|\/| _____ SIRATIMÜSTAKİM Cild 7 - Unknown 250031 - 32898 _____ Fakat ondan evvel bu bahsin tahririne sebeb olan şeyi hikaye edelim: Bir gün kalemde meşgūl idim. Sıratımüstakīm’deki asar-ı alimanesi Sırat kari’lerinin ma’lumu olan fazıl-ı muhterem Halim Sabit Efendi geldi; ba’de’t-teslim ve’t-terhib cebinden bir mektup çıkarıp fakīre verdi. Bu mektup Kazan’da neşriyatıyla müştehir bir zat tarafından gönderilmiş idi. Bu zat mektubunda sufiyyunun meslek-i hass-ı irfanı olan “Vahdet-i Vücud” ile hükemanın “Panteizm” namını verdikleri meslek-i felsefi beynindeki farkın beyanı bu hususda biraz da ma’lumat i’tası mümkün olup olmadığını Halim Sabit Efendi’den su’al ediyor ve Sıratımüstakīm vahdet-i vücuda temas eden bazı fikirler gördüğü cihetle o musahabe kendisinin hayli işine yaradığını söylüyor idi. Mektubun siyak-ı tahririnden anlaşıldığına göre sahib-i mektup vahdet-i vücud ile felasife-i efrencin meslek-i ma’hud-i felsefileri beyninde bir fark yok ise birinin kıymeti diğerinden ziyade olmamak lazım geleceği i’tikadına zahib olmuş ğundan fakīr de sahib-i mektubu bu i’tikadında ma’zur gördüm. Bu bahse dair Halim Sabit Efendi ile beynimizde biraz sözler cereyan ettikten sonra muhatab-ı muhteremim vahdet-i vücuda ka’il olan ve ona dair manzum mensur bir çok eserler yazan asfiyanın kulub-i ümmette tuttukları mevki’-i bülend-i tekrime böyle bir ukde-i hatırdan dolayı arız olan tezelzülü def’ için bir makale yazmaklığımı abd-i acizden zıman-ı ma’zeret olmak üzere dermiyan etmek lazım gelir bu “peki yazarım” sözüdür ki bana iktidarımın haddimin vücuh ile fevk ı nde olan bu mes’ele hakkında birkaç satır yazı yazdıracaktır. Maksada gelince vahdet-i vücud hakkında ta’mik-ı nazardan ziyade ona ka’il olan e’azım-ı ümmetin fikirleriyle felasifenin fikirleri beynindeki müşabehet-i suveriyyeden dolayı sapılan vadi-i tereddüdün bir varta-i hızlan olduğunu o vadiyi şeh-rah-ı hakīkat zannetmek serabın şarab olduğuna ka’il olmak kabilinden bulunduğunu anlatmaktan ibarettir. Evvela şurası bilinmeli ki insan insan olmak haysiyetiyle –bila-kayd-ı din– taharri ve idrak-i hakīkat isti’dadıyla mecbul bir mahlukdur. İster din-i sahih ile mütedeyyin ister edyan-ı mensuhadan birine mütemessik olsun isterse vicdanında din namına hiçbir fikir hüküm-ferma olmasın fıtraten şahid-i hakīkate aşık olduğundan daima onun arkasından koşar. Fakat insandan maksad illet-i gaiyye-i hayatı ezvak-ı hayvaniyyesinin tekmilinden ibaret zanneden haşerat-ı avam değildir. mısra’ı çeşme tarihi gibi nakş-ı nasiye-i hızlanları olan o gibi akıl ve idrak müflislerinin bütün mesaileri iki ayin-ı mütenavibin icrasına münhasırdır. Tantana-i kus-i huy ile onların kulakları sağır muttasıl yiyip içmekle kendileri sığır olmuştur. Sıfat-ı kaşife-i hakīkatleri şu iki sözle hülasa edilen bu heyakil-i camidenin bahisden haric kalması ise gayet tabi’idir. Bu mebhasde irad edilecek delail baz ı efkara göre bittabi’ hitabiyat derecesinden ileriye geçemez; biz de onların delail-i riyazıyye kuvvetinde olduklarını iddia etmiyoruz zaten hangi delil-i akli vardır ki hakaik-ı ma’neviyyenin vücudunu kat’iyet-i riyazıyye derecesinde bir kuvvetle isbat edebilsin? Burada dela’ilin kuvvetinden ziyade şahsın kabiliyeti TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Eylül Yedinci Cild - Aded: ha’iz-i te’sirdir. Felsefe kelam kitapları isbat-ı vacib dela’iliyle mal-a-mal olduğu halde Cenab-ı Hakk’ı ceffe’l-kalem ları isbat-ı vacib sadedinde ityan edilen dela’ili tamamıyla hükümden ıskat edemediği gibi o dela’ilin ityanı da münkirinin kaffesini da’ire-i tasdik ve imana idhal eyleyemez. “Vürudü’l-imdad bi-hasebil-isti’dad” sözünün tazammun ettiği hakīkati kimse inkar edemez. Mesela yağmur yağar kayalara derek tekrar havaya azim fakat toprağa düşen daneler onun eczasına nüfuz ile türlü türlü nebatatın nemasına hadim olur. Demek ki her şeyden evvel mahalde kabiliyet şart hepsi heba olur. Merkebe musikī ta’lim etmek sevdasına düşenin haline hem ağlanır hem gülünür! Urefa diyor ki: Zat-ı vahdet hakkında herkesin nazarı bu iki mertebeden yükselip yalnız lübbü görür. Yalnız kışrı gören dereke-i hayvaniyyette kalır; kışr ile lübbü birlikte gören mertebe-i insaniyyete irtika eder; yalnız lübbü gören rabbani olur. Her şeyi kışrdan ibaret zanneden hiçbir şey bilmez hiçbir şey bilmediği için bir şey söylemez. Yalnız lübbü gören de bir şey söylemeye cesaret edemez. Bu mebhasde söz söyleyenler lübb ile kışrı gören mutavassıtlardır. Vahdet-i vücud muhakkıkīn-ı sufiyyenin meslek-i hass-ı vusul için şart-ı la-büdd hükmünde olduğuna ka’ildirler. Bu mebhasde söz söylemek için iki tarik vardır; bunlardan biri tarik-ı fikr u nazar; diğeri de tarik-ı zevk ve şühuddur. Tarik-ı fikr u nazar bütün mütefekkirin için açıktır. Tarik-ı zevk ve şühuda gelince o yalnız usulü vechile kat’-ı meratib-i ma’rifetle o feyze mazhariyet sa’adetine na’il olanlar lezzet-i aşkı ancak aşık olanlar bilir. Elimize bir küre-i musanna’a aldığımız zaman arzın kaffe-i aksamını ihtiva ettiğini görürüz; bu ihatamıza mağruran arzı müdrikemize sığdırdığımıza ka’il oluruz; her beldenin mat da verebiliriz; o koca şehirler küre-i musanna’amızın üzerinde birer nokta kadar gösterilmiştir. Yüzlerce kilometrelik yerleri parmağımızın ucuyla setr etmek bizim için mümkündür. Fakat o noktalardan birini teşkil eden Londra şehrine girecek olur isek küre-i musanna’mızın üzerinde onun namına mevzu’ olan noktanın medlul-i hakīkīsi ne olduğunu o zaman anlar o noktanın içinde bu sefer biz nokta kadar kalırız. Şehri tamamıyla gezmek muhtevi olduğu me’asir-i umran ve terakkīyi birer birer görmek için haftalar belki de aylar kifayet etmez isim ile müsemma beynindeki fark-ı azim olanca kuvvetiyle tahakkuk eder. kīkatin ismini diğeri de -ta’bir ca’iz ise- cismini gösterir. Vahdet-i vücud olsun Panteizm olsun bunların ikisinin de illet-i gaye-i taharriyatı Cenab-ı Hakk’ı bulmaktan ibarettir. Fakat bu iki şeyin müşabehet-i suveriyyelerine bakıp da aralarındaki fark-ı ma’neviden zahil olmamalı. Bu fark-ı ma’nevi iman ile ilhad arasındaki farkın aynıdır. Mesela hiçbir din ile mütedeyyin olmayan bir takım felasife görülüyor ki cüstücu-yi hakīkat tarikındaki mücahedat-ı akliyyeleri neticesinde vahdaniyet-i ilahiyyeye ka’il oluyorlar. Din-i İslam’ın rükn-i evvelini de vahdaniyet-i ilahiyye değil midir; şu hale nazaran aklen vahdaniyet-i ilahiyyeyi kabul eden bir feylesof ile bir hakim-i müslimi bir mi tutmak lazım gelir? Yalnız vahdaniyet-i ilahiyyeyi tasdik ile her şey olup biter mi? Sadece bir ictihad-ı akli ile hasıl olan o i’tikad sahibini makbul-i ilahi eder mi? Bizim i’tikadımıza göre etmez. Vakı’a evc-i a’la-yı hakīkate irtika için pervaz edecek kanadın biri budur; fakat tek kanad ile uçulmaz. Kanadın biri cenah-ı tevhid-i sermedi ise diğeri de cenah-ı tasdik-ı Ahmedi’dir. Tevhid-i felasifeyi görüp din-i İslam’dan ru-gerdan olmak ne ise “Panteizm” denilen meslek-i felsefiye salik hükemayı görüp vahdet-i vücuda ka’il olan evliyaullahdan rugerdan olmak da odur. Mülhidle mü’minin baz ı nikatta fikren ve nazaran ittihadları her zaman için mümkündür. Hatta mülhid olur ki nazar-ı hikmeti mü’mini geçer vusul-i hakīkatte ona tekaddüm bile eder. Eğer bu dediğimiz şeyin imkanı olmasaydı hadis-i şerifiyle müşterikinden/müşrikinden telakkī-i hikmetle me’mur olmaz idik keza taleb-i ilm için aktar-ı ba’ide yollarının bizim için güşade olduğu hakkındaki hadis-i nebevi fem-i dürer-bar-ı sa’adetten şeref-sadır olmaz idi. Sufiyyenin “Vahdet-i Vücud” dedikleri şey felasifenin “Panteizm” dedikleri mesleğin aynı imiş şu halde enva’-ı ta’at ve mücahedata hacet ne? Bu mebhase dair onlar tarafından yazılan asarın mütala’ası husul-i maksada kafidir. Bina-berin ben de onları okur bu mesleğin ne demek olduğunu anlarım; bu suretle daha mükemmel daha müdellel bir meslek-i hikmete salik olacağım cihetle beyne’n-nas bir muhakkık-ı kamil olmak üzere geçinirim denecek olursa bu söz fikr u nazar mertebesine göre sahih ola bilir ise de zevk ve şühud mertebesine göre asla sahih olamaz. Bir isim tahtında ta’ayyün eden pek çok şeyler vardır ki müşabehet-i suveriyyelerine rağmen beynlerinde fark-ı azim vardır. Mesela bir bardak deniz suyu bir bardak da Karakulak suyu alıp yan yana koyacak olursa bunların zahirine bakanlar beynlerinde hiçbir fark görmezler bu fark o suları içtikten sonra anlaşılır. Sun’i bir yakūtun şa’şa’a-i suveriyyesi baz ı kere en mahir kuyumcuları bile aldatıyor. Mihekk-i tecrübe olmasa çok sahte altınlar hakīkī altın gibi kise-i rağbette taşınır idi. Hal böyle iken gerek fikr u nazar gerek zevk u şühud mevhibelerinden nasibi olmayan bir takım cühelanın kahvehane ve sa’ire gibi mahallerde sebze piyasasından bahs eder gibi “vahdet-i vücud”dan dem vurmaları şunun bunun ağzından işittikleri yahud ma’nasını kat’iyyen anlamamak şartıyla baz ı kitaplarda okudukları sözleri sened ittihaz ederek enva’-ı türrehatın tefevvühüne cür’et ve bu suretle kısa günde yüz kere hal’-ı ribka-i iman ve İslam eylemeleri artık akıl ve mantığın neresine sığar bilemem. Çünkü bu meslek ya bir meslek-i hikmettir yahud bir tarik-ı zühd ü takva. Eğer bir meslek-i hikmet ise ondan bir şey anlayabilmek için az çok tetebbu’at icrası lazımdır. Yok tarik-ı zühd ü takva Bunların üçüncüsü olan meslek-i esafil hakkında ne demek lazım geleceğini artık siz ta’yin ediniz. El-Hansa’ Arabın en büyük şairelerinden daha doğrusu en büyük şairlerindendir. Muhadramiyyattandır. Yani hem devr-i Cahiliyyeti idrak etmiş hem de Asr-ı Sa’adet’e yetişmiştir. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe radıyallahu anha Hansa’ya pek iltifat buyururlar; bu ateş-zeban karının kardeşleri hakkındaki müdhiş mersiyelerini kendisine inşad ettirerek dinlerlermiş. Meşhur Cerir mu’asırlarının seleflerinin şiirini tenkīd ederken nöbet Hansa’ya gelince susarmış. “Niye sustun?” su’aline karşı da “O karının şiirleri hakkında mütala’a yürütmek benim haddimin pek fevkındedir.” der imiş. Sıratımüstakīm sahifelerinde sırası düştükce üdeba-yı Arab’ın eserlerini gücümüz yettiği kadar tercüme etmek istiyoruz. ederiz. Yalnız bu büyük kadının Suk-ı Ukaz’da Hazret-i Hassan ile geçirdiği bir vak’ayı şimdiden söyleyeceğiz. Sevgili kari’lerimizin ma’lumudur ki Suk-ı Ukaz bir belagat sergisi bir şiir sergisi idi. Arabın ma’ruf gayr-ı ma’ruf erkek kadın ne kadar şuarası üdebası hutabası varsa oraya gelerek eserlerini okurlar; hakem intihab olunan bir münekkıdin nazar-ı tenkīdine arz ederlerdi. Bir gün el-Hansa’ Suk-ı Ukaz’a gelerek şiirlerini okudu. O zaman hakem meşhur Nabiga-i Zübyani idi. Hansa’yı can kulağıyla dinledikten sonra “İkincisin. Eğer senden evvel şu kör şair gelmiş olmasaydı seni birinci çıkarırdım.” dedi. Nabiga’nın birinci çıkardığı şair A’şa idi. O sırada Hassan da orada bulunuyordu. El-Hansa’nın mazhar olduğu mertebeyi kıskandı. Nabiga’ya i’tiraza kalkıştı. Nabiga “Sana bu cevap versin ben uğraşamam.” diye Hansa’yı gösterdi. Hansa’ Hazret-i Hassan’a bakarak: “En metin şiirin hangisi ise onu oku da dinleyeyim bakayım...” dedi. Hassan derhal matla’ıyla başlayan neşide-i hamaseti inşad etti. Ma’lumdur ki Arablar en çok semahatlarıyla bir de şeca’atlarıyla fahr ederler. Hicv edecekleri adamı da pintilikle korkaklıkla batırırlar. Hassan da kabilesinin mefahirini ta’dad eden bu şiirine o suretle başlamıştı. Matla’ “Bizim sabahleyin parıl parıl parlayan beyaz tencerelerimiz var kılıçlarımız kemal-i necdetimizden kan damlalarına mizab oluyor.” me’alindedir. Hansa’ şiiri baştan aşağı dinledi. Evvela şu matla’ beyitini alarak dedi ki: “Kuzum kabileni medhetmek istemişsin; fakat bir beyitte yedi yerde düşmüşsün! Bizim beyaz tencerelerimiz var demek için diyorsun. Bilmiyor musun kelimesi kıllet gösterir. Demek sizin nihayet üç tencereniz varmış. Sen bunu demeyecektin diyecektin. Çünkü bu şekil kesret gösterir. Sonra beyazlığı da vazıh bir surette gösteremiyorsun: Evet kelimesi ’ den gelir ki nihayet beyaz bir leke demektir. Sen burada lafzı yerine kelimesini kullanacaktın. Gelelim ’ ye. Leme’an nisbetle o kadar şiddetli olmayan ziyanın zaman zaman zuhuru demektir. Demek sizin tencereleriniz zaman zaman parlıyor: Hem sönük bir nur ile parlıyor. Evet burada işrak maddesini kullanarak diyecektin. O zaman hem tencereleriniz alabildiğine parlayacak hem mütemadiyen parlayacaktı. Gelelim ’ ye. Bir kere gündüzün tencerenin parlaklığı göze çarpmaz; saniyen mihman-perverlik semahat nokta-i nazarından gece parlayan tencere gündüz kaynayan tencereden daha hoş olur. Onun için sen de tencereleri gece kaynatacak yani yerine diyecek idin. da tıpkı gibi kıllet gösteriyor. Sizin koca kabilenizin topu topu üç kılıcı mı var! Tabi’i değil. O halde yerine diyecektin. kelimesi de za’if: Kılıçların ucundan kan damlaması bir şey değil. Burada kan damlamayacak belki seyelan edecek idi. O halde yerine diyecektin. kelimesi de birçok kanlar göstermek lazım geleceği için şeklinde olacaktı...” Daha matla’ beytine aid tenkīdatını dinlemekle zavallı Hassan da alt tarafını istima’a mecal kalmadı. Oradan çekilip gitti. Geçenlerde resail-i mevkutenin birinde “Arablar şiiri kasden mevzun mukaffa söylenen kelam diye ta’rif ederlermiş.” tarzında bir rivayet gördüm. Ravi bu ma’lumatı başka birinden aldığını da söylüyordu. Böyle ariyet ilim ile bahse karışmak ca’iz midir bilmem ki! Vakı’a münekkıdin-i Arabın vezin kafiye sakatatını ihtar ettiklerini gördük; lakin mahza ahenginden kafiyenin düzgünlüğünden dolayı bir nazm-ı sırfı şiir derecesine çıkardıklarını hiç görmedik. Hansa’dan naklen yazdığımız şu sözler müddeamızı isbat edebilir sanırız. Mısır; Nil’in taşkın feyezanlarına aramgah olan dar ve uzun bir vadiden iki kaya arasına sıkışmış münbit bir kıt’adan Şimal cihetinde Bahr-i Sefid’in ağuş-ı mevce-darına atılır gibi uzanan delta; nehrin feyyaz sularının tersib ettiği millerle günden güne tevessü’ ederek Mısır’ın servet-i tabi’iyye ve kıymet-i arziyyesini mütemadiyen artırmaktadır. Habeşistan’ın karlarla mestur şevahikından esna-yı sayfda kopan seylablar Akdeniz’e doğru pür-gurur koşarken muttasıl artar yükselir ve nihayet mecrasına sığışamayarak taşar ve etrafı kamilen istila eder. Kurak topraklar üzerinde bir tabaka teşkil eden sular bazen; on metre irtifa’a kadar çıkabilir. Eylül’e doğru sular çekilir nehir mecrasına girer ve miller teressüb ederek arazi üzerinde münbit bir tabaka teşkil eder ve işte o vakit Mısır’da hayat-ı faaliyet başlar. Mısır beşeriyetin dershane-i evvelini medeniyet-i kadimenin mehd-i şa’şa’a-darıdır. Mısır’da te’sis-i hükumet eden sülalelerin bir kısmı Mısr-ı Süfla’da payitahtları Menfis şehri idi bir kısmı da Mısr-ı Ulya’da payitahtları Teb şehri Menfis beş bin sene kadar kemal-i debdebe ile Mısır’a hakim olmuştu. Feraine devirlerinin birer heyula-yı azametnümunu olan ve Menfis civarında yükselen ehramlar dördüncü sülaleye aid üç hükümdar [silik] matmure-i ebedileridir. Ehramlar mu’azzam birer hatib [silik] Nil sahilinde yaşamış olan insanların mesai-i hayat-bahşasını müstebid hükümdarların mezalim-i hun-aludunu bütün an’anesiyle ahlafa takrir için bugüne kadar payidar olmuşlardır. Bir nazar-ı ibret-bin ehramların her taşında tarih-i kadimin bir sahifesini bir yaprağını okuyabilir. Büyük ehramı inşa edebilmek için yüz bin amele tamam otuz sene çalışmışlardı. [silik] bin kişi birkaç müstebiddin kitlelerinden müteşekkil idiler. Ebu’l-hevller; Sphinx ise Teb medeniyetinin asar-ı mütebakıyyeleridir. Teb bin beş yüz sene kadar ihtişam ve azametini muhafaza edebilmişti. mebde’-i inkişafı oldu. Fakat kable’l-milad senesinde arasında taksime uğradı. Mısır’a yerleşen Batlamyusların ikdamatı hükemasından bir çokları İskenderiye Darülfünunu’nda ikmal-i tahsil eylemişlerdi. Hatta meşhur Arşimed bile bu mektebin telamiz-i irfanındandır. Petoleme hükümdarlarından Soter mücavir memleketlerde avatıf ediyordu. Soter’in sarayında bulunan e’azımdan meşhur Demetrius Fhalerus İskenderiye Kütübhane-i ebediyyü’l-iştiharını te’sis eylemişti. Batlamyus Fladelfiyus zamanında idi ki meşhur Öklidus usul-i hendesesini te’life muvaffak oldu. Öklid’in vaz’ ettiği metodlar o zamana kadar ta’kīb edilen tarz-ı muhakemeyi esasından sarsmış mütefekkirine yeni bir çığır açmıştı. mesleklerini ta’kīb ediyordu. Romalıların Mısır’a hücumları esnasında İskenderiye’nin muhteşem ve zengin kütübhanesi yandı. Bu felaket-i uzmadan pek az kitap kurtarılabilmişti. muhafazaya çalışmıştır. Fakat sonraları tehavvülat-ı siyasiyye dı. Bilhassa H ı ristiyanlığın intişarından sonra ülum u fünun artık akamete mahkum olmuştu. makamını ihraz eyledi. Meslek-i fenni ve felsefi kamilen unutularak yerine aba’-i kenisaiyyenin vehmiyyat-ı safsataamizleri kaim oldu. zuhur eden bir arbededen bil-istifade despot Teofil kayserin tahribatından kurtulmuş olan kitapları da bu defa kamilen yaktırdı. Evvelce kütüb-i ilmiyye ve fenniyye ile mali olan raflara aba’-i kenisaiyyenin tevehhümat ve tehayyülat-ı garibelerini havi müellefatı doldurdular. St. Cyril despotluk kürsüsüne su’ud edince şa’şaa ve lemeanını gaib etmiş olan mütebakī şu’le-i irfan da büsbütün muntafi oldu. St. Cyril safsata ile meşbu’ bir felsefe-i hurafe-alud neşrine başladı. Bunun neticesi olarak bir vakitler kütüb-i fenniyye ve ilmiyye ile mali olan o büyük kütübhane; St. Cyril’den’den sonra kamilen lan zevatın mu’cizelerini musavvir kitaplarla dolmuştu. heves büsbütün sönmüş darü’l-irfan yerine kilise kaim olmuştu. Bir halde ki Amr bin el-As’ın ordusu Mısır’a girdiği zaman Gramerci Jan Kütüb-i Arabiyye’de Yahya Gramatikosi namıyla ma’rufdur gibi fen-şinas ancak bir iki zat bulabilmişti. asr-ı hicri imtidadınca Mısır’da faaliyet-i dimağiyyeye dair bir hareket-i kat’iyye ve seri’a görülemedi. Füyuzat-ı İslamiyye; hurafat-ı acibe ile uyuşmuş olan dimağları uyandırabilmek için iki asır beklemek lazım idi. Fil-hakīka üçüncü asr-ı hicri evailinde bile Mısır’da faaliyet-i dimağiyye henüz layıkıyla inkişaf edememişti. İskenderiye ve Kahire Bağdad’ın şa’şaa-i irfan ve ihtişamı karşısında pek sönük kalmıştı. Fakat Mısır siyaseten Bağdad’dan fekk-i rabıta ettikten sonra; bir ve belki iki asır müddet tarik-ı terakkī ve tekamülde muttasıl ilerlemiş; Şimali Afrika’da bir merkez-i ilm ü irfan halini almıştır. Daha üçüncü asr-ı hicrinin nihayetlerine doğru Mısır’ın büsbütün koptu. Toluniler; –bazı harekat-ı şedidelerine rağmen–- Nil sahilinde fünun ve edebiyatın hamiliği şerefini ihraz edebildiler. Beni Tolun Devleti’nin müessisi olan Ahmed bin Tolun Türk neslindendir. Irkına has olan hamaset ve kadir-şinaslığıyla kesb-i iştihar eylemiştir. Ahmed; Mısır’da faaliyet-i dimağiyyenin büyük bir zattır. hane ile el-an payidar olan Cami’-i Tolun hidemat-ı medeniyyesinin abidat-ı ihtişam-nümasındandır. Ahmed cami ittisalinde bir medrese-i aliyye dahi inşa ettirmişti. Medresenin pek mutantan olan resm-i küşadı; tezahürat-ı müstahsenesine pek parlak bir vesile teşkil eylemişti. Tedrisata başlandığı gün kendisi de bizzat derslerde bulunmuş mu’allimlerin takrirlerini istima’a rağbet göstermişti. Genç şakirdanın ahval-i ruhiyyesi üzerinde bir te’sir-i amik bırakacak olan şu hareket; şayan-ı tebcil büyüklüklerdendir. Hastahane umuma küşade idi. Fukara Cuma günleri meccanen muayene ve tedavi edilirlerdi. Ahmed’in mahdumu Ebü’l-ceyş Humaraveyh dahi pederinin miyanında meşhur hayvanat müzesi şayan-ı tezkardır. Bu müzede zi-hayat her nevi’ hayvan mevcud idi. Tolunilerin pek kısa süren müddet-i hükumetlerini müte’akıb müddet payidar olamayarak mevki’lerini Kayrevan’dan koşup gelen Fatımilere terke mecbur olmuşlardır. Fil-hakīka sene-i miladisinde Mu’izzüddin kemal-i debdebe ile Kahire’ye girmişti. Mısır iki asır kadar daimi ihtilallere makar olmuştu. Fakat Fatımilerin işgali tarihinden i’tibaren ulum u fünun yine tarik-ı terakkīsinde devam eylemiştir. Aynı sene zarfında Vezir-i şehir Ca’fer Cami’u’l-Ezher’i kemmel bir darülfünun idi. Ezher’de fünunun bil-cümle şu’abat-ı ma’lumesi esaslı bir surette tedris ve ta’kīb olunuyordu. Ezher; meşahir-i ulemaya menşe’ olmak şerefini hayli müddet muhafaza eylemiştir. Memalik-i İslamiyyenin en hücra mahallerinden bir çok gençler Mısır’a Ezher’in ağuş-ı şeklinde yazılmıştır. Dördüncü asr-ı hicride Mısır’da cidden mümtaz e’azım yetişmemiş ise de bilahare Ezher’in sakf-ı irfanından taşan huzemat-ı ma’rifet beşinci altıncı ve hatta yedinci asırlarda lemeat-ı şa’şaa-darıyla cihan-ı medeniyyeti nurlara müstağrak eylemiştir. * * * – Toluniler devrinde yetişen e’azım-ı erbab-ı fenden ve meşahir-i etıbbadan Said bin Teofil’i zikredebiliriz. Said’in ulum-i tabi’iyye ve fenn-i tıbdaki ihtisası şayan-ı hayret bir derecede idi. Said esna-yı seferde Ahmed bin Tolun’un hizmet-i tababetini hizmet-i tababette Hasan bin Zeyrek istihdam olunurdu. Hasan da Toluniler devrinin bariz sima-yı irfanlarından sayılır. Bu iki zat ulum u fünunun Afrika’da intişarına hayli hizmet etmişlerdir. Ebu Ali Halef et-Toluni de bu devrin ekabir-i erbab-ı kemalinden ma’duddur. İlm-i teşrihe aid tetebbu’at-ı mühimmede bulunmuştur. Gözün teşrihi emraz-ı ayniyyenin tarz-ı tedavisi hakkında yazmış olduğu Kitabü’l-Haye ve’lKifaye ünvanlı eseri meşhurdur. * * * – Mısır haric olmak üzere Afrika’nın cihet-i şimaliyyesine tesadüf eden hıtta-i vesiaya Mağrib nam-ı umumisi verilir. Kadimden beri Berberilerle meskun olan bu iklim mazide mühim safahat geçirmiş hun-alud kıtallere uğramıştır: Fenike’den badban-güşa-yı azimet olan birkaç gemi halkı Berberistan’ın latif bir noktasında Bahr-i Sefid’e hakim olan bir çıkıntı üzerinde Kartaca’yı te’sis eylemişlerdi. Bilahare Romalıların daha sonra Vandalların ve nihayet Rum İmparatorluğu’nun zir-i istila ve himayesine geçmiş olan bu iklim; Mu’aviye bin Ebu Süfyan devrinde Ukbe bin Nafi’ gibi bir harika-i harbin gayretiyle memalik-i İslamiyye miyanına idhal edildi. Tarih-i fennin alem-i İslama aid olan kısımlarında Mağrib’e dair -aktar-ı saireye nisbeten- o kadar parlak sahifelere tesadüf olunamaz. Fil-hakīka liva-yı İslami altına sığınan memalikten yalnız Mağrib iklimidir ki ulum u fünuna karşı la-kayd kalmıştır. Çünkü muhitte o kabiliyet yoktu. Ara sıra parıldayan nur-ı zekalar ise pek çabuk sönmüşler berk-asa payidar olamamışlardır. Kadim ahali-i Berberiyye temeddünden ziyade bedavete Ufk-ı Mağrib’de tulu’ eden bu nadir zekalardan İshak bin İmran’ı zikredebiliriz. Dördüncü asr-ı hicride Ağlebilerin son hükümdarı bulunan Ziyadetullah İshak bin İmran’ı Mağrib’e da’vet eylemişti. İshak da’vete icabet etti. Ve Kayrevan’da şanına layık bir surette mazhar-ı istikbal oldu. şeklinde yazılmıştır. Fakat Mağrib’de ilk şu’le-i fenni ikada çalışan bu zat bilahare Ziyadetullah’ın kurban-ı gadri olmuştur. Ziyadetullah be hilkat-şiken bir zalim idi. Şehzadeliği hengamında taht-ı saltanata yol bulmak için harem ağalarını iğfal ederek onlara pederini katlettirmiş ve beşeriyeti en feci’ hilkat-şikenliklere sevk eden iklil-i saltanatı sene-i miladisinde başına geçirmişti. Nail-i emel olduktan sonra alet-i denaeti olan harem ağalarını birer birer boğdurdu. Tarih Ziyadetullah’ı bütün ma’nasıyla zalim bir seffak bi-eman bir gaddar olmak üzere tasvir ediyor. Pederini itlaf ettirdiği gibi hanedan-ı saltanat efradından otuz kadar zatı da evvela nefy ü icla ve ba’dehu i’dam eylemişti. Ailesi erkanını feci’ bir surette boğazlayan bu hain sırtlanın erbab-ı ilmi himaye edeceğini ümid etmek şeytandan hususu takdir edememiş gafil avlanmıştı. İshak evvelce pek büyük iltifatlara müstağrak olmuşken bilahare birden bire nazar-ı teveccühden büsbütün düştü. hudi tabibinin rekabet ve telkīnat-ı ihanetkarisi olduğu muhakkaktır. Ziyadetullah gibi bi-eman bir sarsar-ı mezalimin güzergahına tesadüf eden şu’le-i irfanları pek çabuk söndüreceği şübhesiz ve emsaliyle sabittir. alud teşkil eder; istibdad ve mezalimin bir timsal-i bi-menendi olan Ziyadetullah İspanyalı Yahudi’nin ihanet ve telkīnatıyla du. Canhıraş hanüman-suz i’tisaflara alet olmamak mağdurinin himayesine kalkışmak gibi muttasıf olduğu secaya-yı necibe felaket-i mukarreresini tesri’ eyledi. Bir gün emir kaplanları utandıracak bir tasavvur-ı vahşet-nümunun mevki’-i fi’le konulmasını irade etti: Kendi huzurunda koca hekimin kolları oyuldu evrideleri kesildi. Al kanlar içinde hayatı nasutiye ebediyyen veda’ eyledi. Bir dahi-i irfan dem-i ihtizarın vaveyla-yı dil-suzuyla afakı titretirken bir müstebidd-i hunin de erike-i ceberutisinden bu manzara-i vahşet-nümunu bila-fütur temaşa eylemişti!... Mevtaya hürmet veca’ib-i beşeriyyet ve diyanetten olduğu halde Ziyadetullah buna da ri’ayet etmedi. Biçarenin cesed-i mürdesini çarmiha gerdirdi. Kuşlar tarafından didik didik edilinceye kadar orada asılı bıraktırdı. Koca bir iklimi nur-ı irfanla tenvire çalışan bu büyük adam sefil bir müstebiddin ferman-ı gadriyle yok yere ve muhakkarane mahvolup gitti. Maamafih çok geçmeden adalet-i İlahiyye tecelliyat-zuhur olarak Ziyadetullah da müstahık olduğu cezanın bir kısmını olsun sağlığında gördü: dem-güzar olan bu sefil Fatımilerin muhacemat-ı diliranelerine tab-aver-i mukavemet olamayarak evvela Mısır’a ve bilahare arz-ı Filistin’e firar eyledi. Hayatının edvar-ı ahiresi bir silsile-i feca’at teşkil eder. Terk-i dağdağa-i hayat ettiği zaman na’şını defnedecek kimse bulunamamıştı. İshak bin Mağrib’e gitmeden evvel yazmıştı. Kara sevdaya dair Kitab fi-Malihulya ünvanlı eseri fizyoloji psikoloji ve tıbba aid pek mühim tedkīkatı cami’dir. Bu kitab ı n Arabca bir nüshası Münih Kütübhanesi’nde mevcud olup “ ”ıncı numarada mukayyeddir. Makaletün fi’l-İstiska “Hidropisie” nam eseriyle Kit[a]b fi’n-Nabz ünvanlı kitabı kıymetdar müellefat-ı tıbbiyeden ma’duddur. Nüzhetü’n-Nefs ünvanlı kitabı ise ilm-i ahlak ve psikolojinin en dakīk mebahisini cami’ bir eser-i alidir. – Ebu Ca’fer Ahmed bin İbrahim bin Ali bin Ebi Halid el-Cezzar Mağrib muhitinde perverişyab-ı kemal olmuş bir nadire-i rüzgar bir harika-i irfan-nisardır. Diyar-ı Mağrib bu öz evladıyla bi-hakkın iftihar edebilir. mehd-ara-yı alem-i şuhud olmuştur. Fenn ü felsefe ve bilhassa teallüm eylemiştir. olduğu gibi ahlakan da; ciddiyet vakar kana’at intizamperverlik azm ü metanet istihkar-ı menfaat gibi evsaf-ı aliye mez devair-i ekabire sokulmaz izzet-i nefsini muhafaza ederdi. Tarih-ı vefatı dört yüzüncü sene-i hicrisine müsadifdir. ünvanlı eser-i tıbbisi pek meşhur olup Latin ve Yunan lisanlarına tercüme edilmiştir. Zadü’l-Müsafir Avrupa erbab-ı fenni miyanında iştihar eden büyük kitaplardandır. Ahiren Mösyö Damberg ve Mösyö Dugart taraflarından Avrupa lisanlarına tercüme edilmiştir. tehassısı olmakla mümtazdır. Ruh risalesiyle Mi’de ve Emraz-ı Mi’deviyye ünvanlı kitabı pek ma’rufdur. Risaletün fi’n-Nevmi ve’l-Yakaza ’da nevm ve halat-ı nevme dair hayli tedkīkatta bulunmuştur. Kitabü’l-Bülga fi-Hıfzı’s-Sıhha nam eseri hıfzu’s-sıhha kava’idini cami’ kıymetdar bir kitabdır. bir tarih-şinas olduğunu göstermiştir. Et-Temimi İbnü’l-Cezzar’ın Kitabü’s-Suhur namında bir eserinden daha bahsediyor. Zadü’l-Müsafir ’in bir nüshası Fransa Kütübhane-i Millisi’nde mevcud ve mahfuzdur. valini cami’ olmak üzere Kitabü’t-Ta’rif bi-Sahihi’t-Tarih namıyla diğer bir eser-i mühim daha te’lif eylemiştir. * * * lakab-ı sa’adetleri “es-Sıbt ez-Zeki Seyyidü’ş-şüheda”dır. Hazret-i Ali ile cenab-ı Fatımatü’z-Zehra’dan hicretin dördüncü senesi mah-ı Şa’ban’ının beşinci Salı günü belde-i mübareke-i Medine’de mehd-ara-yı alem-i şühud olmuşlardır. deri ve e’imme-i İsna Aşer’in üçüncüsüdür. Ümmü’l-Haris hazretlerinden mervidir ki: Cenab-ı imam-ı hümam hal-i tufuliyyette beyaz bir hırkaya sarılı olarak ağuş-ı sa’adete alındıkta: deyü buyurularak rinin ber-mukteza-yı şive-i takdir-i İlahi rütbe-i celile-i şehadeti hazretlerinden ima buyurulmuştur. Mihmanhane-i imkanda elli altı yıl beş ay beş gün perverişyab-ı hayat olduktan sonra altmış birinci sene-i hicriyyesi Muharremü’l-haram’ının onuncu Cum’a Aşura günü deşt-i Kerbela’da Sinan bin Enes ve ala-kavlin Şimr aleyhima ma-yestahıkku tarafından atılan okun te’siriyle agaşte-i hun-ı şehadet ve ruh-ı paki ta’ir-i riyaz-ı cennet oldu radıyallahu anh. Vak’a-i dil-suz-ı deşt-i Kerbela mahkeme-i kübraya kalmış büyük bir macera olup burada tafsilata lüzum görülmemiş olmağla müşarun-ileyh hazretlerinin cesed-i mağfireteseri hak-i pakine tohm-ı şehadet dökülmüş olan deşt-i Kerbela’da ser-i sa’adetleri dahi Şam’da ve bir rivayette Medine-i Münevvere’de valide-i cennet-makarları yanında defnolunmuştur. Seyyid-i şübban-ı ehl-i cennet kurre-i a’yün-i ehl-i sünnet ser-hayl-i şüheda Hazret-i Hüseyin-i Kerbela radıye anhü Rabbü zü’l-kibriya sine-i hikem-definelerinden pa-yı şeref-salarına kadar vücud-ı behbudlarında cedd-i emcedleri Habib-i Huda aleyhi ekmelü’t-teh[a]ya efendimiz hazretlerine müşabih idiler. Zat-ı sütude-simatları gayet halim selim kerim edib hamul sabur zahid abid alim; akıl kamil ve’l-hasıl cemi’-i evsaf-ı hamideyi cami’ olmak üzere şerefi bütün ümmet-i Muhammed’e şamil bir zat-ı melaik-sıfat olduğundan meşahir-i e’imme ve sadat-ı mu’azzama nesl-i siyadet-i şeriflerine müntehidir. Zat-ı pür-berekatları kıraeti bi-tarikı’l-arz valid-i macidleri İmam Ali radıyallahu anh hazretlerinden ahz u telakkī etmişlerdir. Mervidir ki cenab-ı imam-ı hümam müsafirleri ile sefere nişin iken hizmet eden kölesinin ayağı dolaşarak yedindeki ta’amı imam-ı müşarun-ileyh hazretlerinin üzerine dökmüş ve beray-ı te’dib nazar olundukta demesiyle dedikte “afvettim” tekrar köle demesi üzerine müşarun-ileyh hazretleri “seni malımdan azad eyledim” buyurmuştur. Müşarun-ileyh hazretlerinin künyeleri “Ebu Abdirrahman”dır; zat-ı sütude-simatları kudema-yı sahabeden olup ali-i cenab-ı Peygamberiyi görmek ve huzur-ı mes’adet-neşur-ı hazret-i Risalet-penahide bulunmak şerefiyle mübahi olur idi. Zat-ı ali-kadrleri huffaz-ı kurradan olup Kur’an- ı Kerim ’i bi-tarikı’l-arz Risalet-meab efendimiz hazretlerinden ahz u telakkī etmişlerdir. Şeyh Muhyiddin en-Nevevi hazretlerinin rivayetlerine göre sekiz yüz kırk sekiz hadis-i şerif rivayet etmişlerdir. Sahabe ve tabi’inden bir çok zevat Ebu Hureyre İbni Ömer İbni Abbas kendilerinden ehadis-i şerife rivayet etmişlerdir: En evvel Mekke-i Mükerreme’de Kur’an- ı Kerim ’i cehren okuyan İbni Mes’ud hazretleri olup bundan dolayı küffarın ta’zibatına duçar olduğu halde yine okumaktan vazgeçmezdi. Her iki kafile ile beraber Habeş’e ve ba’dehu Medine-i Münevvere’ye hicret edip Bedr; Uhud; Hendek ve sair gazalarda ve Bey’atü’r-rıdvan’da ve rihlet-i Nebevi’den sonra dahi Yermuk gazasında haz ı r bulunmuştur. Canib-i Nebevi’den cennetle tebşir buyurulmuştu. Huzur-ı Risalet-penahide her vakit emr-i Nebevi ile Kur’an- ı Kerim ’i cehren okur idi. Hazret-i Ömer radıyallahu anh zaman-ı hilafetinde “Ammar bin Yasir ile Abdullah bin Mes’ud’u” Kufe’ye i’zam buyurup yazdıkları namede: “Size Ammar bin Yasir’i emir ve Abdullah bin Mes’ud’u mu’allim ve vezir gönderiyorum. Bunlar sahabe-i Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin nücebasından ve Ehl-i Bedr’dendir. Kendilerine iktida ve ita’at ederek sözlerini dinleyin ve Abdullah’ı sizin için kendi nefsime tercih ettim.” Yazmışlardı. Nihayet derecede kanaatkar müttakī halim ü selim bir zat olup hakkında birkaç hadis-i şerif menkūldür. Hazret-i Ömer’in radıyallahu anh tarafından Medine-i Münevvere’ye celbolunmuş ve müşarun-ileyhin zamanında tarihinde altmış yaşını mütecaviz olduğu halde azm-i gülşen-saray-ı alem-i ukba buyurup Bakī’’de defnolunmuştur. Bir rivayette cenaze namazını Hazret-i Osman kılmış ve bir rivayette vasiyeti üzere gece defnolunarak cenaze namazını Ammar bin Yasir veya [Zü]beyr bin Avvam kılmıştır. Radıyallahu anh. Bir gün zat-ı mübareklerine “nezdinizde hangi ilim makbuldür” diye sual ettiler. “İlm-i Kur’an ve ilm-i sünneti gayet severim” diye cevap verdiler. İbni Mes’ud hazretleri fevkalade kuvve-i hafıza ve melekat-ı akliyyeye malik idi. “Hamil-i Kur’an- ı Kerim olanlar halim ve cesur olmalı ve daima mahzun bir halde bulunmalıdırlar” buyururlardı. “İnsan hakīkat-i imana vasıl olamaz. İlla nezdinde helalden olan fakr-ı hal haramdan gelen zenginlikten hayırlı olmalıdır. İnsan-ı kamil medh ü zem indinde müsavi olandır. Gece ve gündüz tahavvül eder. Ahval değişir emanet ehline iade olunur. Hayır zer’ eden büyük mahsul alır; şer eken nedamet biçer.” Cümel-i hikemiyyesi müşarun-ileyh hazretlerinin akval-i arifane ve zahidanesindendir. Bir gün bir A’rabi gelerek: “Ya İbni Mes’ud! Bana bir şey ta’lim eyle ki cemi’-i menafi’i cami’ olsun dünyada ve ahirette necat bulayım” der. İbni Mes’ud a’rabiye hitaben: “Cenab-ı Halık’a asla şirk koşma; Kitabullah ve sünen-i Nebi ile amil ol. Batıl gelirse reddeyle hakkı kabul et” buyurdular. Bir gün kürsi-i hitabette “Dünyada büyük fenalık şirret-i lisandır. Kalb vardır ki şehvet-i ikbale maliktir. Siz kalbleri şehvet zamanında iğtinam eyleyin” buyurmuşlardır. Bir gün zat-ı mübareklerine “Ya İbni Mes’ud emr-i bilma’ruf ve nehy-i ani’l-münkere ri’ayet etmeyenler helak olur” demişler idi. “Hayır kalbini ma’ruf ile imla etmeyenler helak olur” cevabını vermişlerdir. Müşarun-ileyh hazretlerinin hastalıklarında Hazret-i Osman radıyallahu anh suret-i mahsusada yanına gelip “Hal-i yorum rahmet-i İlahiyyeyi isterim” buyurdular. “Bir tabib celbedelim mi?” deyince “Hacet yok beni hasta eden tabibdir” cevabında bulunmuştur. Kız evladı ziyade olduğundan Hazret-i Osman radıyallahu anh “Kızlarınıza ne bıraktınız? Onların ma’işetleri dardır” demesiyle “Ben onlara sure-i Vakı’a’yı ta’lim eyledim. Ben Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden işittim ki: “Her kim geceleri akşamdan sonra sure-i Vakı’a’yı tilavet ederse fakr u fakaya duçar olmaz” cevabını vermiştir. Müşarun-ileyh hazretleri seherde şu du’ayı okurlarmış: – – Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Alkame pederlerinin namı Kays bin Abdillah bin Malik olup künyeleri Ebu Şübeyl’dir. Zat-ı mübarekleri fukahadan Esved bin Zeyd en-Nehai’nin amcası ve İbrahim en-Nehai’nin dayısıdır. Kendisi dahi kibar-ı fukahadan olup asr-ı Nebevide kehvare-zib-i alem-i vücud olmuş ise de vech-i sa’adet-i Peygamberiyi göremediğinden kibar-ı sadat-ı tabi’inden olmuştur. Kur’an- ı Kerim ’i Abdullah bin Mes’ud Ömer Ali Ebi’d-Derda’ hazeratından bi-tarikı’l-arz ahzetmişlerdir. Kendilerinden dahi İbrahim bin Yezid en-Neha’i Ebu İshak es-Sebi’i Ubeyd bin Nefile Yahya bin Vessab gibi zevat bi-tarikı’l-arz ahz-ı kıraet etmişlerdir. İlim ve zühd ü takvada üstadı Abdullah bin Mes’ud hazretlerine gayet müşabih olup savt ve edası gayet güzel idi. Abdullah bin Mes’ud hazretleri müşarun-ileyhin hüsn-i savtını işittikce derdi. Abdullah bin Mes’ud hazretleri buyurmuştur ki: “Ben Fahr-ı alem efendimiz hazretlerinden buyurduğunu işittim.” Alkame bilmesin” buyurmuşlardır. Ashab-ı kiramın ekseri Alkame’nin re’yine müraca’at ederlerdi. Beş saatte hatm-i şerif eder imiş. Zehebi Tabakat ’ında müşarun-ileyh hakkında ma’lumat-ı atiyeyi kaydediyor İbrahim en-Nehai ve Şa’[b]i Alkame’den fıkh-ı şerif okudular. Müttakī ve sa’im şeklinde yazılmıştır. tezvic eder idi. Hicretin senesinde vefat eyledi. Vefatından sonra bir Mushaf-ı şerifden başka bir şey bırakmamıştır. “Ashab-ı nüfuz ve ağniyanın zararları dokunmasın da faidelerini istemeyiz” derler idi. Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Asım olup pederlerinin namı Hamza el-Kufi’dir. Kıraeti Ali bin Ebi Talib radıyallahu anh hazretlerinden ahz edip en çok rivayeti müşarun-ileyhdendir. Kendisinden bi-tarikı’l-arz Ebu İshak esSebi’i ahz-ı kıraet etmiştir zat-ı mübarekleri salih mevsuku’l-kelim bir zat idi. Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Haris pederlerinin namı Abdullah’dır. Ali bin Ebi Talib ve Abdullah bin Mes’ud hazretlerinden ahz-ı kıraet etmiştir. Ebu İshak es-Sebi’i de zat-ı ali-kadrlerinden ahz-ı kıraet etmiştir. İlm-i fıkha feraize hesaba aşina meşahir-i fukahadan bir zat idiler. Hicret-i celile-i Nebeviyyenin ’inci senesi dar-ı fenadan rihleti va’idgah-ı ervaha azimet eyledi. Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Mesruk pederinin tabi’inden olmağla beraber emr-i fetvada ileri gelenlerden olmuştur. Kur’an -ı azimü’ş-şanı bi-tarikı’l-arz Abdullah bin Mes’ud hazretlerinden ahzetmişler ve Hazret-i Ebubekir Ömer Ali Übeyy bin Ka’b Mu’az bin Cebel radıyallahu anhümden rivayet buyurmuştur. Kendilerinden dahi bi-tarikı’larz Yahya bin Vessab ahz-ı kıraet etmiştir. Abdullah bin Mes’ud hazretlerinden ahz-ı kıraet eden zevatın en meşhurları Alkame Esved Mesruk Ubeyde Amr bin Şurahbil olduğunu İbrahim en-Neha’i müellefatında zikr u beyan etmiştir. Sahib-i tercüme hazretleri ulema-i Arab’ın ser-amedan şu’arasından olup hicretin otuzuncu senesinde intikal-i alem-i Ehadiyyet buyurmuştur. Bazı bilada kadi olduğu mervidir. “Bir gün adl ü hakkaniyyet dairesinde had etmekten efdaldir.” Ve “mü’mine havfullah ilmi kafidir.” kelam-ı hakīkat-beyanı akval-i arifanesindendir. Yezid’dir. Kur’an- ı Kerim ’i bi-tarikı’l-arz Abdullah bin Mes’ud hazretlerinden ahzetmişlerdir. Ebubekir Ömer Osman Ali radıyallahu anhümden dahi rivayet buyurmuştur. İbrahim en-Neha’i Ebu İshak es-[Se]bi’i ve Yahya bin Vessab gibi zevat-ı aliyye de zat-ı mübareklerinden ahz-ı Kur’an etşeklinde yazılmıştır. mişlerdir. Ramazan-ı şerifde iki gecede ve eyyam-ı sairede altı günde bir hatm-i şerif etmek mu’tadları idi. Ol cami’u’l-kemalat hazretleri kurra-i Kufe içinde meşhur ü be-nam ve fenn-i celil-i kıraette imam idi. Celalet-i kadri asrında müsellem bir zat olup sene-i hicriyyesinde kurra-i ihlas-intima-yı salifine iltihak eylemiştir. Beni Cüheyne kabilesinden Vehb nam zat idi. Kendileri kibar-ı tabi’inden olup Kur’an -ı azimü’ş-şanı Medine-i Münevvere’de bi-tarikı’l-arz Abdullah bin Mes’ud hazretlerinden ahz ü telakkī etmişlerdir. Beyne’l-kurra’ “A’meş” lakabıyla şöhret-şi’ar olan Süleyman bin Mehran bu zat-ı alikadrden bi-tarikı’l-arz ahz-ı Kur’an etmiştir. İrtihalleri sene-i hicriyyesinden sonradır. Kays namıyla ma’ruf bir zattır. Kur’an-ı Kerim ’i bi-tarikı’larz raetle meşgūl olmuşlar ve Yahya bin Vessab gibi zevat kendilerinden ahz-ı kıraet etmişlerdir. sene-i hicriyyesinde terk-i dar u diyar ile azim-i daru’l-karar olmuştur. azimü’ş-şanı İbni Mes’ud hazretlerinden ve Alkame bin Kays’dan bi-tarikı’l-arz ahzettikten sonra Kufe’de ikamet ederek neşr-i kıraetle meşgūl olmuşlar ve Yahya bin Vessab Hamran bin A’yün gibi meşahir-i kurra’ zat-ı sütude-simatlarından ahz-ı kıraet etmişlerdir. Zat-ı mübarekleri İbni Mes’ud hazretlerinin hıyar-ı ashabından ve kibar-ı tabi’inden ve Kufe e’imme-i kurrasından mevsuku’l-kelim bir zat olup hududunda irtihal-i dar-ı na’im buyurmuşlardır. * * * Müteahhırin-i meşayıh-ı Osmaniyyenin e’azım-ı fuzalasından cami’u’l-fezail bir zattır. senesi hılalinde Balıkesir’de kadem-nihade-i alem-i şuhud olmuştur. Yirmi yaşına kadar memleketi ulemasından ulum-ı ‘aliyye teallümünden sonra İstanbul’a gelerek tekmil-i nüsah etmek üzere tekrar şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. derse şüru’ ettiği gibi kadr-dan bir zatın delaletiyle de “Tahvil” Kalemi’ne devama başladılar. Az vakit zarfında isti’dad-ı Huda-dadları saikasıyla gerek beyne’t-tullab gerek beyne’l-küttab şüyu’ bulan şöhret-i fevkaladelerine binaen evvela mektupculuk sonra divan efendiliği hizmetiyle Hekimoğlu Ali Paşa ma’iyyetine ta’yin olunarak bu hizmetle epeyce dolaştılar. Lakin merkad-i mübarekleri Dersaadet’de Eğrikapı haricinde olan ve o tarihde Edirne’de irşad-ı ibad ile meşgūl bulunan Şeyh Cemaleddin-i Uşşakī hazretlerine intisablarından bir müddet sonra evkat etmişler ki bu alemde: Müşkilin kimseye zahirde Salahi sormaz Hace-i batına sordu soracak esrarı beytiyle de tekemmül-i meratib-i irfaniyye eylediklerini ve Celveti Bayrami ve Sa’di Kadiri Nakşibendi Mevlevi ve Gülşeni Uşşakīyiz beytiyle de cami’u’t-turuk bir zat olduklarını remz ü ima buyurmuşlardır. Yine bu evan-ı feyz-iktiranda alem-i ma’nada Şeyh-i Ekber kaddesallahu sırrahu’l-ather hazretleri taraf-ı samilerinden dört satırlık bir yazı okudularak maddi ve bilhassa ma’nevi pek çok varidat ve füyuzat-ı kalbiyyeye mazhar olduktan sonra te’lifata şüru’ etmişlerdir. Erbab-ı ilm ü irfan nezdinde hırz-i can edilmekte olan asar-ı kıymetdar-ı alileri fazl ü irfan ve tahkīk u ikanlarına daldir. Şu kadar var ki şimdiye kadar asar-ı aliyyelerinin ba-husus mühimlerinin tab’ u neşrine her nasılsa himmet olunamadığından fazl u kemalleri nisbetinde şöhret bulamamışlardır. Vefat-ı alileri seng-i mezarında menkūş: “Salahi şevk-ı envar-ı cemale oldu pervane” mısra’ının delalet ettiği tarihinde olup medfen-i münevverleri Sultan Mustafa Han-ı Salis devri ricalinden Tahir Ağa nam zatın civar-ı hazret-i Fatih’de Aşık Paşa Mahallesi’nde bina ederek meşihatini uhde-i reşadetlerine tevcih ettiği dergahın hafiresindedir. Kaddesallahu sırrehu’l-aziz. Asar-ı aliyyeleri: lerinden olan Mevaki’u’n-Nücum Şerhi Bir nüshası Kütübhane-i Umumi’de vardır Hazret-i Şeyh-i Ekber’in kelimat-ı kudsiyyelerinden olan “Sübhane men azhera’l-halayıka ve hüve aynuha”nın Miftahu’l-Vücudi’l-Eşher fi Tevcihi Kelami Şeyhi’l-Ekber ismiyle muhakemat-ı dura-duru cami’ risale-i mahsusaları şerhi ne’l-İslam ve’z-Zendeka ve Ma’rifetü’l-Acz” risalelerinin tercümesi Muhakkıkīn Tercümesi rar-ı Süluk Tercümesi Kudsiyye Risalelerinin Tercümeleri Esma’ Tercümes i fünun-ı edebiyyeye tatbik tarikıyla vücuda getirdikleri nefis şerhleri Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Şeyh Niyazi-i Mısri ve Nasuhi Eşref-i Rumi hazeratının bazı nutuklarının şerhi – kıt’asının şerhi Dört Farz ’ın Şerhi şerhleri harrer Divan-ı Hakayık-beyan’ları ratib” Tercümesi şeklinde yazılmıştır. Valideler bir millette en mühim ve ağır vazife karşısında bulunurlar. Ben der ve iddia ederim ki anaların ictimai hey’etlerde mevki’i her şeyden bütün düşündüklerimizden büyüktür. Bütün ensali milletin yeni evladlarını doğuracak valide bunun için analık san’atını terbiye-i etfali pek güzel bilmelidir. Bu hakīkati birkaç makalede sırasıyla da iddia ediyorum. Çok teessüfler ederim ki validelerimiz çocuk büyütmek san’atının cüz’üne bile vakıf değil tamamıyla cahilidirler. Valideler ya kör körüne çocuklarını gelişi güzel büyütüyorlar veyahud ecdaddan kalma bir takım cahilane usuller kocakarı telkīnatıyla büyütüyorlar. Her ikisinin zararı da iliklerimize diyor. Eskiden dillerde destan olan Osmanlı Türk kuvveti vücudu bugün yok oldu bunun sebeblerinden birisi de valide terbiyesinin mefkūdiyeti olduğuna hiç şübhe etmemeli. Valideler ne çocuğu emzirmesini ne de çocuğa bakmasını yedirmesini bilirler. Bunun için bugünkü çocuklar hep hasta sıtmalı ağrılı sızılı çelimsiz abtal arsız tenbel uyuşuk yetişiyorlar. Bunları görüyoruz; gören gözler düşünen fikirler bunların zararını hissediyor da hala uyuyor hala kadınlarımızı adam etmenin yolunu aramıyoruz. Ne kadar erkek mektebi açsak ne kadar darülfünunlar te’sis eylesek kadınlar böyle cahil oldukça boştur boştur. İşe esasdan kökten başlamalı! Validenin en mühim vazifesi çocuk dünyaya geldiği hengamdır. Aman ya Rab validelerin çocuk dünyaya geldiği zaman çocuğu terbiye etmek için neler yaptıklarını düşündükçe kat hisleri kendilerine göre ihtimamları ile çocuklarına bakıyorlar. Fakat heyhat ki valide bilmiyor her hareketi ile çocuğun taze ömrünü zehirliyor. Ben burada yalnız annelerin mini mini çocuklarına verdikleri terbiyenin terbiye-i bedeniyye ve sıhhate ta’alluk eden cihetini söyleyeceğim. Söyleyeceğim şeyler hepimizi düşündürecek hakīkatlerdir. Ahval-i ictimaiyye ve muaşeretimizi böyle araştırmazsak tenkīd etmezsek kusurlarımız bizi tedrici helake doğru sürükler. Anadolu’yu ve Rumeli’yi şöyle bir dolaşır isek bizi bütün elemlerle karşılayan sarı benizli sıtmalı hareketsiz eski yüce Türklerin evladını görür o vakit eyvah demek yalnız İstanbul’a değil bütün Osmanlılığa şamil olduğunu anlarız. Osmanlılık cihanı çocukların adem-i terbiyesi yüzünden yıkılıyor da o cihanda oturanlar akıl ve fikir taşıyanlar pek yazık ki mışıl mışıl uyuyorlar. * * * Size tarz-ı terbiye ve iaşedeki kusurları birer birer anlatayım ki bu kadar söz söylemeye hatta feryad etmeye haklı mıyım değil miyim takdir edilsin: Çocuk dünyaya geleceği zaman biçare valide bir çok meşakkatler içinde bir çok cahil kadınların cahil ebelerin yaya geleceği ana kadar kadın havasızlıktan izdihamdan birtakım vahim adetlerden ölür. Bu lohusalık zamanında da caridir. Lohusa hanımın odasına dolmak hatırını istifsar eylemek lohusa şerbeti içmek havayı ifsad eylemek validenin çocuğun hayatını zehirlemek mutlaka lüzumlu bir adettir. Eğer bu kalabalık müsafirler böyle ağırlanmaz ise ayıb olur konu komşu ağzına düşmekten korkulur. Ama fesad-ı havadan her cins ziyaretçinin üstleri başları ayakkabları vücudları ile getirecekleri şübhesiz olan muzır mikroplardan; henüz taazzuvunun ilk devresinde bulunan mini mini doğurma münasebetiyle her türlü emrazı yenmeye muktedir olmayan valide müteessir olacakmış kimin ne üzerine vazife!... Nice hanımlar lohusalıklarından birkaç ay sonra sararıp solup döşeğe düşüyor mezara gidiyorlar. Buna hep bu ve bunun gibi şeyler sebeb oluyor. Çocuk dünyaya geldiği zaman göbeği düşmez ise evde ne kadar kadın var ise hepsi çocuğun göbeğine tükürürler. Bazı akıllı ve tahsil görmüş ebe hanımlar mikrobun yapacağı te’sirat-ı vahimeyi anlatarak men’ ederler. Kadınlar: “A mikrop nedir? Bir de başımıza mikrop çıktı üstüme la –”Günah değil mi hanımlar! Haydi ebe hanım gelmeden tükürelim Aişe Hanım Fatıma Hanım Penbe Hanım Gülizar Hanım…” derler. Ama bilmiyorlar ki çocuğun ellerinde vedi’a olan ömrüne iğne ucu ile en müdhiş zehirler sokuyorlar. Çocuğa bakmazlar veyahud başka bir te’sir sebebiyle hastalanır; a çocuğun sancısı tuttu denir ma’lum olan bir çok ilaclar yapılmaya başlanır. Sussun diye la-yenkatı’ çocuğun ağzına meme tutuşturulur huysuzluk daha çoğalır. Peynir şekeri ile çörek otunu bir dülbendin içine koyarak tü! Diye tükürür ve çiğner ve çocuğun ağzına dayarlar. Çocuk o tükürüğü ve saireyi emer durur. Yorganın içine koyarak paşa olsun oğlum avazı ile çocuğu sallarlar. Ararot yedirirler. Halbuki bu vakit çocuğun amel olması için bir ilac alınsa bir doktora gösterilse elbet iyi olur. Bir parça tahsil görmüş valideler papatya kaynadarak içirirler bazıları da menekşe şurubu içirirler. Çocukları uyutarak beşik başında laf çalmak keyif çatmak cahil annnelerin en birinci eğlencesidir. Badem yağı ile Hindistan cevizini bir toprak çanağın altına sürerler çocuğun ağzına uyusun diye verirler. Bazen da haşhaş; siyah balı da yedirirler. Bunlar çocuk için zehirdir; çocuğu hem çelimsiz ve hem aptal yapar. Çocuk bir parça büyüdü mü valide bulduğunu çocuğun midesine doldurur. Günün birinde zavallı çocuk sıska olur; karnı şişer boynu ip incecik olur koca bir kafa incecik bacak nımlar ihtiyar neneler bin türlü sağlıklar verirler. Bahçekapısı’ndaki kırbacıya götürürler. Kırbacı dedikleri adam paraları yutar!.. Aksaray’daki dalakcıya götürürler. Telaşa düşülür. Her ağızdan bir laf… Kurşuncu Zehra Hanım da tavası çanağı ile gelir. Çocuğun üstüne başlarına kadar mavi bir örtü örtülür. Kızgın kurşunu cas diye dökerken bazen sıçrar çocuğu yakar. Kurşuncu hanım o vakit: “A ne yapayım hanım çok nazar değmiş…” deyip işin içinden çıkar. Kurşunun aldığı şekle göre kurşuncu kadın mini mininin hastalığını da keşfeder: A baştan a karnından zoru bilmem ne diyerek çekilir gider. Bazı çocuklar kırklama olurmuş o vakit ahırda bir iki böcek bulur bileğine karnına kor ve sararlar onlar da orada bir a’la kokar. Bu sıska çocuk yavaş yavaş büzülür. Karın şişliği gaib olur. Kemikler meydana çıkar. Bacaklar çarpılır. Elmacık kemikleri gözükür. Artık hanımlar buna bin türlü isim takarlar. Çocuk günün birinde bütün bu fena büyütmenin kurbanı olarak ölür. Artık falan hanımın nazarı değdi de ondan öldü mü demezler neler demezler… Hele çocuğu ölmüş bir hanım ile mülakat ediniz bakınız size ne acıklı şeyler anlatır: – Ah hanımcığım neler yapmadık neler… Dünya kazan biz kepçe… Evladımın derdine çare bulamadık. Aişe Hanım’ın çocuğuna hiç bakmazlar yine iyi… Ah nasıl anlatayım: Eller ayaklar çangul çungul kuyu çengeline benzedi hanım karnı şişti. Hodda! gibi burnuna değdi hanım… Babası desen gözünün içine bakar hanımcığım; dolabında yemiş eksik olmaz kuş südünden başka her şey haz ı r; simitçisi ayrı muhallebicisi ayrı salebcisi ayrı her gün kapıda! Ağa babası desen fırından kaba kaba leblebi yavruma götüreyim der cebceğizine kor getirirdi. Leblebicinin önünden geçtikce hala hatırlıyorum…Ah derdim büyük hanımcığım hangisini hangi birini söyleyeyim… gele simit muhallebi saleb leblebi unu daha kim bilir ne herzeler yedirmiş… Böyle validelerin elindeki çocuklar za’if nahif olmaz da veyahud vefat etmez de ne olur! Mini mini iken böyle pis boğaz alışan çocuk büyüdüğü zaman hem arsız hem za’if nahif olur. Annesi haydi evladım al şu parayı cami içine veyahud falan yere git oyna kestane al şeker al bizi rahat bırak der. Valide çocuğa her şeyi yememek için tenbihler verecek iken onu teşvik ediyor. Sonra çocuk arsız oluyor. Muhallebici geçse bağırıyor: Anne abla muhallebi isterim… Zır zır zırlıyor. Evvela anne döğüyor çocuğa sus kara yılan sarı ise çıyan sarı Yahudi tehdidiyle parayı vermiyor sonra yine bağırmaya başlayınca naçar veriyor. Çocuk sözünü kabul ettirmeye alışan çocuk durur mu ya ağzını burnunu çarpıtarak “ben on para lide de “ah yumurcağın –babasının cinsine göre– Türk Arnavud Arab damarı tuttu” gürültüleri ile vermeye mecbur oluyor. Böyle çocuk arsızdır. Valide işte pis boğazlığı sayesinde oğlunun ahlakını da bozdu. Bu fena huy bazen pek fena ahlaklara kapı açar… Boğazı ağrır ise çocuğun damağı kaldırılır başına sulu papatya ile süt konup sarılır; papatyalar çocuğun şakağından pis pis sızar. Mi’desi bozulur pamumcak oldu derler. Attar Ahmed Efendi’den dut şurubu alarak içirirler. Bazısı da kurbağacık oldu der mini mini bir kurbağa yaptırıp çocuğun boynuna takarlar! Nazar değer ise mini mini bir anahtar ile hurma çekirdeğinden nalın yahud iğde çekirdeğinden kara kehribadan ağızlık kırığı kaplumbağa kabuğu boynuna asılır. Eğer dişleri çıkmıyor ise boynuna ölmüş at veyahud köpek dişi asılır. Çocuk boynunda çangıl çungul bir çok şeyler taşır! Çocuğun dişleri çıkarken taze soğan verirler. Çocuk soğanı kemirir durur. Kadınların rivayetine göre çocuk dermiş ki: – Ah annem benim dişlerimin ne kadar kaşındığını bilse benim beşiğimi satar da soğan alır!.. Çocuğun su’-i terbiye ve i’tiyaddan salyası akar iyi olması naryanın artmış suyunu içirirler. Öksürük olur ise köpeğin yalağındaki su ile elma yıkayarak çocuğa yedirirler boynuna at kestanesi asarlar!... Daha neler neler… İnsan bunları yazarken hem güleceği ve hem ağlayacağı geliyor. Bir hanımın çocuğu bağırıyordu sancılanmıştı amma her gün böyle idi. Doktora göster dedim ikna’a çalıştım. O derece cahil idi ki dinletemedim. O bana anlatıyordu: – Büyük çocuk bugün sancılandı. Çantalı ebe hanıma götürdüm. Sağ olsun kulağı çınlasın; yıllanmış a’la yengeçli sadef yağından sürmüşidi. Çocuğu bir a’lacana sıkı sıkıya sardık terledi. Bir parça ben de başına süt sağdım. Hiçbir şeyi kalmadı. Bunu da dur çantalı ebeye götüreyim.. Ebe hanımların koca ninelerin bir çok tefsirleri vardır. Her biri hastalığı başka türlü teşhis eder. Çocuğun mi’desi bozulur rahatsız olur… Her kafadan bir laf çıkar nihayet en ziyade sözünü dinleten büyük hanım ma’hud sadasıyla: “A! Çocuk karışık tütsülü…” deyince her şey anlaşılır. çatarlar boğazını da bağlarlar. Atkı ile sıkı sıkıya bağlarlar. Ayağına iki çorab ve bir numara büyük altı çivili burnu demirli koca bir ayakkabı da giydirirler. Entarisi yerleri süpürür…. Nereye! Haydi bakıcıya!... Bakıcı biçare kadınlara bir çok şeyler tavsiye eder. Akşama eve dönünce çocuğun düştüğü yere şerbet dökecekler ve “Alınız ağzınızın tadını veriniz oğlumun şifasını….” diyecekler. Bakıcı da o akşam istihareye yatacak da’vet yapacak rüküş hanıma soracak. Çocuk uğramış bakalım ne olacak!.. Paralar verilir. Bazen kadınlar efendisinden zevcinden gizli ecdaddan kalma nesi var nesi yok hepsini satarak bakıcıya yedirirler. Keder ederim ki bazı cahil erkekler de kanarlar. Bakıcı kadın veya efendi daha söyler bakalım ma’namda ne göreceğim der ve taleblere başlar: Bir okka kırmızı şeker iki okka beyaz şeker bir tutulmamış çömleğe konacak ağzı bağlanıp getirilecek onlara şerbet yapılacak. Bir şişede zeytinyağı ağzını mühürlerler; o Sarayburnu’ndan atıldığı gibi Veysel Karani hazretlerine kadar gidecek. İki tane de beneksiz tavuk bir tane de beneksiz beyaz kurban… Validelerimiz çocukları için bakınız ne müşkilatlara tesadüf ediyorlar. Şefkat hissiyat bizim validelerimizde eminim ki her milletin validelerinden daha ziyadedir. Fakat yukarıdan beri saydığım vahim tarz-ı terbiyeleri hep saflıklarından cehaletlerinden ileri geliyor. Ben kabahatlerin hepsini kadınlara atfetmekten ziyade hayat ve mevcudiyet-i ictimaiyye ve medeniyyemizi bu girivelere sevkedenlerde memlekette büyük mikyasda sefahet ve cehalet uyandıranlarda bulurum. Kadın valide.. Ulvi kelimeler!... Onları hakīkaten teali ettirecek biz erkeklerin her türlü müşkilat ve mezahime karşı te’sis edecekleri “kız terbiyesi” … “kız mektepleri..”dir. Bu herif kimdir ve kaç yaşındadır? Ben de layıkıyla bilemiyorum. Fakat şu kadar diyebilirim ki: Bunu bilmek her Osmanlıya vacibdir. Ben kendi hisseme demek isterim ki “kapitülasyon” gayet büyük ve ciddi bir Çarşamba Karısı’dır. Daha bir az yükseltmek olur. Zira kapitülasyon insanların istedikleri şeylerden hiç birini istemez: Müsavatı da istemez adaleti de istemez hürriyeti de istemez insaniyeti de istemez kanun ve hükumet buna mukabil sükuta mecbur oluyor. Elbette böyle bir kuvvet karşısında her kim ne söylese boştur. Bugün umum Osmanlılar terakkī ve teali etmek isterler bu vatan uğrunda her şeylerini feda etmek isterler bütün Osmanlı Milleti hayatı için her ne lazım ise bu uğurda fedaya haz ı rdır fakat her ne tarafa teveccüh edecek olursa önünde bir kapitülasyon beliyyesi sedd-i İskender gibi mani’ oluyor. Şu halde her şeyden mukaddem bu herifi pek yakından tanımalı doğrudan doğru bunun ile anlaşmalı lede’l-icab bunun ile görüşmeli ve bu uğurda biraz fedakarlık göstermeli. Ben bunun kuvvetini bir vak’a ile tasvir edeceğim bu vak’a olmuş geçmiştir. Masal hikaye değil. Pek yakından tanıdığım bir zatın Beyoğlu’nda tek bir hanesi var. Onu kiraya veriyor bütün ailesi bundan gelecek varidat ile geçinir. Bu hane o ailenin yegane sermayesi serveti ve hayatıdır. ecnebiler. Dostumuz bu haneyi kiraya verir kiracı tüccaran-ı mu’teberandan Gospodin mösyö cenabları idi. Alelade kiracı ile kontratolar yazılır bir aylık da peşin alınır. Ay başı gelir Gospodin cenabları para vermez. Ayın nihayeti olur para vermez iki ay geçer beş ay geçer mösyö cenabları ha ha sallar şu suretle bir sene aylığı teraküm eder zavallı hane sahibi para alamaz para isterse mösyö cenabları aldırmaz belki de arada sırada zart zurt eder. Nihayetü’n-nihaye mösyö para vermez haneden de çıkmaz. Bu hal üzerine biçare Osmanlı hane sahibi mahkemeye müracaata mecbur kalır ve müracaat eder. Mahkeme de ber-muceb-i kanun mösyö cenablarına celb kağıdı yollar fakat mösyö cenabları mahkemeye teşrif buyurmazlar bir gün işi olur bir gün de başı ağrır öbür gün de dişi bilmem neresi el-hasıl hane sahibi bu kere de aylarca mahkeme kapısında sürünür. Neticede herifi kemal-i ihtiramla bir para da almaksızın kapitülasyon ağanın şefaati sayesinde bir buçuk sene ücrete mukabil bir boş konyak şişesi terk etmek suretiyle hanesini tahliye ettirmeye muvaffak olarak hanenin sahibi olduğuna kesb-i kanaat eder. Bu gibi vekayi’ pek çok olup her sene tekerrür etmektedir. Bir Osmanlı ailesi bir buçuk sene aç kalmış kapitülasyona malik olan yirminci asr-ı medeniyet sayesinde temeddün etmiş milletlere hiçbir ziyan yoktur. Bizim umur-ı ticariyye sınaiyye ve siyasiyyemiz dahi kapitülasyon karşısında böyledir. Biçare Osmanlılar her cihetten terakkī ve teali etmek re olunuyor istememek kabil değil lakin ne çare ortalıkta o menhus kapitülasyon var. Kapitülasyon meydanda var iken hiçbir Osmanlı tüccarı ecnebiye rekabet edemez. Rekabet değil ecnebi olduğu yerde bir Osmanlı isbat-ı vücud edemez ederse bile yaşayamaz zira Osmanlı için her türlü mevani’ her zaman var ecnebi için ise hiçbir şeyler yok. Bugün bir Osmanlı vapuru yine bizim Osmanlı Hükumeti Liman İdaresi tarafından yüz bin çeşit tekalife ma’ruz kalıyor vapurunuz ne kadar güzel ne kadar muntazam olursa olsun yine bizim Liman İdaresi Osmanlı bayrağını hamil olan vapuru istediği zaman seyr u seferden men’ ediyor enva’-ı müşkilatı çıkarıyor… İnsan söylemeye haya eder. Bizim Liman İdaresi yapıyor. Beri tarafda Yunan bandıralı çürük bacalı mavnalar kapitülasyon ağa sayesinde cayır cayır bizim paralarımızı alıyor. Daha neler oluyor! Şu kalmıştır. o menhus kapitülasyon önümüzde bir sedd-i İskender gibi dikilmiştir. Ne ticarette ne de sınaatte mes’ele-i hayatiyyeden hiç birinde bizim için meydan yoktur. Kapitülasyon karşısında biz i’dama mahkum her nevi’ tahkīrata ma’ruz ve her türlü haysiyet ve hukūk-ı insaniyye ve hayvaniyyeden mahrum bir milletiz. Kapitülasyon ağa da bize böyle bakar ve böyle mu’amele eder. Avrupa medeniyetinin bize bahşettiği bir lutf u diplomatları nazarında bu lutfun minnetdarıdır. bunları tamamıyla öğrenmeli bu boyunduruğun altından nasıl kurtulmanın çaresini düşünmeli aramalı! Bu babda her ne gibi esbaba teşebbüs lazım ise her nevi fedakarlığı Bu esasen her ne kadar hükumetin vazifesi ise de hükumet bu vazifeyi pek çabuk ifa edemez edecek olduğu zaman daha başka türlü müşkilata ma’ruz kalır ihtimal ki fitnelere kadar meydan açılır. Efrad-ı millet ve ahali ise bu mes’elede cüz’i bir fedakarlık pabilirler? Yapılacak şey pek kolaydır: Bizim muamelemiz hep ecnebi bizim için bundan sonra göreceğimiz muamelelerde mukaveleye yalnız bir şart ilave etmeli: Her ne gibi muamelede olursa olsun encebi tarafından bir kefalet taleb olunacağı zaman “Kefiliniz Osmanlı tebaası olacak” demeli. İşte ecnebi zim muamelemiz sağlam kazığa bağlanmış olur hem müste’cirlerimiz kiraları mah be-mah verirler vermediği halde her zaman karşımızda kendimize tamam müsavi bir hasmımız olur. Kefil olacak zat Osmanlı olduğu gibi bizim de hukūkumuz te’min olunur. Kefil bizim hakkımızı te’min edebilsin de kim olursa olsun isterse Osmanlı Bankası olsun isterse başkaları; yalnız kapitülasyon ağanın zir-i himayesinde olmasın. Yalnız lede’l-icab bizim mahkememiz da’vet ettiği zaman başım ağrıyor bilmem nerem ağrıyor diyemesin. Beyoğlu’nda büyük mağazalar haneler apartmanlar kiraya verilmekte olup bunların kısm-ı a’zamı Osmanlı mülkü olduğu dahi muhakkaktır. Kiracıların da kısm-ı a’zamı ecnebi olacağı şübhesiz. İşte bunlardan ber-vech-i kanun kefalet taleb olunacağı zaman kanun nazarında kendimize müsavi bir hasım bulundurmak için mecburiyet var bu şart ilave olunduğu gibi mister müste’cir cenabları dahi bizim gibi kanun nazarında bize müsavi kefil aramaya mecbur kalır bu suretle bir derece o da müşkilata ma’ruz olursa hiç olmazsa onlar da bizim gibi kapitülasyon ağaya husumete başlar bizim ile beraber kapitülasyonun ortadan kaldırılmasını onlar da isterler; sinyorlar mösyöler gospodinler misterler de hiç olmazsa bizim düşmanımızın düşmanı olurlar. Biz de bu suretle biraz himmet edersek bir tarafdan hükumetimiz de kendi vazifesini ifa etmekte ihmal etmezse memleketimizde kökleşmiş olan menhus kapitülasyon rahatı münselib olduğunu görür kendini biraz toplar. Nihayetü’nnihaye biz de kendi memleketimizin sahibi kendimiz olduğumuzu hissetmeye başlarız. rımız sayılır. Hükumet de bizim sözlerimize havale-i sem’ u behemehal kapitülasyonun hatırı sayılacaktır. Her Osmanlı Osmanlı bunu bilmeli bunun ile müsademe etmeli buna mukabil her fedakarlığı göze aldırmalı zira bu mes’ele bizim TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Eylül Yedinci Cild - Aded: “Panteizm”e i’tiraz edenlerin “bu meslek netice i’tibariyle ya tabi’iyyun yahud tasavvuf mesleğinde karar kılıyor” dediklerini bundan evvel defeat ile söylemiş idik. “Panteizm” hakkında böyle bir hüküm verildikten sonra tevalisi zaruri olan diğer i’tirazların bit-tabi’ “panteizm”den ziyade onun netayic-i zaruriyyesinden olmak üzere gösterilen bu iki mesleğe aid olması lazım gelir; bu meslekler hakkında varid olan i’tirazatın mufassalan yazılması da bizi saded haricine çıkarır. Şu halde biz de ondan sarf-ı nazarla bahsimize cihet-i teallukundan dolayı tasavvuf hakkında garbiyyun tarafından serdedilen i’tirazattan hülasaten bahsedelim. Muhakemat-ı akliyyelerinde fikr u nazardan başka rehber tanımayan bu adamlar diyorlar ki: Tasavvuf mukteza-yı akla mütabaattan süluk ittihaz eden kimselerin meslek-i mahsuslarıdır. Onlar aklın girive-i dalale düşmesi imkanını nazar-ı i’tibara alarak onun daima bu mahzuru tazammun ettiğini iddia ve bundan dolayı muktezasına mütabaattan iba ediyorlar. Bu i’tikad ashabının fikirlerine göre insan taharri-i hakīkat vadisinde mukteza-yı akla mütabaat şeritasından ta’riye-i nefs ile yalnız kalbe teveccüh ve ondan nebe’an eden sevaika iktida etmedikce Cenab-ı Hak ile asla münasebatta bulunamaz. Bu mesleğe salik olanlar aklı bu suretle mahkum-ı dalal ettikleri sırada bir şeyden yani hakīkate hangi vasıta ile ve ne suretle te’min-i vusul edildiğinden zahil oluyorlar. Zira kalbin teveccüh ettiği herhangi bir hakīkat mutlaka aklın delaletiyle sabit olmuştur. Vakıa aşk denilen halet-i vicdaniyye ruhumuzu kabza-i teshirine aldığı zaman bütün melekat-ı akliyyemize hakim oluyor. Hal böyle olmakla beraber aşkın zatında idrak-i hakayık hassası yoktur. Tasavvufa meyyal olan felasifenin hiss-i vicdanide vücudunu raziyeden başka bir şey değildir. Fil-hakīka daire-i tecarib ve müşahedatımızdan haric bazı hakayıka bizim de nev’an-ma keşf ü şühud ile te’min-i vusul ettiğimiz vaki’ ise de bu da doğrudan doğruya melekat-ı akliyyemize raci’dir. Tasavvufun tazammun ettiği mahzur yalnız tahlil-i matlabdaki sekamete inhisar etse idi pek o kadar ehemmiyeti olmaz idi. Fakat tasavvuf aklın delaletine iftikardan udul ile hakayık-ı evveliyye ve saireye yalnız delalet-i hissiyye ile te’min-i vusul edilebileceğine kail oluyor. Eğer hakīkat öyle ise akıl ve idrakin ne lüzumu kalır? Mutasavvıfenin dedikleri yola gidildiği takdirde akıl ve mantık kavaidinden hali olan hızane-i evham u hayalattan bir takım türrehat zuhur etmeye başlar. Bundan başka şaibedar-ı yeden i’raz edilecek olursa vicdaniyata müteferri’ hissiyat ile sırf maddiyata müteallık olan hissiyat birbirinden ne vech ile tefrik edilebilir? Binaberin tasavvuf metafizik denilen kısm-ı felsefide asla mevki’i olmayan bir hata-yı zihniden başka bir şey değildir. Bu hata er geç bütün melekat-ı akliyye ve ahlakıyyeye istila eder. İnsan onun delaletine iktida ile tabiat ve isti’dadının fevkındeki meratibe irtika sevdasına düştükce daima sukūta mahkum melekat-ı mahsusasından en mühimmini ta’til suretiyle melekat-ı sairesini hüsn-i isti’mal feyzinden mahrum olur. Tasavvuf umumiyeti i’tibariyle bir şekl-i dini tahtında zuhur eder; ifratı hayret-i vehimane[ye] müncer olur; insan kendisinde bir takım halatın zuhuruyla fenafillah mertebesine cahedattan nefsini azade görür. Alem-i hariciyi istihkar eder. Bu ise ataletin gayeti demektir. Mutasavvıfinden bazıları kendilerini dini ahlakī her türlü kuyuddan vareste kılarlar. yesine icra-yı te’sir ile onu mesaiden teb’id ü tenfir eden mesalikin kaffesi insaniyet nokta-i nazarından merdud olmak lazım gelir. Fenelenon ile Madam Guion’un meslekleri her ne kadar bu mehaziri mutazammın değil iseler de akl ü Katolik Kilisesi tarafından bi-hakkın mahkum edilmişlerdir. serdettikleri i’tirazat bu ve bu gibi i’tirazlardır. Nokta-i nazar bundan ibaret olunca bu i’tirazların vürudu pek tabiidir. Ancak vicdaniyatı tasdik ettikten sonra onların nefs-i natıkaya olan te’sirlerinden zahil olmak doğru olmasa gerektir. Onları yalnız kağıd üzerinde görmek yahud hafızaya nakşetmekle tazammun ettikleri halatı zevkan bilmek beyninde büyük fark vardır. Bir hiss-i vicdani bir infial-i nefsani birçok şuunun tecellisiyle memlu bir alem-i diğerin miftahıdır. Her i’tiraz nokta-i nazara tabi’ olduğundan bu i’tirazların da öyle olması zaruridir. Binaenaleyh herkes onları kendi nokta-i nazarına göre muhakeme ile ya red yahud kabul eder. Orası bize lazım değil; biz yalnız bahsimize cihet-i teallukundan dolayı onları hulasaten naklettik. Fakat garibi şu ki kendi tasavvuflarını bu suretle batıran Frenkler sonra felsefeye kelama dair binlerce kitaplar te’lif bunları medreselerinde tedris ediyorlar. İçlerinden nice nice feylesoflar yetişiyor. Bunların kimi maddiyat kimi ma’neviyat mesaileri hayat-ı maddiyyece bazı fevaid te’min ettiği cihetle onu bir tarafa bırakalım; fakat ma-fevka’t-tabiiyyat mesailin halline vakf-ı hayat ile birçok eserler te’lif ediyorlar; bu eserler cihan-ı ma’rifette büyük büyük inkılablar vücuda getiriyor. Her şey sırf maddi bir nokta-i nazardan düşünülecek olursa bunların ne lüzumu ne ehemmiyeti kalır? Zurefadan birinin dediği gibi: Yeryüzünde bir yemek keşfetmek gökyüzünde bir seyyare keşfetmekten daha hayırlı daha faideli olmaz mı? Keza bir şair çıkıyor üslubundaki cezalet fikrindeki ulviyet ve letafet milyonlarla kulubu teshir ediyor; her şiir maddi bir gayeti tazammun etmez ictimai bir inkılab vücuda getirmez ya. Şiir olur ki semadan zemine inmez. Onun ulviyetini temaşa için bütün enzar semaya teveccüh etmeye mecbur olur. Maddi gayetler o gibi bedayiin yanından bile geçmez. Onlarda bu gayetleri aramak onların sümüvv-i şanına nisbetle pek adilik pek bayağılık olur. Halbuki onlara ne bakkal beş para verir ne de kasap! Beş franklık bir kaime konulacak olursa hiç şübhe yok ki beş franklık kaime hepsinden ağır basar. Nasuta nazır bir gözü lahuta çevirmek ne kadar müşkil müşkildir. Her şeyde maddiyatı ileri sürüp insanın ma’nevi rüp cesedini yaşatmaya kalkışmanın aynıdır. Birinin imkanı varsa diğerinin de vardır. Hal böyle iken frenklerin velev ki kendi tasavvufları hakkında olsun bu kadar umumi bir lisan-ı kadh u mezemmetle Hoş maksadımız onu müdafaa olmadığından sözün bu kadarı bile zaiddir ya. Ne ise “el-kelamü yecürrü’l-kelam” sözünün mazmunu bizi de hükmüne mağlub etti. Onların tasavvuflarıyla “panteizm”lerinin esası ne olursa olsun orası bize lazım değil. Yalnız şunu söyleyelim ki muhakkıkīn-ı sufiyyenin meslek-i hass-ı irfanları olan vahdet-i vücudun esası tasavvuf tasavvufun esası da vahdet-i vücuddur. O meslekte yetişen yüzlerce eazımın ef’al ü akvali buna şahiddir. Bunların kimi galebe-i istiğrak anında; kimi sahv ü sükun zamanında türlü türlü sözler söylemişler ki hepsinin neticesi vahdet-i vücuda varıyor. Bistami’nin “Subhani ma a’zame şani” Hallac’ın “Ene’l-hak” demesi bu kabildendir. Bu zevat-ı kiramın kaffesi tarik-ı hakta kat’-ı meratib-i ma’rifetle maksad-ı asliye nail olan ahyar-ı ümmettir. Sözleri mücahedeleriyle müşahedeleri neticesidir. Onlar söylemişler fakat niçin söylediklerini söylememişler; bazıları da hem söylemiş hem de niçin söylediğini söylemiş bu sözlerin niçinini arayanlara erbab-ı fikr u nazar denir. Bunların vadileri başka olduğu gibi onların da vadileri başkadır. Ne zaman vahdet-i vücuddan bahsolunursa vadi-i bahs ale’l-ekser kaliyat vadisidir haliyat vadisinde fikr u nazar sahibine veda’ eder. Ashab-ı halin halini anlamak için o hale mahal olmak şarttır. Yoksa söylenen sözler avaze-i tabl-ı tehi kabilinden olmak derecesini geçemez. Nitekim bizim sözler de o kabildendir. Ashab-ı hal o kimselerdir ki: Kıt’asının mazmunu onların hulasa-i halleri kavl-i celili hüccet-i katı’a-i kemalleridir. Binaberin biz de bu mes’elenin hale aid cihetini ashabına terk ile yalnız kale dair olan kısmından bahsedeceğiz. * * * Bundan evvelki fasıllarımızda cihan-ı mütemeddinde gördüğümüz bütün terakkiyatın istinadgahı olan medeniyet esaslarını temhid ettik; o esasların usul-i İslamiyye’nin bir cüz’ü olabileceğini hatta bir nazar-ı tedkīkın onları bu usulden eyledik; sonra müslümanlıktaki bu esasların kavanin-i hilkate kavanin-i hayata inkarı kabil olamayacak derecede mutabık gelmesi haysiyetiyle asla tebdil ü tağyire ma’ruz kalamayacağını berahin ile gösterdik; nihayet alemde görülen bütün terakkiyatın fikr-i beşer tarafından sebil-i kemali tayy ka bir şey olmadığını işin akibet din-i mübin-i İslam’ın fani baki her iki saadeti her iki rahatı kafil bir kanun-ı umumi olduğunda bütün ukala-yı beşerin ittifak etmesiyle neticeleneceğini söyledik. Evet İslam o din-i umumidir ki insaniyet durdukça payidar olacaktır; o kanun-ı ilahidir ki hukema-yı alem tarafından binlerce seneden beri aranmaktadır. Bütün milletlerin ukalası a’sar-ı maziyyeden beri umumi bir din-i hak taharrisinde hem ma’nevi olan ruhun hacatını te’min edecek her ikisinin metalibini bir kanun-ı adil muktezasınca yerleştirebilecek sonra bu matlab arasında öyle bir nisbet icad edecek ki biri için diğerine tecavüze imkan kalmayacak. Evet ukala-yı milel bu işe pek ziyade ihtimam ettiler. Bu gayeti bulmak için her tarafa baş vurdular. Zira onlar biliyorlardı ki ruh ile bedenden mürekkeb olan insan bu iki cevherin metalibini tatmin hususunda kemal-i i’tidale riayet etmeyecek olursa birinin metalibinde ifrata düşer; bunun neticesi olmak üzere de vazife-i hayat haleldar olur; o da kendisini öyle müdhiş bir cereyana kaptırır ki sonunda bir haile çarparak; varlığından bile bihuş kalır. Nihayet ebna-yı nev’inin başına bir musibet kesilir yahud onların arasında sakat bir uzuv olur. Hisden sonra delil hadisat-ı tarihiyyeden sonra burhan olamayacağı için bütün bu ukala gördüler ki ruhun metalibi cevherin münkad olması lazım gelen kanun-ı muhkemin dairesini çizmeyen bütün mezahib milletleri iki kısma ayırır ki bunların aralarında şurişler fitneler kıyamlar uzun müddet devam ederek nihayet bir tarafın galebesiyle hatime-pezir olur. Bu taraf-ı galib hürriyet-i mutlakayı elde ederek önünde savletini ta’dil edecek bir mania görmedi mi artık o ta düşer akıbet tabiatın bir sayhası onu geriye çevirir ki o zaman bir varmış bir yokmuş sözüne ma-sadak olur. Tarih-i akvamı tetebbu’ edenler bu hakīkatleri pek vazıh bir surette göreceklerinden biz burada tafsile lüzum görmüyoruz. Bize gelince böyle ruh ile cismin metalibini bir suret-i adilede tevfik edecek birinin salahını diğerinin salahına merbut bulunduracak bir din-i umumi taharrisi hususunda hukemaya en evvel hak verenlerdeniz. Zaten beden gibi ruhun da muhtelif birtakım hastalıklara şifalara ma’ruz olduğunu dikçe vücudunu mühlik bir takım avarız-ı tabiattan muhafaza edemeyeceği gibi ruhunu da emraz-ı ma’neviyye gavailinden sıyanet için hıfzıssıhha-i ruh kanunu denilen bir kanuna vakıf olması şarttır. İmdi insanı vücuda getiren bu mevzu’ olduğu için her ikisinin sıhhatinden bahseden kanunların aralarında bir münasebet mülayemet bulunmak lazımdır. Ta ki birinin muktezasınca hareket olunduğu surette diğerine zarar iras edilmiş olmasın. götüremeyecek bedihiyat sırasına geçmiştir. Zira mevcudat bunun sıhhatine bir şahid-i adildir. Zaten Avrupa ulemasını diyanet-i tabiiyye ismiyle bir din vaz’ına sevkeden saik de bu hakīkatten başka bir şey değildir. Hakayık-ı ilmiyye ve felsefiyye üzerine te’sis olunan bu yeni dinin en başlı esaslarını Karo’dan mücmelen nakledeceğiz: “Diyanet-i tabiiyyenin esasları bir ilah-ı muhtarın vücuduna avalim-i kevniyyeden ve nev’-i insaniden mütemeyyizdir. Cism-i insanide zeka hürriyet sıfatlarıyla muttasıf bir ruh vardır ki müddet-i imtihanını geçirmek için bu beden-i maddide mahbusdur. Bu ruh için sakin olduğu cismi tathir ederek semaya doğru yükselmek mümkün olduğu gibi hak-i mezellete düşürmek de kabildir. İdrakin mevkii histen yüksektır: Bütün diğer hürriyetlerin menşei olan hürriyet-i ahlakıyye başı boş bırakılmayarak i’tidalin nüfuzu altına tevdi’ edilmelidir. Ahlak-ı fazılaya kendi ism-i hakīkīsi verilmelidir ki o da imtihan ve ibtiladan ibarettir. Kezalik garaz-ı hakīkīsi ta’yin olunmalıdır ki o da ruhu tedricen alaik-ı cismaniyyeden tahlisdir. Daha sonra kanun-ı terakkīyi i’tiraf etmek gelir. Maamafih insaniyetin yalnız saadet-i maddiyye cihetindeki terakkīsi gözedilip de bu saadeti pak bir hale getirecek olan temayülat-ı fazıla bir tarafa bırakılmamalıdır.” Şüphesiz diyanet-i İslamiyye’nin esaslarına dair yukarıki fasıllarında söylediğimiz sözlerle diyanet-i tabiiyyenin şu kaidelerine nazar-ı im’anla bakanlar ıyanen göreceklerdir ki Müslümanlık a’sar-ı kadimeden i’tibaren zamanımıza gelinceye kadar gelip geçen hukemanın bin can ile taharri ettiği gaye-i amalin ta kendisidir. Şu hakīkati idrak eden nazar-ı yetin sebil-i terakkīde atmakta oldukları hatvelerin diyanet-i görerek medhuş kalır. Nihayet Müslümanlığın Halik-ı Zülcelal tarafından beşeriyetin pişgah-ı tealisine vaz’ olunmuş bir gaye-i amal olduğu; günün birinde o gayeye vusul için icab eden isti’dadın kendi fıtratına mevdu’ bulunduğu hakkıyla teeyyüd eder. Hem o nazar-ı im’an kavm-i Arab içinde hadis olarak bir zamanlar vahşetin gafletin müntehasında bulunan o milleti . paye-i bülendine kadar i’la eden inkılab-ı müdhişin hikmetini şimdi anlar. Alem-i İslam dokuzuncu asr-ı miladi imtidadınca ilmen medeniyeten evc-i terakkī ve tekamüle doğru ilerlediği esnada Avrupa debdebe-i ihtişam-nümunuyla bugün bizi şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. duçar-ı beht ü hayret eden bu cihan-ı ma’rifet; kesif bir kabus-ı cehl ü ta’assub altında kıvranıyor eziliyordu. Bir tarafdan derebeyler krallar; diğer tarafdan kardinaller papalar; rekabet edercesine bir guşişle; halkın mevcudiyet-i hayatiyyelerini kemiriyorlar kuvve-i müfekkireyi mahvetmek bun korkunç girdablarına doğru sürüklüyordu. Cehalet ta’assub ve sefaletin müdhiş bir piştarıdır. Zulmet-i cehaletten bi-hakkın istifade edebilmek usulünü pek güzel tatbik eden gaddar prensler ma’tuh papazlar bilaperva muttasıl halkın uruk-ı hayatiyyesini emiyor hürriyet-i şahsiyyelerini çiğniyorlardı. Avrupa barbarları zulm ü sefalet ve cehl ü ta’assubun merhametsiz pençeleri altında kıvranıyor inliyorlar arz-ı şikayet edecek; esbab-ı tahlis öğretebilecek bir merci’ bulamıyorlardı. Halbuki aynı zamanda şark; medeniyet ve adalet-i İslamiyye sayesinde bir gülbün-i saadet bir şükufe-zar-ı irfan halinde idi. Avrupa kıt’asında ilim ve ma’rifet namına papazların ezberledikleri birkaç parça dua kardinallerin mahsul-i vehmiyyatı olan hurafat ve rivayattan başka bir şey yok idi. Avrupa bütün ma’nasıyla bir vahşet-abad-ı cehalet bir meşher-i larda idi ki cenubdan Cebel-i Tarık’ın mavera-yı şevahikından tulu’ eden neyyir-i İslamiyet Endülüs hıttasını Vizigot payitahtını rengin nurlara nur-ı irfan ü ma’rifete gark etmeye başlıyordu. Tarih gösteriyor ki milel-i galibe zir-i tabiiyyete aldıkları akvama yalnız siyaseten ve maddeten hakim olabilirler. Millet-i mağlubenin ma’neviyatına hakim olabilmek için müstevlilerin kuvvet ve haşmet-i maddiyyece olduğu gibi ilmen ve medeniyeten de taht-ı hükme aldıkları kavmin fevkınde bulunmaları icab eder. Aksi takdirde millet-i mağlube çok geçmeksizin ma’nen millet-i galibe kuvvet ve nüfuzunu elde edebilir. liva-yı muazzam-ı Muhammedi altına sığınan milletlerin maddiyat ve ma’neviyatına ve hatta vicdanlarına bile hakim olabilmişlerdir. İbni Nusayr’ın Endülüs’e ayak basdığı tarihden lisan-ı mader-zadlarını bırakmışlar hepsi Arabca tekellüme başlamışlardı. Lisan-ı mahallinin metruk bir hale gelmesi Avrupa’ya kadem-zen-i istila olan İslamlar; İspanya’yı cehalet-i mutlaka içinde bulmuşlar fakat vazife-i ta’lim ve şarktan garba bir seylabe-i ma’rifettir ki akmaya başladı. Fariza-i hac alem-i İslamın en mühim vesait-ı tenviriyyesindendir: Endülüs’den kalkarak arz-ı Hicaz’a koşan muvahhidin avdette memleketlerine tatlı hatıralarla beraber rengarenk bu ziyaretler bilahare ilmi seyahatlerle tetvic edilmeye başlandı: Muhammed bin Abdun tarih-i hicrisinde şarka seyahat ve daru’l-irfanlarda iktisab-ı ma’rifet ettikten sonra Endülüs’e avdet eylemişti. Şarkın en bülend nasiyelerinden “Yunus bin Haran” Endülüs’e azimet ve oralarda neşr-i ulum ve icra-yı tababetle iştigali ihtiyar eylemişti. Yunus Ahmed ve Ömer namındaki mahdumlarını ikmal-i tahsil etmek üzere Bağdad’a göndermişti. Bu iki genç Endülüs’e avdetlerinde fenniyyeyi neşr u ta’mime çalışmışlardır. Endülüs halifeleri birçok ihsanlar in’amlar bezl ve büyük büyük fedakarlıklar ve da’vet ediyorlardı. Daha dokuzuncu asr-ı miladide tab’an pek nezih bir şair olan Abdurrahman-ı Sani’nin sit-ı ma’arif-perverisi iklim-i şarkı doldurmuştu. Pek çok erbab-ı ilm ü deha fevc fevc Endülüs’e koşuyorlardı. Fakat Endülüs ancak onuncu asr-ı miladidedir ki Bağdadla lende vasıl olabildi. Dördüncü asr-ı hicri medeniyet-i İslamiyyenin İspanya’da en ziyade şa’şa’a-dar olduğu bir devr-i alidir. Hilafet-i İslamiyye’nin garb evreng-i haşmetini müte’akıben asrın en parlak zamanlarını teşkil eder: Abdurrahman-ı Salis ve Hakem; edebiyat fünun ve sanayi’in en samimi muhibbi en nafiz müşevvik ve mürevvici idiler. Abdurrahman-ı Salis Avrupa hükümdarlarından mu’asır bulunduğu zevatın ekserisiyle münasebat-ı dostanede bulunuyordu. Almanya İmparatoru Büyük Otto’nun südde-i hilafete i’zam ettiği hey’et-i sefaret Endülüs’de pek parlak bir surette istikbal edilmişti. tarih-i ulumda haiz-i ehemmiyet vekayi’dendir. Abdurrahman devrinde Kurtuba’da teşekkül eden hey’et-i fenniyyenin tıb şu’besi Ebu Osman Cezzar Muhammed bin Said Abdurrahman bin Haytan ve Ebu Abdullah gibi zevat tarafından Abdurrahman-ı Salis inşasına muvaffak olduğu müessesat-ı aliyye miyanında Vadi’l-kebir’in sahil-i dil-pezirinde inşa edilen “ez-Zehra” Sarayı’yla Kurtuba’da bina olunan tıb fakültesini zikredebiliriz. Bu fakülte Avrupa’da bina edilen ilk darülfünun-ı tıbbi olduğu cihetle tarih-i ulumda cidden haiz-i ehemmiyyettir. Ez-Zehra zahiren bir saray-ı muhteşem fakat hakīkatte bir şükufe-zar-ı irfan idi. Hatta meşhur Ebu’l-Kasım’ın “ezZehravi” lakabıyla iştihar etmesi burada perverişyab-ı kemal olmasından neş’et eylemiştir. El-Hakem pederinin bi-hakkın varis-i şan u irfanıdır. “Abdurrahman”ın icraat ve mesleği kemal-i ciddiyetle Hakem tarafından da ta’kīb edilmiştir. Hakem her tarafa ve bilhassa o vakitler merkez-i inşia-ı ma’rifet olan şarka erbab-ı fazl u kemalden müteşekkil hey’etler i’zam eylemişti. Hey’at-ı mezkure gittikleri mahallerde meşahir-i ulemanın müellefatını cem’ ve istinsah ederek Endülüs’e nakletmeye me’mur idiler. Hakem erbab-ı ilme karşı fevkalade lütufkar davranırdı. Mesela Kitabü’l-Egani müellif-i şehiri Ebu’l-Ferec-i Isfahani’ye bin lira atiyye göndermişti. Hakem’in sarayında asar-ı nadire-i ilmiyyeyi istinsah etmekle mükellef müte’addid katibler vardı. Endülüs’de te’sis edilen kütübhaneler cihan-ı medeniyyetin en kıymetdar eserlerini cami’ ve dünyanın hiçbir tarafında emsaline tesadüf edilemeyecek derecede zengin idiler. Hakem’in sarayındaki kütübhanenin yalnız katalogları kırk dört büyük cild teşkil ediyordu. Casiri’nin ifadesine nazaran mevcud kitapların adedi altı yüz bin cildi mütecaviz bulunuyordu. Hişam devrinin en büyük en necib sima-yı irfanından olan mücahid-i şehir Hacib el-Mansur erbab-ı ilm ü fenni taht-ı himayesine alır onlarla hem-bezm-i ülfet olmaktan fevkalade mahzuz olurdu. Leon Afriken ve Conde’in beyan ettikleri vechile Ebu’l-Kasım-ı Zehravi Mansur’un en samimi eviddasından idi. Bir tarafdan bizzat halifeler diğer tarafdan ümera ve erkan-ı hükumet tarafından gösterilen teşvikat-ı ilmiyyenin semerat-ı nafiası pek çabuk iktitaf edildi. Endülüs hıttası erbab-ı irfanı arasında bülend nasıyeler bariz simalar yüksek dehalar i’tila-nümun olmaya başladılar. Meşhur Ebu’l-Kasım-ı Zehravi ile tarih-i tabii ulemasından leme bin Ahmed Ebu’l-Kasım Mecriti gibi zevat bu büyük simalardandır. Abdurrahman-ı Salis ve el-Hakem’in maiyyetleri erkanı saray me’murları kamilen erbab-ı ilimden intihab edilmişlerdi. Makam-ı vezarete intihab edilen zevat miyanında meşhur alimlerin esamisine tesadüf olunuyor. Riyazi-i şehir Mesleme bin Ahmed Endülüs’de ilm-i hey’et ve fünun-ı riyaziyyeyi ihya ve neşr eden e’azımdandır. Halka-i feyzinde yetişen erbab-ı deha terakkıyat-ı fenniyeye şayan-ı tebcil hidemat ibraz etmişlerdir. Mesleme’nin bu gayur telamizinden beşinci asr-ı hicride bahsedeceğiz. Medeniyet-i İslamiyyenin Avrupa’da ilk naşiri olan meşhur Gerbert Bu zat bilahare “İkinci Sylvestre” namıyla papalığa kadar irtika eylemiştir. Bu asırda Barselon’da ikamet ve Mesleme’nin mekteb-i irfanına müdavemet ediyordu. Gerbert Endülüs’de ikmal-i tahsil ve Avrupa’ya avdet ettikten sonra “Rims” başpiskoposu iken; Mesleme’nin ilm-i hey’et ve riyaziyata aid iki eserini Latince’ye tercüme eylemiştir. Gerbert gibi pek çok Avrupa gençleri Endülüs medaris-i deniyet-i hazıranın esaslarını vaz’ u te’sise çalışmışlardır. Hulasa dördüncü asr-ı hicride Endülüs’de ulum u fünun o kadar metin esaslar üzerine istinad ettirilmiş idi ki a’sar-ı müte’akıbede zuhur-yafte olan teşettütler bile seyr-i seriine hail olamadılar. Bilakis a’sar-ı taliyyededir ki ulum u fünun Amerika ekabir-i ulemasından meşhur Draper Avrupa’nın şeklinde yazılmıştır. Terakkıyat-ı Fikriyyesi Tarihi Histoire du developpement rın terakkıyat-ı medeniyyeye olan hidemat-ı mebruresinden ve bu münasebetle Endülüs medeniyet-i İslamiyyesinden bahsederken diyor ki: “İslamlar İspanya kıt’asına geçer geçmez Avrupa efkar-ı umumiyyesinde amik bir te’sir husule getirmeye muvaffak oldular. Bu te’sir İtalya sistemini sarsmaya başladı.” bilmek için Avrupa’nın o vakitki ahval-i umumiyyesine bir nazar atf ve Endülüs fatihleriyle Avrupa h ı ristiyanlarının ahval-i Avrupa’da Roma medeniyetinin nüfuz edemediği mahallerde meskun ahali nim-vahşi bir halde idiler. Ot ve samanlarla örtülmüş kulübelerde ikamet ve av etleriyle tegaddi ediyorlardı. Sayd ü şikar edemedikleri zamanlar bakla burçak ve ot kökleri eklederek def’-i cu’a çalışırlar ve elbise yerine hayvanat derileri iktisa ederler bunları ekseriya tathire bile lüzum görmezlerdi. Kralların eyyam-ı resmiyyede bindikleri gerduneler iki öküzle cerredilir adi bir arabadan ibaretti. Esirler ucu çivili sırıklarla öküzleri muttasıl dürterek arabayı sevkederlerdi. Avrupa H ı ristiyaniyet’i kabul ettikten sonra tamamıyla bir cihan-ı ta’assub halini aldı. Esasından tahrif ve ifsad edilmiş olan bir dinde H ı ristiyanlık ca-yi kabul bulabilen her şeye inanılıyordu. E’izzenin elbiseleri metrukat-ı mukaddeseleri birer menba’-ı keramet hükmünde idi. Halkın cehl ü ta’assubundan bil-istifade papazlar da bütün gayret ve şeytanetleriyle ihtirasat ve menafi’-i zatiyyelerini te’mine çalışıyorlardı. Ruha ıztırab-bahş olan bu barbarlığa dair daha ziyade tafsilata girişmeyerek Avrupa’nın cenub-ı garbisine az bir zaman sonra huzemat-ı şa’şaadarıyla cihanı tenvir edecek bir kıt’aya tevcih-i nazar edelim: İslamları Endülüs fethine teşvik eden ahval ve esbab neden ibaretti? İspanya’da Aryus Mezhebi Ortodokslar tarafından tamamıyla tahrib edilmişti. Bilahare Ortodokslar da aynı cezaya uğrayacaklardı. Elli bin Yahudi ailesini memleketten nefy ü ihrac eden İmparator Adrien’den sonra Endülüs’de Yahudiler yine harikanüma bir surette tezayüd etmişlerdi pek güzel tahmin ve takdir edileceği vechile Yahudiler Ortodokslar tarafından merhametsizce mu’amelata ma’ruz kalıyorlardı. Daha evvel doksan bin nüfus vaftiz olmaya icbar edilmiş Katolikliğin ağır boyunduruğu altına sokulmak istenilmişti. Bir defa vaftiz edilen şahısdan kiliseye ebediyyen sadakat bekleniyordu. Gotların hükumet-i mutlakası kabul edilmiş ve Rodrik eslafının varisleri hukūkunu gasbederek evreng-i saltanata oturmuştu. Got zadeganı ta’lim ü terbiye görmek üzere evladlarını Tuleytula’ya göndermeyi adet etmişlerdi. Afrika’daki Ceuta Valisi Kont Julianus’un hüsn ü anıyla şöhretşi’ar kerimesi de bu suretle Tuleytula’da bulunuyordu. Kral Rodrik kontun kerimesinin mehasin-i dil-firibine meftun olmuş ve hüsn-i suretle nail-i visal olamayacağını anlayarak kızı cebren hükmüne ram etmek istemişti. Kız pederini keyfiyetten haberdar etti. Julianus bu haber-i müdhişi duyar duymaz ye’s ü nevmidi ye bağırmıştı. Kont zahiren hiddetini kezm ederek İspanya’ya geçti. Tuleytula Başpiskoposu Oppas ve gayr-ı memnun kenise hey’etleriyle Rodrik aleyhine akd-i ittifak ettikten sonra kralın şübhesini bile celb etmeksizin kızıyla birlikte Afrika’ya avdet eyledi. Afrika’ya vusulünü müte’akıb Musa bin Nusayr’le muhabereye girişerek İspanya fethine teşvik etmeye başladı. Kont bu teşebbüse bizzat kendisinin de iştirak edeceğini va’d ü iş’ar ediyordu. İbni Nusayr Halife’den müsa’ade radan Tarık bin Ziyad ordu-yı İslamın piştarlarıyla boğazı geçti. sene-i miladisi Nisan’ında idi ki Tarık; el-yevm namını taşıyan cebele muvasalat eyledi. Harbe ibtidar edilir edilmez Rodrik’in bir kısım ordusu Tuleytula piskoposuyla birlikte cündiyan-ı İslama iltihak eylediler. Kısm-ı mütebakī ani bir havf ü hirase duçar olarak firara mecbur oldular. Esna-yı hezimette Kral Rodrik de Vadi’l-kebir nehrinde boğuldu. Tarık bu muzafferiyet üzerine sür’atle şimale doğru sa bin Nusayr da müte’akıben İspanya’ya vürud eyledi. Endülüs kıt’asını kamilen zabta muvaffak oldular. Musa’nın fikri Fransa Almanya ve İtalya’yı da feth u kat Tarık’la aralarında husule gelen bürudet üzerine Suriye’ye celb edildiğinden maksadını mevki’-i fi’le vaz’ etmeye muvaffak olamadı. Fransa ve bütün Avrupa’nın eyadi-i İslamiyyeye geçmesine mani’ olan şey Şarl Martel’in kılıcından ziyade ümera-yı Arab arasında zuhur eden nifak ve ittifaksızlık olduğu şüphesizdir!.. Emeviye hanedanının sukūtu esnasında sene-i miladisinde bu hanedanın son necli bulunan Abdurrahman şevkle istikbal edilerek makam-ı emarete geçirildi. Abdurrahman Kurtuba’yı merkez-i hükumet ittihaz eyledi. Abdurrahman yalnız emir ünvanıyla iktifa etmiş ve merkez-i İslamiyyet olan Bağdad’a karşı bu suretle izhar-ı hürmet etmek Endülüs Emevileri de Bağdad Abbasileri gibi edebiyat ve fünunun hami ve müşevvikı sıfatını ihraz eylediler. Abdurrahman dahili karışıklıkları ber-taraf ve hükumetini te’yid ettikten sonra Şarlman’la akd-i i’tilaf eyledi. tebcil ve parlak vazifelerine başladılar. Endülüs halifeleri de Asya emiru’l-mü’mininlerinin meslek-i misi sıfatını ihraz ve nezahet ve dirayetleriyle Avrupa’nın o vakitki prensleriyle büyük bir tezad teşkil ediyorlardı. Zir-i idarelerinde Kurtuba aksa-yı umran u refaha vasıl olmuştu. Şehir iki yüz bin haneyi mütecaviz ve bir milyondan ziyade nüfusu cami’ olup sokakları muntazam ve caddeleri düz ve geniş idiler. Gurub-ı şemsi müte’akıb sokaklar fenerlerle tenvir edilirdi. Bu sokaklarda aynı istikamette on mil mesafe kat’ olunabilirdi. Halbuki yedi yüz sene sonra bile Londra’da sokakların umumi surette tenviri henüz mechul idi. Caddelerde muntazam parkeler tefriş edilmişti. Halbuki Paris’de; hanesinden çıkan bir adamın topuklarına kadar çamura batmaması için daha dört asır geçmek lazımdı. Gırnata Sevilla Tuleytula terakkī ve umran hususunda Kurtuba ile rekabet ediyorlardı. Hulefanın sarayları pür-ihtişam ü debdebe idiler. Ümera-yı İslamiyye o vakitki Fransa Almanya ve İngiltere hükümdarlarının ikametgah-ı sefilanelerine bir nazra-i hakaret fırlatmakta haklı idiler. Fil-hakīka Avrupa hükümdaranı sarayları o kadar intizamsız larından; ateş yakıldığı zaman dumanlar ancak; Hind vigvamlarında olduğu gibi; çatı arasında açılmış deliklerden çıkardı. İslamlar Avrupa’ya geçtikleri zaman şarkın her türlü alayiş-i mutantanasını da birlikte getirmişlerdi: Müdebdeb konaklarını; ya açık bir mahalde künbed-i laciverdi-i semaya doğru i’tila-nümun olacak surette veya latif bir meşcerenin ağuş-ı hafasında inşa ederlerdi. Mücella mermer balkonlar portakal ağaçlarıyla mestur mu’allak hadikalar sıcak mevsimlerde birer haclegah-ı sayedar olan latif kameriyeler şelalelerin mecari-i müzeyyeneleri; tavanları müzehheb ve rengarenk billurlarla nazar-pira bir manzara arzeden ve daimi çağlayanların hasıl ettiği ruh-nüvaz bir serinlik içine gömülen istirahat salonları; zemini duvarları tezyin eden kıymetdar mozayikler İslam hanelerine bir letafet-i bedayi’-pira bahşederlerdi. Bir tarafda berrak suları huzemat-ı şerare-paş suretinde fışkıran bir çeşme yavaşça tanin-dar bir havuza dökülerek esrar-amiz zemzemeler hasıl eder ötede; şükufe-zar hadikaların serin havalarını sevke mahsus vantilatörlerle mücehhez sayfiyeler yükselirlerdi. Mesakin-i şitaiyye; duvarların içerilerine oyulmuş mecralar vasıtasıyla alt kat kubbeleri altına mevzu’ chauffage santrallerin gönderdiği mu’attar sıcak havalarla teshin edilirlerdi. Duvarlar hiçbir vakit doğrudan doğruya ahşab kaplamalarla örtülmez; behemehal arabesk oymalar latif kır alemlerini musavvir bedi’a-nüma manzaralarla tezyin edilirlerdi. Köşeleri maharetli kalemkarlar taraflarından müzehheb kornişlerle tezyin edilmiş olan tavanlarda bin seksen dört lamba alabilecek cesamette vazolar bulunurdu. Narin mermer sütunlar; tahammül ettikleri ağır kütlelerle; züvvarın nazar-ı hayret ve istiğrablarını celb ederlerdi. Sultanların hususi ikametgahlarındaki sütunlar laciverd taşlarla müzeyyen yeşil oymalı kolonlar halinde idiler. İslam evlerindeki esas-i beytiyye umumiyetle sadef fildişi ve gümüş pılırlardı. Bunların altın veya malahitlerle tezyin edilmiş olanları da bulunurdu. Salonlarda müşkil-pesend bir san’atkarın yerleştirdiği kristal dureviş[?] vazolar; Çinkari porselenler; mozaik masalar nazar-ı bedayi’-perestiyi kamaştırır mu’attar odaların ötesinde berisinde bir dest-i nermin tarafından gelişi güzel atılmış zarif yasdıklar; hariri minderler nazar-firib bir manzara teşkil ederlerdi. Mütebahhirin-i fudaladan bir yegane-i ilm ü kemal olup tarihinde Bergama’da mehd-ara-yı şühud olmuştur. Tefsir; hadis fıkıh usul mantık ve ulum-ı sairede yed-i tula sahibi olduğuna yazdığı asar-ı müdekkıkane şahiddir. Süyuti gibi bir allame-i ruzgarın üstad-ı fezail-mendi olduğunu söylemek vasf-ı kemaline dair başka söz iradına hacet bırakmaz. Mevlana Süyuti Tabakatü’n-Nuhat ’ında on dört sene sahib-i tercümenin meclis-i ilmine devam eylediğini ve her defasında hiç işitmemiş olduğu dekaık ve gavamız-ı ettiğini yazıyor. Hatta bir musahabet-i ilmiyye esnasında Süyuti’ye terkibinin i’rabını sual eder. Mevlana-yı müşarun-ileyh ilm-i nahivde mübtedilerin bile kemal-i suhuletle halledebilecekleri böyle bir sualin iradını adeta maksad-ı eyleyemez. O fazıl-ı dekaık-bin ise bu teessüre intikal ile bu cümlede yüz on üç mebhas olduğunu dermiyan edince Süyuti beyan-ı hayretle bu mebahis-i gamızayı işitmedikce meclis-i ilminizden kalkmak ihtimali yoktur cevabıyla izahat niyazında bulunur. Sahib-i tercüme de buna dair yazmış olduğu risalesini irad ederek Süyuti merhum kamilen istinsah eylemiştir. Mebadi-i ulumu memleketinde ba’de’t-tahsil tezyid-i kemalat tevfir-i ma’lumat için tarik-ı seyahati ihtiyar lam-ı ulema ve efahım-ı fudala ile mülakat etmiştir. Ez-cümle Mevlana Şemseddin-i Fenari Mevlana ibni Melek Mevlana Burhaneddin Haydar Mevlana Vacid; Hafızuddin den hissedar-ı fevaid olmuştur. Müluk-ı Mısriyye’den Eşref-i Barsbay zamanında Mısr-ı Kahire’ye giderek fudala-yı memleketle musahebat ve mübahesat-ı ilmiyyeye girişmiş ve cümlesi kudret-i ilmiyyesini şöhret-i şayi’asına faik bulduklarını den istifadeye şitab ettiler. Zikrolunan Eşref Barsbay mevlana-yı müşarun-ileyhe fevkalade i’zaz ü ikram etmiş ve Meşihat-i Şeyhuniyye’yi tevcih eylemiştir. şeklinde yazılmıştır. Sahib-i tercüme ulum-ı mütenevvi’aya bilhassa ma’kūlata dair birçok asar yazmış ise de kısm-ı a’zamını inde’licab resail-i muhtasara suretinde tahrir etmiş ve zabt u muhafazalarına tekayyüd eylememiştir. Hatta Süyuti Tabakat-ı Nuhat ’a dercetmek üzere kendisinden esami-i müellefatını muktedir olamayacağı cevabını almıştır. Aziz-i müşarunileyhin urefa-i sufiyyeye ve ashab-ı sıdk u salaha muhabbeti erbab-ı cehl ü dalale nefreti var idi. Ekser-i etvarı lakaydane olup dünyaya meyl ü iltifatı yok idi. Sekiz yüz yetmiş dokuz senesi şehr-i Cumadelulası’nın dördüncü Cuma gecesi tarik-i hayat-ı müste’ar ve azim-i daru’l-karar olmuştur. Rahmetullahi aleyh vasi’aten Asrı fudalasından Şehabeddin Mansur: Mutlakı havi mersiyesiyle teessürat-ı umumiyyeyi tasvir etmeye çalışmıştır. Müellefat-ı fazılaneleri pek mütenevvi’ olup bazıları şunlardır: Et-Teysir fi İlmi’t-Tefsir Envaru’s-Saadeti fi Şerhi Kelimeti Şehadeti Teşrihu Mes’eleti’l-İstisna El-İşrak fi Meratibi’t-Tıbak Şerhu Kava’idi’l-İ’rab Seyfü’l-Kuzat ale’l-Bugat Şerhu’l-Esmai’l-Hüsna Muhtasar fi İlmi’l-Hadis Şerhu’l-Aka’idi’l-Adudiyye El-Ferahu ve’s-Sürur fi Beyani’l-Mezahib Nüzhetü’l-Ervah ve Gıbtatü’l-Eşbah fi’t-Tasavvuf Vecizu’n-Nizam fi İzharı Mevaridi’l-Ahkam Şerhu Tehzibi’l-Mantık ve’l-Kelam Menba’u’d-Dürer fi İlmi’l-Eser Menazilü’l-Ervah El-Muhtasaru’l-Müfid fi İlmi’t-Tarih Hallü’l-İşkal fi Mebahisi’l-Eşkal fi’l-Hendeseti Tefsiru’l-Ayati’l-Müteşabihat Nüzhetü’l-İhvan fi Tefsiri Kavlihi Te’ala Nüzhetü’l-Mu’rib fi’l-Maşrık ve’l-Mağrib “Zeyd kaim” cümlesine dair yüz on üç bahsi havi risale Tergīb fi Keşfi Rümuzi’t-Tehzib Mi’racü’t-Tabakat ve Ref’u’d-Derecat li-Ehli’l-Fehm ve’s-Sikat Kıbletü’l-Ervah El-Kafi eş-Şafi En-Nüzhetü fi Ravzati’r-Ruh ve’n-Nefs Kararu’l-Vecd fi Ş erhi’l-Hamd Seyfü’l-Hamdi ve’n-Nusreti Hüsnü’l-Hitam li’l-Meram Risale-i Müstakille bi- İ lmi’n-Nefsi ve Vücuhi’l-Kıraat el-Hidayetü’l-Beyan fi’l-Halkı ve’t-Tekvin Zeminu’l-Ferah bi-Miladi’n-Nebiyyi Seyyidi’l-Enam Neylü’l-Meram Keşfü’n-Nikab li’l-Ashabi ve’l-Ahbab el-Kafi fi Beyani’s-Saffi’l-Müstatili Cidden Remzü’l-Hitab bi-Reşhi’l-Iyab Hulasatü’l-Akval fi Hadisi “ İ nneme’l-A’malü bi’nNiyyat” Neşatu’s-Sudur fi Ş erhi Kitabi’l-Ferah ve’s-Sürur Seyfü’l-Müluk ve’l-Ahkam el-Mürşidü Lehüm ila Sebili’l-Hakkı ve’l- İ hkam " " " " Bu bir hitab-ı tel’indir ki Cenab-ı Ebu’l-beşer ciğerparesi Habil’in faci’a-i katline girye-nak-ı teessür olduğu halde Kabil’in kanlı çehresine fırlatmış; işte bu –o günden i’tibaren– kelam-ı nübüvvetten olmak üzere elsine-i mukaddese-i enbiyadan ala [n]ebiyyina ve aleyhimüssalatü vesselam Ben de bu hitab ile söze başlıyorum. Çünkü makama en cedir olan ancak bu hitabdır: “Utanmadıktan sonra destur…..! İstediğini yap!” Hem de öyle bir muhit içinde ki değil sözle değil külhan edebiyatıyla fakat sopa hatta silahla bile olsa yine mukabele görmekten emin! Bir h ı ristiyan çıksa da Cenab-ı Isa aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri aleyhinde bir eser te’lif veya tercümeye cür’et edecek olsa bütün H ı ristiyanlık alemi bir tufan-ı tehevvür kesilir! Vay o müellif veya mütercimin haline!... Bizde ise İslam namını taşır bir İslamiyet düşmanı Doktor Dozi’nin Tarih-i İslamiyyet namına yazdığı hezeyannameyi canperver bir huzur-ı vicdan ile tercüme eder; sonra da “büyük bir ihata-i nazar ve derin bir im’an göstermekle mümtaz ve kat’iyyen bi-taraf bir akl-ı selim mahsulü” olmak üzere mütala’asını ehl-i imana kemal-i ehemmiyetle tavsiye ! eyler! Her sahifesi her satırı her kelimesi müstekreh hezeyanlar kusan bir mahsul-i küfr ü şirki bu derece yükselten bu kadar göklere çıka[r]tan mütercim müellifden ziyade düşman-ı İslamiyet olmak lazım gelmez mi? Bu meydanda! Fakat işte ervah-ı habise gibi alem-i İslamiyet’e musallat olan siyah karga alaylarına katılan şahin yuvasında doğmuş şahin yumurtasından çıkmış iken o ma’na-yı şehameti o güzel mahiyeti karga mahiyetine feda eden bir zümrenin pişvasından olan bu Dozi’nin şefik-i ruhu bi-perva bu azim cinayeti irtikab etti. Bu hekim-i zu-fünunun nazar-ı idrak ve savi…! Zahirde gösterdiği İslamiyet Herakles’in da’vasından daha çürük daha sahte! Bütün şiddet kin ve gayzıyla İslamiyet’e dişlerini sırıtmak saldırmak sonra da yine İslamiyet da’vasında bulunmak ancak nev’i şahsa has olan bu tabib…. Bu fakih-i meflucü’l-vicdana bu müfessir-i meyyitü’r-ruha yakışır! men’ eden sırat-ı müstakīm-i insaniyyette rehberlik eden bir utanmak duygusu var. O da öldürüldükten sonra destur….. Meydan-ı rezalet senin! “ Bevval-i çeh-i zemzemi la’netle anar halk” Ta be-kıyamet! Doktor; Sıratımüstakīm ’in sahaif-i diyanet-güsteranesi üzerindeki Medeniyet-i İslamiyye’den Bir Sahife…. ünvanlı risalemi görmüş; ictihad-ı hakimanesi ? coşmuş; ağzını açmış gözlerini yummuş; ağız dolusu… kusmuş kendi hayret bir cevher-i hikmet ibraz etmiş! Doktor Medeniyet-i İslamiyye muharririni “Ahad-ı nasın hoşuna gitmek merak-ı sefili…” ile vasfediyor. Ve “biz böylelerle münakaşaya girişmek arzu edecek tab’da değiliz” diyor. Yazdığı nifaknamesiyle kavlini tekzib ediyor. “Ahad-ı nasın avam-ı hevamın hoşuna gitmek merak-ı sefili!” dikkat olunmalı! Bu merak-ı sefil bu avam-ı hevamın hoşuna giden şey Kur’an- ı Hakim …! Kur’an- ı Hakim ’den bahsetmek arzu-yı dindaranesi sefil bir merak oluyormuş! Cür’et-i frenganenin bu derecesine değil –fakat doktorun divan-ı adalette mes’ul tutulmaması en büyük bir felakettir– bu fezahat-ı aleniyyeye nasıl sükut olunuyor? Doktorun ictihad-ı frenganesince ben mülevves bir irtica’ oyuncağıyla oynuyormuşum. İşte buna gülmekten kendimi alamadım. Erbab-ı namusa ehl-i imana saldırmak için dimağlarını dolduran şişiren patlatan işte bu mekruh iftira! Bu mülevves bühtan! Onlara göre ehl-i iman umumen mürteci’! Çünkü bunların ruhları Kur’an- ı Hakim üzerine titriyor. Onların ictihadları da Garb medeniyet-i hayvaniyyesine bayılıyor. Kendi ictihadlarına muhalif gördükleri herhangi bir mü’min-i tammü’l-i’tikad inkılab-ı Osmaninin velev en fedakar amillerinden de olsa yine mürteci’ vesselam!... Haydi Divan-ı Örfi’ye! Buyurun darağacına! Mezarcılara büyük müjde! Bir kaç milyon müslüman için kazanacakları mezar ücretleriyle lord olacaklar! Eğer Cenab-ı Kur’an- ı Hakim ’e merbutiyet-i kalbiyye ve ruhiyye irtica’ oluyorsa işte onu ben i’tiraf ediyorum. Merci’-i vicdanım melce’-i ruhum Cenab-ı Kur’an- ı Hakim olduğunu bütün kainatın işiderek şehadet edeceği yüksek bir sada ile söylüyorum. Zavallı! Beni ölümle korkutacak! Söyle ey inkılab söyle! Medeniyet-i nasıl can attığını senin büyük inkılablara şanlı kanlı bir nazire olmaklığın için nasıl alevler püskürdüğünü söyle! Söyle ey Edirne Hükumeti’nin Meclis-i İdare Salonu! Dört Nisan gününde seni sarsan sayhalarımı o Meclis-i Meb’usan’ın alkış tufanları içinde okunarak bütün İstanbul ve taşra matbu’atıyla bir daha neşrolunması iltifatına nail olan o beyannameyi nasıl yazdığımı “İstanbul’da Meşrutiyet’e darbe vurulduğuna” bir türlü inanmak istemeyenlere nasıl imza ettirdiğimi söyle! Söyle ey Edirne’nin belediye dairesi! Abdülhamid-i azlemin hal’ ve ıskatı için çekilen telgrafname-i umumiyi gözlerimi rü’yetten beri edecek tufan-ı sirişkimle nasıl yazdığımı salonda bir vecd-i mutlak bir istiğrak-ı sırf içinde nasıl yarım saatten ziyade irad ettiğim ateşler alevler püsküren nutk-ı mülhemle ayn-ı muhalifleri nasıl iskat ve ikna’ nasıl imza ettirmeye muvaffak bil-hayr olduğumu ve bu tevfik-i ecell-i Hakk’a Nedimlerin Faiklerin nasıl hayretlere düştüklerini Allah için söyle! Söyleyiniz ey Edirne’nin mahfil-i askerisi! Ey topçu kışlası cami’-i şerifinin minber-i alisi! Siz de hamil olduğunuz hakīkatlere şehadet ediniz! Daha istişhad edeyim mi? Fakat ne lüzumu var? Kainatın her zerresi ayrı ayrı şehadet etse yine nafile! Bin kere nafile! Biz inkılabı Cenab-ı Kur’an- ı Hakim ’e onun şanlı şevketli ferman-ı celil-i meşveretine istinaden yaptık. Düstur-ı ulvi-i inkılabımız Hazret-i Furkan-ı Mübin idi. Onun üzerine ellerimizi basdık; yeminler kasemler ettik. el-yevm sabit-kademiz; ve ölünceye kadar da sabit-kadem kalacağız. Lakin bunlar öyle değil! Bunlar diyorlar. Emr-i celil-i meşveret hesablarına geldiği için inanıyorlar! Abdülhamid de “ve üli’l-emri” cümle-i celilesine sıdk ? bına elveriyordu. Şimdi sözünden dönen ahd ü misakını ayaklar altına alan kim? Osmanlı Hükumeti’ne tac-ı Hilafet-i Muhammediyye ile mütetevvic Osmanlı saltanatına dest-i inkılab ile iksa ettiğimiz kisve-i zerrin-i Meşrutiyyet onun ebedi arayiş-i meşru’iyyeti olacak. Onun evvela hafızı Cenab-ı Vehhab-ı hürriyyet saniyen nigehbanı bir milyon Osmanlı silahı Osmanlı süngüsüdür. O arslan kümelerinin intibah ve teyakkuz barikaları saçmakta olan gözleri livaü’l-hamd-i meşveret üzerinde temerküz etmiş; bir an ayrılmaz. Medeniyet-i İslamiyye muharriri uhde-i muranesine düşen vazife-i hamiyyet ve diyanetini Allah ve Resulullah namına yaptı. Bin iki yüz bu kadar seneden beri Cenab-ı Kur’andadın şerrinden Levh-i Mahfuz’a çekilmiş olan emr-i celil-i meşveretin şeref-i avdetine milletin vatanın selametine ifa etti. Külah kapmak için değil! Fakat madem ki doktorun ictihadına keyfine mugayir; beyhude! Eğer Osmanlı milliyeti yalnız doktorun vücuduyla kaim ise evet beyhudedir. Doktor Medeniyet-i İslamiyye ’de delil olarak irad eylediğim ayat-ı Kur’an iyye’yi “münasebetli münasebetsiz yekdiğeri arkası sıra dizdiğimi” söylüyor. Yukarıda bu ayetleri ahad-ı nasa hoş görünmek merak-ı sefili üzerine de yazdığımı ve bunlar ancak avam-ı hevamın hoşuna gidecek şeyler olduğunu söylerken her akılin anlamakta pek o kadar güçlük çekmeyeceği bir zırva te’vili maharetini Bu irtica’ıyla guya beni techil etmek istiyor. Doktor bunu yazarken kalemi etrafında uçuşan sinekler bile gülmüştür her şey olmak isteyen hiç bir şey olamaz. “Cehlin ol mertebesi sehl olmaz Kesbsiz ta bu kadar cehl olmaz” Da’vanın bir de takribli delili olur. Doktor bu münasebetsizliği yüzüme çarpabilirdi. Eğer o ayat-ı celilenin mevridini mevkiini ta’yin etmiş ma’ani-i münifesini ibaresiyle hiyyeyi vazıhan gösterebilmiş olaydı. Nerede…..! Doktor hatta fenn-i münazara bile bilmez. Yalnız gasıblığı öğrenmiş. Bizim hakkımız olan sözleri o bize –güya– söylüyor!! Diyor ki: “Müslümanların başka bir derdi kalmamış mıdır ki çarşaf ile gulfe ile uğraşılıyor?” Ey ama-yı kin ü garazla kör olmuş zulüm! Bunu biz mi sana söyleyeceğiz? Yoksa sen mi bize…? Bu mes’eleyi durup dururken ortaya atan biz mi oluyoruz yoksa sen mi? Ah … Bu insanın şeriri de hakīkaten melekleri bile hayrette bırakıyor! Daha ferda-yı inkılabda tesettürden ta’addüd-i zevcattan esaret-i nikahdan sahaif-i matbu’at üzerinde şikayetler koparan hangi tarafın kırılası kalemleri idi? Biz sevgili Kur’an ımızın mü’minlere emretmekte olduğu en mukaddes feraiz-ı ictimaiyyemizden tesettürü müdafaa ettik; ta’addüd-i zevcatın felaket değil –şerait-ı maddiyye ve ma’neviyyesini isticma’ eylediği halde– saadet nikahın esaret değil zevci zevceye bağlayan bir rabıta-i hayat olduğunu ta’addüd-i zevcatı lisanlarına dolayarak İslamiyet’e şütum-ı tahkīr yağdırmaları medeniyet-i insaniyye muktezası mıdır? Ta’addüd-i ezvacı hoş görmek medeniyet-i hayvaniyye değil de nedir? Her erkek peder her dişi de valide olmak üzere doğar. Mesela bir evde dört hemşireden biri izdivac eder. Bu zevce olduğu için hukūk-ı medeniyye-i nisvaniyyesine malik addolunur? Diğer –evde üç hemşirenin valide olmak hakkı yok mu? Halbuki mader-i fıtrat erkekten ziyade dişi doğurmasını seviyor. Sonra ölüm erkeklere kadınlardan ziyade musallat! Evler kızlar dullarla dolu! Ama öteden madam cenabları kendine bir rakībe istemiyor. Hukūk-ı zevciyyet mukaddes! Beride zavallı kızlar bedbaht dullar sanki insan değilmiş sanki valide olmak hakk-ı fıtrisinden müstağni ve mahrum imiş gibi kuşe-i uzlet ve bekarette çürümek tabiatın ilca-yı mukavemet-suzuyla cevher-i ismetini lekedar etmekte muztar kalmak… Vahdet-i oluyor? Tekrar ediyorum: Her erkek peder her kadın valide olmak hakk-ı fıtrisiyle doğar. ediyor. Metresliğe umumhanelere bedel valide-i meşru’a yapıyor. Ya bu İslamiyet düşmanlarının üzerimize yağdırdıkları düşnamlar isnad eyledikleri hayvaniyetler vahşetler doktorun hiç de gücüne gitmiyor mu? Yalnız benim “medeniyet-i hayvaniyye” sözüm mü ruhuna batıyor? Doktor Volter’in ….. Fanatisme denaetnamesini okumadı mı? Bu serseri filozofun Papa On Dördüncü “Benoit”nin takdisatına nail olduğunu bilmiyor mu? Fakat hiç Dozi’nin Tarih-i İslamiyet ’ini tercümeye kalbinde aşk ruhunda şevk gören bir adam bundan müteessir olur mu? Nite ki oluyor! Benim medeniyet-i hayvaniyye ta’birim Avrupa’ya gitmemek Volter’in heykelini selamlamamak kibden maksadım pek vazıh iken doktorun anlayamamasına ne demeli? Anlatmaya hiç de mecbur değilim. Terkib kendisini anlayana pek a’la anlatıyor! hadis-i şerifini tercümesinin dibacesine yazan doktor değil mi? İslamiyet ayn-ı insaniyyet mahz-ı medeniyyettir. rahmete bir ruh-ı ulviyyete yılan dişlerini sırıtmak zehrini dökmek insaniyet midir hayvaniyet midir? kab etmiş! Yine biz kabahatli öyle mi? Daha dün Doktor Yuvakiye isminde bir sefilin İslamiyet aleyhine savurduğu hezeyanları ne çabuk unuttuk. Bu mel’unane tahkīrler eğer şahsımıza olsaydı Doktor Yuvakiye’nin tepesine yıldırımlar yağdırırdık! “Müslüman Muhammed’in adi bir surette tasarladığı resmin hulasa-i süfliyyesidir” diyordu. Haşa sümme haşa! Şimdi bu kim bilir kaçıncı Volter nefretle tel’in eder. La’net yüz bin kere la’net! Bir kaç ay evvel Eskişehir İ’dadi Mektebi’nin Arabi mu’allimi guya Hazret-i Isa aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri aleyhinde –haşa– tefevvühatta bulunmuş diye kıyametler koptu. Gayr-ı müslim talebe mektepten çekildi! Halbuki H ı ristiyanlık alemi pek a’la bilir ki müslümanlar Cenab-ı Mesih’i aleyhissalatü vesselam takdis ederler. Resul-i müşarun-ileyh hazretlerini –haşa– inkar Kur’an- ı Hakim ’i inkardır ya bu da medeniyet-i insaniyye icabı mıdır? Sanki doktor cenabları makalemdeki şu “Avrupalılar Kur’anki peri-i medeniyyetin bu kadar dil-aşub heykelini tasvire muvaffak oldular. İşte cansız iken bu derece nazar-rüba olan bu perinin bir de ruh-ı iman ve İslamı bizim iman ve irfan etmiş olurlar.” Şu sözleri şu acı i’tirafı okumadı mı? Bizim Avrupa’nın medeniyet-i maddiyye ve sına’iyyesine muhtac olduğumuzu kemal-i hicab ile i’tiraf etmek lazım geldiğine dair olan sutur-ı teessür ve teellümü görmedi mi? Gördü gördü fakat: Gözlerini hun-alud bir perde-i ateşin kaplamış! Avrupalıların yırtıcı kaplan sürüsü paralayıcı sırtlan kurt kümesi gibi üzerimize saldırması insaniyet midir? Dinimizi tahkīr milliyetimizi terzil..! Yine medeniyet-i hayvaniyye değil! Ey be kuzum bu medeniyeti madem ki bu derece tebcil ve takdis ediyorsun git onların içine git! Onların arasına karış! Seni burada zencirle bağlamadılar! Yok yok! Doktor; onlara vekalet ediyor! İşte her gün ictihad-ı frenganesiyle başımıza bir darbe-i tahkīr indiriyor! Dünyada ictihad varsa o da doktor cenablarının ona karşı kimse şakk-ı şefe etmemeli! Ederse darağacına çekilmeli! Çünkü doktorun i’tikadınca bütün müslümanlar avam u hevam kabilinden onlar doktora körü körüne itaatle mükellef! Bak; tesettür altında vahşi yırtıcı kuşlar bulunuyormuş. Muhadderatımız paralanmak tehlikesinde imişler! Çabuk çarşaflar atılmalı ki o vahşi kuşlar kaçsınlar! Kadıköyü’ne Moda Burnu’na doğru gitsinler! Orada tesettür-i Kur’an i ile tor cenablarına! İstanbul’da tesettür aleyhinde bir fırka-i münevverenin vücudunu inkar etmek icabını koca Kadıköyü’nü muhteşem Moda Burnu’nu ve emsali daha birçok muhiti paltosu altına gizlemek gibi hokkabazları bile güldürecek sehharane bir maharet ibrazına çalışıyor! mış ya? Hiç yok muymuş ya?.... Kaşki yok olsa?! Doktor cenabları makale-i fakīhane ve müfessiranesinde ??? “Türkiye’nin bekasını İslamın muhafaza-i haysiyyetini can ü gönülden arzu edenlerin yapacağı bir şey varsa o da hoşa gidip gitmeyeceğini düşünmeyerek ve kailinin tel’in veya takdir edileceğini hatırına getirmeyerek: Hakīkat kadar bence yoktur güzel Hakīkattir ancak dil-aviz olan Diyerek hakīkati i’la hakīkati zafer-yab etmeleri zamanı gelmiştir; ve belki bu zaman geçmektedir” buyuruyorlar! Hakīkat nedir bilmiyorsun kuzum! Hakīkattir işte benim her sözüm. Diyorsun ki i’la-yı hak etmeli! Ki ihraz-i kasbü’s-sebak etmeli Vatan bizden işte cihad istiyor Büyük pek büyük ictihad istiyor Fakat evvela ittihad istiyor Fakīr… Pek fakīr iktisad istiyor. * * * Acebdir ki bezdür[ür] şikak u nifak Muhal mi muhal ittifak [u] vifak! Vatan katili olmak istermişiz! Onu yaralı yerlere sermişiz! O feryad ederken bu gavga nedir? O inlerken eyvah bu da’va nedir? Nedir söyleyin ba’is-i hay ü hu Şu hale aceb gülmüyor mu adu? Ah… Nerdesin ey hiss-i insaf nerdesin? Yoksa bizim kalbimize girmeye ruhumuzu okşamaya aklımıza vicdanımıza biraz nasihat etmeye tevbe mi ettin? Şimdi ben doktorun bu –pek doğru olan– sözüne ne diyeyim? Fakat doktor bunun ma’nasını düşünerek mi yazmış? Eğer zerre kadar düşünmek hatırına geleydi kemal-i nedamet ü hicab ile kalemini atar makalesini yırtardı. A kuzum! İşte biz de Türkiye’nin bekasını İslam’ın muhafaza-i haysiyyetini hem de ırkan –Türk değil– Arnavud olduğumuz halde mücerred feyz-ı din ile ırkı kavmiyeti Cenab-ı Kur’an- ı Hakim ’in şeref-i cihan-penahına ayaklar altında ezip çiğneyerek en mukaddes bir vazife bildik. Düstur-ı sitayişkaranesi cebin-i diyanetimizde silinmez bir tuğra-i garra-yı kudsiyyet! Şimdi sen bu meslek-i hamiyyeti bu kadar parlak bu derece ulvi bir surette her vatanpervere her diyanet-güstere tavsiye ederken ya nasıl oluyor da haziz-ı süfliyyete iniyor hame-i kin ü garazla bize düşnamlar tahkīrler irtica’lar ham-ervahlıklar savuruyorsun… Söyleyin! Allah için söyleyin ey kariin-i kiram! Bu ne dehşetli tenakuz…! Vallahi doktor pek tuhaf…! Beni hangi asırda bulunduğumu hangi devletin taht-ı tabiiyetinde yaşadığımı bilmemek veya bilememekle itham etmek isteyen; doktor; mesturiyetin suret-i meşru’asıyla Avrupa nisvanı nisvan-ı İslam’dan daha ziyade mestur olduklarını kulağıma söylüyor. Teşekkür ederim; ikinci bir tenakuz daha; demek oluyor ki bizim nisvanımız çıplak çünkü Avrupa nisvanının daha mestur olması bizimkilerin onlara nisbeten daha çıplak olmaları iktiza eder. İşte biz de buna teellüm ve feryad ediyoruz. Binaen-aleyh doktorun ithamını biz yirminci asr-ı medeniyyette miyiz yoksa kurun-ı ulada mı? Hilafet-i İslamiyyeyi haiz Devlet-i Mü’mine-i Osmaniyye’nin mi taht-ı tabiiyyetindeyiz yoksa Kongo veya Siyam hükumetlerinden birinin idaresinde miyiz? Tesettür namına yapılan bu maskaralıklar ismet ve namus-i nisvaniyyeye fırlatılan bu istihfaf ü istihzalar nedir? İşte sen dilinle i’tiraf ediyorsun ki Avrupa nisvanı bizimkilerden daha mestur benimle hem-ahenk-i feryad olacağına yine bana hücum etmek ne oluyor?” Doğrusu doktorun bu makalesi bir sütuna hakkedilip timarhanede hıfza layık! Doktor; üstazü’l-esatiz Zihni Efendi hazretlerinin meşahir-i nisalarını onda ulemaya icaze vermiş muhaddisatı harbe gitmiş mücahidatı göstermeye de himmet etmiş makalemde muhaddisattan bahsetmedi mi? Doktor kendini okutsun! Fakat oh...! Garaz ne mühlik illettir! Doktor hakīkī Müslümanlığın emrettiği hakīkī tesettür başka Müslümanlığı ma-la-ya’niyatta ve ma-la-yukalatta arayan ham-ervahların zu’m ettiği mesturiyet yine başka diyor ve şu: Beyt-i ikaz u irşadını hediye ediyor. Canım; anlatamadık mı? Şu hakīkī Müslümanlığı hakīkī mesturiyeti söyle de bilelim! Bizim aradığımız bundan başka nedir? Allah aşkına söyle de şayed bilmeyerek duçar-ı belayı taassub oluyorsam saye-i irşadında kurtulayım! Zaten bizi bitiren iki şeydir: Biri eski müzmin; diğeri de yeni ve mühlik: Ta’assub dinsizlik. Kuzum doktor biz ta’assubumuz u izmihlal kesildiğini anlamaya kalın kafamıza sokmaya çalışıyoruz. Ta’assub: Cehl-i muza’af demektir! Lakin sana sorarım: Türk terbiye-i milliyyesinin nazariyatı Paris’de mi görülüyor orada mı okunuyor. Ki Fransa’dan mürebbi ve mürebbiye getiriyoruz; ciğerparelerimizi onlara teslim ediyoruz; bir Fransız; kendine tevdi’ olunan bir çocuğu nasıl terbiye edebilir? Fransızlığı sena ederek göklere çıkararak; İslamiyeti: “ L’İslamismen’ esf qu’unfanatisme tres barbare” diye yerin dibine geçirerek değil mi? Bu pek tabiidir! İslamiyet’i tebcil ü takdis ederek değil ya! Bu çocukta artık Türklük ve hususiyle Müslümanlığın zerresi kalır mı? Bu çocuk ruhen fikren bir Fransız! Ba-husus ba-husus; ki süd! süd! süd! Südün hilkatine olan te’sirini hangi akıl inkar edebilir? Sonra Cizvit papazlarına teslim etmek mektep kilisesine gitmesine ayin-i H ı ristiyaniye iştirakine salibi takbiline ses çıkarılmamasına ne demeli? İslamiyet’in bizden veda’ına sebeb işte budur; yoksa Medeniyet-i İslamiyye’nin Sıratımüstakīm sütunları arasında ca-yı kabul bulması değil. Eğer sende zerre kadar iman ve insaf olaydı o makaleyi ağlayarak okurdun! ! şematetle söylemez. Fas İran mahvolursa sen ellerine kın a koy! İngiliz Fransız Rus dostlarına ziyafetler çek! Doktor’da lisan-ı hikmete; hame-i edebe bakınız ki latamı yadetmek dururken çakşırdan bahsetmiş acaba bunun lataya tercihindeki hikmet ne olsa gerek? Doktor’da zerre kadar hulus-ı niyyet hubb-ı vatan sevda-yı milli olsa vazifesi olmayan tesettürden bahsetmezdi. “Mekteb-i Tıbbiyye-i İnas” işte doktor bundan ne kadar bahsetse bu ünvan altında ne kadar söz söylese yeri vardır. yad edecek milletin nazar-ı intibahını üzerine çekecek faci’ mevzu’u! Ne kadar genç henüz ömrünün nevbahar-ı şebabında kızlar hanımlar tutuldukları hastalıkları etıbbaya tedaviden olur gider.. Fıkhımız ise bir kadını tedavi emrinde evvela hem nev’inden bir tabibenin vücuduna kail oluyor. Ve o mevcud iken etıbba-yı ricale müraca’atı tecviz etmiyor. Ne kadar doğru! Yoksa kadınlar yirminci asr-ı medeniyyetinin muharebelerine gitmezler! Mücahidelerin harblerde görüldükleri zamanlar ok kılıç gürz asırları idi. Fütuhat devirleri çıkmak Gol kişverine dalmak günleri idi. Maamafih inde’z-zarure gider de. Onun içindir ki kadınlar binicilikten fenn-i endahttan hissemend olmalı hususiyle hududlardaki nisvan-ı İslam’a bu farzdır da. Ya Fransızca’nın ne lüzumu var? Rica ederim şunu isbat et de bari kerimelerim cahil kalmasınlar! Fransızca öğretmezsem belki günahkar da olur? Vebal altında kalırım??? Dans da lazım! Beykoz’a gidip mükemmel polka oynamak da ma’kūl değil mi ne yapalım doktor bizim kalın kafamız bu rezaletleri almıyor! Bu vakahatlere la’net ediyor. Bir vakit hafıza hanımların şimdi kerimelerine bakınız! Lisan-ı mader-zadlarından istikrah ediyorlar; Fransızca konuşmak çarşıda Fransızca alışveriş etmek… Hasılı reftar u edasıyla her şeyiyle mükemmel bir Fransız madamesi! Acaba Londra’da bir İngiliz; Paris’de bir Fransız; Berlin’de bir Alman madam veya matmazeli lisan-ı mader-zadını milliyetini ahlak-ı milliyyesini böyle bizimkiler gibi tahkīr eder mi? Onlar Türk mürebbiyesinin terbiyesiyle büyümemişler ki….! Bu cinneti bu cinayeti ancak bizim içimizdeki südübozuk kanı karışık Türk ve İslamiyet düşmanları yapar! Bu öyle şahsi bir cinayete de benzemez. Evladını Fransız mürebbiyesine tevdi’ eden Cizvit mektebine gönderen milletinin kalbini hançerlemiş milliyeti öldürmüş demektir. Evladını ta süd nineden mürebbiyeden tam bir Fransız yap; Cizvit papazının önüne kemal-i hürmet ü ta’zim ile diz çökerek ellerini öpsün; sarıklı bir hoca görünce fart-ı nefret ü delalet eder? Buna doktordan cevap istemem; zira “evet;” diyeceğine şübhe yok. Vah vah vah! Yine İslamiyet’in bizden veda’ına delil Medeniyet-i İslamiyye makalesinin Sıratımüstakīm ’de ca-yı kabul bulması oluyor ha! Zavallı kalem! Bu ….nları muztarrane yazarken kim bilir o parmaklara ne kadar la’netler okumuştur! Fakat ne yapsın! Doktor şuna emin olsun ki o mürebbi ve mürebbiyelere yol verilmedikce Cizvit kollej mekteplerinden çocuklar alınmadıkca kadınlarımız hakīkī Müslümanlığın doktora bunları Allah söyletiyor a’za-yı vücudu ahirette intak edecek Allahu ekber Doktor’u daha şimdiden söyletiyor! murad ettiği mesturiyete girmedikce; bu dinsizlikten vazgeçip de cami’lerde ictima’ etmedikce ittihadın kabil olamayacağını üç senelik tecrübelerimiz gösteriyor. Mektepler; mükemmel mektepler hani ya hani ya! Vatan yalnız İstanbul’dan mı ibaret? Hatta iki evli bir köye kadar acilen mektep! Doktor; bir gün ehemmiyeti Avrupa’nın tabakat-ı aliyye ricalince kemal-i şükran ü mahmidetle takdir olunarak fi’len miş! Sonra şimdi gayr-ı müslimlerin de şeref-i askeriye nail olduklarını söylemiş! Atina’da Sofya’da ne kadar firariler var Adalar’dan Yunanistan’a firar edenlerin adedi binleri geçti.! Evet evet işte Girid Osmanlı Rumları hizmet-i askeriyyelerini fasulye gibi ni’metten addediyor! Sen adam olma da aldanmak şanından olmayan vicdanını iğfale çalış! İşte bu da bize has bir melankoli! Aklımız varsa bir taraf ta’assubdan; diğer taraf da dinsizlikten tevbe eder de Japonları numune-i imtisal tutarsak pek az bir zamanda canlanır; vatanımızda pek feyz-bar olan hazain-i tabiatten pek çok istifade ederiz. İnsan odur ki Allah’dan başka kimseye muhtac olmaz. Cenab-ı Hak Avrupalıları bizim şerefimize yaratmadı bunu bilmeliyiz! Cinneti bırakıp daire-i akla rücu’ etmeliyiz. İşte bizim de ziya-yı hurşidden parlak nur-ı kamerden saf bildiğimiz bir hakīkat ki bir zerre-i şu’a’ı bin cihan aydınlatır! İctihad budur yoksa Doktor’un tenakuzları evham ü hayalatı değil! Ve’s-selamü ala menittebe’a’l-hüda Muhterem efendilerimiz Geçen hafta çıkan risale-i mu’teberelerinde Doktor Abdullah Cevdet Bey’in Mehtab gazetesinde “Tesettür Mes’elesi” ünvanıyla neşrettiği bend-i mahsusa cevap olarak yazdığınız makaleye ilaveten bir kaç sözüm vardır. Acizeniz el-yevm kırk dokuz yaşında ve iki kızla bir erkek evlada malikim. Pederim bundan on yedi sene ve zevcim dahi askeri kaymakamlarından olup beş sene evvel vefat etmiştir. Damadımın biri nizamiye yüzbaşılarından olup bu defa Yemen’e sevkedilerek el-an oradadır; merhum pederim gayetle hadidü’l-mizac idi. Benden başka evladı olmadığı halde asla ru-yı iltifat göstermez ve bir gün mektebe gitmesem sinde gördüğüm için gizli gizli valideye şikayette bulunur Her ne sebebden ise yirmi yaşına gelinceye kadar tezvicime müsa’ade etmedi. Ve ancak kendi intihab ve arzusu üzerine zevc-i merhumla izdivacımız vukū’ buldu. Ama müteveffa zevcim ile geçirdiğim yirmi dört senelik hayat-ı mes’udaneyi ta’rifden acizim. Zira merhum hem zevc ve hem de hace-i muhteremim idi. Emin olunuz ki şu satırları onun himmeti sayesinde karalıyorum. Bir kütübhane dolusu terkeylediği asarın kısm-ı a’zamı akaid-i diniyye ve ahlakıyyeye dair kitaplardır ki nazarımda her şeyden kıymetdar bir hazinedir Cenab-ı Hak gani gani rahmet eyleye amin. Şimdi Doktor Abdullah Cevdet Bey’in “Tesettür-i nisvan” hakkındaki mütala’asına gelelim. Haddim olmayarak yalnız şu cümlelere cevap vereceğim. “Mesturiyet suret-i meşru’asıyla Avrupa nisvanı nisvan-ı İslamdan daha ziyade mesturdur. Mesturiyetten murad validemizi hemşiremizi kızımızı zevcemizi bir çuvala koyup ağzını bağlamak ve onları hayvanlaştırmak hiç değildir. Hakīkī Müslümanlığın murad ettiği mesturiyet başka…. Ham-ervahların zu’m ettiği mesturiyet yine başkadır.” Evvela birinci cümle-i efkarının hakīkat olduğuna inanamam. Zira mesturiyetin esbab-ı hikmetiyle suret-i meşru’asına vakıf olanlar hiç bir vakit bu sözleri hakīkat olarak kabul edemez. Saniyen çuval ta’birinden maksad bizim Bağdad çarşafı dediğimiz ve bunun emsali ki bol ve genişce çarşaflar ise bihakkın mesturiyet-i matlubeye muvafıktır. Çuval ta’biri aynı fesaddır. Salisen hakīkī Müslümanlığın murad ettiği mesturiyet başka ila ahirihi… Aceb bu babdaki mesturiyet ne yolda Kariin-i kiram! Söyleyiniz tahsil ve terakkīmize çarşaflar gılaflar mı yoksa ebeveynimizin su’-i idare ve terbiyeleri mi mani’ oluyor. Doktor bey emin olsun ki saye-i şeri’atte namusumuz servetimiz hayat-ı ma’neviyyemiz o çuval gibi çarşaflar içerisinde mahfuz kalmıştır. Ve inşaallahu te’ala hayatımızın son dakīkasına kadar böylece muhafaza etmek niyyetindeyiz. Aceb mesturiyetten hangi bir aile zarar görmüştür ki doktor bey i’tiraz ediyor. Ve ne cür’etle evamir-i şeriyyeyi su’-i tefsire ve muhadderat-ı İslamiyyeyi ifsada kalkışıyor. Eğer bizim çarşaflarımız Beyefendi’nin a’sabına dokunuyor ise Avrupa’ya gitsinler. Orada yaşasınlar. Medeniyet-i Garbiyye ile ülfet etmiş İslamiyetini unutmuş farmasonluğu beğenmiş bir takım iki yüzlü müslümanların taht-ı nikahında bulunan genç kızlarımızın ahval-i hayatiyyelerini görüp müteessir olmamak kabil midir? Bu gibi terakkiperver beylerimizin hanelerinde çocuklara varıncaya kadar akşam sabah Bomonti birasına devam ediliyor. Bu suretle zavallı ma’sumların hayatı zehirleniyor. Velhasıl bir sefalet-i daime içinde yaşayıp gidiyorlar. Allah encamını hayreyleye. Japonya’da neşr-i İslam vazife-i mübeccelesiyle iştigal eden Muhammed Bereketullah Efendi hazretlerinin Darü’lhilafe’ye muvasalatlarını yazmış Hindistan Bhopal Hakimesi Behpapikem Sultan hazretleriyle mülakatlarından da bahsetmiştik: Bu kere elimize vasıl olan Uhuvvet-i İslamiyye nam risalenin son nüshalarından ber-vech-i ati iktibası münasib buluyoruz: Bereketullah Efendi İstanbul’a teşrif maksadıyla Tokyo’dan azimet edecekleri günden bir akşam evvel Asya– Gikay Cem’iyeti kendilerini da’vetle şu yolda bazı beyanatta bulunmuşlardır: Bereketullah Efendi’nin ziyaret edecekleri yerler cem’iyet efradının kalblerinde en kıymetdar bir mahal işgal eder: Onları Türkiye ve Mısır’a rabteden şey din-i İslam’ın ulviyetine olan muhabbetleriyle peygamberler Efendimiz’e olan samimi irtibatlarıdır. Mister Ohara cenabları sözlerinin şu cihetine nazar-ı dikkati celbediyor ki Japonlar nail-i amal olmaları için alem-i İslam’dan nakten bir mu’avenetten ziyade dinen bir hizmet bekliyorlar: Ecnebi lisanlarına vakıf muktedir hocalar istiyorlar. Ve Bereketullah Efendi’ye rü’yalarında bile cem’iyet efradının kalblerini işgal eden ümmet-i İslam’a taraflarından ithaf-ı tehaya etmelerini rica ediyor: Bereketullah Efendi bu sözlere mukabeleten arz-ı teşekkür ve maksada kemal-i sadakat ü hulus ile çalışıldıkca sa’ylerinin bi-avni’llahi te’ala muvaffakiyetle tetevvüc edeceğine dir. Japonya erbab-ı kaleminden matbu’atta İslamiyet ve H ı ristiyanlık’tan bahseden bir çok zevat görülüyor: Bunlardan Arab edebiyatı ve belagat-ı Kur’an iyye hakkında beyan-ı mütala’a edenler de bulunuyor. ufacık fıkra kifayet eder. Bereketullah Efendi hikaye ediyor: Mayıs’da Kinza[?] Lokantası’nda dostum Mister Sakuray tarafından da’vetli idim. Orada mümtaz bir Japon muharrir ve hatibi olan Mister F. Nogoşi dö Omori’ye takdim olundum. Müşarun-ileyh Hayat-ı Muhammed ünvanıyla bir eser kaleme almış olan ilk Japon alimidir. Ki bu eser derdest-i tab’dır. Arzuları üzerine tab’ olunacak kitab ı n başına şu üç Arabi ibareyi yazdık. şeklinde yazılmıştır. Bismillah La ilahe illallah Muhamedün Resulullah.. Takdimden maksad da bu idi. Mister Sakuray bize hoş bir hikaye nakletti: Bir gün Mister Omori’nin evine girdiği zaman çocuklar kendisini la ilahe illallah sadalarıyla karşılamışlar: Bunun ne demek olduğunu sorunca İslamın kelime-i şehadeti olduğu cevabını almış: Mister Nogoşi’nin yazdığı eser hakkındaki hikayesi de pek garibdir: Japonca bir eser yazmak üzere mütala’a odasında oturmuş; gözleri kapalı düşünüyormuş: Birden bir dakīka-i ruhiyye geçirmiş; bir de bakmış ki elindeki yazı fırçası kağıda Muhammed nam-ı kudsisini nakletmiş: Diyorlar ki Japonlar hayalden mahrumdurlar doğru mu?.. Japon Hükumeti’nin din hakkındaki telakkīsine gelince Capan Times gazetesi bu babda iyi ma’lumat veriyor: Şimdiye [kadar] Japon rical-i hükumeti din hakkında gayetle lakayd kalmış hatta mekteplerden tedrisat-ı diniyyeyi haric bırakmıştı: Bugün Dahiliye nazırı terbiye-i diniyyenin salabet-i milliyyeye olan te’sirini nazar-ı dikkate alıyor: Konfüçyanizm’in kadim an’anatıyla Avrupa’nın liberal efkarı arasında harekat-ı ihtizaziyye icra etmekte olan gençlerimizin hayat-ı ahlakıyyeleri tehlikededir; ma’neviyatı sukūta mahkum görünüyor. Son bu in’ikadda mes’ele mevzu’-ı bahs olmuş irtibat-ı dininin sihr-i ma’nevisi kesb-i alaniyyet etmiştir. ayrıca gayet müessir makaleler neşretmişler bilhassa Tokyo’da münteşir Hoti Şimbon gazetesi hususi ilave neşrederek bu münasebetle “Osmanlılara gelen kaza bize gelmiş gibidir” ibaresini ayrı harfler ile yazmıştır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Eylül Yedinci Cild - Aded: Fakat bahse şüru’dan evvel tasavvufu ta’rif tasavvufu ta’rifden evvel de bir faide-i lügaviyyeden bahsedelim. Karn-ı saniden sonra ibadat ve ta’ata hasr-ı vücud edenlere “sufiye” ve “mutasavvıfa” namı verilmiştir. “Sufi” kelimesinin aslına dair Mukaddime-i İbni Haldun ’da şu sözlere tesadüf olunuyor. “İmam Kuşeyri hazretleri dedi ki bu olmayıp zahir olan bu kavmin lakabıdır safadan veyahud sıfattan müştaktır diyenlerin kavli kıyas-ı lügavice ba’iddir; ve kezalik sof dan müştak olması dahi ba’iddir; zira onlar sof giymeye mahsus ve münhasır değiller idi.” ki iştikakına kail olunduğu surette zahir olan sofdan müştak olmasıdır. Zira onlar elbise-i fahireyi terk ile sof giyerek ammeye muhalefet üzere olmuşlar idi” diyor. Hulasa bu lügatin iştikakına kail olanlar “sof” kelimesinden müştak olduğunu söylüyorlar. Hatta Ruhu’l-beyan sahibi rinin birinci cildinde: – beyt-i şerifini şerheylediği sırada: Sof koyun yünüdür; sufi surette koyun yününden aba giyici ve ma’nada mukarreb demektir. Dedikten sonra bu kelimenin Halbuki sufiyyun hazeratının meslek-i mahsusları meslek-i hikmet ve ma’rifetten ibaret olduğu gibi kendileri de kemalat-ı suriyye ve ma’neviyyeyi cami’ birer hakim-i zu-fünun olduklarından “sufi” kelimesinin “feylesof” kelimesi gibi akıl hakim ma’nasına olan “sofos” kelime-i Yunaniyyesinden ta’rib ve kendilerine alem edilmiş olması pek muhtemeldir nitekim bu kelime Pisagor’a gelinceye kadar tarik-ı hikmet ve ma’rifete salik olan hükema-yı Yunaniyyeye de alem olmuş idi. Pisagor bu ünvanı lazıme-i tevazu’a mugayir gördüğünden kendisinin hakim değil ancak feylesof yani muhibb-i hikmet olduğunu beyan etmiş ve kendisinden sonra gelen hükemanın kaffesi bu ünvan ile yadedilmiştir. Pisagor’un lazıme-i tevazua mugayir gördüğü bir ünvan nasıl olmuş da sufiyyun hazeratı tarafından kabul edilmiş diye i’tiraz edilecek olursa biz bu i’tirazı cevaptan müstağni görürüz. Kaldı ki bu ünvan sufiye hazeratı tarafından mı ihdas edilmiş yoksa onların tarik-ı hikmet ve ma’rifete salik olduklarını görenler tarafından mı tevcih olunmuş burası ma’lum değildir. Hazerat-ı sufiyyenin o zümreden olmayanlar tarafından bu ünvan ile yadedilmiş olmaları da muhtemeldir. Feylesof kelimesine gelince bu kelime daha o zamanlar ma’na-yı hakīkīsinden tecrid zendeka ve ilhad lügatlarına terdif edilmiş olduğundan tabii ebrar-ı ümmete ünvan olamaz gösterilen: kavline istinad edenler yukarıki tevcihi kabul etmezler. Halbuki bu hadis ehadis-i sahihadan değildir. Tasavvufun ta’rifine gelince: Onun pek çok ta’rifi vardır. Fakat bu ta’riflerin ekseri tasavvufu gayetiyle ta’rifdir. Maksad tasavvufun kaffe-i aksamından bahsetmek olaydı bu ta’riflerden bazılarını nakleder lesine aid olduğundan tasavvufun yalnız onu ihtiva eden bir ta’rifini yazacağız. Ta’rif şudur: Zat ve sıfat-ı İlahiyye ile mebde’ ve me’ada müteallık ahvalden bahseden ilm-i kelamın mevzu’u da ayn-ı mevzu’ Beyiti bu iki ilmin beynlerindeki farkın mi’yarıdır. Fakat bu farkın vücudu birinin lüzumuyla diğerinin lüzumsuzluğunu tazammun etmez; böyle bir iddiaya kalkışan idraksizliğine hüccet göstermiş olur. Hazret-i Mevlana ulum-ı akliyye ve nakliyyede zamanındaki ulemanın a’lemi idi. Hazret-i Şems ile mülakī olduktan sonra evliyaullahın ekmeli oldu.. Cenab-ı pir akliyyat ve nakliyyattan başka şimdiki Fransızca gibi o zamanın lisan-ı fenni ve felsefisi olan Yunan lisanının da gavamızına vakıf idi. Hatta hazretin sırf o lisan üzere manzum bir takım eş’arı bile vardır. Görülüyor ki bizim tasavvufumuz öyle: “Mukteza-yı akla mütabaattan inhıraf ile yalnız hiss-i vicdaniye ittiba’ edenlerin meslek-i mahsuslarıdır” ta’rifiyle ta’rif edilen Garb tasavvufuna makīs değildir. Tasavvufumuz bir hakīkat-i ma’neviyyeden binlerce hakaik-ı ledünniyye istinbat eden hükema-yı Rabbaniyyenin meslek-i hass-ı irfanlarıdır. Evet! Bir hakīkat-ı ma’neviyye tevsi’ edile edile binlerle hakaik-ı ledünniyyenin masdarı olur. Hakaik-ı maddiyye de öyle değil midir? Mesela kehribadaki kuvve-i cazibe miladdan altı asır evvel gelen hakim-i meşhur Tales’in nazar-ı dikkatini celbetmiş idi. Bu hakīkat ondan sonra gelen erbab-ı fikr u nazar tarafından asran ba’de asrın tevsi’ edile edile maşrıkla mağribi lemhatü’l-basarda birbirinden haberdar etmek geceyi gündüze kalbeylemek gibi havarıka masdar oldu. Fennin elektrik denilen kısm-ı sahiranesinde görülen havarık Tales tarafından keşfedilen bir hakīkat-i maddiyenin caize-i sa’y ü gayret olmak üzere erbab-ı fikr u nazara Acaba bu kadar hakaik-ı ma’neviyyenin içinde bir hakīkat yok mudur ki ta’mik edenleri bir caize-i ma’neviyyeye seza görmesin? Ve o caize-i ma’neviyyenin muhiti havarık-ı berkıyye dairesinin muhitinden dar olsun? Hususiyle o hakīkatler miyanında Haliku’l-hakaik olan Vacibü’l-vücud hazretlerinin hakīkat-i zatiyyesi de dahildir. Hulasa biz tasavvuf denilince zeharif-i deniyyeden mu’riz kıble-i hakk u hakīkate müteveccih olan asfiyanın meslek-i mahsus-ı ma’rifetlerini murad ederiz. Onlar o büyük adamlardır ki beşeriyete has olan küçüklüklerin kaffesinden tenzih-i nefs ile insaniyetten maksud olan gaye-i ulviyyeye vasıl olmuşlardır. Alel-ıtlak tasavvufla o meslekten yetişen eazım hakkında tafsilat-ı zaideye girişmek saded-i bahsin külliyyen tebeddülünü vardır. Şu halde makalemizin mevzuunu teşkil eden vahdet-i vücud bahsine esas daha doğrusu bir medhal olmak üzere Aziz bin Muhammed en-Nesefi’nin Zübdetü’l-Hakaik ünvanlı eser-i meşhurundan teberrüken şu satırları nakledelim: Ehl-i vahdet diyorlar ki: Vücud birdir ziyade değildir. O da vücud-ı Huda’dır. Vücud-ı Huda’dan başka vücud yoktur; olması da mümkün değildir. Ehl-i vahdetten bazıları da şöyle söylüyorlar: Her ne kadar vücud birdir ziyade değildir; fakat o vücudun zahiri ve batını vardır. Batını bir nurdur ki ruh-ı alemdir. Alem bu nur ile mal-a-maldir. Bu nurun haddi gayeti yoktur. O bir bahr-i bi-payandır. Hayat ilim söylemesi hayatı hareketi bu nurun sayesindedir. Belki her şey bu nurdan ibarettir. Eşyanın tabiatı havassı ef’ali bu nurdadır. Her ne kadar eşyanın esma ve sıfat ve ef’ali bu nurdan ise de bu nur birdir; ziyade değildir. Efrad-ı mevcudatın kaffesi onun mezahiridir. Bu mezahirin her biri bir deriçe gibidir. Bu nurun sıfatı o deriçelerden zuhur eder. Onun evveli ahiri yoktur. Ona adem ve fena tari olmaz. Yeni yeni deriçeler peyda olur. Eskiyip tekrar toprağa gider. Tekrar topraktan zuhur eder. Kendileri doğar kendileri yaşar; kendileri ölür. Kemal-i zatilerine vusul için şart-ı la-büd hükmünde olan havas ve kuva kendilerinde kendiliğinden olarak mevcuddur. Bu nur kendi kemalini esma ve sıfatını kendi mezahirinde müşahede ettiği için onlara aşıktır. Bunun için ruh-ı Ademi de kendi cismine aşıktır. Zira cism-i Ademi ruh-ı Ademi’nin sıfatına mazhardır. Ruh kendi cismini ve kendi cisminde esma ve sıfatını görür. Onun için: Kendini bil ta ki Cenab-ı Hakk’ı da bilesin denilmiştir. Şimdi ma’lumun oldu ki kendini bilen ve ruh-ı alem olan ancak bu nurdur. Efrad-ı mevcudat onun mezahiridir. Şimdi gerek müslümanların bu günkü haline gerek onların asırlardan beri kuvvetlerini mahvetmekte bulunan emraz-ı ki hastalık neden ibarettir çaresi nedir anlamış olalım. Evet bu mes’eleyi bizden evvel büyük büyük muharrirler mevki’-i tedkīka çekti. Lakin kemal-i esefle görüyoruz ki bir çoğu asıl hastalıktan külliyyen iğmaz-ı ayn ederek a’raz-ı marazı tedavi uğrunda yoruldu durdu halbuki ortada kendi seyr-i tabiisini ta’kīb edecek kendisine has kanun mucebince hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye üzerinde te’siratını ika’ etmekten asla geri durmayacak olan sebeb-i maraz durdukca böyle hiç bir zaman sahibini nail-i meram edemeyeceği pek aşikardır. Bize gelince hiç bir faide intac etmeyen böyle bir mesleğe süluk edecek değiliz. Biz istiyoruz ki Şarkın hastalıkları üzerine kat kat yığılmış olan perdeleri yırtalım da zat-ı maraz ne imiş inayet-i Hak’la onu anlayalım. Bir kere teşhise muvaffak olduk mu artık hastalığın ilacını o ilacın suret-i tatbikını ta’yin etmek bizim için kolaylaşır. Herkes için ma’lumdur ki tohumu Ceziretü’l-Arab’da atılarak az zaman zarfında bilad-ı maşrıkın kısm-ı a’zamını dallarının budaklarının sayesi altına alan müslüman medeniyeti için diyaneti Kezalik her tarih okuyan; ulum-ı ictimaiyye tetebbu’ eden şunu istidlal edebilir ki bu medeniyet bütün medeniyetlerin en seriu’s-seyri en revnaklısı en vasi’i en muhayyirü’l-ukūlü olduğu gibi kendisine ittiba’ edenlerin iradatına hakim olmak efkar üzerinde te’sir-i mühimmi bulunmak tün saadat-ı ictimaiyyenin iki mühim kanunu olan ilim ile ameli cem’ etmiştir. manların bidayet-i zuhurunu tasvir eden tarihlere atfedilecek en sathi bir nazarla bile meydana çıkar. Lakin bu gün nazarımız[a] bütün akvam-ı İslamiyye üzerinde ufacık bir cevelan vermiş olsak ilk babalarımızın bulunduğu halin aksinden başka bir şey görmeyiz. Evet görürüz ki inhıtat izmihlal bizi alabildiğine mahkum etmiş geriye doğru sürükleyip götürüyor. Mevcudiyet-i ictimaiyyemizi günden güne bitiriyor. Halbuki hey’et-i umumiyyemizi teşkil eden anasırın kaffesi müslümanlık iddiasından bir an geri durmadığı gibi kalbi üzerine nasıl titrerse dini üzerine de öyle titriyor. Acaba şu hal asr-ı hazır felasifesinden bir takım müfritlerin hüccet-i natıka mıdır? Haşa hiç bir zaman değildir. Zira bir kere Arabların Müslümanlık’tan evvelki cehaletlerine vahşetlerine bakılır; sonra yine o Arabların Müslümanlığı müteakıb sür’at ve terakkīye atf-ı im’an edilirse bu gibi iddiaların butlanı kīsine temeddününe medar olan her hangi bir esasın bir kanunun sinesi o kanunu müstakbel için müstakbelde muzır olmaktan müfid olmak şöyle dursun bilakis mühlik bir mahiyete sahib edecek bir cürsumeden azade olamayacağı hakkında felasife-i hazıranın i’tidal-perverler[i] tarafından serdedilen iddiayı mı te’yid ediyor? Hayır bu da değildir. Zira biz şu kitabımızda Müslümanlığın en mühim olan ahkamını saha-i tedkīka çektik cümlesini hayat-ı beşeriyye kavaninine tamamıyla mutabık bulduk. Re’ye’l-ayn gördük ki kaideler vaz’ eylemiş eski vazı’-ı kanunlar tarafından hayatı müstakbele vukufsuzluk saikasıyla vaz’ edilmiş olan bütün kuyudu kırmış ruhun bütün hasaisini eski zencirlerinden kurtarmış; zimam-ı idaresini eline vermiş; ancak şahrah-ı hikmet ve i’tidale tevcih ettikten sonra vermiştir. Biz ise i’tidalin mezmum ifratın veya tefritın memduh olacağı bir zamanın vurudunu bekleyenlerden değiliz. O halde müslümanları babalarının fezailinden hatta onda birini olsun ihraz etmekten alıkoyan sebeb ne olabilir? Bize sorarsanız biz bunu dinin yanlış anlaşılmasından kendisinden murad olmayan bir ma’naya hamledilmesinden ileri gelmiştir diyeceğiz. Yukarıki fasıllarımızda ayat-ı Kur’an iyye’ye ehadis-i nebeviyyeye bir de ilk cem’iyet-i İslamiyye’nin harekatına dan kalmayacak surette isbat etmiş idik ki: Müslümanlığın maksad-ı aslisi ahval ü etvar-ı beşeriyyenin istikrasıyla vücudu sabit olan kanun-ı fıtri-i terakkī mucebince insanlığın maddi ve ma’nevi irtikasını te’min eylemekten ibarettir; ervahı şaibelerinden tathir ederek vazifesini edaya salih bir hale getirecek küçük büyük ne kadar vesait varsa Müslümanlık bunların kaffesini bildirmiş tavsiyede bulunmuştur. Evet biz bunların kaffesini şübheye inkara mecal kalmayacak surette delailiyle isbat etmiş idik. Lakin bugünkü cemaat-i İslamiyyenin hey’et-i mecmuasına atf-ı nazar edecek olursak görürüz ki kısm-ı a’zamımızın indinde Müslümanlık ref’ edilen daavat-ı mücerrededen ibarettir; bildikleri kelimei şehadet namaz oruç zekat hac. Yoksa dinin ümmet-i Arabiyye’yi bulunduğu kabristan-ı sefalet ve hiçiden çekerek evc-i hayat ve şerefe yükselten esrar-ı azimesi mu’cizat-ı kerimesi hiç bir zaman lihaza-i im’anı celb etmiyor! Va esefa ki dinin lübbü İslam’ın zübdesi asıl bu olduğu gibi tenzil ve teşriindeki garaz-ı yegane de budur. Müslümanlık ruhun metalib-i ahlakıyye ve ma’neviyyesiyle bedenin metalib-i maddiyesini pek güzel tevfik etmiştir. Cenab-ı Hak buyuruyor. Hazret-i Peygamber de diyor. Lakin kısm-ı a’zamımız bu hikmet-i baligayı teemmül taraflarına asla yanaşmıyor; bilakis dini yanlış anlayarak ona göre yanlış yola sapan akvam-ı salifenin isrini adatını ta’kīb ediyor. Hem hiç bir te’yid-i İlahiye mazhar olmamış birtakım efkar ve akaid besliyor. gibi ayetler gibi hadisler dururken halk bu ulvi esasların üzerine rida-yı nisyanı çekerek dini bütün alaik-ı dünyadan külliyyen fariğ olmak bütün hissiyat-ı cismaniyyeden tearri eylemek suretinde telakkīye başladılar. Bilmediler ki bu hal akvam-ı salifeyi mahveden bir müdhiş taundur. Heyhat nereden bilecekler ki bulundukları kuşe-i ataletten kendileri ** * “Söz”ün nazar-ı vicdan ve idrak önündeki kıymet ve ehemmiyeti cevher-i ma’nası i’tibariyledir. Ma’nasından mehcur olan her hangi bir lafzın cenin-i sakıttan na’ş-ı bi-ruhdan ne farkı kalır? Söz lisanın; ma’na da kalb ve vicdanındır. Ma’na cismi lafzın hayatı ruhu varlığıdır. Evet kelam –ki asl-ı ma’nadır– kalbindir; lisan ise o ma’naya delilden tercüman olmaktan başka bir şey değildir. “Söz” ma’nayı muhataba tefhim eder ortadan çekilir gider. “Söz” eğer doğru ise febiha ve illa kizb yahud nifak Hazret-i Kur’an- ı Kerim muhallefin-i a’rabın harbe gitmemek a’zamide aleyhissalatü vesselam “ – Emvalimiz evlad ü ıyalimiz bizi işgal ediyor; bizim kazibiyle cür’et-yab oldukları niyaz-ı muhadaa-karanelerini: lisanlarıyla kalblerinde olmayan şeyi söylüyorlar” vahy-i celiliyle tekzib buyuruyor. cümlesi lisan-ı muhallefinden sudur etmiş yani söz onların olmak i’tibariyle ma’nasız; yalan! Merdud! şeklinde yazılmıştır. Bu nazm-ı celil-i tekdir Uhud Muharebesi’nde hakkıyla Müşarun-ileyhim harbden evvel: “Nezd-i uluhiyyette a’mal-i salihanın en mahbub ü makbul olanını bilseydik malımızı canımızı o saadet-i uzmayı istihsal yolunda bilatereddüd feda ederdik” diye tefahur ederler kendilerini evci a’la-yı sıddikıyyette görürlerdi. Vakta ki Uhud Muharebesi başladı ifa-yı ahd etmek zamanı geldi. Sözleri meydan-ı Muahaze-i İlahiyyesi karşısında ser be-sine-i mahcubiyyet kaldılar. Muahaze yalnız bu kadarla kalsaydı yine ehven addolunabilirdi; lakin bu kadarla kalmadı. – Yapamayacağınız şeyi söylemeniz indallah ne kadar şiddetli gazabı da’i oldu!” tehdid-i kahr u celali sa’ıka gibi nüzul ederek müttehemleri mebhut ve medhuş etti. “ Söz”ü ma’nasından tecrid edip yalan yere savurmanın Vehhab-ı Kerim-lisanın nezd-i uluhiyyetinde ne kadar şiddetli bir cezayı mucib olduğu anlaşılmalı! lafzı vicdanları raksan ruhları hayran eden o ma’na-yı zü’lcelali o medlul-i kibriyasıyladır. Tevhid lisan-ı ulvi-i şeriatta Cenab-ı Vahid ve Ehad’in birliğini kalben ve lisanen tasdik ve ikrar etmektir. Tevhid –lafzan– ittihad ile mader-i vahdetin agūş-ı iştikakından kopmuş iki ferzend-i tev’emandır yani: Tevhid tırlar. Bu cihetle her ikisi yekdiğerine –iltizamen– delalet eder. Tevhid denilince ittihad ittihad zikrolununca tevhid hatıra gelir. Tevhid müessir ittihad müteessirdir. Tevhidi kabul edenler livaü’l-hamd-i “La ilahe illallah; Muhammedün Resulullah” altında birleşirler; bir can bir vicdan olurlar; bir vücud kesilir ki ittihad da işte bu demektir. Tevhid bir şahid-i huş-rüba-yı ezelidir ki mir’at-ı celal-i Tevhid bir da’va ittihad onun delili Tevhid bir misbah ittihad onun mişkati Tevhid bir ruh ittihad onun vücudu Tevhid bir sultan ittihad onun kişveri Hülasa: Tevhid ittihad ile kaim Tevhid lafzi olur; tevhid ma’nevi olur; tevhid şuhudi olur. Tevhid-i lafzi iman-ı taklidi ile tevhid-i ma’nevi iman-ı şeklinde yazılmıştır. tahkīkī ile tevhid-i şuhudi iman-ı şuhudi ile müteradifdir. Birincisi lisanın ikincisi kalbin üçüncüsü –ki ekmel-i tevhiddir– ruhundur. Piş-i nazar-ı takdirinde üç sikke mevcud: Bakır gümüş altın her üçünün de üzerinde tuğra-i garra-yı padişahi var. Hangisini istersin? Şübhesizdir ki altını değil mi? Altın dururken gümüşün hususiyle bakırın kim yüzüne bakar? İşte bu kıyas ma’a’l-farıktır. Anla! Düşünmez miyiz? Tarih-i din-i celil-i İslam’ın çeşm-i cihanı kamaştıran o şanlı o şevketli evvelin-i sahaif-i azamet ve iclaline im’an-ı nazarla bakarak sultan-ı tevhidin kulub-i muvahhidini nasıl teshir etmiş olduğunu okuyarak –biraz olsun!– düşünmez miyiz? Evet düşünelim! Düşünelim de tevhid nasıl olurmuş görelim! Şu mukaddes İslamiyet şu mübeccel insaniyet şu hakīkī medeniyet şu ebedi saadet Mekke-i Mükerreme’de nasıl meydana çıkarıldı? Medine-i Münevvere’de nasıl teessüs etti? Eb’ad-ı kainata –nur-ı seher gibi– nasıl yayılarak cihanı kaplamış olan zalam-ı şirki kahretti? Zerre kadar nur-ı imana malik olan o sahaif üzerinde hüngür hüngür ağlamaması kabil midir? Bütün kainat saye-i lütfunda vücud bulmuş olan Sultan-ı Kişver-i Levlak aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’de tertil buyurup beyt-i ilahiyi agūş-ı ihtiramında tutan cibalin şevahik-ı afakını çınlatan bütün avalim-i melekutu raksan eden ezan-ı tevhide o ulvi nidaya o kudsi: hasıyla bahtiyar olanlar kaç bahtiyar idi? Ve kimler idi? Ah.… O ne müşkilü’l-iktiham dakīkalar o ne derd-efruz saatler o ne hevl-engiz günler idi ki Cenab-ı Rahmeten li’lalemin aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretleri onları geçiştirdi! Tarih-i din-i İslam’ın Mekkelilerin hayretle memzuc hiddetini; süfeha-i Kureyş’in mecnunane ve akūrane gayz u adavetini; hele amm-i Resul olmak gibi dünya ve ma fihadan bin kere yüz binlerce kere kıymetdar olan bir ni’met-i uzmayı bir saadet-i kurbayı ayaklar altına almak cinnetini gösteren bedbaht Ebu Leheb’in zefir-i husumetini şehik-ı denaetini tasvir eden o sahifeleri hicablarından sararmış bu derece siba’ane ve müfterisane vahşetlere ma’kes-i beyan ü tasvir olduklarından dolayı her biri –sanki– lisan-ı hal ile i’tizar ediyorlar! Viladet-i kudsiyet-menkabet-i Risalet-penah-ı a’zaminin aleyhissalatü vesselam tebşiri şeref-i alü’l-aline cariye azad etmekle tufan-ı sürur u behcetini teskin edemeyen şu Ebu Leheb’e bakınız! Bakınız ki i’lan-ı risalete da’vet-i tevhide ne kadar ma’kus ne derece menfur bir hiss-i husumetle mukabele etti! Nasıl: Saika-i kahr-ı İlahisine avuç açarak la’net-i ebediyyeye mahkum olmak dereke-i esfel-i safiline sukūt etmek istihkakını gösterdi! Nadr bin Haris isminde bir nefha-i İblis fart-ı utüvv ü istikbarından nefs-i leimini zabtedemeyerek: “Ya Rab! Eğer şu Kur’an gerçekten senin ind-i ma’neviyyenden münzel kelam-ı Hak ise bizim üzerimize gökten taş yağdır! veya dehşetli bir azab ile bizi kahret!” dedi. Zihi cinnet-i temerrüd! Zihi denaet-i istikbar! Buna can olsun da dayansın! Kalb olsun da tahammül etsin! Gerçekten Hak kelamı münzel min indillah olan cenab-ı Kur’an ’ı bile bile reddetmek ve bunun mukabilinde gökten taş yağdırılması veya bir azab-ı hail irsali suretiyle kahr u dimarlarını temenni etmek…! böyle ervah-ı habise de var! Bütün bu vahşiyane tecavüzlere bu müfterisane hücumlara bu akūrane av’avelere karşı o Sultan-ı Ekalim-i Risalet’in o Şahenşeh-i Kişver-i Nübüvvet’in meydan-ı da’vette bir zerre bile gerilemeyerek –tek başlarına!– şirane sebat ve mekanetleri Huda-pesendane mukavemetleri. metbuiyet-i ezeliyyesini fikirlere anlatmak zihinlere vicdanlara kalblere ruhlara kabul ettirmek yamber çekmedi. Garib değil midir? O bi-hiss ü bi-şuurlar Cenab-ı Risaletpenah-ı a’zamiye aleyhissalatü vesselam –da’va-yı tevhidden vazgeçmek şartıyla!?– kahharane bir padişahlık müstebiddane bir saltanat kabulünü rica ediyorlardı! Şu tek taştan yonttukları ağaçtan yaptıkları sanemlerinin –haşa– uluhiyetleri tekzib olunmasın! O bi-ruh cemadat yine onların ma’budları olup kalsın! Tevhidde sebatın derece-i hired-fersasına can-sitan fakat pek ulvi bir nümune de Sultanü’l-müezzinin Cenab-ı Bilal-i Habeşi’nin “aleyhi rıdvanullahi ekber” çekmiş olduğu o feci’ o takat-şiken işkenceler o can-güdaz azablar ukūbetler gösterilmeye sezadır. O mübarek vücud kıskıvrak bağlanır Mekke’nin eridici hararet-i şemsi altında uzatılarak hazine-i “Ya dininden vazgeçersin ya canından…!” denirdi! O mücessem-i hal-i mağlubiyetinde galibiyet-i mutlakasını göstererek müşrikleri kahreder ellerini ısırttırırdı! cenab-ı sıddik-ı a’zamdan radıyallahu anhu – başlayan bu sebak-ı icabet bu ni’met-i hidayet bu duhul-i harim-i saadet merkez-i tevhidin daire-i temcidini tevsi’ ettikce etmeye başladı. Sabıkīn-i evvelin hazeratının bu kahramanane sebatları bu şirane metanetleri nezd-i uluhiyyette ne derece rehin-i makbuliyyet olduğunu şu: “Muhacirin ve ensardan Sultan-ı tevhide icabet ve arz-ı hidayet ve tabiiyette ihraz-ı kasabü’s-sebak eden sabıkīn-ı evvelin ve onlara –iman-ı şuhudi ile– ittiba’ ve ıktida eden mü’minin ve mü’minat işte onlardan Allah razi onlar da Allah’ Mediha-i İlahiyye kıyamete kadar alem-i İslama onların şan u şeref-i bi-bahalarını i’lan eder. Mekkelilerin kabul-i hak emrinde gösterdikleri i’razlara cür’et-yab oldukları i’tirazlara bedel Medine-i Münevverelilerden bir kısım rical-i ukala arz-ı ihtidaya can atıyorlardı. Bi’set-i nebeviyyenin aleyhissalatü vesselam on birinci senesi Receb’inde idi; Medine-i Münevvere’den gelen bir hey’et-i meb’use Mina civarında –el-yevm sükkan-ı Haremce– Mescidü’l-Akabe namıyla ma’ruf mahall-i mübarekte şeref-yab-ı mülakat-ı Resul-i kibriya oldu. Ya Rab ne idi o bezm-i ecmel! Mağrur idi asümana esfel Fahr etse reva değil mi ya Rab?! Mağbut-ı sema değil mi ya Rab Ya Rab kim idi o hake calis Teşkil-i sufuf eden o meclis Aksiydi o bezmin asümanda: Mihriyle nücumu kehkeşanda Bin gıbta size o ihtidaya Bus-ı yed-i akdes-i hüdaya Siz gittiniz amma namınız hayy Dillerde bütün garamınız hayy Fahr etmede şanınızla Kur’an Rıdvanını eylemekte i’lan Ta ruz-ı kıyam cihan-ı tevhid Eyler sizi her nefesde temcid Vakta ki Mekke-i Mükerreme’de çekilen çileler doldu Medine-i Münevvere’ye hicret emr-i İlahisi hikmet-efza-yı vürud oldu. Tarih-i İslam’ın birinci yevm-i mes’udunu bi’set-i Muhammediyyenin on üçüncü senesi Rebiülevvel’inin on ikinci Pazartesi günü teşkil ediyordu. Mehcer-i saadete takarrub buyuruldukca Ensar-ı kiramın sevinçleri ve binaen- aleyh telaşları ziyadeleşiyordu. Bütün gözler ufk-ı şarkī üzerinde temerküz etmiş bir an ayrılmıyordu. Nihayet ruz-ı firuz-ı mezkurun sabahından az sonra bedr-i asman-ı risalet tal’at-nüma-yı zuhur oldu. ! Bu neşide-i istikbali Beni Neccar’dan birkaç kız rehgüzar-ı kudsiyet-nisar-ı Cenab-ı Peyamber-i a’zamide defler çalarak terennüm ediyorlardı. Bu kızlar ne kadar bahtiyardır değil mi? Değil yalnız Medine-i Münevvere’nin belki ta kıyamete kadar bütün ümmetlerinin tercüman-ı ruhu oluyorlardı. Darü’l-hicrelerine şeref-i muvasalatları o parlak istikbal ruhu bi-karar ediyor Medine-i Münevvere sokakları: ! Zemzeme-i müjde-averiyle çınlıyordu. Genç ihtiyar çoluk çocuk bütün sükkan-ı Darü’s-selam reh-güzar-ı Muhammedide Ulema-yı a’lam ve müellifin-i zevi’l-ihtiramdan bir zat-ı maarif-simat olup Kütahyalı’dır. Asarının en büyüğü olan Hadikatü’l-Fukaha ’sının yine kendi tarafından yazılan şerhinde künyesini böyle yazıyor: “Ebu Mehmed Hibri Ali bin Mustafa bin Pir Mehmed el-ma’ruf bi-Bülbülzade” ale’l-usul vatanında ikmal-i tahsilden sonra istikmal-i feyz-i ulum maksadıyla seyr u seyahat ederek Kızılhisar’da ihtiyar-ı ikametle neşr-i uluma mübaderet eyledi. Burada madame’lhayat bu vechile imrar-ı evkat eyleyip küsur tarihlerinde dar-ı ahirete rihlet etti. Fezail-i aliyyesine delalet eden asarı mütenevvi’ olup başlıcaları ber-vech-i atidir: bu eserini tarihinde Telhisü’l-Fetava ve’ş-Şüruh ismiyle beş cild üzerine şerh eylemiştir ki birtakımı Manastır Kütübhanesi’nde mevcuddur. Bu eser ilm-i fıkıhdaki ihtisasa ve ma’lumat-ı vasi’asına bürhan-ı celidir. Bu şerhin mukaddimesinde künyesini ve Kızılhisar’da şerh ettiğini tasrih ediyor. rifi ve’l-Esmai’l-Hüsna : Kadi Ebubekir Nesai’nin ed-Dürrü’n-Nazim fi Fezaili’l-Kur’ani’l-kerim ismindeki eserinin şer hi olup nihayetine lisan-ı dürer-bar-ı nübüvvetten şeref-sa dır olan ed’iye-i me’sureyi ilave etmiştir. ’de tahrir ettiğini dermiyan ediyor. leri adabından ve kısmen Medine-i tahire fezailinden bahisdir. raize dair te’lif ettikleri metn-i metinin şerhi olup bir nüshası Kütahya Kütübhanesi’nde manzurum oldu. nafi’u’l-mebahisdir. münifdir. Mahdum-ı fezail-mevsumları Esiri Mehmed Efendi de erbab-ı ilm ü irfandan bir zattır. Mecamiu’l-Cevahir isminde bir eseriyle Muhammediyye şerhi vardır ki bu şerhin parçaları Selanik’de manzur-ı acizanem oldu. Bir muğfilin yed-i mel’anet-karıyla saf bir cebinin safha-i sefaletine vurulan damga-yı fahşa gibi beyaz kağıd üzerine siyah mürekkeble karalanmış bir kitab ı n hayli zamandan beri kitapç ı dükkanlarında teşhir edildiğini görmüş hatta bir defa da bir iki sahifesini çevirmek suretiyle gözden geçirmiştim. Bu kadarcık tetebbuum eserin ne meta’-ı rengin olduğunu bana anlattığı için iki üç satırlık ikazname yazıp evrak-ı havadis vasıtasıyla –tahdiş-i ezhanı mucib makalat neşreden ceraidi hemen sedd ü ta’til eyleyen– hükumetin nazar-ı dikkatini celb etmeyi düşünmüş sonra da ayn-ı destgah dokuması olan İzdivac Mektupları hakkındaki yazılarımın ancak muharriri hesabına –kitabı iki kuruşa satılırken üçe çıkması yüzünden– hüsn-i te’siri görüldüğünü hatırlayınca yine reklamcılık etmemek üzere sükutu münasib bulmuştum. Fakat Alemdar’ ın - numaralı nüshasında bu habasetnamenin müdafaasına dair yazılan açık mektubu görüp İmam-ı Gazzali ve Sa’di-i Şirazi gibi ekabir-i ümmetin de dellal-i fuhşiyyat olmakla itham edildiğini yani vadilerine sapıldığını müşahede eyleyince evvelki fikrimin hilafına biraz söylenmek hususunda muztar kaldım: Mecus ulemasından Vaçyaba’nın “İklim-i Hind’in te’sir-i hüzzal-averiyle za’f-ı cismaniye uğrayan Hind ahalisini izdivac ve tenasüle tergīb ve teşvik eyleyerek tezyid-i nüfusa hizmet eylemek fikriyle” yazdığı bir kitabı aynı fikr-i insaniyetkariye tebean Türkçe’ye tercüme ediveren bu lütufkar mütercime biri çıksa da dese ki: – A efendim! Millet-i muazzama-i Osmaniyye “Emraz-ı tenasüliyye tabib-i mütehassısı” sıfatıyla acaba size müracaat ettiler de tedavi talebinde mi bulundular ki böyle bir hizmet ifasına kalkıştınız? Te’sir-i hüzzal-averle za’f-ı cismaniye uğrayan vücudları takviye etmek isterken iştiha-aver yazılarınızla ebdan-ı şübbanı duçar-ı za’f eyleyeceğinizi düşünmediniz mi? Hem turşu değil mi hem de perhiz Bu fi’l ile kavl-i hikmet-amiz? Kur’an- ı Kerim ’den istişhad ettiğiniz ayet mealiyle serd eylediğiniz “Bugün Çin’de edeb ve haya mukteziyatından ma’dud olan şey İngiltere’de edeb ve hayaya muhalif ve Çin’de edeb ve hayaya muhalif addolunur” mütalaası Hind-i kadimin mukaddes saydığı bir kitab ı n memalik-i Osmaniyyede mülevves addedileceğini hatırınıza getirmedi mi? Eserinizdeki müstekrehatın intişar-ı ufunetine Matbuat çoğunun –fuhş rayihası neşreyleyen– bu iğrenç kitaba karşı göz yumamayacağını unuttunuz mu? Haşa kendinizle hemmeslek göstermek istediğiniz İmam-ı Gazzali’nin –eserinizle yek-aheng olacağını söylemeye yeltendiğiniz– İhya’-i Ulum ’unda istimna bil-fem ve saire… gibi mebahis-i rezileden dem vurduğunu iddiaya ve irad-ı emsile ile isbat-ı müddeaya kalkışabilir misiniz? Gülistan -ı Sa’di’nin “Beşinci ve altıncı bablarındaki hikayelerden bazılarıyla külliyatının nihayetindeki mütalebat hakkında acaba nezahet-füruşan-ı ahlakın mütalaası nedir?” sualinde bulunuyordunuz. Cevap vereyim: Gülistan yedi yüz seneden beri düsturu’l-amel ittihaz edilecek bir ahlak kitabı tanıldığı gibi müellif-i muhteremi de ahlakıyyunun en büyüklerinden sayılır. Söylediğiniz bablara gelince: Bunların altıncısı da “Za’f-ı piri”ye müteallık hikayatı havidir. Fi’lvaki’ beşinci babda aşk ve muhabbete dair kıssalar varsa da kitab ı nızdaki “ağaca tırmanır gibi …” levha-i rezaletine müşabih bir sahnenin müşahedesi kabil midir. Altıncı bab ise muvafık bir hikayecik göstermesini taahhüd eder misiniz? Gelelim mal bulmuş mağribi gibi sarıldığınız mütayebat ve hezeliyat kısmına. Evvela Gülistan ve Bostan ’ın şive-i tahririyle bunun arasındaki fark hepsinin aynı kalemden çıkmış olduğuna dair erbabını şekk ü şübheye düşürdüğünde tereddüd etmemelisiniz. Saniyen: Farz-ı muhal olarak mutayebatın Sa’di tarafından yazıldığı kabul edilse bile o kısmın baş tarafındaki mukaddime-i i’tizarını nazar-ı insafa almak lazım gelmez mi? Salisen: Sa’di gördüğü tehdid üzerine hezl vadisinde böyle bir şey yazmaya mecbur olmuş sonunda da Cenab-ı Hak’dan afv u mağfiret taleb ediyor. Siz ise ey Sa’di’yi örnek gösteren mütercim efendi! İstiğfar etmek şöyle dursun kemal-i ciddiyetle kendinizi şayan-ı iftihar görüyorsunuz. Rabian: “Kale’s-Sa’di” diye başlayan bu mukaddimenin Sa’di’den naklen başkaları tarafından yazıldığına nazaran aşağısının da yine başkaları tarafından yapılıp müşarun-ileyhe Binaenaleyh mütalaat-ı mesrudeyi nazar-ı dikkate alarak hükumetin lakaydisinden bil-istifade sessiz sadasız kitab ı nızı satmaya ve hakk-ı irşad olarak alacağınız mebaliğle ceyb-i mürüvvetinizi doldurmaya bakın da öyle ekabir-i ümmetten kendinize hemta ve pişva bulmaya kalkışmayın. Yok mutlaka güzeştegan-ı eslafdan bir mukteda irae etmek ve işte ben bu zatın isrine peyrev oldum demek isterseniz geçmişlerden Bahname müellifini muasırlardan da Zanbak ve İzdivac Mektupları muharrirleriyle misillerini gösteriniz ki sö zünüzün doğru olduğuna inanılabilsin. Yoksa İmam-ı Gazzali ve Şeyh Sa’di gibi zevat-ı mukaddeseye sıçratmak iste diğiniz çirkab-ı isnadat onların paye-i ma’neviyyetine çıka madan zemin-i pestiye sukūt eder ve yine sizin cebin-i metininizi telvis eyler.” Böyle diyecek olana karşı mütercim efendi acaba nasıl cevap verebilir? Evet zavallı İslamiyet bugün sine-i samimiyyetinde beslenen evladların seni müebbed hicrana mahkum ediyor bağrında büyüyen çocukların seni şimdi bütün bütün feramuş ediyor. Artık hiç tanımak istemiyor senden muttasıl kaçıyor. Hatta hürmet ve şefkatlerini gösterenler bile seni hakkıyla bilmiyor takdir etmiyor. kim bilir şimdi ne kadar hasretkeş o azametli; hakīkī sevgili hamilerine ne kadar girye-barsın! Hala hakīkati görmemekte musır olan şu aciz beşeriyet de; sen de insanlar gibi na-tüvan gelerek –kısa bir zaman çabuk mu uful edecek? Hayır! Hayır! O ebedi hami-i a’zamın seni her şaibeden her garazdan masun edecek…; ile’l-ebed muhafaza edecektir. Ben burada İslamiyet’in şan ü rif’atini tarih sahifeleri üzerinde kalan harikalarını değil onu bu hal-i teşevvüş ve mek istiyorum. Onu hakkıyla tanıyacak kimselerin bulunmaması tezebzübüne bais olmuş. Zira bir dinin hadd-i zatında kendini vikaye edecek bir cism-i mahsusu yoktur. Doğrusu bugün İslamiyet’in hakīkī müdafi’ ve hamilerden ve onu bu tedenniden kurtaracak kimselerden mahrum olduğunu i’tiraf etmeliyiz. Bundan evvel gelenlerini burada karıştırmayalım onlarla topraklar iftihar etsin. Biz kendi asrımızın muhitimizin ricaliyle alimleriyle –varsa– iftihar edelim. Şimdi evvela arzu ettiğimiz kimselerin –bilhassa makarr-ı hilafet içinde– sebeb-i mefkūdiyetlerini sonra bu mefkūdiyet dolayısıyla İslamiyet’e arız olan za’f u inhitatı beyan edeceğim. Biz ulum ve fünun-ı asriyyeyi ihmal ve kendimizden – bahusus medreselerimizden– uzak bulundurduğumuz için bu “yokluk” karşısında bulunduk. Yoksa –Mısır ve diğer bazı yerlerde olduğu gibi– fennin ehemmiyetini takdir etmiş olsaydık içimizde “Cemaleddin Efgani Muhammed Abduh” gibi eazım yetişirdi. Şayan-ı teessüf ciheti de medreselerimizin ciddi bir ıslah hakīkī bir tedrise hala teşne kalmasıdır. Sathi bir ta’dilat ve bir iki şeyin ilavesi ile medreselerimiz her işimizde olduğu gibi– bunda da bari taklid edelim. Gözümüzün önünde duran Mısır’a bir kere atf-ı lihaza-i dikkat etsek oranın faide-bahş eserlerini lisanımıza tercüme etsek bir zaman da felasife-i İslam’ı burada görsek ne olur? Cami ve medreselerde senelerce baş sallayarak icaze alanlar şimdiye kadar ne öğrendi ne öğretti? Hala küre-i arzın iki boynuz üzerinde ! durduğunu ve daha bu gibi pek çok hurafatı dinimize isnad edip duruyoruz. Yazık değil mi? İslamiyet’i bilmiyorsak bilmek istemiyorsak hiç olmazsa dinimizin nefretle reddettiği yaveleri safsataları ona isnad ile ağyar karşısında hedef-i istihza olmayalım. Hele bunlar bütün İslamların mercii istinadgahı bulunan makarr-ı hilafet gibi bir yerde işidilirse pek tatsız münasebetsiz olur sanırım. Ben kabahatin kısm-ı a’zamını el-haletü hazihi hocalarımızda buluyorum. Niçin diyecekseniz? Evet onlar kendilerine terettüb eden vazifede pek çok kusur ediyorlar. Ehemmiyetli can alacak noktaları bırakıp adi lüzumsuz şeylerle iştigal ediyorlar. Bugün bizim için en mühim şey kitap mes’elesidir. Elimizde ulum-ı İslamiyyeye dair Türkçe pek az eserler bulunur. Bulunsa da yüz yıllık… Bir şeye yaramaz. –Afv ediniz– Ben bu sükutu bu tekasülü bilgisizlikten başka bir şeye atfedemiyorum. Hayır diyenler bunun aksi[ni] isbat etsinler ben bunu böyle bilirim. Mısır’da olsun başka yerlerde olsun dini felsefi; bahusus mektep talebesine yarayacak bir çok istifade-bahş eserler neşrediliyor. Türk kütübhanelerini bu güzide eserlerle niçin tezyin etmeyelim? Tercüme edecek kimse yok diyeceksiniz. Bu bir ma’zeret mi olurmuş?! Hani medreselerde bilmem kaç sene Arabca okuyan müderrislerimiz nerede? Niçin Arabca bir kitabı tercümeden acizdirler? Bunların sebebini şimdiye kadar taharri edemememize ağlamalıyız. Sözlerim muhterem hocalarımıza pek acı geleceğini biliyorum ne çare ki İslamiyet’in tabibi bulunan bu cem’iyet-i muhtereme hastanın a’sabını kesmiş –bilmeyerek– neşteri ta kalbine kadar sokmak istediklerini görüp de feryad etmemek elden gelmiyor. Daha fazla sükut edersek hayatına kendimiz kasdetmiş oluruz. Hatalarımıza kusurlarımıza bizi şükran olmalıyız. şeklinde yazılmıştır. Camilerde vaaz minderi üzerinde zavallı ahaliyi harbe cenge teşvik eden bizi ve bütün hayvanatı Allah harb için yarattı diyen elini camiin kubbesine kadar ref’ edip tahtaya vuran avazı cami havlusundan duyulan sefine-i Nuh’dan asa-yı Musa’dan uzun uzadıya dem vuran; ayet-i kerimeyi hadis-i şerif diye belleyen; ve onu hal ve zamana göre –siga tasrif eder gibi– tefsir eden ve medreselerde “Ke’l-ihni’lmenfuş”u “Ke’l-ihni’l-menkuş”; “Li külli ferdin”i “Li külli kardin” tarzında söyleyip geçen hocalarımıza ne demeli? Zavallı cahil ahaliye bunlardan evvel söylenecek söz mü yok? Mevlid gibi mübarek günlerde –ve bilhassa Ramazan’da– cami’lerimizin ne yaman hale döndüğünü !! gören muhterem hocalarımız; bu rezaletlerin şer’an memnuiyetini ahlakan mazarratını ahaliye bildirmek ni’metine katlansalardı zannedersem daha iyi ederlerdi. Ben bu acı; bu ciğer-suz i’tirafları hocalarımızı za’f u naks ile –haşa– şaibedar etmek için değil dinimizin terakkī ve tealisi namına söylüyorum. Yaralarımızı gizliyoruz; gizliyoruz ama bilahare onların “kangren” olacaklarını da hiç düşünmüyoruz. Eğer söylemekten tehaşi ediyorsak; sükutun intac edeceği avakıb-ı vahimeye de hazırlanmalıyız! Kainatın tedkīk ve mütalaası bizi cevher-i hayatımız müdir-i ef’al ü harekatımız olan ruhun taharri ve tefahhusuna sevkediyor. Fenn-i menafiu’l-a’za diyor ki: Vücud-ı beşerin aksam-ı muhtelifesi birkaç senelik bir zamanda teceddüd eyliyor bizde iki büyük cereyan-ı hayateynin taht-ı te’sirinde daimi bir tebeddülat-ı hüceyreviyye hasıl oluyor. Uzviyetten mündefi’ olanlar tegaddi vasıtasıyla yevmen fe-yevmen mübadele oluyor. Mevadd-ı leyyine-i dimagiyyeden ensac-ı azmiyyenin en sert aksamına varıncaya kadar bütün mevcudiyet-i maddiyyemiz tahavvülat-ı mütemadiyyeye uğruyor. Müddet-i hayatımızda vücudumuz müteaddid defalar tahallül eyleyerek tekrar teşekkül eyliyor. Maamafih bu tahavvülat-ı daimeye rağmen vücud-ı maddinin ta’dilatı arasında biz daima aynı şahıs kalıyoruz. Madde-i dimagiyyemiz teceddüd eylediği halde hafıza ve madde-i hazıramızın asla de bizde maddenin gayrı bir cevher bu tahavvülat-ı daime arasında sabit mukavim ve na-kabil-i inkısam bir kuvvet olduğu tezahür eyliyor. Maddenin uzviyet kesb edip bizzat fi’l-i hayatı meydana getiremeyeceğini biliyoruz kuvve-i ittihadiyyeden mahrum olunca ecza ve efradı bit-tefessüh aksam-ı na-mütenahiye[ye] ayrılır. Bilakis bizde bütün havas ve kuva-yı ma’neviyye ve ahlakıyye kendilerini ihtiva rabt ve tenvir eyleyen bir vahdet-i merkeziyyede müctemi’ bulunur ki o da vicdan şahsiyet benlik hülasa ruhdur. Ruh cevher-i hayat menba’-ı ihtisasdır. Aksam-ı uzviyyemizi samı arasında aheng ve intizamı te’min eyleyen inhilal napezir bir kuvve-i gayr-ı mer’iyyedir. Havas ve melekat-ı ruhiyyenin madde ile hiçbir münasebeti yoktur. Ef’alimizi vezne nik ü bedi temyize medar olan meziyet-i zatiyye yani vicdan akıl zeka hüküm ve irade damarlarımızdaki kana a’zalarımızdaki ete atfolunamaz. En küçüğünden en büyüğüne varıncaya kadar tevcih-i hitab eyleyen bu lisan-ı deruninin en büyük mecd ü azametin şa’şa’asını muntafi kılan bu sada-yı tekdirin maddiyat ile hiçbir alakası olamaz. Biz muhtelif mütezad cereyanların taht-ı te’sirinde bulunuyoruz. Müşteheyat ve huzuzat-ı nefsaniyyemiz akıl ve hiss-i vazife ile çarpışıyor. Eğer biz yalnız maddeden ibaret olsa idik bu mücadelat ve münazaatı anlamaz ve temayülat-ı tabiiyyemizde bila-teessür ve nedamet kalır idik. Kuvve-i iradiyyemiz sevk-i tabiimiz ile bilakis sık sık hal-i niza’dadır. Onunla maddenin nüfuz ve te’sirinden kurtularak zir-i hakimiyetimize alıyor ve bir alet-i mutia haline koyuyoruz. En müşkil şerait tahtında doğmuş bir takım adamların her türlü mevania fakr u zarurete hastalıklara ilel ü eskama galebe ettikleri ve mesai-i faaliyyet ve sebatkaraneleri sayesinde en yüksek makamata vasıl oldukları görülmüyor mu? Tarihi olan en büyük şecaat ve fedakarlıkların muvacehe-i temaşasında ruhun cesed üzerine olan fazilet ve ulviyeti daha beliğ ve bahir bir surette müşahede olunmuyor mu? Şüheda-yı vazifenin na-be-mevsim ifşa edilen hakīkat kurbanlarının teali-i insaniyet uğrunda zulme uğrayan işkenceye atılan darağaçlarına çekilen zevatın bu ukūbat dikleri ve bir hakīkat-i ulviyye namına cismin isyanını ne vechile iskata zafer-yab oldukları hiç kimsenin mechulü değildir. Bizde maddeden başka bir mevcudiyet olmasa idi cismaniyetimiz hab-ı istirahata daldığı zaman havass-i hamsenin muaveneti olmaksızın ruhumuzun temadi-i hayat ve tasarrufunu müşahede etmezdik. Bundan münfehim oluyor ki la-yenkatı’ bir faaliyet ruhun şerita-i mevcudiyyetidir. Vazıhiyet-i mıknatısiyye Lucidite magnetique gözün hiç dahli olmadığı halde uzak bir mesafeden rü’yet La vision adistance keşf-i vekayi’ keşf-i kulub La penetration de la pensee ruhun mevcudiyeti hakkında en büyük ayat-ı bahiredendir. Bu suretle bizde kavi zaif alim cahil bir ruh yaşamakta ve zir-i hakimiyetinde bir hadim bir alet-i basitadan başka bir şey olmayan bu cesedi taht-ı tasarrufunda bulundurmaktadır. Bu ruh hür ve müstaidd-i kemaldir. Ve binaen-aleyh mes’uldür. Kesb-i salah etmek istihale ve hayra sarf-ı makderet eylemek arzusu dahilindedir. Bazısında muzlim ve bazısında parlak olan bir gaye-i kemal derece ittisa’ eylerse onun zade-i ilhamı olan ef’al ve asar da o derece müfid ve feyz-aver olur ne mes’uddur o ruh ki güzariş-i hayatında aşk-ı hakīkat aşk-ı adalet aşk-ı vatan; aşk-ı insaniyyet gibi ma’aliyattan nasibedardır! İ’tila ve terakkīsi seri’ olmakla beraber seyahat-ı dünyeviyyesi de feyz ü teali-bahş eserler bırakır. * * * Ruhun mevcudiyeti esasgir olunca beka ve ebediyeti mes’elesi derhal arz-ı vücud eder işte en mühim mes’ele budur. Çünkü beka-yı ruh kanun-ı ahlakide yegane ca-yi kabul bulan adalet-i ilahiyye hakkında fikrimizi ikna’ eyleyen nev’-i beşerin en büyük ümidlerine cevap veren yegane bir suret-i telakkīdir. Cüz’-i ferdlerin teceddüdat ve vücud-ı maddimizin tahavvülat-ı daimesi arasında mahiyet-i ruhiyyemiz daim ve tahavvül na-pezir olur ise onların inhilal ve tamamen mahv u na-bud olmaları mevcudiyet-i ruhiyyeye halel iras eylemez. Kainatta hiçbir şeyin mahv u na-bud olmadığını gördük. Hikmet ile kimya hiçbir zerrenin gaib olmadığını hiçbir kuvvetin mahv olmadığını isbat eylediği halde bütün kuvayı ma’neviyyenin mündemic olduğu bu vahdetin hayatı bir silsile-i mesaibden kurtulan bu enaiyyet-i habirenin moic onscient mahv u na-bud olabilmesine nasıl iman etmelidir? Yalnız mantık ve ahlak ile değil belki –bilahare zikr u ityan olunacağı vechile– bizzat vekayi’in aynı zamanda hem fizyoloji ve hem de pisişizm nokta-i nazarından kabil-i his vekayi’in cümlesi zat-ı habirin etrc conscient bekasını göstermeye ruhun mevcudiyet-i arziyyesinde hangi ef’al ve a’mal ile bulunmuş ise mavera-yı kabirde de aynı vechile bulunduğunu bize isbat eylemeye sai bulunuyor. Eğer her şeyin nihayeti ölümden ibaret ve mukadderatımız da şu hayat-ı seriu’z-zeval ile tahdid edilmiş olsa idi arz üzerinde hiçbir şeyin bize hakkında bir fikir veremeyeceği feyz ve tekemmüle i’tila için bu temayülat bizde mevcud olur mu idi? Hiçbir şeyin teskin edemeyeceği bu sevdayı adem-pezir oluyor ise bu ihtiyacat bu hayalat izahı gayr-ı mümkün olan bu temayülat nedir? İnsanın asırlardan beri tanin-endaz olan bu sada-yı müessiri feyz ve terakkīye doğru bu la-yetenahi emelleri mukavemet-şiken hücumları bir zıll-ı zeval-pezirin teşekkül eylemekle beraber mahkum-i indiras olan ictima’-i ecza’-i ferdiyyenin hasaisinden başka bir şey mi olur idi? En uzun olanında bile hudud-ı ma’rifete vusule müsaid olmayacak kadar kısa olan ve hiçbir şeyin bizi memnun edemeyecek derecede acz meraret ve inkisar-ı emel ile mali olan şu hayat-ı arziyye nedir? O derecedeki ezvak u huzuzatımızdaki maksadı elde ettiğimize i’timad hasıl eyledikçe daha mütebaid ve mümteniu’l-vusul bir hedefe doğru harisane koşuyoruz. Adem-i muvaffakiyetlerimize rağmen bu aleme mahsus olmayan bir gaye-i kemali bizden daima girizan olan bir saadeti elde etmek için gösterdiğimiz sebat ve ısrar hayat-ı hazıradan başka diğer bir hayatın vücuduna bir işaret-i kafiyyedir tabiat insana na-kabil-i tahakkuk ümidler veremez. Ruhun ihtiyacat-ı bi-nihayesi bil-mecburiyye bir hayat-ı bi-hududu icab ettirir. Bugünkü hayatımız bize Ramazanü’l-mübarek hululünü tebşir ediyor ah ne mübarek günler ve ne büyük beşaretler ve ne kadar ulvi bir ruhaniyet! Lafza-i Celal’de birleşen bütün alem-i İslam bugün bu mah-ı gufranda kaffesi aynı halde bulunacak herkes oruç tutarak bir tarafdan mükafat-ı Sübhaniyyeye mazhar olacak diğer tarafdan da hem-nev’i arasında nan-pare tedarikinden aciz birtakım biçaregan ahvalini düşünmek suretiyle derece-i medeniyye ve insaniyyesini yükseltecek. O anda kalbinde bir hiss-i şefkat doğacak işte biz burada Japonya ülkesinde üç kişiyiz. Bütün etrafımızda olanlar taşlara topraklara hülasa bütün mevcudata taabbüd eden bir millet bulunuyor. Biz ise büyük bir şevk ile rıza-yı Bari için Ramazan’a hazırlanıyoruz ve şu eyyam-ı mübarekeyi idrake nailiyetimizden Cenab-ı Hakk’a tekrar teşekkürler ediyoruz. Filvaki’ ailelerimizden uzak böyle diyar-ı gurbette bulunmamız olanca teessüratını gösteriyorsa da mes’udiyet-i ebediyye düşüncesi karşısında hiç kalıyor. Her ne ise biz de şu mübarek Ramazan’ı geçirmeye hazırlandık takvime bakarak Cuma günü akşamı sahur yiyeceğiz. Yemeklerimizi ihzara başladık hayatımızda birden bire gelen bu tahavvül hizmetcimiz Japon kadınını ve komşularımızı dahi şaşırttı. Dinimizin kudsiyetini takdire bir vesile oldu. Duçar-ı hayret olarak nihayet uleması zaman-ı kadimde Japonlarda dahi aynen böyle bir oruç olduğunu söylemeye başladılar. Sahura hazırlandık sofralarımızı kurduk bir ufak kase patlıcan çorbası ile iki dane yumurta ve birer fincan çay yemek listemizi teşkil ediyordu. Bunları konuşa konuşa yedik sonra da sabah namazını bekleyerek o farizamızı eda ettikten sonra biraz da istirahat ettik. Havaların çok sıcak ve rutubetli olmasına rağmen Ramazan-ı mübarek birinci günü gayet hoş geçti. Akşam olunca elimizde saat sofra başına oturduk sözü bit-tabi’ İstanbul’dan açtık o merkez-i İslamiyyet’in Ramazan’da aldığı şekl-i ruhaniden ve cevami’-i şerifelerin kanadil-i mübarekelerinden ve herkesin topa nasıl muntazır olduğundan bahsederek her birimiz kendi aile efradını birer birer ta’dad etmekte idi. tersim olunmuştu derken İstanbul’da toplar atıldı. Biz de soframızın üç köşesinden ellerimizi uzattık yemeklerimiz yine patlıcan çorbası birer yumurta bir desti soğuk su semaver vazifesini ifa eder çaydanlık ve üç bardak bütün “servisimiz” bu kadar. Hepimiz orucun te’siriyle nim mahmur kalan yarım saati geçirmek için söz bulunamıyor herkes sükuti gözleri bir yere ma’tuf bir şeyler düşünüyor gibi; işte hamdolsun bugün de Ramazanımızın ikinci sahuruydu bu mektubu da sabah namazını bekler iken yazdım ortalık bir sükut-i amik gündüzü gözleyen Tokyo derin haba varmış hazin bir sükut. Düşünüyorum koca Japonya’nın merkezinde milyonlarca nüfus içinde yalnız biz üç kişi Halik-ı Kainat’a vazife-i ubudiyyeti ifa etmek için sabahın olmasına muntazırız. Refiklerim de her ikisi Kabe’ye müteveccih tilavet ile meşgūl ortalık yavaş yavaş aydınlanıyor. İşte artık vazife-i ubudiyyeti sonra burada da iftar ve sahur toplarını işitmek nasib olur. Selanik Valisi İbrahim Beyefendi hazretleri tarafından gazetemize gönderilmiştir: “Meskenet Ma’zeret Teşkil Eder mi” nam kitabda pederim Sahib Bey merhumun Şirvanizade bendesi olduğundan bahsedildiği mesmuum oldu. Merhumların münasebatına dair tafsilatı zaid görürüm. Pederim Şirvani merhumun bendesi değil dostu idi. Buna o zamanı bilen zevat-ı kiram şehadet eder. Namusuyla ikmal-i hayat edenlere iftira reva değilse de ne yapalım ki müellifi ma’zurdur. Tarihin şehadeti vechile asırlardan beri ulüvv-i mecd ü himmetleri asarıyla millet-i necibe-i Osmaniyyenin bihakkın mazhar-ı takdir ve ihtiramı olan “Pirizade” hanedan-ı ilminin asrımızı şereflendiren güzide muhterem fer’-i necibi Sahib Molla Bey merhum gibi fıtrat-ı aliyye sahibi bir nadire-i fazl ü kemalin şöhretleri şahıslarına maksur zevata intisab gibi şevaibden müteali bulunduğunu takdir etmek için zamanlarını bile idrake lüzum yoktur. Zerre kadar nasibe-i akl ü iz’anı bulunan; bu hakīkati teemmül ve mülahazaya müftekır olmaksızın bil-bedahe bilebilir. Binaenaleyh müfterisinin ama-yı enaniyetle zulmetler içinde kalan vicdanından başka ca-yi kabul bulması mutasavver olmayan bu kabil hamiyyet vazife-i vataniyyesi icabatından addeder. Bugünlerde Odesa’dan gelmiş bir yolcu Türkistan’dan gelmekte olan hacıların Odesa’da ne gibi tahkīrata ma’ruz olduğunu müşahede ederek duçar-ı hayret olduğunu bervech-i ati idaremize haber vermiştir: Türkistan hacıları Odesa’da şimendifer istasyonunda birkaç serseri Osmanlı ve İran ve Rus tebaası simsarlar tarafından kaddema tedarik olunmuş çirkin pis bir haneye gayet fahiş kıymet ile yerleştiriliyor. Burada Rus me’muru sıfatıyla bir adam İranlı bir simsar bulunduruyorlar ki hacıların tezkirelerini muayene ettirmek fendinin pasaportunda daima bir hata bulur. Bu pasaport sizin değil falan birtakım bahaneler ile cahil hacı babayı tehdid eder. Hacı efendi çar naçar orada bulunan simsar çetesi a’zalarından birine müracaat ederek ne yapılabileceği hakkında Merkūm simsar gözü kesdirebildiği kadar ruble mukabilinde pasaportu tashih edebileceğini söyler böylece bir kere hacı babanın rublelerini çekerler. Ertesi günü hacı babanın pasaportunu Osmanlı şehbenderine kaydettirmek için tekrar umum hacılardan beher pasaporta üç ruble para alırlar. Burada dahi hiç olmazsa beher pasaport için bir ruble fazla kopartabilirlermiş. Sonra bugün vapur yok yarın yok ha gelecek ha geldi haftalar ile hacıları o çirkin handa pasdırma gibi istif eder memedeki çocuklara varıncaya kadar nüfus i’tibariyle bir kere beher adamdan yevmiye birer ruble alırlar. Sonra da eşya-i zatiyyeleri için beher parçaya mukabil bir mikdar otel parası ayrıca tekrar alırlar. Zavallı hacı bunların hepsine “lebbeyk Allahümme lebbeyk” der. Nihayet merhametli simsarlar hacı babaları vapura yükletecekler şimdi de vapur navlu diye beher adamdan üçüncü mevki’ bileti için sekizer ruble para alırlar halbuki vapur şirketi bileti dört rubleye verirmiş demek burda dahi parası bu parası diye aldıkları da ayrıca bir yekun teşkil eder. Bu halleri zavallı hacı babalara bu eşkıya çetesinin teaddi ve tecavüzlerini re’ye’l-ayn müşahede eden bir insaniyetperver yolcu Odesa Polis İdaresi’ne müracaat ederek hal ve keyfiyeti arz u beyan eder hacı tarafından insaniyet namına tazallüm ederse de polis me’murini tarafından soğukça muamele hisseder daha ma-fevkıne müracaat ederek biçare hacı babaların hukūkunu insaniyet namına müdafaa etmek isterse de bilahare simsarların ticaretinde mahalli me’murların hissedar olduğuna kesb-i kanaat ederek artık o kapıdan bir istimdad abes olduğunu hissedince matbuata müracaat eder. Görür ki matbuat dahi ücret-i kalemiyyesini almış bulunuyor. Şu suretle safdil yolcu hacı başeklinde yazılmıştır. baların imdadına yetişemediği gibi me’yusiyetini arzedecek veyahud sözünü dinletecek adam bile bulamamış. İşte “cehaletin devası yoktur” demek şu ma’na iledir. Hacılar cahil zavallıların cehaletlerinden dahi haberleri yok. Haricden imdad etmek isteyen bulunursa ekseriya yine hacı babalar özleri mümanaat ederler daha doğrusu bir kargaşalık olur da yolumuzdan kalırız diye korkarlar. Belki de yine o menhus çete a’zaları kutta’-ı tarik simsarlar hacı babaları tehdid ve tahvif ederler. İnsaniyetperver yolcu; miş çalışmış çabalamışsa da Rus lisanı da bilmediği için bir türlü muvaffak olamamış akıbet hacılar ile beraber Odesa’dan Dersaadet’e gelerek yolda Moskof vapurunda tayfalarının hacılara yapmakta olduğu tahkīratı görünce hayretlere duçar olmuştur. Vapur bizim limana yanaşınca burada dahi kayıkçıların hacılara yaptığı tecavüzatı görünce daha ziyade münfail olmuş. Burada artık ben kendi memleketim lisanını biliyorum diye tekrar hacılara muavenet etmek istemiş ise de yine teşebbüsatı semeresiz kalmıştır. Nihayet matbaamıza gelerek acı acı müşahedatını kemal-i teessürle naklederek insaniyet namına gazetemizde bu havadisden bahsetmemizi istirham eden bu zat-ı muhterem Ermeni milletinden Dersaadet’de Zaman Kütübhanesi sahibi Misak Efendi’dir. Kendisine insaniyet namına teşekkür olunur. Bundan beş sene mukaddem yine bizim hacı babaların hal-i esef-iştimaline teessüf ederek Rusya’da Duma a’zalarından bir Karayim avukat hacılara Kefe’de Rusya Hükumeti tarafından tertib olunan karantinanın büsbütün hukūkı beyne’d-düvele mugayir olduğunu: “Bulaşık memleketten çıkmış yolcu kim olursa olsun bir kere karantina muamelesi vacibdir bir kere tahaffuzhanede bulunup da karantina muamelesi gördükten sonra tekrar bulaşık memlekete girmedikçe ikinci defa muamele-i tahaffuziyye namıyla hiçbir şey teklif olunamaz.” Da’va ederek kanunda böyle bir sarahat var iken hacı babalara Osmanlı Hükumeti’nin Beyrut’da ve Urla’da Rusya Hükumeti’nin Feodosiya’da yapmakta oldukları ikinci üçüncü karantinalar kanuna mugayirdir hacılara zulm ve gadr oluyor diye “Petersburg”da gazete sütunlarında makaleler yazdıktan sonra hükumete ve “Duma”ya dahi resmen müracaat ederek ve hatta “Duma”da bulunan Müslüman mebuslardan dahi meti nezdinde uğraştı bir derece muvaffak dahi oldu. Feodosiya karantina-i şedidesi lağv olunarak yalnız cüzi bir mişlerdir. Bu da insaniyetperver bir Karayim idi. Demek olur ki bizim hacılara karşı Yahudiler ve h ı ristiyanlar insaniyet namına acıyorlar da müslümanlarımızdan hala bir sahib-i hayr çıkıp hüccac-ı müslimin kardeşlerine muavenet fikrinde bulunamıyor. Belki hüccacı ta’zib ve tahkīr için çareler düşünüyoruz. Madem ki kanun o kanundur dünyanın en muntazam hükumeti olan İngilizler tarafından karantina olunuyor da biz ne için bunu tekrar ederiz. Çünkü bizim sıhhiyemiz daha muntazam ve daha müterakkīdir. Kahkahalar ile gülmeli. Ne kadar teessüf olunursa azdır. Her umurda dünyanın en geriye kalmış bir devleti olduğumuz halde karantinaya gelince en mütemeddinlerinden daha mütemeddin bulunuyoruz. * * * Dünyanın en büyük müstebidlerinden Rusya Başvekili Stolipin cenabları henüz kırk sekiz yaşında iken bütün Rusya Hükumeti idaresini yegane dest-i tasallutuna geçirmiş “Duma” Meclisi’nde mebuslara karşı bir şey söylediği zaman: “Hükumetin fikri=yani benim fikrim böyledir” diye hiç sıkılmayıp açıktan açığa söyler kendisini hükumet ve hükumeti de ben ta’biriyle temsil eder ve sosyalistlere karşı “size ben söz söylemeye tenezzül etmem size karşı her zaman mitralyözlerim haz ı rdır” der kendi başına bu gibi bir hal geleceğini kat’iyyen tasavvur edemez iken bugün mezarda bulunuyor. Rusya’da Rus unsurundan başka milletlere alaka-i zıddiyet dist” gayr-ı Ruslar ile değil belki bütün dünya ile kat’-ı alaka etmiştir. Bundan sonra Rusya’da böyle bir mağrurun bulunabilmesi baiddir. Asıl Rusya’nın mukadderatı bundan böyle serian layıkıyla keşf olunacaktır. Stolipin yerine kim gelecek? İşte Rusya’nın hayatı oraya bağlıdır. Eğer “Kokozif” gelirse Rus ahrarı için yalnız zaman ister başka bir şey istemez. Eli kulağında demektir. Yok Kont Sevite Polekdemirski gelirse idare-i meşruta-i tamme geldi demek olur. Yok Stolipin’in eşini bulurlarsa vay Rusya’nın başına! Ahrarın kulağı çınlasın “Vette gelebilir mi acaba? Gelirse bütçeyi üfürüp kabartır vakt-i merhuna kadar herkes “darısı başkaların başına” diyerek sabır ve tahammüle mecbur kalır. Din-i İslam cebr ü şiddetle kabul ettirilmiş sopa kuvvetiyle ahkamına inkıyad edilmiş bir din olmayıp herkesçe kabulü muvafık-ı akl ü hikmet olan bir din-i hakīkī ve fıtridir. Bazı Avrupa misyonerleriyle rehabin-i H ı ristiyaniyye’nin müddeayat-ı sebük-mağzanelerine nazaran din-i İslam saliklerinin cebr ü şiddeti sayesinde mevcudiyeti tanınmış bir çok sopacıların kuvvetiyle gittiği yerde hüsn-i kabul görmüş Biz bu gibi bedbinane kem-asılane olan muhakemat-ı nakısayı bütün mevcudiyetimizle redd ü tekzib ederiz. Peygamberimiz sav efendimiz hazretlerinin irşadat ve tebligat-ı hak-cuyaneleriyle ilk evvela yekunu pek ekalliyette kalan zevat-ı ali-kadrin mazhar-ı kabul ve istihsanı olmuş nihayet gitgide İslamiyet’le müşerref olanların adedi tezayüd etmekle burada müşrikin-i bağiyye-i beldenin tehacümat ve taarruzat-ı hun-rizane ve harekat-ı zulümkaranelerine duçar olmaya başladığından Mekke-i Mükerreme’de tulu’ eden aftab-ı cihan-tab bu kere vahşi kargaların vahşetamiz hücumlarına; müsaid bir zemin bırak[ma]mak için Mekke-i Mükerreme’den kalkarak nur-ı nevvar-ı hidayetini Medine-i Münevvere’de de gösterdi; nice girahan-ı Arab’ın badi-i hidayet ve necatı oldu. Medine’de ahkam-ı kudsiyyesi kemal-i itmi’nan-ı kalb ve vicdanla kabul olundu. Az zaman içinde İslamiyet aldı yürüdü; ta Habeşistanlara kadar kök saldı. Bundan sonra kuvvet ve miknetini yavaş yavaş tanıttırmaya kabul ettirmeye başladı. Bazı İslamiyet’i kabul ile beraber hissiyat-ı İslamiyyesi coşan İslamların hakīkat vadisinde olan sa’y ü amelleriyle Gine’lere kadar temevvüc etti; İslamiyet’in Gine’lere kadar temevvücüne yardım edenlerden birisi “Kalati” isminde bir ra’i diğeri ise “nevye” yahud “husa” tüccarı bir zat-ı diyanetperver idi. dan müşevvik-ı ehl-i salib olan rehabin-i mutaassıbenin nazar-ı harisanelerini kin ü garazlarını celbden hali kalmıyor terakkī ve teali-i kudsiyyetiyle nice mutaassıbin-i haribini korkutuyordu ürkütüyordu. Bir çok Piyer Lermitler İslamiyetin hakayik-ı beyanına tarik-ı hidayetine hezeyanlar miskatalar yağdırıyor çıldırırcasına ağzına geleni söylemekle beraber mutaassıbane “yaveler” icad ediyordu. gözlerini kamaştırdığından dolayı ne yapacaklarını şaşırmış kalmışlardı. Daha o zaman anasının rahminde bulunan çocuklara bile misyonerlik ilhamat-ı mutaassıbanesi verilmek için çareler mualeceler düşünülüyor kundaktaki yavrular misillü tescine gayret olunuyordu; bu sayede ati için azminden nükul etmez mürşidler ! misyonerler istihzar olunuyordu. Bugün o misyonerlerin ahlakı din-i İslamla mütedeyyin İslamları Hindistan’da Cava’da Türkistan’da Çin’de Japonya’da Hive’de Buhara’da… ilh. yerlerde zehirlemek için efsaneler masallar okuyor koca bir din-i İslamı söndürmek emeliyle H ı ristiyan tavsiyelerine boğuyor! O misyonerler ki zamanımızda Hindistan’da köy köy gezerek H ı ristiyaniyetin kabulü Nasraniyetin tasdiki için hazineler sarfediyor kuvvetler fevt ediyor! Aceb! Şimdiye kadar kaç İslamı yolundan çevirmeye çıkarmaya muvaffak olabildiler? Yekun pek ekalliyette değil mi? Lakin İslamlar İslam dininin neşrinde –elan kabulünşeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. de– teşvik ve “propagandada” bulunsalardı bugün kıtaat-ı hamsede İslam’dan hali yer bulunmazdı. Bizde din-i İslam’ın kapıları açıktır; isteyen dahil olur habelerden birisinin kardeşi din-i İslam’dan firar etmiş idi. Peygamberimize arz olundukta: “Bırakın nereye gitsin hakīkī bir dinde esaret olamaz” mealinde cevab-ı hakimanesinde bulunmuştu ki hakīkaten şayan-ı mülahazadır. Eğer giderse cebr ü şiddet gösterilecek olursa iş çığırından çıkar sonra yalancı misyonerlerin tuttuğu tarik makamına girer. Buraya kadar din-i İslam’ın ne suretle intişar ettiğini ve düşmanlarını oldukca anlattık. rağmen hutuvat-ı seria ile ilerledi. Aktar-ı alemi dehşetler riniyle ortalığı bihişt-asa bir hale getirdi. Nice gözleri perdei kesif-i cehalet ve zulmet altında kalmış bozulmuş insanları nur-ı feyza-feyziyle parlattı feyizlendirdi! Bir asr-ı kalil zarfında öyle bir medeniyet ve inkılab husule getirdi ki Avrupalılar o medeniyet ve inkılabı asırlarca çalışsalar çabalasalar meydana getiremezlerdi. Gerçi medeniyet kalıbdan kalıba girerek hasıl olursa da İslamlar bu hususda daha çabuk davranmışlardır. O medeniyeti dinin ahkam ve evamir-i celilesine kaviyyen tabi’ oldukları bir zamanda elde etmişlerdi ki tarihce müsbet hakayıktandır. O zamanlar idi ki İslamiyet bir kitle-i mütecanise halinde bulunuyor her hususda kavanin ve kavaid-i İslamiyyeye bitamamiha riayet ve mucebince amel olunuyordu. Daha doğrusu İslamiyet hedef ve maksad ittihaz olunarak çalışılıyordu. Ulema-yı kiramın ahkam-ı dini tebliğ ve ityandaki gayretleri re’ye’l-ayn müşahede edilegeliyor gayret-i dindaraneleriyle muzafferiyetten muzafferiyete yükseliyordu. Bu zamanda idi ki Avrupalılara papazlar yetiştiriliyor medeniyet namzedleri gönderiliyordu. Bu zamanda idi ki İslamlar bir refah-ı umumi içinde bulunuyor din yolunda ceng ü cidalde şemşir be-dest ma’reke-i harbe cesurane dilirane atılıyordu. Bu zamanda idi ki bilad-ı İslamiyyenin kısm-ı küllisi bir derya-yı maarifle çalkanıyor her yerde ilim ve maarifin kadr u kıymeti evc-i a’laya is’ad ettiriliyordu. Bu zamanda vanin-i adalet ve müsavat ve uhuvvet tatbik ediliyordu. Bu zamanda idi ki dünyalara sığmayan ittihad ve ittifak-ı medreseler mektepler daru’l-fünunlar kütübhaneler daru’s-sınaalar küşad ediliyordu. Bu zamanda idi ki bir din-i hakīkī dünyayı titrediyor; Piyer Lermitler gibi düşmanlarını zir-i u zeber ederce bir savlet-i gazanferane ile hevl-endaz oluyordu. Bu zamanda idi ki şimdiki Avrupa medeniyetinin esasları; me’hazları hazırlanıyor; keşf ve ihtira’ ediliyordu. Bu zamanda idi ki mutaassıbin-i H ı ristiyaniyyenin eza ve cefasından usanan mazlumlar din-i niyet-i İslamiyyeye gerden-dade-i inkıyad oluyorlardı. Bu zamanda idi ki ot parçalarına; ağaç yongalarına perestiş eden bir kısım halk liva-yı İslamiyyeye sığınıyor; dairei adl-i İslamiyyet’e fevc fevc dahil oluyordu. Bu zamanda idi ki düşman orduları serdarların na’ra-i besaletkarane ve harekat-ı adilaneleriyle istimana mecbur kalıyor seve seve ordu-yı da medreseler kütübhaneler meclis-i danişler küşad ediliyor nice talibin-i ilm ü irfan tedris ettiriliyordu. Bu zamanda idi ki eimme-i müctehidin hazeratı; bab-ı saatte rü’yet olunuyordu. Bu zamanda idi ki Zemahşeriler İbni Sinalar İbni Rüşdler ruhiyye ve hakīkiyyede bulunuyor haleflerine cildlerle kitaplar ma’lumatlar bilgiler hazırlıyordu. Bu zamanda idi ki Harun Reşidler Me’munlar Abdurrahman-ı Salisler yalnız saltanat ve daratlarıyla değil gayret-i maarifperverane ve muharebat-ı azimkaraneleriyle Devlet-i Emeviyye’nin birer uzv-ı ahenini hükümdaran-ı zişanı olduklarını dünyalara teslim ettiriyorlardı. Bu zamanda idi ki hudud-ı İslamiyye İspanya’dan Bahri Muhit-ı Atlasi’ye kadar imtidad ediyor bir tarafdan da bütün Bahr-i Sefid havzası daire-i adalete alınmak arzuları uyanıyor planları kuruluyordu. Bu zamanda idi ki Endülüs’de el-Hamra Sarayları medreseleri nuyor. Evvelce Rodrik gibi bir hükümdar-ı bağıyyenin zulüm ve işkencesinden firar eden İspanya firarileri birer birer adalet-i İslamiyyeye istiman edip ahkam ve kavanin-i İslamiyyeyi kabul ediyordu. Bu zamanda idi ki Tarık bin Ziyad gibi kahramanlar valisi bulunan Çalyos’dan İspanya fethine gelinmesi hususunda mektuplar arizalar alıyor. Az zaman sonra Cebel-i Tarık’dan başlayarak koca İspanya baştan başa feth ü istila olunuyordu. Bu zamanda idi ki Tarık bin Ziyad’ın refik-ı kahramanı Musa bin Nusayr Pirene Dağlarını aşarak Şarl Marteller’e meydan okuyor mutalebat ve arzularına boyun eğdiriyordu. Bu zamanda idi ki İspanya’da muhtelif mevakı’da darülfünunlar medreseler kütübhaneler küşad ediliyor Abdurrahman-ı Salis gibi çalışkan gayur müdebbir bir dahi-i zamanın büyüklükleri görülüyordu. İspanya şa’şaa-i maarif ve terakkīsiyle hem-civar hükumetlerin gözlerini kamaştırdığı gibi nazar-ı harisanelerini de celb ediyordu. Bu zamanda idi ki Endülüs Hükumet-i İslamiyyesi’nde Avrupalılara papazlar hocalar yetiştiriliyor bir lutf-ı mahsus olmak üzere medeniyet insaniyet dersleri veriliyordu. Bu zamanda idi ki İslamlar kılınç kuvvetiyle değil din kuvvetiyle basdığı yerleri oynatıyor düşmanlarını savleti şiranesiyle kaçırıyordu. Bu zamanda idi ki ulema-yı kiram hazeratı muharebelerde beldelerde kasabalarda köylerde saadet-i maddiyye ve ma’neviyyeyi cami’ olan din-i İslam’ın kavaid ve kavanin-i şer’iyyelerini bağıra bağıra anlatıyor ahkam-ı ezelisini tebliğde terahi göstermiyordu. Daha doğrusu dinin ulviyeti ahkamı takdir olunuyor muhaliflerine delail-i hakīkıyye Bu zamanda idi ki şer’-i şerife riayeten deavi-i hukūkiyye ve cezaiyye fasl olunuyor adl-i kanun dairesinde tedvir-i Bu zamanda idi ki Kur’an- ı Kerim ve ehadis-i nebeviyye tefsir ediliyor hakayık-ı İslamiyye bir bir şerh olunuyor din-i İslam’a rağbet ve i’tibar dü-bala oluyordu. Bu zamanda idi ki adalet müsavat uhuvvet memalik-i olan İslamların işlerinde güçlerinde bet bereket görüldüğü halde yüzlerinde nurlar parıl parıl parlıyordu. Bu zamanda idi ki İslamlar her türlü hakayıkı muhtevi ve kavanin-i ictimaiyyeyi cami’ bir dine tabi’ ve mütemessik bulunmalarından naşi her işlerinde eser-i intizam ve mükemmeliyet görülüyor refah ve saadet en süfli tabakalarda bile tam ma’nasıyla tecelli ediyordu. Bu zamanda idi ki cevami’-i İslamiyyede eda-yı salat hadisi kalblere nakşedilmiş bulunuyordu. Ahali-i İslamiyye namaz vakti camileri mescidleri dolduruyor hocaların müezzinlerin sada-yı dindaraneleri etraf u eknafda dolaşan tuyuru bile cuş u huruşa getiriyordu. O zamanda idi ki hamiyet-i İslamiyye kulub-i İslamiyyeden taşıyor en adi sanatlarda iştigal-i hayat eden İslamların O zamanda idi ki hudud-ı İslamiyyeyi tecavüz emeliyle serhadde av’avat-ı hun-rizaneleriyle bütün alem-i İslamiyet’i rahatsız eden köpekler kükremiş kahraman arslanlarımız tarafından layık oldukları ders-i şecaat ve ibreti alıyorlardı. Bu zamanda idi ki ve . . . ehadis-i nebevisine her huzur ve rahatı için binlerce dindaşlar uyku uyumuyordu. Bu zamanda idi ki İslamların ittihad ve ittifaksız yaşayamayacaklarını teslim ile beraber ittihad ve ittifak-ı İslamiyyeye muhalif hiçbir ferd çıkmıyor her İslam saadet-i İslamiyyeyi dindaşlarının ve hatta kurtlardan yakayı kurtarmak için maddi ve ma’nevi habl-i ittihad ve ittifaka sarılmalarında arıyordu: Bu sayede değil midir ki cihanlar titretildi alemler yerinden oynatıldı. Bu sayede değil midir ki hükumat-ı İslamiyye bülend-i ahkam-ı adilanesine herkesleri münkad kıldı. Bu sayede değil midir ki diyar-ı Rum’da: Halife “Mu’tasım Mu’tasım yetiş beni hun-har zalimlerden kurtar!” diye bağıran bir İslam pakizesine: “Geliyorum bu anda geliyorum” diye cevap verilip akabinde birtakım zalimlerin dest-i zalimanelerinde Bu sayede değil midir ki Bağdad Dımaşk Gırnata Kurtuba.. mektepler darülirfanlar kütübhaneler te’sisine muvaffak olunmuş garblılara bile birer menba’-ı feyz-i irfan haz ı rlanmıştır. Bu sayede değil midir ki bir İslamın ah ü enin-i ma’sumanesine milyonlarca İslamların kalbleri neşterlerle deşilmiş namları ehemmiyet ve i’tibarından dolayı tarihlere geçmiştir. parlak günler; hatırı sayılır devirler geçirmiş tarihlere nakş-ı zerrin ile yazılmaya layık büyüklükler ululuklar göstermiş ebediyyen paydar olacak bir nam-ı kudsi bırakmıştır. Pek güzel! O ferman-ferma-yı şevket ve darat olan koca medeniyet-i İslamiyye o hayret-bahş-i ukūl olan muvaffakıyat-ı diniyye hangi dest-i ihanetin kuvve-i kahharanesiyle mahvolarak bugünkü dereke-i pestiye düştü? Nerede kaldı o mahz-ı adl ü hakkaniyet olan İslamiyet; o badi-i saadet-i ümem olan teali ve terakkī-i İslam o şarihı hafaya-yı vicdan ü hakīkat olan habl-i metin-i İslamiyye o şiraze-i intizamına dünyaları beht ü hayret içinde bırakan maarif-i İslamiyye o tarz-ı mi’marisine akıllar ermeyen mebani ve cevami’ u mesacid ü medaris-i Endülisiyye?!.. zilletini hazırlayan alem-i İslamiyet’in ah ü enin-i ma’sumanesini mucib olan asırların eskidip mahvedemeyeceği terakkıyat ve faaliyat-ı İslamiyyemizi uful ettirmeye sebep olan bazı ulema kıyafetinde zenadıkanın müsamahaları olmuştur dense hata edilmemiş olur zannederim. