kaderdir ne de sair akaid-i İslamiyye’dir. Hal-i hazırımızı bu akıdeye nisbet etmek iki nakizi birbirine nisbet etmeye belki harareti kara bürudeti ateşe nisbet etmeye benzer. Evet müslümanlar neş’etlerini müteakib neşve-i gurur-ı zaferle sermest oldular. Bu halde iken iki müthiş sadmeye maruz kaldılar ki biri şarktan Cengiz Han ile ahfadının hücumu diğeri garbden bütün Avrupalıların memleketlerine lette metanet-i hatır bırakmaması kuluba dehşet vermesi kanun-ı tabiat iktizasındandır. Sonra müslümanlar birçok hükümetlere ayrıldılar na-ehil birtakım ümeraya münkad oldular. Hakimler emirler milletin ahlakı için birer cürsume-i fesad idi başlarına gelen belaların yegane sebebi hep bunlar idi. Artık kulube za’af ve meskenet çöktü. Kimsede ulüvv-i himmet kalmadı. Nazarlar mu’zamat-ı umuru görmeyerek cüz’iyat ile uğraşmaya her ferd diğerinin zararına çalışmaya onun fenalığını istemeye hem de hiçbir sebeb-i sahih olmaksızın istemeye başladı. Gaye-i hayat zevk-i hayat bu oldu! Meskenet ye’is bugünkü hali hazırlayacak dereceyi buldu. Bununla beraber ben hakk-ı mahza tercüman olarak söylerim ki kalblerde bu akaid-i tahire yeniden uyandıkça zihinlerde bu akaidin asarı tecelliye başladıkça hakayık-ı bu millet için asla ölüm yoktur. Çünkü millet bir maraz-ı hanın saye-i kuvvetinde ondan herhalde yakasını kurtararak şanlı mazisini iade eder; akdam-ı terakkısini bağlayan mevani’i kırar atar tarik-i hikmet ve basirete girerek vatanını tahlise kendisini mahv ile tehdit eden akvamın nazar-ı tama’ını tedhişe zaferyab olur. Bu da pek uzak bir atiye kalmış değildir. Hadisat-ı tarihiyye de bunu te’yid ediyor. Ehl-i Salib’in muhacematı maruz kaldıktan sonra yine silkinip kalktılar aktar-ı aleme ordular sevkettiler fütuhatı alabildiğine kendilerine münkad eylediler. Hatta Osmanlı padişahları devletler arasında sultan-ı a’zam ünvaniyle yad edilir oldu. Bugünlerde de Osmanlılarda yeniden bir eser-i hayat görülüyor. Hadisat-ı ahirenin intac edeceği su-i akıbeti nazar-ı şarkta garbte izhar-ı faaliyete başladılar. Ebrar-ı milletten hakka zahir olacak cema’atler teşekkül ederek adalete şeri’ate nusrette bulunmayı efkar-ı hürriyeti neşretmek amal-i tarumar-ı ümmeti bu noktada birleştirmek için son derecede çalışmayı kendilerine mütehattim bir vazife bildiler. Bu emr-i hatire ise Arabi bir ceride neşri suretiyle başladılar. Bu Cemiyet-i salihayı teşkil eden efradın günden güne artmakta olduğunu görmekle karirü’l-aynız. Cenab-ı Hak’tan ümidimiz niyazımız odur ki Cemiyet haktan başka birşey olmayan maksad-ı muazzamına zaferyab olsun da mesai-yi meşkuresinden yalnız müslümanlar değil bilumum şarklılar hisse-i sa’adetini alsın. Üstad-ı merhumun vaktiyle yazmış olduğu bir makalede mevzu-ı bahsolan ceride-i Arabiyye ekabir-i ümmetten Hersekli Hoca Kadri Efendi hazretlerinin on oniki sene evvel Kahire’de çıkardığı ceride olacaktır. Ya Rabbi ne olurdu şeyh merhum hayatta olaydı da a’malinin temenniyatının tahakkuk ettiğini göreydi! Edille-i şer’iyye ve akval-i e’immede müşahede olunan “ihtilafat-ı zahiriyye” bu Mizan’ın muhtevi olduğu kava’ide bi’l-etraf isal-i fikr ü nazar edenler nezdinde bi-tamamiha mürtefi’ olur. Bazıların: “Ulema-yı dinden iki fırka arasındaki ihtilaf-ı hakıkı haml ve tevcih ile mürtefi’ olmaz.” demeleri Mi zan ’ın ihtiva eylediği kava’idi bilmediklerine mahmul olur. Zira balada söylediğimiz üzere kava’id-i Mizan’a ıttıla’ hasıl eden zata göre e’imme-i şeri’at akvali beyninde ref’i mümkün olmayacak bir ihtilaf-ı hakıkı bulunması emr-i muhaldir. Bu ifademizin tecrübe-i sıhhatiyçün herbir hadis-i şerif kavl-i müctehid ile mukabili bulunan diğer kavl-i müctehide atf-ı nazar ediniz! Görürsünüz ki mutlaka biri tahfif diğeri de teşdidi mutazammındır ve her iki kısmın rical-i mahsusası vardır. Ma’aşir-i mükellefin a’mal-i mükellefeye hin-i mübaşeretlerinde isti’dadat-ı zatiyyelerine göre kendi kısımlarına ayrılırlar. Mes’ele-i vahidede bizim için biri “muhaffef” diğeri “müşedded” olarak iki kavil bulunmamak mümkün değildir. Bundan başka bir mes’elede üç ve hatta dört kavil ictima’ etdiği gibi birkaç ciheti cami’ bir kavl-i mufassal da mevcud olur. Vakıf-i künh-i şeri’at ve muttali’-i meşarib-i [ ] nas olan şahs-ı hazık ise onları “tahfif” ve “teşdid” da mürtefi’ olur. veya iki kavl hükmen yekdiğeriyle te’aruz ederler ise; her diğerinin ilgasından evladır.” Bu suret makam-ı imanın mukteza-yı kemalidir. Çünkü her ikisinin de tatbik ve amel olunacak mahalleri vardır. Ale’l-husus Cenab-ı Hak bizlere usul ve kava’id-i diniyyeyi bi-kemaliha ikame etmemizi ve -erkan-ı şeri’ati inhidamdan muhafaza için- din-i İlahi’de müteferrik olmakdan tevakkı eylememizi emir buyurmuşdur. Hamd olsun o Allahu adimü’l-misale ki: Şe’a’ir-i İlahiyyesini hakkıyla ikame etmek din-i mübinimizi makam-ı ihtiramından düşürmemek için bizlere bu Mizan’ın muhtevi olduğu kava’id-i metine ve rasine dairesinde amil olmamızı Bu makam-ı hamdde sema-yı ehadiyyete ref’-i benan-ı yokdur mevcudiyetleri iddi’a olunanlar muhteri’at-ı vehm-i beşerdir. Yalnız nazir ve şeriki bulunmayan o Allahu azimü’ş-şan vardır. Bir şehadet ile ki: Muhlisen ka’ili sa’iden era’ik-nişin-i riyaz-ı cinan olur mazhar-ı eman olur. Yine şehadet ederim ki: Seyyid ve mevlamız seyyid-i beni Adem Muhammedü’l-Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz o Halık-ı ezeli ve ebedinin abd-i muhterem ve resul-i mükerremidir. Onu kaffe-i halkı üzerine tafdil ederek sa’adet-i dareyni ve ahsen-i haliyyetini te’min eyleyecek bir “Şeri’at-ı semha” ile ba’s ü irsal buyurdu. Salavatu’llahi aleyhi ve ala sa’iri’l-enbiyai ve’l-mürselin Tevfik-i Samedani ile vücuda gelen bu Mizan bir eser-i nefis ve ali-kadrdir. Muhtevi olduğu kava’ide ri’ayet zahirde yekdiğerine mübayin görünen edille-i şeri’at ve akval-i e’imme beynlerini hakıkat-i şeri’atde cem’ ve tevfika evvelin ve ahırinden bu ana kadar vürud eden ve ba’dezin vürud edecek olan e’imme-i müctehidin ile onları taklid edenler akvali mabeynini tevzin ve te’life ila yevmi’l-kıyam hadim olur. Böyle bir eserin diğer zamanda bir başkası tarafından vücuda getirildiğini bilmiyorum. Benim onu te’lif edişim mu’asırıyetim olan ekabir-i meşayih-i İslam ve a’lam-ı e’imme-i din işaretleriyle vakı’ oldu. Dest-i tedavüle ihda etmezden evvel kendilerine ira’e ile dedim ki: “Ben bu kitabı nazar-ı mütala’anızdan geçmedikce neşr etmek istemem. Kabul ederseniz ibka mündericatına razı olmazsanız imha edilir. Zira ben vifakı sever tilafı kat’iyyen arzu etmem. Velev ihtilaf diğer bir kavim için mucib-i rahmet olsun. Bina’en-aleyh her kim muhteviyatında bir halel görür de “nasraten li’d-din” ıslah eder ise Cenab-ı Hak kendisini na’im-i rızasıyla mübeşşer eylesin.” dı. Ba’is-i te’lifi olan esbabın başlıcası Cenab-ı Rahmet-i Sübhani’den varid olan: “Allahu te’ala azze ve celle din-i vahidinden kaffe-i enbiyasına vahy u tavsiye eylediği bir meşru’ ile sizi de mükellef buyurmuşdur. O “meşru” ise din-i İlahi’nin üssü’l-esası olan tevhid ve ta’atı müttehiden manızdır!” me’alindeki hükm-i şerif-i İlahi ile amil olmak [ Şura /] kabilindendir. Bina’enebvabını müslim mu’amelat-ı nasa müte’allik mesa’ilde insanların tevafüt-i hal ve şanlarına göre ahkam-ı şer’iyyenin mütefavit olmasındaki hikmet-i latife-i Rabbaniyye’yi layıkıyla mayarak sa’ir bilcümle müslimin ile vifak ve ittihad üzere bulunsun. Sebil-i hakka ihtidayı tabi’ olduğu mezheb imamına münhasır bilmeyip mezahib-i sa’ire e’immesinin de kaffeten Rablerinden hidayet üzere bulunduklarına i’tikad hususunda kalbi lisanına lisanı kalbine iştirak etsin. Bu suretle e’imme-i din-i İlahi’ye karşı edeben ifası lazım gelen hukuk-ı h rmet ve ri’ayeti tamamen ifa etmiş olmakla beraber den de hakkıyla istifade eylesin. [ ] Kalben sıhhatine i’tikad olunmayan birşeyi lisanen dır. Hatta Cenab-ı Hak da münafıkın-i küffarı küfür ve ilhadlarına zamm-ı nifak etmelerinden dolayı: ayet-i celilesi [ Maide /] buyurmuşdur. Me’ali: “Su- Din-i Muhammed ve din-i Nuh aleyhimü’s- [ Şura /] kavl-i sübhaniayet-i kerimesini te’lif-i nazm-ı kahiriyle zemm-i küfürlerine zamimeten nifakları hasebiyle de zem buyurmuşdur. Me’al-i alisi: “Eya Resul-i muhterem! Nikab-ı İslam altında setr-i küfre çalışarak kalben mü’min olmadıkları halde lisanlarıyla iman etdiklerini söyleyen münafıkın-i küffarın küfürde müsara’atları yani fırsat buldukca mukteziyat-ı küfre tebe’iyetle ızrar-ı müslimin için gizli gizli akval-i münafıkane sarf eylemeleri sa’i bi’l-fesad olmaları seni mahzun etmesin.” Ma’lumdur ki Cenab-ı Hak ehl-i küfrü her hangi bir vasıf sa’ir her türlü evsafdan tevakkı ve mücanebet etmek ahrarı müslimin için bi-tariki’l-ula elzemdir. Allahu zü’l-celal bu nazm-ı celilinde ehl-i küfrü sıfat-ı nifak Nifakın ekber ve asgarı hatta şibh-i nifak olan herşey ve her hareket suret-i mutlakada haramdır. Nifakın ne derecelerde ba’is-i teferruk-ı kulub olacağı ise muhtac-ı beyan değildir. Böyle kalbi kavlinden müteba’id olmayıp ve fakat tabi’i bulundukları mezahib kava’idine muhalif ictihadda bulunan diğer bir sahib-i ictihad kavlini hemen red ve ibtale müsara’at gösteren erbab-ı taklidin de bab-ı ta’cil ve müsara’atı sedd eylemeleri iktiza eder. Zira acele ile batıl olduğuna hükm eyledikleri kavlin sahibi bi’l-ahire o kavlin asl-ı şeri’atde müstenid olduğu sened ve bürhanı yüzlerine karşı mecbur eyler hacil olurlar ki bu gibi hacaletler de ba’is-i teferruk-ı kulub olmakda nifakdan aşağı kalmaz. bazı aksamıdır. A’mal ise niyata tabi’dir; her şahıs hayır ve şerden niyete göre merzuk olur. kadar derc etdiğimiz fasılları tamamıyla gözden geçirmeksizin saddi edenler bulunur. Fakat mevzu’-i kitabın garabeti hasebiyle onlar mu’arazalarında ma’zurdurlar. Zira atide bahsi geleceği üzere onların akranı meyanında Mizan’ın ihtiva eylediği zevk-i aliyi idrak için iktiza eden selamet-i fikriyeyi haiz olanlara pek az tesadüf edilirler. mel şer’-i tahir-i İlahi’nin zuhur ve butununa ıttıla’ı ekmel her iki kısma dair vücuda getirdiği asar-ı mühimme ve bergüzide kar-ı Rabbani ve mürşid-i sadıku’l-irşad-ı samedani idi. Öyle farz edelim ki: Biz o üstad-ı fazılın halka-i tedrisindeyiz. “İlm-i mizanı” bizlere selika-i mahsusalarıyla bizzat kendileri takrir buyuracaklar. Suret-i takrirlerindeki “aheng-i Arabi” bazılara hoş gelmeyebilir. Onlar derse devam edip etmemekde muhtardırlar biz şüreka-yı dersimizin: vasf-ı samedanisine mazhar olan su’ada cümlesinden bulunmalarını arzu ederiz. Üstadımızın arzusu da bu merkezdedir. İşte derse ibtida buyuruyorlar. E’imme-i müctehidin ile onları taklid edenler akvalinin kaffesi ila yevmi’d-din şu’a’-ı nur-i şeri’atle muhatdır. Bir suretle ki akval-i mezkureden bir kavli şeri’at-ı mutahhara haricinde görmek adem-i mahzda vücud-ı aynı müşahede etmek kabilinden olarak emr-i muhaldir. Bunun böyle olduğuna hakkıyla ıttıla’ hasıl etmek ister iseniz sizi irşad eyleyeceğim şu hakıkat önünde güzelce te’emmül ve tedebbür ediniz! Yakınen cazimen bilmelisiniz nefsinizde mertebe-i tahkıke müte’allık ve zat-ı hilaf olan yani beyne’l-e’imme suret-i telakkısinde ihtilaf olunan herbir mes’elede ya teşdid veya tahfifi havi olarak iki mertebe üzere varid olmuşdur. Bazı mukallidinin zan etdikleri gibi mertebe-i vahide üzere değil. Zahir-binan o iki mertebe arasında tenakuz görerek duçar-ı ihtilaf oldular. Nefsü’l-emirde ise ne ihtilaf vardır ne de tenakuz. Zira mecmu’-ı şeri’at bi-i’tibari’l-asl ya emre ya nehye rücu’ eder. Evvelce de söylediğimiz üzere gerek emir gerek nehiy “tahfif ve teşdid” mertebeleri üzerine hadd-i zatlarında ikişer kısma münkasem olurlar: “Emr-i hafif emr-i şedid.. Nehy-i hafif nehy-i şedid.” Bu dört kısımdan sonra “mübah” kısmı gelir ki tarafeyni müstevidir. Yani bir fi’l-i mübah niyet-i saliha ile işlenirse “mendub” olur . Niyet-i faside ile işlenirse “mekruh” olur. İşte bu beş kısım şeri’atin mecmu’udur. Gelelim izahına: Bazı ulema “emr-i mutlak”ı “vücub-ı cazim”e haml etdiler. Yani emr-i mutlakda asıl olan vücubdur teşdidi tazammun eder. Diğer bazıları da: Emr-i mutlak “nedb”e mahmuldür; retde de tahfifi mutazammındır. Kezalik nehy-i mutlak da bazı ulema tarafından tahrime diğer bazıları tarafından kerahate haml olundu ki bu suretlerin de evvelkisi teşdidi ikincisi tahfifi mutazammındır. Efrad-ı ümmet meyanında ise her iki mertebenin rical-i mahsusası vardır. Tekalif-i şer’iyyeyi ifaya hin-i mübaşeretlerinde cesim ve imanlarının za’f ve kuvvetine göre o iki mertebenin biriyle amil olurlar. Cismen ve imanen kavi ve mütehammil olanlar gerek nefs-i şeri’atde sarahaten varid olan ve gerek tabi’i bulundukları mezheble beraber mezahib-i sa’irece kava’id-i asliyye-i şeri’atden istinbat olunan evamir-i nevahinin en şedidiyle mükellef tutuluyorlar. Mertebe-i iman ile kuvve-i cismaniyece za’if bulunanlar ise kezalik asl-ı şeri’atde nass-ı sarih e’immesi taraflarından usul-i şeri’atden istihrac edilen aksam evamir ve nevahinin meratib-i hafifesiyle mükellef olurlar. Nitekim Cenab-ı Hallak-ı rahim bu ma’naya işaretle hitab-ı amm olarak fermanını nebi-i kerimi de emrini ısdar buyurdular. Me’al-i ayet-i celile: İstita’atınız mertebesinde Allahu zü’l-celalden ittika ediniz. Yani vüs’ünüz yetdiği kadar evamirine hadis-i nebevi: Size birşey emr eder isem istita’atınız mertebesini “Kavi” azimet ve teşdid dairesinde ifa-yı tekalif-i şer’iyyeye muktedir bulundukca ona mertebe-i tahfif ile amele ruhsat verilemez. Zira bu suret bilahare beyan edeceğimiz üzere din ile tela’üb demekdir. Kezalik “za’ife”de akviya mertebesine su’ud ile azimet ve teşdid dairesinde amil olması emr edilemez. Fakat kendisi tekellüf edip de tekalif-i müşeddedeyi ona da mümana’at olunmaz. Şu izahatdan anlaşılacağı üzere tahfif ile teşdid mertebeleri daire-i şeri’atde tertib-i vücubu üzerine mürettebdir. Bazıların tevehhüm etdikleri gibi tertib-i tahyiri üzerine değil. bilfarz bu nazariye teslim edilse bile yine Halik’a ihtiyaçtan vareste kalmak kabil olamaz. Zira o zaman denir ki: Pekala ya bu hayvanat-ı bahriyyeyi kim vücuda getirdi? Heyhat! Halik’ın mevcudiyeti meselesi öyle red ve kabulü Zira bu mesele bedihiyyat-ı akliyyenin en başlıcalarındandır. Hem bu bedahetin inkarı kütüb-i tıbbiyyede cünun faslında zikredilmek icab eder. Çünkü cünunun enva’ı hemen de na-kabil-i ta’dad denecek derecede çoktur. İnkar-ı sani’ meselesinin ulemadan bir kısmının ukulüne arız olma evhamdan başka bir sebebten neş’et etmediğine delil-i hissi aranılırsa onların bu cehd ve inkarı müteakip guya ilme istinaden naklettik. Maddiyyunun en ileri geleniyle bu mes’ele üzerine mübahaseye girişecek olursanız görürsünüz ki mebahis-i saire hakkında serd-i mütala’at ettiği zaman haricine çıkmamak saçma sapan sözler söylemeye başlar ki mekteb çocukları bile söylemekten sıkılır. Zaten mesele arızi yani akla sonradan hutur eden havatırdan olmasaydı netayici sehafet ü hiffet-i re’yin bu derekesine sözleriyle te’yid etmemizi isterseniz size kainatın ne suretle bila-sani’ yaratıldığına dair onlar tarafından serdedilen faraziyeleri söyleyeyim de güzelce dinleyiniz. Zira o zaman nazarınızda tezahür edecektir ki meselenin esası ya saika-i cinnetten yahud şiddetli bir sıkıntıdan başka bir şey değildir: Kudema-yı felasifeden bazıları cemadat nebatat hayvanattan cilve-saz olan kemal-i ibda’ın tesadüf neticesi olarak zuhur ettiğine hilkatte irade ve ihtiyarın dahli olmadığına zahib oldular; asr-ı hazır eşrafından bir kısmı da bu fikrin mürevvici kesildiler. Şimdi bu adamlara bu abede-i tesadüfe nasıl olup da mevcudatın hiç bir fail-i muhtar olmaksızın sevk-i tesadüfle zuhur ettiğini soracak olursanız Demokrit çıkarak bülend-avaz ile der ki: “Enva’ ve eşkali bu kadar çok bu kadar mütehalif olan bütün bu kainat zerrat-ı ecsamın kendi mihverleri etrafında deveranından husule gelmiştir.” Sonra siz biraz i’tidalinizi muhafaza eder de onları zaten tabiatiyle varid olan bir takım sualler içinde bırakır bu nazariyenin altından çıkan işkalatı birer birer yüzlerine çarparak diyecek olursanız ki: Bunu tasavvura nasıl mesağ buldunuz? Akıl ve ihtiyardan sadüf nasıl olmuş da merakiz-i sabite etrafında devair-i muhtelife resmetmekte olan seyyaratın harekatını bu kadar müdekkikane bir nizam ile bir ahenk ile tanzime muktedir olmuş? Nasıl olmuş da o “tesadüf” a’dat ve enva’ i’tibariyle na-mütenahi denecek dereceye varan hayvanatı dehşet-ferma-yı ukul olan bu ibda’ ile meydana getirebilmiş? Nasıl olmuş da o “tesadüf” bütün acaib-i hilkatini ihtiva eden gaye-i serair-i ihtira’a tecelli-zar olan şu ufak cürmüyle beraber bütün kuva-yı kainatı cami’ bulunan insanı tekvine muktedir olmuş? Şimdi onlar bu tabi’i suallere karşı kemal-i ye’s ve hayretlerinden ölüm derecelerine gelirler. Fakat yine cevap verememiş olmamak için derler ki: Bir çok defalar tekerrür etmek şartiyle tesadüf bütün mümkinatı icada muktedirdir. Artık onlar bu sözleriyle yalnız ma’kulat dairesinden çıkmış kavanin-i akl ü hikmeti baltalamış olmuyorlar; mevzu’-i bahsden de rezilane kaçmış oluyorlar. Ya odur ki kavaid-i hiss ü ta’akkuldan gafil bulunuyorlar. Bir de onlar ma’bud-i mukaddesleri olan tesadüfün damenine sarılmazdan evvel maddenin kendi üzerinde pek uzun bir müddet hareket ettiğini farzediyorlar. Lakin içlerinden hiç biri çıkıp da ne bu maddenin ne de onun hareketinin bidayetini bize izah edemiyor. Acaba bu madde ile hareketin ikisi de kadim olup hiç bidayetleri yok mudur? Eğer evet diyerek asam olan maddenin kıdemine hareketinin ezeliyetine i’tikadı akıllarına mülayim buluyorlarsa neden böyle inkar-ı Halik külfetine katlanıyorlar? Neden kitaplarını bir yığın hurafat ile doldurarak bir sürü yanlış ahkam nız başına bir ümmet teşkil ediyorlar? Eğer bunların gaye-i felsefesi maddenin kıdemine hareket-i daimisinin ezeliyetine i’tikad ise ömürlerini pek beyhude geçirmiş faidesiz yere bütün alemin nefretini celbetmiş oluyorlar. Zira tabi’idir ki bunların bu kadar yorgunluğu bu kadar sıkıntıyı göze aldırmadan maksatları bütün cihanın ezhanında yerleşmiş olan akıde-i tevhidden daha ali bir akıde sahibi olduklarını göstermekten başka bir şey değil nalariyle mütenasib bir i’tikada zafer-yab olmak istiyorlardı. Lakin iş ma’kus netice verdi. Bu feylesoflar da her taraftan cehaletle muhat bir muhit içinde kalarak kaba kaba suretlere tapınmakta olan vahşilerin bulundukları giriveden daha beterine düştüler. Zira mevcudatın aslı kainatı bu nizam-ı mu’cez ile ibda’ eden gayr-ı maddi bir hayat-ı külliyyedir diyen adam ile o aslın basiretten hayattan ari asam bir maddeden ve nizam ü zabıtı olmayan bir hareketten Yazık şu feylesofların heder olan bunca mesailerine! Yazık onların şeamet-i tali’lerine! Zavallılar göbekleri çatlayıncaya kadar çalışıp çabaladıktan sonra topu topu bir nazariye meydana koydular ki Huda bilir parlak bir takım elfaz kisvesine bürünmeseydi de olduğu gibi görünseydi cünunun beyin bozukluğunun en birinci a’razından addolunurdu. Size sorsalar ki: Akla his ve idrake taban tabana muhalif olan butlan ve fesadı insan için her günkü ef’aliyle müşahedatiyle sabit bulunan elhasıl en ehemmiyetli ciheti mana ve hakıkatten külliyen ari bir lafz-ı mevhumdan istimdad eden akl-ı beşere karşı en galiz en ağır bir hakaret bir şetm makamında telakkı olunmak lazım gelen nazariye hangi nazariyedir? Derhal bu sorduğunuz nazariye hiç şüphesiz kainatın tesadüf neticesi olarak hilkati nazariyesidir cevabını vermelisiniz? Aman ya Rabbi! bu mütefelsifin hazeratının nazariyeleri bir şeyden gafil bulundukları hatırlarına gelmiyor mu? Maddenin hadd-i zatında ne olduğunu bize söyleseler a! Bilmiyorlar mı ki ulum-ı tabi’iyye maddenin künhünü idrak hususunda mine’l-kadim makam-ı aczde tevakkuf edegelmiştir? Acaba hala guş-ı ıttıla’larına vasıl olmadı mı ki Demokrit’in madde bir takım zerrat-ı rakıkadan mütekevvindir nazariyesini ilim faraziyat-ı zanniyyeden başka bir surette kabul etmiyor? İlmin ulemanın bu mesele-i mu’dılin huzurundaki hayretleri kendilerince el’an meçhul mudur? Artık maddenin mahiyeti künhü şimdiye kadar meçhul olduğu halde onun kıdemi ezeliyeti hakkındaki bu kadar vahi mugalatalar bu kadar gülünç safsatalar nereden geliyor? Bu nazariyenin teslimi akla göre malayutak olmakla beraber bütün avalimde arz-ı cemal eden şu ibda-ı cemili tesadüfe atfetmekliğimiz farz olunsa bile o zaman hangi fikre gelmez ki neden kainattan velev bir kısmı olsun umumunda tecelli eden ahenk ve cemaldan bi-vaye kalmamış? Bilakis insanın ilim ve fikri arttıkça hayret ve teaccübü de o nisbette artıyor da evvelce bir hikmeti muhtevi olmadığını zannettiği eşyanın esrarını anlamaya başlıyor. Üstad-ı şehir Herşel diyor ki: “İlmin muhiti tevessü’ ettikçe kudretine payan olmayan bir Halik-ı ezelinin vücudu hakkındaki berahin-i kaviyye de o nisbette artıyor. Bu gün ilmü’l-arz uleması riyaziyyun tabi’iyyun felekiyyun hem-dest-i vifak olmuşlar bünyan-ı ilmi olan Zat-ı kibriyanın bünyan-ı azametidir.” varıncaya kadar bütün ecza-yı ferdin hikmetsizlik şevaibinden münezzeh bulunduğunu tasavvur etmek insan için muhaldir. Bu kudret-i müdhişeyi bu hikmet-i gayr-ı mütenahiyi tesadüfe isnada akıl için mesağ olduğu surette eğer kalkıp desem ki: Evet Demokrit’in şu nazariyesi onun ilminden hikmetinden neş’et etmemiştir; belki “tesadüfen” kalemi eline almış; rüzgarın “tesadüfen” kendisine doğru sevketmiş olduğu kağıdın üzerine bu nazariyeyi “tesadüfen” yazmış; sonra şakirdleri “tesadüfen” okuyarak neşir ve te’yidine “tesadüfen” çalışmışlar; bu suretle havass ve avamın nefretini “tesadüfen” celbetmişler... Evet çünkü Demokrit’in nazariyesi sanatındaki hikmet edasındaki meharet itibariyle yine kendisinin malik olduğu uzv-ı basarından daha şayan-ı hayret değildir. Üstad-ı şehir Ölen küre-i aynı fizyoloji nokta-i nazarından gayet müdekkikane tavsif ettikten sonra diyor ki: “Bununla beraber mülhidler göz de bütün kainat-ı saire gibi bir tesadüf-i mahz bir ittifak-ı mücerred neticesinden başka bir şey değildir demekten çekinmiyorlar. Çünkü onlar bu uzuvda şayan-ı iltifat bir harikuladelik göremiyorlar. Aynın terkibinde bir hikmet bulamıyorlar! Bilakis hilkatlarındaki noksandan tekvinlerindeki adem-i mükemmeliyetten dolayı müteellim olmak lazım geleceği vehminde bulunuyorlar! Çünkü mesela karanlıkta bir şey göremedikleri gibi duvarın arkasındaki bir cismi kamer ve ecram-ı saire-i ulviyye gibi mer’iyyat-ı ba’ideyi temyize muktedir olamıyorlarmış. Bundan dolayı uzv-ı basarın kasden tekvin edilmiş olmayıp belki çöllerde görülen kum tepeleri gibi “tesadüfen Bundan başka uzv-ı basarın rü’yet için verilmiş olduğunu uzuv bize “tesadüfen” verilmiş bina’en-aleyh biz de tabiatının kuvvetinin müsaid olduğu kadar o uzuvdan istifade etmekteyiz diyorlar. Bizim için böyle bir kavim ile münakaşa külfetini ihtiyar etmek abestir. Çünkü onlar bu fikirlerinde alabildiklerine musırr oldukları gibi alemde ihtiram ve iclale en ziyade şayan olan hakayıkı bile münkirdirler.” Ey kari’ böyle bir kavimden ne beklersin ki mer’iyyat-ı muhtelifeyi meraya-yı münevvere derununa aksettirmek derecede rakık olan eczası akıllara hayret verecek bir nizam raya karşı bile dil uzatmaktan utanmıyorlar? Şevket Efendi kapıdan içeri girdi. Cami’in kıble cihetinden cenub-ı şarkısinde vakı’ kütübhanenin önünde ol vakit ta’til dersi okutduğu mahalle doğru gitmek üzere harim-i cami’i iki müsellese taksim eder suretde yavaş yavaş hatve endaz olduğunu görünce bende nagehani bir vecd ve şevk galeyana geldi. Üstazın halka-i tedrisinde bulunmak öteden beri matlab-ı aksam idiyse de o gün için bi’t-tahsis öyle bir niyetim olmadığı halde hemen bulunduğum yerden seğirdip müşarun-ileyh daha mevkı’-ı tedrise vasıl olmadan dahil-i halka olarak diğer şüreka-yı kiramla birlikde kendisini ka’imen mahfil-i irfanında zanuzede-i istifaza olduğum şerefin mebde’i bu yevm-i mes’udun sabahu’l-hayrı idi. Üstaz-ı efhamın tarz-ı tedrisi şöyle idi: Evvela metin okudur sonra şerhe geçer daha sonra iltizam eylediği haşiyeyi harfiyyen gösterdiği sırada diğer muhaşşin ve şerrahın mütala’at ve i’tirazatını dahi takrir edip nihayet mevzu’-ı bahsi tafsilat ve muhakematıyla hall ü teşrih ederdi. Gayet vazıh ve selis olan takririnden ukul-ı selase eshabı derece derece müstefid olurlar idi. Müstefid olmayanlar hakkında: “Vahibü’l-idrak müzdad eylesin iz’anını” demekden başka bir söz bulunamaz idi. Esna-i takrirde merhum bi’l-münasebe nice dürer-i kava’id ve feva’id nisar eylerdi. Hele gara’ib-i ulum ve fünuna dair bir mes’eleyi takrire saded-i bahs o fazıl-ı yeganeyi sevk eylediği zaman mes’eleyi sa’atlerce ol kadar muşikafane tedkık eder ol kadar lezzet ve şevk ile takrir eyler idi ki hubb-i ilim kudret-i ilim nasıl olduğu hal ü kalinde o kendine mahsus şive-i takririnde beşuş simasında tecessüm ederdi. Müntehi-i medaris derslerinde mu’allimin ve müte’allimin arasında muhataba ve mücavebeler mine’l-kadim usuli mu’tadedendir. Bu cihetle üstazın dersinde dahi su’al ve cevablar te’ati olunurdu. Önceleri birkaç mah kadar sakit ve hamuş kaldım mütehayyizan-ı şürekamızın at sürdükleri bu mübarezegah-ı fazl ü irfana katılamadım. Sonraları aheste aheste bu meydana sokuldum. Birgün bazı şüreka ile id-i edha mu’ayedesiyçün hace-i ekremin ziyaret-i aliyyelerine gitmişidik. Herbirimizi birer türlü taltif etdikleri esnada rakımü’l-hurufa hitaben “Hakkı Efendi Muğni’t-Tullab’ın evveliyle ahirinde fark etdin pek takdir ve tahsin ediyorum.” buyurdular. Bu iltifat-ı cihan-kıymet beni evc-i bala-yı şadiye Bu feyzin nuhustin-i asarından idi ki hemen hemen on sekiz on dokuz yaşlarında iken o zamanlar her sene bab-ı vala-yı Meşihat’de küşad olunan “Tarik kadılığı” imtihanına girdim. O sene matlab beş olduğu halde müntehi sınıf talebesinden dahil-i imtihan olanlar zannım kırk elli kişi kadar var idi. Beş matlabdan ikincisine bu aciz na’il oldu. İmtihan Dürer’in Kitabü’l-Kefale’sinden idi. Bu bir i’tibari tarik-i kazadır ki hatırımda kaldığına nazaran dahil-i tarik olanların kıdem ve nasibine göre bir iki senede bir bi’l-i’tibar bir kaza zabt olunur. Birinci def’a zabt olunan kazanın on iki ve ikincisi ile daha sonraları sırasıyla zabt edilen kazaların on sekizer mah imtidad eder ma’aşları vardır. Bidayet-i tarikde ma’aşlar gayet cüz’i ise de kıdem peyda etdikce ma’aşatın mikdarı hayliden hayli terakkı eder. Bu tarik kadılığı evvelleri rical-i ilmiye kaşanelerinde müstahdem hademeye dahi mükafeten tevcih oluna gelir kadr şu atıfete hademe-i ricalden ziyade hademe-i din ü devleti şayeste ve ahra görerek onu talebe-i uluma tahsis etdiğinden lede’l-imtihan istihkakı nümayan olanlara tevcih edilir ve bu cihetle alem-i tahsil bu yüzden dahi ihya olunurdu. Bu imtihan bilmem şimdi de var mı? Ma’ruzat-ı meşruhadan dahi müsteban olduğu üzere tarik kadılığı hadd-i zatında pek o kadar haiz-i ehemmiyet birşey değilse de tullab bu imtihanda bir zeka yarışı etdikleri ve mani’-i tahsil olmayıp bil’akis şevk-efza bulunduğu mülabesesiyle onlar arasında pek i’tibarlı tutulur ve bi’l-fi’il kazaya rağbet göstermedikleri halde i’tibarı olan olan bu tarik kadılığını istihsale de’l-imtihan istihkakı nümayan olan mevlana ..... zide kadruhu” fıkrası sahib-i müraseleyi o zamana mahsus gayr-i mütenahi bir mefharetle mest-i neşat eylediği gibi diğerlerini de sene-i atiyyede dahil-i imtihan olmaya teşvik eylerdi. Medarisimiz vaktiyle nice efazıl-ı benam yetişdirmiş birer mehd-i ilm ü kemal iken şimdi o derece mebzul semahati görülmüyor. Hükumet-i seniyyenin i’tina-yı mahsusu ile mekatibimizin intizam ve tekemmülü günden güne artarak asar-ı füyuz derece derece tevessü’ ediyor. Şu iltifata bu darü’l-ilm-i kadimler de bi’l-vücuh şayestedir. Medarisimizde asıl i’tina ulum-ı şer’iyyeye ma’tuf olacak iken lüzumundan fazla ulum-ı aliyye ile vakit geçiriliyor. Halbuki medarisimizde Arabca tekellüm ve inşa usulü mevzu’ olmadığından kava’id-i lisan tahsilinden matlub olan fa’ide tamamıyla zuhur etmiyor. Bu kadar müddet Arabca sarf nahiv ma’ani gibi ulum-ı aliyye okunduğu halde medarisimizden yetişmiş fudala zere tahrir ve tekellüme muktedir kim var? Yalnız anlamak kifayet eder mi? Hele kadim mantık ve hikmet ile uğraşmakda ne ma’na ve hikmet var? Hatırıma geldi seyyah-ı şehir İbni Batuta vaktiyle Bursa ve havalisinde geşt ü güzar etdiği esnada bir fakıh-i belde ile olan macerasını Rıhl e’sinde şöyle hikaye ediyor: “..O gece Kaviye’ye vasıl olduk. Kaviye fa’ile vezninde “ki”den müştakdır. Orada ahilerden birinin zaviyesine indik. Ahiye Arabca söyledik ne dediğimizi anlamadı o bizimle Türkçe konuşdu biz de onun söylediğini anlamadık. Bunun üzerine ahi dedi ki fakıhi çağırın o Arabca bilir. Fakıh geldi bizimle Farisi konuşdu. Biz Arabca söyledik ne dediğimizi o da anlamadı ve ahiye dönüp dedi ki Fakıhin bu sözle maksadı fazihadan setr-i nefs etmek idi çünkü onlar bunu Arabca bilir sanıyorlardı halbuki Arabca bilmediğinden bunlar eski Arabca konuşuyorlar benim bildiğim ise yeni Arabcadır dedi ahi de fakıhin sözüne inandı. Lakin fakıhin bu sözünden biz müstefid olduk çünkü ahi “Bunlar lisan-ı Arabi-i kadim sellem efendimiz ile sahabe-i kiram hazeratının lisanıdır bunlara ikram vacibdir” diye bize fevka’l-ade ikram etdi. Biz o zaman fakıhin sözünü anlayamamışdık fakat söylediği elfazı ber-vech-i bala hıfz ve zabt etdiğimden ahiren Farisi öğrenince ne demiş olduğunu anladım.” Arabca bilmediğine haml eyliyorsa da biz bu zehaba kat’i bir suretde iştirak edemeyiz. Fakıhin böyle söylemesi Arabcayı anlamadığından olmayıp belki asrımızda ale’l-ekser müşahede edildiği üzere Arabcayı tekellüm edememesinden ve bina’en-aleyh esna-i mükalemede tercümanlığa muktedir olamayacağını hisseylemesinden neş’et ederek bu hakıkati yip belki kendisini techil edeceğini mütala’a etmekle o yolda kendine hakimane bir girizgah bulmuş olması ihtimali daha kavidir. Bir kavmin lügatini yalnız lisan-ı tahrirden aheste aheste işitmeye me’luf olanlar bi’ttab’ sür’atle cereyan eden mükalemeyi tamamıyle fehm ve zabt edemezler hususiyle mütekellimin telaffuzunda gunneler çok kere olur ki asar-ı muharrereyi erbab-ı lisandan bile daha iyi anlar daha muşikafane tedkık ederler. Ma’amafih her ne olursa olsun tahsil-i kava’id ile tekellüm hem-’inan olarak gitse daha feyizli daha semere-bahş olur. Ey iman sıfatıyla muttasıf bulunan kullarım sakın emvalinizi ekl etmeyin malınızı sarf etmeyin. Beyninizde. Ne vechile? Vech-i batıl ile. Meşru’ olmayan bir suret ile ne kimsenin malını gasb edin kimsenin malını elinden alın; ne de kendi malınızı su-i isti’mal edin... İki surete de şumulü vardır. Birinin malını almak... Suret-i gayr-i meşru’a ile mesela sirkatle malını çalmak gasb etmek hakkı varken inkar etmek yemin etmek. Yalan şahidi bularak birinin malını kendine celb etmek hıyanetlik etmek kumarbazlık etmek.. Her ne suretle olursa olsun şu gayr-i meşru’ olan bir tarik ile velev ki rızası olsa bile beş on kişi beyninde piyango çekerek kumar oynayarak başkasının malını almak... – Ama o da ben de razı... Olmaz Allah razı değil. Allah haram etmiş. Velev rızası olsun bahş etmiyor hibe etmiyor vasiyet eylemiyor miras kalmıyor; belki gayr-i meşru’ bir suretle elinden alıyorsun. Kezalik kendi malını haram yerlere sarf etmek israfat ve sefahat yolunda itlaf etmek haramdır. Bazı günah parasız olur. Bazısı da para sarfıyla olur. Gasb ü garet makulesi şeyler vizr ve vebal getirdiği gibi Allah’ın vermiş olduğu malı emaneti su-i isti’mal ederek Allah’ın isyanına tevessül edenlerin de mes’uliyet-i azimesi vardır ki başkaca cezası olacak: – Ben sana mal verdim hacetini göresin muhtacini gözetesin. Yoksa ibadullaha zulüm edesin hukukunu ibtal edesin ırz ve namusuna ta’arruz edesin vesa’ir cihat ile nasa ta’arruz edesin serhoş olarak -mesela- alemi ezesin değil... Para ile işlenir bazı günahlar var ki onu temenni edenler çokdur. Sonra istisnası var: Lakin ma’nasına. Böyle yapmayın! Niçin gayr-i meşru’ bir suretle bir kimsenin malını alasın? Allah ticaret kapılarını açmış bize. Ticaret edin; rıza ile gönül ile suret-i meşru’ada kazanın. Ticaretde de o şart var: Kimseyi aldatmayarak mecbur bırakmayarak insaf ile ticaret ederek mal ve saman sahibi ol. Herşeyin bir yolu var. Allah hiçbir şeyi haram etmiyor illa yanına helal pak birşey koyuyor. – Ne yapayım? Zengin olmak isterim... Zengin olamazsın alemin malını gasb ü garetle. Ölsen de bir hayrını göremezsin tepe üstü gidersin. Meşru’ olmayan şeyde bereket olmaz ve selamet te’min edilmez. Onun olmalı. Sonra ne buyurur? Sakın kendinize kıymayın. Nefsinizi katl etmeyin. Burada birkaç ihtimal var. Bazı müfessirin-i kiram derler: “Nefsinizi” demek ihvanınızı demiş. İhvanınızı katl etmeyin din kardeşinize kıymayın kimsenin canına ta’arruz etmeyin. Beyzavi ve Ebussuud böyle ta’lil ederler. Burada kendi cinsinizden ihvan-ı dininizden olan kardeşleriniz demek. Niçin nefis diyor? Kendi nefsin gibidir. Bütün mü’minler bir nefis hükmündedir. Bir can bir vücud. Bir mü’min eksiltirsen kendin eksilirsin. Bir kimseye fenalık eden kimse kendisine etmiş olur. İhvanınıza ihvan-ı dininize ta’arruz etmeyin. deşi olmayanları öldürün demek çıkmaz. Onların da hukukunu şeri’at muhafaza etmişdir. Çünkü bazıları “efrad-ı insaniyye” diye tefsir ediyor. Haklı oldukdan sonra hangi dinde olursa olsun hukukuna ri’ayet lazımdır. sa’ir milletler de bizim hukukumuza na’il olacak. Onların menfe’ati bizim menfe’atimiz mazarratı bizim mazarratımız. Bu cihetle nüfus-ı ademiyyeyi muhafaza eylemek hiç kimseye ta’arruzda bulunmamak anlaşılır. Bazı müfessirin-i izam da kelimesini zahirine haml ederler: Kendinizi katl etmeyin demek. Bir insan kendi kendini öldürür mü? Öldürür ya. Allah’ın azabına giriftar olmak helak-i ma’neviye uğramak kendi kendini öldürmek sayılır. A’la cennetler varken cehennem çukuruna tıkılmak bir katl değil mi? Sonra alemin malına tecavüz ederek kendi katline ba’is olmak demekdir ki bununla yukarıdaki nehyi te’kid edilmiş olur. Gerek böyle hukuka tecavüz gerek sa’ir me’asi irtikabına cür’et nefsi helak-i ma’neviye sevk etmek... İşte katl-i hakıkı budur. İnsan dünyada bir kere ölür ama ahiret ölümü helak-i ebedidir. sa’adet-i uhreviyyeden mahrum kalacak. Bazı müfessirin zahirine haml ederler. Bu üçüncü kavldir. “Kendini öldürme demekdir” diyorlar. Bazıları intihar etmez mi? İşte bir takımları onu ibadet sayar. Cahilane bir takım ma’budlar uğruna kendini öldürür kimisi ateşe atılır “Ma’buduma kavuşayım” diye. Kimisi kendini suya atar aklınca alem-i lahuta kavuşur. İşte böyle cahillerin yapdığı gibi... Beyzavi. Sakın diyor Allah hiç kimse için nefsini öldürme. Kezalik ma’azallah bir sıkıntı ile me’yus olarak kendini öldürmek... Bu da ca’iz değil. Zaten intihar Müslümanlarda azdır milel-i sa’irede daha ziyadedir. Zehir içer beynine bir rovelver sıkar... Ma’azallah. O te’sir-i felaketle bir nevi’ mecnun gibi olur. Canına kıyar. İntihar ekber-i keba’irdendir yani gayrisini öldürmeden daha büyükdür. Bu da evvelki ma’nada dahildir haric kalmaz. Çünkü olduğu evveliyetle sabit olur. Evvelki ma’naya göre de dahil olur. Fakat bu ma’naya göre: doğrudan doğruya kendini öldürme. Ne intihar et ne de katline sebebiyet ver. İnsan kendi katline sebebiyet verirse kendini öldürmüş olur. Mesela: Birini öldürür kısas olunur. Kendini öldürmüş demekdir. Çünkü katl olmayaydı i’dam olmayacakdı. Hem bir mü’minin kanına girdi hem kendini mahv etdi. Kısas büyük şeydir. Bazı yerlerde kaldırmışlar. Lakin hiçbirşey onun yerini tutamıyor. Allah ne buyurmuş? Ne kadar belig bir kelam ne kadar ali bir hükümdür!.. Ey mü’minler kısas yok mu cana can öldüreni öldürmek... Bunda hayat vardır. Fakat verese hepsi müttefikan da’va ederlerse kısas olunur. “Diyet istemeyiz kısas Allah ne buyurur? “Kısas edin!” – Ya Rab bu adamı da mı keselim?. Birisi öldü gitdi. Katili de öldürürsek bir tane daha eksilecek. Hapse koyalım terbiye edelim sonra çıksın... Yok yok diyor Allah siz işin aslını anlamıyorsunuz. Siz zahire bakarsınız. Halbuki onun ölmesi hayatdır. Kime? Bütün cema’at-i Müslimine bütün alem-i insaniyete. Bir adamın ölmesi binlerce kimselerin hayatını muhafaza eder. Kısas içinde hayat vardır diyor Allah. Müfessirin buna tasmim ediyor bir adama adaveti var kanına girmek istiyor böyle birini katl etmek kasdında bulunan eğer bilirse ki kendi de katl olunacak eğer hiç şübhe etmezse ki kısas hükm-i şer’isi kendi hakkında icra edilecek o adam katle cür’et edemez. Birbirini öldürmeye hiç kimse cesaret edemez “Ben öldüreyim de beni ne yaparlarsa yapsınlar” demeye epey büyük cesaret ister. Fakat “On sene yatacağım çıkacağım belki daha evvel kurtulurum” derse o adam korkmaz herşeyi yapar lakin darağacında sallanacağını düşünürse yapamaz. Bir bu. Bir de kısası icrada hayat var katili öldürmek hayatdır. Zira katil kalırsa maktulün velileri kabilesi katili öldürmeye kalkışacaklar. Öldürecekler. Şimdi öteki taraf bu kabileden birini öldürmeye teşebbüs edecek. Bu suretle iki kabile arasına kan da’vası düşecek sen bir katili asmıyorsun kısasa hüküm vermiyorsun. Halbuki maktulün ahz-ı sarı için tarafdarları yok mudur onlar öldürürler. Sonra bunlar onları... Böyle iki kabile mahv olur gider. Koca bir cema’atin selametine bir katil feda olunmaz mı? Kısas böyle alidir hayatla malidir. Bu sayede hem onlar selamet bulur hem kabilesi. Cenab-ı Allah’ın hükmü böyledir. Allah’dan erham olamazsın. Allah’ın merhamet-i sübhaniyyesi umum ka’inata şamildir. Fakat maslahata göredir merhamet. Bir adam cezasını bulmakla ötekiler selamet bulur. Yahud düşünür: “Yaparsam ben de bulacağım belayı!...” Bunun için kime kimseye ta’arruz edemez. Bunları bu hafta Sırat-ı Müstakım’e sarahaten yazacağız inşaallah . Alemi ıslah için başka çare yokdur. Ötekinin berikinin re’yiyle olan şeyler hiçdir. Ara sıra hadd-i şer’i icra olunursa rahat ve asayiş te’essüs eder bi-nihaye ma’muriyet hasıl olur. Hani gökden rahmet yağmazsa yerler nasıl kurur kaht u gala yüz gösterirse; hadd-i şer’i de icra edilmezse asayiş olmaz. Mutlaka ara sıra hadd-i şer’iyi icra lazımdır. Hırsızlık edenlerin fenalık edenlerin cezası var. Bunlar kolay icra olunmaz. Şartı var. Afv olur lakin icabında. Fakat velev binde bir olsun ara sıra icrası lazım. Hudud-ı şer’iyyeyi bütün bütün mu’attal bırakmak ümmet-i Muhammed’in başına büyük bela getirir. Hudud-ı şer’iyye kalkarsa adalet olmaz. kendi nefsinizi katl etmeyin diyor Allah. Bir insan kendi nefsini nasıl katl eder? Bir cinayet Tesebbüb mes’elesi büyükdür. Tesebbüb; nazar-ı şer’de büyükdür. Çok fenalıklar tesebbüb tarikiyle vücud bulur. Onunçün hadisde varid olmuşdur. Buhari’de yazılıdır. Birgün resul-i enbiya efendimiz buyurdular: – Keba’irin en büyüklerinden birisi nedir bilir misiniz? – Nedir ya Resulallah? Buyurdu ki: – Bir insan anasına babasına ecdadına sebb etmek söğmek... günahların en büyüğüdür. – Aman ya Resulallah hiç kimse bunu yapar mı? Hiçbir kimse anasına babasına sebb eder mi? Ne kadar olsa bir Buyurdu ki: – Evet kendi diliyle söğmez. Alemin lisanıyla söğer. Ne demekdir bu? O birisinin anasına babasına söğer la’net eder. O da i’ade eder. Guya ki kendi anasını babasını söğmüş olur. Niçin? Çünkü sebebiyet verdi. “Hay la’net olsun ecdadına.” dedirtdi la’nete sebeb oldu. Öyle hayırsız evlad. Allah ona çekdirir. Niçin? Sen sebeb oldun mel’un. Sen hayır yapamadın. Sen de onlar da mu’azzeb olur. Böyledir tesebbübden korkmalı. İnsan çok günahları kendi yapmıyor. Lakin yapanlara sebeb olur. Alemin ağzını açmamalı. Esta’izü billah: Sure-i Enfal’dedir. Ey kullarım daima Allah’a resulüne ita’at edin. Birbirinizle münaza’a etmeyin. Araya ihtilaflar çıkarmayın. İhtilaf-ı ara ile beyninize nifak girmesin fitne ve fesad kapıları açılmasın. Ayet-i uhrada buyurulmuşdur. Müfessirin-i izam buna dair hayli bast-ı kelam etmişlerdir. İhtilaf-ı ara nedir? Müslümanların dini bir değil mi? Nedir o bin türlü fırkalar? O binihaye keşmekeşler? Binlerce düşmanlar içinde bulunuyoruz. Hepimiz el ele vererek müttehiden çalışacak zamanımızdır. Şeri’at öyle emr ediyor: Mü’minler yekvücud olacak milel-i sa’ire ile güzel geçinecek. Halbuki ma’at-te’essüf pek fena hareketlerde bulunuyoruz. Ne kadar gazeteler hükumet aleyhine sözler yazıyorlar birbiri aleyhine iftira ediyorlar. Bunlar iyi şeyler mi? Şeri’at-i celile buna müsa’id mi? Demek biz kendi helakimizi temenni ederiz düşmanlar yapamaz bizim kendi kendimize yapdığımızı. Bir adamın şahsına olan adavet yüzünden bir milleti mahva kalkışır. İçimizde böyle mel’unlar var. Allah bize: “Fırka fırka ayrılın...” demiyor. Belki diyor. Hepiniz Allah’ın Sakın fırka fırka olmayın. Hepiniz birer tarafa çekilmeyin. Sonra düşmanlara yol açarsınız ellerine sermaye verirsiniz. Ayet-i uhrada da: buyuruluyor. Sakın öyle olmayın teferruk eden ehl-i kitab gibi ayrılmayın. Sonra kendi helakinizi kendiniz hazırlamış olursunuz. Hakıkaten garibdir: Ehl-i İslam beyninde ba-husus bir meslek sahibleri en ileri gelenler okuyanlar yazanlar bunu yapar. E’azim-i erbab-ı kalem birbirlerinin aleyhine düşüyor. olarak vatanın selametine çalışmamız menfa’atlerine mugayir gelir. Kimlerin? Kimlerinse...hepsinin emelleri vardı cümlesi yandı. Eğer meşrutiyeti tamamıyla idare eder intizam ve asayişi ortaya koyarsan herkesin nazar-ı takdirini celb edeceğiz. Şimdiye kadar hep fitne ve nifakdan mahv ü perişan oluyorduk. Lakin ne fayda? İş çığrından çıkmış bigane ellere kalmış rüşvetler mel’anetler iltimaslar işin içine girmiş. Birden bire düzelmez. Acele ile bir iş görülmez. Elli sene bozukluk şuriş fitne ve fesad her tarafı kaplamış iliklere işlemiş. Birden bire ıslah olur mu? El birliğiyle çalışılır ise her şeyler düzelir. Evvela buyurmuş. Allah’a ve resulüne Birbirinizle münaza’a etmeyin. Sonra nasıl siyasi kitabdır Kur’an. Allah bize siyasi ders veriyor. Beyninizde münaza’alar çoğalır birbirinizin aleyhine muhacemat vuku’ bulursa sonra korkak olursunuz. Biribirinizle uğraşınca tabi’i size za’fiyet gelir. Gönülleriniz başka başka vadilere ayrılır. Münafıklar gibi. Gönüller başka olur. Herkesin maksadı kendi menfe’atinden ibaret kalırsa tabi’i umuma za’fiyet gelir. Korkaklık arız olur. Kuvvet ittihadla olur. Devletiniz elden gider mahv olursunuz. Hep bu sebebledir su-i idare. Münaza’adan başlar iş. Sonra birbirinizle uğraşa uğraşa düşmanlar ferce bulur: Müslümanlar birbirini kırar. Tamam düşmanların aradığı gibi ne devlet kalır ne millet. Ma’lum za’f ve cebanet. İttihad olmazsa kuvvet olmaz. Sonra rüzgarınız esmez olur. Devletiniz za’il olur. Fakat bu kinayedir. Filan adamın rüzgarı esiyor yani nüfuzu caridir. Bir kimsenin nüfuzu yürürse bülega-yı Arab aksi takdirde derler. Nasıl ki şa’ir demişdir: Bülega kelamıdır bu. Rüzgarların güzel eser ise istediğin havayı bulursa ganimet bil onu. Demek riyahın hubub etmesi bir insanın selamet bulması kudret hasıl etmesidir. Onun için bazı müfessirin: Rih devlet demekdir derler. Bir milletin rüzgarı devlet nüfuzuyla hükumet kuvvetiyle yürür. O da milletin ittifakıyla olur. Bir millet hükumet aleyhinde bulunursa intizam kalmaz. Herşey yüzü üstüne kalır. Düşmanlara fırsat verir. Hükumete ta’arruz için su-i niyetden menfa’atden başka bir sebeb yokdur. Tenazü’ün neticesi cebanetdir cebanetin neticesi za’afdır. Za’afın da neticesi zilletdir yani nüfuz gitmekdir. Nüfuz olmazsa devlet gider. Sonra filan kimsenin rüzgarı esmez diyorlar. Ne vakit? İdbar yakalar nüfuzu kırılırsa o vakit rüzgarı esmez diyorlar. Yani nüfuzu mahv olur. – Ne yapalım? Mecbur ederler. Öteki beriki ilişir ben de kavgaya mecbur olurum. Gelir birisi hukukuma ta’arruz eder. Müdafa’a etmeyeyim mi? Onun için Cenab-ı Bari yine bu ayet-i celilede buyurur. Sabr ediniz herşeyin vaktini gözleyin süfeha ile uğraşmayın metin olun cahillere sefillere uymayın sözlerine karşı söz söylemeyin. Ahmaka cevab sükutdur. Hasmın sitemin anlamamak hasma sitemdir. Ama pek ziyade mecburi olur şahsa ta’arruz ederse mehakim açıkdır oraya müraca’at etmeli. Yoksa sen bir söylersin o da beş söyler senin a’vanın mukabele eder onun etrafı geri kalmaz... Der iken aranızda en büyük bir arbede zuhur eder. Onun için sabredin buyuruluyor. Sabr edenlerin yardımcısı Allah’dır. Nusret-i Cenab-ı Hak bize ne güzel nasihatler ediyor. Fakat biz dinlemeyiz. İşimiz hep Kur’an’ın haricindedir. Allah celle şanuhu bize her türlü ders veriyor. Hiçbir nasihate hacet bırakmıyor. İşte bu ayet yeter. Bütün ümmet bundan ders almalı. Münaza’alar ederseniz içinizden türlü türlü fırkalar çıkarırsanız za’f ve cebanet yakanıza sarılır. Düşmanlar size galebe eder. Ne devlet kalır ne millet. – Ne yapalım mecbur ederler... Sabır niçindir? Sabredin. Süfehaya karşı cahillere karşı i’tiraz edersen onlar daha ziyade kudururlar kavgaya kalkışırlar. Çünkü zaten el altından tahrik var. Düşmanlar suret-i hakdan görünürler: -Şunu isteyin bunu isteyin... diye tahrik ederek Müslümanları birbirine düşürmek Çünkü cahil aklı ermez. Biraz hissiyat-ı diniyyesini karışdırırsan canım kurban olsun der. Herşeyi yapar. Halbuki ne zamandayız? Kurun-ı vusta gibi kesip biçemeyiz. Biraz bu günler kıpırdamaya başladık. Bazı hakkımıza hakkınız var diyorlar. Evvel onu da demiyorlardı neler söylemezlerdi. Sizin yeriniz yokdur diyorlardı ne Rumeli’de ne burada. Bugün ihraz etdiğimiz mertebe-i ulya hep ittihad sayesindedir. Herkes bilir Cem’iyet-i İttihadiyye’nin hizmetini. Bütün millet bütün ordu ittihad etdi o sayede bu terakkıye mazhar olduk. O ittifak ile Allah bize bu ni’meti verdi. – Ben de bir fırka olacağım... – Pek iyi. Fakat bakalım göster ne yapdın? Maksadın hizmet ise gel işte ben hizmet ediyorum. Sen de beraber çalış. Fakat herifde hüsn-i niyet yok. Ayrıca kendine ehemmiyet verir: – Niçin ben de senin fikrine tabi’ olayım? der. Belli ki maksadı başka. Nüfuz kazanmak me’muriyet yakalamak. Başka birşey değil. Fırka fırka nedir? Programın ne ye asarıyla bütün ka’inat nazarında sabit bulunuyor. Her türlü hizmetleri musaddak değil mi? Bugünkü gün meşrutiyetin öyle bir nigehbana ihtiyacı var. Bin türlü düşmanlar entirikalar çeviriyorlar. Suret-i hakdan görünerek istibdadı gücüyle meşgul olmalı. Hükumet işlerine siyasi şeylere efradın karışması olmaz. Ayrıca bir hey’et Hey’et-i Meb’usan ehl-i mena’a var onlar herşeye bakıyorlar. Artık bırak. Fesad karışdırma. Maksadın ciddiyet ise gel iştirak et. Bunlar iyi şeyler değil. Ma’kul meşru’ yollar değil. Maksad hidmet ise cadde belli. Üçü beşi bir yere gelerek ortalığa velvele vermek hiyanetdir. Allah cümlemizi bir su-i niyetden bir fitne ve fesaddan halas eyleye. Amin. nefsinizi katl etmeyin yani helak-i umumiye sebebiyet vermeyin. Allah bak size ne ders veriyor. Hakkı gözetin. Kimsenin malında gözünüz olmasın. Bunun hilafına hareket ederseniz helakiniz mukarrerdir. Niçin diyor Allah çünkü cümlenize birden rahimdir. Onun için kimse kimseye zulm etmesin Allah razı olmaz. Allah herkese nefsinden daha yakındır daha rahimdir. Nefsin de bir emanetdir. Helakine sebebiyet vermeyeceksin. Fitne ve fesadlarla gerek kendinin gerek ihvan-ı dinin helakine badi olmayacaksın. Ben azimü’ş-şan cümlenize rahimim. Onun için size şöyle emirler veririm. Kimse kimsenin hayatını malını hukukunu gasb ederse ikisine de zarar olur. Gayr-i meşru’ şeyden iki taraf da mutazarrır olur mahv olur. Onun için “rahimim” diyor. Hepinize bir. Yalnız bir tarafa değil. Bütün kullara merci’dir. Onun için kimse kimseye ta’arruz etmesin. Allah cümlemizi ıslah buyursun menam-ı gafletden ikaz eylesin amin. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mayıs Muhafaza-i Meşrutiyet ve müdafa’a-i ni’met-i hürriyyet uğuruna can-siperane suretde çalışan kahramanlarımıza karşı şer’an ve aklen medyun bulunduğumuz hissiyat-ı milliyye ve teşekkürat-ı samimeyi ne yolda arz ve ifa etmek ve te’min-i istikbal için ne tarzda davranmak icab eder? “Rabb-i Zü’l-Celaliniz i’lan buyuruyor ki benim size bahş ettiğim ni’metlerin kadrini bilir; hakk-ı şükrünü ifaya sa’y ederseniz onları tezyid ederim ve eğer ni’met ve ihsanıma mukabil ibraz-ı küfran ederseniz sizi ondan mahrum kılarım. Çünkü lutf u inayetim vasi’ ve medid olduğu gibi azabım da şediddir.” Kale Resulullahi sallallahu aleyhi ve sellem: Yani her kim bir ni’metin vasıta-i vusulü olan kimselere teşekkür etmezse Cenab-ı Hakk’a da şükr etmemiş olur. Bununla müsteban oluyor ki her ni’met ve atıfetden dolayı evvela mün’im-i hakıkı vahibü’l-ataya olan Cenab-ı Bari Te’ala’ya hamd-i firavan saniyen o ni’metin vasıta-i husulü ba’is-i vusulü olan zata karşı da ifa-yı şükran gayet mühim bir vazife-i diniyye olup muktezasına ri’ayet nusus-ı şer’iyyede emr ü ferman buyurulmuşdur. Bu vazifeyi ifa etmeyenler kalırlar. Bina’en-ala-zalik bu def’a mu’azzez ve muhterem ihvanımız şanlı şöhretli ordularımızın harekat-ı kahramanane mesa’i-i alem-pesendanesi sayesinde bi-inayetillah yeniden na’il ve mazhar olabildiğimiz hürriyet-i ma’kule ve meşrutiyet-i meşru’a ni’met-i cihan-kıymetinin teşekkürat-ı mefruzasını olmaklığımız veza’if-i kat’iyyemiz cümlesinden ma’dud olur. Nisab-ı idrakden zerrece nasibi olan hayat-ı insaniyye ve sa’adet-i beşeriyye neden ibaret olduğunu fark eden her merd-i akıl bu ni’met-i uzmanın hakk-ı şükrünü ifadan aciz ve kasır olduğunu i’tirafa mecburdur. Bu hakıkat-ı sabiteyi inkara imkan olmadığı hüveydadır. Ale’l-husus Mart hadise-i feci’a-i mel’anet-karanesi te’sirat-ı dehşetnaki üzerine bizler burada kurbanlık koyun sürüleri mesabesinde bir alay derman-degan-ı ümmet biçare kalmış münci-i alem ve badi-i asayiş-i ümem olan mukaddes ordunun İstanbul civarına kudum-i meyamin-melzumu hengamına kadar yalnız ni’met-i hürriyyetden değil ümid-i selametden de mahrum bulunmuş ve işa’a olunan bin türlü katl-i am ve ihrak bi’n-nar gibi müdhiş haberlerin tedhişat-ı mühlikanesi hasebiyle emvac-ı ye’s ü matem içinde boğulmuş gitmiş idik. Aziz ve mukaddes din ü devletimizin sevgili vatan ve milletimizin lahza-be-lahza girdab-ı izmihlale doğru yuvarlanıp sürüklenmesi gözlerimiz önünde tecessüm etmekde “Lillahi’l-hamdu ve’l-minne” bugün bu afat-ı azimenin kaffesinden rehayab olarak kemal-i hürriyyetle yaşıyoruz. Büyük büyük tehlike ve muhataraları selametle atlatdık. Zalim ve gaşum bi-rahm ü insaf bir hükümdarın savlet-i müstebiddanesinden halas bularak muhibb-i hürriyyet ve sadık-ı meşrutiyyet bir padişah-ı ma’delet-penah merahim-iktinah hazretlerine bey’at ile ihraz-ı mes’udiyyet eyledik bütün efrad-ı Osmaniyye’nin mahbubü’l-kulubu oldukları gibi kendileri de ancak din ü devlete hizmetle fahr etmekde ve bi’l-cümle tebe’a-i sadıkaları sürur ve ibtihacıyla ihraz-ı mahzuziyyet buyurmaktadır. Edamallahu iclalehu ebeden sermeden amin. Bu ni’ema-yı giran-baha-yı sübhaniye karşı etmeyiz. Çünkü selamet-i din ü dünya ve sa’adet-i ukba te’min-i istihsaline bundan a’la vasıta akva vesile olamaz. Artık müsterih olalım arz-ı teşekkürat ile ifa-yı veza’ife çalışalım. Balada inba olunduğu üzere bir ni’metin ulviyet ve kudsiyetini takdir ile eda-yı hakk-ı şükrandan i’tiraf-ı acz ü kusur hadd-i zatında gayet mühimdir. Bununla beraber vazife-i insaniyyemizi tamamen ifa edebilmek için lisanla ti’mal her birine aid vezaif istikmal olunmak lazımdır. Lisana müte’allik veza’if i’tiraf-ı ni’met ve Zat-ı Mün’im’e çesban sena ve sitayiş ifasına bezl-i gayret olduğu gibi kalb ü cenan veza’ifi de i’tikad ü ulviyet ve ihlas-ı muhabbet bi’l-cümle a’za ve erkan ile ifa-yı şükranda teveccüh eden evamir-i şer’iyyeye kemal-i ri’ayet iktiza eden her türlü hidemat-ı halisaneye sarf-ı makderet hususat-ı mezkurede tekessülden be-gayet mücanebetden ibaret olduğu ma’lumdur. muz veza’if-i ibadet ve ubudiyeti edaya sa’y ü ikdam vecaib-i zimmetimizden olduğu gibi bu def’a her türlü fedakarlığı leri sayesinde mehalik-i bi-nihayeden selametimize din ü dünyaca sa’adetimize vasıta-i yegane olan kahraman kardeşlerimiz dilaver vatandaşlarımız hakkında hiss-i hürmet beslemek her birini mertebelerine göre sena ve mahmedetle yad etmek karşılarına çıkan güruh-ı istibdad ile uğraştıkları onların silah-ı bağy ü isyanlarına sine gerdikleri hengamda şehid maktul veya mecruh olanlarına hürmet ve ri’ayet içlerinde alil kalanlara ve cümlesinin evlad ü ailelerine takdim-i hedaya ve bezl-i müvasat suretiyle tehvin-i musibetlerine ihtimam ve gayret de veca’ib-i diniyye ve veza’if-i insaniyyemizdendir. Bu babda te’enni ve tevani asla ca’iz değildir. Ve illa küfran-ı azim irtikab etmiş oluruz ki böyle bir lekeyi ne İslamiyetimiz kabul eder ne Osmanlılığımız. Hükumet-i Seniyye’nin de suretle o biçarelerin terfih ve taltiflerine himmet olunmalıdır. Hedaya-yı şita’iyyede olduğu gibi bu hususa da temiz eller tavassut edecek olursa ahalimiz diriğ-i himmet etmezler. Mütehattim-i uhde-i zimmetimiz bulunan fariza-i şükranın bütün aksamını bugün bi’l-cümle efrad-ı Osmaniyan tarafından kemal-i ciddiyetle üss-i hareket ittihaz olunması mukteza-yı hal olan veza’if-i mühimmeyi este’izübillah nazm-ı celili Bina’en-aleyh bila-tefrik-i cins ü mezheb bütün vatandaşlarımız kemal-i muhabbet ve samimiyetle ittihad ederek tavsiye buyurulan birr ü takva hakkında te’avüne dikkat beynimizde karargir olan uhuvvet-i umumiyyeye ri’ayet ve hukuk-ı insaniyyeyi muhafaza ile ta’addi ve tecavüzden siyanet edelim. Bi’l-cümle efrad-ı millet bilirler ki dinimiz şeri’atimiz bize daima adl ü insafı bi’l-umum ekarib ve ecanibe karşı hüsn-i mu’aşeretle ittisafı emr Kitab-ı Celilimiz ism ü udvan bağy ü tuğyana temayül ve te’avünden şiddetle zecr etmektedir. Zulm ü udvan irtikabiyle bagiyane hareketin vehamet-i encamını tasvir makamında gibi nusus-ı adide şeref-nüzul etmişdir. Salah-ı ahval-i umumiyyeyi intac etmek man bi-nihaye ibretler göstermektedir. Bunlardan mütenebbih olalım ism ü udvana münhemik olan zaleme ve bugatın giriftar oldukları ceza-yı elimler gözlerimiz önünde tecessüm etmiş dururken onların gittikleri rah-ı dalale gitmeyelim. Birr ü takvaya te’avün kaziyyesinde hükumet-i seniyyemize yı vakit ve zamanıyla edaya gayret etmekliğimiz de dahildir. Eğer böyle hareket etmeyecek olursak bütün umur u hususatımız halel-pezir olur. Sa’adet ve selametden mahrum kalırız yar ü ağyar nazarında bed-nam ve perişan oluruz. vareste kalmak için de ha’inlerin münafıkların cümlesinden teba’üd etmek kisve-i riya ve nifak altında yürütmek istedikleri ef’al-i mel’anetkaranelerine alet olmakdan sakınmak Cümlemiz işte daima böyle hareket edelim. nass-ı celiline ri’ayet ve imtisal ile zalim ve bagi olanlara edna mertebe meyl göstermeyelim ve minallahi’t-tevfik. Bu karargah-ı fani bir dar-ı elem ü hayal olup sırf ona aid umurun bir takım beyhude meta’ib ve tahayyülatından mı ise seri’ü’z-zeval olmakla kendisi kat’a i’timad ve rabt-ı kalbe şayan olmadığına işaret olunarak şöyle buyuruluyor: Bilin Ey perestişkaran-ı dünya ki hayat-ı dünya ancak lu’b ve baziçedir. Nefsinizi it’ab eylediğiniz umur tıfl-firib baziçelerdir bir fa’ideyi müfid değildir. Ve lehvdir sizi a’mal-i saliha ve feza’il-i aliyyeden meşgul eder lehviyatdır ve zinetdir dil-ruba camelere güzel matiyyelere nazra-pira kaşanelere dair zib ü arayişlerdir ve aranızda neseb ve hasebler Hayat-ı dünya baranı indirir onun nüzulüyle hasıl olan nebat zürra’ı müstağrak-ı hazz ü safa etmekde iken çok geçmeden kurur da sen o abdar olan nebatı sararmış görürsün. Sonra ufaklanıp kırıntı döküntü olur işte dünyanın da hali bu olup o lu’biyat ve lehviyat o zib ü zinetler o kendisiyle tefahür ve tebahi edilen şeyler sür’atle za’il olur. Bunlar gönül verecek dilbeste olacak şeyler değildir. Dünyaya inhimakden tenfir için umur-ı dünyanın hakır olduğu bu vech ile beyan buyuruldukdan sonra şimdi de neş’e-i uhranın na’im-i mukımini tahsile tergib ve azab-ı eliminden tahzir için ahiretin fehamet-i şanına ve bundaki lezzat ve alamın ne kadar azim olduğuna işaret olunarak buyuruluyor ki dünyaya perestiş edenler için ahiretde azab-ı şedid ve a’mal-i dünyadan maksadları ahiret olanlar için azim gufran ve hadd ü payan takdir olunamaz rıza-yı ilahi vardır. Hayat-ı dünya bütün bütün dünyaya dalıp da onu ahirete zeri’a ittihaz etmeyenler için ancak meta’-ı gururdur. Zahirindeki alayiş ve zinete aldanarak gönlün meyl ettiği sahte çürük kıymetsiz maldır. Ma’lumdur ki halk ve icad-ı dünyada hikmet-i azime-i Kitabullah’da varid olmuşdur. Diğer bir mevzi’inde buyurulmuşdur. Hem bir de hayat bütün ni’metlerin aslıdır hayatsız hiç bir ni’met zuhura gelmez. Nazm-ı şerifinde Cenab-ı Hallak sunuf-ı ni’amden olan hayatı zikr eyleyerek halk-ı hayat ile azim minnet ediyor. Bunlar delalet eyler ki hayat-ı dünya mezmum değildir. Mezmum olan hayat-ı dünyayı ta’atu’llaha a’mal-i haseneye sarf etmeyip müta’ba’at-ı heva ve hevese sarf edenlerdir. Allah’ı ahireti vazife-i insaniyyeti unutup bütün bütün dünyaya dalanlar feza’il-i ahlakiyyeyi terk ederek huzuz-ı nefsaniyyesine esir olanlar umur-ı muhakkara-i dünyayı birşey sanıp bunlar ile tefahür ve tebahi edenler zemm olunuyor. Yoksa sen iş görme elini işe uzatma durduğun yerde dur çakılmış mıh gibi yerinden kımıldama Cenab-ı Rabb-i Kerim’in bu dünyada kulları için halk eylediği esnaf-ı ni’am ü leza’izden sakın istifade etme demek değil. Bunlar emr olunmak şöyle dursun bir çok mevazi’de şiddetle te’kid ile nehy edilmişdir. Bu alem-i esbabda esbab-ı ma’işete tevessül etmeyenler aç çıplak bi-mesken ü me’va kalır. Hayat-ı efrad hayat-ı cem’iyyet i’zaz-ı kelimetullahi’l-ulya hep iktisab ile olur me’adin nebatat hayvanatdan zuhura gelen zib ü arayişler ni’am ü tayyibat da hayat-ı dünyada ehl-i iman için halk ve icad buyurulmuşdur .Bunlar başka bu hakıkat-ı aliyye olan Kelamullah başka. Hiç şüphe yokdur ki akl-ı müstakım zevk-i selim ashabı buralarını fark ve iz’an eder. Kasırü’l-idrak olanlar bu gibi haka’ik-i aliyyeyi kendi su’-i fehmlerine göre tefsir ederler veyahud güruh-ı muhalifine kör körüne peyrev olurlar. Nitekim hadis-i şerifi bir düstur-ı ahlaki iken onlar su-i telakkı ederler. Suret-i meşru’ada sa’y ü cehd ile husule gelmiş müktesebat ile kana’at olunup sirkat gasb emanete hiyanet gibi na-meşru’ suretler ile halkın emvaline tama’ olunarak meşru’u tahdid edip de şu mikdardan ziyade çalışmayın ağniya-i şakirinden olmayın erbab-ı ihtiyaca dest-i lutf ü mi’ler medreseler köprüler hastahaneler darü’l-acezeler yapabilecek suretde ticarete süluk eylemeyin şirketler akd etmeyin teşebbüsat-ı azimede bulunmayın gibi bir ma’na-yı ne ibareten ne delaleten mutazammın bulunmadığı halde bu hadis-i şerife amiyane i’tiraz ederler. Yine bu kabil hezeyanlardan olarak güruh-ı muhalifinin “Kadere i’tikad paybend-i terakkı olduğuna” dair sahif re’ylerine kavl-i batıllarına havale-i sem’-i i’tibar ederler. Kader her hususda ferman fermadır birşey mukadder olmayınca husule gelmez. Bütün eşya kadere tabi’ ve müsahhardır. Dünyada hiç bir meslek-i mu’teber yokdur ki kadere i’tikad etmesin. Hiç bir hakim-i hakıkat-şinas yokdur ki kaderi inkar eylesin. Fakat sorarız sana ey gafil veya mütegafil! Kadere i’tikad ile sa’y ü cehd ve iktisab arasında ne münasebet buluyorsun da kadere i’tikaddan pay-bend-i terakkı olmak ma’nasını veya neticesini istinbat ediyorsun? Kadere i’tikad edenlerin önünde şu şey mukadder ve bu şey gayr-i mukadder diye tersim olunmuş bir harita bulunuyor da onlar da o haritaya bakarak mu’attal mı oturuyorlar sanıyorsun? Böyle değil. Mukadderat Ümmü’l-Kitab’da suret-i kat’iyyede masturdur. Fakat buna Cenab-ı Bari’den başka kimse muttali’ değildir. Levh-i Mahfuz’da mektub olan şeyler ise meşiyyet-i mukadderatı zuhurundan evvel kat’a bilmeyiz vüs’ümüzün yetiştiği mertebe çalışır çabalarız neticesinde ne zuhura gelirse ancak o zaman kader böyle imiş deriz. Cenab-ı Hak kullarına akıl ve irfan ihsan etmiş kendilerine irade vermiş hüsn olan şeyleri emr kabih olanları nehy buyurmuş eğer kadere i’tikad senin zehab-ı fasidin gibi ta’til-i umurdan ve herkesin iyi kötü istediği vech ile hareket eylemesinden Bir adam sa’y ve cehdi terk etse ya bir kimseyi zemm ü kadh eylese ya birinin malını sirkat veya gasb etse ya bir ma’sumü’d-demi katl eylese o adama itab ta’zir mücazat mı edilir yoksa kader böyle imiş diye onın bu ettikleri hoş mu görülür. Şıkk-ı sani üzere mu’amele edilse şüphesiz nizam ve mesalih-i alem muattal ve muhtell olur. Cenab-ı Hakk’ın mülk ve melekutunda dilediği vechile tasarruf-ı küllisi mes’ele-i aliyyesi başka mu’amelat ve teklifat bahsi başka du’ası müstecab olmayanlardan biri de o kimsedir ki sa’y ü cehdi terk ile evinde oturur da Ya Rabb beni merzuk et diye söylenir. Hakk Celle ve ala hazretleri ona der ki ben sana taleb ile emr etmedim mi benim kavlimi işitmedin mi. Yine müstecabü’dda’ve olmayanlardan biri o kimsedir ki malını israf ile telef eder de Ya Rab bana ivazını ihsan et demeğe başlar. Cenab-ı Hak ona der ki ben sana iktisad ile emr etmedim mi; benim kavlimi Gelelim ma-nahnü fihe: Said bin Cübeyr hazretlerinden mervidir ki “Dünya meta’-ı gururdur eğer seni taleb-i ahiretden meşgul ederse... Ama seni taleb-i rıza’ullaha da’vet eylerse o halde ne güzel meta’ ve ne güzel vesiledir” demiş hadis-i şerifde varid olmuş. Ma hasal ayet-i kerime hayat-ı dünyayı hüsn-i isti’mal etmeyip belki mahza huzuzat-ı nefsaniyyelerini icra için umur-ı dünya ile meşgul olanları onlar ile tefahür ve tebahi edenleri tahkır ediyor ve huzuzat-ı nefsaniyyeye a’id eşya seri’u’z-zeval olup değil i’timad ve rabt-ı kalbe edna meyl ü rağbete bile la’ik ve şayan olmadığını tasvir buyuruyor ki ne garra’ bir hakıkatdir. Hikaye olunur ki Yunan kudema-yı hukemasından Solon vaktiyle Anadolu’nun Lidya nam hıtta-i kadimesinde hükümdar olan Kroisos’un da’veti üzerine Lidya’nın pay-i tahtı bulunan Saros şehrine gelmiş idi. Kroisos bir gün Solon’a malik olduğu hazineleri göstererek ve şevket ve miknetinden bahtiyarlığından bahs ederek “Sen pek çok yerler dolaşdın ve pek çok adamlar gördün. Bu gördüğün zevat muntazır idi. Fakat intizarının hilafına olarak Solon’un “Telos namında bir Atinalıdır” demesiyle Kroisos fevka’l-hadd ta’accüb eder ve kendi zehabınca şöhretgir-i alem olması iktiza eden böyle bir zat-ı alinin ismini olsun işitmediğinden dolayı mahcub olarak Telos’un kim olduğunu sorar. Solon şu cevabı verir: “Telos Atina gibi güzel ve ma’mur bir şehirde tevellüd edip huzur ve rahat içinde sinn-i şeyhuhete vasıl olmuş ve mehasin-i ahlak ile muttasıf evlada na’il olduğu gibi onların evladını dahi görmüşdür. Telos kendine lazım olacak kadar servete dahi malik idi. Nihayet vatanın düşmanı ile harb ederek şanlı suretde vefat etmişdir. Hulus gösterilecek kadar büyük mesnedlerde bulunmadığı halde Atinalılar müteşekkiren kendisine bir alamet-i iftihar rekz etmişlerdir. Hala da Telos’un namını kemal-i hürmet ve ri’ayetle yad ederler.” Bu cevabdan Kroisos’un canı sıkılır ve Telos’dan sonra kimi bahtiyar bildiğini su’al eder. Solon Ispartalı iki fakır kardeşi ira’e eyler. Bunun üzerine Kroisos artık hiddetini zabt edemeyip “Benim servet ve samanımın hiç mi hükmü yok. Benim halim bu zikr ettiğin adi adamların hallerinden de mi aşağı kalıyor” der. Solon ise şu yolda müdafa’a eder: “Ben efkar ve mutala’atımı arz ediyorum. Ömrünüzü ne suretle yarlığınız hakkında ne diyebilirim. İnsanın ömr-i tabi’isi yetmiş senedir yetmiş senede yirmi beş bin beşyüz elli gün var bu kadar gün içinde insanın hal ve hareketince biri birine benzer iki gün bulunmaz şu halde akibetinizi bilmeksizin nasıl ben size bahtiyarsınız diye bilirim.” Fi’l-hakıka aradan çok geçmez Kroisos birbirini müte’akib bir çok beliyyelere düçar olur. O iftihar eylediği o güvendiği şeyler elinden birer birer çıkar. Nihayet Keyhusrev gelip şehri feth eyler. Kroisos servet ü samanı şöyle dursun saltanatı ile hürriyetini dahi ga’ib eder. Keyhüsrev Kroisos’u esir ve mal ve mülkünü zabt eyler. O zamanın üsera-yı harb hakkındaki mu’amelat-ı na-revasından olmak üzere güya Keyhüsrev Kroisos’ı ihrakün bi’n-nar etmeye karar verip de Kroisos ateşe doğru götürülünce “Ah Solon Solon” diye bir sayha vurur Keyhüsrev merak edip Solon’un kim olduğunu su’al eylemesine cevaben Kroisos dahi “Solon öyle zatdır ki sözünü sohbetini bütün padişahların hazinelerine değişmez nakl ü hikaye eder. Keyhüsrev Kroisos’un hikayesinden pek ziyade müte’essir olur. Mastur-ı saha’if-i tarih olan bu hikaye sahih ise işte inkılabat-ı alemin ibret-amiz misallerinden biri de budur. DİN NE KADAR MÜSAİD İMİŞ! Ey kari’ gel seninle elele verelim de maziye doğru yükselelim. Şu muhit-i cehaletten sıyrılarak o alem-i nuranur-ı ma’rifeti bulduktan sonra evvela hulefa-yı Emeviyye’nin hulefa-yı Abbasiyye’nin yanında biraz tevakkuf edelim; onların etrafındaki fukahayı mütekellimini muhaddisini müctehidini üdebayı müverrihini etıbbayı felekiyyunu riyaziyyunu coğrafiyyunu tabi’iyyunu elhasıl her şu’be-i ma’rifetteki erbab-ı rüsuhu birer birer nazar-ı hürmetten geçirelim. Bak herkes kendi daire-i ihtisasında geceyi gündüze katmış çalışıp duruyor; meşgalesini bitirdikten sonra yanı başındakine teveccüh edip onunla hem-dest-i müvahat oluyor. Fakih mütekellim ile muhaddis tabib ile müctehid riyazi refikinden muavenet göreceğini biliyor da ona göre davranıyor. Burada biraz eğlendikten sonra haydi bir müessese-i ilme girelim: Birçok e’azım toplanmışlar; aralarındaki ihtilaf-ı fikr ü nazara rağmen kemal-i vifak ve ittihat ile çalışıp mübahase edip duruyorlar. İşte hafız-ı hadis İmam Buhari İmran bin Hattan-ı Harici’nin önünde diz çökmüş ondan hadis okuyor. İşte Mu’tezile’nin reisi Amr bin el-Abd kibar-ı tabi’inden Şeyh Hasan Basri’nin huzurunda kemal-i hürmetle oturmuş ondan tederrüs ediyor. Hatta Hasan Basri’ye Amr’ı sormuşlar şöyle demiş: Öyle bir adamı soruyorsun ki guya terbiyesine melekler te’dibine nebiler me’mur edilmiş. Etvarında ahlakında zerre kadar ıttıratsızlık yok emrettiği şeye herkesten ziyade kendi imtisal eder; nehyettiği şeyden en ziyade kendi ictinab eyler. Zahiri batınına batını zahirine bu kadar çok benzeyen adam görmedim. Biraz daha yukarıya doğru çıkalım da Ebu Hanife’yi görelim. Koca İmam Mezheb-i Zeydiye sahibi İmam Zeyd bin Ali’nin önüne çökmüş ondan usul-i akaid okuyor fıkıh öğreniyor. Aralarında iki sahib-i re’yin izhar-ı hakıkat için müraca’at ettiği münazara-i edibaneden başka bir hadise geçmiyor. Bunları da bırakalım saf saf dizilmiş halka halka oturmuş binlerce ulema-yı milletin arasından geçelim. Bak her birinin tarik-i talebleri başka lakin cümlesinin gaye-i emeli bir ki o da ilimden hakikatten ibaret. Her biri “bir saat fikren çalışmak altmış senelik ibadetten hayırlıdır” hadis akıdesinde müttehid. Halifeler bütün eimme-i din bütün müctehidin fakihler muhaddisler mütekellimler diğer birtakım müctehidler ehl-i dinin serdarı oldukları halde halifeye askerlik ediyorlar. Din olanca kuvvetiyle akıde-i İslamiyye olanca şevketiyle taban bütün ulema refahiyet-i maişet içinde hayır ve saadet larla başka dine tabi’ bulunanlar arasında zerre kadar fark yok. rür bu müslümanların haline bakarsa dinin ilme karşı ne kadar müsa’adekar ne kadar semih olduğunu anlayarak der ki: Doğrusu burada din hilm ile kerem ile tasvif olunabilir; burada dinin medeniyet ile nasıl i’tilaf edebileceği ayanen görülür. Bu hikmet-perver ulemadan hürriyet-i fikr ü nazar öğrenilebilir; akıl ile vicdan arasında nasıl müsalemet husule gelebileceği bunlardan tahsil edilebilir. Bizde ilim ile din arasında hiçbir zaman münaza’a zuhur etmemiştir. Ancak ulema-yı din ile erbab-ı ilim arasında fikirleri silsile-i takyidden kalbleri maraz-ı taklidden azade kalmış ahrar beyninde hudusü pek tabi’i olan bazı ufak tefek mak sövüp saymak lakablar takmak rezilesi hamdolsun duyulmamıştır. Hiç kimse münazırına zındıksın kafirsin bid’atçısın! dememiş yahud buna benzer bir herze tefevvüh etmemiştir. Kezalik hiçbir alim bir gune işkenceye mahkum olmamıştır; meğer ki cemaat arasında tefrika ilkasına asayiş-i halkın ihlaline çalışmış olsun. O zaman tabi’i vücudun tahlisi için feda olunan kangrenli uzuv gibi o da kesilip atılmıştır. Pekala ya müslümanlardaki şu birbirini tekfir etmek dalale fısk ü fücura nisbet eylemek hevesi ne zaman başladı? Zeyd bid’atle Amr zındıka ile itham olunmak adeti ne vakit revaç buldu? Evvelki makalelerimizde söylemiştik şimdi de söyleriz ki bu illet dinde asar-ı za’af başladığı erbab-ı basiret birer birer fitneye kurban olduğu zamanlarda yüz gösterdi o fitneler ise şevket-i İslam’ı mahkum-ı inhitat eylemek için şarkta garbta a’da-yı din tarafından iş’al edilmiş mayan bir takım biganeler emr-i dinde merci’-i küll oldular. Müslümanlar da akvam-ı sa’ireyi takliden esasen dinde olmayan bir takım bid’atler ihtira’ını dine hizmet suretinde telakkı ettiler. Dinin o şanlı mazisini eslafın o büyük sözlerini unuttular da dinden hiç nasibi olmayan bir sürü biganelerin sözlerini hüccet tanır oldular. Umur-ı müslimine cahiller müstevli oldu; irşad-ı enamı erbab-ı dalal deruhde etti. Bu aralık dinde bir gulüv peyda oldu. Ulum-ı din ile uğraştıklarını iddia edenler arasında dini bilmemekten naşi ufak bir sebebten dolayı birbirini tekfir etmek huruc ani’d-din ile itham eylemek umur-ı adiyyeden oldu. Cehl arttıkça batılda gulüv çoğaldı. İlim fikir nazar-ı istidlal medhul kaldı Halbuki bunlar levazım-ı din idi. Daha sonra dinen vacib olan umur mahzurat sırasına geçti. Müslümanlar dinlerinde hakıkaten alim oldukları zaman bütün akvam-ı dünya arasında alim idiler. Bütün alemin pişvası idiler. Esrar-ı şeri’ati bilmemek hastalığına tutulunca artık mevcudiyet-i hakıkiyyelerini muhafaza edemeyerek Ya müslümanların bu cehli mesail-i dinde kendilerine muhalefette bulunanları yahud mesalik-i felsefeye zahib olanları tekfirle kaldı mı? Heyhat!.. Onların bu cehli kendilerini e’imme-i dine hademe-i Sünnet ve Kitab’a hücuma kadar sevketti. Ezcümle İmam Gazali’nin kitabları çok zamanlar cumhur-ı müsliminin eydi’-i istifadesinde kemal-i hürmetle gezmişken ahiren Gırnata’ya götürüldü. Alim kisvesine bürünmüş birtakım Mağribli mütealimler o eserleri tadlil etmeye tefsik etmeye başladılar. Bunun üzerine asar-ı Gazali’nin kaffesi hususiyle İhya-yı Ulum’un bütün nüshaları toplatılarak Gırnata’nın ortasında cayır cayır yakıldı. Kendilerini müslim zanneden bazı budalalar İbn Teymiyye hakkında: O hem dall hem mudill’dir derler ki hazretin ulum-ı diniyyedeki ka’bı gayret-i diniyyesi kadar alidir. Artık bu heriflerin eserlerine teba’iyetle yetişen mukallidler ekabir-i ümmete ağız dolusu sövmeye başladılar. Vebali kıyamete kadar kendilerine ve kendilerini mukteda ittihaz edenlerin boynuna olsun. Medarisimizde kifayet mikdarı ulum-i aliyye okundukdan sonra asıl uzun uzadıya uğraşılacak ulum şu ulum-i aliyyedir: Tefsir-i şerif hadis fıkıh usul-i fıkıh usul-i hadis feza’il ve reza’ili gösterir kuvve-i fa’alemizi hayra sevk eder ahlakımızı tehzib eyler veza’if ve hukukumuzu öğretir mu’amelatımızı tashih eyler el-hasıl sa’adet-i dareyne rehber olur. Darü’l-ifadelerimiz: Mü’ezzinin e’imme huteba va’az ve mütekellimin meşayih-i sufiyye kudat ehl-i fetva müderrisin yetişdirmek üzere sunuf ve tabakat-ı muhtelifeye taksim ve tedrisat-ı vakı’a bu sınıflara göre tertib olunursa daha mazbut nef’i daha amm ve şamil olur sanırım. Vaktiyle darü’l-kurra’ darü’l-hadis darü’t-tıb gibi funun-ı muhtelife ta’lim ve kıra’etine mahsus medreselerimiz var idi darü’l-mesnevimiz ise hala mevcud. Fukaha-yı izam icma’ eylemişlerdir ki her üç günlük mesafede izale-i şübühat zatın vücudu labüddür her nısf merhalede bulunan mahallerde dahi zevahir-i ahkam-ı şeri’ate vakıf bir alim bulunmalıdır. Eyyam-ı tahsiliyyede sabahları ikindileri ve eyyam-ı ta’til olan Cum’a ve Salı günleri yine o vakitlerde hace-i merhumun dersine devam eder ve evkat-ı sa’irede ve ders kesimlerinde ve merhum Divan-ı Ahkam-i Adliyye’ye a’za ta’yin olunup bir aralık ikindi derslerini terk ettiğinden ikindi derslerinde dahi bazı efazıl-ı esatizenin tedrisatına müdavim bulunduğumuz sırada İzahu’l-Meram fi Keşfi’z-Zalam mü’ellifi fazıl-ı muhteremi Abdi Bey’le allame-i şehir Şeyh Temimi ve muhaddis-i edib Ahmed Şatvan Efendilerden tefsir hadis edebiyat-ı arabiyye okudum. Şatvan Efendi merhum lisanı lahn ü hatadan mahfuz olarak dersi gayet selis ve fasih takrir ettiği gibi gerek te’yid-i makal ve gerek elfaz-ı lügaviyyenin me’anisini izah sadedinde istişhad için bir çok ebyat-ı udeba bir hayli akval-i ulema iradıyla bahsi tevsi’ ve tezyin eder bir edib-i zevk-aşina-yı kelam idi Temimi merhum dahi Arabca takrir eder ve ders esnasında münasebet düşürüp hoş hoş fıkralar menkıbeler söyleyerek hem talebenin mutala’adan yorulmuş olan zihinlerini tenşit eyler hem mutayebat ile telvin edilmiş arifane sözler ile edeb ve ahlak dersi verir bir pir-i muhterem idi. Mutavvel’in mesned bahsini okur iken arkadaşlarımızdan birini uyuklar gördüğünden mülatafesiyle ikaz eylemişdi. Birgün sordu: Saadeddin Taftazani gibi bir allame-i bi-müdaniye yakışır mı idi ki fenn-i belağatde te’lif etmiş olduğu şu şerhini nazar-ı fende makduh olan Mutavvel tesmiye etsin. Bu su’ale rüfekadan her biri bir türlü cevab verdiyse de marzisine muvafık gelmediğinden hiç birini beğenmedi. ayet-i kerimesi hatırıma geldi. Dedim ki Bu tevcihe göre mutavvel lafzı mufazzal ma’nasını ifade ediyor demek olduğundan arz ettiğim cevabı pek takdir edip sözünü kendine mahsus bir şive ile ve bülend nida ile bir kaç kerre tekrar eyledi. Vakı’a Hatib-i Dımeşki’nin telhisi üzerine Allame Taftazani’nin bu şerhinden başka Muhtasar namında diğer bir şerhi bulunduğuna nazaran ilk evvel zihne mutavvel ismini muhtasar mukabilinde ihtiyar eylemiş olduğu tebadür ederse de Muhtasar’ın dibacesinde musarrah olduğu vech ile Allame-i müşarun-ileyh evvela Mutavvel’i saniyen Muhtasar’ı te’lif eylediği cihetle bu ismi henüz mevcud olmayan diğer bir te’lifinin ismine mukabil olmak üzere intihab etmişdir denilemeyeceği bedidardır. Mufazzal ma’nasınca Mutavvel tesmiyesini ise diğer şarihin şüruhuna nisbetle ihtiyar eylediği Mutavvel’in dibacesi müfadından nümayandır. Bunun ravanı oldu. Abdi Bey merhumun tedrisi bir zaman ve mekan-ı mu’ayyene maksur değildi. Tullab feyz-i irfanı gah meş’un gibi müşarun-ileyh ile birlikde yollarda gezerek istifaza eder gah hanesine gidilir bazen direkler arasında çaycı Hacı Reşid’in çayhanesinde birleşilir idi. Baharın küşayişli ruh efza semt-i Eyyüb’e azimet edilip Bostan İskelesi’nde deryaya nazır mecami’-i zurefada ilm ü irfan sohbetleri edilir idi. Müşarun-ileyh ile müstefizlerinin hali güya şu beytin ma sadakı idi: Merhumun ifadesi gayet münekkah ve tab’ı tasavvufa ma’il idi. O münakkah ifadeleriyle kah bazı ayat-ı Kur’aniyyeyi tefsir gah tasavvufa dair mebahis-i gamizayı şerh ve takrir ettiği zaman encümen-i irfanından ayrılmak istenilmezdi. Rakımü’l-hurufun delaletiyle Şeyh Yahya Efendi Matba’ası’nda tab’ edilen Izahu’l-Meram’ı şayeste-i mutala’a bir eser-i kıymetdardır. Merhum biz Akka’da iken vefat etmişidi. Dersaadet’e avdetimde kabrini ondan bundan o kadar sordum o kadar taharri eyledimse de nerede olduğuna dair sahih bir ma’lumata destres olamadığımdan medfeninde ruh-ı pakine bir Yasin-i Şerif okumaya muvaffak olamadım. Zevat-ı müşarun-ileyhimden başka asrın daha nice güzide efazılından istifade eyledim. Hele: kelimesi ilave edilmiştir. Kitab-ı alemin evrakıdır eb’ad-ı na-mahdud Sutur-ı hadisat-ı dehrdir asar-ı na-ma’dud Basılmış destgah-ı levh-i mahfuz-ı tabi’atde Mücessem lafz-ı ma’nidardır alemde her mevcud Kıt’ası mahiyetine kavl-i şarih olan hace-i şehir Arnavud Tahsin Efendi merhumdan hayli müstefid oldum. Merhumun aleyhine tevcih edilen siham-ı i’tirazat ahval-i ruhiyyesi yakından temaşa edilmediği içindir. Hubb-i ilme dünyanın alayişini feda etmiş fikri mesa’il-i aliyye-i uluma esrar-ı fıtratın tedkıkine dalmış kalbi saf ve berrak bir feylesof-i hakıkat-şinas tatlı idi. Bazen o kadar dalgın bulunur idi ki ta’rifi kabil değil. Dalgınlığında bile bir halavet var idi. Konya’dan avdetimde Babıali civarındaki inzivagahına gidip ziyaret etmiş ve o zaman Konya valisi bulunan Akif Paşa merhumun selamını tebliğ eylemiş idim. Beni bigane bir misafir sıfatıyla resmi bir suretde telakkı eyledi. Şakirdanı hakkında o me’lufu olduğumuz tavr ü beşaşeti göremedim. Bir müddet oturdukdan ve afaki bir kaç söz te’ati eyledikden sonra kalkdım gittim. Bir iki gün geçmedi ki yolda bana tesadüf eder etmez vay... sen misin diye kemal-i beşaşet ile boynuma sarıldı. Meğer hace merhum beni bir iki gün evvelki mülakatda Akif Paşa’nın müte’allikatından biri sanmış... Ahiren Fatih Cami’-i Şerifi dersi’amlarından olduğu halde çok geçmeden genc iken vefat eden şu’era ve fuzela-yı talebe-i ulumdan Nevrakoblu Mahmud Efendi’yle bir aralık Mülkiye Mektebi’ne devam etmek istedik. Mahmud Efendi bir nur-i cevval-i zeka idi. Kendisinin gayet rengin eş’arı vardır. Bu hevesimiz kaymakam çıkmak için değil o zaman orada okunan derslerden müstefid olmak fikrine mebni idi. Şüphesiz bu heriflerin akıllarından zoru var. Lakin biz onların musab oldukları beyin hastalığını izah etmekten vazgeçelim de sözü meşhur Volter’e bırakalım. Çünkü ebna-yı kavmini o bizden daha iyi bilir. Volter Kamus-ı Felsefi’sinde diyor ki: “Göz görmek kulak işitmek mide ağdiyeyi hazmeylemek semlik bu kadar beyinsizlik olmaz.” Evet Volter bunları böyle bir vasf-ı safil ile tavsifte pek dur. Nitekim üstad Olir de kendileriyle münakaşaya tenezzül etmeyeceğini söylemişti. Çünkü onlar saff-ı muarızinde bulunabilecek seviye-i ma’rifette değildirler. Bina’en-aleyh bayağılığın son derekesinde bulunan bu gibi sözlere tesadüf olununca bir mezbele görülmüş gibi nazarı hemen başka tarafa çevirmek icab eder. Lakin içimde bir kaç söz var ki bu ifrat-perverana karşı söylemeden geçemeyeceğim: Eğer bütün bu kevn-i müdhiş efkara enzara hayret veren bu ibda’-ı mehib tesadüf neticesi ise artık bundan sonra hangi işi hikmete nisbet edebilirsiniz? Eğer kalksak da nisab-ı akıl itibariyle en geride hayal-perestlik hususunda en ileride bulunan adamlardan birine –tabii tesadüf nazariyesine kail olanlar bunların saff-ı evvelini teşkil ederler– desek ki: Şu kalem tesadüfen yontuldu da sana karşı bu hücum-ı can-sitanı tesadüfen yaptı şüphesiz bizi cünun ile zannın butlanına bizzat hissi şehadet eder. İyi ama kalemin yontulmasını tesadüfe hamleden bir adamın sözünden münfail olarak onu fesad-ı dimaği ile itham eden bu zat kainata kainatın acaib ve garaibine avalimde cilve-nüma olan havarikı tesadüfe nisbet etmekten hiç utanmıyor! Halbuki kalemin yontulması ile kainatın yaratılmasındaki fark bir vechile kabil-i takdir değildir. kirlerini gayet mahdud bir daire dahilinde hapsetmelerinden tasavvurlarını da en dar kuyud altında bulundurmalarındandır. Evet bunlar alet-i katı’a ile mücehhez bir yontacak adam olmadıkça kalemin kendi kendisine yontulmasını tasavvur edemezler; zira bunu sebkeden tecrübelerinin hislerinin delaletiyle bilirler. Lakin kevnin sani’i olan Vacibü’l-vücudu tesadüfün te’sirine isnad ederler. Çünkü zayıf olan gözleri Halik’ı görmemiş hilkat hakkında da bir misale tesadüf etmemişlerdir. Heyhat bu fikir ne kadar mahdud böyle bir tasavvur ne kadar tengtir! Bu adamlar ma’rifet-i Halika çalışacakları azamet-i kibriyayı idrake tekarrüb esbabını hazırlayacakları yerde bütün şah-rah-ı kurb ü ma’rifeti kendilerine karşı seddetmişler de zerre kadar değeri olmayan bir takım faraziyat zanniyat vadilerinde körü körüne dolaşıp duruyorlar; ömürlerini fıtrat-ı asliyyelerini bozan ayine-i vicdanlarını jenk-dar eden bir çok ahval içinde heder edip gidiyorlar. Tesadüf nedir?! Tesadüf halk arasında kasıt ve ihtiyar lahik olmaksızın sudur eden şeylere ıstılah olmuş bir kelimedir ki pek az defa nazar-ı ehemmiyyete çarpar. Hatta yirmi otuz sene geçer de insan hayret ve ihtisasatını celbedecek güzel bir tesadüfe müsadif olamaz. Şayet olursa bundan fevkalade hayrette kalarak letaif-i muhavere meyanında bildiklerini hikaye etmeye başlar. Sebebi de bu halin kavanin-i ma’rufe-i hayattan haric şu’un-i mu’tade-i kevnden şaz olduğundan nadiren zuhur ettiğinden elhasıl birçok emsalini görmek adet olmadığındandır. O halde garip değil midir ki olanca bedayi’iyle ahkam-ı hıred-fersasiyle beraber bütün hilkat şüzuzdan ahval-i nadireden ma’dud olup meali de şundan ibaret bulunan bir kelimeye nisbet edilsin?! Tesadüf nedir? İnsanlar tarafından uydurulmuş bir kelimedir ki beşer bunu kendi mahdud olan alemi dairesinde gördüğü fevkalade halata ıtlak etmiştir. Bina’en-aleyh bazılarımız muhaverede söylediğimiz cümlelerin hiçbirinde yer bulamaz. O halde acib olmaz mı ki insan-ı akıl için azamet ve kemaline had tasavvuru kabil olmayan bütün bu mevcudatı kendisinin vekayi’-i naçiz-i yevmisi meyanında istisna teşkil eden bazı halatı te’vil için kullandığı böyle bir kelimeye nisbet etmeye cür’et-yab olabilsin? Tedkık-i edyan ile uğraşan ulema küre-i arzı bütün kainatın merkezi insanı da bütün mevcudatın zübdesi telakkı ettikleri için ashab-ı edyana acı acı tezyifler yağdırıyorlar. Ya bu hazerata ne olmuş ki başkalarında bu kadar ma’yub gördükleri hatanın daha berbadına kendileri düşüyorlar? Zira kendileri küre-i zemini mevcudata merkez yapmakla kalmıyorlar; belki bu küre-i hakır sükkanının uydurması olan bir vahi lafzı hilkat ve icada sebeb addediyorlar da cidden ali olan efkarın bile varamayacağı sırr-ı sami-i hilkati bu ibda’-ı fevkal-hayal-i hayret-ender-hayreti o naçiz lafz ile te’vil ve ta’lile kalkışıyorlar! Maddiyyun kalkarlar da başkalarına efkarınızı dar bir hayyiz dahiline habsetmeyiniz diye nasihat verirler; ulum-ı tabi’iyyede asr-ı hazır ulemasının en büyüğü bulunan üstad Hokesli ile hem-zeban olarak “Mümkinat-ı tabiat gayr-ı mümkindir” derler kevakibin bazısında bir takım insanlar bulunduğu ve onların şuun ve müdrikatı bizimkiler gibi olmadığını iddia ederler. Pek ala ya neden kendileri fikirlerini böyle iğne deliğinden daha dar bir takım daireler içinde mahsur bırakıyorlar? Onlara bir soralım: O kevakibte sakin bulunan akvamın yaşadıkları vasatta kat’iyyen hilaf-ı ade bir hal olmasın da çünkü mümkinat-ı tabiat gayr-ı mahduddur bunun neticesi olarak lügatlarında tesadüf kelimesi bulunmasın? O halde içlerindeki dinsizler hilkat-ı kainatı ne suretle te’vil edecekler? Şimdi böyle bir sualin altında hangi mülhidin beli bükülmez? Hangi evhamına tapan dinsiz artık ma’budu olan sanem-i tesadüfü parça parça edip atmaz? Sathi-nazarlığı belasıyle böyle bir dalale düşen hangi adam bu suale karşı vakfe-gir-i hayret olup kalmaz da onu kendisine rağmen esfel-i safilin-i muhakkariyyete indirmekte olan bu sahte azameti artık pay-mal-i hakaret etmez. Size maddiyyunun nazariyelerinden birini daha serdedelim ki istihfafa liyakati ötekilerinden az değildir. Alman feylesoflarından birinin zu’munca –kendisine beş on peyrev de bulmuştur– sani’ evvelce yok imiş lakin şimdi mevcud Yani Cenab-ı Hak bütün kainatı bu kadar ibda’ ile tekvin ettiği halde ne yapmakta olduğundan hatta kendi varlığından haberdar değil imiş ma’azallah. Nihayet efdal-i mahlukat olan insanı yaratınca onun vasıtasıyle kendi vücudundan agah olmuş da artık ondan sonra ma’bud-ı kainat olmuş! Deriz ki bu faraziyedeki sathi-nazarlık fikirsizlik hiç bir nazara karşı gizli değildir. Zira mevcudat arasında ilk müdrik olmak üzere yaratılan mahlukun insan olduğuna dair elde bir delil yoktur. Öyle ya milyarlarca sene evvel hasiyet-i ilm ü idrak ile mütemetti’ diğer mahlukat bulunabilir. Bu ihtimal sabit olduğu gibi yukarıki faraziyenin fesadı ve onun üzerine bina-yı mütala’at doğru olamayacağı tahakkuk eder. Şüphesiz böyle bir nazariyeye kail olan adam beyinsizliğin son tabakasına inmiş ilim ile tenvir-i dimağ eylediğini müştür. Zira bu nazariyenin alt tarafından o kadar istişkalat meydana çıkıyor ki kailine hiç birini reddetmek imkanı kalmıyor. Bilsem ki “Sani’ bu mübda’atı ne yaptığından bi-haber olduğu halde ibda’ etti.” sözünün ma’nası nedir? Bu safsatadan ne çıkacak? Bu gibi türrehatı ağıza almaktan çekinmeyen adamlara feleki-i şehir Newton’un şu sözünü irad etsek ne cevap verecekler? “Hiç ziya nazariyatı bilinmedikçe uzv-i basarın sada kavanini bilinmedikçe uzv-i sem’in tekvinine imkan tasavvur olunabilir mi?” Kezalik fizyoloji ilmi layıkıyle bilinmedikçe gayet dakık olan bu a’zaya bu vezaif-i mütenasibenin tevdi’i kabil olur mu? Nebatatın te’ayyüş eylemekte olduğu vasatların hali ma’rifet-i kamile ile bilinmedikçe onların hayat beka tekessür şeraitinden temettü’ edebilecek surette yaratılmasına imkan tasavvur edilir mi? İdrakten hayattan nasibi olmayan bir şeyin idrak hayat ifaza edebilmesini akıl alır mı? Dinsizler diyor ki: “Mükevvin-i hakıkı vasat-ı münasibden yani tekvin ve icada kabiliyeti olan mahalden ibarettir. Vasat-ı münasib bulunduğu surette artık başkasına hacet kalmaz.” Deriz ki: Pek a’la idrak ve takdir-i azameti ihata-i tasavvurattan pek ali olan bunca mübde’atı tekvine salahiyetini iddia ettiğiniz bu vasat-ı münasibi meydana getiren kimdir? O vasatı muhtaç olduğu kavanin ve kavaidden mutemetti’ eden kimdir? O vasat için zaruriyyü’l-lüzum olan şeraitin beynini tevfik eden tekvin ettiği mükevvenatın muntazam teşevvüşten beri olması için ef’al ve te’siratını bir nisbet-i sabite altında bulunduran kimdir? Elhasıl o vasatları tehyi’e ve ran olan bunca kainat-ı mütezaddeyi meydana getirmeleri Fazla olarak küre-i arzın bidayet-i emirde her tarafı mütecanis bir kitle-i nariyye olduğu da ma’lum iken zerratına varıncaya kadar bütün nikatı kemal-i cemale cilve-zar olan bunca basıra pira bedayi’in letafet ve hüsnün derece-i nihayesine varan bu kadar sanayi’in his ve basiretten mahrum tesadüften başka fail ve müessiri bulunmayan bir takım vasatların muhitlerin neticesi olması hiç akla sığar mı? Doğrusu layık olan bu mezhebe kail bulunanları bir sahrada mahsur bırakmalı; açlıktan son dereceye gelerek yiyecek diliğinden buğday inbatına sonra değirmen yapmak için muntazam taşlar tekvinine daha sonra hamur ateş tedarikine müsta’id olsun da gıdanız muhit-i münasibin lütfuyle tesadüf tarikıyle ayağınıza gelsin! İşte o zaman nazariyenizin sıhhatine en mülzem bir bürhan ikame etmiş olursunuz.” demeli. Oh oh! Bu vasat-ı münasib ne becerikli ne san’atkar şey imiş! bize bi’l-iltizam onları istihdam etmekte olduğumuz ağraz miz lisan tatmamız için yaratılmamış; belki bunları bize muhit-i münasib rastgele bahşedivermiş sonra biz kendiliğimizden bunlardan istifade yollarını bulmuşuz yoksa başka türlü değil.” Şu sözler tıpkı “İnsanlar sabanı toprağı sürmek için icad etmemişlerdir; belki sabanı icad etmiş oldukları için toprağı sürüyorlar” diyen budalanın herzesine benzer! Zaten Volter Olir gibi meşahir bu kabilden olan mudhik safsatalara karşı nasıl tezyifler yağdırıyor neler söylüyor yukarıda geçmiş Bundan başka bu adamların kendi mesleklerinde kendi usullerinde de bir çok tenakuzda bulunduklarını kemal-i hayretle görmekteyiz: Evet bir taraftan Lamarkın “vazife uzvu tevlid eder” nazariyesine en başlı taraftar iken diğer taraftan düsturlarını tevsi’de pek ileri giderek sözlerinden sarahaten anlaşılacağı üzere “uzuv vazifeyi tevlid eder” hükmünü çıkarıyorlar. Öyle ya yukarıki sözleri buna delalet etmiyor mu? Fe sübhane’l-münezzehi ani’t-tenakuz! Ma’a-mafih bunların “zaruret uzvu yaratır” sözleri galat-ı mahz daha doğrusu hezeyan-ı sırftır. Zaruret nedir? Herkes bilir ki zaruret hacetten ibarettir. Hacet ise haddi zatında ne işitir ne görür ne de bir şey i’tasına muktedirdir. Zaruret lisan-ı hal veya makal ile bir şey talebine sevkedebilir; lakin hiç bir şey vermeye muktedir olamaz. Histen sonra delil aranır mı? Bu adamlara karşı diyelim ki: Farz edelim hayvanattan birinin bir uzvunun hacmen büyümesine yahud tırnağının uzamasına ihtiyacı var. O halde zaruret mevcud demektir; lakin o vahib ve mu’ti’ nerede? O hayvanın o uzvun neşv ü nemasına ihtiyacını hisseden onun o hacet-i zaruriyyesini is’af eden kim olabilir? O halde bütün mevcudat üzerinde hakim olan kemal-i kudret ve re’fetiyle mahlukatın zaruretlerini izale eden bir müheymin-i hakıkınin vücudu vacib olur. Yoksa yalnız başına zaruret kafi değildir. Üstad-ı şehir Newton diyor ki: “Alem-i kevn üzerinde yegane müessir zaruret olduğunu tasavvur etmek akıl için muhalattandır. Zira kainatta mer’i olan bu tehalüfün his ve basiretten mahrum bulunan zaruretten tehassülü mümkün olamaz çünkü zaruret her yerde ve her zaman birdir. Hülasa-i kelam ezmine ve emkinenin tegayyürüyle beraber ecza ve erkanında bu kadar nizam bu kadar ahenk mütecelli olan bu kainat ancak bir zat-ı ezeliden sudur etmiştir başka türlü tasavvura imkan yoktur.” Şimdi size Fransız feylesoflarından birine nisbet olunan diğer bir nazariye daha irad edeceğiz. Diyor ki: “Bu alemin halikı yoktur ma’azallah. Ancak alem ezelden beri kendisi muştur.” Feylesof nazariyesini serdettikten sonra o kaideyi tavsife başlayarak ona bütün evsaf-ı celal ve kemali isnad ediyor; elhasıl Halik hakkında söyleyebileceği ne kadar söz varsa ona karşı söylüyor. Bize gelince biz bu mevcudatın tizasınca yaratılmış olduğunu hiç bir zaman münkir değiliz. Şu kadar ki öyle efkarımızı zalam-ı evhama kaptırarak hikmet ve muhkemiyetin derece-i kusvasına varmış olan o kaidenin bir Halik olmaksızın kendi kendine mevzu’ olduğuna yahud o kaideyi bi’l-amel tatbik edecek bir mutabbik bulunmadan onun bizzat kainatı vücuda getireceğine kail olamayız. Zira böyle bir iddiaya kalkışacak olursak vicdanımız bize karşı binlerce hüccet getirir. Ezcümle der ki: O halde Gize’deki ehramı kendi ahkamı iktizasınca bina eden kaide bir mühendis-i mahir tarafından vaz’ olunmamış hem de ehramı amelenin kuvasına ihtiyaç gör-meksizin yalnız o kaide meydana getirmiştir. Şimdi vicdanımız bize böyle bir hüccet irad edince şüphesiz beht ü hayret içinde kalarak onu hiç bir vechile ikna’a zafer-yab olamayız. O halde yapacağımız iş ya o kaide mühendisin fikrine amelenin intizam-ı kuvasına müftekır değildir fikrinde ısrar etmektir ki el-iyazu billah böyle bir söz akıllerden şöyle dursun mecaninden bile sudur etmez: Yahud bu hususda da mürşid-i ilim ve akla tebaiyyetle o kaide-i kadime ve ezeliyyenin mürid-i muhtar olan bir müneffize nazariye-i mecnunaneye velev bir an için olsun temayül etmek gibi bir azab-ı elimden kendimizi kurtarmış olalım. hatlerine bürhan ikamesi hiç bir zaman kabil olmayan bir takım evhamdan ibarettir. Evet bunlar inat ve istikbar saikasiyle meydan almış bir yığın safsatadan başka bir şey değildir. Bu hususda düçar-ı galat olmakdan cidden tevakkı etmelisiniz! Hin-i vuzu’da su isti’mali kendilerince da’i-i mahzur olmayan cism-i sahih ashabına su dahi mevcud bulunur verilmez. Kezalik hiç bir zaman fariza-i salatı ka’imen edaya kudret-yab olan zata calisen edaya; ve calisen ifaya istita’ati olan zat için de yanı üzere yatarak ifaya müsa’ade edilmez. El-hasıl: Ruhsat gerek ibadat ve gerek mu’amelatda ilel-i mukteziyyesindeki derecata göre ale’t-tertib i’ta olunur. Bina’en-aleyh kaffe-i fera’iz ve vacibat-ı şer’iyyede itmam-ı erkan ve ikmal-i şera’ite kadir olanlara o erkan ve şera’itden hiç birini terke bir vecihle mesağ gösterilmez. Sünnet-i seniyye-i Resulullah’da dahi kavl bu minval üzeredir. Yani mesnunat-ı nebeviyye dahi efdal ile mefdul olarak iki mertebeye rücu’ ederler. Tabi’in istita’atı şart olarak sünnet-i seniyyeye hin-i etba’ında efdal her vakit mefdul üzerine takdim olunur. Efdal ile amele iktidarı olan zatın mefdulü ihtiyar etmesi mukteza-yı edeb değildir. Velev fi’l-asl efdal ile mefdulün terkleri ca’iz olsun nefsinde duçar-ı levm olmamak isteyen bir sahib-i temkin evvelce de söylediğimiz üzere efdali ifadan aciz kalmadıkça mefdule bile rucu’ etmemelidir. Şimdi bir kere bu mizanı elinize alınız! Ondan sonra da: Kitabullah ve sünnet-i Resulullah’da varid olan evamir ve nevahi ile e’imme-i müctehidin ve tabi’lerinin yine Kitabullah bulunan kavillerini onunla tevzin ediniz! Görürsünüz ki: O evamir ve nevahi ile o akvalin mecmu’u ya tahfife veya teşdide raci’ olarak bu iki mertebe-i şeri’atden haric değildir! Biraz evvel beyan ettiğimiz üzere: Efradının za’f ile kuvvet mabeyninde mütefavit bulunmalarına nazaran hey’et-i mecmu’a-i ümmet için o mertebelerin her ikisi de mütesaviyen lazımdır. Her kim teysir-i Samedani’ye mazhariyetle bu hakıkate bizim gibi zevken ve keşfen vasıl olursa celiyyen ve vazıhan müşahede eder ki: Şu söylediklerimiz ayn-ı savabdır. Cazimen ve müteyakkınen hükm eder ki e’imme-i müctehidin ri’at-ı mutahharanın kava’id-i asliyesinde dahildir. Bina’en-aleyh e’imme-i dinin kaffeten Rablerinden hidayet üzere bulunduklarına i’tikad hususunda kalbi lisanına lisanı kalbine tamamıyla mutabakat eder. Herbir müctehidin ictihadında musib olduğunu cezmen ve yakinen derk ile aynı maksud olmayan kavl-i cumhurisinden külliyen rucu’ eyler. O halde evvelce ahkam-ı şeri’atle akval-i ulemada müşahede eylediği ihtilafat ve münakazat onun nazarında bi’l-külliyye mürtefi’ olur. Kelamullah ile ehadis-i Resulullah’da tenakuz bulunmak emr-i muhaldir demiş idik. Kadr ü makamlarının derece-i ulviyyetini bilenlere ve ictihad eyledikleri mesa’ilin me’hazlariyle mevazi’-i istinbatiyyelerine muttali’ olanlara göre akval-i ulema dahi öyledir. Mükerreren söyledik yine tekrar ederiz ki: E’imme-i müctehidinin istinbat eyledikleri ahkam mabeyninde hiç bir kavl bulunmaz ki ya kitaba ya sünnete veyahud her ikisine birden muvafık olmasın. Her kim ehadis-i şeri’atde ve akval-i ulemada redd ü izalesi gayr-i mümkün bir tenakus müşahede ederse o kimse la şekk za’ifü’n-nazardır. Eğer o kimse e’imme-i müctehidinin hin-i ictihadlarında istinad eyledikleri edilleye ve o edillenin nefs-i şeri’atdeki mevarid ve me’ahizine vakıf olsa evvelce söylediğimiz üzere mütenakıs gördüğü akvalin herbirini şeri’atin iki mertebesinden birine haml ile aralarında gayr-i kabil-i te’lif bir ihtilaf vücudunu Ma’lumunuzdur ki Resul-i A’zam sallallahu aleyhi ve sellem nassa mikdar-ı akıllarına ve iman ile İslam ve ihsandaki makamlarına göre hitab buyururlar idi. ayet-i celilesini derpiş ederek te’emmül eyler iseniz bu hakıkat nazarınızda tamamıyle ittizah eder! A’rab-ı Beni Esed’den bir kısım Arab kathdan firar ile Medine-i Münevvere’ye gelerek arz-ı İslam etdiler. Ki maksadları din-i ilahinin rahmetinden istifade etmek batşından emin olmak idi. Bu garazları mestur kalır zannıyla “Biz sa’ir A’rab gibi yalnızca değil ehl ü iyalimizle gelip iman ettik” diyerek Resulullah A’zam’a bar-ı minnet tahmiline kalkışdılar. mikdarlarını bildirdi. Me’al-i celili: A’rab diyorlar ki: Biz iman ettik. Ya Muhammed! Sen kendilerine söyle ki: Siz iman etmediniz! Zira tasdikin inzimamıyla hasıldır ki o sizde yokdur! Siz hakıkati söylemiş olmak üzere deyiniz ki: “Biz daire-i İslam ve inkıyada olduk işte o kadar.” Şimdi tefekkür ediniz! Resulullah-ı Zişan’ın ekabir-i ashabına karşı kuvvet-i iman ve kemal-i ikanlarını sena’en vuku’ bulan hitabatı nerede? Eclaf-ı Arab’a karşı vaki’ olan şu yoldaki hitabları nerede? Bu hitablar mütenakız mıdır? Yoksa mahallerine masruf olmak i’tibariyle her biri hadd-i zatında mahz-ı hikmet ve ayn-ı savab mıdır? Neşat ve kerhde usret ve yüsretde “sem’an ve ta’aten” demek ve öylece amil olmak üzere bey’at-i Resulullah’ı i’tinak eden ashab-ı kiram makamlarıyla şer’-i ilahinin onlara karşı ira’e eylediği asar-ı teşrif ve ihtiram nerede? Yalnız salat-ı subh ile salat-ı asrı eda etmek zekatdan sıyam ve cihaddan mu’af tutulmak şartlarıyla talib-i bey’at-i Nebiyyullah olan esafil-i müşrikin makamlarıyla lisan-ı şeri’atden onlara karşı sudur eden şeda’id-i ahkam nerede? Muhakkak bilmelisiniz ki bi’l-cümle e’imme-i din ile onlara tabi’ olanlar kava’id-i şeri’atde re’sen isr-i şerif-i Resulullah’a mütaba’at eylediler. Emr olsun nehy olsun; o Nebiyy-i muhterem herhangi bir mes’elede teşdid buyurmuşlar ise onlar da teşdid ettiler. Kezalik her hangi bir mes’elede tahfif buyurmuşlar Size şu esaslara istinaden takrir eylediğimiz ilm-i mizanın sıhhat ve metanet-i meva’idine tamamıyle i’timad etmelisiniz! Mevzu’unun garabeti size zarar vermez! Zira bu ilim ulum-i ehlullahdandır; sırr-ı hilkat ve fıtrata muvafıkdır; e’imme-i din haklarında gözedilmesi lazım gelen şi’ar-ı edebe dahi her vechile mutabıkdır. Ezhanınızı vech-i şer’i bulunmayarak bir mezhebi diğer bir mezhebe tercih etmek mü’eddi-i mazarrat-ı bi-nihaye olacak bir i’tikad-ı sahifden muhafazaya hakkıyla hizmet eder! Düşünmelidir! E’imme-i erba’anın hatta sa’ir bi’l-cümle e’imme-i müsliminin hüda-yı hass-ı Rabbani’ye mazhar olduklarına an ilm kavlen ve kalben ka’il ve kani’ olarak şahrah-ı vifak ü ittihadda isbat-ı zihn ü fikr etmek nerede? Sevk-i cehl ile üç rub’unun veya daha ziyadesinin batıl üzere tefrikayı küşad eylemek nerede? Mizan’ın derece-i nefaset ve ehemmiyyetine za’ik-ı hakıkati olan zatın ayat ahbar asar ile akval-i şer’iyyedeki kemal-i erba’aya mensub dört alimi bir araya getiriniz! Onlara kendi mezhebleri edillesiyle ulema-yı mezhebleri akvalini ve kitablarında mastur olan ta’lilatı yegan yegan kıra’at ediniz! Ondan sonra bakınız ki mabeynlerinde zuhur edecek mücadelat hangi derece-i şiddete vasıl olur. Yekdiğerinin edille ve akvalinde isbat-ı za’f için her şeyi söylerler. Muhammerü’l-vücuh olarak birbirlerine karşı şediden ref’-i savt ederler. Hatta her birine göre kendi kavline muhalif i’tikadda bulunan diğeri ke’enne o muhalefeti sebebiyle bi’lkülliyye şeri’at-i İslamiyye haricine çıkmışdır. O anda hiç biri sa’ir e’imme-i dinin de hidayet-i ilahiyyeden hisseyab olduklarına mümkün değil ka’il olmaz. Sürur ve itmi’nan içinde erike-nişin-i hazm u vakar olarak mizanının iki keffesiyle bi’l-muvazene akval-i müctehidinden herbir kavl üzerine iktiza eden hükmü verir. Hiç bir kavli mizan-ı şeri’atin tahfif veya teşdid mertebeleri haricinde görmez. Belki vüs’atine nazarla şeri’at-i semhayı bi’lcümle akvale kabil görür. O zaman kendisine hitab eyledim. Allahu Te’ala buyurur dedim ki: Ya Davud ale’ttahkık ben azimü’ş-şan! Azamet-i ilahiyyemle seni yer yüzüne halife eyledim. Kullarıma gönderdim. Nübüvvet ve risaletden başka sana saltanat da ihsan eyledim. Öyle ise madem ki halifesin vazifeni gözet. Nasın arasında kullar beyninde daima hak ile hüküm eyle. Adalet me göre hareket eyleyesin. sakın kendi hevayı nefsanine uymayasın. Emr-i heva ile hüküm etmeyesin. Heva-yı nefsaniye tabi’ olur isen kullarıma kendi arzuna göre tahakküm eder isen sonra ne olursun? O ittiba’-ı heva seni ne yapar? Allah’ın yolundan idlal eder dalalete düşürür. O vakit doğru yolu ga’ib eder gümrah olursun. Allah yolu demekdir ki burada hükmi hakka musıl olacak dela’il ve berahinden ibaretdir. Hüküm bi’l-hakka isal edecek dela’il-i şer’iyye berahin-i akliyye... bunları tamamen ga’ib edersin. Kendi menfa’atini düşünür alemin rahatını iltizam etmezsen yolları ga’ib edersin Allah yolundan uzak olursun Ya Davud. Hazret-i Davud peygamber iken bak Cenab-ı Allah kendisine ne buyurdu. Çünkü hilafet hukuku pek büyükdür. Vazife gayet ağırdır. Kullar arasında hak ile hükm etmek kıl kadar adaletden ayrılmamak bütün kulların hafızı hamisi olmak ahkam-ı şer’iyyeyi gözetmek pek mühimdir. Herkesin hukukunu muhafaza lazımdır. Eğer böyle yapmazsa Allah yolundan uzak olur. – Uzak olursam ne olur acaba? ale’t-tahkık ol kimseler ki Allah yolundan saparlar sebil-i Hak’dan udul ve Hazret-i Davud’un hatırına ri’ayet ediyor uslub-i gaybet üzere “her kimler ki” diyor. Çünkü nasihat ederken kendine hitab eyledi. Şimdi burası va’id-i ilahidir. Kendi hakkına tahsis etmiyor. Umumiyet üzere ıtlak üzere buyurur. Her kim isterse olsun. Halife olsun sultan olsun vüzera olsun vükela olsun yahud bunların a’van ve ensarı olsun... Allah yolundan saparsa batıla meyl ederse onlar onlar çünkü yevm-i hesabı unutuyorlar. Bir hesab günü var ruz-ı ceza var Allah huzuruna gelmek var. Kendi heva-yı nefsanilerine uydukları için tarik-i Hakk’ı ga’ib ederler artık ahireti mi düşünürler? İnsan zulmet-i heva na varacağını zihninden çıkarır. İşte bu makule kimseler hakkında Cenab-ı Bari: “Kesb-i istihkak etmelerine mebni onları azab-ı şedide giriftar edeceğim” buyuruyor. Bu ayet-i celile Hazret-i Davud’a hitaben varid olmuşdur. Hilafet mes’elesine dair Hazret-i Adem hakkında şerefnüzul eden este’izü billah nazm-ı celili bunun naziridir. İlk evvel Adem babamız bu ünvana na’il oldu. Sonra diğer enbiya geldiler geçdiler. Her enbiyada hilafet yokdur. Hilafet-i uzma saltanatla ka’imdir. Nafizü’l-kelam olmak kudretini tanımak emrini yürütmek... her peygamberde bu hassa yokdu. Dünyada bi-nihaye peygamberler pek çok enbiya-ı Beni İsra’il geçdi. Ekserisinin vazifeleri yalnız nübüvvet yalnız risalet idi. Alemi da’vet ederler. Dinleyen dinler dinlemeyen def’ olur gider. Bir şey yapamazlar. Ama bazılarına Rabbü’l-alemin nübüvvetle beraber saltanat hilafet de verdi: Nafizü’l-kelam kılınmış gaza ile me’mur edilmiş cihad-ı fi sebilillah kendine ümmetine ferman buyurulmuş. İşte Hazret-i Davud bu zümre-i celiledendir. Hazret-i Davud aleyhisselam ma’lum! Calut’u helak etdi. Calut namında bir melik-i cebbar var idi. Amalika’dan Hazret-i Talut askeriyle beraber gitdi. Hazret-i Davud da beraberdi. Allah nasib etdi Davud o Calut’u öldürdü. kıssa-i celile Kur’an’da mezkurdur. Onlar pek kalabalık idi. Talut’un askeri ise azlık idi ashab-ı Bedir mikdarı üçyüz on üç kişi idi. Fakat Hazret-i Davud da beraber mi telef eyledi. Hazret-i Davud Calut’u katl etdi. Okla vurdu öldürdü. Allahu Te’ala o zamandan i’tibaren Davud’un şanını şöhretini büyülttü: Kendisine mülk ve saltanat verdi. Dilediği şeylerden ta’lim buyurdu. Eğer Cenab-ı Bari’nin bazı nasın şerrini bazı ibadı vasıtasıyla def’ ve izale buyurması olmasa idi yer yüzü başdan başa fasid bütün memalik viran olurdu.. Sa’ika-i cehaletle savlet-i vahşiyane ile insanlar yekdiğerini mahv ederlerdi. Lakin Allah alemine fazl ü inayet sahibidir. İntizam-ı cihanı siyanet buyurmakdadır. Sünnet-i cariyye-i sübhaniyyesi böyledir. Nasıl ki Mart hadise-i şekavetkaranesini de şanlı ordumuz ile basdırdı. O münevver fikirli dilaveran vasıtasıyla baği ve daği heriflerin savlet-i cahilanelerini üzerimizden def’ buyurdu da bu sayede bütün ka’inatı daire-i helakden aziz ve mukaddes din ü milleti bi’l-cümle Osmanlıları dü. Felillahi’l-hamdi ala zalik. Sonra Hazret-i Talut kerimesini de ona tezvic etdi. Vefat edince makamına geçdi kendisinde nübüvvet hilafet saltanat hepsi cem’ oldu. Hazret-i Davud adaletle hükm eyledi. Dünyayı düzeltdi. Çok zalimlerin vücudunu ortadan kaldırdı. Cenab-ı Allah buyuruyor. kelamlar irad etmiş. Silsiletü’z-Zeheb kitabında bu ayetden bahs ediyor. Bir takım nesayih istinbat ediyor. Buyurur ki: Kur’an-ı Kerim’deki nass-ı celili gör de ibret al. Allahu Te’ala hitab makamında ya Davud buyurmuşdur: Padişahlara halifelere ümeraya vüzeraya hepsine nesayih-i aliyye veriyor. Sana ben halifelik verdim niçin? Evet niçin seni halife gönderdim niçin sana saltanat verdim niçin seni herkese sevdirdim bütün millete nüfuzunu geçirdim? Evet! Ya Davud bilirsin ya bunları niçin yapdım? Mülke yani memalik-i İslamiyyeye adalet temeli koyasın. Adalet esası olmazsa bina-yı memleket yıkılır. Bütün bilad-ı Nas arasında adaletle hükm edesin. Zalimlerden mazlumların hakkını alasın. Her kim her kime tecavüz ederse başını ezesin. Kısasa kısas her ne ise hükm-i şer’i icra edesin. Her kimde ki adalet düsturu yoksa iyi bilsin ki halifelikden uzakdır. Halifelikden onda eser yokdur. Allah’ın emrini tutmayıp da şeytandan zulüm dersi alırsa adalet hiç ona “halifetullah” der mi? Hiç öyle kimseye “Allah’ın Halifesi” ünvanı verilebilir mi? Tesvilat-ı şeytaniyyeye tabi’ olur Allah kanununu şeri’atini bırakır da şeytan nasıl vesvese ilka ederse ne yolda tahrib-i bilad ta’zib-i ibad husul bulursa o yolda hareket eder. Kanun-i adalete agah olan ona “halife” der mi? Allah fermanının hilafını adet edinmiş. O halde şeytanın menabına na’ib olur; “Halife-i şeytan” addolunur. Bu beyanat-ı aliyye hep bu ayetden alınmış eğer sen nefsine uyarsan şeytanın tesvilatına kapılırsan sebil-i Hakk’dan saparsan dalalete düşersin. O halde gidecek yol şeytanın yoludur. Fi’l-hakıka şeytanın halifesisin. Allah’ın velileri olduğu gibi şeytanın da velileri var. Suret-i Hak’dan görünerek velilik da’vası edenler az değildir. nazm-ı celili bu sözümüzün şahididir. Her zaman suret-i hakdan görünen bir takım deccaller pek çok münafıklar bulunur. Tesbih elinde zikir dilinde misvak başında ortada gezinir aleme muhlis görünür nasihat vereceğim diye halkı idlal eder beynlerine tefrika düşürür nasıl ki hezaran esefle emsalini gördük. Evliya-yı Rahman ile evliya-yı şeytan arasında farik pek çok alametler vardır. Fakat herkes fark edemez. Şeyhü’lislam bir eseri vardır. Suret-i zahirede herifler abid zahid görünür. Lakin fırsat buldukça biçareleri sade dilleri idlal ederler. Onların içinde bir takım Melamiler de vardır her şeyi bütün ahkam-ı şer’iyyeyi te’vil ederler. Bir takım evham ve hayalata düşmüşler te’vilat-ı batıleye sapmışlar ibadullaha türlü türlü efsaneler neşr ederler. İşte Mevlana Cami bu beyt-i şerifiyle bunları teşhir ediyor: Ba’dehu buyurur: Allah şahlardan padişahlardan adaletden başka birşey olunur. Zemin ve asuman Allah kudretiyle durur. Kudret-i let-i ilahiyye olmazsa ne yer kalır ne gök. Ka’inat nizam ve derler. Allah gayreti zuhur etmese adalet-i ilahiye hükümferma olmasa nizam ve intizam-ı ka’inat zir ü zeber olur. Allah’dan başka hakim yokdur. Fakat adalet-i ilahiyye öyle bizim anladığımız gibi değildir. Hak kulundan intikamın yine abdiyle alır Bilmeyen ilm-i ledünnü onu kul yapdı sanır Allah kulundan intikamı yine kulu ile alır. Fakat ilm-i ledünnü bilmeyenler gaflet ederler mücazat-ı vakı’ayı bir kul kendiliğinden yapdı zannederler. Hazret-i Musa’ya bir kere hitab-ı izzet geldi: – Ya Musa! İster misin bir aca’ib şey göresin esrar-ı da büyük bir çeşme vardır oralarda bir yerde dur sana bir Hazret-i Musa gitdi o yeri buldu çeşme etrafında bir ağaç arkasında durdu. Bir hayli zaman bekledi ne gelen var ne giden. Fakat hava da sıcak. Güneşin hararetli bir zamanı. Herkes işinde gücünde. Bir hayli bekledi. Neden sonra bakdı ki karşıdan bir atlı bir süvari geliyor. Doğru çeşme başına geldi. Atından indi. Pek ziyade hararete düşmüş pek ziyade susamış. Çeşmeden su içdi. Atını bağladı. Kuşağını belindeki kemeri bir tarafa koyarak çeşmenin arkasına gitdi hacetini gördü ne yapdıysa yapdı sonra eğildi kuşağını aldı. Her nasılsa kemerini unutdu. Atına bindi gitdi. Fakat Hazret-i Musa’yı görmedi. O bir ağacın altına oturmuş kemal-i dikkatle bu ahvali ta’kıb eyliyordu. Çünkü merak etmişdi: Bakalım acaba ne olacak?... Aradan biraz geçdi. Bir çocuk geldi. On beş yaşına yakın. Bakdı orada bir kemer duruyor. Aldı beline sardı gitdi. Hazret-i Musa onu da gördü. Aradan bir müddet daha geçdi. Bir a’ma geldi. İki gözden alil görmez bir adamcağız. Biçare bir zavallı. Usul ile çeşmeye gitdi. Abdest aldı. Çeşmenin bir kenarına çekildi. Kıbleyi tahmin etdi. Namaz kıldı. A’ma tamam selam verib de kalkacağı bir sırada Hazret-i Musa bakdı ki karşıdan o atlı geliyor. Koşturarak geldi büyük bir telaşla bakdı çeşme üzerinde kemeri yok. Yolda hatırına gelmiş. Malını almak üzere dönmüş. Tutundu a’maya: – Benim kemerim vardı burada... – Ey?.. – Sen aldın ver. – Aman oğlum ben a’mayım. Ne gözüm var görecek ne kudretim var alacak. Ben şimdi geldim. Abdest aldım namaz kıldım. Benim öyle şeyden haberim yok. – Yok... illa sen aldın. Şimdi ya kemeri verirsin her kime verdinse söylersin yahud seni burada helak ederim... – Aman etme eyleme filan... Hiç kar etmedi. Herif tokatı a’maya yerleştirdi. O da kendisini korumak için sopasını siper ittihaz edecek oldu. Herif köpürdü. Pat put... Zaten a’ma da kudret mecal yok ... düşüp orada ölmedi mi?.. Onun üzerine atlı da oradan çekilip gitdi. Hazret-i Musa seyr ediyor: –Ya Rabb dedi ben ibret görmeğe geldim amma hayretde kaldım. Nasıl şeydir bu? Adalet-i ilahiyyene muvafık gelmiyor ... – Şimdi anlarsın Ya Musa!.. Hitabı geldi. Kullar bilmezler. İnsanlar esrar-ı ilahiyyeye vakıf değiller. Gaybe agah olamazlar ki esrar-ı ilahiyyeden haberdar olsunlar. Fakat bak şimdi hakıkati beyan olununca bu da adalet olduğunu anlarsın. – Hani o atlı geldi kemerini orada bırakdı sonra bir çocuk geldi kemeri aldı ... işte o çocuğun babasının o atlıda alacağı vardı hizmetinde bulunmuşdu hakkı kalmışdı sonra öldü [ ] unutuldu. Fakat Allah unutmadı. İşte bugün o çocuk babasının hakkını aldı. O para babasından kalma bir hakdır. – Peki ya a’manın suçu ne idi?.. – Onu şimdi böyle salih görürsün değil mi? Elinde tesbih dilinde zikir başında imame... Olsa olsa bu kadar zahid olur ... Zahiren böyle olan şu halin hakıkati müdhişdir. Bu senin salih zannettiğin a’ma vaktiyle o atlının babasını öldürmüşdü. Sonra kaçdı saklandı aradılar bulamadılar. Sonra bir kazaya uğradı. Hayli zaman böyle süründü. Zelil ve miskin cezasını çekdi. Nihayet maktulün evladı olan o atlı bu a’mayı öldürdü. Babasının kısasını aldı. Adalet yerini buldu. Vakı’a o babasının katili bu olduğunu bilmiyordu. Fakat Allah biliyordu. Böyledir zaman geçer lakin hak geçmez akıbet Allah adaletini gösterdi. İşte onu diyor Hazret-i Mevlana: Allah padişahlardan adaletden başka birşey istemiyor. Adalet olmasa insanlar birbirini yerler adalet mutlaka yerini bulur. Ama er geç... Mutlaka: Hak kulundan intikamı yine abdiyle alır Bilmeyen ilm-i ledünnü onu kul yapdı sanır Sonra daha neler buyurur: Şah dediğin milleti muhafaza edecek çobandır. Koyun gibidir ibadullah. Hadis-i şerifle bu sabitdir Ra’isiniz hepiniz. Hepiniz ra’iyyesinden mes’ul olacak. Böyledir. Bütün padişahlar çobandır. Bütün ahali ra’iyyesidir. Bir evde de böyledir. O evin bir reisi olur ki o ailenin çobanı demekdir. O adamın zevcesi olur kızı olur hemşiresi olur evladı olur hademesi olur ... bunların hepsinden mes’ul birisi olur ki onların çobanıdır. Bak ne buyurur Hazret-i Mevlana: Me’azallah diyor eğer çoban kurdun yapacağı şeyleri yaparsa onun mu’amelesiyle mu’amele ederse yırtıcı olursa çare nedir? Çoban kurddan muhafaza edecekdi. Eğer çoban kendisi kurd olursa artık selamet biter. Her kimin gönlü adalete meyl ederse “Adalet yapayım” derse ona söyle ki halkın malından elini çeksin. Halkın malında gözü olursa adalet yapamaz. Halkın malından tama’ını kes. Kesmezsen adaleti icra edemezsin. Niçin? Tama’ ile adalet ateşle sudur. Yani adalet sudur tama’ yahud beriki onu kurudur. Onlar ikisi bir yerde karar kılamaz. Onun için hadis-i şerifde varid olmuşdur: Cem’iyetli bir hadisdir. Çok güzeldir. İnsanı helak-ı ebediye sevk eden şeyler nedir? Üç şeydir diyor Hazret-i Peygamber efendimiz: . En birincisi şuhh-ı muta’dır. Yani ita’at olunan muktezasınca hareket olunan şahihlik harislik. nazm-ı celili yok mu? “Şuhh” o demek. Dünyada felah bulanlar kimlerdir? Her kim nefsini gönlünün tam’ını kırmışsa onlar felah bulurlar. Her şey’e herkesin malına haris olanlar hased edenler daima ötekini berikini soyup her menfa’ati kendine çekmek isteyenler helak olur giderler. Herkesde hırs var lakin uymamalı eğer heva-yı nefsanisine uyarsa hırsıyla hasediyle o yolda herkese mu’amele ederse helak olur. . kendisine ittiba’ olunan heva-yı nefsani ki ders-i sabıklarımızın birinde bu haslet-i zemimeye dair tafsilat-ı vafiye i’ta olunmuşdur. . Kendi aklını beğenmek kimseye danışmamak. Meşveret ne imiş müzakere ne imiş? Hiç kimsenin aklını bir şey’e ermez; yalnız kendi aklı erer fikrinde bulunmak ... İstibdad odur. İnsan o yolda giderse helak olur ve onun helaki helak-i umumiye sirayet eder. Çünkü re’s-i karda bulunan kimsenin fenalığı umuma sirayet eder. Vücudunu izale etmeden dünya temizlenmez onun için bu üçünü saymışdır Hazret-i Peygamber. Her kim o yolda ta’limat verirse doğru söylerse düşman olur bir eser-i zekavet Allah cümlemizi menam-ı gafletden Tama’la adalet ateşle sudur. Nasıl bir yerde bulunurlar? Halife’de siret-i peygamber olacak. Peygamber mesleğine gidecek. Hulefa-yı Raşidin hazeratı ne yolda hareket etdiler? Hazret-i Ömer geceleyin bi’z-zat kendisi gezerdi. Hatta bir def’a Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman ibni Avf ile gezerken gece karanlığında Medine haricine çıkmışdı: – Allah bize emanet etmiş kullarını derdi. Onlar uyuyacak biz gezeceğiz bir zarar olursa bana soracak ... O kadar adaleti vardı. Gezerken bir de bakdılar ufak bir çadır kurulmuş. Bir garib olduğunu anladılar: – Bakalım ne derdi var anlayalım.. ne müşkili var dinleyelim ... [ ] dediler. O tarafa doğru teveccüh etdiler. Bakdılar bir çocuk ağlaması bir biçare kadın feryadı işitiliyor. Biraz daha tekarrub etdiler dinlediler. Canhıraş bir sesle kadıncağız hem ah ediyor hem bir şeyler söyleniyor: –Ya Rabbi! Sen Ömer’den benim hakkımı al. Kim bilir o şimdi nerede aram-güzin-i hayat oluyor. Karnını doyurmuş uyuyor istirahat ediyor. Biz ise burada üç çocukla beraber üç günden beri aç çıplak inliyoruz. Ne bir lokma ekmek veren var ne halimizi soran. Adalet bunu mu iktiza eder? Benim kocam şehid olsun millet uğrunda canını feda etsin de bugün millet ve halife onun ailesine lakayd kalsın.. Hazret-i Ömer pek galeyana geldi. Pek mahzun ve müte’essif olarak biraz daha ilerledi. Seslendi istizan etdi: –Müsa’ade var mı yanınıza gelelim? Nereden geldiniz derdiniz nedir anlayalım? – Allah’ın emrine şer’-i şerife ri’ayet etmek şartıyla geliniz dedi. Kadın örtündü. Girdiler. Aman Ya Rabb ne dehşetli hal! Ne hücre-i sefalet!.. Bir tarafda iki biçare çocuk bitab yatıyor beride bir diğeri hazin hazin ağlıyor diğer tarafda bir tencere su iki üç ateşin üstünde mechul bir hizmeti halde duruyor. Sordular: – Siz kimsiniz neye geldiniz buraya? – Ben garibü’d-diyar bir bikesim. Zevcim şehid oldu. Sokaklarda kaldık. Halife Hazret-i Ömer bizi hiç görmedi. Gözetmedi. Bi-kes ve bi-vaye kaldık. – Tencerede ne kaynıyor? – Hiç!.. Ne olacak? Biraz su koydum. Çocukları aldatmak dım şimdi pişecek ... biraz ha bekle... diyerek üç gün üç gecedir biçareler bir intizar-ı elim içinde inliyorlar. Akşamdan beri tencerenin etrafında oturup dumanları seyr ettiler. İkisi nihayet bitab düşdü uyudu. Biri de hala ağlıyor. Bu tencereden hayat bekliyor... – Gördün mü ya İbni Avf? dedi Hazret-i Ömer; Allah bunu bize sormayacak mı? Hemen beraber gitdiler bir torba un biraz yağ bir hayli levazım aldılar. Hazret-i Ömer bunları arkasına yüklendi Abdurrahman ibni Avf: – Aman efendim dedi. Müsa’ade edin ben taşıyayım... – Hayır dedi asıl ağır yük bendedir. Halife benim. Sen vezirsin. Bugün taşımazsam yarın Allah kim bilir ne yükler taşıtacak ne ukubetler yükledecek... Et-Tibrü’l-Mesbuk fi Nasihati’l-Müluk’de İmam Gazali ber-tafsil yazmışdır. Ben kısa söylüyorum. Geldi Hazret-i Ömer bi’z-zat ateşi canlandırdı. Onları usulü dairesinde karıştırarak yiyecek bir şey yapdı çocukları uyandırdı. Bi’z-zat eliyle besledi. Kadın yedi. Zavallılar bir parça kendilerini topladılar. Bunun üzerine Hazret-i Halife sordu: – Şimdi Ömer’e hakkını helal eder misin? – Şimdilik helal ederim ... Şimdilik diyor. Çünkü ilerisini düşünüyor. Sonra kadını aldı. Nereye götürmek lazımsa götürdü. Kadına çocuklara tahsisat bağladı. İdarelerini te’min etdi. Hazret-i Faruk daima öyle diyorlardı: –Bir köprüden geçerken bir keçinin ayağı incinirse Allah bana soracak: “Niçin ben seni bir halife yapdım? Niçin o köprünün bozuk yerini yaptırmadın? Görmedin aratmadın sormadın? Memleketin halini tahkık etmedin?..” Allah bana soracak. Hilafet ağır bir yükdür. Kur’an’da olursa bu artık düşünmeli. Hazret-i Davud ki peygamberdir hiç hevaya tabi’ olur mu hakıkatden ayrılır mı? Öyle iken Allah emr ediyor. Kıyas etmeli. Sonra gelenler – Eğer böyle yapmazsan sana azab ederim!.. Peygambere karşı bu sözü söylüyor. Sonra gelenler bu yola gitmezlerse azab çekmezler mi? Hem dünyada hem ahiretde azabı şedid. Ah diyor Cami bugün doğru yola gitmek pek müşkil. Bir çok padişah olanlar parayı çekiyorlar kulların hakkını yerler. Yetimlerin hakkını gasb ederler. Hukuk-ı milleti gasb ederler zerr ve sime taparlar kalb-i selim sahibi olamazlar... Nihayet akıbetleri de vahim olur. Ne dünyasından hayır kalır ne ahiretinden. Allah cümle ümmet-i Muhammed’e hayırlı selametler gün bu kadarla iktifa edelim. Gelecek ders daha ziyade bu babda izahat veririz. Hilafet çünkü pek büyük şeydir. Bunun hakkında söylenecek pek çok şeyler vardır. Hilafetin şera’iti erkanı veza’ifi var. Nasıl bir makamdır bu? Vazifesi neden telakkı etmişdir? İşte buralarını gelecek derslerde mümkün mertebe izah edeceğiz. Cenab-ı Hak padişah-ı zişanımızı adaletle larında ber-karar eyleye! Amin ... sümme amin. Yarın inşaallahu te’ala bir mani’ zuhur etmezse Hazret-i Üstad-ı Muhterem Ayasofya’da derse çıkacaklardır. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mayıs uhdesi dahil-i daire-i kabiliyeti olan veza’ifi ifaya ihtimam üzere bulunmasından mesa’i-i vakı’asını bu maksad-ı aliye hasr etmesinden ibaret olduğu vareste-i tezkardır. Bu hakıkati herkes bilir ve i’tiraf eder bununla beraber ma’a’t-teessüf bi-hakkın ifa-yı vazife edenler pek az bulunur. Bu garabete ba’is olan esbabın en birincisi insanların ale’l-ekser görenek ibtilasıyla lehviyyata dalmaları ma-laya’ni addolunan a’male inhimakle beyhude yere iza’a-i evkat etmeleridir. olmalarını men’ için Sultan-ı Serir-ara-yı Risalet efendimiz hazretleri her zaman irşad-ı ümmet ve ifaza-i envar-ı hikmet buyurdukları ehadis-i münifenin birinde buyurmuşlardır. Kütüb-i Sitte’nin ekserisinde mervi bulunan şu hadis-i me’ali-redif gayet vecazetiyle beraber terakkiyat-ı beşeriyye ve intizam-ı ahval-i umumiyyenin medar-ı a’zamı ciddiyet ve üssü’l-esası ıslah-ı meslek ü siret olduğunu ifade etmekdedir. Ma’na-yı celili: İnsanın ma-la-ya’niyi terk etmesi kendisinde yet sıfat-ı aliyyesinin emarat-ı hasenesi cümlesindendir. Ma’na-yı evvele göre ta’liliye saniye göre teb’izıyye olur. Herhangi ma’na iltizam olunsa ciddiyet-i hal ü hareket bi’l-cümle melahiden müba’adet mukteza-yı ali-i emr-i diyanet olduğu vazıhan anlaşılmasına bina’en hülasa-i müfad “Her merd-i müslim hakkında emr-i mühim kendisi hüsn-i me’aş ü me’ad esbabını istikmal yalnız salah-ı hal ve sa’adet-i kan kava’id-i medeniyye iktizasına göre kıvam-ı ebdan ve beka-yı nev’-i insan için emr-i zaruri olan terakkıyat-ı sına’iyyeyi malat-ı ilmiyye ve secaya-yı aliyye ihraz ve iktisabına sa’y ü Bu hadis-i şerifin havi olduğu tenbih-i ali irşad-ı Nebevi bütün havayic-i beşeriyye hakkında caridir. Her şeyde ibraz-ı ciddiyyet taharri-i esbab-ı mükemmeliyyet ile me’muruz. Her milletden ziyade biz müterakkı olmalıyız. Her türlü hüner ve san’at bizde bulunmalıdır. Çünkü Kitab’ımız şer’-i enverimiz bizi daima terakkı ve tekamüle sevk ediyor. Cehalet ve atalet ile imrar-ı hayat edenleri beha’im derekesine umur ve ahvalimizi teftiş edecek olsak hiç birinde bir eser-i va’-ı melahi içinde gark olup kalmışız ve o mertebe müstağrak-ı bi-bak olmuşuz ki giriftar olduğumuz hal-i tedenni ve noksanı idrakden bile aciz bulunuyoruz. Bina’en-ala-zalik hiç bir şeyden ibret almıyoruz. Hatta menafi’-i maddiyye ve ma’neviyyesi bi’l-bedahe müşahede olunan asar-ı medeniyyeye dahi atf-ı enzar-ı rağbet etmiyoruz. Mesela zira’ate dair ba’is-i suhulet ve badi-i feyz ü bereket olacak her [ ] nevi’ alat ü edevat-ı cedide ihtira’ edilmiş dururken bunları isti’male imkan ve kabiliyyet var van ile çift sürmeğe harman döğmeğe çalışmak ma-la-yani etmek bu türlü hatalara ısrar eylemek mugayir-i diyanet vesaya-yı nebeviyyeye bi’l-iltizam muhalefet addolunmaz mı? Şerrah-ı ehadis bu hadisin belagatini izah sadedinde şöyle demişlerdir: ta’bir-i şerifi “min-i tab’iziyye” yet’in bir rüknü veya alameti olup rükn-i diğeri de “maya’ni”nin veza’if-i mühimmenin ifasıdır. Fakat ma-la-ya’ni terk edilmedikçe veza’ifin ifa ve istikmaline hal ve zaman kalmayacağı aşikar bulunduğu ve vesaya-yı şer’iyyede daima tahliye beyanına tehliyeden ziyade ihtimam buyurulageldiği cihetle şu hadis-i şerifde sarihan yalnız terk-i ma-laya’ni zikr olunmuşdur. kısma inkisam etmekdedir. Bunların her birini insan ya fi’ile çıkarır yahud terk eder. Bu i’tibar ile aksam dörde baliğ olur. Bu aksam-ı erba’anın ikisi hüsn add olunur ki bunlar ma-la-ya’niyi işle[me]mek mala-ya’niyi terk etmekdir. Diğer bayih ile tahliye ve tebri’e hususuna i’tina olunmadıkça mehasin ve kemalat ile tehliye-i zat edilemeyeceği emr-i tabi’i ve aşikardır. Bina’en-aleyh bazı buleğa-yı Arab demişdir. Yani her kim malaya’niye sarf-ı mesa’i ile ifna-yı kuvvet ederse ma-ya’ni kendisini fevt eder balada izah olunduğu üzere istihsalinden mahrum kılar. Bi’l-cümle mükellefine aid aksam-ı mezkurenin dört aded olmasına mebni hadis-i şerif-i mezkur hakkında lunmağa şayandır demiş ise de İbn-i Hacer merhum mantuku lahaza olundukda tamam-ı İslam zübde-i cemi’-i ahkam olmasında şüphe yokdur diyor. Zira tamam-ı İslamiyyet imtisal-i evamir-i şeri’at “mala-ya’ni” olan bi’l-cümle melahi ve menahiyi terk ile “ma-ya’ni” olan veza’if-i ubudiyyeti ifadan kur ikincisi de min-i tab’iziyye delaletiyle münfehemdir. El-hasıl bu hadis-i şerif nefs-i insaniyyeyi reza’il ve nekayisden tehzib tarikine irşad etmekde olduğu gibi insan için hiç bir nef’-i hakıkı te’min etmeyen her türlü iştiğalatdan da zacir oluyor. Bina’en-alazalik beda’i’-i cevami’i’l-kelim-i Muhammedi’den addolunmakdadır. Gayet muciz olmakla beraber bütün erkan-ı esasiyyeyi muhtevi olan dört hadis-i şerifin biri budur. Diğerleri de sırası gelince beyan olunacakdır. Bu ma’nayı müş’ir daha bazı ehadis vardır. Ez cümle şehiden vefat eden bir sahabi hakkında bazı zevat tarafından “Ona ne sa’adet ki doğru cennet-i a’laya gidecek” denilmesi üzerine “Ne bilirsiniz belki ma-la-ya’niye dair kelam etmiş yahud ma-ya’ni hakkında buhl ü imsakde bulunmuşdur” me’alinde bir hadis-i şerif varid olmuşdur kezalik Lokman Hekim’e fi’l-asl bir abd-i Habeşi iken na’il olduğu mertebe-i aliye-i vilayetin sebebi su’al olundukda demiş idi. Yani bu makam-ı aliye şu üç haslet sayesinde na’il olabildim. Doğru söz söylemek hukuk-ı nasa ri’ayet eylemek bir de her türlü mala-ya’niden mücanebet etmek. Hülasa-i makal vasaya-yı celile-i Nebeviyye ne efradın ne de hey’et-i umumiyyenin hezliyat ve iza’a-i evkat ile iştiğaline müsa’id olmayıp daima te’min-i terakkıyyat edecek tedabir-i ciddiyye ile meşgul bulunmamızı muktezidir. Bina’en-alazalik hepimiz ciddi olalım veza’ifimizi ifa edelim. Arzı size zelul kılan odur Allah celle şanuhu hazretleridir. Zat-ı uluhiyyetinin hikmet-i aliyyesidir ki arzı size münkad ve müsahhar etdi. Emr ü iradenize tabi’ menafi’ ve mesalihinize muvafık suretde halk eyledi. Ayaklarınızın altında hor ve hakırdir siz onu çiğnerseniz üzerinde yürür gezersiniz. Emrinize gerdan-dade-i inkıyaddır kuyular hafr eder me’adin ihrac eyler sular isale eder hububat zer’ eyler eşcar gars eder mesken ve me’valar inşa eyler yollar küşad edersiniz. Zemin eğer pek salb ve haşin olaydı zira’at için insan onun sinesini açamazdı; eğer pek nerm ve mülayim olaydı taklık mahallerde olduğu gibi insan her yerde batar idi; her mar ve tezyin-i arz kabil olurdu. Şu halde siz onun omuzlarında yürüyün de Cenab-ı Hakk’ın takdir eylediği rızıkdan ekl ü tenavül edin Arzın sizin menafi’ ve mesalihinize muvafık tarz ve suretde yaradılışındaki hikmet-i aliyyeyi te’emmül edin de aktar ve nevahisinde gezip tozun seyr ü seyahat edin ve bu vechile Perverdigar-ı Keremkar’ın her tarafa mebzulen ihsan eylediği ni’am ve avatıfdan nevaleçin olun. yi iktitaf eylemek asar-ı Rabbaniyyeyi tedkık ile akl ü irfanı artmak menazır-ı muhtelife-i fıtratı temaşa ile lebriz-i zevk ü neşat olmak Cenab-ı Rabb-i Kerim’in eltaf-ı ma-la-nihayesini hiss ü derk ile suzan-ı aşkı olmak içindir ki hikmet-i aliyye ni’am ve avatıfını ruy-ı zemine ca-beca neşr etmişdir. Gerek tahsil-i ilm ü kemal gerek kesb ü ticaret için ve gerek akvam-ı münkarızanın harabelerine bakaya-yı azamet-nümasına atf-ı nigah-ı ibret gerek asar-ı hilkati temaşa ve tedkık ile tenvir-i fikr ü vicdan etmek üzere nevahi-i alemde seyr u seyahate cümle enamı irşad ve terğibi ve li-ecli’t-ticare seyr ü sefer edenlerin medh ü sitayişini mutazammın bir çok ayat-ı Furkaniyye şeref-nuzul eylemişdir. Ruy-ı zeminde geniş geniş yollar açıp da amed ü şud etmekliğiniz için Cenab-ı Hak arzı sizin menafi’ ve mesalihinize muvafık suretde yaratdı me’al-i münifinde olarak Sure-i Nuh’da buyurulmuşdur. Sure-i Müzzemmil’de ayet-i kerimesi de ruy-ı arzda seyr ü sefer ederek ibtiğa’-i fazlullah edenleri talebkar-ı fazl ü kerem-i arzda gezip dolaşanları medh ü sitayiş buyurur. Tahsil-i ilm efdal-i mekasib olduğundan ayet-i kerimede zikr olunan bussuud ile Ruhu’l-Beyan’da masturdur. Tekmile-i Reddü’lMuhtar ’ın Kitabü’l-Mudarebesi’nde kavl-i şerifi diye tefsir olundukdan sonra akd-i mudarabeye mudarabe denilmesi mudarib taleb-i ribh üzere ale’l-ağleb ruy-ı zeminde seyr u sefer ettiği içindir denilmişdir. Bak! Cenab-ı Hak ribh ü temettu’a benim fazl ü keremimdir buyuruyor. Kesb-i ticaret için seyr ü seyahat edenleri medh ü sitayiş ediyor. Müfessirin-i kiram hazeratı da tahsil-i ilm efdal-i mekasib olup bu dahi fazl ü kerem-i ilahiyi taleb demek olduğundan tahsil-i ilm için ahar diyara şedd-i rahl edenler de bu sena’-i ilahiye mazhardır diyorlar. Sen dinin ta’limat-ı celilesine ihale-i nigah-ı dikkat et. Bedhahanın din-i mübin-i İslam hakkında birer vesile ile cür’etyab oldukları hilaf-ı hakıkat bühtanlara aldanma. Onların: Edebi ahlaki sıhhi ictima’i iktisadi idari siyasi hikemi.. diye sayıp döküp de bitiremedikleri mehasin ve kemalatın kaffesini asl-ı usulü’d-din olan Furkan-ı Mübin cami’dir. Ahkam-ı aliyyesi her asır ve zamana muvafıkdır. Beşeriyetin dareynde refah ve sa’adetini mütekeffildir. Hikmet dalle-i mü’mindir nerede bulursa onu alır. Kurun-ı ahirede İslam’a tari olan inhitatın futur-ı himmetin esbabını neden neş’et eylediğini müverrihin-i İslam vazıhan beyan ediyorlar. Kurun-ı ulada alem-i İslam’ın satvet ve şevketi fazl ü kemali hala ziver-i cihan olan asar-ı azamet ve mefharetiyle ayandır. Bu da o düstur-ı mükerremin ahkam-ı adl ü irfanına hüsn-i iktidadan zuhura gelmiş olduğuna asar-ı ecanib bile şehadet ediyor. Kur’an-ı Kerim’de seyr ü sefere terğib ve teşviki mutazammın evamir ve vasaya-yı ilahiyye ondört mahalde tekerrür etmişdir. Buna mütedair ayet-i celile ber vech-i zir nakl olunur: Müsellematdandır ki mutekaddiminin asar-ı mücessemesini gözle görmekde o kadar te’sir-ı kavi vardır ki işitmekde o te’sir yokdur. Vaktiyle nam ve şöhretleri dünyayı tutmuş olan bunca milletlerin o cesim eserleridir ki bugün bize onların hayat-ı maziyyelerini ve za’il olmuş şan ü şevketlerini ayanen gösteriyor. Bu ve daha emsali nice evamir ve ta’limat-ı seniyyeyi kendilerine rehber ittihaz eden bir çok e’azım vaktiyle seyr ü seyahate çıkdılar. Tetebbu’at-ı alimaneleri için güzel güzel cevelangahlar buldular. Her birerleri meşhudatını ma’lumat-ı müktesebesini kayd u zabt etdi. Seyahatnameler kamuslar külliyatlar mevzu’atü’l-ulumlar tercüme-i haller umumi hususi tarihler yazıldı. Ticaret için diyar-ı ba’ideye şedd-i rahl edilip nitak-ı ticaret tevsi’ olundu. Servet-i bilad ticaret ile izdiyad buldu. Akvam-ı İslamiyye arasında vasıta-i ülfet ve mu’aşeret peyda oldu. İdare-i menzile tedbir-i müdüne coğrafyaya ahval-i arza hey’ete menakıb-ı tabi’ata sanayi-i şettaya dair ümmete eserler hediye edildi. Diğer tarafdan fıkha ahkam-ı i’tikadiyyeye kava’id-i lisana fesahat ve belağata mütedair kitablar tedvin olunmakda idi. Ahkam-ı Sultaniyye namıyla usul-i idareye müte’allik kitablar dahi yazılarak ta makam-ı mu’alla-yı hilafetden muhtesiblere belediye me’murlarına da şurtalara polislere candariyelere yani jandarmalara kadar me’murin ve müstahdeminin veza’ifi gösterilmiş ve “Ra’iyye yani teb’a üzerine tasarruf maslahata menutdur” dusturu usul-i idarenin her şu’besinde üssü’l-esas ittihaz kılınarak her hususda nazar-ı mutala’aya alınmış idi. Bu cidd ü sa’yler zaman-ı salifde günden güne tevessü’ ve terakkı ede ede nihayet hicret-i seniyyenin beşinci ve altıncı asırlarına doğru diyar-ı İslam’ın her cihetinde asar-ı füyuz envar-ı ilm ü kemal temevvüc ediyor idi. Diriga! Ki bir tarafdan Ehl-i Salib’in muhasede ve hücumları diğer tarafdan seyl-i bela gibi Cengizlerin tuğyanları ile bu firdevs-i adl ü irfanın revnak ve intizamı hayliden hayli haleldar oldu. Buna da atalet noksan-ı himmet ve hamiyyet gibi muhrib-i mülk ve ümmet olan ahval-i esef-nak inzimam etdi. Akıbet alem-i İslam’da bu görülen neta’ic zuhura geldi. Ma’ruzat-ı vakı’adan dahi müsteban olacağı üzere aktarı cihanda seyr ü seyahatin menafi’ ve feva’idi bi-payandır. Bunun içindir ki asrımızda milel-i mütemeddinenin hükümdaranı efrad-ı hanedanı ekabir ve a’yanı danişveran ve hukeması üdebası tüccarı ehl-i hirfeti dünyayı gezip dolaşıyorlar. Meşhudat ve müktesebat-ı vakı’alarıyla beşeriyeti ale’l-husus mensub oldukları devlet ve vatanı garik-i lutf ü bazı vilayatı teşrif buyuracaklarına dair evrak-ı havadisin tebşiratı teb’a-i mülukanelerini ne kadar dilşad ne kadar mübtehic ve müftehir etse yeri vardır. Tebşir olunan bu azm-ı padişahi kalem-rev-i hükumet-i seniyyeleri için inşa’allah bera’at-i istihlal-i hayr ü felahdır. Kitabullah’da seyr ü sefere bunca tergib ve teşvik ile beraber atiyü’z-zikr sekiz mahallinde ibnü’s-sebile yolcuya muvasatın birr ü ta’atden ve hayr-ı infak cümlesinden olduğu ve onlar mahall-i infak ve sadaka olup mal-ı ganimetde dahi sehimleri bulunduğu beyan buyurulmuşdur: Kederli sisli bir akşamdı; ağlıyordu sema; Bütün ufukları sarmışdı muhteriz mahcub Bulutlar ... İşte o matem-nisar demde bana Uzatdı dest-i kaza pek acıklı bir mektub. O bir kitabe-i makberdi eyleyince nazar Karardı nur-i nigahım bir iğbirar-ı samut Gözümde dalgalanıp durdu bir civan tabut! Senin o nur-i tebessüm saçan dudaklarını O nazlı çehreni andıkça tire oldu hayal! Ecel hazan gibi çöksün de eylesin pamal. Yazık!.. O yaşda kim ümmid eder ki böyle senin Bahar-ı ömrün olur zib-i haclegah-ı adem. Dokuz yaşında umulmaz bir iftirak-ı hazin; Aceb şükufe-i sevda mısın nesin bilsem ... Niçin niçin soluverdin zavallı Ma’sumem? Yaraşmıyor o kefen duş-i nazenininde! Nedir o çin-i mü’ebbed kuzum cebininde! Bu ka’inata neden küsdün ey melek bilmem!?.. Neden hayata gücendin bilinmiyor sebebi; Huda mı gördü sezavar kurb-i rahmetine? Kitab-ı hüsnünü bir şi’r-i na-şenide gibi Okur okur doyamazdım onun sabahatine. Anar o demleri ben şimdi muztarib düşkün Kemal-i ye’s ile tıflane ah u zar ederim; Seninle bak senin alam-ı hasretinle bugün Enin-i mateme benzer bütün neşidelerim. Gözümde şimdi cihan bir serab-ı girye-nümud; Bütün tabi’ati sarmakda bir melal ü keder; Sevimli taze çiçekler olup hazan-alud O hüsn-i na’im-i cavide sanki matem eder. Yarın senin gibi onlar da hep sönüp bitecek. Bugünden işte o solgun veremli çehreleri Yarınki levha-i matem-güzini arz ederek Diyor ki: Her ferahın var sonunda bir kederi. Evet güzel meleğim her safa elemle biter; Bu bir latife-i kudret bu bir hakıkatdır. Fakat bahar-ı şebabında bir şükufe-i ter Açılmadan sararıp solsa mutlaka acınır.. Bu nükte işte budur ruhumu mu’azzeb eden Düşündüren beni ancak bu ... Yoksa inleyerek Sönen hayat-ı beşer sade bir tahavvülden Bir ınkılab-ı hazinden ibaret olsa gerek ... Bu bir neşide-i giryan ki her enininden Sımah-ı dehşete çarpar me’al-i zar-ı hayat; Yazık ki şi’rimizin böyle en güzininden Nasibimiz oluyor en acıklı hissiyyat! Birinci sebeb: Cem’iyetler Avrupa’da vaktiyle din ile ilim arasında bir harb-ı daimi vardı. İlme nusret için birtakım cem’iyetler fırkalar teşekkül etmişti ki bir kısmı kuvvet buluncaya kadar icra’ata el altından başlamış diğer kısmı ise birden bire meydana atılmış mının ise bilakis za’afı [sebebiyle] daima galib gelirdi. Bu galebe garbten Endülüs ufuklarından görünen şems-i irfan-ı Muhammedi Avrupa’yı ziyadar edinceye kadar şarktan Arabların ulum ve fünunu o mihr-i tabanın ziyasına iltihak Bu iki nur-ı mübin ilim ile din gittiği yere beraber götürdüğü medeniyet-i fazılayı bulmak hususunda kendisinden müstefid olmak için insanlarda bir temayül bir isti’dad gördü. Bu isti’dad ise aba-yı dinin nüfuz ve şevketlerini su-i meyeceği bir derece-i ifrata varmalarından ileri gelmişti. İşte bir sırada bu iki nur-ı mübini karşısında görünce hemen ziya-yı reşadına doğru koşmaya başladı. Artık bunun üzerine aba-yı din rical-i ilmi ateşlere atmak vatanlarından sürüp çıkarmak hükümetin gerek en büyük gerek en küçük gibi halattan geri durmadılar. Hatta Fransa kralları Paris’in sokaklarına Endülüs’ün Kurtuba’sı gibi kaldırım tefriş etmeye başladıkları zaman caddelerde sürü ile domuz beslemek menolunmuş idi. Bu memnu’iyete Papa Antuvan’ın papazları fena halde kızdı. Papa’nın domuzları eskisi gibi serbest serbest gezebilmelidir diye feryada başladı. Bunun üzerine büyük gürültüler oldu. Nihayet hükümet domuzların boynuna birer çan takmak şartiyle papazların metalibini is’afa mecbur oldu. Derler ki Kral Şişman Philip’in atdan düşerek ölmesine sebep yine domuzlar olmuş çünkü hayvan domuzların evvela kendisinden sonra çandan fena halde ürkmüş. Şimdi biri diyebilir ki: İyi ama o söylediğin devirde papazlar istemiş olsaydılar domuzların boyunlarına hiç çan taktırmayabilirlerdi onların bu muvafakatları medeniyete karşı bir lütuf bir müsa’adekarlık değil midir? Evet vakıa zaman zaman böyle müsa’adekarlıkları olmaz değildi bunu teslim ederim. Ancak zannetmem ki Avrupalıların bugün mübahi oldukları medeniyet-i hazıra te’sis ve te’yide böyle müsa’adeler kafi gelsin. Medeniyetin kıymetini o kadar küçültemeyiz. Bir taraftan ilme olan ihtiyacın şiddeti diğer taraftan aba-yı dinin kemal-i dehşeti müştakan-ı ma’rifetin kulubündeki gayreti alabildiğine ateşledi artık fütur bilmez bir azm ile çalıştılar işi ileri götürdüler birçok hakıkatlara zaferyab oldular ki gaye-i medeniyyet ve kemale yol bulmak için efkar onlardan çok müstefid oldu. Bundan böyle aba-yı din öbür tarafa verirdi. Vaktaki Nasranileri ıslah daiyesiyle Protestanlar zuhur etti. Tarafdaran-ı ilim evvela ma’rifet uğrunda mücahede edecek bir fırka zanniyle bunların tarafına geçti. Hatta meşhur Erasmus da bunların arasında idi. Lakin Protestanlar maksatlarına zafer-yab olarak nüfuzu ele aldıkları gibi zahir-i akıdelerine muhalif fikir besleyenleri öldürmeye başladılar. Bunun üzerine gerek Erasmus gerek refakatindeki taraftaran-ı hürriyet bir kenara çekildiler. Protestanları fırka fırka olarak birbirini öldüren bu muslihin-i dini kendi hallerine bıraktılar. Erasmus diyor ki Nasraniyet’i ıslah etmek isteyen bu adamların böyle ilme düşman kesileceklerini hiç zannetmemiştim. fırkalar yalnız bir noktada birleşiyorlardı ki o da düşman-ı müşterekleri olan Roma Katolik kilisesinin te’sirinden emin olmaktı. Bu maksad hasıl olunca birbirlerine hücuma kalkıştılar. Ateş-i harb iyice kızıştı. Garbin en fazıl müverrihlerinden biri diyor ki: “Bu fırkalardan hangi biri makam-ı iktidara yükselirse ötekilerinin mahvı için ellerini levs-i cinayetle telvis ederdi. Artık herkes bu halin devamından bi-zar oldu. Fırkaların birbiriyle cenkleşmesi birbirinden ahz-ı intikam ile uğraşması yüzünden hepsi de ayrı ayrı mutezarrır olduğu için birbirlerini serbest bırakmada muztar oldular. Onlar bir taraftan bu girudar içinde iken ilim öbür taraftan terakkı ederek birçok hakıkatları keşfediyor bu muharebatın vehametini hürriyet-i şahsiyyeye karşı şu hücumun felaketini göstererek uyun-ı intibahı açıyordu.” Üçüncü sebeb: İnkılap Burada Fransa inkılab-ı kebirinin ne gibi netayic husule getirdiğini aba-yı dine karşı ne suretle kıyam olunduğunu tafsile hacet görmüyoruz çünkü herkesin ma’lumudur. Biz yalnız şunu söylemek istiyoruz ki Avrupa’da Nasraniyet ulum ve fünunu kemal-i kereminden kabul etmedi belki cem’iyyat-ı ilmiyyenin galebe-i mutlakası tahtında kaldı da di. Dördüncü sebeb: Nasraniyet’in terki Aba-yı Nasraniyyet dinlerinde son derecede azm-i ikdam gayret sahibidirler edyan-ı saireden hiçbirinin rüesası bunlara yaklaşamaz. Evet aba-yı Nasraniyyet dinde gulüv mekle beraber te’yid-i din hususunda hiç bir vesileyi fevt etmemiş ve etmemektedirler. Dinin esaslarını teşyide dine hücum eden şübühatı tenkide bunlar kadar haris kavim yoktur. Bunlar ulum-ı hazırayı da akaid ve adab-ı Mesihiyyeyi tervice vasıta ittihaz etmişlerdir. Ma’a-mafih erbab-ı çevirmektedirler. Avam-ı nasın hali de böyle. kilise aleyhinde o bulunuyor. Birçok devletler bütün küre-i arzda Hıristiyanlığı himaye etmeyi kendilerine en büyük bir şeref addetmekte taraf taraf muntazam papaz mektebleri ve binlerce talebesi görülmekte olmakla beraber e’azım-ı garb bunların hürriyet-i ta’limiyye ve ictima’iyyeleri tahdid olunmalıdır diyor. Hatta Protestan meşahir-i rü’esasından biri ’de Fransa’da irad eylediği bir nutukta ister Katoliklik olsun ister Protestanlık olsun Nasraniyet faide-i ictima’iyyesini kaybetmiş olduğu gibi meziyet-i diniyyesini de kaybetmiştir dedikten sonra şu sözleri söylüyor: “Eğer din-i Mesihi ıslaha muhtaç olan Katoliklik’ten başka bir şey değil ise yahud ıslah edilerek bugünkü hale getirilen Protestanlık ise asr-ı hazır evladı asla hıristiyan olamaz.” Bu hatibin diğer bir sözünden şu anlaşılıyor ki kendisi Mesihiyet müslümanların telakkısine mutabık bir manaya alınmalıdır demek istiyor. Eğer çalışır da emelini tervice muvaffak olabilirse inşaallah din ile ilim daha doğrusu Nasraniyet Mısır Müftüsü Merhum Şeyh Muhammed Abduh Mütercimi Mehmed Akif Bundan mukaddem dahi bir mektub yollamışdım. Zannederim ki maksadım anlaşılmışdır. Bu kere umum kari’in-i kiram nazar-ı i’tibarına arz edeceğim şudur ki: İki mahdır Japonya memleketinde bulunuyorum. Japonya dahilinde bir çok büldan ve karyeleri cevelan etdim ve etmekdeyim. A’yan ve ulema ve ümerasıyla da miraren sohbetlerde bulundum. Lisanlarını dahi ifade-i meram edecek kadar öğrenmeğe çalışmakdayım. Umum mektebleri de gezdim. Hükumet mekteblerini ve hususi mektebleri dolaşarak gözden geçirdim. Fakat mekatib-i askeriyye ve deva’ir-i askeriyyeleri gezmeğe bazı mümane’atlar zuhur ettiğinden bunu da bir vakt-i ahara terk etmeğe mecbur oldum. Şimdi buralarda kesb-i mu’arefe olundukça “el-ehemmü fe’l-ehemm” ka’idesine ri’ayeten bazı şeylerden Sıratımüstakım kari’in-i kiramına haber vermeği münasib gördüm. Sıratımüstakım mecelle-i diniyye olduğundan burada birinci def’a olarak biz de mes’ele-i diniyyeden söz açmağı tercih etdik. Japonya’da din mes’elesi her ne kadar mühim bir mes’ele değil ise de bizim için bu mes’elenin ehemmiyeti olacağı şüphesizdir. Ma’a-mafih ben ibtida Japonların din ile olan münasebetlerini kari’in-i kirama arz edeceğim. Benim nazarımda Japon milleti din noktasında bir kaç fırkaya taksim olunabilir: . Asker ümera ve zabitan: Bunların din ve i’tikadları hükümdarları olan imparator Mikado cenablarına ita’at ve milletlerine de hizmetdir. . Ulema ve a’yan-ı belde: Bunlar arasında din lüzumunu hiss edenler de var. Budi Mezhebi çığırdan çıkmış putperestlikde menfa’at yokluğunu da i’tiraf etmekdedirler. Bu ta’ife de az değil. . Budi Mezhebi’ni ıslah ederek eski haline getirmek lüzumunu i’tikad edenlerdir: Bunlar da öz fikirlerini tervic etmek için hususi cem’iyetler açmışlar. Hemen çalışmaktadırlar. . Fukara ve mesakin ta’ifesidir ki bunlar da nerede bir lokma ekmek görseler i’tikadları oradadır. İcab ve maslahata göre Katolik Protestan Ortadoks mezheblerinden her birine girip çıkmakdadırlar. Bunlardan başkalar da olabilir ya! Fakat şimdi benim müşahedatım bu kadardır. Hristiyan misyonerleri de ellerinden geldiği kadar çalışmakda külliyetli paralar sarf etmekde devam ediyorlar. Mektebler açmışlar kiliseler bina etmişler milyonları vızır vızır savurmakda sebat ediyorlar. yokdur. Zaten bundan mukaddem dahi işaret etmiş idim. Fakat Mısrü’l-Kahire gençlerinden Ahmed Fazlı Bey namında bir zat-ı muhterem bundan üç sene mukaddem buraya gelmiş bir Japon kızına te’ehhül de etmiş kendine mesken filan varidat dahi tedarik ederek Japon mülküne şecere-i tayyibe-i İslam’ı gars etmiş. Bu zat-ı ali-kadrin haremi olan Seyyide Hanım hüsn-i ihtiyarıyla din-i mübin-i İslam’ı kabul eylediği gibi muma-ileyhanın valideleri de şeref-i İslam ile müşerref olmuşlardır. İşte İslamiyet namına da şu var. Gayur Fazlı Bey aksa-yı şarkda İslam kahramanı bu kere sene-i hicriyyesi birinci mah-ı mübarek Rebiülevvel-i ruz-ı firuz-ı düşenbede ni’me’t-tesadüf birinci def’a olarak Japonya pay-i tahtı olan Tokyo beldesinin en büyük daru’l-fünunlarından Vasida Mektebi ders-i amm salonunda hakayık-ı İslam’dan bahs ederek İngiliz lisanında beliğ bir nutuk irad etdi. Meclisde iki bin kadar darü’l-fünun talebesi hazır olduğu gibi a’yan-ı beldeden dahi bazı zevat mevcud reler hazirun tarafından dehşetli tasfikler ile alkışlandı. Şimdilik ben burada Fazlı Bey’in nutkunun tafsilatından bahs edemeyeceğim. Zira inşaallah an-karib bir nüshasını ya ki tercümesini Sıratımüstakım İdaresi’ne yollayacağım. Fakat şunu diyeceğim: Fazlı Bey nutku Hazret-i Fahrü’l-ka’inat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat Efendimizin ruh-ı pak-i Muhammedilerini a’da’-i din-i mübin-i İslam olan misyonerlerin iftira ve bühtanlarından tebri’e etdi. Fazlı Bey bunun ile iktifa etmeyip ’ncı Rebiülevvel’de şenbih günü nefs-i Tokyo beldesinde ka’in Protestan Kilisesinde misyonerler ekabirinden dahi bir çok adamlar hazır olduğu halde bir nutk-ı beliğ söyledi. Bu kere kilisede sekiz yüz kadar adam vardı burada dahi Fazlı Bey nutku büyük alkışlar ile telakkı olundu. İşte şimdilik Japonya’da açılmış lerimiz yokdur. Bu abd-i aciz dahi birkaç meclisde iki üçyüz beşyüz adam içinde defa’atle nutuklar söyledim. Benim sözlerimin kaffesi Jayonya’nın pay-i taht gazetelerinde mufassal ekserinde harfiyyen derc olunmuşdur. Ümid olunur ki İslamiyet Japonya kıt’asına dahi kadem basdı. Şimdilik şu kadar ile kana’at eder isek an karib hidayet-i sübhaniyye Japonları dahi tenvir ederse fazl ü keremidir. Bizim esas maksadımız din-i mübin-i İslam’ı tebliğ ve a’da hücumundan müdafa’a ve tebri’edir. Başka hiç birşeyler değildir. Zann ederim ki fima ba’d ulema’-i İslam’ın vazifesi de şudur. Hususen Dersaadet uleması bu cihetlere biraz göz salsalar fena olmazdı. Japon milletinde İngiliz lisanı gayet şayi’dir. Avam arasında dahi İngiliz lisanı bilenler çok bulunur. Başka lisanlara ehemmiyet vermemişlerdir. Ben şimdilik makalemi bununla iktifa edeceğim. Fima ba’d münasebeti geldikçe bazı havadis yollar mu’teber Sı ratımüstakım sütunlarında kabul olunursa teşekkür ederim. Bila-imtihan mektebe girdik. Bir buçuk sene kadar devamdan sonra bazı zevatın tavsiyesi üzerine ben o esnada küşad edilmiş olan Darü’l-fünun’a geçdim. Fakat bir müddet murur eder etmez devletce o zamana aid bazı mütala’ata mebni Darü’l-fünun kapandığından oradan edilecek hoşlandığım dersler: Coğrafya ile Hilmi Efendi’nin tarih-i umumi Münif Paşa’nın ilm-i servet Aziz Bey’in hikmet-i tabi’iyye Vidinli Tevfik Paşa’nın riyaziye dersleri idi. O tarihlerde Mülkiye Mektebi Darü’l-mu’allimin ile beraber Kovacılar’da Mütercim Rüşdü Paşa’nın konağında Darü’l-fünun da şimdi Çenberlitaş’da Maarif Nezareti’nin bulunduğu bina idi. Mektebe devam ettiğim zamanlar ber-mu’tad sabahları pek erken uyanır ve derslerimi mütala’a ettikden sonra Hoca Şevket Efendi merhumun ders okuttuğu cami’e dersden sonra da eve dönmek müşkil olduğundan oradan doğruca mektebe gider idim. Bir adet vardır ki dersi’am hocalarının meşhurları derslerini oldukları selatin cami’lerinde bir müddet tedris ederler. Ba’dehu münasib gördükleri civar cevami’ ve mesacidden birinde okudurlar. Bu i’tiyada mebni hoca merhum da ekseri Hafız Paşa Cami’i ile ara sıra Çırçır Dülgerzade Sarachanebaşı’nda vaki’ Hüseyin Paşa Atpazarı cami’lerinde ve gahi Fatih Tavhanesi’nin dershanesinde ale’l-ekser her medresede bir dershane vardır derse çıkardı. Tavhane denilen bu darü’l-hayr Fatih İmareti’nin ittisalinde fi’l-asl acezenin iskan ve ivaları için inşa edilmiş mü’essesatdan iken git gide medrese olmuşdur. Aceze için bina olunan mü’esseseye tabhane veyahud yerinde hararet tüvan ve takat ma’nalarına geldiğine ve elem-i cu’ ve derd-i ta’ayyüş ile tab ü tüvani kesilmiş biçaregan bu nevi’ mü’essesat-ı hayriyyede yeyip içtikleri gibi soğuk günlerde de ısınıp şeda’id-i berdden muhafaza olundukları içindir ki mü’essesat-ı mezkure bu isim ile tesmiye edilmişdir. Kütüb-i lüğatden Misbah’da beyan olunmuşdur ki fukara olunur. Haniyye’de nakl edildiği üzere insanın tasadduk eylediği şeylerin efdali “ribat” bina etmekdir – İnteha. di derslerine yetişirdik ve pek çok kere dersden sonra Mahmud Efendi’yle bir mahalde ictima’ eyleyip o gün okuduğumuz dersleri münavebe ile biri birimize takrir ederek gecenin sa’at birini boyladığımız olurdu. Hezar menazır ve elvan olan güzergah-ı hayatda nigaşte-i sahife-i beyan olduğu üzere bir müddet kat’-ı merahil edildi. Sonra hayatın bir devre-i cedidesine dahil olduk. Nezaret-i Evkaf-ı Hümayun’da mesarifat-ı umumiyye müdürü edip hane-i pederden ayrıldığı bir zaman idi ki bir gün ikindi dersinde iken Edirnekapısı’nda yangın var diye bir velvele kopdu. Eve geldim valideyi mahzun ve mükedder gördüm. Nice istirham ve ısrar üzerine kira evinin yandığını bir çok tesliyetler ile beraber söyledi ki o tesliyetlere kendisinin daha muhtac bulunduğu dökdüğü göz yaşlarından nümayan oluyordu. Belli etmedim bilakis ben kendisine tesliyet verdim. Fakat beni bir düşünmedir aldı. Zaten dıyk iken şimdi bütün bütün muhtel olan ma’işetimiz bir bakkal dükkanıyla beş on kuruşluk sehme mühasır kaldı. Bu kime yetişecek? Mani’-i tahsil olmayacak bir ma’işet tedariki lazım. Bu nerede?.. Düşüne düşüne nihayet Edirnekapısı haricinde kabristanın Eyüb cihetinden müntehalarına doğru mahalde vaki’ Mustafa Paşa Dergahı’nda Şeyh Yahya Efendi matba’a küşad etmiş idi orada musahhihlik etmeye zihnimde karar verdim. Ders şeriklerimizin mütehayyizan-ı ezkiyasından Cumalı Mustafa Efendi merhum bu dergahda yatıp kalkar ve matba’ada musahhihlik ederdi. Ben de ona refik-i tashih oldum. Zaman mevsim-i şita idi. Sabah ezanından bir iki sa’at evvel evden kalkıp matba’aya giderdim. Gider iken dahil-i surda korkmaz idim. Fakat kal’a kapısından çıkıp tam kabristan içinden geçen yola teveccüh edince korkmağa başlar idim. Hele Zülali Çeşmesi’nin öbür tarafı sık sık servi ağaçları ve bütün bütün kabristan ile muhat olup zaten gündüzleri bile mahuf olduğu cihetle zulmet-i leylde vahşet ve mehabeti birkaç derece daha artdığı gibi bazen fırtınalı zamanlarda bu hale servi ağaçlarının o dehşet-engiz iniltileri de inzimam ettiğinden oralara geldiğim vakit yüreğime büsbütün havf ü bim istila ederdi. Bunun havf ve tereddüd arasında tevakkuf ettikden sonra can havliyle müsadif duvarı önünde alırdım. Bakdım olmayacak bu tashih vazifesini sonraları gündüze çevirdim. Gündüzki meşagil ve mütala’atıma mani’ olmamak üzere sabah vaktini zaten kendim intihab etmişdim. Bu esnada İbret gazetesi intişar eyledi. Ser muharriri edib-i a’zam Kemal Namık Bey merhum idi. Gazeteye bir nasılsa Kemal beğenmiş. Görüşmek arzasunda olduğunu haber verdiler. Merhum o zaman Şehzadebaşı’nda bir evde şetle kabul ettikden sonra mine’l-kadim ülfet ve muhabbet var imiş gibi konuşmağa başladı. Odada bir kaç kişi var birisinin omuzuna dayamış mulatefe ediyordu. Bir elini de benim omuzuma dayayıp beni de dahil-i musahabe eyledi ara sıra dönüp odada bulunanlardan birisine mühim bir makale imla ediyor idi. Ettiği mülatefelerden biri de imansızlar! Benim icad eylediğim elfaz ve ibaratı öyle intihal ve anlıyorum diye ettiği mülatefe-i zarifane idi. Bu sözün muhatabı ruh-ı Kemal! Şad ol icad veya tervic ettiğin elfaz ve ta’birat kalem o elfaz ve ta’biratı isti’mal ederek nam-ı Kemal beyne’l-enam ta’zim ve muhabbet ile yad olunuyor. Her kalemden her dem sana Fatihalar ithaf ediliyor. Matba’aya devam etmemi merhum bana tenbih eyledi. Bunun üzerine ara sıra Beyoğlu’nda Haçopulo Çarşısı’nda İbret gazetesi kere daha ya gördüm ya görmedim. İdarehanede görüşdüğüm konuşduğum şimdi Sıhhiye Reisi Midhat Efendi hazretleri ğer üç sene iki mah kadar refakatimiz mukadder bulunmuş olan Reji Komiseri Nuri Bey merhum ile Meclis-i Meb’usan a’zasından Antalya Meb’usu Ebuzziya Tevfik Beyefendi’yi o zamane dek velev tesadüfi olsun gördüğüm hiç hatırıma gelmiyor. Ben gazete idarehanesine devama başlayalıdan beri henüz Silistre Yahud Vatan namındaki eser-i meşhuru bir gece Gedikpaşa’da Güllü Agob’un Tiyatrosu’nda sahne-i temaşaya vaz’ olundu. O gece tiyatroda fevka’l-hadd izdiham var idi. Eser peyapey alkışlara gark edildi. Müte’akıben İbret salifü’z-zikr zevat bilad-ı muhtelifeye teb’id edildi. İbtida-yı emirde nasıl ve nerelere ta’zib edileceğimiz ma’lum değil Sürüldü pişvayan-ı vatan bir