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Eylül Yedinci Cild - Aded: saat bir raddelerinde Sadrazam Hakkı Paşa’nın nezdine gelerek devlet-i metbuası namına beş sahifelik mufassal bir ültimatom tebliğ etmiştir. Ültimatom’da Trablusgarb’ın İtalya için son derece haiz-i ehemmiyyet olduğundan Trablus’da i’mar ve terakkī namına şimdiye kadar bir şey yapılmadığından İtalya’nın teşebbüsatına daima ika’-ı mümanaat edildiğinden bahsolunmuş şerait-ı hazıra dairesinde müzakereye girişilmesi münafi-i haysiyet olacağı söylenmiş binaenaleyh evvelemirde başlanması icab edeceği anlaşılarak Trablus’un yirmi dört saat zarfında tahliyesi taleb edilmiştir. Sırf eşkıyalıktan ibaret bulunan bu ültimatom gibi haysiyet-şiken ve hainane bir emr-i vaki’ karşısında kalbinde azıcık hamiyet-i milliyye ve hubb-i vatan hissi olanın bütün vücudu bir ateş-i buğz u adavetle suzan olarak söz söylemeye bile kendisinde iktidar bulmaması pek tabiidir. Şu ültimatomun efkar-ı umumiyye-i Osmaniyyede vücuda getireceği galeyan ve heyecanı ve bütün alem-i İslam üzerinde ika’ edeceği te’siratı şimdiden kestirmek kolaydır. Fakat hal ve mevkiin nezaket ve vehameti bizi hissiyata kapılmaktan ziyade akıl ve mantıka da’vet ediyor. Osmanlılar hiçbir müşkilat karşısında i’tidal ve mekanetlerini gaib etmediklerini gösterecekler ve haris alçak ve namussuz bir düşmana karşı yekvücud bir kütle-i metine halinde bütün vazife-i vataniyye ve hamiyet-i milliyyelerini ifada kusur etmeyeceklerdir. Bugün birinci vazifemiz aramızda maatteessüf devam etmekte olan ve bütün musibetlerimizin menşeini teşkil eden yekvücud olmak; saniyen hükumetin bu babda ittihaz edeceği tedabirin kemal-i metanet ve cesaretle icra ve ifasını taleb etmektir. Hükumete düşen vazifeler ise şimdilik şundan ibarettir: Memalik-i Osmaniyye’de bulunan bütün İtalyanları isimlerini kayd ve can ve ırzlarını te’minle beraber yerlerinden kımıldayamayacak surette taht-ı tevkīf ve esarete almak veya tard etmek; İtalya’nın bütün kapitülasyonlardan imtiyazattan ebediyyen mahrum edildiğini i’lan etmek; İtalyanların Memalik-i Osmaniyye’de malik oldukları bütün emval ve emlaki müessesat-ı maliyye ve iktisadiyyelerini müsadere etmek halen ve atiyen bilumum teşebbüsatlarını ibtal ve reddeylemek. Bundan sonra Osmanlılar için en mühim vazife İtalyanlarla bütün alakayı keserek İtalya’nın bize karşı irtikab ettiği şu hukūk-şiken harekat-ı denaetkaraneye mukabil ebedi bir husumet ebedi bir hiss-i kin ü intikam beslemek olacaktır emin olalım ki biz şu icraatta devam u sebat gösterirsek deni düşmanı Trablusgarb’a sevk etmiş olan hırs-ı menfaat ve tama’ın istifadesinden mahrum edebiliriz. Zira İtalya iktisaden ve ticareten Memalik-i Osmaniyye dahilinde gaib edeceği menafii ve duçar olacağı ziyanları Trablusgarb’ın istilasıyla tesviye edemeyecektır. Evet Trablusgarb’daki kardeşlerimize biz daha maddi bir surette muavenet ve müzaheret etmeli idik. Fakat ne çare ki uzun senelerin atalet ü bataeti kuva-yı bahriyyemizin şeklinde yazılmıştır. mefkūdiyeti bizi bu arzu-yı dil-suzun icrasından mahrum etmek mecburiyetinde bulunduruyor. Bari ümid edelim ki bu müdhiş darbe bizi şu bitmez tükenmez hab-ı gafletten da’vet için bir sebeb olur her zamanki gibi yine tekrar edelim Bugün alem-i siyasiyyatta bil-fi’l meydana çıkmış ve fima-ba’d çıkacak olan ne kadar mühim mes’eleler var ise bunlardan hiç birisi şimdi şu birkaç ayda veyahud birkaç senede ortalığa çıkarılmış efkar-ı cedide semeresi değildir. Belki bunlar asırlarca düşünülerek yüz binlerce insan canlarını kıyarak dünyada en büyük ve meşhur dahilerin besledikleri amalin meydana getirilmesi için asırlarca zihin sarf edilerek defaatle teati-i efkar olunarak lede’l-icab fikirleri uğrunda canları da fedadan çekinilmeyerek ta’yin olunmuş muntazam bir hatt-ı hareketin neticesidir. diplomatlar geldi gitti fakat o dahilerin ta’yin eyledikleri hatt-ı hareket zerre kadar inhiraf etmedi. Bunların yüz seneden beri şu desais-i mel’anetkarileri neticesi olarak bize karşı açmış oldukları yaraları nazar-ı i’tibara alarak tasavvur edecek olursak hiç şübhesiz kesb-i kanaat ederiz ki Avrupa diplomatlarının öteden beri bizim hakkımızda beslemekte oldukları zann-ı fasidleri: “İslamiyet medeniyet düşmanıdır; alem-i medeniyyetin istirahatını te’min etmek için İslamiyet’i ve onun yegane merkez-i saltanatı olan Hilafet-i İslamiyye’yi ortalıktan kaldırmak elzemdir” Bu hususda Avrupa ricali şimdiye kadar o hatt-ı muayyende asla ve kat’a muhalefet etmemişlerdir. Bizim şimdi geçirmekte olduğumuz felaket hep bu tedabir-i mel’anetkarilerin neticesidir: Tuna Vilayeti gitti Tunus Cezayir Bosna-Hersek gitti Mısır gitti Girid gitti bugün de Trablusgarb gibi en mühim bir vilayetimiz gitmek üzeredir. Yemen ise eli kulağında bundan yarım asır mukaddem kağıd üzerinde kalem ile taksim olunmuş emval-i metruke bugün ashab-ı eshama birer birer fi’len teslim olunmaktadır. Bu böyledir başka hiçbir şey değildir. Bizimkiler hep yevm-i cedid rızk-ı cedid idare-i maslahat siyaseti ta’kīb etmişler hala da bu siyasetten ayrılmamaktadırlar. Trablusgarb mes’elesi tamam bir senedir gazete sütunlarında söylendi bizim diplomatlarımız sem’-i i’tibar etmediler bugün idare-i maslahat olmak üzere bir meblağ-ı muayyen bedelinde vatanımızın bir cüz’ü olan Trablusgarb’ı keseden düşman eline teslim edip parası ile de bir iki ay maaş versek olmaz mı acaba? Bu da idare-i maslahat ise fimaba’d maliyemiz duçar-ı muzayaka oldukca birer vilayetimizi müzayedeye çıkarıp idare-i maslahat siyasetini ta’kīb etmekten başka bir çare bulamayacağımız şüphesizdir. Zira biz uzun düşünceler ile zihnimizi yormak istemiyoruz. Yoksa bugün Makarr-ı Hilafet’in meftunu olan yüz milyonlarca ehl-i İslam efradı her sene ayağımıza geliyor biraz sarf-ı efkar edecek olursak neler yapmak mümkün değil. Bizim vükelamız mine’l-kadim hiçbir vakit kendileri zihin yormamışlardır yalnız kendilerini bir emr-i vaki’ karşısında gördükleri gibi hemen Beyoğlu’na giderek sefaretlere iltica eder ve onlardan biriyle istişare ederler. En büyük diplomatlarımızın bile mesleği böyledir. Sefirlerin ta’limatı üzerine dün daha bir valimiz olan Ferdinand’ı Kral sıfatıyla kabul ederek kendisine mihmannüvazlık gösterdik kemal-i debdebe ile Sirkeci’den istikbal ettirdik buna mukabil de Girid bizim malımız olacak ve Avrupa devletleri de bizi insan yerinde sanacak zannettik. Derakab bunlar hep diplomatlık desaisi olduğunu gördük fakat yamadık bugün tamamıyla bir mirasyedi halinde bulunuyor ve her nev’ iğfalata kapılıyoruz. Bizim için yapılması lazım olan tedabir-i mühimmeden hiç birini biz mülahaza edemeyiz ve aklımıza bile getiremeyiz zira bizim Beyoğlu dostlarımızın hoşuna gitmeyecek bizim için en mühim tedabirden biri “ittihad-ı İslam” mes’elesi olduğu halde dostlarımız bize “ittihad-ı İslamı” Çarşamba Karısı yerinde gösterdiler biz de ale’l-amya kabul ettik halbuki bizi tahlis edecek yegane siyasetimiz olacaktı. Bugün bizim ta’kīb etmekte olduğumuz meslek-i siyasimizi tasvir etmek için hiç münasebetsiz bir misal göstereceğim: Geçen hafta Adalar’dan köprüye saat ’de yanaşmak leye çıma atılmıştı çıma kısa geldi gözü açık çımacı hemen kuşağını çıkardı çımanın ucuna ekledi; vapuru durduracak bu suretle idare-i maslahat edecekti. Tam bir diplomat değil mi?.. İşte bizim vükelamızın hali böyledir: Çımacı tedbiri! Sonra da şan ve şerefden bahsederler bütün cihana akıl vermek isterler. Şan şeref nerede biz nerede? Beyne’s-sera ve’s-süreyya!.. Bugün Trablusgarb için yegane çaremiz var ise o da Avrupa devletlerini müdahaleye da’vet etmekten ibaret kalacaktır onlar da müdahale ettikleri gibi mes’ele tamamıyla Girid mes’elesi şeklini alır o zaman Trablusgarb da bugün gitmez de üç sene sonra gider. İşte idare-i maslahat böyle olur. Bugün Osmanlılar ağlasın bugün bütün alem-i İslam ağlasın. Saltanat-ı Osmaniyye Hilafet-i İslamiyye bugün Afrika kıt’asından çekiliyor. Tarih-i İslam için ne müellim ne muzlim bir sahife! Bundan sonra artık alem-i İslam’ın hayat ve memat dakīkalarıdır. Her taraftan kuşatılmaya başlanan Hilafet-i İslamiyye’yi tasallut-ı a’dadan kurtaracak ancak bütün müslümanların gaflet uykusundan silkinerek ciddi intibahları ve bütün mallarıyla canlarıyla ve la-yetezelzel bir azim ile meydan-ı mücahedeye atılmalarıdır. Allah muinimiz olsun. * * * ş ı Eş’ar Yemen’de bir kabilenin ismidir. O kabilenin pederleri olan Nebet bin İded gövdesi kıllı doğmuş olduğundan feth-i şın ile kıl demek olan şa’ardan ahz ile sıfat-ı müşebbehe olarak “eş’ar” tesmiye olunmuş ve evlad ü ahfadına “eş’ari” ve “eş’ariyyun” ve “eşa’ire” denilmiştir. Ebu Musa hazretleri kable’l-hicre kabilesi halkıyla ve kendi biraderleri Ebu Amir bin Kays ve Ebu Bürde bin Kays ve Ebu Rehm bin Kays ile Mekke-i Mükerreme’ye gelip şeref-i İslam ile müşerref olmuşlar ve yine vatanlarına avdet etmişlerdir. Muahharan Habeşe muhacirleri ile birlikte gelip Resulullah’a mülakī olmuşlardır. Bu cihetle Hazret-i Ebu Musa Hayber’den sonra olan meşahidde bulunabilmiştir. Hayber ganaiminden dahi hazret-i Fahr-i Rüsül onlara hisse i’ta buyurmuştur. Vak’a-i Evtas’da amcaları Ebu Amir el-Eş’ari’nin şehadeti üzerine harbi Hazret-i Ebu Musa kazanmıştır. Evahir-i Asr-ı Saadet’te Yemen’de Me’rib müdiri ala kavlin Zübeyd ve Aden sahiline varıncaya kadar olan cevanibine vali olmuştur. Hazret-i Ömer radıyallahu anh Muğīre bin Şu’be hazretlerinin azli üzerine Hazret-i Ebu Musa’yı Basra valisi etmişlerdir. Hazret-i Osman radıyallahu anh bir aralık Ebu Musa’yı Basra’dan azletmişler ise de ahalinin talebi üzerine muahharan yine nasb eylemişlerdir. Hazret-i Ebu Musa Basra askeri emiri olarak İran fütuhunda da bulunmuştur. Hazret-i Ali zamanında Ebu Musa hazretleri Basra valisi idiler. Ahiren ma’zul oldular. Sıffin’de hakem olup aldandılar. Onun üzerine Mekke-i Mükerreme’ye gidip kırk iki tarihinde irtihal-i dar-ı ahiret eylediler. Üç yüz altmış hadis-i şerif rivayet etmişlerdir. Sahiheyn ’de altmış sekizi mezkurdur. Dördünde bakīsinde Şeyheyn’nin ittifakları vardır. Kendileri Kuteybe’nin ta’rifine göre hafifü’l-cüsse kasiru’l-kame ve köse imişler. Kur’an- ı Kerim ’i bi-tarikı’l-arz Fahr-i kainat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat efendimiz hazretlerinden ahz etmişlerdir. Zat-ı sütude-simatları Kur’an- ı Kerim ’i hub-ı sada ve hüsn-i eda ile pek güzel tilavet ederler imiş. Bu cihetle mazhar-ı sena’-i Nebevi dahi olmuşlardır. Hutbelerde hulefaya du’a sahib-i tercüme Ebu Musa hazretlerinden me’surdur ki Basra valiliklerinde Cuma hutbesini okudukça Hazret-i Ömer el-Faruk’a du’a ederler idi. Beni Sedus kabilesinden olup ilim ve zühd ü takva sahibi anh hazretlerinden ahz eylediği gibi Hasan Basri hazretleri de bi-tarikı’l-arz zat-ı mübareklerinden ahz etmiştir. Hicret-i celile-i Nebeviyye aleyhi ekmelü’t-tahiyyenin senesinden sonra azim-i gülşen-seray-ı alem-i ukba olmuşlardır. han’dır. Basra ricalinden ve kibar-ı tabiinden olup hicret-i seniyyeden on bir sene mukaddem mehd-ara-yı alem-i vücud olmuşlardır. Nebi-i zişan efendimiz hazretlerinin zaman-ı saadetlerinde kabul-i İslam eylediği halde vech-i saadet-i Nebi-i müctebayı görmek şerefine nail olamamıştır. Kur’an- ı Kerim ’i bi-tarikı’l-arz Ali bin Ebi Talib ve İbni Abbas hazeratından ahz ettiği gibi Ebu Musa el-Eş’ari hazretlerinden dahi ahz ve telakkī etmiş ve Ebu Musa el-Eş’ari Kur’an -ı azimü’ş-şanı bize beşer ayet ta’lim buyururlardı demiştir. Ebubekir es-Sıddik radıyallahu anh hazretlerine mülakī olup onlardan ve Ömer bin el-Hattab radıyallahu anh hazretlerinden ve diğer ashab-ı kiramdan rivayet-i hadis etmiştir. Ebu’l-Eşheb el-Attari Kur’an -ı celili bi-tarikı’l-arz zat-ı sütude-simatlarından ahz edip Basra’da fenn-i celil-i kıraeti neşretmiştir. On gecede bir Kur’an- ı Kerim ’i hatmetmek adet-i seniyyelerinden imiş. tarih-i hicrisinde veya yaşında oldukları irtihal-i dar-ı naim buyurmuşlardır. Envar-ı İslamiyyet hıtta-i Hicaziyye’de parladı. Çünkü manda doğdu ki çöllerdeki bedevilerin değil Hicaz’ın merkezi sayılan Mekke’deki medenilerin bile cehalet gözlerini bürümüş; gaflet yollarını şaşırtmış; her biri taştan ağaçtan yapılan putlara tapacak derecede hamakate kız çocuklarını diri diri gömecek derekede vahşete duçar olmuştu. Zira Mekke ve havalisinin yegane peygamberi bulunan Hazret-i geçmiş ve bu müddet-i medide zarfında ahkam-ı şeriati – bazı bakayasından maada– unutulup gitmişti. Böyle bir fetret esnasında ve milad-ı Isa’nın yahud veyahud ’inci senesinde o Nebiyy-i celil yani İsmail bin Halil’in nesl-i keriminden Abdullah bin Abdilmuttalib’in Mekke’de bir oğlu vücuda geldi ki bu nevzad-ı mukaddes Resul-i ekrem ü akdes efendimiz idi. Va esefa ki cenab-ı Abdullah mahdum-ı keriminin tevellüdünü görememiş; çünkü veladet-i Muhammediyye’den takriben iki ay evvel Medine’de vefat etmişti. Yetim olarak doğan o tıfl-ı mükerrem ceddi Abdülmuttalib’in himayesine alındı. Ve Beni Sa’d kabilesinden Halime yaşına kadar Beni Sa’d yurdunda kaldıktan sonra getirilip valide-i muhteremesi Amine bint-i Vehb hazretlerine teslim olundu. Cenab-ı Amine evladını alarak Medine’ye gidip bir müddet ikamet ve esna-yı avdette dar-ı bekaya rihlet etti. Anasız babasız kalan peygamberimiz bütün bütün büyük babasının mahmisi oldu. Sekiz yaşında iken o mübarek derzadesini yanına aldı ve onu kendi çocuklarından ziyade sevdi. On iki yaşında iken ticaret için Şam’a giden amcasıyla birlikte sefere çıktı. Busra denilen beldede Buhayra namında bir rahible görüştü. Rahibin tavsiyesi üzerine oradan geri döndüler. On yedi yaşında iken diğer amcası Zübeyr bin Abdilmuttalib ile Yemen’e gidip geldi. Yirmi dört yaşında iken bir daha Basra’ya kadar gitti. Bu seferde Nastura isminde bir papaz ile mülakī oldu. Yirmi beş yaşında hep bu mukaddes kadından dünyaya geldi. Otuz beş yaşındayken Kureyş’in Kabe’yi ta’mir ettiği sırada Hacerü’lEsved’i yerine vaz’ için çıkan nizaı hacer-i mukaddesi ridayı şerifine alıp uçlarından dört kişiye tutturmak ve mübarek eliyle yerine koymak suretiyle fasleyledi. Kırk yaşında iken nübüvvet kırk üç yaşında iken risaletle müşerref ve herkesi tarik-ı hakka da’vete me’mur oldu. Evvela Seyyide Hadice saniyen Ali bin Ebi Talib salisen Zeyd bin Harise rabian Ebubekir bin Ebi Kuhafe nübüvvet-i Muhammediyye’yi tasdik etti. Yavaş yavaş mü’minler çoğalmaya müşrikler de perde perde dırlanmaya başladı. Gerek efendimize gerek ashab-ı kiramına müşrikin tarafından edilmedik eza kalmadı. Bi’set-i Muhammediyye’nin beşinci yılında ashabdan bazıları Resulullah’ın müsaadesiyle Habeş’e yani Afrika’ya hicret ettiler. Altıncı yılında amm-i Nebevi Hazret-i Hamza ehl-i İslamın otuz dokuzuncusu biraz sonra da cenab-ı Ömer kırkıncısı olarak imana geldi. Ve Yedinci sene-i bi’sette müşrikler tekmil müslümanlara ve efendimizin akrabası bulunan Haşimiler’e şiddetle bir boykotaj yaptılar. Ebu Leheb’den başka bütün Beni Haşim Şa’b-ı Ebi Talib denilen mahalde mahsur kaldı. Sekizinci senede Şakk-ı Kamer mu’cizesi vukū’ buldu. Onuncu seneye doğru Efendimiz’in diğer bir mu’cizesi üzerine mahsuriyet ref’ edildi. Lakin onuncu senede cenab-ı Ebu Talib üç gün sonra da Hazret-i Hadice ahirete müntekıl oldu. Efendimiz bu yıla “Senetü’l-hüzn” namını verdi. Bu sene Zeyd bin Harise ile Taif’e kadar bir sefer yaptı. Oradaki “Beni Sakīf”i imana da’vet etti. Imana gelmedikten başka Resul-i Ekrem’i taşa tuttular kadem-i Risalet-penahi kan içinde olduğu halde Mekke’ye avdet buyuruldu. Bi’set’in on birinci senesi hac mevsiminde Medine ahalisinden altı kişi ile görüştü. Bunlar Resulullah’ın nübüvvetini tasdik eylediler ve Sabıkīn-ı Ensar olmak şerefini kazandılar. Ertesi sene o altı zat ile diğer altı kişi gelip efendimizle akd-i bey’at ettiler. Şirkten zinadan sirkatten iftiradan kaçınmak ve çocuklarını öldürmek vahşetinde bulunmamak şerait-ı bey’atten Bu sene içinde Mi’rac-ı Muhammedi vaki’ oldu. Mu’cize-i kendisine “sıddik” lakabı verildi. On üçüncü sene-i bi’setin hac mevsiminde Medinelilerden yetmiş üç erkek ile iki kadın Resulullah’a bey’at ve zat-ı risaleti Medine şehrine da’vet etti. Bunun üzerine ashab-ı kiramın Medine’ye hicretine müsaade olundu. Efendimizle Ebubekir ve Ali hazretlerinden maada rical-i müslimeden Mekke’de kimse kalmadı. Müşrikler müslümanların Medine’ye gittiklerini görüp Resulullah’ın da azimet eyleceğini idrak ile hayat-ı bi-bahasına kasdetmek emelinde bulundular. Bir gece hane-i risaleti kuşattılar. Lakin Resulullah efendimiz vahy-i İlahi ile buna vakıf olduğu için Cenab-ı Ali’yi firaş-ı saadetine yatırdı. Kendisi evden çıkıp gitti. Hane-i Peygamberi’yi muhasara edenler uyuya kaldılar. Ertesi günü işi anlayınca Resulullah’ı hayyen ve meyyiten elde etmek hayaline düştüler. Taraf taraf casuslar müteharriler yolladılar. Efendimiz Yar-ı Gar’ı Ebubekir ile Cebel-i Sevr denilen dağdaki mağarada üç gün üç gece ihtifa buyurduktan sonra Ebubekir’in azadlısı Amir bin Füheyre ve kılavuz olarak tutulan Abdullah bin elUraykıt Kudeyd mevkiine gelince Ebu Ma’bed isminde bir bedevinin çadırına kondular. Sahib-i hayme orada yoktu. Haremi yiyecek bir şey olmadığından misafirlere i’tizar etti. Çadırda hasta ve zaif bir koyun yatıyordu ki doğurmuş değildi. Resul-i ekrem efendimiz o koyunun memesini sağıp süt çıkarmak ve çadırda bulunan tekmil kab ve kacağı doldurmak suretiyle mu’cize gösterdi. Oradan ayrılınca Süraka bin Malik el-Müdlici namındaki bahadır arkalarından yetişti ve hücuma teşebbüs ettiği sırada atının ayakları kuma saplandı nihayet eman dileyip geri döndü. Daha sonra Büreyde bin el-Hasib isminde bir zat –maiyetinde bir çok atlı olduğu halde– karşı çıktı: Resulullah ile rüfekasını tutup bağlamak [niyetinde] idi. Fakat vech-i saadeti görüp zat-ı Risalet’le görüşünce imana geldi. Başındaki beyaz sarığı çözüp mızrağının ucuna rabtetti ve “Kuba” karyesine kadar Resulullah’ın önünde alemdarlık vazifesini beyaz sarığıdır. Bi’set-i Nebeviyye’nin on dördüncü yılındaki Rebiülevvel’in ham sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem efendimiz Kuba köyüne şeref-nüzul buyurdu. Orada ilk mescid-i şerifi – ki Kur’an ’da mediha-i İlahiyye’sine mazhardır– inşa eyledi. Üç gün sonra Hazret-i Ali Mekke’den gelip şeref-i lika-yı Muhammedi’ye nail oldu. Ala rivayetin üç hafta kadar köyde ikamet olun[duk]dan sonra bir Cuma günü Medine’ye müteveccihen azimet edildi. Esna-yı rahda Ranuna mevkiine gelince deveden inip hutbe okudu. Ahali-i Medine fevkalade parlak bir surette istikbal-i Nebevi’ye çıktı. Hepsi Resulullah’ın kendi evine misafir olmasını limiz olacaktır” buyurdu. Deve; evvela hali bir arsaya muahharan Ebu Eyyub Halid el-Ensari’nin hanesi önüne çöktü. Daha sonra da evvelki çöktüğü arsaya gidip oturdu. Hazret-i Ebu Eyyub devenin üstündeki eşyayı alıp hanesine götürdü. Efendimiz de o mihmanperver zatın altı yedi ay kadar misafiri oldu. Bilahare o hali arsa iştira ve üzerine Mescid-i Nebevi ile hucurat-ı seniyye inşa edildi. Mescidin kıblesi Kudüs cihetine tevcih olundu. Mekke’de kalan ehl-i beyt-i Peygamberi hanesinden menzil-i cedidine nakil buyurdu. Hazret-i Ebubekir’in kerimesi olup Mekke’de iken efendimize nikah edilmiş bulunan Ayşe es-Sıddika hazretlerinin de zifafı icra kılındı. Namaz vakitlerini i’lam için ezan okumak meşru’ oldu ve ilk defa Bilal-i Habeşi mescid-i şerifin damına çıkıp ezan-ı Muhammedi’yi mele’-i a’laya i’la eyledi. Bayram günü sürüp yüzümü hak-i kabrine Eşk-i teri çemenlerine şebnem eyledim! Herkes evinde bense mezarında girye-bar! “El id-i ekber eyledi ben matem eyledim” * * * Bizde her mes’ele bil-fi’l olup geçtikten sonra birkaç gün söylenir ve bir çok işler görülecek gibi de olur sonra arası çok sürmez tamamen mensi olur gider. Bu hal bu tabiat bizde bulundukça her ne söylersek boştur. Fakat bu yangın mes’elesi ortalıkta biz mevcud iken pek çabuk unutulamaz. Ve bu babda söylenecek sözler söz te’siri olarak bir netice vermezse de tekerrür neticesi olarak tekrar birkaç söz söyleyecek olursak fazla olmaz zannederim. Diyanet-i İslamiyyede şeriat-i garra-i mutahhara bizim umur-ı dünyeviyye ve uhreviyyemizi mütekeffil olduğundan her halde bir cihetimiz din-i celilimize merbut olacağı şüpheden varestedir. Bugün yangın için alem-i medeniyette ittihaz olunmuş tedabirden biri ve en mühimmi sigorta mes’elesidir. Bu mes’eleyi ağıza aldığım gibi ulemamız miyanında bir çok güft ü guya sebebiyet verileceği hatıra gelir. Fakat ortalıkta bir de menafi’-i amme olduğu için her nevi’ taarruzata hedef olacağımı göze aldırarak bu hususda fikrimi beyan etmek Bu gibi mes’elede birkaç söz söylemek isteyenleri umum ulemamız evvel be-evvel ictihad ile itham ederler. İşte bu en büyük hatamızdır. Keşki bizde ictihad derecesi bulunsa idi bütün müşkilatımız hallolunurdu. Maatteessüf ictihad ile bizim ulemamız arasında “kulel-i cibal” var. Maamafih yine mesail-i mühimme karşısında bulundukça ulemamız şeri’at tarafından bir söz söylemeye mecburdur. Bizim kütüb-i fıkhiyyemizde “sigorta” hakkında mütekaddimin ve müctehidin ulema tarafından söylenmiş hiçbir söz yoktur ve olamaz da. Müteahhirin ulemamız ise bu gibi mesailde hep ihtiyat cihetini istihsan etmişler. İhtiyat dersem asıl hall-i mes’elede ihtiyat değil belki karşılarında zuhuru muhtemel olan muarızlardan ihtiyatı kendilerine adeta bir meslek ittihaz edinmişler. Bu sebebdendir ki asr-ı hazırda yevmen fe-yevmen teceddüd etmekte olan ihtiyacat-ı cariyeden pek çok mes’eleler layıkıyla hallolunamayıp Bab-ı Fetva’da sürüncemelerde kalmaktadır. Biri tahrim eder öbürü tahlil eder derken mesail-i muhtelefün-fihadan olup gider. pısına birkaç defalar girmiş çıkmıştır. Ben şimdi sigortanın cevaz veya adem-i cevaz cihetine zahib olmayacağım belki o ciheti şimdilik iğmaz ederek yalnız sigortanın lüzum ve adem-i lüzumu cihetini nazar-ı dikkate arzedeceğim. Zannederim ki sigortanın lüzumunu ve menfaatini inkar eder bir adama tesadüf olunamaz. Esasen inkar ederse bile hanesi yandıktan sonra mutlaka o fikrinden rücu’ ederek hiç şübhesiz sigortanın lüzumuna kani’ olur. Şu halde ne için bizim hanelerimiz ev eşyamız hatta eşhasımız sigortaya vaz’ olunmuyor? Şer’an haram olduğu için mi? Eğer biz şu suretle mes’eleyi layıkıyla tahkīk edecek olursak hiç şübhesiz tebeyyün belki tahakkuk edecektir ki asıl hanelerimizin sigorta olunmaması sigortaya adem-i i’tinamızdan hılliyyet haramiyyet mes’elesini mülahaza ve nazar-ı i’tibara aldığımızdan değildir. Belki ekseriyet bizde sigorta usulü milletin menfaatini tamamıyla te’min edememesinden sigortaya rağbet olunamıyor. Sigorta şirketleri hep kendi menfaat-i ticariyyeleri için çalışıyorlar umum şirketler yalnız o noktaya nazar ederler ve o noktadan nizamnamelerini yapmışlar bu da her ne kadar ağniya ve tüccaran menfaatine tevafuk ederse de fukara ve efrad-ı nas için her zaman nakid para ister bazı adamlar senelerce hanesini sigortaya vaz’ ediyor da sonra taksit eyyamı geldiği saatte para bulamıyor ale’l-ekser yangın dahi o günlere tesadüf ediyor. Hatta ehibbamızdan biri on seneden beri hanesini sigorta ettiği halde bu kere birkaç gün mukaddem taksit zamanı geçmiş icab eden üç lirayı bulamadığından hanesi bila-sigorta muhterik olmuş şimdi sigortadan dahi istifade edemiyor. Tabiidir ki bu gibi mes’elelerde sigorta şirketleri dahi muaheze olunamazlar şu halde ne yapmalı? Bizim eslafımız bu gibi mes’eleleri nazar-ı i’tibara alırlarmış. Bilhassa hulefa-i izam efendilerimiz milletin ahval-i umumiyyesine daha ziyade dikkat ederlermiş seyyidüna Ömer radıyallahu anh “akıle” mes’elesinde hususi bir divan tensik ederek diyet mes’elesinde hakk-ı akıleyi aşiretten ehl-i divana ilzam etmişti. Yani Asr-ı Saadet’te katilin akılesi aşiret ve kabilesi iken sonra seyyidüna Ömer bir divan tensik etti. Herkes o divana bir mikdar para vererek kaydolundular. Bunun üzerine bunlara ehl-i divan tesmiye olundu ne zaman bunlardan birine diyet ile hükm olunsa o diyet ehl-i divan tarafından te’diye olunurdu. Muvalat mes’elesi dahi bu suretle şari’ tarafından hükmolunmuştur. Bizde bu esaslar mevcud iken eğer kendimiz biraz sa’y ü gayret eder de belediyelerimizde bir de “tekafül usulü” icad olunursa hane vergilerine emlak ve akar vergilerine bir de tekafül vergisi teklif olunursa ne için caiz olmasın? Bunun da nizamnamesi biraz müsaid surette vaz’ olunup da bir taksit yarım taksit tedahülde kalması da tecviz olunursa ve kıymet cihetinden dahi yüzde nihayet üç alınırsa şu suretle gayet ucuz mecburi bir sigorta usulü ihtira’ olunursa tekafül-i umumi suretinde kabul olunarak cihet-i şer’isi dahi tevafuk ederdi. Böyle bir usul ittihaz olunursa eytam emlakini muhafaza retle tekafül usulü icad olunursa memleket dahilinde tekafül sermayesi ayrıca külliyetli bir servet teşkil ederek lede’l-icab fevkinde daha sigorta şirketlerinden de te’min ettirebilirdi. Şu suretle şeri’at-i garra-i mutahharaya muvafık menfaat-i umumiyye te’min ve gayet mükemmel ve şer’i bir sigorta usulü de te’min olunmuş bulunurdu. Bizde bu gibi mesail-i mühimmeye gelince ulemamız rahimehumullah evhama mağlub olmuşlar. Yalnız bir noktaya atf-ı nazar ederek sükutu tercih etmişlerdir. Arab tarz-ı mi’marisinde nazar-ı dikkat ve hayret; menazır-ı hariciyyeden ziyade nefs-i esere müncezib olur. İslamlarda eşkal ve heyakil-i insaniyye dinen memnu’ ise de; bu noksan; kuvve-i muhayyilenin ihtira’ edebileceği tezyinat ve bedayi’-i mütenevvia ile maa ziyadetin telafi edilmekte nihalleri basıra-pira şükufeleri ikame edilir ve mebani nazar-firib nebatatla donatılırdı. Bu sebebe mebnidir ki İslamlar arasında meşhur artistler sanatkarlar zuhur edememiş ve fakat pek çok mahir kumandanlar büyük feylesoflar müdekkık mütefenninler dirayetli Endülüs bahçeleri ve hatta hanelerin içerileri guna-gun çiçekler nadir ve süslü fidanlarla latif ve nazar-pira bir devha-i dil-firib haline getirilirdi. Nezafete aile eğlencelerine aid türlü levazımat ihzar edilir ve hiçbir şeyde asire tesamuh gösterilmezdi. Ekabir konaklarında mermer havuzlar; ma’deni borularla nakledilen ve mevasime göre tahavvül eden sıcak veya soğuk sularla muttasıl dolup boşanırlardı. Sıra sıra Alkarazası[?] destilerini havi olan hususi odalar; arzu edildiği zaman ve istenildiği vechile cereyan-ı havaya ma’ruz bırakılabilecek surette; vantilatörlerle mücehhez idiler. Bahçe içerilerinde kadınların eğlenmesine mahsus galeriler çocuklar için labirentler mermer örtülü avlular muallimlere mahsus vasi’ kütübhaneler inşa edilirdi. Hakem’in kütübhanesi o kadar zengin idi ki yalnız katalogu kırk büyük cildi tecavüz ediyordu. İstinsah teclid ve tezhib-i kütüb için vasi’ ve müdebdeb hususi salonlar tahsis edilmişti. zılı müzeyyen ve müzehheb cildli kitaplarıyla iftihar ederlerdi. Halife Abdurrahman tarafından nedimesi Zehra’nın ikametine tahsis edilmiş olan “ez-Zehra” Sarayı tasvir edilen bütün bu bedayiin bir enmuzec-i hayret-nüması idi. Bu bina-yı muazzam dahilinde; Yunan İtalya İspanya ve Afrika mermerlerinden bin iki yüz kadar mermer sütun ta’dad olunabilirdi. Kabul salonu altın ve incilerle tezyin edilmişti. Sarayın uzun koridorlarında dolaşan siyah harem ağaları beyaz mermer sütunlarla garib bir tezad teşkil ederlerdi. Yalnız ez-Zehra Sarayı dahilinde bin üç yüz nüfus mevcud idi. Halifenin maiyet alayı ale’l-ekser on iki bin efraddan mürekkeb olur ve şa’şaa-nisar takımları müzehheb kılıçları süslü elbiseleri ile seyircilerin gözlerini kamaştırırlardı. Tarh-ı hadaik hususunda hiçbir millet Endülüs İslamları derecesine vasıl olamamışlardır. Şeftali ve saire gibi bugün bile en kıymetdar fevakih miyanında ta’dad olunan esmar pa’ya [da]hi bunlar vasıtasıyla intişar eylemiştir. İslamlar tevzi’-i miyah fennini hayret-bahş bir surette tatbika muvaffak olmuşlardır. Nazar-firib çeşmeler dil-rüba fıskiyeler müzeyyen havuzlar Endülüs’ün esbab-ı zinetinden ma’dud idiler. Bu havuzlarda elde edilebilen esmakin her nev’inden en güzelleri beslenirlerdi. Hirfet-i semek usulü pek ziyade terakkī ve teammüm eylemişti. Balıkların tegaddisi için Kurtuba Sarayı’ndaki laka yevmiye yüzlerce kıyye ekmek atılmakta Hayvanat bahçelerinde yeryüzünde mevcud en vahşi hayvanlardan; en nadir kuşlara kadar her nevi’den bulunuyordu. lüs’ün meşhur kumaşlarını i’mal etmek üzere; dünyanın her tarafından celbedilmiş olan mahir sanatkarlar gece gündüz çalışırlardı. Müteaddid ameliyathanelerde mücevherat ve ahcar-ı kıymetdar tıraş edilmekte idi. Her tarafda; servilerin loş ve latif sayeleri altında gizlenen şelaleler i’vicaclarını şükufedar koruluklar arasında gaib eden hıyabanlar kayalar içinde oyulmuş sun’i mağaralar görülürdü. San’at-ı hadaik hiçbir yerde Endülüs’de olduğu kadar memiştir. Bedayi’-şinasan-ı İslam nebatatı eşkal ve levnlerine nazaran yekdiğerleriyle karıştırarak hiss-i basarı zevk-yab ettikleri gibi çiçekleri de rayihalarına göre tertib ederek aynı zamanda hiss-i şemmi de nasibedar-ı ezvak etmek çarelerini ararlardı. Huzuzat-ı hayatiyyeye aid i’tiyadat-ı müstahsenenin bir çoğunu Avrupalılara öğreten Endülüs Arablarıdır. Nezafet ve teharete riayet İslamlarca bir vazife-i diniyye olduğundan bunların o vakitki Avrupa libaslarını iktisa etmeleri mümkün değildi. Filhakīka o zamanlar Avrupalıların melbusat diye giydikleri şeyler paçavra yığınlarından müstekreh tufeyliyat yuvalarından başka bir şey değildi. Ümera veya saray erkanı şöyle dursun sunuf-ı adiyeden bile hiçbir müslüman bulunamazdı ki elbisesi çıkarıldığı vakit meşhur Thomas Becket’in arz ettiği müstekreh manzarayı göstermiş olsun. Avrupalılar keten veya pamuktan iç gömlekleri giymek usulünü İslamlardan öğrenmişlerdir. Bu sayede Thomas’ın arz ettiği hal-i sefalet ve müstekrehden kurtulmuş oldular. Arabca’dan alınan bir kelime bu babdaki hiss-i imtinanın bir nişanesi olarak Avrupa lisanlarında şimdiye kadar muhafaza edilmiştir. Filhakīka Fransızca Chemise kelimesi gömlek ma’nasına olup Arabca kamis lafzından muharrefdir. Yüksek tabakata mensub aileler arasında tezyinata da ziyadesiyle rağbet gösterirlerdi. Kadınların elbiseleri ekseriya işlemeli ve kıymetdar mücevherat veya zerrin sırmalarla müzeyyen hariri kumaşlardan i’mal edilirdi. Endülüs harem daireleri mevsim-i rebi’in bil-cümle bedayi’ ve mehasin-i dil-firibini arz edebilecek menazır-ı latifeyi mümessil birer şükufezar şeklinde idiler. Endülüs hükümdarları; bütün bu debdebe ve darat içinde Bağdad halifeleriyle müsabakat edercesine bir gayretle; yalnız hami-i ulum olmakla iktifa etmeyerek bizzat şuabat-ı fennin kaffesinde ihtisas peyda etmeye çalışırlardı. Alem-i İslam riyasetinde bulunan hulefanın bu halleri ile o vakitler cihan-ı Hristiyaniyetin hakime-i yeganesi olan papalar arasındaki tezad ve uçurumu tasvire bilmem lüzum var mıdır? Endülüs halifelerinden birisi elli cildden mürekkeb bir eser te’lif etmiş bir diğeri mükemmel bir cebir kitabı yazmıştı!.... Endülüs İslamları sanayi’-i nefiseden fenn-i musikīye fevkalade rağbet göstermişlerdir. Musikī-şinas-ı şehir Zarihal[?] şarktan Endülüs’e geldiği zaman Halife Abdurrahman esb-süvar olarak istikbaline çıkmıştı. Kurtuba’da te’sis edilen musikī mektebi her vakit hükumetin himaye ve muavenetine mazhar oluyordu. Bilahare bu mektepten pek çok büyük üstadlar yetişmiştir. kamilen Arabca’ya tercüme ettikleri halde; Yunan edebiyatına o kadar rağbet göstermemişlerdir. Hakayık-ı kat’iyye-i İslamiyye ile me’luf olan vakūr Arablara Yunan mitolojisi esatiri barid ve hafif-meşrebane geliyordu. Müslümanlar Zat-ı Akdes ile olimpik levsalud jüpiteri arasında bir mukarenet tasavvuru fikrini pek büyük bir cinayet na-kabil-i afv bir hıyanet ve cinnet addediyorlardı. Esasen edebiyat-ı Arabiyye Yunan hayalatına arz-i iftikar etmeyecek kadar zengindi. Edebiyat-ı İslamiyyenin Avrupa alem-i edebisine olan te’siri pek mühimdir. Şairler feylesoflar muharibler Pirene silsilesini geçerek Kurtuba ve Gırnata’nın tantana-i ezvakıyla zarafet-i cündiyanesini du. Bu sayede Fransa Cermanya ve İngiltere asilzadelerinde şedid bir arzu-yı cündiyane uyanmıştı. Zadegan sabareftar atları şa’şa’adar rahşları ile müftehir ve mağrur idiler. Sayd ü şikar ile dem-güzar olmak şahin ve doğan gibi şikar kuşları terbiye etmek en tatlı eğlencelerinden ma’dud rab atlarına müşabih feres yetiştirmeye gayret ediyorlardı. Cirid ve mızrak oyunları zamanın en revaclı modalarından tuba’nın nezahet-pira sosyeteleri nezaket-i medeniyyeleriyle bi-hakkın iftihar ederlerdi. Onuncu asr-ı miladiden i’tibaren ilm ü irfana teşne hayat-ı medeniyyeye perestişkar olan Avrupa gençleri her tarafdan Endülüs’e bu cihan-ı irfana koşuyorlardı. Bu gibi seyahatler ekseriya Jerber Gerdertin kazandığı gibi parlak muvaffakiyetlerle tetevvüc ederdi. Filhakīka bilahare Papalık makamına kadar i’tila eden Jerber Endülüs daru’l-fünunlarına koşan oralarda iktisab-ı ilm ü irfan eden gençlerden biridir. Hulefa-yı İslamiyye edebiyatı teşvik ve himaye hususunda dir. Başlıca şehirlerde kütübhaneler te’sis edilmişti. Endülüs’de bulunan umumi kütübhanelerin adedi yetmişi mütecaviz tahsil ederlerdi. Tedrisat-ı ihtiyariyye için müteaddid akademiler teşkil edilmişti. Bu yolda teşekkül eden akademiler ale’l-ekser yirmi beş veya otuz şu’beden mürekkeb olurdu. Her şu’bede dört kadar etüdyan talib bulunurdu. Her akademi müstakıl bir rektör recteur=müdir tarafından Kurtuba ve Gırnata gibi büyük şehirlerde müteaddid darülfünunlar mevcud idi. İlim ve iktidarlarıyla iştihar etmiş olan Yahudilerin bu gibi üniversitelerde tedrisatta bulunmalarına bir mani’ görülmezdi. Çünkü İslamlar bir şahsın mu’tekadat-ı diniyyesinin; iktidar-ı ilmisinden istifadeye mani’ olamayacağını bir kaide-i hükmiyye bir prensip olarak kabul etmişlerdi. Aynı hal şarkta Abbasilerin merkez-i saltanatı olan Bağdad’da dahi cari idi. Halife Harun er-Reşid Bağdad Mekatibi Müfettişliği’ni Nasturilerden Mazue Masue namında bir zata tevdi’ etmekte hiçbir be’s görmemişti. taneleri Avrupa’da hüküm-ferma olan taassub-ı Hıristiyaniyye Avrupalılar Arabların isrini ta’kīb edecek kadar hiss-i temeddün göstermişlerdir. Filhakīka darülfünunlarda bir tarafdan edebiyat muallimleri klasik asar-ı Arabiyyeyi Latince’ye tercüme ederler; diğer tarafdan mütefennin ulema ziyye ilm-i hey’et gibi İslamlardan öğrendikleri fenleri tedrise çalışırlardı. Müessesat-ı ilmiyyemizde Arab darülfünunlarının kavaidinden el-an bir çoklarını muhafaza ediyoruz. Tedrisat-ı umumiyyeye mahsus olan mektepler civarında tıb fakülteleri gibi sırf bir şu’be-i fenne aid kurları ta’kībe mahsus darü’l-irfanlar da inşa edilirdi. Arablar elsine-i mevcude-i beşeriyye arasında en mükemmel ve en münakkah olan lisanlarıyla bi-hakkın iftihar ederlerdi. Zaten Hazret-i Muhammed aleyhisselam da Kur’an- ı Kerim ’le tahaddi eylemişti. Şu halde Arab mekteplerinde tedrisat-ı lisaniyyeye verilen ehemmiyeti bu mekteplerde sarf ve nahiv ve ilm-i belagatta gayet mütebahhir alimler yetişmiş olduğunu nazar-ı hayretle görmemeliyiz. Ulema-i mezkure bugün bizim elimizde bulunan diksiyonerlere müşabih ve gayet mükemmel lügat kitapları te’lifine muvaffak olmuşlardır. Mesela bu yolda yazılmış diksiyonerlerden birisi altmış cildi mütecaviz idi. Her kelimeye aid ta’rifata beray-ı bir beyit terfikı usul ittihaz edilmişti. Yunani İbrani ve Latin lisanlarından Arabca’ya müteaddid kamuslar tertib edilmiş olduğu gibi Gırnatalı Muhammed bin Abdurrahman’ın tarih-i fünuna aid büyük ansiklopedisi misilli asar-ı muazzama da meydan-ı istifadeye vaz’ edilmişti. Endülüs medeniyetinin en mes’ud ve en parlak zamanlarında bile; Arablar ensal-i maziyelerine aid hatıratı muhafaza etmişlerdir. Bin bir gece hikayeleri bu gibi hatıraların hayal-amiz mahsulleridir. Tedrisat-ı ‘aliyeyi ikmal eden İslam gençleri şarkın büyük halifelerine imtisalen kürsi-i hitabeti tebcil ve kusva-yı fesahata i’tila etmeye hasr-ı nefs ederlerdi. Asar-ı edebiyyeleri şi’r-i hazırın bütün eşkalini cami’di. Kafiyeyi ilk icad ve Lisan-ı Arab’ın zenginliği ahengdar ve pür-tantana elfazı; uzun uzun ve beliğ muhalledat-ı edebiyye te’lifine pek müsaiddir. kesb-i iştihar etmiş kadınlardan müteaddid fazılalar edibeler vardır. Bunlar miyanında Vellada[?] Aişe Lebeni ve Elfesaniye[?] gibilerini hürmetle der-hatır edebiliriz. Fazılat-ı İslamiyye arasında hanedan-ı hükümdariye mensub sultanlara bile tesadüf olunuyor. Bütün bu tafsilat bizim için Avrupalılar için pek ziyade haiz-i ehemmiyettir. Çünkü Avrupa edebiyatının esası Endülüs üdeba-yı İslamiyyesinin gayretleriyle vaz’ edilmiştir. Bu sayede Avrupa edebiyatında aba’-i kenisaiyyenin bıktırıcı mev’izaları yerine gazeller ruh-nüvaz manzumeler kaim olabildi. Endülüs saraylarında şuunatı kayd ü tescil hulefanın muzafferiyet ve muvaffakiyetlerini tebcil ile muvazzaf ayrıca vak’anüvisler vardı. Arablar tarihle beraber istatistik usulünü dahi tatbik eylemişlerdir. gilerin mikdar-ı hakīkīsini ta’yin edebilmek için bu gibi hesabata lüzum görülüyordu. hassa-i mümtazesi olan pratiklik seciyesinin bir lazımı gibi telakkī etmelidir. Ulema-yı İslamiyyenin ekserisi aynı zamanda cihanneverd birer seyyah idiler. Gezdikleri mahallerde ta’lim ü teallüm ile imrar-ı vakt ederlerdi. Memalik-i İslamiyyeden her hangi cihete teveccüh ederlerse erbab-ı ilm için daima küşade olan bab-ı ikbali meftuh görürlerdi. Endülüs’de Afrika ve Asya’da ayn-ı istikbale mazhar olurlardı. Ulema bu gibi seyahatler münasebetiyle her tarafda rical-i hükumet ümera-yı askeriyye ve hatta bizzat hükümdarlarla temas ederek nazariyat-ı ilmiyyelerini tatbika müsaid zemin bulurlardı. lerini kendilerinde uyanan pratik fikirlerine medyundurlar. Mütefekkirin-i İslamiyyenin mesai-i edebiyyelerinde görülen vüs’at-i nazar dikkat ve hayretimizi calib olacak derecede şümullüdür. Tarih ve asar-ı atikaya dair yazdıkları eserler muhalledat-ı mu’tebere sırasına idhal edilmişlerdir. Bilhassa fenn-i hitabeye ziraat ve bunun bir şu’besi demek olan fenn-i iska’-ı araziye dair neşredilmiş olan müellefat cidden haiz-i ehemmiyettir. İslamlar riyaziyat tabiiyyat hey’et ve ulum-ı tatbikıyyeye aid hiçbir sahayı gayr-ı mekşuf bırakmamışlardır. Ulema-i İslamiyyenin isimlerini yegan yegan ta’dad etmek pek uzun olacaktır. Ulema-i İslamiyyenin tıb ve fenn-i cerrahideki muvaffakiyetleri zerrin kalemlerle hakkedilecek kadar alidir. El-an Avrupa eczacılarının isti’mal ettikleri ojulept elexir sirop kelimelerinin Arabca; şurub el-iksir ve cülab lafızlarından muharref oldukları pek aşikardır. Bugüne kadar Avrupa lisanlarında muhafaza edilmiş olan kelimat-ı Arabiyyeyi cem’a muvaffak olacak zat nafi’ bir eser tertib etmiş olur. Çünkü şuabat-ı ilmin her kısmında maarif-i İslamiyyenin derin izlerini görüyoruz. Diksiyonerlerimize müracaatla anlıyoruz ki amiral “emiru’l-ma’” alcool “el-kü’ul” algebre “el-cebr” chemise “kamis” coton “kutn” gibi yüzlerce kelimeler Arabca’dan alınmıştır. Etıbba-yı İslamiyye vücud-ı beşere arız olabilen emrazın tarz-ı tedavilerini a’za-yı bedenin vezaif-i muhtelifelerini tatbika muvaffak olmuşlardır. İslamlar fenn-i cerrahiyi dahi fenn-i tıbdan daha az terakkī ettirmemişlerdir. Ebu’l-Kasım Albucasis fenn-i viladeye aid en mühim operasyonlar ameliyatdan çekinmemiş mişrata ve kızgın demir isti’malinde tereddüd göstermemişti. Bu zat zamanında lumat-ı mühimme vermiştir. Ebu’l-Kasım’ın asarından anlaşıldığı üzere o vakitler bazı operasyonları icra edebilecek derecelerde tahsil görmüş tecrübe-dide ve maharetli İslam kadınları mevcud imiş!... Endülüs İberik şibh-i ceziresinin bu rengin parçası kusva-yı medeniyyette i’tila-nümun ve medaris-i ilmiyye ve daru’l-irfanlarıyla şa’şa’a-paş-ı ma’ali iken; Avrupa’nın aksam-ı sairesi cehalet ve taassub içine boğulmuştu. Sıtma ve humma ile mahv u perişan olmuş nagehzuhur bir afete uğramış olan H ı ristiyan köylüler yakīn bir kiliseye kadar sürünerek şifa-yab olmak için bir mu’cizeye neşterine cerrahların tımar ve mişratasına müracaat ediyorlardı. fersah fersah geçmişlerdir. Asya halifeleri Öklid Apollonyus Arşmid gibi hendese-şinasanın asarını Arabca’ya tercüme ettirmek için pek çok fedakarlıkta bulunmuşlardı. El-Me’mun İmparator Teofil’e yazdığı bir mektupta vezaif-i resmiyyesi müsaid olduğu takdirde İstanbul’u ziyaret edeceğini ve bu ziyaretten fevkalade memnun olacağını iş’ar eylemişti. İslamlar hesab-ı Hindi’yi pek güzel öğrenmişlerdi. Arab sistemi dediğimiz ta’dad ve terkīm usul-i muntazaması bunun mahsulüdür: Dokuz rakam ve bir sıfırla bilcümle a’dadı terkīmden ibaret olan bu hayret-bahş usul Avrupalıların rakam ma’nasında kullandıkları “Chiffre” kelimesi Arabların “sıfır” lafzından alınmıştır. Muhammed bin Musa müslümanlar arasında cebirin ilk müessisidir. Veterler yerine ceybler isti’malini en evvel düşünen Muhammed bin Musa’dır. Bu zat ilm-i hesaba dair de bir çok eserler yazmıştır. ru ber-hayat idi. Onuncu asırda Afrika Endülüs riyaziyyunu sistemini kabul ve ta’mim eylemişlerdir. tarihinde İbni Yunus ilm-i hey’ete dair yazdığı asarda bu sistemi isti’mal eylemişti. Arab sistemi Endülüs’den tarafda büyük bir hahişle kabul edilerek tedricen bütün Avrupa’ya mazhar olmuştur. Arabca olan isminin bil-cümle lisanlarda aynen kabul edilmiş olması bunun bir delilidir. İkinci derece muadelatının suret-i hallini keşf ü beyan eden İbni Musa’dır. Bu sayededir ki hey’et ve hikmet-i tabiiyyede bir çok mesailin halline destres olunabildi. El-Me’mun bir i’tina-yı fevkalade ile daire-i husufün meylini ta’yin ettirmişti. Me’mun’la bilahare diğer hey’et-şinasan-ı vech-i atidir. tarihinde Me’mun daire-i husufün meylini buldurmuştur. Halbuki tarihinde El-Battani daire-i husufün meylini Ve tarihinde Ebu’l-Vefa daire-i husufün meylini Ve tarihinde Ebu Reyhan daire-i husufün meylini Ve tarihinde İrzafil daire-i husufün meylini olduğunu hesab eylemişlerdir. El-Me’mun Bahr-i Ahmer sahilinde bir derecelik kavsin mesahasından arzın cesametini bil-hesab istihrac etmeye muvaffak olmuştur. cessemeler mevcud olduğu ve arzın küreviyeti bir kat’iyet-i riyaziyye hükmünü aldığı zamanlarda İstanbul ve Roma’da şark ve garb H ı ristiyan aleminin bu iki kürsi-i ruhaniyyetinde; arzın müstevi bulunduğu iddia ediliyor ve o yolda tedrisatta bulunuluyordu. Kahire Kütübhanesi’nde Batlamyus’a aid tuncdan ma’mul bir küre-i mücesseme kemal-i i’tina ile hıfzediliyordu. El-İdrisi Sicilya Kralı İkinci Rojer için gümüşten bunun bir aynını i’mal ettiği gibi Jerber de Rayms’daki[?] mektebe Kurtuba’dan bir küre-i mücesseme götürmüştü. Maamafih St. Augustine ve Laktanes’in münasebetsiz mesleklerini devirmek için bir çok asırlar geçmesine bir çok şüheda-yı fenne ihtiyac vardı. El-Battani ve Sabit [bin] Kurre senenin kaç günden ibaret bulunduğunu hesab etmeye muvaffak olmuşlardı. El-Hane’nin inkisar-ı nesimi hakkındaki keşf-i muazzamı rasadat-ı hey’iyyenin ıslahı için hesabata büyük bir vüsuk ve kat’iyet bahşeylemiştir. Hey’et-şinasan-ı İslamiyyeden bazıları birtakım ziçler tertib ve bazıları da usturlablar olduğunda şübhe yoktur. Asma saatlere rakkası ilk tatbik eden yine müslümanlardır. Kütüb-i fenniyye ve tarih-i sanayi’de rakkasın asma saatlere tatbikı en evvel Mösyö Höyken[?] tarafından tasavvur edilmiş olduğu iddia edilmekte ise de Draper’in[?] i’tirafıyla da sabit olduğu vechile bu keşf-i mühimmin şerefi ulema-i ni’nin asarı Latince’ye tercüme edildikten sonradır. Avrupa’da Jiralda yahud Sevil Kulesi senesinde riyazi-i şehir Cabir tarafından rasadhane olmak üzere te’sis edilmişti. Bu rasadhanenin tarihçesi ibret-amizdir: İslamların Endülüs’den yapacaklarını bir türlü ta’yin edememişler ve nihayet çan kulesi haline ifrağ etmeye karar vermişlerdi!.. Terakkıyat-ı ilmiyye hususunda Avrupa medeniyetinin mesi şayan-ı telehhüfdür. Artık bu minnetdarlığı tanımak ve Gurur-ı milli ve nefret-i dini üzerine mübteni olan bir haksızlık ebediyyen devam edemez. Avrupa derin bir cehl-i vahşet içinde puyan iken Ebu’lHasen’in borularla dürbün Merağa’da tecrübeler yapıldığını; başka bir yerde; Abdurrahman-ı Sufi’nin kevakibin şiddet-i ziyalarını mukayeseye çalıştığını öğrenen asr-ı hazır hey’etşinasları acaba ne hüküm ve mütalaada bulunacaklardır? züyucu ile Nasirüddin-i Tusi tarafından senesinde meşhur Merağa Rasadhanesi’nde tanzim edilen “Zic-i İlhani” pandülün harekat-ı raksiyyesiyle zamanın ölçülmesi usulü züyuc-ı heyeiyyenin rasadat-ı mükerrere ile tashihi metodları lan terakkıyat-ı fikriyyelerine delalet etmezler mi? lardır. Alem-i Hristiyaniyyet; çok geçmeden; bu hakīkati i’tiraf edecektir. Bu izler gayr-ı kabil-i mahv u izale birtakım hutut ile ta kubbe-i semaya hakkedilmişlerdir. Bir harita-i semaviyye üzerinde buruc ve kevakibin mevakı’ ve isimleri tedkīk edilirse bu hususda kanaat-ı kat’iyye hasıl edilebilir. Çünkü ekser-i buruc ve nücumun isimleri Avrupa lisanlarında dahi el-an Arabca isti’mal edilmektedir. Terakkıyat-ı sınaiyye hususunda İspanya Arablarına olan minnetdarlığımız ihtimal ki daha ziyadedir. Çünkü ecdadımız hayat-ı ruz-merreye tealluk eden terakkıyattan daha ziyade istifade etmeye müheyya idiler. Endülüs İslamları fenn-i ziraatte şayan-ı hayret bir derecede ihtisas peyda etmişlerdi. Tatbikat-ı ziraiyye kavanin-i muayyeneye rabtedilmiş ve nebatat yetiştirmek hususunda i’caz-nüma maharet gösterilmiştir. Avrupaca mechul bir çok nebatat Endülüs bahçelerinde mebzulen yetiştiriliyordu. Koyun ve bilhassa at gibi hayvanat-ı ehliyyenin ıstıfa ve terbiyeleri hususunda gösterdikleri parlak muvaffakıyetler derin vukūflar bugün bile bizi duçar-ı hayret edecek kadar rengin ve şayeste-i takdirdir. Pirinç şeker ve pamuk gibi mahsulat-ı arziyyenin büyük bir kısmını bahçelerde yetişen mütenevvi’ meyveleri bir çok nebatat-ı nadireyi enva’-ı ezharı Avrupalılara tanıttıran Endülüs İslamlarıdır. Mensucat-ı haririyye dahi Avrupa’ya Endülüs tarikıyla dahil olmuştur. Mısrilerin bendler cedveller çıkrıklar ve tulumbalarla olan iska usulleri Arablar vasıtasıyladır ki Avrupa’da yenin kaffesinde büyük hatveler atmışlardır. Usul-i nesc ve ma’mulat-ı zücaciyye ve hadidiyye i’malatında çelikleri sulama hususunda pek büyük muvaffakiyetler göstermişlerdir. Tuleytula kılıçları her tarafda mazhar-ı rağbet olurlardı. Endülüs Arabları bir nevi’ meşin i’malinde teferrüd etmişlerdir. Marok’a Marakeş’e yani Fas’a götürmüşlerdir. El-an Avrupalıların hatırlatmaktadır. Barut ve topçuluğun ihtiraı şerefi de müslümanlara aiddir. İslamlar tarafından isti’mal edilen ilk topların dövme demirden i’mal edilmiş oldukları zannolunuyor. Pusulanın icadıyla alem-i medeniyyete pek mühim bir hizmet ifa edilmişti. İslamların pusula-i bahriyi isti’mal eylemeleri vasi’ bir mikyasda ticaretle iştigal etmiş olduklarının bir delilidir. Halifelerin servetleri nazar-ı i’tibara alınırsa aynı neticeyi yani İslamların ticarette fevkalade ileri gitmiş olduklarını Abdurrahman-ı Salis’in iradı takriben yüz kırk milyon franka baliğ oluyordu ki o zaman için pek büyük bir meblağ demektir. Bu iradın araziye tarh edilen vergilerden hasıl olduğunu kabul etmek mümkün olamaz. Çünkü Abdurrahman’ın fazla tutuyordu. Şu halde servet-i mezkurenin ticaret suretiyle istihsal edilmekte olduğu şübhe götüremez. Şarkla İspanya limanları ve bilhassa Barselon şehri arasında vasi’ mikyasda bir hareket-i ticariyye vardır. doldurduğu gibi ta Hind ve Çin mersalarında Afrika sahillerinde ve Madagaskar kıyılarında dahi temevvüc-nüma-yı Onuncu asr-ı miladide Avrupa adeta bugünkü kafiristan halinde iken: Ebu’l-Kasım gibi müellifin-i İslamiyye Endülüs’de ediyorlardı. gibi Endülüs’de dahi na-kabil-i izale eserler bırakmışlardır. Bugün bile Arabların “şa’ir” ve “kırat” gibi ta’birat-ı mikyasiyyelerini isti’mal mecburiyetinde bulunuyoruz. Arablar ticarette bir şa’ir danesinin sıkletini en küçük vezn olarak kabul ve dört şa’ir veznini de bir kīrat i’tibar etmişlerdi. medeniyyeleri terakkıyat-ı ilmiyyede göstermiş oldukları parlak muvaffakıyetleri ile bi-hakkın nik-nam bırakmışlardır. Avrupa-yı Hristiyaniyyetin medeniyet-i İslamiyyeye olan minnetdarlığı pek tabii olmak lazım gelirken Avrupa bu hakīkati H ı ristiyanlığın gayr-ı sadıklar İslamlar hakkındaki sadayı nefreti ehl-i saliblerden hayli müddet sonra bile işidildi. Acaba el-an işitilmiyor mu? Şübhe yok ki Amerikalı feylesof ehl-i salib gayretinin asr-ı hazırdaki istihalatını tasvir etmekten haya ediyor. Filhakīka bu acı hakīkatin i’tirafı Draper gibi bir zat için pek ziyade ıztırab-alud olacaktır. Endülüs medeniyetinin bütün bu mes’ud günlerini şa’şa’a-dar tantanalarını feyyaz maarifini ihtişam-nümun servet ü refahını der-hatır eder. Ve bunların ne kadar feci’ bir surette mahvedildiklerini düşünürsek büyük halifelerin; avan-ı muzafferiyyetlerinde; saray cidarlarına hakkettirdikleri bir cümlenin ulviyet ve doğruluğu karşısında zanu be-zemin-i hürmet olmaktan kendimizi alamayız: Endülüs saraylarının pür-zinet mozaikleri arasında “Allahu hayru’l-fatihin” cümle-i hikemiyyesi nakşedilmişti!.. Felsefi veya siyasi bir mesleğin kıymet ve ehemmiyeti kendisinden iktitaf edilen semerata göre takdir ve muhakeme edilir. Endülüs Arablarının İtalya sistemine icra-yı nüfuz etmeye başladıkları zaman alem-i İslamda meslek sahibi pek çok müellifin-i fünun bulunduğunu görüyoruz. Bunların eserleri; kısmen olsun; zamanımıza kadar paydar olabilmişlerdir. Fakat kısm-ı mühimmi de hain tesadüflerin yardımıyla zayi’ olmuş veya kasden mahvedilmişlerdir. Maamafih yalnız ehramların tedkīkı bir mi’mara kadim Mısrilerin derece-i temeddününü anlatmak için kafi olduğu gibi; fünun-ı İslamiyyeye. şeklindeki A’raf /’a telmih bulunmaktadır. Hazret-i Berra bin Azim radiyallahu anh diyorlar ki: “Veliyyü’n-ni’met-i kainat aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerinin o ruz-ı firuz-i muvasalatlarında metbu’in-i darüsselamı gaşy eden fart-ı şadinin bir mislini daha tasavvur edemem.” Şüphesiz ki Medine-i Münevvere hurşidlere gark olmuş bir ıyd-i ekber-i visal içinde feradis-i cinanı tanzim ediyordu. O benat-ı Neccar’ın bu def’aki şevk-i tarab-engizlerini: Fahriye-i tebcil ü takdisleri vecd ü garam derecesine isal ediyordu: Rükub-ı kudsiyet-mashub-ı Cenab-ı Rahmeten lilalemin bareke dil-firib bir reftar-ı ihtişam ve iftihar ile aheste aheste ümid “bendehanelerine atıfet-bahş-ı nüzul olmalarını istirham ederim lütfen bahtiyar buyurunuz ya Resulallah!” diye mütehalikane devenin yularına salıyorlar ve “Deveyi haline bırakınız! O nazil olacağı mahalli bilir.” cevab-ı hikmetme’abını alıyorlardı. Deve sağa sola iltifat ederek –o zaman Malik bin Neccar’ın hanesi önü olan– el-yevm Harem-ı celilin bulunduğu mahall-i mukaddese çöktü. Müteakiben kalkıp Hazret-i Eba Eyyub el-Ensari radiyallahu anh’ın hanesi kapısının önüne nüzul etti. Bir lahza düşünmez misin ey dader-i iman?! Aya o ne alemdi! Ne gün! Muhcir-i iman Bir velvele-i şevk ü tarab bir heyecan kim Fevkınde anın alem-i lahut idi hayran Hayran-ı garamı idi bir öyle garam kim Tavsir edemez olsa dahi hame-i Hassan Ben kailim ol gün ki cihan başka cihandı Mutlak o mukaddes günü bir yevm-i cinandı Ey hicret-i Sultan-ı İklim-i Risalet Ey şive-i takdir-i Huda ma’ni-i hikmet Hayret-resin etmektesin erbab-ı ukūlü Ta ruz-i kıyamet bütün idrak-i fühulü Puthane için eyledi bir öyle adavet? Mümtaz iken o olmak ile mehd-i saadet Hişan u vatandaş-ı Resul istemesinler Bin türlü temerrüdle kabul eylemesinler Yesrib’de neden cuşiş-i iman-ı muhabbet Ya Rab ne hired suz ü ne bu cilve-i hikmet! La yüs’elu amma feala’llahu teala “Sübhaneke sübhaneke sübhaneke elfa” Hakīkat Halid-i bahtiyarın kapısı önünde mugniyat-ı Beni Neccar’a lütfen imale-i nigah iltifat-ı cihan-derecat buyurularak şu muhavere cereyan etti: – Beni seviyor musunuz? – Evet ya Resulallah! – Allah bilir ki benim de kalbim sizi seviyor. Ey mataf-ı kudsiyan ey belde-i darü’s-selam! Nam-ı pakin yad olundukça ila yevmi’l-kıyam Şekl-i tufan gösterir ya iftiharı alemin Ferd-i mutlaksın cihanın hakdanın cenneti Sükkan-ı Darüsselam’ın senasına dair bir çok ehadis-i sahiha şeref-efza-yı sudur olmuştur. Mekke-i Mükerreme’nin feth-i yevm-i celilinde şeref-irad buyurulan şu: “ Eğer hikmet-i baliğa-i Samedaniyyede hükm-i hicret olmasaydı ben ensardan biri olurdum.” Buhari cild s. Hadis-i şerif ensar-ı kiram hazeratının nezd-i akdes-i risalet-penahideki uluvv-i kadr-i menziletlerine bir şahid-i ebedidir. “Ehl-i Medine’ye her kim fenalık yapmak isterse Allah onu –tuz suda nasıl erirse öyle– eritsin!” Sahih-i Müslim . “ Ensar’a muhabbet bü’l-İman. Birkaç gün istirahat buyurulduktan sonra mescid-i saadetin bina ve inşasını emr ü ferman buyurdular. Harem-i Şerif’in –her şeyden evvel hatta saadet-hanelerinden evvel– inşasındaki hikmet-i tercih ne idi? bir sual! Cem’iyetin hayatı ictima’dır. İctima’ ne kadar sık olursa hayat-ı cem’iyet o nisbette zi-kuvvet ü şevket olur. Bu sebebe mebnidir ki ba’de’l-iman efdal-i a’mal “namaz” olur. Çünkü namaz cem’iyetin kafil-i ruhu zamin-i hayatıdır. Salatı istihfaf cem’iyeti ve binaenaleyh diyaneti milleti kadar büyük namaz kadar ulvi namaz kadar feyyaz-ı saadet bir ni’met yoktur. Dini taassubla namazı kuru sofuluk ham ervahlıkla – haşa! – istihkar etmek kadar sefahet ve denaet tasavvur olunamaz. cem’iyetin bekasını kendi beka-yı hayatı olmak üzere takdir edemeyecek cem’iyetin mahvı kendi mahvı olduğunu bilmeyecek kadar idraksiz iz’ansız vicdansız olursa o insan değil hayvandır. Belki hayvandan edalldir. Çünkü hayvanlarda da cem’iyetle yaşamak hissi vardır. Kırda bir hayvan sürüsüne bak! Biri otlamak meşguliyetiyle geride hayli uzakta kalmış; bir de başını kaldırıp da sürüden epeyce uzak bulunduğunu görünce o zümrüt gibi otu bırakıp koşuyor. Sürüye can atıyor. İçine dalıyor. Ta merkezine kadar gidiyor işte canını orada emin görüyor ve yine karnını doyurmaya başlıyor. Namazın tarikini bir az yetiştiren keffar eden müctehidin-i ulema-yı kiram: Şu ictihadlarında ne kadar muhik ve musib olduklarını salatın bedahaten şu ehemmiyet-i ictimaiyyesi zahirisi erkan u efal-i mahsusası bir de hıfzu’s-sıhha noktasından tedkīk olunsun! Bir de ruha olan te’sir-i ulvisi infialat-ı nefsaniyye ve ihtirasat-ı hayatiyyeyi mesavi-i ahlakı üzüp mahvetmekte ruhun şahrah-ı i’tilası önüne dikilen bu mevani’-i sefileyi ref’ ü izalede gösterdiği kudret-i i’caz-nüması bi-tarafane ve akılane düşünülsün! O ne ni’met-i uzma-yı Renan gibi yirminci asrın şa’şaa-i medeniyyetine sarılıp mezara giren bir İslamiyet düşmanı bile “Müslümanların cami’lerine girip de namaz kıldıklarını gördükçe müslüman olmadığıma te’essüfden kendimi alamıyorum!” demekte bir yine mazhar-ı intak-ı hak olmuşdur. Renan sağ olsa da sorulsa: “Bu derin te’essüfü sana hissettiren nedir? Cami’de ne keramet namazda ne ulviyet buluyorsun?” Alınacak cevabı düşünmeye hacet yok! Te’essüfü ayn-ı cevabıdır. Hakīkat ve hikmet-perestlik da’vasında bulunanlar bu mütelevvin bu demin İslamiyet’e düşnamlar yağdırırken bir saat sonra müslüman olmadığına derin bir sayha-i te’essüf koparan mütereddid ve mütehayyer filozofun baladaki sözlerine Sonra Kont Henry De Kastri’nin L’İslam ’ındaki şu sözlerini de kemal-i dikkat ve i’tina ile lütfen ? okusunlar! Kont cenabları kitabının dibacesinde diyor ki: “Cezayir’de Oran vilayetinde bulunuyordum. Bir gün Evlad-ı Ya’kub Kabilesi’nden otuz atlı ile sahra cihetine daldım. Önümüzde beyaz bir kısrağa binmiş bir Arab sami’a-nüvaz kasideler okuyordu. Binicilikteki meharetleri şöhret-gir-i alem olan Arabların o horon o haşarı atlarının önünde ben adeta bir hükümdar azametiyle gidiyordum. Bir de ilerideki kılavuz Arab birdenbire bize döndü; “Seydi! el-Asr!..” diye bağırdı. cat-ı diniyyeleri hakkında tedkīkatta bulunmak üzere gönderilen zat tarafından varid olmuştur: Hamdü lillah selametle İşkodra’ya vasıl oldum. Yolda Preveze Ayasarandoz Drac iskelelerine çıktım. İstanbul’da günde Şengin’de karantina bekledik. Fakat yolda ve karantina yerinde geçmiş vakitlerime hiç acımam. Zira burada yoldaşlarımız olan ve Arnavudluk’ta jandarma zabiti ve mahkeme a’zası ve tüccar ve diğer me’muriyetlerde bulunan efendilerden Arnavudların kendilerinden alamayacağım ma’lumatları aldım. ber olduğum için günlerim pek rahat geçti. Şengin’e kadar manazır-ı tabiiyyeden deniz ve sahildeki kayalık dağlar ve bunların eteğinde tek tük Arnavud evleri ara sıra gayr-i muntazam kasabalardan başka bir şey göremedim. Osmanlı me’murlarından işittiğime göre buranın İslamları pek de fena fikirli değil ve bazı beylerden maadası Latin hurufatına tarafdar olmadığı anlaşılıyor. Bugün bir İslam mektebini ziyaret ettim. Muallimi Türkleşmiş bir Arab. Yüz kadar talebesinin ekseriyeti Arnavud çocukları idi. Muallimin dediğine göre burada Latin hurufatı larını göreceğim ve muhit müsaade ettiği kadar ifa-yı vazifeye gayret ediyorum. Yolda beraber geldiğimiz bir çok Arnavud ve zabitlere güzel te’sir icra ettiğimi anladım. Ve hepsi de benden işittikleri sözleri ahbab ve akrabalarına söyleyeceklerini vaad ettiler. Şimdilik İşkodra’da bir şey yapıp yapamayacağımı anlayamadım. Çünkü geçen akşam geldim. * * * Birkaç gündür İşkodra’da geziyorum ulema muallimin tüccar ve avam ile ihtilat ediyorum. İctimai ve siyasi ahvallerini tedkīk ediyorum. Allah’a şükürler olsun ki buranın İslamları bizim zannettiğimiz gibi değil belki istediğimiz gibi görünüyor. Ve eski usul üzerine olsa da medreseleri ve Nuh zamanından kalma mektepleri çoktur. Bu mekteplerin hepsinde Arabi hurufat ile Türkçe okutuyorlar ahali-i İslamiyye dinde o kadar mutaassıbdır ki resmi mekteplerde duvarlara ta’lik olunan resimler için kıyam ediyor burası kilise değil ki resimlerle tezyin olunsun diyorlar. Cami’ler her namazda ahali ile dolu bulunuyor. İstanbul’daki gibi namaz hammal ve aşağı tabakaya mahsus değil belki zenginler ve mektepliler hatta parlak düğmeli Harbiyelilerin bile kemal-i huzurla cami’e devam ettikleri görülüyor. Her gün ve her cami’de vaizler va’z ediyor. Tabii bunların ekserisi pek adi adamlar ise de arada pek muktedir ve kısmen pek ehemmiyetli sözler söyleyenleri de vardır. Va’zlar Arnavudca söylenirse ahali kemal-i iştiyakla dinliyor Türkçe söylenirse pek de anlamıyorlar. Oruç yiyen kat’iyyen yoktur bazı me’murlar oruç tutmadığı için pek canları sıkılıyor. Diyorlar ki: Bu herifler hakkında pek mütehayyiriz eğer bunlar müslüman iseler oruç tutsun namaz kılsınlar ve eğer müslüman değilseler isimlerini değiştirsinler biz de ona göre muamele ederiz. Yani ahkam-ı İslamiyyeyi tatbik etmeyiz. Bu havalide Latin hurufatı isteyen kat’iyyen yokmuş yalnız İtalyanlara satılmış bir iki dinsiz varmış ki onlar istermiş; fakat onlar da ahaliden korktukları için seslerini çıkaramazmış. Ben Arnavudları medhettiğimden burada yapılacak şey yokmuş dersiniz. Ah kardeşlerim şimdi bir şey yazacağım ki ağlayacaksınız vazifesinde kusur edenlere la’net okuyacaksınız: Nikola veled-i Mehmed Marya bint-i Ali … böyle aileleri muş?... Esna-yı fetihde buranın ekseriyet-i azimesi müslüman olmuş fakat müstebid hükumet tenbel hocalar bunlara hiç bakmamış bunların imanları Ali Veli diye isim taşımak ve bir de müslümanım demekten ibaret kalmış lakin bizimkiler uyumuş ve ölmüş İtalya Hükumeti ve Papa hazretleri ise çalışmışlar buraya papazlar yollamışlar dağlar arasına kiliseler bina etmişler ne yapmak lazımsa yapmaktan çekinmemişler burada H ı ristiyanlığı neşretmişler. İşte bu Nikola bin Mehmedler yakīn zamanlarda tanassur etmiş İslam evladlarıdır. Mektubumda medhettiğim mutaassıb saf ve tarikatlerden azade olanlar yalnız şehirlilerdir. Köyler hala o: İsmim Veli kendim müslüman demekten başka bir şey bilmez ve bitlerden malisorların bir kısmı ne İslam ve ne de H ı ristiyan haizmiş!...–Bunu daha tahkīk edeceğim– Hükumet hakkında besledikleri fikirleri ileride arzedeceğim. hamdolsun İslamlar çocuklarını bu mekteplere vermemişler bundan sonra vermemeleri de hükumetimizin burada kafi derece mektepler açmasına bağlıdır… Şimdilik bu kadarla Kendim bir tarafdan ma’lumat almaya çalışıyorum; bir tarafdan da münasib gördüğüm ve tanışabildiğim hocalar mektepliler ve bazı tüccarlara münasib tarzda telkīnatta bulunuyorum. Evvela beni hoca elbisesiyle görünce pek de konuşmak istemediler –doğrusu cerre çıkmış hoca zannettiler– nihayet cübbeyi çıkardım ve işler de değişti. Cami’ler muayyen vaizlar tarafından zabtedildiği için bunları elde etmek pek kolay olmayacak gibi görünüyor. Binaenaleyh bizim Taassub derecesine varmış olan dindarlığımız başımıza neler getirmedi? Yazık şeriat zamanımızda kasap dükkanındaki koyun etine dönmüş –herkes neresinden ister ise orasından kesiyor. Onun muhafazasına hüsn-i sıyanetine me’mur olan ulemamız hilaf-ı şeriat iş görenlerin karşısına çıkıp da onların ıslah-ı a’mal ü niyyatına bezl-i himmet ü gayret edecekleri yerde bilakis halkın cehaletinden bil-istifade onu şeriati menafi’-i şahsiyyelerine muvafık bir surette tefsire çalışıyorlar. Maldan puldan mahrum olanların hayr u şerrine yaramamazlık ulema-yı ruhaniyyemiz arasında bir nizam-ı la-yetezal hükmünü almış ki bunu efrad-ı milletten bilmeyen yoktur. H ı ristiyanlık’tan zerre kadar fekk-i rabıta-i kalb etmeyerek cihangir oldular. Japonlar putperest oldukları halde hemen Avrupalılar derecesinde terakkī ettiler. Yine putperest olan Çinliler gaybettikleri vakt ü zamanın telafisi için bir suret-i harikulade ile ilerlemeye başladılar. Yahudiler istiklaliyet-i milliyyelerini nice bin yıl bundan evvel gaybettikleri halde mahza ulum ve fünun-ı cedideye olan fart-ı meyl ü rağbetleri sayesinde dinlerini hey’et-i asliyyesiyle muhafazaya muktedir oldular. Demek isterim ki yukarıdan beri adlarını zikr u ta’dad ettiğim milel ü akvamın cümlesi mahza ahkam-ı diniyyelerinin hüsn-i isti’mali sayesinde bugünkü mertebe-i terakkī ve tealiye vasıl olmuşlar. Biz müslümanlar ise dinimizi özümüz mında isti’mal ede ede mahv u perişan olmuşuz. Bugün beşeriyetin basıra-i şükr-i güzini maye-i saadet ve iftiharı olan bu kadar terakkıyat hep İslamın gayrı olan milletlerin semere-i sa’y ü gayretidir. O derecede ki Renan gibi Avrupa ulema ve hükemasından bir çokları millet-i İslamiyyeyi akvam-ı beşeriyyenin vücuduna müstevli olmuş muzır mikrop addederler. Ecnebiler açıktan açığa “İslam milleti mani’-i terakkīdir” diyorlar. “Bu millet ekin yerlerinde zuhura gelip de mahsulat-ı ziraiyyenin layıkı vech üzere neşv ü nemasına mani’ olan muzır alefiyata benzer bir millettir ki er geç onun vücudunu yok etmekten başka bir çare yoktur.” diyorlar. Eğer hak adalet ve insaf denilen şeylerden kalbimizde küçük bir eser ve alamet kalmış ise hakkımızda söylenen bu sözleri nazar-ı i’tibara almalıyız. Çünkü mümkün değil insan kusurunu bilmeyince özünü ıslah edemez. Ala rivayetin yeryüzünde milyon İslam var imiş. Acaba insan nam-ı müstearıyla yaşayan şu milyon mensub olduğu beşeriyetin terakkīsi namına dünyada ne iş görüyor? Bugün saadet ve ni’metiyle müstefid ve mütena’im olduğumuz medeniyet-i hazıranın terakkīsi için bir iş gördüğümüz en küçük bir fedakarlıkta bulunduğumuz var mı? Estağfirullah. Eğer biz bu yolda bir hareket göstermiş larını bezl ü isar edenleri tekfir ve tel’in etmişiz! Eğer ahval-i milliyyemiz bugünkü derece-i perişaniyyete varmamış olsa idi “Allah ulemamıza insaf versin” deyip geçerdik. Lakin ulema milleti o hale getirmiş ki onda hakka şikayete bile mecalimiz kalmamış. Türkiye’de İran’da hıristiyanlardan birisinin hakkında bir zulüm ve adaletsizlik icra edilince keşişler kıyamet koparırlar. Dakīka bile fevt etmeyerek sada-yı nekbet ve şikayetlerini ta sadrazama padişaha varıncaya kadar yetirirler. Bunlardan da bir kar hasıl olmayınca sada-yı avaz ü istimdadlarını uzalda uzalda Avrupa padişahlarının matbuatının guş-i rikkat ü merhametlerine kadar isal ederler. Ulema-yı İslamiyye ise Allah’a emanet ahval-i milliyyeye karşı lal ü la-kayd olmayı o kadar adet etmişler ki insan bunların vücudunun varlığına yokluğuna hükmedemiyor. Öyle zannedersiniz ki guya ulemamızın millet hakkındaki vazifesi yalnız ölenleri defnetmek teehhül edenlerin nikahını kıymak ve ibraz-ı ma’lumat ve fazilet etmek eylemeye mahsus ve münhasır imiş! Fakat dünyada her şeyin bir haddi intihası var. Eğer adlarını alim koyup da da’vet edilmemiş misafir gibi pilav sofrasının başına geçmiş olanların vazifesi bu ise böyle bir vazifeyi bütün cehaletiyle beraber millet kendi dahi ifadan aciz değildir. Ulema-yı hazıra-i İslamiyyeden cümlesinin bir ayarda bir meslekte ve hepsinin birden medeniyet-i hazıraya düşman olduğunu iddia etmek rehin-i hakk u insaf değildir. Şaz kabilinden olarak bunların arasında da dahi yahşileri iyileri var yok değil. Va esefa ki yahşi denilmeye layık olanların mikdarı bütün ma’nasıyla diğerlerin aded ve mikdarına nisbeten o kadar azdır ki insan bunların iyisiyle kötüsünü tefrika vakit bulamıyor. Bütün ma’nasıyla alim ve fazıl olan ulemanın borcu tekalif-i şer’iyyesinden bi-haber ahlak ve terbiyesi nakıs olanlara tarik-ı va’z u nasihatle bir şey öğretmektir ki maatteessüf biz bunu hiçbir alimimizde göremiyoruz veya görür Adını alim koyan hiçbir ferd tasavvur olunamaz ki ilmin hangi dilde olursa olsun beşeriyete bahş ü te’min ettiği fevaid ü muhassenatın derecesini bilmemiş olsun. Lakin sözde özlerinin beğenmediği dünyaya bunlar o kadar rabt-ı kalb ü can etmişler ki şahsiyetin müstelzim olduğu fevaidi bırakıp da batılı hakka feda edecek sözleri irada kalbleri yol vermiyor. le akvam-ı İslamiyyenin adat ahlak suret-i hayat ve maişetini hadde-i tedkīk ü tetebbu’dan geçirmiş olan Avrupa ulemasının cümlesi alem-i İslamın bu kadar viran u perişan olmasının sebeb-i yeganesi olarak İslam ulemasını gösterirler. Paris’de intişar eder Revue de Monde Musulman mecmuasının muhbirlerinden birisi İran’da bir çok müddet devam eden seyahati esnasında gördüklerini şu suretle hulasa ediyor: – “İran han ve molla ta’bir olunan muzır mikropların tahribat-ı daimesiyle mahkum-ı fena edilmiş bir vücuddur. Seyyidler ve hanlar arasında su’-i ahlak üzerine müstenid olan harekat-ı meş’ume o kadar teammüm ve terakkī etmiş ki İran’ı ilk defa ziyaret etmiş olanlar özlerini teaccübden men’ edemezler. Mollaların seyyidlerin nüfuzu gayet büyüktür. İranlılar kör körüne onların harekat-ı hod-serane ve şehevat-ı nefsaniyyelerine tebaiyyet etmeyi özleri bir veya bir nice kende sahib ve hayli servete malik olmamış olsun. mete tabi’dir ne de fazl ü hünere. Asıl hüner mevcud olan su’-i idareden istifade etmektir ki bunda da İran mikropları büyük bir meleke ve mümarese kesbetmişlerdir.” Trablusgarb mes’elesinin vesait-ı siyasiyye ile halledilebileceğine dair mehafil-i resmiyyede izhar olunan bütün ümidlere rağmen nihayet İtalya Hükumeti dün Babıali’ye bir ültimatom tebliğ ederek Trablusgarb’ın yirmi dört saat zarfında tahliyesini taleb etti. Son aylara gelinceye kadar Meclis-i Meb’usan’ında Hariciye nazırının ağzından Türkiye’ye karşı te’minat-ı sulhperverane cavüzkarane beslemediğine söz veren hatta daha dün gazetelerde görülen tedarikat-ı askeriyye haberlerinin Türkiye’ye cihet-i tealluku olmadığını beyan eyleyen bir hükumetin yalnız hukūk-ı düvel kavaidini değil sadece haysiyet ve şeref ve namus icabatını da unutarak “ya keseni ya canını!” tarzında bir harekete kıyam etmesi şübhe yok ki memalik-i Osmaniyyenin her tarafında pek haklı pek meşru’ galeyan-ı nefret ve adavete sebeb olacaktır. Böyle bir ültimatom karşısında Hükumet-i Osmaniyye’nin bir vaz’-ı inkıyadkarane alacağını zannetmek büyük bir hata olurdu. Çünkü bir devlet mahvolabilir fakat intihar edemez. Türkiye uğradığı haksız tecavüzden mütevellid kuvvetli bir hiss-i gayz u intikam ile yekvücud olarak İtalya’ya karşı müdafaa-i namus ve vatan için harb etmekten başka bir şey düşünmeyecektır. Donanmamızın henüz vücud bulmamış olması hasebiyle kendisinden kırk elli derece kuvvetli bir düşman ile yalnız başına çarpışmaya terk ettiğimiz sevgili Trablusgarbımızın vazife-i vataniyyesini ifa edeceğine emin olduğumuz gibi orada namus-ı vatanı muhafaza için kan dökecek arslan kardeşlerimiz de hiçbir vakit mader-i vatanın onları tahlis uğrunda her fedakarlıktan geri durmayacağına emin olabilirler. Eğer İtalyalılar bizim Trablusgarb’ı yalnız şeklen müdafaa eder gibi görünerek bir iki gülle teatisinden sonra barışıvereceğimizi tahmin etmişlerse bu hesablarında pek çok aldanmış olacaklarını göreceklerdir. Şu dakīkadan i’tibaren Osmanlılarla İtalyalılar arasında iki milletten biri mahvoluncaya kadar devam edecek dehşetli ve afvetmez bir kin ü garaz başlıyor. Bu kin ü garaza dünyada müsavi olabilecek bir şey varsa o da bütün İtalyanlara karşı hissettiğimiz nefret ve istikrahdır. Şu sırada derin bir hiss-i ıztırab ile çırpınan Osmanlıların hissettikleri eza İtalyanlarla aramızda hal-i harb tehaddüs etmiş olduğu için değildir. Demir bir kafese kapandığı için kurdların hücumuna ve istihzasına uğrayarak müdafaa-i nefse imkan göremeyen arslanın çektiği azabdır. Ah İtalyanlarla bir karış mesafede hem-hudud olsa idik! İşte bugün bütün Osmanlıların sıkılmış daralmış sinesinden çıkan sayha-i Maamafih biz her vasıtaya müracaat ederek bu intikamı alacağız. Her yerde İtalyanlarla çarpışacağız. Bugünden i’tibaren Bundan sonra memleketimizde bir İtalyanın çehresini görmeyeceğiz bundan sonra memleketimizde bir İtalyan bayrağının bir sefine üzerinde dalgalandığını görmeyeceğiz bundan sonra bir İtalyan malının Osmanlı ülkesinde bir para ettiğini görmeyeceğiz. Bundan sonra İtalya namı telaffuz edildiği zaman Osmanlıların kalbinde bir kin ve intikam ateşi kaynayacak boğazından kısık bir sada-yı gayz u nefret çıkacak. Bundan sonra doğacak Osmanlı çocuklarının ninnisini millet eğer bu millette zerre kadar hubb-ı nefs haysiyet ve hamiyyet varsa İtalya’dan intikamını alacak. Bundan sonra Osmanlıların en birinci saik-ı hayatı bu hırs-ı intikam olacaktır. Osmanlılar bundan sonra bu intikam için yaşayacak bunun için hazırlanacak ve elbette intikamını alacaktır. Haydi vatandaşlar kemal-i metanet ve sükunetle vazife başına! Japonya İmparatoru Mikado hazretlerinin senesinde Çin payitahtını ziyaret edeceğini Rus gazeteleri menabi’-i mevsukadan istihbar olunduğunu kaydederek yazıyorlar. Bu seyahat tahakkuk ederse alem-i siyasette gayet büyük bir ehemmiyeti haiz olacağı zannolunuyor. Japonların muvaffakıyat-ı mütevaliyyelerine bir muvaffakıyet daha zammolunuyor demektir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ekim Yedinci Cild - Aded: Halimiz çok garibdir: Gözümüzün önünde yüz bin türlü vahşetlerini ayne’l-yakīn müşahede ettiğimiz halde bizim gazetelerimiz yine o “yaldızlı medeniyet!”den bahseder dururlar. Medeniyet ve insaniyeti taslamak yalnız bize kalıyor. Biz hala insaniyet medeniyet kanun der sayıklarız. Ama a’damız daima canavarcasına saldırır. Ne kanuna bakar ne de medeniyete yalnız gözettiği bir şey var ise o da fırsattır fırsat eline geçtiği dakīkada her nevi’ vahşeti ayıcasına icra etmekten hiç çekinmezler. Bize gelince yine medeniyet dolmasını “çi börek” yerinde yuttururlar. Yirminci asır medeniyeti der dururlar. Biz de onların aks-i amellerini hergün müşahede ettiğimiz halde bu müşahedatımızı bile sem’-i me de tavsiye ederiz. Ah ya Rabbi! Nedir bizdeki bu körlük? Nedir bu yalandan nezaketler kendi kendimizi aldatmalar?.. Ey ehl-i İslam gözünüzü açınız! Bize hep yırtıcı hayvan gibi saldırıyorlar her a’zamızı parçalıyorlar. İnsaniyete hücum ediyorlar hukūk-ı İslamiyet’e tecavüz ediyorlar bütün a’damızın yegane amali bizi ortalıktan kaldırmaktan başka bir şey değildir. Bize: Medeniyet insaniyet müsavat adalet tavsiyeleri bizi iğfal etmekten başka bir şey değildir. Biz bugün bunların gözümüz önünde icra etmekte oldukları vahşetlerin bir kaçını hatırlayacak olursak kifayet eder: zum görmüyorum Sudan’da mütemehdinin cesedini Kitchener mezardan çıkararak ateşe yaktı o da hiçtir o da hiç bu da hiç. senesinde bütün Avrupa düvel-i mütemeddinesi Çin’e hücum edeceği zaman daha ortalıkta muharebe yok men orada kesdiler Plagoveşiçinski’de Çinli ameleden erkek kadın ve sıbyandan her kimi buldular ise hayvan sürüsü gibi koğarak Amur Nehri’ne doldurdular orada boğdular binlerce adam boğuldu. İnsan laşesi Amur Nehri üzerinde üç gün hemen köprü halini almıştı bütün Plagoveşiçinski beldesinde Çinli namına kimseyi bırakmayıp hep Amur’da boğdular. Hatta Amur Nehri’nde geçmekte olan bir vapuru dahi durdurdular da vapurda bulunan nefer Çinli taifeyi yalnız Çinli oldukları Çinli doğdukları için Amur’a attılar. Sonra da tuhafı şurası idi ki yine Rus zabitleri Amur Nehri’nde akmakta olan bu laşeleri uzun bir “bağur” ile karaya doğru çekerlerdi cesedin her tarafını yoklayarak paralarını alır laşeleri tekrar suya atarlardı. Bu vahşetler Rusya’da pasaport ile bulunan Çinlilere karşı bu suretle alenen yapılıyordu alem-i medeniyyetten hiç ses sada yok. Sonra nefs-i Pekin’de umum Avrupalılar tarafından yapılmış vahşetler ırz ve namusa tecavüzler gündüz vasat-ı neharda sokak ortasında dokuz on yaşında kızlara hayvancasına saldırmalar hep gözümüz önünde idi. Ne ise onlar hep efrad-ı millete karşı olduğundan bir derece ma’zurdur demek de caiz olurdu. Şimdi adüvv-i mübinimiz derse bile biz yine medeniyet ve insaniyetten bahsedip duracağız. Yevmi gazetelerimiz bize hep insaniyet tavsiye etmekte!.. Ya hu! Ne vakte kadar kendi kendimizi iğfal edeceğiz! Bütün sanayi’-i medeniyyeden mahrum olduğumuz halde yalnız ağız patırdısıyla olan medeniyetten ne çıkar? Böyle yaldızlı medeniyetlerden ne olur? Bunlar hep milletin kuvve-i ma’neviyyesine darbedir. Bugün bize lazım ve vacib olan bir şey var ise: Millete yalan yanlış havadis vermekten ictinab ederek asla ve kat’a kimseyi iğfal etmeyip ve boşu boşuna tehyic-i ezhan dahi etmeyip kemal-i i’tidal ile hükumetimizin tedabir-i musibesine emniyet ederek vaki’ olacak evamirine muntazır olmaktır. Hükumetimiz tarafından bir arş emri sudur ettiği saatten i’tibaren her ferd-i müslüman için cihad farz-ı ayn olur. O zaman: Malımız canımız kanımız hep bu vatan uğrunda feda olsun. Değil yalnız memalik-i Osmaniyye müslümanlarına umum ehl-i İslama cihad farz-ı ayn olur. Böyle bir zamanda bu gibi girdabdan müslümanların kendilerini tahlis edecekleri yegane çare her ne ise rical-i hükumetin o çareyi tedbirde kusur etmemesi matlub olmakla beraber efrad-ı milletin de hükumet ricaline itaatte kusur etmemeleri vacibdir. Bugün kahve köşelerinde kurulmuş planlardan hiç biri rek zimam-ı devleti dest-i tasarruflarına geçirmiş zevat-ı kiram vatan-ı mukaddesimizin düşman karşısında olan mevkiini daha yakīndan görerek daha münasib tedabire teşebbüs edecekleri muhakkaktır. Tekrar edeceğim ma-sebaktan mevcudiyetimizi göstermek için her umuru erbabına tefviz ederek Hükumet-i Seniyye ve Halife-i A’zam efendimizin emr u fermanlarına muntazır olmak cümle ehl-i imana vacibdir. Eğer biz hükumetimizin emrine itaat ederek vazifemizde sebat ve metanet gösterecek olursak “yaldızlı medeniyet” değil hakīkī medeniyete muvaffak oluruz. Eğer bu mes’ele “Şark Mes’elesi”nin neticesi olup devletler det bizi dahi iğfal edebilirler. Fakat her kim bu denaeti irtikab ederse cezasını bulur. Biz “Şark Mes’elesi” hallolunacağı zaman rical ü nisvanımız canlarımızı feda ederek hukūk-ı diniyyemizi muhafaza uğrunda kurban oluruz. Şeriat-i garra-i mutahharamız bize bunu emr u ferman buyurmuştur biz ehl-i iman nazarında şeriattan büyük amir yoktur. Cihad şer’an erkan-ı dinden olup “farz-ı ayn”dır “farz-ı ayn”dır “farz-ı ayn”… * * * Dinin ma’nasını bu suretle yanlış anlamamız bize takvadan gerek aleyhisselatü vesselam Efendimizin gerek Ashabı kiram’ın zamanlarında maksud olan ma’nayı da değiştirtti. Evet bugün muttakī denilince ekseriyetin anladığı medlul sa’y u ameli terketmiş ataleti bataleti kendisine şiar edinmiş dünyadan rabıtasını kesmiş maziden atiden külliyyen bi-haber bir adamdır ki yürürken gayet ağır yürür; otururken boynunu bir tarafa büker; eğer kendisine mühim bir iş tevdi’ olunursa yüzüne gözüne bulaştırır işte halkın kısm-ı a’zamı nazarında bir muttakkīnin evsafı şudur. Görülüyor ki bu hal selef-i salihin muttasıf olduğu ahvale tamamıyla mugayir onun tamamıyla zıddıdır. Ne hacet aleyhisselatü vesselam Efendimiz’le her biri takvada imam olan dinin kemalini temsil eden ashabı meydanda duruyor. Havasdan avamdan bilmeyen yoktur ki bunların her biri sa’y ü mücahede erbabı uluvv-i himmet ashabı idiler. Yükselemedik paye-i şan u şevket yükseltmedik rayet-i mecd ü azamet bırakmadılar. Hakkı i’zaz ettiler; batılı makhur eylediler. Zulmün dalalin istinad ettiği esasları yıktılar. Bunların tarihini mütalaa eden bir nazar öyle muazzam bir himmete tesadüf eder ki dağlarla çarpışsa devirir Süreyya’ya baksa üful ettirir. Öyle bir himmet ki huzur-ı mehibinde asrın büyükleri mebhut kalır da olanca himmetleri nisbetle acz-i mahz derekesine den umur-ı sefileden tenzih ederek semavat-ı rif’ate yükseltir. Öyle bir himmet ki erbabını nazar-firib şehevat-ı nefsaniyyeden alıkoyduğu kadar menazil-i kemale doğru sevkettiği hakīkī meskenete düşmekten men’ eylediği kadar şahika-i mekrümete yükselttiği için o himmetin ashabı bu beşer suretinde melek olmuş şu haki vücud içinde nur-ı mübin kesilmişti. takva budur. Yoksa takva namına bugün görülen; İslam ile tatbik edilince aynı fısk u fücur olduğu tahakkuk edecek olan hareket değildir. Takvayı hakīkat-i İslama vukufsuzluk yüzünden yanlış anlamamız insanları iki kısma ayırmamıza sebeb oldu. Birincisine ehl-i dünya ismini verdik ki bunlar gerek vücudlarıyla gerek kafalarıyla çalışarak memleketleri i’mar eden halkın refahiyetini saadetini te’min eyleyenlerdir. İkincisine rak nefislerini feraizin haricindeki nafile namazlara oruçlara vakfeden sokaklardan kudumlerin davulların bayrakların arkasından zikrederek yürüyenlerdir. salan şu mevhum taksim yüzündendir ki ehl-i dünya denilen fırka yalnız saadet-i maddiyye te’minine medar olan ulum bildiren mebahis ile imrar-ı hayata koyuldu. Bunun neticesi olarak dünya adamları dine karşı bir çok şüpheler besleyecek kadar cehl içinde kaldıkları gibi ahiret adamları da kendi ekmeğini kazanamayıp ötekine berikine el uzadacak yüz suyu dökecek kadar dünya umurundan gaflete daldılar. Din ile dünyanın bu suretle birbirinden ayrı bilinmesi müslümanlığın esaslarına taban tabana zıd evamirine büsbütün muhalif olduktan başka o evamirin bir çoğunu muattal bırakır. Yukarıki fasıllarımızda da söylemiş idik: Müslümanlık ruhun metalibi ile cismin havaicini öyle mükemmel bir surette tevfik etmiştir ki doğru bir meslek ta’kīb etmek isteyenler kat’iyyen onun haricine çıkamazlar. Evet biz bu iddiamızı delail-i katı’a ile isbat ettik; işi gücü bırakıp ibadet ile vakit geçirmenin mukarrerat-ı İslamiyyeden olmadığını söyledik: kezalik gibi ayetlerle Müslümanlığın hem din hem dünyanın salahı için nazil olduğunu anlattık. Şeriat-i garra-yı İslamiyyenin insanları ataletten men’ ettiğini sa’y ü amele sevkeylediğini; bu hususda asr-ı hazır felasifesinin birer düstur-ı hikmet tanılan sözlerinden çok daha müessir tebligatta bulunduğunu berahin-i kat’iyye ile te’yid eyledik. Daha sonra a’malin niyetlere merbut olduğunu binaenaleyh riya maksadıyla bütün muharrematı terkeden bir adamın günahkar bir münafık sayılacağını ihlas kastıyla hata eden bir adamın bu hatasından dolayı muateb değil bilakis me’cur olacağını söyledik: Hazret-i Ali şuna yakın bir söz söylüyor: “Rıza-yı İlahiyi kastetmek şartıyla bütün dünyayı bütün dünyanın menaimini nefsinde cem’ eden adam zahiddir; rıza-yı İlahiyi kastetmemek şartıyla bütün dünyayı terkeden adam zahid değildir.” Evet bunların hepsini yahud buna yakın sözleri yukarıki fasıllarımızda söyledik. Burada nazarları ilk cemaat-i İslamiyyenin ahvaline irca’ etmek istiyoruz. Çünkü o cem’iyetin efradı bu söylediklerimiz gibi dünya adamı ahiret adamı namıyla iki kısma ayrılmış değil idi bilakis tarih bize gösteriyor ki ilk müslümanların hepsi hem din için hem dünya Ticareti arş-ı Hilafet’e çıktıktan sonra bıraktı. İmam Ebu Ahmed bin Hanbel diyor ki: “Ashab-ı kiram karada denizde ticaret ederler hurmalıklarında çalışırlar idi.” Ebu Kulabe radiyallahu anh bir arkadaşını mescidde i’tikafa kapanmış görerek dedi ki: “Seni haricde maişetini aramakla meşgūl görmek benim için böyle bir mescid köşesinde çekilmiş görmekten daha hayırlıdır.” Hz. Ömer radiyallahu anh diyor ki: “ Ölmek istediğim yerlerin hiç biri evlad u Bu da şundan ileri geliyor ki Cenab-ı Peygamber ashabını ümmetini ahiret için a’mal-i hayra sevkettiği kadar dünya için çalışmaya da tergīb buyuruyordu. gibi bir çok ehadis-i sahiha meydanda duruyor. salihin ayrılmadığına birer şahid-i adildir. Müslümanları Sadr-ı İslam’da şimdiki gibi hizb-i dini hizb-i dünyevi namıyla ka bir şey değildir. Bu ayrılık öyle mühlik bir beladır ki milletin amali temayülatı arasında tehalüf husule getirir maksadlar gayetler beyninde tenakuz icad eder; ne kadar avamil-i te’lif bulunursa bulunsun efrad-ı millet arasında buğzlar kinler tefrikalar husule getirir; nihayet iş o raddeye varır ki bu iki fırka arasında cem’iyet bir ihtilal-i fikriyyeye mahkum olur. Bir kere bu ihtilal de kökleşti mi artık efrad-ı ümmeti birbirine bağlayan esaslı rabıtalar çözülür hey’et-i ictimaiyyeye fesad arız olduğu gibi istikbalin vahameti kendisini her nazara göstermeye başlar. Milletin hali bu derekeye düşünce hizb-i dini ile hizb-i dünyevi mes’uliyeti birbirine yükletmeye kalkışır. Hizb-i dini meydanda fesad halkın şehevat-ı behimiyyesi arkasında koşmasından ileri geldi demeye hizb-i dünyevi ise bu fenalıklar esatize-i din vazife-i irşadı Bunlar bu bihude mücadelelerle uğraşmakta iken nifak fesad tohumları alabildiğine neşv ü nema bularak etrafa yayılarak milleti izmihlal uçurumlarına doğru sürükleyip götürür. * * * edilerek Mescid-i Haram kıblegah-ı İslam oldu. Kıtal-i müşrikin hakkında ehl-i imana ruhsat verildi. Seyyidü’l-mücahidin Efendimiz gerek bizzat kumanda gerek Ashabdan birini kumandan ta’yin etmek suretiyle birçok “gazve”ler ve “seriyye”ler tertib eylediler. Gazavat-ı seniyyenin en meşhuru Bedir gazve-i kübrasıdır ki bu sene Ramazan’ında vukū’ bulmuş ve millet-i İslamiyyenin besaletiyle ’ü mütecaviz müşrikten kimi esir kimi tedmir edilmişti. Meşhur Ebu Cehil laini de sair sanadid-i Kureyş ile maktulin arasında bulunuyordu. Hicretin üçüncü yılında Uhud melhame-i uzması vaki’ oldu. Şüc’an-ı müslimin kadar olup küffar-ı müşrikin müşrikler ehl-i imanın savlet-i şecianesine karşı mecbur-ı firar oldu. Lakin Uhud Dağı’nın gediğine ta’biye buyurulan tir-endazların emr-i Peygamberi hılafına mevki’lerinden ayrılması üzerine müşrikler o vakit süvari kumandanı bulunan Halid bin el-Velid oradan geçip İslam ordusunu arkadan kuşattı. Müslümanlar iki kılıç arasında kaldılar. Hazret-i Hamza Vahşi namındaki bir kölenin geriden fırlattığı harbe erdi. Nebiyyü’s-seyf Efendimiz de mecruh oldu. Müşrikin telefatı yirmi otuz mikdarı idi. Netice-i harbde galib mağlub belli olmaksızın ayrılındı. şeklinde yazılmıştır. Beşinci sal-i hicrideki Hendek gazvesi de gazavat-ı meşhuredendir: Kabail-i müşrikenin ittifakıyla toplanan ’i mütecaviz bir kuvvetin hücum edeceği belde-i tahirede duyulmasıyla Ashab-ı kiramdan “Selman-ı Farisi”nin tavsiyesine ittibaan Medine etrafına hendek kazılıp tedafüi bir vaz’iyyet alındı. Efendimiz bizzat hafriyat ile uğraşmak ve taş toprak taşımak suretiyle ashabını teşvik buyurdu. Müşrikler gelip Medine’yi muhasara ettiler. Soğuk ve kaht münasebetiyle ehl-i İslam hem üşüyor hem de yiyecek şey bulamıyordu. Nihayet hendek karşısında ok atıp duran muhaciminden meşhur Amr bin Abdud ile diğer birkaç kişi hayvanlarını zorlayıp hendeği geçtiler. Amr Hazret-i Ali’nin darbesiyle bi-ruh olarak yere serildi. Yanındaki Nevfel bin Abdullah da Zübeyr bin el-Avvam’ın kılıcıyla ikiye ayrıldı. Öbürleri can korkusuyla hendeği atlamaya mecbur oldular. Ertesi günü müşrikin arasına nifak düştü. Akşamüstü de şiddetli bir bora çıktı. Orduları bozuldu. Emval ü eşyayı bırakıp kaçtılar. Ehl-i İslam onları iğtinam etti. Altıncı sene-i hicriyesinde Resulullah Efendimiz umre niyetiyle ve kadar sahabi maiyetiyle Mekke’ye azimet buyurdu. Hudeybiye mevkiinde Kureyş’in mümanaat edileceği haber alınmasıyla muharebe için Harraş bin Ümeyye el-Huzai’yi istediler. Fakat vukū’ bulan müdahale üzerine kurtulup huzur-ı Peygamberiye avdetle arz-ı keyfiyet etti. Tekrar Osman bin Affan’ı yolladı. Bir aralık Osman öldürülmüş haber-i kazibi intişar edince Efendimiz bir ağaç altına oturup ölünceye kadar Kureyş ile muharebeden geri dönmemek şartıyla ashabına bey’at teklif eyledi. Teklif-i Nebeviyi kabul ve ifası[n]ı taahhüd ettiler. Şu taahhüd Mekke’de duyulunca Kureyş’in de yelkenleri suya indi. Musalaha için Amr bin Süheyl’i nezd-i Peygamberiye murahhas gönderdiler. Bazı şerait ve sene müddetle musalaha teklif ediliyordu. Hepsi kabul buyuruldu. Şeraitin bazısı evvela Ashabı kirama ağır geldiyse de bilahare hikmet-i kabulü anlaşıldı. Yedinci sene-i hicrette piyade süvari ile Hayber’e azimet edilerek gün muhasaradan sonra müteaddid kaleleri feth u teshir kılındı. İslamdan şehid Hayberli Yahudilerden maktul vardı. Bu muharebede Hazret-i Ali’nin fevkalade şecaati ve bir kale kapısını koparıp elinde kalkan gibi kullandığı görüldü. Ba’de’z-zafer avdet buyurulduktan sonra “Muhammedün Resulullah” ibare-i celilesini havi gümüş bir mühür hakkettirildi. Ve o mühür ile mahtum altı kıt’a name-i hümayun yazılıp Habeş Necaşisi Ashama’ya Mısır Hükümdarı Mukavkıs’a Rum Kayseri Herakl’e Belka Meliki Haris bin Ebi Şemr Gassani’ye Yemame Hakimi Hevze bin Ali’ye Kisra-yı Acem Hüsrev Perviz’e gönderildi. Bunlardan ilk üçü asar-ı ihtiram gösterdi. Dördüncüsü name-i Risaleti yere attı. Beşincisi: Beni veliahd ta’yin ederse Müslüman olurum! dedi. Altıncısı ise parçalamak küstahlığında bulundu. Biraz sonra her üçü de gadab-ı İlahiye uğradı. Hicretin sekizinci yılında Kureşiler musalahayı nakzettikleri cihetle kadar asakir-i müslimin ile ve feth-i Mekke niyetiyle azimet buyuruldu. Belde-i mukaddesenin bir kısmı sulhan ve bir kısmı da harben teshir olundu. Demi heder edilenlerin birkaç danesinden maada Mekkeliler için afv-ı umumi ilan olundu. Kabe-i Mükerreme’de bulunan yüzlerce put kırılıp atıldı. Ahali fevc fevc gelip Resulullah’a bey’at eyledi ve müslüman oldu. Mekke’nin fethinden sonra kabail-i müşrike bakiyyesi Huneyn denilen vadide toplanmaya ve adedleri yirmi bin kadara varmaya başladığı cihetle Resul-i Ekrem Efendimiz askerle bunların tenkiline azimet buyurdu. İbtida asakir-i Efendimizle maiyetlerindeki birkaç fedakarın sebatı sayesinde bozgun asker geri dönüp müşrikini mecbur-ı firar eyledi müslümanlardan şehid müşriklerden maktul düştü. Bu muharebeye iştirak eden Sekafiler kaçıp Taif’e kapandılar. Bilahare bir fitne çıkarmaları muhtemel olduğundan Efendimiz oraya azimetle kal’ayı muhasara etti. Mahsurin şürüyordu. Bu oklardan on iki sahabi şerbet-i şehadeti içti. On sekiz gün devam eden muhasara neticesinde kal’anın fethi müyesser olmadığı cihetle teshiri zaman-ı mev’uduna ta’likan avdet buyuruldu. Zat-ı Risalet Taif’den Ci’rane’ye muvasalat edince mal-ı ganaimi Ashab-ı kiramına taksim eyleyerek Medine’ye döndü. Hicretin dokuzuncu yılında Şam tarafına yürümek üzere ordu tertib olundu. Çünkü Kayserin emriyle Rumların bir ordusu haz ı rlandığı ve buna mütenassır Arabların da iştirak ederek merkez-i İslama doğru gelmek azminde bulundukları kıtlık vardı. Yol için azık tedariki müşkil oluyordu. Muktedir olanların iane vermesi emredildi. Herkes si’a-i haline göre nakden ve malen yardım etti. Otuz bin kişilik bir kuvvet toplandı. Bazı münafıklar bu sefere iştirak etmediler. Resulullah Efendimiz dini bütün müslümanlarla yola çıktı ve Tebuk mevkiine kadar geldi. Müslüman ordusunun hudud boylarına kadar gelip meydan okuması Rumlara dehşet verdi. Yerlerinden kımıldanmadılar. Asakir-i müslimin orada epeyce oturup bekledikten ve Eyle ile Cerba ve Ezrah beldeleri ahalisiyle musalaha ettikten sonra geri döndü. Onuncu sene-i hicrette her tarafdan elçiler ve meb’uslar geldi –ki bunlara ehl-i siyer ıstılahında “vüfud” ta’bir olunur– Ceziretü’l-Arab’da ehl-i İslam’a karşı duracak kabile kalmadı. Bu sene Efendimiz kişiyle Mekke’ye azimet ve fariza-i haccı ifa buyurdu. Arafat’da beliğ ve cami’ bir hutbe okuyup ashabına nasihatler verdi. Ve burada bulunanlar hac belde-i tahireye avdet eyledi. Meşayih-i Halvetiyye miyanında fazl ü irfan ile iştihar eyleyen zevat-ı aliyyeden olup ’de Sivas’da gehvarezib-i alem-i şuhud olmuşlardır. Sinn-i farka ba’de’l-vusul mukaddimat-ı ulumu tahsile başladıkları esnada dayısı muallim ve mürşid-i ekremi olan Şeyh Abdülmecid-i Sivasi hazretleri Sultan Mehmed Han-ı Salis tarafından olunan da’vet-i hümayuna imtisalen İstanbul’a azimetlerinde beraberlerinde aldıklarından tahsil ve tefeyyuzunu İstanbul’da Ulum-ı zahire ve batıneden ahz-ı icazeye mazhar olarak me’muren li’l-irşad Midilli’ye giderek bir müddet neşr-i ilim ve tarikatle meşgūl olduktan sonra tarihinde Dersaadet’e celb olunarak Mehmed Ağa Tekyesi meşihatiyle bekam oldular. Bu esnalardaki sit-i fazl ü irfanlarına binaen ’de Fatih Sultan Mehmed Han ve ’de Sultan Bayezid Han-ı Sani hazeratının cevami’-i şerifesine ba’dehu Ayasofya Cami’-i şerifine vaiz ta’yin buyuruldular. İşte bu vechile va’z u irşad ve te’lif-i asar ile evkat-güzar iken “eşŞeyh Abdülehad” terkibiyle şuaradan Feyzi Efendi’nin “Gitti bezm-i cennete Abdülehad” ve hulefasından Şeyh Nazmi Efendi’nin “Abdülahad Efendi olsun mukīm-i cennet” mısra’larının delaleti olan tarihi Safer’inin ilk Cuma’sında azim-i gülşen-saray-ı ukba olarak haric-i surda Eyyub Nişancı’sında mürşid-i mükerremleri sahib-i te’lifat-ı adide Abdülmecid-i Sivasi hazretlerinin türbe-i şerifeleri kurbünde vedia-i hak-i fena kılındılar. Kaddesallahu sırrehu’l-aziz. Ulum-ı batınada ve be-tahsis ilm-i ta’bir-i rü’yadaki iktidar-ı mürşidaneleri müsellem-i enam idi. Üç batna kadar silsile-i neseb-i alileri “Şeyh Evhadüddin Abdülahad enNuri Berekat” olmak üzere mazbuttur ki bunlardan pederleri olan Safayi Efendi zümre-i kuzattan ve Hazret-i Abdülmecid-i Sivasi’nin cedd-i emcedi Ebu’l-Berekat’ın nebirleri ve Mülteka şarihlerinden Sivas Müftisi İsmail Efendi’nin ferzendidir. Valideleri de Ebu’l-Berekat’ın mahdumu Muharrem Efendi’nin kerimeleridir. Müellefat-ı arifanelerinin başlıcaları: Hafrat şeklinde yazılmıştır. meti Türkiyye Gazeliyat-ı arifanelerinden: Küntü Kenz’in sırrıdır dünya ve ukbadan garaz Ona mektebhanedir bu çarh-ı minadan garaz Enfüs ü afakı rü’yetle kemale arif ol Ma’rifettir çünkü mahlukat-ı beydadan garaz Bir muammadır bu alem fehm eden ariflere Sufiya esmada kalma gel müsemma dersin al Bil müsemmadır gözüm ta’lim-i esmadan garaz Ko müyadi şuglünü sen maksad-ı aksayı gör Çün netayicdir kamu suğra ve kübradan garaz Katresinde nice umman gizlidir dil-i bahrinin Hasılı dürr-i hakīkattir o deryadan garaz “Nuriya” hiç gayrı matlab kalmadı aşıklara Hak cemalidir hemin cennat-ı ukbadan garaz. Übey bin Ka’b bin Kays el-Ensari radıyallahu anhın iki künyeleri olup biri Ebu’l-Münzir’dir ki bu künyeyi hazret-i Fahr-i Rusül efendimiz vermiştir ve diğeri Ebu’t-Tufeyl’dir ki bunu da mahdumu Tufeyl sebebiyle Hazret-i Ömer vermiştir. Akabe ve Bedir’de bulunmuş olan ekabir-i ashab-ı Resulullahdandır. Seyyidü’l-kurra’ ve muallim-i ashab-ı Habib-i kibriya idiler. Zat-ı irfan-simatları Kur’an -ı azimü’ş-şanı hıfza muvaffak olmuşlar ve Nebiyy-i muhterem efendimiz hazretlerine dinletmişlerdir. Tercümanü’l- Kur’an olan seyyidüna şeklinde yazılmıştır. hazretlerine dinletmişlerdir. Seyyidü’l-enam aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri cenab-ı Übeyy’e hitaben: bana emr etti” buyurmuş ve Hazret-i Übey bu iltifat-ı ali üzerine vecd ü ibtihac ile büka eylemiştir. Zat-ı sütude-sıfatları ketebe-i vahiyden ve asr-ı risalette fetvaları zahir olan fukaha-yı ashab-ı kiramdandır. Hazret-i Ömer müşarunileyhi “seyyidü’l-müslimin” deyü yad ederlerdi. Salat-ı teravih on dört tarihine kadar evlerde ale’l-infirad kılınır olduğu halde şevket-i İslamiyyenin o vaktin halince en azim olan Rum ve İran devletlerini lerze-nak etmeye başlamış olduğuna teşekküren o sene Hazret-i Ömer mescid-i şerifde ikad-ı kanadil ile ihya-yı sünnet etmiş ve Muvatta ’da mezkur olduğu üzere salat-ı teravihin cemaatle edası için bu zat-ı alikadri me’mur eylemişlerdir. “En iyi okuyanımız Übey’dir. Ve hükmen ve kazaca mahirimiz Ali’dir” buyururlar idi. hadisi Buhari ehadisindendir. Sultan-ı enbiya aleyhi ekmelü’t-tahaya efendimiz hazretleri cenab-ı Übeyy’e hitaben “Ya Ebe’l-Münzir! Kur’an- ı Kerim ’in hangi ayeti azimdir” deyü buyurunca Ebu’l-Münzir “Ya Resulallah ‘La ilahe illa hüve’l-hayyu’l-kayyum’ ayet-i şerifesi a’zam-ı ayat-ı Kur’an dır” demeleri üzerine Fahr-i kainat aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri yed-i mübareklerini Ebu’l-Münzir’in göğsüne vaz’ ile ilminin kuvvet ve kesretini sena buyurmuşlardır. Bir gün bir adam gelerek “Ya Ebe’l-Münzir! Bana bir vasiyet eyle onunla amil olayım” der. Ebe’l-Münzir “Kitabullah’ı mukteda-bih ittihaz eyle hükmüne razi ol. Çünkü cenab-ı Nebi size Kur’an ’ı halef terkeyledi. Bir şahiddir ki müttehem olamaz. Orada sizin ve sizden evvelkilerin zikri ve ahkamı beyan olunmuştur. Bundan büyük zemin-i tatbik olamaz” cevab-ı hikmet-abını vermişlerdir. Hazret “Bir mü’mine musibet isabet eder ise her bir günahdan beri olur” buyurmuşlardır. Zat-ı ali-i kerimanelerinden naklolunduğuna göre hazret-i Fahr-i alem “Ya Ebe’l-Münzir! Sen bu ümmete nusret ve temkin tebşir eyle. Dünyada menafi’-i gayr-i meşruasını istihsal için irtikab-ı zulm edenlerin ahirette hiç nasibleri yoktur” buyurmuşlardır. Yine kendilerinden rivayet olunur ki cenab-ı Nebi her gece nısfü’l-ley[l]de: “Ey nas! Allah’ ı zikrediniz ölüm geliyor” diye üç defa nida ederlermiş. Hazret-i Fahru’s-rusül efendimiz Ebu’l-Münzir’e hitaben “Sana Cebrail’den öğrendiğim şeyleri ta’lim edeyim mi” dedi. Ebu’l-Münzir “Minnetdarınız olurum ya Resulallah” demesiyle “Sen şu duayı oku” emri şeref-sadır olmuştur: meali: “İlahi! Bilerek ve bilmeyerek ne kadar hatalarım var metlerin feyz u bereketinden beni mahrum etme. Bana haşeklinde yazılmıştır. ram ettiğin şeylere beni meftun ve hahişger kılma” buyururlar nuz. Bir kul tasavvur olunmaz ki haşyetullahdan ağladığı halde günahları ağaçların kurumuş yaprakları gibi dökülmesin. Hiçbir kimse yoktur ki havfullahdan girye-nak olmasın. Mü’minlerin dört hal üzere bulunmaları lazımdır: Belaya sabir ihsana şakir doğru sözlü adil hükümlü. Üç sınıf halkın meclisinden ictinab ediniz: Onlar da; alim-i gafil kari’-i müdahin mutasavvıf-ı cahildir. Açlık nur tokluk ateş-i şehveti mukızdır; bunlardan bir ateş-i suz-nak zuhur eder ki sahibini dar ma’rız-ı tahkīrde bulunsalar düşmanları dahi ulviyetlerini tasdik ederler. Bir meclis ki erbab-ı ilmden halidir orada hayvaniyet kaim olur bir kavmin alimi fakīr de olsa mahafil-i menfaat mukabili iltifat edenlerin hüsn-i teveccühleri muvakkattir. Ebu Hureyre ve Abdullah bin es-Saib Abdullah bin Ayyaş Ebi Rebia Abdullah bin Hubeyb Ebu Abdurrahman es-Sülemi Ebu’l-Aliye er-Riyahi hazeratı Kur’an -ı azimü’ş-şanı bi-tarikı’l-arz Übey bin Ka’b hazretlerinden ahz ü telakkī etmişlerdir. Radıyallahu anhüm ecmain. Sahib-i tercüme hazretlerinin tarih-i vefatları muhtelefün-fih olup hicret-i seniyyenin senesindedir. Tarih-i Ebi’l-Fida’da yirmi iki gösterilmiştir. Bismillahirrahmanirrahim Şeyh-i ekber: ; diye tefsir etmiştir. Asıl hakīkī tearüf tehabübdür. Bizim Hazret-i Peygambere nazil olan Kur’an -ı mübinin letaifindendir ki bu gibi ahlaka aid mesailde hitab yalnız ehl-i imana hasrolunmamış belki umum ehl-i hitab insanlardır. hitab-ı ba-savabı ile hilkaten yek-diğerinden hiç farkı olmayan insanlar! Size derim: Ben fülan kabiledenim ben filan ve filanım diyerek tefahur etmeyiniz sizin beyninizde hilkaten bir farkınız yoktur hep ata ve anadan halkolunmuş bendelersiniz; demiştir. Muarefenin ma’nası dahi budur. Bilhassa asıl İslamın muarefesi vacibdir. Hazret-i Fahru’l-kainat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat efendimizin ümmetine ta’limatı gayet vasi’ mikyasda uhuvvet ve kardeşliktir. Mü’min mü’mine kardeştir. Bu ise nass-ı Kur’an ile sabit ve evamir-i İlahiyyedendir ve nice ehadis-i Nebeviyye ile müeyyed sünnet-i seniyyedendir. Ashab-ı kiram rıdvanullahi aleyhim ecmain müsavat değil yek-diğere isar ederdi. nass-ı celili onlar hakkında varid olmuştur. Fakat bizler maatteessüf nefs-i emmaremize mağlub olduk rehberlerimiz ve nücum-ı hidayetimiz olan Ashab-ı kiram efendilerimizin yolundan giderek bilhassa millete rehber olacak adamlar bizler ulema kisvesinde bulunan zevat-ı kiram herkesden ziyade rah-ı Hakkı bizim gözetmemiz lazım gelir arefeyi ta’mim uhuvvet-i İslamiyyeyi tahkim etmek en büyük bir vazifemiz iken bu vazifemizi ifa etmek şöyle dursun bilakis muhasede ve münaferet bizim aramızda cereyan edip duruyor. Bugün biz de hubb-i fi’llah buğz-ı fi’llah kalmadı hep hubb-i nefs hubb-i dünya hadimi olduk. Sonra bizden ders-i ibret alacak avamın hali ne olur onlar da bizim arkamızdan geleceklerdir açık söyleyelim kendi kendimizi aldatmayalım bugün ulema beyninde olan münaferet kabil-i tedavi değildir. Ya hu ne için böyle olalım? Ayıb değil mi yazık değil mi bu ümmete? Cenab-ı Vacibü’l-vücud bize ıslah-ı zatü’l-beyn ile emr u ferman buyurmuş iken biz de te’lif-i kulub uğrunda cüz’i bir teşebbüs yok; böylelikle halimiz ne olacak? Fahru’l-kainat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat efendimiz buyurmuşlar; sizlerden hiç biriniz mü’min olamaz nefsi için sevdiği istediği şeyi kardeşi için de sevmez ve istemezse. Acaba kendimizi bir yoklayalım. Biz böyle miyiz? Hiç şübhe olunamaz ki cüz’i insaf edersek hiç birimiz böyle evsafa malik değiliz. Değil böylesi yek-diğerimize sünnet olan selamı bile esirgemeye başladık. İfşa-i selam sünnet ve ala rivayetin vacib iken bizde selam ortalıktan kalktı ulemamız bile bilmediği tanımadığı adama müslüman olduğunu bildiği halde selam vermemeye başladı; halbuki tearüf ve tehabübün en birinci vasıtası selam idi. Sahabe-i kiramdan Amr bin el-As der ki: Bir adam Hazret-i Peygamber’e sordu: yani İslamiyet’te hayırlı haslet nedir? Sallallahu aleyhi ve sellem cevaben: Bildiğin ve bilmediğin adamlara Diğer bir hadis-i şerifde varid olmuştur ki: Diyor ki: Mü’min olmadıkca cennete giremezsiniz yekdiğerinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız size bir şey göstereyim ki her vakit yaparsanız sevişirsiniz yek-diğerinize selamı Acaba bu haslet bizde var mı buralarını mülahaza ediyor muyuz? Ulemamızın cumhuru: buyurmuşlardır. Bazıları da: emri vücub içindir demişlerdir hiç şübhe yoktur ki selam şiar-ı İslam’dandır şu halde biz ne bımız yoktur. Bundan maada esbab-ı tearüfden her ne ki bize lazım ve muhatabe biz bunların hepsinden mahrumuz. Ziyaret ve sıla ve ila gayri zalik ahlak-ı hamide-i İslamiyyeden her ne var ise hiç biri bizde bulunamıyor. Bilakis yek-diğerimize adavet ve münaferet esbabından olup şer’an haram olan; nemime zemime gıybet bizde şayi’ olup adeta umur-ı adiyyeden oldu. Bir de şeriat-i garra-i mutahhere bizi ni’met-i İslam ile tevhid etmiş iken biz hala kendi kendimize kabaile intisabla Türk Tatar Arnavud Arab ve sair kavmiyetler bizim Memleketlerimizi ecanibe teslim etmekten başka bir menfaat gösteremediler böyle iken biz de ancak kendi kendimize nass-ı celilini “i’tisam bi-habli’llah” ayetlerini hiç duymadık işitmedik mi? Bugün umum küre-i arzda mevcud müslümanların ahvali böyledir. Hep gaflet içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Bir de kendi su’-i a’malimizi mülahaza etmeyip din-i mübin-i İslam’a layık olmayan bazı isnadatta bulunuyoruz. İşte bizim su’-i a’malimize göre Cenab-ı Vacibü’l-vücud a’dalarını bize musallat etti bütün küre-i arzda ne kadar müslüman var ise hepsi duçar-ı esaret ve zillet oldular. Ümeramızı ve ulemamızı enva’-ı vahime istila etti. Müslümanların avamı cehaleti san’at ittihaz ettiler ulema namını hamil olanlarımız da vahimeye boğuldular bilhassa bu son senelerde ittihad-ı İslam vahimesi pek ziyade galebe etti. Adeta İslam kelimesini söylemekten çekinir olduk altından bir ittihad-ı İslam çıkmasın diye korkuyoruz. A’dalarımız da bizim vahimelerimizi tamamıyla keşfettiler bizde cüz’i bir hareket görseler hemen siz cum ediyorlar. Şimdi ortalığa bir siyaset hastalığı da girdi neuzü bi’llah söyleyemeyecekler. Halife namını imparatorluğa tebdil etmek isterler Osmanlı başladılar. Ecnebiler ki biz umum ehl-i İslamın a’dasıdır “ Allah’ın ipine sabunlar her fırsattan istifade ederek bize maddeten ve ma’nen hücum etmek isterler. Yine biz kendimiz onlara alet oluyoruz. Eğer biz kendimizi toplayıp da mazimize nedamet ederek salah u necahımız için çalışmazsak bizim akıbetimiz mevt-i ahmerdir. Geliniz biraderler kardeşler nedamet edelim tevbe ve teb’id edelim. Ya Rabbi pişman olduk sen fazl ü inayetin ile bize merhamet eyle bizim taksiratımızı afveyle halimizi ve istikbalimizi rahimin olan Cenab-ı Vacibü’l-vücud-ı Gaffaru’z-zünub’un merhametine sığınalım inşaallah Habibi olan Muhammed Mustafa sallalahu aleyhi vesellem hürmetine bizim taksiratımızı afveder de bizleri merhamet-i Samedaniyyesine mazhar eyler ümidiyle kardeşler yek-diğerlerimize sarılalım bu din-i mübin-i İslam ali bir dindir ve Cenab-ı Allah’ ı n da lütf u inayeti büyüktür. Biz bi-hakkın dinimize temessük eder de dinimizi her umurumuzda kendimize rehber ittihaz edersek Hazret-i Allah bizim muinimiz olacaktır. = Siz Allah’a itaat ederseniz Allah da size nusret eder. kendimizi aldatmayalım ve başkalarına da hiç aldanmayalım. Tecrübeler meydanda İslamiyet’in en kavi ve en ali zamanları müslümanların en mütedeyyin oldukları zamanlarıdır. çıkar da din-i İslam terakkīye mani’dir derse isbat etsin görelim. Tarih meydanda mizan meydanda a’mal meydanda…. Diyanetten uzak düştükce perişan oluyoruz. H ı ristiyanlar dahi diyanete hürmet edenlere i’tibar eder. Dine hürmet etmeyen bu dünyada cezasını bulur ve bulmuşlardır. Bizim re’s-i karda bulunanlarımız dahi ayne’l-yakīn bilir ki bu devlet din ile kaim olur. Rical-i devlet diyanetten uzaklaştıkca Osmanlı İmparatorluğu ile Bulgar Krallığı arasında büyük bir fark tasavvur olunamaz belki de bir Karadağ kadar haysiyetimiz kalmaz. Şu halde bizim için necat şübhesiz dine sarılmaktadır. Cenab-ı Mevla bu din-i mübin-i İslam’ın hamisi ve hafız-ı hakīkīsidir. İnşaallah kalblerimizi ıslah edersek memleketimizi dahi tahlis edeceğimizde şübhe yoktur. Kalb büyük şeydir. sadaka Rasulullah. melü’t-tahiyyat efendimiz buyurmuştur ki insanların vücudunda ufacık bir mudga et parçası var işte şu mudga doğrulursa cesedin hepsi doğrulur. O et parçası bozulursa cesedin hepsi bozulur. O et parçası da kalbdir; buyurmuşlar. Demek olur ki kalblerimiz ıslah olunursa memleketimiz de salah u felahı bulur yoksa bizim de halimiz harab memleketimizin de akıbeti perişan olur. Hazret-i Allah bizlere merhamet eylesin. Ah kardeşler aziz vatanımız akıbet a’dalarımıza miras olacak bu böyledir. Bizde bu kalb bu kalıp var iken akıbetimiz perişandır. Boş boşuna kendimizi aldatmayalım adam olmak istersek el birliği ile çalışalım. Bizim bazı zavallı hocalarımız son söz olmak üzere Cenab-ı Allah sahibini göndersin derler. Bu ise cahilane bir acz izhar etmek demektir. Allah muhafaza etsin göndermesin. Memleketin sahibi biziz başka sahib göndermesin. Belki Cenab-ı Allah bize memleketimizin sahibi olduğumuzu hissedecek kadar bir duygu ihsan etsin haricden başka sahib göndermesin. Hiç olmazsa böyle dua edelim. Biz sahib olamazsak sahib olacaklar çok bulunur Allah göstermesin. Bu yirminci asr-ı medeniyyette alem-i İslam ne gibi tecelliyata ma’ruz kalıyor. Erbab-ı tefekkürce hun-aver bir manzaradır. İslamiyet’in barikalar saçan feyz-ı ulvisi bugün bu muhteşem Avrupa medeniyetine esas olmuşken ne garibdir ki bugün biz cahiliz Avrupa alim; bugün biz sefiliz Avrupa mes’ud; bugün biz vahşiyiz Avrupa medeni; bugün biz serseriyiz Avrupa hünerverdir. Kurtuba ufuklarını ihata eden asar-ı sabıkaya müracaat edilsin İspanya’da İslamiyet namına o devirde esas-gir-i i’tila olan ilm ü irfan Pirene silsilesinin cenubundan şimale Avrupa içlerine doğru akmamış; envar-ı hakīkat fezail ve asar-ı İslamiyet Avrupa’yı ma’kes-i intibah etmemiş olsaydı bugünkü bu müşa’şa’ bu müdebdeb medeniyet bu kal’alı demirli hükumetlerin yerinde cehl ü sefalet yelleri esecek duracaktı! Biz buna ağlamıyoruz bilakis memnun ve mesrur oluyoruz. Çünkü şeriyetten ne ilm ü ma’rifet ne zevk u saadet hiç hiçbir şey esirgemezler. O ve onların mücahedesi beşeriyetin tarik-ı hakk u hakīkate rücuu; ensal-i beni ademin saadet ve selamet-i daimesidir. İslamlık ve İslamlar zulm ü zulmete cehl ü denaete fısk u sefalete karşı evet yalnız bunlara karşı ref’-i liva-yı isyan etmişlerdir. Şaşkın beşeriyeti rah-ı hakka nur-ı hakīka[t]e da’vet ve gark etmek esasen insan kanı insani kalbi taşıyanların nutk ile mümtaz olan herkesin boynuna borcdur. Bu öyle ulvi ve nurani bir mücahede-i ictimaiyyedir ki bunun neticesi beşerin tenevvürü beşerin teallümü beşerin saadeti beşerin zafer ve galebesidir. Fakat bugünkü medenilik iddiasında bulunan bugün asar-ı medeniyyeye malik olan insanlar bizden evet İslamlardan neden ediyorlar: Yalnız bunun hikmeti gayr-ı ma’lumdur! Bugün medeniyet tarafdaranı medeni insanlar “Batsın İslamlık.. Kahr olsun İslamlar!” diyor bağırıyorlar. Fakat alem-i İslam onların rehberi İslamlar da hem-cinsleridir. Rehber-i kemalatını tahkīr eden hem-cinsine la’net okuyan ağızlara artık ne ta’bir bulmalı bilemem! Evet pek tabii bir şeydir: O büyük ve mutantan merakiz-i medeniyyede yaşayanların pa-yı saadet ve serir-i ezvakına dökülecek sarı torbalar elbette biçarelerin hab-ı gaflette yatanların sırtından ellerinden lokmalarından cebren ve kahren çalınacak… Bu aleni sirkat ve cinayeti bütün cihan-ı medeniyet teşci’ ederken alkışlarken biz zavallılar da dünyayı feryadlara figanlara garkediyoruz. Fakat bizim seslerimiz boğuktur işidilmez. Hak ve insaf ise pençe-i kuvvet Fas.. Bu Afrika’nın şimal sahillerini öpen kanlı facianüma merhamet tarafdaranının keff-i hadid-i bi-amanında değil midir ki hufre-i inkıraz ve taksime uğruyor. Fakat ey medeniyet ve ma’rifet-i beşeriyyenin zi-kemal katilleri; orada birbirine soktuğunuz yine tahrikat-ı sehifenizle yek-diğerine kardeş iken düşman ettiğiniz Arab evladlarının kanını içmekle mi; son saadetini son lokma-i sefaletini çalarak mesrur ve müftehir olmakla mı ve en sonra bir avuç parçası kadar kalan o ufacık memleketi de zir-i pa-yi hakimiyetinize sokmakla mı mes’ud ve müftehir olacaksınız? Ya oranın sükkanı ya oranın hakimiyeti ya oranın hayatı ne olacak.. Hiç öyle mi?!.. Fakat hayır kabahat sizde değildir. din ve kan kardeşını boğmak için silah-ı isyana sarılan; Fas’ı bir celladhane-i vahşet haline koyan Allah’ ı n her gününde mutlak memleketin bir noktasında saika-aver bir ihtilal çıkaran gafil İslamlar.. Sizin nereye gitmek istediğinizi anlamak isterim. Girdab-ı felakete her gün bir başka renk ve şekilde yuvarlanmakta olan alem-i İslam Fas’ın bu sukūt-ı anisinden de mi nadır! Hazer. Fas ve alem-i İslam hakkındaki teessürat-ı fikriyyemi ve ne döktükten sonra sözümü giryemi sırf Yemen ve Arabistan akvam ve kabail-i İslamiyyesine tahsis ediyorum. Evvelemirde onlara şöyle hitab etmek isterim: Ey beşeriyetin rehber-i hak ve adaleti olan Kur’an- ı Kerim ’i tanıyan akvam ve kabail-i Arab… Türkistan Buhara Hive Afgan Tunus ve Cezayir’in nereye müntakil olduğunu biliyor musunuz? nuz? Biliyorsanız düşünebiliyorsanız bu yek-diğeriniz aleyhindeki kıtal hükumet-i müstakillenize karşı ettiğiniz isyan nedir? Bir maksadınız varsa o maksada vusul için elinizdeki silahı kendi kalbinize saplamakta ne ma’na vardır?.. Bugün dünya yüzünde İslamlık namına müstakil bir hükumet kaldıysa o da Devlet-i Osmaniyye’dir. O devleti indiras ve sak… Ne kazanacağız? Ailemiz Devlet-i Osmaniyye’nin bir cüz’ü; hazine-i Osmaniyye bizim kasamız; hükumet sandalyesi; bizim serir-i istiklalimiz; hayat-ı hükumet bizim hayatımız değil midir?.. İstiklal-i Osmani aleyhine hareketimiz yine kendi ailemize kendi hayatımıza kendi yurdumuza kendi malımıza taarruz ve hıyanet değil de nedir? İnsan kendi evini kendi eliyle yıkar mı.. İnsan evladlarını yine kendi bıçağıyla boğazlar mı.. İnsan kendi ailesini yine kendi gayretiyle dağıdır mahveder mi.. Hasılı insan kendisini gözgöre cehenneme atar mı? Evet sizin hareketiniz böyledir. Buna siz ister cinnet mi? Dilemezse size diyorum ki bu tarik-ı sakīm-i na-hemvardan ric’at ric’at ediniz. Sizin ve bizim istikbalimiz artık yalnız bir noktaya muallak kalmıştır; siz ve biz yalnız bir noktaya hulasa istinad edebiliriz; o da: Miknet-i Osmaniyyedir. Miknet-i Osmaniyye ihtilal ve iftirak ile değil ittihad ile hasıl olur. Biz müttehid değiliz; biz ihtilaf ve ihtilal içinde yaşıyoruz. Öyle ise bizim akıbetimiz de fenadır. Türkistan göçmüş… Niçin?. İhtilal olduğu için. İran sukūt ediyor. Sebebi? İhtilal. Fas bacaklarını sallıyor... Esbab? İhtilal. ne söyleyeyim artık yeter… Biz İslamlar ve siz ey ihtilal ve feryadları guş-ı i’tibara alacak bu inleyen kalbi dinleyip de Yok mu.. Eyvah mahv ü izmihlalimiz mukarrer ve muhakkak öyle ise bundan halas olmanın çaresi yoktur. Bir zamanlar Arab kısraklarına muzafferane binen civan-merd mi?.. Ya din-i mübin-i İslamın size emanet ettiği Medine’yi ve Mekke’yi.. O Kabe-i mu’azzamayı da mı teslim ve takdim edeceksiniz?. Yazık! Yemen’de guya hilafet ve Arablık namına kaldırdığınız kanlı faci’ isyan bayraklarının ucunda “izmihlal-i İslam” levha-i matem-giranesinin yazılı olduğundan gafil olmak.. İşte en müdhiş cinayetiniz burada yazılıdır. Yemen ihtilali.. Emin olmalıdır ki ne İmam’a ne de Seyyid yanın sonu dehhaştır. Çünkü hilafet-i Arabiyye namına Osmanlı ordusunun sine-i celadetine atılan kurşunlar bilakis tac-ı hilafeti parçalamakta yalnız parçalamakta değil alem-i rum ki adı: İndirasdır! Hazer!... Kardeşim akıbet-i vatanı düşünürken sakın nevmid olma.. Himaye-i ilahiyye bizden iyi adamları biraz daha eksik etmeyecek. Halk –zannetmem ki– akıl ve hikmeti çiğneyecek kadar fesad-ı ahlaka düşmüş olsun; ruh-ı milleti yoklarsan ecdadımızın nişane-i ulviyyetini onda yine bulacak ve gözlerinin önüne yeni kahraman muazzam hayaller ve bunlara layık mes’ud bir devlet getireceksin.. Bir tarafdan haricin mütemadi taarruzatı karşısında pek müteessir pek muztarib oluyoruz; esaret zincirleri sanki kulaklarımızda çınlıyor; fakat yorulmayalım kendimize büyük teselliler bulalım; endişelerimize kederlerimize iştirak edecek kalbler arayalım; bu kalbler emin ol ki; memleketi kurtarır.. Belki ikimiz de daha bahtiyar zamanlarda dünyaya gelebilirdik: Dalgasız denizlerde mai semaların zir-i safında latif rüzgarların buse-i nüvazişiyle aldanarak sahile yaklaşmak önünde mukadderat önünde mırıldanmayalım fırtınalar karanlık ufuklar arasında her an kayalara çarpmak tehlikeleri mevcudken bile –bütün ümidsizliklere rağmen– yine elimizden dümeni kürekleri bırakmayalım.. Daima ümid-i selamet.. En büyük teşevvüşatı: Hikmet ve hakīkat; en müdhiş mehaliki: Şecaat ve sebat izale eder; sille-i tufan arkasında bir mu’cize-i hayr-kar nümayan olabilir. Vatan mahvolsa bile harabe-zar-ı vatan altında kalsak bile onu kurtarmak için hiçbir fedakarlıktan çekinmeyişimiz bize en şerefli tesellidir. Şimdi ihtimal. “Hem hubb-i vatandan hürriyetten birkaç kişinin gönlünde kalan faziletten bahsedilsin; hem de her hareket bunun aksi zuhur etsin: Hıyanetler adaletsizlikler başımıza musibetler yağdıran ahlaksızlıklar yolalsın ne faide!” diyeceksin. Evet doğru; fakat düşün ki: İnsanlar felakete saadetten ziyade mütehammildirler.. Biz bulunduğumuz yerde muhafaza-i vicdan edelim en ufak muvaffakıyetten sermest olarak haysiyetimizi unutmayalım.. Eğer i’tikad ettiğimiz kavanin-i ahlakıyyeden kavanin-i diniyyeden fekk-i istinad edersek saadetlerimiz şübhesiz tezelzüle uğrar; yoksa bizi bir devr-i huzura atlatacak felaketlerden niçin ihtiraz eyleyelim!. Her unsur bu toprağın evladı; bu toprakta doğmuş bu toprakta ölecek.. Bizden zaif olanların hakk-ı hayatına hürmet etmeyecek olursak yeni hatalara düşeriz.. Mağrur ve nahvet-gir hırs-ı cahı atalım.. Dün esaretten kurtardıklarımızı bugün kendimize esir etmeyelim.. Onlar haydi bizim kibrimize ses çıkarmasınlar; fakat bizim hırsımız onları da haris eder hepsini düşman eder adaletsizliğimiz döner dolaşır bize icra-yı adalet eyler. Gözlerimizi açarak tashih-i ahlak edecek yerde merhametsiz davranır; azametimizi memleketin haşmet-i tarihiyyesini taşıyan halkı cebr ü şiddetle ezmeye kalkışırsak; kırılan kollar birden bire bizi fırlatır.. Kendimizi ahaliye karşı değil ahaliyi başka milletlere karşı muzaffer edelim.. Kalblerimizde kin hile intikam riya ikbal-peresti hisleri bulundukça kendi kendimizin düşmanıyız.. Bazen düşünüyorum: “Bizi şu fenalıklardan kim halas edecek?” diyorum. Yalnız bir kelime karşımda la-yeteğayyer bir heykel-i nurani şeklinde yükseliyor: Din.. Gözlerimiz bağlı olsa bile elimizden tutan bu hakīkat bizi uçurumlardan geçirir; içimizdeki uyuşmuş ruhları sarsar kaldırır… Artık herkes saadet-i umumiyyenin saik-ı yeganesi: Hakīkat-i diniyye olduğunu anlamalı. Bunu bugün anlatmak bütün milleti –ferd-a-ferd– kendi kendine düşünür bir hale getirmeliyiz. İşte garbın sırr-ı tefevvuku! Memleket eskisinden daha müreffeh göründüğü halde hiç birimizin simasındaki işmi’zaz-ı kasvet-engizi silmek mümkün değil. Niçin? Zira hükumet tamamıyla takdir-i ehliyet edemiyor fazl ü kemale ehemmiyet vermiyor… Halbuki onun nazarından hiçbir zeka hiçbir teşebbüs uzaklaşmamalı; vazifemiz olmayan şeylerle iştigalimiz asıl yapacağımızı bilmemekten neş’et etmiyor mu? Maamafih umur-ı vatanı gerek münakaşa gerek hall ta’kīb etmek lazımdır; maraz-ı istiskaya uğramış bir hastaya celbolunan tabib eğer onu yalnız banyoya koymamızı tavsiye ederse bundan hiçbir netice çıkmaz. Bu hüküm fenni değil hezeyandır; vücud-ı beşeri tedkīk etmeden evvel “ben doktorum” demeye cesaret edebilir miyiz; elbette hayır. Tıbkı bunun gibi ahval-i umumiyye-i memleketi de teşrih edercesine tahkīk ve muayene etmeli her uzvun vazifesini ta’yin eylemeli münasebatını bulmalı; ba’dehu her ilacın hassası fazileti nedir öğrenmeliyiz. Fenn-i siyaset: Tıbb-ı hükumettir. Bu da diğeri gibi ma’lumat ve murakabata muhtacdır. –Acaba insanlar neden hürriyet-i fıtriyyelerini terkederek bir hükumet bir daire-i hareket te’sis ediyorlar neden kendilerini idare edecek adamlar arıyorlar? Bunları düşünelim.. Biraz esasat-ı hilkate hasr-ı tefekkür edelim.. Şerait-ı saadeti menabi’-i ihtirasatı anladıktan sonra ihtiyacat-ı hakīkıyyeleri kemal-i vuzuhla tahdid eyleyelim: Bütün felaketlerimizin müsebbibi olan sahte sun’i ihtiyaclardan vareste kalalım.. Yoksa bulacağımız deva maraz-ı ictimaimizi ya hiç şifa-yab etmez yahud bir taraf[ı] tatbik ederken diğer tarafı tahrib eyler.. İnsanları aldatmak san’atıyla: Onları mes’ud etmek san’atı elde edilmiş olmaz. Eğer hulyai bir saadet arkasından –gölgemizi kovalar gibi– koşarsak; ayağımızın altındaki çukurlara yuvarlanır gideriz.. Yalnız hal-i hazırla meşgūl olmak da bi-faidedir; çünkü zaman geçiyor hal daima istikbale münkalib oluyor. Emeller hareketler bugüne aid kalırsa ümidlerimiz aldanır tasavvurlarımız tarumar olur. Bakınız dünkü sakin havalar bugün nasıl fırtınalar husule getirdi! Bunun için yükselelim; fırtınaların dalgaların yetişemeyeceği kadar yükselelim.. Burada bir sual-i mütereddi[d] sorabilirsiniz: – Mesail-i mühimmenin cereyanını muttasıl tebdil eden vukūat arasında sabit kat’i la-yeteğayyer kavaid-i idare vaz’ etmek kabil midir? – Hay hay; çünkü tabiat-ı beşeriyye la-yeteğayyer kavanine merbuttur. Bütün mes’eleler bizim hevesatımıza tabi’ olarak renkten renge girer bu tahavvülatın kavanin-i asliyye Tekrar bir şübhe-i mu’teriz varid-i hatır: – Şu iddia milletler gözden geçirilirse istikametten sakıt oluyor: İngilizler Fransızlar Ruslar Japonlar.. Hepsi başka şekl-i hükumet arzediyor; hatta teşekkülat-ı ırkiyye bile muhtelif; sonra bunların içinde de umumiyete benzemeyen sınıflar mevcud. Hepisinin gaye-i emeli ayrı. Burada hürriyeti; öbür tarafda mutlakıyeti tercih edenler var. – Demek kavaid-i siyasiyye tahavvülat-ı ictimaiyyeye tabi’ ve bu zaruri. Evet doğru; lakin bu kaideler tarz-ı tatbiklerinde değişirler; her kendini aldatanın hatası aynı değildir. Sonra herkes rah-ı saadetin aynı noktasında bulunmaz. Sakın saadet herkesin kabiliyet-i telakkīsine göre mütehavvildir zannolunmasın. Gideceği yeri sorup öğrenmeden yola çıkan bir seyyah tahayyül edelim: Tabii biraz sonra şaşıracak yanlış cem’iyetlere sapacak ilerlemesine mümanaat eden bulunmazsa ezip geçecek; bulunursa ezilecek.. Ne olursa olsun neticede maksadına nail olacak mı? Gaye-i seyahati hakkında ma’lumat edinemediği için –hayır!– işte bütün milletlerin hatası. Hepsi bin türlü meşakkatlere katlanarak saadeti arar ve kendilerini bil-iğfal sürükleyen mübhem endişeye de “siyaset” namını verirler. Lacedaemon vazı’-ı kanun Ligorek’den evvel ne halde müşler: Krallar bir yığın esiri kemal-i şiddetle idare etmek; zenginler halkı soymak ve kanunu saymamak farzediyorlardı. Nizamat ve evamir: Hırs-ı cah tama’ gazab ve intikam gibi hissiyatın bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyordu. Ligorek geldi: Vatanı hatalardan yavaş yavaş tenzihe çalıştı; maksada zulüm ile anarşi ile varmak kabil olamayacağını bilakis bunların civar düşmanlara müsaade-i hücum vereceğini tefhim ile nihayet bütün memleketi tarik-ı hakk u selamete isal eyledi. Üssü’l-harekatı gayet basit idi: Efkar-ı batılayı değil tabiatı tedkīk etmek; kalb-i beşerin en muavvec köşelerine nüfuz ede ede insanların ne istediklerini idrak eylemek.. Bu sayede esrar-ı rabbaniyyeyi de keşfetmişti. Tastir ettiği kanunlar: Men’-i ihtirasat ile kavanin-i akliyyeyi kabulden ibarettir. ettiği kanunlar neden ibaret? Hem niçin ihtirasatı yenmeye çalışmalı? Cem’iyete hayat ve hareket veren ihtirasat değil mi? Tabiat bize “saadet” diye bir gaye göstermiş.. Gah şetaret gah elem içinde daima ona doğru koşuyoruz; bir şeyin bizi suret-i redd ü kabulüne göre ona yaklaşmak yahud ondan uzaklaşmak icab ediyor. Tabiata istinad edenler niçin yanlış bir yola sapmış olsunlar? İhtirasatımız muhakematımızdan evvel doğan bir eser-i tabiattır. Akıl en emin rehber ise niçin bizi evvela doğru yola sevketmiyor? Eğer tabiat insana kavanin-i akliyyeye itaati emrediyorsa niçin herkes hakkında tarafdar-ı müsavat davranmıyor. Yoksa tabiat da bazı alçaklar riyakarlar gibi zaif korkak beceriksiz mi? Herkes kendi aklını beğenmiş herkes: ‘Aklım var’ diyor. O kimsede yok. Yalnız esaret hazin ve elim bir esaret; ihtirasatın da bizi hükmüne ram etmekten başka kuvveti mevcud değil” fikrindedirler; bu hata-yı i’tikadi eğer fikirden kalbe kadar nüfuz etmişse artık fazilet aramamalı. İnsana gençken safsatalar bile hakīkat gibi görünür; ihtirasatımızı felsefe zannederiz; sonra tedkīk ve tetebbu’ sayesinde o mütalaatın sekameti anlaşılır aklın telkīn ettiği kavanin-i asliyye kabul olunur; o vakit de gaib edilen zamanlarla i’tikada kapılarak Kardeşim emin ol ki Cenab-ı Hak hepimizi saf kalblerle halk buyurdu; bu hediye-i kıymetdarı biz telvis ediyoruz. Eğer akıl batılsa fazilet bir kelime-i bi-faide; bir kelime-i bima’na kalır. Fazileti insaniyetten ref’ et: Kaplanları insanlardan daha tehlikesiz daha az yırtıcı bulacaksın. Artık hakīkatlere gözlerimizi kapamayalım. Bir hükumet değil bir medeniyet bile ihtirasata alet edilince söner mahvolur.. Fenalıklar altında halkı boğar paralar.. Halbuki daima akla müracaat eden hükumet saadetini menafi’-i umumiyyede aradığı için re’s-i karına hayr-hah faziletkar adamları geçirir. Onlara emniyet eder. Eğer bir devlet kendi menfaatlerinden başka bir şey görmeyenlerin hevesleri uğrunda cem’iyetin revabıt-ı necibesini koparanların eline düşerse eden iyilik fenalık araya girince bi-sud ihtilafata meydan verir; halkın bir kısmını endişekar bırakır. Çünkü ihtirasat nazarında hiçbir kudsiyet muhafaza-i mevki’ edemez. Muharebeler cinayetler hıyanetler vahşetler adaletsizlikler alçaklıklar; ahlaksızlıklar… Hepsi ihtirasatın birer meş’ale-i muzafferiyyetidir.. Bu meş’ale yanar yanmaz sükunet huzur-ı vicdan saadet gibi fezaile vücud veren aklın bütün bütün koca bir millet sürüklenir gider. Kendini bilen: Ne mağrur ne de süfli yaşamalı; akıl ile ten zulümden tenzih-i kalb etmeli. İnsanların yalnız hareketi muhterisalarıyla çizilmiş tarih sahifelerini okuyunuz; acaba müfteris hayvan sürülerinden ne fark bulursunuz. Milletlerin safahat-ı hayatını tedkīk ediniz: Daima şekl-i siyasete göre mes’ud yahud bedbaht olduklarını anlayacaksınız. Seyyiat çoğaldıkça felaket artar. Bugün üzerimize yığılan musibetlerin müsebbibi asla tali’ değildir: Para hırsı hubb-i vatanı boğarsa; sefahet herkesi vazifesinden alıkorsa huzuzat-ı sefilane ruhlarımızı yorarsa tabii netice: Hezimet-i umumiyyedir. Zaten vatan bir ittihadgah-ı fezaildir. Fazilet sukūt edince vatan münkarız olur: Bu bir hakīkat-i müsbete. Bütün yan bulacaksınız. “Size yalancı saadetler va’deden ihtirasattan vazgeçiniz; onların muğfil sözleri biraz sonra celladınız olacak sizi esir edecek.” Gibi ahkam-ı aliyyeyi dinleyerek ıslah-ı nefs edenler Aklınızı isticvab etmeden evvel ihtirasatınızı susturunuz.. Şübhe yok ki o zaman vezaif-i insaniyyeniz hatt-ı hareketiniz bütün vuzuh u kemaliyle tezahür ve taayyün edecek. […] aid asardan bize kadar intikal edebilenler de: İslamların terakkıyat-ı fikriyyelerini takdir ve tebcil ettirecek derecede bir kuvveti haiz bulunuyorlar. tarihinde ber-hayat olan el-Hazin büyük müelliflerden ma’duddur. El-Hazin’in tercüme-i hayatına dair olan ma’lumatımız maatteessüf pek nakısdır. Bu muhterem dahinin İspanya ve Mısır’da ikamet etmiş olduğunu zan ve tahmin edebiliriz. Mebhas-ı ziyaya dair yazmış olduğu eser-i kıymetdar Latince’ye tercüme edildikten sonradır ki el-Hazin’in kıymet-i takdir ve tebcil edildi. Kadim Yunan hükemasının tabiat-ı rü’yet hakkındaki yanlış fikirlerini ilk defa olarak tashihe muvaffak olan zat elHazin’dir. El-Hazin şuaat-ı ziyaiyyenin ecsam-ı hariciyyeden göze geldiğini isbat ederek o vakte kadar hüküm-ferma olan yanlış bir nazariyeyi –ki şuaatın bilakis gözden ecsam-ı hariciyyeye gittiğinden ibaretti– cerh ve ibtale muvaffak oldu. El-Hazin’in hadise-i rü’yet hakkında vermiş olduğu izahat alelade nazariyeye bir faraziyeye müstenid değil; belki; ciddi bir tecrübe-i teşrihiyyeye esaslı münakaşat ve kavanini hendesiyyeye mübtenidir. Bu büyük mütefennin tedkīkat-ı medide neticesinde tabaka-i şebekiyyenin mahall-i rü’yet olduğunu ve şuaat-ı ziyaiyyenin tabaka-i mezkure üzerine olan te’siratının asab-ı basari vasıtasıyla dimağa intikal ettiğini istintac eylemiştir. El-Hazin’in yaşadığı devrin ahval-i ruhiyyesi düşünülürse bu hususda bir tecrübe-i ameliyye icrasına kalkışmak o derece ihtiyatlı bir hareket olamayacağı anlaşılır. Çünkü o vakitler memnu’ gibi olan teşrih ameliyatına bil-fi’l girişmeksizin bu gibi neticeler istihracı gayr-i mümkin olacağını biliyoruz. El-Hazin iki göz vasıtasıyla tabaka-i şebekiyye üzerine teressüm eden mütenazır bir çift hayalin tek olarak rü’yet edilmesi esbabını kemal-i muvaffakıyyetle izah edebilmiştir. El-Hazin’in asarında görülen mebahis-i mühimmeden yalnız bu izah keyfiyeti asr-ı hazır fizyolojisi için; ehramlar dahilinde keşfedilecek bir kavsin fenn-i mi’maride haiz olacağı ehemmiyet kadar ve belki daha ziyade; haiz-i ehemmiyettir. El-Hazin şuaat-ı ziyaiyyenin inkisar ve in’ikasatından mütevellid olan galat-ı rü’yeti illusion izah ve beyan ederek hiss-i basarın emin bir vasıta-i ilm olamayacağını ihtar etmeyi de unutmamıştır. şeklinde yazılmıştır. Asırlardan beri zencir-i istibdad ile gerden-gir olmuş hissiyat-ı milliyye denilen şeyden bil-külliyye ari ve azade bulunmuş vatan ve millet kelimelerinin ifham ettiği ma’nanın asıl ve künhüne zerre kadar kesb-i vukūf etmemiş yüzü tükürüklü başı kapazlı olarak dünyada bir ömr-ı sefilane geçirmiş hürriyet ve asudelikle memzuc bir hayatın lezzetini görmemiş olan İranlılar acaba ahval-i hazıranın tevlid ettiği bu kadar felaket ve müşkilattan mütenebbih olarak “biz de yaşamaya müstehık bir milletiz” diye ahval ve ruzgarlarının arasında tanin-endaz-ı dehşet olan topların velvelesi mübeddel-i sükunet olmadan bütün amal ü arzusu şu zavallı milletin refah-ı hal ve saadetine müstenid olanların zihnini en ziyade işgal eden suallerin birisi de bu olsa gerektır. Ötede Fas’ın kabri kazılmış son bir fatihaya muntazır. Biraz beride Türkiye koca bir şir gibi bi-eman sayyadlarla onun da hali ma’lum onun da yanı başında Afganistan ki o da “medeniyet” “ıslahat” “insaniyet” ve “ticaret” namlarıyla memalik-i saire-i İslamiyyeye girmiş olan Avrupalıların uzaktan yüzlerini görmek şöyle dursun onların adlarını bile karlı bulutlu dağların sine-i sıyanetine sıkılmış da iki eliyle öz başını ancak saklayabiliyor. Hal böyle iken yine bizde tükenmez bir sevda-yı sermedi; ahirette hurilerin gılmanların agūş-ı visaline nailiyetle be-kam olmak için ebedi bir arzu; darbe-i hurafatla kalbimizdeki hissiyat-ı insaniyye ve milliyyeyi öldürmekle efrad-ı İslamiyyeyi azim bir kütle-i ecsad haline koymuş olan hainlere tükenmez bir ihtiram ve i’tibar. Kınalı saç ve sakal uzun tesbih ticaret kasdıyla bir nice defa haccı Kerbela’yı Horasan’ı ziyaret helal ve haram tanımamak şartıyla “oruçluyum” diye mürailik satmak “matemzedeyim” diye yılda kırk gün sine-ber-duş olarak atadan anadan henuz yetim kalmış küçük sabiler gibi başa döğüp ağlamak; “Helal kisb ibadettendir” diye her şeyi hilei şer’iyyeye uydurarak helal ile haramı katıkla süzme kadar olsun biri birinden tefrik ve temyiz etmemek; “ehl ü ıyal şermendesiyim” bahanesiyle id-i milli ve mübarekimiz olan Cuma gününün bile ihtiramını saklamayarak gümrük kaçakçıları kapı arasından müşteri yola salmak…. Hülasa din tün bu hareketlerimizi ta’kīb eden kuldurluk haramzadelik hıyanet ve bunların menşei olan cehalet bizim için bir alamet-i farika olmuş. Eğer Müslümanlık bu ise doğrusu bir şey değil! Bu kadar nakıs ve çirkin sıfatlarla muttasıf olan bir milletin nasıl bir millet olabileceği ise hal-i hazırımızdan güzel hiçbir şey isbat edemez. Halimiz amellerimiz bu merkezde buna da Türkçe “arsızlık” derler. Ağzımızı açınca diyoruz ki fülan ve fülan millet müslümana zulmediyor. Şübhe yoktur ki bize zulm ü cefa edenler zalimdir lakin biz o mazlumlardan değiliz ki hakkımızda zulmedenlerde zerre kadar eser-i şefkat ve merhamet uyandıracak bir eser-i dirayet ve kabiliyet gösterebilelim. Kabiliyetsiz bir milletin vazifesi ise daima nökerciliktir ki maatteessüf onu bile layıkıyla ifaya muktedir değiliz. Türk’de bir mesel var: “Kendi düşen ağlamaz” Şeh-rah-ı hayatta her adımda bir sendeleyip düşmekle yıkılmakla o kadar ülfet ve imtizac peyda etmişiz ki bir defa düşünce bir daha ayağa kalkmak asla hatır ve hayalimize gelmiyor. Yüzlerce yıllardır ki pa-yı ecanible ezilmekteyiz. Küçelere döşenmiş kaldırım taşı gibi düştüğümüz yerlerde o kadar kalmışız ki gerdune-i muzafferiyyeti bütün şa’şaa ve tantanasıyla beraber hep üzerimizden geçmiş. Eser-i hayat ve hissiyattan o kadar mahrum ahval-i zamaneden o kadar ru-gerdan olmuşuz ki bir hatve olsun hab-ı nisyandan göz açıp deva’-i küll makamında olan terakkī ve temeddüne refakat etmemişiz. Daima zaif daima hasta. Beka ve hayatımızdan öyle kat’-ı ümid etmişiz ki gözlerimiz açık ellerimiz ayaklarımız sağlam a’za-yı bedenimiz tamm u muntazam iken te’sir-i nevmidi ile ruhumuz adeta incimad etmiş fikrimiz yağı tükenmiş makine gibi faaliyetten sakıt bir hale gelmiş. Öz cehaletimizle öz bedenimizde açmış olduğumuz yaraların ağrısını acısını o vakit hissetmeye başlamışız ki “At alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş.” Hatime-i kelam olarak yine tekrar ediyorum ki bizi bu hale getiren menafi’-ı şahsiyyelerini cehaletimizle te’min etmek tarikını iltizam eden ahundlarımızdır. Üç-beş yıldan beri bunu anlamadık bir ferd-i vahid kalmamış. Bir o kalmış ki milyon müslüman milleti bir ferd-i vahid gibi yüzünü şu bi-mürüvvet ahiret dellallarına çevirip desin ki: “Biz millete bu kadar ettiğiniz yetişir. Yakamızdan el çekin! Ahiret için delaletinize ihtiyacımız yoktur! Gidin özünüze insaf ve insaniyetle mütenasib bir san’at arayın!” Dünyanın hangi bir tarafında olursa olsun urefa-yı İslamiyyeden birkaç adam hüsn-i niyyet ve sadakatle bir yere toplanıp da mucib-i salah u saadetimiz olacak bir işe ikdam etti mi hırs-ı menfaatle müteharrik olan ahundlarımız derhal kabağa çıkıp ibraz-ı mümanaat ettiler. Nerede ki bir kıraethane usul-i cedide üzere bir mektep milleti mes’ud edecek şebbüs olunduysa dallerini mürur-ı zamanla tahrif ve makasıd-ı şahsiyyelerine muvafık bir şekle münkalib ettikleri şeriat-i mukaddese-i İslamiyyeyi öne sürüp alemi ihya eden bu avamil ve ikdamatı kökünden yıkmaya çalıştılar. Meclis-i Meb’usan Riyaset-i Celilesi’ne Teşrinievvel sene tarihiyle ve Kalküta’da mün’akıd miting reisi Gulam Hüseyin Asaf ve Sühreverdi imzalarıyla keşide kılınan telgrafname suret-i mütercemesidir: “İhtisasat-ı uhuvvetkarane-i İslamiyyenin Osmanlılar lehinde olduğunu iş’ar eder ve Hükumet-i Osmaniyye canibinden şan ve şeref-i İslamın bir azm-i kavi ile müdafaa ve muhafaza edilmesini rica eyleriz.” Hindistan ekabirinden Londra’da mukīm Seyyid Emir Ali hazretleri Times gazetesine gönderdiği bir mektupta diyor ki: “Alem-i İslamiyyet ve Nasraniyyet arasında hissiyat ve münasebat-ı meveddetkaranenin muhafaza ve tenmiyesi ve bu iki büyük dinler erbabının aheng-i vifak dairesinde eğer mümkin ise el birliğiyle kendi daire-i nüfuzları dahilinde terakkıyat-ı medeniyye namına hareket etmeleri ehass-ı emelim olduğundan Trablus’un İtalya tarafından istilası tasavvurunun netayic-i mütehammilesine enzar-ı dikkati celb ettim. İngiltere için bu mes’ele pek büyük bir ehemmiyeti haizdir. Milyonlarca İslam İngiliz tabiiyyetini haiz olduklarından memalik-i hariciyyede kendi din kardeşlerine tealluku olan her şeyi bittabi’ büyük bir dikkat ve merakla ta’kīb ederler. Böyle bir tecavüz-i ahd-şikenane ve vahşiyanenin tevlid eylemesi muhakkak olan nefret ve infial alem-i İslam’ın her tarafına sirayet edecektir. Hıtta-i Mısriyye ve bütün Şimali Afrika derhal bundan duçar-ı teessür olacak ve terakkıyat-ı medeniyye ve hüsn-i amiziş-i milel ü akvam asırlarca geri kalacaktır. Fransa tarafından Fas’ın istimlakine karşı tebriye için ne ma’zeret gösterilirse gösterilsin İtalya tarafından Türkiye’ye karşı vukū’ bulan bu tecavüz-i istilakarane ve teşvik için meydanda velev cüz’i ma’zeret yoktur. İtalya’nın Times gazetesinde mevzu’-ı bahsolan “şikayetleri” böyle bir teşebbüs-i tecavüzkaraneyi asla haklı göstermeyecek derecede ma’nasızdır. Binaenaleyh henüz iş işten geçmemiş hukūk-ı düvele ve kavanin-i ahlakıyye ve beyne’l-milele karşı tasaddi olunan bu taarruzu bil-cümle muhibb-i sulh u salah ve hüsn-i muaşeret-i milel ü akvam tarafdarlarını olanca kuvvetleriyle protestoya da’vet eylerim.” Mısır eşrafından Ahmed Bey dün sadrazam paşaya bir telgraf keşide ederek Trablusgarb’ın müdafaasına iştirak etmek üzere otuz bin Mısırlı ile harekete amade olduğunu bildirmiştir. Mısır hürriyetperveranı tarafından Trablusgarb’a zahire sevkiyatına tevessül olunduğu işidilmiştir. rine galeyana gelen Kahireliler bir miting akd ettikten sonra protestonamelerini Kahire’de bulunan ecnebi konsoloslarına göndermişler bir nüshasını da Mısır Kapıkethüdası Yusuf Sadık Bey vasıtasıyla sadrazam paşaya takdim etmişlerdir. Fizan Mutasarrıfı Bahriye Kaymakam Bey’in Tibesti havalisinde asker cem’ eyledikleri Trablusgarb’dan Babıali’ye iş’ar olunuyor. Asakir-i mezkure altı günde Trablusgarb önünde bulunacaklardır. Petersburg’da münteşir “nim resmi” gazetelerden Novoye Vremya Eylül tarihli adedinin telgraf kısmında ahval-i hazıraya aid birkaç mühim telgraf mündericdir. Ezcümle Budapeşte’den çekilen şu telgraf müslümanlar için pek şayan-ı ehemmiyettir: Budapeşte- Meşhur müsteşrik Vamberi Budapesti Hirlaq gazetesi muharririne şu yolda beyanatta bulunmuştur: Bundan sonra da İslamiyet’i müdafaa etmek pek fazladır. O ortalıktan kalkmalı medeniyet nokta-i nazarından İslamiyetin bekası değersizdir. Zira o medeniyetin düşmanıdır. Müslüman padişahlığı artık sukūt etmeli zira bunlardan hiç birinde dahilen padişahlık denilebilecek bir şeyleri yoktur. Müslümanlarda hiç tabiat yoktur. Belki bu kelime ne olduğundan haberleri yok. Bunlar ibadetten başka bir şey mütehassis değildirler. Türkiye’nin idare-i meşrutasına da artık ehemmiyet verilemez. Şimdi Türkiye’de ahval eskisinden daha fenadır. Müslümanları üç yüz milyon rakamıyla da büyütmek çocukcasına bir lafdır. Koca müsteşrik Şark’ı ne kadar güzel biliyormuş? Biz müsteşrik cenablarına te’min ederiz ki bu sözlere bizim müstağriblerimizden başka ehemmiyet veren bulunmaz. Zaten müsteşrikin Türkistan’a aid eserindeki yalanlar o zaman anlaşılamamış ise de şimdi tamamıyla tahakkuk etmiştir. Ey mutaassıb menfaatperest garazkarlar! Yeni Türkiye’nin sizin nazarınızda eskisinden daha fena olacağı şübhesizdir zira eskisi gibi sükutiye vermiyor… * * * Yine Novoye Vremya aynı nüshanın baş makalesinde Türkiye ve İtalya mes’elesinden bahsettiği sırada diyor ki: Bizim diplomatlarımız uzaktan seyretmeli Trablusgarb’da ne yarar bunda bizim için bir ziyan yoktur. Bugünler Afrika’da halifenin son günleridir. Olsun olsun zaten genç Türklerden bir hayır ümid olunamaz bunlar o eski babalarının evladlarıdır. Rusya’ya karşı daimi adavet besleyecekleri şübhesizdir. Abdülhamid siyasetini tamamıyla ta’kīb ediyorlar. Hayda[r]abad-Deken Hakimi Nizamülmülk hazretlerinin henüz kırk beş yaşında olduğu halde irtihal-i dar-ı beka ettiğini Bombay’da münteşir el-Islah gazetesi yazıyor. Bu zat-ı muhterem sene hükümdarlık etti. Bütün Hindistan ülkesinde en mu’teber ve büyük İslam hükümdarı idi. Her ne kadar İngiltere taht-ı himayesinde olsa bile kendi ülkesini müstakil bir hükümdar gibi idare ederdi kaffesi Hadramut Arablarından olmak üzere daimi altmış bin kadar askeri bulunurdu. Kendisi gayet müslüman ve mahbub-ı ulema idi. Haydarabad-ı Deken nizamı devleti gayet mükemmel olup milyon ahalisi vardır: Takriben on milyon Brahma müşrik iki milyona karib ehl-i İslam ve mütebakīsi ecnas-ı muhtelifedir. Makarr-ı saltanatı Haydarabad-ı Deken beldesidir. Hindistan’da iki Haydarabad vardır. Bu Haydarabad Deken ülkesinde olduğu için Haydarabad-ı Deken alem gibi olmuştur. Haydarabad beldesinde yüz bine karib nüfus var duçar olmuştu şimdi sekenesi altmış bin tahmin olunur. Ma’lumdur ki bu memleketler ve Hindistan umumiyetle er geç İngilizlerin malı olacağı muhakkaktır. Fakat bunlar içinde onların da rehberi ekseriyetle Bengale-i Şarkī Tatarları’dır. Nizam hazretlerinin dahi kurenası bunlar idi rahmetullahi aleyh. Kendi daima Mongolluk ile iftihar etmekle beraber dermiş ki: “Ben Mongol olduğum halde neden bu kadar cebin oldum?” Bunu da üstadları ulema-i be-namdan Envarullah Sahib hazretleri Mahbub Ali Han’ın ezkar-ı cemilesi sırasında ta’dad ederdi. Mahbub Ali Han cenabları kendi kise-i diyanetperverlerinden her sene bin adamı Hicaz’a yollardı. Rahmetullahi aleyhi rahmeten vasiaten. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ekim Yedinci Cild - Aded: Ahval-i hazıraya bir nazar demekle yalnız bugünkü hale nazar ma’nası anlaşılamaz zira hal-i hazır hep maziden tevarüs edegelmiştir. Şimdi ortalıkta mevcud mes’ele bundan bir hafta mukaddem yalnız Trablusgarb mes’elesi gibi iken bugün bunun kuyruğuna bir de Girid mes’elesi yapıştırılacağı tebeyyün etmek üzeredir. Daha arkası var ise er geç o da başgöstereceği muhakkaktır. Şimdi biz Girid üzerinde çok söz söylemeye lüzum görmüyoruz. Yalnız şunu ihtar edebilirim ki Girid mes’elesi ancak Devlet-i Aliyye ile Yunan beyninde bir mes’ele değildir. O derecede sade-dil olmayalım. Çünkü bundan sene mukaddem İngiliz diplomatlarından biri demişti ki “Girid Ceziresi deniz altına gidecek olsa dahi İngiltere Hükumeti deniz içinde o muhiti şamandıra ile çevirir de yine ortasına kadda olan İngilizler bu Girid’i pek kolaylık ile Yunanlılara bağışlayamazlar belki şimdi de muhtemeldir ki İngilizler bayraklarını bu fırsattan bil-istifade dikmiş bulunurlar. Hiç şüphe yoktur ki bu da on beş yirmi seneden beri tedbir olunmuş kurulmuş kararlaştırılmış bir mes’ele idi. Fakat etraflıca mülahaza olunursa yalnız biraz na be-mevsim ortaya atıldığı zannolunabilir. İhtimal ki Türkiye’nin ahval-i hazırası da bunu icab ettirmiştir. Esas mes’ele şudur ki şimdilik kapı kapatmak olamayacağı yahud kapatmak için teşebbüs olunsa bile müşkilata duçar olunacağı dahi kabil-i inkar değildir. Şimdi bu günden i’tibaren neticeden de bahsetmek boş bir falcılık olacağı gibi istikbalde alacağı vaz’iyetten bahsetmek de fazla bir ma’lumat-füruşluk olur. Evet bugün gazeteler her biri kendi fikrini neşretmekten geri durmuyorlar hatta Rus hayalperestlerinden bazı şarlatanları Ayasofya Cami’-i şerifi hilali üzerine salib yerleştirmek için vakit gelmiş olduğunu dahi söylediler ve yazdılar… Bu gibi hayaller de her ne kadar hayal ise de büsbütün nazardan dur tutulamaz fakat biz Rusların bu gibi hayallerine bir derece kesb-i ünsiyyet etmiş olduğumuz cihetle bizce bunlar Rusların adi bir teselliyatı olacağı aşikardır. Zaten Ruslar bu vahimelerine hatıra olmak üzere bu son on sene zarfında Rusya’nın her vilayetinde müceddeden bina olunmuş kiliselerde salibin altına bir de hilal vaz’ etmek ve bu suretle işte salib hilalin üzerine geçti diyerek kendilerini aldatmakta olduklarına kanaatimiz ber-kemaldir. Maamafih bu kere İtalyanların ale’l-acele attıkları bir hatve neticesi olarak yangın tevessü’ edebilir ve bu ihtimal de baid değildir. Yalnız biz değil; buralarını a’dalarımız dahi düşünmektedir. Her ne kadar arada sırada gazete sütunlarında “Artık Trablusgarb istila olundu me’sele hitama erdi.” gibi teskin-amiz ibareler görülmekte ise de biz onlara şimdilik bu sözler ancak bizim sade-dil siyasiyyunumuzu ikna’ belki de iğfal niyetiyle yazılmış ve yazılmakta olan desais nazarıyla bakacağız. Mes’ele henüz bidayetinde bulunuyor. Bugün yalnız Osmanlıların değil umum ehl-i İslam’ın gözleri açıktır. Bundan sonra ne olacağına dört göz Bundan böyle mes’ele günden güne ciddiyet kesbettikce vehamet ve tehlikesi dahi o nisbette tezahür edecektir. Bugün Rusya Devleti askerini topladıktan maada mühimmat-ı harbiyye namıyla yazılmış herkesin has mülkü olan hayvanatı dahi toplamaya karar vermiştir. Kafkas dağlarında ve Tiflis vilayetlerinde ta’limat-ı askeriyye ve manevralar kemal-i germi[y]le devam etmektedir. Yalnız Rusya değil Balkan hükumetleri ve düvel-i muazzama dahi gayet gizli olmak suretiyle tedarikat-ı harbiyyede devam etmekteler iken bunları ne kadar ketm etseler bile; asarı meydandadır. Bugün Avrupa medeniyeti devletler beyninde sulh-ı müsellahı te’min etmekte ise de Şark’da gözetmekte oldukları menafi’leri neticesi olarak yine bir gün gelecektir ki: Yalnız muharebe-i iktisadiyye değil top tüfenk ve mitralyözler de tükendikten sonra kılıç hançere varınca isti’mal ederek Seylü’l-arim yerinde kan deryaları akıtmak suretiyle vahşetlere meydan açacaklardır. Bugün Avrupalılar medeniyet ve insaniyet perdesi altında de yarın kendilerine yutturamayacaklardır. Zaten Avrupa’nın her tarafında fitneler tevali etmekte bu sene Rusya’nın vilayetinde kaht-ı külli olduğu gibi ticareti de sektedar olmuştur. Neticede ıztırar-ı umumi hüküm-ferma olacaktır. Biz şimdi yalnız ahval-i hazırayı etraflıca mütalaa ederek kemal-i basiretle mülahaza edip de kendi vazifemizi ve ne yapabileceğimizi nazar-ı i’tibara alacak olursak bize ve umumen Osmanlılara iki nevi’ vazife terettüb eder: Biri şimdiki halde mes’ele tevessü’ etmeyip yalnız İtalya netle mukavemet ederek hukūk-ı Osmaniyyenin tamamıyla muhafazasına gayret ve İtalya tarafından teklif olunacak şeraitten hiç birini kabul etmeyip sebat ve İtalyanlar ile muamelatı tamamıyla kat’ ederek İtalya müessesatını ve tekmil suretle aylar seneler geçsin sabır ve tahammül ederiz yalnız Diğeri ise: Mes’ele bilahare Balkanlara da sirayet eder de etrafımızda bulunan kendi finolarımız av’aveye başlayacak olursa artık hiç vakit kaçırmayıp bir tarafdan millet silaha sarılmalı diğer tarafdan da ulemamız kemal-i ciddiyet ve her Osmanlı vatan uğurunda varını feda etmeli. Artık iş oraya vardığı gibi oğul kız peder valide düşüncelerine de meydan kalmaz herkes dinim ve diyanetim der yürür. Malını canını her şeysini feda eder. O zaman bizim ehl-i imanın kaffesi her tarafa hücum eder vazifesini ifa eder. O zaman Avrupalıların da başlarına kıyametler kopar; o zaman umum ehl-i İslam bi-hakkın ber-hayat olduklarını yalnız din-i mübin-i İslam’ın ulviyetine i’timad ile sabır ve tahammül ettiklerini tamamıyla göstereceklerdir. Ve mina’l-lahi’t-tevfik Zübdetü’l-hakaik ’dan naklettiğimiz yukarıki parçanın birinci cümlesi olan “vücud birdir” cümlesi hakkında bir iki söz söyleyelim. Herkesin ma’lumudur ki mefhum-ı vahid müşterek olması i’tibariyle mefhum-ı vücudun tasavvuru gibi değil bedihidir. Zira herkes hatta kesb şanından olmayan çocuklarla deliler bile kendi varlıklarını ve onun zımnında eşya-yı sairenin varlığını bilirler. bir cüz’ü demek olan vücud-ı mutlakın da bedihiyyü’t-tasavvur olması lazım gelir. Eğer mefhum-ı vücudun tasavvuru kesbi olaydı behemehal bir delile ihtiyac messeder o delilin de kesbi olmaması zaruri olur idi. Çünkü kesbi olması farzedilecek olursa delilin kendisi de muhtac-ı isbat olur bu da teselsülü intac eder. Teselsül ise batıldır şu halde bedihiyyü’t-tasavvur olan bir delilde tevakkuf zaruridir. Lakin tevakkuf edilecek o delilin kendisi de mefhum-ı vücud dahilinde olmak lazım geleceğinden aynıyla medlul yani vücud olmuş olur. Mefhum-ı vücudun delil ile isbatı mümkün olmadığı şu mukaddimeden anlaşılır. Mefhum-ı vücud zihinde hasıl olan mefhumatın kaffesinden mukaddemdir. Zira o mefhum tahakkuk etmeden mefhumat-ı sairenin tahakkukuna imkan-ı akli yoktur şu hale nazaran mefhum-ı külli-i vücud diğer mefhumat-ı külliyyenin e’ammı demek olur. Külliyet tezayüd ettikce besatat da o nisbette tezayüd eder; tezayüd ede ede artık hiç ta’rif edilemeyecek dereceye gelir. Mefhum-ı vücud kaffe-i külliyyatı muhit bir külli-i basit olduğundan ta’rifi mümkün değildir. Vücudun ta’rifine kıyam edenlerin nefislerinde gördükleri cür’et mefhum-ı vücudun bedahetiyle o bedahet hakkındaki cezmlerinin kuvvetinden ileri gelir. Halbuki insan vücudun ta’rifine yeltenince ıktihamı gayr-ı kabil bir müşkilin karşısında kalır. Fransızca bir eserde ta’rif-i vücud hakkında şu sözleri görmüş idim: “Vücudun ne olduğunu sual eden bir adama: Sen var mısın yok musun? Diye sormalı varım diyecek olursa varım dediğin zaman bu sözünle ne demek istediğini bilir misin diye tekrar sual etmeli eğer kendisinden cevab-ı tasdik alınır ise demek ki sen vücudun ne olduğunu biliyorsun şu halde bildiğin bir şeyi niçin soruyorsun demeli. Hakīkaten bu söz pek doğru pek müskit bir cevaptır. Lakin insan “bi-vechin ma” olup vücudun künhü i’tibariyla değildir. Künh-i vücudu Allah’dan başka kimse bilmez. Zat-ı vücuda kadar gitmeye ne hacet? Mevcudda bile bu işkal bakīdir. Mesela altının evsaf ve a’razı onun maadin-i saireden temyizini Fakat bir sail altının künhünü nazar-ı i’tibara alıp da: Bu evsaf ve a’raz ile maadin-i saireden temeyyüz ve hüviyet-i zatiyyesiyle taayyün eden altının kendisi nedir? Diye sual edecek olursa onun bu sualine kolay kolay cevap verilemez. Bunun cevabı “Altın altındır” sözünden ibaret kalır; fakat bu söz saili iskat için cevab-ı kafi olamaz. Vakıa bir şeyin hakīkati o şeyin aynı olması i’tibariyle o şeyi bilmek onun hakīkatini bilmek demektir. Çünkü bir şeyin hakīkati “ma bihi’şşey’ü hüve hüve” diye ta’rif olunuyor. Fakat mebhas-ı vücudda asıl mes’ele bu ta’rifdeki “hüve”lerin dan iğmaz-ı ayn edilip de ta’rifdeki “hüveler” hüve hüvesine; aynı aynına kabul edilirse hakayık-ı eşyanın bilinmesi emrindeki işkal asla mündefi’ ve o şeyin bilinmesiyle onun hakīkati bilinmiş olmaz. Bir şeyin hakīkati o şeyin kendisi kendisi de o şeyin hakīkatidir demek o şey o şeydir demenin aynı olup hiçbir ma’na-yı zaid ifade etmez ve “şey” kendi nefsiyle ta’rif edilmiş olur. Fakat bu kuyud sırf mebhas-ı vücuda nazarandır. Hatta ehl-i hakkın “hakaikü’l-eşya’i sabitetün” sözü bu fikrimizi müeyyiddir. Onlar bu sözle el-eşya’ü sabitetün ma’nasını murad ederler. Bunu sofistaiyyeden başka kimse inkar edemez ancak o hakaik-ı sabitenin künhüne luhuk-ı ilme gelince orada çok kimseler sofistai olur. Bu ileride bu bahsin tafsiline girişileceğinden burada bundan ziyade söylemeyeceğiz. Mefhum-ı vücud hakkında bahs-i sabıkı ikmal edelim. Kendisine sen var mısın yok musun diye sorulan yukarıki adam mugalata vadisine sapıp da ben vücud ne demek olduğunu bilmiyorum mevcud muyum ma’dum muyum onu da bilmiyorum. Diyecek olursa o adam bu inkarı yahud şekk ü tereddüdile beraber hem kendi vücudunu hem de onun zımnında ale’l-ıtlak vücudu bildiğini i’tiraf etmiş olur. Zira görülüyor ki mütekellim evvela kendisince bir emr-i müsbet demek olması zaruri olan kendi vücudundan onun zımnında da vücudat-ı saireden haber veriyor. Kailin tereddüdüne gelince onun bu tereddüdü hakīkat-i zatiyyesinin sübutuna değil o hakīkatin üzerine terettüb ettireceği hükme aiddir kail vereceği hükümde istediği kadar tereddüd etsin hatta isterse bir hükm-i menfi bile versin hiç te’siri yoktur. Çünkü kendisinden sadır olan “ben” lafzı onu ilzam etmek daha kavidir. O elde edildikten sonra ötesi kolaylaşır. Madem ki ben lafzının kaili o lafzı telaffuz ve bu telaffuzuyla onun medlulüne bi-vechin ma şuurunu i’tiraf ediyor. Onun üzerine terettüb ettireceği hüküm ister müsbet ister menfi olsun te’sirde müsavidir. Fakat bu kayd yalnız vücud bahsine münhasırdır. Mebahis-i sairede mes’elenin şekli değişir. Zira vücud bahsinde bize lazım olan yalnız ben lafzına muzaf bir hükmün vücudu olup o hükmün zatındaki nefy ve isbat değildir. Hüküm menfi de olsa onu iliştirecek müsbet bir yer aranılan bir emr-i vücudi idi. “Ben” lafzı onu te’min ediyor. Onun üzerine terettüb ettirilecek hüküm müsbet ise matlub sabit olur. Menfi ise safsatadır çünkü nefy isbata takaddüm edemez. Vücud bilinmeyince adem bilinemez vücud hakkında bir hükm-i menfi verebilmek için o hükmü vermeden evvel behemehal vücudu bilmek vücudun sübutuna kail olmak lazım gelir. Kail mevcud muyum ma’dum muyum onu da bilmem diye şek vadisine sapacak olursa bu sözü bütün bütün merduddur. Çünkü onun bu sözü zihninde vücud ve adem gibi sabit olan bu iki mefhum-ı mütegayirden elbette vücudun sübutu ademin sübutundan mukaddemdir. Vücud üzerine terettüb ettireceği iki hükümden birini ihtiyarda tevakkufu onun zihninde sübut-ı vücuda mani’ değildir. Yukarıda dediğimiz gibi hatta ben mevzuunun üzerine bir hükm-i menfi bile terettüb ettirmiş olsa bu hükm-i menfi bir hükm-i müsbet kadar haiz-i kuvvettir. daki vahdeti tarumar ederek ümmeti sair milletlerde olduğu gibi din ile dünyayı din ile dünya adamlarını birbirinden ayırmak girivesine düşüren birtakım hadiselerin zuhurundan sonra bu iki fırkanın her biri diğerine karşı yan bakmaya bütün kabahati mes’uliyeti onun üstüne atmaya kalkıştı. Öyle ümid edilir ki yıkılmış olan bünyan-ı mecd ü şevketimizi yeniden yükseltmek için fezail-i İslamiyyenin lüzumundaki kat’iyyeti duymuş olmak hususunda nesl-i hazır bütün ensal-i maziyeye tefevvuk edeceği gibi halkı bulunduğumuz zamana göre irşad etmekteki kusurlarından dolayı ulemamıza en şiddetli muahazeler yağdıracak olan nesil de yine odur. Evet milletin ma’neviyatı üzerine çöken bütün cem’iyeti karşı büsbütün duygusuz bir hale getiren fesad-ı ahlak yaralarını kapatmak için sinelerde kemalat-ı İslamiyyenin o hayat verici nefahatına bir büyük iştiyak olduğunu görüyoruz. Ancak bu his henüz şerait-ı zaruriyyesini istikmal etmemiştir dememize muhterem kari’lerimizin müsaade buyurmalarını niyaz ederiz. Halkımızı öyle görüyorum ki bu emeli tahakkuk ettirecek yahud tahakkuku mümkün bir hale getirecek esbabın hiç birine iltifat etmeksizin erike-i istirahatlerine kurulmuşlar da fezail-i İslamiyyenin gökten yağmur şeklinde inerek uzaktakilerini yakındakilerini sirab-ı hayat etmesini istiyorlar! Daha doğrusu halkımızı öyle görüyorum ki o fezail sınıflarına mahsus bir libas iktisa eden yahud muayyen bazı kitapları okuyan zevattan başkası vasıtasıyla elde edilemez i’tikadını besliyorlar. Hayır hayır böyle bir zanda bulunacak olursak aklımızın hukūkunu ibtal etmiş olduktan başka evine kapanıp da bütün hacat-ı maişetinin hazine-i gaybdan gelmesini bekleyen miskinler derekesine ineriz. Öyle değil badiye haricine çıkmayan A’rabinin az zaman içinde anlamakta güçlük çekmediği fezail-i İslamiyye ümmetin münevverü’l-fikr gençleri ya dalle yahud temhide muhtac değildir. Onlar ihatası kolay tarzı [silik] gayeti vazıh öyle birtakım kaidelerdir ki insan bulamayacağımız kadar büyük– bir itminan ile kabul eder. Eğer insan hakayık-ı kainata vakıf olur da vicdanı üzerinde hakim olarak ona evvelki heyecan ve huruşundan sonra bu kadar esaslı bir sükun te’min eden itmi’nanın sırrını anlamak isterse evvela esrar-ı hilkati saniyen tekalif-i hayatı salisen bütün şu kainata hakim olan kavanin-i fıtratı rabian beşerin kasri bir hareketle koşup gittiği gayeti tedkīk eylemesi icab eder. O zaman görür ki Müslümanlık’daki esaslar ihatası bu kadar kolay bu kadar seri’ olmasıyla beraber insanı maddi ma’nevi fani bakī elhasıl bütün ma’nasıyla saadete isal edecek yegane tariktır; evet yegane şah-rah-ı nur-a-nurdur ki beşer kendisine rağmen onu teharri fıtratında olduğu gibi bugün bütün hükema-yı alem o tarik-ı hikmeti kendilerinden uzakta görüyorlar da vusul Pek a’la! Müslümanlığın esaslarını ihata bu kadar kolay kavaidi bu kadar sağlam iken nasıl oluyor da o esasları gaib ettiğimizden dolayı müteessir görünüyoruz; nasıl oluyor da bize ahkam-ı dini izah edemiyorlar diye şundan bundan şikayet ediyoruz? Halbuki o esaslar Kur’an- ı Kerim ’de hadis-i Peygamberi’de daha sonra selef-i salihin asarında en sarih ibarelerle en rakīk işaretlerle temhid edilmiştir. Müslümanlar zanneder mi ki Cenab-ı Hak Kur’an ’ı ancak bir sınıf-ı mahsus tarafından anlaşılsın; yahud ma’nası hiç düşünülmemek şartıyla ya ölülerin başı ucunda yahud sokak ortalarında okunsun; yahud şenlikli gecelerde nargile gürültüleri tütün dumanları arasında yüksek sesle terennüm edilsin diye göndermiştir? Müslümanlar zannederler mi ki aleyhi’s-salatü vesselam efendimizin ehadis-i kerimesi yalnız birtakım hacatın te’mini yahud kazaların def’i yahud bereket celbi için tilavet olunmak icab edip başka bir hayra yaramasın? Müslümanlar artık anlamalıdırlar ki bunların kaffesi Müslümanlığa münafidir; hem de Cenab-ı Hakk’ın ıkabını müstelzimdir. Kur’an ki her ayet-i bülendi bir mecmua-i hikmettir; ehadis-i Nebevi ki kavanin-i ictimaiyyenin ruhudur; Cenab-ı Hakk bunların sahaif-i evrak üzerine yazılıp bütün tabakat-ı ümmet arasında neşrolunmasını ancak ahkam-ı celilesi teemmül edilmek evamiri nevahisi düstur-ı hareket ittihaz olunmak için emir buyurmuştur. Çünkü fani bakī her iki saadetin medarı her iki hayatın istinadgahı budur. Tarih-i müslimin bizim için bu babda en büyük bir hüccettir. Pek a’la! İşte kemalat-ı İslamiyyeye ne derecelerde muhtac olduğumuzu anladık. Lakin ne için her birimiz istitaati nisbetinde o kemalatı ihraza çalışmıyor? Heva-yı nesimi kesafetinin irtifa’la tenakus ettiğini ilk defa beyan eden yine el-Hazin’dir. El-Hazin diyor ki: Mailen heva-yı nesimiye dahil olan şuaat-ı ziyaiyye mahaddebiyyeti arza müteveccih olmak üzere bir mahrek-i münhani ta’kīb eder. Şu halde gözümüze vasıl olan şuaat istikametince bu kevkebe baktığımız vakit; onu şuaatın gözümüze çarptığı mahalde mahrek-i muhaddebe mümas olan hat istikametinde rü’yet edeceğimizden; semtü’r-re’se daha karib görürüz. Halbuki kevkebin mevkii hakīkat-i halde o derece mürtefi’ değildir. lu’dan evvel veya gurubdan sonra; yine birer hayalleri müşahede edilir ki bu keyfiyeti de ilk defa el-Hazin izaha muvaffak olmuştur. Bu büyük hikmet-şinas diyor ki: Vasıtanın kesafeti ne kadar çok olursa hutut-ı şuaiyyenin inhirafı da o nisbette ziyade olur. Huzemat-ı ziyaiyyenin ta’kīb ettiği istikamet yalnız kat’ edilen vasıtanın kesafetine tabi’ olub tesadüfi olarak bulunacak buharatın hiçbir te’siri yoktur. Şems ve kamer ufukta bulundukları vakit kutr-ı şakūlileri daha büyük görülür. El-Hazin bu hadiseyi de inkisar-ı nesimiye atfeylemiştir. Kevakib-i sabite ziyalarında müşahede olunan berik ve lemeanı ise inkisarın tahavvülatıyla izah eylemektedir. Aynı ahval tahtında; kevakibin cesametlerince müşahede olunan fart-ı zahiriye gelince; el-Hazin bu keyfiyeti de – ara yerde bazı ecsam-ı arziyye girmesi sebebiyle– o yolda tahayyül ettiğimize hamlediyor. binaenaleyh gece müddetinin tenakus etmesi icab edeceği hakīkati yine el-Hazin’in cümle-i beyanatındandır. Heva-yı nesiminin in’ikası bahsinde ise fecr ve şafak hadiselerini pek güzel izaha muvaffak olmuştur. Bugün biz de hadisat-ı mezkureyi aynı suretle izah ediyoruz. El-Hazin cidden hayret-bahş bir deha ile bu prensiplerden bil-istifade heva-yı muhiti irtifaının takriben yüz kilometreye baliğ olduğunu hesab eylemiştir!.. Bu büyük ve fenni neticeleri kilise erbabının sefilane felsefeleri fevka’l-akl mu’cizeleri ile kıyas etmeye bil[me]m cesaret-yab olabilir miyiz? El-Hazin’in keşfiyat ve izahatı bugün de ilk defa olarak fen akademisine arz ve tevdi’ edilmiş olsa fevkalade hayret ve takdirle istima’ edileceğine şübhe yoktur. Kitabü’l-Müvazeneti’l-Akliyye ünvanlı eser-i muazzamın müellifi dahi el-Hazin olduğu iddia ediliyor. Bu kitap Tauris Rusya Konsolosu Mösyö Kanihoff tarafından Livre de la Balancedu namı altında Fransızca’ya tercüme edilmiştir. Şayed iddia edildiği vechile eser-i mezkur el-Hazin tarafından yazılmış ise müellifinin kudret-i ilmiyyesi için başka delil ve vesaik aramaya lüzum yoktur. Tazyik-ı nesimi ile kesafet-i hevaiyye arasındaki münasebet bu kitabda gayet açık bir ifade ile tasrih edilmiştir. Şu halde tazyik-ı nesimi keyfiyeti Toriçilli’den hayli müddet evvel İslamlar tarafından keşfedilmiş demektir. El-Hazin bir cisim vezninin vasıta-i muhitıyye kesafetiyle tahavvül ettiğini izah ederken diyor ki: Vasıta-i muhitıyye ne kadar çok kesif olursa cismin vezninden gaib edeceği mikdar da o kadar ziyade olur. Su derununa mağtus ecsama suyun icra edeceği tazyik nazar-ı i’tibara alınırsa sefain misilli ecsam-ı sabiha mes’elesi kolayca halledilebilir. El-Hazin’in merkez-i siklet nazariyesine dahi vukūf-ı tammı olduğu asarının mütalaasından müsteban oluyor. Hatta nazariye-i mezkureyi terazi ve mikyas-ı kuvvetlere tatbik ederek; bunların; sükunet veya hareket halinde bulunduklarına göre; merkez-i sikletleri ile merkez-i ta’likleri arasındaki münasebatı ta’yine bile muvaffak olmuştur. Alem-i daha ileri giderek cazibe-i arzın bir kuvvet olduğunu kabul ve mesafe ile tahavvül ettiğini beyan eylemektedir. Tahavvül-i mezkurun mesafe murabbaıyla mütenasib olduğu keyfiyeti el-Hazin’in nazar-ı dikkatinden kaçmıştır. O cazibeyi sırf arza mahsus bir kuvvet gibi telakkī eyliyordu. Cazibenin bir kuvvet-i umumiyye olduğunu keşfetmek şerefi İngiltere hükema-yı meşhuresinden Newton’a nasib olmuştur. El-Hazin serbest bırakılan cisimlerin müddet-i sukūtlarını ve esna-yı sukūttaki sür’atleriyle kat’ etttikleri mesafeler arasındaki münasebatı pek güzel anlamıştı. Asar-ı şi’riyye[şiriyye?] kanunları hakkındaki mütalaatı vazıh ve hakīkate mutabıktır. El-Hazin bu keşfiyyat-ı muazzamasını mel Mikyas-ı Mayiat ile tetvic eylemiştir. Şuaat-ı ziyaiyyenin heva-yı nesimi dahilinde bir mah rek-i münhani resmi suretiyle intişar ettiğini keşfederek a lem-i fenne hidemat-ı mühimme ifa etmiş olan bu büyük zatın nam-ı zi-ihtiramını kemal-i tekrim ile yad etmek vezaif-i kadr-şinasidendir. Her ne kadar arada yedi asırdan ziyade bir müddet güzeran etmiş ise de asr-ı hazır fizyolojistleri yine kendilerine el-Hazin’in birer şakirdi nazarıyla bakabilirler. Filhakīka; elHazin kendilerinden pek çok zaman evvel eşkal-i hayvaniyyenin tahavvül ve tekamül-i tedricisi mesleğini kabul ve bütün gayretiyle bu hakīkati müdafaa eylemişti. rağmen “mikyas-ı harare”yi ihtira’ edememiş oldukları zannolunmaktadır. Maamafih suhunetin takdirine bir ehemmiyet-i mahsusa atfettikleri cihetle şiddet-i harareti ta’yin için “areometre”den Hikmet-şinasan-ı İslamiyye kesafet-i mayiatın derece-i suhunetle mütehavvil olduğunu keşfeylemişlerdi. Fakat te’sir-i hararetle hacmen olan tahavvülata dair bir şey söylememişlerdir. Zamanın takdiri için sarfettikleri mesainin semeratını bil-fi’l iktitaf eylemişlerdir. Su saatlerinin Clejsydre envaı silat-ı mühimme vermiştir. Zamanın takdiri ve kronometri usulünde ilk büyük hatveyi atmaya muvaffak olan zat hey’et-şinas-ı şehir “İbni Yunus”dur. Fi’l-hakīka rakkasın saatlere tatbikini en evvel düşünen ve bil-fi’l tatbik eden İbni Yunus olduğu muhakkaktır. Meşhur La Plas Meslek-i Alem Lj teme du monde nam eserinde mahrek-i arz-ı tebaüd ani’l-merkezisinin tenakusu keyfiyetini isbat etmek için İbni Yunus ve et-Tebani gibi hey’et-şinasan-ı İslamiyyenin rasadatından istifade eylemiştir. La Plas diyor ki: “Daire-i hüsufun meyli hakkında İbni Yunus’un rasadat ve hesabatı; inkisar ve ihtilaf-ı manzar tashih edildikten sonra; bin sene için nazariyeden istihrac olunan netayice son derece yakīndır. Müşteri ile Zuhal’in cesametce farklı olduklarına dair istihsal ettiği netayic-i rasadiyye Evvelce de zikredildiği vechile erkam ve hesabat-ı riyaziyye kalade hüsn-i kabule mazhar olmuştu. Bu tarihden i’tibaren Roma erkamı i’tibardan sakıt olarak yerine erkam-ı Arabiyye kaim oldu. Zannolunduğuna göre erkam-ı Arabiyyeyi Avrupalılara tanıttıran zat Endülüs’de ikmal-i tahsil ettikten sonra “Syilvestre” namıyla Papalığa kadar irtika etmiş olan meşhur “Jerber”dir. Felsefe ve fünun-ı İslamiyye Avrupa’da Roma mesleğiyle hayli çarpıştıktan ve Papa Üçüncü İnnosan İnnoceent’in me’yusane mukavemetlerine ma’ruz kaldıktan sonra nihayet galebe-i kamileye mazhar olabildi. İşte bu galebe sayesindedir ki Avrupa medeniyet-i hazırasının esasları kuruldu. Bu tarihden i’tibaren Avrupa mektep ve darülfünunlarında ta’lim ve tedris edilmeye başlandı. Endülüs medeniyet-i İslamiyyesini tasvir eden ve Draper gibi müdekkık bir alimin kaleminden dökülen şu satırlar bizi saatlerce vakfe-gir-i tefekkür etmelidir. İslamiyeti mani’-i terakkī ve muharrib-i fen olmak ve medeniyetle kabil-i te’lif bulunmamakla ithama kalkışan kuteh-nazarana karşı Draper’in tafsilat-ı anifesini tekrar okur ve kendilerini insafa da’vet ederiz. Dördüncü asr-ı hicriyi daha evvel Endülüs’de perverişyab-ı kemal olan ulvi nasiyeler arasında bilhassa fünun ile * * * Japonya’da münteşir ve Asya Gıkay Cem’iyyeti’nin naşir-i efkarı olan “Daito-Maşrık-ı A’zam” mecmuasının son gelen nüshasından aynen: Ah o Ertuğrul ki bugüne kadar milletimiz onu unutamıyor. Bundan yirmi iki sene mukaddem –sultanların hedişeklinde yazılmıştır. yesini impartorumuza takdim için gelmiştin. Siz ecnebiler gibi tantana ile değil sade fakat kudsi fakat samimi bir emel bize bildirdiniz ki bu tamam bizim ruh-ı millimizi okşuyordu. Osman Paşa ve arkadaşları Asya’nın İslam kahramanları vatanımızda bulundukları zaman imparatorumuzun hüsn-i kabul ve teveccühünden ne kadar memnun oldularsa ahalimizin meserret ve muhabbetle edilen alkışlarından da aynı vechile müteessir ve memnun idiler. O kahramanlarınla seni altın boynuzdan gönderen kardeşlerin; vatandaşların senin ne kadar mesrur ve ne büyük haberlerle avdetini beklemekte idi. Lakin tali’in seni bir daha onlara görünmeyecek bir perde ile kapadı. Yalnız: Sizin muhafaza-i can uğrundaki gayretiniz vatandaşlarınızı ağlattı. Osman Paşa ve arkadaşlarının böyle mahvolması garbın şark-ı müntehasında bulunan siz Türkleri ne kadar müteessif etti ise bizi de bugüne kadar ağlatmaktadır. Ertuğrul’un garkolduğu mahal onun için mevki’-i kaza ise de mezkur yer bugünkü Japon İmparatorluğu’nun mehd-i zuhurudur. Japonya Osman Paşa’yı mehdine defnetti ki orası Japonların ölmemek ve ihtiyarlamamak fıtrat-ı fevkaladesinde yaratıldığı i’tikadını anlamak üzere gelen Çin sefirlerinden birinin cedd-i emcedimizden ölmemek ilacının ne olduğunu sorduğu mahaldir. Osman Paşa evet garkoldu. Fakat yaşıyor. Beka ilacının sorulduğu yerde yaşıyor. Osman Paşa’nın bütün muhiti görebilen bir mahalde rekzedilen abidesi bekayı istikbali emrediyor ve diyor ki: Türkler Japonlar yaklaşınız. Ben ebedi bir vasıtayım. Her ne kadar Ertuğrul’daki kahramanlar böyle bir hal-i esef-nake duçar oldularsa da onlar hürmetine dikilen abide birincisi olduğuna delil olacaktır. Ertuğrul battığı zaman etrafındaki ahali cesurane sulara atılarak yardım etmişler ve ellerinden gelen her türlü muaveneti etmişlerdir. Sonradan mahall-i mezkurdaki adaya cesim bir heykel rekzetmişlerdir. Mahall-i garka imparatorun rukubuna mahsus olan “Yay Yama” vapuru gönderilmiş ve Funku Heniyei sefain-i harbiyyesi de mezkur mahalle giderek asakir-i Osmaniyyeye muavenetlerde bulunmuşlardır. Lakin sizin kederiniz böyle harb gemileri ile silinecek kadar değildir. Cami’-i kebiriniz Ayasofya’nın cesim temel taşları o azametli binayı tutuyorsa da bugün hiç kimse o temel taşlarını görmeye heves etmeyip cümlesi binanın cesameti azameti ve mehabetiyle hayran oluyor. İşte bunun gibi o kahramanlar da Kişyonada Denizi’nin dibinde bulunmakta ve bunlar iki aile-i imparatoriyi ve iki milleti birbirine takribe vesile olacak ve istikbalde o cesim binanın temelleri vaz’iyetini alarak iki milletin ittifakı için cesim bir bina vücuda getirecektir. Ah sevgililer sizin kurduğunuz temelin tarsini için Asya G ık ay Cem’iyetimiz ictihad etmektedir. Ve elinden gelirse servetini saadetini bu iki milletin yekdiğerine tekarrübü yolunda sarfedecek ve kahraman şehid Japonyalı “Yamanaka Sukanoske” gibi hilal ile birleşmeye ona muhabbete hilalin nurundan istifade etmeye ve onu güneşle tenvire çalışacaktır. Ertuğrul’un battığı yerin civar sekenesi her on senede bir büyük matem icra ederek sevgili dostlarının orada kurban olanlarını der-hatır etmekte ve Garb’ın ca’li muhabbetinden binlerce defa halisane hilalin saadetine şehidlerinin Bu nüshamızda biz mezkur meşhedin etrafı haritasını ve orada muavenette bulunan mezkur üç geminin resimlerini ve seyyahların tarik-ı seyahatini gösteren haritayı ilave tarzında neşrederek memalik-i Osmaniyye ve Japonya’daki hem-efkarımızın mütalaasına arzederiz. Ah Ertuğrul seni takdis ederiz. * * * Japonya İmparatorluğu ile Türkiye İmparatorluğu beyninde şimdiye kadar bir münasebet mevcud olmadığını nazar-ı dikkate alan Japonya imparatoru hazretleri[ne] memleketimizle muhabbet-i mütekabile esasına müstenid bir münasebet husule getirmek maksadıyla Bahriye mirlivalarından Osman Paşa’yı sefir-i murahhası olarak Ertuğrul sefinesiyle üçüncü senesinin Haziran’ında yani sene-i miladiyyesi Haziran’ında Yokohama’ya muvasalat eylemiş ve Haziran’da Osman Paşa hamil olduğu mektup ve madalyayı Japonya imparatoru hazretlerine takdim etmek üzere saray-ı imparatoriye gelmiş ve fevkalade samimi ve teveccühkarane kabul edilmiş idi imparatorumuz Osman Paşa’ya bir madalya vermiş idi. Bütün vezaifini ikmal etmiş olan sefir-i murahhas Eylül’de aynı vapurla Kobe’ye müteveccihen hareket eylemiştir. Eylül’de Valo Ayama Vilayeti kurbunda Kıyu Mana Oraya Denizi’nden geçerken akşam saat dörtten sonra tesadüfen şiddetli bir fırtına zuhur eylemiştir. Bu civarda deniz fevkalade tehlikeli olduğu gibi gayet kesif bir sis yeni detine mebni vapurun makinesi kuvvetini gaib etmiş ve sefine mürettebatının her türlü çarelere tevessül etmelerine rağmen sefine bir kayaya çarparak batmıştır. Sefir-i murahhas mürettebat kamilen gark olarak yalnız kişi kurtulabilmiştir. Ah ne kadar şayan-ı teessüf bir hadise. Mahall-i gark Higashimuro kazasına tabi’ Kasinozaki Burnu civarında olup mezkur burunda bir fener mevcuddur. O vahşi gecede fener me’murları dalgaların dehşetli gürültülerinden böyle bir felaketin vukūunu anlayamamışlar ve ancak ansızın yalın ayak baştan aşağı ıslanmış birkaç kişinin müşahedesi üzerine bir kaza vukūu anlaşılarak hemen kazazedeganı toplamaya şitab etmişler idi. Maatteessüf lisan anlaşılamadığından evvelemirde bunların kim oldukları anlaşılamamış idi. Mühendis Lumi ile[?] Takizava Masakiyo ve fener müstahdemini tahlis-i can için çabalayan bu kazazedeleri fener dahiline alarak elbise ve mualece vermişlerdir. Biraz sonra bunların kaffesinin Osmanlı oldukları anlaşılmıştır. Ertesi günü ale’s-sabah felaketi haber alan Ovoşima Belediye Reisi Ravodeki Şibo ve Fasino Belediye Reisi Mösyö Sapto Hanyemun ve Stuya Adliye Reisi Mesilan Takimeto Hanyemon mahall-i hadiseye gelerek pek çok muavenetlerde bulunmuşlar ve Kobayaşi Seyiço Polis Müdiri Mösyö Şimizohi Roci ve müdir muavini ve sair me’murin mahall-i mezkurda toplanarak kazazedegan hakkında ve gerek etıbba ve gerek bütün köylüler tarafından sıhhatlerine son derecede ihtimamatta bulunulmuştur. Ve der-akab muvahhiş dalga üzerindeki cesedleri toplamak üzere on kadar kayık çıkarılmış ve her ne kadar taharriyata birkaç gün tekrar devam edilmiş ise de Osman Paşa’nın cesedi bulunamamış ve dalgıçlar vasıtasıyla tahte’lbahr mıştır. Vak’a mahall-i vukū’dan kırk re’y safa bu’dunda bulunan Vakayama Mutasarrıflığı’na ihbar edilmiş ise de o zaman telgraf ve sair vesait-ı muhabere mevcud olmadığından mutasarrıflık ancak ayın ’inde haberdar olabilmiştir. Mutasarrıflık katibi Mösyö Akiyama Cokey hemen mahall-i vak’aya azimet etmiştir. Kaşiyo Belediye Reisi Mösyö Akaki Ebiyo Haşyo kazası hastalar için gayr-i müsaid olduğu ve ba-husus burada hüküm-ferma olan illet-i müstevliye henüz mündefi’ olmadığı cihetle kazazedelerin bu mahalde kalması muzır olabileceği ve mecruhlardan biri illet-i müstevliye ile musab olursa kurtulamayacağından korkulacağı mülahazasına mebni hastaların başka münasib bir mahalle nakli hususu dermiyan edilmekle mecruhin vapur ile Avonişima Ora’ya nakledilerek hastahane ittihaz edilen bir Budist ma’bedine yerleştirilmişlerdir. Eylül’ün on sekizinde felaketi haber alan bahriye nazırı kable’z-zuhr saat yedide Yaba Yama Sefine-i harbiyyesini göndermiştir. Ve mezkur sefine-i harbiyye imparator hazretlerinin emr-i mahsusuyla merasim-i tedfiniyyede haz ı r bulunmak üzre i’zam edilen sefine kumandanı Mösyö Mivara Yasava ve Bahriye Tabibi Mösyö Kakami Yetsio Katari’yi hamil olduğu halde Eylül’de Oşima’ya muvasalat etmişlerdir. Mösyö Akiyama Cokey ve maiyyeti de merasim-i tedfiniyyede haz ı r bulunmuşlardır. kişiden ibaret olup toplanan cesedler fenerin garb-ı cenubisinde kabristan sına Osman Paşa namına bir abide rekzedilmiş ve diğer kabirler bunun bireri takriben üç buçuk kilo metredir. Etrafında sıralar teşekkül edecek surette tertib edilmiştir. Bütün bu zevat hasteganı da ziyaretle kendilerine tesellide bulunmuşlardır. Bunu müteakıb mezkur sefine-i harbiyye ile o zaman tesadüfen mahall-i mezkurda bulunan Volf namındaki bir Alman sefinesi bunları hamilen Kobe’ye hareket etmişlerdir. dilerine bazı hedaya vermek üzere teşrifat me’murlarından ve kurena-yı imparatoriden Mösyö Nivaryo Toseoke ile saray-ı etmiş ve imparatoriçe de her biri için bir kat elbise göndermiştir. Kazanın vukūu zadegan mehafilince son derece teessüfü mucib olmuş ve bunlar da hastalara ihtimamatta bulunmak üzere herşey yapmışlar ve gerek para gerek elbise ve mualece ve ihtiyacat-ı adiyyeye müteallık eşya göndermekle teessürlerini fi’len izhar etmişlerdir. Vak’a bütün Japonyaca pek büyük bir teessüfle telakkī edilmiştir. Bu ahvalin bütün safahatını kalemle ta’rif kabil değildir Ovoşima Nahiyesi kendi hükmü altında bulunan bir mahalde vukū’ bulan bu kaza dolayısıyla dört yüz kadar genç toplayarak bila-aram hizmet ettirmiştir. Artık kesb-i ifakat etmiş olan kazazedeganın vatanlarına nakli için imparator hazretleri Kongağa ve Hiyei sefain-i harbiyyesini göndermiştir. Ah ne bedbahtlık ki sefir-i murahhası ve maiyyeti erkanı vatanlarından pek uzak bir memlekete me’muriyete gelerek [terk-i] hayat ettiler. Fakat bugün onların şerefi ebedidir. Osman Paşa gerçi ölmüştür. Fakat ruhu semada ve hatıratı Japonların kalbinde yaşıyor. Bilahare geminin enkazını toplamak üzere Yokohamalı Masaada Masaki Taçi ve Hoboko ahalisinden Kagava Cenunici ve Aritaki İciro ve Kobe sekenesinden Enmates Toemon hükumetten müsaade istihsal etmişti ve aksamını ve kazazedeganın görülebilen kemiklerini toplayarak kabirlere beraberce defnetmişlerdir. Ruhlarını takdis için ayin-i ruhani Ertuğrul sefine-i harbiyyesinin sene-i devriyye-i garkı olmak münasebetiyle her on senede bir icra edilen ayin-i ruhani: Vilayetce me’mur olanların zabtettikleri bir mecmuadan: Meyci tarihinin . senesi Mart’da Ovoşima Belediye Reisi Mösyö Avokişiyo ve Mültezim Masoda ve Arlita Türkiye Sefir-i murahhası Osman Paşa ve kişiden ibaret maiyyetinin istirahat-i ruhu için Vakayama Vilayeti Hikaşi Meoro Sancağı dahilinde Ovoşima Nahiyesi’ne aid Kaşinozaki’de bir ayin-i ruhani icrasını taht-ı karara almıştır. Ayin-i ruhani Mart’da icra edilmiştir. O gün hava pek latif olduğundan pek çok zevat haz ı r bulunmuş ve bunların mürurunu teshil için Moşimoto Kozalı Haşik’de mevki’lerinde kayıklar haz ı r bulundurulmuştur. Sabah alafranga saat altıda fişenkler atılmak suretiyle verilen işaret üzerine hazırun ta’yin edilmiş mahalle girmişlerdir. Bu mahal etrafı bambu dallarından bir çit ile ihata edilmiş olup bambuların ucuna Japonya’da bayramlarda ve sene başında tezyinat makamında kullanılan bir nevi’ pirinç saplarından ibaret olan Beşmenava ta’līk edilmiş ve bunların üzerlerine de bir çok renklerde küçük sancaklar keşide edilmişti ve kabirlerin önüne Osman Paşa’nın ve Ertuğrul sefinesiyle mürettebatının fotoğrafileri ve hadiseden sonra tahte’l-bahr toplattırılan madalyalar vaz’ edilmiş idi. Merasime Şintoist rahiblerinden Karata İsava nezaret ediyor ve vilayet vali vekili Mösyö Kimura ve saire haz ı r bulunuyorlardı. Evvela Rahib Mösyö Karata Abava tarafından kazazedegandan vefat edenlerin istirahat-i ruhu için bir dua kıraet edilmiş ve valinin gönderdiği duaların kıraetini müteakıb kabirlerinin üzerine vaz’ edilen yemekler alınarak haz ı r bulunanlara tevzi’ edilmiştir. Japonya’da ilahlara ve büyük tanılan zevatın kabri önüne yemek koymak bir resm-i dini olduğu gibi bunu bilahare tevzi’ etmek uluhiyyeti takdis demektir. Nihayet civar mekatib-i ibtidaiyyesi talebesi tarafından eğlenceler yapılmış ve ba’de’z-zuhr saat altıda bütün hazırun hadise hakkında pek büyük teessüfler ederek ayrılmışlardır. Meyci’nin . senesi Osman Paşa’nın onuncu sene-i devriyye-i vefatına müsadif olduğundan Ovoşima Belediye Reis-i sabıkı Mösyö Okişiyo ve Reis-i lahık Mösyö Kindakaşike Osman Paşa ve maiyyeti kabirleri önünde merasimi küşad etmişlerdir. Mahal birinci defasında olduğu gibi ise de bu defa daha samimi ve parlak idi ve mahall-i mahsusun orta yerine büyük bir direk rekzedilerek üzerine Sefir-i murahhas Osman Paşa ve ’den ibaret maiyyetinin istirahatı ruhu için icra edilen ayinin ikincisi olduğu yazılmıştı. Sade fakat ruhani olan bu mahallin müşahedesi pek ali ve mukaddes bir his hasıl ediyordu. Guya Osman Paşa ve maiyyetinin ruhları semadan inerek merasimde haz ı r bulunuyordu. Sabah saat dokuzda merasim reisi musiko bilcümle hazırun bir tüfenk işareti üzerine mahall-i muayyene dahil olmuşlar ve ikinci işaret üzerine Şintoist rahibi kabirlerin üzerine yemek vaz’ eylemiş ve musika çalınmaya başlamıştır. Merasim Reisi Mösyö Ohara ve rüfekası kabirlere doğru ilerleyerek birer dua kıraet etmişler ve ba’dehu Ovoşima Belediye Reis-i sabıkı Mösyö Avokişiyo bir dua kıraet etmiş ve nihayet bütün eyalet eyalet me’murini civar mekatib talebesi ve hazırun kabirlere doğru ilerleyerek Osman Paşa’nın ruhunu takdis etmişlerdir. Hadise-i müessifenin vukū’ bulduğu zaman vali bulunan Mösyö İşi Nadaşka tarafından gönderilen bir dua kıraet edilmiş ve sabah saat on birde üçüncü tüfenk işareti üzerine bütün haz ı r bulunanlar mahall-i muayyenden çıkmışlardır. Ba’dehu bir çoğu eğlencelerle vakit geçirilerek ba’de’z-zuhr saat ’de bütün hazıruna bir ziyafet verilmiştir. Hava güzel olduğu için son derecede kalabalık var idi ve ba-husus bu ayin-i ruhani bu civarda pek parlak ve nadirdir. Meyci’nin . senesi Osman Paşa ve maiyyetinin gark oldukları tarihin yirminci sene-i devriyyesine müsadif olduğundan Ovoşima Belediye Reisi Mösyö Hişkaki Buşimatsi ve Elhayani . Eylül’de ayinin icrasına karar vermişlerdi. Bugün hava siyah bulutlarla örtülmüş ve sonbahar rüzgarı şiddetle vezan oluyordu. Merasimin icrası için ta’yin edilen mahal kabirlerin olduğu mahalde olup tezyinatı evvelki defaların aynı idi. Yalnız bu defa bir tak-ı zafer inşa edilerek üzerine şems-i tali’ sancağıyla Türkiye’nin hilal ve yıldız sancağı yekdiğerine çaprast bağlanarak rekzedilmişti. Meydana rekzedilen büyük bir direğin üzerine Sefir Osman Paşa ve kişiden ibaret maiyyetinin duçar oldukları kazayı müessifenin yirminci sene-i devriyyesi ibareleri yazılmış birinci işareti müteakıb mahall-i muayyene dahil olmuşlar ve ikinci işaret üzerine musika başlamıştır. Tesadüfen sema simsiyah olmuş ve ansızın şiddetli bir yağmur yağmaya başlamıştı. Ortalığı istila eden sükut f ı rt ı na ve yağmur Osman Paşa’nın gark olduğu zamanı tamamıyla der-hatır ettiriyordu. Yavaş yavaş merasime ibtidar edilerek evvela kabirlerin üzerine yemekler vaz’ edilmiş ve Mösyö Ohara’nın Osman Paşa ve maiyyeti istirahat-i ruhu için bir dua kıraet etmesini müteakıb merasim idare me’muru Mösyö Kino Çiyoske ve rüfekası ilerleyerek takdis etmişler nihayet mekatib talebeleri ve bütün hazırun bir intizam-ı tam ile tam bulmuşidi. Ah ne bahtiyarlık ki yağmur kesilmiş ve hava olanca letafetini iktisab etmişti. Bir çok oyunlar icra edilmiş ve fişenkler endaht edilerek saat üçte bütün hazıruna ziyafet verilmiş ve merasim bu suretle hitam bulmuştur. Havanın fenalığına rağmen civardaki bütün ihtiyarlar ve gençler haz ı r bulunmuşlardı ki bu Osman Paşa felaketi[n]e bütün Japonya’da teessüfler edildiğine ve felaket daima derhatır edilmek iste[n]diğine bir delildir. Fevkalade kabiliyetlerle dolu bulunduğumuz Asya Kıt’ası enhar ve cibalinin azameti ahalinin kesreti ve arazinin vüs’at ve mahsulatının mebzuliyyetiyle kıtaat-ı saireye tefevvuk etmekte ve mühim bir mevkii haiz bulunmaktadır. Bunun içindir ki kadimde Asya Kıt’ası büyük feylesofların ve azamet-i medeniyyenin mehd-i zuhuru olmuşidi. Fakat bugün Asyalılar büyük bir familyaya mensub oldukları halde adi bir sükuneti te’min etmek veya münafese daiyesiyle yekdiğerinden şüphelenmekte ve birbirini öldürmektedirler ki bu suretle istilakar garblılara şarka doğru ilerlemeye meydan veriliyor. Eğer şimdiden bunları nazar-ı dikkate almayacak olursak Asya’nın istikbalinden korkulur. Binaenaleyh hilkaten ahlak-ı haseneye adat-ı müstahseneye müşterek efkar ve secayaya malik olan Asyalılar bizzat kendileri bu kıt’anın Biz bu netayici nazar-ı i’tibara alarak Asya G ık ay Cem’iyyetini te’sis ediyoruz. Hem-amalimiz bütün Asyalıların umumiyetle muavenet-i sadıkalarını rica ederiz. . Aavyaki Kates Tuşi . Ohara Takayoşi . İtokay Takaşi . Tovyama Mitesro . Kono Hironaka . Nakano Tesnetaro . Yamada Kinoska. şeklinde yazılmıştır. Ma’lum olduğu üzere millet ve ordunun yardımıyla üç sene mukaddem devr-i meş’um-ı istibdadı yıkmaya ve yerine hürriyet ve müsavat esasları üzerine müesses bir idare yeti el-yevm Selanik’de senevi umumi kongre şeklinde hal-i yetle mütehalli olan ve hukūk-ı düvelin kavaid-i esasiyyesiyle canavarcasına en caniyane ve en açık bir tarzda paymal edilmesine karşı la-kayd kalamayacağı derkar bulunan Avrupa efkar-ı umumiyyesine müracaat lüzumunu hissetmektedir. Milletler bizi tebrik ettiği ve alkışladığı bir zamanda her tarafdan teşvikata nail olmakta iken resmi Avrupa bizi guya takdir ediyor ve muavenette bulunuyor gibi bir tavır almakla beraber evvelce imzalamış olduğu muahedatın paymal edilmesine göz kapıyor ve arazimizin fuzuli bir surette gasb u zabtı muvacehesinde la-kayd kalıyor idi. Resmi Avrupa’dan ancak birtakım mübhem kelimat-ı tesliyete nail olabildik. vechile memleketimizin gayet nazik şerait içinde bulunduğu bir zamanda vukūa gelen bu zabt u gasb keyfiyeti bizim için gayet elim bir darbe olmuş ve ef’al ü harekatı akvaline taban tabana zıt olan Avrupa’dan ne bekleyebileceğimize dair elimize bir emare vermiştir. Elimizden iki mühim vilayet alınmış ve o zamana kadar bize tabi’ bulunan bir hükumet bizden ayrılmıştır. Avrupa Bize gelince bunun hakkımızda ika’ edilen son haksızlık olduğu ve Avrupa’nın idamesi endişesiyle çırpınıyor gibi göründüğü tamamiyet-i mülkiyyemize vurulan son darbe olduğu ümidiyle mütevekkil bir vaz’iyyet almış idik. Guya bu acı felaketler yetişmiyormuş gibi haysiyet-i Osmaniyyeye ebedi bir tahkīr olan Girid mes’elesi terakkīmizi disine göndermiş olduğumuz acil hitablara kulak asmamış ve en kat’i taahhüdatını unutmuştur. letin idare-i cedideye karşı i’timadını sarsmaya kafi idi. Bir takım irticaiyyunun telkīnine kapılan kütle-i cahile-i millet ettiği zannında bulunmaya başlıyor. Vakıa İttihad ve Terakkī hiss-i avamı teskin ve bu işlerin devr-i sabık mirası olduğu hakkında halka bir kanaat ilkası için elinden geleni yapmıştır. Fakat bu sefer her türlü kavaid-i insaf tecavüz edilmiştir. Bu defa o kadar kaba o kadar canavarcasına bir hareketin kurbanıyız ki kanun ve adaletin yumruktan ibaret olduğu en eski zamanlarda bile bunun emsalini bulmak mümkün değildir. Evet İtalya bize harb i’lan etti İtalya donanma ve ordusunu Trablus’a gönderdi. Bir kıt’aya ki ahalisi bizim yor. İtalya limanlarımızı bombardıman ediyor vapurlarımızı gasbeyliyor. Bütün bu şeyler ne için oluyor ne için i’lan-ı harb ediliyor? Ahalisi son damlaya kadar kanını isar edecek ve fakat hiçbir zaman İtalya boyunduruğunu kabul etmeyecek olan Trablusgarb’ı ne için istila etmek istiyorlar? Ne için bize hücum oluyor? Acaba ma’kūl bir özür bulunabilir mi? Filhakīka bütün devletlerin muvafakat-ı zımniyyesiyle vaki’ olan ve “sen çekil ben oturayım” kelimesiyle hülasa edilebilen Bunun da devr-i sabık mirası olduğu iddia edilemeyeceği gibi Trablus’un az çok muhtariyet-i idareye malik bir vilayet olduğu da ortaya sürülemez. Bu Türkiye’nin badi-i niza’ olmaz surette bir vilayetidir. Buna rağmen İtalya kuvve-i cebriyye isti’maliyle onu zabtetmek istiyor. İtalya şu korsanca hareketini meşru’ gösterecek hiçbir sebeb olmadığından tarihde misali görülmemiş bir sebep icad ediyor. Bu kıt’a-i vesiayı işgal için o bizi o kaba ültimatomunda vazife-i insaniyye ve temdinkaranemizi ifa etmemekle mütemeddin Avrupa hukūk-ı düvele münkad Avrupa Paris ve Berlin ahidnamelerini imzalayan Avrupa bunu ilk defa olarak işidiyor. bacasına paymal etmekle bizzat kendisi vazife-i insaniyye ve medeniyyesine hıyanet ediyor. Medeniyet ve insaniyet fikr-i haktan vazgeçemeyeceğinden bir hükumetin ağzından insaniyet ve medeniyeti o kadar calib-i istikrah bir surette paymal ettiği bir dakīkada bu mukaddes kelimeleri işitmek cidden pek garibdir. Mahkeme-i tarih bunun hükmünü verecektir. Resmi İtalya bu ültimatomun ihtiva ettiği ta’birat ile o mevhum vazife-i medeniyye ve insaniyyesini ebediyyen mahkum ettiği gibi fazla olarak bir millete karşı en ibtidai vezaif-i nezakete mugayir harekette bulunmuş oluyor. Çünkü bir ültimatomda bile o kadar muhakkırane ta’birat isti’maline cevaz olmamak cümle-i teamülattandır. Esasen Osmanlı milleti hiçbir tahrikatta bulunmamış ve hasmını adalet-i akvam ve vicdan-ı ümem muvacehesinde daha çirkin bir vaz’iyette göstermek için hasmın barbarlığını son dereceye kadar götürmesini saburane ve kemal-i mutavaatla beklemiştir. Halbuki kavaid-i nezakete mugayir harekette bulunmak fıkdan-ı medeniyyetini i’tiraf etmektir. Esasen medeniyet nisbi değil midir? Eğer Trablus mesela vasıl olmamış ise bilhassa Cenubi İtalya ve Sicilya İngiltere ve Almanya’ya nisbetle gayet geride olduğu derkardır. İtalya’dan sorarız acaba İngilizler aynı vesile ile Sicilya’yı istila edecek olurlarsa İtalya’nın keyfi gelecek mi? Bunlar cidden elim birtakım hilelerdir ki zerre kadar hak ve insaniyetten behresi olanlara nefret telkīh eder. Esasen idare-i cedide ancak üç yaşında olup Trablus’u bu kadar kısa bir müddet zarfında bihişte tahvil etmemizi taleb etmek cidden gayet haksızlıktır. Ültimatomda sebeb olarak gösterilen komşuluk münasebat-ı ticariyye ve fıkdan-ı emniyyet gibi şeylere gelince bunlar cidden gülünç iddialardır. Eğer bu sebeblerin bir kıymeti olmuş olsa idi Avusturya mutlak kurbiyet ve münasebat-ı ticariyye hasebiyle İtalya’yı istila hakkına malik olurdu. Fıkdan-ı emniyyete gelince hiçbir İtalyan tahkīr görmediğinden bu da en yalan ithamlardan biridir. Bir İtalyan’a bir tecavüz olmuşsa bile Hükumet-i Osmaniyye’nin vazifesini yapmadığını isbat etmek lazım gelir. Hayır cidden İtalya efkar-ı umumiyye muvacehesinde kendi kendisini ebediyen mahkum etmiş ve memalikimize bu büyük darbı vurmak istemekle aynı zamanda bu kadar fedakarlıkla elde edilmiş olan idare-i meşrutayı devirmek ve dolayısıyla şarkta en azim bir yangın icad etmek istemiştir. da aldanmıştır. Bütün Osmanlılar tavsifi kabil olmayan bu tecavüz karşısında bir adam gibi yekvücudane kalkmışlardır. Medeniyet haricine kendini atan bir hükumete karşı Türkiye aynı mahiyeti haiz tedabir ile mukabele edebilir idi ise de yalnız hukūk-ı düvele göre hareket etmekle iktifa eyleyecek ve tecavüzden evvelki hal avdet etmedikce silahlarını bırakmayacaktır. Çünkü bir millet kendini müdafaa ederek ölebilirse de sefilane bir surette intihara hiçbir zaman razı olmayacaktır. Kuvvetinden mutmain ve akvamın hakkaniyet ve iddet-i sabitesinden emin olan millet-i Osmaniyye muavenet-i ma’neviyyesini celb için Avrupa efkar-ı umumiyye-i medeniyyesine müracaat eder. Biz Osmanlılar medeniyet-i umumiyyenin terakkīsine hizmet etmekte olduğumuzdan bu muavenetten mahrum kalmayacağımıza ve kavaid-i medeniyye ve edeceklerine eminiz. BEYANNAMESİDİR Osmanlı İttihad ve Terakkī Cem’iyyeti’nin dördüncü kongresi merasim-i iftitahiyyesini ba’de’l-icra ibtida bütün Osmanlı kalblerini dağdar eden Trablusgarb hadise-i vataniyyesiyle daki efkar ve ihtisasatını enzar-ı millete vaz’ eylemeye ittifak-ı ara ile karar vermiştir. Şimdiye kadar en mutantan ictima’ların en müeyyed uhudunda tekrar edilegelen ve fakat bütün bu te’yidata rağmen yine imza sahiblerinin birer hareket-i tecavüzkaranesiyle ihlal olunan temami-i mülkiyet-i Osmaniyye yeni bir tecavüz ve taarruz karşısında bulunuyor. Mazide ma’ruz olduğumuz tecavüzleri dahili nifaklarımızın su’-i idarelerimizin te’siratı olarak mütezellilane bir sükut ile kabul edişimiz ihtimal ki bugünkü hasmımızın maksad-ı insaniyyet-şikenanesini körükleyen bir saik olmuş ve kendisine küstah ve muhakkir bir taleb Osmanlı vatanının bir cüz’-i kıymetdarını elde etmek için kifayet eyler fikrini vermiştir. esasat-i ulviyye-i beşeriyye ile kabil-i te’lif olmayarak yirminci asrın içinde kurun-ı evveliyye kokusunu veren ve akvam ve kabail-i ibtidaiyye hakkında bile reva görülmemek lazım gelen şu ma’hud “çekil sen geleyim ben” düstur-ı vahşet ve kuvvetinden başka bir şey ima etmeyen hareketleri her ferd-i Osmani’nin ruhunda amik bir gayz u nefret tevlid etmiş ve fakat aynı zamanda derin bir ihtisas-i hamiyyet ve vatanperveri ile bütün kalbleri derhal bir habl-i metin-i artık hak-i mukaddes-i Osmani üstünden bir sükut-ı mütezellilin değil vakūr ve ulvi bir feveran ve galeyan-ı hamiyyetin yükseleceğini düşünmemiş! Bugünkü düşmanımız bu vatanın hatta bir zerre-i hakini almak için vahşi bir talebin değil topların güllelerin zırhlıların muhrib seslerinin bile kifayet etmeyeceğini bunların hepsinden büyük olan muhafaza-i vatan endişesinin bütün kalblerde aynı şiddetle hükümran olduğunu düşünmemiş bugünkü düşmanımız dünkülerin kadar kolay yapamadıkları istilaları muhdes ve musanna’ bir sebeb dahi mevcud olmayarak yapmak istemekle bir milletin en muazzez hukūkuyla ne derece eğlenir olduğunu hiç olmazsa tarih karşısında ne kadar çirkin bir tarzda ifşa eylemekte bulunduğunu da düşünmemiş; bize Trablusgarb’da etmediğimizi söylerken kendisinin Avrupa’nın en mühim bir mevkiinde bulunan memleketinin bütün bir kısm-ı cenubisinde elli seneden beri hükümran olan sefalet ve şakavete hiçbir çare tedarik edemediğini ve bundan dolayı onun yapamadığı vazifeyi yapabilecek olanların ihtarat ve tecavüzatına ma’ruz kalmadığını da düşünmemiş ve nihayet beyne’d-düvel münasebatın kaide-i esasiyyesi nezaket olmak lazım gelirken bize insaniyet ve medeniyetten bahseden düşmanımız bir varaka-i resmiyyede bize hitaben söylediği sözlerin en terbiyesiz bir adam lisanından da sadır olamayacak sözler olduğunu hiç nazar-ı dikkate almayarak hakkın kuvvet altında daima ezileceği fikriyle sermest bir halde Osmanlıların en mukaddes hissiyatıyla istihza ederek meydan-ı gasba atılmıştır. Biz insaniyetin şu pek eski olan “Hak kavinindir” düsturuna “Hak daima yükselir ve kuvveti ezer” düsturuyla mukabele edecek ve bize ders-i ahlak ve medeniyyet vermek ğini anlatacak bir mevki’de bulunuyoruz ve bu mevki’ bütün efrad-ı Osmaniyye’ye tarihin muhakeme edeceği bir vazife-i mühimme tahmil ediyor. Maatteessüf görüyoruz ki şahsi ve düveli intizam ve asayişin medar-ı kıvamı olan hak ve mülkiyetin muazzeziyeti esas-ı ictimaisini ihlal eyleyen ve kan hakkıyla bize merbut olan bir kıt’amıza yapılan hareket-i mütecavizane karşısında bir kısım efkar-ı umumiyye-i ecnebiyye ma’nen olsun kaviye müzahir bulunuyor. “Çünkü” mevzu’bahs olan Türkiye’dir; maatteessüf görüyoruz ki kendilerini sulh ve müsalemet-i alemin bi-garazları olarak i’lan edenlerin ve dünyanın her neresinde bir vak’a-i harbin ihtimal-i hudusü sulh cem’iyetleri a’zalarının bugün i’lan [ihlal!] edilmiş bir hak karşısında bile sesleri yükselmiyor! Çünkü tecavüz olunan Türkiye’dir. Maatteessüf görüyoruz ki bize daima hukūk-ı düvelin kaidelerinden düsturlarından en metin ve en sarih haklarımız karşısında bile ayaklarımızı bağlayan bu kanunlardan bahseyleyenler bugün bütün hukūk-ı düveli pamal-i hakaret eden bir milletin vaz’iyet-i akūranesi karşısında sükut ediyorlar. Çünkü Türkiye’nin kendi aleyhinde olduğu zaman mevcud olan hukūk-ı düvel lehinde olduğu zaman mevcud değildir. Binaenaleyh bizim bu ahval-i müellime karşısında en ziyade güveneceğimiz kendi vahdetimizden başka bir şey olmayacaktır. Osmanlı milleti Meşrutiyet’den sonra pek feci’ hadiseler karşısında bulundu. Bosna-Hersek; Bulgaristan mes’eleleri milletin kalbinde cerihalar açtı. Mes’uliyeti maziye aid olan bu hadisatı yeni doğan Meşrutiyeti tehlikeye ilka etmemek maksadıyla yüreklerimiz parçalanarak bi’z-zarur kabul ettik. Fakat diğer tarafdan artık hür ve medeni bir millet olarak yaşamak isteyen Osmanlı milleti üç seneden beri takat berendaz bir sa’y ile çalışarak dahili ve harici bir çok müşkilattan hiç fütur getirmedi. Kendisi için çizdiği siyaset-i terakkīperveranede uğradığı bütün mevanie rağmen vesait-ı mevcudesinin verdiği imkandan fazla bir kuvvetle yürüdü. Halbuki şu ta’kīb ettiğimiz yolda Avrupa bize daima muin ü zahir olacağını söylerken biz de şarkta bir unsur-ı sulh ve müsalemet olmaya çalışırken günün birinde görüyoruz ki bizim hürmet ve ta’ziz ettiğimiz esasları parçalamak isteyen ve nikab-ı hürriyyet ve medeniyyet altıda yaşayan bir milletin hücum-ı vahşiyyanesi karşısında bulunuyoruz. Vaktiyle eslaf ü ecdadımızın ne büyük fedakarlıklarla ne celadetlerle elde ettikleri bir kıt’a-i vesiayı bugün bir buçuk milyon kardeşimizle meskun olan cesim bir vilayeti düşünelim ki ne sebeblerle düşmanımız bizden almak istiyor? İtalya bizim bu kıt’a hakkında vazife-i medeniyye ve insaniyyeyi varsa bizim orada sakin olan ve bütün ruhlarıyla Osmanlılığa merbut olup hiçbir vechile İtalya ribka-i itaatine girmek arzu etmeyen kardeşlerimiz olmak iktiza eder. Trablusgarb’da vezaif-i medeniyye ve insaniyyeyi İtalya’ya karşı değil kendi efradımıza karşı ifa etmek mecburiyetindeyiz İtalya şu zikrettiği insaniyet ve medeniyet kelimat-ı müzeyyenesinin altında en kaba en çirkin bir hiss-i istila-cuyaneyi gösteriyor. Hukūk-ı düvele böyle yeni bir düstur ilave eylemek gaib edecek olan İtalya olmak lazım gelir. sediyor. Halbuki bugün Trablusgarb’ın ahval-i dahiliyyesi bu iddianın en sarih ve en fi’li bir tekzibini teşkil eyler. Ne bir ecnebinin ne bir yerlinin burnu kanamayan bir memlekette asayiş mefkūddur demek ve bu kizb ü iftirayı bir sebeb-i tecavüz addeylemek ma’kūl ve mantıki düşünür bir beyinden sadır olamayacağı derecede gabilik ve hayretaver bir harekettir. ve bundan dolayı Trablusgarb mes’elesinin kendisi için bir mes’ele-i hayatiyye olduğunu söylüyor. Hayatı hal-i intizamda geçen bir memlekete tecavüz için komşuluk bilmeyiz nasıl bir sebeb teşkil edebilir. Hatta İtalya’nın Trablusgarb’daki menafi’-i hazıra-i iktisadiyyesi bile her hangi bir devletin bugün memleketimizin bir çok havalisindeki menfaatlerinden daha dun bir derecededir. Hülasa bütün bu sebebler vahi özürlerden İtalya’nın eski zaman barbarlıklarından başka bir şey olmayan hareketini örtmeye değil hatta tahfif eylemeye bile hizmet etmeyecek sözlerden ibarettir. Hükumetimiz İtalya notasında münderic olan bütün bu müddeayatı reddetti. Fakat bu cevaba İtalya i’lan-ı harb ile mukabele eyledi. Ve hatta Adriyatik sevahilindeki torpidolarımıza hücum ederek birkaç kardeşimizi şehid etmek gibi namus ve haysiyet-i düveli haricinde bir muamelede bulundu. Bizler i’lan-ı harb gününe kadar en resmi lisanlarile devleteyn arasındaki münasebatın amele edilemeyen bu hareketine karşı kemal-i sekinet ve vakar ve ciddiyetle muamele ettik. Hatta i’lan-ı harb gününden sonra da memleketimizde bulunan tebeaları hakkında dürüşt ve mütecaviz muamelede bulunmayarak İtalyan değil Osmanlı ve insan olduğumuzu ızhar eyledik. Felaketler karşısında korkmayan sükunet ve i’tidalini gaib etmeyen bir millet olduğumuzu gösterdik. Fakat yarınki vazifemizi unutmamalıyız ki dünkü vazifemizden daha çok mühimdir. Bir milyon kilometre murabbaından fazla mesahayı muhtevi olan bir vilayetimizi zabtetmeyi bir bardak su içmek kadar kolay addeden İtalya’ya dökülecek kanların açılacak mezarların mahvolacak ailelerin duçar-ı ınkıta’ olacak ticaretlerin ve sönecek faaliyet dumanlarının bütün mes’uliyet-i maddiyye ve ma’neviyyesini arkasına yüklenen ve en biaman bir münekkıd olan tarihe olsun hesab vermek mecburiyetinde bulunan bu memlekete karşı Osmanlılar nazarında haysiyet-i milliyyenin ve vatan muhabbetinin kadr u kıymeti ne kadar müteali olduğunu göstermeye mecburuz. Bizim bir vilayetimizin beş on günlük emekle değil senelerce mesai ile bile alınamayacağını bütün milletin muzaheret-i vatanperveranesi gösterecektir. İtalya’nın tarih-i medeniyyetin tel’ininden korkmayarak i’lan eylediği hal-i harb kendisinin hesab ettiğinden pek çok ziyade devam eyleyecek ve bu müddet zarfında biz harita-i alemde bir milleti bulunduğunu unutacağız. İtalya hareket-i gayr-i meşruasından feragat edeceği güne kadar her İtalyan her Osmanlının hasm-ı canıdır; hasm-ı namusudur. İtalya’nın za’f u zararını intac edecek her türlü meşru’ teşebbüsatta bulunmak her Osmanlının vazife-i vicdaniyyesi vazife-i vataniyyesidir. Bu babda ilk atacağımız adımlar hiçbir İtalyan malı kullanmayarak İtalya’nın memleketimizde olan ticaretine daimi bir darbe indirmek ve memleketimizde kendi nüfuz ve kudretini tevsi’ için vücuda getirdiği müessesat-ı iktisadiyyeyi mektepleri seddeylemek olacaktır. Yalnız unutmamalıyız ki bütün bu hususatta bize rehberliği ifa edecek olan hükumettir. Ahval-i hazıranın nezaketi karşısında her türlü cereyanlardan tamamıyla haberdar bulunan yegane kuvvet kuvvet-i hükumet olduğunu düşünerek ona muin ü zahir olmak ve bu dakīkada mütehammil olduğu vazife-i mühimmeyi işkal eylememek lazımdır. Bizler de denizlerle ayrılmış olan Trablusgarb kıt’asının muhterem evladlarının kalbleriyle himmet-i gazanferaneleriyle kendi kalblerimizi kendi himmetlerimizi birleştireceğiz. Canımızla malımızla fikrimizle hülasa: Her bir vatandaş kendi elinde bulunan vasıtasıyla hasma karşı gelecek İtalya hareket-i vahşiyanesinde devam ettiği müddetce biz de hareket-i mümanaatkaranemizde devam eyleyeceğiz. İtalya yirminci asr-ı medeniyyette nasıl gasıb-ı hukūk olmakla nasıl bütün efkar-ı ahrarane ve insaniyyeyi ayaklar altına almakla temeyyüz eylemek istiyorsa biz de öylece pa-mal edilmek bet ibraz eylemekle temeyyüz etmeye çalışalım. Şan ve şerefle ölmeyi meskenet ve zilletle yaşamaya tercih ederek artık taksim kabul eder bir Osmanlı saltanatı mevcud olmadığını selamet ihzarını te’min eylemiş olacağız. Bu muvaffakıyeti lazımdır. Bu sayededir ki kavi ve zinde bir Osmanlı milletinin mevcudiyeti gösterilecek ancak bu sayededir ki düşman bu vatan içinde kendisine kasdi veya gayr-i kasdi bir şerik-i cinayet mevcud olmadığını öğrenecektir. Düşmanımızın zırhlılarından aldığı kuvveti biz ittihadımızdan alacağız. Bugün ne fark-ı siyasiyye ictihadatının ne efkar ve ihtisasat-i şahsiyye müsademesinin yaşayabileceği bir gündür. Bugün vatan-ı Osmani dahilinde ittihad tezahüratından başka bir şey görülmemelidir. Haricde çalkanan ihtirasat fırtınasından masun kalmak için biz gayet müdebbir müteyakkız temkinli ve bilhassa müttehid olmalıyız. İttihad ve Terakkī Cem’iyeti bütün efrad-ı millet gibi kendi sancağı altında toplanan evladlarıyla birlikte bütün vesait-i meşruayı isti’mal ederek çalışacak ve elindeki kuvveti vatanın muhafaza-i selamet ve temamisi için isti’mal eyleyecektir. Sizler bilatefrik-ı cins ü mezheb Osmanlı vatanın bütün evladları sizler de Osmanlılığın büyüklüğünün gösterileceği günlerde yaşadığımızı düşünerek vatanın hiçbir noktasında hiçbir ecnebi eyleyerek sükun ile i’tidal ile ve fakat metanetle cesaretle kırılmak istenilen izzet-i nefsimizi muhafazaya çalışınız. Bize uzaktan nigeran olanlar görsünler ve inansınlar ki biz boyun eğmeyeceğiz cebr u tehdid ile susmayacağız. Fakat vahşete küstahlığa tecavüze hakarete karşı insanca ve terbiye ile mukabele edeceğiz. Görsünler ve inansınlar ki uzaklığından dolayı bizim kendisine la-kayd kalacağımızı hayal ettikleri bir kıt’anın bizim nazarımızda pay-ı tahttan saltanattan farkı yoktur. El birliğiyle yapacağımız bu cihad-ı vatanide düşmanımız yirminci asrı lekelerken biz o asırda şeref-aver bir vaz’iyetle çalışacağız; ve şüphesiz ki Cenab-ı Hakk’ın daima hakk u adl için çalışanlara şamil olan avn-i inayet-i Samedaniyyesi sayesinde milletin ittihadı hükumetin siyaset ve gayreti ile muvaffak olacağız. Bir kere Osmanlı sancağını hamil olan vapurların Çanakkale Boğazı’ndan çıkmaları mümkün değildir. Öyle ise hacılar ecnebi vapurlarıyla gitmeli düşüncesi hatıra gelebilirse de acaba bunda da tehlike mevcud değil mi? Mesela olduğu için Türkiye Hükumeti’nin bundan bil-istifade Mısır tarikıyla hacı nam ve ünvanı altında asker göndermekte olduğunu haber aldım; bunun için bütün ecnebi bandırasını hamil olan vapurları arayacağım ve hacı namıyla kimi bulursam alacağım tahkīk edeceğim. Fi’l-hakīka hacı ise bırakacağım değil de asker olduğu tahakkuk ederse kavaid-i harbiyye mucebince muamele edeceğim! Derse acaba düvel-i muazzamanın muvafakatini istihsal edemez mi? Bila-sebeb ve haksız bir surette toprağımıza tecavüz ettiği halde hiç ağızlarını açmayan düvel-i muazzama böyle hacılarımıza da taarruz ettiği takdirde emin olalım ki: Hiçbir şey diyemeyeceklerdir. O sebebdendir ki: Bizce hacıların velev ecnebi vapurlarıyla olsun deniz tarikıyla hacca gitmelerinde tehlike vardır. tara mevcuddur İtalya şu hareketini ma’zur göstermek için hacılarımıza böyle bir muamele yapmaktan kat’iyyen çekinmez. O halde kara yolunu ihtiyar etmek kalıyor. Bu yol ise Konya Ereğlisi’ne kadar şimendüferle oradan Mersin’e kadar karadan Mersin’den Adana’ya kadar yine şimendüferle Adana’dan Haleb’e kadar tekrar karadan Haleb’den Hama’ya kadar yine karadan Hama’dan Şam’a şimendüferle varıp Şam’dan Hicaz şimendüferiyle gitmekten ibarettir. Şimdi bu yolların sarplığından ve müşkilatından sarf-ı nazarla esna-yı rahda soygun vermek gibi mehalik de varidi hatır olabilir mi olamaz mı pek kesdiremeyiz. Yalnız acındığımız bizimle beraber bütün müslümanlara dağ-ı derun olması lazım gelen bir cihet var ki o da: Fariza-i haccı eda etmek hususunda da düşmanlarımızın bize engel oldukları faciasıdır. Deniz kuvvetimizin yokluğu hiçliği işte bu feciaların en elim bir sebebini teşkil ediyor. Düşmanlar gelseler Ka’be’yi topa tutsalar Peygamberimizin kabrini yıksalar yine imdadına koşamayacağız; din yolunda ölmek istesek de muvaffak olamayacağız demek çıkar! Bilakis deniz kuvvetimiz olacak olursa o zaman hiçbir düşman Ka’be’mize Peygamberimiz’in kabrine mülevves ellerini uzatamayacak oraların muhit-i kudsisini zehr-alud nefesleriyle kirletemeyecektir. Bu güneş gibi inkar kabul etmez açık bir hakīkattir. Öyle ise bizim Allah’ımıza imanımız dinimizin ulviyetine ren o tehlikeyi ref’e çalışmak din-i mübini siyanet uğurunda bezl-i mal ü can etmek akdem-i feraizdir nezd-i uluhiyyette hacdan büyük faziletleri haizdir. Vakıa zahirde bir Osmanlı–İtalya muharebesi gözüküyor lakin bu nikab altında daha doğrusu harbin tevlid edeceği neticede gizlenen amali Osmanlılarla umum müslümanların hissedemeyeceklerini zannetmek pek büyük düşüncesizlik olur. Biz Osmanlılar İtalyanlarla çarpışmaktan hiçbir vakit çekinmeyiz. Vatanımıza tecavüz eden alçakları ya öldürmek veya onlarla harb ederken ölmek bizim için şerefdir. Lakin vatanımızın hey’et-i mecmuasına dinimize tecavüz eder yollu hareketlere başta hür İngilizler mütefekkir Fransızlar oldukları halde Avrupa tasvibkarane bir tarzda göz yumacak olursa işte o zaman kıyamet kopacak Osmanlılarla birlikte kütle-i muvahhide-i İslam birden harekete gelecektir. Bu azm zannolunduğundan pek ziyade kat’idir; insaniyeti kanlara boğacak olan şu kıyamdan bizi alıkoyacak çare toptan ölümden korkacak bir Osmanlı; bir müslüman tasavvur olunamaz. HAYYE ALE’L-FELAH Beşeriyet zilletler medeniyet vahşetler ahd ü peyman Salibin zemin-i huşunetinden hilalin asuman-ı ismet ü liyor! Ey Mısır’ın bükülmez bazuları; ey hizbü’l-vatanın durmaz yorulmaz uyumaz merd ü metin zinde kahraman mübariz gençleri! Fas zulüm ve işkence günlerinin İran gaflet ü meskenet gecelerinin matem dakīkalarını sayarken! Trablus’da dahi Hilafet-i İslamiyye’nin hukūk-ı şanı namusu şevket ü celadeti için bir levha-i inkıraz bir mersiye okunmak man ahfadı Kartajalıların ebediyete kadar din vatan millet asırlarını yaşatmak isteyen kahraman ahfadı! Trablus ufkunun ateşin [e]v[l]adı İtalya’nın bu kütle-i mütevehhişenin ve bu insaniyetten fezail-i insaniyyeden hukūk-ı fazıla-i medeniyyeden mahrum İtalyanların kanlı pençeleri ile öldürülmek; ezilmek gömülmek isteniyor. Onlar ruhaniyet-i muvahhide-i Ey kainat-ı muhita-i İslamiyye ne duruyorsunuz ne bekliyorsunuz? Tarih-i beşer ecdadınızın bin senelik miğferlerini kılıçlarını kargılarını bağırarak hey’et-i celile-i İslamiyye’nin açılan cihad sancağı altına çağırıyor ruhaniyet-i Peygamberi hilal-i İslamiyet altında Bilali bir sada; ezan-ı ittihad ezan-ı cihad ezan-ı gaza vü şehadet okuyor! Ne duruyorsunuz!.. Ne duruyoruz! Dünyaları zabteden Avrupaları Afrikaları savlet ü şehametleriyle çiğneyen; İslamiyet’in azametini Osmanlılığın kudret ve şevketlerini altın kalemlerle tarih-i medeniyyete kaydettiren Salahaddinleri mi Ertuğrulları mı Fatihleri mi bekliyorsunuz? İleri arş ileri!. Aydın Meb’us-ı muhteremi Ubeydullah Efendi tarafından Çarşamba günü Ayasofya Cami’-i şerifinde mesail-i hazıra hakkında bir mev’iza verilerek İtalyanların tecavüzat-ı şakavetkaraneleri hasebiyle İngiltere kralı hazretleriyle bazı cem’iyyat-ı ilmiyyenin hissiyat-ı insaniyye ve adaletkaranesine telgrafla müracaat kılınmıştır. Telgraflar ber-vech-i atidir: . Umum milletlerin a’yan ve meb’usan riyasetlerine . İngiltere Ensal-i Beşer Cem’iyet-i Umumiyyesi’ne . İngiltere’de Asya ve Coğrafya Cem’iyyat-ı Kraliyyesi’ne . Kaffe-i memalikte ve bilhassa İsviçre’de sulh cem’iyetlerine . Kaffe-i memalikte mevcud matbuat cem’iyetlerine . Kaffe-i memalikteki cem’iyyat-ı ilmiyye ve fenniyyeye verilmek üzere Darülfünun reislerine . Kaffe-i memalikte bulunan Sosyalist Cem’iyyatı rüesasına . Fransa’da Hukūk-ı Beşer Cem’iyeti’ne . Lahey Hakem Mahkemesi’ne . Amerika’da Kongre reisine Şevval ve Teşrinievvel tarihinde İstanbul’da Ayasofya Cami’-i şerifinde ve binlerce kişiden mürekkeb bir cemaat-i uzma-yı İslamiyyenin bil-ittifak kararı olarak tebliğ olunur ki: Mukaddes vatanımızın Afrika toprağında bir cüz’-i layenfekki olan Trablusgarb’a beyne’d-düvel ve beyne’l-ümem cari olan her türlü hukūk-ı tabiiyye ve mevzua kavaidiyle kaffe-i muahedat ve mukavelat-ı siyasiyyeye mugayir ve kabail ve aşayir-i vahşiyyenin bile irtikabından haya edeceği bir tarz-ı şakavetkaranede bi-gayri hakkın düvel-i muazzama idadında bulunan İtalya’nın dini ırkī cinsi lisani civari hatta tarihi bir münasebeti bulunmadığı ve hiçbir sebeb ve bahane olmadığı halde bağteten vukū’ bulan tecavüzünü alem-i medeniyyet-i insaniyyetperverleri sükut ile karşılayacaklar ise mücelledat-ı ilmiyyesiyle mülevven ictihadat-ı meddüne çalışan kaffe-i memalik-i şarkiyye ve bilhassa memalik-i meddine-i Garbiyye hakkında ne fikir hasıl edecekleri ve ne hüküm verecekleri ve Şark’ın Garb hakkında bu münasebetle hasıl edeceği su’-i fikirden müstakbelen ne gibi netayice muntazır olmak lazım geleceği cem’iyet-i muhteremenin nazar-ı mütalaa ve mülahazasından dur tutulacak kadar ehemmiyetsiz midir? Temamiyet-i mülkiyye ve idame-i mevcudiyyet-i siyasiyyesi müteaddid mütenevvi’ muahedat ve mukavelat-ı kat’iyye Hilafet-i İslamiyye’yi haiz olan Devlet-i Osmaniyye’nin eczayı mühimme-i memalikinden Trablusgarb kıt’asına dini ırkī cinsi lisani civari hatta tarihi münasebeti olmayan alem-i medeniyyete karşı ayaklar altına alarak donanmasıyla şakavetkarane tecavüze ve hiçbir sebeb ve bahane olmayarak Devlet-i Osmaniyye’ye karşı i’lan-ı harbe kıyam etmesini yalnız sükut ve müsamaha ile görmek değil hatta teşci’ eder bir mevki’de bulunmak İngiltere gibi seksen doksan milyon nüfus-ı İslamiyyeye hakim olan bir devletin ta’kīb edeceği meslek-i siyaset midir? Ve böyle bir meslek ve menafi’-i haliyye ve müstakbelesine muvafık mıdır? Bunu biliriz ki Devlet-i Osmaniyye İngiltere Devleti’ne i’lan-ı harb etmedikce İngiltere Devleti taahhüdat-ı ahdiyyesi altından hiçbir vesile ile çıkamaz. Avrupa hükumat-ı mütemeddine!sinden İtalya haydudlarının Trablusgarb’a vahşiyane hücumu üzerine bütün alem-i İslam baştan başa heyecana gelmiş hilafet-i muazzama-i hemen bütün akvam-ı İslamiyye tarafından protesto ve bu münasebetle merkez-i celil-i Hilafet’e bütün dünya müslümanları tarafından pek samimi ve uhuvvetkarane teveccühler Cem’iyetleri milletleri bir kütle-i müttehide halinde bulundurmak ları siyaset erbabı rabıta-i diniyyenin ne kavi ne büyük ne tabii bir rabıta olduğunu görsünler ba-husus hitab-ı celiline mazhar olan kulub-ı müslimindeki uhuvvet ve i’tisam hisleri şayan-ı hayret bir derecededir. Müslümanların bu cehli bu avareliği ile beraber sırası gelince ibrazından hali kalmadıkları bu hissiyat-ı samimiyye kesb-i tenevvür ve irfan etmeleriyle ne dereceye vasıl olacağını şevket-i İslamiyye’nin tealisi için ne büyük roller yapabileceğini erbab-ı iz’anın takdir edeceğine şübhe yoktur. Bunun içindir ki biz senelerden beri bu büyük alem arasında tearüfün husulü münasebat-ı daimenin te’sisi için suver-i muhtelifede sarf-ı mesaiden geri durmuyoruz. İnşaallah bütün İslamlar tarafından ibraz olunan bu tezahürat-ı uhuvvetkarane hasebiyle bu babdaki mesainin kıymet ve ehemmiyeti müslüman kardeşlerimizce daha ziyade anlaşılır ve bu gayeye doğru yürüyenlerin emelleri hayal değil belki bir hakīkat diye kabul olunur da bu yolun bu tarik-i siyasetin salikini çoğalır. Hangi diyarda olursa olsun hangi devlet tebeasından bulunursa bulunsun müslümanları yekdiğerine bağlayan rabıta-i diyanet topla tüfenkle çözülmeyecek derecede sağlamdır. gayz u iğbirar hep o rabıtanın tezahüratıdır. Kalblerimizde bu uhuvvet cay-gir oldukca hilalin salibe boyun eğmeyeceğine bütün kardeşler emin olmalıdır. esarete almakla kalblerindeki ezeli ali hisleri de boğarım zannına düşen Avrupa medeniyetcileri umrancıları müslümanların bugün gösterdikleri galeyan ve heyecan karşısında duçar-ı hayret oldular. Hey’et-i umumiyyesi i’tibariyle pek büyük bir kuvvet teşkil etmekte olan Arabların tecemmu’ ve muharebeye iştirakleri Roma’da büyük endişeler hasıl etmekte bulunduğu Fransız matbuatında okunuyor. Ba-husus bunlar miyanında sebat ve taannüdleriyle ma’ruf ve makam-ı Hilafet’e merbutiyet-i sadıkaneleri derece-i bedahette bulunan İmam Yahyalar Seyyid İdrisler Emir Abdülkadirzade Mehmed Paşalar gibi Afrika ve civarı Arab kabailinin en zi-nüfuz rüesasının da bulunması endişelerini tezyid etmektedir. Bütün bu kuvvetlerin harekete müheyya bir surette her türlü levazımının müstahzar bulunması mes’elenin rengini büsbütün değiştiriyor. Bundan bir hafta mukaddem Şeyh Senusi hazretlerinden Bingazi tarikıyla atabe-i seniyye-i hazret-i Hilafet-penahi’ye varid olan bir telgrafnamede: Düşman-ı mütecavizine mukabelesine azm ü hareket eylediği bildirildi. Afrika’nın nısf-ı şimalisinde pek mühim bir nüfuz ve cereyana sahib olan Şeyh Senusi hazretlerinin makam-ı akdes-i Hilafet’e ve Osmanlılığa karşı gösterdiği bu merbutiyet Avrupa’nın alakadar mahafilinde mühim te’sirat uyandırdı. Bütün Trablusgarb ve Bingazi ahalisi kemal-i hararetle selamet-i ma’sume-i vataniyyenin muhafazası için cihad i’lan ettiler. Bütün Afrika içerlerinden Trablus’a doğru gönüllü fırkaları hareket etti. şeklinde yazılmıştır. Fizan ve Sahra cihetlerindeki aşayir fevc fevc ve müsellahan Trablusgarb ve Bingazi’ye vürud etmektedirler. Bunlar kanlarının son damlasına varınca akıdarak müdafaada bulunacaklarına ahd ü misak ettiler. Medine-i Münevvere ile kabail-i mütecavire ahalisi Ravza-i mukaddese-i Hazret-i Peygamberi önünde toplandılar. Müctemiin hükumet-i seniyyeye her türlü fedakarlık ihtiyarına ve vatan uğurunda kanlarını isaleye ahd ü peyman ettiler. Kabail-i mezkureden sahib-i kuvvet beş büyük kabilenin rüesa-yı zi-nüfuzu bilumum efradıyla müsellah oldukları halde hükumet-i seniyyenin sevk edeceği mahallere gitmek üzere amade olduklarını bildirdiler. Hıtta-i Yemaniyye’de bulunan bilumum kabail Osmanlılar aralarında bir i’tilaf akdettiler. Makam-ı Sadaret vasıtasıyla atabe-i hak-i pay-i Hazret-i Hilafet-penahi’ye Yemen meb’usları Mahmud Nedim Seyyid Ahmed Seyyid Hüseyin; Mukhafi Seyyid Muhammed el-Kebsi tarafından sureti atide münderic telgrafname keşide olundu: “San’a Eylül –İtalya’nın i’lan-ı harb etmesi üzerine müvekkillerimizle cihada hazır ve Yemen kuva-yı umumiyye kumandanının emrine tabi’iz.” lerinde görülmesi üzerine her türlü iğbirarı muvakkaten bertaraf eden İmam Yahya hak-i pay-ı ali-i Hilafet-penahi’ye keşide eylediği bir telgrafnamede Trablus’a vukū’ bulan taarruzu def’ için yüz bin gönüllü ile harekete müheyya bulunduğunu arzettiği gibi makam-ı sami-i Sadaret-penahi’ye sureti atide münderic telgrafnameyi keşide eyledi: “Bismillahirrahmanirrahim Hudeyde ve Trablusgarb’a birtakım ecanibin taarruz eylemekte olduklarını istihbar ettim. Yüz bin fedai-i mübariz ile harekete hazırım ve müheyyayım. Ta ki kelime-i tevhid ihraz-ı hak ve galebe ede.” el-Mütevekkil alallah Yahya Asir’de bulunan Seyyid İdris’in de İtalyanların harekat-ı şakavetkaranesinden son derecede müteessir olarak Asir Kuva-yı Umumiyyesi Kumandanlığı’na gönderdiği tahriratta kırk bin mücahid ile İtalya’nın Eritre müstemlekatında icrayı harekat ve İtalyanlara karşı cihad eylemek üzere Asir sevahilinden senbuklarla karşı sevahile geçmelerine müsaade Bosna-Hersek ahali-i İslamiyyesi fevkalade galeyandadırlar. Ahali hududu geçerek Osmanlı ordusuna gönüllü kaydedilmek istiyorlar. Mısır’[d]a da şiddetli galeyan ve heyecanı mucib oldu. Mısır ahalisi her türlü fedakarlıkta bulunarak malen ve bedenen Devlet-i Osmaniyye’ye müzaheret edeceklerini i’lan lunmaktadırlar. Yunan muharebesinde Yunan tebeasını Mısır’dan çıkardıkları gibi bu muharebede dahi İtalya tebeasının behemehal Mısır’dan tard u teb’idlerini ve konsoloslarının hükumetce vukū’ bulacak muamelatta reddini hükumet-i mahalliyyeden musırran taleb etmektedirler. Pek çok İslam şirketleri Banko Di Roma’daki paralarını geri almışlardır. Müslüman gazeteleri “Osmanlı fedaileriyiz” diye bar bar bağırıyorlar: “Babalarımızın akraba ve evliyalarımızın karargahı olan Trablusgarb’a İtalya’nın vukū’ bulan tecavüz-i ihtiraskarenesi bizi son derece duçar-ı teellüm etti. Kalblerimiz heyecanla doldu. kına tecavüz ediyor hangi sebeble vatanımızın bir cüz’-i layenfekki olan Trablusgarb’a dest-i taaddisini uzatıyor? Biz bütün mevcudiyetimizle kıyam ederek hukūk-ı hükümranimizi te’yid etmeli vatanımızın elden gitmemesi için kaffe-i vesait-ı tedafüiyyeye sarılmalıyız. Devletimizin şan ve şerefini haysiyet ve namusunu muhafaza etmek kalbgah-ı vatana uzanan elleri kırmak için vadi-i Nil’de sakin bütün Arab kardeşlerimizi vazife-i vataniyyelerini ifaya da’vet ediyoruz. Büyük vakıa karşısında düşünerek alelacele kararlarını verip lazım gelen tedabire tevessül etsinler. Bombay mütehayyizan-ı ulemasından ve Cuma Cami’-i şerifi hutebasından Şerif Muhammed Salih Efendi’nin taht-ı riyasetinde geçen Cuma namazını müteakıb gayet muazzam bir miting akdolundu ve bu ictimaa yüz bine karib müslüman ya’nın vahşiyane ve behimane vukū’ bulan taarruz-ı nagehanisi ve bir İslam memleketine hod be-hod tecavüzü hiçbir vakit kavaid-i medeniyyet ve insaniyyetle kabil-i tevfik olmadığından her halde hükumet-i Osmaniyye ve bilad-ı İslamiyyenin taarruzdan muhafazası lüzumuna dair kaleme alınan protestonamenin birer suretleri İngiltere ve Devlet-i Osmaniyye parlemento riyasetlerine ve makam-ı Sadaret’e telgraflarla tebliğ olundu. Bu telgrafnamelerde ilaveten Bombay ve havalisi müslümanlarının kaffeten Devlet-i aliyyenin emrine muntazır oldukları bir lisan-ı uhuvvetkarane memnuniyyetle görülecektir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ekim Yedinci Cild - Aded: Biz şimdi şu halimizle tıbkı açlıktan ölüm derecesine gelmiş de o yemeğin ağızlarına girmesini bekleyen miskinlere benzemiyor muyuz? Bizim için aynıyla rezalet değil midir ki kıymetli vakitlerimizi Emil Zolaların Pol Borjelerin masallarıyla heder ediyoruz da o vaktin en ufak bir kısmını olsun bütün esrar-ı kainatı sine-i sahaifine nakşetmiş olan şu Kitab-ı Mübin’in mütalaası için feda etmiyoruz? Temeddün tenevvür iddiasında bulunuyoruz; serair-i hilkati keşf ile uğraşan mütemeddinlere benzemeye yelteniyoruz; Gambita’nın Tiber’in felsefiyatta Rembo’nun nazariyatına karşı rüku’-ı hayrete varıyoruz da elimizdeki Kitab-ı İlahi’nin esrar-ı bülendine bir nazar-ı im’an bile atfetmiyoruz o Kitab-ı man olduğu bedayii hikemi ihata için ömürler sarfetseler tekmilini şöyle dursun bir cüz’ünü bile muhit olamazlar! Galiba başkalarını taklid ediyoruz da akılsızlıkla itham olunmamak için umur-ı diniyye ile iştigal eylemekten sıkılıyoruz. Eğer böyle ise bu taklid pek körkörüne bir taklid olur ki kitab-ı semavimizin sahaifi üzerinden gezdirilecek ufacık bir nazar o derekeye düşmekten bizi alıkoyabilir. Zira o zaman re’ye’l-ayn görürüz ki Müslümanlık inziva ile meskenetle emreden halkı kemal-i zillet içinde bir taassuba sevkeyleyen; yahud gerek medeniyet-i hazıranın gerek müstakbelenin metalibine külliyen münafi olacak surette vücudu ağır birtakım ibadat ile ezip bitirmeye mahkum bırakan bir din değil imiş. Bilakis sa’y ü amel ile emreden; nazarlarda riyaset ve siyadeti uluvv ü mecd-i himmeti alabildiğine yükselten; insanları fezaile me’aliye doğru götüren bir din olunmuştur ki feylesofların hikemiyat-ı mevzuası onların yanında güneşe karşı tutulmuş kandil ziyası kadar sönük kalır. Şu halde İslam’ın me’alisinden bahseden adam sekameti delail-i natıka ile gösterilebilecek birtakım efkara tercümanlık etmiş olmaz bilakis Fatır-ı Hakim’in lisan-ı fevka’l-hayalini tefsir eylemiş olur. Öyle hikmetler söyler ki ebediyen cerh olunamaz; öyle nazariyeler serdeder ki şu kainat-ı hamuşun her zerresi onları te’yid için birer lisan kesilir: Öyle kaidelerden haber verir ki haleldar olması hükümden düşmesi tasavvur edilemez; öyle esaslar meydana koyar ki bütün ictimaiyat onlara istinad edeceği gibi beşer huld-zar-ı irfanı ancak o esaslara yükselerek seyredebilir; öyle nurlar saçar ki samim-i kalbe girerek orada ebediyen gurub etmez bir güneş yaratır. İşte o şems-i hakīkatin ziya-yı güzini insana şu bulanık hayatın karanlık çöllerini tenvir eder; ellerini ayaklarını her tarafdan bağlayan zencirleri çözer; dehrin sinelerde açtığı cerihaları kapatır; ruhu evham ve hayalat şaibelerinden tathir eder. Heyecan-ı kadiminden fariğ olan ruh da artık saadet-i hakīkıyyesini aramaya fakat asıl menbaından aramaya başlar; önündeki kesif perdeler birer birer yırtılarak cihan-ı melekutu görür oradan hakīkatü’l-hakayıka mülhem olur. Arablar müslüman olmazdan evvel huşunetin cehaletin hiçliğin ne derekesinde idiler; sonra ne hale geldiler. Görmüyor musunuz? Zaman-ı cahiliyyette Arab kızını koluna aldığı gibi çöle gider bir çukur eşmeye başlardı. Zavallı kızın yalvarması ağlaması herifin kalbinde zerre kadar merhamet hissi uyandırmayarak biçareyi kendi eliyle diri diri o çukura gömer işini bitirdikten sonra kemal-i muzafferiyetle ailesinin yanına dönerdi. Zira kendi zannınca işitenlerin senasını mucib olacak nasiye-i şerefi üzerindeki lekeyi temizleyecek bir iş yapmış idi. Allah aşkına olsun bir kere şu taş yüreklere şu katı duygulara bakınız bir de bunların İslam’ı kabul ettikten sonraki hallerini nazar-ı im’ana alınız. Bakalım ne göreceksiniz? Öyle adamlar göreceksiniz ki gehvare-i hikmette büyümüş agūş-ı şefkat ve merhamette emzirilmiş bahtiyarların bile sahib olamayacağı hissiyat-ı kerime ile mütemeyyiz öyle adamlar göreceksiniz ki her biri şehamet ve fazilete timsal olmuş secaya-yı celilenin ahlak-ı cemilenin birer rükn-i metini kesilmiş de halleriyle kalleriyle felasife-i ahlaka eserlerindeki nevakısı gösteriyorlar. Öyle adamlar göreceksiniz ki vakar ve takva i’tibarıyla meleklere uluvv-i himmet azamet-i kudret hususunda kayserlere rüchan ediyorlar. Ömer ibnü’l-Hattab’ı ele alalım: Ömer öyle adamdır ki zaman-ı cahiliyyetteki haliyle İslam’ı kabul ettikten bir kaç sene sonraki mertebe-i kemali herkesin ma’lumudur. Evet Müslümanlığı ve müslümanları öyle bir hikmet öyle bir siyaset faza eyledi ki siyasetin o derecesini gehvare-i hukūk ve siyasiyyatta büyümüş en büyük padişahlar hikmetin o mertebesini ömrünü felsefe ile geçirmiş en büyük hakimler bile gösteremezler. Sonra yine o Ömer rikkat-i kalb; takva hususunda öyle bir dereceye vasıl olmuştu ki Kitabullah’dan bir ayet tilavet olunduğunu işidince ya bayılır yahud bir kaç gün hasta yatardı. Guya ki Mütenebbi şu beyitle Ömer’i kasdetmişti: * Pek a’la bu nasıl oldu Ömer bu mertebeyi nasıl buldu? Acaba ahlakiyatı darülfünunlarda ictimaiyatı ilmi mahfillerde siyaseti parlamentolarda teşrii hukūk mekteplerinde mi öğrendi? Hayır bunların hiç biri değil. Ömer yalnız Kur’an yerleri başkalarına sorar öğrenirdi. Ömer ekabir-i selefin ancak bir danesidir ki onu size Müslümanlığın tabiatları tahvil hususundaki kudretini temayülat-ı tenvir etmek için gösterdiği te’sirin sür’atini gözünüzle görünüz diye bir misal olmak üzere irad ettik. Acaba bize ne oldu ki bu kadar hazain-i ma’rifeti arkamızda bırakıyoruz da öteden beriden hikmet dilenmeye ahlak dilenmeye kalkışıyoruz; sonra da her ma’nasıyla haib ü hasir kalarak kendi sersemliğimizin kendi ahlaksızlığımızın cezasını ötekinin berikinin boynuna yüklüyoruz? Ayat-ı İlahiyye’yi ehadis-i Nebeviyye’yi cühela tarafından yüksek sesle ya salonlarda yahud mezarlıklarda terennüm edilmekten başka meziyeti yokmuş gibi onlara bırakıyoruz da kendimiz halimizi istikbalimizi büsbütün berbad edecek boş bir sürü safsatalarla vakit geçiriyoruz? Evet bugün hepimizin yaptığı bundan ibarettir. ayet-i kerimesi tam bizim hakkımızdadır. Hülasa müslümanlar için yegane çare şudur: Evvela ma’na-yı İslam’ı hakkıyla anlamalıdır. Kezalik madde ile ma’na birbirine tamamıyla merbut olduğundan ruhun gaye-i azmindeki paye-i bülende yükselebilmesi için dinin maksad-ı aslisi insanı hem terakkıyat-ı maddiyyeden hem de tealiyat-ı ma’neviyyeden nasibedar etmek olduğunu bilmelidir. Şunu da idrak etmelidir ki Müslümanlık’da gerek milletinin gerek ebna-yı nev’inin hatta bütün kainatın salahını kasdetmek şartıyla işlediği her bir iş nazar-ı İslam’da taatın en şereflisidir: “ Mü’min karısının ağzına vereceği lokmaya varıncaya kadar her işinde me’cur olur. Koyuna bile merhamet edecek olursan Allah da sana merhamet eder.” Müslümanlık sanayi’de keşfiyat-ı fenniyyede ileri gitmeye hiç bir zaman muarız olmadığı gibi müslümanları bu gibi terakkıyata teşvik eder. Sair milletlerle müsabakadan rekabetten geri duranları muahazede bulunur. Müslümanlık’taki şu esaslar yüzlerce ayet binlerce hadis ile sarahaten müeyyed olduktan başka ilk cem’iyet-i İslamiyye’nin ahvali de ayrıca bir hüccettir. O derecede ki münevverü’l-fikr muallim şakirdinin zihnine bu asarı bir dersde nakşedebilir. adan vukūfdan mahrum olan halkı bu çareye vusulden men’ eden birtakım akabeler var ki o akabeleri ancak zaman kaldırabilecektir. –son– O hangi çıkmaz yoldur ki salik-i bi-basiri attığı hatve-i vapesininde mecbur-ı ric’at olunduğunu görünce ta a’mak-ı ruhundan ateşin bir sayha-i nedamet koparmasın? O hangi haksız mübarezedir ki neticesinde sahibini kemal-i mahcubiyyetle hakk u hakīkate teslim-i silahda muztar bırakmasın? Hak haktır; batıl olmaz. Hak galibdir; onun üzerine hiçbir şey teali edemez. şeklinde olİki senedir hummavi bir sevda-yı iman ile kıvılcımlar saçan bir aşk-ı vatanla ateşler püsküren bir garam-ı milliyyetle “Cenab-ı Kur’an-ı Hakim ”i yed-i yemin-i takdisime alarak bir hüccet-i ayetiyle bir şahid-i fermanıyla. Diye feryad ediyorum. İhvan-ı mesleğimden bir çok fuzala bu canhıraş feryadıma bu hıred-suz enin-i istimdadıma –kimi tahriren kimi şifahen– iştirak ettiler! Eğer bir zümre-i muarızin haksız pek haksız yere bab-ı mucib olmamış olaydı kaviyyen –yüzde doksan– me’mul cekti. Siyaset-i İslamiyye’yi şeriat-i İslamiyye’den başka bir şey zannederek “şeriat siyasete alet edilmez. Ulema öyle her çekilen yere gidemez; ve gidemediği için garb’da bulunan varsa kemal-i zilletle salibin huzur-ı insaniyyet ?? ve medeniyyetine ?? medeniyet-i hayvaniyye-i hun-aşamına itile kakıla götürülerek zir-i pay-ı kahrına atıldığını gördü! Hilafet-i mukaddese-i İslamiyye ile mütetevvic Hükumet-i Osmaniyye’nin za’f-ı siyaseti –hakīkatte yine kendisinden başka bir şey olmayan– şeriat-i mutahharanın felaketi olup olmadığını gördü! Değil fakat mani’-i emr-i İlahi mani’-i i’dad-ı kuvvet olduğunu anladı! Efsus….! Ben ne diyordum: Hakka ihtida Kur’an ’a ıktida edelim! Cenab-ı Hak mü’minlere “yalnız hal-i harbde bulunduğunuz düşmanı değil a’da-yı istikbalinizi de terhib ve tenkil edecek bir derece-i ‘aliyyede serian ve acilen i’dad-ı kuvvete bütün istitaat-i maliyye ve fi’liyyenizi sarfediniz! Siz o a’da-yı istikbali bilmezsiniz! Onları Allah bilir”! buyuruyor. Emr-i celil-i i’dad vücubi “yani: Farz” ve fevri “yani: derhal bila-ifate-i vakt” “Kuvvet”in yalnız hal-i harbde bulunulan hasmı değil de a’da-yı istikbali de kahr u tenkil edecek derecede i’dadı matlub-ı İlahi. “Allahü ekber”in şu lutf-ı kuvvetli harbe her dakīka amade bulunmaklığımızı vücuben ve ta’cilen ferman buyuruyor. nında i’lan-ı harb etmesini en baidü’l-ihtimal addederdik değil mi? Biz tecavüzü kimlerden beklerdik? Karşımıza – hem de ansızın!?– kim çıkıverdi?? Şimdi biz Trablusgarb’ın ma’ruz kaldığı şu ciğer-suz şu can-sitan felaketinden Kur’an-ı Hakim ’e “Biz İtalya’dan bu gadr u ihaneti bu zulm ü vahşeti ummazdık. Ne yapalım kuva-yı berriyyemiz onu tepelemeye kafi idiyse de donanmamız pek zaif! Pek noksan!!” diye arz-ı i’tiraz edebilir miyiz? vücubinin vasf-ı ta’cilisi bu i’tizar-ı kudeganeyi kirli paçavra gibi yüzümüze çarpmaz mı? Hac ve zekatın farz kurban ve sadaka-i fıtrın vacib olması hanesi olmak hanesinin döşemesi ve sair bütün levazımı kat kat elbise hademe ve’l-hasıl bir insanın saadet-i hayat namına muhtac olduğu her şey mevcud bulunmak. Bu havayic-i asliyye miyanında bir de “esliha-i harbiyye ve binek hayvanı” kaydı görülüyor. Bu kayd Kur’an-ı Hakim ’deki mezkur “i’dad-ı kuvvet” ayet-i celilesinden me’huz. Binaenaleyh bir şart-ı vücubi. Bir adam hizmetçi tutmaktan vazgeçebilir. “Niçin hizmetçi tutmadın? diye mes’ul olmaz. Keza altı odalı ev yaptırır dördile de iktifa edebilir. Fakat esliha-i harbiyye binek hayvanı bu mühim ihtiyacları tamamıyla te’min edip a’da-yı dinin melhuz olan tecavüzü ne karşı amade bulunmak akdem-i feraiz-ı Kur’aniyye’den dir. Çünkü vatanın vatan-ı İslam’ın hayat ve memat mes’e lesidir. Kur’an-ı Hakim ’in her emrini ifa her nehyinden icti nab ber-vech-i matlub-ı İlahi ikmal etmeden bırakıp diğerine başlanabilir mi? Düşmanı kahr u tenkil etmek şöyle dursun hatta vatanını müdafaa ve muhafaza edebilecek kadar kuv vetin yok iken hacca gideceğim zekat vereceğim kurban keseceğim diye vatanını müdafaasız bırakmak düşmana “Buyur! Hane senin..?!” demek değil midir? Şerait-ı vücubu olmayan veya kısmen noksan olan bir emir nasıl teveccüh eder? Nasıl işlenilmesi farz olur? Seferi bulunan bir mü’min[e] oruç tutmak Cuma namazı kılmak farz mı? daha nasıl anlatmalı bilmem ki…! Beni “hac ve zekatı kurbanı kaldırıyor..?!” Diye bi-gayrı hakkın zulmen ve cehlen ithama kalkışanlar nasıl zerre kadar insaf edip de düşünmediler. Erkan-ı mukaddese-i İslam’ı istihfaf edecek kadar dinsiz imansız bir kafir-i billah hiç vatan-ı İslam mülk-i Kur’an için duzahi ateşler mı? Gece sabahlara kadar inler durur mu? “Fırsat elde iken kuvvet..! Kuvvet..! Donanma…! Donanma….!” Diye selamet-i din selamet-i vatan namına bar bar bağırır mı? Beş yaşında bir çocuk bile bu suallere bila-tereddüd “Hayır!” cevabını verir. Ya nasıl olur da bu vicdani sualler bu hakīkatler düşünülmez? Düşünülmez de emvac-ı tel’inat ve tekfiratı göklere çıkan bir tufan-ı gayz u tehevvürle o mü’min kardeşin o din ve milleti vatanı için canını fedayı az gören şehid-i zi-hayatın üzerine hücum olunur? “Bir mü’min bir mü’mini füsuka veya küfre nisbet etmez fürden müteberri ise kailine rücu’ eder.” “Her kim mü’min kardeşini tel’in ederse onu katletmiş gibidir. Her kim mü’min kardeşine küfür isnad ederse onu öldürmüş gibidir.” Bir mü’mini küfre nisbet etmek ne büyük zulüm ne azim cinayettir! Ağyar ümmetin ulemasını bu ağlanacak halde görürse sevinç delisi olmaz vatanımızı istila ümidlerine bir kat daha kuvvet vermez de ne yapar? Bu tel’inat ve tekfiratın hepsi kaillerine rücu’ etti. Kendilerinin tecdid-i iman ve nikahı lazım geldi. Bakalım ellerine ne geçer? Muhalifinden biri de bir vukūf ve ihtisas-ı fakīhane? ile kalemi eline almış ibadat-ı maliyyenin şerait-ı vücubundan bahseden makaleme zekatın masrafından cevap vermek istemiş! Şerait-ı vücub başka! Masraf yine başka! Bu tarz cevap bilmem fenn-i münazaranın hangi sahifesinde görülmüş? Hanki bahsinde okunmuş? Mezahib-i erbaa kütüb-i fıkhiyyesinden muktebes uzun boylu bir fihrist-i menkūlat….! Bu kadar nazik! Bu derece mühim bir mes’ele-i diniyye ve hayatiyyeye biraz da hezeliyyat ilave etmek kabilinden “Osmanlılık cihet-i camiasıyla maabid-i gayr-i müslimedeki kıymetli eşya verilmeli!!” denilmiş! Bu vatan-ı İslam’a dikilen gözler uzadılan eller medeniyet-i salibe gözleri! Mezheb-i teslis elleri! Viyana burcları önünden ta Cisr-i Mustafapaşa’ya ve Volga Nehri kenarlarından Trabzon’a kadar ric’at eden İslamiyet hakimiyetini; milyonlarla mu’tekıdlerini kime terketti? Şimdi o kişverlerin hakimi salib değil mi? O yarı cihan vüs’atindeki topraklar hakimiyet-i İslamiyye’nin mahkumiyyetine elden çıkmadı mı? Moskoflar Ayasofya kubbesi üzerine Ortodoks haçını dikmeye çalıştıklarını bi-perva söylemiyorlar mı? Ya bu bakiyye-i vatan da hakimiyet-i İslamiyye’nin dest-i tevhidinden gasb olunmak salibin pa-mal-i istilası olmak tehlikesinde mek bunun kaili her şeyden bi-haber! Girid’in canavardan yırtıcı kaplandan müfteris celladdan bi-his ve bi-eman Rumları o ezmine-i kable’t-tarihiyye vahşileri o engizisyonları hiçe indiren yamyamlar of…! İnsan söyleyemez ki…– veliyyü’n-ni’met-i cihan-ı insaniyyet melce’-i medeniyyet aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretleri– Haşa! Sümme ve sümme haşa!– Nam-ı akdesine kıyafet taklid ediyorlar; “işte müslümanların…” diye tepesinden tırnağa kadar tahkīrlere tükürüklere boğuyorlar! Ya Rab! Ya Rab! Nasıl oluyor da bu cezire yerin dibini geçmiyor. Nasıl oluyor da bu şeytanları utandıran ervah-ı habise mel’anetlerinin bu derece-i hıred-suzuyla beraber yine yaşıyor? Ne sabursun Allahım! Yok yok… Bizim kanımız kurumuş! Hayır hayır… Bizim imanımız ma’nasını kaybetmiş cism-i bi-ruh! Melek-fıtrat olsa insan yine vahşetin mel’anetin bu mertebesine tahammül edemez! Bütün varını son santimine kadar canıyla başıyla feda eder de bu vahşi canavarlardan Hiç böyle el’an-ı mahlukattan erzel-i mevcudattan insaniyet muavenet mi umulur? Avuç avuç müslüman kanı içe içe şişmiş bu ejder-fıtratlara karşı kollarını bağlayıp lakaydane seyretmek Müslümanlık şanı mıdır? Haşa! Namus; insanın hayat-ı hakīkīsidir. O cevher-i insaniyyet elden çıktıktan sonra onun için bir saadet varsa o da “ölüm…!”dür. Fıkıh diyor ki: “Bir müslüman namazda iken boğuluyorum yahud yanıyorum..! diye bir feryad işitse –müsteğīs velev gayr-i müslim de olsa– yine derhal namazı bozup onun ken yanarken namaza devam etmek haramdır. Hatta ateşteki tencere taşsa da birkaç paralık zarar edecek olsa yine namazın bozulup zararın men’i lazımdır.” Namaz; hacdan birkaç derece efdaldir. Bi-namazın haccı olur mu? Girid’de hala ve hala müslümanlar kıtır kıtır kesiliyor; bu bedbaht muvahhidlerin feryadları asmanileri halvet-nişinan-ı melekutü ağlatıyor! Hac farz olsa bile madem ki otuz bu kadar bin müslümanın –aileleriyle bi-günah ma’sumlarıyla– hayatları heder edilmiş sel gibi kanları dökülüyor; bu bütün ma’na-yı feciiyle zavallı müslümanların canavar pençesinden kurtarılmaları için haccın te’hiri farz olur. Benim fetva vermek haddim değilmiş! Alay imamı imişim! Müfti sıfatıyla tanımazlar imiş! O Alay-müftilik ünvanını Abdülhamid kaldırdı. Çünkü onu hal’ ile tehdid ediyormuş! Yerine Alay-imameti ünvanını getirdi. Yok Abdülhamid’in hilafetle hala bir münasebeti varsa o da bu cehl-i mürekeblerin i’tikadıdır. Şeriat-i Muhammediyye Abdülhamid’in İslamiyet’inde bile müteemmildir. Mesail-i fıkhiyyenin her biri bir fetvadır. Eimme-i askeriyyenin efrad-ı müslimeye okuttuğu dersler mesail-i fıkhiyyeden başka nedir? Elinde koca bir berat ile fıkıh tedrisine me’mur olan bir adama “Hayır! Sen fetva veremezsin! Biz seni tanımayız!” demek o kadar garazka[ra]ne bir tahkīr-i hakk u hakīkattir ki…! İşte bu cehulane garazkarlığın haşa!– bir dua mecmuası yahud bir mekteb-i ibtidai ilmihali zannedenlerin de bu ümmete edecekleri va’z u nasihat Zaten bu mübarek kisve-i din o kadar sahibsizdir ki avuç açıp para dilenmek isteyenler için en serbest bir alet-i zillet ve meskenet olur da yine kimse aldırmaz! Onu bu faci’ hakaretten kurtaracak kimse bulunmaz! Dilenmek isteyen bir hıristiyan; papaz kıyafetine girebilir mi? Böyle bir Musevi; haham kisvesine bürünebilir mi? Eyvah bizim asabiyet-i diniyyemize! Efsus bizim hayat-ı milliyyemize! Her mü’min bildiği her hangi bir hakīkati bir şeklinde yazılmıştır. hakīkat-i diniyye ve şer’iyyeyi söylemekle mükellef! “Din; nasihattır” buyuruluyor ki pek doğrudur. Dinde imtiyaz ve sin de maadası –doğru olsun olmasın!