semt-i mechule Feramuş etmeyin ahbab! ihvanı du’anızdan Dinsizlerin şübühatıyle onların gayet vahi olan istişkalatını serd için iradına mecbur olduğumuz yukarıki fasıllar bu adamların muhat oldukları dalali göstermeye cihan-ı ilimdeki mevkilerini anlatmaya elhasıl bunları maarif-i hazıranın hamisi ilmin rükn-i a’zamı felsefe-i ameliyyenin kutbu zannolunan bazı gafil şarklıların bilmeyerek çıkardıkları evc-i mevhum-ı rif’atten haziz-i muhakkariyyete indirmeye baliğan ma-belağ kafi ise de biz şimdi bir de “İlhadın Huzurı Ta ki öyle en celi bedihiyatı inkar derekelerinden ilmin pek ali olduğu onu kulub-ı insaniyyetteki nur-ı imanı itfaya alet takım esafile kuvvetü’z-zahr olmaya hiç bir zaman tenezzül etmeyeceği berahin-i mahsusa ile sabit olsun. A’sar-ı salifede ilim zan üzerine bina edilmiş bir takım faraziyelerle noksan-alud tecrübeler hurafat ile meşbu’ masalların hey’et-i mahlutasına ıtlak olunur; o zamanlar gerek müdrekat-ı akliyyeye gerek mahsusat-ı tecrübiyyeye dair söylemiş oldukları her bir söz ilim namını alırdı. Ümem-i kadimenin kitablarından en mu’teberini bilfarz Aristo’nun bir eserini alıp okusanız şaibe-i zünun ve evhamdan pak tasavvurat-ı garibeden azade hemen de hiç bir hakıkat bulamazsınız. ümmet arasındaki ihtilaf-ı tammından dolayı beyne’l-ümem rabıta-i ilmiyye külliyen mefkud idi. Çünkü her kavim kahinlerinin feylesoflarının evham ve efkarı arasında kendi akaidini adatını te’yide medar olacak tabi’atına muvafık gelecek ne bulduysa ilme idhal ettiği gibi öbür kavim de ayniyle hareket etti. Hülasa-i kelam kurun-ı maziyyede ilim hevesat-ı nefsaniyyenin mu’tekadat-ı hurafiyyenin i’tiyadat-ı mahalliyyenin esiri idi; halbuki bunlara hakim olması icab eder idi. Lakin asr-ı hazır ıstılahında ilim havassın delaletiyle mükerreren yapılan tecarib-i müdekkikanenin şehadetiyle sübut bulan müdrekat-ı insaniyyenin mecmu’udur ki i’tikadattan adattan faraziyat ve zanniyattan tamamiyle müstakildir. Bunun için bir memlekette kimya ismi altındaki ilim ne ise kürenin ona mukabil gelen memleketinde de aynıdır. Tecrübe ve tedkıkın hükmü altında bulunan bütün ulum-ı saire de bunun aynıdır. leyh teslimi vacib olan ilim bu türlü olur. En kavi delil ise havassın tedkık ve imtihanına arz-ı inkıyad edebilenidir. Şu kadar ki bazı faraziyat ve tahminatın isti’maline daimi surette hüküm-ferma iken bu müdrekat ve mahsusatdan alem-i sına’atta bi’i bilinerek o taraftan ve o vasıta ile bir nizam-ı inzibat altına almak bunun için de bunların birbirine müşabih olan enva’ı birleştirilerek aralarında bir rabıta ihdas edilmek elzemdir. Mesela şunlar üzerine filan kanun hakimdir o kanun da şundan ibarettir tarzındaki takyide ihtiyaç bundan neş’et ediyor. Bina’en-aleyh bu faraziyattan biri asar ve meşhudat vas ve vezaifini daha açık bir surette tefsire medar olursa hakıkaten faraziyat-ı saireden daha karib olacağı için ilmen – ilmin terakkiyat-ı atiyyesi sayesinde ileride daha akrabı bulunmasına intizaren – suret-i muvakkatede o faraziyyeyi kabul ederler. Bina’en-aleyh tabi oldukları kanun-ı tabi’iyi bulmak istedikleri asar ve meşhudatı tefsir ve izaha daha ziyade medar olan hakıkaten evvelkinden daha yakın bulunan diğer bir faraziye zuhur edince ilmen eskisini derhal tağyir ve ta’dile amadedirler. Zaten feylesof-ı şehir Ogüst Sibastiye’nin Felsefe-i Din namındaki eserinden aldığımız şu sözler yukarıda da nakledilmiş rı ma’lumatın nisbetle pek mahdud bir cüz’ünden ibaret olduğunu herkesten evvel i’tiraf eden yine ulemadır. Tevazu’da en ileri gidenler ise ilmen en önde bulunanlardır. Bununla beraber ulemanın hepsi de mu’teriftirler ki şimdiye kadar alem-i tabi’atte nail oldukları keşfiyat icra ettikleri tetebbuat meçhul kalan seraire nisbetle hiçten başka bir şey değildir. Bina’en-aleyh bunlar vaz’ etmiş oldukları usul ve kavaidi an-be-an ta’dil ve tenkiha nazariyelerini gitgide tevsi’a müşahedat-ı cedidelerini de eski meşhudat-ı sahihalarına Meşhur Camille Flammarion diyor ki: “İlm-i hey’et tabi’at kimya ıstılahınca nazariye nedir? Biz evvela bir takım meşhudat ve mahsusatı görüyoruz. Sonra bunlar derece-i kifayeyi bulunca umumunu birden bir kanunun daire-i şümulüne vermek için birbirine rabtetmek çaresini araştırıyoruz. Lakin acaba bu kanunu gözümüzle görüyor muyuz? Hayır. Biz onu ancak meşhudatımızı imtihan etmek suretiyle bulmak istiyoruz. Hatta çok defalar bu kanuna verdiğimiz oluyor. Bina’en-aleyh bizim taharri-i serair ile mecbul olan akl-ı serbazımızı mahiyet-i eşyaya isale tevassut eden bu nazariye hakıkat-i emirde bir farzdan ibaret olup kadr ü kıymeti de ancak bize mer’iyat-ı mahsusenin mestur olanları hakkında verebileceği izahattan ibarettir. O halde bu kanun da az zaman sonra heva-yı mensiyyete karışıp gitmesi pek muhtemel olan vahi bir takım faraziyat ve zanniyat sırasında kalır faraziyat-ı ilmiyye makamına yükselmesi ancak sıhhati bi’l-imtihan sübut bulduğu zaman kabil olabilir.” Buraları kari’in-i kiramın nazarında tahakkuk ettikten sonra iyice anlaşılır ki asr-ı hazırdaki ilmin vazifesi eşyanın zevahirini serairini havas ve meşairin ianesiyle araştırmaktır; nazariyatı ise daire-i fünun genişledikçe o nazariyat ile münasebeti olan yeni yeni keşfiyat zuhura geldikçe ta’dil ve tağyire namzet olan bir takım faraziyat-ı muvakkateden ibarettir. Ulum-ı hazıranın vazifesi bundan ibaret olduğu halde onu nefy-i Sani’a alet ittihazına kalkışmak maddenin maverasındaki avalimin kaffesini inkara edyan ve akaidi ibtale sevkettiğini iddia eylemek ona karşı azim bir bühtan olur. Şimdi biri çıkıp diyebilir ki: Pek ala kendilerini erkanından addetmekte oldukları ulum-ı hazıra namına uzun uzadıya bir çok da’va ile Sani’i ruhu ebediyeti inkara kalkışarak dünyayı velveleye veren bu adamlar kimlerdir? Evet biz bu gibi erbab-ı tuğyanın mevki’-i hakıkılerini enzara dereke-i irfanlarını efkara göstermek; kendilerinin öyle sözüne i’timad edilir ulema zümresinden olmadığını umuma anlatmak için ne demiş olsak –böyle mühim mevzularda sözümüz mevsuk bile olsa– eminim ki yine bazılarının nazarında ifrat ile itham olunmaktan kurtulamayız. Bina’en-aleyh sözümüzün daha şayan-ı ihticac daha müessir olması için esatize-i ilmin bu adamlar hakkında ne gibi mütala’ada bulunduklarını makam-ı istişhadda irad etmemiz elzemdir. Camille Flammarion diyor ki: “Esatize-i ilim mevcudatın devam ve istimrarı mes’elesini halletmekten aciz kaldıkları yadaki sırrı anlamak tevali ve teakub-ı kainatı izah edebilmek ve müstemirri bulunduğunu mu’teriftirler. Lakin bunların tilmizleri üstadlarına tefevvuk daiyesinde bulunarak onların nazariyelerini tahrife kalkışıyorlar. Halbuki bir taraftan da yalan yere kendilerini o nazariyelerin hamisi tarafdarı gösteriyorlar.” dedir. Eğer bunların içinde ilmine i’timad olunur bir alim yahud kavmi arasında haiz-i makam-ı fazilet bir fazıl bulunmuş olsaydı tabi’i Flammarion gibi aklı başında bir adam kalkıp ta bu müfrit müddeilerin ilimde henüz tilmiz olup esatize derecesine varmadıklarını üstadlarının vaz’ etmiş olduğu nazariyatı tahrif ederek ilmin yüzünü karartacak derecede emanete hıyanet eder güruhtan bulunduklarını ala rü’usi’l-eşhad söylemezdi. Müşarün-ileyh diyor ki: “Ulumun tedrisinde müdafa’akarlığında bulunanlardan bazılariyle kendilerine şürrah-ı mezahib telkin etmektedirler.” Hakıkate atşan fakat perişan olan birçok efkar bunların kitablarından muhtaç oldukları ma’lumatı alırken birlikte o zehr-i seriü’ t-te’siri de içiyorlar ki o semm-i mühlik kalblerindeki fezail-i ma’rifeti derhal mahvediyor. Bina’enaleyh yavaş yavaş ilerleyerek bizi korkutmakta olan bu dahiyenin seyrini tevkif etmek kat’iyyen lazımdır. Bunun için de bu mezahibi huzur-ı münakaşa ve imtihana çekerek mahiyetlerini meydana koymak öyle bazıları tarafından zannolunduğu gibi ilimle hiç münasebeti olmayarak belki bir takım efkar-ı camidenin mahsulat-ı vehmiyyesinden ibaret bulunduğunu berahin ile göstermek iktiza eder. Evet bu efkar şems-i ziya-paş-ı ilimden gayet zaif seyr-i tabi’isinden münharif bir şua’dan başka bir şey iktibas edememişken kendisini tamamiyle ilim üzerine müesses zannediyor.” Evet ilhad ilme akla nisbet olunmak yahud bir meslek tesmiye edilmek elhasıl nazar-ı ehemmiyyete alınmak derecelerinden pek aşağıdadır. Daha doğrusu ilhad şeyatin-i evhamın nüfuzuna müsaid bazı ukule tareyan eden bir vehimden başka bir şey değildir. Hiss-i i’tikad bütün ihtisasat meyanında kalb-i insaniye en ziyade mülahik olanıdır. Hem erbab-ı inkarın bu hissi duymaları ashab-ı i’tikaddan aşağı değildir. Belki evvelkilerin cahd ü inkara kalkışmaları kendilerinin o histen daha ziyade müte’essir olduklarını gösteriyor. Şu kadar ki yolu sapıttıklarından dolayı saika-i hayretle bir zulmet-abad-ı hiça-hiçe düşmüşler de kurtulmak için vadi-i faraziyyata girmekten gunagun safsatalar icad etmekten başka çare bulamamışlar; halbuki basıra-i im’anlarını kaplayan gışa-yı gafleti kaldırsalar da o safsataları iyice görseler hemen hepsini kaldırıp atarlardı. Eğer bize dünyada kendi vicdanına karşı yalan söyleyenlerin kendi kendisini aldatanların en ileride bulunanı kimdir diye sorulsa bila tereddüt “kendisinin mülhid olduğuna kail olandır.” cevabını verirdik. Eğer mülhidlerin huzur-ı ilimdeki mevki’lerini öğrenmek isterseniz dinleyiniz: Mü’min ile mülhid mevcudatı ikrar hususunda müttehiddirler. Yani kainatta ne varsa muhkem bir takım kavanine makasıd-ı hikmet üzerine müesses kavaid-i sabiteye tabi’ olduğunu mukırdırlar. Hele şu zamanda hiç bir beyinsiz tasavvur olunamaz ki kainat-ı ulviyye ve süfliyyenin kavanin-i sabite-i muhkemeye tabi’ olmadığı iddiasında bulunabilsin. Evet böyle bir sersem asrımızda bulunmadığı gibi a’sar-ı müstakbeleden birinde de bulunamaz. Çünkü ulum-ı tabi’iyye ve riyaziyye bu kavanin üzerine bina olunmuştur. Bu kavanin olmasaydı bi’t-tabi’ ilim de olmazdı. Şimdi mü’min ile mülhid arasındaki yegane fark şudur ki mülhid nazarını kavanin-i kevnin yalnız mezahirine asarına hasrederek o kavaninin mahiyetini te’emmülden kasr eder. Mesela o der ki: Kevakib cazibe kanunu vasıtasiyle yekdiğerinden muayyen olan mesafede durabilmektedir. Halbuki o kanunu görmüyor Nebatat imtisas kavanini sayesinde tegaddi etmektedir. Böylece ilimde terakkı ederek illet ve hakıkatini idrake muktedir olamadığı diğer bazı esrar-ı tabiata vakıf oldukça onlar için de hususi birer kanun ihtira eder. O halde ihtira-kerdesi olan kavanin na-mütenahidir. Mü’mine gelince vakı’a o da kavanin-i kevnin asarını te’emmülde kusur etmez. Lakin nazarını yalnız bunlara hasretmeyip mecmu’unu birden piş-gah-ı im’ana alır hepsini ayrı ayrı tedkık eder. O zaman bu kavaninin müstakılün bizzat olmadığını belki bütün mevcudat üzerinde tasarruf eden bir kuvve-i yeganenin mezahir-i muhtelifesi olduğunu görür. Hem böyle olduğuna bürhan-ı hissi olmadan rastgele Eğer iş benim gördüğüm gibi olmasaydı kainat-ı ulviyye ve süfliyyedeki bu tertib-i bedi’a avalim-i kevniyyedeki bu nizam-ı mütekabile imkan bulunmazdı. Mesela hasisa-i neşv ü nemaya malik olan şu nebatı al ulema-yı tabi’at tarzında onu tetebbu’ et göreceksin ki: O nebat bir çok kavaninin taht-ı hükmündedir. Eğer o kavanin müstakil olsaydı aralarında tilal olurdu; muntazam bir seyir takib ederek neşv ü nema bulamazdı. O halde bu kavaninin yalnız kendi aralarında değil kavanin-i hariciyye ile de müttehid olduklarına i’tikad etmek icab ediyor. Zira böyle olmasaydı onların hararet-i şemsiyye ve arziyye rutubat-ı cevviye gibi sair bir çok müessirat tulmaları kabil olamazdı. Demek ki asar ve vezaifin ihtilafiyle beraber küre-i arzdaki bütün kavanin-i tabiatın aralarında ittihad mevcud olduğunu ikrar etmek zaruridir. Eğer bulunduğun noktadan daha yüksek bir müstevaya çıkacak olursan o zaman küre-i arzın tabi’ olduğu kavaninin bütün mevcudat üzerinde hakim olan kavanin ile müttehid bulunduğuna hükm-i kat’i ile hükmedersin çünkü şu muhakkar gördüğümüz ecramın biri olmaktan başka bir şey değildir; daha doğrusu madde ve asıl i’tibariyle o da onlardandır. Ve onların ahval ve harekatına tabi’dir. O halde bütün kavanin-i kevn aralarında müttehiddir. Bu ittihadın manası ise cümlesinin birden bütün mevcudat üzerinde hakim olan onları mahv ü in’idamdan siyanet eden münferid bir kuvve-i ammenin mezahir-i muhtelifesi olmasından ibarettir. İşte bu bir hakıkattir ki akıl sersem kimse tarafından kabulünde tereddüd ihtimali mutasavver değildir. Lakin halk hakayık-ı akliyyeyi misal-i mahsus le bir misal irad etmemiz lazım geliyor. Mizan’ın faydaları bu kadara münhasır değildir. Daha nice feva’id-i aliyye ve safiyyesi vardır ki sırası geldikçe onları da yegan yegan serd ü beyan edeceğiz. Bina’en-aleyh kava’id-i Mizan’ı hakkıyla telakkıye çalışarak diğer ihvanınıza da ta’lim etmelisiniz! Bi-tariki’l-keşf zevk-i ledünnisine vusul kendilerine müyesser olamayanlar zararı yok ona fikren ve ilmen ıttıla’ hasıl etsinler. Nitekim Hakim-i Mutlak Te’ala azze ve celle bu dakıkaya işaretle buyurmuş: me’al-i celili mürtefi’ yerdeki bahçeye kesret-i baran olmasa bile katarat-ı şebnem isabet eder; yine reyyan ve meyvedar olur. Maksud-ı asli bila istisna bi’l-cümle e’imme-i müsliminin sunuf-ı hidayet-i Rabbaniyye ile mahfuf bulunduklarına değildir. Henüz za’ik-i hakıkati olmazdan evvel sıhhat-i Mizan hakkında sizinle mücadeleye kıyam eden zatı Mizan mezahib-i erba’a uleması mahzarında kıra’at olunurken hazır bulunduruncaya kadar onun tarafından hakkınızda reva görülecek ezalara tahammül etmelisiniz! Çünkü o zat nefsinde ma’zurdur. Garabet-i mevzu’u hasebiyle Mizan’ın sıhhat-i kava’idini size kolaylıkla teslim edemez! Fakat söylediğimiz üzere o mahzarda dört mezhebin her birinden birer alim bulunması şart-ı lazımdır. Aksi takdirde belki hazır bulunanlara karşı rağbeten veya rahbeten vech-i muvafakat göster[se] de tabi’i mevcud olmayan diğer mezhebe intisar edecek kimse bulunmamasıyla o mezhebi bi-perva reddeder. Allahu azimü’ş-şan muhafaza buyursun şu halde o zatın müra’atı vücuh-ı mahlukata raci’ olarak; nefs-i hakka ri’ayeti bulunmadığı neticesi çıkar ki maksud-ı asli bunun bi’l-külliyye hilafıdır. Şimdi size burada bir ka’ide zikr edeceğim! Ki bu ka’ide Mizan’ın sıhhat-i kava’idini teslime müntehi olacak tariklerin en kısasıdır. Evvela esas-ı nazarınızı; o akıde-i hakka üzerine bina etmelisiniz: Ki Cenab-ı Hak kaffe-i eşyayı alim; mecmu’-i tasarrufatında hakimdir; ezelen ebeden. Ol zaman bu hikmet-hane-i alemi halk ve ibda’ buyurdu. Ahvalini tanzim şu’ununu tertib kemalini ihkam eyleyerek liyyesinin vefk-ı ta’alluku üzere: Onu enzar-ı şuhuda hasr ve zabtı gayr-i mümkün ihtilafat-ı bi-nihaye içinde izhar etdi. Emzice ve terakibi mütegayir; ahval ve esalibi mütebayin. Bina’en-aleyh ecza-yı ka’inat şu gördüğümüz evza’ ve te’lif ile kaza-yı bi-intiha-yı vücud dahilinde tayy-i merahile başladı; umur-ı mükevvenat gayat ve nihayeti gayr-i mutasavver şü’un ve tesarif üzere istikrar eyledi. Yine o Hüdavend-i Hakim: Bedi’ hikmeti azim eltafı amim rahmeti cümlesinden olarak ibadını sa’id ve şaki ünvanları altında iki kısma taksim eyledi. Sü’eda’ya karşı va’d ashab-ı şakaya karşı da va’id hükümlerini vaz’ ederek her senat ile enva’-ı me’asideki ma-hulika lehlerine göre istihdam eyledi. Ma’ahaza hükm-i adli si’a-i efdali hasebiyle her iki sınıfın halen ve istikbalen ıslah-ı şanlarına hadim olacak levazımı ki: Tasvir ettiği maddiyat takdir eylediği ma’neviyat ettiği hudud icad eylediği şü’un hep o levazım cümlesindendir; onları ve daha sa’ir enva’-ı bi-nihayesini bu dar-ı muvakkatde mükemmelen tehyi’e ve ihzar buyurdu. zam-ı ka’inat mün’akid olarak; zaman ile mekan şanları iktizası üzere tekemmül etdi. Nihayet: denilerek mecmu’-ı mükevvenat [ ] ile tertib-i hilkatin naks ü halelden bera’eti ala ru’usü’l-işhad; i’lan olundu. kavli nezilan-ı harem-i Perverdigar-ı Rahim nev’-i insanı havass-ı ka’inatın cümlesini hadd-i zatında cami’ alem-i ekber kendisinde muntavi mu’teddü’l-mizac hüsnü’s-suret müntesibü’l-kame ve hatta emanet-i kübra-yı ilahiyyeyi der’uhde etmeye müsta’id olarak kemal üzere halk buyurduğuna ima’en: nazm-ı celilini irsal etdi. Bina’en-aleyh hilkatdeki kemalin bir azim bürhanını da nev’i ahsen-i takvim üzere halk etdik. Şu kadar ki Hak sübhanehu ve te’ala her bir nafi’i mutlaka nafi’ ve her bir muzırrı mutlaka muzırr olarak halk etmedi. Belki umum ka’inatı öyle bir kanun-ı hikmete rabt eyledi ki iki şeyden birinin ızrar ettiğini öteki infa’ eder. Ötekinin hi bir zamanda infa’ ettiğini diğer bir zamanda ızrar eder. Diğer bir zamanda ızrar ettiğini bir başka zamanda infa’ eder. Bunlar o leme’at-ı hikmetdir ki i’mal-i efkar ile idrak-i mahiyyetleri emr-i muhal.. ve o esrar-ı hafiyyedir ki Cenabı alimü’l-esrarın mazhar-ı irşadı olmayanlara iktinah-ı hakıkatleri muhal ender muhaldir. şey’ ma-hulika lehine müyesserdir ve bu ihtilafat ile bu muğayerat hep şu’un-ı evvelin ve ahirini itmam içindir. Cenab-ı Hak ise aleminden ganidir. Bu ka’ide fikrinizde takarrur edince ma’lumunuz olur ki Allahu azimü’ş-şanın ehl-i sa’adete karşı vuku’ bulan teklifatında kat’a eser-i mekr yokdur. Ve bu ümmet e’immesinin furu’-ı şeri’atdeki ihtilafları mahmudü’l-akıbe ve ma’kulü’n-neticedir. Zira teğayür-i emzice ve ahval; elbette tehalüf-i meşari’ ve ahkamı iktiza eder. hadis-i Her kim şunu yaparsa aharın hakkına ta’addi etmek ve nefsine zulm etmek suretiyle. nin müşarun-ileyhi ders-i sabıkda mezkur katl-i nefsdir. Akreb olan odur. ma’nasını izah ettik ve katl-i hissi var katl-i ma’nevi var yani katl helak-i suri ile olduğu gibi helak-i ma’nevi ile de olur. Her ikisi de haramdır. Ne kadar ihvan-ı din varsa hepsi bir vücudun a’zasından kendi vücuduna su’-i kasd demek olur. Kezalik hadis-i şerifi hükmünce mü’minlerin cümlesi bir bina-yı alinin rükünleri menzilesindedir. Bir de menhiyyatı irtikab suretiyle insan kendini helak etmiş olur. Mesela gayrin malına ta’arruz etmek. yani ders-i sabıkdaki ayetde iki şey tahrim buyuruldu. Evvela: Aharın malına ta’arruz suret-i gayr-i meşru’ada bir kimsenin malını almak ... bu da katl-i nefse mü’eddidir. Yani kimsenin malına ta’arruzla katl-i nefs cinayeti hadis olur. Bazen insan başkasının malına tama’an şahsını katle kıyam eder. Bazen de o esnada kendisi katl olunur. Bu cihetle katl-i nefs ile gasb-ı emval beyninde irtibat-ı tam vardır. Bina’en-aleyh Cenab-ı Bari hem nüfus-ı beşeriyyenin hem emvalin muhafazasını ferman buyurmuşdur. Fakat mala ta’arruz daha ziyadedir. Onun la irtikab ve irtişa ile suver-i sa’ire ile de vuku’ bulur. Bunlar hepsi vech-i batılda dahildir. Şer’-i şerifin mübah addetmediği suretlerin hangi biriyle olursa olsun aharın malına ta’arruz memnu’dur. Hatta kendi malını israf etmek de bu hükme dahildir. Sefahet yoluna gayr-i meşru’ cihetlere sarf ve istihlak bila-şüphe haram-ı kat’idir. İnsan malını hayra sarf ile me’murdur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuşdur. Yani hayırlı mal ne güzel şeydir salih adam için. Çünkü bu sayede dünyayı da ahireti de kazanır dareynde mes’ud olur. Mal eğer helalden kazanılırsa hayra sarf olur. Ekseriya na-meşru’ cihetlere sarf olunan emval gayr-i meşru’ suretle kazanılmış bulunur. Bu ise nankörlük addolunur büyük bir mes’uliyeti da’idir. Şahsi olsun umumi olsun büyük felaketlere mü’eddi olur. Kezalik Çünkü zarurete mübtela olunca ma’azallah intihara kadar varır. Me’yusiyet gelir nefsini öldürür. Fakat kelimesi ba’ide mevzu’dur. Bu lafz ile karibe işaret nükte-i beliğane nezd-i sübhanide ba’iddir. Mü’minlerin de şanı olmadığı için onlardan da uzakdır. nazm-ı celili en büyük tehdidi havidir. Küfürden sonra en eşna’ günah katl-i nefsdir her ne suretle olursa olsun bir ma’sumun helakine sebeb olmak cinayet-i azimedir. Bi’l-hassa kendi nefsini katl etmek... Vakı’a intihar eden kimse hakkında mutlaka küfr ile gitdi diye hüküm olunmaz. Yine namazı kılınır. Fakat bile bile yapdıysa en büyük günahı irtikab eylemiş olur. Zaten aklı başında iken fennen lamış olur intihara mübaşeret edeceği vakit aklı başında gider diyorlar. Bazıları evvelden hazırlanıyor azm ve tasmim ediyor. Artık bu şüphesiz bile bile yapmış isteye isteye icra ve onun için en büyük günahı irtikab eylemiş demekdir. Fakat şu fi’l-i haramı helal i’tikad etmezse kendisini asi bilirse –ne’uzü billah- bir sa’ika-i ma’siyyet ile bir gayret-i cahiliyye bir ye’s-i tabi’i ile intihar ederse ca’iz ki iman ile gitsin. Küfrüne hükm edilmez. Lakin en büyük günah işlemiş olur. Allahü Te’ala dilerse bir müddet cehennemde yakar. Dilerse afv buyurur. Sadedimize gelelim: Este’izübillah her kim bunu yaparsa –gerek katl-i nefs gerek gasb-i emval cür’etinde bulunursa- niçin yapar bunu? ya birine zulm ü udvan için. Yani hukukuna ta’addi ediyor. Bu maksad tecavüz ederse kendi nefsine de fenalık etmiş bulunur. Sorsalar mağdurunu gaddar kendin gösterir Şüphesiz her zalimin zulmü yine kendine a’id olur. Ey insanlar ey beni Adem bunu muhakkak biliniz ki her bağyiniz tecavüzünüz her tuğyanınız kendi nefsiniz üzerine maksuddur. Siz zannedersiniz ki aharadır. Öyle değil Zalim dünyada görmezse ukbada çekecek. Bu hakıkati emr-i muhakkak bilin doğru yoldan ayrılmayın ayet-i kerimesini her Cum’a günü işitiyorsunuz. Bu ayet-i celile pek cem’iyetlidir. Bütün evamir ve nevahi bunun içindedir. El-hasıl aharın hukukuna tecavüz her ne suretle olursa olsun asla ca’iz değildir. Onun için buyuruyor: ahara te’addi ve kendi nefsine zulm etmek suretiyle her kim bunları yaparsa o kimseyi yakın zamanda cehennem ateşine sokacağım. Bunlar böyle bir ukubet görecek aharın malına nefsine ta’addide bulundukları – Böyle adamlar ise bi-nihayedir. Dünyada pek çok katiller görülmüş mürtekibler işidilmişdir. Ya Rab! Bu kadar herifleri nasıl toplayacaksın? Bu gayet uzun bir mes’eledir. Evet! Size uzun. Fakat Allah’a güçlük yok. Cenab-ı Hakk’a kolay asan bir şeydir. Zaten her insana mahsus müvekkel iki melek var. Onun işini Allah onlara tefviz etmişdir. Hesabını kayd ederler Ahiretde de beraber bulunurlar. İki polis gibi yanından ayrılmazlar. Nasıl ki sure-i Kaf’da buyurulmuşdur Herkes kabirden kalkınca sağında solunda iki melek beraber gidecek. Dünyadaki ef’al ve harekatına şehadet edecekler. Evvela onu muhasebe yerine sevk edecekler. Birisi sevk me’muru. Askeri nasıl sevk eder alınan emre göre. Melekler de beni Ademi mahşere öyle sevk edecekler. O gün hepsi bir mahalle toplanacak. Birisi sevk edecek birisi şehadet edecek. Allahü Te’ala bizim ile uğraşacak değil. Her işe ehlini ta’yin etmişdir. nazmı celilinde mezkur melekler dünyevi ve uhrevi umur-ı ma’aş ve me’adı tedbir için me’murdurlar. Mela’ikenin bir sınıfı müdebbirat mela’ikesidir. Emr-i alemi ahval-i beni Ademi tedbir ve tasarruf ederler. Müvekkel kılınmışlar Cenab-ı Bari tarafından tevkil buyurulmuşlar. Dünyada erzak ve acali ve sa’ir hususatı bunlar tesviye ederler. Ahiretde de cezaları tertib ederler. Fakat kabil mi insan günahdan kurtulsun? Herkesin az çok günahı var. Kimse ma’siyetden hali kalamıyor. Beşeriyet icabınca ma’sum yaşamak imkanı yokdur. Bir takım ma’siyetler tabi’iyyü’l-vuku’dur. Günah olmasa Allahü Te’ala neyi mağfiret edecek? Şimdi bu ayet-i celileden mü’minlerin kalbine ye’s gelir gibi oldu. Haydi kimsenin nefsini katl etmeyesin. Lakin hukuk-ı diyor. Kul hakkıdır; helal olmaz buyuruyor. Sahibi afv etmeden Allah afv etmez. Ahkemü’l-hakimindir. Çünkü adaletle hüküm edecek. Onun için cehennemi haber veriyor. Akıbet-endiş olana bundan büyük bir ye’s gelir. Zira üzerinde az çok hukuk bulunur. Acaba bunun çaresi yok mu? Hukuka tecavüz edenler için helallık dilemek var. Bu mümkün olmazsa çok ibadet etmeli. Hasenatın çok olursa husema-yı irza edebilirsin. Hasenatın bir kısmı ashab-ı hukuka tevzi’ olunur. Bu tarik ile necat mümkün olur. Vakı’a gayet müşkildir. Bir de bilmeyerek kasd etmeyerek hukuka tecavüz olur. Sirkat nev’inden değil. Rüşvet değil. Mesela borc etmiş de unutmuşsun yahud ifasından aciz kalmışsın. Borclu olanlar çok ya. Fakat kimsenin hakkına tecavüz fikriyle yapmıyor. İnsan bazen ya bilmeyerek kimsenin hakkını alır yahud da düyuna mübtela olur kazasından aciz kalır. Bak ne buyurur Cenab-ı Bari Te’ala: dem sirkat etmedin rüşvet diye almadın yalan söyleyip kimseyi aldatmadın belki diğer bir suretle ele geçirdin ya bilmeyerek yahud bi’l-ahare vermek üzere aldın da sonra de yok... O vakit bunlar da saga’irde dahil olur. Allah saga’irin afvini tebşir eder fakat keba’irden sakınmak şartıyla. eğer ictinab ederseniz bir tarafa atıyorsanız... demekdir. O bir tarafa sen bir tarafa. Sakınmak çekinmek uzak olmak ... İctinab maddesi “bu’d” ma’nasına delalet eder. de öyle değil mi? yok mu komşu hakkını Allah tavsiye ediyor: hukukuna ri’ayet edilecek kimseleri sayıyor. Ananın babanın hakkı beyan buyuruldukdan sonra karabet sahibi komşular yani hanesi pek yakın yahud karabet-i nesebiyye cihetiyle yakın olanlar evvela bunların hukukunu beyan buyurur. Sonra ki demek. Ya hanesi uzak yahud kendisi seninle bir karabeti yok. Belki dince bile münasebeti olmaz. Yahudi olur. Nasrani olur.. Yine hakkı var. Komşuluk hakkı inkar olunmaz. Tefsir-i Beyzavi’de bir hadis-i şerif var. Sultan-ı Enbiya efendimiz: –Komşu üç kısımdır buyurdu bir komşu odur ki üç hakkı olur. Diğer komşu da var ki iki hakkı olur. Nihayet bir nevi’ daha var ki bir hakkı olur. Üç hakkı olan ol bir komşudur ki senin akrabandan olur. Yani hem din kardeşin hem akraban hem komşun. Bu üç hakka da ri’ayet lazım. din kardeşin ve komşun olan kimsedir. Sonra bir de ne akrabandan olur ne de dindaşın bulunur. Fakat komşun olur yani başka milletden bir komşu. komşu hakkına pek ziyade ri’ayet ederdi. Komşu hakkı kendisine eziyet vermemekden ibaret değildir. Zaten ne hakkın var eziyet edesin? Komşunun asıl hakkı ezasına tahammül etmekdir. Nasıl ki İmam-ı A’zam Efendimiz’in ha’in bir Yahudi komşusu vardı Hazret-i İmam’ın yoluna daima süpürüntü dökerdi. Öyle ha’in bir herifdi ki rahatını uykusunu terk eder illa her sabah Hazret-i İmam’ın kapısı önüne süprüntü bırakırdı. Hazret-i İmam ki o kadar erken kalkıyor cami’-i şerifine gitmek için daha seher vaktinde sokağa çıkıyor öyle iken kapısı önünde mutlak o gece dökülmüş süprüntü bulacakdı. Tuhaf işte Yahudi’nin merakı böyle tutmuş: etdi belki vaz geçer diye. İnadına Yahudi’de ne kadar marul yerse kalan kabuklarını evindeki merkebe vermez sokağa atardı. Tek İmam-ı A’zam müte’ezzi olsun. Öyle iken Hazret-i İmam senelerce sabr etdi halbuki ne istese yapardı. ziyaretine gelir bütün ümmetin ekabiri elini öpüyor. Yahudi mahza adavet-i diniyye sa’ikasıyla bu mel’anetde devam etdi fakat ne dersiniz nihayetde müslüman oldu. söylemeyerek Yahudi’yi insafa getirdi: Kendi kendine düşünüp gördüğü metanet-i ahlaka hayran oldu: – Vallahi bunda bir sırr ve hikmet var dedi bu zat kimseden korkmaz. Ben buna neler yaparım öyle iken birşey demiyor. Dünyanın en birinci alimine benim gibi edna bir adam eza etsin de o da hiç mukabele etmesin. Mukabele değil ne yaparsın? diye ağzını bile açmasın. Din-i İslam ne kadar ulvi imiş! En adi adama karşı sabr et hilm ile mu’amelede bulun diyor. Nihayet bir gün hazretin ayağına kapandı: – Aman Ya hazret! Bunca senedir sana eziyet ediyorum. Sen ise bana birşey yapmıyorsun. Anladım ki din-i İslam’ın ulviyeti pek bala-ter imiş. Ben bu din-i aliyi kabul etdim. Rica ederim din-i hakkı bana telkın et... Dersimize gelelim! Eğer ictinab ederseniz.... neden? sizin nehy olunduğunuz günahların büyüklerinden. zünub ve me’asi demek. Allah ve resul sizi nehy eder bir takım günahlar var. Ayat-ı salifede menhiyyat kabilinden şeyler otuz kırk kadar beyan buyuruldu. Bunlardan başka bir çok menhiyyün anh şeyler de vardır. Şimdi bak ne diyor: Gerek bu surede gerek başka ayetlerde gerek ehadis-i şerifede menhiyyün anh günahlar yok mu ... Hepsinden sakının desem hasbe’l-beşeriyye yapamazsınız. Lakin bu menhiyatın büyüklerinden sakınırsanız ben azimü’ş-şan va’d ederim. Sizin sağa’irinizi afv buyuracağım... Bu gayet büyük tebşirdir. Balada zikr olunduğu üzere bu surede sekiz ayet-i celile Abdullah ibni Abbas’ın ifadesince bu ümmet-i Muhammed için dünya ve mafihadan hayırlıdır. Üçü geçdi bu dördüncüsüdür: Ebussuud: demekdir diyor. örtmek ma’siyyetin eserini izale etmek. Nasıl olur acaba bu?. mekdir ... Çünkü herkese tevbe nasib olmaz çok kişiler var: – Yapayım yapayım da sonunda tevbekar olurum der. Sonra bırakamaz. Gençlikde bırakamazsa hiç ihtiyarlıkda bırakabilir mi? yani çe. Terbiye büyük şeydir. O da vaktiyle olmak gerekdir. Gençlik çağında insan kendini temizlemeli. O vakit ibadet de neşatla olur. Huyunu düzeltmek nefsini tezkiye etmek gençlikde müyesser olursa olur. Kırk yaşından sonra sofu olan kimse para etmez. kırkından sonra tarike giren kıymetsizdir. Hüner henüz daha cevher varken ateş-i hararet mevcud iken heva ve hevesi kırmalı kırmalı. O zamanda mücahede makbuldür. Kırk elliden sonra sen günahı terk etmiyorsun günah seni terk ediyor. Yapamıyorsun onun için bırakıyorsun. Değil mi? Ma’rifet mi o? Daha gençlik asarı varken ibadet eder misin Allah korkusundan günahı terk eder misin?.. Bak ne mertebeler bulursun. Gençlikde sermaye tutundunsa sonra terakkı edersin. Lakin sermaye yok. Elli altmışa gelmiş. Başka iş yok. Eline bir tesbih haydi Ayasofya’ya... Me’asi-i sabıka bütün üzerinde durdukça bundan ne hasıl olur? Vakı’a bu da bir eser-i intibah add olunur. Alamet-i Cum’a ezanı okunur herif kahvede tavla oynar. Lisan-ı haliyle: – Ahkam-ı İslamiyye’nin bana ta’alluku yok demiş olur onlar ümmet-i Muhammedden imiş cami’e gitsinler namazlarını kılsınlar ... Böyle münafıklar sefihler var. Ayasofya kahvehanelerinde Cum’a namazı vakti tavla oynarlar. Halbuki Cum’a günü mü’minlerin en büyük bayramıdır. Cum’a namazı da en büyük namazdır. Her kim bila-ma’zeret üç Cum’a’yı kılmazsa münafıklar defterine yazılır ve bir daha silinmez öyle kalır ma’azallah. Böyle bir takım deniler fasıklar alçaklar var. İslamiyet’den hiç zevk almamış. Asla şeref addetmiyorlar. Cami’ leriyle haram oyunlarla her türlü levsiyat ile kalbi dolmuş. Bi’l-hassa bazı oyunların hakkında va’id-i şedid beyan olunmuş. Cem’-i mezahibce hurmeti kat’idir. Yapan insanın şehadeti merdud. Şahidliğe gelirse koğulur. Niçin? Çünkü tavla oynarken gördüler. hadis sahihdir. Her türlü oyun haram ise de tavla hakkında ayrıca sarahat var. Tavla Acem ekabiresinden birinin namıyla ihdas olunmuş. Satranç hafif olup bazı akvale göre mubahdır. Fakat şera’iti çokdur. Bazı ulema tavlayı keba’irden addetmişlerdir. Bir ta’rife göre keba’ire dahildir. Keba’ir ve sağa’irin tefriki gelecek derse kalıyor. Anlamalı ki keba’iri terk ederse sağa’irden kolay kurtulacaksın. Bakalım nasıl anlatacağız. Ayırabilecek miyiz ayıramayacak mıyız? Çünkü bazı şeyler var ki keba’ir mi sağa’ir mi? Kat’iyyen temeyyüz etmiyor. Fakat tavla her halde keba’irden ma’duddur. Hadis-i sahihle sabit. Hazret-i Peygamber Efendimiz tavlayı neye teşbih ediyor? Diyor ki: Her kim tavla oynarsa elini hınzırın etine kanına sürmüş olur. Hınzır etini eline kim alır insan o murdar şey’e bakmakdan teneffür eder. Lahm-ı hınzırın murdar olduğu Kur’an-ı Celil’de mezkurdur. buyurulmuşdur. Böyle murdar bir şey’e teşbih ederse keba’irden olmasında şüphe mi kalır? Ama dama satranç muhtelefun fihdir. Bizim mezhebce bunlar da haramdır. Lakin İmam Şafi’i hazretleri satranc hakkında: mübahdır demiş. Damayı da ona mülhak edebilirsin. Çünkü insanın zihnini açar. Asker tertibatına benzer. Satranc oyununda askerler var şah var karşı durulur. Hasılı bir i’mal-i fikr var. Namazı kaçırmamak şartıyla lisandan fahş sadır olmamak şartıyla ara sıra oynanırsa İmam Şafi’i: Mübahdır diyor. Onun için şehadetini reddetmiyorlar. Ama tavlanın hürmeti bütün mezahibce kabul edilmişdir. Şimdi böyle murdar şeylerle uğraşıp da namazı terk etmek mü’min şanı mıdır? Halbuki o kadar kaza namazları var ki gece gündüz kılsa ödeyemeyecek... Böyle iken öyle kahvelere bir takım münasebetsiz yerlere gitmek. Murdar oyunlarla mu’azzez vakti geçirmek ... doğrusu bundan büyük şekavet olmaz. ömrü uzun ameli fena ... ondan fena insan olur mu? Ne kadar yaşarsa o kadar günahı artacak. En iyisi nedir? Ömrü uzun olup da ameli de iyi olmak. O da başdan olur gençlik zamanında ömrünü iyi geçirmekle olur. Bunu demek istiyorum fakat biraz daha izaha muhtacdır. Buraya müte’allik bazı ehadis-i şerife var. Su’aller varid olacak. Onları redd edeceğiz. gün bu kadarla iktifa edelim ... Geçen hafta takrir buyurulan . dersin ahval-i hazıra-i sebiyle bu hafta derc olunması dersi istima’ eden bazı kari’in-i kiram tarafından ihtar buyurulmuş ise de meşguliyet-i kesireden tamamen tebyizi mümkün olamadı. Gelecek haftaya yetiştirilmesine gayret olunacakdır. Hazret-i Üstad-ı muhterem inşaallah yarın da kürsi-i hitabeti teşrif ile yine o vadide mühim bahisler takrir buyuracaklardır. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Haziran Cümlesinden biri de hadis-i şerifi delaletiyle mus-ı milliye medar-ı ekber olan hayadır ki bu haslet-i aliyye hadis-i şerifinde cevher-i imandan cüz’ kılınmak suretiyle ehl-i imanın veza’if-i esasiyye ve evsaf-ı güzidesinden bulunduğu iş’ar buyurulmuşdur. Buhari-i Şerif’de mastur olduğu üzere bir sahabinin pek ziyade meftur-ı haya olmasına mebni bazı ihvanı tarafından mu’atebe olunduğu mesmu’-ı Cenab-ı Risalet-penahi oldukda buyurulmuşdu. Ma’na-yı şerifi: Onu haline bırak kendisine itab etme. Zira haya sıfatı sıhhat-i iman alamatından mü’minlerin ahlak-ı feza’il-iştimalindendir. Yani o da asl-ı iman gibi irtikab-ı fevahişe mani’ her hayr u sa’adete da’idir. Nasıl ki bir hadis-i şerifde de buyurularak bu sıfat-ı cemilenin mahz-ı hayr olup daima neta’ic-i hayriyye tevlid etmekde olduğu tasrih kılınmışdır. Kezalik bir hadis-i şerifde haya ile iman bir silke dizilmiş olmalarıyla birisi düşünce öteki de beraber gider diğer hadis-i şerifde haya imandan gelir iman ise cennete sa’ik arsızlık bed-zebanlık cefadan naşi cefa da nara la’ikdir buyurulmuş. . Haya ve hacaletden ari ar ve namusdan beri olan kesanın her meziyet-i insaniyyeden hali her türlü seyyi’ata enva’-ı fazihate münhemik bulunacaklarını beyan ile bu haslet-i aliyyenin ha’iz olduğu ehemmiyet fikdanı takdirinde müterettib olan vizr ü vehamet yine Buhari-i Şerif’in havi olduğu ehadisin cevami’u’l-kelim-i Muhammedi’nin birinde suret-i beliğanede tasvir buyurulmuşdur. Ebu Mes’ud Bedri radıyallahu anhden mervi olan bu hadis-i şerif ber-vech-i ati olup İmam Nevevi hazretlerinin en ziyade calib-i dikkat ba’is-i selamet-i ümmet olacak ehadisden müteşekkil olmak üzere cem’ eylemiş olduğu Hadis-i Erba’in kitabında dahildir. sadaka Resulullah. Bu hadis-i şerif Sünen-i Ebi Davud ve İbn Mace ile Müsned-i Ahmed bin Hanbel’de dahi “Min Kelami’n-Nübüvveti’l-Ula” nab-ı Huzeyfe’den mervi olarak mezkurdur. Ma’na-yı şerifi: Nasın mine’l-kadim nübüvvet-i ula kelamından enbiyayı salifin kelimatından olmak üzere idrak ettikleri bir fıkra “Sen ha’iz-i istihya sahib-i haya olmadığın takdirde dilediğini yap” kelam-ı şerifidir. Bu hadis-i ali hakkında bazı şerrah “Bir iş tutacağın zaman bir kere düşün. Eğer ondan dolayı sana bir hacalet gelmeyecek tefsir olunmağa muhtemeldir diyorlar. Vakı’a bu ma’na hadd-i zatında doğrudur. Çünkü her mükellefin işleyeceği iş eğer vacib veya müstehab enva’ından yahud münafi-i mürüvvet add olunmayan emr-i mubah kabilinden olur ise işlemesinde ar lahık olmayacağından me’zuniyet-i şer’iyye sübutu aşikardır. Böyle olmadığı [ ] takdirde ya haram ya mekruh yahud münafi-i mürüvvet ve muğayir-i şi’ar-ı ademiyyet olacağından terki lazım gelir. Bu ma’naya göre hadis-i mezkur gayet vecazetiyle beraber bi’l-cümle aksam-ı ahkamı cami’ bulunur. Fakat kavanin-i belağate daha muvafık olan ihtimal nazm-ı celilinde olduğu gibi ta’birinin emr-i tehdid mahrum-ı haya olan bi-vayegana karşı beyan-ı va’id olması ve hülasa-i müfadın “Eğer sen kimseden utanmayacak ar ve hayadan bi’l-külliyye ari kalacak olursan istediğini yap ceza-yı layıkını görürsün” me’alinde ibaret kılınmasıdır. Bütün şerrah bu tefsiri tercih etmişlerdir ki rüchanında yi’ olup kütüb-i usuliyyede de mezkurdur. Nasihat dinlemeyen olmak üzere “Haydi bildiğin gibi hareket eyle elinden geleni diriğ etme” derler ki akıbetü’l-emr belanı bulursun demekdir. kavl-i kerimi de bu kabildendir. Ma’na-yı müfadı: Ey mu’anid kullar! Dilediğinizi yapınız heva-perestane harekatınızdan dönmeyiniz. Allahu Te’ala bütün a’malinizi zahir ve batınınızı bilir ceza-yı layıkınızı verir. Fevka’l-gaye mühim ve memduh olan şu haya sıfat-ı aliyyesinin de sa’ir ahlak-ı fazıla gibi ifrat ve tefrit nev’inden hafaza ve müdafa’a babında halkdan çekinmek bilinmesi müraca’atda sıkılmak emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker veza’ifini ifada gayet cebin olmak gibi bir takım halat-ı gayr-i mergubeyi intac eder. Bunun mezmumiyetinde iştibah olunmaz. Bazen gibi ibaratda teşbihan buna da haya ıtlak olunur. Nasıl ki gıbtaya hased ıtlakı vaki’dir. Bu ıtlaklar mecaz olup hakıkat değildir. Hayatın tefritden ibaret olan nakiz-i diğeri “vekahat” tesmiye olunur ki arsızlık ve küstahlık ta’bir ettiğimiz haslet-i redie demekdir. Bu sıfat-ı zemime edani ve erazil-i eşhasa mahsusdur. Onlar şi’ar-ı ademiyyete mugayir bulunan bu sıfat-ı rezile sa’ikasıyla her mezellete her alçaklığa katlanırlar. Her türlü fezayih ve fecayi’ irtikabına cür’et peyda ederler. Mahza bu sıfat sayesinde herkes tarafından vicahen gıyaben tercih ve tel’in olundukları halde alem-i beşeriyyet içinde yaşayabilirler. Mefsedetleri meydana çıkar bütün aleme karşı rüsvay olurlar da zerre kadar ar etmezler. Bilakis bu hal-i fezihat-iştimali haklarında ayn-ı kemal görerek iftihar ederler. İşte sırrı bunların nasiyelerinde tamamen müncelidir. Bu sıfat-ı rezilede daha kamil maharetleri bir milletin koca bir devletin el-iyazü billah inkıraz ve inhimasına badi olacak enva’-ı meka’id icrasına müsa’id ve şamil olanlarda görülmekdedir ki bu furu-mayeler ne kadar ye’s ü hırmane diye sena buyurgiriftar olsalar hezaran mel’anetle gasıb oldukları istifade-i maddiyyeyi elde etmiş bulundukları hukkam-ı dünyeviyyeyi pişgah-ı enzara vaz’ ü i’lan ile mısra’-ı meşhurunu okuyarak fahr ü mübahat ederler ve sırrına mazhariyet hulyasıyla belki de bu suretle olsun tarih-i alemde ibka-yı nam etmek fikri ile teselliyet-yab olurlar. Yar ü ağyar nezdinde bütün akvam nazarında giriftari-i mel’anet. Varsın öyle olsun o türlü herifler buna da can atarlar. Çünkü başka neye yararlar? Bevval-i çeh-i zemzemi la’netle anar halk Sen Ka’be gibi kendini hürmetle benam et Beyt-i meşhurunun mebna aleyhi olan kıssa-i habasetkarane kütüb-i muhazaratda ma’lumdur. Başka suretle kesb-i iştihar edemeyen erazilin biri de öyle bir fezahate ictisar etmiş imiş. Bu sıralarda şu hadis-i şerife ma sadak olan eşirranın her çeşidi görülmüş bi’l-hassa bi-inayeti’llah mazhar olduğumuz meşrutiyet-i meşru’a sayesinde ihraz ettikleri ni’met-i hürriyyeti su’-i isti’mal eden erazil makulesinden olup saha’if-i İkdam -ı bi-iz’anda bir müddet bala-pervazlık ederek tevarih-i aleme edebiyat-ı İslamiyyeye aşinalık taslayarak pek çok gençleri bir takım sade dilleri dam-ı tezvir ü zümre-i vekahatkaran pişvalarından olduğu –seyyi’at-ı sabıka ve cera’im-i lahikalarına ilaveten– bu def’a memalik-i ecnebiyyede din ü devlet düşmanları en alçak hempalarıyla birleşerek üç lisan üzere neşriyat-ı mefsedet-karanede bulunacaklarını bi-perva ve ma’a’l-iftihar i’lan etmesiyle pişgah-ı enzar-ı umumiyyede tamamen tecessüm etmişdir. Vekahatin alçaklığın nankörlüğün bu derecesine hayret etmemek kabil değilse de bu şirzime-i mela’inin ahval-i maziyyeleri düşünülünce bu hayret der-akeb za’il olmakdadır. Hemen vech-i menhuslarından perde-i ar ü hayayı ref’ eden Adil-i Zü’l-celal kendisiyle beraber bütün emsalinin sahife-i alemden vücudlarını ref’ ü izale buyursun amin. “Zaman-ı cahiliyetde Arablar kız evladını fakr ü fakaya duçar oluruz veyahud büyürler de onların yüzünden namusumuz berbad olur mutala’a-i sehifesiyle diri diri toprağa gömerler idi. İşte böyle diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna “mev’ude” denir. Cenab-ı Hak bu kurban-ı vahşet olan yavrucukları tesliyet ve bu cinayet-i zalimaneyi irtikab eden o katillere kemal-i gayz ü sahtını izhar için şu tarz-ı mü’essir ile buyuruyor.” Ve ol demde ki mev’udeye ne günah nahınız var idi ki o vahşi katiller sizi diri diri toprağa gömdüler diye kendilerine taraf-ı ilahiden tesliyet ve iltifat olmak üzere sorulur. Bu bi-rahm ü şefkat olan vahşiler hakkında o mertebe gayz ve saht izhar buyuruluyor ki derece-i hitabdan bile iskat olunmuşlar kendilerine hitab olunmuyor. Zaman-ı cahiliyyetde bir adamın bir kızı dünyaya geldikde eğer herif ma’sumeyi hayatda bırakmak istiyor ise ona büyüyünce ya yünden veyahud kıldan bir cübbe giydirip kızcağız badiyede o adamın develerini koyunlarını güder sınca kızın validesine “Kızı giydir kuşat akrabasına götüreceğim” der ve annesi yavrucağızı giydirip kuşatdıkdan sonra babası onu yanına alarak kıra götürür idi. Kırda bir çukur kazar ve çocuğu çukurun yanına yaklaştırıp çukura bak der rucağız çukura bakar iken arkasından çukura iter üzerine toprak boşaldıp hemen çukuru yerle beraber düm düz ederdi. Bazıları dedi ki o zaman-ı vahşet-nişanda bir gebe hatunun doğurması yaklaşdıkda biçare kadın hasbe’l-mecburiyye bir çukur kazar çukurun başında ağrılarını geçirir Sahabe-i kiramdan bir zat der idi ki zaman-ı cahiliyyetde rıma geldikçe gülerim diğerini tahattur edince yüreğim sızlar göz yaşlarım nehirler gibi seyelan eder. Güldüğüm adet şu idi ki helvadan ma’budlar yapıp bunlara ta’abbüd ve perestiş eder idik. Sonra acıkınca o tapındığımız ma’budları yer idik. Diğeri bu ki bir gün yetişmiş bir kızımı diri diri gömmek üzere badiyeye götürdüm çukur kazar iken sakalıma toprak kondu. Kızım: “Sakalına toprak konmuş babacığım! Silkeyim” diyerek toprağı eliyle silkdi. Ben yine rahm ü şefkat etmedim ve ber mukteza-yı adet-i cahiliyye ah! O bigünah yavrucağızı elimle diri diri gömdüm. Bunu söyledi ve o yad-ı dilhiraş ile hüngür hüngür ağladı. Cenab-ı Rabb-i Kerim kullarına pek ra’uf ve rahimdir. Biri biriyle daima hüsn-i mu’aşeret etmelerini emr eder. Nasa eza ve cefa edenlere halkı rencide-dil eyleyenlere katl-i nefse cür’et edenlere gazab eyler. Bi-gayr-i hakkın bir nefsi katl eden güya bütün halkı katl etmiş bir nefsi ihya eyleyen güya bütün halkı ihya eylemiş olur buyurur. Hele o ma’sumelerin hayatını öyle mutala’at-ı sahifaneye feda eden vahşi katilleri kemal-i nefretle yad eder. Erkek çocuklar gibi kız çocuklar da bir in’am-ı fıtrat mayan babaları bakın! Kitab-ı Azizinin diğer bir mahallinde de nasıl ta’yib ve takbih buyuruyor: Onlardan birine kızın doğdu diye haber verildikde pür gayz ü hiddet olarak yüzü simsiyah kesilir mağmum ve mükedder olur. Güya kendisine fena bir haber verilmiş olmasından dolayı hicab edip kavminden gizlenir. Hatırından geçer ki bunu züll ü hakaret ile hayatda bırakayım mı yoksa toprağa mı gömeyim agah olun bu adamlar ne çirkin hükm ediyorlar ne kötü tefekkürlerde bulunuyorlar. Veyl azab ender azab o mutaffiflere ki nasdan ölçü ile birşey aldıkları vakit ölçüyü sallamak ve ölçülen şey’e basmak gibi ne kadar mümkün hile var ise onların hepsini yaparak haklarını ma’a ziyade tamamen ölçüp alırlar. Ve nas için birşey ölçecek veya tartacak olsalar eksik ölçer eksik tartarlar. Onlar bu gadr ü hiyanete nasıl cür’et ediyorlar bu ve dehşetine hadd ü payan olmayan azim bir gün için ba’s olunurlar. O gün ki nas-ı Rabbü’l-aleminin hükm ü kazası dan dolayı hesab verecekdirler. Tatfif: Bir şey’i noksan ölçmek veya noksan tartmakdır. Bu ayat-ı kerimede görülüyor ki eksik ölçenler ve eksik tartanlar hakkında ne kadar şiddet ne kadar va’id var. Bu makuleler dünyada rüsvay ve bednam oldukları gibi huzur-ı Rabbü’l-alemin’de de şiddetle mes’ul ve mu’ateb olacaklardır. Ahz ü i’tasında gadr ü hud’aya salik olmuş hiç bir tacir görülmemişdir ki zarar ve ziyana uğramasın en-nihaye mu’amelesi büsbütün bozularak berbad ve perişan olmasın. Ticaretinde iltizam-i istikamet ve emanet eden tacirler malının ribh ü nemasıyla kamuran ve na’il-i servet-i firavan olurlar. Kemal-i hayret ile görmekde olduğumuz o cesim cesim mü’essesat-ı ticariyye hep semere-i istikamet ve emanetdir. Biz dareynde ba’is-i necat ve felahımız bulunan evamir ve ta’limat-ı ilahiyyeyi ve hayrü’l-eslafın numune-i hüsn-i iktida olan harekat-ı memduhasını kendimize rehber edelim de şu muhit-i sefalet ve ataletden sıyrılarak bir cihan-ı fa’aliyyete yükselelim el ele verip çalışarak rıza’ullahı yemizi istikamet ile fa’aliyet ile ihya eyleyelim: sureyi tilavet ediyor idi. kavl-i şerifine gelince kendini tutamayıp savt-ı bülend ile büka etti ve mülahaza-i hesab ve ceza ile bükası galebe edip maba’dini okuyacak kendinde hal kalmadı. Müluk-ı Emeviyye’den Abdülmelik bin Mervan’a bir A’rabi dedi ki Cenab-ı Hakk’ın mutaffifler hakkında ne buyurduğunu yani az bir şey’in bi-gayr-i hak ahzinden dolayı onlara ne azim va’id teveccüh ettiğini işitdin ve işitiyorsun. Ya sen ki emval-i müslimini ölçüsüz tartısız alıyorsun kendin Mervidir ki Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz Medine’yi teşrif buyurdukları zaman Medine ahalisi keyl hususunda pek gaddar idiler. Bu ayat-ı celile şerefnüzul etmesiyle mu’amelelerini ıslah eylediler. Sıratımüstakım’in saha’if-i mefharetine zinet-bahş olan “Neca’ib-i Kur’aniyye” bu nüshada hitam buldu. Gerek Dersaadet ve gerek vilayatdan izhar olunan şevk ve rağbete mebni bi-mennihi’l-kerim yakında müstakıllen kitab şeklinde tab’ edileceği tebşir olunur. Ayat-ı Furkaniyye’ye hareke vaz’ olunacak ve nefis kağıd üzerine temsil edilecekdir. Emirü’l-mü’minin Sultan Mehmed Han-ı Hamis Hazretleri taraf-ı eşref-i şahanelerinden tastir buyurulup berri ve bahri asakir-i Osmaniyyeyi vayedar-ı şeref ü mefharet eden nutk-ı hümayun-ı Cenab-ı Hilafet-penahi suretidir: Asker evladlarım Allahu Zü’l-celal lütf u inayeti Peygamber-i Zişan’ın sahabet ve şefa’ati anasır-ı Osmaniyye’nin arzu ve bey’ati tarih-i hayat-ı milleti muzafferiyatıyla dolduran askerin hamiyyet ve satvetiyle ecdadımın tahtına birinci meşrutiyet padişahı olarak cülus etdim. Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena ederim ki ömrümün bu dakikasına kadar şeri’at-i Ahmediyye her türlü amal ve mekasıdıma rehber oldu. Şimdi de millet ve memleketin esbab-ı ri’at-i Ahmediyye’nin ahkam-ı esasiyyesinden birini teşkil eden ka’ide-i meşveretin bu def’a te’essüs ve te’eyyüdünde sıfat-ı Hilafet ve İmamet’i ihraz eyledim. Her avuç toprağı evladının hun-ı pakiyle yoğurulan vatan-ı mübarekimizin i’tila-yı şan ü şevketi ve evlad-ı vatanın te’min-i refah ve sa’adeti için her türlü esbab ve vesa’ite müraca’at edeceğim. Tevfik Allah’dandır. Ma’lum olsun ki hükumet-i meşru’a-i meşrutamızın hudud-ı tabi’iyye-i hazırasını ele geçmez bir kal’a gibi muhafaza etmek ve onu layık olduğu mertebe-i ümran ve terakkıye ulaşdırmak ve menafi’-i vatan ve milleti istihsal ve te’min eylemek ancak ordu ve donanmamızın kabiliyyet-i müsellime-i askeriyyesini hakkıyla ve kemaliyle tezyid ve inzibat ü leceğinden askerliğin bütün me’ali-i hakıkiyyesiyle terakkıye mazhariyetini görmek isterim. Nasib Huda’dandır. Ecdadınızın o hamiyyetli merdan-ı kar ü zarın başına geçmekle Osmanlılığın nam-ı mübeccelini umuma teslim etdiren ve zeval-na-pezir bir devlet-i kaviyyü’ş-şekime teşkil eden ecdadımın hafid-i la’ik olduğumu isbat edeceğim. İnayet Kibriya’dandır. Ordu mukaddes vazifesini hakkıyla ifa ederek ita’ati ile devrilmez zi-hayat bir kal’ası mehabetinde bulunduğu zamanlar devletin şan u şöhreti afakı tutmuşdu. Bilakis ordu Allah’ın emrine Peygamber’in rızasına halifesinin ferman ve işaretine ve zabitlerinin evamirine muhalif harekata kıyam ederek dalal ü gaflet fesad ü cehalet vadilerine sapıp din ü mezhebine memleket ve millete padişahına ve amirlerine babalarına analarına karşı vazifesini unutduğu ita’ati gevşeyerek intizamı bozularak kendisine mevdu’ olan te’min-i selamet-i vatan borcunu ödemediği vakitlerde bu büyük devlet tamamıyla devrilecek kadar sarsılmış idi. Ordunun her şeyden akdem zabt u rabt ile te’min-i muvaffakiyyet edeceği nazar-ı dikkatden dur tutulmayacak hakayıkdan olduğuna bina’en bu hususun te’min-i husul ve devamı için ma fevka şefkat maduna ita’at emr eylerim. Kavanin ve nizamat-ı mevzu’amız ahkamına bütün mevcudiyetiyle bütün arzu ve vicdanıyla imtisal edecek erkan ve ümera ve zabitan ve asker evladımı tahsin ve aksini ğı mücazatla te’dib olunacaklarını beyan ederim. Te’yidat-ı Samedaniyyeyi mütemenni olduğum halde meşrutiyet-i meşru’amızın nigehban-ı daimisi olan ordu ve donanmamızın kuvvet ve şevketine istinad ederek şer’-i şerifin ahkam ve dakaik-ı münifesine mutabık olan Kanun-ı Esasi’ye ömrümün son nefesine kadar sadık kalacağıma Cenab-ı ahkemü’l-hakimini işhad eyledim. Kanun-ı Esasi aleyhinde kavlen fi’ilen emel taşıyan merdudumdur. Te’sis-i intizam ve inzibat için ma’lum olduğu vecihle her rütbe sahibinin bir iktidarı bir salahiyeti vardır. Her zabit madunun iktidar ve inkıyadıyla ma-fevkın rıza ve muhabbetini kazanmağa çalışması aksa-yı emeldir. Ben irsen intikal eden feza’il ve mekarimle doygulu olan ordu ve donanmamızın umum kumandanıyım. Bi’l-umum zabitan ile efrad nazarımda öz evladımdan kıymetli kolum ve kanatlarımdır. zabitan ve efradın nazar-ı intibahını celbeder ve cümleye ithaf-ı selam eylerim. Ber nehc-i şer’ ü nizam umum asakir-i berriyye ve bahriyenin baş kumandanı olduğum cihetle askere bu sıfat-ı mahsusa ile de fazla bir irtibat-ı kalbiyeye malikim. Diyebilirim ki ordu benim ben ordununum. Hemen Cenab-ı Hak devlet ve millete hüsn hizmet edenleri hariyetle mes’ud ve mümtaz buyursun. Fena gönüllere benzer siyah bir gecenin Derinliğinde kamer sanki cebhe-i hunin Bakar zemine tehekküm-künan ve havf-aver Yazar denizlere kandan birer kitabe-i şerr. Zulam içinde açılmış birer ceriha gibi Çıkıp ufuklara yangın yarar sema-yı şebi. Bütün selasil-i zulmetde ca-be-ca dolaşır Zebani elleri şeklinde bin alev vardır. Kamer vurunca eder kanlı safhalarla zuhur Zemine ra’şe veren bir kıtal-i duradur. Gelir dakıkada binlerce hanümane fena Çıkar semalara aks-i girivv-i vaveyla. O inbisat ile meclis-nişin-i zevk ü safa Ederdi kanlı saraydan bu hali istihza. Kifayet eyledi imha-yı halka bir hile Deyip gülerdi behimi huruş-i neş’e ile. Fakat gelince topun intirak-ı memdudu Silindi sevgili rü’yasının beyaz dudu. Çıkınca aksine rü’ya-yı serteser-meş’um Dökerdi kahkaha eyvan-ı ser-nigununa bum! Gel ey fasl-ı rebi’ sen revnak-ı ömr-i tabi’atsin; Çemenlerle çiçeklerle şetaret-bahş-ı hilkatsin! Bahar ne huceste-asar bir mevsim-i pür taravet ü envardır! Bütün kışın muhtecib duran afitab o dilber-i cihantab pür şerm ü hicab edalarla ref’-i nikab eder; geysu-yı zertarı Artık bu iltifat-ı ali-kıymetin şevk-i hazzı ile sema kisve-i matem ü kasvetini atar; sertapa bir libas-ı sepid ü sürura bürünerek melahat-i asliyyesiyle meydana çıkar. Zemin-i servet-nihan haza’inini açar; gelişi güzel saye-i alaniyyete saçar; sine-i hıfzındaki cevahir büzuru çemen yevakit-i tohmu benefşe yasemin suretinde müştakkanın piş-i enzarına arz eyler. Nesim bu hande-veran-ı tabi’at arasında mest-i şevk u neşve olarak hafif hafif teneffüse başlar; çiçekleri der-ağuş-i nevaziş eden bu nefehat manzarasıyla bütün zi-ruhlara taze hayat bağışlar; bu tecelliyat-ı feyza-feyze ayinedar-ı letafet olan miyah-ı cariyye de gah hafif gah şedid bir zemzeme-i ruhaniyye ile çağlar! Asuman ve arzın bu mütehammidane ayin-i şadümanisini bu müteşekkirane tecemmül-i nev-civanisini görüp duyan her zi-hayat garka-i eşvak u meserrat olur; bu rasime-i sur u hubura bi’z-zat iştirak için kendinde bir hahiş-i fıtri bir Bu andadır ki ağaçlar fakr-ı ayaniden kurtulur akmişe-i hudr ile örtülür; haşerat ahdar-ı sermadan necat bulur terane-saz-ı şevk u muhabbet olur. Kuşlar ferih fahur nağmelerle kuzular hazin ve garib melemelerle bunlara peyrev olmağa başlar. Bu sur-ı tabi’atden bütün esnaf-ı beşer içinde en ziyade nasibe-yab-ı zevk ü telezzüz olan çoban yegane enis-i ömr-beyanı; terceman-ı mahrem-cenanı kavalı Arz ü sema böyle nazar-pira saf ü mutarra türlü türlü bedayi’-i la-tuhsa ile mehasin-efza olunca bütün kış bir puşide-i rehavet ü kasvet altında bunalan fikirler için servet-i bahara tamamıyla tecelligah olabilen kırlara bağ ve bahçelere su başlarına çıkıp gitmek; zeminin yumuşak yeşil hareli kaliçe-i kıymetdarına temaşa-gerane yan gelmek; eşcar ve nebatata bütün zerrat-ı ka’inata sereyan ettiği hemen gözle görülebilen bu füyuz-ı hayatiyyeden hisse-çin-i taravet ve ciyadet olmak en deruni emeller sırasına geçer! Hele bir zaman ki ruz-ı Hızr tesmiye olunur hadaret-i bahar kemale reside olur renk-i tabi’atin iyiden iyiye koyulaşdığı görülür; bütün halk o zamanı o ihsan-ı ati-i Yezdan’ı tebcil ve takdis için fevc fevc kırlara mesirelere dökülür. Kimi bahari kisve ve çiçeklerle suretini tezyine mahsulat Kimileri de serapa feyz ü taravet hüsn ü letafet olan bunca bedayi’-i kudreti iştiyak ve hayretle temaşa etmek; bu sur-ı umumi-i hilkatin pür-neşve ve meserret lebriz-i zevk-i vuslat ahenk-i ferah-bahşasını dinlemek ile bir safa-yı vicdani bulur. redar-ı zindegi olur lisan-ı isti’dadıyla zakir-i Hak şakir-i Mün’im-i mutlak bulunur. Rebi’ yalnız değil arzın hayat-ı nev civanisi Cemal-i Hazret-i Hakk’ın da bir mecla-yı enisi! Müslümanların dinlerine karşı öyle bir i’timadı iman-ı yakinleri hususunda öyle bir sebatı var ki sair milletlere onunla izhar-ı mübahat ederler. Akıdeleri ise aralarında metin bir rabıta husule getirecek esbabın en sağlamını ihzar eder. Kulub-i müsliminde rüsuh bulan akaid-i esasiyyedendir ki Allah’a iman etmek Cenab-ı Peygamber’in tebliğ eylediği hakayıkı teslim etmek sa’adet-i dareyni kafildir; imandan mahrum olan sa’adet-i faniyye ve bakiyyeyi kaybeder. Müslümanlar huruc ani’d-dine mahkum olmuş bir adama mevte mahkum olmuş kadar acırlar. Bu hal ulemada olduğu gibi ahad-ı nasde de vardır. Bir derecede ki alim olsun cahil olsun bir adam dünyanın herhangi bir noktasında bulunan diğer bir adamın şeref-i İslamiyet’ten te’arri ettiğini haber alır almaz en büyük musibeti istihbar etmiş gibi la havle künan olmaya başlar. Hatta değil kendi zamanında yüzlerce sene evvel geçmiş bir devirde buna benzer bir hadise zuhur etse de onu tarihte görse kalbi halecana gayret-i diniyyesi galeyana gelir. Müslümanların şeri’atlarının pek sarih olan nususu muktezasınca havza-i hükumetlerine dahil olan büldanı muhafaza hususunda indallah mes’üldürler. Bu mes’uliyet efrad-ı müsliminin kaffesine şamildir. Yakın uzak cinsiyette müttehid muhtelif ne kadar müslüman varsa bu vazife hepsinin üzerine farz-ı ayndır. Akvam-ı İslamiyye’den biri havza-i vilayetini himaye etmezse o kavmi teşkil eden efradın her biri en büyük bir vebali irtikab etmiş olur. Kezalik icabında mamelekini hayatını feda etmek her türlü şedaidi iktiham eylemek mu’zamat-ı umuru asan görmek gibi muhafaza-i memleketin istilzam edeceği fedakarlıkların kaffesi müslümanların üzerine farzdır. Her müslim samim-i mevcudiyyetinden bir sadanın yükseldiğini duyar ki ona dinen ve şer’an me’mur olduğu feraizi başka birşey olmayan bu sada bir hatif-i haktır. Bununla beraber görüyoruz ki zamanımızdaki müslümanlar la-kaydi-i mahz içinde yaşıyorlar; biri diğerinin halinden öbürü daha ötekinin eleminden haberdar bile değil. Belücistan sekenesi Afganilerin musibetinden Afganiler İran’dakilerin felaketinden hiç müte’essir olmuyor. Akaid-i diniyyelerine temessükleriyle beraber müslümanların şu hali mucib-i hayrettir. Bunun neden ileri geldiğini mücmelen bildirelim: Gerek efkar gerek akaid gerek ma’lumat ve ma’neviyat insanın bütün a’mal-ı hariciyyesi üzerinde yegane müessir ise de onların kaffesini tesbit eden tabiat şekline meleke haline getiren kuvvet şüphesiz yine a’maldir. Evet insanın insaniyeti fikriyle akaidiyle kaimdir; ancak meraya-yı akliyyesine in’ikas eden meşhudat-ı nazariyye ve müdrekat-ı hissiyyesi kendini pek şiddetli bir surette müteessir eder. Her müşahede bir fikir her fikir bir meyil her meyil bir amel husule getirir. Ervah ile ecsadın münasebeti daim oldukça efkar ile a’mal arasındaki irtibat zail olmaz. Gerek uhuvvetin gerek sair karabet-i nesebiyyenin zihinde bir suret-i ma’neviyyesi vardır ki nesebdaşlar arasında celb-i menfa’at ve def’-i mazarrat için bunlar elele vermedikçe o suret-i ma’neviyenin hiçbir te’sir-i zahirisi olamaz. Lakin böyle bir ittihad olur ve devam ederse o zaman karabet-i nesebiyye denilen kuvvet kalbte bir mevki bir nüfuz-ı mutlak kazanır. Artık karabeti olanlara muavenet ruhun bir zevki olur; onlara isabet edecek felaketten nasibedar-ı te’essür olmak açlık susuzluk gibi ihtisasat-ı tabi’iyye sırasına geçer. Fakat karabet-i nesebiyye sabit olduktan sonra onu suret-i maddiyyede teşyid edecek hiçbir sebeb-i hayati zuhur etmez yahud nesebdaşlar biganeler arasında kendilerine müzahir bulacak olursa o vakit karabet-i nesebiyyenin zihindeki sureti mahfuzat-ı adiyye gibi birşeyden Revabıt-ı beyne’l-beşerin en metini olan rabıta-i nesebiyye hakkında kabil-i tatbik olan şu misal hey’et-i içtimaiyye üzerinde te’siri olan bütün i’tikadat hakkında caridir. Evet bir akıde-i fikriyye eseri a’za-yı hariciyyede suret-i daimede tekerrür eden bir amele saik olmaz ve o amelin eseri tekrar tekrar fikre in’ikas ederek adeta ruhun bir hey’eti bir şekli derecesine gelmezse öyle bir akıde-i fikriyyenin hiçbir te’sir-i zahirisi olmayarak ancak düşünüldüğü zamanlar tahattur edilebilen suver-i ma’lumat kabilinden telakkı edilebilir. Pek vazıh olan şu esaslar nazar-ı hikmetle te’emmül olunursa müslümanların dinlerine olan temessükleri ile beraber bugünkü meskenetleri ihvan-ı dinlerine dest-i muavenet uzatmak gibi vezaiften gafletleri neden ileri geldiği meydana çıkar. Müslümanlar akıdelerinde en sabit bir millet olmakla beraber ehl-i İslam arasında akıde-i diniyyeden lakin a’male tabi olmayan sırf bir akıde-i diniyyeden maada cihet-i cami’a kalmamıştır. Beyinlerinde muarafe münkati’ olmuş birbirlerinden hecr-i gayr-ı cemil ile mehcur olmuşlardır. Akaidi muhafaza edecek halka sebil-i reşadı gösterecek olan ulema arasında ne muvasala ne de mürasele kat’iyyen yok; Türk alimi uzaktakiler şöyle dursun Hicaz’daki alimin bile halinden haberdar değil. Hindistan uleması Afganistan muhitindeki şu’una karşı gaflet-i mahz içinde. Hatta bir memleketteki ulema arasında bile ahad-ı nası cem’eden esbab-ı hususiyyeden maada rabıta mefkud. Hey’et-i umumiyyelerine gelince aralarında ne vahdet ne de bir nisbet mevcud. Herbiri kendisine bakıyor. Başlı başına bir kainat imiş gibi nefsiyle iktifa ederek yanı başındakini nazar-ı iltifata almıyor. Ulema-yı din arasındaki bu vahşet bu müba’adet müluk-i İslam arasında da cari. Saltanat-ı Osmaniyye’nin Merakeş’te Merakeş’in Osmanlılar nezdinde bir sefiri olmaması garib değil mi? Devlet-i Aliyye’nin Afganlılarla şarktaki diğer tavaif-i müslimin ile münasebat-ı samimiyyesi bulunmaması tuhaf olmuyor mu? Bu tefrikalar bu bigane tavırlar bütün müslümanlara sirayet etti. Bir halde ki bir kavmin diğeriyle bir beldenin öbürüyle olanca alakası aynı dinde aynı akıdede bulunduklarını hayal meyal bilmekten ibarettir denebilir. Hatta bulundukları mevki’leri bile mevsim-i hacda bittesadüf yekdiğerinden öğreniyorlar. Va esefa ki zavallıların birbirleri hakkında sevk-i tesadüfle hasıl ettikleri ma’lumat kendilerine pek acı birtakım hakıkatlar öğretiyor! Millet kaviyyü’l-bünye sahihü’l-mizac bir vücud-ı azim iken ma’ruz olduğu hadisat ecza-yı mürekkebesi arasındaki ahengi haleldar etti. O bünyan-ı muazzam inhilale yüz tuttu. Her cüz’ü istiklale yani izmihlale uğraşıyor. Revabıt-ı İslamiyye’nin bu za’afı bu inhilali rütbe-i ilmin mertebe-i hilafetten infisalı ile başlamıştır. Evet hulefa-yı Abbasiyye hulefa-yı Raşidin’in meslek-i celilini ta’kib ederek usul ve füru’-ı dinde ictihad derecesinde bir ilim edinmeksizin yalnız hilafetin ismiyle iktifa ettiler. Bundan dolayı mezahib çoğaldı karn-ı salis-i hicretten i’tibaren hilaf o dereceyi buldu ki hiçbir dinde emsali sebketmemiştir. Sonra vahdet-i hilafet haleldar olarak birkaç kısma ayrıldı Abbasiler Bağdat’ta; Fatımiler Mısır’da Mağrib’te; Emeviler Endülüs’te hilafet teşkil ettiler. Artık cema’at-ı müslimin tefrikaya giriftar oldu. Rütbe-i hilafet vazife-i melik derecesine binde bulunanlar yalnız vesail-i şevket ve kuvveti cem’etmek cihetini iltizam ederek hilafet tarafına hiç bakmadılar. Hele Cengiz Han ile evladının Timurleng ile ahfadının meydana çıkarak taraf taraf bilad-ı müslimini kan içinde bırakmaları millet arasındaki ihtilafı artırdı revabıtı büsbütün mahvetti. Müluk ile ulema arasında urve-i ittihaddan eser kalmadı. Her biri kendi başına iş görmeye başladı. Meydan alan na-mütenahi fırkalar ya bir saltanat teşkiline yahud bir mezhep te’sisine uğraştı. Vahdete sevkeden ittihad ile emreden akaid gevşedi o akıdelerin ukuldeki eşkali yukarıda söylediğimiz bi-sud ve bi-amel birer suretten ibaret kaldı. Bir halde ki bugün bir cema’at-i İslamiyye’ye isabet eden felaket diğer bir cema’at üzerinde ölüye acımak kabilinden olarak bir te’essür husule getiriyor da o musibetin def’i için hiçbir eser-i hayat uyandırmıyor. Veraset-i enbiya ile müşerref olduklarını lisan-ı şari’den duyan ulema için hakk-ı veraseti ifa etmek vacibdir ki bu vecibe rabıta-i diniyyeyi yeniden tahkim eylemek dinin amir olduğu aheng-i ittihadı kuvvetleştirerek ortadaki vahşet ve ihtilafı kaldırmakla eda edilebilir. Bu maksad-ı hayrın husulü için camilerde medreselerde toplanmalı; her cami her medrese ruh-ı ittihadın hübut-gahı olmalı herbiri aynı silsileyi teşkil eden halkalar mesabesinde bulunmalı bütün aktar-ı alemdeki alimler hatibler şu’unun müzakeresi için müraca’atgah olmak üzere arzın muhtelif noktalarında merkezler vücuda getirmeli avamın elinden tutarak Kitabullah’ın ehadis-i sahihanın göstermekte olduğu sa’adet-i hakıkıyye ve medeniyet-i fazılaya doğru sevk eylemeli. Bu cedelgah-ı hayatta müslümanları sair milletlerden bu derecelerde geri bırakan esbabı iyice tedkık ederek bir an evvel izalesi çarelerine bakmalı ulum ve fünunu ta’mim eylemeli şeri’at-ı beyzayı muhat olduğu bid’atlardan kurtarmalı eski bid’atları birer birer mahveyledikten başka yeniden zuhur istidadını gösterenlerin de şuyu’una kat’iyyen meydan vermemeli. Cidden te’essüf olunur ki bir hizb-i kalil istisna edildiği surette ulema-yı ümmet bu kadar asan olan bir vesileye tevessül etmiyorlar. Müluk-ı müsliminden hamiyet-perveran-ı ulemadan ümid ederiz ki o hizb-i kalili müzaheretleriyle nusretleriye te’yid ederler de artık bu perişanlığa bir hatime verirler. Asırlardan beri tattığımız acı tecrübeler bizim yoktur. Yakındakilere dest-i müvahatı doğrudan doğruya uzatarak uzaktakileri de bilvasıta muhit-i uhuvvete alarak dine millete müfid olacak esbabı elbirliği ile izale [ikame?] etmek bilakis zarar verecek hadisatı yine elbirliğiyle men’eylemek pek güç birşey değildir. İşte böyle ali bir teşebbüste bulunanlar en büyük farizayı eda etmiş olurlar. Ye’sin ma’nası yoktur. Hayat-ı ümmetten henüz ramak bakıdir ümidler Mısır Müftüsü Merhum Şeyh Muhammed Abduh Mütercimi Mehmed Akif Sa’adet-i dünyeviyye ve uhreviyyemizi mütekeffil olan şeri’at-i garra-yı Ahmediyye her zaman ve her asırda maddi ve ma’nevi terakkı ve te’alimizin medar-ı kıvam ve husulü neye mütevakkıf ve neden ibaret ise kaffesini müfredatıyla cami’ olduğu vareste-i beyandır. Bu cümleden olmak üzere fahr-i ka’inat aleyhi ekmelü’ttahiyyat Efendimiz hazretleri seyahatin bu ümmet için daima lazımü’l-ihtimam bir düstur-ı hikmet olduğunu şu hadis-i ali ile beyan buyurmuşlardır: Seyr ü seyahat edenler oruç tutanlardan ma’duddur. Diğer hadis-i nebevide servet ve samana na’il sağlam ve dinç olmanızı met-amiz beyanat-ı seniyyeleriyle seyahatin mutazammın olduğu feva’id-i la tuhsayı izah ve ümmet ve ashabını seyr ü sefere teşvik ve terğib buyuruyorlar. Eslaf-ı izam hazeratı bu ehadis-i nebeviyyenin mazmun-ı alisine ittiba’an icabat-ı asriyyelerine göre bu emr-i mühimme layık olduğu ihtimamı vererek vesa’it-i nakliyyenin pek noksan zamanlarında ma’lum olan bütün aktar-ı cihanı geşt ü güzar edip akvam ve ümemin adatına ahval-i coğrafya hayat ve ma’işetlerine dair nice asar-ı kıymetdar bırakmalarıyla ulum ve fünuna pek büyük hizmetler etmişlerdir. Bizler her ne kadar o asar-ı güzideyi takdir etmezsek de Avrupa erbab-ı ulumu onların mahsul-i seyahatlerinden bihakkın hisseyab oldular ve olmakdadırlar. Biz me’aşir-i müslimin ef’al ve harekatımızı kavanin-i celile-i Ahmediye’ye tevfikde pek büyük kusur ve ihmal gösterdiğimiz gibi; şer’-i mübinde seyr ü sefere çıkan mükellefine a’zam-ı ibadatdan ma’dud savm u salatda ma’lum olduğu üzere dört rek’atli namazlar hal-i seferde iki rek’at olması ayet-i celilesinin muktezasınca eyyam-ı Ramazan’da sahih ve mukımlere edası farz olan savmın erbab-ı seyr ü sefere sonra eda’ etmek şartıyla müsa’ade edilmesi müddet-i meshin temdidi ibnü’s-sebilin mahall-i infak ve sadaka olması gibi müsa’edat bahş olunmasıyla emr-i seyahat teshil buyurulduğu halde ma’at-te’essüf bundan hasir kalmışız. Seyahat bir kavim için menafi’-i adideyi cami’dir. Çünkü yet-i beşeriyye içinde her terakkınin husulü göreneğe tabi’dir. de mevcud olan asar-ı temeddün san’at ticaret mücerred yakından görmekle diğer kavme intikal eder. Garbın bu günkü seviyye-i medeniyyete tereffu’ ettiğinin esbabı ta’mik ve tedkık olundukda onlar o hayret feza asar-ı umrana ancak şarka seyahatleriyle vasıl olabildikleri nümayan oluyor. Daha doğrusu medeniyyet-i kadime-i İslamiyyeyi yakından tedkıke koyuldular. Endülüs Mısır haza’in-i hat-i mütemadiyeleriyle şarkın medid hab-ı gafletini cehaletini ganimet ve fırsat bilerek elimizde bulunup kıymet-i hakıkiyyesini takdir edemediğimiz asar-ı atikadan ma’dud zikıymet eşyayı ele geçirip kütübhanelerini müzehanelerini mü’essesat-ı ilmiyyelerini tezyin etdiler. Hülasa İslam ile meskun kıta’atda kabil-i istifade ne varsa biz kuşe-nişin-i atalet olmamızdan dolayı hep onları aldılar. İleriletdiler. Bu hayret-feza hale getirdiler. Ma’lumdur ki seyr ü sefer ya sırf ziyaret maksadıyla ihtiyar edilir yahud ticaret cihad gibi bir maksad dolayısıyla vuku’ bulur. Akvam-ı müslime arasında şıkk-ı evvelini yani Avrupa seyyahini gibi cihanı cevelan eden bir müslüman bulmak adeta muhaldir. Halbuki cem’iyyet-i İslamiye’nin hal-i hazırı bu tarz siyasete şiddet-i ihtiyacı derkar olmakla beraber Kur’an-ı hikmet-beyanın nass-ı kerimi misüllü bir çok ayat-ı celilesinden müsteban olduğu gibi balada zikr olunan ehadis-i nebeviyye ile de teşvik ve terğib edilmişiz. Şeri’at-i Ahmediyye’nin bu misillü terğibat ve teşvikatına rağmen umur-ı dünyeviyeye müte’allik olup esbab-ı rahat ve ma’işetimizi ümran ve terakkımizi te’min eden kava’id-i medeniyyesinin hemen hemen kaffesinde aksini iltizam ettiğimizi görürüz. Asla kabil-i inkar olmayan bu harekatımızın netayic-i mü’ellimesi günden güne kesb-i şiddet ediyor. Gelelim şıkk-ı saniye: Bizde bu gibi bir maksad ve maslahata mebni seyahati ihtiyar edenlere ma’at-te’essüf pek az tesadüf edilir. İşte Resul-i Zişan Efendimiz hazretleri bu türlü seyr ü seferin bu ümmet-i merhumeye menafi’-i adide bahş edeceğini beyan sadedinde: buyurmuşlardır ki me’al-i münifi: “Kesb ü karı kesada düşen geçinmekde güçlük çeken adam Umman’a gitsin.” Umman Asr-ı Sa’adet’de zamanımızın Amerikası mesabesinde olduğundan ticareti darlaşmış olanların oraya seyr ü sefer etmelerini emr u ferman buyuruyorlar. Bu hadis-i nebevi ile alem-i İslam’ın hal-i esef-iştimali mukayese edildikde bir mü’min-i hakıkat-binin bütün mevcudiyetiyle halimize acımaması mutasavver değildir. Bugün bilad-ı İslamiyye akvam-ı sa’irenin ticaretgahı olmuş iken bizler hala ticarete sanayi’e nazar-ı nefretle bakmakdan kendimizi alamıyoruz. Acaba Avrupa’da Amerika’da Hind ve Çin’de tacir seyyah bir müslümana tesadüf edilebilir mi? Heyhat! Bilmem bu hal ne vakte kadar devam edecek?. Artık bize ticaret-i adide ve ma’arif-i asriyye vazıhan gösterdi ki din-i Muhammedi’nin kuvvet ve satveti cem’iyetlerimizin kuvvet ve şevketine kuvvet ise servete servet ticarete ticaret de ma’arife muhtacdır. Şu halde bu vesa’il ve vesa’it-i müteselsilenin hangisini iltizamda kusur gösterirsek meşakkatden zilletden mahkumiyetden bekamızı tahlis edemeyeceğimiz meydandadır. Çünkü adat-ı ilahiyye böyle cari olmuşdur. Herhalde ruy-ı zeminde mevcud müsliminin mukteda bih ve mürşidi olan makam-ı mu’alla-yı Hilafet ahkam-ı celile-i metruk kalan kava’id-i medeniyyeyi mevki’-i icraya vaz’ etmekle bütün anasır-ı müslimeye numune-i imtisal olmalıdır. Vakı’a eyyam-ı meş’ume-i istibdadda hükumet-i İslamiyye add ü ahsadan efzun bir takım na-meşru’ ef’al ve harekatın masdar ve menba’ı olduğundan şer’-i metinin vesa’it-i umran ve terakkıye a’id kısmının icra ve ihyasını kendisinden beklemek adeta muhal ender muhal idi. Lehü’l-hamd ve’l-minne avn-i Rabbani ve imdad-ı ruhaniyyet-i canib-i Peygamberi sayesinde hayli zamandan beri şeri’at-i Muhammediyye’nin ihya’ ve icra olunmasına yegane ha’il ve mani’ olan heykel-i istibdadı hayret-feza-yı ukul şeca’at ve besaletleriyle esasından hedm ü kal’ ederek meşrutiyet-i meşru’amızı tahkım ve tarsin eden şücce’an-ı ti medyun-ı şükran eylemişlerdir. muvaffakiyatdan olmak üzere Makam-ı Hilafet şan ü haysiyetini bunca seyyi’atıyla lekeleyen hakan-ı mahlu’un hiyel ü desa’isinden tahlis edilerek haluk adil evsaf-ı hilafeti bihakkın cami’ daha ilk yevm-i bey’atinde Hulefa-i Raşidin isrine rü’l-mü’minin halife-i nevcah Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin şeref-i cüluslarıyla müşerref olduğundan alem-i te’akib şimdiye kadar kuşe-i nisyan ve atalete atılan emr-i mühimm-i seyahata layık olduğu ehemmiyet-i fevkaladeyi vererek teb’alarına ilk meva’id ve tebşiratı vilayata seyr ü seyahat keyfiyeti oldu. Bu hal cedd-i emcedleri fahrü’s-salatin Ebu’l-Feth Sultan Mehmed Han Hazretleri gibi fatih-i kil eylemekdedir. Hülasa şunu arz ve ihtar etmek isterim ki hükumet-i İslamiyye bila-iza’a-i evkat Avrupa’nın seyr ü seyahate verdiği yahati ta’mim ve icrası için lazım gelen tedabiri ittihaz etmelidir. Ba-husus mekatib-i aliye talebesi hengam-ı ta’tilde Avrupa’nın bilad-ı meşhuresine seyahat ettirilirse mısdakınca menafi’-i la-tuhsa iktitaf edileceği la-raybe fihdir. Bina’en-aleyh merci’inin nazar-ı dikkatini celb ederiz. Bundan başka ahalimizin erbab-ı servet ve hamiyyet olanları emr-i seyahatin teshil ve ta’mimi için Avrupa Hindistan Amerika’ya seyahat namlarıyla şirketler teşkil ederek cesim vapurlarla müctemi’an seyahate da’vet etseler bir çok zevat iştirak edeceği şüphesizdir. Bununla beraber bu hizmetleriyle kendileri maddi ve ma’nevi müstefid oldukları halde din ve vatana da büyük hizmet etmiş olurlardı. İşte bu suretle emr-i celiline imtisalen müttehiden çalışırsak tarik-i medeniyetde bizi pek geride bırakan mücavirlerimize müddet-i kalile zarfında mülakı oluruz. Allahümme aslih ahvale ümmet-i Muhammed!.. Cem’iyyet”-i muhteremesinin delalet-i ma’arif-perveranesiyle Rusya’da sakin Türklerin hayat-ı medeniyye fikriyye ve siyasiyyelerine dair Mekteb-i Harbiye ve Mekteb-i Mülkiye tarih-i siyasi mu’allimlerinden Kazanlı Akçura Oğlu Yusuf Beyefendi tarafından verilen konferansdır. Müsa’adenizle ben de bir saat kadar söylemek istiyorum. Bana verilen mevzu’ Rusya’da sakin Türklerin hayat-ı medeniyye fikriyye ve siyasiyyelerine da’irdir. Cümle vazıh değil. Evvela: “Rusya’daki Türkler” deniyor tahdid etmek da yine içinden çıkılmaz. Eski dünya yarım küresini göz önüne getiriniz! Orada üç kıt’a var. Garb-ı şimaliye tesadüf eden ve yırtık paçavraya benzeyen garbi kısmını koparıp atı verin; Afrika denen parçayı insanların za’if kollarıyla çizdikleri kanaldan kırpıverin; sağdaki üç dört şibh-i cezireyi kesin... O vakit eski dünyanın asıl gövdesi kalır. İşte bu gövde tamamen Türk yeri bizim mal-i mevrusumuzdur. O Türk yerinde birçok akvam var. Yakutlardan tutunuz da Tibetliler Kırgızlar Kalmuklar Başkurdlar Tatarlar Türkmenler Türkler ila ahirihi... Mezkur kavimlerin hepsi aslen birdir. Turanidirler. Lakin bu kavimlerin bazıları İslam; bazıları eski Türk mezhebi: Şamani; bazıları Budiliğe girmişler. Bunların hepsinden bahs edecek değilim. Bu akvamın medeniyetçe farkları gayet büyük bunların içinde bir kısımları var dince müslüman ve medeniyetçe birbirlerine yakın. Asıl size söyleyeceğim bunlardır. Bunlar üç merkez etrafında toplanırlar: . Volga Havzası’ndaki Türkler . Kaf Dağları cenubu Mavera-yı Kafkas’daki Türkler . Buhara Taşkend Semerkand ve etrafındaki Türkler. Demek bahs edeceğimiz Türkler bunlardır. Bir dereceye kadar tahdid ettik. Şimdi bunların harekat-ı fikriyye medeniyye ve siyasiyyelerine ne zamandan i’tibaren başlayacağız? Musa Bey’in dediği gibi Türk bin Yafes’den başlarsak pek uzağa kaçarız. Gelin biz senesinden başlayalım. Bu esnada Rusya’da mühim birşey meydana çıkdı: Tercüman Gazetesi. Yeknazarda o kadar mühim değil gibi görünüyor lakin hadd-i zatında ehemmiyetliydi. Yirmi beş senelik bu devredeki harekat-ı fikriyyeyi iki devreye taksim edersek maksadı daha kolaylıkla ifade etmiş olurum. . senesine kadar yirmi iki yıl . Ehemmiyeti i’tibariyle ona mukabil gelecek şu son üç senelik zaman. Geçen konferansda hatırlarda kalmışdır. Ahmed Midhat Efendi ehemmiyetli bir mukaddime yapmışdı. Bütün Türkler hakkında düşünülecek şeyleri hülasaten söylemişdi. Benim der’uhde ettiğim husus onun söylediklerinden bir ikisini alıp tevsi’ etmek. Evvela senesinde Rusya’daki bu üç kümede bulunan Türklerin ahval-i medeniyyeleri fikirleri ve siyasetce olan düşünceleri hareketleri neden ibaret idi? O vakitde efendiler bütün Rusya Türkleri iki merkezin taht-ı te’sirinde düşünürlerdi: . Buhara . Meşhed. Buhara Meşhed buralarda eskiden beri meşhur darü’lfünunlar medreseler var idi. Bunların usul-i tedrisi beş altı yüz yıl evvelki usuldür. O zamandan beri tahavvülat-ı fikriyye bu iki merkezden uzak olduğu için buraları dünyanın halinden ahvalin değişmesinden habersiz bulunuyorlardı. Bina’en-aleyh bunlardan Rusya Türklerine akıtılan efkar eski fikirlerdir. Celal Beyefendi’nin söylediği İskolastik yani –tabayi’-i eşyadan kavanin istihrac edilecek yere- sırf eski menabi’in tedkıkıyle onlardan harice çıkamamak usulü Meşhed’de Buhara’da derece-i ekmelde idi. Bina’en-aleyh oradan medeniyet alan Rusya Türkleri İskolastik zencirleriyle bağlı idiler. Lakin Buhara ve Meşhed terbiyesi bunların hayatlarına bir hudud çizmiş idi. O hudud dahilinde Rusya Türkleri rahat yaşarlardı. Bunlarda ticaret bir dereceye kadar terakkı etmişdi. Fakat eski usul ile yapılırdı. Bir zamanlar Volga Türkleri Asya-yı Vusta’ya Buhara’ya ta Sibirya’ya kadar giderlerdi. Buraların ahalisi ekseriyetle Türk olduğundan Rusya’nın Çin ile olan vasıta-i ticareti Volga Tatarları idi. Sanayi’ce de geri değil idiler. Hatta Kazan’da deri fabrikalarıyla sabun i’malathaneleri Simbir vilayetinde çuha şayak fabrikaları var idi. Yani seviyye-i medeniyyeleri pek aşağı değil Mavera-yı Kafkas ve Türkistan’a gelince: Bunlar da sanayi’ce pek geri değil idiler. Oralarda el tezgahları vardı. duruyordu. Lakin matbu’at mekteb medrese hususlarına dikkat olunursa onlar pek eski sistemde idi. Fakat bir çok adamlar vardı ki iş böyle devam ederse az vakit sonra geri kaldıkları gibi ellerindeki sanayi’ ve ticaret de gidecek aç kalacaklarını görüp anlıyorlardı. Eğer hava her hangi bir fikirle meşbu’ ise o fikri tecessüm etdiren bir şahıs meydana çıkar o şahsın fikri zaten mevcud bir fikir olduğu için derhal tarafdarları bulunur. Rusya Türkleri arasında bir hazırlık var idi. Islahat isteniyordu. Tercüman çıkarak işte o ıslahata ilk nüshasından i’tibaren başlandı. Tercüman’ın sahibi İsmail Bey Gaspirinski’dir. Ceridesinin ilk nüshasından i’tibaren “Eğer biz böyle gidecek olursak Rusya’daki Türklerin istikbali karanlıkdır” dedi. Ve bu karanlık istikbali aydınlatmak üzere derhal bir hatt-ı hareket çizdi. Hülasası şu idi. . Mekteblerin medreselerin ıslahı. – İsmail Bey nazarında mak: Tahsil görenlerimiz Avrupalıların bütün teferru’at-ı hayatındaki ma’rifetlerini öğrenmeli ve karşı durmalıdır. Ve illa niza’-ı hayatda yenileceğiz. Yenilmek ise milletçe mahv olmak demekdir. . Dilin birleştirilmesi. – Rusya’daki türlü namlarla yad olunup esasen kardeş Türk olan akvam şimdiki ayrılıkda devam ederse etraflarını ihata etmiş İslavlık denizi dalgalarıyla aşına aşına yok olurlar ayrılık bitirilmelidir. Bunun için herşeyden evvel dil birleştirilmelidir. Yalnız Rusya’daki değil bütün dünyadaki Türklerin Arab ve Acemceden çalma lüzumsuz sözlerinden vazgeçmeli. Yalnız bir lisan-ı edebileri olmalı. O dil ile hepsi anlaşabilmeli. . Kadınlarımız da unutulmamalı – Annelerin ta’lim ve terbiyesine erkeklerin ta’lim ve terbiye[si] kadar dikkat etmeliyiz. Eğer kadınların seviye-i idraki erkeklerinkinden aşağı kalırsa yine cem’iyet devam edemez. . Fikr-i milliyetin en kavi istinadgahı dindir. Bina’enaleyh . Ruscayı mutlaka mükemmelen öğrenmeliyiz. Bu Avrupa ma’lumatından istifade için mühim bir vasıtamızdır. Rusca ile Rusya’nın hayat-ı siyasiyye ve iktisadiyyesine karışabiliriz. Görülüyor ki Gaspirinski İsmail Bey’in programı herşeyden evvel pedagojidir. Yani terbiyeye a’iddir. Zaten her şey’in başı da budur. programını beş nokta ile hülasa etdim. Lakin her bir cem’iyetde daima iki kuvve-i fa’ale icra-yı te’sir eder: Bir tarafdan cem’iyetin bir kısım unsuru terakkı ve tekemmülü arzu eder. Diğer bir unsur da var eski hali idame ile hal-i hazırı muhafaza kılmak ister. Ka’inatda bile bu hal caridir. Zaten cem’iyetlerde zuhur eden muhafazakar ve terakkı-perver fırkalar bu iki kuvvetin tecellisinden ibaretdir ... Bunun için iki parti teşekkül etdi. Bunlara “Usul-i Cedid” “Usul-i Kadim” tarafdarları namı verildi Mesela buradaki Genç Türkler İhtiyar Türkler gibi. Usul-i Cedidciler orada gazetelerle risalelerle fikirlerini neşr etdiler. Usul-i Kadim tarafdarları ederlerdi. Usul-i Cedidciler Gaspirinski’nin yukarıda söylenen programını kabul edenlerdir. Usul-i Kadimciler ise evvelce olduğu gibi yani Buhara ve Meşhed’de öğrendiğimiz gibi hayat sürelim diyenlerdir. Usul-i Kadimcilerin programı şöyle hülasa olunabilir: . Kat’iyyen Avrupalılaşmayalım. Tarz-ı ma’işet ve hayatımızı babamızdan gördüğümüz gibi muhafaza edelim nazariyesi mekteblerimizde evvelki gibi ve ancak evvelce okutulan şeyleri okutalım. Coğrafya hesab tarih tabi’at lüzumsuz şeylerdir. Hatta kendi lisanımızı bile okumayalım. Elifba ile Arabiyyat kafi.. Bunlar rekabet-i milel münaza’a-i hayat gibi i’tirazlara hemen takdir ve kana’atle mukabele ederler. . Kadınların mekteb ve medresede okumalarına hiç bir tahsil edip sonradan bellenecek şeyleri de kocalarından öğrenmelidirler. . Rusca tahsiline kat’iyyen mu’arızdırlar. Rus mekteblerinde okumak onların nazarında günah-ı keba’irden ma’duddur. Eğer Rusya Türklerinin harekatını anlamak isterseniz bu iki cereyanı göz önünde tutmalıyız. Diğer mesa’il hep buna teferru’ eder. Daima görülen hususatdır: Terakkı fikri muhafazaya galebe çalar. Bazen olur o galebe bir müddet devam eder. Sonra yine aksü’l-amel hasıl olur. Yine muhafazakarlar iktidarı ele alırlar. Rusya’da Tercüman’ın intişarından beş altı sene sonra görülüyor ki terakkı-perverlerin kuvveti tezayüd ediyor. Buna asıl sebeb fikirde olan kuvvetden başka bir şeydir: Bir kaç büyük zatın o ordugaha dahil olması. Onların namını hürmetle yad etmeliyiz. Bunların birincisi Rusya müslümanlarının en büyük alimlerinden Şeyh Şehabeddin El-Mercani hazretleridir alkışlar bu zat esasen Buhara’da tahsil etmiş ve oradaki efkarın neden ibaret olduğunu bilirdi. Orada istihsal olunabilecek ma’lumatdan mektebi için iyi bir temel kuramayacağını kestirmişdi. Acaba nereye gitmeli Nihayet o kadar bir kana’at-ı vicdaniyye hasıl oldu ki mekteblerin terakkısi istenirse Buhara yolunu kapayıp İstanbul’a doğru şakird göndermelidir. Tabi’i büyük fikirlerin daima tilmizleri yetişir. Cenab-ı Mercani’nin bir çok tilmizleri yetişdi. Ve Gaspirinski’ Tercüman gazetesiyle neşr-i efkar ederken diğer tarafdan böyle bir kuvvetli alimin etrafında ulema o efkarı tervic ederlerdi. O halde istikbal te’min edilmiş demekdi. viye edecek Rusya’da yerleştirecek terbiye alıp dönerlerdi. Efendiler! Daima fikrin tahsilinde mevki’in ehemmiyeti vardır. Buhara Semerkand geniş çöller ile Avrupa’dan ayrılmış olduğu için Avrupa terakkiyatından bi-haberdi bina’en-aleyh Rusya Türkleri de Buhara’dan efkar-ı cedide öğrenemezlerdi. Lakin İstanbul ile Mısır mukteda bih olursa Avrupa’nın efkar-ı ilmiyye ve sana’iyyesi daha evvel te’sir edecekdi işte biz kemal-i iftihar ile ve Osmanlı kardeşlerimize büyük bir teşekkürle i’tiraf etmeliyiz ki bu efkar-ı cedidenin husulüne Osmanlı mektebleriyle cami’ ve medreseleri hayli hizmet etmişdir. Birkaç sene geçdikden sonra Buhara’nın Meşhed’in ehemmiyeti tenakusa başlamışdı. Menabi’-i ulum Kahire ve vam ederlerdi. Bunların bazıları Avrupa derecesinde mekteblerdir. Rus mekteblerinden bir çok fayda bekliyorduk. Lakin o mekteblerden her neden ise çok istifade edemedik. Efendiler! Tam usul-i cedid ve kadimin çarpışmakda oldukları zaman mühim bir fikir daha doğdu: Usul-i kadim tarafdarları usul-i cedidin fenalığını göstermek için bazı mesa’il-i diniyeyi kendilerince tefsir ederek teceddüd ve terakkı denilen mürekkeb bir hareketin meşru’iyyetini inkar derecesine vardılar. Usul-i cedidcilerin uleması ise kadimciler tarafından din-i mübin-i İslam’ın su’-i tefsire uğramış bulunduğunu müte’ahhirinden bazı zevatın bilir bilmez bir çok şerh ve havaşi yazmakla ruh-ı İslam’ı tağyir eylemiş olduklarını iddi’aya kalkışdılar. Demek oluyor ki usul-i cedidciler nokta-i nazarında mevcud kütüb-i diniyyenin iyice tedkıki ve menabi’-i asliyyelerine yani nususa müraca’at ederekden onların tedkıki usul-i cedid münaza’asından doğduysa diğer cihetden Şeyh Cemaleddin Afgani ile Mısır Müftüsü merhum Şeyh Muhammed Abduh’un efkar-ı münevvereye ilka ettiği tohumlardan neşv ü nema buldu alkışlar Bu fikri cereyanların hayata da te’sirleri oluyordu. Usul-i cedid fikrinin doğmasıyla beraber usul-i cedid üzere bir çok mekatib-i ibtida’iyye küşad olundu. Medreselerin de ıslahı arzu olunuyordu. Asıl fikir medreselerde hikmet-i hazıranın öğredilmesi idi. Diğer akvam ulemasına mukabil bir kuvvet medreselerde istihsal edilemiyordu. Eski hali muhafaza da biraz müsteb’ad idi. Hatta buna bakarak Mavera-yı Kafkasya müslümanları başka bir tarik tutdular: Bir zamanlar İstanbul’da düşünüldüğü gibi medreseleri kendi mukadderatına terk ile onları ıslahdan sarf-ı nazar etmek ve sırf mekatib-i cedide teşkili ile uğraşmak daha kolay diyorlardı. Lakin hal-ı hazıra muvafık bir şekil şüphesiz Volga Türklerinin tutduğu usul idi ki: Yukarıda dediğimiz vechile medreselerin de icabat-ı zamana göre ıslahıdır. İşbu cereyan-ı fikrinin mükatebede te’siri olsa bile matbu’ata da o kadar te’siri olamazdı. Yani meclislerde şifahi olarak ıslahatdan çok bahs ediliyordu. Fakat kitab ve risale ve gazete Tercüman’dan gayri yok idi. Bu yokluk Türklerin kusuru değildir. Çünkü yazmalarına basmalarına müsa’ade olunmuyordu. Bunun için bi’t-tab’ matbu’at olamazdı. Eğer bu yirmi lursak; oradaki efkar derecesinde bir terakkı göremeyiz. Bilakis görürüz ki Türklerin Çin ve Rusya arasında ticaretleri günden güne tenakus etmişdir. Kazan Havzası’nda sanayi’ eksilmişdir. Hatta Buhara’ya Kafkasya’ya Avrupa malı dahil olarak yerli işlerine galebe çalıyor. Buna sebeb tabi’i fikrin terakkısi değil; belki terakkiyat-ı fikriyyede geç kalmış bulunmakdır. Avrupa’nın sanayi’ine iktisadi hücumuna mukabele için terakkiyat-ı fikriyyenin hiç olmazsa yarım asır evvel başlamış olması lazımgelirdi. İşte te’ehhürümüzün seyyi’atını tedenni-i iktisadiyyede gördük. O esnada Rusya Türkleri Rusya ahalisinin muvazene-i siyasiyyelerinde gayr-i mevcud gibi idiler. Çünkü onlar sırf umur-ı şahsiyye karışmamış tamamen ayrı kalmışlardı. Vakı’a Kafkasya’da ufak tefek siyasi hareketler oluyordu. Fakat doğrusunu söylemek lazım ise onlara biz hareket-i siyasiyyeden ziyade asar-ı ta’assub ve cehalet desek daha münasib olur. arz edeceğim bunlardan ibaretdir. olmak üzere o vakit matbu’at idaresinden şu emr-i mahsus gelmişdir: “Gazetelerce akdem-i veza’if umuma nafi’ havadis ve mebahis ile meşgul olmak kaziyyesi iken İbret Gazetesi’nin tuttuğu meslek şahsiyyat ile uğraşmak ve nizamat ve icra’atı devlete te’vilat-ı hodserane ile ta’riz ve kava’id-i esasiyye-i hükumete karşı neşr-i mütala’at ile ezhan-ı nası tağlit etmekden hakkuk etmiş oduğu halde mücerred hükumet-i seniyyenin matbu’at hakkında derkar olan efkar-ı terakkıyat-perveranesi eseri olarak ıslah-ı tavr ü meslek etmesine intizaren gah ta’til ve gah tenbih ile iktifa edilmişdi. Bu mu’amele-i i’tidalkarane hazinde ısrarını müntec olup bu kere numaralı nüshasında ve Nuri imzasıyla numarasında yazdığı makalede usul-i hükumet-i seniyye ile kabil-i te’lif olamayacak bir takım tecavüzat-ı mütecasiraneyi şamil mutala’at derc ve tahkiye etmek derecesine kadar gitmiş olduğundan ve numaralı nüshasındaki “İki İmzalı Varaka” ünvanlı makalenin hatimesinde isti’maline cür’et eylediği ta’bir hedef-i hareketini sarihan ta’yin etmiş olup böyle bir gazetenin bekasında muceb-i kararname tarih-i i’landan i’tibaren külliyen ilga kılınmışdır.” Safer / Mart muma Veda’” serlevhasıyla atiyyü’z-zikr sözleri zeyl etdi: “İbret’in mebahisi umuma nafi’ mi idi? Değil miydi? Nizama ta’riz mi ettik? Yahud nizamatın merci’-i tefsiri olan Şura-yı Devlet’in hükmünü mü istid’a eyledik? Şahsiyyat ile biz isteyerek mi uğraşdık? Yoksa gördüğümüz tazyikat ve ta’rizat üzerine mi mecbur olduk? Gazetemize göre irade-i mahsusa-i Cenab-ı Padişahi ile intişara başladıkdan sonra ehaff-i mücazat olan bir ay ta’tilden başka bir mu’amele-i resmiyye görmemiş iken hükumet-i seniyyece ikinci def’a müttehem görüldüğü zaman bir kaç ta’bir ile bir hikaye için bütün bütün ilgasına gidilmek emsal ve fi’liyle mütenasib midir? Değil midir? Buralarını temyiz etmek efkar-ı umumiyyenin hakkı olduğundan biz o yolda bir şey söylemeye lüzum görmeyiz. “Yalnız şurasını beyana mecburuz: Madem ki Matbu’at Nizamnamesi icradan sakıtdır ve madem ki hükumet-i seniyyenin gazetelerce arzu ettiği lisan ve mesleği keşf etmek kabil değildir; arada İbret Gazetesi gibi muhibb-i vatan ve tarafdar-ı terakkı olan vesa’it-i intişarın bir tesadüf veya bir yanlışlık uğuruna feda olagelmesi tabi’i görünüyor. “İşte İbret vatanperverlik yolunda mahv oluncaya kadar sebat etdi. Akıbet bir kuşe-i sükuta çekildi. Be’is yok. Dünyada kim kalmış! Ne bakı olmuş! Yaşasın vatan.” Tarz-ı ifadeden dahi anlaşılıyor ki bu zeyli yazan Kemal Bey merhum idi. Gazetenin ilgasından zannım birkaç gün geçmiş idi ki bir gece sekene-i beyt bi’t-tesadüf hep birden gece oturmasına misafirliğe gitmiş olduklarından evde yalnız ben kalmış idim o esnada bazı talebe-i uluma okutmakda olduğum Telhis-i Dımeşki’nin fasl ve vasl mebhasinin evahirini mütala’a ediyor idim. Kapı çalındı. İndim kapıyı açdım. Bir de bakdım karanlıkda sekiz on kişi duruyor. racak dedi. Peki üstümü başımı giyeyim geleyim dedim. Müsa’ade etmediler. Gaz lambası kitabların yanında duruyor bari anı söndüreyim dedim buna da muvafakat göstermediler. Çar u na-çar bulunduğum hal ve kıyafetle kalkdık Bab-ı Zabtiye’ye gittik. Lamba ortada kitablar etrafında açık oğlu meydanda yok.. Misafirlikden avdetle bağteten bu manzarayı gören ve sonra da oğlunun Bab-ı Zabtiye’ye kaldırıldığını haber alan biçare validenin lahza be-lahza tezyid-i endişe edecek şu dört beş dakıka içinde ne hallere girdiği ne kadar muztarib olduğu muhtac-ı ta’rif değildir. Da’ire-i Zabtiye’nin ikinci katında Miralay Kerim Bey’in odasında o gece beni misafir etdiler. Odada o gece mevaki’-i muhtelifeden gelmiş zabitler vardı. Her birini yatmak üzere bir yere gönderdi. Biz yalnız kaldık. Müşir paşayı daha görmeyecek miyim dedim. Bir ah ederek o çokdan gitdi.. Nev-nihalan-ı vatanı kırıp eziyorlar.. dedi. Bunun üzerine öte beri konuşduk. Hal ve k a linden şılıyor idi. Yatağını o gece bana tahsis edip kendi minder üzerinde yatdı. Ertesi günü bir zabite terfikan hapishane-i umumiye gönderildim. Sultanahmed Meydanı’na nazır olan da’irede beni içeride parmaklık içinde mahbusların gündüzleri gezinti mahalli olan meydanlığın içeriye girer iken sol tarafdaki müntehasına tesadüf eden bir odaya götürdü ki burasının bir gardiyan odası olduğunu sonra anladım. “Bu efendi buraya misafirdir kimse ile ihtilat ettirmeyeceksiniz” diye tenbih etdi. Gardiyan da kapıyı üzerime kilitleyip gittikden bir müddet sonra tekrar geldi üstümü başımı aradı. Ümid ettiği birşey bulamayınca para çantamı alıp götürdü. Müte’akıben avdetle çantayı bana i’ade edip yine kapıyı kilitleyerek gitdi. Mukassi tavanı basık tabanı toprak içinde iki tahta kerevet mevzu’ olan bu tenkna-yı ıztırabda yalnız başıma kaldım. Akıbeti mechul olan böyle bir mu’ameleye sebeb nedir... diye tefekkürata daldım. Acaba bir müddetçik ara sıra beb bu ise daha mevkufin var demek ... Peki bu halin neticesi ne olacak .. Sonra birden bire kendimi topladım. Misafir-i mu’azzezi olduğum! bu halvetgahın meydana nazır ufak pençeresinden mahbusları temaşaya başladım: Bir takımı bir mesirede geziniyormuş gibi işsiz güçsüz aheste aheste dolaşıyor; bazıları güya müsta’cel bir iş için sıkı sıkıya bir yere gidiyormuş gibi bir tarafa bakınmayarak la-yenkatı’ meydanın bir ucundan öbür ucuna seğirdiyor; bir kısmı da kendine bir iş bulmuş onunla meşgul. Dolaşanlardan bazıları ara sıra benim bulunduğum pencerenin önünde irkilip beni başdan aşağı gözden süzüyor bir takımı da bana bakdıkdan sonra arsız arsız gülüşerek çekilip gidiyorlar idi. Bunları akşama yakın ekmekleri tevzi’ olunmasını müte’akib koğuşlarına sokdular. Derken meydanın içinde şangır şungur... bir zencir sesidir kopdu. Bakdım prangalılar çıkmışlar. Bunlar da biraz dolaşıp nefes aldılar. Sonra bunları da ötekiler gibi yerlerine tıkdılar. Akşam oldu meydandan o hay u huy-i şamata kesildi üzerine bir zulmet çökdü. Hal ve mevki’in dehşet ve vahşeti vakt-i gurubun manzara-i hüzn-averi şimdi kendimi vaktiyle isimlerini bile bin şüm bende hazin hazin hatıralar uyandırdı. Derin derin mütala’atım şuralara kadar müntehi oldu: Bu kargah-ı alemde türlü türlü renk ve şekillerle ruz-merre tecelli eden havadis ve vaka’i’in her birinde hikmet-i baliğa vardır: Menba’-i uluhiyyetden münafi-i hikmet ve maslahat hiç bir şey sadır olmaz .. İdrak-i beşer haka’ik-i ef’al-i rububiyyete pervaz edemediğinden aceze-i ibad bazı ahvalde duçar-ı veleh ve hayret olur.. Ya müste’an! İlmin her şey’i muhit lutf u keremin her şeye vasi’dir.. Huda’dır hudavend-i arz u sema Müsahhardır emrine zir ü’ala Yed-i kudretiyle yapılmış cihan Bezenmiş bedayi’le kevn ü mekan Me’adin nebatat ziruhler Nice bin rumuza delalet eder Cihanda muşa’şa’dır ahenk-i tam Tenasüb tevazün kemal-i nizam Şu halat u ahenk-i hayret-efza Tefekkürle seyre değil mi seza Nigehdar-ı alem Cenab-ı Hakim Müdebbir merahimle Rabb-i Kerim Huda’dan eder lutf ü ihsan sudur Huda’dan eder adl ü hikmet zuhur Fakat eyledikçe demadem nigah Tasarif ü evza’-ı ezmana ah Peyapey hücum eyler insane gam Vehimler gelir hatır ü akla hem Ederken ümid-i kerem bil-akis Sitem-dideye baht olur ber-akis Hata eyledim bir tehayyürle ben Senin hikmetin derk etmek muhal Feza-yı’alada hıred bi-mecal Ne ali kelamdır ki Mihnet-keşan Bu ma’na-yı etmiş şu yolda beyan “Ne mümkün ki bilsin muhiti muhat Değildir onun karı akla menat” Değil idi haşa şikayet murad Ayandır sana hep me’al ü müfad Beni sıkdı zira şu dar-ı elim Hamiş: Geçen nüshada kelimeleri sehven diye tertib edilmiş olduğundan ma’a’l-i’tizar tashih olunur. Misal olarak kendinizi alınız: Bir iş işleyeceğiniz zaman ne gibi halata mazhar olduğunuzu te’emmül ediniz ne göreceksiniz? Şunu göreceksiniz ki ellerinizin gözlerinizin ayaklarınızın bütün adalatınızın kuvasıyle hucurat-ı dimagiyyeniz elhasıl bütün vücudunuz o işin matlub vechile ifası için bir ittihad bir aheng-i tam ile meşgul bulunuyor. Mesela elinizin sarfetmekte olduğu kuvvet ile gözlerinizinki arasında bir teaküsün kezalik diğer vezaifi olan a’za meyanında bir tehalüfün mevcudiyetini hissedemezsiniz. Bina’en-aleyh bu a’za-yı muhtelifenin kuvası haddi zatında müstakil olmayıp mecmu’u birden sizde mevcud olan bir kuvve-i reisenin mezahir-i muhtelifesidir ki o kuvvet de sizin kuvve-i hayatiyye-i umumiyyenizden ibarettir. hal yoktur. Öyle ise biraz duralım da maddiyyunun bu kuvve-i umumiyye meselesini ne suretle telakkı etmekte olduklarına bakalım. Çünkü bu mevzuda ukde-i işkal-i yegane o mes’eledir. Maddiyyun “Bu kuvvet gayr-ı müstakıldir lakin maddenin sıfatı cümlesinden biridir.” derler. Bu sözleriyle şunu murad ederler ki alem-i hilkatte basiret ve tedebbürden mahrum bir kuvvet ile mutemetti’ olan yine basiret ve tedebbürden mahrum bir maddeden başka bir şey yoktur. Ve o kuvvetin o maddeden müstakil olması kat’iyyen gayr-ı kabildir. Maddiyyun bu batıl nazariyeleriyle alem-i ruhaniyi bilkülliye faniden başka hiç bir alem yoktur zu’munda bulunuyorlar. Eğer maddiyyuna bir cirm-i hakır olmakla beraber hayy ve müdrik ve hakim olan insanı gördüğünüz halde nasıl oluyor da o kuvvetin nasibedar olduğu hikmet ve idraki inkar ediyorsunuz? Bütün bu kainat meyanında hayat idrak hikmet sıfatlarından nasibi olan yalnız insan mıdır? Eğer insan bu müdrikeden iktibas etmemiş ise nereden bulmuştur? tarzında sualler irad edecek olursanız öyle acib cevablar alırsınız ki ancak mecnunlardan sadır olabilir. Doktor Herman Şefler der ki: “Ruh kuva-yı maddeden biri olup doğrudan doğruya a’sabtan tevellüd eden bir kuvvetten başka bir şey değildir.” Virhov’a göre: “Hayat bir nev’i makineden başka bir şey değildir.” Buhner ise: “İnsan maddenin neticesinden ibaret olup öyle ahlakiyyunun tavsif ettikleri gibi bir mahluk değildir. Ve hiç bir hassa-i mümtazesi yoktur.” der. Dobuvaryimond: “Her asabda bir cazibe-i mıknatısiyye vardır. Fikir ise maddenin hareketinden hun havassı madde-i dimagiyyenin vezaifinden başka bir şey değildir. Böbreklere nisbetle bevl ne ise dimağa nisbetle havass-ı ruh da odur. İnsanın kendi mevcudiyetini his etmesi a’sabda temevvücat-ı mıknatısiyye ile mürtebit ve dimağ vasıtasiyle müdrek olan harekat-ı maddiyye sayesindedir.” derler. Nebatiyyundan Roteroşya ile fizyoloji ulemasından Pişe daha ileri giderek zannettiler ki: “Hayat usul-i tabi’at idadından bir asıl olmayıp maddenin kavaid-i umumiyyesi hilafına olarak bir hal-i istisnai ve kavanin-i tabi’iyye-i kimyeviyyenin muvakkat bir muattaliyetidir. Fakat bu kavanin-i kimyeviyye bu hal-i istisnaiyye hayata ila-nihaye mağlub olmak istemediğinden onu aslına memata irca eder. Bina’en-aleyh hakıkatte memat bir halet-i araziyye ve istisnaiyye olan hayat üzerine basiret ve idrakten mahrum bulunan maddenin kavanininin galebe çalmasıdır.” Yukarıdan beri naklettiğimiz şu sözleri biraz te’emmül eden zat velev ilimden hiç nasibi olmasa bile bunların ilim hakkında bir bühtan-ı azim ma’lumat-ı asriyyeye karşı bir zulm-i elim olduğuna vehleten hükmeder. Zira ilim bila-delil vela-bürhan hiç bir şeyi inkar etmek bir işkali ondan daha mübhem bir işkal ile halle kalkışmak derekelerinden külliyen alidir. Maamafih biz bu sözleri meydanı muarızdan hali bulduğumuz için söylüyoruz zannolunmasın. Çünkü biz bu adamların doğrudan doğruya kendi yanlarında da ref’-i savt etmekten kat’iyyen çekinenlerden değiliz. Zira onlar bu iddialariyle beraber sözlerinin tasavvurat-ı hayaliyye dairesinden bir karış ileri geçemeyeceğini bundan maksadları ise muanede ve istikbardan başka bir şey olmadığını herkes gibi kendileri de bilirler. Paris’te intişar eden Mecmua-i Tıbbiyye’de günün birinde şu cümle görülmüş idi: “Fikir hamz-ı fosforun imtizac ve fekkür ise muhhun terkibinde bulunan fosfordan mütevelliddir. Bina’en-aleyh fazilet ihlas şeca’at gibi hasail temevvücat-ı mıknatısiyye-i uzviyyeden ibarettir.” Bunun üzerine Camille Flammarion dedi ki: “Ey muharririn hazeratı! Bu hakıkati size kim haber verdi? Halk bu hezeyanları size muallimleriniz öğretiyor zannında bulunuyor. Halbuki hakıkat bunun büsbütün hilafınadır. Çünkü bu gibi iddialar nazar-ı ilimde hiç-enderhiçtir. Bununla beraber ben şu iki şıktan hangisinin daha şayan-ı istiğrab olduğunu ta’yin hususunda mütereddidim: davalarındaki sehafete mi? “Buton bu gibi mesailde “Bana öyle geliyor ki...” derdi. Keppler ise “Bu faraziyattaki mütala’amız...” yolunda idare-i kelam ederdi. Lakin bunlar “Biz isbat ediyoruz” “Biz mediyor” “İlim böyle ikrar ediyor” “Böyle reddediyor” diyorlar. Halbuki söyledikleri sözlerde bürhan-ı ilminin gölgesi bile yok! Belki bunlar dalallerinden dolayı ilme böyle bir vebal-i sakili yükletmeye cür’etyab oluyorlar. “Ey zevat-ı kiram! Eğer ilim bu hezeyanlarınızı işitmiş olsaydı –işitmesi icab eder çünkü siz ebna-yı ilimden olduğunuzu söylüyorsunuz– sizin bu gafletinize karşı haklı olarak bir zehr-i hand-i istihza savururdu. Siz ilim isbat ediyor ilim nefyediyor ilim emrediyor ilim nehyediyor diyorsunuz. Bu yoldaki azviyatınızla haddi zatında mütevazı olan ilmin lisanından söylediğiniz bu gibi büyük büyük sözlerinizle zavallının kalbine kibir ve gurur ilkasına çalışıyorsunuz. Hayır efendiler eder ne de isbat eder. Onun vazifesi taharriden ibarettir. Siz ise buralarını bilmez değilsiniz. Yalnız şunu da bilmelisiniz ki bu gibi sözleriniz cahilleri aldatır; sizin tetebbu’ ettiğiniz mebahisi ta’kıbe sizin kadar iktidarı olmayanları dalale düşürür. Kezalik şunu da anlamalısınız ki kisve-i ilme bürünen bir adamın emin olması yani emanet-i ilme hıyanetle onu bir takım evham ve hayalat ile karıştırmaması lazımdır. Bundan başka serdedeceği de’aviyi mütevazı’ane müdafa’a etmesi icab eder.” liyen beri olup yukarıda iddiaları serd edilen adamların ise dan ukulün nefretini mucib bir takım müfteriyat işa’a ettiklerini alenen gösteriyor. Bundan dolayı kendileri haziz-i muhakkariyyette kaldılar. Fikirlerindeki sahafeti hakayık-ı satıa’yı dırdıkları cesareti görenler medhuş olarak artık bunlardan uzaklaştılar. Ulema-yı tabi’atten İngiliz Milen Edvard diyor ki: “Ale’ddevam tekerrür etmekte olan bu kadar müşahedat-ı natıka meydanda durup dururken bu kadar acaib-i hilkatin tesadüften mütevellid yahud ta’bir-i aharla maddenin havass-ı umumiyyesi neticesi olduğunu ahşab ve ahcarın maddesini tekvin eden tabi’at ne ise ötekilerin de hep bunun eseri bulunduğunu ret içinde kalmamak kabil değildir. Kezalik insanda mevcud kuvve-i müdrikenin en ali olan bir eserinin karıncalardaki hiss-i tabi’i gibi –suyun incimadı kömürün ihtirakı ecsamın sukutu ve buna mümasil hadisatı itmam eden– hikemi kimyevi bir takım kuvvetleri[n] netice-i ameli olduğunu iddia dahi o kabildendir. İlm-i tecrübi namı altında setredilmek liyye ilm-i sahih tarafından suret-i kat’iyyede reddolunmuştur. olsun. İnsan en ufak haşerattan birisinin yuvasını muayene edecek olursa bütün mahlukatını kendi akvat-ı yevmiyyelerini sada-yı inayet-i ilahiyyenin samia’-i vicdanına kemal-i vuzuh Şimdi bizim bu mülhidin hakkında iki mütala’amız olabilir: Ya bunlar Sani’-i Mutlak’ı ruhu ebediyyeti an-samimi’l-kalb yen yetişemeyeceği havasdan da pek az kimselerin yükselebileceği bir evc-i bala-terin-i istisnada bulunduklarını anlatmak “akıde-i tevhide” muhalefette bulunuyorlar da hakıkata karşı mükabere ediyorlar. Eğer ikinci mütala’amız musib ise kendilerine karşı müdafa’ada bulunmamıza hiç ihtiyaç yoktur. Yok doğru olan evvelki tahmin ise o halde bunların kisve-i ilme bürünmeleri muktezasına tevfik-i hareket etmedikleri bir namı fuzuli yere takınmaları caiz değildir. Çünkü hulenin huzurunda kemal-i tevazu’ ile tevakkuftan ibarettir. Zira tecrübe bize gösteriyor ki bu günkü müşkil yarın bedihiyat gamıza a’sar-ı hazırada hakayık-ı sathiyye sırasına geçmiştir. Hele biz şunu bir türlü havsala-i tasavvurumuza sığdıramıyoruz: Nasıl olur ki bir alim kendisinin hakayıkı meçhul bir umman-ı serair içinde bulunduğunu mahiyetini tahmini bir surette anladığı şeylerin nazar-ı tedebbüründen mestur kalan esrara nisbetle katre bile olamayacağını bildiği halde kalkar da fıtrat-ı beşere temas itibariyle en dakık en rakık bulunan bir noktaya karşı böyle zalimane hükümler vermeye cür’et-yab olur? Nasıl olur ki kendisinin bir vadide hakıkatin dar olmakla beraber müddeasını uzun uzadıya bir takım faraziyat ve zanniyat ile te’yide kalkışır? Habibim Ahmed Resulüm Ya Muhammed! Ben azimü’ş-şan azamet-i ilahiyyemle sana Kitab-ı Kerim’i Furkan-ı Hakim’i hakla inzal etdim yani hakkaniyeti adaleti havi olarak mahz-ı hikmet ayn-ı maslahat ve sa’adet olmak üzere Furkan-ı Hakim’i sana gönderdim. Niçin bilirsin ya?.. Habibim sen hükm edesin nas arasında ümmetin hakkında münaza’alar olunca arada ihtilaflar zuhur edince huzuruna da’valar arz olununca beynlerinde hükm eyleyesin. Ne ile? Allah celle şanuhu sana nasıl ta’rif etdiyse; beyan buyurduysa. Vahy-i ilahi olarak her ne suretle ira’e-i tarik edilmişse o usul üzere dela’il-i şer’iyye ile berahin-i kat’iyye ile hüküm edesin. İhkak-ı hak buyurasın. Öyle ise daima böyle yap. Burada nazm-ı kerimi ona ma’tufdur. Çünkü inşa inşa üzerine atf olunuyor. na zahirde sofuluk satmasına yalan şahidlik etmesine münafıkların birbirini tesahub eylemesine bakma. Sen daima hak ne ise öyle hükm edesin. sakın ha’in kimseler için tarafdar olma! Ha’inleri vikaye için müzaheret gösterme! demekdir. Hasim de muhasım ma’nasınadır. Bir kimse için muhasim olmak onun hukukunu muhafazaya çalışmakdan ibaretdir. Öyle değil mi? “Filan filanın müdafi’i olmuş” denir ki onu himaye edecek demekdir... İşte Allah celle şanuhu hazretleri Resul-i Zişan’ına böyle emr ediyor. – Bu ayetler ne vakit nazil oldu? Böyle hitab etmek neden Sebeb-i nüzul hakkında müfessirin-i kiram hazeratı beyan ediyorlar: Zaman-ı sa’adetde Tu’me bin İbrık namında birisi vardı. Bu bir şey yapdı mahallesinde yakın komşusu bulunan Katade bin en-Nu’man radıyallahu anhın hanesine geceleyin girdi. Onun dır’ını zırhını çaldı. Dır’ vücuda giyilen zırh demek. Telden örme birşey. Hazret-i Davud zamanından kalmışdır. İbtidaları öyle muharebe birşey yapmak adet idi. Hazret-i Davud kendisi yapardı. nazm-ı celilinde mezkurdur. İşte bu! Hazret-i Davud’un mu’cizesidir: Mübarek elinde demirler mum gibi olurdu. Hani geçen dersde hazret-i Davud’un hilafetinden bahs ettik bu doğrudan doğruya Hazret-i Davud aleyhi’s-selama hitabdır. İşte Cenab-ı Hak o hazret hakkında buyuruyor: Bir mu’cizesi de demirdi Rabbü’l-aleminin ondan zırh yapardı. Demir kendine müsahhar idi. Nasıl ki dağlar birlikde tesbih ederlerdi. Demirler polad gibi katı şeyler elinin içinde balmumu gibi yumuşardı. İstediği gibi şekiller yapar her türlü alat-ı harbiye i’mal ederdi. Bu Tu’me namındaki herif işte Katade hazretlerinin evine girdi. Zırhını çaldı. Lakin onu bir çuval içine sakladı. Hani “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” derler ya bu da böyle. Amma un çuvalı imiş. Belli olmamak için bu tarik-ı hileyi düşünmüş. Görenler: Un almış evine götürür” diyecekler hiç şüphelenmeyecekler. Çünkü korkuyor ki meydana çıkmasın. Meydanda getirirse nazar-ı dikkati celb edecek zaten de herif mimli. Bunun için böyle bir hile tertib etmiş. Fakat bazen insan kendi taşıyla kendi başını vurur. Başkasını aldatayım derken kendisi aldandı. Ne derseniz çuvalın dibi delik değil mi imiş!.. Ne vakit Allah şaşırtacak işte böyle kendi eliyle kuyusunu kazdırır. Büyük bir maharet icrasına muvaffak oluyor neş’esiyle çuvalı arkasına yüklenerek evine götürdü. Fakat budala herif arkasına bakmıyor ki un çuvalı sızıyor. Geçtiği yerlerde iz bırakmış. Eve getirdi. Fakat rahat olamadı korkdu. Oradan çuvalı aldı. Evin arka tarafındaki bir kapıdan çıkardı bir kaç ev ötedeki Zeyd bin esSemin namında bir Yahudiye emanet bırakdı. Ne bilsin zavallı Yahudi!.. “Bu emanetdir dedi sakla kimseye verme” o da aldı bir tarafa koydu. Ferdası idi mal sahibine zırh lazım oldu. Bir de bakdı ki zırh çalınmış. Zat-ı şerif telaş etdi. Öteye beriye baş vurdu. Yok yok. Mutlak bu çalınmışdır dedi. Acaba kim çalabilir? Düşündü. Tu’me bin İbrık hatırına gelmekde gecikmedi. Çünkü herif zaten mazanna-i su’ idi. Din-i İslam’a girmiş zahiren müslüman olmuş; lakin kable’l-islam bir çok sirkatleri bir çok cinayetleri var. Hırsız herif. Ötekine berikine sordular kimse görmemiş yalnız Tu’me’nin evvelsi gün arkasında bir un çuvalı olduğu halde eve doğru gittiğini gördüklerini söylediler. Sokakda da zaten iz mevcud idi. Onu ta’kıben evine gittiler. Aradılar herifi bulamadılar. Sonra evin diğer bir tarafında da bir un izi gördüler. O izi ta’kıb edelim dediler. Ettiler o iz Yahudinin evinde nihayet buldu. Adamcağızın kapısını çaldılar. İhtiyarca bir Yahudi çıkdı. – Akşamlar hayır olsun komşu – Eyvallah dostum. Hayr ola?.. – Bizim bir zırh olacak burada .. – Hayır paşam haberim yok. Kim almış? – İşte canım iz var. Un çuvalı içinde sizin eve gelmiş.. – Estağfirullah dostum. Öyle şey kabul etmem. Vakı’a bir çuval dün bizim komşu getirdi ama bir yere gidecek diye bizde emanet bırakdı. Ben de bir tarafa koydum. Ne açıp bakdım ne de içinde ne var? diye sordum. – İşte onun içinde bizim zırh var. Hiç bir şeyden haberi olmayan zavallı yahudi telaş ederek sıkılarak çuvalı getirdi. Açdılar. Bir de ne baksınlar unlar Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Haziran Cevher-i giran-baha-yı insaniyyetin en parlak mezaya-yı ulviyyesinden terakkı ve te’ali-i beşeriyyeye medar-ı a’zam olan hasa’il-i ber-güzidesinden biri de vasf-ı cemil-i istikamet her hususda iltizam-ı adl ü hakkaniyet olduğu şer’ ile akıl beyninde bi’l-ittihad karar verilen haka’ik-i bahire cümlesindendir. Gerek ihraz-ı rıza-yı Bari gerek huzur ve asayiş-i ahali ancak bu sayede te’min olunur yar ü ağyarın isticlab-ı kulubuna çare bulunur. Sa’adet-ı matlubenin yegane medar-ı istinadı bulunan bu vazife-i esasiyyenin ehemmiyeti-i azimesini iş’ar siyakında şeref-vürud eden beyanat-ı feyz-gayat-ı risalet-penahiden bedayi’-i cevami’i’l-kelim-i Peygamberiden ma’dud bulunan ehadis-i şerifenin biri hadis-i şerifidir. Ma’na-yı münifi: “Cenab-ı Bari’ye iman etdim deyip uluhiyyet hakkında i’tikad-ı sahih peyda ettikden sonra cemi’-i ahval ve ef’alinde istikamet üzere ol” Cami’-i Sahih-i Müslim’de mezkur olduğu üzere Cenab-ı Risalet-me’ab efendimiz ravi-i hadis olan Süfyan bin Abdillah tarafından diye müraca’atı üzerine bu kelam-ı şerifi nutk buyurmuşlardı. Yani “Ya Resulallah! Veza’if-i İslamiyye hakkında bana bir kelam bir nush selamet-encam buyur ki sizden gayri kimseye su’al ve müraca’ata lüzum görmeyelim” man-ı nebevi suduru bütün veza’if-i İslamiyyeye veca’ib-i sarihan müfid olduğu gibi bu emr-i aliye müra’at edenlerin her türlü gava’ilden azade kalacaklarını da delaleten ihtiva etmekdedir. barekelerine hadis-i alisini derc buyurdukdan sonra şöyle diyorlar: İstikamet öyle bir derece-i samiyyedir ki oraya i’tila edenler umur-ı ammeyi hadd-i kemale isal ederler Mahza istikamet sayesinde mesalih kesb-i intizam edebilir. İstikametden mahrum olan kimsenin bütün mesa’isi zayi’ olur haybet ve hüsran ile neticelenir. nazm-ı celili erbab-ı intibaha büyük bir ders-i ibret vermekdedir. Bu bir hakıkat-i mahzadır. Bir makamda asar-ı istikameti layih olmayan kimse o makamın balasına irtikaya ha’iz-i salahiyet olamaz. Vazife-i istikametin ehemmiyet-i fevka’l-adesine Sure-i Hud’daki nazm-ı celili de delalet etmekdedir. Fa-yı tefri’iyye şu ayet-i kerimenin ma-kabline terettübünü zalik hasıl-ı müfad: “Ey Habib-i Ekrem’im! Ayat-ı salifeden sen kurun-ı ula ahvaline enbiya-yı izam ile mü’minlerin tarik-i müstakımde sebatlarına süfehanın cefakarane mu’amelatına karşı sabr ü tahammüllerine vakıf olduğun cihetle sen de taraf-ı Sübhanimden me’mur olduğun gibi daima müstakım ol şirkden tevbekar olup iman-ı billahda sana tabi’ olan ümmetin de bu vecihle istikamet üzere olsunlar bütün evamirime ri’ayet edin ta’yin olunan hudud-ı şer’iyyeyi tecavüz etmeyin. Çünkü Rabbiniz kaffe-i a’malinizi görür bilir ona göre cezalar tertib buyurur” demek olur. kavl-i kerimi tuğyandan müştak olup “Me’mur kılındığınız veza’ifde tecavüzkarane hareket etmeyiniz” demekdir ki sure-i Şura’da mezkur nazm-ı celili delaletiyle bu tecavüzün menşe’i süfehayı nasın arzu-yı nefsanilerine mütaba’atden ibaretdir. Tefsir-i Beyzavi’de zikr olunduğu üzere istikamet aka’id ve a’mal ve ahlakın her birinde i’tidal ve hakkaniyeti gözetmek olmayıp belki mevadd-ı teklifiyyenin kaffesinde ifratdan tefritden teba’üd-i tam bütün veza’ife suret-i ciddiyyede i’tina ve ihtimam ile vücud bulabilir. Mezmum olan tarafeynin her hangisine bir mikdar meyl ü inhiraf vuku’ bulursa vasf-ı ali-i mezkur rahnedar edilmiş olur. Mesela i’tikadiyatda istikamet teşbih ile ta’til arasında bulunan i’tikad-ı sahih-i vahdaniyyet ihrazıyla tahakkuk eder ki akıl ancak bu sayede ifrat ve tefritden masun olarak hakka isabet şan-ı Bari te’alada i’tikadı vacib olan evsaf-ı celile-i rububiyyeti idrak ve ma’rifet ile dareynde ba’is-i sa’adet olur. Bi’l-cümle mesa’i ve ef’al-i beşeriyye hakkında da ka’ide-i esasiyye bundan ibaretdir. Veza’if-i ubudiyyetin ifasında tefrit ve tekasül ca’iz olmadığı gibi hukuk-ı sa’ireyi ibtal edecek ve insanı tehlikeye düşürecek derecede ifrat ve ruhbaniyyet cihetini iltizam etmek de mezmum ve menhiyyün anhdır. Her ibadetde tavassut ve i’tidal üzere bulunmak ve nefs ve evlad ü iyal hukukunu muhafaza etmek şartıyla fera’iz-i diniyye ifasıyla mükellef kılınmaktayız. Bu babda dahi ri’ayet-i i’tidal vücubuna dair pek çok ehadis-i şerife varid olup bir kısmı Tarik-i Muhammediyye kitabına derc olunmuşdur. Ahlak-ı hasenenin de kaffesi ifrat ve tefrit arasında i’tidal merkezinde aranmak iktiza eder. Mesela şeca’at cebanet rasında bulunduğu gibi secaya-yı sa’irenin her biri i’tidal ve ya tefrite sapınca istikametden uzaklaşır mezmumiyyet iktisab ederler: El-hasıl vazife-i istikamet cemi’ mevadd-ı diniyye ve tekalif-i şer’iyyede – gerek Cenab-ı Hakk’a gerek hala’ike karşı olsun – i’tidal ve hakkaniyeti muhafaza etmekle husul bulur. Bina’en-aleyh bundan haric bir teklif-i ilahi bir emr-i merğub-i akli bulunmak ihtimali yokdur. Bütün veza’if bi’lcümle mehasin ve kemalat bunda dahildir. yan olmakdadır. Ve bundan dolayı Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ve sebebi su’al olundukda sure-i mezkurenin ahirindeki ayet-i celilesinin havi olduğu emr bi’l-istikame olmasını ifa de eylemişlerdir. halde hadis-i şerifde delalet-i atf ile veza’if-i sa’ireye tahsis buyurulduğu anlaşılıyor. Zira her vazife-i diniyyenin bütün mu’amelat-ı meşru’anın üssü’l-esası olan i’tikadat-ı sahiha kavl-i şerifiyle evvelce beyan buyurulup ba’dehu bi’l-cümle a’mal ve ahlak hakkında da iltizam-ı i’tidal ve muhafaza-i iktisad vazife-i mühimmesi lesiyle ifade buyurulmuşdur. Nasıl ki este’izü billah ayet-i celilesinde de böyle vaki’ olmuşdur. Bu hadis-i şerif Sünen-i Tirmizi’de tarzında rivayet olunmuşdur ki bu rivayete göre ayet-i celileye hem lafz hem ma’na cihetiyle muvafık olur. Kaldı ki Resul-i Ekrem Efendimizin emr bi’l-istikameden dolayı lihye-i sa’adetlerinde eser-i şeyb zuhur edecek merte be müte’essir olmaları iki suretle tevcih olunabilir. Evvela: Herkes makam ve mertebesine göre ri’ayet-i veza’ifle me’ mur bulunacağından en büyük makamı ha’iz olan zatın Ce nab-ı Hakk’a karşı en ziyade mes’ul ve mu’ateb olması la zım gelir. Bir de ma’rifet-i ilahiyyenin kemali nisbetinde haş yetullah tezayüd etmekde olduğu ma’lumdur. Saniyen: Hazret-i risalet-penah efendimiz emr bi’l-istikamenin bütün efrad-ı ümmete şumulünü mülahaza buyurmak ile de mü te’essir olabilirler. Çünkü onların bu babda taksir ve tekasül leriyle ileride na-seza ahval zuhur edeceği kendilerine ma’ lum olmakda idi nasıl ki atiyen izah olunacak. duğunda girive-i dalale sapmış olanlardan başkası şüphe et mez. Pekala acaba Allah va’d-ı kereminde va’id-i kahrında hulf mü etdi? Halbuki Cenab-ı Hak va’dinde en sadık va’i dini ika’ hususunda en muktedirdir. Acaba peygamberlerini kuşe-i hızlanda mı bıraktı halkın ezhanını çeldi de onları tarik-ı dalale mi sevketti? Neuzü billah! Acaba beyyinat-ı ayatını hikmetten mahrum abes olarak mı inzal eyledi? Acaba enbiyası yalan mı söyledi kendisine karşı iftirada mı bulundu? Acaba Allah kullarına anlayamayacakları birtakım rumuz bulundu? Estağfirullah! Kur’an gayet vazıh. Her türlü i’vicacdan nezih bir lisan-ı mübin ile inzal olunarak o metn-i metinde bütün umur bütün hakayık tafsil olunmadı mı? Cenab-ı Kibriya’nın sıfat-ı sübhaniyyesi kudsi zat-ı ilahisi zalimlerin isnada cür’et-yab olduğu bütün nekayisden münezzehtir. Va’dinde va’idinde sadık olan Zülcelal hiçbir zaman müfteri bir peygamber göndermemiş hiçbir abes şey yaratmamış bizi hiçbir vakit sebil-i reşaddan başkasına sevkeylememiştir. Ayat-ı sati’ası ebediyyen tebeddülden ma’sundur. Zemin ü asüman mahvolur da batıla karşı bir hısn-ı hasin olan Kitab-ı Semavi’sinin hiçbir hükmü sakıt olmaz. Halik-ı hakim buyuruyor. Bu ayat-ı muhkemenin tazammun eylediği va’d-i ilahi hiç te’vil kabul eylemez. Te’vile kalkışanlar ise sebil-i haktan i’raz ederek girive-i tahrife sapan birtakım erbab-ı dalaldır. Cenab-ı Hakk’ın bu ümmet-i merhumeye karşı ahd-i ezelisi bu yoldadır. Müslümanları nusret ve izzetle ulüvv-i makam ve menziletle tekrim edeceği suretindeki va’d-i sübhanisi hiçbir zaman hulf ile nakısedar olamaz. Milletin mecd ü şerefi için bir gayet izzeti için bir nihayet tahdid buyurmamıştır. Tarikı hidayeti kıyamete kadar mesdud olmayacaktır. Bu ümmet öyle bir ümmettir ki Cenab-ı Hak onu bir hizb-i kalil iken tevfikıne mazhar ederek şan ü şerefini pek yükseklere i’la etmiştir. Bir zamanlar ümmetin akdam-ı himmeti şevahik-ı azamette sebat etmiş en bülend meratib huzur-ı ler cesaretler şeca’atler asla mukavemet gösterememiştir. Bu ümmetin zuhur-ı müdhişi bütün ukula hayret vermiş de bu harikanın esbabını taharri eden erbab-ı im’an müslümanlar hakkında “Allah ile beraber oldukları için Allah da onlarla beraber oluyor; Kelimetullah’ı i‘laya çalıştıkları sebil-i hakta bulundukları için nusret-i Huda’ya mazhar oluyor” demiştir. Bu ümmetin bidayet-i neş’etinde mühimmatı mefkud silahı levazım-ı harbiyyesi gayet mahdud iken sebil-i terakkısine sed çekmek isteyen sufuf-ı akvamı devirip yürüdüler memleketlerini teshir ettiler. Ne Mecusilerin kazdıkları hendekler yükselttikleri burçlar azmine hail oldu; ne de Romalıların kaleleri istihkamları onları geri çevirdi. Tebeddül-i iklim kesret-i a’da servet-i husema metanetine halel iras edemedi. Tesadüf ettiği mülukün azameti kıdem-i hanedanı önlerine çıkan akvamın sanayi’i fünunu onları ürkütemedi. Elhasıl hiçbir kanun hiçbir nizam hiçbir siyaset onların seyrini tevkıf edemedi. Diyarına girdiği kavim evvela onları hakır görür böyle şirzime-i kalilenin bu kadar büyük bir devleti sarsacağını levh-i mecd ü şereften ünvan-ı mevcudiyyetini sileceğini asla hatırına getirmezdi. Lakin akla gelmeyen şeyler tamamiyle vuku’a geldi. Bu ümmet-i merhume de o za’afı ile beraber hiçbir ümmetin nail olamadığı mefahiri ihraz etti. Allah’a karşı akd eylediği ahd ü misak üzerinde sabit kalarak bu sebatın dünyada mecd ü izzet ukbada sermedi bir sa’adet suretinde mükafatına mazhar olan bir kavim ne büyük bir kavimdir! Bu ümmetin efradı bugün ikiyüz milyona baliğ oluyor. Arazisi ise muhit-i Atlasi’den bilad-ı Çin’in içlerine kadar imtidad ediyor ki serapa münbit topraklar mahsuldar vadilerden müteşekkildir. Bununla beraber görüyoruz ki memleketleri yağma ediliyor mamelekleri ellerinden alınıyor ecnebiler ümmetin inkısam eylediği tavaife birer birer tegallüp ediyor. Arazisini kıt’a kıt’a taksim ile yed-i gasbına geçiriyor. Ümmetin ne sözü mesmu’ ne de emri muta’ hatta bakıyye-i mülukü her sabah bir hadisenin her akşam bir musibetin karşısında bulunuyor. Bir zamanlar düvel-i muazzamayı cizye-güzar eden ümmet-i merhume bugün beka-yı mevcudiyyetini o devletlere tekarrübde görüyor. Bu ne musibettir bu ne felakettir! Bu hübutün sebebi bu inhitatın illeti nedir? Uhud-i ilahiyye hakkındaki zannımızı değiştirecek miyiz? Neuzü billah! Rahmet-i ilahiden na-ümid olarak aldanmışız diyecek miyiz? Ma’azallah. O kadar te’kide rağmen va’d-i nusrette şüpheye düşecek miyiz? Haşa! Bunların hiçbiri ne olmuş ne de olacaktır. Bize düşen nefsimizi muhasebe altına almaktır. Çünkü bizim edeceğimiz levm muaheze ancak ona raci’ olabilir. Cenab-ı Hak rahmet-i sübhaniyyesi eseri olarak ümmetlerin seyri için birtakım kavanin-i sabite vaz’ etmiş sonra da bunlar kat’iyyen değişmez buyurmuştur. Ayat-ı muhkeme-i Kur’aniyye bize göstermektedir ki ümmetlerin arş-ı mecd ü izzetten sukut ederek isimlerinin sahife-i mevcudiyyetten silinmesini ancak bir hikmet-i baliğa üzerine mevzu’ olan o kavanin-i ilahiyyenin çizdiği sebil-i fıtrattan nükul eylemelerini müteakip zuhura gelmiştir. Allahu Zülcelal hiçbir kavmin saltanat ve şevketini servet ve sa’adetini emn ü rahatını kat’iyyen haleldar etmez; meğer ki o kavim ziya-yı aklı hidayet-i fikri irşad-ı basireti bıraksın; akvam-ı sabıka hakkında cari olan ef’al-i ilahiyyeden dip de mahvolanların ahvalini te’emmül etmesin. Evet! O akvam re’yde istikameti kavilde sıdkı niyette selameti huzuzat-ı nefsaniyyeye karşı iffeti hakka nusreti bir tarafa bıraktıkları voldular. Azimlerine müthiş bir za’af gelerek artık i’tidali istirdat hakka zahir olarak ölmeye tercih ettiler. Bilahare ikab-ı ilahiye çarparak tarih-i alemde erbab-ı i’tibara ibret oldular. saydığımız fazail ile tehallisine helak ve izmihlali ise o hasisalardan te’arrisine vabestedir ki şu kanun-ı ilahi ne akvamın ne de ensalin değişmesiyle kat’iyen tehallüf etmez; Halikin halk ve icad ve takdir-i erzak hususundaki kavanin-i sairesi gibi layetegayyerdir. Şimdi bakalım kalblerimize müraca’at edelim havas ve meşairimizi imtihana çekelim; ahlakımızı yoklayalım. Takib etmekte olduğumuz mesalik-i seyri mülahaza edelim. Anlayalım ki acaba bizden evvelki erbab-ı imanın siretince selef-i salih meslekince gidiyor muyuz? Acaba biz kendimiz bozulmadan Cenab-ı Hak bizim hakkımızdaki hükmünü tağyir kanun-ı fıtratını tebdil etti mi? Haşa ve kella. Belki o va’d-i sabık-ı ilahisinde sadıktır. İşte biz şehamet ve himmeti bırakarak cebanet ve meskenete daldığımız tefrikalara düştüğümüz evamir-i ilahiyyesine isyan ettiğimiz kesretimize güvendiğimiz için izzetimizi zillete; şevketimizi inhitata servetimizi sefalete siyadetimizi ubudiyete kalbeyledi. Güvendiğimiz kesretin hiçbir faidesi olmadı. Evamir-i ilahiyyeyi kuşe-i nisyana attığımız dine nusretten kaçındığımız için bizi su’-i a’malimiz ile ceza-dide eyledi. Artık ne ticarete tarik ne de Huda’ya ilticaya vesile kaldı. Biz nasıl nefsimizi levm etmeyelim ki ecanibin hergün memleketlerimizi gasbettiklerini bizi zillet ve sefalete mahkum eylediklerini görüp duruyoruz da hiçbirimizde buna karşı bir hareket görmüyoruz. Bu sevad-ı a’zam bu kitle-i cesime-i millet vatanlarını nefislerini müdafa’a için mameleklerinin fazlasından olsun birşey feda etmiyorlar. Fani bir hayat-ı sefileyi mes’ud bir hayat-ı sermediye müreccah tutuyorlar. Gıdaları zillet libasları meskenet meskenleri hakaret bile olsa her biri bin sene yaşamak istiyor. Şarkta garbta tefrikaya düştük kendi aramızda bile vahdetten eser yok. Kardeş kardeşin musibetinden nasibedar-ı te’essür olmuyor. Komşu komşunun felaketine aldırmıyor. Hiç birimiz diğerinin hakkına ahdine ihtiram etmiyor şeair-i din gözetilmiyor. Havze-i İslam’ı himaye yanaşmıyor. Libas-ı mü’minine bürünenler zannederler mi ki Cenab-ı Hak onların hiç kalblerine dokunmaksızın yalnız ağızlarından çıkan sözlerle kani’ olacaktır? Zannederler mi ki Cenab-ı Hak amali teftiş etmeyecek kulubü yoklamayacak da yalnız zahire bakacaktır? Bilmezler mi ki habis ile tayyib salih ile fasid ayrılmadıkça Cenab-ı Hak mü’minleri bulundukları halde bırakmayacaktır? Unuttular mı ki Cenab-ı Hak din-i mübini i’la etmeleri için mallarını canlarını bezledeceklerine dair mü’minlerden ahd almıştır? Böyle olduktan sonra ne malı ile ne canı ile sebil-i imanda bir adım atmayan bir mü’minin kendini mü’min zannetmesi doğru olur mu? Asıl mü’minler o civanmertlerdir ki “husema etrafınızı sarmışlar korkunuz” denildiği zaman bu söz onların imanlarını sebatlarını bir kat daha müzdad eder de “Hasbünallahu ve ni’mel-vekil” diyerek ileri doğru atılırlar fi sebilillah maktul olanların meyyit değil hayat-ı ebediyyeye mazhar olduğunu nezd-i Kibriya’da sermedi bir sa’adet içinde bulunduğunu bilen bir mü’min nasıl olur da ölümden korkar. Cenab-ı Hak diyorken bir mü’min nasıl olur da Allah’tan başkasından hazer eder? Her birimiz kendine gelsin vicdanını dinlesin telkinat-ı şeytaniyyeye kapılmasın. Yevm-i nedem vürud etmeden evvel aklını başına toplasın. Cenab-ı Hakk’ın ebrar-ı ümmeti tavsif ettiği sıfat-ı güzin ile kendi evsafını tatbike çalışsın. Hasais-i imanı arasın. Eğer her birimiz böyle yapacak olursak o zaman adl-i ilahinin zuhurunu görür tarik-ı hidayeti buluruz. Sübhanallah.. Ümmet ümmet-i vahide ve o ümmeti a’daya karşı siyanet feraiz-i diniyyenin en mühimmi bin bilad-ı İslamiyye’ye savletlerini görüyoruz da buna karşı müdafa’a esbabını ihzar etmeyi aklımıza bile getirmiyoruz. Ey ehl-i Kur’an! Siz selef-i salihinizin isrine tebaiyetle Kur’an’daki evamir ve nevahiyi yerine getirmedikçe o Kitab-ı Mübin’i bütün amalinize mukteda ittihaz eylemedikçe Kur’an ile hiç münasebetiniz yok demektir. Bakınız kitabınız ne diyor: Bilmez misiniz bu ayet kimin hakkında nazil oldu? İmanı olmayanların vasfında nazil oldu. Pekala böyle bir vasfa mazhar olmayı hangi mü’min memnuniyetle kabul edebilir? Bi-perva söylerim ki iman bir adamın kalbine nüfuz edince o adamın ilk işi iman uğrunda malını canını takdim etmektir. Bu hususta ne özür ne illet makbul olamaz. Çünkü din-i Huda’ya nusretten geri durmak hususunda serdedilecek bütün i’tizarlar birer alamet-i nifaktır. Bununla beraber Cenab-ı Peygamber’in haber verdiği gibi deriz ki ümmet-i merhumeden kıyamete kadar hayır münkati’ değildir. Bugünkü hal ise zail olacak bir arazdır. Eğer etkıya-yı ulema kalkarlar da Allah’a Peygamber’e müslümanlara karşı te’ahhüd ettikleri vezaifi ifa eder ruh-ı Kur’an’ı ihya ile mü’minlere ma’ani’-i şerifesini ihtarda bulunurlar nazar-ı milleti hulften beri olan ahd-i ilahiye doğru çevirirlerse görürsün ki hak yine ali olur batıl zebun düşer gözler kamaştıran bir nur-ı mübin parlar efkara hayret veren birtakım a’mal-ı güzin yeniden meydan alır. Son zamanlarda birçok taraflardaki müslümanların gösterdikleri hareket bize büyük büyük ümitler büyük beşaretler vermektedir. Ümit ederiz ki yakın zamanda ümmeti tefrikaya düşüren esbab ortadan kalkar da vahdet-i sabıka avdet eder. Ulemanın bu emr-i hayra müsara’atı lazımdır. Çünkü bütün hayır bunun içinde mündemiçtir. Bütün fazl Mısır Müftüsü Merhum On bir sene evvel ki çocukdum o zamanlar Çengelköy’ünün sade ve asude muhiti Eylerdi benim kalbimi şa’irliğe ihzar. Bir nazra-i hülya ile baksam o hayata Hüznüyle süruruyla gelir pişime tekrar. Ez-cümle olur hatıra-ara-yı tehassür Mazilere ağuşte olan çehre-i Muhtar: Sakin mütevazi’ gelerek hafta başında Serperdi bütün haneye bir hand-i lütufkar. Peyveste-i a’sar olacak şahs-ı bülendi Bir gölge kadar etmez idi kendini izhar Her haftaki ta’tili kitablarla geçerdi Payansız olan sa’yi ile her leyli de bidar Elbet yine en çok acınır millete; çünkü Hakkıyla yazık vermedi fırsat bulup esmar. Asker yalınız etmedi bir binbaşı zayi’ Mahv oldu vatandan koca bir uzv-i emelzar. Enzara nihan oldu fakat ölmedi elbet Mechul muhitata doğar münhasif envar. Destinde ilim Arş’a kadar yükselip oldu Hürriyyetin efrad-ı şehidanına serdar. Her zemzeme-i kus ü vega mersiye-hanı Her top sesi afaka eder sıytını ihtar! Rayet –ki eder burc-i zaferlerde temevvüc– Lakin; ebediyyen olamaz –ey büyük insan– Şanın gibi terk eylediğin mateme payan! Bendeleri Dersaadet’de bulunduğum zaman bir kaç kereler mülakat olunarak istifadelerde bulunmuş ve devlethanenizde dahi ziyaretinizle müşerref olmuşdum bundan ma’ada uhuvvet-i diniyyem de mürasele için kafidir. Ma’amafih muhtasarca kendimi ta’rif etmekde bir be’is yokdur zann ederim. Bendeleri an-asl Sibirya ahalisinden olup belde-i tayyibede Laz Hasan Efendi huzurunda ikmal-i tahsil etmiş ve bi’l-ahare bir kaç kereler Dersaadet’de bulunarak İstanbul udeba ve ulemasından bir çok efendiler ile de kesb-i mu’arefe ve münasebat peyda olunmuşdu. Sultan Fatih dersi’amlarından Halis Efendi Şirvanizadeler huzurunda dahi istifade etmişdim. Birkaç sene mukaddem Rusya inkılabında nefs-i Petersburg’da bulunarak fekk-i rikaba hadim Türki ve Arabi gazeteler neşrine dahi muvaffakiyyet kesb olunmuşdu. Ma’at-te’essüf devr-i istibdadın avdeti matbu’atı haleldar ederek kendimizin de Payitahtı’ndan teba’üdümüze ba’is olup Aksa-yı Şark’a kadar seyahate mecbur etdi. Bendeleri el-an Japonya’da bulunuyorum. Japonya dahilinde tulen ve arzan cevelan etmekdeyim. Belde ve karyeleri ve bir çok cezireleri piyade gezmekteyim pay-i taht olan Tokyo beldesinde dahi bir çok vakitler geçirdim rical-i devlet ve a’yan-ı millet ile kesb-i mu’arefe etdim miraren büyük cem’iyet ve meclislerde bulunarak siyasi ve iktisadi ve dini mes’elelerde te’ati-i efkar ve müzakerelerde hazır olup bildiğimi söyledim. Fikrim bir çok kereler alkışlar ile telakkı olundu. Fima ba’d buralarda dahi bir çok vakitler kalacağım. Ve bir çok adamlar ile de kesb-i mu’arefe edeceğim. Şimdilik buralarda anladığım bazı şeyleri zat-ı aliniz vasıtasıyla Dersaadet ulemasına ihtiramen arz etmeğe cesaret ediyorum. Ümid ederim ki nazar-ı iltifatınızdan mahrum etmeyeceksiniz. Ben şimdilik Japonların siyasi cihetlerine müdahale etmeyip yalnız dini cihetlerine ulema’-i İslam’ın dikkatini celb etmek isterim. Japonların din mes’elesine ihtimamları yokdur belki din mes’elesini Japonların ekseri külliyen nazar-ı i’tibardan çıkarmışlardır. Belki Japonlar ma’arifi İngiltere ve Amerika’dan almış olduklarından bunlarda tabi’iyyun mezhebi daha ziyade makbul olup Hristiyan misyonerlerine de artık meydan yokdur. Ma’amafih Avrupa misyonerleri kemal-i germiyle çalışıyorlar külliyetli paralar sarf ederek gureba ve fukarayı kendilerine celb etmeğe çalışmışlar ve çalışmakdadırlar. Hususi mektebler küşad etmişler ve kiliseler bina etmişler milyonları savurmakda devam ve sebat ediyorlar. Her ne kadar semeresi az olsa da külliyen ümidsiz değil şimdi umum Japon ülkesinde Hritiyanlığı kabul etmiş Japonların mikdarı yüz bin kadar tahmin olunuyormuş. Ben oralarına müdahale etmeyeceğim fakat şimdilik size arz edeceğim şudur ki: Japonların tabi’at ve terbiyeleri ve bazı adat-ı milliyyeleri ve sade ma’işetleri İslamiyet’e gayet karib olduğundan misyonerler buralara İslamiyet’in girmesinden gayet korkuyorlar İslamiyet’in buralara kadar gelmemesi için şimdiden bazı tedabir dahi mülahaza etmişler bir çok paralar sarf ederek Muhammed namıyla Japon lisanında bir kitab neşr etmişler. Kitab-ı mezkurun münderecatı Hazret-i Fahr-i Ka’inat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat efendimiz hakkında enva’-ı hezeyan ve müfteriyatdan ibaretdir. Ta’addüd-i zevcatları filanları da karıştırmışlar bir çok edeb haricinde sözler ile din-i mübin-i İslam’ın kılınç ile intişarını isbat etmeğe çalışmışlardır. Mübalağalı iftira ve bühtanları da az değil tahminen Kitabın birinci sahifesinde kabihü’l-manzar imameli bir resim belinde kılınc hançer .... Bu kitabı da meccanen karyelere kadar neşr etmişler de Japonları İslamiyet’den muhafaza edecekler. Bendeniz bu kitab hakkında bir çok meclislerde nutuklar arz ve beyan eyledim Japon ekabirinden bir nice adamlar benden tekrar rica ettiler ki din-i mübin-i İslam’ın esasını mübeyyin hakıkat-ı sırfa olmak üzere İngiliz lisanında bir kitab bulunursa biz ma’al-memnuniyye tercüme ederek neşr ederdik buyurdular. Zaten Japonya’da İngiliz lisanı bilmeyen pek az bulunuyor. Şimdi bendeniz siz fazilet-me’ab efendilerimizden istirham ederim: Bu hususda bir mülahaza ve te’ati-i efkar ile din-i mübin-i İslam’ın tabi’ate muvafakatını esas ittihaz ederek halis vahdet ve nübüvvet mes’elelerinden ibaret bir kitab te’lif olunsa da ruh-ı pak-i Muhammedi misyonerlerin mayacakdır. Ben her ne kadar bu mektubu hususi olarak yazıyorsam da Sırat-ı Müstakım sahifelerinde neşr etmekde dahi muhayyersiniz. Böyle matluba muvafık bir şey te’lif olundukda buralara yollanması için bir kaç adres dahi yolluyorum. Mes’ele layık olduğu ehemmiyetle telakkı olunarak ber vech-i matlub bir kitab te’lifi için mütehassıs zevat-ı kirama müraca’at edildi Türkçe veya Arapça yazılarak İngilizce’ye tercüme ciheti dahi düşünüldü bi-inayeti’llahi te’ala kariben eser hazırlanacak ve himemat ve hidemat-ı mebrurenizden bütün alem-i İslam müteşekkir kalacakdır. Kari’lerimiz mesa’i-i vakı’anın neta’icine bi’t-tabi’ muntazır bulunacaklarından beşa’irinizin tevalisini rica ederiz. Efazil-i ulema-yı İslamiyye’den Muhammed Ferid Vecdi Efendi hazretlerinin Japonya Tedkık-i Edyan Kongresi’ne ithaf eyleyip nüsah-i mütekaddimemizde bi’t-tercüme neşr olunan muhtıra-i diniyye dahi bu ali maksada hadim asar-ı nafi’a cümlesindendir. Din-i celil-i İslam’ın din-i tabi’i-i beşer olduğunu isbat hususunda pek çok asar vücuda getirmiş olan hakim-i müşarun-ileyhin dahi isticlab-ı enzar-ı fazılanelerine müsara’at olunmuşdur. Cem’iyyet”-i muhteremesinin delalet-i ma’arifperveranesiyle Rusya’da sakin Türklerin hayat-ı medeniyye fikriyye ve siyasiyyelerine dair Harbiye ve Mekteb-i Mülkiye tarih-i siyasi mu’allimlerinden Kazanlı Akçura Oğlu Yusuf Beyefendi tarafından verilen konferansdır.. eder- burada cereyan-ı fikriden ziyade ef’al-i siyasiyye görürüz. Evvela şunu arz edelim: ’de Rusya’da başlayan uzak bir zamandan beri hazırlanmış idi. Ta İkinci Katerina zamanında Rusya’nın istibdadını bir idare-i meşrutiyyete tebdil için te’sir eden kuvvetler var idi. Hatta bi’z-zat kraliçe hürriyet-perver idi. Lakin onu müte’akıb tahta geçen Birinci Pavel bilakis gayet müstebid idi. Hatta akılsızcasına müstebid Pavel’in halefi Birinci Aleksander hürriyet-perver onun canişini Birinci Nikola gayet müstebid; İkinci Aleksander yine hürriyet-perver Üçüncü Aleksander tekrar müstebid. Bu şayan-ı dikkat münavebe daima şiddetli istibdadın tevlid eylediğini gösterir; ve bu muttarid bir terakkınin husulüne mani’ olmuşdur. Mesela: Birinci Nikola hayır isteyerek müstebid idi. Fakat istibdadın neticesi olarak hükumet makinesi pek bozulmuş idi. Rüşvet ve irtikab vazifesizlik son dereceyi bulmuş idi. Bunun te’siriyle Nikola’nın en çok güvendiği kuvve-i askeriyyesi Sivastopal’da “Osmanlı –İngilizFransız” hey’et-i müttefikasına karşı mağlub oldu. Ve bu mağlubiyet intiharına sebebiyet verdi. Onu müte’akıb çok geçmedi hatalar tekrar olunarak aynı neticeye uğranıldı. Üçüncü Aleksandır’ın istibdadı da Port Arthur mağlubiyeti lubiyetleri Rusya’da bütün ahaliyi yahud ekseriyeti şekl-i hükumetin tebdili arzusuna sevk etdi. Bunun üzerine büyük bir inkılab hareketi oldu. Bu hareket tarihinde pek tevessü’ etdi. O derece ki Rusya Türkleri bile biraz kımıldandılar. Efendiler! Bu hareket-i inkılabiye kuvvetlendikçe bizim Rusya Türklerinin iştirakleri de artdı. Bir dereceye geldi ki Türkler toplanıp kendi ihtiyacları hakkında konuşmağa bile cesaret etdiler. Hatta bu ictima’lara ta Semarkand’dan Kaşgar’den murahhaslar Petersburg’a gönderildi. Her tarafdan Bu arizalarda onlar öteden beri tahdid edilmiş olan haklarının tamamen tanınmasını istiyorlardı. En ziyade istedikleri hukukca Rusya’daki diğer vatandaşlarıyla bir seviyeye getirilmeleri tiyazatı ha’iz olduğu halde murur-ı zamanla o imtiyazatı ga’ib etmiş idare-i ruhaniyyelerine eski imtiyazatın i’adesini taleb ediyorlardı. Nihayet istiyorlardı ki esasen ve fi’ilen müslüman oldukları halde Hristiyan addedilen dindaşları resmen de müslüman i’tibar olunsunlar. söküntüsü gibi devam etdi gitdi. Adeta siyaset rengini aldı. Nazırlar ehemmiyyet vermeğe başladılar. Bunun için neta’ic-i ameliyyesi de yavaş yavaş görüldü; bazı hususata müsa’ade edildi. Fakat Tatarlar bununla da iktifa etmediler; Mayıs’ında Ufa şehrinde büyücek bir ictima’ yapmak derecesinde cesaret gösterdiler. Bi’l-hassa idare-i ruhaniyyenin ıslahı Netayic-i müzakeratı muhtevi bir Rusca risale elime düşdü de okudum. Oldukça hürriyet-perverane idi. Nazırlara gönderildi. O vakit sizin gazeteleriniz böyle şeyler yazamıyorlardı. Ecnebi gazetelerini okuyanlardan belki bazılarınız işitmişdir. Rusya’da inkılab gittikçe kuvvetlendi. Hatta sene ortalarında yaz günü hükumet tarafından bir nevi’ mahdud constitution’a benzer bir kanunun i’lan olunacağı bile bildirildi. Bu hareket Türklere cesaret verdiği için sonbahara doğru “Nijniy Novgorod” panayırında birleşerek bir kongre yapdılar. “Nijniy Novgorod Panayırı” diye Volga’nın şimal havzasındaki bir şehirde her sene kurulur büyük bir pazara derler. O pazar dünyanın en büyük pazarıdır. Ve bi’l-hassa Rusya Türklerinden her cinsi oraya gelirler. Hatta bazıları bunu Arabların Suku’l-Ukaz’larına benzetir. oldular. Efkar-ı ahrarane havada bulunmakla beraber hürriyet henüz ne kanunen ve ne de fi’ilen mevcud olmadığı için polis tarafından müdahale pek tabi’i idi. Mecbur oldular bir vapur tutdular; hatta ilk bu ictima’larına “Su üzerinde ictima’” namını verdiler. Alkışlar Bu ictima’da yalnız birkaç mes’ele nazar-ı dikkate alınarak Evvelen – Bi’l-cümle Rusya müslümanları için dini akli ve siyasi bir cem’iyyet te’sis etmek. . O cem’iyyete “Rusya Müslümanları İttifakı” namı verilecekdir. Cem’iyyetin maksadı Rusya teb’ası müslümanların hukuk-ı diniyye ve siyasiyye ve medeniyyeden Ruslarla aynı dereceye ha’iz olmalarına çalışmak ve umur-ı ictima’iyye ve medeniyyede terakkıleri için uğraşmakdır. . Rusya hükumetinin bir hükumet-i meşruta olması ve bi’l-cümle Rus teb’asıyla beraber İslamların da hürriyet-i şahsiyye ve mesken hürriyet-i vicdaniyye ve diniyye hürriyet-i kelam ve matbu’at hürriyet-i ictima’ ve cem’iyyet ve te’sis etdirilmesi için çalışmak. . Umur-ı ma’arifde Rusya müslümanlarının ha’iz-i muhtariyyet olmaları yani umur-ı ma’arifin idare-i ruhaniyye altında bulunup doğrudan doğruya Rusya Ma’arif Nezareti’ne tabi’ olmaması. . İntihabatda müslümanlar da meb’us seçdirebilmek için Rusya’daki siyasi fırkalardan programı Rusya Müslümanları . Lüzumuna göre muktezi mes’elelerin halli zımnında Rusya Müslümanları İttifakı’nın toplanıp meclis-i umumiler yani kongreler yapması. Bu maddeler üç dört sa’at zarfında karalanan bir karardan on beşinci günü idi. Sonra gelen tüccarlar memleketlerine avdet etdiler. Memleketlerindeki ahaliye anlatdılar. Lakin bu esnada Vira ihtilal hareketi kuvvetleniyordu. Kanunievvelde evc noktasına çıkdı. Rusya ihtilali henüz hiç bir yerde görülmeyen müdhiş bir silahı isti’mal eylemişdi: Büyük umumi bir siyasi ta’til-i eşgal grev. Rusya’nın bütün şimendüferleri telgrafları kamilen ta’til-i eşgal etdiler. Medeni memleketlerde bunlar ticaretin hayat damarları gibidir. Telgraf şimendifer durursa memleketin ticareti mahv olmuş demekdir. Bir günde milyonlarla belki milyarlarla ziyan etdiler. Petersburg şaşırdı: “Meşrutiyeti istediğiniz kadar vereyim” diye bir ferman çıkardı. Fakat belaya bakın ki her tarafda münasebet münkatı’ olduğu için bu ferman muhtelif şehirlere isal için vasıta bulamıyorlardı. Grevden sonra çıkan zaman üzerine Tatarları evvelce Nijniy Novgorod da verdikleri kararların kifayet etmeyeceği anlaşıldı. Yakında açılacak ve tamamıyla meşruti bir devletin Meclis-i Meb’usan’ına benzeyecek Duma’ya a’za seçebilmek için Tatarlar düşünmeğe başladılar ve Petersburg’da bir kongre yapmayı kararlaştırdılar. Onda artık üç beş maddeden ibaret kararlarla alındı. Mevcud mevaddı madde idi. Bu bir dereceye kadar Rusların Konstitusyonalist Demokrat yani meşrutiyet-i avamiyye dedikleri partinin programına yakın idi. Adeta ondan manda intihabatda Konstitusyonalist Demokratlarla birlikde harekete karar verildi. Bu karar musib çıkdı. Müslümanlar otuz meb’us gönderebildiler. Ve Duma’da da Rusya müslümanları bir parti teşkil edebildiler. Lakin bilirsiniz ki birinci Duma’nın hayatı kısa geçdi. Dağılmasıyla beraber Rusya Türklerinde cesaret kırılmadı. Ve ikinci Duma’dan evvel Nijniy Novgorod Pazarı’nda daha büyük bir kongre kuruldu. Bu sefer su üstünde değil yer üstünde büyük bir kulübün muhteşem salonunda. Yediyüz kadar Türklüğün muhtelif şu’ubatından nümayende vekil toplanmışdı. Bunlar beş gün müzakeratda bulundular. Bu esnada bir çok bahisler edilip eski program yine muvakkaten kabul edildiği gibi iki mühim mes’ele hakkında da ayrıca karar verildi: Biri medarisin ıslahı diğeri de idare-i ruhaniyyenin medrese kararlarının bazılarını okuyalım. Belki İstanbul’da te’emmül olunmağa değeri vardır. Mesela: Her karyede ibtidai mektebler te’sis etmek. Müslüman mekteblerinin mümkün ise hepsinde bir umumi program te’sis etmek ve böyle umumi bir program tertib etmek için Kazan Taşkend Bahçesaray gibi büyük şehirlerde gelecek Mayıs ayından i’tibaren Mu’allimler Cem’iyyeti te’sis etmek Efendiler! Şunu da ilave edelim: Bir iki ictima’ oldu ve hükumet tarafından hiç bir mu’avenet görülmediği halde proğramlar tanzim kılındı. Hatta bir hayli mekteblerde yine sırf mu’allimlerin teşebbüs-i şahsiyyesi ile Mu’allimeler ihzar etmek için Kazan Bakü Bahçesaray gibi büyük şehirlerde darü’l-mu’allimatlar te’sis etmek bu madde dahi Bakü’de ve Bahçesaray’da tatbik olundu. Medreselerde te’ayyüş ve tedris cihetleri ıslah olundu. Her birinde ulum-ı diniyyeden başka ma’arif-i umumiyye dersleri de okudulacakdır. Bu madde dahi Rusya hükumetinin ve kadimcilerin ilka’ ettiği müşkilata rağmen birkaç yerde muvaffakiyetle tatbik olunmakdadır. Mekatib ve medarisin ıslahına a’id bazılarını şimdi söylediğim kararlar meclisce kabul edildikden sonra umum Türklerce pek ehemmiyetli olan bir teklif ittifak-ı ara ile ve alkışlarla kabul olundu. Teklif şu idi: “Mümkün olursa ibtidai mekteblerden i’tibaren mümkün olmadığı takdirde rüşdi mekteblerden başlayarak bütün Rusya müslümanları arasında anlaşılan Türk lisan-ı umumi-i edebisinin tedrisine i’tina olunsun.” Bu mühim teklifi eden tercüman muharriri İsmail Bey Gaspirinski Hazretleri idi. alkışlar Bundan başka diğer mühim bir mes’ele de idare-i ruhaniyyelerinin sında umum alem-i İslamca fevka’l-ade ehem bir karar verildi. O karar ise şudur: “Mezahib-i muhtelife arasındaki farklar ehemmiyeti ha’iz değildir ve bu farklar Rusya müslümanlarının ruhani işleri için umumi bir mü’essesenin vücuduna dini nokta-i nazardan bir mani’ teşkil edemez.” Efendiler o zaman bu sözü söyleyen kongre reisi yirmi seneden beri Bakü Şehri’nde Rus lisanıyla müslümanların hukukunu müdafa’a eder da’va vekili Ali Merdan Bey Topçu Başof’dur. Bu esnalarda harekat-ı siyasiyye böyle devam ettiği gibi matbu’at da terakkı ediyordu. Sansür altında diplomatlık göstermekle nefsini müdafa’a eden Tercüman gazetesi ’den sonra otuz dane çocuk doğurdu. Lakin bilirsiniz bu gibi inkılabat zamanlarında iktisadi ve sına’i hareketden bahs etmeğe bile vakit kalmaz. Üçüncü kongrede Rusya Türkleri için yeni bir tecelli vaki’ oldu. O vakte kadar cereyan-ı fikri iki türlü idi: Kadim cedid. Lakin bu sefer bir kısım yeni Türkler daha çıkdı. Bunlara biz “Tancılar” diyoruz. Bunlar usul-i cedid derecesindeki terakkıyi kafi görmüyor daha çabuk daha büyük adımlarla nin te’siriyle Sosyalistlik fikirlerini kabul etmişdiler. Vakı’a bunlar kişiden fazla değildiler. Lakin ekserisi mekteb görmüş müterakkı fikirli zatlar idi. Bir fırka-i siyasiyye teşkil edebildiler. Kongreden sonra gazeteleri devam ederek ikinci Duma’ya –ki bir kaç ay sonra toplandı- bu fırka da beş-altı a’zasını seçdirebildi. Kalanları yani otuz otuz iki kişi hepsi Rusya Müslümanları İttifakı bayrağı altında ittihad etmişler Bu Tancılar arasında fikrini cesaretle neşr ettiği için Bahr-i Ebyaz’ın buzlu sevahiline gönderildiğinden dolayı vardır ki o da Ayaz Efendi İshakof’dur. alkışlar Efendiler ikinci Duma da pek az ömür geçirdi. Çarçabuk o da koğuldu. Fakat bunun koğuluşu birinciden hayli farklı idi. Birinciden sonra usul-i intihab değişmemişdi. Halbuki mühim bir tarzda değiştirildi. En ziyade gayr-i Rus anasırla avam anasırı aleyhine değişdi. Bina’en-aleyh bu ikinci Duma koğuldukdan sonra müslümanlara ye’s geldi. Üçüncü on a’za intihab olunabildi. Bunun asıl mühim sebebi intihab nizamnamesinin değiştirilmesi idi. Mesela: Asya-yı Vusta’ya hiç bir a’za göndermek hakkı verilmemişdi. Efendiler daima öyle olur her hangi bir parti bir hareketde muvaffakiyetsizlik gösterirse evvelce onun kuvvetinden ürkerek mukabele etmekden çekinenler derhal kendilerini gösterirler; Rusya’da dahi aynı hal vaki’ oldu. Üçüncü Duma koğulunca Kadimciler baş gösterdi. Ve eski “usul-i cedid usul-i kadim niza’ı” tekrar meydan aldı. Bu esnada hükumetin de irtica’ı şiddeti arttıkça artmışdı. Hatta bizim irtica’iyyunun Kadimcilerin ta’arruzuna hükumetden bir nevi’ mu’avenet icra edilirdi. Bunların ta’arruzuna Cedidcilerin müdafa’a edecek kuvvetleri bulunamıyordu. Çünkü hükumet ellerini bağlamışdı. Maa’t-teessüf bu devirde herşey karanlaşıyor. Harekat-ı siyasiye hemen hiç kalmıyor. Kırk gazetemizden nihayet ancak on iki gazete hala devam edebiliyor. Kimisi hükumetin tazyikinden kimisi de halkın okumamazlığından kapanıyor. Bunun üzerine terakkı-perverler düşünmeğe mecbur oldular: Bu kadar muvaffakiyetli bir hareket böyle mü’ellim bir hale neden müncer oldu? Bilirsiniz ulum-ı ictima’iyyede en büyük nam kazanan “ Ferdinand Lassalle”ın bir nazariyesi var: Meşrutiyet bir kağıda karalanan yazılardan ibaret değildir; Hatta bin def’a yet bir hey’et-i ictima’iyyede mevcud hakıkı kuvvetlerin hakıkı münasebetidir. sonra Ruslarla beraber bunu düşündüler: Demek biz Rusların seri’ bir darbesiyle kazandığımız hürriyet ve hukuku muhafaza etmek istersek onu muhafaza edecek kadar kuvvetimiz olmalı. Kuvvetimizi ziyadeleştirmeliyiz. Bugün kuvvet para kuvveti değildir. Asıl kuvvet kuvvet-i dimağiyye kuvvet-i ilmiyyedir hülasa medeni kuvvetlerdir. Eğer biz Rusya’daki Türkler muhafaza-i kudret etmek istersek medeni kuvvetlerle mücehhez olmalıyız. Bunun üzerine ta’lim ve terbiye mes’elesi yine ortaya çıkdı. Bu uzun yoldan geçilmeden iktidar istihsal olunamaz. Terakki-perverlerimiz Cedidcilerimiz yine eski mes’eleye döndüler. Şimdi bütün dişleriyle tırnaklarıyla ilm tahsiline sarıldılar. Lakin usul-i kadime yine karşılarında –İstanbullular gibi söyleyelim- timsal-i cehalet gibi kaskara kesildi. O kara heykeli devirmek için kuvvet lazım. Fakat ma’atteessüf Kadimciler halkı iğfalde hakıkatde ellerine almaları asla ca’iz olmayan bir silah isti’mal ediyordular: – E ne yapalım?! Din böyle emr eder.” diyordular. Nihayet İsmail Gaspirinski bunun bir yolunu buldu: Madem ki mani’-i terakkı olanlar böyle diyorlar biz bunun böyle olmadığını isbat edelim. Alem-i İslam’ın her tarafında madem ki bu hastalık var; en yüksek tabakasında bulunan ulemasını ashab-ı fikr ü iz’anını toplayalım. Bir fetva isteyelim... Lakin kendisi biliyordu ki iş Kadimcilerin da’vası gibi değil. Zaten hepiniz de bilirsiniz: İslam kendine mütemessik olanları en yüksek dereceye mutlaka terfi’ edeceğini mübeşşirdir. Şiddetli alkışlar. Bina’en-aleyh aksini da’va edenler de mutlaka bir yanlışlık bir anlayamamazlık vardır. mer-i İslami” yani bir Müslüman Kongresi fikri meydana çıkdı İsmail Bey Gaspirinski hazretleri geçen sene Mısır’a gitdi. Çünkü o zaman İstanbul’da böyle şeyler yapmak söylemek değil düşünmek bile kabil değildi. Mısır’daki ulema fetler verdiler nutuklar irad olundu. İsmail Bey’in nutuklarından bazı parçalarını müsa’adenizle size okuyacağım: Umum İslam ulemasından fikrine istimdad etdi. İsmail Bey’in bu vaveylasına ulema-yı Mısır tarafından muvafık cevab verilmiş: En ileri gelen fuzelasından bir çoğu toplanıp bir komisyon teşkil edilmiş. Bu vekayi’ sizdeki mes’ud inkılabdan bir kaç ay evvel cereyan etmişdi. Garibdir İsmail Bey İstanbul’a gelmiş yüksek bir mevki’e uğramış “En yükseğine değil!...” derdini anlatmak istemişdi. O makamı işgal eden zat dinlemiş dinlemiş de hiç bir cevab vermemiş yahud verememiş. O vakit vermemiş olsa bile görüyorum ki burada bu huzzar-ı kiram hüsn-i kabul gösteriyorlar alkışlar İsmail Bey Gaspirinski’nin fikrini alkışlarla tasdik buyuruyorlar. Şa’ir tabi’atli olan İsmail Bey Bosfor’un güzel sevahilini eminim ki bundan sonra Nil vadisine tercih edecekdir. Bir vakitler Bizans’ın Hıristiyanlık dinini te’aliye değil belki kadrini tenzile yarayan meclisleri yerine; Ma’amafih şimdilik Rusya Müslümanları’nın harekat-ı fikriyyesi böyle gayet mühim bir istifta ve istizah üzerine duruyor Şiddetli alkışlar ve teveccühlere müstağrak olarak hatib-i muhterem Yusuf Beyefendi çekiliyor perde de iniyor... Ehl-i din-i İslam’ın savm salat ve hac gibi fera’iz ve mu’amelat-ı diniyyede sene-i hicriyye-i kameriyye ile amel eylemekde bulundukları ve takdir-i ezmine ve hesabat-ı şer’iyye-i mezkurenin tedvin ve tedrisi hakkındaki ayat-ı Kur’aniyye ve evamir-i kat’iyye-i ilahiyye mazmun-ı münifine tebe’an menba’-ı feyz-i la-yezali İmam Muhammed Gazzali aleyhi rahmeti’l-müte’ali hazretleriyle müte’ahhirinden Fahrüddin Razi ve sa’ir ecille-i müfessirin ile İbrahim Edhem-i Veli gibi mukteda bihler ilm-i celil-i hey’eti esasen [ Neml /] ayet-i celilesiyle mas- [ Rum /] ve [ Yunus /] ve [ Gaşiye /-] gibi ayat-ı kerimeleriyle sun’ullaha ibtevbih-i diye secde-i şükran ve mahmedete kaihya buyurarak müntesibinini terğib ve teşvikde dahl-i kesirleri olup muhakkak Tusi Ebulhasan Sufi Ebu’l-Vefa ElBostani Uluğ Bey Hoca Tahsin Bey esatize-i nadire yetişerek be-i mezkurede mu’allim-i fazıl şöhretini kazanmışlardır. mat-ı mebrure ve mesa’i-i meşkureleriyle vücuda gelen cedavil-i hey’iyye ve rasad takvimleri bugün bi’l-umum rasadhanelerde müterassidin ve müntesibin indinde pek makbul ve mütedavil olup onlardan istifade ve tefeyyüz edilmiş ve el-an istihrac-ı hakayık zımnında hırz-ı can edilerek hıfz olunmakda bulunmuşdur. Rasid-i şehir-i bi-nazir Uluğ Bey tertib eylediği cedavil ve vaz’ eyledikleri usullerden biri olup beyne’l-İslam sahih sehlü’l-isti’mal ve pek mu’teberi bulunan ve sureti aynen riyyeden her hangi birinin veya şuhurundan birisinin mebde’-i şer’ileri ile eyyam-ı mübareke tarih-i duhulleri bila-hata ta’yin ve takdir edilmekde olduğundan muhassenat- ve feva’id-i kesiresi gayr-i münkerdir. Ez-cümle bütün aktar-ı İslamiyede isti’mal edilmekde olup Darülhilafeti’l-aliyye’de müneccim başının taht-ı riyasetinde müteşekkil Cem’iyyet-i İlmiyye hey’eti vasıtasıyla tertib ve tab’ ü neşr edilmekde bulunan takvim-i şer’i; mebhusun anh “Ta’yin-i Sinin ve Şuhur-ı Kameriyye Cedveli”ne nazaran tertib olunmakda ve evkat-ı ma’lume zic cedvelleri vasıtasıyla rasad takvimlerinden istihrac edilmekdedir. Cedavil-i mezkure ile rasad takvimlerinden müstahrec her nevi’ hesabat-ı hey’iyye sa’atin salise hamisesine kadar gayet sahih bir suretde elde edilmekde bulunduğundan hall edilmekde olan mesa’ilin hakıkate temami-i mutabakatı hasebiyle nazar-ı şer’-i enverde makbuliyyeti tasdik kılınarak senesi gurre-i Şa’ban’ı rü’yeten sabit olamadığından atide sureti müstahrec Bursa Mahkeme-i şer’iyyesinin misinde gösterildiği üzere gurre-i hilal-i şehr-i Ramazan yevmü’s-sebtden add edilerek amel edilmiş olmakla: Evvelen – İ’lam-ı mezkur ile amel olunarak kıllet-i eyyam-ı şehr-i Ramazan li-ecli’l-vikaye rü’yetin adem-i imkanı halinde bu gibi bir i’lam-ı şer’i ile hüküm verilip verilmeyeceği.. Saniyen – İstib’ad olunamayacağı üzere şehr-i Ramazan’ın mevsim-i şitaya tesadüfü hasebiyle Rumeli gibi şiddet-i şitaya ve ekseriyetle kapanık ve bozuk havalara ma’ruz memalikden birinde faraza Receb-i Şerif ve Şa’ban-ı Mu’azzam gurreleri rü’yeten sabit olamayıp Ramazan-ı Şerif ibtidasında dahi şekk edilse rü’yeti ile isbatı zımnında ertesi güne ta’likan terk ile takvim üzerine mezkur i’lam mucebince hükm verilmediği halde hesabat-ı kat’iyye ile arefe tasavvur olunan günün akşamında rü’yet-i hilalin celi suretde vuku’u mümkün olduğuna kana’at getiren müntesibin-i zerine otuz günü ikmal edince orucunu bayram diye yese mezkur gün için kaza veya kefaret iktiza etmez mi? Salisen – Ayn-ı şera’it ve kuyud altında gurre-i hilal-i Ramazan’da şekk edilerek tekmil-i selasin ile hüküm verilse veya civar memleketlerde havanın müsa’adesi dolayısıyla güya hilal-i mezkur rü’yet olunup isbat vuku’ bulmuş olmakla memleket-i mefruzda dahi iki şahidin istima’ıyla sehven bir gün evvel oruca bed’ edilse halbuki faraza ictima’-ı neyyireyn ba’de’z-zeval vuku’a gelerek gurubda rü’yeti adimü’l-imkan bir derecede bulunduğundan bidayet-i şehr-i Ramazan ertesi günü olacağı inde’l-hey’e tahakkuk etmekle cumhur-ı mezkurdan bir kimse bu suretle amil olup halkın sa’im olduğu gün yese ve ictima’-ı neyyireyn-i mefruza nazaran ale’l-ekser Ramazan-ı Şerif’in yirmi dokuz olması lazım gelmekle yevmü’l-ıydde ittihad olunursa tesadüfen eyyam-ı şehr-i Ramazan hakıkı otuza baliğ olmakla amil-i mezkurun orucunu tekmil kasdıyla yevm-i ıydde dahi sa’im bulunacağından bu halde hükm-i şer’i ne yolda şeref-tastir olunabilir?. Rabi’an – Ulum ve fünunun terakkiyat-ı hazıra ve menafi’-i kesiresi hasebiyle hemen bi’l-cümle umur ve mehamm-ı siyasiyye ile sa’ir mu’amelat-ı mühimme hakkında hükumetler beyninde hükumet dahilinde telgraf telefon telsiz telgraf gibi vesa’ite müraca’atla tedvir-i hükumet ve temşit-i umura yevm-i ihdas ve ihtira’larından beri ri’ayet edilmekde bulanmakla; civar mahallerden birinde cemm-i gafir tarafından rü’yet-i hilal sübut bularak mebde’-i Ramazan viyyeden rü’yet-i hilal mümkün olamayan civar şehirlere telgrafla ihbar-ı keyfiyetle mebde’-i şehr-i Ramazan’da ittifak edip kıllet-i eyyam-ı şehr-i Ramazan’ı mucib olacak te’ehhürata meydan verilmemesi ve telgrafla ihbar hususunun tatbik olunabilip olunamayacağı hakkındaki hükm-i şer’inin ne vechile sudur edeceği?. İhvan-ı din arasında mevzu’ bahs olmakdadır. Muhterem fukehamızın mesa’il-i mesrudeye dair olan tetebbu’ları neta’icini iş’ar buyuracaklarını ümid ederiz. Sonra biz de hülasa-i tetebbu’atımızla bu babdaki mutala’amızı terdif edeceğiz. Bu aralık galebe-i hüzn ile olduğum yerde uyuyu vermişim. Geceden bir hayli zaman geçmiş idi ki korkunç bir rü’ya ile uykudan uyandım. Gözümü açdım bakdım ki başımın ucunda bir kaç zabtiye zabiti ayakda duruyor biribirleriyle konuşuyorlar. Ne dediklerini uyku sersemliğiyle pek anlayamadım. Yalnız içlerinden birinin “... görmüşüm gibi geliyor” dediğini duyabildim. Birden bire doğruldum oturdum. Bunlar uyandığımı görünce sözü kesdiler ve birlikde biraz konuşdukdan sonra hapishane koğuşlarını devr için çıkıp gitdiler. Lehü’l-hamd ve’l-minne benim ürkdüğüm gibi çıkmadı fakat sabaha kadar gözüme uyku girmedi velev geceden beri bende ürkmeklik hali peyda olduğundan artık kandilsiz yatamaz oldum. Ertesi gün biraderim Rasim Bey’le süt kardeşim Emin Bey görüşmek üzere gelmişlerse de müsa’ade olunmadığından birşey ister mi diye haber gönderdiler. Bir iki kitab birşey lazım ise söyle dediler. Canım sıkıldı. Müte’essifane otururken gözüme pençerenin içinde üzeri toz tutmuş risale şeklinde birşey ilişdi. İbtida münasebetsiz bir hikaye kitabıdır zannıyla bakmamak istedimse de sonra her ne olursa olsun mutala’a ederim diye kalkdım aldım. Meğer “Tebareke” cüz’-i şerifi imiş. Bin sevinçle dest-i ta’zime alarak açdım şu ayet-i kerime zuhur etdi: cüz’-i şerifi birkaç kere tilavet eyledim. Feyz-i Furkanla gönlümde bir inşirah hasıl oldu nerede olduğumu adeta unutdum. Bu suretle o gün de akşamı etdik. Mihmanı bulunduğum sına çıkdı. Çok geçmedi geldi Kemal Bey’in beni sorduğunu ne lazım ise mutlaka haber göndersin dediğini tebliğ eyledi. Anladım Kemal Bey’i de tevkıf etmişler. Daha kimler var dedim Midhat Efendi’yle Nuri ve Ebuzziya Tevfik Beyleri haber verdi. Tevfik Bey’in ismini işidince mutala’am değişdi. celb olunsun. Tevfik Bey Sirac namında ayrıca bir gazete çıkarıyor. Hoca İshak Efendi merhumla olan mübahase-i ma’lume belki buna sebeb ittihaz edilmişdir desem Midhat Efendi o bahse dair her ne yazmışsa kendi imzası altında neşr eylemiş olduğundan ondan ma’adasına cihet-i ta’alluku ne? Bu gibi daha neler düşündüm ise hiç birini tevkıfimiz dan vazgeçdim. Bu esnada bir-iki zabit ile beraber etine dolgunca sakalına kır serpmiş birisi geldi. İmate-i evkat kabilinden biraz laf atdık. Kalkıp gittiler. Gelen kim olduğunu ihtiyara sordum; “Kostaki Efendi’dir kendisi bir hayli müddetden beri mahbus olup bu odanın sırasındaki oda ona tahsis edilmişdir. Zabitanın emniyyetini celb eylemiş olduğundan parmaklığın haricindeki da’ireye girer çıkar” dedi. Bunca müddetdir neden mahbus olduğunu ne sordum ne de sormağa vakit oldu. Gerek gardiyan ve gerek Kostaki Efendi’yle artık ahbab olduk ara sıra konuşuyoruz. Bunlar bana alem-i dünyadan haber veriyorlar imiş gibi geldiğinden musahabelerinden hoşlanırdım. Nakl olunur ki hicret-i seniyyenin üçyüz yirmi eylemiş idi hapisde iken şu kıt’ayı söylemiş: Sahih mahbesde insan kendini hal-i hayatda iken dünyadan çıkmış gibi görüyor ve azıcık bir şeyden dünyalar kadar seviniyor. Nihayet bir gün sabahleyin bu Kostaki Efendi yanıma geldi Basiret Gazetesi’nin nefy ve iclamızı i’lan eden nüshasını verdi. Basiret bizim esbab-ı ma’lumeye mebni vilayat-ı muhtelifeye nefy ve icla edildiğimizi beyan ediyor idi. Gazetenin mutala’ası üzerine yarım sa’at kadar vakit geçer geçmez bir zabit geldi buyurun dedi. Anladım odanın bulunduğu meydanın parmaklığı haricine doğru yürüdük. Bir de gördüm ki Kemal ve Nuri ve Tevfik Beyler ile Midhat Efendi hapishanenin büyük kapısı içerisindeki aralıkda durmuşlar beni bekliyorlar beşaşetler mülatafelerle karşıladılar. Hep birlikde bu dar-ı elemden Sultanahmed Meydanı’na çıkdık. Meydanda hepimizin akraba ve müte’allikatı ehibba ve eviddası toplanmış bize muntazır oluyorlar. Hapishaneden çıkdığımızı görünce kimi ağlayarak boynumuza sarıldı. Kimi hazin hazin tavırlarıyla teselliyet veriyor idi. Bir tarafdan akraba ve ehibba ve bir tarafdan zabtiyelerden mürekkeb olarak bir kafile teşekkül etdi. Kafilemiz Ayasofya Cami’-i Şerifi cihetine doğru yürüdü. Tramvay Caddesi’nde Soğuk Çeşme’ye doğru inerken arkamızdan bizim üvey peder yetişdi. Yüreğinin ortasından kopan bir nida’-i saf ile: “Allah din ve devlete zeval vermesin” diye boynuma sarıldı ve ağlaya ağlaya veda’ ederek çekilip gitdi. Ziyade durmağa mütehammil olmadığı hal ve kalinden nümayan oluyor idi. Bu aralık ehibbadan bir zat yanıma sokularak üstaz-ı ekremim Şevket Efendi tarafından şu sözleri tebliğ eyledi: “Kendisinin gözlerinden öperim bilmediği yere sokularak düçar olduğu kazadan pek mükedder oldum. Gaye-i tahsil böyle mi olacakdı”. Bir cihetden veda’ dilsuz diğer cihetden tekemmül füyuz-ı tahsilden teba’üd kalb ve kalıbım üzerinde bir te’sir-i berki Biz yine tramvay yolunu ta’kıb ile Sirkeci Caddesi’ne ve oradaki dört yol ağzından sağ tarafa saparak Sirkeci İskelesi’ne vasıl olduk. Orada müheyya bulunan filikaya beş hemrah bindik. Hidiviye posta vapurlarından Dakhaliyye Vapuru’na çıkdık. Hükumet-i seniyye tarafından bizim için vapurun birinci kamarası tutulmuş idi. Kamaranın salonuna girdik. Rüfeka-yı kiram bir müddet sekte-i inkıta’a uğrayan musahabetlerine bir çok şakraklıklar ile koyuldular. Meğer benim natıka-perdazlığım ders arkadaşlarımla mu’allimin-i kiram hazeratının mehafil sohbetine maksur imiş bir müddet bu rüfeka-yı felaketin yanında cism-i camid gibi kaldım. Esna-i rahda yanımızda bulunmak üzere Bab-ı Zabtiye’den şu me’murlar terfik edilmişdi: Binbaşı Bahri Bey –ahiren Adana Valisi iken infisal eden Bahri Paşa’dır- Yaver Emin Efendi Yüzbaşı Hüseyin Ağa dört nefer zabtiye. Bahri Bey nefy ve iclamızı mutazammın üç ferman-ı ali ile Zabtiye Müşiriyeti’nden tastir edilmiş muharreratı hamil idi. Menfalarımız nereleri olduğunu fart-ı tehalük ile sorduk. Kemal Bey Kıbrıs’da mutasarrıflık merkezi olan Lefkoşa’ya Nuri Bey’le Hakkı Efendi Akka’ya Midhat Efendi’yle Tevfik Bey Rodos’a gidecekler dedi. İleride zikr olunacağı üzere hakkımızda müte’addid emirler sadır olmuşdur. Biz bunu anlayıncaya kadar acaba nerelere gönderileceğiz kim kiminle beraber bulunacak.. diye pek çok merak ediyor idik. Ez can ü dil arzumuz Kemal Bey ile birlikde bulunmak olduğunu hepimizin hal ü tavrı şerh ve izah ediyor idi. Kemal Bey’in kalbinden belki içimizden biriyle bulunmak arzusu geçiyor idi fakat kemal-i hüsn-i ahlakından naşi hiç birimizi diğerine tercih eylediğine dair Kemal Bey’in bir tavrı bir Rodos ciyadet-i hevasıyla ma’ruf-ı cihan bir cezire-i nüzhet.. Lefkoşa Kıbrıs Adası’nın en güzel bir mahalli.. Akka ise vehamet-i hevasıyla meşhur olarak iltifat-ı hükumetden daha ziyade sakıt olanların öteden beri menfası.. olduğundan hükumet-i seniyyece menfalarımızın bu suretle intihab ve ta’yin buyurulması esbab ve ledünniyatını tarfetü’l-ayn ıtlak olunabilecek bir lahza taharri ile meşgul olduk ve bu intihaba Üstad Biyo Şezerat-ı İlmiyye ve Edebiyye’sinde diyor ki: “Mevcudatın arasında cari olan nizamı füshat-abad-ı kainattaki acaibi tedebbür ettikçe bu ibda’-ı dehşet-ferma’nın huzurunda mebhut kalarak tefsir ve te’vilindeki aczimi görüyorum. Nefsimde tecrübe etmiş olduğum veçhile diyebilirim ki muharririn-i asırdan bazılarının bedayi-i ibda’ hakkında bizi ikna için hakayık-ı aliye namı altında serdettikleri mübhem nakıs yanlış bir yığın te’vilat ve tefsiratın ne derecelerde vahi olduğu bizzat tabiat ile yan yana getirildiği zaman tezahür eder. “Cemal-i ba-kemal-i tabiatın velev bir cilvesiyle tenvir-i vicdan edenler o didar-ı fevkalhayali kendi tasavvurları gibi bayağı bir surette tasvire kalkışan çirkin göstermek isteyen erbab-ı tahrife kafir nazarı ile bakmakta muztar kalıyorlar. Zira bütün kainat-ı uzviyye echizesi arasında şu kubbe-i zerka-yı semada rahşan olan kevakib arasındaki tenevvü’ kadar azim bir ihtilaf nümayan olmak şartiyle kendi vesail-i hayatiyyesinden mütena’im olmaktadır. Bir de biz ancak hariçte nazar-ı müşahedemize çarpan şeyleri görebilmekteyiz; serairin a’ceb ve ağrebleri basira-i im’anımızdan hafidir. Söyle Allah’ı seversen kainatta a’za-yı zi-hayata has olan tefaulat-ı kimyeviyyeyi onların iradi gayr-ı iradi harekatındaki sebebi kim anlayabilmiştir? “Heyhat ben ne söylüyorum! Zübabın tayeranındaki kelebeğin pervaz-ı şetaret-nişanındaki sırra kim vukuf hasıl edebilmiştir? “İdrakimiz bizi bu terakib-i cismaniyyenin isti’dadat-ı hariciyyesini temyize bunları terkib eden ecza arasında mevcud ve maksud olan alaik ve münasebatı tahdide isal eyledikten sonra artık durur da bunları böyle bir silsile-i nizam ve ahenge rabteden hikmeti rü’yetten mahrum olursak mecmu’a-i kainatın ta samim-i ruhunda cilve-saz olan o nurü’l-envara karşı basira-i im’anımızı ama-dar edersek vicdanımıza büsbütün muhalif bir harekette bulunmuş oluruz. “Bana gelince ben bu feza-yı fesih-i meşhuddan hiç olmazsa kendimin bir şey bilmeyen bir cahil olduğumu öğrenmek Stuart Mill diyor ki “Hayat-ı insani bize gavamız-ı esrar ucu bucağı bulunmayan bir denizin ortasında kalmış ufak bir ada gibi görüyoruz. İşte o bahr-ı bi-payan bizim ihtisasatımızı alabildiğine yükseltiyor; vüs’at ve azamet-i fevkalhayaliyle kesafet-i zalamiyle kuvve-i hayaliyemizi son derecede artırıyor. Hususiyle bizim bu alemdeki cevelangah-ı hayatımızın yalnız na-mütenahi bir feza içinde değil bir de na-mütenahi bir zaman içinde mahsur bir ada gibi olması bu sırrı büsbütün amik büsbütün sa’bü’l-idrak bir hale getiriyor.” Herbert Spencer diyor ki: “Biz bir taraftan tedkık ve teharride şen bütün bu esrar meyanında bir hakıkat-ı vazıhaya zaferyab olduk ki o da insanın fevkınde bütün eşyanın menşe’i olan bir kuvve-i ezeliyye ve ebediyyenin mevcudiyetinden Biz yukarıda ilhadın netaic-i ilimden olmadığı gibi hiç bir zaman olmasına imkan bulmayarak bunun külliyen hilafına olduğunu yani ilmin imana yakine sevkettiğini tafsilen bildirdik; sözlerimizi de bizzat ulema-yı tabiatın akvaliyle te’yid ettik. Meşhur Liniyye diyor ki: “Her şeyi bilen her şeye kadir olan Hallak-ı Ezeli bana bedayi’-i masnu’atıyle öyle bir suret ile tecelli etti ki medhuş ve mebhut oldum. Mevcudatın en hakırinden en alisine varıncaya kadar kaffesinde ne büyük bir hikmet ne ulvi bir ibda’ nümayan olmaktadır! Bu alemde muhitimizdeki eşyadan hissedar olduğumuz menafi’ onları bize musahhar eden Cenab-ı Hakk’ın azamet-i re’fet ve merhametine şehadet ettiği gibi bütün ecza-yı alemde tecelli-saz olan bu cemal bu aheng-i Halik’ın hikmet-i vasiasına onları mahvden siyanet etmesi her an teceddüd-yab eylemesi de celal ve azametine en beliğ berahindir.” Fountnel Ansiklopedisi’nde diyor ki: “Ulum-ı tabi’iyyenin ehemmiyeti yalnız bizim ma’arife atşan olan efkarımızı sirab etmek cihetine münhasır değildi. Asıl onun en büyük kıymeti ukulü Halik-ı kainata doğru i’la etmesi bizi onun zat-ı akdesine karşı vacib olan iclal ve ta’zime sevkeylemesidir.” Eğer istemiş olaydık bu kabilden olan i’tirafat ile koca bir cild doldururduk ki bütün münderecatı ilmin rehber-i olurdu. Lakin kendilerini ulum-ı tabi’iyye erkanından addedip de ortaya bir takım şübühat-ı ilhadiyye süren adamlara gelince bunlar tamamiyle Camille Flammarion’un dediği gibi mihr-i alemtab-ı ilmden gayet zaif ve seyr-i tabi’isinden münharif bir şua’ iktibas edebilmişlerdir. İşte o şua’ bunların sakım olan fıtratlarına bozulmuş kalblerine tesadüf edince şu meşhud olan te’siri hasıl eylemiştir. Zaten biz bu hakıkati hiçbir zaman inkar etmeyiz ki eksik bir ilm-i kasır bir fikre hakkdan müteba’id bir kalbe tesadüf ederse orada bütün müdavata karşı i’lan-ı isyan eden muannid müz’ic bir maraz-ı ma’nevi tevlid eder. Ulum-ı tabi’iyyenin babası olan Bacon diyor ki: Ulum-ı tabi’iyye dudak ucuyla içilecek olursa Allah’tan uzaklaştırır; lakin ağız dolusu içilirse Allah’a ulaştırır.” Ma’ahaza ulum-ı tabi’iyye beşerin meşhudatındaki ilel ve esrarı taharri hırsına düştüğü günden bu ana kadar mezahir-i mevcudat arasından idrak edebildiği cüz’-i naçizden şimdilik bize mestur kalan külle nisbetle katre bile olamaz. Yaşayan öyle acaib öyle havarik görecektir ki şimdiden söylenilmiş olsa en alim bir adam bile imkanını havsala-i tasvirine sığdıramaz. Ekrem olan Cenab-ı Hakk’ın azamet-i re’feti bu zaif beşeri kendi temayülat ve ihtisasatına hedef olmaya vicdanının te’essürat ve infi’alat-ı müteakisesine ma’ruz kalmaya bırakmak derecelerinden pek alidir. İnsan her gün ilmen terakkıde bulunuyor; bununla beraber kalbi hissi daha ziyade rikkat peyda ediyor aklı saha-i ma’kulatta daha ziyade kudret-i cevelan buluyor. Fikri meydan-ı müdrekatta daha sür’atle yülatına alakadar olmak itibariyle en ileride bulunan gayete karşı cehlinden adem-i ittıla’ından mütehassıl elemin sevkıyle lübbü’l-lübab-ı hakıkate vüsul için idrakini malayutak gördüğü hakayıkı hiç olmazsa farz ve tahmine başlıyor. Bu mütevali mahsus terakkı ile beraber Halık-ı Hakim de insanı atş-ı iştiyakını teskin edecek uyun-ı tehassürünü karir edecek mazhariyetlerden mahrum bırakmıyor. Evet beşer lukunun piş-i azminde o kadar hıyaz o kadar sahari ve riyaz hakkı olamıyor. İşte biz her zaman her yerde insanı böyle tanımış Halik’ın ona karşı re’fet ve merhametini de böyle görmüşüzdür. Beşer hakkındaki merhamet-i İlahiyyenin azher delaili on dokuzuncu asırda tecelli-nüma-yı celal olan kahr u ceberutunun ebher-i asarı ispritizm dedikleri istihzar-ı ervah mes’elesidir. Çünkü bu mes’ele alel-ıtlak hiç bir ilmin meydana getiremediği asar-ı bahireyi icada muktedir olmuştur. – Vallahi paşam dedi bu işden haberim yok. O çapkın herif getirdi emanet dedi beni aldattı. Ben de hiç bakmadan dursun dedim. – Afv edersiniz. Zaten işde sizin medhaliniz olmadığı bizce müsellem. Tu’me bin İbrik’ın nasıl adam olduğunu hepimiz biliriz. Hakıkat meydandadır. Sizin için sıkılacak merak edecek hiç bir şey yokdur. – Fakat vallahi dostum çok mahcub oldum... – Hayır hayır hiç sıkılmayınız. Derken mes’ele mahallede intişar etdi: Tu’me denilen herif Katade bin en-Nu’man’ın zırhını çalmış bir Yahudi’nin evine emanet diye bırakmış. Tu’me bunu işidince telaşa düşdü ötekine berikine varıp şirretliğe başladı: – Ne demek efendim bana iftira etsin? Ben müslümanım. Hiç hırsızlık eder miyim? Haşa Yahudi çalmışdır. – İyi ama unun izi sizin eve kadar geliyor sonra da öteki kapıdan Yahudinin evine gidiyor. – Fakat mahsus yapmışdır. Haşa ben bunu kabul etmem. Halbuki Yahudi iyi bir adam doğru bir zat idi. Komşular şehadet ederdiler. Lakin berikinin de tarafları çok. Beni Zafer kabilesinden bir çok a’vanı hempaları var. Kimini zahir haliyle aldatmış kimisi de zaten onun meşrebinde herifler imiş. – Aman bize ar olacak dediler namımız kirlenecek. Kabilemiz rezil olacak ... olmaz dediler haydi Hazret-i Resul’e gidelim. Bu öyle adam değildir Yahudiler buna iftira ederler diyelim!.. geldiler huzur-ı Nebeviye girdiler: – Ya Resulallah! dediler hiç müslüman Yahudiden fena olur mu? Bu Yahudi Allah’dan korkmaz her fenalığı yapar ... Müslüman ... müslüman ama münafık fitnekar ha’in mel’un... Bilirsin Ya Resulallah dediler bu adam müslüman her zaman mescidinizde namaz kılar. Hiç biz yalan yere şehadet eder miyiz? Haşa biz bunu kabul etmeyiz. Bizim kabilemiz böyle harekatda bulunmaz. Bunu mutlak Yahudi yapmışdır. Buna da kir sürer. Ne ise hükm-i şeri’at icra ediniz ki Yahudi Çünkü o ma’sumdur. Namazını kılar orucunu tutar mahallemizde bir fenalığı işidilmemiş. İşte siz de Mescid-i Şerif’de görürsünüz. Peygamber gaybı bilmez Allah bildirmeyince ben kendiliğimden gaybı bilmem diyor Hazret-i Resul. Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bakdı ki zahir halde gelenler beş on kişi hepsi birden ifa-yı şehadet ederler. Öteki de Yahudi. Belki garazı olur. Resul-i Ekrem Efendimiz onları zahir hallerine bakarak yeminlerine şehadet-i kazibelerine bina ederek gönlünden geçdi ki: Bu Yahudinin elini keseyim. Lakin yine acele etmem. Yarına bırakırım. Belki vahy-i ilahi gelir biraz şüphelidir... Ne yapsın yüzlerle insan gelmiş hüsn-i şehadet ediyor. Mescid-i Şerif’e de daima gelir giderler. Müslümanlık da’vasında bulunurlar. Bunun için Hazret-i Resul’ün gönlünden böyle geçdi. Yahudiyi haksız zannetdi. Onu mahkum etmek istedi. Ma’amafih işi biraz te’hir etdi. Hemen o sırada bu ayet-i celile nazil oldu. Beş-altı kadardır aşağı doğru hepsini okuyacağız. Izah edeceğiz. Allah’ın adaletine bak. Bir Yahudinin hakkını muhafaza için. Bir çok münafıkları rüsvay için yedi sekiz ayet birden inzal buyurdu. Sure-i Nisa’dadır bu ayetler. Kur’an-ı Kerim’i ben sana hak diye gönderdim. nas arasında hükm edesin diye. Lakin Allah nasıl ta’rif ve beyan ederse öyle hükm edeceksin. Kendi kendine gaybı bilemezsin. sakın bu ha’in heriflerle birlik olma. Onları muhafaza edeceğim diye Yahudinin elini kesme. Allah’dan mağfiret iste ... Niçin gönlünden geçdi? O kadar şeyle mağfiret iste diyor. Gerçi hüküm etmedi. Tekdir etmedi haps etmedi. Lakin gönlünden geçdi ki: Ne ha’in adam imiş müslümanlara Rabbü’l-alemin diyor: Öyle ise mağfiret iste!.. Yahudi olmakla namussuz olmak lazım gelmez. nazm-ı celilini mülahaza etmeliyiz. Nitekim müslüman olmakla da namuslu olmak lazım gelmez. Müslüman olur da facir olur Allah korkusu olmaz. Hakıkı müslim olursa herkes emin olur. Lakin kelime-i şehadet dilinin ucunda. Kalbi kara. Este’izübillah zaman-ı sa’adetde mevcud münafıklar için koca bir sure nazil olmuşdur. de neler var. Din aleyhine millet aleyhine yapdıkları fenalıkları birer birer beyan eder. Evvela Münafikun Suresi nazil oldu. habibim münafıklar sana gelince derler: şehadet ederiz ki sen Allah’ın Resulüsün. Allah bilir ki sen onun Resul-i Zişan’ısın lakin Allah şehadet ediyor ki bu münafıklar yalancılardır. Şehadet etmiyorlar ki dil ucundan söylüyorlar. “Şehadet” ol vakit denilir ki insan bir şey’i güneş gibi bilecek öyle şehadet edecek. Yoksa kendisi verirse ona ihbar denir. Allah tekzib eder: Sana iyi görünmek bu herifler yeminlerini kalkan edinmişler yeminleri siper alıyorlar. Yemin yemin istediğin kadar yemin. Onunla kandırır müslümanı. Yalan yere yemin ederler. sonra Allah yolundan ifsad ederler. Öyle görünüyorlar. Sonra arada birşey yaparlar ki insanları birbirlerine katarlar türlü türlü fesadlar atarlar. bu münafıklar ne fenalıklar işliyorlar bilseniz. Dinin milletin mahvine çalışıyorlar. Ehl-i İslam beynine tohm-ı fesad saçarlar. – Bizde sizden değil miyiz? İşte tesbih elimde zikir dilimde ben ben öylelerle görüşdüm öyle rü’yalar gördüm ki ... Fatih Cami’inde şehidlerle buluşdum: “Haydi git dediler alemi irşad edesin!..” Böyle bir takım deccaller zuhur eder. Evliyalık taslar. Mukarrebin ile görüşür! Biraz daha fırsat bulsalar “Bana Cebra’il geldi” diyecek. Hele rü’yada melekler ile görüşür. Bir takım ceheleyi kandırmak için yalanlar uydurur. Münafıkların şerrinden Rabbü’l-alemin bütün ümmeti halas eyleye. Zaman-ı sa’adetden başlamışdır bu. Şimdi anlatacağım. Vak’a böyle oldu. Hazret-i Peygamber’e vahy gelirdi. Kimse aldatamazdı. Cebra’il vahy getirir hak belli olurdu. Lakin bidayeten hakıkat mechul idi. Kimisi münafık kimisi gafil. Onun için bilmediğin şey’e şehadet etme. – Niye bilmem? O zatı ben cami’de gördüm. Cami’de görmekle tekkede görmekle kanma. Çok tecrübe ister. İnsanın alacası içindedir. Ötedenberi tanıdığın herkesce makbul tutulan bunca ulema meşayih var. Bilmem nereden gelmiş kendine derviş demiş veli demiş. Öyle bir mel’unu ki sen bugün görürsün nereden tanırsın. Böyle bir takım kimseler iğfal olunur. Burada emin mu’temed hayli meşayih ulema var. Elli seneden beri tecrübe olunmuşlar. Bu kadar zamanlar dine devlete hizmet etmişler. Şakird yetiştirmişler. Kendilerine emniyet olunur. Sözlerine Ahir zamanda böyle deccaller çıkacak yeryüzünde ifsad edecekler. Bir burada görünecekler bir Mısır’da bir bilmem nerede ... Zaten hiç bir tarafda yurdu yok. Aslı nesli belli değil. Nerede karnı doyar alemi ifsad ederse orada vakit geçirir. Yapacağını yapar. Kaçar. Sen sonra burada yan yakıl: –Vay beni aldatdı!.. O ise Mısır’da zevkini sürüyor. Orada mel’anetler yapar. Fitneler saçar. Ümmet-i İslamiyyeyi birbirine karıştırmak teşebbüsünde bulunur. Böyle ha’in böyle mel’unlar ... razı olmadı. Bu kadar ayetler gönderdi. Her zaman Allah mevcuddur. Gayreti adaleti var. Mü’minlere nusreti inayeti var. Onun için canilere müsa’ade ederse cür’et almamalı. Sırası gelince müdhiş bir azab ile bütün ha’inleri sernigun eder. En cebbar başları yerlerde süründürür. Yahudiyi muhafaza ha’inlerin mekrine feda eder mi? Mel’unlar ne büyük cinayetler kurmuşlar ne müdhiş ihtilal kararlaştırmışlar. Burada fitne başlayacak. Sokaklarda sel gibi kanlar akacak. Bir def’a burası karışınca sonra vilayetler herc ü merc olacak. Zaten pişirilmiş. Ne kadar hıristiyan müslüman varsa hepsi silahlı. Hristiyanlar belki daha ziyade müsellah. Çünkü haricden de mu’avinleri var. Tabi’i bütün ahali birbirine girecek bütün teb’a mahv ü perişan olacak. Sonra ecnebiler gelecek memleketimiz taksim olunacak. Üç tane hıristiyanı öldürsek her tarafdan şikayetler yağar: Niçin öldürdünüz? diye. Sormaz mı ya? Böyle katl-i amlar başlarsa Adana gibi vekayi’-i mü’essife zuhur ederse alem-i insaniyyet sükut eder mi? Herkes birbirini öldürmeye başlarsa Allah buna razı mı? Hilafet-i mukaddese kıyamete kadar bakıdir. Zaman gelmemiş. Allah fırsat vermedi. Mel’aneti meydana çıkardı. Hamiyetli gönüller galeyana geldi. Bütün Rumeli arslanları o genc dilaverler uça uça geldiler. Koşa koşa hücum etdiler. An-ı vahidde berk-i hatif gibi yetişdiler. Bu kudreti veren bu muvaffakiyeti bahş eden Allah’dan gayri kimdir? Bu nusret-i ilahiyye olmayaydı. Hakıkaten hepimiz mahv ü nabud olacakdık. Nasıl ki başlamışdı. Bunca nüfus-ı ma’sume gitdi. Askerler zabitlerini öldürmeğe başladılar. Kim bilir belki talebeler de hocalarını telef etmeğe teşebbüs edeceklerdi. Ha’inler o derece nifak düşürdüler. Araya tohm-ı münaferet saçdılar. Hissiyat-ı diniyyeyi tahrik etdiler. Cehaletden istifade etdiler. Ne mel’un şeytan. Ortalığı yakacakdı. sa hepsinin vücudunu kaldıracak. Sonra istediği gibi hüküm sürsün mezalimi eline alsın. Hasılı tamamıyla istibdadı i’ade etsin... Fikir bu idi. El-iyazü billah. Allah bu mel’anetlere meydan bırakmadı. Millet-i İslamiyyeyi ve bütün efrad-ı beşeriyyeyi halas eyledi. Sonra ne buyurdu? ondan evvel var. Allah’dan mağfiret dile. Rabbin gafur rahimdir. Bu münafıkların şerrine kapılma. Hilesine mekidesine mütaba’at etme. Hak ve hakıkat sana beyan olundu. Sakın nefislerine hiyanetlik eden kimseler kendi nefislerine hiyanetlik eden kimseler için cidal etme. Onları kurtaracağım diye Yahudiyi mahkum etme. Niçin? Allah celle şanuhu bilir misin kimleri sevmez. Kimlere buğz eder. Kimlere gazab-ı ilahi daima hazırdır?.. Havvan esim olanlar daima mabğuz-ı ilahidir. Yahudi olur Hristiyan olur Mecusi olur; fakat kendi hakkına razı olur. Dini batıl ama cezası ahiretde. Küfr ile dünya harab olmaz. Zulm ile dünya viran olur. Ama küfr ile meşgul imiş. Olsun Allah rızkını kesmez. Ahirete a’id bir şeydir o. Rabbü’l-alemine karşı bir kusurdur bir hatadır. Kul hakkı olsa ki zalimliğin neticesidir o vakit gayretullah zuhur eder intikam alır. Havvan esim olanları Allah sevmez. “Havvan” siğa-i mübalağadır kesreti müş’irdir. “Esim” de sıfat-ı müşebbehedir hadd-i nihayede. Niçin böyle diyor acaba? Ez cümle “Tu’me” o habis herif. Hem komşusunun malını çaldı hem de Yahudiye iftira etdi. Dikkat ediyor musun Allah buna nasıl “havvan” diyor? Ha’in buna azdır. Onun için “havvan” diyor? Pek ziyade ha’in demek. Hem din kardeşinin malını çaldı. Hem Yahudiyi lekeledi. Biçarenin elini kesdirecekdi. Böyle katmerli cinayete Allah “havvan” demez de ne der? Bir de bu herifin her ne kadar bir fenalığı görülmüşse de bu zamana kadar kim bilir daha ne kadar fenalıkları vardır!... de ikincide örter. Sonra üçüncüde verir belasını. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Haziran lan ihraz-ı sa’adet-i dareyn beyanına dair ayat ve ehadis pek çokdur. Bi’l-hassa Secde Suresi’ndeki şu ayet-i celile tebşirat-ı azimeyi muhtevi olmakla bu makalemize esas ma’na-yı şerifi: ale’t-tahkık ol kimseler ki rabbimiz mürebbi-i hakıkı ve halikımız müdebbir-i kaffe-i umurumuz ancak Allahu azimü’ş-şandır dediler ikrar-ı rububiyyet ve vahdaniyyetle ubudiyyetlerini i’tiraf etdiler bununla beraber bu ikrarın muktezasına ri’ayet veza’if-i diniyyenin cümlesine mübaderet eylediler mühimmat-ı diniyye ve dünyeviyyelerinde imdad ve mu’avenet der her türlü mu’avenetde bulunurlar. terkib-i şerifi eder. Bina’en-aleyh müfad-ı kelam “Rabbimiz yalnız Allahu Zü’l-celal’dir. Ondan başka ma’budumuz yokdur” demek olur. ism-i celili fi’l-asl terbiye yani her şey’i kabiliyetine göre mertebe-i kemaline isal ma’nasına masdar ise de şu vasfın ala vechi’l-kemal zat-ı uluhiyyet-i sübhanide tahakkuk etmesine bina’en isim olarak Cenab-ı Bari te’alaya ıtlak olunmakdadır. Terbiye sıfat-ı ilahiyyesinde halk ve icad ibka-yı vücud ve muhafaza-i nizam dahildir. Çünkü bir şey’i kemal-i la’ikina her türlü mevani’i izaleye vabestedir. Zira hal-i ademde kalan yahud adem haline tehavvül eden şey’i kemale isal kabil değildir. Hatta buna bina’en ta’bir-i şerifi ta’birinden eblağ ve eşmel olup Cenab-ı Hakk’ın cemi’-i mehamid ve esniyeye istihkak-ı ilahisi işbu vasf-ı celil ile tavzih ve ta’lil buyurulmuşdur. kavl-i kerimi de ikrar-ı vakı’ın muktezasına tamamen ri’ayet evamir-i ilahiyye da’iresinde sa’y u hareket lüzum ve vücubuna delalet etmekdedir. Fakat her hususda vahdaniyyete nisbeten pek ziyade ha’iz-i su’ubet olmasına mebni terahi fi’r-rütbe iş’ar eden kelimesiyle ma-kabline atf olunmuşdur. Fi’l-hakıka hak ve savabı i’tiraf erbab-ı basiret ve nazar nezdinde güç bir şey değildir. Lakin daima bu noktada sebat ile kavlin fi’il ile te’yidine muvaffakiyyet ifrat ve tefritden kema yenbaği mücanebet her sahib-i idrake müyesser olmayan hasa’il-i nadireden ma’duddur. Makale-i salifede vasf-ı istikametin ehemmiyyet-i fevka’l-adesi babında medar-ı istinadımız olan nazm-ı celilinin muhtevi olduğu ayet-i kerimesi istikamet fi’d-din vazife-i aliyyesini ihlal eden iki haslet-i redi’eden teşrih-i mehazir ile bizi ekiden ve şediden zecr etmekdedir. Onların biri tuğyan ve tecavüz-i haddir ki vazife haricine çıkmak ve ulu’l-emrin meşru’ emirlerine karşı durmak kendilerine mevdu’ veza’ife müdahalede bulunmak bunda dahildir. Bunun ne derece badi-i mazarrat ve ba’is-i mes’uliyyet olacağı vareste-i izahdır. Diğeri de zalimlere rükundur ki Tefsir-i Keşşaf’da beyan olunduğu üzere mürtekib-i zulm olan kesanın hevalarına mütaba’at bila zarure kendileriyle mücalese ve musahabet ram ile izhar-ı muhabbet hatta şekil ve kıyafetde iltizam-ı müşabehet bile bu cürmün meşmulatındandır. Çünkü tahrim buyurulan “rükun”-i meyl-i yesir fi’l-cümle temayülden rak zümre-i zalimine iltihak demek olacağı emr-i aşikardır. Tefsir-i celil-i mezkurda mervi olduğu üzere hulefa-yı Abbasiyye’den ha’iz-i irfan bir zat esna-yı salatda imamın bu ayeti tilavet etmesiyle müte’essiren düşüp bayılmış ba’de’l-ifaka edna mertebe meyl edenler bu vechile müstehakk-ı ukubet olurlar ise bizim gibi ika’-ı zulme cür’etyab olanların ne derece düçar-ı ikab olacaklarını mülahaza etdim bundan dolayı Süfyan-ı Sevri rh. diyorlarmış ki cehennemde gayet şiddetli bir vadi vardır –ki Veyl namıyla ma’ruf vadi olacakorada zaleme ziyaretine şitab eden ulema mu’azzeb kılınacakdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuşdur. Yani bir şahs-ı zalimin bekasına du’a eden kimse yeryüzünde Cenab-ı Allah’a karşı devam-ı ran küfre yakın bir hatadır” muhaba i’tiyad eyledikleri bu iki haslet-i redi’e –ki her birinin şu’ubat-ı mütenevvi’asına nihayet yokdur- tamamen ortadan kalkmadıkça tashih-i ahlakla heva-perestane hareketler milliyye ta’kıb edilmek kabil olmayacağı şu ayet-i kerimeden de müsteban olmakdadır. Nasıl ki İmam Hasan-ı Basri bir def’a bu ayetleri tilavet ile “Dikkat ediniz ki Cenab-ı Bari din-i hakkı istikamet-i mefruzayı iki arasına vaz’ eylemişdir” buyurdu. Yani sigalarının muktezasına müra’i olmayan kimse dinden istikametden bahs etmesin demek istedi. nazm-ı kerimini sahib-i Keşşaf den sonra şu ikrarı muhafaza ile mukteziyatını din-i İslam’ın amir bulunduğu veza’if-i adl ü dadın kaffesini iltizam etdiler sırat-ı müstakımden ayrılmadılar demek olur. Nasıl ki Cenab-ı Sıddik-i ekber yar-ı gar-ı peyamber efendimiz makam-ı tefsirde buyurmuşlardır. Yani mü’minler i’tikada dair doğru sözlerini her hususda Fakat bu ifadeden anlaşılmasın ki istikamet ehli olmak için mak şart kılınıyor. Hayır! Bu iştirata hiç bir delil-i şer’i müsa’id değildir. Bu iddi’amızı yine müşarun-ileyh hazretlerinin kelam-ı diğerleriyle isbat edebiliriz. Şöyle ki bir gün halife-i müşarun-ileyh bu ayet-i celileyi tilavet ile huzzara hitaben yani bu ayetin havi olduğu kavl-i kerimini nasıl tefsir edersiniz buyurdu. Onlar asla günah işlemediler demek olmalıdır dediler. Buyurdu ki emr-i istikameti en güç ihtimale haml ettiniz. Bence diye tefsir olunmalıdır. Yani dinde sebat ile ahkamını gözetdiler putperestliğe rücu’ etmediler hakdan ayrılmadılar. Bunu mü’eyyid ehadis ve asar çokdur. Ma’lumat-ı beşeriyyenin her hangi şu’besine a’id olursa olsun vücuda getirilen asar-ı kalemiyyeye İngiliz lisanında “edebiyat” tesmiyesi ca’izdir: Edebiyat-ı tarihiyye edebiyatı siyasiyye edebiyat-ı fenniyye gibi. Bizde edebiyat kelimesinin ma’nası pek mahduddur; yalnız asar-ı şi’riyyeye edebiyat se müte’allik bazı asar-ı muharrere istisna edilirse lisanımızda yarım asır evvellerine gelinceye kadar asar-ı manzumeden başka edebiyat namına belli başlı müdevvenat vuku’a gelmemişdir. Bina’en-aleyh edebiyat-ı Osmaniyye’nin tarihini yazmak isteyen bir muharrir asar-ı manzumeden ma’ada mevzu’bahs edecek şeylere pek de tesadüf eyleyemez. Edebiyat-ı Osmaniyye’nin en mufassal ve en müdekkıkane tarihi İngiliz lisanında yazılmış ve bu esere A History of Ottoman Poetry yani Eş’ar-ı Osmaniyye Tarihi tesmiye olunmuşdur. lunan bu cild Eş’ar-ı Osmaniyye Tarihi’nin bundan evvelki cildlerinde zikirleri geçen ve tercümeleri icra edilen ebyatın asıllarını havidir. Eş’ar-ı Osmaniyye Tarihi’nin mü’ellifi olan Gibb’in namını Osmanlı ashab-ı kaleminin hemen kaffesi tanır. Bu zatı Osmanlı udebasına Abdülhak Hamid Beyefendi tanıttırmışdı; Nitekim vefatı haberini Osmanlılara bildirmek vazife-i musibeti de va-esefa ki kalem-i aciziye terettüb eylemiş idi. olan Gibb memalik-i Osmaniyyeye hiç de ayak basmadığı halde lisan-ı edebiyyemizi sırf heves-i zati sa’ikasıyla İngiltere’de öğreniyor nice seneler vakit ve nakid sarf ederek ele geçirdiği asar-ı mensuha ve matbu’a-i Türkiyye’nin en muğlak ve müşkilü’l-fehm olanlarını bile mutala’aya koyuluyor sonra da eş’ar-ı Osmaniyye’nin alimane ve şarihane bir tarihini yazmaya başlıyor! Böyle bir nadire-i beşerin Osmanlı zade-i irfanını –hakkımızda bunca zehab-ı batıl besleyenEfrenc arasında i’laya çalışması bizim için mucib-i tevkır bir hizmet değil mi? Bir a’ilenin tek bir oğlu olduğu halde pederinin meslek-i kesbine süluk eylemeyip de maskat-ı re’si olan Glaskow şehrinde tahsil-i ibtida’i ve i’dadisini ikmal eder etmez Londra’ya gelmiş olan Gibb’in ne gibi bir his sa’ikasıyla lisanımızı öğrendiği ve asar-ı edebiyyemizle tevaggul eylediği ma’lum bir keyfiyet değildir. Fakat zann-ı acizanemce müteveffa-yı muma-ileyhin muhafazakaran fırka-i siyasiyyesine mensub bir a’ile efradından bulunması ve Türkçe ile iştiğale başladığı zamanlarda zuhura gelen Osmanlı-Rus Muharebesi’nde İngiltere’de muhafazakarların şiddetle Türk taraftarlığı göstermeleri Gibb’de Türk lisanına Müteveffa Gibb Türkler’in şeca’at ve metanetinin hakıkaten tahsin-hanı idi. Türklerin vücudunu yalnız Avrupa toprağında değil hatta Asya-yı garbide bile görmeğe tahammül edemeyen alem-i Efrenc ecdadımız ile asırlarca çarpışmışdı. İşte böyle bütün alem-i Efrenc’e karşı satvet göstermiş olan eslaf-ı Osmaniyanın mekanet-i azmini iktidar-ı dur-binisini ve fa’aliyetini müteveffa Gibb pek çok yad eder. Ve ara sıra zamanımız Türklerinin teseyyübünü ve eski zaman Türkleri gibi “pratik” olmadıklarını dahi makam-ı tenkıdde serd eyler idi Eş’ar-ı Osmaniyye’de zikri geçen ricalin asarını ve a’mal-i hayriyyesini dahi hadde-i tedkıkden geçirmekle mütelezziz olurdu. Mesela Bursa’da bir türbe İstanbul’da bir sebil Edirne’de bir saray bilmem nerede bir cami’ veya medrese veyahud da işarat görse tarihlere seyahatnamelere eski ve yeni kütüb-i musavvereye hemen müraca’at eder ve o asar-ı hayriyye-i ümran hakkında keşf edebildiği ma’lumatı lezzetle mütala’a eylerdi. Bir gün önünde büyük kıt’ada bir İstanbul haritası açarak harıl harıl bir yer aradığı sırada hücre-i mütala’asına girmişdim. Ne aradığını sordum; “Tahtakale civarında mevcud olduğunu bir yerde okuduğum Arab Kahvehanesi mahallinin burada işaret olunup olunmadığına bakıyorum” demiş idi. İstanbul’u ziyaret etmiş olsaydı. Elbette o kahvehaneyi bi’z-zat aramaya gider akkambaşılar arasında oturur ve belki “Ya habibi ya ruhi” misilli avam-ı Arab’a mahsus olan teğannileri bile dinlemek isterdi. Bunca akvam-ı muhtelifeye hükumet eden saltanat-ı Osmaniyye’nin pay-ı tahtında bizim kale almak istemediğimiz girmeye “tenezzül” eylemediğimiz öyle yerler vardır ki o akvam-ı şarkiyyenin etvar-ı hayatiyyelerini musavvir olduklarından müdekkıkın-i garbiyyenin rü’yetini cezb ederler. Gibb bir gün Süleyman Dede’nin Mevlud-i şerifinden bazı parçalar tercüme ettiği sırada “Siz zamane Türkleri kendi adat-ı asliyye-i de ehemmiyet vermiyorsunuz; şimdiye kadar mu’arefe peyda ettiğim Türklerin hepsinden Mevlud-i şerifin kıra’ati sırasında medi” yolunda serzenişde bulunmuş idi. Ben de ailemde alafrangalığa temayül gösterenler bulunmadığını ve tarik-i da’iyyemin müttekı kimseler tarafından verilmiş bulunduğunu ve bina’en-aleyh kendisine o babda izahat-ı kafiye verebileceğimi söyledim. Cami’lerde erkek ve kadınların istima’ı nadıyla” diye başlayan beytin okunduğu sırada bir takım kimselerin kalkıp cema’ate şeker külahları veya şerbet dağıttıklarını filanı anlatdım. bazı hissiyat-ı rakıka ashabının kari’-i Mevlud’ün savt-ı mü’essiranesiyle heyecana gelip hüngür hüngür ağladıklarını ilave-i beyan eylediğim zaman “Lütfen Mevlud’den makam ile bir kaç beyit okuyunuz” diye Mevlud nüshasını elime vermek istemişdi. Ben de “Ahenk-i tilavetimin sizde cuş ü huruş-ı büka hasıl edecek suretde te’siri bulunduğundan pek ümidvar değilim; fakat sizi kapı dışarı kaçıracak derecede dil-hıraş olduğundan eminim” tarzında teklifini kabulden imtina’ etmiş ve Sefaret-i Seniyye imamı hafız olmak haysiyetiyle makam üzere bize Mevlud okuması münasib olacağı mütala’asında bulunmuş fendiyi alıp evine gitdim. Gibb’in hücre-i mütala’asına kapandık; ladı. İkimiz de imam efendinin hüsn-i savtını bir vaz’-ı müte’essirane ve sakitane ile dinledik. Okunan kıt’alar bitdikden sonra şekerler verilmedi şerbetler de sunulmadı; lakin vakit öğleden sonra olduğundan ve –ma’lum olduğu üzereher gün İngiltere’de öğle sonu çay verildiğinden şerbete bedel çay içildi. Bu hikayeleri nakilden maksadım Eş’ar-ı Osmaniyye Tarihi mü’ellifinin lisan ve edebiyatımızın tahsiline olan merakı gibi adat-ı kavmiyye ve erkan-ı i’tikadiyyemizin tefehhümüne olan hevesini misal ile ira’e eylemekdir. Merakı bu derecelerde bulunmamış olsaydı Türk lisan ve edebiyatına Osmanlı tarihine ve Türklerin ahval-i siyasiyye ve ictima’iyyelerine müte’allik elsine-i muhtelifede yazılmış bunca asarın tetebbu’u için ömrünün yirmi sene kadar bir müddetini hasr eylemez idi. Müteveffa Gibb lazime-i mahviyyete beğayet i’tina gösterirdi; münzeviyane bir suretde Londra’nın oldukça gürültüden azade mahallatından birinde ka’in hanesinden teba’üdü sevmez idi. Tab’-ı selimine delalet eder bir suretde mefruş olan hücre-i tetebbu’unda nefis şekillerde mücelled yüzlerce asar-ı şarkıyye ve garbiyye arasında bulunmak kendisi için hayatın en büyük bir zevk-i irfan-cuyisi idi. Pek çok zahmetler nice vanlar tarihler ve tezakir-i şu’era misillü nefis ve kadim kütüb-i mensuhayı havi olan müzeyyen dolabının sıyanetine hemen hayatının muhafazası kadar ihtimam eyler idi demiş olsam hudud-ı hakıkati pek çok tecavüz etmiş olmam. Bu yazma kitabları –ki taharri ve iştiraları hususunda mu’aveneti sebk etmiş olmasından dolayı bir biraderimin su-i te’vili cevasise uğrayarak Galatasarayı zindanında altı ay kadar vesile-i hapsi bulunmuş idi- müteveffa Gibb British Museum Kütübhanesi’ne ba-vasiyyetname terk eylemişdir. Gibb’in lisan-ı edebimiz hakkında hasıl ettiği vukuf hakıkaten mucib-i hayret olacak derecede büyük idi. Eş’ar-ı kadime-i Türkiyyeyi tedkık eylediği sıralarda bazı muğlak ebyat ve mesari’i ve mehcur ta’biratı bizlerden sorardı; fakat sorduğu adamla birlikde onların me’allerini halle uğraşdığı anda ma’na-yı kelamı yine çok kere kendisi meydana çıkarırdı. Ekserisi mutasavvifane yazılmış olan eş’ar-ı kadimemizden vuflu beyitleri bana sorduğu zamanlar ekseriyyet üzere izhar-ı acz ederdim. Mübhemden müsbet çıkarmakda sür’atle davranmak gibi bir tedbir-i muğalatakarane ise Gibb ayarında fazıl ve fatin bir zatı elbette ikna’a medar olamazdı. Ben kendisine şiveye tarihe adat-ı Osmaniyye ve erkan-ı muvaffak olurdum. Mesa’il-i tasavvufiyye hakkındaki noktalarda sası bulunan ve bir zamanlar kalenderane bir suretde Londra’da yaşamış olan bir zat yardım ederdi. İşte bundan naşidir ki ism-i acizanemle beraber bu Hindli danişmendin namını kitabının birinci cildinin mukaddimesinde makam-ı teşekkürde zikr eylemişdir. Tarih-i Eş’ar-ı Osmaniyye’nin ilk cildi sene-i miladiyyesinde neşr olunmuş idi. Cild-i evvel hakıkatde tarih-i eş’arımız hakkında tafsilatdan ziyade ulum-ı İslamiyye hakkında mutala’at-ı alimaneyi havi olmak cihetiyle bir ehemmiyyet-i mahsusaya malikdir. Devr-i ahir edebiyatımız için tahririni tasavvur eylemiş olduğu son cild müstesna olmak üzere diğer cildlerin müsveddeleri dahi hin-i vefatında mevcud olmakla beraber kısm-ı a’zamı perakende bir halde bulunuyordu. Gerek bu perakende müsveddeleri ve gerek nazar-ı mütala’asından geçmiş olan kütüb-i adide içinde bırakmış olduğu varakalardaki kuyudat ve işaratı tab’ olunabilecek derecede bir hal-i intizama sokmak daha bir hayli zaman sarfına muhtac idi. Ma’amafih Gibb başlamış olduğu eser-i azimin en sorunlu ve müşkil cihetini yani tetebbu’ keyfiyetini –devr-i cedid tarihi müstesna olmak üzere- ikmal eylemiş olduğundan bakı kalan cildleri az bir zaman zarfında mevki’-i intişara koyabileceğini ümid ediyordu; hatta Tarih-i Eş’ar-ı Osmaniyye’ sinin tab’ını ikmalden sonra yeni bir eser tahriri arzusuna bile düşmüş ve ne yolda bir te’lif vücuda getirmek münasib olacağı hakkında benimle müşavere bile etmiş idi. “Avrupa lisanlarında ve ale’l-husus İngilizce’de bi-tarafane ve müdekkıkane yazılmış bir Tarih-i Osmani yokdur; onu ancak siz meydana getirebilirsiniz” demiş idim. Bu fikrimi kabul eylemiş idi ama heyhat ki ne Tarih-i Eş’ar’ının sa’id olmadı. Birinci cildi hakkında senesi Eylül’ünde neşr olunan Resimli Servet-i Fünun nüshalarından birine bir makale-i tevkıriyye yazan kalem-i naçizanem efsus ki senesi Kanunievvel’inde bu dost-ı vefakarımın bu muhibb-i hakıkı-i Osmaniyanın haber-i vefatını yazmak gibi bir vazife-i elime ifa eyledi. Time gazetesinin vefeyat-ı a’yan sütununa derc edilmek üzere Gibb’in vefatını müş’ir bir fıkra yazdığım zaman gözlerimden yaşlar akdı. Senelerce ülfetde bulunduğum ve beraber çalışdığım bir dostu –binlerce bedhahlarımızın milletimizi hemen Afrika vahşilerinden farklı olmayacağı suretde nisab-ı irfandan mahrum olmak üzere ithama uğraşdıkları bir sırada irfan-ı edebimizi fi’ilen etmek bence pek elim bir hal idi. Gibb ebeveyniyle bermu’tad yaz ta’tilini İskoçya’da geçirdikden sonra eserinin bana bir mektub yazarak Londra’daki hanesinde buluşmaklığımızı ve birlikde öğle ta’amı etmekliğimizi istiyordu. Halbuki ta’yin eylediği günün ilk postasıyla zevcesinden aldığım bir mektubda Gibb’in bulaşık bir hastalığa tutularak yatdığı zikr olunuyor. Ve bina’en-aleyh bir nevi’ hususi karantina altına alınan hanelerine yanaşmaklığım nefsimi sıyaneten bulunduğu bir sırada validesi ile birlikde konsere gitmiş. Cemm-i gafirin teneffüs-i mütemadisi ile havası mefsud olan konser mahallinin huveynat-ı muzırrası nezle sebebiyle kırgın bulunan vücuduna fürce-yab-ı duhul olmuş muydu ne idi Londra’ya vusulünden çend gün sonra kızıl hastalığı etmiş. Kalb hastalığı işte böylece az müddet içinde zavallıyı aldı götürdü. Cenaze ayininde üç de Türk hazır idi ki bunlardan birisi müteveffanın dost-ı kadimi Abdülhak Hamid Bey birisi de mesa’i-i edebiyyesinin en şiddetli tahsin-hanlarından olan ve o sırada bi’t-tesadüf İngiltere’de bulunan üdeba-yı Osmaniyyeden merhum Abdülhalim Memduh Bey öbürüsü bu refik-i samimisi idi. Kilise derununda müteveffanın ak sakallı bir pir-i salhurde bulunan pederi yanımıza geldi. Ve ittika ile bizi selamladı. O anda hepimiz de bir samt-ı gayr-i ihtiyari! Yalnız lisan-ı hal ile o bizim ve biz onun te’essüratına acıyorduk. lem-i ebediyyete göçdü. Tarih-i Eş’ar-ı Osmaniyye’sinin aksam-ı bakıyyesinin müsveddeleri de evrak-ı perişan halinde kaldı. Artık meydana kim çıkıp da sa’ika-i hissile cazibe-i heves hini i’laya –o zamanlar icabat-ı siyasiyyeden olarak Türklere hiç de muhib olmayan İngiltere’de– Gibb’in ifa etmek istediği hidematı itmam eyleyecek? Her müşkilin bir çare-i hasenesini teharriye çalışmak gibi bir azm-ı metine İngilizler her milletden ziyade malikdirler. İmdi müteveffanın validesi gerek Eş’ar-ı Osmaniyye Tarihi’nin gerek müsteşriklerce müfid addolunan asar-ı ilmiyye ve edebiyyenin tab’ ve neşrine hadim olmak üzere bir hayli akçe teberru’ ve o neşriyata nezaret eylemek üzere ta’yin olunan mütevellilere tevdi’ etdi ki bu vakfa: “The E. J. W. Gibb Memorial Trust” tesmiye olunmakdadır. Gibb’in ehibba-yı kadimesinden olan müsteşrik-i meşhur Cambridge Darü’l-fünunu mu’allimlerinden Edward Browne Efendi hazretleri dahi müsveddatı tanzimi ve bina’en-aleyh Tarih-i Eş’ar-ı Osmaniyye’nin aksam-ı bakıyyesini peyderpey neşri der’uhde eyledi. Elsine ve edebiyat-ı İslamiyyedeki ihata-i külliyyesiyle nam-ı muhteremi ma’ruf olan Mu’allim Browne Efendi yorulmak usanmak bilmez bir zatdır: Meşgul olduğu sa’ir bunca veza’ifle beraber Gibb’in eserini dahi tanzim ve neşre muvaffak oldu. Tarih-i Eş’ar-ı Osmaniyye’nin altıncı cildini teşkil eden ve yalnız eser-i mezkurde münderic ebyat-ı mütercemenin asıllarını havi olan bu cildi dahi tertib ve neşr eyleyen yine o zat-ı gayret-simatdır. Cem’an yedi cild teşkil etmesi lazım gelen Tarih-i Eş’ar-ı Osmaniyye’nin ilk beş cildi ber vech-i ma’ruz pezira-yı hitam olduğu halde hayfa ki devr-i cedid edebiyatımıza tahsisi matlub olan son cildin müsveddelerini ihzara ömr-i mü’ellif müsa’id olmamışdır. Müteveffa Gibb Osmanlıların son yarım asır zarfında terakkıyat-ı edebiyyece vuku’ bulmuş olan muvaffakiyetlerini başka milletler ancak yüz sene zarfında cedid edebiyatımızca vuku’a gelen muvaffakıyatın ehemmiyyeti kendisini pek çok tedkıkat ve tetebbu’at icrasına mecbur eyliyordu. Böyle bir himmete teşebbüsü memleketimizde tesadüf eylemiş olduğundan taharri-i ma’lumat emrinde iktihamı gayr-i kabil müşkilata duçar oluyordu. Devr-i cedid-i edebi ricalinin hayat ve eserlerine vukuf için pek ziyade uğraşdı; fakat bu ricalin kimi menfada fevt olmuş kimi tazyik-i cevasis-i mütegallibe ile kuşe-i sakite-i inzivaya çekilmeye mecbur kalmış; yazdıkları sahayif-i edebiyyenin pek çoğu neşr olunamamış neşr edilenleri ise toplattırılarak meydan-ı hakkında dahil-i memalik-i Osmaniyye’de bulunan ehl-i vukuf dı. O babda bi’l-vasıta istizah vuku’ bulsa bile müraca’at edilen zevat ya su-i tefsir-i cevasisden havfen veya –ma’atte’essüf taksirat-ı milliyyemizden olan ihmal sebebiyle– cevab vermezdi cevab verenler bulunsa bile cevabnameleri ma’lumat-ı matlubeyi değil belki kuruca takdime-i cemileyi havi bulunurdu. İşte bu makule müşkilat-ı azimeden dolayıdır ki Gibb devr-i cedidi teşkil edecek olan son cildde en mühim bir mevki’ tutması lazım gelen Namık Kemal Bey merhum hakkında ma’lumat-ı mükemmele istihsal edememişdi. Yalnız Şinasi Efendi ve Ziya Paşa merhumlar hakkında birer fasıl yazmakdan ma’ada son cild için hiç bir metin hazırlayamamışdı. Devr-i cedid-i edebinin tulu’u hakkında mü’ellif tarafından tertibi tasavvur olunan son cildin mebahisini istihzar eyledikden sonra meydan-ı intişara çıkarmayı müsteşrik-i muhterem Browne Efendi ümid eylemekdedir. Niyet ettiği bir işin hakkından gelmek için her türlü mezahimi ihtiyar ve müşkilatı iktihamdan çekmeyen bu sahib-i azm cild-i mezkure münasib olan mebahisi cem’ eyleyecekdir. Merhum Namık Kemal Bey ve sa’ir şu’era-yı mümtaze-i Osmaniyye’nin zatları ve eserleri hakkında cem’-i ma’lumat eylemek va’d ve mu’avenet dahi almışdır. Bina’en-aleyh arası çok geçmeden devr-i cedid edebiyatımıza mahsus olmak üzere mutasavver olan cildin dahi İngilizce mütekellim ashab-ı mutala’aya arz olunabileceğini kaviyyen ümid ederiz. Eş’ar-ı Osmaniyye Tarihi’nin havi olduğu aksam-ı mebahisden devr-i mehcur devr-i atik ve devr-i tahavvül hakkında ve Fürs’ün meslek-i nazmına ne dereceye kadar taklid olunduğu ile şi’r-i Osmani’nin bi’l-ahare ne suretle milli bir çığıra girdiğine dair burada biraz izahat-ı mültekıta vermek arzu eyler idim. Hele birinci cildin ulum ve edebiyat-ı İslamiyyeden bahis olan medhal-i fazılanesini bir fırsat bulup da Türkçe’ye tercüme etmek ve ayrıca bir kitab suretinde çıkarmak meti öyle bir hizmet-i naçizaneme hacet bırakmadı. İstihbara nazaran Rüsumat Emini Ra’if Paşazade danişmendan-ı zubbat-ı Osmaniyye’den Miralay Mehmed Ra’if Bey nice vakitler ve pek çok emekler sarfıyla Gibb’in Eş’ar-ı Osmaniyye Tarihi’nin aksam-ı münteşiresini kamilen Türk çe’ye tercüme eylemiş. Himmeti müzdad olsun! Cambridge Mü’ellif-i eserin Memalik-i Osmaniyye’ye hiç ayak bas mamış olduğuna dair balada bir işaret mukayyed idi. Bun dan müteveffa Gibb’in memleketimizi ziyaret eylemek mevcud idi. Fakat memalik-i Osmaniyye’nin tazyik-i istib dad altında olduğunu gazetelerde okuyordu. Şarkdan ge lenlerden bestce mülakı olamayacağından mübadele-i efkar-ı ilmiyye edemeyeceğinden kütübhanelere girip nevadir-i asar-ı mensuhayı tedkık ve tetebbu’ eyleyemeyeceğinden emin disinin diğer züvvar-ı ecanib gibi da’i-i şübhe bir hali bulu namayacağı tabi’i idi. Fakat devr-i sabıkda bed-hah olan ecnebi seyyahini gibi hayr-hah olan züvvar-ı feza’il-şi’ar dahi casus ta’cizinden azade kalamadığından kalbinde Os manlılar Gibb’in harekat ve mu’amelatı dahi su-i te’vile uğrayacağında şüphe yok idi. Memleketimiz ahvalinin o makule fenalıklarından agah olan mü’ellif erbab-ı zulmün kahr olup ve edilip de vatanımızda bir devr-i hürriyyet açılmasına bizim kadar hahiş gösterir ve ziyaret için öyle bir devr-i hürriyyetin küşadına intizar eylerdi. Mü’ellifin kütübhanesinde bulunan nefis veya nadir kaffe-i asar-ı mensuha British Museum Kütübhane-i Umumisine vakf edildiği gibi malik olduğu kaffe-i asar-ı matbu’anın Avrupa lisanlarında muharrer bulunan ve ahval-i şarkıyyeye dair olan nüshaları dahi zevcesi tarafından Dersaadet İngiltere Sefareti Kütübhanesi’ne ihda olunmuşdu. Büyük küçük üç yüzü mütecaviz kütüb-i matbu’a-i Türkiyye ise Cambridge Darü’l-fununu Kütübhanesi’ne verilmişdir. Gerek bu Türkçe kitablar gerek mezkur kütübhanede evvelce toplanmış olan asar-ı İslamiyye yine müteveffanın zevcesi tarafından teberru’ edilen akçe mukabilinde istihzar olunan hücrei mahsusada muhafaza olunmakdadır. Darü’l-fünun Kütübhanesi me’murları bu hücreye müteveffanın namına nisbetle Gibb Room diyorlar. Osmanlı naşir ve mü’ellifleri tarafından Darü’l-fünun-i mezkur kütübhanesine ileride ihdası me’mul bulunan kitablar ile Gibb hücresindeki asar-ı Osmaniyye’nin tezayüdü Osmanlılık için mucib-i şeref bir şey olur Ta uzaklarda gamlı zemzemeler Aks ederken sükunet-i leyle: Her taraf pek melul habide! Sine-i şebde ağlıyor her yer... Yükselir yükselir semavata Dökülür katre katre cennata Şehka-i kalb içinde: Lafzullah! Bu karanlıkda haykıran bir ah Ki semavata arz-ı aşk eyler... Arıyor sanki rah-ı zulmetde Bu cihan-ı hakir-i mihnetde: Gönlüne cenneti ira’e eden Bir sada-yı selam bir rehber ... Ruh-ı pür-zar-ı tercümanıyle: Ömr-i insanı muttasıl kemiren Bütün alamı tarumar etmek Sonra dünyadan ayrılıp gitmek ... Gah: Bekler durur cevab-ı necat Bir enin-i hazinle inleyerek; Gah: Bir derd-i na-ümid-i hayat Lakin cevab gelmedi... müstağrak-ı sükun Alemle ka’inat! Binlerce “es-Salat”... Mısır matbu’at-ı mu’teberesinden el-Menar mecelle-i celilesinin nüsha-i ahiresinden iktibas olunmuşdur. Lahor’da münteşir Ceride-i Vatan sahibi sadikimiz Mulay Muhammed “İnşaallah İnkılab-ı Osmani”ye dair beyan-ı te’essüfü havi bize iki makale irsal etmişdir ki biri kendi eser-i kalemi olup hal’i müte’akib neşr olunan ceride-i mezkurenin gazetesiyle neşr olunmuş; muma-ileyh bu makaleleri mütala’a sini aynen ceridemize derc ile teşrih-i ahvali vazife addeyledik. Serapa hilaf-ı hakıkat olan mezkur makaleler Menar’a derc olundukdan sonra bast-ı mukaddimata şuru’ ile evvela asr-ı hazırda bi-nihaye matbu’at türlü türlü vesa’it-i istitla’at beyne’n-nas tedavül edip dururken alem-i İslamiyet’e hala yar u ağyarın iğfalatına i’mal-i desa’is-i guna gunüna meydan verecek cehalet istilasına ibraz-ı fart-ı esef edilmiş saniyen Hind ve Mısır ve Cava ahali-i İslamiyyesine Devlet-i Aliyye’ye müte’allik her hususda hıfz-ı i’tidal ve tedkık-i ahval vücubuna dair vesaya-yı hakimane irad zevahir-i ahvale kapılarak ifrat-perestane ibraz-ı temayül muzır olacağı gibi merkez-i celil-i hilafetin siyanet-ı hukuk-ı vacibesi babında netayic-i hasene husule getirmeyeceği izah olunmuşdur. Müte’akıben ber vech-i ati idare-i kelam olunmakdadır: Ceridemizin nüsah-ı kadimesine müraca’at edenlerin miyet’e hitaben on seneden beri neşr ü i’lan etmekdeyiz. Abdülhamid’in seyyi’at-ı sariyyesi tamamen kesb-i vuzuh etmemiş bulunduğu sırada biz de hüsn-i zan ile bazı mertebe te’vilat ve müdafa’atda bulunurduk mu’ahharan hakıkat-i hal maksad ve me’al bi’l-vücuh teyakkun edilmiş olmakla Sultan-ı mahlu’un sitayiş ve medayihle setr-i mesavisiyle den ika’-ı cinayet add olunmak iktiza ederdi. Ma’a haza bu meslek-i na-hemvare salik olanların ardı arası kesilmiyordu. na kılınan ictihadat-ı batıla sa’ikasıyla cera’id-i mütenevvi’a tarafından işa’a olunan ekazib ve telbisatın bugünde te’sirat-ı dilhiraşanesi gayr-i kabil-i inkar derecede bulunuyor. Müddet-i medideden beri kulakları bu türlü yalanlarla dolmuş olan mugfeller secde-i şükran ile telakkı olunacak mes’udu hoş görmüyorlar takdir edemiyorlar haka’ik-ı ahvalden bi-haber kaldıkları cihetle bütün ümmet-i Osmaniyye rical-i ilmiyye ve askeriyeye su’-i zandan kendilerini alamıyorlar. Bunların zu’m-ı batıllarınca bütün Osmanlı ümmeti erbab-ı hiri a’yanı ve meb’usanı hataya kapılmışlar tarik-ı hakdan çıkmışlar kafir-i ni’met ve cani-i devlet olmuşlar da yalnız başına Abdülhamid muhik ve musib imiş. Onun taht-ı saltanatında bekasıyla din ü devlet mahfuz kalırmış zevaliyle her biri hatar-ı azime giriftar olurmuş. Ey erbab-ı fikr ü insaf! Allah için söyleyin bu çeşit akıllar hayretinize badi olmuyor mu ki tam sülüs asır otuz üç sene müddet içinde din ü devlete zerre kadar hizmeti görülmeyen bilakis devletin izmihlalinden din-i mübinin inkırazından başka netayic-i vahime tevlid etmeyeceği aşikar bulunan cihata hasr-ı mesa’i eyleyen bir hükümdar-ı müstebidin hami-i din ve haris-i müslimin i’tikad olunmasına sa’ik oluyor? Böyle bir akla malik olanlar bir kere de gözlerini açıp baksalar Abdülhamid’in devr-i menhus-ı saltanatında devlet ve milletimiz evc-i a’la-yı terakkıye mi is’ad yoksa girdab-ı ummane mi ıskat olunduğunu görürler. O devr-i meş’umda bütün gava’il ve müşkilat matbu’atın dilini bağlamak erbab-ı hamiyyetin boğazını sıkmak ile setr ü ihfa olunuyordu şimdi olanca iğtişaş ve tezebzübüyle bütün ahval meydan-ı alaniyyete çıkdı rical-i hükumet vükela-yı millet ıslahına sarf-ı himmet ve bezl-i gayret ediyorlar. Allah cümlesini muvaffak buyursun. Mecelle-i mezkurede bu icmale dair hayli tafsilat i’tasından sonra maksada şüru’la şöyle deniliyor: Bu temhidat-ı umumiyyeden ba’de’l-ferağ makalelerdeki hati’atı ale’t-tafsil beyana bed’ ediyoruz. Yalnız makale-i saniyenin sadrına Roma İmparatorlarından Julius’un mertebesine dair Shakespeare’in beyitleri dercini na-bemahal görmekde olduğumuz gibi birinci makalede vaki’ Abdülhamid’in sukut-ı nagihanisinden dolayı alemi bi-ma’na bulduğumuzdan müstağni-i cevab addetmekdeyiz. Bugün “lillahi’l-fazli ve’l-minne” bi’l-cümle alem-i İslami-i Osmani müddet-i hayatında na’il olmadığı surur-ı bi-payana müstağrak olarak i’lan-ı şadümani etmekdedir. Evvela Ceride-i Vatan’daki de’avi-i acibeyi ba’dehu diğer makalenin ihtiva eylediği mebani-i sahifeyi mevzu’bahs edeceğiz. Sadik-i gayurumuzun makalesindeki ihticacat i’lan-ı hürriyyet zamanı ile devr-i istibdada a’id olmak üzere telhis edince Abdülhamid’in Meşrutiyet’e Kanun-ı Esasi’ye muhabbet ve ihlasını mü’eyyid olacak vücuh-ı sitteden ibaret buluyoruz: . Temmuz on’da sefk-i dimadan teharruz ile Kanun-ı Esasi i’lanına mübaderet. . Tarafdar-ı Meşrutiyyet olduğunu defa’atle tasrih yeminle te’kide himmet etmek. . Meclis-i Meb’usan’ı ziyaretle ibraz-ı muhabbet su’-i ta’arruza dair harekatdan mücanebet eylemek. . Kendi hirasetine mahsus asakiri de Harbiye Nezareti’nin emrine tabi’ kılmak Dersaadet’de bulunan asakirin mak. . On Bir Nisan Vak’ası’na karşı müdafa’aya bi’l-vücuh ha’iz-i kudret bulunduğu halde teşebbüsatda bulunmamak bilakis Yıldız Kasrı’na istila edecek Hareket Ordusu’na teslim olmalarına dair asakir-i muhafızaya evamir ısdar etmek. . Memleket ve vatana ihlasını te’yid için Avrupa devletlerinden birinin himayesine müraca’atdan istinkaf eylemek. Şayan-ı ibret bir cilve-i sübhaniyye eseri olarak hukuk-ı gayrı muhafazaya muvaffak olabilmek için senelerce tahsil-i ulum-ı hukukiyyeye hasr-ı mevcudiyyet etmiş olan hukuk me’zunları bu hafta doğrudan doğruya kendi hukuk-ı müktesebelerine havale olunan siham-ı ta’arruzu ilmen def’e muvaffak olamamak suretiyle mazhar-ı ibtila olmuşlardır. Meclis-i Meb’usanımızın eyyam-ı ahiredeki müzakeratına dair olan neşriyatı mütala’a edenlerin hukuk me’zunlarının terakkı ve tefeyyüzleri için memleketimizde yeni bir devrin bed’ etmiş olduğunu anlarlar. Adliye mesleğini ihtiyar eden me’zunin; haklarında atideki kava’idin tatbik olunacağı . Kuvve-i adliyye için kabul olunan umumi nazariye ki her mertebe müntesiblerinin aynı seviyye-i irfanda farz olunması ve terakkınin daima sıra ve kademe tabi’ olmasıdır. . Ehliyeti hey’at-ı intihabiyyenin takdir etmesi müstahil olup zira mikdarı kesir olan me’zunların ale’l-infirad her birinin meziyyet ve kabiliyyetinin bi-hakkın tebyin ve tedkıki müte’assir ve hatta müte’azzir bulunduğundan tabi’atiyle berat-ı ehliyyet olan şehadetnamelere müraca’at olunmak ve şehadetnamelerde ise derecat-ı ehliyyet muharrer olduğundan aliyyü’l-a’lanın a’laya a’lanın ma-dununa tefevvuku kabul edilmek ve şu kadar ki her sene mektebden talebe neş’et etmekde olduğu cihetle daima bir dereceyi tercih madununda bulunanların büsbütün turuk-ı tefeyyüzünü sedd edeceğinden şehadetnamelerinin derecesine bakılmaksızın neş’et i’tibariyle mukaddem senenin mu’ahhar sene me’zunlarına takdiminin ehven-i şerreyn telakkısi ve ma’amafih tevdi’ olunacak vazifenin ehemmiyyetine göre sinin-i mütekaribe me’zunlarından bazen aliyyü’l-a’laları tercihin zaruretlerin mikdarlarıyla takdir olunacağı suretiyle mukayyeden kabulü gibi kuvve-i adliyyedeki hasa’is ve imtiyazatın levazımı cümlesinden olan ahval. . Sıfat-ı hakimiyeti bulunanların ehliyet-i mefruzasını tastir ve tanzim edecekleri i’lamatın ve ecza-yı mahkemeden ma’dud olanların dahi hal-i temasda bulundukları mehakim hey’atının bu babdaki şehadetlerinin isbat edeceği yolunda kabul olunan fikir ki adliye intihab encümeni hakkındaki nizamnamenin üçüncü maddesi bunu göstermekdedir. Müntesibin-i adliyye devr-i istibdadda re’s-i idarede bulunan zevata karşı mehma emken bu kava’id da’iresinde muhafaza-i hukuka sa’i bulunmuş ve nezaretde imkan müsa’id bulundukça bu cihete mümaşat ederek adliyede kava’id-i mesrudeye müstenid olan usul ve te’amül la-yetegayyer bir tarzda te’essüs eylemişdir. Ma’amafih bu te’amül ve kava’ide ri’ayet için kuvve-i te’yidiyye nazırların nasfeti ve hey’et-i intihabiyyenin mehafetullah te’siri ile haksızlıkdan tehaşileri keyfiyatından ibaret kalıyor ve bu gibi ma’nevi kuva-yı te’yidiyye meslek müntemilerinin kanunen matlub olan huzur-ı bal ve istirahat-ı kalbiyyelerini te’min edemeyerek her ihtimale karşı alakadarların maddi bir havf-i mes’uliyyete ma’ruziyetleri arzu olunuyordu ki o arzuyu da Meşrutiyet’in baliğan ma belağ te’min edeceği tabi’i idi. Bu cihetledir ki Meşrutiyet’in memleketimize avdeti kuvve-i adliyyeyi temsil eden zevatın işbu nukat-ı nazarını mü’eyyid bir keyfiyyet telakkı olunarak bu babda ayrıca bir devr addedilmemişdir. Geçen haftaya kadar halin bu minval üzere devam etdiğini görürüz fakat usbu’-ı mazinin ihtiva eylediği bir vak’a-i acibe bütün bu nazariyat ve kava’idi zir ü zeber ederek işaret etdiğimiz vech üzere memleketimizde kuvve-i adliyye için yeni bir devir küşad eylemişdir. eden ve az bir zamanda pek mütenevvi’ safhalar gösteren vak’a-i ma’lumedir suret-i hüdusunü bir kaç sözle ihtisar edelim: Mekteb-i Hukuk me’zunlarından kısm-ı a’zamının rahle-i tedrisinde perverişyab-ı fazl u kemal oldukları ve dershanelerde daima hanun ve müşfik olarak tanıttıkları mu’allimleri Mahmud Esad Efendi hazretleri Adliye Nezareti Vekaleti’ne ta’yin olunur. Muhterem hocalarının mensubu bulundukları nezarete velev ki bir müddet-i muvakkate olsun şeref-bahş olması me’zunlarca tilmizana hissiyat-ı ihtiram ile meşbu’ azim meserretler ile telakkı ediliyor. Ba-husus vekaletleri hengamında esasen Kanun-ı Esasi’nin taht-ı zıman ve te’mininde olan te’amülat-ı meşruhanın bir kat daha kesb-i takviyyet edeceği ümid edilerek devr-i istibdadda işbu kava’idi agah ve gayr-i agah bazı zevatın müdahalesinden endişenak olan me’zunlar için artık korkulu rü’ya görmek devirlerine büsbütün veda’ edildiği zannolunur. Ve tam bu sırada fazıl-ı müşarun-ileyhin riyaseti altında intihab encümeninin nan merkez müdde’i-i umumi mu’avinliğine bir zatın intihab edilmekde olduğu istihbar edilir. Me’zunlar bu vakur kava’id-i adalet mu’alliminin neta’ic-i himematına intizaren en kıdemli refiklerini tebrike hazırlanırlar. Lakin ufak bir şayi’a bu samimi muhitin safiyetini tağşiş eder. Mu’allimlerine müntesib ve müntemi olmak üzere tanıdıkları ve henüz mektebden neş’et eylediğini bildikleri bir refiklerinin pek çok sene evvel neş’et etmiş ve adliye mesleğine daha evvel süluk eylemiş oldukları halde kendilerine tercih edildiği haberini alırlar. Fakat ibtida’en buna inanılmaz bazı mu’zib arkadaşların Maliye ve Defter-i Hakani nezaretlerindeki icra’atı telmih ettikleri zannolunursa da çok geçmez keyfiyyet te’eyyüd eder me’zunlarda tabi’i büyük bir galeyan görülür. En masun ve mahfuz telakkı ettikleri bir hakk-ı müktesebi mu’allimleri delaletiyle zayi’ etmeleri kendilerine pek giran gelir. Şikayetler başlar. Keyfiyet Millet Meclisi’ne aks eder. Ateşin mübahasat cereyan eder. Nazır vekili pek çok müşkilat ile tahlis-i giribana muvaffak olur. İşte mes’elenin şekl-i zahiri bundan ibaretdir. Fakat şekl-i ilmisi büsbütün başkadır. Zira me’zunlar kuvve-i adliyye için mevzu’ kava’idin zir ü zeber edildiğini ve hukuk mekteblerinin ziya’ına sebebiyet verildiğini iddi’a ediyorlar. Acaba bu zehabları doğru mudur? Hakıkaten me’zunların ihticac etmekde oldukları kava’id nazariyat-ı ilmiyyeye tevafuk ediyor mu? Nazır vekili efendi hazretlerinin meclisdeki müdafa’atı ve kendilerine müzahereten bazı zevat canibinden dermeyan edilen mutala’at ve mülahazat ne derecelerde isabete karindir? İşte bu esasları şu makalede mevzu’bahs etmek ister ve hukuk me’zunları Meclisi’ni dahi işğal ederek ta’yin-i esami suretiyle re’ye müraca’at derecesinde bir ehemmiyet-i mahsusa ihrac eylemiş bulunan şu mes’eleye Sıratımüstakım sahifelerinden bir kaçının hasr ü tahsis olunması kari’in-i muhteremece tefekkuh-i hukuki kabilinden telakkı olunarak istiksar edilmeyeceğini ümid eylerim: Ezmine-i ahirede memleketimizde gah alet-i ta’arruz ve gah siper-i müdafa’a ittihaz olunan tedahül ve tevazün-i kuva mes’elesinden teşrihata şuru’ eder isek hem de’b-i müttehaze mütaba’at etmiş ve hem de mes’elenin en mühim ve ruhlu noktasından söze başlamış oluruz. Kuva-yı umumiyyeyi ulema üçe ayırıyor: . Kanuniyye . Adliyye . İcra’iyye. Yani kanunu yapmak tatbik etmek birinin kendisine has bazı ahval ve levazımı vardır ki birinde cari olan kava’id diğerinde mer’i ve mu’teber olamıyor. Ulema selamet ve muvazeneyi bu kuvvetlerin birbirine adem-i tedahülü halinde görüyorlar ve bu hususda şayan-ı dikkat ve i’tibar misaller kayd ediyorlar. Ezmine-i ula için Romalıların ezmine-i ahire için Çinlilerin akıbeti işte bu misaller cümlesindendir. Hakıkaten her iki kavim bu hususdaki mübalatsızlıklarının cezasını pek ağır bir suretde çekdiler. Bina’en-aleyh tedahül-i kuva felaketinden ihtiraz-ı hükumat Ve bu ümniyeyi te’min etmek üzere mahiyat-ı kuvanın istilzam eylediği hasa’isin tefrik ve temyizine pek büyük i’tinalar gösterildi ez cümle: . Kuvve-i Kanuniyyeyi kuvve-i adliyyeyi temsil edecek zevat için intihab ve kuvve-i icra’iyyeyi temsil edecek olanlar için ta’yin usulü kabul olundu. . feva’ide göre kuvvetlerden birine imtiyazat-ı mahsusa bahş edilip diğer andan mahrum bırakıldı. Mesela mevzu’bahsimiz olacak olan kuvve-i adliyyeye hakimlerin la-yen’azilliği terakkılerinin bir suret-i salimeye rabtıyla azl-i ma’neviden dahi vikaye olunmaları mehakimin istiklali herkesin mahkemesine tabi’ bulunması müdafa’anın serbest muhakemenin aleni olması gibi imtiyazlar verildi ve bu kabil imtiyazata müstenid kava’id-i mahsusa vaz’ edildi. Halbuki kuvve-i her biri amirinin ta’limatı ve ilca’-i mesalihe vuku’ bulacak zamana göre hafiyyeten temşiyyet esası kabul olundu demek ki her kuvvetin mahiyyeti neyi icab ettiriyor ise onu takviye edecek esaslar kabul ve vaz’ olunuyor. Bu cümleden olmak üzere kuvve-i adliyyeyi temsil eden zevatın suret-i terakkıleri hakkında vaz’ olunan ka’idelerin muhalifi kuvve-i icra’iyye için kabul olunmuşdur. Mesela: Kuvve-i adliyyenin terekküb ettiği zevatdan birinin terakkısi hususunda kimseye hakk-ı takdir tanılmamışdır. Zira hakk-ı takdirin istinad edeceği hususat kuvve-i adliyyede mefkuddur. Vaz’ olunan esaslar bu zevatın cümlesinin derecesinde aynı seviyye-i irfanda mefruz olmalarını iktiza ettirmekdedir. Şu halde hakk-ı takdir ehliyet cihetinden mevzu’bahs edilemez. Evsaf-ı sa’irede de aralarında müsavat vardır. Yani öyle mefruzdur icra olunacak vazife ve suret-i ifası dahi mu’ayyendir. Evsaf-ı mevcude o veza’ifi mükemmelen ifaya muktezidir. Vazifelerinden fazlası kendilerinden intizar olunmaz. Yani mütezayid bir ehliyet aranmaz. İşte görülüyor ki hakk-ı takdirin tabi’atiyle mahall-i isti’mali kalmıyor. Ma’amafih hakk-ı takdir esasının kabulü lazım gelse kuvve-i adliyyeye bahş olunan en mühim imtiyaz ki mehakimin istiklalidir sektedar olur. Zira hakimler terakkıleri hususunda hakk-ı takdiri ha’iz bulunanların te’siri altında kalır. Onların rızalarına tevfik-i hüküm etmeğe beşeriyyet ilcasıyla mütemayil bulunur. Fakat burada bir su’al hatıra gelebilir ki mesleğe ve-i adliyyeyi temsil edenler hakkında hakk-ı takdir kabul etmiyor. Ve bunu kabul etmemekle istiklalin taht-ı te’sirde kalmamasını gözediyor. Halbuki henüz mesleğe dahil olan kuvve-i adliyye eczasından olmadığı gibi onun hakkında hakk-ı takdirin isti’mali mülahaza olunan mahzuru da müstelzim değildir. Bi’l-fi’l hakim olmayan adamın taht-ı te’sirde kalmasında hiç bir mahzur yokdur. Ma’mafih bazı memleketlerde bu kadarcık bir hakk-ı takdiri bile kuvve-i icra’iyye me’murlarına bırakmamışlar kuvve-i adliyye eczasından ma’dud zevatdan müteşekkil komisyonlara hey’ata tevdi’ etmişlerdir. Nitekim bizde de tarihli kanun ile bu tarz kabul olunmuşdur. Bu kanunun birinci maddesinde aynen şu sarahatler görülür. “Birinci madde: Rü’esa ile Dersaadet mehakimi a’zası misillü ba-irade-i seniyye nasb ve ta’yin olunan me’murin-i adliyye encümen-i intihab tarafından ve taşra mehakimi a’zası ve mukavelat muharrirleri gibi Adliye Nezareti’nden ta’yin kılınan me’murin-ı sa’ire Bidayet Mahkemeleri rü’esa ve a’zasından ve beş zatdan mürekkeb olmak üzere müteşekkil diğer encümenden intihab olunur.” Halbuki kuvve-i icra’iyyede me’murların ta’yininde amir-i tenevvi’dir. Ve vaz’ olunan kava’id ve ta’limat ile kaffesini ruz kaldıkları veza’if-i gayr-i muntazırada ictihadat-ı fikriyyelerinden başka müzahirleri bulunmaz. Ehliyetli olan bir me’mur bu vazifeyi de memleketin menafi’ine muvafık olarak telakkı olunan bir hakkın ziya’ına mücerred cehalet ve adem-i kifayetinden dolayı sebebiyet verir. Bina’en-aleyh amir-i icra hin-i ta’yininde buralarını nazara alır. Nazara alabilmek gelir hakk-ı takdir nez’ olunursa bu fa’ide fevt edilir. Görülüyor ki kuvvetlerden birinde mucib-i menfa’at olan bir esas diğerinde müstelzim-i mazarrat oluyor. Birinde ne derece tavsiye olunmak lazım gelir ise diğerinde de o derece tahzir edilmek iktiza ediyor. İşte bu tezad kuvvetlere tevdi’ olunan veza’ifin mahiyeti icabatından olarak tekevvün etmekdedir. Yine bu terakkı mes’elesinde . bir ka’ide de kıdem mes’elesidir. Kuvve-i adliyyede kıdeme ri’ayet zaruridir. Başka suretle hakimler terakkı edemez. Çünkü ehliyetlerin mütesavi olması mefruzdur. Cümlesi kanunun ta’dad ettiği bütün evsaf ve şera’iti ha’iz bulunmakdadırlar. Kuvve-i adliyye menasıbından birinin münhal olması halinde ne yapılacak? Kimsede hakk-ı takdir yok ki takdiri olan zat veya hey’et takdirini isti’mal etsin de bir zatı o münhal olan yere getirsin. mesinden ibaret kalır. İşte bu kıdem usulünü tevlid eder. Ma’amafi kuvve-i adliyyede kabulü zaruri olan bu usul nazara alınmasa bu kuvvetin en mühim imtiyazı olan hükkamın la-yen’azilliği esbabı ihlal edilmiş olur. Zira azl yalnız azl-i maddi olamaz azl-ı ma’nevi de olabilir. Hakimi azl-i ma’neviden siyanet terakkisini te’min ile kabildir. Bidayet hakimi terakkısini muhakkak bilmez ise istinaf hakimliğinden azl olunmuş demekdir. Terakkıyi muhakkak bilmek kazıyyesi malik-i mütemeddinenin kaffesinde kuvve-i adliyye menasıbına de tarihli kanun esasın cari olacağını sarahaten ta’yin ediyor. “On altıncı madde: İntihab encümenlerinde hey’et-i mümeyyizeden gelen defterde esamisi muharrer olanların duğu halde kıdeme göre intihab edilir”. Hükkam ve me’murin-i sa’ire-i adliyyenin usul-i intihab ve ta’yinlerine dair kanunname. Teşkilat-ı Mehakim kanununda da bir hakimin ma-fevk mahkemesi hey’et-i hakimesine dahil olabilmesi için mahkemesindeki hizmeti bir müddet ile tahdid olunmuşdur. “Kırk üçüncü madde: Bir kimse Bidayet Mahkemesi a’zalığına ta’yin olunmak için su’-i ahval ile müştehir olmamakla beraber evvela yirmi beş yaşını ikmal etmiş olmak saniyen cünha ve cinayet cezasıyla mahkum olmamış bulunmak salisen Adliye Nezareti’nin intihab encümeni huzurunda bi’l-imtihan kabul olunmak veyahud bir mahkemenin a’za mülazimliğinde ve mümeyyizlik veya zabıt kitabetinde dört sene hizmet etmiş olmak şartdır.” “Kırk dördüncü madde: La-ekall otuz yaşında olup da dört sene Bidayet Mahkemesi’nde a’zalık etmiş olanlar Bidayet Mahkemesi riyasetine veya İstinaf Mahkemesi a’zalığına ta’yin olunabileceği gibi İstinaf Mahkemesi riyasetiyle Mahkeme-i Temyiz a’zalığına ta’yin olunabilmek için dahi la ekall kırk yaşında bulunmak ve Bidayet Mahkemesi riyasetiyle dört sene müddet bulunmuş olmak lazımdır ilh…” Teşkilat-ı Mehakim Kanunu. Şu müddeti ikmal etmeyen ma-fevk mahkemesine geçemez deniyor yani ehliyet asla mevzu’bahs olmuyor zira işaret olunduğu vech üzere cümlesinin ehil olması mefruzdur. olur o müddet de ta’yin olunuyor. İşte bu kıdem usulünün bir netice-i tabi’iyyesi olduğu gibi kıdemin kuvve-i adliyyece terakkıde yalnız mahlas olarak değil ayrıca feva’id-i mahsusayı dahi müstelzim olarak telakkı edildiğini müsbit berahini vazıhadandır. Halbuki kuvve-i icra’iyyede kıdem usulü pek muzırdır. Muvaffakiyet-i idareyi muhil başlıca esbabdandır. Kuvve-i ulema arasında bir mes’eledir. Yalnız askerlikde bu usulün tatbikine temayül edenler var. Fakat aksam-ı sairesinde asla kabulü cihetine gidilmemişdir. Zira bir kere me’muriyet terakkı ettikçe veza’if-i idare başka bir ehemmiyet alır kuvve-i adliyyede olduğu gibi mesa’il-i icra’iyyenin her birine temas eden maddeyi gösterir elde bir kitab yokdur. Ekser hususatda muvaffakiyet; icra eden zatın zeka ve iktidarına vabestedir. Demek oluyor ki kıdem usulü kuvve-i adliyyede ne kadar nafi’ ise kuvve-i icra’iyyede o derece muzırdır. Tetebbu’atımızı tevsi’ eder isek her kuvvete tanılan mahiyet fark mevzu’bahs edeceğimiz mes’eleyi tenvire kafi olduğundan bu kadarla iktifa ederek asıl mes’eleye rucu’ için kanunlarımızın bu esasları te’yid eden ahkamını tedkık etmekliğimiz lazım gelir. Şimdi bir kere kuvve-i adliyye menasıbına geçmek için kanunlarımızın ahkamı neden ibaretdir bunu bilmeliyiz: Kanun işbu menasıbı iki kısma ayırıyor: . Mertebe-i ula . Mertebe-i saniyye. “Üçüncü madde: İmtihan iki mertebede olarak icra edilir birincisi hakimiyet sıfatını ha’iz olmayan ve ikincisi hakimiyet sıfatını ha’iz olan me’murine mahsusdur. tarihli kanun. Bu me’muriyetlere geçmek için ya Mekteb-i Hukuk’dan neş’et etmeli “Otuz ikinci madde: Mektebden me’zuniyet şehadetnamesini hamil olan talebe mehakim-i nizamiyyede la-ekall bir sene a’za mülazemetinde istihdam olundukdan sonra Dersaadet ve vilayat mehakim-i ibtida’iyyesi a’zalığında bulunmaya kesb-i liyakat eyleyecekler ve hidematı adliyyede bi’t-tedric terakkiyata na’il olacaklardır. –Hukuk Mektebi Nizamnamesi– On dördüncü madde: “Mekteb-i Hukukdan aliyyü’l-a’la ve a’la derecesinde şehadetname almış olanlar ikinci ve karib-i a’la derecesinde şehadetname alanlar birinci mertebede mu’ayyen olan me’muriyetlere ta’yin olunacak ve mektebden neş’et etmeyenlerin imtihanları bunlara kıyasen icra kılınacakdır. – tarihli kanun” veya mertebelere aid imtihanı vermeli. “Altıncı madde: Ma’zulinden hizmet-i adliyyeye girmek isteyenlerden mesavi-i ahvali veyahud tebeyyün edecek iktidarsızlığı cihetiyle üç def’a azl edilmeyen ve suret-i zahire ile istihdamında mani’-i nizami olmayanlar evrakı ve sicil kaydı tetebbu’ ve tedkık ve sa’ir suretle tahkık kılınması sicil müdiriyetine ve derece-i liyakati ta’yin edilmek için icra-yı imtihan dahi hey’et-i mümeyyizeye havale olunur- Hükkam ve me’murin-i adliyyenin usul-i intihabı kanunu. Görülüyor ki mektebden me’zun olanların aliyyü’l-a’la ve a’laları bu mertebelerin her ikisindeki menasıba intihab olunabilirler karib-i a’lalar ise yalnız mertebe-i ulaya intihab ve meratib-i imtihanını verenler de ancak kazandıkları mertebe menasıbında istihdam olunurlar. İmdi menasıb-ı adliyyeye şu suretle kesb-i istihkak etmiş olan zevatın müraca’atı halinde bunları tefrik ve kanunen hangisinin intihabı lazım geleceğini tebyin için hükkamdan müteşekkil komisyonlar vücuda getirilmişdir. Balaya bi’l-münasebe nakl olunan tarihli kanunnamenin birinci maddesine müraca’at. Kırk altıncı madde: İntihab encümeni adliye nazırı ve müsteşarı ve mahkeme-i temyiz veya istinaf rü’esası ile mahkeme-i mezkure dairelerinden birer a’zadan mürekkebdir. –Teşkilat-ı Mehakim kanunu. Bu encümenler tefrik ve intihabı ne suretle şey’i hakk-ı takdire bırakmamışdır. Kanunen tasavvur olunmuş ki talib olanlar ya müstahdemin veya me’zunlar veya meratib imtihanında muvaffak olanlar veya bunların her iki sınıfından veya sunuf-ı selasesinden müraca’at eyleyenlerdir. Bunların ehliyetleri yedlerindeki şehadetname ile sabitdir. Müstahdem dahi tabi’i ilk istihdamında ehliyetini böyle bir vesika ile isbat eylemişdir. İmdi te’aruz halinde intihab hey’eti dereceye bakar tarihli kanunun on altıncı maddesindeki “Derecat-ı ehliyyetde müsavat bulunduğu halde” fıkrası bunu gösterir derecede te’aruz ediyorlar neş’et i’tibariyle kıdeme bakar madde-i mezkurede baladaki fıkrayı müte’akib “kıdeme göre intihab edilir” diye velyeden sarahat bunu mü’eyyeddir. Kıdemde de mütesavi bulunuyorlar o zaman istihdamı nazara alır zira kanun-ı mezkurun üçüncü maddesinde “Teşkilat-ı Mehakim Kanunu’nun kırk dördüncü ve kırk beşinci maddeleri mucebince silsile ka’idesine ri’ayetle evvela müstahdem olanlar” diye bu cihet tasrih olunmuşdur bu şaritayı da ha’iz bulunuyorlar. O halde istihdamda kıdem aranır. Fıkra-i kanuniyye balada mündericdir. Yalnız kıdemde tesavi halinde kur’a usulüne müraca’ata dair bir sarahat görülemiyor kava’id-i mevzu’a bu halde kur’ayı icab eder fakat kanun bu noktada sakitdir. İşte netice görüldüğü vech üzere daima kıdeme müncer oluyor encümenlerin bir gune hakk-ı takdiri görülmüyor mesleğe şu suretle intisab hasıl oldukdan sonra dahil olan zat kuvve-i adliyyeyi terkib eder bir cüz’ olacağından ve bu kuvveti teşkil eden efradın cümlesi aynı seviye-i irfanda olmak sureti kanunen mefruz bulunduğundan bundan sonra yalnız kıdem nazar-ı i’tibare alınır ve encümen-i intihabın bunlar hakkındaki vazifesi kıdemi ta’yin ve terfi’-i derece merasimini rülmez. Evvel ve ahir işaret etmekde olduğumuz vechile hakk-ı takdir kuvve-i adliyye için en muzır bir usuldür. İntihab hakk-ı takdirden ne derece tecrid olunursa kuvve-i adliyyenin kava’id-i mevzu’a-i kanuniyyemiz kuvve-i adliyyeyi tatarruk-i halelden vikaye için görülüyor ki noksan bir cihet bırakmamışdır hatta mertebe imtihanını icra edecek hey’etin nısfından fazlasının kuvve-i adliyye erkanından olması şartını vaz’ eylemişdir. Sekizinci madde: İmtihana me’mur olan hey’et-i mümeyyize üçü erkan-ı me’murin-i adliyyeden ve ikisi Mektebi Hukuk’da fıkıh ve kavanin tedris eden mu’allimlerden olarak beş zatdan ibaret olarak intihab ve ta’yin kılınacakdır – Hukkam ve Me’murin-i Adliyye’nin Usul-i İntihabı Kanunu. Kuvve-i icra’iyyenin te’siratından muhafaza için ne lazım gelirse yapılmışdır. Hey’et-i mümeyyizenin mütebakısini hukuk mektebi mu’allimini teşkil etmiş olması başka bir mülahazanın nazara alınmış olmasından neş’et ediyor maddenin hin-i vaz’ında mektebden neş’et etmemiş hükkam kuvve-i adliyye eczasının ekseriyyetini teşkil etmişdi. Hey’et-i mümeyyize tamamen kuvve-i adliyye erkanından terekküb etse me’zunlara mertebe imtihanlarında kazananların ehliyetçe kendilerine müsavi bulunup bulunmadıkları bir ukde olacakdı ve bu suretle neş’et edenlerin bilahare kıdem icabınca kendilerine tekaddümü giran gelecek ve hakkın nez’ ve gasb edildiği şüphesinin taht-ı te’sirinde kalınacakdı ki dolayısıyla hükkamın la-yen’azilliği esasının ihlal edilmesi suretine müncer olur. Mu’allimlerinin bu hey’et-i mümeyyizeye müşareketi ise bu şüpheyi bu ukdeyi hall ü izale eder. Bina’en-aleyh mahzur-ı vakı’ da ber-taraf olur keza intihab encümenlerinin hey’at-ı hakimeden teşekkül etmesi kanunun tekayyüdat-ı meşruhası cümlesindendir hey’etin intihab kanununa muhalefetleri halinde mes’uliyetlerinin tasrih olunması hakk-ı takdirleri olmaması esasını mü’eyyeddir hakk-ı takdirleri olsa mes’ul olmamaları lazım gelir zira mes’uliyet tehdidine ma’ruz hakk-ı takdir olamaz ama denilecek ki maksad kava’id-ı mevzu’a da’iresinde bir hakk-ı takdirdir fakat bu babdaki kava’id-i mevzu’ada hakk-ı takdirin mahall-i isti’malini göremiyoruz. Kanun her ciheti gösteriyor. Mesleğe duhulde veya hin-i terakkıde bütün evsaf ve şera’itin müsavi bulunması halinde tecelli eden hakk-ı takdir cüz’ü ki kur’a cihetini kanun natık bulunsa idi buna da mahal kalmaz idi hakk-ı takdirden ziyade kur’aya benzer bir şeydir çünkü hakk-ı takdirin müstenid olacağı esbab yokdur. Bütün evsaf ve şera’it-i matlubede müsavat-ı kamile vardır. Hey’etin bu zevatdan birini ihtiyar etmesi bila müreccah bir temayülden ibaret kalır. Onun için bu keyfiyete hakk-ı takdir mahiyeti tanımamak daha muvafıkdır ma’amafih bu temayül de taklid olunmuşdur bunda da ekseriyet-i sülüsan-ı ara aranmışdır. Rebiü’l-ahir sene tarihinde tasdik-i hükümdariye iktiran eden nizamnamenin dokuzuncu maddesinde: “Emr-i intihab encümen a’zasının ekseriyyet-i arasına mu’allak olmayıp üç muhalif re’y hasıl olursa intihab makbul olmaz” diye sarahat vardır. Mertebe-i saniye menasıbına intihab olunacakları tefrik ve temyiz vazifesiyle mükellef olan encümen teşkilat-ı mehakim kanununun kırk altıncı maddesi mucebince nazır ve müsteşar ve mahkeme-i temyiz veya istinaf rü’esası ile mahkeme-i temyiz dairelerinden birer a’zadan terekküb ediyor ki adedleri dokuza baliğ olur demek ki altı re’y muktezi üç re’y mani’ olsa mani’ ciheti tercih olunacak. Mertebe-i ula intihab encümeni de cümlesi hükkamdan bulunmak üzere beş zatdan teşekkül eder. Ekseriyet-i sülüsan-ı ara ka’idesinin orada da cari olması lazımdır. Yani iki zat muhalif kalsa intihab sahih olmamalıdır. Çünkü vazı’-ı kanunun maksadı kur’a mahiyetinde kalan bu hakk-ı takdirin bir kat daha ehemmiyetini azaltmakdır. Buna tevfik-i mu’amele o esasa takarrübdür. halinde mes’ul tutulacağına dair olan sarahat-i kanuniyye bu hey’etin amir-i icranın hey’et-i istişaresi olmadığını gösterir. Yirmi dokuzuncu madde: İşbu kanunun ahkam-ı münderecesine muhalif olarak intihab vuku’ bulduğu halde müntehibler mes’ul tutulur. – Cumade’l-ahir sene tarihli Hükkam ve Me’murin-i Sa’ire-i Adliyye’nin Usul-i İntihab ve Ta’yinlerine Dair Kanunname. Zira hey’at-ı istişarede mes’uliyyet yokdur. Mes’uliyyet neta’ic-i istişare ile amil olan amir-i icraya a’iddir. Zaten hey’et-i istişare kuvve-i adliyyede tasavvur olunmaz. Bu kuvve-i icra’iyye icrasındandır. Kuvve-i icra’iyye dört kısma ayrılır. . Amirler. . Bunların hey’at-ı istişaresi. . Emirleri tahrire me’mur olanlar. Yani deva’irdeki ketebe. . Bu emirleri icra edenler. Kuvve-i adliyyede ise böyle taksimat yokdur. Amir yok ki hey’et-i istişaresi olsun. Hükkamın rehber ve amirleri telakkiyat-ı vicdaniyyeleridir. Bina’en-aleyh dir. Mertebe-i ula derecesindeki menasıba intihab vazifesiyle mükellef olan encümene merkezde bidayet reis-i ula riyaset eder ki işaret ettiğimiz vech üzere sırf hükkamdan müteşekkil bir encümendir. Mertebe-i saniyye menasıbına nazır ve müsteşar ve sicil müdürü bulunmakda ise de bunlardan sonuncusu sahib-i re’y olmayıp diğer ikisi dahi yalnız birer re’ye malikdir. Mütebakı zevat kaffeten sınıf-ı hükkamdandır. Bu encümen meclis-i istişare olmadığı içindir ki re’y-i hafi ve ekseriyyetle ittihaz-ı karar gibi kava’id cereyan eder. Nitekim nazır muhalif kalmak üzere intihab dahi mücazdır. Halbuki hey’et-i istişarede hakk-ı karar daima amirindir. Fikrine tevafuku halinde ekalliyetin dahi re’yini infaz edebilir. Bugün en büyük amir-i icra olan sadr-ı a’zam için hey’et-i istişaresi olan Şura-yı Devlet’in ekseriyyet-i arasına mu’amele ittihaz edebilir. Nitekim mezabitde ekalliyetin re’yi esbab-ı mucibesiyle işaret olunur. Bir de düşünmeliyiz ki bu encümeni vücuda getiren Teşkil-i Mehakim Kanunu’dur. Demek böyle bir encümenin vücudu mahkemeler ve hakimler için lazım-ı gayr-i müfarik add olunmuşdur. Zaten yenin te’sirinden vareste kalmak asıldır. Bu asla takrib eden her ka’ide her esas her nazariye mu’teberdir. Hukkamın terakkı merasimini ifaya adliye nazırını me’mur etmek nev’ema kuvve-i icra’iyyenin kuvve-i adliyye hakkında ha’iz-i te’sir olduğunu ihsas eylemekdir. Şu mülahazaya mebni memleketimizde bu vazifeyi hükkamdan müteşekkil encümenlere tevdi’ esası kabul olunmuşdur. Şüphesizdir ki terfi’-i derece merasimini o hakimi aralarına kabul edecek hey’ete bırakmak hükkamın vak’ u haysiyyet ve Bu encümenlerin neza’irini kuvve-i kanuniyyeyi temsil eden zevatın intihabatı umuruna nezaret veza’ifiyle iştiğal eden komisyon ve encümenlerde bulabiliriz. Orada da ta’yin olunan zevat milletin vekilleri olmak haysiyetiyle bir daire-i milliyye demek olan belediye hey’etinden komisyonlar teşkil olunur. Meclisin küşadından sonra mazbatalar[ı] tedkık meb’uslardan mürekkeb encümenlere bırakılır. Merasim-i kabuliyyeyi de meb’usanın hey’et-i umumiyyesi icra eyler. Kuvve-i Onların daima mahiyetleri birer hey’et-i istişare olmakdan yalnız Me’murin-i Mülkiye Komisyonu’nu bulabiliriz. Ma’amafih bu komisyonun da mahiyeti şayan-ı tedkıkdir. Divan-ı Muhasebat’ı ise kuvve-i icra’iyye idadına idhale zaten ma’na yokdur. Zira tedkık ettiği hesabat ve tazminat ve zimemat hakkında devletçe mer’iyyü’l-icra hükümler vermesine ve me’murin-i maliyyenin şahısları için medar-ı hüküm olacak esbabı tehiyye etmesine ve reis ve a’zası la-yen’azil ve ayrıca müdde’i-i umumisi mevcud olmasına nazaran bu adeta bir idare mahkemesidir. Meclis-i istişare değildir. Diğer mecalis ve encümenler ise birer hey’et-i istişaredir. Kuvve-i adliyyede meclis-i istişarenin bulunmaması esbabından biri de hakk-ı takdirin isti’maline tevakkuf edecek keyfiyatın mevcud olmamasıdır. Kaldı ki bu hey’etden bir müddet-i muvakkate için olsun kuvve-i adliyyeliği nez’ ederek kuvve-i icra’iyye idadına idhal eylemek tedahül-i kuva mahzurunu müstelzim bulunmakla beraber [ ] iltizam-ı ma-la-yelzem kabilinden bir külfet-i za’idedir. Ba-husus hükkam da böyle bir derekeye sukutu züll add ederler. Hülasa kuvve-i adliyyede her şey’ kanunen ta’yin olunmuşdur. Nazırlara encümenlere düşünülecek bir şey’ bırakılmamışdır ve yukarıda isbat ettiğimiz vech üzere böyle olmak da lazımdır. Zira hakk-ı takdir esasını kabul kuvve-i adliyyeye bahş olunan kaffe-i imtiyazatı istirdada kifayet eder. O zaman hakimler müdde’i-i umumiler mehakim ketebesi terakkılerini te’min için tabasbus ve temelluk tarikıne tevessül ederler. Göze girmek tarafdar peyda etmek hey’et-i intihabiyyeye çatmak teveccühlerini istihsal ile amir-i icranın re’yini kendi tarafına imale esbabını tehyi’e eylemek en büyük düşüncelerini teşkil eder. Acaba bu kabil tahassüsatın zir-i te’sirinde hukuk-ı ibad ne suretle muhafaza olunabilir? Ama denilecek ki işbu ahval... Kendimizce bir çok ma’nalar verdik. Kemal Bey’in rüchan-ı mutlak ile rüchanı Ahmed Midhat Efendi’yle Tevfik Bey’in Midhat Paşa’ya mensubiyetleri Nuri Bey’le benim bir tarafa intisabımız bulunmadığı mülahazaları da taharri eylediğimiz esbab-ı intihab içinde mevcud idi. Bu taksimde bizim hissemiz daha ağır düştüğünden rüfeka tesliyet vermeye başladılar. Hele Kemal Bey haza’in-i hayalinden Akka’nın mehasini hakkında o kadar şa’irane parlak sözler saçdı ki ahiren me’muriyet ile dört seneden mütecaviz bulunduğum Beyrut’a gidiyoruz zannetdim. Meğer Nuri Bey’le benim için hayırlısı bu imiş. Atide zuhur eden ahvalden bu taksimde iki refikin karlı çıkdığı tahakkuk etdi. Bir müddet kamarada oturduk. Sonra vapurun gezinti mahalline çıkdık. Bera-yı veda’ gelip giden zevat ile sohbet ve mülatafeler edildiği sırada Nureddin Dergah-ı Şerifi post nişini Galib Efendi merhum teşrif etdi. Mülakat-ı aliyyeleriyle mütena’im oldukdan sonra avdet buyurdular. Vapur da akşama doğru tahrik-i çarh-ı azimet eyledi. Rumeli kıt’asındaki münteha-yı seyahati Kağıthane Anadolu cihetinde gezdiği yerler Beykoz ile Haydar Paşa arasındaki mesafeye münhasır bulunan rakımü’l-huruf için bu ilk akşam şam-ı gariban hükmünü almışdı. Dakhaliyye Sarayburnu’nu dolaşdı. Ben de yalnız başıma bir tarafa çekildim. Bir cihetden Çamlıca tepelerine Adalara medd-i nigah eyliyor gahi İstanbul tarafına atf-ı nazar ediyor idim. Lahza lahza teba’üd ettikçe her yerden el-veda’ nidaları geliyormuş gibi oluyordu. Ufukda birer siyah leke halini andırıncaya kadar mevakı’-i mezkureye bakarak nihayet gözümün önünde tecelli eden manzara-i ulviyyeyi temaşaya daldım. Bu temaşanın kalbime ilka eylediği me’ani-i aliyye beni mest-i huzuz eylemiş idi. Bu hengam-ı vecd ü istiğrakda arif-i billah Şeyh Ömer bin El-Fariz hazretlerinin şu beyitlerini aheste aheste okumağa başladım: Artık güneş umman-ı bi-payan-ı semada mavera-yı ufka gitmiş ve zalam-ı leyl ile eşkal ve elvan-ı ka’inat mestur kalmış gitdim. Bu esnada yemek zili çalındı. Salona indik. Ta’am üzerine biraz gezindikden sonra kamaraya girdim yatdım. Ertesi sabah Kal’a-i Sultaniyye’ye vasıl olduk. Dakhaliyye’ye yanaşan bir beylik sandalı bizi aldı doğruca “Pesendide” namında Kal’a-i Sultaniyye’de karakol bekleyen küçük bir vapura götürdü. Orada bir hafta kadar kaldık. Meğer hususi bir vapur ile derhal İstanbul’dan çıkarılmaklığımıza seferiyyesini ikmal etmesi vakte muhtac olduğundan bizi hemen Çanakkale’ye müteveccihen hareket etmek üzere bulunan Dakhaliyye’ye irkab etmişler imiş. Muhafazamız sendide’ye nakl etdiler. Mevsim eyyam-ı bahar içinde en şa’şa’a-bar-ı letafet olan Nisan... Ka’inat kahkaha ile handan.. Etrafımızdaki dağlar tepeler zümrüdin çemenler rengin şükufeler ile donanmış.. Kubbe-i semanın laciverdi ile mülevven.. Sabahları nur-ı seheri müte’akıb ufk-ı şarkıde biribirinden ruh-nüvaz elvan-ı guna gun içinde şems-i alem-ara kemal-i debdebe ve ihtişam ile zuhur ediyor.. Tahrik-i dest-i nesim ile ihtizaza gelmiş hafif hafif dalgalar vapurun etrafına şıb şıb vuruyor.. Geceleri asumanda saf ve berrak bir saha-i nurani peyda oluyor.. Dedikleri gibi bu saha içinde bir na-mütenahilik bir mübhemiyet bir şi’r-i mersum hiss ü hayali okşuyor.. Guya bir cüz’ü la-yetecezza binlerce avalimi binlerce şumus ve akmarı müşahede ediyor idi. merin nakş eylediği serv-i siminler de bu letafetlere katılıyor mız ber-kemal idi. Hafız-ı Şirazi ile Safiyyüdin-i Hılli sanki bugünler için şöyle nağme-tıraz oluyorlar idi: Geceleri güvertede toplanır sath-ı deryada nur-i kamerle peyda olan menazır-ı cemile hakkında türlü türlü teşbih-i muhayyeller bularak biribirimize söyler idik. Fakat saha-i pehna-yı hayali ezhar-ı güna gun ile araste bir çemen-zar-ı bi-payan-ı letafeti andıran Kemal’in icad eylediği teşbihat yanında bizim teşbihlerimizin hükmü kalmayıp şa’şa’a-i zerrinleri bedre tesadüf etmiş yıldızlar gibi sönüyor idi. Gah şa’ir-i Şirazi’nin şu beyti: Me’alini okşar suretde şi’irler söyleniyordu. Gah edebiyatdan mesa’il-i kanuniyyeye geçerdik. Bir gece içimizden biri: Bizde kanun “icrasına irade-i seniyye ta’alluk eden nizamnamedir” diye ta’rif olunur. Halbuki kanun Montesquieu’nun ta’rifi üzere “tabi’at-ı eşyadan münba’is revabıt-ı zaruriyyedir” dedi. Diğer biri Montesquieu’nun bu ta’rifi ma’na-yı e’am ile bir ta’rif-i felsefidir. Bu ma’naca kanun: Bir aslın biri birine müşabih ahval ve keyfiyatda muttarid bulunan te’siridir diye dahi ta’rif edilmişdir. Her devletde müttehaz usule göre deva’ir-i a’idesince tanzim edilip kararlaştırılan layihalar mehafil-i ehl-i hall ü akdden geçirilerek icra-yı ahkamına irade-i cenab-ı hükümdari... MADDE VE MAVERA-YI MADDE Artık İlhad Yok On sekizinci asırda ve on dokuzuncu asrın bidayetinde ulema-yı maddiyyun tarafından tedvin olunan asarı okuyanlar zannederler ki ruhun mevcudiyetine ahiretin vuku’una ait olan i’tikad tehlike içindedir; sonunda beşer bu iki akıdeyi birden terk ederek hayatın mebde’i me’adı madde olduğunu cennet cehennem gibi şeylerin ise insanlar tarafından tasni’ edildiğini yakınen anlayacaktır. Hakıkat bu muzır fikir Avrupa’da efkar-ı münevvere ashabını teşkil eden tabakat arasında alabildiğine intişar etmiş hatta muharririnden bir çoğu bunu ala melei’n-nas i’lana her mecliste tervice kalkışmıştır. Vicdan-ı selim ashabından bunlara karşı durmak isteyen ulema ise –suret-i mahsusada bulüne yanaşmayacaklarını alenen söylemekte olan– bu adamlara karşı hüccet serdinden aciz kalmıştır. Bina’en-aleyh hiç münakaşaya mahal yoktur ki eğer hal bu tarzda devam edecek olursa iş birden bire ilhadın i’lan olunmasına kulub-i beşere hayat-ı sermediden nevmidlik çökmesine varacaktır. Artık bu akıbetin tederrün-i ictimai mikrobu olan fesad-ı ahlaka ne sağlam bir esas olacağını beyana hacet yoktur. Lakin zaten za’if olan beşerin bu mezheb-i maddiden dolayı düşeceği varta-i izmihlali ezelden takdir eden Halık-ı hakim bu şeytani hareket ve hücumun karşısına öyle bir sarp hail dikmiştir ki o sedd-i sedidin önünde fuhul-i maddiyyun cevab ve hitaba kadir olmayarak vakfe-gir-i hayret olup kalmıştır. Piş-gah-ı azmlerine dikilen bu mani-i meni’i görenler artık mezheb-i maddiyi büsbütün bıraktılar butlanını gördüler. Kendilerinin şimdiye kadar hakıkatten uzakta bulunduğunu ruhun bedenden müstakil bir mevcudiyete malik olduğunu ahiretin vuku’u cay-ı şüphe olmadığını delail-i mahsusa ile isbata kalkıştılar. İşte Alman meşahir-i ulemasından Dr. Karl Döperl İstikbal namındaki eserde şöyle söylüyor: “Ulum-ı tabi’iyye beka-yı ruhu inkara cür’et etmişti. Cenab-ı Hak yine o ulum-ı tabi’iyyeyi inkar etmekte olduğu ruhun muhallediyetine bürhan ikamesine mahkum eyledi.” Bakalım mezheb-i maddinin karşısına dikilerek nazar-ı nüfuzunu haybet içinde bırakan o hail ne imiş. İşte bu hail-i takat-güdaz ervah-ı mevta ile münasebet ve muhavere iddiasında bulunan taife-i “ruhiyyun”un zuhurudur ki bunlar o vasıta ile ancak görüp işitenlerin inanabileceği bir takım havarık meydana koyuyorlar. Kari’in-i kirama şurasını tasrih etmemiz lazımdır ki: Biz ne bu mezhebe ittiba eden sevad-ı a’zam ile yek-zeban olarak aşağıda bir nebze söyleyeceğimiz havarıkın ervaha mensubiyetini iddia ederiz; ne de bu hususta rical-i din ile birleşerek bunların taife-i cinne isnadına kail oluruz. Biz bu bahis ile bir çok uğraşarak nihayetinde bu havarık-ı adatın hakıkatte mevcud ve maddeden mütehayyiz bir kuvve-i akıleye mensub olduğuna kail olan ulemaya peyrevlik Bana öyle geliyor ki fikir ve nazarı keskin kari’lerden bir çoğu bu sözlerimi kat’iyyen reddedecekler de bunlar sahaif-i resaili işgali layık olmayan hurafat cümlesindendir diyecekler. Lakin biraz yavaş olsunlar! Zira görecekler ki bugün efradı yirmi milyona baliğ olan ruhiyyunun kaffesi ukul-i aliyye ashabından ulum-ı tabi’iyye erbabındandır. Revue de Revue müdürü Jan Fino ruhiyyunun adedini beyan ettikten sonra diyor ki: “Bu mezheb mürevviclerinin evsafını da ilave etmeliyiz. Evet bunlar ya ulema yahud esatize-i sanattan yahud etibba ve mühendisinden ibarettir. Biz ruhiyyundan olmak iddiasında bulunan şu’bede-bazların serairini meydana çıkarmak isteyenlerin himmetlerini takdir ile beraber içlerinde birinci tabakada bulunan ve sözlerine her suretle i’timad edilebilen ezkiya-yı rical bulunduğunu da unutmamamız icab eder. Çünkü bunların içinde Kroks Vayner Valas Zelner Oliviye Lodec Birayt Domorgan Botirof gibi daha bir çok kimyagerler fünun-ı tabi’iyye erkanı ulema bulunuyor. Bu zevatın ise öyle bir takım hurafatı kabul ettirmek maksadıyle tahrif-i hakayıka tezvire tenezzül edecek güruhtan olduklarını zannetmek kat’iyyen doğru olamayacağı gibi kendilerini sathi-nazarlıkla miyyedeki kudretleri meharetleri beyana ihtiyaç derecelerinden pek alidir.” Bu mezheb ulema-yı garb arasında intişar ettiği esnada senesinde Londra’da ekabir-i ulemadan müteşekkil bir cemiyet meydana çıktı. Cemiyetin reisi Jhon Lobek idi. ma’ruf bir fizyolojist bulunan Luviz reis vekili; Daron’un hem-seviye-i irfanı ve arkadaşı Alfred Rassıl Valas cemiyet-i riyaziyye reisi Morgan telgraf kumpanyalarının baş mühendisi Farli feylesof-ı hukuki Jan Fokes Oxford darü’l-fünunu muallimlerinden Akson cemiyetin azası idiler. Şimdi böyle mühim bir cemiyet teşekkül edince halk cereyan edecek mebahisin neticesine kemal-i heyecan ile lahik olamayacağını herkes biliyordu. Cemiyet tam on sekiz ay teharriyat ve tedkıkat-ı müdekkikanesinde devam etti ki netice-i mesaisi iddia olunan havarıkın sıhhatini te’yidden lunmuştur: “Cemiyet bu takririnde bütün a’za tarafından suret-i mahsusada müşahede olunan ve sıhhat-i vuku’u berahin-i kat’iyye ile sabit olan ahvalin beyanına hasr-ı nazar edecektir. Evvel emirde a’zanın beşde dördü tedkıkata başladığı zaman bu gibi şeyleri inkar edenlerin en ilerisinde idi; bunların vahime hayal mahsulü olduğuna yahud hiç olmazsa a’sabın bir amel-i gayr-ı ihtiyarisinden ileri geldiğine kalben kalıben mu’tekid bulunuyordu. Lakin bütün bu faraziyatı nefyetmekte olan bir takım ahval ve şurut dahilinde olarak ca cidden müdekkikane icra edilen tecrübeler de bi’d-defe’at yapılınca artık onlar da mevzu-i bahs olan havarıkın çar u naçar i’tiraftan kurtuluş olmadığını gördüler.” nan meşhur Krokes makam-ı riyasete geldiği zaman irad eylediği nutukta alem-i tabiatta akıl ve irade hasaisinden mütemetti’ maddeden mütemeyyiz bir kuvvet bulunduğuna otuz seneden beri mu’tekid olduğunu söylemiştir. Kezalik ceraim ve cinayat üzerinde tetebbuat icra eden ulemanın ser-amedanından bulunan Lombraso müellefatında ruhiyyunu cünun ile itham etmiş iken muahharen hatasını i’tiraf liğini iddiadan bütün halka hurafata kapılmış nazariyle bakarak yalnız kendimizi ulema zannetmekten hazer eyşeklinde yazılmıştır. lemeliyiz; çünkü bu hal bizi dalale sevkeder.” yolunda başkalarına nasihat vermiştir. Kezalik İngiltere’nin en meşhur hatiblerinden Dr. George Sekston mezheb-i ruhiyyuna karşı en şiddetli lisan kullananlardan iken sonra her nedense bu mezhebi tedkık hevesine düşerek on beş sene uğraşmış; nihayet sıhhatine kail olarak bu gün en büyük mürevviclerinden en büyük tarafdarlarından olmuştur. Dr. Chamber de uzun müddet ruhiyyuna atıp tutmuşken nihayet tashih-i zehab ederek hata-yı sabıkını itiraf eylemiştir. Meşhur James Celliye de aynı hal vaki’ olmuştur. Ser-amedan-i esatizeden Amerikalı Hislop ile İngiltereli Hudson’un riyaseti altında olarak Amerika ve İngiltere’de de bir cemiyet teşekkül etmiştir. Bu cemiyet teharriyatına on müşahedatın sıhhatine kana’atini ve bunların ervah-ı mevta ye’de bu cemiyetin iki reisi tarafından serdolunan mütala’atın bazısını tercüme edeceğiz: Üstad Hislop diyor ki: “Bu hayat-ı faniden sonra sermedi bir hayat olduğunu bir sene sonra bütün aleme karşı berahin-i kat’iyye ile isbat edeceğimi ümid ediyorum: Kendi gözümle öyle harikalar öyle müdhiş vak’alar gördüm ki bunların vehim ve tahrife isnadına imkan yoktur.” Üstad Hudson diyor ki: “Alem cidden hatir bir takım hadisat görecektir. İki sene yahud daha az bir zaman zarfında kavanin-i hayat-ı insaniyyeyi ve kendisiyle hiç bir dinin muarazaya kudreti olmayan diyanet-i kadimeyi tefsir ve izah edebileceğimi ümid etmekteyim. Artık beşeriyeti şimdiye kadar dağdar eden ye’isler içinde bırakan şükuk ve şübühat ber-taraf olacak; her şeyin mahiyeti tezahür edecektir. Hislop ervah-ı mevta ile muhaverede bulunduğunu söylüyorsa emin olunuz ki bir hakıkat-i halisaya tercüman olmuştur.” Gazete muharrirlerinden biri üstad ile mülakatında kendisine sebeb-i imanını sormuş şu cevabı almış: “Hislop ile beraber bu babtaki tedkıkatımıza on iki seneden beri devam etmekteyiz. İşe başladığımız zaman kat’iyyen bir şeye inanmaz sırf maddi idik. Maksadımız da aradaki hileleri tahrifleri keşfe münhasır idi başka bir şey değil idi. Lakin bugün ervah-ı mevta ile muhavere imkanına cezmen i’tikad etmişimdir. Bu babda öyle delilim vardır ki cay-ı şüphe olan ciheti kat’iyyen yoktur.” Gazetelerden biri hey’et-şinas-ı şehir Flammarion’un ervaha aid i’tikadını terkettiğini işa’a edince Figaro muhabiriyle aralarında şöyle bir muhavere vuku’a gelmiş: – Üstad ne oldu da mezhebinizi terke mecburiyet gördünüz? – Ben bir zamandan beri hakkımda meydan alan şayiattan dolayı cidden hayret ve te’essüf içindeyim. Çünkü mezhebimi kat’iyyen terk etmedim. – Öyle ise bu şayia sırf yalan imiş desenize? – Sırf yalan. Zira ben ahval-i ruhiyyeyi suret-i daimede tetebbu’ etmekteyim. Esrar-ı mevcudata karşı cehl-i mahz Bundan başka bir kaç aydan beri bir eser te’lifi ile meşgulüm ki yakında intişar edecektir. Meçhul ve Mesail-i Ruhiyye namı altında alem-i matbuata çıkan bu eser Avrupa’ca gayet mühim bir te’sir hasıl etmiş hatta bir kaç hafta zarfında hiç bir nüshası kalmamıştır. O eserde bilhassa ervah-ı mevtanın gözle görülebileceğinden bahsedeceğim. Sonra bahis mesa’il-i felekiyyeye intikal etmiş. Flammarion demiş ki: “Bütün mesail-i felekiyyeden daha mühim bir takım meseleler var ki ispritizm tercihan tedkık edilmek derece-i vücubdadır. Bina’en-aleyh ben münhasıran ve kemal-i ciddiyyetle bununla uğraşacağım.” ehemmiyet-i zatiyyesini ta’rif için bu ünvandan başkasına lüzum olmayan Krokes cemiyette ispritizme aid mübahase cereyan etmekte olduğu bir zaman yüzlerce akran-ı faziletine karşı “Ben bunun yalnız mümkün olduğunu söylemem; belki bu bir hakıkat-i mevcudedir derim” demiş. Kezalik müşarün-ileyh yirmi otuz def’a tab’ edilmiş olan Ahval-i Ruhiyyeye Dair Tetebbuat namındaki eserinde şöyle demiştir: “Ervahın görünmesi bence muhakkaktır. Bina’en-aleyh meseleye ya hiç vukufları olmayan yahud vaktiyle aleyhinde verdikleri hükmü şimdi geri almak istemeyen bir takım münekkidlerce asarım medar-ı istihza olacaktır diye hakıkati söylemeyecek olursam cebanet-i ahlakıyye göstermiş olurum. Hayır ben gözümle gördüğüm kemal-i dikkatle mükerreren yaptığım tecrübelerden anladığım şeyleri açıktan açığa bildireceğim.” Bu mezhebe mu’tekid olanların biri de George Sekston’dur. Asr-ı hazırdaki terakkıyat-ı ilmiyyenin erkan-ı mühimmesinden ma’dud olan bu zat evvelce ispiritizmin en büyük düşmanlarından aleyhinde en şiddetli lisan kullananlardan tetebuat-ı ciddiyyeleri neticesi olarak mezhebin sıhhatini şehadet-i his ile anlamış olanlara bile galebe çalmak derecelerine varmıştı. Bahusus şiddet-i şek ve muahaze ile ma’ruf olan bu zat hiç bir şey ile ikna’ı mümkün olmayanlardan bulunduğu için ihraz edeceği te’sirden cidden korkuluyordu. Lakin mahza Cenab-ı Hak tarafından husulü murad olan bir emr-i mühim için olmalıdır ki o da bu mezhebi tedkık merakına düşerek on beş sene kadar uğraştı. Fakat bu mesai sıhhati tahakkuk ettiği suretle mezhebi kabul etmek niyetiyle değil bilakis o mezhebin tarafdaranını suret-i kat’iyyede edilmiş idi. Lakin netice-i taharriyatı kendi hata-yı sabıkını çar u naçar kabul etmesinden ibaret kaldı. Diyor ki: “Yanımda istihzar-ı ervah kuvvetine malik bir kaç arkadaşımdan ma’ada hiç bir vasıta-i ihzar olmadığı halde kendi hücre-i işgalimde bütün ukulü durduracak red ve cerhi kat’iyyen kabil olmayacak bürhan ile anladım ki vukua gelen muhatabat sırf vefat etmiş ahbab ve akraba beyninde idi.” Ulema tarafından ulum-ı tabi’iyyenin Darwin’i namı verilen Lodec izhar-ı hak hususunda levm-i laimden pervası olmayan İngiliz Cem’iyet-i İlmiyyesi’ne kalkmış nazar-ı teharriyi harikulade esrarıyle beht ü hayret içinde bırakan bina’en-aleyh kemal-i ihtimama şayan olan mesail-i ruhiyye Ulum-ı tabi’iyyedeki rüsuh ve ihtisası ma’lum olan Dr. Chamber ile bütün alem-i tebabette şöhreti afak-gir olan Kanun-ı Sıhhi ve Emraz-ı Müzmine kitabının sahibi Dr. James Celli Oxford Darü’l-fünunu muallimlerinden Akson katü’l-arz ulema-yı be-namından Barkes elhasıl bu mes’eleyle resmen iştigali deruhde etmiş otuz büyük zattan ma’ada şimdiki saydığımız zevat gibi daha bir çokları bu mezhebin tarafdarıdırlar. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Haziran Tefsir-i Keşşaf’da kavl-i kerimi tefsirine dair Hulefa-i Raşidin efendilerimiz hazeratının diğerlerinden de rivayetler vardır. Hazret-i Ömerü’l-Faruk r.d.: tarikat-i ma’rife üzerinde sebat ettiler tilki gibi oynaklık hilekarlık etmediler. Hazret-i Osman r.d.: ihlas üzere oldular bütün mu’amelelerini bera-yı hak icra ettiler. Hazret-i Ali kerremallahu veche: feraiz-i Beyzavi aleyhi’r-rahme diyor ki: “Hulefa-yı müşarun mefhum-ı küllisinde münderic bulunan cüz’iyat ile temsile mahmuldür. Hiç birinde tahsis maksud değildir. Bunların kaffesi ictima’ etmedikçe hakikat-i istikamet bulunmaz. Şu ayet-i celilenin havi olduğu tebşirata kesb-i istihkak edilmez. Nazm-ı celili tefsirinde Beyzavi aleyhi’r rahme demiştir ki bu tefsire binaen istikamet ehli olan mü’minlere melaike-i kiramın nüzulü hal-i hayatlarında vuku’ bulmakta olduğu anlaşılır. Müfad-ı nazm: Onlara arız olan müşkilatı tehvin için melaike tarafından inşirah-ı sadr verecek havf ve hüzünlerini giderecek ilhamat vuku’ bulur imdad ve i’ane olunur demek olur. Beyzavi’nin bu tefsiri bila şübhe sahihtir. Meleklerin talib-i bezl-i musafaha etmeleri hakkındaki ehadis-i şerife bu hakıkati mü’eyyed olduğu gibi Misillü ehadis-i nebeviyyede mezkur melaikeyi ulema-yı kiramın rahmet ve nusret için nazil olan meleklere tahsis etmeleri de vazıhan ifade etmektedir. Bazı erbab-ı tefsir tebşirini hengam-ı memat ve zaman-ı haşre tahsis ile diye tefsir etmişlerdir. Yani ey erbab-ı istikamet kudum edeceğiniz dar-ı ahiretten korkmayınız terk edeceğiniz dünya için mahzun olmayınız. Enbiya vasıtasıyle va’d buyurulduğunuz cennet-i a’laya nailiyetle mesrur olunuz. Biz sizin veli ve nasırlarınız olub hayat-ı dünyada sizlere hakkı ilham ve hayrı telkın mehalik ve afatdan vikaye ile selametinizi te’min etmekteyiz. Tefsir-i Beyzavi’de bu ma’na ifade olunduktan sonra lenin sabıkan mezkur [ ] nazm-ı kerimine cihet-i irtibatı beyan edilmiştir. Yani münkir ve mülhidleri idlal için şeyatin canibinden vuku’ bulan tesvilat hilafına olarak biz mü’minlerin her zaman hayır-hahı onlar hakkında vesait-i imdad-ı ilahiyiz. Dar-ı ahiretde dahi şefa’at ve sa’ir suretle mu’avenet eyleriz. sa’ir nasın yek diğerine izhar-ı husumet ve ibraz-ı adavet eyledikleri hengamda. Bu ilave ile de sure-i Zuhruf’da ka’in nazm-ı şerifine ima buyrulmuştur. Ma’nayı münifi: Dünyada ehibba geçinen kimseler ruz-ı kıyametde biribirine hasım ve adüv olacaklardır. Zira aralarında cari olan hubb ü müvalat badi-i hüsran ve ukubet olduğu o zaman tebeyyün edecek bi’t-tabi’ mübeddel-i husumet ve adavet olacak. Yalnız müttakılerin sırrına agah olanların hullet ve sadakatleri fi’llah olmakla semerat-ı bi-nihayeyi müntec olarak orada da payidar olacak ve kendilerini taltif ve tebşir makamında işbu hitab-ı ilahi şeref-sudur edecek. Yani “ey rıza-yı Bari arzusuyle yekdiğerine muhabbet ve korku yoktur. Sizler asla mahzun olmayacaksınız.” Sizin için dar-ı ahiretde gönüllerinizin arzu ettiği her türlü ni’metler vardır. Her temenni ettiğiniz leza’iz-i ruhaniyye ve mevahib-i rahmaniye de size amadedir Bunların cümlesi rahmet ve mağfiret sahibi rabbimizden “nüzul” olarak verilecek. “Nüzul” zammeteyn dayfe der-akab ihzar olunan ta’am ve sa’ire demektir. Bunun bila teheyyü’ olmakla o kadar mükemmel olmayacağı ma’lum olduğundan ehl-i cennete taleb ve temenni olunmayan hatırlarına hutur etmeyen daha pek çok ni’metler sen evvelki ni’metler “nüzul” menzilesinde kalacağı müsteban olmaktadır. Nasıl ki bir hadis-i kudside varid olmuştur: Yani ben salih hukuk-şinas kullarım için hiçbir gözün görmediği hiçbir kulağın işitmediği asla beşer kalbine hutur etmediği bi-nihaye mevahib-i kudsiyye-i sübhaniyye i’dad buyurmuşumdur. Bu hadis-i şerifi Beyzavi aleyhi’r-rahme Sure-i Secde’de vaki’ esta’izubillah ayet-i celilesi tefsirinde zikretmiştir. Çünkü ayet-i mezkure de bu tebşiri havidir. Ma’na-yı şerifi: Hiçbir nefis hatta melek-i mukarreb ve nebi-yi mürsel dahi süleha-yı mü’minin için a’mal-i hasenelerine mükafaten kurretü’l-uyun olarak i’dad buyurulan ne’ama-yı gaybiyyeyi tasavvur edemezler. Dün yazdığımız bir makalede demiştik ki: Şark muharrirleri kı’asına aid havadisi nazar-ı rıfk ve insaf ile görmek icab eder; yoksa şiddetli muahezatın manası yoktur. Biz bu sözleri başka bir garaz tahtında söylemedik. Biliyoruz ki milletlerin levsiyat ile alude bir devr-i istibdaddan bütün fazail ve kemalatı haiz devr-i meşrutiyyete yükselmesi ancak bir çok şedaide göğüs gerdikten; bir çok müdhiş ukubata tesadüfle kah düştükten kah kalktıktan sonra kabil olabilir. Bu aralık bir çok cemiyetler bir çok fırkalar zuhur eder ki bidayette parlak parlak amal besler büyük büyük hasaisi temsil eder iken sonunda o emeller o hasisalar birden bire ma’kus oluverir. İnkılab geçirmekte olan milletin karşısına dikilmiş göreceği her akabenin öyle bir takım levazım-ı şe’ameti vardır ki bunlar bir aralık cem’iyetin asayişine kasteder rahat ve sekinetini alır götürür. Hak batıldan iyi kötüden tamamiyle seçilerek millet kavanin-i esasiyyesinin bahşedeceği sa’adet-i kamileyi ihraz edinceye kadar mahkumlar da ma’sumlar da inkılabın sadematından haliyle nasibe-dar olur. Bugün mürtecilere karşı izhar-ı şiddet ettiği için İttihad ve Terakkı Cemiyeti’ne düşman kesilen muharrirlerimiz acaba milletlerin istibdaddan meşrutiyete tealisi adeta bir evin alt katından üst katına çıkar gibi kemal-i huzur ve asudegi Eğer böyle bir zanda bulunuyorlarsa cihan-ı medeniyetin geçirdiği inkılabat-ı ictimaiyyeye bugün meşrutiyetle idare olunan akvamın vaktiyle uğradığı şedaide karşı ne büyük bir cehil ne yaman bir gaflet içinde puyan oluyorlar! Halbuki Fransa İngiltere hükümetlerinin tarihini tetebbu’ etmek o kadar uzun bir iş değil. Vakı’a bugün Türkiye’de Birinci Napolyon’un hükümetini andırır bir hükümet-i askeriyye kaimdir lakin inkılabın son devresi olan üçüncü devreye geçebilmek için böyle bir gazeteler kıyametler koparıyor; Osmanlılık aleminde pek elim hadiseler zuhur ettiğine dair bütün cihan-ı İslamiyet’e gayet müheyyic gayet muzlim haberler işa’a ediyor. Va esefa ki bu suretle müslümanlara pek büyük hizmette bulunduğunu zannederek bir taraftan da halkı tarik-i adl ü Bu neye benzer biliyor musunuz? Ortada bir hasta var marazın seyri icabınca bir devirden diğerine geçerken humma gibi hezeyan gibi çarpınmak gibi a’raz gösteriyor; hastanın karşısına bir herif oturmuş dehan-ı levm ü tel’ini bir karış açarak zavallı hastaya: “Bir an evvel şifa-yab olmasını dan vazgeç; çırpınmayı terket; bak komşuların nasıl sapasağlam geziyor sen de onlar gibi ol yoksa sözümü dinlemediğin takdirde herkes seni ta’yib edecek bütün dünyaya ibret olacaksın” diyor! Evet benim nazarımda bir devirden diğer devire geçen bir ümmet-i mariza ile bir halden başka hale intikal eden bir şahs-ı marizin musavat ve merhamete liyakat göstermek hele biçarelerin mukadderatına iştirak etmeyerek uzaktan tiyatro temaşa eder gibi davrananların muahezatından azade kalmak hususunda hiç farkı yoktur. Şimdi biri çıkıp diyebilir ki: Senin bu sözün kabul edilirse vazife-i irşadın butlanı hayır-hahan-ı milletin hızlanı lazım gelir; bu ise gerek şer’ai-i ilahiyyenin gerek etvar-ı beşeriyyenin külliyen hilafına bir harekettir. Deriz ki: Bizim sözümüz inkılabat-ı ictimaiyyeyi uzaktan seyredenler hakkında idi; yoksa inkılabın içinde bulunan rical-i fikir ü sa’y için kendi daire-i liyakat ve ihtisasında cihad edercesine çalışmak harekat-ı umumiyyeyi bir gaye-i felaha doğru çevirmek farzdır. Böyle yaparlarsa te’ahüd-i etmiş olurlar nitekim kuşe-i ferağa çekilir de mücahidin-i hürriyyetle birlikte çalışmazlarsa o nisbette azim vebal altında kalırlar. na’en-aleyh muharrirlerimizden biri İttihad ve Terakkı Cemiyeti’nin ahvalinde bilfarz bir uygunsuzluk görürse bu suretle aktar-ı alemdeki müslümanları cem’iyetten ru-gerdan etmeye çalışarak onların azim ve himmetini te’sirsiz bırakmak zaten fırsata müterakkıb bulunan kuva-yı garbiyyeyi hücuma sevketmek hiç bir vakit doğru olamaz. Bu hareketin akıbeti kat’i bir izmihlaldir. Şu sözlerden anlaşılacaktır ki el-Müeyyed’in son zamanlarda lığa ve müslümanlara ikaı tasavvur olunabilecek fenalıkların en büyüğüdür. Çünkü hükumet-i istibdadiyyeyi takdis edenler hakimiyet-i milliyyenin ma’nasını anlamayanlar bu gibi işa’attan öyle bir vehme düşecekler ki Hilafet artık bir cem’iyyet-i ihtilaliyyenin elinde baziçe olmuştur; bu cem’iyet adamları öldürüyor Müslümanlık ve medeniyetle hiç bir zaman kabil-i te’lif olmayan bir çok cinayetler irtikab ediyor... Bir kere bu vehim hasıl olduktan sonra nazarlarda devlet-i Osmaniyye’nin şevketi sakıt olacak hilafet-i Arabiyye te’sisine çalışan dessasların mel’anetleri alabildiğine revac bulacaktır. Bu hilafet-i Arabiyye mes’elesinin vahdet-i cet yoktur. İngiltere hükümetinin gaye-i emanisi Hilafet’i kaviyyü’ş-şekime bir hükumet-i İslamiyye’nin elinden alarak tek başına Arablar gibi biçare bir ümmete vererek bütün alem-i meyanına idhal etmek değil midir? Acaba el-Müeyyed’in bugünlerdeki muhacemat-ı mel’unesiyle kastettiği netice bu mudur? Yoksa kalemini hasis bir menfa’at mukabilinde mi böyle deni bir vazifeye satıyor? el-Müeyyed Refik Bey’e cevaben yazdığı bir makalede maksadının hayır-hahlıktan irşaddan ibaret olduğunu söylüyor. Pekala el-Müeyyed Abdülhamid’in zamanında nerede ban-ı ma’sumundan tutularak hak-i mezellete sürüklenir şübban-ı vatan öldürülür namuslar hetk olunur emval müsadere edilirdi. Mahza bir alay fıtrat-ı safilenin bir sürü hilkat-ı rezilenin keyfi için bu kadar mezalim meydan alırken el-Müeyye d nerede idi? el-Müeyyed’in hayır-hahlıkları nerede kalmıştı? Halbuki o zamanlar el-Müeyyed o hükumet-i zalimenin nişanlarını göğsüne takar o hükumet-i zalimenin elkab-ı şeyn-averiyle tefahür ederdi! el-Müeyyed o zamanlar hükumetin aleyhinde bulunmak cema’at-ı müslimine karşı bir huruç olur bina’en-aleyh evla olan kaza-yı ilahiye intizar ederek muhafaza-i sükundan Deriz ki cema’at-ı müsliminin tarumar olmak üzere bulunduğu bir sırada el-Müeyyed o cema’ati himaye için Abdülhamid’in mezalimine karşı sükut edebiliyordu da bugün neden yine o cema’atin hatırı için sükut edemiyor? Halbuki ümmet-i Osmaniyye şimdi bir inkılab geçiriyor. Edvar-ı inkılabın yahut kısa zaman zarfında milletlerin aklını başından alan bir çok hatalara sevkeden müşkil devirler olduğu hiç bir nazara karşı hafi değildir. Artık el-Müeyyed Allah’tan korksun da böyle yazılar yazmasın böyle sözler söylemesin. İşa’a etmekte olduğu haberlerin bilad-ı baide-i müslimine kadar giderek cumhur-ı müsliminin ızrarı için teşhir edilmiş müdhiş bir silah şeklini almasına heves etmesin. Eğer duyduğu duyurmak istediği fecayi’ cidden hamiyetini galeyana getiriyorsa İstanbul’a gitsin lisanı ile kalemi ile mücahedede bulunsun. Belki salaha kabiliyeti olan bir fırkayı Allah onun vesilesi ile tarik-ı sedada sevkeder. Lakin millet-i Osmaniyye böyle bir inkılab geçirmekte kendisi ise saha-i harekattan bu kadar uzakta kabul edilemez. Eğer bu hal devam edecek olursa kendisinin ha şümullü bir vesile ile şerrini ibtal hususunda muztar kalacağız ki o da cumhur-ı müsliminin hukukunu müdafa’a eden ceraidin sahibleri ile ittihad ederek her gün binlerce risale tab’ eyleyerek meccanen bütün bilad-ı müslimine göndermektir. Biz bu şübühata ayrı ayrı cevab vereceğiz: Birinci iddi’aya karşı deriz ki bütün cihan halkı cezmen bildikleri üzere Abdülhamid’in Kanun-i Esasi i’lanı kendi bulunan inzarat-ı milliyye te’siriyle vuku’ bulmuştur. O sırada Rumeli’den Arnavutluk’dan gelen avaze-i hürriyyet asakir-i Osmaniyye tarafından ibraz olunan asar-ı celadet eğer kabil-i mukavemet olsa idi Abdülhamid i’lan-ı hürriyyet ve kabul-i meşrutiyyet cihetine zerre kadar yaklaşmazdı. Otuz üç sene idame eylediği esareti ömrü oldukça kaldırmazdı. Fakat da’vet-i vakı’aya icabet etmeyecek olsa an-ı vahidde tarumar olacağını cezm etti de ondan sonra kerhen ve bi’l-mecburiyye i’lan-ı hürriyete müsa’ade etti. Abdülhamid inzarat-ı şedideye mukterin teklif-i umumi vusul bulduğu dehşet-i harika şiddetini arttırdıkça artırdığı hengamda –kendilerini i’zaz ve igna için devlet ve milleti giriftar-ı zillet ve sefalet eylediği– a’van-ı istibdadı ile müsteşaran-ı bi-iz’anını ve müşkilat-ı azime hudusünde celb etmekte bulunduğu Sa’id Paşa ve saireyi cem’ ve ihzar ile çare-cuy-i halas olmuşdu. Onlar da bi’l-mecburiyye müzakerat-ı müdhişeye rek akılları erdiği kadar düşündüler. Nihayet-i emirde teşnegan-ı hürriyyete mukavemet haric-i ista’at olmasına karar verdiler. Dersa’adet’de mevcud askerlerin de Selanik ve Manastır asakiriyle hem-efkar olarak onlar ile mukatele etmeyeceklerini ve hatta –İzmir’den Manastır’a gönderilen taburlardan ibret alarak– Yıldız civarındakilerin bile şayan-ı Bunun üzerine cebaneti ma’lum-i alem olan Abdülhamid’in cesareti kırıldı. Hazer ve ihtiyat ile amil olmak lüzumunu hissetti. Bundan akdem makam-ı fetvadan hal-i isyanda bulunan askerler ile din namına muharebe cevazına dair istifta etmiş oradan da asakir-i mezkurenin şer’-i şerife mutabık olan usul-i meşveret icabınca meşrutiyet-i hükumet tan ile ithamlarına ifta kabil olamayacağı cevabını almış idi. Artık çar naçar icabet emrini verdi ve fakat el altından nun tarafından olduğu sehabdan ari şems-vari suret-i celiyyede tahakkuk etmiştir. Ümid ederiz ki ahval-i ma’ruza artık Hind erbab-ı matbu’atı nezdinde de kesb-i vuzuh etmiştir. Gönderilen makalatın emsali akıb-i inkılabda esbab-ı mucibeye ıttıla’dan evvel tahrir olunduğunda şübhe yoktur. Sabah’ın numaralı nüshasında “Genç Türklerin sinden naklen derc olunan makalenin mütala’asından da müsteban olacağı üzere muharrir-i fazılın bu zan ve zehabda musib olduğu lehü’l-hamd tahakkuk etmiştir. Muhibb-i meşrutiyet olmasına dair kelimatı bütün kavl-i mücerredden ibarettir. Asla şayan-ı ehemmiyet değildir. kendisini cem’iyyet-i mezkure reisi i’lan etmesi de hurafat nev’indendir. Onun bu türlü meka’id ve masani’aları bi nihaye olub hengam-ı ceberut ve eyyam-ı istibdadında dahi cari idi. Buna dair bildiğimiz şeyler pek çoktur. Burada beyanına lüzum görmeyiz. Midhat Paşa’yı mahv u ifna için çevirdiği dolab-ı mekideyi mülahaza kifayet eder. Meclis-i Meb’usan’a ta’arruzda bulunmamasını beyan rib meb’usanı katlettirmedi demek murad olunursa izhar-ı hayretten kendimizi alamayız. Çünkü ordu ve donanma meşrutiyet tarafdarı olarak meb’usanı himaye etmekde olduğu halde bu suretle taarruz vuku’una imkan iddi’a olunamaz. Edna mertebe akıl ve idrake malik olan kimse bu ta’arruza cesaret edemediğinden başka muhafız-ı meşrutiyyet olan kuvvet dünyada dururken i’ade-i istibdadın muhalatdan olduğunu teslime de mecburdur. Mahza bundan dolayı Abdülhamid i’mal-i desais ve meka’id ile efkar-ı ammeyi din namına kendilerinden tenfir ederek Cem’iyyet’i nazardan düşürmeye ordular arasında tefrika ika’ etmeye çalışıyordu ki celb ve istimale eylediği asakir ile Cem’iyyet’i ve tarafdaranını mahv ü izale edebilsin. Bu sayede i’ade-i istibdada muvaffak olsun. Ama isterse ki bu uğurda bütün millet helak olsun. Devlet-i Osmaniyye zeval bulsun onun nazarında böyle şeylerin zerre kadar ehemmiyeti yok idi. Nasıl ki bu teşebbüsat netice-i mel’anetkaranesi olan Mart hadise-i feca’at-engizi bu hakikate şehadet etmektedir. İstanbul’daki asakirin bir mikdarını taşraya sevkiyle yerlerine Kanun-ı Esasi taraftarı olan Selanik Avcı Taburları’nın celbine muvafakat etmesi de çaresizliğinden naşi idi. Buna karşı hayli mümana’atda bulundu. Fakat Taşkışla asilerini Harbiye Nezareti’nin te’dibine müsara’atı gerek kendisine gerek perestişkarı bulunan asakire dehşet verdi sükut ve intizara mecbur eyledi. O hengamede donanmanın karşısında durması da cesaretini kırmaktaydı. Muhalefete lıyordu. Hareket Ordusu’nun kuvve-i kahire ile İstanbul’u muhasara bütün mevaki’-i askeriyyeyi zabt ettikten sonra Yıldız’a hücum edeceği sonra da asakir-i muhafızanın teslim olmalarına dair emir vermesi de hüsn-i niyyet ihraz etmesine delil olamaz. Çünkü artık teyakkun etmişti ki mukavemete kıyam seri’ ateşli toplarla Yıldız’ın hak ile yeksan bütün aile ve evladının mahv ü perişan olmasını intac edecekti. Bu teslim emri Yıldız’ın suları erzakı hava gazları kat’ edildikten sonra vuku’ bulmuştur ki biraz daha inad ve muhalefete muhafazası için bütün kuvvet-i hükumeti servet ü saman-ı milleti feda etmekte bulunduğu hayatı bile zail olacağı biiştibah Düvel-i ecnebiyyeden birinin himayesine iltica etmemesine beka-yı meşrutiyyet arzusunda bulunmasına sened bir iltica Abdülhamid’in daire-i istita’atında değildi. Ümid-i galebe münkatı’ olmadığı esnada bi’t-tabi’ terk-i saltanata meyledemezdi. hükmünce tedbir-i ha’inane aleyhine tahavvül ile mahsur kaldıktan sonra ise Hindistan rüfekamızın iştibahat-ı vakı’asını def’ ü izale ettikten sonra kendilerine sorabiliriz ki İstanbul’da bulunan asakirin Kanun-ı Esasi’yi te’yidi için gelen Hareket Ordusu’na karşı isti’mal-i silah etmeleri hakkında sultan-ı mahlu’un tahrikinden başka ba’is tasavvuruna imkan var mıdır; bir de bu askerlerin zabitlerin ita’atinden hurucla mevaki’-i kesirede “yaşasın padişahımız batsın Kanun-ı Esasi” diye bağırdıkları üç yüze karib genç zabitleri şehid ettikleri İttihad ve Terakkı Cem’iyeti a’zasını katle tasaddide bulundukları hengam-ı tuğyanlarında hangi kuvvete dayanırlar hangi himayeye güvenirler. Bila şübhe hükm ü kat’i verilmek iktiza eder ki eğer bu fitne-i uzmanın mürettibi Abdülhamid ile a’van-ı mel’anetbedidi olduğu muahharan his ve şuhuda müstenid delail ile sabit olmasaydı bu arz ettiğim bürhan-ı akli hükm-i mezkura göre kafi görülürdü. O dessas ve mekkar Abdülhamid Cem’iyyet-i aliyyenin getirmiş olduğu taburları ifsad ve iğva mahv ü ilga hususunda istihdama fırsat-yab olursa artık senelerden beri ihsanına gark etmiş adeta kendisine taptırmış olduğu ma’iyyet askerleri tamamen yanında bırakılmış olsa kısmen olsun vaktiyle Yıldız civarından ihrac ile taşraya sevk etmesindeki isabet kabil-i inkar olur mu? Munsıfane düşünerek hüküm vermeli o askerler ki mukaddema te’dibat-ı şedideye ma’ruz kalmadan Harbiye Nezareti’ne dan teb’id edilmişlerdi ki istibdad onun lahmi ve demi uruk ve a’sabıyla imtizac etmişti. Ol derecede ki hiçbir cürüm ve cinayetin irtikabına tereddüd bırakmazdı. Haka’ik-i ahvale mi hak ve savabdır yoksa refikimizin gayet sathi bulunan Meşrutiyet devrindeki mu’amelat-ı Hamidiyyeye karşı müdafa’atımıza dair kelimatı burada kat’ ile hengam-ı istibdadda cari olan ahvalinden ibaret kısm-ı saniye nakl-i kelam edelim. Refikimizin bu kısım ahvale dair serd eylediği sitayişleri de bir takım kuru de’aviden müteşekkildir. Bunları da altı nev’e irca’la birer birer cevablarını i’taya şuru’ ediyoruz: Servet-i milliyyeyi tezyid ve hazine-i maliyyeyi ıslah letlerin haza’ini derecesine isal etmiş olması iddi’a olunuyor. Refikimizin de’avi-i fariğası içinde bundan agrebi yoktur zannederiz. Abdülhamid’i gerek ikrah ve icbar tarikı gerek ler his ve müşahede ile butlanı zahir ve aşikar olmayacak sahteliği yek nazarda tebeyyün etmeyecek başka türlü medayih teharri ve ihtira’ında bulunurlar hiç biri böyle bir iddi’a-yı batıla cesaret edemiyorlardı! Çünkü mahlu’-ı mezkurun i’tibar-ı mali-i Osmaniyi rahnedar adeta mahv derecesine isal eylediği meydandadır. Bina’en-aleyh mevarid-i maliyyenin birine te’min-i istila edecek zıman-ı kat’i elde etmedikçe sermayedarandan bir ferdin bir para ikrazına ümid kalmamıştı. Bundan dolayı devletin bütün varidat-ı esasiyyesi Düyun-ı Umumiyye İdaresi’ne ecanibin taht-ı nezaretine tevdi’ olundu. Bu suretle umur-ı maliyyeye güya nizam verilmiş ve ortalığın i’timadı celb edilmiş olmağla güç hal ile gayet ağır fa’izler ile istikraz rece-i i’tibarını anlamak için bunca seneler bütçesiz müvazenesiz siz hazinede i’tibar ve intizam tasavvur olunabilir mi? Abdülhamid milyonlarca varidat-ı devleti yed-i iğtisabına geçirmiş bi-çare me’murları muhafaza-i vatan için terk-i dar ü diyar eden asakiri enva’-ı sefalet ve muzayakaya mahkum etmişidi. Yalnız sadıkane! hizmet eden me’murini ellerine miktar-ı kalili geçebilecek muhassasat ve mürettebatın bakıyyesini telafi için ahali üzerine taslit ile becerebildikleri kadar emval ve hukuk selb ü ibtaline serbest bırakmıştı. Hatta tahrib-i bilad ve ta’zib-i ibade mutlaku’l-‘inan olarak me’zun kıldığı haklarında vuku’ bulan şikayata kulak asmadığı bir takım büyük me’murları bir kısmı zat-ı şahanelerine a’id olmak şartıyle i’tisab-ı hukuk ve emvale dair teşvikat icra ederdi. Haccac-ı Zalim gibi müstebiddan-ı zalemeye rahmet okutan Ahmed Ratib ve sai’re gibi mevacib-i mürettebeyi takdimde kusur etmeyen vülatı vükelayı mezalim ve ta’addiyatdan yanıb kavrulan ahalinin şikayet ve istirhamatı ayyuka çıksa azil ve tebdil etmemesi bu hakıkatin bürhan-ı adilidir. Umur-ı maliyyenin fevkalade müşevveş bir halde bulunmasına mebni hükumet-i meşruta Meclis-i Me’busan’a muntazam bir bütçe irsaline kadir olamadı. Tanzim-i umur-ı maliyye için celb olunan Mösyö Loran gibi bir mali-i şehir bile hazinemizin duçar edildiği hal-i harabiye mütehayyir kalarak emr-i ıslahı müteazzir addediyor. Ve şera’it altında tebdil-i tavr u hareket hususunu tekemmülat-ı ahlakiyyenin noksan-ı mukteziyatına haml ile bu kabil zevatı tefrik imkanı fa’idesini te’min etmesine göre bu usulü müstahsen görmemiz lazım gelir. Hadd-i zatında pek nikbinane olan şu mülahaza bilmem ki maksadı ne derece te’min edebilir. Beşeriyetde su’e meyl cibilli ve fıtridir. Fakat adem-i vuku’u beklenilemez. Doğrusu kuvve-i adliyye menasıbına ta’yin hususunda hakk-ı takdiri mevzu’-ı bahs eden memleketler pek fena bir mazhariyetle musab olmuşlardır. Zira her nerede kuvve-i adliyyeyi teşkil eden zevat kuvve-i icra’iyyenin veya sa’ir kuvvetlerin hakk-ı takdirleriyle ta’yin olunmuş ise akabinde hey’et-i hakimenin ahlakı bozulmuş ve memleketde adalet esasları mahv u münderis olmuştur. Bugün bir istinaf hakimliği münhal olsa bidayet hey’et-i hakimesinden la-ale’t-ta’yin birini nazırın ilmine müsteniden o makama geçirmek nasıl doğru olabilir. Diğer hakim kendi hakkında da böyle bir ilim husule getirmek için neler yapmaz. Düşünmeliyiz ki hükkam için hasa’il-i za’ide yoktur. Evsafı kanunen ta’dad olunmuştur. Madem ki hakim bulunuyor bütün o evsafı ha’iz demektir. Hülasa kuvve-i adliyyeyi şeva’ib-i müdahaleden tenzih etmek ister isek kava’id-i meşruhayı bi’z-zarure kabul etmekliğimiz lazımdır. Bu esaslardan zerreten ma-udul tevazün-i kuvva emr-i mühimmini ihlal eder. Kuvve-i adliyyenin kuvve-i icra’iyye te’sirine ma’ruziyetinden tevellüd edecek mehazir kuvve-i kanuniyyenin kuvve-i icra’iyeye müdahalesi mahzuriyle de kabil-i kıyas değildir. Buradaki muhataraya nisbetle kuvve-i kanuniyyenin müdahalesinden neş’et edecek müşkilat hiç mesabesinde kalır. Zira bu müşkilat kabil-i telafidir. Halbuki ötedeki muhatara gayr-i kabil-i def’ ve izaledir. Kuvve-i adliyye menasıbına irtika hususunda o menasıbı ması işte bu kava’idin netayic-i tabi’iyyesindendir. Fakat hasa’is-i kuva böylece tefrik ve temyiz olunmaz ise mes’ele-i hazıradaki giriveler daima yüz gösterir. Asıl mes’eleyi izaha tavti’e kabilinden olmak üzere serd eylediğimiz şu temhidatı ikmal etmezden mukaddem mehakim ketebesinin dahi kuvve-i adliyyeye dahil bulunduklarını ettiğimiz kava’idin yalnız hey’et-i hakimede cari olabilib ecza-yı mahkemeden ma’dud olan ketebede cari olamayacağını mevzu’a ile tatbik eder isek derhal butlanını anlarız. Vakı’a kuvve-i adliyyedeki mahiyet kanunu tatbik eylemektir. Ve tabi’i kanunu tatbik etmek ciheti de hey’et-i hakimeye raci’dir. Ketebede böyle bir salahiyet mefkuddur. Fakat bir küllü teşkil eden her bir cüz’ün diğerinin ayniyle evsafını haiz olması lazım gelmez. Nitekim kanunun kuvve-i adliyyeyi temsil eden zevatı sıfat-ı hakimiyeti haiz olan ve olmayan suretiyle taksim etmesi de bu nazariyenin isabetini gösterir. Ma’a-mafih kanun ketebenin ecza-yı mahkemeden ma’dudiyetini tasrih eylemiştir. Teşkilat-ı Mehakim Kanunu’nun kırk sekizinci maddesinde “A’za mülazımları ve zabıt katibleri gibi mahkemenin eczasından addolunan me’murlar” ibaresi aynen mevcuddur. Yani bunları kuvve-i adliyyeye ilhak eylemişdir ki bu ilhakdan da bazı neta’ic husule gelmiştir. Ez cümle - Kaza bidayet mahkemelerinde birinci katibler a’zanın gaybubeti halinde vekalet etmek salahiyetini ha’izdirler. “Yirmi birinci madde: Kaza mahkemelerinde reisin gıyabetinde a’zanın en kıdemlisi ve a’zadan birinin reise vekaletinde veya gıyabında katib-i evvel ona vekalet eder.” Teşkilat-ı Mehakim Kanunu. - Mahkeme-i Temyiz baş mümeyyizleri ile istinaf baş katibleri silsile-i hükkamda ta’dad olunmuştur. “Silsile-i Hükkam: Elli dördüncü madde: Evvela mahkeme-i temyiz riyaset-i ulası saniyen mahkeme-i istinaf riyaset-i ulasıyla mahkeme-i temyiz riyaset-i saniyyesi salisen mahkeme-i temyiz a’zalığıyla mahkeme-i istinaf reis-i saniliği rabi’an mahkeme-i istinaf a’zalığıyla bidayet mahkemesi re’is-i evvel ve saniliği ve mahkeme-i temyiz baş mümeyyizlikleri hamisen bidayet mahkemesi a’zalığıyla mahkemei - Zabıt ketebesinin muhakemesi mensubu bulundukları mahkemenin hey’et-i umumiyyesine raci’dir. “Elli üçüncü madde: A’za mülazımı ve zabıt katibleri gibi bir mahkemenin eczasından addolunan me’murlar aleyhine umur-ı me’murelerinden dolayı vuku’ bulacak da’valar o mahkemenin hey’et-i umumiyyesinde rü’yet olunur.” Teşkilat-ı Mehakim Kanunu mehakimi kuvve-i adliyyeden addetmek lazım gelir ve şu halde kuvve-i adliyyede aranılan kuyud ve şurutun ve bu kuvvetde cari olan imtiyazat ve kava’id-i mahsusanın bunlar hakkında da mer’i olması iktiza eder. Hakimler gibi ahlakça emniyet-i kamileyi ha’iz olmalı ve ezhan-ı nasa da emniyet-i kafiye i’ta edebilmelidir. Hükkamın terakkısi kendileri için mucib-i itmi’nan olacak bir tarzda usul-i salime rabt edildiği gibi kuvve-i adliyye eczasından olan iş bu ketebenin dahi yine kava’id-i meşruhanın esas ittihazı suretiyle terakkıleri taht-ı te’mine alınmıştır. Tatvilden hazeren bu babdaki maddelerin dercinden sarf-ı nazar olundu. İşte görülüyor ki bunlar hakkında da hakk-ı takdir mevzu’-ı bahs olmuyor kıdem aranıyor. Şimdi mes’elemize te’alluk etmek üzere tenviri icab eden bir nokta daha var. Onu da izah ile mukaddimeye nihayet vererek asıl mes’eleye geçelim. O da müdde’i-i umumilik makamının kuvve-i adliyye menasıbına dahil bulunmasıdır. Bu makam adeta hakimiyet derecesinde bir ehemmiyet-i mahsusayı ha’izdir. Zaten tatbikatı teshil ması pek tabi’idir. Müdde’i-i umumiler sıfat-ı hakimiyeti haiz bulunmamakla beraber kendilerinde evsaf-ı hakimiyetin aranacağını kanun tasrih ediyor. Elli yedinci maddenin fıkra-i ahiresi: “Müdde’i-i umumiler hakimlik evsafını cami’ olmak lazımdır.” Teşkilat-ı Mehakim Kanunu Bu evsaf ise Mecelle-i Celile’nin . maddesinde ta’dad olunmuştur. “. Madde: Hakim hakim fehim-i müstakim ve emin mekin metin olmalıdır.” Bir de müdde’i-i umumilerin azli keyfe ma-ittefak kabul olunmamıştır. Bazı kuyud ve şurut ile takyid edilmiştir. Keza muhakemelerinde mensub bulundukları mahkeme hey’etinin muhakemesi usulü kabul olunmuştur. “. Madde: Mehakim-i nizamiyye a’za ve rüesasından veya müdde’i-i umumi veya müstantıklardan biri cünha nev’inden bir fi’li mürtekib olmakla maznun bulunur ise ma fevkınde bulunan mahkemenin müdde’i-i umumisi ma’rifetiyle celb olunarak o mahkemede muhakemeleri bi’l-icra hükmolunur.” Usul-i Muhakemat-ı Ceza’iyye Kanunu cümeni kava’id-i mesrude dairesinde o mansıba irtikasına delalet eder. “Birinci Madde: Mehakim riyaseti yahud a’zalığı veya a’za mülazımlığı ve zabıt kitabeti ile müdde’i-i umumiliği me’muriyetlerinden birinde bulunmamış olan zevat iş bu me’muriyetlere intihab olunamazlar.” Adliye İntihab Encümeni Nizamnamesi Madde müdde’i-i umumilik me’muriyetinin luyor ki Teşkilat-ı Mehakim Kanunu’ndan mu’ahhar olan iş bu nizamname müdde’i-i umumilik me’muriyeti için dahi Halbuki me’murin-i icra’iyye ma’lumdur ki mücerred nazırların veya ale’d-derecat ma-fevk amirlerinin emriyle ta’yin olunurlar. Şimdi Ali Mürteza Efendi’nin kuvve-i adliyye menasıbına irtika hakkındaki selahiyetini tedkık edelim. Muma-ileyh Mekteb-i Hukuk’tan a’la derecede me’zun Mekteb-i Temyiz-i Ceza zabıt ketebesinden bir zattır. Ortada menasıb-ı adliyyeden münhal olarak bir müdde’i-i umumilik makamı var. Bu makamı selahiyetdar zevatdan birinin muriyete geçmek selahiyetini haiz bir çok zevat mevcutdur. Bunlardan hangisi şu mansıbı ihraz edecek? Bunu kanunlar gösterir. Selahiyetdar olan zevatın bir kere derece-i ehliyetleri nazara alınacak. Görülür ki aliyyü’l-a’la derecede me’zunlar bu mansıba talib bulunuyorlar. Sene-i neşatda kıdeme bakılır. Bu şeritayı haiz de birkaç zat var. Bunlardan kuvve-i adliyyece hizmeti sebk edenler aranır. Bu cihette rüchanı te’min edemez yani şu şartı haiz zevat da te’addüd ederse hizmetde kıdem nazar-ı i’tibara alınır. Aynı kıdemi haiz bulunurlarsa artık ya kur’a tarikıne tevessül olunur veya hey’etce bunlardan biri re’y-i hafi ile intihab edilir. Mürteza Efendi’nin intihabında bu cihetler asla aranmamıştır. Ta’dad olunan derecatda pek çok zevatın mevcudiyeti bunu gösteriyor. Bu makama Mürteza Efendi’den evvel neş’et etmiş müte’addid aliyyü’l-a’la me’zunin-i müstahdeme mevcud ve hizmeten dahi kendisinden ziyade haiz-i kıdem oldukları halde onlardan biri geçirilmemiştir. İntihab Encümeni’nin hakk-ı takdiri olmayıb intihab kanununu tatbike me’mur olmalarına göre bu kanuna muhalefetleri halinde mes’uliyetleri icab eder. Balaya naklolunan tarihli kanunun yirmi dokuzuncu maddesine müraca’at Nazır da yalnız bir re’y sahibi olduğundan mes’uliyeti de re’yine maksur kalır. Kendisine diğer a’zalardan fazla bir mes’uliyet tahmil olunamaz. İntihab kanununa muhalif intihabat hüküm ifade etmez. Fakat intihab-ı vakı’ada kanuna muhalefet bu kadarla da kalmıyor. İntihab kararının re’y-i hafi ile verilmesi lazım gelir iken re’ylerin açıktan açığa beyanı suretiyle teşrihatından müsteban oluyor. Encümen a’zalarından birinin “Bütün bu kava’id aranmayacak Encümen’e dahil olarak bir guna re’y beyan etmeyib emr-i vaki’ karşısında sükut ettiğini beyan eylemesi nazır vekilinin re’y-i hafi suretiyle kararın ittihaz edilmediği yolundaki teşrihat-ı mezkuresini müeyyeddir. Halbuki intihab kanununda kararın re’y-i hafi ile ittihaz edilmesi tasrih olunmuştur. Bu hususta bir çok senelerden beri matbu’at ve neşriyat-ı raz bu dairede çalıştığımdan kıta’at-ı İslamiyyenin her tarafından birer türlü nida-yı necat çıktığını işitmemek mümkün değil idi; her tarafta nahdatü’l-İslam tea’li asarı baş gösterdiği görülüyor idi. Hind’de Mir Ali’nin Ruhu’l-İslam’ı Mısır’da merhum Şeyh Celaleddin Efğani ile bunun büyük şakirdi müfti Muhammed Abduh’un asarı ve sair resa’il-i mu’teberede taze can bulmuş felsefe-i İslamiyye; İran Rusya ve Osmanlı uleması ve fudelası arasında nümayan olan harekat-i efkar akvam-ı müslimenin yeni bir devre yeni zamana girdiğini göstermekte idi. Ulema-yı mütekaddimin ve ulema-yı müte’ahhirinin asar-ı nafi’alarına nazıra ve mütali’a olarak ulema ve fudelayı asrın asar ve efkarı tezahür etmekte idi. Cümlesinin matlubu – Selamet ve tea’li-i ümmetden ibaret olduğu halde nazar ve efkarlarını birleştirmek üzere ulema ve fudela-yı asırdan mürekkeb bir nedve-i umuminin fa’ideden hali olmayacağı senesi Şa’banü’l Mu’azzam’ın ’inde çıkmış ’ncı numaralı Tercüman’da yazmış idim. Böyle bir nedve-i umuminin ya ki mu’temer-i İslami’nin lüzumunu sene-i mezkure Ramazan’ında Mısır’da daha ziyade açtım. İlerisini Cenab-ı Hak hayırlı eyleyib insaniyet ve temeddün meydanında milletimizi payidar eyleye amin. Continental Oteli’nde Meclis ve Hutbelerim Eylül senesi mah-ı Ramazan’ın ’inci Cum’a günü akşamı saat ’da Mısır el-Kahire’de Continental otel-i mu’teberesinin büyük salonuna beş altı yüz kadar ulema ümera fudela muharririn ve üdeba ve eşraf cem’ olmuşlar idi. Mısır’ın cümle ve Avrupa’nın bazı cerideleri tarafından muhbirler hazır idiler. Herkes gelib yerleştikten sonra kürsi-i hitabete Şeyh Ali Yusuf çıkıb muharrir İsmail Bey’in tercüme-i halinden muhtasar haber verib hazır bulunanlara takdim etti. Cenab-ı Şeyh’in Arabça söylediği hutbesinin hülasası budur: “Rusya’da Bahçesaray beldesinde Türkçe neşrolunan Tercüman gazetesinin sahibi ve muharriri İsmail Beyefendi zadegan tabakasına mensub bir muharrir-i şehirdir. ’de civar-ı Bahçesaray’da dünyaya gelib tahsil-i ibtida’iyyesini milli mektebde ifa ettikten sonra Rus Mekteb-i Harbiyyesi’nde ve Avrupa seyahatinde kesb-i kemalat etmiştir ve ba’dehu Rusya’nın ve Asya-yı Vusta’nın ekser cihetlerini gezib ahval-i dünyaya vakıf olmuştur. Bundan otuz sene mukaddem Bahçesaray’da belediye re’isi olub şehrin ıslahına mübaşeret ile mekatib-i İslamiyyenin ahvaline ciddi dikkat etmiştir velakin me’muriyet-i resmiyye fa’aliyet-i kamilesine mani’ olduğundan hizmeti terk ile muharrirliğe süluk etmiştir. Def’a def’a Petesburg’a varıb üç sene kadar devam eden mu’amele’-i resmiyyeden sonra Bahçesaray’da kısmen Rusça ve kısmen Türkçe Tercüman gazetesi neşrine müsa’ade almıştır. Üç-dört yüz kadar müşteri ile başlayıb bütün gayretini ve bulduğu akçeyi bu işe sarf ederek tedricen ceridesini her tarafa münteşir etmiştir. Usul-i ifadesi gayet sade ve yüngül olub yazdıkları herkesçe fehm edilmektedir. ve seneleri Tercüman gazetesi Dersa’adet’e ve bin adet celb olunduğu ma’lumdur. Kazan’ın mu’teber familyasına mensub bulunan zevcesi merhume Zehra Hanım diyar ve rahatını terk ederek “niyet ve kalemden ma-ada malı olmayan” İsmail Bey’e refikalığa gelib gazetenin umur ve irsaliyesine ve muhaberatına ciddi hizmet etmiştir ki naşirlik müşkilatına galebe çalındığı belki merhumenin te’sirat-ı ma’neviyesi sayesinde vaki’ olmuştur. Bütün meclis el vurub rahmet okudu. Gazete te’sisi ile beraber İsmail Bey bir de yeni tarzda sıbyan mektebi açmış idi. Bu mektebde isti’mal olunan “usul-i savtiyye” sayesinde mübtedi talebelerin kırk elli günde bir derece okuyub yazmaya na’il olduğu görülüb usul-i tedrisin tecdidi bu mektebten her tarafa münteşir oldu. Rusya’nın ve Asya’nın bir çok vilayetlerinden Bahçesaray mektebine mu’allimler gelib İsmail Bey’in delaleti ile “usul-i savtiyye”yi görüb ve tahsil edib giderler ve böylece teshil-i tahsili en uzak yerlere nakil ederler idi. Yeni usul mekteblerin mikdarı binden aşmıştır; eski usul mektebler yavaş yavaş usul-i savtiyyeyi kabul ediyorlar. ya Türkleri için umumi edebi lisanın esasını koyduğudur. Fünun ve kemalat tahsiline; Cem’iyyet-i Hayriyyeler te’sisine; fenni edebi kitabların tercüme ve neşrine da’vetleri büyük semereler vermiştir. ’inci senesi Nijniy Novgorod’da Müslümanların ictima’ına gazetesi alet ve kendi reis olmuştur. Ve bundan böyle Rusya’da “İttifak-ı Müslimin” hizbinin vücuduna ve ba’dehu Duma’da Müslüman Fırkası’nın teşkiline hizmeti vaki’dir. Rusları seven ve mu’tedil efkarlı adamdır. Üç kız kardeşi hanımların mu’allimelik ve kızı hanımın Alem-i Nisvan ceridesi müdireliği hizmetinde bulundukları nazara alınırsa familya ile neşr-i ma’arife çalıştıkları te’ayyün eder. zetesinden ma-ada kütüb-i fenniyye ve tedrisiyye ve üç kıt’ada Kur’an tab’ edilmektedir. Meclis el vurub beyan-ı hoşnudi eder Şeyh Ali Yusuf kürsüden çekilmesiyle kürsüye İsmail Bey gelir; meclise umumi bir selam verir; bütün meclis el vurub hatibi istikbal etti. İsmail Bey hutbelerini Türkçe söyledi; tercümeleri Arabça okundu. Birinci Hutbesi – “Rusya müslümanlarının ahval-i hazıra ve harekat-ı akliyyelerine” dair idi. İkinci Hutbesi – “Bila ücret tahsil-i umumi-i dair idi. Rusya müslümanlarına dair hutbede bunların ahval-i dan ma’lumat verdikten sonra ma’arif-i milliyyelerinden bahsettiği sırada İsmail Bey Sibiryalı merhum Hacı Ni’metullah Kazanlı merhum Hacı Ahmed ve Oranburglu merhum Abdülgani el-Gafur’ların hamiyyet ve fedakarlıklarını naklederek –Hazerat bunlara rahmet-i Huda– dediği ile bütün meclis-i kebir “rahmet rahmet” nidasıyla salonu titretti. Ba’dehu hayatda bulunan Hacı Zeynelabidin Takiyef cenablarının fevkal’ade himmet ve fedakarlıkları ve fa’aliyet-i hamiyet-mendanesi yad olunarak hatib-i fazıl tarafından “Sağ olan yaşasın” denildikte “Yaşasın yaşasın” du’a-yı halisanesi tekrar salonu titretti. Rusya müslümanlarına dair olan hutbeye ziyade dikkat buyurmuş faziletli alim-i şehir sa’adetlü Latif Paşa hazretleri –ayağa kalkıb ve meclise hitaben– gayet mü’essir ve beliğ bir nutuk irad etti. Paşa hazretlerinin söylediği nutkun muhtasar me’ali budur: – İsmail Bey cenablarının Rusya müslümanları hakkında aldık: Biri –Rusya müslümanlarının rah-ı terakkiye girdikleri ve ikincisi Rusya hükumetinin müslümanlar hakkındaki mu’amele’-i mu’tedilesiyle Rus milletinin bunlar ile insaniyetkarane ünsiyet ve imtizacıdır. İşbu meclis ve bütün Mısır ehl-i İslamı namına İsmail Bey’e güzel haberleri için arz-ı teşekkür ediyorum. Rusya hükumetine ve bilhassa Rus milletine din kardeşlerim hakkındaki hüsn-i mu’amelelerinden ötürü arz-ı teşekkürat ederim.” Sa’adetlü Paşa’nın bu nutku bütün meclis canibinden makbul görülüb alkışlandı. İsmail Bey’in en büyük en mühim üçüncü hutbesi –Umum müslümanları uyandırmak temer-i İslamın Müslümanlar Kongresinin lüzumuna ve küşadına dair idi buna dair hutbesinin aynı budur: “Hazerat! Alem-i İslamiyet’in hal-i hazırına dikkat ile bakılıyor yor; her tarafta muharrikü’l-efkar gazetelerin çıktıkları ve bazı müzakere meclislerinin vaki’ olduğu işitiliyor. Bunlar güzel alametlerdir; lakin bu güzel alametlere aldanıb gaflet etmek ca’iz değildir; belki hatadır çünkü gayet geride nöbette kaldığımızdan te’min-i istikbal için pek çok gayretler pek ciddi çalışmalar iktiza edecektir. Hazerat! Şimaldeki Kazan’dan cenubdaki Mısır’a ve mağribdeki Fas’tan şarktaki Cava’ya kadar nazar-ı teftiş ile bakılır ise milel-i İslamiyye’de asar-ı temeddünden ve irtikadan ziyade asar-ı tedenni görülecektir… Medreseler ve mektebler harab ve bi-fa’ide bir haldedir; kesb ve sanayi’-i mahalliyyeler ya munkarız olmuş ya olmak yolundadır; esnaflar sönmektedir; alemin ticaretinde hissemiz pek az kalmıştır; umur-ı sarrafiyyede medhalimiz olmadığı gibi ticareti bahriyyeden bi-behre bulunuyoruz… Üç yüz milyonluk bir milletin otuz vapurlu bir şirket-i bahriyyesi beş milyon sermayeli bir bankası mevcud değildir! Hazerat! Dikkat edin… Cümlemizin esbab-ı te’ayyüşü ancak baba ecdaddan kalma toprakların verdiği bereket-i tabi’iyye sayesindedir. Hüner ve ma’rifet ile hasıl ettiğimiz şey pek azdır. Bereketli topraklarımız bir çok şeyler hasıl ediyor bunları alem pazarlarına çıkarıb satmak dahi elimizden gelmiyor; bundan böyle bereketin bir hissesini malımızı nakleden ecnebi gemicilerine vermeğe mecburuz! Ticaret meydanı olan Avrupa ve Amerika kıt’aları izlenir aranılırsa hiçbir beldesinde müslüman taciri bulunmaz; bulunduğu takdirde müstesna kabilinden olur; şarklı tacire rast gelinirse ya Ermeni’dir ya Rum’dur ya Yahudi’dir ya Hindu lakin müslüman değildir! İş bu Mısır’da yirmi kadar Hind mağazaları var; güzel ticaret ediyorlar ama hiç biri müslüman ticarethanesi değildir! Bizim Kazan’da ve Bakü’de her milletden tacir ve misafir bulunur ama Hindli ya ki Mısırlı bir müslüman tacir görülmez. Memalik-i hariciyyede iş görmediğimizden sarf-ı nazar; kendi vatanımızda dahi aciz kalıyoruz. Turan ve İran’ın Osmanlı ve Mısır’ın Mağrib’in ve Hind’in ticaret-i mahalliyyesi alış verişi yine ecnebiler elindedir! Hazerat! “Yağmur yağar içeriz; yerden çıkar yeriz” ile bugün dünyada ömür etmek mümkün ise yarın böyle hayvanca geçinmek ve rızk kesb etmek mümkün olamayacaktır… Bu miskinlik bu fa’aliyetsizlik bu hissizlik bizleri bitirecektir! Ecnebisiz ve yalnız müslüman hademeleri ile hükumet-i tımı kanal fabrika te’sis olunacak ise ecnebi ustalarına ecnebi mühendislerine muhtac kalıyorlar. Hülasa-i kelam mağribde şehr-i Ribat şarkda Şahabad hep bir derece berbad; gerek oluyor mutlak ya Jorj ve Ferdinand! Hazerat! Bir kavim ya millet iktidar-ı siyasiyyesini ve Lakin fa’aliyet-i kesbiyye fıkdanı ile meydan-ı iktisad ve ticaretde mevki’ini kaybederse bir değil on def’a ziyandır ve haline sebeb nedir? Ma’arifsizlik cehil denilirse –bunların sebebi nedir su’ali geliyor… Milel ve akvam-ı efrenciyyeden sarf-ı nazar bundan elli altmış sene mukaddem müslümanlar Ermeniler Gürcüler Rumlar Bulgarlar Yahudiler Farslar ve Budiler bizler ile bir derecede bulundukları halde bugün temeddün ve terakkıde bizlerden ileriye ne ile ve nasıl çıktılar? Hazerat! Bu halleri düşünmeliyiz halimiz çok acı ve ayanc bir haldir. Lakin buna karşı göz yummak bu hali setr etmek ca’iz değildir… Hatadır kazadır günahdır bu halimizi bu derdimizi setr etmek değil caddelerde meydanlarda bağırıb çağırıb söylemeliyiz: Yokluğunu gizleyen var olmaz; derdini söylemeyen şifa bulmaz. Derdimize çaremize bakmalıyız; aksi halde dahilen çürüye çürüye bir gün düşer caylur kalırız. Hazerat! Mes’elenin hallini; marazın devasını benden cak çok senelerdir bu mes’ele ile uğraşıyorum. Lakin çaresini bulamıyorum… Kavm-i necib-i Arabın isti’dad-ı medenisi ve fa’aliyet-i iktisadiyyesi tarihi ile müsbettir; kahraman Türklerin yetiştirdikleri ulemanın ve üdebanın asarı Semerkand rasathanesinin harabeleri bütün Asya’ya kanun ve intizam verdikleri bunların dahi isti’dad-ı tabi’iyyelerine daldir. Akvam-ı Turaniyye’den olan Finlandalıların ve Macar Venkerlerin fa’aliyet-i iktisadiyye ve medeniyyeleri cümle Türklerin isti’dad-ı medeniyelerine diğer bürhandır. Farsların dir… Demek istiyorum ki Arab Türk Fars ve Hind akvam-ı yollarımızı kestiren din-i mübin-i İslam mı? Hayır hayır! Müşerref bulunduğumuz din-i İslam terakki ve temeddünün menba’ıdır. Evvelce görülmüş terakkımizin belki baş sebebi ve muharrikidir. Dinimiz bir kanun-ı mukaddestir ki “cümleniz çalışınız” “cümleniz okuyunuz” “cümleniz tedbir ve sına’at ile yaşayınız” kai’delerini amirdir. Bizler ise hazırda bu evamir-i şerifenin tamam aksini işliyoruz; işşizlik sına’atsızlık; nadanlık hep bizde! Hikmet halimizin burasındadır! aleminde bir fikir ve bir eser ve bir edib zuhuruna karşı garb aleminde yüz fikir yüz eser yüz edib baş gösterdiği ilave olunursa halimizin ne kadar müşkil olduğu daha güzel anlaşılmış olur. Alem-i İslamiyet’in düşkünlüğüne bir derece Amerika kıt’asının keşfi sebeb olmuştur zannederim: Şark ve garbın eski yol ile ticaretinde memalik-i İslamiyye umumi kervansaray idi; büyük istifadeler ediyor idi. Amerika keşfi deniz ticaretine deniz yollarına meydan açıb memalik-i İslamiyyeye sekte ve durgunluk getirdi. Bununla beraber Avrupa’da maşinacılık terakkı edib bizim eski usul tezgahların emti’ası derece derece pazarlardan çekilib fabrika i’malatı meydan aldı galebe çaldı. Bu haller inkar olunamaz. Lakin bizleri yıkan düşüren yalnız bu olmasa gerektir. Belki daha ziyadesi kana’atlerimizden evham ve türlü hurafatdan ileri gelmiştir… Bu benim bir zannımdır. Hakıkat-ı hali keşfe iktidarım olmadığını yukarıda demiş idim. Böyle bir mes’elenin halli; esbab-ı tedennimizin keşfi ve devasının tertibi bir ya neme göre asrımızın ulemasından fudalasından erbab-ı umur ve üdebasından mürekkeb ve müteşekkil bir cem’iyyetin buna çalışmasına muhtacdır zannederim. Yani böyle bir mes’eleye ve böyle dertlere çareler bulunabilirse Mu’temer-i Umumi-i İslamiyye yani Müslüman Kongresi ictihadı Müslüman Kongresi Mu’temer-i İslami dediğimden Pan başından beri söyleyib geldiğim tedenni ve düşkünlüğe nihayet vermek terakkı-i ictima’iyyemize ve iktisadiyyemize yol açmak ile terakkıyat-ı asriyyeden hissemend olmak arzusundan başka bir şey olmadığı anlaşılmak gerektir. Bina’en-aleyh mevadd-ı siyasiyyeden bahsedilmemek şera’iti tahtında Mu’temer-i İslamiyye da’vet ve cem’ edilmesini zaruri görüyorum. Hazerat! İş bu Mu’temer-i Umumi-i İslamiyye’nin mesela bundan bir sene sonra Dersa’adet’de ya ki payitaht-ı sani olan Mısıru’l-Kahire’de ictima’ına tedarik lazımdır… Mevadd-ı rin vücuduna mani’ olacak sebeb ya ki buralardan Cenova’ya eğer arz ettiğim fikir münasib ise şimdiden bu işe mübaşeret lazımdır. Zann-ı acizaneme göre ibtidai halde Mısıru’l-Kahire’de ulema-yı kiramdan fudala ve üdebadan “Tedarikat Komisyonu” intihab etmeli; bu komisyon icmalen mü’temerin programına ve her tarafından murahhaslar da’vetine; sa’ir komisyonlar ile muhaberelere başlayıb lazım gelen mahallere resmen müraca’atlar eder ve böylece Mu’temer-i muhaberatına i’lanatına bir mikdar mesarifat lazım olacaktır. Fakat eminim ki akçe ciheti işe mani’ olmaz; ben de ve herkes de hissesini verecektir… Benim bildiğim bu kadar bakısini alem-i İslamiyet bilir. Uzun uzadı başınızı tuttuğum kalar el vurub hatibi alkışladılar. teallük etmesiyle kanun olur. Şu halde i’tiraz olunmak istenilen ta’rif usul-i idareye aid bir ta’rif-i sahihdir. Tehalüf-i kasd ü nazardan neş’et eden muğayeret-i mefhumiyye onun sıhhatine mani’ değildir. Bi’l-iltizam sözü uzatarak kanun lafzı şarih-i Kamus’un beyanı üzere fi’l-asıl lafz-ı Süryani olub endaze ve mikyas ma’nasınadır. Istılah-ı ehl-i fünunda kaide-i külliyye ma’nasında isti’mal olunur yani bir kaziyye-i külliyedir ki ondan mevzu’unun ahkam-ı cemi’-i cüz’iyyatı istihrac ve istinbat kılınır… Bir diğeri: Mes’ele medreseye intikal etti. Hep birden Handeler… Ba’de bürhetin gördüm ki Ruhu’l-Kavanin mü’ellif-i şehiri kavaninin enva’-ı muhtelifesi hakkındaki mefhum-ı külliyi ber-vech-i ati hülasa etmiş: “Les lois dans la signification la plus étendu sont les rapports nécessaires qui dérivent de la nature des choses.” Kavanin en amm ve şamil ma’na ile ol revabıt-ı zaruriyyedir ki mahiyet-i eşyadan neş’et eder demekdir. Sabahları uykudan kalktıkda aramızda enver ıtlak eylediğimiz Nuri Bey Kemal Bey’e “ekmel” Tevfik Bey’e “fık” Midhat Efendi’ye “med” muharrir-i acize “hak” diyerek kirli çoraplarını üzerlerimize atar biz de kendisine i’ade veya birbirimize havale ile gülüb oynaşırdık. Tevfik Bey her gün hab-nuşin-i safadan bi-dar olunca ber-mu’tad tuvaletini yapıb güverteye çıkar idi. Midhat Efendi ise muhitimiz dairesinde vuku’at-ı bahriyye ve saireye müte’allik müşahede eylediği gara’ib-i ahvali vakit geçirmez hemen dakıkası dakıkasına tomarına kaydederdi. Bir gün ba’de’l-gurub bir posta vapuru bizim bulunduğumuz noktaya mukabil düşen cihetten doğru Dersa’adet’e müteveccihen Boğaz’dan girmek ister Kule’den işaret olunur anlamaz yahud anlamak istemez kuru sıkı bir top atılır aldırmaz nihayet dehşetli son bir ihtar olmak üzere vapurun önüne doğru bir tarraka-i kıyamet-nümun tirdi yahud aklını başından aldı. Vapuru hemen çevirmek girdab-ı hatar-nakden kurtulabildi. Artık bu hali temaşa eden muharririn-i kiramda Satvet-i Osmaniyye’ye dair ne kadar parlak sünuhat ve mütala’atın barika-engiz-i zuhur olunduğunu söylemek iktiza eder mi? Fakat ertesi akşam bir vapur Kule’ye işaret vererek bir top attıktan sonra boğazdan geçti. Bu badire neş’emizi biraz kırdı. Biz o gece buradan tutdurarak mu’ahedeler hakkında bahislere giriştik. Silsile-i bahs uzana uzana ta “Kapitülasyon” mes’elesine kadar dayandı. Mülkümüz üzerine çökmüş olan bu kabusun devlet ve millet için nice azim mehaziri olub ez-cümle icabının Memalik-i Osmaniyye’de hakk-ı kazası bulunması hukuk-ı saltanat-ı seniyyeye iştirak demek olduğunu ve imtiyazat-ı ecanib an-asıl selatin-i maziyye hazeratı tarafından ale’l-ekser eser-i atıfet olarak verilmiş şeyler lınmış hukuk-ı ahdiyye yerini tutmuş olması ve ecanib ile mu’amelatı bulunan teb’anın ziya’-ı hukukuna badi olduğu gibi nice ahval-i elem-nak-i bir takım şevahid ve berahin vaktiyle Bab-ı Ali canibinden yazılan tahrirat-ı umumiyye feryad ile hikaye ediyor: “Uhud-ı kadime mu’ahharan Bab-ı Ali ile düvel-i ecnebiyye beyninde akd olunmuş olan mu’ahedat ile tasdik ve te’yid edilmiş olduğundan mer’iyyü’l-hüküm oldukça mu’ahedat-ı ahire ile müsavi olarak mer’i ve mu’teber olması lazım gelir. “Fakat şu kadar var ki uhud-ı kadimenin icra’atında ahkam-ı mündericesi münasib olmayan suretlerle