– ağzını kapasın sussun! Beni İsrail hikayeleri hadis namına uydurulan ekazib-i şenia-i müftereyatı körü körüne kabule mecbur olsun! O Vatikan Sarayı’na la-yuhtilik ??? makam-ı teslise has bir mantıktır. Münevvere dairen ma-dar hendek içine alınırken bizzat aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri ameliyat-ı hafriyyeye son nokta-i imkanına kadar varıldı. Sahabe-i kiram hazeratı üç gün ağızlarına bir lokma koyacak vakit bulamadılar. Zat-ı Hazret-i Risalet-penahi aleyhissalatü vesselam dört vakit namazı te’hirde muztar kaldılar. Ne için? Ne için? Hayat her şeyden muazzezdir. Din hayat ile hayat istiklal ve hakimiyetle kaimdir. Salib mümkün değil hilali çekemez! Hilal dedikce sinirlerine dokunur! Bir tehevvür-i mücessem kesilir! Yeryüzünden İslamiyet’in kalktığını görmek işte onun için en büyük bir saadet! Onun gaye-i hayali ancak ve ancak nur-ı Hakk’ın itfası!! Katolik misyonerlerinin arkalarına ordular zırhlılar alıp alem-i İslam’a musallat olmaları müslümanları her ne suret ve her hangi vasıta ve kuvvetle olursa olsun hıristiyan yapmaya çalışmaları terir. Müslümanlar dinlerini ve dinlerinden başka bir şey olmayan milliyetlerini vatanlarını muhafaza etmek için imkan dahilinde buldukları her şeyi ale’l-ıtlak yapmaya me’zundurlar. Görülmez mi? Şarabın katresi haram iken lokması boğazında kalan ve o anda şarabdan başka bir meded-res bulamayan onu içmekle mükellef oluyor. Çünkü hayat her şeyden muazzez! Yeryüzünde müslüman kalmadıktan sonra İslamiyet de Sidre’ye çekilir. Cenab-ı Hakk’ın buyurması işte bu hikmete mebnidir. darlık demektir. Dinde darlık yoktur. Saha-i kudsi-i diyanet o kadar vasi’dir ki inde’l-ikrah –tahlis-ı hayat için– lafzan tebdil-i dine bile müsaade eder. Fakat maksad mükabere ve müşagabe olunca i’dad-ı kuvvet farz-ı kifaye halbuki zekat farz-ı ayn diye dört buçuk fakīrin terfih-i maişetini koca bir milletin hayat namus ve Bugünden i’tibaren on sene bütün istitaat-i maliyye ve fi’liyyemizi –Allah’ın emr u ferman buyurduğu vechile– i’dad-ı kuvvete hasretsek yine a’da-yı istikbalimizi kahr u tenkil edecek dereceye isal edemeyiz! Düşünelim: “Kuvvet” buyuruluyor! Ok yay mızrak kılıç kalkan değil…! Bunlar bin üç yüz sene evvel birkaç bin dirhem gümüşle alınabilirdi. Fakat şimdi kuvvet milyonlarla liraya muhtac! Bir zırhlı iki buçuk milyon altına oturuyor. Sonra bunun fabrikası da kuvvet! Bak İnsaldo’daki kruvazörümüzü Zannederim ki son taksiti kalmıştı. İşte düşmanı kahr u tenkil etmek için aynı düşmana sipariş olunan kuvvet şimdikidir. Trablusgarb’da başımıza dağları taşları indirir! İktisadi sevkü’l-ceyşi bütün hutut-ı hadidiyye de kuvvet! Maadin Avrupa vatanımıza burnunu sokmak bizi vatanımızdan sürüp çıkarmak için hiç zahmet çekmiyor. Biz bütün bile Köstendil-Kumanova hattı[nı] almak ciğerimize pençesini sokmak istiyor. Bağdad hattının açtığı siyaset katmerleri birer levha-i musibet olup karşımıza dikilmiş! Allah aşkına! Allah aşkına! Ma’rifetten fenden servetten ticaretten her şeyden mahrum olan bir millet yaşamak hakkına nasıl malik olabilir? Allah bizim hatırımız için kanun-ı tabiati bozsun da bizi guya müslümanmışız diye istisna mı etsin? Ah….! Bir insan alim olup da dinine milletine hizmet edemeyeceğine dininin felaketine bi-gane kalacağına bir çoban bir sığırtmaç olması bin kat hayırlıdır. tan ibaret kalınca işte böyle Girid de gider Trablus da gider. Yarın Balkanlar volkanlar kusmaya seyyalat-ı mesaib akıtmaya başlar Ruslar Karadeniz’de serian ve acilen dört aded dritnot yapıyorlar. Bunlar hiç bizim için midir? Hele ikmal borusu çalınsın hele bir kere denize indirilsin de o zaman Moskof’un bize karşı alacağı vaz’iyyet görülür! Deli Petro’nun Ayasofya kubbesi üzerine diktiği göz bir lahza oradan ayrılmaz. Avrupa; Trablusgarb’ı İtalya’ya niçin peşkeş çekti. Emel-i muazzez ve mukaddesini öldürmek gömmek nesi bir savlet-i müfterisanesidir! Sonra Hükumet-i Osmaniyye’nin mahvı!.. Dikkat olundu mu? İtalya ültimatomunda bizi Trablusgarb’ı i’mar etmemiş olmakla itham ediyor. İşte bu bir intak-ı haktır. “Niçin i’mar etmedin?” demek “Niçin berren ve bahren takviye ve tahkim etmedin?” sözünün mukaddimesidir! Biz Trablus’la Preveze’de kuvvetli birer filo bulundurmuş sevahili de mükemmelen tahkim etmiş olaydık İtalya bu harbe cür’et edemezdi kaldı ki Suriye Bahr-i Ahmer sevahili! Kaldı ki Basra Körfezi! Ya düşman Musavva’dan Cidde’ye Yenbu’a taarruz Haremeyn-i Muhteremeyn’e tecavüz etse!... Hala Konya tarikıyla hacca gitmek istiyoruz! O kadar gafiliz. Ki haramı farz i’tikad ederek hac uğruna bütün vatan-ı düşman-ı Kur’an ’a bırakıyoruz! Doksan üç felaket harbinde Tuna havalisinden Hicaz’a giden bedbahtlar gibi karılarımızı kızlarımızı Moskof zabitanının Bulgar canavarlarının… görmek istiyoruz! Yazıktır… Pek yazık! Bu şikak u nifaktan bu muhasededen bu mükabere ve muanededen bu müşagabeden bu mefsul ve mevsulü’nnetayic kıyasat-ı Sokratiyye’den vazgeçelim! Habl-i metin-i korkmayalım: Allah’dan korkalım Allah’dan…! Allah’dan korkar ittihad edersek bütün dünya bizden korkar. Onlar İslamiyet’in ne demek olduğunu bilirler. Ümmet-i Mes’uliyetin en büyüğü ulemayadır. Bab-ı fetvayadır. ! Vakt-i merhununda bir fetva-yı d i gerle hükmü fesh olunmak üzere Hilafet-i Muhammediyye makam-ı akdesine doğrudan doğruya merbut bütün ehl-i u sarfı vücub-ı aciline bir fetva kafidir. ! Bu sırada mahdum-ı Peygamberi İbrahim bin Muhammed hazretleri henüz bir buçuk yaşında olduğu halde vefat etti. Nebiyy-i şefik efendimiz ziyadesiyle müteessir oldu. Tesadüfen o gün de güneş tutuldu. Medine ahalisi bunu Cenab-ı salet’den tashih kılındı ve “Güneşle ay Cenab-ı Hakk’ın iki ayeti yani eser-i kudretidir kimsenin hayat ve mematı için tutulmazlar” buyuruldu. Bundan sonra Yemen’de Esved-i Ansi ve Yemame’de Müseyleme isminde iki şarlatan peyda olup peygamberlik da’vasına kalkıştı. Necran’lılar Esved-i Ansi’ye tabi’ oldular birlikte girip San’a’yı zabtettiler. San’a Valisi Muaz bin Cebel me’muriyetini terke mecbur oldu ve Me’rib’e gidip ora valisi Ebu Musa el-Eşari ile Hadramut’a çekildi. Diğer tarafdan Beni Esed şeyhi olan Tuleyha bin Huveylid de da’va-yı nübüvvetle sade-dilan-ı urbanı iğfal ü telef edileceğini vahy-i İlahiyle ashabına haber verdi ve her üçünün hakkından gelinmesi için evamir-i lazımede bulundu. Hicretin on birinci yılında Şam mülhakatından Belka’ üzerine gönderilmek üzere bir ordu tertib olunup Üsame bin Zeyd hazretlerinin kumandasına tevdi’ edildi ve serdara sancakla beraber “Babanın şehid olduğu yere git düşmanları atlara çiğnet” emri verildi. Çünkü evvelce Kerek beldesinin kıble cihetinde ve Mute denilen mevki’de ehl-i bularak Zeyd bin Harise Ca’fer-i Tayyar Abdullah bin Revaha gibi üç değerli ve fedakar kumandanla bir çok sahabi şehid düşmüş muahharan Halid bin el-Velid’in maharet-i harbiyyesi sayesinde muharebe kazanılmıştı. Üsame yed-i Peygamberi’den tesellüm ettiği sancağı –İslam’ın ilk sancakdarı olan– Büreyde bin el-Husayb’e teslim eyledi ve Medine haricinde Cürf namındaki mahalle ordusunu kurdu. Ebubekir Ömer Said Ebu Ubeyde gibi kibar-ı ashabdan ve aşere-i mübeşşereden bulunan zevat-ı kiram da bu ordunun efradından idi. Resul-i Ekrem Efendimiz on birinci sene-i hicriyye Safer’inin sonunda hastalandı. Fakat rahatsızlığına ehemmiyet vermeyerek askerin techizatına nezaret buyurdu. Bir iki gün sonra Ali bin Ebi Talib’le Fazl bin Abbas radıyallahü anhümanın omuzlarına tutunmuş olduğu halde mescide gelip minbere çıktı ve ashabına va’z u nasihat ederek kapalı bir surette helalleşti. Ba’dehu minberden Hastalık gittikce artıyor ashab-ı kiramın teessürü de tezayüd ediyor herbiri mescid-i şerifin etrafında müteellimane dolaşıyordu. Nebiyy-i Rahim Efendimiz ashabının teskin-i alamı için firaş-ı ıztırabından kalktı. Önünde amcası “Abbas bin Abdilmuttalib” koltuklarında Ali ile Fazl bulunarak mescide geldi ve minber-i saadete çıkıp didarına müştak olanlara ebbed kalmadığını zat-ı akdeslerinin de bit-tabi’ muhalled olamayacağını söyledi. Muhacirin-i evveline hürmet ve riayette bulunmalarını Ensar’a Ensar’a da lutf u şefkatle muamele eylemelerini Muhacirin’e tavsiye etti. Daha bir çok mevaız u nesayihden sonra minberden inip hücresine girdi. Ezan okundukca yatağından davranıyor mescide gelip cemaate namaz kıldırıyordu. Fakat vefatına üç gün kala rahatsızlığı arttırdığı cihetle mescide çıkamadı ve Ebubekir namazı kıldırsın emrini verdi. Hazret-i Ebubekir daha peygamber hayatında iken imam olup on yedi vakit namaz kıldırdı. Rebiülevvel’in on birinci Pazar gecesi Yemen’deki Esved-i Ansi’nin San’a’da uyurken taraf-ı müsliminden katledildiği vahyen bildirilmekle bunu ashabına tebşir eyledi. Pazar günü hastalığı arttı. Pazartesi sabahı biraz açıldı mescidde sabah namazı kılınırken geldi Ebubekir’e ittibaan eda-yı salat etti. Namazı müteakıb hücresine çekildi ve artık rahat döşeğine yattı. O gün Üsame huzur-ı Nebevi’ye gelip azimeti hakkında serdar ordugaha gidip hareket etmek üzere iken Resulullah ağırlaştı. Kerime-i mükerremesi Fatımetü’z-Zehra –radıyallahü anhayı– çağırttı. Kulağına “Ben vefat edeceğim”der. Cenab-ı Zehra ağlamaya başladı. Sonra “Ehl-i beytimden en evvel bana mülakī olacak sensin” buyurdu. Bu defa da Hazret-i Betul sevindi ve güldü. On birinci sene-i hicriyye Rebiülevvel’inin on ikinci Pazartesi günü öğle üstü irtihal-i Peygamberi vukū’ buldu. Ehl-i beytin feryadı vefat-ı Nebevi’yi Medine ahalisine duyurdu. Herkes[i] dehşet-amiz bir hayret istila etti. Hazret-i Ali olduğu yerde dona kaldı Hazret-i Osman’ın teessüründen dili tutuldu Hazret-i Ömer şaşırıp kılıcını çekti “Her kim peygamber öldü derse kafasını keserim” diye haykırmaya başladı. Hazret-i Ebubekir bin-nisbe temkinini muhafaza eyleyerek hücre-i saadete girip vech-i Risaleti açtı. Ağlaya ağlaya öptükten sonra ehl-i beyte teselli verdi ba’dehu mescide gelip Resulullah Efendimizin vefat ettiğini bunun da pek tabii bir şey olduğunu söyledi. ayet-i kerimesini okudu. O vakit ashab-ı kiram filhakīka Resul-i Ekrem’in ahirete gittiğine inandı ve gözlerden tufan-ı teellüm boşandı. Vefat-ı Peygamberi’yi haber alan Üsame yed-i Resulullah’dan tesellüm ettiği liva-yı şerifi getirip hücre-i saadet pişgahına dikti. Şu hal de bütün bütün teessür ve tahassürü mucib oldu. Abbas ve Ali hazeratıyla sair ehl-i beyt-i kiram peygamberin techiz ü tekfiniyle meşgūl bulundukları sırada ensar-ı meye kalkıştı. Bunlardan Hazrec kabilesinin reisi Sa’d bin Ubade’nin makam-ı hilafete bit-ta’yin kendisine bey’at edilmesi hemen hemen kararlaştırıldığı sırada Ebubekir Ömer Ebu Ubeyde hazretleri mahall-i ictimaa yetişti. Cenab-ı sıddik ile Hazret-i Faruk’un irad ettiği nutuklar üzerine Sa’d bin Übade’nin ta’yininden sarf-ı nazar kılınarak yar-ı gar-ı Nebevi Sıddik-ı Ekber hazretleri halife intihab edildi ve oracıkta kendisine bey’at olundu. Kibar-ı sahabeden bazıları bir müddet mütereddid davrandılarsa da bilahare hepsi gelip halife-i Resulullah’a arz-ı bey’at eylediler. Resulullah’ın nereye defni münasib olacağı hakkında tereddüd edildi. Lakin hazret-i halifenin “Allah teala bir peygamberin ruhunu defn olunmasını dilediği yerde kabz eder” mealinde bir hadis rivayet eylemesi üzerine cesed-i mukaddesin ruh-ı pür-fütuhu kabz olunduğu mahalle defnedilmesine karar verildi. Ve Hazret-i Aişe’ye mahsus olan hücre-i saadetin medfen-i Risalet ittihazıyla evvela erkekler muahharan kadınlar cenaze namazını kıldıktan sonra gece vakti tedfin Şurası hatırda bulunmalıdır ki Resulullah efendimizin medfun bulundukları mahall-i mübareke “Hücre-i Saadet” ta’bir edilir. Ravza-i Mutahhara denilen mevzı’-ı mukaddes muhteremdir. yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. Asya’nın ortalarında ve / – / arz-ı şimali ile / – / tul-i şarkī arasında şimalden cenuba doğru kilometre eni şarktan garba doğru da kilometre boyu bulunan bir hıtta-i vesia vardır ki Afganistan tesmiye olunur. Sa’bü’l-mürur ve susuz çöller sarp ve karlı dağlarla mahdud ve Avrupalılarca gayr-i kabil-i teshir memalikten ma’dud olan bu münferid kıt’ada bir emaret-i İslamiyye fermanferma bir terakkī-i ruz-efzun i’tila-nümadır ki Emir-i Afgan merhum “Abdurrahman Han”ın zaman-ı hükumetinde ibtida etmiştir. Hal-i hayatında ikdamat-ı peygamber-pesendiyle tebeasıyla rehber-i gayret olan emir-i mağfur; vefatından sonra da vatandaşlarına bir müşevvık-ı mesai bırakmak istemiş ef’al-i vakıa ve akval-i nafiasını havi olmak üzere –kendi kalemiyle– kendi tarihini yazmıştır. Afgan lisanıyla muharrer olan bu tarihi emirin münşilerinden biri İngilizceye tercüme ederek Londra’da basdırmış ası Moskof zabitlerine dağıdılmıştır. Ba’dehu İngiltere’nin Horasan’daki konsolos muavini Gulam Murtaza Han Kandahari vasıtasıyla Farisi’ye bit-tercüme Tarih-i Kitab-ı Müstetab-ı Halat-ı Vala Hazret-i Emir Abdurrahman Han ünvan-ı matbuuyla Meşhed’de tab’ olunmuştur. Cild-i evveli: Hazret-i emirin zaman-ı sabavetinden mesned-nişin-i hükumet oluncaya kadar geçirdiği meşakkatli hayatı himematıyla ahlafına –düsturü’l-amel olarak– ithaf eylediği nesayih-amiz kelimatı ihtiva eden bu kitabı fazıl-ı mükerrem Abdürreşid İbrahim Efendi hazretleri edib-i muhterem Mehmed Akif Bey’e bil-iare tercümesini tavsiye buyurmuş. Hazret-i üstad ise –daha mühim asar ile iştigal eylemekte olmasına binaen– bu hizmetin taraf-ı acizanemden galebe çalmak isteyerek o kitabı Türkçeleştirmeye ve hidemat-ı meşkuresiyle hayat-ı sermedi iktisab etmiş bulunan bir müslüman hükümdarını dindaşlarıma tanıtmaya kalkıştım. Cenab-ı Hak muvaffakıyet ihsan buyurursa sa’y-i naçizimle ehl-i İslam’a belki bir hizmette bulunmuş olurum. yaşında bulunduğum sıralarda pederim beni Kabil’den Belh’e getirtti. Babam Belh ile muzafatının hakimi olup benim vürudumda Şibirgan’ın muhasarasıyla meşgūl idi. İki ay kadar Belh’de kendisine müterakkıb kaldım. Bu müddet zarfında Şibirgan teshir edilip babam geri dönmüştü. İstikbali şeklinde yazılmıştır. Deşt-i İmam’a gittim. Orada mülakat-ı pederle karirü’l-ayn oldum. O da beni görünce sevindi. Birlikte Belh’e geldik. Birkaç gün sonra derse başladım. Lakin oldukca kalın kafalı idim: Bütün gün okuyup yazmaya çalıştığım halde bugün ezberlediğim şeyi unutuyordum. Bir de tederrüsden ziyade ata binmeye ve ava gitmeye heveskar idim. Bu sebeblerden hocamın tedris hususunda gösterdiği mesai bisud kalıyordu. Aradan bir sene geçince şehir haricinde ve Tahtapül denilen mevki’de benim için bağlı bağçeli bir medrese bina edildi. Belh’in havası vahim ve dahili mukassi olduğundan pederim de bizim medrese civarında bir saray yaptırdı. Kışlalar ticarethaneler inşa ettirdi. Ağaçlar diktirip bağlar bağçeler yetiştirdi. Üç sene içinde Tahtapül nevin ve sebzin bir şehir halini aldı. Dördüncü yılın baharında pederim büyük babam Emir Dost Muhammed Han ile görüşmek üzere Kabil’e gitti. Beni Türkistan Hükumeti’ne naib bıraktı. Altı ay icra-yı niyabet ettim. Ve hergün öğleye dört saat kalıncaya kadar ders okumak sonra divanda oturup umur-ı hükumetle meşgūl olmak ondan sonra bir parça yatıp uyumak ba’de’l-asr da ata binip akşama kadar gezip dolaşmakla vakit geçirdim. Kış ibtidasında pederimden aldığım bir mektupta ceddimin beni Taşkurgan Hükumeti’ne ta’yin ettiği tebşir ve süvari piyade ve topla derhal hareketim tavsiye olunuyordu. Ber-muceb-i tavsiye hemen yola çıktım. Taşkurgan’a vusulümde Vezir Muhammed Esmer Han’ın biraderi Serdar Muhammed Emin Han oranın hükumetini bana tefviz eyleyerek Kabil’e azimet etti. Pederim “Haydar Han” isminde birini bana naib ve müşavir olmak üzere ta’yin etmişti. Bu adam: Akıl vakūr muhterem bir zat olduğu gibi tabl ü alem sahibi ve nefer süvarinin sergerdesi idi pederi de Muhammed Han namında bir kimse olup Kabil’in eşraf ve a’yanından sayılırdı. Taşkur[ga]n’da şu suretle imrar-ı hayat ediyordum: Sabahdan öğleye üç saat kalıncaya kadar ders ile tevaggul Ba’de’d-ders öğleyi iki saat geçinceye kadar: Divanda oturup muhakemat ile iştigal. Divandan sonra bir iki saat kadar: İstirahat ve uyku. Daha sonra da: Ta’lim etmek ata binmek ava çıkmak guy ü çevgan oynamak. Cuma günleri ise: Tamamıyla şikar ile dem-güzar oluyor ve gece vakti Taşkurgan’a dönüyordum. Hükumetimin beşinci ayında pederim –esna-yı azimetimde Kabil’de kalan– validemle beraber beni görmek için Taşkurgan’a geldi. Ve ilkbahara kadar birlikte bulundu. Bahar gelince validemi yanıma bırakıp kendisi Belh’e gitti. Ben bir tarafdan derslerimle diğer tarafdan umur-ı hükumetle meşgūl oluyor; gerek me’murine gerek ahaliye hüsn-i muamele ediyordum. Hatta mahsulat-ı ziraiyyenin bereketli olmadığı yıllırda rüsum-ı mukarrereyi tahfif ve tenzil eyliyordum. pederim Taşkurgan’a geldi. Vergilerden benim yaptığım te’cilatı kabul etmeyerek istirdada kalkıştı. Bunların alınmaması hakkında çok yalvardım. Fakat dinlemedi “Zaten vilayetin hasılatı az askerin masrafı ise pek çok. Tahsile mecburum” diyerek bakiyye-i rüsumdan rupiye topladı. Ba’dehu kalkıp Belh’e avdet etti. Pederin azimetinden sonra kendi kendime düşündüm. Aklıma geleni yaptığımı idare-i hükumete layık bir adam olmadığımı anladım. Binaenaleyh me’muriyetimden çekilmeyi ve işi ehline tevdi’ etmeyi münasib gördüm. Yerime Haydar Han’ı ikame eyleyerek Tahtapül’e gidip yeniden tahsil-i uluma başladım. Haftanın tamamıyla beş gününü ve Perşembelerin ikindiye kadar olan zamanını teallüm ve tederrüsle geçirdikten sonra Perşembe günü akşam üstü ava çıkar ertesi günü ezana yakın şehre dönerdim. nefer küçük kölem vardı. Bunlardan başka maiyyetimde süvariler de mevcud idi ki cümlesinin adedi hemen beş yüzü bulurdu. Ekseriya Ceyhun kurbündeki ormanlarda avlanır bazen da Suenkara Nehri kenarında balık tutardım. Bu sıralarda Herat Hakimi “Vezir Muhammed Yar Han” kerimesinin bana tezvicine dair pederime bir mektup gönderdi. Babam vezirin teklifini muvafık bulup kızını bana nişanladı. Bu münasebetle iki kayınatalar arasında meveddeti mütekabile husule geldi. Pederimin nüdemasından Serdar “Abdurrahim Han” hanedanından olup mensub bulunduğu ailenin maraz-ı ahlakīsine tevarüs eylemiş hasud ve gaddar bir herif idi. Pederimin daire-i hükumetinde benim kesb-i i’tibar edişimi çok görmeye ve askerin serdarlığı bana tevcih olunursa kendi nüfuzu kalmayacağı korkusuyla hakkımda kin gütmeye başladı. Sevk-ı garazla beni her vakit pederime şikayet ediyor babamın teveccühünü benden izaleye çalışıyordu. Belh’de otuz bin beş yüz neferden ibaret bir ordu mevcud mütebakīsi de Özbek Dihrevani Kabili olmak üzere redif Bunlardan maada altmış dane top vardı ki kısm-ı küllisi pederimin taht-ı nezaretinde Kabil’de ısaga olunmuştu. Askerimiz ale’d-devam her gün ta’lim eylediğinden muntazam ve muallem bir hale gelmişti. Bunların umum kumandanı “Şir Muhammed Han” isminde bir İngiliz mühtedisi pederimin ’de ettiği Kandehar Muharebesi’nde esir olmuş ve kabul-i İslam ile ordumuz kumandanlığına ta’yin kılınmış fünun-ı adideye vakıf bir fazıl idi. Bu zat bildiği ulum u fünunu öğretmek ve kendisine bir hayrü’l-halef yetiştirmek için beni ta’lim ve terbiye etmesine dair bir gün pederimden izin istedi. Babam bu talebi memnuniyetle tervic ederek her gün iki saat Şir Muhammed Han’ın tedrisatından müstefiz olmamı emreyledi. Kemal-i şevk ile kumandanın derslerine devama başladım. Pederim Kabil’de birkaç dane tüfenkci ustası getirtti. Bizim mektebin yanında bir fabrika yaptırttı. Her gün dersi yemi ameliyat ile tatbik için demirleri döver ve eğelerdim. Şu suretle tüfenk yapmasını öğrendim. Kendi elimle üç tüfenk tıklarından iyi buldular. Ben böyle terakkīde devam ettikce Abdurrahim Han’ın da vehm ü hasedi artıyor ilkaat-ı müzevviranede yordu. Bir defa benim için şarab içmeye alıştı diye pederime söylemiş babam da aslı olmayan bir şey dolayısıyla beni tekdir etmişti. Şu tekdir-i na-hak fevkalade gücüme gitti. Belh’den kaçmaya ve Herat’a kayınpederimin yanına gitmeye karar verdim. Hafiyyen firar hazırlığında bulunduğum esnada maiyyetimden bazıları pederime haber vermişler. O da tahkīkatta bulunmuş mes’elenin sıhhati anlaşılınca Abdurrahim Han’ın isnadatı hakīkat telakkī edilmiş. Bunun üzerine pederimin emriyle mahbese atıldım ve tamam bir sene zencir-bend olarak mahbus yattım. * * * – Kaziri’nin beyanına nazaran Abdülmelik tarih-i hicrisinde Kurtuba’da irtihal eylemiştir. Filhakīka Abdülmelik bütün ma’nasıyla bir ansiklopedist addolunabilir. Şuabat-ı fünunun kaffesine dair asar-ı mühimme te’lifine muvaffak olmuştur. Müellefatının mikdarı bini mütecaviz olduğu iddia olunuyor. Yalnız fenn-i tıbba dair yetmiş cild kitap yazmış olduğu Doktor Lüsyen’in taht-ı tasdik ve i’tirafındadır. – Miladın tarihinde Kurtuba’da sayılmıştı. Felsefe ve tıbdaki ihtisası umum muasırlarının taht-ı i’tirafındadır. Fen ve felsefede ta’kīb ettiği metod usul; nazariyat ve müşahedatı vak’aları tecrübelerle te’yidden – Bu zat cidden bir harika-i edebiyatta asrının feridi idi. Endülüs’de ulum-ı riyazıyye ve mat için –o vakitler cihan-ı medeniyyetin Paris ve Londrası hükmünde olan– Bağdad’a kadar icra-yı seyahat eylemişti. sine pek ziyade hadim olmuştur. Muhakemesindeki rasaneti karihasındaki cevdeti fikrindeki vüs’ati hep bu seyahate medyundur. Tarih-ı vefatı hicretin . senesine tesadüf eder. Yahya tarih-i fünunda İbni Semine lakabıyla ma’rufdur. – El-Hakem devrinin derin düşünücülerinden ulvi simalarından biridir. Kurtuba’da ihtiyar-ı ikamet eylemişti. Ulum-ı tabiiyye ve fenn-i tıbba dair de pek ciddi tetebbuatta bulunmuş ise de en ziyade badi-i iştiharı olan şu’be-i fen; riyazıyat ve ilm-i hey’ettir. Mesleme Avrupa mehafil-i ilmiyyesinde pek ma’ruf bir isimdir. Batla[m]yus Stéolémé’in meşhur el-Me cisti’ sini şerh ve tenkīd eylemiştir. rasadat ve tedkīkatta bulunmuştur. Netice-i rasadatını daima düsturat-ı riyazıyye ile te’lif ve te’yide çalışırdı. Usturlab hakkında yazmış olduğu bir eser Avrupa erbab-ı ilmi arasında pek ziyade iştihar eylemiştir. vanlı eserinde el-Battani’nin ziclerini icmal ve Muhammed bin Musa ziclerini şerh ve seneleri Arabi’ye tahvil eylemiştir. Riyazattan Kitabü’l-Muamelat’ ı ilm-i hesaba aid bilcümle kavaid ve nazariyat-ı adediyyeyi cami’dir. Mesleme kevakib-i sabite hakkında pek çok rasadatta bulunmuş ve burcların mevakiini musavvir ve mükemmil bir harita-i sema tanzimine muvaffak olmuştu. Paris Kütübhanesi’nde “el-Kimya”ya dair de bir kitabı bulunduğu Doktor Lüsyen tarafından ityan edilmektedir. Bodleyn Bodleienne Kütübhanesi’nde suhur ve ahcar-ı zi-kıyem hakkında pek mühim bir eseri mevcuddur. mahfuz olan bir eserinde tenasül-i hayvanata dair şayan-ı dikkat ma’lumata tesadüf olunuyor. Mesleme Abdurrahman-ı Salis ve el-Hakem devirlerinin şa’şaa-i irfanını i’la eden eazımdan biridir. Miladın “ ” tarihine kadar ber-hayat olmuştur. Endülüs maarif-i İslamiyyesi’nin müessislerinden bulunan bu dahi-i irfanın halka-i feyzinde tenevvür eden bu zevat asr-ı atinin en büyük simaları derecesine irtika eylemişlerdir. İbni Sem’ Ebü’l-Kasım Sıbğ bin Muhammed İbnü’s-Saffar Ebü’l-Kasım Ahmed bin Abdillah ve biraderi Muhammed bin Saffar ez-Zehravi el-Kirmani Ebü’l-Hakem Amr bin Abdurrahman İbni Haldun gibi dahiler Mesleme mektebinde perverşyab-ı kemal olmuşlardır. – Tuleytula’da tedrisat-ı ilmiyye ile meşgūl idi. İlm-i tıb ilm-i hey’et ve ulum-ı riyazıyyede bihakkın yesinde bir gülbün-i irfan halinde idi. Yetiştirdiği şakirdan miyanında pek ma’ruf ekabir vardır. – Muhammed bin Abdurrahman devrinin en hazık tabibleri en mütebahhir alimleri arasında bariz bir sima-yı irfan arzeden Yunus; şarktan Endülüs’e hicret eden eazım-ı erbab-ı fendendir. Tertib-i edviye ve teşhis-i maraz hususunda cidden haizi maharet olduğu rukabasının bile taht-ı i’tirafında idi. “El-Mugīsü’l-kebir” namıyla suret-i terkibi yalnız kendince ma’lum bir mualece ihtiraına muvaffak olmuş ve bu sayede pek çok servet cem’ eylemişti. Bilahare bu ilacın tarz-ı terkibini içinde bulunan mevadd ü anasırı mübeyyin bir eser neşrederek ihtiraından muasırlarını haberdar ve bu suretle alem-i tababete mühim bir hizmet ifa eyledi. – Salifü’z-zikr Yunus el-Harrani’nin necl-i necibleri olan bu iki genç Abdurrahman-ı Salis devrinde yani . sene-i hicrisinde bera-yı tahsil Bağdad’a azimet ve on sene kadar tabib-i şehir Sabit bin Sina’nın derslerine mülazemet eylemişlerdi. Şuabat-ı saire-i ulumu da ayrıca Bağdad’ın meşahir-i erbab-ı fenninden tahsil ve daha bir çok yerleri ziyaret ettikten sonra tarihinde Endülüs’e avdetle halifenin hizmet-i tababetine ta’yin olundular. Ahmed bilahare fevkalade iştihar eylemiştir. Hanesi adeta bir darülfünun halinde idi. Dairesinin bir kısmını laboratuvar haline ifrağ etmiş olduğundan on kadar kimyager gece gündüz burada tahlilat ve tertib-i edviye ile meşgūl olurlardı. Ahmed marza-yı fukaraya lazım gelen ilacları laboratuvarından meccanen i’ta ederdi. Bununla beraber vefatında yüz bin altından ziyade serveti zuhur etmiştir ki erbab-ı fenn ü iktidara karşı gösterilen rağbet ve teveccühün bir mikyası sayılabilir. Ahmed tababetin bilhassa kehhallik kısmında harikanüma muvaffakiyetler göstermiştir. – Emir Abdurrahman en-Nasır li-Dinillah zamanında Endülüs’e muhaceret eden ekabir-i erbab-ı kemaldendir. nüdeması sırasına geçirmiş ve bilahare bununla da iktifa etmeyerek uhdesine rütbe-i vezaret tevcih ve bil-fi’l idare-i umura iştirak ettirmişti. İbni Ebi Usaybia’nın rivayetine nazaran Yahya fenn-i tıbba dair beş cildden mürekkeb bir eser-i mühim te’lif eylemiştir. Hükema ’da Yahya’nın fenn-i cerrahideki ihtisasına dair garib bir hikaye zikrediliyor. – Emir Nasır devrinde kati müsül-i saire hükmünde idi. Ulum-ı tabiiyyeye dair pek derin tetebbuat pek esaslı tetkīkatta bulunmuştur. Muasırini bulunan ulema deha-yı Süleyman’a karşı samimi bir meveddet perverde ediyordu. Daima fazilet-i ilmiyye ve ahlakıyyesini takdir ve sitayişlerle yad ederdi hakkındaki teveccühünü uhdesine “Saduna” Valiliği tevcihiyle tetvic eylemiştir. Darülfünun Osmani edebiyat son sene şakirdanından Kırimizade İsmail Sıdkı Efendi tarafından Ramazan bayramında Silistre’de Bayraklı Cami’-i şerifinde okunan Türkçe hutbedir. Ey insanlar! Bizi yoktan halk eden Hazret-i Allah niçin yarattı? Zat-ı uluhiyyetini bir bilip ibadet etmek için değil mi? mü’min olup iyi amel ederse dü-cihan mes’ud olur aksi takdirde kendi gaybeder. Ey müslümanlar! Cenab-ı Hak ebü’l-beşer Hazret-i Adem’den zaman-ı Ahmedi’ye gelinceye kadar bir çok peygamberan gönderdi her kavmi her milleti daire-i hakk u adalete da’vet etti. İcabet edenleri mes’ud etmeyenleri har u zelil eyledi; bu suretle nevbet-i tulu’ afitab-ı Cenab-ı Habib-i Hazret-i Muhammed sav’e geldi. Vahşet zulmet içinde bulunan insanlar nur-ı İslamiyyet ile bütün cihanı gördü yirmi üç sene zarfında nur-ı mübin-i Ahmedi bütün cihanı şa’şaadar ve ziyadar buyurdu. Eğer İslamiyet üzere Cenab-ı Hakk’a itaat edecek olursanız Hazret-i Allah İslamiyet’i i’la edecek aksi takdirde size nusret etmeyecektir. Ey mü’minler! İnsanlar bir çok sınıf üzere halk olundu. Kimi mü’min kimi kafir kimi nafi’ kimi muzır kimi deni kimi ulvidir. Kim ki iman eder dinini tanır milliyetini sever yardım ederse o; iyidir kim ki dininden bi-haber milliyetinden azade ise muzırdır o fenadır. Babanız Adem valideniz Havva’dır. Aranızda kavim ve kabile ile olan fark yekdiğerinizi tanımak içindir. Yoksa iyi biliniz ki sizin büyüğünüz dinini milliyetini seven ve Allah’dan korkandır bilatefrik hepiniz hepiniz mü’min hepiniz kardeşsiniz kardeşliğinizi tekbir ile isbat ediniz. Ey ma’şer’-i İslam! Bugün Fıtır bayramıdır yalnız giyinmek koklanmak için değil fukaralara infak bütün mü’minlerin agūş-ı uhuvvetine atılarak hakk u hukūku helal etmek ve o fırsat ile Cenab-ı Hakk’ın rıza-yı Bari’sini kazanmak li saadetli bayramlarımız vardır. Maatteessüf cehalet milliyetimizi unutturmuş bayramlarımızı alem-i nisyana atmış yalnız iftar etmek için id-i fıtr et yemek için kurban bayramı kalmıştır. Bayramlarımızı biliniz izhar-ı şadmani ediniz kin ü adavet bırakmayınız unutmayınız ki siz müslümansınız müslümanlara üç günden ziyade kin tutmak haramdır. Ey mü’minler! Bayramları kumarbazlık ile Yehudilere iş ü işret ile Nasranilere benzetmeyiniz. Bunlar müslümanlara yakışmaz. Böyle mübarek günlerde İblis aleyhi’l-la’ne musallat olur sizi iş ü işrete sefahete fuhşiyata sevkeder zinhar aldanmayınız. şeklinde yazılmıştır. Ey Allah’ın kulları! Bütün alem-i İslamiyyet birbirimizden hizmet bekliyor: “İmdad imdad ey müslümanlar! Artık yeter mezheb kavgalarını bırakınız kavmiyeti unutunuz. El ele veriniz; nur-ı mübin-i Ahmedi’yi bütün küre-i arzın karanlık yerlerine en hücra köşelerine saçınız şa’şaa-i diyor. Niçin neden iftirak ediyoruz? Ne için kuvvetlerinizi ” ayet-i kerimesini bilmiyor musunuz? Bari artık insaf ediniz ittifak u ittihad ile alem-i medeniyyette hatve-endaz-ı terakkī olmaya çalışınız. Emin olalım ki bu uğurda çalışacak olursak pek çabuk ilerleyecek İslamiyet’i i’laya muvaffak olacağız aksi takdirde helak muhakkaktır. Teşrinievvel’in birinci Cumartesi günü küşad olunan Meclis-i Umumi’de kıraet olunan nutk-ı hümayun suretidir: Muhterem a’yan ve meb’usan Dördüncü devre-i ictimaınızın resm-i küşadını dahi icraya beni muvaffak eden Cenab-ı Hakk’a hamd-i na-mütenahi eder ve a’za-yı meclise beyan-ı hoş-amedi eylerim. Meclisin üçüncü devre-i ictimaında kabul ve tasdik olunan kavaninin mevki’-i icraya vaz’ı ve bu cümleden olmak üzere vatanımızın peyderpey i’marı ve maarif-i umumiyyenin terakkīsi ve ahalimizin tezayüd-i saadet ve servetine lazım olan demir yollarla sair turuk-ı umumiyye ve hususiyyeden lenlerinin inşası ve bazı mahallerde ticaret limanları te’sis ve menafi’-i servetimizin ihyası hususlarında mazinin teseyyübat-ı adide ve ihmalat-ı medidesinin peya-pey telafisi esbabına tevessül edilmekte olduğu bir sırada İtalya Hükumeti Trablusgarb kıt’asına tecavüz için tasavvur ve tehiyye ettiği esbabı metalib-i muhıkka şekl ü suretine ifrağ ederek bir ültimatom vermiş ve hükumetimiz canibinden müddet-i muayyene zarfında cevap i’ta olunarak İtalya’nın şayan-ı kūk ve haysiyeti ile mümkinü’t-te’lif metalib-i iktisadiyyesinin nazar-ı i’tibara alınacağı te’min ve derhal müzakerata girişilmek üzere metalib-i mezkure neden ibaret olduğu istizah edilmiş iken cevaben verdiği notada te’minat ve istizahat-ı vakıayı nazar-ı i’tibara almayarak Hükumet-i Osmaniyye’ye Hükumet-i müşarun-ileyha muhasemata hatta kendisinin ta’yin ettiği yirmi dört saatin inkızasından evvel ibtidar edip bir tarafdan Trablusgarb’a taarruz ve diğer tarafdan da Adriyatik sevahilindeki sefain-i harbiyyesine tesadüf eden ve i’lan-ı harbden bit-tabi’ haberdar olmadıkları cihetle dost devletler sefain-i harbiyyesine icrası kavaid-i bahriyyeden olan merasim-i ihtiramiyyeyi ifaya müsaraat eyleyen torpidolarımızı ansızın üzerlerine ateş açarak tahrib ile kavaid-i mer’iyye-i beyne’l-mileli ihlal ve memalik-i Osmaniyye’nin Adriyatik sevahilinde kain bazı noktalarıyla Trablusgarb ve Bingazi kıt’alarına ve harbden bi-haber olan sefain-i harbiyye ve ticariyye-i Osmaniyye’ye taarruzzata devam ettiğinden Meclis-i Umumi’nin vakt-i mu’taddan evvel küşadına lüzum görülmüştür. Hükumetimiz düvel-i muazzama-i mütehabbeye derhal müracaatla kavaid-i düveliyyeye ve şiar-ı hakkaniyyete muhalif ve sulh-ı umumiyi muhafaza için her tarafdan izhar olunan amal-i halisaneye mübayin olan bu harbe hukūk-ı meşrua ve mukaddesemiz ve şeref-i millimiz ile te’lifi kabil olacak bir surette nihayet verilmesi için vesatat-ı sulh-perveraneleri taleb edilmiş ve devletlerden alınan cevaplar üzerine devam edilmekte olan teşebbüsat-ı siyasiyye-i muslıhanenin neticesine intizaren hukūk ve menafi’-i meşruamızın müdafaa ve muhafazası için icab eden tevessülattan da geri durulmamakta bulunmuştur. mugayir olan ve bil-cümle akvam-ı mütemeddineyi duçar-ı hayret ü teessür eden tecavüzat-ı nagehanisi bir tarafdan devletlerin niyyat-ı sulh-perveranesine bil-iştirak idame-i müsalemet için uhdesine terettüb eden vezaif-i mühimmeyi ve terakkıyat-perverisinden bil-istifade tekemmülat-ı medeniyyesini vakt ü nakdin müsaadesi dairesinde istihsale bezl-i makdur eyleyen devletimizin ikdamat-ı sulh-perverane ve terakkī-cuyanesini haleldar etmiştir. Hukūk ve menafi’-i meşruamızın muhafaza ve müdafaası hususunda gerek hükumetimizle Meclis-i Milli’mizin gerek bilumum ahalimizin uhde-i hamiyyetlerine düşen vezaif-i mühimmeyi kudret-i beşeriyyenin tealluk edebildiği derecede hüsn-i ifaya bezl-i gayret eyleyeceklerinden mutmainnim. Milletimizin terakkī ve tealisi ve vatana vukū’ bulacak bu gibi tecavüzatın müdafaası için labüd olan kuvvetlerin ehemm ü akdemi ittihad olduğunu beyana hacet yoktur. Bil-cümle Osmanlıların beyninde uhuvvet ü ittihad tekemmül ettikçe fevaidi tezayüd ve memleketimizin her cihetinde ammenin hükumet-i meşruaya irtibatı tezauf eder. Meclis-i Umumi’nin üçüncü devre-i ictimaiyyesini müteakıben vaki’ olan seyahatimde Kosova ve Manastır ve Selanik vilayetlerinde gördüğüm asar-ı uhuvvet-i Osmaniyye ve anasır-ı muhtelifeden ictima’ eden yüz binlerce vatanperveran tarafından gerek Kosova meşhed-i mübarekinde gerek cihat-ı sairede izhar olunan measir-i milliyeden cidden mütehassis ü müftehir oldum. Vatanın saadet-i hali için akdem-i vesait olan bu uhuvvet ve ittihadı mertebe-i kemale isale bütün Osmanlıların sarf-ı makderet eylemeleri ehass-ı amalimdir. Heyet-i Meb’usan ve A’yanımızın dahi gerek ahval-i hazıraya müteallık mübahesatta gerek nazar-ı tedkīklerine vaz’ olunacak levaih-ı kanuniyyenin müzakeratında hakīkī ve ciddi gayeleri hedef ittihaz ederek vatanımızın selamet ü saadetini te’min edecek mukarrerat ittihaz edeceklerinden eminim. Diğer düvel-i muazzama ve hükumat-ı mücavire ile olan münasebatımızın kema-kan dostane ve halisane olduğunu maa’l-me[m]nuniyye beyan ederim. Hukūk-ı gayra tecavüz etmemek ve hukūkumuzu muhafaza eylemekten ibaret olan mesleğimizde sabitiz. Meslek-i halisimizden ümidvar olduğum terakkiyat ve saadetimizin husulü için masruf olacak himem-i akılane ve basiretkaranenizde mazhar-ı muvaffakiyet olmanızı Cenab-ı Hak’dan temenni ile Meclis-i Umumi’nin açıldığını beyan ederim.” * * * Meb’usan ve a’yan nutk-ı hümayunu kaimen istima’ ettiler. Nutk-ı hümayun kıraet edildikten sonra Nakībü’l-eşraf hazretleri tarafından birer dua tilavet edilmiştir. İsmail Hakkı Efendi hazretlerinin okudukları dua mahzuzıyet-i şahaneyi mucib olmuş ve bir sureti elde edildiği cihetle ber-vech-i zir derc olunmuştur. ud-ı millimizi devlet ve milletimiz hakkında bais-i teali-i şevket ü şan badi-i tevali-i füyuzat-ı bi-payan eyle ya Rab! Meşrutiyet-i mübeccelemiz sayesinde ba-irade-i seniyye-i hazret-i mülukane huzuruyla şeref-yab olduğumuz bu resm-i küşad-ı mebruru karin-i yümn ü mes’adet-i firavan eyle ya Rab! Bu sene-i mübarekede vukū’ bulacak müzakerat ve mükalematımıza bir kat daha kesb-i intizam ettirerek netayic-i hasenesini kesirü’l-feyezan eyle ya Rab! Bil-cümle a’za-yı kiramı mazhar buyurulacakları hüsn-i measir-i fahirelerin averde-i elsine-i şükran eyle ya Rab! Her türlü müşkilat-ı dahiliyye ve mu’dılat-i hariciyyenin hall ü iktişafını tevfikat-ı Rabbaniyyenle kuvve-i teşriiyye ve kuvve-i icraiyyemiz beyninde husul-pezir olacak ittihad-ı tam sayesinde sehl ü asan eyle ya Rab! Ed’iye-i hayri[yy]e-i Hilafet-penahileri her an ü zaman uhde-i acizanelerimize vecibe-i lazımü’l-iz’an padişah-ı zişevket ü şan şehenşah-ı ma’ali-ünvan es-Sultan ibnü’s-sultan es-Sultan Mehmed Reşad Han halledallahü hilafetehu lerini ile’l-ebed serir-ara-yı şevket ü şan revnak-feza-yı makam-ı kudsiyyet-nişan eyle ya Rab! Bil-cümle encal-i kiramını kaffe-i erkan ve hanedan-ı saltanatını sahn-ı zindeganide hemişe şadan eyle ya Rab! Ruhaniyet-i celile-i Risalet-penah-ı a’zam’ı makam-ı akdes-i hilafet-i uzmalarına ale’d-devam meded-resan selamet-feşan eyle ya Rab! Ordu-yı mefahir-meşhun-ı Osmani donanma-yı hümayun-ı milli ve bil-cümle asakir-i berriyye ve bahriyye-i şahanelerini her zaman mazhar-ı inayet-i Rabb-i Yezdan ve nusret-gerde-i nişe[s]tegan eyle ya Rab! Kaffe-i vükela-yı devleti ve cemi’-i me’murin ü müstahdemin-i hükumeti cadde-i istikamet üzere rast-revan eyle ya Rab! Bu sayede bil-cümle memalik ü büldan-ı Osmaniyanı manend-i gülzar-ı cinan-ı gülistan-ı umran ve tecelligah-ı emn ü eman eyle ya Rab! Dinimiz devletimiz efrad-ı milletimiz ecza-yı memalikimiz ve Meşrutiyet-i idaremiz aleyhinde sarf-ı mesai eden bedhahanı anasır-ı Osmaniyye’miz beynine ika’-ı tefrika ve çah-ı hazelan eyle ya Rab! Ve ale’l-ihtisas bi-gayri hakkın ve bila-mucib bize karşı eden a’da-yı hak-sarı makhur u perişan her türlü arzu ve emellerini karin-i haybet ü hüsran eyle ya Rab! Arzolunan daavat-ı ihlas-gayatımızı karin-i amin-i kerrubiyan ve bu sayede cümlemizi bütün akvam-ı Osmaniyanı mesrur u handan eyle ya Rab! Sübhane Rabbike Rabbi’l-izzeti ilh. Trablusgarb meb’usları tarafından sabık kabineden izahat talebini havi verilen takrir suretidir: Efendiler Bugün Trablusgarb ve Bingazi bir düşman-ı adl ü insaniyyetin savlet-i akūranesi ile hak-i pak-i vatandan ayrılmak tehlikesine ma’ruz bulunuyor. Trablusgarb ve Bingazi ile vatan-ı aziz ve mukaddes vücudunun bir rub’unu millet-i mübeccele-i Osmaniyye iki milyona karib evladını; saltanat Afrika’daki hakimiyetini makam-ı mualla-yı Hilafet ise Afrika kıt’asındaki doksan milyonluk İslam ile rabıta-i maddiyyesini gaib ediyor. Dünya medeniyet ve insaniyetperverliği ile müftehir! Fakat bütün bu müddeayat-ı kazibe ile beraber el-an hakkın kuvvetten başka bir şey olmadığını anlamak ve görmemek Bunun için bizler kalblerimiz kan ağlayarak biliyorduk ve hükumet ile sizlerin nazar-ı dikkatlerinizi celbe uğraşıyorduk ki Osmanlı kuva-yı hazırası mülk-i vesi’-i Osmani’den payitaht-ı saltanattan baid ve müfrez muvasalatı azim kuvve-i bahriyyeye muhtac ve müftekır Traslusgarb ve Bingazi’yi böyle ahval karşısında kat’iyyen müdafaa ve muhafazaya kudret-yab olamayacaktır. Bu kıt’anın ağyar-ı mütecavire tasallutat ve tecavüzatından muhafaza ve istihlası Osmanlılığın onlar derecesinde kavi Osmanlı bahriyesinin hiç olmazsa onlarınki kadar mehib olmasına mütevakkıfdır. nane ihmal etmesi yüzünden maatteessüf böyle bir kuvvetin birkaç sene zarfında ikmal ü itmam edemeyeceği de ma’lum ve musaddaktır. Bununla beraber bütün dünya ve vicdan-ı millet i’tiraf eder ki bedbaht vatanın müdafaa ve istihlası düşmanların teşebbüsat-ı istila-cuyanelerinin ta’vik u te’hiri hiç olmazsa Osmanlı şeref-i millisinin muhafaza ve sıyaneti için işbu kuvvetler haricinde daha birtakım tedabir-i siyasiyye ittihaz ve tatbiki labüdd ü mümkin idi. Trablus ve Bingazi gibi bir kıt’anın muhafaza-i hukūk u menafii yalnız kuvve-i bahriyye-i devlete değil aynı zamanda metin ve vazıh bir siyaset-i hariciyyeye muhit-i memlekete muvafık teşkilat-ı dahiliyye ve iktisadiyye yine mevkiin hususiyetiyle mütenasib tertibat-ı harbiyyeye istinad ve ittika eder. Mülk-i mukaddes-i Osmani’nin temamiyet-i mülkiyyesini bugüne kadar mevcud muahedat-ı kazibede olduğu gibi yalnız lafzan te’min ve tasdik değil kuvve-i harbiyye ve bahriyyesiyle te’yid ve tevsikı deruhde eden devletlerle akdi Trablusgarb ve Bingazi muhit-i mahsusu teşkilat-ı idariyye ve iktisadiyyesinin vaz’iyyet-i coğrafya ve milliyyesiyle mütenasib ve müterafık olmasını istilzam eder. Ve bunun liyyeye malik milli ve mahalli teşkilat-ı askeriyyeye de son derecede muhtac ve müftekır bulunuyordu. Evet donanmamızın amal ve arzu-yı millet nisbetinde bir sür’atle ikmali mümkün olamıyordu. Fakat şu arzettiğimiz teşebbüsata ibtidar etmek de acaba kabil değil midir?. Hayır biz ne siyaset-i hariciyyemizle ne teşkilat-ı maliyyemizle ne terakkıyat-ı askeriyyemizle uğraştık. Trablusgarb ve Bingazi’yi umum devletlerle vifak u ittifak politikasının netayic-i mütereddide ve meş’umesine terkettik. Kendi sulhperverliğimizi safdilane dünyaya dünyanın muhteris devlet ve diplomatlarına ta’mim ü tevcih ile kendi kendimizi aldattık. Teşkilat-ı mülkiyyede bugün vatan sevgili vatan uğrunda kanlarını dökerek hamiyet-i milliyye-i Osmaniyyelerini gösteren Trabluslu kardeşlerimize memalik-i Osmaniyye’nin cihat-ı sairesindeki bir çok vatandaşlarımız gibi i’timadsızlık emniyetsizlik göstermek suretinde atalet ve cehalete pek muvafık bir meslek-i sakīm intihab eyledik. İş görmedik. İhtilaller harb-i dahililer icadıyla cism-i vatanı za’fa giriftar ettik. Mali hiçbir tedbir ittihaz edilmedi. Hazine-i Maliyye’yi milyonların bar-ı sakīli altında bıraktığımız gibi Trablusgarb’ı aç ve sefil inlettik inlettik de orada bir muhit-ı acz u za’f vücuda getirdik. Nihayet büyük bir gaflet ve terahi ile bugüne kadar ne asker ne vesait-ı tedafüiyye-i milliyye hiç hiçbir şey hazırlamadık. Lakin biz bu tedabir-i metine ve ciddiyenin ittihazından da vazgeçtik. Hakkı Paşa Kabinesi bunlardan sarf-ı nazar letler ataletler irae etmek bedbahtlığında da bulundu. Ez-cümle Trablus’un ve Bingazi’nin istilasına muhterisane nasb-ı enzar etmiş olan düşmanlarımızı tedhiş ile teşebbüsat-ı kuvve-i berriyyemizin efrad mühimmat ve erzakının suret-i daimede kafi mikdarda bulundurulmasını bile düşünemedik. Biz Trablus meb’uslarını ahval-i ma’ruzadan başka Hakkı Paşa Kabinesi’nin sırf Trablusgarb’a karşı ihtiyar eylediği siyasi ve idari hatiatını kanlar ağlayarak arz ve ta’dad mecburiyet-i elimesinde bulundurdu. Şöyle ki devr-i sabıkta bile oralardaki kuvve-i berriyyenin mevcudu hemen daimi surette on beş bin ile yirmi bin raddesinde bulunmakta olduktan başka hin-i iktizada kuvve-i nizamiyyeye yardım etmek üzere kırk elli bin silahşörü teşkil eden kul-oğlu ocaklarını tertib ve emr-i müdafaada istihdam olunabilecek bir hale getirilmek üzere ta’lim-i askeri ile terbiye edilegelmekte olduğu halde bunu nazara almadıktan maada bütçesinde Trablusgarb’da nefer istihdamı kanunen kabul edilmiş bir mikdar-ı mühimmi Yemen’e sevk ile iade edilmedi. Bu gönderilmedi ve öteden beri oradaki kuvveti iki alaydan alaylar oraya mahsus iken bu da bir alaya tenzil edildi. Binaenaleyh fırka mevcudu bugün beş binden noksan bir mertebeye indirildi. Saniyen: İ’lan-ı Meşrutiyet’i müteakıb meb’uslukla buraya geldiğimiz günden beri halkımızın memleketlerini bu gibi tecavüzattan sıyaneti için kemal-i iştiyakla arzu ve intizar ve hatta defeatle arz-ı mahzarlar takdimiyle icrasını taleb ettikleri ahz-ı asker muamelesinin hemen tatbikine mübaderet edilmesi için tahriren ve şifahen vaki’ olan müracaatımıza ve bütçesinde Trablus ve Bingazi Ahz-i Asker Şu’besi’ne me’muren bir kaim-makam ve bir alay katibi ve dört yüzbaşı ve on üç mülazım-ı evvel ve yirmi başçavuş tahsisatı kabul edilmiş olmasına rağmen teşkilat-ı mezkureye ancak bu sene yani bundan dört mah mukaddem yalnız Trablusgarb’da başlandı. Maatteessüf bu da memleketin ihtiyacıyla mütenasib bir şekl ü surette yapılmadı. Çünkü esnana dahil olan efrad on altı binden ibaret iken bunlardan yalnız üç bin dört yüz nefer alındı. Mütebakīsiyle gönüllü sıfatıyla müracaat edenler kabul edilmedi. Halkımızın böyle kemal-i hahişle askerliğe duhule vaki’ olan rağbetleri şu suretle kesr edildiği gibi memleketimizin esbab-ı müdafaasını bi-hakkın te’min için kur’a efradından gayri redif teşkilatına olsun ehemmiyet verilmedi. Salisen: Devr-i sabıkın hin-i iktizada vilayetin esbab-ı müdafaasını bi-hakkın te’mini için ahali-i mahalliyyeden kuvve-i muavine suretiyle alınacak kul-oğlu asakir-i milliyyesinin teslihine mahsus olarak kemal-i i’tina ile ihtiyaten hıfzettiği kırk bini mütecaviz martin ve şınayder tüfenkleri yeni sisteme tebdil etmek vesilesiyle buraya aldırılarak yerine o mikdarda silah yetiştirilmedi. Devr-i sabıkta oralara top gibi mühimmat-ı nariye-i sakīlenin sevki her nasılsa ağyarımızın türlü türlü i’tirazlarına hedef olageldiğinden pek ihtiyatkarane ve seyrekçe yetiştirilmekte uğurunda sarfedilmek üzere Harbiye bütçesinde hiçbir fedakarlıktan kaçmadığı halde düşmanlarımızın matma’-ı enzarı bulunan şu biçare kıt’alara hiçbir şey gönderilmeyerek pek mensi ve mühmel bir halde bırakıldığı gibi istihkamat-ı mevcudenin ta’mirine bile lüzum görülmedi. Rabian: İtalyanların bu kıt’alar hakkında besledikleri amal-i leri bir hükumet-i icraiyyece değil çocuklarca bile ma’lum ve böyle bir halin vukūunda kuvve-i muavine suretiyle asakir-i nizamiyye ile hareket ettirilmesi lazım gelen yerli asakir-i milliyyesinin başına geçip kendilerine kumanda verebilmek üzere oralarda istihdam olunan zabitanın velev kısmen behemehal lisan-ı mahalliyi ve arazisinin usul-i tabiiyye ve askeriyyesini bilmesi ehemm ü elzem iken Mekteb-i Harbiye’den me’zun umum yerli zabitan ile tul müddet oralarda istihdam edilip lisana ve arazinin vaz’iyyetine kesbi vukūf etmiş olan diğer zabitan hemen kamilen kaldırıldı. Yerlerine pek noksan olarak gönderilenlerde ise lisan-ı mahalliye aşina olanlar aranmadı. Ve bu sebeble şu aralık oralarda yerli ahalinin de memleketlerini düşmanların tecavüz ve muhacematından muhafaza emeliyle silaha sarılmış olanları emr-i kumandaniyi tefhim ve harekat-ı harbiyyeyi gösterecek emirlerden mahrum edilerek biçareler gayet elim bir azab ve ye’s içinde bırakıldı. Hamisen: Esbab-ı müdafaası ber-vech-i ma’ruz tenkīs ve hemen mefkūd bir halde bırakılmış olan şu kıt’ada düşmana karşı müdafaa-i vatanda bulunacak biçare halkta mütevaliyen dört seneden beri yegane medar-ı taayyüşleri olan mezruattan mahrum olarak fevka’t-tasavvur şedid bir kahta mübtela olduğu iki seneden beri müteaddid defalar meclis-i alinizde acizleri tarafından tahriri tekarir ve şifahi beyanatımızla erkanı tarafından ifadatımız tasdik u i’tiraf buyurulduğu halde biçare halk zaruret ve ihtiyac-ı şedid içinde bırakıldı. Meclisin ta’til-i müzakeratı müteakıb daire-i intihabiyyemize avdetimizde kahttan son derece muztarib kalan ahaliden maişeti için Tunus ve mahall-i saireye hicret ettikleri ve meşy ü hareketten aciz olan ihtiyar alil etfal nisvan takımından olmak üzere dört bin kişinin tese’ül ile sedd-i ramak yalnız Mart’dan Haziran nihayetine kadar dört mah zarfında kişi açlık beliyyesiyle teslim-i ruh ettiklerini beyan ile geçen devre-i ictimaiyyenin sonunda hükumetçe madde-i muvakkate-i kanuniyye tanzimiyle tahsisi taleb edilen ve meclisce tahsisat-ı gayr-ı melhuzadan sarfı tasvib olunan on bin liradan mütebakī sekiz bin liranın tesri’-ı irsali makam-ı Sadaret’e Temmuz sene evailinde telgraf ve tahriratla arzedildiği halde yine bir şey yapılmadı. Ahiran muhtacin-i halka tohumluk ve yemlik namıyla karzan tevzii hükumetçe takarrur ederek esmanına aid tanzim olunan madde-i muvakkate-i kanuniyyesi tasdik-ı aliye iktiran eden altı yüz bin kile şairin yetiştirilmesi gerek makam-ı vilayetten ve gerekse buraya avdetimizde bizzat tarafımızdan ta’kīb edilmiş iken daki ihmal ü tesamuhuyla zaten ber-minval-i ma’ruz kuvve-i nizamiyyeden tecrid edilen bu kıt’anın halkı müdafaaya tasallutat-ı bi-rahmanesine ma’ruz ve mahkum edildi. Sadisen: Düşmanlarımızın amal-i siyasiyyelerine ma’ruz bu gibi nazik mahallerde istihdam edilecek me’murin-i mülkiyyenin dahi behemehal lisan ve ahval-i mahalliyyeye vukūflarıyla beraber emr-i idarenin hüsn-i tedvirine elverecek müstesna yerlerde eşraf-ı mahalliyyeden ve erbab-ı nüfuzdan ta’yini ilcaat ve zaruriyyattan iken her nasılsa Hakkı Paşa Kabinesi bunu külliyyen ihmal ederek birtakım mültemesler ta’yin edildi. Ve şu suretle böyle fevkalade ahvalde ahali-i mahalliyye me’murin-i idareden fevka’l-had bir hizmet Sabian: Ehemmiyet ve nezaketi ta’rifden azade olan işbu vilayet hiçbir zaman birgün olsun valisiz kumandansız bırakılmadığı halde İtalyanların vaki’ olan müracaatları üzerine azledilen İbrahim Paşa’nın yerine vali kumandanlığına ta’yin olunan zevat oraya muvasalat etmeden evvel müşarun-ileyh İbrahim Paşa buraya aldırıldı. –İtalyanların oralara hücuma kemal-i ciddiyet ve faaliyetle tedarikatta bulundukları ve hemen bir buçuk maha kadar imtidad eden bir müddet-i hadde esnasında bile i’zamlarında iltizam-ı tereddüd ile– her iki mühim makam oraya yeni giderek henüz lisan ve ahval-i mahalliyyeye kesb-i ıttıla’ edemeyen mübtedi bir defterdarla bir miralayın vekaletine terkedildi ve bit-tabi’ ahval-i ma’ruzanın o havali halkı üzerine azim bir su’-i te’siri ve adeta hükumetin o kıt’aların idaresinden vazgeçerek ağyarımızın öteden beri cahil ve halkımızın zihnine birisi de “devlet memleketinizi satıyor” yolundaki sözlerin sıhhatine kail olacak ahvale sebebiyet verilerek halkın kuvve-i ma’neviyyeleri tamamen za’fa düşürüldü. Bütün bu ahval yetişmemiş gibi İtalya donanmasına mukabele ile memleketi müdafaa edecek yegane vasıta bulunan Binbaşı Vahid Bey de İstanbul’a celb edilip yerine diğer bir kumandan gönderilmedi. Bu suretle şehrin esbab-ı müdafaası bütün bütün kuvvetten düşürülmüş oldu. Saminen: İtalyanların Trablusgarb ve Bingazi kıt’alarına karşı bir hayli senelerden beri besledikleri amal-i istila-cuyanelerini saklamayarak fırsat düştükce bütün milele bilhassa Osmanlılara i’lan u beyan eyledikleri umumun ma’lumudur. aliyet vererek hemen vakt-i müsaidi kemal-i tayakkuzla intizar edegeldiklerini Hakkı Paşa hazretlerinin Roma Sefareti’nde bulunduğu hengamda yakından tedkīk eylemeleri vazife-i lazımeden idi. Bu cihetle herkesden ziyade kendisi bu hali takdir etmesi lazım gelirken ne kendisinin müşahede ve ıttılaatına ne Meclis-i Meb’usan’da kendisine vukū’ bulan müteaddid iş’aratına ehemmiyet vermediği gibi İtalyanların müterakkıb oldukları fırsat-ı tam Fas mes’elesi olduğuna kanaat ederek Trablusgarb hakkındaki emellerini tervicde devletlerle müzakerata giriştikleri bir sırada ve hatta istila için donanma ve ordusunu ihzara başladığı bir zamanda kendisi burada seyirci kalması daha garibi şurasıdır ki bu mes’ele had bir şekle girdiği bir zamanda bile Avrupa’daki süferamızın yerinde bulunmayarak öteye beriye dağılmalarına müsaade etmesidir. Bunun felaketimizin tehaddüsüne ne derece meydan ve imkan bıraktığı edna mülahaza ile anlaşılır. Tasian: Düşmanımızın hücum ve tecavüze hazırlandığı bir sırada dahi hiç olmazsa oralardaki kuvve-i cüz’iyye-i nizamiyye ve mahalliyyenin bir müddet mukavemet edebilmesi esbabını istikmale sarf-ı mesai etmesi lazım gelirken kat’iyyen buna da i’tina edilmedi ve hatta i’lan-ı harbe kadar oraya bir ta’limat veya ihtar u inzarda bulunulmadı. Emr-i müdafaanın mütevakkıfun-aleyhi bulunan nukūd-ı kafiye bile yetiştirilmeyerek kuvve-i mevcudesiyle müdafaası teshil edildi. Osmanlıların miras-ı ecdad olarak Afrika’da malik oldukları bu yegane kıt’a-i mübarekeyi her türlü vesait-ı müdafaadan aciz askersiz silahsız fişenksiz zabitsiz valisiz kumandansız zahiresiz ve parasız aç ve sefil İtalya’nın baziçe-i ihtirası olarak terk ü teslim eylemiştir. Tarih-i ümemde bu derece basiretsizlik bu kadar lakaydi ve atalet bu mikyasda hubb-i vatandan mahrumiyet görülmemiştir. Biz Trablusgarb meb’usları müvekkillerimizin sada-yı vicdanlarına tercüman olarak şu felaket-i elimeden dolayı Hakkı Paşa ve rüfekasını muvacehe-i millette itham ediyoruz. Hakkı Paşa Kabinesi’nin harici dahili mali ve harbi basiretsizliği Kanun-ı Esasi-i Osmani’nin bu muazzam üss-i devlet ve Meşrutiyet’in ilk maddesini ihlal etmiştir. Biz Meclis-i Meb’usan’ı işbu feryadımızla ifa-yı vazifeye da’vet ediyoruz. Trablusgarb meb’usları Kanun-ı Esasi’nin otuz birinci maddesine tevfikan haiz bulundukları salahiyeti bil-isti’mal şeklinde yazılmıştır. şu teşebbüsleriyle istikbal-i vatanı tehdid eden mühlik bir lakaydiden Osmanlılığı tahlis ile hiss-i mes’uliyyet ve lüzum-ı mücazatı te’min ve te’sise muvaffak olurlarsa umum vatana belki bir hizmet olmak emeliyle müteselli olacaklardır. Efendiler Hayat-ı siyasiyye ve ictimaiyyesinin dördüncü sene kongresini dahi bi-mennihi’l-Kerim bugün idrak eden Osmanlı sek ve yüksekliği nisbetinde en mes’uliyetdar bir hey’eti sıfatıyla sizleri selamlayarak bir sene zarfındaki muamelat ve vukūat ile bunlardan aldığımız tecrübelere müsteniden müstakbele aid temenniyatımızı arza ve duş-i tahammül ü mes’uliyyetimize aldığımız şahsiyet-i ma’neviyyeyi Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle ve bütün haysiyet ve samimiyetle eyadi-i salahiyetinize teslime muvaffak olduğumuz için kendimizi bahtiyar addederiz. Efendiler! Gayet kısa bir mukaddime olarak hey’et-i aliyyenize arzederiz ki geçen sene kongresinin emniyetine seza gördüğü bu kardeşlerinizin yegane meziyeti hüsn-i niyyet ve hiss-i fedakarileridir. Bu iki hissi ta’ziz etmek şartıyla hey’etinizin münasib göreceği en şedid muahezat ve Raporumuzu bütün tafsilatıyla dinlemenizden ve ruhlarınıza belki de biraz kelal vermezden evvel kalblerimizi evvel be-evvel bu mübarek vatanın şa’şaalı ümidleriyle imla etmekliğimizi ricaya müsaade ediniz. Bilirsiniz ki bir milletin en büyük kuvveti kuvve-i maddiye ve ma’neviyyesine olan i’timadıdır “İttihad ve Terakkī” Osmanlılığın sinesinde memleketin damarlarına daima ruh-ı celadet isale eden bir kalb-i feyyazdır. İttihad ve Terakkī bayrağı afak-ı vatanda i’tila ve iltima’ ettikce –ki ebediyyen edecektir– milletin kuvvet-i kalbine zerre kadar vehn ü halel gelemeyecektir. Bilhassa bu kongremize nik-binane atf-ı enzar-ı dikkat edenlerle beraber bin türlü bedbinlikleri icad ü ihtiraıyla kuvve-i ma’neviyyemizi haleldar etmek isteyenlerin de mevcudiye[ti]ni hissediyoruz. Fakat bizler mübeccel kongremizden istikbale aid bi-payan ümidlerimizi kalblerimizde daima ta’ziz edecek ve az zaman içinde dünyanın en kuvvetli ve en müterakkī bir milleti olacağımıza yakīnen niz. Zaten bu seneki Merkez-i Umumi dahi mütehalif ve maksada göre binlerce işkal irae eden nazarlar karşısında şahsiyet-i ma’neviyyenin safvet-i ruhiyyesini muhafaza ve onu sıyanet için işte böyle bir aşk ve iman ile çalışarak hakka vusul emrinde alemde ıktiham edilemeyecek hiçbir müşkilat olamayacağını isbata çalıştı. İstikbal hakkında nik-bin olmakla beraber haldeki fena cereyanları görerek muhit-i bazen işlere endişe gözüyle dahi bakmaya lüzum gördü. Ve fakat hiçbir zaman insaf ve hasafeti elden bırakmamayı gaye-i meslek ittihaz eyledi. Efendiler! Hey’etimiz geçen bin üç yüz yirmi altı senesi Teşrinisanisi evailinde “Millet-i muazzama-i Osmaniyye’nin adalet ve saadete mazhariyetini idame ile vatanın şeref-i uzma-yı tarihisini vikayeden başka maksad ve menfaate malik olmayan büyük ve muhterem Cem’iyet’imizin emel-i nezih ve gaye-i hamiyyetini lekesiz bir surette muhafaza etmek Cem’iyyet’e mensub her ferdin vazife-i vicdaniyyesidir” mukaddimeli bir ta’mim ile işe mübaşeret ve hürriyet ve Meşrutiyet’i bütün kalb-i selim ile te’sis ve te’yide hasr-ı mevcudiyyet edeceğine din ve namus üzerine tekeffül eden ekser-i mevaddını ta’dil ve tevsi’ ile yeni nizamnameyi tasnif ve tab’ ile tevzi’ oldu. Çünkü cem’iyyet gibi bir hayat-ı müşterekenin rabıtası mevcudiyet-i hariciyyesinin bir intizam-ı tam tahtında medar-ı kıyamı nizamnamesi idi. Hayat-ı müşterekenin te’min ettiği vahdet ancak nizamname ile tefhim ve fikr-i hürmet ve itaat ancak bunun ahkamına riayet etmek ve ettirmekle telkīn olunabilirdi ba-husus ki Cem’iyet’imize mensub kulüplerin ibtida-yı meşrutiyyetten beri İttihad ve Terakkī gayelerinin te’mini hususundaki hidematına vüs’at ve inkişaf vermek için yukarıdan aşağıya doğru bazı teşkilat yaparak onlara selim cereyanlar vermek kulüplerdeki efrada terakkiyat-ı fikriyye ve ilmiyyemize ihtiyacat-ı medeniyye ve siyasiyyemize aid hakayıkı neşr u ta’mim edecek esbab ve vesaiti ihzar eylemek hey’et-i idarelerini bu nokta-i mühimmeyi teemmül ve mülahaza edecek zevattan intihaba efradı teşvik ederek bu hususda mafevk hey’etlere de bazı salahiyetler vermek elzem idi. Biz nizamnameyi tab’ ile beraber müteaddid ta’mimnamelerimizle kanunumuzun ruhunu tefsir ve izah ettik. Ve kulübümüzü cidden vatana nafi’ yegane müessesat halinde raber kulüplerin müdir ve nazımı hükmünde olan vilayet hey’et-i merkeziyyeleri teşkilatına en mühim hisse-i mesaimizi tefrik mecburiyetinde bulunduk. Ma’lumunuzdur ki geçen sene in’ikad eden kongre Cem’iyet’in sıfat-ı resmiyye ve meşagıl-i hususiyyeden azade bir hey’et-i fa’ale-i daimesi bulunmasını istiklal-i cem’iyyet nokta-i nazarından derece-i vücubda görerek Merkez-i Umumi murahhaslarını tavzif ve vilayet ve müstakil liva murahhaslarının mi’ye tevdi’ ve bu murahhasların tavzifi hususunu da Merkez-i Umumi’nin takdirine ta’lik etmiş idi. Cem’iyyet müstakil bir fikir ordusu halinde çalışabilmek ve vatanın kaffe-i aksamında aynı efkar ve hissiyyatı neşr u telkīn ederek yekruh u yek-emel bir Osmanlı milleti te’sisine muvaffak olmak olması ve bu muvazzaf murahhaslara ta’limat-ı tahririyye ve şifahiyye i’ta olunarak Merkez-i Umumi’nin bütün nikat-ı tezahürünü temessül ettikten sonra daire-i faaliyyette işe başlattırılması ve bir vilayetin yalnız ahyanen devr u teftiş tarikıyla değil suret-i muttasıla ve müstemirrede mukarrerat ve muamelata vukūf peyda edilerek iş görülmesi velhasıl her türlü tefeyyüzata müstaid olan kuva-yı milliyyemiz mürşid ü münebbihlerin fıkdanından dolayı hal-i muattaliyyette kalmış olduğundan mevcudiyet-i siyasiyyemiz gibi mevcudiyet-i ictimaiyyemizin de dirilmesi için azimkar kardeşlerimizin rical-i millet sıfatını iktisab ederek mahalli erbab-ı hamiyyet ve iktidarından tefrik olunacak istişare hey’etleriyle birlikte uruk-ı millete hulul eylemesi cem’iyyetimizce ve bizi tevkil eden kongremizce husulü mültezem olan tekamül esaslarından addolundu ve inkılabın safahatına bilfi’l rih-ı muhtelifede Selanik İstanbul Trabzon Kosova Manastır Adana Haleb Çanakkale ve Karesi Cezayir-i Bahr-i Sefid İşkodra Eskişehir ve Kütahya Canik Sivas Yanya Van Erzurum ve Bitlis vilayet ve sancaklar merakizine Hey’et-i Merkeziyye murahhas-ı mes’ulleri ta’yin ü tavzif ve bunların bulundukları vilayet dahilinde daima kulüpleri teftiş ve efradı ikaz u irşad eylemeler[i] de tavsiye ve ihtar edildi. Ve henüz murahhas gönderilemeyen yerlere aid revabıtı te’min ve tevhid için de nizamnamenin verdiği salahiyete binaen yine evsaf-ı matlubeyi bi-hakkın cami’ müfettişler ta’yin olundu ve teceddüd-i ictimaimizin ne gibi esaslara müstenid olduğunu murahhas ve müfettişlere izah için kendilerine matbu’ ve mevzu’ bir de ta’limatname tevzi’ kılındı. Merkez-i Umumi’yi teşkil eden kardeşlerinize bu izahnamede mai isimleriyle ikiye ayırdılar. Ve teşkilat-ı siyasiyye i’tibariyle “İttihad ve Terakkī”ye fırka dediler. Yukarıda da arz ettik. İttihad ve Terakkī memleketin bütün uruk u a’sabına riyet-i azimesi İttihad ve Terakkī’yi sever ve onu kendisine bir nuhbe-i siyaset ittihaz eyler. Şu halde İttihad ve Terakkī Fırkası’nın efradı Osmanlılığın ittihad ve terakkīsini seven ve Biz İttihad ve Terakkī Cem’iyeti’nin teşkilat-ı siyasiyyesini üç tabakadan terekküb etmiş gördük. Birincisi: Hey’et-i Müntehibe’dir ki hakk-ı intihaba malik olan ve Osmanlılığın ittihad ve terakkīsini düşünen bütün Osmanlı vatandaşlar[ı]dır. Cem’iyeti’nin teşkilat-ı intihabiyyesidir. Üçüncüsü: Hey’et-i Müntehabe’dir ki Meclis-i Meb’usan’daki hey’et-i meb’usanımızdır. Hey’et-i İntihabiyye intihab edenler ile intihab olunanlar arasında bir hadd-i mutavassıttır. Cem’iyet’in hey’et-i fa’alesini temsil eden Merkez-i Umumi dahi İttihad ve Terakkī meb’uslarıyla ekseriyet-i millet arasında bir vasıta-i tefhim ü tefehhümdür. şeklinde yazılmıştır. Efendiler! Biz taksimat ve teşkilatı geçen sene kongresinin bizim için çizdiği hatt-ı hareketinden iktibas eyledik. Bilirsiniz ki bir aralık Cem’iyet’e yalnız ictimai bir mahiyet vererek onda bir şemme-i siyaset bile bırakmak istenilmedi. Bu gayet garib bir vaz’iyet idi. Bu takdire göre Meclis-i Meb’usan’daki İttihad ve Terakkī Fırka-i siyasiyyesini hem murakıb hem amil ve haricde dahi efkar ve hissiyyat-ı milleti tedkīk ve idare külfetlerine mütehammil farzetmek lazım geliyordu. Kezalik haricde – hey’et-i umumiyyeler siyasi– teşkilata istinadı olmayan ta’bir-i diğerle bir asla istinad etmeyen bir fırkanın bir fer’in nasıl beka-pezir bir mahiyet iktisab edeceği düşünülmüyordu. Fakat maksad bunları düşünmek değil; Cem’iyet siyasi yor suretindeki işaatı bila-tahlil iskat veya idare etmektir. Bunun için zaten mevcud ve hadd-i zatında pek tabii olan teşkilata bir mecra-yı intizam verilemedi. Geçen sene kongre bu cereyan-ı mantıkīyi bir dereceye kadar açtı. Biz de onu tevsi’ ve izahdan başka bir şey yapmamış olduk. Biz diyoruz ki Cem’iyet intihab zamanlarında hakk-ı intihaba malik olan ittihadcı ve terakkīperver vatandaşları yani teşkilat-ı siyasiyye i’tibariyle fırkası efradını tenvir u irşada mecburdur. Ve bu vatandaşlar arasında kulüplerden birisine resmen ve muhallefen girmiş olmayanların bulunmasında dahi hiçbir mahzur yoktur. Cem’iyyetin teşkilat-ı intihabiyyesi bu vazifesini ifa etmekle Meclis-i Meb’usan’da “İttihad ve Terakkī” fikrine hadim bir ekseriyet husule getirir ve bu halde Cem’iyet “İntihab Komitesi” suretinde çalışmış olur. Meclis-i Meb’usan’daki İttihad ve Terakkī ekseriyeti de müşterek hedefine vüsul emrinde intihabcılarla kezalik arasında bir hey’et-i mürşide menzilesinde kalan Merkez-i Umumi zahürat-ı milliyyeden istifade eder. Meclis-i Milli’nin hayat-ı teşriiyyesine bir cereyan-ı intizam verir. Bunu söylemek veya yapmakla Cem’iyet hiçbir vakit gayr-i mantıkī bir vaz’iyette bulunmuş olmaz. Filhakīka Cem’iyet inkılab-ı siyasinin bu inkılabın hiss-i tarihiyi ihmal etmeksizin mütun-ı kanuniyye şeklinde kütüblerini[?] Meclis-i Meb’usan’daki ekseriyetine ve bu kanunların şüphesiz ki ruh-ı inkılaba tevfikan tatbikine de o ekseriyetin mu’temedi olan kabineye tevdi’ eyledi. Cem’iyet kendinden doğan bu iki kuvvete müzaheret ve muavenet-i daimesini diriğ etmemek mecburiyet-i tabiiyyesinde kalmakla beraber nizamnamesinin birinci maddesinde ta’yin ettiği maksad ve mesleği muhafaza ve müdafaa için daimi ve aynı zamanda siyasi bir nigehban ve murakıb olmak vaz’iyetinden hiçbir vakit azade tutulamazdı. Cem’iyet inkılab-ı ictimainin icrasını da uhde-i hamiyyetine aldı: Biz bu izahnamede teşkilat-ı ictimaiyyemize kuvve-i müteşebbise namı verdik. Fırka namıyla esasat-ı siyasiyye vaz’ eden cem’iyetinin kuvve-i müteşebbise namıyla vesait-ı iknaiyye ve irşadiyye şirketleriyle muavenat-ı şefkatkaranesiyle ruh-ı enama hulul ederek ve sireten adil ve müşfik ve ahlakan necib olan milliyet-i Osmaniyye’yi iktisaden fa’al fikren hür bir hale getirmeye çalışmakla mükellef olduğunu isbata çalıştık. Cem’iyet inkılab-ı siyasi ile şekl-i idareyi ve kanunları değiştirdi fakat inkılab-ı ictimainin semerat-ı mes’udesi iktitaf edilmedikçe şekl-i idare ile kanunların tebeddülünden büyük bir faide istihsal edilemeyeceğini tafsilen anlattık. Ve madiyen çalışılmasını kulüplerimize tavsiye ve ihtardan hemen bir an hali kalmadık. Bir cihetten memnuniyetle diğer cihetten teessürle beyana mecburuz ki teşkilat-ı ictimaiyye riyle olan münasebatımıza nisbeten daha mes’ud semereler bahşeyledi. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ekim Yedinci Cild - Aded: Vücudun künhüyle mutasavver binaberin kesbi olduğunu bahse dair bir takım münakaşat vardır. Bu münakaşat sırf nazari olduğu cihetle bazı efkara göre haiz-i ehemmiyet değilse de bilinmesi her halde faideden hali değildir. O kitaplarda münakaşa şu suretle yürütülüyor: Vücudun bedaheten tasavvuruna kail olanlar diyorlar ki vücudun bedaheten tasavvuru kabul edildiği takdirde ya ta’rif-i haddi yahud resmi ile ta’rifi mümkün olduğunu kabul etmek de zaruri olur. Vücudun had ile ta’rifi cihetine gidilse onu eczasıyla ta’rif iktiza eder; halbuki vücud basit olduğundan onu eczasıyla ta’rif mümkün değildir. Vücudun mürekkeb olduğu farzedilecek olursa iki ihtimal muvacehesinde kalınır; yani ya vücudun eczası da kendisi gibi birtakım vücudattan olan yahud vücudattan olmayan şeylerden olmak lazım gelir. Eğer ecza-yı vücudun kendisi gibi birtakım vücudattan olduğu farzedilecek olursa mahiyette cüz’ün külle müsavatı iktiza eder şu halde ta’rife esas ittihaz edilebilmek için başka bir mahiyetten istianeye ihtiyac mess eyler. zadan terekkübü ihtimaline gelince o eczanın ictimaından hasıl ve bizce ta’rifi mültezem olan zat-ı vücudun eczası üzerine bir emr-i zaid olması lazım gelir. Zira o vücudattan olmayan ecza-yı vücud bir yere geldiği zaman onların üzerine bir emr-i zaidin inzımamı farzedilmeyecek olursa o zaman asla vücud tahakkuk edemez. O eczanın üzerine bir emr-i zaidin inzımamı farzedildiği takdirde inzımam eden o emr-i zaid vücudun yani ta’rifi iktiza eden hakīkatin kendisi olmuş olur ve bu suretle tahakkuk eden bir şeyin de ecza-yı vücuda arız ve onların ictimaından mütehassıl olması iktiza eder. Mes’ele bu surete iktiran edince ecza-yı mefruza “vücudun” tan olmadıkları farzedilmiş olan ecza kendi mahiyetinin zıddı bir mahiyete yani vücuda nasıl illet olabilir? Vücudun mürekkeb olması faraziyyesinde ikinci bir mahzur daha vardır. Zira ecza-yı vücud üzerine inzımam eden emr-i zaid o eczanın ictimaından mütehassıl o eczaya arız olduğu için aynıyla vücud demektir. Şu hale nazaran terkib-i mefruz vücudun failiyle kabilinde tahakkuk ederek yine kendisinde tahakkuk etmez. Ve terkibin kendisinde adem-i tahakkukuna binaen vücudda ta’rif-i haddi ile ta’rif edilmiş olmaz. Vücudun ta’rif-i resmisine gelince ta’rif-i resmi muarrefin künhüdür bir şey bildiremez. Bize lazım olan muarrefin yani vücudun kendidir. Bir şeyin ta’rif-i resmisi için vücudu muktezi olan esasların muarrefden daha ziyade bilinmiş anlaşılmış şeylerden olması ta’rifin şeraitindendir. Halbuki mefhumat içinde vücuddan a’ref bir mefhum yoktur ki hatta vücudun ta’rif-i resmisi için esas ittihaz edilebilsin. Mütekellimine gelince onlar vücudun hadden ta’rifi mümkün olduğuna kaildirler. Vücudun bu suretle ta’rifi kabul edildiği takdirde bahis ma’kūlattan ziyade mahsusat daha doğrusu maddiyat dairesine geçer. Onlar diyorlar ki: Her şeyin vücudu kendi hakīkatinden ibarettir. Hakayık-ı eşya ise mütehalifdir. Vücudat-ı sabite vücud-ı mutlakın ecza-yı muhtelifesi demek olduklarından hakīkatleri i’tibariyle kendilerinden mürekkeb olan şeye de muhalif olabilirler. Şu halde cüz’ün külle mahiyette müsavatı kaydından mütevellid mahzur müntefi olur. Vücudun kesbi yahud bedihi olması bahsine gelince bu bahisdeki münakaşat onun mefhum-ı vahid-i müşterek olması faraziyyesine göredir. Bundan sarf-ı nazar olunursa münakaşaya mahal kalmaz. Çünkü vücudun hakayık-ı eşyadan ibaret olduğu farzedildiği takdirde o hakaıktan bazısının daha doğrusu kaffesinin kesbi olduğunu kabul etmek de zaruri olur. Zira hakaik-ı eşyadan hiç biri künhüne vukūf i’tibariyle bedihi değildir. Şu halde vücudun eczası da kendisi gibi birtakım vücudattan ibarettir demek evla olur. Ve böyle denildiği surette mahiyette cüz’ün külle müsavi olması lazım gelmez. Zira vücud mefhumunun eczayı vücud hakkında sadık olması sıdk-ı arazidir. Şu halde bir şeyin küllü hakkında sadık olan bir mefhumun eczası hakkında da sadık olması müstehil olmamak lazım gelir. Eczanın ictimaı halinde onların üzerine bir emr-i ahar yı vücud üzerine inzımam eden o emr-i ahar mecmuun kendisidir ve mecmuun kendisi olmak haysiyetiyle de ayn-ı vücuddur. Eğer bu mecmuun eczası vücudattan değilse terkib vücudun kendisinde tahakkuk edip fail ve kabilinde tahakkuk etmez. Mütekellimin vücud hakkındaki yukarıki münakaşayı yürüttükten sonra te’yid-i müddea için bazı misaller irad ediyorlarsa da onların buraya naklinde bir faide yoktur. Hülasa mütekellimin bu mebhasde hükmen ta’bir-i umumisiyle yad ettikleri ehl-i nazarla birleşerek: Vücud mutlak bir mefhum-ı küllidir. Mefhumat-ı külliyye zihinde mütehakkık olup haricde mütehakkık değildir vücud-ı mutlakın tahakkuk-ı haricisi de mevcudat-ı gayr-ı mütenahiyyenin tahakkuk-ı haricisiyle kaimdir. Yani vücud-ı mutlak onlardan başka bir şey değildir; diyorlar. münakaşa edildikten sonra o münakaşatın hey’et-i mecmuası sıfırda karar veriyor ve münakaşa edenler dönüp dolaşıp eski mevki’lerine yani mebde’-i münakaşalarına rücua mecbur oluyor. Mütekelliminin i’tiraflarıyla da sabit olduğu vechile zaten vücud hakkındaki tedkīkat-ı nazariyye mefhum-ı vücudun mefhum-ı vahid-i müşterek olması faraziyyesine göredir. O faraziyyeden sarf-ı nazar edilecek olursa mevcud ile vücudun aynı şeyden ibaret olduğu kabul edilerek vücud hakkındaki münakaşaya da mahal kalmaz. Zira bahsin bu suretle bir şekilden şekl-i diğere intikali yalnız vücudun mevcuddan mevcudun da vücuddan ibaret olmasını tekrardan başka bir şeyi istilzam etmez. Ve ta’rif-i haddi ile ta’rifi mümkün gibi görülen vücudun mevcuddan durur. Halbuki asıl bilinmesi lazım gelen cihet yani zat-ı vücud –mevcuda inkılabı ve bu suretle nazarlarda bir kat daha ta’yiniyle beraber– yine sütre-i mübhemiyet altında kalmaktan kurtulamaz. Hülasa vücud ister zatına ister müteallakı olan mevcuda nazaran ta’rif edilsin mahiyeti i’tibariyle ne haddi ne de resmi bir ta’rif ile ta’rif edilemez; edilse bile o ta’rif sadra şifa verecek bir ma’na ifade eyleyemez. Umumiyetle Avrupa ulema üdeba ve siyasiyyunu bizim mıyorlar daha doğrusu bizim adam olmamızı ve iş görmemizi rürlerse hemen bila-tereddüd İslamiyet’e isnad eder çıkarlar kendilerinde aynı haller ve daha ziyade fazaih sudur etse de tefsir ve te’vilat ile örtmeye çalışır ve mutlaka bir tevcih-i vecih bulurlar. Bu ise onlarca bir düstur-ı amel olmuştur diyecek olursan caiz olur. Hıristiyan uleması ve bilhassa kesb-i vukūf ettim zannında bulunanlardan ekseri diyanet-i lakis bir çok fezail müşahede ederek kör körüne inkar etmekten sıkılmışlar da “Esas-ı İslamiyet Hıristiyanlık’tan me’huzdür Hazret-i Muhammed sav İslamiyet’i kable’n-nübüvve bir rahib-i Nasraniden telakkī etti” gibi sözler dahi söylemişlerdir. Yani hakk u hakīkati hiçbir vakit doğrudan doğru i’tiraf etmek istemiyorlar. Hatta bu kere Trablusgarb mes’elesi meydana çıkar çıkmaz Avrupa matbuatında Türkiye ahvalinden bahsettikleri sırada ekseri Türk kelimesi yerinde müslüman kelimesini isti’mal ederek bazen da iki kelimeyi çizgi ile “Türk-Müslüman” birleştirerek kullanıyor Trablusgarb mes’elesiyle mahlut leh ve aleyhimizde bir çok şeyler yazıyorlardı. Rus matbuatında haftalık jurnallerden biri Türk-Müslümanların adem-i isti’dadından bahsettiği sırada sözü on Temmuz ve otuz bir Mart inkılablarına naklederek diyordu ki: “Bu inkılab fi’l-hakīka fevkalade bir muvaffakıyet ve mahareti haiz ve calib-i dikkattir tevarihde naziri bulunamaz. Fakat bunun dahi esasını Makedonya’da ıslahat ve jandarma vazifesine ta’yin olunmuş Avrupalılar kurmuştur yoksa Türk-Müslümanların fikrinden doğmuş bir şey değildir.” Bir adam ortalıkta güneş yoktur derse buna mukabil Biz ancak diyebiliriz ki: Fırsat bu fırsattır her ne söylerseniz hakkınız var bütün alem nazarında makbul ve mu’teber olan kanunları çiğnemekte asla tereddüd etmeyip de bilahare yine mehakim-i medeniyyet ta’bir ettikleri mehafilde haklı görülür ve takdir olunurlarsa kim ne diyebilir? Maamafih gizlice kulaklarına söyleyebiliriz ki: “Gecenin karanlığı ne kadar devam ederse etsin sabahın olacağı muhakkaktır bir gün gelir hak yerini bulur.” Hıristiyan ulemasından hakīkate karşı acib bir ahval-i ruhiyye var. Hiçbir vakit hakkı i’tiraf etmek istemezler. Bu hal adeta kendilerinde bir tabiat olmuştur. Hatta bunlar miyanında kendini Türk muhibbi zannedenler dahi Türk akvamını medhedeceği sırada: “Türkler efrad i’tibariyle birer birer gayet güzel adamlardır fakat mecmu’ i’tibariyle ve idare-i memleket nokta-i nazarından donmuş ölmüş bitmiş bir millettir bunlar memleket idare edemezler. Alem-i medeniyyetin selameti Demekten de zerre kadar çekinmezler. Daha biraz tavzih edecek olursak bunların bize en muhib olanları bize karşı doğrudan doğru yüzümüzü yırtmak istemezler. Diğer tarafdan da kendi desais-i menfaatkarilerinde kat’iyyen ihmal etmezler. Hiç şüphe yoktur ki mes’ele-i hazırada Almanya elinden gelmez. Şimdi hakīkat-i hal böyle iken bizim ümena-i milletimizin gece gündüz koşarak keşkül be-dest sefarethane kapılarını çalmaları ve onlara karşı bir hayır ümid edercesine çözülerek ihtiyar-ı tezellül etmeleri zannederiz ki fazla bir sade-dilliktir. Eğer dostluk gösterilmek istenirse devletlerin yekdiğerine olan dostlukları “Bizim şimdilik beynimizde yekdiğerimize mukabil av’avemiz yoktur” demek kadardır. Yoksa ortalıkta bu kuvvetler mevcud iken hiçbir devlet diğerine mukabil samimi dost zannıyla gafil bulunamaz. Cüz’i gaflet ettiği gibi bütün menafii haleldar olur. Bizim evliya-i umurumuz ise –ah ah!– dostluk der hep feda eder. “Diplomat” kelimesinin ma’nası külliyen hatırından çıkar. Bu da bizde pek eski bir illettir. Şapkaya perestiş[li]k neticesi olarak adeta bir hastalık olmuş. Zannederim en büyük diplomatlarımız dahi vicdanlarına müracaat ederlerse şapka karşısında pek sade-dilane bulunduklarını Bazı siyasiyyunumuz dostlarımıza müracaat etmezsek neyimize güvenelim diyebilirler. Ben de onlara ber-vech-i ati iki misal göstermekle iktifa ederim. Japon-Rus muharebesinde Ruslar kendilerini Japonlardan kat kat kuvvetli zannederlerdi hatta Kuropatkin kumandan ta’yin olunduğu zaman Petersburg’dan müfarakati esnasında idare-i akdah olunurken ehibbasından birine hitaben: “Mikado’ya sulh mukavelenamesini Tokyo’da imza ettireceğime emniyetim ber-kemaldir” tarzında sözler sarf etmişti. Bu adamın Petersburg’dan hin-i müfarakatinde maiyyetinde müteaddid kiliseler tarafından kendine terfik olunmuş en mukaddes ikona tesavirden yüzlerce suret bulunuyordu. Ve esna-i rahda evkat-ı mahsusasında bunlardan istimdad ederdi. Ve derdi ki “Benim bütün i’timadım bunlaradır.” Amiral Makarof dahi aksa-yı şark filosuna ta’yin olunduğu günün ferdası “Granştad’da Kronştad meşhur Papaz rof’u on dört sene müddet ile ruhani sigorta ederek hayatını te’min etmiş ve maiyyetine de ayrıca mukaddes bir suret terfik ederek bu suret Makarof’un maiyyetinde bulundukça kendine düşman mukavemet edemeyeceğini ayrıca tavsiye etmişti. Şimdi de gözümüzün önünde İtalya kendini bize nisbetle hiç şüphesiz kat kat kuvvetli görüyordu ve bilhassa donanmasına i’timadı ber-kemaldi. Maamafih donanmanın en büyük kuvveti gemilerin sancak direklerine asılmak üzere Papa tarafından gönderilmiş mukaddes tesbihler addolunarak büyük i’timad ile gazetelerinde yazılmış olduğunu Rus matbuatı da iktibas ediyordu. Şu halde bizim de bir derece ma’neviyata i’timad etmemiz Timurlenk demiş ki “Muharebe için on şey lazım: Biri sipahi dokuzu tedbir” ben acizane demek isterim ki: Bizim maz. Bazı büyük diplomatlarımız dahilerimiz meydanda mevcud iken fikirlerinden bil-istifade mütevekkilen ala’llah ruhaniyet-i Peygamberiden istimdad ederek bütün mevcudiyetimiz ten sabr u tahammülden başka bir şey düşmez. Lede’l-icab açlığı dahi iltizam ederiz. Trablusgarb ve Afrika’da bulunan kardeşlerimiz de fi’len mukavemet ederek üç beş ay nihayet sekiz ay muharebeyi devam ettirebilirsek emin olalım İtalya evliya-yı umuru Trablusgarb’da değil Roma’da nasıl barınabileceklerini düşünmeye mecbur olacakları gibi Avrupalı dostlarımız da o zaman bizim keşküllerimizi aramaya çıkarlar da bulumazlar biz de o zaman biraz gözlerimizi açacak olursak onların öz keşküllerine kapitülasyonlarını doldurup gönderebiliriz. Bu da gayet basit bir şeydir. Bunun için bize yalnız bizim aklımız ile iş görmek icab eder. Yoksa sefaret tercümanlarından Mister Steed’den bilmem kimden akıl toplayacak olursak artık olup olacağımız “Erken olmayan geç olmaz. Geç olmayan da hiç olmaz” misaline mısdak olmaktır. Şimdi artık tecrübe olunduysa olundu bize bizim aklımız selam. Yine pür ateş-i gayzım açılınca basarım Şu’le-i berk oluyor hüzme-i nur-ı nazarım; Pare-i ahkere dönse dağılıp zerrelerim Hasmıma değmeyecek dane-i kemter-şererim! Çekil ebhar önümden varayım ağyare Dönmesin katrelerin ebhire-i zehhare! “Mütefekkir” Bir tarafda koca bir ordu denizle mahbus; Sular üstünde Girid boynunu bükmüş me’yus; Mısır’a Hind’e Fas’a İran’a kol atmış kabus! Ey zaiflerde kalan hak medeniyet namus!... Dalgalar hande-i nefrin bu yaman ruzgare Yol açın sille-i kahr indireyim hunhare! * * * şeklinde yazılmıştır. Medeniyyet mi?... Deniyyet bu kuduz tuğyanlar Ey dişi pençesi ruhunda nühüfte kaplan! Döktüğün hak kanıdır ki silemez ummanlar; Akdeniz vahşetine dalgalarıyla bürhan! Dalgalar ki eder isal-i peyam edvare Çiziyor facianı nasıye-i ebhare! “Gazub” Şarkın afakına bak ey mütehevvir canavar! Yıldırım parlatıyor kinimi gök haykırıyor; Boş bulup Akdeniz’i kendini sanma kahhar Bir adım at karaya gör: Kim imiş kim makhur? Yok ise elde tüfengim kalamam biçare Sökerim kalbimi! Kalkan tutarım hemvare! * * * Kılıcın berk-ı şerer-bar ise cismim ahen; Ra’d sıytınsa sükutum gazab-ı ru’b-şiken; Kurşunun olsa şehab-pare topun seyyare Kalb-i puladıma asla olamaz ra’şe-figen! Savletinle vatanım dönse de ateş-zare! Söndürür hunüm ile benzetirim gülzare! “Semaya Nazra-günan” Kızar ey vech-i sema vech-i ter-i illiyyin Altı bin yıldır akan demlerin aksiyle kızar! Bu kızıl katreleri görmelidir lemh-ı nazar: Ruh-ı safında birer nokta-i zül! Karha-i şin! Ne durur berklerin ra’dlerin avare? Gürle in hande-i la’net kesilip yekpare “Arkaya Bakar” Ruzgarlar ey esen nefha-i devvare-i har! Geliyor düşmanınız işte olun ateş-bar; Ey yürür kuhlar ey tude-i rik-i seyyar! Çekiniz pişine bir silsile-i ahker-zar; Fırlayın mermi-i niran olarak ağyare Benzesin badiyeler mezhere-i hun-zare! “Müteneffir” Yadıma gelse ne dem nam-ı “İtalyan” lerzan Umk-ı ruhumda olur gayz u gazab ra’d-efşan; Her kılımdan açılıp kırmızı bir fevvare Çıkmak ister gibi şiddetle kanım pür-galeyan… Ey İtalya bana açtın ebedi bir yare Onu ensal-i müselsel geliyor izhara!... F. Sacid Yıkandı bahr u sema… Son reşaşe-i rahmet Geçip gidince bulutlar dağıldı cevv-i kebud Pür-inbisat edip izhar-ı çehre-i safvet Bütün halavet-i ruhuyla oldu hande-nümud. § şeklinde yazılmıştır. O rütbe saf ü münevver ki bir güzide-revan Kadın sabahati var mübtesim likasında. O rütbe neş’eli ki mai gözlü bir afacan Çocuk şetareti perrende incilasında. § Deniz de gösteriyor iltifat-ı mihr-i besim Gunude mevceler üstünde bin tebessüm-i nur Kucaklıyor gibi her zerre-i beşuş-ı nesim Bir iltima’-ı sürur § Değil sipihr ile emvac-ı lem’a efsürde O inşirahın içinde bakılsa her yerde Latif ve nazra-nüvaz Bir ibtisam-ı kebudi eder gibi pervaz. Maiyyetimdeki Arab süvarileri bu sade da’veti işitir işitmez –bir ecnebi misafirinin hizmetine me’mur oldukları hatırlarına bile getirmeyerek kemal-i serbesti ile– atlarından indiler; salat-ı asrı –cemaatle– eda etmek üzere derhal saflar teşkil eylediler. Ben şöyle bir tarafa çekildim. O dakīka-i i’tizalimde yerlere geçmek istiyordum! O geniş mantolara bürünmüş olan safların bir vaz’-ı ihtişam ü azametle birden eğildiklerini: Rüku’ ve sücudlarını görüyor ve –her tebdil-i vaz’iyyette– tekerrür etmekte olan: Zemzeme-i ulviyyesini işitiyorum. Bu na’t-ı azamet-i İlahiyye; bu vasf-ı ezeli-i kibriya vicdanımı o kadar titretiyor ruhumu o derece tehyic ediyordu ki te’sirin bu rütbe-i i’caz-nümununu okuduğum felsefe kitaplarının fevka’t-tabiiyye bende böyle bir te’sir husule getirmedi. Hicab-ı vahdetimden öyle bir kabus-ı ıztırab altında eziliyordum ki mümkün değil ta’rif edemem. Demin nazarımda en küçük emrime amade bir sürü hizmetkar addeylediğim bu Arab süvarilerinin şimdi bana karşı ulvi bir tefevvukla iftihar eylemekte olduklarını adeta hissediyordum. Hemen onlara “ben de sizin gibi mü’min ve muvahhidim. namaz kılmasını ibadet etmesini bilirim!” diye bağıracağım koşup aralarına gireceğim geliyordu! O ne veleh-bahş ulvi manzara o ne dil-firib aheng-i vifak u ittihad idi ki yapağıdan ma’mul elbiselere bürünmüş olan o Arablar gösteriyordu! O horun o haşarı hatta binicilikteki iktidar ve maharet-i fevkaladeleri şöhretgir-i alem olan o Arabların bile güçlükle zabtedebilecekleri derecede haşarı olan atlar; yanıbaşlarında… Hepsi toplu! Hepsi ses[si]z; hareketsiz başları önlerinde dizginler yerlerde! Sanki bu atlar efendilerinin kılmakta oldukları namazlarını tebcil ve takdis ediyorlardı. Bu hayvanlar “Cenab-ı Peyamber-i a’zam efendimiz hazretleri”nin rükub-ı saadetleriyle şeref-yab olan at cinsinden rine Cenab-ı Peyamber-i a’zam aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri mübarek pirahenlerinin ucuyla lutfen burun deliklerini silmişler! Sahralıların bu payansız ufukları içinde vücuduna yapışmışcasına gayet dar ve münasebetsiz bir kisve-i askeriyyeyi labis tek bir ben bulunuyor idim. Ruhun ihtisasat-ı ulviyye-i diniyye içinde istiğrakına i’tilasına pek müsaid olan şu sahrada Cenab-ı Hakk’a o kadar saf o kadar ulvi namaz kılmada rüku’ ve secdelerini mütevaliyen tekrar eylemekte olan bu Arablar karşısında ben – bilhassa bu vaz’iyyet-i bi-edebanemle– bir idraksiz hayvanı ! –daha doğrusu– bir köpek!??i taklid ediyordum! Vaktaki tenezzühden avdet edip vahdetgahıma çekildim. Vicdanımı ruhumu istila etmiş olan teessürat bütün bütün galeyana başladı. Bir derecede ki zabtında cidden müşkilat çekiyordum. mun hissiyyat-ı sevad u garamım bir seyl-i münhadir gibi İslamiyet’e doğru akıp gidiyordu. Bana öyle geliyordu ki: Cenab-ı Hakk’a layık hakīkī takdisat ve tahmidat arzeden adamları ilk defa olarak şu sahranın hür ve azade hayat-ı bedaveti içinde görüyor ve “hakīkī ibadet varsa işte ancak müslümanların şu azametli namazları şu ulvi rüku’ları şu kudsi secdeleridir!” diyorum. Bir de o dakīkada kilise ayini hatırıma geldi; namaz ile yekdiğerini mukayese etmek istedim nerede…! İbadet namı altında yapılan bu ayinler sırf dinsizlikten ilhaddan Okusunlar! Okusunlar da –eğer zerre kadar akılları zerre kadar vicdanları zerre kadar insafları; eğer damarlarında zerre kadar Türk kanı zerre kadar kalblerinde İslam hissi varsa!– başlarını elleri arasına alıp Renan’ın i’tirafatını nedametlerini Kont hazretlerinin ihtisasat-ı ulviyye-i hakperestanesinin esbabını düşünsünler! Sübhanallah! Sübhanallah! Bir kere daha Sübhanallah! Şu sahifeleri –hin-i tercümede– bilmem kaçıncı defadır ki okuyorum her okuyuşumda vicdanımdan bir sada-yı hayret ve istiğrab kopuyor; samiamı çınlattırıyor! Adeta gözlerime Biz; şevketli dinimizin bu mukaddes hakīkatü’l-hakayık-ı ezeliyyenin –a’dasına karşı– müdafaasını o mütefennin ! mütefekkir ! ilim ve irfan da’vasıyla göklere çıkmak isteyen gençlerimizden beklerken bütün fazileti bütün meziyeti kisve-i mukaddese-i şer’iyyesine münhasır bazı sigacılara Zeyd ile kıyam arasındaki nisbet-i hayriyye arasına sıkışmış kalmış mütehassıslara cevami’-i şerifede evet evet cevami’-i şerifede ders-i hakīkat ve fazilet vererek şu zavallı ümmet-i Muhammediyye’nin gözlerindeki bağı çözmeleri kulaklarındaki pamuğu çıkarmaları lazım gelirken bu zavallılar hey’et-i rılıyorlar. İslamiyet’e hayat-ı ictimaiyye ve milliyye-i İslamiyyeye kat’iyyen bigane bir unsur halinde kalıyorlar! Öteden Fransız doğmuş Fransız büyümüş bir Kont çıkıyor hakk u hakīkat namına İslamiyet’i takdis İslamiyet’i –düşmanlarına karşı– bütün kuvvetiyle müdafaa ediyor! Hiç olmazsa bari Avrupalıların bu gibi asar-ı celilesini okusalar da tercüme etseler! Hayır! İslamiyet’i zulmen tahkīr eden asar-ı mel’uneyi tercüme daha hoşlarına gidiyor!!! var-ı füyuzat-ı İlahiyyenin tecelligah-ı şa’şaa-nisarı! O; bir Ka’be-i insaniyyettir ki içine giren Renan gibi en büyük düşmanlarının bile kalblerindeki gayz u kini –velev bir lahza için olsun– susdurur! Çarpılmış vicdanını düzeltir! Ruhuna kuvvet verir. nedametler o i’tiraflar aynıyla o sarsıntılardır. O bir mataf-ı medeniyyettir ki taif ü akiflerini libas-ı unsuriyetlerinden kisve-i kavmiyyetlerinden tecrid eder. Ruhlarını yoğurur bir kütle-i diyanet bir vücud-ı İslamiyyet yapar. Her biri bir zerre-i nur! Her biri bir katre-i ziya! Yirmi dört saatte beş defa gelen mü’minlerinin ayine-i vicdanlarına her iki ictima’ arasındaki fasılalar içinde konan gubar-ı infialat ve ihtirasatı siler. Daima mücella ve musaffa bulundurur dargınları barıştırır birbirine yaklaştırır. Öpüştürür halalleştirir. Zalemenin cebabirenin mezalim ü i’tisafatını –isimlerini yada tenezzül etmeksizin– yüzlerine çarpar. Mazlumları nefrin makhurları tesliyet eder. Hey’et-i celile-i İslamiyyenin ma’nen ve maddeten bütün revabıt-ı ictimaiyye ve milliyyesini daima tevsik eder. En ufak en adi görünen bir rabıtanın inkıtaına imkan bırakmaz. Hepsi bir can! Hepsi bir vücud! Öyle “bünyanun mersus” sitayiş-i Kur’aniyyesinin memduh-ı mücessemi mevsuf-ı zi-hayatı olan bir kal’a-i ahenin-i ittihad vücuda getirir ki değil onun kapılarını kırmak değil onu feth u teshir etmek hatta en ufak bir taşını bile yerinden oynatabilecek ne bir İskender tasavvur olunur ne de bir Dara….! harb-i celilidir. Sultan-ı tevhid henüz payitaht-ı ittihadını te’sis ediyor henüz serir-i kudsiyet-masiri üzere –birkaç yüz kişiden ibaret olan– muvahhidlerine ref’-i cemal ederek ezhar-ı ibtisam saçıyordu. Bir Mekke kafile-i ticareti Şam’dan avdet ediyor Medine-i Münevvere civarından geçmek üzere bulunuyordu. Cibril-i Emin geldi; seyf-i cihadı cenab-ı eşcau’l-enbiya aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerinin miyan-ı mübareklerine kuşattı. Kafilenin ta’kīb buyurulduğunu Mekke haber aldı. Derhal bin kişilik bir kuvvetle imdadına koştu. Kafile ise henüz hudud-ı ta’kīb dahilinde mahkum-ı şikar bulunuyordu. Revha’ mevkiinde bulunan ordu-yı hümayun kafileye yetişmek üzere yola çıkmış Safra’ denilen mahalle yaklaşmıştı; bir de Kureyş ordusunun gelmekte olduğu haber alındı. Şeref-sadır ola[n] irade-i kudsiyye-i Risalet-penah-ı a’zami aleyhissalatü vesselam üzerine derhal Meclis-i Şura Zat-ı akdes-i hümayun –kafile elimizin altında fakat Kureyş’in de ordusu geliyor. Bu iki taifeden birini şüphesiz Cenab-ı Hak size va’d ediyor. Kafileyi mi istersiniz yoksa Kureyş Meclis – Ba’de’l-istişare Kureyş’le harbi ya Resulallah! Hazret-i Faruk –Ya Resulallah Kureyş şimdiye kadar izzet ve şevketiyle yaşadı. Zillet görmedi. Elbette yolunuza fedayı cana Kureyş ile harbe amadeyiz. Hazret-i Mikdad – Ayağa kalkarak Ya Resulallah! Allah’ın emrini infaz buyurmanızı istirham ederiz. Biz hepimiz yolunuza güle güle feda-yı cana teşneyiz. Zat-ı hümayun-ı Risalet-penah-ı a’zamilerine Beni İsrail’in Cenab-ı Musa hazretlerine: Harun ile beraber git! Harb et! Biz burada otururuz dedikleri gibi biz; –haşa! Söylemeyiz. Biz; emir buyurunuz maiyyet-i hümayunlarıyla Yemen’e kadar götürseniz gitmekte zerre kadar tereddüd etmeyiz. Hazret-i Sa’d İbni Muaz –Vallahi ya Resulallah! Kölenize öyle geliyor ki bizi Ensarı murad buyuruyorsunuz! Zat-ı akdes-i hümayun –Evet….! – Biz; zat-ı akdes-i hümayunlarına bütün samimiyet-i kalbimizle bütün safvet-i vicdanımızla bütün ismet-i ruhumuzla iman ve Cenab-ı Hak’dan getirdiğinizi tasdik eyledik. Yolunuza bin canımız olsa feda edeceğimize ahd ü misak ettik. Emr u irade zat-ı akdes-i hümayunlarınındır Zat-ı akdes-i Risalet-penah-ı a’zamilerini meb’usün bi’l-hak buyuran Allahu ekbere kasem ederim ki “Şu denizi karşıdan karşıya geçiniz!” diye ferman buyursanız bizden Ensar’dan zerre kadar tehallüf edecek geride kalacak bir ferd bulunmaz. A’damızı istikbalden asla korkmayız! Meydan-ı harbde sabur u sadukuz! Me’muldür ki Cenab-ı Hak bizden memnun olacağınız hidemat-ı mebrureyi zat-ı akdes ü a’lalarına gösterir. Allah … Bu nasıl ulüvv-i vicdan! Allah … Bu ne aşıkane iman! Allah… Bu melek mi ya ki adem Vicdan bu sual önünde ebsem Ebsem nice olmasın ki söyle: Tarihde misali var mı böyle? Deryaya atılmak bi-mehaba Vermek buna aşikare imza Hayret… Buna bi-nihaye hayret! Ya sen ne sanırsın kim bu dini Te’sis eden mücahidini Kim her biri bir cihan-ı iman Bedr-i Kübra muzafferiyet-i azimesini “La Martin” Tarih-i Osmani ’sinde şöyle vasfediyor: “İşte size yanar dağlar gibi feveran eden ve kainatı –Keyhüsrevlerin Napolyonların milyonlarca ordularından daha müdhiş bir surette– zir ü zeber etmek üzere meydan-ı hamasete atılmaya hazırlanan bir ordu! Bir ordu ki deruhde ettiği harbin ehemmiyet ve azametiyle mevcud-ı adedisi arasında nisbet tasavvur olunmaz. Bu; bir ordu değil ancak onun taliası piştarı olabilir. “Bir milyon cengaver bir haris-ı cahın amal-i fatihane ve sevda-yı şöhretperestane uğrunda mahvolarak yeryüzünde kemiklerinden başka bir eser bırakmazlar! “Üç yüz on dört kişilik şu bir avuç şir-i nerler ise sırf i’layı kelimetullah fikr-i ulvisiyle a’da-yı müşrikine karşı sıyırdıkları kılıçlarına küre-i arzın –ila maşaallah asırlarca zir-i pa-yı satvet ü şehametlerinde bulunacak– bir sülüsüne baş eğdirdiler! “Artık nazarları a’dadın kesretiyle eslihanın dehşeti arasında mahsur kalan zamanemiz maddiyyununun en alim geçineni ne derse desin dinleyemem. Muzafferiyet; adedin kesretinde değil belki muzafferiyet; Allah’ın ve Allah için akaid-i batıla erbabına karşı sell-i seyf-i cihad eden zat-ı “kudsi-sıfat”ındır. Cild sayfa ” İşte bu şevketli mücahidinin bu azametli müessisin-i dinin sitayişi hakkında bir Fransız filozofunun fikri! İ’tikadı! Vicdanı! Bizde müslüman namını –bi-gayri hakkın– taşıyan ve tefennün namına -şüphesizdir ki– tecennün etmiş garb medeniyet-i hayvaniyyesinin perestişkarları çılgınları görsünler de La Martin’e hande-i istihfaf u istihzalar fırlatarak din-i celil-i İslam’a biganeliklerini masonluklarını ilhadlarını tebrikler etsinler! Bizce La Martin gibi Kont gibi; Lavale ve emsali fudelayı garb şarkın bu mütefessih müslüman!larından bu müteaffin dimağlarından pek kıymetdar; pek ulvidir! Çünkü i’tibar hatimeyedir. Onlar dinimizi tebcil ü tekrim ünvan-ı İslam altında İslamiyet’i tahkīr ederek kalbimize hançerler saplıyorlar! Sonra da –ne tuhaf!– vatan-ı İslam’a millet-i İslam’a intisab ve muhabbet da’vasına kalkışarak guya hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye içinde hakīkī bir mevcudiyetleri varmış gibi din namına her şeyimize burunlarını sokuyorlar! İctihad-ı frenganeler yürütüyorlar! Daha garibi şu ki otuz milyon Osmanlı müslümanını kendileri gibi frengi rüyorlar! Cinnetlerini rezaletlerini yüzlerine çarpanlara ateşler alevler püskürüyorlar! “Hem yakarsın berk-i şemşir-i sitemle alemi Hem yine dersin ser-i kuyumda feryad olmasın” Lavaleler La Martinler öldülerse Kont Dukasteriler sağdırlar. Gitsinler! Gitsinler de dinsizliklerinin frenkliklerinin takdirnamelerini Kontlardan istesinler! Baksın o Kontlar takdirnamemi verecekler yoksa başlarına avuç avuç tahkīrler nefretler istikrahlar mı yağdıracaklar??? Biz; yine sadedimize gelelim: Ordu-yı hümayun; Safra’dan kalkıyor. Bedir’e müteveccihen yola çıkıyor. Birkaç saat sonra Bedir sahası görünüyor. Fakat düşman ordusu daha evvelce gelmiş su menbaını zabtetmiş. Ne gam “Rahmeten li’l-alemin” beraberlerinde değil mi? Cenab-ı Habbab diyor ki: “Susuzluktan hayli ıztırabda idik. Birden ufuklarda bulutlar göründü. Yükseldi. Mükemmel bir yağmur! O kadar ki vadi bir nehr-i cari şeklini aldı. Kana kana içtik; hayvanlarımızı da suvardık. Kablarımızı doldurduk. Bulunduğumuz meşy ü harekette zahmet çektiğimiz kumluk yer kesb-i salabet etti. Artık ayaklarımız batmıyor. Rahatca yürüyorduk. Vadinin yüksekce bir mevkiinde zat-ı akdes-i Risalet-penahlarına aleyhissalatü vesselam mahsus bir ariş gölgelik yapıldı. İki ordu karşılaştı; harb başladı. Muhacirin-i kiram hazeratı karşılarında pederlerini amucalarını biraderlerini amuca ve halazadelerini görüyorlardı. Daha dün bir hane ailesi bir aile bir sülale efradı iken birbirinden i’tikaden ruhen ayrılmış ve o akīde-i tevhid şeref-i alü’l-aline hicret etmiş olan bu kahramanların o dakīkadaki hissiyatları ne idi. Acaba aile sevdası karabet muhabbeti vicdanlarını sarsıyor nedamet kalblerine girebiliyor muydu? Asla! Asla! Onların nazarında aile varsa aile-i diyanet karabet varsa dinde uhuvvet…! Hepsinin pederi veliyyü’n-ni’meti ruhu hayatı cihanı zat-ı akdes-i cenab-ı Resul-i kibriya! onların bütün asabiyetlerine amir-i mutlak idi. hayrete düşüren ittihad-ı dinin bu derece-i bala-terini bu rütbe-i i’cazıdır. Bunlar; Allah’ın birliğine Resul-i zi-şan aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerinin sıdk-ı risalet ü nübüvvetine imanlarını işte böyle hadd-i i’caza vardırdıkları Sultanü’l-enbiya aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerinin saha-i Bedir’de hayme-i saadetleri içinde bütün alem-i melekutu sarsan: Dua-yı müstecabı nasıl bir sayha-i ruh bir ruh-ı ulviyyet bir ruh-ı heyecan olduğunu biraz düşünen masru’lar gibi yerlere yuvarlanır! Saatlerce kendine gelemez! Kolay mı? O dakīkada din ya teessüs ediyor ya….! Onun içindir ki bu Bedr-i kübra arslanlarının kadrleri şeref ü haysiyetleri ondan sonraki gazalarda bulunanların hepsinin fevkınde idi. Onun içindir ki Cenab-ı Hak onlara sevgili Peyamber-i a’zamı lisanından: Artık istediğinizi işleyebilesiniz ben sizi afvettim! gibi emsalsiz bir iltifat-ı cihan-derecatına mazhar buyurdu. Hazret-i Muallim Naci merhum bu şir-i nerleri şöyle vasf u tebcil ediyor: “Piş-i çeşmimdedir ol cünd-i cihangir henüz Guş-i canımdadır ol gulgul-i tekbir henüz Aradan bin bu kadar sal mürur etmiş iken Dil-i hassasda hakimdir o te’sir henüz Seyf-i İslam’a değil saika ta’biri seza Öyle bir saika indirmedi takdir henüz Nazm-ı Kur’an gibi ey encüm-i rahşan-ı hüda Sizi üstad-ı felek etmedi tanzir henüz Bi-basiretler ederler size isnad-ı uful Ediyor şa’şaanız alemi tenvir henüz” – Edebiyatta şöhret-şiar bir hanedanın necl-i nebilidir. Kendisi fünuna daha ziyade mütemayil olmakla beraber te’sir-i muhit ve veraset kanunlarının la-yetegayyer ahkamından tamamıyla kurtulamamıştır. Fi’l-hakīka bu büyük mütefennin de; bütün ailesi gibi rikkat-i hissiyle mümtaz nezih bir şair idi. Biraderzadesi Ahmed bin Muhammed bin Abdürrabihi ile tarih-i edebiyatta meşhur olan müşaareleri üslub-ı ali ve müzeyyen için bedianüma birer misal teşkil eder. Said asrının mümtaz ü hazık etıbbasıyla hem-ayar sayılıyor. Ulum-ı tabiiyyedeki vukūf u tebahhuru ise zerrin kalemlerle hakkedilmeye layıktır. Bilhassa hadisat-ı cevviyyeye dair pek mühim tecarib ü müşahedatta bulunmuştur. – Emir Nasır’ın nüdemasından muştur. Endülüs’de ikmal-i tahsil ettikten sonra tevsi’-ı ma’lumat maksadıyla Mağrib’e kadar bir seyahat icra eylemişti. O vakitler bir çok eazım-ı erbab-ı ilme mecma’ olan Kayrevan şehrinde altı ay kadar ihtiyar-ı ikamet ve İbni Cezzar’ın derslerine müdavemet eyledi. Avdetinde üstadının Zadü’lMisafir namındaki eser-i meşhurunu dahi birlikte Endülüs’e götürmüştür. şarını te’min hususunu hidemat-ı mühimme ifasına muvaffak olan eazımdan ve nadir zekalardandır. Ne çare ki pek genç iken irtihal eylemiş olduğu cihetle namı tarih-i fünunda layık olduğu mertebe-i bülend ü iştiharı ihraz edememiştir. – Emir Nasır ve Mustansır Hakem devirlerinde iştihar eden bu zat her iki hükümdarın da musahibleri miyanında ta’dad olunuyor. Edebiyat ve fünunda yed-i tula sahibi olduğu mervidir. Hakem tarafından meşhur Kurtuba Cami’-i şerifi tetimmatının bedayi’da gösterdiği nezahet halifenin fevkalade memnuniyet ve nazar-ı istihsanını celbeylemiş ve mazhar-ı takdir ü sitayiş olmuştu. lemiştir. – Fünunda mütebahhir zekada harika bir nadire-i fazilet bir timsal-i ahlak idi. Asrının en büyük ulemasından tederrüs eylemiş ve hepsinin mazhar-ı teveccühü olmuştu. Ebu Abdullah’ın devre-i tahsili esnasında Kurtuba Darülfünunu’nda da Muhammed bin Abdun Ömer bin Yunus el-Herrani Hakim-i Şehir Ahmed bin Hafsun Ebu Abdullah Muhammed bin İbrahim en-Nahvi Ebu Abdullah Muhammed bin Mes’ud en-Nehri Ebu’l-Kasım bin Necm Said es-Serkasti ve Mesleme gibi bülend nasiyeler görüyoruz. Bu büyük dahiler vüs’at-i ma’lumat ve ihata-i ilmiyyeleriyle hayret-bahş birer ansiklopedist oldukları gibi her biri aynı zamanda şu’be-i ilmiyyeden birinde de kesb-i ihtisas eylemişlerdi. Yine bu devrin eazım-ı erbab-ı ilmi miyanında Ebubekir Ahmed bin Cabir Ebu Abdülmelik et-Takifi Harun bin Musa el-Asri Muhammed bin Hamdun el-Adevi gibi alimler yetişmiştir. Muhammed bin Hamdun tıb ve edebiyatta kazandığı şöhret kadar ulum-ı riyaziyyede dahi sahib-i ihtisas ve melekedir. sene-i hicrisinde şarka seyahatle bir müddet Basra taraflarında ihtiyar-ı ikamet eylemişti. Şarkta bulunduğu bu müddet zarfında asrının en büyük alimleriyle kesb-i ünsiyyet etmiş ve birçoklarının derslerine mülazemette bulunmuştur. Endülüs’e avdetinde bi-hakkın iştihar eyledi. O vakitler Kurtuba’nın en hazık etıbbasından sayılıyordu. Et-Teksir ünvanlı eseri fevkalade şöhret bulmuş ve büyük bir rağbetle istikbal edilmişti. Muhammed bin Hamdun ulum-ı riyaziyyeye aid de bazı asar te’lifine muvaffak olmuştur. – Meşhur etıbbadan ve Endülüs nebatiyyunundandır. İktifa ünvanlı eser-i tıbbisi ile Kitabü’l-Kemal ve’t-Temam namındaki te’lif-i güzini meşhur ve ma’rufdur. Endülüs’de neşv ü nema bulan nebatatın evsaf ve havassından – İsmi Ebu Davud Süleyman bin Hassan olup tarih-i ulumda İbni Cülcül lakabıyla ma’rufdur. Tevellüd ve vefatı tarihlerine dair bibliyoğrafilerde bir kayda tesadüf olunamıyorsa da onuncu asr-ı miladinin nısf-ı ahirinde hükümran olan Halife Hişam’ın hizmet-i tababetinde bulunmuş olduğu mevsukan beyan edildiği cihetle dördüncü asr-ı hicri erbab-ı fenni miyanında ta’dad olunabilir. nakl ve tercüme hususunda pek büyük bir iktidar ve maharet göstermiştir. Hükema-yı kadimeden Diskuridis nam zatın eser-i te’lifi olan ilm-i nebatata dair bir kitaba İbni Cülcül tarafından yazılmış olan zeylde nebatiyyun-ı kadimece külliyyen mecşeklinde yazılmıştır. hul bir çok nebat isimleri görülüyor. İbni Cülcül’ün ilm-i nebatata dair tetkīkat ve tetebbuat-ı amikada bulunmuş olduğu zeyl-i mezkurun mütalaasından anlaşılmaktadır. İbni Cülcül fenn-i tıbba dair yazdığı asardan başka Hişam devrinde Tarih-i Etibba namı altında bir kitap daha te’lif eylemiştir. cül’den istişhad eylemektedir. Tarih-i Etibba ’da dördüncü asr-ı hicride Endülüs maarif-i duğu için İbni Baytar dahi bir çok hususda eser-i mezkuru me’haz olarak kabul eylemiştir. Bu miyanda coğrafiyyun-ı ü’l-Mesalik ve’l-Memalik ünvanlı eseriyledir ki Avrupa’da şöhret-i şayia kazandı. Esasen maskat-ı re’si Musul’dür. Fakat üç yüz elli tarih-i hicrisinde beray-ı seyahat Endülüs’e azimet eylemiş olduğu cihetle dördüncü asır Endülüs uleması miyanında ta’dad olunabilir. Kitabü’l-Mesalik ve’l-Memalik garaibat-ı akvam ile mali bir kitab-ı pür-iberdir. İbni Havkal medid seyahati esnasında uğradığı memalik ahalisinin i’tiyadat mezahib ve ahval-i hususiyye-i garibelerini yakından tedkīk etmiş ve görüp anladığı şeyleri ibret-bin bir kalemle eserinde tasvir eylemiştir. – Endülüs’ün bu harika-i irfanı en meşhur etibbadan olup bilhassa fenn-i kıbale ve ilm-i teşrihde en büyük mütehassıslar derecesine irtika eylemiştir. de mahfuz bir eseri Avrupa mehafil-i ilmiyyesinde fevkalade mazhar-ı takdir ü sitayiş olmaktadır. El-Katib Mustansır devri yani dördüncü asr-ı hicri evahiri eazımındandır. Escorial Kütübhanesi’nin sine-i ihtiramında gizlenen kitab-ı meşhurunda fenn-i kıbalenin en dakīk mebahisi tevlid-i cenin ve hamile kadınlarla nev-zadın tarz-ı tedavilerine aid mesail-i gamızayı rengin bir kalemle tasvir u beyan eylemiştir. Bir çocuğun veladetinden i’tibaren sinn-i rüşde vasıl oluncaya kadar geçireceği edvar-ı müteakıbede terbiye-i cismaniyye ve ruhaniyyesi için kabul ve tatbik edilmesi lazım gelen kavaid-i esasiyye bu kitabda tamamıyla gösterilmiştir. Eser-i mezkur on beş baba münkasemdir. Birinciden beşinci baba kadar cürsume a’za-i tenasüliyye-i cinsiyye ve tevellüdat tedkīk ve mütalaa edilmiştir. Altıncı babda haml ve müddet-i hamlden yedincide hamile kadınların suret-i tağdiyye ve muhafazalarından sekizincide vaz’-ı hamlden dokuzuncuda irza’dan ve onuncu babda dahi tesennün-i etfalden bahsedilmiştir. Müteakıb bablarda ise bir çocuk sinn-i rüşde vasıl oluncaya kadar ta’kīb edilmesi lazım gelen tarz-ı tağdiye ve terbiyeden bahsolunmuş ve nihayet on beşinci babda dahi sinn-i rüşd icabatı nazaran tedkīk ve mütalaaya alınarak vakitten evvel yetişmiş olan cinseyn hakkında pek amik mülahazat yürüdülmüştür. Bakrat Galiyen Calinus ve Aristo Aristotales’nun terbiye-i etfal hakkındaki fikirlerini tenkīd ettiği gibi Hind hükemasının da bu hususdaki mütalaalarını tezkar etmeği unutmamıştır. Altıncı babda hamile iken vefat ederek alelacele defnedilmiş olan iki kadının kabirde vaz’-ı haml eylemiş olduklarına dair iki vak’a-i garibeden bahs ve bu vak’alardan birinin kendi zamanında yani senesinde vukūa gelmiş olduğunu Vaz’-ı hamlden bahsederken kabilenin her halde tecrübe-dide ve sahib-i maharet olması lüzumunu tezkar ve icab eden alat u edevat ile mücehhez bulunmasını da ihtar ediyor. Usret-i tevlidi mucib olan esbaba dair de ayrıca tafsilat veriyor. Etfalin edvar-ı hayatiyye-i evveliyyelerine tahsis ettiği onuncu babdan on beşinci baba kadar olan sahifelerde unfuvan-ı sabavetin her devrinde çocuğun ma’ruz olabileceği emraz yegan yegan ta’dad ve tavsif edilmiştir. Escorial Kütübhanesi’nde mevcud ve kataloğun . numarasında mukayyeddir. yı irfan olarak arzeden asardan birisi de te’lifine muvaffak olduğu Kitabül-Enva’ ünvanlı almanaktır. Bu eserin İbrani hurufuyla yazılmış bir nüsha-i Arabiyyesi Paris Kütübhanesi’nde mahfuz ve numarada mukayyeddir. Latince tercümesi de yine aynı kütübhanenin . numarasında mahfuz ve mukayyeddir. miş olduğu dibacesinden anlaşılıyor. Yine bu mukaddimede eserin muhteviyatı hakkında epeyce ma’lumat mündericdir. Kitabü’l-Enva’ adeta bir takvim-i sal gibidir. Şuhur sırasıyla zikredilirken her ay ibtidasında o aya mahsus şuunata dair ma’lumat-ı umumiyye dercedilmiş olduğu gibi nihayetlerine doğru da ziraat ve mevasim-i hasadiyyeye dair mütalaat-ı mühimme yürüdülmüştür. Eser-i mezkurun hem aslı ve hem Latince tercümesi Mösyö Dozi Dozy tarafından neşredilmiştir. – Müverrih-i şehir İbni Ebi Usaybia bu zatın Hacib Muhammed bin Ebi Ömer’in muasır ve muhibbi olduğunu vayat pek muhtelifdir. . sene-i hicriyyesinde irtihal eylediğine dair olan rivayet sıhhate karibdir. dekkık bir alim münekkıd bir mütefekkir olarak tasvir ediyor. Fenn-i tıbdan Kitabü’l-Edviyeti’l-Müfrede ünvanlı eseri meşhurdur. – Riyazi-i şehir Mesleme’nin mekteb-i irfanında perverişyab-ı kemal olan eazımdandır. Gırnata’da tevellüd etmiş ve senesinde yine orada azim-i gülşen-saray-ı ukba olmuştur. nından biridir. Ulum-ı riyaziyye ve hey’iyyedeki vüs’at-i ma’lumatı muasır rakībleri tarafından bile tasdik u i’tiraf edilmektedir. İbni Samah’ı yalnız bir riyazi-şinas olarak tanımamalıdır. Bu büyük zat müdekkık bir riyazi olduğu kadar aynı zamanda ulum-ı tabiiyye ve tıbbiyyede dahi vukūf-ı tammı vardı. İlm-i hesabın gavamiz ve nazariyat-ı esasiyyesini cami’ olan Kitabü’l-Muamelat ’ı riyaziyattaki vukūf ve vüs’at-i ilmiyyesini gösteriyor. Tabiatü’l-Aded ünvanlı kitabı teşekkül-i a’dad nazariyesiyle a’dad-ı asliyyeye aid havas ve deavi-i mühimmeyi cami’dir. Medhal ile’l-Hendese namındaki şerhle El-Kitabü’l-Kebir fi’l-Hendese ismindeki eseri kütüb-i mu’tebere-i fenniyyedendir. nin halli hususunda kendine mahsus bir usul-i mantıkī ta’kīb eylemiştir. Ekser-i mesail-i hendesiyyeyi evvel emirde halledilmiş gibi nazar-ı i’tibara alarak mütalaatına bir esas usul-i hallerini istihrac eylemektedir. Fenn-i hey’etten Kitabü’t-Ta’rif bi-Sureti San’ati’l-Üstürlab namındaki eseriyle Zic ala Mezahibi’l-Hind ünvanlı kitabı zamanında pek ziyade mazhar-ı rağbet olmuşlardı. – Bu zat dahi Mesleme mektebinin yetiştirdiği nadir zekalardan biridir. Hayli müddet Kurtuba’da tedrisatla iştigal eylemiş ve Endülüs’de ulum-ı riyaziyyenin neşr u ta’mimi için hidemat-ı mühimmede bulunmuştur. İbnü’s-Saffar ulum-ı riyaziyyeden bilhassa hendesede mütehassıs idi. İlm-i hey’et ve üsturlaba dair de iki eseri vardır. Ebu’l-Kasım’ın biraderi de san’at-ı üsturlabda iştihar eden eazımdandır. Bu iki birader san’at-ı üsturlabın nazariyat ve tatbikatında bi-menend addolunurlar. – Zehravi tarih-i ulumda fenn-i cerrahinin İslamlar arasında derece-i terakkīsini temsil eder. Bir nadire-i irfan olup Avrupa asar-ı ilmiyyesinde Albukazis Albucasis namıyla yad ü tezkar edilmektedir. İsminin şöhret-i şayiasına rağmen Zehravi’nin tarihçe-i hayatı –maatteessüf– tamamıyla mazbut ve mukayyed değildir. Tarih-i viladeti suret-i kat’iyyede ma’lum değilse de Abdurrahman-ı Salis tarafından sene-i miladisinde nedime-i meşhuresi Zehra’ namına Kurtuba yakınında inşa edilen saray civarındaki kasabada mehd-ara-yı alem-i şühud olduğu muhakkaktır. Hatta kendisine ez-Zehravi lakabının verilmesi de bundan neş’et eylemiştir. Meşhur Kaziri Zehravi’yi on ve on birinci asr-ı miladi eazım-ı erbab-ı [fen] miyanında ta’dad ediyor. Leon Afriken ediyor. Katib Çelebi ve ez-Zehebi hicret-i Nebeviyye’nin dört yüzüncü senesinden sonra irtihal-i dar-ı beka eylemiş olduğunu zikr u beyan ediyorlar. Şu muhtelif rivayetlere nazaran Zehravi’nin dördüncü ve beşinci asr-ı hicri ulemasından olduğuna hükmedebiliriz. Zehravi ekser bibliyoğrafi kitaplarında Sahibü’t-Ta’rif lakabıyla yad edilmektedir. Esasen bu büyük zat Şark’da olduğu kadar Garb mehafil-i ilmiyyesinde dahi iştihar eylemiştir. Fenn-i cerrahideki iktidar u ihtisası zamanı etıbbasının mazhar-ı takdir u sitayişi olduğu gibi bu fenne dair yazdığı asar da senelerce Avrupa fakültelerinde tedris edilmiştir. Fenn-i cerrahi esas ve terakkīsini Zehravi’ye medyundur. Kitabü’z-Zehravi ismindeki eseri makbul ve mu’teberdir. Fakat Zehravi namını şöhretgir-i afak eden eser-i muazzam otuz babdan mürekkeb olan et-Tasrif li-Men Acez ani’t-Te’lif ünvanlı kitab-ı la-yemuttür ki bütün ma’nasıyla bir tıb ansiklopedisi sayılabilir. Defeatle Latince’ye tercüme edilmiş olduğu gibi her babı için Avrupa’da bir çok şerhler haşiyeler ve tenkīdler yazılmıştır. Et-Tasrif ’in hey’et-i mecmuası pek ziyade kıymetdar olmakla beraber bilhassa fenn-i cerrahiden bahis olan kısımları hayret-bahş bir tekamüle maliktir. Mesela tertib-i edviye hakkındaki babda edviyenin yalnız suret-i tertibinden bahs ile iktifa edilmemiş belki tarz-ı muhafazaları ve hatta mi’yarları bile zikr u ityan olunmuştur. Paris Kütübhanesi’nde e t-Tasrif’ in müteaddid Latince tercümeleri mevcud olduğu gibi yazma nüsha-i Arabiyyesi de mahfuzdur. Kitabın metn-i Arabiyyesi on sekizinci asırda Oxford’[d]a İngiltere’de neşredilmiştir. Et-Tasrif’ in fenn-i cerrahiden bahis olan kısmı başlıca üç baba ayrılmıştır. Birinci babda iktiva’ dağlamadan ikincide alat-ı cerrahiyye çıkık ve kırıkların suret-i ilsakından bahsedilmiştir. Et-Tasrif’ in kıymet-i fenniyesini i’la eden esbabdan birisi de cerrahlıkta müsta’mel alat ü edevatın şekillerini havi olmasıdır. Eserine ilk defa olarak alat ve echize-i fenniyye eşkalini derc u ilave eden zat Zehravi’dir. Et-Tasrif’ de iki yüzden ziyade eşkal mevcuddur. Fenn-i cerrahinin üssü’lesası bir vukūf metin bir ifade ile şerh u izah edilmiş ve bu miyanda fından yapılan ameliyelerin badi olduğu na-kabil-i telafi felaketlere dair bir çok vak’alar serdedilmiştir. Zehravi bu eserinde fenn-i cerrahinin esasını pek metin bir surette vaz’ u te’sise muvaffak olmuştur. Esasen kitabın kıymet ü ehemmiyeti ve terakkıyat-ı fenniyyeye olan olan hizmeti bütün erbab-ı ilmin taht-ı tasdik u i’tirafındadır. Quy Doşolyak Quy Derrchauliac eserlerinde et-Tasrif’ i esas ü me’haz ittihaz eylemiştir. Fabris Fabrice Zehravi’nin kudret-i ilmiyyesinden müellifinin kıymet ü ehemmiyetinden bir lisan-ı sitayişle bahse mecburiyet hisseyliyor. Haller –Hutut-ı akıde-i şerayiniyye’nin– Amber ve Ezpare Ambrse eparee’den hayli zaman evvel –Zehravi tarafından tasvir u beyan edilmiş olduğunu isbat eylemek[de]dir. Portal enfde hasıl olan polipleri ihrac için ilk defa kroşe lerde bir çok mütalaat ve tenkīdat yürüttükten sonra kendisini fenn-i cerrahinin müessisi olmak üzere tasvir ediyor. Lithotme ameliyesinden birinci defa bahseden Zehravi olmuştur. Bu büyük zatın la-yemut eseri; tarih-i fende; ilm-i teşrihe ibtinaen cerrahlığı bir fenn-i müdevven haline koyan Şenniğ Cahnning e t-Tasrif’ in fenn-i aslisini Latince tercümesi ve Escorial kütübhanelerinde et-Tasrif’ in yazma bir nüsha-i Arabiyyesi mevcud ve mahfuzdur. Bir sene sonra Şir Muhammed Han vefat etti. Abdurrahim Han onun yerine geçeceğini umuyordu. Fakat hakkında pederimin pek de hüsn-i nazarı olmadığından umum kumandanlığa Abdurrauf Han’ı intihab eyledi. Abdurrauf Han müteaddid muharebelerde bulunup Kandehar cenginde maktul olan ve Kandehar hükümdarı Şah Hüseyin Gulicani’nin veziri Ca’fer Han evladından olduğu mervi bulunan “Ca’fer Han”ın oğlu idi. Bu zat pederimin teveccüh ve intihabına teşekkürle beraber: Bir seneden beri hapisde yatan ve şimdiye kadar gördüğü ceza kafi olan mahdumunuz dururken benim kumandanlığım münasib değildir. Layık olan Şir Muhammed Han’ın yerine onun şakirdini ta’yin etmektir dedi. Pederim Abdurrauf Han’ın sözünü kabul eylemeyecek olduysa da etrafdan vukū’ bulan reca-yı musırrane üzerine beni celb ve Yüzümü yıkayıp uzayan saçlarımı kesdirmeden hapsolunduğum günden beri arkamda duran elbiseyi değiştirmeden ayağımdaki zincirle divana gidip babamın huzurunda durdum. Peder; beni bu halde görüncü şefkat-i übüvveti galeyana geldi gözleri yaşla doldu. – Niçin böyle münasebetsizliğe kalkışmıştın? diye sordu. – Ben bir şey yapmamıştım. Uğradığım şu beliyyenin sebebi kendisini size hayırhah olmak üzere tanıtan bazı nakeslerdir; dediğim sırada Abdurrahim Han da divana girdi. Onu görünce: – Beni zincirde bırakan işte bu haindir. Artık hangimizin muhti garazkar olduğu anlaşılmalıdır dedim. Abdurrahim Han sözlerimden fena halde bozuldu. Ne yapacağını ne söyleyeceğini şaşırdı. Pederim huzurundaki ashab-ı menasıba tevcih-i hitab – Bu deli oğlumu size sipehsalar ta’yin ettim dedi. Huzzar: – Allah saklasın mahdumunuz neden deli olsun? Biz pek iyi biliriz ki o akıl ü mütefennin bir gençtir. Siz de anladınız ki onu nazarınızdan düşüren birtakım kafir-i ni’met heriflerin isnadatıdır. Cevabını verdiler. Bundan sonra pederim beni hapisden nanlar tekrar hizmetime koştular ve nail-i saadet oluşumu tebrik eylediler. Ertesi günü umur-ı askeriyyenin idaresini uhdeme aldım. Evvel-emirde fabrikalarla Tophane’nin ıslahını düşünüp o vakit Tophane zabiti olan muahharan da tarafımdan Hindistan Vekili bulunan General Ahmed Han’ı Fabrikalar Riyaseti’ne ve Muhammed Zaman Han’ı Tophane Riyaseti’ne Serdar İskender Han’ı da Umum Piyade Taburları Kumandanlığı’na ta’yin ettim. Bu İskender Han sonraları Ruslarla Buhara emirinin ettiği muharebede şehid oldu. Biraderi Gulam Haydar Han hala Kabil sipehsalarıdır. Kendim askerin ahval-i umumiyyesi hakkında düşünüp mülahazatımı hergün rapor şeklinde pederime takdime başladım. Babam gittikce benden hoşnud oluyor asker de ale’ttedric terakkī gösteriyordu. Bu terakkīnin esbab-ı adidesinden biri ve belki birincisi rüesa-yı umurun değiştirilmesi idi. Çünkü evvelkiler gevşek ve ten-perver oldukları Şir Muhammed Han zamanında rüşvet almaya da alışmışlar ve bit-tabi’ hiçbir iş görememişlerdi. Kema kale eş-Şeyh Sa’di: Benim ta’yin ettiklerim ise müstevfi maaşlarını muntazaman aldıkları cihetle hallerinden memnun ve irtikab ü irtişadan muhteriz olup uhdelerindeki vezaifin hüsn-i ifasına çalışmakta idiler. Fazl-ı İlahi’den me’muldür ki akval ü ef’al-i nasıhanemle milletim mütenassıh olarak derece derece tarik-ı terakkīde § Pederim hidemat-ı hasenemi müşahede edince umur-ı mülkiyye ve maliyyeye kendisi nezaret eyleyerek umur-ı askeriyyeyi tamamıyla bana bıraktı ve bu hususda salahiyet-i vasia verdi. Biraz sonra babam Taşğırğan’a gitti. Ben de maiyyetimdeki asakir-i hassa ile kendisini ta’kīb ettim. Oraya varınca Mir Atalık’ın biraderi bazı hedaya ile gelip görüştü. Pederim müşarun-ileyhe ikram u ihtiram göstermekle beraber avdetinde: – Memleketiniz “Katagan” Ceyhun sahilinde ve Afganistan kurbünde vaki’ olmasına rağmen kendinizi Buhara emirinin mahmisi addediyorsunuz. Bundan böyle Afganistan’ın taht-ı himayesine girip hutbede Emir Dost Muhammed Han’ın namını okumalısınız… Tavsiyesinde bulundu. Biraderinin getirdiği haber üzerine Mir Atalık’ın canı sıkılıp kardeşini hapsetmek istedi. Fakat müşarun-ileyh hapsolunmazdan evvel Taşğırğan’a müteveccihen kaçtı. Ta’kībine çıktılar ve “Ebdan” denilen mevki’de yetişip yakaladılar. Bu hadiseyi işittiğimiz anda bir mikdar asker gönderip müşarun-ileyhi kurtarmak istedik. Bizim askerimiz Ebdan’a vasıl olmazdan evvel Mir Atalık’ın askerleri emirlerinin kardeşini öldürmüşlerdi. Bizimkiler asakir-i muakkıbeyi ric’at ü hezimete mecbur eyledikten sonra dönüp geldiler. Mir Atalık askerinin duçar-ı inhizam olması üzerine beray-ı şekva Buhara hükümdarı Emir Muzaffer’in nezdine gitti. Emir ise o sıra tahta cülus etmiş ve memleketi iğtişaş kayat-ı vakıaya tedabir-i vahiyye ile mukabele etti. Mir Atalık tedabir-i Emir’i kafi görmüş olmalı ki bize meydan okurcasına haberler yolladı. Pederim müşarun-ileyhin tehaddisini ceddime bildirdi. O da münasib mikdar askerle Katagan’a gidilmesini ve oraların zabt u teshir edilmesini pederime emreyledi. Emr-i vaki’ üzerine pederim biraderi Muhammed A’zam Han’a haber gönderip nezdine da’vet etti. evvel ikmal-i intizam için düşünüp taşınmak fikriyle altı gün müsaade bir tarafdan da babamın mütalaat-ı mücerrebanesinden Pederim; ihtimamat-ı intizamkaranemi takdiren mücehhez bir at müzehheb bir eğer murassa’ bir kılıç ihsan ederek: –Git; Allah muinin olsun seni Huda’ya emanet eyledim dedi. Müteşekkiren elini öptüm. lığı tekarrur etmesiyle kumandasına tabi’ olmak üzere hareket ettim. Taşğırğan’a vusulümde ahalisi karşı çıkıp ikram u ihtiramda bulundular. Namazgah ittihaz olunan sahada orduyu kurdum ve izhar-ı memnuniyyet için eşraf-ı beldeyi ziyafete da’vet ettim. On beş gün kadar geçince amcam maiyyetiyle geldi birlikte Hibek’e doğru yola çıktık. Orada üç gün zarfında Kal’ai Guri’ye muvasalat ettik. Kal’a-i Guri Mir Atalık piyade ve süvari askeriyle muhafaza olunuyordu. Yirmi bin neferden ibaret askerimi kırk topla kal’anın karşısına ta’biye ettikten sonra mahfuz ve münasib bir mevki’de ordugah te’sis ve ümera-yı askeriyyeden bazılarıyla görüşüp top yerleştirilecek noktaları ta’yin eyledim ve gecenin karanlığından bil-istifade siperler istihkamlar yapılmasına dair de emirler verdim. Ertesi günü öğleden sonra Emir Atalık kırk bin süvariyle dağın tepesinden bir nümayiş yapıp kal’adaki askere kendini gösterdi ki maksadı mahsurinin kuvve-i ma’neviyyesini tezyid eylemekti. Ben de iki bin süvari on iki katır topu ve dört tabur piyade ile müşarun-ileyhin üzerine bağteten bir hücum yaptırdım. Birden bire toplara ateş verdim. Mir Atalık maiyyetimin azlığını bilmediği için sebat ü mukavemet göstermedi. Düşmanın hezimetinden sonra ordugaha avdet ederek gece yarısına kadar bazı tedabir ittihazıyla meşgūl oldum. Ba’dehu müretteb karakolların dikkatle muhafaza-i mevki’ eylemekte bulunduklarına emniyet hasıl edince çadırıma gidip yattım. Sabahleyin güneş doğarken üç fersah ileride karakol beklemek üzere üç bin nefer gönderdim bunlar oradaki levazım ve eşyayı bekleyecek şayed düşman tarafından bir hücum vukū’ bulursa müdafaa etmekle beraber bana da haber vereceklerdi. Üç gün sonra dört fersah mesafede vaki’ Çeşme-i Şir ismindeki mevkie yirmi bin süvarinin gizlendiği ve ordugahımıza gelen eşya ve mühimmata hücum ile zabtedileceği ihbar olundu. Derhal dört bin süvari iki topla Gulam Muhammed Han Poplezai’yi ve Muhammed Alem Han’ı yolladım. Bunlar ufak bir musademe neticesinde Katagan süvarilerini kaçırdıktan ve iki bin neferini de esir aldıktan sonra dönüp geldi düşman askerinin bakiyyetü’ssüyufu da Bağlan’daki ordugahlarına doğru kaçtı. Şu haber Katagan’a vasıl olunca oradan dört buçuk fersah mesafede ordu kurmuş olan Mir Atalık Kunduz tarafına çekildi. Çeşme-i Şir’e sevkeylediğim süvarilerden bin neferi de Bağlan’a gidip feth u teshir etti. Amcam bu müsademede şecaati görülenleri taltif eylediği gibi tehavünde bulunanları cezalandırdı. Mekatib-i resmiyyede din ve i’tikadiyat nasıl bir mevki’dedir? Mekteplilerimizin i’tikadı sağlam olarak yetişmesine dikkat ediliyor mu? Maarif Nezareti’nin din hakkındaki programı nasıldır? Bu suallere cevap vermezden evvel tedrisat-ı diniyyenin nasıl cereyan ettiğini tahkīk etmek icab eder. Mekatib-i hususiyyeden bahsetmeyeceğim çünkü bu mekteplerin millet nazarındaki mes’uliyeti resmi mektepler derecesinde olmadığından ve zaten hususi mektepler programlarını resmi mekteplere göre tanzim ettiklerinden mekatib-i resmiyyedeki din tedrisatını tedkīk etmek kifayet eder; o halde tedrisat-ı diniyye bu mekteplerde nasıl gidiyor? En kısa ve kestirme cevap olarak: “Ezbercilik usulü” diyeceğim. Anlamadan ezberletmek. İ’dadilerde din ve i’tikadiyat namına bir iki zatın eserini okutuyorlar. Bu kitaplar ezbercilik usulünün ta’miminden başka bir şeye yaramıyor. Abdestin müstehabları kaçtır? Abdest duası nasıldır? Kuyuları nasıl tathir ederler? Namazın mendubları kaçtır? Sıfat-ı sübutiyye nelerdir? olduğundan talebe aynen ezberliyor anlayamıyor. Hatta o derecede ki bir çok muallimler sahife kenarlarına sualler yazdırıyor. Talebeyi isticvab ederken kitabın suallerini okuyarak soruyor. Talebe de kitabın muğlak ibarelerini sırasıyla ezber okuyor. Sual başka bir tarza çevrilerek sorulacak olursa talebe cevap veremiyor. Anlamıyor bile imtihanlar daha beter. Öyle imtihanlar bilirim ki talebeden sual namına yalnız bir “abdest duası” soruluyor. Talebe ezberden tamamen okumaya muvaffak oldu mu artık başka suale hacet yok. On numara kazanıyor okumazsa dönüyor. Acaba on numara kazanan talebeden abdest duasının ma’nasını sorarsak cevap verebilir mi? Muallim anlatmış mı? Hayır hayır. Ne muallim anlatmış ne de müteallim anlamış. Kuru bir ezber. Mekteplerde Arabi’ye verilen ehemmiyet zaten ma’lum!! Hele i’dadide bir muallim bilirim ki akaid namına talebeye bütün kış esnasında - sahifeden ibaret bir şeyler yazdırıyor. İsticvablarda alenen okunmasını istiyordu. İ’dadiler böyle olursa ibtidai rüşdi mekteplerin nasıl olacağı kendi kendine belli olur: Muzaaf ezbercilik. Meşrutiyet’den sonra hükumet tedrisat-ı diniyyenin ıslahına acaba çalıştı mı? Muallimler değiştirildi mi? Kat’iyyen... Maarif Nezareti her dersin ıslahına bir dereceye kadar çalıştı. Yeni dersler ilave edildi; muallimler azl ve tahvil olundu. Fakat ulum-ı diniyye tedrisatı haliyle ibka edildi ne muallim değiştirildi ne de usul-i tedris. Belki daha fena bir hale geldi. tep tamamen teceddüd etti iktidarsız muallimler kapı dışarı edildi yerine iktidarlıları getirildi. Fakat bu ıslahat miyanında ulum-ı diniyye tedrisatına kat’iyyen ilişilmedi. Başka yere gitmeye ne hacet. İşte Darü’l-muallimin bu mektebin ıslahına bütün kuvvet ile çalışılıyor. Evvelki Darü’l-muallimin muallimin ıslah edilmiş mektepler arasında mümtaz bir mevki’ ahz ediyor. Acaba bu ıslahat miyanında ulum-ı diniyye tedrisatına dikkat edilmiş mi? Müfid bir hale konması belki sıfırdan aşağı menfi bir kemiyettir. Mekteplerde ulum-ı diniyye tedrisatı böyle! Bunu bir tarafa bırakalım da başka mes’eleye geçelim: Acaba başka muallimler talebeye din hususunda ne gibi bir fikir veriyorlar? Karilerimin müsaadesiyle benim bildiğim iki kat’i vak’a arzedeceğim: Resmi bir rüşdiye mektebinde ma’lumat-ı fenniyye muallimi ikinci sınıf talebelerine bakınız ne cevherler saçıyor: “İnsan maymundan tekamül etmiştir. Öyle insan olarak halk olunmamıştır” Bunu kendince izaha da çalışıyormuş. Hayret! Bizim Şark milleti çabuk terakkī etti Avrupa’da feylosoflar nadir yetişir iken bizim rüşdiye muallimleri çarçabuk feylosof oluyorlar. Rüşdiye talebesini de feylosof yetiştirmeye gayret ediyorlar. Darwinizm Avrupa’da bir nazariye faraziye halinde kalmışken hatta bu son zamanlarda tezelzüle de uğramışken bizim muallimlerimiz talebeye bir hakīkat-i müsbete halinde adeta kat’iyyet-i fenniyyeyi haizmiş gibi yutturuyorlar. Teaccüb! Ve hayret edilecek mesele! İşte Darwinizm tarih-i tabii mütehassısları beyninde münakaşalı bir nazariye olduğu halde bizim rüşdiye çocuklarının zihninde “iki kere böyle aşılana dursun acaba mezkur rüşdiye mektebinde ulum-ı diniyye muallimi nasıl okutuyor nasıl davranıyor? Kısaca diyeceğim ki: Mesail-i diniyye hakkında sorulan suallere cevap vermiyor. Senin haddin değil çok karıştırırsan gavur olursun diye kesip atıyor. İşte ifrat ve tefritin mücessem numunesi: Birisi bir faraziyeyi hakīkatmiş gibi izaha çalışıyor. Diğeri hakayıkı izah ve isbattan çekiniyor soranı tekfir ile tehdid ediyor. Bu zikrettiğim vak’anın kat’i olduğu hiç şüphe götürmez. katini celbederim. Şimdi ikincisine gelelim: Dersaadet resmi i’dadilerinden birinde tarih-i umumi muallimi talebesine bakınız ne gibi fikirler veriyor: “Edyan insanların Adem aleyhisselamdan münteşir olduğunu söylüyor kütüb-i mukaddesede böyle yazılı halbuki fen bunu kabul etmiyor. Bence böyle siz de düşünün tarih-i tabii muallimlerinizden sorunuz hakīkati anlayınız…” diyormuş. Daha nice bunun gibi vekayi’ var! Talebenin din hususundaki den ibaret bir şeyler. Halbuki bu ezberin yanına diğer tarafdan talebenin zihnine nazariyeler müsbet bir hakīkat gibi yerleştiriliyor. yor ki: Aksi tarafdan hafif bir ruzgar esdi mi elinde tuttuğu cevher-i i’tikad ruzgarla beraber fezaya karışıyor elindeki giran-kıymet ni’metten mahrum kalıyor; sahrada yolunu şaşırmış bir serseri gibi dolaşıyor. Bence bir dinsiz sahrada yolunu şaşırmış bir serseriye veya furtunalı bir zamanda deniz ortasında kalmış bir kayığa benzer nereye gideceğini bilmez. Nihayet bir kayaya çarpar veya dalga ile alt üst olur. çoğu ni’met-i i’tikadlarını bir tarafa atıyorlar. Bu bir hakīkattir. Fakat acıdır. Gizlemekte bir faide yoktur. Şimdi mühim bir sual var: Türkiye’nin mukadderatını ellerinde tedvir eden zevatın “din ve mektep” hakkındaki fikirleri nedir? “Din ile fen birleşemez din cahil ahaliyi boyunduruk altında tutmak için bir vasıtadır. Fen terakkī ettikce din fikri yavaş yavaş zail olur” fikrini mi ta’kīb ediyorlar. Yoksa “dinsiz bir millet yaşayamaz dinsizlik ahlak ve fezaili ortadan kaldırır. Din-i İslam ile fen arasında hiçbir tearuz yoktur. din lar layıkıyla tebeyyün etmelidir. Zira milyon İslam bütün nazarlarını bütün ümidlerini buraya dikmişler. Her şeyi buradan bekliyorlar. Bu suallerin cevapları efkar-ı umumiyye-i muhtemeldir. Maarif Nezareti’nin din hakkındaki programı nasıldır? Avrupa ve ale’l-husus Fransa mekteplerinin programını mı ta’kīb ediyor mekatib-i ibtidaiyyeden ta mekatib-i aliyyeye varıncaya kadar tedrisatı talebesi bir nazar-ı tedkīkten geçirilecek olursa Maarif Nezareti’nin programı hakkında tahmini olarak birkaç söz söylenebilir. Mekteplerde ulum-ı diniyyeyi haliyle bırakmak ulum-ı diniyye okunmuyor denmemek için programa vaz’ etmek talebeye ezberden başka bir şey öğretmemek ruh-ı İslamdan haberdar etmemek. Böylece bir çok seneler geçer nihayet bir zaman gelir ki din binasının esasları çürür gider. Şimdiki gidiş ile bu tahminimin doğru olduğuna hükmetmeye mecburum. Eğer iş başındakilerin fikirlerinde böyle şeyler yoksa esaslı tedbirlere müracaat etmelidir. İslamın ruhunu fezailini felsefesini talebeye telkīn etmeli. Bu ıslahat ne kadar gecikirse alem-i İslamın çekeceği zarar da o nisbette artar. Mekatib-i ibtidaiyye ve taliyyede din namına okunan kitaplar maksadı te’min etmez. Belki uzaklaştırır. Bu mekteplerde okunmak için muktedir zevatı eser tahririne teşvik etmeli müsabaka açmalı encümenler teşkil etmeli. Muallimlikler için de böyle. Diğer tarafdan Maarif Nezareti talebenin zihnine birtakım nazariyeleri hakīkat gibi telkīn etmemeleri için muallimine tenbihatta bulunmalı. İ’dadiden yetişen talebe esaslı bir i’tikada malik bulunulmalı; ta ki mekatib-i aliyyede veya çıktıktan sonra birtakım nazariyeler ile karşı karşıya geldiği zaman bina-yı i’tikadı sarsılmasın alem-i Bu hususda esaslı tedbirlere müracaatta gecikmemek sailerini tevhid ederek ciddi ıslahata teşebbüs etmeleri şayan-ı temennidir. Geçen sene kongresinin bize çizdiği üç nokta-i esasiyyeden biri –ki kulüplerin birer amil-i temdin ü terakkī olması hakkındaki emele daha derin ve daha vasi’ bir cereyan verebilmek maksadıyla dünkü nesle gece dersleri; nesl-i cedide mektepler küşadıyla hizmette devam edilmesi kararıdır. Hemen bil-cümle kulüpler tarafından mebsuten mütezayid bir azm ü mücahede ile kema-kan tatbik olundu. Ve yalnız bununla da iktifa olunmayarak pek çok kulüpler kuvve-i riyle muavenat-ı şefkatkaraneleriyle memlekete cidden nafi’ hizmetlerde bulundular. Fakat geçen sene kongresinde tezekkür olunan üç nokta-i esasiyyeden ikincisi –ki hukūk-ı ekalliyete riayetle beraber Meclis-i Milli’nin hayat-ı teşriiyyesine– bir cereyan-ı intizam vermek vazife-i ulviyyesini duş-ı fırkasıyla cem’iyyet arasındaki münasebat ve revabıt-ı tabiiyyenin tahkim ve ta’yini emrindeki mukarrerat ve mevadd-ı nizamiyedir. – Bunlar sizin ve bizim isteyeceğimiz bir mahiyette semeredar olamadı. Açılan müzakerat safahatının tetkīkından ve daha Kanu[n]ıevvel tarihinde merakize yazdığımız çünkü Meclis-i Meb’usan’ın küşadıyla ta’mimnameden anlaşılacağı vechile ekseriyet fırkası için geçen seneki kongrenin aksa-yı temenniyatı olan hayat-ı teşriiyyeye bir cereyan-ı intizam vermek vazife-i ulviyyesi hakkıyla tecelli edemedi. Ekseriyet fırkasıyla haricindeki efrad-ı meb’usanda vatan ihtiyacatı ne olduğunu bilir fedakar ve hamiyetli olanlar da mevcud olup insanları menafi’-i şahsiyyeden ihtirasat-ı nefsaniyye ve hatiat-ı adiyye ile ictihadat-ı gayr-i musibeden kamilen tahlis u tenzih dahi mümkin değil ise de bu sene-i hatalara duçar olacakları hiç de zannedilmezdi. Milletin binlerce ihtiyacı bir deva-yı tatmin bekler iken meclisin aziz günlerini gaib etmemesi fırkada kuvve-i irtibatiyye ve metanet-i fikriyyenin mevcudunu fi’liyyat ile isbat edilmesini hamiyet ve fedakarlık gösterilmesini rica eyledik. Bir vahdet ve salabet-i gayr-i mütezelzile ibraz ve irae edememeye başlayan kuvve-i teşriiyyedeki ekseriyetin bu keşmekeş-i ef’al ü etvarı arasında bit-tabi’ geçen sene kongresinin temenni ettiği millet ve memleketin pek ziyade muhtac bulunduğu ve Osmanlılık ve hayat-ı siyasiyyenin suret-i mıntakada [mutlakada!] istilzam eylediği esasat-ı ictimaiyye ve medeniyyeyi yed-i adaletle te’sis ve te’min edecek adil ve kuvvetli bir hükumet-i meşruta vücuda getirmek maksadı dahi tahsil edilemedi. Hükumetler kuvve-i teşriiyyenin tezahürat-ı mütehalife-i ruz-merresine tabi’ olarak kat’i ve ciddi icraat göstermekte daima mütereddid bulundular. Hey’etimiz bugün vukūat-ı mühimmeye vesait-i mümkine-i mevcudesiyle kendiliğinden nigehban olmaya çalıştı. Ahval-i umumiyyeye dair edindiği ma’lumat ile Meclis-i Milli hal-i ictima’da iken fırkasını müzakeratın ta’tilinden sonra kabinedeki efradını re’sen ikaz ve tenvire gayret etti. Muhaberat-ı cariyye tedkīk olunursa görülür ki fırka ile münasebatımız hele ibtidalarda ve belki de ahkam-ı nizamiyyeye henüz alışılamamak ma’zeretiyle pek sathi cereyan eyledi. Meclisin hin-i küşadında ekseriyet teşkil eden ihvanımızın bir senelik vekayi’-i cariyye ile beraber Girid mes’elesini ve ahiran serzede-i zuhur olan Trablusgarb gailesini salahiyet-i vasia-i siyasiyyeleriyle tedkīk ve muhakeme edeceklerinden ve muhterem kongrelerince dahi dört sene müddet-i resmiyyeye malik olan fırka ile onu tekrar ve daima intihab ettirecek cem’iyyet arasındaki revabıt ve münasebatın bihakkın tecelli ve idamesine müteferri’ kuva-yı te’yidiyye le zannediyoruz ki kuvve-i icraiyyede görülen endişe ve tereddüdlerin hiyyesinde aramak ve her şeyden evvel ekseriyet fırkamızda mücahidane ve fedakarane bir vahdet-i fikriyye ve hissiyye te’min eylemek iktiza eder. Geçen devre-i ictimaiyyenin bu i’tibar ile pek müşevveş geçtiğini tafsile hacet görmeyiz. Eğer hey’et-i muhteremeleri dahi geçen kongre hey’eti gibi adil ve kuvvetli bir hükumet-i meşruta vücuda getirmek maksadını muhafaza edecek ise re’s-i iktidara gelecek kabinelerin kuvvet ve nüfuzunu artırmak ve bunun için de Hey’et-i Meb’usan’ın lede’l-iktiza feshi salahiyetinin doğrudan doğruya zat-ı Hazret-i Padişahi’ye i’tasıyla Hey’et-i A’yan’ın muvafakati kaydını Kanun-ı Esasi’den çıkarmak elzemdir bu takdirde nüfuz ve salahiyet-i gayr-i müşevveşeye malik olan bir kabine hakkında kanunun vaz’ ettiği mes’uliyet-i vükela nazariyesi daha şedid bir surette tatbik olunur. Binaenaleyh gelecek devre-i intihabiyye için bu ve emsali mevaddın nazar-ı dikkate alınmasını hey’et-i muhteremenizden rica ve bu devre-i ictimaiyyede vazife-i vataniyyelerini hükumete endişe ve muvazenesizlik vermeyecek surette ve intizar eyleriz. Geçen devre-i ictimaiyyede duçar olduğumuz teşettüt yalnız kuvve-i icraiyye ile kuvve-i teşriiyye arasındaki muvazenesizliğin mahsulü olan tereddüdlerden endişelerden ibaret kalmadı. Ekseriyet fırkasının sinesinde dahi ictihad ihtilafı şeklinde tefrika ve inhilal cerihaları ru-nümun oldu ki biz vatanın selamet-i umumiyyesi namına en büyük tehlikeyi burada gördük. Yalnız bizim değil bütün alem-i Osmaninin enzar-ı terakkī-cuyanesi fırkamıza in’ıtaf ediyor ve her feyz ü bereket ondan bekleniyordu. Geçen Nisan’ın onuncu günü idi ki Meclis-i Meb’usan’daki İttihad ve Terakkī Fırkası a’zası iki hizbe ayrılmış ve bir zemin-i i’tilaf ü ittihad bulmak emeliyle çalışan efradının inzimam-ı himematıyla ihtilaf-ı vaki’ on maddelik bir programın kongreye irsali şartıyla kabulü tarzında mübeddel-i i’tilaf olmuş idi. Merkez-i Umumi lehü’l-hamd bu hadisede dahi kendisine düşen vazifeyi ifa etti ve cem’iyyetin makasıd ve mesalik-i mukaddesesinden fedakarlık edilmesine ve milletin yegane nokta-i istinadı olan bir fırkada inhilal vukūuyla hükumetin ve memleketin anarşiye doğru yol almasına mani’ oldu ve nihayet gazetelerde de manzurunuz olduğu vechile kısa bir beyanname neşrederek fırkayı yine kitle-i vahide tanımaya ve hizib teşkili fikrinde ısrar edenleri ihrac etmeye karar verdi ve hizb-i cedid ve hizb-i atik kelimeleri Osmanlılığı ve İslamiyet’i tefrikaya düşürmek isteyen düşmanlar tarafından icad ve su’-i isti’mal edilmekte olduğundan bu gibi cereyanlara nihayet verilmesini taleb ve fırka a’zasını vazife-i ittihada da’vet eyledi. Zaten fırka dahi i’tilaf u ittihadı resmen i’lan etmiş bulunuyor idi. Sırf ictihadi bir ihtilaf mahiyetinde kalan hadise böylece on maddelik bir programın hey’et-i muhteremenize takdimi kararıyla ber-taraf oldu maddelerin zahiren delalet ettiği ma’nen hiç de esasen bir fırkayı ikiye ayıracak bir kıymet ü ehemmiyette bulunmadığı hey’et-i muhteremenizin tedkīki Zira İttihad ve Terakkī Fırkası’nın muhafaza ve idamesi Devlet ve milletin ünvan-ı resmisi Kanun-ı Esasi’nin ekser maddelerinde “Osmaniye” suretinde musarrahdır. Tamamiyet-i vataniyye ve vahdet-i Osmaniyye Kanun-ı Esasi madde Devlet-i Osmaniyye’nin dini Din-i İslam’dır. Kanun-ı Esasi [madde] Devlet-i Osmaniyye’nin lisan-ı resmisi Türkçe’dir. Kanun-ı Esasi [madde] . Kavanin ve nizamatın tanziminde muamelat-ı nasa evfak ve ihtiyacat-ı zamana evfak ahkam-ı fıkhiyye ve hukūkıyye telifeye verilmiş olan imtiyazat-ı mezhebiyyenin kema-kan himayesi Kanun-ı Esasi [madde] Saltanat-ı seniyye-i Osmaniyye Hilafet-i kübra-yı İslamiyyeti haiz olarak sülale-i Al-i Osman’dan usul-i kadimesi vechile ekber-i evlada aiddir. Madde Sülale-i al-i Osman’ın hukūk-ı harbe ve emval ü emlak-i zatiyye ve madame’l-hayat tahsisat-ı maliyyeleri tekafül-i umumi tahtındadır. Madde Hukūk-ı mukaddese-i Hazret-i Padişahi madde Şeyhü’l-islamın doğrudan doğruya taraf-ı şahaneden Kanun-ı Esasi’nin söylediğimiz maddelerine müracaat edilirse Osmanlılığın tamamiyet-i vataniyye ve vahdet-i milliyyenin Din-i İslam’ın lisan-ı Türki’nin fıkh-ı şerif ve adab-ı nenin ve şehzadegan ve selatin hazeratının makam-ı Meşihat’in kaffe-i hukūku mahfuz ve müeyyed olduğu görülür. Şu halde İttihad ve Terakkī Cem’iyyeti bu esasat-ı tarihiyyenin muhafazası şartıyla esasat-ı inkılabiyyeyi kabul ve esaslar bunlardan da ibaret değildir. Merkez-i Umumi’yi teşkil eden kardeşleriniz yukarıda da beyan ettikleri tevzin-i kuvaya müteallık ta’dilattan başka gelecek devre-i intihabiyye programımızda bu esaslara müteferri’ daha bazı ta’dilat teklifinde bulunmaya da karar verilmiştir ki teşkil buyurulacak encümene sırasıyla arzolunur. Bununla beraber Osmanlılığın temelleri demek olan bu gibi esasların muhafazası İttihad ve Terakkī Fırkası’nı terakkīperver bir fırka mahiyetinden tecrid edemez. Muhafazakarlık ve terakkīperverlik mesleklerinden biri suret-i mutlakada Trablusgarb hadisesinden dolayı mallarıyla canlarıyla namına an-samimi’l-kalb teşekkürler ederiz. Şüphesizdir ki bu gibi bir suale diplomatlar şimdiden cevap veremezler. Fakat gazete sütunlarında mütalaa olur meydan açıktır. Diplomatların vazifeleri umur-ı cariyyeyi ta’kīb ederek ahval-i siyasiyyede iltizam ettikleri kavanine riayet ve ihtiram etmek mukteza-yı meslekleri ne ise ona tabi’ olmaktır. Hiçbir memlekette hiçbir diplomat komitecilik ile resmen alakadar olamaz. Şu halde bizim siyasiyyunumuz da Trablus mes’elesinde bidayet ve nihayetinde ta’kīb edecekleri yol ve meslek tarik-ı diplomasiden başka bir şey olamayacağını beyana lüzum yoktur. Rical-i devlet ve siyasiyyunumuz elbette elbette işi diplomasi bir sulh ile velev muvakkat olsun velev bizim ziyanımıza olsun bağlamak isterler. Fakat biz diyebiliriz ki bütün dünya her ne gibi mesail-i siyasiyye olursa olsun ibtida-yı emirde ağleb komitecilikten meydana gelir bilhassa şarkta ve bilhassa şark-ı karib dedikleri mes’elenin bütün esası komitecilik üzerine kurulmuştur. Her kim olursa olsun Trablusgarb mes’elesini dahi tedkīk ederse böyle olduğuna kanaat eder. Ve herkes der ki: Şarkta zuhur etmiş ve etmekte olan mesail-i mütevaliyye hep komiteciler tarafından tevlid olunmuştur. Hiç tereddüd olunamaz ki Trablusgarb mes’elesi dahi esasen komitecişeklinde yazılmıştır. lerin semere-i sa’yleridir. İtalya komitecileri kim bilir kaç senedir Trablusgarb’da çalıştılar nihayetinde arzuları olan kan deryalarını döktürebildiler. Bugün de muvaffakıyetleriyle iftihar ediyorlarsa nedametleri de gelecektir. Komitecilik mes’elenin tevlidinde nasıl te’sir edebilirse hallinde dahi bi-aynihi te’sir edeceği şüphesizdir. Diplomatlar varsınlar kanunlarına riayet etsinler onlar mes’eleyi o nokta-i nazardan düşünsünler ama bizim için o kanunların hiç ehemmiyeti yoktur. Biz kanununa Şu halde milletin nokta-i nazarı hükumetin nokta-i nazarından mesleğinden büsbütün başka demektir. Hükumet varsın kendi mesleğini ta’kīb etsin millet de kendi vazifesini bilir. Biz rical-i hükumet ve diplomatlarımızın nazar-ı i’tibarlarını yalnız bir noktaya celbetmek isteriz: Devlet-i Aliyye Avrupa devletleriyle münasebat-ı siyasiyyeye başladığı tarihden i’tibaren şimdiye kadar Avrupalılara karşı kaç defa mağlub olmuş ise hep siyaseten diplomasi suretiyle mağlub olmuştur. Hatta en şanlı ve şerefli Kırım muharebesinde dahi siyaseten mağlub olduğu cüz’i mülahaza olunursa meydandadır. Çok uzağa gitmeyelim. Şu devr-i Meşrutiyet-i hazırada dahi siyaseten az mı mağlub olduk? Son iki sene zarfında mağlub olduğumuz vekayi’-i siyasiyyeden en ufağı “bundan bir buçuk sene mukaddem” bizim valimiz olan bir adamı makarr-ı hilafette kral sıfatıyla kabul ederek mihman-nüvazlık gösterdikten maada lüzumundan fazla ihtiyar-ı tezellül etmemiz en adi diplomatların bile idrak edebileceği derecede bir mağlubiyet olduğunu hatırdan çıkarmamalı. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Kasım Yedinci Cild - Aded: “Diplomatlık aldanmak değil aldatmaktır” bu noktaya dikkat etmeli. Milletin vazifesine gelince balada dediğimiz gibi kaidesine riayeten mes’elenin temdidi her neye tavakkuf ederse onu yapmaktır. Lede’l-icab komiteciliğe kadar varmalı arzu-yı umumi-i milli hilafında Hükumet-i Seniyye sulh edecek olsa bile millet kendi hakkını müdafaa etmeli ister Trablusgarb ve Bingazi’de ister Derne’de ve sair sevahil-i Afrika-yı Osmani’de mücahidin-i İslamiyye namına her suretle mukavemete göğüs germeli gece baskınları hücumlar ve süngü muharebelerine tevessül suretiyle etmeli Makaronacı dostlarımız[ı] şu [suretle] iki üç kere denize dökmeye de muvaffak olursak hiç şüphe yoktur ki yalnız cektir. Şimdiye kadar çektiğimiz acı mağlubiyetlerin intikamını da bu kere çıkarmaya muvaffak olacağız. İşte şu hedefe doğru yürümek için siyaset-i hariciyyemizi ashab-ı iktidara ve ehline tevdi’ etmenin ne kadar ehemmiyeti olduğu anlaşılır. Millet de vazifesinde sebat ederse diplomatlarımız milletin metanetinden bil-istifade bu kere İtalyanlara alem-i siyasette bir meydan okumuş olurlar. Biz bu fedakarlığı iltizam edersek emin olmalı ki bizimle tan sonra hazinelerini dahi açacaklardır. Biz ne yapıp yapıp İtalyanları Afrika turab-ı mukaddesinden koğmalı denize dökmeli buna da şüphe etmemeli ki öper ve denize doğru da kendileri açılırlar. Hiç şüphe yok bu olacaktır. Bizim için yalnız sabır ve tahammül lazım. Bundan sonra merkezin alacağı vaz’iyet ve tutacağı meslek tamamıyla sabır ve tahammülden ibarettir. Trablusgarb’da olanların da vazifeleri kemal-i metanet ile mukavemet ederek neticede bu hain Makaronacıları Afrika sevahilinden tard u teb’id etmedikce sulh u silmi dahi tanımamaktır ve bu babda matluba mugayir hiçbir şey kabul etmemektir. yanımızı tazmin etmeli. Hem de İtalyanlar şunu iyice bilmelidirler ki tazminat olarak para değil zırhlı alacağız. Çünkü elhamdülillah üç yüz milyon hey’et-i müttehide-i İslamiyye sayesinde paraya runda canlarını kanlarını fedaya amade olan bu millet-i muazzama lede’l-icab mallarını mı fedadan çekinecekler? büyük hayırlar göreceğiz. miyye politikasını da rical-i siyasiyyemiz takdir etti. Hayır ve zafer bizdedir. Şimdi bize lazım olan yalnız ittihad u ittifak cesaret ü metanettir. şeklinde yazılmıştır. Harbiye Nezareti’nden varid olmuştur: Teşrinievvel’in on üçüncü gecesi Trablus üzerine kuvayı nizamiyye ve gönüllü kıtaatıyla icra edilen baskında merkez hücum kolunun düşmanın tuttuğu hatt-ı müdafaayı bazı mahallerinden kırarak muhacimlerden bazılarının hurmalık arasından şehre kadar yaklaştığı ve sağ cenah kolunun o gün saat dörde kadar devam eden muhacemat-ı şedide ve fedakarane sayesinde düşmanın mezkur hat üzerindeki tekmil hutut müdafaasını yararak mahallat hududuna kadar püskürtmeye muvaffak olduğu gibi düşmanın ayın on beşinci gecesine kadar taht-ı işgalinde bulundurdukları Seyyid Mısri ve Hani istihkamatı üzerine icra kılınan dilirane hücumlar üzerine de düşman artık sebat edemeyerek istihkamat-ı mezkureyi bit-tahliye firar ettiği cihetle asker ve gönüllülerimiz tarafından mevakı’-i mezkure işgal ve firarilerin ta’kībi de bulunan düşmanın açtığı mikras ateşine inzimam eden seri’ ateşli cebel bataryalarıyla müteaddid mitralyözlerin ve siper derunundaki piyadelerin şedid ateşine rağmen her şeye göğüs gererek bi-perva hücum eden asker ve gönüllülerimizin düşmanın bütün bu vesait-ı müdafaasını yalnız tüfenk ateşiyle iskat ve iskata muvaffak olarak namdar sancağımızın şanını bu kere de i’la eyledikleri ve işbu muharebede düşmanın zayiat-ı azimesi olduğu muhakkak ise de henüz mikdarı anlaşılamadığı ve zayiatımızın kırk elli kadar şehidle yüz elli kadar mecruh tahmin edildiği Trablusgarb Kumandanlığı’ndan Biri ruh-ı iman diğeri kalb-i İslam. Biri mu’lin-i tevhid; diğeri mücib-i temcid. Biri vücud-ı İslamın bazu-yı şirefgeni diğeri pençe-i ahen-şikeni. Mihr-i münir-i İslam şa’şaa-paş-ı tulu’ olmazdan evvel kesif bir zalam-ı cehaletle mestur olan Hicaz hak-i pakini kendi kanlarıyla ıslatmaktan; her tarafda na’şlarından kemiklerinden yığınlar ehramlar vücuda getirmekten; hayvanat-ı müfterise ile rekabetten başka bir fikir beslemeyen bir emel bir maksad taşımayan gıdaları sayd ü şikardan –onu da bulamayınca– yılandan çıyandan başka bir şeyi olmayan kabail-i Arab o vahşet-perver o sefalet-güster karanlıklar o hurşid-i cihan-efruz doğduktan sonra nur deryasına dalmış sanki bir daha yed-i hilkatten geçip beşeriyetleri melekiyete tahavvül etmiş feriştehler idi. Bu derek-i esfel-i safilin-i hayvaniyyetten arş-ı a’la-yı insaniyyete san tarih-i İslam’ın bu şanlı bu şevketli bu lahuti sahifeleri[ni] okurken medid sekte-i idrak içinde mebhut kalır. “Acaba bunlar; onlar mıdır?” diye şekk ü tereddüdden kendini men’ edemez. Zerre kadar mübalağa etmiyorum. Maatteessüf nesl-i celil-i Arab’dan da değilim ki hissiyat-ı vicdaniyyeme mağlub olayım. İşte tarih! O söylüyor. Ben tercüman-ı hakk u hakīkatim: Arnavud olsam ne gam dinim Arab ruhum Arab Unsurum hak-i fenadır ruhum amma sermedi Aşkı sensin ruhumun sevdası sen! aramı sen Sen ki insaniyyetin ma’nada şahenşahısın Asman-ı mefharette bedre girmiş mahsın Sultan-ı ekalim-i Risalet aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri bu iki unsur-ı insaniyyeti bu iki cevher-i medeniyyeti birbiriyle kardeş yaptılar. feyz-i insaniyyetin bir seyl-i huruşan gibi sinelerden nasıl taştığını görmeli idi! Vatanlarından mehcur emval ü emlaklerinden mahrum baş açık yalın ayak kalmış olan Muhacirin-i izamı Ensar-ı kiram sağnaklı bir yağmur gibi teessür yaşları dökerek kolları arasına sarmaları sine-i şefkat ü muhabbetleri üzerine bastırmaları her türlü tasvir ü tasavvurun fevkınde denilmeye seza bir manzara-i ulviyyet idi. Tarih-i insaniyyet bu şevketli bu saadetli muahat ile bu hakīkī kardeşlikle bu şanlı medeniyetle bütün maziye bütün istikbale karşı iftihar ederdi. Fıtrat-ı beşerin ulviyet-i mutlakasına en parlak delil olan o büyük kalblerin ihtisasat-ı ma-fevka’t-tabiiyyesi melekleri hayretler gıbtalar içinde bırakıyordu. Allah Allah …. Bir Medinelinin Mekkeli bir hicret-zedeyi sevdavi bir iştiyak-ı vicdan bir garam-ı ruh ile: ! diye der-agūş etmesi bütün ma-melekinin yarısını o din kardeşine vermesi ona hicretin meraretlerini unutturmak onu bir Medineli yapmak için fedakarlığın son nokta-i imkanına kadar koşması ne ilahi bir ulviyet-i ruh ne hıred-fersa bir feyz-i insaniyyettir! Bugün bir babanın sulbünden gelmiş bir ananın rahminden düşmüş iki kardeş gösteriniz ki değil ma-meleklerini tansif edip yekdiğerine bağışlamak hatta baba mirasının taksiminde birbirine müsaadekarane davransın! Melekiyet işte o dakīkada insaniyetin tefevvuk u tealisini görüyor ona ezhar-ı takdirat u tebrikatını takdim ediyordu. Sual-i valihanesinden bir daha rücu’ bir daha nedamet bir daha taleb-i afv u mağfiret ediyordu. Gazevatta ele geçen ganaimin sülüsanı Muhacirin-i kirama sandan dolayı eşk-i şükran ü mahmidet döküyordu. Bu uluvv-i istiğnanın nezd-i celil-i Risalet-penah-ı a’zaşeklinde yazılmıştır. mide aleyhissalatü vesselam husule getirdiği mahzuziyet-i kudsiyyeyi şu ayet-i celile şu iltifat-ı İlahi tetvic ediyordu: Medine-i Münevvere’yi o mehcer-i ebediyyü’l-iştihar-ı Muhammedi’yi aleyhissalatü vesselam o mehbit-ı imanı o menba’-ı irfanı –kable’l-hicre– kendilerine me’va ittihaz etmiş olan kiram-ı Ensar o uluvv-i haslet erbabı o sümüvv-i Mekke-i Mükerreme’den Allah yolunda Resulullah uğrunda bütün mallarından emlaklerinden vazgeçerek hayatı dünyanın bütün ezvakından saadetinden nefislerini tecrid ederek çirkab-ı şirk içinde kalan bütün akrabalarını hatta pederlerini bırakarak elim ciğer-suz bir ihtiyacın bar-ı sakīli altında –mütevekkilen alallah– Medinetü’s-selama can atan hicret-zedeleri harr ateşin bir muhabbetle severler. …. O Hak kurbanlarına o Resulullah fedailerine ganaimden verilen hisse-i zaideden dolayı vicdanlarında kalblerinde zerre kadar bile bir iğbirar u infial bulmazlar. Belki onları kendi nefislerine –ihtiyac ve zaruretleri olsa bile yine– tercih ve takdim ederler Bütün emelleri onların tehvin-i [ihtiyac] ve zarureti! Bütün arzuları onların terfih-i maişeti! Onların Mekke’de terkeyledikleri mallarının teessürat-ı zaruriyye-i beşeriyyesini unutturmak! Onlara hicretin o acı o elem-efruz derdlerini hissettirmemek! Onları iva ve yorgandan birini bir bahçenin nısfını keselerindeki nakdin yarısını takdim ü ihda etmek! Gördünüz mü? İşte hakīkī tevhid böyle olur! Ruhi ittihad buna denir! Bu la-yetezelzel bünyan-ı mersus-ı ittihadı vücuda getiren ma’na-yı ezeli-i tevhiddir tevhid-i hakīkī ve şuhudidir. Bütün o muhteremler lisanlar kalblerinin ruhlarının tercümanı olmak üzere huzur-ı akdes-i cenab-ı Peyamber-i a’zamide aleyhissalatü vesselam ! diyorlardı. Bu sevdalar bu aşk u garamlar bu fedalar bu hamd ü senalar Buhari : Kitabü’l-İman . Sizden hiçbiriniz ta ki ben kendisine pederinden evladından bütün cihan-ı insaniyyetten daha sevgili olmadıkca Hitab-ı celilü’l-kadrinin cevab-ı icabeti oluyordu. Yine her yer beyaza puşide Yine her şey pür-incila şeffaf; Uyuyor vecd içinde hep etraf * Akıyor şi’r içinde hep eşya; Sanki bir seyl-i sermedi-i ziya Geçiyor cuşiş-i hamuşide! ** Cevv-i piruz içinde bir nevvar Gümüş avize-i cila-fevvar Döküyor saf hande-i sim-ab.. * Asman bir fesiha-i revnak Deniz altında havza-i zibak Dalgalar raks-ı cevherin-i müzab.. ** Mavera-yı kazaya ükşade Bir büyük sukbe-i müdevverden * ** Renkler nur içinde yaykanıyor; Gölgeler lem’alarla çalkanıyor; Her taraf iltima’-zar-ı serab.. * Zerreler rize-dane-i billur; Katreler necm-pare-i mensur; Cuyler selsebilden mizab.. ** Nefehat-ı heva bile nevvar; Esiyor işte refref-i envar; Yine evrakı ra’şelendirdi: * Su be-su bir yığın zerrin kelebek Parlıyor cünbüş-i cenah ederek; Yine dallara baş eğdirdi.. ** Bahçeler lem’a-zar-ı şi’r u şegaf: Şimdi güller şükufeler yer yer Hande-i zer tebessüm-i cevher; * Berkler zümrüdin leb-i mebhut; Laleler bir piyale-i yakūt; Jaleler dürr-i şu’ledar-ı necef! – Dördüncü asr-ı hicride liva-yı muazzam-ı İslamiyyet altına sığınan biladın her tarafında i’tila eden efkar-ı fenniyye –memleketi herc ü merc ve merkez-i sikleti sık sık değiştiren ihtilallere rağmen– beşinci asırda sarsılmaksızın yine terakkī ve inkişafına devam eylemiştir. Tafsilat-ı zaideye girmeksizin bu asrın en ziyade göze çarpan hutut-ı esasiyyesini tersim edelim: Hulefa-yı Abbasiyye evvelki debdebe ve daratlarını gaib ettikten başka vazife-i asliyyelerini de unutarak Bağdad’a kapanıyor ve ümera-yı mütegallibenin zir-i sıyanet ü vesayetlerine Her tarafda tavaif-i müluk başgösteriyor ve memalik-i Büveyhilere halef olan Selçukīler şu herc ü merci muvakkaten teskine muvaffak oluyorlar. Bin elli beş sene-i miladisine müsadif dört yüz kırk dördüncü sene-i hicriyyesinde Alparslan muzafferen Bağdad’a giriyor ve bu tarihden i’tibaren halifelerin nüfuz ve saltanatları kamilen emirü’l-ümeralara nuyor. Fakat her şeye her türlü karışıklıklara rağmen neşr-i ulum ve himaye-i erbab-ı fünun vazife-i mukaddesesi bu defa da emirü’l-ümeralar tarafından kemal-i ciddiyyet ü gayretle ifa edildiği görülüyor. Al-i Büveyh’den meşhur Adudüddevle Bağdad’ı i’mar ve şöhretgir-i afak olan Maristan-ı Adudi’yi inşa ve te’sis ediyor. Alparslan Nizamülmülk gibi bir zatı makam-ı vezarete meziyyet ü reviyyetini gösteriyor. Halefi ve Selçuk hanedanınının en büyük en necib bir sima-yı ma’alisi olan Melikşah da Alparslan’ın isrini ta’kīb fazilet-i ahlakıyyesinde bulunarak emaneti ehline tevdi’ yani Nizamülmülk’ü makam-ı vezarette ibka ediyor. Nizamülmülk yalnız müdebbir bir vezir sahib-i reviyyet bir hükumet adamı muhibb-i maarif bir sahib-i basiret gibi mezaya-yı aliyye ibrazıyla iktifa etmiyor aynı zamanda asrının en büyük eazım-ı erbab-ı ilminden ma’dud olduğunu da bil-fi’l gösteriyor. Herat Isfahan ve Basra’da bir çok medaris müteaddid mekatib inşa ettiriyor. Fakat bu müessesat miyanında birinciliği Bağdad’da i’la ettiği meşhur Medrese-i Nizamiyye ihraz ediyor. Burada İshak-ı Şirazi gibi asrın en büyük dahileri tedrisat-ı ilmiyyede bulunuyorlar. Nizamülmülk bu tarafda bütün gayret ve fetanetiyle neşriyat-ı ilmiyye ve medeniyyeye çalışırken diğer tarafda Hasan Sabbah kendi ders refiki olan bu u’cube-i hilkat kalblere vicdanlara hakim olmaya çalışıyor cihanı herc ü merc etmekten çekinmiyor. Nihayet bu iki dahiye-i fıtrat çarpışmaya mecbur oluyorlar. Hasan Sabbah derviş kıyafetine soktuğu bir sefil yediyle; Nihavend’e giderken Nizamülmülk’ü hançerletiyor aşeklinde yazılmıştır. lem-i İslam’ın bevvab-ı müşfikıni şehid ettiriyor!... Şark Gaznevilerin zuhuruyla parçalanıyor ve bu suretle merkezin kuvveti büsbütün zail oluyor. Maamafih Sultan Mahmud-ı Gaznevi refakatinde Ebu’r-Reyhan el-Biruni ve Firdevsi-i Tusi gibi eazımı bulundurmakla iftihar ediyor ve erbab-ı ilm ü irfanı müstağrak-ı atıfet etmeye çalışıyor. Mahmud-ı Gaznevi nam-ı irfan-penahı şöhretgir-i afak olan İbni Sina’yı da merkez-i saltanatı olan Gazne’ye da’vet ediyorsa da koca hakim hürriyet ve istiklalini muhafaza etmeği vezarete tercih ediyor. Mısır istiklalini muhafaza kaydıyla enva’-ı mesaib içinde yuvarlandığı görülüyor. Pek ahmak bir hükümdar olan Hakem bir tarafdan erbab-ı ilmi himaye gayreti gösteriyorsa da diğer tarafdan muarızlarını birer birer i’damdan çekinmiyor. Mustansır’ın devre-i medide-i hükumeti taun kaht gibi afat-ı semaviyye zengin kütübhanelerin yağma ve tahribi misilli felaket-i ilmiyyelerle geçiyor ve nihayet vezir-i şöhret şiar Bedreddin Cemali Mısır’da asayiş ü refahı takrir ü iadeye muvaffak oluyor. dahiliyye arasında Emeviyye Hanedanı sönüyor ümera da’iye-i istiklale düşüyor Endülüs gibi bir gülbün-i ma’rifet parça parça ediliyor. Kanlı melhameler müdhiş yangınlar esnasında pek kıymetdar kitaplar mahvoluyor. Maamafih bütün bu facialara rağmen gerek şark ve gerek garb İslamları arasında ulum u fünun seyr-i feyyazında duçar-ı tevakkuf olmuyor harika-nüma bir sür’atle muttasıl Bu asırda ulum-ı tabiiyye ve tıbbiyye ve riyaziyye ile bilhassa felsefenin bir istikamet-i muayyene ta’kīb ettiği ve bir nevi’ hususiyet-i tekamüliyye kazandığı görülüyor yalnız şeklen değil esas i’tibariyle da dördüncü asrı gölgede bıraktıracak müellefat-ı azime intişar ediyor. Bu eserler arasında tesadüf olunuyor. Beşinci asır terakkiyat-ı fikriyye riyaset ve piştarlığında deha ile fen ve felsefeyi daha metin esaslar daha rasin metodlar üzerine bina etmeye çalışıyor ve muvaffak oluyor. ediyor. Razi’nin el-Havi ’sinden daha vasi’ bir plan ta’kīb eden Kanun daha sıkı bir metod tahtında fenn-i tıbbın bütün şuabatını havza-i tedkīka alıyor ve tababetin ta ruhuna icrayı te’sir ediyor. Kanun yalnız alem-i İslam’da değil Garb’da bu cihan-ı Hıristiyaniyet’te bile pek büyük bir tahavvül-i ilmi husule getiriyor ve nihayet tababet-i cihanın hakime-i yeganesi olmak mertebe-i bülendine i’tila ediyor. Şark darülfünunları bu eser-i muazzamı tedris ve şerh u tefsir ile uğraşıyor. Garb ise Latince’ye tercüme ettikten sonra tedrisat-ı tıbbiyyeye esas ittihaz ediyor. ler medid gulguleler gürültülü münakaşalara sebebiyet veriyor. Bu münakaşatın aks-i sadası bir tarafdan Maveraünnehir’de diğer tarafdan Nil sahillerinde ve Cebel-i Tarık şevahikı arkalarında tanin-endaz oluyor. Riyaziyun-ı İslamiyye asr-ı sabıka nisbeten daha metin ve daha klasik eserler meydan-ı intişara vaz’ ediyorlar. Beşinci asr-ı hicride alem-i İslam’ın yetiştirdiği eazımı seri’ bir nazarla gözden geçirelim: feyafi-neverd halinde şehirden şehre kasabadan kasabaya gezip dolaşır. Uğradığı mahallerde tetebbuat ve tedkīkat-ı ilmiyyesine devam ediyor. Asya-yı ulya baştan başa İbni Sina’nın lemeat-ı irfan-nisarıyla bir kişver-i ma’rifet halini alıyor. Alem-i İslamın en zeki gençleri en büyük alimleri koca hakimin etrafına toplanarak fikr-i bi-payanından tenevvüre çalışıyorlar. Uzakta bulunan ulema ve bilhassa el-Biruni gibiler de muhaberat-ı ilmiyye ile teati-i efkar ediyorlar. Bağdad’da İbni Butlan İbni Cezele Ebü’l-Ferec bin Tayyib gibi dahiler görülüyor. İbni Butlan ve İbni Cezele tababet ve hıfzussıhha fenlerini klasik bir şekle ifrağa muvaffak oluyorlar. Ebü’l-Ferec ise bilhassa felsefe ile iştigal ediyor tıb ve felsefeye dair asar-ı mühimme te’lifiyle uğraşıyor. Kehhal-i şehir Ali bin Isa da bu asırda iştihar ediyor. Suriye gelecek iki asırda ifa edeceği büyük rollere hazırlanıyormuş gibi yavaş yavaş uyanmaya başlıyor. Mısır’da ihtilalat ve teşevvüşat-ı siyasiyye ve idariyyeye rağmen ulum u fünun büyük bir gayret ü himmetle ileri götürülüyor. Her yerde hususi ve umumi gayet zengin kütübhaneler te’sis olunuyor. Bir halde ki; değil umumi kütübhaneler eazımdan bazılarının konaklarındaki hususi kütübhanelerde bulunan asar ve müellefat-ı aliyyenin adedi binleri tecavüz ediyor. Camiü’l-Ezher menşe’-i a’zam mertebe-i refiasını ihraz ediyor cihanın her tarafından Mısır’a koşan gençler Ezher’in sakf-ı irfan-nisarı altında perverişyab-ı kemal olarak aktar-ı alem-i İslam’a dağılıyorlar vüs’at-i ma’lumatıyla cihanı hayrette bırakan riyazi-i şehir İbni Heysem bu asırdadır ki Ezher’in agūş-ı irfanından kemale eriyor. Fenn-i kehhalide mümtaz Ömer bin Ali ile hakim-i şehir Ali bin Süleyman da aynı zamanda iştihar ediyorlar. den şakirdan bütün gayretleriyle ulum-ı tabiiyye ve fünun-ı riyaziyyenin neşr u ta’mimine çalışıyorlar. Bunların arasında coğrafiyyun-ı İslamiyyeden meşhur el-Bekri ile ilm-i ziraat mütehassıslarından İbnü’l-Haccac gibi parlak nasiyeler de görülür. Aksa-yı şark-ı İslamide elma’i-i şehir el-Biruni Hind lisanını tahsil ve Sanskrit asarını Arabca’ya nakl ü tercüme ediyor. Mes’ud Mahmud Gazan namına ithaf eylediği Kanunü’l-[Me]s’udi ünvanlı eser-i muazzamı neşrettiği gibi bir tarafdan da hikmet-i tabiiyye ve tarihiyyeye aid kıymetdar kitaplar te’lifine çalışıyor. Bağdad’da Ömer Hayyam riyaziyatı i’laya sa’y ediyor. Melikşah namına ithaf ettiği Tarih-i Celali denilen meşhur takvimi tanzim ediyor. Aynı zamanda Nizamülmülk tarafından te’sis edilen Bağdad Rasadhanesi’ni idare ve rasadat-ı heyeiyyeye devam ediyor. Mısır’da İbni Yunus uful ederken yerine Ebu Heysem gibi alem-i İslamın cidden medar-ı Medrese-i Nizamiyye riyasetini ihraz ve bütün şa’şaa-i kemaliyle neşriyat-ı felsefiyye ve ilmiyyeye çalışıyor. Fakat bir müddet sonra bu büyük dahinin tefekkürat-ı amika-i tasavvufiyye ile mest ü medhuş olduğu görülüyor! yaziyat mantık ve kelam…. gibi fünunun kaffesinde tebahhur ediyor. – Alem-i İslam’ın İran ve Türkistan tarafları asr-ı sabıktaki şöhret-i ilmiyyesini –daha ziyade şa’şaadar olmak üzre– beşinci asırda da muhafaza eylemiştir. Razi’ye İbni Sina gibi bir dahi halef oldu. Birbirlerinden farklı birer seciye ibraz eden birer deha sahibi olan bu iki zat bazı hususda hemen hemen aynı seviyeye i’tila eylemişlerdir. Razi tıbda tatbikat ve pratike mütemayildi. İbni Sina ise bilhassa felsefe meclubudur. İbni Sina’da bir deha-yı fenni görüyoruz. Tedkīkat ve taharriyat-ı dir. Razi’nin el-Havi ’de vaz’ ettiği usulü İbni Sina Kanun ’da Asya-yı ulya baştan başa İbni Sina’nın cevelengah-ı olduğu gibi Asya-yı ulya’da da muayyen bir merkez-i irfan görülmüyor. te’sis etmişlerdi. Fakat topluca bir merkezde tecemmu’ edememişlerdir. Bunlar miyanında İbni Ebi Sadık el-Aylakī Şerefüddin Ebu Abdullah el-Mendevi meşhurdur. Beşinci asr-ı hicride ulum u fünunun Asya-yı ulya’daki derece-i terakkiyat ü intişarını anlamak için İbni Sina tarafından aktar-ı alem-i İslamda bulunan eazım-ı muasırinine yazılan muharrerat ve mekatib-i ilmiyyenin kesret ve ehemmiyet-i mündericatı nazar-ı i’tibara alınmalıdır. * * * Müşarun-ileyh hazretlerinin zaman-ı cahiliyyette ismi Abd-i Şems olup hal-i İslamında Abdurrahman idi. Bir gün eteğinde bir kedi olduğu halde giderken fahr-i alem ve nebiyy-i muhterem efendimiz hazretleri kendisini görüp o nedir? diye sual buyurduklarında kedi olduğunu haber vermeleri üzerine “Ente ebu hüreyretin” buyurmuşlar idi ki “Sen kedicik babasısın” demektir. Ondan sonra sahib-i tercüme hazretleri bu künye ile şöhret bulmuşlardır. İsm-i şeriflerini ta’yinde otuzdan ziyade akval olup esahhı Abdurrahman bin Sahr olduğudur. Ebu Hüreyre namı kendisine taraf-ı risaletten verildiği için indinde pek mergūb olup kendisini herkesin o nam ile yad etmelerini ister idi. Zat-ı sütude-simatları ashabın meşahirinden olup İslam’ı Hayber senesindedir ki feth-i Mekke’den bir sene akdemdir. Gazve-i Hayber’de guzat-ı müslimin ile beraber bulunmuş ve ondan sonra Ashab-ı Suffa’ya mülhak olup Hazret-i Fahr-i dücihandan ayrılmamıştır. Hazret-i Ömer radıyallahü anh zat-ı mübareklerini Bahreyn valisi etmişler ve sonra azleylemişlerdir. Ba’dehu yine istihdam etmek istemişler ise de cenab-ı Ebu Hüreyre imtina’ edip Medine-i Münevvere’de sakin olmuş ve yetmiş sekiz yaşında olduğu halde tarihinde Medine’de irtihal-i dar-ı naim etmiştir. hadis-i şerif rivayet eylemiştir Sahihayn’da mezkurdur. ’de İmam Buhari ’da İmam Müslim münferid bakīsinde ikisi müttefiktir. Sahih-i Buhari ’de kendilerinden menkūl olarak mezkurdur ki “Halk benim rivayatımı istiksar edip: Ebu Hüreyre pek çok rivayet-i hadis ediyor dediler. Eğer Kitab-ı Kerim’de ayetleri olmasa ben bir hadis bile haber vermez idim. Bizim Muhacirinden olan ihvanımızı ticaretleri ve çarşılarda olan alışverişleri ve Ensar’dan olan ihvanımızı ziraatleri ve hurmalıkları meşgūl eder idi. Ben ise karın tokluğuna Hazret-i Resulullah’a mülazemet edip onların bulunamadıkları vakitlerde nezd-i Resulullah’da bulunur ve onların hıfzetmediklerini hıfzeder idim” demiştir ve yine kendilerinden mervi olarak Buhari ’de mezkurdur ki kuvve-i hafızalarından şikayeten “Ya Rasulallah ben sizden bir çok şey işitiyorum da hıfzedemiyorum demiştim. Bana: Dameni yay buyurdular. Damenimi yaydığımda iki avuçlarıyla bir şey atar gibi yapıp ba’dehu: Yum buyurdular. Ben de eteğimi toplayıp yumdum bir daha bir şey unutmadım” demişlerdir. Kütüb-i usulde Hazret-i Ebu Hüreyre ashabın fıkıh ve ictihad kin tahrirde İbni Hümam’ın: Ebu Hüreyre fakihdir onu bu kısma idhal etmemek sahih olamaz demiş olduğunu İbni Nüceym merhum beyan etmiştir. Hazret-i Ebu Hüreyre’nin zaman-ı ashabda fetvası zahir idi ki o zaman derece-i ictihadı haiz olmayanlar ifta edemezler idi. Kendilerinden sahabi ve tabii[n] sekiz yüzü mütecaviz zevat ahz ve rivayet eylemişlerdir. Hazret-i Ebu Hüreyre radıyallahu anh benden ziyade hadis bilen Abdullah bin Amr’dır. O yazar idi ben yazmaz idim buyurmuşlardır. İbni Kuteybe’nin beyanına göre Ebu Hüreyre hazretleri omuzlarının mabeyni geniş ön dişleri seğrek ve latifeci bir zat olup kendisinin iki örgü saçı dahi var imiş. Validesinin mazhar-ı hidayet olması için dua buyurmalarını Hazret-i Nebiyy-i ekremden niyaz-mend olmakla valide-i hazret-i Ebu Hüreyre’nin dua-i hazret-i Hayrü’l-beraya Ebi Hüreyre faslında mezkurdur. Sahib-i tercüme Ebu Hüreyre hazretleri Kur’an -ı azimü’ş-şanı arzan Übey bin Ka’b hazretlerinden ahz ü telakkī etmişlerdir. Zat-ı mübareklerinden dahi a’rec lakabıyla meşhur fukahadan ve eimme-i kurradan Abdurrahman bin Hürmüz ve Ebu Ca’fer bi-tarikı’l-arz ahz etmişlerdir. Ebu Ca’fer ve Nafi’ kıraetleri müşarun-ileyh hazretlerine müntehidir. Radıyallahü anh. Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Abdullah olup künyeleri Ebü’l-Haris’dir. Pederlerinin namı Ayyaş bin Ebi Rebia’dır. Zat-ı mübarekleri meşahir-i tabiinden olup Fahr-i alem efendimiz hazretlerini gördüğü mervidir. Kıraeti bi-tarikı’l-arz Übey bin Ka’b hazretlerinden ahzetmiş ve Ömer ma’ eylemiştir. Ebu Ca’fer Yezid İbni Ka’ka’ ve Şeybe bin Nassah Abdurrahman bin Hürmüz Müslim bin Cündeb Yezid bin Ruman gibi zevat Kur’an-ı kerim i zat-ı ali-kadrlerinden bi-tarikı’l-arz ahz u telakkī etmişlerdir. Bu beş zat eimme-i kurradan İmam Nafi’in şeyhidirler. Sahib-i tercüme hazretleri ehl-i Medine’nin ilm-i Kur’an ’da imamı olup sene-i hicriyyesinde azm-i gülşen-saray-ı alem-i ukba buyurmuşlardır. Müşarun-ileyh hazretlerinin ism-i şerifleri Şeybe olup pederlerinin namı Nassah bin Sercis’dir. Zat-ı ali-kadrleri Medine-i Münevvere’de ilm-i Kur’an ’da imam-ı yegane ve mevsuku’r-rivaye bir zat-ı kemalat-nisab idi. Ezvac-ı tahire-i Nebeviyye’den Hazret-i Ümmü Seleme’nin abd-i mu’takı olup hazret-i müşarun-ileyha bu zatın başını eliyle mesh ile hakkında dua-yı bil-hayrda bulunmuştur. Hafız Ebu’l-Ula bu zat hakkında ashab-ı kiram hazeratını mü’minin Hazret-i Aişe ve Ümmü Seleme radıyallahü anhüma validelerimizin şeref-i idrakiyle müşerref ve dualarını ahz ile kamyab oldu demiştir. Hazret-i Ümmü Seleme kari-i müşarun-ileyhi kıraet-i Kur’an ’a teşvik etmiş ve Medine-i Münevvere Kadisı Ebu Ca’fer Ali’ye damad olmuştur. Hazret-i Hüseyin radıyallahu anh efendimizin kerime-i muhteremeleri Sekine radıyallahü anha irtihal-i dar-ı naim buyurdukta kıraet-i Kur’an ’daki fazileti ve hüsn-i edası cihetiyle cenaze namazını kıldırmak hususunda pek çok kibara takdim olunmuştur. İlm-i kıraeti Abdullah bin Ayyaş bin Rebi[‘a]’dan ahz u telakkī etmiş olduğu muhakkaktır. Bazı müverrihin Abdullah bin Ayyaş’ı Abdullah bin Abbas zannıyla kari-i müşarun-ileyhin Abdullah bin Abbas yahud Ebu Hüreyre’den ahz ve kıraet eylediğini beyan etmişler ise de kari-i müşarun-ileyhin Ebu Hüreyre hazretlerine yetişemediği sabittir. İmam Zehebi der ki: Eimme-i kurradan Nafi’ bin Ebi Nuaym Süleyman bin Müslim İsmail bin Ca’fer Ebu Amr bin el-Ala müşarun-ileyh mişlerdir. İlm-i kıraette ibtida kitap tasnif eden kari-i müşarun-ileyh olup kitabı meşhurdur. veya tarih-i hicrisinde şeklinde yazılmıştır. O gün ikindiye doğru siperleri gözden geçirmek için gittim. Üzerlerinden kal’adaki mahsurine hitab ederek: – Siz de müslümansınız biz de. Emiriniz mağlub oldu. Bundan sonra mukavemetin faide vermeyeceğini bihude ölüp öldürmenin müslüman kanı dökmekten başka bir şey diğiniz şeraitle musalaha yapalım. Dedim. Dinlediler fakat cevap vermediler. O gece sabahleyin bir yürüyüş yapılması hakkında emir verdim. Fakat hücum başlamazdan evvel düşmanı korkutmak fikriyle kal’a duvarlarını toplarla döğdürdüm. Kuşluk zamanı askerin bir mikdarını kal’anın cihat-ı muhtelifesine hücum ettirip asıl girilebilecek bir noktayı serbest bıraktırdım. Çünkü o noktaya hücum edilmediğinden oradakilerin de nikat-ı saire ile meşgūl olacakları bedihi idi. Muhafızları başka cihetleri müdafaa için ayrılınca bizim askerin kısm-ı küllisi hemen o noktaya yürüyecek bir duvara tırmanıp çıktıktan sonra bir defa “Ya çar yar” diye bağıracaktı. Keşfim doğru çıktı ve planım tamamıyla tatbik edildi. Neticesinde de düşman dış kal’adan iç hisara çekilmeye mecbur oldu. Dış ve iç kal’alar arasında on zira’ umkunda yirmi üç zira’ arzında bir hendek vardı ki askerimiz kamıştan örülmüş bir köprü vasıtasıyla üzerinden geçti. “Bu köprü bir arşın derinliğinde bağlı olup suyun safveti ve ümeranın dikkati sayesinde görülmüştü.” Geçer geçmez hisarın duvarını delmeye ve içeride bulunanlara ok atmaya başladı. Bu sırada kal’anın hakimine bir kağıd yazdım. Teslim-i nefs ederse canı malı askeri emin olacağını ve kendilerinin raiyyem gibi muamele göreceğini bildirdim. Mektubu üseradan biriyle kal’a dahiline yolladım. Artık ok ve tüfenk atılmasını da men’ ettim. Mektup içeriye gidince hakimle rüesa dışarıya çıktı. Teklif ettiğim şeraiti bil-kabul kal’a kapılarını açtılar. Bölük bölük çıkan ahaliden bazılarını amcama gönderdim. Hepsine evlerine iade etti. Afganlıların harekat-ı zalimanesinden kulakları dolmuşken duçar-ı esaret oldukları halde böyle salimen ve mutayyeben hanesine dönenler gördükleri şefkatten şaşırdılar. Bizim korktukları gibi olmadığımıza emniyet kesbettiler. § Mir Atalık vefadar adamlarından bazılarıyla Katagan’dan çıkmış Rastak’da Bedahşan beylerinin yanına iltica eylemişti. Bu haberi alır almaz Gūri’den kalktık Mir Atalık’ın payitahtı olan Bağlan’a gittik. Oranın eşraf u a’yanı istirhamnameler takdim ettiler. Kendilerine teselli ve te’minat verdik. Rüesadan bazılarını ibka bazılarını tebdil eylemek ve hakimler kadilar ta’yin etmek suretiyle icraatta bulunduk. Ba’dehu hareket ve Hanabad’a muvasalat ettik. Şehir civarında ve nehir kenarında vaki’ mürtefi’ bir noktaya ordu kurduk. Ora[da]n iki tabur piyade bin nefer Özbek süvarisi beş yüz nefer Afgan süvarisi beş yüz nefer hassa askeri tertib ederek altı katır topuyla Talihan’a sevkeyledik. Emir Dost Muhammed Han’ın oğlu Muhammed Emin Han bu fırkaya kumandan ta’yin olundu. Nehri atlarla geçtikten sonra Talihan’a gitti. Az zaman içerisinde kal’asını harab etti. § Bu müddet zarfında amcamla birlikte Hanabad’da lazım gelen ıslahata çalışıyorduk. Yaptığımız işlerden biri de nam-ı ceddimin hutbelerde yad olunmasıydı. Biraz sonra İndirab ve Host ahalisi Mir Atalık ile Bedahşan beylerinin tahrikatına kapılıp tuğyan ve hakimlerine karşı Serdar Muhammed Ömer Han kumandasında olmak üzere dört yüz neferden ibaret bir kuvvet tertib ve İndirab hakiminin imdadına tesrib ettim. Ceddim de Kabil’den Serdar Muhammed Şerif Han kumandasıyla iki tabur piyade bin nefer hassa askeri bin nefer süvari ve altı top yolladı. Her iki asker de Bizdere denilen mevki’de birleştikten sonra güruh-ı usata hücum ederek cem’i[yye]tlerini dağıttı. Maktul ve mecruh olarak iki bin asi cesedi meydan-ı harbde kaldı. Ba’de’l-feth hakimin yanına beş yüz nefer muhafız bırakarak Muhammed Ömer Han Hanabad’a geldi. Muhammed Şerif Han da Kabil’e döndü. § Mir Atalık Talihan’ın tahrib edildiğini işidince Rastak’dan kalkıp Ceyhun Nehri’ni geçti ve Kılab’a gelip emirine O vakit Mir Sohrab Bey Kılab emiri idi –ki muahharan Buhara emiri müşarun-ileyhi mecbur-ı firar etmiş o da Kabil’e gelip nezdimde haiz-i ihtiram olmuştu– ve Mir Atalık on bin süvari terfik eyledi. Bedahşanlılar da on bin süvari yetiyle bizim orduya karib mahallata ve civardaki kal’alarla Talihan’a hücum ederek yağmagerliğe başladı. Karakol beklemeye me’mur olan süvarilerimiz daima bunlarla çarpışır ve her musademede tarafeynden yüz iki yüz nefer maktul olurdu. Tutulup getirilen esirleri top ağzına bağlamak suretiyle itlaf ederdim. Üç sene süren iğtişaş esnasında top ağzında can verenlerin adedi beş yüze yakın olduğu gibi askerimiz tarafından öldürülenlerin mikdarı da on binden fazla idi . § Muhammed Emin Han çalışmakta bulunduğu halde bir türlü önü alınamaması üzerine Emin Han’ın bir mektubu geldi ki Bedahşanlı düşmanla uğraşacak kadar askerim yok. Ya imdad gönder yahud bil-mecburiye geleceğim” diyordu. Buna cevap verilmedi. Lakin biraz sonra serdarın Hanabad’a doğru hareketi işidildi. Şu hadise üzerine amcamla meşverete başladık. Ben: – Serdar Muhammed Han’ın yerine gitmeye hazırım. Avn-i İlahi sayesinde altı katır topu ve beş bin süvariyle – Bu iş hayli müşkildir. Sen gençsin daha sakalın da yoktur. Belki kendini heder edersin. İhtirazında bulundu. – Heder olmayacağımı size isbat edeceğim diyerek o gün yola çıktım ve sür’at-i kamile ile Talihan’a vasıl oldum. Asker beni görüncü sevindi. Serdar Muhammed Emin Han’a yolda rast geldim. Amcazadem olduğu benden de epeyce yaşlı bulunduğu halde cür’etsizliği için mülakatından –Emir Dost Muhammed Han gibi muhterem bir pederin bais-i arı oldunuz! dedim. § Vürudumdan iki gün sonra Rastak ve Bedahşan ahalisi Mir Şah-ı Feyzabadi’nin biraderi Mir Yusuf Ali’nin tavsiyesi mucebince iki üç bin süvarilik bir kuvvet tertib ederek bizim ordunun etrafıyla Talihan civarında baskınlar yağmalar yapmaya gönderdi. Düşman süvarileri iki yüz hassa askeri ve elli nefer süvarinin taht-ı muhafazasında bulunan erzak ve eşyamız üzerine bağteten hücum etti. Bizimkiler mümkün mertebe müdafaaya çalışmakla beraber bana haber yolladılar. Hemen muavenetlerine yedi yüz nefer i’zam eyledim. Efrad-ı muavine yağmagerleri fena halde bozdu ve levazım ve zehairimizi kurtardı. büsünde bulundu. Fakat bu defa da bize itaat etmiş olan kal’aları yağmaya kalkıştı. derhal sevkettiğim asker cem’iyyet-i a’dayı kaçırdı ve on esir ile iki yüz at iğtinam eyleyerek geldi. Şu suretle uğraşmamız üç ay olmuştu ki Katagan ümerasından biri beni bir akşam yemeğine da’vet etti. Yanıma nizamiye ve redif süvarisi alarak da’vetine icabet eyledim ve bizim ordunun yarım fersah ilerisinde kain menziline gittim. Bir tedbir-i ihtiyati olmak üzere ikametgahın civarına muayyen fasıla ile yüz nefer ikame ettim. Mizbanımın bundan haberi yoktu. Biraz görüşüp konuştuktan sonra yemek ihzarıyla uğraşıldığı sırada süvarilerimden biri geldi düşman askerinin hücumuna uğradıklarını azlık oldukları cihetle yavaş yavaş ric’ate mecbur kaldıklarını haber verdi. Yerimden fırladım. Ev sahibiyle oğullarını esir alarak süvarilerime topun sür’atle i’zam olunarak mütebakī askerin de harekete müheyya bulunması emriyle ordugaha bir süvari yolladım. Asilerin adedini on bin kadar tahmin ettiğim cihetle maiyyetimdeki efrad-ı kalileyi muayyen fasılalı sekiz kısma ayırdım. Evvela birinci kısım; düşmana mukabele eyleyecek mahsur kaldığı takdirde ikinci; üçüncü ilh … kısımlar da yardıma gidecekti. Tahmin ve ta’rifim gibi oldu. Son ve en büyük kısımla ben de harbe iştirak eyledim. Kılıç kılıca döğüşürken çağırdığım Nihayet düşman firara mecbur olarak sahne-i mukatelede beş yüz yaralı bıraktı ki bilahare bunların yüzü vefat etti bizim askerden de yüz nefer maktul oldu. * * * Saadet-i umumiyyeyi tekeffül eden siyaset nizam-ı ebedi-i hadisatı bozmaya çalışan bir vasıta-i zulm ü şiddet olursa artık o te’sir altında kalan halkın biçareliğini tasavvur ediniz. Böyle bir milletin bağcısı şüphe yok ki bir vezirinden daha müsterih ve akıldir! Çünkü fazla mahsul almak için toprağı tedkīk eder her meyvenin mevsim-i husulünü bilir menfaatini sektedar eden usulü reddeder. Bunun gibi; alem-i siyasette cem’iyyat-ı beşeriyyenin mukadderat-ı tabiiyyeye göre esbab-ı bahtiyarisini istikmale çalışmalı kendisini faaliyetinde tabiat kadar muvaffak eden akīde-i asliyyeyi yani ahlakı bil-mütalaa fezaili tefrik u temyiz etmeli batıl fikirlerin! Cehlin modanın elinde kalan hissiyat-ı vicdaniyyeye bir cereyan-ı salim irae eylemelidir. Şimdi siyasiyatın ihtimam edeceği teferruat-ı fezaile girelim evvela şunu söyleyelim: Siz bir hizmetkar alırsanız onun şikem-perver tenbel yalancı hilekar olmasını mı istersiniz yoksa mehasin-i ahlakıyyesini mi? Komşunuz halim hak-perest hayırhah namuskar mı olsun? Yoksa sefih ayyaş kavgacı mı? İzdivac ettiğiniz zaman çocuklarınızın su’-i sadakate tercih eder misiniz? Cevabınızı beklemem bile afif bir zevce sevgili çocuklar arkadaşlar faziletli komşular vazifelerine mukdim hizmetçiler nasıl bizi aile içinde mes’ud ediyorsa hayat-ı hariciyyemizi te’min eden siyasiyat da saadetimizle bu derecelerde alakadardır. Bugün fezail-i beytiyye istihfaf olunuyor; fakat biliyor musunuz ki bu doğrudan doğruya kendi saadetimize tecavüzdür. Başkaları hakkında düşündüklerinizi kendinize tatbik ederseniz haksızlığınızı teslim eylersiniz. Emin olun ki bir namuskar adamın yanında bir kahramanın kıymeti hiçtir. Aile kucağında borçlu olduğu vazifeyi ifa etmeyenler memleketi kurtarmak için da’va-yı hak edemezler. Tevazua süfliyet ve meskenet nazarıyla bakılıyor. Evlerimizde kanunun girip telkīn-i vezaif edememesinden memnun oluyoruz. Halbuki kavanin-i cem’iyyetin tatbikından ilk mes’ul: Evdir. Aile ocağını ikad eden pederdir. Bir millet fezail-i umumiyyeye fezail-i beytiyyesiyle ihzar-ı nefs eder. Ne zevc ne peder ne komşu ne arkadaş olmayan; vatanını sevemez. Ahlak-ı şahsiyye ahlak-ı milliyyenin esasıdır gayesidir. Ailesi arasında ihtirasatını yenemeyen bir adam nasıl olur da huzur-ı insaniyyette tavsiye-i akl eder!.. Lycurgus evvel be-evvel Ispartalıların hayat-ı ailelerini koymuştur; namusun vikaye edildiği bir memlekette ne polise ne de jandarmaya ihtiyac messolunmaz. Herkes fazileti sayesinde vazifesi başına adeta sevk-ı tabii ile gider; halk refah-ı umumiyi te’mini der’uhde edenlerin faziletine hürmet etmeli ki serbesti-i harekat mümkün olabilsin; bir padişah-ı adil istemek için adalet sevilmeli kanun kadar metin rüesaya vücud vermek için kanuna mecburiyet-i itaatin kıymeti takdir olunmalıdır. Fesad-ı ahlak başlarsa artık halk ne padişahın ne de nuzzarın ahvalini tenkīde salahiyetdar olamazlar. Hatta o zaman fenalıklarını müdahenelerle karşılayacak bir reisi kendilerini kurtarmak isteyenlere tercih ederler. sefahet süs artınca “Atina”nın ahlakı bozuldu. Artık bütün mübahesatı: Şenlikleri alayları eğlenceler teşkil ediyordu. Süs heves ahaliyi o kadar boğuyordu ki bütün san’atlarda nef’-i hakīkīyi değil hevesat-ı muzırrayı okşuyor ve terakkī ediyordu. Atinalılar kendi babalarına “kaba adamlar” demeye onların faziletine dudak bükmeye başladılar; bütün bu teşevvüşe sebeb: Halkı iğfal eden bir Perikles’in mevcudiyet-i hükümdaranesidir. Moda merakının tedricen ta’mimi zenginleri zalim ve hôd-bin fukarayı namussuz ihtiyarları me’yus gençleri zen-dost ve atıl bir hale koydu: Servete hürmet ediliyor şıklık nazar-ı dikkati celbediyor; pırlantalar inciler iktidarı zekayı düşündürmüyor herkesin kıymeti mevcudiyet-i maddiyesiyle nisbet olunuyordu. Perikles’i muhterisler çapkınlar ta’kīb etti. Fersiz gözlerin muhakemeleri perişan kafaların karşısında bunlar utandılar mı? Asla; me’muriyetlere hırsızları entrikacıları ta’yin ettiler; kanunları kendi arzularına uydurdular bin kalıba soktular. Bunları faziletkar adamlara nazik desiselerle unutturdular.. Ne için? Vahşiyane zulmetmek için! Siyasiyat nazarında faziletin küçüğü olmaz; siyaset en küçük fazileti de şayan-ı dikkat görür; devletin saadet ve asayişini der’uhde eden bütün kanunların esasını bizim teferruat-ı ahlakıyyemiz teşkil eder fena ve iyi hükumet yok fena ve iyi insanlar vardır. Polis kavaid-i ahlakıyyeye riayet etmeyenlerin cezasıdır. Bana – Hangi şekl-i hükumet iyidir? –diye sorarsanız size: – İyiliği şekl-i hükumette değil insanlarda aramalı– cevabını veririm; cumhuriyet ahlaksız bir milletin şekl-i hükumeti ler! Adil bir hükümdarın taht-ı riyasetinde kemal-i faziletle yaşayan halk isterse şekl-i hükumet “mutlak” olsun yine bahtiyardır; çünkü adalet: İstilzam-ı saadet eder; kavanin-i meşrutiyet de adalet gibi “mutlak”dır. Buna riayet etmezsek tıbkı bir zalimin keyfi altında yaşarcasına bütün emniyet-i hayatımızı gaib ederiz. Eflatun Republik eserinde: “İhtirasata meydan veren her şekl-i hükumette kanun emin bir halde bulunamaz” diyor. adaleti yalnız o kendi amaline göre isti’mal ediyorsa idare-i meşrutada sınıf-ı mümtazın kibir ve tamaı menafi’-i umumiyyeyi kendi istifade-i şahsiyyeleri uğrunda feda ettiriyorsa halkın arzuları hareket ediyorsa hiçbir vakit saadet teessüs edemez saadet-i millet ancak kavanin-i ahlakıyye dairesinde bütün bu eşkal-i idarenin yerine göre hüsn-i tatbikı ve tevhid-i faaliyet esasına ibtinaen kuva-yı umumiyyenin aksam-ı muhtelife tarafından mütekabilen i’tidal ve muvazenesiyle mümkün olabilir. Sokrat’ın şakirdi: Hükumetin yalnız ahlak ile payidar olacağına kani’dir en ulvi en hikmetkar bir meşrutiyetten fesad-ı ahlaka düşmüş bir millet ne anlar? Evvela: Kalb sonra: Fikir! Lycurgus’un elinden çıkan Lacedemon Eflatun’un tasavvur ettiği bir hükumet-i mu’tena idi. Meclis ve halk bu iki kral muhtelif kuvvetlerle bir meşrutiyet-i muhtelita vücuda getirmişler; her unsur yekdiğeri hakkında aynı hürmeti hissediyordu. O zaman hayretlerle takdir olunan bir müessese-i ictimaiyye vücuda geldi. nazaatından intizamsızlıklardan hilekarlıklardan vareste kalmıştır. Sonra Lysander mağlub ettiği halkı bir yığın gaayimle vatanına sokar sokmaz Isparta evlerinin serveti artınca o vakte kadar güç hal ile teskin olunan hırs u tama’ Babalarının ilk önce pek sevimli görünen sadegi-i hali “kabalıkla” tavsif olundu. Milletin arasına düşen bir fenalık ya hemen mahvolur; yahud çoğalır. Tek başına muhafaza-i mevcudiyyet edemez. Nihayet yavaş yavaş faziletler ehliyetler i’tibardan sukūt etti onların yerini para işgale başladı çünkü para ehliyetsizleri liyakatlendiriyor; sahibine teveccühler bezlettiriyordu. Artık fakr [u] zaruret istihkar olundu; evin gözünü doyurmak titreyen zenginler Lycurgus’un inkısam-ı kuvvet fikri aleyhinde kıyam ettiler kendi keselerini müdafaa etmek tarafdan ahali: Gah sefil ü zelil; gah küstah ü bi-edeb sürükleniyordu. Neticede ne oldu? Bir zamanlar: Hükümdarı meclisi halkı taht-ı inkıyadına alan kanunların yerine – önüne geçilemeyecek kadar müdhiş– hırs hased kin ve tama’ cereyanları ruh-ı milleti paraladı; çünkü onlara bahş-ı hayat ve kuvvet eden fazilet sarsılmıştı. Şu cereyan vesait-i hususiyye ile vaktinde men’ edilmez buna mani’ olmak salahiyetinde bulunanlar kanuna itaatsizliğe başlarlarsa memleket bir yabancı düşmanın şikarı oluncaya kadar ne padişahdan ne kabineden ne de halktan ümid-i necat bekler! Muhakematınızda tereddüd etmeyiniz: Roma’da da böyle oldu. Patrisyenler’le Plebeiuslar arasında münazaa sırf servet ve imtiyaz da’valarından tehaddüs etti. Ahlak-ı zatiyye ve ahlak-ı umumiyyenin nüfuz-ı ıslah-perveranesi esnasında Romalılar her işte adalet ve i’tidal gösteriyorlardı; kuva-yı milliyyenin Konsül’ler Sena[!] Tribün ve Halk arasında hüsn-i taksimi müsavat-ı hakīkıyye teessüsüne yardım ederek saadet-i umumiyyeyi inkişaf ettirmişti; fakat Roma: Muzafferiyatıyla mağlub ettiği halkın servetiyle tekebbüre başlar başlamaz fenalıklar iyilikleri sükuta da’vet etti; hulus-ı niyyetle hizmet eden rüesa-yı devlet biraz sonra ihtirasın pençesinde hukūk-ı milleti gasbettiler. Artık kanunlar kendilerine etmek için etrafı soyan bir yığın vatanperver!den bekliyor; net ettirdiği kanlı imparatorlar bu aralık meydana çıktılar fazilet munkarız olunca Roma barbarların hücumuna ma’ruz kaldı. Şurası muhakkak ki: Ahlaksız hürriyet mutlaka haddin tecavüzüne ve tecavüz-i had ya zulme yahud bir ecnebi kuvvet elinde esarete müncer oluyor. Ahkam-ı ahlakıyyenin kuvve-i inzibatiyyesine Medeniyet-i Mısriyye de en büyük misallerdendir. Orada hükümdarlar adeta esatir gibi telakkī olunur hak-şinas olan bütün emirleri na-kabil-i ibtal kavanin-i mukaddese sırasına geçer ve herkes taht-ı padişahi önünde kemal-i sükunetle zanube-zemin-i hürmet kalırdı! Bir adamın eline verilen gayr-i mahdud bir kudretin dehşet-nak bir hal almak isti’dadı varken Mısırlılar efendilerini kendi ahlaklarıyla mütenasib buldukları için tevdi’-i kuvvetten hiçbir netice-i meş’ume görmemişlerdi. Zira bu kadir-i mutlak hükümdarlara ne tama’kar olmak ne atıl yaşamak ne israf etmek ne sefihane vakit geçirmek müsaadesi verilmiyor her günün meşagıl-i şahanesini büyük vazifeler teşkil eyliyordu; biraz boş vakit bile kütüb-i mukaddesin hakayıkını dinlemekle geçerdi.. Biçareganın şikayetlerini istima’ etmek tebeanın da’valarına bakmak hiçbir su’-i isti’malata meydan verilmemesi müfid müesseseler vücuda getirmek vesaire vesaire.. Bütün tebyin olunmuş; yıkanmak gezinmek yemek yemek saatleri ta’yin edilmişti. Sofra kanaat ve sadeginin bütün safi[ye]tiyle kurulur her şey ölçülür biçilir fazla bulunmaz ziyan edilmezdi. Saraylarda bile tebeaya nümune olmasın diye debdebeden hükümdar olmak şartıyla sanki büyük bir aile idi. Kral sa’yinin daimi ve mevkūt intizamını ihlal edemez fikri programla harekete alışmış nasbettiği nuzzarın harekatını teftiş eder murakabe altında bulundurur. Onların hatalarına kat’iyyen müsamaha göstermezdi. İhtirasat kalbinden tamamıyla silinmiş bütün arzuları hayır ve hakīkate masruf kalmıştı.. Daima adil ve bi-taraf olan kanunları –bir kişi tarafından yapılsa bile– herkes müsavaten sever ve ihtiram ederdi. ve hükema-yı kadime orasını “mehd-i hikmet” tevsim eylemişlerdir. Siyasiyat boş ehliyetsiz haris adi adamların eline geçerse tabii hilelere entrikalara vasıta olur. Anlaşılıyor ki kanunun esası ahlaktır. Ve ahlaksız bir hükumetin metanetine hiçbir vazı’-ı kanun emniyet edemez.. Saadet faziletin mükafatı nekbet seyyiatın refikasıdır. Şimdi belki: “Acaba servetlerini zulüm üzerine bina etmiş hükumetler yok mu? Niçin bunlar mahvolmuyor? Bir müstebid senelerce esir-i ihtirasatı olan halkın sayesinde şad ü müftehir yaşıyor da sonra bir Sokrat kendini tesmime mahkum eden hakimlerin karşısında bulunuyor?!” diyeceksiniz. Dikkat ediniz bu bir hükm-i akli değildir; böyle düşünürsek saadetin servetle debdebeyle tehakkümle vücud bulduğunu kabul etmiş oluruz; halbuki o faziletin mükafatıdır demiştik; bahtiyarlık geçici neş’elerden terekküb etmez. Saadet: vatanı için fedakarlık eden onun mes’udiyetine muvaffak olmak için her şeye teşebbüs eden faziletkar adamların telezzüz-i ruhisidir. Saadet: Sükunet-i vicdandan reket etmekle müyesser olur. Zalimler ikbalperestler o bir yığın halkın hayretlerle kucakladığı herifler emin olun ki kendi hususiyetlerinde azab-ı kalbden inlerler ezilirler boğulurlar endişelerle yırtılan ciğerlerini delseniz: Hased kin tama’ nedamet çirkefleri sıçrar.. Ekseriya şerrin bezendiği o zahiri mes’udiyete aldanmayınız; fenaların kesb-i rif’at etmesi aynı zamanda onları yere çarpacak bir desise-i tali’dir. Halka saadetin yalnız fazilete merbut olduğunu anlatır; Sokrat’ı zehirleyen kadeh ebediyyen o adamları telvis ettiği halde büyük hakimin istirahat-ı vicdanını ihlal edememiştir. Onu mahveden alçaklar kendi cinayetlerinden Sokrat’ın ma’sumiyetinden emin idiler; çünkü o hiç ses çıkarmadı rar teklifini reddetti; i’dam kararının tebliğinden icrasına kadar geçen bir ay zarfında şakirdlerini ta’limden vazgeçmedi: Onlara ebediyet-i ruhdan fazilete istinad eden saadetten bahsetti. En müdekkık nazarlar kendisinde sükuneti muhill hiçbir ra’şe-i havf göremediler; o mevte bizim gurub-ı afitabı seyrettiğimiz gibi baktı; ihtiyarlığın tahammül-suz derdlerini Cenab-ı Hakk’a teşekkürler etti; o zaman musibet-zede muhtazar yalnız Atina idi: Sokrat’ın ahı birer birer çıktı. Adil olmayan zelil ü bi-din olan hükumetlerde ihtimal-i beka yoktur. Hırs zulüm ve hile şiddet haydi büyük imparatorluklar yükseltsin... Bu azamet-i gasıbanın ne faidesi var? Bir esas-ı metin kurulmazsa saadet-i millet teessüs edebilir mi? İstikbali hal-i hazıra feda eden bir siyasetten hayat umulur mu? Eğer vatanınızı seviyorsanız onu izmihlal ve harabiyete sürükleyecek en küçük hareketten bütün kuvvetinizle ictinab ediniz. Memleketi yalnız servet ne mes’ud eder ne de taht-ı emniyyette bulundurur. İran bütün Asya’yı kendisine ram etmekle ne kazandı? Cesim fakat zaif bir hükumet! Zira Ajezilas bir avuç askeriyle ta Babilon’a kadar her tarafı titretti… Bu hakīkat başka misallerle de tevsi’ edilebilir. Şu sözüme ehemmiyet veriniz. –Kendisinden daha ahlaksız bir milleti mahveden bir başka millet muvaffakıyetinden sonra; geç aynı te’sir altında kalır. Hudud haricindekiler için kullanılan vesait-ı tegallüb dahilen de tatbika başlanırsa kal’alar ordular ne kadar sağlam olursa olsun ne kadar ihtiyatkar davranılırsa davranılsın su’-i niyyet anlaşılır anlaşılmaz nefret-i umumiyye evvelki muvaffakıyetleri alt üst eder.. Hakīkatin kuvveti safsataların hepsini mecbur-ı sükut edeceği ve husumet tamamıyla ortadan kalkmalıdır. Bu iki hiss-i menhus düşmanları –haklı bir surette– teksir ve takribden başka bir işe yaramaz. Kendimizde fuzuli bir hakk-ı tehakküm farzedersek mehalik artar kuvvetimiz azalır. Tezyid-i servet maksadıyla didine didine harabe-zara dönmüş milletlerin tarihini tekrar tekrar okuyalım.. İfrat – riyatı arasında ezer. hırs u tama’ zanneder misiniz ki millete bir ufk-ı hayyizkar küşade edecek! Sesostris’in yalnız Mısır’a hükmetmekten memnun olmayan hırsı Asya fütuhatı fikriyle: Sakin kanaatkar fa’al halkı teslih ettiği gün bir medeniyetin mebde’-i yiatıyla temas etmiş ve alışıvermişti: Memleketlerine ganimetlerle beraber reziletleri de getirince bu kadar servet ü samanı gören ahali birden bire evc-i saadete nailiyetlerine zahib olarak her şeyi unuttular… Kalblerde tezelzül eden fazilet sahiblerinden büsbütün ayrılmak için zemini pek müsaadekar buldu. Vaveyla-yı zevk u zafer arasında Mısır’ın mücazatı başlamıştı. Hodpesendane bir ihmal: Hayat-ı hükumeti tedvir edemiyordu. Bütün müessesat-ı kadime ihtirasat uğrunda harab edildi.. Sesostris’in menfur muakıbları artık servete gına getirdiklerinden eğlenmek için hem halka zulmediyorlar hem de rehavetle sefahetle zaruretle servetle alçak ve terbiyesiz bir hale gelenlerin düşmanları güldüren isyanlarından korkuyorlardı!.. Tarih buna mümasil daha binlerce levha-i inkıraz sayıp döker… Hırs u tama’ saikasıyla muvaffak olmuş milletlerin akıbeti hep böyledir. Atina’nın da za’fı aynıdır; Filib Makedonya’nın Sesostrisidir. Eğer bu hükümdar vazifelerini tanısaydı onları kendi varidat ve haşmetine tercih etmeseydi hem kendisi hem de memleket müstağrak-ı refah olurdu.. pek çok şayan-ı fahr u tebcil bir meziyet-i tarihiyye iktisab eylerdi efrad beynine nifak serpeceğine ittihad ettirseydi: Bütün anasır-ı milleti düşmanlara karşı yekvücud siperlenen bir kütle-i meveddet ü hulus şeklinde tecelli ettir[ir]di. Lakin tabii gaib eder. Bu aralık mücavir bulunanlarda gözlerini açar tasalluta hazırlanırlar. bir devlet efradını şüpheden azade bırakacak bir hatt-ı hareket ta’kīb etmeli; ve halk da kendisine en ulvi rehber-i necat olan kavanin-i akliyyeyi tanımalıdır. Hatta kalbimize dikkat etsek fenalığa karşı müfekkiremizden evvel çarptığını duyarız. İhtirasatı hissiyat tevlid ettiği halde ilk önce o bile fenalık karşısında müteessir olur. * Üçüncü musahabemizi: Bir hükumette tahkim-i fazilet eden usul-i siyaset teşkil edecektir. Bu günlük bu kadar yetişir: İnsanı hakīkat de yormamalı. Muhafazakarlık ve terakkīperverlik mesleklerinden biri suret-i mutlakada doğru olabilmek için eskilik ve yenilik mefhumlarından birinin ale’l-ıtlak iyi olması iktiza eder. Halbuki adetin makbul ve merdudu olduğu gibi bid’atin de makbul ve merdudu vardır. En doğru yol adet-i makbule ile bid’at-i makbuleyi kabul etmek adet-i merdude ile bid’at-i merdudenin her ikisini de reddeylemektedir. Üç yüz seneden beri cehalet ve istibdadın tahakkümüyle en necib measirimiz ve en güzide şeairimiz münderis olarak yerlerine Bizans ruhunun sefih ve sefil mahsulatı kaim olduğunu bilip dururken muhafazakarlık daiyesinde bulunmak eser-i hasafet addolunabilir mi? Mesela hayat-ı siyasiyyemizi nazar-ı dikkate alarak görürüz ki eslafımız gayet sathi bir ya ferdlerle temas edeceğine halkı birtakım kütleler aşiretler cemaatler vesaire halinde bırakarak yalnız bu zümrelerin reisleriyle münasebette bulunmuş ferdleri aşiretleri cemaatleri yurdluk ve ocaklıkları idare-i nim-müstakılle dairesinde terketmişlerdir. Bugün o eski hataların neticesi olarak hükumet doğrudan doğruya efrad ile temasda bulunamıyor efrad ile hükumet arasında aşiret reisleri cemaat reisleri müteneffizan namlarıyla birtakım şahs-ı salisler girmişlerdir. Meşrutiyet’in gayesi ise ferd ile hükumet arasındaki bu şahs-ı salisleri kaldırmaktır. Muhafazakarlık mesleğini tercih ederse tarz-ı idaremiz değişmeyecek demektir. Bu halde mü’lim ve sathi bir Fikrimizce Osmanlılık siyasi ve ictimai olarak iki türlüdür: Osmanlı hey’et-i siyasiyyesi aynı hukūk-ı siyasiyyeye malik ferdlerden mürekkebdir. Osmanlı hey’et-i ictimaiyyesi birtakım müessesat-ı ictimaiyyeye malik cemaatlerden mürekkebdir. mükellefiyet-i askeriyyenin ferdlere raci’ olması birinci esasa müsteniddir. Hiçbir hukūk-ı siyasiyyeye malik bulunmayan cemaatler nüfuz-ı ictimailerini tevsi’ ile nüfuz-ı siyasi haline getirmeye meyyal olduklarından daima hükumetle mücadeleden hali kalmazlar. Arnavudluk Yemen Kerek Irak Kürdistan hadiseleri Makedonya gürültüleri hep aşiret ve cemaatlerin ması demektir. Bir cemaat ne şekilde olursa olsun bir cemaat-i siyasiyyeden ibaret olan devletin rakīb-i daimisidir. Bünye-i ictimaimiz taifeleri aşiretleri kafileleri hizbleri kabileleri cemaatleri ve sair bin türlü gizli ve aşikar hey’etleri muhtevi iken muhafazakar olmak eski idare-i sakīmeyi ta’kīb etmek ne kadar vahim olduğunu düşünmelidir. Çünkü bu halde memleketimizde fi’len mevcud olan ictimai adem-i merkeziyyeti siyasi bir adem-i merkeziyyet haline kendimiz Maamafih terakkī iki suretle olur. Birincisi tekamül ikincisi fazakarlıktan maksad terakkī-i ictimaimizin tekamül tarikıyla vukūunu taleb etmekten ibaret ise arada ihtilaf yok demektir. Eğer maksad yukarıda saydığımız esasat-ı tarihiyyenin muhafazası ise yine arada ihtilaf yok demektir. Yok eğer muhafaza karlıktan maksad eskiden kalan fena adetleri muhafaza ise bu fikrin adem-i kabulü zaruridir. kat’inin ta’yini hey’et-i muhteremenize aid bir salahiyet olduğundan mevadd-ı aşere-i ma’lume ile siyasi programın esna-yı müzakere ve tahririnde bu cihetlerin tedkīk buyurulacağına emin bulunduğumuzu arzeder ve on maddelik program hakkındaki efkar ve mütalaatımızı madde madde müzakere olunduğu sırada bast ü beyan eylemek salahiyetini muhafaza eyleriz. Bu esasatın ta’yini zamanı gelmiştir. Çünkü Cem’iyet Meşrutiyet’i i’lan ettiği zaman düşündüğü vatanın muhafaza-i vahdeti ile Meşrutiyet sayesinde milletin mazhar-ı terakkıyat olması idi. Bütün İttihadcılar bu iki esas etrafında toplanmışlar idi. Hayat-ı teşriiyyede devam ettikce tecrübeler gösterdi ki yalnız asıl olan bu İttihad ve Terakkī esasları bir fırkanın ruhunu temsil edemez. Bu iki esasdan müteferri’ siyasi ve ictimai bir çok esasların da ta’yini ve bu esaslarda bütün fırka efradının ittihadı elzemdi. Cem’iyet’in siyasi ve ictimai bütün esasları vazıh bir surette ta’yin olunarak bir meslek-i ilmi ve felsefi haline ifrağ olunmadığı için gerek kabinede ve gerek Meclis-i Meb’usan ve A’yan ve Cem’iyet teşkilatında bulunan ihvanımız tasrih olunmayan hususlara ictihadlarına müracaatta kendilerini salahiyetdar addediyorlardı. Gerek kabine ile fırka arasında ve gerek fırkanın cüz’leri miyanesinde ve gerek Cem’iyet’le kabine ve Fırka miyanında zuhur eden ihtilafların menbaı bu esasat-ı mühimmenin fıkdanından hasıl olan ictihad ihtilafları olduğu suretinde müdafaa edilirse müşkil bir vaz’iyette kalınacağı da cay-ı inkar değildir. Bu seneki kongrenin bu yokluğu ikmal edeceğine şüphemiz yoktur. Çünkü üç senelik Meşrutiyet tecrübelerinin bu esasat-ı lazımeden bir çoklarının tezahürüne hizmet etmesi ve bu tecrübelere fi’len iştirak eden Meclis-i Meb’usan ve A’yan a’za-yı kiramının daha çok mikdarda kongrede esbabdandır. Hizb-i Cedid mesaili ile tev’em olan bazı dedikodular ki –İttihad ve Terakkī Cem’iyeti’nin İslamiyet’e ve esasat-ı tarihiyye ve milliyyeye ehemmiyet vermediği ve mevcudiyetinin Mason teşkilatıyla bel’ edildiği ve Siyonistliğin mürevvici bulunduğu yolundadır– bu işaat ve iftiraatı cem’iyyetin hey’et-i fa’alesi sıfatıyla reddeylemeyi vazifemizden addeyleriz. Bizce İttihad ve Terakkī Cem’iyeti’nin gayesi –ki usul-i Meşrutiyet’in tatbiki ile müttehid ve müterakkī bir Osmanlılık te’sis etmektir– unsur-ı İslam Meşrutiyet’in tazummun ettiği hakimiyet-i milliyyede ekseriyete aid olan hakk-ı hakimiyeti haiz olduğu gibi fatihlik ve muhafız-ı vatanlık ve nisbet-i Hilafet dolayısıyla bir de hakimiyet-i tarihiyyeye malik olduğundan İttihad ve Terakkī Cem’iyyeti İslamiyet’i Osmanlılığın ma-bihi’l-kıyamı addeder ve mevcudiyetini bu kuvve-i ma’neviyyeye istinad ettirir ve yukarıda da arzettiğimiz vechile esasat-ı tarihiyyenin muhafazası onun umde-i siyasetidir. Kezalik Cem’iyet’in nizamname-i dahilisi mucebince efrad-ı Cem’iyet’ten hiç biri diğer cem’iyyat-ı siyasiyyeye dahil olamaz. Mason Cem’iyeti de bir cem’iyet-i hafiyye ol-duğuna göre Cem’iyet’in programına mugayir bazı siyasi gaye-i hayalleri ta’kīb etmesi melhuz olduğuna binaen İttihad ve Terakkī Cem’iyeti Mason teşkilatını da kendisine rakīb addeder ve Siyonizm ve sair buna mümasil ve selamet-i memlekete muzır cereyanlara mümanaat etmeyi de kendisine vazife bilir. Sadık Bey mes’elesine dair yazdığımız tahrirat-ı umumiyye ile murahhas ve müfettişlerimize verdiğimiz bu mesail hakkındaki şu ictihadatını ne yolda neşr u ta’mime çalıştığı anlaşılır. Bu kabil ithamat Cem’iyet’in maksad u mesleğini bilenler Altı yüz senelik tarihimiz tedkīk olunursa bu ana kadar hükumeti iz’ac eden gaileler ya aşiretlerin yahud cemaatlerin seviye-i ictimaiyyelerinin duniyetiyle cem’iyet-i umumiyyeden ayrılmış birtakım hey’etlerdir. Cemaatler mezhebi lisani ve kavmi hususiyetlerle biribirinden müteferrik zümrelerdir. Memleketimizden ayrılan küçük hükumetler hep birer cemaatin zamir-i ihtirasından doğduğu gibi Kafkasya Badiyetü’l-Arab ve Afrika’daki bazı memalikimiz de hep aşiretlerin asi ve gayr-i kabil-i temeddün vaz’iyetlerinden dolayı yabancıların eline girmiştir. Milletler bünye-i ictimaisine göre tasnif olunursa Fas ve Avusturya’nın kavimlerden ve sair Avrupa milletlerinin sınıflardan mürekkeb olduğu gibi Osmanlı milletinin de birinci derecede cemaatlerden ikinci derecede aşiretten mürekkeb olduğu anlaşılır. Osmanlı hükumetinin esaslı bir siyaset-i dahili ta’kīb edebilmesi aşiretlerin müslim ve gayr-i müslim cemaatlerin teşkilat-ı ictimaiyyesini tedkīk etmekle cem’iyetler mitingler sendikalar ictimai enmuzecler hakkında yaptığı gibi aşiretler ve cemaatler için birer kanun-ı mahsus tanzim eylemekle kabildir. Yemen ve Irak gaileleri ancak aşiretler kanunuyla hallolunacak mes’elelerdir. Şimali Arnavudluk’da Yemen’de Cebel-i Düruz’da Kerek’de Müntefik’de Kürdistan’da zuhur eden isyanların kavmiyet fikriyle hiçbir alakası yoktur. Bunlardaki yegane amil aşiretlerin teşkilat-ı adliyye ile imtizac edememeleridir. Aşiretlerde ırken cari olan mes’uliyet-i müştereke esasına müstenid bir kanun yapılarak da’vaları hususi mahkemelerde rü’yet olunur. Ve emr-i idarelerinde de kavaid-i ictimaiyyeleri esas tutulursa bütün aşair mes’elelerine nihayet verilmiş olur. Cemaatlerin de siyasi nüfuz vermemek şartıyla ictimai müesseselerinde serbest bırakılması bunlardaki hissiyat-ı hususiyye temayülatının mecari-i selime derununda cereyanına bais olur. Hükumet ictimai enmuzecleri tedkīk ederek bunların beraber memleketin umur-ı nafia ve ziraiyyeye umur-ı sıhhiyye ve ahlakıyyeye aid ihtiyacını da mütehassısları ma’rifetiyle tedkīk ettirerek bunların da tatminine çalışması labüddür. Yalnız Cem’iyet-i İlmiyye-i İslamiyye’nin eyyam-ı ahirede bir beyannamesi intişar etti ki siyaset-i dahiliyye-i devlete alenen müdahaleyi mutazammındır. Ulema-yı kiram vicdanların mürebbisi olmak i’tibariyle ümmetin ma’nevi hakimleri olduklarından fırka ihtilaflarının intihab mücadelelerinin fevkınde kalmaları verese-i enbiya sıfatını siyasi mücadelelerin netice-i tabiiyyesi olan şahsi hücum ve taarruzlardan masun bulundurmaları kendileri için bir vecibe-i diniyyedir. Bundan başka sınıf-ı ulema hemen umumiyetle hazine-i milletten muvazzaf me’murin-i resmiyyeden ma’dud olduklarından siyaset-i devlete icra-yı te’sire kalkışmaları doğru olamaz. Nihayet ulemanın Meclis-i Meb’usan ve A’yan haricinde icra-yı siyasetle Otuzbir Mart ve emsali hadiselerde olduğu gibi maazallah Meşrutiyet’in ve vatanın izmihlaline badi netayic-i vahime tevlid edeceği de nazardan dur tutulamaz. Merkez-i umumisi İstanbul’da olup Rumeli’nin bazı mahalleriyle Hüdavendigar Vilayeti dahilinde merkezleri bulunan Muhacirin-i İslamiyye Cem’iyeti’nin İttihad ve Terakkī aleyhine çalışmakta olduğuna dair vukū’ bulan istihbarat üzerine sırf muhacirinin iskan ü ivasına muavenet ve etfal-i muhacirinin teallüm ü terbiyesine dikkat gibi hayırlı ve ictimai perdeler arkasında ızmar edilen makasıdın bu cem’iyete dahil olan efrada tefhimiyle oradaki namuskar zevatın cem’iyetimize rabtı ve Muhacirin Cem’iyeti’nden fekk-i irtibatları ve bu suretle Cem’iyet-i mezkurenin za’fa düşürülmesi İstanbul Hey’et-i Merkeziyyesi tarafından taleb ve teklif edilmiş idi. Merkez-i Umumi Edirne ve Gümülcine ve Bursa hey’et-i merkeziyyelerinden mütalaa sormuş ve bunlardan en ziyade teşkilatı olan Edirne Vilayeti merkezi muhacirin kulüplerinin daima maksadımıza hizmet edeceğinden Merkez-i Umumi’nin emin olması lüzumu beyan hatta geçen seneki kongrelerinde Edirne Kulübü’nden gönderilen meb’usun himmetiyle merkez-i umumilerindeki ahali fırkası meb’uslarından Ahmed Şükri Efendi’nin hey’et-i idareden çıkarılmasına muvaffakıyet hasıl olduğu da dermiyan kılınmıştır. Diğer merakizden dahi alınacak cevap üzerine İstanbul Hey’eti’nin mütalaatına karşı ittihaz olunan tedabirin teemmülü tabiidir. Geçen devrenin en mühim hadise-i mes’udesi de zat-ı hazret-i padişahinin Rumeli’ye vaki’ olan seyahat-i hümayunlarıdır. Ve cem’iyyet bu seyahat-ı mübeccelenin hüsn-i suretle idare ve ikmalinden dolayı ne kadar iftihar etse yeri vardır. Seyahat-i hazret-i padişahi bütün tebea-i Osmaniyyeyi dilşad etmekle hadisat-ı siyasiyye ve iktisadiyye ve seneyi kazandıracak semerat-ı bergüzide ıktitafına vesile vermiştir. Seyahat-i hümayun vukū’ bulmazdan üç ay evvel Merkez-i Umumi a’zalarından ikisi güzergah-ı hümayun ile havalisi merakizini dolaştılar ve istikbal-i padişahi için kemal-i hahişle teşebbüs olunan hazırlıkları gördüler. Cem’iyet hakkındaki muhabbet ve samimiyetlerini her vesileden bilistifade samimi tezahürat ile irae-i mevcudiyyete şitaban olan Hey’et-i Merkeziyye ve kulüp hey’et-i idareleriyle efradı cidden takdire seza muvaffakıyetler gösterdiler. Şehir ve kasabalar şöyle dursun hemen her köyden İttihad ve Terakkī bayrakları çıkarılmış mektepler suret-i mahsusada i’mal edilen elbise ve tezyinat ile müzeyyen talebesiyle saf-beste-i ihtiram olmuştu. Kulüplerin emr-i maarifdeki tezahüratı bilhassa mahzuzıyet-i padişahiyi mucib olmuştur. Merasime iştirak etmek ve Merkez-i Umumi namına icra buyurulacak resm-i kabulde Memalik-i Osmaniyye’nin her noktasından a’za-yı Cem’iyet bulundurmak fikriyle Selanik’e getirilen Anadolu ve Rumeli ve Arabistan merakizi murahhasları nail-i izz-i müsul ve iltifat oldukları gibi seyahat buyurulan vilayatın umum kulüblerinden i’zam olunan hey’et-i murahhasa dahi suret-i mahsusada huzura kabul buyurulmuştur. Padişahımızın bu merasim-i kabul esnasında Cem’iyetimiz namına sarf buyurdukları cümel-i takdiriyye cidden ma’nidar ve hakimanedir. Hilafet-penah efendimiz bu takdirat ve taltifatlarını maddeten dahi izhar ederek Cem’iyet’e beş bin lira gibi mühim bir meblağ ihda buyurmuşlardır. Mekteplerimizin intizam ve mükemmeliyeti ile bu hususda masruf olan hıdematımız o derecede mazhar-ı takdir olmuştur ki Dersaadet’e avdetlerinden dört ay sonra mülakat buyurdukları bir İngiliz muharririne Arnavudluk hakkındaki dan mürekkebdir. Cümlesi cesur ve sadık adamlardır. Yalnız noksanları maarifsizliktir. Buna da bir tarafdan hükumet diğer tarafdan İttihad ve Terakkī çalışıyor. Bu himematı da gözlerimle gördüm” suretinde irad-ı kelam buyurduklarını nail-i şeref-i mülakat olan katib-i umumimize bizzat ifade buyurmuşlardır. Osmanlılık ve vahdet-i Osmaniyye namına pek büyük kıymeti haiz olan Meşhed-i Mübarek’teki Cuma namazı hakkında serd-i mütalaayı zaid addeder ve yalnız Kosova Hey’et-i Merkeziyyesi’nin teşebbüsüyle bundan sonra Haziran aylarının ilk Cuma’sının bir yevm-i mahsus şeklinde ta’ziz olunması ve umum vatandaşların iştirakini te’min için orada üç günlük bir panayır kurulması esasının Kosova Vilayeti’nce takarrur ettiğini arzedelim ki Cem’iyet seyahat-i padişahinin selamet-i icraiyyesinde fevkalade alakadar bulunduğundan Huda-nekerde her ihtimale karşı nefs-i hümayunu muhafaza için muhit-i padişahiden bir an ayrılmamak üzere fedakar efradından hey’etler teşkil etmiş bulundukları şehir ve kasaba me’murin-i inzibatiyyesine muavenet ü muzaheret etmeyi de kendine vazife bilmiştir. İhvanımızın bu hususda gösterdiği measir-i fedakari ve gayret dahi cidden takdire sezadır. Geçen sene kongresinin ta’yin ettiği esaslardan biri de anasır-ı muhtelifenin lisan ve kavmiyetine hürmet unsurları birbirine bağlayan tarihi revabıtı takviye hiçbir unsuru Osmanlılık aile-i ictimaiyyesine bigane görmemek ve tezahürat-ı muvakkateye aldanmamak ittihad gayesini unutmamak şeklinde bir hatt-ı hareket çizmiş idi. Merkez-i Umumi bir program dairesinde harekete çalıştı. Fakat bu hatt-ı hareketin en mühim noktaları hakkında derece-i matlubede fi’liyyat görülmedi ve gösterilemedi. Biz bu hususda dahi birkaç söz söylemek isteriz. Meşrutiyet’in had-ı anasır” mes’elesi muhtelif zihinlerde başka başka telakkīler husule getirmiş ve bu ihtilaf-ı nazardan dolayı Meşrutiyet’den sonra Osmanlılığın alacağı şekil hakkında yekdiğerine taban tabana zıd tefehhümler ortaya atılmıştı. Bazıları “telahuk” fikrini ileri sürerek Osmanlılığı; siyasi hukūka malik kuvvetlerin ve cemaatlerin iltihakından teşekkül etmiş “federatif” bir devlet addettiler. Bazıları da “Zeveban” gayesini ta’kībe kail olarak Osmanlılığın yalnız ferdlerden mürekkeb olduğunu ve Osmanlılığın vahdetini istikmal için bu ferdlerin dahil bulundukları cemaat ve hey’etlerin Osmanlılık kütlesinde erimesi lazım geldiğini kabul ettiler. Osmanlı İttihad ve Terakkī Cem’iyeti birincisini hasafet-i siyasiyye ikincisini ictimaiyyeye münafi gördüğü için her ikisini de reddetti. Bizce İttihad ve Terakkī’ye nazaran iki türlü Osmanlılık vardır. Birincisi siyasi Osmanlılıktır ki hukūk-ı siyasiyyeden mahrum ve fakat ictimai müesseselere malik cemaatlerden mürekkebdir. Fikrimizce Osmanlı İttihad ve Terakkī Cem’iyeti bu nazariyeyi kabul etmekle hem Osmanlılığın muhtac olduğu vahdet ve tamamiyeti te’yid hem de unsurların ve cemaatlerin mevcudiyet-i ictimaiyyelerini lisan mezheb edebiyat gibi hususi müesseseleriyle taarruzdan masun bir hale ifrağ etmiş olur. den husule gelen ve geçen seneki kongrece de esasen kabul edilen bu fikir yanlış tefsirlere uğradığı için bazıları tarafından kabul olunmadı. Fakat hakīkatin kuvve-i iknaiyyesi zihinlerin ezeli ve ebedi hakimi olduğu için bu fikrin er geç bir kanaat-i umumiyye haline geleceği şüphesizdir. Bu nazariye muhterem kongrelerince dahi tasvibe mazhar olursa Cem’iyet’in nizamname veya siyasi programına bu esası natık bazı maddeler ilave ve i’lanı anasırın itmi’nanını ve ittihadın teshil ve tesriini mucib olur. Maamafih biz ittihad-ı anasır hakkındaki nazariyyatın gayr-i müslim vatandaşlar indinde cay-ı kabul bulmasına intizar etmeyerek inkılab-ı siyasi ile beraber ta’mirat-ı ictimaiyyeyi de der’uhde eden fedakar Cem’iyetimiz’in gayr-i müslim vatandaşlarımızın bize tekarrübünü te’min edecek surette çalışması lazım geleceğini pek eski bir zamanda başlayarak zaman zaman klüplerimize yazdık ve her klüp dahilinde beşer kişiden mürekkeb birer Uhuvvet-i Osmaniyye Encümeni teşkil edilmesini tavsiye eyledik. Bu encümenler cins ü mezheb tefrik etmeksizin muavenet ve şefkate muhtac bulunan bütün efrad-ı mazlume ile temasda bulunacak bir tabib-i müşfik gibi derdlerini soracak bir hakim-i hayırkar gibi hallerini anlayacak ihkakı uhde-i hükumete raci’ olan haksızlıkları Cem’iyetimiz’in ta’kīb ettiği usul ve kavaid dairesinde merciine arzedecek tatyibi duş-ı cem’iyyete yükleten sefaletleri teavün-i ihvan ile izaleye çalışacaktır. A’zasından birkaçının gayr-i müslim ihvanımızdan bulunması da başkaca tavsiye edilen bu encümenler bazı yerlerde teşkil ve hizmetlerinden semerat-ı hasene ıktitaf edildi. Velhasıl Cem’iyyetce ve Hükumetce adalet-i ictimaiyyenin tatbikine masruf olan mesai eseri olmak üzere komitelerin Makedonya’da asakir ve me’murin ve ahali-i İslamiyyeyi liam zemini hazırlamak ve bi’n-netice Avrupa müdahalesini da’vetle Makedonya’nın ilhakına veya muhtariyetine çalışmak maksadıyla teceddüd eden harekatına karşı gayr-i müslim vatandaşlarımız sabıkına nisbetle nazar-ı dikkati celbedecek derecede bigane kaldılar. Devr-i sabıktan beri bu havalide şöhret-i fevkalade kazanan Vardar Güneşi Apostol köylerinde ruy-ı kabul göremediklerinden kemal-i muvaffakıyetle Geçen seneki kongrenin bize tahmil ettiği vazifelerden biri de Selanik ve İzmir’deki İttihad ve Terakkī mekteplerinin darü’l-muallimine kalbiyle bunlara zamimeten münasib bir mahalde başkaca bir darü’l-muallimin küşadı keyfiyeti tahvilindeki usret ikinci derecede bırakılarak ameli bir surette bu kararın tatb[i]kı vesaili düşünüldü. Selanik ve İzmir mekteplerinin küşadlarını müteakıb ibtidai ve rüşdi sınıfları açılarak üç seneden beri tedrisatta devam edilegelmiş olmak TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Kasım Yedinci Cild - Aded: Kahraman-ı hürriyyet Enver Bey ile Senusi Şeyhi hazretleri tarafından Harbiye Nezareti’ne keşide olunan telgrafdan anlaşıldığına göre şehr-i halin on beşinci Cuma gecesi Derne Nizamiye Taburu’nu teşkil eden gazanferlerle Senusi mücahidin-i kiramından dört kabileden mürekkeb bir kuvvet şedid bir azm ile Derne kasabasına hücum ederek gayet hun-rizane bir müsademeden sonra inayet-i Sübhaniyye ile şehri istirdad eylemişlerdir. Esna-yı müsademede limanda bulunan İtalya sefine-i harbiyyesi tarafından top atışıyla İtalyanlara muavenet olunmak te’siri olmamıştır. Bu müsademede düşmandan telefat olduğu gibi birçok da mecruh vardır. Bakīsi de kamilen esir edilmiştir. Osmanlı fedailerinden yalnız seksen şehidle birkaç mecruh vukū’ bulmuştur. Emval-i ganaim miyanında kıt’a isti’male salih top mevcud olduğu gibi merkezden gönderilmese bile asakir-i muvazzafa ve muavineye birçok zaman kifayet edecek kadar esliha ve mühimmat ve erzak vardır. Bu hücum da Cebel-i Ahdar Senusi meşayıhından Zaviye-i Beyza Şeyhi Seyyid el-İlmi[?] ve Seyyid Derufi[?] ve Seyyid Hasıl el-Ehceri ve Muhammed Gazzali ve Seyyid Abdülkadir Kırkaş Seyyid Abdullah el-Yusuf Seyyid Abdullah Kırkaş Seyyid el-Marzi Kırkaş bin Abdillah Seyyid Muhammed Ebu Far Seyyid Muhammed bin Hevl[?] Seyyid Hamid bin Afr[?] Seyyid Senusi bin Şübbani nam bahadırlar bil-fiil ibraz-ı gayret ve fedakari eylemişlerdir. * * * Bu muzafferiyet hak-i pay-ı şahaneye arz olunmakla fevkalade mahzuziyet-i seniyyeyi mucib olmuş ve asker evladları kıyetleri temenniyatı tekrar buyurulmuştur. § Derne’de düşman gülle ve kurşunlarına bi-muhaba göğüs gererek Osmanlı varlığını pek şanlı bir surette irae eden asakir-i muzaffere ve urban-ı muhtereminin şan-ı Hükumet-i Seniyye’den olduğu üzere taltifleri icra kılınacağı haber alınmıştır. § Derne muzafferiyeti makam-ı Sadaret’den Hıdiv-i Mısır Dahiliye Nezareti’nden bilumum sefar[a]t-ı Osmaniyyeye Harbiye Nezareti’nden de kaffe-i ordu-yı hümayunlar kumandanlıklarına tebşir ü iş’ar kılınmıştır. * * * Tibu Hakimi’nin külliyetli gönüllü ile bizzat sahne-i harbe gelerek Osmanlılarla birlikte harbe iştirak ettiği merciine vurud eden telgrafdan anlaşılmıştır. § Bütün memalik-i İslamiyyede ale’l-husus Mısır Hindistan ve Afrika-yı Cenubi’de İtalyalılara karşı şiddetle boykotaj muamelesi tatbik edilmekte bu yüzen birçok İtalya fabrikalarının sekte-i ta’tile uğramakta olduğu ma’lumat-ı varide-i telgrafidendir. § Kalküta’deki Hind müslümanları Times gazetesine bir telgrafname keşide ederek Trablusgarb’da İtalya me’murin ve askerleri tarafından katledilen inas ü etfalin kıtaline İngiltere kralı ile kavminin mümanaat etmesini insaniyet ve medeniyet namına istirham eyledikleri Londra Sefaret-i Seniyyesi’nden bildirilmiştir. § Times gazetesinde okunduğuna göre Londra’da mukīm Hind müslümanları Kalküta ve Bombay’da bulunan dindaşlarının isrine ıktifaen Trablus’da mecruh olan Trabluslulara Türkler namına cem’-i ianeye karar vermişlerdir. rekesinde bulunacaktır. Mezkur sandığa ilk evvel Ağa Han hazretleri tarafından dört yüz İngiliz lirası verilmiştir. § Hindistan’ın her tarafında kemal-i tehalük ü gayretle cem’ edilmekte olan iane-i harbiyyenin mühim bir yekuna baliğ olmak üzere bulunduğu ve asakir-i Osmaniyyenin her haber-i muzafferiyeti istibşar olununca ahali-i İslamiyyenin koşarak tekrir-i daavat-ı hayriyyeye mübaderet eylemekte oldukları ahbar-ı varide-i telgrafidendir. § Çin’de aksa-yı şarkın sair memalik-i İslamiyyesinde Cava ve Sumatra adalarında bulunan ahali-i İslamiyye muzafferiyat-ı Osmaniyyeye dair muntazaman tebşirat intizarında bulundukları cihetle bu babda diriğ-i lutf buyurulmamasını Hükumet-i Seniyye’den telgraflarla istirham eylemişlerdir. Eskişehir’de münteşir Hakīkat gazetesine San’a’dan Yemen muhabir-i mahsusu tarafından yazılan mektubdur: Asir’deki harekat-ı ihtilaliyyeyi basdırmak üzere oraya gidileceğini yazmıştım; ve Asir’e gitmek için her türlü nevakısını geldi; bu musibet haberi bütün Yemen arazisinde sakin kabail ü aşaire Neccablar vasıtasıyla bildirildi. İmam Yahya’ya dahi neccab-ı mahsus ile yazıldı. Bir sür’at-i berkıyye ile müşarun-ileyh tarafından İzzet Paşa’ya valiye hitaben hamil olduğu iki mektubu diğer bir refikı ile getirdi. Muharebe havadisinin şüyuunu müteakıb Yemen’de İmam’la hallolunamamış bazı mesail-i muallaka müşarun-ileyhin muvafakatiyle derhal faslolundu. İmam’dan gelen mektuplarda “elli bin” kişilik müsellah urbandan müteşekkil bir ordu ile hemen harekete amade olduğu ve tarafından bil-cümle ehl-i men’in; bu hıtta-i vesianın her cihetinden ekabir-i urban taraflarından yer yer nutuklar irad olunmuş ve İslamiyet’e bir darbe-i mühimme vurmak isteyen İtalya ile bil-cümle İslamiyet düşmanlarına i’lan-ı cihad edilmiş ve akabinde kaffe-i ahali silah ve cebhanelerini hamilen muhtelif mahallerde ictima’ etmişlerdir. Nefs-i San’a’da dahi ahali cevami’-i şerifede umumi bir ictima’ yaparak halkı fi sebili’llah harbe teşvik ettiler; bir halde ki bunun tasviri gayet müşkil olmakla beraber biraz izahat vermeye çalışmayı faideden hali addetmiyorum. Evvela: İtalya tarafından İslamiyet aleyhine i’lan-ı harb edilmiş olduğundan bil-cümle ehl-i İslamın Cami’-i Kebir’e toplanmaları i’lan olundu. Ba’dehu ahali Cami’-i Keşeklinde yazılmıştır. bir’e fevc fevc gelmeye başladılar. Ahaliden her gelen kafilenin önlerinde beyaz bayraklar üzerinde kırmızı yazılarla cümleleri yazılı olduğu gibi cihad hakkında mevcud daha birçok ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife muharrer bayraklar temevvüc etmekte idi. Bu bayrakların uzun iki sırık ortasına gerilmiş kırmızı bir bez üzerinde beyaz ve gayet celi bir yazı ile ibraz-ı mehabet eden “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” levha-i mübarekesi idi; umum ehl-i İslamın cihet-i camiası olan bu levha-i mukaddese kardeşlerimiz dahi kelime-i tevhid zikrederek cami’a toplanıyorlardı. Namazı müteakıb hatib efendi minbere çıktı. Artık Türklerin hükumeti evamir-i İlahiyyeye tebean meşveretle lam Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin evamirine itaat farz ve lazım olduğunu gayet fasih bir lisan ile kemal-i belağatla beyan ettikten sonra sözü İtalya’nın haksız olarak i’lan ettiği harb mes’elesine intikal ettirdi. Umum ehl-i İslam üzerine farz olan bu cihada Yemen’de sakin bil-cümle kabaili “Ya ma’şere’l-Müslimin; ya ma’şere’l-Arab ya ma’şere’l-Acem ya ma’şere’l-kabail” nidalarıyla da’vet etti ve adet-i Arab üzere hutbe-i mübarekede her kabilenin şecaat ve hamasetinden bahsederek hemen işbu harbe hazır olmalarını umum ahaliye din ve mezhebleri üzerine yemin ettirdi ve sözleriyle bütün ahaliyi galeyana getirdi. Bu suretle bütün ahaliyi ağlayarak bir daha hükumet-i İslamiyyeye hıyanet etmeyeceklerine yemin ile feryad ettirdi. Bundan başka umum ehl-i İslamın bilhassa böyle bir zamanda ittihad etmesi farz olduğundan taraf-ı mektup yazılmasını ve daire-i ittihada girmedikleri halde evvel-emirde İmam’ın ihzar ettiği elli bin kişilik ordunun Asir üzerine tevcihi karargir oldu. Hülasa şu münasebetle Yemen kendi kendine bir daha isyan etmek ihtimalinden uzak bir halde kaldı. Ma’lum ya Yemen demek İmam Yahya demektir; o rahat durduktan sonra başkalarının kat’iyyen ehemmiyeti yoktur. Bil-cümle kıtaat-ı askeriyye alınan emir üzerine Hudeyde’ye gidiyorlar. Bu mektup münasebetiyle Hakīkat gazetesi ber-vech-i ati beyanatta bulunuyor: Sırr-ı celilinin bu kadar ulvi bir surette tecelli edişi mukadderat-ı furkaniyyedir. Alem ne tahmin ediyordu netice ne oldu! İtalya harbi uzviyet-i İslamiyyenin baygın vücuduna şırınga edilmiş bir münebbih hizmetini görmüştür. Aynı zamanda da İslamiyet’in medeniyetle ne kadar imtizaca kabiliyetli bulunduğunu hakīkī medeniyet İslamiyet demek olduğunu cihana karşı isbat etmiştir. Alem gördü ve inandı ki: Tevhid kelimesi etrafında bütün din kardeşleri pek ciddi pek azimkar bir hiss-i diyanetle toplanabilirlermiş. Cins ü mezheb tefrik etmeksizin umum Osmanlılar da haksızlığa karşı bir hiss-i hakperestane ile muttasıf imişler. İşte bu hakşinas değil aynı zamanda insanlığı da müdafaaya çalışıyorlar. Buradan yükselen insaniyet avazesi umum dünyanın medeniyet derin bir akis uyandırdı. İslamiyet’in adalet ve nezaheti hakīkī medeniyetin şekl-i hazırıyla o kadar samimi bir musafahada bulundu ki: Bunun vakt-i merhunu şöyle müheyyic bir zamana tesadüf edeceği her türlü ihtimalatın haricinde şey ve şu ahvale karşı vereceği hüküm: Ahir zaman peygamber-i zişanının ahir zamanda gösterdikleri bir mu’cize-i garradan ibaret olabilir. Buna bir başka ma’na vermek ihtimali yoktur!. San’a gazetesinden: “Bismillahirrahmanirrahim Telgrafınızda izhar olunan azm ü himmet hakk-ı şerifinizde müstekır olan i’timad-ı halisimi te’yid etti. Devletimiz def’-i gaile esbabına müteşebbisdir. Müstahıkk-ı tahsin olan sebat ü safvet-şiaranenize hassaten beyan-ı memnuniyyet eylerim. Ve minallahi’t-tevfik Mehmed Reşad” “Yemen Kuva-yı Umumiyesi Kumandanı İzzet Paşa hazretlerine Balaya naklolunan telgrafname-i hümayunun serian Sadrazam Said” Sadrazam Said Yemen İmamı Seyyid Yahya bin Muhammed Hamidüddin hazretleri tarafından zat-ı hazret-i Hilafet-penahiye ve makam-ı Sadaret-i uzmaya çekilen telgrafnamenin suretidir: el-Mütevekkil alallah Yahya Tam sene evvel idi ki merkez-i İslam olan Medine şehr-i mukaddesi fevkalade bir heyecan içinde kalmıştı. Çünkü: İrtihal-i peygamberi te’sir-i elimiyle inleyen kalbler; çarpıntıya uğramış ağlayan gözler adeta dumanlanmıştı. Bir tarafdan –beşeriyet muktezasınca– meyl-i riyaset peyda olarak tarafdarlık hilaf-girlik gibi meşağil meydana çıkmaya diğer tarafdan yeni imana gelmiş ve hakayık-ı İslamiyyeti layıkıyla idrak edememiş bazı kuteh-nazaranın irtidadı misilli gavail esas-ı nevin-i dini bayağı yıkmaya başlamıştı. O halde ki Darü’l-hilafe’de halife-i bil-hakka isyan teşvikı yapıldığı halde tekmil Ceziretü’l-Arab’da dinden imandan sıyırılmak suretiyle tuğyan ediliyor bu tağilerin kimi da’va-yı nübüvvete kalkışan şarlatanlara tabi’ oluyor kimi bütün bütün gemi azıya alıp hal-i kadim-i vahşete dönüyor kimi de namaz kılarsa da zekat vermemek garabetini gösteriyordu. sürülerinden hal ve mevki’ nezaket kesbetmiş ve bilad-ı İslamiyye hemen hemen duçar-ı tehlike olmuştu. Peyderpey vürud eden haberler işin ehemmiyet ü vehametini anlatıyor bil-cümle mütefekkirin-i ashabı derin derin düşündürüyordu. Zira sebatkar-ı iman olanların aded ve kuvvet cihetiyle daire-i İslamdan huruc eyleyenlere mukabele ve galebesi maddeten gayr-i mümkin görülüyordu. Bu mütalaayı te’yid ediyormuş gibi güruh-ı a’danın kesretli bir takımı Medine civarına kadar gelmeye ve hatta metalib-i menfaat-perestanelerini halifeye anlatmak üzere mükaleme me’murları göndermeye cür’et eylemişlerdi. Bit-tabi’ tekalif-i batıla şanlı bir surette red murahhaslar Şu muamele-i dilirane üzerine cenab-ı Ebubekir derecesinde azm-i Huda-pesendi bulunmayan bazı kimseler işin tatlıya bağlanması daha muvafık olurdu! Tarzında söylendiklerini işiden halife hazretleri zemin ü zamanı titreten bir mekanetle minbere çıktı ve: “Ey nas! Her kim Muhammed’e perestiş ediyorsa bilmiş olsun ki o irtihal eylemiştir. Her kim Allah’ı ma’bud ittihaz eylemişse anlasın ki o hayy-i la-yemuttür. Ey nas! Kendi azlığınıza mukabil düşmanın çokluğundan mı şeytan böyle dalınıza bindi nam-ı Hak bu dini edyan-ı saireye galib kılacaktır. Madem ki bunu taahhüd etmiştir sözü haktır va’di doğrudur. Belki biz hakkı batıl üzerine atarız da hak batılı müzmahill ü zail eyler. Kalil bir cemaatin kesir bir fi’eye bi-iznillah galebe ettiği çok defalar görüldüğü gibi Allah sabr u sebat edenlerle beraberdir. mealindeki ! hutbe-i celilesini okudu. Ruhlarını takviye ve ma’neviyetlerini tenmiye eylediği erbab-ı iman ile de ertesi sabah Medine haricindeki Ashabı Ridde’ye şiddetli bir hücum edip cem’iyet-i bağıyanelerini dağıttı. Ondan sonra da taraf taraf asker i’zam eyleyerek ehl-i küfranı tedmir ve bilad-ı tuğyanı teshir etti. § Eslafımızın şanlı vekayıı bizim için ibret alınacak ne kadar bedayii havidir. Tarihin cüz’i fark ile tekerrür-i vekayi’den lerdir. Bugün biz de sene evvelki felakete ma’ruz bulunmuyor muyuz? Dahilden dinlenmez çekilmez fırka ihtirasatıyla; haricden bitmez tükenmez düşman tecavüzatıyla uğraşıp durmuyor muyuz? Bunların hemen hepsi bir külah kapmak bir yağlı kuyruk elde etmek için çalışıp uğraşmıyor mu? Vatanımıza tahatti edildiği; kadınlarımız çocuklarımız canavar pençelerinde can verdiği hade bazılarımız mukavemet göstermenin cinayet olacağını söylemedi mi? Buna rağmen de Halife-i İslam hazretleri vatandan bir karış toprağın bile terkine razi olmadığını beyan ile ehl-i İslama sebat ü metanet tavsiye buyurmadı mı? Merkez-i Hilafetin kavlen biçare Trablus’daki şiran-ı hamasetin fi’len sebat ü metaneti ve cansiperane ibraz-ı şecaati sayesinde nusret-i İlahiyye de zuhura başlamadı mı? Madem ki bunlar oldu atisinin de zuhura geleceğine ve halimizin nusret ü zafer i’tibariyle devr-i Sıddikī’ye benzeyeceğine lutf-ı Rabbani’den ümidvar olarak sabr u sebat edelim. Maddeten bir şey yapamıyorsak da hiç olmazsa metanet-i ma’neviyyeyi bozmayalım. Allah’dan ümidimizi kesmeyelim. Çünkü Kur’an-ı hakim : büşra-yı uzmasıyla sebat ü sabrın neticesi fevz ü felah olduğunu haber veriyor. * * * Afrika tarihin yetmiş bin inkılabına binlerce harb ü esfarına medar-ı hunin oldu; encam-ı kar İslam diyarı İslam gibi oraya birtakım Katolik veya Protestan papazları gibi bedevi di. Nur-ı İslam onlara min tarafillah mülhem görüldü. Bugün Avrupa medeniyetinin canavar kisvesine bürünerek ebatil-i tarihi ihya edercesine vukū’a getirdiği tecavüzatı karşılayan o batılı yerden yere çarpan enzar-ı medeniyyete kan can hayat-ı milli izhar eden harikalar harbi mu’cizeler gösteren nur-ı ulvi işte o ilham-ı Rabbani’dir o Allah nurudur. Kuvvetini Avrupa medeniyetinden alan üç buçuk Roma piçi Afrika’da İslam’ın son medar-ı temevvücü olan bu toprağa mülevves ayaklarını atıp ehl-i İslamı ebedi bir esaret mezarına gömmeyi kasdederken o ruh-ı ulvi bugün canlanmış bütün Afrika’nın hayat-ı cihadını temsil ediyor. Bugüne kadar ölmüş farz edilen ruhların dirildiğini te’min eyliyor. Buna kainat hayretler içinde!. Napolyon Bonapart Mısır’ı çiğnerken Firavun tepelerini göstererek “Kırk asırdan beri bu tepelerden vürudunuza din-i İslam tarafından Mısır’da ve Akka’da kendi çiğnenmiş ruh-ı İslam Napolyon gibi bir deha-yı harbi bile titretmiş bir zaman o koca zekayı bile ebedi zaferlerin te’mini için müslüman ruhuyla nurlanmaya özendirmiş idi. Emin olalım ki Trablusgarb’da din ve millet aşkına can veren hun-ı ma’sumunu merdane bir surette isar eyleyen mücahidin-i İslamın uluvv-i cenabı da bugün bütün dünyanın rical-i askeriyyesini hayran ediyor enzar-ı takdir-i alem muttasıl bu ruhu tedkīka koşuyor. Zira görüyorlar ki Asya’nın göbeğinden kalkıp da Afrika’da can veren arslan yürekli bir Türk Mehmed’in ruhuyla hazret-i Fahr-i kainatın nesl-i necibinden mütevellid bir kavm-i Arab’ın ruhu bir kalb olmuş “Ey ümmet-i Muhammed ey alem-i medeniyyet asırlardan beri bu dakīka-i cihad-ı mukaddes sizi bekliyordu” nida-yı ulvisini ebedi var. O hayat gün günden büyür… Haza min fazli Rabbi!.. Local Anzeiger gazetesinin Trablus’da bulunan muhabiri kında mensub olduğu gazeteye atideki ma’lumatı i’ta eyliyor. ferruatına kadar mevsuk olduğunu iddia ile cümlesini hikaye edeceğim: Bir Arab bahçesini sulamak maksadıyla yakındaki vahadan su almak için bir re’s öküzü ile yolda giderken İtalyan asakiri tarafından süngü ile şehid edilmiştir üç a’ma birbirinin elini tutarak ve duvarlara dayanarak yollarına devam etmekte oldukları esnada karşılarına birkaç piyade avcı askeri çıkarak a’maların üçünü birden katletmişlerdir. A’maların cesedi akşama kadar cadde üzerinde kalmıştır. Üç çocuk vahadan çıkarak hurmalığın cenub cihetinde şeklinde yazılmıştır. kain Seydi el-Mısri’nin kabrine gelirler. O tarafda nöbet beklemekte olan İtalyan askerleri en büyüğü sekiz yaşında olan bu üç çocuk üzerine şiddetli bir ateş açarlar. Çocuklar meyve tüccarından Hamd bin Kadeş’in mahdumları idiler. Bu çocukların pederi dahi İtalyanlar tarafından tevkīf edilerek Ali Karayer nam şahsa taarruz etmişlerdir. Kasap bir koyunun derisini yüzdüğü esnada İtalyanlar gelerek kendi satırı Muhammed Mansuri nam şahıs akşam çarşıdan avdet etmekte olduğu sırada bit-tevkīf üzeri taharri olunmuştur. Cebinde bulunan birkaç para gasb edildikten sonra şehid edilmiştir. Sukara nam mahalde yirmi kişiden mürekkeb Ebu Sef et-Tarhuni ailesi kamilen itlaf edilmiştir. Muma-ileyh Şibh nam mahallin eşraf u mu’teberanından bir zat idi. dilmişlerdir. Diğer bir kadın feracesini çıkarmak istemediğinden Bumeliyane Kuyusu cihetinde katledilmiştir. Bir dilenci bir kabristan kenarında tese’ül ederken İtalyanlar gelerek ve kendisine bir kurşun sadakası vererek ihtiyar dilenciyi katletmişlerdir. Şibh mevkiinin haricinde on iki yaşlarında bir çocuk kuyu ağzında su içmekte iken İtalyanların kurşunu ile maktul olmuştur. “Sagazlı” namında bir şahıs İtalyanlar tarafından bilamerhamet kendi hanesi önünde mecruh olunca hemen hanesi kapısından adamlarını çağırarak İtalyanlara karşı bir ateş açmıştır. Sagazlı’nın yedi adamı tarafından açılan bu ateşte İtalyanlar firara mecbur olmuşlar ise de birkaç dakīka sonra maiyetlerine diğer başka asker alarak ve mezkur hane önüne gelerek hücum etmek istemişler ve Sagazlı’nın müdafaat-ı şedidesi üzerine firara mecbur olarak Arablar ailelerini taht-ı te’mine almaya muvaffak olmuşlardır. Sukü’l-Cum’a nam mahalde bir kadın şehid olan zevcinin başı ucunda cadde üzerinde ağlarken bir İtalyan gelerek bir kurşun ile mezbureyi zevcinin yanında yere sermiştir. Zeit gazetesi İtalyanların duçar oldukları hezimetlere dair yazdığı bir makale-i mahsusada diyor ki: “İtalyanlar nice senelerden beri irtibat ve münasebette bulundukları Trablus ahalisi ve ahvali hakkında lüzumu kadar sahih ma’lumat istihsal edemediklerini vukūat gösteriyor. lerinden memnun olacaklarını farz ettikleri Arablar bugün her türlü ihtilafatı unutarak hasm-ı can addettikleri İtalyanlar aleyhinde olarak pek heyecanlı dakīkalar geçiriyorlar. İtalyanlar dinin zeval-na-pezir bir rabıta-i daime olduğunu ve Arabların din uğrunda her şeyi göze aldıracaklarını hesab etmemişlerdir. İtalyanlar aczlerinden köpürerek ma’sum ahaliye karşı enva’-ı mezalimi irtikab etmişlerdir. Filhakīka İtalyanların irtikab ettikleri i’tisafat sebebiyle bütün vicdanlar i’lan-ı isyan ediyor. İtalyanın eşkiyalık politikası şu asr-ı medeniyyet için bir ayıbdır. Bir tarafdan yüzlerce ahalinin i’damı diğer tarafdan nefy edilmesi a’za-yı vücudunun katli mecruhine işkence edilmesi medeni bir millet için alçaklıktır. Bu mezalimden dolayı Avrupa bugün bir vazife-i medeniyyet karşısında bulunuyor. Devletlerin bi-gayri hakkın i’lan edilen bu harb ile onun neticesi olarak İtalyan vahşilerinin Fakat devletlerce icra edilecek teşebbüs lafz-ı medeniyyeti lekelemiş olan İtalya’nın muvaffakıyeti ile neticelenmemelidir. Fakat Osmanilerin İtalyanlara karşı gösterdikleri şecaat ve mukavemet Balkan hükumetlerine bir ders-i ibret olmalıdır. Çünkü donanma cihetinden zaif görünen Türkiye’nin bahren kuvvetli olan İtalya’ya karşı gelebilecek kadar kuvvet Zahirde zaif görünen Türkiye’nin bugün gösterdiği kuvvet fikr-i beşerin bir şeyi evvelce keşfetmek hususunda ne derece aldandığını isbat ettiği gibi birçok muhteris ve aç gözlü Balkan hükumetlerinin hırs u tama’larını da söndürecektir. Türkiye ile oyun oynamaya gelmez. Çünkü Türkiye kuvvetli bir orduya malik olduktan maada her zaman hissiyat-i diniyyenin tahriki ile askerliğe elverişli birçok menabi’ elde edebilir. Trablusgarb muharebesinden istihsal olunacak en birinci ders işte budur.” senesinde Lahey’de in’ıkad eden konferansda düvel-i ahide murahhasları milislerle gönüllü hey’etleri hukūken “ordu” tesmiyesine dahil olacaklarından maada düşmanın takarrubü üzerine kuvve-i muhacimeye karşı muharebe bulmadan kendi ihtiyarlarıyla silaha sarılan ve memleketleri henüz işgal edilmemiş bulunan ahalinin dahi alenen silah taşıdığı ve kavanin ve adat-ı harbiyyeye riayet eylediği takdirde muharib gibi tanınacağını suret-i mahsusada kararlaştırmışlar menin birinci ve ikinci maddeleri Diğer tarafdan aynı maddeye müteallık mülahazat sırasında düvel-i akıde “kaffe-i ahval ve hususata şamil mukarrerat edilmemiş olan ahvalin takdirini ordu idare edenlerin muamele-i keyfiyyesine terk etmeyi de kabul etmediklerini beyan etmişler ve binaen-aleyh taraflarından kayd ve istidlal edilmiş bulunan ahvalde ahali ile muhariblerin milel-i mütemeddine arasında teessüs eden teamülattan münbais hukūk-ı düvel ahkamıyla kavanin-i insaniyyet ve vicdan-ı umumi mukteziyatının zir-i himayesinde kalacaklarının beyanını münasib görmüşlerdir. İmdi İtalya Trablusgarb ve Bingazi’de yalnız bu hukūk-ı düvel ahkam-ı hazırasını ve kavanin-i insaniyyeti istihkar etmekle kalmamıştır. Bila-sebeb ve sadece arzu-yı teshir sevkıyla i’lan-ı harb ettikten sonra vilayat-ı mezkure sekenesiyle muhariblerine karşı muamelatında niyyete karşı suret-i mahsusada kabul eylediği esasları paymal eylemiştir. Bitaraf şühud taraflarından neşredilen tafsilat ve bütün cihanın vicdan-ı umumisi canibinden yek-zeban ref’ olunan avaze-i nefret İtalya me’murin-i askeriyyesinin irtikab eyledikleri mezalim ve i’tisafatın zat-ı alilerine tafsilen ta’dadından bizi vareste kıldığı cihetle İtalya’nın marru’z-zikr birinci ve ikinci maddeler ahkamını ihlal ederek vatanın müdafaası tarafından eli silah tutar adamları teslih edilmiş olan Trablusgarb’a mücavir kura halkını bila-tefrik-ı cins ü sinn muhasara ettiğini ve bi-rahm ü eman kurşuna dizdirmiş olduğunu bazı vatanperveran-ı Osmaniyyenin müstahlısı orduya muavenet etmek istediği bahanesiyle İtalyan erkan-ı harbiyye hey’eti bütün sekene-i ma’sumeye karşı icra-yı dehşeti ilkayı mevti emreylemiş genç ihtiyar bir hayli kesanı yalnız bir şübhe üzerine ve bila-sebeb külle yevmin kurşuna dizdirilmiş ve dizdirmekte bulunmuş kadınlar çocuklar itlaf veya mahbeslere ilka edilmiştir. Bir hayli mahallat eşirra-yı askeriyyenin yedine terkolunmuş ihrak bi’n-nar edilmiştir binlerce biçaregan ailelerinden hastegan balin-i ıztırablarından kaldırılarak guna-gun mahrumiyetlere fena-yı muhakkaka ma’ruz oldukları halde diyar-ı baideye sevkedilmek üzere yığın yığın vapurlara irkab olunmuşlardır. Afrika’da neşr-i medeniyyet edeceği iddiasında bulunan bir hükumetin enzar-ı cihana vaz’ eylediği manzara-i elimeye kıyasen Hükumet-i Osmaniyyece şiddetle ihtiyar edilen ve Lahey mukarreratı esasına tamamıyla tevafuk eden tavr u hareket-i müstakīmane ve vakūraneyi tebliğe hacet var mıdır? Bu esasları paymal etmiş bir düşmana karşı Hükumet-i Osmaniyye dahi kendini bunlardan vareste addedebilir kumet tebeasının müctemian tard u teb’idi gibi Lahey Konferansı’nca suret-i kat’iyyede men’inden sarf-ı nazar olunan bir tedbiri bile ittihaz etmekten ictinab eylemiştir. Binlerce ma’sum Osmanlılar katl veya ta’zib edilmekte iken her sınıfa mensub on binlerce İtalyan tebeası Memalik-i Osmaniyye’de kavanin ve zabıta-i Osmaniyyenin zir-i himayesinde kendi tebaamızla rekabet ederek yaşıyorlar. Bizzat düşmanı maları Trablusgarb ve Bingazi üzerine ateş açtıkları hengamda oradaki me’murin-i Osmaniyye bilad-ı mezkurda bulunan müteaddid İtalyanların hayatını bi-hakkın galeyan ve heyecana düşmüş bir halkın tecavüzatından masun bırakacak tedabir ittihaz etmiş hiçbir İtalyan rencide edilmemiştir. Halbuki ma’ruz-ı istila bulunan vatanın halasına şitaban olan ve bi’n-nisbe faik bir kuvvetin ateşleri altında vatan uğrunda feda-yı cana hazırlanan gönüllüler el-yevm Trablusgarb’da te’sis-i karargah etmiş olan İtalya erkan-ı harb hey’etinin hiçbir vakit dermiyan edemeyecei bir ma’zereti serdedebilirler idi. El-hasıl Hükumet-i Osmaniyye Afrika’daki ordu-yı Osmani zabitlerine İtalyan üsera-yı harbine karşı hukūk-ı düvel kavaidine tevfikan muameleye devam etmelerini ve hatta vatanlarını müdafaa etmek istedikleri ahali-i mahalliyye tarafından rencide edilmelerine mahal bırakılmamasını dahi tavsiye eylemiştir. Hususat-ı meşruhaya binaen Hükumet-i Osmaniyye gerek muharib ve gerek Lahey’de vücud-pezir olan measir-i medeniyyetin müşariki sıfatıyla konferans mukavelatına vaz’-ı imza etmiş bulunan devletlere arz u ihbar etmeye hakkı olduğunu ve bunu bir vazifeye addettiğini beyan eder ve mezkur konferans mukarreratına mugayir ola[ra]k kendi tebea ve muharibleri üzerinde irtikab olunan mezalim ve kıtali şiddetle protesto eyler. Hükumet-i Osmaniyye bu vechile yalnız bir müdafaa ve tahaffuz-ı hususi vazifesini ifa etmeyip keyfiyetin bir tehlike-i müştereke muvacehesinde yekdiğerini zamin bulunan bütün akvamın vicdanına tealluk ettiği için daha vasi’ ve daha ali bir vazifeyi ifa ediyor. Bu tehlike-i müştereke ise medeniyet-i hazıranın bir lafz-ı bi-ma’na hükmünde kalmasını te’min eden esasların ma’ruz-ı fena olmasıdır. Kahire’de çıkan el-Alem refikımiz Mısırlı kardeşlerimizin Trablusgarb hadisesinden dolayı göstermekte oldukları fedakarlıkları; hususiyle hanımların kendi aralarında iane cem’iyetleri teşkil ederek Trablus felaketzedeganına imdad gün dostu olduklarını hamiyet-i İslamiyye ve Osmaniyyelerini tamamıyla muhafaza etmiş bulunduklarını en vazıh en kat’i berahin ile isbat ederek bütün alem-i İslamın gönlünü aldılar. Var olsunlar. El-Mansure hanımları tarafından te’sis edilen iane cem’iyeti hakkında el-Alem ’de gördüğümüz satırları mücmelen nakledelim: Cem’iyetin reise-i fazılası bir kere da’vetine icabetle gelen hanımlara teşekkür etmiş; sonra maksad-ı ictimaın Devlet-i Aliyye ile İtalya arasında hadis olan harbe karşı vatanını seven her Mısırlı kadın için Trablus’daki biçare hemşirelerine miştir. Bunun üzerine İbrahim Efendi’nin kerimesi Vecihe Hanım şu nutku irad etmiştir: Hanımlarım Sizin şahıslarınızda tecelli etmekte olan mürüvvet ve ziletperver hanımın vatan için en mübrem bir iş hakkında müzakere edileceğine dair olan da’vetnamesini aldığım zaman derhal hatırıma geldi ki bu emr-i mübrem şübhesiz Trablus’daki felaketzede kardeşlerimize imdad etmek olacaktır. Hayırlı işler çoktur bunların her nev’ine çalışmak meşkurdur. Lakin bu mesai arasında en meşkur en me’cur olanı rıza-yı İlahiyi diğerlerinden ziyade celbedebileni hiç şübhesiz şu zavallıların imdadına koşmaktır ki onlar insaniyetin nasiyesini lekedar eden katılaşmış yürekleri merhamet melekesinden külliyyen bi-haber bulunan zalim bir milletin tecavüzüne ma’ruz kalmıştır. Bu alçak millet ne kadar ana kucağındaki çocukları yetim bıraktı; ne kadar zavallı kadınları şerik-i hayatından ebediyyen ayırdı; ne kadar ihtiyarları bi-günah olarak sefaletin pençesine teslim etti. Evet bu zavallıların hiçbir günahı yoktu. Lakin behimi bir hırs cehennemi bir tama’ bu bir mel’un harekete sevketti. Ona hak adalet haysiyet hislerini külliyyen unutturdu. Şimdi bu hadise-i azimeye karşı bizim uhdemize düşen vazife-i kavmiyet lisan din hususlarında kardeşlerimiz olan Trabluslulara yardım etmektir. Zira bilirsiniz ki hadis-i şerif mucebince mü’minin mü’mine karşı vaz’iyyeti bir bünyan-ı mersus meydana getiren perçin edilmiş taşların vaz’iyyeti gibidir. Öyle ise onların işine yarayabilecek nemiz varsa feda etmekten geri durmamalıyız. Vecihe Hanım’ın bu nutkunu müteakıb Sa’diye Hanım şu nutku irad etti: Hanımlar sizi bu da’vete icabet etmeye saik olan hissiyat-ı aliyeyi tebcil ederim. Bilmez değilsiniz ki hasenat seyyiatı giderir. Burada Tahir Beyefendi’nin haremi hanımın riyaseti altında olmak üzere bir cem’iyet teşekkül etti. Maksad Trablusgarb’da felakete uğrayan kadınlara muavenettir. İndallah ecr-i azime mazhar olmak için bu pek büyük bir fırsattır. Hanımlar sizi ianeye teşvik için fazla söz söylemeye lüzum görmem. Trablus felaketzedeganına imdad için dakīka fevt etmeyiniz. Daha sonra Doktor Ahmed Fehmi Bey’in kerimesi Naime Hanım şu sözleri söyledi: Hanımlar Sadr-ı İslam’da Arablar milletlerin en satvetlisi en hatırlısı idi. Bütün Ceziretü’l-Arab Arabların taht-ı hükmünde distan’a girdi Mısır’ı feth etti Endülüs’e Cezayir’e müstevli oldu. Fransa üzerine yürüdü. Garblılar ulum u fünunu bunlardan öğrendi. Ma’rifet ü medeniyetteki tekaddümleri de Arabların sayesindedir. Arablar bir zamana gelinceye kadar efradı en kuvvetli bir ittihad ile müttehid bir millet-i kaviyye radı düşmanlar kendisine tağallüb ederek memleketlerinin kısm-ı a’zamını gasbetti. Nihayet şu gördüğümüz zaif millet haline geldi. A’da bugün elimizde kalan memleketleri de gasbetmek istiyorlar; büsbütün ma’sum olduğumuz halde bizi guna-gun mahrumiyetlere uğradıyorlar. Garblıların bu kadar hücumuna karşı biz yapacağımızı unutuyoruz da en adi işlerden necat umuyoruz. Halbuki teavünden ittihaddan başka bir suretle kurtuluş yoktur. Niçin ebna-yı milletimizle birleşmiyoruz? Niçin muhasarlara malımızla kuvvetimizle muavenette bulunmuyoruz? Hak sübhanehu ve teala bize cihadı farz ittihadı emretti. Mısırlılar! Biz ne zamana kadar uyuyacağız? Gözünüzü açınız zira uyuyanlar uyanmıştır! mücahedesinde bulunduğu için kadınlarını da zinet namına neleri var ise satarak iane verdiler. Nazarlarında menafi’-i milletin hakīkī bir kıymeti olmayan mücevherata kat kat faik olduğunu bize gösterdiler. Evet biz Mısır kadınlarına gösterdiler ki dört tarafından musibetle felaketle kuşadılmış olan vatana karşı vazifemizi eda etmeyi düşünmüyoruz da gunagun müzeyyenat yükü altında salınıp duruyoruz! Hem bilmem esarete ma’ruz olduktan sonra o müzeyyenatın ne faidesi olabilir? Artık cehalet zamanları geçti; artık herkesin gözü açıldı. Önümüzde mecd ü şeref için birçok yollar varken neden hiç birini tanımıyoruz da dalmış bulunduğumuz bu atalet bu meskenet uykusunda devam edip gidiyoruz? Öte tarafda müslüman kardeşlerimiz düşman muhasara sı altında aç susuz bir halde inleyip dururken bizim mücevherat içinde hıram etmeyi içimiz götürmeli midir? Allah müslümanlara kendimize müslümanız diyebilir miyiz? Trablus’da muhasara altına alınıp mezalimin fecayiin her türlüsüne ma’ruz tutulan şu biçarelere karşı dest-i imdadı uzatacak kadar kalbimizde şefkat yok mudur? İtalya kıt’ası zelzeleden dolayı alt üst olduğu zaman İtalyanlar bizden muavenet istemişti. O zaman Mısırlıların bir çoğu bu da’vete icabet etti şimdi ise kardeşlerimiz bizden imdad bekliyor. Adedce bize faik bulunan düşmana galib gelişimiz üzerine Cenab-ı Hakk’a arz-ı şükran ederek i’lan-ı meserret eyleyerek tuttuğumuz üsera miyanında Rastak hanlarından on olana atıp tutuyor ve: – Afgan asakir-i müstahfıza reisinin maiyyetindeki kuvvete kafi asker verirseniz reisi tutar size yollarım diye ümeramıza mektup yazmıştı diyorlardı. Anlaşılan beyler de bu ümid ile muavenete kalkışmışlar. Fakat iş göremeyen askerin bir kısmıyla sergerdelerinden bazıları benim elime giriftar olmuşlardı. § Ordugaha avdetimden sonra bir rapor yazdım. Bilhassa bu fıkrayı derc ettikten sonra amcama verilmek üzere Hanabad’a yolladım. Mecruh esirleri tedavi için cerrahlar ta’yin ettim. Yaraları salıverdim ve: – Vatandaşlarınıza nasihat ediniz: Yağmagerliği bıraksınlar. Ümeranıza da söyleyiniz: Çarpışmak istiyorlarsa merdane meydana çıksınlar. Bir tarafdan Tahtapul’a sefir gönderip pederime izhar-ı meveddet eylemek bir tarafdan da onun askerine muhalefet ve mukavemet göstermek suretiyle yaptıkları hilekarlıktan vazgeçsinler. Bilmiş olsunlar ki pederimin arzu ettiği takdirde Bedahşan’ı taht-ı tasarrufa alır. Oranın beyi bana altı saat karşı duramaz. Dedim. Kataganlı üserayı tevkīf ederek Buhara’ya hicret eylemiş olan hemşehrilerine “vatanınıza dönmediğiniz halde bütün esirleri öldüreceğim” diye haber gönderdim. Teşvikim üzerine üserada bu haberi te’kid ve hemşehrilerini te’min eyledi. Biraz sonra Katagan ulemasından birkaç zat mükaleme – Afganistan Devleti’ne muhalefette bulunmaz ve sadakat ü istikametten ayrılmazsanız kendi raiyyem hakkındaki takayyüdatımdan siz de nasibedar olursunuz. diyerek ifademi kasem billah ile te’yid ettim. Murahhasların mutmainnen azimeti üzerine iki bin hane muhacir vatana avdet ederek Talihan’a yerleşti. § Üsera vasıtasıyla tebliğ ettiğim sözlere karşı Mir Yusuf Ali aldırmadı çapulculuğa devam etti. Birkaç hafta sonra Katagan ve Kalab beyleri ve biraderi Mir Şah ile müşaverede bulunup maiyetlerindeki askerin müttefikan Talihan ve Çal üzerlerine hücum ettirilmesini ve galebenin ancak bu suretle kabil olabileceğini söyledi. Çal’da bizim nizamiye ve hassa askerimizle süvarimiz ve dane topumuz vardı ki Serdar Muhammed Alem Han namında şeci’ ve mücerreb bir zatın kumandasında Bir müfrezesi bizim hayvanat üzerine hücum eyleyecek ve şu suretle kendilerinin muntazam asker olmayıp yağmager bir çete bulunduğunu zannettirecekti. Mir Atalık’ın amcazadesi Mir Ali Veli’nin taht-ı idaresinde bulunacak süvari de gece gelip Talihan bağlarında gizlenecekti. Ertesi sabah düşman süvarisinden yüz nefer hücum ederek otlamaya götürülen bizim develerden yüz danesini sürmüş ileri karakolları kumandanı da bunların istirdadı Bu haberi işittiğim gibi askerin harbe hazırlanmasını emrettim. Çünkü karakol civarındaki hayvanata yüz süvarinin hücuma kalkışamayacağını anlamış mutlaka orada mühim bir kuvvetin gizlenmiş olduğuna hükmeylemiştim. Hükmüm doğru imiş. Asker hazırlığı ikmal ettiği sırada evvelce gönderilen iki yüz süvarinin yüz altmışı düşmanın şiddetli hücumundan kaçıp geliyor kırk bin kadar süvari de onları da ta’kīb ediyordu. Ben ihtiyata riayeten evvelce topları mandamı almayınca ateş açmamalarını emretmiştim. Sağ tarafdan bin sol cihetten beş yüz neferi pusuya yatırdıktan sonra mütebakī süvari ve piyade ile düşmana karşı şeklinde yazılmıştır. çıktım. Müsademe başladığı esnada topcularla pusudaki askerlere gülle kurşun yağdırmalarına dair emir verdim. Kendim de olanca kuvvetimle cepheden hücum e[t]tim. Düşman fena halde şaşırdı dokuz saat uğraştıktan sonra üç bin maktul vermek suretiyle bozuldu. Bizim tarafdan yüz nefer kadar maktul ve mecruh vardı. Altı yüz esirle beş bin at alınmıştı. Düşmanın gözünü yıldırmak için kesilen başlardan bir kule yaptırdım ve bu feth-i azimin tafsilatını havi bir rapor israsıyla amcamı tebrik ettim. Çal tarafına giden ve on iki bin kişiden ibaret olup Mir Baba Big ve Mir Sultan Murad’ın kumandasında bulunan düşman fırkası cüz’i bir müsademeden sonra yüz maktul verip mecruh u perişan bir halde savuştular hatta sergerdeleri Mir Baba Big attan düşüp ayağı kırıldı. O halde alıp götürdüler. Muzafferiyat-ı vakıa üzerine Afganistan’ın ta’lim görmüş muntazam askeriyle başa çıkamayacaklarını Bedahşan beyleri anladıkları için karşı karşıya cenk etmekten çekindiler ve hilekarane çapulculuktan başka bir şey beceremediler. § Bu sıralarda Buhara Hakimi Emir Muzaffer de Afganlıların şevket ü satvetini tecrübe etmek emeliyle Ceyhun’u geçti ve nehrin beri sahilinde tevakkuf eyledi. Pederim şu hareketten endişeye düştü. Çünkü maiyyetinde kadar asker vardı bununla Buhara emirine mukabele edemeyeceği zannıyla amcama bir mektup yazıp idaresindeki askerden ’ni nezdinde alıkoymasını mütebakī ’i benimle beraber imdadına göndermesini tavsiye etti ki bu kuvvetle muharebe ve icabında vilayeti muhafaza eyleyebilecekti. Zira dahildeki Özbeklerin cinsiyet cihetiyle Buhara emirine münasebetleri olduğundan birden bire ayaklanmaları hatıra geliyordu. Amcam bu mektubu alınca fena halde korktu. Derhal Talihan’ı bırakıp askerle beraber Hanabad’a gitmeme dair bana bir emirname yolladı. Ben burada kalıp icab-ı hale göre hareket etmek daha muvafık olduğunu ve birçok zahmetle elde edilmiş bir vilayeti askersiz muhafazasız terk etmenin doğru olamayacağını cevaben yazdımsa da amcam sözümü dinlemedi. Bila-teenni hareketim hakkında te’kiden emir verdi. bah yola çıktık. Levazımı tamamıyla yükleyecek hayvanat olmadığından yerde kalan cebhane ve mühimmatı askere tahmil ettim. Hepsi götürebileceği kadar yüklendi. Hanabad’da yiyecek tedarikinin müşkil olacağını bildiğim cihetle yüz nefer süvariyi Artapuz ahalisinin koyunlarını yağma etmeye gönderdim. Bundan sonra askeri üç kısma ayırdım. Birincisine Serdar Muhammed Emin Han’ın oğlu Serdar Şemseddin Han’ı kumandanlığıyla pişdara ikincisini –ki redif nizamiye piyade ve süvarisi ile dört toptan ibaret idi.– vasata topcu piyade ve süvari bakiyyesi bulunan üçüncüsünü de dümdara ta’yin ettim. Koyun toplamak için gönderdiğim süvariler Hace Çengel Kal’ası’nda bize yetiştiler bulabildikleri kadar koyunları sürüp getirmişlerdi. Talihan ahalisi bizim bağteten hareketimizden cür’et aldılar. Ve beş altı bin süvari olarak arkamıza düştüler. Bunların cür’etlerini kırmak ve gözlerini yıldırmak için bir tabur sevkettim. Bu tabur yol kenarında vaki’ olup bin arşın kadar derinliği bulunan bir mağaraya saklandı. Muakkıbler oradan geçerken bir yaylım ateşi edildi. Tüfenk sesi işidilince bizim askerde geri dönüp akībgirlere hücum gösterdi. Herifler fena halde sersemlediler ve can korkusuyla etrafa dağıldılar. Hatta bazıları kendisini nehre attı bazıları da dağa doğru kaçtı. Neticede içlerinden dört yüzü hak-i helake serildi. Artık taarruza uğramaksızın yolumuza devam ettik. Gece nehri geçerken toplarımızdan biri suya düştü. Topçular birçok uğraştıkları halde çıkaramıyorlardı. derhal attan indim. Birkaç neferle beraber suya girip topu sahile çamaşır değiştirmek de mümkin değildi. Askerlerim ormanın yaş ağaçlarını yakmak suretiyle esvabımı kuruttular. Ertesi günü takriben öğleden iki saat sonra Hanabad’a yaklaştık. Fakat yaklaşır yaklaşmaz müdhiş top sadaları işittik. “Serdar Şemseddin Han: – Bu toplar Özbek süvarilerinin olmalı. İhtimal ki amcanızın ordusunu yağma etmişlerdir. Şu halde biz burada durmayalım Kabil tarafına kaçalım dedi. – ’de İngilizlere karşı vukū’ bulan muharebedeki şecaatinizi de bulundum. Mahcubane sükut etti. Teftiş-i ahval için amcamın ordusuna altı süvari sevkettim ve: – Ordudan top sesleri işidiyorum icab eden tarafa hareket ve düşman üzerine savlet için emrinizi bekliyorum diye haber yolladım. Bir saat sonra koşarak biri geldi ve: Buhara Emiri Busaka’dan kaçıp Ceyhun’u geçti o münasebetle şenlik yapılıyor müjdesini getirdi. Meğerse pederimin bendeganından Gulam Ali Han –ki gayet bahadır ve muharib bir zat olup Ceyhun sahilindeki karakolların kumandanı ve Senehir kıt’asının hakimi idi– Bekriki ve Beşaka serhadlerini teftiş için iki bin süvari ile çıkmış dolaşırken Buhara emirinin süvarilerine rast gelmiş. derhal iki tarafdan ateşe başlanmış. Cüz’i bir müsademeyi müteakıb Buhara süvarileri emirin ordusuna doğru kaçmışlar emir ise bu haberi işidir işitmez çadırlarıyla içindeki eşyayı bırakmış hemen memleketine can atmış. Kalan emval ü eşyayı Gulam Ali Han iğtinam ederek eşyayı askere dağıtmış çadırları da haber-i zaferle pederime Şu müjde üzerine alelacele kalkıp amcamın nezdine gittim ve nail olduğumuz saadet-i muvaffakıyetten kendisini tebrik ettim. – Şarkın bu dahi-i ekberi bir harika-i zeka bir nadire-i irfandır. Tarih mağları nadiren kaydeylemiş ve bu gibi zekaları bir harika olarak tasvire mecbur olmuştur. Ebu Ali yorulmak bilmez bir dimağ metin ü bi-payan bir müfekkire keskin ve cevval bir zeka hayret-bahş bir hafıza-i harika-nüma ile mümtaz idi. Herkes gibi İbni Sina da birçok muallimlerden ders görmüştü. Fakat mualliminin takrirleriyle şakirdin öğrendiği şeyler arasındaki nisbet; bir adedle kuva-yı mütereffiası beynindeki nisbet gibidir. İbni Sina’nın cihanı hayrette bırakan vüs’at-i ilmiyyesi sırf cevdet-i kariha ve tetebbu’-ı zati mahsulü olduğu vareste-i iştibahdır. asla alaim-i ta’b ü kesel göstermezdi. Bazen olurdu ki bütün gece mütalaat veya te’lifatla uğraşır ve bu suretle sabahı bulurdu. Fıtratın pek müstesna yarattığı bu dahiye okuduğu öğrendiği şeyleri temsil etmek hususunda şayan-ı takdir bir iktidar göstermiştir. Daha ünfüvan-ı şebabında atiyen nasıl bir nadire-i ruzgar olacağı simasında mütecelli nafiz ve keskin nazarlarında nümayan idi. Henüz yirmi yaşında iken mahafil-i ilmiyyede en yüksek mastaba-i sadrı işgale hakīkī bir tahrir iktidar ve mezayasını masın!... Kendine mahsus bir deha-yı nazımla mebahis-i felsefeyi telfik ve tıbbı yeni baştan te’sis edercesine tanzim ü tertib ederek bir fenn-i müdevven haline getirebildi. Müddet-i hayatı mütemadi bir seyahatle geçmiş ve şuunat-ı guna-guna ma’ruz kalmış olduğundan sergüzeşti ibret-amiz garaible mala-maldır. Ünfüvan-ı sabaveti Asya-yı ulyada geçirmişti. Bir müddet sonra İbni Sina’yı Irak-ı Acem’de görüyoruz. Koca Hakim bu zamandan i’tibaren hayat-ı cihan-neverdiye atılmıştır. Esna-yı seyahatte bazen bir şehir veya bir kasabada vakfe-gir-i istirahat olduğu görülür. Fakat bu tevakkuf hakīkat-i halde istirahat maksadıyla olmayıp ya bir eser te’lifine mübaşeret veya derdest-i te’lif bir kitabı ikmal etmek içindir. doğmuş Asya-yı ulyanın sert ve müessir muhitinde devre-i nadca vasıl olmuş Çin hududlarında bile ihtiyac-ı dimagīsini tatmin edebilecek büyük zekalara tesadüf eylemiş birçok alimlerle hem-bezm-i ülfet olabilmişti. O vakitleri cihan-ı medeniyyetin merkez-i irfanı olan makarr-ı hilafetin Bağdad-ı bihişt-abadın neşrettiği huzemat-ı da İbni Sinalar gibi dahiler yetiştirebilecek derecelerde feyyaz ve zi-kuvvet idi. Bu hal merkez-i hilafetin derece-i temeddününü takdir için pek güzel bir mikyas olabilir. Hiçbir şey hiçbir hal koca hakimin ruhuna sükun-bahş olamamış bütün müddet-i hayatı bir teheyyüc-i daimi içinde güzeran eylemiştir. müddet sonra idare-i umur-ı hükumetle muvazzaf bir vezir ertesi gün bir mahbus bir müttehem mevkiinde görüyoruz. Fakat o dershanesinde olduğu gibi idare masasında da hapishane köşesinde de muttasıl tetebbuat-ı ilmiyye ve te’lifat-ı nafia ile meşgūl oluyor; cihanlara sığamayan zekasını cimcimesinden taşmak isteyen dimağını teheyyücat ve ıztırabat-ı acz ile inleyen ruhunu; ancak bu suretledir ki teskine çalışıyor. Safahat-ı hayatiyyesine aid şuunat-ı elime izlerinin –bazen hafif bazen da göze çarpacak bir surette– eserlerinde teressüm etmiş olduğu görülüyor. İbni Sina felsefesinin sırf akli ve mantıkī olması esbabını geçirmiş olduğu hayat-ı haşine te’siratında aramalıdır. Bu dahiye-i fıtratın tercüme-i halinin ünfüvan-ı evveliyyesine aid parçaları bizzat kendi lisanından dinleyelim. Belh şehrinden imiş. Nuh bin Mansur zamanında Buhara’ya hicret eylemiş bir müddet sonra Buhara köylerinden Afşana namındaki karyeye çekilerek orada teehhül eylemiş. Ben ve biraderim Ebu’l-Haris bu köyde doğmuşuz. Biz biraz büyüdükten sonra pederim tekrar Buhara’ya avdet eyledi. Ve bizi de birlikte götürdü. Buhara’da hizmet-i ta’limiyyeme ta’yin edilen zattan Kur’an-ı Kerim ve mukaddemat-ı ulum-ı diniyye ve ahlakıyye teallüm eyledim. Henüz on yaşımda iken Kur’an-ı Ke rim ’i kamilen hıfzetmeye ve ahkam-ı diniyyeden birçok şeyler öğrenmeye muvaffak olmuştum. O vakit herkesin mucib-i beni bir tüccar nezdine gönderdi. Bu zat hesabat-ı Hindiyye’ye pek ziyade vakıf idi. O esnada Buhara’ya Ebu Abdullah en-Natili namında bir alim gelmişti. Pederim; hizmet-i ta’limiyyemde bulunmak üzere; bu zatı hanemize kabul eyledi. Kendisinden ilm-i mantık okudum. Kitabü’l-Hukema ’da okuduğu eserin İsagoci Risalesi olduğu tasrih ediliyor. Mantıkın ruhunu anlamaksızın yalnız kavaidini ve ıstılahatını öğreniyordum. Şerhlere müracaat ederek kendi kendime tetebbuata koyuldum. Aynı suretle Öklidis’in kitabını da tamamen mütalaa eyledim ve öğrendim. Muallimden beş altı bahis okur ve sonra kitabı muallime ihtiyac kalmaksızın kendi kendime ikmal ederdim. Muallime ruhsat verildiği zaman e l-Mecisti ’ye başlamıştım. Bu esnada tıb tahsiline de ibtidar ettim. Tetebbuatımı hastalar üzerindeki müşahedatımla ikmal ediyordum. Tecrübe ve müşahededen kütüb-i tıbbiye mütalaasından ziyade diyen çalışır ve bir bahsi anlayamaz isem cami’e giderek dergah-ı uluhiyetten istimdad ederdim. Geceleri ise ya mütalaa veya bir şey yazmakla geçirirdim. Uyku basarak yorulduğumu hissedince bir bardak şerbet ve meşgaleme koyulur. Uyku esnasında bile zihnim yine mütalaatımla meşgūl olurdu. Ekser günler uykudan uyandığım zaman birçok mesaili halet-i nevmde halletmiş olduğumu anlardım. Fenn-i münazara hikmet-i tabiiyye ve ulum-ı riyaziyyeye tamamıyla vukūf peyda edinceye kadar bu suretle çalıştım. Ba’dehu ilm-i kelam ve hikmet-i nazariyye tedkīkine giriştim. Ne çare ki bu fenden bahis olan kitabı hemen kırk defa tekrar ettiğim ve elfazını kamilen ezberlediğim halde bir türlü bir ma’na çıkaramıyor ve bir şey anlayamıyordum. Bu hal beni pek me’yus ediyordu. Birgün bir kitabcı dükkanına uğramıştım. Bir kitap müzayede olunuyordu. Baktım kitap o zamana kadar anlayamamış olduğum bir fenne hikmet-i nazariyyeye aid idi. Bu fen anlaşılmaz ve hiçbir şeye yaramaz diye kitabı iade ettim. Kitabcı ısrar ve sahibinin paraya ihtiyacı olduğu cihetle pek ucuz hatta üç dirheme kadar verebileceğini beyan etti. Kitabcının Bu kitap hikmet-i nazariyyeye aid Farabi’nin bir eseri ladım. Kitabı ikmal ettiğim zaman evvelce ezberleyip de anlayamamış olduğum mebahisi kamilen öğrenmiştim. Artık meserretime payan yoktu. Sevincimden secde-i şükrana kapandım ve birçok sadaka verdim. Şehzade Nuh bin Mansur hastalanmıştı. Tedavisi için beni çağırdılar. Bu vesile ile sarayın zengin kütübhanesini tedkīka yol bulabilmiştim. On sekiz yaşımda iken bütün bu fenleri –hafızamda şimdikinden ziyade mesail bulunmak üzere– tamamen ikmal eylemeye muvaffak olmuştum. Bu fenlere bugün bile daha fazla bir şey ilave edemedim. nakdar bulunduğu bir sinde yazmış olduğundan malik olduğu kuvve-i zeka va hafızanın insanı hayretlere bırakmaması kabil değildir. Komşularımızdan Ebü’l-Hasan el-Larudi şuabat-ı fünunu cami’ bir eser kaleme almamı rica eyledi. Mecmua isminde bir kitap te’lif ettim. Ebubekir namında diğer bir zat Mecmua ’ya bir de şerh yazılmasını teklif etti. Yirmi cildden mürekkeb bir kitap yazdım. Bu esnada yirmi bir yaşımda Pederimin vefatı üzerine ben de bir vazife ile Buhara’yı terke mecbur oldum. Cürcan’a çekilerek Emir Şemsü’l-Meali Kabus’a intisab eyledim. Fakat bu zat bilahare tevkīf edilerek mahbesde vefat ettiğinden ben de Dihistan’a gittim. Burada ağırca hastalandım. Sonra yine Cürcan’a avdete mecbur oldum. Ve Ebu Ubeyd el-Cürcani tarafından hüsn-i kabul gördüm.” şeklinde yazılmıştır. ma’lumat bundan ibarettir. Hayatının kısm-ı mütebakīsine aid vukūatı da Cürcani ber-vech-i ati tasvir ediyor: “Ebu Muhammed eş-Şirazi namında muhibb-i maarif zengin bir zat İbni Sina’ya bir hane iştira eyledi. Ben Cürcani her gün e l-Mecisti ’yi tederrüs etmek üzere bu haneye gider gelirdim. İbni Sina mantık el-Evsat ve hey’ete dair bazı asar ile Kanun’ un mukaddimesini ve Muhtasarü’lMecisti burada te’lif eyledi. Hazret-i üstad bilahare Cürcan’dan Rey kasabasına nakl-i mekan eyledi. Re’y’de Mecdüddevle’nin hizmetine girdi. Mecdüddevle “melankoli” hastalığına mübtela olmuştu. devle bu “daü’l-merak” hastalığından kurtuldu. Cenab-ı Şeyh Şemsüddevle’nin vüruduna kadar Rey’de ihtiyar-ı ikamet eyledi. Kitabü’l-Hilkat ve Kitabü’l-Haşr ’ı burada yazmıştır. Fakat bir müddet sonra Kazvin’e ve oradan da Hemedan’a çekilmeye mecbur oldu. Bu esnada Şemsüddevle hastalanmış olduğundan İbni Sina’yı Rey’e da’vet eyledi. Şeyh icabet etti ve tedavisi sayesinde şifayab olan Şemsüddevle kendisine rütbe-i vezaret tevcih eyledi. Fakat az bir müddet sonra isyan ederek İbni Sina’nın hanesini muhasara ve katlini taleb eylediler. Şemsüddevle askeri teskin için bu dahi-i irfanın nefy ü iclasını irade eyledi. Hazret-i üstad Ebi Said namında bir muhibbinin hanesinde kırk gün kadar ihtifaya mecbur oldu. Fakat Şemsüddevle’nin tekrar hastalanması şeyhin ufk-ı taliini küşad eylemişti. Emiri tedavi için yine İbni Sina’nın hazakatine müracaat olundu. Emir şifayab oldu ve mükafaten koca hakimi defa-i saniye olarak makam-ı vezarete Bu esnada vazife-i resmiyyenin kesreti sebebiyle hazret-i üstad ancak geceleri te’lifatla meşgūl olabiliyordu. Şemsüddevle Bahaüddevle ile ettiği bir muharebede vefat eylediğinden yerine geçen mahdumu İbni Sina’yı makam-ı vezarette ibka etmek istemiş ise de müşarun-ileyh kabulden mişti. Maksadı Alaüddin nezdine azimet etmekti. Tacü’l-müluk muhaberata kesb-i vukūf eylediğinden İbni Sina’yı bir kal’aya kapadı. Fakat hazret-i Şeyh tebdil-i kıyafetle buradan firar teşebbüsünde bulundu ve benim Cürcani’nin muavenetimle Isfahan’a kaçabildi. Ve orada Alaüddevle tarafından hüsn-i suretle istikbal edildi. retine şitab ederlerdi. Bu esnada hazret-i üstad Şifa’yı ikmale muvaffak olduğu gibi mantık hendese hesab ve muşeklinde yazılmıştır. sikiye dair de müteaddid asar-ı ceyyide te’lif eyledi. Bir müddet sonra Alaüddin refakatinde Hemedan’a rıhlet ve orada emir-i müşarun-ileyh tarafından rasadat-ı heyeiyye bahiyyeye fart-ı mağlubiyyeti bütün menabi’-i kuvasını duçar-ı za’f eylemişti. Hemedan’da veca’-ı batni ile müterafık sar’a nöbetine tutuldu. Tedavi sayesinde biraz iktisab-ı afiyet eder gibi olmuştu. Fakat idame-i sıhhatine lazım geldiği kadar i’tina etmediğinden hastalık tekrar nükseyledi. Artık ümid kalmamıştı. Bu hali kendisi de anlayarak duçar-ı ye’s ü nevmidi olmuş ve etrafında bulunanlara hitaben: “Hayatımın kuvve-i nazımesi artık çekilmeye başladığını hissediyorum. Fima-ba’d her türlü tedavi faidesizdir.” Sözleriyle bu acı hakīkati i’tirafa mecbur kalmıştı. Filhakīka bir iki gün sonra yani senesinde miladın bin otuz altıncı senesine müsadif bu harika-i irfan cihan-ı faniye ebediyyen veda’ eyledi elli sekiz senelik bir hayat-ı teheyyüc-alud değil bir cihan-ı ilm ü irfan sönmüş şarkın şu’le-i nevvaresi ebediyyen intıfa-pezir olmuştu. Na’ş-ı mağfiret nakşı Hemedan’da defnedildi.” Cürcani’nin sade bir ifade ile hutut-ı esasiyyesini tersim ettiği şu hayat-ı heyecan-amiz İbni Sina’nın ruhunda dimağında pek derin izler bırakmıştır. Eserlerinde bu izlere aid pek haşin muhakemeler görülüyor. Hemedan’a kadar ihtiyar-ı seyahat etmiş olan Mösyö Şimmer İbni Sina’nın inzivagah-ı ebedisini ziyaret ettiğini beyan ediyor. Şimmer diyor ki: “Şarkın bu büyük hakiminin makberesine yaklaştıkça kalbimde derin bir hiss-i ihtiram yükselmeye başladı. Kabir –maatteessüf– harab ve perişan bir halde idi. İbni Sina’nın garbdaki emsaline ilticagah-ı ebedi olan “Panteon” gibi muhteşem mebani-i aliyyeyi tahattur edince bu harabiyi ilim ü fenne karşı bir tahkīr gibi addediyordum. Şimmer’in şu mütalaası bizi pek çok düşündürmelidir. Filhakīka senelerce hakime-i efkar-ı beşeriyyet olan bir nadire-i dehanın matmure-i ebedisini harabe-zar bir halde bırakmak alem-i İslam ve bilhassa mensub olduğu Türk unsuru Son zamanlarda alem-i İslam’da meşhud-ı basıra-i ibtihac olan nehza-i fikriyye şübhe yok ki bir gün bu yıkık mezar üzerinde hazret-i üstadın şan-ı bülend-irfanıyla mütenasib muazzam bir türbe yaptırtacak Belh’de Rey harabeleri üstünde Hemedan’da nam-ı zi-ihtişamını tebcilen abideler rekz ettirecektir. Bu yevm-i mes’udun geldiği zaman cihan-ı medeniyyetin bir şekl-i nevin arz edeceğinde şübhe yoktur. Çünkü Belh’de Buhara’da Hemedan’da yükselecek olan bu abideler alem-i İslam’ın ba’sü ba’de’l-mevt tecelliyatına mazhar olduğunu cihan-ı beşeriyyete i’lan edecek ve necm ü hilalin artık şa’şaa-i celaletini ebediyyen muhafazaya karar verildiğinin birer timsal-i daimisi olacaklardır. Bugün yalnız mazileriyle iftihar eden İslamlar işte o zaman hal ve istikbalin de hakime-i medeniyyeti olmak şerefini Ebü’l-Ferec ve İbni Ebi Usaybia İbni Sina’yı ihtirasat-ı bahiyyeye fart-ı inhimakle tağtie ve bi’n-nisbe na be-mevsim olan irtihalini de bunun te’sirine hamlediyorlar. Fakat; aynı zamanda düşünmelidir ki; bu koca dahi bir zeka-yı harika-nüma ile mücehhez bulunuyordu. Dimağı vaktinden evvel inkişaf eylemiş aram-na-pezir bir faaliyetle muttasıl hırpalanmış vücudu ise medid bir hayat-ı sa’y ü tetebbuun nagehani hadisat-ı heyecan-bahşanın merhametsiz tazyikatı altında yıpranmıştı acaba bu halatın da şu na be-mevsim ufulde bir te’sirleri yok mudur? Şübhe yoktur ki İbni Sina’nın ıztırab-alud bir hayat-ı velveledar halledat-ı metrukesi cidden bir harikadır. Ebu Ali şuabat-ı fennin her kısmına dair tedkīkatta bulunmuş her şu’be-i fende derin bir vukūf u iktidar göstermiştir. kıd bir mantık-şinas zeki bir riyazi mütehassıs bir ulum-ı tabiiyye alimi sahib-i reviyyet bir siyasi metanet ve fezail-i ahlakıyye ile mütecelli bir harika-i beşeriyyet idi. Avrupa lisanlarında İbni Sina’nın nam-ı bülendi Avisen “Avicenne” suretinde iştihar eylemiştir. Şarkta ise Şeyhü’l-ulema ve Reisü’l-ulema ünvan-ı mefharetlerini * * * Bir meşhed-i ulvi duruyor samit ü nazan Ta işte uzaklarda pür ez hali ma’ali..[?] Bir meşhed-i ulvi ve mukaddes ki: Huruşan Hisler döküyor kalbime şükran ile mali… Fikrimde büyük hatıralar canlanıyor hep Bir hatıra: Nalende müheyyic ve müdavim Bir velvele-i haif ü müdhişle müsadim Bir ma’reke… Bir mahşer-i heyca-yı müdebdeb… Bir mahşer-i heyca ki evet sıyt ile meşhun Bir silsile-i şan ü zafer hep… Ve nihayet: Bir facia… Her kalbi eden hasir ü pür-hun Bir facia-i haile-engiz-i şehadet.. Karşımda bugün işte o heycan-ı elimin Bir hatıra-i zarı olan meşhed-i kudsi Bir hüzn-i müheyyicle durur samit ü ulvi… Bir hüzn-i müheyyicle eder kalbimi gamgin… Lakin sen ey Osmanlılığın namını her dem Ta göklere yükselten o ulvi ve mükerrem Bir zatı der-agūş eden ey merkad-i nevvar! şeklinde yazılmıştır. Artık o hazin tavr-ı mükedderle bugün sen Me’yus u gamgin durma; bugün bak.. Ebedi şen… Herkes; ebedi sur ile her cebhe emeldar… Bir yanda büyük neslinin en şanlı hafidi.. Bir cebhe-i şahane mualla vü mükerrem Bir ceddini şadan u fahur etmeye gelmiş… Artık bu büyük sur ile pür-neş’e vü lerziş Bir sur-ı müdebdeble gülerken bütün alem Raksan u huruşan onun avaz-ı medidi… Vermez mi senin hüznüne bir parça sükunet? Ey meşhed-i rahşende ey agūş-ı mehabet! Artık bu umumi ve büyük sur ile sen de Gül bir ebedi hande-i kudsiyle… Melekler: Bir tabiş-i rengin ile açsın üzerinde Bir şehper-i nazan ü pür-ezhar ü münevver!.. * * * Yüzünden akmada bir nur-ı sermedi-lemean Gözünde parlıyor envar-ı ateşin-i zeka Bülend nasiyesi ma’kes-i şua’-ı deha Eder cebinini tetvic imame-i hadra Hüzal ü za’fa bürünmüş sevimli bir çehre Bugün budur bu diyorlar şeref veren dehre Başında zıll-i gurur-ı hayat-ı ilmisi Durur büyük ve beyaz bir imame halinde Güzeştegan-ı selef zir-i şahbalinde Tahakküm etmede ahlafa her makalinde Gururu saklayamaz an-ı infialinde Yüzünde vak’ u salabet peyinde bir iclal Gelir hayale düşündükce böyle bir timsal Yazar kitablara şerh ü havaş ü ta’likat Nazarlarında menasıb serab-ı hülyadır Nebud u budu cihanın misal-i rü’yadır Riyaz-ı hatırı ezhar-ı ilme me’vadır Measiriyle dolarken cihan o na-peyda Sükun u uzlet içinde bulurdu ömrü fena Herat’a rayet-i ikbali oldu mevce-fiken Duyardı tantana-i sıytını bütün afak Dikerdi geçtiği yerlerde bir muazzam tak Bu sıyt ü şanına Sa’d’ın zavallıcık Timur[?] Olurdu tav’-ı zeval na-pezir ile bir sur!... numaralı cüz’ünde garib olduğu kadar da anlaşılmaz ve müfteriyane bir mülahazada nazar-ı dikkat ve haysiyetimizi celbe şayan fikirler dermiyan olunuyor. Gençlerimizin bahusus Avrupa’daki gençlerimizin dinsizliğinden açık lisan ile bahsolunarak üç senelik Meşrutiyet’imizde her ne yapıldı ise gençlerimizi dinsizleştirmek esası gözedildiği ve bugün şu felaket-i siyasiyye ve milliyyemizin esbab-ı asliyyesi bu nazik mes’elede aranıyor. Avrupa’da tahsilde bulunan bir genç Türk ve müslüman sıfatıyla o müfteriyane makaleden müteessir olarak alem-i olan muhterem risalenize şu birkaç söz dercini rica eylerim. “Mısır Matbuatının Alem-i İslama Hizmeti” ünvanıyla Fransızca bir gazeteden tercüme edilmiş birkaç sahifeyi ta’kīb eden o “mülahaza”yı okurken aklıma Mart’ın Volkan ’ları gelmemek kabil değil! Hürriyet-i matbuatın bizdeki bu her zaman ele geçmeyecek “me’zuniyet”-i vesiası arasında binlerce şayialardan en mühimmi addettiğim ve Meşrutiyet’imize en mühim darbenin hissiyat-ı diniyyemizi okşayarak vurulduğu emsaliyle sabit olan bu tarz mülahazat başımıza birçok belalar getiren diğer hüsn-i niyyetler gibi acemilikle yazılıyor yahud yazı yazmış olmak üzere ortaya atılıyor. Densizliğin eseri olduğu tasavvur edilmiş olsa bile yine bu neticelere destres olacak zemin-i mütalaat güç bulunurdu! Avrupa’daki Osmanlı talebelerinin dinsizliğine ceffe’l-kalem hükmeden muharririn ahval-i i’tikadiyyesini ef’al-i zatiyyesiyle kıyasa hacet görmeden reddettiğimiz o sakīl mülahaza ne böyle kendi canımızla uğraştığımız bir sırada asl u esası olmadığı halde mu’tena bir gazetede yer bulmak isti’dadını haizdi ve ne de esasen alem-i İslam’a karı [tari] olan kara günlerimizde hiç yoktan mes’ele çıkarmak ehemmiyet ve mahiyeti ibraz ediyordu.. Ma’ruz kaldığımız hezimet-i siyasiyye ne orada söylenen ve asl u hakīkati olmayan esbabdan neş’et etmiş ve ne de “efkar-ı frenge tebeiyyet yeni çıktı” gibi Ziya Paşa’nın beyitlerinin fi’l-hal revac-ı mündericatından hasıl olmuştur. Belki bugüne kadar Avrupa ile kıllet-i dar asar-ı medeniyyeden istifade etmenin yolunu bilmediğimizden gün gözleri kamaştıran ilm ü ma’rifetlerini tahsil etmek neden dinsizliği mucib oluyormuş!!. En hafif bir terbiye-i i’tikadiyye almış bir genç bile Avrupa’nın dine olan riayetinden utanmayıp da nasıl kendi dinini rahnedar edebilir?. Bugün en kaviyyü’ş-şekime devletler dinlerine riayet ederler. Hürriyet-i vicdaniyyeyi takdis ederler… “Dinsiz millet pusulasız gemiye benzer” diyen Büyük Napolyon’un bu sözüne benzeyen daha nice akval ü ef’al vardır. Bundan başka biz dinimizi bir alet-i siyaset olduğu sever ve i’tikad ederiz.” Avrupa’daki talebeden hemen hiç biri ne milliyetini nisyan etmiştir ne de dinsiz olmuştur. O muharrir beyden biz böyle umumi iftira edeceğine o dinsiz dediği efendilerin esamisini taleb ederiz hiç olmazsa bize onlardan bir tanesini söylesin. Yoksa öyle eline kalem alan böyle rast geldiğini yazacak milletin pek ziyade hizmet beklediği milletin ati ve istikbali olan gençleri lekeleyecek ağzına geleni söyleyecek olur ise öyle kalemi kırmalıdır. Onlar: Milliyeti nisyan ederek her işimizde Efkar-ı frenge tebeiyyet yeni çıktı Beytlerini: “İç bade güzel sev var ise akl ü şuurun Dünya var imiş yahud yok imiş ne umurun” Kabilinden addederler. Ecdadımızın bize miras olarak bıraktıkları bu felaketlerden musibetlerden mes’ul ol[ma]dukları halde içleri kan ağlayarak çalışan o gençler memleketlerinin ati-i şa’şaadarını ümid ü hayal ediyorlar. O ufk-ı mer’iden o fecr-i mes’uddan gün nur-ı ma’rifetle ziyadar olmasını istiyorlar. Asırlardan beri sakit ve habide kalan alem-i İslam’ın artık uyanarak insaniyete fenn ü ilme san’ata ihtira’lar takdim edecek büyükler yetiştirmesini ilk İslam kaşif ve fuzelasının ihyası namına vesile olacak asar-ı medeniyye bekliyorlar. İşte o zamandır ki alem-i İslam bu hakaretlerden esaretten kurtulacak asar-ı ümran u medeniyyeti düşmanlarının elinden alarak ayn-ı silahla mukabeleye imkan görebilecektir. Binaen-aleyh şuradaki bir avuç gençlerimizi na-hak yere ve na-be-mahal böyle lekeleyerek milletle arasında derin hufreler açacaklara beyan-ı teessüf ederiz. Ve muharrir-i makale isim beyanıyla buradaki dinsizleri bildirmez ise mütalaatıma bihı böyle münasebetsiz yazı yazanların vicdanlarını itham edecektir. Bu hususda daha ziyade icale-i kalemi zaid görerek Ebuzziya Velid Bey’den bu mes’eleyi iyice izah etmesini rica ki size de riayet edilsin. Kırkkilise alay müftüsü fuzela-yı asırdan Fahreddin Efendi Eskişehir İttihad ve Terakkī Kulübü’nün bahçesinde bütün ahaliye karşı Cuma gecesi bir mev’iza-i diniyye ve vataniyye irad buyurmuşlardır. Samiin pek büyük bir cemm-i gafir idi. Söylenen sözlerin belağati karşısında herkes mebhut idi. Böyle büyük dindarları vatanperverleri Cenab-ı Hak bu mukaddes vatana bu ma’sum millete bağışlasın Surette bu kararın tatbikı vesaili düşünüldü. Selanik ve nıfları açılarak üç seneden beri tedrisat[a] devam edilegelmiş olmak i’tibariyle bunların yalnız darü’l-muallimin olmak üzere tecridi ve bilhassa kısm-ı leylide yine geçen seneki kongre kararıyla meccanen ve nısf ücretle tedris edilmekte olan talebenin iadesi muvafık görülememekle beraber ayrıca bir şu’be te’sisi ile ve yine darü’l-muallimin ünvanı altında mekatib-i i’dadiyye tahsili görmüş talebenin intihab ve cem’i ile iki sene müddet bunlara ulum-ı ictimaiyye ve hikemiyyeden ve tevarih ile desatir-i inkılabdan muntazam dersler göstererek mekteplerimize müdir-i murahhas olacak unsurlar yetiştirilmesi tensib ve ihsan-ı padişahiden dört bin liranın buraya sarfolunarak muktezayatının ifasına teşebbüs olundu. Zaten İzmir’deki mektebin i’dadi derecesinde bir ticaret mektebine kalbi dahi arzu-yı mahalli cümlesinden bulunmakla yalnız muallim yetiştirmek için te’sisi hakīkaten pek münasib olan bir darü’l-mualliminin de hey’et-i muhteremelerince verilecek tahsisata göre ve arzu buyurulan mahalde te’sis ve küşadı hey’etimizce münasib görüldü. Maamafih Merkez-i Umumi bu sene cem’iyyetin emr-i maarife aid hidemat-ı mebruresiyle iftihar edebilir. Çünkü geçen seneye nisbetle pek çok mahallerde mektepler açılmış şebab-ı mütefekkire selim cereyanlar vermek için encümenler teşkil ve matbuat ve neşriyat[ı] himaye Merkez-i Umumi’de Encümen-i İlmiyye ve oldukca zengin bir kütübhane teşkil ve te’sisiyle tetebbuat-ı müfidede bulunularak matbuata ve kulüplere faideli cereyanlar i’tasına çalışmak ve lisanı resminin ağırlığı nazar-ı dikkate alınarak gayr-i resmi bir şekilde maksad ve meslek-i cem’iyyeti ta’mim ve müdafaa muştur. Ekseri çiftçi olan halkımıza usul-i ziraati gayet sade bir lisan ile ta’rif ü ta’mim için geçen sene kaleme aldırılan eser dahi bu sene zarfında tab’ ile bera-yı neşr ü tevzi’ ihzar kılındığı gibi terbiye-i diniyyenin ne kadar büyük bir amil olduğunu takdir eden Merkez-i Umumi Halim Sabit Efendi’nin Amel İlm-i Hal ismindeki kitabını tedkīk ederek Fetvahanece mazhar-ı takdir olduktan sonra Maarif Nezareti’nce programa idhal edilen ve gayet kolay ibarat ile bir şekl-i muntazamda ma’lumat-ı kafiye-i diniyye te’min eden bu kitabın hukūk-ı te’lifiyye ve tab’iyyesini mübayaa eylediği gibi ikinci kitabını da tahrir ettirerek bunu da kendisine mal etmiş ve birinci kitaba aid ve muallimlere mahsus kısmından nüsah-ı kafiyeyi köy muallimlerine meccanen tevzi’ edilmek üzere Hey’et-i Merkeziyye’ye göndermiştir. Keza geçen seneki kongreye a’za sıfatıyla gelen Sivaslı Mustafa Nakī Efendi biraderimizin İlmihal-i Dini ismindeki kitabı dahi Merkez-i Umumi’nin delaletiyle tab’ olunarak neşr ü ta’mimine hizmet edilmiştir. Bundan başka Avrupa’nın mahall-i muhtelifesinde müteşekkil talebe cem’iyyetleriyle bil-muhabere burada efkar-ı selime cereyanlarından onları haberdar etmek ve oradaki cem’iyetlerle talebenin ne şeylere muhtac bulunduğunu anlayarak Merkez-i Umumi’ye bildirmek ve Avrupa’ya talebe göndermek için teşebbüsatta bulunarak teshilat-ı lazıme olan talebeye karşılığı dairesinde muavenet-i maddiyyenin Talebe-i Hariciyye Encümeni teşkil olunmuştur. Ve bu uğurda sarf olunmak üzere hamiyetmendan-ı len tahsisat ile bi-mennihi’l-kerim “dört” talebenin mazhar-ı muavenet olması te’min olunmuştur. İanat ve tahsisatın vüs’ati derecesinde bir hizmet dairesinin tevsii kabil ve lazımdır. Çünkü halen Avrupa’da tahsilde bulunup atiyen memlekette sa’y ve amel veya ilim [ü] deha tevziiyle me’mur ve mükellef olacak olan şübban-ı vatanın cidden nasih ve mürşidliğini deruhdeye ve muhtaclarını himaye[ye] cem’iyetin mecburiyet-i ma’neviyyesi vardır. Bu hususda kongremizin dahi fi’liyyata müstenid arzular izhar edeceğine eminiz. Bunlardan başka büyük bir muhitin bütün ihtiyacat-ı ma’rifetini tatmin ve te’min edecek vüs’at ve cesamette inşa olunup ikmali kuvve-i karibeye gelen Ohri Mekteb-i İ’dadisi’ne dokuz yüz lira tahsisat verildiği Edirne İttihad ve Terakkī Mektebi’yle Erzurum’da derdest-i inşa bulunan İttihad ve Terakkī Mektebi’ne tahsisat-ı fevkaladeden üç yüz lira bin lira Van Trabzon medarisine ve Taşlıca İttihad ve Terakkī Mektebi’ne Akka Suriye maarifine ve ihvanımızdan şehid Emin Ali Bey’in ruhunu ta’ziz için onun namına izafeten Köprülü’de inşa edilmekte olan mektebe tahsis ve mahallerine derdest-i irsal bulunmuştur. Vatandaşların nısf-ı mühimmini teşkil eden inasın terbiye ve ta’limini de nazar-ı dikkate alan cem’iyet muhtelif mahallerde kız mektepleri küşadına ihtimam ettiği gibi Meclis-i Meb’usan Reis-i muhteremi Ahmed Rıza Bey kardeşimizin Dersaadet’de te’sisine teşebbüs ettiği İnas Sultanisi’ni kemal-i fahr u şükranla sela[mla]maya müsaraat eylemiştir. kez-i Umumi’nin hey’et-i iktisadiyyesine mukabil olarak vilayet merkezlerinde teşkili teklif olunacak olan iktisadiyat encümenleri bu hususa hasr-ı ihtimam eyleyecektir. İttihad Seyr-i Sefain Şirketi’ne mümasil zirai sınai ticari büyük şirketler te’sisine çalışmak ve bu hey’etlerin vazifesini dahilinde olduğu gibi İstanbul’da te’sis ve hüsn-i netice ıktitaf olunan terbiye-i esnaf şu’belerinin de her tarafda teşkili bu hey’etlere raci’ bir vazifedir. Merkez-i Umumi: Geçen seneki kongrenin umur-ı nafia ve ziraiyyeye aid teşebbüsat-ı milliyyeyi teşvik ve himaye etmek hususundaki temenniyatına mütabaaten bir İttihad Seyr-i Sefain Şirketi te’sisine masruf olan teşebbüsatı bütün kuvvetiyle teşvik ve himaye eylemiştir. Klüplerimiz namına muharrer senedatının müntesibin-i Cem’iyet’le efrad-ı Osmaniyye arasında tevziine bi-hakkın çalışmaktadırlar. Marmara havzasında küçük seferler yapmak üzere Bursa Hey’et-i Merkeziyyesi’nin delaletiyle Hüdavendigar Seyr-i Sefain Şirketi de şayan-ı kayd ü zikr measir-i milliyyemizdendir. Kulüblerimiz: kīb ettikleri meslek-i teşvik u tergībde devam ediyorlar. Kulüblerce mazhar-ı teşvik ü himaye olan sınai ve iktisadi müesseselere gelince hamdolsun bunların mikdarı dahi yevmen fe-yevmen tezayüd etmektedir. Hasılatı bir darü’l-muallimin te’sisine medar olmak üzere ve tab’ıyla iştigal edilmiş ve merakize numunesi bit-ta’mim bunlardan ne mikdarının sarfına muvaffakıyet elvereceği sorulmuş olmakla alınacak cevaba göre hareket olunmak tabii ve maamafih bundan pek büyük fevaid beklememek ve mektep te’sisi gibi bir mühimme için böyle basiti ve acil karşılıklara bel bağlamamak lüzumu da bedihidir. Doğrudan doğruya Merkez-i Umumi taht-ı himaye ve nezaretinde bulunan Selanik İttihad ve Terakkī Mektebi inşaatına geçen sene kongresinin verdiği iki bin beş yüz lira tamamen sarfedilmiş ve meccanen ve nısf ücretle talebe için tahsis olunan dokuz yüz lira dahi tesviye olunmuş ise de mektebin şerait-i matlubeyi bi-hakkın haiz olabilmesini te’min rarıyla yerleştirilen meccani ve nısf ücretli talebe için verilen tahsisat ile bu talebenin te’min-i idaresi kabil olamayacağı kat’iyyen teayyün etmesi ayrıca daha üç yüz kırk lira sarfına zaruret hasıl olduğunu arz ederiz. Mektebin bilumum hesabatı yapılıp masarıf-ı inşaiyye ve tedrisiyyeden açık kalan mikdar ta’yin edilecek ve önümüzdeki sene için meccani ve nısf ücretli talebe tahsisatına aid bütçenin bir mahiyet-i hakīkiyye gösterecek surette tanzimiyle mektep açığının Cem’iyete nisbeten daha az muavenet-i nakdiyye tahammülüne meydan bırakılmaksızın kapadılması çareleri mektep müdiriyetince Tedkīk-i Hesabat Komisyonu’na tafsilen arz u beyan olunacaktır. Geçen kongrenin vilayat layihalarının tedkīkat üzerine fırkaya havalesini Merkez-i Umumi’ye tefviz ettiği mevaddın dahi sırasıyla ve nizamname dairesinde icabatı icra olunduğu arz ile beraber bu sene bilhassa mesail-i ümraniyye ve bilumum müracaatın mühim olanları hakkında teşebbüsat-ı nizamiyyede bulunulduğunu ilave eyleriz. Üstad-ı muhterem Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretlerinin “ Külliyat” ünvanıyla neşredilmekte olan asar-ı fazılanelerinin birinci kitabını teşkil eden işbu eser-i mühim bugün e r-Risaletü’l-Hamidiyye nam eser-i fahıre bir misli kadar tavzihat-ı lazıme ve tezyilat-ı mühimme zamm u ilavesiyle uluhiyet-i sübhaniyye ve nübüvvet ü risalet-i Muhammediyye ve mebani-i erkan-ı celile-i İslamiyyenin havi olduğu measir ü mezaya-yı aliyyeyi berahin-i akliyye ve delail-i felsefiyye ve her türlü evham u zünun-ı batılenin önünü almaktadır. Fiyatı buçuk kuruştur. Merkez-i tevzii Babıali Caddesi’nde TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Kasım Yedinci Cild - Aded: Şeriat-meab! Geçen sene ceraid-i İslamiyye ile nazargah-ı ali-i Fetvapenahilerine yorum. Hem de mülk-i Hilafet-i Muhammediyye’nin vatan-ı pak-i İslamiyyet’in bir cüz’-i mühimmi olan Trablusgarb’a ansızın tecavüz eden gayr-ı muntazar bir düşmanın binlerce hüdat-ı İslamı binlerce ihvan-ı din Arabı evladlarıyla zevce ve maderleriyle kurşuna dizdiği; vahşiyane müfterisane yaraladığı [paraladığı!] bir hengame-i felakette…! Bu mazlum dindaşlarımızın çeşmeler gibi akıtılan hun-i şehadetlerinin her katresi alem-i İslamın nasıye-i felaket-didesine sıçramakta ferda-yı kıyamette mahkeme-i kübra-yı ma’delette mes’uliyet ve mücrimiyet lekeleri vücuda getirmekte Girid’de akıp durmakta olan müslüman kanlarının teşkil etmekte olduğu güçlükler elvermiyormuş gibi bir de Trablugarb’ın İslam mezbahası oluşu İslamiyet namına ne büyük ne hevl-engiz ne hıred-suz bir musibettir! İstifta-yı acizanem: Zekat ve hac dahiyye ve sadaka-i fıtır gibi ibadat-ı maliyyenin şerait-ı vücubu olan mesken ve esası elbise ve hademesi miyanında bir de i’dad-ı kuvvet şart-ı vücubisi bulunuşu bu şart-ı vücubi sarahaten gösteriyor ki yalnız vatan-ı İslamın müdafaa ve muhafazasına değil a’dayı hal ü istikbali kahr u tenkil edecek derecede kuva-yı lazıme-i cebriyye i’dad ü ihzar olunmadıkca bu ibadat-ı maliyyenin hiçbiri ifa olunamaz. La-siyyema i’dad-ı kuvvet şart-ı –ihtiyari değil belki şart-ı vücubidir. i’dad-ı kuvvet: Farz-ı acildir. İ’dad-ı kuvveti ferman buyuran ayet-i celiledeki kayd-ı istitaat inde’z-zarure bütün muhatabin-i İslama şamil olur. Şer’an fakīr sayılan bir mü’min o dem-i ıztırarda gani addolunarak cebindeki on kuruştan beşi alınır. Kadınlara bile silah verilerek düşmana karşı gönderilir. Mes’ele vatanın hayat ü mematına müteallıktır. İstila-yı a’dadan muhafazasına aiddir. Bu babda mümkinü’l-ifa herşey bila mek kurban kesmek nasıl olur? Vatan-ı İslamın harabı İslamiyyet’in namus ve hayat-ı istiklalinin livaü’l-hamd-i Muhammedi’nin düşman ayağı altında terki çiğnenmesine parçalanmasına milyonlarca ümmet-i Muhammed’in Salib’in zencir-i kahr ü esaretine geçmesine hakimiyet-i gösterilebilir? Sinesinde zerre kadar nur-ı imana malik olan hangi mü’min tasavvur olunabilir ki vatanını perişan bir halde bıraksın. Ahkam-ı celile-i Kur’an iyyeden bi-haber olanlardan birçokları geçen sene bu hakīkati bu fariza-i mühimmeyi görünce teessürlerinden gözyaşları döktüler. Bendenize mektuplar gönderdiler. “Biz Kur’an ımızın bu kadar ulvi bir kanun-ı medeniyyet bu derece kudsi bir düstur-ı insaniyyet olduğunu bilmiyorduk” diye beyan-ı teessüf ü telehhüf ettiler! Cenab-ı Kur’an-ı hakim i –haşa sümme haşa– mani’-i terakkī vü tekamül gibi göstermek ümmet-i Muhammedin bir kısmını kabus-ı cehalet altında bunaltmak bir kısmını da İslamiyet’ten tebrid ü tenfir etmek ne zulm-i azimdir! Geçenlerde Ayasofya Cami’-i Şerifi’nde kürsi-i şerifi vücuduyla tezlil eden bir cehl-i mürekkeb bir mevt-i zi-hayat cevami’-i şerifedeki iane kutularını kiliselerdeki iane sandıklarına benzetti. Hasbünallah ve ni’me’l-vekil! Fetva-meab! Nedir bu dinin suçu! Nedir bu şeriatin günahı! Tebuk Muharebesi için ihzar buyurulan yetmiş bin kişilik ordu-yı hümayun dört beş günde hususiyle Ceziretü’lArab’ı baştan başa istila etmiş büsbütün ebna-yı beşeri mevt-i cu’ ile tehdid eden ma’sumları analarının kadid sineleri üzerinde bir damla sütten mahrum memeleri ağzında olduğu halde ağlayarak feryad ederek melekü’l-mevte teslim-i can ettiren müthiş bir kaht içinde nasıl techiz buyuruldu? Minber-i hümayun üzerinde: tebşir-i celil-i Risalet-penah-ı a’zami şeref-efza-yı sünuh u sudur olur olmaz hazret-i Sıddik-i a’zam derhal koşup bütün ma-melekleri dört bin dirhem gümüşü huzur-ı kudsiyyet-neşur-ı cenab-ı Rahmeten li’l-alemin’e getirmediler mi? O minber-i mualladan: sual-i şefkat-perverine o mefhar-ı ashab: cevabını verince bais olduğu mahzuz-ı cihan-kıymetin aks-i envarı çeşm-i basiret önünde hala lemean etmekte. O gün minber-i hümayunun pişgah-ı kudsiyyetine sahabe-i kiram hazeratının yekdiğerini müsabaka ederek yığdığı derahim-i sim ü zer değil mi idi ki o yetmiş bin kişilik ceyş-i Resulullahı derhal techiz ü ihzar etti. Ya şimdi bu vaız-ı cehl ü taassuba hilafet-i celile-i Muhammediyyeye şu bakıyye-i saltanat-ı İslama su’-i kasd değil de nedir? Cevami’-i şerifede iane sandıkları te’sisi ümmete farz iken haricde kırk para veren bir mü’minin cami’de Beytullah’da cuşan u huruşan olan vereceği şübhesiz iken bundan bu mukaddes bir fariza-i diniyyeden böyle hainane ve münafikane teşbihlerle ümmet-i Muhammedi men’ etmeye çalışmanın cezası nedir? Cehalet ervah-ı habise gibi hulul etmiş ete kemiğe bürünmüş o muhterem o mukaddes imame-i dini kuruyası parçalanası başına sarıp doğru kürsi-i dine çıkmış serir-i şeriate oturmuş!.... Kimi o kürsi-i irşad üzerinde: “Düşman gelse de memleketi zabt u istila etse yine hacca gidilecek! Yine kurban kesilecek!” Kimi: “Bizim kitaplarımızda zırhlı yazılı mı?” diyor kimi de: “Deniz bizden uzak. Biz Anadolu’nun bir kıyısındayız nemize lazım!” hezeyanlarını savuruyor! Hem de zümre-i celile-i ulema arasına karışmış olan bunlar bu hiss-i insani ve hamiyet-i İslamiyyeden tamamen mahrum hissiz zavallılar alim fazıl vaiz geçiniyor! Akl-ı selimi tezyif Kur’an-ı Kerim ’in ahkam-ı evamir ü nevahisini tahrif ediyorlar! Mülk-i İslamı –maazallah!– düşman istila etsin ne ırz u namus kalsın hayat-ı din mahvolsun sonra hacca gitmek ade niyaz eylesin! Bu tarz-ı naime şeytan bile teessür eder! Düşman bile ağlar! Fetva-meab! Bayram yaklaştı. La-ekal dört beş milyon kurban kesilecek! Vatan-ı İslam tehlikede! Trablusgarb ölümle pençeleşiyor. Oluk gibi İslam kanı akıyor. Bütün Osmanlı sahilleri düşman donanması önünde bir vaz’-ı feci’-i teslimiyyet almış! Yüzlerce mürailer hacılık ünvanı ihraz ve yerine edatı ile: Tirmizi bununla tefahura niyyet edenler tehlike-i vatan endişesini namus-ı İslamiyyet kaydını unuttular. Denizi kapalı bulunca karalara düştüler sürüne sürüne guya hacca gittiler. Eğer şerait-ı vücubunu isticma’ etmiş olaydılar vallahi bu kadar det değil riya. Muradı saadet değil musibet Kur’an ’ın emri Allah’ın fermanı ta’cilen i’dad-ı kuvvet! Hıfz-ı din! Hıfz-ı vatan! Hıfz-ı namus! İşte bu kadar mühim son derece müsta’cel ve mübrem bir emr-i İlahiye arkalarını çevirdiler! Bu dini yapmak değil temelinden tahrib etmektir. Salat-ı zuhru bırakıp o vakit içinde ve hususiyle zuhrun vakt-i evvelinde salat-ı asrı kılmak ? kadar sahih bir hac! İşte bu zavallılar bu bi-haberler selamet-i tarikın fıkdanı namına olsun irşad olunmadı bari kurban hususunda irşad olunsun! Esmanı sin! Def’aten üç ve belki dört milyon altın toplanacak. Bunun yalnız vücuda getireceği altun yığını a’da-yı din ü vatanı tedhiş edecek intibah-ı dini ve millimize şanlı bir delil olacak. Siyaset-i İslamiyyemize hayat ve kuvvet lisan-ı hakimiyyetimize talakat ü metanet verecek. Ravza-i mutahhara mahzuz Cenab-ı Hak memnun olacak. İraka-i dem ba’de’l-vücubdur. Bunun şerait-ı vücubu yok i’dad-ı kuvvet şerait-ı vücubi miyanında vücuben şarttır. Bu şart-ı vücubinin ta’cilen ifa vü ikmali farz-ı ehemm ü akdemdir. Kurban kesmek bu şart-ı vücubinin temami-i vücuduna mütevakkıfdır. Bize i’dad-ı kuvvet namına tersaneler havuzlar sevku’lceyşi hutut-ı hadidiyyesi esliha fabrikaları “ve ribat-ı hayl” namına da haralar vücuda getirmek süvari topçu nakliye hayvanları yetiştirmek farz-ı acildir. A’damızı kahr u tenkil ramdır. İşte Ansaldo Fabrikası’na sipariş ettiğimiz zırhlı! Düşman müsadere etti. Şimdi bize karşı ona hizmet ediyor! Bizim tepemize şarapneller gülleler yağdırıyor. Haram da bu demektir. Bari bu sene olsun Allah ve Resulullah aşkına! Selamet-i din selamet-i vatan hürmetine şu kurban esmanının hilafet-i celile-i Muhammediyyeye doğrudan doğruya merbut olan kurban kesecek bil-cümle ehl-i iman tarafından –bir defa için olsun– donanmaya verilmesi fetvayı hak u hakīkati tastir buyurmalarını umum din kardeşlerim namına müteessirane niyaz ü istirham eylerim! – Ne olurdu müslümanlar bütün feraiz ü vacibatı eda etmekle beraber aynı nisbette olsun vatan-ı rimizce hacca da gitsinler kurban da kessinler fakat vatan-ı cibler yanında ferman-ı Sübhanisini de kemal-i tehalükle ifa etsinler. İşte bu hususda müsamahakar davranıldığı tereddüd ü i’tirazı mucib oluyor. Fazilet-meab efendim Makam-ı celil-i Meşihat-penahileri’nin pek ali ve kudsi olduğunu ulviyyet ve kudsiyyeti nisbetinde de vezaif-i mukaddesesi bulunduğunu hakkıyla bilen efrad-ı ümmet her zamanda ale’l-husus devr-i dilara-yı Meşrutiyet’te ulema-yı zevi’l-ihtiramın her türlü terakkī ve tealimizin pişva ve rehber olmalarını arzu ediyorlar. Şübhesizdir ki bu arzuları da bir hakk-ı meşru’dur. Çünkü gibi pek çok ehadis-i Nebeviyye ile şan-ı alileri beyan buyurulan ulemanın vezaif-i mühimmesinden bir kısmı i’la-yı din saadet-i ümmet i’mar-ı memleket gibi mevadd-ı umumiyyede maddi ve ma’nevi vezaif-i ictimaiyye ve hususiyyede efrad-ı İslamiyyeyi irşad aksini iltizam edenleri ihtar hayat-ı İslamiyyet’in beka-yı insaniyyetin devam-ı beşeriyyetin muktezeyatından ila yevmi’l-kıyame ikazdır. Fekahat-meab efendim Muhabbet-i milliyye ve diniyyemin sevkıyle ve hüsn-i niyyetle yazılan şu yazılarım ihtimal ki ashab-ı ifrat ve erbab-ı tefritten olanların hoşlarına gitmeyebilir. Fakat erbab-ı fazl ü kemal ve ashab-ı i’tidalden bulunanların memnun olacaklarından alelhusus muhatab-ı fazilet-meabım olan zat-ı ali-kadrleri gavamız-ı diniyyeye vakıf hakayık-ı İslamiyyeye muttali’ ashab-ı i’tidalden bulunduğunuz cihetle şurada arz edeceğim ümniye-i hayriyyemin hüsn-i neticeye ahkam-ı celile-i İslamiyye felsefe-i hakīkiyyeyi terbiye-i ictimaiyye ve hususiyyeyi bi-hakkın muhtevidir. Efrad-ı hazıra-i dir. Avrupalılar ile ihtilatımızdan beri küşad ettiğimiz mekatibde talebemiz için felsefe-i İslamiyyeye aid ma’lumat-ı felsefe-i garbiyye mebahisinden tedris hatası medaris-i ilmiyyemizde ulumu meşgūl etmek yani sarf nahiv meani beyan bedi’ gibi fünundan ifrat-perverane şerh ve haşiye tedris edilmek bulunan gençlerimiz akaid-i İslamiyye ve sair hakayık-ı diniyyeyi hakkıyla muttali’ ve tamamıyla vakıf olamamalarından bi’z-zarur senelerce şübheler tereddüdler içinde imrar-ı hayat ediyorlar. Şayan-ı teessür bir noksandır ki felsefe-i garbiyyeden bahis bir kitap okuyan veyahud mütalaa eden bir genç felsefe-i İslamiyyeyi de bilmek mecburiyyetinde bulunuyor ise de Avrupa felsefesinin hatalarını red ve tashih etmek üzere felsefe-i İslamiyyeye mahsus bir kitap arıyor maatteessüf bulamıyor tanıdığı ulemaya müracaat ediyor. Ulemanın da ekserisi lisan bilmemezlik sebebiyle felsefe-i garbiyyeye dair yazılmış asarın mündericatından vaktiyle haberdar olup da felsefe-i İslamiyyeye mugayir olan cihetlerini cerh ü ibtal etmek maksad-ı alisine ibtinaen tetebbuat-ı lazımede bulunmadıklarından hakkıyla cevap veremiyorlar. yaşıyor. Reşadet-meab efendim Ma’lum-ı veliyyü’n-niamileridir ki beş yüz sene mukaddem te’lif edilen kütüb-i kelamiyye ve felsefiyyenin muhtevi olduğu mebahis ü mesail zamanımızda kafi değildir. Bugün eski sofistaiyyelerin yerinde dehşetleriyle hükümlerini icra eden maddiyyun ve tabiiyyun vardır. Vakıa dehriyyun dediğimiz kimseler eskiden de mevcud ise de bugün onların yerinde kaim olanların kabul ettikleri akaid başkalaşmıştır. Vezaif-i mühimme-i ilmiyyedendir ki vaktiyle eslaf-ı kiramımız asırlarında mevcud olan akaid-i batıla erbabına ikna’ u yı hazıra zamanımızda mevcud akaid-i batılayı delail-i muknia miyye i’tibariyle bu mebahisi havi kitaplar neşretmekle mükellefdirler. Kemal-i fahr u mübahatla arz ederim ki felsefe-i garbiyyenin hatalarını tashih hususunda piran-ı kiram ve meşayih-ı izam hazeratı taraflarından te’lif edilen ve zamanımızda kütüb-i sufiyye ve mutasavvıfa ünvanlarını alan asar-ı mergūbe ve kütüb-i mu’teberede zikr ü beyan buyurulan mesail-i felsefenin de pek büyük hizmeti olacaktır. Ma’lum-ı reşadet-meablarıdır ki bu cihet nazar-ı dikkate alındığı takdirde tekaya-yı şerife ile medaris-i ilmiyye ashabından bazıları aralarında öteden beri devam eden niza’-ı lafzi ve suri ref’ u izale edilecektir. Buna muvaffakıyyetin kıymet-i kudsiyyesi de müstağni-i ani’l-beyandır. Fazilet-meab efendim Ma’lum-ı alileridir ki kaffe-i ahkamı adl ü i’tidal üzere müesses olan evamir-i celile-i diniyye terbiye-i ictimaiyye ve hususiyyeye dair mebahis ü mesailde dahi medeniyet-i hakīkıyyenin medeniyet-i İslamiyye olduğunu a’daya tasdik ettirecek hakayıkı muhtevidir. Hakīkat böyle olduğu halde i’tiraf etmeye mecburuz ki gerek mekatibde gerek medarisde bu hususa aid nazari ve ameli olmak üzere program dairesinde muntazaman dersler tedris edilmek şöyle dursun bu mebahise dair kaffe-i mesaili cami’ kitaplar henüz te’lif edilmemiştir. Acizleri bu iki mes’ele-i mühimmeyi ümmet-i ediyorum. Ve bunun için yegane çare olmak üzere arz ediyorum ki ümmet-i necibeyi bu gafletten ikaz için medarisin terakkīsi ulemanın ittihadı esbabını te’min ve bu iki mes’ele-i mühimme hakkında mütalaat-ı fazılanelerinden istifade etmek maksadıyla mülhakatta liva ve vilayet merkezlerinde senede birer veya ikişer defa mü’temerat-ı ilmiler in’ikadı edecekleri mukarrerat-ı umumiyye İstanbul’da fudeladan mürekkeb bir encümen-i mahsus müzakeresinde ariz u amik tahkīkat ve tedkīkat icra ettirildikten sonra gerek felsefe-i siyye hakkında ahkam-ı kudsiyye-i diniyye hakkıyla beyan kitaplar kaffe-i medaris ve mekatib ve medarisde birkaç senelere taksim edilmek şartıyla tedris edilir ise bi-tevfikıhi teala memat-ı ictimaiyye tehlikesinden halas olacağız. Ma’lum-ı fazılaneleridir ki bu nevakısın ikmali ve esbabının istikmali mensubiyetiyle müftehir ü mübahi bulunduğum makam-ı ulya-yı Meşihat-penahinin vezaif-i mühimmesindendir. Fekahat-meab efendim Nazar-ı basiretlerinden dur olmayan bir şeyi de ilaveten arz edeceğim: Kisve-i ilmiyye vezaif-i ilmiyye ve şer’iyye ile muvazzaf ve talib-i ilm olanlara tahsis edilmemesi sebebiyle gençlerden bir çoğu kisve-i ilmiyyeyi labis eşhasdan bazılarını yani ulema sıfatında cühelayı hakīkī ulema-yı zevi’lihtiramdan tefrik edememelerinden şübhelerini ekser-i ulemanın Malum-ı fazılaneleridir ki bu zehabın da teessürat i’tibariyle ehemmiyyet-i azimesi vardır. Binaen-aleyh kisve-i ilmiyyenin ashabına tahsisi hakkında dahi bir çare bulunmakla tahkīk ile taklidi avam-ı nasa tefrik ettirmek hususunda tedabir-i saibane ittihaz buyurulmasını hamiyet-i diniyyem ve muhabbet-i ilmiyyem saikasıyla istirham ve şu vesile-i hasene bahat eylerim fazilet-meab efendim. – Vaktiyle– senesi Ağustos’unda – Şeyhülislam Efendi hazretleri de “Kütüb-i Kelamiyye’nin ihtiyacat-ı asra göre ıslah ve te’lifi– Beyne’l-müslimin mezahib-i muhtelifenin tevhidi– Medreselerde tedrisatın ıslahı” ser-levhasıyla Sıratımüstakīm’in ve üncü nüshalarında münderic konferans ile bu ihtiyacatı talebe ve ulemayı kiramın nazar-ı dikkatlerine vaz’ etmişti. Madem ki ulema-yı kiram tarafından da bugün bu ihtiyac takdir olunuyor şu halde iş tatbikata kalmış demektir. – İbni Sina metin bir tahsilin bahşedebileceği her türlü fezail-i aliye ile muttasıf idi. Hamiyet-i milliyye ve muhabbet-i vataniyyenin bi-hakkın bir timsal-i ma’ali-nümunu addolunabilir. Bütün hayatını memalik-i İslamiyyede neşr-i maarife hasr ve gece gündüz müştakan-ı irfanın ta’lim ü tedrisine vakf-ı vücud etmesi enva’-ı mesaib ü belaya içinde bile te’lifat-ı ilmiyye [ile] meşgūl olması mütehalli bulunduğu şu evsaf-ı mübeccelenin kendisinde ne derece esaslı olduğuna en vazıh bir delildir. yük bir dahisidir. Mezaya-yı ahlakıyyesi ilm ü irfanına gıbtabahş olacak derecede ali idi. Redaet-i ahlakıyyeleri icabatı olarak sıyanet ü adavetleriyle kendisini enva’-ı mesaib ü felakete ma’ruz bırakan bazı sefillerin denaet-i ahlakıyyeleri tezahür ettiği ve hazret-i üstad ahz-ı sar edebilecek bir nüfuz ü kudrete malik bulunduğu halde fırsat-ı iğtinamla intikam almaya teşebbüs etmek şaibelerinden vareste kalmış bu derekelere düşmeye vicdan-ı ma’ali-meşhunu tenezzül etmemiş bu ahlak düşkünlerini afv ve hatta taltif ederek mahcub bırakmış ve bu suretle fazilet-i insaniyyenin en mübeccel nümunelerini göstermiştir. Tezvirat-ı adavet-karaneleriyle dört beş ay kadar mahbesde kalmasına sebebiyet veren erbab-ı ağrazın tertib-i mücazatı “Tacü’l-müluk” tarafından kendisine teklif edildiği zaman İbni Sina ulüvv-i cenab ve şiyem-i cemilenin bahşettiği şayan-ı tebcil bir metanetle bu gibi küçüklüklere tenezzül edemeyeceğini emire işrab eylemişti!.... ü tecellüd göstermiştir. En büyük eserlerini ya hapishane köşelerinde veya menfa izbelerinde yazmış olduğunu görüyoruz. Cevval bir zekanın zinde bir dimağın en asude vakitlerde bile idrak edemeyeceği mesail-i gamızayı böyle buhranlı zamanlarda tedkīk ve halletmek her insana nasib olur meziyetlerden değildir. Hazret-i üstadın fenn-i tıbdaki ihtisas ve maharetine Kanun la-yemut bir şahid-i muazzamdır. Kanun bütün kurun-ı vüstada hakime-i tababet-i cihan olmuştu. Filhakīka Kanun o vakte kadar yazılan asar arasında klasik ve muazzam bir kitap olmakla mümtazdır. Kanun Razi’nin el-Havi’ sinden ziyade Ali bin Abbas’ın el-Meliki ’sini andırır. Razi Ali bin Abbas ve İbni Sina tababet-i İslamiyyenin en mümtaz en bariz simalarını temsil ederler. Razi tıbbın pratik cihetinde mütehassıs olduğu halde İbni Sina ve Ali bin Abbas nazariyyat ve tatbikat-ı tıbbiyyenin her iki kısmında da mütebahhir idiler. bir metoda tevfikan te’lif eylemişlerdir. Kanun ve el-Meliki ’de şuabat ve aksam bir tertib-i muayyene göre sıralanmıştır. Halbuki Razi’nin el-Havi ’sinde bu meziyet görülemez. Esasen İbni Sina eserlerinin kaffesinde muayyen bir usul-i fenni ta’kīb etmekle teferrüd etmiştir. Kanun’un saha-i tedkīkatı daha evvel yazılmış olan asarın kaffesinden vüs’atli ve mükemmeldir. İbni Sina bu kitabı neşr eder etmez kıymet-i fevkaladesine rağmen elMeliki büsbütün eyadi-i rağbetten düşmüştü. Kanun ma’lumat-ı umumiyye-i fenniyye mevadd-ı tıbbıyye emraz-ı hususiyye emraz-ı umumiyye ve mebhas-i saydalani ünvanları tahtında beş kısma ayrılmıştır. Birinci kısım nazariyat ve ma’lumat-ı umumiyye-i tıbbiyyeden bahis olup Külliyyatü’l-Kanun ünvanıyla ma’rufdur. tıbbıyyeye dair en esaslı ma’lumatı cami’ ve takriben sekiz yüz maddeyi havidir. Bu kısımda edviye-i cedideden bazılarına dair ma’lumat-ı mühimmeye tesadüf olunduğu Avrupa erbab-ı tedkīkı tarafından i’tiraf olunmaktadır. Üçüncü kısımda her uzva mahsus emraz-ı hususiyye ta’dad edilmeden evvel o uzvun teşrih ve vezaif-i fizyolojiyyesine dair uzun uzadıya mütalaat serdedilmiştir. Kanun ’un hey’et-i mecmuasına dair gerek şarkta gerek garbda müteaddid şerhler yazılmış olduğu gibi her kısma aid de ayrı ayrı şuruh u havaşi te’lif edilmiştir. Kanun hacmen pek büyük olduğu için erbab-ı tahsile bir sühulet olmak üzere muahharan bazı zevatın himmetleriyle Bu muhtasar Kanun lardan en meşhuru İbnü’n-Nefis’in Mucez namındaki eseri olup senesinde Kalküta’da tab’ u neşrine muvaffak olunmuştur. Kanun’ un hey’et-i umumiyyesi Gerard de Cremon ve Alpagus taraflarından Latince’ye tercüme ve müteaddid defa tab’ edilmiştir. Plempius namında bir zat da bazı kısımlarını ayrıca neşreylemiştir. Bu tercümeler sayesindedir ki İbni Sina Avrupa’da tanınmış ve beş asırdan ziyade bir müddet zarfında tababet-i garbiyyenin hakimesi makamını muhafaza etmiştir. Kanun bu suretle Avrupa lisanlarına tercüme edilmiş olduğu gibi senesinde metn-i Arabisi dahi Roma’da neşrolunmuştur. Roma’da neşrolunan bu kitab-ı muazzama İbni Sina’nın bazı asar-ı felsefiyyesi de zeyl edilmişti. Kanun İbrani lisanına da nakl ü tercüme olunmuştur. Bu tercümelerden Paris Kütüphanesi’nde müteaddid nüshalar mevcud ve mahfuzdur. Fransızca Büyük Ansiklopedi Muhitü’l-Maarif Didot tarafından yazılan teracim-i ahval kitabında Kanun’ un taksimi garib görülmekte ise de Doktor Lucien Leclerc bu suretle vukū’ bulan garabet isnadını şiddetle reddederek diyor ki: “Eserin taksimat-ı umumiyyesinde hiç bir garabet yoktur. Kanun’ daki taksimat İbni Sina’nın maksadına tamamen muvafıktır. İkinci derecedeki taksimata gelince bunların garabet neresinde olduğuna bir türlü akıl erdiremedik. Biz bilakis bu taksimatta da bir metod usul bir vuzuh nişaneleri görüyoruz. Kanun’ un kıymet-i tıbbıyyesini takdir edebilmek kīdatı mütalaa olunmalıdır.” Kanun ’dan sonra İbni Sina’nın tıbba dair en meşhur eseri Urcuze’ dir. Kavaid ve nazariyyat-ı tıbbiyye bu kitabda nazmen cem’ edilmiştir. Urcuze Armangand Armenganb ve Alpagus taraflarından “ Cantica” namı altında Latince’ye tercüme olunmuştur. Urcuze ’ye İbni Rüşd tarafından kıymetdar bir şerh yazılmış olduğu gibi Paris Kütüphanesi Suplemanının ’inci numarasında mukayyed diğer bir şerhi daha vardır. İbni Rüşd’ün şerhinden daha ziyade tafsilatı cami’ olan bu eserde tıbba dair birçok ehadis-i Nebeviyye münderic olduğu gibi nihayetine de kitabda ismi geçen etıbbanın teracim-i ahvalinden bahis bir zeyl ilave olunmuştur. Kitab-ı mezkurun ’inci sene-i hicrisinde Muhammed bin İsmail namında bir zat tarafından te’lif edilmiş olduğu dibacesinden anlaşılıyor. İbni Sina’nın Risale fi’s-Skencübin nam eseri dahi Latince’ye nakl ü tercüme olunmuştur. Michel Scot isminde bir zat İbni Sina’nın hayvanata dair bir eserini Avrupalılara tanıtmıştır. El-Kimya’ya dair olan asarı da kamilen Latince’ye nakl ü tercüme olunmuştur. münferid bir simadır. Meslek-i felsefiyyesi Meşşaiyyuna ve Aristo mesleğine karibdir. Fakat kabul ettiği metod biraz daha şiddetlidir. şekle ifrağ etmek için pek çok himmetler sarfeylemiştir. Şifa ’da fünunu üç kısma tefrik ediyor: -Fünun-ı aliyye Metafizik ve Hikmet-i nazariyye -Fünun-ı adiyye Hikmet-i tabiiyye - Fünun-ı mütevassıt Ulum-i riyaziyye Fakat Aristo’nun gışave-i ibham ve tereddüd altında bıraktığı mebahis İbni Sina tarafından vuzuh ve kat’iyyet-i tamme Mösyö Munch İbni Sina’nın felsefesinden bahsederken diyor ki: “İbni Sina felsefesi esasen Aristo felsefesine pek yakındır. Fakat İbni Sina mesleğinde daha şiddetli ve daha metin bir usul tatbik eylemiştir. İbni Sina ulum-ı felsefiyyeye aid şuabat-ı muhtelife-i fenniyyeyi yekdiğerleriyle rabıtadar etmeye çalışmış ve bu rabıtanın mevcudiyeti lüzumunu göstermek için hayli uğraşmış ve muvaffak olmuştur. Şifa ’da bu sa’y ü tetebbu’-ı medidin mürtesimatı hakkıyla ve tamamıyla müşahede olunabilir. İbni Sina birçok hususda Mütekellimin ile hem-fikirdir. Ebediyet-i alem mes’elesindeki mütalaat-ı felsefiyyesi ise Tehafüt ’de Gazzali ve İbni Rüşd taraflarından tenkīd ve tavzih edilmiştir. esasiyye bulunduğuna kani’ olduğundan vahiy ve ilhamın vukūunu suret-i kat’iyyede kabul eylemektedir.” İbni Sina cüz’iyat ilm-i İlahinin ala vechi’l-külli müteallık bulunduğu re’yindedir. Tagayyür-i zatiyi istilzam edeceği mahzurunu nazar-ı i’tibara alarak doğrudan doğruya cüz’iyata ilm-i beka-yı ruhun en kuvvetli mürevvicleri sırasına geçmiştir. Ruh hakkında yazdığı kaside-i meşhuresini ber-vech-i ati derc ediyoruz: * * * au’nun beyanat-ı atiyyesini dinleyelim: “On ikinci asr-ı miladinin nihayetlerine doğru Jerar De Karamun Kanun ’u Latince’ye nakl ü tercüme eylemişti. Mösyö D. Gundisalvi ise İbni Sina’nın ruh-ı sema hakkındaki den bahis diğer resailini Latince’ye nakleyledi. Felasife-i İsrailiyye’den “Avendath” dahi birazını tercüme eylemiştir. Hülasa on üçüncü asırda İbni Sina’nın bilcümle asar-ı ilmiyye ve felsefiyyesi Latin lisanına nakl ü tercüme olunmuştu. On dördüncü asırda bu eserler Venedik’de tab’ edildiler. Bütün kurun-ı vusta imtidadınca Avrupa mekteplerinde İbni Sina’nın eserleri tedris ediliyor ve pek büyük bir rağbete mazhar oluyorlardı.” kam-ı riyasetini ihraz eylemiştir. Eslafı arasında kendisiyle mukayese olunabilecek yalnız el-Kindi ve er-Razi vardır. Ahlafından ise İbni Rüşd’ü görüyoruz. müellefat-ı azimesi değildir. Hazret-i üstad fünun-ı felsefeyi muayyen bir metod bir nizam dahiline alabilmiştir ki en büyük hidematından biri de budur. olduğunu ve ulum u fünunun o zamanlar alem-i İslam’daki derece-i terakkıyatını takdir edebilmek için müellefat-ı azimesinden bazılarının isimlerini zikredilim: mürekkeb Münazarat: Ruh hakkında Ebu Ali Nişaburi ile aralarındaki münakaşattan bahis. mas la Kemiyyeten leha Erzakihim ve Haraci’l-Memalik ben yazılmıştır. * * * mekatib şeklinde daha birçok eserleri mevcud olup hepsinin zikri istenilirse sahifeler doldurmak icab eder. Maamafih hakim-i şehirin derece-i irfanını anlamak Hazret-i üstad aynı zamanda edebiyatla da tevaggul eylemiştir. Yukarıda derc ettiğimiz Ruh Kasidesi gibi Arabi ve Farisi birçok eş’ar u kasaidi vardır. Muhafaza-i sıhhat için şayan-ı tavsiye gördüğü tedabiri mübeyyin kıt’a-i atiyyesi ne kadar hikmet-amizdir: Jeoloji İlmü’l-arz ve’l-Maadin fennin henüz ismi bile tanınmadığı bir zamanda İbni Sina teşekkül-i cibal hakkında gayet esaslı izahat vermiştir. Hazret-i Şeyh’in bu babdaki mütalaatı tamamıyla fünun-ı hazıraya mutabıktır. Yirminci asır jeologları bugün de bu hususda İbni Sina’dan fazla izahat veremiyorlar. siriyle kışr-ı arzın teraffuundan veya te’sirat-ı maiyye ve rüsubiyye neticesi olarak tekevvün etmişlerdir. Ruzgarlar sular yumuşak tabakatın dağılmasını mucib olurlarsa da sert ve kuvvetli tabakalara icra-yı te’sir edemezler. Ekser-i cibalin sebeb-i teşekkülünü teressübat-ı matiyede[maiyyede] aramalıdır. Maamafih cibal-i rüsubiyyenin teşekkülü için birçok devirlerin müruruna ihtiyac messetmiştir. Edvar-ı mütevaliyyede suların ve ruzgarların te’sirat-ı i’tikaliyyesi bazı cibalin kütlelerini de tenkīz edebilir. Tabakat-ı cibaliyye ve bazı suhur-ı arzıyye derununda tesadüf olunan hayvanat-ı maiyye müstehaseleri bunların teressübat neticesinde tekevvün eylediklerine bir nişane-i daimidir.” mavi”leri dahi izaha muvaffak olmuştur. Avrupa efkar-ı umumiyyesi garib ve asılsız hurafeler altında ezilirken şark İbni Sina gibi dahiler sayesinde nur-ı hakīkate doğru koşuyor gencine-i tabiatın tutuk-ı serairini birer birer açmaya çalışıyordu. Esasen fünun-ı İslamiyyenin huzemat-ı nevvaresidir ki Avrupayı dairen ma-dar istila eden sehaib-i cehaleti dağıtarak fikirlerde bir intibah-ı hakīkat-cuyane uyandırmış ve Avrupalılara vasi’ bir ufk-ı fa’aliyyet küşad eylemiştir. Garbın bugün gözlerimizi kamaştıran terakkıyat-ı hayretnümununun esasları İbni Sinalar gibi dühat-ı İslamiyyenin mesai-i mübecceleleri sayesinde teessüs etmiş olduğunda şübhe yoktur. Zaten bu hakīkat munsıf Avrupa hükemasının da taht-ı i’tirafındadır. Ertesi günü amcamın müsaadesiyle nizamiyeden bir tabur piyade bir alay süvari ve iki top ile beş yüz nefer redifi Talihan’a gönderdim. Maksadım şehri tahliye etmediğimizi Talihanlılar’a anlatmak idi. Kendim Hanabad’da oturup beş aydan beri göremediğim askerin tanzim-i ahvaliyle uğraşmaya başladım. § Birkaç gün evvel çıkan askerin avdetini gören Talihan ahalisi Afgan Devleti’ne isyan etmek ihtimali kalmadığını görünce Mir Şah’ın amcası kızını bizim amcaya tezvic eylemek teşebbüsünde bulundular. Amcam bu teklifi müştakane kabul etti. Bu hususda hayli muhalefet gösterdim ve birtakım gaddar herifler ile karabet ve sıhriyyet te’sisinin mazarratı görüleceğini söyledim. Evvel-emirde Bedahşan’a gidip tamamıyla teshir etmek ve daima rahatsızlık verecek düşmanı bütün bütün tenkil eylemek için bana müsaade ediniz dedim. Fakat amcam ihtaratımı dinlemediği gibi izdivac merasiminin mukaddematını ifa bile etti. Bedahşan beyleri işin bu rengi kesb eylemesinden müsterih olarak bazı hedaya ve taahhüdatı hamilen Mir Yusuf Ali’yi amcama yolladılar. Sefirin vürudu üzerine amcam Bedahşan’ın teshirini hemen-dem zihninden çıkardı. Bu sırada ahval-i umumiyyenin sükununu ganimet sayan validem nezdine gönderilmem için pederimden recada bulunmuş şu recayı kabul eden pederimden Tahtapul’a gelmemi amir bir mektup aldım. Askerle emr-i idaresini serdarlara tefviz eyleyerek dört yüz nefer hassa askeriyle yola çıktım. Esna-yı rahda Taşkurgan’a uğrayıp Şah-ı Velayet’in kabrini ziyaret ve gubar-ı mukaddesini tutiya-yı çeşm-i basiret ettim. Tahtapul’a vürudumda ebeveynimin huzuruna çıkıp ellerini öptüm ve hayır dualarını aldım. İkisi de şükrane-i mülakat olarak fakīrana sadakalar dağıttı. Bunlardan başka bana muhabbet ve mensubiyeti olanlar da aynı suretle şükran ve meserret gösterdiler. Birgün istirahat ettikten sonra tophane ile fabrikaları gözden geçirdim. Hepsini muntazam bir halde gördüğüm bulunanlara da hil’atler giydirdim. Katagan’daki askere lüzumu olan çadırlar ile sair levazımın fabrikalarda i’malini emrettim. On beş yirmi gün zarfında tamamıyla hazırlanan eşyayı Katagan’a gönderdim. Bir sene kadar Tahtapul’da umur-ı askeriyye ile iştigal ederek ilkbaharda Katagan’a müteveccihen hareket eyledim. Yolda şu suretle garib bir vak’a geçirdim: maşa etmek fikriyle dolaşmaya çıkmıştım. Maiyyetimdeki adamlar da nasılsa uzaklaşmışlardı. Kendi kendime gezmekte azgını üzerime saldırdı. Yanımda kimse olmadığı gibi ufak bir hançerden başka kendimi müdafaa edecek silah da bulunmadığından büyücek bir taşın etrafında devirler yapmaya mecbur buldum. Ben kaçtıkca deve arkamdan kovalıyordu. Nihayet bi-tab kalıp düşeceğimi anlayınca durdum ve yakaladığım bir kaya parçasını devenin kulağı tözüne vurdum. Bu darbenin te’siriyle deve yıkıldı. Sükūtundan bilistifade hançerimi gırtlağına soktum. Üstüm başım kan içinde kaldı. Gerek yorgunluktan gerek devenin nasıl can verdiğini görmekten mütehassıl za’f neticesinde düşmüş bir saat kadar bi-huş yatmışım. Aklım başıma gelince devenin bilahareket yattığını gördüm. Adamlar hala meydanda yoktu. Konak yerine avdetimde bunlardan beherine otuzar değnek vurdurdum. Ba’dema da maiyyetimde bulunanlara azıcık gaybubet edince derhal beni aramaya çıkmalarını tenbih ettim. Katagan’a vusulümde beni gördüğü için gayet sevinen askere bir nutuk irad ederek: – Pederim sizi evladı mesabesinde tutmakta ve benim hakkımda nasılsa size de o suretle şefkat ü muhabbetperverde eylemektedir. dedim. Asker bu nutkun hitamında: – Hepimiz pederiniz “Serdar Muhammed Efdal Han”ın yolunda terk-i can etmeye amadeyiz. cevabında bulundu. Sonra pederim tarafından amcama da ihda-yı selam ve isali peyam eyleyerek ikametgahıma gittim. Ahali o gece bana ihtiramen donanma ve şenlik yaptı. Ertesi günü tophane ile cebhane ve levazım depolarını teftiş ederek herşeyi muntazam ve mükemmel buldum. Bir hafta ikamet ve istirahati müteakıb Talihan’a gittim. Oradaki askerin de kemal-i intizamını görmekle memnun oldum. Geldiğimi haber alan Bedahşan beylerin altı köle ile mücehhez on at on tulum bal iki tazı beş av kuşu hediye getirdiler. Ben de onlara hil’at giydirdim ve mukabeleten hediyeler verdim. Biraz sonra “Evvelce Talihan’da bulunduğum esnada bazı maadinin uhdeme devrine dair söz vermiştiniz. Hatta bir dane seng-i Süleymani bir dane sarı yakūt beş dane altun bir dane de firuze ma’deni bu miyanda idi. Amcamdan öğrendiğime göre hala va’dini ifa etmemişsiniz” diye Bedahşan ümerasına mektup yazdım. Beyler mektubu alınca maadin-i matlubeyi tasarrufuma teslim ettiler. Onların müstahsalatından birkaç kıymetdar taşı pederime yolladım. § Zikre şayan bir vakıa olmaksızın iki sene geçti. Bu müddetin sonlarına doğru ceddim Emir Dost Muhammed Han amcam Muhammed A’zam Han’ı Kabil’e celb ile pederinin amcazadesi “Abdülgıyas Han”ı Katagan hükumetine ta’yin etti. Abdülgıyas Han’ın oğlu Abdürreşid Han’ı ben sal-i hicrisinde Celalabad Hükumeti’ne yollamışken teaddisinden dolayı azleylemiştim. Amcam Kabil’e giderek biraz ikamet eyledikten sonra me’muriyet-i sabıkası olan Germühost eyaletine gönderildi. Müşarun-ileyhin Katagan’dan hareketi esnasında ben de Talihan’dan kalkıp Şuri menziline geldim. Orada kendisiyle mülakat ettim. Şuri’de pederimin bir mektubunu aldım ki Heybek’de görüşüp birlikte Belh’e azimetimizi bildiriyordu. Bu emre ittibaen Heybek’e gittim pederimin elini öptükten sonra maiyyetinde olarak Tahtapul’a geldim ve tamamıyla kışı orada geçirdim. § Nevruz mevsiminde Serdar Abdulgıyas Han taundan vefat etti. Herat cihetlerinde de bazı iğtişaşat zuhur eyledi. O vakit Herat hakimi pederimin amcazadesi Serdar Sultan Ahmed Han idi. Yanında da İran Şahı’nın me’murininden biri vardı. Bu şahsın Kandehar taraflarında çıkardığı iğtişaşı basdırmak beraber Kabil’den Herat’a azimetle kal’asını muhasara etti. Bahar ibtidasında fetih müjdesi Belh’e geldi. Hepimiz sevindik. Bu meserretin şükranesi olmak üzere pederim Hanabad hükumetiyle oradaki askerin riyasetini bana tefviz eyledi. Mahall-i me’muriyyetime müteveccihen hareket ettim. Bu esnada Katagan vilayetinin umur-ı idaresi pek karışıktı. Me’murin rüsum-ı maliyyeyi tahsil edememişlerdi. Serdar Abdulgıyas Han ise pek de idare adamı değildi. Belki hükumetten ziyade tababete isti’dadı vardı. Zaten ekser-i evkatını iştigalat-ı tıbbiyye ile geçiriyordu. İdaresizliği o derekeye varmıştı ki bi-hakkın hapsedilen bir hırsızı Bedahşan beylerinden birinin tehdidiyle salıvermişti. Bu tehdidi eden Mir Şah idi ki bilahare vefat ile yerine Mir Cihandar Şah ismindeki oğlu geçmiş Mir Şah’ın biraderi yani Mir Yusuf Ali’yi ve biraderzadesi Mir Sayd Şah’ı vürudumdan bir sene evvel öldürmüştü. Mir Yusuf’un divane-meşreb afyonkeş müdmin-i hamr bir oğlu vardı ki babasının katli üzerine ca-nişini olmuştu. Kaşem Hakimi Mir Baba Big’in de Mir Şah’ın dul zevcesine alaka ettiği ahali arasında şuyu’ bulmuştu. Mir Cihandar Şah’ın bu şayiadan canı sıkıldığı için Kaşem’e hücum eyleyerek Mir Baba Big’i esir ve hapsettikten sonra ona rağmen ügey anasını nikahla kendisi almış ve şenaat-i vakıasıyla iftihara kalkışmıştı. Mir Baba Big ise mahbesden firar ederek Hanabad’a Vilayete gelince anladım ki askerin geçen seneden sekiz bu seneden de dört aylığı verilmemiş. İbtida bunların tesviyesini nazar-ı dikkate aldım. Tesadüfen Talihan askerinden ber Hanabad’da bulunuyordu. Bunlar hasılat-ı vilayetten bir mikdarını –Abdulgıyas Han’ın gevşekliğinden bil-istifade– kendi umur u hususlarına sarfetmişlerdi. Benim gelişim haklarında hayırlı olmayacağını anladıklarından Kabil’e firar eylemek üzere umum askeri ihtilale teşvik ettiler. Abdulgıyas Han’ın Muhammed Aziz Han namında bir oğlu vardı. Henüz on bir yaşında olduğu ve daha muallimleriyle adamlarının taht-ı nüfuzunda bulunduğu halde pederinin maiyyetindeki askerin sergerdeliğini haiz idi. Bu herifler yani Muhammed Aziz Han’ın mensubini de vilayetin filhakīka efendizadelerinin malı bulunduğu cihetle Abdurrahman’ın hükumetini kabul etmek ve onun müdahalesine meydan vermek hamakat olduğunu söyleyerek burada ahmakca durmaktansa savuşup Kabil’e gitmek evladır diyerek askeri tahrik ediyorlardı. Bu sırada ceddim Emir Dost Muhammed Han’ın haberi vefatı da vasıl olunca Talihan askeri bundan bütün bütün cür’et alarak ikametgahımın etrafına toplandılar. Kocaman taşlarla evimin der ü divarını tahrib ettiler. Fakat kendi askerimin müdahale ve müdafaası üzerine dikiş tutturamayıp mağluben savuştular. ariza takdim ve “bizi zabitlerimiz teşvik etmişti” diye isti’fa-yı kusur eylediler. Sizi teşvik eden kimlerse isimlerini söyleyin onlardan maadasını afvedeceğim. Yok haber vermeyecek olursanız yolunuz açıktır. Kabil’e kadar gidin cevabını verdim. Bir pusula getirdiler ki üzerinde sekiz yüzbaşı ile Muhammed Aziz Han’ın muallimi ve adamları ve daha sair kimsenin isimleri yazılı idi. Yüzbaşıları top ağzına bağlamak suretiyle i’dam ettirdim. Mütebakīsini de afv u ıtlak eyleyerek Bu kere meydan-ı harbe gitmek üzere Teşrinievvel’de Osmaniye Mısır postasıyla hareket etmiştim. Hüsn-i tesadüf olarak vapurumuzda Sadr-ı esbak Kamil Paşa hazretleri dahi bulunuyorlardı. Ma’lumdur ki Kamil Paşa hazretleri Türkiye’nin pek meşhur ve ma’ruf pek eski diplomatları[nda]ndır. Bütün cihan nazarında gayet muazzez ve muhterem bir zat-ı ali-kadr olduğu gibi ilm ü irfan cihetiyle de bilhassa fenn-i siyasette nazari ve ameli kemalatı havi ve cami’ hakīkaten ism ale’l-müsemma denilirse sezadır. Biz de fırsattan bil-istifade vakit buldukca vapurda ara sıra kendilerini tasdia cesaretle huzur-ı alilerinde bulunarak fikr-i alilerini bazı mes’elelerde istimzac eyledik. Tabiidir ki Kamil Paşa hazretleri az sözlü bir adam olduğu cihetle ancak sorulan mes’elelere cevap vermekte şimdilik hepsini alem-i matbuatta neşretmekte ma’zurum. Benim istimzac ettiğim mes’elelerden biri Şark Mes’elesi bir cevap verdi dedi ki: “Rekabetler büyüktür tamamıyla paylaşamazlar” Hiç şübhe yoktur ki bu böyledir. Şark Mes’elesi’ni alem nazarında büyütmüşler. Düşündükleri gibi halledemeyecekleri her hatvelerinde görülmüştür. Diğeri: “Trablusgarb Mes’elesi idi burada dahi Kamil Paşa hazretleri muhtasarca düşünmektedir; fakat ben bütün aczimi i’tirafla beraber Kamil Paşa hazretlerinin kemalatına asla ve kat’a iştirak edemiyorum. Kamil Paşa hazretleri daha şimdiden belki mes’elenin daha bidayetinden Trablusgarb’ı İtalyanlara vermiş de Bingazi sancağını kurtarmak istiyor. Bence müşarun-ileyh hazretlerinin bu hususda fikirleri hatadır. Zaten bu eski siyasettir bir kıt’aya taarruz ettikleri gibi onu feda edip de kalanını muhafaza etmek miraren tecrübe olunmuş bir siyasettir. Artık tazesine bakalım. Bizim fikrimize göre alem-i İslam ne zaman ki tecavüzi siyasetler ta’kīb ederdi hep muzaffer ve muvaffak olurdu ne zaman ki tedafüi siyasetler ta’kīb etmeye başladı hep mağlub oldu. Artık eski babalarımızın siyasetlerini biraz hatırlayalım biraz da kendi aklımızı isti’mal edelim. Filhakīka Kamil Paşa hazretlerinin fikirleri boş ve ma’nasız fikir değildir belki müdellel ve muvafık ve mu’tedil bir fikirdir. Müşarun-ileyh hazretleri: “Devlet-i Aliyye ittifak-ı müselles karşısında duramaz. Üç büyük devlet neticede müttefikan hareket edeceklerdir zaten müttefiktir. Şu halde bunlara karşı mukavemet fikrinde bulunmak cinayettir” demek istiyor. Zannederim bu babda muaraza olunamaz. Fakat ben bir müslüman ve bilhassa ulema silkinden dahi olduğum cihetle demek isterim ki: Bizim akaid-i diniyyemizdendir. Şu halde bir kere olsun tecrübe edelim artık iki kere öleceğimize bir kere ölelim. Bugün diplomatlık diyerek Trablusgarb’ı verecek olursak iki sene sonra İtalya haininin Bingazi’yi çekip almayacağına kim kefalet eder? Kefalet etseler dahi tecrübesi meydanda bizim tamamiyet-i mülkiyyemizi düvel-i muazzama bil-ittifak kefalet ettiler kaç defalar muahedelerle te’kid ettiler ne için muhafaza etmediler ve ne için etmiyorlar? “Girid”de bizim hukūk-ı hükümranimizi muhafaza edeceklerdi ne için etmediler? Bunları mülahaza etmeyip de körü körüne sefirler lafına i’timad edeceğimize bir kere olsun Allah’a i’timad edelim. Artık yeter sefirlere çok i’timad ettik. Sefirler bize pekçok va’dlerde bulundular fakat zannederim şu son yüz sene zarfında bir kere olsun bizim menfaatimizi te’min etmediler. Şu halde ben kaviyyen ümid ederim millet artık bu eski fikirleri vakt-i ahara terkederek bu defa yeni bir siyaset tecrübe etmeli. Biz biraz da kendimizi toplayarak kendi fikrimiz ve kendi aklımızı isti’mal edersek Afrika çöllerinin gazanfer evladları bize zahir olduktan maada bütün alem-i Hiç şübhe yoktur ki cenab-ı Vacibü’l-vücud’un nusreti ve hazret-i Peygamber’in imdadı bizim ile beraber oldukca biz kayıklar ve zenbuklar ile İtalya zırhlılarına hücum ederiz. Nasıl ki ettiler ve edeceklerdir. Zırhlı nedir on bin adam hücum eder de her zırhlıya beşer adam atlayabilirse kafidir. Evet ashab-ı fünun bu sözlere kahkahalar ile güleceklerdir lakin şunu da unutmayalım ki bu suretle hücum edecekler ashab-ı fünun değildir top ağzına tüfenk ile yürüyerek İtalyanları firara kadar mecbur eden kuvvet fen kuvveti değildir. Müslümanların en büyük kuvvetleri iman ve i’tikadlarıdır; diplomatlarımızın pekçok hatalarını yüklendik bir kere olsun ashab-ı amaim sözünü dahi sem’-i i’tibara alalım. Hiç şübhe yoktur ki ben bu sözleri Kamil Paşa hazretlerine acizane bir fikir beyan ediyorum. Asakir-i Osmaniyyenin muzafferiyetleri havadisi Kahire’ye akseder etmez gazete müvezzi’leriyle sair ahali tramvaya binerek yollarda “Yaşasın Halife yaşasın Osmanlılar gebersin İtalya” diye bağırışmaya başlamışlar apartmanlarda atmak cür’etinde bulunmuşlardır. § Mısır Dahiliye Nezareti tarafından bir beyanname neşrolunarak matbuat-ı Mısrıyyenin Osmanlı-İtalya muharebesine dair heyecan-amiz beyanat ve ibarat neşretmeleri men’ edilmiştir. § Alınan haberlere göre Mısır Hükumeti Lord Kitchner’ın da inzımam-ı re’yi ile sekiz sahifelik yüz bin nüsha risale tab’ına ve cami’lerde tevziine karar vermiştir. Arabca olan bu risalede Osmanlı-İtalya muharebesinin Mısır’da husule getirdiği hal ü mevki’den bahsedilmekte ve yerlilerin ittihaz eyleyeceği meslek tezkar olunmaktadır. Beyanname muharebenin adi bir muharebe olup cihad-ı mukaddes tarzında bulunmadığını uzun uzadıya beyan eylemektedir. § Bingazi’den varid haberlere göre urban fevc fevc gelerek orduya iltihak etmektedirler. Neşredilen bir beyanname § İkdam ’ın Trablusgarb muhabir-i mahsusu Tunus’dan yazıyor: “Tunus kıt’asındaki umum İslamlar; Halife-i mü’minine bir rabıta-i kaviyye-i ma’neviyye ile merbut olup Hükumet-i Osmaniyye’nin daima terakkī ve tealisini kemal-i hahişle arzu ve temenni ederler. Şu harbde muvaffak olmaklığımız suretiyle hissiyat-ı hayır-hahanelerini fi’len de isbat etmektedirler. Burada neşrolunan umum Arabca gazeteler Hükumet-i Osmaniyye lehinde ve İtalya aleyhindedirler. Bu gazeteler; Fransa’nın Türkiye’ye muavenette bulunmasını ve lazım gelen teshilatı ifa etmesini temenni ediyorlar. Her gün cami’lerde Türkiye’nin muvaffakıyatı için dualar etmektedirler. Türkiye’nin muvaffakıyatı hakkında iyi bir havadis geldiği vakit ahali-i müslime yekdiğerini tebrik etmek suretiyle Türk gördükleri zaman gözlerinde lem’a-paş olan sürur u lebilir. Nefs-i Tunus’da esna-yı harbde Türkiye’ye muavenet etmek üzere bir cem’iyet teşkil edildi. Bu cem’iyete birçok zenginlerle beraber ma’lumatlı pekçok genç dahil bulunuyor. Bu cem’iyetin mürevvic-i efkarı olarak İttihad-ı İslam namında Arabca bir gazete neşrediliyor. Bu cem’iyet Mısırlılar gibi derc-i iane ile beraber bazı hidemat-ı fi’liyyede bulunuyor. § Londra –Capetown’dan Reuter Telgraf Ajansı’na iş’ar olunuyor: “Transval müslümanları Osmanlı-İtalya muharebesinde kahramanane mücahede eden dindaşları için * * * kıt’a-i cesimesinin merkezi olan Durban Şehri Encümen-i İslam’ı geçen gün bir ictima’-ı fevkalade akdiyle İtalya haydudlarının Trablusgarb’a vukū’ bulan tecavüz-i şakavetkaraneleri şiddetle protesto edilmiş ve hutaba-yı mahalliyyeden bir zat-ı muhterem ber-vech-i ati ifadat-ı mühimmede bulunmuştur: “Muhterem kardeşlerim! Bugün size şu minber-i hitabetten birkaç acı hakīkat söylemek istiyorum lakin kalbim şiddet-i teessürümden çarpıyor ellerim ayaklarım titriyor. Biz şu dakīkada öyle ciğer-suz öyle vahşet-engiz bir manzara karşısında bulunuyoruz ki tarih onu bütün fecaatiyle sahaifine kaydedecektir. Devlet-i Aliyye’nin afak-ı ismetinde tekevvün ve tecemmu’ eden felaket bulutları emin olunuz ki; yalnız o muhite münhasır olmayıp bütün alem-i zine hedef olan Osmanlı Devleti’ne Durban’da mevcud bütün kadar muavenet etmeliyiz. Ma’nen onlara zahir olmalı ve nakden para göndermeliyiz. Fakat şunu da unutmamalıyız ki; maddi muavenet bugün Türkiye’ye her şeyden ziyade lazımdır. Şehrimizde birçok İslam encümenleri mevcud lakin onlarda şimdiye kadar bir eser-i hayat müşahede edilemedi. Ben bunu bu acı hakīkati maatteessüf ağlayarak söylüyorum. Şu dakīkada burada ictimaımız pek mühim bir işin tesviye ve müzakeresi içindir. Bu mühim iş ise Devlet-i Aliyye’ye nakdi muavenette bulunmak ona cem’ edebildiğimiz kadar para göndermektir. Muhterem dindaşlarım! Görüyorsunuz diğer akvam dinen mensub bulundukları devletlere ne suretle muavenette bulunuyorlar? Gerek harb ve gerek sulh u müsalemet zamanında olsun onlara maddi ve ma’nevi yardım ediyorlar. Tehvin-i ihtiyacları için ellerinden geldiği kadar çalışıyorlar. Biz ise daima ateş saçağı sardıktan sonra işe başlıyoruz. Bugün bizim dinimizin müdafii olan her türlü muzayaka zamanlarımızda imdadımıza şitab eden ser-tac-ı ibtihacımız Halife-i zi-şanımız değil midir? Bu böyle olduğu halde bizim Osmanlı-İtalyan muharebesine bitaraf u bigane kalışımız nasıl tecviz edilebilir? Hilal-i Ahmer Cem’iyeti ile Osmanlı donanması bizim muavenetimize muhtacdırlar. Hilal-i Ahmer Cem’iyeti yetim ve bi-kes kalan çocukları hakimiyet-i Osmaniyye ve Hilafet-i muazzamanın muhafaza-i şanı için muharebede seve seve can veren cesur ve fedakar askerlerin dul kalan evlad ü iyalini sıyanet ve onların ihtiyacatını teskin etmek mecruhlara bakmak ve daha birçok muavenette bulunmak için teşekkül etmiştir. Böyle mukaddes bir cem’iyete iane vermekte bir dakīka tereddüd edersek bu bizim için pek bir büyük nakīsa teşkil eder.” Bu zat-ı muhteremin pek hararetli samimi olarak irad ettiği nutkun nihayetinde hazırunun gözleri yaşarmaya başladı ve herkes Devlet-i Aliyye’ye muavenet-i nakdiyyede bulunacağına dair söz verdiler. Bunun üzerine Davud Muhammed nam zatlar kürsi-i hitabete gelerek ber-vech-i ati “Daha dün sevgili kızımın vefat-ı nagehanisi beni dağdar-ı ye’s ü elem etti. Fakat emin olunuz ki; kardeşlerim dolayısıyla hasıl olan teessürümden ziyade beni müteellim ve müteessir etti.” diyerek Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne verilmek üzere yirmi beş İngiliz lirasını vefat eden kızı namına Bu nutuklar üzerine Encümen-i İslam İngiltere Hariciye Nezareti’ne bir telgrafname çekerek Osmanlı Devleti’nin hukūk-ı hükümranisinin muhafazasını ve devlet-i mezkurenin bu muharebede bitaraf kalmamasını rica etmiştir. Sadrazam paşa hazretlerine de çekilen diğer bir telgrafda gizini şiddetle protesto ve Devlet-i Aliyye’ye her türlü muavenette bulunacaklarını da ayrıca arz etmişlerdir. Macarlı müsteşrik-i şehir Profesör Wambery geçen gün Peşte’de alem-i İslama aid gayet mühim bir konferans vermiştir. Muallim-i muhterem bu konferansında müslümanlara azv ü isnad olunan liyakatsizliği reddederek müslümanların da Avrupa tarzında memleketlerinde ıslahat icrasına müstaid olduklarını ve hatta tabi’ oldukları Kur’an-ı Kerim ’in de “İlmi Çin’de bile olsa arayınız” emrini verdiğini hülasa Müslümanlığın kat’iyyen mani’-i terakkī olmadığını ve olamayacağını ve bu iddiasının en büyük şahidi Bağdad ve Endülüs ve Şam medeniyet-i İslamiyyesi enkazı bulunduğunu uzun uzadıya bast ü temhid etmiş ve karn-ı hazırda görülen bataetin karn-ı vustada müslümanlara her nasılsa arız olan muhafazakarlığın su’-i isti’mal edilmiş olmasından neş’et ettiğini beyan eylemiştir. * * * mes’elesi el-haletü hazihi yalnız bir Osmanlı Hükumeti mes’elesi değildir. Bu mes’ele bir de bir “Müslüman mes’elesi” olmuştur. İtalya eğer bütün harekatında mütemeddin bir millete yakışır tarzda hareket etmiş olsa idi bu iş yalnız kadın çocuk ehl-i İslamı şenaatin son mertebesine vararak katliam etmesi fi’l-vaki’ ehl-i İslamı umumen dağdar edecek bir harekettir. İtalya bu hareketiyle yalnız Osmanlı Hükumeti’nin düşmanı değil belki Arablığın İslamiyyet’in dahi en bi-eman en zalim bir hasmı olduğunu isbat etmiştir. Mısır’da değil bütün kıtaat-ı İslamiyyede in’ikaslar peyda etmiştir. Bugün farz-ı muhal olarak Devlet-i Osmaniyye Trablus’dan elini çekecek olsa anasır-ı İslamiyye ve betahsis Trablusgarb ve civarı ahali-i İslamiyyesi acz-i mutlak haline gelinceye kadar İta[lya]lılar ile uğraşacaklardır. Bu ise değildir. Bu işte bir gayret-i İslamiyye bir namus-ı İslam vardır. Eğer İtalya Trablusgarb müslümanları hakkında reva gördüğü gadrin cezasını alem-i medeniyyetten hiç görmeyerek bu memlekete kolayca sahib olursa artık dünyanın hiçbir köşesinde hayat-ı İslam taht-ı te’minde bulunmuş olamaz. Binaenaleyh Trablusgarb mes’elesi –doğrusunu söyleyelim– ehl-i İslam için bir hayat memat mes’elesidir. Avrupa devletlerinden dahi hiçbiri iddiada bulunamaz ki eğer Trablusgarb ahalisi ehl-i İslamdan olmayıp da Hıristiyan bulunmuş olsalardı evvel-emirde İtalya Hükumeti şimdiki mezalimi yapamaz saniyen yapacak olsa bütün Avrupa devletleri başına çökerlerdi. Trablusgarb ve Bingazi mücahidinine iltihak etmek üzere havali-i mezkureye azimet eden kahraman-ı hürriyyet Enver ve Basra Vali-i esbakı Mardini-zade Arif Beyler tarafından urban u kabaile hitaben neşredilip bu kere payitaht matbuatına beray-ı ihda nüsah-ı müteaddidesi idarehanemize olunan Arabi[yyü’]l-ibare beyannamenin suretidir: Eyyühe’l-ihvan! ezerek vatan-ı azizimizin bir cüz’-i kıymetdarına Trablusgarb kıt’asına tecavüz etti. Maksadı Osmanlıları bu havaliden çıkararak Afrika alem-i İslamını tazyik ve enfas-ı hürriyyetini takyid eylemektir. Devr-i sabıkın seyyiatından olarak kuvve-i bahriyyemize arız olan za’f yüzünden buradaki kardeşlerine muavenete koşamayan ordu-yı Osmani bugün pek muztarib ve muhtenik bir vaz’iyyettedir. Maahaza devletimiz son dereceye kadar bu sevgili vilayetimizi müdafaaya ve düşmanın savletini redde suret-i kat’iyyede azmetmiştir. Evet biz bütün gayret ü ikdamımız ile düşman-ı deninin buradan izale-i vücuduna çalışacağız. Bu yolda millet-i Osmaniyyeden bir ferd sağ kalmayıncaya kadar uğraşacağız. Herhalde alçak düşman ayaklarının bu arz-ı paki telvis eylemesine şerefden şerefe zaferden zafere intikal ede ede terk-i hayat eden ecdadımızın makabir-i muazzezesini çiğnemesine meydan vermeyeceğiz. Afrika-yı Osmani’de mütemekkin ihvan-ı muhterememiz bütün ef’al ü hareketleriyle hükumetimizin azm-i ciddisine müşarik olduklarını gösteriyorlar. Ey ihvan-ı muhterem! İyi biliniz ki biz sizlerden ebediyen ayrılmayaca[ğı]z. Ölecek ber yaşayacağız. Ey mücahidin-i muhtereme! Yekdiğerimizin ellerini o kadar sıkı tutalım ve tarik-ı hakta o suretle şerefimizi muhafazaya çalışalım ki düşmanımız da şanlı ecdadımızın şerefli oğulları olduğumuzu anlasın da kırılasıca elini bizden çekmeye mecbur olsun. Cihanın her tarafında alem-i İslamiyyet İtalyanlar tarafından kenaneye karşı fevkalade müteheyyic ve muztaribdir. Düşmanı kahr u tenkil ettiğimize Hilafet-i şan-ı Osmaniyyeyi kanımızla canımızla muhafaza eylediğimize dair her gün bizden büyük bir sabırsızlıkla havadis-i muzafferiyyet bekler. Şu halde Hilafet-i İslamiyye ve vatan-ı mukaddes-i Osmani uğrunda dest-i celadetimizde meslul olan seyf-i satıımız ile bize müteveccih amal-i İslamiyye ve Osmaniyyeye kemal-i fedakari ile hizmet ederek asar-ı muvaffakıyyet ve muzafferiyyet göstermek düşmanı kahreylemek üzerimize farz olan en büyük bir vazifedir. lar tarafından gösterilen asar-ı na-hoşnudi ve nefret İslamlar sutlarda bulunmaya sevketmesi muhtemeldir. Ancak bu hal bizim burada düşman-ı mütecaviz ve gaddara layık olduğu ders-i intibah ü ibreti vermekliğimize mani’ değildir. Herhalde bu düşmanı biz burada kahr u tenkil etmeliyiz. Vatan uğrunda ölümden asla korkmamalıyız. Şanlı tarihimiz de bizden bunu taleb eder. Humus Bingazi Derne’de bulunan kardeşlerimiz mikdarca çok olmadıkları halde düşmana karşı arslan gibi durarak ümid ü tasavvurun fevkınde düşmanı ezmişler İtalyan ordusunu donanmasını perişan etmişlerdir. Biz ki onların kardeşleriyiz her an öyle bir savlet-i şirane ile düşmanı tepelemeli ve onlardan bu mukaddes toprakta asla bir eser bırakmamalıyız. Düşman o kadar alçak o kadar korkaktır ki savlet-i mücahidanemize karşı duramaz. Size tekrar ediyorum. Kanımızın son damlasına kadar bu düşman-ı deni ile harb edeceğiz nusret-i İlahiyye elbette zahirimizdir.” lan-ı harb etmesi üzerine Yemen vilayetince dağıtılıp beyne’l-kabail fevkalade te’siratı mucib ve a’da-yı vatan aleyhinde pek ziyade nümayişlere badi olan beyanname suretidir: Meclis-i Meb’usan’da bulunan İttihad ve Terakkī Fırkası’nın bazı a’zası tarafından teklif edilip kabulü kongre kararına ta’lik edilen mevadd-ı aşere mütalaa ariz u amik tedkīk olundu. Mevadd-ı mezkureden birincisi: “Meb’usların imtiyaz ve sair menafi’ ta’kīb etmemeleri keyfiyetidir.” Fi’l-vaki’ Meclis-i Umumi’nin her iki hey’eti a’zalığıyla kabil-i te’lif olmayan ahval hukūk-ı esasiyyede bir mebhas-i mahsus olup bizden mukaddem usul-i meşrutiyyeti tatbik etmiş olan Avrupa hükumat-ı meşrutası kavanin-i esasiyyesinden bazılarında az ve bazılarında çok olmak üzere birtakım takyidat kabul edilmiştir. Meclis-i Umumi a’zasının haiz oldukları nüfuzu su’-i isti’mal ederek menafi’-i umumiyye-i devlete mugayir menafi’-i hususiyye te’min edebilmeleri taht-ı imkanda bulunduğundan bu gibi ahvalin men’i hukūk-ı menafi’-i hükumet ve ahalinin kuvve-i teşriiyye a’zasından bi-hakkın beklediği hiss-i fedakari ve hasbiyet icabındandır. Binaenaleyh Kanun-ı Esasi’nin bu noksanını ikmal etmek cümlenin arzu edeceği bir keyfiyet olup esas i’tibariyle şayan-ı kabul görülmüş ve ancak teklif vechile yalnız fırkaya mahsus olarak programa vaz’ı husul-i maksadı kafil olamayacağından bu memnuiyetin fırkaya dahil olan olmayan meb’usan ile Hey’et-i A’yan a’zasına da şamil olacak surette Kanun-ı Esasi’ye madde-i mahsusa dercinin te’mini ve bu seneden olunmuştur. etmemesi” hususu olup meb’usların bir me’muriyet istihsali emelinde bulunmaları mükellef oldukları vazife-i murakabeyi hakkıyla ifa etmelerine mani’ ve meb’usan arasında hiss-i istirkab ve ihtirası uyandırarak me’muriyeti meb’usiyete tercih gibi bir şaibeyi dai olmak bi’n-netice Meclis-i Meb’usan’ın faaliyet ve intizamına ve haiz olduğu şeref ü haysiyete halel getirmek ihtimallerine binaen meb’usun me’muriyet arkasında dolaşmalarını men’ için meb’usluktan riyet deruhde edememeleri hukūk-ı esasiyyede bir düstur olarak kabul edilmiş ve ancak bu müddet mütefavit olup bazılarınca bir sene ve diğer bazılarınca altı ay olmak üzere ta’yin olunmuş olduğundan bu ikinci madde esas i’tibariyle münasib görülerek umum meb’usana şamil olmak üzere Kanun-ı Esasi’ye bir madde ilavesi ve müddetin Meclis-i Meb’usan’ın takdirine bırakılması tensib edilmiştir. Üçüncü Madde: ki “Meb’usların nazır olabilmesi hakkında fırkaca re’y-i hafi ile ve aded-i mürettebin sülüsan ekseriyetiyle kabul olunmak usulü takarrur ettiğinden nizamname-i dahilinin ol babdaki madde-i mahsusası ta’dil olunacaktır” metnindedir. Sadrazamın deruhde ettiği vazifenin icabatından olan mes’uliyet istediği rüfekayı intihab edebilmek salahiyetini makam-ı Sadaret’e bahşetmiş Kanun-ı Esasimiz dahi bu esası kabul eylemiştir. Binaenaleyh sadrazam Kanun-ı Esasi’nin verdiği salahiyete istinad ederek ekseriyet fırkası haricinde nazır intihabına ale’l-ıtlak muktedir olduğu halde bu maddenin ruhuna ve suret-i tatbikına göre hükumetin mabihi’l-istinadı olan ekseriyet fırkası a’zasından hiç bir nazır nazırlık mes’uliyetini deruhde edecek iktidar ve nüfuz-ı siyasiyi haiz olan bir meb’usun kuvve-i icraiyyeye iltihak edememesi kabineyi muhtac olduğu kuva-yı istinadiyyeden ve meb’usları daire-i ihtisasları olan meslek-i siyasette terakkī ve tealiden mahrum eder. Bina-berin fırka nizamnamesinin ol babdaki madde-i mahsusasının ta’dili talebini mutazammın tur. Dördüncü Madde: “Ahkam-ı kanuniyyeye tamami-i riayet ve mes’uliyet-i vükelaya dikkat”dir. Bunlar meb’usların en esaslı bir vazifesini ve fırkanın ruh-ı siyasetini tazammun eder. Bazı meb’uslar tarafından böyle bir maddenin teklifi Meclis-i Meb’usan a’zasının murakabe vazifesini bi-hakkın bir maddenin derci meb’usların kanunen ve hamiyyeten Çünkü Kanun-ı Esasi’nin meb’uslara zaten bahşettiği salahiyet ve vezaifi ikmalde gösterilen tesamuhu men’ vezaifi meb’usların metanet ve fezail-i zatiyye ve ahlakıyyelerinden beklemek daha muvafık olur. Şayet bu maddenin teklifinden maksad vükelanın vezaif-i idariyyelerinden münbais mes’uliyeti te’min ise bu da evvel-emirde bilumum vükela ve me’murinin mes’uliyetini ta’yin için bir kanun-ı mahsus tanzimi[n]e mütevakkıf bulunduğundan bu babda hükumetten bir kanun layihası taleb edilerek sür’at-i mümkine Beşinci Madde: “Kema-kan ittihad-ı anasıra çalışmak ticaret ziraat sanayi’ ve maarifin terakkīsine derece-i ihtiyacına göre gayret etmek”dir. İttihad-ı anasırı Cem’iyet esasen hedef-i amal ittihaz etmiş ve hayat-ı siyasiyye[si]nin mebdeinden beri bu yolda sarf-ı mesaiden hali kalmamış ve zaten Cem’iyet’in siyasi programında münderic mevaddından ve memleketin menafii icabatından bulunmuş olmağla bu babda yeniden bir madde kabulü hasılı tahsil demek olacağından bu hususda tezyid-i mesai ve faaliyet edilmesi mütalaa kılınmıştır. Altıncı Madde: “Ahlak ve adab-ı umumiyye-i diniyye ve milliyyenin muhafazasıyla beraber Garbın terakkıyat ve tekemmülat-ı medeniyyesinin memlekette inkişafına hizmet etmek” keyfiyetidir. Ahlak ve adab-ı umumiyye-i diniyye ve milliyyenin muhafazası Cem’iyet’in makasıd-ı ulviyyesi cümlesindendir. Cem’iyeti teşkilat-ı siyasiyye ve ictimaiyyemizin esası olan din-i mübin-i İslam’ın efrada telkīn ettiği fezail-i ahlakıyyenin kuva-yı mukaddese-i milliyyenin en mühimmi olduğunu takdir etmiş ve adab-ı umumiyye-i milliyye ve İslamiyyenin tatarruk-ı halelden mahfuziyetini nuhbe-i amal ittihaz eylemiştir. Binaenaleyh bir tarafdan adab-ı umumiyye ve fezail-i ahlakıyye-i milliyye ve İslamiyyenin muhafazası esbabını tehyie ve te’min etmek ve diğer tarafdan memleketimizin Garbın terakkıyat-ı maddiyyesinden çalışmak ehemm-i vezaifden olup hissiyat-ı diniyyeye riayetkar olmayanlar hakkında geçen sene Ceza Kanunu’na vaz’ edilen ahkam-ı şedide fırkanın ahlak ve adab-ı umumiyye-i diniyye ve milliyyenin muazzeziyyetini ne kadar esaslı bir meslek olmak üzere telakkī ettiğine en yeni bir bürhandır. Merkez-i Umumi’nin kongrede kıraet ve bir kısmı neşrolunan raporunda beyan edildiği vechile balada tafsilen dermiyan edilen gayeye vusul için ittihaz edilmiş olan tedabir-i müessire ve siyasi programa idhali teklif olunacak levayıh-ı kanuniyye te’min-i maksada kafi görülmüştür. Yedinci Madde: “Kanun-ı Esasi dairesinde an’anat-ı Osmaniyye-i tarihiyyeyi idame ve muhafaza”dır. Ahlakın hürmetle telakkī ettiği measir-i eslaf demek olan an’anat-ı makbule-i tarihiyyenin muhafazası altıncı maddede zikrolunan ahlak ve adab-ı umumiyye-i diniyye ve adat-ı müstahsene-i milliyyeye riayet kabilinden bir emr-i tabii ve zaruri olmakla beraber henüz bir devre-i inkılabiyyede bulunan İttihad ve Terakkī Cem’iyeti’nin hayat-ı ictimaiyye-i millete hakim kavanin-i sabiteye bu kavaninin icabatına hürmet ve sadakatle siyaset ittihaz eylemiştir. Kanun-ı Esasi dairesinde an’anat-ı Osmaniyye-i tarihiyye kaydına gelince Kanun-ı Esasi’nin muhafazası Cem’iyet’in ve bil-cümle Osmanlıların ma-bihi’lhayatı olduğu cihetle tazammun ettiği bil-cümle ahkamın o dairedeki an’anatın kemal-i sadakatle muhafaza ve idamesi bir emr-i tabiidir. Sekizinci Madde: “Me’murinin ta’yin ve azline intizam-ı kanuni vermek”dir. Hidemat-ı umumiyye-i hükumetin hüsn-i cereyanını te’min için me’murinin erbab-ı reviyyet ü tahab me’murinin muvaffakıyetleri ve me’muriyetlerini bilatereddüd ve kemal-i salahiyetle ifa etmeleri için de hukūklarını mahfuz ve istikballerini emin görmeleri öylece lazım ve zaruridir. Herhalde me’murinin vezaifi kat’iyyen ta’yin ve bu vezaif mukabilinde mes’uliyet esaslarının vaz’ edilerek hüsn-i ifa-yı vezaifin terfi’ ve mükafat ve aksi halin azl ve mücazata sebebiyet vermesi hikmet-i idare muktezayat-ı tabiiyyesindendir. Mülahazat-ı mezkureye binaen me’murinin ta’yin ve azline bir intizam-ı kanuni verilmesini muta-zammın olan işbu maddenin ehemmiyeti derkar olup Meclis-i Meb’usan İdare-i Vilayet Encümeni bu ciheti de takdir ile me’murinin terfi’ ve terakkī ve azl ve tebdillerinin bir usul-i salime rabtını hükumetten taleb eylemiş olmasına nazaran bu babdaki layihanın bir an evvel kesb-i kanuniyyet etmesi esbabının istikmali düşünülmüştür. Dokuzuncu Madde: “Hukūk-ı mukaddese-i Hilafet ve Saltanat’a mütedair Kanun-ı Esasi’nin bazı mevaddının kuva-yı selase esasındaki muvazeneti teşyid edecek surette ta’dili” teklifidir. Bir millette mevcud olan kuvvetler kuvve-i teşriiyye kuvve-i icraiyye kuvve-i adliyye olmak üzere üç kısma ayrılmıştır. İşbu kuva-yı selase arasında muvazenetin lüzumunu inkar edecek bir ferd olamayacağı gibi zat-ı hazret-i Padişahi’nin dahi o kuva arasında muvazeneti ihlal edecek bazı mevad olması zaten Merkez-i Umumi’nin nazar-ı dikkatine çarpmış ve Cem’iyet siyasi programının bu esasları te’min edecek surette tanzimi mukarrer bulunmuştur. Onuncu Madde: “Makasıd-ı hafiyye-i mahsusaya binaen teşekkül eden cem’iyetlerin harekat ü amaline mümanaat”dır. Makasıd-ı hafiyye-i mahsusa ta’kīb eden cem’iyetler Siyasi olanlar devletin menafiine muhalif birtakım makasıd ta’kīb edecekleri gibi ictimai olanları dahi adab ve ahlak-ı umumiyye-i milliyye ve diniyyeyi hedef-i tecavüz ittihaz edebilirler. Bu misilli cem’iyyatın men’i Cem’iyetler Kanunu’yla Kanun-ı Ceza ve nizamat-ı zabıta icabatından olup bunlar hakkında mutabassırane hareketle ve muktezayat-ı kanuniyyenin tamami-i ifası hükumetin vazifesidir. Hükumete bu vazifeyi hüsn-i ifa ettirmek Meclis-i Meb’usan’ın hakk-ı murakabesi daire-i şumulündedir. Adab-ı İslamiyye ve milliyye ve menafi’-i umumiyye ve vataniyyeye münafi muzır cereyanların bir şekl-i ictimaide diği vechile Cem’iyet’in siyasi ve ictimai programlarını kendisine meslek-i siyasi ve ictimai ittihaz edenlerle hafi ve celi başka bir cem’iyete intisab edememeleri zaruretiyle beraber bu hususda mevadd-ı nizamiyye tedvin ve maksad-ı Cem’iyet mücahedat ve irşadat-ı meşrua ile neşr ü ta’mim edilmektedir. Mukarrerat-ı vakıa suret-i mahsusada teşkil edilen bir encümenin bil-etraf icra eylediği tedkīkat üzerine kongre hey’et-i umumiyyesince madde madde tezekkür ve tedkīk olunduktan sonra ittihaz edilmiş ve fırkaca mucib-i tefrika hiçbir hal kalmadığına müttefikan ve müttehiden karar verilmiştir. Üstad-ı muhterem Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretlerinin “ Külliyyat ” ünvanıyla neşredilmekte olan asar-ı fazılanelerinin birinci kitabını teşkil eden işbu eser-i mühim intişar etmiştir. Bu eser-i ali aslı olan Arabiyyül-ibare er-Risaletü’l-Hamidiyye nam eser-i fahire bir misli kadar tavzihat-ı lazıme ve tezyilat-ı mühimme zamm u ilavesiyle uluhiyet-i Sübhaniyye ve nübüvvet ve risalet-i Muhammediyye ve mebani-i erkan-ı celile-i İslamiyyenin havi olduğu measir ve mezaya-yı aliyyeyi berahin-i akliyye ve delail-i felsefiyye edecek bir tarz-ı nevin üzere– isbat ve tenvir etmekte ve her türlü evham ve zunun-ı batılanın önünü almaktadır. Fiyatı buçuk kuruştur. Merkez-i tevzii Babıali Caddesi’nde TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Kasım Yedinci Cild - Aded: Almanya’da Osmanlı Tetebbuat Komisyonu rehberi ve Stutgart şehrinde münteşir Nekar gazetesi [silik] muharriri Doktor Ernst Jaeckh tarafından yazılıp idarehanemize gönderilmiştir: ______ Trablusgarb muharebesi hakkında Almanya’da efkar-ı umumiyyenin ne merkezde bulunduğunu lütfen irsal buyurulan mektuplarınızda benden sual etmiş idiniz. Buna cevap olarak yalnız bir çift söz ile size diyebilirim ki: Hemen umumiyetle Osmanlılar lehindedir. İbtida-yı muharebede fikirler bi-karar iken yekdiğerimizden “Acaba Osmanlılar böyle mühlik halden tahlis-i giriban etmek için ne gibi bir teşebbüsde bulunabileceklerdir. Acaba şu dakīkanın kendileri için ne ma’na ihtiva ettiğini takdir ile hayat için ölümü göze aldırmak lazım geldiğini der-hatır ediyorlar mı?” diye istifsar ederken; pek geç lakin pek de açık bir surette nihayet “Her şey hatta hayatını bile namus ve şan ve şöhreti için terketmeyen bir millet hiç bir şeye müstahak değildir.” Cevab-ı kat’isi geldi. İşte bunun üzerine günden güne ve galebeden galebeye şöhret ve şanınız cümlenin kalbini mütezayiden Eğer bugün Salib-i Ahmer’in yanında bu kanlı muharebenin o şeci’ kurbanları için burada bir de Hilal-i Ahmer Cem’iyeti teşkil etmek arzu olunsa muavenete müheyya pekçok kişilerin şitaban olacakları şübheden varestedir. Bismark’ın “Türkler Şarkın centilmenidir” sözünü Genç Türklerin inkılabı tasdik ve isbat eyledi ise de tarih ile müsbet ve kendisine mahsus bir azametle münferiden gözönünde duran böyle bir hakīkate kemal-i hayretle şehadet etmek va-esafa henüz içimizde pek az kimselere nail olmuştur. Her ne kadar Osmanlı Tetebbuat Komisyonu’nun Almanya’yı seyahatlerinde Türklerin meziyatını ve fikirlerini vatandaşlarıma tanıtmaya büyük bir vasıta oldu ise de kudret kabiliyet ve tabiatınızın fevkaladeliğini görüp de bizzat tasdik ettirmek için teessüf olunur ki şu vesileden hemen pek az şehirler müstefid olabilmişlerdir. Avrupalıların şimdiye kadar haklarınızda ettiği birtakım esassız mukayesat ile kazib hükümlerin cümlesini şimdi esen şu Trablusgarb ruzgarı süpürüp aldı götürdü. Yüzlerce kitapların ve nutukların aleme i’lan edemediği bir hakīkati işte bu muharebe meydanı üstündeki perdeyi kaldırarak bütün parlaklığıyla aleme izhar eyledi. Alman gazetelerinin Türk medeniyeti ve İtalya barbarlığı namı tahtında doldurdukları sütunları bugün herkes görüyor ve okuyor. Hatta kiliselerimizde bile papazlarımız “Roma hıristiyanları celladlık ediyorlar” diye hissiyat-ı müteneffiranelerini ahaliye ifşa ve bununla da celladlık muharebe demek olmadığını anlatıyorlar. Osmanlı İslam hocaları “Sakın himayemiz altında bulunan o biçare İtalyanlardan intikam almak sevdasına düşmeyiniz” diye cami’lerde va’z ediyorlar. Hele o Osmanlı İslam Harbiye nazırı görülen fenalığa ivaz olarak yine fenalıkla mukabele olunmayıp yaraya merhem vururcasına kında ordulara evamir i’ta ediyor. Türklerin metaneti ve müdebbirliği Memalik-i Osmaniyye’de yaşayan altmış bin İtalyanlara taarruz ettirmiyor. İşte bununla da Osmanlılar tekmil Avrupa’yı teshir ettiler. Alman zabitlerinin tasdikıyla musaddak kalben mütedeyyin son neferine varıncaya kadar muktedir ve kemal-i hoşnudiyyet ve mesruriyyetle muharebeye can atan o Osmanlı askerlerinin dünyada en birinci asker olduklarını ve şanlı şöhretli namına nasıl kesb-i istihkak ettiklerini şimdi herkes bizzat müşahede ediyor. Hele her biri birer mücessem-i kabiliyet ve isti’dad denmeye seza olan o rehberleriyle şimdi gerek adeden ve gerek fennen bin-nisbe pek ileride bulunan bir orduyu nasıl icbar ettiklerini de görüyoruz. Arnavudluk’dan bana mektup yazan bir süvari zabiti diyor ki: “Kahraman süvarilerim; o kancık makaronyacı düşmanla göğüs göğüse gelip de merdliklerini gösteremediklerinden dolayı hissettikleri deruni acıdan ağlamaya başlıyorlar.” Ey asker! Merhaba!.. İşte sen bu halinle tekmil Avrupa’yı zabtetmiş bulunuyorsun! Şimdi Osmanlıların müştakane ve meftunane yekdiğerleriyle birleştiklerini hatta Osmanlı hanımlarının ve kızlarının bile tezyinatlarına varıncaya kadar vatan için feda ettiklerini herkes görüp işidiyor. Bu hallerin tekmili bizim tahlis-i hürriyyet zamanında sahib-i vatanların da başından geçmiştir ki siz zorba tekmil Almanları Hohenzoller’in hanesinde birleşmeye badi olmuş idi. İşte şimdi İtalyanların şu şakīliği aynı bizim gibi Memalik-i Osmaniyye’de mevcud milletlerin cümlesini Osmanlı Sancağı altında toplanmalarına mecbur ediyor. Bu halde umuma aid olan vatan müteferrik surette bulunmaya heves eden birtakım fırkalara tegallüb ediyor. Bu Osmanlıların en büyük Ali Paşa’sı bizim - senesi muharebesinin vukū’ bulacağını hemen evvelden hissederek bundan Prusya Almanya Avusturya’yı bir müttefik olarak kazanacağını ve bundan ise Babıali için mezkur hükumetler tarafından bir himaye kazanacağını alenen beyan etmiş idi. Vakıa siz de böyle olduğunu biliyorsunuz. Her ne kadar bidayet-i mes’eleden beri bu i’timad zail olarak onun yerine bir emniyetsizlik kaim oldu ise de an-karib hakīkat meydana çıkarak bunun da zail olacağı ümid-i kat’isindeyim. bulunduklarından Berlin’in asla haberdar olmadığı muhakkaktır. Yalnız Londra ve Paris bu keyfiyetten haberdar bulunduklarından sarika yataklık etmekle tevellüd edecek mes’uliyet Berlin’e değil doğrudan doğruya Londra ve Paris’e raci’dir. Halihazırda Avusturya ve Almanya’nın Balkan’daki asayişin muhtel olmaması için Osmanlılara pek büyük yardımları olmuştur. Avrupa devletleri içerisinde yalnız bir Almanya Devleti’dir ki ne memalik-i İslamiyyeden bir memleket zabt ve ne de bir kavm-i İslamı ezmek fikrine düşmüştür bu da tarihle müsbettir. Fas mes’elesi dahi bunu musarrahan tasdik eder. Fransızların Fas’daki muamelelerini İtalyanlar taklid yolunu ta’kīb ediyorlar. Halihazırda Ruslar otuz milyon ahali-i İslamiyyeyi ezmekte İngilizler ise yüz elli milyon ehl-i İslam temlekatından ma’dud olan Malta ve Kıbrıs adalarını gasb ve bugün Arabistan ile Ceziretül-arab’da menfaat-perestane planlar tertib ettiği cümlece ma’lumdur. Bunun içindir ki tekmil ehl-i İslam memalikini gasbetmiş olan Avrupa hükumetleri Türklerin kuvvetli olmasını hiçbir vakit arzu etmezler. Çünkü Türkler kuvvetleştiği halde Türkiye’nin haricinde bulunan İslamları bir mıknatıs etmiş gibi cümlesini kendisine çekeceğini bildiklerinden Türkiye’nin daima zaif bulunduğunu arzu ederler. Almanlar ise Türkiye’nin müstakil ve kuvvetli olmalarına ve onların bu mertebeye irtika edebilmelerine çalışıyor. Geçen sene Almanlar daha bazı zırhlılarını satmak için ettiği teklifde İngilizlerin hatırına riayet etmek gemilerin teslimi için daha bazı seneler beklemeniz lazım geldiği cümlece ma’lumdur. Alman gemileri ise hemen teslim olunarak aynı evvelkiler gibi hemen malınız olacak ve şimdi de elinizde her emre müheyya ve isti’male salih gemiler bulunacak idi. Hem de İtalyanlara karşı. Bağdad hattının temdidini ta’cil askeri bütçesini kabul ve bahriyenizi berriyeniz derecesine irtika ediniz. O vakit Türkiye gayr-i kabil-i taarruz bir hale girer. Şu Trablusgarb muharebesi Osmanlıların tealisi için bir menfaat te’min ediyor ki Japon mes’elesinde olduğu gibi şimdi etrafda bulunan seyirciler şu mes’elenin meydan-ı tezahüre çıkardığı şeyleri bizzat kendileri Türklerden tahsile mecbur kalacaklardır. dip büsbütün gözden gaib olduğunu beklemektedirler. Halbuki Almanlar Hilal’i tulu’ halinde görür ve onun an-karib bedir halinde ziyasını aleme neşredeceğine pek emindirler. Ey şanlı Hilal! Yürü!.. Yüksel!. Ta’kīb ettiğin yolu bir kahraman olarak kat’ eyle!.. Onun için sizi sadık bir dost olarak tebrik ve selam-ı acizanemin kabul buyurulmasını rica ederim. Yaşasın vatan!.. * * * Sıratımüstakīm – İlhak-ı İslam muhiblerine karşı alem-i İslam namına açık mektubumuz gelecek nüshamızda neşrolunacaktır. Mir Atalık pederimin vefatını haber alınca oğlu Sultan Murad Han’ı epeyce bir süvari ile Katagan’a gönderip ahalisini ayaklandırmaya kalkıştı. Nizamiyeden üç tabur piyade kuvvet teşkiliyle Muhammed Alem Han ol Serdar Gulam Han maiyyetinde olarak bağīlerin üzerine yolladım. Kendim de Şurab yolundan gidip Narin’de düşmana mülakī olmayı kararlaştırdım. Bu hareketin bidayetinde müessif bir vak’a hadis oldu. Serdar Muhammed Alem Han öteden beri iki yüz süvari ile umum askerden ayrı ve ileri gitmeyi i’tiyad etmişti. Kendisine sizin gibi bir kumandanın böyle muhataraya atılırcasına hareketi hilaf-ı usuldür diye mükerreren söylenilmişse de dinlemezdi. Bu sefer de ber-mu’tad iki yüz süvari ile ileride giderken dağların arkasında gizlenmiş iki bin Katagan süvarisinin hücumuna uğramış maiyyeti düşmanın kesreti üzerine kumandanlarını bırakıp kaçmış yiğit serdar ise teslim olmak denaetini irtikab etmediğinden kendi gibi birkaç dilaverle maktul düşünceye kadar çarpışmış. Bu acıklı haber orduya vasıl olunca bir alay süvariyi yolladım. Bunların vürudu ve şirane hücumu üzerine Kataganlılar mağlub olarak Narin cihetine kaçtılar. Ve meydan-ı mukateleye üç yüz nefer yaralı ve maktul terkettiler. Bu müsademenin ertesi günü Narin’de müdhiş bir mukatele vukū’ buldu. Zira orada düşman askerinden kırk bin süvari toplanmıştı. Tulu’-ı şems ile başlayan mukatele ikindi vaktine kadar sürdü. Düşman dilarane davrandı ve kiraren tecdid-i hamle eylediyse de nihayet firara mecbur oldu. Bizim tarafdan otuz neferin mecruh ve Serdar Gulam ile beraber maktul olmasına mukabil onların yaralısı ve maktulü fazla idi. Bunun sebebi de bizim askerin muallem olması karşıkilerin ise fenn-i harbden bi-behre bulundukları için biraraya toplanması ve toplarımıza mükemmel hedef teşkil eylemesi idi. Ben o gün yetiştirdiğim askerin maharet ve muvaffakıyetiyle cidden iftihar ettim. § Katagan’dan havadis almak üzere gönderdiğim bir casusu Sultan Murad Han tutup hapsetmişti. Bizim muzafferiyet havadisi duyulunca bazılarının muavenetiyle casus mahbesinden kurtulmuş ve bir ata binip dört na’le sürmek üzere yanıma gelebilmişti. Biçare gelir gelmez düşüp bayıldı. Aklı başına gelince her gün fena halde dayak yediğini anlattı. Cerrahlar soyup vücuduna bakınca kömür gibi simsiyah olduğunu gördüler. Zavallı biraz kendini toplar toplamaz Kataganlıların muhafaza-i nefs fikriyle hep birden hareket edeceklerini söyledi. Ben derhal Naib Gulam Han Derrani’yi –ki akıl fakat tenbel bir adamdı– bir mikdar süvari ve topçu ile Bedahşan Geçidi’ni tutmaya me’mur ettim. Kataganlılarca ma’ruf ve muhterem olan “Kunduz kadisı gönderdim. Ahali rah-ı firarın mesdud ve askere mukabele sözünü dinleyerek afv ü atıfet istid’asıyla nezdime geldi. Cevap olarak iki şartı havi bir i’lan neşrettirdim ki şart-ı evvel: Ahalinin kendileriyle çocukları daima Afganistan Devleti’ne sadık kalacaklarına ve ümera ve rüesasının tahrikatına kapılarak devlet aleyhinde bulunmayacaklarına dair Allah’ın ve Peygamber’in namına yemin etmeleri şart-ı sani de: Hareket-i vakıalarının cerimesi olmak üzere rubiye te’diye eylemeleri idi. Şerait-ı mesrudeyi bil-ittifak kabul ederek bana ve evladıma vefadar olacaklarını ve düşmanlarımla muharebeye girişip hayatta kaldıkca hizmetimde bulunacaklarını taahhüd eylediler. Ben de ale’t-takrib yirmi milyon rupiye değerindeki emval ü eşyayı yine uhde-i tasarruflarında ibka ettim ve yazılan ahidnameyi görmek üzere pederime yolladım. Şu suretle asayiş te’min olunup ahali memnuniyetle imrar-ı evkata başladı. Askerin teraküm eden maaşatı da bittamam tesviye olundu. * * * Bedahşan tacirlerinden bazıları vardı ki Katagan ile Bedahşan’da olarak gider gelirlerdi. Bunların zehab ü iyabı esnasında mutlaka bir iki cinayet vukū’ bulur ve yolda vurulmuş cesedler bulunurdu. Şu halin men’i için birkaç asker ta’yin ettim. Ve yine askerden birkaçını ahali kisvesine sokup yolda gezinmelerini ve bir hücuma ma’ruz kalırlarsa karakol neferatını imdad çağırmalarını tenbih eyledim. Tebdil askerler oralarda dolaşırken ma’hud tacirlerin tecavüzüne uğramaları üzerine istimdad eylemişler. Karakollar da yetişerek elli kadar tüccarı esir eylemişler ve ellerini muhkem surette bağlamışlar. O halde huzuruma getirilince silahlarıyla eşyalarını askerlere verdim. Atlarını tophaneye yanlarındaki on bin rupiyeyi hazineye gönderdim. Esna-yı la reh-zenlik ettiklerini i’tiraf eylediler ve beheri onar bin rupiye fidye-i necat i’tasına razi olduklarını söylediler. Lakin kabul etmedim ve bi-günah ahaliyi öldüren bu haydudların top ağzına bağlanmalarına emir verdim. Bu siyaset ordu pazar yerinde icra olundu. Laşelerinin etlerini köpekler yediği gibi kemikleri de pazarın sonuna kadar meydanda kaldı. Defn-i izama teşebbüs edildiği sırada Mir Cihandar Şah’ın mektubunu hamilen biri geldi ki bu herif Cihandar Şah’ın tehdidiyle Abdülgıyas Han’ın mahbesinden salıverdiği hırsız idi. Mürsil-i mektup Bedahşan tüccarının i’damına vakıf olmadığı için reayasını nasıl bir cür’etle hapsettiğimi soruyor ve mektubunu alınca onları hamil-i varakaya teslimen göndermemi yazıyor olmadığı surette pederime ve amcama şikayette bulunacağını bildiriyordu. Ben bu mektubu yüksek sesle okuduktan sonra getirene: – Mir Cihandar bu mektubu yazdığı vakit şuurunda halel var mıydı? diye sordum. – Benim padişahım Mir Sahib esir ettiğiniz eşhası alıp bila-tevakkuf nezdine getirmemi emreyledi. Ve aksi takdirde muhalefetinize kalkışacağını da söyledi dedi. – Telaş etmeyiniz hiddet buyurmayınız! Tarzında idare-i kelam ettimse de mütenebbih olmadı. – Hangi cesaretle tebeamızı esir aldınız. Onları bana teslim edin cür’etine kalkınca sakalıyla bıyıklarının yolunmasını ve kaşlarına kadınlar gibi rastık çekilmesini adamlarıma emrettim. Mucebince muamele olundu. Herifin yolunmuş sakalını sırmalı bir kumaşa sardırdıktan sonra eline verip: – Git efendine göster bunu yazdığı mektubun cevabı saysın! Dedim. Nizamiyeden iki tabur piyade iki bin süvari ile bin Özbek süvarisi ve bin redif piyade ile on iki topu Muhammed Zeman İskender Naib Gulam Ahmed hanların kumandasıyla Talihan’a sevkettim. Kumandanlar yanlarındaki Sefir Kenderiş’i oradan Mir Cihandar Şah’ın nezdine yolladılar. Cihandar Şah sefirini görür görmez –Niye üserayı almadan geldin? Diye söğüp saymaya başladı. Sefir de yoluk yüzünü gösterdikten sonra sakal boğçasını önüne attı ve: Senin ahmakça sözlerini tebliğ etmenin neticesi budur. İhtiyatlı davranmazsanız başıma gelen yakında sizin de başınıza gelecektir dedi. Cihandar Şah’ın bu haberden fena halde canı sıkıldı. Şimdi asker Hanabad’a müteveccihen yola çıksın emrini verdi. Ne diyorsunuz? Afgan askeri Talihan’a girip ahaliyi taht-ı itaate aldı dediler. Bunu da işidince dünya Mir Cihandar’ın başına dar gelmeye başladı. Kurenası: – Pederiniz yakasını kurtarmak fikriyle kızını bunlara tezvic etmişti. Siz ise bila-teemmül haberler yolladınız! ta’rizinde bulundular. O da: – Siz pederimin de sebeb-i felaketi oldunuz. Şimdi ne yapılmak lazım onu söyleyin? Dedi. Ba’de’l-istişare mir yanında ümeradan yirmi zat olduğu halde kırk cariye ve kırk köle ile birader-i Cihandar’ın bana gönderilmesine keza Çin masnuatından ipekli kumaş ve halılarla kıymetdar evaninin yollanılmasına keza Mir’in ma’zeret-amiz bir mektup yazıp hemşirelerinden birinin yahud ailesinden bir kızının bana zevce olmak üzere teklif edilmesine karar verdiler. Emir naçar bu tedabiri kabule mecbur olup ma’zeretnameyi tahrir ettiği gibi hedaya ile biraderini de yola çıkardı. Bir tarafdan da bizim askerin kumandanlarına mektup gönderdi ve biraderinin benimle görüşüp kendilerine yeni bir emir gelinceye kadar harekat-ı askeriyyeye başlamamalarını rica etti. Kumandanlar bu recayı kabul eyleyerek beni mes’eleden haberdar ve bu hususda re’yimi istifsar ettiler. Mir Cihandar’ın biraderi üç bin nefer askerle nezdime vasıl oldu. Evvelki mektup biraderinin sarhoşluğu zamanında yazıldığını ve kardeşinin sekr-i daimiye mübtela olduğunu söyleyerek özür diledi. Ben mütebessimane bir tavır ile: – Fikrimce Mir Cihandar’ın bu özrü sahihdir dedim. O sırada Talihan ahalisiyle uğraşmak da işime gelmediğinden me’murin-i varideye şefkat ü re’fet iraesiyle hil’atler giydirdim ve emirlerinin i’tizarını kabul eyledim. Yalnız Cihandar’ın ailesine kız almak teklifini: – Amcamın izdivacıyla husule gelen musaheret iki hanedan arasında mukarenet teşkiline kifayet eder dedim ve bu suretle Bedahşan iğtişaşının önünü aldım. Ey hilkat-i mümtaz ala ahseni takvim! Ey nüsha-i kübra ezeli mazhar-ı tekrim Tekrim ne demek bilsen o teşrif-i İlahi Kim yok o cihan-ı şerefe ufk-ı tenahi Tahdid edilir mi? Sıfat-ı Rabb-i kadimdir Güftarıdır hazret-i Kur’an-ı Hakimdir Ebhar ona nisbet olamaz katre-i naçiz Kur’an’ı bilen ehl-i dil etmez bunu tecviz Zahirde bakıp sanma ki bir lafza-i adi Bi-şek hezeyandır hezeyan kavl-i eadi Ta ruz-ı kıyam etmede a’dasını da’vet ... diye mislinden onun aksar-ı ayet Sensin bu cihanın şerefi izz ü alası Zatınla senin fahr ediyor arz u seması Arayişisin belki onun ruhu vücudu Etmiş ne için Adem’e ta’zim-i sücudu Sen olmasan o bud ü nebudu mütesavi Bir mavtin-i vahşet ki olur mesken-i avi Sen aslını bil aslını kim mazhar-ı “Levlak...” Vallahi onun sayesidir hilkat-i Eflak Kim zade-i aşk-ı ezeli ol ervah Ser ta-be-kadem ma’ni-i nur ecmel-i eşbah Zahirdir onun saltanat alemi zahir “Adet bu ki ahirde gelir bezme ekabir” Fıtrattaki sevda-yı hüsün dilde füruzan Bir nim-nigahıyla onun ateş-i suzan Yansın ebedi sinede ateş-i sevda Aşkıyla onun ta olayım ruh-ı musaffa – – mir-i mayesi ma’na-yı aşk ile yoğurulmuştur; elbette her insanın varlığında bu ma’nadan bir şerare olmak la-büddür. Tecelli-i muhabbet herkese bir başka yüzdendir Cihanda mazhar-ı aşk olmamış hiç kimse yoktur yok – – Şu “hüsn” lafzının lisanda husule getirdiği –o sihramiz– te’sir nedendir? Niçin –bir seyyale-i ateşin gibi– derhal kalbi dimağı ateşlendiriyor? Ruhu teshir ediyor? Aşk-ı maddi bu kadar müessir bu derece sehhar olunca ya aşk-ı ma’nevi sevda-yı ruhi garam-ı hakīkī nasıl olmak lazım gelir? Aşkı sor pervaneden aya o bi-perva neden Yanmadıkca ateş-i aşkı sükunet bulmuyor? – – Sahabe-i güzin hazeratının radıyallahü an aharihim o ma’şuk-ı ezele o mahbub-ı İlahiye incizabları meftuniyetleri aşk u sevdaları o derece-i balaterinde idi ki huzur-ı kudsiyyet-neşur-ı hümayunlarında bir insilah-ı tam ma’nasını gösterirlerdi. Cenab-ı Ecmel-i alem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri bir mihr-i münir-i hüsn; onlar da o hurşid-i cihan-efruzun envarı içinde gayb olmuş birer zerre...! Sevda-zedegan-ı cemal-i Muhammedi’den biri mataf-ı kudsiyyat olan Ravza-i Mutahhara ve Muattara ru-mal olduğu dem-i vuslatta bakınız nasıl arz-ı temdihat ve temcidat eder: şeklinde yazılmıştır. ! Aklın var ise gel onu sev! Ol ona aşık Ma’şuk-ı yegane bu ki can vermeye layık Öyle bir ulvi fıtrat öyle bir kudsi hilkat ki sanki zat-ı hümayun-ı risalet-penah-ı a’zamileri aleyhissalatü vesselam lihane tahmid! Sultanü’l-aşıkīn Hazret-i Celal el-hakku ve’d-dinin aşk ateşleri sevda kıvılcımları püsküren şu hitabe-i kudsileri ne hired-suzdur: ! munu! İşte bu: Ateş-i sevdanın –vücud-ı ma-sivayı yakıp hakister eden– bir şerare-i füsunu! Allah ... Allah! Bu nasıl söz! Nasıl terkib! Nasıl ma’na! Ey celal-i hakk u din ey tacdar-ı aşıkīn! Meşrebimce sensin Allah’ın veliyy-i ekberi ! ! ! – – Bu iki muhterem isim Medine-i Münevvere sükkan-ı aslisine mahsusdur ki iki kabile iki birader ailesidir: Evsiler Hazreciler. Bu iki birader-zadeler arasında –zaman-ı cahiliyyette birçok vekayi’-i hunin cereyan etmiş tarihin o vahşet-nümun sahifeleri üzerine kanlı mersiyelerle kaydolunmuş olmak cihetiyle– kadim bir adavet vardı. Din-i Hakk’a şerefyab-ı mad-ı sükunete girmiş büsbütün sönmeye yüz tutmuştu. Birgün aralarında cereyan eden bir mükaleme –gittikce şiddetini artırarak– nihayet münazaaya münkalib olarak o şerare-i adavet parlamış eller kılıçların kabzalarına konmuş mukateleye ramak kalmış! Keyfiyet derhal hak-i pa-yı cenab-ı Peygamber-i a’zamiye aleyhissalatü vesselam arz olunur; teşrif-i hümayunlarıyla ateş-i fitne söner. Lütfen barıştırılır öpüştürülür bu hadise üzerine şu ayet-i celile şerefbahş-ı nüzul olur: ! “Ey mü’min kullarım! Hablullahi’l-metin olan hazret-i Kur’an-ı mübine hepiniz birden dört el ile i’tisam ediniz! Sımsıkı sarılınız! Sakın ondan ayrılıp da her biriniz bir rah-ı nar-ı fitneye gitmeyiniz! Onlar sizin düşman-ı ezeliniz olan şeytan yollarıdır.” “Allah’ın size ifaza ve ibzal buyurduğu ni’metini ni’meti sohbet ü saadeti der-hatır ediniz! Der-hatır ediniz ki siz birbirinize düşmandınız! Yekdiğerinizi hayvan gibi boğazlıyor siba-ı müfterise gibi paralıyordunuz! Birbirinize zerre kadar merhamet ve şefkatiniz yok idi. Fakīr ü zelil idiniz! Allah sizin kalblerinizi te’lif etti. Sizi livaül-hamd-i tevhid altında birleştirip barıştırdı öpüştürdü. Allah’ın şu ni’met-i uzması sayesinde kardeş din kardeşi olduğunuz halde sabahu’lhayr-ı fevz ü felaha dahil oldunuz! Siz müdhiş bir hizlan ü hüsran uçurumu kenarında duzah-ı kahr u intikama yuvarlanıp düşmek üzere iken Allah sizi yed-i yümn-i merhametiyle çekip kurtardı. Siz bu azim lutf u ihsanın kadrini biliniz! Kavlen fi’len ve amelen şükrediniz ki Allah da size ni’metini ziyadeleştirsin!” İnsan düştüğü şu mazik unsuru içinde bazen o kadar bunalıyor kendisinden o kadar geçiyor ki adeta mevcudiyetini hayvaniyetinden ibaret görüyor. Fakat imdad-ı saniyyetine ıs’ad ediyor. İşte bu hadise de bu kadarla geldi geçti. Bu ayet-i celilenin on dördüncü asr-ı hicri müslümanlarına tarz-ı hitabını makalenin sonlarına bırakmayı muvafık gördüm. Bülend bir cebhe lahuti zi-mealiyle Eder ilham-ı haşyet dilde ruh-ı kemaliyle Odur bir muhterem fıtrat ki fikr-i imtisaliyle Susar hengameler bir dem nigah-ı infialiyle Yürür yalnız fakat: Bir mevkib-i kudsi celaliyle Açılmış raz-ı hilkat piş-i irfan ü dehasında Bırakmış arş-ı idraki nişib-i i’tilasında Tulu’ etmekte rengarenk hakīkatler semasında Gezer bir ruh-ı ulvi zir ü bala-yı hevasında Okur esrar-ı mevcudatı subhunda mesasında Ezelle ittihad etmiş ebed mevc urmada envar “Nizamiyye” odur evreng-i ilmisi fakat: Na-kam... Ona aram-bahş olmazdı işte en büyük bir tam .. Sükun-i kalbini tarac ederdi şehper-i ilham Nihayet oldu hamun-ı talebde hüccetü’l-İslam Garib ü bi-neva avare bir derviş-i bi-aram Fakat kalkmıştı artık didesinden perde-i pindar Bu feyz-i akdesin mahsulü ... “İhyaü Ulumi’d-din” Onun her safhası guya semavi levha-i tebyin Lisan-ı gayb-ı hatifdir ki eyler dilleri teskin Olur şehbal-ı Cibril’e suturu nakşe-i tezyin Eder ilham-ı ruh-ı din-i İslam’ı verir temkin... Nikab-ı istitarı çehresinden kaldırır esrar.. Sehab-ı alem-i bala: Başında leffe-i beyza Yaşar fevka’l-beşer bir alem-i kudside bi-hemta Onun pişani-i ulvisi nur-ı zata bir mecla Hitab eyler beşer ser-germ iken bir ruh-ı müstesna... Gazali namını yad eyledikce hiss-i hürmetle Geçer timsal-i ulvisi hayalimden bu haletle Muhterem Üstad! Cihan-ı insaniyyet ve İslamiyyet’e ihda buyurduğunuz Alem-i İslam namındaki eser-i alinizin birinci cildi hitama ereli çok zaman oldu. Eğer hafızam beni aldatmıyorsa seyahatnamenizin en son nüshasında iki üç ay kadar zaruri bir fasıladan sonra mezkur eserin ikinci cildinin de neşrine ibtidar edileceğini Eseriniz pek parlak mündericatı ulvi alem-i İslam için cidden faide-bahş idi. Eserinizin birinci numaralı nüshası Edirne’mize bilhassa Yeni Edirne Gazetesi İdarehanesi’ne gönderildiği zaman Yeni Edirne Gazetesi Müdiri Şevket Bey Efendi’den gördüğüm müsaade üzerine şu eser hakkında mezkur gazeteye uzunca bir bend neşrederek eserinizi fevkalade alkışlamış bir müslüman ve Osmanlı seyyahı kaleminden çıkan her bir satırı Osmanlı[lı]k ve Müslümanlık için bir ders-i teyakkuz u takan-ı ma’rifete işittirmek vazifesinden geri durmamış idim. Görünüşe ve mütalaatımıza nazaran eserin mevzuu bu kadar zamandan beri iltizam-ı sükut olunacak kadar fakīr değildi. Daire-i cevelan pek vasi’ zemin-i ma’rifet pek zengin müteammik bir müdakkık için herşey mebzul. Hele zat-ı fazılanelerini Japonya’nın o feyyaz sahaları üzerinde dönüp dolaşmaya sevkeden esbab o kadar balater ve kıymetli idi ki eserin birinci cildinin hitamına kadar olan mütalaasından da yakinen istidlal olunduğuna göre eserin böyle bir tevkīf devresinde uzun müddet kalmasına ihtimal verilemiyordu. Ruh-ı beşerin bir sa’y-i daimi ile yorulmaz bir ikdamla ne derecelere kadar na-mağlub bir kuvveti olduğunu biz bu eserde her türlü azametiyle gördük okuduk. Şuunat içinde perde-puş-ı fena olan milletlerin tefsir-i ma’rifetle kametnüma-yı kemal olmaya başladığını insanların hükumetlerin ma’rifete kuvvete hürmetle başeğmeye mecbur olduklarını yine bu eserde mütalaa eyledik. Şarklıyız Asyalıyız. Buradan yükselen bu neyyir-i ma’rifetin bizde hasıl edeceği te’sir başkadır. Her müşkil karşısında hissiyat-ı milliyyelerinden Japonları o muhterem insanları biz bu eserde yakından görmüş gibi tanıdık. Az zaman evvellerine kadar Avrupa nazarında bir mevki’-i siyasisi olmak şöyle dursun sahaif-i matbuatta isimlerine tesadüf edilmeyen Japon kavmini medaric-i şeref kazandırdığını bir müslüman eseri olan bu eserde tanımış olduk. Bir kişver bir memleket halkının teşarük-i ef’al ü amal müstaid bir saha üzerine saçmak istemekle fikirde azimde vukū’ bulan bir kuvvete karşı olan maniadaki çürüklüğü natık ahval-i ümem olan tarih Japonlar’da gösterdiği asar-ı tekemmülat ile bize bir daha irae etmek lutfunda bulundu. Hayat-ı milliyye ve kavmiyyenin bir nevm-i sübatiden kurtularak tesri’-i asar-ı istikmal ve teşyid-i mebna-yı kemale muvaffakiyetle izhar-ı tecellisi esbabı saadetle memzuc bir hayat kazanmak arzusunu besleyen milletlere bir seyahatnamenin sutur-ı rengini üzerinde havarık-nüma-yı ibret olur. Zavallı beşeriyetin ruh-ı mevcudiyyeti bazı mesaib-i siyasiyye bir inhitat-ı elim ile inbisat ü inkişaf cihetlerine doğru alacağı şekl-i kat’iyyeti bir intibaha iktiran etmek suretiyle hissiyat-ı milliyyeye musavver seyahatname sütunlarında görür. Artık bundan sonra eğer uzviyet-i ictimaiyyenin hüsn-i idaresi ve şeklinde yazılmıştır. şerefle lamiadar olacak bir haletin sabah-ı infilakı devresi yüzgöstermeye başlar. Hakk u hakīkatin huzur-ı izzetinde: gibi düstur ve avamil-i hikmeti husul-i makasıd-ı hakīkıyye mağla mütehaşi ve muhteriz bulunan hey’et-i ictimaiyyenin hasıl edecek sevaık yine bundan sonra bir saha-i imkan üze[ri]nde tecelli-yab-ı kemal olur gider. Üstadım-ı muhterem! Hiç durmayınız! Siz hemen yazınız. Öyle zannederim ki şimdiye kadar olan muvaffakıyatınızın iltizam-ı sükut ile şaibedar olmasını bit-tabi’ istemezsiniz. Zira bir ihtilac-ı asabiyyetle cuşiş-nüma-yı hayret olan ebna-yı zaman tarafından: Vabeste bu alemde sükutun harekata Mevta yakışır var ise rahat döşeğinde Gibi bir hitaba mazhar olacağınızdan korkarım. – Abdürreşid Efendi hazretlerinin intibah-ı karlığın onda birini olsun her müslüman ibraz edebilseydi bugün hayat-ı İslam başka türlü revnak-nümun olurdu. Biz hazret ile görüşeli beri gördüğü işleri ta’dad edecek yazacak olsak büyücek bir kitap teşkil eder. Hazretin saha-i mesaisi pek vasi’dir. Kendisini biz hiçbir zaman kuşe-i istirahatte gördüğümüzü hatırlamıyoruz. Alem-i İslam ’ın ikinci ve üçüncü cildlere aid notlarını cem’ u te’lif etmek hususunda – kari’lerin birinci cild hakkında gösterdikleri la-kaydiye ve bu sebeble uğradığı zarara rağmen– pek çok çalışmıştır. Zira Hindistan’daki bütün İslam mezhebleri hakkında birçok tetebbuat ve tedkīkatı muhtevidir ve bu münasebetle bütün dünyadaki mezahib-i İslamiyye-i hazıra hakkında da ma’lumat verilmiştir. Fakat bugün böyle büyük ve ciddi eserlerin neşri ne kadar fedakarlığa mütevakkıf olduğu tecrübe edenlerce ma’lumdur. Çünkü ciddi eserler halkımızca pek az rağbete mazhar oluyor. Çok mühim ve nafi’ eserler vardır ki bugün neşrine müellifleri cesaret edemiyorlar. Çok kişilerde ancak hezeliyata faidesiz esassız şeylere inhimak görülüyor. Ciddi eserler masraflarını bile te’min edemiyor. Müellifleri ye’se duçar eden şevk ve gayretlerini kesr eyleyen işte bu gibi hallerdir. Senelerce tetebbuatta bulunan birçok masraflara duçar olan müellif üzerine bir de kağıd ve matbaa masraflarına boğulursa –doğrusu– me’yus olmamak şevk ve gayreti kırılmamak mümkün değildir. Ba-husus ki müellifler hemen umumiyetle böyle fuzuli masraflara tahammül edecek kadar paralı olmazlar. Onun için ciddi eserlerin saha-i dir. Dünyada herşey arz ve taleb kaidesine tabi’dir. Halkın seviyesi temayülat-ı ruhiyyesi matbuatı üzerinde de hükümrandır. Bizde matbuat-ı ciddiyye layık olduğu hürmet ve müzahereti maatteessüf henüz göremedi. Diğer milletlerde böyle değildir onlar ciddi ve sahib-i meslek matbuatı o kadar fedakarane himaye ederler ki bu hamiyet-i milliyyelerine gıbta etmemek mümkün olmuyor; geçen gün bir arkadaşımız söylüyordu: Mahallelerinde okumak bilmeyen bir Ermeni Kafkasya’da münteşir Ermenice bir gazeteye abone olmuş. “Okumak bilmediğin halde gazeteyi ne yapacaksın?” sualine karşı verdiği cevaba dikkat buyurulsun; demiş ki: “Vakıa ben okumak bilmem fakat bizim komşuya geliyor ara sıra bana okuyor; milletimiz için çok güzel ve faideli şeyler yazdığını gördüm. Hayatını te’mine medar olmak üzere ben de abone oldum.” fını düşünmezler. Bunun için o mektup Abdürreşid Efendi’ye hitaben değil efrad-ı millete hitaben yazılsaydı daha muvafık olurdu. Abdürreşid Efendi muharebe-i hazıra münasebetiyle şimdi Afrika kabaili arasındadır. İnşaallah avdetlerinde A lem-i dan bir iane cem’iyeti teşkil edilmiş ve bu cem’iyet bervech-i ati bir beyanname yazarak bunu muhtelif lisanlarda bütün akvam-ı İslamiyye arasında neşreylemiştir: Size şu satırlar pek büyük bir tehlike zamanında yazılıyor. O yalnız bir tehlikedir. Fakat yarın mahvımızı mucib olacak bir musibet şeklini alabilir. Gaib edilecek hiçbir dakīka yoktur. Bu yazılan satırların ehemmiyetini nazar-ı i’tibara alarak vaktinizi boş geçirmeyiniz. Dünyanın her tarafında bulunan müslümanlar ellerinden geldiği kadar hal-i buhranda ve tehlikede bulunan Osmanlı Hükumeti’ne muavenet etmeye çalışıyorlar. İşte biz de burada muhtelif memleketlere mensub İslamlar; şu aciz tasavvurumuzu size arzediyoruz. Her ne kadar bizim isimlerimizde mevki’-i intişara vaz’ olunacaksa da bu hakīkatte hiçbir fikre müsteniden değil; bu yalnız her bir İslamın diğer din kardeşlerinden edeceği mühim bir ricadır. Tertib pek basittir. Fakat mühim bir netayic tevlid edeceği bir daha kat’i surette gösterilir ki: İslamiyet bir hülya cansız bir vücud değil fakat hakīkat adalatı hala kavi müdhiş bir bazudur. Teklifimiz ve recamız önümüzdeki kurban bayramında “Alem-i İslam’ın kurban bayramı Osmanlı Donanma toplanmasıdır. Bu teklifimiz pek tabidir ki Türkiye’ye münhasır kalmayacaktır. Hindistan’a Mısır’a İran’a ve daha birçok yerlere bu mektubun aynı muhtelif lisanlara tercüme edilip gazetelere gönderildi. Kendilerine göndermediğimiz gazete sahibleri ise ictinab edemediğimiz bu kusurumuzu afveder ve haberdar olur olmaz ceridelerinin ufak bir kısmını teklifimize tahsis ederek büyük bir iyilik etmiş olurlar. İane toplanmasında az çok bir intizam te’min edebilmek için nazar-ı dikkatinizi atideki usule celb etmek isteriz. Her bir cami’in cemaati imamla beraber istişare ederek ram günü hemen namaz ve duadan sonra intihab edilen zevat cemaati dolaşarak herkesin iktidarına göre verebileceği berdar etsin. Ve üç tabaka kağıd alarak atideki vechile lüzumu olan tafsilatı tahrir etsin: Cami’in ismi; bulunduğu mahallin ismi; şehrin ismi; memleketin ismi; iane toplayan zevat; imam şahidler… Yazılan bu üç kopyadan birisi mevkiin mühim bir gazetesine diğerisi İstanbul’da Donanma-yı Osmani Cem’iyyeti’ne üçüncüsü de mektubumuzun nihayetinde bulunan cem’iyet adresine irsal edilsin. Artık burada bizim yapacağımız bir şey kalıyor ki o da şu tasavvurun kemal-i muvaffakıyyetle icra olunabilmesi için elinizden geldiği kadar muavenette kusur etmemenizi ricadır. Yoldaki dilenciye beş on para atar gibi bu vazifenizde[n] kaçmayınız. Veriniz! Çünkü bu verilen paralar sizin hayatınızı hayattan daha mukaddes olan namusunuzu ve hepsinden büyük olan İslamiyet’i kurtaracak çünkü bu dakīkada hepsi tehlikededir. Esasen namussuz hayat yaşamaya değmez. İşte biz size bu felaketleri bu tehlikeleri göstererek vazifenizi der-hatır ettirmekten maada bir şey yapmıyoruz. Ecnebi devletlerin elinde bugün birçok İslam memleketleri vardır. İslamlara oralarda hürmet ve riayet edildiğini işitiyoruz. Fakat emin olunuz ki İslamların haiz oldukları i’tibar onların indinde İslam oldukları için değil lakin diğer din kardeşlerinin dünyaya hakim devletler arasında elan mevcud bulunduğu içindir. Eğer İslam hükumetleri mahvolursa bizim de bir zaman büyük fakat bugün düşen milletler sırasına sukūt edeceğimiz pek tabiidir. mukabele edilememesi Türkiye’nin bir donanmaya adem-i malikiyyetinden ileri geldiği herkesce ma’lumdur. Bir Alman gazetesi: “Osmanlıların elinde altı “Drednot” bulunsa idi harbin safahatı büsbütün başka türlü olurdu” demesinde ne kadar bir hakīkat gizlidir. Artık yeter! Bu acizlik daha devam etmesin. Bugün İtalya tecavüz ediyor. Bugün muvaffak olmasa bile biz böyle kaldığımız halde yarın bir diğerinin tecavüz edeceği biiştibahdır. Tanin ’in dediği gibi: “Avrupa devletlerince muahedat hin-i hacetlerinde yırtılabilmek üzere icad edilmiş alat-ı kizb ü hiledir.” Osmanlılar hükumetlerini kuvvetlendirmeye çalışıyorlar. Bir İngiliz gazetesinin İstanbul muhabiri şöyle ma’lumat veriyor: En büyük vatanperverlik Türk kadınları tarafından heratını ve zi-kıymet eşyalarını feda ediyorlar. Nüfuz sahibi Türk muharrirelerinden biri hemşirelerine hitaben yazdığı açık bir mektupta derin bir hiss-i vatanperverane ile diyor ki: “Erkeklerimiz vatanı müdafaa için uzaklara gidiyor ateşlere atılıyor. Biz neden burada vatanı muhafazaya gayret etmeyelim? Mukaddes vatanın düşman ayaklarıyla çiğnendiğini görmekten ise düşman kurşunlarıyla ölmek bizim için daha evladır.” Bu his Türkiye’nin her köşesinde aynı te’siri Ey İslamiyet! Bugünkü tehlike yalnız Osmanlılara yalnız bir İslam hükümetine münhasır değildir. Asırlardan beri payidar olan İslamiyet’e aiddir. Osmanlıların hayatı İslamiyet’in hayatıdır ve onun inkırazı kaddes tanıdığınız herşeyler ecnebilerin ayakları altında çiğnensin memleketiniz harab olsun ve İslamiyet ebediyen sönsün ve sonra herşeyin üzerinde mukaddes tanılan her bir mahallin üstünde bir ecnebi bayrağının kanlı saçakları temevvüc etsin? Hayır! Her zaman hayır! Elbet Osmanlılar Çünkü ruh-ı İslam bunlara karşı hepimizi tehdid eden bu tehlikelere karşı elbet la-kayd kalamaz ve kalmayacaktır. İşte o kanaat-i vicdaniyye bize bu satırları yazdırdı. Veriniz! Her zaman veriniz! Veriniz ki İslamiyet ilel-ebed payidar kalsın! Eğin İttihad ve Teavün Kulübü Dersaadet Merkezi’nin Eğinlilere ve bütün vatandaşlara hitabesi. Ey din kardeşler! “Senevi yüz bin kuruşu mütecaviz olan tarik bedelatı nısfının beş sene müddetle beher sene donanmamıza hamiyyeten hamiyyetle hamiyet-i diniyye ve Kur’aniyye ile yazdığınız fi Teşrinievvel sene tarih ve numaralı telgrafnamenizi aldık derin bir hiss-i meserretle gözyaşları dökerek okuduk. Başta makam-ı akdes-i Hilafet-i Muhammediyye olmak üzere bütün cihan-ı İslamın selametine saadetine dualar ettik. Ey din kardeşler! Biz sevgili peyamberimiz sultan-ı kişver-i levlak aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerinin ümmeti evladıyız biz mefhar-i kainat aleyhi efdalü’s-salavat ve ekmelü’t-tahiyyat ve ecmelü’t-teslimat efendimiz hazretlerini pederimizden evladımızdan bütün kainattan hatta kendi canımızdan ziyade sever ve uğur-ı hümayun-ı cenab-ı risalet-penah-ı a’zamilerine güle güle feda-yı canı cihanlardan büyük arş-ı a’ladan yüksek bir şeref-i bi-baha biliriz ve öyledir de. Lisan-ı akdes-i cenab-ı Resul-i kibriyadan şeref-efza-yı sünuh u sudur olan “Sizden hiç biriniz imanın zevk-ı kemalini tadamaz rütbe-i ulya-yı şühuduna vasıl olamaz; ta ki ben ona pederinden evladından ve bütün cihan-ı insaniyyetten sevgili olayım.” hadis-i şerifini piş-i nazar-ı im’ana alalım. Bu öyle bir nefha-i vahy-i İlahi öyle bir düstur-ı irşad-ı cenab-ı Risalet-penahidir ki hükmüne Mü’minler eğer Veliyy-i ni’met-i hidayet aleyhissalavatü vesselam efendimiz hazretlerini pederimizden evladımızdan bütün kainattan ziyade sever ve uğur-ı hümayunlarına güle güle feda-yı canın büyük pek büyük bir şeref olduğunu bihakkın takdir edersek işte o dakīkada yaşamaya karar vermiş oluruz. Kelimetullah’ın azamet-i şanını risalet-i kübra-yı Muhammediyyenin ulviyet-i ünvanını muhafaza emrinde bir can bir ruh bir fikir bir emel bir vücud bir bünyan-ı mersus-ı düşman yan gözle bakabilir? Hangi hasım meydan okuyabilir? Ölümü gözüne almış hayır ölümü istihfaf ve istihkar etmiş bir milletin –ki o da ancak millet-i İslamiyye olabilir– meydan-ı fedakaride karşısına çıkacak kim tasavvur olunabilir? Görülmez mi: Bir insan ölümü gözüne alıp da meydana çıkınca bütün memleket halkını hayrette bırakıyor. Yaşamak için ölmeyi gözüne almalı. İşte bu biz mü’minlerin düstur-ı dini ve Kur’an isidir. Allah bize bu ihtisasat-ı ulviyye-i diniyye ile mütehassis bu nusret-i kudsiyye-i yor: Habl-i metin-i Kur’an ’a dört el ile i’tisam: Ebedi ittihad. Resul-i zi-şanın aleyhissalatü vesselam isrine ahlaken ef’alen biiyye-i diniyyenin za’fını mucib hilaflardan tefrikalardan şikak u nifaktan be-gayet tevakkī ve ictinab. Mü’minler cesed gibidir. Cesedin a’zasından herhangi birine bir elem erişse de ağrımaya sızlamaya başlasa bütün a’za-yı cesed derhal o elemi hisseder. O ağrıyı duyar. “İşte mü’minler de yekdiğerine meveddet ü muhabbette merhamet ü atıfette böyledir. Birinin veya bir kısmının başına bir felaket gelince kısm-ı diğeri eşk-i teessür dökerek derhal felaketzedelerin imdadına şitaban olurlar.” “Mü’minler o envar-ı şefkat ü merhamet-i İlahiyyemden mahluk has kullarımdır ki bir kısmı duçar-ı bağy ü zulm olunca kısm-ı diğeri derhal onların yardımlarına koşarlar.” Ey din kardeşler! Allah’ımızın ezeli bir hitabı olan hazret-i Kur’an ebedi bir hüden li’l-müttekīndir. Biz bu misbah-ı münir-i hidayeti yed-i yemin-i takdis ü ihtiramımıza alır da sırat-ı müstakīm-i hakka düzülürsek şübhesizdir ki ka’be-i amalimize amal-i selamet ü saadetimize vasıl oluruz. Fakat efsus ki almıyoruz. Efsus ki sırat-ı müstakīm-i hakka düzülmüyoruz. Eğer almış olaydık hiç üç yüz milyon din kardeşlerimiz Avrupa medeniyet-i kazibesinin zencir-i vahşetine düşer miydi? Habl-i İlahi’ye dört el ile sarılmış olaydık bugün değil üç yüz milyon hatta üç kişi bile o pençe-i esaret altında inlemezdi Din-i İslam’ın hayat-ı tıbbiyye-i [tabiiyye-i!] hakīkiyyesi hürriyettir esaret değil. Hakimiyettir mahkumiyet değil. Saadettir felaket değil izzettir zillet değil. Faaliyettir atalet değil. Hayat-ı tıbbiyye-i [tabiiyye-i!] İslam bütün şümul-i ma’nasıyla ulviyettir şevket ü azamettir. İkbal ü iclaldir. laddan vahşi bir düşmanımız ansızın Trablusgarb’ımıza hücum etti. Onu kanlı kanlı dişleri arasına aldı yutmak istiyor. lışıyor işte bu Girid’in kalbimize açtığı derin yaranın üzerine biber oldu. Fakat asıl dikkate alınacak mühim gayet mühim bir hakīkat var ki o da ittihad emel-i mukaddes ü muazzezidir bu emr-i celil-i Kur’an bu ferman-ı kudsi-i i’tisamdır. et-i düveliyyesinin buna işaret-i muvafakati mücerred ittihad ümidini kalbimizden silmek o emel-i mukaddes-i Kur’aniyi ruhumuzdan çekip almak öldürüp Trablusgarb’da gömmektir. Buna karşı la-kayd kalmak ne demektir biliyor musunuz? Ferman-ı celil-i i’tisamı Kur’an-ı hakimden silip kaldırmaktır. Kur’an-ı hakimin bir harfine taarruz hepsine tecavüzdür. Çünkü hazret-i Kur’an “Küll”dür “Külli” değil. En basit akıllar da bilir ki hak kuvvetle kaimdir. Kuvvet de hakla kaimdir. Bize Allah i’dad-ı kuvvetle ittihad-ı uhuvvetle hıfz-ı din hıfz-ı namus hıfz-ı vatanla emr ü ferman buyuruyor. İşte bugün Girid’imizin Trablus’umuzun duçar olduğu felaketler mücerred donanmasızlık yüzündendir. Biz donanmasız oldukca vatanımızı muhafaza edemeyeceğiz. Böyle beladan belaya felaketten felakete yuvarlanıp duracağız. Bu emr-i azim öyle ağır bir yüktür ki öyle birkaç yüz birkaç bin birkaç yüz bin kişi kaldıramaz. Kuvvet “yük”ün ağırlığına karşı olur ve illa “yük” kalkmaz olduğu yerde kalır. Şimdi hamiyet-i diniyye bu donanma yükünün ağırlığına göre olmalı herkes her mü’min kendi varlığına kudretine servetine göre din-i İlahiye yardım etmelidir. Bu babda gayr-i müslim vatandaşlarımız da aynı bizim mevki’-i hamiyyetimizdedir. Çünkü bu babdaki ehadis-i şerife mantukunca hukukları hukukumuz namusları namusumuzdur. Onların kalblerini zerre kadar kırmak incitmek bize haramdır. Madem ki Cenab-ı Hak Kur’an -ı hakiminde beni Adem’e tekrim ü teşrif buyurduğunu söylüyor. Madem ki huvvet-i mutlaka dairesi içindedir. Bizim dinimiz din-i ahlak din-i insaniyyet din-i medeniyyettir. Cenab-ı mihr-i cihan-efruz-ı risalet aleyhissalatü vesselam Efendimiz hazretleri buyuruyorlar ki: Yani: Ben mekarim-i ahlakı itmam ü ikmal me’muriyet-i kudsiyyesiyle ba’s olundum. Ve yine buyuruyorlar ki “ Ahlak-ı İlahiyye ile tehalluk ediniz!” Bu ne büyük söz! Ne ulvi hikmet! bul etmez. İslamiyet güneştir. Güneş nur saçar zalamı kahr ü mahveder. Kötü huy lekedir. Kötü huy zulmettir. Çünkü kötü huy zade-i cehalettir. İslamiyet ise ilm ü irfandır. Ma’rifetle cehalet; nur ile zulmet hayat ile mevt gibi birbirine zıddır. Bir adamda İslamiyet’le cehalet bir yere gelmez gelemez. mekarim-i ahlak ile anlaşılır. Çünkü ilm ü irfanın gayesi gaye-i kemali terbiye-i nefsdir edebdir. Görülmez mi: “ Rabbim beni mekteb-i hass-ı edebinde gayet güzel terbiye etti” buyuruluyor. Gayr-i müslimlerin da’vetlerine icabetin mütekabilen onlara ziyafetin cevazına fıkhımızda fetvalar var. Ulviyet-i İslamiyye etmek hiç yoktan düşman kazanmak İslamiyet’in ulviyyatını cerihadar edecek onu münkirleri nazarında taassubdan cehaletten vahşetten ibaret göstermektir ki bu cenab-ı Kur’an’a karşı büyük bir cinayettir. Biz İslamiyet’imizin büyüklüğünü mekarim-i ahlak ile göstermeliyiz ta ki İslamiyet’i inkar edenler o güzel huyları bizde görüp de vicdanları önünde İslam’ın büyüklüğünü i’tirafa mecbur olsunlar! Ey din kardeşler! Şuraya kadar dinlediğiniz sözleri güzelce düşününüz iyice muhakeme ediniz! Donanmamızın za’fı yüzünden çektiğimiz ıztırabı tasavvur ediniz. Bizim donanmaya verdiğimiz vereceğimiz paralar dinimize Kur’an ’ımıza yardımdan başka ne içindir. Cenab-ı Hak “Eğer siz Allah’a nusret ederseniz Allah da size nusret eder” Sure-i celile-i Muhammed aleyhisselam buyuruyor. Allah celle şanühu yardıma ihtiyacdan münezzeh ü mütealidir. Şu halde yardım bizim dinimize Kur’an ’ımıza namusumuza canımıza malımızadır. Altın gümüşün kıymeti ancak hıfz-ı din hıfz-ı namus hıfz-ı vatan hususundaki levazım ve hiçbir kıymeti zerre kadar bir ehemmiyeti yoktur düşünelim! kasa dolusu altınların gümüşlerin insan nazarında ne kıymeti kalır? Onun içindir ki cenab-ı Kur’an buyuruyor: Yani: Kim buhl ü imsak ederse nefsinden buhl etmiş canından kıskanmış olur. Düşman gelir canını da alır malını da peki o halde altınlar neye yaradı? İşte düşman seni öldürdü onları da aldı. Sen o altınları düşman için mi kazandın? Hiç para dinden vatandan ırz u namusdan ziyade sevilir mi? Binaen-aleyh şu hakīkatleri sevgili vatan-ı hassımız ahali-i muhteremesi gözönüne alarak din ve vatan namına hararet-i diniyye bir müsabaka-i milliyye göstermelerini ve bu babda bütün vilayatı gıbtalar içinde bırakıp en ulvi bir nümune-i imtisal olmalarını görmek bizim için her türlü tasvir ü tasavvurun fevkınde bir saadet bir bahtiyarlıktır. Haydi ey dindarlar ey vatanperverler! İşte sinende taşıdığın hamiyet-i diniyye ve gayret-i İslamiyye ve vataniyyeni gösterecek gün bugündür. Bu; bu en büyük bir fariza-i Kur’aniyyedir.! Tabiiyyet-i düvel-i efrenciyyede bulunan müslümanların Osmanlı donanmasının ihyasına yardım etmelerini mürevvic geçen haftanın Niyerist gazetesinde ve dünkü İstanbul gazetelerinden birinde bir beyanname gördüm. Bu beyannameyi olan Edinburg şehri darülfünununa mensub bazı müslümanlardır bu zevatın gayretleri takdire sezadır. Osmanlıların alem-i İslama hitaben ısdar olunan böyle bir beyannameden tice-i teşebbüse göre teayyün eder. Trablusgarb vekayi’-i istilaiyyesinin ibtida-yı zuhurunda Londra’da bulunan memalik-i muhtelifeye mensub müslümanlar uğratıldığımız bela-yı tecavüzden pek müteessir olarak Devlet-i Osmaniyye’ye ne suretle yardım edilebileceğini hırs-ı cah ile piş-i mülahazaya alışmışlardı. Umumi ve hususi “miting”ler akdolundu. Hususi ictima’ların birkaçı da o sırada Londra’da sakin olduğum apartmanda vukūa geldi. “Boykot”un mühim bir silah-ı müdafaa bulunduğu nazar-ı dikkate alınarak Trablus’da hukuk-ı Osmaniyye’ye riayet vukūa gelinceye kadar İtalya’ya aid herşeyin boykot edilmesi alem-i İslam’a tavsiye olunmak üzere taht-ı karara alındı. Boykotun faide-i siyasiyyesi ile melhuz olan mazarrat-ı babda zarar-ı maddiye faikiyeti umumiyetle teslim olundu; ve her kes cebinden bir mikdar para vererek hasıl olan aide-i cem’iyyet-i İslamiyye ile her tarafa telgrafnameler çekildi. Bu “boykot” tavsiyesinden bir fikir daha husule geldi ki o da bundan böyle Saltanat-ı Osmaniyye’nin hukūk-ı tıbkı İtalyanlar gibi alem-i İslam’da bir cehd-i dini ile boykot edileceğidir. Bu fikir dahi neşrolundu. Şu kadar ki istikbalen bu kabil müzaheretler vukūu mazideki su’-i tedabirin en adem-i tekerrürüne ve münasebat-ı hariciyyeyi tedvirin evvelki gibi müşevveş eşkalde cari bulunmamasına vabestedir. Tecavüz-i istila ile müteessir olan [efkar-ı] İslamiyye bir de Devlet-i Osmaniyye’nin merkezi ile istilaya ma’ruz kalan kıt’a-i memaliki arasında müvaredat-ı bahriyye icrasındaki adem-i kudretinden dolayı duçar-ı hüzn oldu. Osmanlılar donanmalarının ıslahına medar olacak ianatta bulunduklarından Hicaz Demir Yolu inşasında olduğu gibi kuvve-i bahriyye-i harbiyye tedarikinde dahi alem-i İslam’ın iştirak-i muavenetine müracaat eylemek mes’elesi mevzu’-i bahs edildi. Böyle bir teşebbüse hangi cihetten mübaderet olunabilecek gelmiş zevata tesadüf olunur. La-cerem bu zevat arasında ümem-i İslamiyyeye muhtas gibi olan bazı mertebe aheng-i hissiyyat mevcuddur. Lakin amalin vahdeti her halde faaliyatta maniyye’ye bu hususda muaveneti arzu eden zevatın bir kısmı “Bütün Hindistan Müslüman Hizbi”nin Londra şu’besine diğer bir kısmı da “İslamic Societiy” nam cem’iyet diğer bir kısmı ise Hindli erbab-ı hukūktan Abdülmecid nam zatın idare eylediği “Uhuvvet-i İslamiyye Terakkī Hizbi” nam cem’iyete bazıları dahi Londra’daki Mısır Tullabı Cem’iyeti’ne mensubdurlar. Cümlesinin de maksudu bir ama iltizam olunan tariklarda avarız u mevani’ mevcuddur. Bir zat aklı ahval-i alemi kazancını Halife-i Müslimin’in donanmasına vermek fikrini tervic etti; diğer bir zat tevhid-i teşebbüsat edip para toplanabildiği halde yekunun Halife hazretlerinin emrine olarak bir Avrupa bankasında tutulmasını ve çünkü Osmanlı İane-i Bahriyye Cem’iyyeti’yle bu hususda münasebat-ı daimiyyede bulunmak ecnebi müslümanları için külfet ve usreti tevlid eyleyebileceği mülahazasını ileri sürdü. Gençlerden birisi ümem-i müterakkiyyeden tecavüzde bulunanlara mukabele edebilecek bir kuvve-i bahriyye-i Osmaniyye ihdası uzun vakte ve külli nakde muhtac olacağından sevahil müdafaasına bakmak daha mühim bir mes’ele olduğu ve mehd-i İslamiyyet olan Arabistan ve ale’l-husus arz-ı mukaddes-i Hicaz sevahilinin tahkimi için açılacak ianeye Osmanlı olmayan müslümanların daha ziyade hevesle iştirak edebileceklerini söyledi ve Panama Kanalı’nın medhalini tahkim için Amerikalıların yirmi mil mesafeye kadar gülle atacak toplar i’mal edebildiklerini misal tarzında zikreyledi. Diğer bir genç zat dahi tayyarelerin ve süfün-i hevaiyyenin muharebatta te’sirat-ı münhezime hasıl edebilecekleri bir zaman hulul etmekte bulunduğundan Devlet-i Osmaniyye’nin donanma kadar alat-ı muhribe-i hevaiyyeye dahi şevvik bedayi’den bulunacağını beyan etti. Hücre-i acizide vukūa gelen ictima’lar riyaset-i naçizide akd olunmuşidi. Gösterilen hissiyat-ı uhuvvetkaraneye bir Osmanlı sıfatıyla arz-ı şükran eyledikten sonra donanmamız küllisini Hindistan’daki kitle-i azime-i müslimenin vereceğini ve halbuki bu hususda celb-i ianatın mevani’-i nizamiyye ile mukayyed kalabileceğini söyledim. Bu kuyud-ı nizamiyyenin üzere İngiliz tabiiyetinde bulunan müslümanların verebileceği akçenin Devlet-i Osmaniyye ile münasebat-ı dostanesi pek kadim olan İngiltere’de inşa edilebilecek süfün-i harbiyye-i Osmaniyye esmanına bilhassa kaydedilmesinin teşritını tavsiye eyledim. Tevhid-i mesaiye ve binaenaleyh tervic-i maddeye medar olacak teşebbüsatta bulunmak arzu ettim lemiş idim. Ondan sonra cereyan eden müzakerattan henüz haberdar değilim. Gençlerin hissiyat-ı hamiyyetine halel getirecek her türlü efkar serdinden kemal-i nefretle ictinab edenlerdenim. Maamafih şurasını da nazar-ı dikkate arzetmek lazımdır ki herşey gençlerin arzularına göre cereyan edebilse dünyanın hali şimdikinden daha şenli bir surette bulunurdu. Kezalik kısm-ı küllisi genç olan balada mezkur evlad-ı İslam’ın arzuyı hamiyyetmendaneleri hayyiz-i husule gelebilmiş olsa idi Hilafet-i İslamiyye’yi haiz olan Saltanat-ı Osmaniyye donanmasına bad-ı heva olarak birkaç harb gemisi ilave eyleyebilirdi. Alem-i İslam’ın muavenetine müracaat o kadar güç bir iş değildir. Fakat o müracaattan istihsal-i netayic-i fi’liyye olunabilmesi bir alay avarızın zevaline birçok müşkilatın Alem-i İslam tabii surette makam-ı celil-i Hilafet’e müteveccihdir. Alem-i İslam hakkında bil-mukabele buraca icrası hissolunabilecek vezaif-i ma’neviyye ve maddiyyenin mertebesine göre bu teveccüh artar. Maamafih alem-i İslam’ın muaveneti maddesi birçok yerlerde serbesti-i icradan mahrumdur. Bil-farz bugün Cezayir’de Tunus’da mevcud olan fakr-ı ehl-i İslama bedel refah u saman hüküm sürmüş olsa bile oralarda mevzu’ olan ahkam ve nizamat-ı Fransaviyye muavenet-i ciddiyye istihsalini müciz olamaz. Hindistan dahi fakīrdir eski masallardan öğrendiğimiz gibi el-yevm Hindistan’ın ağaçlarından mücevherat bitmiyor sim ü zerden olan dağları da tamamıyla kal’ edilmiş! Maamafih yetmiş milyon halkı yine İslam’a nafi’ gördüğü ef’alde oldukca mühim muavenet ibrazına kadir olabilir. Lakin ıttırad u temadi üzere cezb ü iddihar-ı ianat için şahısları ma’ruf u mu’teber zevattan mürekkeb taraf taraf cem’iyyetlerin bir veya iki bankanın tekeffül-i hıfzıyyesi tahtında çalışmaları ve hükumetin Hükumeti ianat-ı umumiyye maddesini nizamat ile takyid eylemiştir. Aligar Medresesi’nin darülfünuna tahvili ve Londra’da cami’ inşası gibi Hindistan-ı İngilizi ahalisini pek ziyade alakadar eden umur-ı hayriyyede bile cem’-i ianat için çekilen müşkilat mucib-i ibret şeylerdir. Bilmem ki Osmanlı donanması met ve ıttırad-ı mesaiye tevakkuf eder. Haber alıyoruz ki büyük bir İslam ve Osmanlı donanması vücuda getirmek için bütün alem-i İslam şiddetli bir galeyana gelerek her müslümanın ianeye iştirakini te’min edecek bazı teşebbüsler bazı tedbirler ittihaz olunuyor. Bu azim teşebbüsün netayic-i fi’liyyesi görülürse hakīkaten müslümanlar yaşamaya layık bir millet olduklarını cihana let”i “hayat” ile “memat”ı takdir edemeyecek kadar hissiz olduklarına inanamayız. Biz bütün kabahati bu perişan kuvvetleri derleyip toplamayan aralarına nizam u intizam sokmayan rüesaya haml etmek istiyoruz. Yoksa emin olmalıdır ki bu büyük kuvvet bu harikulade hamiyet sayesinde pek büyük işler görülebilir. Artık hiçbir tarafın vehm ü hayalatına kulak asmayarak bu yolda masruf olacak himmetleri mesaileri tevhid etmek zamanı geldiğine kanaat etmelidir. Şark ve Garb’ı görmüş efkarına vakıf olmuş bazı muktedir ve hamiyetperver muhterem rical-i siyasiyyenin de bu babda çalışmakta olduklarını görmek işitmek fevkalade memnuniyetimizi mucib olmuş şevk u gayretimizi tezyid etmiştir. İnşaallah bütün müslümanlar bu hususda bezl-i fedakari edeceklerdir. * * * Onlar çalışa dursun biz Osmanlı müslümanlar ve vatandaşlar da burada başbaşa vererek donanmamız için menabi’-i varidat te’min etmeye çalışmalıyız. Bütün düşünebilenler bu babda sarf-ı efkar etmekle mükellefdir. Düşünülür ve çalışılırsa pek çok menabi’-i varidat bulunabilir. Bizim hatırımıza bir şey geldi; zahiren ehemmiyetsiz gibi görünür fakat bütün gazeteciler muharrirler müellifler ve kitabcılar bunu kabul ederse atiyen ehemmiyet kesbeder. Şimdiye kadar basılmış her kitap ve risaleden la-ekal beşer ba’dema basılacaklardan da onar aded Donanma Cem’iyyeti’ne ihda olunması ve gerek İstanbul’da ve taşrada –yevmi gazeteciler ve gerek haftalık risale sahibleri de senede bir gün gazete ve mecmualarını Donanma Cem’iyyeti namına neşretmeleri tabi’ ve muharrirlerce kararlaştırılmalı ve bu karar bir teamül hükmüne girmeli. Bu bir intizam tahtında yapılırsa bir sene zarfında hayli kitap saha-i matbuata çıkar basdırılan üç dört bin kitabdan beş on danesini cem’iyyete ihda etmek muharrir ve tabi’ için hiçbir şeydir. Fakat bu damlaların sene nihayetinde bir gölcük teşkil edeceğine şübhe etmemelidir. Efrad-ı ümmeti daima fedakarlık ibrazına sevkeden muharrir efendiler şu küçük fedakarlığı diriğ buyurmazlar ümidindeyiz. Sıratımüstakīm ve bazı muharrirleri şu birkaç kitabı donanmaya yorlar. Bunu ilerletmek Donanma Cem’iyyeti erkan ve a’zayı muhteremesinin himmet ü dirayetlerine mütevakkıfdır. Donanma Cem’iyyeti’ne Teberru’ Olunan Risale ve Kitaplar Yeni teşekkül eden Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası’nın programında münderic şu mühim fıkrayı şimdilik yalnız kayd ve koskoca program içinde Hilafet-i mukaddese-i İslamiyye ve mes’ele-i ehemmi hakkında hiçbir söz bulunmaması hususunda müslümanların nazar-ı dikkatini celb ile iktifa ederiz: Madde - Fırkaca ittihaz olunan esasa göre Hükumet-i Osmaniyye’nin hukūk ve vezaifi Osmanlı sıfatını haiz olan bilumum efrad u anasır hakkında seyyanen cari olacağına ve cemaat-i gayr-i müslime öteden beri sırf kendilerine aid umur u hususatı an-cemaatin rü’yet ve icra etmekte bulunduklarına mebni Osmanlılar arasında müsavat-ı kamile hasıl olmak ve şahsiyet-i ma’neviyyesi hükumetin altında hiss-i teşebbüsden mahrum kalmış bulunan cemaat-i cemaat-i saire ile aynı hukūk ve vezaifi haiz bir cem’iyet-i Kanun-ı Esasi’nin inci maddesi bu esasa göre ta’dil olunacaktır. Madde - Evkaf Nezareti Evkaf Müdiriyet-i Umumiyyesi şekline vaz’ olunacak ve meclis-i idaresi Cemaat-i İslamiyye tarafından bil-intihab ta’yin edilecektir. Madde - Vilayat ve mülhakatı Evkaf müdir ve me’murini Müdiriyet-i Umumiyye tarafından mansub olacak ve fakat mahalleri Cemaat-i İslamiyyesi tarafından müntehab birer meclis-i idarenin nezaret ve murakabesiyle ifa-yı vazife eyleyecektir. Madde - Evkaf ve varidat-ı vakfiyye-i mevcudenin Haremeyn-i Muhteremeyn’e ve Kudüs-i Şerif’e ve İstanbul’a ve sair bilad-ı cesimedeki cevami’-i kebireye velhasıl bir mahaldeki varidatın diğer mahallerde bulunan muhtassun-lehlerine merbutıyeti kema-kan bakī kalacak ve bu türlü evkafın yalnız cibayet-i varidatı hususunun tanzim ü ıslahı ve fakat hem varidat ve hem sarfiyatı mahallerine muhtas olan vakıfların ez-her-cihet idaresi mahalleri evkaf meclisleri ma’rifetiyle icra edilecektir. Madde - Evkaf-ı İslamiyye’nin şu asla göre idaresini te’min etmek üzere kaffe-i tafsilat u teferruatı şamil bir kanun-ı mahsusun serian tanzim ve tatbiki fırkamızca mukarrerdir. Madde - Mekatib-i hususiyye-i İslamiyyenin teşkil ve tensik-i idaresi Cemaat-i İslamiyye’ye tevdi’ olunarak cemaat-i saire gibi Cemaat-i İslamiyye’nin de terakkıyat-ı diniyye ve edebiyye ve ilmiyyesini idare ve te’mine ıkdar olunacaktır. Madde - Cemaat-i İslamiyye ile evkaf idarelerinin münasebat u revabıtı derecesi balada beyan olunan iki kanunda vazıhan ta’yin olunacaktır. Madde - Cevami’ u mesacid-i şerife gibi medreselerin dahi varidat ve sarfiyatını tanzim ve idarelerini tensik ve talebe-i ulumun maişetlerini terfih ve tedris ü tahsili ihtiyac-ı zamana göre ıslah etmek vazifesi Cemaat-i İslamiyye’nin nezaret-i kanuniyyesi altında bulunmak üzere Evkaf Müdiriyet-i Umumiyyesi’ne mevdu’ olacaktır. Havadis-i kevniyyenin; hubb-i ataletten uyuşukluğa meylinden neş’et eden ve erbab-ı hırs için bütün ebvab-ı teneffu’ u iğtinamı küşade bırakan derin bir uykuya karşı ne gizli dolablarından etrafında dönen şeytani entrikalardan bir kere irşad-ı hadisat ile haberdar oldu mu damarlarına dane ile sarsılır ve hemen meydan-ı cihada atılmak diliran-ı hamiyyete iltihak etmek ister; bu galeyan-ı azm içinde düşmanlarına hamle ederek hepsini masru’ ve haib bırakır. Düşman da gurur-ı haybet-peymasından agah olarak hasmının sükunetine aldandığını anlar. lini de şu iki kelime hülasa eder: Rahat ve derin bir uyku!.. Garb; ehl-i Şark’ı bu halde görünce memleketlerini istilaya başladı. Ellerinde avuçlarında ne varsa aldı ateş-i esaret mezelleti görünce bunu nasıl delebileceğini vatanının zabtını def’-i tama’ yolunda mübah gören medeniyet perdesi hürriyet-i milel hud’ası altında ma-melekini çekip alan düşmandan nasıl kurtulabileceğini düşünmeye başladı gafletten kurtuldu o halde ki adeta Şark’ın mecd-i kadimini ihya etmek üzere bulunduğu bile hatırlara gelmeye başladı. Filhakīka Şarklılar; memleketlerinde bulunmayan mevadd-ı mez bir bina-yı mecd ü izzet vücuda getirebilmeye müstaid meydana getirebilmek tahkim edebilmek için Şark’dan ve Şarklılardan o anasır-ı esasiyyeyi vaktiyle celb etmiş “tebadül-i menafi’“ kaidesiyle amil olmuşidi. Şarkın bu kıyam u türlü hesablara daldırdı!.. Hususiyle Osmanlı arslanlarının feveran-ı ahir-i inkılabkarilerini gördükten sonra bütün bütün kuşkulandı. Çünkü Avrupa bunu hesaba katmamış düşünmemişti. Bu cereyan-ı intibahın akıbetinden korktu bu hareketi durdurmak istedi. Kuvvet bulmaya meydan bırakmamak devletlerinin gaye-i emelleri oldu. Arnavudluk gaileleri Girid mes’elesi Havran kıyamı ve saire... Hep bu hatt-ı hareketin asarıdır. Bununla kalmadı. İtalya’nın o korsan çetesinin alçak gönlü; Trablusgarb’ı istila etmek istedi. Vicdan-ı beşeriyyeti sızlatacak çocukları ihtiyarlatacak facialarla o güzel memlekete mülevves ayağı[n]ı soktu. İtalya Avrupa’nın ittifak-ı hafisine güvenerek hayalperver emellerine yalancı rü’yalarına aldanarak hemen Trablus’a donanmasını gönderdi; o ne maşrıkta ne mağribde ehl-i İslamdan hiçbir müdafaaya ma’ruz kalmayacak hiçbir ru-yı gazab görmeyecek zannediyordu; Osmanlılarla sair milel-i İslamiyye arasında bir ayrılık bulunduğuna yahud müslümanlar istiklallerine tecavüz eden mal ve mülklerine göz diken canlarını uğrunda fedaya her zaman hazır oldukları Hilafet-i uzma-yı İslamiyye’ye terecek hayal-i hamına düşmüşlerdi! raret-i akıbeti tatmaya başladı daha çok tatacaktır da! Nihayet askerinin dökülen kanına ateş-i fakr içinde kavrulurken sarfettiği milyonlara acıyarak bin defa nedamet göstererek parmağı ağzında Trablus’dan bir ric’at-i kahkariyye ile def’ olup gidecek sevgili Trablus’umuzun bir karışına bile nail olamayacaktır. Ne İtalya ne de diğer Avrupalılar düşünmüyorlar ki bütün Şarklılar bilhassa ehl-i İslam arasında ruh-ı tezamun ve edilen Hilafet-i kübranın havl-i mukaddesinde ehl-i İslam yek-dil ve yek-amal saf-beste bulunmuştur. Avrupa bu hareketi bu cereyanı ehemmiyetiyle mütenasib bir surette takdir etmeli bihude yere önüne manialar koymaya uğraşmamalıdır. Çünkü: Bu cereyan önüne geleni kasıp kavuracak bir fırtına kuvvetindedir. sefil hırs ve tama’lar arkasında koşmamaktır. Çünkü İslam’ın tekeffildir! Fas Hükumet-i İslamiyyesi; artık son günlerini yaşıyor demektir. Fransa bütün düvel-i müsta’mirenin yaptığı veçhile şuaradan birinin dediği gibi: “İzzet-i cemad zillet-i ibad” için uğraşacak toprağın kıymetini artıracak fakat kanı ucuzlatacak. Evet; yollar açacak şirketler te’sis edecek servet-i memleketi te’min eden bütün vesail-i umranı ihzar eyleyecek zavallı Faslılar duçar oldukları bu felakete bu ceza-yı şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. edemeden seneler geçecek ve nihayet komşusu Tunus ve Cezair’in başına gelenler bütün Fas’ın başına da gelecek.. Acaba İngiltere gibi Fransa’nın da Şimali Afrika’da milyonlarca ehl-i İslamı etrafına celb ile bir Hilafet-i İsamiyye te’sis etmek hatırına gelecek mi? Biz Fransa’nın Emir Abdülkadir ile muharebesinde iddia-yı Roşk’un eliyle çevirdiği dini fırıldakları hatırlıyoruz. Matin gazetesinin Afrika hatt-ı kebir-i cedidisi hakkındaki neşriyatını da tahattur ediyoruz. Biz deriz ki: Fransa bu hattın itmamı müyesser olursa iktisaden müstefid olabilir. Ancak o büyük hayalini tasavvurunu mevki’-i fi’le çıkarmak hususunda hiç bir kıymet-i harbiyyesi olamaz. Vakt-i harbde bu hattın muhafazası binlerle insana milyonlarla mesarıfa tevakkuf eder. Alem-i hayatta her ferdin taleb-i rızk hakkıdır ancak bu hakkı kalb-i insaniyyeti samim-i hürriyyeti cerihadar eden bir silah gibi kullanılmasını Fransa gibi hür bir millet için layık göremeyiz velev ki sabıkı olsun... Çünkü: Hal ve istikbalin hasenatı seyyiat-ı maziyi afv ettirebilir. Biz Fransa’nın Fas’da ta’kīb edeceği hatt-ı harekete muntazırız. Halecanlı dakīkalar tevalidedir. Düne kadar İtalya donanmasının Adalar Denizi’ne ve sevahil-i Osmaniyye’ye taarruzundan tevehhüm eden mehafil-i siyasiyye el-haletü hazihi karanlık bir ati önündedir. Zira İtalya’nın canavarlığı ve korsanlığı tarih-i asr için kat’iyyen na-be-me’mul bir hadise olmağla beraber Osmanlıların ve alem-i İslam’ın göstermeye başladığı hayat-ı intibah ve meyl-i cihad bütün Avrupa muvazenesini sarsdı. Vaktiyle yağma Hasan’ın böreği veya el çabukluğu ma’rifet diyerek zaif u na-tüvan müslüman hükumetlerini birer birer esir etmeye alışmış olan Avrupalılar bugün On Temmuz İnkılab-ı Osmanisi kadar nagehani bir mişlerdir. Vaktiyle Fransız Tunus’a girerken sükunet ve hayretle misafir karşılar gibi istikbale çıkan Tunus ahali-i İslamiyyesi bugün komşusu bulunan ve Hilal-i mübarekin zir-i zılalinde yaşayan Trablus ahali-i İslamiyyesi “Ya İstiklal ya namus-ı vatan ya mezar!” feryad-ı millisinden mütehassis olarak cebelleri sahraları aşıp din kardeşlerinin imdadına koşuyor para can tebah ediyor onunla da hırsını yenemiyor Tunus’da mukīm İtalyanlardan bile ahz-ı sare Tunus sokaklarında bile İtalyan kanına tükürmeye kıyam ediyor. Vaktiyle ecnebi tahrikatına kapılarak Hükumet-i Osmaniyye’ye karşı ihtilaller ikaı suretiyle İngiliz esaretine düşen Mısırlılar ise kıyametler koparıyor. Mısır hıttasında yedi yaşından yetmişine kadar umum ahali-i İslamiyye ateşler püskürüyor muhadderat-ı İslam ipekli çarşaflarına mücevherlerine bornozlarına varıncaya satıp Trablus meydan-ı gazasındaki din kardeşlerine et ekmek cebhane yetiştiriyor. Bunlar da yetmiyor hayat-ı ticariyye ve iktisadiyyeleri dünyanın her yerinden ve hatta İtalya’dan ziyade Tunus’la Mısır hıttasına merbut ve muallak bulunan İtalyanlara dehşetli boykotaj açıyor İtalya Hükumeti Türk ve Arab askerlerinin hücumundan ziyade bu yüzden kan kusuyor... Şu tezahürat karşısında beht ü hayrete düşen zannedilmesin yalnız İtalya’dır. Alem-i İslamın bu dakīka-i intibahı bütün dünyaya ders oldu. Bugüne kadar Avrupa muvazene-i siyaseti namına takyid ve takrir edilen nazariyat-ı hukūkıyye ve siyasiyye ma’lul ü mefluc bir halde bulunuyor. Avrupa’nın seri’ ateşli toplarından tayyarelerinden terakkıyat-ı maddiyyesi ile balo salonlarındaki melahat perilerini görmüş kadar müsahhar kalan bazı ince fikirli diplomatlarımız sakın Avrupa müslümanların intibahından korkmasın diye olabilir ki ber-mu’tad eğlenirler. Eğlenmeye de hakları vardır. Safvet-i vicdanından imanından i’tikad-ı tamm ü kamilinden Allah’ından ve seyf-i cihadından herhalde büyük bir kalbinden başka silah-ı müdafaası olmayan milyonlarla müslüman halkının intibah ü infialinden mütefennin ve mücehhez Avrupa neden korksun bilakis birtakım lümanlara ilişmezdi bile diyebilir. Bu fikirde bulunan hukūkşinasanımız ve hatta fırkacı diplomatlarımız da az değildir… Biz deriz ki bir meyve kemale meyletmeden taşlanmaz. Tarih alem-i ensal-i beşerin bir zamanlar inkıraz ve sefalet günlerine medar-ı hunin oluyorsa bir zaman geliyor ki şanlı zaferler medeniyetler ika’ u ibdaına mecra buluyor. Bugün kainata tahakküm ve istilaya çalışan milletler vaktiyle dünyaları titreden Romalılardan İranilerden Yunanilerden de mi muazzam ve kaviyyü’ş-şekimedirler? yani bu dünyada herşey tahavvül ü teceddüde inkılab üzeredir diyen İslam hikmetinden bugünün toplarına tüfenklerine güvenen cebbar Avrupalılar gafil mi sanılıyor? Elli sene evvel Afrikalı bir bedevi kadar cahil ve gafil yaşayan Japonlar beş on sene evvel bütün Avrupa’yı “cins-i asfer” tehlikesi ve tehdidi önünde az mı titrettiler? İnsanda ne var nev-i beşer şu hayat aleminde nesine hangi varlığına hangi varlığının ebediyetine mağrur olabilir? Kim ne derse desin meşiyyet-i tarihde bir[?] takdir-i ma’nevi de var. Mukadderatta inkılabat-ı semaviyyenin adalet-i ben derim ki bugünün İtalya canavarlıkları şu Trablus hadisesi de İslam’ın medar-ı intibahı ve istiklal-i İslam’a tealluk eyleyen ayet-i kudsiyye-i İlahiyyenin sebeb-i tecelliyatı olmak haysiyetiyle ümmet için kahr yüzünden inşaallah hayır siyasidir. Fikir bir kere doğdu mu onun istikbali güneş gibi ayandır. İm’an-ı beşere ilham olan fikrin nasıl ber-hayat olduğunu bildikleri içindir ki Avrupa’nın duygulu mahafili alem-i İslamın mazlumiyet-i vakıasına karşı Berlin’den Paris’den Londra’dan dünyanın her tarafından insaniyet namına nidalar i’la ettiler. Trablus’da İtalya korsanlarının doğradığı eli silahsız ma’sum İslam kadınları ve çocukları nasıl [hasıl!] oldukca derin aks-i sadalar peyda oldu. Filhakīka bu nida-yı insaniyyet politika canavarlarını ve Avrupa’nın canavarlık siyasetini yolundan inhiraf ettirmedi. Fakat şunu da unutmamalı ki bütün Avrupa muvazenesi sarsılmış bütün Londra Berlin Paris Petersburg Viyana kabineleri mütereddid ve gayet muhteriz bir vaz’iyet-i müterakkıbede bulunuyolar. Baştan başa bütün düvel-i muazzama kılı kırk yarıyor İtalya canavarlığıyla patlak veren harb-i umumi tehlikesi önünde tir tir titriyorlar… Dün idarehanemize Şeyh-i fazıl Muhammed Merzuk erRafii hazretlerinin henüz dokuz yaşında bulunan necl-i necibleri Muhammed Efendi Züheyr geldi…. Ba’de’t-tahiyye avucundaki doksan kuruşu önümüze bırakarak: Bu paranın gündeliklerden biriktirdiği ma-meleki ayni olduğunu ve iane-i milliyyeye teberru’ ettiğini söyledi. Bu teberruun sebebini sorduk: “Kendim ve bütün ma-melekim vatanıma ve devlete fedadır!” diyerek hiss-i ali-i vatanperverisini izhar etti. Yaşasın hissiyat-ı necibe!.. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Kasım Yedinci Cild - Aded: Geçen nüshamızda derc edilen ve Osmanlı muhibbi Almanların Osmanlılar müslümanlar hakkında perverde etmekte oldukları amal efkar ve hissiyata tercüman olan Jaeckh cenablarının mektubuna cevap vermek bir vazife-i kadir-şinasidir. Osmanlı-Müslüman muhibbi Almanlar emin olmalıdırlar ki Jaeckh cenablarının mektubunda Osmanlılar hakkında mazhar-ı takdir ü teşekkür olmuştur. Osmanlılar da Almanlar kadar iki memleket arasında mevcud olan alaka ve revabıtı takdir ediyorlar. Osmanlılarca da ma’lumdur ki Osmanlı ve Almanya imparatorlukları yek-diğerine dost ve atiyen de müttehid olacak bir vaz’iyette bulunuyorlar. Zira şu dostluk yalnız hissiyat üzerine değil iki memleketin menafi’-i hayatiyyeleri üzerine müsteniddir. Kavi ve muhteşem Almanya Osmanlılığa lazım olduğu gibi müterakkī ve müteali bir Osmanlı-İslam hükumeti de Almanya’ya lazımdır. Zira biz biliyoruz ki Almanya şu son zamanlarda saha-i terakkıyyatta öyle cesim hatveler atmıştır ki ister istemez kendi dairesinden çıkmak mecburiyetindedir. Bismark’ın Şark’ı bir nazar-ı la-kaydi ile gördüğü zamanlar çoktan geçmiştir. Bugün Almanya beşeriyet-i medeniyyenin başına geçmiş Almanya ulum u fünunu sanayi’ ve ticareti Bismark gibi bir dahi-i a’zamın bile tahmin edemeyeceği kadar geçmiş İngiltere’yi de hemen hemen geçmekte olan Almanya elbette kendisi için bir mahrec yürüyecek vasi’ bir meydan arayacaktır. Halbuki Almanya’nın gideceği yolun kapısını açacağı meydanların anahtarları bizim elimizdedir. Binaenaleyh Almanya’yı bize doğru sevkeden yalnız hissiyat değil belki ilcaat-ı hayattır. Bu ise dostluk için en doğru en metin bir zemindir. Biz biliyoruz ki Almanya bizim kuvvetli müterakkī ve müteali olmamızı istiyor. Zira biz böyle olmazsak bit-tabi’ Almanya’nın Şark’a doğru iktisaden yürümesi gayet güç ve hatta gayr-i kabil-i icra olur. Almanya’nın kavi ve muhteşem rakībleri aynı zamanda bizim etrafımızı da tutmuşlardır. Hiç şübhe yoktur ki biz mahvolursak Şark’ın anahtarı Almanya’dan ziyade rakīblerinin eline geçecektir. Bize gelince Almanya ile aramızda hiçbir mes’ele-i muallaka hiçbir temas-ı maddi olmadığı için Almanya’nın ihtirasat-ı ceng-cuyanesinden tevehhüm edecek halde değiliz. Bilakis bizi aled-devam tehdid altında bulundurmakta olan kuvvetler aynı zamanda da Almanya’nın en müdhiş rakībleridir. saslar!.. Fakat yalnız şu son zamanlarda yek-diğerini vely eden yesinde Almanya’nın müslümanlara karşı samimiyeti hakkında tereddüdler vücuda getirmek mahiyetinde idi. Alem-i beliğadan ziyade icraata ehemmiyet vermesini arzu ederdi. Biz isterdik ki memleketlerimiz bir düşman tarafından hücuma uğradığı zaman Almanya hiç olmazsa nüfuz-ı ma’neviden ki’de kaldığını da takdir ederiz. Almanya bugün İtalya’ya bir ahidname ile bağlıdır. Fakat acaba ahd ü misak tanımayan her nevi’ hakk u hukūku ayaklar altına almaktan asla çekinmeyen şu alçak hükumetin bu ahidname üzerine atmış olduğu imzadan Almanya Hükumeti ne hayır umuyor ne menfaat bekliyor? Şimdiye kadar İtalya dostluğu ve başka neye yaramıştır? Eğer Almanya bugün böyle bir dost ya’nın rakīblerinin aguşlarına atılmamız gayet tabii olmaz mı? Vakıa biz biliyoruz ki şu aguş pek müşfikane pek samimane olmayacaktır ve belki de o aguşun tazyikı altında birgün eziliriz. Fakat tehlike-i ani karşısında bulunan bir adam atiyi düşünür mü? dürmeye layık olan nokta budur. Alman muhiblerimiz emin olsunlar ki Almanya Hükumeti hain ve alçak İtalya’nın yerine gayur sadık ve merd Osmanlıları kazanırsa ma’nen ve maddeten gaib etmemiş bilakis pekçok kazanmış olur. Şark’ı muhafaza ve temdin etmek Şark’a doğru Osmanlılar cevelangah-ı vasi’ yapmak... İşte kendisini bilen Osmanlı ve Alman hükumetleri için cazib ve azim bir program!. Bundan evvelki maka[le]lerde söylendiği vechile ulema: “Mefhum-ı vücud ma’kūlat-ı saniyyedendir. Haricde tahakkuku yoktur. Tahakkuk-ı haricisi efrad-ı gayr-i mütenahiyesinin tahakkuk-ı haricisiyledir” diyorlar. Bundan anlaşılıyor ki onlar vücud ile mevcuda şey’-i vahid nazarıyla bakıyorlar. Mefhum-ı vücudun bi-tarikı’t-tecrid zihinde hasıl olan ma’na-yı mevhumdan ibaret olduğuna kail oluyorlar. Nokta-i nazar bu olursa vücud hakkında böyle bir fikir vermek tabiidir. Vahdet-i vücuda kail olanların bu mebhasdeki fikirlerine gelince onlar vücuda tamamıyla başka ma’na veriyorlar; ve bu ma’na i’tibariyle vücud –Allah’dan ibarettir diyorlar. Fakat bu sözden muradları ma’kūlat ve mahsusattan ne varsa hepsi “Allah”dır demek olmadığını da söylüyorlar. Halbuki çok kimseler onların bu sözlerinden böyle ma’kus bir ma’na çıkarıyorlar. Ehl-i vahdet lafz-ı vücuddan kaffe-i mevcudat kendisiyle kaim olan hakīkati murad ederek diyorlar ki: “Vücud birdir teaddüd tecezzi ve inkısam kabul etmez. Vücudun kaffe-i mevcudatta hükmü nafiz tasarrufu caridir alemde ne varsa ona tabi’ ondan sadır onunla kaimdir vakıa esma’-i İlahiyye tevkīfiyyedir bu esma miyanında vücud ukūl ve ezhanı suver-i tahayyülattan ancak bu vechile azade kılabildik. Bizim vücuddan maksadımız iz’an-ı kasıraya mütebadir olan ma’na değildir. Biz lafz-ı vücud ile kaffe-i mevcudat kendisiyle kaim olan hakīkati murad ederiz. Onun ondan daha muvafıkını bulmuş olsa idik onu ihtiyar eder yettir. Kelime-i vücudun Cenab-ı Hakk’a sıfat vaki’ olması hakīkī değildir. Mecazi ve i’tibaridir. Hakīkī olduğu kabul edilecek olursa bu kabul zat-ı Uluhiyyetin vücud ile muttasıf başka bir hakīkat olmasını bu da terkibi istilzam eder. Ama sıfat-ı saire-i İlahiyyede bu mahzur yoktur. Zira onların kaffesi vücud üzerine müterettibdir. Halbuki vücud onların üzerine müterettib değildir. Vücud havadisede sıfat vaki’ olamaz. Zira bu suret hem devri hem de denilen emr-i muhali müstelzimdir. Eğer vücud havadise sıfat vaki’ olaydı havadise tabi’ ve kendisinden evvel havadisin sübutuna mütevakkıf olur idi. Çünkü sıfatın tahakkuku bit-tabi’ mevsufun tahakkukundan muahhardır. Halbuki vücudun tahakkukunda emr ber-akisdir. Yani havadisin ma-bihi’l-kıyamı olan vücudun sübutu sübut-ı havadisden mukaddemdir. Bu suretle vücudun gerek Cenab-ı Hakk’a gerek havadise sıfat olamamasına nazaran vücud zat-ı Uluhiyyetin aynı olmuş olur. Havadisden başka kaffe-i esma ve sıfat-ı İlahiyyenin de vücud ile kaim olması bu müddeanın delil-i digeridir. Zira esma ve sıfat-ı İlahiyye zevat-ı müstakılleden olmadıkları Hakk’a mevcud demek hakīkaten değil belki mecazendir çünkü kendisi ayn-ı vücuddur. Hülasa-i kelam mahsusat ve ma’kūlattan mevhumat ve tahayyülattan ne varsa hiçbiri nefsiyle kaim değildir. Hepsi kıyamında vücuda muhtac ve müftekırdır. Halk takdir tasvir gibi ahvalin kaffesi havadisin şanındandır; havadisin ma-bihi’l-kıyamı olan vücud bu şevaibi kabulden münezzeh ve la-yetagayyerdir. Eğer kabul etmiş olsa mahluk olması lazım gelir idi. Halbuki vücud mahluk değildir ve ona mucidin icadı tealluk etmemiştir. Tealluk etmiş olsa idi evvela ma’dum bilahare mevcud olması iktiza eder idi. Adem ise vücudun zıddı olup hilafı değildir. Bir şey hilafına mülabis olur. Fakat zıddına münkalib olamaz. Bina-berin adem de vücud olamaz aksi de böyledir. Vücudun mahluk olduğuna dair Kitap ve Sünnet’te de bir kayıt bir işaret yoktur. Cenab-ı Hakk vücudu halk etmiş olaydı havadis kendisiyle kaim olan bir ilah-ı diger halketmiş olur Eğer vücud mahluk olaydı havadis gibi mukadder mahdud ve muhtelif olur idi. Halbuki vücud olmak haysiyeti[y]le havadisin müsebbiti ma-bihi’l-kıyamıdır. Kendisinin bizzat ve havadisin kendisiyle kıyamında tecellisi siyyandır. Bir şeyde ziyade bir şeyde noksan değildir. Havadisde emr ber-akisdir. Hülasa vücud takdir ve tasvirden kuyud ve hududdan münezzehdir. Meratib-i zatiyyesi hazerat-ı esma ve sıfatı cümlesinden olan ilmi kudreti iradesi iktizasınca cemi’-i tasavir u takadirin hudud u kuyudun kaffesine tecelli eylemiştir. Kaffesinin halıkı ve saniidir. Muhakkık-ı kamil Sarı Abdullah Efendi hazretlerinin Mesnevi-i Şerif Şerhi ’nden naklini mebahis-i atiyyeye cihet-i teallukundan dolayı zaruri addeylediğim aşağıki satırlar yukarıdan beri vücud hakkında söylenilen sözlerin hem muvazzıhı hem de mütemmimi olacaktır. Fakat ondan evvel Bizde asar-ı celile-i eslafın mütalaasına rağbet mefkūd olduğundan birçok cevahir-i giran-kadr-i ma’rifet o hazain-i tedkīka lüzum görmemiş. Daha doğrusu Garb felasifesinin asarına müştakane bir incizab hükema-şı İslamiyyenin tedkīk-ı asarına meydan bırakmamış. Okuyabildiğim kitaplara bakıyorum Frenkler içlerinden yetişen feylesofların sözlerini hırz-i can eserlerini onlar tarafından vaz’ edilen düsturlarla tevşih ediyorlar. O sözlerin nakīzını müeyyid bir hakīkat keşfedilmedikce onları nazar-ı kabulden dur tutmuyorlar. Bizim halet-i ruhiyyemizde ise garib bir başkalık var. Bir hakīkat ne kadar kat’i ne kadar la-yetegayyer olursa olsun Şark mahsulü oldu mu dimağımızda ca-yı kabul bulamıyor. Ona karşı cibilli bir nefret fıtri bir husumet besliyoruz. Söz sırası gelince: “Adam sen de o da söz mü!” demekten çekinmiyoruz. Hakayık-ı müdevvenenin kıymet-i zatiyyelerini nazar-ı i’tibara almıyoruz. Daima onlarda “menşe’ şehadetnamesi” arıyoruz. Birçok hakayık olursa derhal ötekileri de nazar-ı i’tibardan iskat ediyoruz. Halbuki Garblılar tedkīkat ve tetebbuatlarında asla bu gibi kuyud u şuruta tabi’ olmuyorlar; metaın Şark’tan ya Garb’dan çıktığına değil zatına bakıyorlar. Hatta memleketimizin maddi menabi’-i servetinden nasıl istifade etmek istiyorlar mek istiyorlar ve ediyorlar. Bizim servet-i maddiyyemiz yer altında servet-i ma’neviyyemiz de kitap sahifelerinde kalmıştır. Halimiz milyonları havi bir definenin üzerine oturup önüne çanak koyan elleri havada gözleri semada olduğu halde gelene geçene karşı: “Allah rızası için beş para!” diye feryad eden bir dilencinin halinden pek de farklı değildir. Şarkın hazain-i samanında mahfuz olan giran-baha elmaslar yakūtlar zümrüdler inciler nasıl Garba çekilmiş ise hazain-i irfanda mevcud olan cevahir-i giran-kadr-i ma’rifet de öylece Garba çekilmiş ve çekilmekte bulunmuştur. Ne diyelim Allah bizi ikaz etsin! “Hepiniz habl-i metin-i İlahiye yapışınız. Tefrikadan kat’iyyen meyiniz. Gıybetten nemimeden kizb ü iftiradan son derece hazer ediniz. Birbirinize daima muavenet ediniz. Fitne ve fesaddan tevakkī ediniz. Fitne katilden eşeddir. Mü’minler ancak kardeştir. Başka türlü olamaz” meallerinde olan nice ayat-ı Kur’an iyyesiyle ve “Bil-fi’l iltizam olunmadıkca lüzum-ı küfr küfr değildir.” Ve “Bir kimsenin küfrüne doksan dokuz şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. ve imanına da bir delil bulunsa iman ciheti tercih olunarak onun imanına hükmetmek lazımdır.” Ve “Bir ehl-i kıbleyi tekfir etmek caiz değildir” gibi pek çok kavaid-i i’tikadiyye ve ahlakıyyesiyle diyanet-i celile-i İslamiyye bütün müslümanlara medeniyet-i fazıla-i insaniyyenin esaslarını göstermiş ve onları suri ve ma’nevi terakkī ve tealilerini te’min edecek ahval-i seniyye ve ahlak-ı hamideyi iktisaba sevketmiş ve İslamiyet’in bekasını tehlikeye ilka edecek her türlü ahval-i sehife ve ef’al-i keriheden şediden men’ eylemiş binin şu irşadat-ı aliyyesi hilafında hareket olunarak birtakım menafi’-i hasise-i siyasiyye te’mini maksad-ı mel’anetkaranesiyle din namına beyne’l-müslimin tefrika nifak şikak miyye mahv u perişan ve birkaç yüz milyon ahali-i müslime eyadi-i ecanibde duçar-ı hizlan olmuş ve nihayet bugün dünyada mevcud bütün ehl-i İslam’ın istinadgahı olarak yalnız Hükumet-i Osmaniyye kalmış ve fakat şu meslek-i sakīm yegane melce’ ü penahımız bulunan hükumetimizi de tehdid eylemekte bulunmuştur. Meşrutiyet’in i’lanını müteakıb umum tarafından edilen hulul etmiş olduğuna ve binaenaleyh beyne’l-müslimin din namına ilka-yı nifak u şikakın bir daha avdet etmemek üzere zevale yüz tutmuş bulunduğuna biraz ümid hasıl olmuş ve asırlardan beri alem-i İslamı rahnedar eden ve diyanet-i celile-i İslamiyye namına siyasi entrikalar çevirmek isti’dadında bulunan bu suretle alem-i İslam’ın duçar olduğu felaketleri kafi görmeyen pek çok eşhasın hala içimizde mevcud oldukları suret-i kat’iyyede anlaşılmıştır. Otuz bir Mart hadise-i elimesi buna pek büyük bir şahid-i alemdir. Cenab-ı Hakk’ın inayet ve Resul-i zi-şanımızın imdad-ı ruhaniyyeti ve şanlı ordumuzun himmetiyle hadise-i mezkurenin izale olunması üzerine memlekette biraz sükun ve i’tidal hasıl olduysa da bir müddet sonra o hal-i esefiştimalin tekrar zuhuruyla kema-fi’s-sabık diyanet-i celile-i nam-ı celile memleketin her tarafında nifak u şikak tohumları saçıldığı ve mevaki’-i iktidarda bulunan herhangi bir zatın mukaddesatına varıncaya kadar taarruz edilerek bu yüzden te’min-i menafi’-i hasiseye çalışıldığı ve bu halin emsali gibi hükumetimizi de o dehşetli uçurumlara doğru sürüklemekte olduğu nazar-ı i’tibara alınmadığı ve hatta bu sıfat-ı mekruhenin esas-ı mes’eleye asla tealluku olmadığı halde mahkeme salonlarına kadar götürüldüğü ve bu vesile kemal-i teessürle görülmüştür. Ahval-i hususiyyemden bahsetmek meslek ve meşrebime dair izahat vermek dünyada asla hoşlanmadığım ahvalden vukū’ bulan taarruzlara karşı ihtiyar-ı sükut eylemek muvafık-ı maslahat olamayacağından bu babda hülasaten bervech-i ati beyan-ı hale mecburiyet hasıl olmuştur: Bu aciz tahminen on iki yaşımda olduğum halde tarikat-i celile-i ilmiyyeye salik oldum. Bi-avni Huda o zamandan bu ana kadar kaffe-i ahval ü ef’alimi o meslek-i alinin muktezayatına tevfik etmeye vüs’um yettiği kadar çalıştım. Talebelik zamanımda daima ciddiyet ve istikamet ve iffetimi muhafazaya muvaffak olduğum gibi ondan sonra da gerek tedrise me’mur edildiğim esnada ve gerekse sair me’muriyetlerde bulunduğum hengamda yine bi-avnihi teala mesleğime şeyn verecek suri ve ma’nevi mucib-i itham olabilecek halattan tevakkīye cehd ü ikdam eyledim ve hala da etmekteyim. Herkese karşı borçlu olduğum vazife-i insaniyyeyi bütün kudretimle ifaya çalıştığım gibi Alimü’s-sırrı ve’l-hafiyyat olan Cenab-ı Hakk’a karşı mükellef olduğum vezaif-i ubudiyyetimde dahi mümkün olduğu kadar kusur etmemeye son derece çalıştım ve hala çalışmaktayım. Mücerred tevfik-ı Sübhani eseri olarak sinin-i vefireden beri “Vudu’ silah-ı mü’mindir” mealinde olan hadis-i şerifle amel ederek taharet-i zahireye i’tinada ber-devam olduğum gibi yine birçok senelerden beri saliki bulunduğum “Tarikat-i Aliyye-i Nakşibendiyye”nin bu abd-i acize bahşetmiş olduğu füyuzat-ı ma’neviyye sayesinde hasıl eylediğim nezahet-i kalbiyye ve safvet-i ruhiyyemi küdurat-ı beşeriyyeden muhafazaya bezl-i makderet eylemekteyim. Bu ahval-i acizaneme evvela Cenab-ı Hakk’ı saniyen bizi yakından bilen ve hiçbir garaz u ivaz ta’kīb etmeyen binlerce zevatı işhad eylerim. Bi-inayetihi teala ulum-ı mürettebeyi kema-hiye hakkuha tahsil ve bu ulumu gerek cevami’-i şerifede ve gerek mekatib-i ‘aliyye ve taliyyede ta’lim ettiğim gibi İlm-i Tefsir ve an-ı Kerim ’in on cüz’üne aid olan ve henüz gayr-i matbu’ bulunan takriben üç bin sahifeyi havi bir tefsir-i şerif vücuda getirdim. Hakayık-ı diniyyeye müteallık bir hayli asar-ı tasavvufiyyenin tedris ve tercümesinde muvaffak olarak bu sebeble lehü’l-hamd ve’l-minne nice dekayık-ı diniyyeye ve esrar-ı Kur’aniyyeye kesb-i vukūfla İslamiyet’in fevkınde ve ona müsavi hiçbir meslek ve hiçbir mezheb bulunmak ihtimali olmadığına şühud derecesinde kanaat-i vicdaniyye hasıl ettim. Bununla da bi-hakkın iftihar etmekteyim. Bi-lutfihi teala iktisab ettiğim şu hakayık-ı diniyye ve füyuzat-ı Muhammediyye sayesindedir ki bir çok senelerden beri İslamiyet’in ulviyetini bütün cihana karşı bi-hakkın el-an dahi ifadan geri durmadım ve inşaallahü’r-Rahman geri durmayacağım. Buna da senelerden beri gerek tahriren ve gerek takriren neşreylediğim makalat-ı diniyyem şehadet eylemektedir. Binaenaleyh Din-i İslam’a muhalif olup da bana isnad olunan herbir mezheb veya mesleği kemal-i şiddetle reddeder ve selamet-i memleket ve sıyanet-i diyanet namına bu gibi tesvilata asla ehemmiyet vermemelerini ve o gibi ebatilı bütün kalbleriyle lisanlarıyla reddeylemelerini bil-cümle ahali-i İslamiyyeye tavsiye eyler ve bu beyannameyi neşirden maksad muhafaza-i mevki’ olmayıp ancak hem bütün halkı duçar oldukları su’-i zandan halas etmek hem de gerek bu acizin yerine gelecek zata ve gerek sair mevaki’-i iktidarda bulunan ve bulunacak ekabir-i devlete havale-i sem’-i i’tibar olunmamasının suret-i kat’iyyede lüzumunu ve çünkü selamet-i din ü dünyanın ancak bu noktada bulunduğunu halisane ihtar ederim. Zilhicce ve Teşrinisani Ber-vech-i …sın bir sima-yı ...rın ma’kes-i istikrah u lem-i İslamı iğrendirecek bütün ehl-i imanı istifrağ ettirecek birer levha-i müzahrafat! Medeniyet-i İslamiyye namına yazıp Sıratımüstakīm ile neşrolunan mufassal makaleme akūrane hücum etti. Neden? Çünkü o gayr-i kabil-i ta’riz makale birçok ehl-i vicdan ve insafı düşündürecek minhac-ı hakka ka’be-i hakīkate irşad edecek delail ü berahin-i satıayı muhtevi. Dünya bir yere gelse yine o delillerin o bürhanların bir harfini bile tağyir edemez. Avenesini dest-i iğfal ü ıdlalinden kaçırmak tehlikesini gören şeytan-ı racim gibi bu da telaşa düştü.! Çıldırdı! Kudurdu! Fakat cevab-ı ma-yelikını da aldı. Bu mühlik darbenin te’siriyle sersemleşti muvazenesini gaybetti. İşte yine ...ler kusmaya başladı. Sımsıkı yumduğu çıkacak çeşm-i basireti gibi kör olacak. Gözlerini bir lahza için açsa da hitab ettiği milyonlarla erbab-ı tevhidin yağdırmakta oldukları şihab-ı la’netlerini görse! Fakat –cevab-ı ma-yelikında– dedim ya: Utanmak yok! Haya yok! Cenab-ı Hak çehresini mesh etmiş! Sanki ca... ete kemiğe burünmüş de insan şekline girmiş! düstur-ı celil-i irşadını oku! Sonra bir de suretine bak! Bak da hayır ve meymenet um! Nisvan-ı İslamın hukūkuna mevki’-i ictimaisine terakkī ve tekamülüne balolarına ? danslarına ? valslerine ? tiyatrolarına ? ve daha bilmem nelerine dair .v.velerine muhterem hemşirelerimiz bile Oşt! dediler utanmayışına hiç de istiğrab etmem; çünkü hayasızlıktan yaradılmış! Bununla nanmamıza verilmesi vesilesiyle makam-ı celil-i diyanet ve şeriate karşı dişlerini sırıtıyor o makam-ı mualla ki bütün alem-i vahhidin mataf-ı vicdanı! Makam-ı Celil-i Meşihat’in şahsiyet-i ma’neviyyesi cenab-ı Kur’an-ı Hakim ’dir. Hiç şübhe yoktur ki o mukaddes makama karşı sırıtmak Kur’an-ı Kerim ’e havlamaktır. Mehtab -ı vekahat-meab bu savlet-i akūranesiyle Hilafet-i celile-i İslamiyye serir-i arş-payesini de tahkīr ediyor. Artık eğer bunun da –zerre kadar– kalbinde cevher-i imanı varsa “mürted” kelimesi bir lafz-ı bi-ma’nadan başka bir şey değildir! Evet: Makam-ı Celil-i Meşihat’in şahsiyet-i ma’neviyyesi cenab-ı Kur’an-ı Hakim ’dir. Zira: o zalam-ı küfr ü irtidad olan Mehtab’ ın istihza ve istihfafına cür’et-yab olduğu tafsiliyyesi Kitap ve Sünnet icma’-ı ümmettir. Bu istihza ve müslime-i gayr-i Türkiye’yi Osmanlılara sımsıkı bağlayan Osmanlılıkla iftihar ettiren işte o revabıt-ı Kur’an iyyesidir. Allah göstermesin! Onlar çözülmesin! Yoksa...! Ey…ller reisi! ....sizler emiri! Keşki şu sine-i mecruhuma bir hançer saplamış beni gayz-ı akūranene savlet-i müfterisanene kurban etmiş olaydın da şu bi-nazir cinayet-i frenganeyi irtikab etmeseydin! Ey merdud-ı esfel-i safilin! Hazret-i Kur’an ı sahibsiz mi sanırsın? Sen ona yumruk gösteren diş sırıtan yezidlerin mel’anetleri cezasız intikamsız mı kalır zannedersin? Müslüman değilsen! İslamiyet’le cenab-ı Kur’an ile ne alıp ne veremiyorsun? Cenab-ı Kur’an-ı Kerim nam-ı akdes ü a’lasına har ateşin yaşlar dökerek kendisinin birkaç misli a’da-yı İslamiyyet ve bed-niyyeti medeniyet-i insaniyye düşmanlarını kıyamete kadar rezil ü rüsva eden Trablusgarb mücahidin-i izamı olsun seni utandırmıyor mu? Bir mü’minin altmış ve hatta yüz İtalyanı köpek sürüsü gibi önüne katıp kovalaması hangi millette görülmüş bir kahramanlıktır? Şecaat ü satvetin bu derece-i hıred-fersasını o mü’minin kalbine tevdi’ eden kimdir? Allahü ekberdir Allahü ekber... Ya o celal ü azamet-i kibriyası tenahi şanından olmayan yüz kişiyi bir kişiden kaçıran Allahü ekberin Kur’an-ı hakim iyle istihza ve istihfafa seni hangi akl ü idrak sevkediyor? başka! Mevsuf sahte olmakla müddea sıfatın da sahte mi olması lazım gelir. Tababet bir sıfat bir sıfat-ı celiledir. Sen... tabib olmakla biz de tababete sahte asılsız mı diyelim? Kurban kesmek kasaplık oluyor öyle mi? Şu çaylağa şu ..bimarhane ...lisine bakınız! Ya Rabbi! Ya Rabbi! Bu dinsiz unsur bu ...illeti nereden başımıza musallat oldu? Zilhicce’nin onuncu günü ağniyanın –şerait-i vücubunu tamamıyla isticma’ etmek üzere– kesmekle me’mur ve mükellef olduğu kurban bir vecibe-i diniyye bir fariza-i ictimaiyye ve medeniyyedir. O mübarek günde –aylarla bir lokma et yüzü görmeyen o ni’met-i hayat-bahşadan mahrum kalan– fukaranın yüzü güler. Karnı doyar. Zengin de her gün sabah akşam rostolarla pirzolalarla etin enva’-ı et’imesiyle mi’desini şişiren ağniyaya karşı kalbini men’ edemediği hayat-ı iğbirar u kadınlar a’malar kötürümler vatan-cüdalar sevinir. Kurban; Cenab-ı Hakk’ın mü’min kullarına ne büyük bir ni’meti! Ne azim ihsanı! Sen ey hayvan-ı natık! Guya doktor da olacaksın! Mevadd-ı gıdaiyye meydanında et kadar muğaddi neyi gösterebilirsin? Göster bakalım da görelim! Kurban kesmek kasaplık vahşet barbarlık ise kasapları men’ et! Kimse et yemesin! Çünkü yamyamlıktır!? Fakat ey ...illeti! sen etsiz sofraya oturur musun? Öyle bir sofrada mi’den neş’edar olabilir mi? Bilmediğin şeye ne karışırsın a... mücessem? Kurban kesmenin şartları var. Bu şartlar ve hususiyle bunlar miyanında a’da-yı din ü vatanı –hem de yalnız a’da-yı hali değil husama-yı istikbali– kahr u tenkil edecek bir derece-i kemalde kuvvet namına kaffe-i levazım ve mühimmat-ı harbiyye gitmek; zekat ve sadaka-i fıtra vermek anladın mı istihfafa yeltendiğin ’ nın kıymetini?! fetva ile amel ederler. Bu da o beğenmediğin Hazret-i Kur’an ’dan şeref-sadır olur. Bab-ı Celil-i Meşihat’in bu fetvayı vermek boynunun borcu. Allah celle şanühu[nun] i’dad-ı kuvvet fermanı tamamıyla şısında titremedikce mü’minleri sadaka-i fıtradan bile men’ ediyor. İşte o beş kuruşun da kuvvet i’dadına hem de fart-ı ruyor. Çünkü vatana zengini fukarası parasıyla her şeyiyle kurban!! Bu emr-i ehem icra olunmuyor buna karşı göz yumuluyor dudak bükülüyorsa kabahat kimde? Ortada bir kanun var fakat kimse ehemmiyet vermiyor. Dur! Acele etme! Dahası var: Şu ma’den şimendüfer ve sair bütün levazım-ı hayatiyyemizin ecnebilere verilmesi de esliha ve sefain-i harbiyyenin a’dadan alınması da haramender-haram! Bunların hepsi kuvvettir. Emr-i celil-i i’daddaki “kuvvet” nazm-ı münifinin müsemmeyatı miyanındadır. Allah Allah! Bunlar Ebucehil hilkatinde mi yoksa Yezid fıtratında mı? pa daru’s-sınaaları kapılarını üzerimize kaparsalar çırılçıplak kalırız. Askerimize çakmaklı tüfekleri! Kaval! Balyemez topları tevziine mecbur olur o dakīkadan i’tibaren teslim-i silah…! Dünkü vahşi Japonya bugün medeni! O kadar medeni ki aksa-yı Şark’ın İngilizi! Kırk senede adam oldu. Bütün maharetiyle te’min ediyor. Fakat milletine ahlak ve adab-ı milliyyesine perestiş ediyor. Biz bu kadar parlak bir numune önünde kimimiz habide-i cehl! Kimimiz masru’-ı taassub! Kimimiz de… meflucı bi-dini! Sorarım: O Fransız mürebbi ve mürebbiyeleriyle seviye-i olmuş addettiğiniz Osmanlı Frenk madameleri bir dakīka zevk ü sefahet-perestanelerinden ayrılıp da milletin derdiyle vatanın alamıyla bir damla gözyaşı döktüler donanma namına ilm ü irfanlarıyla !! mütenasib bir hamiyet-i milliyye bir gayret-i mufrita-i vataniyye gösterdiler mi? O Osmanlı ! misleri o Türk ! kontesleri her hafta bir moda şekline girerler ve bu uğurda avuç avuç altınları Beyoğlu’nda Bir lavanta şişesini üç! Bir tarağı dört beş mecidiyeye alırlar. Her gün hususi balolarda!! Her gün umumi tiyatrolarda! Talebe namıyla Avrupa’ya gönderilmelerini de istemeye başladılar. Adab ve ahlak-ı milliyye nazarlarında bir vahimeden bir taassubdan ibaretmiş! Oh.