te’vil ve tefsir olunduğu ve uhud-i mezkure ile i’ta kılınmış olan imtiyazat-ı lunan bazı su-i isti’malat-ı aleniyyenin mevcud olduğu ma’lum ve müsbetdir. “İşte su-i isti’malatın artık bir müddet daha temadi-i vuku’una müsa’ade etmek Devlet-i Aliyye’ce derece-i istihalede bulunduğu cümlenin ma’lumu olmak üzere mezkur sui “İşte şu sebebe mebni saltanat-ı seniyye uhud-ı kadimenin havi olduğu ahkam ve şera’ite tamamen ve bervech-i hakkaniyyet ri’ayet olunması hükumat-ı mahalliyyeye emr ü iş’ar ile beraber uhud-ı mezkure ile mü’eyyed ve musaddak olan imtiyazatın hududunu tecavüz edebilecek ve saltanat-ı seniyyenin hukuk-ı mua’zzeze’-i mülkdarisine dokunacak her türlü iddi’aların reddedilmesini dahi tavsiye buyurmuştur. “İşte hükumat-ı mahalliyyenin bu babda mütehattim-i uhdeleri olan vaza’ifin hüsn-i ifasını teshil için imtiyazat-ı mezkureden başlıcaları ihtar ve bu imtiyazatın dairesini ta’yin na’il olmaları lazım gelenlerini su-i isti’mal edilenlerinden tefrik için hususat-ı atiyyenin tahririne ibtidar kılındı: “Evvela: Uhud-ı kadime ile verilmiş olan imtiyazat tebe’a-i ecnebiyyeye mahsus ve münhasırdır. “Düvel-i ecnebiyyenin tercüman ve yasakçı sıfatıyla kendi hizmetlerinde bulunan adamlardan başka tebe’a-i Devlet-i Aliyye’den hiçbir kimseye ta’mim-i himayet eylemelerine uhud-ı mezkurenin hiç birinde mesa’ yoktur. “Saltanat-ı seniyye iş bu tercüman ve yasakçıdan gayri hiçbir mahmi tanımaz. Bunların miktarı ise bin sekiz yüz altmış üç tarihinde tanzim kılınmış olan nizamnamede mu’ayyen olub mazhar oldukları himayet zatlarına mahsus ve vazife’-i me’muriyetlerine merbut olub me’muriyetleri ile beraber za’il olur ve müddet-i hayatlarında akraba ve ta’allukatlarına şümulü olmadığı gibi vereselerine dahi müntakil olamaz . “Saniyen: Tebe’a-i ecnebiyye uhud-ı kadime iktizasınca ol vakit mevcud olan tekalif-i şahsiyye ve sa’ireden mu’af buyrulmuşlar ise de tekalif-i mezkure müddet-i medideden beri za’il olduğundan şu hal onların tekalifden bir suret-i umumiyye ve mutlakada mu’afiyetlerini mü’eddi olmaz. “Hatta ticaret-i dahiliyye ile me’luf olan tebe’a-i ecnebiyyenin en ziyade mazhar-ı müsa’ade olan tebe’a-i Devlet-i Aliyyenin verdikleri rüsum ve tekalif ile mükellef olmaları mu’ahharan akd olunan ticaret ahidnamelerinde derc edilmiş ve arazi vergisine gelince bunun te’diyesi tebe’a-i ecnebiyyenin Memalik-i Mahrusa-i Şahane’de istimlak-i emlak eylemelerinin mevkufun aleyhi olan şera’it-i aleniyyeden biri bulunmuşdur. “Mu’ahedat-ı ahirede vergiye dair olan istisna yalnız ticaret-i hariciyye hakkında olduğundan ticaret-i hariciyye ile meşgul olanlar mu’ahedat-ı ahirede meşrut ve münderic bulunan rüsumdan gayri bir şey ile mükellef olamaz. “Ticaret-i hariciyye müstesna olduğu halde gerek uhud-ı kadimede ve gerek mu’ahedat-ı mün’akide-i ahirede saltanat-ı seniyyenin tebe’a-i ecnebiyyeden kendi tebe’a-i mahsusasıyla siyyan olarak vergi tahsil etmek hukuk-ı mülkdarisi hakkında hiçbir mani’ yoktur. “Salisen: Memalik-i Mahrusa-i Şahane’de mukım düveli ecnebiyye konsolosları devlet-i metbu’aları süferasının bir suret-i mutlakada na’il oldukları ikametgahlarının haric ezmemleket addolunmak imtiyazını iddi’aya hiçbir hak ve selahiyetleri yoktur “Bin yedi yüz kırk tarihinde yapılmış olan ahidname-i hümayunun on altıncı maddesinde “Bir kimse bir devletin tüccarının mesalihinden dolayı onun konsolosu hakkında dahi temhir edilmez ve da’vası dahi Bab-ı Ali’de görülür” deyü muharrerdir. “İş bu bend hukuk-ı adiyyeye a’id mevaddan olduğundan bu suretle konsoloslar Bab-ı Ali’nin hükmüne tabi’ olub mücazat-ı bedeniyye ve ikametgahlarının temhiri gibi bazı turuk-ı icra’iyyeden başka bir şeyden mu’af olmaya hakları yoktur. Cinayata müte’allik mevadda gerek uhud-ı kadimede ve gerek mu’ahedat-ı mün’akide-i ahirede konsoloslara dair hiçbir gune ahkam yok ise de mukavelat-ı resmiyye olmadığı ve mukabele-i bi’l-misil usulü dahi mevcud bulunmadığı halde hukuk-ı milel ka’idesi iktizasınca konsolosların zına hiçbir gune hak ve selahiyetleri olmadığı cihetle konsolosların tebe’a-i Devlet-i Aliyye’den birini veyahud hükumeti hi Bab-ı Ali’nin hükmüne tabi’ oldukları vareste-i şek ve iştibahtır. “Rabi’an: İkametgahın haric-i ez-memleket addolunmak ları hakkında dahi şümulü yoktur. Fi’l-vaki’ tercümanlar vaza’if-i me’muriyetlerinin icrasından dolayı veza’if-i resmiyyelerine müte’allik ef’al ve harekat için hükumet-i mahalliye tarafından te’dib veyahud muhakeme edilemez ise de hangi devlet tebe’asından bulunursa bulunsunlar vazife-i me’muriyetlerine raci’ olmayan kaffe-i hususatda gerek hukuk-ı adiyye ve gerek cinayet maddeleri olsun mensub oldukları devletin tebe’a-i sa’iresi gibi hükumet-i seniyye canibinden muhakeme olunduğu gayr-i münkerdir. “Bu hususa dair uhud-ı kadimede münderic ahkam ve şera’it diğer türlü te’vil ve ma’nayı kabil olamaz. Uhud-ı kadime leket addolunmak imtiyazına mazhar olmadıkları gibi tercümanlarının dahi bu imtiyaza na’il olamayacakları ukul-i selime ashabı nezdinde müsellemdir. “Hamisen: Tebe’a-i ecnebiyyenin ikametgahının doğrudan doğruya taharri edilmemesi uhud-ı kadimede müeyyed ve musaddakdır. Mensub olduğu konsolosa haber verilmeksizin ve konsolos tarafından bir me’mur bulunmaksızın hükumet-i mahalliyye tarafından tebe’a-i ecnebiyyenin ikametgahlarına girilemez. “Bin yedi yüz kırk tarihiyle müverrah olan ahidname-i hümayunun yetmişinci maddesinde muharrer olduğu vechile tebe’a-i ecnebiyyeden birinin hanesine girilmek murad olundukta evvel emirde konsolosa haber verilmesi ve konsolos tarafından bir me’mur bulunması lazım gelmesi konsolos olan mahallerde mer’idir. “Fakat şurası mukarrerdir ki konsolos olmayan mahallerde dahi tebe’a-i Devlet-i Aliyye’nin ikametgahına ri’ayet olunduğu gibi tebe’a-i ecnebiyyenin dahi ikametgahına ri’ayet olunması muktezi ve ikametgaha girilmek usulünün hükumat-ı mahalliyyenin tebe’a-i Devlet-i Aliyye hakkında icrasından hali olmadıkları her türlü te’minatı cami’ olarak icra kılınması lazım gelir. “Bina’en aleyh bu misüllü mahallerde zabıta me’murları yalnız icab eden yerde kendilerine verilen emir mucebince tebe’a-i ecnebiyyenin ikametgahına girecekler ve bu da pek olacaktır. “Bu hususta me’murin-i merkume ile beraber hakim veyahud selahiyet-i lazımeyi ha’iz bir me’mur ile meclis-i memleketten üç a’za bulunacaktır. “İkametgahdan murad iskan olunan hane ile mülhakatı yani hane ve avlu ve bahçe ve duvar ile muhat olan açıklığıdır. Bunların haricinde me’murin-i zabıta bila ha’il icra-yı hüküm eyleyecektir. “Sadisen: Tebe’a-i ecnebiyyenin yerli ahali gibi kavanin-i saltanat-ı seniyyeden istifade etmeğe hak ve selahiyetleri olup ancak işbu hak ve selahiyet kendilerinin kavanin-i mezkure ahkamına mütabe’at etmek mecburiyetini da’i olur. “Hukuk-ı milel kavaidinden olan şu ka’ide uhud-ı kadime ile mülga ve münfesih olmadığından tebe’a-i ecnebiyyenin mensub oldukları sefir ve konsoloslar tarafından kabul olunmadı diye Devlet-i Aliyye’nin bazı kavaninine mütabe’at etmek istememeleri ve ecnebilerin hakim sıfatıyla dahil olmadıkları mehakim huzurunda mürafa’a olunmaktan ve tebe’a-i Devlet-i Aliyye ile tekevvün eden da’valarının hasm u faslı için fevka’lade muhtelit komisyonlar teşkilini madığı ve bu hale bu ana dek li-sebebin mine’l-esbab müsa’ade olunduğu cihetle bundan böyle kabul ve müsa’ade olunmaması iktiza eder. “Sabi’an: Gerek hukuka ve gerek cinayete müte’allik mevadda her bir devletin hükmü dahil-i da’ire-i hükumeti olan memalikin hududundan ileri memalik-i ecnebiyyede cari olamayıb yalnız gerek yerli ve gerek ecnebi olsun kendi memleketinde mütemekkin bulunan bi’l-cümle sekene ve bunlar tarafından zuhura getirilen vuku’at hakkında cari olur lik-i Devlet-i Aliyye’de istisnaat-ı vahime ile halel-pezir olmaktadır. “Uhud-ı kadime ahkamı iktizasınca hukuka dair da’valar gerek münhasıran tebe’a-i ecnebiyye arasında olsun ve gerek tebe’a-i Devlet-i Aliyye’nin dahi medhali bulunsun tefrikı lazım gelir. “Münhasıran tebe’a-i ecnebiyye miyanesinde tekevvün eden da’valar mensub oldukları sefir veyahud konsoloslara ve tebe’a’-i Devlet-i Aliyye’nin medhali olan da’valar dahi mehakim-i Devlet-i Aliyye’ye muhavvel olur. Uhud-ı mezkure hükmünce cinayete müte’allik mevadda dahi bir diğer ecnebiyi ızraren bir ecnebi tarafından vuku’a getirilen cinayet veyahud cünha ile tebe’a-i Devlet-i Aliyye’den birini veyahud devleti ızraren bir ecnebi tarafından irtikab olunan cinayet ve cünhanın tefrik ve temyizi iktiza edib tebe’a-i ecnebiyye miyanesinde vuku’ bulan cinayet ve cünhaların ta’kib ve istintak ve te’dibi cani olan ecnebinin mensub olduğu konsolos veyahud sefire ve tebe’a-i Devlet-i Aliyye’den biri hakkında olarak bir ecnebi tarafından vuku’a getirilen cinayet ve cünhaların ta’kib ve istintak ve te’dibi ise hükumet-i mahalliyeye aiddir. “Hususat-ı mesrudeden müsteban olduğu vechile Memalik-i Mahrusa-i Şahane’de mukım tebe’a-i ecnebiyye iki salihi için konsoloslarının hükmüne ve tebe’a-i Devlet-i Aliyye tabi’ olurlar. “İşbu idarelerin her biri tamamen icra-yı vazife ediyorlar. Hak ve adalet müstakil olduğundan konsolosların işine müdahaleye hükumet-i mahalliyyenin hak ve selahiyeti olmadığı misüllü mehakim-i mahalliyyenin hüküm ve kararına dahi konsolosların müdahale etmesi ca’iz değildir. “Tarafeyn mehakimi tarafından verilen hükümlerin tamamen ve kamilen icra ve infazı için gerek hükumat-ı mahalliyye ve gerek konsoloslar yek diğere mu’avenet etmeğe mecburdurlar. “Bu suretle konsolos mahkemenin selahiyetini veyahud olmayarak devlet metbu’ası tebe’asından birini tebe’a-i Devlet-i Aliyye’den biri tarafından ihzar olunduğu mahkemeye göndermeğe mecburdur ve Osmanlı Mahkemesi tarafından verilen hüküm ve kararın icra ve infazı için icra-yı mu’avenet etmesi iktiza eder. Ve ala-kila’t-takdireyn işbu hüküm ve kararın derece-i hakkaniyetini tedkık etmek kendisine raci’ olmaz. “Saminen: Uhud-ı kadime iktizasınca tebe’a-i ecnebiyye hakim-i mahalliyyeye aid bulunan de’avinin hin-i rü’yet ve muhakemesinde tercümanın hazır bulunması lazımdır. Uhud-ı kadimenin işbu ahkamı sarih olub hin-i muhakemede tercüman hazır bulunmazsa gelinceye dek maslahatın te’hiri ecnebiyyenin dahi tercümanın hazır bulunması bahanesini su-i isti’mal etmeyib belki tercümanı getirmeğe müsara’at etmeleri lazım geleceği fıkrası dahi münderecdir. “Tercümanlar de’avinin hin-i rü’yetinde hakim vaz’ ve sıfatında bulunmayıb da’vada medhali olan tebe’a-i ecnebiyyenin hamisi bulunurlar. Bu babda isbat-ı müdde’a için bir delil ira’esi iktiza ederse tebe’a-i Devlet-i Aliyye’den biriyle bir Fransız arasında vuku’ bulan da’vanın muhakemesinde tercümanın Fransa tebe’asından olan tarafın hamisi sıfatında bulunması Fransa devleti ile bin altı yüz yetmiş üç senesinde akd edilmiş olan ahidname-i hümayunun otuz altıncı maddesinde münderec olduğundan bend-i mezkur küm ve kararın tercüman hazır olmadı diye ke-en-lem-yekün hükmünde addolunması ca’iz olmayacağı misüllü muhakemede esna-yı müzakeratda tercümanın hazır bulunmak hak ve selahiyetini ha’iz bulunması ve mahkemeden çekilerek nını kat’ ve tevkıf edebilmesi iddi’alarının dermeyanı dahi ca’iz olamaz. Bu misüllü iddi’alar uhud-ı kadimenin ahkamına müstenid olmadığından redolunmalıdır. “Tasi’an: Uhud-ı kadime ahkamı iktizasınca cinayet veya cünhadan dolayı ecnebilerin hin-i muhakemesinde Devlet-i Aliyye hakimlerinin yalnız sefir veya konsolos veya onlar tarafından bir me’mur hazır bulunmadıkça icra-yı muhakemata girişmemeleri iktiza eder işbu me’murlar hin-i muhakemede hakim olmayıb hazır bulunmaları mücerred hiçbir gune intizamsızlık vuku’ bulmadığını görmeleri maksadına mebnidir. Tebe’a-i Devlet-i Aliyye’den biri tarafından bir ecnebi hakkında vuku’a getirilen cinayet veya cünhanın hin-i tedkıkinde konsolos veya tercümanın hazır bulunması uhud-ı kadime iktizasınca lazım gelmez. Fakat şurası der-hatır olunmalıdır ki bu misüllü muhakemeler aleni olub irtikab-ı cinayet veyahud cünha edenlerin mağduru olan ecnebinin mensub olduğu konsolos caninin hüküm ve muhakemesinde hazır bulunmaklığı arzu ederse kendisine bir hürmet-i mahsusa olmak üzere da’vet olunur ve şu usulün adem-i icrası halinde hukukça hiçbir şeyi terettüb etmez. “Aşiran: Bin yedi yüz kırk tarihinde yapılmış olan ahidname-i hümayunun elli birinci maddesinde dört bin akçeden ziyade olan de’avi diğer bir mahalde rü’yet olunmayıb Divan-ı Hümayun’umda hasm ü fasl oluna deyü muharrerdir. “Şu şart ol vakit devletin bulunduğu ahval-i umumiyyeye mutabık olduğu halde çok sürmeyib mensi hükmüne girdiğinden başka Memalik-i Mahrusa’-i Şahane’nin büyük şehirlerinde ticaret mahkemelerinin bugünkü gün bila istisna her yerde mehakim-i mülkiyenin te’sisi tarihinden beri mer’iyyül-hüküm değildir. “Mezkur şart tebe’a-i ecnebiyyenin gerek müdde’i ve gerek müdde’i aleyh sıfatıyla zi-medhal oldukları da’valarda cari olması lazım gelib halbuki düvel-i ecnebiyye tebe’a-i ecnebiyyenin müddei aleyh bulunduğu da’valarda mezkur şartın icrasına mümana’at ettiklerinden tebe’a-i ecnebiyyenin yalnız müdde’i bulundukları da’valarda inhisarı muga’yir-i hakkaniyet olur. “Tebe’a-i ecnebiyyenin uhud-ı kadime iktizasınca ha’iz oldukları imtiyazatın derece-i ehemmiyyet ve hududu bunlardan nın icra’atında te’vilat-ı gayr-i sahiha ile su-i isti’mal edilmiş olduğundan kavanin-i Devlet-i Aliyye’nin icra-yı ahkamına me’mur olanların vaza’if-i mütehattimelerini ifa ederek ve hukuk-ı mu’azzeze-i seniyyeye iras-ı halel edebilecek her gune ef’al ve harekatın vuku’una mümana’at eyleyerek işbu su-i isti’malatın izalesine gayret etmeleri lazımedendir. “İşte uhud-ı kadimenin vücudu kavanin ve nizamatın kı-i medeniyete ne derecelerde ika’-ı mevani’ eylediği bi’ddefe’at beyan ve isbat olunmuştur. “Bu cihetle Saltanat-ı Seniyye uhud-ı kadimenin mehazirini bir kat daha ağırlaştırmakta olan işbu su-i isti’malatın temadi-i vuku’una igmaz-ı ayn edecek olsa ifa-yı vaza’ifde tecviz-i kusur etmiş olacaktır.” İntiha. Hazret-i Ömer zamanında birisi hırsızlık etmişti. Sirkati sabit oldu. Ne kadar şera’it ve erkan varsa hırsızın elini kesmek kuk etmiş… Kur’an’da yok mu hırsızların elini kesmek?.. Lakin işte kütüb-i fıkhiyyeye aşina olanlar bilirler çok şartı var. Hem öyle her şey’i çalana velev nı var. Kimin malı olacak ne türlü mal olacak nasıl alacak?.. Bunlar uzun uzadıya tafsil olunmuştur. Her hırsızın eli kesilmez. Bu babda bir hayli mesa’il var. Her ne ise işte hepsi tahakkuk etmiş… Şimdi şer’an eli kesilmek lazım. Emretti Hazret-i Ömer: – Kesin şu ha’inin elini!... Tamam kesecekleri bir sırada o herifin ihtiyar bir validesi geldi. Hazret-i Ömer’e: – Ya Halife-i Resul ya Emire’lmü’minin! “ dedi. Oğlum acemidir. Nasılsa cahillik etmiş birinci def’adır. Eman rica ederim affet. Bunun üzerine Hazret-i Faruk ne buyurdu bilir misiniz? – Yalan söylüyorsun kadın! Ben Halife-i Resulullah’ım. Beni mi aldatacaksın? Eğer ilk işlediği günah olaydı Allah onun başına bela verir miydi? Kim bilir kaçıncıdır! Eğer acemi olub da ilk def’a yapsaydı Allah örterdi. Hazret-i Peygamber’den işitmişim ben: “Allah bir örter iki örter üçüncüde belasını verir dünyada ahiretde rezil ve rüsvay eder… Kesin kesin! dedi. Kestirdi ha’inin elini. Onun için Rabbü’l-alemin diyor. Her kim tekrar tekrar ha’inlik ederse artık o mutlaka gazab-ı ilahiyyeye uğrar. Yoksa birinci def’ada belki belayı verir ne yolda terbiye lazımsa eder. Vakı’a bazen mühlet verir fakat sonra bütün bütün vücudunu kaldırır. Bu münafıkların sergüzeşteleri izah olunacak. Kullardan çekinirler Allah’tan haya etmezler. [ ] Allah’ın rızası olmayan türlü türlü sözler hileler geceleyin birleşirler bir takın fesadlar kurarlar. Bu fi’ilin mastarı olan gece vakti müşavere müzakere etmek ma’nasınadır… Bunlar da öyle yaşamışlardı. Gece vakti toplanırlar: “Eğer Yahudi’nin da’vası meydana çıkarsa kabilemiz rezil olacak” dediler. Öteden birisi: “Ben yemin ederim” dedi “elbet benim yeminime inanır.” Diğerleri ise: “Biz de yalan yere şehadet ederiz” dediler. Geceleyin böyle meşveretettiler. Onun için Cenab-ı Bari diyor. Allah hazırdır ha’inler yaptıklarını kullardan gizlerler fakat Allah’tan gizleyemezler. Çünkü Allah beraberdir. Yani ilm-i ilahi nereye varsalar onlara te’alluk eder hazırdır. İlm-i ilahiden hariç bir şey olamaz. Çünkü mekandan münezzehtir. Her kul ile beraberdir. de var ya. Yerdekilere nasıl yakın ise göktekilere de öyle yakındır. Şarkta nasılsa garbta da öyledir. Mekan ve zaman Allah’ı bağlamaz. Hiç biri yok O mevcud idi. Allah mekanda temekkün etmez. Üzerine zaman geçmez. Gece gündüz sene ay… bizim üzerimizden geçer. Kimi şeyler vardır geçmiştir kimiler de var gelecek. Fakat bu kullara nisbetledir. Allah’a nisbetle geçmiş gelecek yok. Dünya nasılsa ahiret de öyle. Mekandan münezzeh olduğu cihetle bütün emkineye nisbeti ale’s-seviyedir. Zaman ile mukayyed bulunmadığı de öyledir. Ama senin zihnin almıyor. Zaten şu’unat-ı ilahiyyeyi hangi fikir alır? Fakat akıl bunu icab ediyor. Delil bürhan bu hakıkati meydana koyuyor. Madem ki mekansızlığı cihetiyle bütün hala’ika mübayindir zaman da öyle. Madem ki zamanı da halk etmiş mekan gibi hadisat-ı eşya gibi tekayyüd etmez. O halde geçmiş nasılsa istikbal de öyledir. Onun için ne buyurur? Onlar bir takım hileler düşündüler tedbirler tezvirler türlü türlü fesadlar kurdular. Zannettiler ki Allah da duymayacak yüzlerine çarpmayacak … Yoksa Allah’ı bilen ilm-i ilahinin şümul ve Suret-i haktan göründüler. Türlü türlü hileler kurdular. Herkesi birbirinden şübheye düşürdüler. Araya husumet ilka ettiler. Nefer zabitini tanımazsa efrad-ı askeriye kendi amirlerine lamet kalır mı? Sonra talebeler de hocaların aleyhinde. Burada pek değilse de başka yerlerde ekser talebeler bu fikirde muşlar. Hocalarına öyle diyorlarmış: – “Siz mürtedsiniz!...” – “Neden ayol? On senedir benden ders okudun. Kimden öğrendik kime i’tiraz edersin?..” Böyle ekser e’azım-ı ulemayı tehdid ettiler: – Siz de İttihad-ı Muhammedi’ye gireceksiniz!... – Allah Allah … İttihad-ı Muhammedi ne imiş? Yeni mi müslüman olacağız? Mecusi milletinde miyiz?... Meğerse o İttihad-ı Hamidi imiş!... Sırf onun parasıyla dolablar dönüyormuş. Mel’unlar! Sultan-ı Enbiya’ya iftira ettiler. Buna kapılan insanda idrak mi var? Demek şimdiye kadar herkes ne’uzu-billah Mecusi imiş! Şimdi Derviş Vahdeti mel’unu ortalığı müslüman edecek. Hay edebsiz herif!... Halbuki maksad başka. Bunlar mukaddimat. Bir kere halkın efkarı zehirlenmektir iş. Sonrası kolay. Öyle olmadı mı ya? Kim İttihad-ı Hamidi’ye dahil olursa yalnız müslüman o. Haricte kalanlar Mecusi kafir; onları kesmek lazım. “Şeri’at isteriz” diye ortaya çıktılar. Nasıl karşı durasın? Herkes hayrette kaldı. Bir şey söyleyecek olsak “Demek sen şeri’at ma’sumları zalimane gaddarane öldürdüler. Bak hileye! Gece vakti fesadlarını kurmuşlar Be hey şaşkın ha’inler! Şeri’at istenir mi? Yoksa işlenir mi? Vazı’-ı şeri’at demiş mi bir yerde: –“Şeri’at isteyin!? Var mı böyle ayet hadis? Hey mel’un şeri’at istenmez şeri’at kını hukukunu muhafaza eder yalan söylemez kimseye ta’arruz ve iftira etmez sarhoş olmaz. Allah’a Peygamber’e emirlerine ita’at eder nehiylerine inkıyad gösterir. İşte şeri’at budur. Yoksa mel’anete vasıta kılmak fesada alet etmek şeri’ati ayaklar altına almak… Bu şeri’at değildir. Hem şeri’at ister hem beri taraftan ma’sumları öldürür meyhanelere koşar. Ha’in! Şeri’at kan dökmeyi mi emreder? Mel’un! Şeri’at “şarhoş olun” mu diyor?.. Daha neler neler!.. Muhadderat-ı nisvanın elbiselerini yırtmağa cür’et ettiler. Niçin? “Yüzleri açıkmış iyi örtünmezlermiş!..” – Be kafir sen elbisesini yırttın bütün bütün açtın hem sen neci? Bu memleketin uleması var erkanı var. Neredeyiz? Çölde miyiz? Mertebe mertebe değil mi emr-i bi’lma’ruf nehy-i ani’l münker? Ahkam-ı şer’iyyenin icra’atı hükumete aiddir. Yolu göstermek de ulemaya düşer bir vazifedir. Fetvahane-i celile var. Daha başka vesa’it var. Acizleri gibi ulema meşayih var. Sorulur. Sonra icabı ne ise icra olunur. – Ama ben bazı münasebetsiz şeyler duyuyorum… Niçin hükumet bunları men’ etmez?.. Hangi zamanda beşeriyet cinayetden fezayihden tenzih-i mevcudiyyet edebilmiş; bunlar yalnız şimdi mi olan şeyler? Her şeyin yolu var. Her zaman bir olmaz. Devletin hal ve mevki’i daima müsavi olmaz. bazı vakitler olur hükumet cebir gösterebilir. Men’i lazım gelen şeyleri men’eder. Fakat bazen da olur sükutu lazım gelir. Siyaseten mümaşat olur. Kaş yapayım derken göz çıkarılmaz. Her şeyin yolu var zamanı var. Fitneden korkulur da çok fenalıklar men’ olunamaz. Fitne küfürden eşeddir. Şeri’atin bir cihetini icra edeyim derken bin türlü bela çıkar. İçimizde ecnebiler de var. Her istediğimizi birden yapamayız. Bir uygunsuzluk görürsen kalbin mahzun olsun. Yoksa dilinle elinle karışmayacaksın. Diliyle ulema muharririn; eliyle ümera karışır. Ahaliye düşen vazife kemal-i sükun ve itminan ile doğru yoldan ayrılmamaktır. Bir münasebetsiz şey görünce: “Bu münkerdir ben bunu men’ edeceğim” diyemezsin. Çünkü senin vazifen değil o. Sen kendin iyi ol evladını güzel terbiye et de bak sonra hiç fenalık olur mu? Sen kendi hevanda gezersin rüşvet dolandırıcılık her şey’i irtikab edersin sefahet yollarına para yetiştirmeğe çalışırsın. Biçarelerin günde altmış para çıkarabilecek zavallı çiftçilerin kazandıklarının hemen nısfını belki daha fazlasını al bu fukara teriyle vücuda gelen paraları çek bir fakirin bir sene de kazandığını sen bir gecede sarf et. Evladının terbiyesine bakma. Her türlü fenalıklar için sen onlara rehber ol. Sonra da: – “Ama bazı münasebetsiz şeyler olur ne yapayım?..” O münasebetsizlikleri yapan ya sen ya evladın. Niçin vilayetde bu kadar fenalık yok? Niçin oralarda böyle münasebetsizlikler olmuyor? Hep bu münasebetsizlikler İstanbul’a mı toplanıyor? Çünkü onlar alınlarının pak nasiyelerinin teriyle kazanırlar helalden yerler temiz süt ile evladlarını beslerler bi-hakkın müslüman terbiyesi verirler. Sonra da silahı eline verince önüne dağlar dayanmaz. Ne garib haldir asırlardan beri şu İstanbul menba’ı sefahet olmuş. Böyle iken bunlardan şikayete en ziyade hakkı olan olsa olsa zavallı taşra halkı iken biçareler her şey’e katlanıyorlar her şey’in yoluyla olmasını bekliyorlar; sen ise burada “Şeri’at isteriz” diye ortaya çık. Kime anlatıyorsun? Alemi ahmak mı sanıyorsun? Anlaşıldı ki bundan sonra zulüm ve gadr olmayacak haksızlık kalkacak zevk ve safalara nihayet verilecek herkes müsavata mazhar olacak… Seni korku aldı. Kendine güvenemiyorsun. Hafiyelikten başka elinde ne iktidarın var ne bir san’atın. Efendiniz de can çekişiyor. –“Aman bu iş böyle giderse bizim halimiz ne olacak? Ne köşkler kalacak ne zevk ü safalar!” Telaşa düştünüz. Kendi yaptığınız fenalıkları ma’sumlara biçarelere yükletmek istediniz. Zabitanı o her biri birer gazanfer-i hamiyyet ateşpare-i celadet olan vatan yavrularını lekelemek istediniz. Anladınız ki onlar sizin hayat-ı sefihanenize hatime çekecekler. Sizin hayvan gibi kullanmak istediğiniz biçare çifçileri bundan sonra sizin keyfinize hizmet ettirmeyecekler. Alıştığınız efendinizin alıştırdığı zevk ü sefahet alemlerinden dereke-i asliyyenize sukut ihtimal-i elimi sizi düşündürdü. Her türlü fenalıklara zihinlerin sığamayacağı cinayetlere sevk etti. Cahilleri kandırdınız. Suret-i haktan görünerek her biriniz birer şeri’at feda’isi! oldu. Çünkü başka çare kalmadı: Ya istibdad ya mahv. Zaten belli idi. Ne kadar zamandan beri planlar kuruluyordu. Vasıta-i mel’anet edilen gazeteler ortalığa fitne ve nifak ateşleri saçıyorlardı. Her şey’e i’tiraz her ne yapılsa hilaf-ı şeri’at… Guya evvelden beri hiç böyle şeyler olmuyormuş. Hep bu fenalıkları hürriyet getirmiş. Buna şükretmeli ki hürriyet sayesinde münafıklar ha’inler belli oldu. Ona göre davranır onlara ona göre emniyet ederiz. Bütün etrafımızı ha’inler sarmış. Ne kadar hamiyetli zannettiğimiz adamlar birer volkan-ı mefsedet imiş. Allah’a çok şükür ki bunları meydana çıkardı. Eskiden devr-i Hamidi’de bu fenalıklar olmuyor muydu? Belki daha fazla. Fakat kimse ses çıkarmıyordu. Şimdi hep o yadigarlar hadim-i şeri’at! oldu. Fesübhanallah. Vakı’a bazı şeyler var biz de istemeyiz. Bir takım münasebetsizlikler olur. Ama yalnız şimdi değil bu. Öteden beri alenen bir takım münkirat işleniyor. Ahir zaman alameti bunlar. Hepsini kaldıramazsın. Nur-ı nübüvvet uzaklaştıkça zulmet gelir ortalığa. Alemi senden sormazlar. Seni senden soruyor Allah. Şeri’ati işle bütün ahkamına tamamıyla mutaba’at et. Gördüğün yolsuzluklara da: “Ya Rab! ben bunlara razı değilim…” de geç. Evladını terbiye et müslümanlığı memleketin uleması var ümerası var. Herkes işiyle gücüyle meşgul olmalı. Kimse kimsenin işine karışmayacak. Hilal Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Temmuz Ma’mure-i alemdeki bir kaç yüz milyon müslümanın reis-i cema’at ittihaz etmiş oldukları hükumet-i Osmaniyye’nin vekayi’i hakkında olanca vukufları her kavmin kendi lisaniyle münteşir evrak-ı havadiste yazılan muharref hatta büsbütün ma’kus haberler dairesindedir. Bu haberler de ancak Mısır Suriye matbuatiyle Türkçe gazetelerden yayılıyor ki kat’iyyen i’timat caiz değildir. Eskiden Sultan-ı mahlu’un menakıbı göklere kadar çıkarılır rütbe yahud nişan tama’iyle avamın celb-i kulubü aleyh Abdülhamid’den uzakta bulunan bu akvam hakıkat-i hal ile münasebeti olmayan o menakıbe inanırsa hatta daha tinde tahayyül ederse hiç de şayan-ı hayret değildir. Şimdi Hakan-ı mahlu’ hakkında böyle bir fikir besleyen akvam üzerinde haber-i hal’ı nasıl olur da fevkalade büyük bir te’sir müslümanlara Müslümanlığa isabet etmiş addolunmaz? Zaten hadisat da bu merkezdedir. Nitekim Pencab kıt’asının merkezi olan Lahor şehrindeki Vatan gazetesi “Devlet-i Osmaniyye’de Bir İnkılab-ı Meş’um” ünvan-ı reziliyle bir makale yazarak şu sözleri söylüyor: “Bugün telgraf bize yürekler parçalayacak nası matem içinde bırakacak uğursuz bir haber getirdi ki duyulur duyulmaz Hind’de ve sair aktarı alemde bulunan alem-i İslam’a bir hüzündür çöktü. Bu haber ise Sultan Abdülhamid Han hazretlerinin azlidir.” Makale İttihad ve Terakkı Cemiyeti’nin Osmanlı hareket-i gösterdikten sonra şu sözleri söylüyor: “Gerek Cem’iyetin gerek Genç Türklerin vecibe-i zimmeti bu Sultan-ı muazzama hürmetten ibaret idi. Evet! O sultan tebe’asına öyle şefik umur-ı siyasiyyede o kadar tecrübe sahibi idi ki seyf-i Hilafet’i eline aldığı zamanlar memleketin umur-ı maliyyesi iflas halinde kuva-yı harbiyyesi ma’dum nizam-ı dahilisi perişan idi. Hariçteki düşmanlar hücuma amade bulunuyordu. Fünun-ı hazıradan bi-haber son derece cahil olan millet izmihlale mü’eddi bir tefrikaya giriftar olduğu için bütün cihan-ı medeniyyet nazarında mevte mahkum görülmüştü. Abdülhamid teşmir-i sak-ı ihtimam ederek hazineyi ıslah ile devlete Avrupa piyasalarında en kavi bir devletin itibarı derecesinde bir itibar-ı mali kazandırdı. Askeri usul-i cedide-i harb üzere ta’lim en son tarzdaki silahlarla teslih etti. Va esefa ki vaktiyle lehinde bulunan ve bütün füyuzu kendisine medyun olan o asker bugün aleyhine döndü. Bak ey kari’! Bu ne inkılabdır! Abdülhamid ulum ve fünun-i hazırayı bütün bilad-ı Osmaniyye’de neşre çalışarak kulub-i müslimindeki jeng-i cehaleti kaldırdı da vatanperverlik ittifak ittihad denilen şeylerin ne olduğunu herkes o sayede anladı. Vatanperverliği ittihadı Sultan Abdülhamid’den öğrenen adamlar kalkmışlar da onu vatana muhabbetsizlikle meşrutiyete muhalefetle itham ediyorlar. Sultan Abdülhamid otuz üç sene devam eden ahd-i hilafetinde memleketin milletin sa’adetine çalıştı. Bir çok icra’atiyle hükümetinin refahiyetini temin etti. Yollar açtı demiryolları te’sis eyledi kanallar yaparak sular akıtarak çölleri mezru’ hale getirdi. Uzak memleketleri birbirine yaklaştırdı. En kavi düşmanlara karşı hukuk-ı saltanatı sıyanet ederek asrın en mahir bir dahi-i siyaseti olduğunu yar u ağyare teslim ettirdi. Ulüvv-i himmeti sayesinde en müşkil mevki’lerden muzafferen çıktı. Kendisi gayet müdebbir gayet mücahid bir padişah idi. İşten güçten yılmazdı. Günde onsekiz saat mehamm-ı umur ile uğraşmak mu’tadı idi. Mülk ü milletin hakıkı bir hadimi idi rehavet ve istirahate kat’iyyen meyli yoktu. İşte otuz üç sene bu suretle uğraştıktan memleketin ıslahı için bu kadar şedaide göğüs gerdikten sonra mesaisinin artık semeredar olduğunu milletin de meşrutiyet-i idareye liyakat kazandığını görür görmez ni’met-i hürriyyeti tıyb-i hatırla bahşetti. Artık zimam-ı ihtiyarınız kendi elinizdedir. Çalışınız isti’dad ve irfanınızı gösteriniz dedi. Lakin bu kadar inayetine karşı millet zavallıyı hiç bir beyyine hiç bir bürhan olmaksızın mutlakıyet-i idareyi iadeye çalışmakla mahkum etti hatta tecrimine muktedir olamayınca şeyhülislamdan aldığı fetva-yı şer’iye dayanarak onu ecdad-ı izamının tahtından indirdi. Sultan Abdülhamid bu musibetin karşısında bile tevekkülü elden bırakmadı millete gücenmedi zira milletin hata ettiğini biliyordu. Ya Rabbi sen ni’met-i azimine karşı küfranda bulunarak şu müşkil zamanda en büyük sultan olduğunda şüphe olmayan böyle bir padişah-ı azimin kadrini bilmeyen şu muhti millete merhamet et....” harrirlerinin binlerce kari’lerinin i’tikadı bu merkezdedir! Bu bir hata-yı fahişdir ki neticesinde her vechile bizi mahzun lakin İngiltere’yi memnun edecek bir hatar-ı azim muhakkakdır. Bu hata rabıta-i cami’a-i İslamiyye’yi mahkum-ı inhilal edecek cihan-ı İslam’ın nazarında şeref-i hilafetin sukutunu mü’eddi olacaktır. Bu derde yegane çare Mısır ve Suriye matbuatı birleşerek lu’un cinayatının bir kısmını olsun bilmeyenlere tefhime çalışmaktır. Ta ki Hindliler hakıkati olduğu gibi görsünler de alem-i muhtaç olduğu şu zamanda tefrikalara düşüp mahvolmasın. Hindlilerin bilmeyerek sırf taklid ile takdis etmekte oldukları Sultan Abdülhamid devleti öyle bir zillete düşürmüştü ki garb hükumetleri nezdinde müslümanların ne şanı kalmıştı ne de şerefi. Eğer bu Sultan’a mahkum olan halk öteden beri padişahlarını takdise alışmış olan Türkler olmasa şimdiye kadar binlerce ihtilal vuku’a gelir idi. Ne Sultan Abdülhamid ne de avanesi böyle otuz üç sene değil otuz üç gün bile mezaliminde devam edemezdi. Artık Hindli kardeşlerimiz hatalarını tashih etsinler yakınen bilsinler ki Abdülhamid’i medh ede ede meleklerin fevkıne çıkaran gazeteler ya doğrudan doğruya kendisinden veyahud avanesinden paralar alır mansıblar kapardı bu Padişahı evvela Kanun-ı Esasi vermeye saniyen serir-i hükumetten olunan ulüvv-i cenab değil büsbütün başka bir hakıkattir. Yanı başımızdaki el-Müeyyed’in yaptığı gibi Hind gazeteleri de İttihad ve Terakkı Cemiyeti erkanını mürtecilere karşı şiddetli davranmakla itham edip duruyorlar. Bu gazeteler bilmelidirler ki bazı ahvalde tedabir-i şedide ittihazı levazım-ı dir hakkında ashab ile istişare ettiği zaman Ömer katline Ebu Bekir fidye ahzine tarafdar olmuş Hazret-i Resul de Ebu Bekir’in re’yini beğenmişti. Halbuki Kezalik Hazret-i Peygamber kabailin birinden aldığı üserayı katlettirmişdi. Çünkü hal böyle bir terhibi icab ediyordu. Nitekim sonradan büyük büyük adamlar bu suretle hareket etmişlerdir. Maksat intikam almak yahud teşeffi-i gayz etmek değil bazı ahval-i maraziyye ilcasiyle vücud-ı insanide ameliye-i cerrahiyye icrası zaruri olduğu gibi bünye-i ictimaiyye de ara sıra bu kabil icra’ata lüzum-ı acil gösterir. Bugün İttihad ve Terakkı Cemiyeti adam öldürmekte başka bir şey değildir ki şayet bırakılacak olsalar bünye-i Osmaniyye’yi yine eski hastalığa doğru sürükleyip götüreceklerdir. Türkleri rahat bırakalım şu devr-i inkılabı geçirerek saha-i kemale vasıl olsunlar. Bize düşen vazife madem ki onlardan uzakta bulunuyoruz muvaffakıyetlerine duadan ibarettir. Bilinmelidir ki inkılab-ı Osmani’nin icab ettiği şiddetler Fransa ihtilaline nisbetle hiçtir. Evvelki makalemizde söylediğimiz vechile ümmetlerin istibdadı çiğneyerek meşrutiyete yükselmesi ancak ciddi bir takım ameliyat-ı cerrahiyye Millet-i Osmaniyye’den kanun-ı tabi’ate mugayir bir hareket beklemek zaten abestir. el-Müeyyed’in hükumet-i Osmaniyye’ye aid haberleri son derece i’zam edilmiş olduğu halde Avrupa gazetelerinden nakletmesi uzaktaki bilad-i müslimine pek fena tesirler Sonra bu ceride gerçek yalan Hidiv hazretlerine mensub olduğu için zararı ona da dokunur. Çünkü neşriyat-ı vakı’ası Hidiv hazretlerinin inzimam-ı tasvibi ile meydan alıyor gibi bir zann-ı batıl hasıl olarak hükumet-i Osmaniyye ile Hidiviyet arasındaki münasebatın haleldar olmasına ve dolayısiyle hıtta-i Mısriyye ve Mısırlılar hakkında nahoş neticeler çıkmasına badi’ olur. Allah aşkına olsun ey muharrirler kaleminizin ismetini muhafaza ediniz. Avrupa hükumetlerinin dehan-ı hırs ü udvanı açmış olduğu böyle bir sırada vahdet-i İslamiyye’yi tarumar etmek sudur-ı müsliminde Devlet-i Hilafet’e karşı bir nefret uyandırmaya çalışmak vallahi öyle büyük bir vebaldir ki el-Mukattam dağı ağırlığınca altın verseler bile kabul etmemelisiniz. Ey müslümanlar aklınızı başınıza alınız sebil-i reşada avdet ediniz. Yakınen biliniz ki bütün dünya sizin aleyhinizdedir. Bütün dünya istiyor ki siz bu gaflette devam ederek vahdetiniz tefrikadar olsun da ya sizi büsbütün mahvetsinler yahud kendi mevcudiyetleri içinde temsil edip bitirsinler de artık ebediyen felah bulmayasınız. Geliniz Kitabullah’a temessük ediniz hepiniz birden habl-i metin-i Huda’ya sarılınız. Tefrikayı bırakınız bir takım ağraz-ı safile bir takım menafi’-i faniyye uğrunda birbirinizle uğraşmayınız bunları merdane çiğneyip geçiniz. Hakıkatini bilmediğiniz mesailde kat’iyyen birbirinizi itham etmeyiniz. Su-i zanda bu kadar acul olmayınız. Hüsn-i zannı kendinize şiar ediniz. Bahusus nazarınızda maznun olan bu kavmin harekatından uzakta bulunduğunuz gibi onları bu harekete sevkeden ruhtan hayattan da uzaktasınız. “Ve’l-akıbetü li’l-müttekın”. Vakı’a Abdülhamid maliyeyi harab i’tibar-ı devleti manend-i serab eylediği halde Yıldız kasalarını doldurmakta milyonlarca servet-i milliyyeyi kendi sefahetine casuslar menfa’atine sarf ve ibzal etmekte devam ile beraber Avrupa ve Amerika bankalarına na-mütenahi haza’in aşırmakta idi. Asakir-i İslamiyyenin açlıktan çıplaklıktan helak olduklarını da bilirdi. Fakat Yıldız civarındakilerden ma’adasını kendi kuvveti saymadığından müte’essir olmazdı. Abdülhamid kuvve-i askeriyyeyi fenn-i cedid-i harb kava’idi muktezası üzerine tertib ve ıslah eylemiş. Deriz ki Devlet-i Osmaniyye tab’an bir devlet-i harbiyye olub Avrupa usulü üzerine umur-ı askeriyyeyi tanzime Sultan Mahmud rahimehullah hazretleri bed’ etmiş ve temadi-i mesa’i neticesi olarak hayli terakkiyat husul bulmuş idi. Kanun-ı kerlikte de tedricen asar-ı tekemmül runüma olmakta idi. Fakat Abdülhamid’in su-i siyaset ve a’mali bu terakkı ve tekemmüle beta’et irasıyle kalmadı. Belki türlü türlü fesad ve halel ika’ etti. Ez cümle tersane tophane ve baruthaneyi öyle bir tedenni ve inhitata uğrattı ki o ali daru’s-sına’alardan Eğer bu takım mebani-i harbiyye mü’essesat-ı sana’iyyenin mürur-ı zamanla tabi’iyyü’l-husul olan terakkıyatı ibtal edileceğine cüz’i himmetle nevakısı ikmal sarf olunan nukud-ı bi-nihaye hüsn-i isti’mal olunsa idi bugün gayet gali esmanla Avrupa’dan esliha levazım-ı harbiye iştirasına mecbur kalmaz idik. Fakat bu mübaya’at vesilesiyle mabeyn erkanı tahsisat-ı askeriyyeden para çalmakta menafi’-i gayr-i meşru’a te’min etmekte idiler. Onların bu babda hıyanetleri bi-nihaye olub muhtac-ı izah değildir. Abdülhamid’in mu’amelat-ı devletin bu kısmına aid fesadatı levazım-ı harbiye tedariki hususunda bizi Avrupa’ya esir etmişdir. Terakkıyat-ı askeriyeye hadim kıyas olunan Abdülhamid Dersa’adet’te ta’limat-ı askeriyye icrasına bile müsa’ade etmez casuslar ile doldurduğu Medrese-i Harbiyye’nin darı olmayan zabitleri terfi’ eder muktedir olanları nefy ü teb’ide vesile arardı. Sunuf-ı Harbiyye’ye ilave ettirmiş olduğu zadegan sınıfı yüzünden husule gelen mefasidi mülahaza etmek kendisinin ne derece terakkı-şikenane hareket ettiğini meydana çıkarır. Az çok görülen asar-ı intizam bir takım hamiyetli ümera-yı askeriyyenin himmet-i fedakaranelerinden başka cihete atfolunamaz. Eğer onun has bendeganı vehamet-i encamı düşünmeyerek askerliği imhaya dair her türlü vesavisine mütaba’at etmiş olsalardı bugün Osmanlı askerliğinin nam u nişanı kalmazdı. Cenab-ı Allah’a hamdetmeliyiz ki askerliği tamamen mahv u izmihlale muvaffak olmadan Allah onun vücudunu kaldırdı. Ulum ve ma’arif neşrine himmeti iddi’a olunuyor. Buna da hayret etmemek kabil değildir. Bu asırda ma’arif-i cedide terakkıyatı her devletde her milletde zaruret şeklini almıştır. Eğer Osmanlıların ha’iz oldukları kabiliyetleri önüne sedd-i haylulet çekilmiş olmasa idi bugün biz Fransızlar Almanlar kadar olmazsa da Japonlar kadar behemehal mazhar-ı terakkıyyat olurduk. Fakat Abdülhamid devlet ve millete ma’arif hususatında da muharib terakkıyat-ı ilmiyyeden gayet mücanib olmasına mebni bi’z-zarure ibka etmiş veya küşadıyla nümayiş ibraz eylemiş olduğu medaris ve mekatibi mela’ib-i sıbyan derekesine indirmişti. Mecmu’amızın bu seneye dair kısmından ’uncu sayfaya müraca’at olunsa cay-ı i’tibar neler görülür. Tüllab-ı ulum-ı diniyyenin imtihan usulünü ilga etmesi de ilme adavetine bürhan-ı adildir. Bundan dolayı değil midir ki onlar tahsili terkle ihtiyar-ı atalet ettiler. Hatta Kanun-ı Esasi i’lanından sonra usul-i kadime üzere imtihana da’vet olundukta bütün talebe i’tiraf-ı acz ile atiye ta’lik istirhamında bulundular. Abdülhamid’in nazarında bi’l-cümle ma’arif-i diniyye ve dünyeviyye ekber-i cera’im derecesinde olduğu bütün ahali nezdinde ma’lum olmasına mebni ilim ve ma’rifet man’i-i tefeyyüz addolunur kendisine cehaletle takribe çalışılırdı. Onun ahkam-ı meş’umesi cümlesinden olmak üzere sinin-i ahirede herkesin hanesi teftiş olunarak kitabları gasb olunmak bid’at-ı mel’unesi ta’kıb edilmekte idi. Muzır addolunan kitablar toplanır sahiblerine cezalar ta’yin olunurdu. Bundan dolayı bi-çare kalan erbab-ı ma’arif kendi elleriyle asar-ı nadireyi yakmaya yer altına mahzenler içine defnetmeye mecbur idiler. Yalnız bilad-ı Suriye’de bir sene zarfında esfar-ı kadime ve cedideden on bin kadar kitab mahv ü itlaf edilmiştir. İstanbul’da resmen ihrak olunanlar herkesin ma’lumu olduğu cihetle beyandan müstağnidir. Artık Abdülhamid nasıl bir muhibb-i ma’arif! olduğunu siz tasvir edin. Otuz üç sene millet ve memleketin sa’adetine çalışmış olması da ta’dad ediliyor. Fakat sözün doğrusu o kadar müddet mülk ve milletin mahv ü harabisine bezl-i gayret etmesi ve ma’at-te’essüf arzusuna da hemen hemen na’il olmasıdır. Hindistan’daki ihvan-ı dinimiz bu zanlarında bir dereceye kadar ma’zur addolunabilirler. Çünkü cereyan eden ahvali görmüyorlar bilmiyorlar. Bizler ki gözümüzle görüyoruz veya kulaklarımız ile işitiyoruz. Belki bizzat belasını çekiyoruz onun su-i siyaseti ile her canibimizden teveccüh eden felaketi açıktan açığa söylemeye mecburuz. Yollar ve şimendüferler yaptırmış cedveller ve kanallar küşad ettirmiş olması da der-meyan olunuyor. Bu da hilaf-ı hakıkatdir. Ümmet için Abdülhamid hiçbir selamet tarikı düşünmemiş i’mal ve istihsaline himmet etmemiştir. Yalnız alem-i İslamiyet’in i’anat-ı dindaranesi sayesinde bir Hicaz şimendüferi başlandı bu te’sis ve teşvikten maksadı aktar-ı Hicaziyye’ye hizmet olmayıb mahza orada bir Hilafet-i Arabiyye teşkili korkusuyla lede’l-icab bu tarikle esbab-ı müdafa’a hazırlamaktır. Ecanibe verdiği şimendüfer imtiyazatı ise hep celb-i menafi’ ağraz-ı fasidesine müsteniddir. Onun büyük bir menba’-ı serveti de bu imtiyazat mes’elesidir. Külliyetli bir meblağ zatına mahsus bir hayli hisse senedatı almadıkça hiçbir ecnebiye imtiyaz vermezdi. Bi’l-cümle hukuk-ı milleti menafi’-i memleketi bu uğurda feda ederek kanallar değil devletin yüreğinde öyle yaralar açmıştır ki kıyamete kadar iltiyam bulmaz. Kendi ihtirasat-ı batılasını tervic için ecnebilere de fevka’l-gaye müsa’edatta bulunmuş verdiği imtiyazatı gayet ağır ve takat-fersa şera’ite rabt etmiştir. Şimendüfer mukavelatına kilometre başına hazine-i maliyece te’diye olunacak öyle nisbetsiz tazminat derc ettirmişdir ki hiçbir memleketde görülmemiş işitilmemiştir. Aynı şimendüferi en hafif şera’itle te’ahhüd edecek kumpanyalar müraca’at ettikleri halde diği cihetle reddetmiştir. Refikimize zira’atı ihya edecek cedveller yahud kanallar nerede açıldığını ve bu yüzden zürra’ın ne gibi istifade ettiklerini göstermesini teklif ediyoruz. Çünkü biz böyle bir eser-i hayırdan asla haberdar değiliz. Memalik-i Osmaniyye’yi ziya’dan vikaye ettiği de ğundan vareste-i cerh ü ibtaldir. Abdülhamid su-i siyaseti te’siriyle memalikimizin sülüsden ziyade kısmını iza’a ettiğini bilmeyen yoktur zannederim. Hele bir sene kadar daha mevki’inde kalsaydı muhakkak üç vilayet-i cesimeyi muhtevi bütün Makedonya kıt’asını da elden çıkararak devlet ve milleti inkıraz-ı külliye mahkum edecekti. labını mukarrer olan vaktinden evvel icrada isti’cal etmişti. Bunun sebebi de Reval Mülakatı esnasında kıt’a-i mezburenin met arzusundan ibarettir. Bu karara i’lan-ı Meşrutiyet’le karşı duruldu. Ma’lum olduğu üzere düvel-i ecnebiyye de i’lanı mes’udu Devlet-i Osmaniyye’nin hayatına delil addederek karar-ı mezkurdan feragat ettiler. Abdülhamid’in son devrine doğru rical-i siyasiyyenin bir çoğu Osmanlı Devleti’nin o gidişle beş sene bile yaşayamayacağına hükmediyorlardı. Te’ehhür-i sukutuna rekabet-i düvelden başka sebeb gösterilemezdi. Fakat ahiren Makedonya’dan bed’ ile mukaseme icrasına karar veriliyordu. Devlet-i Aliyye’nin devr-i menhusda giriftar olduğu su-i rinden Gazi Muhtar Paşa hazretlerinden defa’atle istima’ etmiş olduğum bir kelamı bu gün mani’-i ifşa olacak bir sebeb kalmadığı cihetle ahali-i Hind ihvanımıza medar-ı ibret olmak vakayi’-i cariyye şehadetiyle de mü’eyyed olduğundan sıhhatinde asla şübhe yoktur. Müşarun-ileyh diyorlardı ki “Eğer bütün Avrupa bi’lictima’ devlet-i İslamiyyeyi Abdülhamid’in ızrarı fevkınde rahnedar etmek murad etseler aciz kalırlar”. vazıhan tebeyyün etmektedir. Fakat onların ikincisi olan Observer’in teferrüd ettiği birkaç hata daha vardır. Onları da beyan edelim: Hükumet-i Osmaniyye i’lan-ı Meşrutiyet’ten sonra Bulgaristan ile Bosna-Hersek’i elden çıkardı deniyor. Bu ise hata-yı azimdir. Bu vilayetleri Rusya muharebe-i ahiresi ile kaybettik. O muharebeyi ise Abdülhamid mahza Kanun-ı Esasi ilgası için i’mal-i desa’is ile i’lan etmişti. Bi-çare Midhat Paşa’nın men’-i harb ile telafi-i mafat uğrunda bütün mesa’isi mahv edildi. Harb-i meş’umun i’lanı meclis-i umumi kararıyla vaki’ olmuştu diyemeyiz. Çünkü karar-ı mezburun suret-i vuku’u ma’lumdur. A’dası bile siyaset ve dehasını i’tiraf ederlermiş. Evet! Siyaset-i hariciyyede süfera kadınlarına şefkat nişanı ve sa’ir hedaya-yı giran-baha ihsanıyla bir takım entrikalar çevirmekte olduğu mervidir. Bunu i’tiraf edebiliriz. Fakat muharrir-i makaleden şunu rica ederiz ki a’da yahud gayr-i a’da tarafından vuku’ bulacak şehadetle mü’eyyed bir hakıkat meydana koysun. Acaba Abdülhamid bu dehası sayesinde milletin servetini maliyenin i’tibar ve rif’atini mi artırdı ömrü içinde icra-yı adalet yahud neşr-i ilim ve ma’rifet gibi milletiyle el ele vererek i’la-yı nam u şan-ı devlete bezl-i himmeti mi etti?.. Bunların hiç biri kabil-i isbat olmadığı emr-i aşikar olmakla mekr ü dehasını kendi ağraz-ı batılasına tezvirat-ı hod-seranesine vasıta kılmış olduğu sabit olmaz mı. Keşke böyle zekaya hiçbir vakit malik olmayıb da son tedbir-i ahmakanesini vaktiyle ortaya koyarak milletin üzerinden kabus –ı vücudu daha evvel def’ edilmiş olsaydı. Din-i mübin-i İslam’a muhabbeti inkar olunamazmış. Bu iddi’aya karşı bila tereddüt deriz ki müluk-i İslamiyye yeltenmiş bir ferd göstermek asla mümkün değildir. Hatta eğer muma-ileyh matbu’at devrinde bulunmasa bütün memalik-i an-ı Kerim’i de tahrife ayat-ı Şura’yı olsun içinden çıkarmaya gayret ederdi. Ahali-i İslamiyye ise onun devrinde her milletden ziyade muhakkar ve müttehem idi. Onların çektiği takat-fersa zulümleri hiçbir millet çekmemiştir. Yalnız hükumat-ı ecnebiyye idaresinde bulunan müslümanları kendisine celb ve istimale için hilafet-i uzma elkab-ı celilesiyle izhar ve mübahat eder makarr-ı saltanata gelen hüccaca birkaç guruş vererek nümayişler yapardı. Bunlardan da maksadı mahza istibdadını muhafaza için celb-i ihtiram-ı enam idi. Rahat ve huzuru terkle gece gündüz sarf-ı mesa’iden hali değilmiş. Evet! Bunda mübalağa yoktur. Çok çalışırdı. Lakin her sa’y ü ameli mel’anetle neticelenirdi. Çünkü daima uğraştığı mesa’i hafiye jurnallerini mütala’a onların icabını icraya dair i’ta-yı evamirden ibaretdi. Rivayet-i mevsukaya nazaran Yıldız Köşkü bu jurnaller ile mala-mal imiş. Bunları bir şahsın tamamen okuyabilmesi için Abdülhamid’in cülus-ı meş’umundan beri geçirdiği müddet kifayet etmeyeceği teslim olunmaktadır. Lezaiz ve şehvete de inhimaki yok imiş. Bu söz de pek yanlış. Şarapların en nefisini içer her türlü zevkini icra ederdi. Nasıl ki ba’de’l-hal’ hususi dolablarından bi-nihaye şampanya konyak ve enva’-ı sa’ire-i müskirat ile dolu şişeler zuhur ettiğini herkes gördü. İstimta’ ve teganni raks ve temsil için i’dad edilmiş uğurlarında nefa’is-i emval itlaf olunmuş bi-hesab cevari-i hassan da celb-i hayret eyledi. Ahmed Ratıb’ın takdim etmiş olduğu “ak anberler” ise şiddet-i Hind iklimindeki ihvan-ı müslimin bilsinler ki yazdığımız bu hakayıkı maslahat-ı amme için ayn-i savab ve mahz-ı hak olarak ihbar ediyoruz. Meslek-i acizanemiz bütün memalik-i batıl ile menafi’-i hasiseye tevessül edenlerden değiliz bununla beraber şu inkılab-ı meymun-husulde te’sirat-ı azimesi meşhud olan İttihad ve Terakkı Cem’iyyet-i aliyyesine de mezkure hakkında erbab-ı intikadın dermeyan ettikleri bütün kelimatı bi-tarafane zikr ü irad ettiğimiz meydandadır. Kaldı ki her iki makalede Abdülhamid’in irtifa’ıyla devletin muhataraya düştüğü dermeyan olunmuştur. Buna karşı da yalnız bir sözümüz var. Bi’l-bedahe Abdülhamid devlet ve milleti helak ve izmihlale sevk etmekte idi. Bunu zerre kadar insaf ve idrak ehli olanlar inkar edemezler. Bina’enalazalik bundan sonra Devlet-i Osmaniyye eğer ma’azallah belini doğruldamazsa Abdülhamid’in açmış olduğu cerihalardan dolayı sukut edecek eğer bi-inayetillah-i te’ala selamet bulursa dağarcıkta bulunan en son sehmin isabeti kaide-i meşrutiyyetin hüsn-i tatbikatı sayesinde bulacaktır. “El-Menar” Kanunun şu sarahatini ihmalden ise i’mal etmek lazımdır. Vazı’-ı kanun re’ylerin hafi olmasında şübhesizdir ki bir maslahat mülahaza eylemiştir. Ba-husus kanunun tasrih-i vakı’ı alakadarlar için emr-i intihablarında bir hakk-ı mükteseb vücuda getiriyor. Öyle bir hak ki hey’et-i intihabiyyenin bu usule tevessülden sarf-ı nazar etmesiyle sakıt olmaz. Bil’akis bir hüccet-i iddia teşkil eder. Bugün ortada hiçbir yolsuzluk olmamış ve intihab-ı vaki’ tamamıyla kava’id-i mevzu’aya tevfik edilmiş farz olunsa bile mücerred şu muğayeret-i kanuniyye intihabın münfesih addolunmasına kifayet eder. Vakı’a kanunun devr-i istibdadda neşr ü maddesinde “el-Yevm düsturu’l-amel bulunan nizamat ve te’amül ve adat ileride vaz’ olunacak kavanin ve nizamat ile ta’dil veya ilga olunmadıkça mer’iyyü’l-icra olacaktır.” ibare-i kat’iyyesiyle bu hususa dair kanunlar vaz’ına değin bunlara ri’ayet lüzumu gösterilmiştir. teza Efendi’nin intihabında kava’id-i ilmiyye ve mevzu’at-ı kanuniyye ve usul ve te’amülat-ı müttehazeden hiç birine ri’ayet olunmamıştır. Aliyyü’l-a’la derecede ehliyetliler mevcud Hizmet ve neş’et i’tibarıyle daha kıdemli zevat talib bulunduğu halde bunlara hakk-ı rüchan tanılmamıştır. Aynı kalemde vücuh-ı adide-i kanuniyye ile muma ileyhe mütefevvik me’zunlar var iken cümlesi gayr-i mevcud olarak farz edilmiştir. Kanunun tasrih ettiği nukatda be-hemahal sarahat-i kanuniyye ile tekayyüd icab eder iken buna da lüzum görülmemiştir. Bil’akis kuvve-i adliyye kuvve-i icra’iyyenin meşiyyet-i sırfesine tabi’ ve onu mütemmim bir mahiyeti ha’iz addedilerek kuvve-i icra’iyyenin amirlere bahşeylediği salahiyet vechile mes’uliyeti deruhde suretiyle nazır vekili böyle bir kabul eylemiştir. Bunun delili nazır vekaletinde Mahmud Es’ad Efendi hazretleri bulunmamış olsalar idi Ali Mürteza Efendi’nin intihab edilmeyeceği hakkındaki kaziyyenin mu’arız muvafık cümlece müsellemi’s-sübut olarak kabul edilmesidir. Nazır vekili ve encümen kendilerine şu şekil ve sıfatı i’ta eyledikten sonra tabi’atıyla kuvve-i icra’iyyece mer’i ve müttehaz kava’ide tevfik-i mu’amele lüzumunu hissetmişler ve intihabda hakk-ı takdirlerinin mevcudiyeti ve kıdemin kuvve-i adliyye menasıbında medar-ı terakkı olamayacağı zu’munda bulunmuşlardır. Hülasa kava’id-i ilmiyye ve mevzu’at-ı kanuniyyeye nazaran bu intihab yolsuzdur. Zira encümen: - Kuvve-i adliyye menasıbından birine o kuvvetin eczasından olan bir zatın intihabını hakk-ı takdire müsteniden - Ta’yin-i ehliyyet ve kıdem hakkında kuvve-i adliyyenin sarahat-i kanuniyyeye müstenid la-yetegayyer kava’id-i mahsusasını hükümsüz bırakmıştır. - Re’ylerin hafiyyen verilmemesi hasebiyle nass-ı kanuna mugayir hareket ihtiyar eylemiştir. Bina’en-aleyh nazar-ı kanunda bu intihab asla bir hükmü hemmiyeti ve kuva-yı umumiyyenin mahiyeti takdir edilen bir memleketde hukuk-ı müktesebe-i meşruha ile vuku’ bulacak Kuvve-i kanuniyye; Kuvve-i adliyyeyi büsbütün kaldıracak kanun vaz’ edebilir kuvve-i icra’iyeye ilhak eyleyebilir. Fakat bu kanun tarih-i i’lanından sonraki ahval için medar-ı tatbik olur. O tarihe sebk etmiş bulunan bir mes’ele ol zamandaki mevzu’at-ı kanuniyye ile hallolunur. Bugün farz-ı muhal kabilinden olarak kuvve-i kanuniyye; kuvve-i adliyye için kabul olunan kava’idin hilafına bazı esaslar vaz’ edecek olsa bile yine bu mes’ele hakkında niha’i vuku’ bulacak müraca’at üzerine fesh-i intihab cihetini tervic edeceği aşikardır. Tabi’i meclis-i milli mevcud kanunlardan sarf-ı nazar usul ü te’amül-i müttehazı dahi Kanun-ı Esasi’nin sarahat-i mesbukası vechile hilafına bir kanun vaz’ edilmemiş olması hasebiyle medar-ı karar ittihaz edecek binaberin intihab-ı vakı’ada asla bu usul ve te’amüle ri’ayet edilmediğini re’yü’l-ayn görecektir. Alakadarlar hukuk-ı müktesebelerini muhafaza için mucib-i magduriyetleri olan karar-ı vaki’ aleyhine turuk-ı kanuniyyesine tevessül ederek Kanun-ı Esasi’nin taht-ı zıman ve te’mininde olan usul ve te’amülün ihlal edildiğini ve ta’rifat-ı kanuniyyeye mugayir karar ittihaz olunduğunu menabi’-i adalete isma’ edecekleri şübhesiz olduğundan biz teşrihatımızı şu noktaya getirdikten sonra nazır vekili efendi hazretlerinin meclis-i millideki müdafa’atını tetkik cihetine geçelim!. Müşarun-ileyh diyorlar ki: “Meclis-i Ali-i Milli huzurunda geçen gün bir mes’ele-i hukukiyyeden dolayı izahat i’tasına da’vet olunmuştum. Bugün de bir mes’ele-i ictima’iyyeden dolayı izahat i’tası bahtiyarlığında bulunuyorum.” Görülüyor ki nezaret bu mes’eleyi bir mes’ele-i ictima’iyye olarak kabul ediyor. Halbuki mes’elenin geçen haftaki mes’eleden hükmen farkı yoktur. Zira Meclis-i Meb’usan intihab mediğini soruyor. Nitekim geçen hafta da i’dam cezaları hakkındaki sarahat-i kanuniyyeye müsteniden verilen i’lamatın adem-i tenfizi esbabı istizah olunuyordu. Bu iki mes’eleyi birini hukuki diğerini ictima’i olarak tefrika mahal ve lüzum var mıdır? Mes’eleyi behemahal böylece vasıflandırmak lazım gelirse o halde her ikisi de ya hukukı veya ictima’idir. Dikkat olunmalıdır ki birinci istizah i’dam cezasının rası hakkındaki kava’id-i kanuniyyeye müsteniden bir tenfiz mes’elesi dahi değildi. Nitekim bu istizah üzerine derhal mezkur cezanın icrası esbabına tevessül olundu. Kuvve-i kanuniyyeden veya kuvve-i adliyyeden merci’-i tefsir olan mahkeme-i temyizden geçmek gibi bir mu’ameleye hacet messetmedi. Hülasa mes’elede yalnız adem-i icra esbabı mevzu’-ı bahs idi. Mahkemeler bu cezayı tatbik ve hükmediyorlardı. Fakat kuvve-i icra’iyye bu tatbike tevfik-i mu’amele etmiyordu. lüzumunda değildir. Ta’rifat-ı kanuniyyeye tevfik-i mu’amele olunmaması esbabının istiknahı merkezindedir. Meclis-i Meb’usan hakk-ı murakabesini isti’mal için kanunen mucib-i mes’uliyet gördüğü bir hareketin mahiyetini anlamak istemiştir. Birinci mes’elede kuvve-i icra’iyyece bir olunmamış ikinci mes’elede de intihab hakkındaki mevaddı kanuniyyenin hükümsüz kılınmasına sebebiyet verilmiştir. Kavaid-i mezkure-i kanuniyyenin tenfiz-i ahkamına me’mur olan Adliye Nezareti vazifesini ifa etmemiş olduğu halde babda kabul olunan nokta-i nazarın kuvve-i icra’iyye kava’idi olduğuna da şübhe bırakmıyor. Nitekim atiyen de bu zehabı isbat edecek beyanata müsadif olacağız. Vekil-i müşarun-ileyh “Hey’et-i celileniz hafi olmadığı vechile bizde me’murin kanunlar vardır. Lakin kavanin-i sa’ire gibi bu kanunlar dahi kitablarda kalmış ve kütüb-i mensuha misüllü amelden olunamamıştır. Eğer bunlar bi-hakkın tatbik olunsa idi bu ahvalin çoğu görülmezdi.” Şimdi buradaki me’murinden maksad hangi kuvvete dahil bulunursa bulunsun bütün ashab-ı veza’if olsa gerek. Hazret-i mu’allim bunların kaffe-i sunufu için kanunlar mevcud olduğunu kabul ediyor . Şu kadar ki mevki’-i tatbikte kullanılmadığını söylüyor. Eğer buna mani’ memleketde hükumet-i kanuniyyenin mevcud olmaması ise mani’ za’il olunca memnu’ avdet edeceğine göre memleketde hükumet-i kanuniyye te’essüs edince amelden sakıt kalan bu kanunların avdet ederek ahkamına ittiba’ olunması lazım gelirdi. Zira mucib-i münakaşa olan intihab saltanat-ı kanuniyyenin memleketde hükümran olduğu bir sırada vaki’ olmuştur. Ama maksad istishab ka’idesini burada tatbik ise yani madem ki geçen zamanda bu kanunlar sakıtun ani’l-amel bulunurlardı bugün de öyle telakkı etmekliğimiz lazım gelir denecekse cevaben deriz ki kuvve-i adliyye menas ı bı hakkındaki kanunlar zaman-ı sabıkda mer’i ve mu’teber idi. durrahman Paşa hazretlerinin mücahedat-ı hamiyyetkaranesi neticesi olarak Yıldız sulta-i istibdadı intihab-ı hükkam hususunda pek icra-yı nüfuz edemiyor re’sen istinaf hakimliğine temyiz hakimliğine ta’yin hakkındaki iradat-ı Hamidiyye’nin hiç biri infaz edilmiyordu. Nezaretçe bir haksızlık yapılmak istendiği takdirde de eşkal-i zahire-i kanuniyye gözetiliyor. Hareket-i vakı’adan dolayı muhakeme halinde mes’uliyet tevcihini icab ettirecek noksan bir cihet bırakılmamaya dikkat ve i’tina olunuyordu. Şu halde müdde’iyat-ı mesrude bu mes’ele için kana’atbahş olamaz. Kaldı ki tatbik olunsa idi bu ahvalin çoğu görülmezdi cümlesi pek ma’nidar ve şayan-ı te’emmüldür. Burada hazret-i üstadın büyük bir maharet-i kelamiyyesi görülüyor. “Bu ahvalin” kelimesinin ihtiva eylediği şümul her türlü tarz- ı tefsire müsa’iddir. Ma’a-mafih bu tefsirlerden mücanebet ederek hazret-i muallimi dinleyelim: “Me’murin intihab ve ta’yini hususunda mücerred ehliyet-i şahsiyye mezaya-yı zatiyye nazar-ı i’tibara alına gelmiştir. Lakin idare-i sabıkada bu gibi esbab aranılmamış ve muşiye atılmış ve menas ı b-ı refi’a ve rüteb-i aliyye kifayetsiz kimselerin ellerinde kalmıştır. Her yerde cari bir ka’ide bir tekamül ka’idesi burada dahi te’sirini icra ile suret-i ma’kusede tecelli etmiş. Cehilde terakkı edecek cehl-i mürekkeb erbabı alem-i Osmaniyi istila eylemiştir.” Biz bu izahatın mes’ele-yi hazırayı ne derece tenvir ve yolsuzluğu ne suretle ta’mir edeceğini bir türlü anlayamıyoruz. Acaba o zamanda ehliyetsizlerin teksiri zaman-ı hazırda da öyle bir intihabın icrasına mesağ gösterir mü’essiratdan mı addolunuyor? Ne ise dinleyelim: “Öteden beri mektebli efendilerden istifade olunamadığı hakkında şikayetler işitir dururduk.” Maharet-i kelamiyyeye muhterem kari’lerimizin nazar-ı dikkat ve teyakkuzlarını da’vet ederiz. “Bu şikayet boş değildi. Çünkü mekteb me’zunlarının istihdam olunduğu me’muriyetler mektebde bulundukları sıralarda ha’iz oldukları rütbelerin aksine tecelli ediyordu” Mes’ele-i hazırada olduğu gibi kimseye müntesib olmayarak aliyyü’l-a’la neş’et ile hizmet i’tibarıyle de ha’iz-i kıdem zevat mevcud olduğu halde müntesib ve müntemi olan madun me’zunlar tercih olunuyordu demek isteniliyor. Fakat o zamanın şu tarzdaki icra’atı münaza’un fih olan işbu heti meskut bırakarak diyorlar ki: “Mekteblerde cümlenin ma’lumu olduğu üzere külli denilecek kadar ekseri bir ka’ide olarak erbab-ı sa’y ü gayret sahibsiz kimselerden ibaretti. Ama zadegan onlar [olanlar] terakkiyat-ı müstakbelelerinden emin oldukları için onlar çalışmak gibi şeylerden kendilerini vareste addediyorlardı.” tabi’i olan sabırsızlık asarı Gümülcine meb’us-ı muhteremi dan: “Esas mes’eleye cevab veriniz!” Suretiyle iradına mecbur kaldığı ihtara karşı nazır vekili efendi hazretleri: “Efendim bu efendi benim akrabam değildir demekle kuru bir şey söyleyeceğim mademki beni da’vet buyurdunuz bendeniz de hatırama geleni söyleyeceğim” Diye mukabele buyurmalarına nazaran fıkarat-ı atiyyenin mütala’at-ı mesrude hucec ve berahin-i ilmiyye addolunmak meziyet ve mahiyetini şu i’tiraf ile de ga’ib eylemiştir. Müşarun ileyh sözlerine şu suretle devam ediyorlar: “Halbuki mektebden çıktıkdan sonra Bab-ı Ali’nin yaldızlı koltukları zadegana tahsis olunurdu. Rumeli Tensikat-ı Adliyyesi’nde devletin yüzünü ağartan başlıca mekteb me’zunları olmuştur. Çünkü bunların intihabında i’tina ve dikkat edilmiştir.” Fakat hakk-ı takdire tevessül olunmak ve kıdem usulü tağyir edilmek suretleriyle değil. O zamana aid intihab mazabıtı meydandadır. Kuvve-i adliyye için müttehaz usul ve kava’ide tamamiyle mütabe’at edilmiştir. Şübhesizdir ki kavaid-i ma’delete muvafık intihabat böylece şayan-ı takdir ve şükran semereler vücuda getiriyor. “Bugün Adliye Nezareti en müntehab me’murlarını Rumeli me’murlarının içinden intihab ediyor.” Maksad umur-ı hukukiyye umur-ı ceza’iyye sicil müdüriyetleri gibi kuvve-i icra’iyye idadına dahil olan me’muriyetler menasıbı için ise bilmeliyiz ki kuvve-i adliyyede Rumeli Anadolu mevzu’-ı bahs değildir. Bir hakim Fizan’da ifa-yı vazife etmekte bulunmuş olsa bile terakkısini mü’emmen bilir. Sırası gelince ma-fevk mahkemeye irtika edeceğini ve bu hususta kanunen henüz o mevki’e geçemeyecek olan bir Rumeli veya Anadolu hakiminin kendisiyle mu’arazada bulunamayacağını tamamiyle mu’tekid bulunur. Hakimlerimizde biz bu i’tikadı husule getirmez isek onlara tevdi’ eylediğimiz mühim vazife hakkındaki amalimizi akım bırakmış oluruz. Adliye Nezareti hakkında hüsn-i zannımızı muhafaza ederek va’idine ri’ayet edilmiş olduğunu ümid ediyoruz. Eğer bu kava’id intihabat-ı mezkurede de paymal edilmiş ise her eder. Çünkü bugün Ali Mürteza Efendi’nin şahsiyeti mevzu’-ı bahis değildir. Kanun-ı İntihab’a muhalefet mucib-i şikayet oluyor. Nazır vekili efendi hazretleri ise bu muhalefetin yalnız Ali Mürteza Efendi’nin terakkı’-i vakı’ında değil ona sebk eden intihabatta da vuku’unu ima buyuruyorlar. Fakat intihabat-ı mezkurenin ledünniyatına bu mes’elede olduğu gibi muttali’ bulunmadığımızdan ve alakadarların dahi bu babda bir guna şikayeti sebk etmemiş olduğundan kava’id-i mesrudeye ri’ayet edildiğini asıl ittihaz ederek hilafının şarun-ileyhin şu yoldaki ifadesi kuvve-i adliyyede terakkı-i mansıb için hakk-ı takdir esasının cereyanını işrab eylemekte olduğu cihetle bu mütala’anın kava’id-i ilmiyye ile gayr-i kabil-i tevfik olduğu iddi’asını terdif eyleriz. Yine tekrar edelim ki hükkamda kanunen hasa’il-i za’ide aranmaz. Evsaf-ı matlube mu’ayyendir. İşbu evsafı ha’iz bulunan zevatın kaffesi mütesaviyen o vazifeye ehildir. Kuvve-i adliyyede bunun başka bir cihetini mutasavver değildir. Rumeli’de fa’aliyeti görülen hakimin yerinde Anadolu’daki hakim de bulunmuş olsa idi o fa’aliyeti gösterecekti. Kanun böyle farz ediyor. Mevaki’ ve havadisin tekevvün-i de’avideki te’siratı hükkamın mi’yar-ı iktidarı olamaz. Encümen-i da bu fikrin te’siratına tabi’ bulunuyorsa şu halde icra’at-ı vakı’asını vazifesiyle nasıl tevfik etmekte olduğunu cay-ı su’al görüyoruz. Biz bugüne kadar kava’id ve nazariyat-ı ilmiyyeyi ve mevzu’at-ı kanuniyyeyi te’emmül ederek hey’et-i intihabiyyenin hakk-ı takdiri bulunmadığını ve terakkı’-i hükkamın zevat-ı ma’dudenin meşiyyet-i sırfesine değil kanuna müstenid bir usul-i salime merbut olduğunu anlıyorduk. Vekil müşarun-ileyhin nan mukaddimelerden müstenbat neta’ic-i yakiniyyenin nakş-ber-ab kabilinden olduğunu gösteriyor. Çünkü müşarun-ileyhin bu son iddi’asını te’vil için ikinci bir suret bulunamıyor. Eğer memleketde kuvve-i adliyye için mevzu’ kava’id mer’iyyü’l-icra ve lazımü’t-tenfiz ise şu halde bir mevki’-i resmiyyede adliye nazırı namına isbat-ı vücud eden ve ilm ü fazliyle iştihar eyleyen bir zat-ı muhterem intihab selahiyetinin yalnız nezaretde bulunduğunu ve İntihab Encümeni’nin bir hey’et-i istişare mesabesinde telakkı edildiğini gösteren murlarını Rumeli me’murlarının içinden intihab ediyor cümlesini nasıl sarf edebiliyordu? Bugün dahiliye nazırının mesela Dahiliye Nezareti en müntehab me’murlarını Rumeli me’murlarının içinden intihab ediyor iddi’asını pek muvafık buluruz. Zira nazırın kanunen böyle bir selahiyeti vardır. Arzu ederse hey’et-i istişaresiyle meşveretde bulunduktan sonra mes’uliyeti der’uhte ederek Rumeli’de iktidar ve fa’aliyetleri bi’l-fiil tecrübe olunan zevatı hakk-ı takdirini isti’mal suretiyle nezaretin en müntehab me’muriyetlerine getirir ve sonra bunların ef’al ve harekatından tevellüd edecek neta’icden dolayı meclisce teveccüh eyleyecek mes’uliyeti kabul eder. Halbuki adliye nazır vekili icra’at-ı vakı’ayı şu suretle teşrih eyledikten yani intihabatda kuvve-i icra’iyye da bulunduktan sonra nihayetü’l-emrine kuvve-i adliyye bir mes’uliyet tertib edemeyeceğini çünkü Encümen’de yalnız bir re’ye sahib bulunduğunu der-meyan ediyor ki atide aynen gelecektir. İki kuvvetin ahkam-ı mütehalifesini birbirine telfik suretiyle kendisine hatt-ı hareket ta’yin etmiş olduğu anlaşılıyor. sine dahil olamayacağı ve binaberin balada iddia ettiğimiz vech üzere tedahül-i kuva hasıl olarak kava’id-i mevzu’ada bir herc ü merc husule getirilmiş olduğu sabit olur. Müşarun-ileyhi dinlemeğe devam eder isek intihab-ı vakı’ada nezaretin kuvve-i adliyye kava’idine taban tabana zıd daha pek çok mütala’at ve mülahazatına tesadüf edeceğimizden ü yakinimiz bir kat daha takviyet bulur. Müşarun-ileyh diyorlar ki: “İşte deminki beyan eylediğim keyfiyet memleketimizde bir zadeganlık meydana getirmiştir. Zadeganlık diğer imtiyazat-ı gayr-i tabi’iyye gibi bir takım neta’ic-i vahime husule getirmiştir. Halbuki hükumet kava’id-i İslamiyye üzerine müesses olduğundan böyle zadeganlık ve karabet nazar-ı hükumet Şeri’at-ı İslamiyye hey’et-i ictima’iyye içinde iki türlü esbab-ı rüchan gösteriyor. Birisi şahsi diğeri ictima’idir. Şahsi olan mezaya-yı şahsiyye ictima’i olan memlekete hizmettir. Bir memlekete her kim hizmet ederse na’il-i riyaset ve siyadet olur İşte Şeri’at-ı İslamiyye böyle bir takım derecat ta’yin ettikten sonra me’muriyetlerin de ehline tevdi’ini emrediyor. Hükumet-i Osmaniyye ibtida-yı teşkilinde şu hakayık-ı aliyye üzerine müesses olduğundan ziya kadar seri’ şimşek kadar parlak terakkıyata mazhar olmuş ve şa’şa’a-i Mürur-ı eyyam ve duhur ile şu esaslar rehin-i indıras olmuş ve iktidar-ı hükumet na-ehillere tevdi’ edilmiş olduğundan hükumetimiz de o eski şa’şa’asını ma’at-teessüf muhafaza edememiştir. ka’ide-i aliyyesince Şeri’at-ı halde cehalet vadisine düşen rü’esa-yı hükumet neşr-i cehalet rüteb-i zahiriyyeyi rüteb-i hakikiyye yerine ikame etmiştir. gelen zadeganlık ve karabet esaslarını kal’ ve kam’ eyleyerek veza’if-i resmiyye-i hükumeti erbab-ı iktidara tevdi’ eylemektir. Çünkü zadeganlık sa’ir imtiyazat-ı gayr-i tabi’iyye gibi serbesti’-i rekabete ve memleketin erbab-ı iktidarın ehliyetinden letin mukadderatına icra’-yı te’sir eder.” Kari’in-i kiram sakın yanılmayınız. İntak-ı hak kabilinden olan bu mütala’at ve mülahazat-ı intihab-ı vakı’a mu’arız olan zevatın değil intihab-ı mezkuru müdafa’a eden nazır vekili Mahmud Es’ad Efendi hazretlerinindir. Mu’arızların temessük edeceği dela’il ve huceci bizzat müşarun-ileyh ityan buyuruyorlar. Biz de bu güzide mütala’ayı aynen nakletmekle mes’elenin cihet-i felsefiyyesini teşrih ve izah etmiş oluyoruz. Müşarun-ileyh sözlerine şöyle devam ediyorlar: “Bizim bir mu’amelemiz tarz-ı istizaha nazaran şu ma’ruzatıma muhaliftir:” Nitekim muhalefeti dela’il ve vücuh-ı adide-i kanuniyye ve hücec ve berahin-i kat’iyye-i ilmiyye ile anifen isbat olundu. “Halbuki istizaha vazı’u’l-imza olan meb’usan-ı kiram hazeratına bu babda yanlış ma’lumat beyan edilmiştir.” Bu bir da’vadır. İsbat için temessük olunan dela’ilden yalnız Mürteza Efendi’nin hemşirezadesi olması keyfiyeti delil addolunmak meziyetini muhafaza ediyorsa da dermeyan olunan diğer esbab-ı sübutiyyenin hiç biri bu da’vayı efendi hazretleri de evvel be evvel bu ciheti ityan ederek en kavi telakkı eyledikleri şu noktadan kendilerini müdafa’a etmişler ve en zayıf nukat muhafaza basiretinden zühul etmişlerdir. Zira kuvve-i adliyye kavaidince nazıra karabet kuvve-i adliyye eczasından olan bir zat için mani’-i terakkı olamaz. Terakkı için kanunun ta’dad edildiği kuyud ve şera’iti tamamıyla makama tabi’atıyla geçmesi kuvve-i adliyye kava’idi icabındandır. ve-i adliyyede nazır ve hey’et-i intihabiyyenin elinde değildir ki cihet-i karabeti mevzu-ı bahs ederek intihaba mani’ olabilsinler. Nitekim vekil-i müşarun-ileyhe mecliste bir iki dakıka evvel Adliye Nezareti’nin me’murlarını Rumeli me’murlarından ta’yin etmekte olduğunu müftehirane söyleyerek kuvve-i icra’iyye kava’idine istinad eylediği halde işte bu noktada mucib-i selamet gördüğü kuvve-i adliyye kava’idine “Ma’a-mafih şu yanlış şu kürsi-i aliye bir def’a daha su’ud eylemekliğime ve şu hey’et-i muhteremeye bir daha hitab eylememe ba’is olduğu için benim için mucib-i şükran-ı azim olmuştur. Bir me’muriyete intihab olunan Ali Mürteza Efendi’nin hemşirezadem olduğu istizahın en mühim cihetini teşkil ediyor. Eğer benim hiçbir hemşireye malik olmadığımı ve bu efendi ile hiçbir karabetim olmadığını beyan etmekliğim ile izahat-ı kafiye i’ta etmiş olurum. Ancak bu Farazan Mürteza Efendi benim hemşirezadem olsa ya elyak ise hemşirezadem olmaklığı onun şu hakkından mahrum olmasını mı icab edecektir. Benim fikrimce karabet badi-i terakkı olmayacağı gibi mani’-i tefeyyüz de olmamalıdır. Ma’lum-ı alinizdir ki adliye nazırının taht-ı riyasetinde bir Encümen-i İntihab vardır. Me’murini encümen intihab eder. Şayed hemşirezadem olan zatın nazırın riyaseti tahtındaki komisyondan intihabı muvafık-ı kanun olamayacaksa müsteşarın riyaseti altındaki komisyondan hakkını istihsal eder. Halbuki bu faraziye mevcud değildir.” madem ki intihab hususunda kuvve-i icra’iyye kava’idini kabul ediyor hakk-ı takdire müsteniden kıdem usulüne ri’ayet etmeksizin ve intihab kararını bu babdaki kava’id-i kanuniyyeye tevfik eylemeksizin ittihaz ediyor. Şu halde nihayetine kadar mezkur kuvvetin icabatına ittiba’ etmesi lazım gelir. Yoksa mes’eleyi o kuvvete tatbikan bitirib kotardıktan sonra su’ale ma’ruz kalınca “Bana karabeti mani’-i terakkısi olamaz intihabı bana aid değildir. Encümen yapıyor münhal olan makam için karibim olan bir zat te’ayyün etmiş ise o intihabı müsteşarın riyaseti altında Encümen’in in’ikad ederek yapacağı derkardır” sözleriyle kuvve-i adliyye kava’idine müsteniden müdafa’a tarikini ihtiyar kuvvetleri ve düsturlarını birer baziçe ittihaz eylemek demektir. Bugün me’zunlar diyorlar ki Adliye Nezareti kuvve-i masile için büyük bir kayıd vardır ki o da nizamnamesinin natık olduğu vechile nüzzar ve vülatın peder evlad kayınpeder damad amca enişte dayı yeğeni bulunduğu me’muriyet dahilinde bir me’muriyete ta’yin ettirilmeleri ve etmelerinin memnu’iyetidir. Bina’en-aleyh bu ka’ideye nazaran vekil-i müşarun-ileyh bu ta’yini icra ettiremezdi. Zira Mürteza Efendi yeğenidir buna karşı vekil-i müşarun-ileyh yeğenim değildir demiş olsalar idi me’zunlara isbat lüzumu teveccüh edecekti. Halbuki müşarun-ileyh yalnız inkar ile bu mansıba geçebilir diyor. Buna mukabil me’zunlar diyorlar ki geçemez çünkü siz intihabı hakk-ı takdire müsteniden ğini ta’yin edebilir diyorsunuz. Yani kuvve-i icra’iyyedeki kava’idin bahşeylediği selahiyete isnad eyliyorsunuz o halde bu kuvvetin en büyük ka’idesi olan nazırın derecat-ı mu’ayyenedeki akrabasını nezareti dairesinde bir me’muriyete ta’yin edemeyeceği esasına ri’ayet etmekliğiniz lazımdır. Bu ka’ideye adem-i ri’ayet mucib-i mes’uliyetdir. Buna karşı vekil-i müşarun-ileyh canibinden bu adamın bana karabeti niçin mani’-i tefeyyüzü olsun ben çekilirim. Müsteşarın riyaseti altında encümen in’ikad eder. Bu adam hakkını kuvve-i icra’iyyede bir me’murun hak iddi’ası mevzu’-ı bahs olamaz. Çünkü icra’atindaki mes’uliyet nazıra aiddir. Nazır emniyet ettiğini o makama getirir yalnız kanun bir kayıd koyuyor. Emniyet esasına müsteniden nezareti akrabalarıyla doldurmasınlar. Bina’en-aleyh yeğeninizin hakkından bahsedemezsiniz. Karibiniz olmasa idi hiçbir hakkı olmadığı halde bile o makama getirebilirdiniz. Halbuki hakdan ve müsteşarın riyaseti altında encümenin in’ikad ederek hakkı sahibine isal edeceğinden bahsetmenize göre kuvve-i adliyye kava’idine tevfik-i mu’amele etmek istediğiniz anlaşılıyor. O halde hakk-ı takdire istinad edemezsiniz. Kıdem usulüne mutaba’at mecburiyetindesiniz. Yeğeninizi kendisinden daha kıdemli ve ehil me’zunlara tercih edemezsiniz. Ama ben mes’eleyi o noktada müdafa’a kabil değil ise kuvve-i adliyye kava’idine geçerim. Bu benim bileceğim şey denecek ise alakadarlar zaten bu kabil mütehakkimane cevablara otuz seneden beri alışkın olduklarından o zaman da olduğu gibi diyerek iddi’a-yı hukuk da’iyesinden sarf-ı nazar ederler. Ve mes’eleyi hakkın adaletin kanunun efkar-ı umumiyyenin taglit kabul etmez hükmüne temyizine tevdi’ eylerler. maba’di var– Pesendide’nin süvarisi bulunan Feyzi Bey etvar ve ahlakı sendide’de bulunduğumuz müddetce bize bir hanedan-ı mihman-nüvaz gibi ikram ve ihtiram ediyor idi. İşte Pesendide’de geçen günlerimiz hep böyle leyl ü nehar zevk ü safa bane hamleleri neşve-i musahabeti ihlal etmek isti’dadını alıyor idiyse de arkadaşlar işi alaya döktüklerinden Midhat Efendi’nin tesaddi ettiği mebhas kendisi dahi dahil olduğu halde kahkahalarla kapanıyor ve Binbaşı Bahri Bey’in kürdane tarz-ı ifadesiyle hoş hoş sözleri bu handelere karışmasıyla sohbetin revnak ve şetareti bir kat daha artıyor idi. Midhat Efendi ara sıra: “Ben aile sahibi ve ailesi efradına muhib bir adamım ben kalemine sarılarak geçinmeye hasr-ı fikretmiş bir san’atkarım.” Sözlerini tutturur ve şehzade-i veli’ahd hazretlerine Firdevs-aşiyan Sultan Murad Han-ı Hamis hazretleridir. intisabı bulunmadığını dermeyan durur idi. Bir gün biz yine tatlı tatlı sözlere sohbetlere dalmış iken Dersa’adet’ten Bahri Bey’e hitaben: Hanya vapuru yola çıkarılmış olduğu beyanıyla bizleri ona irkaben menfa’larımıza sevk eylemesini amir bir telgraf geldi. Müte’akıben vapur dahi yetişti. Bunun üzerine beylik filika bizi Pesendide’den alıb doğruca Hanya vapuruna götürdü. Vapura çıktığımız vakit iri ve kara bıyıklı bir adam gördük. Bu adamın hal ve tavrı da’i-i şübhe göründüğünden Midhat Efendi bu adam casus olacaktır diye pek telaş gösterdi ve zehab-ı vakı’ı rüfekaca tasdik edilerek olunan ısrar üzerine Bahri Bey herifi sefineden çıkardı. Ben esrarengiz bir hal göremediğimden rüfekaya ve bi’lhassa Midhad Efendi’ye ta’accüb etmiştim. Fakat madem ki casustur öyle münasebetsiz bir adam her türlü sözden her türlü tavırdan her türlü ma’nayı istihracda su’ubet çekmeyeceğinden def’ olub gitmesi bence de hoşa gitti. Hanya’nın zabitanı dahi güzel zatlar idi. Bizi beşaşet ve çıkdık. Kaptanlar rüzgarı muvafık buldukları için yelken açmaya karar verdiler. Anbarda mahfuz olan yelkeni çıkardılar randa serenini indirib yelken bağladıktan sonra tekrar yukarıya çektiler. Fakat tam yerine götürecekleri sırada halat kopmasıyla o koca seren şiddetle yere inerken bir neferin başına rast geldiğinden biçareyi güverte üzerine serdi pek ağırca mecruh oldu. Diğer tarafta ocak fazlası olan kömür külünü denize dökmek için büyük bir demir kovaya doldurub makara ile güverteye çekiyorlardı makara dilinin evvelden aşınmış olan mihveri bu esnada kırıldığından kova aşağı düşmesiyle bir ateşci neferi de zedelendi. Bu iki badireden pek ziyade elemnak olduk neş’emiz kaçtı. Derken hava da bozuldu deniz kabardı dalgalar büyüdükçe büyüdü. Vapur hem narin hem boş olduğundan yalpası arttı. Hele Midilli açıklarına doğru geldiğimiz zaman fırtına o kadar kesb-i iştidad etti ki telatum-ı emvac içinde vapur guya gah asumana çıkıyor gah ka’r-ı deryaya iniyordu. Denizin ortasında rüzgarın velvele-i dehşet-engizi dalgaların biri birini müte’akib savlet ve hücumu cevv-i semanın üst üste yığılmış zulümatı ile her tarafa bir mehabet istila etti. Hafız-ı Şirazi’nin ruh-i pakı şu beyti okuyor idi: Midhat Efendi’den ma’ada arkadaşları deniz tutdu. Midhat Efendi’yle rakımü’l-huruf güvertede davlumbazda bir hayli müddet gezindikse de fırtınanın şiddeti dakıka be-dakıka artıp artık bizim için dışarıda durmak kabil olamayacak bir raddeye gelince kamaraya arkadaşların yanına geldik. Bu hal ile Rodos önüne vasıl olduk. Vapurumuz Rodos Limanı’na girdi. Limanın medhali dar olduğundan girerken bir yelken sefinesine çatmasıyla sefine epeyce hasardide oldu. Evvelce Bahri Bey karaya çıktı. Biraz sonra Midhat Efendi’yle Tevfik Bey bize veda’ ederek gittiler. Bahri Bey geri döndü. Müte’akıben o tarihde Rodos mutasarrıfı bulunan Ma’şuk Paşa erkan-ı liva ile beraber bera-yı ziyaret vapura geldi. Esna-yı sohbette arkadaşlara hane tedarik edildiğini söyledi ve bir çok temenniyat-ı hayr-hahane ibzaliyle avdet etti. Rodos’a çıkanlarla vapurda kalan yaran arasında o gün mülatafa-amiz bir çok tezkireler te’ati olundu. Bunlar içinde Tevfik Bey’in suretini kaybetmiş olduğum cihetle müte’essif olduğum bir tezkiresi var idi ki “Kemal Nuri Hakkı edamallahu meşgul bulunduklarına ve sa’ireye dair serapa mutayebatı muhtevi idi. Rodos Rodos Kalesi’nin önünde sahile inen sath-ı ma’ilin dilfirib bir manzarası var. Sathı tezyin eden liman portakal ağaçları cabeca yükselmiş köşkler çeşm ü hayali okşuyor. Diğer tarafta sıra ve ardı yel değirmenlerinin deveranı da pek hoş. Yel değirmenini birinci olarak burada gördüm. Aman ya Rab! Ben bunların yel değirmeni olduğunu öğrenip anlayıncaya kadar güzar eden o birkaç dakıka esnasında kendimce ne ma’nalar vermedim ki… Vaktiyle limanın medhalinde esatirden deniz ilahı Apollon’un ressam-ı şehir Chares tarafından i’mal edilmiş tunçdan masnu’ cesim heykeli var idi ki kudemaya göre masnu’at-ı beşerin... Mister Gladiston da bu mezhebin en büyük mu’tekidlerinden da şöyle söylüyor: “İspiritizmi tedkik ediniz göreceğiniz şeylerde tezvire tahrife tesadüf edecek olursanız başta ben olduğum halde bu mezhebe taraftarlık edenlerin kaffesiyle eğleniniz.” Siyasi-i şehir Lord Balfor: “Bence ispiritizm siyasiyattan efdaldir; çünkü bana ondan ziyade faide veriyor.” demiştir. Ma’a-mafih biz bu iki zatı rical-i ilimden ma’dud oldukları Meşhur Kromol Farlı diyor ki: “İspiritizme i’tikad uğrunda hedef olduğumuz istihzalar hep bilmedikleri şeye bir kere düşman kesilmedikçe öğrenmek hevesiyle tetebbu’da bulunmak istemeyen zevat tarafından meydan almıştır.” piritizmin sıhhatına inanmazdan evvel lehinde aleyhinde ne kadar eser tedvin olunduysa hepsini mütala’a ettiğini buna dair herkes ile mübahaseye giriştiğini sonra on sene müşahedat-ı zatiyyesini tecrübe ile uğraştığını söyleyerek diyor ki: “İspiritizm müşahedatı hakkında artık kemal-i vukuf ile söz söyleyebilirim.” Ogüst Morgan diyor ki: “Ben mahkum-ı tereddüt olması düğüm kulağımla işittiğim şeylerle ispiritizmin sıhhatine kani’im. Bugün ruhiyyun ulum-ı tabi’iyyenin açmış olduğu şehrah üzerinde bulunuyorlar. Bunlara muarız olanlar terakkı-i efkara set çekmek isteyenlerden başka bir şey değildirler.” Meşhur Kromol Farlı İngiltere e’azım-ı ulemasından Tandal’a yazdığı bir mektubda diyor ki: “Bundan iki bin sene evvel feylesofların yegane meşgalesi olan ispiritizm mesailini biz ancak şimdi tedkık edebiliyoruz müşahedat-ı ruhiyyenin hakıkatini anladıktan başka Latin Yunan lisanlarını da bilir bir adam olsa da bu iki kavmin ruhiyyunu tarafından yazılmış asarı bize tercüme etse görürdük ki –bulundukları asra hakim olan evhamın mahkumu olmadıkları kındaki ihataları ma’lumat-ı hazıramıza vücuh ile faiktir.” Londra’da kain Oxford darü’l-fünunu muallimlerinden Senton Mozes erbab-ı ilimden bir çok zevat ile birlikte olarak ki: “Mevcudiyeti aklen sabit olan bu kuvvetin vuzuhu dört suretledir: - Havass-ı hamsin daire-i ihatasında bulunması; - Alel-ekser müstahzarın bilmediği bir lisan ile konuşması; - Çok def’alar müstahzarın ma’lumatından yüksek bir mevzi’den bahsetmesi; - İstihzar için vücudu muktazi şeraite ri’ayet edildiği surette elde edilen bu netayicin öyle tezvir ve tahrif ile husulü müstehil olması... ila-ahire.” Üstad Krokes diyor ki: “Ben bütün gördüklerimi kemali dikkatle icra ettiğim mükerrer tecrübelerin neticesi olarak Hem ruhiyyunun iddia ettiği havarıkın imkanını tasdik ile kalmıyorum belki bunlar sabit ve muhakkaktır diyorum.” Darwin ile beraber intihab-ı tabi’i kanununu keşfetmiş olan meşhur fizyolojist Russel Wallace Asr-ı Hazırdaki İspiritizmin Havarıkı namiyle neşrettiği kitabda diyor ki: “Ben mezhebine tamamiyle kani’ bir dehri-i sırf idim. Hayat-ı ruhiyyeye inanmak bu kainat üzerinde madde ve kuvvetten başka mü’essir bulunabileceğine mu’tekid olmak hatırıma bile gelmezdi. Lakin bilahere gördüm ki hissin şehadetiyle sabit bir takım havarık var. Evet bir takım havarık var ki inkar ile galebeye imkan yok... Ben bunların ervaha mensubiyetine inanmadığım uzun bir zaman zarfında eşyayı sabite ve müsbete olduğunu itirafa mecbur kaldım. Sonra bu müşahedat yavaş yavaş aklımda yer etmeye başladı; lakin öyle sırf nazari tasavvuri bir surette değil belki birbirini takip eden ve ervaha nisbet edilmedikçe kurtulmak kabil olmayan diğer müşahedatın tesiriyle oldu.” Amerika Cemiyet-i İlmiyye’si reisi üstad Elliott Annual Psişik’de şöyle söylüyor: “Bundan pek az evvel böyle bir tarih yazacağımı düşünmek benim için pek müşkil olurdu tebeden inmedikçe i’tikadatıma karşı hıyanette bulunamayacağım. Cebanet ile itham edilmemekliğim için bu müşahedat-ı hakıkiyyenin önünde sükutuma imkan yoktur.” bulunuyor ki zeka i’tibariyle nadire-i zamandır. Müşarunileyh refakatinde Veber Vihner Şebez Altrayes ve Nedet gibi Alman meşahir-i esatizesi bulunduğu halde bu mezhep hakkında tetebu’ata koyuldu. Vasıtaları da meşhur Salad ve rüfekası da ispiritizmin sıhhatine kani’ oldu. Julner bu mezhebe mu’tekid olduğunu neşretmek üzere iken Virhof Helmontec Hegel gibi bazı esatize karşısına çıkarak kendisinin tarik-i hataya saptığını ceraid-i ilmiyye ile işa’a ettiler. Haysiyet-i ilim ve faziletini rahnedar etmek derecelerine vardılar. Lakin Julner bunların hücumundan asla çekinmedi; muarızlarını meydan-ı münazaraya davet etti. Sonra Evrak-ı İlmiyye namiyle neşreylediği kitabında gerek kendisinin gerek rüfeka-yı teharrisinin müşahedat-ı hissiyyeye dair elde ettikleri netayici kemal-i vuzuh ile isbat eyledi. karşı bir sükut-ı münhezimaneden başka bir hareket görülmedi. Yine esatize-i garbten biri diyor ki: “Efkar-ı ruhun mevcudiyetine nabi-i ahlakiyye büsbütün kurumak derecelerine gelmiş artık cem’iyet-i beşeriyye izmihlal-i tam ile nihayetlenmesi tabi’i görünen bir devr-i fıtrat [fetret] ve inhilale girdiğini hisseylemiş beri efkara –şimdilik dairesi ta’yin edilememekle beraber– bir inkılab hadis olacağı umum tarafından hissolunmuştur.” senesinde Londra’da in’ikad eden ispiritizm meclisinde meşhur Durutaj kıyam ile hudud-ı tabi’iyye unvanını verdiği bir makale-i bedi’ayı okudu ki şu satırları oradan naklediyoruz: “Hülasa-i kelam harikulade olan bu müşahedat –ki burada tekrarı ilmin bazı şu’ubatında az çok tetebbuları sebk ettiğinden dolayı kendilerini cumhur-ı ulemadan addedenleri kızdıracağında şübhe yoktur– bizce bizzat gördüğümüz ve sıhhat-i vuku’unda şübhe ve tereddüdü muhal bulduğumuz müşahedatın devam ve imtidadından başka bir şey değildir.” senesinde mün’akid bir cem’iyet-i ilmiyyede gayet mühim bir makale irad etti ki şu sözleri oradan alıyoruz: “Şimdiye kadar alem-i maddi ile alem-i ruhaniyi birbirinden ayırmakta olan hadd-i fasılın artık sukutu yaklaşmıştır. Nasıl ki böyle bir çok fasılalar devrilmişti. İşte o zaman biz vahdeti tabi’at sırr-ı alü’l-alini mevcudat gibi mümkinat-ı eşyanın da gayeti bulunduğunu bu günkü ma’lumatımızın mechulatımıza nisbetle bir şey bile olmadığını hakkiyle idrake zaferyab olacağız. Eğer şimdiye kadar keşfettiğimiz hakayık ile kana’at etmiş olsaydık en mukaddes bir vecibe-i ilmiyyeye kadar hiyanet etmiş olurduk.” senesinde Milan’da üstad Vanri’nin riyaseti altında bir meclis-i ilmi teşekkül etti ki erkanı Aleksandır Kozakof ile Milan rasathanesi müdürü Kiyofani Alman Karl Döperl Anglo Broferyo Josef Kiroza Paris darü’l-fünun-ı tıbbisi muallimlerinden meşhur Şarl Rişye Şarl Lomberozo idi. Şu ta’dad ettiğimiz ulema on yedi meclis akdederek müşahedat-ı ruhiyyeyi tedkık ettiler. Vasıta-i ihzarda Madam Ozapiya Biladino idi. Sonra bir takrir yazdılar ki Mecmu’a-i Ruhiyye’nin o sene intişar eden cildinde tamamiyle münderictir. Bunlar takrirlerinde müşahede etmiş oldukları havarıkın tezvir ve tahrife atfına imkan olmadığını ispiritizm mesailinin de mesail-i ilmiyye sırasına geçmeye vücuh ile şayan bulunduğunu bütün aleme karşı i’tiraf ediyorlar.” Bir kaç sahife yukarıda üstad Hislop ile Hudson’un ispiritizm hakkındaki i’tikadlarını açıktan söyleyerek bütün aleme karşı ruhun muhallediyetini isbat va’adinde bulunduklarını dermeyan etmiş idik. Evet bunlar va’adlerini incaz ettiler. Evvela Hislop müşahedat-ı dakıkasını serde başlayarak sözüne şu ibare ile hatime verdi: “Bu müşahedatın tefsiri kabil değildir.” Dr. Hudson’a gelince onun da takriri İngiliz “Mebahis-i Ruhiyye Cemiyeti” tarafından neşredilmekte olan raporlar meyanında intişar etmiştir. Biz şu satırları elimize geçen bir Fransızca tercümesinden naklediyoruz: “Ben telepatiyi hayatta bulunanlar arasında senelerce tecrübe ettim. İşte bugün suret-i kat’iyyede te’kidden geri durmam ki ispiritizmin asla şekk ü şüpheye mahal yoktur.” Diğer bir sahifede diyor ki: “Bu mesailin bu kadar tam bir surette vuzuhu müşahedatın ef’al-i mevta olduğunu tasdike mani’ olabilecek hatıratın kaffesini zihnimden çıkarmıştır.” Daha bir başka yerde diyor ki: “Ben şimdi hiç şüphem olmayarak söyleyebilirim ki yukarıki sahaifte bahseylediğim mer’iyyat-ı mühimme bize kendi isimlerini bildiren eşhasın hakıkaten kendileridir; ve bunlar bizim mevt namını verdiğimiz Madam Baybar’ın müteşennic olan cismi vasıtasiyle kendilerini bize –ki ihya namını taşıyoruz– doğrudan doğruya tanıttılar.” Keşfiyat-ı bedi’asında Pastör’ün refik-i mu’temedi olan müellif-i şehir Dr. Kipyer de ispiritizme merak ederek bir çok zaman teharriyatta bulunmuş ve iki mühim eser meydana getirmiştir ki birisinin ismi İspiritizm diğerininki Tahlil-i Eş ya ’dır. Evvelkisi ikincisi senesinde intişar etmiştir. Doktor ispiritizm ile tam otuz sene uğraşmış kendi seviye-i çok tetebbu’at-ı dakıkadan sonra şu iki eseri te’lif etmiştir ki okuyanlar üstadın vasıl olduğu neticeyi bir çok meşakkatlerden bir çok şüphelerden tereddütlerden sonra ihraz edebildiğini anlarlar. Üstadın evvelki eseri okunacak olursa fikr-i maddisinden tamamiyle rücu’ etmekle beraber ruhun muhallediyeti hakkında henüz bir bürhan-ı katı’a zafer-yab olamadığı görülür. Zira kitabın mukaddimesinde diyor ki: “Ala ru’usi’l-eşhad şurasını i’lan etmemiz lazımdır ki biz bu mesail-i ruhiyyeyi yeni tedkıke başladığımız zaman kendimizin bir takım hayalat hurafat önünde bulunduğumuza bina’en-aleyh bazı sathi nazarata karşı bunların mahiyetini örtmekte olan perdeyi yırtmak üzerimize vecibe olduğuna tamamiyle i’tikad etmiş idik. Hatta bu fikirden ispiritizmin hurafattan ibaret olması fikrinden kurtulmak için pek çok zaman sarfettik.” Lakin üstad ispiritizm müşahedatının hayal olmadığını kat’iye daha zafer-yab olamamıştı. Çünkü sözlerini şu cümle de demeliyiz ki: Hayır hayır! Efkara dehşet veren ve bizim muhit-i ma’rifetimiz dahilindeki eşya-yı naçiz ile mukayese ederek idraki kabil olamayan bu müşahedat mevtin beka ve riyet-i kamile bahşedeceğini suret-i kat’iyyede isbat edemez.” Ma’a-mafih üstad bahsin su’ubetinden yılmadı; dayanıp kaldığı vakfe-i şekk ü tereddüdde durmak istemeyerek bir kahraman-ı sahib-azmin ikdam-ı fütur-naşinasiyle ileri doğru yürüdü. Dört sene sonra meydana getirdiği Tahlil-i Eşya’sında akıdesini tasrih etti hatta ervahın tecessüdüne yani kabil-i lems ü his bir cisim ile zuhuruna nakl-i kelam ederek dedi ki: “Herkes için çok zaman evvel yahud yakında vefat eden ailesi efradından birini şahsiyle görmek kabildir.” SA’ADET-İ DAREYN Bunda hiç şübhe edilemez. Fakat bu ilm-i alişanın mücerred tahsili o gayeti istihsalde kafi değildir. Belki mucebince amel lazımdır. Çünkü amelsiz ilim fa’ide vermez. Bu cihetle insan fıkıhın tahsiliyle kalmayıb onun muktezasıyla amil olmalıdır. Şöyle ki her halinde onun icabatına harfiyyen tebe’iyyet etmelidir. İşte o vakit mekarim-i ahlak ile muttasıf olmuş olur ki tahsil-i ulumun fa’ide-i kusvası da budur. Zira nezd-i ulü’l-enzarda hafi olmadığı vechile bi’l -cümle enbiya-i izam aleyhimü’s-selam hazeratı nev’-i beşere hüsn-i ahlakı ta’lim ve ta’mim için ba’s buyurulmuşlardır. Nitekim Hace-i Ka’inat aleyhi efdalü’t-tahiyyat efendimiz hazretleri dahi “Ben mekarim-i ahlakı itmam için gönderildim” ve “Sizden en ziyade sevdiğim ahlakı en güzel olanınızdır” buyurmuşlardır. Nasıl ki nazm-ı celili ile Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin hakk-ı alilerinde şeref-nazil olan ayet-i kerimesi hüsn-i ahlakın derece-i ehemmiyetini gösterir. İ’tikadıma göre hangi bir nebiy-yi zişanı vasf-ı ali-i nübüvvetten kat’-ı nazarla beşeriyetini i’tibaren tavsif lazım gelirse “hısal-ı hamideyi cami’ bir zat-ı kamil” demek icab eder. Hülasa hüsni ahlak son derece mühimdir. Semeresi dahi sa’adet-i dünyeviyye ve uhreviyyedir. Şimdi düşünecek bir cihet kalır. Acaba bu sa’adetlere insanın hakıkaten ihtiyacı var mıdır? Elbette vardır. Çünkü insan denince anlaşılan nedir? Hayvan-ı natık yani cisim ve ruhdan mürekkeb bir mahiyet değil mi? Evet halbuki cismin hakıkati münkeşif ve fakat ruhun mahiyeti gayr-i mekşuf ve cisim fani ruh bakıdir. Bina’en-aleyh bunlardan her birine has olarak “hayat-ı faniyye” ve “hayat-ı bakıyye” namlarıyle birer hayatın vücudu tabi’idir. Hayat-ı faniyye veladetle hasıl mevt ile za’il olur. Lakin hayat-ı bakıyye böyle değildir. hayata malik olmak üzere yaratılmıştır. Bunun netice-i tabi’iyyesi olarak iki nevi’ sa’adete arz-ı iftikar etmekte bulunduğu derkardır ki onlar da sa’adet-i dünya ve ukbadan zaman arzu ederler. Hele sa’adet-i dünyayı arzu etmeyecek bir ferd-i beşer tasavvur olunamaz. Fakat insanlar için asıl gaye-i emel bu değildir. Belki sa’adet-i ukbadır. Çünkü ya istihkak kesb edebilmek içindir. Bu sözümüzü izah ve isbat sadedinde deriz ki: Ma’lum olduğu üzere insan kadar müsta’id-i kemal bir mahluk daha yokdur. Çünkü insana bir nazar-ı sahih atfedilecek olursa fıtraten bir çok mu’cizat-ı azimeye masdar olduğu görülür. Ez-cümle insana mahsus olan nutk muhayyerü’l-ukul bir mu’cize-i kübra değil midir? Demek oluyor ki insan pek ulvi bir sınıftır. Halbuki insanı halk eden Te’ala ve Tekaddes hazretleri hakimdir. Her işi mutlaka maslahatı tazammun eder. Şu ahval nazar-ı i’tibara alınırsa zannolunur mu ki enva’-ı kemalata isti’dadı zahir bulunan bu derece mükemmel bir mahluku Allahu zü’l-celal hazretleri şu üç günlük fani bir hayatın guna-gun alam ve masa’ibine mahkum etmek için halk buyurmuş olsun? O Hakim-i müte’al hazretlerinin şanına layık olur mu ki sunuf-ı mahlukat içinde mümtaz kıldığı bu masnu’-ı bedi’i hiçbir anında lezzet-i hakıkıyye mahsus olmayan bir hayat-ı mü’ellim için ademden vücuda intikal ettirmiş bulunsun? Aklımız bila tereddüd hükmeder der ki: Hayır. O takdirde bu insanın behemahal hayat-ı bakıyye nin insanlarca aksa-yı amal olması lazım geleceği tebeyyün eder. Kaldı ki hakıkat-i hal bu merkezde iken sa’adet-i dünyayı niçin arzu ederiz? Bunun sebebi bedihidir. Çünkü bu maksud-ı asli ruhun sa’adeti ise cismin sa’adeti de onun mevkufun aleyhidir. Yani sa’adet-i faniyye li-zatiha maksud olmayıb belki sa’adet-i bakıyyeye vesiledir. Bu sebeble kat’iyyen ve ebediyyen muhtac bulunduğumuz alem-i bekanın sa’adetini tahsil için evvel emirde bu alem-i fenanın sa’adetini istihsale muhtacız çünkü bir şey’e muhtac olan o şey’in mevkuf olduğu şey’e de muhtac olur. Fi’l-hakıka insanı bunlar yek diğerine mu’arız bir halde bulunurlar. Aralarında bir mübareze-i daime mevcuddur. Çünkü ruh mukteza-yı mahiyyeti olarak insanı daima derece-i mülkiyyete terfi’a çalışıyor. Cisim ise hükm-i cibilleti olarak dereke-i behimiyyete tenzile uğraşır. Bu mübareze neticesinde bunların hangisi galebe ederse bi’t-tabi’ onun hükmü cari olur. Eğer ruh galib gelirse onun icabatı insanda tecelli eder. İnsan da ol vakit hakıki insan olur. Ve eğer cisim galib gelirse ol zaman onun mukteziyatı tezahür eder. O halde insanda insanlıktan eser kalmaz. İşte bu mübarezede ruhun cisme galebesini te’min edebilecek yegane kuvve ise “mekarim-i ahlak”dır ki aleyh melekat-ı mezkureyi iktisaba insan hemişe sarf-ı mesa’i etmelidir. Bu da ilm-i fıkha tamamen temessükle olur. Bak ne buyurur Allah. Sure-i Casiye’dedir bu ayet-i celile. Gelecek ders izah edeceğiz. Üç ayet de tamamıyla bu ahvale mutabıktır. Kur’an’da olmayan şey yok. Hiçbir vak’a-i tarihiyye bir sergüzeşt-i beşeriyye yoktur ki Kur’an’da bulunmasın. Olmuş olacak bütün ahval-i ka’inatı Allah celle şanuhu derc etmiş. Ne türlü fesadlar çıkacak ne türlü mel’anetler ortaya konacak vaktiyle çaresine bakmak için beyan buyurmuş. Sonra ben ne yaptım? Bu kadar peygamberler geldi geçti nihayet Beni İsra’il peygamberanı da geçti. Evvela enbiya-i izam ve ümmetlerini beyan buyurur: Ne gibi ahvaller sernüma olmuş ne gibi vakayi’ zuhura gelmiş… Bunları beyandan sonra buyurur ki sonra artık sıra sana senin ümmetine geldi. Sen ahir zaman peygamberi oldun. Sonra emr-i dinden bir şeri’at-ı kamile bir tarikat-ı azime üzerine seni kıldım. Yani senin ve ümmetinin sülukünü mukarrer ettim. Ne üzerine? Öyle bir şeri’at-ı celile ahkam-ı ilahiyye ki hiç misli görülmemiş. Hiçbir peygamberin şeri’ati ona benzeyemez. Tenvin ta’zim için gibi. Biz onun künhünü bilemeyiz. Tasavvurumuzun fevkınde. Öyle ali aziz mukaddes bir şeri’at-ı celile üzerine seni kıldım. Kıyamete kadar senin şeri’atini ümmetine miras bırakacağım. Fakat şeri’ati niçin size veriyorum? Bu şeriata mütaba’at ediniz her hükmüne ri’ayet ediniz. Bir takım cahil heriflerin heva ve heveslerine meyin şeri’at isteriz diye o budalaların arkasından koşmayın!... Allah: “Şeri’at isteyin!” demiyor. “Sen istemezsin diye öldüreceğim” diyemezsin. Hakkın yok. Allah ta’yin etmiş kim işleyecek kim haric kalacak istesek de istemesek de o olacak. Hükm-i şeri’at yerini bulacak. Şeri’at mı istersin; al Şeri’at canileri ha’inleri böyle dar ağacına çeker. O herifler ki şeri’ati hor görürler kendi menfa’atlerine alet ederler. Can yakmak için Şeri’at-ı Muhammediyye’yi mümsik-i i’tibar ederler. Zannetme ki senden Allah’ın azabını def’ ederler seni kurtarırlar… Hitab Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimize ama ümmetedir ümmete. Ya hitab-ı ammdır. Çok yerlerde öyle yaparlar. Muhatab olmaya kim layık gibi. Bir çok cebabire dahildir buraya. Bak ne buyuruyor? Hazret-i Peygamber’e ne yapacaktı müşrikler? Vakı’a diyorlar: – Niçin çıktın abad ve ecdadının dininden? Vazgeç din-i parlar. Sen de gel bizimle beraber putlara tap. Yarı malımızı sana verelim. Seni padişah edinelim. Memleketimizde hüküm-ferma edelim. Tek sen bu da’vadan vazgeç: “Allah birdir” deme. Çünkü sonra üç yüz altmış tanrı ayaklar altında kalır. Dünyayı güç ile bunlar kullanır. Bir tanrı sonra ne yapar? Mecnun derlerdi haşa. İki şeyden dolayı: Birisi: “Allah birdir” diyor. Halbuki zu’mlarınca hayvanlara rı bir alihe nezaret edecek. Hani esatir-i Yunaniyye’de güzeller bi-nihayet tanrılar. Akıde-i İslamiyyece olsa olsa onlar melek olabilir. Allah umur-ı ka’inatı her birine tefviz eder. Halbuki onlar hepsini tanrı telakkı ederler. Hazret-i Peygamber Efendimiz: “Allah birdir” dediği için: “Aklına şaşarız” diyorlar. Bir de: – Öldükten sonra dirilecekmişiz. Nasıl olurmuş öldükten sonra bu vücud yine ter ü taze olsun. Dünyada olduğu gibi kalksın gezsin. Bunu hiçbir akıllı söylemez. Belki ruhu cennete cehenneme gider. Lakin ruhla cesed birleşsin bu olamaz. Habibim kafirler bak senin için neler söylerler: Birbirlerine diyorlar ki: – “Gülünecek bir şey var lakin ben söylesem mı? Gel beraber seni bir racüle bir adama götüreyim. Muradı Hazret-i Peygamber Efendimiz Göresin neler söyleyecek. Diyecek ki: “Vücudunuz çürüdükten pare pare olub dağıldıktan sonra yine böyle mevcud olacaksınız dirileceksiniz. Çürüyüb toprak olduktan sonra kalkacaksınız. Ruhsuz cesediniz bir yere gelecek” Gül ama kulağınla işit ki inanasın bana. Bak ha’ine bak. Nasıl efkarı zehirliyor!.. – Sahih mi? Hakıkaten böyle söyler mi? – Hay hay!.. Gel de gör kulağınla işit. Fakat bilemem aklı mı yok mecnun mudur? Yoksa iftira mı eder? Hele söylediği doğru değil. Ya aklı başında değildir ya iftira ediyor… Kafirler diyor bunu. O kodamanlar avam takımını o ahmak müşrikleri böyle kandırıyorlardı. Nasıl ki kandırdılar. Hazret-i Resulullah’a da öyle diyordular: – “Gel gel sen de bizimle beraber ol!” Lakin te’sir eder mi Peygamber’e? Asıl maksad sonra gelenleri himayedir. Onun için buyruluyor. O cahiller ki hakkaniyetden dem vururlar şeri’ate taraftarlık gösterirler; öyle bil ki senden Allah’ın adaletini def’ edemezler. Ne niçin yaparlar bunu? Zalimler birbirinin dostudur. Birbirine yardım eder. Daha büyük bir zalim istediği gibi onları kullanır. Lakin sen sakın! Zalimlerle hem-efkar değilsin ya onlar müşterektir. Gönlü var. Bazıları da bilmeyerek iştirak ederler. Bunların şerrinden sakın. Zalimlik Allah vermesin dünyayı harab eden oddur. Ekasire-i Acem ehl-i iman olmadıkları halde bunca seneler devam etmiştir. Ekasire ki eski İran şahları bir de Kayasire var ki onlar da Rum Kayserleri demektir. Ekasire “Kisra”nın cem’idir. Asl-ı Farisisi Hüsrev’dir. Yezdicerdler Daralar Nuşirevanlar… İşte bunlar hep Ekasire. Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz Nuşirevan-ı Adil zamanında dünyaya gelmişti. rivayet ederler. Pek sıhhatini te’min edemeyiz. Efendimiz buyurmuşlar. “Ben adaletli bir padişahın zamanında dünyaya geldim.” Ama Mecusi imiş olsun adaleti dünyayı tutmuş. Bakmıyor Mecusi olduğuna. Adli cihetiyle iftihar etmiş: Hamdolsun zalimler zamanında dünyaya gelmedim. Nuşirevan-ı Adil devrinde mehd-i şuhud-ı alem-ara oldum… buyurmuşlar. Bak şimdi Nuşirevan’ın adaletine. Bunu söylemekle bitiremeyiz ya. Çünkü esasları öyle. Akil adam. İçlerinde pek çok hükema var. Enbiyaya hizmet edenler var. O esası kurmuşlar. Biliyorlar ki padişahlık adaletle ka’imdir. Adalet olmazsa alem ma’mur olmaz. Adalet müsavat olmazsa biladda ma’muriyet olur mu? Servet-i tabi’iyyeden istifade olmaz memleketler mahv olur ahali harab olur. Hazine ne ile dolacak? Hazineler dolmazsa askerler beslenemez. Böyle olursa padişahın ne zevki kalır saltanatda? Milletden daima beddu’a gelirse ne hayır o padişahlıktan? – Ne söylerlerse söylesinler. Askerler ahali aç çıplak kalırmış ne isterse olsun benim kasalarım dolsun da milletin hazinesi ne isterse olsun… Öyle zalimlikle memleket idare olmaz. Olur ama elbet bir gün gelir adalet yine zalimlerin başını ezer. Ne kendileri kalır ne evladları. Kalsalar bile beddu’a ile rahat etmezler. Onun için zulüm bela-yı azimdir. Akıl onu istemez. Zerre kadar aklı olan bunu anlar. Hatta Nuşirevan bir def’a hastalanmıştı. En emin adamlarını huzuruna çağırmış demiş ki: “Oğlum ben hasta oldum korkarım ki bu derde derman bulamayacağım…” – “Aman efendim hiç çaresiz derd olur mu? Derdi veren derman da bahş etmiş.” – “Bilmem ama kitablarda bir şey gördüm. Bu derdin devası olsa olsa bir şey olabilirmiş: Bir harab köyü bulacaksınız. Orada bir yıkık duvar varsa oradan eski bir kerpiç getireceksiniz. O kerpiçle şifa bulacağım. Yoksa bu illetin yok devası.” –“Peki efendim emredin gidelim.” –“Haydi gidin.” bütün memlekete yayıldılar. Gezdiler hayli zaman dolaştılar. Her tarafı teftiş ettiler. Öyle harab bir köy aradılar. Bulamadılar. Nereye gittilerse ma’mur. Her yer muntazam yapılı. Gördükçe insanın ferahı artar kalbi iftihar eder. Gezdiler dolaştılar yok yok mahzun mahzun geldiler. Nuşirevan’ın huzuruna çıktılar: –“Gezdiniz buldunuz mu?” –“Hayır efendim.” –“Neden?” –“Efendim ülkenizde harab yıkık bir yer yok.” –“Hamdolsun dedi. Zaten ben bunu anlamak isterdim. Ona merak ederdim: Acaba memleketimizde bozuk yıkık bir duvar var mı? Bildim ki siz can aşkıyla arayacaksınız. Çünkü beni seviyorsunuz. Elbet şifa bulmamı istersiniz. Dikkatle gezeceksiniz taharri edeceksiniz. Fakat hamdolsun Allah’a ki bu günleri bana gösterdi. Ben bununla iftihar ederim. Artık ölsem de gam yemem” Herifler işte böyle çalışıyorlardı. Bilirlerdi ki bütün ulema söylemiş bütün hükema izah etmiş: Din mülk ile olur. Saltanat vatanla olur. Mülk olmazsa din şeri’at kalmaz. hallere geldi. Ne cami’ler kaldı ne vakıflar ne medreseler. En yakın zamanlarda oldu ve oluyor. Git oralarda bağır bakalım: “Şeri’at isteriz” diye. Hemen hazırlanmıştı Bulgaristan. Avrupa’ya öyle dedi: Bırakın ben gidib İstanbul’u zabtedeyim. Bütün ordunun intizamı gitti. Bulgaristan bütün devletlere böyle telgraflar çekdi. En Selanik’ten telgraflar yağmağa. Devletler: – Dur bakalım dediler. Bulgaristan’ın yapacağı nane değil bu. Allah’ın inayetiyle Osmanlılar yeniden hayat bulacaklar. Biraz aldanmışlar. Fakat ne yapsınlar. O makamı hürmetli görürler. O da nadim oldu. “Ben de sizin reisinizim el birliğiyle çalışalım. Oğullarım” dedi. Mecliste bulundu. Eh onlar da inandılar. Meğerse el altından başlamış daha vak’a gününden. Zahirde halis muhlis görünür ne bilsin ortalık? Kim ister padişahın azlini? Ne haricen ne dahilen arzu olunur bir şey değil. Tarihlerde oku. Mecburiyet-i kat’iyye olmadan padişahların tebdili cihetine gidilmemiş. Küçük bir şey’le makam-ı hilafet ve saltanata ta’arruz edilmemiş. Fakat fetva verilir. İcma-ı ümmet mün’akid olursa buna kimsenin bir şey diyeceği kalmaz. Bu cihetle bütün Avrupa Amerika hakıkatı anladılar. Vakı’a Osmanlılar kuzu gibi halim her türlü zulme mütehammil kimselerdir. Fakat sırası gelince de arslan gibi kükrerler. Allah öyle emretmiş: “Zalimin elini tutmazsanız hepiniz mahv olursunuz.” Kezalik diğer ehadis-i şerife var: “Eğer ehl-i İslam zalimin elini tutmazlarsa onlar da beraber haşrolurlar.” Şeri’atin emri böyledir. Cümle alem bunu tasdik eder. Eğer böyle olmasa idi hepimiz Bulgarların eline geçecektik. Bulgarlar Bulgaristan’da yaptığını burada da yapacaktı. Onun ker ile ka’imdir. Asker olmazsa memleket ka’im olmaz. Asker para ile yaşar. Eslihası erzağı her türlü levazımı para ile olacak. Para da ahaliden alınacak. Öşür alınır vergi alınır. Mal ile ahali olmazsa asker de olmaz. Mal ile ahalidir memleketleri ma’mur eden. Adalet emniyet ve asayiş mühimdir. saltanatı. En sonra kalan ismi Yezdicerd mi ne idi asla İslam’a karşı duramadı. Çünkü dünya menfa’atı için çalışıyorlardı. Fakat biz hem Allah için hem dünya için çalışıyoruz. Ehl-i İslam’ın adaleti yalnız dünya için değildir. Ecir var sevab var. Dinimiz şeri’atimiz adalet emrediyor. Onlar aklen hareket ediyor. Biz hem aklen hem şer’an. Bizde daha kuvvet var. Onun için baş edemediler. Hazret-i Osman zamanında Ekasire’nin hükumeti nihayet buldu. Rüstem-i Zal ile ne kadar muharebeler oldu. Nihayet en sonra o da helak oldu. Memalik-i İslamiyye Asya-yı Vusta’ya doğru pertev aldı. Çünkü ciddiyet ile hareket ettiler. Böyle millete karşı durulur mu? Yalnız akıl ile olmaz. Akıl ile nakil bir yere gelirse o vakit iş başka olur. Şeri’atte başka kuvvet var. Bu kadarla iktifa edelim. Metin Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Temmuz Bir kimsenin kadh ü zemmine dair söylenen kelamı şifahen veya tahriren kendisine isma’dan ibaret olan nemimenin haram-ı kat’i olması cümlenin ma’lumudur. Daima su-i niyyetle fesad-cuyane irtikab olunan münaferet ika’ına ba’is-i müstakil olan bu ma’siyet-i azimenin fevka’lade şena’ati nemmamlığı i’tiyad eden kesanın her türlü hasa’il-i habiseyi cami’ olacaklarının kat’iyeti de şu ayet-i kerimeden müsteban olmaktadır. Esta’izübillah Ey mü’min! Sakın kesirü’l-half yemini bol olan hiçbir şahs-ı hakıre ita’at fesad-amiz sözüne muvafakat etme. hakaret müradifi mehanetden müştakdır. Bu makule kimseler her zaman halkın mesavisini teftiş ve ihbara mübaderet hayır ve meşru’ hukuk-ı ademiyyeden ma’dud şeyler ile intifa’a mümana’at te’addiyat-ı guna gune mücaseret ile her cinayeti irtikab ederler. Çünkü kasiyyü’l-kalb cefa-pişe olmalarından başka mechulü’l-neseb füru-maye kimselerdir. pederi meşkuk bulunan şahıs ma’nasınadır. Nasıl ki bir şa’ir demiştir. Bu san’at-ı mezmumeyi i’tiyad edenlerin ale’l-ekser “veled-i bağy” mukarenet-i gayr-i meşru’a mahsulü olmalarını Ebu Musa el-Eş’ari radiyellahu anh tasrih etmişlerdir. Müşarun-ileyhin ahfadından Bilal ibni Ebi Bürde rahimehullahu Emir-i Basra oldukları hengamda kendisine böyle bir si’ayetde bulunan şahsa “dur bakalım ulan sen nasıl bir adamsın öğrenelim” demiş. Lede’t-tahkık merkumun veled-i gayr-i meşru’ olduğu tahakkuk etmiş idi. Bunun üzerine cedd-i alilerinin anifü’z-zikir kelamlarını hikaye buyurmuşlardır. ahval-i nasa dair gördüğü işittiği her şeyi değil yalnız istima’ında li kendi hakkında söylendiği rivayet olunan na-seza kelimatı hemen tasdik etmemelidir. Çünkü böyle sözlerin ravisi nemmam olduğu cihetle şer’an fasık addolunur. Fasıkın haberi nazm-ı celili hükmünce– şayan-ı kabul değil belki merduddur. Hem de vazife mücerred adem-i kabulden ibaret olmayıb belki bu makule sa’iyyün bi’l-fesad olanın fi’lini takbih ve kendisine buğz etmek de vacibdir. Hakkında isnad vuku’ bulunan kimseye ma’sum olması ferman-ı alisine tevfikan su-i zan da haramdır. Nemime haslet-i zemimesinden zecr ü men’a ü i’tiyad edenleri tel’ine dal olan ehadis ve asar-ı hükemanın bir kısmını zikredelim ki şer’an ve hikmeten ne derece müstakbeh olduğu anlaşılsın. Cenab-ı Huzeyfe rivayetiyle Sahih-i Buhari ve Müslim’varid olmuşdur.’nın feth ha’in ve hadi’ demekdir. Şarih Menavi r.h. finde nemmamın duhul-i cennetden mahrum olacağı tasrih edilmiş hadis-i aharda da buyurulmuştur. Yani içinizde şerrar-ı halk nasın meayibini teftiş ve tecessüs ile nakl-i kelam Hadis-i şerif-i diğerde dahi bir çok kimseler mel’un ünvanıyla yad edilmişlerdir ki onların bir sınıfı zü’l-vecheyn ve zü’l-lisaneyn olanlardır. Diğerleri de güruh-ı nemmamin ile “şuggaz” olanlardır ki bunlar tava’if-i insaniyye arasına anasır-ı muhtelife beynine ilka-i adavet edenlerdir. Kütüb-i ahlakıyyede “si’ayet ile’s sultan” ta’bir olunan haslet-i la’ine –ki selatine ümeraya yalan yanlış laf taşımak haklarında cereyan eden sözleri nakl ü isma’ etmekten ibaretdir– aksam-ı nemimenin eşedd ü eşna’ıdır. Arablar buna “halika” ve “mühlike” ıtlak ederler. Çünkü selamet-i umumiyyeyi halk ve izale nüfus-ı kesireyi ihlake badi olmaktadır. fıkrası da hükm-i kadime cümlesinden olmak üzere kütüb-i edebiyyede mazbutdur. Nasın nezd-i Bari’de en ziyade mebğuz olanı “müselles”dir. Bu müsellesi Esma’i rahimehullah diye tefsir etmiştir. Yani ol şahs-ı bedsiret ki kardeşini imama gamz ederek hem onu hem kendisini hem de netice i’tibariyle imam ve metbu’unu ihlake ba’is olur. Siracü’l-Mülük’de mezkur olduğu üzere büleğa-yı Arabdan bir zat da şöyle demiştir: Yani makam-ı saltanata yahud bir sahib-i nüfuz ve riyasete karşı bazı kelimat veya teşebbüsat isnadiyle bir şahsı si’ayetde bulunmak öyle bir cinayet-i halife ve mühlikedir ki gıybet ve nemime dena’etlerini ihtivasından başka nevazil ve ahvalde nüfus ve emvali itlafa badi olur. Bu ma’siyet-i kebire ile azizin izzi za’il mekin mekanetinden seyyid mertebesinden sakıt olur. Sa’inin si’ayeti ile nice dima-yı ma’sume ıraka bi-nihaye hurmetler istibaha edilmiş safiler yekdiğerinden teba’üd mütevasıllar tekatu’ muhibler iftirak zevceyn tebayün etmiştir. buyurulmuştur. ansızın eriştirilen afet-i azimeden Cenab-ı Aziz-i zü’l-celalden ittika ve hazer etmelidir. Ol şahıs-ı ali-makam ki eyyam kendisine müsa’id ve kaza-yı ten nemmam güruh-ı le’imesinin ilka’atına kapılmakdan muhteriz olmalıdır. Diyorlar ki: İnsan için bir gaye-i kemal vardır; onu ihraza çalışmak üzerine farzdır. Diyorlar ki: İnsan noksana ma’ruzdur yükselip ona galebe etmelidir. Diyorlar ki: İnsanın kemali imkan müsa’id olduğu kadar feza’il iktisabında noksanı ise reza’il-i ef’alden birini irtikabındadır. Şimdi bakalım o feza’il nedir? O reza’il hangi şeylerdir? Feza’il ruhun birtakım secayasıdır ki kendisiyle muttasıf olan iki vücud arasında bir aheng-i vifak husule getirmek şanındandır. Seha iffet haya ve bu kabilden olan hasa’is-i aliyye gibi.. Şimdi iki cömert için hiçbir vakit mu’aşerette hilaf tasavvur olunamaz; çünkü hakkın icab ettiği yerde bezletmek yine hakkın icab ettiği yerde men’etmek ikisinin de meftur olduğu seciye-i müştereke iktizasındandır. Bina’enaleyh her biri haddini bilerek asla tecavüz etmeyeceği için mu’amelat-ı iktisadiyyede hiç niza’a mahal kalmaz. Kezalik afifü’n-nefs olan adamlar da müştehiyat-ı nefsaniyyeden biri uğrunda mücadeleye kalkışmazlar; zira hevesat-ı rezileden çekinmek amal-i kerime beslemek herbirinin tabi’atı icabındandır. Elhasıl ulema-yı ahlakın sıfat-ı fazıla sırasında gösterdiği bütün hasa’isi tedkık edecek olursanız görürsünüz ki her fazilet kendisiyle ittisaf edenler arasında bir ülfet husule getirmektedir. Feza’ili nefislerinde ya kamilen yahud kısmen cem’etmiş a’zamında ittihad ederler. Bu vahdetin devamı ise feza’il-i müşterekedeki rüsuhları nisbetinde olur. İki şahıs arasındaki şu hal bir çok eşhas beyninde de aynı tarzı muhafaza eder. Demek hey’et-i ictimaiyye arasında medar-ı vahdet olacak ahad meyanında metin bir urve-i ittihad teşkil edecek yegane esas feza’ilden ibarettir. İşte bu esas-ı muhkem sayesinde bir ferd diğerine öteki kendisine benzeyen bir başkasına temayül ederek bakarsınız ki koca bir cumhur aynı irade ile hareket eden hareketinde de aynı gayete doğru yürüyen bir kitle-i mütecanise şekline girer. Mecmu’-ı feza’il bütün ef’alde adlden ibarettir. Hasisa-i adl bir kavmin kaffe-i efradına şamil olursa her biri haddini bilerek hakkını tanıyarak diğerinin hududuna hukukuna tecavüz etmeyeceği için aralarında te’avün tabi’atiyle husul bulur. Efrad-ı insaniyyeden her birinin kendine has bir vücudu vardır; inayet-i ilahiyye o ferde vücudunu muhafaza edecek beka-yı nev’i için tenasülde bulunacak kuvayı vermiştir. Ancak hikmet-i İlahiyye insanın diğer hayvanlardan daha başka bir surette daha yüksek daha müterakkı bir vücud hey’et-i ictimaiyye teşkil etmesi ayrı ayrı birçok efradın bir araya gelerek bir ism-i müşterekin şamil olabileceği bir bünye vücuda getirmesidir. Her ferdin cemiyetteki mevki’i eşkali veza’ifi muhtelif olmakla beraber hepsi birden bir vücud-ı müşterekin bekasına te’yid-i kuvasına hizmet eden a’za mesabesindedir. Bir cemiyetteki feza’il ise her uzvu kendi vazife-i mahsusasını ifa ederek başkasının vazifesine tecavüzden alıkoyan kuvve-i hayatiyye gibidir. Mesela elin vazifesi tutmak vücudu müdafa’a etmek olup görmek bunun havassından değildir; kezalik gözün hizmeti görmek renkleri şekilleri temyiz etmek olup tutmak vücudu müdafa’ada bulunmak vazifesi değildir. Halbuki cümlesi birden aynı hayat ile yaşar. nisbetle feza’il ka’inata nisbetle cazibe-i umumiyye gibidir. Kevakib ve seyyaratın arasındaki nizam nasıl cazibe-i umumiyye sayesinde payidar oluyorsa her kevkeb nasıl bu kuvvetin tevazünü sebebiyle kendi merkezinde sabit kalıyorsa nasıl diğer kevkeble arasındaki nisbeti muhafaza ederek ka’inatın kadar her biri medar-ı mahsusunda muntazaman seyrediyorsa bu feza’il vasıtasiyledir ki Cenab-ı Hak hey’et-i ictima’iyyeyi teşkil eden efraddan her birinin mevcudiyet-i şahsiyyesini bir zaman-ı mahduda mevcudiyet-i insaniyyeyi faza eder. Bir millet ki vaz’ u ref’ eden alıp veren celb ve def’eden elhasıl bütün umurunu idare eyleyen bütün şu’ununa tasarrufta bulunan sırf kendi efradı olur ve her ferd hareket-i hususiyyesinde umumun gaye ittihaz ettiği maksaddan başka bir maksada teveccüh etmez hey’et-i milletin menafi’ine müte’allik hiçbir işten geri durmaz da bu suretle cemiyet her türlü şedaid ve müessirata karşı mukavim bir bünyan-ı metin şeklini alır ve her ferdin ayrı ayrı kuvvetinden umumun mevki’ini tahkim edecek mecd ü şerefini müdafa’ada bulunacak ağyarın hücumunu men’eyleyecek bir kuvve-i külliyye vücuda gelirse işte o ümmette feza’il hakim mekarim-i ahlak mütehakkim demektir. Böyle bir milletin efradı ancak i’tilaf için ihtilaf eder. Ancak ittihad için ayrılır. Bunların sa’y ü ameldeki ihtilafları bir muhit-i daire üzerinde bulunup da muhtelif cihetlere giden adamların ihtilafına benzer ki mebde-i hareketteki iftirakları muhitin diğer noktasında telakı içindir. Kezalik menfa’at-i umumiyyenin celbi için teşebbüs ettikleri vesa’ilin başka başka olması bir ipin iki ucunu çeken adamların halini andırır ki her biri mütevazin bir kuvvetle ipi çektikçe karşısındakinden bir cihetten uzaklaşır lakin diğer bir cihetten aradaki mesafeyi muhafaza eder. O halde birbirlerinden asla ayrılmaz ve birinin menfa’ati diğerinin menfa’ati zımnında heder olmaz. Aralarında irtibat-ı tam bulunan böyle bir ümmet efradının mesalikine gelince o nısf dairelere benzer ki merkez-i müştereki milletin hayat ve şevketidir. Hiç biri muhit-i cinsiyyetten hariç kalamaz. Cümlesi birden cemiyetin menafi’ine hizmet hususunda o cetvelleri andırır ki denizden su almak için denize su verirler. Böyle bir ümmet-i fazılayı teşkil eden efradın her biri rif’at-ı kadr ü menzilet şan ü şevket ikbal ü saadet nüfuz u hakimiyet gibi beşeriyetin mabihi’l-iftiharı olan ve insanı sair hayvanattan ayıran hasa’ise zafer-yab olmak ancak ümmetin bu meziyetlerden nasibi tamam olduktan sonra kabil olabileceğini görür de ona göre bezl-i mechud eder; her ferdi hissesine düşen nasibeyi almaya müstaid bir hale getirmeye çalışır; hey’et-i umumiyye-i milletin şöyle dursun efrad-ı ümmetten birinin bile hukukuna hiyanette bulunmaz. Ve o hukuku müdafa’adan kat’iyyen geri durmaz. Zira bilir ki böyle bir harekette bulunsa nefsine hıyanet etmiş çünkü alat-ı fa’aliyyetinden birisini ibtal eylemiş esbabtan birini muattal bırakmış olacak. Kezalik ahad-ı milletten hiçbirini hakir görmez hiçbirinin sa’y ü amelini istihfaf etmez eşhasın her birini ne kadar hakır olursa olsun büyük bir aletteki ufak vida menzilesinde görür ki o vida düşmekle bütün alet amelden atıl kalır. Şimdi senin için bir de şu sıfat-ı fazılanın hakayıkına nazar-ı im’an ile bakmak icab ediyor; ta ki beyan ettiğimiz netayici hakkında bir hükm-i sarih verebilesin. Muhakeme rü’yet hürriyet-i fikir iffet seha kana’at rıfk vakar uluvv-i himmet sabır ve sekinet hilm şeca’at gayrın menfa’atine hürmet hamaset sıdk vefa emanet safiyet-i kalb afv mürüvvet hamiyet hubb-ı adalet şefkat gibi sıfat-ı celile bir millette te’ammüm eder yahud efradında ekseriyetle bulunursa acaba onların arasında ittihad-ı tamdan başka bir şey olabilir mi? Acaba akıl hür sadık vefi merhametkar kerim şeci’ sabir halim mütevazı’ vakur afif refik merhametkar bulunabilir mi? Hakka yemin ederim ki bu faziletlerden hangi kavmin arzına bir ruh vezan olunca o arzı ölü olsa diriltir çöl olsa çemenzar eder çorak olsa baran-ı rahmetle reyyan eyler. O millete bir vahdet zırhı giydirir ki asla delinmez bir rida-yı eman örter ki ebediyyen yırtılmaz. Bu secaya-yı şerifede ihraz-ı kemale en ziyade şayan olan bir ümmet varsa o da Nebileri “Ben mekarim-i ahlakı itmam ümmettir. Fazilet milletlerin hayatıdır. Onları anasır-ı ecnebiyyenin müdahalesinden sıyanet eder. Zevale müeddi olan inhilalden masun bırakır. Reza’ile gelince: Bunlar nüfus-ı beşeriyyeye arız bir sürü keyfiyat-ı habisedir ki kendileriyle ittisaf eden eşhas arasında tefrika husule getirmek şanındandır. Hayasızlık şena’at-i lisaniyye sefahet hamakat hiffet tehevvür cebanet denaet metanetsizlik kin hased azamet hodbinlik inad istihza zulüm hiyanet kizb nifak gibi. Şimdi bu sıfatlardan hangisiyle olursa olsun televvüs eden iki şahıs arasında buğz ü adavet tehaddüs ederek hilaf vifak husulünden ümidler mukatı’ olacak dereceyi bulur. Çünkü her birinin tabi’ati ya aharın hukukuna tecavüz etmek yahud cinsiyette milliyette kabile ve aşirette kendisine müşarik hiç bir kimse mahrum bırakmak isteyen adamdan nefret etmekle mecbuldur. bozuk sefih korkak bahil her biri diğerinin hakkına göz dikmiş haris garazkar hasud mütekebbir her biri ancak kendi yaptığını beğenir anud hain zalim yalancı münafık; acaba böyle iki şahsı birleştirecek bir maksad yahud aralarında vifak husule getirecek bir gayet tasavvuru mümkün olabilir mi? Bu sıfatların her biri o iki şahsın birbirinden ayrılmasına en başlı sebeb olmaz mı? Bu reza’il hangi millette zahir olursa o milletin bünyan-ı mevcudiyyeti devrilir ecza-yı mürekkebesi tarumar olur. Her birisi bir tarafa gider sonra kanun-ı fıtri-i ictima’i icabınca bu ümmete bir kuvve-i ecnebiyye hücum ederek onu amal-ı hayatiyyede cebren ve kahren istihdam eder durur. Zira hacat-ı ma’işet ictima’ ister; halbuki bu evsaf ile ictima’ kabil olamayacağı için böyle bir kuvve-i hariciyyeye lüzum zaruridir. rüsuh bulursa şekimeleri birbirlerine karşı pek kavi olur; zahirde görüp onları müttehid zannedersin “heyhat ki kalbleri perişandır”. Bütün savlet ve şiddetleri birbirleri hakkındadır. Ecanibe karşı ise zilletten başka yüzleri yoktur. A’danın kendilerine hakim olmasını isterler. A’daya intisab ile yol açarlar. Onların silah-ı savletini kendi elleriyle bilerler. Ebna-yı cinslerinin mehasinini mesavi me’alisini hakır görürler. Kendi çocuklarının ağzında dönüp duran bir hakıkat-ı basitayı şayet bir ecnebiden işitecek olsalar artık onu cevami’-i kelimden addederler de içlerinden biri en ulvi hakayıka en amik esrara tercüman olsa sözlerine zerre kadar ehemmiyet vermezler. Kendi aralarında hiç aklı başında bir adam bulunmayacağını gerek lisan-ı hal ile gerek makal ile söyleyip dururlar. Asılsız şeylerle tefahür hevesine kapılırlar harekat ve icra’at-ı sefilanede müsabakadan geri durmazlar. Sıdk-ı müdde’asına berahin-i katı’a ikame etse bile hayırhahan-ı milletin irşadatına kulak asmazlar; hulus-i niyyette en ileri gitse bile nasihların sözleriyle eğlenirler. Kendilerinin der etmek için bütün kuvvetleriyle uğraşırlar; bu gibi erbab-ı hamiyyeti nevmid bırakmak için ne kadar esbab varsa hepsine teşebbüs ederler ne kadar müşkilat varsa hepsini çıkarırlar. felce uğramış bir vücuda benzer ki a’zasında intizam-ı harekat olamayacağı gibi hiç bir uzvu mu’ayyen bir maksad uğrunda istihdam etmek de kabil olamaz. Artık bu kavmin amal ve ef’ali zabt u rabttan vareste kalır. Fesad-ı ahlak kendilerini her şerre her zarara alet eder. Efradın her biri yabancılardan evvel sahibini ısıran kelb-i akura yahud önce mürebbisine saldıran cünun-ı mutbik mübtelasına benzer. Ahad adeta bir karha-i akile şeklini alarak ümmetin yüzünü bakılmaz bir hale getirdikten sonra vücudunu da şerha şerha eder. Zillet dena’et mer’alarında beslenen böyle bir kavim kendi efradına karşı pek mütecellidane davranırken ecanibin sahib-i kuvvet olanlarına şöyle dursun zu’afasına bile arz-ı tezellül eder; nefsini madunlarına karşı zillet göstermeye yabancılara hatta en şedid düşmanlarına izhar-ı huzu’ hil olarak bir milletin yahud diğerinin mevcudiyetinde fani oluncaya kadar devam eder. Devletlerin tebeddülünde milletlerin zevalinde cari olan kanun-ı İlahi böyledir. Cenab-ı Hak milletimizi böyle bir akıbete düşmekten muhafaza buyursun. Şimdi bizim için bir nazar-ı im’an daha icab ediyor. Ta ki cem’iyyat-ı beşeriyyenin ittihad ile yaşamaya bela-yı tefrikadan kurtulmaya isti’dad izhar edebilmeleri için feza’ili nasıl kazanabileceklerini reza’ilden ne suretle sakınabileceklerini anlayalım. Her mevlud cihana her türlü şekli kabule her türlü levn ile televvüne müsta’id bir fıtrata sahib olarak gelirken acaba kemal-i fazileti aba ve ecdadından mı alır? Aba ve ecdadı için böyle bir faziletten vayedar olmak nasıl kabil olur ki onlar da o mevlud gibi neş’et etmişlerdi. Rehber-i hak bize göstermektedir ki usul-i ahlakta i’tidal hilye-i faziletle tezeyyün ef’al ve harekat-ı bedeniyyeyi mukteza-yı fazilete tevfik ancak din ile kabil olabilir. Erbab-ı diyanetin lemde mes’ud bir hayat hoş bir ma’işet geçirebilmeleri de ancak rü’esa-yı dinin hamele-i dinin vazifelerini hakkıyle eda etmelerine; evamir ve nevahiyi vazıh bir surette anlatarak ezhan-ı halka yerleştirmelerine umumu meşru’ bir surette harekete da’vet eyleyerek erbab-ı dalal ve gafleti yola getirmelerine vabestedir. Lakin şayet hademe-i din vazifelerini yakin azalır; ukul akaid-i diniyyenin muktezasından zühul eder; basiretler perde-dar-ı gaflet olur; şehevat-ı behimiyye tahakküme hacat-ı ma’işet nüfuz-i mutlakını infaza başlar; artık ihtiyar hevesatın galebesi altında kalır. Efradı hücum-i rezail ile zebun düşen böyle bir kavim yukarıda söylediğimiz azab u hirmana mahkum olur. Bunlar her ümmetin esbab-ı harabını teşkil ederek insanın bidayet-i hilkatinden şimdiye kadar na-mütenahi ümmetler üzerinde te’siri görülmüş olduğu gibi o ümmetlerin bakayası bugün de reza’il-i ahlakın bir kavmi nasıl tarumar etmekte olduğuna şehadet edip durmaktadır. İşte Hind sekenesinden olup Avrupalıların “Parya” dedikleri dehberu taifesi gözümüzün önünde bir misal olarak duruyor .Demek ki din ahirette olduğu gibi dünyada da sa’adete sa’iktir. Dünyanın muhtelif kıta’atındaki tavaif-i müsliminden bazısı dehrin inkılabatına hedef olarak iklil-i şevketlerini kaybettiler. Başka akvamın başlarında gördüler. Bugün diğer akvam ile uğraşıyorlar ki galebelerini ümid etmiyoruz. Şu zahir olan za’af başka bir şeyden neş’et etmez ancak şeri’at-ı İslamiyye’nin evamir ve nevahisine ittiba’ hususundaki buyuruluyor. Filvakı‘ inkara meydan yoktur ki cumhur-ı müsliminin kısm-ı a’zamı aka’ide te’alluk eden cihetlerde şeri’ate mütemessik olmakla beraber a’male müteferri’ hususatta dinin resmettiği meslek-i münevvere süluk etmemektedir. Bu ise ümmetin feza’il ve a’malde i’tidalden rücu’u nisbetinde za’afını intac eder bir haldir Bununla beraber müslümanlar seleflerinden mevrus olan feza’ili kaybetmemişlerdir. Şeri’atin ahkamını anlamışlardır. Kitabullah lisan-ı tilavetlerinden hiçbir zaman mehcur değildir. Ehadis-i nebeviyye rivayet olunup durmaktadır. Hulefa-yı Raşidin’in selef-i salihin siretleri inde’l-havas mazbuttur. Bina’en-aleyh şer’a mütaba’at hususunda bazılarına arız olan bu gafletle netice-i zaruriyyesi olan za’af ve meskenet daimi bir hal değildir belki za’il olacak bir arazdır. Ayat-ı Kur’aniyye’nin natık olduğu feza’il-i samiyyeye ahlak-ı kerimeye müslümanların o Kitab-ı Mukaddes’e karşı gösterdikleri hürmete nazar-ı insaf ile bakarsan kat’iyyen hükmedersin ki ulema-yı İslam sahib-i şeri’ate varis olmaları sunda bezl-i mechud etseler ve halka Kur’an-ı Kerim’in natık olduğu hakayıkla va’az eyleseler gerek Cenab-ı Peygamber’in evsaf-ı celilesini gerek o Nebi-yi Mu’azzam’ın sünnetine ittiba’ eden hulefa-yı güzinin hasa’is-i aliyyesini bildirseler görürdün ki ümmet-i netten sıyrılıp çıkarak mecd ü şeref-i sabıkını i’adeye can atar hakimiyetini muhafaza için canını verirdi. son zamanlarda milletin ma’ruz olduğu mesaib hati’at-ı vakı’alarından dolayı kendilerine min-tarafillah bir imtihandır. Bina’en-aleyh himmetlerinden gayret-i diniyye ve hamiyet-i milliyyelerinden beklenilen şudur ki illet müzmin bir şekil almadan izalesine çalışsınlar. Ebna-yı millete ahkam-ı ilahiyyeyi la-yenkatı’ ihzarda bulunsunlar. Aradaki revabıt-ı uhuvvet ve ülfeti tahkime uğraşsınlar. Ümmetin bir kısmına müstevli olan kabus-i me’yusiyyeti def’e bezl-i mechud etsinler ve onları iyice ikna etsinler ki kalblerinde maraz akıdelerinde zeyg ü dalal bulunanlardan başkası lutf-i İlahiden na-ümid olmaz. Kezalik halkı tevhid-i kelimeye tevhid-i gayete sevkederek kulubda zulümden nefret meskenetten umuma ıyanen göstersinler: Sıratımüstakım’in kırkıncı nüshasında “Mübahesat” serlevhalı bend-i mahsusda dört vechile mesa’il-i mühimmeden müşarun-ileyhim hazeratının mesleklerine süluk ile kendimi bahtiyar addedenlerden bulunduğum cihetle bu babda min gayri haddin netice-i tetebbu’atımı fetava kalıbına ifrağ ve kütüb-i fıkhiyye-i mu’tebereden nukul-i sahiha ile te’yid ve terşih ederek cem’iyyet-i muhtereme-i ilmiyyenin ara-i selimelerine tevdi’ ederim. Ve minallahi’t-tevfik ve’l hidaye. Gurre-i hilal-i Şa’ban ve hilal-i Ramazan bi’r-rü’ye sabit olmadığı takdirde sübut-ı hilal-i Ramazan’da müneccimin-i udul ittifakları ile amel makbul olur mu? El-cevab: Olmaz. Bu suretde mukallidin olan zamanımız hakimlerinden biri bir beldede hilal-i Ramazan’ın sübutunda ehl-i nücum-ı udul ihbarları ile amel ve hüküm eylese hükmü nafiz olur mu? El-cevab: Olmaz Suret-i mezkurede bidayet-i şehr-i Ramazan inde’l-muvakkıtin yevmü’s-sebtden iken bir belde hakimi sözleri ile amel etmeyib ertesi yevmü’l-ahadi ber-muceb-i şer’i ile mebde’-i sıyam deyü i’lan ettikde müntesibin-i ilm-i hey’etden cemm-i kesir dahi mebde-i sıyam yevmü’s-sebtden olduğunu teyakkun etmeleriyle yevmü’s-sebtde sa’im olsalar ve mensub oldukları fenn-i hey’ete istinaden mebde-i sıyam ta’yin ettikleri yevmü’s-sebt üzerine otuz günü ikmal edib kendi başlarına oruçlarını bayram diyerek yeseler fi’e-i mezbureye mezkur gün için yalnız kaza mı lazım yoksa kefaret dahi lazıme olur mu? El-cevab: Yalnız kaza lazım olur. Bir beldede bir sene ahir-i Şa’ban’da havada illet olmağla hilal-i Ramazan görülmeyib hilal-i Şa’ban iki şahid-i adil ile sabit olub eyyam-ı Şa’ban’ı selasine tekmil ile mebde-i sıyam yevmü’l ahaddir deyü belde-i mezbure hakimi kıbelinden hüküm ve i’lam-ı şer’i verilse halbuki inde’lhey’e bidayet-i şehr-i Ramazan ertesi yevmü’l isneynden olacağı mütehakkık ve yevmü’l-ahadden olması mümteni’ olmağla cumhur-ı ehl-i hey’et bu vechile amilin olub halkın sa’im olduğu gün yeyip ve eyyam-ı Ramazan selasine ikmal olunduğu halde otuz birinci gece havada illet olmağla rü’yet-i hilal-i fıtır bulunmayıb tekmil-i selasin ile halkın yevmü’l-ıyd kasdıyla cumhur-ı mezbur sa’im olsalar asim olurlar mı? El-cevab: Olurlar. Suret-i mezkurede bilad-ı mücavireden bir beldede havanın müsa’adesi sebebiyle hilal-i mezkuru yevmü’l-ahad gecesinde rü’yet ettiklerini belde-i mücavire-i mezbure kadısı huzurunda iki şahid-i adil şehadet edip kadi-i muma-ileyh dahi şehadet-i mezbure mucebince mebde’-i sıyam yevmü’l-ahaddır deyü hüküm ve i’lam-ı şer’i vermiş olmağla iki şahid-i adil dahi rü’yet-i hilal-i Ramazan bulunmayan belde-i ula kadısı huzurunda belde-i mücavire kadısı huzurunda vuku’ bulan şehadet-i meşruhayı ve muktezasınca hükm-i şer’isini şehadet edip belde-i ula kadısı dahi mebde’-i sıyam yevmü’l-ahaddır deyü hüküm ve i’lam etse halbuki gelerek leyle-i mezkurede gurubda hilal rü’yeti adimü’l-imkan bulunduğundan bidayet-i şehr-i Ramazan inde’l-hey’ete ertesi yevmü’l-isneynden olacağı tahakkuk etmekle cumhur-ı ehl-i nücum bu suretle amiller olup halkın sa’im oldukları gün yiyip ve eyyam-ı Ramazan’ı selasine ikmal ettikleri halde otuz birinci gece havada ke’l-evvel illet olmağla rü’yet-i hilal-i fıtır bulunmayıp tekmil-i selasin ile halkın yevmü’l-ıyd oruçlarını tekmil kasdıyla sa’im olsalar asim olurlar mı? El-cevab: Olurlar. Bir beldede mevani’-i kaviyyeden rü’yet-i hilal-i Ramazan müyesser olmayıb bilad-ı mücavireden bir beldede cemm-i ğafir tarafından yevmü’l-ahad gecesinde rü’yet-i hilal sübut bularak mebde-i Ramazan yevmü’l-ahaddir deyü belde-i mücavire hakiminden i’lam-ı şer’i sudur etmekle belde-i ula ahalisine hükm-i mezkur ne vechile lazım olur? El-cevab: Belde-i ula kadısına iki şahid varıb belde-i mücavire kadısı nezdinde vuku’ bulan şehadet-i meşruhayı ve yahud kadi-i muma-ileyhin hükm-i şer’isini ihbar ve şehadet ve yahud belde-i mücavireden belde-i ulaya istifaza-i haber ile lazım olur. Afyonkarahisar: Bolvadin Padişahımız Halife-i Mu’azzam-ı İslam efendimiz hazretlerinin cülus-i hümayunlarına dair Şeyhü’l-Harem-i Hazret-i Nebevi Muhtar Efendi hazretleri taraflarından tanzim olunan tarih-i ra’na: Tecelli-i cemal-i nur-ı tevfik-i İlahi’den Gözü halkın münevver gönlü şad u kam-bin oldu Güher tarihini nazmeyledi Şeyhü’l-Harem Muhtar Muhammed Han-ı Hamis daver-i mülk-i zemin oldu. Kaldı ki istizah-ı vakı’ın en mühim ciheti Ali Mürteza Efendi’nin hemşirezadesi olmak keyfiyetini teşkil etmekte olduğu ceride-i resmiyyesi olan Takvim-i Vakayi’ de aynen münderic bulunan bu babdaki takrirde karabet ciheti yalnız nazar-ı dikkati calib bir hal olmak üzere işaret edilmiş kuvve-i icra’iyyenin kuvve-i adliyyeye olan tasallutu ruh-ı istizah olarak gösterilmiştir. Nazır vekili efendi hazretlerince karabete te’alluk eden cihetin mühim telakkı olunması şu noktada müdafa’anın sühuletli gösterilmiş olmasından neş’et eylemektedir. Halbuki en kavi olarak telakkı eyledikleri bu hususda da iki kuvvete aid ahkam-ı mütehalifeyi telfik mecburiyetinde kalmışlar ve hikaye buyurdukları “su’ud”a rağmen balada teşrih olunan giriveye sukut tali’sizliği ile musab olmuşlardır. etmemekle beraber o suretle mefruz olması halinde de yine kifayet-i izahat iddi’ası esbab-ı mesrudeden naşi şayan-ı kabul olamaz. Hazret-i üstadın i’tasına lüzum gördükleri tafsilat tadır. Karabetin mani’-i tefeyyüz olamayacağı yolundaki nazariyelerinin her kuvvet için isabeti de doğru değildir. Zira beyan ettiğimiz vech üzere kuvve-i icra’iyye me’muriyetlerinde nüzzara vülata karabet onların bulundukları daireye münhasır kalmak şartıyle mani’-i tefeyyüzdür. Kanunun bu kaydı pek sarihdir. Açık alınla memleketde yegane hakim-i mutlakın kanun olduğunu iddi’a eden zatın ise bu kayd ile mülzem olması tabi’idir. Fakat kuvve-i adliyyede hükkama Kanun-ı Esasi’nin te’min etmekte olduğu terakkiyatın her hangi suretle olursa olsun sektedar edilmesine mesağ-ı kanuni bulunmadığından bu kabil avarız mani’-i terakkı addolunmuştur. Nitekim vekil-i müşarun-ileyh de “bu faraziye mevcud değildir” diye bu esasa temessükde bulunuyorlar. Lakin beyanat-ı mütekaddimelerinde kuvve-i icra’iyyenin kava’id-i ma’lumesine istinad eylemiş oldukları cihetle kuvve-i adliyye kava’idinin şu füyuzundan müstefid olmamaları lazım gelir. Bina’en-aleyh esna-yı müdafa’ada nazariye-yi mezkureyi kabul buyurmakta olduklarını i’lan eylemeleri pek mahalline masruf olmasa gerektir. Bir de dikkat olunmuştur ki hazret-i üstad “ta’yin ve intihab olunmağa elyak ise” ta’birini isti’mal buyuruyorlar. Acaba buradaki elyakdan maksad nedir? Ne gibi şeyleri ta’yin-i liyakatde medar olmaktadır? Mektebden me’zuniyet olmadığını anlıyoruz maksad bu olsa idi daha ehil me’zunların mevcudiyetine vakıf bulundukları halde madunu tercih eylemezler idi. Derecenin dahi mi’yar addolunmadığını biliyoruz. Zira mir-i muma-ileyh kendisinden mukaddem neş’et etmiş aliyyü’l-a’la me’zunlar şöyle dursun yine kendi sınıfından aliyyü’l-a’la me’zun ve adliyece müstahdem zevata tercih olunmuştur. Neş’etde kıdem mi? Hizmetde kıdem mi? İcraat bunun hilafını gösteriyor. Şu halde bir adam ta’yin ve intihab olunmaya ne suretle kesb-i liyakat ediyor? Ta’bir-i diğerle ne gibi ahval bu liyakati vücuda getiriyor? İşte burası bilinemiyor. olan zevatın teveccühat-ı mahsusaları liyakati tebyine esas addolunmuştur. Lakin bu kabil mü’essirata müstenid olan liyakatin te’min edeceği hakkı anlayamıyoruz. Hatırlardadır ki vekil-i müşarun-ileyh elyakıyet iddi’asını müte’akıb hakdan ve mahrumiyetinden bahis buyurmuşlardır. Bir adamı hakk-ı müktesebinden mahrum etmenin bir an olsun acılığını hayalen hissetmiş olmaları hasebiyle bu mülahazaları fa’ideden hali addolunamaz ise de kendilerince kabul olunan esbab-ı liyakatin mübhemiyetini mülahaza-i mesrudenin tavzih ve izale etmesi şöyle dursun büsbütün teşviş etmiş olduğunu Hülasa müşarun-ileyhce intihab için elyakı taharri lüzumu nazara alınmış fakat elyak olmak için ne gibi evsaf aranacağı gösterilememiştir. Badi-i şikayet olan intihab-ı vaki’ türlü tenakuz vartasından kurtulmak kabil değildir. İşte vekil-i müşarun-ileyh hazretleri bu mütehalif ahkamı bu mütebayin nazariyatı birbirine mezc ettikten sonra hakıkati i’tiraf eylemek emeliyle sözlerine şöyle devam ediyorlar: “Hakıkat şu yolda cereyan eylemiştir. Dersa’adet Bidayet Müdde’i-i Umumiliği’nde bin kuruş ma’aş ile ve adeta kitabet derecesinde bir me’muriyet yani müdde’i-i umumi mu’avinliği münhal olmuş idi. Encümence bu mu’avinliğe Dersa’adet aklam-ı mehakiminde deva’ir-i mehakiminde müstahdem ketebeden ve mektebli efendilerden birinin intihabı kararlaştırılmışdı. Gerçi mektebden huruc nokta-i nazarından Mürteza Efendi’den daha mukaddem efendiler mevcuddur. Lakin bunların bir kısmının hizmet-i adliyyeye dühulü müte’ahhir bir kısmı ise deva’ir-i idarede müstahdem olduğu için onlar intihab olunmamıştır. Aklam-ı mehakimde müstahdem olanlar var ise de Mürteza Efendi mahkeme-i temyizin ceza kısmında ve bir de hey’et-i umumiyyesinde müstahdem olunduğundan şu me’muriyete müdde’i-i umumilik mu’avinliğine onun intihabı muvafık görülmüştür. Ale’l-husus kendisinin iktidarı ve talakat-ı lisaniyyesi encümen a’zası tarafından dahi tasdik edildiği cihetle o tercih edilmiştir.” Bütün bu beyanat ve izahatı teşrih ve tafsil eder isek vekil-i müşarun-ileyhin ma’raz-ı müdafa’adaki müdde’iyat-ı vakı’asının atide ta’dad olunan altı esasa raci’ bulunduğunu görürüz: - Müdde’i-i umumi mu’avinliği adeta kitabet derecesinde bir me’muriyetdir. Hatta ma’aşı da bin kuruştur. - Encümen bu me’muriyete nasıl bir zatın geçeceğini evvelce kararlaştırmıştır. - Encümen’in kararlaştırdığı şartları ha’iz zevatdan mevcud bulunanlar hakkında neş’etde kıdem aranmamıştır. Zira hizmetde kıdem esasıyle te’aruz etmiş kıdem-i hizmet tercih olunmuştur. - Hizmet-i matlubenin cihet-i adliyyede icra edilmiş olması meşrut olduğundan deva’ir-i idarede daha ziyade ha’iz-i kıdem zevatın mevcudiyeti nazara alınmamıştır. - Aklam-ı mehakimde müstahdem daha kıdemli zevat mevcud ise de Ali Mürteza Efendi’nin mahkeme-i temyiz ceza da’iresinde bulunması ve be-tahsis mahkeme-i temyizin hey’et-i umumiyyesinde de müstahdem olması intihabını istilzam eylemiştir. - Encümen a’zasının taht-ı tasdikinde olan iktidar ve talakati esbab-ı müreccahadan addolunmuştur... Şimdi bunları birer birer tedkık edelim: Evvela müdde’i-i umumiliğin kitabet derecesinde telakkısi suretiyle istihfaf-gune serd olunan mütala’anın isabeti asla teslim olunamaz. “Adeta kitabet derecesinde” ne demektir? Kanun kuvve-i adliyyeyi terkıb eden eczanın her birine aid vazifeyi ta’yin ve her birini diğerinden temyiz ediyor. Müdde’i-i umumilik vazifesi başkadır. Kitabet vazifesi başkadır. Nazar-ı kanunda her birinin başka bir mevki’i başka bir meziyeti vardır. Birini diğerine ma-fevk addi varid-i hatır olmamıştır. Rüteb-i mülkiyyenin rüteb-i ilmiyye ve askeriyyede mukabilini ararcasına iki cüz’ arasında derece taharrisi doğru olamaz. Teşkilat-ı Mehakim Kanunu’ndaki silsile-i hükkam nazara alınır ise katiblerden bazısının hakimlere bile tefevvuk ettiği görülür. Mesela mahkeme-i temyiz baş katibleri bidayet a’zalarına tekaddüm ediyor. Demek oluyor ki bunları ayrı ayrı sınıflar addiyle her sınıfın mukabilini arayarak ketebeye mukabil müdde’i-i umumi mu’avinliği bulmak muvafık-ı nefsü’l-emr değildir. Ünvanın mu’avin olması da müdde’i-i umumiden ayrı bir sınıf farzetmeyi müstelzim olamaz. Aynı hukuk aynı veza’if duş-i iktidarlarına tevdi’ olunmuştur. Kuvve-i adliyyede kitabet asla istihfaf olunmamış kanunen mehakim eczasından addolunarak işbu kuvvete bahşolunan ettiğimiz vech üzere bazı ahvalde kendilerine hakimiyet sıfatı bile tanınmıştır. Nitekim temyiz ve istinaf baş katibleri silsile-i hükkamda dahil bulunmaktadırlar. Keza bunlar için bidayet hakimlerine mütefevvık rüteb-i mefruza mevcuddur. Teşkilat-ı Mehakim Kanunu’na müraca’at. Hatta bu i’tibar de’i-i umumiler bir mahkemede te’addüd etse bile a’zanın gaybubetinde vekalet suretiyle kendilerinde sıfat-ı hakimiyyetin tecelliyatı görülmez halbuki mukaddema izah olunduğu vech üzere kaza bidayet mahkemelerinde az’anın gaybubeti halinde birinci katibler ifa-yı vekalet ederler. Kendilerinde sıfat-ı hakimiyyet şu suretle mündemicdir. Binaberin bir nazır vekilinin kanunun şu nokta-i nazarına karşı kuvve-i kanuniyyeyi tecsim eden bir mecliste onlarca ehemmiyet-i mahsusayı ha’iz olan kitabeti istihfaf eylemesi mukteziyat-ı nezakete bile tevafuk etmez. Ma’aşın azlığı çokluğu bir mansıbın ehemmiyetini ta’yine medar olamaz. Bugün İngiltere’de hükkama ma’aş tahsis edilmemiş olmasından dolayı bunların kadr u menziletlerinin tenezzül etmesi veyahud büsbütün mefkud farz olunması nasıl doğru olabilir. Bin kuruş ma’aş değil hiç ma’aşı olmamış olsa bile müdde’i-i umumi mu’avinliği vazifesinin kuvve-i adliyyede dahil bulunması ehemmiyetini tebyin me’muriyet” ve “bin kuruş ma’aşla” gibi kayıtlar na-bemahaldir. ecza-yı mahkemeden ma’dud ketebe hakkındaki kanunlarımızın tasrihat-ı mahsusasını ve bunlara bahş olunan imtiyazatın neta’icini birer birer mevzu’-ı bahs ederdik. Ulemayı hukuk hasa’is-i kuvaya pek ziyade ehemmiyet vermiş hiçbir kuvvetin diğerini taht-ı te’sire almaması için bütün teferru’atı nazara alarak kava’id-i mahsusa vaz’ eylemişlerdir. mahsulüdür. Bina’en-aleyh teferru’at-ı mevcudenin zikrolunan esaslara irca’ına müteda’ir olacak teşrihat-ı mücelledat vücuda getirebilir bir mahiyetdedir. Ma’a-mafih mekteb-i hukuktan neş’et etmiş ve senelerce o daru’l-feyz-i alide ta’lim ve tedris ile iştiğal eylemiş olan nazır vekili efendi hazretlerinin müdde’i-i umumilik vazifesini ehemmiyetden ari görmesi ve kuvve-i adliyyedeki kitabeti “adeta kitabet” ta’biriyle mutarrız olarak beyan eylemesi kanunun şu nukatına adem-i vukuf ve ıttıla’larından neş’et etmemiştir. Zira böyle bir nakısa hazret-i üstad hakkında mutasavver değildir. Ancak kabilinden gelişi güzel bera-yı müdafa’a söylenmiş sözlerdir. Atiyen aynen naklolunacağı cihetle müşarun-ileyh “eğer münhal olan me’muriyet a’za mülazımlığı olsa idi herkes bu vazifeyi ifa ederdi. Lakin müdde’i-i umumilik vazifesinin daha mühim olduğunu” beyan suretiyle bu me’muriyetin ehemmiyetsizliği hakkında iki dakıka evvel serd eyledikleri mütala’ayı bizzat red ve cerh eylemişlerdir. Nitekim ketebe taksimatına dair olan ifadat-ı sabıkaları da kuvve-i adliyyede bunlara verilen ehemmiyet-i kanuniyyenin nazar-ı tedkık-i fazılanelerinden dur kalmamış olduğunu gösterir ahvaldendir. Ulema-yı mütekelliminin çoğu sıfat-ı İlahiyyeyi bilmekle teklif vaki’ olduğu halbuki zat bilinmedikçe sıfatın bilinmesi mümkün olamayacağı cihetle hakıkat-ı İlahiyyenin ma’lum olması lazım geleceğine zahib oldularsa da Celal Mahalli ve sa’ir kibar-ı mütekellimin sıfat-ı İlahiyyeyi bilmek için hakıkat-i uluhiyyetin bilinmesi icab etmeyib bi-vechin-ma ya’ni yalnız mevcudiyetini bilmenin kifayet edeceğini dermeyan lemişlerdir. Hazret-i Musa’dan Fir’avun yani “Rabbü’l-alemin dediğin şeyin hakıkati nedir?” diye su’al etmiş meslek-i bedi’i dahilinde idare-i kelam ederek cevaben “yer ve mahiyet-i uluhiyyetten bahsedilmeyeceğine delildir dediler. Ma’lumdur diyenler cevaz-ı akliden ma’lum değildir diyenler vuku’dan bahsetmişlerdir diyerek aralarındaki niza’ı niza’-ı lafziye irca’ edenler olmuş ise de birinci fırkanın balada gösterilen delilleri bu tevcihden uzaktır. Zat-ı uluhiyyet ne şer’an ne de aklen fikir için cevelangah olamaz. Çünkü Halbuki bi’l-icma’ bunların hiç biri hakıkat-i İlahiyyenin inkişafına vasıta değildir. Masnu’ata nazar sani’in künhünü ifhamdan kasırdır. Ale’l’ade ma’mulat-ı sana’iyyeye bakılsa görülür ki fa’ilinin hakıkatini i’lama kifayet etmez. İnsan yeni yapılmış mükemmel bir bina görür binanın hin-i inşasında ustanın mi’marın mevcudiyetine hükmeder. Fakat o mi’mar ve o ustayı teşhis edemez. İnsanlar tefekkür ile me’murdurlar. Ancak me’murun-bih olan tefekkür-i uluhiyyeti cevelangah-ı fikr etmek demek değildir. Masnu’at ve ahkam-ı tabi’iyyeye nazar-ı sahih ile Cenab-ı Hakk’ın mevcudiyetine kevvenat ve orada cari olan asar-ı kudret-i Samedaniyyede Ma’nayı celili “Habibim kullarıma semavat ve arzda nasıl bir kudret-i baliğanın hüküm-ferma olduğunu tefekkürle emret” demek ki me’mur olduğumuz tefekkür ka’inatda cari olan sünnet-i diyet ve kudret-i fatıra için dela’il teksiriyle azamet-i uluhiyyetin kulub-i ibadda takririne hizmet eder yoksa künh ü mahiyet-i Hakk’ı idrake vesile olamaz. Kavanin-i tabi’iyyeye nazar denildi. Zira ayet-i celiledeki zarfiyet semavat ve arza olan nazarın maksudun bizzat olmayıb belki orada hükümran-ı tecelli olan Cenab-ı Hakk’ın kudret ve sünnet-i İlahisiyle zatının azamet ve kudretine istidlal buyrulsa idi mücerred ecrama nazarın kifayet edeceğini ifham ederdi. Fakat ayet-i celileden maksad masnu’at ile sani’inin yalnız vücuduna istidlal değil belki şu kubbe-i mina bu arz-ı gabranın her birinde cari olan asar-ı kudret ve azametle halikının evsaf-ı celilesine delil onu suretiyle istidlal etmekdir ki bunun için kavanin-i tabi’iyyeye vukuf ister. Ahkam-ı tabi’iyyeye salim bir fikir ile ıttıla’ hasıl edenlerle hiç vakıf olmayanların ma’rifet-i Hak hususundaki yakınleri bir değildir. Zira medlulün derece-i za’af ve kuvveti delilin derecesine tabi’dir. Anlaşılıyor ki tefekkür bütün bütün zavahir-i ka’inata hasr-ı fikir olmadığı gibi zat-ı İlahiyyeyi ihataya da sebeb olamaz. Gayeti mevcudiyet-i Rabbaniyye hakkında istihsali yakın kudret-i baliğa ve rububiyeti müşahede ile insanı zevk-yab etmektir. Cenab-ı Hak mahcub değildir. Çünkü mahcub olsa idi vücud-i İlahisi mahsur olurdu. Mahsur ise hasırının taht-ı kahrındadır. Ancak ukul-ı beşer onu idrakten mahcub ve kasırdır. Kendi mahiyet ve ahval-i tabi’iyyesini bilmekten aciz olan akl-ı beşer mahiyat-ı mevcudeden hiçbirine şibih olmayan hakıkat-i sübhaniyyeyi bi’t-tabi’ idrak edemez. İnsanları eserden mü’essire istidlal tarikıyle nazar ve tefekküre sevk etmek mü’essirin hakıkatin keşf için olmayıb asar ve mükevvenatdaki şu’unat-ı sübhaniyye ve leta’if-i Rabbaniyyeyi görmekle evsaf-ı celile-i samedaniyyeye kesb-i vukuf etmek me’murun-bih olan tefekkürün mukaddimesidir. Gerçi terbiye-i veyn taraflarından vuku’ bulan telkınat ve adeta müstahsene-i lar arasında Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı sübutiyye ve selbiyyesini azamet ve kudret-i İlahiyyeye kısmen istidlal tarikini bilmeyen nadir ise de ilm-i hey’et ve hikmet-i tabi’iyye müntesiblerinin akl-ı selim sahibi olanları şah-rah-ı istidlallerinde başkaca seyr ü hareket ederler. Bunların mütehassısları azamet-i rububiyyet karşısında beht u hayrettedir. Muhakkıkın-i sufiyyenin “ilim tezayüd ettikçe hayret artar” demeleri bu nükteyi işrab eder. Ulum-i tabi’iyyeye vakıf olanlar dakaik-ı ka’inatı teharri ettikçe yeni bir latife-i ma’neviyyeye tesadüf ederler ki bu latife kudret-i baliğanın nev-zuhur bir enmuzeci olur arz u sema ve cevv-i hevaya mevdu’ haza’in-i gaybiyye ve sera’ir-i tabi’iyye bi-nihayedir. Bunlara muttali’ oldukça kudret-i fatıra başka bir azametle tecelli eder. Nihayet ka’inatdaki bedayi’in esrarını istikşaf hususunda lal kaldıklarını anlarlar da değil mahiyet-i uluhiyyeti takdir kuvve-i mübdi’a ve hikmet-i sübhaniyyeyi bile ta’rif ve tahdid edemeyeceklerini derk ile me’aliyle terennüm-saz-ı hayret olurlar. Sathi bir nazar basit bir tefekkürle bütün mükevvenatı ihata eden hikmet-i baliğaya bi’l-vukuf te’emmülün bu iki nazar ve istidlalden mütehassıl kuvvet-i iman ile zevk-i vicdanın aralarındaki fark Sera ile Süreyya aralarındaki fark kadardır. ağı gibi hafif ve ufak bir temasa karşı mayil-i izmihlaldir. ayet-i celilesindeki zarfiyet ayetlerindeki izafetler hep bu dakıkaya mübtenidir. Melekut-i semavat hilkat-i ka’inatda fikr-i beşeri irşad edecek dekayık ve esrar namütenahidir. dedir” nidasıyla cenah-ı irfana kuvvet vererek kaza-yı hayrete sevk ü i’la eder. Keşfiyat ilerledikçe fikr-i beşerin havza-i şümul ve ihtivasından haric na-mütenahi esrar-ı Rabbaniyye görülür. İşte o vakit zat-ı uluhiyyeti en büyük idrak en büyüklerinden addolunan aca’ib-i seb’a-i alemden biri kadem bulunduğu halde bir ayağı medhalin bir kenarına ve diğer ayağı medhalin öbür kenarına ikame edilmiş olduğundan en büyük yelken gemileri pupa halinde iki bacağı arasından geçib gider idi. Heykelin sağ elinde geceleyin sefa’ine ira’e-i tarik etmek için bir fener var imiş. Bunun başlanıb yirmi iki sene zarfında ikmal edilmiş ve elli sekiz sene pa-berca olduktan sonra vuku’ bulan bir zelzele ile kenar-ı bahre devrilmiş Hicret-i Seniyye-i Nebeviyye’nin ellinci senesine kadar heykel bu halde kalmış iken tarih-i mezkurda evvel-i müluk-i Emeviyye tarafından cezire feth edildikte heykel bir yahudiye satılmış ravinin hikayesine göre heykeli iştira eden Yahudi onu bozdurub dokuz yüz deve yükü tunç kaldırmış. Ferdası gün Rodos’tan kalktık. Hava küşade ve fakat iki refikın müfarakatinden gönüller gamgin idi. Kemal Bey belli etmek istemiyor ise de gah: Ya seni mahv eylesin Mevla cihanda ya beni Beyti ve gah: Ne efsunkar imişsin ah ey didar-ı hürriyyet Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretden Beyti gibi lisanına bila ihtiyar tevarüd eden ebyat içinde münderic te’essürü kalbinden feveran ediyor idi. Eski neş’e Hanya da yoluna devam ediyor idi. Derken Kıbrıs ceziresinde vaki’ Tuzla İskelesi’nin önüne geldik. Vapur alarga bir yerde durdu burada da Kemal Bey’i bıraktık. Bu ikinci veda’ büsbütün dilsuz oldu. Bize o zaman öyle geldi ki guya ruhumuz tecessüm etmiş de bizden müfarakat ediyor. Vapurun derunu bir vahşet-abad kesildi. Bu aralık nazarlarımız kaptanların dürbünleri yardımıyla Kemal Bey’in bindiği sandalı iskeleye kadar ta’kıb ediyor yeleriyle birlikte ata rakiben cezirenin sahil boyunca sağ cihete doğru gittiğini de ta gözden nihan oluncaya dek yine dürbünlerle mütehassirane seyrettik. Kemal Bey nazarımdan nihan olunca şu beyit vird-i lisanım oldu: Süvarilerin gittikleri tarik Lefkoşe yolu olmayıb Magosa Kalesi’ne gider bir yol olduğunu vapurda vaktiyle Kıbrıs’ı görmüş olan bazı zabitan söylediklerinden bu tehavvül nazar-ı hayretimizi celb eyledi. Bahri Bey de bir şey çıtlatmadı. Bunun sırr u hikmeti Akka’ya muvasalatımızdan sonra anlaşıldı. Ye’is ve hasret içinde Kıbrıs’tan ayrılıb Akka’ya müteveccihen yine yolumuza devam ettik. Biri birini müte’akib üç refikden cüda düşen iki refikın ahval-i ruhiyyesini şerhe akval-i mesrude kafi ise o zamanki te’sirat-ı kalbiyyenin tecessümüne de beyt-i atinin mısra’ı sanisi kifayet eder: Bulunca arz-ı hale ol şeh-i bidadı bir yerde Beni bir yerde bulmuşlar dil-i naşadı bir yerde Bahren bir hayli mesafe daha kat’ eyledikten sonra Akka karşıdan kalesiyle mebani’-i aliyyesiyle görünmeğe başladı. Bu melhame-gah-ı beşerde nice kereler dehşet-engiz-i zuhur olmuş olan veka’i-i harbiyye birden bire zihnime hücum etti. Selahaddin Eyyubi’ler ordu-yı Çelipayiler Melik Eşref bin Kalavunlar Tahir Ömerler Cezzar Paşa’lar Bonapartlar İbrahim Paşa’larla İngiliz Donanması birer birer gözümün önünden geçtiler. Vapur Akka pişgahına tekarrüb ettiği zaman az kaldı oradaki taşlıklara çarparak tuzla buz olacak idi. Kim bilir biz de o vakit ka’r-ı nayab-ı deryada tu’me-i dendan-ı mahiyan mı olacaktık? Hele avn ü meded-i İlahi ile sefinenin süvarisi kendine gelerek Hayfa’ya doğru tahvil-i çark-ı azimet ettikten sonra tekrar dönüb Kal’a-i Hakani’nin önünde kayalıktan hali bir yerde demir atmasıyla lehu’l-minne bir kaza-i nagihaniden kurtulduk. Ahiren Akka’da bulunduğumuz esnada Suriye sularında geşt ü güzar eden bir İngiliz mekteb sefinesi Akka önüne gelerek icra ettikleri manevralardan ora sularını karış karış bildikleri kemal-i hayret ve daha doğrusu pek derin bir te’essürle anlaşılmış idi. Dairen-madar sur ile muhat olan bu şehr-i kadim üç fersahlık nısf-da’ire şeklinde bir koyun cihet-i şimaliyyesinde denize doğru ilerleyerek adeta bir şibh-i cezire halini andırır bir burun üzerinde mebnadır. Koyun diğer ucu cenubda vaki’ Cebel-i Kermel’in teşkil ettiği buruna müntehidir. Surun deniz ciheti kısmen harab olub bir çok yerlerinde gedikler peyda olmuş ise de kara tarafından hala o eski azametiyle satvet-nüma. Akka’nın önüne gelişimiz latif ve küşade bir sabaha tesadüf ettiğinden hurşid-i alem-tabın şa’şa’a-i zerrini şehir ile civarını envar-ı letafete gark ediyor idi. Haric-i surda cabeca mübarek hurma ağaçlarıyla müzeyyen besatin ile zümrüd döşenmiş o bi-payan kırlar nazarlara pek hala[ve]t veriyordu. Şu saha-i ruh efza-yı letafeti epeyce bir müddet seyr ettikten sonra ber-mu’tad evvela Bahri Bey müte’akıben Nuri Bey’le rakımü’l-huruf geminin filikasıyla iskeleye çıktık. Orada müctemi’ seyirciler içinden geçerek bizi doğruca mutasarrıf-ı livanın ikametgahı olan haneye götürdüler. O tarihde Ahmed Bey namında bir zat mutasarrıf-ı liva idi. Lütuf ve nevazişle bizi kabul eyledi. Biraz oturduktan sonra Bahri Bey veda’ edib vapura avdet etti. Biz orada kaldık. Bu gibi ahval ve ezmanda ma’lum olduğu üzere afaki öte beri konuşuyor ve mutasarrıf beye hitaben inşaallah delalet-i aliyyenizle güzel bir hane tedarik ederiz diyor idik. Müşarun-ileyhin birden bire gözleri dolduğunu gördüm. Nuri Bey bunun farkına varmadı. Bunun üzerine mutasarrıf bey yine dönecekmiş gibi bir vaz’iyetde yerinden fırlayıb gittikten sonra orada bulunan Tosun Ağa namında bir asker zabiti: “Buyurun efendim” dedi. Kendisini ta’kıben ikametgah-ı mutasarrıfiden çıkarak ahiren öğrenmiş olduğumuz Akka Zindanı’nın bulunduğu mahalle doğru yürümeye başladık. Yolda Nuri Bey bana: “Rodos Mutasarrıfı arkadaşlara sabah kahvaltısı vermiş ve kendilerine hane tedarik etmiş olduğu halde acayib bu zat bize böyle bir mücamelede bulunmadı” diyor idi. Bir hiss-i kable’l-vuku’ kabilinden mi diyeyim yoksa Kemal Bey’in Kıbrıs’ta seyr ü hareketi Magosa tarafına müteveccih bulunduğuna dair zabitlerin anifen hikaye olunan sözlerinden ve burada mutasarrıf beyin tavır ve vaz’ından zihnimde hasıl bir sanihanın eser-i delaleti mi olacak her nedense ben de cevaben: Bu hal kal’a derununda... “Evet müteveffa ona ıyanen görünür ve konuşur hatta size başkasınca ma’lum olmayan bir sırrınızı da söyler. Görürsünüz ki sureti hiç değişmemiş kalbi darabanda ber-devam. Bu aralık fotoğrafla resmini hatta alçı ile alnın yahud başının şeklini alabilmek de kabil olur. İşte fotoğrafla yahud alçı ile alacağınız resim ve şekil bilahere sizin hayal ve evham “Burada şunu da ilave etmeliyiz: Bu tecessüd keyfiyeti vasıta-i ihzarın kuvveti üzerinde icra-yı te’sir eden ervahın vesatatiyle husule geliyor ki o kuvvet de yine ervahtan müsteardır. Bina’en-aleyh vasıtanın huzuriyle hasıl olan şu asarı hariciyyeyi gören ulema indinde kat’iyyen sabit olmuştur ki bu mer’iyyat bizim cisimden mütemeyyiz müdrik ve ba’de’l-memat muhalled bir ruhumuz olduğunu nazirini tasavvur kabil olmayan bir bürhan-ı mülzem ile göstermektedir. “İnsan öldükten sonra öbür alemde bir halet iktisab eder ki hakıkatte kendi zatından başka bir şey değildir. Bugün bulunmakta olduğu hale gelince o bir halet-i muvakkateden sıhhatini bizzat tasdik için uğraşırlarsa söylemiş olduğum sözlerde kat’iyyen mübalağa etmemiş olduğuma derhal kana’at hasıl edeceklerinden başka tetebbu’ ve tedkıkleri bir suret-i ciddiyyede tekerrür ettikçe i’tikadları da o nisbette kuvvet bulur. Halbuki iddia edilen müşahedat batıl olsaydı elbette ma’kus bir netice hasıl olurdu.” Avrupa’da ilhadın en büyük huseması meyanında feleki-i şehir Camille Flammarion bulunmaktadır. Müşarunileyhin bu gibi mevzu’lara aid olan asarı beyandan müstağnidir. Me çhul ve Mesail-i Ruhiyye’sinde müşahedat-ı ruhiyyeyi muhakeme halat-ı muhtelifesini mukayese ettikten cümlesini de kavanin-i ma’rufe-i tabi’iyye ile te’life çalıştıktan sonra sıhhati kendince tahakkuk eden dört nazariye istihsale muvaffak olmuştur ki –kitabının zeyline mukaddimat-ı mesrudesinin netaici olmak üzere dercettiği–o nazariyeler şunlardır: - Ruh mevcuddur cisimden müstakil ve mütemeyyizdir. - Ruh şimdiye kadar ve şimdi ilmin meçhulü bulunan bir takım hasa’ise maliktir. - Ruh havassın mu’avenetine muhtaç olmaksızın uzak bir mesafeden mü’essir yahud müte’essir olabilir. - Müstakbel vuku’undan evvel takdir edilmiş ve kendisini na’en-aleyh bazan ruh o mukadder olan müstakbeli vuku’undan evvel idrak edebilir. Flammarion şu dört nazariyenin sıhhatini berahin-i hissiyye ’ncı sahifesinde şu sözleri okuduk: “İnsan anlamadığı yahud bilmediği yahud şüphe eylediği şeylerin kaffesini inkar ile mecbuldür. Mesela biz Heredot Pelin gibi müverrihlerin asarında çocuğunu fahza-i yüsründeki memesi ile besleyen bir kadından bahsolunduğunu görünce vak’ayı bir hande-i istihza ile telakkı ederiz. Halbuki senesi Haziran’ının yirmi yedisinde in’ikad eden Paris Cemiyet-i İlmiyyesi’nde böyle bir müşahedenin sıhhati tekarrur etmiştir. “Kezalik biri gelerek bize bir erkeğin karnını yarmışlar rifin bedeninde senelerce mahbus kalmış.. Hatta sinn-i şeyhuhete gelerek sakalı çıkmış dese bu haberi bir hurafe-i mahz olmak üzere kabul ederiz. Halbuki daha çok olmadı ki yaşına gelmiş böyle bir veled-i meyyiti gözümüzle gördük. “Heredot’un asarını tercüme edenlerden biri diyor ki: “İskender’in karısı Rokzan’ın başsız bir çocuk doğurduğu hakkındaki rivayeti akla münafi bir şey addediyorlar da ravisi Gizyas’ı Yunan müverrihlerindendir batırıyorlar.” Ma’a-mafih asr-ı hazırdaki bütün ulum-ı tabi’iyye kamusları başsız doğmuş bir çok çocukların vücudunu tasdik etmektedir. “İşte şu serdolunan misaller gibi daha birçokları vardır ki bizi ihtiyat ve basiretle harekete da’vet etmektedir. Zira her şeyi vehle-i ulada inkara kalkışanlar cehele-i cema’attir. Biz bu kabilden daha pek çok misaller irad edebilirdik. Lakin teksir-i mevadın kari’in-i kiram için bir faide te’min etmeyeceğini bildiğimizden yalnız şurasını söylemekle iktifa edeceğiz ki naklettiğimiz müşahedatın kaffesi usul-ı tecrübiye tamamiyle mutabıktır.” tarzındaki va’d-i İlahinin tahakkukunu gösterecek. Bina’en-aleyh asla ümid edilmeyen bir neticeyi intac edecek gayet mühim bir hareket-i i’tikadiyye bulunduğuna delalet etmektedir. Aman ya Rabbi kudretin ne büyüktür! Bundan bir kaç sene evvel bir adam kalksaydı da ervah ile mükalemeye aid sözlerini naklettiğimiz bu büyük adamların birisine kendisinin şu beden-i maddiden başka bir de ruha malik olduğunu söyleseydi şüphesiz bir hande-i istihza ile mukabele ederdi. Hatta onu ni’met-i akıl ve idrakten külliyen mahrum addederek ya kendisiyle muhatabaya tenezzül etmez yahud mahza biçare ile eğlenmek için bir kaç söz teatisinde bulunur idi. Lakin bakınız şimdi kalkmışlar da bizim cehele-i şarkiyyunumuzdan birinin söyleyemeyeceği sözleri söylüyorlar. Her biri ömrünün yirmi otuz senesini taharri ve istihzar evvelce bir maddi-i mülhid iken ispiritizmin inayetiyle artık ruhi-i muvahhid olduğunu ala-melei’n-nas ikrar ediyor. Bir gün evvel söylediği sözlerini batıla karşı hakka rezaile karşı feza’ile mu’in olan bir merd-i metinin şiddet-i azmiyle bugün cerh ediyor. Bu hal cidden şayan-ı te’accüb değil midir? Evet şümul-i rahmeti azamet-i hikmeti hayale sığmayan Cenab-ı Hak beşeri te’dib hususunda öyle vesail yaratmış o avare mahlukun hırs ve şiddetini ta’dil için öyle vesait edilecek olursa insanı girive-i mehalike düşmekten siyanet eden sebil-i selamete şah-rah-ı felaha çıkaran dest-i inayet-i Huda derhal göze çarpar. Gözünüzün önüne bir kavim getirin ki mütekaddiminin düştükleri girive-i evham ve hayalatı görmüşler; onların din namına taşıdıkları bir takım mu’tekadat-ı batıla yüzünden tıklarını o kavaid-i i’tikadiyyenin ise gün gibi celi bedihiyata karşı bile kalblerini perde-dar ettiğini anlamışlar.. Evet evvela gözünüzün önüne böyle bir kavim getirin de sonra bunların bir delil-i kat’i bir bürhan-ı hissi ile müeyyed olmayan efkar ve akaide karşı ne büyük bir nefret ne derin bir kerahiyet ile bakacaklarını tasavvur edin. Bunlar diyorlar ki; sırf akli olduktan sonra delil ve bürhanın ne hükmü olabilir? Çünkü çok defalar müdrekat-ı aklın şah-rah-ı haktan udul ederek insanı hakayık ve hurafatın beynini tefrik edemeyecek kadar geniş bir takım safsata vadilerine isal eylediği sabit olmuştur. Mütekaddimini dam-ı dalal ve gaflete düşüren nazar-ı im’anlarını envar-ı ma’rifete karşı ama-dar eden sebeb nedir? Neden dolayı asırlarca bir takım nazariyat-ı hasise bir takım tasavvurat-ı safile uçurumlarında yuvarlandılar da metalib-i insaniyyenin gayeti olan minhac-ı hakıkati kendilerine karşı seddettiler bunların hepsi de semend-i efkara alabildiğine ruhsat-ı cevelan vermekten ukulü ahkam ve eşyayı idrak hususunda kemaliyle hür bırakmaktan değil mi? Kezalik vicdan üzerinde icra-yı te’sir etmekten geri durmayarak çok def’alar vicdanı bir tarafta hakıkati diğer tarafta bırakmakta olan bir takım müessirat ve a’razın vücudundan haberdar olmamalarından ileri gelmiyor mu? Daha sonra diyorlar ki: İş böyle olur ve bir şeyin nefy ü ederse vakayi-i meşhudenin şehadeti rükn-i rekin-i hissin müzahereti olmadıkça hakıkat-i sahihanın idrakine yol olamayacağı tezahür eder. İşte bundan dolayı kendileri bilatecrübe bir hakıkati teslime yanaşmazlar. Mahsusattan başka bir şey kabul etmezler; mevcudatın mebde’ine insanların me’adına müte’allik mebahisin kaffesini külliyen reddederler. Nitekim fasl-ı sabıkta onların ser-amedanından bulunan üstad Letire’den naklen buralardan bahsetmiş idik. Zaten bunların medar-ı felsefesi ulum-ı hakıkiyyeden zerinde haiz-i nüfuz olan kavanin-i tabi’iyye dairesine münhasırdır. Bunun için ulumu felekiyat tabi’iyyat kimya riyaziyat ilm-i hayat ilm-i hey’et-i ictima’iyye namiyle altı kısma ayırarak bu aksamın muntazam halakattan müteşekkil bir silsile vücuda getirdiğini ve o halkalardan birini elde edebilmek için fevkındeki halakatı der-dest etmek lazım geleceğini ve en birinci halkayı riyaziyatın teşkil edeceğini söylediler. Daha sonra ma’arifin kat’etmekte olduğu sebil-i terakkıde üç mühim devir atlattığına zahib oldular ki bunlardan birincisi devr-i dini ikincisi devr-i maveraü’t-tabi’a üçüncüsü devr-i ulum-ı hissiyye ve tecrübiyyedir. Bu son devir Allah aşkına söyleyiniz ki ikame-i berahinde fenn-i münazara ve cedelde ne kadar mahir olursanız olunuz havassı zahirelerinin daire-i idrakine girmedikçe hiç bir nazariyenin sıhhatine hiç bir aslın vücuduna inanmak istemeyen şu güruhtan birini nasıl olur da kendisinde bir ruh olduğuna ve bu alemde mazhar-ı memat olduktan sonra diğer bir alemde yeniden iktisab-ı feyz-i hayat edeceğine ikna edebilirsiniz. Ne kadar beliğ olursanız olunuz eliyle lems etmediği şeyi akliyle tasdika asla yanaşmayan bir adama karşı alem-i melekut gibi bizim havass-ı galizamızın idrakinin fevkınde bulunan bir takım avalim-i nuraniyyenin bir takım eşyanın vücudunu nasıl isbat edebilirsiniz? hissen bu derecelerde meyyal-i tecessüs bu mertebelerde serbaz yaratmış olan Cenab-ı Hak o avare mahlukunu ifrat tefrit girivelerine saptıkça şah-rah-ı i’tidale döndürmekten serkeşlikte bulundukça inan-ı ihtiyarını minhac-ı sedada doğru çevirmekten aciz değildir. İşte bu da bir hikmet-i baliğa-i ilahiyyedir Kitab-ı Mübin’inde buyurmuş olan Zat-ı Kibriya ukul-i asiyyenin hangi taraftan ser-füru-bürde-i inkıyad olacağını kulub-i kasiyyenin ne suretle rikkate geleceğini şu azametli şu ali cephelerin kendi huzur-ı ceberutunda hangi tarik ile zemin-say-ı huzu’ olacağını elbette bilir! Cenab-ı Hak bidayet-i emirde bu tuğyan içindeki kavme mühlet verdiği için bütün ka’inatı velveleleriyle doldurdular; olanca vüs’-i kudretlerini beşerin fıtri olan akaidini pay-mal etmeye sarfettiler; hatta artık ezhana ilka etmiş oldukları şükuk ve zünun sayesinde bütün alem-i insaniyyetin zimam-ı ebediyyen söndürdüklerini zannettiler. Lakin sonra Allahu Zülcelal bunlara kahır ve ceberutiyle tecelli ederek silah-ı hücumları olan müfteriyatı zir ü zeber etti; mecra-yı efkarlarını birdenbire evvelce oraya yanaşmaktan kat’iyyen mütealiyiz zannında bulundukları bir sahaya doğru çevirdi. Artık akıllarını başlarına aldılar evvelce puyan oldukları feyfa-yı gulüvv ü ifratı bin türlü nedametlerle te’essürlerle terkettiler. Bu mevcudat için en yüksek alınları huzur-ı azametinde secde-güzar-ı huzu’ edecek en müte’ali büyüklükleri arş-ı celal ve kibriyasına dehalet ettirecek bir ilah olduğunu insanın bir ruhu bulunup o ruhun bedenden ayrılarak ya bir azab-ı elimin yahud bir na’im-i mukımin kendisine amade bulunduğu bir alem-i diğere gideceğini anladılar. Aman ya Rabbi daha dün kibir ve gururlarından burunlarını kabartarak aka’idden velev birine kulak vermek küçüklüğünden pek ali olduklarını edyan-ı mevcudeden hangisiyle olursa olsun mukayyed olamayacaklarını i’lan ile Ekber” nidasını göklere çıkarıyorlar; galatat-ı sabıkalarını mem nasıl bir insan tasavvur olunabilir ki bu inkılabı gözüyle gördükten sonra da kalbi iman ile dimağı nur-i sebat ve i’kan ile lebriz olmasın. Milyonlarca halkın badi-i küfrü olan mezhebini te’sis ederken Darwin’e muaveneti sebkeden asrın en büyük fizyolojisti Russel Wallace gibi bir adamın o kadar azametten o kadar i’timad-ı nefisten sonra kalkıp şu sözleri söyleyebileceğini kim hatıra getirebilirdi? “Ben kendi mezhebime tamamiyle kani’ bir dehri-i sırf nat üzerinde bir amil-i müessir bulunabileceğine inanmak hatırıma bile gelmezdi. Lakin bilahare gördüm ki hissin şehadetiyle sabit bir takım havarık var. Evet bir takım havarık var ki inkar ile galebesine imkan yok... Ben bunların ervaha mensubiyetine inanmadığım uzun bir müddet zarfında eşya-yı sabite ve müsbete olduklarını i’tirafa mecbur oldum. Sonra bu müşahedat yavaş yavaş aklımda yer etmeye başladı. Lakin öyle sırf nazari ve tasavvuri bir surette değil belki birbirini ta’kıb etmekte olan ve ervaha nisbet edilmedikçe kurtulmak kabil olmayan diğer müşahedatın te’siriyle oldu.” Zaten kari’in-i kiram yukarıda bu kabilden olarak bir çok şehadetlere i’tiraflara tesadüf etmişlerdi ki kaffesi de rical-i uluma kibar-ı erkan-ı fünuna mensub idi. Daha ziyadesine Bakınız Cenab-ı Hak kulube arız olan emrazı nasıl tedavi ediyor? Ceriha-dar olmuş dimağlara hislere ne gibi ilaçlarla vassımızla idrak edebildiğimiz eşyayı tasdik ederiz başkasını tanımayız. Halkın alem-i gayb diye vücud vermek istedikleri şey madem ki havassımıza mesturdur eşya-yı mer’iyye gibi tahakkuku mümkün değildir. Bizce vehm-i sırftan ibarettir... diyerek nur-ı imanı söndürmeye hazırlanmışlar iken Cenab-ı Hak bunların piş-gah-ı im’anında –havassa göre meçhul olan– o alem-i gaybın na-mahdud menafizinden bir ufacık menfez açıverdi kendilerine de o menfezi his ile müşahede mak üzere yarattığı nev’-i beşer hakkındaki re’fet ve merhameti asarındandır. Daha müstakbelde ne kadar havarık yazılmıştır. zuhur edecektir ki Allahu Zülcelal Kitab-ı Kerim’inde va’d-i MEVA’İZ Habibim Ahmed Resul-i Kerimim Muhammed! Bilirsin Beni İsra’il enbiyası gelib geçtikten sonra seni ahir zaman peygamberi olarak gönderdim hatemü’l-enbiya kıldım; ve öyle bir şeri’at-ı celile üzerine ta’yin eyledim ki şerayi’-i salifenin güzidesi… eyle. Yani ahkam-ı celilesini tamamen icra et. Şer’-i şerife temessükde daim ol. Sakın ittiba’ etme neye? Hakıkat-i halden bi-haber dünyaya tapmış şehvetperest cühelanın re’yine onların heva ve hevesine tabi’ olma… Hakıkat-i hal budur. Şer’-i şerif-i enver sana her türlü dünya ve ahiret hareketini sa’adet-i beşeriyyeyi beyan etmiş te’min etmiş hani ya bir çok cühela var hakıkat-i halden bi-haber heva ve heveslerine mübtela olmuşlar… Onlardan sakın onların şehevatına müstelzatına uyanlar onlarla beraber haşrolacak bütün ümmetine tebliğ eyle ihbar eyle: Bunların mesleğine gitmesinler zira ahiret harab olduktan sonra dünyaca da bir fa’ide göremezler. Ale’t-tahkık cahiller münafıklar ha’inler Allah’ın azabını senden def’ edemez. Gazab-ı İlahi teveccüh ederse. Yani şer’-i şerife ri’ayet etmediğin zab ederse onlar seni kurtaramaz; ne dünyada ne ahirette selametini te’min edemezler. Zaten onlar seni sevmezler. Ciddi olarak sana hizmet etmezler. Belki zalimler daima birbirinin dostu birbirinin yar ü yaveridir. Çünkü menfa’atları Cinsiyet inzimama illetdir. Beyinlerinde o zalimlikteki iştirak yok mu; birbirlerine himayeyi ima ediyor. Hak ve hakıkate hiçbir vakit tabi’ olmazlar. Müttakılerin velisi ancak Allah’tır. Şeri’ate sanız herkes sizden korkar; hiç kimse size bir zarar eriştiremez. Nasıl ki Mesnevi’de zikrolunur: Allah’tan her kim korkarsa takva yolunu ihtiyar ederse… Helal ve haramı tanır doğruluğa hadim olur ümmetin selametini düşünür daima menafi’-i müslimini teharri eder; böyle olan kimseler tabi’i Allah’tan korkarlar… Bunlar emindirler dareynde mes’ud olurlar. Allah’tan korkub takvaya mülazım olduğu için ins ü cinden her kim görürse heybetinden titrer. Mesnevi-i Şerif’de bu kıssa mezkurdur. Hazret-i Faruk’u görmek için Kayser elçi göndermişdi. Mesnevi’de ber-tafsil beyan olunmuştur. Hazret-i Ömer’in hilafeti hengamında Kayser elçi gönderdi gidib görsün: Nedir bu dehşet? Nedir bu heybet? Şehameti bütün dünyayı titretmiş adaleti bütün alemi hayran eylemiş… Bilhassa en akıllı vezirini gönderdi: –“Git anla dinle” dedi “tahkık-i ahval eyle bu nasıl şeydir? Bu ne şöhret bu ne heybettir?.. Yakından gör anla. Dünyaya bu kadar padişahlar gelmiş hangisi böyle titretmiş ortalığı? İnceden Elçi geldi Medine’ye; fakat mütenekkiren tebdil-i kıyafetle. Bir hayli gezdi dolaştı. Sokakları evleri sa’ir görülecek yerleri gördü. Bir gün akşama kadar gezdi padişah sarayını arıyor. Hazret-i Ömer’in sarayını bulub görmek istiyor. Gördüğü mesakinden hiç birini benzetemiyor. Zaten Medine’de saraya benzer bir şey yok. Evler hep birbirine benzer şekilde yek diğerinden öyle mühim bir farkı yok. Hayretde kaldı. O gün öyle geçti. Ertesi gün bazı kimseleri gördü su’al etti: – Canım burası değil mi alem-i İslamiyet’in makarr-ı hilafeti?. – Evet. – İyi ama ben burada hiçbir saray göremedim. Kasr-ı hümayunu ziyaret… – Ne söyledin? Ne söyledin?.. – Canım sizin padişahınız yok mu ?... – Evet bir emirimiz var ki halife-i müslimindir. – Pek’ala işte. Ona mahsus elbette bir yer olacak ya? Şöyle sizden farklı büyük bir konak bir mabeyn bir saray… – Hayır hayır dediler herkes gibi bir evi var. Fakat bu vakit evinde bulamazsın. Şimdi gezer dolaşır. Kim bilir nerededir? Ne işe gitmiştir. Döndü dolaştı; nihayet bir kadına tesadüf etti. Sordu; Kadın: – Medine haricinde bir hurma ağacı altında gördüm dedi git şimdi orada bulursun… Gitti Medine haricine çıktı. Baktı hakıkaten bir zat orada yatıyor; “dere”sini de yani turasını da yastık yapmış adeta uyuyor. Hazret-i Ömer’in turası padişahların kılıcından topundan tüfenginden hepsinden metindir. Kırbaç gibi bükülmüş deriden filandan her nedense. Herkesi titretmiş. Vuracağına bir kere vurur asileri hırsızları onunla terbiye eder. Öyle değil mi? Herkes hakkına razı olmuyor. Başkasına tecavüz edenler de bulunur. Eğer bunun önü alınamayacak olursa cem’iyet-i beşeriyye payidar olamaz. Asileri te’dib lazım gelir. Müstehak olanlara bir kere indirirdi. İki def’a vurmağa hacet yok. Islah olursa olurdu. Gitti baktı Hazret-i Ömer’i gördü. Orada uzanmış yatıyor… Çok ibretler var bu kıssada. Mesnevi’nin tercümesinde tafsil olunmuştur. İkinci cildindedir… Geldi uzaktan ayağı üzere durdu. Fakat vücuduna bir titremek arz oldu. Geldi elçi durdan etti kıyam Lerze düştü cismine amma temam Na’im iken heybet-i zat-ı Ömer Elçinin kalbinde oldu karger Dedi nefsinde görüb bunca şehan Oldu meşhudum selatin-i cihan Şehlerin bende yoğiken satveti Aklım aldı bu vücudun heybeti – Bu kadar padişahlar gördüm bu kadar azametli sultanlarla görüştüm fevkal’ade debdebe ve daratlar müşahede eyledim. Hangisinden korktum? Hangisi bende küçük bir eser-i haşyet husule getirebildi?.. Fakat bunun huzurunda bir başka türlü oldum. Heybetiyle aklımı aldı. Mehabetiyle vücudumu lerzan etti. Durdu bir müddet orada bekledi. Biraz sonra Hazret-i Ömer uyandı gözünü açtı… Geçen gün Hazret-i Faruk’un mesleğine dair biraz söyledim. Bütün gece kol gezerdi. Bizzat dolaşırdı. İbadullahı muhafaza için memleketin ahvalini tefahhus için. İşte bazen böyle bir ağaç altında oturur istirahat ederdi. Bu kıssayı bında zikretmiş. Padişahlara nasihat için te’lif edilmiş bir kitab Farisice olarak diyor ki: Geldi Hazret-i Ömer’i öyle pür mehabet görünce kendisini bir hayret ve dehşet istila etti. Kendi kendine söylenmeğe başladı: – Ya Ömer! dedi Anladım anladım… Gelmiş uyursun. Kimseden korkun yok. Çünkü sen adilsin. Ama bizim padişah –Kayser-i Rum– böyle değil. Zalimdir o. Can yakıyor. Onun için daima korkuyor. Burada değil sarayda bile rahat uyuyamaz. Biliyor ki herkes ona hasım. Çünkü kendi de onlara hasım. Kendi kalbindeki hissiyata bakıyor yaptıklarını düşünüyor. Onun için emin olamıyor. Sonra efendim Hazret-i Ömer uyandı. Gözlerini açtı. Bu zatda iki adım gitti: “Selamün aleyküm” dedi. Hazret-i Ömer “ve aleykümü’s selam” diye mukabele eyledi. Mesnevi ’de yazılıdır bu selam. Elçinin selamını aldı. Halbuki müslüman değil. Demek gayr-i müslime selam verilirmiş. Selam çünkü bir te’minatdır. “Benden sana zeval erişmez korkma” demektir. Elçiye de böyle bir te’minat vermek lazım. Yabancı çünkü. Bakdı ki titriyor korkuyor. Bi’t-tabi’ onu te’min lazım. Onun için öyle dedi: – Ve aleykümü’s-selam emin ol korkma! Nedir bu titremen bu korkmak? Korkacak bir şey yok benden mi çekiniyorsun? Ben bir şey değilim. İslam olmaktan başka benim bir izzetim yok. Ben de senin gibi girdab-ı butlanda kalmıştım. Lehü’l hamd din-i İslam beni aziz etti. Bende başka bir şey yok. Sa’ir müsliminden benim farkım yok. Saliki bulunduğumuz bu din-i celil bize adaleti emretti. Gerek hukuk-ı nası gerek memalik-i İslamiyyeyi muhafaza lazım. Bu vazifeyi ifaya çalışıyorum… Siz kimsiniz? Nereden geldiniz? Söyleyiniz. Maksadınızı anlayalım da elimden gelirse iyilik ederim. Kimseden bir şikayetin olursa te’dib ederim. Bu memleketleri adaletle ma’mur ve abadan eylemeğe gayret ediyorum. İsterim ki bütün cihan bizim şems-i adaletimizle müstağrak-ı nur olsun… Halifeler böyle olacak değil mi? Nasıl ki bir kere Şakık-ı Belhi hazretleri Harun-i Reşid’in huzuruna girmişti. Harun: – Bana nasihat verir misin? dedi. Hep padişahlar böyle büyüklerden nasihatler alırlar. Belki bir te’sir olur diye. Onlar da söylemekten çekinmezler. Padişahlar nasihat alır du’a alır. e’azamın re’yini sorar maslahat ne ise anlamak ister. Bu büyük vazifedir. İşte Harun bu hasletde bir padişah-ı kerimü’l-hısal idi. Onun için Şakik-ı Belhi’den nasihat istedi. Hazret-i Belhi de: –Efendim dedi siz her şeyi biliyorsunuz kitablarda görmüşsünüzdür. Tefsire hadise de vakıfsınız. Zaten Harunu’r-Reşid fukahadan ulema-yı hadisdendir. Namazı takvası ma’rufdur. – Bir kere Çin diyarına seyahate gittim dedi; eski zamanlarda dervişlik ederdim seyahat ederdim. Orada onların bir padişahı vardı. Ama tam padişah. Haber aldı geldiğimi. Yabancı bir adam geldi diye görüşmek istemiş gittim bazı şeyler konuştuk. Konuşurken ağlamağa başladı. – Ne ağlarsın? dedim – Ah dedi bir iki gündür olmayan bir şeydir oldu: Kulaklarım sağır oldu. Güç işitiyorum senin söylediklerini. Buna yanmam. Eğer bir biçare gelir de derdini anlatırsa iyi işitemeyeceğim. Şimdi zalimler fırsat bulacak. Halbuki bizzat tahkık benim borcumdur. Aba-i ecdadımdan böyle gördüm. Fakat şimdi sağır oldum. Korkarım ki hak geçecek. Herkes derdini isma’ edemiyor. Lakin bir çare düşündüm yapacağım. Hakıkaten baktım dellallar bağırır: Her kimin derdi olursa padişahımız ferman etti o insan kırmızı elbise giyecek. Ondan bilecek ki derdi var. Başka şey giyemeyecek yalnız kırmızı elbiseyi labis olarak saray önüne gelecek. Böyle bilecek mazlumları… Bak bu padişahın hulus ve gayretine! Halbuki ya Budi’dir ya Mecusi sen ise Ehl-i Beyt’ten bir halifesin. Bundan ziyade adalet etmelisin!... Bu zata da öyle ferman buyurdu: – Var mı bir derdin?.. Belli ki hariçten gelmiş. Sefir olduğunu anladı. Sonra bir hayli konuştular. Sefir de gayet alim. Ahval-i ruha dair bir bahis açtı: Metin Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Temmuz Bu san’at-ı mefsedetkaranenin esas ve mebnası haram-ı kat’i olan nemime ve tecessüs hısal-i redi’esinden ibaretdir. Maslahat-ı ammeye te’alluku olmayan tecessüs-i ahvalin nass-ı kerimi ile tahrim buyrulmuş olduğu ma’lumdur. Nemimenin hurmeti de kat’i olub keba’irden ma’dud bulunduğu bi-iştibahtır. Çünkü mürtekibi hakkında va’id-i şedid varid olmuştur. Bu ise ittifak-ı ulema ile ma’siyetin kebire olması delailindendir. Nemime hakkında va’id-i şedidi muhtevi olan nusus-ı şer’iyyenin biri nazm-ı celilidir. Ma’na-yı şerifi: Hümez ve lümezi i’tiyad eden her şahs-ı facire azab-ı elim helak-ı azim lahık olacaktır. “Hümez” fi’l-asl “hezm” gibi kesretmek “lümez” ta’n eylemek ma’nasınadır. kavl-i keriminde bu ma’naya mahmuldür. Yani ey mü’minler! Yek diğerinize bi-gayr-i hakkin ta’n ü teşni’ etmeyiniz. İhvan-ı dinden “enfüs” ile ta’bir buyrulmuştur. Çünkü bütün mü’minler nefs-i vahide hükmündedir. Yahud ta’n ü zemme ba’is olacak ef’al ve ahvalden mücanebet ediniz. Zira böyle şeyleri irtikab eden kimse kendi nefsine ta’n etmiş gibi olur. “Hümez ve lümez” bir adamın veya kavmin namus ve hakkında tecavüzat-ı lisaniyyede bulunmak ma’nasında şayi’ olmuşlardır. Burada nazm-ı kerimi delaletiyle “hümeze “ hal-i gıyabında bir kimsenin ayıb ve kusurunu yad eden “lümeze” de her hangi na-meşru’ bir maksadla nemmamlıkta bulunan şahıs ile tefsir olunur. “Nemime” lügat-i Arabiyye’de bir şahsın ahara te’alluk eden naseza kelamını mütekellimün fihe nakletmeye denir. Fakat hetk-i setr ve ifşa-yı sırdan ibaret olub ber-vech-i ati ta’rif olunur. NemimeKeşfi mekruh ve ba’is-i te’essür olan bir kavl veya fi’li – velev remz ve ima suretiyle– keşf ve izhar etmektir. Gerek takrir gerek tahrir ile olsun ihbar olunan kavl veya fi’ilde gerek ayıb ve nakisa kabilinden olsun gerek olmasın. Eğer nekayıs cümlesinden ma’dud olursa gıybet ile nemime ictima’ ederek ma’siyet-i vakı’a teza’if etmiş olur. dıyla olmak suretine münhasırdır. Ve illa haram-ı kat’idir. Mesela bir kimsenin mal-ı gayrı gizlediğini gören zat meşhudun lehin hakkını ihya için ifa-yı şehadet edebilir. Fakat kendi malını ihfa eylediği görüldükte ihbar edilmesi haram olan nemimede dahildir. Kitabu’z-Zevacir’de İmam Nevevi aleyhi’r-rahme hazretlerinden naklolunduğu üzere izale-i fesad gibi bir maslahat-ı azime iktiza ettiği takdirde nemimeden hurmet za’il olur. Bina’en-aleyh bir kimsenin nefis ve malına yahud evlad ve hakkında bir fesad ika’ edileceği hissolundukta alakadar olanlara duğu üzere– tecessüsün hurmeti de za’il olacağından tahk ı kat-ı lazıme icrasıyle te’min-i selamet vacib olacağı emr-i aşikardır. lama inhimak sa’ikasıyla olursa da ale’l-ekser mahkiyyün anha isal-i mazarrat mahkiyyün lehe muhabbet ve sadakat etmektedir. Si’ayet ta’bir olunan kısm-ı eşna’ı daima bu takım ağraz-ı fasideye müstenid olacağından bu meslek-i ha’inanenin salikleri sa’iyyün bi’l-fesad addolunurlar. Sa’iyyün bi’lfesad olanlar ise esta’izübi’llah ayet-i celilesi mucebince ceza-yı dünyeviye cinayetleri derecesine göre katl ve salb ve nefy gibi ukabat-ı elimeye müstehak bulunurlar. Devr-i Hamidi’de jurnalciliği iltizam edenler mahza bu fikr-i fesad ile amil oldukları için verdikleri jurnallere akl u hayale gelmeyen ihtimaller hanüman söndürecek iftiralar derc ederlerdi. Ta ki bu sayede arzu ettikleri te’sirat-ı mefsedetkaraneyi görsünler ve ihtirasat-ı behimiyyelerine kavuşarak karirü’l-ayn olsunlar. Nasıl ki gördüler de oldular da fakat nass-ı salifü’z-zikr-i Furkaniye mısdak olarak akibetü’lemr “ale’l-ekser” ceza-yı layıklarını da buldular. Yine İhya-i’l-Ulum’da tavsiye buyurulduğu vechile kendisinden nemime ve si’ayet vaki’ olan zat üzerine şer’an ve aklen altı vazife tereddüb etmektedir. Nemmam-ı fasık ve merdudü’ş-şehade olmasına mebni kelamını red. Kendisini tekrardan nehy ü zecr. Nezd-i Bari’de mebğuz olmasından dolayı şahsından teneffür. Kendisine istinad vuku’ bulan şahs-ı ga’ibe su-i zandan ictinab. Tahkık-i keyfiyet fi’l-i-mezkure iştirakten hazer etmek. Bu vaza’ifin cümlesi dela’il-i mu’tebereye müsteniddir. Eslaf-ı din e’imme-i müslimin hazeratı bu yolda hareket ederler bu vesayayı hakimaneye ri’ayetde bulunurlardı. Nasıl ki hulefa-yı kiramdan Ömer bin Abdülaziz hazretleri – kendisine böyle bir ihbara tasaddi eden şahsa şöyle mukabele buyurmuşlardı. “İstersen tedkık-i keyfiyet edelim eğer sözünde kazib çıkarsan ayet-i celilesine ma-sadak olursun eğer sıdkın tebeyyün ederse nazm-ı keriminde mezkur evsaf-ı kabihayı alırsın istersen hakkında afv u igmaz ile mu’amele eyleyelim”. Herif nadim olarak “Ya Emira’l-Mü’minin afv buyurun bir daha böyle tehlikeli işe cür’et etmem” dedi. Kezalik bir şahıs hükemadan bir zatı ziyaretle ihvanından biri hakkında gammazlık eyledikte şöyle cevab vermiş Sevdiğim bir zatı nazarımdan düşürdün fariğ olan kalbime endişe verdin şimdiye kadar emin tanıdığım nefsini töhmetli ettin.” kelam-ı kerimelerinden muktebes olsa gerektir. Bir gün hulefa-yı Emeviyye’den Süleyman Halife tabi’in-i kiramdan İmam Zühri r.h. hazır bulundukları halde huzuruna dahil olan bir zatı aleyhinde bir söz sarf etmiş olmasıyla mu’atebe ediyordu. Onun inkarda bulunmasına bina’en halife “Bana ihbar eden kimse sadık ve mevsuku’lkelam bir zatdır.” dedi. İmam-ı müşarun-ileyh “Hayır! Nemmam olan kimseye sadıktır kelamı mevsuktur denemez. Çünkü nass-ı kat’i ile fıskı mütebeyyendir.” buyurdular. Bunun üzerine o zat affolundu. Hasan Basri hazretlerinin kelam-ı şerifleri de büyük bir ders-i hikmettir. Nemmam olan şahıstan teneffür ile onun kelamına sadakatine i’timad edilmemek mukteza-yı kiyaset olunmasını iş’ar ediyor. Bu iş’arın aynı lunduğu vechile– şahs-ı nemmam kizb ve gıybet gadr ve hıyanet nifak ve hased kin ve adavet ifsad-beyne’n-nas gibi hısal-i zemimeyi cami’ olduktan başka Cenab-ı Hakk’ın vaslını emr ü ferman buyurduğu esbab-ı ülfet ve ictima’ın kat’ ve izalesine sa’i olmaktadır. Bina’en-alazalik esta’izübillah nazm-ı celili mucebince nemmamın bütün mesa’isi hüsran-ı azim ile neticelenmek emr-i zaruridir. Bundan dolayı meslek-i batılını terk etmek istese de muvaffak olamaz. Bugün sana jurnal veriyorsa iktiza-yı hale göre hareketle yarın da seni jurnal etmeye çalışacağı asla şübhe götürmez. Si’ayet izah olunduğu üzere nemime enva’ının ağlez ve akbehıdır ki hükümdar ile sa’ir erbab-ı nüfuza isal edilen nema’im bu nam ile yad olunur. Nasıl ki bazı hükema demiştir. “Sa’iden ittika edin onları hamiyetten ari bilin çünkü öyle bir şahıs kelamında sadık olsa sıdkında le’im addolunur. Zira keşf-i avret ve hetk-i hurmetten hali değildir.” Ulemadan bir zatın yanında nemmam ve sa’ilerden bahsolundukta şöyle demişler: “Bir san’atda ki fitne-engizliği hasebiyle doğru söylemek bile haram ve mezmumdur. Saliklerinin şena’atini tasvir nasıl kabil olur. Fakat bu derece kubh u şena’ati aşikar bulunan bir san’atı tervic sa’iyyün bi’l-fesad olan jurnalciyi taltif eden şahıs-ı namerd şena’atde kat kat onun fevkınde olacağı vareste-i iştibahtır.” Mus’ab bin ez-Zübeyir rahimehullah emareti hengamında bu san’at erbabından bir alçağı huzurundan tard ve si’ayetten eşed ve eşna’ biliriz. Çünkü si’ayet delalet kabul ise icazetdir. Bir fenalığa sevk ve delalet eden sa’i ona razı olub icra eden kadar mehin ve zalim sayılmaz.” Ma’a-mafih böyle bir ha’inin sözünü kabul ve icazet pek büyük hamakattir. En adi bir şey’e da’ir şehadet vuku’unda şahidin adl ü emanet sahibi olub olmadığını tebeyyün ettirmek helak-ı akvam ü ricali icab eden kelam-ı gammazı ale’l-amya kabul ve infaz etmek akıl ve hikmete muvafık düşer mi? Tabi’in-i kiram’dan Muhammed bin Ka’b rahimehullah hazretlerine eden hısal-ı redi’e ne gibi şeylerdir diye sorduklarında ber-vechi ati cevab vermişti: “Üç şeyden hazer etmeyen kimse tedenni ve inhitata meyyaldir. Sultan-ı a’zam olsa da akıbeti sukutla neticelenir.” Nik ü bedi adem-i temyiz ile bir takım va’adlerde bulunmak şunun bunun agrazına müstenid sözlerine kapılmak muhafaza-i esrardan aciz olmak. Bu hısal-ı selasenin idamei vakar ve i’tilaya münafi teferru’atı bi-nihayedir. Cenab-ı Hakk’ın her fi’il ve tecellisi bir çok hükm-i hafiyyeyi muhtevidir. Hiçbir fi’ili zatına raci’ bir garazdan münba’is hiçbir tecellisi velev hikmet olsun bir şeyle mu’allel değildir. Yani ef’al-i İlahiyye mahlukat için feva’id-i müterettibeyi cami’dir. Lakin zat-ı uluhiyyete aid bir illet-i ga’iyyeye müstenid olmadığı gibi mahlukata raci’ olan mesalih-i müterettebeye de mübteni değildir. Tecelliyat-ı fi’liyye-i Rabbaniyye pek çok hikem ve mesalihi mütezammındır. Ama hikmetten inbi’as etmemişdir. Mir’at-ı ka’inatda müşahede olunan bi-had ü hesab şu’unat-ı Sübhaniyyenin iktizayı hikmetden inbi’as ettiğini söylemek şu’unat-ı mezkureyi o nun için muhakkıkın-i ulema ayet-i celilesindeki lam-ı ta’lilden sarf ile ma’na-yı hikmeti ü cin halkının ibadet ve ma’rifet-i Hak garazına ibtina ettiğini değil bu hikmeti ihtiva eylediğini ifade etmiş oluyor. İlm-i kelam müntesiblerinin ma’lumu olduğu üzere Eş’aire ile Maturidiyye arasında bu hususda ufak bir ihtilaf cereyan etmişdir. Tarafeynden serd edilen dela’ilde ta’mik-i fikir edilse görülür ki yek diğere muhalif gibi görünen bu iki fırkanın niza’ı niza’-ı lafzidir. Her iki cihetin mütala’atı ef’al-i İlahiyyenin hüküm ve mesalih ile meşhun olduğunda ittihad eder hiçbir taraf şu’unat-ı Rabbaniyyenin hikmet ve maslahatdan ari olduğunu iddi’a etmediği gibi hiç biri hikmet ve maslahat sa’ikasıyla tecelli-nüma-yı büruz olduğunu da isbata çalışmamıştır. Ef’al-i İlahiyyede hikmet ve maslahat görmemek ama-yı basiretden neş’et eder. Yoksa dide-i idrak ve basireti açık olanlar her tecellide bir çok hikmet ve her hikmette mahlukata raci’ bir çok ni’met şuhud ederler. Hatta erbab-ı şuhud insanlarca mihnet ve bela addedilen tecelliyat-ı kahriyye bile bir çok hükm-i hafiyyeyi müştemildir diyorlar. Herkesçe anlaşılabilecek suretde zahir olan bir hikmeti bu gibi tecelliyatın mucib-i intibah ve kurb-i İlah olmasıdır. Cümlece mücerreb ve müsellemdir ki insanlar giriftar-ı bela oldukları zaman bab-ı kibriyaya teveccüh ve iltica suretiyle tezkiye-i nefs eyler. Şu’unat-ı samedaniyyeyi bir garazla ta’lil etmek bir hikmete vabeste kılmak nazar-ı akıl ve nakilde şayan-ı kabul olamaz. Aklen kabul edilemez; çünkü o garaz ve hikmetle zat-ı uluhiyyetin hissemend-i tekemmül olması lazım gelir. Halbuki Cenab-ı Hak zat u sıfat-ı kemalinde ziyade-i tekemmülden münezzehdir. Naklen kabul edilmez; zira Cenab-ı Kibriya dir. Gına-i hakıkı ise hiçbir fa’ide ile müstefid hiçbir hikmet ve maslahata mahkum olmamak suretiyle olabilir. Bu takdirde efvah-i nasda deveran ettiği gibi mesela “Cenab-ı Hak ka’inatı kendini bildirmek için halk ve icad buyurmuşdur” madığı gibi “Kendini bildirmek hikmetine mebni icad buyurmuşdur” mahkum gibi gösterdiğinden doğru değildir. Evet icad-ı mükevvenat mahlukat için ma’rifet-i Cenab-ı Yezdan hikmetini müştemil ve muhtevidir. Lakin ona mübteni ve mahkum değildir. Daha vazıh arz etmek için başka bir noktadan muhakeme diğer bir vadiyi bir parça dolaşmak iktiza ediyor. Ma’lumdur ki bir fi’ilin illet-i ga’iyyesi onun sebeb-i vuku’u ve ba’de’l-vuku’ fa’ide-i müterettibesidir. Yani illet-i ga’iyye fa’ili fi’ile sevk eden odur. Fi’ile sebeb olduğu cihetle garaz vuku’-ı fi’ili müte’akib hasıl olduğuna nazaran fa’ide tesmiye edilmişdir. Demek illet-i ga’iyye garaz fa’ide cihat-i nazar i’tibarıyla mütegayirdir. Hepsi aynı ma’na ve medlulün muhtelif ibaratıdır. Bu dakıka anlaşıldıktan sonra tecelliyat ve leta’if-i Bari hikem ve mesalihden tesebbüb etmiş değil hikem ve mesalih ef’al-i Sübhaniyyeden neş’et etmiştir denirse hikem ve masalih dediğimiz menafi’-i ibad illet-i ga’iyye veya garaz olmaktan teberri eder. Çünkü bir fi’ile bir hikmet terettüb etmekle o fi’ilin o hikmete mahkum ve ondan mütesebbib olması lazım gelmez. Arz olunduğu üzere garaz ve illet-i ga’iyye olmak için terettüble beraber fi’ilin başlıca sebeb-i vuku’u olmak da lazım gelir. Bir şeyi fi’ilin garaz ve illet olması için kifayet etmez. İşte asıl galat-ı muhakeme bu suretle i’mal-i fikir ve tedkık-i mütala’a edilmemekten tevellüd eder. Hilkat-i ka’inata havale-i fikir edenler mevcudiyet ve kudret-i kamile-i Rabbaniyyeyi derk eder. münfa’il değildir. Mutasavvifenin yani Cenab-ı Hak bir şeyi diğer şeyden mütesebbeb olarak halk buyurmaz. Fakat şey-i saniyi şey-i evvel ihtiva eder demeleri bu muhakeme-i dakıkaya mebnidir. Ulema-yı zevi’l-ihtiram hazeratı taraflarından “fa’ide-i icad” ıtlak edilmeyip de “hikmet-i icad” ta’bir buyrulmasındaki ihtiyat da ayrıca calib-i nazar-ı dikkatdir. Zira fa’ide garazın başka bir kisve-i ta’bir ile saha-i ıstılah ve isti’male arz-ı endam etmesidir. Delaletce ikisi birleşir. Verese-i enbiya hazeratı ise amik ve medid mütala’a ve mücahede ederek nakısa iham eder ta’biratdan tevakkı ile arzu ettikleri me’aniye ruh verecek derecede kuvvetli elfazı intihab buyurmuşlardır. Fi’l-i icad ayet-i celilenin müfad-ı zahirisi olan ma’rifet-i uluhiyyet hükmüne ibtina etse idi hikmet-i mezkurenin behemahal ru-nüma olması lazım gelirdi. Zira irade-i fe’ale-i Sübhaniyye muradından tehalüf etmez. Halbuki ma’rifet-i e’aliye münhasır kalmışdır. Tezahür ediyor ki “ef’al-i İlahiyye ayn-ı hikmetdir. Lakin hikmetle ta’lil edilmez. Havadis meraklıları gazete okurlar. Ne olmuş ne oluyor ve ne olacak anlamak isterler. Bunlardan birisi evvelki senelerde son derece me’yus olmalı idi ki: – Ah şu bizim gazeteler! diyordu mübarekler hiç de kendimizden bahs etmiyorlar. Öyle zannediyorum ki ya bizim şu dünya yüzündeki mevcudiyetimiz hayali yahud şu’un-ı siyasiyyedeki mevki’imiz hali... Düşündüm. Sahihan ceraid-i siyasiyyemiz medayih-i Hamidiyye vadisinde bülbül idiyseler de ne çare ki feva’id-i Osmaniyye mebhasinde ima-i ma-fi’l-bal ile olsun ebkem ü lal – dalmışlar; fi’l-hakıka muharririn-i İslamiyyemizin hamiyet ve gayretleri müsellem ise de çi fa’ide ki şeda’id-i istibdad cal – kalmışlar idi. Asr-ı menhus-i Hamidi zavallı alem-i İslamı zulümata sevk ediyor. Bütün Osmanlıları hassa-i tefekkürden bile mahrum etmeye çalışıyordu. Acıdım acındım; gazetelerimizin Memalik-i Osmaniyye ve İslamiyyenin vüs’at ve cesametine nazaran muhtac olduğumuz vesa’it-i irtibatiyyenin en ehveni vesa’il-i ittihadiyyenin en mühimi evvel be-evvel gazeteler değil mi dedim? Halbuki payitahtımızda münteşir cera’idimiz öyle lal makarr-ı hilafette mütemekkin muharrirlerimiz böyle bi-mecal olunca eyvah! ki atimizden pek de ümid-var olamayacağımız bedihi ve aşikar idi. Ah!.. Bunun yan istibdad üzerine tuğyan etmek idi. Fakat nasıl ve ne bir sada henüz ber-hayat bulunan vücud-ı muhtazarımızda latif bir teselli husule getiriyor; haricden ümid-i atimizi besleyen bir şura daha zi-his görülen dimağ-ı müte’essirimizde hafif bir heyecana vücud veriyor idi. Şu kadar ki ne hatifin sada-yı lahutisini hakkıyla iz’an edecek vicdan mevcud ne de haricin şura-yı cavidanisi layıkıyla hırz-ı can edecek insan meşhud değil zannolunuyor idi?.. Nihayet zulüm kemale ermiş cürüm gayete varmış olmalı ki gayretullah zuhura gelmeye zaliminin kıyameti kopmak üzere olduğunu ira’e eder eşrat yüz göstermeye başladı. Akıbet enin-i ümmet barigah-ı Kibriyaya vasıl olmuş buka-yı millet dergah-ı enbiyaya ’de bir fecr-i sadık doğarak Nisan sene ’de bir mihr-i şarık tulu’ ediverdi. Lehu’l-hamd ve’l-minne bugün şems-i münir-i hürriyetden feyz-yab-ı hayat olmakda bulunuyoruz. Her türlü levazım-ı hayatiyyemizi de düşünebilmek sa’adetini ihraz etmiş görülüyoruz. Bizi bu sa’adete erişdiren murad-ı İlahinin tecellisine sebeb-i yegane bulunan ittihadı muhafaza ve takviyeye hizmet etmek her ferdimiz için ne mertebede bir deyn-i hayat olduğunu takdir etmeyi ashab-ı vicdana takdis eylemeyi erbab-ı iz’ana bırakırım. Yalnız şunu söyleyeceğim ki: Biz şimdiye kadar ne bela çekdikse ittihadsızlıkdan çekdik. Ne bela gördükse irfansızlıkdan gördük! El-yevm na’iliyeti yetimiz bizi bütün alem nazarında kaffe-i hukukuna malik bir medeni millet tanıtdırdığı gibi küre-i arz üzerinde mevcud ehl-i İslam indinde de ka’be-i kemale salik bir rehber-i ümmet olduğumuzu i’lam eylemişdir. Bina’en-aleyh zannediyorum ki artık el ele verecek zamanımız geldi. Zira engel def’ olup gitti. Şimdi terakkıyat-ı İslamiyyeyi te’min için bütün anasır-ı İslamiyyenin el birliğiyle çalışmasına mani’ olacak bir kuvvet mevcud değildir. Fırsatı beklememeli. Onu ezildiğimiz zamanları bahane ittihaz ederek isbat-ı mevcudiyyet edemediğimize i’tizar etmek istiyoruz; hal-i hazırda ne gibi teşebbüsatta bulunuyoruz ki özrümüzü indallah ve lım müsterih olalım? Bugün biz hukuk-ı medeniyyesine oldukça malik mühim bir hükumet bulunuyoruz. Mevki’imiz muhitimiz merkez-i tevciz eder ne müsa’ade. Elde hilafet gibi cihan-kıymet bir ni’met-i uzmamız da var. İrfan ve terakkıde de en ileride bulunan bizizdir. Niçin hala Buhara’da bulunan kardeşlerimizin tezellülatından müte’essir olmayacağız? Neden el-an Fas’daki ihvanımızın felaketine bi-his davranacağız? El vermedi mi ki “olmaz” ile “ne-başed” farkını mahv olma derecesine kadar sürükledik? Yetişmedi mi ki anlaşamamakla yüzlerce milyon ihvan-ı dinimizi taht-ı esarete verdik? Avusturalya’daki Cava’daki müslümanların hal-i siyaset ve esaretlerine vakıf mıyız? Hind’deki Çin’deki ehl-i İslamın tarz-ı idare ve ma’işetlerine agah mıyız? Uzaklara gitmeyelim. Hem-hudud bulunduğumuz İran’ın felaketi Kafkas’ın esareti Kırım’ın hacaleti Mısır’ın siyaseti vesa’ire vesa’irenin ataleti kema-hiye hakkuha ma’lumumuz mudur? Onları da bırakalım; ya acaba üç Bulgaristan derecesinde olabileceğini yakınen i’timad ettiğim Ceziretü’l-Arab’ın duçar bulunduğu cehaleti olsun def’e teşebbüs ettik mi? Ya o halde yazık değil mi bize? Bu derece betalete hayret ender-hayret! Eyyühe’l-mü’minin! Nedir bu gaflet? Ey ma’şer-i İslam! Nedir bu atalet? Biz niçin birbirimize bu kadar bigane kaldık? Biz neden kendimizi bu rütbe hayrete saldık? Bizim bu sükutumuz; cibilletimizdeki meskenete dinimizdeki mefsedete haml olunuyor! Haşa sümme haşa. Cehlimiz o dereceye varmış ki bunu ağyar lisanından değil yar dehanından da işidir olduk. “Müslümanlar hangi işi terakkı ettirmişler ettirmişler değil hangi işde terakkı edebilmişler ki...” gibi efkar-ı le’imaneye kendimizi ma’ruz bulduk. Avrupa’da din aleyhine hücum varmış zaten terakkiyat da o sayede meydan almış. Fakat hangi ve nasıl din hakkında? Buralarını düşünmeye ihtimaline lüzum görmeksizin hempamız kapıldılar. Söyledikleri sözün nereye varacağını belki düşünmeksizin hem-unsurumuz evladımız açıkdan açığa doğrudan doğruya cereyana idlalata atılıyorlar. Evet! Müslümanlar hangi işde terakkı etmişlerdir demek müslümanlık mani’-i temeddündür demek değil midir? Bizdeki adeta belahete bakmalı ki bunu söyleyen tazallüm-i halde bulunmak istiyor! Çünkü o zat da bilir ki vaktiyle Endülüs medeniyyet ve İslamiyyet’e ifaza ettikleri me’ali ve asara ettikleri fuyuzat bugünkü Avrupa terakkıyatının menba’ı olmuşdur. O vakitki İslamiyet başka şimdiki İslamiyet yine mi başkadır? Şeri’at-i İslamiyyemiz üss-i terakkıyat ve medeniyyeti cami’ iken hiç nasıl olur ki pa-bend-i terakkı görülsün? Ahkam-ı celile-i İslamiyyeye şöyle sathice bir nazarda bulunmak ne gibi esas-ı te’ali ve ne türlü kanun-ı aliyi ihtiva etmekde bulunduğunu anlamak için kafidir. Evet! Biz de mu’terifiz ki hal-i hazırda müslümanlar o kadar zelil o kadar hakirdir ki bu halleriyle iddi’a-i ulviyyet etmeleri pek gülünc düşüyor. Fakat bunda müslümanları kabahatli tutabiliriz ama müslüman olmaları cihetinden değil belki hemen bütün ef’al ve harekatları hilaf-ı şer’-i şerif bulunmasından evamir-i İlahiyye ve ahkam-ı şer’iyyeye bihakkın temessük ve ita’at etmediklerinden dolayı. Yoksa efradın cehaletine bakıp dinin ulviyetini inkara yeltenmek; keyfe ma-yeşa elde bulunan bir saç telinden sahibinin hüsn ü kubhunu istidlale kalkışmak kadar bi-suddur. Mesela: Dinimiz bize günde beş def’a toplanmaya bir yere gelmeye emrediyor. Her türlü evamir ve nevahisinde adeta ıyanen görüldüğü üzere elbet bunda da pek çok me’ani-i dakıka ve işarat-ı rakıka vardır. Toplanalım görelim görüşelim ihvanımıza muttali’ olalım gelmeyenimiz olur ise arayalım. Nedir ahvali bilelim derdine derman olmaya çalışalım. Bu suretle de te’avün ale’l-birrde bulunacağız bu vechile de ittihad ve ittifakımızı heme an tecdid ve tevsik eyleyeceğiz. Yoksa namazı cema’atle kılmakdan ise herkesin nerede kolayına gelir ise orada kılması memduh ve mübah olmak icab eder idi. La harace fi’d-din. Dikkat edilsin ki bu: Bir mahalle ve civar ahalisine her gün için ittihad ve ictima’a bir vesile-i hasene olacağı gibi; bir köy bütün şehir halkı için ise haftada bir Cum’a ictima’ı bu ümniyyeyi te’min eder. Hatta bir şehirde iki mahalde Cum’a kılınması ca’iz olup olmadığında ihtilaf olunmuşdur. hatib efendi de kendilerine lazım gelen va’az ve nasihati ifa ahval-i şu’un-ı İslamiyyeye dair ma’lumat-ı mücmele i’ta edecekdir. Bir de senede bir umum dünya müslümanları O suretle ki: Her memlekette her ülkede bulunan müslümanların nafizü’l-kelim ağniyası behemehal ömründe bir kere olsun umum dünyadaki ihvan-ı dinlerinin sefirleri ile birleşmek te’ati-i efkarda bulunmak üzere şer’an mu’ayyen olan mahall-i mübarekeye kadar şedd-i rahl etmesi farzdır. Hatta babaya ayrı evlada da ayrı olarak farzdır. Baba haccetmekle evladdan farz sakıt olmaz. İşte bu zevat-ı muhtereme de böyle vakt-i mu’ayyende toplanacaklar nümayende bulunacaklar menafi’-i İslamiyyeleri babında tesadüm-i efkara çalışacaklar amal-i ulviyyeleri hakkında yekdil ve yekvücud olmanın esbabını düşünecekler. Karar verecekler yüz binlerce cema’at bir imama bi’l-iktida eda-i salat ederek yü’l-ayn müşahede edecekler ve her daim bu suretle birbirlerinden haberdar olacaklar. Tanca’daki bir müslümanın emeli ne ise Keşmir’deki bir mü’minin de garazı o olacak Kazan’daki Ahmed ile Transval’deki Muhammed de aynı his ile mütehassıs bulunacaklardır. Şimdi düşünelim. Dinimizin emri bu yolda iken biz hacc-ı şerif edasını değil Cum’ayı da değil beş vakit farzlarını veyahud namazı kılsak bile cami’e kadar gitmeyi lüzumsuz bir fi’il addeder. Cema’ate yan çizer isek hakka’linsaf düşünmelidir: Kabahat diyanetde midir? Yoksa efradda mı? Devir-i istibdad bizi böyle söylemekden değil hatta düşünmekden bile şiddetle men’ etmişidi. Şimdi ise artık hazer haka’ikı bila-perva arz etmekden çekinmemeliyiz. Biz Devlet-i Osmaniyyemizi kaviyyü’ş-şekime görmek istiyoruz. Şu halde unsur-ı aslisi bulunan İslamları ve İslamiyet’i takviye edecek vesa’ile neden tevessül etmiyoruz? Fikr-i acizaneme kalır ise bizce bu hususda yapılacak şey ilk evvel me’murat-ı şer’iyyeden olan ittihadı te’min ve bunun için de cera’id-i Arabiyye te’sis ve ta’mim eylemekdir. Beyne’d-düvel Fransızca nasıl bir lisan-ı resmi ve umumi dinidir. Arabca dünyanın hangi bir müslüman memleketinde yabancı görülebilir? Acaba hangi bir cem’iyyet-i İslamiyye Arabca yazılmış bir esere bigane bulunur? Bina’enaleyh cera’id-i Arabiyye bize hangi menfa’ati te’min hususunda aciz kalır? Yazık ki bizim bu babda hiç bir teşebbüsümüz yok. Kaldı ki bu hususda efkar-ı umumiyyeyi ihzar ve imale için de konferanslar mu’temerler tertib ve i’tası taht-ı vücubdadır. Bunun için merkez olmak üzere İstanbul’dan Mısır’dan mühim bir mahall-i mübarek vardır: Mekke-i Mükerreme! Kerremehallahu te’ala ila yevmi’l-kıyame. Evet! Madem şeri’at-i garra-yı Ahmediyye oraya beher sene yüz binlerce hüccac cem’ ediyor ve madem dünyanın her noktasından hem de ağniya olmak üzere pek çok ashab-ı yapmadık! Fakat madem ki İslamların terakkısini husule getirmeye çalışacağız: İstihsal-i emel hakkında bu bizim için ne büyük bir vesile-i cemile bu nasıl bir ni’met-i celile. Va esefa ki: Oraya toplanan hüccacımız ma’arifsizlik beliyyesiyle delilsizlik seyyi’esiyle yekdiğerini hemen karşıdan görmekle bile geçmiyor. Daha geçen günlerde Moskova’da umum Slav delegelerinden mürekkeb kongre yapılıyor idi! Bundan onların ne kadar istifade ettiklerini anlamak için başka değil yalnız bizim daha yakın zamanlarda ne kadar zarar gördüğümüzü tasavvur kafidir. Halbuki onlar oralarda yüz ikiyüz nihayet bin kişi toplayabiliyorlar. Böyle iken ne müşkil emelleri ne yaman maksadları istihsal ettiler! Ya biz?.. Evet ya biz?.. Daha civar-ı Mekke’yi bile temdin edemedik; hala onlara bizim de müslüman olduğumuzu bildiremedik; el-an urban ziyaret-i Beytullah’a gelen hüccac-ı müsliminin cebindeki üç beş altını çalmak için bi-gayr-i hakkın katl-i nüfusu mübah sanıyor; Arab olmayan Arabca söyleyemeyen süfera-yı mü’minine müşrik diyor ve öyle tanıyor. Geçmişe te’essüf fa’ide vermez. Fakat geçmiş olmamasına çalışmak lazımdır. Kat’iyyen diyebilirim ki biz ma’şer-i İslam’ın terakkiyatını arzu ediyor isek Mekke-i Mükerreme’ye ehemmiyet verelim... Zira... hükumet-i Osmaniyyemizi mağlub olmaz bir surette takviye edecek vesa’ili ancak orada elde edebiliriz. Orası adeta makarr-ı ulum-i medeniyyemiz ve menba’-ı siyaset-i ehemmiyet-i siyasiyye verilmelidir; ve bütün elsine-i İslamiyye gazete ve kitablar orada neşr olunmalı; siyasi ictima’i nutuklar orada i’ta edilmelidir. En mühim mekteblerimiz orada açılmalı bezur-i ittihad bütün dünyaya oradan saçılmalıdır. Orası öyle bir hale getirilmelidir ki Mekke-i Mükerreme’yi gören zat kendisini bütün memalik-i İslamiyyeyi görmüş zanneyleyecek derecede zübde-i amal-i millete muttali’ olduğuma kani’im desin; ahval-i İslama vakıf olmak arzu eden bir müslüman Mekke-i Mükerreme’yi görmekle husul-i emele na’il olacak mertebe enmuzec-i ahval-i ümmete vakıf olacağına kana’at etsin. Delillerimiz mükemmel bir mekteb-i irfandan erişsin. Mekkelilerimiz muntazam bir mekseb-i ümrana girişsin... Bu makam-ı mukaddes zaten şerafeti var. Her gün beş vakitde oraya teveccüh ediyoruz: Vechimiz mu’amelatda İstanbul’a ise ibadetde Mekke-i Mükerreme’yedir. Bizim makarr-ı hilafetimiz Dersa’adet ise merkez-i diyanetimiz Mekke-i Mükerreme’dir. Ehl-i İslamın medeniyet-i hakıkiyyeden medeniyet-i İslamiyyeden bihakkın müstefid olmalarını te’min etmek merkez-i irfanın ancak Mekke-i Mükerreme ittihaz edilmesiyle kabil olacakdır zannediyorum. Mekke-i Mükerreme’nin merkez-i irfan olması İstanbul’a mazarrat vermez mi gibi bir fikir hatırlamak mümkündür. Lakin ma’arif-i hakıkiyye medeniyet-i İslamiyye esaslı bir suretde telkın ve ta’mim edilir ise zannetmem ki bir ziyan görülsün. Hiç olmaz ise bari orayı bir merkez-i tevzi’ olmak üzere ihzar edelim. Çünkü orası muhakkakdır ki sa’ir tarafın bütün dünyanın fevkınde bir mevkı’-i mukaddesdir. Zira Cenab-ı Halık-ı ka’inat Beyt-i mu’azzamı oraya te’sis ettirmiş. Bütün ehl-i imanın kıble-i teveccühü olmak üzere orayı teşrif eylemişdir. Bina’en-aleyh her vechile başka mahalden ziyade kalemimiz bu babda i’mal-i fikir edecek olurlar ise pek çok ve milletin teşyidine bi-hakkın çalışan değerli pişvalarımızın bu muhterem zevatın irşadatından mahrum mu kalmalıdır. Hele Muhammed Ferid Vecdi Efendi hazretlerinin bu babda ne kadar himmeti ne kadar hizmeti olmaz? Ümmetin ittihada terakkıye kemaliyle teşneliği var. Geçen sene hemen hiç birisinde fikr-i hürriyyet mevcud değil idi. Hiç birisi Hakan-ı Mahlu’un zulmünden agah bulunmuyor idi. Birkaçlarına keyfiyet açıldığı vakit kendilerinde büyük bir tereddüd nümayan oldu. Hele bazıları bizim küfrümüze yürüyecek dereceye varmışlardı. “Mümkün değil! Padişaha isyan edenlere yardım mı olur? Ne’uzü billah” diyorlardı. Fakat bir de o kahramanları geldikleri vakit görmeliydi. Gerek yolda gerek Rumeli’nde iş kendilerine anlatılmış dinimizin ayaklar altına alınmasına sebeb hep başdakiler olduğu ikna’ edilmiş. Kendi meşhudatları birer şahid gösterilmiş: Bir anda berk-i hatif gibi zihinleri harekete gelerek “ya hürriyet ya ölüm” diye kıyam edenlerin ilk safına geçmişler. Anasından doğduğu günden beri hürriyet vatan millet lakırdısı işitmemiş bir neferin din kelimesini işitmesi ahval-i hazıramız hakkında bir iki konferans dinlemesi kendisini nasıl bir kahraman-ı hürriyyet derecesine isal ettiğini iyice düşünmelidir. Bu cidden şayan-ı dikkat ve ati için mucib-i emniyyet ve tesliyyetdir. Demek ki milletde nur-ı zeka tamamiyle meşhud anlaşılır ki ümmetde fikr-i ittihad kemaliyle mevcud. Haza minfazli’llah. Bu da şübhesizdir ki işbu kabiliyet Rumeli’ye sevk olunan sekiz on tabur efradına münhasır olamaz. Umum efradımızı böyle bulacağımıza kat’iyyen emniyetimiz vardır. Hele bir kere Mekke-i Mükerreme’de irşadat başlasın icab eden zevata da’vet tezkireleri yazılsın: Pek az zamanda göreceğiz ki alem-i İslamiyet başka bir hale gelmiş olacakdır. Arablardan tut Mısırlılar Berberler Fasiler Zeydiler İraniler Afganiler Hindiler Türkler Kürdler Lazlar Arnavudlar Çerkesler ve’l-hasıl dünya yüzünde mevcud kaffe-i ehl-i iman yüzlerini bize çevirmişler “lebbeyk” demek için “es-sala ya mü’minin” dememizi bekliyorlar. Cermenler Macarlar Saksonlar İslavlar Grekler muttasıl ittihada çalışıp duruyorlar. biz me’aşir-i müsliminin sa’y ü gayrete bigane durması doğrusu hiç bir vechile şayan-ı müsamaha görülecek kusurlardan değildir. Neden çekiniyoruz? Kulaklarımızın dibinde bir “panelenizm” çıkarıp bugün adeta müheddidane bir vaz’iyyet almaya çalışıyorlar da biz neden İslamların el birliğiyle terakkı ve temeddün hususunda çalışmasından bahs etmeyelim. Biz de insan değil miyiz? İslamlar var diye insanlığın mevcudiyetine te’essüf eden lordlar misyonerler işidiyoruz. Nedir bu hakaret? Hukuk-ı düveli hakkıyla hakkımızda tatbik ettiremiyoruz. Nedir bu zillet? Biz artık ey ihvan-ı din! Uyanalım! Uyanalım ki kervan göçüp gitti! Esselamu ala meni’t-tebe’a’l-hüda. Haşiye numaralı Sıratımüstakım’imizde “Alem-i İslamı Uyandıracak Çareler: Müslümanlar Kongresi” namı altında yazılan satırlar fikr-i acizanemi tahrik etti. Şu satırları karaladım. Maksadım din ü milletime bir hizmetdir. Artık eksik demeyip yazdım. Noksanlarım kabil-i ikmal görülür ise itmamını ashab-ı himmetin lütuflarından beklerim. Bu babda erbab-ı alakanın biraz olsun düşünmeleri farzdır zannındayım. Bir de söylediklerimizden “pan-islamizim” fikriyle tecavüzi amal beslemekte olduğumuza hükmedilmek gadr u zulümdür. Muradımız tekrar ederiz ki idame-i mevcudiyyet ve muhafaza-i hukukdur. Fakat insancasına! Rusya Duma’sında Kırım meb’usu Müftizade İsmail Mirza’nın nutku “Büyük Rusya’nın vekilleri olan efendiler hazeratı! Bu mes’eleden dolayı ben de birkaç söz söyleyeceğim. Mes’ele biz müslümanlarca pek ehemmiyetli bulunmakla beraber bir çok vaktinizi işgal etmeyeceğim. Fakat dikkatinizi rica ederim. Volga Nehri boyundaki vilayetlerde bir çok “dönme – gerdişen” ahali bulunduğu ma’lumunuzdur. Bunlar on yedinci asırda cebren tenassur ettirilmiş veyahud misyonerlerin gayreti ve va’ad olunan ataya ile sağ cenahtan tekdir sadaları re’isin çıngırağı hırıstiyan defterlerine kaydolunmuş halklardır. Sağ cenahtan: Haddini tecavüz ediyor. Bunları söylemek için askeri elbisesini çıkarıb peydjak? giymeli! nidaları. Bu ahali için mahsus kiliseler bina edilmiş halkın hırıstiyanlığı ve dindarlığı ruhbana yumurtadan tavuktan ve sa’ireden rüşvet verib hafiyyen din-i İslam’a hizmetten bu! nidalar Biçare dönmeler vicdan azabı çekiyorlar idi. Çünkü hafiyyen iş görmek ve hükumete karşı varmak müslümanlar nazarında günahdır. Sağ cenahtan: Genç Türkler unutuldu mu? sadaları Bu sıkıntılardan dönmelerin bir haylisi terk-i diyar ve hicrete mecbur oldu. Lakin Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun Nisan fermanı ile hürriyet-i diniyye ka’idesi i’lan olunub halka taze can geldi. İmparatordan müteşekkiren Cenab-ı Hakk’a secde-güzar-ı şükr ü mahmedet oldular. Biz müslümanlar Rusya’yı seviyoruz. Rusya mazide ve hazırda vatanımızdır. Sağ cenahdan ya bulunub cümle muharebelerde kan döktük can verdik devletin cümle-i mesarifatına hissemizce giriştik katlandık geri durmadık. Artık biraz hak ve hürmete hakkımız ve liyakatımız vardır zannederim. Vaktidir efendiler bizlere doğru da tevcih-i nazar ediniz bizi Rusya’nın üvey oğulları gibi görmeyiniz. Din ve iman zaten hürdür. Bunları cebren kuvvetlendirmek olamaz. Bil’akis cebir ve zulüm edildikçe din ve iman daha ziyade mu’azzez olur kuvvet bulur. Vaktiyle Hıristiyanlığa karşı edilen tazyiklerin kesb-i kuvvet ve intişar etmesine sebeb olduğu tarihen ma’lumdur. Evvelki ictim’aların birinde sağ cenahtan bir zat mütekebbirane mağrurane: “Biz galib ve hakim milletiz mağlub ve mahkum ile bir derecede olamayız hukuk ve imtiyazatımız daha ziyade olacaktır.” demişti. Buna karşı i’lan ederim ki bizim de ecdadımız vaktiyle galib ve hakim idiler. Fakat Rusların dinlerine ve hukuk-ı ictima’iyyelerine hiç bir suretle mani’ olmadılar. Yalnız vergi almakla iktifa ettiler ve böylece zaman-ı hazırda görülmeyen usul-i adaleti bütün Rusya’ya gösterdiler. Sağ cenahdan: Sizin böyle gevşek çalıb sizleri mahkum ettik!.. sadaları Bu sözlerden muradım müslüman misyonerliği değildir. Ancak hürriyet-i diniyye arzusudur.” rar-ı mütekaddim ittihaz etmiş bulunması keyfiyetidir ki bu da haric-i salahiyet bir mu’amele-i keyfiyyedir. Zira elde mevcud kanunlara göre Encümen böyle bir selahiyeti ha’iz değildir. Encümen-i İntihab adeta da’valarda mehakimin karar i’dadı karar-ı karine ittihaz edercesine emr-i intihabı teshil edecek bu gibi mukarrerat i’tası selahiyetini nusus-ı kanuniyyenin hangisinden istinbat eylemişdir? Ahkam-ı kanuniyye Encümen’e evvel emirde nasıl bir zatın ta’yin olunacağını kararlaştırmak selahiyetini bahşetmemiştir. Encümen zara alacak ve ta’rifat-ı kanuniyye vechile müstehak olan zatın istihkakını tebyin ve terakkısi halindeki merasim-i kanuniyyeyi üzere Encümen meslek müntesiblerinin kuvve-i adliyye için mevzu’ kava’id da’iresinde kıdemlerini bi’t-ta’yin terakkıleri merasimini icraya me’murdur. Yoksa her mansıb için şera’it-i mahsusa ictihad ederek o ciheti kararlaştırdıktan sonra şera’it-i matlubeyi ha’iz zevat arayacak değildir. Düşünelim ki Encümen-i intihab böyle karar-ı mütekaddim ittihazına salih olsa idi hakimiyetin her mertebesi için ve intihab olunacak her zat için şera’it-i mahsusa ta’yini kendisine aid olurdu. Mesela istinaf hakimliğine irtikada derece-i ula mahkemesinde bir sene hizmetin kifayetini kabul tarzında bir karar-ı mütekaddim ittihazı halinde bu babdaki sarahat-i kanuniyye dört sene hizmetin iştiratı noktasında olduğu halde Encümen’in bir senelik hizmet hakkındaki karar-ı mütekaddimi lağv ve hükümsüz addolunurdu. Keza böyle bir selahiyet Encümen’e verilib de Encümen de mesela ilm-i aruza aşina bir şa’irin ancak bu makamı işgal edeceği yolunda bir kararı mütekaddim ittihaz eylese bu meziyetten bi-behre kalan hükkamın Kanun-ı Esasi’nin kendilerine va’ad etmiş olduğu terakkıden mahrum olmaları icab ederdi. Bu selahiyet verildikten sonra Encümen’in böyle bir şart vaz’ etmesi istiğrab olunmamalıdır. Her zaman mektebli ve müstahdem bulunmak şartlarını vaz’ edecek değil ya! Hakk-ı takdir onların değil mi? Bazen de bu kabil şartlar kararlaştırılmak lazım gelir. Hülasa karar-ı mütekaddim nazariyesini tervicde bu gibi mehazire ma’ruziyet hemen her intihabda mutasavver olduğundan kanunen böyle bir usul vaz’ edilmemiş ve intihab mu’amelesi iki kısma ayrılmamıştır. Menasıb-ı adliyyeden bir makam münhal olur kanunen mu’ayyen olan usul ve şera’it da’iresinde Encümen müstehak zatın o makama geçmesine karar verir. İşte kararın mütekaddimi de budur müte’ahhiri de. Yoksa vekil-i müşarun-ileyhce kabul olunduğu vechile Encümen için ibtida’ şera’it-i ehliyyet hakkında bir karar vermek sonra da o şera’iti ha’iz görülen zatın intihabı yokdur. Mes’elede böyle bir karar-ı mütekaddim ittihaz olunmuş mafih mahkeme-i temyiz ve istinafın güzide hakimlerinden müteşekkil bir encümene böyle bir şeyi isnad etmekten ise vekil-i müşarun-ileyhin atiyen aynen naklolunacak beyanatı vechile nezareti vekaleten teşrif buyurmalarıyla intihab-ı vakı’ın arasında ancak bir iki hafta güzeran olmuş olduğu cihetle encümen mukarreratının suret-i ittihazına bigane kalmış olduklarını kabul eylemek mes’elede ehven-i şerreyni Üçüncüsü Encümen’ce kıdem-i hizmetin nazara alınmış olduğu muvafık-ı nefsü’l-emr değildir. Zira bugün Ali Mürteza Efendi’den kıdemli me’zunin-i müstahdemenin aklam-ı mehakimde zabıt kitabetini ifa etmekte olduklarını herkes müşahede ediyor . Demek oluyor ki müşarun-ileyhin bu babdaki müdde’iyatı mahsusun hilafı iddi’adır. Nitekim Kırkkilise meb’us-ı muhteremi Mustafa Arif Beyefendi dahi vekil-i müşarun ileyhin müdafa’at-ı vakı’asına cevaben kürsi-i hitabette aynen şu sözleri söylemiştir: “Efendim nazır vekili beyefendi diyorlar ki Ali Mürteza Efendi’den daha eski adliyeye intisab etmiş adamlar varsa da deva’ir-i ceza’iyyede bulunanların kendisinden mu’ahhar olması ve mukaddem bulunanların deva’ir-i idarede bulunması hasebiyle sebeb-i tercih olmuşdur. Halbuki Ali Mürteza Efendi’nin alındığı mahkeme-i temyiz ceza da’iresinde Nüzhet Bey namında bir zat yine mektebten a’la olarak senesinde neş’et ettiği gibi senesinde adliyeye intisab etmişdir. Yine temyiz ceza dairesinde Hüseyin Bey namında bir zat mektebten senesinde a’la derecesinde neş’et ettiği gibi senesinde adliyeye intisab etmişdir. Yine mahkeme-i temyiz ceza da’iresinde senesinden yani Ali Mürteza Efendi’nin sınıf refiki olarak ve fakat aliyyü’l-a’la neş’et eden Mustafa Ferid Efendi ise senesinde yani bu zattan bir sene evvel adliyeye intisab etmişdir. Bunlar sırf ceza cihetindendir. Bunu nazar-ı dikkate arz ederim. Cinayet mahkemesinde cezayı nazar-ı dikkate alırsa Bekir Sıdkı Efendi namında bir zat mektebten a’la derecesinde senesinde neş’et etmiş senesinde adliyeye intisab eylemiş. Cemil Bey namında müdde’i-i umumilik kaleminde a’la derecesinde me’zun ’de neş’et etmiş ve ’den beri adliyeye setmiyorum. Bunlar nazar-ı dikkate alınmamışdır. Bendeniz mutlaka mektebden çıkanların tercih edilmesi noktasından söz söylemiyorum. Fakat iktidar derece-i mütesaviyede olursa her halde kıdem nazar-ı i’tibara alınmak lazım gelir. Bina’en-aleyh iktidarı derece-i mütesaviyyede olanlarda kıdemini nazar-ı dikkate almak icab eder. Bir sırada aynı sınıftan aliyyü’l-a’la bir adam mevcud iken a’la tercih edilmesinde ve aynı dairede kendisinden sekiz on sene evvel cihinde bir nisbet adalet göremiyorum. Bu kabil kırk kadar efendi var. İşte bu mukaddem olanlarını arz ediyorum. Buna ne cevab vereceklerdir.” Dördüncüsü hizmetin cihet-i adliyyede icra edilmiş bulunmasının meşrutiyyeti hasebiyle deva’ir-i idarede daha ziyade ha’iz-i kıdem zevatın nazara alınmadığı yolundaki iddi’aları Encümen’in bahis buyurmakta oldukları kararına mübayindir. İşbu mübayeneti isbat için her iki ifadeyi yan yana getirelim. Birinci ifade: “Encümen’ce bu mu’avinliğe Dersa’adet aklam-ı mehakiminde deva’ir mehakiminde müstahdem ketebeden ve mektebli efendilerden birinin intihabı kararlaştırılmışdı.” İkinci ifade: “Bir kısmı ise deva’ir-i Görülüyor ki hazreti üstad aklam-ı mehakim ta’birinden sonra deva’ir-i mehakim ta’birini isti’mal ediyor. Deva’ir-i mehakimden maksadları her halde aklam-ı mehakim değildir. Zira ayrıca tahsisün bi’z-zikr edilmişdir. Mahkeme-i temyiz ve istinaf ve bidayetin her bir kısmına bir daire ıtlak olunmakda ise de bunların aklamı aklam-ı mehakim ta’birine dahil ve bina’en-aleyh deva’ir-i mehakim ta’biri bu kısma sarf halinde müstedrek olur. Nefs-i dairede müstahdem zevat ise kaffeten sıfat-ı hakimiyyeti ha’iz bulunmalarından dolayı bunların müdde’i-i umumi ta’yin olunamayacakları derkar ve encümenin böyle bir karar vermeyeceği aşikardır. Takvim-i Vekayi’ceride-i resmiyyesinin esna-yı tertibinde deva’ir-i mehakim kelimeleri arasında bir vav mevcud olub da sakıt olmuş ise bu ihtimalde de deva’ir ve mehakimde müstahdem zevat kaffeten hükkam olacağından yukarıki mahzur yine vardır. Zira hazret-i üstad kalemleri “aklam-ı mehakim” ta’biriyle ayırmışdır. Aklam-ı mehakim için tefsir ve atıf beyan suretiyle de telakki olunamaz. Zira aklam-ı mehakimin medlulü başka deva’ir-i mehakimin medlulü başkadır. Bir kelamın ise i’mali ihmalinden evla olacağına göre deva’ir-i adliyyeyi kasdetmiş olduklarına zahib olmaktan başka çare kalmıyor ki bu deva’ir nezaretin idare kısmını teşkil etmektedir. Demek oluyor ki umur-ı hukukiyye umur-ı ceza’iyye sicil evrak müdüriyetleri da’irelerinde müstahdem me’zunin Encümen’in mervi olan karar-ı mütekaddiminde ların bir tarafdan intihaba ehliyetleri encümenin karar-ı müttehazı icabından bulunduğu beyan ve diğer taraftan dahi deva’ir-i idarede müstahdem oldukları cihetle intihab olunmadıklarını mahmul olur. serbest gezeceğimizi pek de ima etmiyor dedim. Biz bu hasbihal ile biribirimize fısıldamakta iken Tosun Ağa yanımıza sokuldu. Kendisinin kal’ada topçu kolağası olduğunu beyan ile ta’rif-i nefs ettikten sonra bizim için surda limanın üstünde oda tahsis edildiğini bir tavr-ı te’essüf ile ifade ve kendine mahsus lisan-ı nezaket ile hizmetimizde kusur edilmeyeceğini de terdifen ilave eyledi. Prangalıların mahbus oldukları zindana burada “liman” yen dış kapısı önüne geldik ve yanında surun iç tarafından üstüne çıkan karanlık bir merdivenden yukarıya çıktık. Prangalılarla kal’a-bendler kal’a muhafızı bulunan topçu askerlerinin taht-ı muhafaza ve nezaretlerinde bulunduruluyor. En büyük topçu zabiti ise o tarihde salifü’z-zikr Tosun Ağa idi. Merdivenin karşısında kemer altı gibi sıra ve ardı basık birkaç kargir odalardan önüne henüz karakol kulübesi konmuş bir odaya bizi soktular ve kapının önüne tüfenkli bir de nöbetçi diktiler. Odanın arka cephesinde denize nazır iki ufak penceresi var. Buradan aşağısı bir minare boyu bir uçurum. Pencerelerin demir parmaklıkları tecdid edilmiş tabanına Arabistan’da çimento makamında isti’mal olunan “adese” sıvanmış duvarı her taraftan delik deşik. O gün iki felek-zede döşeklerimizi karşı karşıya adese üstüne serdik; geçib üstüne yaslandık; şu halin şiddetinden ve niçin bu derece tazyik edildiğimizden bahsetmeye başladık. Haydud-ı meşhur Lefter miyiz biz? Nedir bu yeni parmaklıklar. Ne olacak bu metin muhkem hisar içinde çifte çifte nöbetçiler? Lakin bu hallere kim muttali’ olacak… Bu şiddeti hangi el tahfif edecek… Kim feryad-res olacak… Eyvah! Bu ümidler mesdud. Biz bu şiddet ile bizar iken buna ilaveten odanın içi kara sineklerle o kadar doldu ki oturulmaz konuşulmaz bir dereceye geldi. Bu hal ile geceyi bulduk. Bu muziyat hab-ı sükuna daldı. Gece bunlara bedel ve belki daha fa’ik olarak enva’-i haşerat ve bilhassa buralarca “ebuberis” denilen kertenkeleler delik deşikden zuhur ile fevc fevc ziyaretimize şitaban oldular. Ebuberisin müstekreh cığcığları zavallı Nuri Bey’in fena halde sinirine dokunduğundan pek müte’ezzi oluyor ve sesin geldiği cihetlere eline rast gelen şeyleri layenkatı’ atarak ta-be-seher gözüne uyku girmiyor idi. Birkaç gün sonra iki tahta kerevet yaptırdık ve üzerlerine müsellesü’l-şekl birer cibinlik geçirib üst taraftan iki uçlarını çivilerle kemere rabtettik. Hem minder hem firaş-ı nevm olan döşeklerimiz bu serir-i rif’ate nakledildi. Aradan birkaç gün geçmesi üzerine arasıra kal’a zabitleri yanımıza gelib gitmeye başladılar. Mutasarrıf beyefendinin mahdumu Sehrab Bey dahi iki üç günde bir gelib pederinin selamını ve bu halden pek müte’essir olduğunu tebliğ ile beraber her ne lazım ise hizmetde kusur edilmeyeceğini ifade etmek lütf u nevazişinde bulunuyor idi. Müte’akıben sabahları akşamları bir iki saat nefes almak için odanın önündeki liman üstünde gezinmemize müsa’ade edildi. Teneffüs zamanlarında bazen Tosun Ağa ile topçu katibi Mehmed Efendi’nin yine limanın üstünde vaki’ odalarına gider konuşur dana tahte’l-hıfz çıkarıb iki saat mikdarı teneffüs ettirdikleri cihetle gah onları limanın üstünden seyrederdik. O zamanlar bu bedbahtanın na’im-i dünyadan temettu’ları yirmi dört saat içinde iki saat müddet o meydanda geniş geniş bir nefes almaya ve o kadar müddet ziya-yı nehardan müstefid olmağa maksur idi. Bazılarının ayaklarına bir metre tulünde zincire merbut bukağı vurulmuş zincirin öbür ucunu beli hizasında tutarak yürüyor; bazısı ikişer ikişer iki metre tulünde bir zincire vurulub yürürken her biri zincirin bir tarafını kaldırıyor; limanın içinde bulunan abdesthane ise vakit vakit taşıb yattıkları yere kadar basıyor bunlar ara sıra geceleri: Kabilinden olarak “ya hilali…ya mali…” ahengiyle el çırpıyor cünbüşler ediyorlar idi. Bir gece liman boşandı diye bir gürültü koptu. Meğer zindan-bendler her ne vasıta ile ise elde ettikleri kazma kürek ve sa’ir edevatla bir müddetten beri geceleri limanın deniz cihetine müsadif surun altını kazıp o ahenklerle kazma sedaları setrediliyor çıkan topraklar herkesin minderi döşeği altına yerleştiriliyor imiş. Tam ameliyatı bitirdikleri gece ayaklarındaki bukağıları çözerek açtıkları gedikten bir haylisi denize ve oraları sığ olduğundan buradan da karaya çıkıb firara kadem basarlar. Sonra ekserisi der-dest edilib limana Burada mine’l-kadim cari bir te’amül vardır: Başına her nasılsa bir kaza gelerek Akka limanına düşmüş bulunanlar içinden nasiye-i hallerinde asar-ı salah nümayan olanları ikmal-i müddet mahkumesine az bir şey kala derun-ı kal’ada ileride zikredilecek olan Cezzar Cami’i Şerifi avlusundaki hücrelerden birine çıkarırlar. Bu te’amül hoşuma gitti ne kadar mihribankarane bir mücamele-i insaniyet! Allah badilerinden hoşnud olsun. Yukarıda ismi geçen topçu katibi Mehmed Efendi kudemadan tiryaki bir zat idi. Hatırıma geldikçe halinden te’essürle beraber mahza tavr u meşrebindeki hoşluğa bina’en gülmeden kendimi alamadığım menakıbından biri şu idi ki Mehmed Efendi bir iki satır yazı yazar yazmaz kalemi kağıdı elinden bırakır bir cigara sarar sohbetler hasbihaller bahusus zamanenin her dem siham-ı cevr ü sitemine hedef olduğuna dair hikayelerle cigarayı cünbüşlendikden sonra tekrar kağıdı dest-i tahririne alırdı. Lakin Mehmed Efendi cigarayı cünbüşlendiği esnada beri tarafından da kara sinekler yazıyı cünbüşlendiklerinden kağıdı sevaddan hali bir sahife-i beyza halinden bulmağla “hay habisler…” itabıyla baştan yazmaya mecbur olur ve bu böyle bir hayli mahv u rakın ikmal-i tahririne bir türlü muvaffak olamaz idi. Meşayih-i Osmaniyye arasında fazl u irfan ile müştehir bir zat-ı ali-kadr olub tarihinde Şumnu’da mehd-arayı şuhud olmuşdur. Mukaddemat-ı ulumu maskat-ı re’siyle Edirne ve Dersa’adet’te ikmalinden sonra urefa-yı meşayihi Celvetiyye’den Zakirzade Abdullah Efendi’ye intisab ile tekmil-i süluk-i tarikat ederek bir iki sene Aydos’ta on beş sene Filibe’de tedris ve irşad ile meşgul olarak Dersa’adet’e hicret ve Atpazarı kurbunda ihtiyar-ı ikametinden naşi beyne’l-meşayih ve’l-ulema’ Atpazari Emir Efendi lakabıyla kesb-i şöhret eyledi. Burada dahi teslik-i salikin ve tedris-i talibin ile beraber te’lif-i asar ile imrar-ı evkat eyleyib sevk-i takdirle Kıbrıs ceziresindeki Magosa’ya gönderilerek bir sene mürurunda “Ruh-ı pakiyçün azizin okuyalım Fatiha” mısra’ının delalet ettiği ’de irtihal dar-ı beka etti. Hulefasının en meşhuru kesret-i asar ile müte’aref olan sahib-i tefsir-i Ruhu’l-Beyan Şeyh İsmail Hakkı’dır. Ahval ve menakıbının tafsili Hakkı merhumun matbu’ Silsilename-i Celveti Kitabu’l-Hitab Risale-i Haliliyye’leriyle gayr-i matbu’ Temmamü’l-Feyz isimlerindeki asarında mündericdir. Te’lifat-ı arifane ve fazılanelerinin başlıcaları şunlardır: - Haşiye ala Tefsirü’l-Fatiha li’ş-Şeyh Sadreddin Konevi el-Müsemma bi-Mir’ati Esrari’l-İrfan ala İ’cazi’l-Beyan - Haşiye ala Şerhi Fususi’l-Hikem. - Haşiye-i Muhtasar ale’l-Muhtasar fi’l-Me’ani. - Haşiye ala Şerhi’t-Telhisi’l-Mutavvel fi’l-Me’ani ve’lBeyan. - Haşiye ale’t-Telvih li’t-Taftazani. - Şerhu Risale-i İmam Celdegi. - Şerhu Kaside-i Şeyh-i Ekber el-Müsemma Tecelliyat-ı Berkiyye: Şeyh-i Ekber’in kasidesinin şerhidir. - Hidayetü’l-Mütehayyirin Hikmet ve kimya-yı atikten bahis olub bir nüshası İzmir’de Hatuniye Kütübhanesi’nde manzurum oldu. Şuhud eylerdi envarı ulu’l-ebsar olanlar hep Veli ağyarı men’ eyler edib gayret celal-i Hu Beyt-i arifanesi kendilerine mensub olmak üzere bazı mecmu’alarda mukayyeddir. BEŞERİN FITRAT-I ULAYA RİC’ATİ Biz yukarıki sahifelerimizde beşerin tedeyyün nokta-i nazarından tarihini tedkık ettik; bahsimizi de insanın en evvelki hal-i diyanetiyle bu halin binlerce senelik hayat-ı arziyye esnasında geçirdiği inkılabatı erbab-ı mütala’anın badi-i nazarda ihata edebileceği suretde etrafıyle izah eyledik. Şimdi böyle bir nazar esasen herkesin zatında merkuz olarak herkesin samim-i kalbinden duymakta olduğu tedafü’-i vicdanı ile birleşince meselenin hakıkati gün gibi ayan olur. Mesele-i lahutiyye her ne kadar en vahşi bir zenciden en medeni bir şehirliye varıncaya kadar bütün beşeriyetin kulubünde istikrar eden emani sırasında ise de o ümniyyelerin müteveccih olduğu gayetler idrakat ve ihtisasatın tefavütü nisbetinde mütefavit aradaki mesafe ise tasavvurların tehalüfü kadar mütehalifdir. Bina’en-aleyh bu haysiyetle ona müşabehet arzedebilecek başka bir gayenin vücudunu tasavvura imkan yokdur. Çünkü mes’ele hadd-i zatında na-mütenahi hakayıkın lübbüdür zübdesidir. Evet mes’ele-i lahutiyye biribiri içine resmolunmuş birçok dairelerin merkez-i müştereki mesabesindedir ki o daireler merkeze uzaklık yakınlık cihetiyle aralarında na-mütenahi bir fark gösterirler. teveccüh mahdud olaydı hakayık-ı vazıha ile ikna’ı en kolay mekasıd sırasında bulunurdu. Lakin insanın hali bunun büsbütün hilafınadır. Hatta bir adam için diğerini bir kaide-i felsefiyyenin bir nazariyenin sıhhatına inandırmak infazı en müşkil arzular idadındadır. Fakat bu su’ubet öyle bazılarının zehabı gibi hakayıkın da efrad ve ümemin tehalüfü nisbetinde mütehallif olmasından neş’et ediyor zannolunmasın. Zira kayıkın eşhas-ı muhtelife üzerindeki te’siriyle muhtelif kalblerde tuttuğu mevki’dir. Çünkü muhabbetin nefretin kederin sürurun derece-i ilmin si’a-i fikrin tarz-ı tasavvurun hatta terbiye ve adatın açlığın susuzluğun elhasıl fakr u servet gibi bir çok halatın hakayıkın telakkısi kalbte istikrarı hususunda büyük bir dahli ciddi bir te’siri vardır. Hatta insan kulub-ı beşerdeki ihtilafat ile kısmen saydığımız müessirat gibi na-mütenahi suver ibraz eden halatın kendi üzerindeki asarına vukuf hevesine düşerek bu uğurda bir çok çalışsa istihsal-i maksadın muhal olduğunu anlamakdan başka bir netice elde edemez. Pek o kadar uzağa gitmeye hacet yok nefsinizi iyice teemmül ederseniz görürsünüz ki bu umuru birer birer pişgah-ı dan var. Yok kendinizi tetebbu’dan izhar-ı acz edecek olursanız tabi’i başkasını tedkıke asla kudret gösteremezsiniz. Bizim bu kitabı yazmakdan maksadımız vatan-ı muazzezimiz olan şarkta intişara başlayan cürsume-i ilhada meydan okuyarak onunla ciddi bir muharebe etmekden ibaret olduğundan; halbuki ihtilaf-ı tabayi’a vukufumuz bize husemamızın velev bir fırkasında olsun can alacak yeri bulamamak endişesini ilka ettiğinden kaleme her vadide cevelan etmek muhtelif vicdanlara göre mütenevvi’ muhakemeler yürütmek üzere biraz hürriyet vermeyi muvafık gördük. Ta ki vuku’u melhuz olan ma-fatımızı bari bu suretle cebre muvaffak olalım: vini son derecede garib bir mahlukdur ki hem kerrubilerle bezm-ara bir melek mertebesine yükselmeye hatta onların hepsini geride bırakmaya hem de şeytanlara iblislere kılavuzluk edecek derekata inmeye müsta’iddir. Şimdi insanın hali böyle olunca onu minhac-ı fazilete irşad edecek girivei reza’ile sapmadan alıkoyacak mürşid-i emin kim olabiliyor? Zira bu öyle müşkil bir işdir ki insan için nefsiyle mücahede ederek onu hudud-ı i’tidali muhafazaya icbar ile mümkün olabilecek. Eğer biri çıkar da: Evet hikmet-i ahlakıyyenin bu hususda akıde-i İlahiyye mahalline ka’im olması nizamat ve kavanin-i mevzu’anın da şerayi’in yerini tutabilmesi muhtemeldir diyecek olursa cevaben deriz ki: Pekala bize bir kavim gösterin ki kavanin-i mer’iyye efradını şehevat-ı nefsaniyyeleri peşinde dolaşmakdan alıkoymuş ahkam-ı nizamiyyesinin şiddeti irtikab-ı ceraim ü cinayata mani’ teşkil eylemiş olsun. Akıde-i İlahiyyenin kendilerince muhterem olduğu devirlerde Romalılar ikbalin azametin şahikasına kadar yükselmişlerdir. Lakin sonraları içlerinde zuhur eden bazı fecere-i felasife milletin bünyan-ı akaidini zir ü zeber ederek ecza-yı mürekkebesini şükuk-ı vehmiyye kasırgalariyle savurunca Roma devleti zamanında bir devlet-i ilm olmakla beraber aradan pek çok geçmeden o koca hükumet mahkum-ı bir takım akvam türedi ki bahayim ile farkları atlara binerek davulu zurnayı önlerine katmakdan başka bir şey değil idi! Muasırımız bulunan ümmetlerin ahvalini hakimane teemmül edecek olursanız mevki’-i ikbali en müstahkem olanlar kıble-gah-ı fevz-i felaha en ziyade müteveccih bulunanlar – bu akıde-i fıtriyyeden bir bakıyye muhafaza edenlerdir. Öyle ise sözü alarak deriz ki: Sa’adet-i beşeriyyenin medarı ancak faziletdir; faziletin nefisde sübutu ise vücud-ı Halik’a Hakim-i şehir Jan Jak Russo’nun şu sözü ne kadar güzeldir: “Evvelce insan için vücud-ı Bari’ye i’tikad etmeksizin de sahib-i fazilet olmak mümkündür zannederdim. Şimdi bunun kabil olmadığını bildiğim için eski zannımın vehimden Madem ki feza’il-i ahlak sa’adet-i beşerin yegane medarıdır bunu bildikten sonra Allah aşkına söyleyiniz ki vicdanda hasenata sevab ile reza’il ve seyyi’ata ikab ile mücazat edecek bir Halik’ın vücuduna iman olmazsa o feza’il hangi merkeze irtikaz edecek? Fıtraten te’addiye meyyal olan şu serkeş insanı irtikab-ı mezalimden alıkoyacak cera’im ü cinayata dolu dizgin saldırmakdan men’ edecek ne olabilir? Şehevat-ı behimiyyesi sa’ikasiyle çirkabe-i reza’ile dalmakdan onu kim alıkoyabilir? Samim-i fu’adından bu ruh-ı ilahi bu akıde-i lahuti selb olunan bir adamın kemal-i suhuletle irtikab etmeyeceği hangi ar hangi cinayet mutasavverdir? Ey gafil beşer! Beyhude yere kendini aldatma beni nev’inde gördüğün lütuf ve rikkate kapılma! Zira kalbte semend-i tama’ı zabtedecek ateş-i hırs ve kini söndürecek nur-ı iman olmadıkça onların en halimi en selimi bile kaplandan hunriz kelbden akur arslandan müfteris tilkiden hud’a-kar hınzırdan şeni’ olabilir! mahlukdur. Maddesi itibariyle nazar olunursa maymundan pek az farkı görülür. Lakin ma’nası cihetinden bakılırsa ondan daha ulvi bir mahluk tasavvur edilemez. Hakıkat gaye-i sebil-i azminde noksandan münezzeh bir kemal zilletten müte’ali bir rif’at bulunduğunu idrak ederek o kemal-i fevka’l-hayale şuride-dilan-ı uşşakın iştiyakını andırır bir şevk ile o rif’at-ı alel-ale ise feyza-neverdan-ı Hicaz’ın Beytü’l-Haram’a olan tehassürüne mu’adil ruhani bir zevk ile atılan bir mahlukun naziri tasavvur edilemez. Bahusus bu zevk ve şevkde alim cahil hakim gafil herkes bir olduğu yetü’l-amalin nişane-i vecd ü tehassüründen başka bir eser görülemez. Dünyada ne kadar efrad-ı beşer varsa hatta ister öyle bir gaye-i amalin vücudundan haberdar olsun ister olmasın; oyalanmasın kaffesi hep o kemal-i ulviyi temennide daha doğrusu kendisine rağmen teharridedir. Değildir derseniz bana bir kalp gösterin bir vicdan bulun ki kendince arzu eylediği bir gayete varınca artık müsterih olsun ızdırabı sükuna tebeddül etsin? Bir zengin gösterin ki servetine kani’ olmuş bir büyük adam arayın ki büyüklüğüyle tira’atının kifayetine kail olan bir mucid var mıdır? O halde Allah aşkına söyleyin ki beşerde amal ve metalibe karşı bu bitmez tükenmez hırs ne oluyor? Ey insan! Senin o haris vicdanında kana’at kelimesi için te’ayyün etmiş bir medlul yok mu? O hayran kalbinde rıza denilen şeyin şemmesi olsun bulunmuyor mu? Bakıyorum bir maksadı istihsal eder etmez ötekine saldırıyorsun! Biraz arama nöbet gelince hemen didinmeye bakıyorsun! Bütün hayatın tama’la geçiyor bütün sa’atını mesa’i işgal ediyor. Nedir senin bu halin? Tama’larına gayet emellerine nihayet yok mu? Heyhat! Seni öyle görüyorum ki hakdandaki metalibin bitse asümanda cüst-i cuy arzu edeceksin; ona na’il olsan daha ilerisini mavera-yı mevcudatı isteyeceksin! Demek ki bir gayetten tenahisi olmayan bir gayetten başka seni hoşnud edecek hiç bir şey mevcud değil imiş. O halde bu hakdan-ı süflide senin hırs-ı tama’ını teskin edecek dide-i emelini doyuracak şey ne olabilir? Bu kadar uzun amale bu kadar şedid ihtirasata karşı altınların cevherlerin köşklerin sarayların velhasıl bütün esbab-ı zevk ve ihtişamın ne ehemmiyeti olabilir? Hedef-i amali bu kadar uzakda bulunan vicdanının me’aliye meyli böyle tahammül-güzar bir şiddetde olur da bütün dünya ve ma-fiha seni tamamiyle hoşnud etmek şöyle dursun arzularının bir kısmını bile infaza na-kafi gelirse ya senin bu hakdane gelişin zafer-yab olamayacağın bir merama talib olarak azab içinde kalman yetişemeyeceğin bir maksadın arkasında ha’ib ve hasir dolaşman için midir? Eğer bunun içinse zavallı beşeriyet sonsuz bir garam uğrunda feda mı olsun? Bütün ömrünü suz ü güdaz ile mi geçirsin? Vicdan-ı insaninin bütün bu eşvak-ı kalbiyyenin altındaki maksadı ma’na-yı insaniyyetin ruhun bu kadar iştiyak nu felasife-i maddiyyuna mı soralım? Yoksa hukema-yı ruhiyyuna mı? Hayır hayır ne ötekilerine ne de berikilerine biz bu meseleyi doğrudan doğruya hilkatin kendine sorarız. Çünkü onun lisanı en beliğ bürhanı ise en metinidir. orangutan goril olduğuna kail olan Darvinistlerle beşerin bütün karabet-i hayvaniyyeden münezzeh olarak sani’i tarafından başlı başına yaratıldığını söyleyen hilkat-ı müstakılle tarafdaranını bir tarafa bırakalım. Çünkü alelacele yazmakda olduğumuz bu kitabdan maksad enva’-ı zevi’l-hayatın aslı hakkındaki ihtilafat-ı felsefiyyeyi icmal değildir. Zira böyle bir niyette bulunsak bir sürü asılsız esassız cedeliyyat arasında ruh-i bahsi kaybedeceğimizden başka bir birine zıt bunca mezahib-i felsefiyye bunca faraziyat-ı mütenevvi’a ashabının tabi’i hepsini birden memnun edemeyerek içlerinden ancak bir fırkasının fikrine mümaşat etmiş oluruz. Bu değildir. Bizim maksadımız akaid-i İslamiyye’yi sened-i celilinin natık olduğu vechile her bir cedele galebe çalan muhkemiyet-i ahkamı kabul-i şekden pek yüksek olan kelam-ı İlahiye muvafık gelecek ve bir fikr-i serkeşi yola yatıracak bir tarzda müdafa’adan ibaretdir. Demiştik ki Darvinistlerle mua’rızlarını bir tarafa bırakalım da insanın mertebe-i insaniyyete istihkak ettikden sonraki ahvalini nazar-ı im’ana alalım. İster beşer hilkat-ı müstakılle tarafdaranının dediği gibi sahne-i mevcudata doğrudan doğruya insan olarak çıkmış olsun; isterse nazariye-i tekamül ashabının iddiası vechile haziz-i hayvaniyyetden tedricen mınassa-i insaniyete yükselmiş olsun: Bizim kendisine atfedeceğimiz lihaza-i im’an şunu gösterir ki: O kendi mevcudiyeti üzerinde icra-yı nüfuz eden bir takım kavanin-i tabi’iyye bulunduğunu ve o kavaninin alem-i hayvanat üzerinde hakim olan kavanin cinsinden olmadığını hissetmiş; bina’en-aleyh hayat ve maişetine esas olmak haysiyyetiyle nın hüsn ü kubh hayr u şer i’tibariyle mahiyyatını asarını temyiz eylemiş; daha sonra zatını nev’ini helakden muhafaza Şimdi biri kalkıp diyebilir ki: Bu kadar ali bir his insanın şebistan-ı alem-i gaybdan çıkarak ma’reke-i dünyaya atıldığı zaman malik olabileceği idrakin pek fevkınde bir idrake mütevakkıfdır. Ancak yirminci asrın nihayetinde yetişmiş en büyük feylesofun mütehassis olabileceği bu kadar ulvi hissin hal-i tufuliyetteki beşerde mevcudiyeti nasıl tasavvur olunabilir? – Ruh-ı insani bu kadar saf mücella tahir iken bu bulaşık cevher içine nasıl geldi bu kederli vücud ile nasıl birleşti? Ruh cevher-i giranbahadır. Mele’-i a’ladan dar-ı fenaya düşen bu ruh böyle anasırdan mürekkeb kesafet-alud cism-i na-pak ile birleşmesindeki hikmet-i fa’ide nedir? Bunun üzerine Hazret-i Ömer’den öyle sözler işitti ki hayretde kaldı. Hemen o anda mazhar-ı hidayet oldu: – Sizin dininiz hakdır dedi ulum ve ma’arif size vergi. Bizim aklımızla bulduğumuz şeyler hiçdir. Asıl sizler ders alınacak bir darü’l-irfan imişsiniz. Halifeler böyle olursa ya ulum ve ma’arifin mişkat-ı müniri olan sultan-ı enbiyanın kemalatı nasıl olur? Hazret-i Ömer irşad etti onu. Bir daha memleketine gitmedi. Selamet-i iman ile müşerref oldu. Bu kıssa pek uzundur. Mesnevi’nin birinci cildinde okuyabilirsiniz. Allahu zü’l-celal’dir. Erbab-ı takvanın Allah her zaman hamisidir. Zalimlerin de hasmıdır. Şimdi bu ayeti görüyorsun ya bütün hakayıkı cami’dir. Ne olurdu Abdülhamid bu ayeti anlayıp da ma’nasına ri’ayet edeydi? Ne kendi başına felaket gelirdi ne ümmet-i Muhammed’e! Selamet istersen adaleti gözet. şeri’ate tabi’ ol. Bir takım hazele güruhu sözüne uyma. Süfehayı mevki’i ihtirama geçirme. Onlarla erbab-ı hamiyyeti eş tutma. Eğer bu nasihate ri’ayet edeydi otuz üç senedir ümmet bu mütevali felaketlere uğramazdı. Her türlü sa’adet terakkıyat-ı ümmet te’min edilmiş olurdu. Zannetme ki o alçaklar seni kurtarırlar. Onlara güvenme. Dünya belasını üzerinden kaldıramazlar. Ama zalimler birbirlerine mu’avenet ederler ama o kadar. Allah yardım etmedikden sonra ne yaparsın? Allah zalimlerin dostu değildir. Belki mazlumların hamisidir. Zalimler birbirlerine yardım ederler şeytandan da mu’avenet görürler. Şeytanın işi tesvilatdan ibaret. Sonra karşısında gelir güler. Şeytan bilirsin adamı nasıl küfre sokar. Çalışır çabalar türlü türlü cinayetleri irtikab ettirir; tamam dediği olunca geçer karşına gülmeye başlar: – Ben senden beriyim der. Evvela öyle kandırır: – Canım sen neden korkuyorsun. Yapacağını yap. Hiç kimse vakıf olmaz. Meydana çıkacak olursa; şöyle oldu böyle oldu der işin içinden çıkarsın. Kimin haddine düşmüş sana bir şey demeye? Sen birine girift edersin alemi birbirine düşürürsün. Onlar yekdiğerini kırar sen çıkar kurtulursun. Böyle iğva eder sonra: – Aman ben senden beriyim Allah’dan korkarım. Senin kadar cesaret bende yok. “Bersisa” nam kimse hakkındadır bu ayet. Gayet müra’i bir sufi idi o mel’un. Nefesi guya te’sirli imiş. Hastaları okurdu… Fakat hastaları okuyanlarda bazen te’sir görülür. Çünkü hasta öyle i’tikad eder. Okuyan hadd-i zatında iyi adam olmak lazım değil. Vakı’a büyüklerin nefesi inkar olunamaz kerametdir te’sir eder teveccühleri iksir-i azimdir himmetleri dünyayı yerinden oynatır. Fakat bazı istidrac da olur papaslar okur te’sir eder keramet mi o? O da harikadır. Deccal neler yapacak ne harikalar gösterecek… Bu da keramet mi? Allah fırsat verir; imtihan için. Fir’avun neler yaptı ne harikalar gösterdi! Deccal de neler yapacak: “Yağmurlar yağsın” diyecek yağacak. Bir köyden geçecek: “Ben sizin tanrınızım” diyecek; “Evet” diyecekler secde edecekler. – Haydi bulutlar gelin!... diyecek bulutlar gelecek yağmurlar yağacak … – Oh diyecekler bulduk rabbimizi. Cahil herifler çünkü. Aciz ve iftikarını ondan anlamalı ki bir gözü kör yaratılmış. Elinde kudret olsa gözünü açar. Vakı’a harika şeyler yapar; lakin onu yapan Allahu azimü’şşandır. Nasıl Fir’avun’a Nemrud’a fırsatlar vermiş!.. Bunca zalimler istediğini yapmış arzularına ermişler türlü türlü tali’ler yaver olmuş?.. Hep bunlara Allah mühlet vermiş; ama sonu gelmiyor. Akıbet mütakkılerindir. Zalimlerin akibeti hüsrandır helaktir. Hazret-i Peygamber Efendimiz: – Deccal benim zamanımda çıkarsa ben kafiyim… buyurmuşdur. Devr-i Adem’den beri öyle büyük musibet gelmemişdi. Bir hadis-i şerifde mezkur on tane büyük alametler var ya? Birisi Deccal-i la’indir ahir zamanda zuhur edecek. Hazret-i Isa gökden inecek onu katledecek. O kadar istidrac sahibi ki herkes hayretde kalacak. Yanında su da ateş de var bunu belleyin!... demiş Hazret-i Peygamber s.. Sonra çıkarsa aklınız başınızda olsun. Yanında su ve ateş beraber gezer. Kim onu tasdik ederse ubudiyet ibraz ederse suya koyacak; “Al suyu mazsa ateşe atacak ateş bir gülistan olacak. Sakın Deccal’in suyuna tama’ etmeyin ateşe girin!... O da bir imtihan bir Şimdi ne diyorduk: Bir papas da okur; nefesi te’sir eder. Bersisa da öyle idi. Münafık lakin kime bir nefes okursa te’sir ederdi. Nihayet o zaman padişahın kızını getirdiler; papas okudu. Lakin kız gayet güzel. Herifi şeytan iğva etti. Kıza dedi ki: – Okudum iyi oldun. Ama olur ki bu illet bir kere daha gelir onun için bu gece de gel bir kere daha okuyayım. Kimse şübhe etmez herkesin papasa emniyeti var: – Peki dediler dursun. Sonra kafir kızın ırzına geçti. Yine şeytan geldi başladı öldürecekler. – Ne yapayım?.. – Ne yapacaksın kızı öldürürsün dedi sonra da bir yer kazıp gömersin. Çünkü sağ kalsa bi’l-külliyye söyleyecek rezil olacaksın… Bunun üzerine hınzır kızı öldürmedi mi? Sonra geldiler sordular; – Böyle böyle dedi hala ağlıyorum. Bir fenalık geldi üzerine; okudum okudum kar etmedi. Nihayet vefat etti bir yere gömdüm. var. Lakin şeytan durur mu; yine adam kıyafetine girdi veya rü’yalarında göründü hasılı haber verdi: – Öyle değil. O zındık herif sizi aldattı. Yaptı yapacağını. Sonra kesti. Gidin kabri açın görürsünüz hakikati anlarsınız. Geldiler feth-i meyyit ameliyatı yaptılar. İşin hakikatını anladılar. Aldılar sonra herifi astılar. Hakıkat meydana çıktı. Asılırken şeytan geldi karşısına durdu: – Başına gelen şu bela kimin yüzünden geldi? dedi bilir misin? Benden benden!.. Fakat yine seni kurtardım. Ben asıl İblis’im. Öyle bayağı şeytan değil. Allah’a karşı durmuş koca mel’unum ben. Seni buradan alır götürürüm… – Peki ben de onu isterim. – İyi ama benim dediğimi yapar mısın? Bana secde eder misin? – Canım elim ayağım bağlı… – Kaşınla gözünle et ben razıyım. “Kurtulacağım” diye budala şeytanın va’adlerine inandı. Bilmiyor ki Allah o belayı. Zalimler birbirine dost olur. Lakin kuvve-i hakimeye karşı ne yaparlar? Ne nefis ne arkadaş kurtarabilir!.. Allah vermiş o afeti. Sa’ika gibi bir kuvve-i kahire inmiş adaletle hükmünü yürütüyor. Anlaşılmaz nasıl o dest-i ma’nevi kudret en büyük zalimleri ser-nigun eder tac u tahtını başına yıkar. Bersisa da nihayet secde etti. Iman da gitti. Ne’uzu billah hüsran ender hüsran mahv olub gitti. O şeytan gibidir böyle bir takım küfre bir takım zenadıka. Koca Deccal’den evvel ne kadar küçük Deccal gelecek yalancı iftiracı şeri’ati alet eder. Alemin mahvına sebeb olur. Ehlullah kıyafeti giyer. Suret-i hakdan görünür. Nerede zuhur eder bunlar? Asıl payitahtda büyük şehirlerde. Öyle kırda dağlarda gezmez. Birkaç kişiyi iğva etmekle ne kazanacak? Yahud bir vilayet merkezinde zuhur eder. Bursa gibi Adana gibi İzmir gibi böyle büyük şehirlerde gezer. Bir takım avane peyda eder. Orada bir fesad çıkarırsa bütün dünyaya sirayet edecek. Merkez gidince ağsandan bir hayır kalmaz. ederler müslümanlar beynine türlü türlü nifaklar saçarlar. Ne’uzübillahi min şürurihim. Sultan-ı Enbiya bile isti’aze etmişdir. Kur’an-ı Kerim’de var. “Kul e’uzu…” surelerini oku. Her türlü afetden selamet düşman şerrinden ve –gerek afet-i arziyye gerek afet-i semaviyye– her türlü afetten masun kılar. Tefsir etmişimdir bir def’a. Yazılmışdır derslerde. Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz daima yatacağı vakit bu “Kul e’uzu…”leri okurdu. Sonra mübarek ellerine üfler başına göğsüne kollarına mesh ederdi. Sahih-i Buhari’de mezkurdur. Bazı kere “Kul ya eyyühe’l-kafirun...” suresini de okurdu. Rutubet-i femiyye sürerdi. Hatta Hazret-i Ayşe demiş: “Sultan-ı enbiya daima bunları okuduğunu bildiğim için hastalığı esnasında ahireti teşrifleri hengamında okuyamadığı cihetle ben okudum üfledim.” Allah’a iltica lazım. Kulun yapacağı şey değil o. Bu tezvirata bu nifaka Deccallerin mekidesine hangi takat karşı durur? Allah esbabını halk etmiş. İnsanlar o esbaba tevessül etmeli. Allah korkusu olmalı gönülde. Bersisa temam başıyla kaşıyla secde etti aldı alacağını kafir imansız yaptı herifi; sonra karşısına geçti: – Ben senden beriyim Allah’dan korkarım… dedi kaçtı. Yani bunlardan fa’ide olmaz. Allah’ı gücendirmemeli gazabına giriftar olmamalı. Sonra ne buyurur? Bu Kur’an-ı Kerim her vakit okunan ferman-ı hakim bütün nasa bütün halka bütün dünyada sakin milel ve akvama basiretlerdir. müfred cem’idir; Nasıl olur? Kur’an’a ahkam-ı Rabbaniyye ise müte’addiddir. Ne demekdir? Kur’an’ın havi olduğu her bir hükm-i İlahi ayrıca bir nur-ı basiret addolunmuşdur. Kur’an’a ittiba’ etmeyen kimse nur-ı basiretden mahrum olur. Nur-ı basar olmayınca göz nasıl görmez? Haniya bakar körler var. Halbuki gözünün akı karası yerli yerinde; lakin görmez. Nurunu almış Allah. Basarda gözün nuru yok mu; odur gören. Yoksa göz kendi görmez. O bir aletdir kuvve-i basıra hadakatü’l-aynda var. O sayede insan mahsusatı idrak eder. tıka-i insaniyye de ma’kulatı basiretle idrak eder. Kalbin de nuru var. Kalbi kör olur basiretden mahrum olursa ne görecek? Hani bazı kimseler için “kalbi yok” diyorlar. Yani kalbsiz kalbinde basiret yok nur-ı kalb yok demekdir. Nasıl ki gözü açık olanlara da kör denir. İbret almaz Rabbini bilmez gördüğü şeylerden ders almaz. Kafirler münafıklar hakkında böyle buyuruluyor. Onlar sağırdır dilsizdir kördür. Bakarlar da görmezler. Bazı ahvalden ibret almıyor. Gözünün fa’idesi yok demek. Allah cümlemizi menam-ı gafletden ikaz eyleye. Bugün de bu kadarla Geçen gün satvet-i bahriyye-i müstakbelemizin bir ruşeym-i hazırından başka bir şey olmayan Osmanlı Donanması’nın kiyat-ı atiyyemizin bir hareket-i ibtida’iyye-i ikbal-i te’alisidir. Şimdiye kadar bizde en ziyade unutulan ve mahkum-i memat bir hale getirilen kuvve-i bahriyyemizin hayat-ı milliyyemizin ruhu olduğunu anlamayan yokdur. Bina’enaleyh hey’et-i muhtereme-i meb’usanın bu ciheti nazar-ı dikkat ve hamiyetinden dur tutmayacağı tabi’i ve Gambel Paşa’nın dediği gibi belki zaruri ise de bu gibi teşebbüsat-ı cesimede milletin de hissedar-ı mesa’i olduğu gün gibi aşikardır. Bir donanma şübhesiz ba-husus asr-ı hazırda en büyük fedakarlıklar sarfıyla vücuda gelir. Halbuki bu bizim için pek kabil değildir. emel-i kalbi ile beraber çalışmak vesa’it-i icra’iyyeyi de bulmak lazımdır. Gambel Paşa bize kuvvetli bir donanma meydana getirin diyor. Pekala. Fakat nasıl? Tabi’i hükumet bütçesinde bu cihet için bir hisse ifraz eyler; lazım gelirse istikrazat akdeder. Lakin bu zamana mütevakkıfdır. Bina’en-aleyh hem hükumetin mesa’i-i ciddiyyesi hem de milletin himmet-i cezilesi inzimam etmelidir. İşte biz bir şey düşündük. Eğer hey’et-i muhteremece tensib olursa ikbal-i millet daha seri’ ve daha sehil bir suretde te’ayyün eder zannındayız. Şöyle ki: Her sene Ka’betullahu’l-müşerrefe ile Medine-i Münevvere ve sa’ir makamat-ı mukaddese ve mübarekeyi yüz binlerce hüccac-ı müslimin ziyaret eder. Bu gibi makamat-ı aliyyeyi ziyaret ile müşerref olanlar şübhesiz emrine de imtisali vecibe-i kat’iyyeyi bilirler. Binaberin buralara birer kasa konarak ve bu kasaları birer hey’et-i mu’temedenin eydi-i emanetine tevdi’ ederek Donanma-yı Osmani için beş yüz bin liraya karib bir meblağ-ı mühim hasıl olur. Ve hiçbir sahib-i diyanet ve hamiyyet za’ir tasavvur olunmaz ki şu i’ane-i hayriyyeye iştirakten çekinsin. Fi’l-hakıka aktar-ı alemin her türlü mezahim-i seferiyyeyi yalnız bir emel-i ulvii dini ile iktiham ederek iftihar eyleyen millet-i necibe-i dil isteyen her sahib-i hamiyyet Osmanlı bu hususda kat’iyyen diriğ-i himmet etmez. Bunun için de evvela Mekke-i Mükerreme Medine-i Münevvere ve Kuds-i Şerif gibi makamat-ı aliyye ve mukaddese ile mahall-i mübareke-i sa’irede şayan-ı i’timad birer hey’et-i mahsusa ta’yin ve teşkilinden sonra ulema-yı din ve rü’esa-yı ruhaniyye taraflarından halk va’z u nasihatler ile terğib ve teşvik edilirse hiç şübhe edilmesin ki avn-i Bari ile muvaffakıyet kat’idir. Metin Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Temmuz Bu hakıkati tenvire medar olan bazı ayat ve ehadis Kalellahu azze ve cell Ma’na-yı şerifi: Salat-ı Cum’a eda edildikten sonra yeryüzünde esvak ve emakin-i sa’irede intişar ile fazl-ı İlahi[den] “rızk-ı vasi’” taleb ediniz. Mahall-i aharda de şöyle buyurulmuşdur. Yani mü’minlerden diğer bir fırka da vardır ki onlar seyr ü seyahatle fazl-i İlahi talebinde bulunurlar. Ayet-i ulanın üst tarafında nazm-ı münifiyle bilhassa Cum’a günü ezan-ı Muhammedi okunduğu esnada –istima’-ı hutbe için vacib olan sa’yi ihlal etmemek maksadıyla– bey’ ü şira ile iştiğal memnu’iyeti beyan buyurulmuş müte’ak ı ben bu ayet-i kerime ile memnu’iyet-i mezkurenin ref’i i’lan buyrularak müslümanların yevm-i Cum’a’da bile Bu siyak-ı ifadeden din-i mübin-i İslam’da serbesti-i ticaretin hiçbir kayıd ile mukayyed olmadığı vakt-i mezkurdan ma’ada evkat ve emakinin hiç birinde memnu’iyet bulunmadığı vazıhan anlaşılmaktadır. Nasıl ki mevasim-i hacda menasik-i hacc-ı şerif ifa olunan hengam ve mevaki’de dahi mu’amelat-ı ticariyyeye me’zun olmaklığımız este’izübillah Kavl-i kerimiyle iş’ar buyrulmuşdur. Ayet-i saniye de bera-yı ticaret seyr ü seyahat eyleyen erbab-ı azm ü hamiyetin medh ü sitayişlerini mütezammındır. Kezalik ayet-i kerimelerinde neharın beni Ademe vakt-i ma’işet kılınması bütün afak-ı arziyyede bizim için esbab-ı te’ayyüş amade buyurulmuş olması beyanıyle bu ni’metlerden dolayı ifa-yı şükrana da’vet olunuyoruz. Nasıl ki nazm-ı celili küre-i arzın her türlü menafi’ ve ihtiyacat-ı beşeriyye tekvin ve istikmaline salih ve müheyya bir hal ve hey’etde halk edildiğini beyan ile cibal ve tilalde mevdu’ bi’l-cümle mevadd-ı nafi’adan intifa’ için icra-yı taharriyat ve her mahallinden istihsal-i enva’-ı tayyibat hakkında o emr-i sarihayı muhtevi bulunmasına atf-ı nazar-ı dikkat olundukta efrad-ı müslimine bu babda zerrece atalet ibrazına müsa’ade-i şer’iyye olmadığı kat’iyyen tebeyyün eder. Suretü’n-Nur’daki fermude-i sübhaniyyesi de mu’amelat-ı ticariyyenin şer’an ehemmiyet-i azimesi olduğunu suret-i vazıhada iş’ar etmektedir. Ayet-i celile-i mezkurede Cenab-ı Bari mesacid-i şerifede şayan-ı kabul-i İlahi olacak takdisat ve temcidatı ifa eden asfiya-yı ricali nuhbe-i ibadı kuşe-i inziva ihtiyarıyla ta’til-i ve enva’-ı ticarat ile iştigalleriyle beraber gönülleri zikrullah ammeye bezl-i emvalden mu’rız ve ma’il olmayan erbab-ı sa’y ü iktidardan ibaret kılmışdır. Bu ise gani şakirin fakır-i sabire nisbeten kat kat ha’iz-i rüchan ve fazilet olmasına dair gayet parlak bir şehadet-i Kur’an’iyyedir. Ehadis-i Şerife Sıdk u emanetle ticaret eden mü’minler yevm-i kıyamette sıddikin ve şüheda ile haşr ü cem’ olunacaklar. Dünyayı vüs’at-i ma’işeti helal olarak taleb edenler halka arz-ı su’al ve ihtiyaçtan müba’adet evlad ü iyale refahikelamını yerine yayet ve ciran ü ihvana müvasat ve mu’avenet maksadıyla amil olurlarsa yüzleri bedir gecesindeki ay gibi nurani olduğu halde Rabb-i kerimlerine mülakı olacaklardır. Zünub-ı müktesebe içinde öyleleri vardır ki savm u salat ve hac u umre gibi ibadetle değil yalnız ma’işet-i nefs ü iyal tahsilinde çekilen humum ve meta’ib ile tekfir olunabilirler. Eğer taleb-i mezkur indellah bir amel-i mebrur olmasa idi tekfir-i zünub babında sa’ir ibadetler fevkınde böyle bir te’sir gösterir miydi? Cenab-ı Bari bir hırfet ve san’atla iştigal eden mü’min kulu sever. “Muhterif” sına’at ve zira’at ve ticaretin biriyle taleb-i ma’işetde mütekellif demektir. Cenab-ı Hak böyle kimseleri sever. Çünkü atalet üzere yaşamak malaya’ni ile müştegil olmak gayet mezmumdur. Münavi. Abdin ekl ü intifa’ edeceği şeylerin en helali gayet etyabı nasih beni nev’ine hayr-hah olan san’atkarın kesb-i yedi olan şeydir. Bu hadis-i şerif sanayi’e hizmetin sa’ir nevi’ ticaretlerin fevkınde olmasını müş’irdir. Bir gün huzur-ı Risaletpenahide bulunan ashab-ı kiram kuvvet ve celadet sahibi bir gencin sür’atli yürüyerek geçtiğini gördüler. İçlerinden bir kaçı “Bu gencin azim ve celadeti fi-sebilillah olsa let-me’ab efendimiz bu hadis-i şerifi nutuk buyurdular. Yani “Böyle demeyiniz zira bu zatın sa’y ü hareketi eğer nefsini mezellet-i ihtiyacdan vareste kılmak için ise fi-sebilillah sa’i addolunur. Kezalik hal-i za’af ve inhitatda bulunan ebeveyni veya acz ü ihtiyacda olan zürriyet ve iyali için sa’y ediyorsa yine sebil-i hakda sa’i olur.” Her mü’min nefsini mezelletden evlad ü iyalini zaruretden halas etmek için mesa’i-i meşru’ada sa’y ü müctehid bulunmak farz-ı ayın olduğu ma’lumdur. Ticaretle iştigalden ayrılmayınız ki rızkın onda dokuzu mu’amelat-ı ticariyye ile ka’imdir. Öyle ya! Emr-i ticaret mu’attal olsa erzak-ı beşeriyye muhtel olur gider. Ne zira’at kalır ne sına’at! Bunlar Kur’an-ı Hakim’in ayet-i kahiresindendir. Bizi öyle azim bir sırdan haberdar ediyor ki nev’-i beşerin bütün ka’inatın fevkınde bir mertebe-i bülend bir makam-ı mahmuda yükselmesi inayet-i İlahiyye tarafından bu nev’e Hak yalnız insanı o sırra mazhar etmişdir. Nefsine müraca’at et ilhamat-ı derununu dinle: Vicdanında gayet kavi bir meyil gayet şedid bir hırs göreceksin ki seni mecd ü şeref talebine kalblerde bir mevki’-i muhterem bir millete atfedecek olursan ahad gibi hey’et-i umumiyye-i efradın da başka milletlere karşı rif’at-i kadr ü menzilet sevdasında olduğunu anlarsın. Bu bir emr-i fıtridir ki ister münferiden yaşasınlar ister müctemi’an imrar-ı eyyam etsinler Cenab-ı Hak insanları bu cibilliyetde yaratmışdır. Talib-i mecd için matlubuna na’il olmak kolay değildir; Sebil-i azminde bir çok akabat bir çok şeda’id ru-nümun olarak kendisini yolundan alıkoymak ister. Lakin bu gibi mevani’le onun hırs ve iştiyakı azalmaz şahika-i bülend-i aşar. Şayed tarik-ı talebinde iktiham edemeyeceği bir ha’ile tesadüf eder de tevakkufda muztar kalırsa bu sükun biçareye te’min-i aram eylemek şöyle dursun kızgın kayaların üzerinde yalın ayak yürüyenler gibi vakf-ı azab olur. Haka’ik-ı şu’undan haberdar olan bir hakim beşerin harekatını tedkık eder ve her hareketi o hareketten maksud olan gayetle mukayesede bulunursa görür ki şeref ü şan kazanmak uluvv-i makam ihraz etmek için ihtiyar olunan ef’ale nisbetle hacat-i ma’işeti istifa için tevessül edilen a’mal hiç menzilesindedir. Şu hal bütün insanlarda esnaf takımından tutunuz da ta emr ü nehy sahiblerine varıncaya kadar bi’l-cümle tabakatı teşkil eden efradda bir hisse-i sabitedir. Her ferd kendi tabakasında bulunan efrad ile mecd ü şeref hususunda müsabaka eder onlardan geri kalmayı hiç istemez. Bir mevki’-i hürmet Hatta onların indinde gaye-i rif’at suretinde telakkı olan bir hadde vasıl olsa yani o tabakanın münteha-yı hududunu bulsa o zaman fevkındeki tabakaya girerek bu yeni seviyedeki eşhas ile müsabakaya başlar. El-hasıl bu alemde mazhar-ı hayat oldukça bu tarzda devam eder gider. Bu neden Efrad-ı beşerden hiç birinin istita’ati dahilinde değildir ki bulunduğu hale kani’ olsun. Kemalin na-mütenahi hududuna vasıl olduğuna o noktanın ilerisinde bir gaye-i tekemmül daha bulunmayacağına inansın. Sübhanallah! Mecd ü şerefe olan muhabbet insanın kalbine ne büyük bir kuvvetle hakim oluyor hevesatına nasıl tasarruf ediyor! Onu semere-i hayatı gaye-i mevcudiyyeti addediyor da elinden kaçırır yahud eline geçiremez yahud başkalarının dest-i i’tisabına geçeceğini hissederse hayatı istihfafa kadar varıyor. Eski püskü libas ile hiç nazar-ı ehemmiyyeti celb etmeyen bir fakır bile vakarına dokunacak bir mu’ameleye hedef kaldı mı hemen bulunduğu mevki’i müdafa’a için tehevvürüne mahkum oluyor. Sonunda mevti bile mucib olacak tehlikelere atılır. Halbuki haysiyetine reva görülen ta’arruzdan dolayı ne yiyeceği içeceği eksilmiş ne de firaşı-ı istirahatı bir suretle müte’essir olmuş değildir. Muhtelif nesillerden mütenevvi’ cinslerden milyonlarca ebna-yı beşer kendilerini mehalike ilka etmiş müdafa’a-i şeref yahud istihsal-i mecd ü şan için feda-yı hayat eylemişdir. Ne büyük cilve-i kudretdir! İnsan ne yiyeceğinden ne de yatacağı yerden hoşnud olamıyor. Meğer ki bu hususda başkalarından ileride bulunduğuna hem kendi kani’ hem de başkaları musaddık bulunsun da bu suretle uluvv-i makamı i’tiraf edilmiş olsun. Guya ki leza’iz-i ekl ü şurb lezzet-i mübahata vesile olmak üzere vaz’ olunmuşdur. Artık sa’ir leza’iz hakkında ne söyleyebilirsiniz. İnsan ne kadar ta’b-ı cismaniye katlanır ne kadar şeda’id-i sefere göğüs gerer ruhunu ne kadar mehaliki iktihama sevk eyler bi’lihtiyar ne kadar leza’izden men’-i nefs eder! İşte bu fedakarlıkların hepsi şan ve şöhret kazanmak yahud kazanmış olduğu mefahiri siyanet etmek için ihtiyar olunur. luk ancak şeref kazanarak alemi şerefyab etmek için yaşıyor. Şerefden başka ne kadar leza’iz varsa insan onları şerefe vesile ittihaz ediyor. Ne hacet hayat-ı dünya dediğimiz bu şeda’id ile muhat olan yol bile mahza kudret müsa’id olduğu kadar mecd ü şeref ihraz etmek için çekiliyor. İnsan tarik-i hayatın müntehasına gelince yaklaştığı gaye-i şerefe bakarak karirü’l-ayn yaklaşamadığını görerek münkesirü’lkalb olduğu halde bu alemden gidiyor. bu kadar mehalike daldığı mecd ü şerefin mahiyeti nedir? O bir mahiyetdir ki sahibinin siyadeti insanlar tarafından i’tiraf olunur uluvv-i makamına hürmet edilir cebheler huzurunda münkadane eğilir. Hem bu şeref yalnız kendisine münhasır kalmayarak akrabasına aşiret ve efradına hatta mensub olduğu bütün millete raci’ olur. Gerek kendinin gerek kendisiyle nisbeti olanların sözü başkalarının şu’un-ı hayatiyyesi üzerinde kesb-i nüfuz eder ki bu hal istihsal-i mecd mükafatıdır. İşte mecd ü şeref taharrisinde bulunan bir adamın yalnız kendisine aid zanneylediği menfa’at müdebbir-i ka’inat olan Cenab-ı Hakk’ın bereket-i feyzi ile kesb-i şümul ederek hayrı bütün ebna-yı milletine dokunur. Bu bir hikmet-i baliğa-i İlahiyyedir ki efrad-ı ümmetden biri na’il-i mecd oldu mu bütün ümmet de siyadeten olan hazzını istifa eder. Öyle ya o ferd gaye-i emanisine ancak sa’ir efradın mu’avenetiyle na’il olabilmişdi. [] Ebna-yı milletinden müzaheret görmedikçe bir ferdin yalnız başına çalışması ne netice verebilir? O halde arş-ı izzete çıkmak şahika-i siyadete yükselmek isteyen adam gerek kendi nefsini gerek kendisiyle münasebeti olanları bu alemde fazilet kemal namına ne varsa hepsini tahsile hazırlamalıdır. Bu meyl-i fıtrinin bu ilham-ı İlahinin hakkını eda etmek ne kadar müşkildir. Bu maksad-ı ulvi uğrunda Ervaha her müşkili asan her ba’idi karib her azimi hakır gösteren bütün alama karşı tesliyet-saz olan sine-i mehalike bi-perva atılmak tehlikesini veren en kıymetdar fedakarlıklar şöyle dursun hayatı bile terk ettiren bu ulvi bu mu’azzam sa’ik acaba nedir? Emel mu’zamat-ı umur karanlıklarında bir ziya-yı münir en müşkil zamanlarda bir hadi-i basirdir. Azme fütur arız olunca himmete sükun gelince emel bir hakim-i kahir kesilir. Emel o ümniye veyahud o heves değildir ki ara sıra hayali ziyaret eder de insan bende de şöyle bir meleke yahud şöyle bir fazilet olsa idi der… Lakin o istediği şeylere zaferyab olmak için hiç çalışmak esbaba sarılmak gibi bir hareketde bulunmaz da matlubuna yattığı yerden talib olur. Guya ki Cenab-ı Hak onun hatır-ı şerifine hürmeten kanun-ı ezelisini değiştirecek o da aklına geleni hiç uğraşmaksızın hiç yorulmaksızın karşısında görecek! Emel öyle bir azimdir ki fa’aliyeti hemen arkasında görür; nefsi büyük büyük teşebbüslere sevk eder; şeda’ide mesa’ibe karşı tecellüde alıştırır; gaye-i hayata vüsul için ma’ruz olacağı bütün müşkilatı istihkar edecek bir kuvvet verir. Bir halde ki maksadına zaferyab olmadıkça insanın nazarında hayatın hiç hükmü kalmaz da bütün meziyeti hadisat-ı kevniyyeye karşı bina-yı hayatı siyanetden ibaret olan mal şöyle dursun gaye-i maksada vüsul için atacağı ilk hatve hayatını feda etmek olur. Beşerde meyl-i ala nasıl emr-i fıtri ise emel de gaye-i mesa’isini idrak hususundaki itmi’nanda onun gibi bir vedi’a-i fıtratdır. Şu iki vedi’anın bi’l-umum fıtrat-ı beşerde sübutu bir takım mücadelata sebeb olmaktadır. Çünkü her ferd cibilletindeki vedi’anın sevkıyle aharın kalbinde bir mevki’-i siyadet kazanmak sevdasındadır. Herkes bir matlaba talib. Akl-ı insan ise henüz o mertebe-i kemali bulmamışdır ki her ferde hususi bir vazife göstersin de o ferd onu ifa etmekle bütün kulub-ı beşerde bir paye-i şeref kazansın lakin şu şart namasın. Bunun için insanlar emellerinde temayüllerinde birbirleriyle rekabete kalkıştıkları gibi veza’ifde a’malde de rakıb oldular. İttihaz olunacak mesalik ise o kadar geniş değil belki gayet mahdud. İşte ebna-yı beşer arasındaki bu müdafa’alar bu müsademeler mücahidin ile sabirinin ayrılması Şimdi bu müsademeler bir şahsın yahud bir kavmin üzerine mütevaliyen gelecek olursa himmetlerde za’af ve inhitat yüz göstermeye başlayarak emel ve taleb-i mecd dediğimiz şu iki hasise-i aliyye fesada mahkum olur. Nitekim su’-i terbiye neticesi diğer ahlak-ı fazıla da bozulmaya başlar. Çok zamanlar bu za’af ye’is ile nihayetlenir ki el-iyazübillah. Emelleri münkatı’ olmuş mahkumin-i ye’sin hali nereye varır? Nefislerini zilletle her türlü izzetden mahrumiyetle mahkum ederler; her türlü ef’al-i redi’eye her türlü harekat-ı rezileye cür’etde bulunurlar; ihanetden tahkırden çekinmezler belki hangi taraftan olursa olsun hücum eden zillet ve hakarete tavtin-i nefs ederler. İnsanın beha’imden medar-ı sa hepsinden bigane kalırlar. Artık beha’imin kana’at edeceği şeylerle kani’ olurlar. Ancak hacet-i hasiselerini düşünerek katlandıkları halde bari kırlarda başı boş gezib otlu çayırlı yerler arayan hayvanat kadar bahtiyar olabilseler… Va esefa ki bunlar kendi hesablarına çalışmayı terk etmiş olsalar bile Cenab-ı Hak onları başkalarının hesabına çalıştıracak kuvvetlerin zir-i tasallutunda bırakır. Gece gündüz hububat hamallığı eden karıncalar gibi olurlar ki taşıdığından hiçbir hayır görmez de vazifesi başkalarını mes’ud ve müsterih etmek Zira’at felahat gibi bir çok yorucu işlerden baş kaldıramazlar. Kendi hesabına çalışanlardan çok daha ziyade uğraştıkları halde mahsul-i mesa’i namına ellerine bir şey geçiremezler. Bütün kazandıkları uluvv-i himmetleri sayesinde kendilerine hakim olanlara aid kalır. Eğer bu gibi zillet içinde yaşayan akvam mükellef oldukları şeda’id-i a’malin bir kısmını taleb-i izzet yolunda ihtiyar etmiş olsalardı hiç şübhe yokdur ki na’il-i meram olurlardı. Hatta böyle akvamın milel-i hakime nazarındaki mevki’i çalıştırdıkları hayvanat-ı ehliyyeden de aşağıdır. Zira o mütehakkim milletler bedahaten hükmederler ki bu adamlar fıtrat-ı insaniyye kendi kendilerine düşmüşler bu menzile-i safileye kendi arzularıyla tinde tekvin etmiş efrad-ı sa’ire-i beşere tevdi’ edildiği mevahibin kaffesini vermiş olan Halık-ı hakime karşı küfran-ı ni’metde bulunmuşlardır. Bina’en-aleyh bu gibi insanlar kullandıkları hayvanlara reva görmedikleri mu’ameleyi göstermekde kendilerini haklı görürler. Sa’y ü himmeti bırakarak sa’ika-i ye’s ile ecanibin pençe-i tahakkümüne düşen bir çok ümmetler sıdk-ı müdde’amıza birer şahid-i zi-hayatdır. Zannederiz ki zaman-ı sabıkda olduğu gibi bu gün de bir takım mütegallibenin tahakkümü altında ezilen hayvanat-ı ehliyyenin bile giriftar olmadığı şeda’id altında inleyen diğer bir takın akvam daha vardır; hem bizden o kadar uzakta değil pek yakındadır! Acaba tabi’atın ahkamı nasıl değişiyor fıtratın asarı nasıl mahv oluyor? Ruh nasıl oluyor da bir daha rif’at talebinde bulunmayacak kadar sefil hiçbir emel beslemeyecek kadar me’yus düşüyor? Halbuki meyl-i rif’at emel insan için iki hasise-i fıtriyyedir. Nazar-ı im’anımızı açacak olursak sebeb olarak şunu buluyoruz: İnsan öyle zanneder ki bütün a’mali sırf kendi kuvvetiyle kendi ihtiyarıyle husule gelir. A’maline hakim olan yalnız kendi kudretidir. Elinin üstünde bir el yokdur ki ona mu’in yahud mani’ olsun. Böyle bir zan besleyen insan mevani’-i mütevaliyyeye tesadüf ederek gaye-i maksuduna varmakdan aczini görünce kudretine müraca’at ediyor nakafi buluyor. Kuvvetine bakıyor gevşek görüyor. Artık acziyetini za’afını anlayarak ye’se düşüyor zelil ve sefil oluyor. Çünkü i’tikadınca azmine kudretine karşı koyan o mani’aları pişgah-ı azmindeki mani’ kendi kuvvetinden büyük olduğu zaman nazarında galebe muhal. O sebebden emelleri ebediyyen kesiliyor. Kendisi de sermedi bir hırman içinde kalıyor. Lakin insan böyle bir zanna kapılmasa da yakınen bilse ki bu ka’inatın müdebbir-i azimü’l-iktidarı vardır. Öyle bir kadir-i mutlakdır ki huzur-ı azamet ve ceberutunda bütün kuvvetler bütün satvetler bila-ihtiyar izhar-ı hudu’ eder; bütün makalid-i kevn o Kadir-i Kayyum’un dest-i fevk-i hayalindedir. Mahlukatı üzerinde irade-i İlahiyyesi vechile tasarruf eyler… Evet insanda böyle bir yakın olsa ne ye’se düşmesine ne de sa’y ü himmeti elden bırakmasına imkan kalmaz. Zira bu yakine sahib olan adamın tarik-i talebdeki aczi hiçbir zaman kudret-i İlahiyyeye istinad etmekden onu alıkoyamaz. Artık bütün mesa’isinde o kudret-i mutlakaya rabt-ı kalb edeceği için ye’is kendisine hücuma yol bulamaz. Karşısına çıkan şeda’id ne kadar azamet peyda ederse – Kudret-i İlahiyyenin daha azim olduğuna i’timadından dolayı – himmeti de o nisbetde müzdad olur. Girmek istediği kapıların biri kapanırsa Allah’a olan tevekkülü bin ümid kapısı daha açar. Fütur bilmez melalin yüzünü bile görmez. Hiçbir zaman halinden bizar olmaz. Zira mütegallibeyi zebun düşürmek mahkumları cebabireye hakim etmek dağları devirmek denizleri yarmak gibi harikalara her zaman için müdebbir-i kevnin kudreti te’alluk edeceğine iman etmişdir. Kudret-i Sübhaniyyenin bu gibi na-mütenahi asarını zaten gördüğü için azmi kuvvet bulur. İnsaniyete has olan kemale sa’adet-i hakıkiyye-i dareyne vüsul için min tarafillah mükellef olduğu mesa’iyi bin can ile ifa eder. Cenab-ı Hakk’ın kudretine azametine ceberutuna iman-ı yakınisi olanlara ye’is yokdur haramdır. Görmüyor musunuz asdaku’l-kailin olan Allah buyuruyor. Nebi-yi muhteremi İbrahim lisanından diyor. Bakınız ki halık-ı hakim ye’isi küfre dalale delil olmak üzere gösteriyor. Artık Allah’a inanan Allah’ın kudret-i kamilesine iman eden bir kalbe ye’is nasıl girebilir? Onun için deriz ki: Müslümanların gerek Cenab-ı Hakk’a gerek Hazret-i Peygamber’in taraf-ı İlahiden tebliğe me’mur olduğu haka’ika olan yakınleri adetlerinin bu kadar çokluğuyla beraber mecd-i kadimlerini istirdad etmekden ümidi kesmelerine hiçbir zaman müsa’ade edemez. Kezalik zillete münkad zulme razı olmaya i’la-yı kelime-yi Hakk’dan geri durmaya imanları ebediyyen mesağ gösteremez. Hususiyle müslümanların diğer bir çok akvamın müsab olduğu beliyyelerden hala masnundurlar. Zira kendilerinin büyük büyük padişahları var; ellerinde her zaman için bir melik-i azim bulunuyor. Şimdi pek doğru olarak diyebiliriz ki: Rahmet-i İlahiyye kapıları kendilerine açıkdır. Onlara girmekden başka bir şey lazım değil. Ruh-ı İlahi başlarında vezan olub duruyor o nefha-i inayeti tenessüm etmekden başka bir harekete ihtiyaç yok. Fırsatlar birbirini vely ederek onlara dest-i imdad uzatıyor. Bu meskenetden kurtulmalarını bu derin uykudan uyanmalarını ihtar ediyor. Mecd-i kadimlerini ele geçirmek evvelki mertebelerine yükselmek için yapacakları iş ise rabıta-i sad-ı müştereke el birliğiyle çalışmakdan ibaretdir. Bu ise bir kere aralarında rabıta-i diniyye te’eyyüd ettikden sonra en kolay bir işdir. Artık ellerindeki Furkan-ı mübin “ye’s erbab-ı dalalin evsafındandır” dedikten sonra me’yus olmaya Hak’dan ümidi kesmeye bir sebeb tasavvur olunabilir mi? Rüşd ile gayy arasında bir münasebet bulunabilir mi? Hakdan sonra dalalden başka ne vardır? Müslümanlar arasındaki erbab-ı ye’s ü kunutun artık şayan-ı kabul bir ma’zereti olabilir mi? O hakimiyet-i sabıkadan o siyadet-i ulyadan sonra ecanibe karşı bu ubudiyet-i safileye razı olub duracaklar mı? Zillet içinde sefalet içinde fakr u ihtiyac içinde hasm-ı zalimin guna gun hakaretleri himmeti bırakmışlar kemal-i sekinet ile oturuyorlar öyle mi? Halbuki muhitleri ecnebi hakimlerden felaketlerine sevinen düşmanlardan her hareketlerini takbih eden sersemlerden her hasletlerini teşni’ eyleyen denilerden müteşekkil. Bunlar durmayıb müslümanları akılsızlıkla kalbsizlikle itham ediyorlar. Ümem-i sa’ire sınıfına girebilmeleri muhalatdan olduğuna hükmeyliyorlar. bu kadar zillete bu kadar hakarete nasıl katlanabilir? Unuturlar mı ki bir zamanlar akvamın kurretü’l-uyunu idiler. Hususiyle aradan o kadar uzun müddet geçmedi. Tarihler ortadan kalkmadı. Asar büsbütün münderis olmadı. Şevket-i müslimin ise tamamıyla ruy-ı zeminden silinmedi. Min-tarafillah muvazzaf oldukları tekalifi eda hususundaki gafletden dolayı haydi avam ma’zur görülsün. Lakin ulema ne ma’zeret gösterebilecekler ki onlar şeri’atin nigehbanları ulum-ı şer’iyyenin rasihinidir. Neden tefrika-dar olan cema’at-ı müslimini vahdete sevk etmiyorlar? Neden maksad-ı ittihadın husulüne bezl-i mechud eylemiyorlar? Neden aradaki münafereti müba’adeti kaldırmaya çalışmıyorlar neden yakınlerinde ta’atlerinde sabit kaldıkça hulfüne rak ruhlarına ruh-ı İlahiyyenin sermedi bir hayat bahşedeceğini tebşir eyleyerek müslümanları te’yide bütün kuvvetleriyle uğraşmıyorlar? Evet sineleri ziya-yı mübin-i iman ile münevver olan bir fırka-i naciyye bu emr-i hayrı ifa için arzın muhtelif noktalarında kıyam etmişdir. Diğer müslümanlardan ümid ederiz ki bu fırka ile hem-dest-i vifak olarak kuvvetini te’yid eder de nusret-i mev’ude-i İlahiyye yüz gösterir. Mısır Müftüsü Merhum Ka’be’den nur-ı nübüvvet çıkarak rahımıza Arşdan nefha-i rahmet inip ervahımıza Asuman aks-i sadalar vererek ahımıza Acıyıb kalb-i zemin nale-i cangahımıza Eğilip en yüce dağlar bile dil-hahımıza Seni fetheyledik ey ruz-i mu’azzam-ünvan; Buldu bir ruh kıyam eyledi tabut-ı vatan. O ne tabut-ı hazin: Mevkib-i matem yokdu! Vatanın na’şını kaldırmaya adem yokdu! Alem-i zevk ü tarab… başka bir alem yokdu. Sanki bir alem-i sani-i mu’azzam yokdu.. Bu zebaniler için bim-i cehennem yokdu! Seni fetheyledik ey ruz-i mu’azzam-ünvan; Buldu bir ruh kıyam eyledi tabut-ı vatan. Yok vatan ortada bir hak-i mezellet kalmış; Vatan evladı mekabirden ibaret kalmış; Der kemend olmayan ancak yed-i kudret kalmış! Ne hamiyyet ne de da’va-yı hamiyyet kalmış; Koca millet yok olup bir kuru devlet kalmış! Seni fetheyledik ey ruz-i mu’azzam-ünvan; Buldu bir ruh kıyam eyledi tabut-ı vatan. Vatanın haki gönüldür ki kararmış gamden.. O da rencide fakat dağdağa-i alemden! Zar idi makbereden muzlim idi matemden Daha giryandı musalla-yı fena-tev’emden Daha haki idi medfun-ı türab-ı ademden.. Seni fetheyledik ey ruz-i mu’azzam-ünvan; Buldu bir ruh kıyam eyledi tabut-ı vatan. Yere nazil şafak-ı matem idi rayetimiz! Zulm ile ezdi bizi devlet-i bi-milletimiz! Neye çektik bir avuç toprak iken gayetimiz! Hak ise hak-i mezellet mi idi tıynetimiz? Nefsimiz var idi de yok mu idi izzetimiz? Seni fetheyledik ey ruz-i mu’azzam-ünvan: Buldu bir ruh kıyam eyledi tabut-ı vatan Asker; vatanın kal’a-i pulad-sedidi Asker; bize bir şehper-i mersus-ı siyanet Her seyf-i cela-perveri bir berk-ı sa’adet Asker vatan-ı muhtazarın canlı ümidi. Asker! Nefesi saf hamiyyetle o yüksek Sinen bize gencine-i amal-i vatandır. Encüm yakışır istese sadrında yer etmek. Eflake çıkar sancağı şahbal-i vatandır. Asker! Nazar-ı barika-darından uçan nur Balkanları aşsın ki bu millet ona titrer; Mazideki haksız dökülen kanları ister Sensin ulu mazimizin ihyasına me’mur. Aç darbe-i şemşir ile afak-ı zılali Göster nazar-ı aleme envar-ı hilali! Osmanların Orhanların evladı isen sen Ulviyyet-i mevruseni dünyalara göster Hatırda nasıl var ise eslaf ebediyyen Ahlafa bırak sen dahi bir sıyt-ı münevver Herkes yaşıyor bunda tefahür yeri var mı Makbul olan ölmüş iken insan yaşamakdır. Ulviyyet-i ruhiyye o dar kabre sığar mı? Enver’le Niyazi ebediyyen kalacaktır. Ey heykel-i hürriyyet olan zümre-i ahrar! Azdır size bir abide olsaydı güneş az; Vicdanlara nakşoldu bu hizmet unutulmaz. Ey şahid-i hürriyyete kurban boğulanlar! Deryada temevvüc bana sizden birer izdir; Sahilde feşafeş ne hazin mersiyenizdir. Her sokakda sükut inleyerek Sürünür… sanki dud-ı izmihlal Şehri tedricen incidip ezecek Bütün evler sükutdan tabut Kimseler yok… sema zemin mebhut Dolaşır yalnız kefenli hayal… Ta uzaklardan akseden sesler Bir figana cevab olur titrer; O figanı mezarlar dinler… Bir uğultu yavaşça yaklaşarak Bir zaman sonra haykırır gürler… Deliyor şimdi ruhu kanlı bıçak!... Bir hücum-ı gazab hücum-ı giriv Her terakkıyi çiğneyen bir div Hükm-i kanunu hep yakıp yıkarak: Kim bilir hangi ifk için yaşamak Emeliyle bugün harab ediyor Kalb-i insana bakmadan gidiyor… Bir sada bağırıyor: – Hadin ileri! Medeniyyet nedir? Kesip geçelim Her ciğerden zehirli kan içelim!. Bu ne gafletdir ah ya Rabbi! Süngülerle hayat-ı memleketi Mahvederken cihana bir ebedi Şan bırakmak diler bütün asker! Bağrıyor gah bir nida-yı zafer: – Ya Muhammed bugünkü günde bize Yerler aç kollarında cennetde! Ötede: Pay-i gadrin altında Ezilen bi-günah insanlar Ötede: Bir taşın kenarında Parçalanmış zavallı vicdanlar… Akşam oldu.. sükut içinde yine Her taraf dondu: Lal ü pejmürde; Reng-i şeb örtüyordu kan izini Ruh-ı şehrin elemli sinesini.. Gecenin nısfı oldu… bir aralık Yükselip kan içinde bir heykel Dedi ey Rabb-i müntakim! Gel gel! Bizi kurtar demirli ellerden Bizi kurtar cünun-i ejderden; Dest-i adlinle şimdi “Yıldız”ı yık Sonra düştü zemine. Ertesi gün: Çökdü “Yıldız” o satvetiyle bütün; Sanki bir tude-i gubar oldu Ebediyyen harabe-zar oldu… Görürdük bir zamanlar her gece rü’ya-yı hürriyyet Arardık ilticaya su-be-su bir ca-yı hürriyet Değil viraneye ma’mureye atf-ı sımah etsen Gelirdi guşa bir avaz-ı vaveyla-yı hürriyyet Gelir bir gün denirdi arz ruy-i ibtisam eyler Vatan nazendesi ol şahid-i ziba-yı hürriyyet Zalam-ı cehl ü istibdad ile gözler kapanmışken Bugün afakı tutdu pertev-i ra’na-yı hürriyyet Tulu’ etti bugünde ol meh-i ziba-yı hürriyyet Hakıkat oldu hamd olsun bugün rü’ya-yı hürriyyet Cinani neş’elerle hürrem ü şadan u raksanız Behişt-i mülkümüzde ru-nüma Tuba-yı hürriyyet Bizimçün ıyd-i ekber oldu daim eylesin Allah Bugün ebna-yı millet labis-i diba-yı hürriyyet Vücud-i nazenini adl ile tahmir olunmuşdur Yıkılmaz pek metindir pek kavidir pay-ı hürriyyet Yapılmış mayesi hürriyyetin nur-ı me’aliden Ne dil-aşubdur timsal-i çeşm-ara-yı hürriyyet Bugünde hakkını ahz etti millet dest-i ibcale Ser-i ta’zime kondu nüsha-i kübra-yı hürriyyet Muzaffer şanlı askerle vatan mesrur ü şadandır Vatanda zahir asar-ı safa-efza-yı hürriyyet Huda tahtında daim eylesin Sultan Reşad Hanı Odur elhak bugün yekta şeh-i ulya-yı hürriyyet Mücevherle eder Es’ad bu milli ıyde bir tarih Tecelli etti bugünde meh-i ziba-yı hürriyyet Mısır gazetelerinin birinde sonra da Türkçe bir gazetede –galiba Tanin’de; o kadar hatırımda kalmamış– Ezherlilerin Fransızca öğrenmeye başladıklarını okumuştuk. Biz tabi’i bunu bütün arkadaşlarımızla beraber alkışlamış sevinmiştik. Fakat bu alkış bu sevinmemiz Fransızca öğrenmeye başladıklarından değil belki bir lisan-ı ecnebiyye öğrenmeye merak ettiklerinden bunun lüzumunu hakıkaten takdir eylediklerinden da burasıdır. Yoksa bilhassa Fransızca öğrenmeye başladıklarından değil. Bizim bu hususda ayrıca bir düşüncemiz vardır. Şimdi ibtida nazar-ı mütala’aya alacağımız bir cihet vardır ki o da: “Acaba Ezherliler bu lüzumu en evvel kendileri mi keşfettiler?” Zannederim ki bu muvaffakiyete mazhar olamamışlardır. Zira Ezherlilerin fikrinde –tıpkı bizde olduğu gibi– böyle kendileri için şiddetli fakat hafi bir suretde lazım olan şeyleri takdir edebilecek kadar küşayiş görülmüyordu. Bugüne kadar gördükleri terbiye aldıkları ders “ma-lehüm ve ma-aleyhim”i bildirecek dereceden daha da uzak bulunuyordu. Zaten bir şeyin lüzumunu ehemmiyetini takdir edebilmek için en evvel o şeye olan ihtiyacı pek yakından olarak bilmek icab eder. Ezherliler için mesela bir ecnebi lisanının lüzumunu hissetmek henüz mümkün olmuyordu. Zira onlar on beş yirmi sene uğraşarak belledikleri daha doğrusu ezberledikleri bir çok kava’id-i sarfiyye ve nahviyyenin öte beri ilm-i kelam ve mantık bahislerinin ilm-i fıkıh ve usul mes’elelerinin kuvvetiyle ve bunların mecmu’-ı mürekkebinden hasıl olmuş bir meleke ile bütün mesa’il-i ictima’iyye ve felsefiyyeyi halledebilecek bir iktidarı ha’iz bulunduklarını zannediyorlardı; dine karşı irad edilen bazı şübheleri de öylece kendi kendilerine def’ edebileceklerini düşünüyorlardı. Fi’l-hakıka son günlerde bunun pek zor bir iş olduğunu yavaş yavaş hissetmeye başlamışlardı. Lakin yine lüzumu derecesine vardıramıyorlardı. Zira aralarında hamiyetli dinli hakimler filozoflar vardı ki bütün o hücumlara karşı göğüs geren onlardı. Ezherliler ise uzakdan uzağa ancak asarı biliyor görüyorlardı. Asıl hücum onlara vasıl olmuyordu. Onun için ihtiyacı da yakınen hissedemiyorlardı. Ancak sema-yı matbu’ata akseden bazı ala’imini müşahede ediyorlardı. Birkaç satır evvelisi “tıpkı bizde olduğu gibi” diyerekden kendimizi Ezherlilere teşbih etmişdim. Fi’l-hakıka o noktalarda bizim Türk talebesiyle Ezher talebesi arasında büyük bir müşabehet vardır. Fakat son noktalarda bizim zavallı Türkün talebe-i ulumu onlardan ayrılıyor. Fakat ayrılıyor da sağ tarafa doğru gidiyor değil belki sol tarafa doğru… İstenilmeyen bir tarafa doğru gidiyor… Bu ayrılık birkaç cihetten göze çarpıyordu. Evet: Bizim hissimiz kapalıydı; yahud ibtal edilmişti haricden dahilden ma’neviyatımıza doğru atılan okların cerahatlarini duymuyor bilmiyorduk. Bina’en-aleyh biz o vakitler muhatab değil tab teveccüh etmiyordu. O cerahetler ya kendi kendine iltiyam-pezir oluyor; yahud bazı tabibler tarafından tedavi olunuyordu. Bizim bundan da haberimiz yokdu. Biz tatlı tatlı uyuyor bazen rü’yamızda Adalılar İsamlar bilmem neler dığımız vakit uyku sersemliğiyle bizzat cerahat-ı ma’neviyyelerimizin emr-i tedavisini iltizam eden bir tabib-i hakimi beğenmemezlik gibi bazı hatalarda bulunmuşduk. Saniyen: Bizim talebe-i ulumun doğrudan doğruya temasda bulunduğu ilmiyemiz içinde öyle dahi mütefekkir filozoflar yetişmedi. Bu cihetden de haricden dahilden vürud eden su’aller bizde dikiş tutturamıyor bir taraftan geliyor diğer taraftan uçub gidiyordu. Biz mükellef muhatab değildik sabi idik onun için hiçbir şeyden haberimiz olmuyordu. Salisen: Sema-yı matbu’atımızı da kesif bir sis müdhiş bir zulmet istila etmişdi. Onun için bize dair aleyhimizde aramızda içimizde milyonlarca silsile-i havadis tekevvün ettiği halde hiç birinin ala’imi semamızda in’ikas etmiyordu. Biz böyle kapalı bulunuyorduk. talebe-i ulum velev Ezherliler kadar olsun o ihtiyacı hissetmediler. Ezherliler ile bizim talebe-i ulumumuz arasında “şu hiss-i fi pek gizli idi. Lakin asarı pek aleni pek aşikar bir suretde nümayan oldu. yeti talebe-i ulumumuzun hal-i perişanisini nazar-ı dikkate almışdı. Onları şu tevali-i leyl ü nehar ile düşmüş bulundukları girive-i habiden kurtarmak istiyordu. Canımızdan vücudumuzdan sevgili mukaddes dinimizin imdadına yetişebilecek ve umum kardeşlerimize nesayih-i hayr-hahanede bulunabilecek ma’neviyetimize karşı vuku’a gelen hücumlardan bizi bi-hakkın vikaye etmeye muktedir ulema yetiştirmek arzu ediyordu. Bunun meydana gelmesi için her türlü fedakarlığı iyiliği de deruhte eyliyordu. Düşünelim: Bu mühim teşebbüse karşı talebe-i ulum hoca efendiler vicdanlarında ne gibi his duymalıydılar. Yahud bu teşebbüsü nasıl telakkı eylemeliydiler? nazar-ı i’tibara alınırsa bu teşebbüs-i mühimme karşı bir hiss-i ihtiram duyacakları bina’en-aleyh bunu alkışlar ile istikbal memnuniyetle telakkı eyleyecekleri tahmin ediliyordu. Hatta talebe-i ulumun fıtratlarında olan ciddiyet ve gayretleriyle hiç mütenasib olmayan hayat-ı perişanileri buna rağmen de kıllet-i istifadeleri düşünülecek olursa her halde onların bu teşebbüse peyrev olmaları kuvveden fi’ile çıkması olunuyordu. Fi’l-hakika aklın mantığın vereceği netice de bu idi. Fakat ma’at-te’essüf onlar öyle yapmadılar. Tahminler neticeler büsbütün başka çıkdı: Bu teşebbüs tel’in olundu. Fi’l-hakıka müteşebbislerce bu hatanın birkaç zatın şahsiyetlerinden tecavüz etmediği yakınen ma’lum idi ise de ilmiye sevenler için te’essüfleri mucib olmuşdur. Tabi’i teşebbüs de sekteye uğradı. Ezherliler böyle yapmadılar bizim Türk talebe-i ulumuna nisbetle fikirce ileride bulunduklarını gösterdiler. Bundan birkaç ay evvelisi idi. El-Ezher’in ıslahını gaye-i emel ederek teşekkül etmiş bulunan cem’iyet işe başladı: Evrak-ı havadiste görüldüğü vechile Ezherlilere mahsus olmak üzere bir mekteb açtı. Burada Fransız lisanı ulum-ı felsefeye vesa’ir dinle münasebeti bulunan ilimler fenler öğretilmek isteniliyordu. Ezherliler bu fırsatı ganimet bildiler. Mektebe her taraftan talebe-i ulum koşuşdu; mekteb doldu kemal-i ciddiyetle okumaya çalışmaya başladılar. İşte Ezherliler böyle yaptılar. Biz hep şöyle kahvehanelerde serilib duralım; bakalım işin neticesi ne olur. Bu hal bizi nereye doğru sürükler?.. Makalemizin baş taraflarında “Bu lüzumu acaba Ezherliler kendileri mi takdir edebildiler?” diye bir su’al irad ederek cevabını izah eylemiştik. Neticede bu teşebbüs kendileri tarafından vuku’a gelmeyib hayr-hahane bir teklif suretiyle kabul ettirildiği anlaşıldı. İşte burada düşünülecek bir nokta var: Gerek efrad gerek cema’at kendi ihtiyaclarını kendileri takdir edebilmeli “ma-lehum ma-aleyhim”i anlamalı fakih olmalı ki neticede muvaffakıyete mazhar olabilsinler. Bu kanun-ı menfa’atdır küllidir müstesnası ancak birkaç tanecik olabilir. Evvelce arz ettiğimiz vechile Ezherlilerin kendi ihtiyaclarını hakkıyla keşfedemedikleri anlaşılmışdı. Bu halde ihtimal ki Ezherliler de netice i’tibarıyle muvaffakıyet-i matlubeye vasıl olamayacaklardır. Ben bu hususda bedbinim: Zannederim ki öyle olur tam istedikleri gibi fa’ide elde edemezler. Kari’in-i kiramdan rica ederim: Bu da’vadan dolayı bendenizi tahti’ede acele buyurmasınlar mes’eleyi azıcık Ben esasen taleb-i ulum için bir lisan-ı ecnebi öğrenmenin lüzumuna çoktan kani’im. Asıl tenkıd etmek arzu eylediğim nokta burası değildir. Belki hangi lisanı öğrenmeli taleb-i ulum için hangi lisan netice i’tibarıyle fa’ideli olur? Ezherliler Fransızca lisanını kabul eylemişlerdir. Fakat ben bu noktada onlara mu’terizim. Fransızca lisanını öğrenmekte onlar için büyük bir fa’ide ümid etmiyorum. Belki az çok ziyanları da olabilir: Arzu ettikleri neticeye vasıl olamazlar. Hele burası pek muhakkakdır. Bu noktayı isbat edebilmemiz da en evvel göze çarpan cihet fikr-i dini bulunmaması ma’neviyatlarının bol boluna ifrat tefrit ile tesemmüm etmiş olmasıdır. Ulema me’murin-i rical erbab-ı fünun hep yanlış nazariyeleri ta’kıb ederek fikr-i dinileri ma’neviyatları sönmüş pesti-i ifratda sürünmekte bulunmuşlardır. Halbuki fen ilim felsefe hep bunların elindedir. Matbu’atın sahibi de bunlardır. Zannederim ki vazifeleri ma’neviyata hizmet etmek olan erbab-ı din talebe-i ulum hocalar için bunlardan ders almak yollarını ta’kıb yahud hiç olmazsa buna alışmak her halde netice i’tibarıyle o kadar da ümitli görünmüyor. Burası esas mes’eleyi anlayanlarca hemen bedahet derecesinde vazıhdır. Rahibleri papazları mütedeyyinleri ise din olmakdan başka İslamiyet’le hiçbir münasebeti olmayan katolik mezhebine salikdirler. Şu yirminci asırda katolik ruhanilerinden öğrenebileceğimiz –farzedelim– şeylerin de pek ziyade işe yaramayacağı meydandadır. Kaldı orta sınıf. Bunlar da o iki tarafın bar-ı tazyiki nüfuzu altında ezilmiş ruhları sönmeye yaklaşmış bir kısım ahaliden ibaretdir. İşte Fransızca şu arz ettiğimiz sınıfların lisanıdır. Bina’en-aleyh bu lisandan talebe-i ulumun hocaların istifade edebileceklerini kat’iyyen ümid etmiyorum!. Zannederim ki Ezherliler bu hakıkate vakıf olaydılar Fransızca’ya hiç yaklaşmazlardı. Madem ki Ezherliler bir ecnebi lisan bilmenin lüzumunu hissediyorlar bu halde doğrudan doğruya İngilizce yahud Almanca öğrenmeli öğrenmeye çalışmalıdırlar. Müteşebbisler onları bu yolda Bu iki lisanın sahibi olan İngiliz Alman kavimleri Fransızlara nazaran fikr-i dince metanet-i ahlakça pek çok ileridedirler. Terbiye-i ictima’iyyeleri ilim ve fenne olan intisabları da Fransızlardan eksik değildir. Hele fıtratça daha ciddi daha müteşebbisdirler. Şimdi zamanımızda bu cihet bir mes’ele-i hayatiyye hükmünü almışdır. Halbuki bir kavmin lisanını öğrenmek o kavmin ahlak adat vesa’ire bir çok secaya-yı müntakılelerine kapı açmak demekdir. Bu kapıdan nevi’ seciyeden biri girmiş olduğu kavmin muhitini kendisi ciye ise pek güzel. Fakat kötü ise… İşte işin fenası burada çıkar. Zaten kötülük iyiliğe nisbeten daha ziyade saridir. Daha ziyade nüfuzludur. Kötülük insanların damarlarında kendisi çekmez. Nefs-i emmare de kötülüğü kemal-i hahişle istikbal eder. diğerine intikal eden secayanın mukaddimesi daima kötülük olagelmişdir. san-ı ecnebi ihtiyarı hususunda son derece ihtiyata ri’ayet etmemiz icab eyler. Bilhassa bizde kavmimizde olduğu gibi doğrudan doğruya ahali ile millet ile temasda bulunan talebe-i ulumumuz hocalarımız için bu husus daha ziyade kesb-i ehemmiyet eyler. Bina’en-aleyh bu lisan kapısını mehma emken güzel bir cihetden açmaya gayret etmek [elzemdir.] Nazar-ı i’tibara alınacak daha bir cihet var; esas mes’ele mevzu’-ı bahs edilirse arz edeceğimiz bu cihetin de büsbütün ehemmiyetden ari bir şey olmadığı meydana çıkar zannederim. Bugün İngilizlerin Almanların mezheb-i dinileri Protestanlık’dır. Bu mezheb bir çok te’addiler neticesinde Katoliklik’den ta’assubdan epeyce uzaklaşmışdır. Bundan dolayı salikleri –ki ekseriyetle İngiliz ve Alman kavmidir– yazdıkları eserlerde de din mezheb aleyhine o kadar hame-ran olmamışlardır. İlimleri fenlerini –mezhebleri katolik olan daha doğrusu büsbütün dinsiz olan Fransızlar kadar– bütün bütün din ma’neviyat aleyhine sevk eyle[me]mişlerdir. Bina’en-aleyh zaten müsta’id olan talebe-i ulumumuz bunların matbu’atından ilimde felsefede tarihde bir çok istifadeler te’min edebilirler. Diğer cihetden hocalarımız Protestan papazlarının misyonerlerinin etraf-ı aleme intişar ederek yüz bin zahmetlere katlanarak milyonlarca lira sarfederek hilim şefkat mülayemet ile insanların damarlarına bütün varlıklarıyla nüfuz etmek istediklerini yakından temaşa edebilirler. Bu suretle bir hiss-i meşru’ hiss-i rekabet uyanır. Ne kadar derin bir uykuda olduğumuz işte o vakit meydana çıkar. Biz de tedarikatda bulunur müdafa’a-i meşru’amıza yol açarız… Şurasını da unutmayalım ki bugün alem-i İslamiyyet doğrudan doğruya en ziyade protestanlar ile daha doğrusu müşterek bir hayat ta’kıb ediyor; beraber dönüyor. Yüz milyon bugün İngilizlerin taht-ı istila ve nüfuz-ı siyasileri altında bulunuyorlar. Hülasa diyebiliriz ki bugün küre-i arzda olan nüfus-ı müslimini ira’e eden adedin hemen nısfını karib bir yekunu İngilizlerin nüfuzu altındadır. Madem ki İngilizler ile bu kadar büyük bir mikyas üzere hal-i temasta bulunuyoruz bu halde onların lisanına olan ihtiyacımız pek vazıh ve tabi’i bir tarzda tezahür ediyor. Fi’l-hakıka bizim kardeşlerimizle anlaşabilmemiz için hamdolsun İngilizceye ihtiyacımız yokdur. Ulema-yı İslam’ı etrafına cem’ eylemiş olan Hazret-i Kur’an’ın lisanı bu hususda bize kifayet eyler. Fakat İngilizlerin kardeşlerimize karşı tevcih eyledikleri vaz’iyeti kardeşlerimizin onlara karşı olan mevki’lerini ta’yin edebilmemiz için şimdi bizde ahalinin pişdarı menzilesinde olan ulema-yı dinin bu lisanı bilmelerinde bir çok fa’ide olabilir zannederim. Burası da dikkat olunacak bir noktadır: Bugün küre-i arzın en ziyade münteşir lisanı İngilizce’dir. Burada İngilizce olarak çıkmış bir kelimenin sadası ta Amerika’nın en hücra köşelerinde ka’in ma’den kuyularında zir-i zeminde en tenha orman içlerinde olan mezra’alarda çiftliklerde aks-endaz olur. Bina’en-aleyh bu cihetden de İngilizce’nin Fransızca’ya nisbeten rüchanı meydana çıkıyor. Bu da varid-i hatır oluyor: El-Ezheri ıslah etmek emeliyle teşekkül etmiş olan cem’iyyet belki Ezherlilere İngilizce’yi öğretmekde bir mahzur-ı siyasi tasavvur etmiş olabilir. Pek güzel İngilizce’de onlar için bir mahzur-ı siyasi vardır diyelim. Fakat Almanca’da ne var? Muhakkak değil midir ki erbab-ı din için Almanca Fransızca’dan daha da ileride yürütülebilir. Zaten şu arzettiğimiz mütala’atdan talebe-i ulum anlaşıldı zannederim. Şunu da ilave edelim ki Ezherlilerin İngilizce bilmesinde ne gibi mahzur olabilir. Şübhesiz bu bir hayaldir. Bir kavim bir sınıf diğer bir kavmin lisanını bildiğinden onun nüfuz-ı siyasisi altında kalması yahud bu ciheti kolaylaştırması hiç lazım değildir. Bunu hiçbir mantık icab etmez. Tarih bunun yüzlerce misal-i münakızını gösterebilir. Sırplar Bulgarlar Yunanlılar hep Osmanlı Türkçesi biliyorlardı fakat bu hal onların kesb-i istiklal edebilmelerine bile mani’ olamadı. Bunun hiçbir fa’ide-i siyasisi görülemedi. Elverir ki milliyet ruh-ı kavmiyet muhafaza edilsin de üzerine ancak bir kuvvet gane müdafi’idir; kavmin yegane muhafızıdır. Bina’en-aleyh böyle bir tasavvurlara kapılarak doğru yol varken çıkmaz sokaklara girmek doğru olamaz zannederim. Muhterem “Sıratımüstakım Mecellesi” idare-i ulyasına: takım Mecellesi” sahifelerine derc edilmesini rica ederiz. Şimdi Kazan uleması beyninde müzakere edilmekde olan mesa’ilin biri de mesahif-i şerifenin resm-i hatları hususudur. Şöyle ki: Ulema-i kiram ashab-ı zevi’l-ihtiram radiyallahu anhum hazeratının resm-i mushaf hakkında icma’larını Hazret-i Osman radiyallahu anh tarafından yazdırılan mushafların resmine ittiba’ın vücubunu tasrih etmişler. Şimdi Kazan’da matbu’ mushaflar ise pek çok yerlerde mesahif-i Osmaniyye resmine muhalif olarak tab’ edilmektedir. Şu hususda Kazan’da bir hey’et-i ulema teşekkül edib mesahif-i Osmaniyye’ye ittiba’ın vücub ve adem-i vücubunu mülahaza ve Kazan’da matbu’ mushafların resm-i Osmaniye muhalif yerlerini teftiş ettiler. Ulemanın ekseri mesahif-i şerifenin her cihetden mahfuz olmasını evla görüb ulema-yı resmden Ebu Amr ed-Dani Şatibi Cezeri Suyuti Zemahşeri ve gayrilerin tasrihlerine bina’en ittiba’ının vücubunu ya ki resminin sünnete müttebi’a olmasını tercih ettiler. Bazıları şimdi ashab resmine ittiba’ ve muvafakata lüzum görmeyib hatta ashab resmine muvafık yazıldığı takdirde bazı mevazi’de iltibas ve tağlit ihtimali hasıl olacağına zahib oldular. Müte’ahhirinden Şeyhü’l-İslam İzzeddin bin Abdüsselam’ın bu yoldaki tasrihleriyle ihtica’ ediyorlarsa da ğundan bu re’y de makbul görülmemektedir. Ma’a-mafih diyar-ı İslamiyyede matbu’ mushafların resm-i hatlarına dikkat edildikde onların da pek çok yerlerde Hazret-i Osman mushaflarının resimlerine muhalefetleri müşahade ediliyor. larına muhalif resimler pek çokdur. Acaba rehberimiz olan Kur’an-ı azimü’ş-şanın resmine ehemmiyet verilmemiş mi? Yahud resme ittiba’ lazım değil mi? diyorlar. Ekser e’immenin tasrihlerine bina’en ittiba’ vacib denilirse kıra’etleri halt ve telfik olmasın diye resme bazı şeyler ziyade eylemekde bir be’is var mıdır? Mesela Sure-i Neml’de ayet kelimesi mesahif-i Osmaniyye’nin kaffesinde bundan sonra “ya” resmedilmemiş; Hafs ise bundan sonra fethalı yani ziyade den sarih-i nakl görülmeyen gibi kelimelerde resm-i hatt-ı Arabi ka’idesine teba’iyet edib “lam”dan sonra “elif”leri isbat ile yazılmak evla mı? Yahud murad zahir oldukda “elif”leri hazf etmek ashab radiyallahu anhumda adet olmuş denilen sözleri i’tibara alıb böyle mevzu’larda “elif”leri hazf mi etmeli? muhtelif ve mütefavitdir. İstanbul ve Hind mushaflarında bu kelimeler “elif” ile yazılmış; Kazan mushaflarının evvelkilerinde “elif” ile ve sonrakilerinde “elif”siz yazılmış el-an Petersburg’da Kütübhane-i İmparatori’de mahfuz Osman radiyallahu anh mushaflarından biri olması maznun olan pek kadim mushafda bu kelimeler emsali mutlaka “elif”siz yazılmışdır. te’allik ve halledilmesi lazım mühim bir mes’ele olduğundan risalenize müraca’at ederek şu hususa da’ir merkez-i hilafetteki ulema-yı izam hazeratınca kabul olunan mülahazatın Sıratımüstakım safhalarına derc edilmesini tevakki’ ve rica ederiz. Ve’s-selam ve’l-ikram. Mes’ele mühimdir. Sahib-i su’al akval-i ma’lumeyi cem’ etmişdir. Bu babda daha fazla tedkıkatda bulunmuş olan erbab-ı ihtisasın neta’ic-i tetebbu’larını iş’ar eyledikleri takdirde alem-i İslama mebrur bir hizmetde bulunmuş olacakları şübhesizdir. Hey’et-i tahririyyemizce de icra edilmekde olan tetebbu’at ve tedkıkatın netaicini kariben inşaallah yazacağız. Efendim mu’teber gazetenizin ’üncü numarasında lisan mes’elesine dair bir makalenizi gördüm okudum. Mes’elenin ehemmiyetine ve adeta Türklük alemi için bir mes’ele-i hayatiyye olmasına mebni bu hususda acizane mülahazatımı söylemeye lüzum gördüm: Lisan mes’elesi sizin Osmanlı Türkleri için dahi bir mes’ele-i hayatiyye olduğundan tabi’i bu mes’eleyi etraflıca müzakere etmek erbab-ı kalemin vazifesidir. Fakat bu mes’eledeki meslek esasları beynindeki farkı da iyi bilmelidir. “Edebi lisan” taraftarlarıyla “sade lisan” taraftarlarının küçük bir tarihlerini de bilmek pek lazımdır. Avrupa tarihinde Protestanlığın “Kütüb-i mukaddese anlaşılmak için yazılmışdır” diye onları her milletin lisanına tercümeyi muvafık görürlerdi. Reformatasyonun aleyhindeki Katolikler Latin lisanından başka bütün lisanları “kaba lisan” diye yad edib: “O lisanlarda kütüb-i mukaddesenin fikr u maksadı anlaşılamaz ve kütüb-i mukaddesenin fikri avam için olmayıb havas içindir” diye da’va ediyor idiler. Demek ki bu münaza’a avam taraftarı ile havas taraftarı yani aristokratya ile demokratya münaza’ası idi. Şimdi asırlar geçti Avrupa tarihleri bu fikirleri uzun uzadıya muhakeme ve tedkık ettiler hangisinin doğru olduğunu gösterdiler. Fakat bu tarih dersi bizim Osmanlı Türklerine te’sir edemedi. Onlara lisan mes’elesi hakkında sadelik fikrinin muhassenatını tasdik ettiremedi. Onlar hala şu Katolik papazlarının nice asırlar mukaddem söyledikleri sözleri delil gösteriyorlar. Lisan sade olsa fasih olamayacak imiş. Lisan sade olsa zerafeti bitecek imiş. Lisan başka lisanların kava’idini Arabi ve Farisi terkib-i tavsifileri kabul etmezse Türk dili bi-hayat kalacakmış. kadar bu gibi deliller serd ve izah edilmişdir. Galiba Süleyman Nazif Bey ve onun meslekdaşları kendilerinin makalelerini lerinin kava’idini öğrenmiş üç dört bin kari’leri için yazıyorlar; ve şu üç dört bin adamın lisanını Türk dili diye da’va ediyorlar. Öyle olmasaydı bu kadar bedihi bir fikri müte’assıbane Fakat mes’elenin başka ciheti var: Mekatib-i aliyye görmeyen ve lisan-ı Farisi ile kava’id-i Arabiyye bilmeyen fakat Türçe okuyub yazabilen milyon Osmanlı Türklerini ne yapacaksınız? Onlara: “Efendim sizin diliniz kabadır sizin anladığınız lisanla yazsak bizim katib efendilerin yüksek terbiye görmüş zevatın hatırı kırılacakdır. Siz durun. Size ne siyaset lazım ne edebiyat ne ma’arif!..” böyle mi diyeceksiniz? Yoksa onlara da kendilerinin anlayabileceği Türk dilinde gazeteler yazacak risaleler kitablar mı neşredeceksiniz?.. Benim bu fikrime ne yolda cevab vereceksiniz ki mes’eleyi halletmiş olalım… Bizim mesleğimiz avam tarafdarı bulunmak olduğundan biz bütün efkar-ı siyasiyye ve ictima’iyyeyi avama anlatmak tarafdarıyız. Bizce bu meslek bir lisan için değil bütün mesa’il-i hayatiyye içindir. Asrımız şimdi efkar-ı umumiyye asrı olduğundan ve memleketin ıslahı milletin tecdidi bütün efrad-ı millet efkarının tecdidiyle hasıl olacağından bizim nokta-i nazarımızdan milletini seven her Türk yazdığı her makaleyi Anadolu Türklerinin anlayacağı bir lisanla yazması lazım gelir. Fakat sizin mesleğiniz nedir? Siz “edebi lisan” tarafdarı mısınız? Yoksa “sade dil” taraftarı mı?.. Ne olursanız olunuz sizin Anadolu Türklerinin fikirlerini uyandırıp onlara muhitlerinin ne olduğunu bildirmek sizin vazifeniz değil midir? Erbab-ı kalemden olduğunuz cihetle bu vazifeyi kaleminizle yazıp anlatmaya boçlu değil misiniz? Makalenizde onların anlamaları esas olacak değil mi? Bina’en-aleyh siz vatanınıza ve milletinize hizmet etmek cak ve bu sayede milliyet ve kavmiyet fikirleri uyandırmaya çalışacaksınız. Bu dil de tabi’i yüzde kırkı Farisi kırkı Arabi on’u Fransız Rum onu Türkçe olan “edebi lisan”ınızla olamaz. Belki sade Türkçe olacakdır. Lakin siz: “Öyle ise bizim dilimiz kabalaşacak!” diyeceksiniz. Bir dilin fesahati letafeti ecnebi dillerinden elfaz almakla hasıl olacak olsa tabi’i diliniz kabalaşacakdır. Fakat fesahat letafetin böyle ta’riflerini hiç kimse iddi’aya cesaret edememişdir. Bunun için dilinizden o na-mütenahi Arab ve Farisi sözlerini kaldırıb onların yerine herkesçe anlaşılacak Türkçe sözler isti’mal edilse diliniz için çok fa’ideli olacakdır. Bundan başka mes’elenin siyasi ciheti de var ki bu nokta-i nazardan bu bir mes’ele-i hayatiyyedir. Osmanlı memleketindeki akvam-ı gayr-i Türkiyye kendi lisanlarında yazılan gazeteleri risaleleri kitabları ile efkar-ı umumiyyelerini bir tarafa cereyana muvaffak oldukları vakit siz efkar-ı umumiyyenizi ne yolda harekete getireceksiniz?.. Müsademe-i hayatiyyede ne vasıta ile onları bir kuvve-i vahide haline getireceksiniz? Hiç şübhesizdir ki bunun yolu olsa olsa o da lisanınızı köylülerin anlayabileceği derecede sadeleştirmekdir. Bu fikrim yalnız bir lakırdıdan ibaret olmadığını isbat için size Rusya tatarlarının hayatından bir misal getireceğim: Bundan beş altı sene mukaddem bizim tatarlarda da “edebi lisan – sade lisan” münaza’ası var idi. Bizim edebi lisan taraftarlarımız sizin getirdiğiniz delilleri getirdiler; fakat üç dört sene geçmedi bunlar mağlub olduklarını ikrar ettiler. Şimdi biz de “edebi lisan – sade lisan” mes’elesi bitti. Yazdığımız gerek gazete makalesi gerek risale gerek bir tiyatro olsun Rusya’nın köylü şehirli müslümanları anlıyorlar. Hepimiz kendimizin hayat mes’elemiz hakkında konuşuyoruz anlaşıyoruz. Bu sayede efkar-ı umumiyyemiz bir noktaya cem’ ediliyor. Sizde de fikr-i istikbal bulunsa ve inkıraza mahkum bir millet olmakdan kurtulmak arzusu mevcud olsa şübhesiz siz de bizim yolumuzda hareket edeceksiniz. Farisi dilinin fesahatlerini Farisiceye Arabi dilinin letafetini de Arabça’ya bırakıb da şu kendi kaba Türk lisanınızla uğraşsanız ne kadar isabet etmiş olursunuz. Hususan ki siz siyasi bir gazetecisiniz böyle siyasi noktaları düşünmeniz lazım gelir. Bu mes’ele sizin için yalnız lisan mes’elesi değildir. Belki bütün mesa’il-i hayatiyyenizin ruhu tarik-i selametidir. Üç paşa bir padişah bir şa’ir ile koca bir memleketi altı muharriri ile efkar-ı umumiyye uydurmak vakitleri de geçti. Memleketinizin idare-i siyasiyye ve ictima’iyyesi avamın elinde olduğu gibi edebiyatınız da avamın anladığı tarzda yazılıb onların menfa’atını muhafaza etmeli ve onların edebiyatı olmalıdır. Öyle olmazsa muharrirleriniz kari’siz kalacak ve yazdığınız kitablar sokaklara atılacaktır ve avamınız eski hurafat ile zehirlenmekde devam edecek ve sizin her hareket-i medeniyyenize karşı muhalifleriniz daima Mart gibi hadisatı ika’da güçlük çekmeyecekdir. Şunun için bu mes’ele sizin Osmanlı Türkleri için hayat mes’elesidir. Siz lisanınızı sadeleştirib de edebiyatınız vasıtasıyla avamınıza icra-yı te’sire muvaffak olursanız istikbaliniz te’min edilmişdir. Eğer buna muvaffak olamazsanız o vakit sahife-i tarihten namınız silinmiş olacakdır. Yine gelelim bize Arabistan’ın ab hevasına henüz alışamadık… Sıcak birden bire çöktü… Oda gündüzleri fırın gibi kızıyor… Kapıyı kapasak boğuluyoruz açsak hava ve ziya almak için limanın üstüne açılmış bacaların biri odanın kapısı hizasına müsadif olduğundan limandan çıkan reva’ih-i müntine odaya hücum ediyor… Gündüzün sineği gecenin muziyatı ber-devam… Bu na-kabil-i tahammül ahvalin ictima’iyle keyfimizi bozduk. Zaten mülazımı olduğumuz firaşın büsbütün esiri olduk. Ma’a-mafih Dersa’adet’de hapishane-i umumiyyedeki halin bütün bütün aksine olarak kalben ve fikren münşerih idim. sarrıf-ı liva Ahmed Bey Efendi’nin bir tedbir-i şifa bahşası bizi bu varta-i helakden kurtardı. şeref-te’allük ederek ferman-ı hümayunlar ısdar buyrulmuş ve mu’ahharan bu irade kal’a-bendliğe tahvil olunarak kal’a-bendliğimiz hakkında diğer fermanlar şeref-tasdir edilmiş beddül vuku’a gelerek Şirvani Reşid Paşa mesned-i vekaleti gazab-ı şahane teşdid edilmesine mebni üçüncü bir derece-i sa’ide olarak telgraflar ile hapsimiz emrolunmuş ve buna mebni Kemal Bey’in menfası Magosa Kal’ası’nda hapse tahvil olunduğu gibi Rodos refiklerimiz yukarıda sebk ettiği üzere derun-ı kal’ada hane tutmuş oldukları halde hapse atılmışlar. Ve afv ü ıtlak olununcaya dek geceleri mahbusda kalmışlar. İşte tazyikin derece derece mütesa’idane artmasının sebeb ve hikmeti bu olduğu anlaşıldı. Kal’a-bend olmamıza dair fermanın tarihi mukaddem tarihi mu’ahhar ise de vusulü bi’t-tabi’ mukaddem olduğundan mutasarrıf-ı liva olan o mir-i inayetkar tarafından keyfiyet ne suretle yazılmışsa yazılmış ve Suriye Valiliği’nden her ne vechile istizan edilmiş ise edilmiş olduğundan emr-i ahir mucebince hareket olunması hakkında alınan cevab üzerine biz mahbesden kal’a derununa çıkarıldık. Benimle Nuri Bey’in Akka’da kal’a-bend edilmemize müte’allık irade-i seniyyeyi tebliğ eden adetli tahrirat-ı vilayet-penahinin liman defterinden muhrec sureti zire aynen naklolundu: Gazete muharrirlerinden bazı neşriyat-ı muzırrada bulunmalarından dolayı ba-irade-i seniyye-i hazret-i padişahi Akka’ya nefy ü icla olunan Nuri ve Hakkı beylerin mu’ahharan şeref-sadır olan emr-i ali ve tahrirat-ı samiyye mucebince Akka kal’asında kal’a-bend edilmeleri lazım geleceğinden bu kere şeref-varid olan ferman-ı celili’l-ünvan-ı hazret-i hilafetpenahi ve tahrirat-ı samiyye mucebince mir-i muma-ileyhimanın Akka’da kal’a-bend edilerek ta’rifat-ı kanuniyye ve ka’ide-i ihtiyatiyye icabatına tevfikan tekayyüdat-ı mütemadiyye icrası Safer sene tarihiyle zabtiye müşiriyet-i celilesinden şeref-varid olan tahrirat-ı aliyyede iş’ar buyrulmakdan naşi keyfiyet divan-ı temyiz-i vilayete lede’l-havale muma-ileyhimanın nefylerini mütezammın evvelce şeref-varid olan emr-i ali ve tahrirat-ı samiyyenin müşiriyet-i muma-ileyhaya i’adesiyle kal’a-bend edilmelerini mütezammın emr-i ali-i ahirin suret-i müstahrecesinin leffiyle keyfiyetin savb-ı valalarına iş’arı lüzumu divan-ı mezkureden ba-tezkire ifade olunmuş ve olvechile ber-muceb-i emr-i ali ifa-yı muktezasına himmet eylemeleri siyakında şukka tahrir kılındı. Fi Rebiülevvel sene ve Fi Nisan sene . Kal’a derununa çıktıktan sonra ale’l-usul bizi kal’a kapıcısına mülatı hanenin bir odasına nakledildi; sonra nevakısımızı pey-a-pey ikmal ettik. Mutasarrıf Beyefendi erkan-ı liva ümera-yı askeriyye mu’teberan-ı ahali fevc fevc ziyaretimize geldiler. Biz de i’ade-i ziyaret etmekle beraber herkes ile ihtilat ve kal’a derununda her yere gidib gelmeye başladık. Mutasarrıf Beyefendi bize mükemmel bir ziyafet verdi; daha başka lütuflarını da gördük. Bir müddet böyle geçti. Daha sonraları akşam üstleri ahali ile beraber kal’a haricinde deniz kıyısınca “şemmü’l-heva”ya yani tenezzühe çıkardık. Bazen haric-i surda yarım sa’at mesafede letafeti ve mevki’i tarihiyyesi i’tibarıyle mahallince şöhret almış olan Abdullah Paşa Bahçesi’ne gahi şehre iki sa’atlik mesafede vaki’ olub liman ve portakal bahçelerini ihtiva eden “Mezra’a” nam mevki’e ara sıra üç sa’atlik mesafede bulunan Hayfa kasabasına gece yatısına gittiğimiz bile olurdu. Hasılı surun dahilinde haricinde serbest serbest gezdik. Kal’a kapısından ilk çıkışımızda ihtiyar kapıcı bizi tanımaz zanniyle kal’a zabitinden kendisine emir tebliğ ettirilmesine lüzum görmedik ise de koca nigehban bizi öyle tanıdı. Öyle üzerimize atıldı ki bir adım ileriye atmak kabil olmadı. Mevki’-i aidinden verilen emir üzerine geri çekildi bir daha ilişmez oldu. Fransızca: “Saint-jean-d’acre” diye be-nam olan “Akke” veya “Akka” şehri kamilen sur içinde bulunduğundan haneleri pek sık ve biri birine pek mülasıkdır. Surun muhiti takriben yirmi yirmi beş dakıkada dolaşılabilir. Ahalisi: nüfusdan on bine kadar tahmin olunuyor. Sokakları Arabistan’ın eski şehirlerinde olduğu üzere üç buçuk dört arşın arzında olarak gayet dar ve letafetden aridir. Haneler kargirdir. Sefa’in-i cesime duhulüne müsa’id liman var ise de müddet-i medide tathir edilmediğinden şimdi derununda ancak küçük kayıklar barınabilmektedir. Mebani-i aliyyeden Cezzar Cami’-i Şerifi ile civarında bir hamam ve gayet cesim bir kışla vardır. Nur-i Osmaniyye Cami’-i Şerifi’nden küçürek bulunan bu ma’bed-i şirin pek musanna’ ve dahilen ve haricen pek müzeyyen olub hakıkaten nazar-rübadır. Üç cihetden harim-i cami’i kucaklayarak pek vasi’ olan avlu süt gibi beyaz mermer taşlarıyla mefruş ve etraf-ı selasesi da’iren-madar hücrelerle muhatdır. Cami’in banisi Bonapart gibi bir cihangiri Akka önünde mağlub edib nihayet firara mecbur kılan Cezzar Ahmed Paşa’dır. Cevaben deriz ki: İnsanın lems eylediği maddiyatın maverasında bir takım hakayık olduğunu anlaması ef’al ve eşya arasındaki hayır ve şerri kubuh ve cemali temyiz eylemesi bütün harekat ve sekenatına hakim olacak bir