…ne a’la! Sonra Avrupa’ya i’zamları cevazına dair ulemadan fetva da istiyorlar. Onu Vatikan’dan alsınlar! Orası la-yuhtidir !! alkışlarla verir! Ulema-yı İslam’da fetva namına öyle cinayet yok! Şeriat-i münezzeh ve mütealidir. Bugün Trablus’a koşanlar senin o sefil diye vasfettiğin ve sayelerinde nan u ni’metleriyle yaşamakta olduğun müslümancıklardır. Sizin zümre-i bi-din ü bi-iman Tokatlıyan Gazinosu’nda danesi yarım liraya şampanya bira şişeleri patlatırlar kumarhanelerde ceplerini boşaltırlar. Bunların saye-i sefahet ve rezaletinde Beyoğlu’ndan Yunan iane-i bahriyyesine bir altın oluktur akar! Bu levha-i sefahet ü fahşayı gören zavallı bi-haber müslümanlar “… darılıp oruç yemek!” kabilinden i’dad-ı kuvvet emr-i İlahisini unuturlar. Unuturlar da koca bir Trablusgarb’ı İtalya medeniyet-i hınziriyyesine çiğnettirirler! Ne o doktor yine darıldın mı? Kadınları çocukları kıskıvrak bağlayıp koyun gibi boğazlamak anasının kucağındaki şir-harı anasıyla süngülemek sokakta dilenen alilleri eğlence makamında zehirlemek hasılı ezmine-i kable’t-tarihiyye vahşilerinin bile yüzlerini kızartacak vahşetler iftiraslar icad etmek; Hartum’da kadınları saçlarından asıp işkenceler içinde öldürmek Cezayir’de Arab evlerine cebren girip kızlarını oğullarını gasbetmek zavallı kızları pamal-i şehvet ederek yıktıktan sonra umumhanelere çerağ eylemek! Bedbaht yavrucukları Hıristiyan terbiyesi üzerine büyütüp bir Katolik Arab yapmak! Bunlar medeniyet-i insaniyye oluyor öyle mi? Sonra bana karşı “la-yecuz-nüvis o kırılası kalemler medeniyet-i hazırayı zerre kadar haya etmeden “Medeniyet-i hayvaniyye” adlandıran o kırılası eller hazırladıkları ...” hakaretini fırlatmak ha! Bu medeniyet-i hazıra [medeniyet-i] ahlakıyye medeniyet-i insaniyye oluyor öyle mi? Siz bunu takdis ediyorsunuz zahir? Fakat sizin hayanız kadınlarınızı – ellerinizden gelse!– anadan doğma çıplak sokağa çıkaracak derecede ali! Köpekleri tanziren Paris sokaklarını Berlin’de hayvanat bahçesini teşbihen ...??? Utanmazsınız –ki utanmazsınız!– diye sizi utandırmaya çalışayım! Demek bu Avrupa medeniyet-i ruhiyyesini ! medeniyet-i hayvaniyye dediğim için nazarınızda hayasız oluyorum! Ya siz ey Frenk madamelerinizi kontesler meşreblerinizi kolları omuzlarına kadar çıplak. Bütün gerdenleri açık rezil menfur müstekreh bir tarz-ı mel’un tesettürle gezdirdiğinizden bütün halkın enzar-ı şehvetini üzerlerinde gördüğünüz halde –çünkü …yediğiniz için;– zerre kadar kıskanmak hiss-i merdane ve namusperveranesini duymadığınızdan dolayı hayalı oluyorsunuz o haya ne güzel alnınıza yakışıyor! Hani ya mecmua-i …let-penahın ’ıncı numarasında “Müslümanlar her işlerini bitirdiler de yalnız tesettür-i nisvan mes’elesine mi kaldılar?” diyor ve guya bunun mevzu’-i bahs olmasına tarafdar görünmek istemiyordun? Ya neden muttasıl hukuk-ı nisvana dair .v.ve-nameler neşredip duruyor la-yenkatı’ muhadderatımızın tesettürüne karşı dişlerini sırıtıyorsun? Senin yapacak hiç başka bir işin yok mu? Yok mu ki o kırılası kaleminle her hafta hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye arasına zehirler döküyorsun? Demek muhadderat-ı İslamiyye senin …keyfin için mutlaka tesettürü atsınlar? Sen ve senin emsalin bi.. ve bi…lar seyredesiniz değil mi??? Nisvanımızın hukūk ve mevki’-i ictimailerinin yüksekliğini o zaman tasdik edersiniz öyle mi? Biliyor musunuz bu sizin .v.ve-i laneniz dahili harici alem-i İslamı ne kadar tasdi’ eder? Ne kadar gönül bulantısı veriyor? Zannediyorlar ki İstanbul o muhterem muhit o payitaht-ı cihan-ı İslam o aram-gah-ı livaü’l-hamd-i Hilafet böyle mevcudiyet-i frenganeden ibaret! Böyle sanıyorlar da Osmanlılığa Türklere besledikleri o sevda-yı uhuvvetlerinde soğukluk hissediyorlar! Sizin gibi birkaç …bacının birkaç … beğinin yüzünden koca Osmanlı milleti mutazarrır oluyor. Fakat siz bunu nereden bileceksiniz? Nasıl takdir edeceksiniz? Nasıl takdir edeceksiniz ki İtalya Katolik misyonerleri mualliminiz! Rahibeleri mürebbiyeniz! Siz sanki İstanbul’da fesad ve ihtilal çıkarmak için İtalya alçaklarına ruhunuzu vicdanınızı satmış bir düşman müfrezesi! Bir anarşist cem’iyeti! O sizin istihfafa yeltendiğiniz ahkam-ı Kur’an iyyesini almak için Avrupa ukalası kam-ı akdes-i şeriat-i Muhammediyye kapısından girerken şapkasını çıkarıp yerlere kadar indiriyor! Bunların o makam-ı muallayı takdis ü tekrimlerinden olsun Siz gerçekten insan sıfatında bir …sürü ervah… imişsiniz! Elinizden gelse muhadderatımızın –sokak ortasında– zorla çarşaflarını çıkartacaksınız! Ey Hilafet-i mukaddese-i Muhammediyye ile mütetevvic Kanun-ı Esasi-i Osmani! Seni tebcil ü takdis eden senin bekanı kendi hayatlarından muazzez bilen bütün cihan-ı insaniyyete karşı gösterdikleri mu’cize-i inkılabı senin şerefine yapan milyonlarca ehl-i dini bütün alem-i İslam’ı dilhun eden şu mürted parmakları kır! Şu mel’un kalemleri parçala! Ne kadar mukaddes İslamiyet’e Ravza-i Mutahhara ve Mu’attara-i Cenab-ı Resul-i Kibriya’ya aleyhissalatü vesselam ne kadar perestişkar olduğunu bu dinsizlere nikab-ı kahr u celalini kaldırmakla göster! Göster o kanlı dişleri! Neredeyse gizleme Çek pençeni kemin-i hafadan. Çıkar uzat! Yırt vech-i müstearını muğfil nikabı at; Üryan bırak hüviyyetini çeşm-i aleme! Üryan bırak hakīkat-i fıtrıyyeni görün: Pençende bir kırık kafa: Ağzın çekide -hun… Korkunç iniltilerle akūrane fırla dön; Olsun behimeler bile hevlinle ser-nigun! § Behimeden daha vahşi behimesin çünkü: Zaife karşı behayimde bir terahhum var Ki şir-harlara şirin taarruz etmediği Bunun nişane-i vahşet-güdazıdır… Gaddar! Düşünmedin mi ki biçare mümteli-agūş Düşünmedin mi ki birlikte kalkamaz kollar… Evet düşünmedin elbet düşünmedin canavar Evet düşünmeye kadir değil dimağ-ı vuhuş! şeklinde yazılmıştır. Damarlarında gezen kan değil de cuşa cuş Sümum-ı sayil-i akreb mi; ruh-ı senginin Sevad-ı müncemid-i leyle-i şita mı haşin; Rüsub-ı dudi mi yahud harikların hamuş Ki acze karşı biraz merhametle kaynamadı Ki acze karşı biraz müşfikane titremedi?? Ne oldu bilmem o kurşun kafanda patlamadı? Ne vardı çeşmine dolsaydı zulmet-i ebedi! Çıkar yüzündeki şekl-i beşer-hüviyyeti at Girifte-muy ü siyeh-ruy bir ridaya bürün; Çıkar da suretini ademiyyete fırlat Çıkar nezzareye sima-yı fıtratınla görün! Çıkar; behimiyyetin iftirasın aşkıyçin Çıkar da çehre-i mahiyyetinle üryan kal; Çıkar ki şekline şeklen müşabehet bana şeyn! Çıkarma ister isen… Dur çıkarma insan kal Bu intıba’-ı heyulamı ben değiştireyim Behime olma sana benzemekten ulvidir; Behimelik sana nisbet biraz semavidir; Sen olmayım da hep eşkal-i vahşete gireyim! Yetiş elindeki süngünle kurşununla yetiş Gışa-yı çehremi yırtıp izam-ı vechimi kır Seninle şarik olan vechi benliğimden ayır Seninle hem-süver olmak vuhuştan muhiş! Kudurmuş azgını cem’iyyet-i beşer çekemez… Tüfengi süngüyü at hem-nevi’lerinle kavış Cibalde kayalıklarda git sürü sürünüz Haris akūr ser-azad bir hayata karış!... § Vaki’ ki ey zamire-siriştende-i hayat: Te’sir-i kudretinle cemadat can bulur Zerrat içinde dalgalanır şu’le-i şuur Vaki’ ki her libasa girer cism-i kainat… Bir müfteris fakat beşeriyyet siyabına Girmek bu istihale-i hayret-vukū’ nedir? Gerçek bu istihale-i fikret-füruz bir Mu’ciz-nümun ilave mi dehr inkılabına? § Ey şefkatin şehidesi kanun-ı hilkatin Aciz-şümul zulmüne kurban olan kadın! Hurm oldu şefkatin sana cürm oldu şefkatin! Öldün de çünkü yavrunu sinende sakladın… Canilerin yatağı mıdır batn-ı maderi Cani-i müttehem mi doğan tıfl-ı şir-har Doğmak cürm müdür..? Bu ne eşna’ zulüm ne ar Yirminci asrın ey medeniyet denileri?! Sen öldürüldün ölmedin ah ey muhaddere! Semt-i semadan iste bu zulmün cezasını; Duymaz yerin kulağı zaifin sadasını! Bir heykel-i tezallüm-i ağuşte-hun gibi Yüksel derin semalara yırtıp sehabı; Geç meş’al-i kevakibi kaldır o na-tüvan Titrek kolunla beyni dağılmış gunude-can § Nevzad-ı hun-çekanını göster fezalara; Haykır huruş-i zulmünü arzın semalara; Seyyarelerde belki diğer zümre-i beşer Meskun olur da sayhana doğru şitab eder Haykır renin-i şirretini ademiyyetin.. Görsün bu kanlı faciayı sermediyyetin Gavr-ı zalam içinde yanar köhne gözleri; Her katre-i çekide kızartsın bir ahteri: Kan tutsun asümanın uyun-i mücevheri Kan tutsun izar-ı müzehheri; Sima-yı lem-yezelden okunsun beşer nedir? Seyyare-i kühen ne fecaatli sahnedir?!.. Teşrinisani Yüksel sen ey bu toprağın pak şanlı bekçisi; Yüksel bütün uzaklara göster cemalini; Yüksel de çık semalara; Şark’ın Hilal’ini Görsün o Garb! Yüksel dağıt ufukları tazlim eden sisi Yüksel kucakla al getir: Ümid şan zafer. Ancak bu ağlayan vatan onlarla fahr eder.. Yüksel feza-yı izzete yüksel ki: Alçalır Karşında Garb-ı haifin alçak emelleri… Yüksel didikle kır çürüt artık bu elleri… Sen yükselirsen ey Hilal düşmanların kalır. Hüsranlı bir geceyle… Fakat müslümanları Yüksekliğin sevindirir; kalmaz figanları… “Fahr-i Razi” bu büyük nam; bu deha-yı mümtaz Cevv-i fikrimde eder yad-ı bülendi pervaz: Bir vakūr çehreyi telvih ediyor kur u siyah Lihye. Çeşman ü sa’yindeki ma’na-yı nigah Ruh-ı ulvi ve semavisine olmakta güvah Bu büyük hilkate bir ses yaraşır kim: Gümrah… Bu büyük hilkat olur merkez-i işrak-ı deha Ki şuaat-ı zerrinile verir Şark’a ziya Yazıyorken o muhalled eseri ruh-i zeka Sur-ı kilkiyle maaniyi ederdi ihya Mevkib-i muhteşem-i fazlı mesabih-i ukūl Nice eşhas-ı mübeccel nice sima-yı fuhul Bunların hame-i tevkīrine guya mahmul Gibi evreng-i dehasında o sahib-mahsul Mihr-i irşadına guya ki furuğ-ı ruşen O lisanlar ki dehanında idi mevce-fiken O lisanlardı yine batıla berk-ı hırmen Ruh-ı faziliyle dirilmişti bu dünya-yı kühen Yenilendikce zamanlarda asır ettikce mürur Kalacak fevk-ı efazılda o nam dur-a-dur Bu suver-hane-i imkanda müşa’şa’ bir nur… Bu esnada garib bir hal vukū’ buldu ki kemal-i minnet ü meserretle zikredeceğim. Birgün divan-ı hükumette otururken bir postacı geldi. Kabil’de bulunan nişanlımdan mektup getirdi. Lakin mektubun bizzat bana teslim edilmesi ve cevabının yine kendi tarafımdan yazılıp mühürlendikten sonra gönderilmesi tenbih olunduğunu söyledi. Evvelce de söylenildiği üzere okumak yazmağı heveskarı olmadığım için vaktiyle okuduklarımı unutmuş ve adeta eşkal-i hurufu tanımayacak dereceye gelmiştim. Böyle tarafımdan okunacak ve cevabı yine tarafımdan yazılacak bir kağıdı alınca fevkalade me’yus oldum. “Ben atıp tutuyorum adam oldum iddiasında bulunuyorum. Halbuki okumak yazmak bilmiyorum. Demek ki hakīkaten insan değilim” diye nefsime levm ettim. O gece yatmazdan evvel birçok ağladım. Ervah-ı enbiya ve evliyayı şefi’ ittihaz eyleyerek İlahi! Kalbimi tenvir et. Bana okumayı yazmayı öğret. Beni halk arasında utandırma duasını ettim. Sabaha karşı uyumuşum. Rü’yamda; orta boylu güzel yüzlü uzun ve ince parmaklı nohudi sarıklı şal kemerli eli asalı bir zat gördüm. Kemal-i mülayemetle: – Abdurrahman! Kalk yaz dedi. Mütehayyirane uyandım. Kimseyi göremeyince tekrar uyudum. İkinci defa aynı şekil ve surette zuhur eden bu zat: – Ben sana yaz diyorum sen uyuyorsun. Demesi üzerine uyandım. Kimseyi göremeyince yine uyudum. Üçüncü defada o zat hiddetli bir tavır ile: –Bu sefer de yatıp uyuyacak olursan elimdeki asa ile göğsünü delerim tehdidinde bulununca yataktan fırladım. –Kağıd kalem getirin. Diye seslendim getirdiler. Kalemi elime alınca mektepte yazdığım kelimat adeta hayalimde tecessüm etmeye okuduklarım yavaş yavaş hatırıma gelmeye başladı. Güneş doğuncaya kadar meşgūl olarak yedi yüz satır kadar yazdım. Sonra onları gözden geçirdim. Bazı kelimatın mukatta bazılarının yanlış yazılmış olduğunu gördüm. Yazdıklarımı okuyabildiğimi anlayınca son derece sevindim. Yazılı kağıdları yırtıp yeniden yazdım. Divana gidip arz olunan kağıdları açtım. Okuyacağıma aklım kesince sevincim tezayüd etti. Kıraet-i ma’ruzat vazifesiyle mükellef olunan münşiye: – Muharreratı bugün ben okuyacağım. Siz yanlışlarımı tashih ediniz dedim. Münşi mütebessimane: – Efendimiz okuyamazsınız ki cevabını verdi. Ben zarflardan birini açtım: – Dinleyin de okuyabiliyor muyum okuyamıyor muyum anlayın diyerek kıraete şuru’ eyledim. Nihayetinde: – Cevabını şu tarzda yazın dedim. Münşinin hayret ve teaccübü arasında iki yüz kağıd okudum. Yüz danesine de cevap verdim. Birkaç gün sonra münşinin ianesine muhtac olmayacak dereceye geldim. Mektupları kendim okuyup kendim yazmaya ve Kur’an-ı Kerim ’i yeniden tilavet etmeye muvaffak oldum. Şu mevhibe-i İlahiyyeyi pederime yazıp bildirdim. İbtida buna inanmayacak oldu fakat: –Mahdumunuz aslı olmayan bir şeyi size nasıl yazabilir? Vadisinde idare-i kelam edilmesi üzerine beş bin “tenge” nakd ile kıymetdar hil’atler ve bizim için murassa’ kılıç müzeyyen eğer on top ipekli on top yünlü kumaş gönderdi. Cenab-ı Hakk’a takdim-i şükran pederime de terkīm-i teşekkür eyledim. § Bedahşan ve Katagan vilayetlerinin emr-i idaresi yoluna girdiği ve her tarafında asayiş ber-kemal olduğu halde “Kılab” tarafından bila-fasıla duçar-ı işkal oluyordum. Oranın emiri “Şah Han” bu defa da iki bin süvari göndermiş ve Katagan ahalisinin kışın Ceyhun kenarında otlatmak üzere götürdüğü on üç bin koyunu sürdürmüştü. Şu münasebetsizliği duyduğum gibi koyunları istirdad ve sahiblerine iade etmek üzere iki bin süvari i’zam eyledim. Bizimkiler gidinceye kadar Kılab süvarileri Nehr-i Ceyhun’u geçmişlerdi. Muakkıbler de nehrin sığ bir tarafından mürur ederek öbür sahilde yağmagerleri yakaladılar beş yüz neferini öldürdükten epeyce bir mikdarını da esir aldıktan sonra mütebakīsini kaçırdılar. Koyunlarla beraber orada durup Kılab’ı teshir etmek hususunda benden emir ve imdad beklediler. Lakin bu babda pederimden bir hüküm telakkī etmediğim lerine vermelerine dair haber yolladım. Bu vilayette bir adet vardı. Yağma edilen bir mal istirdad olunur da sahibine teslim edilirse onun sülüsü hükümran-ı vilayete verilirdi. Şu adete ittibaan süvarilerim koyunların altı binini benim namıma almak istedilerse de kabul etmedim. Onlara mukabil verilen sekiz bin altundan üç binini süvarilere dağıttım. Beş binini kendim aldım. Kılab emirine de bir mektup irsaliyle “Eğer bu yağmagerlik tekrar ederse vilayetini elinden alacağımı” iş’ar ettim. Mir-i müşarunileyh meydan vermeyeceğine dair cevap gönderdi. Ve bazı hedaya Bu meblağdan benim hisseme on bin altun düştü ki bununla üç bin re’s beygir ve bin re’s deve satın aldım. – Lügat-i Çağatay ve Türki-i Osmani: Eser-i Şeyh Süleyman Buhari– Bu vak’adan sonra vilayette tamamıyla emniyet ve asayiş hasıl oldu. Pederimden Katagan’a gelmek fikrinde olduğuna ve yola çıkmazdan bir ay evvel hareketini bildireceğine dair bir mektup geldi. İnşaallah bi’s-sıhha ve’s-selame teşrif buyurun diye cevap yazdım. Ceddim Emir Dost Muhammed Han Herat’a hamle ettiği esnada alilü’l-mizac olup evladından Serdar Şir Ali Han pederinin hakkında sarf-ı evkat ederdi. Serdar Muhammed A’zam Han Serdar Muhammed Emin Han Serdar Muhammed Eslem Han gibi mehadim-i sairesi ise onu biraderleri Şir Ali Han ile aralarında buğz u adavet bulunduğundan ona rağmen Herat hakimi yani babalarının düşmanı olan Sultan Ahmed Han ile ittifak etmişler ve şu hareketleriyle pederlerini hayli incitmişlerdi. Emir Dost Muhammed Han alem-i ahirete intikal eyleyince na’şı Hace Abdullah Ensari kuddise sırruhu hazretlerinin civar-ı mezarına defnolundu. Oğulları Afganistan saltanatına nail olamayacaklarını anlayınca Serdar Şir Ali Han’ı Afgan Emiri i’lan ederek müşarun-ileyhin ruhsatını almaksızın kendi vilayetlerine azimet eylediler. Emir-i cedid biraderlerinin kendini terkettiklerini görünce oğlu Muhammed Ya’kūb Han’ı Herat Hakimliği’ne ta’yin eyleyerek Kandehar’a gitti. Orada iken de biraderleri gelip görüşmediler. Hecde Nehr-i Belh Hakimi Serdar Muhammed Eslem Han ile Kerem ve Huset Hakimi Serdar Muhammed A’zam Han da bir fitne çıkarmak kasdıyla kalkıp Kabil’e gittiler. Cedd-i merhum Kabil’e gittiği sırada Emir Şir Ali Han’ın büyük oğlu Serdar Muhammed Ali Han’ı Kabil Hükumeti’ne nasbeylemişti. Bu zat “Çabuk Kabil’e geliniz yoksa karışıklık çıkacak” diye Kandehar’da bulunan pederine bir ariza gönderdi. Bunun üzerine Emir Şir Ali Han biraderlerine haber vermeksizin Kabil’e azimet etti ki maksadı evvela üvey biraderi Serdar Muhammed A’zam Han ile uğraşıp onu yola getirdikten sonra li-ebeveyn kardeşlerini tenbih ü teskin eylemekti. Gazneyn’e vusulünde amcam Serdar Muhammed A’zam Han’a bir Kur’an irsaliyle “Siz Emir Dost Muhammed Han’ın ekber-i evladısınız. Ben daima sizi büyük biraderim tanırım. Binaenaleyh Gazneyn’e teşrif edin bir defa olsun görüşelim” mealinde haber yolladı. Serdar Muhammed A’zam Han bu haberi alınca Gazneyn’e gelip biraderiyle görüştü. İki kardeş te’yid-i uhuvvet mahdumu Serdar Server Han’ı emirin yanına bıraktı. Kendisi mahall-i hükumetine avdet eyledi. Dilimiz kadını gitmiş evlere benzemiş. Süpürülmemiş silinmemiş pılısı pırtısı yerli yerine konulmamış.. Yiyeceklerimiz giyeceklerimiz kullanacaklarımız tozlar topraklar içinde kalmış… Dilimize birçok şeyler yolsuz gelmiş yersiz girmiş.. Birçok şeyler de yolundan ve yerinden çıkmış avare olmuş yave olmuş. Biz bunları güdemiyoruz kullanamıyoruz. Lügatler var ta’birler var.. Çarpık sakat yanlış doğrult düzelt! Kabil değil kabil olsa bile makbul değil.. Bazen sakatlığı görürüm fakat düzeltemem.. Çünkü sen müsaade etmezsin. Bazen sakatlığı da görmem sen göstersen de beğenemem. Sorarsan cevap veremem cevap versem beğenmezsin. Acib bir şeydir ki bunda çok kere sen de ben de ellerimizde ancak birer mikdar hak var ya ikimiz de haksızız. Şübhesiz hepimiz i’tiraf ederiz ki hakka boyun eğmek haklaşmak; haksızlığı ortadan kaldırıp uzlaşmak iyi bir şeydir. Fakat evvelen hakkı meydana çıkarmalı bunun için de şikayetleri da’vaları dinlemeli sormalı yoklamalı muhakeme etmeli hakkı na-hakkı ayırıp kesip atmalı. Bu ise yalnız senin benim yapabileceğimiz iş değildir. O sebeble bekliyoruz. Ne vakte kadar? Kıyamete kadar mı bekleyeceğiz? Hayır. Kıyamete kadar beklemeyeceğiz. Ben kuvvetle inanıyorum ki Allah nereden gönderecek ise erler gönderecek onlar derlenip toplanacaklar bu hak kırıntılarını derleyip toplayacaklar.. Pürüzler ayıklanacak batıl gidip hak kalacak.. Bu böyle olacak. Ama ki beklemek için artık benim sabrım yok ihtimal vaktim de yok. O sebeble telaş ediyorum dedikodu ediyorum. Çok kere hayıflanırım.. Şu üzüntülerden bir faide olsa bir iz kalsa diye düşünürüm.. Şu emekler şu imiklemekler denizlere boşu boşuna akan çaylar gibi heder olup gitmese derim. İşte böyle düşündüğüm zamanlar kendimde büyük cür’et bulurum.. Da’vaya kalkarım. Hakkımdır zannıyla birçok şeyler isterim. Hem de benim böyle zamanlarım az değil çoktur. Ben bu noktada o mazlum kimselere benzerim ki ömürleri kapılan haklarını geri almak için koşmakla arzuhal gezdirmekle yanmakla yakılmakla geçer. Ya yalnız ben mi bu haldeyim? Öyle olsa bir şey değil.. Pekçok kimseler bu halde.. Hemen hemen bütün millet. Dilimizi bağlayan sarmaşıklar içinde kıvranıyoruz. Vatanın bizden hizmetler beklediğini görüp dururken birşeyler yapamayarak çabalanıp gidiyoruz. Çokluk kıvranıyoruz ses çıkaramıyoruz. Bazen ise kıvranamıyoruz bile. Bakılsa bunlara kimse razı olmamalı.. Kimse razı değildir de. Yazık ki hakkı hak edecek bir yer yok. Mahkeme ne vakit açılacak? Tahkīkata ne vakit başlanacak? Hüküm ne vakit verilecek? Daha ne vakte kadar bekleyeceğiz? Bekleyecekler beklesinler.. Dedim ya benim sabrım vaktim kalmadı. yerde toplamış ve saklamış olmak için şu sahifelerde hurda sergisine benzer bir şey açıyorum.. Bütün bu mülahazaya aid hurdalarımı burada yayıp sereceğim. Hurda sergisinde teklif ve tekellüf sıra ve nizam aranmaz. Burada bir lügat noktasının yanında bir edebiyat maddesi.. Bir imla hurdasının yanında bin kavaid nüktesi bulunabilir. Bunlardan bazıları yirmi yıl evvel yazılmış köhnemiş.. Bazıları daha bu akşam söyleşilmiş dumanı üstünde turfanda.. Belki de bazıları zarif bazıları turfa.. Bazıları zarif bazıları zırva!.. Bilirim bizim memlekette bizim dilde bu türlü hurdalar üzerine çok gösterişler çok satışlar yapılmıştır. Korkarım bunlar da onların sonlar kalmışlarındandır. Ne yapalım haksızlıklar kaldırılıncaya kadar bu böyle gidecektir.. Ne çare ağrısı olan inler. Keşke böyle şeyler yazılmasa böyle yazılar okunmasa ben bunları okuyanlardan utanacağım.. Belki onlar da benden utanırlar da ödeşmiş oluruz. * * * “Dilimiz içinde.. Hurda şeyler” diyorum.. Eski gönlüme uysam bunu “Lisanımız içinde.. Hurde şeyler” şeklinde satmak mek varken “dilimiz” demek kabalık değilse sersemliktir. Öyle ya biz hala bile “çocuklar” yerinde “etfal” deriz söylerken “et” diye bilsek bile yazarken “lahm” yazarız bu bize huy olmuş.. Biz böyle alışıkız... Sonra da “hurda” kelimesinin mak cahillik değilse imla bilmemektir. Bu cahillik bu sersemlik eski zamanlarda; faraza bundan on beş yıl evvel yapılsa hurde-füruşlarının hıred-suz ve hıred-fersa birtakım ağır ve ezici ta’riz ve taarruzları altında tehzil diye ad koydukları yılan dişi maskaracılıkları ve maskaralıkları arasında hurd u haş olması şübhesiz idi. Bunların te’siri hala bile üstümüzde kaldığı için söylerken yazarken gönülde bir irkilme uyanıyor. Bu irkilmeyi bir silkinme ile itivermek kolay olmuyor. Bu kadar kaba sabalığa düşerek ifadeyi bu kadar bayağılaştırmak bütün bütün lügat bilmemekten süslü ifade yolunda beceriksiz olmaktan olmadığını ileri sürüp bir nefescik aldıktan sonra sözü “hurda” ve “hurde” üzerine çevirebiliriz. Evet “hurda” mı “hurde” mi? Yoksa “hurdavat” veya “hurda” mı? Peşin şu da bilinsin ki maksad ne kitaplarda yazılı “hurde” kelimesinin imlasıyla oynamak ne de bunun ağızlarda yüz türlü tasarruf bulan nazlı haliyle gönül eğlendirmektir. Cesaretim dilimizi hor görmek demek olan bir halete karşı direnmek bu tecavüze karşı koymak içindir. O sebebledir ki bu kelime üzerinde biraz çerezleniyorum. Türk ağzında “hurda” olan bu Farisi kelime hep Farisi halinde kalırsa bunda bir kibarlık bir yükseklik tevehhüm olunur. Buna inanmak hemen hemen umumi bir tabiat olmuştur. Mesela “kılıf” “kulübe” “para” “parasızlık” “zavallı” diye söylediğimiz şeyleri yazarken “gılaf” “külbe” “pare” “paresizlik” “zevallı” ve hatta “zevali” yapmaya özeniriz. Bu özenme bazen “pırasa”yı “pürhassa” yapmak derecesine kadar gider. Bugün velev ki bütün dünya “hava” “hasta” “sahta” “softa” “halva” desin bunları her yiğit mutlaka “heva” “haste” “sahte” “suhte” “helva” yazacaktır. Niçin böyle oluyor? Çünkü bunlar hep kibar ve asil şeylerdir bunların keyfine dokunmak olmaz. Ya Türkçe’nin keyfine dokunmak Türkçe’yi kırıp ezmek? O ..yalnız caiz değil belki lazımdır. Hülasa biz bu akla kulluk ederek deriz ki: “hurde” kibar ve asil bir ta’birdir. Çünkü geldiği yerden nasıl gelmiş ise öyle kalmış.. Bozulmamış bozmuş.. Türkçe’nin yasakına boyun eğmemiş Türkçe’yi kendi kanununa ser-füru ettirmiş. Demek ki bu ve bu gibi bize başka dillerden gelen lügatlar hep hep pasaportlu birer ecnebidir. Bizim memlekette ise; ecnebi olunca imtiyazlı ve asaletli olmak da onun içindedir. Bakarız bu lügat nereden gelmiş? Geldiği dilde nasıl kullanılır ve nasıl yazılır imiş? Hepsine uyarız hepsine başımızı ağzımızı uydururuz. Bazen bunların asıl sahiblerini bile geçeriz. “Salata” kelimesi Rumca’dır Rumca’da sad harfi olmadığından bunu sinle yazmalıdır diyen müellif bizde görülmemiş midir? “Hurde”yi böyle kibar şekliyle kullandığımız vakit kendimize de bir kibarlık payı çıkarmış oluruz. Sanki helva demesini de bilirim halva demesini de bilirim diyen herif gibi bir ağız şapırtısıyla şirin-kam olmuş damakımızı tatlandırmış geçiniriz. Artık gelsin kibar ta’birler.. Bundan sonra “dil” diyemeyiz “lisan” deriz “zeban” deriz “lisan-ı azbü’lbeyan” deriz. “Uzubet-i lisan”dan “şirini-i sühan”den söz açıp şapır şapır ederiz; “eşek” demeyiz “merkeb” deriz.. “Katır” demeyiz “ester” deriz.. “Köpek” demeyiz; “kelb” deriz. Böylece bütün açlıkları doyurmuş bütün eksiklikleri doldurmuş oluruz. Hey hey.. Bal bal demekle ağız tatlı olmaz.. Lakin kim anlar kim dinler! Bence “hurde” sureti kibar “hurde” ile bayağı “hurda” şekillerinin ortasıdır vavsız “hurde” isteyenleri büsbütün darıltmaktan korktuğum için kelimeye sade bir vav ilavesiyle “hurde” dedim kaldım.. Şimdilik “hurda” demek kabalıkta o kadar ileri gitmek olmaz ve uymaz. Ya “hurdevat” nedir? Bu bir zırvadır ki “hurdevat” şeklinde olsa da te’vile gelmez. Bu Farisi’den mi gelmiş yoksa Arabca’dan mı? Bu bir kelime mi yoksa iki kelime mi? Bir kelime için iki kapı çalmak sonra da onu iki kapının da tanıyamayacağı hale koymak doğrusu hünerdir. Hünerdir ama bundan dilimiz bir kar etmeyince neye yarar? Artık bizi “Trk” ve “Etrak” şeklinde tanımasınlar.. Biz – çomak gibi– vavlı “Türk”üz. Ama Arab ve Acem bizim adımızı böyle tanımışlar böyle yazmışlar.. Bu onların bileceği şeydir. Biz öyle yazmayız.. Bu da bizim bileceğimiz şeydir. Onlar bize “Etrak” ve “Türkan” demişler. Elbette bu onların haklarıdır. Elbette bizden edat alıp “Türkler” diyemezlerdi. Onlar bize başka ad takmamışlar; bizi adımızla çağırmışlar. Bu da bir hak gözetiştir. Bu hak gözetiş teşekkürlere layıktır. Biz bunları görmeyip de adımızı kamusdan ararsak.. Orada nasıl yazmışlar; diye vehme düşer[se]k.. İz’ansızlık bizimdir. Arab bu kelimeye kamusuna “Trk” suretinde yazsın.. Farz edilsin ki bunu bir madde olarak kendine mal etmiş de olsun.. Bu halde bile “Tereke yetrükü” yoluyla öz malımızı özgelere terketmek için özenmek abesdir. Halbuki Arab böyle de yapmamış.. Yapsa da bize bir şey terettüb etmezdi. Böyle iken; bizim münasebetsiz bir gayretle bu mübarek kelimeyi göz göre eksikli kusurlu yazmamız yollu değildir. Kavaidcilerden biri “nasıl” kelimesinin imlasını kesip hükmederken “nasıl” yazmalı diyor; “nasıl” yazmamalı.. Çünkü bunun aslı “ne” ile “asıl”dır. Hoppala!... Bunun imlası “nasıl” veya “nasıl” değil; “nasil”dir. Bu da aslı “ne asıl” olduğu için değil kelime “na-sil” suretinde iki heceli olduğu ve her hecenin bir saitle hakkı verilmek lazım geldiği içindir. Böylece “Türk” kelimesinin sahih ve fenni imlası vavla olmak gerektır.. Bu da Arab’ın kamusunda böyle yazılmış yazılmamış ve Acem’in kullanışında böyle gelmiş gelmemiş olduğu Bilgiçlerimizden biri de demiştir ki “Türk” kelimesi “Lisan-ı Türki” ve “Kamus-ı Türki” ve “Akvam-ı Türkiyye” gibi terkibler içinde vavsız ve serbest ve Türkçe kaldığı zaman vavlı yazılmalıdır... İhtimal ey kari’! Sen de böyle düşünüyorsun.. Çünkü “Lisan-ı Türki” ve “Kamus-ı Türki” ve “Akvam-ı Türkiyye” gibi şeyler Farisi tarzında terkiblerdir Türkçe terkibler değildir. Binaenaleyh “Türk” kelimesi Türk’ün töresine göre yazılamaz.. Evet bu anlayışla müftilik sende kaldıkca vereceğin fetva budur. O halde ben de sana sorarım.. Bu gibi terkibler Türkçe değilse bunları Türkçe mesela “ihtimal değil” diyecek yerde “la-yahtemil” desem “kabul etmem” yerinde “la-akbelü” desem dinler misin! Ha gerçek sence o terkibler başkadır öteki sözler yine başkadır. Bu sebeble bu noktada ben de susarım. Zaten ben kitap ismi olduğu zaman bile “Kamus-ı Türki” gibi terkib yapmaya pek özenmem “Türk Dili” der giderim. Bize “Etrak-ı bi-idrak” diyenlere gelince onlara sorar.. Siz hangi “ba-idrak”lersiniz? Afvediniz; ama başkaları tevkīr edeceğiz diye bizi tahkīr etmek hakkınız değildir. Artık insaf ediniz Türk’ün Türkçe’nin hakkını veriniz. Yoksa hak yerde kalmaz. Her şeyden geçtik.. Türk’e kendi adını doğru yazmaya olsun müsaade etmemek günahdır. Bizim adımız söylerken de “Türk”dür yazarken de. Şu dakīkada harita-i İslam piş-i nazra-i im’ana alınıp da şark garb şimal cenub nikat-ı erbaasına atf-ı lihaza-i dikkat olunsa ca-be-ca mülk-i İslam müdhiş volkanlar hüzn-engiz fecialar ihtilaller içinde olduğu görülür mülk-i İslamın herhangi nikatına bakılsa orada elem sefalet zillet idbar asarından başka bir şey nümayan olmaz. Daima daima bir ateş-i ihtilal canhıraş bir izmihlal ebedi bir felaket alaimi taban olduğu dide-i hüzne çarpar kulub-i muvahhidini dağdar eyler. Sergüzeşt-i insaniyyet olan tarihin o kenz-i hakīkatin şehadetiyle müsbet hakayıktandır ki her birerleri bir meşher-i medine-i medeniyyet birer bazar-ı ilm [ü] ma’rifet olan büldan-ı leri bugün birer harabe-zardır. Birer şiven-gahdır. İşte; bu cihettendir ki dilhunuz ye’simiz derdimiz feryadımız hep bu cihettendir. Hırs-ı cah u menfaat yüzünden hak-i pak-i İslam ağyarın baziçe-i tamaı olmakta menhus bir taliin sevk-i şuumuyla kas kas kavrulup gitmektedir. İşte o menhus tali’ bizim cehlimizdir. Hep bu cehalet yüzündendir ki her birerleri şevket [ü] ikbal ile göklere reşk-endaz-ı meserret olan o timsal-i medeniyyet İslam memleketleri bugün serapa cehl ile hırs-ı mektedir. Cehalet insanı insanlığından çıkaran beşerde din ü bir şaibe bir lekedir. Bu leke cephemizde yer tutmuş adeta mukadderatımıza hakim kesilmiştir. Evet bugün mülk-i İslam cehalet içinde puyandır. Bu acı acı olduğu kadar dilhıraş bir hakīkattir ki inkara asla gelmez. Yine tekrar ediyoruz ki hep saika-i cehalet ve nifakladır ki bu mülk bir Kerbela’ya bir matemgaha dönüyor. Biz ehl-i İslam gözlerimizi bürüyen dud-ı cehaleti dağıtmaz ve bir azm-i cahidane bir sa’y-i takat-ber-endazane hasılı bir mü’mine layık olacak surette saburane fakat şekurane bir hal ile istikbale doğru alel-husus aşıkı bulunduğumuz hayata hayat-ı İslama doğru bir metanet ü sebatla yürümez isek mevcudiyetimizi varta-i inkıraza sürüklemiş oluruz. Bu hususda misbahımız din ü iman şahra[hı]mız selamet-i vatan olmalıdır. Çünkü: hakīkati her an çeşm-i ibrete vurmaktadır. din olmayan yerde vatan hissi beslenmez. Zira gıda-yı vatan dindir din-i mübin-i İslam’dır. Her nerede müraat edilmemiş ise orada asar-ı izmihlal başgöstermiş o yer nabud olmuştur. Kaşane-i dilde perverişyab olan muhabbetlerin birincisi hatta en revnaklısı en şiddetlisi dine karşı beslenen muhabbettir. Bu muhabbet pek alidir. Kalbin ta a’makında bulunur. Oradan te’siratını arzeyler de dine olan ufak bir taarruza karşı beşere hayatını saadetini kurban ettirir efkar-ı millet üzerinde böyle bir te’sir icra eder. Selahaddin Eyyubi gibi bir şir-i gazanferin birkaç bin dilaverle milyonlarca ehl-i salibi hak-i helake serişi hep bu muhabbetin bu hiss-i alinin semeresiyle olmuştur. Hicretin ilk senesi harita-i İslam bir noktadan kevkeb-i lerine şarkan Bahr-i Faris’e garben Şab Denizi’ne kadar tevessü’ etmişti. Bu muhitin ufkunda şa’şa’-paş-ı şetaret olan rayat-ı İslam Hulefa-i Raşidin devrinde Şam ve Irak kıt’alarında temevvüc ediyordu harita-i İslam Emeviler zaman-ı saltanatında Bahr-i Hazar sahillerinden Babü’l-mendeb’e Hindistan hududundan memalik-i Mağrib’e Vadi-i Nil’e kadar yerleri ve bütün Endülüs’ü Gol Kıt’ası’ndan Puatyasör[?] Borto şehirlerini ihtiva eyliyordu. Devr-i Abbasi’de ise bu haritanın vüs’ati şimdiki Avrupa’nın şa’şa’ safhası budur. O zaman bu haritanın ucu Türkistan’ın kısm-ı ulyasına Hindistan’ın Sind ve Pençap ovalarına; Bahr-i Muhit-i Hindi sahillerine dayanıyor diğer ucu Afrika’nın Sahra-yı Kebir’ini Bahr-i Muhit-i Atlasi’nin ma’i dalgalarını Pirene Dağları’nın öte eteklerini aşıyordu. Evet aşıyordu. Fakat bugün İslam memleketleri bela-yı cehl ile hırs-ı çar harita-i İslam’dan birer birer koparılarak ecanibin düşman-ı dinin yed-i bi-amanına giriyor. İşte bir vakitler selatin-ı Hersekler Karadağlar Sırbistanlar Eflaklar Boğdanlar Dobrucalar Bulgaristanlar Kırımlar Kafkasyalar… Daha … Daha.. Kıbrıslar Tunuslar Cezayirler Faslar Rumeli-i Şarkīler.. Giridler Mısırlar.. Adenler.. Ahali-i İslamiyyesi duçar-ı felaket oldu. Öyle iken biz ehl-i İslam intibah etmiyor onların o dindaşlarımızın hal-i pür-melallerini görüyor işidiyoruz da biraz olsun mütenebbih olmuyoruz. Bilmem bu kadar felaketler elvermeyecek mi? Ehl-i İslam çektiği bu kadar felaketler elvermiyormuş gibi bir de on dördüncü asırda Trablusgarb felaketini görmekle dil-hundur. Liva-yı Muhammedi’nin mevce-dar olduğu her yerde her belde-i İslam’da Allahu ekber sada-yı bülendi düncü asrın Avrupa tarih-i medeniyyetinde bir numune-i vahşet siyah bir nokta-i la’net bırakan İtalya vahşileri tarafından hunharane hunharane olduğu kadar vahşiyane bir surette Trablusgarb’daki nisvan-ı İslama saçları bitmemiş ma’sumlara ale’l-husus daha rahm-i maderde iken sille-i feleğe uğramış a’malara karşı icra edilen zulümleri işkenceleri gözönüne getirdikce derin bir hüzn ü eleme müstağrak olmamak kabil midir? Ah.. Felaket de teseyyübün cehaletin bir yadigarı bir yadigar-ı bed-girdarıdır. Trablus vak’ası dolayısıyla hissiyat-ı İslamiyye heyecanlar nın yıldırımları biraraya gelse bir telini yerinden inhiraf edemeyecek derecede rasin bir şiraze-i din ile merbut ehl-i kıble bugün Trablusgarb’da yapılan zulümlere karşı la-kayd değildir. Bunu bir harb-i hususi değil umum İslamlara karşı açılmış bir harb olduğu i’tikadındadırlar öyledir. Kim ne derse desin Trablusgarb bugün hukūk-ı düvelin ta’rifi üzere iki devlet arasında açılan bir muharebeye değil Arz-ı Filistin’i derya-yı huna boğan vukūat-ı salibiyyunun yirminci asırdaki bir numune-i vahşet-averine saha olmuştur. Ehl-i İslam’ı o saha-i Filistin’de muzaffer eyleyen tevfik-ı bu diyarda henüz hurşid-i hürriyyetin tuluundan mukaddem Makedonya’da gizli ellerle Avrupa paralarıyla yaptırılan cinayetlere artık yirminci asır-ı medeniyyetin tahammül edemeyeceğini i’lan eden Avrupa Ravel’de[?] zeval-i Osmaniyi lusgarb’ın hal-i perişanını görüyorlar da –Trablusgarb’daki birer timsal-i insaniyyet olan muhabirlerini ihbarat-ı hakīkiyyelerine rağmen– i’lan ettikleri hal-i bi-tarafilerini muhafazada ber-devamdırlar. Zihi medeniyet.. Zihi insaniyet!.. Varsın Avrupa bu acib hal-i bi-tarafilerinde devam ededursunlar. Alem-i İslam’da kopacak seyl-i huruşana karşı hiçbir Avrupa kuvveti ıktiham edemeyecek neticede yine en ziyade mutazarrır olacaklar Avrupa devletleri olacaktır. Artık alem-i İslam medeniyet kisvelerine bürünen barbarlardan usandı bıktı. Bu Trablusgarb felaketi ehl-i İslama bir ders-i intibah olursa bizimçün bu da bir muvaffakıyet olacaktır. Şimdilik muzafferiyeti temenni edelim. El birliğiyle çalışalım. Mevcudiyetimizi mevcudiyet-i İslamiyyemizi gösterelim de düşmen-i bed-namımızın mülevves ayaklarını ufkunda “Allahu ekber” sada-yı ruh-averi tanin-endaz olan Trablusgarb’ın bir tude-i hakine bile basdırmayalım. Bu şüheda makberinin ilelebed yed-i İslam’da kalmasına ahd ü peyman edelim. Zira Avrupa bu vak’a dolayısıyla efkar-ı umumiyye-i İslam’ı şiddetle ta’kīb ediyor efkar-ı İslam’ın saha-i kainatta derece-i kuvvet ü kudretini anlamak istiyor fırsat bu fırsattır.. Bugün bütün mütefekkirin-i İslamiyyenin nazım-ı efkarı; kıble-i mücahedatı endişe-i istikbal-i İslamdır. Buna şübhe yok. Bu kudsi ve necib endişe nüfus-ı mutmainne için alem-i beşir ki aynı zamanda vazife-i inzarı da deruhde etmiştir! Yine o muhterem mütefekkirler daman-ı istikbali müterakkī milletlerin paye-i refi’-i irfanına vusulde buluyorlar. Şübhesiz ki isabet de ediyorlar. Evet bizim için ümid-i necat vasi’ mikyasda en emin planlarla hatta kavanin-i tekamül caret ziraat sınaat kişverlerini bu cihad-ı mukaddes ile fethedeceğiz ve nihayet ehl-i İslam’ın namus ve hayatını mecd-i kadimini bu feth-i mübin ile iade edeceğiz. Bunlar hep doğru hep güzel. Fakat mebde’-i hareketimiz ne olacak çünkü bu saydıklarımız; hep birer “menzil-i maksud”dur gayedir. İşe asıldan mebde’-i evvelden başlamazsak lisan-ı şeriatin “Sünnetullah-takdirullah” ta’bir ettiği kavanin-i tabiiyye ile mütevazin bir üsve-i hasene ta’kīb edememiş oluruz. Bu mebde’-i evvel bu illet-i ula nedir? Terbiye. Fi’l-vaki’ hakīkati “ilim”den başka bir mebde’-i hareket tasavvurunu lüzumsuz gibi gösterir. Fakat ilim na-mahdud bir fezadır. Bu gayr-i mütenahiyet şad lazımdır ki işte “terbiye”den kasdımız da budur. Çünkü “cehl dalalden ehvendir.” Terbiye kelimesi bu mübarek kelime; senelerden belki de asırlardan beri bizde ne kadar ihmale layık görünmüş ne kadar tahkīr olunmuş ne derekelerde kahr u tedmir edilmiştir! Biçare terbiyemiz; pek felaketzededir. Denebilir ki bugün en mağdur tedavisine imdadına koşulmaya en şayan bir kelimemiz “terbiye”dir. Çünkü: Terbiye! Kurtulursa bu vatan bu “hayru’l-ümem”de kurtulmuş olacaktır. Çünkü: Terbiye namına bugünün kafalarında gezen fikirler ma’luldür marizdir hatta mahkum-ı memattır. Hayat-ı necat emelleriyle terbiye-i hazıramız arasında pek derin uçurumlar pek müdhiş adavetler vardır. Bugünkü terbiye ile yine bugünkü fikr-i terakkī ve saadet; kabil değil uyuşamaz müteazıd olamaz! * * * Temmuz inkılab-ı siyasisini müteakıb bu inkılabın ancak ictimai bir inkılab ile yaşayabileceği pek muhıkk olarak emdir. Nesl-i hazırın yed-i gaddare-i teseyyüb ü ihmal ile kafalarda yerleşen dal budak salan eski terbiye-i mu’tadeden kolay kolay yakayı sıyıramayacağını yana yakıla ister müktesebe ve mevrusesini tanımaz ve ensal-i müstakbeleyi kurtarmak için uhdesine terettüb eden vazifeyi ifa hususunda da yine o zalim terbiyenin yed-i amya-yı i’tisafına teslim-i inan-ı ihtiyar ederse artık bu sefer kendisi için mes’uliyetin her türlüsünden kurtulmaya hiçbir çare kalmaz! Üç senelik şuun içinde bu hususda ümid-bahş bir numune-i gayret bile göremiyoruz. Gördüğümüz şeyler; bu zavallı neslin olduğunu isbat ediyor. Ne yaptık terbiye-i umumiyye namına ne gibi bir teşebbüsde bulunduk terbiyeye dair kaç cild kitap te’lif değil tercüme edebildik mekteplerimizde terbiye namına zikre değer bir inkılab mı husule getirebildik? Halkımız yani hepimiz terbiyeden bilhassa terbiye-i iradeden o kadar mahrumuz ki bugün kulub-i ümmette namına bir abide-i minnet ve ihlas rekz ettirebilecek adam; ancak şu sevgili vatanın terbiye ve tehzibine vakf-ı mesai edecek olandır! Bizi kurtaracak terbiye bir terbiye-i İslamiyyedir. Mukteda-yı terbiyemiz Sadr-ı İslam olacaktır. Milel-i garbiyyenin terbiye namına meydana koyduğu muhalledat-ı saliha-i asardan çünkü böyle bir hareket pişvamız olan “Sadr-ı İslam terbiyesi” “dalle” sahibiyiz ki doymak gaiblerimizi bulabilmek için her kapıya baş vurmak en birinci vazifemizdir. Fakat bütün iktibasat-ı sonra ca-yı tatbik bulmalıdır. Sadr-ı İslam’dan bir nümune-i terbiye olmak üzere hatırımıza gelen şu vak’a üzerinde vakfa-gir-i tenebbüh olalım: Cenab-ı Ömer el-Faruk; bir sürü çocuğun oynadığı bir sokaktan geçerler. Çocukların içinde Abdullah bin Zübeyr de varmış. Cenab-ı Faruk’u görünce hep kaçışmışlar. Abdullah bin Zübeyr kaçmamış. Hazret-i Faruk: – Arkadaşlarınla küllen beraber sen de niçin kaçmıyorsun? buyurmuşlar. Abdullah bin Zübeyr: – Bir cürmüm yok ki senden korkayım da kaçayım; yol dar değil ki müruruna hail olmamak üzere çekilmeye lüzum göreyim. Cevab-ı müeddebanesini vermiş. sefle i’tiraf etmek lazımdır ki ehl-i İslam Sadr-ı İslam’dan uzaklaştıkca bu asil ve hür terbiyeyi de gaib ettiler. Bütün musibetlerimiz bu terbiye-i fazıladan mahrumiyetle beraber başladı. O halde ey sevgili dindaşlar ey zümre-i mütefekkirin; at lazım geliyor. Çünkü: O öyle bir mazidir ki bütün desatiri; vaz’ u teşri’ olunmuştur! Bakü’de münteşir Necat refikimizden aynen: Trablus gailesi Türkler için büyük bir imtihan kıymetdar bir tecrübedir. Alman imparatoru nice bundan evvel Baalbek’de Salahaddin’in kabri üzerinde icra-yı nutuk ederken özünü milyon müslümanın muhibb-i sadıkı dostu ve hamisi diye nazara verdikten sonra fenalık namına acaba o şey kaldı mı ki alem-i İslam’ın başına getirmesin? Potsdam bu defaki İtalya muharebesinde ta’kīb ettiği iki yüzlü politika madı mı? Bunu alem başa düştü bunu deliler mecnunlar bile anladı. Fakat çe-sud ki Türk zimamdaran-ı hükumeti bunu anlayıp başa düşemediler. Bilmiyoruz ki müslümanlar ne vakte kadar maymun rolünü Taklide bari ya bunlar kadar kabiliyetimiz olsa yine ne taklid ediyoruz ki artık onlar Avrupa’nın üzerinde ez-hercihet muzır hüküm ve menfaatten sakıt olmuş addediliyor eğer biz müslümanlar ya bunlar kadar akıllı bir mukallid olsa idik bugün Osmanlıların da düşmana karşı çıkarmaya on dane olsun balonları olmuş olurdu. Haftalık Mehtab ceridesinde “İctimaiyat” ser-levhası altında ve tesettür-i nisvan aleyhinde yazılan makale muhteviyatı Üsküb Meb’usu Said Efendi tarafından Alemdar Gazetesi ’yle neşredilen açık mektupla tenkīd ve reddedilmiş ve fi’l-hakīka birçok fevaid-i diniyye ve ictimaiyyeyi ihtiva eden tesettür-i nisvan lazıme-i İslamiyyesi nusus-ı katıa-i Kur’aniyye ve ehadis-i Nebeviyye ile mevzu’ u müesses mükemmilat-ı umurdan olup bu babda gayet sathi muhakemata müstenid olarak yazılan mütalaat-ı sehifenin hissiyat-ı tağni bulunmuş olmağla ceride-i mezkure hakkında lazım gelen muamelenin ifası hakkında makam-ı Meşihat’den Harbiye Nezareti’ne tezkire yazılmıştır. Hindistan’da Amritsar şehrinde intişar eden Vekil gazetesi hey’et-i tahririyyesi tarafından el-Liva ceride-i muhteremesine gönderilen mektuptan anlaşıldığına göre: Hindistan havalisinde bulunan birçok tavaif-i İslamiyyenin iştirakiyle bir cem’iyet tertib ve bir meclis-i umumi küşad edilmiş. Afrika’da fi sebilillah cihad uğrunda her türlü fedakarlıktan çekinmeyen ihvan-ı din için cem’-i ianata başlanılmıştır. Mısır’da münteşir el-Liva ceridesi İdarehanesi’ne: Cabir Siracüddin Efendi tarafından dört lira ile beraber atideki mektup irsal edilmiştir: “Posta ile size dört lira gönderiyorum. Bu meblağ bu sene üzerime farz olan zekatımdır. Daima te’yidat-ı Sübhaniyyeye mazhariyete dua-han olduğumuz Devlet-i Aliyye’mize iane-i harbiyye olmak üzere takdimini zekatım için en münasib bir masraf buldum. Sizden bu meblağın kabulünü ve erkan-ı hamse-i diniyyesini eda eden dindaşlarımızın zekatını cem’ ile bugünlerde fi sebilillah mücahede eden ihvan-ı dinimize tahsisi hususuna delalet edecek bir cem’iyet teşkilini rica ederim. Hak muininiz olsun.” TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Aralık Yedinci Cild - Aded: Hazret-i şarih eserinde diyor ki: dir. Ve Hak sübhanehu ve tealaya illetü’l-ilel ıtlak edip vücud-ı Hakkı akl-ı külle illet-i tamme kılıp akl-ı evvel Hak’dan müfarakat etmez ve Hak teala dahi akl-ı evvele ifazadan hali olmaz diye vücud-ı mutlakı mukayyed ve akl-ı evvele Fütuhat-ı Mekkiyye ’nin bab-ı sanisinde buyururlar ki Yani Hak sübhanehu ve teala mevcudün-bi-zatihi ve mutlaku’l-vücud olup mukayyedün-bi-gayrihi değildir. Ve bir şey ondan ma’lul ve ol dahi bir şeye illet olmaz. Belki ol zat-ı ehadiyyet ma’lulat ve künde vücud zaid ale’l-mahiyyettir derler. Ve Ebulhasen-i Eş’ari vücud eğer vacibde ve eğer mümkünde ayn-ı zattır deyip vücud-ı mutlakta her biri bir vecih beyan eder. Fe-lihaza erbab-ı fikr u nazar derler ki: Icad hod fer’-i vücuddur. Vücud sabık ayn-ı vücud lahik olsa şey kendi nefsi üzerine tekaddüm etmek lazım gelir. Ve gayri dahi olsa vücudatta teselsül veyahud bir vücuda müntehi olmak lazım gelir ki ayn-ı zat ola. Vahidin vücudunda ise teaddüd muhaldir. ve bir vecih dahi beyan edip derler ki bi’n-nazar ile’z-zat ma’raz-ı vücudda olan herşeyden vücud meslubdur. Zira mahiyet min haysü hiye gayr-i zat olup zatiyat ondan meslubdur. Şu halde Hak sübhanehu ve tealanın sübut-ı vücudu zattan naşidir demek olmaz. Zira icad fer-i vücud olduğuna akıl dahi hükmeder. Mahiyet min haysü hiye bila-şarti’lvücud mucid olur demek değildir. Zira mukaddemesi beyne’l-ukala mukarrer ve müsbettir. Vücud-ı vacib kendi zatıyla kaim olup hem vücud ve hem mevcuddur. Yani ma’na-yı vücud demek olur ve bil-cümle bu babda erbab-ı fikr u nazar ebhas-i kesire etmişlerdir. Kütüb-i kelamiyye tetebbu’ edenlerin ma’lum-ı şerifleridir ve erbab-ı keşf ü ayan ve ashab-ı zevk-i vicdan katında vücud-ı Hak ayn-ı zat-ı Hak’dır ve Hak’dan gayri mevcud-ı hakīkī yoktur ve eşya-yı saire şuunat-ı zatiyye olup vücud-ı mutlak müstağrak-ı cemi’-i mevcudattır. vücud Hak’dan gayri olmayıp Hak tebareke ve teala cümle cihattan münezzeh ve vahid-i hakīkīdir ve vahdaniyet-i Hak’da la-zihnen ve la-haricen ve la-aklen ve la-vehmen ve la-hakīkaten ve la-mecazen vechen mine’l-vücuh kesret olmayıp cümle şeyden ganiyy-i mutlaktır ve ta’rif ve ta’yin ve ıtlak ve takyid ve teşbih ve ta’tīl ve bil-cümle i’tibarattan her ne var ise cümlesinden münezzeh ve mukaddes olup vücud-ı gayrı mecazi ve ve’l-mümkinü ile’l-vacib bi-hasebi’l-i’tibari ve’l-izafet mevcudlar ve lakin bi-hasabi’l-hakīkat ma’dumlar olup mevcud-ı hakīkī-i ezeli ve bakī-i ebedi-i sermedi Hak tebareke ve tealanın vechidir ki ol vech onun zatı ve hakīkatidir ve cümlenin ibka ve i’damına hüküm Hakk’ındır ve ba’de ifnai zevatihim ve iskatı izafetihim cümle eşya Hakk’a raci’ olur. Kema kīle “et-tevhidü iskatu’l-izafat” ve kale teala tesmiye-i vücud-ı mutlak vücuddan kaydı selb içindir ki ve illa bi’n-nisbeti mertebe-i evvel ve gayb-ı hüviyyet derler ki hiçbir vechile müşarun-ileyh ve hiçbir vasıfla mevsuf ve izafet ile mensub ve mensubün-ileyh olmaz. Nitekim mukaddimede ve bazı mahalde bunun zikri sebk etmiştir. Kıdem ve hudus ve vahdet ve kesret ve bunun emsali evsaf ve i’tibarat meratib-i ahkam-ı tenezzülattan olup min haysü’l-ıtlakı ve’t-te’siri ve’lvahdet mertebe-i uluhiyyettedir. Ve illa öyle değildir ki mevcudatın vücudu hakīkatte vücud-ı Hak’dan gayri vücud-ı kaim bi-nefsihi ola. Zira kaim bi-nefsihi olan vücud-ı hakīkīdir. yiddin radıyallahü anh Zira ittihad ve hulul mevcudiyetten hasıl olur. Vücudda ise vücud vahidden gayri olmayıp eşya Hakk’ın vücuduyla mevcude ve kendi nefisleriyle ma’dumedir. Kendi nefsiyle ma’dum ve vücud-ı Hak’la mevcud olanda hulul ve ittihad tasavvur olunmaz. Mesnevi-i Şerif şerhinde naklolunan yukarıki satırlar vücud hakkında Ehl-i vahdetin fikirleri neden ibaret olduğunu vazıhan göstermektedir. Onlar saha-i hakīkatte vücud-ı vahidden başka bir şeyin sübutuna kail olmuyorlar! Hulul ve ittihad vukūunu iki vücudun taayyünüyle meşrut kıldıklarından vücud-ı vahidin sübutu takdirinde onun vukūuna imkan görmüyorlar. Görülüyor ki muhakkikīn-i Sufiyye: Beytinin mazmunu vechile eşyaya mahz-ı adem cenab-ı Hakk’a ayn-ı vücud diyorlar. Mütekellimin ile beynlerinde tehaddüs eden niza’-ı müdhişin mebdei de bu oluyor. Halbuki iyice dikkat edilecek olursa aralarındaki azim ihtilaf şiyor. Belki bazı kimseler bu cihetin imkanına kail olmazlar. Fakat her halde mes’ele iki fırkayı yekdiğerinden o kadar cüda edecek nakli şime-i insafa pek giran gelen ağır sözleri söyletecek kadar değildir. Evet: Hicaz hak-i paki –kable’l-İslam– tasviri değil hatta tasavvuru insanı tedhiş eden bir beyaban-ı vahşet bir muhit-ı sefalet idi. Kesif bir zalam-ı cehalet altında kalmış olan kabail-i Arab yekdiğerini paralamakta siba-ı müfterise sürülerini tanzir ediyorlardı. Gıdaları yılan çıyan ümm-i gıylan; hasılı: İnsan şeklinde küme küme hayvan! rer mefahir-i kahramani teşkil ediyor; üdeba ve şuaralarının en beliğ kasidelerine bu kanlı zeminler bu feci’ makteller birer muhteşem! mevzu’ oluyordu. Zavallı kadınlar birer insandan ziyade canlı birer ev mobilyası! Analığını kendine nikah edenler mi yahud mehrini almak suretiyle diğerine satanlar mı istersiniz? Meğer zavallı kadın evladlığının pençe-i vahşetine düşmeden kendi ailesi halkının agūşuna can atmak bahtiyarlığına nail olsun! Hele ah …. kız doğan bedbaht yavrucukların –guya ar u hicab ve fakr u zaruret namına!– diri diri mezara atılmaları ne faci’ ne hired-suz bir cinayet oluyordu. Bu zavallı bu ma’sume kuzucukların günahı ne idi? Ne idi ki rahm-i maderden şefir-i makbere sukut ediyor daha bir hava-yı hayat teneffüs etmeden daha bir ibtisam-ı melekane daha bir katre süt emmeden kara topraklara karışıyorlardı? Bir valide hamil kaldığı dakīkadan doğuracağı ana kadar geçirdiği halecanlı günler derd-efruz haftalar girye-ver aylar onun için bir devr-i matem idi! “Acaba kız mı …? Eyvah … ciğer-parem yüzünü görmeden babasının gayz-ı nefretine tehevvür-i vahşetine kurban olacak?” diye inlerdi! Bu ma’sumane cinayet-i takdirin faili olan analardan bazısı veladetin evca’ u alamı içindeki –o nazar-ı şefkat ve merhamete ateşin yaşlar döktürecek– hal-i mefluciyyetiyle yerinden sıçrar kocasının ayaklarına kapanır: Aziz başın için efendiciğim! Kıyma! Gömme!” diye yalvarır ayaklarını gözyaşlarıyla ıslatırdı. Guya o da bağışlardı. Fakat o inayeti ! cinayetini taz’if etmek ona daha hevl-engiz bir dehşet vermek maksadıyla ederdi. Zavallı kızın saçmaya başladığı o melekleri gaşy eden ilk ezhar-ı tebessümü pederine ! bir cadı bebeğinin gülüşü gibi hiddet ve nefretini yerlerde yuvarlanması bir yılan yavrusunun sürünmesi kadar istikrahını mucib olurdu. Nihayet kız on üç on dört yaşına kadar yaşayabilirdi. akrabası nezdine götürüp takdim edeceğinden bahisle sevgili ! kerimesini giyindirip süslenmesini validesine emreder. Bedbaht ananın yüreği hoplar; “ah ….! Mutlaka hıyanet! hıyanet!” sayhaları ta a’mak-ı ruhundan kopar. Yağmur gibi sirişk-i me’yusiyyet döken gözlerini evladına ruh-ı sanisine çevirir boynuna sarılır. Son el-veda’…! – Peki efendiciğim! Fakat rica ederim emanete hıyanet etme! – Öyle şey mi olur? Akrabama götürüp takdim edeceğim. Baba kız yola çıkarlar. Bir kuyu başına gelirler. Vahşinin rengi atar siması bir şekl-i hun-hari alır. Gözleriyle bir kuyuya bir de şikarına bakmaya bir şeyler mırıldanmaya başlar. Bedbaht kız lerzeler giryeler içinde “Aman babacığım? Kıyma bana! Valideciğimin son sözlerini unutma! Günahım nedir ki beni kuyuya atmak evladını kendi elinle mahvetmek bir aralık kalbinde bir şu’le-i şefkat füruzan olur fakat efsus… ki derhal söner. Canavarlığın –bütün ma’nasıyla– bir timsal-i zi-hayatı kesilir. Bir savlet-i akūrane ile atılır kızı tepesi aşağı kuyuya atar. Kızlığında kurbanı olan o şehide-i mazlume son nefes son söz son hayat olmak üzere “Eyvah... Baba validemin emanetine akıbet hıyanet ettin! Kız yaratıldığım için bana kıydın! Yazık sana yazık!” diye medfen-i ebedisine iner! şiyyeyi bile utandıran ağlatan hayatları! –Ebu’r-Reyhan Muhammed bin Ahmed elBiruni kemalat-şiarıdır hatta şuabat-ı fenden bazıları hakkındaki vukūf ve tetebbuu İbni Sina’nın bile fevkındedir. Nam-ı bülend-i irfan-penahı beyne’l-ulema “el-Üstad” ünvan-ı mübecceli ile iştihar eylemiştir. El-Biruni cidden bir harika-i zeka idi. Asya-yı ulya İbni Sina ve El-Biruni gibi fıtratın pek nadir yetiştirmiş olduğu dahilerle bi-hakkın iftihar edebilir. mağın veleh-bahş tecelliyatı Biruni’nin eserlerinde metin ve asil bir ifade ile pek rengin bir kisve iktisab eylemiştir. Ebu’r-Reyhan Harezm mülhakatından Birun nam kasabada mehd-ara-yı alem-i şuhud olmuştu. Mebadi-i tahsilini mevlidinde görmüş bilahare o vakitler iştihar eden eazımın derslerine mülazemet ederek üstadlarını bile hayrette bırakacak kadar mütefekkir bir dahiye-i kemal olarak yetişebilmiştir. Beşinci asr-ı hicride maarif-i İslamiyye’nin terakkī ve tealisi uğurunda bezl-i mesai eden erbab-ı fenden bir kısmı İbni Sina’nın muhit-i feyyaz-ı kemaline toplandıkları gibi bir kısmı da El-Biruni’nin halka-i irfanına müncezib olmuşlardır. Bir tarafda İbni Sina diğer tarafda ise El-Biruni iki kutb-ı mıknatısi gibi alem-i İslam’ın mütefekkir ve zinde dimağlarını saha-i irfanlarına cezb ediyorlardı. Mesai-i cihan-pesendanelerini tevhid etmek ve birbirlerinin efkar ve nazariyat-ı fenniyye ve felsefiyyelerinden haberdar olabilmek için bu iki dahinin daima yekdiğeriyle muhabere etmiş olduklarını görüyoruz. Muhaberat-ı mezkureden zamanın dest-i bi-insaf-ı tahribinden masun kalarak ahlafa kadar intikal edebilen bazı parçalar bu iki nadi[r]e-i fıtrat arasında pek samimi bir hürmet-i mütekabile bulunduğunu gösteriyor. Yekdiğerinin mütalaat ve nazariyat-ı ilmiyyelerini tenkīd hususunda gösterdikleri iktidar iltizam ettikleri nezahet-i ifade erbab-ı irfana numune-i imtisal olacak kadar ulvi ve asildir. El-Biruni al-i Sebükte[g]in maiyyetinde Hindistan’a vukū’ bulan seyahatinden pek çok istifadeler etmiştir. Hindistan’da uzun müddet imtidad eden ikameti esnasında mehd-i beşeriyyetin kadim an’anelerini pek derin bir surette tedkīk etmiş ve Sanskrit lisan ve edebiyatını bi-hakkın tahsile muvaffak olmuştu. Bu sayede Hind medeniyet-i kadimesinin en hurde noktalarına kadar nüfuz etmiş; felsefe-i işrakıyyenin künhünü ruhunu anlayabilmiştir. El-Biruni Hindistan’daki tedkīkat ve tetebbuat-ı ilmiyyesi hakkında ahlafa kat’i ve vazıh ma’lumat vermektedir. Hind felsefesini alem-i İslam’a tanıttıran El-Biruni olmuştur. Biruni bu babdaki kat’i vesikadar beyanatıyla Avrupa’da dahi pek ziyade iştihar eylemiştir. Hazret-i üstad felsefe-i Yunaniyyeyi dahi ciddi bir surette tetebbua muvaffak olmuştu netice-i tedkīkatına dair müellefat-ı mühimme neşr eylemiştir. El-Biruni hem mütebahhir bir hakim hem de hazık bir tabib idi. Hikmet-i tabiiyye felsefe-i ‘aliyye ulum-ı riyaziyye ulum-ı felekiyye fünun-ı coğrafiyye ve tarihiyyeye dair pek mühim eserler te’lifine muvaffak olmuştur. Ebu’r-Reyhan şarkın ser-amedan-ı coğrafiyyunundandır. Asya-yı ulya ve Hindistan’ın ahval-i coğrafiyyesine dair yazdığı kitaplar Avrupa coğrafya cem’iyetleri nazarında vesaik-ı mühimme gibi kabul edilmektedir. El-Biruni şarkın Lamark’ı sayılır. Lamark tarih-i tabii hakkındaki tetebbuat ve müellefatı ile bu fennin Avrupa’da kat’i ve hakīkī temellerini atmış olduğu gibi şarkta da bu vazife daha evvel Biruni tarafından ifa edilmiştir. Biruni’nin tarih-i tabiiye olan hidematı el-hak şayan-ı sitayiştir. Tarih-i Tabii-i Tıbbi si ile el-Acaibu’t-Tabiiyye ve’lGaraibü’s-Sınaiyye ünvanlı eserleri muhalledat-ı ilmiyyeden ma’duddur. Ebu’r-Reyhan fenn-i tıbdaki iştiharını Tarih-i Tabii-i Tıbbi ünvanlı eserine medyundur. Sultan Mahmud Gaznevi’nin hafidi Şihabüddin bin Mes’ud namına ithaf eylediği Kitabül-Ahcar ismindeki eser-i muazzamı suhur ve maadin hakkında kıymetdar tedkīkat-ı müsbete ile tevaggul etmiş olan e’azım-ı eslafın nam-ı irfanpenahilerini minnet ve ihtiramla yad ve bilhassa el-Kindi’ye karşı pek samimi tebcilat isar ediyor. El-Biruni ahcar ve maadini tarih-i tabii ticaret ve sınaat nokta-i nazarlarından tedkīk ve mütalaa eylemektedir. Maadin ve ahcarın havass-ı tıbbiyyelerine dair bu kitabda hayli tafsilata dest-res olunabilir. Ebhar-ı Hindiyye ’de mercanların suret-i saydını musavvir olan sahifelerde bugün erbabına pek çok istifadeler te’min edebilecek usuller mündericdir. Bilhassa madreyoridlerin suret-i teşekkülatından resiflerin envaından ve atollerden bahis olan kısımlar jeoloji fennince vesaik-ı mühimmeden ma’duddur. Denizlerden istihrac olunan mercanların işlenilmesi hakkındaki ehemmiyyet görülmektedir. Hind ve Asya-yı ulyanın öteden beri evani-i turabiyye dur. Zaten dest-i muhrib-i zamandan kurtularak bize kadar bu hakīkati isbat eylemektedir. Biruni Kitabü’l-Ahcar ’da porselen ve evani-i turabiyye i’malatı hakkında uzun uzadıya tafsilat vermiştir. Tafsilat-ı mezkurenin fen ve san’at nokta-i nazarından haiz olduğu kıymet ve ehemmiyeti tezkar etmek zaiddir zannederim. Biruni’nin ifadesinden ve bize kadar vasıl olabilen bazı asar-ı atika parçalarından o vakit alem-i İslam’da porselen len rağbetin de san’atın büsbütün ilerlemesini te’min edecek derecelerde bulunduğu anlaşılıyordu. Gazne’de on dinar yani bugünkü para ile takriben yüz elli frank kıymetinde vazolar i’mal edilmekte olduğu Biruni’nin cümle-i rivayetindendir. Nakdin o zamanlardaki kıymet ve nedreti der-hatır edilirse alem-i İslam’da san’ata karşı ne derecelerde bir hiss-i rağbet mevcud olduğu hakkında bir fikir edinilmek kabil olur. Demirin salabetini tenkīs etmek ve daha yumuşak bir hale getirebilmek için arsenikle bir mahlut yapılmasına dair Kitabü’l-Ahcar ’da şayan-ı tedkīk bir usul tavsiye edilmektedir. El-Biruni’nin yine bu kitabda i’malat-ı hadidiyye ve bilhassa Hind ve Şam esliha-i katıalarına dair serd ettiği mütalaat ve mukayesat haiz-i ehemmiyyettir. Ebu’r-Reyhan mücevheratın o vakitki kıymetlerini mübeyyin olarak Kitabü’l-Ahcar ’a iki kıt’a da cedvel derc eylemiştir. Mündericatına dair yazılan şu birkaç sözle Kitabü’l-Ahcar ’ın haiz olduğu kıymet ve ehemmiyetin ne kadar büyük olduğu takdir olunabilir. Ebu’r-Reyhan usturlabın tarz-ı i’malini ve ne suretle isti’mal edileceğini müşerrih olmak üzere Kitab fi’l-Usturlab ve Makale-i fi İsti’mali Usturlabi’lKüre[v]i ünvanları altında iki eser te’lif eylemiştir. Sultan Mahmud Gaznevi’nin mahdum ve halefi Sultan Mes’ud namına ithaf eylediği Kanunü’l-Mes’udi ve ezZicü’l-Mes’udi namındaki kitaplar hey’et-i felekiyyeye dair te’lif olunan asar arasında kıymet ve ehemmiyetlerini daima muhafaza etmişlerdir. Biruni’nin el-Asarü’l-Bakıye fi’l-Kuruni’l-Haliye ismindeki kitabı tarih ve ilm-i nücuma aid ma’lumat-ı mühimmeyi cami’dir. Hazret-i üstadın tercüme-i halini yazan müellifin tarih-i vefatında ihtilaf ediyorlar. Bu muhtelif beyanat arasında hicretin dört yüz otuzuncu senesinde irtihal eylediği hakkındaki rivayet sıhhate daha karib görünüyor. El-Biruni’nin asar-ı mühimmesinden bazıları ber-vech-i atidir: Kitabü’l-Ahcar Kitabü’l-Cemahir fi’l-Cevahir Kitabü’l-Azlal Kitabü’s-Saydele Kanunü’l-Mes’udi ez-Zicü’l-Mes’udi Kitabü’ş-Şümusi’ş-Şafiyeti li’n-Nüfus el-İrşadü fi Ahkami’n-Nücum el-Asarü’l-Bakıye mine’l-Kuruni’l-Haliye Kitab fi’l-Usturlab Makaletün fi İsti’mali Usturlabi’l-Küre[v]i Makalidü’l-Hey’e el-İstiab fi Tastihi’l-Küre et-Tenbih ala Sınaati’n-Nemeviyye Tecridü’ş-Şuaat ve’l-Envar Biruni’nin şuabat-ı fünun-ı muhtelifeden bahis olarak şu zikredilen eserlerden başka daha pek çok müellefatı bulunduğu terceme-i halini yazan zevat tarafından beyan ediliyor. el-Biruni’nin Gaznevilerin devre-i ikbalini şa’şaa-paş eden eazımdan biri olduğu muhakkaktır. Ufk-ı irfan ve tetebbuu hayret-bahş derecede vasi’ ve nevvar idi. Fünun-ı İslamiyye el-Biruni’ye medyun olduğu minnetdarlığı ebediyen muhafaza edecektir. * * * –Ebu Ali Ahmed bin Abdurrahman bin el-Mendevi el-Isfahani lakabından da anlaşılacağı vechile Birçok ümeranın hizmet-i tababetinde bulunmuş ve zamanındaki etıbba miyanında hazakat ve maharetiyle iştihar eylemiştir. Tarih-i viladet ve irtihaline dair ma’lumat-ı kat’iyyeye dest-res olunamıyor. Katib Çelebi merhum bile mu’tadı hilafına olarak irtihali tarihine dair hiçbir şey söylemiyor. Kitabü’l-Hükema ’da zikredilen bir rivayete nazaran Maristan-ı Adudi te’sis olunduğu vakit oraya ta’yin olunan etıbba miyanında İbni Mendeveyh de bulunuyormuş. Herhalde bu zatın İbni Sina ile muhaberatta bulunduğu maznundur. Teracim-i ahvale dair yazılmış olan müellefatta İbni Mendeveyh hakkında pek noksan ma’lumat verilmektedir. Yalnız İbni Ebi Usaybia bu zatın kırk kadar te’lifatı olduğunu müellifin zamanında iştihar etmiş olan ekabir ve ümera namına ithaf edildikleri anlaşılıyor. Meşrubatın te’siratına dair müteaddid risaleler yazmıştır. Emraz ve tabakat-ı ayniyye ve bilhassa felc-i kuzahiyye hakkındaki risalesi meşhurdur. Resail-i mezkureden bazılarında mi’de ve emraz-ı mi’deviyye hüzalet-i külbeviyye romatizma ve emraz-ı etfale dair kıymetdar bahisler mevcuddur. İbni Mendeveyh felasife-i Yunaniyyenin ruh ve nefis hakkındaki beyanatı[n]ı ayrıca bir risalede cem’ etmiş ve bu babda mütalaat-ı mühimme serd eylemiştir. Resail-i mezkureden maada asar-ı meşhuresi ber-vech-i atidir: el-Mugīs Kitab fi’ş-Şarab el-Kanunu’s-Sağīr Kenaş el-Medhal ile’t-Tıb el-Cami’u’l-Muhtasar min İlmi’t-Tıb Kitabü’l-Et’ime ve’l-Eşribe Nihayetü’l-İhtisar * * * –Ebu’l-Hasan bin Tahir İbrahim bin Muhammed bin Tahir es-Sincari. Nazariyat ve tatbikat-ı tıbbiyyede haiz-i iştihar bir hekimdir. Hangi asırda ber-hayat olduğuna dair teracim-i ahval kitaplarında kat’i bir ma’lumata tesadüf olunamıyor. El-Izah li Bünyeti’s-Salah ünvanı altında te’lif etmiş olduğu kıymetdar bir kitabda fenn-i tedavinin gavamızına nüfuz edecek bir iktidar ve meziyet göstermiştir. Sincari bu eserini Kadi Ebu’l-Fazl bin Hemevi namına ithaf eylemiştir. Sincari’nin ilm-i vezaif-i a’zaya dair tetebbuat-ı amikada bulunmuş olduğu asarından istidlal olunmaktadır. Fusul-i Bukratiyye namındaki kitab-ı meşhurunun bir nüshası Fransa Kütüphane-i Millisi’nde kütüb-i Arabiyyeye mahsus suplemanın ’inci numarasında mukayyed ve mahfuzdur. * * * –Şerefüddin Ebu Abdullah Muhammed bin Yusuf el-Ilakī beşinci asr-ı hicride Asya-yı ulyada tulu’ eden nücum-ı nevvare-i irfandandır. olmuştur. Tarih-i fünun bu zatı mütefekkir bir hakim hazık bir tabib müdakkık bir mütefennin olmak üzere kaydediyor. ma’duddur. Üstadının ulvi fikirlerini derin vukūfla teşrih eylemiştir. Ilakī İbni Sina Kanunu’nu ihtisar ederek Muhtasaru’l-Kanun namıyla bir eser te’lifine muvaffak olmuş ve bu kitabıyla üstad-ı zi-iştiharının bi-hakkın bir hayru’l-halefi olduğunu gösterebilmiştir. Muhtasaru’l-Kanun ’un bir nüsha-i Arabiyyesi Paris Kütüphane-i Millisi’nde mevcud olup suplemanın ’uncu numarasında mukayyeddir. Es-Simnani Muhtasaru’l-Kanun’ a kıymetdar bir şerh yazmıştır. Şerh-i mezkur dahi Paris Kütüphane-i Millisi’nde mevcud ve mahfuzdur. ünvanlı bir eseri daha vardır. * * * – Dördüncü ve beşinci asırda yaşamış Asya-yı ulyanın bülend bir nasıye-i şa’şaadarıdır. Tarih-i felsefede parlak bir mevkii olduğu gibi tarih-i tıbda dahi ma’ruf bir sima-yı ma’ali-nisardır. Nazariyat ve tatbikat-ı tıbbiyyede meleke ve rüsuhuyla kesb-i iştihar eylemişti. Emir Adudüddevle’nin mahrem-i esrarı ve hazinedarı olduğu mervidir. Hükema-yı kadimenin asar ve mesleklerini derin bir surette tedkīk etmiş netice-i tetebbuatını sade bir üslub ile izaha muvaffak olmuştur. Miladın ’uncu senesine kadar yaşamış bütün müddet-i hayatını tetebbuat-ı ilmiyyeye hasreylemiştir. Tahare ünvanlı eserinde mesail-i ahlakıyye ve ruhiyye hakkında tetebbuat ve mütalaat-ı amikada bulunmuştur. Eser-i mezkur Nasirüddin-i Tusi gibi eazım-ı erbab-ı ulum taraflarından mazhar-ı takdir olmuş ve şayan-ı tedkīk ve mütalaa asar-ı muhallede miyanına idhal edilmiştir. Asar-ı tıbbiyyesi arasında müfredat-ı tıb meşrubat ve istihzar-ı ağdiye hakkındaki kitapları şöhret kazanmışlardır. Müşarunileyh bu eserleri ile büyük bir hıfzu’s-sıhha mütehassısı olduğunu göstermiştir. Felsefe ve tarihe aid müellefat-ı mühimmesinden: Uhuvvetü’l-Münzevi Tecribetü’l-Akvam Kitabü’s-Selame ve Adabü’l-Fars ve’l-Arab ünvanlı eserleri nam-ı faziletini ebe diyen ve’l-Arab ismindeki kitabtan bir nüsha Oxford ve bir nüsha da Leiden[!] kütüphanelerinde mahfuzdur. Uhuvvetü’lMünzevi ’de kısa kısa cümel-i hikemiyye sanayi’-i bediiyye – Beşinci asr-ı hicri mütefekkirin-i İslamiyyesinden olan bu zat Isfahan’da kadem-zen-i alem-i şühud olmuştur. Tarih-i vefatı miladın ’inci senesine tesadüf eder. Ahlafa yadigar bırakmış olduğu müellefat miyanında Tıbbü’n-Nebi ve Delailü’n-Nübüvve namındaki kıymetdar kitaplardan biri tedavi-i merza hakkında şeref-sanih olan ehadis-i kavliyye ve fi’liyyeden bahis diğeri de ilm-i kelam ve hikmet-i aliyyenin dekayık u gavamızını cami’dir. Ebu Nuaym’ın fenn-i tarihe de hidemat-ı mühimmesi sebk etmiştir. Tarih-i Isfahan ve Kitabü’t-Tabakat ünvanlı eserleri hidemat-ı mezkur enin kıymetdar mahsulleridir. * * * – Nişabur’da perveriş-yab-ı kemal olan İbni Ebi Sadık kuvve-i nutkıyyesiyle mümtaz bir hatib-i beliğ mütefekkir bir hakim-i münekkıd hazakatıyla ma’ruf bir tabib-i lebib nuyor. Meşhur Galiyen Calinus’un asar-ı tıbbiyyesini şerh ve tenkīd yolunda müteaddid eserler yazmıştır. Galiyen’in vezaif-i a’za hakkındaki bir kitabına yazmış olduğu şerh tarih-i tıbda pek büyük bir kıymeti haizdir. Müşarun-ileyh şerh-i mezkuru hicretin ’uncu senesinde ikmal eylemiştir. Bari[?] Kütüphane-i millisinde Şerhu Fusuli’l-Bukratiyye ve Şerhu Mesaili’l-Haniniyye namında iki eseri mevcud ve mahfuzdur. Me’murin-i evkafdan fazıl-ı muhterem Ahmed Efendi tarafından Kahire’de Me’murin-i Hükumet kulübünde emraz-ı miş ve el-Alem ceride-i muhteremesinde neşrolunmuştur. Ehemmiyetine mebni ber-vech-i ati iktibası münasib görülmüştür. Fazıl-ı müşarun-ileyh irad-ı mukaddimeden sonra buyuruyor ki: “Efendiler; Gittikce tevessü’ ve kesb-i ehemmiyet etmekte bulunan emraz-ı ictimaiyyemiz pek çoktur. O kadar ki bizim kadar emraz-ı ictimaiyye ile musab ve aynı zamanda menafi-i hakīkiyyesini taharriden gafil bir ümmet tanımıyorum diyebilirim. Kendi başına bütün mesaib-i ictimaiyyemizi tedavi hususunu deruhde etmeye cesaret edecek bir hakim-i ictimai bulunabileceğini de kestiremem. Evet efendiler bugün milletimizin hali böyledir benim beyanatım da bir enin-i müteellimaneden başka birşey değildir. Fakat hal böyle olmakla beraber bize layık mıdır ki caiz midir ki bütün bu alam-ı müstevliye-i ictimaiyyemize karşı samit ve sakin kalalım cism-i milletin tehallül ve inkırazına hatta teslim-i ruh etmesine sade bir temaşager sıfatıyla bakalım biz bu cismin a’zasından değil miyiz onda hüküm-ferma olan avamil-i kahr ü tedmire karşı mukabele ve müdafaa bizden matlub değil mi? Hayır kat’iyyen böyle değil. Kat’iyyen me’yus olmamalı daima şu hakīkat-i aliyye ile nağme-sera olmalıyız: “Ye’s ile yaşamanın ma’nası olmadığı gibi hayatta ye’sin de ma’nası yoktur.” Ye’s; emraz-ı ictimaiyyemizden biri belki de en ileri gelenidir. Aklı başında olan nefsini bu derdden kurtarır tedavi eder. Biz maraz-ı ye’si merhem-i sabır ve şecaat ile bir celadet-i kahramanane ile tedavi etmeli bir an evvel bu müdhiş düşmandan yakayı kurtarmalıyız çünkü o cahil hasud bir düşmanımızdır. Vicdanımızla kendi aramızda korkunç bir ma’reke ihzar eder. Arkadaşlar bu korkunç düşmana mukavemet ediniz kanını dökünüz amel ve ictihadınıza i’timad ediniz. Sabr-ı cemil ve emel-i nafi’ ye’sin iki mühim devasıdır bunları tadınız acı bulacaksınız fakat akıbet tatlıdır! Medeniyette en ileri giden en refi’ paye-i izz ü saltanata dır. Cehl ü esaretin yırtıcı tırnakları[n]dan milletleri kurtararak bir zindegi-i tamma bir tarih-i mecd ü şerefe nail eden sebeb-i yegane bu daru-yı şifakardır! Maraz-ı ye’s vatana hey’et-i ictimaiyyemize karşı daha büyük günahların irtikabına sebeb olan diğer bir beliyye doğurmuştur. Buna da aman vermemeli hemen öldürmeliyiz. Bu derd nedir bilir misiniz? Bugünlerde ba-husus fetret demlerinde intişara başlayan huzur-ı umumiyi ihlal gönülleri muztarib eden “intihar” maraz-ı müdhişidir. Efendiler; intihar; bizim yirminci asırdan yahud bazı onun yalancı lezzetiyle sarhoş olanların dediği gibi bu “asr-ı tenevvür ve terakki”den körkörüne teverrüs ettiğimiz korkaklıktan mütevellid bir hareket-i mezmumedir. Müntehir; ahlafa acıklı bir ders-i felaket veren tarih-i hayatını şer ile intiha-pezir eden bir zavallıdan başka bir şey değildir. Bundan başka müntehir yekun-ı ictimaiden “vahid”i eksiltecek bir hareket irtikab etmiş olmakla vatana karşı da cani demektir. Efendiler aramızda uzun müddet muhalasat-name hüküm süren işlerine kalemine zekasına isti’dadına hayran olduğum bir dostum vardı. Bu evsaf-ı mümeyyize şuara ve sanaat-ı hayaliyye erbabı arasında dostuma yüksek bir mevki’-i ebedi ve ictimai te’minine sebeb olmuştu. Böylelikle ömrünün anat-ı ikbalini yaşarken birden bire birgün zavallı dostumun intihar ve akabinde vefat ettiğini evrak-ı havadisde görmeyeyim mi? Efendiler dostumun korkaklara yaraşan bu akıbet-i feciasına o kadar esef-nak oldum ki….. Fakat nihayet arkadaşımın hatırası tufan-ı takbihatım arasında gömüldü kaldı. Halbuki müntehir dostumun benden nasibi bu olmayacaktı. Lakin ne çare ki hissiyatım vicdanım beni cenazesini teşyi’den bile beni men’ etmişti. Anlaşılıyor ki müntehirlerin hüsranı yalnız kendilerinde kalmıyor dostlarının hissiyat-ı meveddetlerini de duçar-ı haybet ediyorlar. Emraz-ı ictimaiyyemizden biri de efendiler Frenk mürebbi ve hizmetkarlarıdır. Bunlar evlerimizde ahlak-ı İslamiyyeyi mebadi-i diniyye ve adat-ı kavmiyyeyi berbad edecek surette doldular. Bu bize zenginlerimizin büyüklerimizin yüklettiği bir maraz-ı müzmindir ki körü körüne taklid ve sirayet tarikıyla tabakat-ı mütevassıtaya kadar yayıldı. Bu mürebbiyeler ile aramızda ahlak adat hürriyet din lisan yemek içmek hatta ciddi ve mizahi sözlerde bile derin bir mübayenet vardır. Çocuklarımızı ciğerparelerimizi nasıl olur da bunların uhde-i terbiyelerine tevdi’ edebiliriz?... Çocuklarımızı daha beşikte iken bu müdhiş mezara atmak bize haramdır! Asılsız bir şehvet ve şerefe kapılarak bu çıkmaz yola sapanlar unutmasınlar ki: Evladlarına vatanlarına hal ve istikbale karşı bile bile yahud kör körüne büyük bir cinayet irtikab ediyorlar erbab-ı sınlar başlarını eğerek derin derin düşünsünler. Emraz-ı ictimaiyyemizden biri de efendiler servet-i umumiyyeyi rahnedar eden fakr u iflasa yol açan halkı kendi memleketlerinde garib bırakan nihayet elinde avucunda ne varsa hepsinden mahrum ederek parmağı ağzında perişanlığa sevk eden faizciliktir. Evet; faizciler duçar-ı fakr oldular. Çünkü sahife-i istikbalden bir şey okumadılar nihayet zulumat-ı ihtiyac içinde boğuldular kaldılar. Ey erbab-ı riba! Artık sarhoşluktan vazgeçiniz uyanınız. Sizi musibet-i fakr u hasara duçar eden bu “kör taklid”den artık vazgeçiniz. Lezzet-i hayat ile aranızı açık bırakan bu fena i’tiyaddan yakayı sıyırınız. Bir lezzet-i mevhumeye kapılarak hatar-nak bir yola sapmayınız siret-i sabıka-i hasenenize ric’at ediniz ki elinizden çıkanlar tekrar gelsin hayat ve mematta yüksek bir nasıye-i mecd ü şerefiniz olsun hakīkat-i Kur’aniyyesini unutmayınız. Masaib-i ictimaiyyemizden biri de efendiler kumardır. Namus ile beraber herşeyden bizi sıfru’l-yed bırakan bu ateş-nak oyundan hassasiyet-i vicdan keramet-i insaniyye namına vazgeçmeliyiz. Ey gecelerini gündüzlerini bu uğurda heba eden kumarbazlar galibi mağlubundan şerli olan bu namussuz muharebeden sakınınız. Levazımı; şeref-i insaniyyetiniz kendiniz ve evlad u a’kabınızın bütün sizce aziz olanların hal-i istikbali ile tedarik edilen bu kahir muharebeden uzak pek uzak bulununuz. Efendiler bu kumar felaketi bir felaket daha doğurdu: Erbab-ı servetimiz teşebbüsat-ı nafiadan yüz çeviriyorlar. şeklinde yazılmıştır. Efendiler mal memleket için bütün levazım-ı hayatiyye ve zaruriyyeyi doğuracak bir kuvvettir. Mütemevvilin ise şirket-i memleketin hafız ve eminidirler. Memlekette ilmi edebi sınai iktisadi teşebbüsatı te’yid etmelidirler ki hem kendileri hem vatandaşları refah ile yaşasınlar tarih de zikr-i cemil ile isimlerini paydar etsin. Ecanibde gördüğünüz hamiyet-i vataniyye bize numune-i imtisal olmalıdır. Görmüyor muyuz? Varlarını yoklarını kemal-i hahişle gönül hoşluğuyla vatanlarının mesalih-i aliyyesine vakf ediyorlar insan için hizmet-i vataniyyeden şerefli değerli bir hizmet daha görmüyorum. Ey zenginler vatanınızdan yüz çevirmeyiniz. Ve hamiyeten milel-i saire ağniyasından dun bir mertebede kalmayınız. Bahil olmayınız siz kerem ü seha ile ma’ruf olan İslam evladısınız. Vatanın sadayı ta vatana zahir olunuz. Fukara ve mesakin arasında neşr-i maarife gayret ediniz ki memleket onların yüzünden müteneffi’ olsun. Ben efendiler fakīrin dostu ve bahil zenginin düşmanıyım. Her his sahibi de böyledir. Ey zenginler irtikab-ı buhlden vatandaş düşmanlığından hazer ediniz. Ta ki hakkınızda şu beyit sadık olmasın: Ey zenginler! kavl-i kerimini hatırlayınız. Zannetmeyiniz ki sail nan-pareye muhtac olandır talebkaran-ı Efendiler emraz-ı ictimaiyyemizden biri de memleketimizde kendini gösteren su’-i ta’limdir. Emr-i maarifde tuttuğumuz yol milletin ne isti’dadına ne de umur-ı terakkīsine hissiyatına tevafuk etmiyor. Millet bir ma’rifet-i müterakkiye ! ! CİLD - ADED - SAYFA ! ! ! ! ! sene evvel din-i fıtri-i İslam’ın Şari’-i Hakim’i a’da-yı hakkın kör ve cahil nifakları sebeb olarak yine Hakk’ın emriyle “Mekke”den Medine’ye doğru hicret ederken bulundukları garda sahib-i fezail-mendi Cenab-ı Sıddik’a: buyuruyorlardı. Bugün o ulü’l-azm Peygamber’in ümmeti “gar-ı vatan”ın kir’in buyurdukları gibi Hazret-i Muhammed öldüyse “Allah bakīdir” Kur’an ’ı bakīdir lisanü’l-gayb-ı uluhiyyet bize aynı hakīkati bugün de tekrar ediyor ve ile’l-ebed edecektir evet bizde isr-i şerif-i Nebevi’ye ıktifaen birbirimize: “Mahzun olma Allah bizimle beraberdir” diyelim diyelim ama Allah’ın bizimle beraber olup olmadığını bu maiyyete layık olup olmadığımızı derin derin düşünelim Adil-i Mutlak’ın ne gibi evsafı haiz insanlarla ümmetlerle beraber olduğunu yine elimizdeki kanun-ı bi-misil-i Uluhiyyet’den araştıralım yine o Kitab-ı kerimin irşadıyla enfüs ü afakı ayat-ı kainatı tabassur edelim ulü’l-elbab olalım i’tibar edelim her ma’nasıyla Kur’an ’ı her ma’nasıyla “Ensar-ı hak” olduktan sonra kemal-i i’timad-ı kalb ile doğru söylediğimizden emin olarak “Allah bizimle beraberdir” hükmünü verelim. Bunun için bugün Allah’ın bizimle beraber olduğunu olmak korkusu vardır. Çünkü: Daima “Allah sizinle beraber mi? Öyle ise pek zaif bir Allah’ınız varmış çünkü sizi himayeden aciz!” yollu kuvvetli bir i’tiraz karşısında bulunmak kendimize edelim ve biz bu halde kaldıkca bizim azimü’şşan ve adil Allah’ımızın bizimle beraber olmaktan mütenezzih müteali olduğunu tam bir müslümana yakışır metanet-i aldatmayalım. Çünkü: Allah aldanmaz sünenu’llah değişmez Kur’an değişmez; fakat biz kahroluruz bu kainatın sahibi yerimize yaşamaya layık ve kendi kavanin-i adilesine sadık bir nesil halk eder ahlafımıza da nasibe-i haşeklinde yazılmıştır. yatımızı hülasa etmek kalır. Ahlafın bizim hakkımızdaki vereceği hükmü; bizim bugün eslafımız hakkında nasıl düşündüğümüzden istidlal edelim… Ahlafın eslafın vereceği hükümler insan için en hafif birer cezadır hatta “hod-endişi” bir felsefe ile düşünürsek bu hükümlerin bu muahazelerin hatta bu tel’in ü nefrinlerin hiçbir kıymet-i inzariyyesi olamaz hadi hayat-ı dünyeviyyede uğradığı uğrayacağı mesaib-i züll ü esaret de bizim kayd olalım dinimizin bizden kemal-i ehemmiyyetle istediği te’min için birçok yollar gösterdiği “saadet”e karşı da yüz çevirelim mes’ud olmayıverelim diyelim… Fakat bütün bunların maverasında müdhiş bir hakīkat başka bir alem bizi kurtaracağını umduğumuz bir “fikr-i mead” var ki o da bizim zannımızı tekzib edecek cehlimizi yüzümüze vuracak bütün mevcudata karşı bizi teşhir eyleyecek saadet-i hakīkiye-i dünyeviyyeye istihfaf bize ahiret saadeti kapılarını da kapamakla kalmayacak Mahkeme-i Uluhiyyet’in ta’yin edeceği ağır cezalara uğrayacağız… Bazı dalalet-pişegan-ı zamanenin tabi’ olduğu felsefenin –ki şu aşağıki kıt’ada hülasa olunmuştur– bizi kurtarmaktan pek uzak olduğuna da kanaat edelim: “Dünyadan alakayı kesmeden her türlü lezzat ve huzuzu alabileceğin kadar al dünya bir evdir ki oradan çıktıktan sonra ondan iyisini bulamayacaksın” Bu yalancı nazariye bu memlekete edebileceği zararı etmiştir hayatımıza hatime vermekten başka artık elinden gelecek bir şey kalmadı. Eğer buna da müsaade etmeyi göze aldırdıksa bilmem. Hiçbir millet-i fazılanın ittibaına tenezzül etmeyeceği bu hayvani felsefeden bilhassa gafil gençlerimiz kendilerini sakınsınlar hem kendilerine hem bu memleketin saadetine kıymasınlar bu düşünceler yaşamaya değil ölmeye hazırlanan bir neslin ayat-ı izmihlalidir! Bugünkü “tabiat” ve “hadisat” ıstılahlarını “sutur-ı kainat” ile pek güzel anlatan Cenab-ı Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin: Düstur-ı hikmetini bütün nüfuz-i idarenizle istibane edecek bir demdeyiz. Eğer muhassala-i tecarib olan bu hakīkat üzerinde uzun uzun düşünmezsek kim bilir sutur-ı kainat levh-i mahfuz-ı şuuna bizim için ne acı menkabeler tesbit edecektir! Mısır’da fazıl-ı şehir Muhammed Reşid Rıza Efendi hazretlerinin himmetleriyle te’sisini mukaddemen haber verdiğimiz Darü’d-Da’veti ve’l-İrşad Medresesi’nin nizamnamesidir. Birinci Madde: Darü’d-Da’veti ve’l-İrşad; darülfünunlarda tedrisi mu’tad olan bütün ulum ve fünunun tedrisiyle beraber terbiye-i diniyye ve ulum-ı İslamiyyeye ziyadesiyle i’tina ve ihtimam eden bir İslam darülfünunudur. Aksam-ı muhtelifesi ale’t-tedric tertib olunacaktır. Darülfünun İslam’a da’vet ile iştigal edecek dailer ile ehl-i İslam’a icra-yı va’z u tedris eyleyecek “mürşidler” yetiştirmeye mahsus bir kısm-ı ‘ali ile ibtida edecektir. Maksad-ı esası da budur. Cem’iyeti’ne tabi’dir. Darülfünun’un te’sisini Cem’iyet Meclis-i Darülfünun müderrisin-i muvazzafa ve me’murinini hey’etinin talebi üzerine Cem’iyet’in Meclis-i Dördüncü Madde: Darülfünun’da lisan-ı tedris Arabca’dır bundan maada Avrupa elsine-i ilmiyyesinden biri de teallüm olunacaktır. Elsine-i şarkıyye ve garbiyyeden bir takımının ve ba-husus “Türkçe Farisi Urdu lisanı Malayo lisanı gibi ümem-i azime-i İslamiyyeye mensub lisanların tedrisi dahi caizdir ancak bunun için Meclis-i İdare’nin Darülfünun Hey’eti’yle ba’de’l-istişare [karar] vermesi lazımdır. Meclis; bu nizamname maddelerinde mezkur olmayan bazı ulum ve fünun veya elsinenin tedrisine ya kendi kendine yahud Darülfünun Hey’eti’nin talebi üzerine karar verebilir. Beşinci Madde: “Duat” ve “mürşidin” kısımlarında okunacak bir fasılda beyan olunacaktır. Altıncı Madde: Ders programlarını “Darülfünun Hey’eti” vaz’ ve Meclis-i İdare takrir eder. Yedinci Madde: Medresenin te’sisinde ibtida olunacak olan kısm-ı ‘ali iki sınıfdır: “Sınıf-ı Mürşidin” müddet-i tahsiliyyesi üç senedir. “Sınıf-ı Duat” ki talebesi “Sınıf-ı Mürşidin” me’zunlarından Bu suretle sinin-i tahsil altıya baliğ olur. İlk temhid senesi; bu müddetten haricdir. şeklinde yazılmıştır. Sekizinci Madde: Darülfünun’ün talebeyi ilk seneye duhul rülfünun’un sene-i temhidiyyede lüzum gördüğü müsamahakar bulunması lazımdır. Dokuzuncu Madde: Gerek Duat ve gerek Mürşidin kısımlarında ta’lim ü tedris meccanidir. Darülfünun talebe-i leyliyyeyi infak ve her türlü ihtiyaclarını te’min ettiği gibi ihtiyac mamak üzere bir iane-i şehriyye verir. Nehari talebenin emr-i infakını Darülfünun müteahhid değildir. Onuncu Madde: Bir senede müddet-i tedris dokuz aydır. On birinci Madde: Medrese derslerini üç yaz aylarında ta’til eder. Zaman-ı tedrise tesadüf ettiği halde id-i fıtr ve id-i adhadan birer hafta da eyyam-ı ta’tiliyyedendir. On ikinci Madde: Talebe-i ta’tiliyye zaman-ı ta’tilde Darülfünun’da kalmakla memleketlerine ve aileleri nezdine gitmek arasında muhayyerdirler. Kalacak olanların Darülfünun’un kendilerini mükellef kılacağı riyazat müdavemet-i Kur’an mütalaa yazı yazmak suretleriyle meşgūl olması lazımdır. On üçüncü Madde: Darülfünun’a teallüm ta’lim veyahud diğer bir suretle hizmet için duhuliye taleb istid’anamesi; nazıra takdim olunur. Nazır bu işe tealluk eden hususatta Hey’et’e müracaat eder. On dördüncü Madde: Darülfünun’un bir tabib bir “murakıb-ı umumi” “zabıt” bir katib Darülfünun’un eşya-i mevcudesini muhafaza levazımını iştira ve talebeye tevzi’ nin ihtiyaca göre birer muavini de olabilir. On beşinci Madde: Darülfünun’da atide gösterilen enva’-ı defatir bulunacaktır: Darülfünun Hey’eti’nin karar ve muharrerat defteri. Talebe-i leyliyye esamisini ve Darülfünun’da talebeye müteallık hüsn-i hallerini havi defter. Talebe-i nehariyye esamisini ve Darülfünun’a müteallık hallerini muhtevi defter. Umur-ı sıhhıyye defteri. Darülfünun’dan ısdar olunan muharrerata mahsus kopya defteri. Evrak-ı varide ve sadıra defteri ki bunda evrak-ı mezkurenin tarih mürsil ve mürselün-ileyhlerinin isimleri mevzu’ları zikrolunacaktır. Ta’lime müteallık alat ve edevat defteri. Levazım defteri. Medreseye aid teberruat ve hibat defteri. Muallimin ve mualliminin devam ve adem-i devam defteri. Müstahdemin ve müstahdeminin devam ve adem-i devam defterleri. Muallimin ve müstahdeminin maaşat defteri. Darülfünun kütübhanesinde gerek hediye ve gerek defteri. Erbab-ı fazl ü kemalden mektebi ziyaret edecek zevatın hatt-ı destleriyle tebliğ-i hissiyat ve beyan-ı mütalaat etmelerine mahsus “Şehadat Defteri” On altıncı Madde: Talebe-i leyliyyenin şerait-i kabulü ber-vech-i atidir: Evvelen: Talibin muayene-i tıbbıyye ile sahihu’l-cism ve’l-havas olduğu emrazdan salim olup tahsile kadir bulunduğu sabit olmalıdır. Saniyen: Darülfünun’ca şakirdin hüsn-i siret ve ahlak-ı pakize ashabından bulunduğu diyanet ve şeref-i insaniyyeti yet etmelidir. Salisen: Yaşı yirmi ile yirmi beş arasında bulunmalıdır. Rabian: Şakirdin birinci sınıf müddet-i tedrisiyyesi hitam bulmadan evvel Kur’an-ı Kerim ’i bi-temamiha kolaylıkla hıfzetmesine medar olacak surette Kitab-ı Aziz’den bir kısmının hafızı bulunması lazımdır. Hamisen: Nahiv Sarf ve Fıkhı te’min-i maslahat edecek surette tahsil etmiş; hesabdan la-ekall a’mal-i erbaaya vakıf yeyi hüsn-i suretle mütalaa edebilir olmalıdır. Sadisen: Kadimü’l-İslam bir asla bir sülaleye mensub bulunmalıdır. Sabian: Darülfünun nizamatına muttali’ olduğuna bu nizamata riayet ve Cem’iyet’e arz-ı inkıyad ederek ikmal-i tahsilden sonra emrine amade bulunacağına dair bir vesika Saminen: Nazıra hitaben bir istid’aname tahrir ve bunda kendinin pederinin ceddinin aşiretinin beldesinin hükumet-i metbuasının isimlerini ve yaşını beyan ile vesikaya merbutan takdim etmelidir. On yedinci Madde: Şurut-ı mezkureyi haiz olanlardan fakīr ganiye; bir Avrupa lisanını bilen bilmeyene; Kur’an-ı Kerim ’i tamamıyla hafız olan kısmen hafız bulunana tercih olunur. On sekizinci Madde: Darülfünun; talebesinin aktar-ı muhtelifeden bulunmasını arar binaenaleyh duhule talib olanlardan sede hiçbir şakirdin mensub bulunmadığı tarafdan olan diğerine mektepte mensub olduğu tarafdan az şakird bulunan Darülfünun’da hemşehrileri çok bulunana tercih olunur. On dokuzuncu Madde: Şakirdandan her birinin salavat-ı hams’i cemaatle eda etmesi sünnetleri de kılması; her gün Kur’an-ı Kerim ’den tertil ile bir kısım okuması boş vakitlerinde huzur-ı kalb ve neşat-ı dil ile zikrullaha müdavemet etmesi me’murat ve menhiyyatta ahkam ve adab-ı diniyyeyi mültezim bulunması ve ba-husus cidd ü hezlde doğruluktan ayrılmaması lazımdır. Bundan başka şakirdan beden elbisesi mekan ve firaşı sair ellerinde bulunan kitab kalem gibi levazımın gayet temiz bulunmasına i’tina nizamat ve adabı muhafaza nazıra muallimlere mubassırlara itaat etmelidir. Nazırın talebeyi münasib gördüğü bazı nevafil ile mükellef kılmak selahiyeti vardır. Yirminci Madde: Talebe toprakta çalışmak yüzmek yürümek koşmak gibi riyazat-ı bedeniyyenin envaıyla iştigal edecekler ve bu esnada bazı mualliminin nezaret ve mürakabesi altında bulunacaklardır. Yirmi birinci Madde: Talebeye tütün içmek hususunda asla müsamaha olunamaz. Yirmi ikinci Madde: Bir şakird için ancak bir özr-i makbule binaen nazırın müsaadesiyle Darülfünun’dan çıkmak caizdir. Eğer özür maraz ise avdetinde hastalıktan kurtulduğunu ve her türlü emrazdan salim bulunduğunu Darülfünun’un dır. Yirmi üçüncü Madde: Talebeye siyasiyatla iştigal cem’iyyat ve ahzab-ı siyasiyyeye duhul siyasi müzaheretlerde bulunmak siyasi gazetelere yazı yazmak memnu’dur. Yirmi dördüncü Madde: Talebeden hiç biri için ihvanından birine karşı cinsen neseben malen mezheben iddia-yı tefevvukta bulunmak yahud onlardan birini ta’yib etmek caiz değildir. Aralarında mezahib-i ulemaya ve ulema arasındaki usul ve füru’ ihtilaflarına dair ba-husus eimme ve musannifin hakkında bir mübahese açıldığı vakit daire-i insaf ve edebi tecavüz etmemelidirler. Yirmi beşinci Madde: Talebe gerek Darülfünun dahilinde ve gerek haricinde kelam-ı fasih ile mükellefdir. Yirmi altıncı Madde: Darülfünun’ca talebenin efkar ve adabca istiklali hürriyet-i kelam ve suali muhteremdir. Nazıra mualliminden istedikleri zevata hatırlarına gelen dini şübühata dair bile olsa hüsn-i edeb ve ta’bire riayet etmek şartıyla tasrih edebilirler. Talebenin kalblerinin mutmain olmadığı akıllarının kavramadığı hususatta ızhar-ı kanaat etmemeleri mültezemdir. Yirmi yedinci Madde: Nehari talebenin hüsn-i siret ve adab sahibi temiz elbiseli ta’kīb edeceği dersleri anlamaya Darülfünun’un i’timad edeceği bir tabibin şehadetiyle emraz ve afattan salim bulunmaları meşruttur. Yirmi sekizinci Madde: Darülfünun’un nehari talebesinden olmak isteyen Nazır’a bir istid’aname takdim ve bunda kendinin pederinin ceddinin belde ve hükumetinin isimlerini sinnini beyan bulunacağı dersleri ta’yin Darülfünun’un adab ve nizamatına tabi’ bulunacağını taahhüd etmelidir. Yirmi dokuzuncu Madde: Darülfünun; talibinin kabul ve redlerinde muhayyerdir. Otuzuncu Madde: Her şakirdin mücelled bir defteri olacaktır. Bu defterin evveline şakirdin ismi diğer sahifelerine Darülfünun senelerinden her biri için programda gösterilen ulum ve fünun ile beraber her ilmin yanına şakirdin dersine müdavim bulunduğu üstadın ismi ve müşarun-ileyhin şakirdin devam ve tahsili hakkında vaki’-i hale göre şehadeti kaydolunacaktır. Otuz birinci Madde: Muallimin-i muvazzafanın şehadat veya te’lifat ashabından yahud kendilerine tevdi’ olunacak fi’liyye gösterenlerden ahlak ve adab-ı diniyye ve ictimaiyye babında siret-i hasene erbabından bulunmaları meşruttur. Otuz ikinci Madde: Muallimlerden talebenin ta’limi terbiye-i diniyye akliyye ve cismiyyesi matlubdur. Bu hususda Darülfünun nizamatına tabi’ olmak şartıyla istiklal-i tamma maliktirler. Otuz üçüncü Madde: Muallimin umur-ı atiyye ile muvazzafdırlar: A : Dersleri için muayyen olan zamandan beş on dakīka evvel Darülfünun’da bulunacaklardır. B: Fasih şevahid ve emsile ile muvazzah bir surette ders vereceklerdir. C: Ders esnasında mevzuun gayri ile iştigal etmeyecekler hatırlatmak ihtiyacı olmadığı halde mesail-i ilmiyye ve fenniyyeyi birbirine karıştırmaktan ihtiraz edecekler va’az dersi müstesna olmak üzere istıtradları uzatmayacaklar. D : Talebenin dersi anlayıp anlamadıklarını yoklayacaklar bazı mesaili anlamayan varsa dersi üç defa tekrar edecekler; yine anlamadığı halde dersden sonra anlatacaklar. H : Talebeden her birinin her sualini kabul edecekler bu sual dersin mevzuuna müteallık değilse cevabını dersden sonraya bırakacaklar. V: Talebenin istiklaline hürmet edecekler hatalarında şeklerinde ma’zur görecekler rıfk ile muamele edip hiçbirini etmeyeceklerdir. Şakirdanı doğruluğa istiklale izzet-i nefse alıştırmak ve bu yolda terbiye etmek için bütün kuvvetlerini sarfederek Z : ’uncu maddede mezkur olan talebe defterlerine her ilim için şakirdanın dersde bulundukları derece-i telakkī ve istifadeleri hakkında şehadetlerini kaydedecekler. : Şakirdana taam riyazet salat için ictima’larında nezaret namazda imamet edecekler hususat-ı mezkure muallimin arasında münavebe tarikıyla icra olunacaktır. T : Muallimin ile talebe arasında kat’iyyen bir muamele-i maliyye veya alaka-i hususiyye olamaz. Her bir muallimin kendi çocuklarını terbiye hususunda nasıl müsavata riayet ediyorsa şakirdanına karşı da aynı suretle lazıme-i müsavatı gözetmesi derece-i vücubdadır. Evliya-yı tullabdan biri mualliminden birine maaş tahsis etmek yahud başka türlü bir muavenet göstermek teklifinde bulunursa bu muallim derhal Nazır’a müracaat etmeli ve onun re’yiyle amil olmalıdır. Otuz dördüncü Madde: Bütün muallimler maaş cihetinden farklı olsalar bile mertebeten mütesavidirler. Binaenaleyh yekdiğerlerine karşı uhuvvet müsavat ve insaf asarı [alacakları] ahlak adab ibadat ve muamelat-ı salihayı kendilerinin de iltizam eylemeleri derece-i vücubdadır. Otuz beşinci Madde: Darülfünun muvazzafininin Devlet-i Aliyye’nin veya düvel-i sairenin siyaset-i dahiliyye ve hariciyyeleriyle iştigal eylemesi bu hususda gazetelere yazı yazmaları cem’iyyat ve ahzab-ı siyasiyyeye dahil olmaları memnu’dur. Matbuata memnu’ olan umur-ı siyasiyyeden maada bir hususa dair makale vermek isteyen bundan Nazır’ı haberdar etmeli yazdığı şeyden muttali’ kılmalı ve re’yiyle amil olmalıdır. Darülfünun’a veya “ed-Da’vetü ve’lİrşad” cem’iyetine dair neşriyatta bulunmak isteyenlere gelince: Bunların dahi bu babda Nazır ile istişare etmesi lazımdır Nazır da ancak Meclis-i İdare’ye müracaattan sonra Otuz altıncı Madde: Fahri muallimler; arzularını Meclis-i misini muhafaza ile mükellefdir. Otuz yedinci Madde: Darülfünun Hey’eti Nazır ile “edDa’vetü ve’l-İrşad” cem’iyetinin Meclis-i İdaresi’nin a’za-yı Cem’iyyet’ten ta’yin edeceği dört a’zadan mürekkebdir. Otuz sekizinci Madde: Hey’et la-ekall her ay Darülfünun’da ayyene-i ictimaiyyeden maada zamanlarda da ictimaa da’vet edebilirler. Otuz dokuzuncu Madde: A’za-yı Hey’et kendilerine bir Reis-i Daimi intihab her celse için de bir reis ta’yin edeceklerdir. Nazır’ın gayrı bir reis intihab olunduğu halde Nazır hey’etin hususi kitabet vazifesini ifa eder. Kırkıncı Madde: Celse Nazır ve Reis dahil olmak şartıyla la-ekall üç kişinin vücuduyla in’ikad eder; bu halde celsenin kararları ancak ittifak-ı ara ile sahih ve nafiz olur. Bu suretin gayride hüküm mutlakan ekseriyetindir. Ara tesavide kalırsa Reis’in bulunduğu cihetin re’yi nafiz olur. Kırk birinci Madde: Hey’ete umur-ı atiyye muhavveldir: A : Muallimin ve sair Darülfünun muvazzafininin intihab ve maaşlarının takdiri. B: Darülfünun’un senevi bütçesinin tertibi. C: Darülfünun için kitab yazı ve riyazat-ı bedeniyye edevatı bazı fünunun ta’limine muktezi alat ü echize esas taam libas gibi levazımına atf-ı nazar ile bu babda karar vermek. D : İmtihanda ibraz-ı ehliyyet edenlere mükafat takdiri. H : Darülfünun’un muhtac bulunduğu musannefat-ı cedideye bu gibi asarın te’lifini deruhde edecekler ile bu musannifine i’tası takarrur edecek mükafata Darülfünun’a meslek-i ta’limine muvafık olarak arzolunacak musannefata atf-ı nazar etmek. V: Ders vakitleriyle mesail-i tedrisiyyenin tertibi. Z : Talebenin imtihanlarına müteallık bütün umura nezaret imtihanların evkat enva’ ve mesailinin ta’yini. Bu nizamnamenin yetmiş ikinci maddesine muvafık olmak şarttır. : İmtihanlarda muvaffak olanların bir seneden öbür seneye bir sınıfdan diğer sınıfa nakline nezaret. T : Tedris ve mütalaa için kütüb-i nafianın intihabı. Y: Erbab-ı faziletin Darülfünun’a ihda edeceği şeylere mevzi’lerine vaz’larına nezaret. K : Hademeden maada medrese muvazzafininden uhdesinde mevdu’ a’malde taksiratta bulunanların muhakemesi. L: Darülfünun’un terakkīsine müteallık cemi’-i umura atf-ı nazar Darülfünun’da bulunan şeylerin hıfzı. M: Derslerin teftişi. N: Maraz ve saireye binaen talebe ve müstahdimine verilecek ruhsatlar Bu nizamnamenin altmış beşinci maddesine muvafık olarak. Kırk ikinci Madde: Darülfünun Hey’eti Darülfünun’un mayan umura atf-ı nazar eder. Hey’etin bu hususdaki kararlarını da Nazır tasdik olunmak üzere “ed-Da’vetü ve’l-İrşad” cem’iyeti Meclis-i İdare’sine takdim eder. Kırk üçüncü Madde: Darülfünun bütçesi ve hey’etin sarfiyat-ı maliyyeye müteallık vereceği kararlar; ancak Cem’iyet Meclis-i İdaresi’nin tasdikine iktiran ettikten sonra nafiz olur. Kırk dördüncü Madde: Darülfünun Nazırı’nın ulemadan erbab-ı istikametten ed-Da’vetü ve’l-İrşad Cem’iyeti’nin maksadına karşı meyl ü rağbet ashabından bulunması ve Cem’iyet’in bu nizamnamede beyan olunan terbiye ve ta’limden garazı hakkında iz’anı bulunanlardan olması şarttır. Kırk beşinci Madde: ed-Da’vetü ve’l-İrşad Cem’iyet’i Meclis-i İdaresi’ne karşı Darülfünun nizamnamesinin tenfizinden ve müessesenin ta’lim ve terbiyesinden mes’ul olan Nazır’dır. Darülfünun Hey’eti kararlarını infaz edecek ta’limat ve levaih-i dahiliyyeyi vaz’ edecek olan da odur. Bütün Darülfünun’da bulunanların Darülfünun Hey’eti’nin tasdikına iktiran ettikten sonra iş bu ta’limat ve levaih mucebince amil olmaları lazımdır. Darülfünun’un bütün muvazzafini Nazır’ın taht-ı idaresindedir. Sünni ve Şii ecille-i ulemasının Necef-i Eşref’de büyük bir ictima’ akd ile ahval-i hazıra üzerine icra-yı müzakerat eyleyerek dünyanın her tarafında bulunan ümem-i İslamiyyeyi tecavüz-i a’daya karşı ittihad ü ittifaka da’vet ettiklerine Necef’de bulunan İran ulema-yı muazzamasının Trablusgarb’ın müdafaası hususunda bütün müslümanları ianat şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. ve fedakariye da’vete karar verdiklerine dair Necef-i Eşref’den Mısır gazetelerine gönderilen şu iki beyanname ehemmiyetine mebni ber-vech-i zir derc olunur: Bismillahirrahmanirrahim Elhamdülillahi Rabbi’l-alemin vessalatu vesselamu ala Muhammedin hatemü’n-nebiyyin ve alihi ve ashabihi’lmüntehibin. Usul-i diyanete tealluk etmeyen bazı hususata fırak-ı İslamiyyenin duçar-ı ihtilaf olması ve tabakat-ı müslimin arasında şikak tehaddüsü; düvel-i İslamiyyenin inhitatına ve istila-yı ecanib altında kalmasına sebeb-i mucib olduğunu anladık buna binaen ümem-i İslamiyye arasındaki kelime-i cami’anın muhafazası şeriat-i şerife-i Muhammediyye’nin müdafaası için darü’s-selamda mukīm ulema-yı kiram-ı ehl-i sünnet ile Şia-i Ca’feriyye’nin rüesası bulunan müctehidin-i emr-i Sübhanisine beyza-i İslam ile bütün memalik-i İslamiyye-i Osmaniyye ve ne ve hecemat-ı mütesallitanesinden muhafazasının vücubu hakkında ittifak-ı efkar hasıl olmuştur. Havza-i İslamiyye’nin muhafazası hususunda bütün kuva ve nüfuzumuzun bezli ve iki hükumet-i İslamiyye arasında her iki tarafın yekdiğerinin zumuna dair aramızda ittihad-ı ara hasıl olmuş ve Devlet-i ecanibden sıyanet ü himayesi hususunda teavünün vücubu bütün Millet-i İraniyye’ye i’lan olunmuştur. Bundan başka bütün ehl-i İslam’a taraf-ı İlahiden aralarında akd olunan uhuvvetin levazımını ihtar ile şikak u nifakı mucib ahvalden şiddetle muhteriz bulunmalarına ve ümmet-i İslamiyye arasında asar-ı teavün ü teazud ittifak-ı efkar husulü babında bezl-i cehd ü himmet eylemelerini tavsiye ve bunun derece-i vücubda olduğunu i’lan ederiz. Ta ki rayet-i şerife-i Muhammediyye masunü’t-tecavüz kalsın iki devlet-i aliyye-i Abdülmuhsin Müderris el-Musarrif. Abdürrezzak Müfti el-Cezire. Müfti-i Vilayet-i Basra Abdülmelik. Abdülvehhab Haseni Hadimü’ş-Şeriati’l-Ahmediyye. Es-Seyyid Mahmud Şükri Müfti. Abdurrahim Müderrisü Ebi Yusuf. Tevekkel Müderrisü’l-İmam Busra. Muhammed Asım Naibü Merkez-i Bağdad. Es-Seyyid Ali Vehbi Kadi el-Hanefi bi-Vilayeti Basra. Es-Seyyid Abdülvehhab Müderrisü Samir es-Sani. Es-Seyyid Talib min sadati’l-Hüseyni. Es-Seyyid Hasan Nuhbetü’s-Sadati’l-Hüseyniyye. Muhammed Taha Müderris es-Seyyid. Abdülvehhab Müfti-i Kerbela. Ahmed İzzet el-Muhtari Müfti-zade Naib-i Samira Sadat- ı Biruz-i Yahidan[?]. es-Seyyid Abdülmuhsin Maderi Nakībü eşraf-ı Bağdad. Abdullah el-Mazenderani. Muhammed Kazım el-Horasani. Muhammed Hüseyin Cabiri. Nurullah el-Isfahani. İsmail hammed Hasan Kazvini. Ali İbni eş-Şeyh Kaşani. Camia-i diyanet altında bulunan Necef-i Eşref ulemasından bütün müslimin-i muvahhidine: Esselamu aleyküm ey himayet-karan-ı tevhid müdafiin-i din hafizin-i şeriat-i garra.. Ma’lumunuzdur ki müdafaa-i vatan vacibdir. malik-i İslamiyyenin en büyük ve en mühimlerinden olan Trablusgarb’a hücum ma’murelerini harab etti erkeklerini kadınlarını çoluk çocuklarını kılıncdan geçirdi. Size ne oluyor ki vatanın nida-yı istimdadına karşı samit duruyorsunuz müslümanın feryadına kulak asmıyor hemen imdada koşmuyorsunuz. Düşmanların Beytullahi’l-Haram’a Ravza-i Mutahhara-i Peygamberi ve mekabir-i eimmeye kadar sokularak bütün dünyada diyanet-i İslamiyye namına ne varsa ortadan kaldırmalarını mı bekliyorsunuz. daha zelil bir derekede kalacaksınız. Allah Allah Allah Allah Ya Rabbi tevhidin risaletin kavanin-i dinin kavaid-i şer’-i mübinin sen hamisi ol... Ey müslümanlar haydi el birliğiyle farz-ı İlahiyi edaya şitab ediniz. İttifak ediniz sakın tefrikaya düşmeyiniz kelime-i uhuvvetinizi cem’ emvalinizi bezl ediniz.. Esbab-ı fevz ü zafer ile silahlanınız. Denizlerde cenk gemilerimizin azlığı yüzünden Girid’in o yirmi beş sene yüzbinlerce müslüman gençlerinin kanları bahasına fetholunan tali’siz adanın ne hale geldiği on dört sene evvel Yunan eşkıyasının kaç bin müslümanı hatır ve hayale gelmedik ne eziyetler ile ne işkencelerle ne vahşetlerle çoluk çocuklarıyla memedeki bi-günah ma’sumlarıyla nasıl şehid eylediklerini cami’lere toplayıp nasıl cayır cayır yaktıklarını gelinlik kızları saçlarından sürükleyerek ırz u namuslarını lekeleyerek nasıl cebren Hıristiyan yaptıklarını bilmeyen pek azdır. dan İtalya –cenk gemilerinin zırhlılarının çokluğuna donanmasının kuvvet ve şevketine güvenerek– Trablusgarb’a hücum etti. Girid’e iki [yeni?] kanlı bir nazire bir örnek yaptı. Sayelerinde müslüman olduğumuz din-i hakkı doğru yolu bulduğumuz Arab kardeşlerimizden binlercesini karılarıyla analarıyla hemşireleriyle süt emen ciğerpareleriyle kurşuna dizdi. Bir kısmını zencirlere vurarak kendi adalarına sürdü.! Irz u namus-ı İslam şehidlerin kanlarına karışarak me-i kübraya gitti. ran bu ruhları hüngür hüngür ağlatan felaket-i İslamiyye donanmamızın gayet zaif düşmesinden –ağlaya ağlaya– kaçıp Marmara’ya sığınmak ıztırarında kalan son derece zaif bulunmasından ileri geliyor. Karalarımızdaki ordularımız gibi denizlerimizde de kuvvetli donanmamız olaydı Trablus bu hale gelmez binlerce Arab kardeşlerimizin na-hak dökülen kanlarından bir kırmızı denize dönmezdi. İtalya şimdi de diğer kıyılarımızdaki şehirleri ve kasabaları topa tutmak onları da Trablus’a Derne’ye Bingazi’ye benzetmek istiyor. Ve bugün Antalya’ya asker çıkarır. Altı gün sonra Konya ovasında görülür. Antalya’dan Konya’ya kadar sağlı sollu ne kadar şehir ne kadar kasaba ne kadar köy varsa hepsini mahveder. Bugün vatan-ı İslam tehlikenin son kertesindedir. Allah celle şanühu bize en evvel düşmanlarımıza karşı onları korkutacak onları kovalayıp kaçıracak derecede karada ordular denizde donanmalar hazırlamaklığımız bütün paralarımızı bu uğurda sarfederek daima düşmanlarımıza karşı silah elde vatanımızı ve memleketlerimizi muhafaza eylemekliğimizi Kur’an-ı Kerim ’inde emir buyuruyor. “Çabuk olunuz! Çabuk olunuz ki fırsatı düşmanlarınıza kaptırmayasınız!” buyuruyor. Hac ve zekatın farz kurban ve sadaka-i fıtrın vacib olmalarının en birinci şartı evvela vatan-ı İslamı düşmanlarımıza karşı muhafaza edecek hücum ederlerse onlarla cenkleşecek onları korkutup kaçıracak kadar kuvvetli olmaklığımızdır. Vatanımızı düşmana vermemek Kur’an-ı Ke rim ’i cami’lerimizi mihrablarımızı minberlerimizi ve medreselerimizi onların pis murdar ayakları altında çiğnetmemekliğimizdir. Karılarımızı kızlarımızı onların kucaklarında görmemek ırz u namuslarını lekedar ettirmemekliğimizdir. Vatan-ı İslam öldükten zencir-i esaret boynumuza geçtikten Kur’an-ı Kerim parçalanıp kadem-hanelere atılarak necasetlere bulandıktan sonra haccın zekatın kurbanın sadaka-i fıtrın ne faidesi ne sevabı olur? Sancaklarımız yırtılır atılırsa askerimizin tüfenkleri topları alınarak mahkemelerimizde düşmanlar hakim olursa din kalır mı? sancağı yerine İtalyan bandıraları sallanıyor valiler kumandanlar onlardan! Mahkemeler onların! Cami’lere minarelere minberlere mihrablara medreselere bin türlü hakaretler oluyor. İnsan oralarda bulunmalı da dinimizin ve Kur’ an Trablus’da Bingazi’de Derne’deki cami’lerin vilayat-ı sairedeki cami’lerden ne farkı var? Yoksa onlar başka bunlar yine başka mı? Hayır din kardeşi hayır! Cami’lerimiz Mekke-i Mükerreme’deki mukaddes ve sevgili Ka’betullah’ın naibleri vekilleridir. Mekke-i Mükerreme’deki din kardeşlerimiz beş vakitlerini Ka’be’de kılarlar. Biz de bulunduğumuz zı cami’lerimizde kılarız. Cami’lerin birbirinden farkı yoktur. Birinin yıkılması hepsinin yıkılması demektir. Ya Girid’de Trablus’daki müslümanlardan bizim ne fazlamız var? Hepimiz bir Allah’a tapmıyor muyuz? Bir Peygambere bir Kur’an ’a inanmıyor muyuz? Onların namusu bizim namusumuz onların felaketi bizim felaketimiz değil mi? Düşman Trablus’u zabtederse sıra İzmir’e Şam’a daha sonra Konya’ya gelir. Yoksa düşmanın Konya’ya Eskişehir’e gelmesi Alaeddin Tepesi’ni zabtederek bandırasını dikmesini müslüman evlerine dalıp al kanlara bulamasını ırz u namusu paymal etmesini mi bekleyelim hırsız kapıyı kurcalıyor sen uykuda! Kapıyı açtı işittin fakat ehemmiyet vermedin iç kapı zaten açık! Merdivenden çıktı oda kapısını açtı boğazına sarıldı! O zaman “Aman can kurtaran yok mu?” demek kaç para eder? Zavallı zavallı! Yüz seksen sene evvelsine kadar Osmanlı vatan-ı İslamının hududları dünyanın yarısını kuşatıyordu. Macaristan Sırbistan Hırvatistan Dalmaçya Yunanistan Bulgaristan Bosna-Hersek Cezayiriyle Tunus’u Mısır’ı Kırım’ı Kafkasıyla hep o hudud içinde milyonlarca müslüman kardeşlerimizle Osmanlı sancağı altında yaşıyordu. Hepsi elden gitti. Şimdi sıra Edirne’ye Üsküb’e Manastır’a Selanik’e Şam’a Anadolu’ya geldi. Aklımız var. Deli değiliz. İşte Trablusgarb gözümüzün önünde vatanımızın yarısını elimizden alan düşmanlarımız elimizdekini bize bağışlamaz ya! Bu kalan parçayı alıp da Osmanlı hükumet-i hissalatü vesselam efendimiz hazretlerinin sancağ-ı şerifini –maazallah– esir almadıkca rahat edebilir mi? Avrupalıların Osmanlı Devleti’ni mahvetmek için bütün kuvvetleriyle çalışmalarının asıl sebebini biliyor musunuz? Hicaz hak-i pakini zabt ve müslümanları hacdan Ka’be-i Muazzama’da toplanmalarından büsbütün men’ etmektir. Fakat Hilafet-i mukaddese-i İslamiyye ile mütetevvic ve sancağ-ı şerifi hamil olan Devlet-i Osmaniyye yaşadıkça bunu yapamazlar. Asıl korkuları “İttihad-ı İslam”dır maazallah Devlet-i Osmaniyye munkarız olursa Avrupa hacca “paydos...!” diyecek Avrupalıların taht-ı tahakkümünde bulunan üç yüz bu kadar milyon müslümanın haccı Osmanlı Hükumeti sayesindedir. Biz –maazallah– istiklalimizi gayb etmekle yalnız kendimize değil bütün alem-i İslama kıymış olacağız. Kıyamete kadar mel’un olacağız! Onun için fırsat elde iken uyanarak her fedakarlığı yapmalı ne yapıp yapıp donanmamızı kuvvetlendirmeye çalışmalıyız. Trablusgarb ordugah-ı Osmanisinde mevcud muvahhidin-i guzat yek-dil ü yek-vücud olarak azim bir cemaatle id-i adha namazını bil-eda cümlesi birden bargah-ı ehadiyyete ref’-i eyadi-i tazarru’ ile temenni-i fevz ü zafer eylemişler ve hitam-ı duayı müteakıb yekdiğeriyle yalnız elleriyle değil bütün vücudlarıyla musafaha edip kaffesi kanlarının son damlası akıncaya kadar müdafaa-i vatan uğrunda çalışacaklarını yeminler ile tekrar te’yid etmişlerdir. Cenubi Afrika’da vaki’ “Natal” ahali-i İslamiyyesi tarafından Dersaadet’deki Hilal-i Ahmer Cem’iyeti namına lira kadar bir iane toplanılarak meblağ-ı mezkurdan şimdilik lirası Dersaadet’e gönderilmek üzere Yuhannesburg’da bulunan Osmanlı şehbenderine irsal kılınmıştır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Aralık Yedinci Cild - Aded: Çoktan beri bu ünvan altında bir makale yazıp pek acı ve müdhiş hakīkatleri meydana koymak ve ashab-ı insafın nazar-ı dikkatlerini celb ederek çareler taharri olunmasını zuma muvaffak olamıyordum yahud “es-Sabru miftahu’lferec” mesel-i meşhuruyla müteselli olarak ben sabredeyim elbet yakında mekteplerimizde ulum-ı diniyye tedrisatının Meğer ben yanılıyormuşum. Bu gibi hususatta sabır miftahu’l-ferec değil miftahu’l-mesaib imiş üç sene beklediğim halde ara sıra –pek nadir olarak– gazete sütunlarına bu babda yazılan bazı makalelerden başka fi’li birşey yapıldığını mekteplerimizdeki na-ehil hocaları hiçbir kimsenin hatırına bakmadan çıkarıp da yerlerine ehli olanlarının ta’yin olunduğunu maatteessüf görmedim. Ama ıslah-ı medaris çıldı Darülfünun İlahiyat şu’besinin ıslah olunacağı da söylendi hatta o babda hey’et-i muallimin miyanında müzakereler de cereyan etti. Bunlar birtakım etti ve oldular ki meydanda hiçbirinin kanaat-bahş bir eseri olmadığından tatlı bir hayal güzel bir rüya derecesini geçemezler meydandakiler ise zerre kadar fark olmaksızın yine eski hamam eski tasdan ibaret. Eğer galat-ı hisse mübtela değil isem ben böyle görüyorum. Biri çıkıp da bunu aksini iddia eder ve da’vasını da misaller ile şeklinde yazılmıştır. Çünkü ne varsa meydanda eğer bu babda ibraz-ı faaliyyet eden gizli çalışanlar varsa onu bilmem. Mekteplerimizde ulum-ı diniyye dersleri okunuyor. Fakat çıkanların ekseri dinden bi-haber olarak çıkıyorlar. Bunun sebebi ise pek zahir öyle öyle uzun uzadıya fikir yormaya hacet yok: Mekteplerimizde okunan ulum-ı diniyyenin tarih-i enbiya ile vezaif-i şahsiyyeden ibaret kısmına münhasır kalması. Halbuki ulum-ı diniyyemizin en mühim ve en adi aksamı miyanında bir de vezaif-i ictimaiyye vezaif-i vicdaniyye kısımları vardır. Biz bunları setr ü ihmal edip İslamiyet’i yalnız namaz kılıp oruç tutmaktan ibaret diye telakkī ve telkīn etsek; Ĕ gibi hakayık-ı ulviyyeyi muhtevi olan ehadis-i şerifeyi ihmal edip ibadat-ı şahsiyye hakkında birçoğu akval-i fukahadan müsemmaları isimleriyle taban tabana zıd olan Dürr-i Yekolmaks ta Tarih-i Ali-i Enbiya gibi fevaidi pek mahdud olan ibtidai kitapları mekatib-i i’dadiyyede tedris etsek emin olalım bizim mekteplerimiz Ebu’l-Ala el-Maarri’nin: dediği gibi ikiye münkasem olurlar belki de olmuşlardır ve böyle olmakta yerden göğe kadar hakları da var. Çünkü mufassal tarih ve coğrafya okuyan ulum-ı tabiiyye tedris eden fünun-ı riyaziyye teallüm eden ve bu suretle aklını tevsik ve ma’lumatını tevsi’ ederek muhakemeye alışmış olanlar sahifelik bir ibadat-ı şahsiyyeye müteallık mebahis-i fer’iyyeyi “Ma’lumat-ı ‘aliyye-i diniyye” diye sellemehü’s-selam kabul edemezler. Onlar muhakemeli bir tarih-i enbiya müberhen ve mukni’ mebahis-i diniyye isterler. Zira hürriyet-i aklın meziyetini ve o babda şeref-sadır olan; ʮ Ĕ ʪ đ gibi ehadis-i Nebeviyyeyi ulum-ı diniyye hocalarının ağızlarından şerefi elbette takdir ederler ederler de hiç bir zaman taklidi tahkīka zannı ilme tercih etmezler ve böyle yapmalarıyla Cenab-ı Hakk’ın ayet-i kerimesine tevfik-ı hareket etmiş olduklarından sezavar-ı takdir ü tahsin olurlar. Şimdi bu hal böyle devam ederse neticesi pek vahimdir ki Fransa’da olduğu gibi münevver fikirlilerimizden ekserinin dinsiz binaenaleyh ahlaksız olmalarıdır. Bununla da kalmaz; eğer bu Din-i İslam hakkıyla ıslah edilip mekatib cevami’ talebe ve ahaliye hakīkat-i İslamiyye bütün hurafelerinden tecrid edilerek safvet-i asliyyesiyle telkīn olunmazsa iki yüz seneye kadar yeryüzünde hiçbir müslüman kalmaz. Hülasa ya bu din ve tedrisatı ıslah olunur yahud dediğim gibi iki yüz seneye kadar mahvolur. Benim kanaat-i vicdaniyyem bu merkezdedir. Benim bu hükmü vermeye cesaret etmekliğim neticesinin uzak bir istikbale aid olup tahakkuk etmediği halde mahcubiyetten kurtulacağıma emin olduğumdan dolayı değildir. Zira benim hakkımda tarihin aleyhime olarak vereceği hüküm yüzlerce mahcubiyetten daha ağır bir cezadır. Belki bendeki bu cesaret alem-i İslamda gördüğüm yüz binlerce şahidlerin netice-i te’siridir. Burada İstanbul mekteplerinde okunan ulum-ı diniyye derslerinden başka bir şahid irad edeceğim ki o da Tanin şısında bilhassa Maarif Nezaret-i Celilesi’nin altında bir harabe bir türbe ve o türbenin üzerinde bir üfürükçünün bulunması alenen ahaliyi aldatmakta devam etmesi ve biçare cahil ahaliden hatta mekatib-i i’dadiyye talebesinden bazıları merkūm üfürükçüye müracaat edip ondan istişfa’ eylemesidir. Bu gibi halatın değil böyle İslamiyet’in merkezi bulunan en hücra İslam köylerinden birinin en gizli bir bucağında bile bulunması yalnız şayan-ı teessüf değil şayan-ı girye hallerdendir. Bunlar hep İslamiyet namına icra ve o nam-ı mukaddes lekeleniyor. Bu ve emsali hususatın bilhassa mekatibdeki ulum-ı diniyye tedrisatının ıslahını her an düşündüklerinde şübhe etmediğim üstad-ı muhterem Şeyhülislam Musa Kazım ve Abdurrahman Şeref Beyefendi hazretlerinin tasavvurlarının bir an evvel tatbikını İslamiyet’in en naçiz bir uzvu sıfatıyla istirham ederek hatm-i kelam ediyorum. Sıratımüstakīm ’in muhterem kari’leri geçen nüshaya derc olunan Mısır efazılından zat-ı muhteremin muhadara konferanssı üzerinde derin derin düşünmüş olmalıdırlar. Fazıl-ı muhteremin buyurdukları gibi bizim ictimai hastalıklarımız; o kadar ilerlemiş o kadar etrafa dal budak sarmış o kadar müdhiş ve kahhar bir hal kesbetmiştir ki kimse bunların müdavatı cür’etini kendinde bulamaz; bununla beraber ye’se düşmek artık eceli gelmiş milletler sırasına geçtiğinize kail olarak zamanın son latma-i ihlakine intizar etmek de en büyük bir hastalık demektir. Nasıl ki muhadarada da derd-i ye’s emraz-ı ictimaiyyemizin saff-ı evvelininde zikrolunuyor. Filhakīka ye’s efradda olduğu gibi cemaatte de hayatın saadetin en büyük bir düşmanıdır; muhitin ye’s-aver tecelliyatına karşı ahenin bir mukavemet ile müsellah olan efrad; cem’iyyetin daman-ı bekasıdır. Ye’sin uyuşturucu dondurucu te’siratından sıyrılmalı kavanin-i hayatiyyenin rehberi-i sadıkına teslim-i inan ederek bütün emraz-ı ictimaiyyemize karşı bir harb-i umumi i’lan etmeliyiz. Yeisden necat bu harbde en büyük nişane-i zafer olacaktır. Şu kadar ki geçenki makalede de arzedildiği vechile “Yeis”den bizi kurtaracak birtakım avamil-i ibtidaiyye vardır ki evvelemirde bunlarla tecehhüz etmeliyiz. Yeisden kurtulduk pürşevk u şetaret emraz-ı ictimaiyyemize hücum ettik. Fakat silahsız harb olur mu? Şübhesiz olmaz şübhesiz beyhude uğraşmış oluruz. O halde hangi silah ile tecehhüz edeceğiz? Topumuz kuvvetli asrın ilcaat-ı guna-gununu yıkmaya devirmeye muktedir bir terbiye-i İslamiyye olacaksa tüfengimiz son sistem son dimağların seviye-i tekamülüyle mütenasib bir “ma’rifet-i muhita” olmalıdır. İşte biz bütün derdlerimizden bu silahlarla kurtulacağız ve hamd olsun alem-i meyi mütekeffil değilse bile her halde bu “Ka’be-i felah”a doğru teveccühümüzü te’min edecek bir kuvvettedir. lamın sekinet-bahş-ı kulubu olduğuna şübhe olmayan “edDa’vetü ve’l-İrşad” Darülfünun-ı İslamisi Nizamnamesi İslam’ın selamet-i istikbaline doğru atılmış kuvvetli bir hatvedir. Bu yolda müessesat; yalnız Mısır’da değil memalik-i İslamiyyenin her tarafında birer şems-i ümid gibi tulu’ etmeli efkar-ı İslamiyyeyi nurlara gark etmelidir. Bir Darülfünun; asrın na-kabil-i zabt u tedmir bir istihkamıdır. İslam hududları; ne vakit böyle kıla’-ı ma’rifetle hıfzedilmeye başlanırsa hiçbir kuvvet-i harice oraya yan bakmaya cür’et edemez. Temenni edelim ki memalik-i İslamiyye az bir zaman onun şa’şaa-i kemalinden yabancı gözler kamaşsın her sakf-ı ma’rifette rayat-ı emn ü selam temevvüc etsin. Fakat şunu da ilave edelim ki temenni bunların nihayet nihayet bir lazıme-i ibtidaiyyesi olabilir fakat taşı toprağı; erkan-ı te’sisiyyesi yerine geçemez. Onun için artık kuru temennilerin; büyük bir kıymet-i ameliyyesi olmadığını düşünerek her temenniyi; bir amelin ta’kīb etmesine selamet-i vatan namına çalışalım. Alem-i İslam “Muhammed Reşid Rıza” hazretleri gibi a’za-yı fa’ale yetiştirmeye mümessik davranmamalıdır düşünmeliyiz ki vatan-ı İslam bir sükun-ı camidane ile değil bir sekinet-i gayurane ile kurtulacaktır. Payitahtın da ümid-bahş teşebbüsleri var. Medreselerde ahiren görülen eser-i hareket her halde daima beklenilen bir ayet-i salahdır. Medreselerin bu memleketin terbiye ve tehzibi nokta-i nazarından müteahhid bulunduğu hisse-i ehem; düşünülürse bütün mesai-i ıslahiyyemizin muhassala-i kuvasını evvel-emirde o mehafil-i fuyuza tevcih etmek lazım geleceği teslim olunur. Medreseler; bizim terbiyet-gah-ı vicdanımız olacak bir paye-i ulviyyete namzeddir. Bu hasisanın Bu dünyada ahval-i beşeriyyeyi nazar-ı tedkīkten geçirirsek her halin vücudu bir ihtiyacın te’siriyle olduğunu güzelce anlarız. O ihtiyac da ya tabii olur: Yemek içmek hususundaki olur: Yemek içmek giymek gibi şeylerin istifası için yapılan amellerin şekilleri nevi’leri gibi. Bunun için görüyoruz ki yüre ma’ruz kalıyor.. Acaba din de insanlar için bir ihtiyac-ı tabii mi.. Yoksa bir ihtiyac-ı i’tibari mi? Bir feylosof insanı ta’rif ederek diyor ki: İnsan gözle gören bir cisimden ve ayn-ı basiretle müşahede eden bir ruh bir nefisden ibarettir. Demek oluyor ki feylosofun ta’rif-i hakīkīsi üzere bir insan yemek içmek ve cesedine faide verecek birtakım ihtiyacatın istifasıyla tabiat-ı beşeriyyenin şeklinde yazılmıştır. umum ihtiyacatını te’min edemiyor. Belki birçok ihtiyacları da açıkta kalıyor. Onlar da insanın cüz’-i hakīkī veya zannisi olan ruhun ihtiyacatıdır. Serd olunan nazariye mazhar-ı kabul olur ise efrad-ı beşerin cümlesinin dine ser-füru ve inkıyad etmeleri tabii olur. İnkıyad etmeyenler de meratib-i beşeriyyeden haric ve meratib-i hayvaniyyeden daha münhatt bir derekeye dahil olurlar. Onun için Cenab-ı Hak Kitab-ı Celil’inde buyuruyor ki Din lügaten bü’l-Vücud’un azamet-i İlahiyyesine hudu’ ve evamir-i Sübhaniyyesine münkad olmak demektir. Halik-ı A’zam’ın kudret-i samedaniyyesi mükevvenatın bütün zerratında tezahür ettiğinden nazar-ı ibretle o bedayi’i kudrete bakmak insanlar için tevhide kafi bir saikadır. Birgün badiyede yaşayan safha-i fikriyyesi her bir ma’lumattan hali olan bir bedeviye Hak tealanın isbat-ı vücudundan sual ettikleri vakit eğer devenin ba’resi “yani batından çıkan fazla-i gıza” deveye delalet eder dar yerler gökler Cenab-ı Hakk’ın vücuduna delalet etmez mi? diye cevap vermiş. Bir bedevi bu kadar bilebilir. Ama safahat-ı fikriyyeleri birçok ma’lumat-ı fenniyye ile memlu olan kimselerin ise her birşeyde bin hikmet-i hilkat ve berahin-i vahdaniyyet müşahede etmeleri şübheden varestedir. Bugün zamanın teceddüdatı din-i mübin-i İslam’ın birçok metin esaslarını te’yid etmiştir. Kur’an-ı Kerim ’in birçok ayat-ı celilesinin medlulatını asr-ı medeniyyet ayanen tecelli ettirmiştir.. Buna dair olan birçok ayat ve ehadisin zaman-ı terakkī hazretleri Tabayi’u’l-İstibdad nam kitabında güzelce tavzih u beyan etmiştir. İsteyenler müracaat etsinler pek garib safhalar okurlar. Zaten İmam Busiri: Ayat-ı Kur’an iyye’nin ma’naları o kadar bi-hadd ü hasrdır ki adeta emvac-ı deryanın ecza-yı ferdiyyelerine benzer buyurmuştur. Üstad-ı muhteremim Seyyid Muhammed Hamid hazretleri bunu okudurken tefsirinde diyordu ki: “Kitab-ı vakt-i saadetten şimdiye kadar gelip geçen fuzela-i dur-bin ve mir’at-ı basiretiyle müteellif olarak meaş ve meada layık ve nafi’ fevaid ahz u iktibas eylemişlerdir. ayet-i kerimesi de bunu te’yid eder. Dikkat edilir ise görebilirsiniz ki: Kütüb-i semaviyye-i saire üsluben Kur’an -ı azimü’ş-şan’a benzemez. Tedkīk ediniz Tevrat’ı dünyaya tealluk edecek birşey bulamazsınız. Bakınız göremezsiniz. Acaba Kur’an -ı azim’de neyi arayıp da bulamıyorsunuz tanzim-i hayat-ı beşere dair hadden efzun ayetler müşahede edersiniz. Ceraime dair cezalar iktisada bais yollar ittihad u ittifakın semerelerini mübeyyin usuller müsavat ve adaleti te’yid eden izahlar sa’y ü ameli tahsin eden nasihatler ümem-i salifenin ahvalini temsil eden beyanlar hülasa beşeriyeti hal-i sefalet ü şekavetten kurtarıp meaşen ve meaden a’la-yı illiyyin-i terakkīye isal edebilecek her türlü vesaiti havidir. Kur’an-ı Kerim din-i mübin-i İslam’ı ilelebed hıfz u te’yid edecek bir kitab-ı semavidir... Belagat ve fesahat-ı Arabiyyenin en ‘ali bir devresinden şimdiye kadar meydan-ı fesahatte müba[re]zeye her beliğ u fasihi da’vet ettiği halde çıkmadı ve ilelebed bu halin devam edeceğini belagat-ı Arabiyyeye vakıf olanlar yakīnen bilirler. Geçenlerde Avrupa mütefekkirin ve ulemasından Mösyö Edmund diyordu ki: Gayr-i müslim bir kimse Kur’an ’ın muhteviyatına inanmaz ye kalkar ise pek büyük levme ma’ruz kaldığı gibi kendi cehlini de ibraz etmiş olur. Mösyö Edmund[un] bu sözü hasma karşı ne güzel bir cevab-ı ilzamidir. Ben de diyebilirim ki bazı gayr-i müslimlerin Kur’an-ı Kerim ’in fesahat ü belagatini idrak etmeyip de hal-i inkarda bulunmaları ehl-i hakīkati düşündürecek bir mes’ele değildir. Belki bazı müntesibin-i dinin takdir etmemeleri pek ziyade düşünülecek bir mes’eledir. Birgün bir zat ile beraber otururken dedi ki: “Siz müslümanlar i’cazı Kur’an’ ınıza tahsis ediyorsunuz. Halbuki meşhur üdebalarınızdan İmam Hariri de iki beyit söylemiş ve demiş ki bir kimse benim şu beyitlerimi üçüncü bir beyit ile ta’ziz edemez asrında bulunan o kadar üdeba ve büleğanın cümlesi ser-füru etmişler ve hiç birisi de cevap verememiş. Demek oluyor ki i’caz bazen insanların sözlerinde de olabilir. Binaenaleyh Kur’ an ’ın i’cazı kelam-ı İlahi olduğuna delalet etmez” cevabında dedim ki: İmam Hariri’nin makamatında zikrettiği beyitler şunlardır: Filhakīka bu beyitler her ne kadar derecat-ı belagat ü fesahatte en a’la derecelerde ise de bunlara nazire yapan çok ulema vardır. Demek ki nazirelerini işitmemişsiniz? İşte size o tarzda iki beyit daha: Bakınız İmam Hafidi’nin Lamiye Şerhi ’ne bunun yüzlerce nazirelerini ve bunlardan daha beliğ beyitler bulursunuz ah hatırıma gelmiyor ki burada şimdi birkaçını daha Peygamberden hasmı imtina’ u iltizam edecek birçok mu’cizeler ayat-ı beyyinatlar sudur etmiş.. diye cevap verdim. Kendisi dinsiz mutaassıb olmadığı için serdettiğim delilleri kemal-i memnuniyyet ile kabul etti. Makaleme hitam vermeden evvel yine Mösyö Edmun’un bir sözü var onu söyleyip öyle hitam vereceğim diyor ki: Diyanet-i İslamiyyenin ruhunu anlamadan garib düşenlere sırrına vakıf olmak pek çetindir. Fakat künhünü anlayanlar ve hakīkati bilenler için pek hoş cazibeli bir ruhdur. Onun için sırrını edemez ve hiçbir vakitte ondan infisali mümkün değildir. Evet! Feylosofun mütalaası pek ziyade musibdir. İşte bize terettüb eden bir vazife var ise o da diyanet-i İslamiyyenin ulviyet ve mezayasını bilumum müslümanlara ve hususan yeni neş’et eden şübbanımıza telkīnatta bulunalım ki ruh-i cazibedarını müşahede etsinler. Ve her vakit hayat-ı diniyye diyanet-i mukaddese-i İslamiyyeye asılsız esassız birtakım cühelanın telbis ettikleri eracif ü evhamı ref’ ile hakīkat-i İslamiyyet’i her bir su’-i tefehhümden azade olarak tecelli ettirmekle olur. Nuşirevan’ın oğlu Hürmüz halet-i nez’de iken halefi Şireveyh’e şöyle vasiyet etmişti: Oğlum! Hangi işe azm ü niyet eyleyecek olursan evvela o işte tebeanın istifadesi olup olmadığını düşün. Daima re’y ve adalet muktezasınca hareketten geri durma ki icraatından raiyyen duçar-ı ıztırab olmasın. Millet zalim bir hükümdarın tabiiyyetinden kaçacağı gibi gittiği yerde onun nam-ı sitem-ittisamını neşreder. Kimsenin rencide-dil ve ateş-i kalbinin müştail olmasına meydan verme. Bir koca karının nar-ı inkisarı bir cengaverin kılıcından ziyade te’sir gösterir nitekim bir dul kadının devrilen kandilinden bir şehrin tamamıyla yanması kabildir. Dünyada adl ü insaf ile ittisaf eylemiş bir padişahdan daha bahtiyar tasavvur olunamaz. O tacdar-ı ma’delet-perver hayatında tebeasının hürmet ü muhabbetine mazhar olduğu gibi vefatından sonra da raiyyesinin duasına nailiyyetle kam-perverdir. Evladım! Madem ki insanların iyisi de kötüsü de ölecektir. Namın iyilikle yad olunması senin için ebedi bir hayat demektir. Ser-i kara geçireceğin kimselerin dindar ve perhizkar olmalarına dikkat et zira erbab-ı takva memleketin mi’marıdır. Halkın mazarratında senin menfaatini arayacaklar hem senin düşmanın hem de milletin adusudurlar. Zulm ü sitemlerinden eyadi-i halkı semaya tevcih edenlerin eline zimam-ı hükumeti teslim eylemek pek büyük bir hatadır. Naklederler ki: Adil bir padişah vardı. Libasın içi de dışı da astardan idi. Birisi bu zata: – Niçin böyle kisve-i dervişane iktisa ediyorsunuz? Dibayı Çin’den elbise yaptırsanız dedi. Padişah da şu cevabı verdi: – Bu kadarı tesettür ve istirahat için kafidir. Fazlasına kalkışırsam tezeyyün ihtiyar etmiş olurum. Halbuki ben tahtımı tacımı süslemek emeliyle vergi almıyorum. Eğer kadınlar gibi süse temayül eyleyecek olursam düşmana nasıl merdane mukavemet edebilirim? Fi’l-vaki’ benim de amal ve hevasatım vardır. Lakin hazine yalnız bana mahsus değil Düşman bir köylünün eşeğini alır götürürse padişah vergiyi ve öşürü ne sıfatla alır da yer? Eşkıya ahalinin malını padişah da vergisini alınca o memlekette ve onun fevkindeki tac u tahtta ne saadet ü haşmet kalır? Zebun-küşlük etmek muhalif-i insaniyyettir. Kuşlar bile aciz bir karıncanın ağzındaki daneyi kapmaya tenezzül etmez. Tebea meyvedar bir ağaçtır ki hüsn-i suretle bakılırsa arzu edildiği tarzda semeresi ıktitaf olunur. Zulm ile merhametsizlikle onu kökünden koparmaya çalışmamalı efradı milletin ıztırabına meydan vermemeli ve onların inkisar-ı kalbinden çekinmeli. Emir Şir Ali Han Kabil’e geldi. Emir-i müşarun-ileyhin Gazneyn’e vürudunda Bamyan’da bulunan Serdar Muhammed Eslem Han iyal ü emvalini bırakıp Belh’e kaçtı ve pederime iltica etti. Ben “Serdar Muhammed Eslem Han müfsid bir adamdır ona yüz veremeyiniz” diye pederime yazdımsa da “Bana müracaat ve dehalet eyleyen bir zatı reddetmek elimden gelmez” tarzında cevap aldım. § Emir Şir Ali Han amcamla olan muahedatını nakz ederek üzerine Zernek’li Refikuddin Han kumandasında olmak üzere asker gönderdi. Amcam ise bu kadar kuvvete mukabelede bulunamayacağını anladığı için Hindistan’a geçip İngiliz toprağına kaçtı amcamın firarından sonra Emir Şir Ali Han pederimin mutasarrıf bulunduğu Kenedaz Zermet” Luker mevakiini tasarrufa başladı. Bu mevki’ler pederim tarafından –kendi perverdesi olan– Ahmed Keşmiri’ye med Keşmiri’ye muhalif göründüğü için pederimi emir aleyhinde kışkırtmaya çalıştı. Muhammed Eslem Han Abdurrauf Han Muhammed Emin Han gibi serdarlar da Ahmed Keşmiri’yi te’yid ettiler. Bunların hepsi de birtakım müfsid herifler idi. Bu sırada pederim benimle görüşmek üzere Hanabad’a geldi. Yanında mezkuru’l-esami serdarlar da vardı. Vürudunu müteakıb Emir Şir Ali Han’ın mektubunu hamilen Ahmed Keşmiri de varid oldu. Emir mektupta “Türkistan hükumetini sizden almak fikrinde değilim size karşı fevkalade hürmet ve muhabbetim vardır” te’minatında şeklinde yazılmıştır. bulunuyordu. Lakin bu Ahmed –kafir-i ni’met bir şahıs olduğu me’mur edilmişti. Pederim müşavirleriyle müzakereler yapıyor fakat beni mecalis-i istişareden haric bırakıyordu çünkü muhaliflerinin fikrine i’tiraz edeceğim biliniyordu. Birgün pederimi “Kabil’in serdarları burada iken oranın hükumetini kabul buyurun” diye iğfal ettiklerini haber aldım. Ziyadesiyle canım sıkıldı. Pederim “Mir Atalık’ın vilayetini Katagan askerini alıp Kabil’e yürümek” hususunda kandırılmış Mir Atalık da buna dünden razi olmuştu. Biraz sonra Emir Şir Ali Han’ın askerle Türkistan’a doğru yürümekte olduğu işidildi. Pederim beni niyabeten Tahtapul’a göndermek kendisi de emire mukabele etmek fikrinde bulundu. Fikrini çelmek ve muharebeden çevirmek istedim. “Sizin yerinize ben gideyim. Yorulacak olursam imdadıma gelirsiniz fakat tali’ size müsaid davranmazsa o zaman ben bir iş göremem” dedim. Pederim sözlerimin doğru olduğunu anladı ve kabul edecek gibi oldu. Fakat başındaki fesede: “Siz Kabil’in ahvalini daha iyi bilirsiniz ve eşraf ü a’yan ile daha iyi müzakeratta bulunursunuz” ifsadatıyla tereddüde düşürdüler. Nihayet pederim onların re’yini kabul etti. Temenniyatımı reddile beni Tahtapal’a[?] yolladı. § Hanabad hükumetinde bulunduğum esnada askerin maaş ve masrafını te’diyeden sonra hasılattan rupiye saklamıştım. Pederim bu meblağı yaptırdığı sandıklara vaz’ ettirdikten sonra Kabil ile Belh arasında vaki’ Bacgah’a müteveccihen hareket etti. Maiyyetindeki kumandanlar zevat-ı atiye idi: Gulam Ahmed Han Naib Muhammed Han Kernil Sohrab Kernil Veli Muhammed Han. Pederim bunları bir menzil ileri göndermiş ve etrafdaki tepeleri tutup kendisi gelmezden evvel harbe başlamalarını ekiden tenbih eylemişti. Evvelce de söylenildiği vechile Gulam Muhammed Han Mevki’-i me’muriyyetine vasıl olunca vazifesini hemen icra etmeyerek ertesi güne bıraktı. Lakin Emir Şir Ali Han’ın Serdar Muhammed Refik Han General Şeyh Mir gibi kumandanları Gulam Muhammed Han’ın bataetinden bilistifade nikat-ı hakimeyi tuttular ve daha onun uyanmasından evvel askeri üzerine ateş yağdırmaya başladılar. Bizim asker derhal mukabele ve cansiperane muharebe ettiyse de mağlub ve terk-i mevki’e mecbur oldu. Şu inhizamı haber alan pederim imdad için hareket eyledi. Lekenferekil[?] mevkiinde ric’at eden askere mülakī olarak geri çekilmekten başka yapılacak bir şey kalmadığını anladı. Binaenaleyh bir menzil geride bulunan Devab mevkiine ric’atle toplarını ta’biye askerini takviye ile meşgūl oldu ki buradan Emir Şir Ali’ye müdafaada bulunacaktı. Mekr u hile ile pederimi böyle bir vartaya düşüren müfsidler “Abdurrahman’ın ta’lim ettiği asker son derece muntazamdır onlarla uğraşamazsınız en iyisi siyasetle idare-i maslahat ediniz. Yoksa mağlub olursunuz” mealinde bir ariza tahrir ve gizlice Emir Şir Ali Han’a tesyir ettiler. Emir arizadaki nükteyi idrak ederek Serdar Köhnedil Han Kandehari’nin oğlu Sultan Ali’yi Mushaf-ı Şerif ile pederime gönderip “Serdar Muhammed Efdal Han’ı babam makamında muhterem tanırım. Pederim Emir Dost Muhammed Han’ın namını berbad etmemek için biraderimle çarpışmaktan çekinirim” mealinde özürler diledi. Pederim bu hileye aldandı ve Mushaf-ı Şerif’i yüzüne gözüne sürdükten sonra kardeşinin ordusuna gitmeye kalktı. Harbe devam hususunda ısrar ve ikdam eden askerin ricasını kabul etmeyerek kalkıp Emir Şir Ali’nin ordusuna gitti. Pederim vürud eder etmez Emir Şir Ali karşı çıkıp büyük biraderinin üzengisini öptü. Çadırına getirdiği sırada muharebe-i vakıadan dolayı teessüfler etti. Pederimi müzeyyen bir sandalyeye oturtup kendisi hizmette bulundu. Safdil pederim biraderinin şu evzaını ciddi telakkī ederek kiren ordusuna geldi ve mikdar-ı kafi zahiresi bulunmayan biraderine yedi bin koyun ile iki bin çuval arpa gönderdi. Ertesi günü iade-i ziyaret için Emir Şir Ali Han pederimin ordusuna geldi. Tekrar görüşülüp konuşuldu. Avdetinde Muhammed Refik Han’ı yollayıp Şahmerdan’ın kabrini ziyaret için müsaade istedi. Pederim müsaade verdiği gibi askerini de Dere-i Yusuf’dan Belh’e i’zam ederek maiyyetinde üç bin hassa süvarisi olduğu halde Emir Şir Ali Han ile yola çıktılar. Bizim asker Tahtapul’a geldiği gibi pederime bir mektup yazdım ve “Askeri yanınızdan ayırdığınıza iyi etmediniz” dedim. Yine sözüme kulak asmadı. Emir Şir Ali Han Serdar Muhammed Ali Han’ı kendinden evvel Mezar-ı Şerif’e göndermiş emir-zade de beni oraya gidip istikbalinde bulunacak sanmıştı. Lakin ben gitmedim. Kudumünü tebrik için bir kağıd yazdım. “Eğer zahmet Serdar Muhammed Ali Han “Alelacele pederime mülakī olacağım. İnşaallah bilahare görüşürüz” cevabını yolladı. Vaktaki pederim Mezar-ı Şerif’e vasıl oldu. Koşup görüştüm. “Emir Şir Ali Han size hud’akarane muamelede bulunmuştur. Müsaade buyurun da hemen kendisini esir edeyim” dedim. Pederim Kur’an-ı Kerim ’i eline alıp “Şu Kelam-ı deyince “Göreceksiniz ki o çirkin hareketi amcam yapacaktır” cevabını verdim. Ertesi günü Emir Şir Ali Han geldi. Bir gece Mezar-ı Şerif’de kaldıktan sonra Taşkurgan’a azimet etti. Pederim Tahtapul’a avdetle biraderi için bazı hedaya hazırladı. Bunları “Allaha ısmarladık” demeye geleceğim haberiyle Emir’e gönderdi. “Artık Allah’a ısmarladık demeyi veda etmeyi bırakın amcamın nezdine gitmeyin” diye çok yalvardım. Bermu’tad sözümü dinlemedi kalktı Taşkurgan’a gitti. Daha gelir gelmez zavallıyı amcam tutturup hapsettirdi. Bizim asker bunu işittiği gibi Emir Şir Ali Han ile harb eylemek üzere bana müracaat etti. Ben de müracaatlarını bil-kabul muharebe kasdıyla Mezar-ı Şerif’e kadar geldim. Çadırlar kurdurup askeri yerleştirdim. Orada iken pederimden bir mektup aldım ki kat’iyyen muharebeden sarf-ı nazar etmemi ve sözünü dinlemeyecek olursam beni evladlıktan reddeyleyeceğini yazıyordu. Mektubun mealini askere anlatınca hepsinin canı sıkıldı. Kemal-i Yalnız kendi sadık beş altı yüz kadarı maiyyetimde kaldı. O gece pederimden diğer bir mektup geldi bunda da vefakar arkadaşlarıma Buhara tarafına gitmemi tavsiye ediyordu. Ale’l-acele hareket ve sabaha kadar hududun hemen nısfına muvasalat eyledik. Devletabad’a vusulümüzde iki bin kadar süvari ile birçok halkın dağ tepesinde toplanmış olduğunu gördük. Adamlarımdan birini gönderip kimler olduğunu sordum. Meğer Özbek süvarileri imiş. Hüviyetlerini öğrenince yanlarına gittim. Bana selam verdiler ve düğün tedarikiyle meşgūl olduklarını söylediler. Tepedeki süvarilerin kimler olduğunu sual ettim. Afgan süvarileridir bize münasebetleri yoktur dediler. O vakit bunların dün akşam benden ayrılan Naib Gulam Ahmed ve Abdurrahim hanlarla maiyyetlerinden derip yanıma çağırdım. Tahriren emir almayınca ve tamamıyla mutmain olmayınca gelmeyiz demişler. Bir kağıd yazıp yollayınca geldiler. Maiyyetime iltihak ettiler. Hep birlikte kalktık Ceyhun Nehri’ne doğru hareket ettik. Özbek süvarileri de benimle beraber gelmek ve icabında bize muavenet eylemek istediler. Ben muavenetlerine muhtac olmadığımızı söyleyerek geri dönmelerini söyledim. Çünkü Özbeklerin Afganlılardan müteneffir olduklarını ve fırsat buldukları gibi bize hıyanete kalkışacaklarını biliyordum. Özbek süvarilerinin çekilmesini müteakıb Hecde Nehr-i Belh’i geçtik. Artık yolumuz tamamen çöl olup hiçbir kal’a ve ma’mure görülmek ihtimali yoktu. Nehir sahilindeki bir tarladan ikişer kavun ve karpuz alıp heybelerine koymalarını arkadaşlarıma tavsiye ettim. Çünkü yolda su bulamayacağımız şübhesiz idi. Bir müddet ilerledikten sonra rüfekadan ekseri karpuzlarını yemek için atlarından indiler. Tevakkuflarına mani’ olmak istedim ve: – Burası muhataralı bir yerdir atlarınıza bininiz hem karpuzlarınızı yiyiniz hem de gidiniz dedimse de Naib Gulam Ahmed Han: – Siz isterseniz gidiniz. Biz burada istirahat eder ve güneşin sıcağı zail olduktan sonra size yine yetişiriz diyerek ağaçların altına kaliçesini yaydı. Sairleri de onu taklid eyleyerek kaliçeleri üzerine uzandılar. Ben otuz süvari ile nakd-i mevcudu alıp hareket ettim. Gulam Ahmed Han Nazır Haydar Abdurrahman Kernil Sohrab Kernil Nazir Kemandan ra ve zabıtan ile süvariyi orada bıraktım. dörtnala gelmekte olduğunu gördük. Durup bekledik meğer benim iade ettiğim Özbekler avdetle ağaçlar altında uyuyan Naib Gulam Ahmed Han ile maiyyetine hücum etmiş onlar da mukabeleye davranmakla beraber bana haber yollayıp imdada çağırmışlar. – Acaba bizim adamların aklı başında değil mi? Kaçıp kendilerini kurtaracaklarına beni de çağırıp tehlikeye düşürmek lazımdır. Ben üç yüz süvariyle muharebeye girişmediğim halde otuz kişi ile nasıl girişebilirim dedim ve dönemeyeceğimi söyledim. Maiyyetimdekilerden Nusayr Han isminde bir zabit vardı ki geride kalan Kernil Sohrab’ın biraderi idi. Kardeşinin tehlikede bulunduğunu haber alınca gelen süvari ile imdada gitti. Biz de Ceyhun tarafına müteveccihen azimet ettik. Biraz sonra sahil-i nehre vasıl olduk. Arkadaşlarıma: – Siz biraz meks ediniz. Ben etrafı dolaşıp kira ile bir kayık bulayım. Kayıkcıların sizi görüp korkma[ma]ları için hepiniz meydana çıkmayınız dedim ve yanıma bir adam alıp yürüdüm. Kullanılıp duran “Murabba’“ ve “Müka’ab” ıstılahlarını bırakıp “dörtleme” “dörtlenmiş” “topuklama” falan gibi şeyler yanşırmaya çalışmak tavsız ve tatsız olur. Bu sebeble bunları böylece kullanmak daha uygun bir iştir. Bir adedin murabba’ı nedir müka’abı nedir biraz biliriz.. Bir adedin hesabca murabba’ı onun kendi nefsine darb edilmesiyle elde edilir. Mesela ikinin murabba’ı dörttür dört.. Fakat sade dört değil.. Murabba’ haline gelmiş dört. Üçün murabba’ı kezalik murabba’ halinde dokuzdur. Şu halde iki metrenin murabba’ı murabba’ halinde dört metredir. Üç metrenin murabba’ı murabba’ dokuz metredir. Kezalik iki kilometrenin murabba’ı murabba’ dört kilometredir. Üç kilometrenin murabba’ı murabba’ dokuz kilometredir. Bir adedin müka’abı ise onu nefsine iki kere darb etmekle bulunur. Mesela ikinin müka’abı müka’ab halinde sekizdir. İki metrenin müka’abı da müka’ab sekiz metredir. Bunlar riyaziyece hemen herkesin bildiği şeylerdir. Hemen herkesin bildiği bu mes’elede hemen herkesin yanıldığı bir nokta var. İnanılamayacak şey fakat hergün görülen şey. Ağızlar kalemler alışmış... “Murabba’ metre” “murabba’ kilometre” ve “müka’ab metre” “müka’ab kilometre” diyecek yerde “metre murabba’ı” “kilometre murabba’ı” ve “metre müka’abı” “kilometre müka’abı” deyip gidiyoruz. Hesab kitaplarında coğrafya kitaplarında; şurada burada en yeni eserlerde en yeni yazılarda bu sekamet tedavül edip durmaktadır. Faraza Garb Trablus’u kıt’asının mesahası ne olduğunu öğrenmek istesek.. Sorarız. Bir milyon kilometre murabba’ı kadar diye cevap alırız. Fil-hakīka bunu yazan kitaplarımızda hep böyle “kilometre murabba’ı” diye yazmıştır. Böyle olsa yani kıt’anın toprağı dedikleri gibi bir milyon kilometre murabba’ı olsa hesaba uygun mesaha milyon kere milyon yani bir trilyon murabba’ kilometre olmak lazım gelir. Halbuki sahih ve hakīkī mesaha ancak bir milyon murabba’ kilometre kadardır. Kezalik Monako Prensliği’nin arazisi bizim kitaplarda birbuçuk kilometre murabba’ı .. Bu ise hesabca iki bütün ve bir rub’ murabba’ kilometre eder. Halbuki hakīkī mesaha; yalnız bir buçuk murabba’ kilometredir ziyade değildir. “Murabba’” ta’birindeki sakatlık hiç farksız “müka’ab” ta’birinde de caridir. Mesela bu seneki Servet-i Fünun nevsalinin Dicle Irmağı’nın Mart aylarında her saniye döktüğü su üç bin metre müka’abıdır. Salnamede adet vechile “metre müka’abı” denmiş müka’ab metre ma’nası murad olunmuş. Yoksa bu ifade yanlış olmayıp da doğru olsa ve hesab bunun doğruluğuna göre yapılsa üç bin metre müka’abı yirmi yedi milyar müka’ab eder. Ne kadar azim bir fark? Akıllar almayan bu azim fark nereden meydana geliyor? Müka’ab metre yerinde metre müka’abı demekten mi? Şübhesiz... Sakın [bu] işte bir vehim olmasın! Hayır işte vehim yoktur. Hakīkat ve hesab vardır. Demir yollarında çelik dağ parçaları gibi uçup giden o heybetli katarı çekip götüren nedir? Böyle hiç görünen bir hakīkat değil mi? yazıcıları büyük bir yanlışa sürüklemiş.. Bu mühim hatayı şimdiye kadar gören ve gösteren olmamış mı? Olmuş. Ş. Sami Bey merhum bunu ta Kamus-ı A’lam ’ının ilk cildinin başındaki ihtarlar arasında gözlere göstermiş. Sonra Kamus-ı Türki ’sinde de yerinde yoluyla işaretlemiş. Hiç bir va kit “murabba’ metre” yerinde “metre murabba’ı demeyip daima daima “murabba’ metre” demeyi iltizam etmiş lakin aldıran olmadıktan sonra neye yarar? kadar lakırdı fazladır. Fakat öyle adamlar var ki anlamazlar ra ha Kara Hasan dediği gibi– ha metre murabba’ı ha murabba’ metre ne ziyanı var? Diyecekler. Öylelere karşı birkaç söz daha çaresizdir. Onlara sorarız.. Mesela “çürük ayva” ile “ayva çürüğü” arasında fark yok mudur? Yoktur diyemezler. Çünkü kimse va”dır “ayva çürüğü” sözünden anlaşılan şey “çürük”dür sözü biraz daha kısa ve biraz daha mübhem söylemek istese va” ve “çürük” derdik. O zaman iki ta’bir arasındaki ayrılık ve başkalık apaçık görünürdü. Dil işlerindeki inceliklerle uğraşanlarca söz götürmez bir hakīkattir ki “çürük ayva”da “ayva” ma’nası asıldır.. “Ayva çürüğü” sözünde “çürük” ma’nası asıldır. Birincide “çürük” ve ikincide “ayva” birer kayıddır eksik dolduran birer mütemmimdir. Birincide anlaşılan şey ayvadır.. Nasıl ayva? Şöyle ayva böyle ayva çürük ayva. İkincide anlaşılan ise çürüktür. Ne çürüğü elma çürüğü değil başka şey çürüğü değil ayva çürüğü. Aralarında bu kadar açıklık olan iki şey nasıl bir olur? Yine sorarız.. Mesela “açık hesab” ve “hesab açığı” desek ne anlarız? Birinciden hesab anlarız. İkincide açık anlarız. Bunlarda başka başka şeylerdir. Bil-farz ortada yüz liralık bir hesab var... Bunun doksan beş lirası yolunda beş lirası yolunda değil eksik.. Bunu kapamak için konuşuyoruz. “Açık hesab” denildikce yüz liralık hesabı anlarız “hesab açığı” dendiği zaman ise eksik kalan beş lirayı anlarız. Burada da hiçbir vakit hesab demek açık demek olamaz. Böylece –biri tavsifi biri izafi– iki nevi’ terkib arasında bir fark kabul edilince lisanca bir hakīkat olan bir şey kabul edilmiş olur ve bu mahiyetteki terkiblerde de bu farka dikkat etmek icab eder. Tekrar edilmek abes olsa da lazımdır.. “Murabba’ metre”de “metre” sözü asıldır “murabba’“ onu tavsif ve tetmim eder bir sıfattır bir mütemmimdir. Metre.. Nasıl metre? Sade uzunluk gösteren metre değil hem uzunluğu ve hem eni gösteren murabba’ halindeki metre. “Metre murabba’ı” sözünde de “murabba’“ ta’biri asıldır “metre” onu tamamlayan bir kayıddır bir mütemmimdir. Murabba’.. Nenin murabba’ı? Şübheli bir şeyin murabba’ı değil metrenin murabba’ı. Şu halde “murabba’ iki metre” dendiği zaman mevsuf ve ma’ruf yani murabba’ halinde metre anlaşılır. “İki metre murabba”ı dendiği zaman ise murabba’ halinde dört metre anlaşılır iki metre anlaşılmaz nitekim bu hakīkat –üstad Sami Bey’in işareti vechile– Fransızca’da da böyledir.. murabba’ı ise e carre de deux metres suretinde gösterilir bundan dört murabba’ metre anlaşılır iki murabba’ metre anlaşılmaz. Medeni bir dil medeni dillerin yattığı yollara yatmak ve dil ilminin icabına boyun eğmek lazım gelir. Diyecek yok. Fakat bu derece umumi hale gelen bir sakatı düzeltmek kabil olur mu? Burada hatıra birşey gelir.. Bazı ta’birler doğru yoldan çıkmış başka bir yola doğrulmuş öylece gidip gidiyor.. Hatta bunlara “meşhur-ı galat” diye pasaport gibi bir ad da verilmiş... Bu cümleden “vukūfiyet” “peşinen” “mümkünsüz” “variyet” “sekr-i hal” “ceneral konsolosu” gibi şeylere çaresiz göz yumuyoruz. Bu da onlar gibi meşhur-ı galat sırasına geçiştiriliverse olmaz mı? Olmaz.. Çünkü bir şeyin meşhur-ı galat sayılması onun bozuk ve fasid olmakla kalmasıyla bozucu ve müfsid olmamasıyla kabil olur. Bir de onları sözünü bilmeyen avam öyle kullanır. Yoksa söze özenen sözün namusunu haysiyetini gözeten kimseler bunlardan sakınır. Ba-husus ki metre murabba’ı diyenler oldukça kalem ve ilim adamlarıdır. Bunlar için bu sakata düşmemek kabildir ve kolaydır. “Sekir hali” veya “hal-i sekr” yerinde “sekr-i hal” diyenler serhoş gibi adamlardır. Kim ne derse desin “başkonsolos” veya süslü lisan ile “şehbender” demek varken bunu “ceneral konsolosu” suretinde yürütüp durmak yolsuzdur. Bilmem ki ben buradaki “ceneral” kelimesinden mertebeli bir asker anlamaktan güç kurtuluyorum. Yanlış daima yanlıştır. Yanlışı bulunmaz bir Hind kumaşı gibi neye saklayıp durmalı? Uzun sözün kısası kullandığımız “metre murabba’ı” ve arkadaşları yerinde ağzımızı düzeltip “murabba’ metre” “murabba’ kilometre” “müka’ab metre” “müka’ab kilometre” demek haysiyet ve hamiyet icabıdır. Buna muharrirler muallimler mektepliler dikkat etse ne olur? Faziletin insanlar arasında emniyet-i mütekabile te’sis eden mukaddes rabıta olduğu seyyiatın da hukūk-ı umumiyyeyi paymal ederek tefrikalara ihtilaflara sebebiyet verdiği –ikinci musahabede– arz ve isbat edilmişti. Cem’iyet-i beşeriyyeye müfid olmayan hiçbir fazilet yoksa da tatbikat-ı siyasiyyede muvaffak olmak için mutlaka her ferd hakkında aynı ihtimam ile iktisab lazım gelmeyeceği de bedihidir; yani herkesin terbiye-i siyasiyyesi –muvazene-i umumiyyenin husulü nokta-i nazarından– vazifesine göre ayrı nisbetlerde bulunmak icab eder. Kalblerde inkişaf etmek lur. Müstesna hilkatlarde ise tabii fezailin ziya-ı atisinden korkulmaz. Siyasetin kendilerine şeref-i takaddüm vereceği fazilet üçtür: Adalet ihtiyat şecaat. Bütün insaniyetin arzu ettiği keffül edeceğinde hiç şübhe olunamaz. Zaten maksad-ı siyaset bu üç faziletin halk tarafından suhulet-i icrası[n]ı te’mindir. Bir kere kalbler metanetleşince zulüm ve cebanet altında ezilmek ihtimali düşünülmez; çünkü içimizde bu fenalık artık yaşayamaz. hukūk-şinasanın mesaisinden maatteessüf hiçbir netice çıkmamıştır. Hatta her şahsın hukūkunu hadd-i kanūnisine kadar ayrı ayrı ta’yin etmek bile boştur. Biraz sonra bir yığın cür’etler o hukūku altüst eder en adilane kanunlara karşı hilelerle desiselerle cezasız kalmalarla cesaret bulan Hevesatın elinde hoppalaşmış bir millete –civardaki tehlikeleri göstererek– istediğiniz kadar şecaat kanunları tastir ediniz neye yarar? Uyuşmuş kalbler canlanmaz. Bütün Atinalılara telkīn-i hayr eden kanun eğer sonraları bi-taraf kalmasaydı: Sukūt u izmihlale mani’ olurdu! Adaletin hazm ü tedbirin şecaatin hangi esaslar üzerine aşılanacağını bilmeyen onları insanlara sevdirmeyen ifa ettiremeyen bir vazı’-ı kanun nihayet ahkam-ı ulviyyesinin ne ferd ne de cem’iyyet için faidesizliğini takdir eder. Demek ki arzedilen üç evvelki fazilete üssü’l-istinad olanlar da var. Bunlara adeta “Ümmü’l-fezail” diyebiliriz: Kanaat hubb-i sa’y haysiyet ve Allah korkusu. Kanaat: İhtiyaclarımızı sadeleştiren tenkīs eden tabiatın muhafaza-i nefs için bezl eylediği ni’metlerle hoşnud olmaktır. Azla mes’ud olmak san’atını öğrenmeyenler kadar bedbaht var mı? Sokrat Otidem’e verdiği ders-i i’tidalde: “Şehevatın kabil-i kıyas bile değildir. Müfrid bir adam harekatından letafet duymaz: Mihaniki bir şiddetle yer içer. Halbuki bütün zevk ihtiyactadır. Ve insanları fikren bedenen tekemmül ettiren hep bu ihtiyacdır” diyor. Evet şehvetperest daima mecnundur. Kendilerindeki hırsı teskine çalışanlar asıl zevk denilen hissi gaib ederler. Şehvet esbab-ı hazzı o kadar derin zararlarla öder ki... Sonra bu neş’enin kıymeti nedir? Elbette saadet yahud lezzet-i hayat değil; ebedi derd ve sefalet! Bu derekelere düşmüş bir halkı siyaset nafile bahtiyar etmeye uğraşır! Telezzüzat-ı ömrü şehvetten beklemek kadar ahmakça teheyyüc etsin... Bu heyecan geçer geçmez nefret ve melal başlar vicdan azabı bütün şiddetiyle ruhumuza çarpar.. İsraf yeti unutturur. İran’ın bütün serveti Demoste’nin rakibi Demadis’in gözünü doyuramamıştı. Ona ne Avrupa ne Asya ne de Afrika kafi gelmiyordu! Vatanını namus ve şerefini para uğrunda satıyordu. Hatta birgün mi’desindeki su’-i hazma deva bulup onu tekrar faaliyete getirecek olana hükumeti teslimi bile düşünmüştü. Şimdi karar veriniz: Ezvak-ı nefsaniyyeden bitab bir hükümdar nasıl olur da milletini ihtiyacatını düşünebilir? Bu mümkün mü? Bir zaman gelir ki halk da hükümdara uyar tedricen infialatı pıhtılanır artık hakīkatleri hissetmez olur. Ahlak-ı umumiyye bu inhıtata uğrar uğramaz mütevassıt ahali de fakrını doyurmak örtmek için vesait-i mülevveseye müracaatta tereddüd etmez.. Diğer taraftan –ne olur olmaz– fikriyle muttasıl kasalarını dolduran alçaklar o vakte kadar ellerini alenen uzatamadıkları muharremata cür’et ederler: Mesela kumar oynarlar resmi yalanlar takınarak gafiller arasında son muvaffakıyetleriyle iftihar ederler. Artık her şey her fazilet her hayır mahvolmuş demektir. Şekl-i hükumet –ne olursa olsun– bir heyula-yı bi-taraf kalır. Tahkīr edilen kanunların yerini vahşi ihtiraslar doldurur. Bu aralık muhafaza-i ismet ve mekanete çabalayan birkaç saf kalbin alemin kalbi seyyiat içinde boğulsa yine şehvet ve ihtiras fikr-i adaleti kaide-i tedbiri adem haline getiremez; bütün vücudlar fuhş u sefaletle kemirilse yine bir tarafta sabr u sükunetle metanet ü ümidle çalışan bekleyen bir iki muhterem vicdan necat-ı umumiye –velev büsbütün başka bir nesle aid olsun– delalet edebilir. Acaba iş ü nuş içinde bihuş gençler büyük bir müessirle ikaz edilemez mi? Zannetmem. Memleketi mülevves bir ekseriyetten ziyade pak ü salim bir ekalliyet halas edebilir ümidlerimizi temdid edebilir.. Babalarımızın bazularını bileyen oyunlar unutuldu.. Kollarımız artık büyük eserleri taşıyamıyor... Ellerimizde erazil-i nasın levsiyyatını gezdiriyor onları şurada burada mağrurane okuyor alkışlıyoruz... Bilmeyenlere lekelenmemek ihtimali olanlara tavsiye ediyoruz. En son katre-i iffeti silmek kurutmak Lycurgus’un kanunlarını tetebbu’ ediniz. Acaba hangisi saadet-i insaniyyeti tekeffül etmiyor? Bahusus düsturları! Bunlar o kadar vazıh ve mübeccel hakīkatlerdir ki... Fakat; ancak görenler ve işidenler için! O zamanlar Lasedemon’da bir zaniye bir zaniyeye tesadüf olunmadı zira vezaif-i aileye sadakatsizlik gösteren bir kadın için yaşamak hakkı verilmemişti. Bir kadını sırf kendi şahsını kendi hod-binliğini şımartmak için iğfale çalışan bir adamdan erkekliğin haysiyyeti men’ edilmişti.. Zaten memleketi milleti milliyeti harab ve mahvetmek isteyenlerin ilk matma’-ı nazarı; kadınlardır kadınların ahlakıdır: Onun ifsadıyla tatmin-i heves edilmiş olur.. Daha ziyade yorulmanın lüzumu yoktur.. Kadın mahvolunca kadın sukūt edince bütün şiraze-i hayat tarumar olur. İşte Lycurgus bu şirazenin ruh-ı muvazenetini bulmuştu: “Bizim fena olmamamız için kadınların validelerimizin iyi olması icab eder” dedi. Onlara vazife-i ümüvvetin kudsiyetini bütün ulviyetiyle isbat etti. Hatta Eflatun hülyasına göre tanzim ettiği Cumhuriyet ’in yedinci kitabında kadınların askerlik vazifesi ile mükellef tutulması fikrini bile serd etmiştir; madem ki vatan vardı; her ferd –kadın erkek– vatanı kurtaracak vatanı yaşatacaktı! Tabii kadınların askerleği müfrit bir iddiadır onlar bu vazifeden tabiaten muafdırlar; fakat düşünülebilir ya.. Eflatun’un o eserinde hayat-ı cem’iyyetle gayr-i kabil-i tevfik daha bazı fikirler mevcuddur. Lycurgus kanunlarının devr-i tatbikinde Ispartalılara fazilet pek kolay geliyordu. Fazilet i’tiyad şeklini almıştı.. Kahramanane teşebbüslere atılmak için herkes merd yetişiyordu.. Kalb seyyiatın esir-i cebini değildi. Kanaat –zaruri olarak– servete ehemmiyet vermeyince ruh dai-i ıztırab olan hoppa ihtiyaclardan vareste kalmış intizam-ı adalet her hareketin rahber-i irşad-karı olmuştu. Şiddet-i ihtirasat tehaffüf ederse fikir daha serbest daha hakperest düşünür. Biz bugün bu hale ecdadımızın sadegi-i kalbisini unuta unuta geldik artık hergün istediğimiz kadar kanun tasdik edelim istediğimiz kadar kabine değiştirelim herkesi birer birer tecrübe edelim.. Saadet-i umumiyyeyi mebzuliyet-i kavanin tekeffül etmez belki bir tek kanun –kendisine hürmetle durdurur.. Tarihin gerek edvar-ı kadimesine gerek a’sar-ı cedidesine müracaat ederseniz buna dair pek çok misaller bulursunuz. Bir fenalığın asarını değil esbabını müessiratını aramalı onu ortadan kaldırmalı. Bugün bir muzır kitap neşr [yasak] edilmekle onun sebeb-i neşri defedilmiş olmaz. Esbabı tashih etmekse büyük bir terbiyeye vabestedir. Eğer o eser sadece yasağ edilmekle iktifa olunursa biraz sonra bir diğeri çıkar ve kanuna hakaret ettiğini bir kere daha isbat eder. Sukūt etmiş kanunları ihyaya gayretten ziyade onları sukūt ettirmemeye çalışmalıdır. Kavaid-i milliyyesi ifsad edilmiş bir memleketin mukadderatı mütalaasız ellere tevdi’ edilirse kanunlar büsbütün su’-i isti’male uğrar; fesad: Dinç hamiler bulur; ahlak-ı umumiyyenin tezelzülünden sonra onu zaif vicdanlarla takviyeye çalışmak kadar abes tasavvur olunamaz. Bu hususda kat’iyyen müsamaha götürmeyen üç kaide-i ameliyye vardır: . Bir mevki’-i siyasiyi işgal eden adamın –sırf vazifesiyle . Cem’iyetin tabiaten muhtelif ihtiyaclarına göre ve bu olunması. Eğer hadd-i zatında ayrılması icab eden hususat-ı siyasiyye bir adama tahmil edilirse o adam ya o mesaili kalır yahud vasi’ selahiyetin su’-i isti’maliyle gayr-i meşru’ Yegane ve serbest bir ele muhtac olan müttehid bir idare vezaifinin birçok müdir tarafından görülmesi ise yekdiğerine mütenakız hükümlere sebebiyet vereceğinden mütekabil bir imtizacsızlığın hudusüne vesile olur ki: Bu tezebzübden mutazarrır olacak yine millet ve memlekettir. Ahval-i fevkaladede ise menasıb-ı siyasiyyenin mutlaka müstesna rical-i siyaset tarafından iş’ar olunması labüddür. Mesela Romalılar hin-i hacette “diktatör” çıkarırlar büyük selahiyette “konsüller” ta’yin ederlerdi. Her halde görülüyor ki bütün bu teşebbüsler mehaliki ba’de’l-vukū’ def’ etmek için memleketin ilk hakimi ve ilk kanunu namus ve kanaat olduktan sonra muhatara-i mevcudiyyet anılır mı? Millet kendi kendini idare eder. Lakin kanunun hakk-ı müdahalesi hakk-ı ikazı da hiçbir vakit üzerimizden eksilmemeli ihtirasatın uyanmasına meydan vermemeli. Siyasiyat efrada muttasıl sevda-yı sa’yi telkīn etmeli. Şübhe yok ki bu fazilet bizim en naçiz en basit mahzuziyetlerimize muhterem bir kıymet bahşeder muhayyilemizi teşviş etmez. Tabiat bezl ettiği ni’metlere sehavetkar davrandığı halde yine lütfuna “sa’y” ile nailiyet kaydını terfik eylemiştir. Ellerimiz toprağı inbat etmezse toprak ilelebed çorak kalır. Ataletten hayat ummak dikilmeyen ağaçtan meyve beklemeye benzer... Eğer siyasetin bize arzettiği sa’y kuvvetlerimizle mütenasib değilse bize karşı beslediği ümid: Beyhudedir. Mısır’da Sezostris’in muakıbları evvelki hataları temizlemek için halkı tahammülün fevkınde yordular adeta hepsini esarete mahkum ettiler nihayet bütün eller oğuştu durdu o vakit dünyanın en fa’al memleketi birden bire yıkıldı devrildi.. Hükumet aynı zamanda hem zaruretin hem de sefahatin makarrı idi. Münevver fikirliler bu halden ürktüler. Çünkü izale-i fütur maksadıyla halkın fikrine göre Moris kanalının küşadına piramid’lerin inşasına hep şu gayr-i muti’ halkın isyanından endişe: Sebeb olmuştur halkı avutmak yoksa taali-i vatan hissi değil. Akıbet ne oldu? Mes’ud Mısır sefaletlerle sürüklendi. Nil’in bütün dar yaşamak için dağlar gibi yıkılmaz yer yapan hükümdarların azametini yükseltmeye mahkum halk birgün karşılarında düşman ordularını gördüler... Hududlar çoktan geçilmişti. Şimdi bunlara hangi kol hangi yorgun kol kalkacaktı? Firavunların ihtirasatını müdafaa ede ede kendi sefaletlerini unutmaya çalışan zavallı millet izmihlal içinde boğuldu gitti... Onları kimse kurtarmadı kurtaramadı. Tir’de Kartaj’da da aynı hal aynı netice! Mes’ud ve müsterih yaşar. Halbuki Tirliler Kartacalılar bir nevi’ korsanlıkla geçiniyorlar pırlantalara zümrüdlere incilere tapıyorlardı.. Bunları elde etmek için cinayetler irtikab olunuyor.. Felaketlerle alın alına geliniyordu.. Halkı tesmim eden hainler hazırladıkları hançer zehrinden kaçıp kurtuldular mı? Asla! Sevda-yı sa’y kanaatle temdid olunursa büyük fazilettir yok bilakis Kartacalılarınki gibi bir eser-i hırs u tama’ olursa yine imha-yı mevcudiyyetle neticelenir. Zira: Bu iki meş’um seyyienin taht-ı te’sirinde didinen halk ya dolandırıcıdır ya zalim! –Solon memleketin bitip tükenmeyen iğtişaşatını ancak çalışmayı sevdiren kanunlar yaparak teskin edebilmişti: Oğluna bir san’at öğretmeyen baba ihtiyar olunca ondan hiçbir muavenet beklemeyecek ve görmeyecekti. Ebedi ve gayr-i kabil-i ibtal vezaif-i aileye karşı gerçi bu kanun lüzumsuz görünüyorsa da te’sisi ebeveyne şükran-ı ni’met değil sırf atalete mümanaat nokta-i nazarından elzem idi... Sonra her ferd vatanı meşagil-i meslekiyyesi hakkında Aeropaj meclisi huzurunda ma’lumat verir hesabını temizlerdi. Herkesin rast geldiği ataleti kudretince cezalandırmak vazifesi keyfine göre bir meşgale hem de sefil bir meşgale bulmasına münkalib oldu. Niçin? –Solon şu kaideyi ancak Lasedemon’luların esirlerini teşkil eden Eylot’ların tarz-ı idareleri maksadıyla vaz’ etmişti. Bu kaideyi umumiyet kabul edince mes’elenin rengi değişti. Artık Maraton ve Salamin meydanları cihangir ecdada makīs kahramanlar göremediler. Gitgide bütün Yunanlılar zafer ve hürriyetten vazgeçerek Militad’ın kumandasında sürünmeye müstahıkk oldular. Atina’nın hukūken Demokratik idaresi harekat-ı siyasiyyede tamamıyla istibdada tahavvül ediyordu. Pisistrat-zadelerin zulmünden henüz kurtulmuş olan millet Militad’ın eline geçer geçmez Maraton sahrasında İranileri mağlub ettiyse de onu ta’kib eden bir Aristid bir Temistokl bir Simon iktidar ve irfanlarıyla Atinalıların emniyetini ba’de’l-celb herkesi kendileri gibi düşünmeye mecbur tuttular. Bu bir vahdet-i nüfuz başlangıcı idi. Nihayet Perikles büsbütün hod-re’y hareket edince ileri gelenler arasında o mevki’-i muhteşemi elde etmek için hırs-ı mugalebe alevlendi. Halk kamilen unutuldu. Menfaat-i hususiyye artık menfaat-i umumiyyeye tahakküm ediyordu. Sabahleyin fevkalade cebin olan ihtiraslar akşam üstü küstahlaşıyor... Cür’etkar vaz’lar alıyor ve karanlıklarda muvaffak oluyorlardı.. Millet ne kuvvetlerini ne za’flarını ne de menafi’-i hayatiyyesini tedkīk edemiyordu. Tehlikeler el altında her tarafı letin ihtiyatın ulüvv-i cenabın lüzum-ı vücudu için de her zaman mu’cize göstermek icab etmez ya?! namuskardır ve erbabı muhafaza-i namus edenlerden ibarettir. San’atkarlar hayadan silkinir silkinmez ellerindeki eşyaya değerinden fazla bir kıymet verir halkı bu kıymetsizliği çar-na-çar kabule teşvik ederler Safiyet-i ibtidaiyye ruhlardan nihan olunca zengin sırf keyfi için yaşar ve alemi kendi keyfi için yaşatır.. Yani bütün memleket tegallüb ve mahkumiyet acılarını çeker.. Kendilerini bilemeyenlerin kendilerinden başkalarını düşünmeyenlerin esir-i zevki olur.. Gayr-i ahlakī icadlar mutlaka bir ihtiyac-ı sefili bir ihtiyac-ı gayr-i tabiiyi bir ihtiyac-ı arıziyi tatmin ederek para kazanmak fikriyle doğar. Lycurgus Lasedemonlular’a alet-i san’at olarak yalnız keser ve destere vermişti.. Sonra birgün gayr-i müfid san’atlar yüzünden bunlar ellerden atıldı.. Eflatun Mizo ma’bedindeki resimler karşısında işmi’zaz hissini yenemez bu bi-ma’na levhaların halka maksad-ı asliyi unutturduğunu onu putperest hayalperest ettiğini söylerdi. Yine Lasedemon’da: Mesai-i umumiyyede te’sis-i müsavata çalışan kanunlar bir servet-i irsiyye içinde müreffeh yaşayanları bile boş bırakmaz onlara istikbali istikbalin vatan müdafi’lerini ihzar ettirirdi. Her sinnin her cinsin her zamanın kendine göre hususi bir meşgalesi vardı: Saatler Buraya kadar beşeriyetin giriftar olduğu za’flara sefaletlere ve bunların esbabı az çok izaha çalışıldı; usul-i siyasetin daima insanları menafi’-i şahsiyyesinde alakoyan hırsları yenmeye çabalaması lazım geleceği anlatıldı. Zikredilen faziletleri belki pek naçiz buldunuz; hiç birinde ihtirasatın şiddeti yok fakat tedkīk edilirse onların da birer hırs müddet kavi muharrik oldukları meydana çıkar. Kalblerde muhafaza-i sükunet eden hubb-i şeref ve haysiyet harekete Şübhe yok ki ruhun en büyük sebeb-i muvaffakıyyeti: Hubb-i zaferdir. Hubb-i zafer bütün mevanii yıkar devirir meydan-ı mübarezede bir tak-ı muzafferiyyet rekz eder. reddedenler zarureti iltizam eyleyenler! Bütün iyi kal[bl]iler fedakar ölümler meftunu olurlar. Bırakalım kahramanları Sokrat’ı düşünelim: O büyük adam kalb-i beşeri herkesden yaşamaya tercih ediyordu. İhtirasat bazen belki faziletten daha beliğ söyler yalnız bu sözler yalnız bir an-ı hazırın telezzüzatına aid[di]r. O aralık hakīkat düşünülmez insan da mağlub olur. Halbuki daima müteyakkız müdakkık ve muti’ bulunmak için gönlümüzden hubb-ı şerefi gaib etmemeye çalışmalıyız. Emin olunuz ki dumanın ilk sebeb-i sükūtu ruhlardaki hiss-i melharatin ziya’ı ve o hissin barbarlarda maatteessüf siyaset ondan lazım olduğu kadar istifadeyi beceremez. Medik muharebatı esnasında Teb’liler az kal[s]ın ar-ı havf izhar edeceklerdi. Epaminondos birden bire kalplerde sönmek üzere bulunan heyecanı galeyana getirdi. Siyasetin ahlak ile münasebetini anlamasaydı İran’da uçurumlara yuvarlanacaktı. Evet siyaset cem’iyetin milletin hakīkaten şayan-ı hürmet anasır-ı faaliyetini tanıyıp tefrik edince hem kendi hayatını kurtarmış hem de hayat-ı umumiyyenin aheng-i menafiini taht-ı emniyyette bulundurmuş olur. Elindeki i’tibarı israf etmezse i’tibardan düşmez muzafferiyyatın şerefin çoğu da tenezzül-i kıymete badi olur. Mükafat nadir olmalı ki ona nailiyeti herkes arzu etsin. Kıymet-i hakīkiyyeye hürmet ancak bu suretle teessüs edebilir. Yoksa büyük küçük bütün göğüsler donanırsa artık onlara ehemmiyetsiz bahanelerle kesb-i liyakat edileceği tezahür eder.. Bir milletin fazileti: Kendisine müfid ehliyetler aramasıyla anlaşılır. Faziletle yekvücud olmayan ehliyetlerin ayrı ayrı mazarratları vardır. Bunlar seyahatleri aldatıp girdablara düşüren parlak fosfor danelerine benzerler. Eğer Epaminondos memleket her ikisinden bir faide görmezdi. Temistokl menfaat-i umumiyyeyi nef’-i hususiye takdim için halka: Salamin’e gidecek gemileri kendi evlerinin döşeme tahtalarından yapmalarını tavsiye etmişti!.. Bu büyük adamın emeği sonra ne oldu? Ahlaksız müfsid iki adam Aristid’le Simon hem hükumeti hem de memleketi mahvettiler. Bütün tasavvurlar hulyalar dağıldı.. Zira Temistokl’ü büyük adam eden İranililere galebe ettiren ahlak-ı umumiyyenin namusu Hubb-i haysiyyet hamiyyet-i vataniyye: Hırs ve zulme yumruklar sıkıyordu.. Festeres Yunanistan’ı tehdide başlayınca yekdiğerinin muarızı olan Aristid’le Temistokl hayr-ı vatan önünde ittihad ettiler hatta Perikles bile Simon’u menfasından getirterek o gün için onun lüzumunu teslim eylemişti. Fenalık ahmakça olursa pek o kadar mühlik görünmez def’i kolaydır lakin ehliyet şeytanetle elele verince memlekete müdhiş darbeler indirir. – Bir adam ne yapabilir ki?– zannında bulunmayınız. Bir adam gördüğü bir ufacık lekeyi mütemadi taarruzuyla büyültebilir ve neticede harabeler üstünde yuva yapmaya kalkışan vuhuş gibi barınmak isterse de muvaffak olamaz. su’-i isti’mal edenlerin akıbeti! Okuyunuz; tahkīk ediniz biraz doğru müfekkire: Hakīkati tezyif edenler bütün vuzuhuyla görür! Kanunları ortadan kaldıranlar kanunları nihayet efkar-ı umumiyyeyi kendi aleyhlerinde şübhe ve ittifaka düşürürler. * * * Kırk altıncı madde: Darülfünun müstahdeminini ta’yin eden Nazır’dır bunların azl ve te’dibi hakkı da Nazır’a aiddir. Kırk yedinci madde: Darülfünun’a duhule izin vermek ve duhulden men’ etmek salahiyeti Nazır’ındır Darülfünun yabancı olanlardan yahud Cem’iyet meclis-i idaresinden hiçbir kimse Nazır’ın izni olmaksızın dar-ı mezkura giremez. Kırk sekizinci madde: Nazır Darülfünun muvazzafininden birine dar-ı mezkura aid mebaliğin hıfz u sarfı vazifesini tevdi’ edebilir. Bu halde Nazır o zatın mesaisini teftiş ve laekall mukabil bir iş deruhde edecek zata münasib surette mükafat edebilir. Kırk dokuzuncu madde: Nazır her celsenin in’ıkadından la-ekall yirmi dört saat evvel “Darülfünun Hey’eti” a’zasına Ellinci madde: Nazır; Darülfünun’un bütçe layihasını tertibde sene-i tedrisiyye evahirinde dar-ı mezkur Hey’et’ine takdim eder. Bundan başka Hey’et-i mezkureye sene-i atiyyede talebenin ne mikdarda tezayüdü mütehammil kütüb ve edevat-ı tedrisiyyede icrası lazım gelen tağyirat ve ilavat muvazzafinin maaşlarına icra olunacak zamaim hakkında re’y ve mütalaasını beyan eder. Elli birinci madde: Nazır’ın her sene nihayetinde Darülfünun’da mevcud bulunan kütüb-i tedrisiyye ve edevat-ı ta’limiyye ve saire hakkında Darülfünun Hey’eti’ne ma’lumat vermesi lazımdır. Elli ikinci madde: Darülfünun Hey’eti’nin; duhul imtihanını müteakıb Darülfünun’a gireceklerin kabulü senevi imtihanından sonra bir seneden diğerine birinci sınıfın son imtihanından sonra bir sınıfdan diğerine Darülfünun’un muhtac olduğu muallimleri intihab etmek üzere bir imtihan icrasıyla şehadet-i ‘aliyye ve ulya ashabından erbab-ı liyakatin ta’yini hakkında vereceği kararları bina etmek üzere Nazır’ın Darülfünun’da icra olunan her imtihanın neticesini Hey’et-i müşarun-ileyhaya beyan etmek lazımdır. Elli üçüncü madde: Nazır’ın mürşidin için olan şehadet-i ‘aliyye ve duat için olan şehadet-i ulya imtihanlarında muvaffak olanların ve bunlardan Darülfünun hey’etince ta’lim rin ta’yini diğerlerinin da’vet ve irşad ile meşgūl olmak üzere arzu olunan mahallere irsali için– Cem’iyet Meclis-i İdaresine takdim etmesi lazımdır. Elli dördüncü madde: Darülfünun Hey’eti’nin her celsesini müteakıb verilen kararları görmek ve tenfizi tasdikine mütevakkıf olanları tasdik etmek üzere Cem’iyyet Meclis-i Elli beşinci madde: Murakıb; ancak Darülfünun Nazır’ından telakkī-i emr eder. Elli altıncı madde: Darülfünun Murakıb’ının vezaifi bervech-i atidir: A : Darülfünunda muhafaza-i intizam sıyanet-i levazım B: Müstahdeminin hizmetleriyle meşgūl olmalarına bahusus emr-i nezafete nezaret C: Ders yemek riyazat vakitlerini ihbar D : Talebeyi huzurda hal-i ictima’ ve iftirakta yemek yerken ta’lim esnasında namazda ve uykuda murakabe H : Tabibin ziyaretinde hazır bulunmak ve evamir-i sıhhıyyeyi infaz etmek V: İdare me’muruna medrese levazımatının ihzarında muavenet Z : Nazır’ın kendisini mükellef edeceği bütün Darülfünun umuruyla iştigal. Elli yedinci madde: Darülfünun’un icra-yı mücazat edeceği kabahatler; iki nevi’dir: Darülfünun’a müteallık kabahatler ki ona aid bazı levazım ve edevatı telef etmek bir şakirdin veya müstahdeminden birinin Darülfünun nizamname-i umumisinin veya rüesasının –muallimin ve Murakıb mükellef kıldığı bir hususu terk etmesi gibi talebeden hiçbiri üstazına veya Murakıb’a medrese müstahdemininden biri Nazır’a isyan edemez. Elli sekizinci madde: Darülfünun’da bütün şikayat Nazır’a takdim olunur. Bunlardan kendi hakkında olanları Nazır re’yini ve yaptığını beyan ederek bir haftayı tecavüz etmeyen bir müddet zarfında Cem’iyyet Meclis-i İdaresi’ne takdim eder bu müddeti tecavüz ettiği halde şikayet sahibi nazır kendini ikna’ etmediği halde kendi kendine Meclis’e müracaat eder. Elli dokuzuncu madde: Medreseye aid eşyadan birini kendi eser-i taksiri olarak telef eden onun semenini öder. Altmışıncı madde: Şakirdan kabahatlerine göre suret-i nezihede gizlice sonra da dersde veya hal-i ictima’da ta’zir olunmak dersde ayak üzeri tutmak veya daha ziyade defa riyazattan mahrum etmek esna-yı riyazatta bazı a’mal-i nafia miyet yahud arkadaşlarıyla beraber yemek yemekten mahrum kalmak bir veya iki defa muhassasa-i şehrisini kat’ etmek yaz ta’tilinden mahrumiyet kısm-ı leyliden ihrac Darülfünun’dan tard suretleriyle tecziye olunurlar. Bu cezalardan Talebeden hiçbirinin bir ukūbet-i bedeniyye ile veya dersden mahrum bırakmak –dersde uygunsuzluk ederse muallim ziyesi kat’iyyen caiz değildir. Altmış ikinci madde: din ve şerefi ihlal eden bir kabahat Kabahatin en şiddetlilerinden biri yalancılıktır. Yalancılık ettiği ve yalanını inkar ettiği sabit olan bir defa olsa bile Darülfünun’dan tard olunur. İ’tiraf i’tizar ve tevbe ile beraber üç defa yalancılığı sabit olan üçüncüsünde Darülfünun’dan tard olunur. Bundan sonra şiddetli kabahatlerden olarak talebeden birinin diğerinin mezhebi hakkında ta’n etmesi asabiyet-i mezhebiyye ve cinsiyyenin tehyici gelir ki bunlar kendinden mükerreren sadır olanlar tard olunurlar. Altmış üçüncü madde: Nazır’ın Darülfünun’dan tarddan maada suver-i te’dib ile şakirdanı te’dib hakkı vardır. Tard olur. Bu hüküm de ancak Cem’iyyet Meclis-i İdaresi’nin tasdikine Altmış dördüncü madde: Nazır; evkat-ı mesaide Darülfünun’dan nihayet üç gün gaybubet edebilir. Bundan fazla ruhsatla ihtiyacı olduğu halde Cem’iyet Meclis-i İdaresi’nden nun muallimlerinden veya hey’etinden bir vekil intihab ile keyfiyeti Cem’iyet Meclis-i İdaresi’ne ihbar eder. Altmış beşinci madde: Bilumum medrese muvazzafini; Nazır’dan taleb-i ruhsat eder. Nazır üç gün için ruhsat i’tasında müstakildir. Bundan fazlasını Darülfünun Hey’eti’ne arzeder. Altmış altıncı madde: Fahri muallimler müstesna olmak üzere muallimlerden hiçbiri bir özr-i sahiha müstenid olmadığı halde ders vaktinde gaybubet edemez; dersinde bulunmayacak olan muallim ma’lumat hasıl olmak üzere Nazır’a bu hususu ihbar etmelidir. Altmış yedinci madde: Medrese muvazzafininden hastalığa binaen gaybubet edenleri; Nazır Darülfünun’ca i’timad edilebilecek olan bir tabibden tıbbi bir vesika getirmekle mükellef kılar. Hastalık özrüne binaen müddet-i gaybubet üç günü tecavüz ettiği halde hastalığa ve hastalığın ifa-yı vazifeye mani’ olduğuna dair bir vesika-i tıbbiyye takdim olunmazsa Nazır ya Darülfünun tabibini veya diğer bir tabibi ücretle bile olsa hastanın ziyaretine gönderir ve bu tabib kesb-i şifa edebileceğini zanneylediği müddeti takdir eyler. Nazır da ba’dehu keyfiyeti Darülfünun Hey’eti’ne ve Cem’iyet Meclis-i İdaresi’ne ihbar eder. Altmış sekizinci madde: Muvazzafinden hastalık özrüne müstenid olmayarak üç günden ziyade gaybubet edenleri nazır Darülfünun Hey’eti’ne arzeder Hey’et de mumaileyhi müsta’fi addile yerine bir diğerini intihab edebilir. Ba’dehu Nazır Hey’et’in diğer kararı tasdik olunmak üzere Hey’et [Cem’iyet] Meclis-i İdaresi’ne arzeder. Altmış dokuzuncu madde: Evkat-ı mesaide Darülfünun muvazzafininden veya muallimin müdevvenininden hastalık özrüne ibtina etmeyerek ale’l-ıtlak gaybubet edenlerle hastalığa binaen on beş günden ziyade devam etmeyenlerin gaybubet ettiği müddetce veya daha ziyade yahud daha az bir müddet zarfındaki maaşının kat’ı hususuna da Darülfünun hey’eti karar verebilir. Yetmişinci madde: İmtihan; üç nevi’dir: Darülfünun’a duhul medresesi her sene orta ve nihayetinde “ihtiyar imtihanı” “şehadet-i dirasiyye imtihanı” “me’zuniyet imtihanı” bunlardan her biri şifahi ve tahriri olarak icra olunur. Yetmiş birinci madde: Leyli talebe; tederrüs ettikleri ulumun bütün mevaddından imtihan olunurlar. Talebe-i nehariyyenin muvazabet ettikleri derslerin mevaddıyla devam etmedikleri derslerden imtihanına talib bulundukları dürusun mevaddından imtihanları icra olunur. Yetmiş ikinci madde: Duhul imtihanlarıyla sene-i tedrisi[yy]e esnasında ve nihayetindeki imtihanların icrasını Nazır’ın taht-ı riyasetinde olarak muallimler deruhde eder. Şehadet imtihanlarını ise Cem’iyet Meclis-i İdaresi’nin reisi de beraber olarak ta’yin edeceği bir hey’et müteahhiddir. Nazır; sene nihayeti imtihanlarında Darülfünun’dan haric bazı zevatı Darülfünun-ı mezkur esatizesinin de iştirakiyle da’vet edebilir. Yetmiş üçüncü madde: Sene ve şehadet imtihanlarında derecesinde iktidar göstermeye mütevakkıfdır: Yetmiş üçüncü madde: Birinci sınıfın imtihan-ı ahirinde muvaffak olana “Şehadet-i İlmiyye-i Aliyye” i’ta edilir ve bunda “Mürşid” diye telkīb olunur. Bu şehadet; sahibini müslümanları va’z u ta’lim ile irşada ve ed-Da’vetü ve’lİrşad Cem’iyeti’nin “Darü’d-Da’veti ve’l-İrşad”da bulunan Duat sınıfından maada sair medarisinde tedrise ehil kılar. Yetmiş dördüncü madde: İkinci sınıfının imtihan-ı ahirinde muvaffak olana “Şehadet-i İlmiyye-i Ulya” i’ta edilir ve bunda “Dai İla’llah” diye telkīb olunur. Bu şehadetnameye sahib olan; İslam’a da’vet ve İslamiyet’i müdafaa ve Darü’d-Da’veti ve’l-İrşad’ın sınıf-ı a’lasında ve Cem’iyet’in diğer medarisinde tedris ehliyetini ihraz eder. Yetmiş beşinci madde: “Darü’d-Da’ve”den şehadet-i ‘aliyye ve ulyanın her ikisini haiz olanlar dar-ı mezkurda ve Cem’iyet’in medaris-i sairesinde ta’lim hususunda diğerlerine tercih olunurlar ve Cem’iyet’te a’za-yı amileden olurlar. Yetmiş altıncı madde: Bu iki şehadetten birinin imtihanında bazı dürusdan ehliyet-i matlubeyi gösteremeyerek muvaffak olamayanlar hakkında Darülfünun Hey’eti ehliyet gösteremediği dersden sene içinde imtihanının iadesine ve muvaffak olamadığı senenin bütün derslerinde hazır bulunarak sene nihayetinde o sene talebesiyle tekrar imtihana dahil olmakla mükellef olmasına karar verebilir. dığı dersden tekrar imtihan olunmak üzere az müddet ta’yin olunur üçüncü defada da muvaffak olamayınca şehadetnameden mahrum olur. Bu imtihan şehadet-i ulya imtihanı ise şehadet-i ‘aliyye sahibi o sınıf mürşidinden olmakla kalır. Yok şehadet-i ‘aliyye talebe ile beraber ikinci sınıfın bazı yahud bütün derslerine devam edebilir ve o nevi’ talebe ile imtihan olunabilir. Yetmiş yedinci madde: Leyli talebeden biri şehadetname rında bazı derslerinde ibraz-ı ehliyyet etmemek ve bazılarında etmek suretleriyle muvaffak olamazsa Darülfünun Hey’eti; bütün o sene derslerini iade etmesine ve muvaffak olamadığı ye dahil olmadan evvel ve ders-i mezkurdan tekrar imtihan vererek muvaffak olduğu halde sene-i taliyyeye karar verilir muvaffak olamadığı halde Darülfünun Hey’eti kısm-ı leyliden de etmesini kabul etmek arasında muhayyerdir. Bir şakird; bir sene derslerini iki defadan ziyade iade edemez. Yetmiş sekizinci madde: Su’-i ahlak veya serkeşlik dolayısıyla olmayarak kısm-ı leyliden ihrac olunanların; kısm-ı nehariye kabulleri caizdir. Yetmiş dokuzuncu madde: Suret-i mutlakada son sene mani’-i ıztırariye ma’ruz kalırsa Darülfünun; mezkur şakirdi bulunduğu senenin yukarısında senenin derslerine şuru’ olunmadan evvel imtihan etmekle o senenin bütün derslerini Sekseninci madde: Bazı ulumun imtihanlarında muvaffakıyet ve bazılarında adem-i muvaffakıyyet gösterenlere Darülfünun’un muvaffak olduğu derslere has olarak bir şehadetname da haiz-i ittifak olanlara buna dair şehadetname verilir. şeklinde yazılmıştır. Seksen birinci madde: Darülfünun Hey’eti’nin re’yini aldıktan sonra olmak şartıyla Cem’iyet Meclis-i İdaresi; bütün a’zasının üç rub’unun ittifakıyla işbu nizamnamenin ahkamını ta’dil edebilir. Trabzon’dan idarehanemize çekilen telgrafdır. Ey ihtirasat-ı şahsiyye yüzünden vatanı izmihlale doğru sürüklemeden lezzet alan zevat-ı ma’lume! Hazret-i Padişahın amaline vatanın ihtiyacatına milletin efkarına muhalif olarak ortalığı velveleye vermekten artık vazgeçiniz. Mukaddesat namına herşeye taarruz ettiğiniz artık illallah. Keyfiniz cağımızı şiddetle ihtar ve bu halin devamını vatana ihanet addederiz. Fitne uykudadır uyandırana la’net olsun. Müfti Hamid Ulemadan Süleyman Katolik Murahhasası Kuçuryan Belediye Reisi Vekili Mustafa Tüccardan Ahmed Debbağlar Şeyhi tüccardan Rif’at Esnaf Kethüdası Tüccardan Sabri Tüccardan Hurşid ahali-i İslamiyyesi Teşrinisani’nin on birinci akşamı cami’-i şerifde toplanarak eda-yı salattan sonra halife-i zi-şanları Sultan Mehmed Han-ı hamis hazretlerinin izdiyad-ı ömr ü mazhariyyeti ve Hükumet-i Osmaniyye’nin i’la-yı şan ü şevketi hakkında ed’iye-i mefruza tilavet etmişlerdir. Ba’dehu Hilal-i Ahmer Cem’iyyeti Reisi David Muhammed tarafından bir nutk-ı beliğ irad olunarak İtalyan asakiri tarafından müdafaa-i nefsden aciz olan kadın ve çocuklara karşı reva görülen harekat-ı vahşiyaneyi takbih ve teşni’ ve kendine medeni sıfatını veren bir millet tarafından bu gibi barbarlıklara karşı izhar-ı nefret ve la’net ederek demiştir ki: “Bu miting İtalya asakiri tarafından Trablus’da bi-günah etfal ü nisvana karşı mezalim icra kılındığına dair neşrolunan haberleri la’net ü infial ile okumuş olduğundan kendine bi-gayri hakkın sıfat-ı medeniyyet isnad eden bir millet tarafından der.” Abdullah Hacı Adem muma-ileyhin beyanatını te’yid edip kadın çocuk ve ihtiyarların hayatı mazhar-ı himaye olmak her din ve mezhebce matlub u mültezem olduğu halde Hıristiyan olacak İtalya asakirinin bu esas u kavaid-i insaniyye hilafına hareket-i cinayetkaranede bulunduklarını makam-ı tenfir ü tel’inde beyan eylemiştir. Mister Adem Muhammed asakir-i Osmaniyyenin şecaat ü besaletinden intizam u mutavaatından meşakk u mezahim-i seferiyyeye karşı sabr u tahammülünden uzun uzadıya bahisle muharebede şehid olanların dul ve öksüz çocukları namına iane cem’ini teklif eylemiştir. Baladaki nutuklar kemal-i dikkatle istima’ kılınmış ve Hükumet-i Osmaniyye’nin muzafferiyet ve muvaffakiyeti hakkında tekrar ed’iye-i lazıme yad olunarak ictimaa hitam verilmiştir. Mekke-i Mükerreme ahalisinden Seyyid Muhammed Sıddik bin Abdillah ve Hindistan’da kain Surat şehri ahalisinden Abdülkadir Edrusi hazıruna mensub oldukları din-i celile ve halife-i a’zamlarına karşı mükellef oldukları vezaifi ta’dad u tezkar eylemiştir. Durban Hilal-i Ahmer Cem’iyeti Katibi Osman Ahmed nutkunda demiştir ki: “Biz burada Trablus’daki din kardeşlerimizin karşı şiddet-i infialimizi izhar etmek ve meydanda hiçbir sebeb olmadığı halde i’lan-ı harb eden ve hatta i’lan-ı harb etmezden harekat-ı harbiyyeye de başlayan İtalya’ya protesto eylemek üzere burada toplanmışız. İtalyanlar tarafından Arab’ın müsellah olduğunu gazetelerde okuduğumuz sırada buna inanmak istemedik ve mübalağaya haml ettik. Fakat bu babdaki haberler bugün bi-taraf menabi’den teeyyüd ettiğini nefretle müşahede ediyoruz. İtalya’nın bu gibi harekat-ı adalet-şikenane ve şenaatkaranede bulunduğundan dolayı kalbimiz hakīkaten parçalanıp İngiltere’de birçok erbab-ı insaf ve ashab-ı insaniyyet tarafından bu harekat-ı mezbuhaneye karşı protesto mitingleri tertib olunduğunu maa’l-memnuniyye haber alıyoruz. Şimdi milyonlarca tebea-i İslamiyyeye malik olan İngiltere kralı ve Hindistan terettüb eden vezaif cümlesindendir. Türkiye’de bulunan Hilal-i Ahmer Cem’iyyeti’ne yardım etmek üzere bir iane komisyonu teşkil ettiğimiz ma’lumunuzdur. Bu komisyon teşebbüsünde fevkalade muvaffakiyete mazhar olmuş lirayı mütecaviz bir meblağ cem’ ederek Yuhannesburg Başşehbenderi Ohannes Bey ma’rifetiyle lira Dersaadet’e gönderilmiştir. Umum İslam cem’iyyetleri bu vadide sarf-ı mesai ediyorlar ve edeceklerdir.” Türk Yurdu arkadaşımızın ikinci sayısı çıktı. Birinci sayısının ri’lerimize ayrıca tavsiyeden bizi müstağni ediyor. İkinci sayısında Türk Yurdu levhalarındandır. Siyaset kısmında “Büyük Milli Emeller”in maba’di ile Ahmed Agayef Bey’in mutlak her müslüman Türk tarafından okunulacak “Türk Alemi” var. ceridemizin bahsetmediği Türk esnafın haline nüfuz edilmek yıyı tezyin eden makalelerden birisi de Türklerin büyük muharriri aid mühim makaleleridir. Büyük kıt’ada sahifelik bu mecmuanın fiatı ancak altmış paradır. Abone bedeli altı aylığı kuruş seneliği kuruş olup muallim ve müteallimlere yüzde on tenzilat yapılır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Aralık Yedinci Cild - Aded: Nitekim İmam-ı Gazzali İhyaü’l-Ulum ’unda “Vücud-ı mümkin daima haliktir” yani ma’dumdur demiştir. Hazret-i dan mertebe-i hakīkate irtika eden urefa alem-i vücudda Cenab-ı Hak’dan gayrı mevcud olmadığını ondan başka ne varsa hepsinin halik yani ma’dum hükmünde bulunduğunu muallak değildir. Belki eşya ezelen ve ebeden ma’dumdur” diyor. Akıl vehle-i ulada hazret-i imamın: Cenab-ı Hak’dan gayrı mevcud yoktur sözünden bizim mevcud namını verdiğimiz eşya-yı hariciyyenin kaffesi Allah’dır gibi ma’kus bir ma’na çıkarabilir. Halbuki Gazzali’nin bu sözden maksadı bu ma’na olmadığını söylemek bile zaiddir. Onun bu sözünden maksadı bizim mevcud namını verdiğimiz şeylerin kaffesi hakīkatte ma’dum hükmündedir. Alemde Cenab-ı Hak’dan başka mevcud-ı hakīkī yoktur demektir. Fıtratın nadir yetiştirdiği havarık-ı ma’rifetten Gelenbevi li’nin bu sözü vahdet-i vücuda dairdir diyerek şu mealde hülasası şudur: “Hakīkatte mevcud zihinde vücud kendisiyle kaim olan şeye ıtlak olunur. İster o vücud –hükemanın vacib Eş’ari’nin hem vacib hem mümkün hakkındaki i’tikadları vechile– o şeyin zatından müntezi’ olmakla zatının aynı ister cumhur-ı mütekelliminin zehabları üzere zatı üzerine zaid bir vasıfdan müntezi’ olmakla zatının gayrı olsun. Haziz-ı mecazdan mertebe-i hakīkate irtika eden mutasavvıfe bu ma’na i’tibariyle Allahü tealadan başka bir mevcud-ı hakīkī olmadığını şükuk ü şübühattan gayr-ı hali olan nazar tarikıyla değil belki bedahet tarikıyla müşahede eylemişlerdir. Mümkinata mevcud ıtlakı alaka-i mazhariyyet kaim müteaddid vücudlar yoktur. Yalnız bir vücud vardır ki o da Cenab-ı Hak’dır. Mümkinat mevcuddur demek vücud onlarla kaim demek değildir. Mümkinatın hakīkati kendi zatından ibaret ve kendi zatıyla kaim olan Vacib tealaya bir nevi’ teallukla intisabları demektir. Bu tealluk Cenab-ı Hakk’ın a’yan-ı sabiteye tecellisi anında hasıl olur; a’yan-ı sabite de kabız basıta rahim kahir gibi esma’-i mütekabile-i miyye-i ilahiyyedir. Bu tecellinin nasıl vukū’ bulduğunu Allah’dan başka kimse bilmez. Zat-ı vacib için lazım ve isti’dad i’tibariyle mütehalif olan a’yan-ı sabite tecelliyat-ı ilahiyyenin mezahiridir. Cenab-ı Hakk’ın zatı ve sıfatı o mezahirin isti’dadları vechile onlarda zuhur ederek isti’dadların tehalüfünden dolayı mevcudat-ı mütehalife suretinde nümayan olur. İmdi tekessür isti’dadattan neş’et eder. Mesela bir çok ayineler olur. Onlara bir adamın hayali akseder. Ayinelerin isti’dadına göre o adam kiminde eğri kiminde doğru kiminde enli kiminde boylu kiminde küçük kiminde büyük görünür. Halbuki hayali ayineye akseden adamda bu evsaf ve a’razın biri yoktur. Vücud-ı hakīkī bir olmakla beraber tecelli esnasındaki zuhuruyla mümkinat-ı mevcude üzerine münbasıt olur. Fakat mümkinat ile ihtilat ve onlara hulul etmez; bu tealluk bakī kaldıkca alaka-i mazhariyyet i’tibariyle o şeye mecazen mevcud denir; tealluk münkatı’ olduğu anda ne hakīkaten ne de mecazen mevcud ıtlak olunamaz. Mümkinat-ı mevcude tecelliye mazhariyet şartıyla a’yan-ı sabiteden ibaret olup kendileriyle kaim vücudları yoktur. Bina-berin onlara hakīkaten mevcud ıtlak olunmaz; onlar ezelen ve ebeden ma’dumdurlar işte bundan dolayı a’yan-ı sabite rayiha-i vücudu şemm etmemiştir denilmiştir. Vahdet-i vücud ile sofistai mezhebi beyninde iki vechile fark vardır. Sofistailer vacib olsun mümkün olsun ala ıtlak vücudu münkirdirler. Mutasavvıfe vücud-ı vacibi inkar etmezler; belki vücudu ona hasr u tahsis ederler. İkinci farka gelince mutasavvıfe mümkinatın vücudunu zevat-ı mümkinata kıyas i’tibariyle inkar ederler zat-ı vacibe kıyasen inkar etmezler onlar mümkinattan bir şey mevcud değildir demezler mevcud olan bir mümkünün vücudu kendi vücudu olmayıp belki başka bir mevcudun o mümkünde zuhur eden vücududur derler. Sofsataiye her suretle münkir-i vücuddur. Mutasavvıfe bu mezheb hakkında: Aklın ma-verasındadır; hakīkatine ancak keşf ile vusul mümkündür; keşfin akla nisbeti de aklın vehme nisbeti gibidir demişlerdir. İmam-ı Gazzali buna işaretle: İlm-i zahiri Tur-ı akıldan baid bir şey görmek mümkün olmayan alçak bir yere benzediyor; hatta Tur-ı akıldan baid olan o şeyin rü’yeti için evasıt-ı ilm-i batını bile kafi görmüyor. Emr-i rü’yeti ilm-i batının müntehasıyla meşrut kılıyor. Gazzali urefa-yı ümmetin halini gayet uzak bir yerde olan bir şeyi iyice görmek için bin türlü müşkilat ile yüksek bir dağın tepesine çıkan kimsenin haline teşbih ve ilm-i zahiri mecaz ile tavsif ediyor. Zira alaka-i mazhariyyet i’tibariyle mümkinata mecazen mevcud ıtlak olunduğu halde ilm-i zahir erbabı ilm-i batın ehlinin hilafına olarak mümkinata mevcud ıtlak eylemektedirler. Bu mezhebe göre halik hakīkaten ma’dum ma’nasınadır onda asla mecaz yoktur. Böyle olması tecelli ile hasıl olan teallukun Erbab-ı hakīkatin i’tikadına göre zaten ma’dum olan eşyaya nasıl adem tari olabileceği hakkında varid olan i’tiraz yukarıki kayd ile mündefi’ olur. Mebhas-ı vücuda aid diğer bir mezheb daha vardır ki öteki gibi ihata-i akliyyeden haric değildir. Sahib-i makasıdın muhtarı olan mezheb de budur. Bu mezhebe göre mevcud gibi vücud da çoktur; yalnız salik bir mertebeye vasıl olunca nazarında vücud mümkinat ve belki kendi vücudu bile muzmahil olur.” * * * Dersaadet’de Ermenice münteşir Azadamard gazetesinin Teşrinievvel sene tarihli nüshasının “Hem faidesiz hem muhataralı” ünvanlı başmakalesi vatan-ı Osmanide bir kütle-i müttehide-i müdafaa halinde bulunan akvam-ı Osmaniyye arasında bir tefrika-i diniyye tarafdarı bulunduğunu bize bildirmekte ve bu sarih tarafdarlığın bilhassa resmi bir gazete lisanından işidilmesi efkar-ı Osmaniyye üzerinde garib bir teessür ü teessüfü mucib olmaktadır. Binaenaleyh makale-i mezkureyi fıkra fıkra aynen yazarak hissiyat-ı Osmaniyyeden mahrum olduğunu gösteren bu zavallı vatandaşa Osmanlılığın kendisinin hayal ettiği fikr-i taassubdan pek ali olduğunu bildirmek isterim: Bakınız koca Osmanlı gazetesi ne diyor: “Matbuatta ve erkan-ı idare mehafilinde cihad yahud muharebe-i diniyye hakkında muhtelif şayi’alar deveran etmektedir. Senusilerin şeyhi İtalyanlara karşı i’lan-ı cihad etmiştir. Kumlu beyabanlarda serseri dolaşan bir Arab kabilesi şeyhinin şu fevkalade faidesiz ve tehlikeli hareketinden dolayı Osmanlı hamiyetperveranından bazıları izhar-ı mesruriyyet etmektedirler.” Azadamard cihad; yahud muharebe-i diniyye ta’birinden acaba ne anlıyor? Bu ta’birden tevahhuş ettiğine göre eğer müslüman olanların birleşerek müslüman olmayan her kavim ve her millet üzerine ale’l-ıtlak icra-yı muhasemat ve muharebat etmesi gibi bir ma’na telakkī ediyorsa bu ma’na böyle bir harb-i dini İslamiyet’de mevcud değildir. İslamiyet’in henüz tulu’ ettiği zaman-ı saadette ve edvar-ı evvelininde bile hükumet-i İslamiyye bir çok gayr-ı müslim akvam kumetler ile de hal-i sulh ve i’tilafda idüğü tarihen müsbettir. Misal olarak arzedeyim ki hatta zaman-ı sa’d-iktiran-ı Nebevide hizb-i müslimin o vahşi müşrikler ile uğraşırlar bat devam etmekte ve Rumların Sasaniler üzerine galebesi beyne’l-müslimin mucib-i sürur u şadmani olarak bu babda bir ayet-i celile-i Furkaniyye bile şeref-nazil olmakta idi. Asr-ı ashabda Sasaniler ile muharebe olunurken Rumlardan bir çokları ordu-yı İslama iltihak ederek meydan-ı harbe atılmış ve İslamiyet bu iltihaka mani’ olmamıştır. Azadamard ’ın tahayyül ettiği o taassub Din-i İslam’a evvel ve ahir asla girmemiş ve belki İslamiyet taassubu kırmak O taassubun alem-i Hıristiyani arasında şiddetle hükümran olduğu zamanlarda umum Avrupa hükumat-ı Hıristiyaniyyesi Hıristiyanlık namına birleşip de İslamiyeti guya batırmak üzere memalik-i İslamiyyeye akın ettikleri milyon milyon Ehl-i Salib ordularına karşı bile İslamiyet i’tidalini gayb etmemiş o muhacimlerin ancak ayak basdıkları yerlerin müslümanları o vahşetlere karşı insaniyet dairesinde müdafaat-ı meşruada ve galib olduğu düşmanlarına bile rahm ü şefkatle muamelede bulunmuş ve İslamiyet’in mahvına azm eden bu ittihad-ı Hıristiyani esnasında bile müslümanlar kendi içlerinde bulunan tebaa-i Hıristiyaniyyeye zerre kadar haksızlığı reva görmemiştir. Ne hacet! En vazıh ve en müfrit bir misaldir ki garbda müslümanlar hakkında engizisyonların vahşi canavarlarca bile tecviz olunamayacak vahşetlerin icra olunduğu İslam namına bir ferd bırakılmadığı bir sırada şarkta en kuvvet ü şevketiyle hükümran olan devlet-i İslamiyye memalikinde hıristiyanlar kemal-i refah ü itminan ile oturmakta ve hatta biz o derecesini tecviz etmezsek de bir çok hıristiyan hükumetlerine fevka’l-hukūk imtiyazlar kapitülasyonlar verilmekte Azadamard İslamiyet’te olmayan kendi hem-dininin gayrıyı mutlaka mahva mevzu’ olan bir cihad tahayyül ediyorsa böyle bir cihadın matbuatta ve mehafil-i Osmaniyyeden hangisinde mevzu’-ı bahs olmuş olduğunu irae ve isbat etmesi lazımdır. Bize kalırsa Azadamard ’a bu fikr-i taassub kendi memleketi olan Osmanlı toprağından değil bayraklarına papalarının tesbihini asan cihad-ı Hıristiyani i’lan eden Senusiler ve sair Trablus ve civarı Arabları –ki bugün bir uzv-ı mühimm-i Osmaninin pençe-i gadr-ı düşmandan tahlisine hayatlarını her varlıklarını feda ediyorlar– bunlara kıyamete kadar medyun-ı şükran olmak; vücudlarında bir lokma Osmanlılık gıdası olan vicdanlarında zerre kadar bu toprağa meyl ü muhabbetleri bulunan her Osmanlının ve hatta canavarcasına vaki’ olan İtalya muhacematına insanca müdafaayı elbette tasvib etmesi lazım gelen her ecnebinin lazıme-i zimmeti iken o vatan müdafi’lerini tezyif ü tahkīre cür’et eden sahib-i makaleye Osmanlı değil hatta ecnebi bir insan bile değil ancak bir İtalyan demelidir. Siyasi Azadamard görünüz daha neler yazıyor: “Serseri bir kabile reisinden siyasi dur-endişlik beklenilemez. Fakat Dersaadet’deki mehafil-i siyasiyyeden erbab-ı vukūf u tefekkür olan zevat-ı hamiyetperverandan azıcık dur-endişlik ve ihtiyat beklemekte behemehal hakkımız vardır. Faidesiz ve muhataralı evham ü hayalatı meydana atıp da bu bedbaht memleketin mukadderatıyla oynamakta onların hiçbir hakk u salahiyeti yoktur. Cihad yahud muharebe-i diniyye fikrini meydana atmak değil ondan bahsetmek bile caiz değildir. Zira faidesiz olduktan maada ba-husus tehlikeden de hali değildir.” Ey sahib-i makale! “Cihad” gibi ıstılahat-ı şer’iyyeden olan bir kelimeyi yazacak ve onun medlulünden bahsedecek dan azıcık olsun okumak anlamak veya ma’nasını bilmediğin kelimeden bahsetmemek lazımdır. Cihad– Müslüman olmayanları mutlaka öldürmek mahvetmek için değildir. Cihad– Dinin vatanın milletin i’tilası ve tecavüzattan muhafazası için dinin emrettiği bir muharebedir ki bir çok şerait-ı insaniyyet ve müsalemetkaraneye tabi’dir. Ma’ruz-ı tecavüz olan bir vatanda elbette din de hissedar-ı ziya’ olur. Bunun için bütün avamil-i medeniyye ve vataniyye miyanında din ile daha ziyade mütehassis olan bir kısım halk da dinin emrettiği cihad kelimesiyle uruk-ı hamiyyet-i vataniyyeleri tahrik olunmak isteniliyor. Ve binaenaleyh matbuat-ı Osmaniyyeden bazılarında “cihad” ta’biri de arada sırada Bir müslüman anasır-ı saire ile oturdukları vatana karşı edilen tecavüzden dolayı müdafaaya şitaban olur ve bu müdafaasını cihad ta’biriyle dini dahi kendisine emretmekte bulunursa bu müslümanın bu azm-ı mücahidanesi alem-i Muharririn hayal ettiği bir taassub Senusilerden ve Osmanlılardan ziyade İtalyanlara atfedilmek lazım gelir ki tevsi’-i memalik için kendisine daha yakın istilası daha sehl olan Yunanistan ve saire gibi bir Hıristiyan hükumetine caiz şeklinde yazılmıştır. olmayan ve muvaffakiyeti yüzde bir derecede müstahil olan Trablusgarb’a tecavüz etmiştir. Muharrir cenabları: “Bu fikir el-yevm vatan-ı umumi uğrunda fart-ı gayretle çalışmakta olan Rumların Ermenilerin Bulgarların ve sair Hıristiyan ahalilerinin tereddüdünü intac edecektir” diyor. Müslümanlar cihad ta’birinden gayr-ı müslim ve kendisine gayr-ı mütecaviz devletlere ve kendi vatandaşlarından olan gayr-ı müslimlere karşı tecavüz ma’nası kat’iyyen olmadığı halde yalnız cihad ta’birini isti’mal edenler mi yoksa bu ma’nayı işrab eder surette tevcihat-ı muzırrada bulunanlar mı anasır-ı Osmaniyye arasına bürudet ilka eder?... Düşünmelidir. Vatan-ı Osmaniyi tecavüzat-ı ecnebiyyeden kurtarmak vet ettiği gibi Osmanlılık dahi hem müslümanları ve hem de anasır-ı saire-i Osmaniyyeyi vatan menfaat namına liva-yı Osmani altına da’vet eder. Rumların Ermenilerin Bulgarların din-i mahsusları dahi bu müdafaa-i meşruaya iştirakten bu da’vet-i müşterekeye icabetten kendilerini men’ etmez zannederim. Çünkü onların dahi kavmiyet ve menfaatleri din ve mezhebleri İtalyanlardan ziyade Osmanlılar arasında mahfuz olur ve olmuştur. Anasır-ı gayr-ı müslime-i Osmaniyye dahi bunu takdir ederler zannederim. Ancak Azadamard ve hem-efkarı bazı müstesnaları enzar-ı Osmaniyana arzetmek isterim ki bunlar ordu-yı Osmani arasında Trablus’da bulunsalardı acaba silahı Senusilere mi yoksa İtalyanlara mı atacaklardı?.. Ey muharrir “Avrupa “sosyalist” cem’iyetleri tarafından İtalya’nın aleyhinde Türkiye’nin lehinde olarak mitingler akd ve nümayişler tertib ve icra edilmektedir. Bu ahval muharebe-i hazıranın diyanet ve kavmiyete müteallık hiçbir mahiyeti olmadığına delalet etmiyor mu?” diyorsunuz. Evet sosyalistler ve sair insaniyet ve medeniyet hadimleri elbette iyi takdir ediyorlar. Onlar ecnebi iken sizin gibi fart-ı taassuba tabi’ olup muzır ma’nalar aramıyorlar. “Şu sırada akd-i musalaha temayülatında bulunan düvel-i muazzama cihad hakkındaki sözleri işidip de kendileri de Hıristiyanlık namına İtalyanlara muavenet etmeye kalkışacak olurlarsa…” Diye endişe etmeyiniz. Biz henüz ortada Müslümanlık Hıristiyanlık kavgası görmüyoruz ve Avrupa da görmemek lazım gelir. Sizin gibi kej-binler var ise onlara karşı da deriz. Ey Azadamard ! Cür’et-i taassubkaranenizi o derece kabardarak diyorsunuz ki: “Yirminci asırda cihad adeta bir hamakattir. Çünkü sancak-ı şerif ed’iye-i diniyyeye istinaden krup toplarıyla mitralyözlerin karşısına çıkılamaz.” Evet sizin kail olduğunuz ma’naya göre cihad bu asırda değil her asırda hamakattir. Cihad-ı İslam ise öyle deşeklinde Buhari ğildir. Ale’l-husus İslamiyet ma’neviyata mu’tekid ve müstenid olmakla beraber maddeten i’dad-ı kuvvet ve ihzar-ı esbab-ı şevket ile amirdir. Bugünkü müslümanların hal-i za’f ü inhıtatı ise İslamiyet’in münbaisdir. ma’kūl işittiğimiz serzenişler ma’ruz bulunduğumuz felaketler ve hakaretler bizlere bir ders-i ibret olur da medeniyet-i hakīkiyye ve insaniyet-i mahza demek olan İslamiyet’e dört el ile sarılırız. Ve mina’llahi’t-tevfik. Edvar-ı salifede cihanı serapa istila eden zulm ü i’tisafı çirkab-ı şenaati ref’ u nez’ edip o saha-i vesia-i vahşeti bir dar-ı adalet ü medeniyete tahvil eden mehabet ü şecaat-i adilanesiyle bütün küre-i arzı lerze-nak eyleyen İslamiyet şimdi o vahşetin o cinayetin o şenaatin o zulm ü i’tisafın kurbanı olup gidiyor. Halbuki İslamiyet ahkamına riayet olunmak şartıyla her vakit zulm ü i’tisafın savlet-i akūranesini dafi’ ve bütün düşmanlarının muhacemat-ı zalimanesine mukavemet kuvvetini hamil ü cami’dir. Fakat İslamiyet’in ahkam-ı mübeccelesine adem-i riayet badi-i izmihlal ü nekbettir. Tarih-i İslamiyyet tedkīk olunursa şu hakīkat bütün vuzuhuyla tahakkuk eder. Evvelce müslümanlar bütün kainatta şecaate necabete adalete numune olur zulm ü i’tisafdan şahsi ihtirasdan nefs ü hevaya mütabaattan ictinabla ma’aliyat ve ciddiyat faza İslamiyet’i müdafaa ve şan-ı mukaddes ve muazzezini da ölümü pek şanlı ve tatlı görürler idi. Görürler idi de bütün kainatı emirlerine hükümlerine ram etmişlerdi. Şimdi gönüllerine dünya muhabbeti yerleşmiş sefahetin behimiyetin lezaiz-i faniyye ve menhusesine inhimak etmiş mühlike-i şehevata dalmış ahkam-ı mübeccele-i İslamiyet’ten yor her nevi’ mezellet ü istihkara razi oluyor nefislerindeki buhl kalblerine za’f cebanet iras ettiği cihetle dini vatanı milliyeti muhafaza ve müdafaa için fi sebili’llah mücahededen kaçıyorlar ve bu suretle evamir-i ilahiyyeye ahkam-ı himayesinden mahrum kalıyorlar; işte bu fırsattan istifade eden ve düşman-ı İslam olan Avrupa bütün ecanib namus-ı beşeri tağyirle asıl ma’nası saadet-i beşeriyye olan şeklinde yazılmıştır. medeniyeti fi’len vahşet ve cinayetle tavsif ederek şu yirminci asırda Firavunlara Nemrudlara Neronlara bütün azlem-i ler icrasına yekdiğerini mahza İslamiyet’i alem-i İslam’ı mahv için bil-ittifak edvar-ı salife-i vahşeti olanca şiddetiyle Koca bir İslam memleketi olan Fas’ı eydi-i istilaya aldılar rid’i himaye bahanesiyle bi-gayrı hakkın zabt ettiler oradaki müslümanların malını canını ırzını namusunu mahv için çalışıyorlar Bosna ve Hersek’i gasb ettiler oradaki nesl-i nezihi tağyire uğraşıyorlar. Rumeli-i Şarkī’yi aldılar. Bütün cevami’ u mesacid-i şerifeye bütün maabid-i İslam’a salibler ta’lik ettiler. Şimdi Makedonya’da Hıristiyaniyet’in terakkīsi ler mekteplerin açıyorlar ikinci üçüncü pederlerinin isimleri Muhammed Ali Hüseyin olanların şimdi esma’-i nasraniyetle müsemma oldukları halde kendileriyle tevhid-i mesai etmelerine muvaffak olmuşlar. Geçende devletin başına bir gaile çıkaran Malisörlerin ekserisi işte bu kabilden imiş. nıyor Rusya yazik[?] Rus memaliki diye Kızılırmak’a kadar çizdiği haritayı mektep çocuklarına gösteriyor ve öğretiyor Avusturya Selanik’i memaliki kıt’asından addederek herkesden kıskanıyor. Afrika alem-i İslam’ını mahvetmek Hilafet-i ecanib bil-ittifak Trablus ve tevabiini işgal ettiler. Orada o biçare müslümanları cihan cihan olalı bir mislini daha görmediği vahşetler cinayetler canavarlıklarla itlaf ü imha ediyorlar ve’l-hasıl Şark Mes’elesi dedikleri fecia bütün dehşetiyle kükreyip duruyor. Gözler görüyor kulaklar duyuyor da hala müslümanlar Hazret-i Kur’an ’ın ferman buyurduğu hukūk-ı uhuvveti tepeleyerek beynlerinde şahsi ihtilaflar tefrikalar icadıyla yekdiğerini ızrar u imha eylemek servet-i şahsiyyelerini vatandan dinden ziyade muhafaza etmek ölümden kaçmak behimiyeti beslemek şahsi ihtirasat ve menafiini te’min etmekle uğraşıyor. Bu da yetişmiyormuş gibi içimizden bir takımı da Avrupa’nın insanı iğfalde şeytanla müsabaka eden yaldızlı yalancı medeniyetine aldanarak an’anat-ı diniyyemizi terk ve Avrupa adatını kabul ettirmek mak istiyor böylelikle giriftar olduğumuz şu ahval-i hevl-engiz hep kendi günahımız asarıdır. İşte delili: Hazret-i Fahr-i Kainat aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri buyuruyorlar ki “Ey cemaat-i müslimin! Yaklaşıyor ki üzerinize düşmanlarınız taam yiyen kimselerin yemek kabı üzerine ictima’ları gibi toplanacak her tarafdan hücum edecektir. Bu da müslümanların azlığından değil o zaman ahkam-ı diniyyede mübalatsız mekarim-i ahlakıyyeden vareste ulum u fünundan bi-behre bulunmuş su üstündeki çör çöp gibi ehemmiyetten ari olacaksınız ve böyle kuvvet ve kudretten kıymet-i maddiyye ve ma’neviyyeden tecridiniz hasebiyle Allahu azimü’ş-şan düşmanlarınızın kalblerinden sizin havf ve mehabetinizi kaldıracak bilakis sizin gönüllerinize bir za’f neş’et edecektir.” Ahkam-i diniyyede bu suretle mübalatsızlık devam ederse kat’iyyen emin olmalı ki netice inkırazdır. Vatan ve din için malen bedenen mücahede bize farz-ı kat’i iken ağniyamız vatan uğrunda mallarını vermekten ulemamız dinin muhafazası için sarf-ı mesai etmekten ictinab ediyorlar. Siyaset-i umumiyyede müslümanların müttehiden sarf-ı mesai etmesi ahkam-ı diniyyeden olduğu halde bütün ricalimiz Yekdiğerimize teavün ve tenasur emr-i ilahi icabından olduğu halde müslümanlar hep kalblerinde birbirine husumet besliyor; bir din kardeşine muavenet şöyle dursun muavenet ve nusretlerini kendi nefislerinden bile saklıyorlar. Korkarım ki bu hal ile bir gün gelir kasalardaki paralar düşmanların yed-i zabtına geçer kınlarında paslanan kılınçlar hançerler düşman eliyle ciğerlerimize saplanır. Allahümma’hfazna. dan Hilal’i kaldırmak için karar verdiler. Lakin hep bu ittifaklar bu muahedeler; bu kararlar nakş-ber-ab gibidir. Ta ki müslümanlar dinde mübalatsızlığı aralarındaki ihtilafı terk ederek ahkam-ı şer’iyyeye temessükle bil-ittifak din vatan milliyet için çalışmaya azmedeler. böyledir. Hazret-i Kur’an ’la müeyyeddir. Şimdi bizim vaz’iyetimiz bir sürü kurd arasına düşmüş bir kuzu gibidir; kurdlar hücuma hazırlanıyor ciğerlerimizi çıkaracak biz hala def’-i cu’ maksadıyla birkaç ot parçası daha koparmak için yekdiğerimizi kıskanarak uğraşıyor; başımızı kaldırıp da etrafımızı ihata etmiş olan o canavarları görmüyoruz. Biz zenginiz; fakat paralarımızı dinimizi namusumuzu kurtarmak için sarfetmekten imtina’ ediyoruz. Biz sahib-i zekayız; fakat menafi’-i şahsiyye te’mini sevdasıyla zekavetimizi su’-i isti’mal ediyoruz. Biz ali bir dine mensubuz; fakat o ulviyeti o kudsiyeti takdir edemiyor yahud etmiyoruz. Bizim nüfusumuz dünyada her kavimden fazladır; fakat Hep bunların başlıca sebebi dinde mübalatsızlığımızdır. Bir defa o habl-i metine sarılalım bir defa ahkam-ı Kur’an hulusla ittiba’ edelim işte o vakit bütün alem-i İslam rayet-i beyza-yı İslamiyetin zıll-ı cenah-ı adalet ü merhametinde nail-i emn ü eman olur. İşte o vakit aktar-ı cihan bütün milel-i muhtelife mehabet ü satvet-i İslamiyyenin karşısında kemal-i tezellül ile boyun eğerek tekrim ü ta’zim eyler işte o vakit Avrupa fısk u fücurdan müteşekkil o ifrit-i bi-insaf titrer yerlere kapanır. Zaman müsamaha ve teenni zamanı değildir. İ’dad-ı kuvvet için dinimizi namusumuzu kurtarmak için bütün varımızı verelim emr-i ilahiye ve dinimizin hükmüne itaat edelim kalbgahımıza havale edilen o pençe-i ciğer-suzu kırmak o zulm ü i’tisafı cihandan kaldırmak avdet eden o vahşe[t]i beşeriyetten nez’ etmek için hayatımızı istihkarla merdane şeciane gülerek ölüme karşı gidelim. Zira müslümanların libası şecaat gıdası ölümdür. Haydin kardeşler bütün lahutiyan tabl-ı cihad vuruyor korkmayalım inayet-i Hak bizimle beraberdir. Vatan şu hal-i felakette sızlıyorken siz Unutmak isteyerek her felaketi gamsız Bütün mücadeleye hasredip de sa’yinizi Acıklı hale getirmek yazık değil mi bizi! Bak işte düşmanımız eski derdleri deşiyor; Görüp bu ayrılığı sizde hepsi birleşiyor Bu fikr-i tefrikadan ihtilafdan ne çıkar? Esas-ı devleti bu tefrika belası yıkar. Cenab-ı Hak bize ayrılmamakla emrediyor; Kitabımız sarılın habl-i i’tisama diyor. Evet o “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” Hadisine deniyor bi-esas ü sıhhattir. Bütün hadis-i şerif ittifaka da’vet eder Dururken ümmetini o Cenab-ı Peygamber Bugün şu gördüğümüz ihtilafa hiç da’vet Eder mi; hem denilir mi bu hale hiç rahmet? Eğer hadis ise o fırka ihtilafı bugün Garaz neticesi olarak hep intikam belası bütün Bu fırkalarda hayır vahdet-i emel yoktur; – Bu def’a biz geçelim re’s-i kara sen bak dur! – Hayır o mevkii biz vermeyiz emin değiliz! – Fakat bizim size hiç i’timadımız yok siz Değilsiniz bunun ehli! –Evet bunun ehli Biziz. –Hayır. Tarafeynin muradı besbelli Yazık ki işte bu sandalye kavgasıyla vatan Delik deşik oluyor; ah ağlıyor al kan! Bu hale Hak acaba hiç rıza verir mi ne der? Bu ihtilafa mı ruh-ı Resul razidır? Bu ayrılıkları Peygamber aşkına bırakın! Yazık şu boynunu bükmüş vatan ne halde? Bakın! Biraz da toplanıp el birliğiyle hizmet edin Teali-i vatan u dine sa’y ü gayret edin. Bu bahis için bir mukaddime lazımsa bu mukaddime; bugün tedrisat-ı diniyyemizin; yalnız bu nevi’ tedrisatın değil bütün tedrisatın bir üslub-ı semeredar ta’kīb edilen tarz-ı tedris ve terbiyenin akīm olduğunu isbat ve teşrih yolunda yazılmış olmayacaktır. Çünkü bu lüzumu kadar değilse bile epeyce söylenmiş ve yazılmıştır. Ba-husus göz önünde hayli netayic; bu anda artık tutulan yolun mehazirinde eşkalinden ve saireden ziyade bir an evvel bu sübül-i na-hemvarın terkiyle yerine küşad edilmesi lazım gelen şeh-rah-ı müstakīmden bir lisan-ı fenni ile bahsetmek lüzumunu gösteren en büyük sevaıktandır. Daha geçen hafta Sıratımüstakīm ’de bu yolda bir enin-i şekva vardı. Bu tezahüratın bu şekvaların nida-yı irşadı; şübhesiz bütün İslam kalblerinde bütün muvahhid fikirlerde bir ma’kes-i teessür ü intibah buluyor ve bulmalıdır. Bu babda hemen bu kadar bir işaret ile iktifa ederek kendi sözümüzü kendimiz nakzetmeden maksada şüru’da isti’cal edelim: Mevzu’-ı bahsimiz için mukaddime olarak ünvan-ı makaledeki “usul” “usul-i tedris” kelime ve terkiblerini intihab ediyoruz bunlar üzerinde epeyce uzun bir vakfe-i şerh ü izah yapmak lazımdır. Denebilir ki bizim bugün en ziyade muhtac olduğumuz şey en sadık rehberimiz şu “usul” kelimesinin kişver-i vesiinde hükümran olan ma’na-yı amik-i halaskardır! Usul nedir? Bu sualin cevabını vermeden yani usulü ta’rife girişmeden ufak bir istitradla kariin-i muhteremenin zevk-i istiksasını okşayacağız: Lisanımızda Fransızca “méthode” kelimesinin mukabili olarak “usul” şayi’ olmuştur. Daha bir kaç frenk ıstılahları amafih méthode bir fazıl-ı muhterem tarafından “nahv” cem’inde “enha” diğer bir üstad-ı fazıl tarafından da “üslub” cem’inde “esalib” ile tercüme olunmuştur. Biz de burada üslubu kullanacağız bu suretle Mantık’ın fasl-ı sanisini teşkil eden “La logique appliquée” “mantık-ı tatbikī”nin ünvan-ı diğeri olan: “Méthodologie” kelimesi de “fenn-i üslub” yahud “fennü’l-enha” tirmekten maksadımız; – “İlim nedir?” “Usul nedir?” suallerine cevap vermekle mükellef olan meto[do]loji üzerine bilhassa ta’lim ve teallüm ile meşgūl olanların enzar-ı dikkatini celb etmektir. Çünkü bu mühim fen; bizim lisana darülfünunun feyz-i mesaisiyle daha yeni intikal ediyor. “Üslub”u fenn-i esalib şöyle ta’rif ediyor: Üslub usul nahv; nefs-i natıkanın hakīkate varmak Ve sonra her üslubda evvela onu terkib eden a’mal-i zihniyyeyi saniyen a’mal-i zihniyyenin suret-i tertib ve teakubunu tedkīk etmek lazım geleceğini söyleyerek bunların tedkīkine girişiyor. Biz; “üslub”u terbiye ve tedris nokta-i nazarından mütalaa edeceğimizden pedagoji kitaplarının “üslub” hakkındaki bahs-i mücmellerini iktibas ile iktifa edeceğiz. Binaenaleyh me’haz-ı esasimiz olan pedagoji kitabında “üslub”un daha vazıh daha ameli olan ta’rif-i atisiyle ma’lumat-ı müteferriayı iktibas ediyoruz: Bir hakīkate vasıl olmak için yahud bir azmi kuvveden fi’le çıkarmak için efkarda veya harekette ta’kībi ta’mim olunan tertib-i hususiye “üslub” denir: Üslub yalnız bütün maarif-i sahiha ve hadisat-ı mütevazinenin şart-ı esası olmakla kalmaz vikaye ve idame eder tertib ve tanzim eder keşf eder. Üslub tarik-ı ilm üzerinde bulunan menazil-i zaruriyyeyi göstererek bu menzilleri suret-i muntazamada bila-tereddüd ve tehlikeye uğramaksızın ta’kībde bizi serbest bırakır. Dekart: “Bir iyi fikir sahibi olmak kafi değildir iş onu iyi kullanmaktadır.” derdi. Gerek tedris ve gerek tederrüsde üslub; bizzat ma’lumattan daha kıymetdardır. Lisan-ı terbiyyede pek müsta’mel olan bu üslub kelimesinden bazen “alimlerin bir hakīkat-i fenniyyeyi tefahhus ve keşf hususunda ta’kīb ettikleri kavaid” anlaşılır bazen da bununla tefahhus La recherche’dan takrir-i üstazaneye geçilerek “ta’lim ve tedrisin eşkal-i umumiyyesi” ile yahud ma’lumatın tertibine göre “ta’lim ve tedrisin suver-i hususiyyesi” Esalib-i tefahhus Méthode de recherche : Kavaid-i erbaası silsile-i tasavvuratta olduğu gibi her maddenin mütalaasında da pek kıymetdar olan “Dekart üslubu”nu birinci mertebede ta’dad etmek lazımdır. Bu dört kaideden birincinin gösterdiği “iştibah üslubu” üslubda iştibah Le doute méthodique bütün ma’lumat-ı sahiha ve fünun-ı müstakıllenin damanını deruhde eder. de “usul-i terkib” te’lif L a synthèsei vaz’ eder. Dördüncü kaide de efkarımızın istikametini ta’yinde serbest bırakan “muayene-i tamme dénombrement comblet üzerine ibtina ederek bizi iki büyük üslub-ı tefahhusa isal eder ki biri “induction” istidlal-i ani diğeri “déduction” ta’lil istidlal-i limmidir. Fi’l-hakīka bunlar; efkar-ı cüz’iyyeden efkar-ı külliyyeye tertib ve tanzim-i fikir onun iki tarz-ı mahsusudurlar. Üslub-ı istikrai methode inductive ; hakayık-ı cüz’iyyeden hakayık-ı külliyye intiza’ eder. Üslub-ı ta’lili methode déductive ise daha külli olan diğer hakayıktan hakayık-ı külliyye istintac eder. Birinci yani üslub-ı istikrai; icad ü ibdaa daha müsaiddir. Bu tefahhusun üslub-ı ibtidaisidir: Bunda hadisat ancak yegan yegan tanınmış ve bu suretle bir alimin kavanine kadar irtikasına medar olan üss-i muhkemi teşkil eylemiştir; bu kanunlardan da müteakıben diğer bir takım hakayık-ı cüz’iyye istintac olunur ki bunlar kavaninin sıhhat ve mevsukiyetinin tahakkuku ile mütenasibdir. Üslub-ı ta’lili daha ziyade burhan ve takrir-i üstazaneye hasdır. Bu halde ta’lim ve tedrisin tertib-i efkarın esasına müteallık olmak üzere ancak iki tarik var demek olur ki bunlar da üslub-ı ta’lili ve üslub-ı istikraidir. Tatbikat: Bu iki üslub; isti’malde ne müttehhid ne de müfteriktir. Hemen daima alim ve muallim; her ikisini de münavebeten istihdam ve birini diğeri vasıtasıyla murakabe eder. Maamafih her fennin –mevzu’-ı hususisine göre daha muvafık olmak için– tercih ettiği bir üslub vardır. Ulum-ı hikemiyye ve tabiiyye; üslub-ı istikraiyi isti’mal eder: Bu ilimler hadisat-ı mütebassırun-fiha hadisat-ı mücerrebe hadisat-ı musannaa üzerine teessüs ederler ve tabassurlarını tecrübelerini istibane-i sahihalarını ta’mim ederek kanuna kadar irtika ederler. Üslub-ı ta’lili bilhassa ulum-ı riyaziyyenin üslubudur: Hesab hendese cebir gibi ki müsellemat tesmiye olunan hakayık-ı külliyyeden başlayarak bunlardan infial-i fikri vasıtasıyla hakayık-ı cüz’iyyeyi istintac ederler. Maamafih bu ne olursa olsun ve hangi üslubu tercih etmiş bulunursa bulunsun yalnız bir üslub ile iktifa etmez. Coğrafya tarih ahlak gibi hadisat-ı maddiyye ve ma’neviyyenin muhtelit bulunduğu fenlerde münavebeten üslub-ı istikraiye de üslub-ı ta’liliye de müracaat lazımdır. Muallimler; şakirdlerine esbab-ı tefahhus ile te’nis etmelidirler. Şakirdanın mektepten çıkınca daha doğrusu tahsilde miş olmaları lazımdır. Mektep çocuğa hakayık-ı tabiiyye ve be olunacağını bir şehadetin nasıl tenkīdi lazım geldiğini ta’mim ve istintac usullerini hasılı nefs-i natıkanın iki şehrah-ı azimini gösterecek ve bu suretle onu ileride de hataya efkar-ı batıla ve hurafat içinde şaşırıp kalmaktan kurtarmış olacaktır. Buraya kadar “üslub”dan mutlak olarak bahsettik; bu da bizi hedef-i aslimize musil olan mebhas-i ta’lim ve tedrisin bir medhal-i tabiisi idi şimdi de işte o bahs-i mühimme nakl-i kelam ediyoruz: Esalib-i ta’lim: Méthode d enseignemente üslub-ı tefahhus ve istiksa allimin kendi bildiklerini şakirdlerine bir tarz-ı tebliğ u beyanı vardır ki işte buna “üslub-ı ta’lim” denir. Üslub-ı ta’lim; tertibat-ı muhtelifeye tevafuk edebileceğinden bu hususda epeyce uzun bir cedvel-i usul tertibi pek kolay ise de bütün bunların üç üslub-ı esasiye ircaı mümkündür: Bu üç üslubun mahiyetlerini fevaid ü mehazirini hangi nevi’ fenlerde muvaffakiyetle kabil-i tatbik olduklarını ve yekdiğerlerine nisbetle olan mevki’lerini ve nihayet tedrisat-ı diniyyede bunlardan ne suretle istifade olunmak lazım geldiğini mina’llahi’t-tevfik.” şeklinde yazılmıştır. Sahilde ancak bir kayık vardı. Türkmen tacirlerden birkaçı kayıkçılarla pazarlık ediyordu. Bunlardan biri kuru üzüm ve badem yüklü develerinden on danesini kayığa sokmuştu. Piyade olarak kayığın içine girdim. Kayıkçılar Türk lisanıyla; kimsiniz? Diye sordu. Ben de Türkçe olarak tüccardanım dedim ve yanımdaki adamı yollayıp arkadaşlarımı çağırttım. Kayıkçılarla konuşup dururken yoldaşlarım gelince gerek kayıkçılar gerek tacirler şaşırdılar kayığı kurtarmaya yani beni kayıktan çıkarmaya kalkıştılar. Elimdeki tüfengi doğrulttum. – Bir adım atarsanız kurşunu yersiniz dedim. Gerilediler ve adamlarımdan benim kim olduğumu sorup öğrenince ederek arkadaşlarımı ikiye ayırdım. Bir kısmı atları da beraber olduğu halde benimle gelecek öbür kısmı da sahilde kalıp kayığın avdetini bekleyecekti. Kalanlara: –Kayıkçılardan kazma kürek gibi şeyler alıp kendinize siper inşa ediniz tenbihinden sonra hareket ettik. Bir müddet sonra karşıdan bir kayığın gelmekte olduğunu gördüm yüzme bilen birini gönderdim. Giden geldi. Kayıkta Buhara emirinin sefiriyle “Abdurrahim” namında bir hadim bulunduğunu söyledi. Kayıkları yanaştırıp biraz görüştük. Hareketimizden altı saat sonra ve öğleye iki saat kala sahile takarrübla Buhara toprağına ayak basdık. Kayıkçılara on altın verip bizim için yiyecek atlarımız sıyla on dane koyun üç yüz ekmek hazırlamalarını tenbih eyledim. Çünkü ertesi günü öbür sahilde kalan arkadaşlarımız gelecekti. Biz de burada onları bekleyecektik. Buhara Hükumeti’ne tabi’ olan Şirabad hakimine vürudumu yazdım iki yüz süvari sevkiyle karşıdaki arkadaşlarımın takviyesini rica ettim. Hakim metalibimi kabul ile sabahleyin erkenden dört yüz süvariyle birkaç kayık göndereceğini bildirdi. Tulu’-ı fecr ile patlayan birkaç tüfenk sesinden uyandım. Yanımdakilere: – Bu sesler arkadaşlarınızla kayığa binmelerinden mütevellid şenlik sadaları olmalı dedim. Kayıkçıları çağırıp: – Benim için yirmi kayık hazırlayınız. Kayık başına ellişer altın vereceğim va’dinde bulundum. – Karşı tarafda muharebe oluyor. Oraya gidip kendimizi muhataraya sokamayız dediler. Birkaç dakīka tefekkürden sonra “Hasan” ismindeki hizmetciye yanındaki kiseyi getirerek – İstediğim kayıkları hazırladınız bunların hepsi sizindir dedim. Biraz daha nazlandıktan sonra razi oldular. Alelacele hazırlanan otuz dane kayığa bindik. Sür’atle hareket ederek macerayı anladık ki: Orada bıraktığım arkadaşlar uykuda uğraşa nehrin kenarına kadar çekilmişler. Özbekler akşam olduğunu sahilde de binilip kaçılacak kayık olmadığını görünce ferdası günü gelip hasımlarını esir almak fikriyle ateşi kesmişler. Benim erkenden işittiğim sesler sabahleyin başlayan müsademede atılan tüfenklerin tarrakası imiş. Bizimkiler kumdan yaptıkları siperler arkasından müdafaaya başlamışlar; kayıkların gelmekte olduğunu müşahede edince de müdafaalarını arttırmışlar. Nihayet Özbekleri kaçırmaya muvaffak olmuşlar. Bu zavallıları kayıklara doldurup salimen nehri geçtik. Beri tarafdan ısmarladığım yemeklerle ekmekler müheyya idi yeni gelenler otuz altı saatlik açlığın verdiği bir istekle sofraya saldırdılar. Yemeği müteakib kayıkçıların evlerinde ikindiye kadar istirahat ettik. Ondan sonra Buhara’ya müteveccihen yola çıkıp “Aliabad”ı menzil ittihaz eyledik. Şirabad hakimiyle rüesa-yı vilayet orada istikbalimize geldi. Hakimin hazırladığı bir haneye mihman olup on gün kadar oturdum. Bu esnada Buhara’ya gidip kendisiyle görüşmem hakkında emirin bir da’vetnamesi geldi. Bil-icabe atideki menzilleri tayy ile Buhara’ya muvasalat ettik: fizan -Karaşeyh -Gazzar - Gedükli -Karaşi. Burada beş gün tevakkufdan sonra Hoca Dekkakan’a oradan da Buhara’ya geldik. Kuşbigi Buhara’nın sadr-ı a’zamı ile Kütüval Zabtiye nazırı gibi büyük bir me’mur ve bazı ümera “Gagan” denilen mevki’de bize karşı geldiler ve beni mahsusan ihzar edilen bir konağa götürdüler. Mihmandarlığıma ta’yin olunan zat gelip kendisini takdim etti. Dokuz günlük mihmanlıktan sonra emir tarafından bana bir hil’atle on bin tenge ümera-yı maiyyetime de keza birer hil’atle biner tenge ve ikinci derecedeki zabitan ile neferata beşer ve ikişer yüz tenge yollanıldı. Bunlardan başka bineceğim at Ben de bil-mukabele emir için altun kabza bir kılıç ile bir at takımı –ki on iki bin eşrefi kıymetinde idi– altun bir hançer bir kemer yaldızlı İngiliz eğerleriyle iki re’s Arab atı ve şal kumaş zerduz külah gibi şeyler takdim ettim. Emirin hediyeleri miyanında kendi çamaşırından üç kat da gömlek ve don vardı ki donların kırmızı beyaz menekşe yeşil renkli dört parçadan dikilmiş olduğunu hayretle müşahede ettim. Ne ise gerek ben gerek ümera-yı maiyyetim bu libasları giyindikten sonra bir me’mur gelip emirin bizi huzuruna kabul eyleyeceğini haber verdi. Kalkıp yola çıktım. Saraya vürudumda Kuşbigi istikbal ederek odalarından birine götürdü. Buhara emirleri büyük bir odada otururlar. Yanlarında sevdikleri güzel çocuklardan iki üç danesi bulunur. Ümera ve rüesa da odanın etrafına dizilir iki dane derban da kapının dibinde durup emirin işaretine hasr-ı nazar eder. Bir işarette bulunursa ikisi birden koşar aldıkları emri geri geri yürümek şartıyla çıkıp hodaçı mabeyn müdiri gibi bir me’murya tebliğ eylerler. Ben otak-ı emire yaklaşınca derbanlar koştular sonra dönüp hodaçıya tebligatta bulundular. Hodaçı yanıma gelip: – Emir hazretleri hedayanızı kabul buyurdular. Şimdi takdim etti[ği]niz atların dizgininden tutup altun kisesini omuzunuza yüklettikten sonra ihtiram göstermeniz lazımdır dedi. Ben de: – İhtirama gelince Allah’dan başka kimseye secde edemem cevabını verdim. Kimseden işidilmeyen bu sözler hayli teaccübü hatta tağayyürü mucib oldu. Nihayet Kuşbiginin tavsiyesi üzerine hodaçı huzura geldi ve: – Emir hazretleri kendi adetiniz vechile resm-i selam Ben odaya girip ale’l-mu’tad selam ve musafaha için emire elimi uzattım. Yanıbaşında bir yer gösterdi. Müeddebane oturup ihtiramkarane sohbet ettim. Bir saat kadar görüştükten sonra müsaade istihsaliyle menzilime avdet eyledim. – Emir hazretleri size karşı pek müteveccihdir. Layık olan kendilerine bin altun nakid ile maiyetinizde bulunan kölelerden üç dane güzel yüzlüsünü takdim etmelisiniz! Teklif-i garibini etti. – Kölelerim evladım mesabesindedir. Para cihetine gelince diğim vakit resm-i mu’tadı ifa için naçizane bir mikdar takdim ettim. Artık emir hazretlerinin benden beklemesi değil benim kendilerinden ümidvar olmam lazım gelir cevabıyla herifi savdım. – İslamların terakkıyat-ı ilmiyye ve medeniyyelerinden bahis tarih-i ulum sahifeleri karıştırılmak değildir. Bağdad üçüncü dördüncü ve beşince asırlarda maarif-i İslamiyyenin en rengin safahatına meşher olmuştur. Bu menba’-ı irfanın neşrettiği huzemat-ı ma’rifet; beşinci asr-ı hicride dahi iki evvelki asırların şa’şaasından az kuvvetli değildi. Fi’l-hakīka Bağdad beşinci asırda da satvet ve şöhret-i Adudü’d-Devle’nin an’anat-ı umran-perverisi bu asırda mevki’an ve siyaseten kendisinden küçük fakat ma’nen ve fikren pek büyük olan bir zatta temessül eylemiştir. Nizamülmülk’den bahsetmek istiyoruz. Maarif-i İslamiyyenin terakıyat-ı hayret-bahşasından bahsederken Nizamülmülk’ü unutmak bu vezir-i ebediyyü’l-iştihara ilm ü ma’rifet namına isar-ı tebcilat etmemek pek büyük bir kadir-na-şinaslık olur. Nizam gençliğinde pek ciddi bir tahsil görmüş zamanının en mütebahhir ulemasından tederrüs eylemişti. Fıtratının nümaya malikti. Bir halde ki her hususda bütün ma’nasıyla zamanının bir dahisi addolunabilir. Mu’zamat-ı umura karşı yılgınlık göstermek fart-ı meşağilden bi-tab kalmak Nizam bahşettiği metin ve cihan-şümul bir reviyyet ve siyasetle; uzun müddet Bağdad’da Alp Arslan ve Melik Şah’ın hizmet-i vezaretlerini kemal-i şa’şaa ile idare eylemiştir. Bu iki büyük hükümdar; bütün şan ü şöhretlerini; fedakar vezire medyundurlar. Nizam en müşkil zamanlarda en karışık anlarda bile metanet ve rezanet-i fikriyyesini asla gaib etmemiştir. Tarih-i siyasi de haiz olduğu mevki’-i bülend-i ihtirama zamimeten tarih-i ulum da kendisini ayrıca büyük bir alim zi-nüfuz ve feyyaz bir hami-i ilm olmak üzere kayd ü tebcil eylemektedir. Nizamülmülk ders refikleri olan Ömer Hayyam ve Hasan bin Sabbah gibi harika-i hilkatlerle birlikte İmam Muvaffak-ı Nişaburi’nin halka-i irfanında ikmal-i tahsil eylemişti. Bu üç refik-ı tahsilden Hasan Sabbah bilahare ma’neviyet-i etmek cem’iyet-i beşeriyyeyi herc ü merce düşürmek gibi teşebbüsat-ı denaetkaranede ne kadar bir şeytanet ü iktidar göstermiş ise Nizamülmülk de insaniyetin inkişafat-ı fikriyyesini te’min saadet-i atiyyesini tehyie ve bilhassa bünyad-ı de şümullü bir deha-yı reviyyet şayan-ı tebcil bir dirayet ü meziyyet göstermiştir. Bağdad Isfahan ve sair bilad-ı İslamiyyede i’la ettiği müessesat-ı ilmiyye Nizam ismini tarih-i medeniyyetin en rengin sahayifine zerrin kalemlerle hakkettirmiş ve bu namın mesine sebeb olmuştur. Kanlı bir katilin Sabbahilerden mel’un bir serserinin hançer-i gadrına kurban olan büyük Nizam’ın Bağdad’da te’sisine muvaffak olduğu darülfünunun –ki Medrese-i Nizamiyye namıyla meşhurdur– sakf-ı irfanı altında perverişyabı kemal olan eazım miyanında mütebahhirin-i İslamiyyeden pek bülend simalar görülmektedir. Beşinci asr-ı hicride bu abide-i irfanın riyaset-i tedrisiyyesinde Gazzali ve emsali bir tarafda tefsir hadis fıkıh ulum-ı miyye tedris ederken diğer tarafda Ömer Hayyam gibi erbab-ı fen de ulum-ı tabiiyye ve riyaziyyenin mebahis-i muğlaka ve desatir-i ‘aliyeleriyle iştigal ediyorlardı. Ulum-ı tabiiyye ve tıbbiyye mütehassıslarından Ebu’lFerec bin Tayyib ve İbni Cezele ise serair-i tabiatın nevamis-i hikmet-nümununu keşf ile uğraşıyorlar ve fenn-i tıbbın te’min-i terakkıyatına çalışıyorlardı. cami’ ve erbab-ı tahsil için pek nafi’ klasik eserler Takvimü’l-Ebdan gibi tıb ve hıfzu’s-sıhhaya aid mecmualar neşrediyordu. şeklinde yazılmıştır. edildiği vakit Avrupa’da pek ziyade iştihar eylemişlerdir. Çünkü şekl-i te’lifleri iktizası olarak bu eserler tedrisat hususunda pek ziyade suhulet-bahş oluyorlardı. Beşinci asr-ı hicride Irak etibba ve erbab-ı fenni arasında Ebü’l-Ferec bin Tayyib Harun bin Sa’d ve Ebü’l-Hasan bin Butlan gibi gayr-ı müslimlerin de şöhret kazanmış oldukları görülüyor. * * * – Müdekkık bir riyazi gibi zeki bir hey’etşinas derin düşünücü ve rind-meşreb bir hakim vasıflarına bir de şair ve edib sıfatları ilave edilirse Ömer Hayyam’ı nazarımızda temessül ettirebiliriz.. Ömer Hayyam Hicret’in tarihlerine doğru Asterabad mülhakatından Dehistan’a tabi’ Del’ak nam karyede mehd-ara-yı alem-i şühud olmuştur. Medid bir hayat-ı gam-alud geçirdikten tam bir asrın bar-ı mesaibi altında ezildikten yıprandıktan sonra nihayet “ ” tarihinde Nişabur’da alem-i fenaya veda’ eyledi. Asıl ismi Gıyasüddin Ömer bin İbrahim’dir. Pederi hayme verilmiştir. Hayyam’ın pek ibret-amiz olan ser-güzeşt-i hayatı – maatteessüf– bir zulmet-i mechuliyet altında ihtifa ediyor. Bazı müverrihinin beyanatına nazaran Hayyam ünfuvan-ı şebabını Nişabur’da geçirmiş İmam el-Muvaffak’ın mektebi Rüfeka-yı tahsilinden Ebu Ali Hasan-ı Tusi bilahare Nizamülmülk namıyla rütbe-i vezareti ihraz eylediği gibi diğer refikı Hasan Sabbah da İsmailiyye Mezhebi’ni te’sis eylemiştir. Guya bu üç refik hengam-ı tahsilde aralarında bir ahd ü misakta bulunmuşlar. Yani rüfekadan her hangisi atiyen bir mevki’ sahibi olursa diğer arkadaşları hakkında himayet ü muavenette bulunmağı taahhüd eylemiş imiş. Nizamülmülk ümera-yı Selçukiyyeden Melik Şah’a vezir olunca ahd-i mazisini der-hatır ederek Hasan Sabbah’ı emirin kurenalığına ta’yin eylemiş. Fakat Hasan tinetinde meknuz denaet hasebiyle velini’metini istirkab etmiş olduğundan bilahare me’muriyetinden tard edilmiş. Rind-meşreb Hayyam ise hayat-ı serbestaneyi ebvab-ı ümerada tekapu den fıtraten müteneffir bulunan eazımdan olduğundan Bağdad Rasadhanesi’nde tetebbuat-ı ilmiyye ve felsefiyyeye müdavemeti her türlü me’muriyetlerin fevkınde görmüş ve onunla kanaat eylemiş. Maamafih bu rivayet –ekser-i müverrihinin beyanat-ı müttehidesine rağmen– bazı zevat nazarında şayan-ı tereddüd görülmektedir. Ömer Hayyam Riyazi – Hayyam riyaziyyun-ı İslamiyyenin ser-amedanındandır. Kitabü’l-Cebir ünvanlı eseri daha o vakitler Melik Şah’ın bile fevkalade mazhar-ı takdiri olmuştu ve uhdesine Bağdad Rasadhanesi Müdiriyeti tevcih edilerek kadri tebcil edilmişti. Hayyam bu me’muriyeti esnasında Melik Şah namına nisbet edilen meşhur zic ve takvimi tanzime muvaffak olmuştur. Hayyam muasırı bulunan ulema nazarında sahib-i kemal ve mümtaz bir feylesof gibi telakkī ediliyordu. Hatta kendisini İbni Sina ile hem-ayar addedecek kadar ileri gidiliyordu. Garibdir ki bir gece Hayyam İbni Sina’nın felsefeden bahis meşhur Şifa ’sını mütalaa ederken vefat eylemiştir. Nişabur’da medfundur. Mezarı; vefatından hayli müddet sonra; tilmizanından Nizami tarafından bulunarak üzerine bir türbe yaptırılmıştır. Nizami’ye bu hususda rehber olan şey Hayyam’ın: Ve kabrim “Bad-ı sabanın hazan-dide güller altında gizleyebileceği bir yerde olacaktır.” Mealindeki kıt’ası idi. Ömer Hayyam şarkın büyük riyazilerindendir. Şayan-ı teessüfdür ki diğer eazım-ı İslamiyyenin müellefatı hakkındaki la-kaydimizi Hayyam’ın eserlerine de teşmilden kendimizi kurtaramamışızdır. Hayyam’ın riyaziyata aid kitapları on sekizinci asra kadar Avrupalılarca da mechul kalmıştı. tarihinde Leonard Meerman[?] neşrettiği bir eserinde ilk defa olarak; Hayyam’ın Leiden[!] Kütübhanesi’nde mahfuz olan Kita bü’l-Cebir ’inden bahseylemiştir. Bilahare Montukla Montucla ve Garc Gartz dahi bu kitaba dair bazı ma’lumat verebilmişlerdi. Nihayet tarihinde Mösyö Deebak Hayyam’ın Kitabü’l-Cebir ’ini Fransızca’ya tercüme etmeye muvaffak oldu ve bu sayede Avrupa mehafil-i ilmiyyesi bu meşhur kitabın mündericatına dair hakīkī bir fikir edinebildi. Kitabü’l-Cebir beş babdan mürekkeb olup her bab mebahis-i atiyyeyi muhtevidir. ’inci bab: Dibace. Ma’lumat-ı ibtidaiyye-i cebiriyye halli matlub muadelat cedveli. ’inci bab: Birinci ve ikinci derece muadelatının suret-i halleri ’ncü bab: Üçüncü derece muadelatının suret-i teşkil ve bil-hendese tersimi. ’ncü bab: Mahreclerinde mechulün kuvasını havi olan muadelat-ı kesriyye münakaşatı ’nci bab: Mebahis-i cebiriyyeye dair ihtarat-ı mütemmime. Ömer Hayyam kitabında hall-i adedi ve riyazileri daima tersimat-ı hendesiyye ile irae etmek usulünü kabul ve tatbik eylemiştir. Kitabü’l-Cebir ’de kemmiyat-ı mantıka ve kemmiyat-ı asamme hakkında dahi esaslı ma’lumat verilmiştir. Hayyam’ın Öklid tarafından dermiyan edilmiş olan mütalaatı da nazar-ı Hayyam’dan daha evvel yani tarihinden tarihine kadar ber-hayat olan Ebü’l-Vefa-i Buzcani tarafından Hippark’ın bir eserine yazılan şerhde de ikinci derecede muadelatına dair mütalaat-ı mühimme serdedilmiş olduğu muhakkaktır. Ebu’l-Vefa’nın bu eserini de gözden geçirmiştir. Ebü’l-Vefa ve Zicü’ş-Şamil unvanlı la-yemut eserleriyle ulum-ı riyaziyyedeki eserinden istifade etmiş olması istib’ad olunamaz. Fakat üçüncü derece muadelatının teşkilatı sırf Ömer Hayyam’ın eser-i dehasıdır. Hayyam bu hususda evvela sistematik bir nazariye vaz’ u te’sis eylemiş ve bilahare bu nazariyeyi tahlilat-ı tatbikiyye ile de te’yide muvaffak olmuştur. Mübadelat-ı müka’abiyyeden ilk defa bahseden riyazinin Hayyam olduğunda bütün erbab-ı fen müttefiktir. ve be-hatve ta’kīb edilirse bu babda en büyük muvaffakiyetlerin Hayyam’a aid olduğunu i’tiraf etmek icab eder. Filhakīka bir muadelenin kaç tane cezr-i hakīkīsi olacağını ta’yin için kutu’-ı mahrutiyyat isti’mali usulünü tasavvur eden ve cüzurun kıymet-i takribiyyelerini takdir ve hesab etmeye muvaffak olan riyazi Hayyam’dır. Bazı Avrupa müellifini bu usulün evvelce Arşimed ve Apollonyus Apollonius taraflarından tatbik edilmiş olması ihtimalini ortaya atmakta iseler de şimdiye kadar ne Arşimed’in ve ne de Apollonius’un bu yolda bir eserine destres olunamamıştır. Joj Salamon’un dediği gibi bu usulün vazı’-ı hakīkīsi Ömer Hayyam olduğunu kabule herkes mecburdur. Kitabü’l-Cebir Avrupa riyaziyyunu arasında pek ziyade yaziyyata aid ve bilhassa cüzurat-ı müka’abiyyenin suret-i Hayyam riyazi olduğu kadar da bir hey’et-şinas idi. Zic-i Melik Şahi ünvanı altında tertib ettiği cedavil-i rasadiyye haiz bulunduğu şöhrete bi-hakkın layıktır. Hayyam’ın tanzim ettiği takvim sene-i miladisinde Takvim-i Celali kendisinden beş asır sonra tertib edilen Gregovar takviminden daha doğrudur. Ömer Hayyam şair – Hayyam şarkta kütüb-i ganimesinden ziyade asar-ı şi’riyyesiyle iştihar eylemiştir. Hayyam’ın Rübaiyat ’ı ufk-ı şarkta Kitabü’l-Cebir ’ini husufa uğratmıştır. Rübaiyat ’ın bazı parçaları Muallim Feyzi Efendi merhum tarafından Türkçe’ye nakl ü tercüme edilmiştir. Son senelerde Paris’de Hayyam hakkında Fransızca gayet mufassal bir eser neşrolunmuştur. Hayyam’ın kıymet-i edebiyyesine dair tenkīdat ve mütalaatta bulunmak planımızdan haric olduğu cihetle bu hususu edebiyat müntesiblerine bırakıyoruz. Yalnız Hayyam’ın meslek-i rindanesine dair bir fikir edinebilmek için Rüba iyat ’ın bazı kıt’alarını zikredebiliriz. Rübaiyat-ı Hayyam medayih-i aşk ü bade ile malidir. Hayyam’ın meşreb-i laübaliyanesi Rübaiyat ’ın her mısraında okunabilir. Her sahifede hemen aynı nefehat-ı sermestaneye tesadüf olunur. Hayyam zamanın ca’li sufileri riyakar zahidleri ile kapalı tehekkümlerden açık istihzalardan pek ziyade zevk-yab olmaktadır. Hayyam’ın bazen meşgūl olduğu ibtilalar[a] karşı bi-tab ü tüvan kalarak; ye’s ü nevmidinin son derecelerine vasıl olduğu görülür bir halde hayat-ı atiyyede bile kat’-ı ümid ettiği zannolunuyor. Hayyam’ın zavahire karşı gösterdiği la-kaydi bazen laübalilik derecesini de geçmiş olduğu halde şayan-ı hayrettir ki: Hafız-ı Şirazi’nin tali’-i bedbahtisine uğramaktan masun kalmıştır. Şiraz’da Hafız’ın kabrine karşı hürmetsizlikte bulunanlar Hayyam’ı hakīkī bir mutasavvıf müstağrak-ı vecd bir mest-i aşk gibi telakkī eylemişlerdi. Rübaiyat Mösyö Nikolas tarafından Fransızca’ya nakl ü tercüme edilmiştir. İngilizce’ye ca’ya nakledildi. Hayyam’ın asarı Avrupa’da intişar ettiği vakit kendisine şark Volter’i nazarıyla bakılmıştı. Filhakīka Hayyam da Volter gibi müstehzi ve iğneleyicidir. Dokunaklı ve tehekküm-amiz feriyyeye karşı onun kadar muhabbet göstermiş onun kadar nale-han olmuştur. Fakat bu şark ve garb hakimleri arasında yapılacak mukayesede bu dereceyi tecavüz etmemelidir. Çünkü bu daire haricinde nikat-ı müşabehe aramaya kalkışmak beyhude yorgunluktur. binliğinin nevmidi-i ye’s-aludunun derin izlerini görüyorlar. Fakat hakīkat-i halde Hayyam Volter ve Lord Byron’dan ziyade Almanya feylesoflarından meşhur Schopenhauer Hayyam’ın Rübaiyat’ı bilhassa İngiltere’de pek ziyade bir hüsn-i telakkī görmüştür. Rübaiyat Fiçjerald Fitzgerald tarafından İngilizce’ye tercüme ve senesinde Londra’da tab’ edildi. Kendisi de fitri bir şair olan Fiçjerald Rübaiyat’ı hayretbahş bir vukūf nezih bir ifade ile İngilizce’ye nakl ü tercüme etmeye muvaffak olmuştur. Esasen Jerald’in İngiltere’de bais-i iştiharı olan İngilizler tarihinde Londra’da “Şark Klübü” namıyla bir encümen bile teşkil eylemişlerdi bu klüb Hayyam’ın İngiliz efkar-ı umumiyyesinde kazanmış olduğu mevki’-i ihtiram ü yam’ın fikr-i felsefisini anlamak için hayat-ı beşeriyyeye aid tazallumat-ı atiyesini okuyalım: “Bu sefil arzda bir veya iki kısa gün kadar ancak ikamet edebiliriz. Iktitaf edebildiğimiz neş’e ise alam ü ıztırabla meşbu’dur. Sonra halledemediğimiz bil-cümle mesail-i hayatiyyeyi bir tarafa atarak bar-ı alam altında ezile ezile bitab ü tüvan düşüyor ve ebediyen cihana veda’ ediyoruz.” Hayyam diğer bir kıt’asında ise şu suretle nale-han oluyor: “Heyhat! Biz biçare insanlar vakfe-gir-i sükun olunca eşk-nisar olan ve ebediyyen bir daha avdet edemeyen cihan-neverd ruzgarların sesine ne kadar da benziyoruz. Evet hayat-ı beşer de tıbkı bu ruzgarlar gibi bir inilti bir şehka-i ıztırab bir hıçkırık bir bora bir cidalden ibarettir.” şeklinde yazılmıştır. Hayyam hayatı böyle tasvir ediyor ve ihtimal ki tasvir ettiği gibi hissediyordu Hayyam’ın ye’s ü nevmidi içinde çırpınan ruhu hiçbir şeyde bir nefha aramış ve sükun bulamamış muttasıl didinmiş çırpınmış inlemiştir. Nihayet vaveyla-yı tazallumunu birkaç mısraın ve bir rübainin sine-i hazinine gömerek müteselli olmak istemiştir. tarzında hayattan hiçbir şey anlamayarak ve elde kalan bir mechuliyet-i mutlaka içinde yuvarlandığımızı anlatmak istiyor. Hayyam fena-yı beşeriyyeti i’lan için şu suretle zemzeme-han oluyor: Alayiş ve debdebe-i cihanın bir zıll kadar paydar olamadığını erbab-ı gaflet ve istibdada şu acı kıt’a ile anlatmak Hayyam daimi bir buhran-ı bed-bini içinde çırpınan ruhuna bir reşha-i tesliyet saçabilmek ümidiyle hayat-ı sermestaneye atılmış ihtiyacat-ı ruhiyyesini birkaç cür’anın te’siriyle tatmin etmek istemiş. Fakat sermest-i mesaib ü menahi olmağla beraber yine lutf-i Rabbaniden kat’-ı ümid edemeyeceğini: kıt’asıyla tasvir ederek bargah-ı ehadiyyete iltica eylemiştir. Uzak uzak bir zaman.. uzaklardaki karaltıları yığın yığın görmeye tek tek seçmeye başlamışız. Sanki çocuk halindeyiz. Çocukluk çağındayız. Soruyoruz öğreniyoruz.. Bunun adı ne? Bunun adı şu.. Ötekinin adı? Onun adı da bu. Bir karaltıdan bir yığıntıdan sorduğumuz vakit bunun Türkçe adını bulup söyleyecek yerde “hey’et” demişler.. Anlamışız ki bu bir birikintinin faraza insan birikintisinin adıdır. Böylece yeni bir lügat öğrenmişiz. Yine soruyoruz: Ne hey’eti? Ne yapan hey’et? Cevap veriyorlar: İhtiyar hey’eti ihtiyarlar hey’eti erkekler hey’eti kadınlar hey’eti.. Gezen hey’et oturan hey’et… Bunları da öğreniyoruz. Bunları böyle kullanıp dururken sonraları önümüze çıkıyorlar ğimiz bu ta’birleri “hey’et-i ihtiyariyye” “hey’et-i rical” “hey’et-i nisvan”.. “hey’et-i seyyare” “hey’et-i sakine” suretlerine ve sair suretlere koyuyorlar. Zar zor bunlara da aklımızı yatırmaya ağzımızı alıştırmaya çalışıyoruz. Günün birinde adliye işlerimize çeki düzen verirken frenklerin Juri gurysini Türkçe’ye alacak oluyorlar. Bunu – ”sindik” ta’birini aldıkları vech ile– buldukları gibi almıyorlar. Hamiyet göstererek –bir vakit başka bir ta’bire karşılık “kaziyye-i muhkeme” ıstılahını koydukları vech ile– dilimizde bunun yerini tutacak daha elverişli bir şey arıyorlar. Kim birini buluyor. Böyle tumturaklı ıstılahlar dilimize biraz dokunsa da çaresiz kullanılacağı için frenkcelerinden ehvendir. Zaman ile “hey’et-i udul” ta’birine alışıyoruz. Bunu kalıpla basar gibi yazıyoruz. Yazarken kolay.. Fakat okurken öyle değil.. “Udul”deki ayını hangi hareke ile okuyacağız? Ötüre ile mi üstün ile mi? Yoksa ikisi de mi caiz? Ağızlara bakılsa öyle diyen de var öyle diyen de.. İkisi de olur diyen de eksik değil.. Yazımızın elverişine ve okuyanların varışına nazara bunu “cedvel” gibi –yani kelimedeki ayını da vavı da üstünleyerek– okuyanlar da bulunmak kabil.. Görünüyor ki bunu güzel yazabiliyoruz. Fakat güzel okuyamıyoruz. Bir şeyi sebebsiz iki üç türlü okumak doğru olamaz. Hele bir vechi bir hikmeti yok iken “Arabca bilir misin? Uydur uydur söyle” tarzında öyle de olur öyle de olur demek hiç kabul olunamaz. Bunun biri doğru öbürleri yanlış olmak lazım gelir. Acaba hangisi doğru? Kitaplar yazmamış.. Yazmışsa bile şübhe kalkmamış.. O halde bu düğümü çözmeye biz de çalışabiliriz. “Hey’et-i udul”de iki kelime –birinin ucu perçinlenir gibi bir şey yapılarak– birleştirilmiş. Anlıyoruz ki bu bir terkibdir. Terkib.. Dillerde yoldur ki bir kelime anlatılacak şeyi tek başına anlatamazsa onun yanına kelimeler koşulur arkadaş edilir. İşte bu türlü zincirlemelere ve bu türlü zincirlere terkib derler. Bu işe tabiatları ve kabiliyetleri i’tibariyle çokluk isim ve sıfat nev’inden olan kelimeler elverir. Şu halde terkible birleşen kelimeler ya hep isim nev’indendir ya bunların bir parçası isim ve bir parçası sıfattır. İsimler birleşmiş birbirine koşulmuş ise terkib izafidir. İsmin yanına sıfat konulmuş ise terkīb tavsifidir. Bunu anladıktan sonra ta’birdeki iki kelimeyi birbirinden ayırıp ayrı ayrı yoklarız. Öyle yapsak ne buluruz? Evvela “hey’et” Bu bir isim.. Bir şey gösteren bir kelime. Filhakīka bu bir birikinti insan birikintisi gösteriyor. Nasıl ve ne iş yapan insan birikintisi? İşte bunu göstermek için “udul” kelimesini buna koşmuşlar ve arkadaş etmişler Acaba bu da bir isim mi? Yoksa bir sıfat mı? İsim ise arkadaşının eksiğini tamamlayacak sıfat ise onu tavsif edecek giydirip kuşatacak acaba hangisi? İsim mi sıfat mı? “Udul”e benzeyen bir çok kelimeler tanıyoruz. Bunların hepsini karıştırsak zihinler karışır. Sade ayının harekesi üstün ve ötüre olmasını nazara alarak düşünelim. Hareke üstün sıfattır. Hareke ötüre ise kelime ya “tulu’” gibi “gurub” gibi “zuhur” gibi müfred masdardır masdar isimdir.. Ya ki “sudur” gibi “sutur” gibi “sutuh” gibi cem’ isimdir. “Udul” kelimesi birinci ihtimal-i vech ile bir sıfat ise bunun mevsufuna uyması mevsufu gibi müennes olması lazımdır. Çünkü “hey’et” kelimesi dilimizde bu türlü hallerde daima müennesdir. Nitekim “hey’et-i cehule” “hey’et-i cahile” “hey’et-i ilmiyye” “hey’et-i muhtelita” “hey’et-i uzma” denir.. “Hey’et-i cehul” “hey’et-i cahil” “hey’et-i ilmi” ve saire denmez. Binaenaleyh bu ihtimal kabul olunamaz… Kelime sıfat değildir. Kelimedeki ayın üstün olamaz. Kelime ikinci ihtimal-i vech ile müfred bir masdar veya masdar isim ise yoldan sapmak ve sözden dönmek sapma ve dönme sapış ve dönüş ma’nasına gelir.. Bu ise terkibdeki maksada asla yakışmaz ve münasebet almaz. Böyle değil de üçüncü ihtimale muvafık olarak cem’ halinde isim bu bizce Mecelle ’de ve “racül-i adl” suretindeki meşhur misalde geldiği üzere aslında masdar iken isim ve sıfat halinde yani zat ve sıfatı birlik gösteren ism-i fail halinde kullanılan “adl” kelimesinin cem’i olacağı gibi frenklerce “Jüri” denen ve mahkemelerde cinayet işlerinde ve bunlara benzeyen şeylerde vicdana göre kararlar vermek için intihab edilmiş yeminli on iki kişiden ibaret olan hey’etin tabiatındaki cem’iyet ma’nasını da sarar ve kucaklar. Daima kullanılan daima yazılan “hey’et-i vükela” “hey’et-i süfera” “hey’et-i nüzzar” “hey’et-i düvel” “hey’et-i muallimin” “hey’et-i ketebe” “hey’et-i müdiran” gibi terkibler bu mülahazalara pek uygun düşer. Bu mülahazalarda yanılmadık ise “hey’et-i udul”daki “udul”ün ayını üstün olamaz ötüre olur.. Bu mebhasde üstün de olur ötüre de olur. Sözünün artık kıymeti kalmaz. Şu haftalarda alem-i matbuatta iane-i bahriyyenin bir tarafdan vücubundan farziyetinden ve hatta hac zekat gibi bahsolunu[y]or bir tarafdan da işbu bahislerin ifratına ilhadına dair münazara kapıları açılır. Bu aciz bidaa-i ilmiyyenin mahdudiyetinden daha doğrusu alem-i İslama şümulü olan bu mes’eledeki fetva-yı şer’inin i’tası müfti’l-enam olan zat-ı hazret-i Meşihat-penahi’ye aid olmasından dolayı bu babda hükm-i kat’i vermekten mek ve millet-i İslamiyyenin bu yüzden düşmekte oldukları yeni birtakım şübhe ve tereddüdleri izale eylemek için bir iki söz söylemek isterim: Her iki taraf da i’tiraf ederler ki istitaat-ı maliyyesi olanlar Hem de işbu farziyet ve vücub kifai değil aynidir. “İane-i bahriyye” –Daha umumi ve şer’i ta’biri olmak üzere– “i’dad-ı kuvvet” ise yine farzdır. Fakat farz-ı kifaye midir farz-ı ayn mıdır? Bunun ta’yini ihtiyacat-ı mübreme-i siyasiyyenin ta’yinine tabi’dir. Bu cihetin vazıhan halli rical-i siyasiyyemizin takdirine ve ona göre şeref-sadır olacak fetva-yı şerife mütevakkıfdır. Yalnız müsteftinin müftiye vermesi zaruri olan izahata lahık bir mütalaa-i kasırane olmak üzere arzederim ki: Bugün on milyon nüfus-ı İslamiyyeyi müştemil Fas yine on milyon nüfus-ı İslamiyyeyi muhtevi İran iki buçuk milyon nüfusu cami’ Trablusgarb gibi ekalim-i İslamiyye kanlar mamen arkası alınmak gibi teşebbüsat-ı şenia hüküm-ferma bulunuyor oralarda kelime-i tevhid el-iyazü bi’llah söndürülmek yonlarca müslümanların mevcudiyet-i kavmiyye ve diniyyelerine türlü türlü darbeler urulur.. Hasılı İslam her tarafda kanlar ateşler içinde inkıraza doğru sürüklenip dururken şu son hükumet-i müstakılle-i İslamiyyedeki on on beş milyon nüfus-ı İslamiyye üzerine kendi hayat-ı dini ve siyasilerini eydi-i bi-rahmane-i ecanibden te’min eylemek için i’dad-ı kuvvet farizasının “kifai” ta’biriyle tahdidini edna mülahazai milliyye ve siyasiyyesi olanlar kabil-i tecviz göremez. İşbu farizanın umum efrad-ı müslime üzerine farz-ı ayn olacak derecede ma’ruz-ı mehalik olduğumuzda asla tereddüd edemez. Şu kadar ki işbu farziyet-i ayniyyeyi efrad-ı müslimin ne suretle icra edecektir? Bundan birkaç sual-ı vazıh terettüb ediyor ki şunlardır: fat halimize göre kat kat zaid milyonlarca maaşat ve masarıfat vacibatı ile kazanılacak bir mikdarın da fırka ve saire münazaatı arasında o zaid milyonlara bir zaid daha ilavesinden başka bir şeye yaramayacağı melhuz bulunurken bu biçare müslümanların saf yüreklerinden kopan saf bir farizayı terk denilir? Buna Müfti Mehmed Fahreddin Efendi ne buyurur?... bahriyye [hususunda] mütevassıtin ve fukara kadar davransalar kasalarını hiçbir surette açmadıkları halde üzerine birkaç kuruş zekat ve sadaka-i fıtır veya kurban veya hac lazım gelecek kadar bir nisaba malik olabilen mütevassıt müslümanlar –ki yüz binlercesi o tabaka-i müstesnadaki zenginlerden bir kaçının verebileceği meblağı tedarikten acizdir– o biçare mütevassıtlar zekatlarını fıtralarını kurbanlarını haclarını terketsinler mi?... Fahreddin Efendi hazretleri buna ne buyurur?.. doğrusu “i’dad-ı kuvvet” farizası –gerek kifai ve gerek ayni olsun– efrad-ı milletin mevki’ ve iktidarlarına göre ne mikdar ve ifta ve bu suretle teraküm eden mebaliğin eydi-i mü’temenede bila-tağyir yerli yerlerine sarf olunduğunun kavlen kalemen değil fi’len ve maddeten irae ve isbat edilmesi lazımdır. Ta ki her müslüman bu fariza-i vecibeyi ifa etmiş olup olmadığını bilsin. cı iskat bahsine gelince; bir müslüman takdir edelim ki malen ve kuvveten emsali derecesinde ve daha fevkınde i’dadı kuvvet farizasını ifa ediyor ve fakat –servet-i mütebakiyesi yine şer’an kendisine zekat ve haccı ve sadaka-i udhiyeyi bir kat daha bir kat daha iane-i bahriyyelerde mi bulunsun? tahsin olunur. Fakat böyle kat kat iane ki biri farz ve vacib vacibat-ı ayniyyeye tercih etmek hususu Müfti Fahreddin Efendi’den dahi me’mul değildir. Hülasa: Mütalaa-i kasıranemce Fahreddin Efendi’nin fetva veya istiftası şu suretle caiz olabilir ki umum ağniyamız dahi dahil olduğu halde bilumum efrad-ı millet üzerlerine artık zekat hac farz ve sadaka-i fıtriyye ve udhiye vacib olmayacak derecede kaffe-i ma-melekini i’dad-ı kuvvet emrinde feda ettikten ve hükumetimiz dahi efradı arasında zekat vermeye muktedir kimse bulunmayan bir milletin hükumeti nasıl olursa o derecede maaşat ve masarıfat bütçesini tanzim ve tensik eyledikten sonra halen ve istikbalen bütün servet-i millet ve mesai-i hükumet ancak i’dad-ı kuvvete münhasır kalır ve vahamet-i mülk ve din bu derece fedakariyi mucib görülürse herkesden hac ve zekat ve fıtra ve udhiye farz ve vücubu tabiatıyla sakıt olmuş olur; işte ol vakit bu i’dad-ı kuvvet fariza-i mürettebesini ifa etmeksizin diğer feraiz ve vacibat-ı diniyye ifasını tercih edenler bulunursa onlar ikaz ve hatt-ı hareketleri tenkīd ve taklib olunur. Bu derecede ve buna yakın bir mertebede i’dad-ı kuvvetin umumi ve ale’l-infirad bir farz-ı dini olduğu da dinin lahaza edenlerce teslim olunur zannederim. Haşa ifta değil makam-ı celil-i aidinden verilecek fetvaya tatbik-i hareket edilmelidir. Her halde nasın zineti kulub-ı ümmetin rüşd ü hidayeti olan sınıf-ı ulema yekdiğeriyle uğraşmak yekdiğerini hele efrad-ı saffiyye-i milleti ilhada tazlile tekfire kadar varıp bu ma’sum ve her belaya ma’ruz olan biçare efrad-ı İslamiyyenin can-suz yaraları üzerine bir yara daha açmamaları rica olunur. Ve’s-selamü ala meni’ttebe’a’l-hüda. yurmuştur: ! Öyledir bugün bile bütün mesaib-i dalalimize bütün eskam-ı ma’siyet ve şekavetimize rağmen yine o “gayr-ı münhedim rüknü hidayet”e istinaddan ümidimizi kesmeyiz. Kanıt olmayız deriz ki: din yine o dindir feyz yine o feyzdir hidayet yine o hidayettir. Ortada değişmeyen bir şey varsa muhtac-ı ıstafa bir kabiliyet bir “ba’s-i zindegi-bahş”a müftekır cem’iyet varsa odur. Bu ihtiyacın te’mini de daima mümkündür. Bizi men’ değil daima sevkeden ileriye doğru iten bir kuvvet var. Bu kuvvetin bu kanun-ı mürşidin muti’-i iradatı olduk mu her şey olur biter her müşkil hallolur her usr yüsr olur. Fakat azm sonra hemen hareket lazım. Atalet bir müslim için kebairdendir. Çünkü sebeb-i hakaret ve zillettir; muzadd-ı saadet ümm-i sakamettir. İslamiyet ise erbabını daima erike-nişin-i mes’adet nasir-i insaniyyet görmek ister. Onun hedefi; istikbaldir ebediyettir kemaldir bu gayelere envar-ı kudsiyyetinden müstenir etmez. Onlar deyacir-i hüsranda tebah olurlar. İslam’ın kavanini daima sadıktır sadakat ister hiçbir mevcudu kendine mensub olanları bile nazım-ı harekatı hakk u cihad olan bir “kalb-i selim” ister. Bu sıfat ve kabiliyetteki kalblere vereceği mükafat: Bir duruban-ı bi-inkıta’dır! Nihrir-i fazıl Muhammed Ferid Vecdi; bu ayet-i kerimenin mealini diye izahdan sonra diyor ki: On dokuzuncu asır insanlarının nihayet idrak edebildikleri bu kanun-ı ictimaiyi on üç asır evvel Kitab-ı Aziz’den tebeliğ eden ümmet-i İslamiyye; şübhesiz bu kanun-ı münifin şümul-i te’sirinden haric değildir; kemal-i şiddetle onun te’sirine ma’ruzdur. Ancak katl gibi intihar gibi münkeratı “ecel-i ferd”e isnada müsaade etmeyen din-i mübini aynı münkerat-ı ictimaiyyeyi irtikab için “ecel-i ümmet”e istinaddan da şübhesiz kemal-i şiddetle men’ eder. Çünkü ne ferdin ne ümmetin eceli; bizce maktu’ ve mukannen değildir. Ba-husus reside-i herem olan ümmetler; bir pir-i hakim gibi şeklinde yazılmıştır. hiç olmazsa evlad ü ahfadının terbiye ve tehzibiyle mükellefdir. Ümmet-i İslamiyye; bugün reside-i herem midir? Binaenaleyh eceline muntazır mıdır? Bütün vukūata bütün ehval-i bütün kuvvet-i imanımızla kaniiz. Geçen hafta pek na-kafi birkaç kelime-i takdim ile Sıratımüstakīm kariin-i muhteremesinin enzar-ı intibahına arzettiğimiz ed-Da’vetü ve’l-İrşad müessese-i İslamiyyesi gibi buruc-ı müşeyyede-i istikbal; İslam’ın beşair-i intibahı dır ayat-ı necatıdır. Bugün yine kemal-i ehemmiyetle söylü yoruz kariin-i muhtereme; ed-Da’vetü ve’l-İrşad Darulfünun’[nu]nun nizamnamesini tekrar tekrar okusunlar ittifak etsinler o kudsi müessesenin yetiştireceği “dai ila’llah”lar ile “mürşid”lerin İslam’a edebileceği hidemat-ı azimeyi derin derin düşünsünler kalblerinde bu yolda teşebbüsatın himaye ve teksiri için şedid bir lerziş-i azm ü hamiyyet duysunlar… seviye-i irfanıyla mütenasib daru’l-fünunların zir-i sakfında terbiye vü tehzib olunmuş cevval fikirlere metin dimağlara muhtacdır. Geçen hafta da arzettiğimiz gibi kalb-i İslam olan Daru’lHilafe de bu yolda bi-hareket değildir. İşte “Medresetü’l-Vaızin” Gönül ister ki Medresetü’l-Vaızin’i; ed-Da’vetü ve’lİrşad’ın bir misli bir refik-ı mesaisi olsun programları aynı seviye-i terakkīde bulunsun. Medresetü’l-Vaızin’in programını layıkıyla bilmiyoruz. Fakat ed-Da’vetü ve’l-İrşad programı her halde şayan-ı taklid bir paye-i bülenddedir. Medresetü’l-Vaızin’in programı; eğer bu rütbede değilse tekrar tekrar temenni ederiz o yolda tanzim olunsun. Medaris-i İslamiyyeye ilave olunan dürus-ı cedideye karşı talebede görülen meyelan-ı şedide ne diyelim. İnsan bu beyyinat-ı salah u saadeti gördükce şimdiye kadar heba edilen gayretlere sönen arzulara heder edilen zekalara derin derin telehhüfler ederken müsebbiblerine de bir hisse-i takbih ayırmaktan kendini alamıyor. Bu gayret bu cihad böyle devam etsin bir istikbal-i karibde medreselerden nasıl münevver ü mühezzeb dimağlar yetişeceğini inşaallah o zaman göreceğiz. Hemen bütün işlerimizde hüsn-i niyyetin ve binaenaleyh tevfik-ı Hakk’ın bize zahir ü refik olmasını temenni edelim. Ufak bir fırsatla memlekette büyük bir şuriş çıkartılabilir nanistan’ı mes’ud etmeye muktedirken ahlak-ı umumiyyeyi tefessüh ettirinceye kadar uğraşmaktan sarf-ı nazar etmedi. Şu hareketi bir ekseriyet-i mülevveseyi kendine tarafdar etmekle nihayetlendi ise de meş’um Peleponnes Muharebesi de bütün vahametiyle köpürdü. Lizander de vatanın siyasetini şekl-i hükumetini –kendine mesdud bulunan taht ü tacı– elde etmek hırsıyla tağyire çalışmıştı! Lasedemonlulara ahlaksızlığını tiksindire tiksindire kabul ettirdikten sonra onların hamiyetini su’-i isti’male koyuldu. Ve memleket guya te’min ettiği şöhretle duruldu. Alispiyad’ın önceleri ma’zur görülen seyyiatı da halkı böyle iğfal etmiştir. Hasılı bütün hükumetlerin bütün milletlerin duçar olduğu felaketler hep usul-i siyasetteki hatalardan neş’et eder. Ya harb tehdidi yahud boş bir korku ve bunlara munzam olan dahili hususi endişeler mücadeleler kalbleri tedricen soğutur.. Hunin “Drakon” kanunlarının faziletli bir kavim için vaz’ olunduğuna inanır mısınız? Bütün hürriyeti gasb eden bu kanunları milletin kendi alçaklığı vücuda getirdi. En küçük bir kabahatin cezası; i’damdı. Hubb-ı şerefin ta’mim ü i’lası için: Kabahatlerin cezasına: Hicab kifayet etmeli herkes ef’alinden utanmalı. Yoksa kinle mülemma’ bir ahlak-ı siyasi –esas olan– insaniyet hissiyle beraber yaşayamaz. Şecaati tezyid için kana ihtiyac gören adamlar: Alçaktır canidir; er geç bunları da teskin eden kendi kanlarıdır. Hubb-ı şerefin en tabii mükafatı; Hürmet-i umumiyyedir. Bizim ruhumuzu ancak bu hürmet ıs’ad eder. Büyük adamların hakkı bir çeleng-i müzehheble bir heykel-i muhteşemle ödenmez. O çelenk o heykel –kıymet-i asliyyeye erişemeyeceği için– bir hakarettir bile!.. Bir zamanın İran hükümdarı namus u şerefi alım satım derekesine tenzil etmişti. Filip Asya’nın o hükümdarına özenmeseydi Yunanistan’ı kendisinden ürkütmezdi! Servetini meşru’ kullansaydı memleketin ihtiyacatına göre adam yetişirdi. Servet insanı kahraman etmez bilakis kahramanlığı sindiri[r] boğar. Arzolunan tarihi misaller istintacat-ı fikriyyenin isabetini te’yid ediyor zannederim. Gaye-i siyaset: Efrad-ı vatanın yavaş yavaş bir terbiye-i hakīkıyye iktisab ederek iyiliğe i’tiyad etmesi fenalığa karşı daima isyan eylemesidir. Yoksa cinayetler birer keyf-i şahsi uğrunda cezasız bırakılır kanunlar hiçe sayılırsa zulme de denaete de alışılır. Hatta yaşamak için fenalık etmenin lüzumu bile hissolunur; kalb: Azab-ı nedamet duymadan tahaccür eder.. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Aralık Yedinci Cild - Aded: Bu ünvan altında numaralı Sıratımüstakīm ’de bir makale yazıp esatize-i kiramdan Şeyhülislam Musa Kazım Efendi ile Abdurrahman Şeref Beyefendi hazretlerinin şu mes’ele üzerine nazar-ı dikkatlerini celb etmek istemiştim. Zannetmem ki buna muvaffak olmuş olayım. Zira el-yevm re’s-i karda bulunan bu zevat-ı muhtereme kesret-i iştigallerinden dolayı böyle küçük adamlar tarafından yazılan ufak şeyleri okumak ve kıymetli zamanlarından bir kısmını bu gibi mesaile sarfeylemekle iştigal edemezler. Bunun için ikinci derecede olan mekatib-i ‘aliye müdirlerine gelelim. Acaba bunların nazar-ı dikkatlerini celb etti mi? Bu suale ben kendimden bila-tereddüd “hayır” cevabını veriyorum. Zira o zevat-ı ‘aliyye de mekatib gibi ‘ali olduklarından böyle öteden beriden üç beş cümle belleyerek kalemi ele alıp da makale yazmak için meydana atılan ufak tefek adamlarla gazete sütunlarındaki feryadlarına havale-i sem’ eylemezler onlar gazetelere makale yazan adamların kendileri gibi ‘ali ve mükemmel ulum-ı riyaziyye tabiiyye ve ictimaiyyede yed-i tula sahibi zevattan olmalarını arzu ederler. . Şu halde üçüncü derecede mekatib-i i’dadiye ve rüşdiye müdirleri geliyor. Acaba bunlar atf-ı nazar ettiler mi? rum ki şu kadar mekatib müdirleri miyanında hiç olmazsa bir ikisinin dikkatini celb etmiş veyahud edecektir. Bu da benim için büyük bir muvaffakıyet addolunur. Ben de mesel-i meşhuru mucebince iştika ve feryadımda devam ederim ve derim ki evet mekteplerimizdeki tedrisat-ı diniyye ıslah olunmalıdır. Hem de pek çok te’hir edilmeyerek bu işe hemen mübaşeret olunmalıdır. Eğer bu ıslahatı yapmak için yeni açılmış olan Medresetü’lVaızin’imizden çıkacak vaizlerimizi yahud ıslah olunacak medreselerimizden yetişecek müderrislerimizi beklersek o zaman pek geç kalmış oluruz. Şeyh Sadi’nin: dediği gibi o vakit iş işten geçmiş olur. Binaenaleyh şimdiden esbab-ı mevcude ile tevessül olunarak ıslahata başlanmalıdır. Ve illa akıbet bizi ağlatır lakin o zaman ağlamak faide vermez. Başlamalı başlamalı…. Ama nereden başlamalı? Bana kalırsa şimdilik iki tarafdan: Biri muallimler diğeri kitaplardan muallimlerden na-ehil olanlarını ehil ve muktedir olanlarıyla tebdil eylemeli. Lehü’l-hamd ehliyetli muallimimiz yok değil var. Onlar cümlesinden misal olarak şurada birini zikredeceğim ki o da Şevketi Efendi’dir. Bu ve emsali zevat-ı muhteremeden ne için istifade olunmuyor? Bunlar ne için mekatib-i i’dadiye ve liselere hatta darülfünuna ulum-ı diniyye muallimi olarak ta’yin olunmuyorlar? Ma’lumatı Dürr-i Yekta mündericatına münhasır efkarı küçük kafası kadar mahdud olanlarımız bunların yerlerine geçmişler yahud bunlar gelecek yeri işgal ediyorlar. Niçin? Bunlar o kadar acı hakīkatlerdir ki insan bunları düşündükce cidden müteessif ve alem-i İslamın bu haline karşı la-kayd kalanlara da mütehayyir oluyor. Bunlar öyle derdlerdir ki söylemeden geçilmesi mümkün de değil. muallime nisbetle bunun ehemmiyeti ikinci derecede kalıyor. Zira muktedir bir muallim olursa kitabsızlığı hissettirmez. Mevcudlardan en müfid olanını intihab edip okutur da noksanını kendisi ikmal eder. Lakin bu da mükemmel bir kitap tertib ü te’lif olununcaya kadar biz-zarure ihtiyar olunacak bir tariktır ki kaide-i usuliyyesine binaen müfid ve klasik kitaplar yazılıp Meclis-i Maarif tarafından kabul olunduktan sonra bil-cümle mekteplerde onlar ta’lim ü tedris olunur. Aksi takdirde pek büyük bir usulsüzlüğe badi olur. Zira o zaman her muallim kendine mahsus bir kitap ve usul ta’kīb eylemeye başlar ki bunun da zararını zavallı talebe çeker; şimdi ekser mekteplerimizde olduğu gibi. Da’vamı te’yid için delili kendi sınıfımızdan getireceğim. Hem de bir değil iki misal: Siyer ve Tarih-i İslam dersleri. Birinci senede muallimimiz siyerden Şifa-i Şerif okutuyordu allim onu beğenmeyip yerine başka bir şey kendisinin topladığı safsata yığınını okutmaya başladı. Üçüncü sene onun halefi ise tekrar baştan başlayarak kendisinin yazdığı Mu kaddimetü’s-Siyer ’i tedris etti. Biz bu suretle üç sene mütemadiyen siyer-i şerif okuduğumuz halde Sadi’nin: dediği gibi hala siyerin mukaddimesindeyiz. Bize hakīkaten rehber olacak hayat-ı hususiyye-i Peygamberiyye ve halat-ı vaffak olamadık. Bu sene için dördüncü bir muallim ta’yin olunduğunu haber aldık. Bu sene intihab olunmuş zat-ı muhterem ise talebenin hüsn-i teveccühünü kazanmış bir zat olup ulum-ı şer’iyyede bilhassa hadis ve siyer fenlerinde yed-i tula sahibi olduğundan bil-cümle arkadaşlarımla beraber büyük bir ümid beslemekteyiz ve kendilerinden bizi bu sene de mukaddime ile işgal etmeyip doğrudan doğru siyer-i şerife-i Muhammediyyeyi tedris eylemelerini istirham ediyoruz. Zira biz o mukaddimeyi üç senedir okuyoruz. Bilumum arkadaşlarım da diyerek benim bu temenniyatıma iştirak ederler zannederim. Keza Tarih-i İslam için de dört sene zarfında dört muallim ta’yin olunarak her biri kendine mahsus bir usul ve kitap ta’kīb etti. Bundan da biz zararlı çıktık. Zirası pek uzun olduğundan geçiyorum. mekatib-i i’dadiyye ve rüşdiyemizde tedris olunan ulum-ı diniyye kitaplarımız pek sönük şeylerdir ve pek ibtidai tarzda yazılmış kitaplardır. Hiç biri hakaik-ı ulviyye-i İslamiyyeyi tamamıyla muhtevi değildir. Bazı fudalamız tarafından yazılan müfid kitaplar var ise de klasik olmadıklarından mekteplerde ders olarak okutulamazlar. Şu halde bunun için yegane çare Maarif Nezareti tarafından bir komisyon-ı mahsus teşkil olunarak hakaik-ı İslaşeklinde yazılmıştır. miyyeyi havi ve klasik kitaplar te’lif olunmaktır. Ama bunun bir şart-ı a’zamı var o da bu teşekkül edecek komisyonun hutbeler ve medreseler ıslahı için teşkil olunan komisyonlara benzememesi yani biraz ruh ve eser göstermesi. Bu iki uzv-ı mühim ihzar olunduktan sonra üçüncü derecede iş üsluba müncer oluyor ki tabii o zaman muhterem A . N. Beyefendi’nin fevaid ü mehazirini bast ü temhid eylemeyi va’d buyurdukları esalib-i muhtelifeden biri tercih u tatbik olunur da faide-i matlube de istihsal edilir. Ama bu iki esas hazırlanmadan her hangi bir üslub ihtiyar olunursa olunsun nafiledir ve bi-faidedir. Zira üslub ne kadar mükemmel olsa da onu tatbik edecek muallim olmazsa boştur. Bizim için faidesizdir. “Ma nahnu fih”e pek o kadar münasebeti yok ise de buna nazire olmak üzere Tünel mes’elesini arzetmek istiyorum. İşittiğime göre tünelin kontrato müddeti geçen sene tamam olduğu halde bizde işletecek adam olmadığından tekrar o kumpanyaya icar olunmuş. Doğru ise ne kadar acıklı bir hal. Kumpanyanın ahaliye karşı yaptığı muameleye yani kırk kişilik vagonlarına seksen kişi doldurmasına bakılırsa şayia doğru gibi gözüküyor. Ya hu! Nedir bu bize karşı reva görülen ihanet! Nedir bizdeki bu sabr u tahammül? Yoksa ölü müyüz? Geçen haftaki müsahabemizde esalib-i ta’limin; üslub-ı takriri üslub-ı istifhami üslub-ı muhtelit namlarıyla üç üslub-ı esasiye ircaı mümkün olduğunu beyan ile bu üç üslub hakkında verilecek izahatı ikinci bir müsahabeye ta’lik etmiştik. ruz: Buna üslub-ı bürhani démonstrative de denir. Bu üslub-ı tedrisi ta’kīb eden muallim; yalnız söyler beyanatını siyah tahta üzerinde yahud tecrübeler ile ya tenvir ve izah eder ya etmez. Şakirdan ebkemiyet içinde onu dinlerler ve beyanatını “kudret helvası” gibi toplarlar. Bu vakıa muallim için suhuletli ve seri’ bir üslub-ı ta’limdir. Fakat asla muvafık değildir. Maamafih su’-i isti’mal olunmamak üzere mekatib-i rüşdiyede liselerin yüksek sınıflarında darülfünunlarda tatbik olunabilir. Mekatib-i ibtidaiyye ve bilhassa sıbyan sınıfları ise; bu üsluba asla mahall-i tatbik olamaz. Fil-hakīka bu üslub; küçük çocukları; lakayd ve atıl bir hale getirir. Çocuk; hocasının takrirlerine karşı riyakarane ızhar-ı hayret ve teslimiyet eder sözlerini anlar gibi görünür; fakat serian zihni yorulur perişan olur. Muallim; sözlerinin ehemmiyetini muhafazaya dikkat etmekle beraber ne kadar uğraşsa yine bunların müstemi’lerinin uyuklamalarına yahud eğlenmelerine şayan olmasını men’a muvaffak olamaz. Çocuğa bütün melekatını şevk u rağbete getirecek hiss-i merak ve tecessüsünü uyandıracak celb ü cezb edecek pür-hareket dersler lazımdır. Böyle yapacak yerde bir sa’y-i mütekabil zindegi-nüma bir intikal ve tenevvü’ yerine çocuğa bir monolog tertib ve arzolunuyor; halbuki tiyatrolarda bile uzun monologlar insanı esnetir. Bu üslubun mahzuru; yalnız tedris nokta-i nazarından mütalaa edilmez çocukların kuva-yı zihniyye melekat-ı ahlakıyyesi üzerine icra edeceği te’sirat; pek ziyade şayan-ı dikkattir. Bu üslub dairesinde tedris edilen çocuklar; ağır bir tavr-ı müeddebane ile fakat cahilane ma’lumat-füruşluk eden muallimlerin taht-ı hükümranisinde bulunan kapalı durgun karanlık sınıflardan hayata hürriyet-i iradesini gaib etmiş tenbel yorgun zebun bir fikr ile dahil olacaklardır; diğer tarafdan haberleri olmaksızın riya gibi tasannu’ gibi nakais-i ahlakıyye ile de şaibedar bulunacaklardır; tedris ve terbiyenin gayesi ise bu olmadığı şübhesizdir. Mektebin vazifesi; çocukların dimağını gayr-ı kabil-i isti’mal bir mahfaza-i ma’lumat haline getirmek değil bütün tedrisatı terbiye-i bedeniyye fikriyye ve ahlakıyyeye zahir olacak bir üslub-ı salimde ta’kīb ile mukavim bünyeler hür ve cevval fikirler metin ve nezih huylar yetiştirmektir. Mekteb; yorgun değil yorulmamak çareleriyle mücehhez dimağlara menba’ olmalıdır. Bu kadar mahzurlarıyla beraber üslub-ı takririnin suret-i mutlakada lağva şayan olduğu iddia olunamaz. Çünkü bu mehazir; ancak bir üslub-ı yegane olarak isti’mal olunduğu zaman kendini gösterir. Yoksa şakirdler şübhesiz hocalarının takrirlerinden bütün bütün müstağni olamazlar. Şu kadar ki mümkün olduğu kadar az isti’mal etmek daha iyisi aşağıda izah edilecek olan üslub-ı istifhami ile mezc ü te’lif eylemek lazımdır. Bizim mekteplerimizde ba-husus bu üslubun en ziyade muzır olduğu mekatib-i ibtidaiyyede bile şimdiye kadar üslub-ı takriri ta’kīb olunduğu gibi hala da olunuyor. Bilhassa akaid-i diniyye tedrisatında bu üslubun tevlid edeceği mehazir ne kadar mühimdir. Bu üslub akaidde gaye-i kusva olan “yakīn”ı te’min edecek bir mahiyette değildir. Hasılı üslub-ı takriri; fıtrat-ı insaniyye ile hemahenk bir üslub olamaz; onda hürriyete bedel bir istibdad-ı Muallim; yalnız takrir edecek ağırlık gösterecek yerde bir “keşfettirmek yolu” tutabilir. Bunun için bu üsluba “üslub-ı tekşifi” de deniyor. Bu üslubda; muallim şakirdana sualler mantıkiyye ta’kīb eder bu suretle şakirdlerini ma’lumdan mechule intikal ettirir; onları kendi hatalarını bizzat tahsile ve hatve be-hatve ilerlemekte oldukları mezraa-i tahsili muzır otlardan kurtarmaya çapalamaya nihayet zabt u teshire da’vet eder. Bu üslubda monolog yerine diyalog dialoque şeklinde yazılmıştır. muhavere musahabe kaim olur. Bu üsluba “Sokrat üslubu” da derler. Üslub-ı istifhami de yek-nazarda görüldüğü gibi pek ziyade muvafık elverişli bir tarz-ı tedris değildir. Yeni yetişen yavrulara yalnız sormak; asla kafi değildir. Sualler; birer şahıs menzilesindedir ki bunların evvelce çakılacakları mevki’ kemal-i dikkatle nişanlanmalı münteha iyice tesbit edilmelidir. Üslub-ı Sokrati; muallimden gayet dakīk bir istihzar vuzuh ve suallerin rabtında mantık ister. Muallim verilecek cevapları evvelce keşfetmiş olmalıdır. Bundan başka muhaveratın te’min için ale’d-devam meşgūlü’z-zihn bulunmalıdır. Hasılı çocukların tertib ü intizamını ihlal etmemek fikr-i itaati muhafaza ve te’min etmek hayat ve hareket sınıfın tertib ve nizamını çığırından çıkarmaya müncer olmamak üzere muallimde metanet-i kamile de matlubdur. Fakat hüsn-i suretle tatbik olunduğu halde üslub-ı istifhami; hakīkaten terbiyevi bir üslubdur. Bu üslubda dersler; yalnız zinde fücaat ile mali çocuğa mahzuziyet-bahş olmakla kalmaz çocuğu fa’al ve müteharrik kılar ona istiklal ve hürriyet-i irade verir dikkate alıştırır bir şevk-ı daimi ve temyiziyyesini ikaz u tahrik eder hazz-ı keşf ü icad zevki mütalaa gayret-i şahsiyye verir. Çocuk mualliminin refik-ı mesaisi olur. Maamafih bu üslubun epeyce mühim olan mehazirini de göstermek lazımdır: Bu üslubda seyr-i terakkī; batidir çünkü: Ma’lum ile mechul arasında uzun bir silsile-i mutavassıtayı tazammun eder. Çocuğun zekası ise bu silsileyi henüz pek yavaş kat’ edebilir; çocuk sualleri her vakit iyice zabtedemez anlayamaz. Bir tefahhus-ı müteselsilde çocuğu şaşırtacak ani dalgınlıklar tekrarları cevelanat-ı fikriyyeyi ağırlaştırır. Mekteb-i ibtidainin tedrisat-ı mahdudesi ise üslub-ı istifhaminin bu yolda gayr-ı mümtezic tatbikatına müsaid değildir. Bundan başka programların ta’yin ettiği mevadda tevafuk da etmeyebilir. Sokrat; bu üslubu ancak nefs-i natıkanın bir tabassur-ı ibtidai-i gayr-ı münfasıl bundan dolayı ilm-i servete müteallık mebahis-i ibtidaiyyede fenn-i ziraatte üslub-ı istifhami bir tarz-ı ta’lim ü tedris olabilirse de ne musikī ne de resim ne de ticaret-i nakdiyye edilemeyeceği mevadd-ı tedrisiyye miyanında coğrafya ve tarihi de ta’dad etmek kafidir. Bazı hakaik-ı şüun vardır ki kuvve-i idrakiyye büyüklere bile keşfettiremez. İşte bunların etfale bast u takriri lazımdır. Üslub-ı muhtelit veya münfasılda muallim; vakit vakit hem üslub-ı takririye hem üslub-ı istifhami-i Sokratiye müracaat eder. Dershanelerde en ziyade müsta’mel olan üslub budur. Muallim; bir teselsül-i mantıkī ta’kīb eden sualleriyle çocuklara keşfedebilecekleri şeyleri keşfettirir. Şu kadar ki tefahhus ile bulmaya muvaffak olmayacakları şeyleri sorarak onları yok yere it’ab etmez gayretlerini kesr etmez ders; kısa takrirlerle mefsul bir “muhavere”den ibarettir. Çocuğun düşünüp bulamadığı şeylerde imdadına koşmak müşkillerini ref’ etmek lazımdır. Üslub-ı muhtelit üslub-ı istifhaminin muhtevi olduğu “tenevvü’-ı hayat”ı muhafaza eder. “Üslub-ı takriri”den daha ziyade terbiyevi “Üslub-ı Sokrati”den daha az bati ondan daha umumiyyü’l-isti’maldir üslub-i istiksai ve bürhaniyi def’aten cami’dir. Hülasa üslub-ı muhtelit çocuklarda melekat-ı akliyyenin neşv ü nema bulmasına inbisatına hizmet eder. Suallerin havass-ı müşahhasasına tevafuk eder dersde mukteza-yı hale göre üslub-ı takriri veya istifhaminin galib bulunmasına müsaiddir. Hasılı bu üslub mekatib-i lidir. Eşyanın kuvvet ve muavenetiyle pek suhuletle isti’mal olunur. Pedagoji kitaplarında programlara dair tafsilat verildiği sırada havas ve mevzu’ nokta-i nazarından her bir nev’-i tedrisata hangi üslub-ı tedrisin tevafuk edebileceği de gösterilir. Biz burada bu babda bir icmal yapmakla iktifa edeceğiz: Üslub-i Takriri: Üslub-ı istifhamiden tamamıyla istisna gösterememekle beraber tarih derslerinde daha kendini gösterir. Muallim; dersinde vekayii ancak etrafıyla bast u temhid ettikten sonra tabayi’ u netayice göre üslub-ı istifhamiden Ahlak dersinde tabii ve muvafık olan üslub; üslub-ı mat-ı cüz’iyye dermiyan edebilir. Bu halde şübhesiz çocuğu ahkam-ı ahlakıyyeyi tertib ü tanzimde serbest bırakan taallülat ve i’tirazatı murakabe kontrol etmek bazen de tashih ü ta’dil eylemek ahlak mualliminin başlıca vazifesidir.. Bu vazife ise üslub-ı istifhaminin galib bulunduğu bir üslub-ı tedris ile te’min olunabilir. Ulum-ı hikemiyye ve tabiiyyede de üslub-ı istifhami; müşevvik u saiktir. “Kavaid-i lisan” tedrisatında üslub-ı istifhami galibü’l-isti’maldir. Bu dersde misaller; ta’rifat ve kavaide takaddüm etmeli muallim şakirdlerine misallerden kavaid ve ta’rifat istinbat ettirmelidir. Evvelce de söylenildiği vechile bütün tedrisatta üslub-ı takriri ve istifhami; münavebeten ca-yı tatbik bulurlar. Bu mevkii ta’yin edecek şey; mevzuun ve bilhassa çocuktaki seviye-i idrak ve kabiliyet-i ruhiyyenin arzedeceği ihtiyacdır. Bu nokta-i nazardan muallimlerin “İlmü’r-ruh” ile –ki fenn-i terbiyenin medahil-i tabiisindendir– iştigal etmeleri la-büddür. Muallimler; ders kitaplarından evvel şakirdlerinin kitab-ı ruh ve mizacını mütalaa etmek mecburiyetindedirler. Bu kitab-ı kerimin esrar-ı ledünniyyatıyla peyda-yı ünsiyet etmeyerek esalib-i indiyyeye ittibaan melekat-ı etfal ile oynamak pek büyük bir günahdır. Muallimliğin hedef-i harekatı bütün şümul-i ma’nasıyla bir “insan” yetiştirmektir. İnsan yetiştireşeklinde yazılmıştır. cekler evvela kendileri “insan” olmakla beraber insaniyetin de alimi bulunmalıdırlar. Bir milletin tarih-i istikbali; bir muallimin tearic-i dimağiyyesi arasında meknuzdur. Muallimlerin adese-i kabiliyyetinden mukadderat-ı ümemi temaşa etmek muhal değildir. Bir Arab şairi şu iki beyt ile “muallim” lendine işaret ederek ne güzel bir levha-i pend-amiz tersim eylemiştir. Fil-hakīka tabib ile muallim insaniyetin en şayan-ı ikram ü hürmet hadimleridir. Bu iki şahsiyet-i muhtereme; yekdiğerinden asla müstağni olamayan iki mühim vazife deruhde etmişlerdir: Biri kuva-yı ruhaniyyenin inbisat u tenemmüvüne “ruh”un jengdar-ı dalal olmamasına çalışır diğeri onun muhafaza-i kıymetdarı olan cism-i insaniyyetin hem-dest-i vifak olur “insan”lar yetişir. Şair-i hakim pedagoji nazariyat-ı hazıranın ruh-ı mealine ne kadar nüfuz etmiştir. Buraya kadar tayy ettiğimiz sahat-ı istikşafda aheste-rev olduksa da nihayet menzil-i maksuda eriştik; mebahis-i mütekaddime bizim için menazil-i zaruriyye idi şimdi maksuda şüru’ edebiliriz. Ancak seyahat-i fikriyyemiz için –kariin-i muhteremenin lutf-ı müsaadesinden ümidvar olarak– bir fasıla-i aram yapmaya lüzum gördük. İnşaallah üçüncü makalemizle bu fasıla hakk-ı gayretini edaya çalışacağız. * * * Yedi sekiz sene evvel tercüme edip defter-i hayatımın en nazar-giriz bir köşesine tevdi’ eylediğim şu eserciğime neşriyat-ı ahire münasebetiyle irca’-ı nazara mecbur oldum. Bu eserciğimi ben unutmuş idim. Bir sayha-i nefrin onu bana ihtar eyledi. Ben de cüz’i ta’dilat ile onu kariin-i kiramın pişgah-ı kabullerine ref’ u takdim eyliyorum. Mükafatını Cenab-ı Hak’dan temenni ederim. Avrupa’da dahi safahat-ı tarihiyyesini el-an ikmal etmemiş olan mebahis-i ictimaiyyeden birisi mes’ele-i nisviyyet olup bu babdaki salahiyetdaran “nisviyyun” ve “gayr-ı nisviyyun” namlarıyla ikiye ayrılmışlardır. Din-i celil-i İslamın bu cins-i latif hakkında bahşetmiş olduğu salahiyet ne kendilerini nüfuz-ı nazar ashabı felasife-i ne de geridedir. Esasen kütüb-i semaviyye riyaset-i ictimaiyyeyi erkeğe vermektedir ki Kur’an-ı Kerim de bunu müeyyid ü müekkiddir. Esham-ı mirası ta’yin hususundaki ayet-i kerimede Biz kari’lerimiz ile beraber bu tefevvuk-ı tabiiyi daha doğrusu bu adem-i müsavatı Schopenhauer He[r]bert Spencer ve hatta Nietzsche gibi muhalifin-i dinden ve asr-ı ahirin en hür-endiş feylosoflarından işideceğimiz için daha uzun söz söylemeye lüzum hissetmiyoruz. Eserin aslı Schopenhauer’ındır kadınlığın evsaf-ı mümeyyezesini küçük mebhaslerine ünvan ittihaz ederek nisviyetin ahval-i ruhiyyesini teşrih eylemiştir. Icabında tenvir-i mebhas yollu birkaç söz dahi tarafımızdan ilave olunacaktır. Bandırma Şerefüddin Erkeklere tahmil olunmuş olan metaib-i hayatiyyeden kadınların beri olduklarına en büyük delil ve aralarındaki tefavüt-i tabiiyyeye en büyük şahid teşekkülat-ı tabiiyyedir. Bir de eğer kadınlar meşakil-i hayatiyyeyi ıktihamda erkekler haml rahatsızlıkları ve vaz’-ı hamldeki ıztırabat-ı müdhişe ve nev-bave-i hayatını irza’ için terk-i hab u huzur ederek gece yarıları kalkmak gibi vezaif-i hususiyye terettüb etmez idi. Yine bu nezaket ü rikkat-i hılkiyye neticesi olarak kadınlar şüun-ı hayata karşı i’tidallerini muhafazaya çok az kudret-yab olabildiklerinden kendi saadetlerini ancak sükun ü uzlet ile muhat bir aşiyane-i istirahatte te’min edebilirler. El-hasıl selamet-i fikriyye ile düşünülürse fıtrat kadınlara umur-ı beytiyyelerini tanzim ve evladlarını hüsn-i terbiye ve refik-ı hayatını is’ad gibi bir takım vezaif tevdi’ eylemiştir ki müz’ic bir çocuğu avutmak için bir kadının sarfettiği emekleri ve asla usanmaksızın onun amal-i tıflanesine tebaiyetini görmek müddeamızı isbat için en ameli bir delildir ki bu sabr u tahammül hemen hiçbir erkekte görülmez. – Dest-i i’caz-kar-ı hilkat bu nüsha-i nefisenin vechine bir letafet a’zasına bir tenasüb ve ecza-yı bedeniyyesine bir hüsn-i ilticam bahşetmiştir ki bu bahşayişkaraneye karşı erkekler meshur u müncezib olup vesait-ı şer’iyye ve medeniyyeye müracaatla kadının hayatını taht-ı tekeffüle almakta muztar olurlar. Kadınlar atilerini te’min için mazide bir tedbire tevessülü düşünemediklerinden vikaye-i hayat ve daman-ı istikballeri susiyle henüz izdivac etmemiş olan kızlara hüsn denilen bir vasıta-i ta’alluku bahş ü isar eylemiştir ki ale’l-ekser bir iki defa vaz’-ı hamlden sonra esasen vazifesini ikmal eylemiş olan bu vedia istiade olunup gül-deste-i hüsnleri eski taravetini zayi’ eyler. Nitekim karınca zinet-i cinsiyyesi olan kanadlarını erkeğine terbiye-i evlad ve saire gibi vezaif-i asliyyeyi nazar-ı ehem- [ Ahzab /] buyurulmuştur ki – miyetten dur tutup kadını yalnız şuh ve sehhar mahluklar addeylemek doğrudan doğruya hissiyata mağlub olmaktır!. Bilumum teşekkülatı mükemmel olan zevi’l-hayatın taazzüv ve tenemmüvü derece-i tekemmülü nisbetinde bati olur. Bilakis bir mevcudiyet-i basita ile saha-i vücuda gelen zevi’l-hayat dahi az zaman zarfında tekemmül-i nev’isini ikmal ile fena-yab olur ki ale’l-umum haşeratın bir iki dakīka zarfında vazifelerini yedendir. Erkek ancak - yaşlarında kuva-yı akliyyesini istikmal edebildiği halde kadının zekası bu sinde tevakkuf ediyor ki bu hal bize kadın ile erkek arasındaki teşekkülat nokta-i nazarından mevcud olan farkı pek vazıh surette irae eylemektedir. Bütün edvar-ı hayatiyyelerinde kadınlar daima na-tamam bir zeka asarı ibraz edip havass-i zahirelerinin taht-ı te’sirinde olmayan şeyleri idrak için huyut-ı zekaları imtidad edemez. Binaenaleyh şu’le-i zekalarının ancak mahdud bir sahada cevelan edebildiğine hükmetmek zaruridir. Meşhudatlarını velev ehemmiyetsiz olsun yalnız –manatık-ı tefekkürde kaldığı için– hakayık-ı mühimmeyi tercih ederler. Erkek ise zaten ağır bir surette neşv ü nema bulan ve bit-tabi’ daha mükemmel olan kuvve-i akliyyesi için mazi ve atinin ketaib-i zulmetini açarak vasi’ bir saha-i cevelan bulur. Ve vereceği hüküm için yalnız mahsusatı değil mazi ve Bu kuvvet ve vüs’at ise kadınlarda tab’an mevcud değildir. Onların muhiti dar ve vüs’atsizdir… Bunun içindir ki mazi ve istikbalin avarız-ı hariciyye ve müessirat-ı kevniyyesi dahi o nisbette kadınlar üzerinde daha az ika’-ı te’sir eder. Zevcleri metaib-i adideyi ıktiham ve gavga-yı hayatta cehd ü ikdam ile kazanıp zevcelerinin desti emanetlerine tevdi’ eylemiş oldukları emvali ale’l-ekser kadınların müsrifane bir suretle istihlak eylemekte oldukları daima görülmektedir ki bu dahi kadınların daha az akıbetendiş olduklarına ve şuun-ı kevniyyeden daha az müteessir bulunduklarına delildir. Bunun için onların re’yinden istiane edilmemelidir. Cermenlerin kadınlardan istiane neticesi olarak haziz-ı helake sukūt etmiş oldukları bizim için büyük bir ibret-i tarihiyyedir. Kadındaki lutufkarlık sıfat-ı asliyyesindendir. Çünkü hilkaten rahim lutufkardırlar. Bu hal kendilerinde bir fazilet-i müktesebe olmadığından bazen bu lutufkarlıklarıyla mürüvvet-i hakīkiyye arasında tehaddüs eden boşluk bir zaviye-i münferice kadar geniş ve derin olur. Kendilerinden biraz hissiyatı tahrik edecek surette vukū’ bulan isti’tafattan derhal müteessir olurlar. Ve ellerinden geldiği kadar ianatta bulunup hiçbir lutfu diriğ etmezler ki bu bir fazilet-i kesbiyye olmayıp sür’at-i infial ve ta’bir-i diğerle teessür-i zahirileri neticesidir. Bil-farz bu ianelerinden atiyen bir mazarrat dahi gelecek olsa onu halde takdir ile infialatını men’ ve binaenaleyh ibraz-ı lutfdan geri duramazlar. Netayic-i mühimme-i ahlakıyye tevlid edecek bu gibi bir çok mebadi’-i fazıla kendilerinde mevcud olsa da sıfat-ı hakīkıyyesinin inhıtatına binaen iktisab-ı fezailden daima uzaktırlar. Kadının ruhu sehlü’l-in’ikas bir ayineye benzer ki sathında mün’akis olan eşya-yı muvaziyyeden suret-i hakīkıyyede müteessir olmaz. Ve mahdudiyet-i fikriyyesine binaen hükm-i hazırında o kadar musırdır ki hiçbir re’y-i saib onu dediğinden alakoyamaz. hadis-i şerifiyle irade buyurulan akıl mertebe-i – Fıtraten zaif olan kadınların mesaid-i tedafü’lerindeki noksanı cebr için tabiat bunlara bir haslet bir haslet-i mezmume ilave etmiştir ki o da “riya”dır. Hayvanat-ı müfterisenin pençe ve yırtıcı dişleri ve mürekkeb balığının muhiti içinde kendini saklamak için neşrettiği madde-i sevadı nasıl kendilerini daima taarruzdan masun bulundurursa kadın dahi hukūkunu müdafaa ve menafi’-i mahsusasını celb hususunda bu silah-ı tabiisini isti’mal eder. Ve bu haslet-i gayr-ı makbulesiyle yalnız hukūkunu muhafaza değil erkeğin zeka ve re’yini bile çok zamanlar şaşırttığı görülmektedir. Bu haslet kadınlar arasında mütesaviyen mevcuddur. Zeki ve gayr-ı zekileri arasında hemen hiçbir fark mahsus değildir. Hukūk-ı zatiyyelerinin müdafaası bunu isti’male vabeste olduğunu bildiklerinden edna bir fırsattan istifade ederek bu silah-ı tabi[i]lerini derhal takınırlar. Bunun içindir ki Avrupa mehakiminde kadınların zevren şehadetleri her gün çoğalıyor ve şehadetten men’leri bir fariza-i ictimaiyye halini alıyor. – Avrupa’daki zengin kadınlar umum tarafından istiksar olunacak derecelerde mazhar-ı ihtiram olmaktadırlar. Halbuki kavaid-i esasiyye-i ictimaiyyeye nazaran kadınlara karşı ibraz olunan hürmette bu derece izhar-ı muğalat etmek doğru olmadığı gibi kendileri mazhar-ı tebcil ü ihtiram olmak hususunda erkeği geçmek değil hatta ona müsavi olmak üzere bile mahluk değildirler. Bu ihtiramat-ı na-layıkanın su’-i netayicini göstermek bulunması tabii olan kadının bugün Avrupa’da merkez-i layıkına Eğer eski Yunanlılar medeniyet-i hazıramızı görmüş olsalar tanzim hususunda en evvel tavsiye edecekleri şey kadınların mevki’-ı hakīkiyyelerine ircaı olacağı şübhesizdir!... Filhakīka kadınların mevki’lerini derece-i saniyede bırakmak hey’at-ı medeniyyenin en doğru olan esaslarından birisidir ki asla tenkīd kabul etmez!: !.. Bu zengin kadınların hod-perestliklerini bırakıp az çok tevazu’ ile ittisaf etmeleri tedbir-i menzil ve saire gibi ulum-ı nisviyyeyi öğrenmeleri kendileri için ve bilumum hey’et-i Hususuyla aşağı tabakada kalan kadınlar bu zengin kadınlar karşısında o kadar hakīr o kadar naçizdir ki şarktaki tasavvur ettiğimiz kadın zavallılığının bu zengin kadınlar her gün en şayan-ı merhamet olan ve kalb-i beşeri en ziyade müteessir eden levhalarını her yerde icad etmektedirler. Lord Byron Resail ve Ceraid nam kitabının ikinci cüz’ünün ’uncu sahifesinde şöyle söyler: Eski Yunaniler zamanında kadınlar ne mevki’de bulunurlar hakemenin kabul edebileceği bir mevki’de idiler. Halet-i hazıra-i medeniyyemiz kurun-ı vüstanın muhalif-i akl-ı selim olan bakıyye-i merdudesidir. Hissiyata mağlub olmaksızın bir muhakeme edecek olursan sen de benim gibi vezaif-i nisviyyeyi öğrenip tarz-ı telebbüsde sadeliği iltizam ve ihzar-ı ağdiye usulünü öğrenmelerini ve yabancılar tapları okumalarını bir lazıme-i medeniyye addedersin musikī ve saire gibi fenler ile az çok iştigal etmelerinde be’s göremem. – Kadının erkek ile hukūkca müsavi olmasına binaen Avrupa’da Bu müsavat bizim yalnız bir kadın ile hayat-güzar olmamızı uğruyor demektir. Müsavatı kabul için kadınların dahi erkekler gibi kamil bir akla malik olmaları icab ederdi. Bir kadın ile yaşamaya dair olan madde-i kanuniyye elbette nüfuz-ı nazar ashabı olan zevatı memnun bırakmamaktadır!.. Taaddüd-i zevcatı tecviz eden memleketlerde nisvanın dereke-i sefalete düşmemesi nazar-ı i’tibara alınmış olmakla haklarında daha çok hürmetle muamele edilmiş demektir. Çünkü hususat-ı zatiyyelerini tesviye edecek bir erkek bulmakta duçar-ı müşkilat olmazlar. Bizde zatü’z-zevc olan kadınlara nisbeten zatü’z-zevc olmayan kadınların adedi yüzün milyona nisbeti gibidir. Ne kadar kimsesiz kadınlar vardır ki metaib-i hayat altında ezilmekte ve umur-ı şakkayı iktıhama mecbur olmaktadırlar. Bir kısmı ise ilca-yı fakr u zaruretle zevcat-ı umumiyye sırasına düşüp girdab-ı sefalette ser-gerdan bulunmaktadırlar! Yalnız “Londra’’da seksen bin umumi kız vardır ki bunların şeref-i nisviyyetleri madde-i mezkure namına pamal edilmiştir!.. Buna Avrupa kadınlarının hod-kamlıkları dahi ilave edilmek lazımdır!... Taaaddüd-i zevcatı bir fariza-i ictimaiyye olarak telakkī ve kabul eylemeliyiz?... Kavaid-i esasiyye-i hayatı nazar-ı mütalaaya alacak olursak göremeyiz. Hususiyle kadın her hangi bir arızaya binaen vazife-i tenasüliyyesini ifaya muktedir olamaz ise ne yapmalıdır!... en bariz simalardır!... Var imiş Çin’de tuhaf bir adet; Tuhaf amma ki karin-i hikmet Okuyun dikkat ile siz de sevin: Bir hekimi bulunurmuş her evin. Bu hekim ailenin rahatına Çalışırmış bakarak sıhhatine. Vizite yokmuş alırmış aylık Bizce tatbika değil mi layık? Hastalansa birisi ailenin Hekiminmiş büyüğü gailenin Kesilirmiş maaşı çünkü onun Denilip: Hastanıza çare bulun. Hastalık sürdüğü müddetce tabib Sarf-ı ikdam ile bi-hazz u nasib Eğer eylerse işfa-yı maraz Yeniden başlar imiş ecr u ivaz Yok eğer hasta giderse öteye Uğrayıp doktor efendi köteğe O eve artık ayak basmaz imiş; Sözüne kimse kulak asmaz imiş § Faraza biz de bu tarzı tedkīk Ederek eylemiş olsak tatbik; Nafile masrafa hiç girmez idik; Öyle bol bol vizite vermez idik. Şöyle temsil edelim derdimizi; Halet-i germimizi; serdimizi: Millet efradı ki bir ailedir Şimdi bak cümlesi pür-gailedir! Bazı dillerde hamiyyet marazı Bazısındaysa tefevvuk marazı Kiminin didesi a’ma-yı cehil Kiminin sinesi müştak-ı ehil Kimisi su’-i hazımla ma’lul Kimine hastalığı da mechul. Hakk u na-hak kimi durmaz tepişir Nisa /] emr-i şerifindeki kuvvet-i tebliğ bu suret-i beyaKimisi vurmaya amade dili Kiminin zulm ile bağrı bereli. Sözün en doğrusu artık hepimiz! Hastayız inliyoruz muztaribiz! Nerede kaldı etibba-yı umur Oldu mu hepsi de duçar-ı fütur? Yine la-kayd-ı deva davranıyor? Hasta bi-tab-ı elem kıvranıyor! Ne tedavi ne de i’ta-yı ilac Ne de tesli ne de ıslah-ı mizac Olmuyor hiç birisinden gayret Her biri sanki garik-ı hayret! Bu kadarcık mı bütün pişeleri? Vizite alma mı endişeleri? Tehlike kesb ediyorken yarası Alınır mı yine halkın parası? Ey hakiman-ı umur-ı devlet Hastadır hasta zavallı millet! Çin etibbasına hem-pişe olun Çalışıp hastanıza çare bulun. O vakit fahr ederek aylık alın; Çekilin yoksa ser-azade kalın. Bu bahis çok sürecek eşmeyelim Keselim bari çıban deşmeyelim! On gün sonra o adam yine geldi ve: – Emir hazretleri zat-ı alinize selam söylediler. Sizi kendi tebeasından görmek ve her gün sarayda müşahede eylemek arzu ediyorlar dedi. – Ben şimdiye kadar kimseye bendelik etmediğim gibi bendeganlık rüsumunu da bilmem. Binaenaleyh ma’zur görsünler cevabını verdim. Emirin adamı tekrar söze başladı. Teklif-i vakıı kabul edersem efendisinin mazhar-ı atayası aksi takdirde mucib-i infiali olacağımı söyledi. – Emir hazretlerinin atiyye vü ihsanına muhtac değilim. Ondan maada ceddim Emir Dost Muhammed Han için bile bana hizmet teklif etmediler. Farz-ı muhal olarak emirin hizmetinde bulunsam alacağım aylığı hak edeyim diye çalışır; akşama kadar sarayda bomboş oturanların gözden düşmesine sebeb olurum. En iyisi beni serbest bırakın ki: Dedim. Herifceğiz itma’ ve tahvifinin bi-sud kaldığını görünce muhaveratımızı bir kağıda yazdıktan sonra yanımdan çıkıp gitti. Buhara’ya geldiğim esnada birini bulmuş ve emirin meclisinde cereyan edecek müzakeratı bana haber vermesi ra’da gizli aşikare kaffe-i umur emirin meclisinde müzakere olunur. Bu münasebetle sarayda bulunanların hepsi de netice-i mukarrerata vakıf bulunur. Ramazan’ın vürudu hasebiyle herkes oruçla meşgūl olduğundan bütün işler ta’til edilmişti. Ben zabıta me’murlarından pek de müsterih değildim. Çünkü teklif olunan saray hizmetini reddedeliden beri adeta sıkı bir tarassud tahtına alınmıştım. Bunu pek a’la anladığım halde anlamamış gibi davranmış hatta kendi adamlarıma bile anlatmamıştım. Bayram gecesi emirin adamlarından biri hil’at namıyla erkenden tebrik-i id için emirin huzurunda bulunmamı söyledi. Ertesi günü gittim. Girdiğim büyük bir odada kırk kadar kimse oturuyordu ki içlerinden birisi de Muhammed Han ganistan Devleti’ne karşı isyan etmiş ve Gulam Ali ile Kernil Veli Muhammed Han kumandasında gönderilen askere karşı mağlub olarak Buhara’ya kaçmıştı. Şimdi bu meclisde diğer on kişi ile baş sedire geçmiş oturuyordu. Bana da aşağı taraflarda bir yer hazırlamışlardı. Benim vürudumu müteakıb emir de geldi. Huzzar kalkıp elini öptüler ve bayram tebriğinde bulundular. Ben de onlar gibi yaptım. Takbil ve tebrikten sonra üzerinde enva’-ı hulviyyat bulunan bir tepsi getirildi orta yere de bir sofra yayıldı. Tatlılar o sofranın üstüne dizildi. Meclisin ileri gelenleri sofraya oturup yemeye bizim gibi aşağılarda kalanlar da mendillerine aldıkları tatlıları kendi mevki’lerinde göçürmeye başladılar. Ben şu hallere mütehayyirane bakıyordum. Biri geldi: –Emir hazretlerinin teberrük tatlılarından niçin yemiyorsunuz? Diye sordu. Ufak bir parça aldım ve: –Bu kadarı kafidir dedikten sonra meclisden çıktım ve namazgaha gittim. Emirin benim için ta’yin [ettiği] yeri gösterdiler. Oturdum. Etrafa göz gezdirince adamlarımdan kırk kişi ile Naib Gulam Muhammed Han ve Kemandan İskender Han’ı gördüm. Bunlar takriben bir ay evvel emirin hizmetine girmiş oldukları cihetle bana la-kaydane bir selam verdiler. Bu sırada emir de göründü ki beyaz bir ata binmiş sarığına atının başıyla sırtına birer sorguç takmış; beline bir top Keşmir şalı külahına da yirmi otuz arşın sırmalı destar sarmış şalının arasına murassa’ bir hançer sokmuş olduğu halde kemal-i tefer’unla salına salına geliyordu. Herkes ayağa kalktı ve emirin her iki üç adımında bir secdeye karib vaz’-ı ta’zim aldı. Ben bu harekat-ı mütezellilaneye ittiba’ etmeyerek sakit ü sakin durdum. Emir önüme gelince durdu. Tekbir getirdi. Kendisine iktida eyledik. namaz esnasında başındaki sarıktan üç dolamı çözüldüğü cihetle emir başını secdeden kaldıramıyor bütün bütün çözülüp düşeceğinden korkuyordu. Şu azametiyle tebaasına karşı rezil olmasına tahammül edemediğim için namazı bozdum. İleri geçip emirin sarığını sardım. Vakıa namazımı tamam kılamadım ama bir hükümdarı rezaletten kurtardığımdan Cenab-ı Hakk’ın afvını ümid ederim. Namaz bitince emir atına bindi ahali-i hazıra yine yerlere kapanıp arz-ı ta’zimatta bulundu. Ben de oradan savuşup Birkaç gün sonra zabtiye nazırı beni zina ile itham etmek üzere emirden emir aldı. Fakat töhmet-i vakıa sabit olamadı. Çünkü hiçbir vakit yalnız kalmadığım ve daima altmış yetmiş kişi ile bulunduğum anlaşıldı. Emir bundan bir şey çıkmadığını görünce maiyyetime nifak ilkasıyla benden ayırmak istedi. Lakin bu esnada Rusların Taşkend’i istila ederek Buhara’ya yürümek fikrinde oldukları işidilince emir-i Buhara benimle ve arkadaşlarımla uğraşmayı bırakıp acilen Semerkand’a gitti. Bundan bil-istifade Hindistan’da bulunan amcam Serdar Muhammed A’zam Han’a bir ariza yolladım. Ve inşaallah kendimi kurtarıp Belh’e gideceğim. Mümkün olduğu surette siz de Sevat tarikından Cetral ve Bedahşan’a geliniz. Belh’de buluşalım dedim. Bir mektup da Belh’deki askerimize gönderip yakında geleceğimi bildirdim. Bir istid’aname de Semerkand’[d]aki Buhara emirine irsal ile müsaadesini rica ettim. Bu istid’anameyi Nazır Haydar Han ve Kemandan Nazir vesatatıyla irsal eylemiş olduğundan gerek Kuşbigi’nin gerek Kütval’in haberi yoktu. Bilahare ma’lumat alınca: – Niçin bizden izin almadan emirin nezdine adam ve ariza yolladın? diye tevbihe kalkıştılar. – Emir hazretlerinin hayli adamı varsa da bunlardan birinin benim fevkimde olmasını kabul edemem cevabını verdim. – Asker yollar ve adamınızı yoldan çeviririz tehdidine kalktılar. – O vakit ben de emirin müsaadesini almadan yola çıkarım. Mes’uliyeti size aid olur dedim. Emir istid’anameye cevap vermediği gibi gönderdiğim adamı da yanında alıkoydu. Birkaç gün sonra Ceneral Ali Asker Han’ı emirin nezdine i’zam ve müsaade-i mahsusasını şaverede emirin nakden yahud zahireten bana bir muaveneti olmadığından Buhara’da alıkonulmaklığım pek de muvafık olamayacağı söylenilerek memlekete azimetim hususuna ruhsat verildi. Emir Kuşbegi’ne de bir emirname isbal ve adamlarımdan kendi hizmetine girmek isteyenler olursa kabulünü tavsiye etti. Kuşbigi: – Adamlarınızı nezdime gönderin diye bana haber yolladı. Maksadı evvela onları sonra da beni esir etmek olduğunu anladım. – Bir şey söylemek fikrinde iseniz teşrif buyurun. Benim yanımda söyleyiniz cevabını verdim. Adamlarım da: – Biz sağken Kuşbigi’nin nezdine gitmeyiz. Ancak ba’de’l-mukatele cenazelerimizi götürebilirler deyip silahlandılar. Me’murunu bu cevap ile iade ettim. Biraz sonra Kuşbigi’nin münşisi gelip emirin arzusunu tebliğ etti. Adamlarım: –Biz emire kul olmak için değil şehzademize hizmet etmek yerek döndü gitti. İki gün sonra yol hazırlığında bulunurken rını omuzlamış oldukları halde geldiler ve: – Emir-i Buhara her birimize i’tiraf-ı ubudiyyet etmemizi teklif eyledi. Hiç birimiz kabul etmediğimiz için bize yol verdi. Bu sebebden tekrar hizmetinize iltica eyliyoruz dediler. Bu sohbet esnasında birtakım alacaklılar vürud ederek bunlardan iki bin altun kadar mütalebede bulundular ben Naib Gulam’a: – Eğer bana vefakar olaydın bu kadar parayı sadece sen harcederdin dedim. Mahcubane başını eğdi. Sonra Kemandan İskender Han’a: – Sen ne fikirdesin? Diye sordum. – Buharalı iki kadına tealluk peyda ettim. Onlar gelmeyecek olursa Buhara’da kalmaya mecburum cevabını verdi. Kadınlara haber gönderdim birlikte gelirlerse beherine biner altun veririm dedim. Kabul etmediler. Bu sebeble Naib Gulam’ın borçlarını vermekle beraber kendilerine at ve silah da satın aldım. Çünkü masraf etmek için gerek atlarını gerek silahlarını elden çıkarmışlardı. Beş altı gün içinde hazırlanıp Belh’e müteveccihen yola çıktık. Asırlardan beri yuvarlanıp gelen Şark Mes’elesi’nin hala halledilmediği ve alem-i siyasiyyatta arada sırada tekevvün eden şuunatta her halde Şark-ı Karib’i daire-i ihtivasından haric bırakamadığı gibi mehafil-i siyasiyyede mevzu’ mesaili düveliyye arasında Şark-ı Karib’de mütehaddis vekayı’ın – siyasiyat-ı umumiyye i’tibariyle– her şeyden ziyade nazar-ı dikkati celb ve Avrupa afak-ı siyasetinde yine garib garib cereyanların tevellüdüne sebebiyet verdiğinden anlaşılmıştır ki Şark Mes’elesi hayli zamandan beri başlı başına beyne’ddüvel mühim bir mes’ele-i siyasiyye şeklini almıştır. Avrupa’nın bitip tükenmeyen muhacemat-ı daimesi arasında kaide-i diniyye ribkalarından kurtulmuş olduğunu yeleri hiss-i diniden azade olamadığı gibi Times gibi dünyanın en mühim ceraid-i siyasiyyesi bile kalemini saika-i taassubdan muhafaza edemiyor. küm-ferma olduğunu iddia etmek gibi bir tağlit-ı efkara sapmak tasavvur edilemez. Siyasiyyatta dinin derece-i te’siratına gelince şu kadar seneden beri İngiliz mehafil-i siyasiyyesinde başvekil bulunan Gladstone’nun –ki bu adam dünyanın en mutaassıb ve sofu bir hıristiyanıdır–bıraktığı düstur-ı dini üzerine müesses meslek-i siyasi kendisi için milleti arasında en mümtaz ve bülend bir mevki’ ihzar etmiş ve İngilizler cud-ı mukaddes olmak üzere tanılmıştır. Fakat düşünülsün ki garb sahne-i siyasetinin amilleri i’tibar edilen rical-i siyasiyyenin umur-ı mehamm-ı devleti yed-i iktidarlarına geçirmeleriyle menafi’-i milliyyelerinin te’minini en ziyade şark ufuklarında aramışlar daha doğrusu darabat-ı mühlikelerini alem-i İslam üzerine indirmişlerdir. Binaenaleyh kurun-ı vüstanın vücuda getirdiği din muharebelerinin tekemmülat-ı medeniyyenin en birinci rehberleri olan bir hey’et-i ictimaiyye-i insaniyye efradının fikirlerinde merkuz olduğunu gördükçe! Kandan ürkmek ihtilal ve mücadelelerden mütevellid muharebatın vekayi’-i tarihiyyesini nakletmekten bile tevahhuş gösteren insaniyet-perverlerin! zevahir-i ahvallerini tekzib eden ef’al-i mekruhelerini müşahede ettikce artık insaniyete acımak hususunda medeniyetin bir te’sir ve nüfuza malik olmadığı gereği gibi zahir oluyor. Dört asırdan beri tevali eden mesail-i şarkıyye üzerine muharebat-ı mütemadiyye gaye-i maksudu halledemedi. Avrupa devletleri şarka tevcih-i nazar ettikleri zamanın ilk devirlerinde Osmanlı İmparatorluğu satvet-i kahiresiyle düvel-i mevcudenin tekmiline tefevvuk etmiş rasin bir hakimiyete malik ve hiçbir sille-i galibiyetin altında ser-füru etmeyecek bir kuvvet ve hakimiyeti haiz bulunuyordu. Devr-i Sultan Süleyman-ı Kanuni’de Avrupa hükumetlerine kesi olmak üzere sine-i memalik-i İslamiyyenin taksimi hakkında mün’akıd planlar rakabet-i düveliyyenin meydana koyduğu mania sayesinde bu zamana kadar sürüncemede kaldı. Fransa’nın Katoliklik üzerine hakk-ı himayesini te’min eden Kaynarca Muahedesi tarih-i Osmanide en muzlim sahifeleri mülakat-ı müteaddideleri neticesinde ittifak-ı aranın vücud bulamaması şarkın o kadar hazmı sehil lokmalardan olmadığını anlattı. Tilsit Erfurt’da Napolyon ile Çar Aleksandr memalik-i Osmaniyyenin suret-i taksiminde İstanbul’un her biri kendi hissesine adem-i isabetinden mütevellid ihtilafdır ki mes’elenin halline mani’ oldu. Reval mülakatındaki müttehaz plan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin idare-i meşrutayı i’lan etmesiyledir ki bir zaman-ı muvakkate kadar te’hir olundu. Halbuki son Potsdam mülakatında ihzar edilen tedabir-i kat’iyyenin mevki’-ı tatbikı acaba hangi sahneler olacağı daha o zamanlar rical-i siyasiyyunca keşfedilerek anlaşılmıştır. Hakimiyet-i İslamiyyenin iki mühim kısmının imhası için son bir karar ile öteden beri zuhur eden hadisata tamamıyla bir hatime-i kat’iyye çekmek emeliyle en ciddi teşebbüsata başlanmıştı. Hatta geçen hafta Fransa parlamentosunda Fransız ve Alman i’tilafı hakkındaki müzakerede Mösyö Jores’in muahedat-ı hafiyye hakkındaki şiddetli beyanatı bu hakīkatı gereği gibi tavzih etmiştir. Mösyö Jores: “ muahede-i hafiyyesinin netayici olmak üzere Fransa bu muahedede ben Fas’ı siz de Türkiye’nin elinden Trablus’u alırsınız ve yine biz Türkiye ile hüsn-i münasebatımızı muhafaza eder şeklinde yazılmıştır. gibi görünürüz. İşte şevket ve kuvvet-i maddiyyesini muhafaza etmiş fakat tarik-ı rastiden ayrılmış olan Fransa’nın ahlak-ı düvelisi!” diye bağırmıştır. Bu sözler meclis arasında gürültülere bais olmuş ise de Mösyö Jores sözüne devam etmiştir. Tabii bu u’cube-i ittifakın iki büyük düşman devletle te’sisi ve Fransızların urukundaki hiss-i intikamla memlu gururı milli hiçbir vakit teskin edilemediği halde Fas Mes’elesi’nde Almanya ile Fransa arasında birden bire bir mukarenet ve zemin-i i’tilaf bulunuvermesi artık hakimiyet-i İslamiyyenin üzerine inmek için hazırlanan darbede o infial ve intikam hislerinin ta’til-i te’sirat ettiği ve hakimiyet-i siyasiyyenin ortadan kalkmasında alem-i Nasraniyyetin her tarafı yek-dil ü hem-fikr olduğu tamamıyla görüldü. suba haml edenler bulunabilir. Taassub kelimesinin tazammun ettiği; şu zamanlarda Avrupa mütefekkirini lisanlarında o kadar garib ma’nalarda tedavül ediyor ki artık insan bulunduğu muhit-i ictimaiyi unutarak Roma’nın en büyük mecalis-i ruhaniyyesi tarafından ısdar edilen fermanlarla idare olunuyor ve insanları baziçe-i amal ederek hayvan sürüsü gibi kullanmak için birtakım hurafatla memlu ve mahuf cehennem gayyalarını irae edecek ilahelerin merkez-i ruhaniyyeye adem-i itaatte şehrin surları etrafında dolaşacaklarını efsaneleri işidiyor gibi geliyor. Artık düşünülmeli ki alem-i İslamiyyet’in yegane istinadgahı olan Hükumet-i Osmaniyye’nin istiklal-i idaresine müdhiş bir darbenin sukūtuyla kuvve-i hayaliyyede mutasavver bir fikrin ancak bu suretle vücud bulabileceği hakkıyla anlaşılmıştır. Avrupa düvel-i muazzamasının bütün amal ü efkar-ı diplomatikıyyesi devletler arasından Hükumet-i Osmaniyye’nin çıkarılmasıyla efkar-ı musavverenin husul devletler icrası hasıl olacağı merkezinde bulunduğundan üç dört asırdan beri muttasıl bu gayenin te’minine çalışılmış ve hakimiyet-i siyasiyye-i İslamiyyenin birer cüz’ü olan ufak tefek hükumetlerin ortadan kalkmasına çalışarak “kalilden eksere” düstur-ı ictimaisine tevfik-ı hareketle bir mevcudiyet-i siyasiyyeye malik olan Fas ve İran hükumat-ı Zaten bu biçare hükumetler öteden beri ardı arkası eksilmeyen Avrupalıların müdahelat ve tekalif-i sekīlelerine ma’ruz kalarak oldukca hakimiyetleri mütezelzil bir hale gelmiş idi. Vesile-i müdahale teşkil eden esbabın ne gibi şeyler olduğunu anlamak ister isek kısaca deriz ki: Avrupalılar müslüman bir hükumet-i müstakıllenin idare-i dahiliyyesinde zuhur eden her bir hadise Avrupalılar için bir vesile-i müdahale teşkil eder. Binaenaleyh o zamandan beri bütün silsile-i hadisat gösteriyor ki mahza bu maksadla Devlet-i Aliyye’nin başına Avrupa devletleri tarafından binlerce gaileler açıldı ta’kīb edilen maksadın hayyiz-i ara-yı husul bulmasında görülen suubet fikirlerinin ta’tiline bir mania teşkil edemedi. şeklinde yazılmıştır. Türkiye bir devre-i teceddüde girdi idare-i meşrutayı sebat-ı hariciyyemizde görülen gergin[li]kleri ta’mir ve izale edecek salim bir politika ta’kīb olunamadı. Malisör Mes’elesi’nde Karadağ’ın hareket-i tecavüzkaranesi bir hükumet-i muazzamanın nefsini rencide edecek bir mahiyeti haiz bulunuyordu. Niçin bi-taraflığı i’lan edip de usata ağūş-ı himayesini açtı? Malisörleri teslih eden kimdi? Tabii bunlar işin bir ecnebi parmağıyla karıştırıldığını göstermez mi? Hakīkatin bu kadar aşikar olmasına nazaran Türkiye’nin Avrupa devletlerine müracaatı protestosu sem’-i i’tibara alınmadı. Asıl ağlanacak Rusya’nın alenen işin amil ve müşevvikı benim tarzında ültimatomudur ki işin kimler tarafından meydana getirildiğini pek güzel gösterdi. Büyük Petro’nun Rusya saray-ı kralisinin abide-i mahfazasında bıraktığı vasiyetname ahfadının a’mak-ı kalbiyyesinde mühim bir surette yerleşmiştir. Hatta tarih-i miladisinde Bükreş Muahedenamesi’nin imzalanmasını müteakıb Rusya Mora ahali-i Hıristiyaniyyesini ihtilal ve istiklale teşvik ve onlara müzaheretini va’d etmiş idi. Çar’ın ifsadat-ı hafiyyesine binaen merkezi Petersburg’da olmak üzere grandüklerden birinin taht-ı riyasetinde bir cem’iyet-i ihtilaliyye teşekkül etmiş az müddet sonra Mora şibh-i ceziresi ateş-i ihtilal içinde kalmış her tarafdan istiklal sadaları yükselmeye başlayarak Hükumet-i Osmaniyye’yi bir mevki’-i muhataraya ilka etmiştir. Bunun üzerine Avrupa devletleri hemen Babıali’ye Moralıların mütalebatını is’af etmek hususunda notalar tebliğ ederek istiklallerini tasdik ettirmek için Rusya Fransa ve [ma]ya ve Navarin’de bulunan Osmanlı ve Mısır sefain-i harbiyyesini ihrak etmekle beraber Yunanlıların tervic-i amali kumet-i Osmaniyye bu haksızlığı reddettiğinden Rusya Hükumeti tün bütün ortadan kaldırılmasına niyyet etmiş olan Rusya evvelki harbin eser-i tahribatını ta’mir edememiş olduğu halde şimdi de harb etmek devletin kendisini bir daha toplayamayacak ve belki hayatına hatime verecek bir mahiyeti haiz bulunuyordu. O zaman Rusların İstanbul’a kadar girmesi Avrupa hükumetlerinin amaline muvafık gelmediğinden birden bire işi sulha bağlayarak “ ” tarih-i miladisinde Edirne Muahedenamesi sunu müteakıb Rusya’nın eser-i teşviki olmak üzere Balkanlarda zuhur eden ihtilal emmareleri Türkiye’nin bir kısmının daha kat’ u infikakine sebebiyet verdiği gibi bu sefer Rusların Ayastefanos’a kadar gelip İstanbul kaldırımları üzerinde Rus kılınçları şakırdamaya başladı. Binaenaleyh Devlet-i Aliyye’nin en büyük felaketini müş’ir olan ’deki Ayastefanos Muahedesi imzalandı bilahare mezkur muahedenin tedkīk-i mevaddı için devletler tarafından müntehab murahhaslar Berlin’de bir kongre akdiyle muahedenamede dermiyan edilen şeraitin bir dereceye kadar tahfifine muvaffak olabilmişlerdir. Binaenaleyh yekdiğerini ta’kīb eden bu vekayi’-i elimede binlerce biçareganın yetiman ve ma’sumların hak-i mezellette akan kanlar içinde yüzdükleri görülmüş ve nice nice ma’mureler hedm ü tahrib edilerek beşeriyetin mesken ü me’vası olan o şehirler yangın yerine dönmüş ve bütün sahralar müslüman kanlarıyla boyanarak o feci’ melhame-i kübralar meydana getirilmiştir. Bugün ise zavallı alem-i İslam dehrin en büyük alam ü küduratı içinde gözlerini kızartan kanlı sahneler karşısında bulunuyor: Bir tarafdan biçare Trablusgarb düşmanların yed-i i’tisabına geçmek üzere sekenesi canavarlarla boğuşuyor hakimiyet-i İslamiyyeyi temsil eden İslamiyet’in yegane muhteşem binlerle senelik medeniyet ve an’anat-ı tarihiyyeye malik bir devlet-i İslamiyyenin izmihlal-i hayatı için uğraşıyor. ter’in Newyork Herald gazetesinde neşrettiği makalede şu sözleri enzar-ı İslamiyyeye vaz’ ediyorum bu hakayık-ı ulviyyenin bizim için ne kadar ehemmiyetle telakkīsi lazım geleceğine şübhe edilmez: “Rusya ve İngiltere devletleri İran’ın mahvolmasına karar vermişlerdir bu sebeble biz kadim bir milletin boğazlanmakta olduğunu görmeye tahammül etmemeliyiz. Vatandaşlarım Avrupa medeniyeti ile hükumetleri hakkında medayih melidirler. Avrupa İslamiyeti her gün daha ziyade iz’ac etmektedir. Bunları görüp hissetmemek için Avrupa hükumetlerinin ve bilhassa İngiltere Hariciye nazırının kalbi vücudunun sağ tarafında bulunmuş olduğuna inanmak lazım gelir..” Artık hakīkatin bu kadar tercümanı olan Mösyö Morgan Shuster şu ifadesiyle siyaset-i düveliyyenin ba-husus Avrupa muhitindeki en büyük bir rüknünü beyan etmiş oluyor. Binaberin alem-i medeniyeti tedhiş eden menafi’-i hasise neticesinde müslümanlara reva görülen bu izmihlal planlarını medeniyetin garb muhit-i ictimaisinde ihtira’ edilmiş bir siyaset-i zalimane diye telkīb etmekten başka çare yoktur. Artık taassubun Avrupa’da derece-i ifratını anlamak için Papa’nın mukaddes tesbihleri İtalya zırhlılarının direklerine ta’likı Avusturya’nın da Malisörlerle münasebat-ı mezhebiyyesini vesile-i müdahale ittihaz ederek Katoliklik nokta-i nazarından himayeye kalkışması bizim için ibret-bahş bir ders teşkil etse gerektir. Zannede[r]sem bu kadar berahin-i vazıhaya nazaran Şark Mes’elesi’nin bir din ve menfaat gavgasından ibaret olduğu ve Ayasofya kubbesini nakūs sadalarıyla doldurmak arzu edildiği anlaşılır. Arab üdebasından Hayrullah nam zat Panislamizm hakkında Tan gazetesinde yazdığı bir makalede ber-vech-i ati bazı ma’lumat veriyor: “Panislamizm fikri bilhassa senesinde Afganistan’da tevellüd etmiş olan Cemaleddin-i Afgani nam zat tarafından neşr ü ta’mim edilmiştir. Muma-ileyh Avrupa’nın bir çok memleketi[n]i dolaştıktan sonra İstanbul’a gelerek senesinde burada vefat eylemiştir. Hatta Paris’de bu maksad müdahalesi neticesi olarak kapadılmıştır. Hakīkat şundan ibarettir ki el-yevm hiçbir müdire malik olmayan Panislamizm umumi bir saha ve yalnız muharrirler atının kısm-ı a’zamını teşkil eden Arab gazeteleri bütün küre-i arzda hissolunacak derecede teammüm eylemiştir. Asya Afrika Amerika ve Avrupa’da ve hatta Okyanusya’da yekdiğerine gayr-ı müsavi mikdarda Arab ceraidi mevcuddur. El-yevm hal-i ibtidaide bulunan bu gazetelerin hem fevaidi ve hem de mehaziri vardır. Ceraid-i mezkurede yeni havadis bulunmuyor ise de bunlar hem nefislerine hakim bulunmakta ve hem alelekser efkar-ı umumiyyeyi vücuda getirmektedirler. Şeyh Abduh’un hin-i vefatında tilmizlerine tavsiye eylemiş olduğu Panislamizm üç vasıta-i icraiyyeye malik olup bunlar da kongre matbuat ve ta’lim ü tedrisden kongre teessüsü her zaman Panislamizm’in ehass-ı makasıdından birini teşkil eylemiştir. İlk tasavvur edilen Panislamizm kongresinin akdedilemediği yukarıda zikredilmişti. Birkaç sene sonra Kırım’da Bahçesaray’da münteşir Tercüman gazetesi müdürü İsmail Gaspranski kongrenin Mısır’da bul ederek bütün alem-i İslam’a da’vetnameler göndermişlerse de yevm-i muayyende kimse kongrede hazır bulunmadı. Mısır’da münteşir Menar gazetesinin son nüshalarından birinde dahi yeni bir kongre akdinin mezkur gazete muhabirlerinden biri tarafından teklif edildiğini gördüm. Bu tasavvur da hüsn-i niyyetin adem-i mevcudiyyetinden değil teşebbüs-i vakıın müşkilat-ı maddiyyesinden dolayı mevki’-i kalade terakkīsine badi olmaktadır. Bütün küre-i arz üzerinde lup ceraid-i mezkure her tarafa neşredilmektedir. Bir gazete veyahud bir mecmuanın muhteviyatı tedkīk edildiği zaman Avrupa mevcudiyetinden bile şübhe edilen Arab ceraidinin ehemmiyeti bais-i hayret olur. Bunlar tarih-i İslama ilme an’anat-ı kadimeye aid bir çok ma’lumatı cami’ bulunmakta ve Arabistan Okyanusya Hindistan ve Amerika’da okunmaktadır. Bütün küre-i arz üzerinde bulunan müslümanlar arasında matbuat sayesinde teessüs eden bu müzahereti müsbit daha bir çok misal zikredilebilir. Üçüncü vasıta-i icraiyye de ta’lim ü tedrisdir. Bil-cümle alem-i İslamda bir humma-yı tederrüs bir atş-ı ilm ü irfan asarı görülmektedir. Her yerde yeniden mektepler teessüs eylediği görülüyor. Yakın vakte kadar Suriye’nin bütün şehirlerinde duvarlarda şu sözler görülüyordu: “Öğren delikanlı cehalet hacalettir.” Fakat Panislamizm yalnız ibtidai mekteplerin değil belki darülfünunların da teessüsünü arzu ediyor. Cami’u’l-Ezher Darülfünunu tecdid ve icabat-ı hazıra-i medeniyye derecesine ıs’ad edildiği sırada biri Mısır’da ve diğeri de Hindistan’da daha iki darülfünun te’sis olunuyor. Geçenlerde Suriye’de dahi bir müslüman darülfünunu vücuda getirilmesi mevzu’-ı bahs olmuş madı. Hindistan müslümanları miyanındaki terakkıyat bilhassa Ahmed Han’ın eser-i himmetidir. Kalküta ve Bombay şehirlerinde terbiye-i İslamiyyeye müteallık konferanslar verilmektedir. Aligar’da bir müslüman darülfünunu vücuda getirmek için epeyce zamandan beri çalışan Raca Mahmud Abad dahi hükumetin muvafakatini Okyanusya müslümanları Sumatra’da bir müslüman mektebi te’sis etmişlerdir. Cava’da dahi Arabca gazeteler neşrolunuyor. Fakat Panislamizm hayatına en ziyade muvafık ve en ziyade şayan-ı hayret olan tasavvur Şeyh Abduh’un talebesi bulunan Şeyh Reşid Rıza tarafından te’sisi tasavvur olunan darülfünundur. Muma-ileyh “ed-Da’vetü ve’l-İrşad” denilen cem’iyetin muavenetiyle Mısır’da bir medrese ve bir de İslam darülfünunu meydana getirilmesi daha ziyade tevessü’ için dahi kuvvet bulmaktadır. Hakīkat şundan ibarettir ki İslamiyet Afrika-yı merkezide gittikce tevessü’ etmekte ve daha ziyade inkişaf edebilecek bir halde bulunmaktadır. El-yevm gayet kuvvetli bazı tezahürat-ı diniyye meşhud oluyor. Beray-ı hacc-ı şerif Mekke-i Mükerreme’ye gelenlerin mikdarı kişiden kişiye baliğ olduğu görülüyor. Mısır’dan geçen hüccacın mikdarı derecesine gelmiştir. Yalnız dini olan Panislamizm’den başka diyanete tealluk etmeyen diğer bir Panislamizm dahi mevcud olup bu medeniyet-i şarkiyye-i İslamiyyeyi bütün letafet ve debdebesiyle yeniden meydana getirmeye sai bulunmaktadır. Bir çok Hıristiyan muharrirler dahi fikr-i mezkurun meydana gelmesi için çalışmakta iseler de bunu asıl dini olan Panislamizm ile karıştırmamak lazımdır.” Umum vükela namına Sadr-ı a’zam Said Paşa hazretleri ve Meclis namına A’yan ve Meb’usan rüesası taraflarından zat-ı hazret-i padişahiye sene-i cedide-i hicriyye münasebetiyle arzolunan tebrikata karşı Şevket-meab Efendimiz hazretleri zirde muharrer nutk-ı hümayun ile mukabele ve nesayihde bulunmuşlardır: “Tebrikatınızdan memnun oldum. Sene-i cedideyi ben de cümlenize tebrik ederim. İnşaallah bu sal-i ferhunde-fal memleket ü millet için badi-i saadet olur. Maksadım selamet ü saadet-i hal-i vatandır. Bunun için cümlenin müttefikan sarf-ı mesai eylemesini arzu ederim. Şu aralık mevcud olan mesrur olmak emelindeyim. Cümleniz ashab-ı fazl ü kemalattansınız. Devam-ı muvaffakiyyetiniz ehass-ı amalimdir. Böyle münasebat-ı müteyemmine ile pek çok defalar görüşmeye muvaffakiyetimizi Cenab-ı Hak’dan temenni ederim.” Umum a’za-yı Meclis-i Meb’usan namına Reis Ahmed Rıza Bey tarafından arz olunan tebrikata cevaben de: “Pek mahzuz oldum. Bütün rüfekanızın vifak ve hüsn-i amiziş ile ifa-yı vazife eylemelerini istiyorum. Buna siz de bezl-i himmet ediniz” buyurmuşlar ve bu sırada A’yan Reisi Gazi Muhtar Paşa hazretlerine tevcih-i hitabla: “Bit-tabi’ Hey’et-i A’yan’ca da bu yolda sarf-ı mesai edilir” cümlesini de ilave eylemişlerdir. Hindistan’da kain Kalküta’dan varid olan telgrafdır: Alem-i İslamiyyet ihtilafat-ı dahiliyyeyi terk ile Darü’lİslam’ın muhafazasını Makam-ı Hilafet-i uzmadan bekliyorlar. Miting halinde bulunan bura müslümanları sizin haberlerinizi hacalet-i amika ile alarak pek müteessir ve mükedder oluyorlar ve heyecandadırlar. Huda ve Resulü aşkına vatanperverlik namına ihtilafattan feragat ederek Hilafet-i İslamiyye’yi felaketten vikaye etmenizi ve Darü’l-İslam’ı düşmana çiğnetmemenizi rica ediyorlar. Kanunievvel Arif Zehraverdi Tebriz’deki “Encümen-i Eyalet” tarafından Dersaadet’de “Encümen-i Saadet” hey’etine keşide olunan telgrafnamedir: Zilhicce’nin yirmi dokuzuncu günü Tebriz’deki Rusya asakiri kasaba dahiline hücum ile emakin-i emiriyyeyi zabtettikten maada mektep çocuklarıyla gücü kuvveti olmayan amel-mande adamların katline tasaddi ve şehirdeki dükkanları yağma etmeye mübaderet eylemişlerdir. Ahali badi-i emirde ihtiyar-ı sükut ederek i’tidal-i demlerini muhafaza etmek istemişlerse de ahiren Rusların tevali eden zulm ü vahşetleri üzerine müdafaa ederek bunları emakin-i emiriyyeden tarda muvaffak olmuşlardır. Muharrem’in ibtidasında Ruslar ikamet etmekte oldukları “Bağ”dan kasabayı bombardıman etmeye başlayarak an be-an ahalinin heyecanını tahrik ve tezyide sebebiyet vermişlerdir. Yevm-i mezkurda Tahran’dan alınan emr-i telgrafi mucebince ahali mütarekeye teşebbüsle müdafaadan sarf-ı nazar eyledikleri halde maatteessüf Ruslar tecavüz ve taaddilerinden vazgeçmeyip bombardımana devam eylemişlerdir. Bundan başka Rus asakiri kendi konsülatoları civarında tecemmu’ ederek gelen geçen çoluk çocuk ihtiyar erkek ve kadınlara kurşun atmışlar ve pek çok bi-günahın canına kıymışlardır. Ayn-ı zamanda da yaralanmış olan kadınları esir edip götürdükten maada bil-iltizam bir çok mescid-i şerif ile ahalinin konaklarını tahrib ü ihrak etmişlerdir. Muharrem’in ikisinde ahali sükun ü i’tidale mütemayil oldukları halde yine Ruslar vahşetlerinden bir türlü vazgeçmeyerek pek çok ma’sum kadın ve çocukların kanına girmişler ve külli mikdarda ebniye vü emakini kasden yakmışlardır. Eğer Ruslar yarın da harekat-ı gayr-ı meşrua ve hunrizanelerine devam edecek olurlarsa her halde biz; Tebriz ahalisi umumen müdafaaya mecbur oluruz. Kendi mazlumiyetimizle hukūk-ı meşruamızın müdafaasına Ruslar tarafından mecbur edildiğimizi umum matbuat ile cihan-ı medeniyete hukūkiyye ve muamelat-ı cariye-i insaniyye hilafında ika’ eyledikleri mezalimi protesto ile bütün alemin enzar-ı dikkat-i bi-tarafanelerini mazlumiyet ve mağduriyetimize celb ü da’vet eyleriz. Bingazi’ye gitmek üzere Selanik’den hareket edip Mısır’a uğrayan Hilal-i Ahmer Hey’eti’nin bu vatan toprağındaki Rumeli refikimizde münderic bulunan hususi bir mektuptan Mısır’daki tezahürat-ı dindarane ve vatanperveraneye aid şu birkaç fıkrayı bütün müslümanları yek-dest-i vifak ü ittihad görmek isteyen ihvan-ı dinin nazargah-ı iftiharlarına arzediyoruz: “İskenderiye’ye muvasalatımızda masruf olan mesai ve himemat-ı vatanperverane sayesinde hemen her şeyimizi hazır bulduk. Her tarafdan teshilat-ı fevkaladeye mazhar ediliyoruz. Havayicin tedariki hususunda şimdiye kadar en ufak bir müşkilat bile görmedik. Savb-ı maksudumuza müteveccihen hareket etmek niyetindeyiz. Lehü’l-hamd her şeyimiz tam ve mükemmeldir. Evvelce verilen yüz elli İngiliz lirasına ilaveten telgrafla iş’ar edilmiş olduğu vechile Prenses Emine Hanımefendi hazretleri tarafından beş yüz İngiliz lirası daha teberru’ olunmuştur. Mısır Hilal-i Ahmer Hey’eti de Teşrinisani’nin yirmi sekizinci günü Kahire’den şimendüferle İskenderiye’ye gelecek ve kara tarikıyla Bingazi’ye hareket edeceklerdir. Gerek Selanik’den getirdiğimiz ve gerek buradan tedarik ettiğimiz eşya develik bir hamule teşkil edeceği cihetle şimdiden mikdar-ı kafi deve tedarik edilmiştir. Hey’et mensubini için de birer at mübayaa edilmiştir. Mısırlı tüccar kardeşlerimize müracaat ettiğimiz zaman bize o kadar fevkalade o kadar na-kabil-i tasvir hüsn-i kabuller gösteriyorlardı ki.. Biz kendilerine teşekkür etmek bu hüsn-i kabullerin kalbimizde hasıl ettiği minnetdarlıkları mümkün mertebe izhar eylemek isterken onlar: “Hayır diyorlardı teşekküre hacet yok. Biz teşekküre şayan bir şey yapmıyor ancak vazife-i vataniyyemizi ifa ediyoruz. Emin olunuz ki her ne yapabiliyorsak onların hepsi bizim vacibat-ı diniyyemizden vezaif-i uhuvvetimizdendir. Eğer size düşmanla çarpışan vatandaşlarımızın imdadına koşan kardeşlerimize bir muavenette bulunuyorsak bu uğurda her suretle muavenette bulunmanın bütün İslamların borcu olduğunu takdir ettiğimizdendir” * * * Mısır’da münteşir el-Liva ’ refik-i muhteremimize İbrahim Casir imzasıyla yazılıyor: Müslümanlar ile Hindular bil-ittifak bir ictima’-ı umumi akd etmişlerdir. Bu ictima’larda her iki tarafdan müessir nutuklar irad edilerek hararetli alkışlarla tezahürat-ı şedide hazırunu bilhassa etibbayı Trablus’un müdafaasına bu hususda teberruatta bulunmaya teşvik etmişlerdir. Natıka-perdaz beş bin urubiye ile bab-ı teberruu küşad etmiş cemaatin bir çoğu bu eser-i hamiyyete ittiba’ ederek pek büyük meblağ toplanmış ve bir tarafdan da iane yazılmaya devam edilmekte bulunmuştur. temiin bu tezarüratı Hind ailelerinin memalik-i Osmaniyyede esna-yı seyahatlerinde gördükleri ikram ve misafirperverliğe ve Osmanlılardan müşahade ettikleri mekarim-i ahlak ve asar-ı sekinet ve vakara karşı bir vecibe gibi telakkī ettiklerini beyan ile ihticac etmişler ve Avrupa’da bulundukları müddetce bunun aksine olarak Avrupalıların cefa ve tahkīrine kaba muamelelerine tesadüf ettiklerini ilave etmişlerdir. “Buna binaen biz Hindular Devlet-i Osmaniyye’ye temalüyü bir emr-i vacib görüyoruz İtalya’nın Devlet-i Osmaniyye’ye karşı i’lan ettiği harbi bir harb-i dini gibi değil şark ve garb nokta-i nazarından telakkī ediyoruz biz şarklı kardeşlerimize karşı vecaib-i uhuvveti eda etmekle muahaze edilemeyiz. Çünkü şarkın şerefi selameti Devlet-i Osmaniyye’nin şeref ve selametine merbuttur. Maazallah bu devlet bir kere sukūt ederse veyl ehl-i şarka! Bu işte yalnız müslümanlar değil bütün şark alakadardır. Şübhesiz ki İtalya’nın bu tecavüz-i vahşetkaranesi haybet ve hüsran ile neticelenecek umur-ı maliyyesi muhtell olacak ateş-i ihtiyac içinde kavrulacak azgınlığın cezasını pek acı bir surette çekecektir. Kalküta’da bütün amele bir haftalık maaşlarını Devlet-i Osmaniyye’ye harbde duçar-ı müzayaka olanlara teberru’ etmişlerdir. Müteberriinin adedi müslüman ve Hindulardan binlercedir. Bunlardan kiminin maaşı yüz kiminin bindir. Müslümanlar “Encümen-i İslam en-Nadi”de ictima’ ile mecruhin için cem’-i ianata medar olacak bir teşebbüsde bulunmuşlar; bu suretle de mühim bir meblağın te’minine muvaffak olmuşlardır. Her Cum’a namazından evvel cemaate ecza-yı şerife-i Kur’an iyye tevzi’ olunuyor. Bu ali himmetler; şübhesiz ehl-i İslam’ın muhassala-i şehamet ü hamiyeti ise de Hinduların da bu hususda Devlet-i Osmaniyye’ye karşı ibraz ettikleri hissiyat-ı meveddet-karanenin ve bütün şarklı kardeşlerine karşı hissettikleri rabıta-i uhuvvetin zikr-i cemili ile kendilerine bütün ihvan-ı şark namına eda-yı şükr etmek lazımdır. Şair-i muhterem Mehmed Akif Beyefendi’nin Müslümanlık-Osmanlılık alemini tasvir eden bu ünvanlı mühim ve uzun bir şi’iri gelecek nüshamıza derc edilecektir. Sıratımüstakīm ’in evvelki hafta intişar eden numaralı nüshasında “İ’dad-ı Kuvvet” ser-namesi altında Sivas’da Selim Efendizade Mustafa Takī Efendi imzasıyla bir makale gördüm. İki seneden ziyadedir bu mühim bahse –adeta– hasr-ı vicdan ü idrak etmiş olduğum cihetle bit-tabi’ fazlaca nazar-ı dikkatimi celb etti. “Acaba bu makale beni mevki’-i suale çekiyor mu?” diye bir hiss-i tecessüskarane ile okudum. Evet: Hiss-i kable’lvukūum beni aldatmadığını isbat etti. Yolculuk haline ve hususiyle bütün mevcudiyetimi ezmekte olan muğlak müşkilü’l-iktıham bir vazife-i resmiyyenin ağırlığına rağmen Mustafa Takī Efendi kardeşime cevap vermek için gam-alud bir gecenin birkaç saatlik hayat-ı sükununu feda ettim. Evvela makalede sezavar-ı şükran bir hakīkat var ki o da mu’terizler miyanında Takī Efendi’nin mümtaz ve müstesna bir mevki’-i bi-tarafide bulunmasıdır. Takī Efendi saf bir vicdana selim bir kalbe ma’sum bir ruha malik olduğunu gösteriyor. Binaenaleyh münazara işte bu gibi hakk u hakīkati kabule müheyya zevat ile her vakit mümkün olabilir. Bugün alem-i İslam; şüheda kanlarından biçilmiş matem libası ile cihan-ı medeniyete ? yeni bir endam-ı felaket arzediyor. On iki milyonluk Fas Saltanat-ı Arabiyyesi Fransa’nın şikar-ı hırsı oluyor; on milyonluk İran Hükumet-i İslamiyyesi Rusya ve İngiltere’nin kahhar pençeleriyle iki parça edilerek kanlar ateşler içinde can veriyor. Ortada istiklal-i Hilafet-i İslamiyye’nin son istinadgahı olmak üzere yalnız Türk Devlet-i İslamiyyesi kalıyor. Bu da muhatı bulunduğu irili ufaklı düşmanları tarafından her dakīka Tehlike günden gune ziyadeleşiyor! Adım adım yaklaşıyor! A’da-yı din-i İslam’ın aksa-yı amali Hilafet-i Mukaddese-i manlı Devleti’ni mahvetmektir. Fas İran buna birer mukaddimedir netice İstanbul’da livaü’l-hamd-i Muhammedi’de Ayasofya kubbesi üstünde! söylüyor. Şimdi sadede gelelim: İ’dad-ı kuvvet emr-i celil-i Kur’anisi vücubi ve ta’cilidir. Terki veya te’cili haramdır. Ta’cil hal ü istikbali terhib ü tenkil ile mukayyeddir. Ehl-i imanın zarına sarfolunacak. Hafi değildir ki a’da-yı hal ve istikbali kahr u tenkil edecek kuvvet her halde onların kuvvetlerine faik olmak lazım gelir. Kur’an-ı Hakim mü’minleri –fenn-i harb ıstılahınca– hal-i taarruziye geçmek esbabının istikmali mümkün oldukca vaz’iyyet-i tedafüiyyede kalmalarını cümle-i celile-i haliyyesiyle şiddetle men’ ediyor. Çünkü tedafüi vaz’iyyet; eser-i za’fdır. Za’f ise acz ü meskenettir. AlTARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ocak Yedinci Cild - Aded: lah; mü’minlerin za’fına a’da-yı dine karşı acz ü meskenetine razi değildir. Allah bizi: cümle-i atıfesiyle de lütfen irşad buyuruyor. Diyor ki: İ’dad-ı kuvveti yalnız hal-i harbde bulunduğunuz düşmanı terhib ü tenkile kasr etmeyiniz! Yarın size i’lan-ı harbi vatanınıza tecavüz ve istilasını mümkün her düşman-ı şevketinizi ona göre ihzara acilen çalışınız! Şimdi bir de zekat ve haccın farz udhiye ve sadaka-i fıtrın vacib olması şeraitını tedkīk edelim: Kadihan Geçen hafta esalib-i tedris hakkında bast-ı makal etmiş kariin-i muhteremenin lutf-ı müsaadesine istinad ile bahsimizin ane ederek şu mühim ve dakīk zemin üzerinde ilerlemeye çalışacağız: Esalib-i tedrisi üç nev’a irca’ ettik: Uslub-ı takriri uslub-ı lim bizim mekteplerimizde bilhassa mekatib-i ibtidaiyyemizde kısm-ı alisi demek olan sunuf-ı rüşdiye de dahil bu üç uslub-ı tedrisden hangisi tatbik olunuyor? Uslub-ı takriri mi? Hayır. Uslub-ı istifhami mi? Kat’iyyen. Uslub-ı muhtelit mi? Asla. Yoksa hepsi birden mi tatbik olunuyor? Asla ve kat’a. O halde; evet o halde… Maalesef i’tiraf etmek lazımdır ki bizim mekteplerimizde ta’kīb edilen uslub için ayrı bir ünvan bir nam-ı hususi bulmak lazım. Daha doğrusu mekteplerimizdeki tedrisat sırasında “uslub”dan bahsetmek bile lüzumsuzdur. Çünkü uslub namına bir şey yok. Hatta tedris ve ta’lim kelimeleri bile hakları olan ma’nayı bulamaz. Her halde kırık dökük ma’nasıyla tedrisatımız için bir uslub tasavvur edilir bunu tevsim etmek lazım gelirse “uslub-ı keyfi uslub-ı samit uslub-ı camid” yolunda bir ta’bir hali sadakatle ifade edebilir. Bunun böyle olduğunu herkes çocuklar muhiti içinde yaşayanlara değil biraz mutabassır biraz habir-i ahval olanlara da müyesserdir. Çünkü bütün neticeler meydanda: Bugün memleket haluk mütefekkir metin bütün ma’nasıyla hür adamları ihtiyacı kadar bulamıyorsa bunun mes’ulü mekteplerdir tarz-ı tedris ve terbiyedir. Bugün vatan; ataletten yanlış düşünmeden hamiyetsizlikten müşteki ise bunun mes’ulü yine mekteplerdir. Yine tarz-ı tedris ve terbiyedir. Bugün müslümanlar akaid-i liğin şüyuundan korkuyorsa bunun bar-ı mes’uliyyeti yine mekteplere bilhassa medreselere yine tarz-ı tedris ve terbiyeye raci’dir. Maarifsizlik bu hususda derece-i taliyyede kalır. Çünkü bizim erbab-ı maarifimizin ekseriyeti de hasail-i matlubeyi cami’ olamıyorlar. Onlar da türlü türlü şikayetlere ma’ruz oluyorlar tam bir “insan” olamıyorlar. Olabilenler de “muhit”in zebunu kalarak nasa nef’leri dokunamıyor; o halde “hayru’n-nas” lakabına da izhar-ı kifayet edemiyorlar. * * * Mekteplerimizdeki üslub-ı tedrisin ancak “samit camid” gibi evsaf-ı meyyite ile tavsif edilebileceğini söyledik. Akaid derslerini olsun bundan istisna edemez miyiz? Hayır maalesef bu mühim dersde bu sıfatların kuvvet-i ma’nasını; taz’if bile etmek lazım. Denilebilir ki akaid tedrisatı bütün tedrisatın en düşkünüdür. Çünkü en üslubsuzudur. Çocuklara “uluhiyet” “nübüvvet” “me’ad” fikirlerini ki –bunlar zarurat-ı diniyedendir diyoruz– acaba nasıl telkīn ediyoruz? Hayır nasıl telkīn ediyoruz diyemeyiz; çünkü ettiğimiz yok fakat çocuklarımızda bu fikirler nasıl hasıl oluyor bu yoldaki intibaat-ı fikriyyenin derece-i kuvveti nedir? Diyelim bu efkar-ı mukaddeseyi biz çocuklara bir “akīde” gibi telkīn ve onların ihtiyac-ı istidlallerini tatmin değil fakat birer “an’ane” gibi nakl ü hikaye ediyoruz. Çocuklarımıza ulum-ı diniyye okutan hocalarımızın onların hane-i ebeveynden getirdikleri efkar-ı i’tikadiyye-i taklidiyye üzerine mesmuat üzerine hiçbir şey zammettiklerini iddia edebilir miyiz? Akaid hocalarımız acaba çocukların “Allah nasıldır? Niçin Allah var? Gözle görülemeyen mevcud olur mu?” yahud “Peygamber ne demek biz niçin peygamber olmuyoruz? Peygamber olmasa insan aklıyla onun söylediği şeyleri bula[ma]z mı?” gibi sualler sormalarına meydan bırakıyorlar mı? Yoksa zavallı çocuklar hocalarının söylediklerine –hayır söylediklerine değil çünkü bazen belki de ekseriya hocalar da samittir– kitablarında ezber ettikleri elfazın saltanat-ı camidanesine korkunun ilka ettiği riya ile muti’ u münkad mı kalıyorlar? Netice; ikinci şıkkın vukū’ bulmakta olduğunu tasdik ediyor. Halbuki çocukların o yolda hatta daha serbest daha çocukca sualler sormaları en tabii ve hocayı en memnun edecek bir haldir. İşte çocukların bu yolda sualler sormalarına meydan bırakarak hatta derse çocuklara bir zemin-i sual ihzar ederekten başlamakladır ki biz çocuklarımızın dimağına kalbine akaid-i mukaddese-i İslamiyyenin çocukların –ne kadar serbest ne kadar hissiyata renc-bahş olursa olsun– suallerini gayet tabii bulacak ve bunu lazımü’t-tatmin bir ihtiyac gibi telakkī edecek kabiliyette hocalarımız olsun.. “Üslub-ı istifhami”yi veya uslub-ı muhteliti kemal-i muvaffakiyetle tatbik edebilsin. Çocuklarda kuvve-i tecridiyye Abstraction henüz hal-i vetli bir tecrid ile idrak edilecek olan meaniyi telkīn etmek pek kolay değildir. Onlara efkar-ı mücerredeyi telkīn için efkar-ı maddiyyeden istiane edilir. Filhakīka çocuklar efkar-ı maddiyyeyi daha kolay hazm edebilirler. Mesela onlarda “aded” fikrini hasıl etmek için ellerine sayılacak maddi şeyler verirler. Çocuk “Allah” kelime-i mukaddesesini öğrenince o sair kelimeler gibi bunun da medlulünü haricde arar; bu araştırma çocuğa o kadar sualler ihzar eder ki.. Muallim; menzile-i kabiliyyetine indirerek– verirse vazifesini ifa etmiş olur. Yoksa böyle fıtri o halde şübhesiz nafi’ olan sualleri bir latme-i istihza veya istihfaf ile kesmeye yahud “onlara aklın ermez öyle şeyleri sakın bir daha sorma” diye kendi hiss-i ataletini memnun fakat çocuğun zevk-i istifhamını mahzun edecek sözlerle değil. Çocuğun; maddiyatı havassin verdiği ilmi kolaylıkla idrak edebildiğini anlamak için kendi devr-i sabavetimize irca’-ı nazar etmek kafi geleceği gibi –ben çocukluğumda - yaşlarımda gökte Allah aradığımı hatırlıyorum– insaniyetin devr-i sabaveti demek olan kurun-ı kadime insanlarının mu’tekadat-ı evsan-perestanesi de bize bu yolda bir delil olabilir. Zamanımızda bile bulunan tabiatperestler maddeperestler birer tıfl-ı beşeriyyet demek değil midir? Çocuklara Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı zatiyye ve sübutiyyesi bazen ta’rifleri de beraber olmak üzere ezber ettirilir. Fakat biraz zaman geçsin ezber ettikleri elfaz ile beraber ifade ettikleri ma’nalar –eğer anlatıldıysa– hafızalarından silinsin; şimdi çocuğa bunları sorunuz. Bir şeyler yok. Fakat mesela: “Cenab-ı Hak diri midir bizim gibi sever sevilir mi o da böyle bir yerde oturur mu görür mü?” yolunda sualler tertib ediniz; çocuk gayr-ı muntazar bir sadme-i fikriyyeye uğradığını hutut-ı vechiyyesiyle size ifadeden sonra elfazdan yerek size cevaplar vermeye başlar. Bazen isabet eder bazen da cevap vermemiş olmaktan korkarak bir kaçamak yolu arar. İsabet ettiği cevapları mahfuzat-ı mükellefesine kavalib-i elfaza değil fakat daha ziyade aile muhitinden muhaverattan zihnine intıba’ ediveren bilgiye medyundur. Çocuklar; hesab derslerinden olduğu kadar niçin akaid derslerinden de ürkmezler? Çünkü çocuk birincide müfekkireye arz-ı iftikar eder. İkincide ise müfekkirenin vazifesi; birinciden hiç de aşağı kalmamakla beraber maatteessüf bu dersde müfekkirenin kemal-i iştiyakla ifasına hazırlandığı vazifesi ta’til edilmiş o vazife hem de gayr-ı tabii bir surette hafızaya tahmil edilmiştir. Çocuk bir çok peygamber isimlerinin hafızıdır. Fakat “Çocuğum peygamber ne demek?” deyiniz. Zekileri hafızaları kuvvetli olanları size “Cenab-ı Hakk’ın insanları ıslah etmek için irsal ettiği büyük kimselerdir” yolunda bir cevap verebilir. Sualinizde biraz daha lek ne demek şimdi neden peygamber yok?..” deyiniz. Çocuğu büsbütün şaşırtırsınız. Çünkü onun zihninde böyle sualler doğarken öldürülmüş bu yolda suallerine ne fırsat ne de cevaz verilmiştir. Çocuk da hocasına fart-ı hürmetinden cevapsız kalacağına iman ederek bir daha böyle şeyleri hatırına ne getirir ne de bir gün böyle bir suale ma’ruz kalacağına gider. Kimse öyle bir şey sormaz. Kendisi öyle bir cesarette bulunacak olursa hemen tehdid-i ma’lum ile susdurulur. Fakat vakta ki kuva-yı akliyye; kesb-i inbisat eder ihtiyac-i teyakkun ve itmi’nan başgösterir “şahsiyet” neşv ü nema bulur serbesti-i tefekkür taklide i’lan-ı harb eder. İşte o zaman bütün tehlikeler başgösterir şekk ile yakīn arasında fünunun şive-i fitnekarı da şekkin tarafını tutarak bir muharebedir başlar. Üslub-ı tedris ve terbiyenin kıymeti de bu zaman kendini gösterir. Kuvvetli bir terbiye-i diniyye bir yenin galibi muhakkak “din ve hidayet”dir. Aksi takdirde ise muzaffer olacak “dalal”dir. Daha bir mazi-i karibde çocuğunun Allah din hakkında olur olmaz cevap verilemeyecek suallerle kendini iz’ac ettiğinden nihayet haşlamaya mecbur olduğundan bahseden bir pederle görüştüm. Anadolu köylerinden birinde bulunduğum arabanın etrafına toplanan köylü çocuklarından yaşlarında biri hocalarından Maksud okuduğunu naklederken “Peygamberimizin ismi nedir?” sualime cevap veremiyordu. Halbuki o nam-ı mübarek daha Maksud ’un ba çocuk ma’na-yı maksudu peygamber lügatinden başka bir lügatle mi anlıyordu? Halbuki “peygamber” bizde en şayiu’l-isti’mal bir kelimedir. Bu böyle değildi. Bütün bunlar bütün netayic-i hazıra tuttuğumuz tarik-ı tedrisin sekametini gösteren delail-i hissiyyedir. gibi mütekamil dimağların bile huzur-ı azametinde ser-füru-bürde-i acz olacağını mesail-i hıred-fersadan bahsedilmesini kasd ettiğimiz sakın hatırlara bile gelmesin. Bu maksadamızın bütün bütün muhalifidir. Arzetmek istediğimiz çocukların suallerinden kabil-i hal olanları seviye-i idraklerine göre halletmek olmayanları da yine cevapsız bırakmayarak sorduğu şeyin büyüklerce bile kabil-i idrak olmadığına üslub-ı tekşifi ile çocukta kanaat hasıl etmektir. Hasılı akaid tedrisatında hiç elverişli ve semeredar olmayan “üslub-ı takriri”yi yahud daha fenası olan “anlamadan ezber ettirme” üslubunu terk ile üslub-ı istifhami ve muhtelite müracaat etmelidir. Vakıa bu üslublar; bazı muallimler allim çocuklara kitablarından bir iki sahife ders göstererek onlara ezber ettirmekle kolaycacık ders saatini geçirmiş olamayacak.. Üslub-ı istifhami ve muhteliti ta’kīb için lazım gelen bütün evsaf ile muttasıf olmakla beraber evvelki atalet-i camidane yerine artık dershanede kendini gösteren hayat ve hareketi idare lazım gelecek bunları göze almayanlar; muallim[li]ğin de semtine uğramayarak kendilerini günahdan çocukların kabiliyat-ı ma’neviyyesini akametten korumak lüzumunu olsun idrak etmelidirler. Düşünelim ki üslub-ı yolda devam etmekle kanun-ı münif-i ilahiden inhiraf etmiş çıkmaz yola sapmış oluyoruz. Akaidin ruhu olan “yakīn”a nail olmak için mutlaka babü’ş-şekten geçmek lazım geliyor. Şekk; daman-ı yakīndir. Din-i fıtri-i İslam’ın medhali olan kelime-i şehadet bile “nefy” ile başlamıyor mu?.. Biz; “şekk”den değil beytü’l-ankebut gibi daima urza-i zeval olan taklid-i amiyaneden ürkmeliyiz. Şu: hikmetinden tegafül ederek bu mes’elede kalbin hissiyatın mevki’-i mühimmini istihfaf ettiğimiz anlaşılmasın. Hissiyatın da en savab esalib-i terbiyye dairesinde tehzib olunması “akl-ı zi-cidal” ile “kalb-i selim” arasında tevazün hasıl olması; pek ziyade şayan-ı nazar u i’tinadır. Hamiş– “Tedrisat-ı diniyye” ünvanıyla geçen hafta Sıratımüstakīm ’de neşredilen bendin muharrir-i muhteremi üslub bahsinin bu mes’elede derece-i kıymet ü ehemmiyetine cerr-i kelam buyurmuşlar. Tünel’in işletilmesine aid bir macera ile temsilen üslubu bu hususda derece-i taliyede görmek istemişler. Biz ise üslub-ı tedrisi her nevi’ tedrisat gibi tedrisat-ı diniyye için de bir medhal-i tabii addederiz. Tünel teşbihine gelince: Tünel arabalarının üslub-ı cerr u tahrikini bizde bilenler olmadığı için bu işten biz cahiller mahrum kalarak tekrar alimler müstefid olmuş. Hadi tünelde böyle olsun pek mümkün pek kabil iken tünelin üslub-ı idaresini öğrenmeye kalkamayalım da cehalet belası olarak yine başkalarına kaptıralım. Fakat mekteplerimizde mi böyle olsun? Üslub-ı tedris bilmiyoruz. Mademki bilmiyoruz öğrenmeyelim... Ya ne yapalım; tünelde yaptığımız gibi bu işi de bilenlere tevdi’ edelim yani akaid-i diniyyemizi de başkalarından ecanibden öğrenelim mi diyelim? Maksadımız muharrir-i muhteremi; tahtıe değil. Maksadları; üslub-şinasi adamlarımız olmadığını anlatmak olduğunu biliyoruz. Fakat böyle adamlar yoksa bu adamları yetiştirmek eldeki muallimlere ta’lim etmek imkansız bir şey. Onun için üslubun bu mes’elede mukaddime-i tabiiyye olduğunu tekrar ederiz. Ve illa tünel; bizi pek karanlık yollardan sürükler gider. Atalardan kalma eskilerden gelme birtakım ince ve süzülmüş sözler.. Döğüle döğüle döğme “dövme” olmuş.. Çekiç gibi ezici örs gibi dayangan.. Bazısı ana südü gibi tatlı bazısı baba öğüdü gibi acı.. Fakat hepsi şifalı hepsi vefalı… Bazısı kalıbdan çıkmış örnek bazısı örnek çıkaran kalıb.. Bazısı kaideden doğmuş misal bazısı misal doğuran kaide. Fakat hepsi kar hepsi faide… Ağırınca altına tartılmak yakışan bu değerli sözlere ne derler? Bazılar “atalar sözü” der. Fakat bu sonradan bir şeydir.. bakılarak yakıştırılmış.. Yoksa herkes bilir ki bunların herkesce bilinen ve beğenilen adı “darb-ı mesel”dir. “Durub-ı emsal”dir. “Darb-ı mesel”.. “Durub-ı emsal”.. Ma’lum Arabca’dan alınmış şeyler.. Acaba Arablar böyle mi demiş? Kur’an ’da “Allah mesel darb etti” ve “emsal darb eder” suretinde geldiğine bakılırsa Arabca’da bu takım sözlerin adına terkib halinde “darb-ı mesel” ve “durub-ı emsal” denmemiş sadece “mesel” denmiş. Arabca’da sadece “mesel” denmiş iken bizim böyle terkible “darb-ı mesel” ve “durub-ı emsal” dememiz neden? Acaba bunun sebebi hikmeti ne? Bunu aramalıyız. Bir şey için tek ve basit bir ta’bir bulunamayıp da… Çaresiz çatallı ve mürekkeb bir ta’bire hacet görüldüğü vakit eldeki tek ve basit kelimenin yanına katılmak için yakışık alacak kelimeler aranır tutacak noktalar ve münasebetler bulunmaya gayret edilir. Nitekim bütün mürekkeb ta’birler böyle böyle aranarak bulunmuştur. Mesela “at sineği”nin “sivri sinek”in tek bir kelimeden ibaret adları yok.. Bunlar da birer sinek sinekten birer nevi’.. Birinde bir incelik bir sivrilik var.. Öbürü at ile yaşıyor. Bu münasebetleri gözeterek birine “at sineği” öbürüne “sivri sinek” demişler. Bunlar gibi böyle ekleme ile meydana gelen mürekkeb ta’birler bazen kaynaşır da tek kelime imiş gibi yeni bir şekil alır o zaman evvelce düşünülmüş münasebetler unutulur gider. Mesela “onbaşı” ve “südlac” kelimeleri. Asıllarında “onbaşı” ve “südlü-aş” iken sonradan bu hale girmişler. Bu Türkçe’de böyle olduğu gibi Türkçe’nin istifade ettiği Arabi’de ve Farisi’de ve başka dillerde de böyledir. Mesela “arz” ve “bahr” kelimeleri istenilen ma’naları eda edebilmek sas hatırda tutulacak bir esasdır. Bu esası anladıktan sonra yine düşünelim.. Fakat en evvel görüyoruz ki Arabca’da bunun adı tek kelime ile sadece “mesel”dir terkib halinde “darb-ı mesel” değildir. O halde bu kısa ve basit ta’bir yerine niçin çatallı ve mürekkeb bir ta’bir koymuşlar? Burada yine eski suale dönmüş oluyoruz. Gördük ki bunun bir sebebi bir hikmeti yoktur. Bunu geçelim de haydi “mesel” ta’biri eksik gelmiş maksadı tam anlatamamış diyelim o halde yapılacak terkibde temel yerini tutacak kelime yine bu kelime olabilirdi ve bunun eksiğini tamamlayacak mütemmim kelime de Arabi ve Farisi terkibler kaidesince o ana kelimeden sonra gelmek icab ederdi. Yani terkib “mesel-i darb” şeklinde veyahud “mesel-i madrub” halinde olurdu. Öyle olmamış da mütemmim kelime ana kelimenin üstüne çıkmış. Bunun sebebi hikmeti ne? Eski sual yine önümüze çıktı. Bu noktada eski kavaidciler ağzıyla söz söylersek deriz ki.. “Darb-ı mesel” bir terkibdir.. Terkibi teşkil eden cüz’lerin “Darb” muzaf “mesel” muzafun-ileyh. Bu halde “darb” kelimesi ya masdar ma’nasındadır ya bundan yapma isim ma’nasındadır. Bunun sıfat ma’nasında yani “masdar bima’na mef’ul” veya “masdar bi-ma’na fail” olması mümkün değildir. Çünkü öyle olsa yani “darb” masdarı “madrub” veya “darib” yerinde gelmiş farz edilebilse terkib “terkib-i tavsifi” olup dediğimiz gibi “mesel-i darb” suretinde bulunmak ve “mesel-i madrub” veya “mesel-i darib” ma’nasında olmak lazım gelir. Nitekim bu te’vile uyan –”ecel-i makzi” ma’nasına– “ecel-i kaza” ve –”recül-i adil” ma’nasına “recül-i adl” ta’birlerinde hal böyledir. “Darb” kelimesi bu vech ile masdar ve isim ma’nasına olunca “masdarın mef’ulüne izafeti” dediklerine uygun bir halde kendi mef’ulüne muzaf olmuş olur ve “meseli darb” ma’nasına gelir. Bu da daha açık ifade ile meseli darb etmek darb etme darb ediş ve atalar sözünü yerinde söylemek söyleme söyleyiş demek yerini tutar. Böylece masdar ma’nasında kalmış veya kalmamış masdar kelimelerle isim halinde kelimelerin bu türlü terkibde birleştirilmesi dilimizde pek ileri götürülmüş bir iştir. Bunun “tul-i emel hüsn-i amel istirahat-i kalb ferağ-ı bal huzur-ı hatır ıslah-ı nefs tebdil-i heva tezkiye-i nefs terfi’-i rütbe istinaf-ı da’va iade-i i’tibar icma’-ı ümmet rü’yet-i hilal idare-i maslahat ilmü’l-arz tarzında iki tarafı müfred olanları bulunduğu gibi “tahrir-i nüfus teşkil-i mehakim tezkiye-i şuhud tercih-i beyyinat tedavül-i eydi tesviye-i umur ihtilaf-ı eşkal teşettüt-i ara” suretinde birinci cüz’ü müfred ve diğer cüz’ü cemi’ olanları da var. Birinci cüz’ün masdar ma’nası tamamen kalkıp isim ma’nası kaldığı yani birinci cüz’de cemi’ ma’nasına isti’dad hasıl olduğu vakit “teracim-i ahval hukūk-ı düvel tebeddülat-ı efkar teakubat-ı dühur u a’sar ihtilafat-ı eşkal ü süver” şeklinde iki tarafı cemi’ misaller de eksik değil. Bunlardan biraz farklı olarak “hasbihal arzuhal” terkiblerinden ibaret iki ta’bir ise oldukca kaynaşmış sarışmış bir parçalık haline yaklaşmış. Geçen mülahazaları hatırda tutarak sıra sıra dizilen misallere dikkatle bakalım.. Bunlarda cüz’ler ayrı ayrı duruyor… Her cüz’ün ma’nadaki payı açık açık görünüyor. Bunların icabında bir tarafı veya iki tarafı cemi’ haline de konabilirse de hepsinde de terkib suretinde birleştirilmenin muvakkat bir iş olduğu bu iş bitince her kelimenin başı boş kalıp beğendiği yere gittiği pek belli. Bunların hiç birinde bir şeye damga gibi ad olmak hali yok. “Darb-ı mesel” terkibi “hasbihal” ile “arzuhal” ta’birlerine yazılışta da benzeyememiş. Benzese bile “atalar sözü”nü ifade etmekte “darb”ın ma’nada hakkı ve alakası yok iken bu cüz’ün de cem’ edilmesi yoluna gidilmesi fazladır. “Tercüme-i hal” terkibinde “durub-ı emsal” buna kat’iyyen benzemez. Şu “kırık” mütalaaları daha da uzatmak mümkündür ne kadar uzatılırsa “darb-ı mesel” ta’birinin böyle sapı da yanında olarak “atalar sözü” ma’nasına gelmesi o kadar sarsılıp gevşer. Gah kendi aklımıza göre gah kavaidciler hesabına yaptığımız şu didikleyişler üzerine anlıyoruz ki mesellerimizin let etmişler de bunun kullanışına yarayan ve meseli yerinde Guya ki ağacı dalıyla budağıyla yapıya yerleştirmişler. Bu neye benzer? Yeni aya “hilal” ve görmek yerinde “rü’yet” dendiğine bakarak.. İhtimal daha süslü olsun diyerek.. Yeni ayın adına “hilal” yerine “rü’yet-i hilal” demeye benzer. Bu böyle olduktan sonra “darb-ı mesel” ta’birinde olduğu gibi “rü’yet-i hilal”in “rü’yat-ı hilalat” veya “rü’yat-ı ehille” suretinde iki tarafının cemi’lenmesi ve kezalik “darb-ı mesel iradı” dendiği gibi “rü’yet-i hilal görmek” suretinde saçmalara düşülmesi çaresiz olur. Şükür Allah’a ki “rü’yet-i hilal-i nuraniyyet-iştimal-i şehr-i Şevval” dendiği görülmüş Bir kere bu yanlış yapılıp “darb-ı mesel” terkibi bir yanlış ta’bir halinde dilimize girdikten ve yerleştikten sonra “durub-ı emsal” ta’biri kendini göstermiş. Bizim şairler: “Sözde darb-ı mesel iradına söz yok amma Söz odur aleme senden kala bir darb-ı mesel” Gibi söylenmeye başlamışlar. “Darb-ı mesel iradı” darb-ı mesel darbı demekten farksız gülünç bir söz iken buna kimseler ilişmemiş takılmamış.. Bu sakat ta’birler yerleşmiş kökleşmiş gitmiş. Hatta koca Şinasi güzel mesellerimizi derleyip toplayıp bir mecelle içinde millete armağan ettiği vakit bu çürük ta’biri ihtiyar ile “Durub-ı Emsal-i Osmaniyye” demiş… Hatta Ebü’z-Zıya bunu ilavelerle sonradan basdığı vakit kitabın ismine ilişmemiş ilişik etmemiş. Mesel üzerine yürüttüğü mütalaalarda da “mesel” ve “emsal” deyip geçmiş “durub-ı emsal” dememekle beraber “durub-ı emsal” demeyelim de dememiş. Bir ta’birin asırlardan beri ediblerce şairlerce kullanılması umumca kabul edilip yerleşmesi eskimesi kıdem hasıl etmesi bundan sonra da haliyle bırakılıp bozulmaması dim kıdemi üzere terk olunmaz mı? Hayır zarar kadim olmaz ve zarar olan kadim kıdemi üzere terk olunmaz. Çünkü bu ta’bir kullanılmış ise de yanlış kullanılmıştır eskimiş ki yanlış hesab Bağdad’dan döner zarar kadim olmaz. Hususa ki bunu “darb-ı mesel” suretinde kullanmış edibler şairler var ise “Böyledir Ragıb mükafat-ı amel kim fi’l-mesel Sorsalar mağdurunu gaddar kendin gösterir” Beytinde olduğu gibi. “Irad-ı meselde misli yoktur” Mısraında olduğu gibi “mesel” suretinde kullanmış edibler ve şairler de vardır. Hususa ki “meseldir” “emsaldendir” diyenler “darb-ı meseldir” “durub-ı emsaldendir” diyenlerden daha çoktur. Burada söylenebilecek bir söz daha var.. “Mesel” ta’birinin birkaç ma’nası var.. O cümleden “örnek” ma’nası “masal” ma’nası “atalar sözü” ma’nası.. “Darb-ı mesel” ise yalnız ve yalnız “atalar sözü” ma’nasına kalıb olmuş. Bunun başka ihtimallere kapıları kapalı. Bu mülahaza ile olsun “darb-ı mesel”i alıkoymak hali üzere bırakmak münasib olmaz mı? Vakıa bundaki maksad takdir edilecek bir maksaddır. Fakat bu takdir edilecek maksadı takdir edilecek bir tedbir ile te’min etmeli idi. Yoksa mesela “cami’“ kelimesinde başka ma’nalar da var. Bunu bırakılım da başka bir şey alalım yahud bunu “cami’-i ibadet” suretinde kullanalım demek nasıl çiğ bir mütalaa ise mücerred “mesel”de başka ma’nalar bulunduğu düşüncesiyle “darb-ı mesel”e düşkünlük göstermek öyle çiğ bir mütalaadır. görmedik öz malı mesellerimiz içinde “darb-ı mesel” gibi “durub-ı emsal” gibi çapraz ve çaparız şeyler yoktur.. Mesellerimiz Arabiden Farisiden lügat ve ta’bir aldığı zaman “Sabr eden derviş murada ermiş” suretinde alıp sadelikten ayrılmaz. Zorladıkları zaman bile ulu orta gevşemeyerek “köres topales kabules” deyip dilin tabiatından dışarılara çıkarak “kör-est topal-est kabul-est” demez. Şu hallere ve mülahazalara mebni bütün dünya bu hatada ayak direse bile.. Ben yalnız başıma dilimin izzetine ve doğrunun haysiyyetine riayet edip “mesel” derim “meseller” derim. Pek sıkışırsam “emsal” de derim. Fakat bir vakit “darb-ı mesel” ve “durub-ı emsal” demem. Böyle diyenlere.. Ne kadar da çok olsalar hata ediyorsunuz demeden çekinmem. dümüzde Osmanlıların seyyiatından ulum u fünun ve gerek sanayi’-i nefisedeki tedennilerinden bir hiss-i teessür ü teessüfün sevkiyle matbuatta ve hitabelerde pek çok tesadüf edildi. Hiç şübhe yok ki şah-rah-ı terakkīde hatve-endaz olabilmek şimdiye kadar ona hail olan esbab ve müessiratı bile bilmekle daha doğrusu iktisab-ı temeddün ve terakkī etmek mefahir-i milliyyeden ziyade nekayisi bilmek ve bildirmekle mümkündür. Bu doğru bir nazariyedir. Fakat asar-ı müftehire-i milliyyenin ba-husus onun en ehemmiyetlilerinin kuşe-i nisyanda kalmasına ne tarih ne de insaniyet razi değildir. İşte bunun içindir ki ben de Osmanlılığın asar-ı müftehiresinden hemen unutulmuş gibi olan san’at-ı hat ile ona tealluk eden sanayi’den bahsedeceğim. Ve zannederim ki bununla bir vazife-i milliyye-i kadir-şinasaneyi ifa etmiş olacağım. Esas bahse şüru’ etmezden evvel şurasını söyleyebilirim ki Osmanlılar sanayi’-i nefisede ulum u fünundan ziyade behre-mend-i füyuz olmuşlardır. Sanayi’-i nefise ki bugün şiir ve heykeltıraşlık resim mi’marlık musikī suretinde tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan tedkīk edecek olursak Osmanlılar “resim ve heykeltraşi”de –bazı ahval ü esbabdan dolayı– nasibedar değildirler. Musikīde vukūf u iktidarları hayli derecede ise de o da eslafımızın ağızlarından çıkmasıyla yalnız samiinin mahfaza-i sem’-i neşvesinde iz bırakan ve binaenaleyh ortadan gaib olan esvat-ı ahengdarı gibi mechul ve karanlık kalmıştır. Eslafımızın musikīdeki iktidarları tarihin kudema-yı zamanın ahbar ve rivayatı ve nesl-i hazıra mevrus olan nağamat-ı musikīyye ile biraz taayyün eder. Şiir ve mi’mariye gelince: Bunlarda Osmanlıların muvaffakıyet ve nasibeleri asarıyla müncelidir. Vakıa; şiirin bugünkü ma’nasına göre –ki insanda hiss-i bedi’ tevlid eden şeydir– asar-ı eslafda nadir denecek derecede parçalara tesadüf olunuyor. Bir çok asar-ı edebiyyemiz eş’arımız nazm u nesir mertebesinden yükselemiyor. Vakıa biz İran edebiyatını meşk-i taklid ittihaz etmişiz İran edebiyatının bazı aksamı ilcasıyla da asar-ı edebiyyenin ekserinde gayr-ı samimiyyet ca’liyyet vadilerine düşmüşüz. Fakat İran edebiyatı nasıl hassa-i şiiri haiz ise bizim edebiyatımız da asla ondan bi-gane değildir. Mi’mari işte Osmanlılara bir mevki’-i şeref te’min eder. Çünkü asarı hepimizin gözü önünde. İşte Süleymaniye Sultanahmed Yeni Cami’ Yeşil Türbe. “Sinan ve Kemal” gibi mi’marlarımız her zaman yad-ı mazi ettikce hatıramızı okşar dururlar. Eski çinilerimizi hep seyrettikce ruhumuzda bir inşirah duyar dururuz. Her ne kadar bizim mi’marlarımız Yunan ve Arab mi’marisi gibi bir hususiyet-i mümtaze ile taayyün etmiyorsa da sanayi’-i mezkureye nisbetle derece-i muvaffakıyyetimiz daha yüksek olduğu tezahür ediyor. İşte bu nokta-i nazardan bizdeki mi’marlık şayan-ı takdir olduğu gibi hutut-ı ması haysiyetiyle de ikinci derecede şayan-ı dikkat ü ehemmiyettir. Hususan bizim burada esas mebhasimiz hutut-ı İslamiyye ve Osmaniyye san’at-ı nefisesi olduğundan şu bahsimiz kısmen san’at-ı nefise-i mi’mariye aid ve müteallık demektir. Artık ruh-ı bahse şüru’ edelim: Evvela; hutut-ı İslamiyye ve Osmaniyyenin sahaif-i tarihiyyesinden bir nebze bahsetmek lazım geliyor. Hutut-ı İslamiyyeyi şekl-i hazırına tebdil eden hulefa-yı Abbasiyye’den el-Muktedir Billah’ın veziri “İbni Mukle”dir. İbni Mukle hutut-ı İslamiyyenin zübde-i aslisi olan “sülüs nesh ta’lik”ı şeş kalem olarak esas-ı kufiden alarak ibda’ u icad eyledi. Kendisinden evvel İslamlar kufi yazıyı isti’mal ediyorlardı. Bu yazı da Süryani yazısından istinsah u istinbat olunmuş idi. Hutut-ı İslamiyyenin aslını tarih Mısır’ın “hiyeroglif” yazılarına kadar irca’ ediyor. Bu cümleden olarak hiyeroglif yazısını halle muvaffak olan Fransız müdekkıklarından “Champollion” hutut-ı samiyyenin hiyeroglifden iktibas olunduğunu serd ü ityan etmektedir. şeklinde yazılmıştır. büyük mucidlerinden addolunur. Kudret-i dehaetini takdir etmek için birbirinden bir şahsiyet-i mütebarize ile mütemeyyiz olarak ibda’ ettiği yazıları görmek tedkīk etmek kafidir. Hutut-ı İslamiyyenin hal-i hazırdaki bir kısım eşkalinin nokta-i tekamüle ıs’adıyla beraber diğer bir kısım eşkal-i hututun da icadı şerefleri Osmanlılara teveccüh eder. Arabın tebdil ve ihtira’ eylediği bu eşkal-i hutut bir tarafdan ahlafı olan İran’a diğer tarafdan Selçuk’a dahil olmuş ise de yalnız Acemlerde ta’lik yazısı tekamüle mazhar olabilmiştir. Arabın medeniyetine yetişmeyen Osmanlılar işbu hutut-ı muaddele-i dıkları gibi bırakmayarak bugüne kadar hikmet-i bedayi’ nokta-i nazarından hutut-ı İslamiyyeye bedaat ü zarafet vererek yazıyı bir san’at-ı nefise haline isal ve mertebe-i tekamüle Hutut-ı İslamiyye ve Osmaniyye bugün iki mühim kısma ayrılır: - Sülüs nesih icazet ta’lik divani siyakat rik’a yazılarının hal-i asliler. - Sülüs ta’lik divani yazılarının celisidir. daha mühimdir. Çünkü bu yazılar cami’ çeşme türbe ebvab-ı ‘aliyye gibi mebani-i cesime ve umumiyyeyi tezyin ettikleri gibi celb-i enzara da başlıca sebeb olmuştur. Sonra da yukarda söylenildiği gibi hatt-ı celi mi’marlıkla adeta terekküb ü imtizac etmiş idi. Diğer cihetten celi hututun kısm-ı a’zamı taş üzerine mahkuk olduğundan taş hakkaklığı gibi bir san’atın terakkīsini te’min eyledi. Öyle taş hakkakleri yetişmiştir ki hatt-ı celiyi tezyinatı hiç kusursuz taşa nakl ü hak etmeye muvaffak olmuşlardır. Binaenaleyh Osmanlılarda heykeltıraşlık yoksa ona müşabih ve hemen da muadil bir san’at mevcud demektir. Hatt-ı celinin devre-i kemali Sultan Mahmud Han-ı Adli devridir. Bu devrin padişahı hatt-ı celi san’atına intisab eder. Eslaf-ı ecdadının ekserinin ruhsuz ve hüsünsüz nişan-ı şeklinde yazılmıştır. hümayunlarına mukabil şahane nişan-ı hümayununu çeker bedi’ “mucebince”ler işaret eder. Memleketin mukadderatını pek iyi düşünen ıslahat-ı lazımeyi icraya bezl-i himmet eyleyen müşarun-ileyh bir tarafdan da hatt-ı celi ile iştigal eyler. Yazıların padişahı denecek derecede şahane ve san’atkarane levhalar vücuda getirir san’atkaran-ı hututu himaye eyler. Bu devir bu cihetten Fransa’da On Dördüncü Lui devrine benzetilebilir. Nasıl ki o devrin muharrirleri sarayı asar-ı umraniyyesi gibi idare-i hükumetinde de ber-intizam olan Lui’ye imtisal etmişlerdir Sultan Mahmud devrinde de erbab-ı san’at padişaha imtisal eylerler. Bu devirde Rakım deha ve hünerverisiyle sülüs hatt-ı celisine asalet ü kemal bahşeylerken Celaleddin huzur ve sükun ve daha başka türlü nikat-ı hikemiyyeden birtakım ibdaat vücuda getirir. Diğer tarafdan Yesari ile oğlu zuhur ederek ta’lik celisini bir suret-i mübdianede meydan-ı san’ata rekz ederler. Evet bu devirde hep hakīkati münceli olur. San’atkaran-ı hutut padişahı padişah da onları temsil eyler takdir eyler Rakım gibi zühre-i sanayi’-i nefiseye bir nakş-ı rengin ihda eden zatı kendisine muallim nasb etmekle kalmaz müderrislikten kadiaskerliğe kadar i’la eyler. Hülasa bu bir yazı san’atkarlığı muhitidir. Hatt-ı celi burc-ı ulvisinin en yüksek tabakasına vasıl olan müşarun-ileyh Rakım Efendi merhumu epeyce teşhis etmek lazımdır. Çünkü Rakım Efendi bir hattat derecesinde kalmaz. Bir san’atkar-ı dahi aynı zamanda bir mühendis-i ‘alidir. Müşarun-ileyhin asarı tedkīk olunursa sülüs hatt-ı celisine tıknazlık hareket-i mütehavvilane tenasüb tebayün gibi dört esas vaz’ eylediği anlaşılır. Bu esasat-ı erbaa felsefe-i sınaat nokta-i nazarından fevka’l-had haiz-i ehemmiyettir. Evvela birinci esası nazar-ı dikkate alalım: Hatt-ı celi yüksek yerlere hakk u ta’lik olunacağından yazının uzağa gidince şekl-i aslisini muhafaza ve iyice görülebilmesi lazımdır. Bunun için Rakım Efendi hurufa “tıknazlık” vermiştir. Saniyen: Hutut ve eşkal-i münhaniyye gözleri okşadığından hurufda büsbütün inhinaya meyletmek yazının asalet ve zindegisine iras-ı halel eder. Bunun içindir ki Rakım Efendi hurufat ve şekillere bir “hareket-i mütehavvilane” vermiştir. Bu sebebden yazıları hep zinde hurufat ve kelimatı levhadan fırlayacak derecede heybetlidir. Salisen: Tenasüb kaidesi ki sanayi’-i nefisede ne derece haiz-i ehemmiyet olduğu erbab-ı tedkīkce müsellemdir. Hatt-ı celide tenasüb kaidesini tatbik etmek Rakım için yukarıdaki elvah-ı celiyyesinde yegane bir kusur tenasübsüzlüktür. Rabian: Huruf ve eşkal-i hutut bir hesab-ı hendesi ile mahdud olduğu halde hatt-ı celide yerine ve lüzumuna göre bir harfi küçültmek veya büyültebilmek esası ki hatt-ı celide serbesti-i san’at nazariyesini tatbik etmek demektir. Bu da Rakım’ın felsefe-i sanayi’ nazariyatına ne derece vukūfu olduğunu gösterir. şeklinde yazılmıştır. atta büyük bir muvaffakiyet göstermiştir. Namı eazım-ı san’atkaran miyanında bakī kalacaktır. Frenkler için Mikelanj ne unutulmasına beyan-ı teessüf etmek lazım gelirse de inşaallah müstakbel-i kadrdan her şeyin takdir-i kıymetinde taallül göstermeyecektir. Ta’lik hatt-ı celisinin tekamülünü vücuda getirdikleri yukarıda bil-münasebe zikrolunan Yesari ile oğlu Acemlerin dar ve sık yazmalarına mukabil yazılarında şu iki noktaya hasr-ı ehemmiyet etmişler: “Hurufatta inbisat kelimat ü eşkalin tertib ü insicamında ferahi” Bu iki esas hakīkaten ma’kūl ve vakıfanedir. Çünkü birinci esasa göre eğer dar yazılmış bir celi levha küçültülürse hal-i tabiiden külliyen inhiraf ettiği görülür. Sonra da hüsn nokta-i nazarından dar celi ile geniş celi arasında çok fark var. İkinci esasa göre ta’lik harfleri sülüs harfleri gibi hacmen birbiriyle mütevazin olmadığından kelimelerin harflerin pek sıkışık olması tenafürü mucib olur. Bunun için insicamda ferahiyi vaz’ u te’sis etmek pek münasib ve muvafıktır. kemal vererek Acemlerden daha ziyade muvaffak olmuşlardır. Divani yazısının celisi ise Refia Efendi tarafından ibda’ u makta bulunmuştur. Okunması güç olmakla beraber Osmanlıların en süslü yazısı budur. Şimdi bu kadar tedkīkat ile meydan-ı vuzuha çıkar ki Osmanlılar mi’marlıkla mümtezic olmakla beraber müstakil bir san’at-ı nefise addine seza olan hatt-ı celinin hakīkī bir muhterii olduğu gibi hikmet-i bedayi’ nokta-i nazarından bunu nokta-i tekamüle ve bir şekl-i ebda’ u ahsene isal etmek şerefi de onlarda istikrar ediyor. Ve yine bununla anlaşılır ki Osmanlılar asar-ı mi’mariyyelerini hutut-ı celiyye vasıtasıyla bir kat daha tezyin ile beraber uyun u ezvak-ı temaşageranı telziz etmeye muvaffak olmuşlar ve bu suretle alem-i san’ata bir hizmet-i müftehirede bulunmuşlardır. Artık birinci kısma nakl-i kelam edelim: Yukarıda kendisinden bahsettiğimiz İbni Mukle’nin te’sis ü icad eylediği nesih ve sülüs yazıları İbnü’l-Bevvab ve Yakūt Musta’sımi taraflarından bir kat daha ıslah u tanzim olunmuş ve Osmanlılardan Şeyhü’l-hutut Hamdullah Efendi ve Hafız Osman taraflarından zinet-saz-ı alem-i san’at olmuş ve zirve-i tekamüle yükseltilmiştir. Şeyh Hamdullah Efendi’nin asarı o kadar çok ve o kadar mütecanisdir ki eğer yazısındaki o vuzuh o şahsiyet-i mütebarize olmasa insan bu kadar çok ve mütecanis elvahı müşarun-ileyhe nisbetinde duçar-ı tereddüd ü hayret olur. Hafız Osman bu elvah-ı kesire ve mütecanisenin en güzellerini seçip taklid etmek ve maamafih kendiliğinden de bir takım ibdaat vücuda getirmek suretiyle o şöhrete o hünerveriye nail olmuştur. Müşarun-ileyhimadan zamanımıza gelinceye kadar sülüs ve nesih yazıları kanun-ı tabii icabınca birtakım edvar-ı teali vü tedenni geçirmiş ve bir çok eazım yetişmiş ise de kendileri daima mevki’-i bülend ü müstesnalarında muhkem ü sabit kalarak eserleri hep meşk-ı taklid ittihaz edilmekte bulunmuş ve nazar-ı veleh ü takdir-i ahlafdan bir an geri kalmamıştır. Bu eazım içinden Zühdiler Şekerzadeler Celaleddinler Mustafa Evet o kalemini eslaf-ı hattatanın hareket-i ufkıyye ile tedvir eylemelerine rağmen amudi kullanarak bir başkalıkla muvaffak olan Zühdi o döktüğü demir hurufat ve eşkali mürekkeb mayiiyle yapan Şekerzade mezkur iki üstadın asarından istihsal-i feyz-ı muvaffakıyyet etmişler kaleminden direngi-i kasvet-engiz akan Celaleddin asar-ı hattı bi nadire-i hüsn ü letafet olan; san’at-ı hatta zevk-i selim sahibi bulunan Mustafa İzzet de yine o iki üstadın ıktitaf-ı niam-ı asarıyla nail-i muvaffakıyyet olmuşlardır. Maa-haza bunlar öyle simalardır ki her birinin teşhis u tedkīki bir makaleye sıkıştırılamaz. Asıl ta’lik hurde ta’lik yazısı yukarıda söylenildiği vechile Acemlerde de Türkler kadar tekamüle mazhar olmuştur. Acemlerde Mir Aliler İmadlar namı tebcil ile anılacak san’atkarlardır. Osmanlılarda da Yesariler Yesarizadeler bu mevki’dedirler. Fakat Mir Ali İmad zamanen evvel oldukları cihetle tabii Yesarilere icra-yı te’sir etmişlerdir –ki asarı da bunu gösteriyor– Bu hususda onlara izhar-ı faikıyyet edebilirler dahiliği yine Yesarilerde kalır. Osmanlıların bizzat ihtira’ ettikleri yazılara gelince: Bunlar divani celisi ve kırması da rik’a siyakat’tır. Divani Divan-ı Hümayun Dairesi’ne münhasır olmak üzere icad ü tur. Bunun muhterii Matrakcı Nasuh isminde biridir. Bu yazının icadı bir lüzum bir ihtiyaca mübteni olacaktır. Padişahın şevket ü kudretini efrad-ı ümmette tecelli ettirmek maksadıyla evamir-i aliyye beratlar hep bununla yazıla gelmiştir. Sinlerin uzaması kaf kolları ya mim atışları hep bir şahinin temsiline vesile olmuştur. Yukarıda zikrolunan “divani celis[i]” de hep yine aynı maksadla ihtira’ u isti’mal edildiği gibi kuyudat-ı divaniyye için “divaniye kırması” ta’bir olunan bir yazı daha vücuda getirilmiştir. Bu yazı divani yazısındaki betaeti nazar-ı i’tibara alarak sür’at-i tahriri istihsal maksadıyla icad olunmuşsa da bir hususiyet-i barizeyi muhtevi olamamıştır. Bu husus işte rik’a yazısında görülür. Rik’anın icadı alem-i ilm ü fünun için bir hadise-i mühimmedir. Çünkü teshil ü tesri’-i kitabet nokta-i nazarından düşünülecek olursa hiçbir şekl-i hat rik’anın bahşettiği fevaid ü muhassenatı cami’ değildir. O rik’a ki bugün hepimizin yegane vasıta-i tebliğ u ifadesidir. Eğer bu yazı olmasaydı bugün biz divani kırması ve nesta’lik gibi şeklinde yazılmıştır. tahriri müşkilce yazıların piş-i vesatatında uğraşıp bir çok vakitlerimizi ızaa etmiş olacaktık. Rik’a yazısına kuyudat-ı resmiyyede sene tarihlerine doğru tesadüf olunuyor. Bu yazı ibtidaları nesih yazısını sadeleştirmek suretiyle istihsal olunduğu halde bilahare tekemmül ede ede büsbütün hususi bir hal kesb etmiş ve divani yazısından da bir parça müteessir olmuştur. Rik’a yazısı daima alet-i tahrir olmak üzere telakkī olunmuştur ki bu hususda şayan-ı takdir muvaffakıyet gösterenler Mümtaz ve Beylikci-i Divan-ı Hümayun Raif Efendi merhumlarıdır. Son zamanlarda rik’a yazısını Matbaa-i Osmaniyye Hattatı Osman Efendi merhum büyük emekler iktidarlar sarfederek bir mertebe-i fevkaladede ıslah u tanzim etmiş ve hatta bu yazıyı san’at yazıları miyanına idhal bile etmiştir. Rik’a yazısına müşabih olup yukarıda ismini zikrettiğimiz bir de “siyakat yazısı” meydana getirilmiştir ki kuyudat-ı maliyye ve hakaniyyenin herkes tarafından okunamamasını te’min için uydurulmuştur. Muhterii Fatih’in Evkaf Katibi Hüsam-ı Rumi’dir. Bir de burada zikrinden vazçemeyeceğim bir Osmanlı Murad Hudavendigar zamanına kadar vardırır. Tabiidir ki tuğranın ibtidaki zamanlarda şimdiki şeklini arayamayız. Zaten tuğranın me’hazını düşünecek olursak o zamanlar tuğranın ne şekl ü mahiyette bulunduğunu anlarız. Sultan Murad Hudavendigar rivayat-ı tarihiyyeye göre serçe ve baş parmakları germek suretiyle ellerini makam-ı tahtimde bir muahedename üzerine basmışlar –ki düşünülecek olursa insanın en tabii ve fenni imzası budur– işte tuğranın şekli buradan alınarak tanzim olunmuş el ayası yerine padişahın lerde tersim ve bir de “el-muzaffer daima” cümle-i senaiyyesi Tuğranın tanzim ü icadı şübhesiz bir ihtiyac üzerinedir. Padişahın imzası tabiidir ki o zamanlar efrad-ı nas gibi olamaz. Bundan dolayı tuğra icad olunmuş olacaktır ki bunu divani yazısı gibi an’anat-ı saltanattan addetmek lazımdır. Lakin mehamm-ı umur dururken padişahın tuğrasını bizzat keşide edemeyeceği bedihidir. İşte “imza-yı padişahi–tuğra” tuğrakeşler tarafından bil-vekale keşide olunmaya başlamış ve taraf-ı şahaneden yalnız “mucebince amel oluna” nişan-ı hümayununun ilavesiyle iktifa olunmuştur. Tuğranın kendisine mahsus bir yazısı vardır. Hatt-ı tevkī’ denilen yazı bu olması hatıra gelirse de tevkīin başka bir yazı olduğu da rivayet olunuyor. Tuğra Sultan Mahmud-ı Adli zamanına kadar oldukca tekamülata mazhar olmuştur. Selim-i Salis cennet-mekan tuğraları hemen şimdiki şekline yakındır. Fakat tuğrayı şimdiki şekl-i ahsene i’la ile ihya eyleyen yukarıda kendisinden bahsettiğimiz Rakım Efendi’dir. Rakım tuğrasıyla ondan evvelki tuğralar yan yana getirilirse biri ahenk ve ihtişamla mali öbürküler sükun u direngi içinde hali olduğu görülür. Ma’ruzat-ı salifemle yazı hakkında izahat-ı lazımeyi verebildim zannederim. Şimdi bu izahata istinaden san’at-ı hatta Osmanlıların yukarıda mesrud hidemat ü himematı takdir ve ona müteallık hükümler irad olunabilir. Acaba eslafın san’at-ı hututta bu derece mesai vü ikdamatı görülebilir mi? Asla. Çünkü eslafın bu kadar mesaisi yalnız zevk-ı san’atkarane sevkiyle değil birtakım esbab u müessirat ve ihtiyac ilcasıyladır. Şu suretle ki: Evvela tıbaatın icadından evvel asar ve kütüb el yazısıyla muharrer olduğundan bunların iyice okunabilmesi lüzum-ı mübrem tahtında idi. Binaberin hutut-ı İslamiyye ve Osmaniyyenin bu ihtiyacın sevkiyle terakkī etmesi pek tabii ve bedihi idi. Saniyen: Edebiyatsız hiçbir millet yaşayamayacağı gibi her milletin sanayi’-i nefiseye aynı derecede dia tezhib ü teclid mi’marlık ve çinicilik musikī ve bir dereceye kadar şiir gibi şeylerdi. Sanayi’-i nefise ki bir milletin ezvakının inbisat ü telezzüzatına hadimdir. Osmanlılarda da sanayi’-i nefisenin ileri derecesinde bulunan hutut-ı bedia ayn-ı keyfiyyeti haizdir. Hem de resim Osmanlılarda mu’teber olmadığından hutut-ı bediada onun te’siratı da mündemic Güzel yazılmış levhalar bir kamışın siyah boyasıyla çizdiği latif murakka’lar yahud bir camiin kapısından cemaate arz-ı ibtisam eden hatt-ı celiler veya bir cami’ bir çeşmenin muhitini nakş-ı zer-nigarıyla bağlayan nezih kuşaklar hep temaşageran-ı Osmaniyanı sıhhat ü sükunet içinde velehendaz eylerdi. Onlar adeta mütecessim bir resim levhası seyrediyor gibi inbisat ve teessürat-ı amika içinde aferinber-endazane dalıp giderlerdi. Hatta bunu telmihan: denilmiştir. Bugün birtakım zevat tanırım ki onlarda da aynı hal vaki’dir. Bahsimize hitam vermezden evvel Osmanlı tezhib ve teclid san’at-ı nefisesinden de biraz bahsetmek lazım ve münasibdir. Tezhib ü teclid bize İranilerden intikal eylemiştir ki onların bu san’attaki kudret-i maharet ve derece-i bülendisi Osmanlıları da o san’atta bi-hakkın nail-i muvaffakıyyet ü teali eylemiştir. İran sefer-i kebirinden sonra Yavuz Sultan Selim cennet-mekanın İran’dan getirdiği mühre-i esatize bu san’atı Osmanlı san’atkaranına pek iyi telkīh etmiştir. Osmanlı padişahlarının sanayi’-i nefiseye himmet-i büzürgvarileri ne de nakşa dahildir belki ikisi arasında bir san’attır. San’at-ı tezhib ve teclidin sebeb ü hikmeti araştırılacak olursa gerek elvah ve gerek kütübün muhteviyatına celb-i enzar esasına müstenid olsa gerektır. Yahud İranilerin tabiatlarında merkuz olan meyl-i tezyinat elvah u asara da ma bihi’ttatbik olmuş nazarıyla bakılabilir. Maamafih kurun-ı vüstada boya ve yaldız nakışları Avrupa’da isti’mal olunduğu asarından müsteban oluyor. Her halde şurası nazar-ı dikkati celb eder ki bu san’at gitgide tedenni etmiş ve zamanımızda mahva mahkum olmuştur. Tedenniye başlıca sebeb; evvelce taksim-i a’mal kaidesine riayet şartıyla asar vücuda getirilirken –ki bu usul asar-ı mükemmele ve nefisenin yegane vasıta-i husulüdür– bilahare san’atkaranın azalmasıyla bu kaideye hakkıyla riayet olunmaması mahvına sebeb de tıbaatın Osmanlı san’atkaranı İranlılardan ahz ü kabul olunan bu şekl-i tezhible iktifa etmemişler “pesend” namıyla bir şekl-i tezhib ihtira’ eylemişlerdir. Bunda altundan gümüşten ziyade boya isti’mal ve tezyinat hep mehasin-i fıtrat ve ezhar-ı tabiattan alınmıştır. Bu tarz ahengi sadeliği ile tam bir Osmanlı nakşı ise de İran tezhibi kadar müsta’mel ve nail-i şöhret olamamış ve ihtimal ki bugün müzemizde mahfuz-ı mevzi’-i teşhir olmak şerefinden de mahrum olmuştur. Osmanlı san’atkarları san’at-ı teclidde de pek ziyade kesb-i maharet ederek öyle nefis ve musanna’ cildler kablar vücuda getirmişlerdir ki “şemse” namıyla ma’ruf olan kablar bugün gayr-ı kabil-i i’mal olduğu gibi el-yevm müzehanemizi de tezyin etmekte bulunmuştur. Tedkīkat-ı ilmiyyeye vakt ü zaman müsaid olsaydı daha ziyade tafsilata ictisar edebilirdim. Zaten tafsilatın tatvilata tahavvülünden ihtiraz münasib olacağından bu kadarla Darülfünun Edebiyat Şu’besi me’zunlarından ve Hutut-ı İslamiyye müntesiblerinden Benim Belh Vilayeti’ni bırakıp Buhara’ya firarımı müteakıb Emir Şir Ali Han Taşkurgan’dan Belh’e gelmiş ve evvela de tekmil seferlerde yanında bulunduruyordu. Biraderi Vezir Muhammed Ekber Han’ın oğlu Serdar Feth Muhammed Han’ı Belh Hükumeti’ne ta’yin eyledikten sonra Kabil’e azimet ve kardeşleri Muhammed Emin Muhammed Şerif hanlara darikata başladı. Ba’dehu Kabil Hükumeti’ni oğlu Serdar Muhammed İbrahim Han ile Serdar Nazar Muhammed Han’a tevdi’ ederek Kandahar’a gitti. Pederimi de esir olarak beraber götürdü. Bizim çocukları parasız ve adamsız Kabil’de bıraktı. Pederim bir mektup yazıp “üvey biraderlerine zalimane muamelede bulunmuştun şimdi de ana baba bir kardeşlerine aynı muameleyi etmek istiyorsun. Kan dökmekten vazgeç. Bilahare mutazarrır pişman olursun” dediyse de Emir Şir Ali Han bu nesayiha ehemmiyet vermedi. Kandahar’da iki gün harb ederek Serdar Muhammed Han katline sebeb oldu. Pederim mahbesde işittiği bu vakıa üzerine emire “Şirret-i mezaliminiz akıbet size mazarrat iras edecektir. Vay sizin halinize!” mealinde bir mektup daha gönderdi. Serdar Muhammed Emin Han’ın na’şını huzuruna getirdikleri esnada emir: – Bu köpeğin leşini uzak bir yere atınız. Bu fetihden dolayı gelip beni tebrik etmesini de oğluma söyleyiniz dedi. Maiyyeti cevap veremeyerek oğlunun na’şını da getirdiler. Daha yaklaşmadan emir: – Bu da hangi köpektır? diye sordu. Tabutu indirip önüne koydular. Oğlunun cesed-i bi-ruhunu görünce yakasını yırtmaya başına toprak saçmaya başladı. Bir müddet döğünüp debelendikten sonra bayıldı. Bir saat kadar baygın yattı. Aklı başına gelince na’şa hitaben bir takım sözler söyledi. Tekrar kendinden geçti. İki gün bu halde kaldı. Sonra oğlunun cesedini Kabil’e gönderdi. Serdar Muhammed Emin Han’ın na’şını da adamları defnettiler. Emir Şir Ali Han biraderi ile oğlunun sebeb-i mevti olduktan sonra Kabil’e döndü. Yolda gah bayılıyor gah hezeyan ediyordu. Kabil’e vürudunda deliler gibi bağırıp çağırmaya başladı. Ben bu fırsatı ganimet bilerek Buhara’dan hareket eylemiş ve Şirabad’a kadar gelmiştim. Oradan Belh ile muzafatındaki askere mektuplar da’vetnameler aldım. Burada Veli Muhammed Han ile Feyz Muhammed Han’ın ahvalinden muhtasaran bahsedeceğim. Bu iki birader Emir Dost Muhammed Han’ın evladı olup valideleri cariye mişti. Bunlar ceddimin hal-i hayatında Kabil’de bulunurlar ve her sene iki bin rupiye tahsisat alırlardı. Emir Dost Muhammed Han vefat edince üvey validem Bibi Mervarid pederime kağıd yazmış ziyaretinize gelmek istedikleri halde harçlıkları olmadığı için gelemiyorlar demişti. Pederim Veli Muhammed Han’a beş bin rupiye gönderip Belh’e getirttikten sonra bir tabur piyade nizamiye bin nefer piyade bin nefer süvari redif ve altı top ile Ağça Vilayeti Hükumeti’ne yolladı. Feyz Muhammed Han’a da Ehl ü ıyalimi alıp birlikte geliniz diye yazmıştı. Bilahare Veli Muhammed Han’ın gaddar bir adam olduğu anlaşıldı. Çünkü pederimin esaratı hususunda Emir Şir Ali Han ile ittifak etmiş bu ittifakın mükafatı olarak da emir tarafından Kabil’e götürülmüş ve umur-ı hükumeti biraderi Feyz Muhammed Han’a tefviz eylemişti. Bu esnada Veli Muhammed Han biraderinden vilayetin muhasebesini sormakta onun da hesab vermekten aciz kalmakta olduğunu bu sebeble de Veli Muhammed Han’ın rencide-hatır bulunduğunu haber aldım. Nazır Haydar ve Cenaral Ali Asker Han vesatatıyla bir kağıd gönderdim bunun üzerine Veli Muhammed Han’ın taht-ı hükumetindeki Hecde Nehr-i Belh süvarilerinden iki bini Şirabad’da bana iltihak etti. Onları mükafatlar va’dinden sonra vilayetin eşkıya rüesasını çağırdım. Kendilerine onlardan aldım. Buhara emiri Belh’e avdetim için bana izin verdiği sırada üç günden ziyade Şirabad’da kalmama müsaade edilmemesini memleket hakimine yazmıştı. Hakimin maiyyetinde ancak yüz nefer süvari olduğu halde ben iki bin beş yüz asker toplamıştım. Bundan dolayı müddet-i ikametimi ta’yin etmek benim elimde idi. Zavallı hakim emirin emriyle benim hareketim arasında müteha[yyi]r kaldığı cihetle nezdime geldi ve: – Sizi cebren çıkartmaya kalkışsam ihtimal ki beni öldürürsünüz emirin hükmüne itaat eylemeyecek olsam şübhesiz o da beni katleder. İki ölüm arasında kalan hakime bari siz bir çare bulun dedi. –Bu işin çaresini söyleyim. Emire bir ariza yazınız ve Abdurrahman’ın maiyyetinde hayli cem’iyyet var ki mukabelesinden acizim. Binaenaleyh kendisinin memleketten ihracı kabil olamayacak ikinci bir emrinize muntazırım deyiniz. Arizayı göndereceğiniz adama da gayet yavaş gitmesini ve emirin huzuruna çıkınca yolda hastalandığı geç kaldığını söylemesini tenbih ediniz cevabını verdim. Hakim bu tedbiri muvafık bulup mucebince hareket etti. Ben de müsterihane tedarikat ile meşgūl oldum. Birkaç gün sonra Serpül’deki askerin isyan ve yeni hakimlerini katleyleyerek Ağça’ya doğru gittiklerini işittim. Derhal yola çıkıp Vezirabad’da birkaç saat dinlenerek Ceyhan sahiline geldim. Bulabildiğim iki kayığa ümera ve asakirden otuz kadar dilaverle mütevekkilane binip karşı yakaya geçtim. Yanımda Kernil Nusayr Han Kernil Veli Han o vakit sakalsız bir genç olduğu halde kırk süvariye muadil sayılan ve hala ordumun sipehsaları bulunan Gulam Muharrem ile şecaat ü besaletiyle iştihar eyleyen Ferhad namındaki gulamım vardı. Biz geçtikten sonra kayıklar gidip gelmek suretiyle mütebakī rüfekayı da getirdi. Gece sür’atle yürüyüp güneş doğarken Çilek-i Şirabad ismindeki kal’aya –ki Ağça muzafatından Orada tevakkuf ederek Serpül’e gelen iki nizamiye taburuyla pederimin Veli Muhammed Han’ın maiyyetine verdiği toplara mutasarrıf olan rediflere birer kağıd yazdım. Üç geceden beri uyumadığım için mektupların irsalinden sonra biraz da yatıp istirahat ettim. Mektuplarımın vusulünde asker o kadar sevinmiş ki bin kadarı piyade olarak nezdime koştu ve: – Azimetinizden beri muztarib ve avdetinize müterakkıb Birlikte Ağça’ya müteveccihen hareket eyledik. Feyz Muhammed Han istikbalimize geldi. Fakat divanemeşreb bir adam olduğu için: – Sizin gelmenizi ben istemiyordum. Fakat askerim da’vet etti dedi. Ben de: – Zarar yok siz akıl bir zatsınız. Ben askeri tatmin ettim. Yakında Serdar Fetih Muhammed Han’a da galib geleceğimize yakīn hasıl eyledim cevabını verdim. Fetih Muhammed Han bizi püskürtmek için iki bin redif süvarisi ile beş bin Özbek süvarisi göndermişti. Bunlar bivefalıklarından dolayı tarafımdan te’dib edileceklerinden korkuyorlar ve kendilerini hizmetimizden ayıran zabitlerine alenen söğüyorlardı. Çünkü biz onları evlad ve kardeş gibi tutmuş hepsini de at deve koyun sahibi etmiştik. Fetih Muhammed Han piyade askerini Nimlik ismindeki kal’ada bırakıp süvarisini kal’a haricine ta’biye eyledi. Sergerdesi Şihabüddin namında biri idi ki sabıkan pederimim hadimi ve lütuf-didesi olan “Vezir Ahmed”in oğlu idi. Vezir Ahmed Belh biladından birine pederim tarafından hakim nasb edilmişken iki yüz bin rupiye sirkat eylediği halde afv olunmuş ve gerek kendisi gerek biraderleri asker sergerdeliğine ta’yin kılınmıştı. Şihabüddin ve Fetih Muhammed Han birer ayyaş-ı bedmaaş olduklarından daima serhoş bulunurlardı. Bu münasebetle “Ey bi-vefa! Birkaç damla şarab için benden gördüğün mealinde bir mektup yazıp Şihabüddin’e gönderdim. Keza “Siz benim askerim olduğunuz halde sizinle harb etmeyeceğim. Yarın kendi kendime kal’aya geleceğim. İsterseniz eski kumandanınızı öldürüp düşmanından ihsan alınız” mazmununda diğer bir mektubu da kal’adaki askere yolladım. Bu mektup askerin fikrini değiştirdi. Kal’ada yüz nefer kalıp mütebakīsi bizim orduya gelmek üzere çıktı. Şihabüddin bundan haberdar olarak Kandahar ve Özbek süvarilerinden bir mikdarını sevk ile azimetlerine mani’ olmak istedi. Askerler mümanaata ehemmiyet vermeyince müsademeye başlanıldı. Ben de beri tarafdan müheyya bulundurduğum askeri muavenete yollayınca düşman mağlub olup dört yüz at iğtinam edildi. Şihabüddin Tahtapül tarafına firar ettiği için süvarileri tamamıyla gelip maiyyetime iltihak eyledi. Piyadeleri de öteye beriye dağıldı. Fetih Muhammed Han ise bütün emval ü eşyasını bırakıp üç dört yüz süvari ile Taşkurgan’a kaçtı. Garib tesadüfdür ki müşarun-ileyhin firarı da benim geçen sene Buhara’ya azimet eylediğim mevsime tesadüf ediyordu. hali kalmazlar. Dünyanın genişlikleri İslam’a dar gelmeye başlıyor!... Tefrikayı terk ile ittihada da’vet hususunda Bayburd’dan çekilen telgraf münasebetiyle Rumeli refikımız bervech-i ati beyan-ı mütalaatta bulunuyor: Bayburd’un telgrafnamesi adi ve geçici bir teessürü tebliğ ediyor gibi telakkī edilmemeli bu telgrafnamenin natık olduğu elim ve feci’ ma’na iyice ihata edilebilmek için içinde yuvarlandığımız zorluklar üzerinde biraz fazlaca düşünmeli. Mesela bugün ma’ruzu kaldığımız İtalyan şekaveti bizim ilk ve son defa uğradığımız bir felaket değildir. Osmanlı Devleti üç kıt’anın telaki noktalarına hakim olacak surette şevket ü şan ile esas-gir olduğu tarihden beri ve hatta ondan daha evvelce bugün Avrupa namı ile karşımızda bulunan Hıristiyanlık heyulasının buğz u adaveti ile çarpışmaya namzed oldu o zamandan beri hemen la-yenkatı’ çarpışa gelip çarpışa gidiyor. Osmanlı Devleti’nin Avrupalılar yüzünde Avrupa’nın şarkında Osmanlı Devleti’ni çekemeyen bir Hıristiyanlık ruhu mündemic bulunduğu isbata muhtac bir madde midir? Alenen i’tiraf olunmasa da adeta aleni gibi bir hüviyetle manzur olan bu saiklerin birkaç asırlık tarihcesi şöyle bir göz önünden geçirilecek olursa insanın tüyleri ürpermemek kabil midir? Kırım İslamları bugün ibtidai mekteplerinde bile Rus Hükumeti’nin gittikce ağırlaşan şartlarını icra etmekle beraber kolaylıkla iş göremiyorlar. İbtidai derecesinden yukarı olan Kafkasya’dan Romanya’dan Bulgaristan’dan Şarki Rumeli’den Mora’dan Teselya’dan vukū’ bulan İslam hicretlerinin hala arkası alınmamış Cezair ve Tunus gibi İslam memleketlerindeki ahali bile ecnebi tahattisi altında ezilerek ret eylemekte bulunmuştur. Daha dün elimizden çıkan Bosna ve Hersek’in yetim ve sefaletzede muhacirlerine –kalblerimiz kan ağlayarak– koşuyoruz. Bu gün akūr bir din ü vatan düşmanının mülevves ve murdar ayakları altında çiğnenen kahraman kardeşlerimiz tarafından hakīkaten kahramanane bir surette müdafaa olunan Garb Trablusu’nda ise o hain ü müfteris düşmanlar biçare ve avare İslamların binlercesini kadın demeyerek çocuk demeyerek ihtiyar demeyerek en feci’ surette katl ü cüda etmiş bulunuyor. Bu mihnet-zede muhacirler ayak tekmelerinin kahhar hakaretleri içinde Napoli sokaklarında vapurların hayvan anbarlarında bin nale vü efgan ile süründürüldükten sonra Triyesteleri Fiyumları dolaşarak sağ kalanları ana vatana kadar gelebiliyorlar hasta mecruh bizim şefkat ve elemlerle dolu sinemize düşüyorlar. Bu manzara karşısında kalbleri sızlamayan gözleri ağlamayan Halbuki vatanın ulviyet ü kudsiyeti vatanın –esasen bizim olan– namus u şanı her endişe fevkınde müdafaa edilmek lazım idi. Bu feci’ manzaralar ise bizim intibah ü ibret gözlerimizi dört açmalı idi. Ortada mahv u heder olan Osmanlı vatanı fakat hatve hatve gerileyen zelil kılınan düşmanlarca mahv u harabi uçurumlarına sürüklenen İslam Dini ve İslamiyet’in ta kendisidir. Bir kısım meb’uslarımıza bir kısım muhteris ve garazkar vatandaşlarımız yalnız kendi şahıslarını düşünerek vatanı unutmuş ve ortaya çıkardıkları gürültülerle efkar-ı umumiyyeyi de bulundırmak ve şaşırtmak cinayetlerini irtikab ettiler. Mesela geçende gazeteler Trablus muhacirleri içinde dane de Girid muhacirlerinin felaket ü sefaletler içinde dü ve bunun üzerine kim düşündü? Bu görülmeyecek üzerinde uzun boylu düşünülmeyecek bir fıkra mıdır? cak derecelerde zulm ü hakarete uğrayan bir kısım kardeşlerimiz vaktiyle Osmanlı ikliminin diğer selamet noktalarına hicret ettikleri gibi Trablusgarb’a da geçmişlerdi. Dikkatlere ve ibretlere şayandır ki Girid’e geçen ilk İslamlar da Afrika’nın bu şimali kısmından hareket etmişlerdi. Şimdi diğer bir zalim hükumetin İslam’ı Trablusgarb’da dahi zulm ü hakarete pa-mal etmesi üzerine oradan da perişan ve muzmahil bir hey’et ile ve düşman ayakları altında çiğnenerek makhur ve gurbet-zede vatanın başka bir tarafına intikal etmekte bulunuyorlar. Eğer şimdiye kadar görüp geçirdiğimiz ve hala görüp geçirmekte olduğumuz felaketler de ibret gözlerimizi açamadı olsun aklımızı başımıza getirmeli değil mi? Morştag[!] ve Reval mülakatlarını akīm bırakan İttihad Hareketi’nin ma’nası esasen bu felaketlerin önünü almak gibi ali bir maksada müstenid değil mi idi? el-Liva ’ refik-i muhteremimize Şarkıyye muhabir-i mahsusu yazıyor: Şu satırları kemal-i hüzn ile yazıyorum: Garb devletleri memalik-i İslamiyyenin mukasemesine Hilal’in Salib’e terk-i mevki’ etmesine karar verdiler gizli gizli ittifaklar akd ettiler. Tasavvurlarını meydana koymak için bahane aramaya fırsat beklemeye başladılar. Bekledikleri zaman gelince efkar-ı umumiyye-i beşeriyyeti türlü türlü yaldızlı sözlerle yalancı da’valarla aldatmaya kalkıştılar: Kimi himaye-i Nasraniyyet kimi neşr-i medeniyyet bahaneleriyle ortaya atıldı bu vesilelerle şarkın bir çok memalik ü emsarını yuttular padişahlar halkı icra-yı hükumete teşrik etmekte muztar kaldılar ahalinin hakk-ı re’yini teslim ettiler. Fakat bu garbın pek gücüne gitti. Biran evvel işi bitirmek zavallı şarkın kesb-i hayat etmesine meydan vermemek için maksada vusulde sür’atle davranmaya karar verdiler. Daha dün bir memleket-i Arabiyye-i İslamiyye Fransa’nın eliyle sukūt etti. Kulub-ı müslimini cerihedar eden bu müdhiş facianın perdesi kapanmadan İtalya; Trablusgarb’a atıldı. Osmanlılar da büyük bir yürekle ölümden korkmaz bir azm-i Huda-pesendane ile bu kıt’a-i İslamiyyeyi müdafaa ettiler. İtalya’ya acı bir ders vererek Trablusgarb için besledikleri aç gözlü emellerin ancak bir hulya olabileceğini anlattılar.. Garb; büsbütün tedehhüş etti. Balkan hükumetleri harekete başladı Rusya; İran üzerine yürüdü. Öteki devletler de meydanı boş bulunca diğer yerlere göz diktiler. Zannediyorlar ki artık müslümanlar ölüme mahkum kaldılar fakat aldanıyorlar. Müslümanlar yaşıyorlar. Roma’nın hayatına hatime çeken Afrika ve Asya’ya istila eden İspanya’da bir devlet-i azime te’sis eden Nemse’yi tepeleyen Balkan hükumetlerini teshir eden yine bu müslümanlar idi. Ey müslümanlar; devlete malınızla canınızla zahir olunuz muhafaza-i şan ü şerefe ikdam ediniz. Maazallah hükumetimiz bir kere duçar-ı inhilal olursa emin olunuz hüsran ü helak bizim için muhakkaktır. Garb bize bir tama’kar düşman nazarıyla bakıyor. Sufuf-ı cihadınızı cihaz-ı ilm ile takviye ediniz başbaşa vererek derdinizin çaresini arayınız. artık uykudan uyanınız kitap ve sünnete ric’at ü iltica ediniz. “Şarkiyye”de bir hayat-ı hakīkiyyeye delalet eden asar-ı vedad u i’tilafa bizzat ıttılaım beni mesrur ediyor. Ümmetin hayr u salahına müteallık teşebbüsattan birini işte arzediyorum: Mustafa Paşa Halil hazretleri; halkı Devlet-i Aliyye’ye müzaheret-i maliyyede bulunmaya tergīb u teşvik ediyorlar. Azm ü himmetlerindeki hulus u ciddiyeti; ehl-i memleketi etrafına toplayarak Kitap ve Sünnet’ten irad-ı delail ile bu emr-i hayrdaki zaruret ü elzemiyeti telkīn etmekle isbat buyurdular. Bu da’vete pek büyük bir şevk ile icabet olundu. Gönül hoşluğuyla herkes bir çok teberruatta bulundu. Meşahir-i tüccardan el-Hac Halil Efendi izhar-ı hamiyyetle geniş bir ictima’gah ihzar eyleyerek halkı oraya da’vet etti ve ünvanlı bir beyanname neşretti. Cum’a günü öğleden sonra buraya bir cemm-i gafir toplandı; halk a’yan u vücuhuyla etrafdan akın akın geliyordu. Hutabadan Muhammed el-Mehdi halkı Hilal-i Ahmer Cem’iyyeti’ne teberrua teşvik eden bir nutk-ı beliğ irad etti; bu nutuk bütün kalblerde bir te’sir-i şedid bıraktı herkes ağlıyordu. Bundan sonra Üstaz-ı muhterem Muhammed Ebu Halave el-Mursafi irad-ı hutbe ettiler. Hücec-i münevvire-i şer’iyye ile halkı Hilal-i Ahmer’in müzaheretine da’vet ediyorlardı. Bundan sonra kürsi-i hitabeti vaız-ı şehir mürşid-i kebir eş-Şeyh Ebu’n-Nur el-Cerbi hazretleri ağlattılar. Hatib kürsiyi terk ederken Mesihilerden Yahudilerden Müslümanlardan iane yağıyordu. Bu suretle üç yüz lira toplandı. Bundan evvel de müdiriyet efazıl-ı muhteremesi iki yüz lira teberru’ etmişlerdi ki bu suretle yekun beş yüze baliğ oluyor. Bu meblağ Şarkiyye Müdiriyeti’nden Mısır’da Hilal-i Ahmer Cem’iyyeti’ne gönderildi. Bab-ı iane daima küşadedir. Allah bu himem-i aliyyeyi daim etsin bu sema ve arz bakī kaldıkca din-i tevhidin beka bulacağını isbat eden bu muhterem zevat-ı fazılanın adedlerini de teksir buyursun. Vakıa münakaşat-ı kalemiyye inkişaf-ı hakīkate tenvir-i efkara hadim olduğundan bütün memalik-i mütemeddinece buyurulmalıdır ki bu münakaşalar saf bir vicdanla samimi tecavüz eylemez. Pek ender edilen şahsiyat hasmı ancak muhtilikle itham eder. Şeref ü haysiyet değil şöhret-i kalemiyye bile rahnedar edilmekten masun kalır. Fakat bu hal bizde böyle mi cereyan ediyor?... Münakaşalarımız hemen ekseriyetle müşateme mübahaselerimiz umumen münazaa halini alıyor. Diyebilirim ki birkaç zamandan beri şöhreti mahvedilmemiş değerli bir muharririmiz haysiyetiyle oynanmamış ecille-i ricalimiz kalmamıştır. Biraz insaf edelim. Alemdar ’ın açık mektubu Mehtab’ ın makale-i garb-perestanesi Sıratülmüstakīm ’deki cevabın isabetine rağmen tarz-ı tahriri Tanin ’in jurnal makalatı Te’sisat ’ın her tarafı efkar-ı umumiyyenin matbuatı istihfafına en muhik bir sebeb değil midir? Yeni Gazete ’nin takvimden bir yaprağı “A’yan yaylı bir hey’et-i teşriiyyeyi istihza ediyor. Alem-i matbuatın giriftar olduğu teheyyüc-i sakīme tüy dikiyor. Yeni Gazete sütunlarında her gördüğünü sırf hakīkat addeden ve adedi mühim bir yekun teşkil eyleyen ahalimiz mekamat-ı ‘aliyyeyi ne nazarla telakkī edeceği teemmül buyurulsun. İ’lan-ı Meşrutiyet’den beri re’s-i kara gelen ricalimizden hiç mi erbab-ı fazilet yok idi? Hangisine hangi sürülmedik leke kaldı? Ba’dema mevki’-i iktidara gelecek zevat mücerred endişe-i atiden müberra olmalıdır ki bir mevki’ işgaline müsaid bulunsun. Kıblegah-ı İslamiyyet şerefini haiz olan mülkümüze nasb-ı nigah-ı ümid eden hey’et-i muazzama-i olacakları ye’s-i mütehayyirane şayan-ı dikkattir. Bir hasm-ı harici velev bir dane olsun sizde mükemmel adam yoktur kavline gazetelerimizi işhad eylese ona verilecek mukni’ ne cevabımız olabilir? Artık yeter o garazkar kalemleri kıralım o müstekreh hissiyat-ı menafi’-cuyaneden sarf-ı nazar edelim. Serbesti-i tahrir umumu terzilden münezzehdir. İstihza temeshur harf-endazlık bizce dinen memnu’ ahlakan ma’yubdur. Niçin terk etmiyoruz? Kitab Sünnet İcma’ bizlere emrediyor. Neden ona tevfik-ı hareket etmeyelim. Emin olmalıyız ki bize karşı tarih nefret sahifelerini açmıştır. Ahlaf la’net kelime-i merdudesini bile isti’malden çekinmeyecektir. hikmet-i celilesini unutmayalım. şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. Cumartesi günü saat ikide selamhane-i amma gelmek üzere herkese haber verilmişti. Vakt-i mezkurda erbab-ı mansıbdan başka şehrin Müslüman ve Hindu tüccar taifesi de mevcud bulunuyordu. Hazırun saf saf ahz-ı mevki’ etmiş yalnız der-bar-ı hanenin ortasında bir yer bırakılmıştı. İkiyi on geçerek emir hazretleri teşrif buyurdular ve bugünkü ictima’dan maksad ellerinde bulunan defteri göstererek bu defterin muhteviyatını anlatmak ve burada mevcud olmayan bazı şeyleri ilave eylemektir şimdi okuyunca cümleniz ne olduğunu anlayacaksınız diyerek kaimen kemal-i belağatla mezkur defterin baş tarafını tezyin eden nutk-ı hümayunlarını cehren kıraete başladılar. Nutkun bazı yerlerini tefsir ediyordu. Hususuyla beni beşerin bir peder bir valideden olduğunu ve bütün akvam ü milel esasen kardeş bulunduklarından birinin duçar olduğu felaketten diğerlerinin müteessir olması lazım geldiğini ve şayed arada cinsiyet ü mezheb gibi bir rabıta-i kaviyye de mevcud bulunursa işbu teessürün elbette pek ziyade olacağını ve bu cins ü mezheb kardeşlerinin birbirlerine muavenet ve yardım etmeleri şerait-i diniyye ve kavaid-i insaniyyeden bulunduğunu teşrih u beyan buyurarak nutka devam ettiler. Trablusgarb mecruhin ü eytamına gelince: Bugün cümlenizin ma’lumu olduğu üzere Türk kardeşlerimiz İtalya’nın taarruz-ı nagehanisine duçar oldu. Biz dinen onlara yardım etmekle mükellef ü mecbur bulunuyoruz. Fakat maatteessüf yolun uzak ve hem de mefkūd bulunması bu vazife-i diniyye ve hamiyyet-i milliyye-i Afganiyyemizi fi’len ibrazdan bizi men’ ediyorsa da malen muavenet ve yardım her vechile mümkün bulunuyor. Sizler ilk defadır ki bu gibi fi’liyyat-ı hasenede bulunacaksınız. Fakat bütün bu şerait-i İslamiyye ve insaniyyeyi terkedemez iseniz farz ediniz ki hürmet ü muhabbet ettiğiniz padişahınız mecruh müslüman kardeşler yetim evladlar dul kalan hemşireler için sizden tasadduk ediyorlar. Bu müessir ifade-i hamiyyetperverane-i şahane bütün hazıruna kederli sürurlu gözyaşları döktürdü. Alem-i Hıristiyan bilmelidir ki müslümanlar dinen birbirine revabıt-ı kaviyye ile merbuttur. Bu rabıta-i mezhebiyye bu gibi muavenet ve imdad-ı maddi ve ma’neviyi her müslümana mecbur kılmıştır. Herkes bu feraiz-i diniyyeyi tasdik ediyor “Ve beli sahib!” sadaları der-bar-ı haneyi çınlatıyordu. Nutk-ı hümayunun kıraetini müteakıb ariza-i şükraniyyemiz Siracü’l-ahbar Müdiri Tercüman-ı Türki Mahmud Bey vasıtasıyla takdim olundu. Osmanlılar hepimiz de bulunuyorduk. Emir hazretleri cümlemizi nezd-i şahanelerine celb ederek umuma hitaben: Buradaki Türkler ariza-i şükraniyye yazmışlar diye arizamızı yüksek sesle kıraet buyurdular: Himaye-i merahim-vaye-i şahanelerinde hizmet etmekle müftehir bulunan biz Osmanlılar bugün en hakīkī ve en şeklinde yazılmıştır. samimi teşekkürat-ı bendeganemizi takdim ü beyan etmekle mesrur bulunuyoruz.. Afrika’da yegane istiklal ve hürriyet-i tün kavanin-i mevcude-i beyne’l-milel ve kavaid-i beşeriyye ve adab-ı insaniyye hilafında bila-sebeb haydudcasına İtalyan taarruzuna duçar oldu. Sulh mahkemeleri beyne’l-milel te’min-i asayiş cem’iyyetleri her yerde medeniyet neşretmekle mükellef bulunduklarını her fırsatta beyandan geri durmayan düvel-i muazzama bu İtalyan canavarlığına karşı bir şey demek istemedi!..... Lakin harbin ibtidasından beri enva’-ı şenaat ve harekat-ı cinayetkarane ve gaddarane ile rencide olan efkar-ı İslamiyye-i cihan yirminci asırda dindaşlarının edilen zulme karşı bi-gane kalamayacağını i’lan etti. Her yerde cem’iyetler mecruhlara yetimlere muavenete müheyya hey’etler teşekkül etti. İtalyan parasına vicdanını satmış bazı gazetelerden maada bütün matbuat-ı alem bu vahşete bu cinayete la’net okuyor… Fakat kemal-i samimiyet ve kemal-i sevinçle arzederiz ki harekat-ı insaniyyetkarane ve teşebbüs-i civan-merdane-i şahanenizle öteden beri Afganlı kardeşlerine karşı bir hiss-i ihtiram u meveddet besleyen bütün Osmanlıları dindaşlarına edilen taarruzdan me’yus u mükedder bulunan bütün sekene-i müslimin-i arzı mesrur u şadan eylediniz. Emin olunuz ki; her kelimesi mucib-i miyye-i İslamiyyede ilelebed menkūş kalacak ve mucib-i iftihar-ı Bakī tekrar arz-ı şükran eylemeyi kendine vecibe addeyleyen: Bu vechile ariza-i şükraniyyenin kıraetini müteakıb teşekkür-i şahaneyi müş’ir iltifat-ı hümayuna nail olarak bir kat daha mesrur olduk. Ba’dehu Naibü’s-Saltana Serdar Nasrullah Han hazretleri umum millet tarafından nutka başladılar. Umum sureti ber-vech-i ati nutku kaimen dinliyordu: Bugün de emir-i muazzamımızın bu şerefli teşvikatına cümlemiz kemal-i iftihar ile iştirak ettiğimizi arzeyleriz. Çünkü bu hayırlı teşvik-i şahane hamiyyet-i milliyyemizi bütün cihana i’lan edecek ve bizim de hayat-ı beyne’l-mileldeki mevkiimizi ta’yin eyleyecektir. Bundan başka dinen cinsiyeten bu muavenet-i biraderaneye şitaba mecbur ve mükellef bulunuyoruz. O gaziler ki hukūk u şeref-i İslamiyyeyi düşmana karşı müdafaada mecruh düşmüşler o evlad-ı şüheda-yı kalan hemşireler ki hemşirelerimizden farksız bunlara muavenet ve yardım etmekten daha şerefli bir vazife olamaz!. Naibü’s-saltana hazretleri o derece müteessir bulunuyorlardı ki bu elfaz-ı dindarane hem kendilerine ve hem de hazıruna göz yaşları döktü artık nutka devam edemedi. Bunun üzerine binlerce kardeş sesiyle yükselen nusret-i İslamiyye Hindu taifesi reisi ve kertel-i mülki kertel binbaşı rütbesidir Nerihandas taife-i Hindu namına şu yolda beyanatta bulundu: Biz Hindular ki zir-i himaye-i Afganiyyede bugüne kadar asayiş ü aram ile yaşadık ve bu gördüğümüz müsavat ve lutf-ı tebea-perveriye karşı ibraz-ı sadakatten hiçbir vakit geri kalmadık. Afganistan’da mutavattın bütün Hindularla bil-cümle mezhebdaşlarımız namına beyan ederiz ki hükumetimizin dostunu dost düşmanını düşman tanıyan bilumum Hindu taifesi Hükumet-i Afganiyye’nin her harekatına her vechile iştirak etmeyi kendine vazife ve şeref addeyler… kalem hazırladım herkes bu insaniyet yolunda ne kadar kudreti varsa onu verilecek kağıda yazıp altını imza etsin veyahud mühürlesin! Bayramda tıbkı burada olduğu gibi Celalabad’da nutku okuyacağım ve orada iane toplanacak. Osmanlı Başkonsolosluğu vasıtasıyla Harbiye Nezareti’ne ve serdarlar kağıd ve kalem tevziine başlamış hamiyet-i milliyye-i İslamiyyesi galeyana gelmiş olan hazırun-ı kiram verecekleri ianeye kayd ü imza etmekle meşgūl bulunmuşlar ve tahminen yarım saat sonra Maliye nazırı mirzalar kağıdları kıraet ve mecmu’-ı ianenin neye baliğ olduğunu hesab etmişlerdi. Yarım saat yalnız selamhanede bulunan erbab-ı hamiyyetin ianesi bin rupiyeyi bir rupiye tahminen dört kuruş bulduğu ma’lum oldu. Ba’dehu cemaat ikindi namazını edadan sonra emir hazretleri yarın erkenden Celalabad’ı teşrif buyuracaklarından hey’et-i hazıraya veda’ etmişler bu parlak ve mutantan vatanperverane ictimaa hitam verilmişti. Yaşasın Afganistan ve Afganlı kardeşler!... Tokyo’da Abdürreşid Efendi’nin mahdumu Ahmed Münir Efendi’nin Tokyo’dan idarehanemize gönderdiği bir mektupta id-i adhanın birinci günü Muhammed Bereketullah Efendi hanesinde Baron Heyki ve damadı Hatanu Efendi ve zevcesi İslamiyet’i kabul ederek baron cenablarına Ali damadlarına Mürşid ve hanımefendiye Fatıma ismi verildiği beyan olunmaktadır. Cenab-ı Hak emsalini artırsın. Lokno Hindistan Kanunievvel – Hindistan müslümanları Devlet-i Osmaniyye’nin ahval-i dahiliyyesine dair vürud eden haberlerden ve ihtilafat-ı dahiliyyeden pek ziyade müteessir olarak devlete pek muzır olabilecek olan ve bütün alem-i İslam’ı garik-ı hüzn eyleyen bu ahvale nihayet vermeleri zımnında Osmanlıların vicdanına müracaat eyler. Pov Hindistan – Terakkī ve istikbali ihtilafatın terkinde olan Devlet-i Osmaniyye’ye iras-ı zarar edecek olan fırka münazaalarına nihayet verilmesi için bütün Hindistan cem’iyyat-ı İslamiyyeleri katib-i umumisi Osmanlıların hissiyat-ı dahiliyye ile Türkiye’nin terakkıyatına mani’ olanlar yalnız kendi memleketlerine karşı değil belki bütün dünyadaki dindaşlarına karşı müdhiş mes’uliyetler altına girmektedirler. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ocak Yedinci Cild - Aded: Köprü’den çok geçerim; hem ne kadar geçtimse Beni sevk etmedi bir kerrecik olsun ye’se Ne Halic’in o yosun çehreli miskin suları; Ne onun hilkate küsmüş gibi durgun kenarı! Herkesin hissi bir olmaz. Mesela karşıdaki Sahilin başbaşa vermiş düşünen pis eski Ağlamış yüzlü hırbıt evleri durdukça sizin Bak benim öyle değil... Siz de biraz şair olun: Mesela geçtiğiniz yalpa yapan tahta yolun Cedd-i merhumu aceb sal mı demekten ne çıkar? Geliniz farz edelim biz bunu: Sabih bulvar! Köprüler asma imiş Avrupa afakında... Varsın olsun o da bir şey mi? Bizim Şark’ın da Böyle daldırma olur... Hem açınız asarı Köprünün nerde görülmüş hani tahte’l-bahrı? Anladım: Ben ne kadar şi’re özensem de demek Seni ey sevgili kari’ bu telakkī pek pek Azıcık güldürecek... Yoksa öbür yanda hazin Bin hakīkat sırıtırken kıyısından denizin Diyeceksin ki: “Hayalin yeri yoktur... Boşuna!” Ya şu timsal-i İlahi de mi gitmez hoşuna? Öyle ta’zib-i nigah eyleme bedbin olarak Bırak etrafı da karşında duran ma’bede bak: Başka bir sahile gehvare-i emvacından Böyle şeh-dane çıkarmış mı yakınlarda zaman? Ne seher-pare-i san’at ki ezelden mahmur. Leb-i deryadan uçan bir ebedi hande-i nur! Sanki umman-ı bekanın ezeli bir mevci Yükselirken göğe donmuş da kesilmiş inci! Bu güher-parenin eb’ad-ı semavisinde Yorulan didelerin hake neden insin de Levse dalsın yeniden? Etme yazıktır olmaz; Garba tevcih ediver gel onu sen şimdi biraz: Duş-i senginine ilmin basarak yükselmiş Ufku bir dağ gibi seddeyleyivermiş müdhiş Ebediyyetlere hakim şu mehib abidenin Yalınız şehri değil dehri tutan şanı senin Sanırım zevk-i bedi’ini yeter tatmine... Durma öyleyse uruc et o ziya alemine. O ziya alemi bilmez ki karanlık ne demek; O Huda lanesi kirlenmedi kirlenmeyecek. Levsin emvacı muhitatı bütün istila Ederek kalmasa azade şevahik hatta Bu semalarda yüzen şahikanın damanı Yine görmez o kudurmuş denizin dalgasını. Yerin altında yatan zelzeleler fışkırsın; Yerin üstünde duran velveleler haykırsın; Hakkı son sadme-i kahrıyle devirsin butlan; Yakasından tutarak ismeti çeksin hüsran; “Fecr-i Ati” denilip millet-i merhume için Şeb-i rıhlet gibi muzlim görünen bir neslin Zevk-i süflisine münkad olarak hissiyyat Ne yüreklerde şehamet ne şehamette hayat Kalmasın; hasılı isterse bela tufanı Kaplasın cuşa gelip her tarafından vatanı... Yine kürsi-i mehibinde Süleymaniyye Kalacak inmeyecektir o mülevves dereye. Yıkılır bir gün olur medreseler ma’bedler; En temiz yerleri en kirli ayaklar çiğner; Beşeriyyet yeni bir din tanıyıp ilhadı Beşerin hafızasından silinir Hakk’ın adı; Gömülür hufre-i tarihe me’ali... Lakin Yine tek bir taşı düşmez şu Huda lanesinin. Yine insanlığa na-mahrem olan bigane Bu harimin ebediyyen giremez sinesine Yine yadındaki Mevla’yı şu dört tane minar Kalbe merbut birer dil gibi eyler ikrar; Yine maziye gömülmez bu muazzam çehre Leş değildir ki atılsın o umumi kabre! * * * Şimdi ey sevgili kari’ azıcık vaktin eğer Varsa –memnun olacaksın– beni ta’kib ediver. Gireriz koynuna düşsek bile şayed yorgun Karşıdan gördüğümüz heykel-i nuranurun. Göreceksin: O harimin ebedi zıllinde Ruh-i san’at uçuyor ebr-i seher şeklinde! “Gördüğüm var ” deme! Gel bir de beraber görelim. Nereden? Haydi şadırvan kapısından girelim: Bir musanna’ kemer üstünde kurulmuş Tevhid; Onun altında bir ayet ki: Huda’dan te’yid Emr-i mevkūt-i salatın bize kat’iyyetine. Şöyle bir baktı mı insan kapının hey’etine Evvela her iki yandan oluyor çehre-nümun: Mütenazır iki mihrab iki azade sütun. Sonra göz yükseliyor doğru yarım kubbelere Ki dayanmış biri sağdan biri soldan kemere. Okşayıp nur-i nazar geçti mi artık ileri Geliyor kısmen açılmış iki heybetli kanat Ki te’arici telafifi ne müdhiş san’at! Sanki Mevla mütefekkir kocaman bir beyni! Açıvermiş bize göstermek için her yerini. Görüyor şimdi nazar girdi mi derhal içeri: Aynı eb’ad ile tesbit edilen kubbeleri. Avlunun saha-i üryanına bin saye-i nur Döşeyen bunca kemerlerle sütunlarda vakūr Bir tenazur yoracak hadde varırken bakanı; Yalınız; iç kapının üstüne mevzu’ olanı; – Kapı hakkıyle görünsün diyerek olmalı ki – Bir siyak üzre atılmış sıralanmış öteki Kubbelerden daha yüksek daha vasi’ duruyor. Aynı heybetli kanatlar göze tekrar vuruyor. Aşar aşmaz eşiğinden bu musanna’ babın Şu yarım kubbe –ki pirayesidir mihrabın– Çarpıyor çeşm-i temaşaya asıl kubbe değil. Şimdi bir çift arıyorsun ona: Zira kabil Olamaz fikr-i tenazur geri kalsın burada. O yarım kubbenin eb’adı kadar eb’ada Semt-i re’sinde duran aynını mazhar bularak “Bu yarım kubbeler elbette açık durmayacak Mutlaka birleşecektir” diye beş hatve kadar Atar atmaz görüyor kubbeyi hayretle nazar. Şu büyük kubbe dayanmış o yarım kubbelere Sanılır önce... Değil! İşte şu dört yekpare Gıranittir taşıyan başları üstünde onu. Kahramanlar ki asırlar bükemez bir kolunu! Ma’bedin –şimdiki ta’rife olursak kail– Müstatil olması icab edecek! Öyle değil: Şu sütunlar ana divarına bağlanmak için Ara yerlerden atılmış müteaddid kemerin Duş-i münkadına şahane oturmakta olan Kubbeler yok mu ya? Onlar buna vermez meydan. Nerden icab ediyor sonra bu avare zehab? O kadar ince tutulmuş ki tenazurda hesab: Haricen kubbenin üstünden inen hatt-ı mümas Ediyor her iki canibde tamamiyle temas Tarafeynindeki san’atli yarım kubbelere. Artık ey sevgili kari’ oturup orta yere Cebhe divarına bak camlara bak minbere bak; Sonra mihrab ile mahfillere kürsilere bak. Lakin esrara bürünmüş gibi mübhem görünüp Fikri bitab-ı telakkī bırakan ayatın Kalarak mülhem-i avaresi hissiyyatın Dalgalansın da denizler gibi kalbinde Huda; Görmesin didelerin reng-i heves reng-i siva. Vecde gel; vahdete dal alem-i kesretten uzak... Yalınız Sani’i gör; san’ati masnu’u bırak! Ben de bir yer bularak şöylece tenha kalayım; Varlığımdan geçeyim mahv-ı temaşa olayım. Ma’bedin cebhe cidarındaki loş pencereler Güneşin huzme-i üryanına örtüp esmer Bir bulut yağdırıyor dahile bin zıll-i vakūr. O inen perde-i seyyal arasından manzur Koca bir mahşer-i iman ki ezelden medhuş... Sineler vecd ile pür-cuş dudaklar hamuş! Diz çöküp mermerin üstünde yalın kat hasıra Bekliyor hepsi münacatı namazdan sonra. Esiyor cevv-i mehibinde bu vahdet-zarın Ebedi nefha-i rahmet ki o binlerce yığın Gölge şeklindeki eşbaha teayyün veriyor: Tepeden tırnağa zerrat-ı vücud ürperiyor. Dar duydukça gelen sayhayı deyyarından. Ruhlar yanmada bi-tab-ı tecelli kalarak Dideler na-mütenahi ebedi müstağrak. Ansızın bir iri ses dalgalanıp mahfilden Kalb-i ma’bedde uyandırdı ne muhrik şiven! Bir de baktım ki o her saftan uzanmış kollar Varacak sanki yarıp boşluğu Mevla’ya kadar! Şimdi üç bin kişinin sine-i ma’sumundan Kopan “amin” sadasıyle icabet-lerzan! Akıbet okşanıp eydi-i tazarru’la cibah Döndü kürsiye o avare cema’at nagah. Kimdi kürsideki? Bir pir-i ilahi-sima Ki cebininde demadem vuruyor kalb-i deha. Bembeyaz lihye-i pakiyle beyaz destarı O geniş alnı o hem-reng-i seher didarı Her taraftan kuşatıp bedri saran hale gibi Ne sabahat ne mehabet veriyor ya Rabbi! Hele gözler iki mihrak-ı semavidir ki: Bir şuaıyla alevlendiriyor idraki. Ah o gözlerden inen huzme-i nuranurun Bağlı her tar-ı füsunkarına bin ruh-i zebun! – Beni kürside görüp va’zedecek sanmayınız Çünkü alim değilim şeklime aldanmayınız! Dinin ahkamını zaten fukahanız söyler Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer. Bana siz alem-i İslam’ı sorun söyleyeyim; Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim görmediğim. Şarktan başlayarak Mağrib-i Aksa’ya kadar Asya’nın Avrupa’nın Afrika’nın nerde ki var Müslüman sakin olan bir yeri mutlak gittim Hepsinin halini mazisini tedkīk ettim. Beni yormuştu bu yıllarca süren yolculuğun Daha başlangıcı... Lakin gebereydim yorgun O zaman belki devam eyleyemezdim yoluma; Yoksa aram edemezdim. Bana zira “Durma Yürü azminde devam et...” diye vermezdi aman Bir sada benliğimin fışkırıp a’makından. O sada işte benim gayret-i diniyyemdir Ki yanardağ gibi bir coştu mu ateş kesilir Sinem artık duramam dinlenemem bir yerde. Can vatan aile hissiyle tekayyüd nerde! Hiç benim azmime hail mi olurmuş bunlar? Başka yok istediğim bir emelim var o kadar. Bir zamanlar yine İstanbul’a gelmiştim ben. Hale baktıkça fakat milletin atisinden Pek derin ye’se düşüp Rusya’ya geçtim tekrar. Geçmeseydim edeceklerdi ya zaten icbar! Sığmıyor en büyük endazeye işler artık; Saltanat namına din namına bin maskaralık; Ne felaket ne rezaletti o devrin hali! Başta bir kukla bütün milletin istikbali Bir siyaset ki didiklerdi eminim Karakuş! Nerde meyhaneci aç gözlü dokuz yüzlü şerir Varsa; Mabeyn-i Hümayun’da ya bala ya vezir! Ümmetin haline baktım ki: Yürekler yarası! Ne bir ekmek yedirir iş; ne de ekmek parası. Kışla yok daire yok medrese yok mektep yok; Ne kılıç var ne kalem... Her ne sorarsan hep yok! Kalmamış terbiye askerde. Nasıl kalsın ki? Birinin ömrü mülazımlıkta geçerken öteki Daha mektepte iken tayy-ı meratible ferik! Bir müşirlik mi var? Allahu veliyyü’t-tevfik! Hele ilmiyye bayağıdan sekiz on kat aşağı; Bab-ı Fetva denilen daire ümmi ocağı! Anne karnından icazetli beşikten molla; Dolayın bir de sarık: Haydi reisü’l-ulema! Vükela neydi ya? Casus müzevvir kallaş; Tanımaz fikr-i diyanet taşımaz akl-i me’aş; Güç okur hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi... Hani can sağlığıdır doğrusu bundan ötesi! Belki üç beş kişi olsun bulur irşad ederim Diye etrafa bakındımsa da endişelerim Görünüp suret-i haktan kimi söylettimse. Ekseriyyet kafasız varsa biraz beyni olan: “Bu hükumet şu ahaliye biçilmiş kaftan! Kime dert anlatacaksın? Hadi anlat şimdi... Ben mi kaldım neme lazım!” diyerek yan çizdi. Hüsn-i zanneylediğim bir iki fazıl hocanın Memleket mahvoluyor din de beraber gidiyor; Size Kur’an bakınız sade uzaktan mı diyor?” — Memleket mahvolacak olmayacak... Baştakiler Düşünürler ona mevcud ise bir çare eğer. Gelelim dine: Ne mümkün çalışıp kurtarmak? Bede’e’d-dinu gariben... sözü elbet çıkacak.” Dediler. Yoklayayım şimdi avamın da biraz Nedir efkarı dedim. Hey gidi vurdum duymaz! Öyle dalgın ki meğer surunu İsrafil’in Yürüyor altı çürük toprağa gelmiş seyyar Bir mezarlık gibi: Her nasiye bir seng-i mezar! Duymamış kaygı denen duyguyu vicdanında. Muntabı’ cümlesinin cebhe-i hüsranında “Ne gelenden haberim var ne gidenden haberim; Serseri kevne gelelden beri sersem gezerim!” Şi’ri. Guya ki bu söz baştaki cansız beyinin Doğmadan rahmet-i Mevla’ya göçüp gittiğinin Dest-i kudretle yazılmış ezeli hatırası! “Geliyor ruhun için Fatiha çekmek sırası Yazık ey millet-i merhume!” dedikten sonra Atladım Rusya’ya gitmekte olan bir vapura. O zaman Rusya’da gayet sıkı bir istibdad Vardı. Her kimde sezerlerse biraz isti’dad Halkı irşada bakarsın yok ederlerdi onu. Medeni Avrupa bilmem niye görmezdi bunu! Süngü kurşun gibi kestirme ölümlerle ölen; Yahud işkencelerin türlüsü tatbik edilen; Ne soluk var ne ışık var ne otur var ne durak Hem de aç işletilip öldürülen mazlumin Buldu milyonları derlerse yalandır demeyin! Bilmiyorlar ki bu şiddetlerin olmaz hükmü: Göz yılar önce fakat sonra kanıksar ölümü. Sanıyorlar kafa kesmekle beyin ezmekle Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele! Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak: Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak! Hangi ma’sumun olur hunu bu dünyada heder? Yoksa kanun-i İlahi’yi de yırtar mı beşer! Evvela gizlice bir matba’a te’sis ettim Beş on öksüz bularak basmacılık öğrettim. Kalemim çokça pürüzlüydü fakat çaresi ne? Şimdilik maksadı az çok yetişir te’mine Diyerek her ne bilirsem gece gündüz yazdım; Okuyanlar o kadar çoktu ki hiç ummazdım. Usta asarını verdikçe çocuklar bastı; Altı ay sonra bizim matba’anın çıktı adı. Göğsü imanlı beş on tane fedai gelerek Dediler: “Sen ne basarsan onu tevzi’ edecek Vasıtan işte biziz; korkulacak şey yoktur... Para lazımsa da bildir ki verenler bulunur.” Bir cerideyle hemen başlayıverdim va’za. Çünkü en başlıca yol halkı budur ikaza. Medeniyyetteki insanlar için matbuat Gibi kürsi-i reşadet olamazken heyhat Görülen sizde ne hikmetse tamamen aksi! En fena bir cereyan gösteriyor en iyisi. Müslüman unsuru zaten uyanıktır orada; Biz de bir vasıta teşkil ediverdik arada. Parasızlıktı bidayette işin korkulusu... Ağniya altını bezletti etekler dolusu. Açtık oldukça güzel medreseler mektepler; Okuyup yazmayı ta’mime çalıştık yer yer. Tatarın yüzde bugün altmışı hakkıyle okur; Rusların halbuki nisbetleri gayet dundur. Ağniya zannederim sizde de az çok olacak... Şu kadar var ki çürük tahtaya basmazlar ayak! Fukaranız kılıyor aklına geldikçe salat; Ağniyanız da eda eylese olmaz mı zekat? Şöyle dursun bu temenniye kulak vermeleri Sadr-ı a’zam paşanız fitre alır verse biri! Gelenbevi’nin şu hülasasından biz en ziyade “Mümkinat-ı mevcude tecelliye mazhariyet şartıyla a’yan-ı sabiteden zelen ebeden ma’dumdurlar. İşte bundan dolayı a’yan-ı sabite rayiha-i vücudu şemm etmemiştir.” fıkrası hakkında aklımız erdiği kadar tafsilata girişeceğiz. Çünkü bahsimizin ruhu bu noktadır bu nokta halledildikten sonra vahdet-i vücud hakkında az çok bir fikir hasıl edilebilir ondan ötesi füru’dan Şu suretle hülasa edilen vahdet-i vücuda mezheb-i tecelli mezheb-i mazahir mezheb-i hazarat da tesmiye olunur ki hepsinin ma’nası birdir. Sırası gelmişken frenklerin bu mezheb hakkındaki fikirlerine dair de bir iki söz söyleyelim. Frenkler mezheb-i tecelliye “system de la manasyon” diyorlar. Onlar kendi nokta-i nazarlarından şu suretle muhakeme ediyorlar: Kainatı teşkil eden ervah ve eşbahdan kaffesinin cevher-i cevherin bir cüz’ü olduğunu kabul eden mezheblere felsefe ıstılahınca mezheb-i tecelli denir. Bu mezhebe göre ziya-yı şemsin menbaı şems olduğu gibi mükevvenatın menşe’-i zuhuru da Cenab-ı Hak’dır. Ziya ve hararet neşriyle nasıl güneşin cevherinden bir şey eksilmez ise zuhur-ı eşya şe’lerinden tebaudleri nisbetinde kemallerini safvetlerini gaib ederler. Bu mezheb “Panteizm”in en sade fakat en kaba bir şeklidir. Ecram-ı semaviyyeye perestişten ibaret olan “Saibiyye” mezhebinden sonra zuhur etmesine nazaran onun maddiyyattan daha mütecerrid bir fer’i demektir. Yahudilerin “Kabbal” denilen meslek-i tasarruflarıyla Gnostizm mezhebinin şuabat-ı muhtelifesinde İskenderiye Medresesi’nde bu mezhebin bazı mertebe ta’dilata uğradılarak daha dakīk bir surete ifrağ edilmiş eşkaline tesadüf olunur. Mesela onlar akl-ı mahzdan ibaret zatıyla kaim olan Cenab-ı Hak’dan birtakım silsile-i ukūlün zuhuruna kail oluyorlar. Bu silsilenin en son halkası da mevcudat-ı maddiyyedir diyorlar. “Eon” denilen bu ukūl-ı fikir idrak-ı hakīkat kelime hayat gibi hakayıkı temsil eder. Eon’ların adedi mahdud değildir; bazıları üç yüz altmış dört kadar eon kabul ediyorlar. Mezheb-i tecellinin birçok mehaziri vardır. Mesela kaffe-i mevcudatın bir iktiza-yı daimi neticesi olarak Cenab-ı Hak’dan sudurunu kabul eylediği cihetle bu mezheb irade-i mutlaka-i tecelli bize eşyayı bir mevcudun eseri değil belki inbisatı suretinde tasavvur ettiriyor. Bu cihet fikr-i illiyyetin nefyini istilzam eder. Fikr-i illiyyet nefy edilince eşyanın taayyünat-ı zatiyyeleriyle yekdiğerinden temeyyüz-i hakīkīlerini tasavvura biri de irade-i cüz’iyye ile onun vücuduna vabeste olan ahlakın redd ü inkarıdır. Hatta mezheb-i tecelli erbabından bazıları münkeratta mantıklarına gayet serbest bir cevelan vererek yüz kızartacak birçok ahvale cür’et etmişlerdir. Bu mezheb esasen yeryüzünde vücudu meşhud olan “şerr”in menşeini ta’yin vücud-ı şerri hayr-ı mahz olan vücud-i İlahi ile te’lif maksadına binaen ihdas edilmiştir. Halbuki ukūl ve nüfusun Cenab-ı Hak’dan bil-iktiza suduru takdir edildikten sonra dünyada mevcud olan şerri ukūl-ı sadıradaki noksana haml etmek ne vechile kabul edilebilir? Bir mezhebe Cenab-ı Hakk’ın gayri olmayıp onunla müttahid olması lazım gelen mahlukatın mükemmel olmaması asla[?] kabul edilemez. razların hülasatü’l-hülasası vehle-i ulada herkesin aklına gelebilecek olan bu ve bu gibi birtakım i’tirazlardır. Mezheb-i tecellinin doğruluğunu yanlışlığını bir tarafa bırakalım da yalnız ona karşı serdedilen i’tirazları şöylece nazar-ı tedkīkten geçirelim. Filhakīka bahsi bu vadiye sevketmek hudud haricindedir. Fakat sırası gelince zabt-ı kalem mümkün olamıyor. Onun için biz de bu mebhasde bir iki söz söyleyeceğiz. kabul eylediği cihetle irade-i mutlaka-i İlahiyye nazariyyesiyle gayr-i kabil-i te’lif imiş. Bu i’tiraz niçin mezheb-i tecelliye hasrediliyor da irade-i mutlaka-i İlahiyyeye kail olan mezahib-i saireye teşmil olunmuyor? Mesela Cenab-ı Hak bu alemi gördüğümüz hal üzere yaratmış acaba böyle yaratması hangi bir mezheb için şıkkayndan birini kabul zaruridir. Binaberin bu i’tirazın mezheb-i tecelliye tahsisi doğru değildir. Çünkü her mezheb hakkında varid olabilir. Kütüb-i felsefiyyede bu i’tiraz delail-i katıa ile reddedilmiştir. Şu halde emr-i hilkatte tahakkuk etmeyen bir mahzur neden Cenab-ı Hakk’ın tecellisinde tahakkuk etsin! Halk olsun tecelli olsun ikisi de ef’al-i İlahiyyeden değil midir? Avalimi bu suretle halk eden halık başka türlü de halkedebilir başka suretle de tecelli edebilir idi. Halkında bu sureti ihtiyar eden Halik’ın tecellisinde de bu sureti ihtiyar etmesine mani’ ne idi? Çünkü halkı ne ise tecellisi de odur. Halkında Binaenaleyh tecelli-i İlahi ile mutlaka-i İlahiyye gayr-i kabil-i te’lifdir sözünde mantık yoktur. sine gelince bence bu i’tiraz da öteki gibi zaifdir bunun mezheb-i tecelliye tahsisine sebeb yok başka mesalike de teşmil olunabilir. Çünkü suver-i tecelliyatın nehc-i illiyyet üzerine vaki’ olmuş tecelliyat-ı mütevaliyenin bu suretle vukūu bizde fikr-i illiyyeti tevlid etmiş ise o zaman ne denebilir? Şu halde mevcudat ilel ü ma’lulat suretinde tezahür edebileceğinden temeyyüzlerine bir mani’ kalmaz. Ukūlün Cenab-ı Hakk’a müntehi olduğu faraziyyesine göre onlara şerr isnadı nasıl mümkün olacağı hakkındaki i’tiraz da münhasıran bu mezhebe karşı serdedilecek bir i’tiraz değildir. Çünkü alem-i tekvin de Cenab-ı Hakk’a müntehidir yani onun eseridir. Onda da bir nekayısın vücuduna hükmeden mesalik-i felsefiyye var. Maamafih hilkatin noksanında hikmet mülahaza etmeyen feylosoflar da hilkatin o noksanıyla beraber halikının kemaline karşı tav’an ve kerhen serfüru-bürde-i teslim olmaya mecburdurlar. Nitekim oluyorlar da. Şu halde yani eserde mülahaza olunan noksandan dolayı müessirinin noksanı ne zaman kabul edilirse ukūlde meşhud olan noksanın ukūlün müntehi oldukları akl-ı küll bilir. Şu mütalaatı serdeylemekten maksadımız mezheb-i tecelliyi müdafaa değildir. Sırası gelirse ona dair de bir ların yalnız ona hasrı muvafık-ı insaf olmadığını göstermekten meslek yoktur ki ona karşı birtakım i’tirazat serdi mümkün olmasın. Alemde herşeye i’tiraz her i’tiraz da bir suretle def’ edilebilir. Ne hal ise sevk-ı kelam bizi biraz saded haricine çıkardı. Öyle ise sadede rücu’ edelim. Ebu Hamid Muhammed bin Muhammed bin Ahmed etTusi el-Gazzali. – Gazzali mütefekkirin-i İslamiyye arasında harika-i deha bir barika-i irfan bir nadire-i devrandır. tarihinde Horasan’da vaki’ Tus şehri civarında “Gazzale” nam karyede tulu’ eden bu necm-i ma’rifet hayli müddet ufk-ı alem-i İslam’da şa’şaa-nisar-ı kemal olmuştur. Gazzali ulum-ı şettada tebahhur ve tarz-ı ifadede teferrüd etmişti. Keskin zekası mütecessis ruhu müteammik müfekkiresiyle bir muamma-yı hilkattir. En derin muhakemeler en müşkil mes’eleler en muğlak mebhasler Gazzali’nin nur-ı zekası önünde veleh-nüma bir sade bir üslub-ı metin ile tasvir edilmişlerdir. Gazzali’nin pederi orta halli bir tacirdi. Tus’da sof bey’ u i’maliyle iştigal ediyordu. Çocuklarında parıldayan nur-ı zeka ve fart-ı isti’dadı bi-hakkın takdir ederek ta’lim ü terbiyelerine ikdam-ı tam göstermişti. Gazzali mukaddemat-ı ulumu Tus’da Ahmed bin Muhammed er-Razkani’den teallüm eyledi. Az zamanda göstermiş olduğu eser-i zeka herkesi hayrette bırakmıştı. Bir müddet sonra bu büyük ruha Tus ufukları dar gelmeye başladığından Gazzali Cürcan’a kadar koşmaya mecbur oldu. Atş-ı dimağisini teskin edecek bir menba’-ı irfan bir zülal-i ma’rifet arıyordu. Cürcan’da İmam Ebi Nasr el-İsmaili’nin derslerine mülazemete başladı. Dimağını yakıp kavuran müddet sonra Gazzali’nin yine Tus’a avdet etmiş olduğunu görüyoruz. Fakat meyyal-i i’tila olan harika-i fıtrat bulunan dimağlara has olan ihtiyac-ı teali arzu-yı inkişaf yine bu nadire-i dehayı iz’ac etmeye başlamıştı. O vakitler İmamü’l-Haremeyn’in şöhret-i ilmiyyesi tanin-endaz-ı afak olmakta idi. Gazzali bu defa da Tus’dan Nişabur’a İmamü’l-Haremeyn Ebu’l-Ma’ali el-Cüve[y]ni’nin südde-i irfanına koştu. Burada Fıkıh Kelam Cedel Mantık Hikmet-i Tabiiyye ve Fesefe tahsil ü tetebbuuna koyuldu. Gazzali atş-ı dimağisine sükun-bahş olacak zülal-i ma’rifeti artık bulmuştu. Üstaz-ı şehirinin tarih-i irtihaline kadar Nişabur’u terke lüzum görmedi. Gazzali henüz tahsil sıralarında iken iştihara başlamıştı. Fart-ı zekası selamet-i beyanı tarz-ı ifadesi cevdet-i karihası rasanet-i muhakemesi üstazının fevkalade mazhar-ı takdiri oluyordu. İmamü’l-Haremeyn’in teşvikıyle neşr-i asar ve icra-yı tedrisata başladı. Şa’şaa-i şöhreti; daha talebelik zamanında; üstadını bile husufa uğratacak derecelerde nevvar u rengin halelerle tetevvüc etmekte idi. Bu esnada İmamü’l-Haremeyn irtihal eyledi. Ka’be-i me’ali addettiği Nişabur artık Gazzali nazarında karanlık bir zindan haline gelmişti. Tahammül edemedi. Nişabur’u terketmeye mecbur kaldı. Nizamülmülk ötedenberi Gazzali’nin şöhret-i ilmiyyesini ediyordu. Nişabur’u terkeden Gazzali’yi da’vet ve kendisiyle Surre-men-rea’da [Samarra’da] mülakat eyledi. Meclisde asrın en büyük alimleri de hazır idiler. Huzur-ı Nizam’da mesail-i şettaya aid pek mühim mübaheseler cereyan etti. Gazzali’nin vukūf u ihata-i ilmiyyesi Nizamülmülk’le beraber bütün huzzarın hayret ü takdirini mucib olmuştu. Kadir-şinas Nizam İmam’ın fazl ü kemalini bi-hakkın tebcil ve kendisini Bağdad’daki Medrese-i Nizamiyye riyaset-i tedrisiyyesine ta’yin etti. tarihinden tarihine kadar tam dört sene Gazzali Medrese-i Nizamiye’de tedris ile meşgūl olmuştur. Kendisine has bir natıka bir selaset-i beyanla işgal ettiği kürsi-i muazzamın şanını bu müddet zarfında büsbütün i’la eylemiştir. Meclis-i irfanına müdavemet edenler fazl u kemali fesahat-ı beyanı esna-yı tedrisde irad ettiği nikat-i dakīkanın ulviyyeti karşısında mest ü mebhut kalırlardı. Gazzali bu suretle Medrese-i Nizamiyye’nin tanin-endaz-ı afak olan şöhret-i Esna-yı tedrisde meclis-i irfanına binlerce samiin toplanırdı. Gazzali burada tam dört sene suret-i mütemadiyyede gündüzleri tedris ve geceleri tetebbuatla vakit geçirmiştir. Tetebbuatı ilerledikce muhakemat ve beyanatında bir nevi’ hususiyet görülüyordu. Gazzali hayatının ilk devrelerinde büyük bir iştiyakla agūş-ı felsefeye atılmıştı. Mesalik-i felsefiyyenin kaffesini yegan yegan tedkīk ederek bu yolda neşriyatına devam ediyordu. tarihinde Gazzali birden bire her türlü meşağıl-i dünyeviyyeye veda’ ederek kuşe-i inzivaya çekildi. Bu hal Gazzali’nin hayatında pek büyük bir vak’a sayılır. O vakte kadar sırf akli ve mantıkī bir meslek ta’kīb eden Gazzali mantıkın yabis muhakematından bıkmış ruh-ı cezbedarına sükun-bahş olacak ma’ali-i lahutiyye ihtiyaclarını duymaya başlamıştı. Aşk-ı lahuti ruh-ı Gazzali’yi taht-ı teshire almış ve temayülat-ı nasutiyyeden tamamıyla tecrid eylemişti. Evvelce hazret-i üstaz ihtiyacat-ı dimağisini tatmin ederek ruh-ı naledarını bir nefha-i sükun-bahşa ile oyalamak ümidine düşmüştü. Fakat tetebbuat-ı ilmiyyede ilerledikce ıztırabat-ı ruhiyyesinin de o nisbette artmakta olduğunu pek acı bir surette hissetmeye başladı. Bütün bu mütalaat ve tetebbuatın şübhe ve tereddüdatı artırmaktan başka bir işe yaramadığını anladı. Felsefe-i reybiyyenin çıkmaz girivelerine düştü. Orada hayli müddet çırpındı çabaladı. Didine didine bi-tab ü tüvan kalmış olduğu halde aradığı şu’le-i hakīkati bu mesşeklinde yazılmıştır. lekte de bulamadı. Amik bir ye’s ile titredi. Ruhu yükselmek lahutiyana uruc etmek için çırpındıkca fikir ve dimağı da zalam-ı şübuhat arasında nur-ı hakīkati arayıp duruyordu. Gazzali bu halini bizzat şu vechile tasvir ediyor: “Kendi kendime dedim ki: Madem ki maksadım hakayık-ı eşyaya – oldukları vechile– vukūfdan ibarettir; o halde evvela “ilim” ve “vukūf” denilen şeyin ne olduğunu ne suretle iktisab edildiğini tedkīk etmekliğim icabeder. Ben pek güzel anlıyorum ki ilm-i yakīni demek hiçbir vechile şübhe ve tereddüde mahal kalmayacak surette bir şeye lahık olan vukūf demektir. Şu şartla ki o şeye tealluk eden ilimde duçar-ı hata olunup olunmadığına dair bilahare de zihinde asla tereddüd ve şübhe uyanamamalıdır. Yani bir şey hakkında ilm-i yakīni hasıl ettikten sonra bu ilmin vüsuk-ı kat’iyyeti hakkında kuvve-i müdrikenin bir defa daha sarf-ı mesai etmesine lüzum görülmemelidir. Çünkü ilm-i yakīninin kat’iyyete dair olan kanaatimiz layetezelzel olmak icabeder. Hatta bu babdaki kanaati aldanmadığımıza karşı zahiri bir delil suretinde bile telakkī edebiliriz. cek her dürlü şübhe ve tereddütler kanaat-i fikriyyemizi asla haleldar edemezler. Mesela on adedinin üç adedinden büyük olduğunu öğrendikten sonra bir kimse gelip bana: – Hayır siz yanlış öğrenmişsiniz bilakis üç ondan daha büyüktür. Ben bu iddiamı nazarınızda isbat ve sizi ikna’ edebilmek için elimdeki şu bastonu yılana tahvil edeceğim. Demiş olsa ve iddia ettiği harikayı gösterebilse yine benim bu babdaki kanaatimi asla sarsamaz. Bu zat gösterdiği harika ile bende ancak derin bir hayret uyandırabilir. Fakat on adedinin üçten büyük olduğu hakkındaki olsun– hiçbir şübhe ve tereddüt tevlid edemez. Çünkü bu hususdaki ilmim “yakīn” derecesindedir. İşte bu gibi muhakemat sevkiyle ma’lumatımdan haklarında ber-vech-i tasvir vüsuk-ı kat’iye malik olamadıklarımın sıhhatlerinde iştibah etmeye başladım. Çünkü şerait-ı mesrudeyi haiz olamayan vukūfa ilim namı vermekte bi-hakkın tereddüt ediyordum. Bu tered[dü]düm üzerine o vakte kadar suver-i muhtelife Ma’lumat-ı zatiyyemden havass vasıtasıyla istihsal olunanlarla na-kabil-i i’tiraz bedihiyyat-ı zaruriyyeden ibaret bulunanlardan maadasının şu evsafdan mahrum olduklarını anladım. Bir kere bu uçuruma düşünce kendi kendime dedim ki: Kanaat-i kat’iyye bahşedebilecek ma’lumat-ı mevsukayı ancak havass vasıtasıyla istihsal olunacak ilim ile bedihiyyat-ı aklıyyede aramalıyım. Çünkü fikrim bunların sıhhatinde tereddüt etmiyor. Bu zamandan sonra yalnız bu iki suretle kazandığım bütün gayretimle ulum-ı tabiiyye ve riyaziyye tahsiline koyuldum. Fakat bu fenlerdeki tetebbuat ilerledikce yeniden yeniye bir sürü şübühatın hücumlarına ma’ruz kaldım. Havas vasıtasıyla istihsal ettiğim ma’lumatın sıhhati hakkındaki kanaatimin nereden neş’et ettiğini araştırdım. Havas arasında en ziyade şayan-ı i’timad olan kuvve-i basıra değil miydi? İlk evvel bunu tedkīk etmek istedim. Netice-i tedkīkat me’yusiyetimi mucib oldu. Filhakīka biz bir [bu] cismin gölgesine bakacak olursak yek-nazarda gölgeyi sabit ve gayr-i müteharrik olarak görür ve şu rü’yete istinaden gölgenin hareket edemeyeceğine hükmederiz. Halbuki tecrübe bir hükümde duçar-ı hata olduğumuzu gösteriyor. Çünkü bir saat sonra aynı mahalle gelirsek gölgenin tebdil-i mevki’ etmiş olduğunu hayretle müşahede ederiz. Gölgenin tebdil-i mahal etmesi keyfiyeti yani hareketi birdenbire ve atiyen [ayniyyen] vukūa gelmemiştir. İlk baktığımız zamanda da gölge tebdil-i mahal ediyordu. Fakat hareketi gayet bati olduğundan kuvve-i basıramız yek-nazarda sükunetine hükmetmişti. Demek ki hiss-i basarımız aldanmış ve bizi aldatmıştı. Kezalik kevakibe nazar edersek onları ancak birer nokta cesametinde rü’yet ederiz. Halbuki fezada birer nokta gibi gördüğümüz nücumun arzımızdan pek büyük birer cirm-i semavi olduklarını ulum-ı riyaziyye berahin-i kat’iyye ile isbat etmektedir. Demek oluyor ki havas ile istihsal ettiğimiz ma’lumatın bazıları hakīkate mutabık olmaktan pek uzak bulunuyorlar!... Muhakematım bu raddeye vasıl olunca ma’lumat-ı hissiyyenin kat’iyyeti hakkındaki kanaatimde duçar-ı tezelzül olmaya başladı. Artık havass-i hams vasıtasıyla öğrendiğim şeylerin de sıhhatinde şübhe ediyordum. Havassin de bizi iğfal edebileceği tahakkuk edince vüsuk u kat’iyyetine i’timad edilecek bedihiyyat-ı akliyyeden başka bir şey kalmıyordu. Filhakīka: On üçten büyüktür. Bir şey hem ezeli ve hem mahluk olamaz. Bir şeyin aynı zamanda hem vücud ve hem ademi muhaldir….. Gibi bedihiyyat-ı akliyyenin kat’iyyet ü sıhhatinde tereddüt edilemeyeceğine hükmediyordum. Fakat zihnimde yine bir şübhe uyanıyordu. Düşünüyordum ki: Aklen istihsal olunan ilmin de havass vasıtasıyla kazanılan bileceğiz?! Ma’lumat-ı hissiyyeninin sıhhatine i’timad etmiş iken akıl ve tecrübe aldandığımızı ihtar ederek bizi irşad etmedi mi? Tecrübe ve muhakemat-ı akliyyeye müracaat edilmeseydi havass ile iktisab olunan ilmin sıhhatinde tereddüt gösterecek miydik!? Şübhesiz ki hayır. Bilakis ma’lumat-ı hissiyyenin hakayık-ı kat’iyye olduklarına kemal-i i’timadla kani’ olup gidecektik. Bu halde akıl; havassin duçar-ı hata olabileceğini nasıl de bir hakim-i ulvi bulunması acaba imkan dahilinde değil midir? Bunun taht-ı imkanda olmadığına dair ne gibi bir delilimiz vardır?!... Bu suale cevap tedariki için hayli uğraştım. Nevm ve halat-ı nevmi derpiş-i mütalaa ettiğim zaman bu babdaki şübhe ve endişem büsbütün arttı. Düşündüm ki: Biz uyku esnasında birtakım hayaletlere bir hakīkat bir mevcudiyet veriyoruz. Bu halin bir rü’ya olduğunu görülen şeylerin hayalattan ibaret bulunduklarını ancak uyandığımız zaman anlayabiliyoruz. Acaba uyanık iken gördüğümüz hissettiğimiz şeylerin hakīkaten mevcud olduklarına ne suretle kani’ oluyoruz? Bu kanaati bize kim ve ne te’min etti??..... Evet bugün bulunduğumuz ahval ve şeraite nazaran gördüğümüz şeyler hakīkaten mevcuddur. Bunu kabul edebiliriz. Fakat birtakım ahval ve şerait zuhuru mümkündür ki ahval ve şerait-i mezkure ile uyanıklık arasındaki nisbetin aynı olabilsin! Bir suretle ki bu yeni ahval ve şerait tahtında; hal-i hazırımız başka tarzda adeta bir rü’yadan ibaret olsun!?....” Gazzali’nin balaya naklettiğimiz şu muhakematı felsefe-i reybiyyenin esasını teşkil eder. Reybiyyun “Scepticisme” mesleğine dair Avrupa kütüb-i felsefiyyelerinde dahi bundan açık bir izah bulabilmek imkan haricindedir. Hatta Hazret-i İmam’ın mütalaat ve berahin-i anifesini –daha ziyade bir kuvveti haiz olacak surette– tevsi’ etmek de kabil değildir. Bu büyük İslam hakiminin kat’iyyet-i beyanı karşısında Avrupa metafizikçilerinin mübhem ve kapalı ifadeleri pek sönük kalmaktadır. * * * Cüst-ü-cuy-ı hakīkat uğrunda çırpınan bir zeka-yı ateşin felsefe-i reybiyyenin bu herc ü merci arasında uzun müddet yuvarlanmaya tahammül edemezdi. Filhakīka böyle oldu. Nur-ı hakīkat Gazzali’nin basıra-i basiretinde tecelli-nüma olmaya başladı. Hazret-i imam felsefe-i reybiyyenin çıkmaz girivelerini bıraktı. Felsefe ile beraber alayiş-i zahiriyyeye de veda’ ederek bir hayat-ı cihan-neverdiye atılmak lüzumunu hissetti ve atıldı. Gazzali’nin Medrese-i Nizamiye’deki tedrisatına nihayet vererek o parlak mevkiini birden bire terketmesi esbabını bu gibi te’sirat-ı ruhiyyede aramalıdır. Hazret-i üstad Bağdad’daki tedrisatına hitam verir vermez Hicaz’a koştu. Ruh-ı nalanına o mukaddes makamlarda bir nefha-i sükun-bahş aradı. Ka’be-i Muazzama’yı kabr-i pür-nur-ı Nebeviyyeyi ziyaret ettikten sonra Şam’a döndü. Müştakan-ı maarifin ısrarlarına tab-aver-i mukavemet olamayarak Cami’-i Emevi’de yine tedrisata başladı. Şam’da ikameti esnasında idi ki İhyau’l-Ulum namındaki eser-i meşhurunu te’life muvaffak olarak “Hüccetü’lİslam” ünvan-ı mefharetini ihraz eyledi. Hazret-i imam ıztırabat-ı ruhiyyesini hayatında birden bire vukūa gelen tebeddül esbabını bizzat şu suretle anlatıyor: “Kendi mevki’ ve halimi piş-i tefekküre alınca dünyaya binlerce rabıtalarla bağlı olduğumu her tarafdan nefs-i emmare ve hevesat-ı şahsiyyenin mütevali hücumlarına ma’ruz kalmış bulunduğumu pek acı bir surette anladım. şeklinde yazılmıştır. Ef’al ü harekat-ı zatiyyemi nazar-ı tedkīkten geçirdim: Hayatımın en rengin en tatlı zamanları olarak tedris ü tederrüse hasrettiğim saat-ı mesaiyi bulabildim. Maamafih hayat-ı ebediyye ile alakadar olamayan birtakım faidesiz ve lüzumsuz şeylerle de pek çok kıymetdar vakitler zayi’ etmiş olduğumu anladım. Bu kadar zaman bir azm-i kat’i ile icra eylediğim tedrisattan maksadım ne olduğunu düşününce bu babda sarfettiğim mesainin ind-i İlahide garaz u ivazdan azade görülemeyeceğini bütün gayretimi şan u şeref-i şahsi kazanmak uğrunda sarfetmiş olduğumu anladım. Servetimi fukaraya tevzi’ ederek Bağdad’ı terk ve Suriye’ye çekildim. Suriye’de iki sene bir hayat-ı münzeviyane geçirdim. Ruhumla inledim. İhtirasat-ı nefsaniyyemle harb ettim nefs-i emmaremle didiştim. Kalbimin tasfiyesine çalıştım. Ahiret hazırlığına başladım……” Hazret-i imam i’tirafat-ı anifesiyle nefs-i emmarenin taht-ı hükmünde icra edilen ef’alden; hakīkat-perest bir mü’minin duyduğu nedamet ü ıztırabat-ı kalbiyyenin pek parlak bir tablosunu tersim ediyor. Hırs-ı şöhret ü şanın hakīkī bir mü’minin a’mak-ı ruhunda bilahare tevlid edebileceği azab-ı vicdani ne kadar elim oluyormuş!. Bunun derecesini anlamak için Gazzali gibi metin bir hakimin alayiş-i hayattan ilelebed nefret etmesi keyfiyyetini derin düşünmelidir!...... – – Bu keşakeş ne içindir ne bu fart-ı galeyan? Buna razi mı olur Hazret-i Rabb-i Mennan? Vatanın sinesi mecruh mekini hayran Kalb-i millet kanıyor ağlıyor ehl-i vicdan Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Çeşm-i ibretle bugün bakmalıyız İran’a Hun-rizan-ı yetiman ile hem nisvana Gerçi pazarda yatan zümre-i mazlumana Bakmalı zulümle galtide olan sıbyana Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Ben eminim ki olur ruh-ı Resul-i zi-şan Çünkü feryad ediyor hüznile ehl-i iman Girye-bar-ı esef olmakta demadem insan Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Bu mudur meşveretin de’b ü şurutu aya? Hakk-ı milliyyet ü devlet ola mahv ü ifna şeklinde yazılmıştır. Meclisin namı ise dilde azim ü bala Milletin başına püsküllü beladır hala Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Dahili gailemiz mühlike-i uzmadır Sanki namus-ı vatan cümle-i bi-ma’nadır Fitne-i naime rayetkeş-i istiladır Kafil-i hall-i umur tabi’-i istiğnadır Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Gaye-i hizmetiniz tefrika-i millet mi? Böyle ta’vik-ı himem şime-i ulviyyet mi? Yoksa bu tarz-ı siyaset sebeb-i hikmet mi? Milletin şimdi nasibi acaba zillet mi? Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Hüccet-i katıadır resm-i vifak u tevhid Yok mudur bünye-i milliyyeti ıslaha ümid Ruh-ı mahmumi-i devlet buluyor şekl-i cedid Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Gerçi zahir görünür cümlede bir hüsn-i emel Milletin fatiha-i şöhreti mahkum-ı halel Harici mesleğimiz calib-i enduh ü zelel Geçen eyyamın ise bir günü bir ömre bedel Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Memleket fetret ile olmada zulmet-abad Gahi dillerde gezer dahiye-i istibdad Ne reva olsa vatan böylece lebriz-i fesad Su-be-su yükseliyor bank-i hazin-i imdad Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Cism-i zar-ı vatanı çiğnemede a’damız Kime arz eyleyelim söyleyiniz da’vamız? Yok mudur guş-ı kabule alacak şekvamız? Allah Allah bu ne halet? Ne bu istiğnamız? Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Kalmadı zerre umumun size hüsn-i nazarı Münselib oldu tefekkürle huzur u hazarı Ba’deza kalmadı millette refahet eseri Gelin! Ağlatmayalım ruh-ı Şefiu’l-beşer’i Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Bakıyor halimize alem-i İslamiyyet Onların matlabıdır şevket-i Osmaniyyet Sardı etrafı fakat hale-i me’yusiyyet Düşman-ı din ise müstağrak-ı mesruriyyet Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Olmada şimdi vatan matmah-ı enzar-ı adu Akıbet-bin olana levha-i ibrettir bu Bu tecahül bu teallül ne bu gaflet yahu! Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! – – Hıfz-ı namus-ı vatan nerde bu hiss-i ahsen Bu tehassüsle mükellef beşeriyyet zaten Bu vekalet sıfat-ı fahiresi sizde iken El-eman-han oluyor ye’sile ebna-yı vatan Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?? Aziz ve muhterem kardeşlerim! Başlangıcı ayet ve hadis ola[n] bir sözün gerek söyleyene gerek dinleyene faidebahş olacağını geçende arzetmiş idim. Bunun için bir ayetle sözüme başlıyorum: Maksadım “Müslümanlık Hıristiyanlık” namıyla mev’iza kılıklı dini ahlaki bir hakīkat arzetmektir. Din-i mübin-i Muhammedi’nin ‘ali olan sanını meziyetini kudsiyetini ihvanımıza şerh etmek geniş cadde gibi dinden ayrılıp şimdiki duçar olduğumuz meskenetin ahval-i müessifenin hastalığın sebeblerini göstermek; müslümanların ma’ruz kaldıkları bu felaketten kurtulmak için ticaret saadet yollarını beyan etmek istiyorum. Müslümanların terakkī etmeleri dinlerinin ahkamına inkıyad etmekle olduğu gibi; tedennileri de ahkam-ı dine müraat etmediklerinden ileri gelir. İslamlar dinlerine ne kadar kavi sarılırlarsa o nisbette terakkī ederler. Bu hususda ne kadar za’fiyet ve kayıdsızlık gösterirlerse o nisbette tedenni ederler. Müslümanlık dünya ve ahiret bahtiyarlığını te’min eder. Her şeyin hakīkati zıddı ile ma’lum olduğundan Hıristiyanlık’dan dahi bahsedeceğim. Fakat Hıristiyanlık’da terakkıyat-ı fenniyye derece-i kemale vasıl olmuştur. Dinimizi anlatmak için yapacağım tenkīdat onların din namına kabul ettikleri şeylere raci’dir yoksa fenlerine değil. Biz diyoruz ki: Müslümanların terakkī etmeleri dinlerine ahkamına inkıyad etmekle olur. Hıristiyanlar yani Avrupalılar da’valarından kazib olduklarını fen tecrübe ile isbat ediyor. Fennin kabul ettiği şeye sarılmadıkca dinin emrettiği şeyi bırakmadıkca terakkī mümkün olamaz. Terakkī edemeyen şeklinde yazılmıştır. bir millet ise dağılmaya mahvolup gitmeye mahkumdur. Avrupa’da din dinin kavaid-i ahlakıyye[si] demektir. Kavaid-i ahlakıyye medeniyyet halinde yaşamak isteyen bir memleketi idare edemez. Zira: Ahlak dahi insana te[n]ha yerlerde tek bir hanede oturmayı emreder. Hiç dünya işlerine karışmamasını tavsiye eder. Halbuki fence insanlar maişetlerini birbirinin yardımıyla te’min edeceğinden birarada dine ahlak demek istiyor. Medeniyet dini bozar diyor. Ama ef’ali da’va ettikleri medeniyete muhalif. Hatta insaniyyete mugayir derecelere kadar medeniyeti vardırsalar yine[!] iyi dinlemelidir. Onlar diyorlar ki: Ahval-i ictimaiyyenin gayetle sadeliği bir zamanda insan kanaatkar olup sade bir halde yaşamaya katlanırdı. Yani medeniyet terakkī etmediği zamanda adi ve cüz’i şeye insan kanaat ederek yaşardı. Medeniyet yükseldikce ahval-i maişet dahi o nisbetle çoğalmaya başladı. Yani fantazya çoğaldıkca masraf ve ihtiyac da o kadar çoğalmaya başladı. Rahat ve serbest kolay kolay geçinmek için türlü türlü san’atlar ticaretler şirketler hünerler ziraatler gibi geçinme yollar[ı] çoğaldılmak lazımdır. Bu ise insanlardan her türlü kabileler anasırlar bir beldede mecburi ikamet etmekle olur. din ise “Avrupa i’tikadınca” menfaati celb mazarratı def’ ve asayiş ve hukūk-ı umumiyyeyi te’min edemez. Çünkü din taşıyanların kanunları da dini olduğundan o gibi kanunlar hükumeti milleti idare edemez. Git git o hükumet o ahali za’if olur. İnkıraza uğrarsa mahvolur gider. desi bu merkezdedir. Hıristiyanlık’da din ile dünyanın ayrılması arzettiğim gibidir. Şimdi de ma’ruz kaldığımız tedenninin sebeblerini ve çaresini ve onlara karşı dinimizin cevabını arzedeyim: Din-i mübinimiz yüzlerce seneler şan u şevketini cihana göstermiş yat-ı maddiyye ve ma’neviyyeleriyle bütün Avrupa’ya parmak acaba nedendir? Bu inkırazımızın esbab[ı] ikiye müncer olur. Gerçi başka sebebler varsa da onlar bu iki sebebin teferruatındandır. Birincisi dini hakkıyla tamamıya bütün efrad-ı müslimine anlatmak ve dinini kemaliyle bilen müslümanın bu dünyada mes’ud yaşayacağını kendisine öğretmek ulemanın borcu iken birçok sebebe binaen evvela mensubin-i ilmiyyenin azalması saniyen meydanda kalanları da bu ümmeti bah yoktur bunları vazifelerine da’vet hususunda ihtaratta bulunmak ümmete düşen bir vazifedir. Vehle-i ulada bu söz tuhaf görünür fakat böyledir. Zira şer’-i şerif böyle emrediyor. Gerçi ulema tarik-ı irşadda tekasül gösterdikleri için mes’ul olacaklar lakin onlardan bu tekasülü kaldırıp irşada tergīb etmeyenler de mes’uldürler. şeklinde yazılmıştır. Çünkü hükumetten ulemadan haklarını istemeye şer’-i şerif efrad-ı ümmete bir salahiyet vermiştir. Haklarını taleb etmeyenler de mes’uldürler. Zira: Millete ulema ulemaya millet lazımdır. Bu derdin dermanı irşad yahud taleb-i irşaddır. emeliyle ve intişar-ı maarif fikriyle her şeyleri ve hep işleri Avrupa kitablarında arayan birtakım kimseler dinini de Avrupa kitablarında arıyorlar. Avrupa kitablarında ise din medeniyete muhalifdir ve terakkīye mani’dir gibi batıl sözleri de görüyorlar. Yazık kör körüne bu sözü hakīkat bildiklerinden dinsiz oluyorlar. Henüz i’tikadını tashih etmeyen gençlerimiz de –çünkü mekatib-i ibtidaiyyemizde mufassal ilm-i hal ta’lim olunmuyor– zu’mlarınca o hezeyanları; o herzeleri doğru söz belliyorlar. Namaz oruç ve sair evamir-i dine inkıyad eden bazı zevata nazar-ı hakaretle bakıyorlar. Avrupa’nın her şeylerine ayn-ı hakīkat diyorlar. Hatta her kemalat-ı da bulunurlar. Sözümü bir misal ile isbat edeyim. Görüştüğüm ve hüsn-i zan ettiğim bir efendi ile hasbihal esnasında bil-münasebe bana dedi ki:.. Demek isterim ki Avrupa kitablarının umum mündericatını doğrudur i’tikadı ile tercüme eden bazı dinsizler maarifin neşrine milletin uyanmasına memleketin terakkīsine hizmet edeyim derken Müslümanlığa büyük bir hıyanet etmiş olurlar. Kaş yaparken göz çıkarıyorlar. Hem helak oluyorlar hem başkalarını da helak ediyorlar. Hem dall hem de mudil oluyorlar. Bu gibi neşriyat-ı faside ve semmiyat-ı katilenin tab’ u neşrini hükumet men’ etmekle bu derd kabil-i tedavi olabilir. Biz Avrupa’nın sanayiine muhtacız yoksa Avrupa’yı her sözde tasdika her şeyde taklide mecbur değiliz. Onların bazı sözlerini kabul ediyoruz. Mesela: İnsan ormanda dağda tek bir hanede yaşayamaz. Biraraya gelmek ictima’ etmek şirketler yapmak maksad bir olmak şartıyla hakīkati bulmak için müsademe-i efkar etmek maişet için behemehal lazımdır diyorlar. Onlarca buna din mani’dir. Yani onların dinince mezhebince bu yasaktır. Çünkü din insanı uzlete moda hükmüne giriyor. Zira: din onlarca hukūk-ı umumiyyeyi te’min edemez. Biz diyoruz ki evet insanlar müctemi’ bir halde hatta ittifak diyor. Yani habl-i metin-i olmak üzere ittihad ediniz. İttihad Cenab-ı Hakk’ın bizden güneş gibi ayandır ki kuvvet haksız olsa bile haklı ve doğru olanlara galebe eder çok muahedeleri aksine bozar zevale yakīn olanları vikaye ve idame edebilir. Kuvvet daima yükselir handan mes’ud yaşar. Kuvvet bahtiyardır hakkını kimseye kaptırmaz. Kuvvet sayesindedir ki Avrupalılar on paralık bir ziyan için bin lira sarfederek ziyankarlarına bir ders-i ibret verirler. Kuvvet ekseriyetle tahsil edilir. Ekseriyeti kazanmak ise ikisi maddi birisi ma’nevi olmak üzere ancak üç sebeble mümkündür. Nerede olursa olsun ekseriyeti kazanmak ve idame etmek Milletin terakkīsi için kendisine rehber olacak zevatın diyanetiyle beraber adil olmaları elzemdir. Adaletli bir hükümdar bir cem’iyyet paydardır kal’a gibidir zevali yoktur. Zulmü adaletine galib olanlar muvakkattir. Tarihlerde çirkin sahifeleri işgal eder. Matem günleri andırmakla halkın la’netine boğulur. Sonra rüesanın yekdiğerine karşı sadık emin samimi ciddiyetli kardeş olmaları lazımdır. Zira Cenab-ı Hak buyuruyor. Mü’minler dünyada kardeş oldukları gibi bir maksad-ı ‘ali üzere dahi cudunun her bir a’zasını korur hey’et dahi ihvanını kavlen fi’len mümkün olduğu derece malen vicdanen muhafaza etmek lazımdır. Kezalik rüesanın müdebbir ve fa’al ve ehil olmaları da pek mühim derecede elzemdir. Çünkü deruhde edilen maksad bir vazifedir. Cenab-ı Hak buyurur. Emanet olan hizmet-i vazifeyi o vazifeye na-ehil olduğu halde taahhüd edenlerin vay haline! Rüesanın şecaatle beraber hüsn-i niyyeti dahi pek lazımdır. Çünkü kayıdsız ve cebin ve hulusu olmayan me’yuslar tıbkı münferid ve müteferrik yaşamayı isteyene cahil millet gibi muhakkak ölmeye mahkumdur. yet ve kuvvetini muhafaza ederek be-kam olur. Güzel güzel esaslara muvaffak olur. Namını tebcil eder. Kuvveti gaib etmemek için maddi olan ikinci sebeb: Bir fikir bir maksad etrafında toplananların sebatı azm-i kavisi lazımdır. Her ne kadar dört sene bir icraat bir fa’aliyyet görülmedi denilir ve bir cihetten haklı ise de kuvve-i teşriiyye ve icraiyye ve hey’et-i ictimaiyyeler dahi ma’zurdur. Çünkü bunlar harici ve dahili kaç defalar nice türlü ihtilaflara irtica’lara yiz. Hücum eden kaygulardan vakit bulunmuyor. Bu gibi ahval her inkılabın evvelinde olmuş şeylerdir. Daha biz inkılabdan kurtulamadık. Bir binayı kemaliyle yapmak uzun zamana muhtacdır. Yıkmak kolaydır. Bu bedihidir. Tecrübe yapmak istiyoruz. Bu kolay bir şey değildir. Bu gibi sade düşünceler bizi azmimizden me’yus etmesin. Bir fidan yerinde bırakılsa kök salar yemiş verir. Birkaç defa yeri değişilse kurur. Kurumasa bile büyümez kendisinden kimse istifade edemez. Cenab-ı Hak buyuruyor. Yani Cenab-ı Hakk’a ve Resulüne itaat ediniz. Münazaa etmeyiniz ki perişan olup her biriniz bir köşede kalırsanız sonra yalnız hak edemem diye hayra teşebbüs edemezsiniz. Korkak olursunuz. İttifak ittihad ediniz. Zira: İttihad bir kuvvettir ki ruzgara benzer ruzgar pek ufak deliklerden girer. Dilediği gibi hareket eder. İstediği şeye muvaffak olur. İttihaddaki kuvvet de ruzgar gibidir. Her maksada nail olabilir. Tefrikanın mahviyyetten başka hiçbir eseri olmadığı herkesçe müsellemdir. Isa as İncil’i Kudüs-i Şerif’de neşrettiği demek istiyorlar ve bunu İslamlardan almak istiyorlar. Tarihlerde görülür ki bu maksad-ı fasidlerine nail olmak lar bil-ittihad hücum ettiler. Muvaffak olamadıkları için ye’s getirmediler. Sekiz yüz seneden beri uğraşıyorlar. Ekseriyet ve kuvveti muhafaza için sebeb-i ma’nevi: Dini bilmek ve ahkamını icra etmek elzemdir. Çünkü her insanın şahsına aid vazifesini ve insanların vezaif-i ictimaiyyesine aid kanunları gösterir. Umum hakaıkı cami’ olan Kur’an bize ta’lim ettiği dinin şevketini ve herşeyde sühulet gösterdiğini anlatalım. Herkesi müsavat üzere servet sahibi etmek ve herkesi mes’udane müsavat üzere yaşatmak emeliyle Avrupalılar çare-i tarik ararken ne kadar suubete uğradıklarını ve dinimizin bu hususda gösterdiği sühuleti anlayalım ona göre bazı şeylerde onları taklid edelim ve bazı şeylerde taklidi terkedelim. Avrupa’da halli müşkil olan bir “amele mes’elesi” vardır ki her bir müsavat üzere ma’mur olmanın ve herkes ale’sseviyye zengin olmanın esbabını arıyorlar. Eğer herkesde kavinin zaifi ezmesi gibi haller zuhur eder. Bu ise hem adaleti hem de medeniyeti paymal eder. Herkesin servetini müsavi kılmak için birbirine muhalif pekçok siyasi fırkalar zuhur etmiştir. Bunlardan birisi İştirakiyyun Sosyalist mezhebidir. Bunların re’yine göre fukaranın zarureti zenginler ellerindeki sermayeye müstakil mutasarrıf olmalarındandır. Halbuki bu sermaye amelenin sa’yinden toplanmıştır. Binaenaleyh sermayenin bir kişiye tahsisi caiz olamayıp umuma taksimi lazımdır. Onlar bu da’vayı muvafık-ı hak görerek kendilerine mezheb edinmişler. Bu mezhebi bütün ameleye kabul ettirmeye çalışıyolar. Arzuları bu suretle ekseriyet-i ahaliyi kazanıp a’zası kaffeten bu mezhebe mensub efraddan mürekkeb yeniden bir hükumet te’sis etmektir. Sonra umum efrad-ı beşeri bahtiyar etmek ağniyanın servetini alıp efrad-ı halk beyninde müsavat üzere taksim ettikten sonra hükumet vasıtasıyla hem işleri hem de işlerden hasıl olan kazancı ale’s-seviyye umuma taksim eylemektir. Sosyalist fırkası ekseriyeti teşkil etmek için efraddan icab edenlere para verirler. Şayed birisi hasta olursa bir hey’etle istifsar-ı hatır ederler. Ailesini idare edebilecek kadar tahsisat verirler. Vefat ederse bilumum efrad-ı cem’iyyet cenazesini teşyi’ ederler. Gelmeyenlerden ceza-yı nakdi alırlar. Fırkaya dahil olmayan kimseler de cenazeye olan i’tibarı görünce bu ne büyük şerefdir diyerek mecburi fırkaya dehalet ederler. Sosyalistlere göre herkesin mes’ud olması için çare-i hasene budur. Fırak-ı muhtelifeden birisi de Anarşist fırkasıdır. Bu fırka da Sosyalist fırkası gibi ağniyanın kazancını herkese seyyanen taksim etmektir. Fakat maksadlarına Sosyalistler gibi mezheblerini neşr u ta’mim ile değil belki fesad u ihtilal ile yakarak yıkarak vasıl olmak istiyorlar. Şimdiki hükumetleri bombalarla zir ü zeber etmek istiyorlar. Bu iki fırkayı misal olmak üzere söyledim. Avrupa’da en büyük fırka Sosyalist fırkasıdır ki arzettiğim gibi maksadı hükumat-ı hazırayı yıkıp yerine kendi mezhebleri dairesinde bir hükumet te’sis etmektir. Hülasa: Avrupa fırkalarından herbiri diğeriyle müsademe ediyor tarik-ı saadeti kolaylaştıralım derken daha zorlatıyorlar. Din-i İslam fırak-ı muhtelifenin düşündüklerini daha evvel düşünüp her bir akl-ı selimin kabul edebileceği bir sureti meydana koymuştur. Hükema-yı asrın maksadları arasındaki tenakuzu kaldırmıştır. Beşerin her matlabına güzel bir netice beyan etmekle meziyyetini kudsiyyetini kazanmıştır. te’sis ettiği yol saadet-i beşeriyyeye daha kolay ve kestirme olduğu anlaşılsın ona göre uyanalım. Sosyalist fırkası halkın umumu zengin ve zenginlerin umumunu amele yapmak istiyor. Halbuki bu bir nar-ı fitnedir. Çünkü alim ile cahilin çalışkan ile tenbelin müsavi olması lazım gelir. Bu da ahaliye gevşeklik uyuşukluk getirir. buna razi değildir. Bunlara karşı Din-i İslam’ın gösterdiği yol yor. Çalışkan ile tenbel müsavi olamaz. – Mühürcüler mengenede törpüleyip çelik kalemle oymadıkça o mühür nam veremez. muhterem ve ashab-ı hüner muazzez ü mükerremdir. Ma’rifetsiz hünersizler bedbahttır hordur. Birbirine muhalif iki güruh saadette müsavi olamaz. Gerek ticaretten gerek ziraatten gerek iraddan ağniyanın kazandığı servet ağniyanın hakkıdır. Başka kimse ortak olamaz. Fakat dinimiz düşkün aceze güruhunu dahi iaşe etmek yolunu düşünmüştür. Ağniya-i müsliminin seneden seneye ticaret mallarının kırkta birini alıp zuafa-yı müslimine ver ki bununla hem servet-i ağniya bereketlenir hem de ağniya sehavetini ibraz etmekle azabdan necat bulup saadete vasıl olur. Çünkü şefkatini ibraz etti kulub-ı zuafayı mesrur etti. Hakīkī bir insan en mesrur bir dakīkasında bile başkalarına elemlerine de iştirak eder. Huzur-ı Resul’e as bir Arab gelip Hakkullah’dan istedi. Resulullah as ayetini okudu. Bu sınıflara dahil olan aceze ağniyanın servetindeki Hakkullah ile iaşe edilir. Cihada dahi zekat sarfolunur. Cihaddan maksad i’la-i kelimetullahdır. Yani nur-ı İslamiyyet’in intişarı maksud-ı İlahidir. Bu ise dalalet-i adüvvi hidayet-i İslamiyyete sevk etmekle olur. Hidayeti kabulde taannüdle ısrar eden a’danın zulmeti imha edilir. Mümkün değilse şevket-i farzdır ki efrad-ı İslam azalmasın neşv ü nema bulsun. Bunun buyurulmuştur. Yani a’da ile muharebe için kuvvet verecek silah ve harb aleti hazırlayınız zamana göre muharebe levazımatını tedarik ediniz. Ahırlarda besli atlar hazırlayınız ki bunlarla düşmanı korkutup şerlerinden emin olasınız. Ya Resulüm cihadın fezailini mü’minine beyan et. Onları cihada tergīb et. Cihadın fezaili hakkında birçok ehadis ve ayat vardır. Allah rızası için düşman karşısında durmak Ka’be-i Mükerreme’de Hacer-i Esved huzurunda bin aydan hayırlı olan Leyle-i Kadr’i ihya etmeden hayırlıdır hadisi kafidir. Malen ve bedenen muharebe ediniz. Sakının şeytan-ı lainin tesvilatına aldanmayınız. Türlü türlü evham ortalık kesad bir zamanda idi. Beytülmal zaruret halinde idi. Resulullah Efendimiz ashabı ianeye da’vet buyurdular. Hazret-i Osman radiye dokuz yüz elli deve ve elli beygir iane verdiler. Abdurrahman bin Avf hazretleri huzur-ı Peygambere geldi. Yirmi bin mevcud nakdim var yarısını aileme bıraktım yarısını iane ettim dedi. Ebu Ukayl hazretleri bu gece sabaha kadar su çektim dört okka hurma ücret aldım. Yarısını aileme bırakıp yarısını iane ettim dedi. Her tarafdan dan kūt-ı la-yemut mikdarı alıp üst tarafını verdi. Madem ki ağniyamızın kese-i hamiyyeti kasırdır bari cihada sarfolunmak niyetiyle zekatlarını donanma ianesine verseler hem farzı ifa hem de vatana büyük bir hizmet etmiş olacaklar. Sözümü hülasa edeyim. Müslümanlık üç şeyden ibarettir: hasıl olabilir. * * * Belh’e vürudumda oradaki asker bana itaat etti. Ahalisini te’min ve tatmin için Naib Gulam Ahmed’i Tahtapul’a gönderdim iki gün sonra da kendim gidip oradaki askere – Hepinizden hoşnud ve raziyım dedim. Bazı tanzimat-ı askeriyyeyi müteakıb Ali Asker Han’ı Tophane Ceneralliği’ne Nusayr Han’ı da Piyade Kumandanlığı’na ta’yin ettim. Esna-yı seferde refakatimde bulunan sair zevata de rütbeler mansıblar vermek suretiyle kadirşinaslık gösterdim. Ondan sonra kalkıp Taşkurgan’a kadar gittim. Serdar Muhammed Fetih Han altı tabur nizamiye piyadesiyle orada dan kurtarmak istiyordum. Kimsenin muhalefetine uğramaksızın Taşkurgan’a geldim iki gün tevakkuf ederek Heybek’e[!] gittim. Kal’a-i Guri’de[!] bulunan Fetih Muhammed Han ile Şihabüddin benim gelişim üzerine Kuh-ı Hindikuş tarikıyla Kabil’e kaçtı. Fakat yolda Hızare taifesinden Şeyh Ali’ye soyuldu. Bu esnada Mir Atalık vefat ederek oğlu Sultan Murad Katagan hakimi ve emiri olmuştu. Müşarun-ileyh benim çuval zahire rupiye ve eşya-yı saire ile hediyeler yolladı. Ben de pederinin vefatından dolayı ızhar-ı teessür ederek “Pederim Katagan vilayetini verdiği sırada Tacik Arab Afagine-i kadime Hızare taifelerini bit-tefrik yalnız Katagan ahalisini size tevdi’ eylemişti. Elan o tarzın muhafazasını arzu eylerim” diye cevap yazdım. Sultan Murad buna karşı “Emir Şir Ali Han” da evvela böyle olmasını arzu etmiş muahharan rupiyeden ibaret olan salyaneyi rupiyeye çıkarmış fakat buna da kanaat eylemeyerek daha fazla mutalebata kalkışmıştı mealinde bir mektup gönderdi. § Bugünlerde amcam Muhammed A’zam Han’ın Bedahşan’dan yolladığı bir mektubu aldım. “Feyzabad’dayım. Mir Atalığın kızını almak ve ba’dez-zifaf tarafınıza gelmek istiyordum” diyordu. Kış mevsimi yaklaşıyor benim de Bamyan’a gitmem lazım geliyordu. Yol levazımı mükemmel olduğu gibi Emir Şir Ali Han da Kabil’de bulunmadığı için hemen Karaketel ve Badkek’den geçip Bacgah’a vasıl oradan da bila-mezahim Bamyan’a dahil oldum. Hızare umerasına hil’atler giydirip asker için yük buğday ve arpa ile yük yağ ve koyun hazırlamalarını tenbih ettim. Bu erzakın vüruduna kadar Bacgah’a gidip amcamı bekledim. Bir ay sonra amcam geldi. Tekmil askerle istikbaline çıktım. Yolda çektiği zahmetleri ve Emir Dost Muhammed Han ile İngilizler arasındaki muhadenetin husulüne kendi sebeb olduğu halde bu defa müşahede ettiği kayıtsızlık fena halde canını sıkmıştı. Hakīkaten Hind ihtilalinin sonlarına doğru bütün Hindistan ahalisi İngilizlerle müttefik olmaması için ceddime rica eylemişlerdi. Eğer o vakit ahalinin dediği tutulsa idi Pençab’ın tekrar Afganistan eline geçmesi muhtemeldi. Lakin pederime nakz-ı ahd olunmaması hakkında rica etmiş ve: Hulf-i va’de bizi bed-nam-ı enam eyler demiştim. hürmet ve riayet göreceğini umarak Hind’e gitmiş fakat me’mulü gibi çıkmayınca kalkıp Bacgah’a gelmişti. Ben kendisinin salimen vüruduna ızhar-ı meserretle – Maza ma maza şimdiki halde buradasınız ve pederim makamındasınız diyerek teskin ve tesliyesine çalıştım. Ba’dehu Kabil’deki rüesa ile müzakere ederek on gün sonra Gurbend tarikıyla Kuhistan’a vasıl olduk. Evvelce de yazılmıştı ki Serdar Muhammed Emin Han’ı Kandehar’da katl ve biraderi Serdar Muhammed Şerif Han’ı esir etmişlerdi. Şimdi de yine Serdar Muhammed Şerif Han’ı benimle harb eylemek üzere Tutemdere mevkiine göndermişlerdi. Amcam bir mektup yazıp göndermesi üzerine Serdar Muhammed Şerif Han gelip biraderiyle görüştü ve maiyyetindeki askeri terhis ile Kabil’e i’zam eyledi. Bundan bil-istifade Tutemdere’ye girip Çaryekar yolundan Saydabad’a gittim. Bu sıralarda kış da fena halde bastırmış ve bir de bir arşın kadar kar yığılmıştı. Süvarilerin muavenetiyle kar üzerinden bir yol açtırıp develeri geçirttim ve karları çiğnettim. Bu suretle piyadenin geçmesi için yol peyda oldu. Bu yoldan topları son derece zahmetle imrar ettik ve nihayet Turhal’a vasıl olabildik. Yürüyüşümüz o kadar zahmetli oluyordu ki günde iki fersahdan ziyade yol alamıyorduk. Emir Şir Ali Han Hace’de ikamet ediyordu. Ben Turhal dağlarını muvafık bulup askerimi tepelerine ta’biye eyledim. Bir müddet oralarda muntazır kaldılar. Lakin düşman tarafından bir hareket görülmüyordu. Birgün durbinle etrafı gözden geçi[ri]yordum. Kabil tarafından vuku’ bulacak bir hücuma karşı tahaffuzda bulunulduğuna dair bir emmare göremeyince o geceyi müsterihane geçirdim. Ertesi günü Emir Şir Ali Han’ın Kabil’de bulunan mahdumundan bir mektup geldi. Emirzade “Kırk gün kadar Kabil’e taarruz etmediğiniz surette pederinizi mahbesden kurtaracağıma ve Türkistan vilayetini uhdenize iade ettireceğime dair söz veririm” diyordu. Ben bunu iki fikre binaen kabul ettim. Evvela: Bu kadar fazla kar üzerinde harb eylemek fevkalade müşkil olacaktı. Saniyen: Emirzade va’dine vefa ederse baharda Belh’e müracaat eylerdik. Bu esnada Serdar İbrahim Han’ın maiyyeti erkanından Serdar Muhammed Refik Han ile Ceneral Şeyh Mir arasında olup Emir Şir Ali Han’ın vüzerasından bulunuyordu. Ceneral Şeyh Mir’in ise kafadarları ise pek çok idi. Bu münasebetle Refik Han mağlub olarak havf-ı can ile gece vakti Kabil’e kaçmış orada da Tekaver’e gitmiş idi. Ben Çaryekar’a vasıl olunca gelip maiyyetime iltihak eyledi ve Emir Şir Ali Han’ın hükumetindeki adem-i intizamı söyledi. Kırk günlük mütarekeye karar verilmesi üzerine Kuhistan taraflarına çekildik. Amcam Kabil’e yedi fersah mesafede bulunan Çaryekar’da kaldı. § Nevruz gelip Emir Şir Ali Hanzadenin miadı munkazi oldu. Ifa-yı va’de müteallık bir hareket göremeyince Kabil’e müteveccihen hareket ettik. Ve “Dudest” Kal’ası’nın önüne geldik. Azimüddin Han namında bir serdar bin nefer redif ateşinden sonra mevki’-i müdafaayı bırakıp Kabil’e kaçtı. Ben senesi baharında Kabil’e girip Serdar Şirin Han’ın hanesine misafir oldum. Vüzera ve rüesa amcamın itaatini kabul etti. Serdar İbrahim Han Kabil’in iç kal’asında mahsur kalmıştı. Dokuz gün sonra Ceneral Şeyh Mir vesair ümera kal’anın kapısını açıp harem sarayında muhtefi bulunan Serdar İbrahim Han’ı çıkardılar. Emir Şir Ali Han’ın oğlu da Kandehar cihetine doğru firar eyledi. Şu suretle Kabil’i kabza-i teshire aldık. Altı hafta sonra Emir Şir Ali Han’ın Kabil’e gelmekte olduğunu işittik. Mukabele üçe ayırıp sülüsünü Kabil’de bıraktım. Sülüsanı ile “Kuh-ı Sürh”e müteveccihen hareket ettim. Meclis-i Meb’usan’ın şayan-ı teessüf nifak u şikakını meb’usların post kavgalarını yurdsuz sokak çocukları gibi boğuşmalarını ta’yib etmeyen –dost düşman– artık hiç kimse kalmadı. Bu didişmenin cezası yalnız kendi nefislerine münhasır kalsa vasınlar boğaz boğaza gelsinler birbirini yemekle hırslarını teskin etsinler demekle iktifa ederiz. Fakat bu fitnenin acısını biçare ma’sum millet çekiyor. Beş on kişinin hırsı uğrunda koca bir millet-i İslamiyye hatta İslamiyet duçar-ı itab oluyor. Yazık değil mi? “Deli arlanmaz soyu arlanır” derler. Artık bu kadar nifak u şikak elverir. Bütün müslümanlar aleme rezil olduk. Sarıklı meb’uslar kınalar vursunlar bir hıristiyan meb’usuna Daru’l-hilafe’de millet kürsüsünde müslümanları tahkīr ettirdiler. İslamiyet’i Halife’yi alaya aldırttılar sonra da bunu alkışladılar… Yazıklar olsun ulemalık şanına! Biz fırkadan ihtirasat-ı siyasiyyeden anlamayız fakat İslamiyet’le Halife ile alay eden hıristiyanı alkışlayan müslüman kıyafetli bir meb’usu ba-husus sarıklı ulemadan bir zatı fevkalade şayan-ı ta’yib müstahakk-ı takbih görürüz. Eğer o dilleriyle İslamiyet’i müdafaa etmek isteyen sarıklı meb’uslarda zerre kadar İslam vicdanı varsa emin olmalıyız ki o onları ilelebed yakar haybet ü hüsran içinde mahv u kemnam eder. Azıcık gurur u nahveti bırakarak “Neue Freie Presse”nin şu acı ihtarlarını okumalı ve biraz utanmalı: “Bir memleketin ordusu düşmana karşı durduğu hayatını devletin muhafaza ve bekası uğruna acı mahrumiyetler ve mütemadi kahırlar içinde feda ettiği sırada siyasi fırkalarının kör körüne hırs u gayzla yekdiğerine saldırması ve bir sadrazamı: Polonya’nın mukadderatını hatırlayınız! diye bağırmaya mecbur edecek kadar karışıklıklar husule getirmesi gibi hadisata ihtimal ki bir misal daha bulmak gayr-i kabildir. Acaba bütün İslam devletlerinin münazaat ü ihtilafat-ı dahiliyye ile duçar-ı izmihlal olması için zamanımızda bir kanun-ı bi-eman icra-yı hüküm mü ediyor? Burasını bilahare gelecek müverrihler bileceklerdir. İran’da neler oldu? Evvela bir ihtilal çıktı. Neticede tac ve taht mücadeleleri ve nihayet şimalden cenubdan düşmanın hücumu ve bu kadim devlet-i İslamiyye istiklalinin mahvı. Fas’de nasıl geçti? Atik devlet-i şerifiyyenin mahv u indirası mukaddematı dahili kıyamlar ihtilaller taht-ı saltanat için iki birader arasında mücadelat. Acaba bunlar Osmanlı rical-i hükumeti aynı mukadderatın tevellüd edeceğinden havf etmiyorlar mı? Biz [silik] Trablusgarb’da bütün Avrupalılar için parlak bir numune-i imtisal olarak bir muhabbet-i vataniyye görüyoruz. Orada Osmanlı askerlerinin gece gündüz düşmanlarını huzurdan mahrum ettiklerini vatan uğruna kanlarını akıttıklarını müşahede eyliyoruz. Sonra İstanbul’da devlet ve hükumet hissiyatı damarlarının daha kuvvetle atması lazım gelen bir yerde hıyel ve desais-i daimeden mansıb makam ve nüfuz mücadelat-ı bi-nihayesineden başka bir şey yok. Bu pek garib bir tezaddır.” Trablus’da mücahidin-i İslamiyyeden bir mülazim tarafından münderic bulunan acıklı bir mektubun şu parçalarına da bir göz gezdirmeli de “Biz ne yapıyoruz?” diye ihtirasat-ı siyasiyye “Biz burada din ve vatanın aşk-ı safıyla mahrur u mahmul çarpışırken ne kadar tatlı bir i’tikad-ı dindaranenin zevk-i tesliyet-bahşıyla taltif edilirken Meclis-i Meb’usan’ımızın hal ü harekatındaki adilik bizi pek me’yus ve muazzeb ediyor. Her türlü ağraz-ı sefileden muarra bir kanaat-ı selime feda-yı can ederek düşmanın harekatına savlet ve hücum göstererek muhabbet-i diniyye ve vataniyyeyi hakkıyla ifaya azmettik. Bu milletin güzel ve mübarek ülkesinde düşman askerleri gezerken bir kısım kesanın hala münafesat ve münazaat-ı bihude ile sükunet-i memleketi ihlal etmesi insanı divane ediyor. Onun nam u şan-ı mübareki için –bilamenfaat– ekabir ü a’yanının hiç müteessir olmayarak icra-yı şahsiyyat etmeleri bize de ye’s veriyor. Biz bu kum çöllerinde düşmanla yine bu millet namına Trablus’u müdafaa ve muhafazaya gayret ederken bu zevat-ı kiram! Acaba vatanın diğer aksamını düşmanlara mı vermek istiyorlar?” Yeni Fikir fazl [u] meziyeti kari’lerimizce ma’lum olan Edhem Nejad Bey’in himmetiyle Manastır’da intişara başladı. Memleketimizin terakkīsi.. Tabii iyi bir terbiye ile iktisadiyatımızın ba-husus ziraatimizin yeni bir tarzda ilerlemesine mütevakkıfdır. Yeni Fikir hayatta bütün yeniliklere nail olmak sahib” bir terbiye-i umumiyye vermek ve onları dünyada esaret olmayan mesleklere sevketmek istiyor. Yeni Fikir ibtidai rüşdi bütün muallimlerin de bir mecmuasıdır. Muallimlerin çocuklarına verecekleri hakīkī terbiye ve ders için de kendilerine bir rehberdir. Aile terbiyesi mektep terbiyesi bunlardan; ve bizim sevmemiz lazım gelen fünundan ba-husus hürriyet-i hakīkıyye mesleği olan ziraat ve ticaretten bahsedecektir. Gazete her nüshasına mükafatlı müsabakalar da koyuyor. Otuz altı sahife resimli temiz matbu’ para. Senelik abonesi kuruş. Babıali’de meziyet-i iktisadiyye tevzi’ ediyor. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ocak Yedinci Cild - Aded: Sadaka-i fıtr: Udhiye yani kurban: Tercümesi: Kurbanın şerait-i vücubu aynıyla sadaka-i fıtrın vücubudur. Biz bunu zikrettik. Tekrarına hacet yok. aniyye mü’minin –ailesi efradıyla beraber– saadet-i hayatı namına birtakım kuyud ve şeraite tabi’. Bu şartları tamamıyla run-ileyhanın ifasıyla me’mur ve mükellef olmaz. İnsanın hayatı –kendine– her şeyden aziz ve kıymetdardır. Kendi ihtiyacat-ı hayatiyyesi sırtına yüklenmiş belini bükmüş iki katlı kanbura çevirmiş dururken kudret-i müyessere ve ta’bir-i diğerle istitaatle mukayyed ve meşrut olan evamir-i diniyye ona nasıl teveccüh edebilir? Nasıl tevcih olunabilir? cubu balada harfiyyen mezkur. Bu şerait –biri vücubi diğeri ihtiyari olmak üzere– iki kısımdır. Esliha-i harbiyye ve ribat-ı haylden maadası şerait-i yic-i asliyyesinden olmak i’tibariyle ibadat-ı maliyyenin vücubu bir şart. Sevbin cem’-i kesret sigası üzerine cem’i olan “siyab-ı” beden üçüncüsü hizmetci dördüncüsü. Bunların hepsi bir aile hayatına aid ihtiyacat-ı asliyyedendir. Fakat esliha-i harbiyye ma’na-yı şümulüyle bir ailenin değil o ailenin içinde ağūş-ı himayesinde yaşamakta olduğu hey’et-i ictimaiyyenin hayat-ı milliyye ve siyasiyyesine alluk ettiği vatan denilen hane-i millinin kaşane-i şevket ü bu ibadat-ı maliyyenin bütün şerait-i vücubu fevkınde emr-i vücubu ve fevri olan nass-ı celil-i i’daddan i’dad-ı kuvvetten alınmış olmakla mümtaz bir şarttır. Şart-ı vücubidir. Bu şart mü’mini yalnız malını alarak i’dad-ı kuvvete sarfetmekle iktifa etmez. Kendisini hatta –lede’z-zarure– zevcesini bile teslih ederek vatan üzerine seyl-i münhadir gibi akıp gelen a’daya karşı gönderir. Münsifane teemmül olunsun! Teemmül olunsun ki evamir-i celile-i Kur’aniyye’den bahsediyoruz. Sokrat’ın mantıkından Eflatun’un felsefesinden değil. İ’dad-ı kuvvet ibadat-ı maliyyenin umumu miyanında değil mi? Cenab-ı Hak celle şanuhu buyuruyor. Görü[lü]yor ki emr-i i’dad istitaatla mukayyed. Zekat ve hac sadaka-i fıtr ve kurban da istitaatla mukayyed. veya nakid makamında olan malından ibaret olan istitaat tecezzi edebilir mi? Bir mü’min istitaat-ı maliyyesi olan mesela: Yüz lirasını tamamen i’dad-ı kuvvet emr-i celiline inkıyaden verirse artık onda –zekat ve hac sadaka-i fıtr ve kurban için– vasf-ı istitaat kalır mı? Denilebilir mi ki: Yüz liranın ellisini versin de bakıyyesiyle hacca gitsin! Tutalım ki ma’na-yı istitaat mütecezzi olsun fakat emr-i i’dadın vasf-ı fevri ve ta’cilisini ne yapalım? Ta’cil; emr-i i’dadı vasfeden bir kayddır. Mukayyedin tamamı kaydın tamamıyladır. Yüz lira tamamen verilirse me’murun-bih derhal i’dad ü ihzar olunacak yarısı verildiği takdirde teehhur edilecek. Düşman ise kemal-i tehalükle hazırlanmakta ortada bulunmakta olan seyf-i fırsatı kapmaya ta’cilin bütün ma’na-yı şümulüyle çalışmakta. Zaten emr-i celil-i i’dadın fevri ve ta’cili olması bu hikmete mebni değil mi? Neden İmam Muhammed emr-i hacda diyor. Çünkü kabiliyeti var. Halbuki emr-i den millet zencir-i mahkumiyyete gerden-dade-i zillet-i teslimiyyet olduktan sonra kaza imkanı kalır mı? Şimdi i’dad-ı kuvvet emr-i celilinin ifasıyla meşgūl iken kışmak caiz midir? Bu; aynıyla salat-ı zuhra başlamış bir musallinin mesela: zaman isteyen ikindi namazına durmasına benzemez mi? Tekrar ediyorum: İ’dad-ı kuvvet nass-ı celil-i Kur’anisi bir emr-i vücubi ve fevri ise bunun itmamı matlub-ı İlahidir. Yok.. Bu; vücubi ve ta’cili değil belki bir emr-i nedbi veya mez! İnadiyyun ise benim onlarla sözüm yok! Emr-i celil-i i’dad vücubi ve fevridir. Ifa ve itmamı ta’cilidir. Zekat ve hac sadaka-i fıtr ve udhiyenin şerait-i vücubu miyanında vücub ile mümtaz bir şarttır. Yani: Bir şart ki meşruttan mukaddem ityanı farz-ı acil terki haram olduğu gibi te’hiri de noksan bırakılması da caiz değil. Emr a’da-yı hal ü istikbali terhib ile mukayyed olduğundan adem-i terhib de haram. Namazın vücubunu kemal-i ehemmiyetle söyler ve tarike: Tehdid-i Kur’anisini okuruz. Ne garibdir ki emr-i celil-i terk ü te’hirinin dünyevi uhrevi bais olacağı hızlan u hüsrandan asla bahsetmiyoruz!? Hürriyet –yani hürriyet-i diniyye ve milliye– Allah’ın bize en büyük bir ihsanıdır. Diyanet ve milliyetin hakimiyet ve saltanatın ruhu odur! Hürriyet-i diniyye ve milliyyemizi muhafaza etmek elimizde kendi öz ellerimizle a’damıza verir hür iken esir hakim iken mahkum olursak emiru’l-mü’minine halife-i Resulullah’a bedel bir salib-perest hükümdar-ı nasraniye “metbu’-ı müfahhamımız!” diye hitab edersek yarın Mahkeme-i Kübra’da Cenab-ı Hak’dan iltifat mı görürüz? Dünyada zelil olan tahta biti gibi a’da-yı din ve Kur’an ’ın ayakları altında çiğnen bir kavim ahirette aziz mi olur? Medeniyet-i salibiyyenin zir-i pa-yı kahrına düşen mil yonlarca müslümanların hal-i felaket-meallerinden ibret al mak bizim için değil mi? Vatan-ı İslam’a kanlı gözlerini diken cellad pençelerini uzatan düşmanlarımızın aksa-yı amali Kur’an-ı Hakim ’i par çalayıp çiğnemekten serir-i hakimiyyet ü istiklalini temelin den yıkıp mahvetmekten başka nedir? “ Kur’an yeryüzünden kaldırılmayınca fesad-ı alem izale edilemez” diyen Avrupa lisan-ı medeniyeti ??? İngiltere’nin Gladstone’u değil mi? – O a’da-yı din size galebe çalarlar; sizi der-zencir-i esaret ü mahkumiyet ederlerse aleyhinizde besledikleri gayz-ı muzmerleri derhal izhar ederler. Size dest-i adavet ü ihaneti uzatırlar. Sizi öldürürler. Size sebb ü düşnam ederler. Ve bütün kalb-i salib-perestaneleriyle küfr ü m. ” Muhit-i vatanımızın herhangi cihetinden bir adım öteye geçelim de zavallı dindaşlarımızın hal-i pür-melal-i esaretlerini görelim! İnsaniyetin İslamiyet’in ezeli düşmanı olan şeytanı bile ağlatır!! Biz burada ne biliyoruz? O bedbahtların İslamiyet nam-ı mazlumuna ebediyen mahkum oldukları ukūbetlerden işkencelerden; her dakīka ırz u namuslarının heder edilmesinden ne haberimiz var? Biz: Osmanlı müslümanları biraz kuvvetli; şevket ü satvetli olsak medeniyet-i teslisiyye o yürekler acısı ihvan-ı dinimize bu hatıra gelmez hakaretleri; bu havsalaya hayale sığmaz azabları ukūbetleri yapamazlar. Bizden bizim kuvvetimizden çekinirler! Kızlarını hanelerinden alenen suret-i cebriyyede kapıp tanassur ettiremezler. Bizim satvet ü şevketimizden korkarlar! Biz bu bol kilise ve mektep imtiyazlarıyla başımızda taşımakta olduğumuz ??? gayr-ı müslim vatandaşlarımızdan Ortodokslar Rusların Katolikler Fransa’nın Avusturya’nın himayelerinde. Birine kazara yan gözle bakılsa Petersburg’dan Paris’den Viyana’dan Babıali’ye notalar yağdırılır! Kıyametler koparılır! Bizim o biçare o mazlum o makhur dindaşlarımız [ca]navar pençesinde hamisiz! Biz ise zevk u safamıza müstağrak! Onların bu dağlar dayanmaz felaketlerine karşı la-kayd! Yalnız onlara karşı değil vatanımıza dört tarafa hücuma hazırlanmakta olan mehalik-i istilaya karşı da ebkem ü asam! Cenab-ı Hak; “Bütün ibadat-ı nakdiyyeye tercihen acilen yenizi kuvvet i’dadına hasrederek a’da-yı hal ü istikbali terhib ü tenkil edecek bir derece-i kemale isal etmeye çalışınız!” buyuruyor da yine biz müteami! Mütesami! Müctehidin-i izam rahimehumullahü teala i’dad-ı kuvvet fariza-i acilesini ibadat-ı maliyyeden her birinin şerait-i vücubu miyanına idhal etmişler. Biz yine la-nebsur ve lanesma’! Hazret-i Kur’an-ı Hakim ülü’l-elbaba hitab eder; yoksa mezar taşlarına değil.. Biz; kendimizi insan iken ve hususuyla –insaniyetin medeniyetin ruh-ı ma’nası olan– müslüman iken cemad derekesine tenzil edersek o hitab-ı ezeli de bizden yüz çevirmez mi? Ben tenvir-i delil maksadıyla fıkıhdan bir hayli mesail de irad ettim. Muarızların nazarında müctehid? oldum! Fesübhanallah! Kur’an-ı Hakim ’den bir emr-i mansusun ityanı fıkıhdan mesail dermiyanı bilmem nasıl ictihad oluyor? Düşman bütün memleketi istila etsin; şu illa şu hükm-i Kur’an ifa olunmasın! Sanki Din-i İslam yalnız üç dört emir ve nehiyden ibaret! Kur’an-ı Hakim ’de bunlardan başka ne emir var ne de nehiy! Kimi kurbana “Bin üç yüz senelik adet-i müstahsene-i tefsir eder!! Kimi “Erkan-ı dinimizdendir” diye bağırır durur bir tufan-ı Kurban ne adettir; ne de dinimizin erkanındandır. İmam-ı A’zam’ın bir kavline göre farz kavl-i diğerine –ki müfta-bih olan da budur– vacibdir. İmam Muhammed “sünnet”dir diyor. İmam Şafii bir kavlinde “sünnet” diğerinde “müstehab” olduğuna hükmediyor. Biz: Hanefilerce vacibdir. Şerait-i vücubunu isticma’ eden her mü’min keser. Ya o şeraiti isticma’ etmemiş yani Eğer makbul olsa aldığı kurbanı kesmeden evvel ölen bir diğerini almakla niçin mahkum oluyor? Gani ise bilakis neden mahkum oluyor? Fakīrin tekrar kurban almaya mahkumiyeti –vacib olmamış bir şeyi kendine fuzulen icab ettiği Kurbanın hikmet-i teşrii nedir? Biz de böyle suallerin iradı adeta dinsizlikle müsavi addolunur. Kur’an ; hakimdir. Her emir ve nehiy ayn-ı hikmettir. Müslümanlar: Ahkam-ı evamir ve nevahideki hikmetleri bilseler Hazret-i Kur’an ’a dört el ile sarılırlar. Ulema kıyafetli bazı cehl-i mürekkebler ümmi bir köylüyü tarlasını sattırıp hacca gönderir. Ve büyük bir dinperverlik yapmış gibi ma’rifetini kemal-i fahr u gururla bin tahdis-i ni’met bin tahmid-i diyanetle söyler de. Şerait-i vücub şöyle dursun zavallı amcanın ruh-ı maişeti olan çiftini de bozar berbad eder. Hele biri tahtie etsin kara belalar mübareki! “Be herif! Sen hadisini inkar mı ediyorsun? Ben neden hata etmiş olayım? Ben me’curum.” diye kıyametler koparır? Din; bunların esiri! Şeriat; bunların keyfi! Baziçesi! Lazımü’l-hacr israfat bahsine gelince bundan hükumet hiç de mes’ul değil. Zira hükumet hakim değil hadimdir. Kavanin tanzim eden Meclis-i Meb’usan’dır. Hükumet o kavaninin vasıta-i icraiyyesi olmaktan başka bir şey değildir. Milletin Mahkeme-i Kübra hakimiyeti olan Meclis-i Şura nun duşundadır. Maamafih millet de bundan hisse-menddir. Mesela bütçe tevzin ü tanzim olunuyor maaşlara zamaim Ashab-ı maaş bu zamayimi “İstemiyoruz. Siz son derece tasarrufa iktisada riayet ediniz. Evvela kuva-yı berriyye ve bahriyye tahsisatlarını bi-hakkın tefrik ve i’ta ediniz! Vatanın esbab-ı selametini acilen ihzara çalışınız! Abdülhamid’in bize –kan kusdurarak canımızdan usandırarak dilendirerek– dört ayda bir verdiği maaşımızı şimdi her ay nihayetinde muntazaman almak ni’meti bize kafi! Bize istikraz ile verilecek zam lazım değil!” diye reddetmiş olaydı Avrupa’ya karşı tam İslamiyet’le mütenasib bir ulüvv-i istiğna gösterilir ve hane-i vatanın ta’mir u ihyasına ne kadar hararetli bir azm ile karar verilmiş olduğu isbat olunurdu. Heyhat…..! Maaşlar. Şan-ı Meşrutiyet’le mütenasib olmalı imiş!? Sanki Meşrutiyet hazine-i İlahiyyeyi eline almış altın gümüş saçıyor!!? Guya ashab-ı maaş bu milletin efradından bu vatanın evladından değilmiş de kontratla Avrupa’dan celb olunmuş! Fakat efsus ki en doğru sözlerden biri! Ben de o maaş ashabından biriyim. Lakin aldığım paradan vicdanen imanen insafen hiçte memnun değilim. Biz bu zamayimi bütçemiz hiç olmazsa istikrazla kapanmak musibetinden kurtulduktan otuz beş kırk milyon liralık bir feyz-i tezayüd gösterdikten sonra almak meyli gösterse idik! Hususiyle İslamiyet nokta-i nazarından düşünürsek o bin üç yüz sene evvel beytülmalden maaş istemek şöyle dursun din ve vatan uğrunda mallarıyla beraber canlarını güle güle feda eden hakīkī müslümanlara karşı yüzümüz kızarmak lazım gelir! İslamiyet yalnız ağızda! Sözde! Bu vatan yalnız İslamiyet’in zararına parçalanmakta her parça kişver cesametinde olarak hakimiyet-i Kur’an ’dan çekilip alınmakta. Düne kadar Osmanlı sancağı altında yaşamış olan koca Tuna vilayeti bugün Bulgaristan Krallığı namıyla salibin taht-ı hakimiyyetinde! yalarında boğuluyor! Yarın Balkan hükumat-ı sağiresi belki Ruslar iki taraflı hücum ederler. Bizim vazifelerimiz de mi? Hele düşman kılıcı tepemizde parıldasın! Bir gün beğlik beğlik! Ebedi felaketi üç günlük saadete tercih eden bilmem ne kadar akıldir?! Zahirde bakıp bizleri sanma ukalayız! Biz bir sürü akıl sıfatında budalayız Akıl denilir mi bize kim hali bilirken Dil-dade-i alayiş-i nireng-i hevayız. Gayr-ı müslim vatandaşlarımız milli ictimai iktisadi siyasi bir saadet-i hayat içinde çalışıyorlar. Biz ise kimimiz kurun-ı ulaya arkasını dayamış istikbale bir hatve atmak Fransızı olmak ister! Din şeriat maziye aid –haşa!– hurafat ve esatirden ibaret i’tikad-ı frenganesinde. Nihayet saye-i İslamiyet’de cihangir olmuş o şanlı ve şevketli o azametli Osmanlı[lı]k teverrüm etmiş firaş-ı mevte uzanmış; biz de kadid sinesi üzerinde tepiniyor boğaz boğaza gırtlak gırtlağa gelmiş bir an evvel mevtini ta’cile çalışıyoruz! Nifak u şikaka aşık! Ma’rufdan nehye münkeri emre meftun! Ellerimiz makbuz! Vicdanlarımız mahmum ruhlarımız sekran! Berat-ı hüsranımız; Ferman-ı hızlanımız! Cenab-ı Hak; bize hablullahi’l-metine dört el ile sarılarak edecek kuvvet ü satvetin acilen i’dad ü ihzarı[n]ı emreder mevt-i izmihlalimiz kanlı pençeleri uzatmış tırnaklarını vatanımızın ciğerlerine takmış parçalamakta. Biz halikımıza – haşa– ta’lim-i hikmet ve şeriate cür’et ederek ma’nasız tedbirler “Sefahet ve israfı men’ edelim; tütünümüzü bırakalım donanmaya verelim!” diyoruz! gi kanun! Herkes hür; mutlakü’l-inan hayvaniyetinin azad kabul etmez kölesi esiri ferman-beri değil mi? Hür odur ki nefsine –mahkum değil– hakim olur Ma’ni-i ulvi-i insaniyyeti alim olur. Hür müdür o nefsi ma’bud etmiş tapmada Kendi vicdanı bile ef’aline laim olur Ey seni a’dana teslim eyleyen hayvanlığın Nerede kaldı cevher-i aklın senin insanlığın Biz de donanmamızın ihya satvet ü şevketimizin i’lası esmanını feda edecek kadar hubb-ı din hubb-ı vatan hubb-ı istiklal hubb-ı saadet olsa Allah’ın emir buyurduğu vechile ağniyamız istitaat-i maliyyelerini def’aten meydan-ı hamiyyete yığar Allah’ın tek bir gününde güneşin ziyası koca bir altun dağını yaldızla[ya]rak tebcil ederdi. Hülasa: Her mü’min kendi maişetinde haline göre bir ma’na-yı miyyet ve muavenet eder a’da-yı din u vatanı lerzelere hiraslara düşürürdü! Girid o sine-i vatanın teneffüsgahı kurtulur; Trablusgarb da şu hail-i felaket-i istilaya duçar olmazdı! Yüz yirmi milyon liralık müzmin gayr-ı kabil-i tesviye bir deyne müstağrak olan hazineye dört senede otuz milyon liralık istikraz yükleterek borcu milyon altuna iblağ ettik. Hazine bu dağlar eriten sıklet-i duyun altında nefes alamazken biz ondan –zamm-ı maaştan tevsi’-i sefahetten başka!!?– ne bekleyebiliriz? Allah celle şanühu serian ve acilen edecek bir mü’minler değilsek melekler midir? Ta’ziyet sana ey mazlum İslamiyet! Tesliyet sana ey ezeli diyanet! Tehlikede bulunan vatanın hayat-ı dinin istiklal-i Hilafet ve İslamiyet’in selametine çağıran emr-i celil-i i’dad acilen ve tamamen ifa olunmadıkça ne hac ve zekat ne de sadaka-i fıtr ve kurbanın kat’iyyen caiz olmadığını ben değil Kur’an-ı Hakim söylüyor! Bad-seyre cuy-i muannid koşup koşup Gelmekte bir hücum-i tehammül-şikaf ile. Lerzende camları döğüyor an be-an coşup Ateşli taziyane-i hışm-ittisaf ile. § Baziçe-i tegallüb olan berf-pareler Mağlub u muztarib dönüyorlar fırıl fırıl.. Manzur-ı çeşm olup duruyor kargalar birer Tair siyeh paçavra gibi gökte muttasıl. § Ta kuşeye çekildim oturdum da seyr için Ya Rab ne meyveler döküyor asüman dedim? Kim hepsi bağzar-ı şitanın simarıdır. § Lakin soğuk çoğaldı büzüldükçe büsbütün Baktım fena bu! Mangala koştum hemen dedim “Ateş kenarı kış gününün lalezarıdır” Güzel Türkçe doğarken de sade yaşarken de sade.. Bu hakīkati anlasak bunun üstüne topraklar atmasak her şey kolay… Kavaid hocalarının başımıza yığdıkları bizi içinde boğdukları o yılan dişi incelikler o yılan yürüyüşü çapraşıklıklar hiç de yok. Delil mi istersiniz? Pek çok... İşte onlardan biri cemi’leme işi… Ma’lumdur ki kelime bir şey gösterir. Bazen de bir ek alarak birden ziyade şey gösterir. Bir şey gösteren eksiz kelimeye “müfred” derler. Bir ekle birden ziyade şey gösteren şeklinde yazılmıştır. kelimeye –”mecmu ‛ ” ma’nasına– “cem ‛ ” derler. Türkçe’de bir şeyin birden ziyadesini mi söyleyeceksin? Kelimeye bir “ler” eklersin olur biter.. “El-eller” “ayak-ayaklar” gibi. Burada sorulacak bir şey var… Kelimeye “ler” şeklinde eklenen bu kırıntı kelime niçin böyle “ler” şeklinde yazılır da söylendiği vech ile “ler” ve “lar” şeklinde yazılmaz? Bunun cevabı gayet basittir.. Çünkü bu bir edattır yani kırıntı ve uyuntu bir kelimedir başlı başına kullanılır bir kelime değildir. Böyle edatların olabildiği kadar ve olabilen yerlerde yalnız bir şekilde yazılıp uyuntu olduğu kelimenin ahengine ve akıntısına uyarak okunuvermesi daha uygun ve daha kestirme bir yoldur. Bu pürüzsüz işi ne olmuş da o kadar çapraştırmışlar? Dallara çatallara alacalara allara boğdurmuşlar? Hikmeti bilinmez bilinse de söylenmez. Bilinmez ki şair: “Bir kucak silsile-i şiftegandır giysu” Derken bunu mu düşünmüş? Bana kalsa Arabi’den ve Farisi’den aldığımız kelimeleri “Evceğizim evceğizim sen bilirsin halceğizim” deyip kendi dilimin töresiyle işe koşacağım mesela söyleyip durduğum vech ile “kitaplar mektepler üstadlar hocalar” diyeceğim.. “Kütüb mekatib üstadan hacegan” demeyeceğim. Mesela “cem’ cemaat cem’iyet ictima’ cami’ mecmu’ mecmua” desem de bunların birden ziyadesini anlatacağım vakit bir “ler” cevami’ mecami’ mecmuat” gibi sıkıntılara girmeyeceğim. Ah bizi bize bıraksalar böyle.. Lakin bırakmazlar. Bari öğreniniz dedikleri şeyleri kendimizi gaib etmeden öğrenebilsek.. Çareler yok.. Öğrenmek için çalışacağız zorlanacağız. Peki söylesinler. Arabi usulüyle Türkçe’de yürütülen cem’ “cem’-i salim” olur “cem’-i mükesser” olur. Cem’-i salim “cem’-i müzekker-i salim” olur “cem’-i müennes-i salim” olur. Cem’-i müzekker-i salimde müfredin sonuna elif ve nun veyahud ya ve nun gelir. “Hazır-hazırun muallimmuallimin” gibi. Cem’-i müennes-i salimde müfredin sonuna elif ve ta gelir. “Talibe-talibat mu’cize-mu’cizat” gibi. Cem’-i mükesserde –müzekker olsun müennes olsun– müfredin şekli değişir kelime bazen tanılmaz hale gelir. Bunun “talib-tullab talebe kamil-kümmel alim-ulema zeki-ezkiya tabib-etıbba meriz-merza kadi-kudat raiyye- reaya racülrical gulam-gılman kitab-kütüb rütbe-rüteb ni’met-niam seyf-esyaf süyuf zaman-ezmine aziz-eizze necm-encüm masraf-masarıfat lazıme-levazımat”gibi kalıbları i’tibariyle bile sayılamaz ve yola yatmaz yüzlerce misalleri bulunur. Açık açık haber vermeli ki iş bundan ibaret değildir. Mesela cem’-i müzekker-i salim sahibi akıl olan sıfatlardadır. Fakat bunun “sene-sinin” ve “alem-alemin” gibi kaideden kaçanları var. Kezalik bu nevi’ cem’ler hem “hazırun” gibi elif ve nunla hem “muallimin” gibi ya ve nunla kullanılıp bu kullanışın Arabca’da yeri belli ise de Türkçe’de ıttıradı ve vat vefat-vefeyat ümm-ümmehat bint-benat uht-ahavat” gibi az buz kaide kaçkınları eksik değil. Cem’-i mükesserde “talib”in cem’i “tullab” ve “talebe”.. “esabi’ resail cevanib defatir medaris esalib kavanin mecanin tasavir” gibi kelimeler görünüşte bir çırpıda halbuki bunların tartıları “efa’il fe’a’il feva’il fe’alil mefa’il efa’il feva’il fe’alil tefa’il” vezinlerine göre. Bunların yanında “cem’-i kıllet” “cem’-i kesret” “cem’u’l-cem’“ “cem’-i aksa”; “cem’-i müntehe’l-cümu’“ gibi Arabca’ya bakan i’tibarları geçsek bile daha daha geçilemeyecek şeyler vardır. Bu incelikleri bu farkları bu ayrılıkları nereden öğreneceğiz? Bazen kitablardan; bazen kullananların kullanışından.. Bazen de bir yerden öğrenmeyerek Bu kadar değil.. Dahası da var. Arabca’da bir de “tesniye” denilen ikileme yani birden ziyade ve üçten eksik şey gösterme suretiyle –ancak Arabca’da bulunan– hususi cem’ var.. Bu da gah “sülüs-sülüsan” gibi sonda elif ve nunla gah “eb-ebeveyn” gibi sonda elif ve ya ile oluyorsa da Türkçe’de bunların yeri belli değil. Müzekker ve müennes olmak hali yine başka.. “İmam-imameyn harem-haremeyn şık-şıkkayn kutb-kutbeyn medar-medareyn merkūm-merkūman uht-uhteyn sene-seneteyn devlet-devleteyn mezbure-mezburetan zaviye-i mütecavire-zaviyetan-ı mütecaviretan” gibi. Bitti mi? Hayır bitmedi.. Arabi usulüyle cemi’leme yanında bir de Farisi usulüyle cemi’leme var. Bu Arabi usulüne bakınca sadece.. Cem’lenecek kelimenin sonuna “an” ilavesiyle olur. “Merd-merdan zen-zenan müşir-müşiran meb’us-meb’usan” gibi. Bununla beraber burada biraz daha söz var.. Cemi’lenecek şey canlı ise böyle… Canlı değil de büyüyüp yenilenen veya çift şeylerden ise bazen böyle.. Cansız ise Türkçe usulüyle “esb-esban dıraht-dırahtan ruz-ruzan çeşm-çeşman hane-haneler” gibi. Bundan sonra da “an”ın takılacağı kelimenin sonu kolaylaştırılacak.. Edat kolayca yapışamazsa “bende-bendegan aşina-aşinayan mehru-mehruyan” kelimelerinde olduğu vech ile yakıştığına göre bir şeyler yapılıp mesela ha-i resmiye kaf-i Farisiye çevrilecek veyahud araya bir ya sokuşturulacak. Farisi’de çokluk cansız şey gösteren kelimeleri cem’lemeye yarayan “ha” edatı için Türkçe’de yer yok ise de “kaza” kelimesinin salim ve mükesser bir türlü cem’ine çare bulamayan tumturakcı katiblerden birisi “kazaha-i mülhaka” deyip bundan da hevesini almıştır. Cemi[’]leme işi için öğrenilecek şeylerin hepsini gördük anladık mı? Hayır daha haylice döküntü söküntü var. Ya bu kadar emek bu kadar yorgunluk neye yaradı? Biz bu himmetle Arabi’nin Farisi’nin belki de yarıya yakın bir parçasını öğrenirdik. Bu noktada yaramaz çocuklarına koca sesle bağıran hırçın babalar gibi bize haksız haksız çıkışan keskin bilgiçler var ki onlara göre hassaten bu cemi[’]leme işiyle.. Yine onların ta’birlerince “letaifü’l-hıyel”den olan bu “acaib tasarrufat” bir bolluk hasıl olmuştur.. Bu suretle bir lügat yerinde hazır gücümüz yetiyor. Artık sağımızda defain solumuzda hazain… Anbarımız erzakla dolu.. Pirinç istesek önümüze dürer ü leali dökülüyor. Bu hal ile neler yapamayız! Suyunu gümüşten yağını altından koyarak inci çorbası pişirebiliriz.. Ah hazım da edebilsek… Cemi[’]leme kaideleri diye öne sürülen bu içinden çıkılamaz dolaşık yollarda pek çok kimseler kendilerini gaib etmişler.. Ma’rifet gösteriyoruz zu’muyla “kolcuyan tüfenkciyan tüccaran Ahmed ve Hasan naman kimseler Ahmed ve Hasan ve Hüseyin namun kimseler muma-ileyhimun müşarun-ileyhimun mütecavezün-aleyhimun tabekan-ı muallimhane-i nüvvab” gibi apık sapık saçmalıyorlar. Aramızda “sebzevat ağavat bağat hurdevat revişat nümayişat peşniyat gidişat gelişat” gibi te’vil götürmez zırvalar meydan almış. Bugün “evlad eşraf erbab kibar a’yan ahali esnaf elbise amele hademe havadis a’za ecza tahrirat yaran” gibi cem’ halinde lügatler var ki müfredleri kullanılamaz veya başka ma’nalarda kullanılır.. Ne sıkıntıdır ki “Terziye libas ısmarladık” diyemeyiz. Oğullarımıza “veledimiz” diyemeyiz. Desek gülünç oluruz. bize elverişli iyiliklerinden faidelendirilecek yerde bunların ne bize ve ne onlara hayrı olan ağırlıkları altına düşürülmüş. Bu bir kere olmuş diye çabalanıp gitmek uygun bir iş değildir. Vakıa bunlar bize sarmaşık gibi sarılmış.. Bunlardan kurtulmak çok güç. Fakat himmete dağlar dayanmaz. Ne olur? Arabi’den Farisi’den alınan lügatleri zorluk ve zaruret olmadığı yerlerde olsun Türkçe cemi’lesek.. “Tüccar” yerinde “tacirler” dediğimiz gibi “zürra’“ı “mezari’“i bırakıp hiç olmazsa “zari’“ler “mezraalar” desek.. Ne olur? Ne olacak dilimiz kendi toprağını kendi koluyla işlemiş olur da biz de bir [e]kip bin kaldıran çifçiler kadar kazanırız hayırlar görürüz. Şeyh Mir Han’ı amcamla beraber Kabil’e bırakmış ve kendim piyade ve süvari ile otuz top alarak yola çıkmıştım. Muhammed Refik Han da yanımda olduğu halde Gazneyn’e geldik. Nazar Han kal’a kapısını kapamış ve metin kin küçük katır topları kal’adaki istihkamlara karşı iş göremiyordu. Ben de faidesiz yere barut ve gülle sarfıyla beyhude masraf ihtiyarını muvafık görmedim. Zira cebehanem pek çok değildi. Binaenaleyh ateşi kestirdim. Bundan maada kal’adaki mahsurin her gün Emir Şir Ali Han’ın “Yakında kırk bin askerle imdadınıza geliyorum” diye vaki’ olan ihbaratından kuvvet-i kalb iktisab ediyordu. Şu hal ile on bir gün geçti. Emir Ali Han’ın Gazneyn’e bir menzil kadar yaklaştığı da haber alındı. Bu asker; muallem ve muntazam olup kırk bin mikdarında idi. Bu haberi alınca Muhammed Refik Han ile bil-müzakere askerimizin bu kadar mühim bir kuvvetle başa çıkamayacağına karar verdik. Ben: – Dar boğazda pusuya girip oradan mukabele edelim dedim. Refik Han evvela buna: – Askeri geriye çekecek olursak belki firar edenler bulunur diye itiraz etti. Fakat ben itirazı müdellelen reddettim ve: – Benim askerim o suretle terbiye edilmiştir ki ben nerde bulunursam onlar da orada durur dedim. Bunun üzerine Seyyidabad Deresi’ne gittik ve gece vakti vasıl olduk. Burası dar bir boğaz olup etrafında küçük küçük tepeler vardı. Bizim hareketimizi müteakıb Emir Şir Ali Han Herat ve Kandehar süvarilerinden on bini üzerimize saldırdı. Bu süvariler bizim askerin ileri karakolunu teşkil eyleyen altı yüz nefere bil-hücum müsademeye başladılar. Bizimkiler dilirane cenk etmekle beraber yavaş yavaş geri çekildiler. İçlerinden biri gelip vak’ayı bana haber verdi. Derhal nizamiyeden toplu bir halde bulunan düşman süvarilerine ateş açınca berikiler dayanamayıp kaçtılar. Bizim piyadeler de muzaffer ve muğtenim olarak avdet ettiler. Hep birlikte Seyyidabad’a vasıl olduk. Emir Şir Ali Han askerinin hezimetini işitince evvelki kadar bir kuvvet daha yolladı. İkinci fırka gelip de meydanda kimseyi bulamayınca döndüler ve benim askerin kesretinden çekinip muharebeden sarf-ı nazar eylemiş olduğumu emire söylediler. Emir bu müjde üzerine tüfenkler atılması ve şenlik yapılması süvari askerini ta’kībe çıkardı. Öğleye üç saat Tekaver civarında idik ki bu süvariler bize yürüyüş ettiler. Ben dört tabur piyade on iki katır topu med Refik Han bir tabur askerle sağ tarafdan ilerliyor. Ceneral Nusayr ile Abdurrahim de ordunun ilerisinde bulunuyordu. Düşman süvarileri yaklaşınca ben bir tabur piyade askerini yolun kenarında vaki’ büyük bir mağaraya gizledim ve: – Top sesini işitince tüfenk ateşine başlayın kumandasını verdim. Süvarilere de; yavaş yürüyün dedim. Vakta ki düşman mağaranın ağzına takarrub etti. Topları karşılarına ta’biye eyleyerek ateş ettirdim. Mağaradaki piyadeler de tüfenk endahtına başladılar. Neticede düşmandan bin danesi yere serildi. Bakiyesi de haifane savuştu. Lakin biraz sonra iade-i cesaretle bizi ta’kībe başladılar ve bir müddet arkamızdan geldiler. Ben süvarilerimden bin kişiye emir verip bunların üzerine hamle ettirdim. düşmanı esir almakla te’min-i galebe eylediler. Üserayı nezdime çağırıp: – Hadi gidin benim muntazam askerimle başa çıkamayacağını emirinize ihbar edin diyerek salıverdim. Müteşekkiren gittiler. Fakat yolda birtakım acezeyi öldürüp başlarını Afgan askerinin! diye Emir Şir Ali Han’ın huzuruna götürdüler. Emirin ızhar-ı menn ü mesar eylediği sırada maktulinin velileri gelip süvarilerin mezaliminden şikayet ettiler. Emir askeri kumandanını celb ile hakīkat-i hali sordu. Kumandan da: – Ne yapalım? Abdurrahman’ın askeriyle harb etmek müşkil. Eğer meydan muharebesi yapmış olsaydık etraflarını alır ve sahne-i mukatelede muzaffer kalırdık dedi. Emir Şir Ali Han bunun üzerine Gazneyn’e gidip dört gün oturduktan ve pederimi kal’a dahilinde esir olarak bıraktıktan sonra Seyyidabad’a geldi. Ben ise Seyyidabad’da muhkem bir mahalde ordu kurmuş ve toplarımı hakim tepelere vaz’ ve bakıyye ile bana zahire füruhtundan istinkaf eyleyen “Ançi Kal’ası”nı yağma ve yirmi günlük erzak tedarik ettirmiştim. Emir Şir Ali Han yirmi beş bin asker ve elli topla bizim siperler karşısında mevki’ tutmuştu. Maiyetimdeki kuvvet ise yedi bin neferi geçmiyordu. Biraz sonra muharebe başladı. Topların dumanı adeta ortalığı kararttı. Sabahdan öğleye dört saat geçesiye kadar süren bu harb bizim tarafın galebesiyle neticelendi. Vakıa askerimden iki bin kişi maktul ve mecruh olmuştu. Lakin karşı tarafın zayiatı bunun üç misli Muzafferiyetimizin tahakkuku üzerine bir süvari müfrezesi tertib ile Kabil’e göndermek ve orada mahbus bulunan pederimi tahlis eylemek istedim. Fakat Kabil’deki asker bizim galebemizi haber alınca süvarilerimden evvel davranmış ve pederimi kemal-i i’zaz ile mahbesden çıkarmıştı hatta onunla beraber Serdar Muhammed Server Han bin Serdar Muhammed A’zam Han Serdar Şan Navaz Han Serdar muştu. Emir Şir Ali Han Gazneyn Kal’ası’nın bizim elimize geçtiğini görünce Kandehar’a doğru kaçtı süvari askeri de –ki evvelce pederimin maiyetinde idi– emirin inhizamı üzerine bize müracaat eyledi. Bu harbe ibtida etmezden evvel muavenetimize gelmesi geldi lakin muharebeye karışmadı. Uzakta durup temaşa ile bir genç olduğu halde yanıbaşımda cenk ediyordu. Akib-i fethde pederimden tehniyet-i zaferi havi bir mektup aldım. derhal cevap tahririyle ziyaretine gelmek için izin istedim. Pederim tekrar bir mektup gönderip “Siz askerin başından ayrılmayın ben oraya geleceğim” dedi. Bizim asker dört gün kadar Emir Şir Ali Han’ın hazine ve emvalini yağma ile meşgūl oldu. Beşinci günü pederim vürud etmekle tekmil askerle beraber istikbaline çıktım ve attan inip hak-i payine yüz sürdüm. Cenab-ı Vahibü’l-amale tekrar tekrar arz-ı şükran eyledim. Ertesi günü Emir Şir Ali Han’ı ta’kīb etmek için Herat tarafına azimetim kararlaştı. Pederim de benim gaybubetimde umur-ı idareye bakmasını kabul eyledi. Lakin amcam buna mu’teriz bulundu. Benim canım sıkıldığından kendisine: – Muhatarat-ı harbiyyeden çekiniyorsanız Emir Şir Ali Han’ın esaretinden sonra bana iltihak buyurun dedim. Fakat amcamın sözleri pederimi de kandırdığı için hep birlikte Kabil’e girdik. Ahali istikbalimize çıkıp arz-ı ihtiram eyledi. Daire-i hükumete girip pederim namına hutbe okuttuk. Rüesa-yı belde gelip ber-vech-i ati pederime tebrik ü tehniye etti: – Emir Dost Muhammed Han’ın bil-istihkak varisi bulunan sizin gibi bir zatı kemal-i iştiyak ile hükümdarlığımıza kabul eyledik. Zaten Emir Şir Ali Han’ın saltanatına mail değildik. Çünkü bir kardeşini öldürmüş diğer birini yani zat-ı şehametinizi de –kendisinden büyük olduğunuz halde– habs etmişti. § Yaz günleri intizam ve asayişle geçti. Pederim umur-ı hükumetle uğraşıyordu. Amcamla ben de askerin ta’lim ü tanzimine çalışıyorduk. Sonbahar ibtidasında pederim: – Şir Ali Han hazırlanmış Kabil’e doğru yürüyecekmiş dedi. – Geçenki muzafferiyetten sonra onu ta’kībime müsaade buyurmuş olsaydınız şimdi böyle bir harekete kudret bulamazdı cevabını verdim. Pederim: – Kaç güne kadar harekete müheyya bulunabilirsin? diye sordu. – Bu işi öteden beri düşündüğüm ve askeri ona göre hazır bulundurduğum için emrederseniz bugün yola çıkabilirim dedim. Pederim teaccüb ederek: – Afgan askerinin şu suretle hazır bulunması ilk defa vaki’ olacaktır takdirinde bulundu. Daha huzurdan çıkmazdan evvel askerin hazırlanması hakkında emir verdim. Dört saat zarfında on bin neferden Dihburi’ye müteveccihen yola çıktı. Pederim bizim ordunun intizam-ı istihzarını görünce amcama tevcih-i hitab ile: – Oğlumla beraber gitmek için sizin asker de hazır mıdır? diye sordu. – Çadırdan başka hazır bir şeyimiz yok. Askerin bu sefere çıkması için bir ay lazımdır cevabını verdi. Ben buna da razi oldum ve: – Sizi Gazneyn’de bekleyim dedim. Ba’dehu pederimin elini öperek Gazneyn’e müteveccihen hareket ettim. Orada yirmi gün bekledikten sonra Emir Şir Ali Han’ın Kelat Galicayi’ye geldiğini haber aldım. Pederime bir ariza takdimiyle “Amcamın maiyetinde üç bin nefer süvari vardır. Bu kadar az bir kuvvet benim askerimi muattal bıraktıktan maada kifayet de etmeyecektir. Çünkü benim de refakatimde dört bin süvari bulunuyor. Amcam daha ziyade ağır davranacaksa başka bir süvari kuvveti tertib ederek yollayınız” dedim ve Makar’a azimet için yola çıktım. Emir Şir Ali Han hareketimden haberdar olarak Kelat’ı tahkim ve orada tevakkuf etti. Ben on iki günde Makar’da bekledikten ve amcamın vürudundan ümid kesdikten sonra Kelat’a doğru hareket eyledim. Muvasalatımızın ertesi günü Emir Şir Ali Han Şah Pesend Han ve Feth Muhammed Han’ın kumandasında olmak ve bizim ordunun etrafına hücum ve yağmagerlik etmek üzere on bin süvari sevkeyledi. Bu süvarilerin ordudan bir buçuk fersah uzakta pusuya girmiş olduklarını haber aldım. Punkek Çeşmesi’ne gelmezden evvel de bunların eski bir kal’a dahilinde geceyi geçireceklerini öğrendim. Aldığım haberler üzerine bin nefer nizamiye piyadesi bin nefer derani süvarisi iki tabur piyade ve altı top ile Ceneral Nusayr ve Abdurrahim hanları “şebhun” yapmak üzere gönderdim. Şebhun yapıldı: Üç yüzü maktul bini esir olduktan sonra düşman bozuldu. Bizim tarafdan yalnız bir maktul vardı. Çünkü düşman birdenbire basdırıldığı için muharebeye vakit bulamamıştı. Esirleri Gazneyn’e yolladım. Emir Şir Ali Han bu hezimetten fena halde sıkılıp on bir gün kadar harbe başlayamadı. Bu müddet zarfında da piyade ve süvarileriyle amcam vürud etti. Müslüman kardeşler! Bu makaleye daha doğrusu bu mev’izaya her bir kelimesi dünya ve ahirette saadet ve selametimizi mucib olan bir hadis-i şerif ile başlıyorum. İhvan-ı dinimden bu mev’izayı can kulağı ile dinleyip vaki’ olan hatamı hüsn-i niyyetime bağışlamalarını halisane rica ederim. Ey ihvan-ı din! Bakınız hazret-i Peygamber ne diyor: “ Vatanı sevmek vatana muhabbet etmek imandandır dilden vatanımı seviyorum demekle olmaz. Kuru kuruya vatanıma muhabbetim var demekle hubb-i vatan olduğu tasdik olunmaz. Çünkü ma’lum olduğu üzere iman “ikrar bil-lisan tasdik bil-kalb”den ibarettir. Binaenaleyh kalbinde ehemmiyet yoktur. Madem ki Resul-i Ekrem efendimiz vatana muhabbeti de imandan cüz’ kılıyor. Şu halde vatanı sevmek yalnız lisanen vatanıma memleketime muhabbetim var demekle olmaz. Belki kalben vatana karşı muhabbet beslemek vatan hissini kalbinin en derin köşesinde muhafaza etmek ve bu suretle vatanı her türlü taarruzdan vikaye etmek her ne suretle olursa olsun düşmanın tecavüzüne meydan vermemek ve bunun için her türlü esbab-ı müdafaayı hazırlamak ile olur. Din kardeşleri! Cenab-ı Peygamber vatanı o kadar takdis etmişler ki ona muhabbet imandan cüz’dür demişler. Sevgili Peygamberimizin vatana muhabbet imandandır buyurmalarında ne kadar büyük hikmetler vardır. Zira bizim yoktur. İndimizde iman her şeyden mukaddes her şeyden makbuldür. Biz her şeyden vazgeçeriz. Fakat imandan vazgeçmeyiz. Çünkü hakīkaten mü’min olan bir kimse dünyada ancak dini ırzı namusu için yaşar. Onun uğrunda her türlü fedakarlığı hatta ölümü gözüne alır. Dinine ırzına namusuna kıl kadar leke gelmemek için canını malını kıymetli evladlarını feda eder de yine kalbi mesrur olur. Çünkü onun indinde “din”den başka her şey değersizdir. “Din” yolunda feda edilen şeyler hiçtir. İşte vatana muhabbet de dinin en a’zam rüknü olan imandan cüz’ olduğunu sevgili Peygamberimiz bize haber verirse artık hakīkaten mü’min müslüman olan kalbinde iman kuvveti bulunan bir kimse vatanı uğrunda neler feda etmez? Zira pek kıymetli olan dinini ırzını namusunu muhafaza edecek olan ancak vatandır. Vatan selamette olursa; vatana düşman tecavüz edemezse; vatanı kara yüzlü düşmanlar pis mülevves ayaklarıyla kirletmezlerse sevgili her şeyden kıymetli olan “din”imiz de selamet bulur dinimizin bütün ahkamını da istediğimiz gibi icra ederiz. Sevgili kardeşlerim! Hiss-i vatan hakkında başka bir şey mülahaza etmeye hacet yoktur. Yalnız şu hadis-i şerifin ma’na-yı münifini tamamıyla anlamaya çalışmak kafidir. Çünkü en aziz; dünya ve ahirette bizi saadete erdirecek yegane i’timad ve i’tikad ettiğimiz bir şey var ise o da imandır. Hubb-i vatan da şu aziz imanımızdan bir cüz’dür. Şu halde vatanı himaye ve muhafaza uğrunda çalışacak olursak imanımızdan bir cüz’ünü himayeye imanımızı kuvvetleştirmeye çalışıyoruz demektir. Bu ise saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyemizi himaye demek olacağında asla ve kat’a şübhe yoktur. Binaenaleyh dinini imanını ırzını namusunu seven her kimse vatanını da sever. Vatanı muhafaza etmek için değil mal ü emlakini hatta canını bile feda eder. Zaten vatan olmazsa maazallah vatan bir kere elden giderse “din” ne ile muhafaza olunur. Vatan parça parça olup düşmanların kucağına düşerse işte o zaman ne “din” kalır ne “iman” ne ırz kalır ne namus. Belki hepsi düşmanın çizmesi altında mahvolur gider. Çünkü düşmanın vatanımıza hücum etmekten başlıca maksadı aziz sevgili dinimizi mahvetmek ortadan kaldırmaktır. Bu bir hakīkattir ki inkarı kabil değildir; bunu ecnebi boyunduruğu altında ah ü enin eden din kardeşlerimizin hali bize gösteriyor. O biçare mağdur müslüman kardeşlerimize o zalimler neler yapmıyorlar? Medeniyet kavgası eden vahşiler müslümanların her şeyden aziz olan “din”lerine ırz ve namuslarına varıncaya kadar tecavüz etmiyorlar mı? O zavallı müslüman kardeşlerimiz serbest olarak ibadet edemiyorlar; hatta senede iki defa gelen bayram namazlarını bile korka korka kılıyorlar. İşte Avrupalıların fikri hep İslam memleketlerini ellerine alıp din-i İslam’ı ortadan kaldırmaktır. Bu hakīkati tenvir için Avrupa müsteşriklerinden birinin İslamiyet aleyhinde söylemiş olduğu hezeyanları –ki Novoye Vremya gazetesinin Eylül sene tarihli nüshasından naklen muhterem Sıratımüstakīm mecellesi nazar-ı ibretimize koymuştur– okumak kafidir zannederim. Evet! Petersburg’da çıkan nim resmi gazetelerden Novoye Vremya gazetesinin Eylül sene tarihli nüshasında Budapeşte’den çekilen bir telgrafda: “Bundan sonra İslamiyet’i müdafaa etmek pek fazladır. O “İslamiyet” ortalıktan kalkmalı. Medeniyet noktai nazarından İslamiyet’in bekası değersizdir. Zira İslamiyet medeniyetin düşmanıdır. Müslüman padişahlığı artık sukut etmeli mahvolmalı zira bunlardan hiç birinde dahilen padişahlık denilecek bir şeyler yoktur….!” deniyordu. Müslüman kardeşler! Müsteşrik-i ma’hudun şu birkaç satır hezeyanı bize karşı Avrupalılarda nasıl bir fikir olduğunu aşikar bir surette gösterdiği hakīkatler kendisince ma’lum olan sevgili Peygamberimiz vatanın kadr u kıymetini takdir etsinler de onu muhafaza edecek vesaiti istihzara çalışsınlar vatanı düşmana kaptırmasınlar diye hiss-i vatan hubb-i vatan hakkında pek çok tebşirat bü’l-vücud hazretleri de Kur’an-ı Kerim ’inde emr-i celil-i Sübhanisiyle bizleri ikaz ve vatanı muhafaza etmek ne suretle olacağını bizlere izah ediyor. Bakınız bu ayet-i kerimede Cenab-ı [Hak] ne gibi hakīkatler gösteriyor: “Müslümanlar! Sizler canlarınızı mallarınızı ırzınızı dininizi vatanınızı düşmanlarınızdan muhafaza ve onları müdafaa için kudret ve kuvvetinizin yetiştiği kadar kuvvet top tüfenk mavzer zırhlı …..! ve harb için beslenip terbiye edilmiş atlar hülasa harbi kazanmak ne gibi esbaba mütevakkıf ise behemehal onları elde edip hazırlamaya çalışınız ki böyle harbe hazır u amade olup kuvvet hazırlamanız lah’ın bildiği diğer –İtalya gibi zahiren sulh u müsalemet gösterip kalbinde husumet düşmanlık besleyen– hafi düşmanlarınızı terhib eder korkutursunuz; siz bu uğurda her ne tamamen ifa olunur bu hususda ameliniz zayi’ ve sevabınız noksan olarak asla zulüm görmezsiniz” bundan hemen harb edecek gibi hazır bulunmaktan sizin için pek çok menafi’ u fevaid husule gelir: Biladınıza sahib olursunız biladınız ma’mur u abadan olur. Eğer düşmanı korkutacak surette bir hazırlıkta bulunmazsanız düşman vatanınıza tama’ eder sizi içinden sürüp çıkarır. Canınız malınız dininiz ırzınız namusunuz ayaklar altında kalır. Ah kardeşler! Dikkat ediyor musunuz! Bizim dinimiz bizim kitabımız biz müslümanlara neler tebliğ ediyor? Görüyor musunuz! Kur’an-ı Kerim ’in bu ayet-i celilesi bize neler söylüyor? Evet! Bu nazm-ı celil her asırda kuva-yı harbiyyenin o asrın terakkıyat-ı harbiyyesine göre tensik u tanzim edilmesi lüzumuna bizleri irşad eder ta’lim-i İlahidir. Artık fenn-i harb nokta-i nazarından şu ayet-i kerimenin haiz olduğu ehemmiyet düşünülmelidir. Bu ayet-i kerimedeki i’caz erbab-ı ukūlü akl-ı selim ashabını valih ü hayran bırakıyor. Evet! Bu nass-ı celilde mündemic olan hüküm ve esrar akıllara dehşet ilka ediyor: Cenab-ı Hak bir tarafdan kullarına kuvvet hazırlayın diye emir ediyor. Diğer tarafdan o hazırlanacak kuvvetin derecesini mikdarını nelerden yapılması lazım geleceğini takatin müsaadesine zamanın iktizasına hücumundan korkulan düşmanların haline bırakıyor. Bu nass-ı celil-i İlahideki izah ve ibhamın hükm ü esrarını tedkīk bize gösteriyor ki düşman ne gibi kuvvete alat-ı harbiyyeye malik olursa biz de ondan fazla yahud hiç olmazsa ona müsavi bir kuvvete malik olmak için kudretimizin yettiği kadar çalışmak lazımdır. Zira terakkıyat-ı asriyyeye muvafık olmayan techizat-ı harbiyye ile düşmanın korkutulama[ya]cağı aşikardır. Çünkü düşmanı daima karşısında bulunan devletin kuvvetini hemen harbe hazır u müheyya gibi tedarikatını görür ve kendisinden fazla bir kuvveti haiz olduğunu hissederse o devlete karşı daima dost olmaya çalışır. Eğer karşısında bulunan devletin zaif olduğunu anlarsa daima onun hukūkunu ayaklar altına almaya kıyam eder. İşte bunun içindir ki İtalya gibi vahşi hunhar zalim terbiye-i medeniyyeden mahrum bir hükumet Osmanlıların şu sıradaki za’fiyetinden istifade ederek milyonlarca müslümana sahib olan bir kıt’ayı – Trablusgarb’ı– zabtetmek yed-i kahharanesine geçirmek ve bu suretle Hilafet-i İslamiyye’ye bir darbe vurmak istiyor!!! Eğer biz bugün Barbaroslar Turgudlar gibi on beş yirmi zırhlıya malik olsa idik; hukūk-ı düveli ayaklar altına alan vahşi vicdansız İtalya kancıklıkla kahbecesine İslam memleketlerine hücum ederek vahşilere barbarlara hunharlara yakışan bir tavır hareketle sevahilimizi kıymetli memleketimizi bombardıman edemez; yüzlerce ma’sum çocukları yetim binlerce İslam kadınlarını dul meskensiz bırakamaz; nice ibadethanelerimizi her vechile merhamete şayan hastahanelerimizi tahrib edemezdi. Belki köpekler gibi yaltaklanmaya mecbur olurdu. Fakat vahşi İtalya kuvve-i bahriyyemiz olmadığını bildiği için suret-i vahşiyanede kasabalarımızı topa tutarak nice ma’sumları yetim bıraktı. Müslüman kardeşler! Biz hala puyan olduğumuz gafletten uyanmaz ve bizim mamız için bütün varımızı sarfederek kuvvetli bir donanma sahibi olmaya çalışmazsak millet-i İslamiyyenin atisinden korkulur! Bugün Trablusgarb’a edilen bu haksız tecavüzün yarın başka vilayetlere olmayacağını bize kim te’min eder? Bugünlerde Girid barbarlarının kudurmuş köpekler gibi “Yunanistan’a ilhak” diye bağırdıkları orada bulunan İslamlardan günde birkaç danesini kurbanlık koyun gibi boğazladıkları herkesin ma’lumudur. Bugün üç yüz altmış milyon nüfus-ı İslamiyye ancak bizden imdad bekliyorlar. Bu mağdur kardeşlerimizin bütün ümidleri düşmanlarının girdab-ı esaretinden kurtulmaları Osmanlı donanmasının Osmanlı bayrağının kuvvet ü bekasıyla olacaktır. İşte bunun içindir ki bu donanmayı bu şanlı bayrağı kuvvetleştirmeye çalışan kahramanların namları kıyamete kadar tarihin en parlak sahifelerinde bakī kalacaktır. Artık biz Osmanlılar nazar-ı intibahımızı açmalıyız! Hiç olmazsa mazimizden tarihimizden ibret alarak ruh-ı pak-ı eslafdan mahcub olmalı ve eski muzafferiyetimizi göz önüne getirmeliyiz! Biliriz ki bu vatan-ı Osmaninin her avuç toprağı binlerce şüheda kanıyla yoğrulmuştur. Hep fethettiğimiz yerler can bahasınadır. Şimdi haifane miskinane eydi-i a’daya teslim mi edeceğiz?.. Ölümden ölüme fark yok mudur? Vatanı müdafaa uğrunda şanlı bir ölüm ile ölmek pek çok hayata gıbta-ferma olduğunu bilmiyor muyuz? Binaenaleyh bu kadar mukaddes bu derece muazzez olan memleketimizi muhafaza uğrunda bütün malımızı canımızı feda etmek bizim için servet sahibi olup da miskinane yaşamaktan daha hayırlıdır. Zaten i’la-yı kelimetullah için Müslümanlığı muhafaza için malımızı canımızı feda edeceğimize dair Cenab-ı Hak bizden ezelde va’d almadı mı? ayet-i kerimesi bu yolda vermiş olduğumuz va’di göstermiyor mu? Elimizde evimizde bulunan kitab-ı mukaddesde bu gibi ayet-i kerimeyi her gün görüp işitirken; o kitab-ı mukaddes bizlere hitaben: Müslümanlığı muhafazaya çalışmadıkca onu düşmanları nazarında edip çağırırken nasıl olur da biz hala puyan olduğumuz gafletten uyanmıyoruz?... Kardeşler! Gözümüzü dört açacak zaman gelmiştir. Belki de geçmek üzere bulunuyor. Eğer biz gözümüzü açıp i’la-yı kelimetullah on para kalıncaya kadar sarfedip kanımızın son damlasına kadar çalışacağımızı küre-i arzda bulunun bütün müslümanların nass-ı celili mucebince bir kardeş; ve belki hadis-i şerifi muktezasınca bir cesed gibi olduğunu ve binaenaleyh birbirimizin yolunda cümlemizin feda-yı cana hazır u amade olduğumuzu Avrupalılara karşı bil-fi’l gösterecek olursak belki o zaman onlar da biraz insafa gelir de hakkımızı teslim ederler. Eğer onlara karşı bir azm ü celadet göstermezsek hukūk-ı meşruamızı ayaklar altına alacakları şübhesizdir. Görüyor musunuz! Emr-i celil-i Sübhanisine karşı boyun eğmediğimiz bu emr-i ilahiden gafil bulunduğumuz bilakis bu emr-i İlahi ile düşmanlarımız amil oldukları altmış belki dört yüz milyona karib olan müslümanın başındaki felaketi düşünelim! Ve bu emr-i celil-i İlahinin muktezeyatı olan kuvveti bir gün evel gayret edip elde etmeye çalışalım.! Elimize bir durbin-i hakīkat alarak bütün alem-i İslamın çektiği sefaleti başlarındaki felaketi görmeye çalışalım. O kadar uzağa gitmek istemezsek yanıbaşımızda feryad ü figan eden Girid mazlumlarına Trablusgarb ma’sumlarının haline olsun atf-ı nazar edelim!. Girid’deki hukūk-ı meşruamızı teslim edin diye Avrupalılara senelerden beri bağırıp çağırdığımız halde bizde bir kuvvet ve bir azm ü celadet görmedikleri için “leyte ve le’alle” ile vakit geçirmelerinden dolayı şu son zamanlarda Girid’in almış olduğu vaziyeti evet! Bütün mütefekkirini bile düşündüren vaziyet-i sakīmenin ele-i mühimmeyi hiçe indirecek– bir de Trablusgarb mes’elesi çıktı.!!! Aman kardeşler! Gözlerimiz görüp dururken memalik-i İslamiyyeyi tarumar ettirirsek huzur-ı İlahiye hangi yüz ile varacağız? Hakim-i mutlak olan Cenab-ı Vacibü’l-vücud hazretlerinin emr-i Samedanim ile bütün bilad-ı İslamiyyeyi muhafaza etmenizi emretmedim mi?” Sual-i ceberutuna karşı ne cevap vereceğiz?... Gözlerimizi kapadığımız yeter biraz da açıp aleyhimizde çevirilen –dolabları görmeye çalışalım!. Bugün İtalya gibi bir vahşi Trablusgarb vilayeti gibi bir vilayetimize canavarcasına hücum ederek binlerce hanümanları mahv u harab ediyor binlerce ma’sum çocukları öksüz bırakıyor da Avrupalılar hiç ses çıkarmıyorlar! Artık bu haller; Avrupalıların hakkımıza imha-yı tedrici usulünü tatbika karar verdiklerine şehadet etmez mi? Hani Trablusgarb ve Girid’deki hukūk-ı hükümraniyi himaye? Nerede kaldı Avrupa medeniyeti? ! Nerede kaldı adalet? ! Güneş gibi meydanda olan hukūk-ı meşruamızı zayi’ etmeye çalışıyorlar! İslamların aleyhine olarak icra edilen haksızlıklar zulümler vahşetler… Ayn-ı hakīkat ayn-ı adalet sırf medeniyet olarak gösteriliyor!!!... Fakat bir kere de Osmanlılar İslamlar hukūk-ı meşrualarını müdafaaya kıyam ederlerse o zaman da İslamlara barbar namını veriyorlar. İşte Avrupalıların ta’kīb etmekte olduğu tarik-ı sakīm Osmanlılar ediyor.” Eğer biz bunların bu hallerinden hala ibret almayacak olursak; şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da gözümüzü açmazsak “maazallah” elimizdeki İslam memleketleri de yakın zamanda birer birer gidecektir. Ve buna da hiç şübhe etmemeliyiz. Kardeşler! Bugün Girid ceziresinde bu kadar nüfus-ı İslamiyye layüadd ü la-yuhsa işkenceler içinde çırpınırken Trablusgarb’da binlerce dul kadınlar yetim çocuklar aç bi-ilaç çarşılarda feryad ü figan ederken gözlerine Makam-ı Hilafet’e doğru dikerek halet-i nez’de bulunan insanlar gibi kardeşlerimize nım iddiasında bulunan kimseler nasıl olur da rahat uykuda yatabilir? Nasıl olur da elinde bulunan paraları ianeye sarfetmez? Nasıl olur da bu kadar mazlumun imdadına yetişmek lerimiz düşünmüyorlar mı ki vatan elden giderse kazanmış oldukları paralar ne iş görür?!! Bugün Trablusgarb’da bulunan kardeşlerimizin başındaki felaket-i uzmayı def’ etmekte hiç olmazsa onlara yiyecek erzak giyecek elbise göndermek üzerimize farzdır. Dinimiz o yolda emrediyor. Bunu bildiğimiz halde şimdiye kadar kaç kuruş iane topladık? Zenginlerimizden me’mul ettiğimiz nisbette kaç kişi iane verdi. Yazıklar olsun o kimselere ki ebna-yı cinsinin çekmiş olduğu mihen ü meşakkat görmüş olduğu felaket ona hiç de te’sir etmez!!! Acaba! hadis-i şerifi Nebi-i zişan sallallahu teala aleyhi vesellem efendimizin fem-i saadetlerinden sudur etmemiş mi? Müslümanların ta’kīb edeceği hatt-ı hareketi gösteren bu hadis-i şerifde hiç de şübhemiz olmadığı halde niçin medeniyet figan eden binlerce kardeşlerimizin ah ü eninine iştirak edip de bir cesed gibi olduğumuzu fi’len isbat etmiyoruz? Ebnayı cinsinden cüz’i bir müzayakayı def’ etmek için dest-i muavenetini uzatanlar hakkındaki tebşirat-ı İlahiyye ve teşvikat-ı Nebeviyyeyi mutazammın olan nass-ı celil-i İlahisini; ve hadis-i şerif-i Nebevisini acaba hiç duymadık mı? Yoksa –haşa– bu kadar va’d-i İlahiye Veyahud birkaç günlük lezaiz-i dünyeviyyeyi hadd-i bipayan olan niam-ı uhreviyyeye tercih mi ediyoruz? Gerek burada bil-münasebe zikrettiğim ve gerek bunların emsali pek çok ayat-ı Kur’aniyye ve ehadis-i Nebeviyyeden müsteban olduğu vechile nazar-ı şeriatte insanların hayırlısı ebnayı cinsinin elem-i cismani ve ruhanisi ile müteellim; ve daima ebna-yı cinsine elinden gelen muavenetini diriğ etmeyenlerdir. Halbuki bizler şer’-i şerifin ta’rifi vech üzere hakīkī bir müslüman olduğumuzu müftehirane bir lisan ile söylediğimiz halde Kur’an -ı azimü’ş-şanın emirlerine yanaşmıyoruz!!! Çünkü: Kur’an i’la-yı kelimetullah için memleketi müslümanlığı muhafaza için elinizden gelen kuvveti sarfedin diye bizlere şiddetli emirlerde bulunuyor. Bizler ise maa’t-teessüf dinimizi memleketimizi muhafaza için kırk parayı vermekten çekiniyoruz!!! Halbuki öbür tarafdan bir Yunanlı çıkıyor –kendi dini ver diye emretmediği halde– değil kırk para yedi yüz bin lirayı birden veriyor da beri tarafdan bizim asla yüzümüz kızarmıyor!! Yazıklar olsun böyle hamiyyete!! Nerede kaldı da’va-yı İslamiyyet? Cem’iyet-i İslamiyye içinde mevcud olan bu gibi hamiyetsiz zenginlerimize karşı: ayet-i kerimesini de zikretmeden geçemeyeceğim. Me’mul ki insafa gelirler! Hülasa: Eğer biz müslümanlar dinimizi vatanımızı muhafaza etmek şan-ı celil-i İslamiyet’i i’la ederek ecanibin tahakkümü altında ah ü enin ile mahvolup giden bunca şekliyle Suyuti nüfus-ı İslamiyyeyi kurtarmak –ki dinen üzerimize borcdur– emr-i celil-i İlahisiyle me’mur olduğumuz kuvveti hazırlamak için varımızı bu uğurda sarfederek kanımızın son damlasına kadar çalışmak lazımdır. Hatta diyebilirim ki Fransa kadınlarının yaptığı gibi kadınlarımız bütün ziynetlerini hatta kulaklarındaki küpeleri bile donanma ianesine terkederek Osmanlı kadınlarının alemce müsellem olan hamiyetini bir kat daha göstermelilerdir. “Ya Rab! Müslümanları dalmış oldukları gaflet uykusundan uyandır etraflarını ihata eden bu felaketlerden haberdar et!” duasıyla hatm-i kelam edelim. Ve mina’llahi’t-tevfiku ve’l-hidayetü ve’n-nusretü ve’l-ianetü * * * DERSAADET MEDARİSİNİN SURET-İ İDARESİ Hakkında kanun layihasıdır: Madde - Dersaadet’de bulunan imarattan bir kısmının lağvından dolayı talebe-i uluma tahsis olunan bir milyon iki yüz bin kuruş ile Dersaadet’deki talebe-i ulum için Evkaf bütçesine mevzu’ mebaliğ işbu kanun ahkamına tevfikan sarfolunacaktır. Madde - Medarisde müddet-i tahsil on iki senedir. Dört evvelki sene tahsil-i ibtidai ve bunu vely eden dört sene tahsil-i tali ve son dört sene tahsil-i ‘aliye mahsusdur. Her sene bil-imtihan terfi’-i sınıfa muvaffak olarak birinci dört seneyi mal edenlere medrese-i ‘aliyye icazetnamesi i’ta edilecektir. Madde - Medaris-i ibtidaiyye talebesine şehri altmış ve medaris-i taliyye talebesine şehri seksen ve medaris-i ‘aliyye talebesine şehri yüz kuruş maaş verilecektir. Madde - Dersaadet’de makam-ı Meşihatce tensib olunacak mahallerde sekiz medrese-i ibtidaiyye yedi medrese-i taliye beş medrese-i ‘aliyye teşkil olunacak ve her medrese dört sınıfa taksim olunacak ve her sınıfın mevcudu elli talebeden Madde - Medarisde mevcud ve mukayyed olan talebei ulumdan dördüncü maddedeki medaris talebesi idadına dahil ve üçüncü maddedeki maaşa nail olacaklar müsabaka Madde - Her sene medarise ale’l-usul yeniden talebe kaydolunacak ise de bunlardan maaş i’ta olunacaklar müsabaka tali ve ibtidai talebesinden terfi’-i sınıf ve terkīn-i kayd ve vefat gibi vukūat sebebiyle tenakus edenlerin mikdarını tecavüz etmeyecektir. Madde - Tahsilin üç derecesinde dahi her sene-i tedrisiyye nihayetinde imtihan-ı umumi icra kılınacak ve terfi’-i sınıfa muvaffak olmayan talebe sınıfda ibka edilecek ve aynı sınıfda iki sene terfia muvaffak olamayanların kayıdları terkīn olunacaktır. Madde - Tahsil-i ‘alide bulunacak bin talebeyi her sene o mikdara iblağ için tahsil-i taliyi ikmal etmiş olanlar ve tahsil-i talide bulunacak bin dört yüz talebeyi itmam için tahsil-i hanı icra kılınacaktır. ulum u fünun edip medarise kaydolunmak üzere müracaat edenler dahi kabul ve bil-imtihan kazanacakları sınıfa kaydedilir. Madde - Medarisdeki talebenin Mekteb-i Kuzat’a ve diğer mekatib-i ‘aliyyeye dahil olmaları caiz ise de ba’de’d-duhul maaşları kat’ edileceği gibi medarisde ikmal-i tahsil ile şehadetname ahzına muvaffak olanların da kayıdları terkīn olunup maaşları kesilecektir. Madde - Tahsil-i ibtidaiyi ikmal ettikleri halde tahsil-i tali için müsabaka imtihanında muvaffak olamayanlar ile tahsil-i taliyi ikmal ettikleri halde tahsil-i ‘ali müsabakasında kazanamayanlar sinin-i atiyyede icra kılınacak müsabaka kabul edilmedikce maaş ahz edemeyeceklerdir. Madde - Medaris-i ibtidaiyye me’zunlarının cevami’-i şerife ve müessesat-ı saire-i hayriyyede inhilal edecek cihat-ı diniyye ve tevcihatında hakk-ı rüchanı olacaktır. Madde - Medaris-i taliyye me’zunları tabur imametlerine ve cevami’-i şerife ve müessesat-ı sairede inhilal edecek cihat-ı ilmiyyeden medaris-i ‘aliyye me’zunlarının talib oldukları cihetlere ta’yin edilmek hakkını haiz olacaklardır. Madde - Medaris-i ‘aliyye me’zunları alay müftiliklerine ve cevami’-i şerife ve müessesat-ı sairede cihat-ı ilmiyye ve medaris muallimliklerine ve mekatib-i ulum-ı Arabiyye ve diniyye muallimliklerine ta’yin olunmak imtiyazına maliktir. Madde - İkişer yüz mevcudlu dört sınıfı havi her medresenin bir müdir ve iki müfettişi ve lüzumu kadar müderris ve muallimi ve dört bevvabı olacaktır. Madde - Müdir ve müfettiş ve müderrisler el-yevm mevcud olan ders-i am miyanında kıdem ve ehliyetleri nazar-ı dikkate alınarak ve lede’l-iktiza imtihanları icra olunarak Madde - El-yevm mevcud olan ders-i am efendilerin maaşları hiçbir suretle tenkīs edilmeyip ancak maaşat-ı mezkure mahlulatından medaris-i ‘aliyye müdirlerinin maaşları müderrislerinin maaşları her saat-i tedris için otuz kuruş hesabıyla hadd-i layıka ve medaris-i taliyye müdirlerinin maaşları bin beşer yüz ve müfettişlerinin maaşları biner kuruşa ve müderrislerinin maaşları her saat-i tedris için yirmi beş kuruş hesabıyla hadd-i layıka ve medaris-i ibtidaiyye müdirlerinin maaşları biner ve müfettişlerinin maaşları sekizer yüz kuruşa ve müderrislerin maaşları her saat için yirmişer kuruş hesabıyla hadd-i münasibine iblağ ve bevvab efendilere Madde - Müciz ve gayr-ı müciz bilumum ders-i am efendiler iki bin kuruş veya daha ziyade maaşlı me’murinden bulunanların maaşları kat’ olunarak mahlulat miyanına olanlar dahi medarisde müdirlik müfettişlik ve müderrislik ve fünun-ı cedide muallimliği gibi hidematı kabul ve hüsn-i Madde - Müderrisin miyanında muallimleri tedarik olunamayan fünun-ı cedide için muvakkaten haricden muallim tedarik edilecek ve ileride işbu fenlerin cümlesinin tedrisi medrese-i ‘aliyye me’zunlarına hasr olunacaktır. Madde - Ders Vekalet-i Aliyyesi’nce kendisine irae edilecek vezaifi ifadan imtina’ veya vazifesinde tekasül eden müderrisine birinci defa ba-varaka-i mahsusa ihtarda ikinci defa meclis-i mesalih-i talebeye celb ile tevbihde bulunulacak ve yine imtina’ ve tekasülleri görülürse maaşları kat’ olunarak silk-i müderrisinden ihrac edilecektir. Madde - Talebe-i ulum muhassasatı evkaf bütçesinden ve müderrisin maaşıyla medreseler müdir müfettiş ve bevvabları maaşat-ı ilmiyye bütçesinin tertib-i mahsusundan tesviye kılınacaktır. Madde - Atiyen yapılacak medaris la-ekall bir sınıfının mevcudunu istiaba kafi olacak surette hıfzu’s-sıhha kavaidine muvafık bir tarzda inşa edilecek ve bu yolda medaris vücuda getirildikce buralarda ikamet edecek talebenin maaşatı kat’ ile tahsisatları it’am ve iksalarına karşılık tutulabilecektir. Madde - İşbu kanunun cihet-i idariyyesinin icrası Makam-ı Meşihat-i İslamiyye’ye ve Evkaf’a tealluk eden cihetlerinin “Dünya beş gündür beşi de kara” beş günlük ömür için bu fani dünyada sa’y ü telaş etmek mal ve devlet şevkine kapılmak kesb ve hayat kaydına düşmek ömrü beyhude çürütmek lüzumu var mı? Her ne etsek ahirimiz fenadır! Kişi gerek ahireti için çalışsın onun için sermaye kazansın ölümünü hatırından çıkarmasın gözünü ahiret kuşesine diksin. Ey azizan! Bir bakın dünyaya ibrethanedir ahirin fikretmeyen akıl değil divanedir…” Muhterem ulema ve vaizlerimizin mescidlerde meclislerde cemaate hitaben söyledikleri sözler irad ettikleri nutuklar ale’l-ekser bu kabil va’z u nasihatlerden ibaret olduğu cümleye ma’lumdur. Bu mazmundaki va’zlar ile ruhani babalarımız “salikan-ı rah-ı hakīkat” halkın i’tikadına bir durgunluk getirip hayat-ı dünyadan müslümanları soğuturlar. Umur-ı maişette lazım olan sa’y ü cihaddan beri ederler. Bu kabil va’z u nasihatlerden müslüman kardeşlerin var kuvvetleri zaifleşir fikirce hünerleri durgunlaşır cesaret ve teşebbüsleri kırılır; zillete esarete her şeye razi olup bütün cefa ve meşakkatleri kabul ederler; her nevi’ zahmet ve eziyete katlanırlar maişetin acıklı ve cefalı haline takat getirirler ve her işte “mi-guzered” deyip zillet ü atalet içinde hayatlarını sürüklerler. “Dünya beş günlüktür onun da ahiri ölümdür. Beş günlük ömür için çalışmak değer mi ve çalışmaktan ne hasıl olur? Sultan-ı cihan olsa gider cana inanma – Çün bakī değil mülk-i Süleyman’a inanma . Pes şu halde ölüme hazırlanmak lazım. Hayatta vefa yoktur bakī değil…!” Tama’kar vaizler için cemaatin böyle gaflet ve cehalette yaşaması elbette çok hayırlıdır. Az çok her ne kazansalar getirip öz ağalarına teslim edecekler. Kendileri ise aza kanaat edip ancak beş günlük ömür için elde pek cüz’i sermaye saklayacaklar. Çünkü ruhani babaları onlara vazıh deliller onu cem’ etmek?... Ne gerektır sana bu devlet ü mal Yükünü yüngül eyle ey hammal metinin semeresini ellerinden alıp yüklerini yüngül etmeye çalışmışlardır. Bu sebebdendir ki müslüman alemine atf-ı nazar edildikte onun hal-i pür-melaliyle Avrupalıların saadet-i hali karşısında akl-ı insan hayrette kalıyor! Devlet servet ma’rifet kemal hüner bilgi beceriklik rahat yaşayış Avrupalılarda; fakr zillet yoksulluk cehalet avamlık hünersizlik adem-i rahat acz esaret ü kesalet ise alem-i İslamda.. Bunlar gözlerini kabristana dikmişler beş günlük ömrü çabuk geçirip oraya vasıl olmaya çalışırlar; onlar ise dünyada hayatlarını rahat geçirmeye refah u saadet iktisabına kendileri ü gaflette; onlar refah u saadette.. Bunlar ölü onlar diri! Avrupalıların bu faaliyet bu ciddiyet ve saadeti onların müslümanlardan daha ziyade kabiliyetli ve müstaid olmalarından değil mahza ondan naşidir ki onlar hayatın kadrini bilip ondan müstefid olurlar; müslümanlar ise hayata meyl etmeyip mematı fikr ederler. Bir Rus edibi milletini şu yolda yaşamaya da’vet ediyor: “Hayatınızı ganimet bilip yaşayınız ve yaşamanın yollarını öğrenip rahat yaşayınız. Vaktinizi gaflette geçirmeyiniz. Yan yatıp bir nokta üzerinde kalmayınız. Yaşayınız ve başkalarının hayatına sebeb olunuz. Ulum u fünuna sanayi’ u ticarete felsefeye alış-verişe ziraate mektep ve medreselere hareket veriniz hayat bahş ediniz maişet için yeni usul ve kaideler tertib ediniz siyasi ve iktisadi işlerinize tağyir u tebdil verip başkalarıyla münasebat ve alakanızı düzeltiniz hürriyet ve ulviyet kesb ediniz. “Cümleye kardeş gözüyle bakınız başkalarının hukūk ve ihtiyarlarına memleketin ma’muriyet ve asayişine riayet ediniz. “Hayatı unutmayınız ona rahmınız gelsin hem kendinizin hem başkalarının hayatını muhafaza ediniz yaşamayı seviniz ve aziz tutunuz. Kuvvetli bir milletin bir hücum ve zulmü altında zaif bir milletin hukūk ve hürriyetinin mahvına mani’ olunuz…” El-hak hayatı sevmek ve onun kadrini bilmek lazımdır. Bizler ise bundan gafil ve uzak düşmüşüz hayatın kadrini bilmiyoruz ve içimizden her kim biraz hayatın kadr u kıymetini derk edip ahval-i maişetini ıslah etmeye çalışsa derhal cenab-ı vaiz ile Ağa Derviş onun kapısını kesip yüce sesiyle men’ eder: “Ki ey gafil dünya ibrethanedir dünyaya uyma ahireti elden koyma kervan her yola düşüptür herkes yükünü tez yüklese merdanedir. Bu dünya-yı duna rağbet etme ahiret için tedarik gör kuşe-i kabirden gözünü çekme. Naz ile başını baliş-i naza koyma çünkü nice bin nezaket ehli hak ile yeksan olmuştur…” Vaizin ve Ağa Derviş’in böyle nasihatleri müslüman kardeşleri hareketten alıkoyup bütün mevcudiyetlerine bir durgunluk ve perişanlık arız olur hayattan çalışmaktan her bir şeyden şevk ve hevesi kesilip memattan başka fikr ü hayallerine bir şey gelmez. Bir cesaret ve hüner sahibi çıkmıyor ki vaiz efendiden sual etsin: Ey muhterem hoca! Bizi ölüler alemine da’vet etmekten maksadın nedir? Kur’an-ı Kerim bize böyle mi diyor? Yoksa bizi çalışmaya şan ü şevket-i İslamiyyeyi muhafaza için Ey bizim ruhani babalarımız bize merhametiniz olsun cümlesi terakkī yoluna düşmüş gece gündüz çalışıyorlar. Esbab-ı maişetlerini tehiyye kılıyorlar. Bütün alemin aklı fikri zihni işliyor ahval-i maişetleri iyiliğe ve saadete münkalib oluyor. Bütün milletlerin efradı arıların sepetlere bal taşımaları gibi muttasıl işlemektedirler. Ama biz yatıp kalmışız. Ne aklımız işliyor ne fikrimiz. Gözümüzü ancak ölüler alemine dikip her ne vakit bir hareket göstersek Ağa Derviş’in sesi guşumuza yetişir: “Ahirin fikr etmeyen akıl değil divanedir…” Milletlerini hayata da’vet eden zevat gibi biz de müslüman kardeşlere hitaben deriz ki: “Ey kardeşler hayatın kadrini biliniz hayat Allah tealanın atiyyesidir ayılınız hareket ediniz. Kapı bacalarınızı açınız ö[nü]nüze ışık gelsin. Gözünüzün tozunu silip dikkat ile etrafa bakınız herkes buyuruyor. Ahiret için yarın ölecek gibi çalışmak lazım geldiği gibi dünya için de ebediyyen yaşayacak gibi çalışmak lazımdır.” Bakü – Hakyolu * * * Evet Rus bayrağı! Şanlı mazimizin mezar-ı nisyanına gömülen menakıb-ı zaferden bugün için ancak sönük ölgün bir hatıra olarak yaşar. Baltacı ordusunun Prut bataklıkları içine batırıp yine dünya yüzüne çıkardığı Rus bayrağı!. Kırım hanlarının saray harabeleri üzerinde baykuşlar gibi tüneyen Kafkas’ın kanlı zirvelerinde bazen geçit yollarının dolambaçlı derinliklerinde yükselen Rus bayrağı!. Tuna vadilerini Balkan boğazlarını Çatalca istihkamlarını çiğneyerek otuz dört sene evvel Ayastefanos önlerine kadar sürdüğü ordusunun rehber-i meşy ü hücumu olan o Rus bayrağı işte bugün zavallı “İran”ın ser-i mukadderatında dikilmiş duruyor: “Petersburg Kanunievvel – Tebriz’e Rus bayrağı çekilmiştir” Şu telgrafname; “Bugün İran’a yarın bize” demek olan bir acı hakīkati bütün çıplaklığı bütün vahşetiyle i’lan ediyor. Vatandaşlar bu ne acı bir hakīkattir! Bizden Osmanlı Hükumeti’nden gayrı dünya yüzünde ber-hayat kalabilen zavallı İran’ın musibetzede sinesi Kazak atlarının ayakları altında çiğneniyor. Ale’l-ekser Türklerle meskun olan Azerbaycan Tebriz Enzeli gibi havalisi de Rus toplarının tarrakası altında inliyor. Bu bedbaht memleket baştan başa düşman pa-yi istilasına ferş edilmiş kimsesiz yetim bir nasiye-i mağdure şeklini gösteriyor bir bakire-i ma’sume hissini veriyor. Bu pak nasiyeyi kirleten: “Gul-i ihtiras” o bikr-i ismeti çak eden de: “Cehl ü nifak”dır. Bir zamanlar aktar-ı cihanı şa’şaa-i satvet ü irfanıyla meclub-ı mehasini eyleyen koca bir medeniyet-i İslamiyye şu dakīkada bütün mevcudiyet-i maddiyye ve ma’neviyyesiyle serir-i ikbalinden hufre-i zevale doğru yuvarlanıyor. Bu mebna-yı azim-i hayatın velvele-i indiras ve inkırazı kulaklarımızda olsun bir eser-i teyakkuz u intibah hasıl etmelidir. Biçare İran.. Bu haile-i mevt ü sükutun sekran-ı ıztırabını pek elim ve takat-şiken bir ribka-i zaman ile çekecektir. Bu zavallı hastayı bir anda öldüremeyecekler. Fakat hergün hayatından bir uzviyet-i mahsuseyi kat’ u nez’ ederek ona bu tarihi millete hicranlar hacaletler intikamlar azab u ıztırablar içinde bir kabus-ı cebr u tahkīr yaşatacaklardır. Ya Rab! Bu ne mukavemet-suz vicdan-hıraş bir hayat-ı mevt-engizdir. ras” denilen iki ifrit-i bi-emanın zalim pençeleri bila-müşkil kırdı mahveyledi… Bu iki amil-i gaddarın te’sirat-ı meş’umesi –daha geçen gün Fransa ile Almanya arasında berat-ı inkırazi imza edilmiş bı üzerinden bile henüz zail olamadığı görülüyor. Bu iki facire-i Fransız defter-i istimlakine kaydedilen ve bütün Fransa kadar cesim olan bu koca İslam diyarında hala intibah husule gelmemiştir. Daha düne kadar Fas hakimiyet-i münkarizesinin Berlin Kruvazörü’nün sırıtkan top ağızlarıyla tezyif edildiği pakize sahillerine nigeran olan veh-resanları üzerinde şu saatte bile “kardeş kanı içmek” hırs ve nifak saikasıyla vatana müstevli olan düşmanları görememek üzere “birbirinin gözünü oymak hem-dinlerini boğazlamak öldürmek” felaketi hükümrandır. Fas’da Fransız Trablus’da İtalyan İran’da da Rus bayrağı dalgalanıyor. Latin ve Islav milletlerinin alamet-i hücum ve istilası olan bu bayraklardan İslamiyet aleminin ati-i mukadderini tesmim edecek bir heva-yı zehrin intişar ediyor. Gözümüzün önünde olan bu mehalik-i sabiteden gayrı yarının meşime-i vekayiinden doğacak şeylerden bi-haberiz. Ey nifak u şikak içinde boğulan müslümanlar! İntibah; intibah Pek tabii bir şeydi; memleketin milletin mukadderatı ellerine tevdi’ edilen Meclis-i Meb’usan a’zaları muharebe edip dururken vatanın bir kuşesindeki İtalya Harbi’ne kim kulak asar! Harbin en dehşetlisi İstanbul’da Millet Meclisi’nde başladı ve devam ediyor. Tehlikenin bu kadar büyüğü karşısında İtalya Harbi gibi ufak tefeklerine kim ehemmiyet verir! Lakin İtalyanlarla beraber bizim izmihlalimizi umanlar; şu hallerden ne kadar memnunlar! Meclisdeki beş on mansıb harisi bütün İtalya’nın zırhlılarından ordusundan hem de kat kat fazla millet-i Osmaniyyeyi duçar-ı ye’s etmektedir. Acaba bu vatan düşmanlarının İtalyanlardan daha eşna’ onlardan bin kere daha tehlikeli olduklarını anlamıyor muyuz? Böyle beş on garazkarın keyfi ihtirası uğrunda bu memleketin batıp gitmesine göz mü yumacağız? Niçin bunların kulaklarından tutup da atıvermekte hala tereddüd gösteriliyor. Memlekette mukaddesat namına ne kadar esaslar varsa hepsine hücum ettiler; daha ne yapmak * * * Cum’adan sonra Sahlebcioğlu Medresesi’nde in’ikad eden Mu’temer-i İlmi İzmir ve mülhakattan bir çok ulema ve samiinden bir cemm-i gafir hazır oldukları halde faziletli Hakim Efendi’nin riyaseti ve Kumandan İsmail Fazıl Paşa hazretlerinin nezareti tahtında müzakerata başlamıştır. Sahlebcizade Cami’-i Şerifi Hatibi Hafız Tevfik Efendi teberrüken Sure-i Feth tilavet etmesini müteakıb Cezayir ulemasından Geylani Efendi tarafından bir dua-yı beliğ kıraet edilmiş ve Milas Müftisi Hafız Mehmed Sadık Efendi bir nutk-ı iftitahi hakayık-ı İslamiyyenin inkişafı için birer mehd-i kemal olduklarını fezail-i ahlakıyye ile ittisaf ve rezail-i ahlakıyyeden ris-i ‘aliyyeden neş’et eden binlerce ulema’-i fazılanın cehd ü himmetleriyle az zaman zarfında aksa-yı şark u garba kadar ulema sırf [a]hkam-ı celile-i İslamiyyeyi hakkıyla icra ve evamir-i diniyyeye ittiba’ sayesinde medeniyet-i İslamiyye pek ziyade terakkī ve teali ettiğini ve şu kadar ki zamanımızda görülen asar-ı tedenni medaris ve tekayamızın ıslahata ve bugünkü asr-ı medeniyyete muvafık bir tarzda tensika muhtac bulunduğunu ve ashab-ı i’tidalden mürşidler vaizler yetiştirmek için medarisde tedris olunacak ulum u fünunun kavaid ü mesailini cami’ birer kitabın te’lifi lazım olduğunu ve bu hususda medarisin ıslahı için taksim-i a’mal kaidesine tatbikan muntazam bir program dairesinde çalışmakla beraber işbu mu’temerin maksadı sırf ilmi olduğunu kendisine mahsus bir uslub-ı nezih ile beyan ü ifade eylemiş ve ba’dehu hey’et-i idare re’y-i hafi ile intihab olunmuştur. Ekseriyetle intihab olunanlar Hafız Ali Milas Müftisi Hafız Mehmed Sadık Sahlebcizade Müderrisi Şeyh Nuri Mısır Dergahı Şeyhi Bedri Cezayir ulemasından Geylani Maraşlı Kamil Kırkağaç ulemasından İsmail Hakkı Bozdoğan Müftisi Hafız Emin ulemadan Yusuf Rıza Çorakkapı Medresesi Müderrisi Hacı Edhem Soma Müftisi Osman Zeki efendilerdir. Vazife-i kitabeti Sezai Bey deruhde etmiştir. Mu’temer-i İlmi’de Vali Nazım Paşa nazır-ı evvel Kumandan Efendi Reis-i Sani müfti intihab olunmuşlardır. Müteakıben İsmail Fazıl Paşa hazretleri tarafından vakıfane alimane bir nutk-ı beliğ irad olunmuştur. Muahharan Balıkesir ulemasından Mehmed Asım Efendi tarafından gönderilen mütalaaname kıraet edilmiş ise de müzakeresi vakt-i ahara terkedilmiştir. Peyderpey Mu’temer-i İlmi’ye varid olacak mütalaanameler hey’et-i umumiyyede kıraet edilecek ve not tutulacaktır. * * * ŞEYH SENUSI HAZRETLERİ Osmanlı Ajansı’na Trablusgarb muhabiri tarafından atideki telgraf keşide edilmiştir: rif hazretleri bütün Afrika müslümanlarına hitaben neşreyledikleri bir beyannamede alem-i İslam arasındaki revabıt-ı uhuvvet ü ittihadı nazar-ı dikkate alarak bütün müslümanların Hilafet-i Muazzama-i İslamiyyenin düşmanlarına karşı cihad-ı mukaddese hazır bulunmalarını emir buyurmuşlardır. Şeyh hazretleri bütün tavaif ve şüyuhunu cihada iştirake da’vet etmektedir. Bu beyanname Afrika müslümanları arasında büyük bir te’sir icra etmiş ve herkes kemal-i şiddetle harbe hazırlanmaya başlamıştır. Senusi Şeyhi Ahmed eş-Şerif hazretleriyle mülakat etmek ve muharebe-i hazıra hakkında tertibat-ı lazımede bulunmak üzere Afrika’ya azimet eden Seyyah-ı şehir Abdürreşid tını muhtevi Mısır’dan gönderilen mektuptan sonra hiçbir haber ve ma’lumat alınamaması hasebiyle bir çok kari’lerimiz sabırsızlanıyorlar. Fi’l-hakīka biz de merak etmiştik. Fakat bir hafta mukaddem Cağbub’dan aldığımız hususi bir mektupta sıhhatte olduğundan ve işlerin pek yolunda gittiğinden bahisle yolların meşakkati ve fevkalade mühim mes’elelerle iştigali hasebiyle mektup gönderemediği cihetle beyan-ı ma’zeret ediyor ve yakında uzun mektuplar göndereceğini va’d ediyor. Osmanlı Ajansı’nın balada münderic telgraf ile bildirdiği cihad-ı mukaddes i’lanında Abdürreşid Efendi hazretlerinin de bir hisse-i gayret ü tergībi olsa gerektir. Çünkü hazretin gaye-i emeli Senusi Şeyhi hazretleriyle mülakat ederek büyük teşebbüslerde bulunmak idi. Veda’ ederken “Menzil-i maksuda muvasalatımdan bir hafta on gün sonra Afrika’dan mühim haberler alırsınız” demişti. Rusya müslümanlarının nutuk ile Buhara halkını bir gecede harekete getiren Japonya’da şarkta pek büyük hürmet ve şöhrete mazhar olan hazretin Şeyh Senusi hazretleriyle mülakatından pek mühim muvaffakiyetlere gibi derc edeceğimiz tabiidir. ba’di gelecek nüshaya derc edilecektir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ocak Yedinci Cild - Aded: Sonra zenginlerimiz: “Haydi gidin fen getirin.” Diye her isteyenin şahsına bilmem kaç bin Ruble tahsis ile sevkeylediler Avrupa’ya; Pek fedakar idi hemşehrilerim doğrusu ya. Bu giden kafileden birçoğu cidden tahsil Ederek döndü. Fakat geldi ki üç beş de sefil Hepsinin namını telvise bihakkın yetti... Gönderenler ne peşiman oluyorlar şimdi! Hiç unutmam güvenip girdiğim yanına En cömert zengin iken şöyle cevap verdi bana: “Günde on kerre gelip istediniz hep verdim. Yine vermezsem eğer millet için na-merdim. Yalınız ehline gitsin bu emekler... Olur a Hali ıslah edecekler diyerek kaç senedir Bekleyip durduğumuz zübbelerin hali nedir? Geldi bir tanesi akşam hezeyanlar kustu! Dövüyordum bereket versin edebsiz sustu. Bir selamet yolu varmış... O da neymiş: Mutlak Dini milliyyeti kökten kazıyıp Ruslaşmak. O zaman iş bitecekmiş... O zaman kızlarımız Şu tutundukları gayet kaba pek ma’nasız Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden Analık ilmini tahsil edecekmiş... Zaten Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş: Ki kadın “sosyete” bilmezmiş esarette imiş! Din için millet için iş görecek alçağa bak: Dini pamal edecek milleti Ruslaştıracak! Bunu Moskof da yapar şimdi rıza gösterelim; Başka bir ma’rifetin varsa haber ver görelim! Al okut Avrupa tahsili desinler gönder; Servetinden bölerek na-mütenahi para ver; Sonra bir bak ki: Meğer karga imiş beslediğin! Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin! Sade bir fuhşumuz eksikti evet Ruslardan... Onu ikmal ediverdik mi bizimdir meydan! Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne... Acırım tükrüğe billahi tükürsem yüzüne! Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lazım... Şu kadar vermelisin.” Kahrolayım kaçmazdım. Elverir sardığımız bunları halkın başına... Ben mezarımda huzur istiyorum baksanıza! Siz de insaf ediniz: Öyle ya artık ne demek Zengin olduk diye la’net satın almak mı gerek?” Bir seher vakti gelip üç kişi bildiklerden Dediler: “Şimdi hükumet basacak matba’anı... Durmanın vakti değildir. Hadi kaldır tabanı!” Bir işaretle çocuklar dağılıp dört köşeye Girdiler hepsi de gayetle emin bir deliğe. Onların nevbeti geçmiş sıra gelmişti bana: Yolu tuttum yalınız doğruca Türkistan’a. Gece gündüz yürüdüm bulmak için Taşkend’i; Geçtiğim yerleri ta’dada mahal yok şimdi. Uzanıp sonra Buhara’ya Semerkand’e kadar Eski dünyada bakındım ki ne alemler var? Sormayın gördüğüm alemleri hiç söylemeyim: Yadı temkinimi sarsar da kan ağlar yüreğim. O Buhara o mübarek o muazzam toprak; Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak! Bir çocuk vermiyor aguşuna ilmin ne akim! O rasad-hane-i dünya o Semerkand bile; Öyle dalmış ki hurafata o mazisiyle: Ay tutulsun “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek Dümbelek çalmada binlerce kadın kız erkek! Bu havalide cehalet ne kadar çoksa nifak Daha salgın daha dehşetli... Umumen ahlak –”Pek bozuk” az gelecek– namütenahi düşkün! Öyle murdarını görmekte ki insan fuhşün Bırakın söylenemez: Mevki’imiz cami’dir; Başka yer olsa da tafsile haya mani’dir. Ya ta’assub! Ya ta’assub! O kadar maskaraca Bir yol almış ki bakarsın başı misvaklı hoca Mütehassısken edepsizliğin eşkalinde En ufak şeyden olur dini hemen rencide! Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid’at Şer’i tağyir ile terzil ise -haşa- sünnet! Artık Allah’tan utanmaz hele Peygamber’den Hiç sıkılmaz görünen böyle beyinsizlerden Çekecek memleketin hali ne olmaz düşünün! Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün... Okunandan ne haber? On para etmez fenler Ki ne dünyada soran var ne de ukbada geçer! Üdeba doğrusu pek çok kimi görsen: Şair! Yalınız şi’rine mevzu’ iki şeyden biridir. Koca millet! Edebiyyatı livatayla zina; Rayic üslubu da mestane zelilane eda! Sonra tenkīde giriş: Hepsi tasavvufla dolu! Var mı sôfiyyede bilmem ki ibahiyye kolu? Hafız’ın ortada divanı kitabü’l-fetva! “Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!” Urefa mesleği; a’la hem ucuz hem de şeker! Şu kadar var ki şebabında hamaset gayret Başlamış... Bir gün olup parlayacaktır elbet. O zaman işte şu toprak yeniden işlenerek Bu filizler gibi binlerle fidan besleyecek. Çin’de Mançurya’da din bir görenek başka değil. Müslüman unsuru gayet geri gayet cahil. Acaba meyl-i teali ne demek onlarca? “Böyle gördük dedemizden” sesi milyonlarca Kafadan aynı tehevvürle bakarsın çıkıyor! Arş-ı amali bu ses ta temelinden yıkıyor. Görenek hem yalınız Çin’de mi salgın? Nerde! Hep musab alem-i İslam o devasız derde: Getirin Mağrib-i Aksa’daki bir müslümanı; Bir de Çin surunun altında uzanmış yatanı; Dinleyin her birinin ruhunu: Mutlak gelecek “Böyle gördük dedemizden!” sesi titrek titrek! “Böyle gördük dedemizden!” sözü dinen merdud Acaba saha-i tatbiki neden na-mahdud? Çünkü biz bilmiyoruz dini. Evet bilseydik Çare yok gösteremezdik bu kadar sersemlik. “Böyle gördük dedemizden!” diye izmihlali Boylayan bir sürü milletlerin olsun hali Yoksa bir maksad aranmaz mı bu ayetlerde? [Kimseyi incitme de ne istersen yap çünkü bizim kanunumuzda Lafzı muhkem yalınız anlaşılan Kur’an’ın: Çünkü kaydında değil hiçbirimiz ma’nanın! Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına; Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına. Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için! Bu havalidekiler pek yaya kalmış dince; Öyle Kur’an okuyorlar ki: Sanırsın Çince! Bütün adetleri ayin-i mecusiye karib; Bir şehadet getirirler... O da oldukça garib! Yalınız hepsi de hürmetle anar namınızı. Hiç unutmam sarılıp hırkama bir Çinli kızı Ne diyor anlamadım söyledi birçok şeyler; Sonra me’yus olarak ağladı... Biçare meğer Bana Sultan’ı sorarmış da nasıldır? dermiş. Yol yakın olsa imiş gelmeyi isterlermiş. Sufiye-i kiram hazeratı a’yan-ı sabiteyi: Mümkünatın bu hakayık rayiha-i vücudu şemmetmemiştir diyorlar. İlm-i şemmetmemiş olur? diye serd edilen i’tiraza da: Vücud sübuttan eammdır her sabit olan şeyin mevcud olması lazım gelmez diye cevap veriyorlar. Mesela nefy-i vücud ma’nasını tazammun eden ademden bahsedildiği sırada adem mevcuddur denilebilir. Fakat bu sözden maksad zaten nefy-i vücud ma’nasını tazammun eden ademin vücud ile ittisafını kabul etmek olmayıp belki ademiyet üzere sübutunu anlatmaktır. Sufiye: A’yan-ı sabitenin ilm-i İlahide sübutu “feyz-i akdes” a’yanın suveri olan mümkünatın haricde zuhuru da feyz-i mukaddes neticesidir diyorlar. Bazı kimseler a’yan-ı sabite ile eşya-yı hariciyyeye şey’-i vahid nazarıyla bakıyorlar; halbuki öyle değildir. Gelenbevi merhum Celal Haşiyesi ’nde madığını göstermiş ve a’yan-ı sabite ile eşya-yı hariciyye beynindeki farkı “bi-şarti’l-mazhariyye” kaydıyla ta’yin eylemiştir. Şu kayda göre bizim mevcudat-ı hariciyye namını verdiğimiz suver-i mümkinat a’yanın yine meraya-yı a’yanda “feyz-i mukaddes” ile zahir olan suretleri demek olur. “Feyz-i akdes” ve “feyz-i mukaddes” ta’birlerine gelince bu ta’birler ıstılahat-ı sufiyyedendir. Feyz-i akdes demek eşya ha-i taayyünde vücudunu daha doğrusu sübutunu mucib olan tecelli-i hissi-i zati demektir. Feyz-i mukaddes de a’yandaki zam ederse onların zuhurunu mucib olan tecelliyat-ı esma’ demektir. Şu halde feyz-i akdes a’yan-ı sabite ile onlardaki isti’dadat-ı asliyyenin ilm-i İlahide sübutunu feyz-i mukaddes de a’yan-ı sabitenin levazım ü tevabiiyle haricde zuhurunu istilzam etmiş demek olur. Diğer bir i’tibara göre a’yan-ı sabite esma’ ve sıfat-ı İlahiyyenin suveri olmak haysiyyetiyle hakayık-ı İlahiyyedir. A’yan-ı sabite münasebetiyle “hazarat-ı hams” hakkında da bir iki söz söylemek lazım geliyor. Erbab-ı tasavvuf hazarat-ı İlahiyyeyi hadd ü hasrdan tenzih eyledikten sonra avalime nazaran beş hazret ta’bir-i diğerle beş suret kabul ediyorlar. Bunlardan birincisine hazret-i gayb-ı mutlak alem-i latuayyen alem-i lahut alem-i ıtlak ama-yı mutlak vücud-ı mahz ümmü’l-kitab-ı gaybü’l-guyub ve saire gibi isimler veriyorlar ve bu makam Cenab-ı Hak henüz esma ve sıfat mertebesine tenezzül etmediği cihetle kaffe-i esma ve sıfatın zat-ı uluhiyyette mahv u müstehlek olduğu makamdır diyorlar. Bunun mukabili olan hazrete da alem-i hiss ü şehadet tesmiye ediyorlar ki bildiğimiz alem-i kevn ü fesad demektir. Gayb-ı mutlakla alem-i hiss ü şehadet arasında alem-i misal-ı mutlak misal-i mutlakla gayb-ı mutlak arasında da alem-i ervah-ı ceberutiyye yani ukūl ve nüfus-ı mücerrede yine alem-i misal-i mutlakla alem-i hiss ü şehadet arasında alem-i misal-i mukayyed “alem-i menam” tasavvur ediyorlar ve bunların hepsi i’tibarat-ı muhtelifeye nazaran mertebe-i vahideye verilmiş olan muhtelif isimlerdir diyorlar. Tafsilini anlamak isteyenler kütüb-i sufiyyeye müracaat buyurabilirler. Maksadımız tasavvufun esası hakkında ma’lumat-ı mufassala vermek olaydı müdevvenat-ı mevcudeden bir çok sözler nakledebilir idik. Bu meratibin tafsilinden sarf-ı nazar sufiye-i kiram hazeratının kaffesi eşyadan nefy-i vücud ile vücud-ı hakīkīyi Cenab-ı Hakk’a hasr u tahsis ederek Cenab-ı Hak’dan başka mevcud yoktur diyorlar. Fi’l-hakīka hazerat-ı sufiyye: La mevcude illallah yani Cenab-ı Hak’dan başka mevcud yoktur demişler. Fakat bununla mevcud olan her şey Cenab-ı Hak’dır ma’nasını murad etmemişler. Onların vücud Hak’dan ibarettir demeleri tamamıyla başka bir ma’nayı mutazammındır. Halbuki kitab-ı kainatta münderic her kelimeden ayrı ayrı ma’na çıkarıp kelimatın hey’et-i mecmuasından meal-i vahid müfesser olan ma’na-yı vücudu ehl-i vahdetin ma’na-yı diğer murad ettikleri vücud ile karıştırarak onların mezheb-i kındaki tecavüzat-ı ma’lumeleriyle insaf vadisinden hayli uzak düşmüşlerdir. Ehl-i vahdet Cenab-ı Hakk’ı görmüş gördüğünü vücuddan başka bir lafz ile ifade edememiş. Ehl-i kesret onların vücud ta’birinden a’yanda kevn ile müfesser olan ma’nayı murad ettiklerine zahib olarak onu bir türlü Cenab-ı Hakk’ın şanına layık görmemiş fakat o müşahede nerede onu red için iltizam edilen bu mücahede nerede? Mükevkeb bir gecede milyarlarla nücum-ı zahirenin nur-ı lerzanı hassas yürekleri ihtizaza getirdiği bir sırada güneş setre-i erguvanisini üstünden atarak habgahından çıkınca ketaib-i nücum nasıl vadi-i izmihlale doğru koşarsa bir zaman evvel var gibi görünen kavafil-i eşyada şems-i hakīkatin ufk-ı dilden tuluuyla feyfa-yı ademe doğru öylece rube-rah-ı firar olur! Fi’l-hakīka biz dimağımıza aks-i kaziyyenin imkanını müeyyid bir tohum-ı tereddüd atılmadıkca silsile-i hadisatın vücud-ı hakīkiyle ittisafından şübhe etmeği asla hatırımızdan geçirmeyiz. Hatta birisi bize böyle bir şeyden bahsedecek olsa bünyan-ı tefekküratının şakūlünden inhiraf ettiğine kail olarak dimağına bir payanda vurmak bu suretle aklının muvazenesini yerine getirmek için belki biçarenin suretine bir de Hudayi sille aşk ederiz ve tokadı attıktan sonra: Alem-i haricinin vücudundan şübhen varsa yediğin tokadı da o silsileye idhal ederek hiç acısından şikayet etme! diye biçareye bir de ders-i intibah vermeye kalkışırız. Acaba bu hareketimiz doğru mudur? Asla değildir. Çünkü akıl bazı kere insanı değil alem-i haricinin hatta kendi nefsinin bile mevcudiyetinden şübheye düşecek halata sevkedebilir. Aklın o saiki değil midir ki vadi-i tereddüdden ale’l-ıtlak vücud ile beraber benliğini de gaib etmiş olan Decart’a “Düşünüyorum binaenaleyh varım” düsturunu ve o düstur saiki değil midir ki meşhur Fihte’ye cümlesinin tazammun ettiği ma’nayı bütün mükevvenata teşmil edecek kadar tevsi’ ettirerek alemde kendisinden başka bir mevcud göstermemiş! Ehl-i tasavvuf: Taayyünat-ı kevniyye zavahir u bevatın i’tibariyle esma’-i imkaniyye ve vücubiyyeyi cami’ olduğundan onların bir ciheti ademe bir ciheti de vücuda nazırdır. Ademe nazır olan cihet tecelliye mazhariyetlerinden kat’-ı nazar kendi nefisleri i’tibariyle olan cihettir. Şu halde taayyünat-ı salife i’tibar-ı evvele göre ma’dum; dır. Bunlardan biri o şeyin zatına diğeri de halikına nazaran olan vecihlerdir. Her şey vech-i zatisi i’tibariyle ma’dum; vechullah i’tibariyle mevcuddur.” Bu takdire göre vechullahdan başka mevcud yoktur. Ondan başka ne varsa ezelen ve ebeden ma’dumdur. nida-yı azametinin aksendaz-ı saha-i celal olması için kıyamete intizar lazım değildir. Zira o nida her dakīka kubbe-i nasutu çınlatmaktadır” Efendim! Meşhur Alman feylesoflarından Mösyö Ernest Hegel Vahdet-i Mevcud namıyla meydana koyduğu kitabın bazı parçalarının geçen sene fazıl-ı muhterem Ubeydullah Efendi hazretlerinin neşretmekte olduğu Hak Yolu gazetesinde iki muhterem zat tarafından tercümesini ve müşarun-ileyh Ubeydullah Efendi tarafından verilen cevabı görmüş ve bunun nihayetine kadar tercüme olunup lazım gelen noktalara cevap verilmesini temenni eylemiş isem de bilahare Hak Yolu ’nun ta’til-i neşriyyat etmesiyle hakīkaten müteessif olmuştum. Lehü’l-hamd bugün yani ’de yine ayn-ı muhterem simalar tarafından eser-i mezkurun bi-tamamiha tercüme olunduğunu görmekle müftehir olduğum cihetle bir sene evvelki temenni-i halisanemin husule geldiğinden kendimi bahtiyar addediyorum. Tabiidir ki eserin tercümesi maksudün bizzat değildir. Belki maksudün bizzat İslamiyet’e hakīkate sürülmek istenilen lekelere muhterem mütercimlerin himmetleriyle vakıf olup onlara hakk u hakīkat dairesinde cevap vermektir. Eserin gerek bidayetinde ve gerek nihayetinde “Bizim Sözlerimiz” ve “Bir Muahhara” ünvanı altında yazılan satırlar bu iki simanın pek temiz bir vicdana gayet ulvi bir akīdeye malik olduklarını gösteriyor. Çünkü bu mütercimler bazılarının yaptıkları gibi ulema-yı garbın her söylediklerini bir hakīkat olarak kabul ve ebna-yı cinsine de o yolda tavsiye etmiyorlar belki Müslümanlığın esasına muhalif olan noktalarının reddini erbabından şiddetle intizar ediyorlar. Hatta muhterem bir zatın bu yolda bir risale bile yazacağını va’d ettikten sonra tercümeye başladıklarını söylüyorlar ki bundan ziyade insaf ve hamiyyet olamaz. Bu eseri mütalaa ederek reddiyesinin de hazırlandığını bu suretle haber aldığım günden beri ez-dil ü can reddiyenin neşrine intizar ediyor ve bir şevk-i vicdani ile gazete sütunlarının i’lanat kısmına bakıyordum. Yine bu iştiyak mına atf-ı nazar ederken –asar-ı münteşire sırasında– “Tenkīd-i Muhıkk” namındaki reddiyyeniz manzurum oldu. Mösyö Ernest Hegel’in eserini tercüme edenlere karşı ne kadar medyun-ı şükran olmuş isem zat-ı fazılanelerine karşı da o derece müteşekkir ve minnetdarım. Çünkü eseriniz hey’et-i umumiyyesi i’tibariyle şayan-ı takdirdir; pek çok mesail-i mühimmeye remz ü işaret olunduğu cihetle cirmi sagīr fevaidi kesirdir. Fakat şurasını da söylemek mecburiyetindeyim ki eserin bazı noktaları ezhan-ı mütefekkirinde cidden şayan-ı ehemmiyet ukdeler bırakıyor ez-cümle en ziyade nazar-ı dikkatimi celb eden ve kendimce hakīkaten ehemmiyeti olan bir nokta –ki bu mektubu yazmaya sebeb olmuştur– hakkında müsaadenizle birkaç söz söylemek istiyorum. Reddiyyenizde ’ncu sahifesinde ’ncü satırından bed’ “Şurasını da İslamiyet namına iftiharane arzederiz ki: Nev’-i beşer bidayet-i zuhurunda maymunlara yakın bir gitgide tenasülden tenasüle ıstıfadan ıstıfaya “semi’ ve basir” kabil-i ilm ü ma’rifet olduğunu bu hakīkatte kanun-ı tabiatın şu suretle vazıı olan Vücud-ı Mutlak Kur’an-ı Kerim ’inde de biz müslümanlara ta’lim buyurmuştur. takım dehr geçti ki insan o devirlerde şayan-ı zikr bir şey değildi. Biz insanı ma’-i maderden memzuc nutfeden ibtilaen halk ettik ettik de semi’ ve basir kıldık.” Tenkīd-i Muhıkk ’dan buraya nakletmiş olduğum şu satırlar hur Darwin’in te’sis etmiş olduğu mesleği –ki esas i’tibariyle totemizmdir– kabul ve bunu İslamiyet’e muhalif görmediğinizi dikten sonra bilahare bu satırları ilave etmenize başka türlü ma’na veremedim. Halbuki “Darwin”in te’sis etmiş olduğu bu meslek-i sakīmi değil İslamiyet nokta-i nazarından belki fennen bile kabul etmemekte ma’zur olduğumuz zat-ı fazılanelerince de hafi değildir. Çünkü “Darwin”in te’sis etmiş olduğu nazariyyeyi kabul etmek kavaid-i fenniyyeyi tağyir etmek demektir. Bu cihetle bu nazariyyeyi kabul edecek hakīkī bir mütefennin tasavvur olunamaz. Zira Darwin maymunlara nazar ediyor neticede görüyor ki goriller ayaklarının şekil i’tibariyle orangutanlar dimağ riyle insana benziyorlar. İşte bunların yekdiğeri arasındaki şu müşabeheti gören Darwin derhal bu müşabehete aldanarak diyor! Fakat acaba bu nazariye doğru mu? Şübhe yok ki doğru değil! Bu mesleğin sakameti yine desatir-i fenniyye ile meydana çıkıyor. Çünkü beyne’l-enva’ tenasül mes’elesi bize gösteriyor ki insan ile maymun bir nevi’ olmak şöyle dursun aralarında karabet-i nev’iyye bile yoktur. Binaenaleyh bu nazariye fennen merduddur. dirde ise bu mesleğin butlanı bil-bedahe sabittir. Zira bu nazariyeyi kabul etmek bir kere insanların nev’-i müstakil olarak yaradılmayıp kışr-ı arzın tekemmülatıyla zamanın husule getirdiği isti’dad neticesi olarak ednadan a’laya tahavvül mektir ki fennen makbul olmadığı gibi dinimizce de merduddur. Nasıl ki ayet-i kerimesi bunun butlanını vazıhan gösteriyor. Eazım-ı müfessirinden Fahruddin-i Razi bu nazm-ı celilin tefsirinde “İza’-i müfacee” karinesiyle insanın doğrudan doğruya insan olarak halk olunduğunu söyledikten sonra tekamül tarikıyla husule geldiği nazariyesini reddediyor. Bu beyanatınızdan Darwin nazariyesini kabul etmek gibi bir hata lazım gelmese bile tetebbuat-ı ric’iyye erbabının serd edegeldikleri vahşet-i ibtidaiyye faraziyesini –nev’-i beşerden her türlü levazım-ı medeniyyeyi selb ederek beşeriyetin mebadisini cehl-i mutlak ve vahşet-i mutlakadan ibaret göstermelerini– kabul etmek lazım gelir ki Müslümanlık nokta-i nazarından bunu da kabul edemeyiz! Zira Kur’an-ı Kerim nev’-i beşerin mebadisinin bir vahşet-i mutlaka olmayıp bilakis ber-kemal olduğunu beşeriyetin ilk babası olan Hazret-i Adem ile işhad ediyor. Biz müslümanlar Hazret-i Adem’in Ebu’l-beşer olmasına i’tikad ederiz. Hazret-i Adem ise ulü’l-azm peygamberan-ı izamdan olup maarif-i Rabbaniye mazhar olmuştur. Mücerred bu feyz-i İlahi sayesinde melaike-i kiramın isimlerini haber vermekten aciz oldukları eşyayı bile birer birer haber vermiştir. Fakat sonraları evlad-ı adem tarik-ı haktan udul ettikce bu feyzi gaib ederek vahşete doğru yürümüşlerdir. Binaenaleyh bu nazariyeyi de kabul etmekten İslamiyet bizi men’ ediyor. Şu halde reddiyenizdeki “nev’-i beşerin bidayet-i zuhurunda maymunlara yakın bir isti’dadda olduğunu ve şayanı zikr bir şey olmadığını..!” gibi akīde-i İslamiyyeye muh[a]lif sözlerinizden murad ne olduğu anlaşılmıyor! Çünkü Hazreti Adem’i Ebu’l-beşer olarak kabul edersek beşeriyetin bidayet-i zuhuru Hazret-i Adem ile başlayıp Adem ve Havva’ aleyhime’s-selamdan teşe’ub rical ve nisa’-i evvel vasıtasıyla tekessür eylemiştir. Maymunlara yakın bir isti’dad ise Adem ve Havva’ ile bed’ eden bidayet-i beşerde mutasavver değildir. Bu makamda delil olarak irad ettiğiniz ayet-i kerimeye gelince: Bundan bu ma’na müstefad değildir. Nasıl ki ayet-i kerimesinde ve hadis-i şerifinde bu cihetler mufassalan izah olunmuştur. Yani ayet-i kerimesi nev’-i beşerin bidayet-i zuhurunda maymunlara yakın bir isti’dadda olup da gitgide tenasülden tenasüle ıstıfadan ıstıfaya semi’ ve basir olduğunu delalet etmez. Belki gerek Hazret-i Adem ve gerek bütün ve basir olan insan haline gelinceye kadar geçirmiş olduğu edvar-ı muhtelifeyi gösteriyor. Binaenaleyh zat-ı ali-i fazılanelerinden reddiyenin bu noktası hakkında yine Sıratımüs takīm yetle rica ve bu vesile ile de ihtiramat-ı faikamı takdim eylerim efendim. Maarifin Terbiye-i Umumiyye Programı’nda noksanlık var. Bu noksanı düşünmek ve ince noktalarını meydana çıkarmak her Osmanlının her vatandaşın vazifesidir. Ben de bir vatandaşım düşündüğümü söylemekten çekinmiyorum. Halk ya atalet ya cehalet veya görenek te’siriyledir ki müdhiş asabi bir hücumla me’murluğa koşuyor. Köyler köylüler bile öyle bir his ile yaşıyorlar ki bu his heyecanlar tevlid ediyor me’muriyet lutfuna nail olmak için nice aileleri müzayakalar altında ezilmeye sevkediyor... Babalar çocuklarını i’dadi mekteplerine ileride bir me’mur olmak için veriyor. Müstesnalardan sarf-ı nazar ekser i’dadi mekteplerimizdeki nizamname-i esasi sanki çocuklara gençlere me’mur olmak terbiyesi vermek imiş gibi talebelerin kalblerinde me’mur olmak emelleri yaşatılıyor. Muallimlerden çocukları ticarete sanayia ziraate sevk takdir ediliyor. Sanki zannedilir ki i’dadi mektebine girenler tacir veyahud esnaf san’atkar ve zürra’ olmaya tenezzül etmez malı imiş! Ben değil bütün erbab-ı insaf bu fikirlere isyan eder. Bizde tuhaf bir halet-i ruhiyye ve mantık var: Esnaflar tacirler san’atkarlar çiftçiler hep okuma yazma bilmeyenlerden veya okuyamayan ve yazamayanlardan intihab edilsin! Bu ne felaketli mantık… Tacir esnaf kendini bilmez ise okumaz letlerin esir-i iktisadisi olmaz mıyız? Bugünlerde me’muriyet hevesinin çoğaldığını hür meslekleri adi kimselere bırakmak lazım geldiği fikrinin daha ziyade taammüm ettiğini görmekle daha müteessir ve me’yusuz. Bana kalır ise bir cereyan-ı şedid halini alan bu düşüncesizliğin önünü almak mümkün değildir. Buna imkan hasıl edecek yalnız hükumetin bazı tedbirleri olacaktır. Öyle tedbirler ki inceden inceye düşünülmüş tedkīk edilmiş ince düşünmek demek uzatmak geç bırakmak demek değildir; böyle anlaşılmasın. Şu memleket koca bir ziraat ülkesidir. Bunu hepimiz takdir ediyoruz. Acaba bu memleket aynı zamanda bir ticaret memleketi değil midir? Şunu bilelim ki ziraatsiz ticaret olmadığı gibi ticaretsiz ziraat de duçar-ı akamet olur. O ziraatte Anadolu’nun bir çok yerlerinde vesait-i nakliyyesizlik yüzünden mahsulatın çürüdüğünü gezenler görenler hikaye gibi anlatıyorlar. Buna acıyoruz. Ve diyoruz ki vah vah vesait-i nakliyye olsa ne istifadeler te’min idilirdi neler neler olurdu. Bunu aynen kabul ve tasdik etmekle beraber denilir ki acaba vesait-i nakliyye olsa da erbab-ı ticaret noksan olsa mahsulatının hepsi fi-i hakīkīsi ile satılabilir mi?! Hayır satılmasının imkanı yoktur. Ticaretin yeniliklerine vakıf gözü açık tahsil görmüş tetebbu’ eylemiş yerli tacirler noksan ve hiç bulunmaz ise düşünelim bu işler kimlerin elinde dönecektir? Çürüyen bu mahsulleri o vakit kimler satacaktır kimler alacaktır? hede ediyoruz ki büyük ticaret işleri hep ecnebilerin elinde! Anadolu’nun limanlarımızın her yerine bir çok ecnebi Yunanlı Alman İngiliz Avusturyalı tacirler hicret etmiyor mu? Muamelat-ı ticariyyeyi ellerimizden almıyorlar mı? Biz cahil ve ticaretin terakkıyat-ı hazırasına vakıf olmayan biçareler işlerimizi onlara ekseriyetle kaptırmaya mecşeklinde yazılmıştır. bur oluyoruz. Buna mümanaat edecek bir kuvvet bizde bulunmuyor. Ticaret elimizden gidince mahsulatımıza istedikleri gibi fiat biçmek ve çiftçilere zavallılara oyunlar oynamak onların elinde kalıyor. Bu gibi şeyler münevver olan İzmir’de bile olmuyor değil. Zürraımız çalışsın çalışsın alnının terini döksün hayatını feda etsin; sonra kazancın çoğunu Osmanlı memleketinde Osmanlının elinden bir ecnebi alsın. Öteki boğazı tokluğuna çalışan bir serseri gibi sefalete mahkum olsun. Bu acınmayacak teessüf edilmeyecek bir şey mi? Bazı ecnebi tacirlerin menabi’-i iktisadiyyemizi ve mahreçlerimizi kuruttukları bizi büyük bir felakete doğru sürükledikleri de ender değil!. Muhakeme mülahaza şunu anlarız ki demek Osmanlı çiftçileri behemehal tahsil etmiş vakıf olmuş Osmanlı tacirlerine muhtacdır. Çiftçilik ne derece terakkī eder ise etsin mazhar-ı mükafat olmak için karşısında o mertebe terakkī eylemiş bir Osmanlı ticareti görmelidir. Eski adamlara kalkıp da yeniden ticaret okutamayız. Ticaretin yeni usullerine vakıf etmek için onları mekteplere ecnebi memleket ve müesseselerine yollayamayız. Bizim yapacağımız şey o tacirlerin çocuklarını veya diğer gençleri ticarete sevketmek ve onlara bir tacir ve hür bir insan terbiyesi vermektir. Ticaret terbiyesi vermek için ticaret mektebi lazım değil mi? Hani bizim memlekette ticaret mektebi… İstanbul’da bir ticaret mektebimiz var. Öyle ehemmiyetsiz bir yerde ki vücud ve adem-i vücudundan çok kimse haberdar değil. Bir de şükranlara seza ki İttihad ve Terakkī Cem’iyyeti İzmir’de bir hususi ticaret mektebi açtı! Rica ederim bu koca sahile bu koca sahaya malik olan ticaret memleketinde başka ticaret mektebi var mı? yüz elliyi geçmez. Halbuki İstanbul’da bir Mekteb-i Hukūk var onun bir sınıfında bin talebe var. Sonra yine Selanik’de Konya’da Bağdad’da birer hukūk mektebi daha var. Bu mekteplere talebe hücum ediyor. Çünkü bu mektepler me’mur yetiştiriyor. Çünkü bu mekteplere girenler maaşlı mansıblara namzed oluyorlar. Ticaret Mektebi’nden çıkan ise başlı başına çalışacak. Kendi başının çaresine kendisi bakacak. Ne müşkil iş? Evet müşkil; çünkü bize verilen terbiye hür işlere müşkil dedirtir; Maarif de; sanki memleket ancak me’mur olacak me’mur yetiştirecek mekteplere arz-ı iftikar ettiğine kat’iyyen kani’ olmuş gibi ticaret mektepleri te’sis ve ıslahına hiç ehemmiyet vermiyor. Bu memlekette dört hukūk mektebine mukabil yirmi ticaret mektebi olmalıdır. Bizde bütün ma’nasıyla mükemmel bir ticaret mektebi yok. Olan ve çalışmak isteyen ticaret mektebine de ehemmiyet verilmemiş bir köşeciğe terkedilmiş. Mekteplere halk tarafından edilecek rağbet makamat-ı resmiyyenin o mektebe vereceği rağbetle mebsutan mütenasibdir. Bir ticaret mektebi büyük bir binaya malik olmaz en mütehassısları olmazsa dahili ve vesait ve edevat-ı tedrisiyye ve sınıf ve salonları mükemmel olmazsa mekatib-i mekatibinin kabul programları her yere dağıtılmaz ise rica ederim o mektebe kendi kendine rağbet olur mu? Maarif Nezareti vilayatta ticaret mektepleri açmak mecburiyeti hissetmelidir. Şimdi her yerde açamasa bile mekatib-i tepleri te’sis eylemelidir. Ve bu ticaret şu’beleri için mükemmel ve kafi programlar çizmelidir. * * * Mekatib-i ibtidaiyyede çocuklara bir san’at terbiyesi verilemiyor. Halbuki Avrupa çocukları mekatib-i ibtidaiyyede fikr-i san’at kazanıyor. Fikr-i san’at vermek için ibtidai muallimlerinin malı her dersde her bahisde hoca san’at ticaret hakkında söylemelidir. Ahiren Avrupa ve memleketimizin bazı iyi mekteplerinde kabul edilen el işleri dersleri çocuklarda fikir ve isti’dad-ı san’at yaratmaya pek müsaiddir. Mesela bir ibtidai çocuğu ufak mikyasda mukavva ve kağıd işleri demir ve tel işleri doğrama işleri alçı ve kil üzerine hak işleri yapıyor. Bununla küçükken kendisinde san’ata karşı bir isti’dad ve arzu hasıl ediyor. Küçükken kazanılan bir isti’dad büyüyünce güç zail olur. Yeni mekteplerde çocuklar bahçede el işleri ve ta’lim-i beden için çalışıyorlar. Bu da ziraate karşı muhabbet hasıl ediyor. Umum mekteplerimiz böyle olacak ve rüşdi ve i’dadi mekteplerinde de ziraate sanaate ticarete heves verici bir propağanda yapılır ise emin olalım istediğimiz iyi fikirler hasıl olmaya başlar ve terbiye-i umumiyye programı tanzim edilmiş olur. Çünkü program esas-ı teali olan ziraat ticaret sanayi’ üzerine ve ona müstenid kurulmalıdır. Hükumet böyle bir program tanzim edince bütün ihtimamatını buraya sarfedir. İhtimam edilen yerlerde tabiatıyla parlaklık hasıl olur. Parlak ve şa’şaadar olan yerlere rağbet daha artar. Rağbet ise bir mesleğin kıymet bulmasına birinci derecede hizmet eder. Milletin şevket ü iclalini mazide düşün! Bir de bak hale azizim! Bu tenakuz ne içün Bir fena alemine girmede nekbetle bugün Münhasif olmadadır encüm-i ikbali bütün Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! Şetm ü tahkīr mezbel-i edeb ü rif’attir Söz budur şek yeri yok mahi-i haysiyyettir. Elde Furkan-ı Mübin sözlerime hüccettir Yoksa söyle bu da mı şime-i hürriyyettir Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! Dediniz etti yemin önce Hamid-i Sani Azm-i milliyyete rehber ederek irfanı Bırakın maglatayı safsatayı bühtanı! Bir Hamid hiç olamaz! Zat-ı Mehemmed Hani Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! Böyle uğlutayı hiç fikrine kim rehber eder? Var mı bir vech-i şebeh? Fikr-i teşabüh? Ne gezer! Öyle bir şah-ı muazzam ki ma’ali-perver Bunu teslim ediyor gökte melek yerde beşer Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! Müslümanlık müteneffir müteessif bi-tab Çünkü ol ca-yı muallaya saçılmaz çirkab Buna kail olamaz Hazret-i Rabbü’l-erbab Böyle olmaz sanırım şekl-i rüsum-ı adab Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! Buldu dillerde bila-şaibe bir ca-yı karar Milletin ruhu bugün hakk-ı Hilafet’le yaşar Bunu takdis ediyor aşkla ahrar ebrar Bir tenakuz göremez şan-ı hükumet artar Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! Hakk-ı te’sis-i hükumet şerefin Osman’a Vermiş ol Hazret-i Hallak o celilü’ş-şana Hem Hilafet gibi mağbut-ı cihan ünvana Arz-ı hürmet edelim zat-ı Mehemmed Han’a Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! La-yezal hürmetimiz vardır o ulvi nesebe Var mıdır vasıl olan şimdi o ‘ali ka’be? Yok Hilafet gibi bir paye bi-rabbi’l-ka’be Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! Hem olunmaz denilir hakk-ı Hilafet taksir Bunun ibkasına nusrette ecell-i tedbir Olacak aksi ise mazhar-ı su’-i takdir Belki aciz bunu tefsire zeban-ı takrir Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! Meclis’e “etti tefessüh” sözü pek çesbandır Siyyema şekl-i idarisi vazi’; uryandır Dar-ı Şura diyemem mel’abe-i sıbyandır. Hal-i mer’isi bütün sözlerime bürhandır Yok mu insafınız Allah için artık yetişir?! “Tenbih” “Ed-Da’vetü ve’l-İrşad”ın “Darülfünun”da maksad-ı evvelini; terbiye-i diniyye ile beraber usul-i ta’lim-i melekenin terbiyesiyle te’min olunur: fehm melekesi Ta’limin mazhar-ı suhulet olması hususu; burada icmalen beyan olunan veche göre ta’lim mütalaaya yarayan kitabları tasnif ile iştigal edecek bir encümen-i ilmi teşkiliyle reside-i tamam olur. İşin başlangıcında Darülfünun; bazı kütüb-i ma’rufeyi intihab ve ihtiyar ile muallimini bu fasl ile aid dersleri iktibas edebilecekleri kitabları tebliğ eder Darülfünun’un kütüb-i cedide-i tedrisiyye tedvini hususundaki emeli hayyiz-ara-yı husul oluncaya kadar maslahat bu suretle tedvir edilecektir. Muallimin-i muhteremenin bu gaye-i ma’ruzayı nazar-ı dikkate almaları ve mezkur üç melekenin terbiyesine bezl-i ihtimam eylemeleri lazımdır. Sınıf-ı mürşidinde ilm-i tecvide dair bir risale okunur. Tecvid suret-i ameliyyede ta’lim olunur; şöyle ki her talib programda ta’yin olunan evkatta tecvid ile ayat-ı kerimeyi okur hafız da tecvid ile okumak lisanda bir meleke haline gelinceye kadar lazım gelen cihetleri tashih eder. Darülfünun’un bütün seneleri talebesine ala tarikı’l-va’z ve’l-hitabe lügat-i fasiha ile daimi ve umumi tefsir dersi okutulur; ta ki şakirdan bu dersden kalblere te’siri me’mul olan keyfiyet-i va’z u irşadı öğrensinler hitabet-i diniyyenin uslubu kalblerine lisanlarına intıba’ etsin imanları nin hususundaki makasıd-ı ‘aliyyesine kendilerine tezkir etsin. Sınıf-ı mürşidin: Sınıf-ı mürşidine ihtisar ve suhuletle Kur’an-ı Kerim ’in tefsiri tamamıyla okutulur. Ulum ve fünun-ı Arabiyye ve şer’iyyenin ıstılahatından ictinab olunur ayat-ı kerimenin külfetsizce uslub-ı lisanın verdiği bir suhulet dairesinde tefsiri nazar-ı dikkate alınır tefsir-i ba’z bi-ba’zıhi riayet olunur me’sura müracaat ve onun sahihlerine i’timad olunur. Esna-yı tefsirde erbab-ı butlanın i’tiraz ettiği veya cühelanın duçar-ı iştibah olduğu bazı ayata aid şübühatın –işbu şübhe şerh edilmeyerek– cevapları hakkında talebe ikaz olunur. Öyle ki talib kendine böyle bir sual irad edildiği halde cevabını tefattun edebilsin aksi takdirde ondan gafil bulunsun. Sınıf-ı duat: Sınıf-ı duatta üzerlerine şübühat varid olan küffarın veya ashab-ı makalatın mücadele ettiği ayatın tefsirleri okutulur. Bununla beraber ulum-ı kevniyyeye felsefe tarih kavanin ve mücadele-i edyana müteallık şübühat tarik-ı münazara dairesinde cevaplarıyla birlikte şerh olunur. Bundan başka İslamiyet’in cemi’-i edyana medar-ı imtiyazı olan hakayıka delalet eden ayat-ı kerime izah olunur. Zaman-ı tenzilde beşeriyetce ba-husus Arablarca ma’ruf olmayan –gerek ulum-ı kevniyye ve ictimaiyye ve gerek şerai’ ve adaba müteallık olsun– ulumun hakaikı beyan edilir. Sınıf-ı mürşidin: Sınıf-ı mürşidinde Muhtasaru’l-Buhari Muhtasaru’z-Zevaci Münziri’nin Tergīb ve Terhib’ i Şifa gibi kütüb-i ehadis okunur. Tedrisde bir uslub-ı sehl ta’kīb olunur. Hadisin ma’nası muhtasaran müteallık bulunduğu ulum ve fünun ve mebahis-i nadire müstesna– bahsolunmayarak beyan olunur. Erbab-ı teşkik ü butlanın dillerine dolayıp kitablarında medar-ı kīl ü kal ittihaz ettikleri ve alelade ammenin duçar-ı maz. Sınıf-ı duat: Sınıf-ı duatta Münteka Şeyh Mecdüddin İbni Teymiye’nin ve gayrı gibi muhtasarat-ı devavin-i hadis okunur. Fıkh-ı hadis hükm-i hadis taaruz tercih beyne’l-ehadis mebahisi tevsi’ ve şübühat-ı varide şerh olunur. Müşkilat esanid rivayeten ve dirayeten ulema-i hadisden bulunmaları matlubdur. Ta ki sahih müttefekun-aleyh ümmetce makbul olup müdafaa ve ihticac olunması vacib olan ehadisi zabt u tahrir edebilsinler. Böyle olmayan ehadise gelince: Mu’terizin tarafından varid olacak i’tirazat; bu hadislerin kabulüne eimme-i müslimince ittifak bulunmadığı beyan edilerek müdafaa olunur. Bu ilim bi’n-nefs hadis okunmadan evvel okunur. Usul-i kıraet: Her bir ıstılah vazıh surette ta’rif ve müteaddid misallerle izah olunur. Bazı muhaddisinin ıstılahları arasındaki zi’nin ıstılahı gibi. “İlm-i Tevhid”den murad Kur’an-ı Hakim’de beyan olunup dinin da’vet etmekte bulunduğu “İlm-i akaid-i İslamiyye”dir. Bu ilmin mebahisi üç baba idhal olunur: - İlahiyyat olan akaid; bunlara “sem’iyyat” da ta’bir olunur. Sınıf-ı mürşidin: Bu ilim sınıf-ı mürşidine hasdır. Sınıf-ı duata intikal etmeden evvel bu ilimde kesb-i mümarese etmelidirler. İlahiyyat; bil-kainatta olan minhac ve sünneti üzere okunup kalblere muhabbetullah ta’zim ve murakabe-i Huda taate rağbet veren reca ile ma’siyetten tenfir eden havf tevhidde istiğrak sıfat ile ma’rifet kemal ibda’ eden vech üzere tedris olunur. Bu miyanda halkın tefehhümünde duçar-ı hata oldukları kaza kader cebr tevekkül kisb gurur ve reca ye’s ü emel dua tevessül velayet ve beraet gibi mesail şerh u izah olunur. Sınıfu’l-mürşidin: Mesail-i nübüvvatın usul-i tedrisi: Beşeriyetin irsal-i rusüle olan ihtiyacı Cenab-ı Hakk’ın fıtrat-ı insaniyyeyi karin-i tekemmül edecek olan bu vesile-i hidayeti insaniyetin ekmeliyeti efradına tarik-ı vahy ile lutf u tefaddul buyurarak rusül-i izamın insanların muktedaları üstazları menabi’-i tefakkuh ve tefeyyüzleri olup bunların irşad ve delaletleriyle aklen ve ruhen mazhar-ı terakkī oldukları salah-ı hale nail oldukları bast u temhid olunacaktır. Bu mesailin şerh u Rüsül-i kiram aleyhimü’s-selam’ın ahlak ve sıfat-ı kerimeleri kavimleri içinde siret-i münifeleri ümmetlerini haziz-i putperesti veseniyetden evc-i tevhide terfi’ eyledikleri kavimlerinin evvelce salik bulundukları veseniyetin mefasid ve seyyiatı beyan olunmalı. Dinin insanların din ile kesb-i ihtida edebilmek isti’dadları ile mütenasiben terakkī edegeldiği ve nihayet İslamiyet kesb-i kemal ü etemmiyyet ederek nübüvvet ve risaletin Muhammed aleyhissalatü vesselam ile hitam bulduğu temhid edilmelidir. Din-i İlahi ve dinin kanun-ı irtika ve tekemmülünün her zamanda bir olmasının ma’nası da anlatılacaktır. Kur’an ’ın ve Din-i İslam’ın kütüb ve edyan-ı sairenin üzerine ma-bihi’limtiyazı beyan olunacaktır. Bu babda nasın fehminde duçar-ı iştibah oldukları mesail-i atiyyede mevzu’-ı bahs edilecektir: Kur’an-ı Kerim ’deki şefaat-i müsbete ve menfiyye enbiyaya nefy ü isbat olunan hidayet ismet-i enbiya enbiyanın bazıları diğer bazıları üzerine Cenab-ı Hak tarafından tafdil buyurulduğu halde yine enbiya arasında “adem-i tefrik”ın ma’nası. Alem-i gaybden haber veren sem’iyyat-ı sabiteye gelince bunların vech-i tedrisi şöyledir: Öyle bir üslub ta’kīb olunacaktır ki bu sayede insan; gayba ve hayat-ı ebediyye-i uhreviyyeye imanın fevaidini anlayacaktır. Bu fevaid aklın her zi-hissin iştirak ettiği mahsusatın daire-i dikından kurtulup kesb-i tevessü’ ve inbisat ile feza-i medarik-i ruhiyye ve akliyyede serbest bir surette cevelanı nefsin hayat-ı ilmiyyei uhreviyyeye i’dad edilmek suretiyle makamen kesb-i teali eyleyerek artık mesaib-i dünyeviyyeye karşı la-kayd bir hale gelebilmesi bar-ı hayatı yüklenebilecek Allah yolunda bütün şehevatı terkedebilecek bir seviye-i fazilete irtika edebilmesi gibi şeylerdir. Bu akaidin takririnde mezahib ve fırak arasındaki ihtilafın zikrinden ictinab ve selefden sadr-ı evvelin bulunduğu mesleğe i’timad olunur. Bu üslubda tedvini la-büd olan resail; üç mertebeyi cami’ bulunmalıdır: - Ta’lim-i ibtidai avam lebe; bu suretle insanlardan her bir sınıfın ta’liminde derece-i fehm ü idraklerine hallerine layık olacak nisbete göre ta’kīb edecekleri tarikate irşad olunmalıdırlar. ve müdafaası melahide ve mütebeddianın akaid-i şerife-i mezkureye irad ettikleri şübühat ve onda icra ettikleri tahrifatın delail-i hakīkıyye ve ilzamiyye ile reddi” ilmidir. Bu asırda mütekellimin-i sabıkīn asrında ma’ruf olmayan şübühat; meydan almış ve o asırda revac bulan ve ulum-ı Yunaniyye ve saireden müstenbat olan bir çok şübühat da karin-i butlan olmuştur. Binaenaleyh bu ilim için zamanın bine üzere sarf-ı inayet ü gayret eylemek derece-i vücubdadır. Sınıf-ı mürşidin: Sınıf-ı mürşidinde Senusiyye ve Nesefiyye gibi kütüb-i mütekelliminden ibarelerini anlayacakları ve ıstılahları tanıyacakları bir tarzda bir risale-i muhtasara okutulur. Bundan başka bir risale daha okutulur ki bunda da duat-ı nasraniyye misyonerler mukallide-i melahide nihal-i batıniyye taraflarından varid olup şu asırda beyne’l-amme rayic olan şübühat vech-i butlanlarıyla beraber zikrolunur. Sınıf-ı duat: Bu sınıfda felsefe hey’et tarih kavanin ve saire gibi bu asırda revac bulan ulumdan mütevellid şübühatın reddi hususu “tefsir” bahsinde beyan olunan üslub “nahv” vechile şerh ve tevsi’ olunur. sene-i hicriyyesinin Muharremü’l-haram’ı tarihinde larında in’ikad ve la-ekall on beş gün devam etmek üzere senede ikişer defa vilayat-ı şahane ve elviye-i müstakıllede mu’temer-i ilmiler ve onların mukarreratını tedkīk etmek üzere İstanbul’da fudala-yı ulemadan mürekkeb bir hey’et-i nin ta’mim ü neşrine ve ıslah-ı medaris ü tekaya maksad-ı mühimminin hayyiz-i husule isaline telahuk-ı efkar u mülahazat neticesinde hasıl olacak kanaat-i vicdaniyye dairesinde sarf-ı makderet edecek ve ve şu emel-i muazzeze tahriren veya şifahen veya nakden hizmet arzusunda bulunan her muvahhid a’za miyanına dahil olacaktır. takılle kazalarından bil-intihab ikişer livalarından keza dörder zat da’vet edilecektir. lat-ı akliyye ve nakliyyeye müsteniden izahatı tazammun edecek mükemmel bir kitap te’lifine lüzum hisseder. olmak üzere iki kısım olacaktır. A’za-yı fa’ale dahi iki kısma ayrılarak bir kısmı hikmet-i İslamiyyeye diğer kısmı da felsefe-i garbiyyeye aid mütalaatta bulunacaklardır. A’za-yı hamiyye dahi nakden muavenette bulunacak efrad-ı İslamiyye olacaktır. aliyye ile beraber ilm-i hadis tefsir tasavvuf fıkıh kelam de’a’im-i münife-i şeriat olan ulum-ı ‘aliyyeden de bi-hakkın müstefid olabilecek bir şekle ifrağı lüzumu öteden beri her yerde mahsus ü müsellem bulunduğundan bu maksadın te’min-i husulü emeliyle programlarda pek ciddi ıslahat vücuda getirilmesi ve medarisin yalnız saadet-i uhreviyye değil onunla beraber saadet-i dünyeviyyeyi de te’min edebilecek bir mekteb-i feyz halinde bulundurulması hususunun İzmir Mü’temer-i İlmisi’nce bugün zamanın en mübrem ihtiyacatı sırasında olduğuna kanaat hasıl olduğundan programlara ulum-ı ictimaiyye ile fünun-ı şettanın da lüzum-ı mahsusu derecesinde idhaline sarf-ı makderet edilmesi Makam-ı Meşihat’den şerife progra mlarına da idhaliyle salikin-i turuk-ı ‘aliyyenin te’min-i istifadelerine suret-i mahsusada i’tina edilmesi Makam-ı Meşihat’den istirham olunacaktır. leri daima mahfuz kalabilmek için bu kisve erbabına münhasır kalması zımnında tedabir-i salime ittihazı Makam-ı Ali-i Meşihat-i Celile’den istirham olunacaktır. lunmaları ve a’za-yı hamiyye taraflarından vaki’ olacak muavenat-ı nakdiyyenin hüsn-i isti’malleri ve zübde-i mesaiyi gösterecek Türkçe Arabca mev’izalar ve ilmihaller ve zamana muvafık beyannameler tab’ıyla her tarafda bulunan a’za-yı muhteremeye istifade ettirilmesi ve her bir mu’temer-i zim olunacak ta’limat dairesinde sarfedilmesi tekarrür etmiştir. Bu hususda emr-i Meşihat-penahi istihsalinden sonra mübaşeret olunacaktır. saitin istikmali hususu Makam-ı Meşihat’den istirham olunacaktır. cek kudret-i ilmiyyeye malik bulunmaları ve hal ü zamana mutabık Türkçe ve Arabca bir hutbe mecmuası tanzim olunması liyye medaris-i ‘aliyye olmak üzere üç kısma münkasem olabilmesi; medaris-i ibtidaiyye nahiye ve kaza ve livalarda medaris-i taliyye ehemmiyet ü cesamet-i mevkiiyyesi müsaid olan livalarda ve vilayet merkezlerinde medaris-i ‘aliyye payitaht-ı Saltanat-ı Seniyye’de bulunması ve her birinin dahili ta’limat ve muntazam programlar dairesinde devam etmesi hakkında keza Makam-ı Celil-i Fetva-penahi’den istirham olunacaktır. mua ve üç kısım üzerine ilmihal ve mevaız namında Türkçe büyük bir mecmuaya milletin eşedd-i ihtiyacı bulunduğu mu’temerimizce kanaat hasıl olduğundan bunların vücuda getirilmesi için Makam-ı Meşihat’den rica olunacaktır. deki makasıd-ı kudsiyyenin bi-hakkın ta’kīb edilebilmesi gerek müderris ve gerek mürşid olacak zevatın evvel-emirde bil-imtihan isbat-ı ehliyyet etmeleri ve el-an devam eylemekte olan usul-i sakīmenin lağvı hususu Makam-ı Meşihat’e arzolunacaktır. her halde tahsil-i ibtidaisini ikmal etmiş bulunacak ve talebe-i ulumun birinci ikinci üçüncü senelerde lisan-ı Arab üzere tekellüm ü tahrir edebilmesi vesaiti istikmal edilecektir. miyyenin sunuf-ı selasesinde tedrisat –Arabi Farisi Osmanlı lisanlarıyla– üç kısma ayrılacaktır. Arabinin mükemmelen kitabet ü tekellümü asar-ı edebiyye-i Arabiyye anlaşılacak derecede meleke istihsali hususuna ehemmiyetle gayret olunarak fıkıh tefsir hadis ebediyat-ı Arabiyye tedris olunacaktır. Farisi’nin derece-i mutavassatıda ta’lim ü teallümü mecburi ve daha ziyadesi ihtisasa aid ve ihtiyari olacaktır. Farisi’nin mükemmelen ve Mesnevi-i Şerif’in tedrisi medaris-i ‘aliyyeye mahsusdur Lisan-ı Osmani mükemmel tahsil edilecek ve ilm-i kelam ilm-i ahval-i ruh ilm-i tekvin ve mafevka’t-tabia tarih-i felsefe tarih-i edyan ve akvam siyer-i nebi ve tarih-i İslam ulum-ı tabiiyyenin mukaddematıyla fevaid ve ulum-ı riyaziyye ve tarih ve coğrafya ve sair fünun-ı mevcude Türkçe olarak okutulacaktır. ve lahnını tamamıyla tahsil edebilmeleri için kitabet ve edebiyat-ı Arabiyye muallimlerinin bit-tercih Arab ulemasından ta’yini iltizam olunacaktır. usul-i va’z ü hitabete ameli olarak alıştırılacaktır. meşayih-i izam usul-i maişet ve muaşeretlerinde adab-ı İslamiyye dairesinde hareket etmeye mecbur olacaklardır. Zira hidemat-ı diniyyede bulunacak zevatın her hareketi ya istihsanen taklid veyahud da rekabeten tenkīd suretiyle umum tarafından nazar-ı dikkate alınır. Binaberin her müntesib-i gibi muamelatta hedef-i tenkīd olmayacak ve mensub bulunduğu meslek-i sebilin şan ü şerefine yakışacak surette yaşamanın yolunu bilecektir. İlm-i şerifin şanıyla gayr-ı mütenasib karışık ve pejmürde kıyafetler ve hürmet-i ammeyi salib etvar u mişvar hadimin-i dinin kadr u kıymetini hiçe melat-ı reviş-i bi-vakar sokaklarda kahvelerde oyun ve saire gibi gayr-ı meşru’ ve gayr-ı ma’kūl ahvalden suret-i kat’iyyede mücazat ta’yin olunmak üzere Makam-ı Ulya-yı Meşihat’in nazar-ı dikkati celb olunacaktır. ahval-i siyasiyye-i İslamiyye ve muamelat-ı umumiyye ve hususiyyeyi ibadat ve i’tikadatı cami’ mükemmel bir ilmihal tedris edilmekle beraber ayin-i tarikat-i aliyye telkīn ve edebiyat ve ahlak felsefe ve tasavvuf ta’lim ve tefhim edildikten sonra yedlerine şehadetname verilecek ve inhilal edecek tekaya post-nişinliklerine şehadetname eden zevat bey[ni]nde müsabaka-i ilmiyye icrasıyla ihraz-ı liyakat edenler ta’yin olunacaktır. katib medaris ve tekayanın da her birinde tedrisi mecburi olacaktır. kam-ı siyasiyye ve ahval-i ictimaiyye-i İslamiyye ahlak ibadat olacaktır. Bilumum vaizlerin şu mevaiz mecmuası mündericatı ahaliye şerh ü izah u tefhim etmeye mecbur tutulması Makam-ı Meşihat’ten taleb olunacaktır. sene sınıf imtihanına mecbur tutularak birbirini müteakıb iki sene imtihan veremeyenler medarisden ihrac olunacağından sınıf imtihanlarında matlub derecede terfi’ edenler hakkında kur’a imtihanlarının ref’i hususuna delalet buyurulması Makam-ı Meşihat’ten istirham olunacaktır. rüşdiyye medaris-i taliyede dahi mekatib-i i’dadiyye dersleri tedris edileceğinden onlardan şehadetname ahzine muvaffak olan talebe-i ulum için mekatib-i ‘aliyyeye girmek arzusunda bulunanlar bila-imtihan dahil olabilmeleri imtiyazı ve talebeden arzu edenler mütehassıs oldukları fenlerden muallimliğe ve sair me’muriyete ta’yin olunmaları esbabının Maarif Nezareti’nce kabul olunmasına tavassut buyurulması Makam-ı Meşihat’ten rica olunacaktır. dan maada elsine-i garbiyyeden Fransızca ve İngiliz lisanlarını da tekellüm ve kitabete kadir olacak derecede öğrenmeleri mecburi olacağından esbabının istikmali hususu Makam-ı Meşihat’ten istirham olunacaktır. eden talebe-i ulum ulum-ı diniyyeden maada hey’et-i deniyyeyi tahsil etmiş olacaklarından efkar-ı umumiyye üzerinde ettirebilmelerine en ziyade medar olan ahlak-ı Muhammediyye eimme hutaba ve muallimin efrad-ı İslamiyyenin müracaatgah-ı medenisi olmakla beraber aynı zamanda rehber-i ve bunlara verilecek ilaçlara dair haiz-i ma’lumat olmaları hülasa efrad-ı İslamiyyenin meaden ve meaşen birer mercii bulunmaları lazımdır. lerde hidemat-ı diniyye ile muvazzaf olanlar din-i celil-i leten neşr-i asar ile redd ü cerh edecekleri gibi mütefennin ve vakıf-ı esrar-ı din bulunan mütefekkirin-i İslamiyyenin dahi neşr-i asar ile i’la-yı dine hizmetleri hususunu te’min Medaris Cem’iyeti’nin vezaif-i mühimme ve esasiyyesinden bulunacaktır. den en mühimmini teşkil eden ciheti bil-cümle medarisin ale’d-derecat ıslah u tensikı olduğundan her vilayetin intihab olunacak münasib bir mahallinde mekatib-i saire-i mevcude misillü bir ta’limat ve program tahtında sınıflara münkasem bir nümune medresesi te’sis ü teşkil edilinceye kadar mevcud medarisin mümkün mertebe ıslah ve o program seviyesine ihzar ü i’la edilmesi için müteaddid medarisi bulunan kura nevahi ve kasabatta müderrisin –tevhid-i dürus ve taksim-i a’mal üzere hareketle– talebe-i ulumu derece-i mesailini cami’ birer kitap te’lif edilinceye kadar fünundan tedris şerh u haşiyelerden lazım olan mesail takrir edilmek suretiyle ulum-ı Arabiyye ve fünun-ı hazıradan da intihab olunacak kitablar kıraet ettirilecektir. be-i ulum; mekatib-i ibtidaiyye muallimlikleri kura ve kasabatta vezaifi edebilecek iktidarı haiz olacaklarından talebe-i mezbureden o vezaifde bulunmak arzu edenlerin oralara ta’yiniyle beraber maişetlerini te’min için Evkaf Nezareti’ne müracaatla eslaf-ı kiramın evkaf varidatını hüsn-i cibayet ve şerait-i vakfiyye dairesinde sarf u isti’mal ettirilmesi esbabının sun muntazam program ve ta’limat dairesinde icra-yı vazife eden müderrisin ve talebe-i ulumun te’min-i maişetleri esbabına tevessül olunmakla beraber esna-yı tedris ü tederrüsde “cer” usulünden tahlis edilmeleri hususu Makam-ı Meşihat ile Evkaf Nezareti Meclis-i Meb’usan ve A’yan riyasetlerinden den talebe-i ulum için derece-i iktidarlarına göre muallimlik ve sair me’muriyetlerde istihdam olunabilmesi esbabının te’mini hususu da Makam-ı Meşihat’ten istirham olunacaktır. taht-ı nezaretinde umur-ı idare-i dahiliyyesi –dahili ta’limatname dairesinde– müderrisinin yed-i faziletlerinde bulunmak ve müddet-i tahsil senede dokuz ay olmak ve zaman-ı ta’til ihtiyacat-ı mahalliyyeye [göre] ta’yin edilmek üzere üç aydan ibaret olması Makam-ı Meşihat’e arzolunacaktır. mak vacibeden olduğundan İmam Ali kv efendimizin kelam-ı hikmet-iştimalleri muktezası üzere tedrisata aid programlarımız daima ıslah ve noksanı ikmal edilmek üzere hareket ve bu ümniye-i mühimme-i diniyyenin izdiyadi-i tealisine gayret olunarak tarikı terakkīde devam-ı mesai ve ictihadımızın te’min-i imkanı amal ü makasıd-ı hassadan addolunacaktır. Ve minallahi’ttevfik. Kelat–Galicai tarikı diğeri Hevetki taifesi arazisinden geçip Ragistan ve Mendihisar yolu idi. Bu iki yol arasında yüksek bir dağ bulunuyordu. Emir Şir Ali Han’ın zahmet çekerek Kelat Kal’ası’nı tahkīm etmesine mukabil Ragistan yolundan giderek emirin zahmetini boşa çıkarmak istedim. Amcam da bu tedbiri tasvib edince hemen o yoldan hareket ettik. Ağırlıkları ileri yolladım ve ben gelmeyince yüklerin indirilmemesi hakkında muhafızlara emr-i kat’i verdim. Ceneral Nusayr ve Abdurrahim hanları diğer bazı ümera ile dümdara ta’yin ettim. Kendim de askerin gah sağına gah soluna dahi nezaret eylemek şartıyla ilerledim. Divarek mevkiin[d]e ilerideki askerin tevakkufunu emrettim. Çünkü bir fersah kadar geride idim. Yanımda da iki topla iki yüz süvari var idi. Bu sırada birkaç süvari: Uzaktan bir sürü koyun geliyor diye haber getirdi. Durbinle bakınca koyun dediklerinin düşman askeri olduğunu anladım. Hemen iki yüz süvariyi beşer beşer dağın tepesine çıkıp düşmanın mikdarını keşfe ta’yin eyledim. Bir tarafdan da bir an [evvel] vasıl olması Şir Ali Han’ın askeri tertib-i ati mucebince göründü. Peştrud süvarisi Herat süvarisi Kandahar süvarisi Kabil süvarisi Bu askerin hepsi bize doğru geliyordu. Maiyyetimdeki ümera ileri gidip öndeki kuvvete iltihak etmemizi tavsiye eyledi. Lakin ben bu teklife i’tiraz ettim ve: – Düşman bizi ta’dada başlayacak ihtimal ki süvarileri bizimle ordumuz arasına girecektir. Eğer hareket edecek ve toz toprak kaldıracak olursak düşman mikdarımızı anlayamaz dedim. Ümera re’yimi tasvib etti fakat hiç [birisi] ne müşkil mevki’de kaldığımı bilmiyordu. Çünkü asıl ordu uzakta olduğu gibi göndermek de mümkün değildi. Şu esnada Abdurrahim Han’ı uzaktan gördüm lakin o gelmezden evvel düş[ma]n askeri toplarımıza hücum etti. Topçulardan ikisi maktul birini mecruh etti düşürdü. Diğerleri ric’ate mecbur olması üzerine iki topu götürmeye başladılar. O sırada vürud eden Abdurrahim Han fırkasından dört taburu bunların üzerine saldırdım. Düşmandan beş yüz neferiyle bir çok at maktul oldu ve alınan toplar istirdad edildi. Bozgun askeri Kelat’ın cenub taraflarına doğru ta’kīb eyledim. İkindi üstü Tabakser Dağı’nın zirvesindeki Telle Kal’ası’na sığındılar. Biz de kal’anın yakınlarında ordu kurduk. Bulunduğumuz yerden Emir Ali Şir Han’ın Kelat Kal’ası’ndaki askerini dürbünsüz görebili[y]or ve süvarilerinin hezimetinden müteessir olarak siperler arkalarında me’yusane gezindiklerini müşahede ediyordum. Tahkimi lazım gelen tepelere icab eden topları ta’biye eyledikten sonra akşama kadar orada durduk. Maiyyetimde beheri altı yüz neferden ibaret on iki nizamiye taburu ve iki bin nizamiye süvarisi ile bin Derrani süvarisi vardı. Bakiyyei asker de geride kalan orduda bulunu[y]ordu. Ortalık kararınca düşmanın haberi olmadan hareket ettik ki veche-i azimetimiz arkadaki ordu idi birleştiğimizin ertesi günü ziyadece yağmur yağdı çadırlar ıslandı. Yoldan geçilmez derecede çamur oldu. İki günlük tevakkuf-ı mecburiyi müteakıb Kandahar’a teveccüh ettik. Ali Şir Han da o tarafa azimet etmişti. Bir tarafdan onun askeri bir tarafdan bizim asker gidiyor arada silsile-i cibal hail bulunuyordu. Biz ondan evvel Kandahar’a varacağımızı ümid eyliyorduk. O da önümüze çıkarak yolumuzu keseceğini me’mul ediyordu. Evvelce de yazılmıştı ki Belh’in fethi üzerine Serdar Feyz Muhammed Han Nazır Haydar ve Ceneral Ali Asker hanlar olduğumuzda Feyz Muhammed Han’ın nazır ve ceneral ile araları açıldığını haber alarak “Düşmanla uğraştığımız ve Kabil’e hücuma çalıştığımız bir sırada muhalefet ve mugayeretten sakınınız” mealinde bir mektup yazmıştık. Kış içerisinde lüzumuna mebni Serdar Feyz Muhammed Han’dan bin re’s mekari istedim. Bu kafir-i ni’met benim harb ile meşgūl olduğumu bildiği için mekarileri gönder[me]di. Seyyidabad fethini müteakıb pederimin yazdığı da’vetnameye de icabet etmedi. Bu sıralarda amcazadem Serdar Muhammed Server Han’ı Gulam Ali Han ve süvari ile Hezare Hükumeti’ne bit-ta’yin Bamyan’a gönderdiler. Server Han Bamyan’a gittiği esnada Şir Ali Han Kandahar’dan Gazneyn’e geliyor. Ben de Kelat Alicai’de onunla karşılaşıyordum Şu hallerden bil-istifade Serdar Feyz Muhammed Han dar Muhammed Server Han’ı me’mur etti. Serve[r] Han Belh’e müteveccihen yola çıktı ve Hibek’e beş konak uzak bulunan Ab-ı Kali Kal’a[sı] önünde Server Han bozulup ric’at ve cem’-i kuvvetle tekrar savlet eylediyse de yeniden bozuldu. Kendisi kaçtığı gibi ümera ve zabitanından bir çoğu esir oldu. Feyz Muhammed Han ümeradan Naib Gulam ve Gulam Ali Han’ı diğer bir iki zabitle rında gidip oralarını Mir Cihandar Şah’ın elinden şeklinde yazılmıştır. aldı. Mir Cihandar Kabil’e pederimin nezdine gelerek şikayet etti. Pederimin yanında asker yoktu. Bir tarafdan da Serdar Feyz Muhammed Han’ın Kabil’e gelmekte olduğu bana bir emirname gönderdi. Vakıa hasta ve zaif idim. Lakin at yerine tahtırevana binerek ve her gün ancak iki menzil kat’ ederek beş günde Gazneyn’e vasıl oldum. Orada pederimden diğer bir mektup aldım. Feyz Muhammed Belh ve Katagan cihetlerine gitmiş taaccül-i harekete lüzum yoktur diyordu. Bu haberi alınca sevindim. Çünkü ben mümkün mertebe zaif düşmüştü. Beş gün Gazneyn’de oturup dinlendikten sonra Kabil’e teveccüh ettik. Bir çok karşıcıların tebrik ü tehiyyesiyle şehre girip peder ü maderimin ellerini öpmekle müşerref oldum. Mülakatı müteakıb avdetle Kabil Nehri kenarında ordu kurdum. Gündüzleri pederimin validemin nezdine geceleri de ordugaha azimet ü avdetle yaza kadar vakit geçirdim. Yazın vüruduyla beraber memlekette veba illeti zuhur etti. Pederim Kabil’in “Balahisar” semtinden oturmamı tavsiye eyledi. Çünkü çadırların ne kadar olsa temiz tutulamadığı terhis ettim– kendim de Balahisar’da bir konağa çekildim. Şu suretle beş gün tayy-i mesafe ettik. İki asker arasında ancak kadem bulunduğu halde birbiriyle çarpışmak mevkie vasıl olunca durup dağın cebhesinde birkaç topla bir mikdar asker ikame eyledim. Topların bakiyyesiyle mühimce bir kuvveti dağın arka tarafına gizlettim. Ağırlıkları Şir Han’ın geçeceği yoldaki mağaralarda saklanmalarını Ceneral Nusayr ve Abdurrahim hanlara tenbih ettim. Ali Şir Han ilerisinin bizim tarafımızdan tutulduğunu anlayınca tevakkuf eyleyerek harbe girişmeye mecbur oldu. Göz önünde kalan az mikdardaki askeri görünce: Hazır düşman azken hücum ederek temizleyiverelim diyerek birden yürüdüler. Dağın arkasında saklanan askerimiz de meydana çıkıp harbe iştirak edince işin rengi değişti. Muharebenin tam kızgın zamanında Abdurrahim ve Ceneral Nusayr hanlara düşmanın arkadan sarılmasını emreyledim. Bunun icrasını müteakıb Ali Şir Han bozuldu. Bakiyye-i askeriyle Kandahar’a doğru kaçmaya başladı. Bizim süvarilere yağma için otuz beş top zabteyledim. Ondan sonra takriben üç buçuk fersah uzakta bulunan ordugaha gidip uykuya yattım. Çünkü on beş günden beri yirmi dört saat zarfında ancak bir iki saat istirahat edebiliyordum. Ertesi günü akşam üstü uyandım. Bir parça yemek yedikten sonra yine yattım. Böyle kırk sekiz saatlik deliksiz bir uyku ile za’f ü kesaletim zail oldu. şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. Feth-i vaki’ üzerine Cenab-ı Hakk’a şükrederek ertesi günü amcamla birlikte Kandahar’a müteveccihen yola çıktık ve beşinci günü vasıl ve dahil olduk ki Ali Şir Han oradan da Herat’a kaçmıştı. Kandahar’a gelince amcam beni bırakıp Kabil’e gitmek – Kabil’e ben gideyim. Siz Kandahar Hükumeti’nde kalıp tanzim-i umura çalışın dedim. Gerek emval ü eşya gerek mekari ve top hayvanatı karda kışta yolda bulunduğundan istifade edilmez bir hale gelmişti. Binaenaleyh yenilerini tedarike mecbur oldum. Şurada bir nebzecik Sultan Han-ı Kandahari’nın oğlu olan Feth Muhammed Han’ın ahvalinden bahsedeceğim. Bu şahıs Herat cenginde Şir Ali Han tarafından esir edilmişken pederim kendisini kurtarmış ve Hezarecat Hükumeti’ne ta’yin eyleyerek göndermişti. Oradan firar ve Şir Ali Han’a dehalet eyleyerek onun süvari kumandanlığı yakalamış bu defa da bana karşı harb etmeye kalkışmıştı. Kendini mahbesden kurtaran bir zatın me’muriyetinden kaçıp evvelce esiri olduğu kimsenin nezdine koşan ve ona hoş görünmek meden sıkılmayan böyle bir şahsın meziyyet-i ahlakıyyesini düşünmeli. Namıyla İsviçre’de Biel şehrinde bulunan Protestan misyonerleri müfettişlerinden Mösyö Dipper namında bir zat Stuttgart’da yüzlerce bir cem’iyet karşısında bir nutuk irad eyledi. Bu zat nutkunda böyle bir cihadın elzemiyetini birtakım esbab tahtında olduğunu beyan ile tarih-i İslam’ı ve sonra beyanat-ı atiyyede bulundu: “İslamlar İslamiyet’in Din-i Muhammedi’nin dünyada yalnızca bir din olmasını arzu ediyorlar ki bunu meydana getirmek üzere dünyayı fethetmeye kıyam ediyorlar. Böyle iki büyük mezhebin büyük büyük arzularıyla yan yana reftar olması kabil-i tasavvur bile değildir. “Bugünkü günde Din-i İslam hıristiyanların en tehlikeli ve en müdhiş rakībi. Flemenk Hükumeti’nin Hindiye müstemlekatında olan Misyoner Simon da bunu isbat etmek üzere mezkur müstemlekatta misyonerlerle hatt-ı hareketini İslamların ta’yin etmekte olduklarını söylüyor. Zira Hıristiyan misyonerlerin oraya gitmeleri yirmi otuz sene geç kaldığı için teşebbüsleri neticesiz kalıyor. Afrika’da dahi Biel misyonerleri aynı tecrübelerde bulunduklarını hatta Togo’da yerli hıristiyan vaizlerinden biri kendi muavinleri ile daire-i nüfuzunda bulunan mahallerin yüzlerce nüfuslarıyla birlikte Din-i İslamı kabul ettikleri bu ise bir tarafdan Din-i de sahib-i dinin dininde olan metanetini gösterir. İslamlar kendi mezhebleriyle iftihar ediyorlar. Hatta satıcılık etmekte olan İslamlar yollarda kendi mezhebleri için adam kazanmaya sa’y ü gayret ediyorlar. İslamiyet’in terakkīsi hususuyla da’vet ediyor. Lakin bu cihad nasıl olacaktır ve olmalıdır? En evvel İslamiyet’in daha ziyade tevsi’-i daire etmemesine bir çare olmak üzere bugün henüz İslamlar tarafından işgal olunmamış mahalleri mümkün olduğu mertebe bir sür’atle taht-ı nezarete almalı bununla beraber şimdiye kadar gaib edilen mahalleri tekrar elde etmek üzere olanca kuvvetimizle çalışmalıdır; bu babda muvaffakiyyet de ancak bütün dünyadaki misyonerler ittihad ve ittifak ederek Mecusiler ile ve misyonerlerin vatandaki dostları tarafından şiddetle himaye olunması ile olur!” Bu suretle misyonerler buralarda fevkalade çalışıyorlar artık müslüman kardeşlerimiz de hab-ı gafletten uyansınlar. Başbaşa vererek İslamiyet’in müdafaasına şitaban olsunlar. Butlanı ezerek hakkı yükseltsinler. Konya’da vukūa gelen ceraimin yüzde doksanı işret darb ve cerh ile adiyen hırsızlıklardır ki saikı sefahet ve ırza tasalluttur. Hatta öteden beri Konya muhitinde hadis olan ceraim ve bugün mahkum ve maznun olarak mevkūf bulunan mücrimin kısmen fahişe karı yüzünden mahbus bulunuyorlar. Bunlar yüzde doksan beş nisbetinde ni’met-i maarifden mahrumdurlar. Kendileri senenin cüz’i bir müddetini de dolaşmakla geçiriyorlar. İçlerinde elli elli beş yaşlarında kanlılar da vardır. Bu halk kazandıkları mebaliğin cüz’i bir kısmını ailesinin kūt-ı la-yemut derecede infak u iaşesine terk ve mütebakīsini beheri elli altmış lira kıymetinde fahişe kadınlar ahz u i’tasına ve bunların muhafazası için martin ve gra tüfenkleri mübayaasına feda ediyorlar. Bugün Konya kurasında böyle esliha-i memnuaya malik olmadık delikanlı görülmediği gibi içinde üç beş fahişe bulunmayan köy de yoktur. Mülhakat ile beraber kasaba ve şehir halkı bu yüzden frengi verem gibi pek çok emraz-ı mühlike ve sariyyeye mübteladırlar. Bunun saikı görenek ve müstevli cehalettir. Bu babda ilk vazife zabıta ve me’murin-i idareye teveccüh eder ki vaktin kısm-ı mühimmini bunun izalesine hasr eylemesi umum milletce matlub u mültezemdir. Zabıta buna karşı la-kayd kalmıyor. Vazifesini mümkün olabildiği mertebe teslimine muvaffak oluyor. Fakat müsmir olmuyor. Vukūat şeklinde yazılmıştır. ve cinayat tevali ediyor. Burada adet olduğu vechile bir fahişe karı bir veya birkaç şahıs tarafından elli altmış hatta yüz liraya kadar satın alınır. Bu karılar birisinin nezaret ve Akşamları karının sahibleriyle rüfeka ve ehibbası kapalı bir oda derununda toplanırlar saz ve cura gibi edevat-ı ibtidaiyye-i musikī ile ta-be-sabah karıyı raks ettirirler ve en adi bir müskiratı isti[‘]mal ederler. Sonra bunlar dağılır nazır olarak bırakılan şahıs da bununla ictima’ eder. Mühlik bir maraza tutulur. Ailesine sirayet eder bir hane bazen de bir köy halkı mübtela-yı illet olarak sefil ü perişan olurlar. Tahatturu leketce musaddaktır. Zabıtaca derdest olunarak adliyeye verilen karılar men’-i muhakeme ve beraet kararları üzerine lütfen yine zabıtaya iade olunuyor. Zabıta şaşırıyor. Serseridir diyor hüküm veriliyor. Bir mahalle teb’id olunuyor. Mütecavir vilayet ve liva kendilerinde de bu emraz mevcud olduğundan kabul etmiyor yine iade olunuyor. İ’zam ve geliyor. Bu defa ebeveyni aranıyor Halbuki bu fahişeler kısmen bi-keslik kısmen denaet-i tab’ ve bazen de zevcleriyle adem-i imtizac yüzünden tarik-ı fuhşu irtikab etmiş takımdan olduğundan mensub olduğu aile bunu kabul etmiyor. Etse bile vürudu gecesi müsellah bir takım eşirra vürud ve hücum ile cebren karıyı alıyorlar. Ebeveynine teslim edilmezse birtakım deniyyü’t-tab’ hovardaların vasıta-i mel’aneti olan vicdan ve namusunu ve hatta dinini birkaç kuruşa satmış bir rezil çıkıyor “Şer’an nikahla alacağım ıslah edeceğim” teranesiyle hükumete müracaat ediyor. Tahkīk ve tedkīk olunuyor. Bazen red ve bazen akd-i nikaha razi olunuyor. Daha hükumet kapısından çıkmaksızın tatlik ederek hovardalara teslim ediyor. Eğer namussuz zevc mutallakasını diğer bir fırkada görürse derhal bir istid’a ile “Zevcemi kaçırdılar” feryadıyla yine zabıtaya müracaat ediyor. Sonra bir ta’kībdir bir tarassuddur gidiyor. Zabıta yine burada birtakım kurşunlara sebb ü tahkīrlere muhatarat-ı guna-guna giriftar oluyor ve nihayet derdest ediyor. Karı alçak zevcine failler de hapishaneye atılıyor. Bugün Konya’da Kadınlar Hapishanesi’nde bir hayli fahişe kadınlar vardır. Hükumet bunlara ta’yin vermiyor. Mensub oldukları aileler bakmıyor. Fahişeler; hovardalar veya efeleri tarafından zabıtanın gözü önünde besleniyor! Bütün milleti ahlaksızlığa sevkeden sıhhat-ı umumiyyeyi tehdid eyleyen bu hale hükumet bir çare bulmalıdır. Menafi’-i milleti unutacak derecede ihtirasat-ı nefsaniyyeye mağlub olan ma’nasız gürültüleriyle Osmanlıları ve bütün alem-i İslamı ye’s ü nevmidiye düşüren meb’us efendilerimiz hakkında şeref-sadır olan irade-i seniyye-i hazret-i Hilafet-penahi suretidir: “Kanun-ı Esasi’nin yedinci maddesi ve Meclis-i A’yan’ın re’y-i muvafakati mucebince hey’et-i hazıra-i meb’usanın feshini ve tarih-i feshinden i’tibaren üç ay zarfında hey’et-i cedide-i meb’usanın bil-intihab ictimaını irade ettim. Fi Muharrem sene ve fi Kanunısani sene Sadrazam Said Şeyhülislam Abdurrahman Nesib Hariciye Nazırı Asım Adliye Nazırı [ve] Dahiliye Nazırı Vekili Memduh Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Bahriye Nazırı Hurşid Maliye Nazırı Nail Nafia Nazırı Kirkor Sinabyan Maarif Nazırı Emrullah Ticaret ve Ziraat Nazırı Aristidi Posta ve Telgraf Nazırı İbrahim Susa. * * * Mısır’da münteşir el-Liva ceride-i muhteremesine Şeyh Senusi hazretlerinin merkez-i siyadeti olan Kufra Vahası’ndan yazıldığına göre müşarun-ileyhin balası diyyesini alan kabail-i İslamiyyenin fevc fevc İtalyanlara karşı namus-ı Osmaniyi müdafaa azmiyle koşmaya başladıkları hatta mücahidin-i muhteremenin ihraz edecekleri ecr u mesubata iştirak daiyesiyle bir çok nisvan-ı iffet-simatın da mücahidlerin arkasından gitmekte bulundukları maa’l-iftihar anlaşılmıştır. Şeyh Senusi hazretlerinin kabail ü aşaire tevzi’ u neşr ettikleri i’lanname-i cihad bin otuz sekiz kıt’a ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife ile müzeyyendir. * * * lerinde İtalyan maktullerinin evrakı miyanında zuhur eden yetmiş beş ve altı yüz on beş franklık evrak-ı nakdiyyenin ailelerine verilmek üzere ba-rapor İtalya Harbiye Nezareti’ne posta ile gönderildiği Enver Bey’den alınan telgrafnamede mizi tevkīf ve hastegan ve mecruhine şifa ve tesliyet yetiştirecek vesaite sarfedilmek üzere mezkur hey’ete aid bulunan mebaliği müsadere ile tefahur etmelerine mukabil Bingazi’deki kuvve-i müdafianın gayet medeniyetkarane ve tayiş görülmüş olmakla İtalya Hükumeti’yle Osmanlı askerinin mukayese-i ahlakıyyesine hadim olmak üzere efkar-ı umumiyye-i cihana karşı keyfiyyetin i’lanına lüzum görülmüştür. * * * Hindistan’da kain Lahor ahali-i İslamiyyesi tarafından Osmanlı Hilal-i Ahmer Cem’iyeti hesabına nam-ı şevketittisam-ı hazret-i Hilafet-penahi’ye üç yüz liralık bir çek irsal ve mezkur çekin zahrı taraf-ı eşref-i hazret-i padişahiden lütfen imza buyurularak bedeli bit-tahsil Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne gönderilmek üzere Maliye Nezareti’ne isal olunmuştur. Yine Hindistan’ın Rangon şehrinde Osmanlı Hilal-i Ahmer Cem’iyeti hesabına “ ” İngiliz lirası iane cem’ edilerek Babıalice de Hilal-i Ahmer Cem’iyeti haberdar edilmiştir. * * * Bosna-Hersek’de mütemekkin ahali-i İslamiyyenin mahalli bankalarına devr u terhin etmekte oldukları arazinin elden çıkarılmamasını te’min için birkaç banka te’sis edilmiş maksadıyla Avusturyalılar tarafından te’sis edilmiş olan müteaddid ve ba-husus vasi’ mikyasda muamele yapmakta olan Ağrar Bankası’yla rekabet edememekte olduğundan ahali-i İslamiyyece buna bir çare taharri olunmakta idi. Muahharan alınan ma’lumata göre Bosna ve Hersek müslümanları bu babda son derece ibraz-ı fedakari ile sermayesi altı milyon kron olmak üzere “Müslüman Central Bank” namıyla bir banka te’sisine muvaffak olmuşlardır. Yakın zamanda işe başlayacak olan bu banka müslümanların arazisini elden çıkarmamalarına ve kendilerini ziraat sınaat ve ticarete teşvik ile beraber fahiş faiz ile diğer bankalara terhin edilmiş olan arazinin istirdadına aid esbab ve vesaiti istihzar ile iştigal edecektir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Şubat Yedinci Cild - Aded: Sorunuz şimdi Japonlar da nasıl millettir? Onu tasvire zafer-yab olamam hayrettir! Şu kadar söyleyeyim: Din-i mübinin orada Ruh-i feyyazı yayılmış yalınız şekli Buda. Siz gidin safvet-i İslam’ı Japonlarda görün! O küçük boylu büyük milletin efradı bugün Müslümanlık’taki erkanı siyanette ferid; Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid. Doğruluk ahde vefa va’de sadakat şefkat; Acizin hakkını i’laya samimi gayret; En ufak şeyle kana’at çoğa kudret varken; Yine ifrat ile vermek veren eller darken; Kimsenin ırzına namusuna yan bakmayarak Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak; “Öleceksin!” denilen noktada merdane sebat; Yeri gelsin gülerek oynayarak terk-i hayat; Nef’-i şahsiyi umumunkine her yerde feda Edivermek gibi çok nadire gördüm orada: Ademin en temiz ahfadına malik bir ada. Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle... O da sahiplerinin lahik olan izniyle. Dikilip sahile binlerce basiret im’an; Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan! Bakılan emtia bir kıymeti haizse yürür; Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür! Gece gündüz açık evler kapılar mandalsız; Herkesin sandığı meydanda bilinmez hırsız. Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde... Togo’nun umduğunuz tavrı mı vardır? Nerde! “Gidelim!” der götürür; sonra gelip ta yanıma; Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma. Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada; Sade Osmanlıların gayreti lazım arada. Misyonerler gece gündüz çalışırken acaba Oturup vahy-i İlahi’yi mi bekler ulema? Hind’i baştan başa gezmekti muradım lakin Nerde olsam beni ta’kībi yüzünden polisin Takatim bitti de vazgeçmede muztar kaldım; Kaldım amma yine her mahfile az çok daldım! Besliyormuş bereket versin o iklim-i kadim Rahmetullah’a muadil daha yüzlerce hakim. Ruh-i edyanı görür hikmet-i Kur’an’ı bilir Ulema var ki: Huzurunda bugün Garp eğilir. Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de: Bunların birçoğu tahsilini İngiltere’de Bitirir; sonra gelip milletinin ruhu olur; Çünkü azminden ölüm çıksa da dönmez sokulur. Öyle maymun gibi taklid-i zevahir tanımaz; Dini irfanı yeter başka mefahir tanımaz. Garb’ın almışsa herif ilmini almış yalnız Beyni var şapkası yok; san’ati var tırnağı yok; Fuhşu yok içkisi yok himmeti yüksek gözü tok; Şer’-i ma’suma olan hürmeti benden bile çok! Böyle evlad okutan milletin istikbali Haklıdır almaya aguşuna istiklali. Yarın olmazsa öbür gün alacaktır mutlak... Uzak olmuş ne çıkar? Var ya bir ati ona bak! Haydarabad’a giderken beni teşyie gelen Mizebanın ne hazin çıktı şu ses kalbinden: “Ah biz hayra yarar unsur-i iman değiliz... Hind’in İslam’ını Türklerle kıyas etmeyiniz! Onların ruh-i şehametle coşan kanları var Bizde yok öyle samimi asabiyyet o damar! Bu ağır zillete ukbaya kadar mahkumuz... Duymuyor çektiği hüsranları zira çoğumuz! Varsa ümmidimiz Osmanlıların şevketidir. Onu bir kerre işitsek... Bu sa’adet yetişir.” Beni ağlattı herif. Lakin onun genç oğlu Dedi: “Yok öyle değil! Sine-i millette dolu Galeyan emrine amade hamiyyetli yürek; Şu kadar var ki henüz kendini göstermeyecek. Geçiyor şimdi esaretle deyip eyyamı Müslümanlar gibi mazisi büyük bir kavmi Ebedi zillete mahkum edemem doğrusu ben. Daha biçare miyiz yoksa Mecusilerden? Diyeceksin ki: Asırlarca sefilane hayat Söndürür meyl-i me’aliyi nihayet... Heyhat! Göz yumulmakla kör olmaz; külün altında ateş Ne kadar kalsa bunalmaz: Hele bir aç hele eş! Şunu öğretti ki İngiltere tahsili bana: Milletin memleketin böyle sefil olmasına Bir sebep varsa havassın geriden bakmasıdır... Yoksa Şark’ın bu zeki unsuru her feyzi alır. Müslümanlık gibi vicdanlara gayet yüksek Fikri en sade bir üslub ile telkīn edecek Din-i fıtrisi olan milleti irşada ne var? Daha yüksek mi aceb Şark’ı ezen fıtratlar Kabiliyyetçe? Hayır ben buna asla kanmam. Adam ister yalınız etmeye bir kavmi adam! Doğru yol işte budur gel diye sen bir yürü de O zaman bak ne koşanlar göreceksin sürüde! Evvela beynine bir fikr-i nezih aşlayarak Hangi bir müslümanın göğsüne tuttumsa kulak; Şunu duydum ki: Onun hiç sesi çıkmaz kalbi En temiz hissile vurmakta çocuk kalbi gibi. Sineler gayzını faş etmeye dursun varsın; Sıra gelsin o zaman var mı yürek anlarsın!” Haydarabad’a yetiştim ki bütün Hindistan “Verdi Kanun-i Esasi’yi nihayet Sultan!” Diye birdenbire çalkandı. İnan kabil mi? Hiç o binlerle havatır kemirirken içimi Bir cılız “belki!” nasıl hepsini tenkil etsin? Ansızın başladı beynimde ümidin ye’sin Doğduğumdan beri hiç görmediğim bir harbi... O ne müdhiş helecanlardı aman ya Rabbi! Verdi Kanun-i Esasi... Bu çıkar rü’ya mı? Yok canım öyle değil: Milletin istirhamı Şekl-i tehdid alıvermiş o da muztar kalmış... Hangi millet acaba? Her ne işitsen yanlış. Cuşa geldikçe fakat aynı teraneyle cihan Gördüm artık dönen işlerde yedu’llahı nihan. Bu ne şahın işi ya Rab ne sipahın karı... Bu senin kudretinin havsala-çak esrarı! Milletin tali’-i giryanını artık güldür... Ağladım sonra çocuklar gibi hüngür hüngür. Azıcık kendime a’sabıma geldikte sükun Döndü vaz’iyyeti birdenbire baktım yolumun: Bir gün evvel yetişip dalmak için sinenize Boyladım sahili sahilden açıldım denize. Sen de gittin mi Celal ey ali Saf vicdanlı muazzez şair! Sen de gittin mi bu zillet-gehden! Sen de her hiss-i vefadan hali Şu yüreksiz mütelevvin facir Nerde bir fikr-i velud u ruşen Nerde bir şu’le-i cevval-i kemal Görse bel’ etmeye her lahza haris Şu yılan huylu mülevves şu deni Koca fertutu bıraktın mı Celal? Düşman-ı nur u fazilet o habis Tuttu mahv etti mi en sonra seni?! Bir büyük genc-i giran-kıymet-i his Bir derin menba’-ı cuşan-ı zeka Şimdi senden de kalan pek munis Pek gülenç yüzlü fakat girye-feza Bir hayal öyle mi ey dader-i can! Duruyor şimdi değil mi? Daha dün Aşk-ı tahrir ile –pür-zevk ü melal– Çırpınan kalb-i rakīkın sakin?! Çeşm giryan-ı tehassürde bugün Ne kadar olsa muvanis o hayal. Ah çirkin bu hakīkat lakin! Yok hayır… Sönmedin ey nur-ı nazar Cism-i a’sarda kalbin vuracak. Senin elbette bekadır şanın Senin elbette dem-i haşre kadar Sahn-ı tarihe dikilmiş duracak Muhteşem abide-i irfanın. Tevakkuf etmeyiniz başucumda kardeşler… Gidin gidin ki vatan cümlenizden iş bekler Gidin o düşman-ı bi-dine karşı nam alınız Gidin o hain-i milletten intikam alınız. Bu yolda terk-i hayat eylemiş pederlerimiz! Biz işte onların evladıyız ki her birimiz Kefen-be-duş olarak ref’ için şu gaileyi Beşikte yavrumuzu hanelerde aileyi Emanet eyledik Allah-ı zü’l-celalimize. Huda bilir ki cihan titremişti halimize Bütün cerihalardan akan şu al kanlar Feda feda size ey anlı şanlı arslanlar! * * * Muvaffak olmadı ikmale gayrı sözlerini Döküldü eşk-i tahassür kapattı gözlerini Dudaklarında belirdi tebessüm eyledi: Ah… Şu son kelamı idi: La ilahe illallah. – Gazzali yaşadığı asrın muhit-i irfanına nisbeten vasi’ bir ma’lumata müfrit ve taşkın bir zekaya mazhar O zamanın dar olan hudud-ı fennisi nazar-ı i’tibara alınırsa Hazret-i İmam’ın düşündüğü mevzu’ların uğraştığı mebhaslerin ancak bir zeka-yı harika-nüma mahsulü olacaklarını Gazzali’nin ne gibi te’sirat-ı menviyye tahtında inziva lüzumunu hissettiğini iyice anlamak için kendisinden hayat-ı uhreviyyede badi-i selamet olacak esasları istifsar eden bir şakirde yazdığı mektubun bazı fıkralarını okuyalım. Hazret-i üstad bu mektubunda diyor ki: “Muhibb-i azizim pend ü nesayihi müştemil bir eser yazmamı iltimas ediyorsun. Menşur-ı nasihat ma’den-i Risaletin ehadis-i aliyyesinden istihrac olunur. Kütüb-i ehadis basıra-pira-yı mütalaan olmuş ise benim nasihatime hacetin olmamalıdır. Yok henüz bu gibi asarı tedkīke vakit bulamamış isen şu geçen bu kadar sene içinde ne öğrendin? Nur-ı aynım Fahr-ı Rusül efendimizin ümmetine nesayih-i aliyesi cümlesinden biri de: kavl-i şerifidir. Oğlum nasihat kolaydır müşkil olan nasihatle amil olabilmektir. Heva ve heves mübtelalarına nasihat kadar acı bir şey var mıdır? Menhiyat onlara hoş görünüyor. Ba-husus ulum-ı aliyye nım bir çok geceler hab u rahatı terk ederek mütalaa ile meşgūl oldun. Öyle değil mi?! Lakin bu hususda niyetin ne olduğunu bilemiyorum. İhya-i din tehzib-i ahlak fikriyle çalıştın ise şayeste-i takdirsin. Seni tebrik ederim. Şu beyti unutma: – Oğlum dünyada ne suretle edersen et akıbet mevt mukarrerdir. Muhabbet ettiğin şeylerin kaffesinden ayrılırsın. Sana refik yalnız a’malin olacaktır. Ona göre tedarikatta bulun! Eyyam-ı maziyyeyi ehval-i atiyyeyi der-piş-i nazar et de a’mal-i salihaya müdavemet eyle! Ruz-ı cezada edilecek telehhüf ü teessüf bi-faidedir. Kuva-yı ruhaniyyeni takviye ef’al-i nefsaniyyeni tezkiye et. Mevtin vürudundan akdem ol! Çünkü ric’atgah-ı ebediyyen mezardır. Mes’ud o kimselerdir ki “ircii” emri tanin-endaz-ı samiaları olunca mürg-i ruhları buruc-ı cinanda nüzhetgah-ı ebedileri olan lanelere çekilirler şu kıt’ayı düşünerek okumanı tavsiye ederim: Bilmelisin ki taat ü ibadat Şari’-i A’zam’ın evamir ü nevahisine kavlen ve fi’len metanet etmektir. Yani söylediğin şer’-i şerif olmalıdır. Hiçbir hususda minhac-ı şeriatten ser-i mu inhiraf etmemelisin! Şathiyyat-ı ilmiyye tamat ü bideat-ı sufiyye ile mağrur olma! Tarikate süluk mücahede ve şehevat-ı nefsaniyyeyi terk heva ve hevesi seyf-i riyazatle kat’ etmek sayesinde müyesser olur. Yoksa bideat ü turrehat ile değil!.. Bilmelisin ki lisan mutlak kalb ise şehvet ü gafletle mutbıktır. Bu ise alamet-i şakavettir. Bu halde nefsini sıdk-ı mücahede ile öldürmeli kalbini envar-ı ma’rifetle ihya etmelisin! Benden birtakım mesailin izahını taleb ediyorsun. Bunların bazılarına kalen ve kalemen cevap vermekten acizim. Çünkü bunlar öyle mes’eledir ki anlaşılmaları o halete vusule tevakkuf eder. Yani sorduğun şeyler mesail-i zevkıyyedendir. O mertebeye vasıl olmadıkca anlaşılamazlar. Balın tatlılığı acı bir şeyin merareti müddet-i hayatında hulviyyat ve mürriyattan bir şey tatmamış olan bir kimseye ta’rif edilebilir mi? Innin lezzet-i cima’dan ne anlar. Bu hususda sana ma’lumat vermeye kalkışsam yazacaklarım muhayyelattan başka bir şey olmaz. Sen yine bir şeyi anlayamazsın ben de beyhude yorulmuş olurum. Binaenaleyh bu suallere cevap i’tasından sarf-ı nazar ediyorum.” Kısmen naklettiğimiz şu satırlar Gazzali’nin Medrese-i Nizamiyye kürsi-i tedrisini ne için ve ne gibi te’sirat-ı ruhiyye sevkıyle terke mecbur kalmış olduğunu ifham edebilir: Gazzali mertebe-i ma’rifetten paye-i bülend-i hakīkate cede Hazret-i İmam hevesat ü ihtirasat-ı nasutiyyeye ebediyyen veda’ ederek ezvak-ı ma’neviyye içine dalıyor. Bir zamanlar felsefiyyatın cedelkar bir mübarizi olan bu dimağın harekat-ı vapesini ma’neviyatın nuşin-i sanihaları arasında ve bir zevk-i cavidani içinde sükunet-pezir olup gidiyor. Bu zeka-yı ateşin kuvvetli bir projektör ziyası gibi her tarafı tenvir ettikten sonra birden bire sönüyor gayr-ı mer’i şu’a’at haline inkılab ediyor! * * * Şam’ın hüzn-engiz menazırı Cebel-i Lübnan’ın ihtişamnümun şevahikı Gazzali’nin ruh-ı naledarına sükunet-bahş olacak yerde bilakis teheyyüc ediyordu. Burada da duramadı. Mısır’a koştu. Mağrib Hükümdarı Yusuf Taşfin bu dahi-i irfanın Mısır’a vürudunu istihbar eder etmez bir me’mur-ı mahsus i’zamıyla Mağrib’e da’vet eyledi. Gazzali icabet etti. Fakat esna-yı azimette; daha vapurda iken emirin haber-i irtihal-i ye’s-averini duydu. Mağrib’e gitmekten sarfı nazarla vatanına Tus’a avdete karar verdi. Gazzali’nin avdetini istibşar eden müştakan-ı maarif atebe-i faziletine şitab eylediler. Hazret-i üstad –vukū’ bulan ısrarlara binaen– yine saha-i tedrisata atıldı. Bir müddet sonra kendisini Nişabur’a da’vet ettiler. Nizamülmülk’ün orada te’sis etmiş olduğu bir medresede tedrisat-ı ilmiyyede bulunması rica olunuyordu. Israra mukavemet edemedi. Nişabur’a gitti. Atşan-ı zülal-i irfanı olan binlerce talibin-i ma’rifet hazret-i üstadı; şan-ı kemalat-pirasına layık olacak surette müdebdeb bir istikbal ile kürsi-i mualla-yı tedrise ıs’ad eylediler. Fakat Gazzali’de hırs-ı iştihar kamilen sönmüştü. Evvelki çarpışmalar münakaşalar mübahaseler mücadeleler şimdi Gazzali’ye pek yabancı pek bi-lüzum geliyordu. Ruhı üstad tamamıyla değişmişti. O şimdi yalnız inzivadan nevehat-ı kalbiyyesini dinlemeden zevk-yab oluyor şan u şöhret debdebe ve ihtişama karşı derin bir nefret duyuyordu. Hakkında ibzal olunan alayiş ü ihtiramat kendisini bi-zar ediyordu. O ruh artık fuhul-i ulemadan meşhur Gazzali tarzında değil mechul ve münzevi bir adam gibi yaşamak istiyordu. Tedris zamanlarından ihtilas ettiği vakitleri mücahedat-ı nefsiyyeye hasr etmişti. Gazzali evvelce ümera mecalisinde mübahasat-ı ilmiyyede bulunmaktan fazl ü irfanı karşısında herkesi zanu bezemin-i yordu. Halbuki şimdi Bağdad’dan Endülüs’e kadar mümtedd bir kıt’a-i vesiaya yayılmış olan şöhret-i ilmiyyesini söndürmek unutturmak istiyormuş gibi her şeye karşı lakayd bulunmaya çalışıyor muhtefi bir sakf-ı zalam-engiz altında ve bir nisyani-i mutlak içinde saklanmak çarelerini arıyor. Gizli yerlere çekilmek istiyor. Her şeye karşı istiğna gösteriyor. Nuhbe-i amali bir gayede toplanıyor: O da herkesin kendisini büsbütün unutması! Büyük şehirlerden kaçıyor ıssız mahallere saklanıyor. aver saat-i şegaf-amizinin hiçbir kimse tarafından ihlal edilmemesini arzu ediyor. Bütün mesai-i ilmiyye ve şöhret-i kemaliyyesine karşı insanlardan ancak bu mükafatı kendisinin yalnız bırakılmasını taleb ediyor. Bir vakitler alem-i felsefenin bi-hudud ufuklarında uçan bu ruh; pişgah-ı celalet-nümun-ı hakīkatte tabakat-ı nesimiyyenin mütehalhil kıtaatına kadar çıkarak orada fıkdani-i hevadan ihtinaka uğramış bir kuş gibi; bi-tab ü tüvan zemin-i acze sukūt ediyor. şeklinde yazılmıştır. Şehekat-ı vapesinini birer zemzeme-i tazallüm olan nağamat-ı kalbiyyesini gizli köşelerde izbe hücrelerde yalnız kendi ruhuna dinletmek emelinde bulunuyor. Çünkü ruhu beşeriyetin bu acz ü tazallümünden ma’nevi zevkler cavidani neş’eler hissediyor. Hırs-ı iştiharın tazyikat-ı takat-şikenanesine rağmen Gazzali nihayet temayülat-ı ruhiyyesine mağlub oluyor: Şöhret ü şanı servet ü samanı her şeyi ayakları altına alıyor bir künc-i ihtifaya çekilerek tezkiye-i nefs ile uğraşmaya karar veriyor. Neticede her türlü ısrarları reddederek Tus’a her köşesinde unfuvan-ı hayatına aid birer hatıra-i nezihe gizlenmiş olan mehd-i sabavetine rihlet ediyor. * * * Halife-i sani cenab-ı Faruk-ı a’zam radıyallahu teala anh hazretleri “İran”ın feth ü teshiri için gönderdikleri ordu-yı hümayunun hududu tahatti ederek gelmekte olduğunu Şah-ı İran “Üçüncü Yezdcürd” haber alınca derhal bir hey’et i’zam etti hey’et bu la-yenhezim ceyş-i tevhide kavuştu. Ordu-yı hümayun kumandanıyla hey’et reisi arasında şu muhavere cereyan etti: – Buraya niçin geldiniz? – Görüyorsun ki harb için… – Harbe sebeb ne? – Sultan-ı serir-i insaniyet veliyy-i ni’met-i a’zam ve efhamımız Peygamberimiz hazretlerinin vahy-i Hak olan – olan– emr-i muta’larıyla biz; bu pek mukaddes emrin ifa ve zalam-ı şirk içinde kalmış olan ihvan-ı beşeriyyetimizi ihda etmek için hayatımızı nezr ettik. İşte ancak şu maksadla buraya geldik. Sizi din-i hakka da’vet ediyoruz. Geliniz; din namına taşımakta olduğunuz o batıl o şeytani i’tikadlardan vazgeçiniz! Allah’ın birliğini Resulullahın hatemü’l-enbiya olduğunu tasdik ediniz! Uhuvvet-i insaniyyemizi vicdanen tashih edelim. Cismen olduğumuz gibi ruhen de kardeş olalım. Şayed bu teklifimizi kabulden suret-i kat’iyyede imtina’ ettiğiniz takdirde size bir ikinci teklifimiz var: Bize itaat edeceksiniz ve delil-i sıhhati olarak münasib mikdar “vergi” vereceksiniz! Eğer bunu redde kalkışacak olursanız da’vamızı kılıç fasl edecek! tü’l-Arab’ın ateşin kum sahralarında haşerat gibi yerlerde sürünür sefil aç çıplak iken bugün ne cür’etle İran gibi muazzam muhteşem bir mülkün şahenşah-ı efhamına karşı böyle bir teklifde böyle had-na-şinasane bir küstahlıkta bulunuyorsunuz? – Evet düne kadar bu sözünüz doğru idi. Biz sefil biz vahşi başsız yularsız kanunsuz birer anarşist idik. Cehaletin en kesif karanlıkları içinde boğuluyor idik. Evet biz o kadar sefil o kadar fakīr idik ki aramızda açlıktan yılan çıyanla tagaddi ve hıfz-ı hayatına çalışan görülürdü. Hatta bazımız yoksulluğun o can-güdaz şiddetinden kız evladını diri diri defnederdi. Evet evet! Biz; insanlığımızı büsbütün gayb etmiş; hayvandan cemaddan bile daha aşağıya düşmüştük. Çünkü o zalam ü cehalet içinde taşları ağaçları cansız idraksiz şeylere –haşa!– halik süsü veriyor onlara tapınıyorduk! Önlerinde secde ediyor yerlere yuvarlanıyor onlardan meded himayet merhamet umuyorduk! Daima birbirimize düşman yekdiğerimizi siba’-ı müfterise gibi yaralamak öldürmek kanını içmek saç yolan yaka yırtan sine döğen dullara; maktullerin üzerine kapanan kanlarına bulanan yerlerde yuvarlanan validelere; yağmur gibi kanlı gözyaşları akıtan ciğerler paralar eninler feryadlar eden yetimlere karşı yamyam gibi sırıtmak… İşte bizim düne kadar halimiz! Mahiyetimiz! Fakat bugün öyle değil. Biz bugün o barbarlar o vahşiler değiliz biz; bugün başka bir millet yeni bir ümmet hakīkī bir cihan-ı medeniyyet ulvi bir alem-i insaniyyetiz. Cenab-ı Hak bize içimizden bir hadi-i a’zam bir mürşid-i efham bir mürebbi-i muhterem ihsan buyurdu. Arablığın ma-bihi’l-iftiharı! Ma’den-i müessis-i bünyan-ı medeniyyet! Hazine-i şefkat ü merhamet! Gencine-i ihsan ü adalet! Piş-i kudsiyyetinde akl-ı beşer serbe-zemin-i secde-i ta’zim. Lisan-ı ezel şan-ı nübüvvetinde sena-han: Levlak’in aleyhissalatü vesselam saye-i rahmet-penahında dünkü kisve-i vahşeti attık. Bugünkü –görmekte olduğun– libas-ı zerrin-i medeniyyeti iktisa ettik. Haydi şahına gördüğün işittiğin gibi söyle: Ya ihtida ya dalali lerze-nak-ı dehşet eden şemşir-i bevarık-efşanı! Şurada bir dakīka tevakkuf edelim de medeniyet lafzının mahiyet ü hakīkati namına i’tirafat-ı hak-guyanede bulunan bir Garb fazılının sözlerine dinleyelim: Veliyyü’n-ni’met-i cihan-ı insaniyyet ü medeniyyet aleyhi efdalü’s-salat ve ekmelü’t-tahiyye efendimiz hazretleri bu fena alemine veda’ buyurmazdan birkaç gün evvel Suriye cihetine bir ordu-yı hümayun i’zamını ve bunun kumandasının şübban-ı ashabdan Hazret-i Üsame bin Zeyd radıyallahu anh hazretlerine tevdiini irade ve ferman buyurmuşlardı. İrtihalleri felaket-i uzması Medine-i Münevvere’yi ve bütün muhit-i İslamiyeti – kıyamet günü dehşetiyle– sarsdı. Tedfin merasim-i mukaddesesi seyller gibi dökülen gözyaşlarıyla ifa kılındı. Güneş-i cemalinden mahrum kalan yaran-ı kiramın o hevl-engiz dakīkaları nasıl geçirdiklerini o dağlar eriten sadme-i felakete nasıl tahammül edebildiklerini tarih-i İslam ifade ve tasvirden şeklinde yazılmıştır. Zat-ı kudsi-sıfat-ı cenab-ı Risalet-penah-ı a’zaminin ammizade-i muhteremeleri Hazret-i Mugire bin el-Haris bin Abdülmuttalib radıyallahu anh hazretlerinin o hengame-i musibette söyledikleri mersiyenin şu birkaç beytini buraya nakletmeden geçemedim : Sevgili yar-ı garı cenab-ı Sıddik-ı a’zam radıyallahu teala anh efendimiz hazretleri calis-i serir-i Hilafet-i Muhammedi olduktan ve bey’at-i amme takarrur eyledikten sonra ordu-yı hümayunun veche-i me’muriyyetine tahrik ü re haricinde nasb-ı hıyam-ı satvet ü mehabet etmiş; harekete amade bulunuyor ve emr-i ‘ali-i Hilafet-penahiyi bekliyordu. Hazret-i Ömer el-Faruk radıyallahu teala anh efendimiz hazretleri de ordu-yı hümayuna refakat ve ifa-yı hizmet etmek üzere zat-ı hazret-i Risalet-penah-ı a’zamiden – kable’l-irtihal– bizzat emr ü ferman-ı hümayun ahz ü telakkī etmişlerdi. Şevketli birinci halife-i Resulullah hazretleri ordugahı teşrif ve kendilerince gördükleri lüzum ve ihtiyac üzerine Hazret-i Faruk’un kalmasına müsaade olunmasını genç kumandan hazretlerinden iltimas buyurdular. Şayan-ı dikkat değil midir ki emretmek hakk-ı hilafetini hatırlarına bile getirmediler. Çünkü ona; kendilerinin değil cenab-ı Resulullahın kumandanı nazarıyla bakıyorlardı. Hazret-i Üsame’den “Neam ve isabeten!” cevab-ı muvafakatını aldıktan sonra mücahidin-i ashabı bir daire şeklinde topladılar ve içlerine girip şu mantık-ı meşhuru irad buyurdular: “Ey mücahidin-i mine dair size söylemek lüzumunu hissettiğim sözlerimi güzelce dinleyiniz! A’da-yı din ile merdane kahramanane harb ediniz! Hile vü hıyanete sakın tenezzül etmeyiniz! Mağlubunuza –burunlarını kulaklarını dudaklarını kesmek veya kollarını bacaklarını kırmak koparmak gibi– işkenceden sakınınız! Sakınınız ki vahşettir barbarlıktır. Bunu İslamiyet kat’iyyen kabul etmez. İhtiyarları çocukları kadınları zinhar şeklinde yazılmıştır. öldürmeyiniz! Eşcar-ı müsmireyi kat’ u tahrib mahsulat-ı arzıyyeyi ihrak u imha etmeyiniz. Hayvanatı ihtiyacınızdan fazla beyhude ve bi-gayrı hak boğazlamayınız! Yolunuz üzerinde birtakım erbab-ı uzlet ü vahdete abidin ve mütefekkirine tesadüf edeceksiniz; sakın bunlara fenalık zulüm ve hakaret etmeyiniz!” Fazıl-ı müşarun-ileyh diyor ki: Büyük Peyamberin birinci halifesi mahfuziyet-i hayattan masuniyet-i hukūktan aceze-i eşhası; ruhaniyyun namına hiçbir ferdi istisna etmedi. Yalnız halkı vahdaniyet-i İlahiyye aleyhine tehy[i]c ü ifsada çalışan mutaassıbları… Şimdi munsifane bi-tarafane düşünelim: Bin üç yüz sene evvel Ceziretü’l-Arab’ın bir köşesinde barbarlıkla mevsuf kabail-i Arabdan birinin reisi addolunan şu zatın; askerine verdiği emre bakınız! Bakınız ki asr-ı medeniyyetin yetiştirdiği en terbiyeli en insaniyet-perver geçinen kumandanların emirleriyle ef’al ü hareketleriyle nasıl taban tabana zıd! O büdela vahşiler şeyhi dediğimiz zat harbe gönderdiği askerine ne tenbihatta ne vesayada bulunuyor. Bu medeniyetle ler söylüyor neler yaptırıyor? La Martin; Osmanlı Tarihi cild s. “Trablusgarb’daki İtalya kumandanlarının kulakları patlasın!?? Koca medeni kumandanlar!” Artık La Martin’in ne demek istediğini izaha hacet var mı? On dört asır evvel Hicaz üzerinde tulu’ eden mihr-i münir-i İslamiyet’in neşrettiği envar-ı füyuzat-nisar-ı medeniyyetten nazar-ı nin sahte yaldızlı bir nikabdan başka bir şey olmadığını ruhundan kopan bir enin-i teessürle anlatıyor. Hakīkat değil on dört; milyonlar milyarlarca asırlar geçse yine hakīkattir tebeddül ü tegayyür şanından münezzeh ve mütealidir. İşte bu ezeli hakīkat bu hakīkatü’l-hakayık-ı ebediyyet cenab-ı Kur’an-ı Hakim ’dir. Tevhid: Nam-ı celal-i kibriyasına ahd-i ali-cenab-ı Zi’nnureyn’de radıyallahu anh Şübeytıla civarında tarih-i İslamın “Harbü’l-abadile” ünvan-ı celilini verdiği o melhame-i kübra ne idi? Şübeytıla’yı bilirsiniz değil mi? Evet: Şübeytıla Medinetü’s-selam’dan merkez-i ali-i İslamiyyeden iki aylık uzak bir mahal. Trablusgarbla Tunus arasında bir mevki’. Meşahir-i cengaveran-ı Arabdan Abdullah bin Sa’d hazretleri bir fırka mücahidin-i İslam ile buraya kadar ilerlemiş ve Berberilerle kanlı bir harbe tutuşmuştu. Berberiler; üç yüz binden ziyade; insan deryası ıtlakına şayan oldukları gibi zayiatını –ne kadar çok olsa– yine derhal telafiye muktedir idiler. Bu müdhiş kesret telafideki bu suhulet Berberileri layenhezim zannettiriyor. Binaenaleyh ceyş-i tevhidi muhakkak bir felaket-i mağlubiyyet belki bir istisal karşısında gösteriyordu. Çünkü bunlar bir avuç şir-i nerler; ümid-i istimdada bedel Allah’ın nusretine istinad ediyorlardı. Cenab-ı halife[ye] ilham olundu. Abdullah bin Zübeyr hazretlerini bir fırka-i imdadiyye ile yola çıkardı. Harbin tam en şiddetli bir safha-i hunini[n]de ihtiyacın en mübrem bir anında yardıma yetişti. Allah’ın seyf-i İslam önünde ser-be-zemin-i makhuriyet oldu. Kumandanları Çerçiz Abdullah bin Zübeyr hazretlerinin samsam-ı hun-aşamına can verdi. Düşmana nisbet kabul etmez bir ekalliyette olan bu mücahidin-i ashabın merkez-i oklar mızraklar kargılar arasında bu derece şanlı bir muzafferiyeti der-ağuş etmesi tevhid-i İlahinin ruhlarını ne derece teshir eylediğine en parlak bir delildir. Ondan sonra Ukbe bin Nafi’ değil miydi ki Kartajya Hükumeti’ni bir darbe-i kahharanesiyle zir ü zeber ediyor; akıllara durgunluk verecek bir cesaretle ateş deryaları kan tufanları atlayarak Bahr-i Muhit hail olmadıkca bir lahza tevakkuf etmiyordu. Vakta ki o bahr-i bi-keran pişgah-ı azm-i şiranesine çıktı; bir ona bir asmana bakarak “Ya Rab! Şahidim ol! Eğer şu umman-ı bi-payan azm-i la-yetezelzele sedd-i rah-ı mümanaat olmasaydı nam-ı akdes ü a’lanı daha ileriye götürürdüm!” diye beyan-ı teessür ü teessüf etti. Bu ne ulvi tevhid..! Bu ne kudsi temcid…! Asrımızın eazım-ı üdebasından bir hame-i sehhar bir kilk-i füsunkar; cenab-ı Ukbe’nin bu azametli hitabını “Aşağıdan yukarıya edilen bu hitab yukarıdan aşağı edilen hitablar kadar ulvi idi!” mediha-i ruhiyyesiyle tebcil ediyor ve daldığı derya-yı vecd ü istiğrak içinde “Bu sözü gökte melekler layık olduğu vechile telakkī edebilmek için gerdune-i arzın birkaç saniye tevakkuf etmiş olduğuna kailim!” gibi gerçekten sehl-i mümteni’ bir şi’r-i garranın mülhemi oluyor. Ne ulvi bir hayal değil mi? Buna bin hakīkat kurban olsun! Hicret-i seniyyenin ’inci senesinde Emir Musa bin Nusayr ile Tarık bin Ziyad İspanya şibh-i ceziresine geçmek üzere Tanca’da hazırlıklar görüyorlardı. Tarık asrının bu Arab kahramanı İslamiyet’in bu seyf-i me[s]lul-i celadeti ordunun piştar kısmıyla karşı yakaya geçer geçmez gemileri askerinin gözü önünde yakıyor ve onlara “İşte ümid-i avdet kalmadı. Düşmandan firar beyhude. Çünkü karşıya geçmek muhal! Allah yolunda tevhid şerefine bünyan-ı mersus-ı Haydi ileri Arab arslanları!” diyordu. Bu vasi’ kişverin fethini –iki ma’nasıyla– meydan-ı şehadet olan Vadi’l-Hicare’ye sorunuz! Sorunuz ki o asrın fenn-i harbini hayretler içinde bırakan bir azm-i şirane bir celadeti kahharane ile Kral Rodrik’e nasıl saldırdı. Ve hemen bütün ordusuyla nasıl Malik-i Cahim’e teslim ederek Got Hükumeti’ne hitam verdi? Tarık’ın hatf-i ebsar edecek bir sür’at-i berkıyye ile biperva nasıl cevelan ettiğini nasıl Tuleytula’nın arz-ı teslimiyyet eylediğini maide-i Süleymani’den sorunuz! Mazinin İslamiyet nam-ı celiline bu emsalsiz mefahir-i fütuhatı hurşidlere gark olmuş birer levha-i cihangiri gibi şeklinde yazılmıştır. piş-i hayalimden geçerken kendimi bir tarih-i İslam yazmakla meşgūlüm sanıyorum. Daha doğrusu: Müteverrim ruhum cazibe-i tahayyül ile kendisini o şanlı gazavat o şevketli fütuhat-ı bia yaradılmış– mücahidinin o hakīkī muvahhidinin hak-i payına yüz sürmeye çalışıyor! Perestiş ettiği dininin tarihini bilen hassas bir vicdan için milletinin idbar ü inhitatından mütevellid öldürücü alamını ta’dil edebilecek bir lisan-ı tesliyet varsa işte o da ancak tarihidir! Onun sirişk-i teellümünü ancak tarih-i dini silebilir. Onun enis-i ruhu tarihidir! bir zevki bir kıymeti varsa o da milletinin saadeti şevket ü azamet-i cihangiraneye malikiyetidir. Kötürüm bir İngilize a’ma bir Almana sorunuz “Tabiatın mahkumu olduğun bu ebedi felakete karşı ne ile müteselli olur hayatın zevkini ne vasıta ile duymaya çalışırsın?” meğer onlar da bizim kötürümlerimiz bizim a’malarımız gibi hatta bizim kadar hissiz ruhsuz iseler! Hayır hayır! İnsan öyle müebbed bir felaketin zebun-ı kahrı olur da hiç o canistan-ı kabus-ı ma’luliyyete karşı bir tesliyet aramaz olur mu? Bak ey dindar kari’! On üç asırlık bir mazi-i baidin a’mak-ı ademine gömülmüş ve şimdi muhal ender-muhal olan bir ümidin kuvve-i muhayyilesiyle neler düşünüyorum? Ah….! Ne olurdu: Pirene Dağları’nın o sema-paye şahikalarına tırmanarak Gal memleketine Fransa’ya dalan Abdurrahman Puvatya sahrasında Şarl Martel ile karşılaşarak harbe tutuştuğu zaman hedef-i sehm-i şehadet olmasaydı! Olmasaydı da Avrupa kıt’ası yekpare bir kişver-i tevhid olaydı! Puvatya topraklarına serilerek Allah’ına güle güle kavuşan “Abdurrahman”ın o Fransa ve belki bütün Avrupa tarihlerinin hala titreye titreye meşhed-i mübarekini selamlamakta oldukları o şehid-i muazzamın sine-i hamasetinden taşan dimağını sarsan emel-i muazzez bundan başka ne olabilirdi? Eğer şehadet: Onu tevkīf etmemiş olaydı Gal ikliminin fethiyle kanaat mi edecekti? Tarihlerin Şarl Martel’e Avrupa’nın “müncisi!” namını vermeleri Abdurrahman’ın yevm-i şehadetini –kendi selametleri namına– takdis eylemeleri tevhidi kabul etmek mahkumiyetinden ! kurtulduklarından dolayı bahtiyarlıklarını ? i’lan etmek değil mi? İşte tevhid-i mukaddesenin ziya-yı hurşid gibi tecezzi kabul etmez ittihadı! Bir kere düşünelim! Medine-i Münevvere nerede Puvatya nerede?... Bir kılıçla bir kucak okla birkaç mızrak ve kargı ile Afrika’nın bütün şimalini koca İspanya şibh ceziresini Fransa’nın kısm-ı cenubisini fethetmek bir tarafdan ta Çin surlarına kadar dayanmak adeta küre-i arzı şark ve garbdan kucaklayarak sultan-ı tevhide takdim etmeye çalışmak bir kudret-i ma-fevka’t-tabianın vücuduna mütevakkıfdır demekte akıl muztar kalıyor! Bunlar da bayağı bildiğimiz –bizim gibi?– insan idiler. Fakat yalnız cismen değil; ruhen de insan; hakīkatü’l-hakayık-ı tevhidi bütün insaniyetleriyle bütün idrak ü vicdanlarıyla kabul ederek der-ağuş etmişler insaniyeti bi-hakkın tamamen anlamışlar; sırr-ı hilkati Allahu Ekber’e karşı mükellef ve medyun oldukları vazife-i abdiyyeti ruhen takdir etmişler. Artık bunların nazarlarında vazifeden ubudiyetten Allah yolunda ölmekten başka ne şeref ne saadet kalır? Kudret-i fatıra insanları öyle bir surette yaratmıştır ki bütün mahlukat insanın her emrine ram oluyor. Çünkü her şeyi gaye-i hilkat olan insanların menafiine olarak halk ettiğini Zat-ı Ecell ü A’la Kur’an ’da haber veriyor. Binaenaleyh ez-her-cihet mahlukat-ı saire üzerine şeref ü rüchanı olan insan için elbette bir gaye-i kemal vardır; ve bunu ihraza çalışmak da üzerine farzdır. Aynı zamanda insan noksana da ma’ruz olduğu cihetle sa’y ü gayretle o noksana galebe etmek lazımdır. Acaba gaye-i kemal-i insan nedir? Noksan hangi şeylerdir? sab-ı fezail eylemektir. Noksanı ise rezail-i ef’alden birini irtikab eylemektir. Evet; gerek efrad-ı insaniyye ve gerek hey’et-i mesi mutlaka fezail-i ahlakıyyeyi kendisine rehber ittihaz ederek rezailden ictinab etmesi ile olur. Fezail-i ahlak bir milleti nasıl evc-i bala-yı terakkīye isal ederse rezail de bir milleti dereke-i inhitata doğru sürükleyip götürür. Bir milleti teşkil eden efrad u sunuf her ne zaman harikalar göstermişler; hangi vakit irtikab-ı rezaile münhemik olmuşlar ise bütün mütefekkirini hayretlere ilka eden bir tedenni ile hufre-i inhitata doğru gitmişlerdir. İşte bu tarihin bizlere gösterdiği bir hakīkattir ki inkarı kabil değildir. Fezail: Öyle bir sıfat-ı aliyyedir ki kendisiyle muttasıf olan iki vücud arasında bir aheng-i vifak husule getirir. Hey’et-i ictimaiyye-i beşeriyye arasında medar-ı vahdet efrad arasında metin bir devre-i ittihad teşkil edecek yegane esas-ı fezaildir. Binaenaleyh fezail bir cazibe-i umumiyyedir. Cazibe-i umumiyye kevakib ü seyyaratın arasında meşhud olan nizam u intizamı nasıl muhafaza ediyorsa ta’bir-i aharla bu nizam ü intizam nasıl cazibe-i umumiyye sayesinde payidar olur ve bütün kevakib tevazün-i kuva sebebiyle kendi merkezlerinde sabit kalıyorlarsa; gerek hey’et-i ictimaiyyeyi teşkil eden efrad-ı insaniyyeden her ferdin mevcudiyeti şahsiyyesinin yaşadığı bir zaman-ı mahdudda muhafazası ve gerek hey’et-i ictimaiyye-i insaniyyenin muhat-ı ilm-i İlahi olan bir atiye kadar kemal-i intizam ile güzeran etmesi ancak fezail iledir. Şu mesrudat ile anlaşıldığı üzere fazilet bir millet hey’et-i ictimaiyyesinin ruhu mesabesindedir ki bit-tabi’ ruhsuz insan yaşayamaz. Rezaile gelince: Bunlar nüfus-ı beşeriyyeye arız bir takım keyfiyyat-ı habisedir ki bunlar ile muttasıf eşhas arasında daima tefrika niza’ u cidal buğz ü adavet eksik olmaz. Bu rezail her hangi millette zahir olursa o millet mutlaka le beraber koca bir devlet-i muazzama-i İslamiyye olan İran devletinin ahval-i hazıra-i müessifesini nazar-ı dikkate almalarını kariin-i kiramdan temenni ederim. Şimdi bir kere de kendi halimizi tedkīk edecek olursak görürüz ki hey’et-i ictimaiyyemizi tehdid eden pek çok emraz-ı bir surette ki bunları teşrih u tedavi etmek pek çok fedakarlığa vabestedir. Bugün millet-i İslamiyyeyi teşkil eden efrad arasına öyle muzır mikroplar serpilmiş ki bunlar ile millet-i muazzama-i keşf olunarak tedavisi çarelerine gidilmiyor! Bu maraz-ı müzmini keşf edip muzır mikropları izale ederek milletin ahlakını tasfiyeye çalışmak ise ulemanın duş-ı hamiyyetine düşen bir vazife-i diniyyedir. Eğer sınıf-ı ulema-yı İslamiyye sahib-i şeriata varis olmaları hususunda bezl-i mechud ederlerse evet nass-ı celili muktezasınca halka va’z u nasihat ederek Nebiyy-i zi-şan efendimizin evsaf-ı celileleriyle hulefa-yı güzinin sıfat-ı aliyyelerini ta’lim ederek halkı ef’al-i rezileden ictinab den asla korkmazlar ise millet-i İslamiyye için bulunduğu mezellet ü meskenetten sıyrılıp çıkmak hiçtir. Fakat va esefa ki maraz birimize değil hepimize sirayet etmiştir tabibe de sirayet etmese idi belki hastanın derdine pek çabuk bir surette deva bulmak mümkün olurdu! Lakin hastalık –etıbba da dahil olduğu halde– umuma sirayet ederse bu marazın tedavisi güçleşir. Hatta –mes’elede alakadar bulunmaları dolayısıyla– diğer memalik-i baidede bulunan etıbbanın tedaviye şitab edecekleri bir emr-i tabii hükmünü alır! Bir milleti irşad edecek milleti rah-ı selamete çıkaracak olan ancak o milletin uleması üdebasıdır. Çünkü onlar milletin etıbbası olduklarından bu maraz-ı ahlakīyi güzel bir surette teşrih u tedavi ederek onları bir hayat-ı ebediyyeye saadet-i sermediyyeye isal edecek olan ancak ulemadır. Halbuki mevcudiyet-i milliyyemizi tehdid eden marazlar yavaş yavaş o sınıfa da sirayet etmekte olduğu görülür ve bunun önü alınmaya çalışılmazsa sonra ne olacak?.… Mevt-i ebedi! Biz bu makale ile emraz-ı ictimaiyyemizi birer birer ta’dad edecek değiliz. Belki bir danesini söylemekle iktifa edeceğiz ki o da her fenalığı millete sebeb-i yegane olan müskirat en fenası Kur’an-ı Kerim ’de hurmeti haber verilen kumar değil mi? Şübhesiz! Bunun fenalığını millete bir lisan-ı azbü’l-beyan müzminden kurtaracak olan kimdir? Şübhesiz ki ulema-yı kiram hazeratıdır. Fakat ulema-yı kiram hazeratı bu illet-i müdhişeye mübtela olan halka sözünü isma’ ettirebilmek ve onları bu suretle tedavi etmek için halkın hüsn-i zannını büyük bir emniyetini almış olmalıdır ki bu da şeref-i ilmiyyeyi muhafaza ederek bu müdhiş ve sari illete kendisini kaptırmamak ile olur. Halbuki gece gündüz bir çok kahvelerde mutlaka –talebelikle münasebeti olmayan– üç beş başı sarıklının birtakım menhiyyat ü lu’biyyat ile meşgūl olduklarını maatteessüf herkes görüyor ve bütün ilmiyeye karşı kendisinde bir hiss-i nefret uyanıyor. Acaba talebelikle münasebeti olmayan birtakım kesanın kisve-i mukaddese-i ruada bulunmaları bütün ilmiyeye bir leke değil midir? Evet bir lekedir hem de öyle bir leke ki herkesde ilmiyeye karşı – bir hürmet beslemek lazım iken– bir hiss-i nefret uyandırmaya sebeb oluyor. Fenaların yanında iyiler de gidiyor. Sırası gelmiş iken merci’-i aidinin nazar-ı dikkatini celb etmek için ber-vech-i ati bir vak’ayı zikretmek istiyorum: Birkaç gündür civarımızda bulunan bir kahveye çıkıp arkadaşlarımdan birisiyle mesail-i ilmiyyeden bir mes’ele-i mühimme hakkında mübahase ediyorduk. Bu kahveye devam ettiğimiz müddetce gece gündüz on beş yirmi başı sarıklının –kahvecinin rivayetine nazaran– ta gecenin saat dokuzuna bazı on on birine kadar pek kıymetli olan vakitlerini lu’biyyat Çünkü yalnız ta’til geceleri değil tahsil geceleri bile bu hal devam ediyor. Birkaç gün mukaddem yine arkadaşım ile mübahase ediyorduk bir de baktık ki hemen birden bire iskemle masa gürültüsü patladı. Bir de ne bakarsın iki sarıklı! Birisinin kafası yarılmış kan fışkırıyor diğeri ise fes sarık kundura gibi şeyleri bırakmış dışarı fırlıyor. Evet darib [ü] carih kaçtı madrub u mecruh orada sızdı. Bunun üzerine hazırundan her birisinin ağzından ilmiyenin hey’et-i mecmuasına karşı bin türlü söz fırlatıldı ki tahammül etmek için mutlaka insanlıktan tecerrüd etmek lazımdır. Artık o zaman beni bir ye’s kapladı Kendi kendime dedim ki: “Aman ya Rab! Bu hal-i esef-iştimal nedir.? Biz ki milletin mürşidleri olacak iken din vatan millet bizden büyük büyük hizmetler beklerken millet bütün müşkilatını bize müracaat ile halletmek lazım gelirken böyle bir sınıf[ın] tahkīr olunmasına sebeb nedir? Bu sualin cevabını vicdanım veriyor ve diyordu ki: “Siz verese-i enbiya ve hadim-i din olduğunuz halde yar u ağyara karşı muhterem kisve-i ilmiyyeyi labis olarak kumar üzerinde yekdiğerinizin kafasını yarar gözünü çıkarırsanız her zaman ahalinin hedef-i tahkīri olursunuz. Gerçi şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. bulunmasından cümlesinin bunlar gibi olması lazım gelmez bunu herkes bilir fakat va esefa ki söylenen sözler hepsine birden söyleniyor. Talebeler böyledir deniyor. Bir fenanın yanında bin ehl-i namus lekelenir!” Şimdi münsifane düşünelim bu suretle milletin nuhbe-i amali ve matmah-ı enzarı olan hakīkī talebe-i ulum halk nazarında düşecek olursa bit-tabi’ bunların cevami’-i şerife ve mahall-i sairede edecekleri telkīnat-ı diniyye sem’-i i’tibara alınır mı? Artık yetişir bu gaflet! Elverir bu intizamsızlık! Talebe-i uluma bakılacaksa bunların hali ıslah olunacaksa olunmalı; olunmayacaksa biz de başımızın çaresine bakmalıyız. Yoksa bu gidişle Haki el-Mevlevi’nin: Sahib-i imame olmuş da elif-ba bilmeyen Ben ne e…kler de gördüm meslek-i ilmiyyeden Kutb-ı aktab-ı cihan olsa kişi terbiyesiz Mekteb-i irfanı bilmez çıksa da Mülkiyye’den Kıt’ası gibi mahalline masruf levhalar her zaman enzar-ı millette tecelli eder. Hakīkī talebe-i ulumu rencide eden birtakım kesanın rezaletini görüp izalesine tevessül etmedikleri Şeref ü haysiyyetini muhafaza etmeyen birtakım kimseler yar u ağyara karşı ilmiyenin umumuna birden büyük lekeler iras ve gayr-ı kabil-i tedavi yaralar tevlid edecek ef’al-i na-layıkada bulunuyorlar da müfettişlerin hiç haberi yok! Yazıklar olsun! Bizim bu sözlerden maksadımız talebeyi kahveye çıkmaktan men’ etmeli demek değildir. Sakın Ders Vekaleti böyle telakkī etmesin! Zira bu rutubetli medreseler talebe-i ulum kardeşlerimize mesken ü me’va oldukca talebe kahveye çıkmaktan kat’iyyen men’ olunamaz! Şu kadar var ki yar u ağyara karşı haysiyet-i ilmiyye muhafaza olunmalıdır. Çünkü yukarıda da söylediğim vechile millete mürşidlik vazifesini bizleriz. Binaenaleyh vakar u haysiyyetimizi muhafaza etmeli nasın hüsn-i zannını ve emniyet-i tammesini kazanmalı ve nasa telkīn edeceğimiz mealim-i diniyye ile evvela kendimiz amil olmalıdır ve illa: * * * Mefhumuna ma-sadak oluruz. Hem zaten şeref ü haysiyetlerini tanımayarak bu gibi mevaki’-i töhmette bulunmalarıyla nasın su’-i zannını kazanan gafillerin –üzerinden aybı kaldırmadıkça– nasa edeb din ta’limine kalkışmaları nas üzerinde hüsn-i te’sir bırakabilir mi? Bu halimiz ile çıkıp da halka karşı va’z u nasihat eder ötekine dinsiz berikine kafir diğerine ahlaksız diyecek olursak korkarım ki bizim hakkımızda şairin şu ebyatını okumakta güçlük çekmezler: Ey aşiyan-ı pederi terk ile tahsil-i ilme şitab eden müştakan-ı Din vatan millet bizden pek büyük gayet ciddi hizmetler bekliyor. Bizim üzerimize terettüb eden vazife silk-i celil-i ilmiyyenin şeref ü haysiyyetini muhafaza millet-i muazzama-i derek din-i celil-i Muhammedi’yi a’danın hücumundan muhafaza edecek olan ulum u fünun-ı hazırayı tahsil etmek için sa’y ü gayret etmektir. Me’mul ki Ders Vekaleti de bizim terakkī ve tealimizin daha ileri gitmesi için çareler düşünür. Dilimizde bizim gibi göçebe yaşayışından çıkmış şehir hayatına girmiş.. Bunun için bedevi iken medeni olana olan ona da olmuştur. Bir vakitler konardık göçerdik.. Oturduğumuz oba idi giydiğimiz kepe idi. Sebük-bar idik. Durağımız konak değil idi ki divarı damı çerçevesi camı olsun. Gün geldi; oturduk.. Medeniyet evine yerleşmeye başladık. Keçe yanına çul kilim halı hasır döşedik.. Bunlar üstüne minder şilte yaydık. Yasdık yatak yorgan yapındık.. Çanak çömlek derken tepsi sini kase tabak sahan desti şişe sürahi kupa bardak gibi kap kaçak edinip debdebeyi düzdük. Giyindik kuşandık. Böylece elimize ve evimize giren şeylerin adları da dilimize girdi. Gün geldi; Tanrı’nın hidayetiyle din yoluna yöneldik. Göğsümüz iman ile gönlümüz nur ile doldu. Abdest aldık namaz kıldık oruç tuttuk. Zekat verdik hacca gittik. Cami’ler yaptık minareler yükselttik. Böylece “şehadet kelimesi de selam imsak iftar Ka’be Kur’an şeriat” gibi mübarek ta’birler de dilimize girdi. Gün geldi; iller görüp ellerle görüştük. Aşlar işler yaptık. Yedik içtik aldık sattık zadımızı zahiremizi çoğaltıp taamımızı şarabımızı libasımızı yoluna koyduk. Muaşeret ve ihtilat arttıkca görüştüklerimizin görgüleri bize de görenek oldukca maişet derken işe nuşa döküldük. Şarablar şürublar şerbetler meyler badeler sahbalar sabuhlar gabuklar kadehler sagarlar piyaleler meyhaneler ayağlar tefağlar şişeler sebular humlar rıtıllar birbirine karıştı. Böylece yine bir takım sözler dilimize girdi. Kim bilir daha neler oldu… Medeniyet yoluyla diyanet yoluyla ihtilat ve muaşeret yoluyla gelen bu sayısız şeylerle ellerimiz illerimiz doldu. Bunların bazılarına Türkçe ad verdik. Ad veremediklerimizi kendi adlarıyla kabul ettik. Bunda Türkçe için ayıb sayılacak bir şey de yok idi. Darlık oldukca başka dillerden lügat almak bütün dillerin yaptığı bir iştir. Elde adet olan şey bizde bid’at olacak değil ya!.. Aldığımız lügatleri ta’birleri edinmek kendimize mal etmek hakkımız idi. Bilinmez ki niçin sade “istimlak” sözünü bilmekle kaldık da bunları istimlak edemedik? Her gün dilimize vird olan aramızda dönüp duran bu sözleri boyuna eğreti tanıyıp geldik? Bilinmez ki niçin bunları kablarımız almayacak kadar kablarımızı yırtacak kadar çok aldık? Bilinmez ki niçin? Vaktiyle bilinmemiş. Fakat bugün bilinmiş ve bilinecek bir şeydir ki aldığımız lügatler bizimdir. Bunları ağzımıza uyduğu gibi telaffuz etmek istediğimiz gibi yontmak onarmak seler karışamaz. Kimselerin karıştığı da yoktur. Fakat çok gevşeklik etmişiz.. Çok da gecikmişiz.. Köle kendi efendisini esir etmiş. Zaman geçerek arada hak gibi bir şey hasıl olmuş. Adeta iş için çağırılan ırgad ele alınan alet bize asi olmuş. Biz onlara emredemiyoruz.. Onlar bize emrediyor. Hem de emirlerine itaat etmemek elimizden gelemez. Bunları itaat altına almak hatırımızdan geçemez. Mesela bunlardan “abdest” kelimesini çokluk “abdes” ve “abdas” suretinde kullanırız. Fakat bunu bu hale koymak kimsenin haddi değildir. Bir çok kimseler hala “zekat” ’ ı “zekat” ve hatta “zekat” yapacak kadar bu noktada gayret-keşlik ederler. Bugün işin bu derecesine gidilmese bile yazıda temelden bir şey yapılmadıkça bunda dört başı ma’mur bir tedbir yapmak güç değil muhaldir. Ne yapacağız? Yapılacak şey bellidir. Fakat bizde yapacak hal yok. Ne olacak? Bizim bütün bilip de çaresine bakamadığımız şeyleri zaman ile dil zora koşup başlarına vura ura yola yatıracak. Nasıl ki “ebdal estar esami attar ariyeti pişin destgah teneşuy tak töhm turşu cadu canver ceyb cüvan-merd cevz cameşuy çarçube culah çerağ çüft hardel haşari hammur haviye horos devat arak rehvar zenane sürna sakka sevad zukak istiska istiftah sabun sanduk suhte süm-tıraş tabl fincan hatun haftan halife kalıb kavvas kaht gılaf kelbetin kargef kethüda lafzen nerdüban nöhud muşamma’ mukavva nim-ten na’l na’lçe na’lin horon yad-daşt” gibi birkaç yüz lügati zoru ile kırıp “abdal astar esame aktar eğreti üstübeç gah teneşir tek tohum turşu cadı canavar ceb cömerd ceviz çamaşır çerçeve çulha çırak çift hardal haşarı hamır havya horoz divit rakı rahvan zenne zurna saka savat sokak sıska siftah sabın sandık softa sunturac davul filcan kadın kaftan kalfa kalıp kavas kıt kılıf kerpeten gergef kehya lafazan merdiven nohud muşamba mukavva mintan nal nalça nalın harin yades” şekline koymuş derece derece Türkçeleştirmiş Türk töresine yatıştırmış. Elbette bu böyle olacak.. Elbette tabiat zora gelmez zorlayanları zora koşar. Lügat alma işinde en büyük hata buradadır. Bu olmasa Bu böyle diye işi kendi akıntısına bırakalım mı? Bırakırsak himmetle beş yılda olacak şey belki de elli yıl sonralara kalıp körü körüne birtakım yeni biçimsizlikler de meydana gelecek. Yazık ki o zaman Türkün “Beş yüz kuruşum olmadığı hakīkaten zararımız sermayemizi boğacak. Tekrar ederiz.. Yazımızda temelden ve gereği gibi ta’diller Bir şey yapamayacağız; bari kendi işini kendi yapıp Türkçe’ye doğru bir adım gelen bir adım değilse bir ayak gelen bir parmak gelen “çamaşır” gibi “merdiven” gibi “papuç” gibi “nal” gibi lügatleri istikbal edelim. “Ceviz”i “cevz”e çevirmeye çalışmayalım. Dilimizin kendi malı olan “araba”yı “alav”ı “entari”yi “imbat”ı “bacanak”ı “damak”ı “yara”yı “tebeşir”i “peynir”i “ineğim sağma”yı “balyemez”i anaları göğsünden çatır çatır koparıp “uruba” “alev” “anteri” “nimbad” “bacenah” “dimağ” “yare” “tebaşir” “penair” “alaim-i sema” “asel nemi-hored” şekline koyarak maskara etmeyelim. Mektubunuzun ifadatından eser-i zühul vaki’ olduğu anlaşılıyor demekle iktifa edeceğim. Takdirinizden eserimiz mazhar-ı kabul-i amme olduğunu “Tenkīd-i Muhıkk”in ifade-i meramında “esna-yı tenkīdde bazı yeniliklere…”den aşağısını tekrar okuyunuz! Bir de “son sözlerim” diye muahharasını bir gözden geçiriniz! Dedikten sonra; mektubunuzun iki noktası vardır. Biri “reddiyyenizde ’uncu” satırdan “eazım-ı müfessirinden Fahrüddin-i Razi” fıkrasının nihayetine kadar olan isnadınızı şiddetle ve tamamıyla reddederim. Çünkü Darwin’in mesleğini kabul değil “Tenkīd-i Muhıkk”in ’ncı sahifesinin evasıtından ’uncu sahifesinin ikinci satırına kadarki satırlarıyla bu mesleğin reddedildiği ma’lum-ı ehl-i irfan ve kariin-i kiramdır. Darwin “tezerrür” yani “tenasül ve tekamül bi-gayrı nefsihi” mesleğini kabul etmiş biz ise teşebbuh yani “tenasül ve tekamül bi-nefsihi” usulünü kabul ederek hatta hadis-i şerifiyle istişhad ettiğimiz meydandadır. Mektubunuzun diğer noktası ki: “Bu beyanatınızdan Darwin nazariyyesini” satırlarından aşağısı hususunda hakīkate doğru tenvir u ta’mik-i fikr etmek icab ediyor. Bakınız efendim! Kanun-ı tekamül ü ıstıfa mümkinatın kaffe-i safahatında şart olarak bir düstur-ı la-yeteğayyer olduğu gayr-i münker bir hakīkattir. Enbiya-yı izamın suret-i zuhuru ve kütüb-i semaviyyenin an-ı Kerim ’e dahi gelince bir birini vely ederek tekamülden tekamüle ve ıstıfadan ıstıfaya kanun-ı tekamülün neticesi olduğu en birinci şahiddir. Enbiya-yı izama mahsus olan kemal kemal-i izafi ve nisbidir. Nasıl ki: Suhufa nisbetle kütüb-i şerife ve Tevrat -ı şerife nisbetle İncil -i şerif İncil -i şerife nisbetle Kur’an-ı Kerim daha ziyade kemal göstermiştir. Binaenaleyh terbiyeye kesb-i isti’dad eden nev’-i beşer artık hal-i ibtidaisine nisbetle daima az çok tekamül göstererek tekrar hal-i ibtidaisine ric’at etmeyeceği pek tabiidir. Bunu inkar etmek enbiya’-i izam ve kütüb-i semaviyyenin ba’s ü nüzulünde tereddüde düşmek demektir. Vahşet ile cehalet arasındaki farkı bu babda nazar-ı basirete almak derece-i vücubdadır. Bugün yalnız Afrika kıt’asını ele almak kafidir. Afrika’nın bazı mahallerindeki kabail-i bedeviyyeden birincisinde henüz üçü beşi fark edemeyecek derecede maymunlar kadar gayet mahdud bir bilgiye nisbetle usul-i temeddüne karşı la-kayd kalan anasır-ı beşeriyye bir midir? Vahşiler henüz terbiye-i beşeriyye ile gayr-i mükellef oldukları halde bedevilerin mükellef oldukları meydanda. İşte birincileri hal-i vahşette ikincileri ise cehalettedir. Kur’an -ı azimü’ş-şanın hakk-ı sümüvvilerine gelince biz o furkan-ı hakīkat-beyana Hazret-i Muhammed Mustafa sav’nın kemal-i hatemiyyetle bir mu’cize-i bahire-i Nebeviyyesi olduğuna kat’iyyen iman ü i’tikadımız ber-kemal olduğu ve tekamül ü ıstıfadan olarak ezmanın tagayyürüyle ahkamın tağayyürüne vicdanen kail olduğumuz içindir ki: Seviye-i isti’dad-ı beşer yükseldikçe ayat-ı kerimeyi tefsire olan ihtiyacdan asla hali kalamayız. Suret-i tefsire gelince her zamanın müfessiri o asrın ulum u fünununa kesb-i ıttıla’ etmedikçe tefsire el uzatamayacağı da hakīkattir. Bugün ulum u fünun ve tetebbuat-ı fenniyye gözümüzün önünde. O Furkan-ı kerimin de şu zamanımıza göre bazı ayat-ı kerimesi enzar-ı basiret ü dikkatimizde. Falan müfessir şöyle tefsir etmiştir bunun üzerine söz olmaz mı diyeceğiz? Zannedersem birbirini vely eden bunca müfessirin-i kiram bu akīdeyi kat’iyyen kabul etmez ve edemezler. Etmedikleri sa’y-i beliğ göstermişlerdir. Aşık-ı hakīkat ve nübüvvet ve Kur’an olanlar mezaya-yı şerife-i Kur’aniyyeyi kendilerine uydurmazlar belki kemal-i ihlas ü imanla o derya-yı bi-payandan bazı ahkam-ı şerifesine kemal-i itkanla tebeiyyete sa’y-i beliğ gösterirler. ’ya dair kütüb-i tefasiri tetebbu’ ediniz! Birtakım akvale tesadüf edeceğiniz şübhesizdir. Bunlardan bir kaçını şuracıkta söyleyelim. İbni şeklinde yazılmıştır. Abbas Tefsir-i Kebir ’de kırk sene tin kırk sene salsal kırk sene hame’-i mesnun halinde Adem’in olduğunu ityan ediyor. Necmüddin-i Kübra da diye tefsir ediyor. Te’vilat-ı Necmiyye de netice i’tibariyle diye tefsir ediyor. müktesebe-i hazıralarına göre tefsire çalışmışlardır. Hiç birisi diğerine benzemiyor. Halbuki: Cümlesinde bulundukları asrın seviye-i irfanına göre kendilerince bir kanaat de vardır. Binaenaleyh bilmiş olalım ki: Hazret-i Kur’an öyle bir kişinin beş kişinin hatta bir asrın beş asrın tefsiriyle kudret-i mu’cize-i bahiresini tecelli ettirmekten hali kalmayacaktır. Şimdi “Tenkīd-i Muhıkk”ın ’uncu sahifesindeki tefsirinin ma’nasınadır. fi’l-i lazım olarak ma’nasınadır. ve ma’nasını mutazammındır. Birinci ayetteki insan hükm-i celiline nazaran yalnız bir suretten ibaret ve sahib-i hayat ma’nasınadır. “Hin” vakt-i mübhem ma’nasınadır. “Dehr” zaman şamil olarak ihraz-ı kemal ü tekamül eden insan ma’nasınadır. “İbtila’” “belv”den müştak olarak ihtiyar tarikiyle eskitmek ma’nasınadır. Semiiyyet basiriyyet hakk u hakīkati görmek ma’nasınadır. Şu tafsilata göre ma’na-yı şerifi şudur: “Yalnız suretten ibaret fakat sahib-i hayat olan insanın üzerinden bir çok devirler geçti ki: O halinde şayan-ı zikr yani kabil-i teklif ü terbiye değildi. Biz mükellef olan insanı suretten ibaret olan nesl-i insandan ibtilaen halk ederek semi’ ve basir kıldık” demektir ki: Gerek fünun-ı hazıraya gerek mevcud olan ensal-i beşeriyyeye tamamı tamamına mutabıktır. Hatta ayet-i kerimesindeki “tesviye” kelimesini de müfessirinin te’vilatına uğramayarak doğrudan doğru kendi ma’nasıyla tenvir-i hakīkat ederim. Nefh-i ruh ruh-ı insanidir. Yani ruh kemal-i mektir. hadis-i şerifin ma’nalarına da kat’iyyen mugayir ve münafi değildir. Çünkü “iza” müfacee ma’nasına da olsa “hin ve dehr” ma’nalarına nisbetle insanın üzerinden geçen edvarın ekall-i kalil kalacağından şübhe yoktur. İnsanların türabdan ve sülale-i tiniyyeden halk olunmak ma’nasına da münafi değildir. Çünkü fennen ve tahlilen henüz cümlemiz türab ve sülale-i tiniyyeden başka bir şey değiliz. Muhterem! İşte Kur’an-ı azimü’ş-şan bugünkü fünun-ı hazıraya göre i’cazını gösteriyor. Yüz sene bin sene sonra da yine bu suretle mu’cize-i bahiresini göstereceğinde şübhe etmemeliyiz. Bakī feyz ü ihtiram! Çok geçmedi ki pederim vebaya tutuldu. Memleketin cahil attarları bildikleri ilaçların hepsini isti’mal ettikleri halde hastalık günden gune arttı. Şir Ali Han’ın Belh’a gelip Feyz Muhammed Han’dan imdad aldıktan sonra Kabil’e doğru yürümekte olduğu da işitildi. Hemen amcama bir mektup yazıp pederimin hastalığını ve Şir Ali ile Feyz Muhammed hanların müttefikan hareketini bildirdim. Bunlara karşı çıkmaya istiyorsam da pederimi yalnız bırakıyorum. Bari siz Kabil’i teşrif ediniz de hastanın yanında bulununuz dedim. Mektubumun cevabı gecikti. Bir tarafdan da casuslarım Şir Ali Han’ın Kabil’e iki menzil kalasıya kadar yaklaştığını haber veriyordu. Karşı çıkmak için hazırlandığım sırada düşmanın Pençşir’e vasıl olduğunu oradan da kuhistan-ı Kabil’i tutmak niyetinde bulunduğunu duyunca pederimden müsaade ve dua alarak Çarikar’a azimet ettim. Amcam da Gazneyn’e gelmiş lakin benim harbi bitirmemi beklemekte bulunmuştu. Çarikar’a vusulümde Feyz Muhammed Han’ın Pençşir Deresi’nden geleceğini istihbar ettim. Hemen hareket eyleyerek bütün gün yürümek suretiyle ale’s-seher Gülbahar ve Allahdad Kal’ası pişgahına geldim ki bunlar Pençşir Deresi’nin medhalinde idi. Feyz Muhammed Han geldi. Fakat dağın üzerinden bakıp da bizim askeri görünce şaşırdı. Çünkü kuhistan hanları kendisini da’vet etmişler ve müruruna müsaade eyleyeceklerine dair söz vermişlerdi. Şu va’deye binaen kimse karşısına çıkacağını ümid etmiyordu. O esnada Şir Ali Han’dan aldığı bir mektupta da iki güne kadar geleceğini ve kendisi gelmeyince yerinden kımıldanmaması tavsiye olunmuştu. Feyz Muhammed Han’ın bu mektup dolayısıyla canı sıkıldı. Serzeniş-amiz bir cevap yazdı ve: Abdurrahman bizden evvel gelmiş yolu kesmiş burada duracak olursak hepimizi öldürecektir dedi. Sabaha kadar da dağın üzerinde siperler metrisler inşasına çalıştı. Ertesi günü sabahleyin hücum ettik. Şiddetli bir muharebe oldu. Feyz Muhammed Han takımı yüksekte bulunduğu için biz ibtida sıkıntı çektik. Fakat birkaç saat sonra siperlerini metrislerini işgal eyledik. Feyz Muhammed Han siperlerinin işgal edildiğini işitince dağın arkasından göründü. Ben hemen o tarafa doğru bir top attım. Danelerden biri müşarun-ileyhin karnına isabet ederek yediği nan u ni’metimizi burnundan getirdi ve gaddarlığına münasib bir surette hayatına hatime çekildi. Askerini tamamıyla esir ettim. Na’şını da Kabil’de bulunan validesi ve büyük biraderi Veli Muhammed Han’ın nezdine gönderdim. Dört gün sonra da Kabil’e avdet eyledim. Kabil’e gelir gelmez pederimin yanına girdim son derece bi-tab bir halde idi. Kadınlar Abdurrahman geldi sizinle görüşmek istiyor diye seslendiler. Fakat biçare tekellüme muktedir olamadı. Yalnız elini kımıldatabildi. Bir parça yanında oturduktan sonra kalktım. Ordugaha gidip tanzim-i umur ile iştigal ettim. İki gün bu suretle geçti. Üçüncü Cum’a günü pederim irtihal eyleyerek firakıyla yüreğimi yaktı. Lakin kaza-i İlahiye rıza gösterip techiz ü tekfininden sonra kendi mülkü olan Haşmet Han Kal’ası’nda kendi ta’yin eylemiş olduğu mahalle defnettik. Melul mahzun dönüp Kabil’e geldik. Fukara ve zuafaya sadakalar dağıttık. Üç gün sonra amcam Muhammed A’zam Han Gazneyn’den Kabil’e geldi. – Pederim hayatta bulundukça siz onun küçük biraderi bam vefat etti. Mahdumunuz da benim yerime geçmek üzere bir silsile yürütürüz dedim. – Siz emir-i merhumun bil-istihkak varisisiniz. Binaenaleyh pederinizin ca-nişini olursunuz. Ben de kema fi’s-sabık hizmetinizde bulunurum cevabını verdi. Tekrar: – Amcacığım! Sizin bu sinn-i şeyhuhetinizde başkalarının maiyyetinde bulunması layık değildir. Ben henüz gencim pederime nasıl hizmet ettimse size öyle hizmet ederim dedim. Bu mes’ele dört gün kadar müzakere edildi. En-nihaye Cum’a gecesi hanedan-ı saltanatı ve ümera-yı vilayatı topladım. Hepsinin huzurunda hutbenin amcam namına okunmasını tenbih ettim. İlk defa gidip amcama ben bey’at eyledim. Ümera-yı saire de bana iktidaen bey’at ettikten sonra emirin huzurundan çıkıp ordugaha gittim. Kırk gün geceli gündüzlü Kur’an okudup pederimin ruhuna hediye ettirdim ve bir çok hayrat ü hasenat ile tezkar-ı namına çalıştım. Pederimin vefatından birkaç ay sonra Serfiraz Han-ı Galicai Sahibzade Gulam Han-ı Kuhistani Nüvvab Han-ı Kuhistan Sufi Han-ı Babayani Muhammed Ekber Han-ı Galicai Mir Ekber Han-ı Kuhistani Ahmed Keşmirizade Mir Can Abdülhalık Melik Cebbar Han gibi bazı müfsidler: – Abdurrahman burada bulundukça sizin nüfuzunuz pek mahdud kalıyor. Onu Belh’a gönderseniz mahdumunuzu da yerine ta’yin buyursanız diyerek ilkaata kalkıştılar ve amcamın hakkımdaki teveccühünü izale eylediler. Bir gün der-bar-ı emarete gittim. Amcamın huzuruna gireceğim sırada kapıcı: – Emir hazretleri uyuyor diye yolumu kesdi. Öğleyi bir saat geçinceye kadar kapı dışarısında oturdum. Sair me’murin ve bendegan huzura girip çıkıyordu. Biraz sonra amcama yemek getirdiler bana da içeri girmek için müsaade ettiler. Odaya girince baktım ki tekmil ümera amcamın yanına oturmuş ben de bir tarafa oturdum. “Yemeğe buyurun” dediler. mükalemeye başladı. Daha ziyade oturmaya lüzum görmedim. Kalktım çıktım. Üç gün sonra amcam beni çağırdı ve Belh’a gitmemi teklif eyledi. – Mahdumunuz Abdullah Han’ın Abdurrahim ve Ceneral Nusayr hanları alarak top ile Belh’a gitmesi daha muvafıktır beni bırakınız Kabil’de sizin yanınızda kalayım ki Şir Ali Han’ın Herat’dan hareketinde sedd-i rahı olayım dedim. – Yok yok siz gitmeyince Belh’in ahvali intizam-pezir olmayacak cevabını verdi. Baktım ki beni Kabil’den uzaklaştırmak müteveccihen yola çıktım. Mevsim kış ve kar ziyade olduğu için esna-yı tarikte bir çok sıkıntı çektik. Hatta askerimden üç yüz kadarının eli ayağı dondu. § Merhum Muhammed Emin Han’ın oğlu “Muhammed dört yüz nizamiye süva[r]isi ve dört top ile Bacgah Deresi’nin ağzına gelerek benimle görüşmesi amcam tarafından emrolunmuştu. Bunlar mülakatıma gelince Belh’deki iğtişaşı teskin harda terhis edeceğimi va’d eyledim. Bunlar teklifimi kabul Kernil Sohrab’a amcamdan bir emirname geldi. Bu ilim sınıf-ı mürşidine hasdır. Bu ünvan altında müslimin arasında nümayan olan bid’atler şüyu’ bulan hurafat hakkında dersler tertib olunacak ve bu derslerde işbu bida’ ve hurafatın mesarat esbab ve tarihi din ve dünyada te’sir-i muzırrı daire-i İslam’a dahil olan ümem ü şuubdan yahud müsliminin mücavir bulunduğu akvamdan ehl-i İslam’a sirayet eden tekalid ve adat ile bunlardan zarr u nafi’ olanlarının ve din ile hiçbir münasebeti olmadığı halde levn-i din ile boyananların temyiz ü tefrikı bast u takrir olunacaktır. Müderris; derslerin mukaddimesinde bu derse olan ihtiyacın vech ü sebebini izah ederek işbu umurdan ümmetin mülazım bulunacaklarının kendi için gayrdan ma-bihi’limtiyazı olan “mukavvemat” ve “müşahhasat”dan ma’dud olacağını halbuki ma-bihi’l-imtiyazü ve’t-teşhis olan hususatın hasen ü nafi’ olması layık u münasib bulunacağını çünkü etıbba-yı ruhiyyin ve ictimaiyyinin ümmetlerin musab bulundukları emrazın müdavatına veya onların hıfz-ı sıhhatine ancak ümem-i mezkurenin bütün müşahhasat-ı marziyye ve sıhhiyesi hakkında vukūf-ı tam hasıl ettikleri halde muvaffak olabileceklerini güzelce tebyin etmelidirler. Ulemamız bu umuru; kelam mevaız rakaık ahlak adab ve tarih kitablarında beyan ederlerdi. Binaenaleyh müderris derslerinde bu kitablardan istimdad eder. Kütüb-i mezkureden bazıları şunlardır: Kitabü’l-İ’tisam Şatibi’nin Kitabü’l-Medhal İbnü’l-Hacc’ın Kitabü Telbisi İblis İbni Cevzi’nin Kitabü Isaru’l-Hakkı ale’l-Halk İbnü’l-Murtaza el-Yemani’nin ve Kitabü’t-Tarikati’l-Muhammediyye Birgivi’nin. Bundan başka müderris bize kitabları vasıl olan müellifinin asrından sonra hudus eden bida’ ve tekalidden bahsederek bunlardan bütün bildiklerini zikreyler. lum havalisi kumandanlığını deruhde etmiş olan Kolağası mektuptan: Pek çok çalışmaya fedakarlığa lüzum var. Manzume-i siyasetimize icab eden aheng ve kuvveti verebilinceye kadar bu gibi acılara elemlere katlanmaya mahkumuz. Bu i’lam-ı mahkumiyyeti yırtabilmek için sırf ihlas ile çabalamalı alem-i siyaseti şaşıracak harikalar göstermeliyiz. Alelade gayretler ca’li fedakarlıklar bizi içinde bulunduğumuz tehlikeden kurtaracak kadar mazhariyetler doğuramaz yirminci asırda mu’cizeler kerametler gösterircesine canlılık göstermeliyiz. Bütün bu zaruretler bugünkü bu haller karşısında oldukca harekete başlayan alem-i İslam’ın intibahına hassaten Mısırlıların hamiyyet ü gayretine Trablus Arablarının – Afrika’nın bu pek ibtidai insanlarının– mehabet-i fedakarisine bakıp da müteessir olmayan la-kayd kalan İstanbul muhitine acımamak elden gelmez. Bugün hayat-ı atiyyemizle tamamen alakadar öyle saatler geçiriyoruz ki bütün millet bil-cümle İslamiyet bir re’s-i mütefekkir halinde bu ehemmiyetli dakīkaları selamet ve muhafaza-i mevcudiyyetimizi te’mine sarfetmekle mükellefiz. Zira bugün Arab İslam mücahidleriyle medeniyet-i salibiyyenin muazzam mücehhez bir ordusu çarpışıyor. Bugün sade kuvve-i imanla mücehhez olan muvahhidin sahib-i şeriatın Uhud Bedir gazalarına nazireler gösteriyor. Düşmanın sufuf-ı selase ve muavineden müteşekkil en son vesait-i tahribiyye-i medeniyye ile mücehhez kuvvetli kolları müfrezeleri ellerinde sopa nev’inden birer tüfengi ve adeden de on misli dun olan İslam muharibleri önünde hak-i helake seriliyor. İtalya fabrikalarının yetiştirdiği bütün vesait-i harb ü cidal Afrika-yı Şimali’de ekilmiş gibi toplanıyor ve kudret-i imanın azamet-i kahharanesi önünde toplar tüfenkler mitralyözler istihkamlar hep faidesiz kalıyor. Fünun-ı askeriyyenin bi-nihaye olan nazariyyat ve kavaidi hep ma’nasız sözler gibi sırıtıyor. Yenice-i Vardarlı Ca’fer Tayyar Bey’e arkadaşından varid olan mektuptur: “Birader İtalyanların Trablusgarb’a ilk tecavüzlerinde hastahanede bulunduğumdan ilk günü esir oldum. Biz hasteganı esir-i harb telakkī ederek enva’-ı mezalim ile hapsettiler. Hastalardan bir çok arkadaşlarımız vefat etti. Birkaç gün sonra bizi yüz kırk kişi olarak ve bir vapura bindirerek Napoli şehrine yolladılar. Napoli’de kırk gün kaldık. Yediğimiz yemek sabah akşam domuz etidir. Bir gün domuz eti yememek üzere ittifak ettik karavana borusu çaldı yemek almaya çıkmadık. Bunun üzerine İtalyan zabitleri ellerinde kırbaç ile gelerek dayak ile çıkarıp yemek aldırdılar. Yemekten ra Napoli’den Kazerte şehrine yolladılar. Burada domuz eti yedirmez iseler de çok zahmet çektirdiler. Ekmek günde üç yüz gram açlıktan öleceğiz. Çamaşır vermezler bitler gözlerimizi yemeye başladı hemen Cenab-ı Hak bizi bu zalimler elinden kurtarsın başka yazamam zira gözlerim yaşla doldu kardeşim.” * * * Yavaş yavaş… Bu asırlardan beri damarlarımızda biriken rehavetin kuruyan fikr-i teşebbüsün bize verdiği bir düstur-ı atalettir ki her şeyimize düşüncemize icraatımıza her şeyimize hakimdir. Yavaş yavaş… Ötede Garb’da humma-alud bir faaliyet içinde koca bir medeniyet alemi koşar çırpınır ve çalışırken biz burada bütün kavanin-i tabiiyye ve medeniyyeyi cezasını çekmeden istihfaf kabil Diye çekiniyoruz ve zannediyoruz ki bir yıldırım sür’atiyle akan cereyan-ı şuun tevakkuf eder ve çalışmak kımıldamak ve bir karar ittihaz etmek için bizim gönlümüzün olmasını bekler. Dakīkanın saatin kıymeti değil; günlerin haftaların hatta ay ve senelerin kıymeti bizim zihnimize hala girmemiştir yavaş yavaş! Sevgili imamımız Hazret-i Hüseyin uğrunda Şialar çoktan beri matem tutmayı i’tiyad etmişlerdir. Sünniler de edeb ü insaniyet dairesinde bu mateme bütün kalbleriyle tarz-ı hareketlerimizi teşdid ederek nihayet işi öyle bir şekle halini unutur bizim halimize ağlamaya başlardı. Çünkü bu suretle icra edilen mateme matem denilmez. Bu matem hadd-i zatında büyük ma’na-yı ahlakī ictimai hatta siyasiyi havidir. Onun hakīkatini anlayıp vakıfane hareket etse idik ne kadar müfid bir i’tiyad olabilirdi. Lakin maatteessüf biz mam’a mukaddes dinimize söz getirmekte olduğumuz gibi bütün cihanı da kendimize güldürtmeye azmetmişiz: Küçelerde vagonlar gezdirip onlara Kasım Odası ünvanını vermek Hüseyin’in aziz balalarını meydana çıkarıp bunlara gülünç kıyafetler vererek müsamereler kurmak daha fenası hançerlerle baş çanaklarımızı dağıtmak gibi tuhaf hareketler!!. din ve millet yolunda Hazret-i Hüseyin’i memnun edecek teali-i İslam uğrunda terakkī ve temeddün yolunda bir paradan bir katre kandan geçmeyen müslümanlar bakınız ne şevk ile mersiye-hanların daha bilmem nelerin ceblerini altunla dolduruyorlar güzel ve cesur civanlarımız din ve vatan sıl günah kazanarak akıtıyorlar! Hangi din hangi şeriat bunu emretmiştir acaba? Gelip insan gibi geceleri mescidde oturmak vaiz efendinin mukaddes dinimize ali şeriatimize ahlak-ı celile-i İslamiyyeye dair söylemesi lazım gelen sözlere kulak vermek vacibat-ı diniyyemizi öğrenmek Hazret-i Hasan’ın[Hüseyin’in] ne için şehid olduğunu anlayıp kalben müteessir olmak lazım iken yan tarafında kervankelik bir tapça asıp kimi öldüreceğini veyahud daha fena şeyler düşünüyor bizim rüesamız da böyle hallere müsamaha gösterdikleri şöyle dursun teşvikatta bulunuyorlar. İşte ecanib nazarında Müslümanlığı küçülten bu gibi bid’atleri terk için çareler bulmak lazımdır ey ağalar ey reisler! Din ile hükumet birbirinden ayrılırsa neler olur? Evvelen makam-ı hilafet İtalya’daki Papalık mevkiine iner sonra da Türkiye’de ayrıca bir saltanat teessüs eder. Yani bir memlekette aralarında nüfuz ve salahiyeti kardeş payı üleşip de hoşça geçinemezler çünkü mümkün olmaz. Her ikisinin de memlekette bir çok tarafdarları bulunur; artık dinle hükumet kavgaya başlar! Hem bu kavga o kadar kanlı olur ki maazallah tahayyülü bile tüyleri ürpertiyor! Bir müddet böyle bir birimizle boğuşuruz; tamamen tefrikaya düştük ve kuvvetten kaldık parçalandık mı haricdeki seyircilere her birimiz birer lokma oluruz! Harici bir kuvvetin başka bir hükumetin gelip de bizi zabtetmesini adeta canımıza minnet bilecek derecede canımızdan bıkarız. Çepne kazasında Rakito karyesi Balkan Rakitovalı İstoniminken Dimitre veled-i Angel Ortaköy toprağında ve arazisinde bulunurken balkandan boş araba ile avdet eden Ortaköy ahalisinden Ahmed Ağa isminde bir fakīr müslümanı bila-sebeb bila-kabahat tüfenkle kafasına vurarak ağır surette cerh eylemiştir. Mecruh müslümancık Tatarpazarcık hastahanesine getirilmiş orada iki gün kadar evca’ u alam rahmeten vasiah . Kolcu Angel fi’l-hakīka tevkīf edilmiş fakat beş gün sonra yine tahliye edilmiştir. Şimdi şu müslümancık bir Bulgar olaydı veya bunun yerine bir Bulgar Makedonya’da aynı felakete duçar olaydı acaba Sofya gazeteleri ne kadar matem gürültüleri kaldırmayacaklardı. Günde üç kuruş dağda balkanda keseceği odunla evlad ü iyaline ekmek getiren o müslümanın evine ağlayan muhaddere-i götürecek? Müslümanı kim arar kim sorar? TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Şubat Yedinci Cild - Aded: la havarık-ı bi-nazir-i muzafferiyatlarıyla cihan-girlik ünvan-ı mümtaz ve müstesnasına bi-hakkın liyakat gösteren bu ulüvv-i fıtratlar bu sümüvv-i hilkatler süyuf-ı hamiyyet ü celadetlerinin iltimaatıyla İspanya şibh-i ceziresinde azamet ü iclali çeşm-i cihanı kamaştıran bütün alem-i insaniyyeti hayretlere dehşetlere düşüren bir devlet-i Arabiyye bir saltanat-ı Nam-ı nami-i hak-perestanelerini o ef’al-i azimeleriyle tarih-i celil-i İslamın evvelin-i sahayifine altın kalemler ile yazdırdılar. “ Sakın Allah yolunda tevhid-i ezelisi uğrunda güle güle feda-yı can eden ibad-ı muhlisinimi ölü zannetme! Onlar hayat-ı ebediyyeye mazhariyetle bahtiyardırlar. Onlar nezd-i uluhiyyetimde merzukdurlar.” Sitayiş-i ezeliyesine nail olan zümre-i süadaya kafile-i şühedaya katıldılar. Bu fena alemine gelmekteki hikmet: Hakk’a ibadet insaniyete hürmet medeniyete hizmet ihraz-ı berat-ı saadet ise işte bu büyük insanlar bu insan kıyafetli arslanlar o fariza-i hilkati tamamıyla ifaya medeniyeti çalıştılar ve bu uğurda feda-yı can ettiler! Verdiler; fakat o muvakkat meta’ o meta’-ı kalile bedel kalb-i İslamiyet’te ebedi bir mevki’-i tekrim kazandılar. Tarih-i den Arabistan sahralarından ta Puvatya sırtlarına Paris ufuklarının civarına kadar gelen bu şir-dil kahramanların bu cihangir müslümanların ervah-ı kudsiyyelerine gözlerden ateşin yaşlar dökülerek Fatihalar rahmetler ta’zimler tekrimler takdim ü ihda olunur. “Bakī kalan bu kubbede bir hoş sada imiş!” mısra’-ı bercestesinin ifade etmek istediği nükte de ancak budur. Firaş-ı mevtte çene atılıp son nefes verildikten gözler ebediyyen yumulduktan sonra rahmetle yaddır. ölendir. Dünyaya gelmek senelerle yaşamak sonra da bir eser-i mevcudiyyet göstermeksizin bir yad-ı nam bırakmaksızın çekilip gitmek…! Bir meclis farz ediniz! Biri geliyor oturuyor kalkıp gidiyor; meclisin haberi yok! Gelen insan mıdır? Hayal midir? Daha doğrusu öyle bir insan geldi mi?... Vücud ve ademine ehemmi[ye]t verilmeyen meclisden hiçbir ferdin zerre kadar iltifatına nim bir lutf-ı ibtisamına olsun nail olmadan geldiği gibi giden o bedbaht sen olsan – ey kari’!