kanun-ı ahlakinin lüzumunu hissetmesi öyle bürhan-ı hissiden mahrum da’va-yı mücerred kabilinden değildir. Zira bu hal hayvaniyet dan başka bunu te’yid eden iki delil-i tarihi de vardır. hangisine doğru irca’ ederse etsin dinsiz bir ümmete tesadüf edemez. Din ise izaha hacet yokdur ki ne kadar basit olursa olsun insanda mahsusatın maverasında bir hakıkat olduğunu anlayacak iyi ile fenanın hayır ile şerrin beynini temyiz edecek bir his bulunmasını istilzam eder. İşte bizim kanun-ı ahlaki namını verdiğimiz esas da şübhe yokdur ki bu his ve temyiz üzerine kurulmuşdur. Şunu da unutmamalıyız ki bundan edyanın bütün füru’u hakayık-ı mutlakanın ta kalbine isabet etmek lazım gelmez. Ma’a-mafih bu da vücudu bildiren his ve temyizin fıtrat-ı ğildir. Çünkü bir his ve temyizden tecrid olunursa insanın hayvandan ne farkı kalır? den ancak kendi havass-ı za’ifesinin müsa’adesi nisbetinde görüp anlayabileceği bir aleme atılmışdır. Nazarını hangi cihete atfederse etsin bir yığın mechulatdan başka bir şey göremez ki lihaza-i tecessüsünü onların ilerisine sevkeylemek danını ye’isler heyecanlar içinde bırakacak diğer bir çok mechulata tesadüf eder. Muhat olduğu serairin üzerindeki perdeyi kaldırmak daha doğrusu gıda ve mesken hazırlayarak bir suretle kendisini her taraftan kuşatıp kah soğuğuyla kah sıcağıyla bir kere hayvanatıyle diğer def’a nebatatıyle bugün denizleriyle yarın dağlarıyla tepeleriyle suret-i daimede vücuda getirdiği eczasiyle anasırıyle elhasıl na-mütenahi vesail-i ta’arruzuyle üzerine hücum etmekde olan müessirat-ı tabi’ata karşı insan kendisinde bir silah-ı müdafa’a icad etmek melekesini görür. reket arasında bulur ki evvelkisi haricden dahile ikincisi dahilden haricedir. Birinci hareket muhat olduğu eşyanın vesatat-ı havass ile kendi üzerindeki te’siri ikinci hareket ise ruhun vesatat-ı ihtiyar ile o eşya-yı muhite üzerindeki asarıdır. Bu halin sevkıyle tabi’at ile insan arasında bir harb-i daimidir meydan aldı. Tabi’at kendi ordularına dönüp o en yüce dağları yerinden oynatacak koca koca denizleri cuşa getirecek bulutların sinesindeki yıldırımları dehşetinden esfel-i safilin-i zemine geçirecek bir heybetle nida etti; bütün müessiratına karşı da: Şu mahluku ezmeye evet zahiren za’if fakat batınen kavi olan mu’zamat-ı umuru duş-i tahammülüne alan hücumunda şiddetler gösteren benim azametimi kendi a’maline hadim etmek isteyen kuvvetimi hükümsüz bırakmaya makam-ı bülendimi tezlil etmeye kalkışan şu mahluku mahveylemeye hazır olun! emrini verdi. sir ederek vicdanını dehşet içinde bırakan bir nida-yı mehibden kendisiyle tabi’atın başka başka şeyler olduğunu anladı; eğer böyle olmayıp o da tabi’attan bir cüz’ olaydı bu müdhiş muhasamaya mahal kalmayarak kendisinin mükevvenat-ı sa’ire gibi saye-i tabi’atta aram-güzin olması lazım geleceğini öğrendi. İşte bu idrak insanı kendine rağmen nefsinde müstakil olmaya nefsini iyice te’emmül etmeye sevkeyledi. Zatını ve bütün a’malini tefekküre meylettirdi. Daha sonra yine o idrak bi-nihaye metalibi arkasında koşarken her taraftan muhat olduğu siham-ı tabi’ata hedef olmaması ef’aline karşı tenkid yürütecek bir hale getirdi. Guya ki artık insan kendisini iki mevcudiyetden mürekkeb görüyordu. Biri amal ve metalibinin arkasında dolaşarak onlara zafer-yab olmasını te’min ediyor; diğeri ise insanı mutalebatının peşinde bila-ihtiyat koşmakdan alıkoyarak hayatının her anını tehdid etmekde olan hatar-ı muhiti kendisine gösteriyordu. harb-i dahilidir parladı ki bunun yanında öteki harb-i haricinin hiç ehemmiyeti yokdur. Sonra bu harb-i dahili insanın bütün alam ve şükukuna bütün endişelerine hatıralarına sebeb oldu. Ma’a-mafih sırf bu infi’alatın te’siriyle envar-ı akıl şu tabi’at-ı kesife zulmetlerinden kurtuldu. Zeka fıtnat güneşleri meşarik-i aliyyesinden işraka başladı. Eğer bu kadar girudar olmasaydı insan da hayvanat-ı saire meyanında kalarak derecat-ı kemalin en vapesinini bile bulamazdı. Şu’un-ı hayatiyyeye vukuf hususunda nasın en ilerisinde bulunan muamelat ve mutalebatının sonunu en doğru bir nazarla gören zatında mündemic hakayıka nisbetle en ziyade ıttıla’ı olan bir adam gösterin ki mesaib ve alama diğerlerinden ziyade hedef olmasın? Guya ki akıl musibetle elemin ittihadından mütevvelliddir de onun için ilelebed bu açarak hakıkati görmek tehalükündedir. Hususiyle nefsi kendince her şeyden mukaddes hayatı ise her şeyden muazzezdir. ca hayatın suret-i daimede mazhar-ı teceddüd olduğunu enva’-ı zevi’l-hayatın bir tarafdan mahvolarak diğer tarafdan yeniden zuhura geldiğini görür. Lakin ecza-yı tabi’atı nazar-ı im’ana alınca manzara hevl-engiz bir hal ahzeder! Zira görür ki girdab-ı adem ağzını alabildiğine açmış tabi’atın bu alemdeki vazifesini ikmal etmiş olan eczasını birer birer yutuyor; her mevcudun akıbeti böyle oluyor! İşte bu feci’ sahnenin karşısında insan korkusundan bayılmak derecesine gelir sonra kendi kendine şu yolda hasbihal eder: Acaba ben de girdab-ı muzlime atılmaya mahkum olanlar meyanında mıyım? Bu kadar zevk sürüp bu kadar elem çektikden bunca zaman safa-yı afiyeti bela-yı marazı gördükten mesaibin şedaidin zehirden daha acılarını yuttuktan sonra ben de nihayet şu camid taş parçası şu hissiz hayvan gibi mi olacağım? hasbihallerdir ki sima-yı beşeri bir hüzn-i daimi içinde gösterir; bulundurur. Lakin yine bu hasbihallerdir ki beşeri kendisine rağmen sırr-ı hayatı idrak için ma’rifet-i zata sevkeder durur. Ma’rifet-i zatın mahdud bir suretinden başkasını muhal gören insan öyle bir hadde gelince bir muvaffakıyete zaferyab olunca duruculardan değildir. Çalışır çabalar icad eder. Lakin rahik-i zaferle neşvedar olarak “ilimden artık nasibimi aldım” demeye kalmadan karşısında kendisine doğru bakan ve ona dehşet ilka eden bir meçhul daha görür. Hatta çok geçmez biliyorum zannettiği şeyde de bir belki birçok bilmediği yerler olduğunu anlar. yahud nefsinin iki omuzuna basıp yükselerek vech-i hakıkati nazarından setr etmekde olan ha’ili aşmak nasıl mümkün olur? Lezaiz ve ezvakına gelince o daha nuhuset-akindir. Biçareyi görürsünüz ki zevk u safa hayal eylediği bir gayete doğru koşar koşar da akıbet eline nedametden tehassürden başka bir şey geçmez. Kalbi elemden kederden başka bir şey görmez. Hatta insanlar zevk ve safa namını verdikleri şeylere dide-i im’an ile baksalar o ezvakın en küçüğünün bile hayatı mahvetmekde nur-ı insaniyyeti söndürmekde ne büyük te’siri olduğunu her birinin sonunda bir çok tehlikeler başgöstereceği cihetle bunların kat’iyyen iltifata değeri olmadığını derhal görürlerdi. Bazıları sa’adetin adem-i husulüne sebeb tarik-i istihsali bilinmemekdir diyorlar. Lakin bize gelince mütekaddiminden bazılarıyla hem-fikir olarak deriz ki: Cüst ü cuy-ı sa’adetde neticeyi müfid değildir. hususda da evvelkilerden daha az ye’s ü hırmana ma’ruz değildir. Görürsünüz ki beka ve mevcudiyetinin erkanı feza’ilden esbab-ı izmihlali ise reza’ilden ibaret olduğunu bilmekle beraber cihet-i hayra doğru uzanmak istedikçe şerri zatına mülasık ve bütün cehd ü mesa’isinde lazım-ı gayr-ı müfarik görür. Sonra kendisine rağmen ef’al-i redi’ede bulunmak mecburiyetinde olduğu zaman da kanun-ı adaleti anlamış medar-ı sa’adetinin ise o kanundan ibaret bulunduğunu yakınen idrak etmiş olduğu için gerçi seyyi’ata yaklaşmaz değil lakin yaklaştığı nisbetde kendine ve beni nev’ine karşı zulüm ettiğini görür ki bu da yeni bir takım alama vesile-i diğer olur!. O halde nev’-i garib-i beşere mülazim olan bunca mukedderatdan kurtulmanın yolu nedir? İnsan için tabi’atdaki halat-ı müte’akisenin beynini te’lif etmek hissiyatiyle amalinin arasında muvafakat husule getirmek nasıl kabil olabilir? Bazıları halasın ulum-ı tabi’iyye ve keşfiyat-ı maddiyyeye merbut olduğunu söylüyorlar. Lakin af buyursunlar! Zira bütün maddeye cisme aid olan bu terakkıyat bu keşfiyat ruhun musab olduğu emrazın vehametini bir kat daha arttırmakdan başka bir netice vermiyor. Çünkü bunların meyanında ruhun müştak olduğu aram ve sükunu velev kısmen olsun ihzar edecek bir vasıta mevcud değil biz bu mebhaste bizzat ulema-i medeniyyeti işhad etmek kadar kuvvetli bir bürhan göremediğimiz için üstad Septiye’nin Felsefe-i Diniyye’sinden şu sözleri naklediyoruz: “Her yeni yazılan eser-i felsefinin yahud üstadane tertib edilmiş hikayenin alem-i matbu’atda zuhurunu müte’akib her tarafdan ziyadeleşmekde olan enin mahva yaklaşmış hayat ile artık devre-i şeyhuhate gelmiş mezara doğru ilerlemekde olduğunu anlamış olan alemin bir şehik-ı gam-naki değil de nedir? Şimdi nefsimizde meraret-i hayata mukavemet kuvvetini muhafaza için tefekkürden mi vazgeçmeliyiz yoksa hasisa-i tefekkürü muhafaza için alam-ı mevte mi katlanmalıyız?” mihen-i vicdaniyyeden bunca mesa’ib-i hafiyyeden insanda hiss-i dini uyanmaktadır ki zaman-ı felaketinde tesliyet-saz olacak hengam-ı ıztırabında sabr u sükun verecek yar-ı gam-güsarı ancak bu histen ibaretdir. Hiss-i dininin bu ehemmiyeti tarzda değil belki ameli ve gayet vazıh bir suretde halletmesindendir. Evet vakı’a hiss-i tedeyyün insana yeni bir takım ma’lumat ilka etmez; lakin uzun zamanlar vadi-i dalal ve hayretde dolaşmış iken onu kendine getirir mevcudiyet-i asliyyesine irca eder. Nefsin tedeyyünün arkasından atılması ona iltica etmesi öyle boş yere atılmak damen-i hayale sarılmak kabilinden değildir. Bu hal insanın tabi’atının lazımı mevcudiyetinin gayr-ı müfarikı olan bir hisse müsteniddir ki o da bu alem-i dehşet-engizin sadematına bu kevn-i mehibin tünd-bad-ı inkılabatına karşı insanın metin bir istinadgaha olan en ufak bir hatarın vuku’unda bir ilticagaha muhtac olduğunu anlamasın? İçimizde kim vardır ki şu kubbe-i zerkayı semaya baksın o müdhiş na-mütenahiliği te’emmül etsin de ra’şe-dar-ı haşyet olmasın? İçimizde kim vardır ki bir taraftan mahlukat derin bir hab-ı sükun içinde bulunsun diğer taraftan sema alabildiğine kararsın bulutlar birbiri üzerine yığılarak kesif kütleler husule getirsin berkler çaksın ra’dlar gürlesin de o böyle bir gecede korku içinde kalmasın? Yahud içimizde kim vardır ki günün birinde behemehal öleceğini düşündükçe heyecana düşmesin ve o heyecan pençe-i mevt kendisine doğru uzandığı zaman bir dest-i rehakar aramaya onu bila-ihtiyar sevketmesin! kaviyye-i mahsusedir ki kevnin mükevvini olan mübdi’-i Hakim ile onun kuva-yı gayr-ı mahdudu hakkındaki i’tikad... Yahud ta’birde biraz daha tenezzülü kabul ederseniz şöyle de diyebilirsiniz: Her zerrede te’siri meşhud olan bütün ka’inat üzerinde icra-yı siyadet eden şu kuvve-i uzma hakkındaki i’tikad hep o esas-ı metin üzerine ibtina eder. Ahmed Sakı Bey Matba’ası Ebu’l-Ula SIRATIMÜSTAKIM TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Temmuz KELAMÜ’L-MÜLUK MÜLUKÜ’L-KELAM niyet ve bu vesile ile te’yid-i revabıt-ı sadakat için Cum’a günü huzur-ı Hazret-i Hilafet-penahi’de na’il-i izz-i müsul olan bir hey’et-i muhteremenin Tanin refikimizde hülasaten münderic bulunan suret-i mülakatı risalemize mahsus olmak üzere tafsilen tahrir ve ihda olunmakla ma’a’l-iftihar kemal-i şükran ile dercine müsara’at olunur: Temmuz’un onuna müsadif olan bu Cum’a ne mübarek bir gün idi Allah’ım ki daha gecesinin zalamı bile envar-ı rahmet-i İlahiyyenin sereyanını istid’a eden bir revnak-ı mafevka’t-tabi’a bette pek çok hayırlar umulacağına “rega’ib” bir bera’at-i Humret-i latifesi afak-ı garbiyyeye kadar in’ikas eden bir fecr-i sadıkı ta’kıb ederek yıldızları münhasif eden hurşid-i şa’şa’adar bir sene evvel aynı günde mefarık-ı ümmete eşi’a-paş olan şems-i hürriyyet gibi pertev-nisar olmaya başlayınca muhit-i Darülhilafe’de bir galeyan-ı sürur ve sa’adet runümun oldu. Her yerde ümmet-i İslamiyye ve millet-i Osmaniyye Meşrutiyet-i meşru’alarının kafil-i hakıkısi olan Kanun-ı Esasi’yi istirdad etdikleri yevm-i mübeccelin sene-i devriyyesi şenliklerine tercüman-ı hissiyatları olan tezahüratı guna gun ile iştirak etdikleri gibi burada da tarz-ı meşru’-i saltanatın padişah-ı evveli olan halife-i zişan Sultan Mehmed Han-ı Hamis Hazretleri ordu-yı hümayunlarına şimdiye kadar emsali görülmeyen bir resm-i geçid icra etdirerek bu kitle-i mu’azzama-i hamaset ve şeca’atin bağy u istibdada karşı seyf-i meslul-i mehabet olduğunu izhar buyurdular. O gün zat-ı şevket-simat-ı padişahi salat-ı Cum’a’yı bi’l-eda zülen huzur-ı fa’izü’n-nur-ı hilafet-penahilerine kabul buyurulan bir hey’et arasında bu abd-i acizde bulundum. Biz o gün bir hiss-i kable’l-vuku’un ilcasıyla saray-ı hümayuna; mütehassir-i didarı olduğumuz muhterem mu’azzez bir pederin hak-ı payine yüz sürmek arzu ve iştiyakıyla gidiyorduk. Nerede o insanı insanlığından müteneffir mevcudiyetinden me’yus bırakan mazinin sanadidi. Nerede o yaldızlı duvarları içine milyonlarca halkın hukuk-ı tabi’iyyesini gömen emniyet hüsn-i zann ü niyyet ve hulus u samimiyyet gibi me’aliye mümkün değil mahall-i duhul olamayan saraylar kaşaneler.. Elhamdülillah işte onlar beşeriyetde bu evsaf-ı ber-güzideyi ma’dum farz edenler gibi mensi ve mün’adim oldu. Önünden geçerken başımızı çevirmeye mecbur olduğumuz emakine bugün kemal-i ibtihac ve iştiyak olan saray-ı hümayunun meziyyat-ı nazar-firibinden bahs edecek değilim. Bir çok muhteşem salonlar odalar tabi’iyyü’l-vücud şeylerdir. Benim en ziyade nazar-ı dikkatimi celb eden nokta muhit-i cenab-ı padişahideki safvet ve merasimdeki sadegidir. Hilafet-i mukaddese-i İslamiyye ile saltanat-ı mu’azzama-i Osmaniyyenin kuva-yı umumiyyesi şahsiyyet-i ma’neviyyesinde temerküz eden bir padişahın şu asr-ı medeniyyetde ma’zur ve makbul görülebilecek derecede müdebdeb bir muhiti olabileceğine kani’ olduğum halde te’min ederim ki saray-ı mu’alla-yı hükümranide gıbta bahş-i emsal olacak bir sadelik ve fakat za’ire behemehal hiss-i hürmet telkın edecek bir safvet ve samimiyet mahsus ve nümayan hükm etdim ki zat-ı hazret-i padişah zevk-i saltanatı sim ü zerle tedariki kabil olan debdebe ve darat ile değil kulub-ı ümmetde yer tutacak milletin ba’is-i feyz ü sa’adeti olacak amal ü ef’al ile ka’im biliyorlar. Ve şiyem-i farukilerinden her gün bir delil-i nevin ira’esiyle ümniye-i mukaddeselerinin bu ümmetin te’ali ve terakkısinden ibaret olduğunu heme an izhar buyuruyorlar. Bizzat Hazret-i Hilafet-penahi’ye ser-karin beyefendi delaletiyle mülakı olduk. Libasımız nasıl sade ve tekellüfden azade idi ise hazret-i padişahınki de öyle idi. Hey’eti ka’imen kabul tenezzülünde bulunan şevket-penah efendimiz te’aküb ve tevali eden iltifatları pek samimi ve tabi’i bir vaz’ u vakar ile bezl ediyor. Ve ma’a-haza bizlere asla tahmil-i minnet etmediklerini gösteren bir beşaşet-i fevka’l-ade ibrazıyla da kalblerimizi tatmin buyuruyorlardı. Hey’etin vazife-i resmiyyesine ta’alluku bulunan kısa ve mütekabil birer nutkun ka’imen te’atisinden sonra zat-ı hümayun-ı mülukane şu ulvi cümle ile mükalemeye devam buyurdular: Adalet müsavat uhuvvet bunlar gayet ali ve güzin kelimelerdir. Bu kelimelerin me’anisine vukuf hasıl oldukça memleketde de sa’adet husulü şüphesizdir. Zat-ı hazret-i padişahi tevzi’-i adalet te’min-i müsavat ve te’sis-i uhuvvet ile Osmanlılar arasında hakıkı bir ittihad husul bularak kafil-i hayat ve sa’adet olan bu kazayanın tamami-i sübutu halinde vatan-ı mu’azzezimizin mazhar-ı terakkı olacağını işaret buyurdukdan sonra zat-ı şahanelerince de nuhbe-i emelin bundan ibaret bulunduğunu: Memleketimizde meşrutiyet esasları yerleşdikçe bütün Osmanlıların na’il-i sa’adet olacaklarını lutf-ı Hak’dan temenni ederim. Cümlesiyle ifham buyurmuşlar ve esas-ı meşrutiyyetin bu nukat-ı mühimme ile ka’im ve emr-i şura ile idarenin fi’lhakıka bu hak-i pak-i Osmani’de mes’uden yaşamak için halk olunan efrad-ı millet arasında adl ü müsavatı bi’t-te’min te’sis-i kava’id-i uhuvvet ile hasıl olacağını tekrardan ve bunun için lutf-i Bari’ye dehaletden sonra: O vakit Osmanlılar zeval na-pezir bir sa’adet ve Netice-i kat’iyyesini pek tabi’i ve halen dahi bu akıbete pek müştak bir vaz’ ile bi’l-istihrac zat-ı hümayunlarınca hürriyet ve meşrutiyetin hulkı ve tabi’i olduğunu Ben hilkaten ve tab’an meşrutiyet-perver ve hür doğmuş bir insanım Kavliyle ityandan sonra efrad-ı hey’etin mensub olduğu cem’iyyet-i mukaddeseyi ima buyurarak: Sizler bu güzel esasları vaz’a hizmet ettiğiniz bu hususda sadakat gösterdiğiniz için şayan-ı tebriksiniz. ruf olan himmetin bi’t-tabi’ kendilerince pek kıymetdar olduğunu bu takdir-i ulvi ile de izhar eyledikden ma’ada: Cenab-ı Hak da bana bu devre-i meşrutiyetde padişahlık nasib etdi elhamdülillah. Cümlesiyle mazhariyyet-i vakı’adan dolayı gayret-i İlahiyyesini göstererek izhar-ı asar-ı adalet eden Hazret-i Allah’a hamd u senada bulunmuşlar mazi-i muzlime aid hatıratdan dahi bi’t-tabi’ tecrid-i nefs edilemeyerek: Devr-i istibdad beni de eziyor me’yus ediyordu. Cenab-ı Hakk’ın takdirat-ı İlahiyyesi bu vakte nasib Cümlesi öyle bir vaz’-ı dindarane ve mütevekkilane ile sarf ve irad buyurulmuşdur ki onu ta’kıb eden: İnşa’allah cümleten na’il-i sa’adet oluruz. Cümle-i du’aiyyesi olmasa bu huşu’-ı mehibe tahammül etmek za’if kalbimin karı değildi. Ma’a-haza zat-ı hümayun-ı mülukane zaman-ı idbar ve ıstıbarda ne derece müştak ve mütehassir-i hürriyyet olduklarını: Eğer ben devr-i istibdadda hükümdar olsa idim emin olunuz ki hürriyeti Meşrutiyeti kendim i’ta edecekdim. Hasbihaliyle i’lan buyurmuşlardır ki bi-mennihi’l-kerim zaman-ı sa’d-iktiran-ı padişahilerinde de’aim-i hürriyyet ve meşrutiyetin kemal-i metanetle kıyam bularak şekl-i meşru’ı hükumetin ile’l-ebed tezelzülden masun bir resaneti de dir. Hemen Cenab-ı Hak ömr ü afiyet-i şahanelerini müzdad buyursun. Zat-ı hümayunlarının cidden ve hakıkaten bu ümmet-i merhume ve millet-i necibe için bir eb-i müşfik add olunacak ve hürriyet ve Meşrutiyet uğurunda icab ederse bi’z-zat nefislerini feda eyleyecek bir halife-i zişan ve şehinşah-ı celilü’ş-şan olduklarına lutfen bize nakl ü iras buyurdukları şu fıkra da delil-i bahirdir: Bugün Hürriyet-i Ebediyye Tepesi’ndeki abidenin esasını vaz’ etdik orada taş ve çamur koyduğum sırada yorulduğumu söylediler. “Hayır yorulmadım değil bir taş koymak mümkün olsa idi de bu abideyi kendim kaldırsa idim duvarlarını bi’z-zat vursa idim yine şühedanın hakkını tamamen eda edemezdik” dedim. Ve o sırada şühedadan bir ikisinin akrabası gayet kederli idiler ağlıyorlardı onları tatmin etdim ve “işte bugünkü merasim şehidlerimizin a’la-yı illiy yindeki ruhlarını tatyib ediyor bina’en-aleyh siz bu cihetle de şayan-ı tebriksiniz” dedim. Bundan sonra be-tekrar mazhar-ı enva’-ı iltifat olarak arz-ı veda’ ile kalblerimiz mevzi’ine sığamayacak bir sevinç çarpıntısı ile daraban ettiği halde saray-ı hümayundan ayrıldık ve kemal-i sürur ve ibtihac ile huzuren ve gıyaben yekdiğeri tebrik ve tehniye eyledik. varid olmuşdur. Kur’an-ı Kerim’de de kalb-i safi ma’nasınadır. ta’biri melek-i vahyin Cenab-ı Ruhu’l-kuds yani ba’is-i hayat-ı hakıkıyye vasıta-i füyuzat-ı Rabbaniyye olan Cibril-i Emin aleyhi’s-selam benim kalb-i tab-nakime feyz-bar-ı reşadet olmuşdur ki hiç bir nefs-i beşeriyye istikmal-i erzak-ı mukaddere etmedikçe disine vasıl olur. Rızkın vusulü bila-taleb ve la-sebeb dahi olabilir. Nasıl ki bazen kesret-i mesa’i ile beraber matlubdan hırman tereddüb eder. Fakat bu hallerin ikisi de bi’n-nisbe nadirdir. Bina’en-aleyh ne ihtimal-i evvele i’timaden terk-i taleb meşru’ olur ne ihtimal-i sani havfiyle bezl-i mesa’ide terahi ma’kul görülür. Bu halde daima ittika üzere olunuz taleb-i ma’işet babında meşru’ada sa’y ü isticlabe sa’ik olmasın. Nezd-i Bari’deki fevz ü berekete ma’siyetle neyliniz kabil değildir. Cenab-ı Risalet-me’ab efendimiz rızkın mukadder olmasını beyan buyurmaları akıbinde bizi taleb-i rızıkdan sarf-ı mesa’i-i zatiyyeden nehy buyurmuyor. Belki cümlemize talebde icmal taleb-i vakı’ı emr-i cemil ü hüsn add olunacak suretde ika’ etmekliğimizi emr ediyor. Talebin suret-i meşru’a üzere vuku’u bey’ ü şira ahkamını bilip şübühatdan tevakkı hile ve ihtikar gibi şer’an memnu’ olan teşebbüsatdan ifrat-ı hırs u tama’dan mücanebetle beraber munsıfane hareketle tahakkuk edebileceği emr-i aşikardır. Çarşı ve pazarlar suk-ı ticaret addolunan mahaller Cenab-ı Hakk’ın ibadı için küşade kılınmış ma’ideleri menzilesindedir. Oraya varid taleb-i ma’işete cahid olanlar nasiblerini alırlar. Çarşı ve pazara gitmek dad ü sitad ile iştigal etmekden ibaretdir. Sizden biriniz ipini alıp odun taşımağa gitmesi fazl ü gınaya mazhar bir adama varıp arz-ı ihtiyac etmesinden hayırlıdır. O adam gerek istediğini versin gerek vermesin. Her kim iltizam-ı tekasül edip de kendi nefsine –velev lisan-ı hal ile– bab-ı su’ali küşad ederse Cenab-ı Bari onun hakkında yetmiş aded fakr ve ihtiyac kapısı açar kalbini gina-yı hakıkıden mahrum kılar. duğunu su’al etdi ibadetle cevabını alınca emr-i idaresini kimin der’uhde ettiğini sordu. Muhatab: Biraderim dedi. Hazret-i İsa aleyhisselam: Öyle ise biraderin senden abid imiş yani senin ma’işetini te’min ettiği cihetle asıl ibadeti biraderin Bu hadis-i şerifden ibadete hasr-ı evkatle bar-ı nafakayı ahar kimseye tahmil etmek emr-i makbul olmadığı müstefad olmakdadır. Bu halde dini dünyevi bütün veza’ifi ihlal himakle küfran-ı ni’met nazar-ı şer’de ne derece mezmum olacağı vareste-i izah addolunmak lazım gelir. . Lokman aleyhisselam oğluna hitaben “Kesb-i helal ile sahib-i yesar olmağa çalış. Çünkü fakır olan kimse daima üç şeye ma’ruz kalır. Umur-ı diniyyesinde halel akl u dirayetinde za’af mürüvvetinde noksan bulunur. Bunlardan başka ve daha müdhiş olmak üzere beni nev’inin istihfaf ve istihkarına düçar olur. İzzet-i nefsini kaybeder. . Hazret-i Ömerü’l-Faruk radıyallahu anh esna-yı hutbede cema’ate hitaben “Ya Rabb! Beni merzuk eyle deyip de taleb-i rızkda tekasül etmeyiniz bilirsiniz ki üzerinize gökden altın ve gümüş yağmaz bunlara talib olan esbabını taharri etmelidir.” . Yine müşarun-ileyh hazretleri hadikasında ağaç garsiyle meşgul olduğunu gördüğü zaman Muhammed bin Mesleme nam sahabiye hitaben “Pek büyük isabet! Bu yolda hem şeref-i zatisini ibka etmek isteyen ihraz-ı servetden başka vasıta bulamaz” buyurmuşlardır. Kelam-ı ahirlerinde de şöyle varid olmuşdur: “Ehl ü iyal için mübaya’at bey’ ü şiraya da’ir mu’amelat ile iştigal esnasında ölmek gazada ifna-yı hayat kadar şereflidir” Tabi’in-i kiramdan İbrahim Nah’i rahimehullah “Nezdinizde tacir-i saduk ile zahid-i müte’abbidin hangisi efdaldir” diye müraca’at edenlere cevaben “Bence tacir-i saduk muhafaza-i lacağından mertebesi bala-terdir” demişdi. Hasan Basri hazretleri bu re’ye muhalifdir. Ekabir-i ashabdan Abdullah bin Mes’ud radıyallahu anh “Ben bir kimseyi ne dünya ne ahiret umurunda olmayıp fariğ ve mu’attal görürsem gayet müte’essir ve müteneffir olurum”. esnada şiddetli bir fırtına zuhuruyla emvac-ı derya mütelatım herkes bim-i can ile muztarib ve müte’ellim olması üzerine: Aman efendim! Halimiz ne olacak! Ne dehşetli belaya tutulduk... Diyen rüfekasına hitaben: “Bu bir şey değil! Asıl şiddet insan esir-i atalet olup da ihtiyac-ı daimiye giriftar olmakdır.” buyurmuş idi. Tabi’inden Ebu Kılabe r.h. bir dostuna hitaben: “Seni ticaretle meşgul gördüğüm zaman zaviye-i mescidde ka’im görmekden ziyade memnun olurum. Çünkü meşgale-i ticaret hüsn-i niyyetle olunca ibadet-i müte’addiye add olunur.” Ekabir-i sufiyyeden Ebu Süleyman Darani hazretleri bir müridine hitaben Yani bizim nazarımızda gayri kimesnenin minneti tahtında ta’ayyüş edip de ayaklarını namazda tasfif etmek ibadet-i kamile değildir. İbadete ragifeynini va’-ı sa’ireyi ifaya çalışmalısın” buyurmuşlar. Beşeriyeti teşkil eden muhtelif akvamın vird-i zeban eylediği bu kelimenin mana-yı hakıkısinden çokları bi-haberdir. Halkın bir kısmı şeref[i] muhteşem kaşaneler mu’alla binalar vücuda getirmek tavanları duvarları yaldızlara garketmek bir sürü hadem haşem beslemek küheylanlara muhteşem arabalara binmekden ibaret zannediyor. Diğer bir kısmı şeref kıymetdar müzeyyen libaslar giyinmekde elmas gibi yakut gibi zümrüt gibi giran-baha cevherler taşımaktadır zannında bulunuyorlar. Daha başkaları şeref beylik paşalık gibi rütbelerde yahud filan sınıfın filan derecesinden verilen nişanlardadır vahimesini besliyor. Bir halde ki herif kardeşinin mamelekini gasbediyor; akrabasının yahud ebna-yı milletinin yahud vatandaşlarının hanümanını yıkıyor da kendisine bir köşk yaptırıyor. Sonra o köşke bir çok paspanlar bir çok hizmetkarlar doldurarak bu suretle ebedi bir mecde sermedi bir mefharete na’il olduğuna varsa yoksa şerefin kendi halinden Bir takımları ise bala-yı unvanına bu elkab-ı fahireden birini asmak göğsünü bir nişan yahud bir nıtak-ı mefharetle tezyin edebilmek için gecesini uykusuzlukla gündüzünü bin türlü endişelerle geçiriyor. Matlabına vusul için müraca’at edeceği vesail mahiyet i’tibarı ile ne olursa olsun indinde müsavi. İsterse o vesait memleketlerin harabiyetine milletin perişanisine sefaletine sebeb olsun o şahika-i şerefe yükseldiğine kani’ oluyor. Biz bu gibi evhamın insanlardan pek çoğunun ezhanında hakıkat olmak üzere telakkı edildiğini görüp duruyoruz. Lakin zannetmeyiz ki bunların cemal-i hakkı görecek gözleri büsbütün kör olmuşdur da hatalarını hakıkatten inhiraflarını farketmiyorlar. Kaşaneleriyle hademiyle haşemiyle i’lan-ı mübahat eden bir adam kendini hakkıyle te’emmül edecek olsa acaba ne bulur? Samim-i mevcudiyyetinden duymaz mı ki medar-ı mübahat addetmekde olduğu bu gibi esbabı cem’ ettikden başka tasavvur edilebilecek ne kadar şeyler varsa hepsine malik olsa bütün müktesebatı içinde nazarında en aziz olması tabi’i bulunan kendi zatı kemal namına hiç bir şey istifade etmiyor; kazandığı bütün şeyler kendisine karşı ecnebidir? Aradaki nisbet onları elde etmek bat-ı zaman bu hususda kendi mevki’ine varan yahud daha sıfat ve cevahir-i zat namına neye malik iseler onunla bırakmışdır? Bu gibi felaket-zedeganın esasen kemal-i insaniden bir hazzı yok ise o ariyet esbab-ı ala gittiği gibi kendileri de tabakat-ı safile arasına inerek artık kulub-i nasda hiç bir mevki’-i şerefleri kalmıyor. Kendi zatında hilye-i fazilet yahud zinet-i kemal bulunmayarak sırf arayiş-i maddisiyle libas-ı fahiriyle mübahat eden bir adam o esbab-ı müste’ar-ı tefahürden tecrid olununca ne hale gelir? Üryan ve sefil dolaşan fukara ile bir olmaz mı? Bu gibi şeyler ile mübahi olanlar kadınlarla müsavi olduklarını anlamaz mı? Rütbesiyle nişanıyle kurulan bir adam o nişanı takmazdan o rütbeye yükselmezden evvel bir mevki’ yahud bir kemal kazanmamış ise bu halinde ne ehemmiyet tasavvur edebilir? Bilmez mi ki göğsünden o nişan isminden o rütbe kaldırılacak olsa yine eski dereke-i muhakkariyyete inecekdir? Rütbesinden dolayı bazı sathi nazarlar nezdinde na’il-i tekrim olsa bile anlamaz mı ki bu ta’zim o rütbeyedir yoksa sahibine değildir? Şimdi bu ta’zim-i seriü’z-zeval bir hareket-i ariziyye yahud daha doğrusu kalb ile teması olmayan zahiri merasimden ibaret olmaz mı? Evet bu gibi şerefli elkab şerafeti bütün alemin mazharı ve o lakab sami’inin efkarını o emr-i hayra sevkedecek olursa tabi’i kıymeti büyükdür. Nasıl ki bütün ukala-yı beşerin mebguzu olan bir hareketi müte’akıb alınan nişanlar rütbeler sahibine şan değil şeyn vererek hiç bir kıymeti olamaz. Nazar-ı im’anını aç ahvali te’emmül et hataya düşme. Çünkü savabdan o kadar uzak değilsin: Düşmanları tarafından Plevne Arslanı namıyle yad olunan Gazi Osman Paşa kazandığı rütbeyi lakabı mevki-i refi’i ancak milletinin hukukunu müdafa’a dininin şanını i’lan ettirdikden sonra ihraz eyledi. Halbuki yine diyar-ı İslam’da öyle ümera gördük ki düşman askerinin önüne geçerek kendi memleketlerinin kapılarını rak İngiltere hükumeti gibi bir hükumetden rütbeler mansıblar aldılar. Bugün İngilizler o memleketlerde öyle bir suretde yerleştiler ki zavallı müslümanlar onları çıkarmak için uğraşıp duruyorlar. Şimdi bir Gazi Osman Paşa’nın sine-i hamasetindeki nişanın mevki’ini göz önüne getirin; bir de yine o nişanın şu beyinsiz şu sersem heriflerin mülevves sadırlarındaki mevki’ini düşünün! Zannederim şu iki mevki’i nazar-ı im’ana almak suret-i kafiyede isbata kafidir ki nişanlar rütbeler istihsali alçaklığıyle de alçalır. Şerefin ma’na-yı hakıkısini anlamayıp da guna gun vehimlere kapılan şu muhtelif sınıflardaki halk acaba nereden yanılıyorlar? Bilmiyorlar mı ki sahibi için hiç bir zaman nisyana mahkum olmayacak bir yad-ı cemil te’min eden libas-ı fahir hun-ı hamiyyetle boyanan ruh-ı şehametle yıkanan sevb-i tahirdir. Ancak milletine mecd ü şan kazandırmak için kana boyananlardır ki hatıra-i hamasetlerinin huzurunda sesler diner yürekler en büyük bir hiss-i ihtiram ile daraban eder. Hala öğrenmediler mi ki ezkar-ı mefahiri semalara kadar yükselen ebrar varsa milletinin bir hakk-ı magsubunu mak için mahbes köşelerinde zindan bucaklarında ifna-yı ömür edenlerdir? Zannımca muhteşem kaşanelerin mutantan sarayların üst katına çıkarak gayet nazar-firib bir tarzda tarh edilmiş bahçelerini kemal-i mübahat ile temaşaya dalan sa’adethanelerinin altından geçen ibadullaha bu kadar yüksek bir mevki’den atf-ı nigah eden bütün hayatlarını na’il oldukları leza’izden istifa-yı hazza tahsis eyleyen adamların bu alemde hiç bir yad-ı cemili kalmayacağı gibi hayatlarına mevcudiyetlerine aid bütün şu’un malikanelerinin daire-i hududu dahilinde mahsur olup ondan harice çıkamaz. Bunların vaktiyle naz ü na’im içinde yaşayan ipekli sırmalı libaslar siyab-ı fahiri bırakarak bu alemden hiç bir şey anlamadan gidenlerden hiç bir farkı yokdur. Hiç eslaftan birini işittin mi ki filan nişana na’il olmuş yahud filan rütbeyi ihraz etmiş olduğu için ebna-yı beşer arasında bir yad bırakmış olsun? Evet alim idi fa’al idi civanmert yıkdı şunu ihya etti bunu ifna etti.. gibi alemde bir eser-i sabit bırakan harekatı yad ederler. köşkü var mı idi yok mu idi suali kimsenin hatırına gelir mi? Hangi sersem vardır ki Birinci Napolyon’un siretini oturduğu köşkte yahud taşıdığı libasta arasın? Acaba gelip geçen bu kadar e’azım ihraz ettikleri menazil-i bülend-şerefi köşkler saraylar yaptırdıktan naz u naim içine daldıktan sonra mı ele geçirdiler? Yoksa o yüksek meratibi hakimiyet ve siyadetle fütuhat ile muzafferiyat ile mi istihsal eylediler? memleketi yüz üstüne bıraktı mecd-i kadimini hiç ma’nası medlulü olmayan bir takım kemalata değişdi; rütbeler nişanlar na-ehillere bezlolunup dururken bir rütbeye yahud bir nişana na’il olmakla iktisab-ı şeref eylediğine -vicdanına rağmen- kani’ oldu. Bu milletin efradı samim-i mevcudiyetlerinden yükselen sada-yı hakkı dinleseler kalblerinden huruş eden enin-i tel’ine kulak verseler nazar-ı im’anı açıp da muhitlerini biraz temaşa etselerdi o zaman tevehhüm ettikleri gibi mevki’-i şerefde değil en vapesin bir dereke-i zillette olduklarını şerefin ma’nasını yanlış anladıklarını istihsal-i şeref için yanlış yol tuttuklarını yakınen anlarlardı. Bu milletin efradı vatanlarının muhat olduğu felaketi ahlafa bırakacakları ar ve mezelleti bilselerdi üzerlerindeki rütbeleri nişanları koparıp atarlardı da şeref-i hakıkıyi istihsale sebük-bar olarak koşarlardı. Şeref mu’ayyen mahdud bir hakıkatdir ki şera’i-i İlahiyye onun mahiyetini izah etmiş ukala-yı beşer de layıkıyle tahdid eylemişdir. Bugün mahiyet-i şerefi anlamayacak hiç bir insan yokdur; meğer ki basıra-i vicdanı büsbütün perdedar olsun. Şeref insan için öyle bir ziya-yı vicdan-rübadır ki nazarlar fikirler şu’a-i sermedisine incizab eder; öyle bir cemal-i fevkal-hayaldir ki kalbler füruğ-ı tecellisine hayran olur. Bu ziya-yı mübinin maşrıkı ise o hareketdir ki ya ebnayı milletini tehlikeden kurtarmak yahud leyl-i cehaletinden halas etmek yahud bir hakk-ı mağsubu istirdada sa’ik olmak yahud mecd-i kadimini ihtarda bulunmak yahud düştüğü mezleka-i felaketden kaldırmak yahud sebil-i reşadı göstermek yahud ahlak-ı umumiyyeyi tehzibe çalışmak yahud tefrika-dar olan efrad-ı cem’iyyeti ittihada getirmek yahud kalblerde mahkum-ı zeval olan hissiyat-ı hamiyyeti yeniden uyandırmak gibi bir gaye-i azime mü’eddi olur. Her kim şu saydığımız gayetlerden birine mü’eddi bir amel-i hayırda bulunacak olursa her ma’nasıyle şeref sahibidir isterse kemal-i fakr içinde yaşasın barınacak bir meskeni olmasın da dağlarda tepelerde dolaşsın yiyecek bulamasın da hudayi nabit otlarla teskin-i cu’ eylesin. Kazanmış olduğu hakıkı şeref kendisi için bütün esbab-ı refahiyetin yerini tutar. Cebin-i bülendinde parlayan o ziyayı mübin umuma kıblegah olur. Hayran nazarlar perişan fikirler o nur-ı rehakara doğru şitab eder. Hey’et-i zahiri ne kadar hakır olursa olsun hassas vicdanlar onun ihtişam-ı batınisini tanımakda güçlük çekmez surette ne kadar münferid bulunursa bulunsun meyl-i me’ali ile muttasıf kalbler etrafından bir zaman ayrılmaz. han-ı ruhu en muhteşem kasırlar en mu’azzam sa’adet-saraylar en nigeh-pira manzaralar en can-aşina simalar en sermedi nurlarla mala-maldir. Ne ali hayat ki kulub-i ümmette payidar oluyor. Ne büyük Evet vakı’a bir alay fıtrat-ı safile ashabı böyle hakıkı bir şeref kazanmış olan vücuda hücum ederler; biçareyi siham-ı ta’n ü tezyife hedef etmekten çekinmezler. İktisab-ı şeref namına bir takım reza’il-i a’mal ile i’tilaf eylemiş olan bu mahluklar nazarında onun parlak parlak muzafferiyetleri pek sönük görünür. Bunlar gülün şemim-i latifinden kaçarak murdar kokulara can atan ma’hud pis böceklere benzer! Büyük büyük işler gören bir merd-i fazıl için insanlıkdan nasibi olmayan bir takım esafilin hedef-i istihfafı olmak yahud bir alay nankörlerin ızrarına ma’ruz kalmak istib’ad olunacak bir şey değildir. Ancak hakıkat aranacak olursa bu gibi pespayegan kendileriyle eğleniyor kendi zararlarına çalışıyor demekdir. Zaten onlar da uzun müddet bu ama-yı gaflet leri adamın gars-ı yemini yetişir yetişmez meyvesini koparmakdan geri durmazlar. Ondan sonra da ağacı diken muhafazasına çalışan adama karşı teşekkür etmekden başka bir şey yapamazlar; velev o adam esbab-ı şeref tevehhüm ettikleri zevahirde kendilerinden dun bulunsun. Sonra uğrayacakları ceza ise nedametden vaktiyle yaptıkları fenalıkları anarak telehhüfden ibaret kalır. rim-i İlahi’ye mazhar olarak yaşadıkça mükerrem olur mihr-i mevcudiyyeti bu alemin ufkundan çekilince de şu’a’atı dünyadaki yıldızlara bedirlere karşı muhteceb olmaz. Evet vakı’a kendisi ölür cismaniyeti defin-türab-ı adem olur lakin beşeriyetin kalbinden ahlafın yadından hiç bir zaman gitmez. Nezd-i İlahi’de hayat-ı ebediyyeye mazhar olur. Onun hayatı ne güzel bir hayatdır! Mısır Müftüsü Merhum OSMANLI BAYRAĞI –Girid Burcunda– Damanını deryalar öpen burc üzerinde Şehbal-i mela’ik gibi peyveste-i afak Bekler geceyi sahir ü zinde Şarkın o büyük cebhesi bayrak! Ervah-ı e’azımla olup gah müşafih Pehna-yı sera’irde bilinmez ne fısıldar; Bazen düşünen hale müşabih Bir lahza durup sonra kımıldar. Mağlub-i teheyyüc gibi bazen de huruşan Bazen görünüp sahil-i Yunan Meş’um haberler verir engin... Ey heykel-i pür-an’ane timsal-i şeref ey Ertuğrul’un ahfadına terk ettiği ferman Ey harbe döküp saye-i Rahman Fevkındeki ervahı da işhad ederim ki Pamal edemez dest-i te’addi seni asla Kan olsa şu pişindeki derya Cebhen yere düşmez yine haşa! Sinin-i vefireden beri beyne’l-ulema kıyl ü kali mucib bazı mesa’il hakkında bu kere de ceride-i feride-i mu’teberenizde mübahesat ser-levhalı bazı istifsarat ile fukahanın bu babdaki tetebbu’atı istikra olunmuş ve acizlerince mesa’il-i mezkure hakkında fukaha-i izam ve müte’ahhirin-i kiram hazeratından mervi nukulün mahdudiyyetine mebni ta’yin-i mes’elede tereddüd husule gelerek ulema-i a’lam efendilerimizin bu babdaki tetebbu’ ve mütala’aları netayicine neşr edilmemiş olduğundan esatize-i kiramımızın bu hususdaki mütala’at ve tetebbu’atlarının neşriyle uzak ve küçük memleketlerde mukaddes vazife ile meşgul evladlarını tereddüdden halas buyurmaları ricasıyla acizane bazı mütala’alarımı Sıratımüstakım’e gönderiyorum. Her ne kadar ma’lumu la’atına ihtimal ki bir vesile teşkil eder ümidi bu hususda medar-ı teşvik olmakdadır. Ve minallahi’t-tevfik ve’lhidaye. Şimdiye kadar memleketimizde bir günlük hilalin rü’yeti mümkün olamadığından savm ve iftar için iki şey ile amel etmekdeyim: Birincisi istifaza ki livamızdan cemm-i gafir gelip tevatür derecesinde haber vermeleri. İkincisi livamızca rü’yet-i hilal sabit olup ve hükmün dahi luhukuyla i’lam ve Telgraf ’da icad olunup tarihinde vuku’a gelen vakı’a mes’eleyi halle kafi zannolunur ise de telgraf ve telefon ve telsiz telgraf gibi vesa’it ile amel olunup olunmayacağında şimdiye kadar fukaha sükut etmişlerdir. Fakat şu mezkurat ile amel dahi kava’id-i fıkhiyyeden istihrac olunabilir. ’daki vak’a: Şa’banü’l-muhteremin yirmi dokuzuncu günü isneyn gecesinde Dımeşk-i Şam’da istima’ olunan şehadet ve müftünün fetvası üzerine Ramazan’ın sübutu ve orucun farziyyetiyle hüküm olunup Ramazan’ın duhulü ve nasın sa’im olmaklığı i’lan olunması üzerine bazı Şafi’iyye bu hükmü nakz murad etdiler ve zu’m etdiler ki Ramazan’ın evveli olması sabit olan isneyn günü sabihasında bir cema’atin hilali gördüklerini nasın bazısı haber veriyor. Şu halde şu isbat Şafi’i ve Hanefi’de sahih olmaz. Zira hem akşam hem sabahı hilalin görünmesi asla mümkün olmadığından bizim müneccimlerimiz indinde aklen mümteni’dir. Öyle ise şehadet ve hüküm akla muhalifdir. Mezhebeynin ittifakıyle şehadet ve hüküm batıldır. Ve zu’m ettiler ki hüküm aslından sahih değil ve hata-yı sarihdir. Zira Sultan o hakimi bir sene için hakim kıldı. Senenin ahiri ise gurre-i Ramazan’ın duhulüyle kazadan ma’zul olup hükm-i masturu sahih değildir. Za’im şehrin hakimin hükmü ve hükümden sonra sübutunu ve aleyhine hükmün sıhhatini derk edemedi. Bazı Şafi’iyye bu hükmü kütüb-i Hanefiyye’den Bahr’in kaziyyede hakimin hatası üzere dalle buldular ve zu’m etdiler ki Hanefiyye şu mes’ele-i zahirede mezheblerini fehm edemiyorlar. Şu halde hüküm her iki mezhebe nazaran dahi muhalif oluyor. Vak’a avam ve cahiller beyninde şuyu’ buldu ve haber bilad-ı İslam’dan çoklarına müstefiz oldu. Bazılar ehl-i Şam gibi yevmü’l-isneynde sa’im oldular; bir takımı da salifü’zzikr Şafi’iyye re’yinde bulundular. Mes’ele büyüdü kıyl ü kal çoğaldı. İşte o zaman şu za’imler için mezhebleri üzere hata ettikleri yakınen tebeyyün etdi ise de bazıları biz bu mübahesat-ı Hanefiyye’nin hilafından huruc için yapdık ve Hanefiyye bu mes’elede mezheblerini bilmiyorlar demeye kadar vardılar. Halbuki bu iddi’aları doğru değil idi. Bilmez miyiz ki mes’ele mes’ele-i icma’iyyedir. Mes’ele-i icma’iyyede ise ha-i izamın akvalini cem’ ve bu babdaki mütale’atını beyan sadedinde Tenbihü’l-Gafil ve’l-Vesenan risalesini vücuda getirdi. Hilal-i Ramazan’ın ne ile sabit olacağı ve gündüzün rü’yet-i hilale ve nücum ve hesab ulemasının akvaline ve metali’in ihtilafatına dair olan ahkam-ı şer’iyyeyi dört fasılda beyan etdi. Müşarun-ileyhce muhtar olan akval fetva suretinde tasvir olunarak Sıratımüstakım’in kırk dördüncü nüshasına derc edildiğinden tekrar izaha ihtiyac kalmayıp şu mesa’il-i hilaliyyeden bazı ehemmi hakkındaki mütale’atımı acizane terdif edeceğim. Bir müftü hesabın kat’i olup ... hadis-i şerifinde olan nehy ile ilmü’l-ahkamı murad eder ve mevakıt-i salat ve kıble bilinecek kadar ilm-i hesab ve nücumu ta’allüm ca’iz olduğu için mesela müneccimun ve hesabiyyunun filan gece ay tutulacak filan gün hilal-i Ramazan zahir olacak dedikleri mücerred hesabdır. Nehyde dahil değildir diyerek sahib-i Eşbah ve Kadi ve Cemi’u’l-Ulum sahibinin kavilleri ve İbn-i Mukatil’in müneccim ve hesabiyyuna su’al olunur ve bunlardan bir cema’at ittifak eder ise sözlerine i’timad olunur “Zira ümmet dalaletde ictima’ etmez” kavliyle amel edip müneccim başının takvim-i resmisi ile mesela gurre-i hilal-i şehr-i Ramazan isneyn gününden mu’teberdir deyü fetva verir ve ol fetva ile o günün hakimi isneyn gününün Ramazan olması ramdır. Gurre-i hilal-i Şevval dahi böyle olup ber-minval-i muharrer hükm ve i’lam verilir ise ol gün oruç tutmak haramdır. Fakat ’de sadır olan i’lam ol senenin Ramazan’ına mahsus olup şimdi onunla amel olunmaz. Hamd olsun biladımız hakim müftüden hali değildir. Kaza ve kefaret lazım gelip gelmeyeceği ve müntesibin-i ilm-i hey’etin sa’im olup olmayacağı şu beyandan anlaşılacağı gibi Ten bihü’l-Gafil risalesine dahi müraca’at olunur. Gelelim telgraf telefon telsiz telgraf mes’elesine: Müctehid-i gayr-i müntesib her ne kadar zamanımızda tecviz olunmaz zaman müctehidden hali değildir. Fukahanın kava’id-i fıkhiyyeleri meydanda oldukça bu babda büyük tereddüde mahal görmem. Zira fukahamız bir mısrda Ramazan veya Şevval sabit olduğunda sa’ir nasa lazım gelir. Ve zahir mezhebde ehl-i mağribin hilali rü’yetiyle ehl-i maşrıka lazım gelir diyorlar. Şu halde mesela kazamıza nisbeten dokuz sa’at mesafede Karahisar ile Akşehir ve yedi sa’at mesafede Aziziye ve daha uzak bir mahalde rü’yet-i hilal sübut bularak mebde-i Ramazan veya Şevval için hüküm olunup i’lam-ı şer’i sudur edip kazamızca rü’yet-i hilal mümkün olamayıp rü’yet-i hilal sabit olan mezkur mahallerden birinden resmen telgraf ile ihbar-ı keyfiyyet olunup ve bizim için yakın hasıl olduğunda bizde iki hal meydana gelir: . Ramazan gurresi ise kazamızca rü’yet veya istifaza helal. . Şüphesiz ve yakınen biliriz ki telgraf-ı resmide hilaf olmaz. O gün Ramazandır. Orucu tutmamak haram. Hurmet canibini tercih ile telgraf ile amel edip o gün Ramazan orucunu tutmak ve Ramazan’ı i’lan etmek vacibdir. Şevval ayı i’tibar olduğunda yine böyledir. Şevval ayının gurresi telgraf ile haber verildiğinde yine memleketimizce sabit olmadığından oruç tutmak helal ve lazım yakınen bayram olduğunu bildiğimizden oruç tutmak haramdır şu halde bayram yapmak vacibdir. Telefon ve telsiz telgraf da böyle. Şahid bir şey’in sıhhatini anlamak için meşru’dur. Şu vesa’it ise bir şey’in hakıkat ve sıhhatini haber verir öyle ise bunlar ile amel ca’iz ve lazımdır. Fakat evla olan Ramazan sabit olan memleketin hakimi diğer hakime şahidlerle i’lam yola çıkarıldı diyerek telgraf ile ma’lumat vermek gerekdir. Akval-i fukahaya tebe’an işte mutale’at-ı acizanem bundan retleri ve emsali gibi ulema-i zevi’l-ihtiramımızın ve Cem’iyyet-i diriğ buyurmalarını an-samimi’l-kalb temenni eylerim. Allahu muvaffakun külli hayr. Bundan evvel mekarim-i ahlak ve sa’adet-i dareyne tahsis etmiş olduğum bir makalede: İnsan mahiyeti icabınca behemehal sa’adet-i faniyye ve bakıyye namıyla iki türlü sa’adete müftekır ise de maksad-ı aksası sa’adet-i bakıyye olduğunu şu kadar ki bunun mevkufun aleyhi de sa’adet-i faniyye bulunduğunu ve bu sa’adetlerin ikisine birden na’il olabilmek için mutlaka mekarim-i ahlak ile ittisaf lazım geldiğini ve bu da ancak mukteza-yı fıkh-ı şerife tamam-ı müra’atla husul-pezir olabileceğini mücmelen ve müdellelen söylemiş idim. Fıkh-ı şerifin mukteziyat-ı fevz-gayatına kema yenbaği müra’atın keyfiyyetini inşa’allah ileride bi-kadri’limkan beyan etmek üzere bu makalemde dahi mesavi-i ahlakı lakin ale’l-ıtlak değil belki istibdad ve meşrutiyete kabil-i bahs edeceğim. Vallahü’l-mürşid. Evvel emirde şu noktaları kemal-i dikkatle kayd etmek lazım gelir ki mü’ebbeden fenaya mahkum olmasını Hudayı lem-yezel hazretlerinin eltaf-ı bi-nihayesinden ihlas-ı tam gibi ebediyyen beka bulmasını bütün kalbimizle istediğimiz meşrutiyetin mebnası da hüsn-i ahlak olacakdır ve bu kaziyyelerin sıdkında benim tagayyür ve tezelzül kabul etmez bir kana’at-i mutlakam vardır. Şimdi bunları birer birer tedkık edelim: Evvela birinci kaziyyeyi ele alalım: Bu babda tereddüde mahal görmeyerek tekrar ederim ki: Tahatturu bile dilhiraş olan o menhus istibdadın temeli nokta-i istinadı en şamil ma’nasıyla su’-i ahlakdır. Çünkü istibdad Halık-ı hakim hazretlerinin fıtrat-ı mümtazeye mazhar kıldığı insanı hasbe’linsaniyye ha’iz olduğu hukuk-ı tabi’iyyeden mahrum kılmak şöyle ki insanın en kat’i ve mukaddes hakk-ı tabi’isi olan hürriyetini daha doğru ta’birle insaniyyetini selb ederek onu beha’ime ilhak eylemekdir. İstibdadın buradaki ma’na-yı ma’rufu bundan ibaret değil mi? Yani insan Halık’ının ihsan-ı vacibü’ş-şükranı bulunan hukuk-ı asliyyesinin aksam-ı mühimmesinden müstefid olamayacak o takdirde sa’ir behayimden pek de farkı kalamayacak. Halbuki böyle bir hal-i felaket-me’ale ma’ruz kalmak za’af-ı ahlakın bir netice-i meş’umesi olduğuna ben eminim. Evet bütün vicdanımla kani’im ki metanet-i ahlakı muhafaza edip duran bir kavim –bazı istisna’atdan kat’-ı nazar– her zaman her yerde muhafaza-i hukuka da muvaffak olur. Bir kavmin hüsn-i ahlakına halel gelmedikçe o kavim için bela-yı istibdada giriftar olmak yokdur. Çünkü istibdada gerden-dade olması için insanda hiss-i mukavemet kalmamak dimağını meskenet acz kaplamak lazım gelir. Bu da su’-i ahlakın tevlid edegeldiği bir hal-i elimdir. Zann-ı acizaneme göre avamil-i maddiyye ve ma’neviyye eden bir şey tasavvur olunamaz. Fesad-ı ahlak izmihlal-i akvamın bir mukaddime-i beyyinesidir. Tarih-i umumi nazar-ı dıkça o kavim münkariz olmamış bi’l-aks safvet-i ahlakını muhafaza edemeyen akvam akıbetü’l-emr helak olmuşlardır. Bunun için küre-i arzda ta bidayet-i hilkatden bu ana değin ne kadar müstebid hükümdarlar gelmiş ne kadar hükumat-ı müstebidde te’essüs etmiş ise hep milletlerinin za’af-ı ahlakından istifade etmişlerdir. Bina’en-aleyh beyanat-ı sabıkamızın bir kaziyye-i muhkeme olduğunu bilen ve milletini kendi amal-i harisanesine esir ve feda etmek isteyen bir takım alçak hükümdarlar maksadlarına kolayca vusul için her şeyden evvel hüsn-i ahlakı müdhiş bir suretde baltalamışlar; bu hususda her ne yapmak lazım gelirse yapmışlardır. Abdülhamid-i Sani dahi misli na-mesbuk bir istibdad-ı vatansuz temelini vaz’ edebilmek için evvel be-evvel bu millet-i necibenin ahlakını bozmağı düşünmüş istihsal-i emel babında tevessül etmediği veya etmek istemediği vesa’it-i mel’unane kalmamışdır. Bunlar o kadar çok ve mütenevvi’dir ki saymakla biter gibi değildir. Yalnız şu kadar diyebilirim ki: En birinci vasıta olmak üzere memleketimizde şu’le-i irfanı itfa erbab-ı ulum ve fünunu ale’l-husus hürriyet-perveranını birer suretle ifna eylemek tarik-ı İblis-pesendanesini daris-i irfanımız medreseler mektebler kamilen ruhdan tecrid emr-i ta’lim ale’l-ekser ve bi’l-iltizam biganelere terk efkar-ı aliyye ve münevvere ashabı enva’-ı suver ü eşkal ile kahr tenvir-i fikre hadim olabilecek bi’l-cümle mü’ellefat-ı mühimme bila-istisna men’ ü mahv edilmiş idi. Şu ahval-i mü’essife dolayısıyla memleketimiz başdan başa zulmet-i cehl içinde kalmış ve bu yüzden tedricen ahlak-ı millet dahi ma’at-te’essüf bozulmuş olmasından bi’l-istifade o zalim artık bu millet-i mazlume üzerinde keyfe ma-yeşa icra-yı mezalim edebilmişdir. Şu izahat-ı mü’ellime bizi başka bir hakıkate de irşad ediyor ki o da fesad-ı ahlakın başlıca menşe’i cehl olmasıdır. Fi’l-vaki’ cehalet bir sehab-ı muzlim şeklinde afak-ı vatanı fi’a yavaş yavaş za’il olarak yeniden bir takım efkar ve adatı batıla ve muzırra peyda olmaya başladığı bi’t-tecrübe sabit olan hakayıkdandır. Nitekim devr-i Hamidi’de bizde böyle olmuşdu. Halkın seviyye-i fikriyyesi bir derekeye tenezzül etmişdi ki Abdülhamid gibi azlem bir padişaha suret-i mutlakada yani hiç bir kayd u şarta tabi’ olmayarak ita’ati veza’if-i diniyye ve ahlakiyye cümlesinden zan ve i’tikad ediliyordu. Hatta daha fenası şu ki: Bu zan ve i’tikadın yanlış olduğuna ka’il olan münevverü’l-fikr erbab-ı imanın bimuhaba tekfiri cihetine gidiliyordu. İmdi hakka’l-insaf düşünelim: Bu mertebe cahil bir halk o derece şeytan bir hükümdarın tulabilir miydi? İ’tirafa mecburuz ki elbette kurtulamazdı. Çok şükür Allah’a ki mukaddes ordumuzu merraten ba’de uhra melek-i mü’ekkel gibi tahlisimize yetiştirdi de hürriyyetimizi temel taşı ahlak-ı seyyi’edir. Onun sebebi de cehildir. O takdirde cehlimizi izaleye çalışmalıyız. Bu vezir-i hatir cami’ avlusunun ön tarafdan sağ köşesinde medfundur. Akka’ya uğrayan Avrupa seyyahini cami’-i şerif avlusuna girip kabr-i vezir-i namdarı ziyaret ederler. Deve kasabı ma’nasınca “Cezzar” telkıb edilmiş olması Haric-i surda şehrin kenarında nebiyyullah Hazret-i Salih aleyhisselam ile sahabe-i kiramdan Ebu Atabe radıyallahu anh hazretlerinin makamat-ı aliyyeleri vardır. Ahali bu makamatı ziyaret edip teberrük ederler. Akka’ya Kabiri suyu namında gayet leziz ve hafif bir su gelir. Nefasetinden kinaye olarak “kabiren an-kabir” diye mutayebeler olunur. Bu su Safed kazasında Kabire isminde bir mahalden nebe’an edip vaktiyle muhkem mecralar ve kemerlerle Akka’ya getirilmiş olduğu halde sonraları şehre yarım sa’atlik mesafede yollar bozulmuş olduğundan oradan şehre merkeblere tahmilen “cerre”ler yani destilerle celb edilmekde idi. Bereket versin biz orada iken hükumet-i mahalliyyenin bir hayli müddet hab-ı girana dalmış olan azm ü himmeti uyandı da haricden taş künkler getirdilerek su kema fi’s-sabık şehre kadar isale olundu. Ve bu sebeb ile eslaf-ı kiramın bir çok vakit kısmen mu’attal kalmış olan eser-i mebrukleri bu suretle rü’esasından Mirza Abbas Efendi ve Gümrükçü Halil Efendi lerine kur’a isabet edenler kal’aya topçu alınır ve bi’l-münavebe kal’a ile limanda nöbet bekleyip nöbetden çıkınca hanelerinde umur-ı zatiyyeleriyle iştigale terhis edilirler idi. En büyük zabitden başka zabitleri de yerli idi. Yukarıda sebk eden kışlada bizim bulunduğumuz zaman bir süvari müfrezesi aramsaz olup kumandanı Kaymakam Macar Hurşid Bey kez taburu olduğundan Binbaşı rütbesine kadar redif zabitanı dahi var idi. Gümrük idaresinin denize nazır bulunan mevki’i latif ve Gümrükçü Karaferyeli Halil Efendi merhum ise gayet hoş sohbet bir zat olduğundan ale’l-ekser oraya gidip bahren gelen yolcularla berren etraf ve eknafdan zeytin yağı deri hububat yapağı susam beyaz darı bi’l-hassa mevsiminde Havran’dan buğday yüklü olarak gümrüğün önündeki meydana gelen develeri seyr ederdik. Mezru’at ve sa’ir mahsulatın nakli mevsiminde Akka’ya Havran ve sa’ir cihatdan yevmiye bin kadar deve gelip çıktığı olur. Ekseriyyetle Avrupa sevahilinden bir çok yelkenli veya buharlı cesim cesim vapurlar gelerek şu mehasil-i mütenevvi’ayı yükledip götürürler. Bazen sahilde zeha’ir ve mahsulat yükletmek için yirmi otuz sefine bulunur. Bir gece denizde şiddetli bir fırtına zuhur etdi. Bir çok sefinenin karaya vurduğu haber alındığından ertesi gün herkes haric-i surda seyre çıkdı. Bir de ne görelim? Sahile çarparak parça parça olan gemilerin enkazından adeta azim bir memleket harabesi gibi bir manzara husule gelmiş... Yerlerde ca-beca buğday yığıntılarından tepeler.. kumlar üstüne yuvarlanan zeytin yağı fıçıları tıpalarını atıp yağlar saçılmasıyla kumlar bütün zeytin yağı kokuyor.. Sefineler ile hamuleleri sigortalı olduğundan ashabı mutazarrır olmadı. Akka’nın vaktiyle askerlikce ha’iz olduğu ehemmiyyet-i fevka’l-adeyi hala muhafaza edip etmediğini bilmiyorsam da gayet mühim bir bendergah-i ticaret olduğu arz eylediğim şu ma’lumat-ı mücmele ile bunu mü’eyyed varidat-ı rüsumiyyesinden müsteban olur. Sa’ir milyon İstanbul kilesini mütecaviz zahire ihrac edildiği kuyud-ı resmiyye ile sabitdir. Akka’nın ihracatı mülkün sa’ir cihatındaki ihracatın ufak mikyasında bir nümunesidir. Hak-i feyiz-nak-i vatanın her cihetde semahat ve atiyyesi mebzul bir kenz-i la-yüfna olduğunu gördükçe insan ne azim ve mümtaz bir in’am-ı İlahiye mazhar olduğunu düşünerek müstağrak-ı sürur ve ibtihac oluyor lakin bunca mevadd-ı ibtida’iyyenin bir meblağ-ı zehid mukabelesinde harice akıp gittiği ve haricde bunlar destgah-ı san’atda i’mal olundukdan sonra bir kısm-ı kalilini verildiği tasavvur olununca bizim kabil-i afv olmayan teseyyüb ve ataletimiz göz önüne gelerek o surur u ibtihac mübeddel-i hüzn ü nefret oluyor. Biz bu derece lutf u kerem-i fıtrata na’il olmuşken çalışarak bunun hakk-ı şükranını edaya niçin şitaban olmuyoruz da istifadeyi yad ellere bırakıyoruz niçin şirketler kargahlar yapmayıp da mehasilimizden husule getirilmiş ma’mulatın müstehlikleri oluyoruz? Ataletin esbabını devr-i sabıkda buluyor isek artık o geçdi gitdi tarihin vaka’i-i salifesi silsilesine dahil oldu ona dahl ü ta’n ile dine göre teşebbüsata başlayarak telafi-i mafat edelim ve memleketimizin fıtraten servet ve zinetine azamet ve fehametine la’ik sükkanı olduğumuzu fi’len isbata çalışalım. Eğer sa’y ü gayret etmez ibraz-ı uluvv-i himmet eylemezsek akvam-ı müterakkıyeye tevdi’ etmiş olduğu mevahib ve atayayı bize de ihsan buyurmuş olan Rabb-i Kerim’e karşı küfran-ı ni’met etmiş olur ve bunun bu dünyada cezası olmak üzere hilkat-i insaniyye icabınca mazhar olduğumuz rütbe-i bülend-i izz ü şerefden sakıt olarak huda-negerde bütün bütün ecanibin pençe-i tahakkümüne düşeriz. Akıbeti hal ma’azallah böyle olsa artık i’zaz-ı kelimetullahi’l-ulya kavmiyye siyanet-i vatan ve şeref-i iyal mümkün olur mu? Kaymakam Hurşid Bey uzun boylu Türkçesi çetrefil feylesofane muhabbetlere dalar ifadesini tefhim-i meramına müsa’id olmadığı kadar me’ani-i amikadan bahse çalışır garibü’l-hal bir zat idi. Menakıb-ı acibesinden olmak üzere nakl ederlerdi ki Hurşid Bey Haleb’de iken bir gün adet-i belde üzere merkebe biner; fakat tul-i kametine nisbetle merkeblerin boyu kısa geldiğinden ayaklarını yukarıya büker bu hal ile giderken şehrin izdihamgah olan çarşısında ehibbasından birine tesadüfle sohbete daldığı zaman kendisinin merkeb üstünde bulunduğunu unutarak ka’imen ala ricleyh durmasıyla altından hayvan sıyrılıp gider; sohbet vasıl-ı hadd-i nihayet olunca bu iki yar-ı mülakı maceraya agah olmuşlar. El-uhdetü ale’r-ravi. Bir aralık Akka niyabetinde bulunan Yozgadi Mustafa Münib Efendi merhum ki mustalah söz söylemek merakı idi Hurşid Bey’le konuşduğu zaman mutlaka bir iki kelimenin hall ü izahı için bizim Nuri Bey’in tercümanlığına hacet mess ederdi. Mesela Hurşid Bey “kuru ot” diyecek yerde zamme-i sakıle-i mebsuta ile “kort” der; Münib Efendi bunun Fransızca bir kelime olduğuna zahib olarak Nuri Bey’den ma’nasını sorar; Nuri Bey o aralık başka bir şeyle meşgul bulunmuş olarak Hurşid Bey’in ne demiş olduğunu işitememiş bulunduğundan kendisinden Fransızca istizah-ı keyfiyyet ile “kuru ot” demiş olduğunu anlaması üzerine Münib Efendi’ye tebliğ ettikde: “Ha.. anladım kiyah diyecek kiyah” der bu def’a kiyahın ne demek olduğunu anlamak merakı Hurşid Bey’e gelerek: “Qu’est - ce qn’il dit mon cher?” diye su’al etmesiyle tercüman bey kiyahın Fransızca mukabilini bulup söylemeye mecbur olur. Bu haller “Gonstantinople” gibi frengane kelimelerde “darülhilafeti’l-aliyye” gibi bi’l-mukabele irad olunan ta’birat-ı mustalahanede tekerür eder idi. Tarafeynin bu hoş ifadeleri ve tebliğ-i meram vet katan telaşları ile meclis-i muhabbet şevka şevk olurdu. Yukarıda ismi geçen Mirza Abbas Efendi alim ve fazıl ve ahval-i asra vakıf bir zat-ı necabet-simatdır. Pederi Mirza Hüseyin Bahaullah Efendi karn-ı sabıkda İran’da Babilik mesleğini te’sis eden Seyyid Muhammed Ali El-Bab’ın Akka’da bulunan Babilerce halifesi add olunur. Beyrut’da Bestaniler tarafından neşr olunan Dairetü’l-Ma’arif’de mü’essis meslek ile Mirza Hüseyin Bahaullah Efendi’ye ve biraderi Mirza Subhiezel’e dair Efgani Cemaleddin Efendi’ye atfen bazı rivayat zikr edilmişse de ayin ve kava’id-i meslek Akka’da gayetle mektum tutulduğu cihetle rivayat-ı mezkureyi te’yid eder hiç bir vesikaya dest-res olunamadıkdan başka Bahaullah Efendi’nin haşa da’va-yı uluhiyyet gibi bütün bütün na-ma’kul ve garib bir iddi’aya kıyam etmiş olduğu hakkındaki ta’rizat-ı amiyaneyi cema’atin etvar-ı ma’kulesine nazaran şayan-ı tekzib görüyorum. Hele Abbas Efendi Hatemü’l-enbiya aleyhi efdalü’ttahaya efendimizi ne zaman yad eylese simasında bir incizab-ı ma’nevi müşahede edildiğine ve nam-ı nami-i Cenab-ı Risalet-penahi piraye-i lisan-ı tekrimi oldukça Fahr-i alem sallallahu aleyhi vesellem cümle-i tebciliyesine irad eylemesine ve şeyheyn-i mükerremeyn radıyallahü anhüma hazeratını dahi her dem kemal-i edeb ve ihtiram ile yad etmekde olmasına mebni bu cihetlere müteda’ir rivayatı dahi daire-i i’timada dahil olmuş rivayat-ı mevsukadan add edemem. etmiş Sıratımüstakım’in tab’ olunduğu matba’a da değiştirilmiş olduğundan Yad-ı Mazi’nin geçen nüshada tertib sehvlerince büyük akabeye uğradığını kemal-i hicab ve i’tizar bir hayli hati’at-ı tertibiyye zuhura gelmiş olup bunları tamamıyle lunduğundan yalnız şayan-i ihtar bulunanları ber-vech-i ati gösterildi: A’sar-ı tarihiyyeden hiç biri yokdur ki tedeyyün dediğimiz bu hiss-i tabi’iden mahrum olsun. Asrımızda ise his kesb-i za’af etmek şöyle dursun bilakis fikrin idrakin te’alisiyle mütenasib olarak daha ziyade kuvvet peyda eylemişdir. Hem insaniyet mirkat-ı kemalde bi’t-tedric yükseldikçe o da ilerleyip gidecekdir. Ma’a-mafih bu iddia kavl-i mücerredimizden ibaret zannolunmasın. Gözümüzün önünde feylesof Sepite’nin gayet mühim birtakım sözleri duruyor. Müşarun-ileyh demin bahsettiğimiz eserinde diyor ki: “Ben ne için mütedeyyinim? İşte şu suali nefsime irad mekte muztar görüyorum: Ben mütedeyyinim. Şunun için ki hilafına muktedir değilim. Evet tedeyyün benim zatımın levazımı cümlesinden bir lazım-ı ma’nevidir. Bana diyorlar ki: Senin bu halin verasetin yahud terbiyenin yahud mizacın te’sirinden münba’isdir. Ben de onlara diyorum ki: Vakı’a ben de bir çok kereler kendime bu yolda i’tirazlarda bulundum. Lakin gördüm ki bu kabilden mülahazalar meseleyi geriletiyorsa da halledemiyor. Kendi hayat-ı şahsiyyemde müşahede etmekde olduğum zaruret-i tedeyyünü hayat-ı ictima’iyye-i beşeriyyede daha kuvvetli görmekdeyim. Çünkü dinin damenine sarılmak hususunda o da benden geride değil. Bidayet-i emirde dört el ile sarılarak sonraları bıraktığım ibadat lüzumsuz yerde safvetini ihlal ediyor. Yani bunlar dine karşı bir nefret uyandırmaz Beyhude yere din tarih-i beşeriyetin sahifeleri üzerinde kan izleri ateş yerleri bırakıyor. Zira diyanet gayet kuvvetli bir nebat gibi etmiş ve edecekdir. Vakı’a bu nebatın meydandaki cüzurü binlerce defa kesilmişdir; lakin cezr-i aslisi suret-i daimede saklar fer’ler yetiştirmekden asla hali kalmıyor.” Daha sonra şu sözleri söylüyor: “O halde din muhalleddir zevalinin ihtimali yokdur. Hem de mürur-ı zaman ile menba’ının kuruması şöyle dursun efkar-ı felsefiyye ile tecarib-i mü’ellime-i hayat gibi iki mü’essir-i müzdevicin taht-ı te’sirinde olarak biz o menba’ın gittikçe derinleştiğini genişlediğini görmekdeyiz. Öyle derlenmesinler. Çünkü evvelkilerinin ferahıyle sonrakilerinin kederi her iki tarafın da dinin aslına menba’ına vukufu olmadığından ileri geliyor. Eğer bunlar kendilerini iyice tetebbu’ etmiş olsalardı dinin zevahir-i hariciyyesi ne kadar tehdid altında ise kendi hayat-ı dahiliyyelerindeki hayat-ı hakıkıyyesinin o kadar payidar o kadar masun olduğunu görürlerdi. Zevahir-i hariciyeden maksad bilahere dine karıştırılan hurafatdan ibaretdir. Hayat-ı insaniyyet diyanetle başlamış olduğu gibi diyanetle kesb-i kuvvet edecek diyanetle nihayet bulacakdır.” Haza hüve’l-hak. Bilad-ı medeniyye de artık tabayi’-i vicdanların te’aküsünden a’mal ile akaid arasında vifakın ma’dumiyetinden bıktı usandı. Öyle ya amal ve makasıdının en güzininden havas ve idrakatının en ulvi gayesinden mahrum olan tabi’atler kalbler melal ve vahşet içinde kalmaz da ne yapar? Fransa meşahir-i muharririninden Branja Revue’de diyor ki: “Ah ne olurdu ali karihalardan biri din ile ilmin üzerindeki perde-i ta’assubu yırtsa hiss-i dini ile fikr-i ilmi arasındaki alaka-i ekidenin hakıkatini setreden nikabı açsa da asırlardan beri bir çok nüfusu inletmekde olan şu illeti kökünden kaldırsa! Bu mazhariyeti ihraz edecek kariha-i aliyye sahibini ahlaf ne büyük bir ta’zim ile istikbal edecekdir!” Bütün şevaib-i vehmiyyeden faraziyat-ı zanniyyeden müberra bir akıde-i safiyye taharrisine tabi’at-i beşerin göstermekde olduğu bu şiddetli meyelan ondokuzuncu asrın en büyük mümeyyizatındandır ki ümmetlerin müstakbeline deki erkan-ı ilmin yegane meşgalesi olmuşdur. Revue’de şu “Bu mes’ele alem-i mütemeddinin meşgul olduğu mesa’ilin en mühimmidir. Çünkü milel-i mütemeddinenin istikbali bunun hallolunmasıyle ka’imdir.” Lakin acaba ukul-i hazıra bu mes’ele-i aliyenin hakıkatına vukuf için hangi tarikı ihtiyar etti? Evham ve zünundan müberra olan efkarın şua’atı hangi menfezden o maksada doğru teveccüh eyledi; tasavvur bu gaye-i ulviye yükselmek için hangi rüknü şayan-ı istinad buldu? Devr-i hazırdaki beşer Cenab-ı Hakk’ın nası meftur etmiş olduğu fıtrat-ı asliyyeye rücu’dan başka girizgah göremedi. Çünkü bilahere idhal olunan bir çok dalaletin edyanı usul-i evveliyyesinden çıkardığı ika’ edilen bir çok sadematın da edyanın esaslarını sarsarak onları merakiz-i asliyyesinden uzaklaştırdığı bugün sabit olmuşdur. Meğer ki müstesna olarak fıtrat-i evveliye zikrolunabilsin. Zira bu fıtratın edvar-ı insaniyyetin kaffesinde kemal-i safvetini istiklalini muhafaza eylediği berahin ile sabitdir. Henry Branja aynı eserde diyor ki: “İntikad-ı tarihi edyanın gayr-ı kabil-i tegayyür olan eşkal-i sabitesini de yıkmış ise de fıtrat-ı beşerde merkuz olan garize-i diniyyeye ta’arruz edememişdir. Hatta edvar-ı tarihiyyenin kaffesinde bu garizenin daim ve şayi’ olduğuna o muhtelif ilahların ise duğunu gösterdiğine bizzat şehadet etmişdir. Bina’en-aleyh her cihette her zamanda her yerde ibadat-ı ruhaniyyenin en ulvisinde nasıl ise edyan-ı veseniyyenin en adisinde de ayniyle insanın dua etmeye ibadetde bulunmaya kurban kesmeye ihtiyacı görülmüşdür. Bu bir şerare-i psikolojiyedir ki a’sar-ı maziyyenin külleri altında saklı iken tarih-i edyanın dest-i himmetiyle meydana çıkmışdır. Bina’en-aleyh o tarih bu şerareyi kat’iyyen söndürmeyecek müstakbele tevdi’ edecekdir. Edyan ise bu hissin bu garize-i diniyyenin hayali bir takım mezahirinden başka bir şey olmadığı için bütün asar-ı beşer gibi er geç mahvolacak lakin bu garize-i insaniyet durdukça duracakdır.” Tabi’at-ı beşer tarafından din-i fıtriye doğru gösterilen bu rücu’ zamanımızdan pek o kadar uzak bir şey değildir. Muharrir diyor ki: Artık din mes’elesinin halline muvaffakıyet elvereceğini ümid etmekteyiz. Hususiyle yüz seneden beridir ki diyanet-i batına meydana getirilerek Fransa kibar-ı felasifesinden bazıları tarafından kabul ve telkin olundu. bu diyanet-i cedidenin mürevviclerinden idi. Yakın zamanlarda da Ernest Renan Kiyo Şorpeh Septiye buna yeni bir kuvvet büyük bir hikmet verdiler.” Beşerin varabileceği gaye-i i’tikad olduğu ale’d-devam tekrar edilmekde olan bu diyanet-i cedide nedir biliyor musunuz? Geliniz bunu doğrudan doğruya Avrupa erkan-ı felsefesinden soralım. Bakınız feylesof-ı şehir Karo ne söylüyor: “Ka’inatı yaratan nazar-i inayetinden dur tutmayan avalim-i kevniyyeden nev’-i insaniden mütemeyyiz ve müstakil olan bir ilah-ı mürid vardır. Cism-i insanide zeka ve hürriyetle muttasıf bir ruh mevcuddur ki bir zaman bu cism-i maddide bera-yı imtihan mahbus bulunacakdır. O ruhun isterse cismi tathir ve tasviye ederek semaya doğru yükseltmek isterse kendisi maddiyat-ı kesife ile isti’nas eyleyerek cismi de pespaye bırakmak dest-i iktidarındadır. Ta’akkul taraftan bunlara i’tikad etmekdir diğer taraftan da bütün hürriyetlerin aslı menba’ı olan hürriyet-i ahlakiyyeyi i’tidalin nüfuzu altında bulundurmak ahlak-ı fazılaya kendi ism-i hakıkısini vermek – ki imtihan ve ibtiladan ibaretdir – ve onun garaz-ı hakıkısini tahdid eylemek – ki ruhu bi’t-tedric alaik-ı cismaniyyeden tahlis ederek sa’at-i mevte kemal-i zehadetle amade bulunmaktdır. Daha sonra da kanun-ı terakkınin vücudunu i’tiraf etmek fakat beşerin sa’adet-i maddiyye merakatı üzerindeki te’alisini hasebat-ı fazıla cihetindeki o sa’adeti sa’adet-i hakıkıyye haline getirecek ancak budur.” Feylesof-ı şehir Jül Simon Diyanet-i Tabi’iyye’sinde şöyle söylüyor: “Bizim mezhebimizin usul ve kava’idi gayet vazıhdır; gizli kapaklı rumuzu yokdur. Esası her şeye kadir hiç bir şey halk ederek erkan-ı devamını bir takım kavanin-i umumiyye bir de bu hayat-ı faniyyede bize va’d olunan hayratı eda mezalime ise nakir ü kıtmir ta’yin-i ceza edecek bir hayat-ı uhreviyyeye mu’tekid bulunmakdan ibaretdir.” Şimdi bu halin ukala-yı beşer tarafından en basit olan bir dine yani insanın meftur olduğu din-i fıtriye rücu’ olduğunda hiç şüphe edilemez. Öyle ise yirminci asrın saye-i irfanında “Din-i fıtri ancak İslam’dır” diyelim. Cenab- ı Hak buyuruyor. Bu nass-ı ulvi sarahaten göstermektedir ki din-i hak an-samimi’l-fıtra meftur olduğu hadde durarak ileri geçmemesinden ibaretdir. Öyle kesret-i cidal ü inadın kezalik bir takım hayalata hurafata esas-ı aka’idi baziçe şekline koymak için verilen hakkın din-i halis indinde zerre kadar mevki’i zerre kadar ehemmiyeti yokdur. Bunlar saika-i heva ü heves ile meydan almış bir takım evham ve zünundur ki Cenab-ı Hak bunların ruy-ı kabul görmesi için hiç bir bürhan inzal buyurmamışdır. Dest-i gaybın kendisinden sakladığı esrarı anlamaya nazar-ı ıttıla’ına karşı perde-puş olan hakayıkın üzerindeki ridayı kaldırmaya beşerin ne kadar müştak ne kadar mütehalik olduğunu bilen hususiyle bu inhimakin o avare mahluku zat-ı İlahinin künhünü idrak sevdasına düşüreceğini takdir eden Allah zülcelal şimdiye kadar bir çok ümmetlerin urve-i vüska-yı ittihadını çözmüş olan bu bahsin önünü almak kendi şeri’at-ı fıtriyyesine ittiba’ edenlere bu menba’-ı şerri gayet muhkem bir suretde kapamak için buyurmuşdur. Hakıkat-ı halde pek kasır pek vahi olan vesait ve malumat-ı nisbiyyesine kapılarak makam-ı refi’-i kibriyaya doğru yükselmeye çabalayan ukulün hevesatına karşı işte bu hükm-i celil en büyük bir mani’dir. haiz kuva-yı akliyyesi hep onun kuvve-i idrakiyyesiyle bu hakdan-ı fani arasındaki mücadele-i daimi neticesinden başka bir şey değildir. Hal böyle oldukdan sonra bu kadar mahdud bir ilim bu kadar kasır bir akıl ile esrar-ı bi-nihaye-i kevnin sırrı olan Zat-ı Kibriya’nın o zat-ı fevka’l-hayalin tahdid-i sıfatına kalkışması onun kemaline payan olmayan zat-ı celilinin künhünü idrake çalışması çılgınlık değil midir? Hangi akil tasavvur olunabilir ki ilm-i lahutun bütün akvamda akl-ı beşerle birlikte ilerlemek üzere bir terakkı-i tedriciye tabi’ olduğunu gözüyle görür dururken sıfat-ı İlahiyye hakkında kendi aklının verebileceği hüküm ile müsterihü’l-kalb olabilsin? Şu Kur’an-ı Kerim nasa bütün beni Adem’e basiretlerdir kalb nurlarıdır... basiretin cem’idir. Geçen dersde de beyan edilmişdi. nur-ı basar nasılsa basiret ıtlak olunan nur-ı kalb de öyledir. Eğer hadekatü’l-aynda nur-ı basar olmazsa görmek kabil olmaz. Kalb de böyledir. Kalbde basiret olmazsa gönülde nur olmazsa o da bir şeyi linecek şeyler de var. Aklın bildiğini göz göremez. Gözün alemi başka aklın alemi başka. Akıl ile bilinecek şeyler kalbde düşünülecek im’an-ı nazar edilecek. Karanlıkda göz nasıl görmezse cehalet içinde kalan gönül de iyazen billah hakayikı lükdür. bilinir. Ma’kulat suret-i kat’iyyede o sayede idrak olunur. – Fakat Kur’an’a işaret. de cemi’ siğası o halde nasıl sahih olur? İttihad-ı harici yok... Denilirse deriz ki: Gerçi Kur’an’a işaretdir fakat münderecatı i’tibariyle havi olduğu me’alim-i diniyye şerayi’ ve ahkam-ı İlahiyye bunların her birisi ayrı ayrı bir nur-ı basiretdir. Kur’an’ın muhtevi olduğu me’alim-i diniyye şerayi’-i birden şerayi’dir. Fakat şeri’at tevhid olunur. Bir peygambere tebliğ olunmak i’tibariyle bir nice ahkam-ı İlahiyye tevhid olunarak müfred siğasıyla beyan olunur: “Şeri’at-i Muhammediyye” denir. Bu işte bu i’tibar iledir. Yahud Kur’an-ı Kerim’in muhtevi olduğu süver-i celile ayat-ı celile i’tibariyle ayet-i kerimesinde de öyle. Kur’an-ı celil bir kitab-ı kudsi-nisabdır. Fakat muhtevi olduğu sure ecza-yı mübarekesi i’tibariyle cemi’lenir. Yani her bir ayeti ayrı bir basiretdir. Nasıl ki Hazret-i Musa’ya salavatullahi ala nebiyyina ve aleyhi Cenab-ı Hak dokuz mu’cize vermişdi. Hazret-i Musa o mu’cizatı birer birer gösterdi yine Fir’avn-ı la’in iman etmedi. sen de bilirsin bilirsin fakat ah ki iman etmiyorsun. İnadından kibrinden azametinden peygamberliğimi tanımıyorsun. Yoksa bilirsin ki bu dokuz mu’cizeyi kim bana vermişdir. Bunlar besa’irdir. Her biri bir nur-ı basiretdir bedraka-i hidayetdir düşünmeli o yolda hakıkati anlamalı. Fakat sen bu besa’irden mahrum kalıyorsun. Mu’cizeyi nur-ı kalbe teşbih ediyor. Asıl basiret nur-ı kalbdir. Yani insanın ruhunda bir kabiliyet-i fıtriyye bir isti’dad var. İşte odur basiret. Eğer kabiliyet mahv olursa su-i Düşünmek istemez. Cehl içinde puyan olur. Su’-i i’tiyada dinlemek. İşte budur “intimas-ı basiret”. Nur-ı basiretin sönmesi!.. Yani isti’dad zayi’ oluyor. Fıtrat hilkat k a biliyet gidiyor. yok mu? Ne’uzü billah bozulursa yani insanın bir kere zihni karışırsa sonra mürşid de bulamaz nihayet dalalet girivesine sapar. Batıl şeyleri hak hak şeyleri de batıl görür. bunlardır. Gözleri var kulakları var dilleri de mevcud; fakat Allah bu münafıklar bu münkir-i nübüvvet kafirler hakkında ne diyor? Gözleri kulakları dilleri olmakla beraber bunlar sağır kör dilsizdirler. Yani havass-ı selimelerinden istifade edemiyorlar. Afet-zede birşeyden nasıl istifade olunur? Mümkün mü? Artık o dereke-i behimiyyete düşmüş. Yalnız minde puyan oluyor. Fikrini yalnız kendi hevesatına tahsis etmiş. Heva-yı nefsaniye epeyce bağlanmış. Hak ve hakıkat nedir tanımaz. Ne ile eğlenirse gönlü yalnız onu bilir yalnız onunla uğraşır. İşte dalalet hazelan budur. “Nur-ı basiretin sönmesi” bundan ta’birdir. Kur’an-ı Kerim hidayetdir rahmet-i azimedir. Kimlere? talib-i yakın olanlara. Yoksa kendini vehmiyata kaptırmış. Düşünecek isti’dad bile kalmamış o derece kalbi kararmış fikri batıl ile ülfet etmiş ki hak ve hakıkat nedir düşünmek istemiyor şükuk ve şübühat içinde kalmış o illet girmiş kalbini yemiş. İsti’dad-ı fıtrisi gitmiş. Böyle kimselere Kur’an ne yapar?.. Kendin talib-i yakın olacaksın. Kur’an’ı dinledikçe imanın kuvvet bulacak. Esasen iman olmazsa ne yapsın Kur’an?.. Her şeyde esas akıldır. Aklını sarf etmezse yalnız dinlemekle şifayab olamaz. zalimler Kur’an’ı dinledikçe hasarları artar zararları çoğalır. Yani onu da inkar eder. Küfrü teza’üf ettikçe eder. Bir dereceye gelir ki kabil-i tedavi olamaz. Ama mü’minlere şifadır. Esasen biliyor Allah ve Peygamber’e imanı var. Kur’an’ın dela’ilini işittikçe berahin-i celilesine sarf-ı zihin ettikçe akıdesi te’eyyüd kalbi tenevvür eder. Nur-ı iman artdıkça artar. Şimdi ne buyurur? “ Em” kelimesi ma’lum burada em-i münkatı’adır. İstifham ma’nasını mutazammındır. de bir kelamdan diğer kelama intikal içindir. Tazammun ettiği gibi. Ama inkar-ı vakı’ demekdir. Bilirsiniz belağatçe istifham-ı inkari iki türlüdür: Ya vuku’u inkar. Böyle midir? Yani değildir. Yahud vakı’ı inkar.. Yani bu iş böyle mi olsun? Bunun böyle olması layık mıdır? Sen Rabbine asi mi olacaksın? Yani isyan reva mı layık mı? İşte burası da böyledir. Daima seyyi’atı kesb edenler küfr ü ma’siyet içinde kalmış enva’-ı dalalete giriftar olmuş bulunanlar zannediyorlar mı ki yani bu zanları sahih olabilir mi böyle zannolunur mu? Bu zan batıldır. Gece gündüz seyyi’at irtikab ederler Bununla beraber yine zannederler ümid ederler zannederler ki ben azimü’ş-şan onları hem iman etmiş hem de amel-i salih işlemiş olan mü’minlere mümasil tutacağım yani böyle suleha-yı mü’minine olacak mu’amelatı bunlara mı yapayım?.. Mu’amele-i kerimane-i Rabbaniyye bunlara da mı teşmil olunacak zannederler? Hiç bir vakit müsavi tutmam. Seyyi’at irtikab edenler salihat-ı a’male muvazıb olanlara mümasil olamazlar fakat öyle zannederler. ne olduğu halde o mu’ameleyi yapmaklığımı zann ediyorlar? müsteviyen demek. Haliyet üzere mansub lakin zı’l-hal olur ya zı’l-hal te’addüd eder. gibi. Burada da bu ma’nacadır. Çünkü ikisinde de zamir var. Gerek hasenat gerek seyyi’at işleyenler. O halde haliyetde iştirak etmiş olurlar. Hasıl-ı ma’na ne olur? Böyle zannediyorlar mı bütün beni Adem: Hasenatı seyyi’atı işleyenler hepsi bir olacak? Ne hayatları müsavidir; ne mematları. Mü’minlerin bi’l-hassa suleha-yı mü’mininin hayat-ı dünyeviyyeleri de kafirlerinkine benzemez. Mü’minlerin dünyadaki hayatı yine rahat ve sa’adete mukarindir. Zira kalbinde gıll ü gış yok. Allah’a i’timadı çok. Daima gönlü mutma’in kalbi müsterih ni’met gelirse şükr bela gelirse sabr eder. Hiç bir vakit hayatından bıkmaz. Rabbine küsmez. Mü’min-i muvahhid her şeyi Allah’dan bilir. Mükafatını bekler. Başına bir şiddet gelirse: Ee günahıma kefaretdir bu benim ceza-yı amelimdir... der. Müteselli olur. Ama i’tikadı olmaz ni’met gelince azdıkça azar: – Ben maz. Bütün dünyaya malik olsa kana’at etmez. İyi mi? Rahat mı? Hırs ile emel ile gece gündüz didinmekle rahat olur mu insan? Gönülde kana’at olmaz sırrına mazhar olmaz da ... hırs ile daima uğraşma ile bunu gaye-i emel edinmekle hayat-ı dünyeviyyeyi maksad-ı aksa bilmekle insan asla rahat yüzü görmez. Ama mü’min bilir ki bu alemde misafirdir. Ne kazanırsa kardır. Asıl maksadı sa’adet-i uhreviyyedir. Onun için ni’mete şükür belaya sabr eder. Bu cihetle daima mükafat görür. Gönlü de hoşdur. Zikrullah ile kalbi mut’ma’indir. Bunun için mü’minin hayatı sa’adet olduğu gibi mematı da bi’l-külliye sa’adetdir. Münkir ise dünyada dalal içinde ha’ib ü hasir olduğu gibi hayat-ı dünyeviyyesi nihayet buldukdan sonra da azab-ı eşed ile mu’azzeb olur. Onun için Hazret-i Peygamber bir gün ashab-ı Suffe’ye öyle hitab etdi... Ashab-ı Suffe ki onlar daima gazaya giderler. Dönünce mescid de yatarlar. Kışlaları ibadethaneleri hep orası. Üçyüz kişi kadardı bunlar. İşleri güçleri gaza daima mücahede içinde gerek nefs ile gerek düşman ile daima pençeleşirler. Alış-veriş ekin ticaret ... öyle şeyler yok. Daima ibadetle meşgul. Gazaya giderse de ibadet dönerse de yine ibadet. Cihad ile gazaya gider a’da ile uğraşır; mescide gelir nefsiyle pençeleşir halis muhlis mü’minler mücahededen hali olmazlar. Nefsimiz en büyük düşmandır. Öteki cihad küçük cihaddır. Onun için bir gazadan dönüşde Sultan-ı Enbiya öyle buyurmuşdu: – Şimdi küçük gazadan büyük gazaya geldiniz!... Asıl nefs bizi daima şerre sevk eder. İns ü cin şeytanları var. Yalnız göze görünmeyenleri hatıra getirme. Görünenleri daha muzırdır. Nice münafıklar var. Daima bize düşmanlık eder. Kimi i’tikadımızı bozmaya çalışır: – Şunu isteyin bunu isteyin!... der. Hem dünyamızı mahv ederler hem ahiretimizi. Cihaddan hali değiliz. Göze görünen düşmanlar: Muharebe isterim diyor. Sen de gidersin. yine muvakkat bir zamandır. On sene yirmi sene her ne ise yine bir nihayeti var. Ama içimizdeki muharebeler a’dayı batına nefisle şeytanla mücahede o daimidir. Onun için Hazret-i Peygamber Efendimiz ona “büyük cihad” diyor. Şimdi işte ashab-ı güzin efendilerimizden böyle bir cema’at vardı. İşi gücü yalnız cihad idi. Bunlara hitaben işte Hazret-i Resul-i Ekrem buyurmuşdur: – Asıl yaşamak sizin yaşamanızdır... Gıbta ederdi. Ümmetini terğib eder. Gönüllerinde gıll ü gış yok kibir yok hased yok. Dine hizmet millete hizmet... Bütün emelleri bu. Dini neşr etmek. Düşmana karşı müdafa’a etmek Hukuk-ı İslamiyyeyi muhafaza eylemek Sultan-ı Enbiya’nın yoluna kurban olmak.. Bundan büyük hayat mı olur? Gönülleri rahat. Çünkü ümniyeleri meşru’. – Hayat sizin hayatınız. Memat da sizin mematınız!. Eğer öyle yaşayabilirsen dünya ve ahiretin ma’murdur. Gönlünde hırs ve hased olmasın fena i’tikadlar bulunmasın. ayet-i kerimesinin mısdak-ı alisini anlasan Onın için Rabbü’l-alemin buyurur: Bu seyyi’atı irtikab eden herifler zannederler mi ki ben onları suleha-yı mü’minine müsavi tutacağım? Hayır hayır. Berikilerin hayatı sefilanedir. Bin türlü ıztırab ile heva ve heves ile mala maldir. Hayatları böyle olduğu gibi mematları da hüsran ender hüsrandır. Hüsran-ı ebedi helak-ı sermedi. Böyle zannederler; adeta böyle i’tikad ediyorlar: “Sanki onlar ne biz ne? Onlar da ölür biz de” halbuki asıl hayat ölümden sonradır. Asıl insan o hayatı hayat bilecek. Asıl sa’adeti orada görmeye çalışmalı. Cisim fenadır. Bekası yok. Ruh ise bakıdir. Fena-pezir olmaz. Kalıb çürür beden toprak olur başka anasıra münkalib olur. Fakat ruh bakıdir. Allah eski bedenle onu birleştirecek. Ameline göre mükafat mücazat edecek. Hayat da memat da orada. Sa’adeti orada te’min etmeli. yaşar sonra mahv olur biter. Yahud öyle farz ediyorlar tahmin ediyorlar: Haydi diyelim ki ahiret olsun. Lakin elbet biz ahiretde de bala-terin olacağız. Cennetlerin baş tepelerinde bulunacağız. – Niçin? – Baksana dünyada nelere na’il olmuşuz!.. Bak Habibim kafirler ne diyorlar: – Malımız çok evladımız çok. Allah’ın ne kadar makbul kullarıyız. Bize neler vermiş. Emvalimiz çok evladımız kesir. Artık biz mu’azzeb olur muyuz? Dünyada bu kadar ni’metlere mazhar olmuşken ahiretde neden hüsranda kalalım? Madem dünyada tali’li kullarıyız cehemme de girsek güzel serin bir yerde bulunacağız şansımız böyle kuvvetli ... Ya bu demekdir ki bazen tasrih ederler. Fakat kelam neye de müsa’iddir? Derler ki: – Bizim malımız çok evladımızı top yıkmaz. Hangi mela’ike gelir? Hangi zebani karşı durabilir? Ba-husus ki şu ayeti işitdiler: cehennem üzerine müvekkel on dokuz melek var. Bunu işitince ne idi o kuvvetli bir pehlivan öyle dedi: – Ne korkuyorsunuz? On dokuz melek imiş. On tanesini ben yakalarım. Siz de artık yüz kişi bin kişi dokuz tanesinin hakkından gelemez misiniz? Böyle eğlendiler. Sonra bu ayet-i celile nazil oldu. denince: – Nedir bunlar? On dokuz kişinin ne hükmü var; kırar geçiririz. Dünyada nasıl kimse bize galebe edemiyor ahirette de öyle. Sonra Allah cevab verdi: onları ben melek yapmışım. Ama niçin ’dur? O da bir fitnedir. Düşünmeli Bu ma’naya da ihtimal var. “Bize zeval yok” diye tasrih etmiyorlar. yemin ederdiniz ki: “Bize zeval yok” Allah’ın satvetine imanınız yokdu. “Hiç zeval yok bize” derdiniz. O kadar emeller uzatmışsınız. O kadar kendi menafi’inizi te’mine çalışmışsınız. Halbuki ne ibretler gösteriyor Allah. Bunca ashab-ı cah dünyaya tapmışlar. Allah akıbet cümlesini alt üst etmiş. Tac u tahtını başına geçirmiş. Bu zamanlarda da ne ibretler göyerine yazılmıştır. rüyoruz. Kendine mağrur olanlar ne gibi felaketlere düşdü ne türlü girdablara yuvarlandı yakınen gördük. Mal dersen mal bütün dünyanın malı bizim.. Servet ve saman sahibi olmuşlar. Kasalar dolusu altın. Kervanlar dolusu emti’a. Evlad ve ensab... O kadar çok ki akıllar hayret eder. Bütün halkı birbirine girift etdiler. Din aleyhine iftira ederlerdi. Lakin ne yapabildiler? Hazret-i [Peygamber’in ashabı daha ilk savaşta bunların] en başlarından yetmiş tanesini gebertdi. Bedir Gazası’nda üçyüz müslümana karşı duramadılar. Bedir Gazası kafirlerin gözünü çok yıldırmışdı. İşte böyle sernigun oldular. Karşı durabildiler mi? Bunlardan kimi servetine. Halbuki heba’en mensura ne kuvvetden ne servetden hiç nam u nişan kalmadı. budur işte. Bunlar ne fena hüküm ederler ne şaşkınca i’tikadda bulunurlar. Mağrur olurlar. Benim satvetime karşı durmak ümidine düşüyorlar. Suleha ile eşkiya müsavi tutulmaz: Seyyi’at işleyenler sernigun olur. Suleha-yı mü’minin selamet bulur. Hayatı da onların sa’adet mematı da. Asıl şayan-ı gıbta onlardır. Allah cümlemize hüsn-i akıbetler ihsan buyursun amin. Bu zat-ı muhterem kari’in-i kiramımızca mechul değildir. Müslümanlar Kongresi hakkında Mısır’da irad buyurduğu nutk-ı mühimmi . nüshamızı tezyin eylemiş idi. Bundan daha evvel -. numaralarda münderic Rusya Türklerinin harekat-ı fikriyye siyasiyye ve iktisadiyyelerine dair konferansda bu muhterem ve gayur zatın hidemat-ı mebruresi Rusya’daki müslüman kardeşlerimizin hayat-ı ilmi ve bu zat-ı muhterem Rusya’daki müslüman kardeşlerimiz derin bir hab-ı gaflet ve ataletde uyudukları bir zamanda yirmi otuz sene evvel ortaya çıkdı. Bütün Rusya müslümanlarının fikirlerini harekete getirdi. Kırım’da Tercüman gazetesini neşr ile işe başlayarak pek çok makaleleri bi’l-umum yerine yazılmıştır. matbu’at-ı İslamiyyede pek büyük bir te’sir gösterdi. Bugün namı ma’rufdur. Bunca senelerden beri işini gücünü müslümanların terakkı ve te’alisine hasr etmiş ve hayliden hayliye de muvaffak olmuşdur. Türkistan’a Buhara’ya Ceza’ire Mısır’a giderek bütün alem-i İslamı yakından tedkık etmişdir. Müslümanların safahat-ı hayatı hakkında büyük bir vukuf ve tecrübe hasıl eylemişdir. İşte şimdi bu hemim zatı aramızda muhitimizde görmekle bahtiyar bulunuyoruz. Geçen gün kendileriyle mülakat şerefine mazhar olduk. Bu hafta zarfında tahsil-i ibtida’inin şark ve garbdaki safahat-ı tarihiyyesi ve bunun hayat ve ma’işete olan te’siri him bir konferans vereceklerdir. İstanbul’da bulunan bütün kari’lerimize şu fırsatı fevt etmeyerek bu muhterem zatı dinlemeye şitaban olmalarını tavsiye ederiz. Günü sa’ati de ayrıca yevmi gazetelerle i’lan edilecekdir. Program . Zaman-ı kadimde Babiler Mısırlılar Romalılar Yunanlılar’da mekteb tahsil-i ibtida’i. . Ezmine-i mütevassıtada Avrupa’da ve memalik-i İslamiyye’de tahsil-i ibtida’i. . Zaman-ı hazırda Avrupa’da tahsil ve mekatib-i umumiyye. . Tahsil-i ibtida’i-i umuminin memalik-i Osmaniyye’nin ahvaline göre tatbik ve icrası. . Tahsil-i ibtida’inin teshili –usul-i tedris- usul-i savtiyye ve bu usulün Rusya müslümanları arasında tatbiki ve bu sayede Konferansa Ahmed Midhat Efendi hazretlerinin iştirakleri de me’muldür. Üstad-ı muhterem Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretleri SIRATIMÜSTAKIM TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ağustos Siyasiyata aid hiç bir şeyi müzakere etmemek ve müzakeratı lerine münhasır olmak üzere Safer tarihinde Mısır’da Cami’u’l-Ezher Şeyhi Şeyh Selim El-Bişri Efendi’nin riyaseti altında bir kongre akd olunacakdır. Bu kongrenin tertibatıyla iştigal eden hey’et tarafından çar-aktar-ı alemdeki meşahir-i ulema-yı İslamiyye’ye bir da’vetname gönderilmiş ve kongreye gelecek ulema-yı benamın tarih-i ictima’dan üç ay evvel tahriren beyan etmeleri lüzumu ilaveten dermeyan edilmişdir. Tanin refikimizden balaya nakl olunan bu fıkra-i mahsusa bize şu teşebbüsün safahat-ı evveliyetini hatırlatıyor. Mücahid-i muhterem İsmail Bey Gaspirinski şu emel-i mebrur memleketi olan Rusya şeda’id-i istibdad ile kavruluyor Darülhilafe du. Hind Çin Ceza’ir’de vuku’ bulacak teşebbüsleri netayic-i seri’a istihsali hususunda ümid-bahş göremiyordu. Nihayet Mısır’ı beşeriyetin o dar-ı kadim-i irfanını bu fikr-i ulvinin tenmiyesine müsa’id buldu. Ve fıtratın bu iklime bahş eylemiş olduğu feyzden şu fikr-i terakkınin dahi nasibedar olacağını cezm etdi. Ve fi’l-hakıka bütün samimiyetiyle küşade duran o aguş-ı nevazişde haylice asar-ı şefkat gördü. Müşarun-ileyh buralarını Müslüman Konferansı namındaki eserinde tasvir ve hikaye eylemişdir. Şu vesile ile teberrüken eser-i mezkurun mukaddimesini ve bu babda sebk eden mesa’ilerini musavver olan fıkaratını aynen nakl ile levazım-ı şükr-güzariyi ifa ediyoruz. Mısır’da mündericdir. “Rub’ asırdan beri Rusya müslümanlarının umur-ı ictima’iyyeleri Cezayir’e kadar vaki’ olan seyahatlerimdeki müşahedelerim beni bir tarafdan me’yus diğer cihetden ümid-var ediyordu. En ibtida gözüme çarpan hal müslümanların her iklimde ve hertürlü usul-i idare tahtında bir derece geride ve aşağıda kaldıkları idi. En ağır en müstebid bir idarenin su’-i te’sirine galebe ederek Ermeni Yahudi gibi bazı akvamın oldukça hareketi terakkısi görülüyor yirmi otuz senelerden beri meşrutalı ya ki oldukça hür bir idareye tabi’ olarak istifade edemeyen müte’essir olmayan müslümanlardır. Otuz sene zarfında Bulgarlar kırk adım ileri gittilerse Bulgarya müslümanları ric’at demek olan hicret fikrinden başka bir fikir tevlid edemediler. Mısır’ın Kıbtileri temeddün ediyor fellahları hala baş açık yalın ayak geziyorlar. Cezayir Yahudileri Fransa’nın maliye nezaretine el uzatıyorlar; Cezayir Arabları ise rahat ve sa’adeti yalnız hurma dalında ve deve ayağında gözlüyorlar. Bugün Kaşgarlı Buharalı Mağribli Cavalı yüz müslüman bir araya gelirse cümlesi sipermeçet mumu gibi bir kalıba döküldükleri; fikir matlab-ı hareket i’tibariyle bir derece fikirsiz matlabsız hareketsiz bulundukları görülecekdir. Me’yus eden bu hallerdir. Fakat bu me’yusiyete karşı uzunca ameliyat ve tecrübelerden hasıl ettiğim i’tikad-ı ictima’iyyem muharrik bulunursa millet tahrik edilmez derecede değildir bendelerine ümid veren cihet de budur. Bu i’tikadıma bina’en hayli isti’mal olunmuş “millet-i merhume” nam ve ta’bir-i mahsusunu bir türlü kabul edemiyorum. Millet-i gafile millet-i mazlume demek daha doğru olur zannındayım. Gaflet ve zulm geçici hallerdendir; bunlar ile mücadele insanların ihtiyarında ve iktidarındadır. Konferansda her sınıf ve hizibden sami’in bulunduğu gibi mu’temerin tedarikat komisyonuna intihab olunanlar arasında her hizibden komisyonda a’za mevcuddur. Umumi mu’temer-i İslami her türlü hizibcilikden partizanlıkdan haric ve yüksek tutulmak lazım geldiğini bütün Mısırlılar güzel bilip efkar-ı acizanemin intişarına hulusla çalışıp bendelerini minnetdar etdiler. Konferansdan on beş gün sonra tedarikat komisyonuna beş on a’za daha iştirak edip işin ilerisine mübaşeret edildi. Bir tarafdan misafirliğime hürmet diğer tarafdan arz ettiğim efkara iştirak zımnında bir akşam Mısır’ın Münevveran Kulübü’nde avukat Ömer Lütfi Bey riyasetinde bendelerine çay ziyafeti takdim edilip Mısır’ın münevver gençleri miramis Oteli’nde Mustafa Kamil Paşa riyasetinde yüz kişilik banket verilir. Vataniyyun-ı Mısır Hizbi’nin erkanı ile aşina olup teşerrüf etdim. Mısır’da Mu’temer-i İslami ictima’ı tasavvur olunduğu halde Hidiv hazretlerine işi suret-i mahsusada arz etmek ve kaviyyen me’mul ettiğim rızasını almak iktiza-yı nezaket ise de kongre tasavvurunda hiç bir türlü resmiyet olmadığını dost ve ağyara daha güzel göstermek üzere büyük kapılardan Ancak Rusya Minister’i ile görüşüp Kırım’a döndüm. Yol üstü Dersaadet’de iki gün kalıp ecza-yı Devlet-i Aliyye’den bulunan Mısır’da Mu’temer-i İslami tedarik olunduğunu mübaşir sıfatıyla Yıldız’a haber verdim. Bu münasebet ile mekatib-i askeriyye müfettişi Yaver İsmail Paşa ile görüşüldü. yanlış haber edilmemesi için beraberimizde bulunan saray me’murlarından Nermi Efendi’ye dediklerimi kaleme aldırıp paşaya verdim; çok memnun oldu. Çünkü Müslüman Kongresi gibi hiç me’mul olmayan bir işin şifahen arzından kurtulmuş bulundu. Ma’ruzatım cümle gazetelerde derc edilmiş ma’lumatdan rü lazım görülmüşdü. Arkamda fesli şapkalı geziciler bulunduğundan dost ve aşinaları ziyaretim ile rahatsız etmeyerek Kırım’a geçdim. Bir ay kadar Bahçesaray’da kalıp tekrar Mısır’a yollandım. Yukarıda mezkur komisyondan on iki adam intihab olunup mu’temerin hey’et-i te’sisiyyesini teşkil ile kongre nizamnamesi tertib olunuyordu. Hey’etin bir-iki meclisde hazır bulunup kongrenin suret-i tedariki ve da’veti maddelerinin müşaveresine iştirak ve öteden beri anlaşılmış ma’lumata nazaran bazı büyük adamlar ile görüşüp kongre işini resmen arz ve beyana lüzum hissetdim. Bundan böyle fehametli Hidiv Abbas Paşa ve Gazi Ahmed Muhtar Paşa Rusya Minister’i Cenab Smirnof Fransa Minister’inin tercümanı ve İngiltere Minister’i Sir Eldon Gorst ile görüşüldü. Hidiv Abbas Hilmi Paşa’ya arz ettiğim suretde mu’temeri makbul ve nafi’ gördüler. Devletli Gazi Muhtar Paşa teşebbüsün güzel olduğunu söylemek ile beraber Yıldız’ca havf edilerek mümana’at edilmek ihtimalini anlatdı. Mevadd-ı medeniyye ve ictima’iyyeden müzakere edecek kongreye Rusya Fransa ve İngiltere hükumetleri mani’ olmayacakları bir derece ma’lum oldu ve kongre ictima’ı için Mısrü’l-Kahire’nin opera tiyatrosu gösterileceği anlaşıldı. Sir Eldon Gorst ile uzunca söyleşildi: – Va’adinize i’timad ediyorum... Tasavvur ettiğiniz kongre siyasiyyata girişmez fakat sonra siyasi bir sıfat almaz mı?. dedi. – Efendim olabilir ki ileride müslüman kongreleri bugün kararlaştırılan hududdan çıkar fakat belki de çıkmaz... Burası bendenizce ma’lum değildir. Bina’en-aleyh gelecek zamanlara kefil değilim ve olamam arz etdiklerim birinci kongreye mahsusdur. Bugün olduğu gibi gelecekde dahi hükumet ve nezaret haricinde da’vet ve in’ikad mümkün olamayacağına göre bendeniz bu cihetden havf etmiyorum dedim. Minister bu sözü muvafık gördü ve İngiltere canibinden kongreye mümana’at edilmeyeceğini açık beyan buyurdu. – Hindistan’da kongre efkarının intişarına ve vaki’ olacak da’vete hükumet-i mahalliyece mümana’at edilmez mi acaba? dedim. Bu hususda kat’i bir cevab veremem. Fakat İngiltere medeniyye ve ictima’iyyeden bahis ictima’a kongreye mümana’at edilmez zann ederim dedi. Her nasıl ise lecne-i te’sisiyye birinci kongrenin nizamnamesi Arabça Türkçe Farisice İngilizce ve Fransızca tab’ ve neşr ile hey’et-i mü’essisenin reis-i alisi canibinden işbu ma’ada– ekser İslam ve bir çok gayr-i İslam gazetelerinde Bismillahirrahmanirrahim Son zamanlarda müslümanların medeniyyet ve ma’a rifce terakkı etmiş olan diğer ümem ve akvamın vasıl ol dukları mertebe-i terakkı-i ictima’iyyeden pek geri kalmış bulunmaları bu gibi ahval ile iştiğalden bir an hali olmayan bazı müslümanların yüreğinde; din-i İslam’a dahil olan bid’ atleri arayıp bulmaya müslümanların diğer ümem ve akva ma mucaraten ve onların isrlerine iktifa’en vesa’il-i terak kıye teşebbüs ederek müctemi’at-ı rakıbe-i insaniyye leva zımından bulunan tarik-i hayat-ı ilmiyye-i sahihada kat’-ı merahil eylemelerine mani’ ilel-i ictima’iyyeyi teşhis etmeye büyük bir meyl ve ihtimam tevlid etmişdir. Gayurin-i muma-ileyhimin bu babda bezl etmekde bulundukları cehd ü mesa’iye rağmen bir çok yerlerde müslümanların kısm-ı a’zamı ilel-i mezkurenin edviye-i şafiyye ile tedavi ve vesa’il-i nafi’ayı bi’l-ittihaz bu gibi emraz-ı icti ma’iyyeden tevakkı edilmesinden i’raz etmede oldukları ke mal-i te’essüf ile görülmektedir. Sebebi ise zannolunduğuna göre eşhas-ı gayret-mendan-ı muma-ileyhimin meydana koymuş bulundukları ebhas-ı infiradiyyenin sadası adedleri yüzlerce milyonlara baliğ olup adeta mütelatım bir denizden farkı bulunmayan o muhit-i azimi muhtelifü’l-cins ve’l-lisan akvam-ı İslamiyye tabakat-ı kesifesi bi’n-nüfuz kulaklarına vasıl olamamasından ileri gelmekdedir. Bu vecihle yürekle rinde te’sir-i matlub hasıl olamayarak emraz-ı ictima’iyye ve diniyyelerini mu’alecat-ı şafiyye ile tedavide bulunmaları hasebiyle hey’et-i müctemi’alarını tenbellik tevekkül ceha let gibi aderan-ı ma’tebeden tathirden bir lahza geri kalma yan ümem-i rakıbe mesaffına çıkamamakdadırlar. Bu sebebden gayret-mendan-ı müsliminden Kırımlı İs mail Gaspirinski Bey birinci def’asında Mısır’da tecemmu’ etmek üzere umumi bir müslüman kongresinin in’ikadını teklif etmişdir. Bu kongrenin in’ikadından maksad bütün aktar-ı İslamiyye’den a’za sıfatıyla gelip kongrede bulunacak efkar-ı aliyye ashabının ve ümmet-i İslamiyye’nin emraz-ı münevverenin netayic-i bahs u taharriyatı kongrede mev ki’-i müzakereye vaz’ ve emraz-ı mezkurenin mu’alecesi i çin elzem olan edviye hakkında te’ati-i ara edilmesidir ki bu vasıta ile belki müslümanlar etraflarını sarmış olan inhitat ve te’ehhürün esbabına vakıf olarak gözlerini açarlar mütenebbih olurlar ve kendilerini sa’adet-i hale şehrah-ı terakkıye vardıracak vesa’ite teşebbüs ederler. Muma-ileyh İsmail Bey’in bu teklifi zamanımızda müslümanlardan çoğunun müte’essir bulunduğu ayn-ı alam ile müte’ellim bulunan Mısırlılarca dahi kabul edilmekle hemen bir hey’et-i te’sisiyye teşkil ve riyasetine de El-Ezher Ca mi’-i Şerifi Şeyh-i sabıkı Eş-Şeyh Selim El-Bişri’yi intihab etmişlerdir. Hey’et-i te’sisiyye-i mezkurenin vazifesi İsmail Bey’in teklifini her vecihle gözden geçirip tenfiz etmek oldu ğundan müte’addid ictima’da vuku’bulan müdavelatdan sonra bu ümniye-i hayriyyeyi kuvveden fi’ile çıkarmaya karar vermişdir. Hey’et-i te’sisiyye şu kararının insaniyet mu hibleri terakkı ve medeniyyet tarafdarları canibinden istihsan kalmayacaklarını ümid eder. Hey’et-i te’sisiyye umumi müslüman kongresinin niza mını mevzu’unu a’zalığına keyfiyyet-i kabulünü mübeyyin bir kanun vaz’ ve tab’ etmişdir ki bu beyanname ile beraber bütün aktar-ı İslamiyye’de münteşir müslüman gazetelerinin hey’et-i te’sisiyyece namları ma’ruf bulunan veyahud nere lerden olur ise olsun esamisi gönderilecek fuzela-yı müsli mine Hey’et-i te’sisiyye vech-i mezkur üzere vuku’ bulacak ve “te’avenu ale’l-hayr” ka’idesine ittiba’en kongreye ve a’zasına mu’avenet etmek arzusunda bulunan ulema-yı ve fuzela-yı müslimine vusulüne kafi add etmiş olduğu gibi kongrenin in’ikad tarihinin ta’yininde da’vetnamenin her tarafa neşrinden sonraya bırakmışdır. Kongrenin mebahis ve müzakeratına iştirak arzusunu mübeyyin erbab-ı ilim ve fazldan varid olacak kabulnamelerin adedi kafi bir mikdara baliğ olur olmaz kanunnamenin yirmi dördüncü maddesine tevfikan kongrenin tarih-i in’ikadı ictima’dan altı ay evvel bütün aktar-ı İslamiyye’de neşr ve i’lan edilecekdir. Bundan dolayı Hey’et-i te’sisiyye senesinin hitamından evvel kongrenin tarih-i in’ikadını ta’yin edebilmesi greye iştirak ettiklerini mübeyyin kabulnameyi bir an evvel göndermeleri mercudur. Hey’et-i te’sisiyye kongrenin hacc aylarından evvel in’ikad etmesi arzusunda bulunuyor he men Cenab-ı Hak kemal-i felah ü necah ile tevfikat-ı süb haniyyesine mazhar buyursun. senesi Mart ahirinde Mısır’dan gelir iken üç gün tekrar İstanbul’da kalıp kongre nizamnamesinin Arabi Türki kıt’alarını Yıldız’a takdimen gönderdim. İran Sefiri Prens Mirza Rıza Han-ı Daniş ve Sadr-ı a’zam bulunan devletli Ferid Paşa’ya dahi birer nüsha takdim ederek mülakat etdim. Mirza Rıza Han cenabları Mu’temer-i İslami fikrini gayet hoş görüp İran işleri kesb-i sükunet ettiği halde İran fuzelası ve uleması kongreye iştirak edeceklerinden emin olduklarını beyan buyurdular. Ferid Paşa ile mülakatım ayrıca bir suretde cereyan etdi. Mu’temer-i İslami hususunda görüşmek istediğimi yazmışdım; lütfen: buyursunlar cevabı verildi. Yıldız sükut ettiği halde sadr-ı a’zam ne diyecek diye merak ediyor idim... etdiğim mü’temer nizamnamesine bina’en beyan-ı efkar edebilirlerdi. Mısır’dan Kırım’dan beş on su’al ettikden sonra alem-i İslam’ın inhitatından ma’arifin fikdanından bahisle teksir ve ıslah-ı mekatibe çalışmak lüzumundan akvam-ı ğundan etraflıca mutala’alar etdiler; bendeleri de ağzıma mu’temer ya kongre sözünü getirmeyip paşanın nazar ve mutala’alarını kabul ve bazı ilaveler ederek üç çeyrek kadar mükalemede bulunduk... Mükaleme nihayet buldukda “Memnun oldum İstanbul’a her ne vakit teşrif buyurulursa kapı daim açıkdır” ile taltif buyurdular. Ferid Paşa’nın beyanat-ı münevveresinden anladığım “Mu’temer-i İslami arzu olunur ve lazımdır. Fakat İstanbul’da –evet o zaman– bunun ismi bile söylenmez; ma’a-mafih Değilse ma’zur buyursunlar. Dersa’adet ulemasından yalnız Rumeli Kadıaskeri Mahmud Efendi ile görüşebilmişdim; bu adam bir çok dela’il-i şerife ile mu’temerin cevazını lüzumunu ve fa’idelerini beyan buyurup bendelerini memnun etmişler idi. Sonra müslümanlar kongresine da’ir Rusya Sefarethanesi Müşaviri Mösyö Maykof’a ma’lumat-ı muhtasara arz ederek Kırım’a geçdim.” Kainat-ı insaniyye nazar-ı hikmete açılmış bir kitab-ı mübindir ki her asır o kitabın bir sahifesi her batın bir satırı yahud bir cümlesi makamındadır. Bizim için ise edib-i kudretin kaleminden çıkan bütün asar mahz-ı ibretdir. Bu kitabı tetebbu’dan istihsal edeceğimiz ilk menfa’at akvam-ı muhtelifenin muhtelif devirlerdeki ahvaline ıttıla’dan ibaretdir. Bir takım ümmetler görürüz ki büyümüşler asüman-ı me’aliye doğru yükselmişler hatta nazarların ihata edemeyeceği derecata kadar çıkmışlar. Bu te’aliyi müte’akıb inhitata sukuta mahkum olarak arkalarında tarihi bir takım hatıralardan başka hiç bir eser bırakmamak şartıyle mahvolup gitmişler. Bir takım nesiller görürüz ki kuşe-i mechul-i ademde iken bir mevcudiyet-i mükemmele iktisab ederek cem’iyyet-i beşeriyye arasında mevki’leri başın bedendeki mevki’i kadar rif’at bulmuş da sonra yine gelmiş oldukları leyle-i mensiyyete dalmışlar. Bir takım akvam görürüz ki hala siyab-ı fahire-i izz ü şeref içinde hıraman oluyor. Şevahik-ı nüfuz ve kuvvetden bütün aleme emirler nehiyler Tab’ına muvafık gelenleri beğenir gelmeyenlere infi’al gösterir. Halbuki o şu’unun menşe’i zuhuruna o inkılabatın esbabına karşı gaflet-i mahz içindedir. Hatta hadisat-ı vakı’anın sebebi sorulacak olursa “Allah Allah! Böyle ola gelmiş böyle gidecektir. Bütün bunlar tali’in cilvesidir. İnsanların sa’adeti de mahrumiyeti de talihlerinin ikbaline yahud zevaline merbutdur” der. Yine insanlar içinde öyleleri vardır ki zevahir şu’ununa takılıp kalmayarak hakıkate isal-ı nazar etmek ister ümmetlerin kemal ve zevalinde tabi’ oldukları esbaba vakıf olur. Bir ümmetin mazhar olduğu hayrın ancak efradı arasında gece gündüz çalışan milletdaşlarının fevz ü felahı uğrunda mallarını canlarını bezleden efrad-ı kerime tarafından gelebileceğini anlar. Bu gibi efradın dillerde yad-ı cemili dolaştığını kalblerde bir mevki’-i muhteremi olduğunu görür. Bu hun büyüklüğünden himmetin azametinden ileri geldiğini teyakkun ederek kendisi de bu alemde bir yad-ı muhalled bırakmak sevdasıyle onların tutmuş olduğu mesleke salik olur. Bir kere de o mesleke girdi mi daha yolun başlangıcında gözü yılmaya daha ilk adımlarda ayakları sendelemeye başlar. Çünkü tarik-i me’ali yer yer kesik kollar beden-cüda başlar kolsuz kanatsız gövdeler dökülmüş saçlar ezilmiş sineler arzedeceği gibi toprak da baştan başa taleb-i hak uğrunda feda-yı can eden şüheda-yı hamiyyetin mekabiriyle Sağdan soldan önden arkadan bin müdhiş seda gelir. Lakin artık geri dönüp kurtulmanın imkanı yokdur bu yol de öyle dehşetler zahir olur ki bidayeti hayatını tehlikeye koymak nihayeti hayatını feda etmekdir. Kah olur azmine fütur himmetine za’af hücum eder de artık ilerlemek istemez kemal-i meskenetle geriye dönerek kendisine pek muvafık olan hufeyre-i nisyana bir çokları gibi gömülür gider. Kah olur kalbine İlahi bir ilham inerek ona şu hakıkati tenvir eder ki: Gerek onun kendi şahsından gerek hey’et-i mecmu’asıyle ümmetlerden gerek bilumum insanlardan büyük büyük hareketler bekleniyor; o harekat-ı azimeyi ifa tiham etmek lazım geliyor; Cenab-ı Hakk’ın beşere tevdi’ eylediği kuva-yı aliyye ve melekat-ı samiyye ise himmeti azmi gaye-i emanisine isal için en büyük bir mu’in bulunuyor. Cenab-ı Hakk’ın hayat-ı insaniyyeye mazhar etmiş olduğu bir vücud hücum-ı müşkilata karşı yılgınlık göstermek şöyle dursun hasmı savletini artırdıkça o da mukavemetini kahır ve galebeye olan hırsını o nisbette artırır. Nasıl ki muarızının cedelde ileri gitmesi izzet-i nefis sahibi olan bir mübahisin fütura ye’se düşmesini değil bilakis daha kuvvetli daha şiddetli bürhanlarla karşısındakini ilzama çalışmasını Halbuki insan suretinde görünen bir çok mahluklar var ki ruh-ı insaniyle değil başka bir hayvanın ruhuyla yaşıyorlar! Hem bu garib hayat içinde o kadar sıkıntılar çekiyorlar ki diğerlerinin mezaya-yı insaniyyeyi eda etmek yani insanca yaşamak için hedef olduğu şeda’id ona nisbetle pek hafifdir. Dağın tepesine çıkan tabi’i yorulur hayvanat-ı vahşiyenin hücumundan korkar lakin sonunda hem yorgunlukdan hem korkudan halas olarak dağın tepesinde rahat rahat oturur. Hücumların yükselemeyeceği o mevki’de her guna endişeden asude kalır. Lakin dağa tırmanmayıp da eteğinde kalan erbab-ı meskenetin hayatdan nasibi ebedi bir havf ü haşyetden ibaretdir ömrün her lahzası düşmanın tuzağına kanlı pençesine düşmek endişesiyle geçer. Evet taleb-i’ala yolunda insanların bir çoğu maksadlarına varmadan helak oldu bir çoğu da gaye-i amalini idrak ebna-yı beşer zebun-ı gadr olup gittiler ki bunlar da kuşe-i meskeneti ihtiyar edenler hayat-ı hayvaniyyeye razı olanlardır. sanihatıdır ki ni’met-i akla te’yid-i Huda’ya mazhar olanları bir gaye-i’ulya-yı maksada doğru koşan erbab-ı süluke peyrev eder de ya o gayete vasıl olur ya insancasına ölür. Bir milletin ulum ve ma’arifden feza’ilden kavanin-i adileden askerlikden şan u şevketden elhasıl beşeriyet indinde meziyet addolunan her şeyden nasibini alabilmesi ancak o milletin efradı arasında nazarları yıldıran kalbleri ürküten bir takım mu’zamat-ı umura göğüs gerecek kahraman vücudların zuhuruna vabestedir: Ta ki o gibi ashab-ı zuhur tarik-i’ala dediğimiz o sarp yolları inayet-i İlahiyyeye mütevekkilen aşsınlar da mensub oldukları ümmeti de himmetleri sayesinde varacakları gayete kadar çekip götürsünler. Mensub oldukları millete yahud bütün alem-i insaniyyete hizmet uğrunda bu kadar sıkıntı çeken menfa’ati milliyetde yahud nev’iyetde kendisiyle müşarik olanlara aid olacak bir takım veza’if-i giran altında feda-yı can eden bu adamlar acaba kendileri için ne bekliyorlar? Cenab-ı Hak her şey için bir sebeb halketmiş değil midir? İrade-i insaniyyenin bir harekete te’alluku ancak o hareketden bir gayet o gayetden kendi şahsı için yakınen yahud o kuvvetde bir zan na-yı beşer hakkında cari olan kavanin-i İlahiyye cümlesinden değil midir? Hayat bir yığın alam-ı ruhiyye altında ezile ezile geçtikden ömür na-mütenahi şeda’id-i bedeniyye içinde tükendikden sonra bu kadar didinmekden bu kadar uğraşmakdan ellerine ne geçecek? Hususiyle kendi kabileleri kendi milletleri arasında durmayıp bunların felaketine çalışan maksadlarına ha’il olmak isteyen neticesi kendileri için de hayır olacak mesa’ilerini hükümsüz bırakmak isteyenler bulunursa böyle bir mücahededen ne beklenir? Bunda elemden başka ne zevk var? O halde hevesat-ı insaniyyeye galib gelen hücum-ı şeda’id ile fütur bilmeyen bu kavi sa’ik nedir? Evet Cenab-ı Hak insana her meyilden daha kuvvetli olarak bir meyil vermişdir ki hususiyatı içinde bir hususiyeti mümtaze teşkil eden bu meyil sayesinde beşer enva’-ı sa’ireden ayrılmakdadır. O meyil ise doğru yoldan kazanılan zikr-i cemile incizabdır. Doğru yol kaydını irad etmekden maksadımız tezvir ile riya ile kazanılan batını mel’anetle dolu olduğu halde suret-i hakdan görünülerek elde edilen kazib şöhretleri hariçde bırakmakdır. Çünkü bu türlüsü en rezil bir hasletdir ki fıtrat ma’lul olmadıkça a’rız olmaz. Zikr-i cemil insan için bir gıda-yı ma’nevi olduğu gibi cismaniyetin de nazımıdır. İnsan nev’ine has olan kemale yaklaşdıkça şehevat-ı behimiyyeyi leza’iz-i bedeniyyeyi istihkara başlar bu alemde payidar olacak bir yad-ı hayır iktisabına meyli artarak o meyli teskin için celail-i a’male sarılır. Bir merd-i fazıl dünyada kendi için iki ömür tasavvur eder. Biri doğduğu günden hayat-ı mukadderesinin sonuna kadar geçen mahdud zamandır. Diğeri ise bundan çok daha ziyade süren bir ömürdür ki millete yahud bütün insaniyete nafi’ bir fi’l-i hayr işlediği günden başlayarak namının hafızalardan tarih sahifelerinden silindiği zamana kadar devam eder. O halde bir ruh-ı fazıl için iki mevcudiyet vardır ki biri kendine has olan bedende diğeri bütün bedenlerdedir. Şübhe yokdur ki bu kadar uzun bir hayat bu kadar geniş bir mevcudiyet o kısa hayatdan o dar mevcudiyetden çok hayırlıdır. İnsana yakışacak hareket ise ednayı feda ederek a’layı almasıdır. Söz uzun gidecek kısa keselim: Her nev’e kemalini mucib mevahibi tevdi’ etmiş olan Cenab-ı Hak fıtrat-ı beşeriyyeye de ibka-yı nam meylini vermiş o meylin hakkını eda Her milletde o milletin şan u şevketine yahud mezleka-i ne yahud bir ilimde bir san’atda bir faziletde terakkısine sebeb olan efrada bezledilen sena-yı cemili görmüyor musunuz? Resimlerini yaparlar menakıb-i fahirelerini tarihlere yazarlar namlarına heykeller dikerler.. Artık bu yad-ı cemil babadan evlada intikal ederek insaniyet durdukça bakı kalır. Bir millet kendi nef’ine uğraşan efradın hakkını inkar eder yahud büyüklüğünün derecesini hakkıyle takdir etmezse himmetlere za’af gelir kimse menafi’-i ammeye çalışmaz olur. Ümmetin mesalihi fesada kendisi tefrikaya düşerek az zaman sonra helak olur. Allahu zülcelal hazretleri her hadisi bir sebeble mukarin yaratmışdır. Bir milletin indinde iyi ile kötü faziletle rezilet salah ile fesad müsavi olur hasisa-i temyizden eser kalmaz erbab-ı mesa’inin kadri layıkıyle takdir edilmez ma’rifete iltifat olunmaz münkir fena görülmezse o milletin efradından me’aliye kemalata karşı olan meyil münselib olur. Bu ise mütegallibenin tahakkümünden zalemenin cevrinden daha büyük felaketdir. Çünkü cumhur-ı millet ihsana karşı i’tiraf na’iliyet için aralarında milleti kurtarmaya çalışanlar zuhur eder. O halde ne zalimlerin mezalimi ne de mütegallibenin tehakkümü için devam korkusu kalmaz. Lakin bu hiss-i ulvi münselib olacak olursa milletin tutulacağı hastalık illet-i şeyhuhate benzer ki mevtden başka akıbeti mutesavver değildir. E’azım-ı beşerin ihrazına çalıştıkları sena-yı cemil insanlar şanına diye imtinanda bulunmuşdur? Kezalik sena-yı cemil bütün alem-i tabi’atın aradığı bir hak nasıl olmaz ki Zat-ı Bari o mazhariyete istihkak kesbedenlere tahdis-i ni’met salahiyeti vermiş nitekim Resul-i muhteremine buyurmuşdur. Nazar-ı im’anı yakındaki uzaktaki akvamın tarihine tevcih edecek olursan yakınen görürsün ki bir millet büyük büyük ziletin şanı muhakkar olursa medar-ı bekası olan kuvvet mahvolarak bünyan-ı mevcudiyyeti devrilir mazi-i nisyana karışır gider. Zaten şübhe yokdur ki küfran zeval-i ni’meti müeddidir. Sözümü bitirmezden evvel şu cema’at-i kerimeye karşı olan teşekküratımı eda edeceğim ki böyle menhus bir zamanda her tehlikeyi her muhatarayı göze alarak ittihad-ı kaddesini takıb edip gidiyor. Efrad-ı kiramının günden güne çoğaldığını görmekle karirü’l-ayn oluyoruz. İnayet-i Hak’tan me’muldur ki mesa’ileri tevfike makrun olur da ihraz-ı muzafferiyet ederler.. Bizim mukaddes İslamiyet’de ulema-i kiram için bir mevki’-i mümtaz ruhaniyyet bulunmadığı mesa’il-i müsbetedendir. Herkes çalışır öğrenir ulemadan olur; ahad-ı nas cahil kalır; bu da ulemadan ayrılmaz: Dünya için ahiret için beraber çalışırlar. Mücadele-i hayatiyyede birlikde bulunurlar. Ma’a-zalik ulema seviyye-i irfanca avam-ı nasdan yüksekce bir mevki’ işgal eylemiş bulunduklarından ta öteden beri ahali arasında büyük ihtiramlara mazhar olagelmişlerdir. Müslümanlarda ve sa’ir milletlerde ulema-i kiram ve ruhaniler i’tibarca haysiyetçe bütün zamanlarda teferrüd eylemişlerdir. Onların şu teferrüdlerini para kuvvetiyle kılınç kuvvetiyle hülasa kuvve-i maddiyye ile ancak halifeler hükümdarlar ihlal edebilmişlerdir. Ulema ve ruhaniler ahali arasında yüksek mevki’lere na’il oldukları için daima her asırda bütün milletlerde onların rakıbleri hulefa ve hükümdarlar ola gelmişdir. Ehl-i Beyt evlad-ı Resulullah hep zamanlarının büyük ulemasından idiler. Hulefa-i Emeviyye’den onlardan sonra Hulefa-i Abbasiyye’den neler çekmediler ne gibi fitnelere belalara düçar olmadılar mahbes köşelerinde vefat edenleri mi olmadı... O büyük imamımız Ebu Hanife o büyük alimlerimizden Buhari’ler Serahsi’ler.. meclislerde menfalarda gurbetlerde süründürülmediler mi? O zalimlerden ne kadar silleler yediler ne kadar işkencelere düçar oldular!.. Burası saymakla yazmakla bitecek gibi değil. Fakat bunlarla beraber ulemamız imamlarımız ahali arasında daima muhterem mükerrem oldular. Ahlaf eslaf daima onları büyük tanıdılar. O zalimlerin isimleri la’netle yad olunduğu halde ulemanın isimlerini daima rahimehumullah ta’kıb eyliyor. O zalimler öldü gitdi fakat o büyükler daima diridir. Semere-i mesa’ileri ruh hayatları daima sine-i enamda hürmetle mahfuzdur. Bütün hayatlarını bütün mesa’ilerini sarf ederek –yalnız sözde değil- gecelerini gündüzlere katarak yüzlerce cild eserler yazarak bizi ahlafını düşünmüş olan o büyük muhterem İmam-ı Muhammed’leri Sena’i’leri Serahsi’leri Debbusi’leri Gazali’leri Fahr-i Razi’leri Cevzi’leri... aramızdan kim tasavvur olunabilir ki takdis tebcil eylemesin. Fi’l-hakıka işbu e’imme-i kiramdan ulema-yı eslafdan bir çokları dehşetli intikadlara gayet büyük mikyasda ta’arruzlara duçar oldular. Fakat bu onlar için de tabi’i bir hal zarlardı. Bunları bazı kimselerin akılları ihata edemez i’tirazlarında haksız olurlardı. Yahud bazen çok içinde az çok hata ederler mu’terizler de bu cihetden musib add edilirdi. Bu hal zamanımızda da şöylece devam ediyor değil mi? Lakin herhalde efkar-ı umumiyye bunların lehinde idi. Ahali bunları can u gönülden severdi. Ahaliye karşı büyük nüfuz sahibi idiler. Hilafetin Emevilerden Abbasilere intikali gibi büyük bir inkılab ulemanın nüfuz-ı ma’nevileri ile vuku’a gelmedi mi? Şimdiki zamanımızda dahi ulemanın hocaların ruh-ı avama olan nüfuzları pek büyükdür. Adeta fark edilemiyor: Bu nüfuzun bir haddi bir müntehası var mıdır nereden avamın kendi nüfuzları başlıyor; neyi kendi fikir ve zun taht-ı te’sirinde mevki’-i fi’ile koyuyorlar. İşte burası pek kapalı hafi bir noktadır. Pek uzun bir tahlilin neticesinde ancak mehtabda görülen bir gölge gibi hissolunabilir. Fakat şurası muhakkakdır ki büyük mikyasda icra edilen harekat-ı avamiyyenin pişdarı ulema hocalar olagelmiş şimdi de böyledir. Daha çokdan değil pek yakın bir zamanda muvaffakıyyetle neticelenen İran inkılab-ı kebiri ahundların müctehidlerin ulemanın tahrikat-ı hafiyyesi ile başlamış müdahale-i aleniyyeleriyle ve kumandalarıyla icra edilmişdir. Çokdan beri devam eden Yemen harekat-ı ihtilaliyyesi de ulema-i Zeydiyye’nin teşvikat-ı ta’assub-karaneleriyle Fakat benim fikrime göre şimdiki zamanımızda ulema hocalarımız ayrıca kendilerine mahsus doğrudan doğruya Hatta diye bilirim ki hocalarımız ulemamız adeta hissiyat-ı avamın ictima’ ettiği bir noktadır: Bu halde dimağ gibi oluyorlar. Yahud daha doğru bir ta’bir ile hocalarımız avamın havassı mesabesindedir. Bu halde asıl dimağ avam olur. Ben kendimce bu ta’biri bu teşbihi daha sarih biliyorum. Zira çok vakitlerde görüyorum ki ulema hocalar ilimleri lar. Ekseriyyet üzere hocalarda görülen ef’al harekat-ı dimağ avam tarafından verilen evamir üzerine icra edilir. Mevsukan işittiğime göre Cava İslamları arasında olan ulema ahaliyi şalvar giymekden men’ ediyorlarmış. Bizim kazan uleması da bir kaç sene mukaddemleri bu gibi hareketlerde bulunuyorlardı. Bugün Türkistan ve Buhara taraflarında cabandan başka bir şey iktisa eylemek her halde damlaların hocaların i’tirazından salim bir hareket olamaz. Bizim Kazan uleması da tütün içmek hususunda son derece muhafazakar davranırlar. Halbuki bu ef’alin hiç birisi İstanbul ulemasınca şayan-ı i’tiraz görülmüyor. Din mezheb bir hep müslümanız bu cihetden fark yok. Fakat ırk başka muhit başka. İşte şu ırk şu muhitdir ki insanlar arasında kah hocalar vasıtasıyla kah başka bir tarikle icra-yı hükumet ediyor. hükumet-i hafiyyenin vaz’ eylediği kavanindir. Bu kavanin Harb-ı hakıkı cihad-ı a’zam buradadır. Dinin askeri de ulema olmak lazım gelir. Bina’en-aleyh ulemanın bilenlerin daima o hükumet-i hafiyye tarafından teşkil olunan ebna-i beşeri tefrikalara ilka eden kavanin-i hafiyyeyi kırarak yerine sağlam metin ve umumi olan kavanin ikame eylemek bu suretle insanlar arasında umumi bir dostluk husule getirmeye onları nokta-i vahideye toplamaya bu suretle sa’adet-i matlubenin husulüne çalışmaları lazım gelir. Zaten biz müslümanlarca mü’minler şu hükumet-i fesadiyyenin vaz’ eylediği kavanini tanımayarak nokta-i vahideye dinin ira’e eylediği merkeze toplanmaya karar verenler ve toplananlardır. İşte bu suretle bütün mü’minler kardeşdir. Bir eserde hadis olmak üzere kavl-i şerifini gördü idim. Fi’l-hakıka bendeniz bunun hadis-i sahih olup olmadığını bilemiyorum bu hususda bir vesika bir rivayet görmedim. Ma’a-zalik bu kavl-i şerifi bir hakıkat-i İslamiyye olmak üzere kabul ediyorum: Burası din-i mübin-i İslam’ın yüzlerce asarıyla müsbetdir. Fakat arz ettiğimiz vechile ulema ekseriyyet üzere şimdiki zamanımızda o hükumet-i hafiyyeye hizmet ediyorlar. Demek oluyor ki bu suretle düşman tarafını iltizam eylemiş oluyorlar. Bana böyle gibi geliyor... Daha doğrusu ben buna yakın olduğunu te’min ediyor. Fakat inandıkça te’essüflerim artıyor kalbim yanıyor. Bu hadisenin esbabını gizli izlerini araştırıyorum. En evvel bütün esbabın bütün gizli avamın tahassungahı olan bir merkeziyyet buluyorum ki İslamiyet’de olan bazı mezaya-yı hafiyye deka’ik-i mühimmenin hala tamamıyla anlaşılamamasından hala hakkıyla hazm olunamamasından ibaretdir. Bu nokta daha avama değil – ne yapalım acı olsa da söyleyeceğim– ulemamıza hocalarımıza aiddir. Evet işbu mezaya-yı İslamiyye haka’ik-ı mühimme-i diniyye tamam hakkıyla anlaşılamamışdır. Bu mes’eleyi bizim ulemamızdan eslafımızdan nüfuz-ı fikrilerini haka’ik-i larına kadar erdiren bir çok zevat-ı kiram gelmiş geçmişlerdir. Belki şimdi de var daima yetişmekdedir. Ben bu kazıyyeyi selefen halefen ekseriyyeti teşkil eden müntesibin-i ilmiyyenin ahvalini tetebbu’ ve tedkık ederek istintac ediyorum. İşbu kazıyyenin isbat ve en evvel kendini ibraz eden cihet bizde ulum-ı İslamiyye-i me’surenin az tedavül etmekde bunların tahsil temsiline pek az bir gayret sarf edilmekde olmasıdır. Fi’l-hakıka usulde furu’at-ı fıkhiyyede mezahib-i muhtelife te’esşeklinde Ebu Davud süs etmeye başladığı bir zamandan i’tibaren ta zamanımıza kadar uzanmış bu devir zarfında ulum-ı me’sure-i İslamiyye küçüle küçüle tam bir şekl-i mahruti teşkil eylemekde bulunmuşdur. karşı en evvel mezahib-i muhtelifenin fıkhı usulü ulum-ı Arabiyye Me’mun devirlerinden i’tibaren ulum-ı Yunaniyye mekteblerde cami’lerde ilm-i Kur’an ilm-i Hadis asar-ı Resul yerine ilm-i fıkıh ka’im olmaya başladı. Şu hal ibtidaları büyük bir muvaffakıyyet idi. Zira böylece ilm-i fıkıhda mezahib-i muhtelifenin te’essüs işbu fenn-i celilin esası olan ulum-ı me’surede hakkıyla tahlil ve temsil vuku’a gelmiş olduğuna bürhan-ı kavi teşkil eyliyordu. Zira ilm-i fıkh ulum-ı me’surenin bir neticesi idi. Fi’l-hakıka fukaha-i seb’a Alkame bin Kays Es-Sefi Mesruk bin El-Ecda’ El-Hemedani Şurahbil İbrahim EnNah’i ve Amir Eş-Şa’bi Hammad bin Ebi Süleyman A’meş İbni Ebi Leyla Süfyan-ı Sevri Hasan Basri Ata bin Ebi Rebah Mücahid Tavus Evza’i e’imme-i erba’a ve sa’ir bu tabakalarda yetişmiş olan ulema-yı kiram hazeratı ulum-ı me’sureyi adeta temsil eylemişlerdi. İşte şu muvaffakıyetin netice-i hasenesi olmak üzere ilm-i fıkhın esası kuruldu. Furu’atı kavanin ve usule rabt olundu. Şu gördüğümüz fenn-i celil meydana geldi. Lakin git gide ahval değişdi. İlm-i fıkha büyük bir revac verildi. Ulum-ı me’sureden ilm-i fıkhın tevakkuf ettiği bir mikdar-ı kalili ihtiyar edilir oldu. Fukaha ile ehl-i asar ayrıldılar. Ayrı ayrı meslekler teşkil eylediler. Hatta aralarında bazı ihtilaflar tehaddüs eyledi. Fukaha-i kiramdan bazıları mevaki’-i resmiyyede bulunuyorlardı. Bu suretle meskenlerinde bir nevi’ resmiyyet vardı. Bina’en-aleyh kuvvet rüchan-ı fukeha tarafında idi. Muhammed bin İsmail Buhari hazretleri son zamanlarında Emir Halid bin Ahmed Ez-Zühli’nin teşvikatıyla kibar-ı fukaha-i Hanefiyye’den olan Haris bin Ebi’l-Verka’ ve sa’irleri tarafından mezhebce ta’n olundu; nefy edildi ihtiyarlığında bir çok zahmetlere duçar oldu; hatta kalbinde diye du’a niyaz edebilecek kadar bir inkisar hiss eyledi. Daha sonraları ulum-ı Yunaniyye daha ziyade revac buldu. Medreselerde bu uluma son derece rağbet eder oldular. Adeta ulum-ı İslamiyye sırasına geçdi temsil edildi. Tefsir fıkıh fenlerine kadar icra-yı nüfuz eyledi. Hele ilm-i tevhid bu cereyana o kadar kapıldı ki büsbütün başka bir şekil alarak ilm-i kelam namını aldı. Ulum-ı Arabiyye tahsili de epeyce zahmetli işler sırasına geçdi. Bu suretle ulum-ı me’surenin müzahimleri iyiden iyiye çoğaldı; salikleri başkalarına nazaran daima ekalliyet teşkil edecek bir hale geldi. sa’ir bir çok ulema-yı asara karşı icra edilen imtihanlar ekseriyeti teşkil edenlerin netice-i galibiyyeti idi. İşte bu devirlerden sonra işler daha başka bir renk aldı. Ulum-ı dahile ve muhdese daha ziyade revac bularak ilm-i fıkıh dahi mağlub olmağa başladı. Bu suretle alem-i İslamiyet ulum-ı me’sureden iki derece uzaklaşmakda bulunuyordu. Fakat ma’at-te’essüf işler böyle de kalmadı. Ulum-ı dahile ulum-ı aliyeden olduğu halde bu kayd ancak lisanlarda kaldı. Talebe-i ulum münhasıran aliyat ile iştigale başladılar. Ulum-ı zacire fıkıh dahi dahil olduğu halde yavaş yavaş köşelere çekildi. İşte bu suretle şimdi cami’lerimizde gördüğümüz usul-i tahsil te’essüs etdi. Zamanımıza geldik. Ben bir çok vakitlerdir Japonya’da cevelan etmekde idim buralarda bulundukça a’yan-ı memleket ile kesb-i mu’arefe etmeye gayret etdim bir çok ashab-ı ma’rifet ile ünsiyet peyda etdik ve bir çok mecalis-i umumiyye ve hususiyyede din-i mübin-i İslam feza’ilinden anen fe-anen bahs olundu ve ittihad-ı şark mes’elelerinden dahi sözler açıldı. Akıbet Japon milleti din-i İslamı kabul eder filan gibi sözlerden ağız yoklayanlar da az değildi ve bazıları Japonya’nın pay-i tahtı olan nefs-i Tokyo’da bir mescid lüzumunu söylemekde idiler. Bir gün benim bildiğim bir çok adamlar bi’l-ittifak bize gelmişler Tokyo’da din-i İslam için bir merkez sını iltizam edecek olursak Japonlar da mescid medrese binasına lüzum olacak yerini meccanen vereceklerini söylediler. Biz de böyle birşey zaten aramakda idik asıl seyahatden maksadımız da böyle bir kapı açmak idi. Şimdi Mevla bizi böyle bir muvaffakiyyete mazhar eyledi diyerek ma’al-memnuniyye Yokohama’da bulunan ihvan-ı din ve tüccaran-ı mu’teberan ile bi’l-istişare “böyle bir ni’meti kabul etmezsek küfran-ı ni’met olur” diyerek Japonların teklifini kabul etmeye karar verdik. Elbette böyle bir emr-i azim bir adam iki adam karı değildir. Şu halde böyle bir büyük hizmeti umum ehl-i İslam’a havale eylemek münasib görüldü. İşte şu sebebe mebni burada bulunan tüccaran-ı mu’teberan meyanından üç adam intihab olunarak uhdelerine bu vazife tevdi’ olundu. Şimdi umum küre-i arzda bulunan ihvan-ı din-i mübin hissiyat-ı diniyye ve milliyyeleri ile bu emr-i hayra müşareket etmek isterlerse iktidarları da’iresinde Yokohama’da sakin tüccaran-ı mu’teberandan Türab Alizade Hacı Veli Mehmed Efendi cenablarına irsal edebilirler. Her kim her ne kadar mu’avenet edecek olursa makbuldür. Esas matlab Umum ehl-i İslam’dan her ne ihsan ve mu’avenet ederse cümlesi ba-defter zabt olunarak mescid ve medrese binası tamam oldukdan sonra hem hesabı ve mu’avenet edenlerin –arzu ederlerse isimleri ile– hem bir akçesine kadar kitab şeklinde tab’ olunarak bütün i’ane göndermiş adamlara birer nüshası meccanen irsal olunacakdır. Bu hususda Kazan’da münteşir Beyanü’l-Hak gazetesi ve Türkiye’de Sıratımüstakım risalesi sahifelerinde mufassal makaleler olacakdır. Hacı Veli Mehmed Efendi’nin adresini bununla beraber etmenizi samimi istirham ederiz. Bunun ile beraber Dersa’adet mühendisleri tarafından münasib bir plan ve fasad tersim edip gönderecek zevat-ı kiram bulunursa ma’al-memnuniyye kabul olunacağı ayrıca arz olunur. Temmuz’un ’uncu akşamı Pazartesi gecesi sa’at bir buçukda Ahmed Midhat Efendi hazretleri kolunda İsmail Bey Gaspirinski hazretleri oldukları halde sahne-i hitabeti teşrif buyurdular. Şiddetli alkışlarla karşılandıkdan sonra Ahmed Midhat Efendi Gaspirinski hazretlerini huzzara takdim etdi: Efendilerim size bu akşam İsmail Bey Gaspirinski hazretlerini takdim ile müşerrefim tahsil-i ibtida’i hakkında umumi bir idare-i efkara dair bir güzel makale irad buyuracaklardır. Vakı’a “Söyleyene bakma söylenen söze bak” denilmişse de biraz da söyleyene bakmak lazımdır. Hakıkat her kimin ağzından çıksa hakıkatdir ama bi-hakkın takdir eden adamın ağzından çıkması başka letafet gösterir. yük ismi işitmişdir. Yirmi sekiz seneden beri Kırım’da neşr olunan Tercüman gazetesi her ne kadar memalik-i Osmaniyye’ye duhul şerefinden mahrum edilmek istenilmişse de duhulü men’ olunmak istenen sa’ir asar-ı mu’tebere gibi o da dahil olmuşdur. İsmail Bey Gaspirinski hazretleri Bağçesaray ahalisindendir. Bundan yirmi sekiz otuz sene evvel memleketin ahvaline nazar etmiş bu ahaliyi me’aric-i terakkıye sevk etmeyi kendine emel emel-i mahz edinmiş. O zaman Kırım’ın Kazan’dan Kazan’ın Orenburg’dan haberi yok iken aksam-ı İslamiyye meyanında irtibat bulunmuyorken Tercüman ile Rusya saha-i vesi’indeki aksam-ı İslamiyyeyi birbirine tanıtmış bunların ma’arifçe ne kadar noksanı bulunduğunu tefhim etmiş. Bir yandan gazetesi ve diğer tarafdan kütüb ve resa’il ile ilka’at ve irşadatda devam ile beraber memleketde tedrisat-ı ibtida’iyye usulünü yerleştirmiş. Kendisi İstanbul’a gelerek Mısır’a giderek tedrisatın mahiyetini epeyce tedkık ettikden sonra onu süzerek bir güzel elinizden geçirerek kendi hemşehrilerine takdim etmiş. Rus müslümanları için bir lisan-ı umumi lazım olduğunu düşünmüş. Zira lisan bir kavmin hayatıdır. Her şeyden evvel bu cihete büyük himmetler sarfı iktiza eder. Bakmış ki lisanlar pek muhtelif. O kadar milyon halk aynı lisanı tekellüm ettikleri halde çokları birbirinin dediğini anlayamıyor doğrudan doğruya bi’s-suhule konuşamıyorlar. Bu muhtelif lisanları ıslah ve tevhide çok gayret etmiş. Ve fakat bununla beraber İstanbul’un Osmanlıcasından da ayrılamamış. Zira biz lisanı bu hale getirinceye kadar neler çekdik.. Nergisilerin Veysilerin şan ve şerefini tevkıf ederek biraz da kendi anlayacağımız lisanı söyleyelim dedik. Hayli çalışdık. Vakı’a mümkün mertebe muvaffak olduk lakin güc muvaffak olduk. Bununla beraber hala bazı büyük kalemlerden çıkan eserleri kiminiz rahatla anlayamıyorsunuz. İsmail Bey Gaspirinski hazretleri bunu gördüğü için lisanı herkesin rahat rahat anlayabileceği bir surete koymuş. “Süzmüş” dediğim bu. Usul-i tedris de böyle. Fazlaları çıkarıp eksikleri itmam etmiş. Öyle mekatib te’sis eylemiş ki hakıkaten miftahu’lulum yolunu tutmuşdur. Zanneder misiniz ki bu muvaffakiyatı bila-müşkilat husul pezir oldu? Mümkün mü? O sa’adet kime müyesser olmuş? Bu gayur zatın da önüne bir çok mevani’ çıkdı. Birincisi kendi içimizden zuhur etdi. Bu yolda teceddüdat ve terakkiyatı menfa’atlerine muğayir gören bir kısım halk mümana’at edilmez müşkilat çıkardılar mezahim ihdas etdiler. Bunu iktiham hakıkaten büyük kahramanlıkdır. Sonra orası bir sene evvel bizim memleketimizi ezen bar-ı tazyikı altında inleden bir hal ile musab idi. Akvamın teyakkuzatı bir cinayet idi. Lakin bu gayur ve dirayetli zat-ı muhterem maksadını icra hususunu öyle bir suret-i akılanede tertib etmiş ki uğraşdığı mes’elelerin siyasiyata zerre kadar ta’alluku olmadığını Rusya’ya te’min ederek onun pençesinden kendini kurtarmışdır. Bir yandan kendi hemşehrilerinden edilecek mümana’at diğer cihetden Rusya’nın meslek-i şedid ve mişvar-ı garibi bu teşebbüsatı semeresiz bırakmak pek kabil iken Gaspirinski hazretleri işi ileri götürmeye muvaffak olmuş. O kadar ki Kırım Kazan Orenburg taraflarında terakkıyat-ı lisaniyye ve ilmiyye hakıkaten bir suret-i hasene peyda etmiş her sene yüzlerce tüllab burada tahsil-i ma’arifden sonra giderler memleketlerinde hizmet ederler. Meclisi şereflendirmek üzere bunların içerisinde birinin lar bu zat Orenburg’da bir matba’a açdı. Üstazı bulunan büyük İsmail Bey Gaspirinski hazretlerinin peyrevi oluyor. Hatta daha ziyade memnuniyetimizi mucib ahvaldendir: Ahiren şu bir kaç gün evvel Buhara’dan buraya bir kaç efendiler geldiler otuz beş seneden beri bu millete hizmetkarlıkla leyliyeyi temaşa etdiler. Alacakları misal üzere memleketlerine gidip ıslah-ı tedrisata çalışacaklardır. O da bu zat-ı muhteremin İsmail Bey Gaspirinski gayretidir. Diğer cihetden Çin müslümanları daha evvel davranmışlar dıkları misal üzerine Çin’de güzel bir mekteb yapmışlar. İçlerinden bir zatı Ma’sum Efendi’yi buraya göndermişler. O zat senelerce burada tedkıkatda bulundukdan sonra şimdi memleketinde tedrisatla meşguldür. hizmetle beraber diğer cihetden de bütün dünyadaki müslümanların terakkı ve te’alisini nuhbe-i amal edinmiş. Yaşasın hazretleri... Şiddetli alkışlar. Bundan iki sene mukaddem Mısır’da ilk da’i kendisi olmak üzere bir Mu’temer-i İslamiyye’ye bir müslüman kongresine da’vet etmiş. Mısır’ın bütün ulema-yı fihamı rical-i siyasiyyesi yani İslam’ın erbab-ı gayret ve hamiyyeti bu da’vete icabet etmişler. Her ne kadar bazı taraflardan bu hareket mucib-i tevehhüm olmuşsa da Gaspirinski hazretleri te’min etmiş ki siyasiyatla iştigal yok. Zaten bu gayret bu hareket ictima’i ilmi medeni. O kongrede İslam’ın terakkiyyat-ı umumiyye-i beşeriyyeye mukabil nasıl bir medar-ı tahsil bulunduğunu meydana koymuş. İslam’ın bir noktaya muhtac olduğunu isbat etmiş. Demiş ki: İslam’ın bütün aksamı birbirini tanımalı. Havayic-i iktisadiyye ve ictima’iyyelerini anlamalı. Yekdiğere mu’avenetde bulunmalı. Bütün milletlerin ilerledikleri şehrah-ı terakkıde onlar da bütün müslümanlar da büyük adımlarla kat’-ı mesafe etmeli. Yaşasın alem-i İslam’a hizmet edenler... Şimdi bu kongre hasıldır. Fakat gerek burada gerek yerleşip ahval-i tabi’iyye tekarrur edinceye kadar o kongrenin namesi muntazamdır. Neşr olunmuşdur. Bir müddet sonra o büyük kongre burada da ictima’ edecek ve şübhe yok ki bütün civanmerd-i Osmaniyan lebbeyk-zen-i icabet olacakdır. Payidar olsun ittihad-ı efkar... Alkışlar. lam’a büyük hizmetler etmiş ve muvaffak olmuş olan bu gayretli ve muhterem zat bu akşam size tedrisat-ı umumiyye hakkında tedkıkatının neticesini söyleyecek. Bu ma’lumatı bir yere cem’ edebilmek hakıkaten çalışkan bir adamı yoracak himmetlere vabestedir. Fakat himmetleri dağları yerinden koparacak bu gibi zevat-ı aliye için bu yorgunluklar bihemta bir zevkdir. Bu akşam böyle bir zatı size takdim şerefiyle kesb-i iftihar ederim... Alkışlar bütün şiddetle birkaç dakıka devamdan sonra Gaspirinski hazretleri söze başladılar: Hazerat! Bu akşam bizim Rusya talebelerinin cem’iyyetine teşrif ve benim olur olmaz sözlerimi dinlemeye tenezzül buyurduğunuz için teşekkür ederim. Üstad-ı ekrem Ahmed Midhat Efendi hazretleri şimdi buyurdukları nutukda bir söz söylediler: “Büyük İsmail Gaspirinski” buyurdular. Benim için bu sözü red etmek vallahi vicdanıma pek ağır gelecekdir. Fakat tasdikini de yapamayacağım. Ben o büyük sözüyle ibraz buyurulan teveccüh ve mail... Ben büyük değilim fakat bahtiyarım. Hazerat! Vaktiyle hükümdarın biri fena halde hastalanmış. Tedavisine son derece gayret edildiği halde hiç bir çare bulunamamış. Nihayet doktorlar anlamışlar demişler ki: Bu rahatsızlık bedeni değildir. Ma’nevidir. Bunun şifayab olması buna giydirmeli o vakit belki şifayab olur... Her tarafa adamlar gönderdiler “bahtiyar” bir zat ararlar. Fakat mümkün mü? Bulamadılar. Nihayet avdet edecekleri sırada yetmiş seksen yaşlarında bir adama tesadüf etdiler. Buna da bir soralım dediler. Sordular: – Sen kimsin? – Ben işte kendi yağımla kavrulur bir adamım. – Senin bu dünyada hiç bir gamın yok mu? – Hayır hiç bir gamım hiç bir derdim yok. – Demek sen bahtiyarsın?.. – Hay hay... dedi. Sevindiler böyle bahtiyarlığını i’tiraf eden bir adam buldular bir de ne baksınlar gömleği yok... Bendenizin gömleğim var: Ben gömlekli bahtiyar... Fakat ne cihetle bahtiyar olduğumu sorsanız size derim ki: Benim bahtiyarlığım milletime pek sevdiğim müslüman kardeşlerime hizmet etmekliğimdir. Her tarafı gezdim. Hemen ekser alem-i İslam’ı dolaşdım. Gezdiğim yerlerde bir çok şeyler söyledim. İyi mi söyledim. Fa’ideli mi söyledim. Her ne söylediysem muhatablarım olan hamiyetli ve hakıkatperver müslümanlar kabul ettiler ve tatbik ile alem-i İslam fa’idesini gördü demek ki alem-i İslam’a velev ki naçiz olsun bir hizmetim bir sa’yim geçdi ve semeredar oldu. de ve icradaki isti’dad-ı fevka’l-adesi beni pek bahtiyar ediyor. Bahtiyar olsun erbab-ı hamiyyet... Alkışlar. Şimdi gelelim bahsimize... Beşincisi ki muma-ileyhin mahkeme-i temyiz ceza da’iresinde zabıt kitabeti vazifesini ifa etmekde olması ve betahsis mahkeme-i müşarun-ileyhanın hey’et-i umumiyyesinde müstahdem bulunması esasıdır. Bunu da tedkık edecek olur isek yine vekil-i müşarun-ileyh için muhlas olabilecek bir mahiyeti ha’iz göremeyiz. Zira mahkeme-i temyizdeki rülür ki: Buradaki kitabetin derecat mehakimindeki veza’if-i mümasileden meşgaleten daha mühim olması. Veya şerefen ali bulunması. Veya mahkeme-i temyiz merci’-i tefsir bulunduğu ve tatbikat-ı kanuniyyeyi tevhid vazifesiyle mükellef olduğu cihetle bu mahkemede bulunanların emr-i tatbikde rüsuh ve meleke iktisab eyleyecekleri ve binaberin müdde’i-i umumilik vazifesini ifada mehakim-i sa’ire zabıt kitabetinde bulunanlardan ziyade muvaffak olacakları mülahazasının kabul edilmiş olması. Veya müdde’i-i umumilik için asl-ı vazife cihet-i ceza’iyyede hukuk-ı umumiyye namına ikame ve ta’kıb-i da’vadan ceza da’iresi zabıt kitabetinde bulunacak zevatın i’tibarat-ı meşruha hasebiyle bu vazifeyi sa’irlerinden ziyade hüsn-i Veya mahkeme-i temyiz mehakimin fevkınde niha’i bir hey’et-i aliyye olduğundan kuvve-i adliyyenin kitabet kısmından hakimiyet kısmına irtika için bu mahkemedeki küttabın tercihi kuvve-i mezkurede cari silsile nazariyesine muvafık bulunmasıdır. Bütün bu ihtimalatı nazara alarak deriz ki: Bir kere mahkeme-i temyiz zabıt kitabeti meşgaleten derecat mehakimi zabıt kitabetinin madunundadır. Zira derecat mehakimi zabıt katibleri tarafeynin muhakeme ve mürafa’asında bi’l-fi’l zabıt kitabetinde bulunarak müdde’iyat-ı mütehasımini ve ten tenvir-i mes’eleye medar olarak tehassül eden hususatı cem’ ve zabt ederler. Bu babda cüz’i la-kaydi mukaddes ve masunü’t-ta’arruz add olunan hukuk-ı nasın ziya’ına sebebiyyet verir. Bina’en-aleyh derecat mehakimi zabıt ketebeleri maddi ve ma’nevi büyük bir mes’uliyetin daima taht-ı te’sirinde bulunurlar. Tarafeynin sözlerini adeta vüs’-i beşer fevkınde bir dikkatle ta’kıb etmeye mahkumdurlar. Ebna-yı beşerin tarz ve şive-i tekellümü mütehalif bulunduğundan pek seri’ söyleyenler az sözle ifade olunacak maksadı mukaddemat-ı bi-sud içinde iğlak edenler bulunur. Zabıt katibleri hakk-ı takdiri ha’iz olmadıklarıdan ratb ü yabis hiç bir söz zayi’ etmemeye çalışırlar. Muhakemenin tabi’iyyü’l-husul olan hay ü huyu içinde hey’etin bir çok su’allerine ma’ruziyet altında mürafa’anın nakır ve kıtmir her cihetini her safhasını zabt etmeye i’tina ederler. Halbuki buna karşı mahkeme-i temyiz zabıt katibleri mahkeme-i temyizde mürafa’a cereyan etmediği cihetle tedkıkat-ı temyiziyye esnasında hey’etin nezdinde yalnız kıra’at-i evrak ile iştigal ve ekseriya evrakın mazmununu takrir eden hey’etden bir zatın netice-i tedkıkatını mutazammın olan kararın esbab-ı mucibesini evrakı meyanına vaz’ eder ve nadir ahvalde beş altı zatın müzakeresinden tahassul eden netice-i kararı yazar. Tanzim-i zabt ü i’lamat meşgalesi ise her iki kısım mahkemede mevcud olduğundan bu ciheti mevzu’-i bahs etmeye lüzum yokdur. Demek oluyor ki mahkeme-i temyiz zabıt kitabetinde meşgaleten ehemmiyyet-i za’ide ciheti varid değildir. Belki esbab-ı meşruhadan naşi derecat mehakimi zabıt ketebesi mahkeme-i temyiz ketebesine mütefevvıkdir. Saniyen şerefen ali bulunmak ihtimal-ı gayr-i variddir. Zira kanun kuvve-i adliyyede yalnız mahkeme-i temyizin baş mümeyyizlerini mehakim-i sa’ire ketebesinden şerefen ali add ediyor. Ketebe-i sa’ire için böyle bir esas vaz’ etmiyor. Hukuk ve veza’ifde müsavatın asıl olması hasebiyle hilafına sarahat olmadıkça bu asıldan teba’üd ca’iz değildir. Salisen mücerred mahkeme-i temyizde müstahdem olmak müdde’i-i umumilik vazifesini hüsn-i ifa emrinde te’min-i muvaffakıyyet edemez. İ’tibarat-ı meşruha nazara alınmış olsa bile üç daireye münkasem bulunmuş olan mahkeme-i temyizin her şu’besindeki ketebenin vukuf ve ittila’ı o daireye muhavvel veza’ife te’alluk eden ahkam-ı kanuniyyeye münhasır olacağından semerat-ı matlubenin iktitaf olunamayacağı tabi’idir. Rabi’an mahkeme-i temyizin hukuk ve istid’a da’irelerinden kat’-ı nazar Ali Mürteza Efendi’nin ketebesinden bulunduğu mahkeme-i temyiz ceza dairesi yalnız cinayet mevaddını temyizen tedkık vazifesiyle mükellefdir. Bina’enaleyh bu dairede zabıt kitabetinde bulunan bir zatın veza’if bulunan mevadd-ı kanuniyyenin suver-i tatbikıyyesiyle tarz-ı tefsirinden ibaret olup bidayet mahkemesi müdde’i-i umumi mu’avinliğince ekseriyyetle müraca’at edilecek olan mevadd-ı kanuniyye cünha ve kabahate mütedair olmasına göre muma-ileyhin mücerred bu dairenin zabıt kitabetinde bulunması intihabı için medar-ı tercih i’tibar olunamaz. Hamisen kitabet kısmında hakimiyet ve bu i’tibarda telakkı olunan menasıba irtikada niha’i bir mahkeme ketebesinin tercihi silsile nazariyesine tevafuk edeceği teslim olunmakla beraber bu faraziyenin kabulü halinde o silsilenin katibleri sunufa münkasem ve her sınıfda ise gerek mektebden suret-i neş’et ve gerek kıdem-i hizmet gibi suver-i adide-i kanuniyye ile Ali Mürteza Efendi’ye mütefevvık zabıt katibleri mevcud olduğundan onlardan silsile i’tibariyle müntehada bulunan zatın tercihi lazım gelirdi. Mir-i muma-ileyhin intihab olunmasına nazaran bu nazariyenin dahi ta’kıb edilmemiş olduğu anlaşılmakdadır. Kaldı ki mahkeme-i temyizin hey’et-i umumiyyesinde istihdam olunması yine mir-i muma-ileyhe derecat mehakimi zabıt katiblerinden fazla bir ehemmiyet te’min edemez. Çünkü hey’et-i mezkurede de ifa olunan vazife mahkeme-i temyizin daire-i hususiyyesindeki vazifenin tarz-ı ifasına tamamıyla muvafıkdır. Hey’et-i müşarun-ileyhada da a’zadan biri takrir-i mes’ele eder ve ekseriya kararın esbab-ı mucibesi pusulasını birlikde verir ve nadir ahvalde hey’et-i umumiyyede bulunan zabıt katibi –ki her daire namına o daireye mensub bir zabıt katibi bulunur– on dokuz zatın netice-i müzakeratını zabt eder. Re’yler istifsar suretiyle birer birer mucib-i müşkilat olmaz. Tafsilat-ı meşruha kaffeten müşahedeye müsteniddir. Ma’a-mafih vekil-i müşarun-ileyhin şu ifadesi de muvafık-ı nefsü’l-emr değildir. Zira mahkeme-i temyiz ceza dairesi namına hey’et-i umumiyyede zabıt kitabeti vazifesini ifaya Mekteb-i Hukuk’un on yedinci sene-i tedrisiyyesi me’zunlarından Hüseyin Vehbi Efendi me’murdur ki yirminci sene me’zunu bulunan Ali Mürteza Efendi’den iki üç sene mukaddem mezkur daireye intisab eylemişdir. Hey’et-i umumiyyenin esna-yı müzakeratında bazen bera-yı istifade efendi-i muma-ileyh Ali Mürteza Efendi’nin refakat etmiş bulunmasının vekil-i müşarun-ileyhce pek mühim bir medar-ı ması hakıkat-i hali bilenlerce pek garib telakkı olunmuşdur. Altıncısı ki encümen a’zasının müsellemi olan iktidar ve talakatin sebeb-i tercih add olunması esasıdır. Ma’lumdur ki cerbeze ve talakat gibi evsaf-ı za’idede bir zatı yekdiğerine tercih için mercuhların dahi cerbeze ve talakatleri bilinmek lazım gelir. Henüz nezarete yeni giren me’zunları tanımamakda olduğunu beyan eden vekil-i müşarun-ileyhin intihabda mühmel bırakdığı me’zunin-i sairede bu evsaf-ı za’idenin mevcudiyet ve adem-i mevcudiyyetini bilemeyeceği tabi’idir. Zaten müşarun-ileyh bu babda ikrar-ı meşruhuyla da mülzemdir. Encümende bulunan zevat ise ancak kendi dairelerindeki me’zunları mukayese edebileceklerinden daireleri haricindeki me’zunların bu kabil meziyyat cihetinden müntehiblerinin madunu bulunduğunu keşf etmelerinin butlanı zahirdir. Ma’a-mafih madem ki intihab mazbatasını tahtim eden zevat canibinden müdde’i-i umumilik me’muriyyeti için ta’rifat-ı kanuniyye haricinde olarak bu kabil evsaf-ı za’ide emr-i intihabda matmah-ı enzar ittihaz edilmiş ve sebeb-i müraccah olmak üzere kana’at-ı vicdaniyyeleri bu noktada temerküz eylemişdir. O halde kendilerinin bi’z-zat bunu diğer müstahdem me’zunlarda dahi taharri etmeleri ve hatta bu babda tarik-i ihtiyara tevessül eylemeleri lazım gelirdi. Halbuki bu meziyyatı aradıkları halde esna-yı intihabda bu yolda hiç bir teşebbüslerinin sebk etmemiş olduğunu bugün talakat ve cerbeze cihetinden dahi müntehab zata ha’iz-i rüchan kudema-yı me’zuninin mevcudiyeti gösterir. Vekil-i müşarun-ileyhin altı esasa irca’ ile teşrih olunan beyanat-ı salifesi esbab-ı kanuniyye ve kava’id ve nazariyat-ı run-ileyhe bırakıyoruz: “Eğer münhal olan me’muriyet a’za mülazımlığı olsa idi herkes bu vazifeyi ifa ederdi. Lakin müdde’i-i umumilik vazifesinin daha mühim olduğunu bir çok mezayaya muhtac olduğu muhtac-ı izah değildir.” Halbuki müşarun-ileyh daha bir iki dakıka evvel bu vazife için “Dersa’adet bidayet müdde’i-i umumiliğinde bin kuruş ma’aşla ve adeta kitabet derecesinde bir me’muriyet” diyordu. Demek ki vazifenin ehemmiyeti sırasına göre tezayüd ve tenakus etmekdedir. Akraba ve müntesibinden bir zatı geçirmek lazım gelince vazifenin ehemmiyeti azalıyor. Müstehak zevat talib olunca onların ifa edemeyeceği derecede kesb-i ehemmiyyet eyliyor. Doğrusu isbat-ı müdde’a hatırı için müdde’i umumilik makamının a’za mülazimlerinin vazifedar olduğu hakimlikden daha mühim olduğu ifadesini bu babdaki kava’id-i kanuniyye ve nazariyat-ı ilmiyyeyi bi-hakkın tedris edebilecek bir zatdan istima’ eylemek mucib-i te’essürdür. Ma’a-mafih şu kadarını söyleyelim ki kanun her hukuk me’zununu gerek a’za mülazimliğini ve gerek müdde’i umumi mu’avinliğini ifaya mütesaviyen ehil farz etmişdir. Bir hakkın isbat veya iza’asında bi’l-fi’l sahib-i re’y olan hey’et-i ictima’iyyeye karşı daha mühim bir vazife ve mes’uliyet tahammül etmiş olduğunu takdir etmek ve bunun öyle buyurulduğu gibi herkes tarafından yapılacak bir iş olmadığını anlamak uzun uzadıya düşünmeye tertib-i mukaddemat Muharrir-i fakırin Babilik mesleğine ta’riz eylediğimi Abbas Efendi işitmiş olduğundan bahs ile bana gücenmiş olduğunu haber verdiler. Kim bilir bu nifak hangi müfsidin eser-i himmeti idi? Abbas Efendi’nin şahsına muhabbetim faziletine hürmetim olduğundan hemen nezdine azimet ile beyan-ı hal ve hakıkat eyledim. Esna-yı sohbetde şunu demişdim: Ma’lum-ı faziletdir ki tasdik ve inkar ma’lum ve mu’ayyen olan şeye te’alluk eder; meslek-i Babi henüz ammeye ve keyfiyete i’tiraz etmek nasıl mümkün olur? Bu sözüme cevaben Abbas Efendi bir ifade-i icmaliyye ile Babiliğin Mezheb-i Şafi’i’ye karib bir meslek olduğunu beyan etdi ve söz amcası Mirza Subhiezel’in Kitab-ı Aziz’e Arabca haşa nazire yapmış olduğu vadilerine münsak oldukda: Amcam lisan-ı maderzadı olan Farisi’yi dürüstce yazamaz nerede kaldı ki fürsan-ı me’aniyi fuseha ve bülegayı aciz bırakan Kelamullah’a Arabca nazire yapabilsin; onun hezeyanıyla Babilerin cümleten ithamı reva mıdır dedi. Biz Akka’da bulunduğumuz müddetce Bahaullah Efendi müste’ciren ikamet eylediği hanede münzevi olup cema’atden başka kimseye görünmez olduğundan cema’atin umurunu Abbas Efendi idare eder idi. Abbas Efendi’nin tavr u meşrebi tedkık olunursa şeyhane olmakdan ziyade siyasetşinas bir tarz ve haleti andırdığı nümayan olur. İran hakkında matbu’at-ı ecanibde bir makale musadif-i çeşm-i dikkati olunca sa’atlerce kemal-i germi ile beyan-ı mütala’a eder ve bundan o kadar mest-i huzuz olur idi ki bütün hab u rahatını ona feda eyler. Bazen Arabca ve Farisi makaleler yazıp Fransızca tercümeleriyle Avrupa matbu’atına gönderdiği de olurdu. Hüsn-i sohbet ve mu’aşereti kerem ve sehası sında selamlık ittihaz kılınan mahalden gani ve fakır müslim ve na-müslim züvvar subh ü mesa eksik olmaz. Misafirlere leziz çaylar Şiraz’ın a’la nefis tenbakülerinden nargileler ikram edilir. Pek çok kere olurdu ki Abbas Efendi haric-i surda vaki’ bostanlar içinde iştira eylemiş olduğu bahçede bize ziyafetler verir idi. Birlikde çıkılıp tenezzühler ta’amlar edildikden sonra yine birlikde kal’aya avdet olunurdu. Esna-yı sohbetde etfal-i cema’at müşa’are ederler idi. Şöyle ki çocuğun biri ezberden Farisi bir beyt okur beytin harf-i revisi ne ise diğer bir çocuk sadrı o harfden bir beyt bulup mukabele eder beyt-i saninin revisi her ne vaki’ olursa üçüncü de evveli böyle bir beyt bulur ve helümme cerran: Mesela birinci beytin kafiyesi “mim” ise diğer çocuk evvelki harfi “mim” bir beyt okur beyt-i saninin kafiyesi “nun” ise üçüncü çocuk evveli “nun” bir beyt bulur böyle böyle bir yetmiş seksen kadar beyit okurlar. Hafıza-i etfali bir takım eş’ar-ı abdar ile taravet-yab etmek için ne güzel temrin! Çocukların neş’esini tezyid için bazen biz de müşa’areye katılırdık ama üçüncü dördüncü tekerrürde kalırdık. Gerek cema’atin gerek etfal-i cema’atin terbiyeleri hakıkaten sezavar-ı takdirdir. Çocuklara Kur’an-ı Kerim Farisi tercümeleriyle beraber ta’lim edilir mebadi-i ulum gösterilir Fransızca okudulur. Ahad-ı cema’atden bazıları marangozluk doğramacılık gibi san’atlar icra eder bir takımı buğday ve sa’ire ticaretiyle meşgul olur. Keşkül be-dest olarak İran’dan kopup gelen bazı seyyahine Abbas Efendi mikdar-ı kafi sermaye verir isti’dad ve kabiliyetine göre san’at veya ticaretle meşgul eder. Mutava’at etmeyenlerini daire-i cema’ate takrib etmez. hura gelmesine ve gitdikçe ahval kesb-i vehamet eylemesine mebni vaktiyle Mirza Bahaullah Efendi’yle biraderi Mirza Subhiezel tabi’leriyle birlikde hükumet-i İraniyye tarafından haric-i mülke çıkarılmaları üzerine hükumet-i seniyye-i Osmaniyyece Bağdad kendilerine ikametgah tensib edilmiş ve darü’s-selamın İran’a hem civar olması hasebiyle bunlar orada İraniyan arasında Babiliği havza-i İran’dan daha ziyade bila mani’ ve mezahim tevsi’a koyulmuşlarsa da Babiler’in böyle hudud-ı İraniyye’ye karib bir mahalde bulunmaları run-ileyha tarafından olunan iltimas üzerine hükumet-i seniyye bunları an-cema’atin Edirne’ye gönderir. Edirne’de bulunmaları dahi devletce münasib görülmeyerek ahiren oradan Mirza Subhiezel Kıbrıs’a Mirza Bahaullah Efendi Akka’ya kaldırılmış ve her ne sebebe mebni ise ahadü-hümanın etba’ından bazıları aharın bulunduğu mahalle sevk edilmiş. Lakin iki birader arasında haric-i cema’at için henüz ma’lum olmayan esbabdan dolayı şiddetli buğz ü udvan olup bu hal tabi’i iki tarafın müridan ve etba’ına da sari oldukdan başka günden güne şiddetini artırmış olduğundan Bahaullah Efendi etba’ından bazıları Mirza Subhiezel cema’atinden Akka’da bulunanlarını biz daha Akka’ya gitmeden evvel katl etmişler. Bu hususdan dolayı hatta Bahaullah Efendi bile hükumet-i mahalliyyece taht-ı isticvaba alınmış Bahaullah Efendi’nin isticvabında hazır bulunanlar kendisinin gayet selis ve fasih Arabca tekellüm ettiğini söylerler idi. Ma-hasal nefs-i natıka-i cema’at olan Mirza Abbas Efendi’nin ruy-i beşuşu ve gönülleri firifte eden cazibe-i güftarı kendisiyle mülakı olanlarda bir hatıra-i mübtesime bırakmamak mümkün değildir. Ve Babilik hakıkatte neden ibaret olursa olsun emzice-i İraniyana göre maksada vusul için bir seri’ ve nafiz vesile olup maksad-ı asli zevahir-i halden istidlalime nazaran Safeviler gibi şeyhlikden şahlığa geçmekdir. Rakımü’l-huruf ba’de bu’din Dersa’adet’e gelip de yerleşdiğim zaman Babiliğe ve ale’l-husus Abbas Efendi’ye dair meşhudat ve hissiyatımı Dersa’adet’de ikamet güzin bazı mütehayyizan-ı İraniyan’a hikaye etmiş ve eyyam-ı ahirede Babilerin nefs-i İran ile Belucistan’da ve Hindistan’da tekessür eylediğini ve hatta Babilik Amerika’ya kadar tevsi’-i hudud edip oralarda da beyne’n-nasara intişara başlamış olduğunu maz muhatabin-i kiram ol kadar galeyana geldiler ki adeta küşade bir heva birden bire kararıp ra’d u berk ile müterafik şiddetli bir yağmur nüzul etmiş gibi meclis-i sohbet bir hay ü huy-i cedel ile seyl-i huruşan içinde kaldı. Bu zatları bir tarafa bırakalım vaktiyle Dersa’adet’de neşr olunan Farisi Ahter gazetesi erkan-ı tahririnden ve mülga Meclis-i Ma’arif a’zasından Mehdi Efendi gibi bir edib-i hakıkat-şinas bile cuş ü huruşa geldi o üstad-ı sühan ki muharrir-i fakır tarafına ne kadar teveccühü olduğunu çeşme-zar-ı fazl ü kemalinden reşha-paş-ı iltifat olan şu neşide-i garra ira’e eder: Ey efsah ü eblağ-i emasil Vey merci’ ü melce’-i efazıl Ey hazret-i Hakkı-i hünerver Vey arif-i nükte-senc ü fazıl Esrar-ı belagatinle dilden Oldu şübühat-ı cebr za’il Bu müşkili halle çok savaşdı Eslafdan aliman-ı amil Göstermediler bize muhakkak Bu bahsde bir metin dela’il Sad şükr ki hall-i müşkil etdi Zatın gibi bir hakim-i kamil Hallal-i meşakil-i belağat Keşşaf-ı gavamız-ı mesa’il Ey nam-ı tu ziver-i zebanha Vey yad-ı tu zinet-i mehafil Bir tuhfe ki eylemişdin ihsan Bu abd-i kemine oldu vasil Ol hedye-i can-bahaya dersem Şayestedir ahsenü’r-resa’il Acizdir anın teşekküründen Bu bende-i bi-zeban ü cahil Sen kendi büyüklüğünle etdin Bunca beni iltifata na’il Ben kande o iltifat kande Billah değilim o lutfa kabil Hakka beni mahv-ı sırf kıldı Zatındaki ol nigu hasa’il Dünyada görülmemiş bu asla Bir katreye bahr ede temayül Ya hıfz-ı cenah birle hurşid Bir zerreye eyleye tekabül Ya Rab bu ne hilm ü ne tevazu’ Ya Rab bu ne ilm ü ne feza’il Tasdi’i bırak du’a kıl Ahter Bu hayr-ı du’adan olma gafil Eltaf-ı celilini Hudavend Etsin sana her zamanda şamil Olsun bize çok mü’ellefatın Zib-i yed ü zinet-i enamil Sonra Mehdi Efendi bana: Siz Babiliğe dair Akka’daki zevahir-i hali hikaye ediyorsanız ben de size şu kitabın Babiliğe müte’allık muhteviyatını ve tahkıkat ve tedkıkatını ira’e ederim diyerek yanında bulunan bir kitabı verdi. Bu kitab sene-i hicriyyesinde Mısır’da tab’ edilmiş Miftahü Babi’l-Eb vab nam Arabca bir eseridir. Mü’ellif-i kitab Bab telkıb olunan mü’essis-i meslek Mirza Ali Muhammed’in nübüvvet iddi’asına kıyam eylemiş olduğunu söylüyor. Mütenebbi-i mezkur ile bazı ecille-i etba’ının teracim-i ahvalini ve bunların bu sahifelerde nakl ü hikayesinde hame-i tahririn iba eylediği akval ve mu’tekıdatını an’anesi ve bazı vesikalar ilavesiyle yazıyor. Bab’ın guya üslub-ı Kelamullah’a takliden söylemiş olduğu bazı aca’ib ve gara’ib ibareler de zikr etmiş. Kitabı okuyunca münderecatını cerh ü ibtal edecek silah-ı müdafa’aya malik olmadığımdan lal ü ebkem kaldım. Sıratımüstakım’in son nüshasındaki “Yad-ı Mazi”de Akka’ya dair i’ta buyurulan ma’lumat sırasında “Kabiri” suyu hakkında ez cümle: “Bereket versin biz orada iken hükumet-i mahalliyyenin bir hayli müddet hab-ı girane dalmış olan azm ü himmeti uyandı da haricden taş künkler getirdilerek su kema-fi’s-sabık şehre kadar isale edildi” fıkrası müsadif-i nazar-ı acizanem oldu. Bu himmet-i meşkure sırf peder-i merhume raci’ olmasına ve hak-i payinizle son teşerrüfümde ise Akka’ya dair bazı nukat su’al ve istiknah buyurulmasına bina’en tenvir-i efkar-ı alilerine hizmet eder ümidiyle Kabiri suyuna dair de ber-vech-i zir arz-ı ma’lumatı vecibeden add eyledim. Pederim Mustafa Ziya Paşa merhum Akka’ya muvasalatında Kabiri suyunu Akka’ya celb ve isale eylemek üzere senelerden beri teşkil edilmiş bir komisyon bulmuşdu. Zahiren suyu bir an evvel Akka’ya celbe me’mur olan işbu komisyonun hakıkat-i halde re’is ve katibi bu yüzden almakda oldukları zamm-ı ma’aşdan ve yerlilerden mürekkeb a’zası da her biri malik oldukları kırkar ellişer merkeble her gün Ni’meyn nehrinin acı suyunu kasabaya taşıtarak fukara-yı ahalinin o sayede bir çok parasını der-ceb etmekden mahrum kalmamak için işi sürüncemede bırakarak ila maşaallah tatvil ve ta’vika çalışdığını tahkık etmesi üzerine ilk icra’atı komisyonu lağv ettirmek olmuş ve kendisi bizzat nezaret ederek beş altı ay zarfında ve “Yad-ı Mazi”de işaret buyurduğunuz vechile Behce’den Akka’ya kadar olan kısmını da cesim taş künklerle ikmal ve isaleye muvaffakiyet husule gelmişdir. Camille Flammarion Tabi’atte Halik namındaki eserinde diyor ki: “Her zaman eslafımızın Zat-ı Bari hakkındaki fikirleri bulundukları devrin seviye-i irfanıyle mütenasib idi.” Hal bu merkezde olur aklın Cenab-ı Hakk’ı tavsif için bulabileceği her vasıf onun makam-ı samediyyetinden merhalelerce dünyalarca aşağıda kalırsa daha doğrusu aradan az bir vakit geçip de azamet-i İlahi’yi natık olan ilim biraz daha terakkı ettiği zaman mazideki akıl ile tasavvur edilen evsaf müstakbeldeki aklın huzurunda en vapesin bir derekeye kemalatın fevkınde olduğuna i’tikad etmez? Nasıl olur da Zat-ı İlahi’sini bize karşı mestur bulunduran perdeleri şu kısa akıl ile kaldırmaya hücum etmenin affolunmaz bir cür’et olduğunu her fıtrat-ı selime sahibine düşen vecibenin ise vücud-ı Bari hakkındaki hiss-i vicdanisiyle iktifa ederek zatını maz? riyye ashabı da sırru’l-esrarı meşrık-ı ervah u envarı şöyle dursun mahsus olan maddenin sırrını ihata iddiasının bile bir cehl-i şeyn-aver olduğunu ulum-ı tabi’iyyeleri delaletiyle gördükden sonra aynı nokta-i tenzihe rücu’ etmişlerdir. Flammarion azamet-i İlahi’den medhuş olarak onu tahdide cür’et eden ukule tezyifler yağdırıyor: “Allah’ım ne büyüksün! Acaba kimdir o mütecasir ki en evvel sana isim vermeye kalkışmışdır? Acaba kimdir o gafil o mecnun ki en evvel seni bir ta’rif ile ifham hülyasına düşmüşdür? İlahi dud! Ey la-nihaye-i ulvi! Ey ukulün idrak edemeyeceği zat-ı kibriya-penah!” Akl-ı beşerin te’alisi ala’iminden adderek asr-ı hazır ulemasının mübahi bulundukları bu tenzih felsefe-i diniyye için yeni bir hatve-i terakkı değil midir? İşte bu tenzih Cenab-ı Sıddik’ın tarzındaki i’tiraf-ı arifanesiyle Hazret-i Ali’nin şu hasbihalini tekrardan başka bir şey değildir: “Öyle bir kadir-i kayyumdur ki evham münteha-yı kibriyasını pak-damen olan efkar-ı cihan gayb-ı lahutisinin a’makına yetişerek onu bulmak istedikçe; kulub mahiyet-i sıfatına ıttıla’ sevdasıyle valihane dolaştıkça ukul sıfatın geride kalacağı bir gayete vararak zatını idrake çalıştıkça... O bunların hepsini geri çevirir de puyan oldukları şebistan-ı mehib-i gaybtan kurtulmak için yine onun merhametine iltica ederler. Bu azm ü ikdamın gayesinde bir dest-i kahr u ceberutun alınlarına dayanarak kendilerini ric’ate mahkum eylediğini görürler de artık öyle birtakım tekellüfat ile tahayyülat ile Bari te’alayı idrak kabil olamayacağını hatta en ali fikirlere de onun celal ve azametini takdir için en hafif bir hatıra bile hutur edemeyeceğini i’tiraf ederler. den kat’iyyen tenzih hususundaki akıdeleri budur ki beşer hakıkat namına hayal ile meşbu’ bir çok edvarı dolaştıkdan bütün ukubatı iktiham ettikden sonra bu gayete varabilmişdir. Şimdi sözü bitirmezden evvel bir de aka’id-i zahiremizin huzur-ı ilimdeki mevki’ini göstermemiz icab ediyor. Zira ilim dur. Vakı’a ashab-ı edyandan bir hayli zevat edyan ile aklı birbirine tatbik teşebbüsünde bulundular lakin bu müşkil mekde olan hay ü huy-i istihzadan bin bela ile kurtularak hiç sesleri duyulmayacak bir kuşe-i hafaya çekildiler. Ama din-i mübin-i İslam’a gelince insanın alem-i ulvi sında müşterek olarak gerek terakkıyat-ı suveriyyede gerek te’aliyat-ı ma’neviyyede en ali nazarların bile takdir edemeyeceği bir gaye-i kemale vüsule müsta’id bulunduğunu Cenab-ı Hak tarafından bizi o gaye-i fevka’l-hayale isal edecek bir takım mevahib-i samiyye idrakat-ı aliyye ihsan buyurulduğunu bütün avalim-i tabi’iyye ve ruhaniyyenin dest-i kudretimize müsahhar olduğunu Kitab-ı semavisinin lisanıyle sarahaten beyan etmekde olan bir dinin ulum-ı tabi’iyyeye mu’arız olması yahud her ne suretle olursa olsun onları tezyif etmesi kat’iyyen tasavvur edilemez. Bir din ki ashabına tarzında emirlerde bulunur onun ilme mu’arız olması hikmetle çarpışması mümkün değil akla sığamaz. yerine yazılmıştır. Suyuti farkıyla. Evet vakı’a İslam müslümanlara cazibe dafi’a imtisas kanunlarını zevaya-yı küreviyye bahislerini kat’-ı nakıs kat’-ı kafi mesahalarını ta’lim için gelmemişdir. Lakin bu gibi hayat-ı dünyeviyyeye te’alluk eden mesa’ili te’allüme teşvik için erbab-ı inad ve gafleti ashab-ı ataleti ikaz için gelmişdir. Cenab-ı Hak buyuruyor. Ulum-i tabi’iyyenin menabi’ini te’emmül edecek olursak hasisa-i akl ü hisde buluruz. Aklı ele alırsak İslam onun mertebesini o derecelerde yükseltmişdir ki ümem-i mütedeyyine tarihinde misline tesadüf edilemez. Hatta hadis-i şerifinden sarahaten anlaşılacağı vechile aklı imanın medarı yakınin esası suretinde telakkı eylemişdir. Bununla da iktifa etmeyerek kulubün itmi’nan bulması ezhana evham ve zünun girmemesi için usul-i diniyyemizin akla tatbikını emretmişdir: Ahiretteki sevabın mikdarını da herkesin dünyadaki derece-i akliyle nisbetde bulundurmuştur. Hatta ele alırsak az evvel söylediğimiz vechile akla bu kadar nüfuz ve iktidar vermiş olan İslam’ın hissin ahkamına ehemmiyet atfetmemesi tasavvur olunamaz. kum eylemiş ashab-ı zünun ve evhamı en büyük inzarat ile tehdid ettiği gibi yanlarına yaklaşmayı da nehyetmişdir. Sonra his tarafından verilecek hükümlerin münakaşa ve cidal kabul etmeyeceğini takrir ederek mahsusatda mu’anedeye kalkışanlara öyle tekdirler yağdırmışdır ki bunlara ancak vehme tapanlar dayanabilir. nazar-ı İslam’daki mevki’i budur ki dinin bunları ne kadar hayale münkad oldukları bir zamanda –akaidi huzur-ı mahkeme-i akla çekerek muhakeme etmek insanın ateşte yakılmak suretiyle ihlakını mü’eddi bir rafz bir dalal şeklinde telakkı olunurdu– İslam müslümanların nazarında his ve aklın mevki’ini bu suretle tahkim eylemişdir. İslam’da kavanin-i akl ü hisse mutabık gelmeyen bir akıde yokdur. Aksini iddi’a eden varsa sıdk-ı müdde’asına bir bürhan-ı mübin getirsin de görelim. kavanin-i hilkate mutabakatından ihtiyac-ı beşere muvafakatından dolayı felasife-i asır tarafından din-i fıtri-i tabi’i addolunan diyanet-i cedide ile münasebet ve mülayemeti bu derecelerdedir. Hele bu dinin salikleri tarafından gösterilen himmetler sayesinde meydan alan terakkıyat-ı maddiyyeye gelince tarih-i edyan hangi dinde olursa olsun bunun bir misline tesadüf etmemişdir. Bu din ufak bir kavme gönderildi. O kavim ise medeniyete düşmanlığı o dereceye vardırmıştı ki bedeviliği eşkal-i ma’işet-i insaniyyenin en mükemmeli zanneder hatta daha ileri giderek muntazam evlerde oturmak kalelerle hisarlarla mahfuz şehirlerde sakin olmak ancak Acemlerin Rumların kabul edebileceği bide’at-ı seyyi’e cümlesindendir derdi. Lakin aradan yirmi seneden pek de ziyade bir zaman geçmedi ki bu kavmin uruk ve a’sabına evvelki ruhundan pek başka bir ruh pek başka bir hayat sereyan etti daha bir asır bile mürur etmeden kemal-i şan u şevket ile erike-i celal ve azamete yükseldi evvelce ismini bile bilmediği bir çok memaliki yararak öbür tarafa geçti bu alemde kendisi için hiç bir mu’anid-i mükabirin inkar edemeyeceği ali bir mevki’ temin etti. Fransa’nın sabık ma’arif nazırlarından meşhur Drovi tarihinde diyor ki: “Bütün Avrupa ahalisi zalam-ı cehl içinde yuvarlanarak ziya-yı ma’rifeti ancak iğne deliğinden görebilmekte parladı ilim edeb felsefe sanayi’ şu’leleri gayet şa’şa’adar bir suretde tecelli-saz oldu. İşte o zaman Bağdat Basra Semerkand Şam Kayrevan Gırnata Kurtuba gibi memleketler muhit-i ma’rifetin en büyük merkezleri idi. Ümem-i sa’ireye ma’arif buralardan intişar etti. Avrupalılar kurun-ı mütavassıtada bunlardan birtakım keşfiyat ve sanayi’ igtinam ettiler ki atide beyan olunacakdır...” Müverrih müslümanların bütün mu’amelat-ı beşeriyyedeki tekaddümlerini zikrederken diyor ki: “Ticarete gelince Arablar buna her zaman büyük rağbet göstermişlerdir. Sonraları muhit-i saltanatları Fransa ile İspanya arasındaki Pirene dağlarından Hind’in aksa-yı şimalindeki Himalaya cibaline kadar tevessü’ edince artık Hindistan’ın en büyük tüccarı oldular. “Zira’ata gelince bir nazirleri daha görülmemişdir. Çünkü o muhrik güneşin altında o vasi’ tarlalara hayat getirerek o kadar mahirane tevzi’ etmek iktidarı Arablardan başkasında olamaz. Arabların meleke-i fellahatı İspanyalıları bugün bile Fransa zürra’ına nümune-i imtisal olacak bir hale getirmişdir. “Sanayi’de ise Arablar Romalıların o vasi’ memleketlerine girince bütün sanayi’i öğrendiler hatta en mahir sanatkar oldular.” Müverrih Arabların si’a-i saltanatları hakkında da şöyle söylüyor: “Arabların mülkü zuhur-ı İslam’dan i’tibaren yüz sene zarfında –şikarını yakalamak için kollarını açan azim bir devin uzanmasını andırır bir tarzda– alabildiğine imtidad ederek aksa-yı Hint’ten Pirene dağlarına kadar dayandı ki binyediyüzelli-binsekizyüz fersah arasında bir tul arzeden bu kadar azim bir mülk düvel-i maziyyeden hiç birine müyesser olmamışdır.” Fransa akademisi azasından Sedyo tarihinde diyor ki: “Kaba’il-i müteşettite-i Arabı bir maksada hadim yek-dil bir cema’at haline getiren Cenab-ı Pegamber’in zuhurundan sonra enzarda bir ümmet ayan oldu ki cenah-ı mülkü ref’-i me’alim-i medeniyyet eylemişti.” Müverrih daha sonra diyor ki: “Bunlar kurun-ı mütevassıtada ümem-i sa’ire arasında ulum ile temeyyüz etmişlerdi. Avrupa’nın nizamını asayişini herc ü merc eden barbar istilası sebebiyle kıt’anın üzerine çöken vahşet bulutları hep Arabların himmetiyle sıyrılıp gitmişdir. Arablar ulum-ı kadime menabi’ini de taharriye bezl-i himmet ettiler. Hem yalnız buldukları hazain-i ma’rifeti muhafaza lışarak havarık-ı fünunu te’emmül için yeni yeni usuller keşfettiler.” Müverrih daha sonra Humboldt’un şu sözleriyle istişhad ediyor: “Cenab-ı Hak kavm-i Arabı Fırat sevahiliyle İspanya’daki Vadi-i Kebir arasında münteşir bulunan ümmetler beyninde esbab-ı temeddünün intişarına vasıta olmak üzere yaratmışdır. İşte bu ümmetler ilmi medeniyeti hep Arablardan almışlardır. Çünkü Arabların başkalarına hiç benzemeyen kendilerine has olan bir tabi’atları vardı ki bütün alem üzerinde büyük bir te’sir icra etmişdi. Arablar nas ile ihtilata tahammül edemeyen Beni İsrail’e taban tabana muhalif lardı. Şu kadar var ki ihtilat sebebiyle tabi’at-ı asliyyelerini değiştirmez Arabiyetlerini hiç unutmazlardı. Almanlar fütuhatlarından pek çok zaman geçmedikçe na’il-i temeddün olamamışlardı. Arablar gittikleri yere medeniyeti de beraber götürürler kondukları yere medeniyeti de iskan ederek dinlerini ulumlarını lisanlarını o pek meşhur olan şiirlerini nas arasında neşreylerlerdi... Öyle ise sadede ric’atle deriz ki sada-yı şöhretleri Avrupa-yı Nasrani’ye vasıl olduğu zaman Arabların tefavvuk ve rüchan-ı aklileri bizce tasnif ve ihtira’ eylemiş oldukları asar ile sabitdir. İşte bu hal başkalarının da dediği gibi Arabların bizim üstadımız olduğuna bir hüccetdir ki itirafdan asla çekinmeyiz.” tık bundan sonra daha ne isteriz? Şu fasılda bürhan ile isbat ettik gözümüzle gördük ki beşer günden güne bizim aka’idimize yaklaşmaktadır sonra anladık ki bizim dinimizin te’sirat-ı harika göstermiş bir din-i medeni olduğuna bizzat ulema-yı garb şehadet etmektedir daha sonra öğrendik ki dinimiz piş-gah-ı terakkısinde dikilmek isteyen mani’alara akabelere rağmen gayet müdhiş bir tarzda intişar etmişdir. O halde bizim için alemin üstadı mürebbisi oldukları Sedyo Dervoy Homboldt gibi meşahirin şehadetiyle sabit olan o eslaf-ı güzinin hakıkaten ahlafı bulunduğumuzu isbat etmekten başka yapacak bir iş kalmamışdır. Acaba bir zaman gelecek mi ki müslümanlar önlerinde durmakda olan kavanin-i hayata atf-ı nazar-ı iltifat etsinler de bugün düşmüş oldukları mezlaka-i idbardan kemal-i sür’atle kalkarak vaktiyle ecdadları nasıl aleme şan vermiş Ne’am. –son– Ahmed Sakı Bey Matba’ası Ebu’l-Ula SIRATIMÜSTAKIM TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Mart Allahu zülcelal birçok akvamı helak etdi birçok kabaili yeryüzünden kaldırdı birçok memleketleri tarumar eyledi. Bir taraftan da adl-i İlahisi bir milletin yerine diğer millet getirmekde her an başka başka insanlar yaratmaktadır. Cenab-ı Hak öyle bir hakimdir ki rahmeti gazabına galibdir. Her bir amel için bir ceza tertib etmiş kemal-i hikmeti ile her hadise bir sebeb tayin eylemişdir. Ef’al-i İlahisi hiçbir zaman mahrum-ı hikmet değildir kendisinden hiçbir zaman abes sadır olmamışdır. Cenab-ı Hak insanlara dünyanın her tarafını gezerek selef ve halef hakkında cari olan ahkam-ı adile-i sübhaniyyesini görmelerini bu temaşadan ibret alarak evamir-i celilesine geçmeyerek dünya ve ahirette hayır ile sa’adet ile feyiz-yab olmalarını emretmişdir. Kimin düşünür kafası görür gözü muhakeme eder aklı olur da hadisat-ı alemi tetebbu’ eder milletlerin inkılabatını düşünür mazideki kavafil-i beşerin tarihine dalar Cenab-ı Hakk’ın Kitab-ı mübininde bize beyan buyurduğu vakayi’den hükmeder: Hiçbir millete hiçbir musibet hiçbir bela gelmemişdir ki o millet hudud-ı İlahiyi tecavüz etmek evamir-i adile-i ru yoldan sapmak ahkamını tahrifte bulunmak kelimat-ı Huda’yı hevesatına göre te’vil eylemek suretiyle kendi kendine zulmetmiş olmasın. Gazanın ihtilaf-ı mevasimin tebeddül-i hevanın mizaclarda bir eser-i zahiri bulunmak mukteza-yı takdir olduğu gibi a’mal-i insaniyyeden etvar-ı beşerden her amelin her tavrın da hey’et-i ictima’iyyeye bir te’siri bulunması hikmet-i rın ayrılması için ahkam takrir eylemeyi icab etmiş peygamberler göndermiş kitablar indirmişdir. O halde o evamir-i dünyada zillet ahiretde azab çekmeye istihkak kesbetmiş olur. Mü’essirat-ı tabi’iyyenin edvar-ı inkılabat-ı hayatiyyeye olan te’sirindeki esbab bir tabib-i mahire bile zahir olamaz. Lakin ahval-i beşeriyyenin hey’et-i ictima’iyyeye olan te’sirine gelince bunun sırrına vukuf basiret kör olmadıkça her sahib-i idrak için o kadar güç bir şey değildir. Görmüyor musun Cenab-ı Hak mesalih-i ammede ittifakı menafi-i külliyyede ittihadı kuvvet kesbetmeye bu hayat-ı faniyyeyi mes’udane geçirmeye ukbada bir hayr-ı ebediye na’il olmaya sebeb kılmış bilakis muhasematı münaza’atı za’if düşmeye her türlü menfa’at-i dünyeviyyeyi her türlü sa’adet-i uhreviyyeyi istihsalden aciz kalmaya nihayet akvam-ı sa’irenin pençe-i esaretinde inlemeye illet eylemişdir. Gerek kabail-i maziyyenin gerek akvam-ı hazıranın ahvaline nazar-ı im’an atfeden bir adam; maraz-ı kalb ile ama-yı basiretle musab olmazsa o zaman emr-i İlahisindeki sırrı nehy-i İlahisindeki hikmeti idrak eder. Ayet-i kerimedeki rih cah azamet nüfuz ma’nalarındadır. Kendilerine i’timad etmek doğru olmayan adamlara na halin fenalaşmasına sebeb kılmışdır. Bir kimse tutmuş olduğu işi başa çıkarabilmek için bilfarz öyle bir adama güvense ki kendisiyle hiçbir münasebeti yok aralarında hakıki bir cihet-i cami’a sahih bir rabıta mevcud olmadığı gibi o mu’temed şahsın tab’ında karşısındakinin hayrına çalışmak mın tuttuğu iş ziyan ile neticelenir. Gözümüzün önündeki hadisat şahid-i adil olduğu gibi birçok aldananların ahvali de bizim için birer sened-i natıkdır. Ama-yı basiret ile musab olmayanlar ayetleriyle diğer ayat-ı kerimedeki nehyin ne büyük bir sırra ne azim bir hikmete müstenid olduğunu vehle-i ulada idrak eder. Her ferdin mensub olduğu milletin efradı arasındaki mevki’ine göre ifası üzerine farz olan bir vazife vardır ki bu dünyada mes’ud bir hayat sürmek ahiretde de kendisine iyi bir yer hazırlamak için o vecibeyi ifa etmesi elzemdir. Halbuki o tek bir kalbe malik bir insandır. Eğer himmetinin kısm-ı a’zamını bir şeye sarf edecek olursa diğer şeyleri fevt etmiş olur. Eğer ezvak-ı nefsaniyyesiyle uğraşır naz ü na’im veza’ifinden gaflet etmiş nefsine iras-ı mazarrat eylemiş oldukdan başka en büyük bir vebal altında kalır; hem dünyada hem ahiretde nasibi hüsran olur. Hatta zararı nefsine münhasır kalmaz da a’mal-i seyyi’esinin te’siratından civarındakiler de müte’essir olur. Onun fesad-ı ahlakı onun tarik-ı hakdan inhirafı hemşehrilerinin de vatandaşlarının da başını ateşe yakar. mek için kör işitmemek için sağır olmalı. Cenab-ı Hakk’ın bize bunların ahvaline dair beyan eylediği vakayi’de ise en büyük ibretler vardır. dan ta’yin olunan veza’ifi eda etmeyenlerin avakıbidir. kendisine has olan menafi’i bile ihata edemez. Ne feva’idinin menabi’-i asliyyesine muttali’ olabilir ki onu elde etsin ne de mesa’ibinin gizlendiği yeri keşfedebilir ki ondan sakınsın. nev’inden isti’aneye irşad ediyor. Biz yardıma muhtaç yardımcıya müftakır yaratılmışız. Halik’ımız bizi te’avüne tenasura sevkediyor. Şimdi menafi-i hususiyye hakkında aklın vereceği hüküm bu tarzda olacak olursa artık Cenab-ı Hak tarafından bütün bir milletin umum dest-i idaresine tevdi’ edilen milyonlarca halkın mukadderatına hakim olan bir şahıs hakkında nasıl olmak icab eder düşünülsün. Hiç şübhe yokdur ki böyle bir şahsın meşverete ukala-yı milletin re’ylerinden aid hususata münhasır kalan sa’ir eşhasdan tasavvur olunamayacak kadar fazladır. Bu ihtiyac daire-i nüfuz ve saltanatı ne kadar vasi’ ise o nisbetde şiddet peyda eder. Cenab-ı Hak hatadan ma’sum olan Nebiy-yi muhteremine bile –ümmetini ta’lim ve irşad hikmetine mebni– meşveretle emretmişdir: Mü’minleri sena ederken buyurmuşdur. Hangi basar vardır ki bu tarik-ı müstakımi görmez hangi basiret vardır ki bu menhec-i kavime süluk etmez? Bir memleketin bir milletin umuruna mütevelli olan adam nazar-ı im’anını açacak olursa görür ki müdafa’asını üzerine aldığı bilad suret-i daimede bir takım erbab-ı tama’ın hedef-i hücumudur; tabayi’-i beşerdeki hırs komşusu bulunan akvamı her zaman memleketine yürüyerek elinden almaya milletini rakabe-i esarete sokmaya arazisinin mahsulünü kendi efradının aguş-ı istifadesine atmaya tahrik ediyor. O halde gerek o veliyyü’l-emir için gerek idare-i memleketde kendisine müşarik olanlarla eyalatdaki hükkam ve ümera için gerek kumandanlar için hülasa bütün erbab-ı re’y için haricden gelmesi melhuz olan bilcümle asar-ı udvanı bilcümle muhacemat-ı ecnebiyyeyi def’e hazır bulunmak farz-ı ayn olur. Eğer bu saydığımız adamlar esbab-ı müdafa’ayı hazırlamakda kusur ederler yahud ecanibin coşkun bir dere gibi memleketlerini basmak isti’dadını gösteren tama’larına bir set çekmek hususunda gevşek davranırlar yahud her ne suretle olursa olsun kuvvetlerini şevketlerini te’yid edecek esbaba tevessülden geri dururlarsa hem memleketlerini hem kendilerini helake sevk etmiş olurlar. Bu o kadar zahir bir hakıkatdir ki ahmak da anlar hakim de; cahil de farkına varır alim de. Kelam-ı İlahisindeki izah ve ibhamın hikmeti emrediyor diğer taraftan o hazırlanacak kuvvetin derecesini takatin müsa’adesine zamanın iktizasına hücumundan korkulan düşmanların haline bırakıyor. Bu bir emr-i kat’i-i İlahidir ki gafilleri bi-dar eder. Girive-i hataya sapanları yola getirir. Her hak sahibine hakkını vermek her şeyi ma-vudı’a lehine sarfetmek umur-ı memleketi erbab-ı iktidara tevdi’ eylemek şübhesiz mülkü siyanet edecek kuvvet-i saltanatı nüfuz-ı hükümeti te’yid eyleyecek asayiş-i memleketi halelden efrad-ı milleti emraz-ı ictima’iyyeden masun bulunduracak tedabirdir ki akıl bedaheten buna hükmeder. Zaten bu tarzda hareket zemin ü asümanın medar-ı bekası bütün mevcudatın esas-ı intizamı olan ve lisan-ı pak-ı şeri’atden suretinde emrolunan adlin muktezasıdır. Şah-rah-ı i’tidalden udul etmek istikametini kaybetmek ecza-yı alemden herbiri için badi-i izmihlal olacağı gibi zulüm de cem’iyyat-ı beşeriyyenin badi-i helaki olur. Bunun için adle tergib zulüm ve cevirden nehiy hakkındaki evamir ve nevahi Kur’an-ı Kerim’de pek çokdur. Hele bu gibi evamir ve nevahi herkesden ziyade hükkama teveccüh eder. Adl öyle nezih bir hikmetdir ki Cenab-ı Hak ibadına onunla mişdir. Adl sıfat-ı İlahiyyenin ecell-i mezahirinden bir mazhardır: Cenab-ı Hak hakimi adildir. Cenab-ı Hak latif ve habirdir. Arzı dolaşanlar tevarih-i ümemi tetebbu’ edenler biraz basirete malik iseler görürler ki bir mülkün tarumar olması bir serir-i saltanatın devrilmesi ancak şikak veya ihtilafın zuhurundan yahud zimam-ı umurun hiçbir vechile şayan-ı leketi müdafa’a harice karşı kuvvet ihzar eylemek hususunda müsamaha irtikabından yahud mesalihin na-ehillere tesliminden ileri gelir ki bunların kaffesi adlin hilafıdır cevrdir. Bunların kaffesi kavanin-i İlahiyyeye karşı isyandır. Ahkemü’l-hakimin olan Allah tabi’idir ki bu isyanı cezasız bırakmaz. Ayat-ı Kur’aniyye’yi te’emmül edecek bilad-ı İslamiyye’nin başına gelen hadisatı nazar-ı ibrete alacak olursak görürüz ki içimizde evamir-i İlahiyyeden inhiraf edenler Cenab-ı Hakk’ın bize gösterdiği bizi irşad eylediği sırat-ı müstakımden udul eyleyenler aramızda hevesat-ı nefsaniyyesine O halde ümmetin ruhu millet-i Muhammediyye’nin pişvası olan ulema-yı rasihine mütehattim bir vazife düşüyor: Erbab-ı gaflete vezaifini ihtar etmeli kulub-i na’imeyi dinin fera’izinden haberdar eylemeli cahillere hakıkati anlatmalı aba-yı salifelerinin mazhar olduğu ni’am-ı İlahiyyeyi bütün efrad-ı millete sayıp dökmeli; tarik-ı istikamete salik oldukları takdirde Cenab-ı Hakk’ın kendilerine i’dad edeceği sa’adeti bildirmeli. Şayet Hazret-i Peygamber’in ve ashabının sünnet ve siretine rücu’ etmeyecek olurlarsa uğrayacakları su-i akıbeti onlara göstermeli. Nusus-ı Kur’aniyye’ye muhalif gelen her bid’atten her fena adetten mücanebetde bulunmalarını söylemeli akvam-ı salifenin ahvalini şerai’-i İlahiyyeden udul ettikleri için başlarına gelen mesa’ibi hikaye etmeli.. Halkın bugün düşmüş olduğu ye’si izale etmek de ulemanın zimmetinde bir vazifedir. Bunun için onlara daima va’ad-i İlahiyi ihtarda bulunmalı: ki onlar da min-tarafillah mevdu’ oldukları böyle kudsi bir vazifeyi eda hususunda tekasül göstersinler. Zira kendileri dinin emanetgahı şer’in penahıdırlar. Zamanımızda talebe-i ulumumuzun on beş yirmi sene zarfında ulum-ı me’sure ile ne kadar iştigal edebildikleri herkesin ma’lumudur onun için burası safahat-ı tahsiliyyemizin son safhası hakkında uzun uzadıya tafsile lüzum görmüyorum. Fakat şurasını arz etmekden de kendimi alamıyorum: Sahih-i Buhari eslaf ve ahlafca kadr ü kıymeti teslim olunmuş te’lifi kendi hemşehrileri tarafından icra edilmiş olduğu halde bir kaç sene evveline gelinceye değin Buharalılarca ve sa’ir Mavera-yı Nehr ulemasınca durus-i resmiyye sırasında konulmak bir tarafda dursun ismi bile meşhur değildi. Hülasaten arz etmiş bulunduğum şu tarihçeden anlaşılıyor ki bizim zamanımız dahi dahil olduğu halde birkaç karn zarfında ulum-ı me’sure-i İslamiyye’nin tahsil ve temsiline hakkıyla i’tina edilmemiş bunun neticesi olarak mezaya-yı künhüyle anlaşılamamışdır. de vardır. Ez-an-cümle su’-i tefehhüm dahi şu mezaya-yı diniyye ve bazı haka’ik-i İslamiyye’nin hakkıyla anlaşılamamasında büyük bir te’sir icra eylemişdir. İnsanlarda su’-i tefehhüm denilen bir haslet vardır. Bu haslet bir a’ilenin bir kabilenin bir kavmin bir milletin efradı arasında o kadar büyük bir fark teşkil etmiyorsa da a’ile kabile hele pek ziyade gerginleşir: Her kavm her millet kitabe-i ka’inata kendi bildiği gibi ma’na verir. O ma’naları da kendi kalıb ve ondan pek de kolaylıkla vazgeçmez. İnsanları yek diğerine düşüren aralarında mücadeleler mukateleler muharebeler meydana getiren onların sa’adet-i ictima’iyyelerini mahv eyleyen hülasa insanların hala daire-i bedavetden tamamıyle sıyrılamamalarına sebebiyet veren şu fena hasletdir. tefehhüm perdesini parçalayarak meydana çıkamamışdır hala hakkıyla anlaşılamamışdır. Evet bu su’-i tefehhümün evvelce arz ettiğimiz vechile ulum-ı me’sureye hakkıyla i’tina edilmemesinin büyük son derece te’siri olmuşdur. İlm-i kelamda olan hilafet mes’eleleri halk-i Kur’an sıfat bahisleri havaric gürültüleri hep şu haslet-i mezmumenin neta’ic-i muzırrasındandır. Bir de şu arz ettiğimiz su’-i tefehhümün daha ayrıca mukaddes perdelere bürünerek gizliden gizliye icra-yı nüfuz ettiği de hiss olunuyor. Bezm-i makdis-i İslamiyyet’de bütün ahkam-ı şer’iyyenin merci’i edille-i erba’adır yahud daha ziyade ta’mik-i nazar edersek edille-i erba’amız ikiye rücu’ etmekle usul-i din olarak kitab sünnet bakı kalırlar. Bunları da nusus diye ta’bir ederiz bu suretle iş daha ziyade basitleşir. Demek oluyor ki İslamiyet’de bütün ahkam-ı şer’iyyenin esası nususdur. Böyle de olmak lazım gelir. Fakat şu insanlarda bulunan haslet-i mezmumenin bu hususda te’sirleri görünüyor: Biz zahiren nususa müraca’at ediyor bir hüküm anl ı yoruz. Fakat o hükmü biz kendi isti’dadımıza göre kendi liyakat-ı fikriyyemize göre doğuruyoruz. Bu hükmün maddesi her ne kadar nas ise de onu yoğuran bizim isti’dadımız ona bir şekil veren de bizde olan kalıbdır. Fikr-i acizaneme göre bütün ihtilafat-ı mezhebiyyenin menşe’i burasıdır. Fi’l-hakıka bu noktayı izah etmek için bazı ulema-yı kiram dört bazıları sekiz sebeb bulabilmişlerdir. Evet bu da doğrudur. Fakat bunlar esbab-ı karibedir; esbab-ı zahiredir. Asıl bunları idare eden bunları tevlid eyleyen esbab bizdedir. Zaten alem harici haka’ikle meşhundur burada hiç bir onu tevlid eden biz bizim isti’dad-ı nefsimizdir. Bina’enaleyh bazı mezaya-yı İslamiyye ve bazı haka’ik-i hafiyyenin hakkıyla anlaşılamamasında bu cihetin de pek büyük te’sirleri olmuşdur. Zaten ihtilaf da bu mes’elenin hakkıyla anlaşılamamasından başka birşey değildir. bi anlaşıldığı halde hakkıyla hazm ve temsil olunmamış noktalar da eksik değildir. İbadatımızda mu’amelatımızda ef’al ve harekatımızda ahlakımızda bir çok noktalar vardır ki İslamiyet’in oraya ne nazarla bakdığını tamamıyle bildiğimiz ve anladığımız halde biz hiç bir vakit kendi düşüncemizden vaz geçememişizdir. Düstur-ı İslamiyet olan Hazret-i Kur’an “Muttakın”i: diye tavsif eylemişken biz de bu ayet-i celileyi hergün okuduğumuz ma’nasını anladığımız halde ehl-i takvayı ehl-i tasavvuf zann ederiz. Muttekı olmak için de mutasavvıf olmak lazım geldiğine lum harekat ve sekenatı icra ederiz. Fakat kalb bilmem nerelerde dolaşır. Bizde huzur-ı kalb bulunamaz. Ulemamız hocalarımız avamımız hep böyledir. Halbuki Süfyan-ı Sevri hazretleri huzur-ı kalbden başka namazın adem-i cevazına ka’il oluyorlardı. ayet-i kerimesi de Hazret-i Süfyan’ın sözünü te’yid eyliyor. Diğer tarafdan Cenab-ı Allah ayet-i celilesiyle namazın musalliyi fahşadan münkerden bağyden nehy eyleyeceğini ihbar ediyor. Biz bu habere şüphesiz inanıyoruz. Fakat bununla beraber namaz kıldığımız halde şu umur-ı selaseden intiha edemeyeceğimizi de görüyoruz. Bu da bizim için yakın buna da inanıyoruz. Bu suretle bizim kuvvetli bir te’aruzun altında kalmamız Bunun altından çıkmaya çırpınır. Fakat karşısında iki sedd-i ahenini görür: Nass-ı Kur’ani hiss-i kat’i. Bir mü’min için haber-i İlahi yakın ifade ettiği gibi bir insan için hiss de ilm-i zaruri telkın eyler. Bu halde şu te’aruzdan kurtulmanın yegane çaresi: “Madem ki şu umur-ı selaseden intiha edemiyorum anlaşılıyor ki ben namazı Cenab-ı Allah’ın emr ü ten işin doğrusu da budur. Haccı hacı olmak aleme karşı bir nümayiş yapmak için ederiz. Zekatı amiller tarafından ta’ciz edilmediğimiz suretde hiç vermeyiz. Cami’lerde namazlardan sonra ellerimizi kaldırır başlarımızı sallar du’a eder niyazda bulunuruz. Allah’dan “el-aman”lar ile imdad bid’at olduğunu da pek a’la takdir eyleriz. Kur’an-ı Kerim’in ayet-i kerimesini daima tilavet eyleriz. Geçenlerde hutbelere dair yazmış bulunduğum makalelerde zamanımızda hutbelerin çığırından çıkarılmış bir tarz-ı bida’iye takrib edilmiş olduğunu arz etmişdim. Fakat kimin umurunda.. Bid’at olursa sanki kıyamet mi kopacak denilirmiş gibi ulemamız tarafından sükunetle geçiştirildi. Biz zaten hep böyleyiz; ulemamız da avamımız da hep bir biçim... Bid’atmiş harammış... Aba ve ecdadımız yapmışlar değil mi?.. O halde ca’izdir. demeye alışmışız... “ Hayır ama biz babalarımızı böyle Bu kizb nemime riya hased kibr tesvif hıkd teşa’üm... pek a’la biliriz. Fakat bununla beraber bu gibi ahlak-ı faside Şu ahlak-ı mezmume bütün kuvvetiyle bizde icra-yı şekavet eder. Bunları yazmakdan maksadım günahlarımızı saymak değil belki din-i mübin-i İslam’dan bazı mühim noktaların hala hazm ü temsil olunmamış olduğunu herkesin teslim edeceği misaller ile ira’e etmekdir. Yoksa günahlara dair bir Bu mes’eleyi izah edebilmek için şu halin esbab-ı hafiyyesini araştırmak icab eder. Bina’en-aleyh fikri mes’elenin mebadisine gizli köşelerine doğru tevcih eyleriz. Burada bizim fikirlere tesadüf eden cihetlerden sebeblerden birincisi kabiliyet-i kavmiyyemiz ikincisi terbiye-i milliyemizdir. İşte şu ki sebebdir ki bizde İslamiyet’in bütün mezayasıyla hazm olunmasına mani’ olmuş ve olmaktadır. Fakat eminim ki bu mutala’a bir çok kimselerin hoşuna gitmez. Lakin doğru olduğunu da inkar edemezler. Onun için hoşa gidip gitmemek benimçün müsavidir. Zira maksadım izhar-ı hakıkatdir. Şimdilik şu kabiliyet ve terbiyemizin bütün safahatını tahlil ederek ira’e eylemek pek kolay bir iş olmadığı gibi zemin ve mevzu’umuz da öyle bir tafsilat i’tasına müsa’id değildir. Ve ma’a-zalik mevzu’umuzun izahı için lazım gelen safhalarını taharri etmeksizin de olamaz. Esna-yı taharride zihnimiz tarafından uzanan guş-ı tecessüs safahat-ı kabiliyetimizden mes’elenin mebde’i olmak üzere bir haslet tevkıf eder. O da: Bizim nefsimiz ruhumuz tarafından intiba’at-ı hariciyyeye karşı ibraz edilen bir la-kaydilik ve la-ubalilikden nin vücudu adeta bedahet derecesine varmışdır. Bizde olan bütün asar bütün harekat umum fi’alimiz bu halet-i ruhiyyenin vücuduna lisan-ı hal ile şehadet eyler bu la-ubali lakaydi olan ruh tarafından idare edilmekde olduğunu aleme aramızdan birisi meydana çıkıp da şu halden bera’etimizi Nasıl ki geçenlerde mütefekkirlerimizden birisi bizde olan şu halet-i ruhiyyenin bazı asarına ima eylemişlerdi. Fakat bu ima bizdeki gibi müte’essifane değil müftehirane vuku’a gelmişdi. Onun için bu söz ortalıkda kıyl ü kali mucib oldu. Bazı kimseler bunu reddetdiler fakat yalnız yanlış olan diler. Lakin bu bir hakıkatdir reddetmekle inkar etmekle hiç ihfası mümkün olabilir mi?! Eğer biz ba’dema böyle acı hakıkatleri işitmek istemez isek şu alemde bırakdığımız asarı kendimiz dahi dahil olduğumuz halde hepsini silmeli; yahud ruhumuzu böyle arızalardan marazlardan temizlemeli de bir daha böyle acı hakıkatlere ma’ruz kalmamak yolunu Bizim terbiye-i milliyyemizin güzel saf mu’tedil cihetleri olduğu gibi binlerce senelik muzahrafata mahal olmuş damarları da yok değildir. Bugün en müttekı en alim dediğimiz zatlardan başlayarak en adi avam-ı nasa en aşağı ağalara gelinceye değin hepsinde öyle gizli fakat salhurde damarlara tesadüf olunur ki uçlarının Türkistan-ı kebir sahralarına kadar giderek kumlar arasında kaybolduğu görülür. Bugün terbiye-i milliyyemiz ahlak-ı İslamiyet’den beraber yaşamakda bulunduğumuz akvamın muhitin bize ruhumuza dedir. Fakat esası yahud doğru bir ta’birle mürekkebat içinde ekseriyyet teşkil eden kısmı her halde bir seciyye-i mevrusedir. vamı da şu uzakdan uzağa gelen damarlar vasıtasıyla tedvir olunmakdadır. Bina’en-aleyh bizim icra etmekde bulunduğumuz maddi ve ma’nevi ef’al harekat hep binlerce sene evvelisi ölmüş gitmiş aba ve ecdadımızın ruhları tarafından sevk edilmekdedir. bizim kabiliyyet-i kavmiyyemiz terbiye-i milliyemiz din-i mübin-ı İslam’ın bütün mezaya ve ledünniyatını hazm ve temsil etmemize mani’ olmuş ve olmakdadır. Fakat şurası da muhakkakdır ki kabiliyet-i kavmiyye terbiye-i milliyye daha da umumi bir ta’birle bi’l-umum bunların esiriyiz. Bizim için ruhumuzu bu esaretden kurtarmak pek müşkil son derece güçdür. Fakat emin olmalıyız ki her halde uzun bir terbiye sürekli bir tehzib ruhumuzu bütün bu kasavetlerden mahsuriyetlerden tathir ve tahlis ederek ma’kul olan terbiye-i insaniyye ve İslamiyye ile tezyin eyleyebilir. Fikrime göre ulemamızın hocalarımızın şu hal-i tabi’i ve fıtrimizi kemal-i dikkatle taht-ı murakabede bulundurarak rıfk u mülayemetle zavallı insaniyyeti şu ırk asabiyyet boyunduruklarından kurtarmak terbiye-i İslamiyye ve insaniyye bir çocuk için mürebbi ne ise bir kavm bir millet için de ulema ve hocalar öyledir. Bir mürebbi nasıl ki çocukda olan kuva-yı nefsaniyyenin inkişafatını taht-ı murakabede bulundurur; o kuvanın yevmen fe-yevmen neşv ü nema bulmasını teshile gayret eyler; çocuğun ruhunda iyiliğe doğru bir meyl görürse onu takviyeye çalışır. Fakat fenalığa doğru bir arzu hiss ederse; hemen onu neşv ü nema bulmadan söndürmeye mürebbi gibidirler. Kavmin milletin kuva-yı nefsaniyye dikkate alarak iyi cihetlerinin tenmiyesine kötü cihetlerinin marları temizleyerek yerine saf ceyyid olan İslamiyet insaniyet tohumlarını zer’ eyler. Muktedir tecrübeli bir mürebbinin taht-ı terbiyesinde büyüyen bir çocuk nasıl ki ruhen cismen sağlam olarak yetişir hür müstakil müteşebbis fa’al haluk olarak hayata girer ilerlemeye başlar. Cenab-ı Allah da kendisini hayra muvaffak eyler. Artık na’il-i sa’adet olur. Vazifesini bilir onu hüsn-i ifa eyler ulemaya malik olan bir kavm bir millet de öylece sene be-sene maddeten ma’nen taze bir hayat kesb eyler; nurlu bir istikbal içinde vasi’ bir zemin ihzar eyler; mes’ud olurlar. Artık hayat-ı dünyeviyye ve uhreviyye onlarındır. Fakat fakat te’essüfler olsun! Şimdi biz zavallılar için öyle ruh-ı akvamın terbiyesine aşina vazifesini bilir onu hüsn-i ifa eyler ulema ve hocalar bulmak kabil mi?! Bizde şimdilik öyle ulema yok. Bu gidişimizle daha yakın bir istikbalde dahi ye’isden başka bir şey de görülmüyor. Şu makalemde arz etmiş bulunduğum mülahazalar hep bizde artık adeta ulema kalmamış olduğunu gösteriyor. Zaten o mukaddimeleri o mülahazaları şu maksadı izah için serd eylemişdim. Evet bizde elbiseleriyle suretleriyle imtiyaz etmiş bir nevi’ eşhas mevcuddur; bunlara ulema denilir. Ben kendim de bu sınıfın içine dahilim fakat bilmeliyiz ki biz ulemadan değiliz. Bizim avamdan farkımız yokdur. “Nasara yensuru” çekmekle yarım yurum Arapça anlamakla alim olunmaz. O büyük eslafın halini göz önüne getiren onların teracim-i ahvaline vakıf olan kendimizi onların varisi demeye dili varmaz. Bilhassa şimdi kendimizle avamımızın ruhlarını tahlil ve mukayese etdikden sonra ulemaya varis olamayacağımız doğrudan doğruya avam-ı nasdan olduğumuz meydana çıkar. Zira beş altı kelimecik Arapça’yı sildikden sonra zihnimizde ruhumuzda terbiyece tehzibce fikirce ahlakça bir fark kalmıyor. O evvelce arz ettiğimiz İslamiyet’in bazı mezayası bazı deka’ikı avamımızca ma’lum olmadığı gibi hocalarımızca da henüz bilinememişdir: Bazı haka’ik-ı İslamiyye’nin avamımızca hakkıyla hazm olunmadığı gibi ulemamızca da öyledir... Hocalarımızın pişdar-ı avam olduğu kendilerine mahsus bir meslek-i ma’nevileri olmadığı da pek a’la meydana çıkdı. Belki bu sözlerim kendini ulemadan hesab eden bazı zevat-ı kiramın hoşlarına gitmez; belki düçar-ı i’tiraz da olur... Peka’la olsun; ye’is yok. Maksadım hakıkatin meydana çıkmasıdır. Yakınen biliyorum ki böyle bir zehabda bulunan herkes şu arz ettiğimiz tahlili kendi zihninde icra edebilir. İşte o vakit eminim ki kendinin avamdan bir farkı olmadığına kani’ olur. Me’muldür ki bu suretle yanlış bir iddi’aya kapılmış olduğuna tevbeler ederek tekrar çalışmaya halini ıslaha başlar. Zaten şu acı sözleri yazmakdan maksadım da budur. Makalemin evvelinde arz etmişdim. Yanlış anlamayınız rica ederim. Bu mütala’a ekseriyete bakılarak yürüdülmüşdür. Bazı müstesnaları olabilir; olmasını da arzu ederim. Bilemiyorum ahali mi terakkı etmiş de ulemamız derecesine gelmiş. Yahud ulemamız mı tedenni etmişler de dereke-i avama kadar inmiş seviyeleri birleşmişdir. Zann ederim ki her iki tarafın da yardımı olmuşdur. Fakat her halde avam tarafından olan ekseriyet nazar-ı i’tibare alınırsa ulemanın onlara karşı daha ziyade tekarrüb ettikleri git gide gaye-i emelleri idealleri ga’ib ederek mağlub oldukları seviye-i fikriyyelerinin hal-i tevazüne geldiği anlaşılıyor. Evet badi-i nazarda avamın ahalinin seviye-i irfanları seviye-i ahlakileri ulema derecesine gelmesi güzel gibi gelir. Fakat iş hakıkat-i hal göründüğü gibi değil. İşin içinde fena cihetler de var. Zira bundan anlaşılıyor ki ulemamız bu hale gelmişler de artık bundan geçemeyecekler bu hal onlar için bir hadd olmuş; artık fikren terbiyeten ilmen bundan daha yükselmek yok. Ulemamızın fikri ezhan-ı avamın teşkil eylediği kalıblara sığmış... Halbuki şu hal inkıraz-ı ilmiden başka bir şey de değildir. İlim fikir terbiye daima yükselmeli daima terakkı etmelidir. İlim fikir terbiye için hal-i tevakkufda kalmak olmaz. Bir kavmin bu unsur-ı ma’nevileri tevakkufa uğrarsa o kavmin devre-i inhitatı başlamış demekdir. böyle hal-i tezelzüle bırakmamalı idi. Daima yükselmeli daima yükseltmeye çalışmalı idi. Avam ahali de onları ta’kıb ederdi. Fakat hiç bir vakit onların seviyesine vasıl olamadığı gibi bir hudud dahilinde boğularak da kalmazdı. Onlar için de daima bir ümid-i terakkı daima bir tarik-ı te’ali gözlerinin önünde parlardı. Nerede o ulema-yı selef! –Ya Rabb onlardan razı ol– onlar hiç bir vakit ruhları gaye-i emellerini kaybetmediler. Hiç bir zaman böyle derekelere inmediler. Silleler dayaklar yediler mahbeslerde menfalarda ta’zib olundular asıldılar kesildiler fakat hiç bir vechile ideallerinden ayrılmadılar maksadlarından zerre kadarını bu belalardan kurtulmak için kurban eylemediler; bunlara karşı daima sabırla azm ü metanetle cevab verdiler. Ta çocukluk zamanlarımda benim Aşina-yı muhit-i neş’em olan Çehrelerden –ki şimdi pek çoğunu Sildi dest-i adem-nişan-ı zaman– Biri vardır ki daima sezerim Tayf-ı şeb-renk-i hatıratını... bu Sadefi renk-i ibtisam ile bir Her zaman mübtesim-i siyahidir. Onu kızgın güneşler altında Sürünen bir zavallı a’ilenin Koparıp sine-i şefikınden Ufk-ı ma’isi bitmeyen engin Bir denizden hemen aşırmış da Bize satmışdılar. O anda da ben Yoktum ancak dokuz yaşında bile Eğlenirdim onun lisanıyle. Şimdi pişinde yokdu badiyeler Ne zemininde hurma gölgeleri Ne semasında ateşin bir şems. Hergün az çok sönerdi dideleri. Ona afakdan peyam-aver Duysa bir çan sadası hasret ile Deve bekler koşardı pencereye Belki ömr-i mükevvenata göre Lahzadan add edilmeyen ve fakat Bizi tarac ü kalb eden seneler Daha on def’a etdi devr-i hayat O vakitden beri o didelere Her geçen yıl bırakdı zıll ü eser Artık azad olup esaretden Gitdi bizden otur dedimse de ben. Üç aç evvel tesadüf etdim de Anladım öksüren ciğerlerinin Erimek bitmek üzre olduğunu Yine gülmüşdü bir gülüş ki enin Umk-ı kalbimde bükdü bir ukde Kim bilir şimdi gömdüler mi onu? Ruhu hasretle titremezdi yine O gömülseydi hurma gölgesine. Tedrisat-ı Umumiyye Hakkında Eminim ki meclis bendelerinden pek parlak bir lisan beklemez. Ben perişan ve kaba Türkçe söylerim. Rica ederim lisanımdaki pürüzlere bakmayınız asıl ma’naya dikkat ediniz. İbtida’i tahsilden tahsil-i umumiden ve icmalen mektebden bahs edeceğim. Tarihe nazar edildikde görülür ki bu tahsil-i umumi hakkında pek az ma’lumat var. Yalnız Avrupa’nın ilm-i tedris kısmında tahsil-i umumi ve mekteb hakkında iki re’y görüyoruz: . Tahsil-i umuminin Luter zamanında yani Avrupa’da reformasyonun zuhuru esnasında ortaya çıkdığını iddi’a ediyorlar. . Fransa’nın büyük inkılabına haml ediyorlar. Bu iki fikrin her ikisi bir dereceye kadar haklıdır. Fakat her ikisi de tamam değildir. Biraz sonra söyleyeceğim zaman anlaşılacakdır. Medeniyetin her bir kökü başlangıcı şark tarafında olduğu gibi tahsil-i umuminin de mekan-ı zuhuru şarkdır. Bu fikir şarkda doğmuşdur sonra adım adım En eski zamanlarda da mekteb ve tahsil-i ibtida’i mevcud olduğunu tarih gösteriyor. Tarihe nazar edilince Hind’de Çin’de Babil’de mektebin bulunduğu görülüyor. Ba’dehu bu fikir Mısır’dan Yunanistan’a Yunanistan’dan Roma’ya cud bulan Hıristiyanlık aleminde görülür. Fakat o devrelerde olan mekteb ve tahsil-i ibtida’i bizim şimdi anladığımız tarzda değildir. Arada büyük fark vardır. Ez cümle o zamanlar yazı yazmak ve yazılan şey’i okumak – Çin’de olsun Hind’de olsun Babil’de Mısır’da olsun– ahaliye millete aid bir şey değildi. Bu yalnız bir sınıfa mahsus min sa’adetine hizmet eder bir alet olduğu fikri yokdu. Belki ahaliyi istibdad altında tutmak için yalnız günahlara mahsus bir alet idi. Pek çok zaman otuz asır kadar bu hal devam etdi: Çin’de okumak yazmak ahaliyi kullanmak içindi. Zaten o vakitler beşer hukuk-ı insaniyyesine malik değildi ki. Her tarafdan istibdad zincirleriyle bağlı idi. Velev ki meşru’ olsun istediğini yapamıyor hürriyete na’il olamıyordu. Ahali kahinlerin menafi’-i mahsusalarına hizmet eder esirler Hindistan’da da böyle idi. İ’tikadat-ı diniyye ile ahaliyi kullanmak fikri kahinlerin en birinci vasıta-i tahakkümü idi. Daima ahaliyi ezmek için onların zimam-ı ma’neviyyelerini akıde-i vicdaniyyelerini elde etmişlerdi ahali okumak yazmak öğrenmek hakkından mahrum idi. Kahinler ne derse ona inanacak kahinler hangi yolu gösterirse oradan gitmeye mecbur olacak irade ve ihtiyardan bi-nasib bir sürü hayvan... Babil’de olsun Mısır’da olsun hep bu hal-i esaret hüküm-ferma Yunanistan’a gelince orada cüz’i bir tegayyür görürüz. ve tahsil başka türlü idi okumak ve yazmakdan başka biraz da terbiye-i fikriyye matlabı var idi. Ma’a-mafih burada da okumak yazmak bir sınıfa mahsus lem alması memnu’ idi. Hatta esnafdan yahud tüccardan birinin kitab okumak arzusunu izhar etmesi günah-ı keba’irden add olunurdu. Ta on altıncı asıra kadar her tarafda bu hal devam etdi. Bu hususda müstesna olarak yalnız eski Yunanı görüyoruz ki orada yazdırılmakla iktifa edilmeyip biraz da ma’lumat vermek şakirdanda terbiye-i fikriyye husule getirmek matlabına hizmet edilirmiş. Fakat ma’at-te’essüf din nazariyeleri Yunan’a işlemiş olduğundan o güzel mektebler yavaş yavaş munkarız olmuş. Okuyup yazmak san’atının intişarı pek yavaş yavaş olmuşdur. Bu beta’ete şüphesiz okuma yazmanın güçlüğü de sebeb oldu. Fi’l-hakıka o mıh yazısını öğrenmek kolay bir şey değildi. Bununla beraber o güc tahsili güzel kullanmışlardır. Bu güc yazı ile idi ki ilm-i hey’etde hayli terakkiyat gösterdiler. Mıh yazıları dedim şüphesiz ekseriniz işitmişsinizdir. Babilin mıh yazısı en eski yazı add olunur. Cümle yazıların esası gibi kabul olunmuşdur. Beş on sene mukaddem Moğolistan kıt’asında o granit kayaların üzerlerinde bir çok yazılar nakışlar keşf olundu. İlm-i elsine uleması bunları görüp ne olduklarını anladılar ve bunlara Orhun namını verdiler. Şekilde tertibatda o Orhun yazılarının Babil yazılarıyla münasebeti olduğu zahir oldu. Ve bazı ulemanın zannına göre Babil’e de mukaddemdir. Ma’lum ya Türkler bir çok vakitler alem-i medeniyyetde çobanlık çiftçilik ve her daim çapulculuk ile mahkum olmuş bir millet idi. Şimdi tarih ve asar-ı atika bize açıyor gösteriyor ki o çobanlar o çapulcular aleme en ibtida’i yazıyı vermişler. Rahmet o çobanlara. Alkışlar Her nasılsa okumak –yazmak san’atı Yunanistan’dan Roma’ya geçdi. Çiçeron’un tarihine ve i’tikadına göre mekteb öyle bir yerdi ki yazmak ve okumak orada tahsil olunurdu. Sonra Roma münkariz oldu harabeleri üzerinde Hıristiyan cem’iyeti vücud buldukda her ne kadar eski Yunan’ın zıya olan ihtiyac takdir edildiğinden tahsil kabul olunarak bir hayli mektebler teşkil etdiler. Onun için manastırlarda bir hayli te’sisat vücud buldu. Ma’a-haza onlarda yine bir sınıfa kilise ehline mahsus bir şey idi. Ahalinin bundan istifadesi yok idi. Kurun-ı vüstanın son devrinde Avrupa’da Katolik alemi büyük bir inkılaba düçar oldu: Luter bir çok adatı protesto etdi ve ayrıca bir dini yani Protestan mezhebini meydana çıkardı. Bu mezhebin tevessü’ü ve terakkısi lazım idi. Bu da ancak yazmak ve okumak ile hasıl olacağı şüphesiz idi. Bunun üzerine mekteb işi beş on adım ileriye atladı. Fakat yine mahdud dairede kalmışdı. gösteriyor ki bundan üçyüz dörtyüz sene mukaddem tahsili umumi ilminden istifade etmek ciheti tenevvür eylemek fikirleri gayr-i mevcud idi. Şu halde bu fikrin mebde’i menba’-ı mebzulü neresidir? Çin milleti eski nizamcılığa Hindliler ...e hizmet ettikleri gibi Mısırlılar da ticarete Yunanlılar sanayi’ ve felsefeye Romalılar da intizam ve kanuna hizmetlerde bulundular. Fakat mekteb işi yani ilmi mağaradan çıkarmak yalnız bir sınıfa mahsus olan bir şeyi umuma vermek... Bu da –Türk çobanları aleme yazıyı bağışladıkları gibi– Arabistan çobanları tarafından çıkarılıp aleme alem-i medeniyyete bahş edilmişdir. Alkışlar Dikkat buyurun! O Arabistan çöllerinde vadilerinde tanin-endaz-ı yakazat olan o i’caz-nüma sada-yı hakıkat o nurani teklif ne idi? Cümleniz okuyacaksınız. İlim cümlenize farz olmuş. Beşikden mezara kadar ilmi arayacaksınız. Her nerede ise gidip alacaksınız... Devr-i İslam’a gelinceye kadar ilim tahsil-i umumi mağaralar ha-i vücuda çıkaran alem-i medeniyyete bahş eden İslamiyetdir ve müslümanlardır. Yaşasın İslamiyet... pek şiddetli ve bir kaç dakıka devam eden sürekli alkışlar. Burada şayan-ı dikkat bir şey var Türklerin yazıya Arabların da tahsil-i umumiye ettikleri hizmeti söyledim. Bu Türk ile Arab’ın refikliği yoldaşlığı daha devam ediyor. Yayan yürüyerek dünyanın bir cihetinden diğer cihetine giden ilim neşr eden Arablar idi. O Arabların getirdiği Arablar Çin’den kağıt getirdiler Avrupa’ya verdiler. Onlara rahleler yapan yine Türklerdir. Yaşasın Arablar ve Türkler alkışlar. Arab Türk... Onlar büyük isimlerdir. Beynlerinde de iki büyük işçi olacaklarına hiç şüphem yokdur. Alkışlar Bu söylediklerimden hoşnud olduğunuzu görüyorum. Fakat şimdi ma’at-te’essüf söylemeye mecbur olduğum bazı şeyler hoşa gitmeyecekdir. Müslümanlar o kadar nurani almış oldukları evamiri lüzumu derecesinde ifa etmediler. Çalışdılar ulumu ilerletdilerse de vazifemiz olduğu dereceye getirmeyi Avrupa’ya bıraktılar. Onlar bizim ka’idelerimizi tamamen tatbik etdiler. Ve bu sayede şimdi bizi taht-ı esarete aldılar. Biz çalışırız hamallık ederiz onlar rahat ederler. Bizden kırk paraya aldıkları bir şey’i hüner ve san’at sayesinde kırk kuruşa yine bize satıyorlar. Biz de insanız onlar da insan. Biz de geçiniriz onlar da geçinir. Ama aradaki farkı siz takdir edin. Sükut-ı hazin... Meclis’in evvelki neş’e ve şetareti şimdi derin bir ye’se münkalib olmuşdu. Mazisi bütün şan u şerefden ibaret bir kavmin böyle acı hakıkatler karşısında müte’essir olmaması kabil değildi. Bizim halimizden hiç bahs etmeye gelmez. Biz müslümanlar böyle ecdadımızın mehasinini ta’dad ile mecd ü şeref hülyaları içinde imrar-ı hayat ederiz; fakat hakıkat daima böyle acı hitablarla bizi hazin sükutlara derin ye’islere duçar edecekdir. Bir zamanlar bütün cihan-ı medeniyyete ma’rifet ve san’at neşr eden o kavmin ahfadı bugün her şeyden mahrum olursa bu hitablar karşısında lal ü ebkem vakfe-gir-i elem kalmaz mı?.. Bu kangren olmuş ceriha üzerinde neşterini yürütmek burada kesmek mecburiyetini hiss etdi. Beş dakıka istirahat talebiyle çekildi. Biraz sonra yine o sevimli çehre bütün enzarı bir noktaya toplamışdı. Hazerat! Demincek demişdim ki eski zamanlarda kadınların okuması tahrim edilmişdi. Eski Yunan’da yalnız kız çocuklara mahsus mektebler var imiş. Eski zamanda mektebde kızları okutmak veya kıza lazım olan yolu göstermek ğunda hiç şüphe yokdur. Sonra bu mektebler hakkında efkar ve nazar değişmiş ve böyle pek çok asırlar geçmişdir. Fakat her hangi milletin ruhunda bir hal var ise inkılabat-ı asr ile o unutulsa da yine bir gün bir alameti zuhur edecekdir. Çünkü ruhdur. Geçen asrın ibtida-yı rub’unda ma’lumumuzdur ki İran’da yeni bir mezheb çıkmışdı. Bunun neden ibaret olduğunu bahs etmek programımıza dahil değildir. Fakat şu hareket içerisinde nazar-ı dikkate alınacak bir şey var. Bu da o hareket-i akliyye ruhiyye mezhebiyye... her ne desek bir derece ca’izdir.. retülayn denen civan kız kadınların tahsilini tabi’i görerek bu hususda teşebbüsatda bulunduğu için kurban gitdi. Bu Hürretülayn zann ederim eski İran’ın ufacık bir timsal-i ruhudur. İran dince kardeşimizdir. Arada revabıt vardır. Çünkü bir kere şarklıdır sonra ekserisi Türkdür. Demincek Türkler için ne dedimse İran’a da aiddir. Burada şarkdan geçelim; gelelim vaktiyle şakirdimiz bugün mu’allimimiz olan o müterakkı Avrupa’ya: Tahsil-i umumi ve mekteb teşkiline inkılab-ı kebir ba’is oldu diye ortaya atılan fikir bir dereceye kadar doğrudur demişler. Vakı’a Avrupa’da tahsil-i umumi Fransa inkılabından sonra başlamışdır. O inkılabla i’lan olundu ki müsavat hürriyet cümle için caridir. O zamanda tabi’i tahsil de cümlenin hakkı oldu. Ondan sonra Avrupa okumaya ve semeratını iktitafa başladı. Tafsilata girişecek olsak sadedden çıkarız. Onun lerinden bahs edelim. ’den senelerine kadar çocuklara mahsus çocuk bahçeleri filanlar var... Fakat bunlardan da bahs etmeyeceğiz. Çünkü bunların tatbiki bizim için şimdi mümkün değildir. Onun için bugün şarkda taklidi mümkün olanlarından bahs etmek isterim. Avrupa mektebleri “köy mektebi” ve “şehir mektebi” olarak iki büyük kısma münkasemdir. Ondan da ma’ada o mekteb-i ibtida’iler program ve derecat i’tibariyle üç kısımdır: . Adi ibtida’i mektebler. . Mutavassıt ibtida’i mektebler. . Bir de ali ibtida’i mektebler var ki programı okuyan şakirdi mükemmel münevver ma’lumatlı çıkarmakdır. Fakat onlar çok bahalıdır. Onları tatbik pek güc. Onun için tafsilata lüzum görmem. Bahs edeceğim adi köy mektebleridir. Bunların programı her yerde bir değildir. Birbirinden farklıdır. Fransa’da bir türlü Almanya’da bir türlü İngiltere’de bir türlü. Bunlardan da vazgeçerek umumi hallerini söyleyeceğim. Umumi programları din ve mezheblerini öğrenmek hesabı akıl kaynamak için mümkün derecede mükemmel bilmek milli tarihlerini muhtasar tarih-i umumi milli coğrafyaları muhtasar umumi coğrafya her sene tedrici bir suretde ulum-ı tabi’iyyeden bir parça lazım gelen ma’lumat... Avrupa mekteb-i ibtida’iyyesinden programında münderic dersleri okuyarak ikmal edip çıkan delikanlı okumaya heves ile her okuduğunu anlamaya bir isti’dad peyda etmişdir. Çıkdıkdan sonra istifadesine aid ne görse o cihete çalışır. Bir hali daha var: Her ne kadar maksad te’min-i matlab ve tenvir-i efkar ise de dünyalıkca da güzel efkar nazar-ı dikkate alınmış bina’en-aleyh san’atlar da gösterilir. Öylece bir cihetden efkar-ı medeniyyeye hizmet ederler diğer cihetden ahval-i ictima’iyye ve iktisadiyyeye medar olurlar. Fakat mektebleri bu hale getirmek için büyük bir Bu hususdaki terakkıyat Avrupa’da ne derece olduğunu açık açık göstermek için bir mikdar ma’lumat-ı istatistikıyye vermek lazım. Bilirim bu da sizin zihninizi yoracak ve zabt edilmesi müşkil olacak. Fakat tafsil etmeyerek en mühim aksamı arz edeceğim. İstatistikler en sahih bir ma’lumatdır. Ve farkı nisbeti pek açık gösterir. Bugün bir fen haline giren Bunun için bunları söylemek mecburiyetinde bulunuyorum. Hem Avrupa’nın on sene evvelki istatistiklerini söyleyeceğim. Avrupa’nın daha o zamanki haliyle bizim hal-i hazırımız arasındaki farkı anlamak için. Halbuki bu son on sene zarfındaki terakkıyatı yakında neşr olunacak istatistiklerden tedkık ederek gördüğünüz zaman büsbütün hayret edeceksiniz. Benim elime hemen bu geçtiği için bir kaç rakam kayd etdim. Nazar-ı intibahı açmak için bu da kafidir. Bunlardan İngiltere ve Almanya birinci derecede Macar Şimdi memalik-i Osmaniyye mekteblerinden söz söylemek lazım. Fakat te’essüf ederim; aradım mekatib-i ibtida’iyyeye dair ma’lumat-ı lazime ne Avrupa mecmu’alarında bulabildim ne de bizim ma’arif salnamesinde. Bunun bu hususda sizin ma’lumatınız benden daha ziyadedir. Şimdi memalik-i Osmaniyye’de mekteb az mı çok mu her ne ise gerek çokluk i’tibariyle ve gerek program i’tibariyle Avrupa’ya nisbetle mekteb peyda etmek için ne lazımdır. Hesab edelim. Ne kadar lazım ise mevcud olanlarını tenzil edelim. Bakısini vücuda getirelim. Avrupa’nın bu günkü derecesine birden bire varamayız. Yalnız ona doğru yürüyelim de şimdiki ahvalimize göre ıslah ve teksir-i mekatib edelim ve tahsil-i umumiyi yoluna koymayı düşünelim. Bunun Memalik-i İslamiyyede ne kadar nüfus olduğunu tamamıyla bilemem. Ve akvam-ı gayr-i müslimenin mektebleri mükemmel olduğundan onlardan bahs etmeyerek tahminen akvam-ı müslimeyi yirmi milyon add edelim. Belki ziyadedir. Ve Avrupa’da olduğu gibi yediyüz sekiz yüz adama bir mekteb çok görelim. Bin nüfusa bir mekteb isabet ettirelim. Bu halde yirmi bin mekteb-i ibtida’i lazım. Bakalım epeyce teftiş ve tedkık edelim. Güzelce anlayalım eğer mesela bin mekteb varsa beş bin zamm edelim. Eğer bin varsa bin zamm edelim. Ma’aşlara gelince İngilizler gibi altıyüz lira vermeyelim. Hocalarımızı ehl-i kana’at add edelim ellerini öpelim rica edelim az para ile bizi okutsunlar. Her halde bir mu’allim la-ekall lira almadıkça okutamaz. Bunu da tahmin edelim. liradan yirmi bin mekteb için bin lira lazım. En ekalli dört bin talebesi bulunan mu’allimler lazım. Hem hazırlıklı mu’allimler olmalı. Alkışlar Sonra ikişer yüz talebeden darü’l-mu’allimin lazım. Her bir darü’l-mu’allimin için vasati olarak hesab edelim. lira sarfiyat lazım ki yirmisi için bin lira lazım. Mektebleri açdık; mu’allimleri ta’yin etdik şimdi kitab lazım. Her mektebe bir kütübhane lazım ara sıra talebe kütübhanelerdeki şeyleri okurlar bunun için her mektebin büyük küçük bir kütübhanesi olmalı. lazım. Bunların harcırahları da var. İşte bütün bunların yekunu bir milyon liraya baliğ olur. Çok para fakat hiç ürkmeyiniz. Hem çokdur hem değildir. Tekrar ederim ürkmeyiniz. Çünkü size Rusya müslümanlarını misal getireceğim. Onlar da bir çok noktalardan size benzerler. Bir kere akçe sizler geride kalmışlardır. Bunların bir tecrübesini size arz edeyim: O vakit bir milyon lira çok görünmeyecek. Buhara Hive Hanlığı ayrılınca Rusya’nın taht-ı idaresinde milyon müslüman kaldı. Bu milyon müslümanın istatistik ile kayd olunan mekatibi oradaki hep idare-i ruhaniyye tarafından kayd olunmuşdur. mekteb mevcuddur. Asya-yı vusta idare-i ruhaniyyeye tabi’ değildir. Orada tahminen la-ekall bin mekteb vardır. Cümlesi kadardır. Kız mektebleri bundan haricdir. Volga Nehri boyunda ıslah edilmiş üçyüz kız mektebi vardır. Kırım’da da ıslah edilmiş iki-üç mekteb var. Volga’da üçyüz mekteble iftihar ederim. Kız mekteblerini hesaba idhal etmiyorum. Bahis sade olsun diye. Bu mekteblerde bin erkek okuyorlar. Bu mektebin üç bini ıslah edilmişdir. Bakısi eski usul üzere idare olunur. Onlar işte evvela bir müddet elifbayı görür. Sonra Amme cüz’lerini sonra da Kur’an-ı Şerifi’de bir-iki sene okur işte bu kadar. Yazı yok da. Programları: Türkçe fakat sade okuyup yazmak ilmihal hesab hesabdan a’mal-i erba’a ve mu’allimin iktidarı var ise biraz daha ilerisi. Sonra muhtasar umumi coğrafya muhtasar tarih-i umumi ayrıca tarih-i islam ilm-i iktisad ve Müddet-i tahsil iki yıl. Azıcık ma’lumatı olan mu’allim iki senede talebeyi çıkarır. Usulsüz olursa üç sene devam eder. Şimdi gelelim mekteblerin sarfiyatına: Ne ile bunlar idare olunur?.. Üç bin ıslah edilmiş mekteb bin lira ile idare olunur. Ama bu hazineden değil belki vakıf olarak; şakır şakır milletin ceyb-i hamiyyetinden çıkıyor. Alkışlar... yaşasın Rusya müslümanları.. Bakı kalan mekteb için bin lira sarf olunur. Mecmu’u bin lira eder. Öte beri masraflar dahil olursa şüphesiz belki bin lira vermekdedir. Ve bunun da hiç kimse tarafından ağırlığı duyulmamakdadır. Alkışlar Lakin nüfusuna bir mekteb isabet eder. Demek ne lazım? Evvela bin mekteb olacak şu halde beş altı bin mektebe daha ihtiyacımız var. Mu’allimlere isabet eden ma’aş yeni usul eski usul lira kadardır. Şimdi mekatib-i ibtida’iyyeyi memalik-i Osmaniyye’de çoğaltmak ve programlarını ıslah için lazım olan bir milyon liradan bahs edeceğiz müsa’ade ederseniz beş dakıka daha Şimdi rüfeka ile görüşüldü. Bir zatdan aldığım ma’lumata göre memalik-i Osmaniyye’de bin mekteb-i ibtida’i mevcud imiş. Çok şükür. Çok memnun oldum. Diğer bir ma’lumata göre de mevcud mekteblerin adedi kırk binden çok aşağı imiş. Bu iki ma’lumatın her ikisi de doğrudur. bin mekteb var deniyor. Evet olabilir. Fakat zann ederim ma’at-te’essüf isimleri mevcud. Hakıkaten mekteb namına şayan olanları varsa her halde bin mevcud ise iş biraz sadeleşir. Hiç yokdan bina etmek başkadır usulsüz ve fakat mevcud mektebleri ıslah yine başkadır. Mevcud olduğu takdirde en ziyade dikkat edeceğimiz nokta onların noksanını ikmal etmekdir. Eminim ki binaları da biraz ta’mir ister. Çünkü hayvanlar gibi ahırlar içinde toplanıp okutmak şanımıza ve hatta imanımıza elvermez. Her halde çok ise de ıslahı için o dediğim milyon ve belki daha ziyadesi lazım olacak. İster hükumet ma’rifetiyle cem’ ve sarf olunsun ister millet vasıtasıyla. Verecek yine milletdir. aleyh her beş paramız bir kıymeti ha’izdir. Bu halde o bir kuruşu severek verdirmek için mu’allimlerin harekat ve tedrisatında fa’ide görülmeli. Üç bin mektebi ıslah ederek ikiyüz bin lirayı kendi kendiliklerinden tedarik esbabına bakalım. Eski usul mekteblerin çocukları beş buçuk altı yedi on üç yaşına kadar gel git ömür zayi’ eder geçirirler. Eski mekteblerde yedi sekiz senede istihsal olunamayan ma’lumatı yeni mekteblerde iki nihayet üç senede kesb etdiler. Bunu görünce ahali verince verdiler. Yeni mekteblerde ka’idedir: Her bir çocuk haftada bir ruble verir. Haftada yirmi para veren ahali haftada dört beş kuruş nasıl verebildi? Semere gördüğü için. Bu terakkı ne sayesinde oldu? Bir derece programın ıslahı ve elifbanın az vakitde elde edilmesi sayesinde. Ki bendeleri onu tertib etmişdim. Daha a’la elifbalar mevcuddur. Bu babda iki türlü usul isti’mal olunur: . Tedrici . Savti. Tedrici demekden maksad elifbanın hepsi harekesi mübtediye birden gösterilmemek. Çocuğa evvela üç harf gösterilir: “Elif” “be” “te”. Bununla yazmak ve okumak ameliyatına başlanır. Bu üç harf bir çok türlü okunur; Mesela bat tab baba bat eb at tata bata... Cümlenize pek aşikardır ki bir anda otuz kırk türlü hurufu zabt etmekden ise üç harfi zabt etmek elbette daha kolaydır. Üç harf ile yazıp okumak san’atına giren çocuk bir kal’ayı feth etmiş gibi sevinir. Vakı’a da böyle olur. Çocuklar bir kere lezzet aldı mı sonra bizden evvel koşarlar. Bu üç harfi belleyince sonra bir harf daha zamm olunur. Bunu da zabt eder. Çocuk böyle bir şey öğrenmeye başlayınca akşam sevine sevine pederine koşar. Böyle böyle tedricen elifba gösterilir kırk beş gün içinde ikmal edilir! Tamam olduğu gün çocuklar kaba Türkçe yazarlar okurlar. Bu kırk beş gün usulsüz bir ta’lim ile olursa elli altmış güne varır. Bu işte tedricen elifbayı göstermekden hasıl olan bir muvaffakıyyet. re hoca efendi diyor: – Bu elif... Çocuk da: – Elif... Hoca efendi: – Bu be... Çocuk: – Be... – Oku bakalım şimdi! – Elif be. –Hayır öyle değil. Ab Çocuk şaşar kalır. Ne münasebet? “Elif” ile “be” bir yere bi’t-tabi’ gelince “elifbe” olur. Neden “ab” olsun? Çocuk bu hususda pek haklı. “Elif” insanın ağzından çıkan savtın biridir. Hakeza “be” de öyle. “Elif”in “ be”nin de sakin olarak olduğu gösterilirse sonra ikisi bir yere gelince çocuk “elif-be” diye okumaz. Çünkü “elif” ne demekdir bilmez o. Onun bildiği’dir. Sonra de bilmez. Belki sakin olarak sadasını yalnız bilir. Şu halde yan yana gelince dır. Kezalik yi olarak işitmemişdir. Belki ın nihayetindeki gibi sakin olarak bilir. Yalnız o savtı bellemişdir. Bina’en-aleyh ile yan yana gelince okur da okumaz. ağırlaştırmaya hacet kalmaz. Bu bi’t-tecrübe görülmüşdür. Yeni usulde olan mekteblerde muvaffakiyyeti göre göre az zamanda mektebler on bin kilometre yeri geçip gitdi. Hep bu usulün suhuleti sayesinde. Ve öyle görülüyor ki on beş sene zarfında dokuz on bin mektebin umumu böyle olacak. niyye’de mekteb işine ve idaresine tamamen aşina olanlar ön ayak olursa bir sene içinde ne kadar mekteb varsa cümlesi Mu’allim yetiştirmek için kolayı var. Rusya mu’allimlerinin cümlesi bir mektebden neş’et etdi. Bir mu’allim geldi. – Bila-ücret öğredilecek dedik. Fakat yalnız şu şartla ki öğrendikden sonra fi-sebilillah iki mu’allimi öğreteceksin. Ve ona da aynıyla bu tavsiyede bulunacaksın. Böylece birbirinden öğrenerek bir mu’allim iki oldu iki dört oldu dördü sekiz oldu sekizi on altı oldu. Ve Türkistan’a kadar sirayet etdi. Alkışlar Bu uzunca söylediklerimi kısaltayım: Eğer millet görse ki mekteb bir şey öğretiyor mekteb çocuğun vaktini zayi’ etmiyor; o vakit para kaygısı kasaveti hiç olmaz. Bir milyon büyük paradır. Yirmi milyon ahali istatistik kava’idine göre dört milyon aile demekdir. Bir milyon lirayı dört milyon ocağa taksim edin. Bu taksim aca’ib bir hesab gösterir. Bir milyon lira yüz milyon kuruş eder. milyon ocağa taksim edince kuruş düşer. Yevmi buçuk para eder. Rumeli’de olsun Anadolu’da olsun hiç bir adam tasavvur olunabilir mi ki iki buçuk parayı vermesin. Beş para ile iki milyon lira hasıl olur. Bizler ki okur yazar milletin sayesinde yaşıyoruz; bizlerin borcumuzdur onlara bildirmek onları müstefid etmek. Bizde o ameli ve umumi himmet olursa millet o beş parayı on parayı her zaman seve seve verecekdir. Alkışlar Bahsin nihayetine gelindi. Benim pek kavi i’tikadım vardır. Eğer teşebbüs edersek cidden arzu edersek ve kendi bilmediğimizi ehlinden istişare etmeye tenezzül edersek bizim mekteblerimiz pek az zamanda ıslah edilecekdir. Sözümden anlaşılmasın ki Ma’arif Nezareti var da bir işe yaramaz. Haşa. Fakat bunu da her vakit doğrudan doğruya gözüne bakarakdan gözümü yummayarakdan derim ki: Kendi tasavvurumuzla iş görmeye muvaffak olamayacağız. Onların üçyüz senede yapdığını biz beş on satırla üç beş günde yapamayız. Oradan ne alırsak vakit fevt etmeyerek alalım. Böyle olursa bi’l-cümle mekatib-i İslamiyye Avrupa derecesine gelmek yoluna girecekdir. Artık hazerat! Kaba kaba laflarımızla sizi ta’ciz etdim. Fakat dilimi dinlemeyiniz gönlümden çıkan sadaya bakınız. Şiddetli ve uzun alkışlarla sa’at üç buçukda meclis nihayet buldu. Mah-ı hal-i Rumi’nin on dokuzuncu Pazar günü akşamı direkler arasında fazıl-ı muhterem İsmail Bey tarafından – hasılatı Rusya talebesi cem’iyyetine terk olunmak üzere– ta’lim ve tedrisin edvar-ı muhtelifede geçirdiği safahata dair bir konferans i’ta buyurulacağını işitmişdim. Bu gibi mebahisin teşne-i füyuzanı olduğum ve ba-husus mu’allim bulunduğum cihetle bir arzu-yı vicdani sa’ikasıyla gitdim. Fevziye kıra’athanesi kapısına kadar dolmuş herkes o bahtiyar fazılın beyanatını dinlemek için sabırsızlıkla hahişger bulunuyordu. Vakt-i mu’ayyen hulul edince Ahmed Mithat Efendi hazretleri zatına mahsus talakatiyle İsmail Bey’i sami’ine takdim ederek sözü müşarun-ileyhe ihale eyledi. Konferans hey’et-i umumiyyesi i’tibariyle cidden şayan-ı mat-ı haseneden dolayı kendini ne kadar “bahtiyar” add etse hakıkaten sezadır. Hele Rusya alem-i İslam’ının sertac-ı mefharetidir. Çünkü oranın naşir-i irfanıdır. Konferans tabi’atiyle üç fasla ayrılabilir. Birinci fasıl; Okuma-yazma usulünün şarkda nasıl te’essüs ettiğine ve hurufata eşkal-i mahsusa ilk evvel Türkler tarafından icad edildiğine ve murur-ı zamanla Mısırlıdan Yunanlılara Romalılara geçerek tedricen nasıl kesb-i terakkı eylediğine dair idi. Bu fasıldan tamamıyle müstefid olduk. Zira derin bir tetebbu’un hülasa-i metini dimağımıza pek hoş geldi ba-husus Kazanlılara Kırımlılara has olan o şive-i şirin Türk lisanının esası olmak i’tibariyle başka bir cihet-i istifaza teşkil eyledi. yani Luter’in zuhuruyla mekteblere verilen ehemmiyetden ve Avrupa’da ma’arifin intişarına mebde’ i’tibar olunan bu tarihden son zamana kadar mekteblerin geçirdikleri safahat ve terakkiyatdan bahis idi. Bu faslın kısm-ı evvelinden yani Luter mezhebinin teksir-i mekatibe dair ihsas ettirdiği esbabdan yine hakkıyla izahat verildi. Birinci fasılda olduğu gibi bu kısımda da ta’ammuk eseri görülüyordu. Fakat; kısm-ı sani –ki Avrupa’nın şahrah-ı terakkıde dolu dizgin kıki olduğu ihtimal züvvardan pek çoklarının dikkat-i nazarlarına çarpmışdır. Fazıl-ı muhteremin istatistikler kıra’ati adeta za’id görüldü. Çünkü onbeş senelik bir mes’ele!.. Halbuki beş senede bir umumi istatistikler neşr etmek hükumetlerce usuldendir. Bina’en-aleyh devr-i ahirde beş senelik terakkı edvar-ı salifenin asırlarına mu’adildir. Mesela: Romanya hükumetinin senesi istatistikinden şehir ibtida’iyye mu’allimlerine senede - liraya kadar ve köy mekteb mu’allimlerine de liraya kadar ma’aş verdiği anlaşılmışdır. Keza her memleketde senesinden bu güne kadar pek büyük bir terakkı husule gelmişdir ki konferansın asıl istifade edilecek cihetini bu on senelik terakkiyat teşkil eylemesi lazım gelirdi. Üçüncü fasıl: Konferansın kısm-ı ahiri olan bu bahs memalik-i Osmaniyye mekatib-i ibtida’iyyesi ile Rusya müslüman mekatib-i ibtida’iyyesi beyninde bir mukayese demekdi. Bu hususda Türkiye mekatibine dair verilen ma’lumat pek nakıs ve yanlış görüldü. İsmail Bey umum memalik-i Osmaniyye’de yirmi milyon nüfus-ı İslamiyye zan ve tahmin ve la-ekall bin nüfusa bir mekteb hesab ederek yirmi bin mektebin lüzumunu ifham eyledi. Ve sonra kendisine verilen ma’lumat üzerine Türkiye’de mekatib-i ibtida’iyye yekununun kırk bini mütecaviz bulunduğunu beyan buyurdular. Fi’l-vaki’ Türkiye’de her cami’ bulunan mahalde bir mekteb bulundurmak usul-i müstahsene-i milliyedendir. Hatta bu usul bütün efkar-ı İslamiyye’de te’ammüm eylediği zahirdir. Demek ki: İsmail Beyefendi’nin Türkiye’de lüzumunu hiss ettiği mekteb baliğan-ma-belağ var. Ve bu yekunun elifba okutdurup yazdırmak cihetiyle ıslah olunmuşları hamden li’llah onbeş on altı bin raddesinde bulunur. Fakat ma’at-te’essüf i’tiraf edelim ki: Mekatib-i ibtida’iyyeden Avrupa derecesinde mahsul verecek program ve öyle bir programı tatbik edecek mu’allim henüz ne bizde ve ne de Rusya müslümanlarında yokdur... Bu noksanımızı da devr-i sabıkın zulm ü i’tisafına bırakalım ve tenkıdatımıza devam edelim. Fazıl-ı muhterem: Usul-i savtiyi tatbik eden Rusya mekatib-i ve bu müddetin matluba muvafık talebe yetiştirmeye kafi bulunduğunu da beyan etdiler. Halbuki: Avrupa hükumatının hemen hepsinde ibtida’i mekteblerinde müddet-i tahsil dört senedir. Ve öyle olması da icab eder ki üstad-ı ekremin dediği tarzda şakirdana her fennin esasına ahlak ve terbiyei larının okuyup yazması ve anlaması bize nisbetle pek basit olan Avrupalılar dört sene bir çocuğu okudurlarsa biz iki senede nasıl olur da lisanımızın bu güçlüğü ile aynı mahsulü sene olmalıdır. Bir de memalik-i Osmaniyye’de ibtida’iyye mu’allimlerine senede otuz altı lira ma’aş kafi görülmek istenilir. Bu fikir de doğru olamaz. Hiç olmazsa bu hususda konferansın ehemmiyyetine bina’en daire-i ma’arifden izahat alınmalı mu’allimler bu mikdar ma’aş alıyorlardı. Şimdi daha bir mikdar zamm olundu. Fakat bu da kafi değildir. Çünkü sa’ir mu’allimlerden daha ziyade çalışmaya mecbur olan ibtida’i mu’allimleridir. Bütün mezaya-yı insaniyyeyi cami’ haluk bir mürebbi olması nazar-ı i’tibara alınırsa öyle bir mu’allimin ma’aşı şehri kuruş olmalıdır. Ümid olunur ki kariben öyle olacakdır. kerimanelerini istirham eder ve konferansdan eylediğim istifadeden dolayı bi’l-hassa teşekkür eylerim. Ma’a-haza intihab-ı vakı’ın isabetini isbat zımnında meslek-i hakimiyyete karşı reva görülen şu istihfafa müte’essir olmamak da kabil değildir. Takririn ibtina eylediği esasların pek de kavi olmadığını beyan ma’razında diyorlar ki: “Takrirde mektebden huruc tarihinin esas ittihaz edilmesi lüzumu gösteriliyor. Benim fikrimce bu tarih ancak bir me’muriyete ibtida-yı intihabda nazar-ı i’tibara alınmak lazım gelir. Lakin birlikde me’muriyete ta’yin olundukdan sonra herkesin na’il olacağı terakkı ve tefeyyüz kendisinin göstereceği fa’aliyet ve gayret ve iktidara mütevakkıfdır.” Biz bu iddi’ada bir mugalata görüyoruz çünkü mevzu’-i takrirden yalnız mektebden huruc tarihinin esas ittihaz edilmemiş olduğunu anlıyoruz. Ma’a-mafih böyle farz etsek bile bugün mes’ele vekil-i müşarun-ileyhin tasvirleri vechile me’muriyete ra me’zunlar için ibtida-yı me’muriyet kanunen kuvve-i adliyyenin hakimiyet sınıfıdır. Bu babdaki mevadd-ı kanuniyye pek sarihdir. Ez-cümle Hukuk Mektebi nizamnamesinde sarahat-i kat’iyye vardır. de üstadın beyanat-ı meşruhası takrir-i salifü’z-zikre cevab olabilmek meziyyetinden aridir. Zira hazret-i üstad canibinden bu halde fa’aliyyet ve gayret ve iktidarın mucib-i tefeyyüz olacağı iddi’a edilmekde olup takrirde ise bu evsaf i’tibariyle Ali Mürteza Efendi’ye mütefevvık zevata mir-i muma-ileyhin sebeb-i tercihi istizah olunmakdadır. Demek ki vekil-i müşarun-ileyhin bu mütala’ası da mütala’at-ı salifeleri gibi aleyhlerine silah olarak isti’mal olunabilecek bir mahiyettedir. Nitekim müşarun-ileyh de ihticac eylediği nazariyeyi kana’at bahş göremediklerinden şu misal ile tavzih-i keyfiyyete lüzum görmüşlerdir: “Bu hafta zarfında bir vak’a cereyan etmişdir. İki ar kadaş bulunuyoruz. Birisi Adliye Nezareti sıfatıyla encümeni adliyyeye riyaset ediyordu. Öbürü Siird Sancağı’nda ceza riyasetinde bulunuyordu. Kendisi benden biraz evvel dün yaya gelmiş olduğu için makam-ı riyasetde uyumakda oldu ğunu makam-ı şikayetde resmen beyan etmişdim. Diğer ba zı esbabdan dolayı da kendisi teka’üde da’vet edilerek azl o lundu. Hiç bir kimse demedi ki bu senin arkadaşındır. Şim di senin bulunduğun mevki’de onun da bulunması icab edi yordu demedi bunu söyleyen olmadı.” Bir kere hazret-i üstadın bu mukayesesi kıyas ma’al-farıkdır. Adliye Nezareti kuvve-i icra’iyye me’muriyetidir. Siird mahkemesi riyaseti kuvve-i adliyye menasıbındandır. Bugün hiç bir me’muriyetde bulunmamış olan bir zat adliye nazırı olabilir kuvve-i icra’iyye kava’idi buna mütehammildir. Fakat Adliye Nezareti’ni ifa etmiş bulunan bir zat kuvvei adliyye menasıbı için mevzu’ ehliyet ve şurut-ı kanuniyyeyi ha’iz ve müstecmi’ bulunmadıkça Siird mahkemesi reisi olamaz. Vekil-i müşarun-ileyh her iki kuvvet için kabul olunup kendilerince ma’lum bulunan kava’id-i esasiyyeyi nazar-ı te’emmüle ve mülahazaya almış olsalar idi böyle bir misal mes’ele ederken Kanun-ı Esasi ile masuniyeti Meclis-i Ali-i Meb’usan’ın tekeffülü altında bulunan hukuku piş-i te’emmüle alarak bir hakime isnad-ı azl gibi ta’birde reva görülen galatatın bile ika’ından mütehaşi bulunurlardı. Bu beyanatın hakıkate muvafık olan ciheti mucib-i memnuniyyet olan noktası Siird reisinin kıdemen Adliye Nezareti’ni ihraz etmesi lazım geleceği yolunda hiç bir kimse canibinden bir gune müdde’iyatda bulunulmamış olduğuna ta’alluk eden kısımdır. Görülüyor ki herkes kuvve-i icra’iyye me’muriyetini ihraz için kıdemin ha’iz-i te’sir olmadığını biliyor takdir ediyor vekil-i müşarun-ileyh mes’eleyi böyle tasvir etmemeli idi: “Yevm-i neş’etden i’tibaren kanuni şera’it-i ehliyyeti mütesaviyen muhafaza ettiğimiz halde ben mahkeme-i temyiz reisi oldum o Siird reisi olabildi. Hiç bir kimse demedi ki bu senin arkadaşındır. Şimdi senin bulunduğun mevki’de onun da bulunması icab ediyordu” demeliydi. İşte o zaman bekledikleri bu cevabın yalnız sözle değil fi’iliyatını görmek sa’adetini dahi idrak ederlerdi. Hazret-i üstad bundan sonra Ali Mürteza Efendi’yi biraz daha müdafa’a lüzumunu hiss ederek beyanat-ı atiyyede bulunuyorlar: “Takririn bir cihetinde Mürteza Efendi’nin iki satır yazı yazmaya dahi iktidarı olmadığı ala-tariki’r-rivaye beyan edilir. Halbuki encümenin nazarında iktidarına delalet eden edille-i adide vardır. Bir kere mekteb-i hukukdan a’la dere cede neş’et etmişdir. Öyle iki senedir devlet hizmetinde de ğildir. Belki kendisi daha mektebden neş’et eylemeksizin Adliye Nezareti’nin Sicill Kalemi’ne dahil olmuş ve bir müd det orada hizmet ettikden ve na’il-i ru’us oldukdan sonra amirlerinin hüsn-i şehadetine bina’en mahkeme-i temyiz ce za kalemine zabıt katibi intihab olunmuşdur.” Bu fıkraya karşı olan tedkıkat nihayetü’l-emr menfurumuz olan şahsiyata müncer olur. Bina’en-aleyh bu babda bir söz söylemeyerek yalnız “devlet hizmeti” “na’il-i ru’us” “hüsn-i şehadet” “zabıt kitabetine intihab” ta’birleri hakkında kuyud-ı ihtiraziyye vaz’ıyla bi’l-iktifa sözü yine müşarunileyhe bırakıyoruz. “Eğer işbu deliller kafi değilse eğer Encümen işbu tak ririnde aldanmış ise demek ki kendisi iktidarsız bir adamdır. Amirlerimizin ileride vuku’ bulacak şikayatına bina’en teb dili mümkündür. Ale’l-husus beş on güne kadar hey’et-i a’ yan ve meb’usandan birer zat ile erkan-ı adliyyeden mü teşekkil bir komisyon teşekkül edecekdir. Eğer o efendinin atılır. Mes’ele de hall olunur.” Halbuki bugün cümleten biliyoruz ki kuvve-i adliyye menasıbından ma’dud bir mevki’i ihraz eden zat hiç bir zaman kolundan tutulup atılamaz eşhas-ı ma’dudenin emr ü tensibiyle tebdil olunamaz. İntihabı muğayir-i kanun ise usulü dairesinde feshi cihetine gidilir. Hal-i sabık avdet eder ve bu neticeye vusul için beyan olunan hey’etin teşekkülünü şöyle yapılabileceğine böyle olacağına dair olan beyanat mes’eleyi kapatmak için serd-i meva’id ile celb-i nazardan başka bir ihtimale haml edilemez işbu intihabın muğayeret-i kanuniyyesi ve hatta esasen intihabın vücud bulamadığı ber-tafsil mevadd-ı kanuniyyeye istinad suretiyle anifen beyan ve izah edilmişdir. Ahkam-ı kanuniyye ve nizamiyyeyi muhafaza emrinde cüz’i bir hüsn-i niyyet gösterilmiş olsa idi kuvve-i adliyye rin meclisde cereyanına mahal kalmaz idi: “İşte görülüyor ki mes’ele esasen i’zam edilecek bir mes’ele olmadığı halde mücerred yanlış bir takım ma’luma ta bina’en i’zam edilmiş ve benim şu şerefe na’il olmaklığı ma bir vesile olmuşdur.” Sehpa-yı hükumet olan kuva-yı selase-i esasiyyenin biribirine tedahülüne sebebiyet veren bir hadise nasıl i’zam edilmez. Ve bundan başka hangi mes’ele cedir-i i’zam olabilir. Otuz senedir çekdiklerimiz bu hususdaki mübalatsızlığın cezası değil midir. Hep mesa’il-i hayatiyyeyi böylece muz şu derekelerine kadar vasıl olduk. Yanlış ma’lumat sözü bir iddi’a-yı mücerreddir. Bu iddi’a-yı mücerrede karşı bugün ortada kava’id-i mer’iyye-i kanuniyye icabınca işbu vazifeyi ifaya vekil-i müşarun-ileyhin mültezemi olan zatdan ehil kırk bu kadar müstahdem me’zun mevcuddur. Ve bunlar kanunun kendilerine bahş eylemiş olduğu salahiyet-i talebi değildir. Ortada ise ahkam-ı kanuniyyeye mugayir bir intihab mazbatası vardır ki makamı aidinin hazine-i evrakında mahfuzdur. Artık maddi ve mahsus olan işbu hakayikı yanlış bir takım ma’lumat sözü setr edebilir mi ta’dad edeceğimiz es’ilenin cevabı mes’elede hata imkanına mahal bırakır mı bugün denemez ki: . Ali Mürteza Efendi intihabı vaki’ midir değil midir?. . Ahkam-ı kanuniyyeye ve kuvve-i adliyye için mevzu’ kava’ide müsteniden iddi’a-yı ehliyyet eden ve bu vazifenin sıra i’tibariyle mukaddemin adem-i kabulü halinde müteselsilen kendilerine tevcihi iktiza edeceğini beyan eyleyen talibler mevcud mudur değil midir? . Kanun-ı Esasi’den ve kavanin-i sa’ire-i mezkureden mudur? Değil midir? . Batıl üzerine mebni olan intihab-ı meşruhun neta’ici bugün meşhud mudur değil midir? İcab tarzında verileceği derkar olan cevaba karşı yanlış ma’lumata bina’en i’zam edildiğini ileri sürmek artık muvafık-ı nısfet olur mu? Daha doğrusu bütün bu bedahetlere karşı muhatabları hiçe saymak gibi bir netice-i ma’kusenin tekevvününe bu iddi’a sebebiyyet vermez mi? Ma’a-haza hazret-i üstad kendisi için mucib-i şeref add ettiği işbu müzakerede atideki acı ve muhıkk sözleri dinlemek mecburiyetinde dahi kalmışdır. Haleb Meb’usu Mustafa Efendi vekil-i müşarun-ileyhin izahatına karşı işbu mutala’ayı serd ve ityan ediyor: “Cümlenizce ma’lumdur ki mektebler menşe’ ve mah rec olmak üzere küşad olunmuşdur ve insan mektebe gir mek der de o mesleğin mahreci olan mekteb hangisi ise ona dahil olur. Her mekteb bir takım mesleklere mahrec olduğu gibi Hukuk Mektebi de da’va vekaleti ile Adliye Nezareti me’muriyetlerine mahrecdir. Çünkü hukuk mektebinden ba-şehadetname neş’et edenler ya da’va vekili olurlar ya adliye me’muriyetlerinde istihdam olunurlar . Başka bir cihet düşünülemez. Ahlak ve namusuyla mektebden ba-şehadetname neş’et edenlerin merci’leri üzerinde birer hakları sabit olur. O haklarına ri’ayet olunması vacib olan şeylerdir. O da kıdem sırası geldikçe me’muriyete ta’yin noktalarıdır. Ifa-yı hukuk için elbette bir takım esbab-ı rüchan taharrisi lazım gelir aklen hikmeten kanunen. Eğer bir takım erbab-ı hukuk meyanında hak aranmaz ise la-ale’t-ta’yin istediğimizi tercih eder isek adaletsizlik haksızlık vuku’ bulur. Adalet ve hakkaniyeti muhafaza etmek için esbab-ı rüchan arayıp da onlardan racih olanı takdim mercuh olanı te’hir ve o suretle ta’yin olunmaları lazımdır. Eğer böyle olmamış olsa idi erbab-ı hukuk daha evvel kendi hakkına na’il olmak için bir takım iltimas peyda etmek ötekine berikine nisbet yahud bir takım vesa’il-i gayr-i meşru’aya tevessül eylemek cihetine mecbur olurlar. Nitekim zaman-ı sabıkda bu haller kiraren miraren her gün her dakıka bizi dilhun ettiği vaki’ olmuşdur. Çünkü zaman-ı sabıkda erbab-ı rüchan aranılmıyordu herkes la-ale’t-ta’yin kendisi için hakkını muhafaza etmek için bir nisbet bir izafet aramaya mecbur bulunuyordu. ehiller tedenni etdiler kaldılar. Umur-ı ibad na-ehiller elinde kaldı. Hukuk-ı ibad onun için paymal oldu ve hala oluyor. Eğer böyle devam ederse mektebden neş’et elbetde sebeb-i tercihdir. Efendi hazretleri buyuruyorlar ki: “Yalnız mektebden neş’et sebeb-i rüchan olamaz” hayır sadaları. Yalnız bidayetde evet. Halbuki mektebden neş’et sebeb-i rüchan olduğu gibi mu’ahharan adliyeye mensub olduğu daireye nisbet de hakıkaten esbab-ı rüchandan add olunur. Ali Mürteza Efendi denilen şahsı bendeniz bilmem fakat cümlemiz buraya hak için geldik. Ali Mürteza Efendi mektebin yirminci senesinde neş’et etmişdir. Adliyeye topu iki üç sene evvel nisbet peyda etmiş bir aralık gelmiş ondan sonra Defter-i Hakani dairesine gitmiş. Sonra bilmem nereye gitmiş sonra yine gelmiş bilmem şu son def’a olmak üzere iki buçuk sene yahud iki sene mi şöyle bir müddet-i kalileden beri devam ediyormuş. Halbuki’üncü ve’inciye ve ’inciye kadar seneler zarfında neş’et eden zevat meyanında on iki on üç seneden beri adliyede müstahdem kimseler vardır. Hele ’üncü senede neş’et edenlerden yalnız bir adam kalmış ki bikes bivaye za’if haline ağlamamak mümkün değildir. O da Bekir Sıtkı Efendi namında bir zat Arnavud. Kundurasını kendi eliyle yamar diyorlar. Bendeniz şahsiyyata dair söz söylemem gürültü. Ben burada serbest olarak söz söyleyeceğim gürültü. Ondan sonra kabul etmeyiniz o başka hak arayacağız efendim benim babam oğlu değil bu; ne o ne o.” Temmuz ’de Debre’de ictima’ eden Osmani Arnavud lan mevadd-ı ihtiyaciyye-i vatan meyanında Sıratımüstakım gazetesine derci elzem bir mes’ele var ise o da Arnavud şu’ara-yı meşhuresinden Görüceli Murahhas Hafız Ali Efendi’nin mevki’-i müzakereye vaz’ eylediği medrese keyfiyetidir. Medreseler hakkında muma-ileyhden izahat taleb olunduğu sırada bir çok mevadd-ı mühimme-i vatan hakkında serd-i mütala’atda bulunduğu gibi medreselere dair de hey’et-i muhteremeye beyanat-ı atiyyede bulunmuşdur: Bundan elli altmış sene evvellerine kadar memalik-i mahrusa-i Osmaniyye’nin her köşesinde bulunan medreseler birer darü’l-funun-ı feyz ü te’ali idi. Mekatib-i aliyyenin te’sis ve küşadı üzerine medaris eski kıymetini kayb ederek adi mektebler menzilesine indi. Bunu isbat edebilmek için misal-i atiyi irad etmek kafidir. Eski medreselerimizden yalnız müderris müftiler neş’et etmiyordu tabib mühendis eczacı erkan-ı harb sunuf-ı me’murinin erbab-ı fennin menşe-i feyza-feyzi yine o medreseler su’udlar İbni Kemaller Birgiviler Gelenbeviler rahimehumullah vesair gibi kümmelin-i fuzela-yı İslamiyye o medreselerden yetişen dahilerden idi. Bir vakitler medreselerimizde sarf nahiv mantık me’ani beyan-ı bedi’ aruz fıkıh tefsir hadis adab hikmet kimya-i mevalid tıbb teşrih hendese felsefe hesab ve cebir ve sa’ire okunurken bi’l-cümle ulum-ı tabi’iyye ve riyaziyye mekatib-i aliyyeye hasr edilince medreselerimizdeki tahsil alat ve fıkh-ı şerife inhisar eyledi. Medaris-i kadime Arabiyyü’l-ibare ilmi ve fenni müte’addid ve nafi’ eserler meydana getirmek ala-mele’i’n-nas gayet beliğane Arabi nutuklar irad etmek iktidarında ulema ve büleğa yetiştirir iken şimdilik medreselerden yetişen ulema mektub yazanlar bile mahduddur. Fakat böyle mi olmalı? Arabiden icazet alan bir efendi neden Arabça konuşamasın; Niçin Arabiyyü’l-ibare olan her eseri anlayamasın? Arabca kitabet edemesin? Bu hal ömrünün en kıymetdar zamanını medrese alemlerinde geçiren bir din kardeş[i] için ar-ı azim değil midir? Medreselerde bazen on onbeş veya yirmi sene vücud Arabi’yi bile layıkıyla öğrenmekden aciz kalıyoruz. Bu nedendir? Hiç şüphe yok ki usulün adem-i intizamından. Avrupa müsteşrikini onbeş sene değil on sene içinde elsine-i şarkiyyeden Arabi Farisi Sanskrit ve sa’ireyi o kadar mükemmel öğreniyorlar ki o lisan üzerine yazılmış olan asarı tetebbu’ ile edebiyat nokta-i nazarınca hangisi diğerinden daha selis ve beliğ olarak kaleme alındığını bile meydana atmakdan geri durmuyorlar. Ve’l-hasıl medreselerimiz ağlanacak bir hal-i tedennide görülüyor halbuki dinimizin şe’air-i İslamiyyemizin hüsn-i muhafazası medreselerimize mütevekkıfdır. Medreselerimizin terakkısi nisbetinde din de te’ali eder. Medreselerimizin inhitat-ı hazırına ve ekserinin büsbütün den atiyen ahfadın başına çökecek mesa’ib-i diniyyenin vebali hep bize aid olacakdır. Ecdadımız medreselere atf-ı enzar-ı himmet etmeseydi aceb bugün biz ne vadide puyan olacakdık? Bugünkü günde umum Osmanlılara hassaten hükumat-ı mütecavirenin sinesine sokulmuş olan biz zavallı Arnavudlara en evvel lazım olacak şey medreselerin ıslahıdır. Medreselerin ıslahı ise müşkil göründüğü kadar kolaydır: . Medreselerin mekatib-i leyliyye suretinde teşkiliyle müte’addid medreselerin bulundurulması. . “Lisan kava’idden tevellüd etmez kava’id lisandan tevellüd eder” nazariyesine mebni alet kitablarının gayet klasik bir usule ifrağı ve ıslahı. . Müddet-i tahsilin on seneden ibaret olması. . Kaffe-i ulum ve fünunun tahsil etdirilmesi. . Arabca’dan Türkçe’ye Türkçe’den Arabca’ya tercüme ve mükaleme suretiyle lisan-ı Arabi’nin suret-i mükemmelede tedrisi. . Her sene nihayetinde imtihanların ciddi ve muntazam bir tarzda icrası . Son senelerde bir ecnebi lisanının mükemmelen tahsil ettirilmesi. . Bu gibi medreselerden neş’et edecek talebe-i ulum ve fünunun bila-imtihan mekatib-i aliyeye kabul edilmesi. Her sene okutturulacak ulum ve fünunun aksamıyla usul-i tedrisat Dersaadet’de teşekkül edecek hey’et-i muhtereme-i cihetle bu kadarla iktifa ederek tatvil-i makalden te’eddüb ederim. Cümlesini ityan eylediğini müte’akıb defa’atle umum hey’et tarafından fevka’l-ade alkışlara mazhar oldu. Efazıl-ı ulemadan Manastır Müftüsü Receb ve Debre Müftüsü Vehbi efendiler hazeratı kalkarak bütün mevcudiyetleriyle hissiyat-ı vatan perveraneleriyle be-tekrar alkışladılar. Hafız Ali Efendi’nin Neyyir-i Hakıkat ile sa’ir gazetelere verdiği makaleler ile de vatan-ı mukaddesimize etdiği hizmeti cidden şayan-ı sitayişdir. Kongrede fevka’l-ade hizmeti meşhud olan kümmelin-i fuzeladan Receb ve Vehbi Efendiler hazeratıyla Manastırlı Kenan Selanikli Mustafa Arif Kolonyalı Abdül Beyler serd ettikleri mutala’at-ı vatan-perveranenin de ayrıca arz olunacağı musammemdir. Ahmed Sakı Bey Matba’ası Ebu’l-Ula TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ağustos KESB Ü TİCARET VE TE’SIS-İ SANAYİ’İN NAZAR-I ŞER’-İ ENVER’DE MERGUBİYETİ Ahmed bin Hanbel hazretleri; “hane veya zaviyesinde rakkıb olan bir şahıs hakkında mutala’aları” su’al olundukda buyurdular ki: “Böyle kimseler hakıkat-i şer’a agah değillerdir. Hiç olmazsa Hazret-i Resul-i Ekrem’in kuşların keyfiyyet-i merzukıyyetine dair güftar-ı dürer-barlarını mülahaza etmelidirler. O kelam-ı şerifde; buyurulmuşdur. Yani kuşlar alessabah lanelerinden aç olarak pervaz ederler gitdikleri yerlerde karınları doyarak akşam üstü dönerler. Cenab-ı Rislalet-me’ab efendimiz sadr-ı hadisde bizi kuşlar gibi mütevekkil ala’llah olmaya da’vet ba’dehu onların tevekkülleri halleriyle mütenasib olan esbaba temessük taharri-i esbaba teşebbüs etmelerine mani’ olmadığına yesi de bu ma’nayı musavverdir: Ataletden zecr kesb ü ticarete tergib babında vürud etmiş daha pek çok nusus-ı şer’iyye asar-ı aliyye vardır. Bina’en-alazalik mine’l-kadim ahali-i İslamiyye kesb ü ticaretle hadis-i şerifindeki remzi iyi anla; mahz-ı dikleri terakkıyat-ı azime ile alemi hayran bırakmışlardır. Ahd-i celil-i nebevide ashab-ı güzin hazeratı bile –o kadar meşagıl-i mühimme arasında– mezra’a ve hadikalarında bizzat çalışır her türlü ticaret-i berriyye ve bahriyyede bulunurlardı. Osman ile Zübeyr ibnü’l-Avvam Abdurrahman bin Avf ve Sa’d bin Ubade gibi pekçok servet ü saman sahibleri bulunurdu. Ma’a-haza ekser-i ağniya gibi onların kalblerinde dünya muhabbeti yoğidi. Mallarını da din ü millet uğruna feda ederler ve bu sayede her zaman mazhar-ı sena-yı peygamberi olurlardı. Meta’-ı dünyaya asla dilbeste olmayan ellerinde bi-nihaye nefa’is-i emval bulunduğu halde hiçbiri gönüllerine girmeyen kendilerine hak ve hukuku nisyan etdirmeyen zevat-ı müşarun-ileyhim emsali hakkında da Mesnevi-i Şerif’in şu ebyat-ı mübarekesini kaydediyoruz: El-hasıl tevsi’-i ticaret sarf-ı mesa’ide ciddiyet ve hadis-i şerifehvasınca karada gemi yürümez. Ma-yetevakkaf-aleyhi tahakmum değil bil’akis memduhdur. Mezmum u makduh olan helal ü haram seçmeyerek veza’if-i diniyyeyi ihlal ederek harisane ve münhemikane suretde dünyaya dalmak lehviyatla kalmakdır. Bir hadis-i şerifde; “Mal-ı kesir mü’minin silahı olup din ü dünyasını onunla muhafaza eder.” buyurulmuşdur. Fi-sebilillah infak Cenab-ı Hakk’a ikraz-ı hasen şe’a’ir-i diniyyeyi kelimetullahı i’laya hizmet gibi nusus-ı şer’iyye tamami-i ifası servet ü saman sahibi olmaya mütevakkıf bulunduğu derkardır. Millet-i İslamiyyenin a’da-yı devleti irhab edecek necib atlar istita’at-i beşeriyyenin müsa’id olduğu mertebe kuv vetli en mükemmel silahlar vücub-ı i’dad ü istikmaline dair ... ferman-ı sübhanisine imtisali bu fermanın mutazam mın olduğu hitab-ı celilinin sarahat mertebe sinde lüzum-ı tedarikine irşad eylediği –düşmanın isti’mal edebileceği en mü’essir ve mükemmel– zırhlı sefineler son sistem toplar tüfenkler harb ü cihadda te’min-i zafer eyleyecek bütün edevat ü levazım-ı seferiyye ve sairenin ihzar u saman-ı bi-payan ihrazına menut bulunduğu meydandadır. Şer’-i şerife muvafakati emr-i zaruri olan akl ü hikmet de haysiyet ü vakarını muhafaza ile şeref ü sa’adetle yaşamak fedakari ile iktisab-ı emvale muvaffak oluyor ve icabat-ı asriyyeye mutabık esbab-ı miknet ü isti’la ihzarıyla husema ve a’daya satvet gösteriyorlar. Kerim’de mal ü servetin misilli ayat-ı kerimede “hayr” unvanıyla yad olunması ehemmiyetini ifhamda kafidir. Bir de ifa-yı hac ve bezl-i mürüvvet ve infaka dair medh u sitayiş makamında şeref-nüzul eden bütün ayat-ı Kur’aniyye servet ü gına medhini mutazammındır. Çünkü mal-i kesir sahibi olmayan kimse ibadat-ı maliye ifasına muktedir olmayacağı mürüvvet ve atıfet erbabına iltihak edemeyeceği de aşikardır. Kezalik gibi ayat-ı celilede Cenab-ı Hak ibadına imtinan ni’am-i ilahiyyesini ta’dad ile onları ifa-yı teşekkürata da’vet buyurmuşdur. büyük sa’adet mutasavver midir? Musa ve Hızır aleyhimesselam kıssasındaki nazm-ı celili de mülahazaya şayandır ki Cenab-ı Bari yetimlerin kenz-i mahfuzunu rahmet-i rabba niyye tesmiye buyuruyor. hadis-i şerifi de ümmet-i İslamiyyeyi istihsal-i servet ü gınaya da’vet babında büyük bir irşad-ı nebevidir. Çünkü servet ü gınanın şera’it-ı imandan addolunacak mertebe ehemmiyetini gös termekdedir. Öyle ya! Madam ki fakr u ihtiyac insanı küfre sevkedecek kadar su’-i te’siri ha’iz oluyor bu mühlikeye giriftar olmamak için bezl-i mesa’ide bulunmak muhafaza-i a’zam-ı erkan-ı İslamiyyedir. Bu alemde zuhur eden ümmetler arasında bir ümmet gördün mü ki mevcudiyetinden kimsenin haberi yokken birden bire üzerindeki adem bulutları sıyrılsın meydana öyle bir cem’iyet halinde çıksın ki efradının saye-i hamiyyetinde erkanı kavi esası metin bir bina-yı mu’azzam gibi olsun üzerini zırh yerine satvet ü şehamet örtsün etrafını kal’a yerine ulüvv-i himmet ihata etsin en ateşin hücumlar onun sahasına gelir gelmez sönsün en büyük müşkiller erbab-ı hall ü akd elinde kolayca açılıversin efradının kalbinde sın budaklansın saltanat u nüfuzu yakındakilere uzakdakilere şamil olsun adabı ahlakı adatı kendisinden evvel gelip geçen kendisiyle mu’asır bulunan akvamın kaffesininkine fa’ik gelsin de sa’adetin bunların mesleğine süluk etmekden başka bir suretle istihsal olunamayacağı bütün milletler tarafından i’tiraf edilsin o ümmet de efradının azlığı arazisinin genişliği ile beraber bütün alemin ruh-ı müdebbiri kesilsin bütün alem ona karşı ruha nisbetle beden-i hadim mesabesinde bulunsun? Lakin bunların hepsinden sonra o bünyan-ı metin sarsılmaya başlasın o cem’iyet dağılmaya yüz tutsun efradın amali arasında tefrikalar görünsün rabıtalar birer birer çözülsün te’avün tenasur esasları devrilsin efradın azm ü himmeti kendi şahsiyet-i mahdudesi dairesinde dolaşsın da cem’iyetin mevcudiyet-i umumiyyesini kale almak hukukunu müdafa’a etmek cihetlerini aklına bile getirmesin bununla beraber kendi hacat-ı zaruriyyesini de ancak rabıta-i milliyyetle bağlı bulunduğu efradın eliyle te’min edebileceğini bina’en-aleyh kendi bileğine metanet vermekden ziyade onların kolunu kuvvetlendirmeye kendi ma’işetini tevsi’ etmekden ziyade onların refahını düşünmeye mecbur olduğunu anlamasın; olanca emelleri olanca azimleri ye’s behimi bir kana’at görülsün; şayed içlerinden birinin hayaline bir hatıra-i hak gelse yahud yüreğinden kopan bir sada onu milletine şan ve şeref kazandırmaya yahud milletinin mecd-i kadimini istirdad etmeye sevkedecek olsa o sada-yı hakkı sinirlerin bozukluğundan muhakemenin fenalığından münba’is bir hezeyan telakkı etsin de kulaklarını tıkasın yahud kendisine vazifesini ihtar etmekde olan bu sada-yı vicdaniye icabet etdiği takdirde mehalike ma’ruz kalacağını muhat olduğu naz u na’imden cüda düşeceğini zannetsin de meskenet cebanet zincirleri altında ezilsin dursun elleri nı mucib esbabın hangisine olursa olsun tevessülden kendini aciz görsün eslafın bırakmış olduğu asarı ileri götürmek şöyle dursun hakkıyla idrak meziyetinden bile mahrum bulunsun bu hastalık o milleti helake yaklaşdırsın ölüm döşeğine yatırsın da etrafındaki canavarların şikarı olsun? Evet; birçok milletler gördük ki ma’dum iken mevcudiyet gösterdi evc-i kemale doğru yükseldi. Sonra inhitata mahkum oldu; kuvvet kesbetdi müte’akıben za’if düşdü; aziz iken zelil sağlam iken alil oldu. Lakin her illetin bir çaresi yok mudur? Evet vardır… Fakat va esefa ki derd ne kadar vahim deva ne kadar müşkil usul-i müdavatı bilenler ne kadar azdır! Bu azim tefrikadan sonra sözleri özleri birleşdirmek nasıl mümkün olabilir? Zaten bu perişanlık herkesin yalnız kendi işini düşünmesinden ileri gelmiyor mu? Estağfirullah! Eğer her ferd kendi işini düşünmüş olsaydı yanı başındaki kardeşinden ayrılmazdı. Çünkü ikisi aynı vücudu teşkil eden a’za mesabesinde bulunuyor. Lakin o ferd kendi işini düşünüyor zannıyla başkasının hesabına yorulmuş oldu. Evet çok zamanlar her ferd kendi muhafaza-i hayatı kaydına düşer de buna ne suretle muvaffak olacağını hangi tarikı ihtiyar etmek lazım geleceğini kesdiremez. Acaba ölmüş gitmiş olan bu himmetler için tekrar dirilmek nasıl mümkün olur; hususiyle bu ölüm pek de kısa olmayan bir zaman zarfında onların ma’aliden mehcur olmasından neş’et etmişdir. Girive-i dalale sapmış bir adamı doğru yola çevirmek kolay mıdır? Hem de o adam varsa yoksa necat tutmuş olduğu yoldadır i’tikadında bulunuyor. Gaye-i maksudu arkada bırakmış büsbütün ma’kus bir istikamet tutmuş iken her hatvede meramına yaklaşdığını zannediyor. Gaflet uykusuna dalmış rüyalarıyla hülyalarıyla oyalanan bir adamı ikaz etmek nasıl kabil olur? Ba-husus ki kulakları sada-yı intibahı duymayacak kadar sağır vücudu itilmekden dürtülmekden müte’essir olmayacak kadar uyuşmuş! Efradının adetleri tabi’atleri mütebayin muhitleri mütehalif sonra memleketleri gayetle vasi’ olan bir ümmet-i azimenin tefrika halindeki ahadını vahdete sevkedecek bir sayha-i kasını amal-i mütehalifesini bir noktada cem’ edecek hem de cehalet bulutları ortalığı kaplamış ukul yakını uzak vadiyi cebel zannedecek kadar şaşırmış olduğu bir zamanda bu teşebbüsü başa çıkaracak böyle bir kuvvet mevcud mudur? Allah’a yemin ederim ki bu iş en müdebbir bir hakimi bile aciz bırakacak derecede müşkildir. Bir derde deva ta’yini ancak o hastalığın mahiyetine esbab-ı evveliyyesine avarızına vukuf kesbetdikden sonra kabil olabilir. Eğer hastalık bir milletde olacak olursa ilel ü esbabına vukuf ancak o milletin hayat-ı sabıkasını o hayat esnasında geçirdiği halatı davi eden tabib için o hastanın evvelce geçirmiş olduğu arızaları bilerek bu suretle maraz-ı hazırı hakkında bir fikr-i kat’i hasıl etmeksizin ale’l-amya müdavata kalkışmak mümkün olur mu? Yoksa birçok hastalıklar vardır ki tohumları ömrün bir devresinde doğar da kendisi diğer bir devre-i hayatda zahir olur. Çünkü hastalığın henüz zuhur etmediği öbür devirlerde vücud cürsume-i marazın icra-yı fa’’aliyet etmesine mani’ olabilecek bir kuvvetde bulunur. Sinin-i ömrü mahdud avarız-ı hayatiyyesi ma’dud olan tek bir şahsın hastalığını teşhis etmek bir tabib-i hazık için müşkil olursa hayatı bu kadar uzun adedi bu kadar çok olan bir milletin emraz-ı ictima’iyyesini müdavata kalkışmak ne kadar güç olmak icab eder! Bundan dolayıdır ki mevte mahkum bir ümmete hayat vermek yahud onun mecd ü şeref-i kadimini i’ade eylemek için kıyam eden e’azımın vücudu batınlar arasında pek nadir zuhur ediyor. Emraz-ı bedeniyyeyi müdavatdan aciz olan hakim taslaklarının verecekleri ilac-ı tesadüfün imdada yetişmediği zamanlar nasıl hastalığı artırmakdan başka netice vermez hatta çok zamanlar mevti bile intac eylerse bir milletin ahvaline vukuf-ı tammı olmayan emraz-ı ictima’iyyesinin esbabını a’razını bilmeyen efradının adatını mezahibini aka’idini yakından tanımayan eşhasın ahlak-ı akvamı ta’dile kalkışmaları da aynı neticeyi verir. Da’iye-i ıslah ile meydana atılan adam şu saydığımız şeylerin birinde hata edecek olursa ilac maraza vücud helake munkalib olur. O halde her kimin kemal-i insaniden nasibi olur kalbindeki nur-ı ilahi sönmemiş bulunursa böyle bir emr-i azimi gerek ilmen gerek amelen eda hususunda kendinde ufacık bir kusur görünce gibi tehzib-i ümem dedikleri bir harekete cür’et etmesin. Evet bu gibi hareketler batıl nümayişlere meftun olanlarla hakkını kat’iyyen veremeyeceği büyük büyük işlerle tevsi’-i ma’işete meyledenlerden zuhur eder. Şu zamanlarda bir takımlarının zannına göre ümmetlerin emraz-ı ictima’iyyesi cerideler neşriyle tedavi olunabilirmiş. Ve bu vasıta efkarı uyandırmak ahlakı tehzib etmek azm ü himmeti canlandırmak için kifayet edermiş. Bu zan nasıl doğru olabilir? Farz edelim o ceridelerdeki muharrirler yazdıkları yazılarla ümmetlerin selametinden başka bir şey kasdetmesinler her türlü a’razdan masun bulunsunlar. Hakdan zühul te’ammüm etdikden ukule şaşkınlık müstevli oldukdan kari’ler azaldıkdan muharrirler kendilerine kari’ bulsa bile meramını anlayacak pek az adam bulabildikden sonra bunun ne hüsn-i te’siri olabilir! Bil’akis tabi’ate mülayim gelmeyen bir gıda gibi müfid olmadıkdan başka kat kat zararı mucib olur. Bununla beraber himmet bu derekelere indikden sonra ona ceridelerin fa’idesini kim anladabilir ki kalksın da kısacık bir zaman zarfında dereler gibi coşup gelen havadis arasında mündericatına ıttıla’ arzusu beslesin? Diğer bir takımları da şu zanda bulunur ki; Küre-i Arz’ın kıta’at-ı vesi’asına dağılmış olan şu millet amal ve hevesatı arasında namütenahi denecek kadar tefavüt gösterdiği kendi cinsinden kendi meşrebinden olmayan hatta siyadet ü nüfuzuna boyun eğen bir takım adamlara karşı ızhar-ı tezellül rezilesine bile razi olduğu halde yine şu mühlik hastalıklardan şifayab olması birden bire Arz’ın her tarafında umumi mektebler küşadıyla pek mümkündür. Tabi’i bu mektebler Avrupa usulü denilen yeni tarzda olacak bu suretle ma’arif az zaman zarfında bütün efrad-ı millet arasında te’ammüm edecek. Bir kere de ma’arif ta’ammüm edince ahlak kemali bulacak tefrika kalkarak yerine ittihad ka’im olacak kuvvet müctemi’ bir halde bulunacak. Bu zan ne kadar ba’iddir! Çünkü böyle azim bir teşebbüsü ancak kavi kahir bir sultan başa çıkarabilir. Öyle ya zevk-ı ma’rifeti tadarak semerat-ı fi’liyyesini iktitaf ederek artık ma’arife bi’l-ıztırar değil bi’l-ihtiyar meyledecek hale gelinceye kadar milleti cebren-kahren çalışdırmak icab eder. Bunun için o mektebleri idareye kafi azim bir servet ister. Halbuki mevzu’-ı bahsimiz kuvvetde değil za’afdadır. Za’af ten milletde bu iki kuvvet olaydı bu hale gelmezdi. Şayed; “Bu gibi şeyler sebat u istimrar sayesinde bi’t-tedric mümkün olabilir.” denecek olursa buna muvafakat edebiliriz. Şu kadar var ki geri tarafdan erbab-ı kuvvetin hırs u tama’ı beriki biçarelere nesim-i kuvveti teneffüs edecek kadar zaman bırakacak mıdır bilemeyiz. Böyle eseri sonradan görülecek vesa’ilin muvaffakıyet tevlid edebilmesine müsa’id zaman nerede! Farz edelim ki zaman sulh ü selam içinde geçdi de ümmet bu ulumun efradı arasında neşrine yavaş yavaş tevsi’ine müsa’id vakıt buldu böyle bir tedricin millete bir fa’ide-i esasiyye te’min edeceğine efrad-ı milletden bir kısmının nasibedar olduğu hisse-i ma’rifetin onları mertebe-i kemale yükselteceğine sonra da bunların efrad-ı bakıye-i ümmeti Bu nasıl mümkün olur? Zira ümmet kendisine yabancı olan bu ulumu anlamakdan uzak olduğu gibi o ulumun tohumları nasıl inkişaf etmişdir nasıl meydana çıkmışdır nasıl sak sürmüşdür nasıl kemale gelerek meyve vermişdir hangi suyla sulanmış hangi toprak ile perverişyab olmuşdur bunların hiç birini bilmiyor ne mebadisini ne makasıdını kat’iyyen farik değil. Bu hususda biraz ıttıla’ı olsa bile hakıkı değil taklidi bir sözden ibaret. O halde bazı efradın o ulumu böyle nakıs bir suretde telakkı ederek başka bir takım ma’lumat ile meşbu’ olan zihinlerine doldurması fikirleri doğrulatır ahlakı düzeltir sairlerini lir? Hakıkate yakın olan bir şey varsa o da şudur ki; hali bu merkezde olan bir ümmetin efradından olup bu gibi ulumu ahzedenler gerek me’luf oldukları evhamın gerek çocukluklarından beri taşıdıkları zanniyatın aks-i te’siriyle gerekse o ulumu telakkı etdikleri kavmi alabildiğine i’zam eylemeleri sebebiyle kendi milletleri arasında ahlat-ı garibe gibi olurlar ki tabayi’-i ümmeti fesada vardırmakdan başka bir işe yaramaz. O gibi ulumu hakkıyla temsil edemeyen adamlar vatanlarına cidden hizmet etmek isteseler bile ne yapabilirler? Öğrendiklerini işitmiş oldukları gibi tebliğe çalışırlar. Milletin tabi’atini meşrebini adatını hiç nazar-ı i’tibara almayarak o ulumu vaz’-ı aslisinde isti’mal etmemiş olurlar. Zaten o gibi ulumun mazisinden atisinden gafil ve yalnız hal-i hazırından biraz haberdar oldukları için o hali her şahıs için gaye-i kemal her hayat için medar-ı beka addederler de küçüklerden ancak büyüklerden beklenebilecek şeyleri büyüklerden nız zahirine bakarlar öğredecekleri adamların derece-i kabiliyetini gözetmezler. Acaba bu ma’lumat onların tebayi’inde nalığı bir kat daha mı artıracak buralarını hiç düşünmezler. Bu münasebetsizliklerin hepsi kendilerinin o uluma erbab değil basma kalıp nakıl olmalarından ileri gelir. İçlerinden tevfik-ı ilahiye mazhar olan bir hizb-i kalil istisna edildiği suretde bu adamlar o merhametli valideye benzer ki leziz bulduğu bir yemeği boğazından geçmediği için henüz süt emmekde olan yavrusuna yedirir de biçarenin hastalanmasına ölmesine sebeb olur. Bu adamların millet arasındaki mevkı’i vazifesi tahlilden dağıtmakdan ibaret olan makinelerin mevkı’idir. Evet efrad arasında henüz bazı rabıtalar kalmış ise bu sersemler; “Vatanın milletin hayrına çalışıyoruz.” zannıyla onu da mahvederler. Ortadaki rahne günün birinde kapanabilir bir halde iken alabildiğine açarlar da hayırhah muslih namı altında bir takım ecnebilerin müdahalesi için geniş geniş kapılar meydana getirirler. Bu suretle milletlerini mahv u izmihlale sevketmiş olurlar. Osmanlılarla Mısırlılar yeni usulde bir hayli mektebler açdılar; muhtac oldukları ulumu ma’arifi sanayi’i adabı elhasıl temeddün namını verdikleri herşey’i memleketlerine getirmek için Avrupa’ya adamlar gönderdiler. Halbuki bu temeddün dedikleri şeyler ancak Garb memleketleri hakkında doğru olabilir. Zira bu mü’essir o memleketlerde beşeriyetin seyri fıtratın kanunu iktizasınca zuhur etmişdir. Pek a’la! Gerek Mısırlılar gerek Osmanlılar aradan bu kadar zaman geçmiş olmakla beraber bu teşebbüslerinden bir fa’ide görebildiler mi? Acaba şimdiki halleri bu yeni vasıtaya müraca’atlerinden evvelki hallerine nisbetle daha iyi mi? Acaba zaruretin sefaletin pençesinden yakalarını kurtarabildiler mi? Acaba mallarına ecnebileri sahib etmekde muztar kalacak vartalardan halas oldular mı? Acaba kal’alarını hududlarını iyice tahkim ederek düşmanların hücumuna dayanacak bir hale getirdiler mi? Acaba üzerlerine nazar-ı tama’ı dikmiş olanları nevmid bırakabilmek için hadisatın sonunu görür bir basirete efkar üzerinde tasarruf eder bir kuvvete malik oldular mı? Acaba içlerinde vatanın mesalihini vatanın menafi’ini her türlü mesalihe her türlü menafi’e tercih ederek onu te’min için hayatını feda edecek hayatını feda edince de meslek-i hamiyyetine varis halefler bırakacak vatanperver yürekler zuhur etdi mi? Evet vakı’a içlerinde bir çokları var ki hürriyet vatanperverlik milliyet cinsiyet gibi elfazı dillerinden düşürmüyorlar bu latif kelimelerden bidayeti gayeti ma’lum olmayan birtakım kesik ibareler teşkil ediyorlar kendilerine rü’esa-yı hürriyyet gibi fedakaran-ı hürriyyet gibi bir alay elkabı fahire takıyorlar. Bir kere de bu unvanı ihraz edince artık fi’len çalışmaya hiç lüzum görmeyerek geniş geniş oturuyorlar. Yine bunlardan öyleleri var ki kazanmış oldukları ilm ile amel hevesine düşerek evlerin binaların eşkalini me’kulatın melbusatın elhasıl yatak sofra takımına varıncaya kadar herşeyin tarzını değişdiriyorlar memalik-i ecnebiyyede en son en güzel tarz hangisi ise onu tatbik için adeta müsabaka ediyorlar bunu en büyük medar-ı mefharet bilerek makam-ı mübahatda söylemekle mahzuz oluyorlar bu uğurda ellerindeki serveti yabancı memleketlere dökerek yerine suretde cicili bicili fakat hakıkatde her türlü fa’ideden ari bir yığın lüzumsuz ziynet meta’ları alıyorlar. Bu suretle kendi milletleri arasındaki san’atkarları işçileri bitirdiler. Çünkü beriki biçareler bu yeni fünunun bu yeni tekemmülatın icab etdiği tarzda iş yapamazlardı. Çünkü destgahları yeni tarza dökülemeyeceği gibi elleri de bu leketlerden yeni yeni aletler getirmeye dayanamazdı. İşte görülüyor ki milletin başına bela olan mevkı’ini daha ziyade sefil eden şu hal ancak ulum-ı Garbiyyenin vaz’-ı aslisi üzere alınamamasından daha sırası gelmeden efradda kabiliyet hazırlanmadan telakkıye kalkışılmasından ileri gelmişdir. Gerek tecrübelerimiz gerek mazideki hadiseler bize şu hakıkati gayet açık bir suretde göstermişdir ki her ümmetde zuhur ederek sair milletlerin etvarını taklid eden mukallidler mensub oldukları ümmete düşmanların sokulması için birer menfez birer fürce vazifesini ifa etmekdedir. Bu gibilerin ha doğrusu taklid etdikleri akvama karşı olan ta’zimleriyle onlara benzemeyenler hakkındaki hakaretleri hasebiyle ebna-yı ümmetin başına bir felaket kesilirler onları zelil görürler her işlerini muhakkar bulurlar. Hadd-i zatında ali olan teşebbüslerini bile medar-ı istihfaf addederler. Rical-i ümmetin bir kısmında vakardan ulüvv-i himmetden bir bakıyye bulunsa bile bu gibilerin üzerine hücum ederek şehametden kandan gayretden eser bırakmayıncaya kadar uğraşırlar. Artık bu mukallidler akvam-ı galibenin askerlerine yağmagerlere tali’a hizmetini görürler. Memleketin kapılarını muhacimlere açdıkdan sonra iyice yerleşmeleri iyice te’min-i nüfuz edebilmeleri için ne lazımsa yaparlar. Zira onlardan başkasında bir fazilet olacağını onların kuvvetlerine galib gelebilecek bir kuvvet bulunabileceğini kat’iyyen tasavvur edemezler. Hiç kimseden perva etmeyerek söylerim ki eğer İngilizler Afganistan’ın bazı taraflarına tegallüb etdiği sırada Afganlılar lardan kıyamete kadar çekilmezdi. Zira bu gibi mukallidlerin vama son derece meyletmek onların kudumuna yol açmakdan etmek kulubu teskin eylemek hususunda pek ileri gidiyorlar da halkın hukukunu sıyanet ve istiklalini muhafaza için ecanib hakkında beslemesi elzem olan i’timadsızlığı ihtiyatı Bundan dolayı ecnebiler hangi ümmetin memleketine girecek olsalar bakarsınız ki bu mukallidler onların kudumunu metlerine arz-ı nefs ederler onların dostu mu’temedi olurlar. Guya onlar da kendilerinden imiş gibi memleketlerine ecnebilerin tegallübünü gerek kendileri gerek ahlafları hakkında müteyemmen addederler. Pek a’la; madam ki maksad-ı hayr ile yazılmış olsa bile ceridelerden görülecek fa’ide gayet azdır madam ki fünun-ı cedide su’-i isti’mal edilmesinden dolayı bu kadar muzır asar bırakmışdır hangi çareye hangi vesileye iltica edeceğiz? Zaman dar mes’ele ise bu derecelerde mühim! Bu uyuşmuş milleti hangi yüksek ses bidar edecek? Bu donmuş tabi’atleri hangi ruzgar harekete getirecek? Bu sönmüş fikirleri hangi şu’le uyandıracak? Bedenler içinde adeta medfun olan bu ruhları hangi nefha-i inayet mazhar-ı nüşur edecek? Mesafeler bu kadar uzun şarklı ile garblı cenubi ile şimali arasında muvasala bu kadar müşkil. Başlar ya zemine doğru eğilmiş yahud arkaya doğru devrilmiş nazarlarda ne öne ne arkaya ne sağa ne sola; kudret-i cevelan yok. Kulaklarda dinlemek melekesi kalmamış. Tahakküm bütün hevesatın saltanat bütün evhamın elinde… Milletin üstüne titreyen hamiyyetli yürekler ne yapsınlar ki vakıt bu kadar dar? Hangi çareye tevessül etsinler ki mehalik her tarafdan muhit? Hangi ipe tutunsunlar ki ölümün habercileri kapılarında bekliyor? Bahsi o kadar uzatacak değilim. Yalnız nazarını bir sebebe bir vesileye doğru çevireceğim ki bütün esbab bütün vesa’il onun içindedir. Dide-i im’anını aç da şan ve şevketden sonra zillete kuvvetden sonra za’afa siyadetden sonra esarete galibiyetden sonra makhuriyete giriftar olan şu ümmetin zuhurunu bir tedkık et! Onun evvelki kemalinin esbabını düşün ki bugün musab olduğu emrazın cürsumelerini keşfedebilesin. Ümmetin bugün perişan olan amalini vaktiyle birleşdiren bugün bu kadar dun olan himmetini vaktiyle a’la eden bugün tefrika içinde yuvarlanan efradını vaktiyle hal-i ittihadda bulunduran millete bütün milletlerin fevkınde yüksek bir makam te’min eyleyen ancak o dindir ki usulü muhkem kava’idi metin her türlü hikmeti şamil ittihada sa’ik muhabbete da’idir. Nüfusu tezkiye eder kalbleri levs-i reza’ilden azade kılar ukulü zıya-yı hak ile tenvir eyler cem’iyet-i beşeriyyenin muhtac olduğu her türlü levazımı tekeffül eder mu’tekıdlerine bütün füru’-ı medeniyyeyi telakkı Bir milletin sebeb-i zuhuru vesile-i kemali böyle bir din oldukdan sonra sebeb-i inhitatı hiç şübhe yokdur ki dinin o metin usulünü esaslarını bir tarafa atarak yerine bir takım muzır bid’atler ikame etmekden dinden maksud olan hikmet-i zar-ı im’ana almayarak bunların hey’et-i mecmu’asını evrad tarzında okunan ibareler halinde bırakmakdan neş’et etmişdir. O halde bu derdin çaresi milletin kava’id-i esasiyye-i dine rücu’ ederek dinin safvet-i evveliyyesi devrindeki ahkamıyla amel etmesinden avamın ahlakını tehzib kulubunu tathir için yine dinin irşadatına müraca’at eylemekden efrad-ı ümmeti ümmetin şeref-i kadimini istirdad için feda-yı can edecek kadar bir hamiyet göstermeye çalışmakdan ibaretdir. Dinin tohumu veraset tarikıyla asırlardan beri nüfusda kökleşmiş kalbler ma’ali-i din ile ülfet peyda etmiş olduğu gibi herkesin samim-i mevcudiyyetinde dine karşı gizli bir nur-ı muhabbet parlamakda olduğu için ümmeti bu suretle eder. Şu’un-i dini ıslah için kıyam eden erbab-ı ümmet dinin usul-i hakıkıyyesini hedef ittihaz edecek olurlarsa insaniyet geri kalmazlar. Hali şu merkezde olan bir ümmeti ıslah için gösterdiğimiz vesileden başkasına müraca’at edenler ümmeti yanlış yola sevketmiş nihayeti bidayet ittihaz eylemiş terbiyeyi ma’kus tutmuş kanun-ı fıtrata muhalif hareketde bulunmuş olurlar. Ey kari’! Her türlü bid’atden müberra olan usul-i dinin bu kadar harikalar bu kadar kerametler göstererek şu cansız millete hayat vereceği hakkındaki sözüme ta’accüb mü ediyorsun? Eğer ta’accüb ediyorsan ben sana daha ziyade ta’accüb ediyorum. Ya sen ümmet-i Arabiyyenin tarihini unutdun mu? Din gelmezden evvel Arabların ne büyük vahşet ne yaman tefrika içinde olduklarını ne kadar ef’al-i rezileye me’luf bulunduklarını hatırdan çıkardın mı? İşte bu halde bulunan bir kavmi din geldi tevhid etdi tehzib etdi. Ahlakına i’tidal efkarına kemal verdi. O sayede bütün akvam-ı aleme adl ile insaf ile icra-yı siyaset etdi. Din gelmezden evvel evlad-ı Arab levazım-i medeniyyeyi bile bilmezken din geldikden sonra guna gun fünuna daldılar o fünunda tebahhur etdiler Bukrat’ın Calinus’un tıbbını Akliles’in hendesesini Batlamyus’un hey’etini Eflatun’un Aristo’nun hikmetini memleketlerine nakletdiler. Aynı rayetin altında icra-yı siyadet eden ümmetin kuvveti medeniyeti ancak usul-i diniyyesine temessük sayesinde kabil oldu. Mısır Müftüsü Merhum Şeyh Muhammed Abduh Mütercimi: Mehmed Akif Hülasa-i Tarih: Zalemenin sine-i tulu’undan doğan insanların mebadisi ne imiş? Soğuğun pençesinde pek uryan: Bir hayat-ı fakır u bi-derman Gece gündüz tekessür eyleyerek Sath-ı dünyayı ser-te-ser gezmek Belki gavr-ı ademden bıkmışlar!.. Bir sada sonra ta derinlerden Haykırır: İnsanoğlu! Artık sen Düşerek kalkarak arş ileri!.. O da: Biçare serseri ve sefil Eylemiş kendine mematı delil… ………….. Seneler pek uzun geçen a’sar Onlara vermemiş sükunet-i hal; Daima daima eza ve ta’b! –Yorgunum ben!– deyince dest-i gazab Kamçılarmış!.. Zavallı insanlar! Ta uzaklarda bir de istikbal: Bekliyormuş bu tude-i kederi! –Yine koş haydi haydi hep ileri!– O ne yapsın?.. Alil pür-heyecan Gidecekdir… Firara yok imkan! ……………………… Fakat evvelki devr-i cehl-i acib Şimdi artık yavaş yavaş za’il Olarak ufk-ı nev-zuhur-i mehib Gösterir herkese birer ha’il: –Yetişir olmasın samimiyyet! Ne meveddet ne merhamet bir şey Kalmasın kalbinizde peyderpey!.. Bu tekellüf değil mi? Hiss-i kadim.. Gadr u zulm oldu şimdi ruha nedim! Bugün artık bıçakla top süngü! O muhabbet ne boş emel dünkü… ... Kim tesadüf ederse yolda size Atılın öldürün ki üstünüze Sizden evvel atılmasın ölsün! Nesi varsa alın çalın sonra! Çünkü: Kanunudur hücum ömrün… Var mı güçlük hayır hayır bunda? … İstiyorsa eğer doğup yaşamak: Şimdi herkes birer Neron olacak Hakkı vicdanı fikri katledecek Kendine alemi pek az görecek!.. Haydi artık: Yakın yıkın hayrı! Baba evlad bugün bütün ayrı… … Kan içinde: Selamet istersen; Kan içinde: Sa’adet istersen… Ara bul sen; bu işte: Va’d-i hayat! Yoksa karşında pençe pençe memat Ciğerinden tutup sıkıp gülerek: Seni bir anda mahvedip gidecek!.. … Haydi çiğne: Ümmid-i akıbeti Hiç düşünme: Yarınki mağfireti… Bu: Sana en büyük tesellidir Bir teselli-i fikr ü kalbidir… ………….. O ne yapsın? Bu emre karşı muti’ Ne kadar müşkil olsa: Emr-i feci’!.. O zaman; kimbilir neden? Bilmem Bir gönülden çıkan enin-i elem Titretirdi cihan-ı mecnunu… Fakat eyvah o hükm-i mel’unu Yine herkes tutup kıyam etdi Şerre vicdanen ihtiram etdi!.. Osman Fahri YAD-I MAZI Akka’da görüşdüğüm zevatdan biri de Meclis-i İdare-i Liva a’zasından Salih Efendi el-Hatib namında nükte-gu meclis-ara bir pir-i muhterem idi. Komşumuz olduğundan alelekser bulunduğumuz haneyi teşrif eder ve enva’-ı mutayebat-ı haka’ik-ayat ile musahabete zevk u şevk verdiği esnada gahi muharrir-i fakıre hitaben: “ ” diye latife eylerdi. Meşayih-ı Şazeliyye’den sıyt-i zühd ü takvası şöhret-gir-i afak-ı İslam olan Şeyh Ali el-Mağribi kuddise sırruhu hazretlerinin ziyaretiyle dahi teşerrüf etdim. Uzun boylu iri kemikli simasında eser-i ibadet zahir uzlet-güzin bir zat-ı şerif nı olduğu söyleniyor idi. Rivayete göre bazı müridanı hazret-i şeyhe perestiş derecesinde gulüv etdiklerinden onlara beddu’a eylemiş ve tekyelerini kapatdırmış. Tasavvuf Hakkında Mütala’a-i Fakır Nefs-i natıka-i insaniyye için en büyük devlet ve sa’adet Halikını sıfat-ı kemaliyye ve tenzihiyyesi ve zat-ı barisinden sudur eden asar ve ef’ali ile bilmek ve bu vech ile mebde’ ve me’adına takat-i beşeriyye mikdarınca tahsil-i vukuf u ma’rifet eylemekdir. Bunun da iki yolu vardır: Birisi nazar ve istidlal yolu diğeri riyazat u mücahede yoludur. Bu yollara salik olanlar ikişer fırkadır. Nazar u istidlal tarikına salik olanlar eğer bir şeri’ate temessük etmişlerse “mütekellimin” derler. Şera’i-i enbiyadan bir şeri’ate mütemessik değillerse onlara “hukema-i meşşa’un” ıtlak olunur. Riyazat u mücahede tarikına salik olanlar da iki fırka olup riyazat u mücahedelerinde ahkam-ı şeri’ate ittiba’ etmişlerse “sufiyyun” denir. Mücahede ve riyazatlarını hiç bir şer’a tevfik etmeyip yalnız semere-i mücahede ve riyazatları olan keşf ü işrak ile lir. Hakim-i ilahi Eflatun bu fırka-i ahireden idi. Birinci tarikın hasılı kuvve-i nazariyye ile istikmal edip meratib-i kuvve-i nazariyyede terakkı eylemekdir. Bu meratibin gaye-i kusvası akl-i müstefaddır; yani müşahede-i nazariyyatdır. Tarikat-i saniyyenin mahsulü kuvve-i ameliyye mekdir. Bu kuvvetin derece-i salisesinde suver-i ma’lumat akl-i müstefadda olduğu gibi nefse bi-tarıkı’l-müşahede feyezan eder. Fakat kuvve-i ameliyyenin bu üçüncü derecesi akl-i müstefaddan iki suretle ekmel ü akvadır: Birincisi akl-i müstefadda hasıl olan halet şübühat-ı vehmiyyeden hali değildir. Zira tarik-ı mübahasede vahimenin istilası vardır; suver-i kudsiyye ise bu istiladan müberradır. Çünkü orada kuvve-i hissiyye kuvve-i akliyyeye müsahhar olduğundan kuvve-i akliyenin hükmünde niza’ u cidal edemez. İkincisi bu derece-i salisede nefs-i natıka-i insaniyyeye feyezan etmiş birçok suretler olur ki bir mir’at-ı mücellaya eşya-yı muhaziyye nasıl tamamıyle in’ikas ederse keduratdan safi ve evsah-ı ta’allukatdan musaykal olan nefs-i natıka dahi o suretlerin kamilen kendisine in’itafına isti’dad iktisab eyler. Halbuki akl-i müstefadda nefs-i natıkaya feyezan eden halet ancak mechule vusul için tertib olunan mebani ve mukaddemat mikdarında ulumdan ibaret olmağla akl-i müstefadda nefs-i natıkanın hali ol ayineye benzer ki cüz’i bir mikdarı cilalanmış olduğu cihetle eşya-yı muhaziyeden kendisine ancak bir mikdar-ı kalil irtisam eder. Bu meşruhatdan tasavvufun ne azim ve celil bir meslek-i erkan-ı şeri’atde rüsuh peyda etmiş ecille-i ricale hasdır. Bunlar ne nefislerinde ne halk ile olan mu’amelatda daire-i ahkam-ı şeri’ati tecavüze kat’a cür’et etmezler; ancak kalben ve fikren haza’ir-i kudsiyyeye pervaz ile demadem seyr ü temaşa-yı arifanede bulunurlar. Bu ta’ife-i hırka-puşan aşina-yı makam-ı cem’ u tefrikdirlar. Bu temaşa içinde azamet-i uluhiyyeti ve acz ü za’f-ı beşeri re’yü’l-ayn görerek kemal-i tezellül ü huzu’ ile Halik-ı Te’ala ve Tekaddes hazretlerini temcid ü tesbih ederler. Vadi-i vahdetde aşk-ı ilahi adi bayağı fikirlerin su’ud edemeyeceği mesa’il-i aliyyeden olduğu ma’lum-ı ehl-i haldir. Bu mes’ele mu’amelat-ı beşer lemez. Şirharlara büyüklerin gıdasını vermek onların hazımlarını na-ehiller ile bu makule esrar-ı gamızayı söyleşmek tuğyanlarına ba’is olur. Avam-ı nas rical-i düvelin havass-ı ümemin esrarengiz tarz-ı ifadelerindeki rumuz u işarata akıl erdiremezler; ya nasıl olur da cümlemizin kema-hüve hakkuhu fehmedemediğimiz rumuz-ı vahdeti derk ü iz’ana tab-aver olabilirler. Onların bu yolda bahse dalmalarına meşayih-i aliyye cehele-i avam arasına düşerse tasfiye-i derun yerine bilakis “Sen ben ben senim” gibi evham-ı batıla zuhur ve bundan da neta’ic-i faside tevellüd eder. Ahkam-ı şera’i’ u kavanin abes görülür hukuk-ı nas vehmiyat sırasına geçer halkın emval ü emlakine iştirak mübah addolunur artık ne mürşid ne rehber ne mürid kalır; maddi ve ma’nevi irşad ve istirşad kalkar beyne’n-nas vuslat ve revabıt-ı kalbiyye münkatı’ olursa akıbet ni’met-i asayiş ü intizamın da ru-yı zeminden elveda’-guyan-ı inkıta’ u zeval olacağı şübhesizdir. Bu halatın ise tarik-ı tasavvuf gibi illet-i ga’iyyesi Cenab-ı Halik’a ubudiyet ve halk ile hüsn-i mu’aşeretden olduğunu arz u beyana hacet var mı? Bir vakitden beri maru’z-zikr Cebel-i Kermil eteğinde vakı’ Hayfa kasabasıyla onun cenuba doğru beş-on dakıka ötesinde Alman muhacirlerinin teşkil etmiş oldukları karyeyi görmek arzu ediyor idik. Bir gün kalkdık Akka ile Hayfa arasında koyun sahilince giden latif bir kumsaldan muhacirin-i mezkure tarafından işletilen ve “Carosse”dan mu’arreb olarak “Kiruse” ıtlak olunan yaylı bir arabaya rakiben kasaba-i mezkureye azimet ve üç sa’atde muvasalet eyledik. Biri Ni’meyn isminde Akka civarında ve digeri Makta’ namında Hayfa’ya karib olarak koya iki nehir dökülür. Makta’ mevsim-i şitanın evas ı t ı ndan bahar vaktine kadar beher sene tuğyan eder ve bu esnada geçid vermediği pek çok olur. Tuğyan zamanlarında insan ve hayvanca bir hayli telefat ve zayi’atı mucib olur idi. Bunun önünü almak için ahiren hicret-i nebeviyenin senesinde nehr-i mezkur üzerine bir ahşab köprü inşa edilmişdir. Hayfa kasabası kendi namına mensub kazanın ka’immakamlık merkezi ve binden mütecaviz nüfusu muhtevidir. Haneleri kargir sokakları dar ve eğri büğrüdür. Külliyetli ehemmiyeti ve eyyam-ı şitada posta vapuruyla yelken sefa’ini barınabilecek bir limanı vardır. İskelesi bulunmadığından yolcularla emti’a-i ticariyyenin naklince pek su’ubet çekilmekde altı metre arzında demirden cesim bir iskele… - Sıratımüstakım’in kırkyedinci nüshasında hilale aid mübahaseye müteda’ir makale-i mahsusanın ekser mündericatı acizlerince ca-yı tedkık ve tenkıd görülerek nukat-ı mezkure ber-vech-i zir kayd ü işaret olunmuş ve ulema ve fukaha-yı kiramımızın bu babdaki tedkıkat-ı mu-şikafanelerinden efrad-ı ümmetin haberdar edilmesi temenniyatıyla teşrihat-ı atiyye fuzala-yı müşarun-ileyhimin enzar-ı hakayik-disar-ı hakimanelerine arz u takdim edilmişdir. Makale-i mezburenin’uncu satırından bed’en Telgraf ’da icad olunup tarihinde vuku’a gelen vakı’a mes’eleyi halle kafi zannolunursa da telgraf ve telefon telsiz telgraf gibi vesa’it ile amel olunup olunmayacağında şimdiye kadar fukaha sükut etmişlerdir. Fakat şu mezkurat ile amel dahi kava’id-i fıkhiyyeden istihrac olunur. fıkrası ile ’inci satırdan ahar makaleye kadar olan fıkarat-ı mütevaliyye kaffeten müdde’iyat-ı mütecasiraneyi muhtevi bulunuyor. Zira kütüb-i musannefe mefhumları bil-ittifak mu’teber olmağla kütüb-i mezahibde sözlerine i’timad olunan fukahanın sübut-ı hilal mucibat-ı şer’iye-i ma’lumesini hasran beyanlarından bu babda ma’adası ile amel olunmayacağı müsteban olmakdadır. Keramat-ı ünsiyye ve kuva-yı kudsiyye mezahiri ve kurun-ı hayriyye erleri olan e’imme-i müctehidin efendilerimiz hilkat-i alemden beri zuhur eden vakayi’i ve kıyamete kadar tahaddüs edecek havadisi ve neş’et-i uhra ahvalini beyana kafi Kitabullah’dan ... raz-ı pinhanına mazhar Habib-i Huda ehadis-i şerifesinden kurun-ı kam-ı şer’iyyeyi de istinbat etmişler ise de ahkam-ı mezkure müşarun-ileyhim hazeratının akvalinden ibare ve işare ve delalet ve iktiza tariklarından biri ile münfehem olmağla herkes nikabını fetha kadir olmayıp belki ihtisas-ı fıkhiyi ha’iz bulunan mütebahhirin-i ulema vasıl-i derya-yı meali olurlar. tarihinde vaki’ “Vak’a-i Şam” müctehidinden değil Mehmed bin Abidin hazretlerine Tenbihü’l-Gafil ve’l-Vese nan namında bir risale tertibine sebebiyet vermiş ve bu vesile hüsn-i fehm ü nakl etmiş olmağla’da icad olup müşarun-ileyh asrında mevcud bulunan telgraf ve saire ile bu babda amel olunmayacağını E’imme-i Erba’a kelamlarından anlayarak ehline ma’lum işaretle telmih etmişdir. Zira sebebin hususu lafzın umumuna mani’ değildir. Eşbah muhaşşisi Hamevi musannifi İbn-i Nüceym rahimehullahın Feva’id-i Zeyniyye’ sinden naklen; “İlm-i usulde mübeyyin sarf-ı kava’id ü zavabit-i külliyeden ifta helal değildir. Heman ancak müfta üzere fukaha-yı kiramın tasrih etdikleri gibi nakl-i sarihi hikaye vacib olur.” demiş. Ve Fet hu’l-Kadir sahibi İbnü’l-Hümam Kitabu Edebi’l-Kadi’de ve sair fuhulin dahi asar-ı mu’teberelerinde bu kabil beyanat-ı sariha ile zamanları ve zamanımız vazifelerini tahdid etmişler sadedinde bulunduğumuz mes’eleye efradından olmadığı halde; “Halal ile haram ictima’ etdikde haram tağlib olunur.” Ka’ide-i külliyyesine tatbik etmiş ve ahbar-ı telgrafi ve emsalinin mucib-i savm u fıtr olması lüzumuna ka’il olmuşdur. mebhusün-anhaya şamil olamaz. Zira ka’ide-i mezburenin müfadı; “Vakt-i vahidde mahall-i vahidde mübih ile muharrim cem’ oldukda muharrim tercih olunur.” demekden ibaretdir. Cariye-i müşterekede ahad-i şerikeynin vaty ve mukaddematından biriyle tasarrufu ca’iz olmadığı gibi. Zira her iki şerik hakkında mülkü i’tibarıyla mübih ve şerikinin mülkü i’tibarıyla muharrim cem olmuş muharrim canibi tercih olunmuşdur. Ve buna mümasil daha nice mesa’il-i cüz’iyye ka’ide-i mezbureye teferru’ eder. Binaberin ahir-i Şa’ban’da veya ahir-i Ramazan’da hilal-i Ramazan veya hilal-i Şevval bi’r-rü’ye sübut bulup hükm-i şer’i lahik olan bir beldeden li-mani’in rü’yet-i hilal bulunmayan bir beldeye telgraf veya telefon telsiz telgraf ile ihbar-ı keyfiyyet edildikde vesa’it-i mezburenin ahir-i Şa’ban’da mucib-i savm ve muharrim-i iftar ve ahir-i Ramazan’da mucib-i fıtr ve muharrim-i savm olduğunun sair mucibat-ı şer’iyye gibi edille-i erba’adan biriyle sübutu farz olunsa bile suret-i ulada asla mübih-i iftar bulunmayarak iftarı muharrim delil ve suret-i saniyede kat’a mübih-i savm bulunmayarak savmı muharrim delil tahakkuk etmekle bu mes’ele ka’ide-i mezbure müteferri’atından olmaz. Halbuki vesa’it-i mezkurenin her iki suretde edille-i erba’adan biriyle müsbet mucibat-ı şer’iyyeden olmadığı aşikardır. Belki bu babda vesa’it-i mezkure ile amel Kitab ve Sünnet ve icma’-ı ümmet ve kıyas-ı fukahaya muhalifdir. Kitab ile Sünnet’e muhalefeti: Hak Sübhahehu ve Te’ala Hazretleri’nin; kavl-i celili ile Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in Sahih-i Buhari’de; hadis-i şerifi akibinde mastur. Yine Buha ri ’de; hadis-i şerifidir. Vücub-ı savm u iftarda şart hava açık ise hilali rü’yet ve mugim ise yani rü’yet-i hilal mümkin olmazsa tekmil-i selasine i’tibar olduğuna ibare-i münifeleri ile delalet etmekde ve işaret-i şerifelerinden dahi vesa’it-i mezkurenin mucib-i savm u fıtr olduğu müsteban olmakdadır. mezheblerini bildirir sikat-ı müntesibine mahsus kitablara müraca’at ile ma’lum olur. Müşarun-ileyhim hazeratından hiçbiri mezahib-i muhtelifelerine göre mucibat-ı savm u fıtrı ta’yin esnasında vesa’it-ı mezkurenin mucib-i savm u fıtr olmasına zahib olmamışdır. Bu suretde ümmet-i Muhammed –müctehidin– asırlardan bir asırda bir mes’elede akvali muhtelife üzere ihtilaf etdikleri vakitde ihtilaf-ı mezkur e’imme-i müşarun-ileyhim tarafından akval-i mezburenin ma’adası batıl olduğuna icma’ demek olup müte’ahhirinden bir zatın akval-i mu’ine-i mezbureden ma’ada bir kavl ihdasına mesağ-ı meşru’u bulunmadığı kütüb-i usuliyyede mukarrerdir. Binaberin sübut-ı hilal savm u fıtrda vesa’it-i mezkure Kıyas-ı fukahaya muhalefeti: İlm-i usul-i fıkıhda mastur “Kıyas nusus-ı şer’iyyeden hiçbir nass-ı şer’iyyeye muhalif olmayan maddelerde caridir.” ka’ide-i mer’iyyesine mebni şehadet-i şer’iyyede zu’m olunan illet-i muttarridenin bu vesa’itde dahi tahakkukuna bina’en bunların mucib-i savm u fıtr olması şehadet-i şer’iyyeye kıyas batıl u vahidir. Zira işbu kıyasın edille-i selaseye muhalefeti kariben mürur etmişdir. Edille ile isbat-ı müdde’a etdiğimizden acizlerinin de da’va-yı ictihada kıyamı tevehhüm olunmasın. Zira müctehid demekden ibaret olan fakih her bir hükm-i şer’i-i fer’iyi delilinden istinbata meleke-i rasihası olan zat-ı sütude-sıfatdır. Mukallidin bazı ahkam-ı şer’iyyeyi edillesinden bilmesi ca’izdir. Nasıl bu iddi’ada bulunabiliriz ki? İlm-i fıkhda kıdem-i rasihi olan İbn-i Nüceym ve İbn-i Emir-i Hac ve sair meşahir-i fukaha; ... hadis-i şerifi esrarına vakıf olarak hicret-i nebeviyeden dört yüz sene sonra bab-ı ictihad ve kıyasın inkıta’ u insidadına zahib olmuşlardır. ’nci satırdan bed’en Müşarun-ileyhce muhtar olan akval fetva suretinde tasvir olunarak Sıratımüstakım’in kırk dördüncü nüshasında dercedildiğinden sözü tabakat-ı fukahaya adem-i ıttıla’ ve makale-i salifemizdeki fetava zirinde bulunan nükul-i fıkhiyyeyi adem-i tedkık şeva’ibini ihsas eylemekdedir. Zira müşarun-ileyh İbn-i Abidin hazretleri ashab-ı tercihden değildir. Vazife-i mukaddesesi kelam-ı fukaşeklinde Buhari şeklinde muhtelif bablarda. hayı hüsn-i fehm ü nakilden ibaretdir. Ve nükul-i mebsutamızdan erbab-ı dirayete münceli olduğu üzere fetava-yı mezbure e’imme-i Hanefiyye’nin zahir-i mezhebleri üzere tasvir olunmuşdur. ’nci satırından’inci satırına varıncaya kadar sözleri kendini ashab-ı tercihden belki müctehidinden addederek kavl-i za’ifi tercih ve isardan ibaretdir. Çünkü fetava-yı meşruha erbab-ı vukufa ma’lum olduğu üzere kütüb-i fıkhiyyede mastur “Resmü’l-Müfti” serlevhalı bend-i mahsusda mübeyyin usul-i müttehizeye muvafık suretde tahrir edilmiş e’imme-i Hanefiyye’nin akval-i mu’tebere ve racihasıdır. Sahib-i makalenin ihtiyar eylediği kavl ise sahibü’l- Eş bah ’ın bazı ashab-ı Ebi Hanife’den naklen; “Bu babda akval-i müneccimine i’timad olunmakda bir be’s yokdur.” kavl-i za’ifidir. Bu kavl Kunye’de Mu’tezile’den Kadi Abdülcebbar Hemedani de cümleten rivayet-i nadire olup sahib-i mezhebden suduru müteyakkın değildir. Kaldı ki İbn-i Mukatil hazretlerinin bu babda müneccimine su’al ve bunlardan bir cema’at bir noktada ittifak ederlerse sözlerine i’timad edileceğine dair olan rivayetini ecille-i fukahadan Şemsü’l-E’imme es-Serahsi ... hadis-i şerifinin zahir-i umumu ile reddeylemişdir. Her ne kadar Eşbah muhaşşilerinden bazıları; “Hadis-i mezkurdan murad ilmü’l-ahkamdan nehydir. Mevakıt-i salat ve kıble kendi ile bilinecek kadar ilm-i nücumu te’allümün cevazına delalet eder delil-i şer’i ile emr-i ehilleye ta’alluk eden ilm-i hesab u nücum hadis-i mezkur mündericatından muhassas u müstesnadır.” me’alinde idare-i kelam ve i’tiraz etmiş iseler de delil-i şer’i-i mezkur ancak salat ve kıble hakkında ilm-i nücumu te’allüm ve onunla ameli hadis-i mezkur umumundan ihrac eder. Ama savm hakkında tında bakı kalır. Savm hakkında ilm-i nücum ile amel dahi hadis-i mezkur hukmünden ihrac edilmek umumunu tahsis eder ayrıca bir delil-i şer’i bulunmakla olur. Halbuki böyle bir delil tahakkuk etmemişdir. “Benim ümmetim dalaletde ictima’ etmez!” me’alinde olan hadis-i şerifi münecciminden cema’at-i müttefikanın bir noktada ittifaklarının hilal-i savm u fıtrı ta’yinde mucib-i şer’i olduğuna delalet etmez. Zira ümmet kelimesinin Resulümüz Efendimiz’den ibaret “ya”-i mütekellime izafeti ahd-i harici-i ilmi için olup ümmetden murad müctehidin-i ızam efendilerimiz olduğu kütüb-i usuliyye ve füru’iyyeden mevazı’-ı adidede musarrahdır. Müneccimine şamil küll-i ümmet veya cins-i ümmet değildir. Muhaşşi-i muma-ileyhin tevcih ve i’tiraz-ı mezkuru müsellem olsa Şemsü’l-E’imme es-Serahsi’nin müdde’ası olan; “Akval-i müneccimine i’timad yokdur!” hükm-i fıkhisinin menkuzıyyeti müsellem değildir. Zira delil-i mahsusun Medlul-i mezbur için delil-i ahar bulunması ca’iz olduğundan bu makamda müdde’a-i mezburu isbat eder delil-i ahar vardır. O da sübut-ı hilalde ilmi i’tibara değil ru’yeti ve sellem Efendimiz; buyurup buyurmamışdır. Belki; buyurmuşdur. Ve muhakkak İbn-i Hacer; “Müneccimin emr-i hilalde hesablarının mukaddematı kat’i olduğuna ittifak edip ve onlardan kat’iyyetini ihbar eden kesan aded-i tevatür olursa sözleri hadet bile reddolunur.” demiş ise de lakin Allame İbn-i Kasım buna i’tiraz ederek; “Aded-i tevatüre baliğ olan muhbirinin de kat’ u yakıni ifade eder. miyyenin hissiyye olmasına vabestedir. Halbuki mukaddemat-ı mezkure hissiyye olmayıp belki havass-ı hams-ı zahireden biriyle idrak olunmayan umur-ı akliyye kabilindendir. Emr-i akli ise tevatür ile sabit olmayan mevaddandır. Zira emr-i akli cem’-i gafirin kendisinde hata etdiği şeylerdendir. Kıdem-i alemde felasifenin hata etdikleri gibi. Eğer emr-i akli tevatür ile sabit olan şeylerden olsaydı muhbirinin İslamiyet’i tevatürün şartından olmadığı cihetle kafirin iseler de cumhur-ı felasifenin kıdem-i aleme ittifakları sabit olduğu için kıdem-i aleme nefsü’l-emirde sübutu lazım gelirdi. Halbuki kıdem-i alem batıldır. Öyle ise emr-i aklinin tevatür ile sabit mevaddan olması da batıldır. Bina’en-alazalik mukaddemat-ı hesabiyye ve nücumiyye dahi ma’kulat kabilindendir. Tevatürü yakıni müfid olmayıp belki umur-ı tahminiyye vü hısaniyyedir. Ta’yin-i mebde-i sıyam u fıtırda ma’mulün-bih değildir.” kelam-ı müdekkıkanesiyle İbn-i Hacer’i reddeylemişdir. Hülasa-i kelam; Şari’ hazretleri daima umum-i nasın bileceği tariklar ile nasa emr u teklif eder. Hesabat-ı nücumiyye ve telgraf ve telefon ve telsiz telgrafı ise insanlardan efrad-ı kalileden ma’adası bilmediği cihetle sübut-ı hilalde hesabat-ı nücumiyye ve vesa’it-ı mezkure ile amel etmelerine dair şayed Şari’ tarafından beni Adem me’mur u mükellef olsalar idi umum ahaliye bu teklif ağır gelirdi. nazm-ı celilinden mefhum olduğu üzere Allahu Te’ala mükellefine daima yüsr murad edip usrü murad etmez. Bu cihetle bu babda hesabat-ı nücumiyye ve vesa’il-i mezkure ile Hazret-i Şari’ biz ma’aşir-i mükellefine teklif etmemişdir. Evamir-i ilahiyye ta’liliye olmayıp te’abbüdiye kabilinden olmakla Şari’ Hazretleri’nden me’mur olduğumuz vech üzere imtisal-i evamir etmekliğimiz rıza-yı Şari’i aksi ise suht-ı Şari’i mucibdir. Kezalik bu babda hesabat-ı nücumiyye ve vesa’it-ı mezkure ceb’de hilal-i Şa’ban’ı ve ahir-i Şa’ban’da hilal-i Ramazan’ı kifaye olduğuna müte’allik tasrihlerini vahi ve mehcur hükmünde kılmak demekdir. Çünkü sübut-ı hilalde hesabat-ı nücumiyye ve neza’ir-i mezkuresi amelin velev vakt-i zaruretde olsun cevazını avam istima’ edince taharri-i hilalden tekasül edecekleri aşikardır. Şu halde amel-i mezkurun cevazına kavl bütün ümmet-i Muhammed’i vacib ale’l-kifayeyi terk mühlike-i mü’semesine ilka demek olacağından bir vecihle sübut-ı hilalde hesabat-ı nücumiyye ve emsali ile amel ca’iz değildir. Netice-i meram: Hesabat-ı nücuma umur-ı tahminiyyeden olduğu gibi telgraf ve telefon telsiz telgraf ga’ib ve ga’ib olduğu gibi şahs-ı mechulün kumandasına tabi’ bir cemad kabilinden bulunduğuna mebni mazhar-ı tekrim-i ilahi olan hilalde şekden ma’ada bir şey ifade etmez. Kütüb-i fıkhiyyede beyan olunan sübut-ı hilal mucibat-ı şer’iyye-i ma’lumesinden biri bulunmadıkça ahir-i Şa’ban’da şehr-i Şa’ban’ın ve kezalik ahir-i Ramazan’da şehr-i Ramazan’ın bekası yakınen ma’lumdur. Bu yakınden udul olunmaz. Ancak bir delil-i şer’i ile udul olunur. Halbuki böyle bir delil bulunmamışdır. “Şek ile yakın za’il olmaz!” ka’ide-i fıkhiyyesine mebni şükuk ü evhamdan hali kalmayan hesabat-ı nücumiyye ve vesa’it-ı mezkure ile bu babda amel olunmayacağı kemal-i lerine göre tahrir olunan fetava-yı acizane ayn-i Şeri’at-i rahmaniyye ve muvafık-ı hikmet-i sübhaniyye olduğu münceli olur. Allahu a’lem. Bolvadin Sıratımüstakım – Mübahasat kısmı bir fikrin leh ve aleyhinde beyan olunacak mütala’ata mütesaviyen küşadedir. Böyle ihtilaflı mes’eleler için her iki tarafın mütala’alarını bir araya toplayarak esbab-ı halli teshil eylemek risalece muvafık görülmekdedir. Risale namına mübahaseye iştirak olunması erbab-ı ihtisasın birkaç zatdan ibaret olmayıp sair fukaha ve ulema-i muhtereme caniblerinden iştirak edileceğine dair olan i’timada mübtenidir. Şübhesizdir ki bu mes’elelerin leh ve aleyh mutala’at dermiyanıyla halline gayret eden erbab-ı cehd ü ikdam şayeste-i takdir bir hizmet-i mebrure ifa etmiş oluyorlar. LİSAN MES’ELESİNE DAİR Servet-i Fünun’un numaralı nüshasında Ali Nusret Bey’in Sıratımüstakım’deki makaleme yazdığı cevabı gördüm. Her nekadar bu cevab pek gecikmiş olsa da Ali Nusret Bey’in cesurane meydana atılıp cevab yazdığına mesleklerini muhafazaya çalışdığına sevindim. Okudum; bir iki üç def’a okudum. Ma’atteessüf makalemdeki açık su’allerime cevab göremedim. Makalenin gizli ma’nalarını anlamak için tahlil etmeye başladım. Arab ve Farisi elfazdan uydurma uzun uzadı Arab ve Farisi terkiblerle kapalı cümleleri tahlil ne kadar güç olsa da esas fikirleri tahlil etdim. Maksadlarını şu suretle hülasa edebildim: – Türk lisanının fesahati “Arabi ve Farisi lisanlarının cevahir-i güzide-i elfaz ve esmar-ı pür-çide-i ma’anisi ile te’min edilebilmesi” – “Ne kadar açık ve bayağı elfaz ile söylense avamın yine idrak edememesi”dir. Şu iki fikri Ali Nusret Bey bedahet derecesine gelmiş diye telakkı etmişdir ve şu fikirlerin etrafında uzun uzadı Arabi Farisi cümleler uydurmuşdur. Lakin mes’elenin en esası da’vanın asıl temeli de şu fikirlerdedir. Bunlar deliller değil müdde’alardır. Ben avam ile havas dimağlarının hilkatinde fark olmadığını bıyıklarını Fransız usulünce tezyin eden İstanbullu bir bey ile Anadolu’nun kaba bir Türkü arasında dimağan hiç fark bulunmadığını kendi lisanlarında söylenilse anlamalarında şübhem olmadığını beyan ediyorum. Benim da’vam budur. Şimdi sizin birinci fikrinizi tedkık edelim. Doğrusu bu da’vanızı garib ve gülünç buluyorum. Bir dilin fesahati o dilin başka lisanlara esir kalmasıyla olduğunu da’va edecek sizden başka alemde hiçbir muharrir gelmemişdir diyebilirim. Hem de gelmeyecekdir. Bu fikrin ihtira’ı şerefi tabi’i size yalnız size mahsusdur. Lisanın fesahati; dilin genişlemesi sözlerin her türlü mecazi ma’nalarda isti’mal edilmesi ve başka lisanlardan söz alınmaması ve büyük bir ihtiyac halinde ecnebi sözleri kendi dilin kava’idine tabi’ edilmesi ile olacakdır. Bütün alemin dilleri hakkında bu ka’ide birdir. Hem de bütün alemin dilleri bu suretle güzelleşmişler genişlemişlerdir. İşte gözümüz önünde Arab lisanının fesahati Farisi lisanının güzelliği bu mesleği ta’kıb etmelerinden husule gelmiş bir kemaldir. Şübhesiz bu ka’ideden bizim Türk lisanımız da istisna edilmeyecekdir. Sizin Osmanlı Türk diliniz de ancak şu yolda terakkı edecekdir. Bunun için Osmanlı Türk dilinizin ilerlemesi lazımdır. Şimdiki halde ıstılahatınız için sözünüz bulunmazsa da ve bazı ta’birler için Arabi Farisi sözlerine ihtiyac var ise de bunları “misafir” olarak kabul edip bunlara hiçbir vakit kapitülasyon hakkını vermemeli bunların hepsini kendi ka’idenize tabi’ bulundurmalı yazdığınız kitablar risaleler makaleler hep lisanınızın sadeleşmesine hizmet etmelidir. Evvelki makalemde dediğim gibi bu mes’ele sizin yalnız dilinizin değil bütün hayatınızın esası temelidir. Bütün siyasi ve medeni iktisadi ve ictima’i ıstılahatınız buna bağlıdır. mes’elesine gelince; bence bedahet derecesine gelmiş bu fikir Avrupa tarih-i ictima’i ve siyasileriyle isbat edilmişdir. Bugün Avrupa memalikinin parlamentolarındaki büyük büyük amele fırkaları Avrupa’nın müsademe-i iktisadiyyesinde büyük ehemmiyeti ha’iz milyonlarca a’zaya malik sosyal ve demokrat fırkaları acaba nereden gelmişler nereden çıkıp müsademeye başlamışdır nereden kendisinin menfa’atini anlamışdır? Avam idrak edememişse neden Avrupa’nın avamı sanayi’-i nefiseye edebiyata te’sir etmişdir? Nasıl bütün Avrupa’da büyük “avam” mesleği meydana gelmişdir? Demek oranın avamı anlıyorlar idrak ediyorlarmış… Öyleyse niçin bizim Türk avamımız anlamayacak? Niçin Avrupalıların Bunun sebebi ne? Sizin Türkleri ve hususen Türklerin avamını bilmediğinizden başka bu fikrinizin bir sebebi var mı? Varsa gösterin! Yoksa bilmediğiniz bir şeyi yok diye da’vaya kalkışmayınız. Siz avam için kitablar yazdınız risaleler neşretdiniz mektebler açdınız konferanslar verdiniz de anlamadılar mı? Muharrirleriniz onlara ali fikirler anlatmak istediler de avam; “Bu fikirleriniz pek ali bize bayağı fikir veriniz!” dediler mi? Mehmed Emin Bey’in şi’irlerini anlayanlar sizin yazdıklarınızı anlamazlarsa bundaki kabahat fikrinizde olmayınca dilinizde olmak lazım gelmez mi? Mesela Servet-i Fünun’daki makalenizde sözün yalnız’i Türkçedir; bunların çoğu da edevat. Ben sizin gibi Türklerin bütün akvam-ı medeniyyeden aşağı olduğuna i’tikadım olmadığından bütün aleme amm olan ka’idelerden Türklerin bir istisna teşkiliyle dimağlarının za’afına su-i zannım bulunmadığından bu vakte kadar avamınızın anlamadığı şeylerden siz yazıcıları siz “edebi lisan” muharrirlerini ta’yib ediyorum. Bunların bu vakte kadar medeniyetiniz aleyhine yaptıkları hareketlerin en büyük fa’illeri siz diye i’tikad ediyorum ve bu suretle sizi şayan-ı mu’ahaze görüyorum. Hiç şübhesiz bu hususda en büyük kabahat avama anlatmak vazifesi olan muharrirlerinizin vazifelerini ifa etmemeleridir. Avam ve havassa mahsus ayrı ayrı iki dil mes’elesi kurun-ı ulada hatta kurun-ı vustada tatbik edilmiş ise de Yirminci Asır’da tatbik edilememekdedir. Bir adet bir kanun-ı ayırmalı? Nereye hatt-ı hududu çizmeli? Bu iki sınıf eğer varsa bütün hayat-ı ictima’iyyelerinde yek diğerine muhtac olduğundan her biri diğerinin ma’nevi ve maddi te’sirleri altında olduğundan tabi’i bunlar arasında ne iki din ne iki dil hasıl olacakdır. Şu halde siz havas muharrirlerine okuyucular nerede bulacaksınız? Bunların yazdığı kitablara söylediği fikirlere nereden şakirdler bulacaksınız? Sizin gibi fakır bir milletde ve tab’an demokratik bir kavimde ayrı fikirli ayrı terbiyeli ayrı adetli ayrı lisanlı ayrı edebiyatlı bir sınıf nereden bulacaksınız? Lehülhamd bu sınıf ne sizde ve ne de bizde olmamış bundan sonra da olmayacakdır. Bir köyün sefaletiyle bir ailenin sa’adetini te’min eden bir sınıfın bulunmaması bizim Türk tarihinin en büyük ma-bihi’l-iftiharı olduğu gibi ictima’i terakkıyatımız için de bu gibi ictima’i bir mani’-i terakkınin olmadığı pek sevinilecek hakıkatdir. Tarihin yapamadığı havas ve avam sınıfını tabi’i Ali Nusret Bey ve arkadaşları yapamayacakdır. Ve bittabi’ havas dili fikri de hayal halinde kalacakdır. Biz Türkler gerek şimalde gerek cenubda her vakit demokrat olmuşuz; her vakit sultanlarımız padişahlarımız vezirlerimiz alimlerimizle münasebetimiz arkadaşca biraderce olmuş şimdi de öyle oluyor. Biz tab’an demokratlarız demokrat olarak yaşayacağız demokrat olarak terakkı edeceğiz. Şunun için bizim Türklerin arasında nerede olursa olsun gerek Rusya Türkleri gerek Osmanlılar arasında bir fikrin terakkısi için en büyük şart varsa o da avamın menfa’atini gözetmekdir. Tabi’i bütün efkarın anlaşılmasının sebebi olan dilde de bütün efkarın tercümanı olan edebiyatda da bu şart icra edilecek bu fikir ta’kıb edilecekdir: Lisanın avam anlar derecede sadeleşdirilmesi!... rini açmak ve onların uyumuş dimağlarını hareket etdirmek ve onları mani’-i terakkı değil efkar-ı medeniyyemizin muhafızı yapmak istiyoruz. Bundan başka lisanın sadeleşmesinin büyük fa’ideleri daha olduğu tabi’i inkar edilemez. Mesela sizin Osmanlı Türklerin edebiyatını şimdiki gibi yalnız İstanbul’da bir kısım halk okumayıp da Anadolu’nun köylerinde Kafkas dağlarında Azerbaycan şehirlerinde Volga Nehri boyundaki kıra’ethanelerde okunsa acaba Ali Nusret Bey’le Süleyman Nazif Bey’e ve bunların meslekdaşlarına eğer varsa ne olacak? Namık Kemaller’in Abdülhak Hamidler’in Halid Ziyalar’ın ve sairlerinin eserleri yirmişer kırkar bin neşredilse bunlardan kim mutazarrır olacak? Muharrirleriniz kalemleri mayan hükumet hizmetlerini bırakıp hür birer muharrir olsalar bundan edebiyatınız mutazarrır mı olacak? Bu kadar sade bir fikri anlamayan güneş gibi açık bir düşünceyi düşünemeyen bir insan var mıdır? Öyle ise niçin sadelik aleyhinde o kadar uzun uzadı Arab ve Farisi terkiblerle uydurmalar yapıyorsunuz? Niçin bu kadar bedihi bir fikre karşı muta’assıbane inad ediyorsunuz? Bunun sebebi ne? Bence bunun en büyük sebebi sizin Türkçe bilmediğinizdir. yani Burada hazf-ı muzaf var. Şol kimselerin cezası… Yani şol kimseler ki Allah sevgilisi olan mü’minlerle muharebe ediyor… Kutta’-ı tarik olmuşlar yolları keserler gasb u garet ederler. Yolların selb-i asayiş ü emniyyetine badi olurlar kutta’-ı tariklar bağiler… Cenab-ı Bari kendiyle muharebe addediyor mü’minlerle muharebe eden kimseleri. Bunlar guya Allah ile Resul-i Zişanı ile muharebe ediyor. Bunlar daha ne yaparlar? Yeryüzünde müfsid olmaya sa’y ederler. kelimesi ya-yı haliyyet üzere mansub demek müfsid oldukları halde sa’y ederler fesada çalışırlar ihtilale sebeb olurlar ahaliyi birbirine katarlar sa’i bi’l-fesad olurlar… yahud mef’uldür ta’lil içindir. Ortalığı ifsad için sa’y ederler koşarlar uğraşırlar… Bunların cezası nedir bilir misiniz? Hem bu ceza yalnız dünyada değil ahiretde de var. Dört şey’in biridir bu ceza. Bu dört şey’den hali olmaz. Cinayetin derecesine göre Cenab-ı Bari Kur’an-ı Kerim’de dört mertebe ceza ta’yin etmiş. Böyle müfsidlerin cezası nedir? boyunları vurulur. asılırlar.. bir eliyle bir ayağı kesilir. Fakat hilafına olarak. Yani sağ elini bileğinden sol ayağını topuğundan. ne yapılmak lazım gelir? Birden bunlar nefyolunur mekanlarından kaldırılırlar; yani habsedilir. İşte yok edilmiş olur. Bazıları “haps” ile tefsir ederler. Kezalik nefy ü tağrib bu da ceza-yı şer’idir. Nefyedilmek uzak bir yere menfaya gönderilmek ikisine de bu olur. dur; hızy ü helakdir züll ü hakaret haybet ü hüsrandır. Sonra bunlar için ahiretde azab-ı azim vardır. Bu ta’yin edilen ceza dünyadaki ukubetdir. Ahiretdeki azab da çok büyük. Asayişi ihlal ederler. Bu cihetle dinleri vatanları muhataraya düşer. Herkesin huzur-ı kalbi mahvolur ma’işeti muhtell olur. Ortalıkda emniyet kalmayınca hiçbir Şimdi işte dört mertebedir bu ceza. İbn-i Abbas hazretleri böyle tefsir etmişdir. kelimesi tahyir değil tevzi’a mahmuldür; yani cinayetin derecesine göre: Eğer kutta’-ı tarik olanlar adam öldürmüşlerse ötekini berikini katletmişse malını almamış yalnız canına kıymış… O halde o da katledilir. Yok eğer malını da almış olursa o vakit asmalı. Çünkü Eğer adam öldürmemiş cana kıymamış da yalnız gelenin geçenin malını gasbetmiş yol kesiciliği etmiş olursa onların bir eli bir de ayağı kesilir. Malı aldığı için eli fesada koşduğu için yolları muhataraya düşürdüğü için ayağı kesilir. Yahud adam öldürmemiş kimsenin malını da almamış yalnız ötekini berikini korkutmuş tehdid etmiş sa’i bi’l-fesad olmuş şerre delalet etmiş fakat fi’le çıkmamış kimseye bir zarar olmamış fakat yapmaya çalışmış yolları kesmiş ümmeti ihafe etmiş… İhafe-i ümmet ve şerre delalet her ne türlü olursa olsun cezası nefydir. Bunlar habsolunurlar yahud nefyolunurlar. Öyle bir yere ki orada bir şey yapamayacak öyle bir diyar-ı ba’ideye nefy ü tağrib olunur. Nefy cezası “habs” ve “tağrib” demekdir. Sebebi de odur diyorlar: “İhafe-i ümmet” “şerre delalet” bir hadis-i şerifde; buyrulmuşdur. Şerre delaletde sa’i bi’l-fesad olanların hepsi dahildir. Hafiyelik edenler gerek sultan-ı zişana gerek nüfuz ve iktidar sahiblerine gerek lisanıyla gerek kalemiyle. Öyle isnada cür’et eder ki hanümanı sönecek evlad ü iyali sürünüp kalacak. Kendi menfa’ati için yahud cibilleti murdar olduğu için. Böyle bir şerre delalet ederse eğer fi’ile çıkmazsa onun yine cezası cezadır. Kul afvetse Allah helal etmez. Hadd-i şer’i budur. Hadd-i kazf hadd-i zina hadd-i sirkat… Bunlar hep “hakkullah”. Biz “hukuk-ı umumiyye” deriz. Umum nasın selameti için cezaya çarpdırılır. Allah intizam-ı alemi vikaye için şu ahkam-ı şer’iyeyi vaz’ etmiş. Yalnız kimler cezadan kurtulur? Ne katlolunur ne salb ne eli ayağı kesilir ne başka bir şey olur? Kimlerdir bunlar? Ancak ol kimseler ki tevbe etdiler ta’ib ü müstağfir oldular ıslah-ı nefs eylediler. Neden evvel ama? Siz onlara kadir olmazdan evvel. Kendilerine galebe etmeden musalehadan evvel hükumetin eline geçmeden… Allah korkusuyla nadim olmuş deceğine nedamet getirmiş olursa “Biliniz ki Allah Gafurun Rahim’dir.” yani hukukullah sakıt olur. Hadd-i şer’i olarak bu dört cezanın birisini yapmak lazım gelmez. Ama hukuk-ı ibad bakıdir. Allah kendi hakkını afveder. Madem tevbekar oldu kul korkusundan değil belki Allah korkusundan terketmiş. Evvelce kutta’-ı tarik olmuş. Ama sonra Allah korkusu gelmiş içine. Tevbe-i sahihai şer’iyye mücerred Allah korkusundan olur. Daha yapsa yapacak fakat; “Ne yapıyorum?” der “Böyle gidersem beni Allah mu’azzeb kılacak!” diye düşünür tevbekar olursa hukuk-ı umumiyye da’vası sakıt olur. O kimseye hadd-i şer’i yani katl kat’ nefy ü tağrib yok! Ama kul hakkı sakıt olmaz. Birisini öldürmüş gelmiş velisi da’va ederse kısas olunur. İstiman ederse hükumet bir şey demez. Çünkü bir günah işleyince iki hak var: Hakkullah hakk-ı abd. Kul hakkı kimsede kalmaz. Hazret-i Zülcelal bir hadis-i kudside; diyor. Ben zalim olurum eğer bir zalimin zülmü beni fevtederse bir zalimin zulmünden dolayı mazluma dünya ve ahiret nusret etmezsem yani bir mazlumun hakkını zalimden almazsam ben zalim olurum. Mutlaka kimsenin kimsede hakkı kalmaz. Dünyada almazsa ahiretde alır. Eger tevbe ederse Allah hakkı sakıt olur. Gerek kutta’-ı tarik olsun gerek başka türlü bir cinayet irtikab etsin. Birini öldürmüş sonra Allah’a sığınmış Allah afveder. Lakin kısas olmazsa kul hakkı sakıt olmaz. eğer kısas ederlerse o vakit kul hakkı da sakıt olur. Yalnız tevbe ile kurtuluş yok. Onun için bu ayet-i celilede; kavl-i şerifinden ne istinbat olunur? Ele geçmezden evvel eşkıyadan birisi mücerred Allah korkusuyla tevbekar olursa Allah; “Gafurun Rahimim ben!” diyor “Ahiretde azab etmem! Dünyada da ceza ta’yin etmem! yani hadd-i şer’i olarak şunu yapın demem! Ama kul hakkı varsa bırakmam! Bırakırsam o vakit zulüm olur. Ben zalim olamam!..” Japonya’ya aid meşhur Sibiryalı Abdürreşid İbrahim Efendi’nin risalemize göndermekde oldukları mektubları muntazaman neşrediyor ve Japonya’da intişarı arzu olunan din-i mübin-i İslam’ın esbab u vesa’il-i neşri hakkındaki teşebbüsatı daima ta’kıb eyliyoruz. Muhabir-i fazılımız mektublarının birinde Japonya’da ilk şecere-i İslam’ı garsederek hayat ve istikbalini neşr-i İslam ümniyye-i celilesine hasr eden muhterem bir zatdan bahsetmiş ve bu maksad uğrunda ha’iz olduğu rütbe-i askeriyyesini feda ederek azimet eylediği Japonya’da mazhar-ı hidayet olan zevce ve kayınvalidesiyle yegane İslam ailesini vücuda getiren Mısırlı bir genci Ahmed Fazli Bey’i bütün alem-i İslam’a takdim eylemişdi. Muhabirimiz aynı zamanda Fazli Bey’in Japonya’daki tarz-ı mesa’isini tasvir etmiş olduğundan bütün kari’lerimizle beraber bu gayur gencin biddefe’at cemm-i gafir mahzarında konferansların Japonlarca kemal-i ehemmiyyetle telakkı olunarak te’sirat-ı hasene vücuda getirdiğini ve İslamiyet lehine tedrici bir cereyan-ı efkar husule gelmekde olduğunu dahi ma’al-mesarr anlamış idik. rek kariru’l-‘ayn olmak ve Darülhilafe’ce bu kabil teşebbüsatın suver-i telakkıyyatını anlamak üzere şehrimize vürud etmiş ve evvelki gün dahi idarehanemizi ziyaret eylemişdir. Hakayik-ı İslamiyyeyi Japonya’ya neşreden memleketini mamelekini bırakıp sırf bir sa’ika-i hamiyyetle ta dünyanın öbür ucuna giderek fisebilillah neşr-i dine uğraşan bu gayretli müslümanla mülakatımız uhuvvet-i İslamiyyenin te’min eylediği samimiyetin pek ruh-nüvaz bir misal-i bihinini teşkil etdi. Fazli Bey gayet sevimli bir zatdır. Nasıye-i dırahşanında münceli olan envar-ı İslamiyye safiyet-i ruhunu ulviyet-i seriresini derhal muhatabına ihsas eder. Sinnen otuzbeş yaşında tahmin olunur. Arabca İngilizce Fransızca’yı mükemmel konuşuyor Japonca’da ifade-i merama muktedir Türkçe için de büyük bir heves gösteriyor. Tabi’i mübahasemiz alem-i İslam’a müte’allik teşebbüsat-ı mutasavvere ve müstakbeleleri ile Japonların ahlak ve mu’tekadatı hakkındaki tetebbu’larından istihsal eyledikleri netayice dair oldu. Fazlı Bey Japonların ahlak ve adat-ı milliyelerini İslamiyet’e pek yakın buluyor ve Japonlarca tebdil-i din halinde nuyor. Bu hususda kendileri için ümid-bahş olan cihat Japonların nezafete olan fart-ı i’tina ve dikkatleri zeka ve dirayetlerinin müktesebat-ı ilmiyye sayesinde müterakkı bulunması hasebiyle hakıkate ma’kulata karşı olan hürmet ve meftuniyetleridir. Japonlarca müslümanların abdesti guslü nezafet-i diniyyesi pek takdir olunuyor; hele namazda meşhudları olan huzu’ ve huşu’ pek hoşlarına pek zevklerine gidiyor; vahdaniyet-i riyi hülasa kaffe-i aka’id-i İslamiyyeyi nasayih ve ahkam-ı Kur’aniyyeyi işitdikçe tabayi’ u fikirlerine olan tevafuk-ı tamdan dolayı İslamiyet’e karşı kalblerinde derhal bir muhabbet husule geliyor. Japonlar daima mantıkı bulunmayı muhakeme ve ma’kulatdan ayrılmamayı şi’ar-ı mahsus edindiklerinden din hususundaki noksanlarını i’tiraf ederler ve hakıkate vasıl olmaya pek ziyade hahişger bulunurlar. Aka’id-i hıristiyaniyyenin teslis gibi mesa’ili Japonlarca pek karışık görülüyor. Binaberin hıristiyan misyonerlerinin büyük mikyasdaki fedakarlıkları daima akım kalıyor. Fakat ahkam-ı asliyesini kabulde hiç tereddüd etmiyorlar. Fazli Bey şu mülahazaların teşebbüsatı hakkındaki te’siratını tasavvur ederek aynen şu sözleri söyledi: “İşte bu gayrete sevketdi. Bugün benim bir arkadaşım daha var ki pek fazıl ve alim bir zatdır. Hind ulemasındandır; Hindistan’da ve o taraf müslümanları arasında büyük bir nüfuz ve şöhret sahibidir. Belki siz de işitmişsinizdir; “Bereketullah Efendi”. Beş sene için Japonya’ya gelmişdir. Henüz iki sene oldu. Japon lisan mektebinde Urdu lisanı mu’allimidir. Nutukları ahaliyi öyle cezbediyor ki orada bir cami’ ve medresemiz olsa Japonlar minberin etrafını hiç boş bırakmayacaklardır. Bunun için herşeyden evvel bir mescid inşasına teşebbüs etdik. Japonlarla Japon e’azım-ı ricaliyle bunu müzakere eyledik. Ziyadesiyle takdir ve tasvib etdiler. Çünkü zaten ekser-i e’azımın mu’akkadat-ı vicdaniyyeleri aka’id-i İslamiyyeye muhalif değildir. Din-i İslam’ın ulviyetini takdir etmişlerdir. Bunun için bir mescid inşası hususunda elden geldiği kadar mu’avenetden geri durmayacaklarını te’min etdiler. O sırada idi ki ben Japonya’dan hareket etdim. Geçen gün Bereketullah Efendi’den bir mektub aldım. Cami’ için lazım olan yerin Japonya tarafından verildiğini tebşir ediyor. Hem öyle mu’tena bir mevki’de ki Mikado cenablarının kasrına pek yakın. İnşa’ata kifayet edecek para da hazırlanmış. Yakında inşa’allah inşa’at başlayacakdır. Şimdi sizden beklediğimiz şey bu emr-i azim hakkında bütün müslümanların nazar-ı dikkatlerini celb ve bu teşebbüsün ehemmiyetini takdir edecek neşriyatda bulunmak alem-i İslam’a Japonya’da neşr-i İslamiyyet için bir cem’iyet teşekkül etdiğini bildirmekdir. Ahval-i teşebbüsatımızdan sizi muntazaman haberdar edeceğiz. Şimdi Mısır’a gidiyorum. Orada da bu teşebbüsümüzü anlatacağım ve mu’ahharan bahren yolda müslüman memleketlerine uğrayarak Japonya’ya avdet edeceğim. Tabi’i her uğradığım mahalden de size haber gönderirim. Japonya’ya gider gitmez cami’in bir an evvel ikmal-i inşa’atına sarf-ı himmet edeceğiz. Cami’ ikmal olundukdan sonra Darülhilafe’den mu’avenet bekleyeceğim. Bir imam bir mü’ezzin gönderilmesi için de ricada bulunacağım. Bunlar ulum-ı diniyyeye fünun-ı hazıraya vukuf bunlarla işe başlar orasını merkez ittihaz ile sair yerlerde de şu’beler te’sis ederiz. Japonca ve İngilizce aka’id ve ahkam-ı ciddiyeti neta’ic-i hasenesi görülünce bittabi’ o vakit her müslüman bizden ziyade gayrete gelecekdir. Oralarda neşr-i din için bir Hıristiyan cem’iyyeti vardır: “Genç Hıristiyanlar Cem’iyyeti”. Tamam seksen milyon sermayeye malikdir. Teşebbüsleri müntic-i muvaffakıyet olmamakla beraber neşr ü ikdamda kusur etmiyorlar. Japonlar mütefekkir muhakemeli bir kavim olduklarından gayr-i ma’kul gördükleri fikirlere i’tikadlara kapılmıyorlar. Yoksa o cem’iyetin bu uğurda sarfetdiği paralar akıllara hayret verir. Risaletpenah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin aleyhinde risaleler tertib etmişler. Ve gayet fena bir fotoğraf da uydurmuşlar bütün Japon memalikine neşrediyorlar. Japonları İslamiyet’den tebride çalışıyorlar. Fakat hakıkat daima hakıkatdir; bugün değilse yarın yarın değilse öbür gün İslamiyet’in ulviyetini ve bütün beşeriyet için bir din-i fıtri bulunduğunu umum cihan-ı ma’rifet anlayacakdır. Japonların ise inşa’allah ahd-i karibde bu hakıkate vusulleri me’muldür... Japonya’ya muvasalatı müte’akıb size cami’-i şerifin krokisini ve inşa’atı musavvir resimlerini göndereceğim. Siz de o zamana kadar demin söylediğim evsafı cami’ Mücahid-i muhteremin şu samimi sözlerine bir şey ilave etmeyi za’id görür ve hırz u hıfz-ı samedanide masun u mahfuz kalmaları temenniyatıyle ed’iye-i muvaffakıyyete terdifen kendilerini tebrik ve himemat-ı vakı’alarından dolayı bütün ihvan-ı din namına arz-ı teşekkür eyleriz. Dün öğleden sonra idi. Fazlı Bey pür-meserret tekrar Efendi’den gelen mektubu uzatdı. Okuyunca anladık… Yasotaro Hanciyo isminde bir Japon ihtida etmiş; usul ve füru’-ı dini tahsil etmek üzere Darulhilafe’ye müteveccihen hareket eylemiş. Beş-on güne kadar muvasalatı me’mul… Fazlı Bey’i tebrik etdik ve yakında inşa’allah Japonların fevc fevc mazhar-ı hidayet olmalarını temenni eyledik. Mektubu aynen derc ile kari’lerimizi de meserret-i hasılaya teşrik ediyoruz: – - TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ağustos Salah-ı alem Fatır-ı avalim olan Allahu Zülcelal hazretlerinin mukteza-yı irade-i ezeliyye-i sübhaniyyesinden olmağla akl ü iz’an ile umur-ı şahsiyye ve ictima’iyyesinde tedbir ve tasarrufa kadir yaratdığı insanı ma-sadakınca ru-yı zeminde hakim ve muktezasıyla muhteviyat-ı zemin ü asümanı menafi’-i insaniyyeye hadim kılmışdır. İşte bu hikmet-i celile mucebince insan irade-i cüz’iyyesiyle kuva-yı kevniyyeyi teshir ü istihdama muktedir bulunmağla tanzim-i umur-ı alemle mükellef tutulmuş ve ebna-yı beşer beyninde husul-i salah u nizam tevhid-i amal ve menafi’a mevkuf olup insan ise baziçe-i heva-yı nefsani ve nefs-i emmarenin şerr-i ifsad ü iğvasından kurtulmak için muhtac-ı irşad-ı Rabbani bulunduğundan Halik-ı Zü’l-minen hazretleri kemal-i fazl u merhametinden enbiya-yı izam irsali ve kütüb ü ahkam inzali ile akl-i ibtida’inin istihrac u istinbatında güçlük çekeceği masalih-i umumiyye ahkam u kava’idini ve usul-i salah u sa’adetin nur-ı ihlas u iman ile tarik-ı akla tebe’iyyetde olduğunu bildirmişdir ki bu suretle hüccet-i İ lahiyye tamam ve hikmet-i teklif zahir olmuş ve pertev-i akl-ı mehdinin tenvir etdiği minhac-ı müstakımden udul ü inhıraf edenler ayet-i kerimesiyle daire-i hüdadan haric ü matrud kalmışdır. Halik’ın ihsan buyurduğu akıl ve ba’s eylediği enbiya ile fazlı kemal bulmuş olduğundandır ki cumhur-ı e’imme kazıyyesini ve bina’en-aleyh nasb-ı imam hususunun ümmet üzerine vacib olduğunu te’sis ü takrir eylediler. Çünkü ahval-i ictima’iyyeye dair olan tekalif-i şer’iyye ile mükellef ferd mahsus u mu’ayyen olmayıp sadr-ı ayat-ı Kur’aniyyenin suretinde vüruduyla müstedel olacağı vechile muhatab-ı hitab-ı ilahi umum-ı nas olduğundan riyaset-i hükumete gelen zatın hilafeti ancak ammenin kabulüyle sahih olabilir. Halkın bittav’ ve’r-rıza hükumet ü riyasetini kabul etdiği zata bey’ati dahi kendisinin şerayi’-i ayet-i kerimesi delaletiyle umur-ı hükumeti murakabe kaffe-i mü’minine vacib ve hadis-i şerifi mucebince milletin her ferdi hisse-i hakimiyyetden mes’ul olduğuna göre kavanin-i ilahiyye ve menafi’-i milliyyeye muhalif hareketle nüfuz-ı hükumetin su’-i isti’male uğramasına mümana’at amme üzerine lazım olmak mes’uliyetin netayic-i zaruriyyesindendir. Hazret-i Fahr-i Resul Efendimiz’in alem-i ukbaya irtihallerini müte’akıb icma’-ı ümmetle Sıddik-ı Ekber ve ondan sonra vasıyet-i Sıddik’ın tenfizi hususunda ümmetin vakı’ olan sadr-nişin-i hilafet oldular. Hazret-i Ömer irtihalinden mukaddem emr-i hilafeti şuraya terketmekle ehl-i şuranın kararıyla Zünnureyn hazretlerine taklid-i hilafet olundu. Müşarun-ileyhin şehadetinde Medine-i Münevvere’deki cumhur-ı ashabın bey’atiyle Hazret-i İmam-ı Murtaza hil’at-i hilafeti duş-i fazl u şehametine iktisa etdi. Siret-i melekane ve adalet-i insaniyet-perveraneleriyle Hulefa-yı Raşidin namını alan bu Çehar-yar-ı güzin zaman-ı sa’d-iktiranlarında fütuhat-ı müslimim ekasi-i aktar-ı cihana vasıl ve akvam-ı Arabiyye tava’if-i A’cemiyye ile ihtilatlarından ve ağraz u menafi’-i mütehalifenin tesadüm ü tezahumu te’siratından riyaset-i hükumet hususunda tav’ u rıza tecebbür ve tegallübe munkalib olup ta selatin-i Osmaniyye zuhuruna dek bazı şevazz-ı müluk ü hulefa zamanları istisna olundukdan sonra tayi’anesine müraca’ate tercih olunmuşdur. Vaktaki ayet-i celilesine masadak olan şecere-i mübareke-i Al-i Osman revnak-bahş-ı saltanat u hilafet oldular ihya-yı sünnet-i Hulefa-yı Raşidin hususuna i’tina ile ihya-yı ayin-i Din-i Mübin etdiler. Evvela cebr u ikrahı ref’ halkın mübaya’at-i mutava’at-karisine müraca’at eylediler. Saniyen etraf-ı memalike fuzala-yı ulemadan ve erbab-ı salahdan kuzat u nüvvab ta’yini kaza ile tenfizi ayırdılar. Ba’de küşad eyledikleri tarik-ı ilmiyyede yetişdirdikleri ulema-yı a’lam ma’rifetleriyle masalih-ı enamı icabat-ı asriyyeye tevfik için tevsi’-i fetava kazıyyesini takrir ü te’sis ederek kuva-yı selase-i hükumeti hikmet-i şer’ u akla tamamıyle mutabık olmak üzere ta’yin eylemişlerdi ki hamil-i kudret-i teşri’ olan ehl-i ilm ü salah bu teşekkül-i meşru’un netice-i tabi’iyyesi olarak emr-i murakabeyi de ha’iz ve müte’ahhid olmuşlardır. Bu vechile tenfiz ü icra vüzera ve ümeraya hall ü fasl-ı husum ile hikem ü kaza kuzat u nüvvab-ı fuzalaya ve teşri’ u murakabe ile ifta şu’be-i ictihad ü fetvada kabiliyet-nüma-yı fe-i anasır ayn-ı hikmet olan adalet-i şer’iyyeye kemal-i hoşnudi kül-i coğrafisi ve vüs’at-i memaliki ve celali tava’ifi gibi bir takım erbab-ı fesad zuhuru ve memalik-i meftuha üzerinde düvel-i mütecavirenin matami’i netayici olarak edvar-ı ahirede tevali eden muharebat ve ihtilalat-ı dahiliyye ve hariciyyenin ve bunlara zamimeten memaliki defe’atle istila eden emraz-ı veba’iyyenin iras etdiği ta’b ü fütur ile tevlid eylediği fakr u perişani yüzünden nur-ı ilm refte refte zeval yolunu tutmuş ve ilm ü kemal yerine cehl ü dalal ka’im olmağa başlamış ve bu hal devletimizi birkaç kereler inkıraz u izmihlal tehlikelerine düşürmüşdür. Balada arz u izah olunduğu vechile nasb-ı imamın şer’an ümmet üzerine vacib ve hitab-ı Rabbaniye umum nas muhatab ve emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesiyle kaffe-i efrad-ı ümmet mükellef olması dolayısıyla hakimiyet ümmete de raci’ olup ümmeti terkib ü teşkil eden sunuf-ı halk ise vücuh-ı ma’ruzaya bina’en bittabi’ müteselsilen yekdigere zamin ü murakıb bulunmak iktiza edeceğinden herhangi sınıf vazife-i mahsusasında tekasül ü tesamüh gösterdiği halde emr-i idarede hasıl olacak i’vicacı sunuf-ı sairenin doğrultmakla mükellef bulunması zikrolunan bu dakıkaya kelimatıyla tenbih ve Kur’an’daki tehdidiyle yine tekasülden tahzir olunduğu halde bu tenbihat u tahzirat karşısında zerre kadar gaflet göstermekden şiraze-i intizam-ı idarenin halel bulması muhakkakdır. Ma’a-mafih bundan her sınıf-ı halkın umur-ı hükumete hakk-ı müdahalesi olduğu ma’nasını çıkarmak doğru olamayıp bil’akis a’zası millet tarafından müntehab bir hey’et-i murakabenin taht-ı teftiş ü nezaretinde bulunacak olan bir hükumet-i meşruta-i meşru’anın ef’al ü icra’atı her türlü müdahaleden masun bulunur ve böyle bir hükumetin evamirine “semi’na ve eta’na” cevabıyla ita’at ü inkıyad halk üzerine farz-ı ayn olur. Şeri’at-i garra-yı Ahmediyye Devlet-i Osmaniyye’nin üssü’l-kavanini olduğu ve kuva-yı hükumet hikmet-i şer’iyye ve akliyyenin hüsn-i tevfik u imtizacından müterekkib bulunduğu cihetle esas-ı teşkilindeki metanet kolaylıkla pezira-yı tezelzül olamadığından cehl ü nadani zamanlarında bile devlet hey’et-i ilmiyye içinde vücudları inkıta’ bulmayan ve kalblerindeki havfullah sebebine cebabireye boyun eğmeyen ülü’l-azm etkıya-yı ulemanın devam-ı murakabesiyle suret-i teşekkül ü terekkübünü muhafaza eylemiş ve tehlikesine daima ma’ruz olmakla beraber bundan böyle de ila-maşa’allah zıman-ı ilahisinde işaret olunan istikamet-i milliyye ile mazmun u mükeffel bulunmuşdur. Devr-i sabık sülüs-i karn içinde devletin teşekkülat-ı asliyye vü fer’iyyesini tamamıyle teşviş eylemiş olduğundan adalet muhtel ve zulm ü tecebbür şayi’ olmağla sunuf-ı ahali hükumetden müteneffir ve anasır-ı muhtelife arasında şikak u nifak hadis ve bu hal ile evidda-yı hariciyye a’da-yı ecnebiyye ladığı ve Osmanlılık mühlike-i izmihlale doğru sür’atle uçmakda bulunduğu bir zaman-ı müşkilde idi ki medarik-i müstahkeme-i hıfz-ı Rahman’da muhtefi ve müstetir olan fırka-i naciyye-i mücahidin cebabire-i mu’anidine karşı “Allahu Ekber” gülbangıyla rayat-ı ü ref’ ve i’la ma’ruz-ı mehalik olan memleketi muhatara-i inkırazdan ve selasil-i cevr ü i’tisaf ile mağlul ü mukayyed ve giriftar-ı hevan ü mezellet olan milleti makhuriyet ü esaretden tahlis ile na’il-i tebşirat-ı oldular “şekkera’l-lahu sa’yehum”. İşte o kahramanan-ı ümmetin bu hareketleriyle muhbir-i sadıkın haberindeki sıdkı zahir oldu. Elhamdülillahi ala dini’l-İslam. Bu fütuhat-ı celileyi müte’akıb ümmet-i Osmaniyyece erkan-ı bıkasına “afallahu amma selef” keşidesiyle mazmununa iktifa olunması cür’etbahş-ı mahzulin-i eşkıya olup mantukınca hazele-i merkume şekavet-i fıtriyyelerindeki cibillet-i redi’elerini ızharda ta’annüd ü ısrar ederek memleketi evvelkilerinden azim bir tehlikeye düşürmüşlerse de ikame-i şer’ u kavanin ve ihya’-i sünen-i Seyyidi’l-mürselin hususunda Kitab-ı Mübin üzerine el basarak ahd ü misak ile yemin etmiş olan dilaveran heman silah-ı cihadı duş-i hamiyyetlerine ve ümera-yı hamaset-nihadı piş-i sadakatlerine alarak hıfz-ı dürre-i beyza-yı gahları’ndan makarr-ı hilafet olan Belde-i Tayyibe’ye berk-i hatıf sür’atiyle yetişerek alemi kendilerine hayran eylemişlerdir. Karşılarında mukavemet-nüma-yı dalal olan mu’anidini şemşir-i celadetleriyle kahr u tedmir ve elhakk devlet mü’essisleri addolunacak suretde ittihaz-ı tedbir etdiler. ayetinin tasvir eylediği girive-i dalal salikleri ise va’iydiyle ceza-yı sezalarına uğradılar. Hareket Ordusu namını alan bu cem’-i mücahidinin zılal-i rayat-ı necat-gayatında milletin kendi intihabıyla tercüman-ı amali olarak ictima’ eden esatin-i ümmetin kemal-i hürriyetle verdikleri re’ylerin mutabakatıyle ahval-i mevcude hakkında hükm-i şer’i taleb olunarak vazifedar-ı ifta olan ulema-yı a’lamın ittifak-ı arasıyla Meşihat-i İslamiyye’nin ısdar eylediği fetva-yı şer’i mantukunca hakan-ı sabık hil’at-i saltanatdan tecrid ve halen erike-pira-yı hilafet olan padişahımız Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretleri halkın tav’an bey’atiyle bi-icma’i’l-ümme kürsi-i hılafet ü imamet-i mü’minine iclas olundu. İşte bunca devirler ilca’at-ı zaman ile nesyen mensiyyan hükmüne giren bey’at-i makbule-i şer’iyye yerini buldu. Devr-i sabıkın mezalim ü seyyi’atı namahdud olduğu kadar da herkese ma’lum olduğundan onun zevaline şükr ile tafsilinden iba ve istiğna olunur. Devr-i cedid inayet-i Rabbaniyye ile açılmış mehasin devridir. Çünkü ibtidası erkan-ı şer’den büyük bir rüknü ihya eyledi. Bu bir hüsn-i ibtida ve fal-i hayrdır. Bir memleketde husul-i rahat ü sa’adet halkın kavanin-i memlekete tamami-i ita’at ü ri’ayetiyle mümkün olur. Kavanin-i mezkure sekene-i memleket olan halk beyninde hukuk u veza’ifin müsavat-ı mutlaka ile tevzi’ini zamin olmadıkça o ri’ayetin ve bina’en-aleyh matlub olan rahat ü sa’adetin husulüne adliyye ve idariyye şer’-i şerif gibi bir esas-ı metin hükmüne an mazmun u mekfuldür. yolundaki ahbar-ı sahiha kütüb-i dinde nur-ı hüda gibi leme’an etdikçe binde dahi her vazife bir hak mukabilindedir. Vazifeyi tahmil Cenab-ı Hakk’ın zulümden tenzihi zaruriyyat-ı imandan bulunduğuna göre şer’-i şerif-i ilahinin zalimane bir hukmü natık olması mutasavver midir? Fahr-i Rusül Efendimiz’in İslam’ın gayri milletlerden hatta hükm-i İslam’a dahil olmayanlardan nice kimseleri meşmul daire-i istişare ve hurub u megazide kendilerinden ayet-i kerimesinin tasrih-i beliğıyle güzidegan-ı ümmet ma’rifetiyle vücub-i murakabe-i milliyye Kitab-ı Mübin’de mansus ve bu murakıbların şer’an milletin intihabıyla olması masalih-i millete elbette evfak ve tava’if-i gayr-i müslime anasır-ı devletden ve ecza-yı milletden olmak hasebiyle onların da bu murakabeye iştirakleri memleket hakkında evla ve erfak olmağla Meclis-i Meb’usan’ı mukteza-yı şer’in en büyük misali ve Meşrutiyet’i Hilafet-i İslamiyye’nin hakıkı timsali add ü i’tibar etmek lüzumu sabitdir. Kaffe-i re’aya beyninde tevzi’-i hukuk u veza’ifde şart-ı ehliyetle adalet ü müsavat gözetmek hükumete aid olup ahali dahi re’aya vatandaşlarıyla hüsn-i mu’aşeret etmek ve onların her suretle hukukuna ri’ayet eylemek vazifesiyle dinen mükellefdirler. Kur’an-ı Kerim ayet-i beyyinesiyle hıristiyanların müslimine meveddetlerine şahid ve sulehasının necatını natık ve kütüb-i fıkhiyye dinlerinin canlarının mallarının ta’arruzdan masuniyetine dair ahkam-ı sarihayı muhtevi iken kendilerine te’addi dünyada zulme ahiretde nekal ü ukubete mü’eddi olur. ayeti müslümanları ittiba’-ı sünnete ve mekarim-i ahlakı biya Efendimiz kelamıyla ahlak-ı ilahiyye nisi ise bila-istisna amme-i mahlukata şamil bulunmağla ehl-i İslam’ın vatandaşları olan milel-i saireye gılzat u huşunet evamir-i Risaletpenahi’ye alenen muhalefet olur ki bu muhalefeti ayet-i celilesinde vasfolunan zümre-i hasireye dahil olurlar. Bu zümre hakkında ukubat o gibi mütecasir mütecavizler hakkında eşedd-i ceza ile mücazat hükumetçe mukarrer olduğundan hüsn-i mu’aşeret lüzumunun bir lisan-ı mü’essirle avam-ı nasa tefhimi ve tezvirat-ı mefsedetkaranede bulunacak eşirraya kapılmamaları için halkın layenkatı’ irşad ü ta’limi tenbih ü tavsiye olunur. Hazret-i Fahru’r-Rusül sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in kemalat-ı aliyyesi hadd-i ihsadan efzun ve sıfat u hasa’is-ı seniyyeleri daire-i istiksadan birundur. Kemalat u hasa’is-i Muhammediyye’yi vasfedenler gayeti tasavvur edilemeyen bir küllün ancak bir mikdar-ı kaliline vasıl olabildiler. Ve bununçün hakk-ı tavsifden aciz kaldılar. Nazım hazretleri Kaside-i Bera’e’sinde ebyat-ı atiyyede bu ma’nayı pek beliğane ifade etmişdir: Zat-ı Risaletpenah Efendimiz’i ki Kitab-ı Aziz’in ayat-ı celilesi hayret-efza-yı ukul olan evsaf ve me’ali ile tavsif eylemişdir. Artık mümkün müdür ki zeban u hame-i beşer onun evsaf u menakıb-ı nebeviyyesini bihakkın vasfedebilsin? Habib-i Yezdan’ın hakıkat-i sıfat u kemalatını ancak onu Bazıları alem-i menamda Şeyh Ömer bin el-Fariz kuddise sirruhu hazretlerini görüp; “Server-i Ka’inat aleyhi efdalü’t-tahıyyat Efendimiz Hazretleri’nin hakk-ı risalet-me’ablarında ne için medhiye söylemedin?” diye su’al eyledikde şu iki beyit ile cevab vermiş: Nazmen tercümesi: Her ne guna medh edilse Hazret-i Fahr-i Cihan Midhatinde bence kasırdır cemi’-i madihan Ol meh-i hüsnü Huda bizzat edince medh u vasf Hiçdir artık mevkı’-i rif’atde medh-i hakiyan. Ebu-Temmam Buhturi İbn-i Rumi gibi fuhul-i şu’ara’-i mütekaddimin medh-i Cenab-ı Resul-i Ekrem’e tesaddi etmediler. Çünkü medh-i Nebevide ne kadar ıtra edilse yine hakıkate yetişilemeyeceğini bildiler. Fakat şu’ara-i müte’ahhırin yine sıfat-ı Muhammediyye’ye vusul na-kabil-i imkan olduğunu bildikleri halde mahza Hazret-i Fahr-i Alem Efendimiz’e te’alluk ve intisab için na’t ü sitayiş-i nebevisini pek büyük bir vesile-i tekarrüb görerek medh-i Resul-i Mücteba’yı mutazammın nice vadilerde kasideler söylediler. Bunun birisi ve nev’inin yeganesi Hayru’l-vera aleyhi efdalu’t-tehaya Efendimiz Hazretleri’nin menakıb u me’asirini evsaf u şema’il-i seniyyesini hasa’is u mu’cizatını beda’i’-i kemalatını muhtevi imamu’ş-şu’ara eş’aru’l-ulema beliğu’l-fusaha’ efsahu’l-hukema Şeyh Şerefüddin ebu Abdillah Muhammed bin Sa’id el-Busiri kuddise sirruhu hazretleri tarafından nazmolunan meşhur Kaside-i Hemziyye’ dir ki mevzu’unun nefasetine terceman olan üslub-ı müzeyyen ü muhteşemi ma’anisinin ulüvv ü azameti arifane rumuz ü işaratı gibi silsile-i mehasin ü ma’alisi i’tibariyle fesahat ü belağatde hadd-i i’caza tekarrüb etmişdir. Sühan-şinasan-ı efazıl-ı ümmet bu eser-i dil-nişin-i mübarekin meftun-ı mehasin ü ma’alisi olarak mütala’asına bir garam-ı aşıkane abd-i ahkar dahi Hazret-i Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e naçizane bir vesile-i tekarrüb olabilsin niyazıyla kasideyi Türkçe’ye şerh suretiyle terceme etdim. Ve şu yolda husule gelen esere el-Menakıbu’s-Seniyye ala-Metni’l-Hemziyye ismini intihab eyledim. nen Türkçe’ye naklolunup sonra mahsul ü mü’eddaları tevsi’an şerh u izah edildi. Bazı ebyat var ki onlar Türkçe’ye aynen nakledilse şive ve isti’malimiz hasebiyle ifham-ı ma’na kabil değil. Bu nevi’ beyitlerde çar u naçar doğrudan doğruya mahsul ü mü’eddalarıyla lisanımıza terceme edilmek suretine müraca’at olundu. Nazım hazretlerine karşı bazı mevazı’da gerek veka’i’in naklince gerek tertib-i veka’i hususunda gerek ibare ve terkiblerin adem-i sıhhati noktasından vakı’a ile sakıt ve mündefi’ olduğu nümayan olur. Ebyatın dükçe manzumenin icmalen ima ve işaret eylediği kıssalar ber-tafsil serdedildi sırası düşdükçe me’al-i ebyat-ı müsteşhidat Nazım hazretleri bu kasidesini “Ümmü’l-kura fi-medhi Hayri’l-vera” ismiyle tevsim etmişdir. Ümmü’l-kura’nın haki olduğu menakıbın nefaseti ve tarz-ı ifadesinin necabeti arasında bilhassa hafızayı lafzan ve ma’nen tezyin eder iktibaslar ve irsal-i meseller bir berk-ı nur-efşan gibi ara sıra iltima’ eylediğinden alem-i hüsn ü ziynetde Kaside’nin kadr u şanı bir kat daha i’tila eylemişdir. Her nazar u i’tibar ile nefis olup nakş-bend-i hafıza-i müte’allimin olması zevk-ı belağatçe derece-i vücubda bulunan bu eser-i mübarek sair asar-ı nefise arasında bilhassa tedris olunmağa cihet cihet şayestedir. Kaside bahr-ı hafifdendir. Ve ebyatı iki kere fa’ilatün müstef’ilün fa’ilatünden ibaret olarak altı cüz’den mürekkebdir. Bu cüz’lere bazen “habn” ve “kef” illetleriyle alelekser “teş’is” illetleri tari olmuşdur. Ha’nın fethi ve ba’nın sükunuyla “habn”: Istılah-ı aruzda fa’ilatün cüz’ünden elif’i ve müstef’ilün cüz’ünden sin’i ıskat etmek gibi ki ba’de’l-ıskat ta’nın zammıyla fa’ilat kalır. Fakat müteharrik üzerine vakfolunmadığından bahr-ı hafifin altıncı cüz’ünden yedinci harfi ıskat edilmez. Tef’il vezninde “teş’is”: Yalnız fa’ilatün cüz’ünde ve ted-i mecmu’un birinci müteharrikini ıskat eylemekdir ki ba’de’lıskat falatün kalır ve ba’dehu mef’ulün cüz’üne naklolunur. Nazım kuddise sirruhu hazretleri Kitab-ı Aziz’e iktida’en ve hadis-i meşhur ki [ ] kavl-i nebevisidir. Ve ma’na-yı şerifi de; “Her emr-i mühim ki Rahman Rahim olan Allah’ın ismiyle başlanmaya hayr u bereketden halidir.” demekdir. Ona imtisalen kasidesine besmele ile başlayarak demiş ve şi’ire besmele ile başlanmaz sözüne iltifat etmemişdir. Çünkü o söz şayan-ı bahs olmak ile beraber efdal-i ulum u ma’lumatı müştemil bulunan bu misilli kasa’id hakkında değildir. Bu gibi bir kaside besmeleye birçok tesanifden daha cedir ü sezadır. Kasidenin şerrahından Bedr esSavi diyor ki: “Şi’ire besmele ile başlamak ca’iz değildir.” diyenlerin sözü nabeca medh u kadihleri mutazammın bulunan eş’ara mahmuldür ve Cenab-ı Hakk’ın kavl-i kerimi ile murad bu gibi şi’irler inşad edenlerdir. Ama bu kaside-i garra’-i Cenab-ı Risalet-me’ab Efendimiz’in sitayiş-i celiline mazhar olan eş’ardandır. Besmeleyle başla bu na’t-i Resulullah’dır Zikr-i evsaf-ı mu’alla-yı Habibullah’dır Nazım-ı efham Busiri şerh-i siret eylemiş Bir aceb suretle isbat-ı nübüvvet eylemiş Münderic bu nazm-ı enfesde kemalat-ı Nebi Arifane nice esrar u işarat-ı hafi Sanihatı nazımın pek dilnişin ü muhteşem Eylemiş te’yid anı ruh-i Resul-i Muhterem Nefhasında bu-yı feyz-i Ahmed-i Muhtar var Lemhasında nar-ı aşk-ı Server-i Ebrar var Ma-hasal ol nazm ki mevzu’u Resulullah’dır Şübhesiz şayeste-i unvan-ı bismillah’dır Ey asüman-ı izz ü ala! Enbiya’ senin terakkı etdiğin gibi nasıl terakkı edebilirler ki o asüman-ı ma’nevilerden hiçbiri senin derece ve menziletine vasıl olmamışdır. Ya Habiballah! Senin derece ve menziletin mecd ü şerefin indallah pek bülend ü alidir. Zat-ı Risaletme’ab’ın Leyle-i İsra’da Hal ve şe’n ma’nasınadır. Maktu’u’l-bereke demektir. şeklinde Buhari Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar tayy-i mesafe edip buradan semavat-ı alaya ondan Sidre-i Münteha’ya oradan Müsteva’ya daha öte Arş u Refref’e hülasa haysü ma-şa’a’llaha kadar uruc etdin ve her sıfat-ı kemalden ekmeline derecat-ı a’le’l-a’laya vasıl oldun enbiya-i ızam ve rusül-i fiham senin derece-i samiyye-i kemaline ne mümkin terakkı edebilsinler. Bereketzade: İsmail Hakkı Cenab-ı Hak insanı sına’i bir alem sına’i bir mahluk olarak yaratmış ona nefsi için nasıl çalışacağını icada ihtira’a nasıl yol bulacağını göstermiş rızkını elinin emeğine bağlı olarak takdir etmiş daha doğrusu insanı kendi mevcudiyetinin rüknü kendi bekasının medarı kılmışdır. Bu haysiyetle insan darlık yahud bolluk sıkıntı yahud refah vahşet yahud medeniyet gibi halatın umumunu şamil olduğu halde kendi a’malinin eser-i sun’udur. Toprağı sürerek yiyecek tedarik etmesi vahşi hayvanları terbiye ederek hizmetinde kullanması soğukdan sıcakdan taşdan dikenden sırtını ayağını muhafaza için libas pabuç yapması geceleri altında barınacak bir yer hazırlaması ancak dir başkası değildir. Kezalik naz u na’ime debdebe ve ihtişama aid şeylerde insanın bu kadar tefennün etmesi de yine kendi a’malinin suver-i gunagunu kendi efkarının tecelliyatı namahdududur. tabi’ata açarak bir nefeslik hayat istemiş olsa şübhe yokdur ki tabi’at kendisine istediğini vermez. Hatta onu adem uçurumlarına sevkeder. İnsan sun’unda ve ihtira’ında kendisini ma’işetini esbab-ı hayatını çoğaltmak için çalışdığı gibi nasıl çalışacağını bilmek çalışabilmek için de öylece çalışır. O halde san’atı da kendi mahsul-i sun’ı olmuş olur. Demek insan şu’un-ı hayatiyyesinin kaffesinde tabi’at-ı külliyeden ayrı tabi’ata olan ihtiyacı işçinin alete olan ihtiyacı gibidir. nu yine sına’i bir alem buluruz: Şeca’ati cebaneti telaşı metaneti buhlü keremi ulviyeti zilleti hilmi şiddeti hırsı olduğu ilk terbiye ile yetişdiği muhitdeki insanların ahvalinden kendisinde kalan te’essürata tabi’dir. Gaye-i amali tarz-ı tefekkürü temayülü esrar-ı ilahiyi anlamaya iştiyakı yahud tabi’atın arkasından koşması her şey’in hakıkatine nüfuz etmeye heves etmesi yahud daima sathiyyat ile iktifa eylemesi gibi bütün harekat-ı fikriyye kendisinde vaktiyle babasından anasından kavminden kabilesinden elhasıl temasda bulunmuş olduğu insanlardan kalma bir takım vedi’alardır. Lakin doğduğu yetişdiği yerin havası mizacın nev’i dimağın şekli bedenin terkibi gibi esbab-ı tabi’iyyenin a’raz-ı nefsiyye ve sıfat-ı ruhiyye üzerine te’siri olmayarak bunlar yalnız isti’dad u kabiliyet üzerinde o da pek za’if olmak şartıyla bir eser bırakabilirler. Çünkü gerek terbiyeden gerek beraber düşüp kalkılan insanların ahvalinden gerekse erbab-ı irşadın efkarından ruhda hasıl olan intiba’at o te’siri çarçabuk mahvederek evvelden yokmuş gibi bir hale getirir. Evet efkar teceddüd ediyor ma’kulat bir tarafdan doğuyor evsaf yükseliyor himmetler azamet iktisab ediyor. Hatta sonradan gelenler evvelkilere fa’ik görünüyor da bunların hepsi tabi’atın tasarrufatındandır mahsul-i iktisab değildir zannı besleniyor. Lakin işin doğrusu her dikilen ağacın meyvesi her sa’yin neticesi bir masnu’dur ki diğer masnu’a tabi’dir. Demek insan aklı ve evsaf-ı ruhiyyesi i’tibariyle de bir alem-i sına’idir. Bu hakıkat en akıllerin de en basit fikirlerin de şübhe etmeyeceği kadar açıkdır. Bununla beraber hatırınıza getirmiyor musunuz ki a’mal-i bedeniyye ancak ruhun melekatından ruhun aza’iminden sadır olur. Ruh beden üzerinde tara hacet görülmez zannederim. Çünkü zihinlerin bu hakıkatden hali kaldığı yokdur. Ancak sadede girmezden evvel bir kelime-i hak söyleyeceğim ki hiç bir münkirin inkar edeceğini zannetmiyorum. Din vaz’-ı ilahidir. Dini öğreten dine da’vet eden beşerdir. Ukul dini hem mübeşşir hem münzir olan peygamberlerden telakkı eder. O halde min-tarafillah vahye mazhar olmayanlar için din kesbidir. İşte tebliğ ta’lim telkın tarikleriyle menkul olan dindir ki her ümmetde kalbler ile en evvel melekatıyle adatıyle ülfet etdirir bedenleri büyük küçük her türlü harekatına alışdırır. O halde efkar üzerindeki ilk tasarruf bire irşad eden mürşidi dindir. levha üzerindeki ilk nakış nakş-ı dinden ibaretdir. İnsan sair a’male dinin sevkıyle dinin irşadıyla gider. Dinden başka nüfusa tari olan şeylerin hepsi şazdır. Hatta bir adam dinden çıksa dinin kendisinde hasıl etdiği sıfatlardan mümkin değil çıkamaz. Belki dinin intıba’atı bir yaranın iltiyamından sonra cildde kalan eser gibi paydar olur. Bizim asıl mevzu-ı bahsimiz millet-i Mesihiyye ile millet-i de edecek suretde icmal edeceğiz. Diyanet-i Mesihiyye sulh ü müsalemet esası üzerine kurulmuş kısası kaldırmış mülkü saltanatı dünyayı dünyaya aid ihtişamatı atmış hıristiyanlara başlarında hangi sultan olursa olsun münkad olmayı tavsiye etmiş padişahların mallarını padişahlara bırakmış şahsi cinsi hatta dini her türlü münaza’atı men’ eylemişdir. Nitekim İncil’in vesayasından olarak şu sözleri görüyoruz: “Sağ yanağına vuran adama sol yanağını da tut!” Kezalik İncil’in haberlerinden olarak şu hükme tesadüf ediyoruz: “Padişahların hükmü fani olan vücudlara aiddir. Bakı ve hakıkı hükumet ervah üzerine olan hükumetdir ki o da ancak Cenab-ı Hakk’ındır.” Şimdi kim bu diyanetin esaslarına vakıf olur sonra efkar üzerinde dinin azim bir nüfuzu olduğu hakkındaki sözümüzü hatırına getirir daha sonra her hayalin irade üzerinde bir te’siri olup o te’sirin zahir-i bedende mutlaka bir hareketi görüleceğini düşünürse din-i sulh ü selam olan böyle bir dine ittiba’ edenlerin böyle bir dinin aka’idine intisabı olanların halinden tavrından son derecelerde hayrete düşer. Çünkü hıristiyanlar mufaharede debdebe-i hayat ile refahiyet-i ma’işet ile mübahatda adeta müsabaka ediyorlar; leza’iz-i hayatı istifa hususunda hiç bir had tanımıyorlar; memleketler fethetmek aktar-ı ba’ideye müstevli olmak için müsara’atde bulunuyorlar. Her gün fünun-ı harbden yeni bir fen ihtira’ ediyorlar. Adam öldüren alat-ı harbiyye ihtira’ında günden güne ileri gidiyorlar. O aletleri birbirlerinde denedikleri gibi başkalarına da hücum ediyorlar. Askerin ta’lim ü terbiyesi sevku’l-ceyş ta’biye gibi fünunu ilerletmek gün askerlik fünun-ı hazıranın en vasi’ en müşekkeli sırasına geçmişdir. Halbuki dinleri icabınca başkalarının memleketine arazisine istila şöyle dursun kendi memleketlerini muhafazaya bile uğraşmayacaklardı. Diyanet-i İslamiyye’ye gelince; o galebe ve şevket aramak fütuhat ve esbabını te’min eylemek şeri’atine muhalif gelen kavaninin hiç birine iltifat etmemek hangi kuvve-i hakime olursa olsun ahkamını tenfize velayeti olmadıkdan sonra kat’iyyen inkıyad eylememek esasları üzerine kurulmuşdur. Şimdi bu diyanetin esaslarına bakan kitab-ı münzelinden bir sure okuyan adam her türlü şübheden ari bir suretde hükmeder ki: Bu dine intisabı olanların yeryüzünde en muharib bir millet olması alat-ı harbiyye icadında bütün milletleri geçmesi fünun-ı askeriyyede tebahhur için hikmet kimya cerr-i eskal hendese gibi ulumun kaffesini ne kadar mümkin ise o kadar ileri götürmesi kat’idir. Kezalik; ayet-i celilesini te’emmül eden adam yakınen anlar ki bu dinin nişanesini sıbgasını hamil olan insanlar akvam-ı sairenin tegallübüne etmek meyli ile o meyli teskin için takat-i beşerin müsa’id olduğu kadar çalışmak her vesileye müraca’at eylemek azm-i kat’isini hamildirler. Hususıyle ödül mukabilinde bahis tutuşmayı tahrim eden Şeri’at-i İslamiyye’nin binicilik ile atıcılığı istisna etmiş olması düşünülürse şari’in fünun-ı askeriyyeye ne büyük rağbet gösterdiği ayan olur. Lakin müslümanlığın esaslarını tedkık eden zat bu kadar haka’ika muttali’ olmakla beraber son zamanlardaki müslümanların haline bakdığı gibi hayret değil dehşet içinde kalır!.. Öyle ya kendilerinde satvetden kuvvetden eser olmadığı gibi esbabını aramak da yok; fünun-i askeriyyede alat-ı harbiyyede ileri gitmek hevesi mefkud bir halde ki kendilerine herşeyden ziyade vacib olan bu hususda akvam-ı saireden bu kadar geride kalmışlar da şimdi o fenlerde o aletlerde Garblıları taklide mecbur olmuşlar. Birçokları da yabancı unsurların hakimiyeti altına girmiş onlara karşı tezellül etmekde onların ahkamına inkıyad eylemekde. Doğrusu şu iki dini mukayese eden adam Krupp toplarının mitralyözlerin nasıl olup da evvelkisi ile mütedeyyin olanların tarafından icad olunduğuna martinlerin mavzerlerin müslümanların memleketinde yokken hıristiyanlarda bulunduğuna yeni usuldeki istihkamatın zırhlıların galebe ve harb ehli olan müslümanların eliyle yapılmayarak sulh ü müsalemet ehli bulunan hıristiyanlar tarafından yapıldığına hayretler içinde kalır. Nasıl olur da en büyük bir hakim hayretde kalmaz en nafiz bir nazar hakıkate vusulden aczini i’tiraf etmez? Acaba geçen asırlar geçen devirler her iki dinin kalblerde rüsuh bulmasına kafi mi gelmedi? Acaba her iki tarafdaki insanlar uzun bir müddetden beri aka’id-i diniyelerini bir tarafa mı bırakdı? Acaba hıristiyanlar din namına yalnız Musa’nın şeri’atini almak Yuşa’ bin Nun’un siretine ıktifa etmek ile mi lan hutbelerin mev’izaların arasında gerek bilerek gerek bilmeyerek hud mu’allimlerin şeri’ati neşre me’mur olanların kalbine da kanun-ı ilahi mi değişdi? Yahud mecra-yı tabi’at tebeddül etdi de bu iki dinde ebdan mı ervaha mutasarrıf oldu? Yahud ervah üzerinde fikirden hayalden başka bir müdebbir mi peyda oldu? Yahud efkar üzerinde en birinci hakim en büyük mü’essir din iken artık o kuvvetin vücudu büsbütün mü kalkdı? Acaba illetle ma’lul arasındaki münasebet esbab ile müsebbebat meyanındaki irtibat mı kalkdı? Bu kadar esrar bu kadar muammalar nasıl anlaşılacak? Şu hali ecnas arasındaki ihtilafa hamledebilecek miyiz? Halbuki her iki milletin evladından birçoğu aynı asla ric’at ediyorlar ensabda birbirine yaklaşıyorlar. Kezalik bu hali mekanlardaki mensub olan halkın kısm-ı a’zamı aynı memleketlerde aynı muhitlerde yaşıyorlar. Dinlerinin hengam-ı şebabında iken müslümanlardan gözleri kamaşdıracak akıllara dehşet verecek işler sudur etmedi mi? İçlerinden Acemler gibi Arablar gibi Türkler gibi bütün dünyayı zabtederek arş-ı hakimiyyete yükselen akvam zuhur eylemedi mi? Ehl-i Salib muharebelerinde müslümanlar toplara benzer bir takım alat-ı nariyye kullanmışlardı ki bundan hıristiyanlar fena halde ürkmüşler mahiyetini de anlayamamışlardı. “Sultan Mahmud-ı Gaznevi Hind’de bulunan putperestlerle muharebe ederken top kullanmış idi. İşte sene-i hicriyyesindeki galebesi bu sayededir. Hıristiyanlar ise o tarihlerde topa tüfenge dair bir şey bilmiyordu.” Pek a’la hangi inayet-i gaybiyye millet-i Mesihiyyenin eline yapışdı da onu dininin erkanı meyanında bulunmayan bir gayete doğru sevketdi? Kezalik hangi sadme-i semaviyye müslümanların göğsüne indi de en birinci fariza-i diniyyelerini Bu makam makam-ı hayretdir. Bu tehalüfe elbette bir sebeb vardır. Tafsili uzun sürerse de biz mücmelen söyleyeceğiz: Diyanet-i Mesihiyyenin Avrupa’da gölge salması te’ammüm etmesi Romalıların yüzündendir. Onlar eski dinlerinden tevarüs etmiş oldukları aka’id ü adab ile oradan gelen melekat ü adat ile me’luf idiler. Din-i Mesihi öyle bir suretde geldi ki hiç o adata o melekata ilişmedi. Ezhana hululü kuvvet şiddet tarikleriyle değil ikna’ etmek zihinleri yatışdırmak tarikıyla idi. Bina’en-aleyh din adeta bunların libasına bir zinet oldu seleflerinden tevarüs etmiş oldukları şeyleri kendilerinden selbetdi. Bununla beraber İncil’in nası sulh u müsalemete da’vet eden sahifeleri edvar-ı sabıkada herkesin ma’lumu olan haka’ik sırasında değil idi. Onları ancak ru’esa-yı ruhaniyye bilebilirdi. Sonra Roma papazları mansıb-ı teşri’a geçerek Ehl-i Salib muharebatını evamir-i diniyye sırasına koyarak din namına halkı bu muharebelere da’vet edince bu da’vetin asarı zihinlerde aka’id-i diniyye ile birleşdi artık usul-i diniyye sırasına geçdi. Bunun üzerine Avrupa’daki Mesihilerin aka’id-i esasiyyeleri tezelzüle uğradı. Artık şi’alar fırkalar zuhura gelerek saltanat-ı diniyye münaza’atı başladı. Hıristiyanlığı kabul etdikleri sırada veraset suretiyle malik bulundukları harb ü darb isti’dadı o zamana kadar tohum halinde Müslümanlara gelince bunlar dinin bidayet-i zuhurunda bu kadar muzafferiyata na’il olmuş bütün akvam-ı dünyaya bürünmüş bir takım herifler türedi. Bunlar dine birçok bid’atler sokdu dinden olmayan şeyleri usul-i diniyye meyanına manlar arasında intişar eyleyerek zihinleri zehirlemeye başladı. Bu mezheb bir tarafdan halkı sa’y ü amelden alabildiğine tenfir etmekde iken diğer tarafdan üçüncü dördüncü karn-ı hicride türeyen bir alay zındikların mezahir-i vücudu bir takım müfterilerin kalblerde şehametden himmetden eser bırakmayacak ruh-ı gayrete semm-i katil gibi te’sir edecek bir yığın hadisler uydurarak sahib-i şeri’ate nisbet cinayetinde bulunması işi büsbütün çığırından çıkardı. Vakı’a sahihi batıldan ayırmak için kıyam eden erbab-ı hak yok değil idi. Lakin bunların daire-i irşadı avam-ı nası dukdan dinin Peygamber tarafından ashabı tarafından tebliğ olunan usul-i hakıkısine umumi irşad mes’elesinde taksir edilmeye başladıkdan sonra doğru sözlerin artık te’siri olmuyordu. Bina’en-aleyh dinin usul-i kadimi vechile ta’limi mahdud yerlerde mahdud insanlara münhasır idi. Zannederim ki müslümanların tevakkufuna daha doğrusu ric’atine başlıca sebeb budur. Evet çekdiğimiz felaketler hep bunun yüzünden geliyor. Şu kadar var ki dine arız olan bu gibi arızalar kesif bir perde yerini tutmakla beraber aka’id-i sahiha-i İslamiyye ile bunların arasında bir tedafü’-i daimi mevcuddur. Hak ile batılın arasındaki niza’ ise hastalık ile bünye beynindeki müdafa’aya benzer. Bir de madem ki din-i hak ilk sıbga-i ilahidir madem ki onun ziyayı mübini bu kadar bulutların altından zaman zaman zahir olmakdadır şübhe yokdur ki günün birinde büsbütün meydana çıkarak olanca feyzıyle tecelli edecekdir. Mısır Müftüsü Merhum Şeyh Muhammed Abduh Mütercimi: Mehmed Akif Bu def’a enzar-ı ammeye vaz’ etmek istediğim mutala’a pek mühimdir. Maksadım arz-ı ma’lumat değil ulema-yı a’lam ve hey’et-şinasan-ı ümmete yeni bir bab-ı münakaşa küşadıyle vuku’ bulacak akval ü muhakemelerinden hemcins ve hem-nev’imin istifade etmesidir. Zira hakıkat telahuk-ı mutala’at ile tezahür eder. Bir fikir ne kadar selim olursa olsun diğerinin nazariyesinden müzaheret görmek ister. Efkar-ı beşeriyyenin te’alisi beşeriyetin tekamülü bu suretle tecelli etmekdedir. Meslek ü intisabım hasebiyle birçok zamandan beri aftab-ı ufk-ı irfan olan Kur’an-ı Celilü’şşan’ın ayat-ı celilesi arasında ecram-ı semaviyye ve sükkanına dair bir hükm-i ilahi bulmak ve onunla hey’et-şinasan-ı asrın istikşafat-ı ahiresinden istihsal edebildiğim bida’amı te’yid etmek hevesi fikrimi işgal eder dururdu. Bugün Sure-i Celile-i Şura’nın ayat-ı hikmet-beyanından olan este’izü billah ayet-i kerimesi kuvve-i fikriyyemi işrak etdi. Elfaz ü me’ani-i aliyyesi karşısında derin bir tahayyüre tatlı bir istiğraka daldım. Mükerreren okudum okudukça zevk-i heybetden müterekkib bir hiss ile mütehassis oluyordum. Hülasaten şu –yer ile gökler ve oralarda neşir buyurduğu hayvanatın halk u icadları Cenab-ı Hakk’ın kudret ve san’at-i hakimanesine delalet eden ayat-ı Rabbaniyyedendir. Cenab-ı Kadir-i Mutlak hazretleri meşi’et-i ilahiyyesi te’alluk edeceği zamanda bu mahlukatın cem’ine kadirdir– me’al ü ma’nayı ifham buyuruyordu. Bir neş’e-i ruh-efza ile düşündüm: zamirine semavat ü Arz’dan başka merci’ yok. kelimesinin mutlaka hayvan ma’nasına olduğunu ayet-i celilesi tasrih ediyor. Demek ki keşfiyat-ı ahire vechile Küre-i Arz gibi bazı ecram-ı semaviyye de hılkat ü tabi’atleriyle mütenasib hayvanat ile meskun bulunduğu Kur’an-ı Kerim ile te’eyyüd ediyor dedim. Daha ziyade ta’mik-ı fikr etdim. Gördüm ki ayet-i celile yalnız bazı ecramın meskun olduğunu ifhamla da kalmıyor. Cüz’-i ahiri olan mantukunca sükkan-ı sema ile sükkan-ı Arz arasında atiyen bir vasıta-i muvasalat veya mühabere keşfedileceğini ve bu vasıta ile zemin ü asüman sekenesinin hakıkaten veya hükmen ictima’ edeceklerini de beyan buyuruyor. O zaman neş’e ve hayretim teza’uf etdi. Beyzavi merhumun tefsirine müraca’at etdim. Merhum-ı müşarun-ileyh fenn-i celil-i tefsirde bülend-iktidarıyle beraber ayet-i celile-i mezkurede mikyas-ı tefsiri lüzumu nisbetinde tevsi’ etmemiş. Zira “dabbe” kelimesini müsebbibin sir ediyor. Bununla sükkan-ı semanın mela’ikeye münhasır bulunduğuna işrab etmek istiyor. Hakıkatin iradesine mani’ bir karine bulunmadıkça lafzın mecaza hamledilmesi kabul edilir tevcihlerden olmadığından hakıkatden sarfı için bir karine taharrisi hususunda i’mal-i fikr etdim. O zamanki ilm-i hey’et nazariyesince ecramın meskun olmadığı fikr ü zehabı karine-i mani’a olmak üzere varid-i hatır olduysa da kat’iyet hasıl etmeyen nazariyeler elfaz-ı Kur’aniyyeyi hakıkatlerinden sarfedecek kuvveti ha’iz olamayacağı mülahazası beni bir karine-i diger taharrisine sevketdi. Halbuki başka karine yok. Hususiyle hayat-ı hayvanat ile dabbe kelimesinin ma’na-yı tazammunisi olan meşy ü hareket arasındaki sebebiyet-müsebbibiyet alakası epeyce bahis götürür. Zira “debibi hayvanat hayatdan değil irade-i ihtiyariyye ve sevk-i tabi’atden mütesebbebdir” diyenlere göre hayat sebeb-i ba’id ve belki eb’ad kalır. Tefsir-i mezkuru ta’kıb etdim. Bir ikinci tevcih de musadif-i nazarım oldu. Bunda “dabbe” lafzı hakıkate yani ale’l-ıtlak hayvanata sarfedilmiş fakat hayvanatın münhasıran Küre-i Arz’da bulunduğu nazariyesini ibka etmek için zamir-i tesniyesinde temehhul ve ihtiyar-ı tekellüf ediliyor. Müfessir-i merhum lafz-ı mezkuru hakikate haml ettikden sonra guya kendisine şu –rub’-ı meskunda hayvanat mevcud ise de semada öyle bir şey yokdur. Nasıl oluyor da daki tesniye zamiriyle beraber “dabbe” lafzından ma’na-yı hakıkı kasdetmek sahih oluyor– su’al irad ediliyormuş da ona cevaben; “Birinde mevcud olan hayvanat filcümle ikisinde mevcud yani ikisinde mevcud gibidir.” diyerek zamir-i tesniye için mesağ-ı lafzi gösteriyor. Ve bu temahhul ile “dabbe” lafzından hem ma’na-yı hakıkı kasdedilir hem de ecram-ı semaviyyenin hayvanat ile meskun olması lazım gelmez demek istiyor. Anladım ki bu ikinci tevcih de ecramın meskun olmadığı tasvirine ibtina etmiş bir tevcih-i za’ifdir. Zaten müfessir-i müşarun-ileyh de ikinci derecede zikretmekle bunun za’fına işaret buyuruyorlar. Zira bir şeyde mevcud bir madde veya bir halin iki şeyde mevcud gibi olması o iki şey’in hükmen bir olmasıyla meşrutdur. Mesela ayaklarımıza giydiğimiz mestler iki dane ise de bir insan için ikisinin bulunması aynı derecede lazım olduğuna ve birinin isti’malden sukutu digerini de iskat edeceğine bina’en mestlerin ikisi bir mest hükmündedir. Bunların bir danesi yırtılsa mest sahibi; “Mestim kopdu.” diyebileceği gibi; “Mestlerim kopdu.” cümlesini de söyleyebilir. Birinde mevcud olan yırtıklık ikisinde mevcud gibidir. Halbuki semavat ile Arz böyle değildir. Bununçün ecram-ı semaviyye hayvanatdan hali olmakla beraber yani yer ile göklere yayılan hayvanat ta’bir edilemez. Arz’da mevcud olan hayvanatın semada mevcud gibi olması semada mevcud kevakibin Arz’da dahi mevcud gibi olması kadar kabulden uzakdır. Bununçün zaten nazar-ı müfessirde dahi za’if olan tevcih-i sani-i mezkur da ayet-i celilenin ilk tecellisinde bahşetdiği zevk u neş’eden beni çevirmedi. Bütün ruh u vicdanımla ve ehemmiyet-i mahsusa ayetini nazar-ı şuhud u mutala’ama aldım. zamirinin semavat ve Arz’a rücu’undan ziyade nazm-ı celilindeki zamiri gibi ye rucu’u ile edat-ı şartları arasında ulema-yı kiramın beyan buyurdukları fark yani kelimesine medhul olan cümle mazmununun muhtemelü’lvuku’ ya medhul olan mazmunun kat’iyyü’l- vuku’ bir emr-i müstakbel idüği inkişaf u tecelli etdi. O vakit Kur’an-ı Celilü’ş-şan’ın ilm-i hey’et mütehassıslarının istikşafat-ı ahiresi vech ile bazı ecramın meskun olduğunu bundan başka beni-beşerin sanayi’-i bedi’a ve tasarrufat-ı harika-nümasındaki vüs’at ve iktidar hal-i hazırı derecesinde kalmayıp kudret-i kamile-i Samedaniye atiyen beni-beşer ile sükkan-ı sema arasında bir vasıta-i muvasale veya muhabere icad buyurmak suretiyle nüsha-i kübra-yı hakıkatinde sera’ir-i ka’inatı cami’ olan insanın hal-i hazırından ziyade terakkı ve te’ali edeceğini ihtiva eylediğine kana’at-i kamile hasıl etdim. –İlkbaharda– Bütün bir kış didinmekden yorulmuşdur deniz artık Baharın ibtidasında o hırçınlık muvakkatdir; Bulur a’sabı sari çin-i peyderpeyle durgunluk Bu hali bir sükunet-yab olan asar-ı hiddetdir. Bütün bir kış o tahrib etdiği daman-ı sahilden Öpen emvacı rikkatle mu’afiyyet diler guya; Kışın korkunç kudurmuş dağları ihtar eden derya Boğup mahvetdiği ecsad için şimdi okur şiven. Semadan yırtılır zulmet eder bir mavilik hande Ve sanki gayeti firdevs olan bir rah-ı tabende Açar deryaya bir seyyale-i rahmet düşüp Ay’dan. Güzellikler bizim ebharımızdan feyz alır her an; Öperken damen-i haki esatiri feşafeşler Köpüklerden Venüsler bin güzellikler zuhur eyler. –Yazda– Güneşin cirmi re’se gelmiş de Döküyor şu’leler sıcak sessiz; Yine yaldızlı bir cibinlikde Uyuyor sanki mavi gözlü deniz. Uçuşur asümane titreşerek Bir heyula ve gölge hale hayal Gibi bahrin tebahhuratı… Bu hal Yemm-i habidenin heman sönecek Sanılan muhtazır nefesleridir. Gece ufkun gümüşlü perdeleri Açılıp yar-ı leyl olan o peri Gülerek cevv-i asümane gelir. O vakit damen-i beyazı onun Öpülür busesiyle dalgaların. –Sonbaharda– Serin serin esiyor şimdi bad ufuklardan Semada pek yaramaz bir çocuk likası gibi Zaman zaman mütegayyir zaman zaman asi. Siner denizlere yağmurla sanki hüzn-i hazan. Zemini göklere rabit nitak-ı ufka karib Şikeste bir kanadın ihtizaz-ı bitabı Uzakda okşayarak sanki safha-i abı Bahar ümmidini duşünde eyliyor tagrib. Güneş gurub ediyorken züyul-i zerrini Düşer de safha-i emvaca çırpınır yıkanır Bu sonbahar denizinde harareti azalır. Kenara dalgaların her temas-ı pür-çini Hiram-ı şuh ile tavus-reft bir kadının Eteklerindeki çırpıntılar kadar hırçın… –Kışda– Bir zulmet-i dehhaş ile bin kahr-ı ilahi Etmiş gibi afak-ı mehabetde tecelli Şeb korku veren ejder-i hunhar ile mali Kükrer bağırır ka’r-ı şerer-nak-i siyahı. Derya kuduran hayye gibi yükseliyor gah Her hamle ile püskürüyor göklere zehr-ab; Zulmetler içinde ona bir lem’a-i bitab. Sahilde o dendan-ı temeshur ile guya Atiye gülen kal’anın enkazına derya Pür-velvele çarpmakla gıriv-aver olurken Nagah atılır taşlara bir yük dolu yelken Kaç aile ümmidi batar burda; ne meş’um Mazgalda gülerken ona bir kahkaha-i bum! YAD-I MAZI Demiryolu’na bahren mahrec ittihaz kılınan mahal işte bu kasabadır. İleride Bağdad Hatt-ı Kebiri Hicaz Demiryolu’na ayrıca bir hat ile vasledildiği suretde bu kasaba Bahr-ı Sefid’de mühim bir mahrec olur. Hicaz hattı siyasetce askerlikce ticaretce ve sair hususat-ı mühimmece mülke semerat-ı la-tühsa nisar edeceğinden bütün alem-i İslamiyet’in şükranına cihet cihet şayestedir. Şübhesizdir ki Hicaz ve Bağdad hatlarıyle derun-ı memalikden Haremeyn-i Muhteremeyn’e ve daha ileri Hıtta-i Yemaniyye’ye kadar ve diger tarafdan dahi payitaht-ı saltanat-ı seniyyeden Bağdad’a ve Basra’ya dek amed ü şüd kesb-i sühulet edince nüfuz-ı devlet sür’at-i berkıyye ile bir anda Hicaz’da Yemen’de Irak’da şa’şa’a-paş olur feyz-i inbatı alemi hayran eylediği halde şimdiye kadar vadi-i vahşet olmasını reva gördüğümüz o bipayan arazide saha’if-i tarihin bize nakl ü tebliğ eylediği vech ile karyeler kasabalar teşekkül eder şevket ü kuvvet-i devlet dü-bala olur. Hayfa kasabasını dolaşdık. Sonra Alman karyesine gitdik. Karyenin manzara-i umumiyyesinden bir ehl-i hırfet ü hıraset aramgahı olduğu nümayan. Öyle mükellef ve müzeyyen kaşaneler köşkler yok. Fakat cebelden sahile doğru bir istikamet ve renkde iki geçeli inşa edilmiş o küçük haneler hakıkaten dil-rüba. Evlerin önlerinde kendilerine göre çiçek bahçeleri ve arka tarafda her hanenin hayvanat ve müştemilatı için mikdar-ı kafi avlusu var. Sokakların iki canibinde vakı’ sıra hanelerin yüz yüze mukabil düşen cihetleri arasında geniş geniş caddeler açılmış olduğu gibi bunlarla arka tarafdan avluları biri birine karşı gelen diğer sıra haneler arasında da on-onbeş zira’ mikdarı yollar var. Köyün sürüleri ekin ve saman arabaları avlu kapılarının açıldığı sokakdan işlediğinden köyün caddelerinde fışkı ve bir saman çöpü görülmez. Her hanenin üst katına çıkıldıkda karşına gelen odanın kapısına mukabil duvarına bir Arz-ı Filistin haritası asılı ve haritanın önündeki sehpa üzerine de üstü yeşil çuha ile örtülü büyük hacimde Kitab-ı Tevrat ve Ehl-i karye hemen umumiyet ile zürra’dır. Fakat bir köyün te’sisi ve zinet ve umranı için mi’mar mühendis dülger duvarcı demirci marangoz serrac gibi vücudu zaruri olan hırfet ashabı bulunduğu gibi tabibleri eczacıları da vardır. Geceleri köy bekçileri etraf-ı karyede nevbet beklerler. Bunlar tabi’iyet-i asliyyelerini muhafaza ediyorlar ve hatırımda kaldığına göre hükumet-i mahalliye ile münasebetleri yalnız a’şar vermekden ibaret kalıyor. Köyün kilisesi mektebi bir hey’et-i ihtiyariyye odasıyla bir ufak oteli var. Biz orada iken naklederlerdi ki Almanya’dan biri buraya ailesiyle hicret edip yerleşmek istese bu arzusunu bir mektubla muhtar-ı karyeye bildirerek matlubu olan hanenin mektubuyla birlikte gönderdiği harita mucebince kaça yapılacağı ve arsası ne kadara alınabileceği gibi ahvali isti’lam muhtar da hey’et-i ihtiyariyye ile daha huzuru mu’tad olanları odaya da’vet edip harita görüldükden ve müfad-ı mektub ma’lum oldukdan sonra cereyan eden müzakerenin netice-i hasılasını sahib-i mektuba cevaben de tebliğ olunan kıymet ü mesarifin karşılığını poliçe ile göndermesi üzerine derhal arsa iştira ve hane inşa edilerek keyfiyet kendisine telgrafla bildirilir o dahi ailesini müstashıben Hayfa’ya gelip doğruca hanesine inermiş. Muhacirin-i merkume pek çalışkan adamlardır. Kermil eteklerindeki taşlıklara caraskal alatıyla toprak çıkararak oralarda bağ yetişdirmişler usul-i cedid üzere kendi tarlalarını ekip biçdikden sonra komşuları bulunan Hayfa ahali-i asliyyesinin mezra’alarında dahi ücretle çalışırlar. Hayfa ile Akka arasında ve yine Hayfa ile beş-altı sa’at mesafede bulunan Nasıra beyninde “keruse” işledirler. Zeytin ağacından masalar çekmeceler ve sair şeyler yaparlar müvellidü’l-buhar Akka’da iken yüz-yüzelliden mütecaviz haneleri var idi. Sonraları nüfusları tezayüd ederek karye pekçok daha tevessü’ ve terakkı etmiş ve bir takım kargahlar arasında masbanasabun fabrikası demekdirları dahi ihdas olunmuş. Avrupa sabunları şekl ü tarzında olarak orada i’mal olunan rengarenk kokulu kokusuz tuvalet sabunlarından ahiren İstanbul’da me tarafından gönderilmişidi; hakıkaten pek güzel. Lakin bu adamlar pek donuk ve pek muta’assıbdırlar. Yüzlerinde asla asar-ı beşaşet görülmez bir san’atkara yapdırdığın bir şey’i Pazar günü almak icab etse dükkanın yanında oturduğu halde dükkanı açıp o şeyi vermek şöyle dursun cevab vermeye bile tenezzül etmez. İşte bir millet hıref ü sanayi’de bi-behre olup da ağyara arz-ı iftikar ederse kendi vatanında kendi parasıyla muhakkar olduğuna bu bir örnek olduğundan bizim için bu gibi binlerce ahval şayan-ı kendimizi adam vatanımızı gülzar-ı sa’adet edelim. Devrimiz zaman-ı akval değil asr-ı ef’aldir. Onsekiz-ondokuz sene kadar sonra Beyrut’da bulunduğum esnada işitmiş idim ki Rusya’dan iltica eden Yahudiler tarafından da Hayfa kasabasının cenubundan iki-üç sa’atlik mesafede Zemarin namında bir köy i’mar edilmiş. Köyün etraf u havalisinde dairen-madar birkaç sa’atlik arazide dutluk gülistanlar bağlar mezra’alar vücuda getirilmiş. Karyenin tarz-ı dilnişin üzere inşa edilip nihayet tevessü’ ederek ma’mur u müzeyyen bir kasaba şeklini almış olduğunu görenler söylüyorlar idi. Kasabanın ortasındaki tepe üzerinde kütübhane hastahane mekteb ve sair mebani yapılmış tepeye makinelerle sular çıkarılıyormuş. Veka’i’-i asriyyenin aca’ib ü gara’ibindendir ki bir devlet bazı Yahudileri dad ü sitedde halkı ve bilhassa köylüleri aldatdıklarına veyahud başka her ne esbaba mebni ise mülkünden koğduğu halde Memalik-i Osmaniyye’ye hicret edenlerini o devletin konsolosları himaye için hükumete karşı nice şiddetler gösterirler. Nitekim bir diger devlet de aba’-i yesu’iyyunu kalem-rev-i hükumetinden ihrac etmekde ve mekteblerini sedd ü bend eylemekde iken mülkümüze ve hassaten Beyrut’a ayak atar atmaz konsolosları bunların ve mugayir-i kanun-ı devlet küşad etdikleri mekteblerinin üzerine zahirde cenah-ı re’fetlerini yayarak birinci hamileri kesilirler. Ta bu mertebe baziçe-i siyaset hande-feza ise de bu makule mesa’ilden dolayı mu’amelat-ı hükumet pek çok def’a rahnedar edilmiş ve la-yuhsa ahval-i garibe cereyan etmişdir. Bereketzade İsmail Hakkı Temmuz sene tarih ve numerolu risalenizde Rusya Tatar muharrirlerinden Kazanlı Ayaz nam zat-ı muhteremin sade Türkçe lisanı hakkındaki bir makale-i güzidelerini okudum. Hakıkaten Türkler için mes’ele-i hayatiyye teşkil eden işbu lisan mes’elesi o kadar güzel izah edilmiş ki okudukça muharrir-i muma-ileyhi bütün mevcudiyetimle alkışladım. Ve fikirlerine iştirak maksadıyla bu hususda birkaç satır yazı yazarak muhterem risalenize dercedilmesini rica eylemeği vecibeden addeyledim. Erbab-ı ma’arifin meşhudu olduğu üzere neşredilmiş veya edilmekde bulunmuş olan asar-ı kalemiyenin cümlesi lisan-ı edebi üzere yazılmakda olup sade kaba Türkçe yazılmış asarımız heman yok gibidir. Hatta fi-zamanina neşredilen cera’idden yalnız bir-ikisinde sadelik ve açıklık ciheti iltizam edilip digerleri kamilen lisan-ı edebi üzere yazılmakdadır. Bu gazetelerden biri Balkan digeri de İzmir’de münteşir Köylü gazeteleridir. Köylü gazetesinin oralarda ne derece rağbet kazandığını bilemez isem de el-yevm Filibe’de neşrolunan ve buralara gelmekde olan Balkan gazetesi pek ziyade mazhar-ı rağbet olmakdadır. Çünkü yazılan makalat mümkün mertebe açık bir lisan ile yazıldığı için biraz okuyup yazması olanlar gazeteyi okudukları zaman ne demek Halbuki diger cera’idimizi okuyanlar yalnız tahsil-i ali görmüş olanlardır ki taşralarda bunların mikdarı pek azdır. Bir köylü okuyup yazmasını bilse bile cerideyi değil okumak eline bile almıyor. Esbabı? Çünkü mündericatından hiçbir şey anlamıyor. Ona anlatmak için yanında edebiyata vakıf bir tercüman bulunması lazım gelir ki bu mümkün değildir. Şu cihet ma’lum oldukdan sonra muhterem erbab-ı kaleme min-gayri haddin şu su’alin tevcihini münasib görüyorum: Cera’ide yazı yazmakdan neşr-i asar eylemekden maksad nedir?.. nülecek olursa sade ve açık bir lisan ile de neşr-i asar edilmesi tarafdarlarına hak verilmesi icab eder sanırım. Çünkü nur-ı ma’arif bizde henüz layıkı vechile neşr-i ziya edemediği cihetle el-yevm dürus-i edebiyye tahsil etmiş zevat pek azdır. Halbuki yazdıklarımızla efkar-ı umumiyyeyi tenvir ve efkarı istediğimiz bir mecrada cereyan etdirmek maksadına hizmet eylediğimiz halde taşra sakinlerini biçare cahil köylüleri hiç düşünmüyoruz. O zavallıların hemen kaffesi değil edebiyata vakıf olmak hatta okuyup yazmak ni’metinden bile mahrumdurlar. O halde şu mülahaza varid-i hatır olabilir: Köylüler okuyup yazmak bilmedikleri halde sade bir lisan ile yazılmış ceride veya asar-ı saireyi de ellerine alsalar ne anlayacaklar?.. Evet anlarlar! Çünkü bazı köylerde iki-üç okur-yazar bulunabilir. Bu zatların ellerine öyle matlub vechile yazılmış bir gazete veya risale geçerse köylerde Cum’a günü namazdan sonra veya akşam namazlarından sonra cami’in dışarısında münasib bir mahalde ictima’ etmek adeti olduğundan o ictima’ mahallinde gazete veya risaleyi köylülere okur ve onlar da hiç müşkilat çekmeksizin tercümeye hacet kalmaksızın ne demek istenildiğini anlarlar. Böylelikle sahib-i makale veya eser matlub olan efkar-ı umumiyeyi celbeyler. İşte o biçarelere bu sayede ifham-ı meram edilebilir. Yoksa umuma tevcih edilen bir fikri şa’irane edibane bir tarzda yazmakla efkar-ı umumiyye hiç bir zaman celbedilemez. Zaman-ı hazır bunu icab eder. Bir de neden lisanımıza bir mecburiyet-i kat’iyye hasıl olmadıkça lügat-i ecnebiyye karışdıralım sade bir ifadeyi kaba olsun? Türkçe şi’irler yazan üstad-ı muhterem Mehmed Emin Bey’in eş’arını insan okuduğu zaman ne kadar mütelezziz ne kadar müteheyyic oluyor. Mir-i muma-ileyhden yazılmış daha birçok asar-ı manzume ve mensurenin neşrini Sahib-i makale Kazanlı Ayaz Efendi’nin dediği gibi eğer bizde hakıkaten fikr-i istikbal mevcud ise ve inkıraza mahkum bir millet olmakdan kurtulmak arzusu varsa efkar-ı umumiyyeyi tenvir etmek lazım gelir ki bu mes’ele-i mühimme de lisanımızın sadeleşdirilmesi suretiyle neşr-i asar edilerek efkar-ı ahaliyi böylelikle sa’y ü gayrete ve iktisab-ı nur-ı ma’rifete teşvik ve terğib ile hallolunur. Kaba Türkçe’ye elyevm şiddetle muhtacız menfa’at-i vatan ve millet bunu Emin olmalıdır ki edebi yazılan makale ve eserlerin buralarda rağbet-i umumiyeye mazhariyeti pek mahduddur. Çünkü anlayan pek az. Bunu ezberden söylemiyorum; dolaşdığım gördüğüm kura ve kasabat ahalisindeki tedkıkat ve müşahedatıma bina’en söylüyorum. Bunun için muhterem erbab-ı kalemimizin kemal-i ehemmiyet ve ciddiyetle nazar-ı dikkatlerini celbeyler ve bu hususda yazı yazacak olanlara da ayrıca minnetdarlığımı arzeylerim. Mülazim H. Macid Doğruyol’un kırkaltıncısında Kazanlı Ayaz Efendi’nin yazdıklarını okudum. Öteden beri “Türkçe’ye Arabca Farisice sözler karışdırılmazsa kabalaşır.” diyenlerden hele Fransızca laflar karışdıranlardan pek sıkılır bayağı kızar onlara yarış okuyacağım gelirdi. Bunlara karşı Ayaz Efendi’nin sözlerini çok beğendim; sevincimden el çırpdım alkışladım. Bu sevinçle kabaran gönlümü birkaç lakırdı söylemekden bir türlü vazgeçiremedim. Bu yaprağı Türkçe yazmakla beraber geçen Osmanlı bayramında okumak üzere yazmış da bir köşe bulmağa elverişli görür yanlışlarını düzeltirseniz kendimi mutlu sayacağım. Sözümden yazdığımı beğendiğim anlaşılmasın. Ancak; “Türkçe’ye yabancı laflar karışdırılmazsa kabalaşır.” diyen Türklere gözünü Şam’da açmış Türkçe’yi Arablar içinde öğrenmiş bir Çerkesin Türkçesi’ni göstermek istiyorum. İşte uzun uzadı iki yaprak doldurdum. Bakalım yazdığım sözlerin hangisinde kabalık yakışıksızlık görecekler. Ne ise sözü kısa keseyim diyeceğime döneyim: Gazetelerden en çok umduğumuz ülkemize varlığımıza yarayacağı işlere kamuyu uyandırmak onları uyandırabilmek bilgisi olan birkaç bin kişinin gönlünü yapmak için onbeş milyonun anlayacağı dil ile yazmanın o dili elde etmenin kolayı varken bırakmak bırakmakdan da o birkaç bin kişinin gönlü kırılmış olmak veyahud bunlar gücenmek doğru olamaz. Umarım ki bunun doğrusu hepsinin gönlünü yapmış varlığımıza da çok yardım etmiş olurlar. Bir kere yabancı ülkelere bakalım; köylerinde bile günlük haftalık aylık gazeteler okunduğunu görürüz. Demek bunların hepsi köylülerin anlayacakları yolda yazılıyor ki okuyorlar. Yabancılara bakmak nemize gerek herkese anlayacağı dille konuşmak yahud buyruldu. Ülkemize yarayacak işleri hepimiz anlayıp yapmaya hepimiz birden çalışmakla bu işlere yalnız birkaç bin kişimizin çalışması bir olur mu? Bir olmayacağını anlamak veya anlatmak için uzun uzadı söz ister mi? Anlaşarak birleşerek çalışmanın kolayı yolu varken dilimizi süsleyeceğiz sanmakla bırakmak doğru olabilir mi? Hiç sanmam ki; “Olur!” denilsin. Öyle ise hepimize yarayacak dil hangi dil ise onunla yazalım anlaşalım birleşelim. Birleşmenin sonu mutlulukla varlıkdır. Kardeşler! bayramlarıdır. Hep Osmanlılar bu bayramda ortakdırlar. Osmanlılar temel atalı böyle bir bayram yapmamışlardır. Hepimiz için uğurlu olmasını Tanrı’dan dilerim. Osmanlılar böyle bir günde mutlu oldular. Aradan bir yıl geçdi. Bu geçen yılda ufak-tefek başlangıçları saymazsak koskoca Şam’da başlıca ne yapdık? Diyeceğiz ki: Biz bize düşdük. Kimimiz geçmişde olan dedikoduların ucunu almakla uğraşdı başka bir iş yapamadı; kimimiz “Ayinesi işdir kişinin lafa bakılmaz” denildiğine bakmayarak lafla günlerini geçirdi. Bunlar bize bir adım ileriye atdırmadı. Buna hepimiz; “Evet” diyeceğiz gönlümüzden acıyacağız. Biz kol kola verip el birliğiyle çalışdık birbirimizi çekememezlikden kıskanmakdan vazgeçdik ötekini berikini ileriletmemeye çalışmakla geçirdiğimiz günlerde kendimiz ilerilemeye çabalayaydık hangi işe başlamış olsak o işi gerçekden Demek ki biz bir yıl daha geri kaldık. Geçen yılda şunu bunu yapdık diye sayamayacağız. Sevinçli parlak o büyük bayramımızın eyvah ki bu büyük eksiği var. Yazık değil mi Yetişecek gelecek çocuklarımız lafla geçirdiğimiz bir yıla acımazlar mı? Öyle ise niye iyice düşünmüyoruz? Dokuyucularımız çok hep giydiklerimizi Avrupa’dan getiriyoruz; demircilerimiz var çivisine varınca yine Avrupa’dan… Yalnız çiviyi mi? Yapılarımız için tahtayı kiremidi tuğlayı küçük büyük demir çubuk parçalarını camı boyayı daha neleri hep oradan… Yaşadığımız çiftçilikden işe yarar sapanlarımızı yine oradan… Zeytin ağaçlarımız çok yenilecek yağı yok; pancarımız bol şekerimiz yine oradan… Pirincimiz o da öyle… Sözü neye uzatalım; iğnemizi ipliğimizi bile oradan getiriyoruz. Avrupa bir gün bunları kesecek göndermeyecek olursa ne yapacağız? Onlara yalvaracak mıyız? Yoksa geçende başımıza geldiği gibi giyecek fes bulamayacağız da herbirimiz bir kıyafete mi gireceğiz? Ne için uyanmıyoruz? Daha uyuyacak mıyız? Bunlara çare bulacağımız gün gelmedi mi Yaratan onları bizden daha anlayışlı daha düşünceli mi yaratdı? Onlar bizden daha elverişli mi? Hiçbiri değil.. Bizdeki anlayışı alkışlamakdan düşmanlarımız bile kendilerini geri alamıyorlar. Ya niçin Frenklere çıraklık etmekden kurtulamıyoruz? Niye kurtulmanın çaresini aramıyoruz? Babalarımız dedelerimiz analarımız ninelerimiz hep Avrupa işleri mi giyiyorlar kullanıyorlardı? Hiç de değil… Ya ne yapıyorlardı? Kendi elleriyle dokudukları kumaşlardan giyerlerdi. Bir güveyinin bir gelinin giydiği o roba torunlarına kalır. Yine güveyilik gelinlik olarak kullanılırdı. Ya şimdi? Şimdi ince nazik frenk kumaşları geliyor. Nasıl pek süslü oluyor. Bizim işçiler böyle kumaşlar yapmıyorlar. Yapsalar da beğendiremiyorlar. Çünkü çok dayanıyor çok giymek istiyor. söyleyeceğim. Hepsi için söylemek çok uzun olacak. Bizi en ziyade inciden Avrupa parasıdır. Bir yılcağız olsun elini kardeşlerini daha doğrusu kendilerini sevenler yerli işlerini giysinler. İşçilerimize böylecek olsun yardım edelim kazanca dadandıralım. Bu bir yılda biraz para edinirler ince kumaşlar dokuyacak dezgahlar makineler getirirler güzel şık kumaşlar yaparlar sevine sevine giyeriz. Paralarımız da ülkemizde kardeşlerimize kalır. Ülkemizde kalan para hepimizin demekdir. Bu paralar aramızda dolaşır çoğalır. Yavaş yavaş ilerleriz. Ötekiler için de bundan pey biçelim. Bundan sonra geçmişi unutalım boşu boşuna gün geçirmeyelim. Alım-satımı artıracak çiftçiliği demirciliği dokuyuculuğu ve bunlar gibi yaşadıcı yarayıcı işleri ilerletecek yollar arayalım bulalım. Birleşelim birbirimize inanıp yardım edelim de paralarımızı ele kapdırmayalım. Eskisi gibi biz kazanıp Avrupalılara yedirmeyelim. Dışarıdan para çekelim. Bizden bunca para çekildi; hiç olmazsa bunları geri alalım. Birbirimizi çekememekden vazgeçelim. İl kardeşlerini birbirinden ayırmayalım. Osmanlıların her türlüsü gerçekden kardeş olduklarını kamusuna anlatalım. Ülkemiz düşmanlarına umduklarının bir kuruntu olduğunu inandıralım. Bizi birbirimizden küsdürmek aramızı karışdırmak için sokulan düşmanlara rast gelirsek onları koğmalıyız. İşte mutlu evet gerçekden mutlu olmak için böyle yapmalıyız. Sözü uzatdım umarım ki bağışlayasınız. Azacık da bilgimin yetdiğince Osmanlı “birleşme-ilerileme” erlerini alkışlayacağım. Nitekim bize bu bayramı o yiğitler içerde olsun dışarda bulunsun il düşmanlarını tepelemek ilini elden saklamak güle güle can vermeyi büyük evet çok büyük bayram sayan o arslan oğlu arslanlar yapdırdılar. Ey mutlu gerçekden Osmanlı sevgili kardeşler; yaşayınız var olunuz? Osmanlıların yüzlerini ağartdınız; dünya ve ahiretde yüzünüz ak olsun! İnleye inleye ölmeye boyun eğen Osmanlıları yeniden diriltdiniz başlarını kaldırtdınız. Hiç unutmam; arkadaşlardan birine; “Biz böyle inleye inleye öleceğiz!” demişdim. Tanrı sizi Osmanlılara bağışlasın! İlimizin yurdumuzun topraklarını kanlarıyla yoğuran dedelerimizin canları böyle erkek her işleri gerçek oğulları yetişdiğini görüp sevindiler. Yerler gökler durdukça sevinseler sevinsek azdır. Çünkü kötülük yalnız büyüklerimizin değil küçüklerimizin kanlarına ta iliklerine işlemiş beyinlerinde kökleşmiş idi. O yaramaz kötülükleri yakıcı yıkıcı elleri temizlediniz kesdiniz. Yerlerine güzel huylar iyilikler yerleşdirip yarayıcı yaşadıcı nuz. Güzel tohumlar ekip besleyici diriltici meyveler almaya yollar açıyorsunuz. Tanrı hep işlerinizi kolaylaşdırsın! Biz varken yok sayılıyorduk. Varlığımız anlaşılmıyor görülmüyordu. Biz bile kendimizi yok sanıyorduk. Varlığımızı kamusuna anlatdınız güneş gibi parlatdınız. Adları yerleri titreten Osmanlıların oğulları olduğunuzu ay ışığı gibi gösterdiniz. Bizi sevenlerin gönülleri sevindi yüzleri güldü. Düşmanlarımızın yürekleri dağlandı elleri ayakları bağlandı ciğerleri deşildi yürekleri eşildi solukları kesildi. Çekemeyenlerin kimisi bayıldı kimisi öldü geberdi gitti. Tanımadığımız il düşmanları kaldıysa Tanrı onları da bırakmasın evlerini yıksın yerlerinde yeller essin. Doğruluk taşıdınız Yaradan size yardımcı oldu; bundan sonra da yardımcınız olsun. Avuçlarında parası bulunmayan kardeşlerin çocuklarından otuzunu okuyup yazmaya başlatdınız pulsuz kardeşlerin çocuklarından onunu da sünnet etdirdiniz. Aralarında anadan babadan öksüzler var; bunların yanık bağırlarını sevindirdiniz. Gücünüz yetse Şam’da bunlar gibi bir çocuk bırakmayacağınıza büyük yapsın. Önünüzü açık ilerinizi parlak eylesin. Geçen laylık versin! O çocuklar arasında Rumeli’den gelip Salihiye’de oturan Türklerden dört öksüz vardır. Hele biri canını şadıkça anmak borçları olduğunu bana söylediler; ben de size bildiriyorum sevgili kardeşler! Yaşasın hep Osmanlılar yaşasın Osmanlıların gerçekden babası sevgili Mehmed Han-ı Hamis hazretleri. Yaşasın Osmanlı “birleşme-ilerileme” erleri. Yaşasın il uğrundan göğüs geren can veren yiğitler! Tahir Tatarlar: Rusya İslamlarının Türkiye ile her ne kadar ilmi ve edebi münasebetleri olsa da Osmanlı Türklerinin bunlar hakkındaki ma’lumatları gayet az ve doğruluğu şübhelidir. Bu iki büyük Türk kavimleri arasında mu’arafe peyda etmek için Rusya İslamları daha doğrusu Rusya Türklerinin vermek istiyorum: Rusya İslamları daha doğrusu Rusya’da yaşayan Türk kavimleri büyük Rusya’nın bütün etrafına dağılmış olduğundan hernekadar bunlar milliyet cihetinden Türk iseler de türlü ülkelerden türlü isimler ile yad olunmakdadırlar. Ve küçük bir lisan farkı ile birbirinden ayrılıyorlar. Bunların İdil Volga Nehri boylarında yaşayanlarına Saray Kazan Astırhan Hanlıkları’nın bakayasına umumiyetle “Tatar” diyorlar. Ve ticaret aleminde “Kazan Tatarı” ismini kullanıyorlar. Ak İdil Nehri boylarında Kama Nehri başlarında yaşayanlarını “Başkurd” diye tesmiye etdikleri gibi Ural Nehri’nin Asya taraflarında bulunanlara “Büyük Kırgız” ve Sibirya sahralarında yaşayanlarına “Kırgız ve Kazak” ismini veriyorlar. Kafkas’da ve Kafkas dağlarının bu tarafında yaşayanlarına “Azerbaycan Tatarları” ve Büyük Türkistan ahalisine de “Sart Tacik” diye isim veriyorlar. Bunların hepsi de Türk kavminden ve hepsinin de dilleri Türk dili ise de tabi’i olarak komşu kavimlerin dillerinin edebiyatlarının te’siri ile dillerinde küçük bir fark hasıl olduğu gibi muhitın te’siriyle bunların hayat-ı ictima’iyye ve medeniyyelerinde de büyük bir fark vardır. Bunların bazıları hala göçebe halinde yaşadıkları gibi bazıları da hayat-ı medeniyyenin en yüksek basamaklarına kadar ilerilemişler; edebiyat ilim cihetinden büyük bir terakkı göstermişlerdir. Bunun için bunlara “Umum Rusya İslamları” diye yahud “Rusya Türkleri” diye bir isim verip bunların medeniyetleri karılamayacakdır. Bunların ahval-i medeniye ve ictima’iyelerini ayrı ayrı tetebbu’ etmeli ve bunlar hakkında ayrı ayrı fikirler söylemelidir. Bunun için ben bunları Rusya’da söylenildiği niyetlerini tetebbu’ edeceğim. Şimdiki sırada bunların en fa’alleri istikbal için en ümidlileri cismen ve ruhan en sağlamları Kazan Tatarları olduğundan ben de bunlardan başlayacağım: Kazan Tatarları – Rusya’nın İdil Nehri boyunda Nijniy Novgorod Kazan Simbersk Samara Saratof Ast ırhan Tambuk Petiz Orenburg Ofa vilayetlerinde yaşadıkları gibi bunların tüccarları bütün Rusya’ya dağılmışlardır. Sibirya’nın en uzak şehirlerinde Viladivostok Mançurilerde ve Türkistan-ı Çini’de yerleşdikleri gibi Baltık Denizi sahili vilayetlerinde ve Cenubi Rusya şehirlerinde ve Türkistan’ın pek çok yerlerinde ticarethaneler mağazalar açmışlar ve bütün ahali ile ticarete başlamışlardır. Şimdiki halde Rusya’nın hiç bir vilayetinde hatta en küçük şehirlerinde bunların olmadığı bunların tüccarlarının el sokmadığı bir ticaret kalmamışdır. Bunlar için büyük Rusya dar olduğundan şimdi bir tarafdan Çin’e ve bir tarafdan Finlandiya ve İsveç Norveç ve Osmanlı memleketlerine kadar gitmişlerdir. Bütün Rusya’ya ve Rusya’nın komşu memleketlerine dağılmış olan bu Tatarlar vatanlarından ne kadar uzak olsalar da vatanlarıyla bunların yaşadıkları şehirler arasında büyük kar dağları uzun uzadı nehirler günler aylarla geçilecek mesafeler olsa da bunlar vatanlarından ayrılmıyorlar. Bunlar vatanlarıyla dilleri edebiyatları adetleriyle bağlı kalıyorlar. Hem de hangi milletlerin arasında yaşasalar da kendilerinin medeniyet örf ve adatını muhafaza ediyorlar. Viladivostok şehrinde Japonlar Çinliler Korelilerle münasebetde bulunan bir Tatar Rusya’nın en şimali vilayetlerinden Arkanjil’de Samoyedlerle ticaret eden bir Tatar ve nihayet İstanbul’da Osmanlı Türklerin hayatı te’sirinde otuzar kırkar sene kalan bir Tatar da kendi örf ve adetleri ile aile hayatlarıyla Kazan’ın bir ailesinden hiç bir farkı yokdur. Bu Tatarlar kendilerinin küçük medeniyetlerini kendilerinin adetlerini büyük bir ta’assub ile muhafaza ediyorlar ve bunun sayesinde “asimilatsiya” belasından kurtuluyorlar ve kendilerinin bir millet olarak terakkı edeceklerini te’min ediyorlar. Bunlar büyük Rusya’da ticaret ile yaşamakda ve kendilerinin vatanları olan Kazan etrafındaki umum ticaretde de büyük bir rol oynamakda iseler de bunların en büyük kısmı zira’atle yaşayan köylü ahalidir. Tatarlar köylerde Ruslardan ayrı yaşıyorlar. Bunların köyleri avulları her ne kadar Rus köyleri ile komşu ise de Rus ve Tatar karışık olan köyler pek azdır. Her köy kendi başına yaşıyor ve umur-ı dahiliyesini kendisi ifa ediyor. Kendilerinden köy polisleri ta’yin ediyorlar. Her köyün idaresi arazisi köylerin erkekleri arasında müşterek olduğu gibi avulları vergide bütün köyün vergisi hesab edilerek köylülerin hallerine göre tevzi’ edilmek suretiyle alınıyor ve fakırlerin hissesini zenginler vermeye mecbur ediliyordu. Fakat son senelerde vergi her şahsın kendi borcu gibi tanındığından yerleri araziyi de köylerin mülkünden ahalinin mülk-i mahsusu yapmak için nizamlar tanzim edildi. Ve bu nizamlar Duma’dan Meclis-i A’yan’dan geçip Çar tarafından tasdik edilerek kanun hükmünü aldı. Bunun sayesinde köylerin hayatında büyük bir karışıklık meydana getirilmedi. Zira’atci ahali zira’ati kendi ailesiyçün yapmıyor. O zira’atin mahsulatını pazara çıkarır ve bunun sayesinde te’min-i ma’işet etmek istiyor. Bunun için tabi’i olarak ahalide zira’ati iyileşdirmek ve zira’ati terakkı etdirmek ve az yerde çok para kazanmak fikri de meydana gelip zira’atci ahali arasında yeni yeni sapanlar makineler isti’mal edilmeye başlanıyor. Şimdiki halde çiftciler hep Alman sapanları Alman baskı makineleri kullanıyorlar. Bunun sayesinde zira’ati terakkı etdirip tabi’i kendilerinin ahval-i maliyyelerini de Umur-ı diniyye ve ilmiyyelerine gelince; her köyde bir cami’ bir mekteb büyük köylerde birkaç cami’ birkaç mektebler bulunuyor. Cami’in mesarifi ve imam ve mü’ezzin efendilerin te’min-i hayatları ahalinin vazifesi olduğu gibi mekteblerin ve mu’allimlerin de mesarifi ahalinin kendi cebinden çıkıyor. Her nekadar bizim Tatarlardan alınan vergiler Rus ahalisinden alınan vergilerden aşağı değil ise de hükumet bizim mekteb ve medreselerimiz için bir para vermiyor. Cami’ yapmak her nekadar men’ edilmemiş ve imam ta’yini mes’elesinde ahaliye intihab hakkı verilmiş ise de tasdik etmek hakkı valilere aiddir. Mekteblerimiz Ma’arif Nezareti’ne tabi’ ve bina-berin mekteb açmak mes’elesi bu tarik ile gayet güç arif Nezareti’ne müraca’at etmeden mektebler açdıklarından hükumet bu mes’ele hakkında ısrar gösteremedi. Bunun sayesinde de on-onbeş senede köy ve şehirlerimizde üçbinden ziyade usul-i savtiyye mektebleri açıldı ve ta’lim-i ibtida’i ta’mimi mes’elesi pek çok ileriletildi. Şimdiki halde her köyde bir ya iki erkek mektebleri olduğu gibi kızlar için de ayrı mektebler vardır. Aile hayatına gelince; köylülerimizle şehirlilerimiz arasında büyük bir fark yokdur. Tatarlar umumiyetle aile hayatını seviyorlar ve ömürlerinin en çoğunu da evlerinde kadınları çocukları arasında geçiriyorlar. Ailede ne kadar efrad olursa olsun yemek içmek vaktinde bunlar hep beraber yiyorlar beraber çay içiyorlar tarlalarda bağçelerde de birlikde çalışıyorlar beraber iş görüyorlar. Bu biraz serbestane telakkı olunur ise de namus mes’elesi gayet ehemmiyetle muhafaza edilmekdedir. Namusunu paymal eden kızlar erkeksiz kalmaya mecbur oluyorlar. Köy ahalisi gayet misafirperver olduğundan Rusya’nın uzun günlü kışlarını ekseriyetle birbirine misafir olmak ve biribiriyle çay içmek ile geçiriyorlar. teblerimiz ıslah edilmediği için ihtiyarlarımızda yazı yazan okumak bilen gayet az ise de şimdiki gençlerimizin mekteb görmeyeni okuyup yazmak bilmeyeni din ü i’tikad ilm-i hesab coğrafyadan tarihden az ma’lumatı olmayanı gayet azdır. Kadınlarla kızlar da bu mes’elede hep birdir. Hindistan Cem’iyet-i İslamiyesi’nin geçenlerde pek çok da Profesör İvan Müller; ünvanı altında uzun bir nutuk irad etmişdir. Bu nutkun en mühim fıkralarını ber-vech-i ati iktibas ediyoruz: “Alem-i İslamiyyet’de yakında mühim teceddüdler vuku’ bulacakdır. Buna en büyük bürhan Memalik-i Osmaniyye’de ahiren cereyan eden tahavvülat-ı mühimmedir. Bu tahavvüller ahalisi meyanında müslüman bulunan her memleketde te’sirini gösterecekdir. Tahavvülat-ı mebhusede en ziyade alakadar olan hıristiyan memleketi İngiltere’dir. te’min için her türlü vesa’it-i mümkine ile cehaletlerini izaleye ve kesb-i irfan etmelerine çalışmış ve ma’amafih nazariyat-ı dır. “Garb medeniyeti İslamlara pek çok şeyler medyundur. Edyan-ı saire erbabına insan nazarı ile bakmayı tahsil-i ulum için hiç bir mani’adan korkmamayı ve eski papas ta’assubunu unutmayı müslümanlar garblılara öğretmişlerdir. Ulum-ı medeniyyenin hiç bir kısmı mevcud değildir ki te’sis veya terakkısini İslamlara medyun olmasın Hatta diyebilirim ki müslümanların hıdemat-ı ilmiyyesinden kat’-ı nazar edersek Avrupa medeniyetinin başlı başına bir esasa malik olmadığını görürüz. “Umur-ı siyasiyyede müslümanlara pek çok cihetlerden dolayı derecesiz minnetdarız. Biz Hindistan’da müslüman hükümdarlarının varisleri yerine geçdik. Bugün Hindistan’da tatbik etdiğimiz usul-i idare vaktiyle İslam hükümdarlarının gerek burada gerek Mısır Iran ve Angelis’de kemal-i muvaffakıyetle tatbik etdikleri usul-i idareden başka bir şey değildir. Bu kadar muhalif ecnas ü edyana me’va olan bu kadar vasi’ bir memleketi başka bir suretle idare etmek imkan haricindedir. “Bunun için Hindistan’da tatbik etdiğimiz usul-i idarenin nazariyat-ı İslamiyye’ye muvafık olmasına her cihetle çalışılmışdır. Nazariyat-ı İslamiyye’nin haricine çıkdığımız cihetlerde mutlaka duçar-ı hezimet olduk.” Alkışlar Hindistan Cema’at-i İslamiyyesi bu hakguyane nutukdan dolayı Profesör Müller’e beyan-ı teşekkürat etmeğe ittifak-ı ara ile karar vermişdir. Rusya’da dahiliye nazırı bütün valilere bir beyanname göndererek hürriyet-i diniyye i’lan olunduğu günden beri – dört sene zarfında– Hıristiyanlığı Ortodoks Mezhebi’ni terkedenlerin ya’ni ekseriyet üzere müslüman olanların cedvel ve istatistiğini taleb eylemişdir. Bu istatistiği Duma Meclisi’ne takdim ederek muta’assıb hıristiyan a’zaların nazar-ı dikkatlerini celbeylemek bilhassa nazik damarlarına dokunulmak Rusya’da Hıristiyanlığın Ortodoksluğun inkıraza yüz tutmuş olduğunu göstermek bu suretle Hürriyet-i Diniyye Kanunu’nu lağvetmek yolunu hazırlamak arzu olunuyor. Anlaşıldığına göre Dahiliye Nezareti’nin şu teşebbüsü “Sinod” Meclisi’nin ibram ü ısrarı üzerine icra edilmekdedir. Petersburg’da bir cami’ inşası için teşekkül olunan komisyon a’zasından ve Rusya askeri zabitanından Abdül’aziz Efendi ile Ceneral Şeyh Ali hazretleri cami’in inşasına başlamak hususunda müsa’ade almak için Başvekil İstolipin cenablarıyla görüşmüşlerdir. Mösyö İstolipin müsa’ade edileceğini va’detmiş ve layiha imparator tarafından tasdik olunmuşdur. Evvelce meclis-i imparatori Buhara Emiri Abdül’ahad hazretleri tarafından satın alınıp cami’ için verilen arsada te’sis ü inşa olunması tekarrur eden cami’-i şerifin minareleri birçok kiliselerin kuleleri arasında şehrin letafet-i menazırını olunmaması re’yinde bulunmuş ise de başvekil tarafından bu babda müsa’ade sebketmiş olduğu ve bina-berin mümana’atın artık ma’kul olamayacağı mülahazasıyla mutala’a-i mezkure reddedilmişdir. Cami’in inşa edileceği yerde bulunan binalar hedm edilmekde ve levazım-ı inşa’iyye ihzar olunmakdadır. Cami’in resmi kariben kartpostal şeklinde neşredilecekdir. Filibe’de Türkçe neşrolunan Güneş gazetesinin numerolu nüshalarında mündericatın hilaf-ı Şer’-i Şerif olup beyne’l-ahali fikr-i irtica’ tevlid edeceği ve makalat-ı mezkurenin naşiri tebe’a-i Devlet-i Aliyye’den olduğu halde hakkında şer’an ceza terettübü lazım geleceği Makam-ı Sami-i Meşihat’den iş’ar buyurulmuş olmasına mebni naşir ve sahib-i makalatın Memalik-i Şahane’ye dahil olduklarında haklarında icab-ı şer’i icra edilmek ve mezkur gazetenin suret-i kat’iyyede men’-i duhulü esbabının istikmali ve makalat-ı mezkure mugayir-i Şeri’at türrehatdan lerle i’lanı Divan-ı Harb-i Örfi’ce taht-ı karara alınmış ve Bab-ı Ali’ye iş’ar-ı keyfiyet edilmişdir. gazetenin heman men’-i idhali esbabının istikmali hakkında Dahiliye Nezaret-i Celilesi’nce Emniyet-i Umumiyye Telgraf ve Posta Müdiriyet-i Umumiyyeleri’ne tebligat ifa kılınmışdır. TARIH-İ TE’SISİ: Temmuz Ağustos Hükumet-i İslamiyye bir zamanlar tulen ta mağrib-i aksadan Çin hududundaki Tongin Eyaleti’ne arzan şimaldeki Kazan’dan başlayarak Hatt-ı İstiva’nın altındaki Serendib’e kadar imtidad eden koca bir alemi saye-i himayesine almış tün müslümanlarla meskun idi. Müslümanların buralarda her türlü tegallübden asude bir saltanatları bir şevketleri vardı. Hükumetin başına büyük büyük padişahlar geçerek az bir parçası istisna edilmek şartıyla bütün Kürre-i Arz’ı met yüzü görmez sancakları hiç bir yerde toprağa serilmez sözleri hiç bir kimse tarafından geri çevrilmezdi. Metin kal’aları müstahkem burcları müselsel dağlar gibi omuz omuza vermiş gider; ovalar tepeler müslümanların eliyle yetişen her türlü ekinlerle ağaçlarla ormanlarla otlarla örtülmüş bulunurdu. En metin kava’id-i umran üzerine kurulmuş son derece ma’mur son derecede muntazam olan şehirleri ahalisinin sanayi’iyle bedayi’iyle yetişdirdiği ulemasıyla hukemasıyla bütün dünyaya karşı i’lan-ı mehabet ederdi. yetişdiği gibi bu iki münteha arasındaki kıt’alarda hikmet tıb hey’et hendese ve sair ulum-ı akliyyede tebahhur etmiş rüsuh kazanmış erbab-ı fenden geçilmezdi. Ulum-ı şer’iyyeyi kale almıyoruz; çünkü o milletin bütün tabakatında te’ammüm etmiş idi. Bir Abbasi halifenin sözüne karşı Çin’in en büyük fağfuru boyun eğer Avrupa’nın en büyük imparatoru titrerdi. Kurun-ı Vusta’da Mahmud-ı Gaznevi Melikşah-ı Selçuki Salahaddin-i Eyyubi Şark’da Timurlenk Garb’da Fatih Sultan Mehmed Sultan Selim Sultan Süleyman gibi padişahlar yetişmişdir ki bugün bu adamlar maziye karışmış olmakla beraber zaman ebediyyen onların hatırasını onların asarını mahvedemeyecekdir. Müslüman donanmasının Akdeniz’de Bahr-i Ahmer’de Bahr-i Muhit-i Hindi’de her türlü rekabetden masun bir satveti vardı ki yakın zamanlara kadar devam etmişdi. Dinen kendilerine muhalefetde bulunanlar kuvvetlerine karşı münkad oldukları gibi huzur-ı faziletlerinde hürmete mecbur idi. Bugünkü müslümanlar yine o müslümanlardır oturdukları memleketler babalarından kalan yine o memleketlerdir. Adedleri ikiyüz milyondan aşağı değil. Bu mikdar o zamanki üçyüz milyondan fazla olduğu muhakkakdır. Bu milletin efradı kalblerinde köklenmiş olan aka’id-i diniyeleri icabınca mücavir bulundukları akvamdan daha şeci’ ölüme karşı gitmek hususunda daha seri’ oldukdan başka hayatı istihfaf etmek hayatın batıl bir yığın alayişine ehemmiyet vermemek gibi meziyetlerde herkesden ileridedir. Ellerindeki Kur’an aka’idi bürhan mukabilinde kabul etmek kapılanları evhama tebe’iyyet edenleri tezyif eylemekde bütün milleti feza’il-i ahlaka sıfat-ı kerimeye da’vet etmekdedir. Bina’enaleyh müslümanlar dinlerindeki metin esaslar i’tibarıyle en münevverü’l-fikr en uyanık kemalat-ı letdir. Sonra nefslerinde şan u şerefe bir ihtisas gördüklerinden ve bütün alemin fevkınde bir makam-ı refi’a yükselecekleri ellerindeki Kitab-ı Mübin’in meva’id-i sadıkasından olduğundan başkalarının nüfuzu altına girmeye kat’iyyen razı olamazlar. Böyle bir nüfuz-ı ecnebiye inkıyad etmek hiç birinin hayalinden geçmez; isterse o nüfuz son derece şedid yahud son derece de hafif olsun. Bundan başka aka’id bağı bütün müslümanları bir uhuvvet dahilinde sımsıkı birleşdirdiği nibin boyunduruğu altına geçmesini kendi için bir sukut kendi için bir esaret suretinde telakkı eder. Din sayesinde na’il oldukları ma’arifin nefislerinde rüsuh bulması şan u şevketlerinin zaman-ı şebabında ulum u fünundan nasibleri gayet yüksek olması sebebiyle müslümanlar kendilerini kabiliyet-i ilm hususunda bütün akvamdan Lakin bütün bu haka’ika rağmen müslümanlar tevakkuf etdiler. Daha doğrusu bir zamanlar alemin üstadı iken bugün ma’arifde sanayi’de bütün akvamdan geri kaldılar. Memleketleri parçalanmaya ecnebilerin eline düşmeye başladı. Halbuki kendilerine muhalif olan akvamın nüfuzuna arz-ı inkıyad etmek dinleri muktezası daha doğrusu ecanibin esaretini silkip atmak bu hususda her satvete her şevkete karşı durmak dinlerinin en büyük rüknü idi. Dünyada mevcud ümmetlerin devletlerin hepsi ister ki bütün alem dinde cinsiyetde kendine tabi’ olsun. Biz böyle bir hareketde bulunmuyoruz. Avrupalılar hem bu maksadı ta’kıb ediyorlar hem de sonra bunu ta’assub sayarak bize isnad ediyorlar. Halbuki mezmum olan bir ta’assub varsa o da muhalif dinde bulunanların hukukunu paymal etmek yahud onlara ezada bulunmak yahud onları tebdil-i dine icbar eylemekdir. Müslümanlık bunların kaffesini men’ etmişdir. Acaba müslümanlar ibad-ı salihinin Arz’a varis olacağı hakkındaki va’d-i ilahiyi mi unutdular? Yahud şu’un-ı İslamiyyenin günün birinde bütün şu’un-ı aleme galib olacağından gafil mi oldular? Yahud Cenab-ı Hakk’ın i’la-yı kelimesi uğrunda Cennet’e mukabil mallarını canlarını satdıklarından zühul mü etdiler? Hayır hayır! Aka’id-i İslamiyye kulub-i müslimine hala temellük etmekde hala iradata hakim olmakdadır. Aka’id-i diniyye ve feza’il-i şer’iyye nazarından avam da havas da hala birdir. Evet ulum u fünuna karşı bu taksir iktisab-ı kuvvet hususundaki bu fütur bir takım esbabdan neş’et ediyor ki en büyüğü hükumete talib olanlar arasındaki ihtilafdır. Bi’d-defe’at söylemiş idik ki müslümanlarda dinden başka cinsiyet yokdur. Bina’en-aleyh müslümanlara hakim olan eşhasın te’addüdü bir kabiledeki reislerin bir kavimdeki sultanların te’addüdü demekdir. Her birinin maksadı her birinin gaye-i hareketi başka başka olan bu reisler bu sultanlar zir-i idarelerinde bulunan halkı birbirine hasım göstererek sonra birbirine galebe çalmak için vesa’il hazırlamakla meşgul ederler. Bir kısım digerini makhur eder. Münaza’at-ı dahiliyyeye pek benzeyen bu muharebeler ulum u fünunun terakkısi şöyle dursun müslümanların vaktiyle ihraz etdikleri nasibe-i irfandan bile zühulünü icab eder. Nihayet şu meydandaki zaruretler ihtiyaclar hadis olur. Daha sonra kuvvete za’af intizama halel gelir vahdet tefrikaya giriftar olur. Ümera bir tarafdan ahad diger tarafdan birbirleriyle uğraşırlarken yabancıların ta’arruzundan kimsenin haberi bile olmaz. racak hiç bir rakıb bırakmamış oldukları bir zamanda müslüman ümerasının yüzünden millet böyle zararlara uğradı. Sonraları bu ümeranın kalblerinde hırs tama’ iyice kökleşdiği mecd ü şerefe doğru giden yolları büsbütün bırakarak emaretin yalnız ismiyle saltanatın yalnız elkabıyla kana’at etmeye ve bu beyhude unvanların icab etdiği sathi nümayişler kalmayarak ellerindeki fersude meta’ın bekasız ni’metin devamı ecnebilere dehalet etdiler de onları kendi milletlerine karşı silah gibi kullanmaya kalkışdılar. Hind’deki saltanatını kökünden yıkarak o enkaz üzerine İngilizlere bina-yı hükumet kurduran bunlardır. Bütün memalik-i rın bir sürü batıl emelleri koca bir alemi za’f meskenet uçurumlarına doğru sürükledi. Bunların yapmış oldukları fenalık ne büyükdür! Yalnız nefsani ezvakını düşünen yalnız hevesatıyle meşgul olan bu sefihler milletin rabıta-i cami’asını kırarak cem’iyeti tefrikalara düşürdüler; ulum u fünunun seyrini tevkif etdiler; sına’at ticaret zira’at gibi umur-ı nafi’ada fetret husule getirdiler. Lakin Allah dünyaya hırsın menafi’-i hasiseye tehalükün belasını versin! Bu hırsın bu tehalükün ne büyük zararlarını çekmekde ne yaman akıbetlerini görmekdeyiz! Herifler Kelamullah’ı arkaya atdılar; en büyük fera’izdan olan bir farzı inkar etdiler; düşman memleketlerinin kapısında bekleyip dururken kendi aralarında ihtilafa başladılar. Halbuki el birliğiyle o müşterek düşmanı def’ etmek için aralarındaki her türlü esbab-ı niza’ı bırakarak ittihad eylemeleri Acaba hırs u tama’da bu kadar ileri gitmeleri bir takım umur-ı hasisede birbiriyle müsabakaya kalkışmaları kendileri için ne fa’ideyi mucib oldu? Evet olanca fa’ide dünyada bulundukça ömür süren bir hasretden öldükden sonra da ebedi bir hüsran ile sermedi bir nedametden bir de arkada kalarak hiç bir zaman sahife-i eyyamdan silinmeyecek bir su’-i şöhretden ibaret! Hakk’ın izzetine adlin azametine yemin ederim ki müslümanlar kendi haline bırakılsa vahdete sa’ik olan aka’id-i sahihalarıyla içlerindeki ulema-yı amilinin irşadatı sayesinde ruhları az zaman zarfında birbirine kaynar ahad-ı millet pek çabuk daire-i i’tilafa girer. Lakin yazıklar olsun ki içlerine bütün sa’adeti emir yahud melik unvanında arayan bu müfsidler girdi. Evet herifler emir yahud melik namını alsınlar da isterse emr u nehyin mahall-i tatbikı olmayan bir köye emir olsunlar… müluke hulefaya karşı huruc eden bu süfeha-yı ümmetdir ki milleti bu hale getirdi; kimse kimseyi tanımaz üç kişi aynı gayete tevcih-i hareket edemez oldu. Daima ittifak üzere bulunmak hükumet-i İslamiyyeyi te’yid için te’avünden ayrılmamak diyanet-i Muhammediyyenin en metin rüknüdür bu akıde müslümanlarca o aka’id-i evveliyye cümlesindendir ki herkes bilir; kimse ne bir hocadan sormaya ne bir kitabdan aramaya hacet görmez. Millet-i İslamiyyenin bugünkü hali erbab-ı hamiyyete kan ağladıyor. Arada evsafını saydığımız süfeha-yı ümera olmasaydı şarkdaki müslüman garbdaki dindaşıyla şimaldeki cenubdaki ile birleşerek umumu birden aynı nida-yı da’vete; “Lebbeyk!” der koşardı. Müslümanlar hukuklarını sıyanet için intibahdan başka bir şey’e muhtac değildir. Evet efkar uyanmalı ki herkes milletin hukuku nasıl müdafa’a olunacağını bilsin; bu maksadı te’min için icabında ihvan-ı diniyle birlikde kıyam etsin; milletin başına gelen felaketlerin tefrikadan teşettütden olduğunu lışsın. Zaman artık tefrika zamanı değildir; ittifak zamanıdır vahdet zamanıdır. Elinize geçen fırsatları fevtetmeyiniz iğtinam ediniz. Matem ölüyü diriltmez; esef geçmişi geri getirmez; keder musibeti def’ etmez. Selametin miftahı varsa yoksa işdir. Hülasa yükselmek için doğrulukdan hüsn-i niyetden başka merdiven yokdur. Korku helaki ta’cilden başka bir işe yaramaz. Ye’s himmetsizlik esbab-ı helakdendir. Sakın hitabına muhatab olmayınız! fırkasına girmekden sakınınız. Kur’an ölmemişdir ebedi bir hayata mazhardır. O’na müraca’at edin O’nu hakem ittihaz eyleyin. Me’muldür ki ümera-yı müslimin kendilerinden evvel geçenlerin halinden lafiye çalışırlar. Me’muldür ki bu cihan-ı tefrikayı vahdete sevkedecek sayha en şevketli en kuvvetli kıt’anın sine-i gayretinden feveran eder. Şübhe etmeyiz ki böyle mukaddes böyle mübarek bir himmeti olur. Mısır Müftüsü Merhum –Girid’e– Sen öyle fahr u meserretle şimdi çırpınma! O bum gölgesi farzet ki bir zaman kalsın; Başında miğfer-i hunin elinde seyf-i vega Tecessüm eyleyen ervahdan da korkarsın. Olur mu meşhed-i ecdada saye-riz-i zafer O bez ki bir çetenin rayet-i şekavetidir O bez ki ma’rekeler şahid-i hacaletidir Hurafeler gibidir an’anatı ser-ta-ser. Deyip; “Hayal ile pek uğraşan olur mecnun” Güler bu cür’ete akl-ı selim-i Eflatun. Döküp uzaklara la’lin zılal-i dur-a-dur. Olimp’e ra’şe verirken bizim hilal-i vakur Düşün de aczini artık hilale karşı eğil Bu şanlı ufka yakışmazsın ey paçavra çekil! Sadr-ı İslam’da yalnız ehadis ü ayatın me’ani-i zahiresiyle şübhe etdiği mes’eleyi bizzat Hazret-i Resul’e sorar hallederdi. Kitab yazmaya; okumaya lüzum yokdu. Gerek dine gerek dünyaya aid şeyler her ne olursa olsun böyle hallolunurdu. Kitab te’lifine lüzum görülmedi. Sonra tabi’in zamanında ihtilaf zuhur etdi. Bunun üzerine ğer teşettüt-i ara vuku’ bulursa ihtilaf-ı ara hasıl olursa ahali-i gelince kuvvet za’il olur sonra ma’azallah bütün ümmet mahvolur. Onun için ihtilafları kaldırmaya çalışdılar. Hakkı batıldan tefrika uğraşdılar. İşte o vakit kitablar te’lifine başlandı. Bilhassa ilm-i kelamda idi tefrika. Kitablar yazıldı erbabı basiret olanlar hakkı kabul etsin denildi ve fa’idesi görüldü. Fakat bunlarda felsefeden bahis yokdu. Ulum-ı felsefiyye henüz İslam’a intikal etmemişdi. Her mes’ele bir ayet bir hadisle isbat olunurdu. Ulema-yı mütekaddiminin mesleği bu idi. Çünkü ihtiyac o nisbetde idi. Sonra ulum-ı felsefiyye Arabca’ya intikal etdi. Tercüme edildi. Bunun üzerine birçok meslekler mezhebler daha zuhur etdi. Mesela o vakte kadar Meşşa’iyyun Mezhebi’ni bilmezlerdi. Çünkü bahis yokdu. O meydana çıkdı. Sonra “Tabi’iyyun”. Ne demek olduğunu kimse bilmiyordu. Böyle bir fikir yokdu. Bu fikirler işte hep o mesleklerin içinde görüldü. Saliki olanlar oldu. Ama az idi. Sonra Meşşa’iyyun Mesleği en çok meydan aldı. Salik olanlar pek çoğaldı. Onun üzerine onlara karşı müdafa’a lazım geldi. Böyle gerek İşrakıyyun gerek Meşşa’iyyun mesleklerine karşı müdafa’a lüzumu hissedilince o yolda kitablar yazılmaya başlandı ki işte ulema-yı müte’ahhırinin ilm-i kelamı odur. Yani ilm-i kelama felsefe karışdırıldı; çünkü öyle icab etdi. Fakat bu nasıl oldu? Evvela ulema onları tahsil etdiler sonra müdafa’a eylediler. O yolda kitablar yazdılar. Bir hayli zaman böyle devam etdi. Sonraları İşrakıyyun Mezhebi pek revac bulamadı. En çok müdafa’a Meşşa’iyyun’a karşı idi. Kitablar gösteriyor. Bunlara müdafa’a için çok kitablar yazıldı. Nihayet Meşşa’iyyun Mesleği de münkarız oldu; yani fenler değişdi. Fenler değişince Meşşa’iyyun’un istinadgahı olan cihetler de alt üst oldu. Şu halde onlara karşı müdafa’ada da bir fa’ide kalmadı. Çünkü o fenlerin mültezimi yok o mesleği iltizam ve tervic eden kimse bulunmuyor ki onlara karşı müdafa’alar meydana koyalım da o suretle ahkam-ı dini muhafaza edelim. Bunlar münkariz olunca yerine Maddiyyun ka’im oldu. Şimdi bunlara karşı müdafa’a lazım geldi. Nasıl ki ulema-yı mütekellimin ve bilhassa müte’ahhırin hem Tabi’iyyun hem Meşşa’iyyun hem İşrakıyyun’a karşı müdafa’ada bulundular ve muvaffak da oldular şimdi biz de zamanımızdaki mu’arızlara karşı müdafa’ada bulunmak lazım gelir. – “Biz kendimizden bir şey katarsak nasıl olur? Biz onların müdafa’atını ta’kıb edelim gidelim…” denirse deriz ki: – “Peki fakat kime karşı? Şimdi bu meslekde erbab-ı ulumdan ta’bir-i aharla felasifeden hiçbir fırka yok ki onlara karşı bu müdafa’atı serdedelim.” “Bu alem onüç küreden ibaretdir. İşte birincisi toprak var. Bunlar birbirinin içindedir. Ve bu eflak ezeli ve ebedidir. Sairleri de nev’an ve cinsen ezeli ve ebedidir. Bu suretle alem kadimdir.” Şimdi böyle diyen bir adam yok. O halde müdafa’a edeceğiz diye; “Hayır sizin kadim dediğiniz doğru değildir belki hadisdir.” böyle kendi kendimize bağıralım. Ne çıkar? Bugünkü felasife bizim dediğimiz gibi diyor: – “Evet Kürre-i Arz hadisdir. Ve üzerindeki mahlukat da hadisdir.” Sonra; “Eflak dediğimiz şey öyle Batlamyus’un dediği gibi dokuzu birbirinin içine girmiş değildir. Böyle eflak de yokdur.” diyelim kim dinler? Bir kere eflakin vücudunu kabul etmiyor ki; “hadisdir.” diye ilzam edelim. Şimdiki felasifenin “Şu feza namütenahidir. İçinde bulunan ecram da kezalik namütenahidir. Ve bu ecram min-haysü’s-sure hadisdir. Yalnız kadim olan ecza-yı asliyyesi ecza-yı ferdiyyesidir. Bu alemde hiçbir suret yokdur ki hadis olmasın; hepsi hadisdir. Lakin ecza-yı ferdiyye ebedidir.” lara karşı; “Eflak kadim değildir hadisdir.” dersek bize gülerler. – “Sen ne söylersin?” derler. – “Sonra insan kadim değil hadisdir.” – “Elbet hadisdir. Arz birçok tabakata münkasemdir. Tabaka-i ulyada insan hadis olmuşdur. Senin demek ilm-i Arzı da bildiğin yok. Bedihi bir şey bu. Kim demiş insan kadimdir?” – “Bilmem işte vaktiyle demişler. Ona karşı söylerim.” – “Onları bul da onlara karşı söyle!.” derler adama. Şu halde görülüyor ki zamanımızda dersleri buna göre ıslah lazımdır. Zamanımızdaki felasifeyi reddedecek kitablar te’lifine – “Biz evvelce söylenen sözleri tekrar edeceğiz…” denirse o başka. Onunla din müdafa’a edilmiş olmaz. Sonra Meşşa’iyyun Cenab-ı Hakk’ın vücudunu musaddıkdır; “Allah vardır.” derlerdi. “Elbet bu ka’inatın illet-i ulası vardır ki Vacibü’l-Vücud’dur. Fakat o Vacibü’l-Vücud fa’il-i mucib’dir fa’il-i muhtar değil. Bunun için alem kadimdir. Çünkü fa’il-i mucibden sudur eden şey ezeli olur. Bina’en-aleyh Allah mucib alem kadimdir. Çünkü alem O’ndan sudur etmiş ve bil’icab sudur etmiş….” Böyle diyorlardı. Biz buna karşı o zamanlar demişdik ki: “Hayır Allah fa’il-i mucib değil fa’il-i muhtardır…” Şimdi felasife-i hazıraya karşı bunu söylersek bize gülerler: – “Sen ne söylersin?” derler. Onun nazariyesince Allah yok. Nerede kaldı ki mucib yahud muhtar olsun. Şu halde bunlara karşı fa’il-i mucib fa’il-i muhtar mes’elelerini zikirde fa’ide yok. Hükema demişler ki: “Cenab-ı Hakk’ın sıfatı yokdur. Kendisi vahid-i hakıkıdir. Bina’en-aleyh O’nda bir takım sıfat tasavvuru batıldır. Madam ki Vacibü’l-Vücud’dur ihtiyacdan varestedir. Eğer sıfat olursa nasıl vahid-i hakıkı olur? Sonra sıfata da ihtiyacı lazım gelir. Halbuki ihtiyac vücubü’lvücuda münafidir. O bizatihi Ka’imdir bizatihi Alim bizatihi Kadir bizatihi Mürid’dir ilh… İlm zatının aynı kudret zatının aynı bütün o sıfat dediğimiz şeyler zatının aynıdır.” Mu’tezile buna salik oldular. Kabul etdiler. Şimdi bu yolda müdafa’ada bulunsak; “Hayır vardır; ilmiyle Alim kudretiyle Kadir hayatıyla Hayy’dır… Mesela iradesiyle Mürid’dir kelamıyla Mütekellim’dir.” diye mu’arızlarımıza karşı söz söyleyecek olursak bize gülerler ve derler ki: – “Biz esası kabul etmiyoruz; nerede kaldı zatı sıfatı mes’elesi!..” Hülasa bugün bizim mu’arızlarımız yani felasife fikr-i uluhiyyet ve fikr-i nebeviyyeti kabul etmiyorlar. Vakı’a tabi’iyyundan bazıları uluhiyyeti kabul etmişler lakin onu da ta’mik edersek onların Allah dediği şey yine tabi’at oluyor. Şu halde bize en lazım cihet ilm-i kelam ciheti; yani ilmi kelam kitablarını ihtiyacat-ı hazıraya göre te’lif etmek. Bu da ne ile olur? Bir kere mu’arızlarımızın fünununu bilmekle olur. Bilinmezse onlara karşı söz söylenemez. Netekim ulema-yı selef öyle yapdılardı: Zamanlarındaki felasifenin fenlerini tahsil etdiler sonra onların sözleriyle onları ilzam etdiler. Şimdi biz kalkar da ma’lumat-ı hazıramızla müdafa’aya yeltenirsek gülünç oluruz. Çünkü bilmiyoruz. Evvela o fenleri tahsil edelim sonra müdafa’a edelim. Artık bu ihtiyacı hissetmeliyiz. Bu hususda ta’assub göstermenin fa’idesi yokdur. Bil’akis mazarratı vardır. Burada ta’assub olmaz. Bütün ulema her asrın ihtiyacına göre kitab yazmışlardır. Şu halde görülüyor ki ilm-i kelamı ıslah lazımdır. Mütekelliminin müte’ahhırini nasıl felsefenin Arabca’ya intikaliyle bu ıslaha lüzum gördüler tabi’iyatdan ilahiyatdan birçok şeyler ilave etdiler biz de aynı ihtiyacdayız. Bize de zamanımızın Ondan başka fırak-ı İslamiyye arasında birçok niza’lar olmuş. İslam tefrikaya düşmüş. Birçok mezhebler çıkmış. O mezahibden bir kısmı el-an bakı. Mesela Şafi’iyye Hanbeliyye Malikiyye var. Bunlar ehl-i sünnet olmakla beraber ahkam-ı fer’iyyede bize muhalifdir; hepsinde değilse de birçoğunda muhalifdir. Vakı’a esasda ihtilaf yok fakat bazı fer’ de var. Bu ihtilafı yekdiğerimize karşı husumet suretinde göstermemeliyiz. Mesela Şafi’iyi kendimize karşı bir hasım addetmemeli. Onlar öyle yapar biz de böyle. İhtimal ki bizim hadiyyedir. Halbuki mesa’il-i ictihadiyye edille-i zanniyyeye müsteniddir. Her iki tarafın da dela’ili zannidir kat’i değildir. Şu halde ictihadlar arasında bir fark olamaz. Onun için derler ki: “İctihad ile ictihad nakzolunamaz.” Mesela: Hanefi Mezhebi’nde bulunan bir fakıh bi’l-ictihad bir mes’ele hakkında bir hüküm verir. Sonra diğerin onu bozmağa hakkı yok. Hatta bir Şafi’iye gösterilse o da bozamaz. İmzaya mecbur olur. Neden? Çünkü kendi ictihadı ötekinin ictihadından fazla değil ki. O da zanni o da zanni. Şu halde; “Biz o mes’ele hakkında böyle ictihad etmişiz; filan da şöyle ictihad etmiş ama haltetmiş. O kadar ileri gitmemeli.” demek hamakat olur. kuvveti dağılmışdır. Şayan-ı te’essüfdür. İyi bir şey değil. Allah bize ittihadı emretdiği halde kendi kendimize ihtilaflar çıkarmışız kendi kendimizi dağıtmışız. Birbirimizi hasım görmemeliyiz. Bir mezheb diger mezheb ehlini kat’iyyen hasım addetmemeli. Addedersek işte ne hale geldik!.. Bu ihtiyacı anlamalıyız. Yani bu ihtiyacı bilmeliyiz ki aramızdaki bu ihtilafları izaleye çalışalım. Mesela Besmele hakkında Hanefi Şafi’i’yi ikfar etmez. Çünkü ikisinin de delilleri kuvvetli. Her iki ta’ife diğerini ma’zur görür. Sonra bir Şi’i Mezhebi var. Şi’ilerle Sünniler arasındaki husumet adeta adavet derecesine varmış. Belki daha şiddetli. Bence bu iyi bir şey değil. Hele bugün bu husumeti kaldırmalı. Bugün bütün İslamların ittihadı lazım gelir. Kat’iyyen ve katıbeten böyledir. Çünkü bu ittihadı yapamazsak kat’iyyen bilmeliyiz ki daha yarım asır sürmez Avrupalılar bizi bel’ eyleyecekdir bütün müslümanlar mahvolacakdır. Bizi muhafaza için ittihaddan başka çare yokdur. Şi’i olsun Sünni olsun değil mi ki “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” diyor kendini müslüman addediyor onu daire-i ittihada almalıdır. Evet hataları vardır yok değil fakat hatalarını ıslah edelim. Yekdiğerimize karşı i’lan-ı adavet eylemeyelim. Hataları varsa ihtar ederek daire-i insafa da’vet edelim. Ama hasmane değil hüsn-i niyetle. Herkesin aklı fikri var; elbet tashih-i efkar eder. Arkadan arkaya biz onları tadlil onlar bizi tadlil… Bunlar çocuk işleri; böyle şanlı bir ümmete yakışmaz. Onları da’vet edelim karşı karşıya gelelim ulemasıyla görüşelim insanca konuşalım anlaşalım: – “Yahu! Hepimiz müslümanız. Nedir beynimizdeki bu mücadele bu kavga? Bir meclis-i münazara teşkil edelim beynimizdeki ihtilaflı mes’eleler ne ise halledelim…” Şi’i ulemasını da’vet eylemeliyiz. Bir meclis teşkil ederek Nedir bu hal? hak i’tikad ederiz. Sonra onlara göre biz batıl bize göre onlar batıl. Ne hayatdır ne tefrikadır bu? Kuvvetin dağılması müslümanların inhitatı bundan neş’et etdi. Bu böyledir. Bu fikirler bugünkü ihtiyacla mütenasib değildir. Edeb dairesinde münazara etmeli. Doğrusu budur. Mübahase edersek ben eminim ki onlar daire-i insafa gelecekdir. Fazilet-me’ab Efendimiz! “Ehl-i İslam hala Din-i Mübin-i İslam’ı bilmiyor” desem çok ağır ve çok acı bir söz olur değil mi? Bu ağır ve acı sözü söylemeye tekrarına ve i’lanına kendimi vicdanen borçlu biliyorum. “Delil” istenilirse –sair memleketler kıt’alar kenarda dursun– Darülhilafe Dersa’adet içerisinden bir değil sürü sürü ayaklı ve canlı deliller sevketmek mümkündür. Fakat buna hacet kalmıyor zannederim. Çünkü müslümanların yüzde’u İslamiyet’in neden ibaret olduğunu bilmedikleri gizli kapalı bir şey değildir. Aksa-yı Şark’dan Aksa-yı Garb’a kadar akvam-ı İslamı kaplamış ta’assub hurafat tekasül ve gaflet bu cehaletin hem delil-i kavisi hem netice-i feci’idir. Onbeş-yirmi sene medrese köşelerinde ve hücrelerinde kitab aktaran “molla” “hoca” efendilerimizi ruh u hikmet-i ların bilgisinden anlayışından millet müstefid olamadığını söylemek lazımdır. Molla çok lakin milletde bilgi yok. Onbeş-yirmi sene “medrese tahsilinde bulunmak” pek az müslümana müyesserdir. Bina’en-aleyh bakı kalan binde ’u Din-i Mübin-i İslam’ı her kavmin kendi lisanında mevcud bulunan “şera’itu’l-iman” “zarurat-ı diniyye” mızraklı ve mızraksız sağir ve kebir “ilm-i hal” risalelerinden tahsile mecbur bulunuyor ve mezkur ilm-i hallerde ne varsa halkın bildiği ondan ibaretdir… Şeri’at-penah Efendimiz! Memalik-i İslamiyyede mevcud ilm-i hallerin hiç biri ruh ve hikmet-i diniyyemizden ma’lumat ve ders vermiyor. Memalik-i Osmaniyye’de böyle bir ilm-i hal aradım mevcudları gözden geçirdim ma’atte’essüf bulamadım. Mevcud ber veriyorlar. Başka bir şey yok. İnsanın müslümanın sa’adet-i dünyeviyyesi ve uhreviyyesi için müslümanlıkda mevcud ve müslümanlara gayet lazım haka’ik ve kava’id-i mukaddese yok mudur ki cümle ilm-i halciler bunları perdeleyip geçmişler? Fazilet-me’ab! Terbiye-i milli ve tahsil-i ma’arifde mu’ininiz bulunan ma’arif nazırı ile birlikte lütfen ve tenezzülen işbu çoban mektubuna bir göz edin. Cenab-ı Hak mücerred olarak bir çok şeyler buyurmuş; “Bana iman ve ibadet edin!” demiş… Bunu okuyoruz edasına çalışıyoruz. Ba’dehu “Sa’adetiniz sa’yinize tevakkuf eder. İbadetden sonra gidin rızkınızı arayınız helal tedabir ü sanayi’de kusur etmeyiniz. Helal kesb receğim.” gibi bir çok hakıkatler daha buyurmuşdur. Ümmiyi az tahsil ile medeni daireye dahil ve fa’aliyet-i şahsiyye ve ictima’iyyeye tahrik eden bunca ehadis-i nebeviyyeden ümmete haber verilmemekdedir. Ne için? “Bir gün kal’a kapısında bekçilik bir gün ibadullahın fa’ide ve muhafazasına hizmet kırk gün oruç ve ibadetden efdaldir.” gibi medeniyet ve ictima’iyet-i beşeriyyenin esaslarından olan kava’id-i mukaddese nurani dinimizin satırlarında ruhunda bulunur da çocuklarımıza ne için ders ve telkın edilmez? Fa’aliyet ve veza’if-i ictimaiyye söndürülüp “neme lazım” tevellüdünü mucib değil midir? “Cennet anaların ayağı altındadır.” “Kadın kız ve yetim hakkından korkun.” “Memleket küfr ile münkarız olmaz; ancak adaletsizlik ile…” gibi kava’id-i medeniyye ve ictima’iyyenin mestur kaldıklarından değil midir ki alem-i medeniyetin evc-i a’lasında bulunacak akvam-ı İslam cümleden geride kalmışdır. Bunlar mektub-ı acizanemin nazariyesi. Gelelim mes’elenin ameli cihetine: ’üncü asır ehl-i İslamı güzel tertib edilmiş ve İslamiyet’in neden ibaret olduğunu cümleye anlatacak ve milletin gönlüne terakkı ve tekamül vücubunu yerleşdirecek bir “ilm-i hal” risalesine muhtac bulunuyor. Böyle bir ilm-i halin ayetli ve hadisli mevadd-ı mündericesi zann-ı kasiraneme göre şundan ibaret olmalıdır: Birinci Bab – Iman abdest namaz oruç hac ve zekat. gayret sanayi’ ve ticaret hususlarında evamir ve kava’id-i Üçüncü Bab – Ana ve baba komşu ve cema’at vatan millet ve devlet huzurunda vazife ve hukuka aid evamir ve kava’id-i mukaddese. yazılması ve ikiyüz-ikiyüzelli sahifede cem’ edilmesi lazımdır. Böylece yazılacak ilm-i halin her hakkı mü’ellifinde kalmak üzere Kırım eşrafından birinin üçyüz ruble mükafat tahsis ederek idaremize teslim etdiğini arz ile yazılacak ilm-i halin ya ki bu ilm-i hallerden birinin bir hey’et-i ilmiyye canibinden makbul görülmesi iktiza edecekdir. Bina’en-aleyh canib-i şeri’at-penahilerinden böyle bir hey’ete üç alim ta’yin buyurulmasını ve Manastırlı İsmail Hakkı Efendi ile Ahmed Midhat Efendi hazeratının da’vet yorum. Elvah-ı İntibah: MAZIDEN BİR SAHIFE Veszprem… İşte bir yer ki binlerce Osmanlıya mezar olmuş bir asrı mütecaviz Osmanlılığın İslamlığın Macaristan’da adeta merkezini teşkil etmiş sonra evet sonra cami’leriyle minareleriyle bütün İslamlığı bütün Osmanlılığı ile çökmüş yerine tekrar eski Macarlık kiliseleri basık evleri ile ka’im olmuş. Daha sonra bütün bu kanlı vakayi’ koca bir kavmin tarihinde bir yer tutmamış hatta ismi bile unudulmuş. Bugün Veszprem kelimesini gören en müdekkık Osmanlı müverrihi bu yerin Amerika’da veya Avustralya’da olduğunu zannedecek derecede unudulmuş. Cihanda muhakkak kat’iyyet-i riyaziye derecesinde bedihi bir ka’ide var ise o da maziden ibret almayan felaketleri çabuk unudan milletlerin mahvı mukarrer olmasıdır. Biz eğer asırlarca devam eden devr-i inhitatın birinci değil yüzüncü felaketinden ibret alsa idik vaktiyle cihanı titreten Osmanlılık daha dünkü hükumetlerin tehdidi altında bulunmaz da hastalık keşfolunsa idi esaslı tedavi sayesinde her zaman harikalık gösteren Osmanlılar yine hakim-i cihan olurdu. Fakat bugün geçmişe te’essüf değil maziden ibret alınacak gündür. Kanla kazandığımız hürriyetden istifade etmek için tarihi tarihin en acı en felaketli en kanlı günlerini tedkık etmek o felaketlerin esbab-ı hakıkıyyesini aramak sonra onlara çare bulmak lazımdır. Milletlerin tabi’atlerinde bazı esaslı cihetler vardır ki onlar pek az veya pek yavaş tebeddül eder. Terakkıyat-ı milliyye için o cihetleri araşdırmak ve bulunacak tabi’i ve hakıkı esaslar üzerine terakkıyat-ı milliyyeyi te’sis etmek lazımdır. Emin olalım ki yalnız Avrupa’dan tercüme etmekle veya bazı ahkamla mukayese ederek te’essüs eden kanunlar Avrupa medeniyetini tedkık ile yapacağımız bi’at-i esasiyye-i milliyye üzerine te’essüs etmez milletin ruhuna nüfuz eylemez kanına girmezse payidar olamaz. İşte bunun içindir ki bugün en ziyade müterakkı milletler bilhassa medeniyetde en eski ve en sebatlı hükumetler daima kavaninini netayicine milletinin tabi’atine göre te’sis edenlerdir. Bahusus bize tarih büsbütün başka şeyleri öğredir. Bizim ruhumuzu tasfiye eder. Bize can verir. Kararan kalbleri paslanan vicdanları cilalandırır. Asırlardan beri müra’ilik veya hayvani bir ita’at seyyi’esiyle ezilen millete insanlığın kadrini öğredir. Cehaletin müra’iliğin menfa’atperestliğin ne derece muzırr olduğunu kanlı misallerle babalarımızın çürümüş kemikleri harab cami’lerimizin enkazı ile yüzümüze çarpar. İşte bunun içindir ki istikbalimizi te’min etmek Osmanlılığı daimi yaşatmak istersek tarihe ve o tarihi anlamak de ehemmiyet vermek lazımdır. Veszprem ufak otuz-kırk bin nüfuslu bir kasaba. Elde mevcud tarihi resimlere nazaran vaktiyle burası küçük bir Macar kal’ası imiş. Ecdad-ı izamımız şarkdan Tuna cihetinden buraya geldikleri zaman kal’ayı yirmi metre irtifa’ında duvarları dairen madar yalçın kayaları ile bir kartal yuvası halinde bulmuşlar. O kal’a kısmen bugün yine duruyor. Duvarların dibinden arazi uçurum olarak - metre iniyor. O derecede ki insanın değil keçinin bile tırmanması kabil değil. Kal’ayı hemen dairen madar ihata eden derecik kal’a duvarlarından pek güzel dövülebilir. O zamanın okları adi tüfenkleri değil hatta taşla bile dövmek kabil. Bugün katolik papaslarının dairesini teşkil eden binalarda şark-ı cenubiye müteveccih olanların üzerinde o zamana mahsus müdevver mermiler aynen duruyor. Şübhesiz ki bu mermilerin ekserisi delmiş geçmiş bir tahribat yapmışdır. Fakat Macar Milleti’nin o feci’ maziyi unutmaması için o mermiler çıkarılmış dövülen evlerin duvarlarına göze çarpacak vechile dizilmiş. Bu mermilerin istikametine bakılınca derenin öbür tarafındaki sırt üzerinde Osmanlı bataryalarının mevzi almış olduğuna hükmetmek lazım gelir. Esasen Budapeşte cihetinden gelindiğine nazaran şehri dövmek için o sırtlardan müsa’id yer de yok. Kal’anın şimal cihetinde bir burun gibi dar bir sırt uzanır. Kal’aya hücum yük bir beyaz mermer sütun onun üzerine bir salib dikilmiş. Eski resimlere göre burası vaktiyle İslam mezarlığı imiş. Ben gezerken mütemadiyen yerlere bakıyor o eski te’sirsiz toplar tüfenklerle bu müdhiş kal’alara hücum eden cesur metin babalarımızın bir ufak kemiğini olsun bulmak istiyordum. Ağaç diplerine biraz dikkatli bakınca birkaç kemik buldum. Yanımda Avusturyalı zabitan da var idi. Birçoğumuz kemikleri tedkık etdik. İnsanın kaburga ve sair kemikleri parçalanmış küçülmüş beşer-onar santimetre büyüklükde taşlar olmuş. Fakat kemik olduğu görülüyor. Tedkıkatı ileriletdikçe kemikler ziyadeleşiyor. Artık şübhe yok burası bir mezarlık. Ve arazinin şekline nazaran o zaman şanlı babalarımız bu cihetden hücum etmiş. Esna-yı hücumda birçok şehid vermiş. Ve adet olduğu üzere şüheda düşdükleri yerde gömülmüş. Bugün orada o mukaddes mekabirin üzerinde küçük muntazam bir yol orta yerinde büyük bir salib! Kasaba zabtedildikden sonra ahaliden birçoğu İslam olmuş yüz seneyi mütecaviz burada kalınarak civarda birçok kurada hakıkı Türkler de yerleşmiş. Hatta hala isimleri eski Türk isimlerinden muharref olarak muhafaza ediliyor. Kasabada eski İslamlığın Osmanlılığın enkazından tepesinde büyük bir salib vaz’ edilerek sa’at kulesine tahvil edilmiş bir minare kenarlarda bir cami’ harabesi… İşte bu kadar. Orada o kahraman ecdadımızın kemiklerinin yanı başındaki salibin dibinde derin derin düşündüm. Bugünkü vesa’it eden bu yalçın kayalara şüheda vücudlarından merdivenler yaparak çıkan o metin o cesur babalarımızın yüz seneyi mütecaviz yerleşdikleri bu yerlerde birkaç kemikden bir-iki harabeden başka bir şey kalmaması bütün bu kanların milletin kalbinde değil en adi bir kağıd üzerinde bile bir eser bırakmaması bütün bu felaketlerin hiç bir intibah hasıl etmemesi esbabını hazin hazin düşündüm. Guya ki o kemikler birleşmiş her kayanın dibinden bir şehid yükselmiş kanlı kefenleri mu’azzam tuğlu vakurane başlarıyla o muhterem babalarımız karşıma dikilmiş. Onlar da benim ile beraber artık düşünmek zamanı gelmiş ve hatta geçmeye başlamış olan bu esbab-ı inkırazı düşünüyorlardı. Yerden bir kemik aldım. Mazimizi ve dikkatsizliğin devamı halinde akıbetimizi gösteren o mukaddes kemik parçasını kemal-i ihtiramla bir kağıda sararak cebime koydum. Hala düşünüyordum; bu kavi milletin niçin bu derece münkariz olduğunu bulmak isteyordum. Artık ruhumdan kopup gelen bir sada bana bu felaketlerin esbab-ı hakıkıyesini bir-iki kelime ile söylüyordu: Tarih o ayine-i hayat-ı milel bize yukarıda milletin başında bulunanların ahlaksızlıklarını ne kadar acı bir suretde tasvir eder. Fakat bu ahlaksızlığın müvellidi nedir? Onu da biraz düşünürsek bütün felaketlerin esbab-ı hakıkıyyesini cehaletde buluruz. Gözü açık fikri münevver bir millet kendisini uçuruma sevkeden büyüklerin kafasını daha evvel ezer. Bina’en-aleyh iş milletin gözünü açmakda ona insanlığın ma’na-yı hakıkısini anlatmakdadır. Bir kere millet insanlığın ma’na-yı hakıkısini anladı mı artık onun başında canavarlar duramaz. İşte bunun içindir ki tarih bize her zaman bu hakıkati pek sarih söyler pek kanlı misallerle teşrih eyler: İnsanca yaşamak isterseniz ma’na-yı insaniyyeti anlayacak derecede tahsil-i ilme çalışınız. Aks-i halde ecdadınızın uğradığı felaketlere uğramak mukarrerdir. Emin olalım ki ne Meclis-i Meb’usan ne Hürriyet Ordusu ne genç zabitanın efkar-ı ahraranesi hiç bir şey bizim istikbalimizi ciddi bir suretde te’min edemez. Tarih bize gösteriyor ki bu gibi cüz’ler muvakkatdir. Asıl payidar olan açılmış O efkar-ı umumiyenin temeli ise ma’arifdir. Bize insanlığı vatanperverliği öğredecek tarihin acı tatlı hakıkatleriyle bizi daima doğru yola sevkedecek olan hakıkı bir ma’arifdir. Ya acaba biz bu hakıkat-i mahza karşısında şu bir senelik hürriyet esnasında ma’arif için ne yapdık? Hiç! Mehd-i Hürriyyet denilen Selanik’de bile bir darülmu’allimin yok. Köylerin yüzde ellisinde mekteb yok. Mekteblerin yüzde sekseninde mu’allim yok. İbtida’i kıra’at kitablarından en mühim asara kadar hiç birinde Osmanlılık ve insanlığı öğredecek bir satır yok. Bu hal böyle devam ederse emin olalım ki ne ordular ne zırhlılar ne şimendüferler hiç bir şey istikbalimizi te’min edemez. Orduların inzibatı bozulur zırhlılar çürür cahil milletin parası çabuk tükenir. Ma’arif ise bütün bunları tedarik ve takviye edecek bitmez tükenmez bir hazinedir. haç dikildiğini istemezsek dedikoduları ihtirasat-ı şahsiyyeyi bırakarak milletin ma’arifine bakalım. Sancak merkezlerine kadar darülmu’alliminler her köyde mektebler açalım tarz-ı tedrisi ıslah edelim. Bir tarafdan Avrupalıları diğer cihetden tarihimizi başdan aşağı tedkık ederek maziden millete dersler verelim. Bunun için ecdadımızın cevelan etdiği yerlere adamlar gönderelim tedkıkat yapalım; harabelerin taşlarından ecdadımızın kemiklerinden birçok hakıkatleri meydana çıkaralım. Bütün bu hakayıkı enzar-ı ümmete saçalım. Bir kere bu esas dahilinde çalışmak te’essüs ederse Osmanlılık payidar olur eski şan ve azametini bulur. Aksi halde mazinin cehalet ve ahlaksızlığı devam ederse hürriyete ordulara donanmalara rağmen mahvın mukarrer olduğuna emin olmalıdır. “Tanin” Vicdani Şark’ın en hakim noktası olmak i’tibarıyle maddeten ve makarr-ı celil-i Hilafet bulunması hasebiyle de ma’nen ha’iz-i ehemmiyyet olan İstanbul’un takriben üçyüz seneden beri ale’t-tedric geçirdiği edvar-ı inhitatıyye bir yandan biz Osmanlıların nice felaketlerine sebeb olduğunu ve bir yandan da makarr-ı Hilafet’in şu hayat-ı atılanesi bütün alem-i siyle gösterdiği ve hele şu son otuz seneden beri tefrika ve fesad-ı ahlak gibi en büyük felaketin kurbanı edilmekliğimiz mukarrer olduğu cihetle bu iki belanın seyr-i muharribine sed çeken sene-i devriyyesini idrakle mübahi olduğumuz inkılab-ı mes’udu ben iki i’tibarla tebcil eylerim: Evvelkisi alem-i medeniyyet Şark’da kavi ve ciddi bir hükumet bulacağı için siyasetini herkesin görüp anlayabileceği bir esasa bina edecek ikincisi makarr-ı celil-i hilafet makarr-ı celil-i hilafet olacak… Oh! Şükür ya Rabbi!... Artık zulümat-ı cehl ü fesad salih eller iki bina-yı metin kuruyor: Hükumet-i Osmaniyye kendi kendisine ve cihana karşı olan hukuk u veza’ifini tanıyacak ve tanıdacak… Hilafet-i mukaddese-i İslamiyye bütün alem-i İslam’a karşı vacibat-ı diniyyesini ifa edecek… Haza min-fazli Rabbi! Hükumet-i sabıka-i zalimenin hakimiyet-i milliyye ve meşrutiyet-i idare esaslarını kabule mecbur edildiğini ilk işitdiğim zaman sevinip çırpınmış idim; dünyalar benim olmuş ğunu vehleten hatırlamak istemedim. Şimdi gün geçdikçe noksanlar kendi kendine meydana çıkıyor ve telafisine elbette çalışılıyor. Şekl-i idaremizin muhtacı olduğu aletler kanunlar ikmal olunup muktedir ellere tevdi’ olundumuydu vazife yalnız tatbikdan tedvirden ibaret olacak ve millet-i mu’azzama-i Osmaniyye bütün mevcudiyet-i siyasiyyesiyle o zaman layık olduğu mevki’-i şerefi işgal edecek… Oh! Ne kadar mes’ud bir ati ne kadar tabi’i bir tarik-ı necat… Rabbim an-karib cümlemize idrakini nasib ü müyesser eyleye… Bu yola tekamül yolu derler. Bunun istihsali için erbab-ı hamiyyet ü gayret neler çekmediler! Hamden lillah cehl ü fesada galebe edebildiler. Fakat bu galibiyetden bihakkın istifade medreseler şirketler darüssına’alar ve pekçok şeyler vücuda getirmeye muhtacız mecburuz. Teşebbüs devr-i ibtida’isini henüz geçiremedi. Teşebbüsün devr-i ibtida’isinin safahat-ı Yavaş yavaş teşebbüs-i hakıkı ala’imi görülür tedricen kuvvetleşir büyür yaşar yaşar… Nev’-i beşer üzerine bu te’siri yapan hep tekamül kanunudur. Nitekim deva’ir-i merkeziyyede en evvel en noksan olan şeylerin veyahud en noksan zannolunan şeylerin ikmaline doğru bir teşebbüs uyandı; her nezaret kendisine lazım olan aletleri kanunları istihzara başladı. Fakat pek mahdud pek ibtida’i… Elbette gelecek sene daha metin daha ciddi olacak. Böyle böyle meydana gelecek dır.” derler. Biz sabrederiz bekleriz… Ya bazı nezaretler daireler var ki biz ümmet onlardan pek çok şeyler beklediğimiz halde henüz alamet-i teşebbüs olacak bir şey göremedik işidemedik. Mahzun nevmid değiliz; çünkü mutlaka ati bizimdir çünkü mutlaka kanun-ı tekamül kanun-ı ıstıfa hükmünü icra edecekdir. Fakat beşeriyet bu ya lüzumundan fazla tereddüd ve teşebbüssüzlük kelal veriyor. Deva-yı acil –hin-i hacetde– mahz-ı hayatdır. Mesela Harbiye Maliye Dahiliye Adliye nezaretleri az çok teşebbüs ala’imi gösterdiler. Fakat Meşihat-i Celile-i İslamiyye’ce nezaretler yalnız ümmet-i Osmaniyeye karşı mes’uldür; Meşihat-i Celile-i İslamiyye bütün alem-i İslama karşı mes’uldür. Aman ya Rabbi; bu ne büyük mes’uliyet ne mukaddes vazifedir… Aczim bida’asızlığım bu büyük mes’ele-i ictima’iyyeye karışmama kat’iyyen mani’dir. Garazım ulema-yı kiramın alakadaranın nazar-ı dikkatini celbetmekdir. Halifenin emirülmü’mininin mesa’il-i İslamiyyeye müte’allik veza’ifini Meşihat-i Celile-i İslamiyye der’uhde etmiş o mes’uldür. Küre-i Arz üzerindeki üçyüz milyonu mütecaviz İslamın terbiye-i fikriyyesi tekemmülat-ı ictima’iyyesi ahval-i ruhiyyesi hakkında ma’lumat-ı mutlakası olmak bu heye’at-ı ictima’iyye-i tabi’isine hadim esbabı ihzar u tevzi’ eylemek terbiye-i ibtida’iye-i mek bu müteferrık ve müteba’id heye’at-ı ictima’iyye-i İslamiyye cehli nifak fesad dalal ve emsali menhiyatla ma’lulleri varsa kararmaya başlayan muvahhid kalbler varsa onları tenvir vazifesi değil midir? Bu maksada vüsul için bir seneden beri nelere teşebbüs buyuruldu? Şimdiye kadar kaç medrese ıslah kaç mekteb küşad buyuruldu? Bu su’ali Küre-i Arz’daki herhangi bir müslüman olursa olsun Meşihat-i Celile-i İslamiyye’ye irad hakkına malik değil midir? Mesela Çin’deki bir müslim diger mahallerdeki dindaşlarının vaz’iyet-i ictima’iyyesini öğrenmek Darülhilafeti’l-Aliyye’de kaç mücelled kaç risale neşrolundu ve kaç dille yazıldı anlatıldı?... Biz bu ihtiyacat-ı ruhiyyemizi devr-i meş’um-ı münderisde asar-ı ecnebiyeye müraca’at ede ede ve bin galat içinde –mu’adele halleder gibi– bir hakıkat istinbatına uğraşır ve maksuda ya vasıl olabilir ya olamazdık… Yine mi böyle olacak? Yoksa bu mes’ele-i ictima’iyye-i İslamiyye için de bir Fransız bir İngiliz yahud bir Rus muharririnin himmet ü hamiyetine mi intizar edelim… Emin olunuz karibü’l-vuku’dur ulema-yı kiram bu noksanı ikmal eylemezse bir Fransız bir İngiliz yahud bir Rus fazılı alimi bunu ifa edecekdir. Teşebbüsün böyle füru’atını da elbette Meşihat-i Celile-i ya ulema-yı kiram da mes’uldür. Ale’l-ıtlak erbab-ı kalem de mes’uldür. Darülhilafeti’l-Aliyye asırlardan beri makarr-ı celil-i Hilafet iken henüz mufassal bir tarih-i İslamımız yok. Mufassal bir İslam coğrafyası bir İslam haritası yok. Alem-i ri-i şemsideki vaz’iyyat-ı ictima’iyye ahval-i ruhiyye terbiye-i ahlakıyye ve sairesine dair bir eser-i ilmi ve ictima’i külliyen mefkud… En büyük alimimize sorulsa mesela Afrika Kıt’ası’ndaki ahval-i İslamdan bize izahat i’tasından aciz olduğu görülür. Afrika’nın etrafıyla ta Amerika’ya kadar uzanıp giden adalardaki müslümanlardan müslümanların bugünkü ahval-i ictima’iyyesiyle geçen asırki vaz’iyyat-ı siyasiyyesinden acaba binde yüzbinde kaçımız habiriz?.. Komor Hakimi Seyyid Ali’nin geçen sene muhakemesini ecnebi gazetelerinde görmüşdüm. Acaba neye müncer oldu?.. Bu ma’ruzatım siyasi maksada müstenid değildir. Ben fikrimi sırf ilmi yürütmek istiyorum. İstiyorum fakat noksan kalıyor. Aczimi tekrar ederim ve biz müslümanların –milel-i sairenin olduğu gibi– ahval-i ictima’iyyesi kat’iyyen taht-ı inzıbata alınmasını ulema-yı kiramdan ve Bab-ı Celil-i Meşihat’den Mesela Hind’de Afrika’da Ramazan bayram nasıl oluyor bu dini günlerimiz oralarca nasıl geçiriliyor oralardaki nisvan-ı İslam ile bizimkiler arasında adeten ne fark var?.. Afrika’da birçok murabıtlardan bahsolunuyor. Onların terbiye-i fikriyyesi kıymet-i maddiyyesi nedir? Müslümanların en müterakkısi neredekilerdir? En müte’ahhiri hangisidir? Endülüs tesmiye olunan İspanya’da İslamların kat’iyyen münkarız olduğunu söylüyorlar. Bazı erbab-ı merak oralarda henüz pek çok müslüman ispanyollaşmış müslüman olduğunu söylüyorlar. Aslı var mı yok mu; kimden sorup anlayalım? Bazı protestan ve katolik misyonerler Afrika içerleriyle Asya Amerika ve Afrika Kıt’aları arasındaki adalara İslam kıyafetiyle giderek ve kaba’il-i İslamiyye arasında yerleşerek ta’lim ve tedris-i din bahanesiyle ve onların safvet-i ahlakıyyesinden sih aleyhisselam hakkındaki tavsifat-ı sübhaniyyeyi vesile ederek yavaş yavaş onları protestanlaşdırdıkları katolikleşdirdikleri söyleniyor. Aslı var mı yok mu? Çare-i müdafa’a nedir? Bu ma’ruzatım coğrafyaya tarihe seyahate siyasete aid bir hikaye midir yoksa sırf bir mes’ele-i İslamiyye bir mes’ele-i ictima’iyye-i İslamiyye midir? Kont Henry isminde bir zat-ı fazilet-simatın “İslam” namındaki kitab-ı mu’teberini geçenlerde okumuşdum. Tunus ve Cezayir müslümanları hakkında bizim için fa’ideli ve ibret-amiz birçok izahat tafsilat var. Bu kitab-ı mu’teberin Arabca’ya dahi terceme olunduğunu söylüyorlar. Cezayir’deki medreseler müfettiş-i umumisi ismi hatırımda kalmayan bir mösyönün “İslamizm” namındaki kitabını da okudum. Onda da öğrenecek ibret alacak şeyler eksik değil. Ulema-yı kiram hazeratının nazar-ı dikkatini celbederim; bu ve emsali kitablardan ahval-i İslam ve Avrupa’daki mevki’i hakkında bir fikr-i umumi edinilebilir ve ne yapılmak lazım tıdır. Bu bir vazife-i ictima’iyye-i İslamiyyedir ki yalnız bir kişi bir şey yapamaz; bunu düşünecek bir hey’et-i ilmiyye olmalıdır. Geçen sene Mısır’da bir mü’temer-i İslam akdolunduğunu ve bu sene de Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye’de yahud Mısır’da akdolunacağını söylüyorlar. Bu mes’eleleri min-gayri haddin ve liyakatin mü’temerin nazar-ı dikkatine arzeylerim. Mesela Hind’den Türkistan’dan bir zat kalkıp Darülhilafeti’l-Aliyye’ye geldi; müraca’at edecek bir mahall-i mahsus görüşecek bir me’mur-ı mahsus yok. Böyle mi olmalıydı? Bab-ı Celil-i Meşihat’de umur-ı hariciyye-i İslamiyye cımız olduğu i’tikadındayım. Sırf umur-ı diniyye ve terbiye-i Bab-ı Celil-i Meşihat’in bir me’mur-ı mahsusu olmalıdır. Rabıta-i diniyyemizi tenmiye ve i’la için vesa’it-i maddiyye te’sisi şer’an aklen borcumuzdur. Acaba böyle bir teşebbüs var mı olacak mı? Afrika’da birçok bilad-ı İslamiyye vardır ki matbu’ bir elifba risalesi ecza’-i şerifenin matbu’ hiç bir nüshası henüz girmemişdir. Bu vazifeyi Meşihat-i Celile-i İslamiyye mi düşünecek yoksa misyonerlerin himmetine mi terkolunacak?.. Bilad-ı İslamiyyenin icab eden yerlerinde –hiç olmazsa şimdilik sekiz-on kadar– darü’l-ulum te’sis eylemek ihtiyacat-ı asriyyemizle mütenasib ulum ve fünun ulum-ı diniyye ulum-ı ictima’iyye tedris olunmak elsine-i İslamiyyede icab eden kitablar yazılmak lisan-ı Arab lisan-ı dini lisan-ı müşterek addolunmak yani bu şeyler bir ka’ideye bir kanuna rabtedilmek –elhasıl bütün lakaydimize rağmen el-minnetü lillah istikbali zaten parlak olan din-i mübinimizin üçyüz milyon müntesibi esas ü mebde’ i’tibarıyle bir terbiyede bir hisde bir seviye-i fikriyyede bulunmasına teşebbüs eylemek insaniyet nokta-i nazarından din nokta-i nazarından lazım mı değil mi? Lazımsa bundan mes’ul kimdir? Nemiz eksik? Paramız mı? Zekat evkaf… Bu haza’ini ulum-ı kü vaz’iyetimizi hikaye eylesek neler demez?.. La-havle ve la kuvvete… Demek ki eksiklik teşebbüsümüzde ilmimizde aleme vukufumuzda imiş… Ey alem-i İslam! Ben aczimle anlıyorum ki istikbalin din-i tabi’isi “muvahhid”likdir; inkişafat-ı dimağiyye hissiyat-ı ruhiyye kava’id-i fenniyye şekl ü kuvvetinde tecelli etdikçe nev’-i beşer hakıkat-i İslamiyyet’e doğru ilerlemiş oluyor… Ey alem-i İslam! Sen de bir aksü’l-amel yap; üçyüz senelik hab-ı gaflet elverir! Sana doğru gelen istikbali istikbal değil fikren ruhen hakıkı evladları Din-i İslam’a layık heye’at-ı Kurun-ı Vusta’da İslamiyet aleyhinde neler yazılmadı neler söylenmedi! Dimağ-ı beşer kemalata doğru su’ud etdikçe o hücumlar da tehaffüf etdi ve layenkatı’ ediyor. Fakat bu biz müslümanların iştiğalat-ı dimağıyyesi neticesi değil kanun-ı tekamülün istiknah-ı hakıkat meyl-i tabi’isinin atalet ü meskeneti inhisafa uğratıyor dedirtmeyelim. Şeyhü’l-Galayini Efendi hazretlerinin ed-Dinü’l-İslami ve elLord Cromer nam müdafa’anamesinde Lord Cromer’e serdetdiği hakayık dairesinde müslüman fi’ilen müslüman olalım. Çaresi zannederim ki ancak medreselerimizin ıslahı darül’ulumlar küşadı alem-i İslama ruh-i intibah telkıni ve müftilik kadilik imamlık hatiblik va’izlik mu’allimlik müderrislik ve emsali gibi ya bizzat ya bi’t-tebe’iyye dine te’alluku olan veza’ifin mutlaka bu darül’ulumlardan ve böyle medreselerden me’zun ulemaya tahsisi ve her başı sarıklının alim tanınması zamanına nihayet verildiğinin bilinmesi ile kabildir. Ve bu teşebbüs bu mes’ele yalnız Osmanlı müslümanları değil bütün alem-i İslam nazar-ı dikkate alınarak düşünülecek hallolunacak bir mes’ele-i hayatiyye bir mes’ele-i diniyyedir. Ah ne olurdu ulema-yı kiramdan birkaçı bir yere gelip de mesela “Onüçüncü Asr-ı Hicri-i Şemside Alem-i İslam” veyahud mesela “Asr-ı Hazır Müslümanları ve Terbiye-i Fikriyye ve İctima’iyyeleri” yahud ve sadece “Alem-i İslam” namıyla fenni ictima’i tarihi bir eser vücuda getirseler ve her lisana tercüme eyleseler cihana dağıtsalar birbirimizden habir olsak… Fakat o suretle ki Şark ve Garb’daki cihanın her tarafındaki müslümanların köylerine kulübelerine varıncaya kadar bütün sera’ir-i ruhiyyesini hayat-ı siyasi hayat-ı iktisadisini hukuk-ı tabi’iyyesinin hangilerinden mahrum hangilerine malik olduğunu hissiyat-ı diniyyesini cami’lerini mekteblerini öğrenebilelim… Sonra galatatını Meşihat-i Celile-i İslamiyye’nin Evkaf Nezareti’nin Darülhilafeti’l-Aliyye ulema-yı kiramının mü’temer-i celil-i İslam’ın bittabi’ daha ihatalı daha esaslı düşündüğü düşüneceği bu mes’eleyi bu kadarla keserek netayic-i fi’liyyesine intizar ederim ve muvaffakıyetini Tanrım’dan dilerim. Geçen nüshada Hafız Ali Efendi’nin ıslah-ı medaris hakkındaki mütala’at-ı muhikkanesi yazılmışdı. Bir def’a medreselerin keyfiyyet-i ıslahı alem-i İslamiyyet ve insaniyyet nokta-i nazarınca ne derece vacibü’l-icra bir emr-i mühimm-i dini olduğu bir-iki misal ile tavzih ve isbat olunacakdır. Hükumet-i mu’azzama-i Osmaniyyemiz muhtelifü’l-ecnas ve’l-mezahib anasırdan teşekkül etmiş ise de hükumet-i müşarun-ileyhanın bani-i mu’azzamı Osman Gazi gibi bir muvahhid-i takva-şi’ar olmasından hükumet de bittabi’ o nam-ı namiye izafeten “Osmaniye” ve müntesib olduğu din-i aliye nisbeten dahi “İslamiye”dir. Bir hükumetin umur-ı mezhebiyyesi ise ulema ve felasife-i ruhaniyyesinin tekamül-i feyz ü irfanı ve böyle sahib-i kemalat olan ulemanın idraki de menşe’-i füyuzat ve medeniyyat olan medarisin bir an evvel tekemmülüyle olabileceği ve berhayat olan bir insan-ı kamilin gerek umur-ı dünyeviyye gerek umur-ı diniyyesinde kambin ü mes’ud olabilecek bir hal ile yaşayabilmesi için her iki hususda behremend-i feyz ü me’ali olması icab edeceği şübhesizdir. Herhangi ciheti noksan ise sa’adet-i hal ile imrar-ı hayat edemeyeceğinden ebediyyü’d-dehr bir azab-ı vicdani bir ıztırab-ı ma’nevi içinde üzülüp kalacağı tabi’idir. Her iki cihetini bir suret-i mütekamilede cami’ olan bir vücud-i kıymetdar teşebbüs edeceği her kara bir inşirah-ı tam ile hüsn-i netice vererek ömrü oldukça bahtiyar yaşar. Darülfünun mesabesinde bulundukça o gibi medarisden neş’et etmiş olan eslaf-vüzera ve ümera ile –havarik-ı adatdan olarak bir-ikisi istisna edilince– büsbütün ümmi veyahud fazl ü kemali mahdud olanların tedvir-i umur-ı hükumet hususundaki farkları dahi elbet saha’if-i tevarihde kemal-i vuzuhla görülmekdedir. Biri Ahmed diğeri Davud gibi her ikisi Arnavud fakat biri fazıl diğeri cahil iki sadr-ı a’zam beynindeki fark-ı azimile tikabat-ı rezilesi enzar-ı mukayeseye alınacak olur ise biri melek siretinde bir fazıl bir muttakı diğeri şeytan tıynetinde bir cahil bir şakı olduğu görülür. ris-i leyliyyede ta’kıb-i tedrisat olunacak olur ise yetişecek fuzala-yı ümmet hem dini hem dünyayı layıkıyla anlamış olacaklarından hükumet-i müfahhame-i Osmaniyyemiz – avn-i Celil-i Bari ile– az sene zarfında Fatihlerin Süleymanların devre-i şevket ü debdebesini andıracak bir mertebe-i şükuh ü ihtişama isal eyleyecekdir. Bir koca memlekete bir vilayete bir arsaya hatta bir karış toprağa veyahud bir avuç toza candan muhabbet bir düşkünlük ibrazındaki hikmet o toprağın hadd-i zatındaki kadr ü kıymetinden değil din ü iman gibi bir cevhere-i ulviye-i ma’neviyyenin o toprağın te’min-i selameti sayesinde ancak muhafaza edilebileceği içindir. Yoksa bir insanda hadd-i zatında din ü iman namus ü haysiyet olmadıkdan sonra herhangi toprakda olur ise olsun nezdinde umum edyan ü mezahib müsavi olmasına bina’en o toprakda yaşaması da müsavidir. Hissiyat-ı fıtriyye-i beşeriyyenin en büyüğü olan vatan muhabbeti namus ve din muhafazasını kafil ve bu emr-i muhafaza ise mükemmel medreselerin vücuduyla ancak hasıl olabileceğinden her vilayetde birer mükemmel medrese da tedris ü terbiye etdirildiği takdirde dinimiz şeva’ib-i zelelden masun kalacağı gibi dünyamız da bundan sonra ma’mur olacağına kat’iyyen şübhe kalmaz. Aksi halde daha çok sene sürmez el-iyazü billah medreselerin ekseri tabi’atiyle ma’il-i indiras olmağla hükumet-i kez-i istinadı olan Hükumet-i Aliyye-i Osmaniyye de başka bir renge gireceği zaruridir. Fuzala-yı benamdan Manastır Müftisi Receb Efendi kongrede dediği gibi kısm-ı a’zamı dürüst okumakdan bibehre olan köy mu’allimlerinden tederrüs göremeyen zavallı çocuklar ne derece esefnak bir halde bulunacaklarına te’essüf etmemek elden gelmez. Fakat ber-minval-i ma’ruz her vilayetde olamadığı takdirde kurb ü civariyeti hasebiyle merkez addolunabilmesi kabil olan vilayatda bir an evvel küşadı alem-i İslamiyyet diniye felsefe-i İslamiyye fünun-ı mütenevvi’a-i hazıra bir tarz-ı mükemmelde tedris olunup da bu gibi medarisden neş’et edecek efendiler umur-ı hükumetde istihdama başlanırsa bilcümle ulum u fünuna aşina olan ve sinn-i sabavetden ye görmüş bulunan bu gibi zevatın icra’atı da o derece mukarin-i adl ü hak olacağı ve hükumet-i Osmaniyyemizin o nisbetde terakkıye bir isti’dad-ı seri’ göstereceği bir emr-i gayr-i münkerdir. “Gerçi mülk din ile değil ancak adl ile beka bulur.” ise de terbiye-i diniyyesi mükemmel olan ve kalb ü fikrini mehafetullahın ihata etdiği bir zat ile terbiye-i diniyesi nakıs olan zat-ı diğerin icra’atı arasındaki tefavütün dahi ne derece azim olacağı azade-i beyandır. Ma’amafih layıkıyla terbiye görmüş bir vücuddan vatanı tehlikeye ilka edecek hati’atın zuhuru pek de o kadar kolay tasavvur olunamaz. Noksan terbiye her halde ümmü’r-reza’ildir. Tehzib-i ahlak tenvir-i efkar tasfiye-i kulub tashih-ı akıde gibi mezaya-yı ulviyye-i beşeriyyeyi bi-hakkın zihinlerinde yerleşdiren evlad-ı vatan vatanın kudsiyetini meşrutiyetin ulviyetini digerinden daha ziyade takdir eyler. Hey’et-i mu’azzeze-i ilmiyyenin cümle-i asar-ı delalet ü tavassutuyla küşad olunacak o gibi medaris-i aliyyede ahlak-ı fazıla ashabından muktedir müderris efendilerin ta’yiniyle terbiye-i umumiyye-i İslamiyyenin bir seviyede neşr ü ta’mimi hususunda ibzal-i mesa’i buyurulursa –inşa’allahurrahman– şarika-i İslam az zaman içinde şa’şa’a-endaz-ı müfarık-ı enam olur ümid-i kavisindeyim. Muvaffakıyet Hakk’dandır. Sıratımüstakım’in kırkaltıncı nüshası’nda Kazanlı Molla Mahmud Sadık tarafından gönderilen “Hatt-ı Mushaf” serlevhalı bend-i mahsusda Kazan’da bir hey’et-i ulema teşekkül edip mesahif-i şerifenin resm ü hatları hususunda icma’-ı sahabe ile Osman-ı Zinnureyn hazretlerinin yazdığı mushafların resmine ittiba’ın vücub ve adem-i vücubunu mülahaza ve mesahif-i mevcudenin mesahif-i Osmaniyyeye muhalif yerlerini teftiş etdiler. Bura ulemasınca ekseriyet-i ara ile hak tezahür etmiş ise de bu babda merkez-i Hilafet’de bulunan ulema-yı kiramın mülahazatı neden ibaret olduğu talakat-i lisan ve selaset-i beyan ile istifsar u istizah olunuyor. Cidden Kazan’da bulunan din karındaşlarımızın böyle bir mes’ele-i mühimmeyi tezekkür ve alem-i İslamiyet’i haberdar etdiklerinden dolayı salabet-i diniyyelerini takdir ve umum Osmanlı İslamları namına zevat-ı muma-ileyhime teşekkürler ederiz ve aktar-ı Arz’dan bulunan bütün ehl-i İslam’ın her bir emr-i hayrda ittihad ü ittifaka muvaffak olmalarını Cenab-ı Vahibü’l-ataya’dan kemal-i huzu’ ve nihayet-i huşu’ ile an-samimi’l-kalb reca ve niyaz eyleriz. Acizleri ilimde sermaye-i kalile ashabından isem de gayret-i fıtriyyem bu mes’eleye de baz ı mütala’at beyanına sevketdiğinden bu hususda noksanımı i’tiraf ve aczimi ikrar ederek esbab ü müsebbebatı halkeden Allahu Te’ala’ya istinaden ulema-yı a’lam ve eslaf-ı zevi’l-ihtiram kelamlarından fehm ü istihrac edebildiğim netice-i tetebbu’atımı kurra ve ulema ve fukahamız enzar-ı dekayik-cuyane ve ara-i keşşafanelerine ehemmü’l-mühimmat olan bu mes’ele-i mu’dilenin hall ü teşrihine mu’idd ü mümidd olan mutala’at-ı bergüzidelerini bi-diriğ buyurarak efrad-ı ahaliyi ikaz etmeleri terciyatıyle arz u takdim eylerim. maniyye resm ü hatlarından ekser-i cihatı kava’id-i Arabiyyeye muvafık bazı nukatı muhalif geldiği e’imme ve kurra’ taraflarından kütüb-i kıra’etde beyan olunmuşdur. Hutut-ı Osmaniyyeden kava’id-i Arabiyyeye muhalif gelen nukatdan bazısının hükmü biz mu’aşir-i ahlafa ma’lum ve bazısının ilmi bizden ga’ib ü nihan olmuş bu mevaki’ sahabe-i kiram hazeratından keyfe ma-ittefak tersim olunmayıp belki nezd-i samilerinde mütehakkık sırru hikmetden neş’et etmişdir. Şu halde mushaf-ı Osmani hututundan usul-i Arabiyyeye muhalif olan mevazı’da kava’id-i Arabiyyeye bakılmayıp mushaf-ı Osmani resm ü hattına ittiba’ vacibdir. Bahusus mütekaddimin ve müte’ahhırinden çok zevat-ı kiram ve ulema’-i a’lam mushaf-ı Osmani resm ü hattını beyan hususunda te’lifat-ı müstakılle ve asar-ı mu’tebere vücuda getirmişlerdir. Ebu ‘Amr ed-Dani hazretleri bu mes’ele-i mühimmede bezl-i makderet eyleyen zevat-ı müşarunileyhim cümlesinden bir zat-ı celilü’l-kadrdir. Ebu’l-Abbas el-Merakeşi hazretleri hatt-ı Osmaniden kava’id-i Arabiyyeye muhalif mevki’lerini tevcih hakkında Un vanud-Delil fi Rusumi Hattıt-Tenzil namında bir kitab te’lif ederek mushaf-ı Osmani’de asl-ı hatt-ı Arabi hilafına tersim edilen harflerin hatca ahvali heman ancak ma’ani-i kelimatının ahvalinin ihtilafı hasebiyle ihtilaf etdiğini bast u izah eylemişdir. Ezcümle Sure-i Şura’da ve Sure-i Alak’da Sure-i İsra’da Sure-i Kamer’de kavl-i celilleri ka’ıde-i Arabiyyece yazılacak iken mushaf-ı Osmanide evvelce işaret olunduğu vech üzere vavları hazfın sırr u hikmeti fi’lin sür’at-i vuku’u ve fa’il üzere sühuleti ve vücudda fi’l ile müte’essir ve münfa’il olan şey’in şiddet-i kabulü üzere tenbih olunduğunu beyan u tafsil eylemişdir. Şu halde bütün ulema-i a’lamın resm ü hatt-ı Osmani’ye mesahif-i Osmaniyye resm ü hatlarına tevfik etmek vacib veya sünnet-i mesluke olduğu müstebin olmakdadır. Hususıyle mushaf-ı Osmani resm ü hattına ittiba’ın lüzumuna E’imme-i Erbaa bil-ittifak ka’il olmuşlardır. Bu ittifakı das etdiği heca üzere Mushaf-ı Kur’an’ı yazmak ca’iz olur mu?” diye su’al olundukda İmam Malik “Hayır ancak ashab tarafından karargir olan kitabet-i ula ve resm-i kadim üzere yazılmak gerekdir” diye cevab vermişdir.” Bu kavli Ebu Amr ed-Dani hazretleri dahi el-Mukni’ nam kitabında rivayet etdikden sonra ulema-i ümmetden müctehidinden bu kavle muhalif bir kimse bulunmadığını da terdif eylemekdedir. Yine Ebu Amr ed-Dani hazretleri dahi el-Mukni’ nam kitabında “Aslen telaffuz olunmayıp resimde ziyade kılınan deki vav-ı ula ve elif-i ahire deki kelimesinde ya-i saniye gibi mushaf-ı Osmanide bulunan işbu harfleri tağyir ve hazf etmek ca’iz olur mu?” diye İmam Malik hazretlerinden vuku’ bulan istifsara cevaben müşarunileyhin tağyiri kabul etmeyerek mushaf-ı Osmanideki resm ü hatt üzere ibkası lüzumunu beyan eylediğini” zikreylemişdir. gayrilerinde mushaf-ı Osmani resm ü hattına muhalefetin haram olduğunu” tasrih ediyor. Beyhakı Şu’abü’l-Iman’da “mushaf yazmak murad eden kimsenin ashab-ı kiramın mesahif-i Osmaniyyeyi yazdıkları heca üzere mülazemet ve mesahif-i mezkureye muhalefetden dil ü tağyir etmemek lüzumunu” ityan eylemekdedir. Zira müşarun-ileyhim hazeratı bizden ilimce ekser ve kalb-i lisanca asdak emanetce a’zam idiler. etmiş gibi bir zan husule getirmek layık değildir. “İnteha kelamu el-İtkan. ” Gerçi İmam Süyuti ber-vech-i bala kelam-ı meşruhunda İmam-ı A’zam Efendimiz ile İmam Şafi’i hazretlerinden hatt-ı Osmaniye mütabe’atin vücubu hususunda bir nakl-i sarih beyan etmemiş ise de Ebu Amr ed-Dani hazretlerinden naklen; “Bu hususda İmam Malik kavline ulema-yı ümmetden muhalif bir kimse yokdur.” demesi imameyn-i mezkureynin de bu mes’elede İmam Malik ile müttefik bulunduklarına delalet-i vazıha ile delalet etmekdedir. Her ne kadar ulema’-i Şafi’iyye müte’ahhırininden İzzeddin mushafı ıstılah-ı e’imme ile tekarrur eden mersum-i evvel üzere yazmakda efrad-ı ümmeti bazı mevazı’da iltibas ü tağlit mühlikesine ilka haşyeti vardır. Bu mahzurdan tehaşi için mushafı resm-i kadim üzere kitabet ca’iz değildir.” me’alinde bast-ı makal etmiş ise de bu kelamı ıtlakı üzere kabul olunmayıp belki mersum-i evvel tıbkınca yazılan mesahifden ehl-i zaman için te’allüm-i Kur’an bil-külliyye makdur u mümkin olmaz da resm-i kadime mütabe’at el-iyazü billah vakit resm-i kadimi terk ziya’-ı ilm mazarratına nisbetle mazarrat-ı cüz’iye kalıp; “İki mefsede te’aruz etdikde ehaffını irtikab rüyle ahkamın tegayyürü inkar olunamaz.” ka’ide-i külliyye-i fıkhiyyelerine tevfikan Hazret-i Kur’an resm-i kadim üzere yazılmayıp ehl-i zamanın vüs’ u takatleri nisbetinde kava’id-i Arabiyyeye muvafık resm-i cedid üzere yazılmak vacib olur. Nasıl ki hadisde varid olmuş. Nevevi’de mezkurdur: Sahih-i Müslim ehadisinden uzun bir hadis-i şerifdir. Hadis-i kudsi: Ey kullarım! Bilin ki hiçbir şey bana haram değildir. Allahım ben. Rububiyyet sahibi. Lakin zulmü kendime de haram etmişim. Zulüm gadr kimsenin hakkını ibtal yok mu bunu kendime de tahrim etdim. Sizin cümlenize de haram kıldım. Ne insana ne hayvana ne harice ne nefsine hiç zulmetmeyeceksin. Artık dikkat edin iyi düşünün ibret alın birbirinize zulmetmeyin. Şimdi ayetin istisnasında anlaşılır ki bu delalet ediyor ki yukarıki ayet ehl-i İslam hakkındadır. Çünkü kafirler müşrikler ne zaman tevbekar olsalar gerek ele geçdikden sonra gerek ele geçmeden onlar hakkında yürümez. Kafir hal-i küfründe her ne yapmışsa ondan mes’ul değildir. Din-i İslam’a girdikden sonra ne hadden ne şer’an bir mes’uliyet terettüb etmez. kadar hak varsa sakıt olur; gerek kul hakkı gerek Allah hakkı. Ama bunun kaydı kuyudu yok. Demek ki tekayyüd etmiş. Anlaşılır ki yukarıki ayet müslümanlar hakkındadır. Kendi müslüman bununla beraber kutta’-ı tarik olmuş yahud başka türlü sa’i bi’l-fesad olmuş. Onun için ele geçinceye kadar tevbe ederse ne a’la; ama ele geçdikden sonra tevbekar olursa ne hakkullah sakır olur hakk-ı abd. – “Ama ben tevbekar oldum…” Cidden e ğ er oldunsa ahıret azabından kurtulursun. Felaket geldi diye tevbe ederse ona tevbe denmez. Gücü var odur. Yoksa aciz kalır dişleri kırılır tırnakları sökülür: “Bir şey yapmayacağım” der. Zaten yapamazsın. Kudreti gücü yeterken Allah korkusundan tevbe ederse tevbe odur. Lakin böyle de tevbe ederse yalnız hakkullah sakıt olur kul hakkı sakıt olmaz. Ne kadar gasbetmişse verecek. Sahibleri belli miş çalmış rüşvet almış dolandırmış. O kadar servet nasıl olur? Ma’aşı toplansa hiç bir yere sarfedilmemiş farzolunsa ancak mevcudun nısfı tutar. Belli oluyor ki ötekini berikini sarmış beyt-i emvale el uzatmış. Büyük imtiyazlar verilir; şimendüfer imtiyazı ma’den imtiyazı. Binlerle liralar oynar biçdi binihaye emvale malik oldu. Bu emval işte şer’an elinden alınır. Çünkü ha’in oldu. Şer’an müsadere vardır. Zalimin malı elinden alınır. sahibleri belli olursa sahiblerine verilir belli olmazsa beytülmale Bu cihetle ceza-yı dünyevisini mutlaka görür. E ğ er evvelce tevbe ederse ahiret azabından kurtulur. Bir de mutlaka da’vasını isbat etmeli. Ama Allah’ın hakkı tevatüren bellidir. Öyle müfsid insanlar herkesce ma’lumdur. Allah dünyada cezasını ta’yin etmişdir. Bir hadis-i şerifde ne buyurmuş Resul-i Ekrem Efendimiz? “Beş kimse vardır ki Allah bunlara gazab eylemişdir. Bir rivayetde –İbn-i Hacer’in Zevacir kitabında– kaydını da ilave etmişdir. Allah gazab etmiş ve hatta dilerse dünyada da azabını yürütür. Bunların: - Birincisi Bir kavmin emiri. Emir ki padişah demek. Emir-i belde değil. Bütün ümmetin emiri hükümdar. Öyle bir hükümdar ki kavmin hepsi ona ita’at ederler. Vergi asker verirler. Her türlü hukuk-ı hükümdariye ri’ayet ederler. O ise onların hakkını vermez asla insafla mu’amele etmez. Üzerlerinden zulmü eksik etmez. Hem kendi zulmeder hem zulmedenleri haber aldıkça hiç kulak asmaz. İşte böyle bir emir bir sultan. Allah buna gazab etmişdir. Öyle bir gazab ki te’sirini dünyada da gösterir akıbetini vahim eder. - Bir kavmin reisi… Ki bu ale’l-ıtlak hakimler demek: Bütün ümera-yı askeriye her nevi’ zabitan velev bir onbaşı olsun sair nüfuz sahibleri… Köy kahyasına kadar şümulü vardır. “Za’im” reis demek. Bir onbaşıdan bile o askerleri soracak. O onbaşı on kişinin za’imidir reisidir. Onlar o reisin sözünü dinliyorlar. Öyle iken o gene kavi dişlidir ona sükut ediyor. Lakin düşkünlere tehakküm eder tecavüz eder. Beynlerinde nasıl hükmeder? Şeri’atle kanunla hükmetmez. Keyfine göre hareket eder. Kime meyli varsa onu haklı çıkarır; kimden nefret ederse haksız çıkarır. Okuduk geçen gün: Velev aleyhinde bulunsun haklıya haklı diyeceksin haksıza haksız. Lakin ya para ile ya hatır ile yahud gönlünce istikametden ayrılır cevre ma’il olur yolsuz hükümler verirse iyice bilsin ki Allah buna gazab eder. Velev bir onbaşı olsun. Kumandası altında idaresi tahtında olan kimselerin hakkını gözetecek ötekinin berikinin sözüyle iltimasıyla hak ve hakıkatden udul etmeyecek. Eğer böyle yapmazsa bilsin ki Allah ona gazab eder ve dünyada da gazabını gösterir. kimseler ki evlad ü iyaline Allah’a umur-ı diniyyesini ta’lim etmeye yanaşmaz. Kezalik evlad ü haram olsun. Nereden olursa olsun helal ve haram farketmez. “Helal ile geçindireceğim” demez. Ne aldığını düşünür ne sarfetdiğini. Gelsin gitsin para olsun da ne suretle olursa olsun. Üzerinde helal haram yazmıyor ki. Böyle yapanlar kimseler ki bir adamı bir işde kullanırlar o adam da o işi görür vazifesini hass olsun gerek ecir-i am. Mahalle bekçisi çoban ecir-i amdır. Sonra bir işçi tutarsın; yalnız senin hizmetinde bulunur. Ona da ecir-i has denir. Ecir-i has işini görse de görmese de ay başı olunca aylığını alacak; ama ecir-i am öyle değildir. eğer hizmetini ifa etmezse ücrete müstehık olamaz. İşlerse alacak. Fakat ecir-i has öyle midir? Nefsini senin işine habsetmiş; başka işe gidemiyor. Her ne ise; bir işde kullanmak üzere akdetmişsin. O da ne ise o iş onu ifa etmiş. Sonra ücrete gelince vermiyorsun birikdiriyorsun. Bu da fena şeydir efendi! Büyük hakdır kul hakkı. sadaka Resulullah. İbn Mace hadislerindendir: “Ecirin hakkını verin; hem de daha teri kurumadan…” Böyle ücreti ifada vakit geçirmemek yahud peşin vermek mendubdur. Vakı’a farz olmaz. Lakin işini bitirmeden daha vermek elbet güzeldir. Yahud bitirmiş de daha teri kurumadan vermek lazımdır. Yoksa ikinci ay gelmiş geçmiş hala da vermiyor hala hukukunu tesviye etmiyor. Bunun hasmı Allah’dır Allah. Gazabını dünyada daha ibraz eder… adam ki evlenmiş nikahlanmış nikahla bir kadın almış. Tabi’i o kadının mehri olacak. Gerek mu’accel gerek mü’eccel. Bu kadının hakk-ı şer’isidir. Şer’an farz olmuş. Bir adam bir kadını almış bir hayli zaman birlikde yaşamış sonra bırakmış hakkını vermemiş; ne mehrini ne nafakasını… Biçareyi öyle pulsuz nafakasız terketmiş hukukunu ibtal etmiş. Bir erkek bir kadını alır bir müddet birlikde yaşarlar; sonra bırakmak icab etmiş bırakır tatlik eder. Lakin hakkını vermeli. Ondan sonra zevcesinden ayrılır. Hakkını vermezse makarrı cehennemdir. Dünyada da felah bulmaz. Dünyada da Allah onu gazabına giriftar eder. Allah cümlemizi ıslah eyleye! Amin! Buyurun aşkla kelime-i şehadet getirelim! Şehir ahalisi ekseriyetle büyük şehirlerde ve ticaret merkezlerinde yaşıyorsa da bunların en çok bulundukları şehirler Kazan Orenburg Astırhan Simibalatişka Ufa’dır. Bunlar ekseri bu şehirlerde ticaret ile yaşadığı gibi büyük bir kısmı da amelelikle hayat geçiriyorlar. Tüccarlar kendilerinin kar u kisbleri ile başlıca ayrı ayrı iki sınıfa bölünebilir: Büyük tüccarlar küçük tüccarlar. Büyük tüccarlar birçok şehirlerde mağazalar açarak ve daire-i sermayelerini genişletdirerek ma’lum dairelerin ticaretlerini ellerine almaya çalışıyorlar. Ve başka tüccarlarla tabi’i olarak müsademat-ı ticariyyede bulunuyorlar. Sibirya’nın deri yağ et ticareti ve bütün Rusya’nın sebzevat ticareti az bir istisna ile Tatarlar elinde olduğu gibi pek çok şehirlerde tuhafiye ve kumaş ticaretinde de bunların büyük işleri vardır. Bunlar tabi’i olarak şehirlerin etrafında nasıl ahali olursa olsun hepsi ile ticaret yaparlar. Ve müsademe-i ticariyyede mağlub olmamak için işlerini ileriletmeye ticaret etdiği ahalinin lisanını adatını bilmeye mecbur olduğundan tabi’i bu sınıf ahalimizin en ma’arif-perver en münevver sınıfıdır. Rusya memleketini Çinlilerin çay ticaretine alışdıran ve Ruslara çay içmeyi öğreten bu sınıf olduğu gibi Türkistan ve Kırgız sahraları ile de ticarete başlayanların evveli bunlardır. Tüccarın en büyük kısmı tabi’i orta bir halde bulunan tacirlerdir. Bunlar kendilerinin sermayelerinin çokluğu ret-perverliği ile bütün ticaret alemine büyük te’sirler yapıyorlar. Bakkaliye mağazaları fırıncılar çayhaneler hep bunların elinde olduğu gibi şehirden şehire getirip türlü kumaşlar satanlar da bunlardır. Son senelerde bu kısım tacirler ahali arasında köyden köye kitablar naklederek efkarın tenevvürüne medeniyetin intişarına vasıta oldular. Bu iki sınıf ekseriyetle şehirlerde kendi evlerinde İslam mahallelerinde Ruslardan ayrı bir hayat geçirmek suretiyle yaşıyorlar. Ve mahallenin imam mü’ezzin mekteb medrese mesarifini te’min ediyorlar. Amele sınıfı… Avrupa’daki yersiz evsiz ocaksız fabrika amelelerine pek de benzemiyorlar. Bunların ekseri ilkbaharda köylerinde zira’at ile meşgul olduğundan kış hayatını te’min maksadıyle şehirlere gelen ve yazın giden ahalidir. Bunlar şehirlerin fabrikalarında hizmetlerde bulunurlar; arabacılık hammallık ederler; kapıcı karakolcu olurlar. Bunlar köyleriyle münasebetlerini kesmediklerinden ailelerini köylerinde bırakdıklarından paralarını oraya yolladıkları gibi kendileri de şehirlerde müsafereten yaşayıp kalbleriyle köylerine bağlı kalırlar. Bunlar bir tarafdan şehirlerin medeniyetini köylere getirdikleri gibi tabi’i olarak şehirlerin fena ahlaklarını pis adetlerini köylülere devrediyorlar. Bunun için bu sınıf-ı ahali bütün ahval-i ictima’iyemize adat ü efkarımızın tebeddülüne büyük hizmet yapıyorlar ve eski ma’işetimizin temelini sarsıyorlar. Köylerinden tamamen ayrılmış ve şehirlerde yerleşmiş şehirlerde hünerler ile yahud mağazalarda hizmetci olmakla ticaret odalarında katib olmakla yaşayan amelenin bir takım “entelijans” kısmı da var. Bunlar fikren ve ilmen ahalimizin en ilerisinde bulundukları gibi ihtilal-i medenimizde de büyük rol oynamışlardır ve şimdi de kitab yazanlarımızın başlıca müşterileri olduğu gibi efkar-ı umumiyyemizde de büyük te’sir kazanmışlardır. Kadınlarımıza gelince; onlar paralarını ekseriyetle emval-i gayr-i menkuleye değişdirmeği sevdiklerinden büyük ticaretlere girmiyorlar. Ma’amafih ufak mağazalara küçük dükkanlara sahib olanlar da çokdur. Kadınların da amele sınıfı ikiye bölünüp birisi zaten köylü olduğu ve köye merbut kaldığı halde şehirlerde ev hizmetciliği ifa etdiği gibi bir sınıfı da el hünerleri ile geçiniyorlar. Bütün Rusya ahali-i şu sınıf kadınların el işi ile yapılmışdır. Bu sınıf kadınlar ahval-i maliyyelerinde hür olduklarından tabi’i ailelerinde erkeklerinden o kadar sıkıntı çekmiyorlar. Şeri’at-i Celile-i İslamiyye’nin kendilerine bahşetdiği hukuklarını tamamıyle muhafaza ediyorlar. Bundan başka daha bir sınıf-ı ahali varsa tabi’i o da ruhaniler ve talebedir. Bunun evvelkisi bizim Rusya’da o kadar çok olmadığından ve bunların ahval-i maliyyeleri her vakit ticaret sınıfının elinde olduğundan tabi’i bu sınıfın kendisine mahsus psikolojisi yokdur. Bunlar ticaret sınıfının mürevvic-i efkarıdır. Talebeye gelince; bunları bizim hayatımızın en ruhlu en nazik en asabi hem de en tenkidci ve en fa’al bir kısmıdır. Bunlar medreselerde tahsil ve kendilerine medreselerinde fünun-ı cedide ta’lim edildiğinden ıslah mes’elesine en evvel bunlar başladılar. Medreselerimizin ıslahı ihtiyacını en evvel bunlar mevzu’-i bahs etdiler. Bağırdılar; mekteblerimizin ağlanacak hallerini edebiyatımızın berbadlığını en evvel bunlar gördüler. Bunun için bunlar söz ile iş ile çalışdılar; kendilerinin ahval-i hususiyyelerini medreseleri ıslah ile meşgul oldular. Sonra da bütün milletin umur-ı ilmiyyesini ıslah etmeye başladılar ve bütün tebeddülatımızda büyük bir rol oynadılar. Bundan başka küçük bir “entelijans” sınıfımız vardır ki bunlar da Rus mekteblerinde tahsil görmüş mu’allimler avukatlar doktorlar muharrirlerdir. Bu kısım ahali bütün hareketimizin ruhu olduğu gibi bütün kavmimizin de Avrupa ma’işeti tarafına yol göstericileridir. Bunlar bir tarafdan Rus hükumet-i müstebiddesi ile ve bir tarafdan da cahil ahalimiz ve muta’assıb ruhanilerimizle büyük mücadeleler yapmaya ve her medeni adımlarını büyük meşakkatler ile atmaya mecbur ve en ufak bir tebeddül kitablar yazmaya gazetelerden dahi bahsetmeye mahkumdurlar. Şimdi bunların samimi hizmetleri biraz takdir edildi. Ahalinin büyük bir sınıfı bunların samimiyetini anladı ve yapdıkları hizmetler için alkışlamaya ve medeni hareketlerinde yardım etmeye başladı. Bunun sayesinde bunlar da mevki’lerini muhafaza fikrinden emin olduklarından yavaş yavaş medeniyete doğru ilerilemeye ve milletimizi de medeniyete doğru hareket etdirmeye başladılar. Ve bunların sayesinde edebiyatımız tiyatrolarımız meydana çıkdı. Ve bunların sayesinde mekteblerimiz ıslah edildi. Ve bunların sayesinde hayatımızın bütün etrafı tenkid edilip yeni hayatın temelleri esasları kuruldu. Ve bunların sayesinde Avrupa medeniyetine doğru ufak bir pencere açıldı. Ahalimiz Avrupa ma’arifinin parlaklığıyla münevver olmaya fenni ma’lumatlar Kazanlı Ayaz YAZAR İNDEKSİ A.A.: |/\|