– ne derin bir hüzn-i kalbi ne ciğer-şikaf bir teellüm-i vicdani içinde kalırsın değil mi? Kendini bilen akıllı hisli bir insan için bundan büyük bir hakaret mi olur? ne-i şefkatinde yaşamakta olduğun milletindir. Sen milletinin vücudunda tırnak kiri kadar faidesiz nasır kadar muzır olarak yaşar bulunduğun mevki’-i ictimainde bir uzv-ı mefluc gibi yapışık kalırsan artık milletinden ne hürmet ne iltifat ne sena umabilirsin? Nasır kesilip atılır; tırnak kiri de öyle değil mi? Sen milletinden hürmet istersen o da senden hizmet bekler. Bir serçe parmak kadar vücud-ı millette bir yerin bir vazife-i mevcudiyyetin bir hizmetin olsun! Olsun ki milletin de seni sevsin; gaybubet-i ebediyyenden sonra seni mekarim-i ahlak ve mehasin-i ef’alinle sena etsin sana Fatihalar rahmetler göndersin! Meşahir-i eimme-i muhaddisinden Celalüddin-i Süyuti merhum Camiu’s-Sağir ’inde Hazret-i Ebu Hureyre’nin rivayetiyle naklettiği şu hadis-i şerife bakınız: “ Akvalen ve ef’alen şer’-i İlahinin mazhar-ı kabulü olan şeyleri işle! Redd ü zecr ettiği akval ü ef’al-i kabihadan ictinab et! Bak; bulunduğun meclisden kalkıp gittikten sonra ardından samianı okşayacak ne gibi sözler işitmesini istersen onları ların memduh ve makbulü olmaya sa’y et! Dikkat et ehl-i meclisin ne gaybubetinde –Ne kadar zalim! Ne de pinti! Gerçekten fena huylu! Alemin gıyabından söz söylüyor! Lakırdı taşıyor! Dinine milletine vatanına karşı la-kayd!... gibi– hoşuna gitmeyecek samianı tırmalayacak sözleri işitmeyi mucib seyyiat-ı akval ve maddi ef’alden sakın!” Üçüncü asr-ı hicriden sonra tevhidin ittihad ile revabıt-ı ruhiyyesi artık çözülmeye başlıyor Arabların o cihan titreten bünyan-ı mersus ittihadları tedricen gevşiyor kesb-i za’f ediyordu. Hissolunur derecede bir maraz-ı ahlakī baş gösteriyor şikak u nifak kalbleri bulandırıyor başları döndürüyordu! aman düşmanı bile yapamaz. Görülmez mi intihar eden bir adamın düşmanı sürurundan nasıl sıçrar! Bunun da ona yapabileceği en büyük fenalık öldürmekten başka ne olabilirdi? Öldürmek için bir de ölmek ihtimali vardı. Hele i’dam olunmak korkusu idi ki hasmını yaşatıyordu. İşte bu hasım bu iki tehlikeden hiç birine ma’ruz kalmaksızın pek muazzez bildiği maksadı kendiliğinden hasıl oldu. Bu müntehir-i bedbaht Endülüs Devlet-i İslamiyyesi’dir. Üçüncü Abdurrahman-ı Emevi’nin oğlu El-Hakem-i Sani’den sonra Kurtuba Daru’l-hilafe-i Arabiyyesi’nin şa’şa’a-i şevket ü iclali sönüyor; valiler oradan fekk-i rabıta-i tabiiyyet ederek her biri birer emiru’l-mü’minin oluyor; Şark da yavaş yavaş bir hab-ı atalete dalıyordu. Seyf-i İslam’ın dehşetinden şeytanın koynunda saklanacak yer arayan Garb bu halden cesaretlendi; hal-i tedafüiden mukabil taarruzi vaz’iyetine girmeye başladı. Roma’da Vatikan Sarayı’nda alem-i İslamiyet aleyhine büyük bir faaliyet görülüyor Papa İkinci Urban’ın riyaseti altında hararetli meclisler akdolunuyor alevli nutuklar kıvılcımlar saçar re’yler veriliyordu. şeklinde yazılmıştır. kaldırıyor bütün mesacid-i tevhid –Ka’be-i ulyasıyla Mescid-i Aksa’sıyla– ma’abid-i teslise kalb ü tahvil olunuyordu. Üç asır evvel de düşman bu düşman idi. Niçin böyle hail bir teşebbüsde bulunamıyordu? Hatta bulunmak hatırına bile gelmiyordu! O zaman Roma Arab ordularının şimal-i garbi sath-ı maillerinden birer seyl-i huruşan gibi akıp geleceği tasavvuruyla ödü kopuyor; Sen Piyer Kilisesi’nin camie tahavvülü ihtimalini düşündükçe çeneleri kilitleniyor çıldırıyordu. Çünkü Arablar livaü’lhamd-i tevhid altında bünyan-ı mersus gibi müttehid! Yekvücud! Kaştale Kralı Alfons günün birinde ansızın “Tuleytula” Kal’ası önünde göründü ve derhal muhasara etti. O sırada yanar dağlar gibi yerlerinden oynayıp Suriye sahilleri üzerine yığılan Ehl-i Salib orduları önlerine gelen ma’mureleri zir u zeber ediyor; binlerce müslümanların kanlarından denizde nazireler yaparak Kudüs-i Şerif’i sarıyordu. Ehl-i Salib’in Başkumandanı “Godafroy” miladın senesi Temmuz’unun on beşinci günü Kudüs’ü istila ve krallığını Bu Temmuz İslam için emsalsiz bir felaket oldu. Bir felaket ki Avrupa müverrihlerinin bile tüylerini ürpertiyor dehşetler içinde bırakıyor! Hatta bazı necib vicdanlıları bilaihtiyar Kral Godafroy ve ordusuna nefretler la’netler yağdırıyor! Min vechin tarih okumamak da bir saadettir! ce sibaane bu mertebe müfterisane vahşetlerin hayali karşısında adeta insanlığından istikrah ediyor. La Martin diyor ki: “Müslümanlar bunca fütuhat-ı azimeleri etmediler. Nerede Halife-i Sani Hazret-i Ömer’in Kudüs’ü fethi nerede Godafroy’un istilası! Hazret-i Ömer bir hıristiyanının burnunu kanatmadı. Ma’bedlerine dokunmadı. Patrikleri Sofrunyus[u] mevkiinde ibka ile büyüklüğünü gösterdi. Godafroy ise Kudüs müslümanlarını bütün etfal ü nisvanıyla bütün ulema ve fudalasıyla katl-i am etmek suretiyle Hıristiyanlığa silinmez bir kanlı leke sürdü.” O satırlar mümkün değil okunmaz Salibiyyun ordusu dört tarafdan yırtıcı hayvan sürüleri gibi Kudüs-i Şerif’e girerken aceze-i ahali bi-günah kadınlar ciğerparelerini kaparak muhterem ve taarruzdan masun bildikleri Harem-i Şerif’e can atıyorlardı. Sokaklar birer insan nehri kesilmiş o nehirler kan rengine tahavvül ediyor. Kılıçlar kafaları kesiyor kargılar mızraklar sineler deliyordu. Bin bir ayak bir ayak üzerine ta’birinin ma-sadakı denilebilecek olan Harem-i Şerif sahası da Salib’in seyf-i medeniyyetinden kurtulamadı. Direklere sarılmış “Allah Allah!” feryadlarıyla insaniyeti girye-nak-ı teessür eden binlerce ulemanın fudalanın erkeklerin kadınların başları uçuyor gövdeleri yığınlar teşkil ediyor kanları içinde yüzüyor o şir-har çocuklar başsız analarının memelerine şeklinde yazılmıştır. yapışmış süd yerine kan emiyorken birer kılıçla ikiye bölünüyor! Bunlar bu bedbahtlar meşhedlerinden başlarını kaldırmalı da o günün zulmünü o saatlerin kanlı tufanını o dakīkaların ateş deryalarını kendi lisanlarıyla anlatmalı! Ne garibdir! Bunlar mağlub düşünce “Siz müslümansınız! Sizde şefkat ve merhamet vardır. Bize acıyınız! Kıymayınız!” diye zemin-i tezellüle kapanırlar yalvarırlar. Galebe edince her biri bir canavar kesilir! Ne rica dinler! Ne kadın bakar! Ne çocuk bilir! Bu hıred-suz haile-i istiladan sene sonra seyf-i meslul-i tevhid: Cenab-ı Selahüddin-i Eyyubi aleyhi sehaibü’r-rahmeti ve’l-gufran hazretleri Kudüs-i Şerif’i istirdad ettiği gün istiman için gelen sefirleri “Siz; Kudüs’ü istila ettiğiniz zaman ehl-i İslam’a ne yaptınızsa ben de size o muameleyi yapacağım” cevabıyla iade etti. Fakat Salibiyyun şefkat ve merhamet-i İslamiyye namına yüzlerini yerlere sürerek yalvardılar ve umduklarından ziyade nail-i afv ü safh oldular. Biz; onlar gibi yapamayız ve bununla da iftihar ederiz. Teslisin yaptığını Cenab-ı Tevhid yapmaktan münezzeh ve mütealidir. Kudüs’ün felaket-i istila ve katl-i ammından bi-haber olan Endülüs Arabları günden güne şikak u nifaklarına germi veriyorlar; o tak-ı mualla-yı saltanatın temellerini kazarak üzerlerine yıkmaya altında ezilip mahvolmaya çalışıyorlardı. Ecille-i ulemadan ulüvv-i vicdanı fazl u irfanıyla rekabet eden Beca Kadısı Ebü’l-Velid Süleyman bin Halef el-Maliki hazretleri meydan-ı hamiyyete atıldı. Şehirden şehire memleketten memlekete dolaşarak cevami’-i şerifede menabir-i mukaddesede ateşin va’z u nasihatler verdi. Habl-i metin-i yı şikak u nifak ile bu mülkün istiklallerle parçalanmasıyla neticenin inkıraz u izmihlal olduğunu İslamiyet’in Endülüs kıt’asından hicrete yüz binlerce cevami’ u mesacidin kiliseye tebeddülüne sebeb olacaklarını anlatmaya çalıştı. Ne hayrettir ne hikmettir ki o pir-i muhteremin her harfi bir cihan-ı hayat olan o güzelim sözleri kimsenin kulağına girmiyor hırs-ı cah ile akl ü idraklerini gayb etmiş olan tavaif-i müluk yine bildiklerinden vazgeçmiyorlardı. Endülüs müverrihlerinden Fransalı Floriyan Tarihçesi’nde sika-i ittifak u ittihadı olmak üzere ? kerimesi Meryem’i – namını Maria’ya– tahvil ve tezvic ettiğini yani hırs-ı cah uğruna sahife-i imanını lekelediğini yazıyor. Ziya Paşa merhum ğunu söylüyorsa da kim bilir?... Ah..! O Endülüs tarihinin devr-i inkırazını okuyup şiddet-i teellümünden parçalanmayacak bir mü’min kalbi kan ağlamayacak bir müslüman yüzü tasavvur olunamaz! Cenab-ı Mesih aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerinin nam-ı ma’sumanelerine irtikab olunan o engizisyon mel’anetleri o bedbaht müslümanların şişlere sokup orman kebabı gibi ateşler alevler içinde pişirilmeleri! şeklinde yazılmıştır. O bi-günah Arab çocuklarının kuzu sürüleri gibi hayvanat-ı müfterisenin önlerine atılarak paralattırılmaları! O çak çak edilen nikab-ı ismetler! O ulemanın eimme-i hutabanın başları kesilerek Arabların sürü sürü Pirene eteklerine nefy ve iclaları! O binlerce ehl-i tevhidin başları üzerinde kılıçlar sallanarak cebren ve kahren salibe secde ettirilmeleri! O şeytanları bile kahr u hicabından ağlatacak yerlere geçirecek hatır u hayale gelmedik işkenceler! Ukūbetler! Barbarlıklar! Yamyamlıklar! Vahşetler! İftiraslar Kur’an-ı Kerim ’e ve kütüb-i diniyye-i İslamiyyeye edilen o vicdan-suz hakaretler! Parçalamak! Ayaklar altında çiğnemek! Kademhanelere atmak! Neler..! Ne denaetler! Ne mel’anetler! Hani ya Endülüs’deki üç yüz bin . cami’! O her hafta üzerinde ferman-ı adl u ihsan ayet-i celilesi okunan o minberler! Nerede kaldı o yüz binlerce sufuf-ı muvahhidin! İşte onlar mücerred hablü’l-metin-i ittihadı terketmeleri yüzünden tevhidden ayrıldılar. Katl ü ifna edilenleri milyonlara baliğ oldu! Bir mikdarı Afrika’ya çırıl çıplak can atabildi! Bakiyyesi de tanassura icbar ve ikrah olundu. Bir gün evvel namaz kıldıkları camie bir gün sonra hıristiyan sıfatıyla götürüldü. Kilise şekli verilen o mazlum ma’bedde Salib’e secde etmeye başladılar! Bunlar masal değil! Bunlar hayal değil! Bunlar rü’ya değil! Bunlar birer hail-i vahşet! Bunlar birer faci’-i hakīkat! Bunlar dağlar dayanmaz birer musibet! Bunlar canlar eriten birer felaket! Bakınız tevhid nasıl tevhid [ittihad] ile kaim imiş! Bakınız; ittihad nasıl tevhid dın da tevhid ile daim olması lazım gelir. İttihadın za’fı tevhidin za’fından başka nedir. İttihadın büsbütün fıkdanı da tevhidin fıkdanıdır. İşte Endülüs gözümüzün önünde! Tevhidleri kuvvetli olaydı ittihadlarını istiklallerini hükumetlerini saltanatlarını muhafaza ederlerdi. Şikak u nifakın tavaif-i müluke inkısamın bu feci’ akıbetini düşünürler tevhidin ruh-ı beka ve devamı olan ittihaddan ayrılmazlardı. Tevhidi canından ziyade sevdiğini onun uğruna feda-yı hayatı kendine dareynin fevkınde bir şeref bir saadet bildiğini vap şüphesizdir ki “Tevhidin İslamiyet’in kemal-i şan ü şevketle yaşaması için…!”den ibarettir değil mi? Senin tevhidini senin İslamiyet’ini arzu ettiğin şan u şevketiyle yaşatacak ancak ve ancak ittihadındır. Evet: Onun ruh-ı bekası ancak ittihad olduğuna en vazıh ve en faci’ delil işte Endülüs’dür. Arablar; İspanya’ya ittihad kuvvetiyle gittiler. İttihad kuvvetiyle fethettiler ittihad üzerine sabit-kadem oldukca yaşadılar ve tevhidi de yaşattılar. Bak şimdi Endülüs’de tevhid var mı? Niçin? Çünkü muvahhid namına bir ferd bile yok! Sebebi ittihadsızlık! Sebebi şikak u nifak! Sebebi mesavi-i ahlak! Şimdi düşün! O İspanya’nın medeni ? hıristiyanlarına kemal-i zillet ve fart-ı meskenetle memleketini hürriyetini hakimiyetini istiklalini ırz u namusunu cami’lerini minberlerini mihrablarını teslim eden İbni Nusayr’ın Tarık’ın İbni Musa’nın Abdurrahman’ın nesl-i ahiri kaç paralık muvahhid idiler. Ni’me’l-ecdad! Bi’se’l-ahfad! Bunlar tevhidi İspanya’nın şanlı fatihleri kadar sevmiş uğrunda feda-yı can bir şeref-i ebedi bir saadet-i sermedi bilmiş olaydılar tevhidin Endülüs’den hicretine sebeb olurlar mıydı? Neticesinin muhakkak bir izmihlal olduğunu bile bile şikak u nifaka düşmeleri tevhide ehemmiyet verme[me]lerinden başka ne suretle tefsir olunabilir? Bu satırlar o kadar ehemmiyetlidir ki üzerinde saatlerce günlerce düşünülse yine azdır. Sevda-yı ittihad aynıyla aşk-ı tevhiddir. Binaenaleyh ittihadsızlık da tevhidsizlik demektir. Denilebilir ki: Teslisde de ittihad var. Bu da aşk-ı tevhid mi? Onlar da teslisin ruh-ı hakīkati tevhid olduğuna kail! Fakat…….? “Allahu Ekber”in birliğini kimse inkar edemez. Eğer onlara gökleri yerleri kim yarattı? diye sormuş olsan şüphesizdir ki bila-tereddüd: Allah yarattı cevabını verirler. Ya bu hakk u hakīkati ikrar u i’tirafdan sonra o insıraf ne oluyor? Tevhide bedel olur mu teslis? Hiç nur edilir mi söyle ….? Üçtür ne demek hakīkati yek? Akıl bunu söylemez bila-şek Birdir ezelen vücud-ı Bari Yoktur veledi onun nigarı o neşide okuyanın kendi malı olsun ister başkasının. Bazıları nasını çıkarıyorlar ki bu tür tefsire lügatin müsaadesi yoktur. Hatta Kemal Bey merhumun: Ben tuttuğunuz yola gideydim Bir müntehabat cem’ edeydim; Şehnameler etmiş olsam inşad Bir beytimi eylemezdim irad. tarzındaki i’tirazı inşad kelimesinin yanlış kullanılmış olmasından dolayı haklı bir muahezeye hedef olabilir. se buna hiç ehemmiyet vermemişiz hatta vermiyoruz! Bir cemaat-i kübra huzurunda yüksek sesle irad-ı nutk eden bir hatib tasavvur ediniz ki sözleri serapa ma’na serapa ruh. Lakin bu adam esna-yı tebliğde eda ile müedda arasındaki münasebete ahenge dikkat etmiyor; hutbesini hafızaya istif edilmiş tekerlemeler gibi dümdüz okuyor. Şimdi böyle bir nutkun cumhur-ı samiin üzerinde ne te’siri olur? Tabii hiç! şiirler de dinleyenler üzerinde aynı te’siri husule getirir. da başlıcalarını sayacağız: birbirine karıştırmak. mek icab eden kelimatı kısa geçmek; kısaltılacak heceleri de uzun okumak. Hele pek tabii yani söylendiği gibi okunmak lazım gelen kelimata imale vermek yani uzatmak bir hastalıktır ki nazm ile muarefesi olmayan yahud bu aşinalık pek yeni başlayan ağızlara müstevlidir! Böyleleri mısraın hiç olmazsa iki üç kelimesinin kuyruğu kulağı çekilmedikçe manzum olmaz vehminde bulunurlar. Bu illetin çaresi çokça şiir okumaktır. hud beyitlerden herbirinin sonunda sözün bittiğini zannettirecek surette vakfederek samiin zihnini karıştırmak. kalık bir fevkaladelik ifade eden cümleleri de diğerleri gibi kasını almak beş on mısraı bitirmeye mütevakkıf olan yeni şiirleri de eski şiirler gibi müstakil ma’nalı mısra’lardan müteşekkil farz ederek öylece inşada kalkışmak. zumundan ziyade hissettirmek. pek belli etmek. beraber şiirin müeddasına göre eda ihtiyarı cihetini düşünmeyerek rakīk şedid yüksek derin ne kadar hisler hayaller fikirler varsa hepsini birden aynı ahenge münkad eylemek. Tabii bunlardan başka sebepler de vardır; ancak inşadı berbad eden en başlı nakīsalar herhalde saydıklarımız olacaktır. Hele aruz mutaassıblığından ileri gelen takti’cilik en selis nazımları bile en müstekreh kılığa sokar. Ma’lumdur ki sakin harfden evvel gelen huruf-ı med biraz fazlaca çekilir. Bu çekiliş nazma bir aheng de te’min eder. Bazıları vezni şaşırmamak sıl olan sekalete değme kulak tahammül edemez. Evet. “Bahardır bahardır bahardır bahardır” mısraındaki “bahardır” kelimelerinin birinci “ra”larına birer kesre vererek “baharıdır” tarzında okuyanları çok gördük. Vakıa bu mısra’ takti’ edilmek lazım gelse her “bahardır” kelimesi mefailin cüz’üne terfik için “ra”yı harekeli farz etmek icab ederse de inşad ederken bunu düşünmek pek garib olur. melidir. Hele mısra’ sonundaki kelimelerin ahir hecelerine rast gelen imaleler hiç hissedilmemelidir. Söylediklerimizi bir misal üzerinde tatbik için Kemal’in şu matlaını alalım: Ermemişken kimsenin nur-ı nigahı koynuna Gizli girmiş dün gece zülf-i siyahı koynuna! Görüyoruz ki bu beyitde nur nigahı koynuna gece zülf siyahı kelimeleri hep imalelidir. İki satırda altı imale dinleyeni sıkar. Lakin biz oldukça güzel bir inşad sayesinde sıkıntıyı yarı yarıya indirebiliriz. Evet nurun “ra”sını ince uzun okuyacağımıza biraz tefhim yani kabaca telaffuz ederiz. O vakit imalenin sıkleti gereği gibi azalır. Nigahı kelimesindeki “hı” hecasına da ince uzun bir kesre vereceğimize kaba lakin kısa bir kesre veririz. Bundaki imale de hafifler. Koynuna redifindeki son hecayı ise imalesizce okuruz. aynı suretle hareket ederiz. Demek istiyoruz ki: İnşadda asıl olan ecza-yı beytin bütün hecelerini mukabilindeki tef’ilelere uyduracağım diye gayr-ı tabii bir şey olduğunu bilerek onu mümkün mertebe az hissettirmekdir. Bununla beraber uzatılması icabeden öyle kelimeler de vardır ki kısa geçilmesi aruzcuların zihaf dedikleri kusuru vücuda getirdikten başka esasen o gibi hecelerin mahdud okunması ma’na üzerinde pek güzel te’sir hasıl eder. Onun lıdır. Döner vadide dur-a-dur bir ses rudlar çağlar. Hey ne sengin dilsin ey zalim ki te’sir etmiyor Ahlar feryadlar çak-i giribanlar sana! Feryad bu gülşendeki aheng-i siyehden! Eyvah bu baziçede bizler yine yandık! Ey vefasız dostum senden vefalıymış gamın! Neşidelerinde dur-a-dur rud ahlar feryadlar feryad eyvah dostum kelimeleri mutlaka memdud okunmalıdır. Hele ah eyvah heyhat oh gibi teessüre tehassüre tercüman olan kelimeler kısa geçilmemeli dörder elif mikdarı çekilmelidir! Letaifdendir ki: Naci merhum Tercüman-ı Hakīkat ’de gazeller yazarak heveslileri tanzire da’vet eder sonra da o nazireleri birer birer didiklerken talebe-i ulumdan biri Dün gice ateş-i sevda düşüp ah medreseme Battı mantıkla maani vü beyan-ı maksud! tarzında veyahud bundan daha hallice bir yave göndermiş. Naci bu zavallı mollanın gazeline aid sözlerini şu mütalaa ile bitirmiş: “Biz ahların memdud olmasına tarafdarız. Hususiyle ateş-i sevda ile bütün ma-meleki yanıp kül olan senin gibi bir molla böyle kısacık ah demez... Yürekden olmak şartıyla gayet uzun bir ah çeker!” Kemal’in Cezmi’sinden: Benzetse beni hata değildi Bir kimse görüp de arifane: Zencirde inleyen esirin Koynundaki tıfl-ı na-tüvane. kıt’asını ele alalım da nasıl okuyacağımızı söyleyelim. Görüyoruz ki şu dört mısraın dördü de birbirine merhun yani bağlı. Şimdi bu şiiri nasıl inşad edeceğiz? Eğer her mısraın sonunda sözün bittiğini anlatır bir tavır ile vakfedecek olursak ma’na askıda kalır. O halde ta son mısraın nihayetine gelinceye kadar geçecek evvelki karar asma karar olmalı; yani sözün tamam olmayıp aşağıda tamam olacağını anlatacak tarzda verilmelidir. “ni”si hissolunmayacak gibi çekilecek; zencir alabildiğine uzadılacak; zira kaide bunu icab ettiği gibi aheng de öyle olmasını ister. Na-tüvane arifane gibi imalesiz okunulacak. Bir farkı varsa bundaki karar tamdır; arifane gibi gayet hafif vakıfdan ibaret değildir. edilemez; şiiri okuyan adamın zevkine kalmış şeylerdir. Mesela şiddetli fikirlere ateşli hislere tercüman olan şiirler yüksek sesle müheyyic tavır ile okunmalı; rakīk nazik meani de kendisine münasib bir lahn ile tebliğ edilmelidir. Sesi kaldırmak icab eden yerde indirmek; alçaltmak lazım gelen yerde yükseltmek pek münasebetsiz olur. Bununla beraber birtakım züppelerin yaptığı gibi şiire ruh vereceğim diye acemi oyuncu tavrı takınarak soğuk soğuk ca’liyetler göstermenin yine lüzumu yoktur. Bu bir tasannu’dur tasannu’ ise her zaman merduddur. Eslafımızın inşada verdikleri ehemmiyetin derecesini bilemiyoruz. Bakiyyetü’s-selef olmak üzere yetişebildiğimiz şairler arasında Hersekli Arif Hikmet merhumu azametli bir dar bir inşad göremedik. bulmayacaksınız. Lakin en rakīk en hissi bir neşideyi alınız; bir mahfil-i edebde evvela ehline okutunuz; saniyen na-ehline üzerindeki te’sirini birbiriyle mukayese ediniz. O zaman işin ehemmiyetini iyice anlarsınız. Ne hacet! Şiiri berbad bir surette inşad etmek tıpkı bir beste-i musikīyi usule bigane çirkin sesli bir herifin gevelemesine benzer. Şi’r-i kadimimiz hakkında mühim olan inşad şi’r-i hazırımıza gelince büsbütün müdhiş bir ehemmiyet alır. Zira şi’r-i kadimde her mısra’ her beyit müstakil bir ma’nayı beyitin sonunda vakfedilince maksadın ne olduğu anlaşılırdı. Halbuki şimdiki şiirler eski nesirler gibi zencirleme gidiyor; hatta bazen birinci mısra’ ile başlayan cümlenin arkası tam sekiz on mısra’ sonra alınabiliyor. Onun için inşadın şeklinde yazılmıştır. hakkı verilmezse ahengden vazgeçtik ma’na anlaşılmaz. Bereket versin ki son zamanlarda teammüm eden tenkīt işi hayliden hayliye kolaylaştırmıştır. Yoksa yeni şiirleri inşad pek müşkil olurdu. Beşerin bi-ümid ü pejmürde Bu mukassi haziz-i mihnette Daima neş’esiz ve dermansız Geçen ömr-i mükedderi yalnız Bir büyük hisle lerzedar olur Bir büyük hisle tab-ı neş’e bulur. Bu büyük his vatan muhabbeti bir Muhterem tuhfe-i mukaddesdir. Bir ilahi cenahdır titrer Vatanı daima sıyanet eder. Ve onun saf sayesinde vatan Bir müebbed penah-ı nur-efşan. Saf ve ali-mes’adet haki Bir büyük melce’-i mukaddes ki Yaşatır besler iştiyakla bizi; Bi-mecal ü şikeste kalbimizi Nazlı bir anne şefkatiyle sever Giryeyi hüznü tesliyet eyler. Mahv eder ıztırabı.. Oh zaten Bir samimi ve ıztırab-şiken Anne ağūşudur o har nermin.. Çırpınır kalbi pür-emel ve hazin. Bu büyük şefkatiyle biz de onu Severiz.. Kalb-i zar u mahzunu Böyle bir saf sevgiye muhtac.. Ve sen ey bunca yıl kudurmuş aç Zalim ellerle ra’şedar olarak Üzülen inleyen aziz toprak! Şimdi artık çocukların zinde Onların handekar kalbinde Sana aid büyük nezih nevvar Sevgiler duygular emeller var. Onlar artık senin hayatınla Müşterek bir hayat-ı şevk-efza Yaşıyorlar.. Ve şimdi canlan sen Ebedi müsterih ve bi-şiven Bir hayat eyle –pür-safa– imrar. Nam-ı pakinle saf ve şa’şa’adar Şanlı bir ufka daima pür-emel Bu büyük i’tila-yı namınla Şimdi herkes fahur u şad olacak. Şimdi herkes bu ihtişamınla Bir saadet bir i’tila bulacak Bu saadet için fakat pür-fer Bir muhabbet bir iştiyak ister.. Bu fahur iştiyakı da ta’ziz Edecek sensin ey vatan ve bizim Kalbimiz.. Sevgimiz.. Muhabbetimiz… Haydi öyle ise gül bırak bu elim Samtı artık.. Çocuklarınla konuş.. Durma öyle mükedder hamuş.. Ver bir azm-i kavi emellerine.. “Ey vatan ey büyük vakūr anne!” Hazret-i İmam Tus’a çekildikten sonra peder-mande hanesi civarında bir medrese bir de hankah yaptırarak orada dağdağa-i ihtirasattan azade sükun-amiz bir hayat içinde; hitam-ı ömrüne kadar terbiye-i ma’neviyye ve tedrisat-ı Nihayet tarihinde; elli beş yaşında olduğu halde; ruh-ı pür-fütuhu alaka-i nasutiyyeden büsbütün tecerrüd ederek perestişgahı olan avalim-i lahutiyyeye uruc eyledi. Gazzali Şafiiyyü’l-mezheb idi. Müellefatından en meşhurları ber-vech-i atidir: Tehafütü’l-Felasife ’de iktidar-ı felsefisini göstermiş olan Gazzali tetebbuat-ı ilmiyyede netice-i atiyyeye vasıl oluyor. Bunu kendisinden dinleyelim. Hazret-i İmam hayat-ı beşeri devr-i sabavet devr-i rüşd devr-i taakkul olmak üzere üçe ayırarak diyor ki: “Devr-i tufuliyyet ihtisasat-ı ma’sumane avanıdır. Bu devirde havass-i zahire uyanır. rüşd namını alır. Zeka-yı beşer bu devirde inkişaf eder. Üçüncü devir ise devre-i taakkuldür. Bu zamandadır ki akl-ı beşer ikinci devirde idrak edemediği mümkün vacib ve mutlak gibi yüksek mefhumları idrak edebilir.” Gazzali şu taksimi serd ettikten sonra mütalaatına devamla diyor ki: “Bu üç devirden sonra dördüncü bir devir daha vardır ki buna da devr-i tefekkür diyebiliriz. Bu zamanda basar-ı basiret inkişaf eder. Edvar-ı evveliyyede insana mechul ve gayr-ı mekşuf kalmış olan birtakım hakayık ancak bu devirde Bu mertebe-i bülende vasıl olan insanın kalbi mehbit-ı taakkulatı ikinci devirde gayr-ı mekşuf kaldığı gibi mertebe-i tefekkürde idrak olunacak şeyler de mertebe-i taakkulün saha-i müdrekatına giremezler.” Görülüyor ki Hazret-i İmam hayat-ı beşeri tanzim için pek güzel bir esas vaz’ ederek hakayık-ı diniyye ile felsefiyyeyi mezce muvaffak oluyor. Gazzali Bağda[d]daki tedrisatına hatime vererek arz-ı Hicaz’a koştuğu zaman hayatının –tasavvur ettiği– şu dördüncü devresine girmeye başlamış olduğu anlaşılıyor. Tus’daki inzivası zamanları ise ‘‘mertebe-i tefekkür’’ün vücud-ı istiğrak anlarını teşkil eder. sine bi-hakkın kesb-i vukūf etmiş eazımdan ve mütefekkirini hükemadandır. Hazret-i İmam diyor ki: “Ruh-ı beşer envar-ı İlahiyyeden muktebesdir. Sonra yine aslına rücu’ edecek. Ruhun cesedle beraber fena-pezir olacağı hakkındaki faraziyat büsbütün ma’nasızdır. Eşkal-i zahiriyyemiz her an tebeddüle ma’ruz değil midir? Doğduğumuz zamandaki şeklimizle şimdiki şeklimiz birbirinin aynı mıdır? Biz bu aleme bir yabancı gibi geliriz. Buradaki ikametimiz bir müsaferetten başka bir şey değildir. Iztırabat ve alam-ı hayatiyyeye karşı en son penahımız bargah-ı rububiyyettir. Rahat-ı ebediyyeyi sürur-ı sermediyi şübühat ü tereddü[d]den ari ilm-i kat’iyi ve’l-hasıl hayatın zevkini nurunu ancak tezkiye-i nefsde fena fillah sırrına mazhar olmakta bulabiliriz.” ma’ iştihar eder asarın birincileri sırasında ta’dad olunabilir. namı altında dört cildden mürekkeb olup her rub’ on kitabı muhtevidir. detten dekaik ve sünen-i taatten bahsedilmiş olup muhtevi olduğu kitablar ber-vech-i atidir: Kitabü’l-İlm Kitabü Kavaidi’l-Akaid Kitabü Esrarı’t-Tahare Kitabü Esrarı’s-Salat Kitabü Esrarı’z-Zekat Kitabü Esrarı’s-Siyam Kitabü Esrarı’l-Hac Kitabü Adabi Tilaveti’l-Kur’an Kitabü’l-Ezkari ve’d-Daavat Kitabü Tertibi’l-Evradi fi’l-Evkat riyye içinde yaşayan medeni bir insanın bilmesi icab eden muamele ve muaşeret-i medeniyyenin dekayıkından suver-i ber-vech-i atidir: Kitabü Adabi’l-Ekl Kitabü Adabi’n-Nikah Kitabü Ahkami’l-Kesb Kitabü’l-Helali ve’l-Haram Kitabü Adabi’l-Suhbeti ve’l-Muaşereti maa Esnafi’lHalk Kitabü’l-Uzlet Kitabü Adabi’s-Sefer Kitabü’s-Sema’ ve’l-Vecd Kitabü’l-Emri bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker Kitabü Adabi’l-Maişeti ve Ahlakı’n-Nübüvvet Üçüncü rub’ mühlikattan bahisdir. Gazzali bu cildi teşkil eden kitablarda ahlak-ı mezmume tezkiye-i nefs tathir-i kalb hakkında tafsilatta bulunduğu gibi ahlak-ı zemimeden miştir. Bu kitablar ber-vech-i ati ünvanları haizdir: Kitabü Şerhi Acaibi’l-Kalb Kitabü Riyazeti’n-Nefs Kitabü Afati’ş-Şehveteyn Şehveti’l-Batn ve Şehveti’lFerc Kitabü Afati’l-Lisan Kitabü Afati’l-gadab ve’l-Hıkd ve’l-Hased Kitabü Zemmi’d-Dünya Kitabü Zemmi’l-Mali ve’l-Buhl Kitabü Zemmi’l-Cahi ve’r-Riya’ Kitabü Zemmi’l-Kibr ve’l-Ucb Kitabü Zemmi’l-Gurur Münciyattan bahis olan dördüncü rub’da ahlak-ı mahmude hasail-i mergūbe hakkında amik mütalaat serd edilmiş ve hikmet-i ahlakıyyeye dair tenkīdat-ı mühimmede bulunulmuştur. kiyyete i’la edecek hasail-i ber-güzide bir ifade-i nezihane ile tasvir edilmiştir. Dördüncü rub’ da kütüb-i atiyyeden mürekkebdir: Kitabü’t-Tevbe Kitabü’s-Sabr Kitabü’l-Havfi ve’r-Reca’ Kitabü’l-Fakri ve’z-Zühd Kitabü’t-Tevhidi ve’t-Tevekkül Kitabü’l-Muhabbeti ve’ş-Şevki ve’l-Ünsi ve’r-Rıza Kitabü’n-Niyyeti ve’s-Sıdki ve’l-İhlas Kitabü’l-Murakabeti ve’l-Muhasebe Kitabü’t-Tefekkür Kitabü Zikri’l-Mevt Hazret-i İmam Kitabü’t-Tefekkür ’de keyfiyet-i tefekkürü beyan ü izah ederken pek mühim tedkīkat-ı fenniyyeye girişmiştir: Evvela insandan insanın rahm-i maderden i’tibaren geçirdiği safahat-ı hayatiyyeden a’za-i bedeniyyenin teşrihinden her uzvun vazife-i fizyolojiyyesinden muhtasaran bahseylemiş ve iskelet-i beden hakkında dahi hayli ma’lumat vermiştir. Ba’dehu arza küre-i arzı teşkil eden suhur u maadine dair serd-i mütalaat eyledikten sonra hayvanat hakkında dahi bir mütalaa-i umumiyye yürütmüştür. Bilahare miyaha heva-yı nesimiye hadisat-ı cevviyyeye ve ecram-ı semaviyyeye dair de mücmelen beyanat-ı mühimmede bulunmuştur. larından bu babda fazla tafsilat i’tasını zaid ü bi-lüzum görüyorum. Hülasa Hazret-i İmam eazım-ı ulema arasında necib bir sima-yı irfan-bülend bir nasiye-i deha müdekkık bir hakim-i mütefekkir dindar bir feylesof nezih bir ahlak-şinas cezbedar bir mutasavvıfdır. Gazzali kadar muhabbet-i umumiyyeyi celbe muvaffak olmuş bir alim daha görülmemiştir. Tehafüt ’de felasife-i kadime hakkında hayli tenkīdatta bulunmuş ise de İbn Rüşd bilahare Gazzali’nin bu tenkīdlerini hırpalamış ve bir çok nikatını nakz eylemiştir. İbn Rüşd’den bahsederken bu cihetlere dair tafsilata girişebiliriz. Tevhid: Cenab-ı Hakk’ın vücudundan ve ona sübutu vacib caiz mümteni’ olan sıfatlardan; keza –risaletlerini isbat etmek için– peygamberlerden ve onlara sübutu lazım caiz ve mümteni’ olan sıfatlardan bahseden ilimdir. Bu ilme “İlm-i Tevhid” denildiği gibi “İlm-i Kelam” da denir. Bu ilim ümem-i salife nezdinde de ma’ruf idi. Her kavim ve milletin rüesası din ü i’tikadı muhafaza ve te’yid eylemek kendilerinin kelam-ı İlahi diyerek nakl ettikleri menkūlata tasdik eylemeye icbar ederler. Ve bu babda kat’iyyen çun ü çera kabul etmezler idi. Daha ileri giderek akıl ile dinin yekdiğerine düşman olduğunu yine din namına olarak söylemişlerdi. Binaenaleyh ulum-ı kelamiyyedeki netayic ve mukaddematın çoğu birtakım asılsız te’vil ve tefsirler mu’cizelerle korkutmak hayalatla aldatmak gibi pek vahi şeylerden Kur’an -ı azimü’ş-şan din için yeni bir yol küşad etti. O da burhan ve istidlal yolu idi. Mesela Nübüvvet-i Muhammediyye zaya da’vet olunarak iskat edildi. Kur’an ’da hikaye olunan sıfat-ı İlahiyyeye yalnız Kur’an ’da mezkur oldukları cihetle onları herkesin tasdik eylemesini taleb etmedi. Belki her birine ayrı ayrı burhan ikame ederek isbat etti. Muhaliflerin mezheblerini nakledip onları hüccet ve burhan ile ibtal etti. Kur’an fikri uyandırdı ve akla hitab etti. Erbab-ı ukūlün enzar-ı dikkatlerine şu gördüğümüz alemdeki nizam ü intizamı ve onun her bir cüz’ündeki ihkam u itkanı arzetti. Bunlara bakıp istidlal ederek kendi vücud ve vahdaniyyetini tasdik eylemeye da’vet etti. Maziye aid olan birtakım ahval-i sabıka ve vekayi’-i salifeyi hikaye ederken bunların her biri hakkında mevzu’ kavaid-i sabite bulunduğunu ve emsali kavl-i şerifleriyle beyan buyurdu. Asırlardan beri yekdiğerine hasım olan akıl ile dini barıştırdı. Belki de ikisini kardeş ve lazım-ı gayr-ı müfarık yaptı. Bu muahat hiçbir türlü te’vil kabul etmeyecek bir suret-i sarihada vukūa geldi: Mesail-i diniyyeden vücud vacib nübüvvet gibi bazı mes’elelerin ancak akıl ile isbat olunabileceği aksi takdirde devr-i batıl lazım geleceği bil-cümle müslümanlarca –tabii cühela’ ve humeka müstesna– takarrur etti. Kur’an Cenab-ı Hakk’ı a’sar-ı salifede tavsif olunmayan bir çok evsaf ile tavsif etti. Bu sıfatlar miyanında ihtiyar sem’ basar gibi ismen evsaf-ı beşeriyyeye müşarik; vech yed gibi yine ismen a’za’-i insaniyyeye müşabih olanları da var. Kaza-i İlahi ile ihtiyar-ı beşeri hakkında serd-i makal etti bu babda gulüvv eden iki fırka ile mücadele etti. Hasenata mukabil mükafat ile va’d seyyiata mukabil de mücazat yeye tefviz etti. Hülasa Kur’an beşeriyeti tefekküre da’vet etti ve bu tefekkürü de hiçbir had ile mahdud ve hiçbir şart Cenab-ı Hakk’ı i’tikada mecbur kalacağı sahibince zahir idi. Asr-ı saadet böyle bir safvet-i i’tikadiyye ile geçti. Zira peygamber izale-i şübhe için bir sirac ve merci’ idi. Ebubekir ve Ömer zamanları da i’tirazat-ı i’tikadiyyeden vareste racaat olunur o da kibar-ı ashab ile istişareden sonra ihtilafı fasl u hasm ederdi. Bu safvet-i ahlakıyye ve i’tikadiyye – maatteessüf– pek az bir müddet devam edebildi. Hazret-i Osman’ın cülusuyla başlayan fitne gittikce tezayüd ediyordu. Hazret-i Osman ziyadesiyle halim olduğundan Emeviyye ahali-i İslamiyyenin başına bela kesilmiş musallat olmuşlar nibe sirayet edip etrafı sarmakta idi. Tabii bu esnada şayan-ı teessüf bazı vukūat da meydana geldi. Zira bu aralık kendine bir külah kapmak maksadıyla çalışanlar da yok değil idi. Yahudiden müslüman olup Hazret-i Ali’yi sevmekte pek ileri giden ve –haşa– Hazret-i Ali’ye “Allah” diyen Abdullah bin Sebe’ de onların miyanında idi. Osman mevki’-i hilafete geçtikten sonra ahaliyi onun aleyhinde teşvik u tergīb eylemeye başladığından Medine’den evvela Basra’ya oradan Kufe’ye oradan da Şam’a bilahare Mısır’a nefy olunmuş idi. Tabii her uğradığı yerde ahali miyanına nifak u şikak tohumlarını ekerek geçmişti. Mısır’da Hazret-i Osman’ın katlinde de en büyük rolü ifa eden bu herif idi. Hazret-i Ali halife olduktan sonra kendisini oradan Medayin’e nefy ettirdi ise de o zamana kadar birtakım efkar-ı batıla ile pek çok zevatın ezhanını zehirlemişti. Bu fitneler Hazret-i Osman’ın katl olunup Hazret-i Ali’nin mevki’-i hilafete geçmesiyle neticelenmedi. Belki gittikçe kesb-i iştidad ediyordu. Beyne’l-müslimin pek çok hunin vekayi’ tehaddüs etti. Nihayetü’l-emr hilafetin Beni Ümeyye’de tekarrur etmesiyle vekayi’ bir dereceye kadar tehaffüf etti. Lakin o zamana kadar ahali-i İslamiyye –maatteessüf– üç büyük fırkaya ayrılmış ve aralarındaki asa-yı vahdet kırılmış Üç fırka: Şia Havaric ve Mu’tedilin fırkalarıdır. Şia : Hazret-i Ali tarafdarları olup onu sevmekte ifrata varmışlardı ve o ifrat neticesinde Hazret-i Ali’yi mertebe-i uluhiyyete kadar is’ad edip diğerleri hakkında büyük bir adavet besliyorlardı. Havaric : Hazret-i Ali ile tarafdaranını tekfir edercesine –hakem mes’elesinden dolayı– Hazret-i Ali’ye izhar-ı adavet etmişlerdi. Mu’tedilin ise: Hiçbir tarafa muhabbet de göstermeyen ashab-ı akl ü erbab-ı i’tidal idiler. Bir tarafdan ahali-i İslamiyye böyle çirkin manzara irae etmekte iken diğer tarafdan hak olan Din-i İslam kemal-i sür’atle etrafa intişar etmekte Suriye Mısır ve Acemistan kıt’alarını şa’şa’a-i ziyasıyla tenvir eylemekte idi. Bu aralık fırka-i mu’tedileden bazıları usul-i akaid ile da ihmal etmezlerdi yani her iki tarik ile müddealarını isbat ederlerdi. Ve bunlar miyanında Hasan-ı Basri gibi ashab-ı hamiyyet cami’lerde ahaliye hakayık-ı İslamiyyeyi ta’lim ü tedris ile iştigal ederler ve her bir şübhelinin şübhesini hallederlerdi. Dersleri gayet serbest olduğundan herkes her mes’ele hakkında fikrini beyan eder ve onların miyanından ma’kūl olanları intihab olunurdu. Bazı mesail hakkında bir türlü mezhebler görülmeye başladı. En evvel badi-i ihtilaf olan mesail şunlardır: netli mi cehennemli mi? addolunanlar birtakım mezheblere ayrılmakta iken diğer tarafdan birtakım ulema daha doğrusu “duhala” asar-ı Yunaniyye’yi Arabi’ye tercüme edip selimini sakīminden tefrik etmeksizin felsefe-i Yunaniyye’yi maarif-i diniyye ile mezc etmekte idiler. Halbuki bunlardan bir kısmı –ki mevhumattır– usul-i İslamiyye ile kat’iyyen tevafuk etmiyordu. Maa haza a’van u ensarı vüzera’ ve vükelası tamamıyla Şiiyyü’lmezheb olan hulefa-i Abbasiyye sevk-ı cehaletle bu sınıfa muavenet etmekte idiler. Padişahların himayesi altında bunların işleri ilerilemekte ve gittikce mülhid ve zındık çoğalmakta idi. Selef mezhebine temessük edenler ise yalnız ilim ve iman kuvvetiyle onları reddetmekte idiler. Lakin bunlar redd ü ibtallerinde akıldan ziyade nakle ehemmiyet verdiklerinden ehl-i İslam mütekabil olarak iki tarika inkısam etti: Tarik-ı nakl Vehm Müevvilun Müevvilundan bir fırka İsmailiyye’dir ki onlar te’vilde pek ziyade ifrata giderek Kur’an ’da olan salat ve savm gibi her bir amel-i zahiriyi bir sırr-ı batıniye haml etmişlerdir. den din siyasete alet ittihaz edilmiş oldu. Bunun için bu ihtilaf-ı efkardan dolayı pek çok İslam kanı döküldü hem de fudalasından. Dördüncü asr-ı hicri bidayetlerinde idi ki müceddid-i şehir Ebü’l-Hasan el-Eş’ari hazretleri İslam’ın emrettiği tarzda akl ile nakl beynini cem’ ederek ashab-ı zavahir ti. Ukala-yı ümmet cümleten o zata peyrev olup fikrini takviye ve tervic ettiler. Ve onun re’yini ehlü’s-sünnet ve’lcemaat mezhebi diye tevsim ettiler. Bu mezheb hatta böylece ehl-i İslam beyninde kemal-i sür’atle intişara başlayınca evvelki ikisi tabiatıyla gevşemeye yüz tuttu iki asır kadar bir müddet zarfında o iki mezhebin saliklerinden pek az kimse kaldı. Lakin Eş’ari’nin halefleri kendisinden sonra garib bir nazariye ortaya sürerek müslümanları tekrar ihtilafa sevketmeye başladılar. Nazariye de şundan ibaret idi: Bir mes’elenin sıhhatine etmesi lazımdır. Bereket versin ki: Bu aralık Gazzali ve Razi gibi ekabir yetişerek bu ihtilafın önünü aldılar. Bunlar da pek doğru olan “bir delil veyahud bir çok edillenin butlanı müddeanın butlanını müstelzim olmayıp aynı müddeayı daha başka bir delil ile isbat etmek caiz olması” nazariyesini ortaya koyarak pek kuvvetli delillerle bu nazariyelerini isbat ettiler. Deliller o derece kuvvetli idi ki muhalifler de teslim-i da halledilmiş oldu. Bu iki asırlık bir zaman zarfında felsefe işi de gayet yolunda gitti. Hakīkī feylesoflar yetişerek felsefeyi akaid-i diniyye mak üzere ta’kīb ettiler. Müslümanların ancak terakkıyat-ı maddiyye ve fikriyyelerine hizmet etmeye sa’y ettiler. Sonraları –bidayetinde olduğu gibi– maarif-i diniyye ile mezc ederek ahaliyi iğva ve ıdlale kalkıştılar. Yukarıda isimleri geçen Gazzali ve Fahr-i Razi gibi hükema-i İslamiyye bu esnada yetişerek ilm-i kelamda mesalik ve mesail-i felsefiyyeyi tahkīk u tedkīk ederek muvafık-ı akl olanlarını kabul netayic-i vehm ü hayal olanlarını reddettiler. İşte felsefenin Binaenaleyh Beyzavi Adudü’l-Mille gibi müteahhırinin yazdıkları kütüb-i kelamiyyeyi mesail-i felsefiyye ile memzuc u mahlut görüyoruz. Bunlardan sonra –bundan dört asır mukaddem– iş cühelanın eline geçti bunlar ulema’ kıyafetine girerek onların mahallerini işgal ettiler. lara mahsus olan– tahkīk u tenkīd yolu terk olunarak tağlit u taklid mesleğine gidildi. Lübler bırakılarak kuşurla iştigale başlandı. Eskiden efkar ve mesalik tenkīd olunurken bu defa elfaz ve kavalib tenkīd olunmaya başladı. Belki tedris ve tederrüs denilen şey yalnız bir münakaşat-ı lafziyyeden ve hiçbir semeresi olmayan ihtilafattan ibaret kaldı. Bu cühela takımı –ki dört asırdan beri maatteessüf onları rüesa-yı din ittihaz etmiş– her ne söylerlerse din namına vetinden istifade ederlerdi. Ahali-i İslamiyye de hacesine lardı. Bu cühela’ o kadar ileri gittiler ki ortadan sahib-i hamiyyet bir mütefekkir çıkıp da hakaik-ı İslamiyyeyi ahaliye anlatmaya kıyam ederse bunlar hemen onu tekfir eder ve bu suretle onu ahali gözünden düşürüp sözünü te’sirsiz bırakırlardı. Ümem-i salifeye takliden ilim ile din beyninde –haşa– adavet bulunduğunu iddia ve i’lan etmeye kadar ictisar ettiler. Bu suretle ahaliyi tamamen cahil ve her şeyden bi-haber bırakarak kendi mevki’lerini tarsin ve menafi’-i hasiselerini te’min eylediler. Halbuki Din-i İslam onların tevehhüm ettiklerinden bambaşka ve Cenab-ı Hak da onların zann u tavsif ettiklerinin fevkınde idi. dolayıdır ki biz bu hal-i sefalete bu zillet ü esarete ve acz u meskenete bu fakr u cehalete bu zulm ü hakarete bu gadr u hıyanete hepsine bil-istihkak duçar olduk ve hala da böylece devam edip gidiyoruz. * * * Birkaç gün sonra Bamyan hakiminden –ki oraya ben ta’yin etmiştim– bir mektup aldım. Kabil’e giderek hesab vermesine dair emir aldığını yazıyordu. “Hükm-i emire itaat ediniz” demekten başka cevap bulamadım Bir çok zahmet ve meşakkat içinde Heybek’e vasıl olunca Katagan beyi mülakatıma geldi. Hediye olarak dört yüz deve ile bin re’s at getirdi. Oradan Taşkurgan’a geldim. Şir Ali Han’ın münasebetsizliğinden memleketi pek fena bir halde buldum. Şir Ali Han Buhara ve Kalab’a kaçan beylerini da’vet ederek Belh’i mevcud toplarla beraber kendilerine satmış paraları aldıktan sonra oradan çekilip gitmişti. O budalalar da paraları verince Şir Ali Han sizi bize sattı diyerek Belh’deki Afganlıların mal ü metaını yağma etme- ye kalkışmışlar Afganlılar bizim padişahımız Abdurrahman’dır Şir Ali Han’ın emaretini tanımayız demişlerse de dinletememişler nihayet müdafaa-i nefs ü mal için kan dökmeye mecbur olmuşlar. Benim vürudum üzerine beyler etrafa savuştular ve Nimlik Kal’ası’nı tahkim ederek benimle harb eylemek azmine düştüler. Birkaç gün sonra Taşkurgan’dan Mezar-ı Şerif’e oradan da Tahtapul’a gittim. Tophane ve nizamiye zabitanından bazıları gelip kumandanları Muhammed İsmail Han’ın bana pek de sadık olmadığını ve arzu ettiğim takdirde benim askerim miyanına gireceklerini haber verdiler. Amcamdan Ve ber-muceb-i va’d yazdım. Gelen cevapta “Nur-ı çeşm Muhammed İsmail Han’a muhalefete kalkışanlar müfsid ve kezzabdır” denilmişti. Bu mektubu zabitana gösterdim kumandanlarının maiyyetinde kalmalarını tavsiye ettim. Nimlik’de bana muhalefet için toplanmışlardı oraya gittim evvela müzakerat-ı dostanede bulundum ve Kur’an-ı Kerim ’e kasem ederek kan dökülmemesine çalıştım. Dinlemediler ve kal’alarının metanet ü istihkamına mağrur olarak cenge kalkıştılar. Çünkü kal’anın arşın tulunde ve arşın arzında bir hendeği vardı ki geçmek muhal görünüyordu. Ertesi günü güneş doğarken topları ta’biye ederek hücum emrini verdim. Öğleye üç saat kala kal’anın iki burcu hendeğe atıp bir köprü vücuda getirdikten sonra duvarlara tırmandı. İçerdekiler bağlı kamışları tutuşturup askerin başına ve yüzüne atıyor onlar da mızrak uçlarıyla mukabele ediyordu. Yedi yüz telefatı müteakıb kal’anın içine girildi. Fakat mahsurinden iki bin beş yüzü de kılıçtan geçirildi. Yalnız sergerdelerden biri kuru bir kuyu içine saklandığı cihetle ölümden kurtulmuştu. Bunu çağırtıp kendisinden vukū’ bulan sualatıma cevaben: – Belh beyleri sizin gelmekte olduğunuzu işidince dilaver ayırıp hayatta bulundukça Nimlik Kal’ası’nı muhafaza eyleyeceklerine dair yemin ettirdiler. Sonra bu dilaverane hil’atler giydirip tüfenkler kılıçlar verdiler. Neticesi de bildiğiniz gibi oldu dedi. İsmi “Karahan” olan bu zat tekrar: – Size Kur’an-ı Kerim gönderdiğim vakit niçin kabul etmediniz? Diye sordum. – Siz de bilirsiniz ki bu kal’a kimsenin zabtına geçmeyecek surette müstahkemdi cevabını verdi. Fil-vaki’ Karahan’ın sözü doğru idi. Hatta amcam bu kal’ayı on sekiz ay muhasara etmiş ve erzakının bitmesi üzerine avdete mecbur olarak mahsurin ile musalaha yapmıştı. Cenab-ı Hakk’ın fazl u keremi böyle metin ü müstahkem kal’anın altı saatte zabt u teshirine beni muvaffak etti ve ahalisinin zavallı Afganlılara eylediği eza ve cefanın salıverdim ve kal’anın suret-i zabtını Belh beylerine anlatması düm. Oranın ahalisi istikbale çıkıp beylerinin harekat-ı vakıasından özür dilediler. Özürlerini kabul ettim. Çünkü asıl müsebbib Şir Ali Han idi ki vilayeti nakid mukabilinde satmıştı. Bana muti’ olan Mir Hakim Han’dan maada beyler Meymene taraflarına kaçtılar. Serpul Hakimi Muhammed Han birtakım hediyeler gönderdi. Fakat Buhara’da ikamet faslında ahvalini yazdığım bu şahsın hedayasını red ile yerine başka bir hakim yolladım. Muhammed Han da Meymene tarafına firar etti. Şirgan’a gelince Hakim-i sabık Hakim Han’ı yine oranın hükumetine ta’yin eyledim. Müşarun-ileyh hakkındaki muamelemden memnun olarak kızını bana vermek teklifinde bulundu. Evvela reddettimse de muahharan kabul ve nikah eyledim. Bu esnada Muhammed İsmail Han’ın adamlarından müşarun-ileyhin hain-i devlet olduğuna ve benim kendisinden çekinmem lazım geldiğine dair ma’lumat aldım. Zabitanın bir mahzar yapıp müttefikan mühürledikten sonra amcama göndermelerini tavsiye ettim. Kendim de bu hususda bir ariza yazıp gönderdim. Fakat amcam hiç birine ehemmiyet vermedi. Hatta hepimize söğdü saydı derhal Meymene’ye gitmem hakkında bana da emir verdi. * * * Her talibinin mensub bulunduğu mezhebin fıkhını fıkhın üslubunu tanıyacak muhtac bulunduğu hususatta kitablarına müracaat kendine kolay gelecek derece ve mikdarda tahsil etmiş olması meşruttur. Sınıf-ı mürşidin: Sınıf-ı mürşidinde bütün mezahibin fıkhından suret-i mucezede birer parça okutulur ancak ibadat ile ahkam-ı şahsiyye –ki iman nüzur zebaih eşribe udhiye ondandır– bazı mertebe tafsil olunur. Ta ki mürşidin bu mezahibin galib bulunduğu bir cihette vazife-i irşadı deruhde ettikleri ve o mezhebde tevsi’-i müktesebat etmek ihtiyacını hissettikleri zaman –duçar-ı işkal olmamak üzere– mezahib-i mezkureden her hangi birinde bast u tevsi’-i ma’lumat kolay gelsin. Bu tarz-ı teallümün fevaidinden biri de her talibin; bu mezheblerin mütekarib olduğunu görüp bir mezhebde diğerine karşı mutaassıb bulunmaması mezahibin hiçbir müslimin cahil kalamayacağı mesail-i kat’iyyede müttefik olup bunlardan maada vukū’ bulan ictihad ve ihtilaflarının ehl-i İslam arasında tefrika-i diniyyeye sebeb olması layık olmadığını ve belki –selef-i salihin radıyallahu anhümün bulunduğu tarik üzere– bu gibi bazı mesail-i fer’iyyede aralarında meleri lazım geleceğini anlamasıdır. Fıkıhda şevaz ve faraziyattan sarf-ı nazarla amelde ihtiyac hissolunan mesailin beyanıyla iktifa olunur. Bunun için Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye ’nin üslubu üzere mesailin mufassalan ve ma’duden madde be-madde mezkur bulunduğu resail vaz’ u tedris olunur. Bu risalenin ibaresi gayet suhuletli ve insicam üzere bulunmalıdır. Çünkü ta’lim-i avamda süluk olunacak tarik budur. Feraizden de bir risale okutulur ve talebeye amel-i münasahatta temerrün mümarese kesb ettirilir. Müslim bu ilim sayesinde dininde basiret üzere bulunur onunla amil olmaya nefsinde meyl ve inbias-ı şedid hisseder dinin hakī[ka]tine istidlalde temessük ettiği hüccetleri kesb bil-gayb eder. Mu’terizinin müntesib bulunduğu şeriata karşı irad ettiği şübühatın def’ine aid hüccetleri de kesb-i takviyyet eder. Yine bu ilmin feyziyledir ki şeriat-i İslamiyyenin beşeriyetin te’min-i saadet ü felahına her zaman ve mekanda salih bir şeriat-i münife-i hanifiyye olduğunu ehl-i sezacet sadegi-i maişet ehli ve bedavete muvafık gelen ve onları medeniyetin en yüksek tabakat ve envaına maddi reziletlerden ve insaniyet için şübhe-aver afetlerden salim kalmayacağını anlar. İşte bu faidelerin beyanı içindir ki bu ilim tedvin olunur ve yine bunun içindir ki okunur. Sınıf-ı mürşidin: Hükem ve esrar-ı şeriat hakkında füru’-ı fıkıh kitablarının tarikati üzere bir kitap vaz’ olunur. Bunun her babında kitap ve sünnetteki sabit olan ahkamın hikmetleri tafsilen zikrolunur ulemanın işbu ahkamdan istinbat veya kıyas ettiklerinin hikmetleri de öğretilir. Bu kitap sınıf-ı mürşidinde okunur. Sınıf-ı duat: Diğer bir kitap daha vaz’ olunur bunda da makasıd ve hikem-i şer’; “kavaid” haline konulur füru’ da ala sebili’ttemsil zikrolunur. Bu kitap da “sınıf-ı duat”da okunur. Birkaç misal: Dinde yüsr ve ref’-i harec kaidesi “muharrem li-zatihi” ve “muharrem li-seddi’z-zeria” kaidesi ez-zaruratü tübihu’lmahzurat kaidesi. Fer’leri kesir ve ma’rufdur. Bu iki kitabın te’lifinde İhyaü’l-Ulum Gazzali’nin İ’lamü’l-Muvakkıin ve Zadü’l-Me’ad İbnü’l-Kayyım’ın Muvafakat Şatibi’nin Furuk Karafi’nin Hüccetullahi’l-Baliğa Dihlevi’nin ve Mecelletü’l-Menar gibi bu hikmetlerin mez kur olduğu musannefattan istiane olunur. Sınıf-ı mürşidin: Sınıf-ı mürşidinde usule dair bazı muhtasar risaleler tarikat-i cumhur üzere –ve Şatibi’nin Kitabü’l-Muvafakat ’ından mesail-i mühimmeye dair dersler okutulur misaller teksir ü tenvi’ olunur. Sınıf-ı duat: Sınıf-ı duatta Muhtasar-ı Muvafakat ile tarikat-ı cumhur üzere diğer bir kitap okunur ki bunun dersleri Menhul Gazzali’nin Müsvedde Al-i Teymiye’nin İrşadü’l-Fühul Şevkani’nin gibi mebsut ve vazıhu’l-ibare kitablar okunur bunda da misaller teksir olunur. “Sınıf-ı mürşidin”de tedrise layık muhtasarattan bazıları: Kitabü’l-Ahlak ve’s-Siyer İbni Hazm’ın Zeria Ragıb-ı Isfahani’nin Muhtasaru’l-İhya . Muvafık bir ihtisarı bulunduğu halde bulunamazsa arza göre ihtisar olunur. Zemm-i dünya fakr u zühd bahislerinde zamanımızla kurun-ı ulayı müslimin arasında sia-i servet olan ihtiyac nokta-i nazarından olan fark bugün hayat-ı ümmet buna yani sia-i servete mütevakkıf olduğu halde ezmine-i sabıkada hal böyle olmadığı ve zühd-i sahih ile kanaat-i hakīkiyyenin tahsil-i servet ve ma’muriyet-i dünyeviyyeye münafi bulunmadığı çünkü bunların sıfat-ı kalbiyyeden olup faideleri ise let için daha nafi’ bir amel melhuz olduğu halde feragat eylemek layık olabileceğini de ilave eylemek lazımdır. Bu sınıf için ahlak-ı terbiye-i ilmiyye ve ameliyye bu asrın kitap vaz’ olunur. Bunda hükema-yı asrın usul-i ictimaiyyenin muktezeyatına göre kavaid-i mütekaddimine ilavesi lazım gelen fevaid ü hakaikı iktibas etmek lazımdır. Terbiye ve ta’lime dair olan kitabda Gazzali’nin Kitab-ı İhya ’sında beyanat ve mütalaatı ile Ebi Bekr bin el-Arabi ve Şeyh Zekeriyya el-Ensari gibi diğer efazıldan intihab olunacak mebahis telhis olunur; bundan başka ulema-yı garbın bu babda nazar ve ihtiyar tarikiyle elde ettiği usul ve kavaidden hir olur ve ehl-i İslam için bu asırda ta’kīb olunması layık olan “tarikat meseli” anlaşılır. Sıratımüstakīm ’in evvelki haftaki nüshasında Mehmed Fahreddin Bey’in feveran-ı hamiyyetle yazdığı makaleyi bir hayli rüfeka başbaşa verip ağlayarak okuduk. Evet pek doğru. Bundan dört sene mukaddem senede ancak birkaç maaş o da kopartmak! Kabilinden ancak kurtarabilirdik. Bugün ise hatta yeni ay girmezden evvel maaşımız elimizde. Mazi ile hal arasındaki şu koskoca fark meydanda değil mi? Bu ni’met değil de nedir? Bu ni’metin tevalisini elbet hepimiz temenni ederiz. Bu ni’metin devamı tevalisi ise şübhesiz ki vatanı selamette emniyette görmekle düşman tecavüzünden masun bulundurmakla olur. Bu emniyeti selameti te’min edecek ise ordudur donanmadır. Vatanın selamet-i tayeranını te’min edecek bu iki kanad ne vakit ki aynı kuvveti haiz ise ancak o vakit selametteyiz. Ve Ben zannetmem ki mülkümüzde bunu bilmeyen kalmış olsun. Tekmil vatandaşlarıma sual ediyorum. Allah rızası ma ekmek lezzetini alıyor muyuz? Yürüdüğümüz yerlerde adımlarımızı müsterih atabiliyor muyuz. Bugün başımızı soktuğumuz kulübemizde acaba yarın ırz u namusumuzun çoluk çocuğumuzun hain bir düşmanın ayaklarıyla çiğnenmeyeceğinden emin miyiz? Kabil-i inkar mıdır ki sürdüğümüz hayat daimi bir halecan-ı tam dahilinde güzeran etmektedir. Acaba kalbimizin yarası sızlamadık bir anımız var mı? İzzet-i nefsimizin rencide edilmediği bir günümüz geçiyor mu? Bir de İstanbul’umuzun muhitinden çıkınız. Anadolu Rumeli her nereye giderseniz gidiniz. Mehmed Dayı kuru ekmek tedariki peşinde hem çifti sürer hem kulağı kiriştedir. Acaba hangi düşman için çağırılacağız?! Bunlar hep böyle değil midir? Acaba inkara mecal var mıdır? Nedir bu hal? Nedir bu mezellete tahammül? Artık biz de insanlar gibi yaşamayalım mı? Attığımız adımları miskinane değil fakat pür-vakar atmayalım mı? Müdhiş bir donanmaya malikiyetle göğsümüz kabarmış olduğu halde akşam kulübemize geldiğimiz zaman çoluk çocuğumuzu soframıza toplayıp iki lokma ekmeği kemal-i lezzetle yemeyelim mi? Fakat hayır artık mezelletle yaşamayacağız artık pek iyi anladık ki Avrupa bi-gayrı hakkın kurşuna diziyor demek bugün fırsat ellerine geçse biz de aynı akibete uğrayacağız. Muhterem Fahreddin Bey me’yus olmayınız ben bilumum vatandaşlarım namına bil-vekale tebşir ederim ki bu son tecrübeler bize ders-i kafi oldu. Vereceğiz donanmamızı ihya edeceğiz. Artık mezelletle yaşamayacağız. Ölmeyeceğiz de. Acz içinde ölüm İslamlık şanından değildir. Artık gözümüzü dört açmak için şu İtalya harbinden de büyük ma’nidar acı tecrübe bekliyorsak… Fevt edecek vaktimiz yoktur. Tereddüd edecek halde de değiliz. Adam yavaş yavaş hepsi olur dersek aldanırız. Hem çok aldanırız. Bahr-i Sefid’de sulh olduk farz edelim. Acaba beş altı sene sonra başımıza Moskof’un çullanmayacağını bize kim te’min edecek? Bunu bilmeli ve iman getirmeli ki Ruslar intibahımızdan gereği gibi kuşkulanmışlardır. Onlar bundan sonra durmaz kuvvetlenmeye bakar. Nitekim başladı. Karadeniz’de Rus drednotları vaz’-ı destgah edildi. Gözümüzü dört değil on dört defa açmalıdır. Donanmamızın Rumeli’den gelen telgraflar ah… İstanbul’umuzun o ma’hud gürültüleri arasında söner gibi oldu. Guya bu telgraflar birkaç kişinin tertib-kerdesi imiş. Haşa inanmayınız. Bugün bütün millet donanma diye çırpınmaktadır. Üç beş kişinin gürültüsü tekmil milletin muhassala-i vicdanı olamaz. Nitekim kurban mes’elesinde de böyle olmuştu. O vakit bir kazada herkes muvafık buldu. Hepimiz kurban bedelini teslim edecek bir mahal iraesi için dört gözle emir bekliyorduk. Sadhezar teessüf ki yine bir iki kişinin gürültüsüyle akīm kaldı. Şuna kat’iyyen emin olmalı ki böyle boş gürültüye pabuc bırakacak kadar sebatsızlık edersek hiç bir iş yapmak kabil olmaz. O muarız bulunan vatandaşlarımız kim ise sual ederim. Endülüs’de bugün bir tek olsun kurban kesiliyor mu? Cevap vermeli cevap. Ben hükumetten rica ediyorum. Siz de sükut etmeyiniz. Mütefekkirinimiz şuaramız üdebamız her an bıkmayıp söylemelidirler. O Anadolu’dan Rumeli’den gelen telgrafların medlulü hakkında bir karar verilmelidir. Muhterem askerlerimiz zaten şimdiye kadar hangi fedakarlıktan çekindiler. Bunu inkar etmek alçaklıktır. Me’murinimiz de böyledir. Bugün hepimiz maaşımızdan yüzde beşini muntazaman terk etmeli bu bela istisna olursa sevine sevine kabul edilir. İşte biz de ancak o zaman haysiyet-i milliyyemizle mütenasib bir donanmaya nail oluruz. Gerçi gayr-ı mümkin. Artık bu sabit oldu. Onun için o usulü artık terk etmeli. Benim altı yüz kuruş kadar bir maaşım var. Efrad-ı ailem beştir. Ben kendi bütçemde bazı ta’dilat icrasıyla yüzde beşten mahiyye yirmi beş kuruş verirsem aç kalmam. Bu mes’eleyi bir an evvel bir neticeye rabt etmelidir. Yeni meb’uslarımız gelince birinci vazifeleri bu işi fi’le rabt etmek olmalıdır. Su uyur düşman uyumaz. Fevt edecek bir saniyemiz bile yoktur. Bir donanma tedariki akşam pazarı bir okka elma almaya benzemez bugün elimizde on milyon liramız olsa yine beş seneye mütevakkıfdır. Bunları bilmek Sıratımüstakīm ’de olsun bilumum gazetelerde olsun makaleler eksik olmamalıdır. Şark Mes’elesi’nin en mühim saha ve safhasını Osmanlıların Avrupa kıt’asındaki alaka ve irtibatları teşkil eylemiş olduğuna bir asırdan beri değil de hemen asırlardan beri cereyan edegelen hadiseler en beliğ lisan ve en kat’i beyan hedesine cevelangah olan bu yerlerin Osmanlılar elinde yanlık bir Avrupalılık ruhu var ki onun asır-dide ve sükun na-pezir tezahürleri Şark Mes’elesi’nin ya amil ve saikı ya vesile ve aleti olmuştur. Ta Kosova Niğbolu Varna muharebeleri zamanında başgösteren bu taassubkar ruh zamanın müruru ile mahiyetini değil sadece şekil ve kıyafetini değiştirmiş türlü türlü kalıblara girmiş muhtelif mecralardan akmıştır. Fakat dikkat edilince fark olunmuştur ki o daima aynı hüviyetle yine taassub ve adavetten ibaret kalmış Türkçesi Salib’in Hilal’e karşı ceng ü cidali renk ve şekli etrafında dönüp dolaşıp durmuştur. Cenab-ı şari’ aleyhi’s-selam bu mübarezegah-ı fenada tesadüf edilecek kaffe-i müşkilat ve mu’dalatı bize karşı mağlub bırakacak bi-hesab hikmetler çareler tedbirler ihsan buyurmuştur. İşte efkara fütur u teşevvüş araya şaibe-i şikakı dahiyesine ma’ruz kalmak gibi bir tehlike baş gösterirse Fahr-i Risalet bizi böyle müdhiş bir musibetten “aleyküm bi-sevadi’l-a’zam” hikmet-i kudsiyyesiyle tahlis buyurdular; Resulün tebliğini kabul emrini infaz etmek esas-ı İslamiyyet olduğu için her mü’min bu emr-i azim ve mübarekin medlul-i mufahhamıyla amel etmeye mecburdur. Yani ey mü’minler! Harim-i İslamiyet’e şeytan-ı iftirak dahil olarak sizi habl-i metinden uzaklaştırmaya çalıştığını gördünüz mü ekseriyeti seye tabi’ olmaya mecbur değilim diyerek tahkimine mecbur olduğu kütle-i Muhammediyyeyi vücudunu re’yini oradan ayırmak suretiyle ızrar etmek vebal-i azimdir. Allah’ın emr-i şerifine muhalifdir. Esas-ı dine mugayirdir bu hikmet-i celile ile amil olmayan milletler hükumetler mahvolmuştur. İşte Fas’da ki on milyonluk bir kütle-i İslamiyye parçalandığı yekdiğeriyle barışarak musibet-i hariciyyeye müttehiden olsun ağlamayı beceremiyorlar Avrupalılar onları taksim ederken onlar bir takım muhalif ve muhtelif ictihadlarla birbirlerini boğuyorlar. Bir muharebede herkes kendi kendine hareket ederek yekdiğeriyle bünyan-ı mersus halinde bulunmazsa orada muvaffakiyet ve galibiyet mutasavver midir? Hüsn-i niyyet istihkar-ı menfaat kemal-i iman olan bir vücudda asa-yı beyza-yı İslam’ın inşikakına badi olacak bir fikr-i anud ve müstekreh bulunamaz. On milyon Fas müslümanını tasavvur edelim ki adem-i avuç mü’mini düşünelim ki ittihad yüzünden ne derece nusret-i İlahiyyeye mazhar oluyorlar. Seyyid Ahmed eş-Şerif es-Senusi hazretleri tarafından miyyeye hitaben neşrolunduğu ’ıncı nüshada haber verdiğimiz cihad beyannamesi suretidir: ! – – TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Şubat Yedinci Cild - Aded: Gemi enginde iken bende de engindi hayal; Kevser içmiş sofunun haline benzer bir hal! Ömrü haybetle cehennemde geçen hane-harab Verseler cenneti şaşkın gibi çekmez ya azab; Ben de ruhumdaki zulmetleri artık koğdum; En büyük hasmım olan ye’si nihayet boğdum. Bahr-i Umman’da henüz çalkanıyormuş tekne... Attı hülya beni ta Marmara sahillerine! Görüyordum iki üç bin mil açıktan bakarak Şu sizin kapkara İstanbul’u kardan daha ak. Parlıyor alnı uzaktan ayın on dördü gibi; Gülüyor: İşvesinin cazibeler müncezibi. Ne gezer şehre “mezarlık” dediren eski subat! Derelerden tepelerden akıyor nur-i hayat. Sayısız mektep açılmış: Kadın erkek okuyor; Gece gündüz basıyor millete nafi’ asar; Adeta matba’alar bir uyumaz hizmetkar. Mülkü baştan başa i’mar edecek şirketler; Halkın irşadına hadim yeni cem’iyyetler Durmayıp iş buluyor gösteriyor uğraşıyor; Gemiler sahile boydan boya servet taşıyor... Hasır üstünde bu rü’yaları görmekte iken Müslüman düşmanı bir Rus tanırım çoktandır... Nerde görsem kaçarım; çiftelidir çünkü katır! Hele Osmanlıların namı anıldıkça biter; Ne eyer kabil olur sırtına vurmak ne semer! Rusya’dayken beni gördükçe gelir derdi: “İmam Oku sen yoksa işin... Öldü sizin hasta adam! Çıkmıyor varis-i meşru’u da bizden başka...” Beni kaç kerreler ağlattı bu hınzırca şaka! Yine lahavle deyip geçmede kaldım muztar; Çünkü altüst olacak bunca tasavvurlar var... Nüksedip karşıma çıkmaz mı o illet Moskof! Gözlerim çoktan açık olmasa derdim: Kabus... Ayak üstünde dikilmiş gözümün ta içine Bakıyor hem de o şimşek gibi gözlerle yine! – Çelebim gel bakalım gel... Dikilip durma çay iç... Hasta canlandı ne dersin? Bunu ummazdın a hiç... Kahraman milleti gördün ya: Biraz silkindi Leş yiyen kargaların sesleri birden dindi! Eski sevdaları kabilse unutsun Ruslar... – Ne dedin? Anlamadım! Hey gidi hülyacı Tatar! Kahraman milleti gördün... dediğin Türkler mi? Sana söylersem eğer şimdi düşündüklerimi Ebediyyen bu hayalata veda eylersin. – Ya senin votkacılardan mı hayır beklersin? – Hasta canlandı o iş bitti diyorsun; heyhat! Olamaz böyle sefil ümmet için hakk-ı hayat. Duyulan nağme-i hürriyyet onun son nefesi! Yaşamaz yoksa emin ol ki bu barbar çetesi Medeni Avrupa’nın damen-i irfanında; Asya’nın belki o kumluk Arabistan’ında Laşe halindeki bir devlete vardır medfen... Anlıyordum ki: Herif çatlayacak ye’sinden. Diye nerdeyse bulup hasmımın artık yarası Başladım deşmeye. Lakin bu cedel başlayalı Dinliyormuş bizi şahin gibi bir Afganlı. Vakıa Rusça tekellüm ediyorduk amma Görüyormuş: Herifin çehresi gayetle fena... Çay semaverlerinin hepsini birden yıkarak Rusu gırtlaklayıvermez mi? Aman etme bırak! Demeden şaşkını yağmur gibi ıslattı hacı! Ne tuhaftır ki: Zuhur etmedi bir da’vacı. Etse zaten ne çıkar? Hak zıpırındır yalınız; Dövülen mahkemelerden kovulur çünkü cılız! * * * Hazret-i Ali kerremallahu vecheh Nebiyy-i Ekrem efendimiz hazretlerinden “ Cenab-ı Hak var idi onunla beraber bir şey yok idi” hadis-i şerifini istima’ eylediklerinde “ hala da öyledir” buyurmuşlar. Sufiye-i kiram Cenab-ı Haydar’ın istima’-ı hadisi müteakıb mütemmimi gibi olmuştur diyorlar ve zevat-ı mümkinattan nefy-i vücudu mutazammın olan fikirlerini Cenab-ı İmam’ın bu sözüyle te’yid ediyorlar. Zevat-ı mümkinattan ne suretle vücud müntekī olur? diye vücud-ı izafileri kendilerine nisbeten ma’dum Cenab-ı Hakk’a nisbeten mevcuddur cevabını veriyorlar. Acaba bu cevap saili iskat edebilir mi? Burası sailin derece-i idrakine tarz-ı telakkīsine kalmış bir şeydir. Sufiye-i kiram bu hakīkate bi-tarikı’l-mükaşefe vakıf olduklarını söylüyorlar. Mes’eleyi onların anladığı gibi anlayabilmek için onlar gibi olmak lazım gelir ki kolay bir şey değildir. Hal böyle olmakla beraber onların bu sözden maksadları ne olduğunu bir dereceye kadar fikr ü nazar tarikıyla da anlamak mümkün olabilir. Fil-hakīka insan mümkinatın tahakkuk-ı zatilerini düşünecek olursa onlardan hiç birinin kıyam u taayyünü kendi zatına nazaran olmayıp behemehal bir idrake karşı olduğunu teslimde muztar kalıyor. Mesela şu lamba şu iskemle şu soba şu hokka şu kalem eğer kıyamı zatileriyle mütehakkık a’yan-ı müstakılleden iseler onların bu tahakkukları zatlarına nazaran değil belki tahakkuklarını müdrik olan bir kuvvete yani nefs-i natıkaya karşı olmak iktiza ediyor. Eğer onların tahakkuk-ı haricilerini idrak edecek nüfus-ı müdrike olmasa tahakkuk ve kıyam-ı zatileri mümkün olamaz. Demek ki onlara şekl-i taayyün veren tahakkuk-ı zatileri onların mahiyetinden haric bir hakīkat yani idraktır. Fi’l-hakīka burada şöyle bir i’tiraz varid olabilir: Madem ki eşya-yı ha[ri]ciyyenin tahakkuk-ı haricileri onları idrak eden bir kuvvete karşıdır diyorsun şu halde onların kıyam-ı şeklinde Buhari zatileri varlık denebilecek bir hakīkatleri olmamış olsa nefs-i natıka onları ne suretle idrak eder ve onlara bir şekl-i ta’yin verebilir idi? Mutlaka nefs-i natıkadan haric olan havas üzerine icra-yı te’sir eden bir madde olmalı ki nefs-i natıka ondan müteessir olsun da eşya-yı hariciyi idrak etsin o eşyaya bir şekl-i taayyün versin. Bahsin bu noktadan tedkīkine girişilecek olursa fikriyyun mezhebine aid mebahis-i muhtelifeyi buraya nakletmek lazım gelir. Çünkü eşyanın evsaf ve a’razından hangilerinin zevat-ı eşya ile hangilerinin nüfus-ı müdrike ile kaim olduklarını birtakım delaile istinaden isbat bundan sonra da eşya-yı hariciyyeden büsbütün nefy-i vücud eden o meslektir. Hatta frenk münekkıdler “panteizm”i daima iki münteha-yı muhtelifden birinde yani ya maddiyyun yahud fikriyyun mesleklerinde karar vermekle itham ediyorlar. Fakat sufiyyenin eşya kendi zatına nazaran ma’dum zatullaha nazaran mevcuddur demeleri onları asla böyle bir kattir. Fakat iş onu kolayca anlamakta! Hatta şu sözlerinden anlaşılıyor ki onlar eşya-yı hariciyyeden büsbütün nefy-i vücud da etmiyorlar çünkü enfüsü tasdik edip afakı inkar etmek hiçbir zaman onların i’tikadıyla kabil-i te’lif değildir. Onların eşyadan nefy etmek istedikleri vücud tahakkuk-ı zatilerini Hak’dan müstağni kılacak vücuddur. Biz bu vücudu eşyanın a’yanında görürüz ve onun eşyadan infikaki gayr-ı mümkin olduğuna hükmederiz. Halbuki mutasavvıfa bizim eşyaya nazaran hasıl edebildiğimiz fikr-i vücudun esasını zevat-ı eşyadan nez’ ile asıl sahibine atfediyorlar. Mes’ele gayet dakīk olduğundan çokca düşünmek ister. Mes’elenin bizim nokta-i nazarımızdan muhakemesine gelince biz münteha-yı matlaba ancak yukarıda söylediğimiz yoldan yani eşya-yı hariciyyenin tahakkuk-ı zatileri için onları müdrik olan bir kuvvetin sübutu tarikından gidebiliriz fakat bu o kuvvetin muktebesün-minhi olan ve hadis-i şerifiyle beyan buyurulan hakīkattir. Belki bu söz için de fikriyyun mesleği nazariyyatından bir nazariyedir diyenler olur. Bir mes’elenin her hangi bir nokta-i nazara göre izahı ona aid mukaddemat ve netayicinden bazılarını bazı mesalike mahsus nazariyelere temas ettirebilir. Ancak bizim maksadımız zevat-ı eşyadan intifa-yı vücudun bi-tarikı’n-nazar anlaşılması bir dereceye kadar mümkün olduğunu tefhimden ibaret bulunduğundan tenvir-i mebhas için fikriyyun mesleğine aid nazariyelerin serdinde bir mahzur görmeyiz. Zira madem ki zevat-ı mümkinatın kendilerine nazaran vücudları muhtac-ı bahs ü nazar oluyor; madem ki eşyanın a’raz ve evsafından bazılarının şeklinde yazılmıştır. zevat-ı eşya ile kaim olmayıp teayyünlerine mir’at olan hakīkatle yani müdrik-i hissi ve akliyle kaim oldukları lede’ttahlil sübut buluyor şu halde bu nazariyatın bahse tealluku var demektir. Binaenaleyh biz de fikrimizi şu “idrak” nazariyesiyle anlatabileceğimizden bahsi o noktadan yürüterek avalim-i gayr-ı mütenahiyyenin sübutu için gayr-ı mütenahi bir ayet-i kerimesiyle kendi zatını tavsif buyuran Vacib teala ve tekaddes hazretlerinin hakīkat-i İlahiyyesi olduğunu teslimde tereddüd etmeyiz. Zira madem ki kainatın bir vücud-ı müdrike karşı tahakkuku aklen zaruri oluyor kainatı bizim bildiğimiz bilmediğimiz cevahir ve a’razıyla muhit ve müdrik olan ancak onun zat-ı uluhiyyetidir. Şu halde kainatın cevher-i ferdinde cüz’-i layetecezzasında maddesinde kuvvetinde enerjisindeki tahakkuk ve teayyün onun ihata ve idrakine karşı olmak lazım gelir. Bunların biri zatıyla kaim ve Hak’dan müstağni değildir. Ma’kūl olsun mahsus olsun tahakkuk eden bir mevcuda fikr-i vücudu izafe eden Allah’dır. Fakat maddiyyun mesleğine süluk edilecek olursa bu mülahazatın birine lüzum kalmaz. O zaman mes’ele gayet kolaylaşır. Zira bir çok kimseler görülüyor ki vücud maddeden ibarettir diyerek kendilerinin maddiyyundan olduklarını söylüyorlar. Bu adamlara “madde” dediğiniz şey nedir? Tahakkuk-ı haricisi ne suretledir? Diye sual edilecek olursa hiç biri sadra şifa verecek bir cevab ile saili iskat edemiyor. Maddenin mahiyeti hakkında onlar tarafından serdedilen mülahazat ya bir şeyi kendi nefsiyle ta’rifinden ibaret kalıyor yahud birtakım safsata-perdazane yavelere yol açıyor ki lede’l-muhakeme bu yavelerin kaffesinin butlanı tahakkuk ediyor. Anlaşılan ekseriyet bu mesleğin ünvanındaki besatate aldanıyor. Mesela vehle-i ulada gayet basit gibi görünen birtakım hakayık vardır ki tedkīk edilecek olursa onların zatında tahayyül olunan besatatin gayet aldatıcı bir şey olduğu görülür. Bu besatate karşı insanın hal ve mevkii aynadaki aks-i mevhuma aldanıp elini uzatınca hemen onları elde edeceği fikrine zahib olan sabiyy-i gayr-ı mümeyyizin hal ve mevkii gibidir. Çocuk ayinedeki aks-i mevhumu elde etmek için elini uzadır. Fakat eline bir şey geçiremez teşebbüsünü tekrar ede ede usanır yorulur nihayet sıfru’l-yed olarak aynanın karşısından çekilmeye mecbur olur. Evet! Maddiyyun mesleği bu mesleğin esası kabza-i tasarrufumuza alıp istediğimiz şekle koyabildiğimiz madde demek olacak. Bundan daha vazıh daha sahih bir meslek olabilir mi? Mavera-yı tabiattaki birtakım hakayık-ı mevhume ile uğraşmaya onları anlayacağım diye it’ab-ı zihn etmeye ne hacet? Madde gibi ratımız delil-i rahımız oldukca belde-i hakīkatin kapısı her zaman bizim için açıktır. Şu halde asla tereddüde mahal yoktur. Hemen onun delaletine ıktida ile yolumuza devam etmeliyiz. İşte maddiyyun mesleğine salik olanların zihinlerini ziyaret eden muğfil fikirler bu ve bu gibi şeylerdir. Halbuki onların mebde’-i tefekküratı olan “madde” taharri-i hakīkat vadisine doğru attıkları ilk hatvede önlerine çıkan ayaklarına dolaşan engellerin en kuvvetlisi en dehşetlisidir. Guya madde bizi ma-fevka’t-tabiiyyat sahasından uzaklaştıracak savb-ı hakīkate daha kesdirme daha kolay bir yoldan götürecek öyle değil mi? Çok aldanıyoruz. Çünkü delilimiz o sahanın mahsulü olan hakayık-ı muğlakanın en muğlaklarından biridir. Hatta vadi-i hakīkate gitmek üzere yola çıkıldığı sırada tevakkuf edilecek yol tedariki görülecek Maddiyyun maddenin yani bir asl-ı kadimin vücuduna kaildirler. Onların fikrince bu asl-ı kadim bizdeki havassin mecmuu yahud bazısı ile mahsus olan evsaf ve a’raz-ı muhtelifeyi kabul eden bir cevherdir. Cevher bu vahid ise ondan tabiatleri muhtelif diğer birtakım cevahirin suduru gayr-ı mümkin cevher vahid değil de cevahir-i adide ise o cevahirin ecsam-ı basitanın kendileri olması zaruridir. Binaberin maddiyyun yalnız bir madde değil müteaddid maddeler kabul ediyorlar demektir. Bu müteaddid maddeleri yani anasırı kabul ettikten sonra hiçbir gayet ta’kīb etmeksizin sevk-i tesadüfle beynlerinde vukūa gelen imtizacattan sunuf-ı mevalidin tekevvününe kail oluyorlar. Yani üzerlerinden adem ve hilkat geçmeyen bu cevahir-i basita tabiat tarafından daha doğrusu kendiliklerinden na-mütenahi bir zarfın bu’d-ı mücerredin içine la-ale’t-ta’yin dökülmüşler ve kendilerinin lazım-ı gayr-ı müfarıkı olan hareketleriyle muttasıl hareket etmişler hareket ettikleri sırada beynlerinde tabii kimyevi birtakım imtizacat vukūa gelmiş bu imtizacat neticesinde ecsam-ı muhtelife hasıl olmuş. Bunun küremize aid kısmını ele alalım. Mesela arzın teberrüdünden sonra cemaddan başka bir şey olmaması lazım gelen cisimlerin imtizacından nebatatın en aşağı tabakası hasıl olmuş; o da nev’ine mahsus olan merahil-i tekamülü kat’ ile min ciheti’ttekamül en bala mertebede karar vermiş; bu mertebe-i bala onun fevkındeki diğer bir mevlidin yani mevlid-i hayvaninin en aşağı derekesini vücuda getirmiş. Mevlid-i hayvani de tekamülünde devam ede ede kendisine has olan tekemmülün gayetinde yani insanda karar vermiş. Sunuf-ı mevalidin akıllara hayret veren terkiblerindeki dekayık-ı san’atın hiç biri bir kuvve-i müdrike-i müdebbirenin eser-i tertibi olmayıp sırf maddenin tesadüfü netayici silsile-i mevcudat beynindeki telazümden ilel-i gaiyyenin vücuduna kail olmak da sırf insanın kendi kuruntusu imiş! Yoksa madde hareket anasır birbiriyle imtizac ettiği esnada rak bu suretle zuhuru bizde ilel-i gaiyye fikrini bu fikir de alemde bir intizam ile o intizamın halikı olan bir kuvve-i müdrike-i müdebbire i’tikadını tevlid etmiş. Mevcudat beynindeki telazüm sırf sevk-i tesadüfle olmuş. Bu tekamül böylece devam edecek manzume-i kainatta mechul bir gayete doğru çekilip gidecek imiş! Bokras’ın eş’arının mevzuunu teşkil eden Buhner’in Kuvvet ve Madde ünvanlı eseriyle müstaid olduğu şekl-i tekemmülü alan meslek-i maddiyyunun heyulası ruhu bundan ibarettir. Cevabınızı dikkatle okudum. Evvela reviş-i ifadenizden anlaşılan teveccühata karşı azim teşekkürler ederim. Maksadımız izhar-ı hakīkattir binaenaleyh sözlerimiz o suretle telakkī olunmak lazımdır. Tenkīd-i Muhıkk dolayısıyla yazmış olduğum açık mektubun binaenaleyh Tenkīd-i Muhıkk ’ın ifade-i meram ve son sözlerim diye olan muahharasını tekrar gözden geçirmekliğimi tavsiye ediyorsunuz. Bendeniz o mektubu; alimane olarak yazmış olduğunuz risaleyi dikkatle okuduktan sonra yazdığım cihetle eser-i zuhul vaki’ olarak yazmadım. Risalenizde ihkak-ı hak hususunda cevaplar ile iktifa ederek ibtal-i batıla gidilmediğini dini haksızlıklar tenkid ve red; fenni hatalar müsamahaten terk ve verilen cevapların lisan-ı felsefi ile olduğunu da görmüş idim. Fakat hangi cihetten düşünülse –aşağıda izah edeceğimiz vechile– reddiyenizin o fıkrasında bizim iddia ettiğimiz mahzur vardır. Gerek ifade-i meramını gerek son sözlerini okuduğumuz halde yine o mahzurun orada bakī olduğunu gördüğümüz için o mektubu yazmaya mecburiyet hissetmiş idik. Sonra mektubumuzu ikiye ayırıp birini red diğerini tedkīk u ta’mik ediyorsunuz. Maa haza asıl sual ettiğimiz ruh-ı mes’ele hakkında sadra şifa verecek bir cevap verilmediğinden hakīkati izah maksadıyla birkaç söz daha söylemeyi münasib gördüm. Cevabınızı üç noktada hülasa ediyorum: Birinci: “…. ma’lum-ı ehl-i irfan ve kariin-i kiramdır” rınızdan öyle anlıyorum ki mektubumuzu dikkatle okumak zahmetine katlanmamışsınız. Çünkü size karşı doğrudan doğruya Darwin nazariyesini kabul ediyorsunuz diye isnadatta bulunmadım ki bunu reddedesiniz! Bu babda delil olarak mektubumdaki “çünkü evvela diğer bir suretle – teşebbuh usulünü kabul etmek tarikıyla– cevap verdikten sonra bilahare bu satırları ilave etmenize başka ma’na veremedim” sözlerim kafidir. Biz diyoruz ki sizin bu sözleriniz Darwin nazariyesini kabul ve İslamiyet’e mugayir görmediğinizi iş’ar ediyor. Çünkü Tenkīd-i Muhıkk ’ın ’ıncı sahifesinde başka bir suretle cevap vererek Darwin’i reddettikten sonra bilahare bu satırları merduddur. Merdud olmasa bile İslamiyet’e mugayir değildir.” başka bir şey anlaşılmaz. Çünkü Darwin bir nevi’ maymunlar tekamül ede ede insan olmuştur diyor. Binaenaleyh Darwin’e göre insanlar bidayet-i zuhurunda asılları olan maymunlara yakın bir isti’dadda olmak zaruridir. Nasıl ki Vahdet-i Mevcud ’un ’nci sahifesindeki “Tarihin yetişemediği bir fark ibraz edemeyen ve adeta hayvan namına istihkak kesb eden insanlar üçüncü devre nihayetinde biraz tekemmül ederek cedleri olan “pitekoid” –bir nevi’ maymun– namındaki mahlukları geçtiler.” Sözleri bunu vazıhan gösterir. bidayet-i zuhurundaki maymunlara yakın bir isti’dadda…!” sözlerinizden anifen zikrolunan nazariyeden başka bir şey anlaşılmıyor. Biz bu cihetin izahını taleb ettiğimiz halde buradan bahsetmeyerek “Darwin tezerrür yani tenasül ve tekamül bi-gayrı nefsihi mesleğini kabul etmiş. Biz ise teşebbuh yani tenasül ve tekamül bi-nefsihi usulünü kabul ederek bu suretle Darwin nazariyesini reddettik..” kelamlarınızla cevap olmakdıktan başka nefsü’l-emre de mutabık değildir. Çünkü biz bidayet-i beşerde geziyoruz. Darwin’e göre; bidayet-i tenasül-i hayvan tezerrür usulüyle başlasa bile insan hakkında tenasül-i tezerrüriyi değil tenasül-i tevellüdiyi kabul edeceği vareste-i izahdır. Sonra Darwin’e mukabil kabul ettiğiniz teşebbuhdan murad tenasül ve tekamül binefsihi olduğunu söylüyorsunuz. Tenasül bi-nefsihi ise ıstılahat-ı fenniyyeden olduğu cihetle bunun ihtiyar olunması doğru olup olmadığı anlaşılmak ve bu suretle esas-ı mes’ele bir kat daha tavazzuh etmek için ehl-i fennin kabul ettiği aksam-ı tenasülü bir kere gözden geçirmek lazım geliyor şöyle ki: Silsile-i hayvanatta teselsül ve tenasül mecburiyet-i tabiiyyyesi yedi tarzda cari olmaktadır. bir tarz-ı tenasüldür. Mesela hayvanat-ı ibtidaiyyeden bir “Moner” vasatına doğru bir ihtinak arzeder bu boğum terakkī ederek hayvan bir iken iki olur. hayvanın bir tarafında bir tomurcuk peyda olup bu tomurcuk büyüdükten sonra aslından münfekk olup aslı gibi bir hayvan olur. Ber-vech-i bala ta’dad ettiğimiz suver-i seb’a-i tenasülden maada eslaf-ı tabiiyyunun kail oldukları bir tarz-ı tenasül daha vardır ki ona da –sizin kabul ettiğiniz– “Tenasül binefsihi” ta’bir olunur. Milad-ı Hazret-i İsa’dan sene evvel etmiş olan meşhur Aristo birtakım meyveleri ve taaffün eden bir su veya etin içerisinde zuhur eden kurtları görerek tenasül bi-nefsihi fikr-i sakīmine zahib olmuş ve hatta ahlafından Poşet ve Epikür ve sair zevat dahi aynı fikr u meslek-i sakīmi kabul etmişler idi. Maa-haza Redi ve Pastör tarafından icra olunan tecarib ve taharriyat-ı fenniyye ile bugün tenasül bi-nefsihi mesleği külliyen i’tibardan sakıt olmuştur. Binaenaleyh Darwin’in kabul ettiği mesleğe mukabil olarak “Tenasül bi-nefsihi” usulünü kabul etmeniz ca-yı teemmüldür. Cevabınızın ikinci şıkkına gelince: “Bakınız efendim…” dan Kur’an -ı azimü’ş-şan ibaresine kadar olan satırlar ile de mektubumuzdaki ikinci şıkkı teslim ve fakat bizim serdettiğimiz şeylerde bir mahzur görmüyorsunuz. Yani beşeriyetin bidayetini Hazret-i Adem olarak kabul ve maymunlara yakın bir isti’dadda olduklarında bir mahzur görmüyor ve hatta bunu inkar etmeği kanun-ı tekamüle mugayir görüyor ve peygamberlerdeki kemale izafidir diyorsunuz evet kanun-ı tekamül mümkinatın kaffe-i safahatında caridir. Hiçbir şey yoktur ki kanun-ı tekamüle tabi’ olmasın. Hatta kütüb-i semaviyyenin ibtida suhufdan başlayarak tekamül ede ede Kur’an-ı Kerim ’e kadar gelmesi bir tekamüldür. Çünkü nev’-i beşer gittikce tekamül ediyor. Tekamül ettikce o nisbette göre ona bir kitap gönderiliyor; bu suretle pek çok peygamberler gelerek en son Hazret-i Muhammed sav’de hitam buluyor. Ve bu cihetle de Kur’an-ı Kerim ; muhat-ı ilm-i beşeriyyenin kaffe-i ihtiyacatını te’mine kafi bir kitab-ı mukaddes olduğu anlaşılıyor. Bu hakīkati inkar etmek kabil değildir. Ancak bizim maksadımız beşeriyetin bidayetini Hazret-i Adem’dir diye i’tikad edersek ulü’l-azm peygamberan-ı bed’ eden bidayet-i beşeriyete maymunlara yakın bir isti’dad atf etmek nasıl tecviz olunur? Enbiya-yı izama mahsus olan kemali izafi ve nisbiye hamletmek kat’iyyen doğru olamaz! Çünkü Cenab-ı Hak Hazret-i Adem’i cemi’-i eşyayı bilmeye müstaid bir surette yarattı. Tahdid ü ta’yin etmeyerek cemi’-i eşyanın ilmini onun derununa ilka eyledi. Ma’kūlat ve mahsusata mütehayyelat ve mevhumata dair enva’-ı müdrekatı idrake müstaid olarak onu halk edip eşyanın zevat ve havassını esamisini usul-i ulumu kavanin-i sınaati bunların alat ve keyfiyat-ı isti’malatını bilmeyi kendisine ilham etti bunlar Kur’an-ı Kerim ’de haber verildiği halde bunlardaki kemali izafi ve nisbiye haml etmek elbette doğru değildir. Binaenaleyh bu gibi mesail-i mühimmeyi tedkīk ederken bir tarafa riayet edelim derken diğer bir tarafını ve ale’lhusus hakkında nas varid olan tarafı zaifletmeye değil kuvvetleştirmeye çalışmalıyız. İşte bunun için bendeniz kanun-ı tekamüle riayet edelim derken peygamberan-ı izama verilen kemalin nisbi olmasına razi olamadığımdan hakīkati şu suretle Beşeriyetin bidayetini ya Hazret-i Adem olarak kabul ederiz veyahud Hazret-i Adem’den evvel de bir nevi’ insanlar olup Cenab-ı Hak onları münkarız kılarak Hazret-i Adem’i onların yerine halife olmak üzere göndermiştir diye kabul ederiz –nasıl ki size yazmış olduğum açık mektupta “çünkü Hazret-i Adem’i ebü’l-beşer olarak kabul edersek…..!” diyerek bu cihete işaret etmiştik– beşeriyetin bidayetini Hazret-i Adem ile başlıyor dediğimiz takdirde medeniyet-i beşeriyyenin mebadisini –tetebbuat-ı ric’iyye erbabı gibi– vahşet halinde maymunlara yakın bir isti’dadda olduğunu yukarıda ber-tafsil söylediğimiz vechile insanlar bidayeten bir tekrim-i Rabbaniye mazhar olarak her şeye o sayede kesb-i isti’dad eylemişler ve bu tekrim-i Rabbaniye mazhariyetlerinden sonra eb’ad-ı aleme doğru intişar ve tebaüdleri üzerine o ilk ders-i medeniyyeti unuta unuta o ilk tekrimin feyzini gaib ede ede nihayet vahşete kadar inmişlerdir. ların iddiası bunların “otohton” yani görüldükleri yerlerde peyda olmuş bulundukları akīdesinden neş’et etmiş bir şey olup işbu otohton ve aborjin iddiaları bit-tabi’ merduddur. Cezayir-i Bahr-i Okyanus ve Afrika-yı Vüsta halkı gibi el-yevm bize vahşi görülen milletlerin asılları Malezyalı yani Hindli oldukları tedkīkat-ı fenniyye ile mertebe-i sübuta varmıştır. Şu halde bunlar Hindistan’dan ne zaman geldi? Vahşet hüküm-ferma olduğu zamanlarda Hindistan’dan tebaüd etmiş olmalarını akıl tecviz etmez zannederim çünkü ahval-i ibtidaiyyelerindeki adamlar Bahr-i Muhit aşırı yerlere gidemeyeceği tabiidir. Binaenaleyh diyebiliriz ki ilk medeniyetlerinin kendilerinden tamamıyla zail olamamış bulunan hatıraları ile bu intişarları ika’ eylemişlerdir. Maahaza o hal-i vahşete duçar olduktan sonra yavaş yavaş tekamül başlamış olmaları da münker değildir. Nasıl ki Keldan gibi hal-i medeniyetlerini asarından gördüğümüz milletler bilahare bu medeniyeti gaib ederek yeniden bir vahşete duçar olmuşlardır. daisine rücu’ ettiğine tarihi bir misal! Ama tetebbuat-ı ric’iyye erbabı beşeriyetin ibtida-yı zuhurunda böyle ilm ü irfan deniyete vasıl olmak için yüz binlerce seneler geçmek lazım geleceğini söylüyorlar. Fakat biz bidayet-i beşeriyyeti bir peygamber olarak kabul ettikten sonra mahza lutf-i İlahi ve mu’cize olmak üzere bu kadar terakkıyatı da birden ihsan edeceğine i’tikadımız ber-kemaldir. Zaten mu’cize demek ne demektir? Bugün hiç mektep medrese görmeyen bir cahil çıksa da ben ulum-ı evvelin ü ahirini cami’ bir adamım dese buna karşı kahkahalar ile gülmekten kendimizi alamayız! Çünkü muhaldir. Fakat bin üç yüz sene mukaddem ümmi olduğu bütün alemce müsellem olan Hazret-i Muhammed sav’in meydana koyduğu maddi ma’nevi terakkıyata ne diyelim? Binaenaleyh beşeriyetin mebdei olan Hazret-i Adem’e atf edilen kemal medeniyet ne için muhal olsun? Aksekili Ahmed Hamdi Ah …! İnsan denilen şu mecmua-i garaib-i hilkat! İnsan denilen şu mecma’-ı ezdad-ı ulviyyet ü süfliyyet! İnsaniyeti bütün arayiş-i kemalatıyla bütün ihtişam-ı irfanıyla göklere arş-ı İlahinin fevkıne çıkaran insan değil mi? Yine insan değil mi ki “Ükfür! Hakkı inkar et!” diye kendisini iğva ve idlal eden şeytana denaette mel’anette taş çıkartır o derecede ki o sermedi düşman-ı insaniyet kemal-i hayretle “ Ben senden beriyim senin mel’anetinden bi-zarım. Çünkü ben avalimin mürebbi-i ezelisi olan Allahu ekberden onun satvet-i kahr u celalinden korkarım.” Sure-i Celile-i Haşr dedirtir! Şımarık Bir deniz seferinde fırtınaya tutulunca boğulmak korkusuyla tiril tiril titrersiniz! Çehreleriniz ölü rengini bağlar! O dem-i hevl-engizde uluhiyeti inkar teslis tabiat madde ve kuvvet namına ne kadar akaid-i batıla ve mecnune varsa hepsi hatırınızdan silinir gider. Dağlar gibi üzerinize hücum eden o dalgalar karşısında zerre kadar bile eseri kalmaz. Dört el ile Allah’a sarılır Allah’ın bab-ı merhametine iltica edersiniz! Aman ya Rabbi! Bizi bu tufan-ı helakten kurtar! Niyaz ü istirham-ı mütezellilanesinin bini bir paraya! Değil mi? Vakta ki Allah’ın merhameti tarır; ayağınız karaya basar; boğulmak korkusu gider; derhal tevhidden meded-res-i yeganeniz olan Allah’ınızdan yüz çevirir yine şımarıklığı azgınlığı çılgınlığı ele alırsınız! Yine birkaç saat evvel samim-i kalbinizden ? teberri etmiş gibi göründüğünüz i’tikadat ve müddeayat-ı batılanıza rücu’ edersiniz! Evet! Çünkü insan beliğ bir vasf-ı küfran ile muttasıfdır. Sanki siz o emvac-ı tufan-hizden yakayı kurtarmakla ölümden emin mi oldunuz sanırsınız? Ya o kudret ve azameti tenahi şanından münezzeh ve müteali olan Allah-ı zü’l-celal üzerinde bulunduğunuz toprakları yerin dibine çöktürür yahud fevkınizden bir sarsar-ı dehhaş gönderip de kaldıracağı taşları toprakları üzerinize yığmak içine gömmek suretiyle sizi –Kavm-i Lut ve Ashab-ı Fil gibi– kahr u helak eder de sonra siz canınızı kurtaracak bir münci bulamazsınız! Yoksa Allah sizi tekrar bir deniz seferine sevk ederek ezici kırıcı parçalayıcı bir kasırga ile o irtikab ettiğiniz küfr-i muzaafın ceza-yı ma-yelikı olarak sizi batırır da sonra siz kahr u gazabullaha karşı size yardım edecek bir kuvvet bir kudret bulamazsınız! Siz bundan da emin misiniz? Yoksa sizi denizde zemin-i istiman ü imana kapatan Allah’ın satvet ü celali sizi karada da bulamaz mı? Sure-i Celile-i İsra.” Bir barika bir saika bir zelzele anı Bak çehresine sapsarı “eyvah…” diyor işte Yok… Tevbeler olsun yaradan var bu cihanı Dinsizliği attı bakın “Allah..!” diyor işte. Cenab-ı tevhidin feyz-i bi-payan-ittihadıyla zade-i teslis olan ittihad beynindeki fark-ı azim biraz aşağıda daha ziyade tenvir ve izah olunacak. * * * Bir insanı bizzat öldürmekle bil-vasıta esbab-ı cinayeti Katil-i müteammid i’dam olunur da asıl müsebbibi müşevvikı afv mı edilir? Bu; bir fitnedir. Bir fitne-i cinaiyye ki her harfinde mazlum kanı fışkırır. Fitne ise katilden eşedd ü akta’dır. Kur’an-ı Hakim . Hem de Kur’an-ı Hakim ’de – mel’anet-i şanına tenbihen– mükerreren şeref-varid olmuştur. Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah la’net etsin! Cami’-i Sagīr ” Hakīkat! Cinayetlerin öyle nevi’leri görülür ki katilinden ziyade müsebbibine la’net okunur! Cinayat-ı şahsiyyede hal böyle olunca ya efradı milyonlar teşkil eden koca bir milleti menfur bir tama’-ı menfaat mel’un bir hırs-ı ikbal uğruna –netice-i felaketi bile bile– diniyle Kur’an’ ıyla ırz u namusuyla evlad u ıyaliyle vatanıyla a’daya peşkeş çeken bir katil-i millete bir hadim-i bünyan-ı saltanata bir cani-i İslamiyyet’e bir düşman-ı vatana vicdan-ı hakimin hükm-i adilanesi ne olmak lazım gelir? Düşman kuvvetiyle yıktığı bir kulübe bir tek hane değil koca bir kaşane-i vatan! A’da muavenetiyle boğup öldürdüğü mezara gömdüğü bir şahıs değil bir millet! Kumandası altındaki kal’a veya mevki’-i müstahkemi veyahud bir şehri vesait-ı müdafaa ve muhafazası henüz bitmemiş mevcud iken düşmana teslim eden bir amirin kanunen cezası nedir? Bila-şek kurşuna dizilmek! İ’dam olunmak! Böyle bir müttehemin divan-ı harbini teşkil eden hey’et ve hin-i muhakemesinde –samiin sıfatıyla– mevcud bulunan cemaat arasında kendisine zerre kadar bile meyl-i rikkat ü merhamet hissedecek bir kalb bir vicdan tasavvur olunabilir mi? Meğer o kalb; zaif o vicdan sahif olsun! O ki insan ve ne kadar ilm ü hikmetle tekemmül etmiş olsa yine mahkum-ı acz ü noksan iken birkaç bin ihvan-ı milliyetini vatanının bir cüz’iyle a’daya teslim eden bir cani hakkında bütün asabiyet-i milliyyesiyle bütün hamiyyet-i vataniyyesiyle “İ’dam…! İ’dam…!” Diye feryad ederse ya o mazlumların halikı olan “Allahu ekber”in adalet-i İlahiyyesi….! Düşün! “Allah bir karıncasından vazgeçmez!” Meseli ne hikmet-amizdir! Bir tek karıncasından vazgeçmek şanından olmayan Allah; libas-ı ahsen-i takvim ile mazhar-ı tekrim buyurduğu o arayiş-i kainat o sultan-ı mevcudat insanın nezd-i uluhiyyetteki kıymeti rütbe-i şan ü şerefi ne kadar ali; hayatı hukūku ne kadar muhterem ne kadar mukaddesdir! Karıncasız dünya yaşayabilir; fakat insansız neye yarar! Hiç…! Evet! “Bir millet; kendi mezar-ı inkırazını kendi öz elleriyle kazar!” Hikmet-i hailesi pek doğrudur. Fakat o ellerin hangi eller olduğunu düşünelim! Ah…! O eller; o bedbaht milletin hayatını avuçları içine alarak top oyuncağına çeviren ve eze eze hırpalaya hırpalaya nihayet patlatan ve o na’ş-ı bi-ruhun nasiye-i felaketine fırlatıp atan cani katil ellerdir! Hangi millet gösterilebilir ki bir zalimi bir cebbar-ı anidi bir Neron’u “Gel! Bizim beynimizi kemir! Kalbimizi zehirle! Ciğerlerimizi dala! Vücudumuzu parçala da her parçasını bir düşmanın ağzına sok! Mi’desine indirmek hazmetmek dirsin? Yılan gibi vücuduna sarsın! Cellad gibi –kendi arzusuyla kendi ihtiyarıyla– önüne diz çöküp şemşir-i kahrına boynunu uzatsın? Bedbaht milletler! Zavallı insan sürüleri! Hürriyet ve hakimlerine malik ? olurlar da yine felaketten lü kurtulamazlar! İçlerinden şeytan kadar dessas tilki kadar hilekar kaplan kadar yırtıcı birkaç kişi çıkar! Mebna-yı celil-i emaret Belensiye’yi [Valancia!] bir payitaht-ı saltanat! İşbiliye’yi bir dar-ı hilafet yapmak hırs u tamaıyla aklını gayb eder! Gözleri kan çanağına döner! din kardeşi aleyhine a’da-yı dine dest-i vifak u i’tilafı uzatır! Hatta –belki de?– Alfons’a tezvic eder! Tevhid ve ittihadı cebren birbirinden ayıran koca bir mülkü o canım Arab saltanatını teslise takdim ü ihda eden tarih-i İslamiyyet ve insaniyyette kıyamete kadar kemal-i nefret ve la’netle yada kendilerini bi-hakkın mahkum eden bunlar da muvahhid ve mü’min öyle mi? Vay o zavallı millete ki böyle insan kıyafetli celladlara aldanır da bilmeyerek kendi kanını heder eder! Mahvolur gider! Milletlerin kabahati işte bu: Şeytanete desiseye aldanmak! Hayatlarını mezar kazıcılara cadılara tevdi’ etmek! Muhiblerimden pek yakın bir mazide Fas’a İspanya’ya seyahat eden hakīkī bir fazıl-ı muhterem o engizisyon hey’et-i ruhaniyye ???sinin işkencelerle ukūbetlerle cebren ve kahren tanassur ettirmiş oldukları ru-siyah Arabların şimdiki bedbaht evladlarına dair ma’lumat verirken gözlerine hücum eden seyl-i eşkini zabtedemiyor şiddet-i teessüründen titriyordu! Zavallılar! Diyorlarmış ki “Ah…! Mümkün olsa da derhal zünnarları kesip atar yedi yüz sene ? evvel gayb ettiğimiz dinimizi tevhidimizi i’lan ederdik! Acaba dünya yüzünde bizim kadar bedbaht bizim kadar acınmaya layık insanlar var mı? Bakınız şu Birinci Abdurrahman-ı Emevi’nin bin üç yüz doksan üç direkli Cami’-i Kebir’ine! Endülüs’ün Ka’be-i azamet-penahına! Endülüs’ün fatihleri o şanlı ecdadımızın senelerce çalışıp da vücuda getirdikleri; asırlarca içinde namaz kıldıkları bu muhteşem bina şimdi kilise! Hem de yalnız merkez kısmı….! Biz bu şevketli mazimizi nasıl unuturuz da kendimizi hakīkī Kadınları ise yedi asırlık bir nesl-i irtidad ta’kīb etmekte oldukları halde yine carlı? Yine mütesettir! O kadar mütesettir ki miyanlarında salib olmasa insan İslam kadınları demekte hiç de tereddüd etmez! İşte –ey din kardeşim– Endülüs’de met-i İslamiyye vali diye birer menşur ile nasb u ta’yin eylediği vicdansızlar tarafından tavaif-i müluke inkı[s]am etmemiş olaydı bu bedbahtlar mürteddin ve mürteddat olarak İslamiyete gayb ettikleri tevhide hasret yaşları döküp durmayacaklardı bu kanlı yaşlar yedi yüz seneden beri dökülmekte! Bunların nesl-i atisi de kıyamete kadar böyle ağlayarak gelip gidecekler! Bu biçarelerin tevhid-i ilahiden bu kadar faci’ bir surette neslen ba’de neslin mahrumiyetleri vebal-i azimi; müsebbiblerine raci’ değil de kime…? Rıza-yı küfrün hükm-i Kur’an isi: Küfür! Ya müsebbibinin hükmü nedir? Ba-husus bir değil a’dadın ihatasından takbeliyle feci’ bir silsile-i irtidad teşkiline bilerek sebeb olmak! Zehi cinayet-i uzma! Bu vatan katilleri bu İslamiyet canileri o kadar sefil o dereke sefih mahluklar ki kendilerini; bütün avalim-i vücudu muhit olan rahmet-i İlahiyye haricine çıkmaya çalışmışlar!? Ba’sü ba’de’l-mevte inananlarca muhakkaktır ki ehl-i şekavet mahkeme-i kübra-yı Hak’ta ceza-yı amelilerini çekecekler. Mahbes-i İlahi olan duzah-ı intikama atıldıkları andaki hal-i hevl-engizleri; Onlar; cehennemde alevler içinde çevrildikleri gün ke dünyada Allah’a ve Resulullah’a itaat etmiş olaydık! o can-hıraş feryad u vaveylalarında devam ederek yine derler ki ya Rabbi! Biz tuttuk da kendimize –eyvah…!– efendi ve reis bildiğimiz o mütekebbirlere o cebbar-ı anidlere itaat ettik! Keşke itaat etmemiş olaydık! Onlar da bizi iğva ve ıdlal ettiler; minhac-ı selametten çıkardılar çıkmaz yollara felaket uçurumlarına götürdüler. Allahımız hem kendilerini hem de biz bedbahtları nasıl boyunlarına aldılar böyle müebbed ü muhalled habs-i cahim cezasına mahkumiyetimize sebeb oldularsa sen de onları muzaaf bir azab-ı hail ile ta’zib ve üzerlerine la’n-i gadabını mütemadiyen teşdid buyur! Sure-i Celile-i Ahzab” Şimdi yürekler acısı silsile-i irtidadın dahi bu mevkıf-ı hızlan u hüsranda aynı feryad ü vaveylaları var! Bunlar bu muzaaf azabları bu müşedded ü mütemadi la’n ü gazabları kimlerin namına isteyecekler? Efendim! Seninle münazara etmek değil diğer hemderdlerimizle beraber her ikimiz başbaşa verip de ağlaşalım. Dümuu’l-aynımız ihtimal ki maü’l-hayat olur da ondan bir çare-i necat halk olunur. Kardeşim! Şeriatımızı ondan tenzih ederim ki hanesine sarık gasıb giren bir musallinin namazını bozup da silaha sarılmasını tecviz etmesin. Hane-i İslam umumen mahkum-ı indiras olmuş gasıblar esas ü enkazını yağma için her tarafdan saldırmış şimalden cenubdan şarktan garbdan hücumlar garetler! Herifler her tarafını kanlara ateşlere boyamış iken sükkan-ı hane umumen ve müttehiden silahlanmak def’-i a’daya itfa-yı harika koşmak gibi faaliyet-i acileye mübaderet etmeyip de her biri bir heva vü sefahetlerine mağlub oldukları gibi bir kısm-ı kalili de hali yekdiğerine –velev ki zekat ve fıtra ve udhiye gibi meşru’ birer nam ile olsun– hediyeler veya borçlar takdimiyle uğraşmaları hane-i vatanın bir tarafından diğer tarafına –velev ki hac namıyla– ziyaretler yapmaları elbette garib bir temaşadır. Bu hali o hane-i beyzanın kanun ve kaidesine isnad eylemek elbette bir hata-yı azim mebna-yı İslam’a bir şeyn-i elimdir. Bunda zannedersem hiçbir akıl hiçbir müteşerri’-i hakim tereddüd etmez. Ne çare ki ey musibetzede! Sükkan-ı hane ale’l-ekser uyanmaz bir uykuda ayılmaz bir gaflette ise silahı kim alacak kim kuşanacak kim koşacak? Ehl-i hane bu halde iken bunların ellerinde bulunan veya ellerine verilmesi matlub olan kuvvet dahi bir işe yaramamak ve belki de –el-iyazü billah– düşmana bir alet-i tecavüz daha olmak melhuz değil midir. Bunların içinde birkaç biçare de kendilerini aciz diğer sükkan-ı haneyi bi-huş görür. Tedarik veya isti’mal-i kuvvetine ve havayic arz hasbihal için ziyaretler ifa ediyorlarsa bu hizb-i kalilin bu muameleleri garib olmakla beraber karin-i ma’zeret değil midir. Halbuki bunlar vacibü’l-icra birer emr-i dini dahi olsun. Halbuki bu milletin İslam olduklarına bunların şu ef’al-i nadirelerinden başka bir alamet kalmadığı bir zamanda olsun. Halbuki bu biçarelerin şu fiilleri bir çok fevaid-i ictimaiyyeyi dahi mutazammın bulunsun. Ey hem-derd-i ali-şiarım! Garbda: Fas şarkta: İran suret-i temeddüne bürünmüş vahşet-i bi-eman önünde teslim-i can etmekte derya ortasındaki bir uzv-ı muazzezimiz bize elveda’lar çağırmakta daha öteki bir uzvumuz: Trablusgarb ki onun küsufu yüz elli milyonluk Afrika alem-i İslam’ından tamamen inkıta’dır. Oradaki milyonlarla dindaşlarımız canavarlar ellerinde dört aydır etleri lime lime koparılmakta iken daha dünkü gün Bosna-Hersek eyalat-ı İslamiyyemizin Avusturya koca Tuna eyaletimizin Bulgar olduğunu kendi elleriyle ağlaya ağlaya imza eden meb’usanımız sahnesinde bu derdler hiç mevzu’bahs olmayıp da fırkalar ihtiraslar i’tilaflar kavgalarına muzır olduğunu şimdi ise vilayatımızda her ebcedhan olan her tekellüm-i tıflanesine mağrur bulunan her birimizin yeni meb’usluk meydanına atılıp hırıl hırıl uğraştığımızı görmüyor muyuz. Düşmanımız ne Rusya ne İngiltere ne İtalya! Büyük düşmanımız biz kendimiz! Sırr-ı kudsisi her ferd hakkında sadık olduğu gibi cism-i vahid hükmünde olan hey’et-i ictimaiyyemiz hakkında da esdaktır. Yahu biz bizi ıslah etmenin çaresi nedir. Rica ederim darılmayınız maksadım size ta’riz değildir. ratımüstakīm’ in nüsah-ı sabıkasında münteşir olan gerek zat-ı fazılanelerinin ve gerek bu acizin makalatında mebsut ve müdellel olduğu üzere i’dad-ı kuvvet farizasının feraiz ve vacibat-ı diniyyenin cümlesine raci’ bir farz-ı ayn-ı acil olduğu müsellemdir. Tehalüf yalnız nazariyelerimizdedir. Azizim ne çare ki derd bir türlü değil. Sinn-i idrakinden beri derd-i vatanla inleye inleye sararmış solmuş teverrüm etmiş bir ruha henüz tanımak şerefinden mahrum bulunduğu –aynı derd ile müteellim– bir simayı ulvinin hitab u iltifatı ne kadar kıymetdardır! O solgun çehre-i matem-nümunun o dem-i nevazişteki meyl-i ibtisamı melekleri bile girya-nak-ı teessür eder! Geşeklinde yazılmıştır. çen haftaki Sıratımüstakīm ’de “H. N” imzalı ve “ Duracak zaman değildir! ” ünvanlı makale-i cevher-darı okudum. Gerçekten kilk-i diyanetle midad-ı hamiyyetle yazılmış bir şahid-i iman! Bir natıka-i vicdan! Ah… Ya Rabbi! Ne olurdu bu ateş-i sevda: Sevda-yı vatanla yanmakta çırpınmakta feryad etmekte bütün Osmanlı müslümanları yekdiğerine rekabet edeydi! Vatan! Sevgili mader! Sen o zaman bütün derdlerini unutur da evladlarının sana gösterecekleri o levha-i garra-yı aşk u garamın temaşasına dalar giderdin değil mi? Düşmeseydi hab-ı la-kaydiye evladın senin Ruhuna te’sir edeydi ah u feryadın senin Hevl-i canla cümlesi kalkar koşardı girye-nak Her tarafdan sim ü zer manend-i seyl-i münhadir Kahr olurdu kahr olur görmekle hussadın senin Can ü malin var mıdır bir kıymeti bir lezzeti? Üstüne hançer çekerken hasm-ı bi-dadın senin Söyle ey kardeş neden aldırmıyorsun böyle sen!? Böyle hissiz böyle kansız mıydı ecdadın senin? Bir zaman dünyayı titretmiş iken Osmanlılar Titremek aya ne hikmet şimdi mu’tadın senin Söyle fıtrat mı değişti ya değil mi kan o kan? Sen düşün! –Allah için!– Osmanlısın ey Müslüman! Ortada bir kılıç duruyor; iki hasm-ı can karşılıklı –gayr-ı mütesavi ? birer mesafeden koşuyorlar. Hangisi daha evvel kılıcı kaparsa diğeri bir an sonra bi-ruh olarak yerlere serilecek! İşte bu kılıç “fırsat!”dır. Bu bir hayat-ı ebedidir. Kim daha çabuk davranırsa hayat onun! Vay bu fırsatı fevt edene! Hangi akıldır o demde fevt-i fırsat eylesin? Can verirken sonra hasma sebb ü la’net eylesin? Kendine aid o düşnam ü o la’net cümlesi Fırsatı kapmak için vardı onun da hamlesi Gencine-i hikmet ıtlakına gerçekten şayeste olan Mes nevi-i Şerif ’de tacdar-ı aşıkīn Hazret-i Mevlana Celaleddin: ! Buyuruyorlar. Bizim bundan –mevzuumuz i’tibariyle– alacağımız ruh-ı ma’na: Mader-i vatan açtır. “Açlıktan ölüyorum! yınız! Vakit; seyf-i katı’dır. Bir an; bir hayat-ı ebedidir. O an; geçti mi iş bitti. Ben öldüm gittim! O an bir daha ebediyen avdet etmez! Sonra diz döğmek saç yolmak yaka yırtmak faide vermez; haydi evladlarım çabuk olunuz! Bütün kuvvetinizle me geldim de yine aldıran yok!” diye feryad ediyor! Hane tutuşmuş alevler içinde yanıp kül oluyor da yine sakinleri suları abdestlerine sarfediyorlar evsiz sokaklar ortasında kalmayı sürüm sürüm sürünmeyi tercih ediyorlar! A zavallı öyle bir hengam-ı felakette bütün sular hanenindir. vela hanesini ateşten kurtarır sonra içecek abdest alacak suyu yine bulur. İşte bizim halimiz! Evini ateşlere terkedip de mevcud su ile abdest alan şaşkının ma’rifetine ? benziyor. Bunu ne akıl kabul eder; ne mantık! Ne din ne şeriat! Suyu ancak içmesine kafi olan bir adamın onunla abdest alması kat’iyyen caiz değil teyemmüm edecek hatta hayvanı varsa onun da suyunu abdeste sarfetmesi gayr-ı caiz! “Teyemmüm”ün hikmet-i teşrii hıfz-ı hayattır. Hayat mahvolur; müteşerri’ mütedeyyin kalmazsa o din o şeriat nerede kalır? Trablusgarb’a edilen hücum gibi ani gayr-ı muntazar bir darbe-i felaket bizi sarsmalı! Canımızı yakmalı hepimizi hevl-i can ile uyandırmalı değil miydi? Bütün istitaat-i nakdiyyemizi hatta ağzımızdan lokmamızı çıkartıp verdirmeli değil miydi? Vatan kurban olup giderken bizim kurban kesişimize melekler bile mütehayyir ü müteessir oluyorlar! Ne olurdu! İki senelik kurban bedelleri –belki de– altı yedi milyon lira hıfz-ı din hıfz-ı vatan hıfz-ı namus namına donanmamıza terkolunaydı. Trablus da –emin olunuz ki– bu yürekler acısı hale gelmezdi. Kaldı ki maaşlardan yüzde –hiç olmazsa– beşinin donanmaya tahsisi. Bakınız: Trablus’dan dağlar dayanmaz hakaretlerle felaketlerle kovulan me’murine! Zavallı aileleri! Bedbaht ciğerpareleri! Bunlardan ibret almak bizim için değil mi? Bir aylık maaş-ı umumi dokuz yüz bin lira tutar. Bunun yüzde beşi kırk beş bin lira tutar. Hele yüzde on olsa doksan bin….! Her ay doksan bin lira! Şaka değil! Halbuki yüzde yirmi de verilse yine azdır. Bunun ne kadar doğru bir söz olduğunu Trablusgarb me’murin-i felaketzedesi söylesin! Düşünelim! Girid’de bu kadar kuzat nüvvab me’murin var idi. Şimdi onlar artık Girid emvalinden maaş alamıyorlar. O paraları Yunanlılar der-ceyb ediyorlar. Otuz beş sene evvel Tuna vilayetinde; Niş Kars Batum Tırhala sancaklarında binlerce me’murin var iken şimdi bir teki yok; sanki meflucuz sanki vücudumuza “kloroform” sürülerek hissimiz ibtal olunmuş; ayaklarımız kesiliyor haberimiz yok; bıçak göbeğimize dayandı biz; yine duymuyoruz; ne hayrettir ne hikmettir ya Rabbi! Bütün ashab-ı maaş el birliğiyle kendiliğimizden ittifak u sun muntazaman terkedersek kıyamet mi kopar? Aç mı kalırız? Biz istesek yaparız Yıldız’ın köpeklere atmak nev’inden dört ayda bir maaşıyla geçinen bir adam şimdi nasıl oluyor da her ay gün sektirmeksizin aldığı maaşının yüzde onunu dinine Kur’an ına vatanına ırz u namusuna Ya o tedahülde kalan sekiz dokuz maaşı sarraflara yüzde –la-ekall– elli kuruş terkederek kırdırdığı günleri nasıl unuttu? Sarrafa yüzde elli terketmek! Vatana yüzde beşi çok görmek! Bu mu bizdeki şükran-ı ni’met? Daha dün Almanlığı terk ve ağuş-ı İslamiyyete atılarak huzur-ı Kur’an-ı Ha kim ’de secde ber-iman olan bir yeni Osmanlı müslümanı donanmaya ölünceye kadar ayda bir lira taahhüd eylediği gibi ber-mukteza-yı nizam şehri iki buçuk lira vermesi lazım gelip ihtidası hasebiyle beş sene için afv olunduğu temettu’ vergisini de donanmaya takdim ediyor! Ah …! Dünkü mühtedideki ulviyet-i ruha. Hamiyet-i dine muhabbet-i vataniyyeye bakınız! Bir de soyu sopu müslüman oğlu müslümanın tavr-ı la-kaydisine bakınız! Bu şanlı mühtedinin şu müfrit hamiyeti bizi utandırmalı değil mi? Biz niye duruyoruz? O; dün Alman idi İslamiyet ona yabancı idi. Bugün müslüman oldu İslamiyet’e İslam vatanına evladlığı birkaç günlük ne diyeyim! Allah bizi kahr u celaliyle değil lutf u cemaliyle uyandırsın! Ey Kur’an-ı Ha kim ! Sana gözyaşlarıyla bin ta’ziyet! Bin tesliyet! Şu emr makrun-ı salah olmadığından i’tiraz ederek “Benim askerim bütün bir kış seferde bulundu. Ve hayliden hayliye zahmet çekip düşmana galebe çaldı. Binaenaleyh biraz müddet oturup dinlenmek hakkı kazandı. Bundan başka buradaki iğtişaş mühimdir. Bir müddet ikametle ahaliyi hükumete ısındırmak lazımdır” mealinde cevap yazdım. Amcam “Kaviyyen biliyorum ki Ali Şir Han Kandahar’da oğullarım Muhammed Server ve Muhammed Aziz hanlara karşı asker sevkedecek. Eğer böyle bir şey olursa oğullarım bozulursa mes’uliyeti size aiddir” mealinde bir mektup gönderdi. “Meymene’ye mutlaka asker sevki lazım geliyorsa başka tarafdan gönderiniz. Şir Ali Han Kandahar’da hücum eyleyecek olursa ben burada sizin yakınınızda bulunmuş olurum. Bundan maada Meymene muhasarası ihtimal ki birkaç ay sürer. Ben oraya gittiğim surette Şir Ali Han fırsatı ganimet bilerek Kabil’e savlet eyler” cevabını verdim. Lakin amcam hiç birini dinlemeyerek “Bana dost iseniz Meymene’ye gidiniz değilseniz nasıl isterseniz öyle yapınız” diye bir mektup yolladı. Şu cevaba son derecede canım sıkıldı. “Şir Ali Han’ın düşmanlığından korkmadığım gibi sizin adavetinizden de çekinmem” demek hatırıma geldi. Fakat bilahare bu cevabı yazmaktan sarf-ı nazar ettim. Taht-ı saltanata kendi elimle geçirdiğim bir zatın fermanına karşı gelmeyi muvafık-ı mürüvvet bulamadım. Binaenaleyh her tarafa hakimler ta’yin ettikten sonra Andehoy yolundan Meymene’ye hareket eyledim. şeklinde yazılmıştır. Amcama bir mektup yazıp hareketimi bildirdim ve “Kariben sizi bu işe pişman edecek bir gün gelecektir” dedim. Meymene’ye bir menzil kala amcamdan bir kağıd aldım ki Şir Ali Hanzadelerin Kandahar’a asker çekmiş ve yolları kapatmış olduklarını bildiriyor ve askerimi ikiye ayırıp bir kısmıyla Meymene’yi muhasara etmemi kısm-ı diğerini de nur-ı çeşm yani Muhammed İsmail Han ile Kabil’e göndermemi yazıyordu. Bu mektuba “Mukaddema size ihtar ettiğim halde dinlemediğiniz münasebetsizlikler vukūa geldi. Artık ne askeri bölmek kabildir ne de imdadınıza göndermek” mealinde cevap verip Meymene’ye gittim. Orada siperler ğında vaki’ Tell-i Aşıkan tepesine çadırımı kurdurdum. Bu sırada amcamdan diğer bir mektup geldi. Oğlu Muhammed Aziz Han Kandahar’da Muhammed Ya’kūb Han’a karşı bozulmuş ve esir olmuş. Muhammed Ya’kūb Han Peştrud taraflarını taht-ı tasarrufuna almış. Askerin nısfını hemen göndermem lazım geliyormuş. Yine olamaz düşman karşısında iken askerin bir kısmı gönderilemez diye cevap verdim. Bir an evvel muhasara işini bitirmek için de askeri kal’aya hücum ettirdim. Vakıa son derece şiddetli bir hücum oldu. Lakin “Muhammed İsmail Han” hücum edileceğini düşmana haber vermiş olduğundan kal’anın zabtı kabil olamadı. Maa-mafih ikinci bir hücuma uğrarsa perişan olacağını anlayan Meymene emiri oğlu ve bazı ümera ve uleması ile Kur’an-ı Kerim irsal ve bazı kıymetdar hedaya musalaha teklif etti. Kabil’deki karışıklık saikasıyla kabul eyledim. “Emir Hüseyin” de bizzat gelip ihtiramatta ve ümera-yı saire hakkında şefaatte bulundu. Onları da afv ettim ve kal’ada bulunan altı tane topu aldım. Biz burada iken amcamdan Muhammed İsmail Han’a bir kağıd geldi ki beş tane mektup yazdığım halde gelmediniz ve cevap vermediniz diyordu bunu kendisine verip: – Vaktiyle askeriniz bana lazım olduğu için mektupları size ver[me]miştim. Şimdi ise lüzumunuz kalmadığı cihetle çağırıldığınız yere gidebilirsiniz dedim. Ertesi günü Belh’a müteveccihen hareket etti. Ve benden evvel Belh’a varıp orasını yağma eylemek için sür’atli davrandı. Ben de onun niyetini anladığım için azmine mani’ olmak aldım. Amcamın emri mucebince Tahtapul’a getirilen Muhammed Şerif Han’ın tevkīf edildiğini yazıyordu. Düşündüm ki Muhammed Şerif Han Muhammed İsmail Han’ın amcası olduğu için gidip onu kurtarması mümkün. Binaenaleyh o gece iki piyade nizamiye taburuyla bir batarya topu yola çıkardım ve sür’at-i mümkine ile giderek Tahtapul’u muhafaza eylemelerini tenbih ettim. Bunlar Kum yolundan Ağça ile Belh üzerinden geçerek Tahtapul’a vasıl oldular. Muhammed İsmail Han bir gün sonra geldi ve tasavvur ettiği üzere şehre hücum ile amcasını kurtarmak istediyse de gönderdiğim askeri görünce fikrini tebdil eyleyerek “Mezar-ı şeklinde yazılmıştır. Şerif”e ve ora hakimini tehdid ile üç bin tenge mikdarında bir meblağı alıp hazinesini yağmalamak için Taşkurgan’a azimet etti. Taşkurganlılar hanın maksadını anlamış olduklarından kal’aya çekilip müdafaaya karar verdiler. İsmail Han bunu yup soğana çevirdi. Bu harekat esnasında amcam kendisine “Sür’at-i mümkine Gazneyn’e gideceğim. Zira Kandahar’ı zabt etti. Kelat’a geliyor” diye gafilane mektup yazıyordu. Muhammed İsmail Han da “Maiyyetimdeki askerin bir senelik maaşı teraküm etmiş olduğu cihetle aylıklarını almadan beni salıvermiyorlar” mealinde cevap veriyordu. Yine bu sıralarda amcam nur-ı çeşmi İsmail Han’ın Tahtapul’dan hareketini haber almış ve bana “Dediğin doğru çıktı. Muhammed İsmail Han hakīkaten hilebaz bir adammış” diye mektup yazmıştı. Bu mektuba cevaben “Nur-ı çeşminiz daha size epeyce hizmet edecektir. Maa-mafih bir ay kadar habs eyleyin. Kabil’den hareket etmeyin. Bu müddet zarfında imdadınıza gelmeyi umarım” diye bir ariza yazdım. Ve “Gulam Ali Poplezai” kumandasında olarak güzide süvarilerimden iki bin neferi yolladım. Ertesi günü sıtmaya tutuldum ve yirmi bir gün mütemadi muztarib oldum. Kesb-i afiyet ettiğim anda Kabil’e müteveccihen yola çıktım. Taşkurgan tarikıyla Heybek’e azimet ettim. Orada iken Kabil’deki sarayıma mahsus kölelerden ikisi derviş kıyafetinde huzuruma gelip: – Emir A’zam Han Gazneyn’e gitti Serdar Muhammed muhasara etti. İç kal’ada bulunan iki yüz asker altı gün kadar müdafaada bulunduysa da ahali Muhammed İsmail Han’a kapıları açtı. Han içeri girince hanedan-ı saltanatı Daru’l-emare’den çıkardı ve Şir Ali Han’ı Afganistan emiri olup Emir A’zam Han’dan ayrı düştüğüne ve emirin ne tarafa gidip ne olduğunu bilmediğine” dair Serdar Server Han’ın bir mektubu geldi. Bu haberlerden son derece müteessir oldum. derhal amcamın taharrisine me’murlar ta’yin etmesi hakkında Belh Hakimi Nazır Haydar’a bir kağıd yazdım. Müteharriler amcamı Belhab’da buldular ki Hezarecat yolundan oraya gelmişti. Bunu işidince “Yüz bin tenge nakid ile at ve levazım-ı sairenin amcama gönderilmesini Belh hakimine ve “Bacgaha asker çekmekten sarf-ı nazar etmesini” de Ceneral Nusayr Han’a iş’ar eyledim. Kendim de Kabil’i muhasaradan vazgeçerek Gavri’ye geldim. Yanımda bulunan Mir Cihandar Şah biraderi Mir Şah’ın kızını bana nikah etmek istedi. Bu talebi red ile: – Amcamın hanedanınıza olan sıhriyeti benim için kafidir dedimse de müşarun-ileyhin ısrarı üzerine kabule mecbur oldum. şeklinde yazılmıştır. Feyz Muhammed Han tarafından Mir Cihandar Şah’ın vilayeti kendisine verilmiş olan Mir Muhammed Şah bazı hedaya gönderdi. Hediyeleri iade ile – Ya vilayeti terkediniz yahud çıkıp istediğiniz yere gidiniz diye haber gönderdim. Şihabüddin Han’ın kumandasına tevdian iki yüz süvarilik bir müfrezeyi de Mir Cihandar Şah’a terfik ederek: – Gidiniz vilayetinizi zabtediniz dedim. Kendim Gavri’de oturup Katagan ıslahatıyla meşgūl oldum. Belh’a bir mektup yollayıp amcamı da’vet ettim. Amcam ise yazdığı cevapta beni çağırıyordu. Gavri’de tevakkufumun sebeb-i yeganesi Hindukuş ve Kabil yollarını tutmak olduğu için mevkiimden ayrılmadığımı ve kendisinin behemehal nezdime gelmesini tekrar amcama bildirdim. Bu defa sözüme i’timad ederek kalkıp geldi. İstikbale çıkıp ikram ve ihtiram eyledim. Amcam Kabil’in yeniden teshiri ve Şir Ali Han üzerine asker sevki hususuna merak edip duruyordu. – Bu mes’ele gayet mühimdir. Kışın harekat-ı askeriyye kabil olamayacağından bahara kadar beklememiz lazımdır dedimse de kema fi’s-sabık fikrinde ısrar etti ve: – Eğer derhal hareket etmeyecek olursan kalkar Buhara’ya giderim dedi. – Altı aya kadar mutlaka harbe müheyya bulunuruz diye azminden çevirmek istedimse de dinlemedi. Na-çar yola çıkıp Bedfak ve Şelokto tarikıyla Bamyan’a oradan da Deval’e vasıl olduk. Burada Şir Ali Han’ın Herat süvarisi vardı. Bunlar benim geldiğimi haber aldıkları gibi Serçeşme tarafına doğru kaçtılar. Maiyyetimdeki ümera firarilerin ta’kībini teklif etti. Doğrusu da bu olacağı için ben de muvafakat gösterdim. Fakat amcam Nur ve Dere-i Suhte yollarından Gazneyn’e gitmemizi teklif ile fikrimize muhalefet etti. Hava gayet soğuktu. Bir çok zahmet meşakkat çektikten sonra Gazneyn’e geldik. “Huda-yı nazar” kal’ayı tahkim eylemiş olduğundan karşısında ve açıkta ordu kurduk. Fudala ve üdeba-yı Osmaniyyeden bir alim-i mütebahhir ve bir fazıl-ı kesirü’l-measir olup Ayntab’ca dudman-ı ilm ü edebden ma’dud olan Şair Husuli Efendi ferzendi Mahkeme-i Şer’iyye Başkatibi Mehmed Cenani Efendi’nin mahdum-ı fazilet-mendidir. Ulum-ı aliyyeyi vatanı ulemasından Ömerzade Hafız ve Hacı Hasanzade efendilerden ve ulum-ı ‘aliyyeyi meşahir-i fudaladan sahib-i te’lifat Hace Necib Efendi’den tahsil ve fünun-ı şi’r ve edebi pederinden tekmil ederek “Kalmadan hak-i mezellette hemen ey Asım – Azim-i su-yı sema-sa-yi Stanbul olalım” zemzemesiyle tarihinşeklinde yazılmıştır. de Daru’l-Hilafeti’l-İslamiyye’ye gelip bir müddet sonra tercümesine muvaffak olduğu Burhan-ı Katı’ a mükafaten tarik-ı sinde terfian Selanik Mevleviyyeti’ne vasıl oldu. Ve bu mevleviyetten ma’zulen tarihinde Üsküdar’da Nuh Kuyusu’ndaki hanesinde irtihal eyleyip Harmanlık’dan Miskinler’e giden yolun sağ tarafındaki sed üzerine defnedildi. tarihinde vefat eden mahdumu Hace Hamid Efendi de yanında medfundur. Kitabe-i seng-i mezarı ber-vech-i atidir: Lisan-ı mader-zadıyla beraber Arabi ve Farisi gibi iki esaslı lisana vukūf-ı tammı ve bu lisanlar edebiyatındaki beyti mısdakınca gün gibi aşikardır. Sadr-ı hazır Said Paşa hazretlerinin Gazeteci Lisanı ismindeki risale-i matbualarında Fransızca’ya da vakıf olduğu muharrerdir. Fakat müsellem-i enam olan bu kadar faziletiyle beraber min ciheti’d-dünya nail-i refah u saadet-i uzma olamadığı “Rakīb-i baridden şekvası yoktur Asım-ı zarın; Anın feryadı ancak baht-ı na-hemvardandır hep” “Nice bir hizmet-i mahluk ile mahzul olalım; Sail-i Hak olalım nail-i mes’ul olalım.” Teranelerinden de anlaşılmaktadır ki bil-vücuh şayan-ı nazar bulunan bu nokta talii ser-nigun olan bazı erbab-ı fazileti hasbe’l-beşeriyye duçar-ı teemmül etmektedir. Ayıntab a’yanından Nuri Paşa Vak’ası’nda kitabları eşyasıyla beraber tebah olduğu ve İstanbul’daki hanesi de yanarak bu vechile feleğin sillesine uğradığı da yazılan beyitlerindeki telehhüfatına sebeb olan vekayi’dendir. Vak’anüvislik me’muriyetine ta’yini senesi isti’fa eden Amir Bey’den sonradır. Asarı matbua-i fazılanelerine dair izahat-ı müfide: Mecdüddin-i Firuzabadi’nin asar-ı muhalledesinden olup altmış bin maddeyi cami’dir. Müellifin hatt-ı destiyle muharrer nüsha-i asliyyenin hıtta-i Yemaniyye’nin Zebid Kasabası kütübhanesinde mahfuz olduğu mervidir. Bu eser ’de vefat eden Merkez Efendizade Şeyh Ahmed Efendi tarafından Babus ismiyle ve bir cild-i kebir üzerine tercüme edilmiştir ki Daire-i Enderun’da Sultan Ahmed-i Salis ve Edirne’de Selim-i Sani kütübhanelerindeki nüshaları manzur-ı acizi oldu. Ulema’-i Osmaniyyeden ’da vefat eden Davu[d]zade Mehmed Efendi tarafından da ed-Dürrü’l-Lakīt fi Ağlati’l-Kamusi’l-Muhit ismiyle tenkīh edilmiştir ki bunun da nüshaları İstanbul kütübhanelerinin bazılarında vardır. Asr-ı ahir fudalasından Lübnani Faris Efendi’nin el-Camus ale’lKamus beyyin olmak dolayısıyla dekayık-ı ilm-i lügatle müteveğğil zevat için bais-i istifade asardandır. Asım Efendi’nin tercümeleri bir kere Mısır’da iki defa sonra beş senede ikmaline muvaffak olduğu bu eser-i kıymetdarını Sultan Mahmud-ı Adli’ye takdim ederek mazhar-ı takdir u mükafat-ı şehriyari olmuştu. ’de vefat eden Mehmed Salih Çelebi’nin Kamusü’l-Ervam fi Nizami’l-Kelam olup bir nüshası Aşir Efendi Kütübhanesi’nde mevcuddur. Kalküta şehrinde tab’ olunmuştur. Asım Efendi bir tercümesini şehid-i said Sultan Selim-i Salis’e takdim ederek nail-i takdir-i tacdari olmuş ve bu takdir cümlesinden olmak üzere Matbaa-i Amire’de tab’ olunarak nüsah-ı matbuasının kendisine gamberiden bais olan metn-i eser Ragıb Paşa hacesi şöhretiyle be-nam Halebiyyü’l-asl İbrahim Efendi tarafından te’lif ve Asım Efendi tarafından tercüme olunmuştur. side meşahir-i ulemadan Siracüddin Ali bin Osman-ı Uşi’nin mesail-i i’tikadiyyeyi mübeyyin Kaside-i Emali şöhretiyle be-nam olan manzumesi olup sahib-i tercüme Asım Efendi tarafından Türkçe ve mufassal bir surette şerh olunmuştur ki mütedavil şerhlerin cümlesine faiktir. lügat-ı Arabiyye teallümünü teshil maksadıyla yazılmış bir eserdir. eserdir ki tarz-ı tahririne dair Cevdet Tarihi ’nde biraz ma’lumat vardır. sis : Fransızların Mısır’a duhullerinden huruclarına kadar yevmiyye zuhura gelen vekayi’-i Mısriyye hakkında ulema’-i müverrihinden Şeyh Abdurrahman-ı Ceberti’nin kaleme aldığı eser-i tarihisidir ki tarihinde vefat ederek Üsküdar’da Hazret-i Nasuhi Dergahı’na defnedilen Hekimbaşı Mustafa Behcet Efendi tarafından da tercüme edilmiştir. Netice: Hazret-i mütercim Osmanlıların evliya-yı irfanından ma’dud ba-husus Kamus ve Burhan tercümeleriyle ettiği hizmet-i ilmiyyesi unutulmaz bir himmettir. Rahimehullahü aleyhi rahmeten vasiaten. Turuk-ı sufiyye ihtilaf-ı sufiyye ümmet-i İslamiyyede tasavvufun te’siri ve bir kuturda turuk-ı muhtelife-i sufiyyeden birinin diğerlerine mukabil mazhar-ı intişar olmasının esbabı bunlardan sünnete muvafık ve muhalif olanlar turuk-ı şeklinde yazılmıştır. sufiyyeden duçar-ı fesad olanların vesail-i ıslahı mebahisi bab-ı tasavvufda dahildir. biye-i mükellefin gibi dine tealluk eden nev’i teşkil eder; bazı mütekaddiminin anladığına göre tasavvuf ma’nasınadır. Burada “irşad”dan muradımız ilmin vasıl olduğu derece-i terakkīye göre kavanin-i sıhhiyyeye riayet asrın hal u mizacına layık olacak vechile maişetinde iltizam-ı iktisad turuk-ı cedide dairesinde ihtiyacat-ı zamane ile mütenasib kazanç işlerine ticarete i’tina gibi ehl-i İslam’ı mesalih-i dünyeviyyeye irşad ma’nasını şamildir ki bütün bunlar; va’z terbiye-i ahlak u adaba zammolunur. Mürşidler irşad amilindir. “Dine da’vet” ile bunu deruhde edecek olan “duat”a gelince: Bununla murad ne olduğu zahirdir. Sınıf-ı mürşidin: Müteaddid ilimlerden müstemidd ü müstain olan “ilm-i mezkure onun için ta’lim olunur. Kendilerine irşadın turuk-ı ladın siyaset ahkam zirai yahud sınai olması gibi tabai’ gibi nikat-ı nazardan ihtilaf ile mütenasiben değişmeleri ve yine memleketler halkının mezheb ahlak adat hususlarında olan tehalüfleriyle muhatabinin sin ve derece-i fehmlerindeki fırkalara göre ihtilaf etmeleri tedris olunur. Bundan başka ümmetler arasındaki en meşhur mürşidlerin teracim-i ahvali esalib-i irşadları derece-i te’sirleri ve onlardan alınacak hisse-i i’tibar zikrolunur. Sınıf-ı duat: Asl-ı dine da’vet; ahkam-ı din ile amele adab-ı dine riayete da’vet; irşadı istilzam eder. Ulum hikmet ve kiyasetten daha ziyade şeylere arz-ı ihtiyac eder ve irşad gibi biladın ahval ve ahalisine edyan ve tarihine göre ihtilaf eder. Da’vet dersleri; sınıf-ı duata hasdır. Duata “ilm-i irşad” kıraetinde işaret olunan tarikat üzerine okutulur. Diğer ümmetlerdeki tarz-ı da’vetten i’tibar duat-ı meşhurenin teracim-i ahvali de bu derslerde dahildir. Bundan başka da’vet-i rının esbabı ve İslam’ın ümem ü aktarda keyfiyet-i da’vet ü te’siri usul ve tealim-i ıslahiyye-i İslamiyyeden diğer ehl-i milele sirayet ü intikal eden şeyler vasi’ mikyasda bast u temhid olunur. Tarih-i İslam’dan murad; Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerine Hulefa-yı Raşidin’in siyer-i şerifeleri ve bunlarda bulunan ahkam hikmetler ve ibretler selef-i salihinden eimme-i ilm ü dinin siretleri. Buna has olarak üslub-ı ilmi üzere bir kitap vaz’ olunur ve bunun mukaddemat ve makasıdında bil-cümle ümem-i diniyye ve ictimaiyyenin ve hassaten kable’l-İslam ümmet-i Arabiyyenin ahvali bütün milletlerin kendilerini ihlal-i veseniyyet putperestiden ettikleri mahlukīne taabbüdden kurtararak hürriyet-i akliyyelerine ve kudret-i bedeniyyelerine tasarruf hususunda artık rüesa-yı heyakil ü ma’abidin arş-nişin-i iclal ve tecebbür olan mülkdaranın müteşebbislerine ittiba’ u inkıyaddan sarf-ı nazar ettiren bir ıslah-ı ruhi ve ictimaiye olan ihtiyacları beyan olunacaktır. Bundan sonra siret-i mübareke-i Muhammediyye’nin akaid ve ibadat adat ve muamelat hurub ve siyasat umur-ı beşeriyye-i ictimaiyye medeniyye ve ma’neviyye ve bilhassa rabıta-i ruhiyye ve muamele-i nisa hususlarında mutazammın bulunduğu ıslahat-ı umumiyye bast u temhid edilecektir. Bunu müteakıb de işbu ıslahatın müslimine olan te’sirattan eslafın vaz’-ı ulum ve medeniyet-i İslamiyyenin esası olan fünun ile iştigalinden bahsolunacaktır. Bu makasıddan her birine kitabın birer babı tahsis olunacaktır. * * * Lozan Türk Yurdu; Türk talebe kardeşlerini efrenci senesi Nisan’ının birinci Pazar günü Lozan’da toplanacak olan Türk Talebesi Derneği’ne da’vet eder. Derneğin gayesi; siyasiyyattan başka her şeydir. İctimai Türklüktür. Türklüğün; hayatı hastalığı yarasıdır. Türklüğün; henüz ihmalden ve tekasülden kurtulamayan gençliğinde fikri bir rabıta ve ıttırad tevlid etmek müşterek bir gayeye doğru el birliğiyle çalışabilmesi imkanını hazırlamaktır. O gençlik ki; milliyetinin mazisine bi-haber haline gafil kendisine sormaya lüzum bile görmüyor; gidiyor koşuyor… Yine o gençlik ki; yarım asra yakın bir zamandan beri garbın terakkī ve irfan denizinde bocalandığı halde henüz memleketine bir damla feyz ü ma’rifet götüremedi. Biraz düşünebilen dimağlara yabancı olmayan bu gibi feciaları burada saymak istemiyoruz. Yalnız bütün bunlar hakkında konuşmak derdlerimize ilac aramak için Türk Talebesi Derneği’ni tertib ve bütün kardeşlerimizin iştiraklerini rica ediyoruz. Emin olalım ki bu rica hain bir uçuruma doğru yuvarlanan Türklüğün koca bir milliyetin imdad isteyen feryadından başka bir şey değildir. Bizler şimdilik; Türklüğün yirminci asır karşısındaki aciz mevkiini düşünmeye vakit bulabilen kardeşlerimizin bu naciler kafilesinin da’vetimize samimiyetle icabet edeceklerini ümidleniyor ve bununla müteselli oluyoruz. Derneğe her Türk genci iştirak edebilir. Dernek; Türk lisanı üzerine cereyan edecektir. Derneğe; iştirak etmek isteyen kardeşler senesi Mart’ının otuz birine müsadif Cumartesi günü akşamı saat on birine kadar Lozan Türk Yurdu’na şifahen yahud tahriren müracaatla ismini deftere kaydettirmelidir. Bir hey’et veya cem’iyet murahhası olarak gelenler vekili oldukları cem’iyet efradının esami ve tevellüd mahalleriyle adreslerini keza mahsus mahalline yazdırmalıdırlar. Derneğe; şahsen veya bir murahhas vasıtasıyla iştirak edemeyen kardeşler gayeye müteallık fikirlerini layiha suretinde dernek riyasetine bildirirler. Derneğin; devamı müddeti dernek umumi hey’etinin kararına bağlıdır. Müz[a]keratın ruznamesi de umumi hey’et tarafından tertib olunur. Lozan Türk Yurdu’nun dernek karşısındaki mevkii müteşebbis bir kuvvet ve derneğe sair kardeşleri gibi iştirak eden bir hey’et olmaktan başka bir şey değildir. * * * Şubat İsviçre: Lozan Muhterem efendiler; Bir aded beyanname göndermek suretiyle iştirakinizi te’min etmek istediğimiz Türk Talebesi Derneği üzerine nazar-ı dikkatinizi celbe lüzum gördük. Bir cem’iyet-i ilmiyye-i kongresiyle ne dereceye kadar alakadar olduğu ilk nazarda anlaşılamaz. Halbuki mes’ele gayet basit ve basit olduğu kadar da şayan-ı dikkattir. İki ay sonra İsviçre’nin Lozan şehrinde bir kongre akd edecek olan Türk gençleri ictimai hayatlarını teşrih ederlerken bir çok şeylerden bahsedecekler münakaşalar olacak.. Ma’lum-ı alinizdir ki; hayat-ı akvamda en büyük bir vazife ifa eden amillerden birisi de – ale’l-ıtlak söylüyoruz– dindir. Dinler; her zaman için ictimai hayat üzerine pek büyük te’sirler icra edegelmişler. Bu bedihi bir hakīkattir. Bugün ictimai hayat üzerine söz söylemek aileyi kabileyi sonra dini bundan sonra ise te’sisat-ı adliyye menafi’-i maddiyye san’at ve edebiyat fünun-ı maarif ve en sonra da tekemmülat-ı siyasiyyeyi göz önüne getirmek mecburiyetindedir. Kongreye iştirak eden Türk gençleri den; İslamiyet’den bahsedeceklerdir. Hakīkati anlayabilmiş bütün cihan mütefekkirlerinin teslim ettikleri vechile din-i mübin-i İslamiyyet; asr-ı hazırda hükümran olan dinlerin en ma’kūl ve en terakkīperveridir. Fakat memalik-i İslamiyyenin hal-i hazırı henüz İslamiyet’in layık olduğu derecede anlaşılamadığını gösteriyor. Fas’dan Çin’e kadar hüküm-ferma olan din-i mübin-i İslamiyet pek elim buhran dakīkaları geçiriyor. Bu acı hakīkati sizler de teslim ederek bir cem’iyet-i hissediyorsunuz. Mevcudiyetlerini büyük himmetlere ali şeklinde yazılmıştır. vicdanlara medyun olduğumuz bu cem’iyetlerin teşekküllerine karşı göğüslerimiz pek büyük bir hiss-i şükranla kabarıyor. Fakat gönül arzu eder ki; bu gibi müessesat esasdan ziyade teferruat üzerinde dolaşıp kalmasın bütün mesaisini küçük bir daire dahiline sıkıştırmasın… Bu; izaa-i vakt demektir. Halbuki zamanımız; buna kısmen tahammül edemeyecek kadar naziktir. İnkarı gayr-ı kabildir ki; bugün medreseli gençlik ile mektepli gençlik arasında vahim bir uçurum vardır. Bu uçurum; İslamiyet-i celile için bir hufre-i inkıraz demektir. Esasen bunun misalini pek çok yerlerde görmüyor muyuz?.. Bu uçurumun hudusü tarihini burada yapmaya çalışmak bizi maksadımızdan uzaklaştırır. Biz burada; Türk Talebesi Derneği’ne tarafınızdan gönderilecek bir meb’usla iştirakinizi rica etmek istiyoruz. Bunun için de fikrimize hak verecek bir çok nokta-i nazarlarımız var mucib-i suda’ olmaz ise aşağıdaki satırlarda muhtasaran sayabiliriz: Birinci; medreseli gençlik ile mektepli gençlik arasında bir hatt-ı vasl çizmek na sokmak Üçüncü; medreseli gençliği mektepli gençlik ile yapacağı münakaşat-ı ilmiyyede daha az mutaassıb daha çok mantıki bir hale getirmek; şayan-ı hayrettir ki bugün mektepli müslim bir genç; küfür ile! itham olunmadan medreseli bir genç ile münakaşa-i ilmiyyeye kabil değil girişemez. Dördüncü; uzun senelerden beri efvah-ı nasda bütün zere bir çok hurafeler dolaşıyor. Bunların biri belki birincisi “Dünya onların ahiret bizim” sözüdür. Bunlar; İslamiyet’le ne dereceye kadar alakadardır? Din-i celil-i İslamiyet’e derece-i mugayereti aşikar olan bu hurafelerin ortadan kaldırılması receye kadar teşrik-i mesai edebilirler? Beşinci; “Din ve millet ikisi birdir” deniliyor. Bu ne demektir? yatımıza ma’kes olan şu istirhamnamemizi göndererek nazar-ı dikkatinizi –bu vakte kadar ülfet etmediği– pek yeni bir zemin-i fa’aliyyet üzerine celb ediyoruz. Bu arzularımıza karşı alacağınız tavr u meslek bize ati-i mukadderatımız hakkında pek sarih bir fikir verebilecek mahiyettedir. Fikirlerimizin tarafınızca kabule mazhar olması; İslamiyet-i celile olacaktır. Aksi takdirde bu vakte kadar devam edegelen inkıraz-ı olmayacaksınız. Bu halde Avrupalıların hergün muvaffakiyetle oynadıkları “Hilal yerine Salib” faciasının nezd-i İlahideki bütün mes’uliyeti –bilmeliyiz– kimlere aid olacaktır. Bakī; mütalaatımızın kemal-i ehemmiyetle tedkīkı ricasına terdifen samimi ihtiramlarımızı takdim ederiz. * * * Ali-himmet efendiler; Selanik Edirne İstanbul İzmir cem’iyyat-ı ilmiyye-i İslamiyyelerine gönderdiğimiz mektupların bir suretini de size takdime karar verdik. Türklü[ğü]n hayatında ictimai inkılab esasları hazırlamak için çalışan Yurd’umuz; gayesine vusul için hayat-ı ictimaiyyemizde mühim bir vazife ifa eden hocalarımızın fikirlerine müracaata karar vermiş ve bu kararını şu mektubuyla mevki’-i imkana çıkarmıştır. Mes’elenin –üç seneden beri pek büyük bir himmetle ifa-yı hizmetten çekinmeyen– muhterem Sıratı müstakīm tarafından la-kaydi ile telakkī olunamayacağı fikri bizi sizlere müracaata mecbur etti. Ümid ederiz ki; pek yeni ve yeni olduğu kadar mühim ve adeta hayat u memat mes’elesi hükmünde olan fikirlerimiz nezdinizde tasvibe mazhar olur. Müracaat ettiğimiz yerlerden alacağımız cevaplar henüz ma’lum değilse de; garib ve elim bir hiss-i kable’l-vukū’ bizlere pek meş’um tefsiratta bulunduruyor. küfürler bizim hakkımızda da –maatteessüf– ibzal olunacaktır. Fakat acaba; böyle bir zamanda en samimi ve saf temennilerimizi ricalarımızı; pek büyük ve ebediyyen unutulmayacak bir himmetle müdafaa edebilecek bir Sıratımüs takīm ’i genç müslümanlığa rehber olarak görebilecek miyiz?. Aman ya Rabbi ümmet-i merhumene sen acı… Bakī hürmetlerimiz siz muhterem vücudlara…. * * * Talebe-i Osmaniyyenin bu teşebbüsleri cidden ve hakīkaten şayan-ı takdirdir. Muhterem talebe efendilerin asırlardan beri kütle-i İslamiyyeyi zebun etmekte olan marazın teşhisiyle izalesine teşmir-i sak-i gayret etmek istedikleri ifadelerinden anlaşılı[y]or. Ne mübeccel arzu ne ‘ali teşebbüs! Şimdiye kadar burada –kendilerinin Avrupa’da kurmak zım gelir bu vazife de mukteza-yı zamanı takdir buyurmuş olan ulemamızın fudalamızın uhde-i hamiyyetlerine terettüb eyler idi. Va esefa ki Daru’l-hilafeti’l-aliyye’de böyle bir şey görülmedi. Talebe-i muhterememizin risalemiz hakkındaki teveccühlerine teşekkür eder ve bu babda bizce yapılacak şeyin neden ibaret olabileceğini vakt-i münasibinde kendilerine bildireceğimizi beyan eyleriz. Maksad ali teşebbüs mühimdir. Da’vet-i vakıaya ulema ve fudaladan pek çok zevat-ı kiramın icabete müsaraat buyuracaklarında ümidimiz ber-kemaldir. Hemen Cenab-ı Hak bu gibi teşebbüsat-ı aliyyede bulunan ahyar-ı ümmeti tevfikat-ı Samedaniyyesine mazhar buyursun. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Şubat Yedinci Cild - Aded: Bu meslek erbabı saha-i tekvinde meşhud olan şuun-ı gayr-ı mütenahiyeyi hiçbir illet-i gaiyye ta’kīb etmeksizin hareket eden maddenin tasarrufatı cümlesinden olmak üzere kabul ediyorlar ve akl-ı selim ashabını hayretten hayrete duçar eden bedayi’-i kudrete eser-i tesadüfdür diyorlar. Onların olmayan bir kör kuvvetin dest-i iradetine mevdu’ imiş. ecza-yı avalim beyninde meşhud olan bunca havarık-ı san’atı nefsine şuuru olmayan bir kör kuvvetin –hiçbir gayet ta’kīb etmeksizin– sırf eser-i tesadüf olarak vücuda getirdiğini kabul edecek kadar mahrum-ı basiret olursa taliine ağlamalı. Meşhur Montesquieu Ruhu’l-Kavanin ünvanlı eserinde: Bir kör kuvvet akıl ve idrak sahibi mahlukat vücuda getiremez demiştir ki ne doğru bir sözdür. Hele maddiyyunun mette asla ma’nası olmayan elfaz-ı mühmeledendir. Avalimi bir tarafa bırakalım. Meşhur Volter Kamus-ı Felsefi ’sinde havada uçan bir zerrenin uçması bile tesadüf eseri değildir diyor. Tavla zarının şeş beş veya penc ve dü gelmesinin de tesadüfe isnadı mümkün değil iken na-mütenahi bir kudret ve azametin saha-i tecellisi olan kainat nasıl olur da ihtiva eylediği bunca dekayık-ı hikmetle ef’alinde bir gayet ta’kīb etmeyen bir kör kuvvetin sırf eser-i tesadüf olarak vücuda getirdiği bir mecmua-i mühmelat olabilir. Anasır beynindeki imtizacatın ta bidayet-i emirde nasıl vukū’ bulması lazım gelmiş ise mutlaka o suretle vukū’ bulduğunu teslim zaruridir. Çünkü maddenin isti’dadına nazaran başka türlü olmasına imkan müsaid olaydı o imtizacat hiç şübhe yok ki öyle olurdu. Madem ki öyle olmamış da böyle olmuş demek böyle olmasına kudretullaha nazaran değil fakat “maddeye nazaran” bir zaruret var imiş. Eğer o zaruretin kendisi tesadüfdür denecek olursa bu söz kailinin tesadüf veya zaruret ne demek olduğunu bilmediğine delalet eder. Çünkü zaruretin girdiği yerden tesadüf tesadüfün girdiği yerden de zaruret çıkar. Bunun biri diğerinin zıdd-ı kamilidir. Hal böyle olunca anasırın sevk-i tesadüfle alemi tekvin ettiği hakkındaki iddia tabiatıyla hükümden sakıt olur. Bu gayette akılları duçar-ı hayret edecek azim bir hikmet olduğu da sübut bulur ki bu da bir müdebbir-i hakimin vücudunu Maddiyyun mesleğinin temel taşı mesabesinde olan maddeye gelince denilebilir ki bizim en ziyade bildiğimiz halde hiç bilmediğimiz bir şey varsa o da maddedir. İnsanların bu yar-ı kadim ile henüz el ele vermeleri nasib olmamıştır. Asırlardan beri didarına müştak olduğumuz bu yar-ı vefakar bizimle her zaman ülfet eder; fakat asla yüzünden hicabını ref’ etmez daima hicab-ı istitar altında görüşüyor. Nikabını ref’ etmemek şartıyla her emrimize imtisal her arzumuza mümaşat eder. İnsan “yüzünü göreyim” diye nikabına doğru dest-i tecavüzü uzadınca görmek istediği çehrenin berk-ı hatif gibi gözden nihan olduğunu nikabına doğru tetavül eden dest-i tecessüsün derin bir boşluk içinde kaldığını görür. Şimdiye kadar bize libas-ı müstearından başka bir yerini göstermeyen o şahid-i vahşet-güzin galiba altından görüşecek. Mütekaddimin maddeyi evsaf ve a’raz-ı mahsuseyi kabul eden bir asl-ı kadim olmak üzere ta’rif ederler bazı kere de madde ile heyulaya şey’-i vahid nazarıyla bakarlar idi. Hatta İbni Sina Hudud ünvanlı risalesinde maddeyi: Yine o risalede heyula hakkında da şu ibareye tesadüf olunuyor: kar: Bizim heyula dediğimiz şey bir cevherdir. O cevherin zatında bir çok suretleri kabule müstaid bir kuvvet vardır. Onun bil-fi’l vücudu yani bizim ona mevcud diyebileceğimiz bir derekeye tenezzülü de ancak kendisinde bil-kuvve mevcud olan o isti’dadın ecsama mahsus suretleri kabul etmesiyle tahakkuk eder. O cevherin kendisine mahsus bir sureti yoktur. Ancak o suretleri kabul edecek bir kuvvet bir isti’dad vardır. Bizim ona cevher demekliğimiz zatına nazaran bil-fi’l vücudu olması ve bizim vücud diyebileceğimiz sureti ahz nun kendisine nazaran bil-fi’l mütehakkık olan vücudunda bize göre tahakkuk-ı vücud için şart-ı la-büd hükmünde bulunan evsaf ve a’razdan biri bulunmadığından o cevher kendisine nazaran bil-fi’l bize nazaran bil-kuvve mevcud demek olur. Müteahhirinden olan maddiyyunun i’tikadlarına göre kuvvet fikri gibi madde fikri de bir tecrid-i mahzdan ibarettir; hakīkatte evsaf ve a’razıyla muhat ve mücehhez ecsamdan başka bir şey yoktur; ecsamdan mücerred a’raz a’razdan ari ecsam tasavvuru bir tasavvur-ı batıldır; kuvvetle madde yekdiğerinin lazım-ı gayr-ı müfarıkıdır. Kuvvetsiz madde maddesiz kuvvet olmaz. Kuvvet ve madde ünvanıyla başka başka iki mahiyet tasavvuru ma fevka’t-tabiiyyata aid iki nazariyenin kabulü demektir. Kuvvet ve madde denilen şeyler birşeyin iki muhtelif şekilleridir. Madde beyne’z-zerrat mevcud olan kuvvetin şekl-i sabiti hararet ziya elektrik ve saire gibi şeyler de aynı kuvvetin bir şekl-i gayr-ı sabitidir. Zerratı tahlil yani maddeyi maddiyetinden tecrid demek kuvvetin madde denilen şekl-i sabitini hararet ziya elektrik ve saire isimleriyle ma’ruf olan eşkal-i gayr-ı sabitesine kalb ve tahvil demektir. serd ettikleri mülahazatın hülasatü’l-hülasası yukarıki mülahazalardan kuvvet ve madde denilen şeyler ayn-ı şeyin iki muhtelif şekilleridir demekle madde hakkında bir şey söylenmiş maddenin esası tebyin edilmiş oluyor mu bilemem. Çünkü asıl aranılan o “ayn-ı şey” olup onun istihalat-ı muhtelifesinden mütehassıl netayic değildir. Demek ki bizim madde hakkındaki ma’lumatımız “şey” dairesinden ileri geçemiyor. Böyle esası şeyden ibaret olan bir emr-i mechulün istihalat-ı mahsusesine birer isim vermekle maddenin hakīkati bilinmiş mes’ele halledilmiş olmaz. Maksadımız maddiyyun mesleğini ta’mik ona dair serd-i mülahazat etmek değildir. Bizce matlub olan cihet madde olsun kuvvet olsun ne olursa olsun bir mevcudun tahakkukudur. sızın bu mevcudun tahakkuk-ı zatisine imkan görmüyor. Çünkü bir mevcudda hükm-i vücudu kendisine izafe edecek bir kuvvet olmadıkca o mevcud tahakkuk edemez. Şu halde mahlukat miyanında bu kuvveti haiz olan yalnız nüfus-ı natıka olduğundan yalnız onların mevcud olması onlardan başka bir şeyin mevcud olmaması lazım geliyor. Acaba öyle midir. Fikriyyun hall-i mes’eleye bu kapıdan girerek alem-i hariciye nefs-i natıkanın halat-ı muhtelifesinden münbais tevehhümat nazarıyla bakmışlardır. Hatta bunlardan meşhur Fichte alemde kendisinden başka mevcud görmeyip kendisi gibi insanların bile vücudunu inkar etmiştir. Fil-hakīka ecsam hakkında icra edilen tedkīkat-ı nazariyye insanı böyle bir fikre saptırabilir. Mesela ecsamın bir çok a’razı nefs-i natıka Descartes a’raz-ı saireyi ecsamdan nefy ile yalnız imtidadı kabul ediyor. Berkeley ve saire gibi bazı felasife imtidadın da nefs-i natıka ile kıyamına kail oluyor. Bu feylesofların i’tikadına göre ru-yı arzda şu’le-i idrak muntafi olsa dünyadan eser kalmayacak yani nev’a-ma kıyamet kopacak meselen basıra olmadığı için nur ve ziya farkı bir cem’-i acibe münkalib olacak hafıza olmadığı için zaman denilen imtidad-ı vehmi bilmediğimiz bir mahiyete inkılab edecek belki mekan denilen imtidad-ı hasisden de eser kalmayacak; hele levn rayiha melaset ve huşunet gibi a’raz ve evsaf derceng-i evvel kem-nam olacak; hiss-i sem’in fıkdanı mülabesesiyle alem-i esvatın kıyameti kopacak; hülasa alem hakīkatini Binaenaleyh bu hal-i kıyamet değil de nedir? Fikriyyunu alem-i haricinin vücudu hakkında şübheye sevkeden şey yukarıda söylenildiği vechile eşya-yı hariciyye denilen hakayık-ı sabiteye mahsus evsaf ve a’razın zevat-ı eşya ile kaim olmayıp nüfus-ı natıka ile kıyamlarıdır. Halbuki ma’lumat-ı hissiyyemizin musahhihi olan akıl onların bu fikirlerindeki ettiğimiz ma’lumatı aklen tashih etmemiş olsa idik bugün güneşe bir semavi “gözleme” yıldızlara da birer gözlük camı der idik güneşi hacm-i hazırıyla hisseden gözümüz ise onun küre-i arzdan . . kere büyük olduğunu bize bildiren aklımızdır. Ma’lumatımızın en sahihi aklımızla tahsil ettiğimiz ma’lumattır. İşimiz hisse kalırsa hiçbir zaman nefsimizi hatadan azade bulunduramayız. mayıp ondan mukaddem de nev’-i beşer bulunduğu. Bu nazariyeyi kabul ettiğimiz halde deriz ki: mahdud bir bilgi ile saha-ara-yı zuhur olmuştur. Cenab-ı Hak efrad-ı insaniyyeden her ferdi ayet-i kerimesinde haber verdiği üzere nasıl zaifü’lkuvvet mefkūdü’l-ilm her şeyden aciz hiçbir şeye mukavemet edemeyecek bir surette halk edip sonra ebeveyninin veyahud diğer kimselerin mesaisiyle bünyesi hadd-i ma’rufa vasıl olarak ilm ü irfan sahibi oluyorsa cem’iyyat-ı beşeriyye de bidayet-i zuhurunda gayet sade bir bilgiye malik olarak neş’et eylemiş gerek i’tikadiyat ve gerek amel hususunda sırf şerayi’-i akliyyeye temessük ve o yolda hareket eylemiştir. Bu sadelikle bir çok zamanlar devam ederek havadis-i kevniyyenin vukūu kendisine mürebbilik vazifesini yalnız bünye-i cismiyye ve ihtiyacat-ı bedeniyyesinin muhafazasına ehemmiyet vermiştir. Hatta beşerin bu devirdeki kaffe-i sanayi’inin taştan olması efradın hal-i sabavetine pek müşabihdir. Bundan sonra tenasül ve tekamül ederek daha yüksek bir tabakaya çıkıyor. Beşer bu devrinde sanayi’ini daha ziyade ileri götürüyor alat ü edevatını kalay ve demirden yapıyor. Bu devirde ervaha ehemmiyet veriyor hatta ervaha perestiş ediyor ra’d ve berka atf-ı nazar ediyor. Hülasa bu devirden de geçerek tecrübe ve kendisinden evvelkilerin bakiyye-i asarı kendisine pek çok şeyleri keşfe sebeb oluyor. Bu defa cem’iyyet evvelki düşüncelerinin bir çok hatalarını buluyor; havadis-i kevniyye bilmediği bir çok şeyleri ta’lim ediyor usul-i ictimaiyyata müteallık pek çok şeyler öğreniyor. Bünye-i ma’neviyyesinin anasırından bazı şeyler keşf ederek teakkul eylediği şeylerin batını bilmediği şeylerin esrarını fehme; bulunduğu alem-i cismaniden başka bir alem-i ruhani olduğuna zahib olmaya isti’dad göstermek derecesine vasıl oluyor. Demek oluyor ki bu devirde cem’iyet-i beşeriyye sabavet devrinden sinn-i rüşdün evveline intikale hazırlık gösteriyor ve binaenaleyh istikbal ettikleri tavr-ı cedide hidayet etmek üzere kendilerine nebi ba’s olunuyor! Efrad-ı beşerden her ferd sinn-i rüşde vasıl olmadan menfaat ve mazarratını o kadar fark edemediği gibi gayra sonra şehevat-ı nefsaniyyesine tabi’ olarak icra eder. Binaenaleyh cem’iyyat-ı beşeriyye de zuhur-ı nübüvvet devresine kadar gerek i’tikadiyat ve gerek ameliyat hususunda mukteza-yı fıtratları olarak sırf akılları ile hareket etmişler ve bit-tabi’ gitgide terakkī ettikce sinn-i rüşde vasıl olarak aralarında ve şeriat-i İlahiyye ile hükm edecek bir peygamber gönderiliyor. Şu halde nübüvvetin zuhuru ve onu kabule isti’dad etvar-ı beşeriyyeden bir tavırdır ki nev’-i insan ona; gayeti kemal-i insaniyyetin şu nev’ine intiha eden uzun bir tarikte tedrici bir surette yürüyerek vasıl oluyor ve o tavr-ı nurani-i cedidin zuhuruna kesb-i isti’dad ediyor. Bu suretle peygamber olarak ba’s olunan Hazret-i Adem insanların değil peygamberlerin bidayeti olmuş oluyor. Cem’iyet-i beşeriyye kemale doğru yürüyerek birtakım merhaleler kat’ edip nübüvvetin zuhuruna intiha ettikten sonra daha bir çok mesafeler tayy ile diğer bir menzile vasıl oluyor. Fakat maatteessüf ahd-i nübüvvet uzadıkça insanlar nur-ı nübüvvetten tebaüd ettikce kalbleri kararıp nefislerini zulm ü taaddi ihata ederek şehevat-ı nefsaniyyeleri galebe ediyor sırr-ı da’vet hikmet-i diniyye unutuluyor; binaenaleyh bu cihetle ihtilaflar baş göstererek evvelki saadet şekavete inkılab ediyor. Bu devir de temadi ettikce beşer işlemiş olduğu a’mal ve harekatın fenalığını idrak ve ihtilafatın vehamet-i avakıbini ülfet-i muhabbetin fevaidi ile mukayese ederek kalbini akaid-i fasideden nefsini birtakım melekat-ı redieden tathir edince bundan sonra cem’iyet üzerine yine şems-i evvelin tulu’uyla hukūkta reis ile mer’us müsavi insanlar tenzil üzerine dad olunan etvarın her birisini sırasıyla geçerek en sonra o gayeye varacağı şübhesizdir. Bu nazariye de zaif bir nazariye değildir. Çünkü tabakatü’l-arz ve ensal-i beşer ulemasının serd edegeldikleri nazariyat-ı fenniyyeye tamamı tamamına muvafık olduğu gibi dinen dahi hiçbir mahzuru yoktur. Zira nass-ı celilinden bu ma’na kısmen müstefad olmaktadır. Bekir İmamü’l-eimmeti ve’d-din Mısır Müftisi Şeyh Muhammed Abduh gibi fuhul-i ulema bu nazariyeye işaret etmişler. Ve Hazret-i Adem mes’elesini de şu suretle beyan etmişlerdir: “Cenab-ı Hak insanları şerayi’-i İlahiyyeden hali olarak sırf akıllarıyla hareket eden bir ümmet-i vahide olarak halk eyledi. Fakat gitgide tekessür ettikce ihtilaflar da çoğalıp ıslah-ı a’mal ve hıfz-ı selamet-i kulubda yalnız hidayet-i akliyye kifayet etmediğinden Cenab-ı Hak luft-ı ilahi olarak kendi tarafından emir ve nehyi kullarına tebliğ etmek nerede ve kimler ile ve kimlere olduğu ma’lum değildir. Binaenaleyh caiz ve belki muhakkaktır ki Adem’in nübüvveti hud birkaçlarına kadar devam etti. Sonraları nesl-i Adem üzerine fesad arız olup şeriat-i gibi– bunlar da yalnız akıllarıyla hareket etmeye başladılar. Zaten ayet-i kerimesindeki halife lafzında müfessirler iki mesleğe süluk ediyorlar: Bunlardan bir kısmı bu lafzın arzda evvelce bir veya daha ziyade nevi’ hayvan-ı natık var iken münkariz olduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın arzda halife kılacağına dair melaikeye haber verdiği bu sınıf onun mahalline hulul ederek ona halef olacağını müş’ir bulunduğuna zahib oldular. Nitekim Cenab-ı Hak da kurun-ı ulanın buyurmuştur. Bu takdirce Adem bu arz üzerindeki hayvanın ilk sınıf-ı akıli olmayıp belki hayvan-ı natıkın helak olmuş taife veya tavaifine zat ve maddede mümasil ve bazı ahlak ve şecayada muhalif ilk taife-i cedidesi olmuş olur. Diyanet-i Brahmaniyye’den alınan ma’lumat dahi bildiğimiz Hazret-i Adem’in ilk adem olmaması hakkındaki fikirleri te’yid eyliyor. “Manu” namını verdikleri Hazret-i Adem’in Yedinci Manu olduğunu söylüyorlar. Gerçi bu nazariyelerin her birisine karşı i’tiraz varid olmak ihtimali var ise de küre-i arzda vücud-ı insaninin bidayetine dair bir tarih-i sahih olmadığı cihetle nass-ı kitaba nakli reyb ü ıztırabdan hali olan sünnete muhalif olmadıkca bu gibi nazariyelere karşı varid olan i’tirazın ehemmiyeti olmayacağı derkardır. Maa-haza biz tevcih-i evveli takdim eyledik. Burası şu suretle izah olunduktan sonra gelelim istişhaden Biz demiştik ki ayet-i kerimesi nev’-i beşerin bidayet-i zuhurunda maymunlara yakın bir isti’dadda olup da gitgide tenasülden tenasüle ıstafadan ıstafaya semi’ u basir olduğuna delalet etmez…! Buna cevaben diyorsunuz ki: “Birinci ayetteki insan hükm-i celiline nazaran yalnız bir suretten san Hazret-i Adem ve evlad-ı Adem’i şamil olarak ihraz-ı kemal ve tekamül eden insan ma’nasınadır…!” ve ma’na-yı şerifi şudur: “Yalnız suretten ibaret….!” Haydi teslim edelim ki ayet-i kerime bu suretle tevcih olunsun. Fakat bu cevap olabilir mi? Zira suretten ibaret olan insanda insanlık yok ki maymunlara yakın bir isti’dad tasavvur olunsun. Ona insan ıtlakı bilahare kendisine insaniyet ile hükm olunacağı içindir. O halde maymunlara yakın bir isti’daddalar idi dediğiniz ikinci ayetteki insan olacaktır ki Tenkīd-i Muhıkk ’da söylediğinizin aynıdır. Maa-haza diğer ayat-ı kerime ve ehadis-i Nebeviyyenin delaletinden anlaşıldığına göre ayet-i kerimeden bu ma’na o kadar zahir değildir. Binaenaleyh bu ayet-i kerimenin ma’nasını şu suretle izah etmek lazımdır: Adem’dir. karinesiyle her iki mevki’deki insan zikrolunması ziyade takrir içindir… mevcud olan nefs-i natıkadır. “Hin” mikdarı gayr-ı ma’lum uzun bir zaman veyahud erbain ile mukadderdir. “İbtila’” belvden müştak olsa da burada sizin dediğiniz ma’naya değil belki imtihan ma’nasınadır ve bu ma’naya olduğuna da kavl-i şerifi delalet eder. Birinci tevcihe göre ma’na-yı ayet: “Adem üzerinden birtakım devirler –türab tin tin-i lazib salsal hame’-i mesnun devirleri– geçtiği o zamanlarda şayan-ı zikr bir şey olmayıp mensi idi.” “Beni Adem üzerinden birtakım devirler zamanlar türab tin tin-i lazib salsal hame’-i mesnun sülale-i tiniyye nutfe alaka mudga izam… geçti ki o zamanlarda insaniyet Bundan sonra hilkat-i beni Adem’i ve sebeb-i hilkatlerini beyan ederek buyuruyor ki: “Biz insanı tekalif ve evamir ü nevahi ile imtihan etmek için nutfe-i emşacdan halk ve kendisiyle imtihan sahih olan fehm ü temyiz ve bunların mevkūfün-aleyhi olan sair şeyleri ihsan eyledik” Ragıb-ı Isfahani’nin beyanına göre insanların mebde’-i hilkatleri türabdan başlayarak tin yani su ile türab bundan sonra tin-i lazib yani mu’tedil bir hal üzere bulunup kabul-i surete kesb-i isti’dad eden çamur haline geliyor. Bu devirden sonra yabis ve kendisinden sada işidilecek bir devreye bundan da geçerek daha yüksek bir devre-i tekamüle geliyor ve en sonra kendisine nefh-i ruh edilerek şu ta’dad olunan edvar-ı seb’ayı sırasıyla geçtikten sonra ilm ü edeb ile tekemmül ediyor. Mebde’-i beşer bu suretle bir çok devirler geçirdiği gibi ebna’-i beşer de sülale-i tiniyyeden bed’ ederek edvar-ı seb’ayı geçirdikten sonra kabil-i ilm ü ma’rifet oluyor. Bu hakīkate Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim ’de muhtelif mev’izalarında işaret buyurmuştur. şeklinde yazılmıştır. Binaenaleyh dehrden nasıl ma’na murad olunursa olsun yine ma’na sahih olur. Yukarıda serd ettiğimiz ikinci nazariyeye göre de ma’na pek aşikardır. alilerinizden yukarıdaki mahzurlu gördüğümüz şeyler el-an bakīdir. Maa-haza evvelce söylediğim vechile Mösyö Ernest Hegel’in Vahdet-i Vücud risalesine ka[r]şı en evvel reddiyyeyi siz yazdığınız cihetle fehvasınca şayan-ı tebriksiniz. Ah! Ne olaydı da bütün ulemamız en aziz olan ömürlerini kahve köşelerinde laklakiyyat ile geçireceklerine böyle milletlerine nafi’ eserler vücuda getirseler de bütün ebna-yı vatan onlardan az ve çok istifade etse idi! Fakat heyhat ki bu gibi şeyler ile meşgūl olmak şöyle dursun iştigal edenler de nazarlarında dinsiz oluyorlar her ne ise bakī Gözümüzle görebildiğimiz mahsusatı bize gösterebilecek yahud haricde vücudu olmayan ihtisasatı duyurabilecek melekeye edebiyatta tasvir derler. Bununla beraber mutlak olarak zikredildiği zaman tasvir yalnız mahsusata münhasır kalır. Tasvir üç türlü olur. Birincisinde edib bir müstensih ressam tavrı takınarak tersim edeceği levhayı aynen alır; kendisinden hiçbir çizgi ilave etmez. İkincisinde o levhayı olduğu gibi çizmeyerek gerek ilave gerek tayy suretiyle yer yer ta’dilat icra eder. Üçüncüsünde ise tasvir edeceği şeyi olduğu gibi göstermek tarafına hiç yanaşmayarak onu evvelce kendisi bambaşka bir nazarla bambaşka bir şekilde gördükten sonra öylece gösterir; yani başkalarının gördüğü gibi değil kendisinin görmek istediği gibi göstermeye çalışır. Şu taksime göre birinci tasvir sırf hakīkī üçüncüsü büsbütün hayali ikincisi ise hakīkatle hayalin mümtezic bir şekli oluyor. Birçok levhalar vardır ki şiiri içinde olduğundan şairin bütün san’atı bütün vazifesi onları aynen nakletmekten ibaret kalır. Lakin bu o kadar kolay bir iş değildir. Zira bir kere o levhaları gayet muhit gayet nafiz bir nazarla görmek; sonra da o suretle gösterebilmek lazım. Yine birtakım levhalar vardır ki aynen nakledilirse bir nazar-ı temaşa ondan çokluk mahzuz olamaz. Çünkü hakīkati üryan görmek her zaman o kadar hoşa gitmez. İşte böyle yerlerde edib hayale müracaat eyler: Tasvir edeceği o levha-i hakīkatin birçok yerlerini feda ederek yerine hayal getirir; bu noksanı hayal ile telafi eder. Yine birtakım levhalar vardır ki bizde uyandıracakları hissiyat-ı ulviyyeye nisbetle hey’et-i hakīkıyye ve maddiyyeleri pek naçiz kalacağı için o gibi elvahı tasvir ederken nazar-ı temaşamızın önündeki sureti bırakır; muhayyilemizde çizdiğimiz nukūşu kağıd üzerine nakletmeye çalışırız. Tasvirde fazla tafsilattan ihtiraz etmelidir diyorlar. Doğrudur. Ancak ne gibi yerlerde ne gibi tafsilat zaiddir? Mes’ele burasını kestirip atmaktır. Hele hakīkī tasvirlerde bazen öyle nevakıs olur ki zevaidden ziyade nazar-ı muahezeyi celbeder. Bize öyle geliyor ki: Tasvir için tutulacak mikyas eldeki mevzu’ ile o mevzu’dan çıkarılacak neticeye göre değişmek lazımdır. Evet mevzuun ne derecelerde tafsile tahammülü vardır kezalik istenilen neticeye varmak için karşınızdaki levhanın yahud vak’anın hangi noktaları hangi çizgileri gösterilmek icab edecektir? Bunu kat’i bir düstur ile bildirmek kabil olamaz. Eski şairlerimizin hiç ehemmiyet vermedikleri adeta şairliğe münafi gördükleri bir meslek varsa o da mahsusata aid hakīkī tasvirlerdir. Eğer ilk devirlerde gelen şairlerimiz tevaggul etselerdi; yahud devr-i mutavassıtta yetişen ediblerimiz garbın asar-ı edebiyyesine bigane kalmasalardı bugün bizim de elimizde tasvire dair güzel güzel eserler bulunurdu. Va-esefa ki divanlarımızdaki tasvirler baştan başa hayalidir. Bahar hazan gurub tulu’ gibi elvah-ı kudret bile etraflı bir surette tasvir olunmamıştır. Bir Acem şairi baharı nasıl görmek “bahariyye” ünvan-ı acibi altında gördüğümüz şiirlerde ismi geçen çiçeklerin çoğu İran toprağında yetişir. Burada bulunmaz! Memleketimizde mezarlık haricinde servi ağacı pek nadir görülürken bahar tasvir eden şiirlerimiz her çemenden bir ırmak geçirir; her ırmağın iki tarafını da servi ağaçlarıyla doldurur! Hele birçok şitaiyyelerimiz var ki insan onların Temmuz ayında yazıldığına hükmeder! Şairlerimiz bahar oldu mu bütün kainata bir hulle-i hadra giydirirler; kış geldi mi duş-ı zemine bir sütre-i beyza geçirirler olur biter. Varsın şu iki renkli libas örttüğü vücudlara göre na-mütenahi tenevvü’ler göstersin onları ne görürler ne gösterirler. Edebiyatımızın tasvir hususunda bu kadar geri kalmasına bizde resmin fıkdanı da sebeb gösterilebilir. Evet eğer vaktiyle bizde de ressamlık olsaydı belki şairlerimiz musavvirliğin kıymetini anlayarak biraz da bu türlü yani gördükleri gibi yazmaya çalışırlardı. Şimdi yukarıda söylediğimiz şu üç muhtelif tarz-ı tasvirin hangisi intihab edilmek lazımdır suret-i kat’iyyede ta’yin olunamaz. Orası mevzuun icabına hususiyle şairin zevkine daha doğrusu kabiliyetine kalmış bir şeydir. Ancak şiirdeki tasvirler nesirdekiler kadar tafsilata müsaid değildir sözünü bir kaide-i külliyye olarak ileri sürebiliriz. Zamanımızdaki hikaye yazanlar zemin ittihaz ettikleri vak’anın güzergahında ne varsa sağlı sollu tasvir etmeden geçmezler; geçmeyi yolsuz bulurlar. Lakin bu usul şiire tatbik olunamaz olunsa da hoşa gitmez. Mesela şair karşısındaki binanın tulünü arzını santimetresine kadar göstermeye kalkışacak olursa şiirin tadını kaçırır. Evet bu öyle bir göklere kadar çıkarmaktan ibaret olan tefrit ile birleşir. Ne asümana kadar çıkarmalı; ne de eb’adını şerit çekip ölçmelidir. Şiirdeki hakīkī tasvirler pek dağınık pek etraflı olmamalıdır demiştik. Çünkü bu gibi tasvirlerden maksad birçok hakayıkı eşyaya söyletmektir. Mesela bir fakīrin sefaletini ta’rif ederek haline acındırmak için şöyle perişandır böyle sefildir... demektense o zavallının yuvasında nazar-ı merhamete olanca üryanlığıyla çarpacak ne gibi şeyler varsa onları gösterivermek çok daha beliğ olur. Zira birinde söylüyorsunuz birinde ise gösteriyorsunuz. Elbette görmek dinlemekten müessirdir. Maksad-ı tasvir hakīkatleri eşyaya söyletmektir hükmünü kabul edersek mevzua göre mikyas ta’yin eyleyebiliriz. Hakīkī tasvirlerde tabiiliğin haricine çıkmak hiç olamaz; zaten bunu ihtara hacet yoktur. Şayet karşımızdaki levhayı aynen çizmeyeceksek ta’dilatı öyle bir surette icra etmeliyiz ki kimse farkına varmasın. Şu beş on sene içinde çıkan romanların birinde bir yat tasviri vardı ki müfredatına varıncaya kadar gösteriliyordu. Muharririn ne derecede muvaffak olduğunu tabii ben anlayamazdım. Bahriyeli arkadaşlarımdan birine gösterdim. O da bize yat olmak üzere tavsiye edilen yadigarın bir enine bir boyuna bir de derinliğine baktıktan sonra kahkahayı salıverdi: “Ayol bunun neresi yat? Bu senin bildiğin salapurya!” dedi. Bazen eşya kafi gelmez yahud icab eder de eşhas da tasvir olunur. Hatta o eşhasa söz de söyledilir. İşte tasvirin pek mühim bir kısmı olan bu söyletmek mes’elesi gayet ince bir iştir. Her seviyedeki her san’attaki her memleketteki halkın tarz-ı ihtisası tarz-ı rü’yeti tarz-ı muhakemesi tarz-ı tekellümü birbirine benzemeyeceği azıcık benzese bile arada gayet büyük farklar olacağı için hayale kapılarak bir adama düşünemeyeceği söyleyemeyeceği yahud büsbütün başka bir vadide söyleyeceği sözleri söyletmemelidir. Bu şeritaya lüzumu derecesinde riayet edilmezse ortaya çıkan eser pek maskara birşey olur. Nasıl ki kütle-i İslam’ı müslümanları bir Vücuda benzetiyorsak vatan da öylecedir. Eğer o unsur-ı İslam’ı bağrına basarak Kucaklayan şu vatan bir vücud ise mutlak Onun medaris-i ilmiyye kalbidir; işte Bugün medaris o kalb-i vatan yazık haste Sönük ümid-i halası hayatı tehlikede! O hasta kalbe eğer gelmiş olsa bir sekte Yaşar mı hiç o vücud-ı vatan bulur mu felah? Hayır ölür hareketten kalır maazallah. O za’f-ı kalb ile işte bugün zavallı vatan Firaş-ı mevte uzanmış alil ü bi-derman. Eğer o hastayı kurtarmak istiyorsak biz Hemen medarisi ıslaha gayret etmeliyiz. Bizim pena-geh-i amalimiz medarisdir; Yegane bais-i ikbalimiz medarisdir. Evet o medresedir dini durduran yaşatan; Yaşar onunla şeriat yaşar onunla vatan. Onunladır vatanın milletin tealisi; Bugün düşen bize önce onun tedavisi.. Fakat o hasta iyi olmaz bu kaygısızlıktan; Bu duygusuzluk onu bu acıklı hale koyan. Nedir bu bizdeki gaflet bu hal-i la-kaydi? Neden o eski eazım yetişemiyor şimdi? Harabe halini almış olan o medreseler Birer güneş gibi vaktiyle neşr-i nur eyler Bugün o nur-ı fazilet neden parıldamıyor?!. Neden ulum u fünun yegane merci’ iken Bugün o medreselerde okunmuyor her fen?.. Reva mıdır talebe sarf u nahve altı sene Aziz vaktini sarf eylesin de sonra yine Arabca anlamasın kalsın öyle bi-gane Ve sonra mantık için la-ekall beş altı sene Dalıp şüruh u havaşiye sarf-ı ömr etsin Yazık neden boşa vakti tebah olup gitsin?! “Musannifin sözüne seyyid i’tiraz ediyor Gibi münakaşaya vaktimiz müsaid mi? Neden bırakmıyoruz bu usul-i ta’limi? Neden bu asr-ı teceddüde biz yine hala O eski eksik usulün terennümatıyla –Yetişmiyor gibi– öyle mırıldanıp duralım? Kulakları o bayat nağmelerle dolduralım. Bugün o köhne usulü eğer bırakmazsak Terakkıyat-ı nevin-i zamana bakmazsak; Bugünkü hal-i felakette kalmayız yalnız Haziz-ı meskenet ü zillete yuvarlanırız. Biraz o sahte taassubları –darılmayarak– Atıp da bir tarafa munsifane bir baksak Nemiz var ortada?.. Varsa muvaffakıyyetimiz Şu bilgisizliğimiz şübhesiz şu gafletimiz Fünun-ı hazıradan yok bıda’ımız zerre Ulum-ı ‘aliyyyeden bi-nasib ü bi-behre… Yazık ki bilmiyoruz biz vücud-ı insanın Teşekkülatını hala kurun-ı vüstanın O eskimiş nazariyyatı o asır-dide Kitab-ı hikmeti gezmektedir eyadide Usul ü fıkh u kelam u hadis ü tefsire Gelince: Yok yine bir şey öyle bi-behre… Eğer o Hazret-i Kur’an’a aşinalığımız Olaydı olmaz idi böyle bi-nevalığımız Odur bizi la itab Eden fünuna bizi sevk eden evet o kitab. Eğer onun sözüne hükmüne riayetle Çalışmış olsa idik böyle kahr u zilletle Yaşar ve böyle hatar-nak hale pek mühlik Haziz-ı acze felaketlere düşer miydik? Yeter uyanmalı artık yeter bu gafletler Uyanmalı vatanı sarmadan felaketler!.. Efendim! Mektubunuzu okudum. Acizane keşf ü izharına çalışmakta olduğum bir hakīkat-i Kur’an iyyenin pek tuhaf lan– hayat-ı diniyyemize mühlik hançerler sokması teessüflerle teessürlerle telakkīye şayandır. İşte bu gibi hallerimizdir ki a’damıza ümid ve cesaret kapılarını ardına kadar açıyor! Azizim! Emr-i celil-i i’dadın bir ekseriyet-i azime tarafından terki ekalliyet-i mutianın da onlara iktidasını istilzam edemez. Kur’an-ı Hakim umuma emreder itaat ü inkıyad edenler fariza-i mükellefe-i diniyyelerini ifa etmiş ve mes’uliyetten kurtulmuş olurlar. Asiler için ise ceza tabiidir. Namazı da terk edenler -maatteessüf yüzde seksen nisbetinde bir– ekseriyet-i azime teşkil ediyorlar. Bunlar namaz kılmıyorlar diye ekalliyet-i mutia da namazlarını terk etsinler paydos….! Diye –zaten garib kalan– cami’lerin kapılarını çekip büsbütün kapasınlar mı? Emir noktasından namazla ret-i Kur’an-ı Hakim . Ma’lumdur ki “kelam-ı nefsi” birdir. Taaddüd ve tenevvü’ şanından münezzeh ve mütealidir. Emre nehye habere ması ve harice tealluku i’tibariyledır. Binaenaleyh bir emrin –kasden– adem-i ifası bütün emirlerin terki demektir. Amirin emrine karşı me’murda hakk-ı ihtiyar yoktur. Mü’minlerden –erkek kadın– hiç birinin haddine düşmemiştir ki Resulullah aleyhissalatü vesselam bir emri hükm ettiği vakit o hükme karşı kendisinde istediği herhangi bir şeyi ihtiyar etmek kendi arzusunu emr-i celil-i Muhammedi’ye tercih eylemek hakkı tasavvur etsin. Allah bu terbiyesizliği bu serkeşliği kat’iyyen men’ u tahrim eder. Her kim Allah ve Resul-i zi-şanının emrine –kendi arzu-yı keyfisini ihtiyar ve tercih etmek suretiyle– isyan ederse muhakkak sırat-ı müstakīmden çıkmış Allah’ın kahr u celaline avuç açmış olur. Sure-i Celile-i Ahzab Allah’ın –yahud Resul-i ulüvv-i şanının– emrine muhalefet ve ifasından i’raz edenler dünyada düşman kılıcı altına düşmek zencir-i esaretine giriftar olmak zillet ü meskenetle ayakları altında sürünmek ve emsali fitne ve musibetlerden yahud ahirette elem-efruz hevl-engiz azab-ı kahr u gadabından hazer etsinler! Sure-i Celile-i Nur ” Görülüyor ya: Allah ve Resulullah’ın emrine muhalefetin cezası ne kadar ağır! Şimdi siz i’dad-ı kuvvet emr-i Kur’an isinin bütün emirlere rüchan ve tefevvukunu takdir ü teslim ile beraber ekseriyet-i azimemizin bunu ifa etmemesi ekalliyet-i mutia için bir ma’zeret gibi telakkī etmek istiyorsunuz! Hayır! Ekalliyet-i mutia için bu bir ma’zeret olamaz. Ekseriyet; tarik-i salat… diye ben de namazımı terk edemem. Ben; vazifeme maksadın tahsiline koşarım. Gücüm yettiği kadar dindaşlarımı ikaz ve teşvike çalışırım. Avazım çıktığı kadar feryad ederim! Aldırmayanlar ve koşmayanlar akibetlerini düşünsün. İşte a’da-yı din geliyor kuvvetimiz yok! amelen vacib ve acil. Bu emir; yalnız a’da-yı hali değil husama-yı istikbali de terhib ü tenkil edecek bir derece-i kemalde “kuvvet” nazm-ı celilinin bütün medlulatını –istitaatın son nokta-i imkanına kadar– i’dad ve ihzarı natıktır. “Kuvvet”; bu nazm-ı İlahinin umum ve şümul ma’nası düşünülsün! Maddi ma’nevi “kuvvet” namını haiz her şeyin Sonra bu “kuvvet”in vücudu sair ibadat-ı maliyyenin şerait-i vücubu miyanında ihtiyari değil vücuben şart çünkü esasen kendisi bir emr-i ta’cili ile me’murun-bihadır. Mesken de ibadat-ı maliyyenin şerait-i vücubundandır. Fakat kuvvet gibi değil. Keza hademe de şerait-i mezkure miyanındadır. Lakin hizmetçi bulundurulması farz değil. Bu; saadet-i hayatın te’mini namına Cenab-ı Hakk’ın bir inayeti mahsusası olarak havayic-i asliyye miyanında bulunuyor. Yoksa insan hizmetçisiz de yaşayabilir. Bu emir ki şeraite tabi’dir; şart olmazsa meşrut olur mu? Vakit; namazın şerait-i mi? Elbette kılınamaz. ve fi’liyyelerinin acilen sarfını emrediyor. İbadat-ı maliyyenin –ta sadaka-i fıtrına kadar– hepsi istitaatla mukayyed. Bu sinden fazla –mesela– iki yüz lirası olan bir mü’minin istitaat-i şer’iyyesi bunun mecmuundan ibaret değil mi? Amir yoksa bir kısmını zekata hacca kurbana sadaka-i fıtra ayırmasını değil. İ’dad-ı kuvvetin bu ibadat-ı maliyyenin şerait-i vücubundan ma’dud olması da delil-i diğerdir. İ’dad-ı kuvvet zekatın haccın farz kurbanın sadaka-i fıtrın vacib olması Şart olmayınca meşrut da olamaz. Demek a’da-yı dini – halen ve istikbalen terhib ve tenkil edecek derecede–kuvvetimiz olmazsa bu şart mevcud bulunmazsa zekat da hac da kurban da sadaka-i fıtır da olamaz. Emrin teveccühü şartının vücuduna vabeste. İşte ibadat-ı maliyyenin farz veya vacib olması vakti “kuvvet” nazm-ı celilinin medlulatı tamamıyla i’dad ve ihzar olunmuş bulunduğu zamandır. Bu zaman; o ibadat-ı maliyyenin ağniyaya teveccüh ettiği dakīkadır. Bu dakīkanın hululünden evvel zekat vermek hacca gitmek kurban kesmek aynıyla mesela namazı vaktinden evvel kılmak gibidir. Amir i’dad-ı kuvveti emrediyor; sen bununla meşgūl birini nasıl ifaya hakkın olabilir? Mesela öğle namazını kılarken onu ikinci veya üçüncü rik’atte bırakıp vakit daha birkaç saat olan ikindi namazına nasıl durabilirsin? Amirin matlub-ı acili emrin tamamı mı? Noksanı mı? Cenab-ı Hak cümle-i emriyyesiyle iktifa buyurmuyor da süvariliği hayvan terbiye ve ta’limini binaenaleyh hara te’sis ederek süvari topçu nakliye sınıfları için hayvan yetiştirmeyi de unutmayınız! Onu da emrediyorum. Bununla benim ve sizin düşmanlarımızı terhib edeceksizin; yani: Hal-i taarruziye geçecek kadar kuvvet i’dadına müstati’ ve muktedir tedafüi a’daya karşı za’f ü aczdir. Şevket-i İslamiyyenin düşmana za kat’iyyen razi değilim. A’dayı kahr u tenkil edecek derecede kuvvetli bulunmanızı ve bu uğurda bütün istitaat-i maliyye ve fi’liyyenizi acilen sarf etmenizi kemal-i ehemmiyetle emrediyorum. Hem de bu kuvvet-i kahirenin yalnız hal-i harbde bulunduğunuz a’daya da münhasır kalmasını istemem. Bunlardan –yani: Hal-i harbde bulunduğunuz a’danızdan– başka husama-yı onları –nikab-ı sulh u müsalemetle ? mestur oldukları için– bilmezsiniz! Onların o sahte nikab-ı vidadı atıp üzerinize hücum edecekleri zamanı Allah bilir. Allah onların bütün esrar-ı kalbiyyelerine muttali’dir. Aleyhinizde beslemekte oldukları bütün amal-i şeytanet-karanelerine vakıfdır. Haydi siz –ey mü’min kullarım!– çabuk olunuz! Fırsatı fevt etmeyiniz! Emrime muhalefet etmeyiniz ki duçar-ı fiten ü mesaib olmayasınız! Siz düşmanlarınızdan değil onlar sizden korksunlar! Sure-i Celile-i Enfal.” buyuruyor. Bu kadar kuyud ile mukayyed olan emr-i celil bir de zekat ve haccın kurban ve sadaka-i fıtrın şerait-i vücubu miyanında bir mevki’-i müstesna-yı vücubda bulunurken bu ifa ve ikmal olunmadan ötekilerin vacib-i icra addolunmalarına bir türlü akıl erdiremiyorum. Yukarıda da söyledim: Vaktinden evvel namaz kılınmaz. Çünkü vakit namazın şerait-i vücubundan vücub-ı edasındandır. Henüz hitab-ı İlahi teveccüh etmemiş. Zarfsız mazruf olur mu? Vücub-ı edası diğer bir emr-i vücubi ve fevrinin bütün kuyuduyla tamami-i ifasına muallak olan bir emr-i müstakbeli abdin kendiliğinden icabı nasıl caiz olabilir? Bu bir nev’-i ihtiyar demek değil mi? Usul-i fıkıh diyor ki: Bir şeyle emir zıddının –eğer maksudün-bihin fevatını mucib oluyorsa– tahrimini istilzam eder. Bu zıd her ne olursa olsun; madem ki me’murun-bihin ızaasını mucib oluyor haramdır. namaz farz-ı ayn iken namazda bulunan bir mü’min hayatı tehlikeye düşen bir adamın imdadına koşmak için namazı o anda bozması farz oluyor. İcabet farz-ı acil olunca –o an için– namazda kalması kat’iyyen haram oluyor. Amir diyor ki: “Derhal namazı boz! Müstağīsin müstağīs beklemez. Ölür gider. Maksud ise onun hıfz-ı hayatıdır. Namaz bu maksudun fevatını mucib olduğu için farz vakkaten– hürmete münkalib oluyor. tini acilen buna sarf ile mükellef ve meşgūl. Bunun fevatını mucib her hangi bir şey zıddıdır. O halde istilzamen haramdır. de iştigale kalkışsak maksudu fevt etmiş olacağız: A’da gelecek vatanımızı istila edecek. İşte bu hikmete mebnidir ki rait-i vücubu miyanına giriyor. Ve bunlar ile hitabın mükellefe teveccühünü kendisinin tamami-i husulüne ta’lik ediyor. Bizim merci’-i istiftamız fıkıh değil mi? Fıkıh mes’eleyi bir lisan-ı vuzuhla fasl ediyor. Şart varsa meşrut da var. Yoksa yok. Fıkıh bunu daha nasıl anlatsın? Bir tarafdan ilm-i celil-i usul ayet-i kerime-i i’dadı tahlil ve irae eder. Bir tarafdan fıkıh fetvasını verir. Bir tarafdan düşman kanlı tırnaklarını ciğerlerimize sokmuş parçalarken bizim emr-i İlahiye muhalefetimiz fitneye musibete felakete avuç açmak değil de nedir? Bilmem anlatabiliyor muyum? İ’dad-ı kuvvetle ibadat-ı maliyye aynı zamanda ictima’ edemez. Çünkü i’dad-ı kuvvet şartın vücuduna muallaktır. Henüz vakti girmemiş hitab teveccüh etmemiş bir emr-i müstakbelin icabına abdin hakk-ı te sizin nazariyenizin cevabı! Burada asıl münakaşa edilecek emr-i i’dadın tatbik cihetidir. Muhaliflerim bu noktadan i’tiraz edebilirler ve cevabını alırlardı. Kardeşim! Ben iddia-yı fazilet ü fakahet etmiyorum. Ben bir hakīkat-i Kur’an iyye söylüyorum. Allah’ımı Peygamber’imi dinimi Kur’an ımı sevdiğim için vatan-ı İslam’ın alamıyla müteellim oluyorum. Ben ibadat-ı maliyyeyi kaldırınız bunların – haşa!– aslı faslı yok demiyorum. Söz anlayan yok ki…! Ahkam-ı celile-i diniyyeyi savm ü salat hacc u zekattan sen hac ve zekatı kaldırıyorsun!” diye çılgıncasına hücum ediyorlar. Bunların bir kısmını İtalya’nın Trablus’a hücum-ı nagehanisi bir dereceye kadar uyandırdığı halde bir kısmı el-an inadlarında musırr!? Maazallah a’da-yı din İstanbul’u zabt etse ve Ayasofya kubbesi üzerine salib-i a’zamı dikse yine inadlarından vazgeçmeyecekler. Bu hakīkati anlamak zaid görürken bunların bir türlü anlayamamalarına anlamak Emr-i celil-i i’dadın tatbiki cihetine gelince bu pek tabiidir ki Kur’an-ı Hakim ’in bir emr-i siyasisidir. Bedihidir ki bu emrin icrası emirü’l-mü’minine ve hükumet-i meşrutasına aiddir. Fakat bak geçenki makale-i cevabiyyemde de dediğim gibi hazine yüz elli milyon liralık tahammül-suz bir sıklet-i düyun altında ezilmekte dört tarafdan vatan-ı İslama hayat-ı diniye ruh-ı mukaddese-i hilafete hücumlar edilmekte ve gittikce şiddetleri ziyadeleştirilmekte vatan-ı Mülk-i Kur’an ateşler içinde yanmakta. Hane yanarken esbab-ı Ne yapılacaksa sonra yapılır. Doksan üçten bin kat faci’ bir hicret daha istiyor muyuz? Allah göstermesin! Öyle ise fırsat Felaket hiçbir vakit geleceğini insanlara haber vermemiş yıldırım gibi ansızın patlar. Hüner: Semada bulutlar toplanıp kesafet peyda etmeden şimşekler çakmaya başlamadan siper-i saikayı tedarik etmektir. Halbuki bütün afak-ı vatanı dairen ma-dar siyah korkunç bulutlar kaplamış! Trablus ufku kan ve ateş renkleri gösteriyor. Ra’d ve berkler kulaklarımızı çınlatıyor. Gözlerimizi kamaştırıyor. Biz ise sağırları bakar körleri ayakta gezer canlı mevtaları tanzir ediyoruz. Hükumet boğazına kadar düyuna müstağrak bir hazine Burada bazı enin ü feryadlar var ki ben onları ruhumun kalib olarak ateş damlaları gibi kalb üzerine düşer. Gözlere hücum eder çıkar! Bu mübarek vatanın hücuma istilaya ma’ruz kalması İslam olduğu için değil mi? Bakınız eski Tuna vilayetimiz kimlerin zararına Bulgaristan oldu? Orada millet-i hakime İslam idi ya şimdi de İslam mı? Bir zaman bizim vatandaş dediğimiz Tuna Bulgarları şimdi müstakil bir millet! Bir millet-i hakime! Bir hükumet-i Hıristiyaniyye! Orada terk ettiğimiz zavallı müslümancıklar Girid’de o yürekler acısı Osmanlı ? Adası’ndaki dindaşlarımız vahşet pençeleri altında iftiras tırnakları arasında paralanmakta! Eh… Bir insanın –velev gayr-i müslim de olsa– hayatını kurtarmak için derhal namazın terkini tahrir eden Allah; ağıllara kapatılmış ikişer üçer dörder beşer kesilen koyunları tanzir eden binlerce ehl-i tevhidin imdadlarına koşmak hirini emr onları muvakkaten tahrim etmez mi? İnsaf…! Ba’de’l-iman efdal-i ibadat namazdır. Bir adamın hayatı olmak lazım gelmez mi? Hele vücubu amel dairesinden harice çıkamayan kurban ve sadaka-i fıtır nerde kalır? rer fariza-i ictimaiyye olduklarını takdir etmek lazım. Hazret-i Allah hakimdir. Her emri her nehyi aynı hikmettir. Bunların hikmet-i teşri’lerini anlatmak için cildlerle kitablar yazılsa yine kifayet etmez. Cevabım ahlarım eninlerim gibi uzadı. Derd maraz o kadar müzmin ki tedavisi ancak Allah’ın şifa-yı aciline kalmış a’da-yı istikbalimiz miyanında üç yüz senelik bir hasm-ı galibimiz ? olmakla hepsinin fevkınde münferid bir mevki’-i adaveti olan Rus yarın hududumuzu tecavüz ederse ne yaparız? Rus’un “Kars?”a kadar mükemmel sevkü’l-ceyş hatt-ı hadidisi var. Yirmi dört saat zarfında ordularını hududumuza gönderir. Bizim şime[n]düferimiz yok. Düşmandan evvel silahlanmazsak yine nafile! Cebri yürüyüşle ancak saatte yedi kilometre gidilebilir. Şimendüfer ise saatte altmış kilometre kat eder. Askeri oturduğu yerde bir hatve atmaksızın yorulmaksızın götürür. Asker şimendüferden iner derhal hasmın istikbaline koşar. Bizim askerimiz ise günlerce – çanta sırtında tüfenk omuzunda iki yüz fişenk de belinde boynunda olduğu halde– günlerce yürümeye mahkum. Düşman –maazallah!– Erzurum’u çiğner Erzincan’a belki de Bayburd’a gelir hatta belki de Sivas’a yaklaşır. Şehirler kasabalar binlerce köyler ateşle kan arasında yüzer farz edilim ki sonra biz kahr etmişiz de Tiflis’e kadar sürmüşüz. Vatanın bir kısmı hakistere döndükten binlerce ihvan-ı din aileleriyle ciğerpareleriyle Kazakların mızraklarına kurban olduktan sonra kaç para eder. Madem ki düşmanı Tiflis’e kadar sürecek kuvvetimiz var bu kuvveti vaktinde dakīkasında hududumuzda bulunmak üzere vesait-i seria-i sevkü’lceyşiyyeye malik olsak da hiçbir din kardeşimizin burnu bile kanamasa….! Şimendüfer “kuvvet” nazm-ı celilinin müsemmeyat ve medlulatı miyanında acilen inşa ve ihzarı farz değil mi? Bunun acilen inşasını emreden Cenab-ı Kur’an “ecnebi kumpanyalarına:?” mı yaptırınız diyor? Şimendüferler vatanın can damarlarıdır. İnsan can damarını düşmana teslim eder mi? Şimendüferlerini ecnebi kumpanyalarına yaptıran –bizden başka!?– hangi millet gösterilebilir? Daha dünkü Bulgaristan; bütün şimendüferleri hükumetinin! Şimdi Ankara Sivas Erzurum Trabzon hatta Kastamonu vilayetlerinin zenginleri bir şirket teşkil etseler de Ankara’dan Sivas Bayburd Erzincan tarikiyle Erzurum’a kadar hattı götürseler en mühim nikat-ı sevkü’l-ceyşiyyeye birer kol uzatsalar askerimiz –hin-i hacette– bir damla ter dökmeksizin hududa kadar şimendüferle gitse…. Sonra o hayat-ı iktisadımız ki saadet-i milliyye ve vataniyyemizin ruhudur canlansa bize hazain-i fıtratın milyonlarca altınlarını saçsa…! Düşmanlarımız da kin ve hasedlerinden çatlasalar! Ah ….! Bakınız! Bakınız! İ’dad-ı kuvvet emr-i celil-i Kur’an isindeki o bi-payan füyuz-ı saadete bakınız! Karadeniz’de Akdeniz’de Bahr-i Ahmer’de mükemmel filolarımız cevelan etse biz de nasiye-i şevket ü iclalimizi yükselterek kendi sefain-i ticariyyemizle hacca gitsek ak yüzle Ravza-i Mutahhara’ya Ka’be-i Muazzama’ya arz-ı takdisat u ta’zimat etsek! Bugün bütün Akdeniz Bahr-i Ahmer İtalya’nın! Bütün sahillerimiz onun şevket-i bahriyyesi karşısında titremekte! Bahr-i Ahmer yalılarını cayır cayır topa tutuyor. Yakıyor yıkıyor mahv u harab ediyor. Günün birinde Cidde’yi Yenbu’u da hedef-i tahribat etmeyeceğini hatta asker çıkarmayacağını kim te’min edebilir? Trablusgarb’ı ta can evinden vuruyor. Çeşmeler dereler gibi kan öldürüyor. Kur’an-ı Hakim de bize “Acilen kuvvet tedarik ediniz! Vatanınızın velev bir zerre-i hakini a’danıza tahrib ettirmeyiniz!” diye feryad ediyor. Bizde hayat-ı tayyibe-i diniyye kalmamış. Hiç umurumuzda bile değil. Bir yığın insan! Tezyif-i İlahisi sanki –haşa!– bizim şikak u nifakımızı vasf ediyor! En ziyade ulemanın yek-avaz bağırması ümmet-i Muhammedi gırtlak gırtlağa! Bir kısmı uykuda bir kısmı da nefretle memzuc hayretler içinde! Ya Rab! Görüyorsun: Karınca kadar değeri olmayan şu kemter kulun hakk u hakīkat olarak bildiği emr-i celilini tebliğe çalışıyor! Yarın haktan sükut eden dilsiz şeytanlar miyanında haşr etme Allahım! * * * Yaşayan dil yaşayan insan gibidir. Nasıl ki insan kendine gerek şeyleri istediği yerden işine geldiği gibi bulur alırsa dil de muhtac olup da kendinde bulmadığı lügatleri dilediği dilden beğendiği gibi alır kullanır. Çünkü bu yaşamanın olduğu için bir haktır bir adettir. Biz de başlangıçta bu esasa tutunarak başka dillerden ve ba-husus Arabi’den ve Farisi’den çok lügat alıp dilimizin eksiğini doldurmuşuz açığını kapamışız. Fakat bu hakkımız hacete ve zarurete tabi’ olmak ve hacetler ve zaruretler kendi mikdarlarına göre takdir olunmak icab ederken; bu hakkı çiğneyip lügat almaya hacet ve zaruret var mı yok mu bakmamışız.. Gerek değil iken almışız gereğinden artık almışız.. Aldıklarımızı mal etmeyip kendi hallerine ve yollarına bırakmışız. Bunların her biri bize nasıl te’sir edip ne faideler ve ne zararlar yaptığını anlamak için birer birer gözden geçirilmelidir. Ne diyorduk? Gerek değil iken lügat almışız.. İşte bu bir hatadır. Bir yanlış iştir. Yoksa bunu böyle gereksiz yapmayıp da bir haceti kapatmak bir zarureti karşılamak için yapsa sonralardan gelen şeylere Türkçe’de ad bulamadığımız ve yakıştıramadığımız vakit; onların adlarını da olduğu gibi alabilirdik. Nitekim öyle yapmışız da. Fi’l-hakīka Türk illerinde “cami’“ ve “minare” yok iken bunların adları da yok idi.. Olduğunda adları da olduğu gibi alındı. Kezalik “haram” ve “helal” bilinmezken adları da yok idi. “Zeytin” ve “şeker” yok iken “helva” ve “pilav” yok iken adları da yok idi. Olduğunda adları da oldu. Ne denir? Hepsi hacet ve zaruret icabıyladır hepsinde de hayır ve bereket var.. Hepsi de helal olsun! Hepsine de aferin! Böylece eskiden bilinmeyen görülmeyen şeyler bilinip görüldükçe gözler yükselmiş gönüller açılmış. Böyle böyle öğrenilen şeylerle lügat dağarcığımız dolmuş taşmış. Bugün “din şeriat iman İslam ezan abdest namaz imam müezzin cemaat iktida arş kürsi levh kalem kitab kağıd sahife satır mektep medrese muallim müderris hoca ders vazife katib mektup talib şakird asıl fer’ tekke derviş zikir tevhid çile han hamam çarşı pazar çeşme derd deva bela sabır şükür ecir mükafat” gibi servetlerin hangisine gereksiz denebilir? Bunları hatta yanına “cin”ler “peri”ler “şeytan”lar katarak almak çaresiz idi.. Almamaya çare yok idi. Bu sebeble hepsi alındı. Dilimizi hacet ve zaruret boyuna zorlamış durmuş. Bir tarafdan da kendi köklerimiz kütüklerimiz tohumlarımız çatlayıp çiçekler yapraklar dallar budaklar yapmış. Kendi madenlerimiz işletilerek mesela “baş” kökünden “başak başlık başlangıç başbuğ” gibi yeni filizler yeni lügatlar çıkarılmış. “At bat yat tut yum” gibi ana kelimelerden “atak atkı atlambaç atlangıç atmaca atım adım; batak batkın batık batı; yatak yatsı yatkın yatı yatık yatım; tutak tutarık tutam tutamak tutsak tutkal tutkun tutmaç tutu tutuk tutum; yumak yumru yumruk yumurcak yumurta yumuk” gibi sözler doğmuş. Hacet ve zaruret icabı olan haklı şeylere ne denir? Gerek olunca Arabi’den Farisi’den alındığı gibi bize daha yabancı olan Avrupa dillerinden de lügatler alınmış.. Biraz bozularak veya bozulmayarak dilimize mal edilmiş. Bu yol lanço telgraf program adres vapur liman” gibi gerekli lügatlere de kapılarımız açık bulunmuş. Ah alınan lügatler hacet gözetilmek ve bizim olmak şartıyla alınsa idi.. Ne kadar kazanacak idik! Ne kadar karlı olacak idik! Öyle olsa idi; Arabi’den Farisi’den gelen en nazlı ve en imtiyazlı lügatler bile yavaş yavaş Türkçe’ye daha daha sokulup ısınarak erir kaynar kaynaşır Türkçeleşir gider idi. Nitekim “kılıf çamaşır çarşı beygir” gibi birkaç yüz kelime böyle olmuş. Fakat ne diyelim burasını düşünen olmamış. Vakıa dilimize bu yollarla gelen ve giren lügatler büyük bir servet ve ni’met olmuştur. Bunları idare etmek tasarruf etmek gayet ehemmiyetli bir iş idi. Bunlar bize hacet ve zaruret icabıyla ve dilimize kan ve can vermek için geliyordu. Bunlar her tarafı düzgün ve emniyetli olan Arabi’den Farisi’den geliyordu. Bu muhterem konuklara bu aziz yardımcılara yardaklara “dur yasak!” denebilir miydi? Denemezdi. Denememiş. Çok geçmeden hacet ve zaruret unutulmuş. Gerek olsun olmasın lügat almışlar. Bunda bir zevk bir kibarlık vehm etmişler. Artık Türkçe lügatler kaba.. Türkçe lügatlerle söz söylemek kabalık artık “dil” yok; “lisan” var “zeban” var. “Yer” yok “gök” yok; “arz” ve “sema” var “zemin” ve “asman” var. Artık Türkçe sözler hor ve müttehem. Türkçe’de “bülbül gül sünbül fülfül” gibi adı olmayan şeylere bir şey demeyelim. Fakat “deniz”in “dağ”ın “güneş”in “ay”ın adları yerli yerinde durup dururken “bahr ve derya” “cebel ve kuh” “şems ve aftab” “kamer ve mah” demeye hacet nedir? Kim dinler ki bir kere her şeyin Türkçesi yerlere atılmış Arabisi Farisisi üste çıkarılmış. Bugün gözümüz önünde elimiz altında aklımızda hayalimizde duran belli başlı şeylerin böylece birer ikişer de Arabi Farisi süslü ve gözde ayak; ev kapı yol baba ana oğul kız; at eşek katır deve kedi köpek; ekmek su et yağ bal pekmez; az çok ak kara aşağı yukarı sağ sol” gibi şeylerin Türkçeleri yanında belki Türkçelerinden fazla Arabi ve Farisilerini öğrenip “re’s-ser vech-ruy ayn-çeşm-dide hacib-ebru femdehan şefeh-leb lisan-zeban sin-dendan yed-dest kadem-pay; beyt-dar-hane bab-der tarik-sebil-rah-hencar; eb-peder ümm-mader ibn-ferzend bint-duht-duhter; feresesb himar-har bağl-ester cemel-üştür hirre-gürbe kelbseg; hubz-nan ma’-ab lahm-güşt zeyt-şahm-revgan aselşehd dibs-duşab; kalil-endek kesir-bisyar beyaz-ebyaz-sefid sevad-esved-siyah taht-zir fevk-bala yemin-rast yesarçep” diye bilmedikçe Türkçe bilir sayılmıyoruz. Bir hal ki “Zir u balaya aşağıyla yukarı koymuş ad” zevzekliğine pek uygun. Gerek yok iken alınan bu türlü lügatler üç yüz dane üç bin dane olsa ne ise ne. Bunun hesabı kitabı yok. Şöyle yüze gelenleri sayılsa dökülse çabucak böyle birkaç yüz sahife dolar. Şurada sayılıp dökülen şeyler ancak deveden kulak bile denemeyecek bir avuç örnektir. Yoksa Hoca Nasreddin’in dediği gibi çömlek hesabına gidilecek olsa ayın kırk beşi yüz kırk beş olur. Biz bu tarafda eskilerin bilerek bilmeyerek başımıza sardıkları sarmaşıklardan kurtulmaya çabalanıp dururken öte tarafda Alafrangalık düşkünü yenilerden bazıları bunun yeni ve moda… Belki “arnovu” bir şekli içine sokulmaya ve bizi sokmaya çalışıyorlar. Haydi “çete düello afaroz pandispanya” gibi esasen bizde olmayan şeylerin adı yok adlarını olduğu gibi alıyoruz. Diyecek yok. “Avans paso istatiko eksplavata” gibi şeyleri yakışacak karşılıklar buluncaya kadar oldukları gibi kullanacağız. Yine diyecek yok. “Termometre paratoner profesör direktör şimendüfer tren alafranga saat” gibi bazı lügatleri de yerine göre böyle kendi kıyafetleriyle yerine göre “mizanü’l-harare siper-i saika muallim müderris müdir nazır demiryolu demiryol katar katar vasati ve zevali” gibi karşılıklar yakıştırarak Türkçe kılığında kullanıp uysallık ediyoruz. Buna da şimdilik diyecek yok diyelim. Fakat “nokta ünvan makbuz para çantası topa tutma gidip gelme azimet ü avdet” çünkü “destur!” her yerde “Pardon!” yerini tutmuyor yerinde “puan titr reso portmone bombardaman alleretor demek bu yolda satışlar yapmak zannımca hem ayıbdır hem günahdır. nerlerimizin kısaca hikayesi. Bunun darasını çıkarıp şöyle bir düşünelim… Karı ne? Zararı ne? Karı var ise şunlar: Bir dane şeyin birbirinden farksız üç beş adını bilip bunlarla çene kavaflığı etmek… “bal” yanında “asel” ve “şehd” deyip kuru kuru ağzı tatlandırmak.. “Zeheb” ve “fızza”nın sözüyle “sim” ve “zer”in lafıyla zengin olmak.. “almak” ve “vermek” gibi kaba Türkçe sözleri yon ahz etmek” “selam i’ta etmek” “kumanda i’ta etmek” “konferans i’ta etmek” “ibareye ma’na i’ta etmek” tarzında sakızlar çiğnemek ve saire… Zararına gelince bunun hesabı o kadar sade değildir yalnız şu kadar denilebilir ki Türkçeyi altından kalkılamaz ağırlıklara ve içinden çıkılamaz engellere kaptırıp bunun altında Türkü ve Türklüğü ezip bitirmişler.. İnkar edilebilir mi ki mesela ben “su”yun “at”ın bir çok isimlerini bilirim de bunların ne olduğu neye yarayıp neye yaramadığı hakkında hemen de bir şeyler bilmem. Görülüyor ki karlı bir iş yapıyoruz kuruntusuyla çok ileri gitmişiz. İleri gitmişiz diyoruz. Unutmamalı ki bu söz yaptığımız gındır.. Hem de “harik-ı hanma[n]-suz” dedikleri dehşette bir yangındır. Birinci hatanın hesabı bu.. Ötekilerin hesabını da birer birer görürüz. Gerisi gelecek. Amcam oğlu Serdar Muhammed Server Han’ı –bulunduğumuz yerden bir menzil mesafede vaki’– Tazan tarafına ve Serfiraz Han-ı Gilcai nezdine göndermişti. Çünkü onun vefadar olabileceğini me’mul ediyordu. Fi’l-vaki’ Tazan ümerası da’vet-i vakıa üzerine kalkıp geldilerse de giydireceğimiz hil’atleri kabul eylemediler ve bize imdad edemeyeceklerini söylediler. Bizim Gazneyn’de bulunduğumuzu haber alan Şir Ali Han üzerimize asker sevkine kalkıştı. Şu hareketi bizim için gayet müsaid idi. Çünkü: Biz Kabil’e doğru yürüyorduk. Şir Ali Han arkamızdan geliyordu. Şeşgav mevkiine gelince yerde bir arşın kadar kar olduğunu gördü. Bununla beraber kafi derecede erzakı yoktu. Biz ise şemsabad bir cihette bulunduğumuz erzakımız da vardı. Bir gün develeri altı topu hamil iki nizamiye taburunun muhafazası tahtında olarak erzak getirmek üzere yollamıştım. Bu taburlar Şir Ali Han’ın on bin kadar süvarisiyle karşılaştılar. Ve onların hücumuna ma’ruz kaldılar. Tesadüfen ben de bu sırada durbinle etrafı gözden geçiriyordum. Düşman süvarisinin savlet ü kesretini müşahede edince hemen bin nefer süvariyi bizimkilere imdada gönderdim. Süvarilerim yalın kılıç oldukları halde düşmanın arka tarafından saldırdılar. Evvelki taburlar imdad almaları üzerine tecdid-i kuvvet ederek topları isti’male başladılar. Düşman önden ve arkadan kuşadılınca bir çok telefat verip kaçmaya mecbur oldu. Fakat ta’lim görmemiş olduklarından ric’at ederken birbirinin üzerine düştü. Bu sebeble dört top bin attan başka epeyce esir alındı. O gece Şir Ali Han on bin süvari tertib ederek Nani ve Şandib’de Feth Muhammed Han’ın taht-ı riyaset ü harasetinde bulunan eşya ve emvalimizi yağmaya sevk eyledi. Ben bunu istihbar ederek düşman süvarilerinin geceleyecekleri mevkii öğrendim. Abdurrahim ve Ceneral Nusayr hanların kumandasında olarak iki bin süvari iki tabur nizamiye piyadesiyle beş yüz nefer redif askerini oraya i’zam ettim. Bunlar gece yürüyüp güneşin tuluundan evvel düşman karargahına vasıl oldular üç bin maktul ve mecruh verdirmek suretiyle kaçırdılar. Düşman o kadar intizamsız bir surette kaçtı ki Herat süvarileri Herat’a Kandahar süvarileri Kandahar’a firar etti. Bu muzafferiyet üzerine Şir Ali Han’ın maiyetindeki ümera ve zabitana bir mektup yazdım ve “Benim hepinize vidd ü muhabbetim olduğu halde siz niçin bana muhalefette bulunuyorsunuz?” dedim. “Amcanızın harekat-ı zalimanesinden bi-zar olarak Şir Ali Han’a intisab ettik. Size hürmet ve itaatimiz ber-kemaldir. Fakat amcanız yanınızda bulundukça maiyetinize gelmekte ma’zuruz” diye cevap verdiler. Bu kağıdı amcama gösterip: – Ben Kabil’de bulunduğum esnada bu adamların hoşnud aleyhimizde kıyama mecbur eylemiş dedim. Amcam verecek cevap bulamadı. § Şir Ali Han Şeşgav mevkiinde erzak hususunda zahmet çektiği için oradan kalkıp civarındaki Zenahan mevziine geldi ki orada beş altı kal’a vardı. Bunun üzerine amcam Şir Ali Han’ı erzaksız bırakmak fikriyle Zenahan’ı zabt etmek ladım. Çünkü: Böyle soğuk bir havada bir arşın karı çiğneyerek yürümek ve gittiğimiz yerde siperler inşa eylemek hemen da imkansızdı. Bundan maada süvarilerimizin şiddet-i burudete karşı açıkta gecelemeleri gayr-ı kabildi. Fakat amcam mu’tadı vechile sözlerimi dinlemedi ve fikrinde ısrar ve taannüd gösterdi. Na-çar güneş batarken hareket ettim. Kal’aların karşısına varınca beş tabur nizamiye iki bin redif piyadesi ve dört bin nizamiye süvarisi ile yirmi dört topu Ceneral Nusayr Han’a tevdi’ ederek yarınki muharebe için topları dağların tepesine ta’biye ve lazım gelen yerlere metrisler Hava karardı. Soğuk da son derekeye vardı. Bu geceyi kar üzerinde fevkalade meşakkatle geçirdik. Ortalık ağarmaya başladığı esnada “Bin nizamiye beş yüz Katagan süvarisiyle üç tabur nizamiye piyadesi ve top atlarını Sultan Murad’ın maiyetinde gönderiniz” diye amcama haber yolladım. Gönderdiğim adam amcama “Buradan Zenahan’a kadar üç saat sürer. Güneş doğarken de muharebe başlayacaktır. Binaenaleyh isti’cal lazımdır” dediyse de amcam “Şimdi çok soğuk var. Güneş doğsun hava biraz ısınsın da hareket ederiz.” Cevabını verdi. Güneşin tuluu zamanında bu adam gelip Şir Ali Han’ın tekmil askeriyle vürud etmekte olduğunu bildirdi. Hemen yanımdaki kırk süvari ile dağa çıktım. Baktım ki geceki soğuğa mukavemet için Ceneral Nusayr Han içmiş içmiş nihayet sızmış. Ne toplar tepeye çıkarılmış! Ne de siperler metrisler yapılmış! Toplar vadinin ortasında duruyor topçular top beygirleri cephane meydanda yok. Halbuki Şir Ali Han gelmiş hatta harbe hazırlanmış koştum henüz hab-ı mestide bulunan Ceneral Nusayr Han’ı uyandırdım. – Bu nasıl iş? Topcular zabitler atlar nerede? Şu halden mes’ul olacaksın dedim. Hava çok soğuk olduğu için geceyi orduda geçirmelerine – Sen şimdi olanı görürsün Şir Ali Han geldi demem üzerine hala ser-hoşluğu zail olmadığı cihetle: – Şir Ali Han kim oluyor? Onun ağzını yırtarım deyince o hiddet ve me’yusiyet esnasında bile gülmekten men’-i nefs edemedim. Mukavemet edecek askerim olmadığı yanımda bulunanlar da savaşmaya bir tarafdan düşman toplarımızı alıp götürmeye başladığı cihetle kaçmaktan başka çare kalmadığını anladım. Lakin etraf çevrilmiş olduğundan kaçacak yer bulamıyordum. Bir de baktım ki düşman süvarilerinden bir bölüğü bizim süvarilerden ufak bir müfrezeyi tutun diye haykırıp ta’kībe çıkıyor. Ben de onlara katıldım Yarım fersah dört nala at sürdükten sonra münasib bir mevki’ bulunca aralarından savuştum. O esnada beni aramakta olan süvarilerimden bir kaçına tesadüf ederek sağ tarafa atf-ı inan eyledim. Biraz sonra amcama rast gelerek macerayı anlattım: – Eğer sözümü dinlemiş olsaydınız şimdi bu belaya uğramayacaktık diyerek: – Size teslim ettiğim yirmi yük altunluk hazine nerede? Diye sordum. – Haberim yok. Ben uyurken hazinedar almış götürmüş! Cevabını verdi. – Ben onları hazinedara değil size teslim etmiştim. Şimdi hem bozulmuş hem parasız kalmış olduğumuz halde ne yapacağız? Ta’rizinde bulundum. Sükut etti. Belh yolu kardan kapalı olduğu için oraya gidemedik. Na-çar Veziri dağlarına azimet edeceğimiz sırada iki üç yüz nefer düşman süvarisi göründü. Derhal dört süvari ile sağ tarafdaki nehrin sath-ı müncemidinden karşı yakaya geçtim. Düşman askeri gelip bizimkilerinden kaçamayanları esir etti. Ben bunları uzaktan görüyor fakat bir şey yapamadığım rahim Han ve üç yüz süvari ile bana yetişti. Akşam üstü perişan bir halde Zermet Kal’ası’na geldik. Orada iki saat evvel Serravza’ya vasıl olduk. Ahali bizi Şir Ali Han’ın askerinden zannıyla topa tuttu. Bilahare iş anlaşıldı. Eşraf ve ulema istikbalimize çıkıp bize yemek ve atlarımıza yiyecek getirdiler. Zaruretimizi anlayan ahundlardan biri bana bakır bir tas diğeri de bir ibrik hediye etti. Kendim de bir nargile miştim. Hem nargileyi çekiyor hem de düşünüyordum ki bugün cemi’ ma-melekim şunlardan iba[re]tti. Bir bakır tas bir ibrik bir nargile hem altıma hem üstüme serilip örtülmek üzere küçük bir kilim üzerimde bulunan bir kat elbise ile bir kemer bir kılıç bir revolver bir de at. Halbuki birkaç gün evvel hazinemde altı yüz bin Buhara altunu yirmi bin eşrefi sikkesi yirmi bin miskal gümüş bir milyon yüz bin Kabil ve beş yüz bin Kunduz rupiyesi on bin kat hil’at mevcud olduğu gibi iki bin kişinin it’amına kifayet edecek matbah takımı ve bin re’s devem vardı. Yani o vakit Afganistan’ın en zengini iken şimdi hemen en fakīri olmuştum. Maa-mafih bundan müteessir değildim. Yalnız silah arkadaşlarımın ne olduğunu ve başlarına neler geldiğini düşünüp muztarib oluyordum. O gün ikindi vakti Serravza’dan hareket ettik. Hüsrevti[!] taifesinden Emir Muhammed namında biri kılavuzumuz olarak Peryal Kal’ası’na gitmek üzere önümüze düştü. Gece saat üç raddelerinde bir yere geldik ki üzerindeki kar süpürülmüştü. Oraya inip ateş yaktık. İstirahat edeceğimiz esnada Peryal ahalisi bizimle görüşmek üzere geldi ve konuşurken bir münazaa çıktı. Kavga çıkınca amcamla süvariler beni yalnız bırakıp kaçtılar. Etrafa bakındım. Peryallılardan birinin ata binmek üzere olduğunu gördüm. Hemen dizgini elinden alıp atın üzerine sıçradım. Herif beni men’ etmek istedi. Kılıcımla tehdid eyleyerek elinden kurtuldum ve atı sürüp amcama yetiştim. Beni gördüğü gibi şaşırdı. – Niçin beni bıraktınız da kaçtınız? dedim. Hiçbiri cevap veremedi. Hepimiz de gideceğimiz yolu bilmiyorduk. Ba’de’l-müzakere sabaha kadar oturup ortalık aydınlanınca ta’yin-i tarik etmesini kararlaştırdık. Ondan sonra dağın üzerine çıkıp ateş yaktık. Amcam: – Alevi görenler bizi rahatsız ederler. Ateşi söndürelim de soğuğa katlanalım dedi. – Bu kadar cesaretsiz değilim. Zaten ateşi söndürecek olursak arkadaşlarımızın eli ayağını donduracağız cevabını verdim. Çok geçmedi ki Hüsrevti’lerden kırk kişi geldi ve: – Sizi arıyorduk. Ateşin delaletiyle gelip bulduk deyip bizi ikametgahlarına götürdüler. Yemek yedirdiler. Atlarımıza yem verdiler hülasa kendilerine minnetdar bıraktılar. Sabahleyin onlardan bir kılavuz aldıktan sonra veda’ ederek yola çıktık. Pirkuti Kal’ası’na yaklaştığımızda ahali kapıyı kapayıp bizi içeri koymamak istedi. Fakat ben ne olursa olsun diyerek atımı sürdüm. Adamlarım da arkamdan geldikleri cihetle kal’a dahiline girdik. Bunun üzerine ahali bizi kabule mecbur oldu. Bilahare de orada misafir kalmamızı teklif etti. Lakin biz çay içip biraz istirahat eyledikten sonra yola devam ettik. Bu defa da kılavuzumuz olmadığı için gideceğimiz yolu bilemiyor ca-be-ca önümüze çıkan yalçın kayalar ve mahuf derelerden doğru yolu kesdiremiyorduk. Nihayet arkamdan geliniz diyerek atımı ileri sürdüm. Bir fersah kadar mesafe kat etmiştik ki karşımıza bir süvari çıktı. Ba’de’s-sual benim Abdurrahman olduğumu öğrenince gelip ayaklarımı öptü ve : – Ben pederinizle ceddinizin kadim bendeganındanım diyerek çocukluğumdaki bazı vekayii hatırlattı. Kendisinin kılavuzluk etmekte olduğunu istersek bize de reh-nümalık eyleyeceğini söyledi. Sadakatine i’timad ederek: – Peki dedim. Kılavuz: – Buradan Veziri vilayeti iki günlüktür. Fakat sizi dağlar üzerinden ve patika yollardan bugün ikindi üzeri oraya isal edebilirim deyince amcam; bunun bir tuzak olması ihtimalini düşünerek: – Ziyanı yok. Yol cadde olsun da iki gün sürsün dedi. Lakin ben kılavuza emin olduğum cihetle gösterdiği dağa tırmanmaya başladım. Tepeye vasıl olup da arkama bakınca şaşırdım kaldım. Çünkü beraber gelen askerin kırk kişiden maadası dağılmıştı. O kırk kişi de şu zevat-i şecia idi: Abdurrahim Han Pervane Han şimdi naib-i sipehsalardır Abdullah Han şimdi Bedehşan ve Katagan hakimidir Can Muhammed Han şimdi Hazinedardır Feramurz Han şimdi Herat sipehsalarıdır Said Muhammed Han şimdi hassa taburu binbaşısıdır Ahmed Han Semerkand’da vefat etti Muhammedullah Han Resaldar Haydar Han bunu Kandahar sipehsaları ta’yin etmiştim. Lakin mezalim ve taaddiyatından Kager vilayetine kaçmaya mecbur oldu. Kemandar Naibullah Han Binbaşı Mansur Ali Ceneral Nusayr Han’ın biraderi Mir Alem Han şimdi Belh’de Tophane cenaralidir. Düvel-i İslamiyye tarihine dair de diğer bir kitap tedvin olunacaktır. Bu kitabda düvel-i İslamiyyeden her birinin esbab-ı tekevvünü fütuhat sınaat ve sair şuun-ı umran-güsterane ve terakkīperverane gibi a’malinden kaza umur-ı adliyye ve medeniyyet hususlarındaki siretlerinden sonra da esbab-ı za’flarıyla bunlardan zeval bulanların sebeb-i zevallerinden bugüne kadar beka bulanların bugünkü haletlerinden bahsolunacaktır. Sınıf-ı mürşidin: Sınıf-ı mürşidinde tarih-i umumi muhtasaran okunur mukaddime olarak tarih-i umuminin hikmeti fevaidi tenkīdi ma’ruz olduğu evham ve indiyyat gösterilir ve yine bu mukaddimede İbni Haldun’un Mukaddime ’si evvelinde bu hususdaki re’yi zikr ve buna hükema-yı garbın asarından Sınıf-ı duat: Sınıf-ı duat da halleriyle mütenasib surette tevsi’ olunur. Suret-i umumiyyede tarih-i edyan ve kilise tarihi hassaten cek olan talebe bulundukları kıt’a ve sakinlerinin tarihlerini mütekaddimin ve müteahhirinin tesanif-i mufassala ve mutavvelesinden mütalaa etmeye irşad olunurlar. Ta ki işlerinde basiret üzere bulunsunlar. Şakirdanın her dersde tarihin nur. Üstaz talebesini kütüb-i Ahd-i Atik ve Cedid’de Doktor Bust’un Kamusü’l-Kitabi’l-Mukaddesi gibi ve Kitabü Mür şidi’t-Talibin Kitabü Muğni’t-Tullab Kitabü Zahireti’l-Elbab gibi kolayca müracaat edebilecekleri kitablara delalet eder. Hazm ve Şehristani gibi ulemamızın eserlerinden ve kütüb-i garbiyyeden ahz olunur. Milel ve nihal-i münderise hakkında muhtasaran ma’lumat verilir milel-i saire hakkında ise tevsi’ ve temhid-i makal edilir buna tebean cem’iyyat-ı diniyyenin ahvali beyan olunur. Bu zamanlarda ehl-i İslam arasında revac-yab olan Bektaşiler Babiye-i Bahaiyye gibi ve gayr-ı Bahaiyye ehl-i nihalin ahvali hakkında vasi’ surette tedrisatta bulunulacaktır. Sınıf-ı mürşidinde aktar-ı İslamiyyenin hartı ve coğrafyası suret-i mufassalada okunur aktar-ı saire icmalen okutulur. Lakin sınıf-ı duatta dini siyasi ticari kısımları da mufassalan tedris olunarak talebe ders esnalarında Cenab-ı Hakk’ın devletleri varis-i arz kılması hususundaki kavanininden Sınıfu’l-mürşidin: Sınıfu’l-mürşidinde hıfzu’s-sıhha ve buna tabi’ olan “is’afat-ı fenniyye” ilminden tabibin bulunmadığı vakit maraz cerh hark hadiselerinde isti’mali mümkün olabilecek kadarı okutulur. Bu ilmin mukaddimesinde tıbbın ve tedavinin meşruiyyeti ve mes’ele-i advanın tahriri hakkında kitap ve sünnette varid olan delail zikrolunur. Bu ilmin ma bihi’lkıvamı şer’-i şerifin taharet iffet ve bütün umurda i’tidal gibi evamir-i münifesine ittiba’ olduğu beyan olunur. Bu ilimden verilecek dersler iktisad israf ve tebzirin zemmi hakkında şeref-varid olan ayat ve ehadisden ve buna binaen şeriatce malın muzır veya faidesiz şeyler için gusül ve vudu’da bile suyun israfı menhi olduğu gibi sarf olunmasının memnu’ olduğundan bahis bir mukaddime tertib olunur ve yine bu mukaddimede bu hususda İslamiyet ve Nasraniyet ve bu iki dinin tabi’leri arasındaki te’sirlerinin larda bu hususda dinlerinin kendilerine gösterdiği yolun zıddına salik olmuşlardır– beyan edilir. Bundan başka bu zamanda servetin hayat-ı ümem ü düvelde haiz olduğu mekanet ve te’sir-i azimden de bahsolunur. Sınıf-ı mürşidin: Sınıf-ı mürşidinde: Şirekat nikabat cem’iyyat mehakim-i şer’iyye mecalis-i hasbiyye ve belediyye nizam-ı idare ve kaza ehli ve muhtelit mebahisi şakirdanın bulundukları asırda hükumat-ı kanuniyyenin temessük eylediği kavaninde basiret üzere bulunmalarına medar olacak mertebede tedris olunur. Sınıf-ı duat: Sınıf-ı duatta münasib derecede hukūk-ı düvel usul-i kavanin felsefe-i kavanin okunur ve bunların her babında görülecek mesailin şer’-i şerif ile nisbetleri beyan olunur. Bu babda Bentan ve Montesquieu gibi hükema-i garbiyye asarından Şehr-i hal-i ruminin üçüne mütesadif olan geçen Cum’a günü ba’de’z-zuhr “Ta’dil-i Huruf ve Ta’mim-i Maarif” namına üstad-ı ekrem Recaizade Ekrem Beyefendi hazretleri nu’nda mühim ve muhteşem bir ictima’ akd olundu. Üstad-ı Ekrem Beyefendi hazretleri rahatsızlıklarından dolayı gelemediklerinden ictimaa Gazi Ahmed Muhtar Paşa hazretleri riyaset buyurup Islahat-ı Maliyye Komisyonu a’zayı muhteremesinden ve fudala-yı Osmaniyyeden Ata Beyefendi hazretleri muavenet eylediler. med Muhtar Paşa hazretleri bir hitabe-i iftitahiyye ile söze başlayıp bir saat kadar söylediler. Lisanımızda okuyup yazmanın müşkilatını ve bu müşkilatın mazarratını derece derece samilerinden müretteb tahta üzerinde muharrer numuneleri bizzat teşhir eylediler. Ba’dehu Ata Beyefendi hazretleri kürsiye gelip yine bu mevzu’ üzerine birtakım hakayık u dekayık bast ile müşkilat-ı mevcudeyi ve bunun esbab u ilelini ariz u amik şerh buyurdu. Sonra üstaz-ı muhterem Defter-i Hakani Nazırı Mahmud Esad Efendi hazretleri mes’elenin enha ve gayatını efkar ve müşahedat-ı mahsusa-i mütebahhiraneleriyle izah buyurup müşarun-ileyhden sonra da asıl ictimaın baisi olan “ Yeni Yazı ” sahibi müdekkık-ı hamiyyet-perver Doktor Milaslı İsmail Hakkı Beyefendi kürsüde görünerek kendisini bu fikre saik olan ahvali izahat-ı amika ve mufassala ile bast ü beyan eyledi. Bunlardan sonra dahi Doktor Muallim Necmeddin Arif arkadaşımız Ispartalı Hakkı mekteb-i meşhur müessisi Bedros Zeki Fransızca Jöntürk Gazetesi Sahibi Celal Nuri Doktor Saib Celaleddin beyefendiler ve fudala-yı muharririn ve mualliminden bazı zevat mufassal veya muhtasar hitabeler serd ü ityan edip hararetli münakaşalar ve samimi alkışlar arasında ictima’ akşama kadar devam etti. Neticede yazının ta’dili esası kabul edilip bir encümen ve hey’et-i idare teşkil kılınmak üzere tarafdaranın isimleri defter-i mahsusuna kaydolundu ve kitabeti İstanbul Vilayeti maiyyet me’murlarından Ali Nusret Beyefendi ifa eyledi. oradaki hitabesinde tasvir ettiği vechile “Bir tarafda bugünkü ma’rifet batnını yetiştiren üstadlar bir tarafda halin ve istikbalin değerli sahibi gençler”den müteşekkil “heybetli bir hey’et” ictima’ etmişti. Konferans salonu ab-ı zülal-i maarife teşne ve terakkıyat ü teceddüdat-ı Osmaniyye ve İslamiyyeye aşık güzide müstemiin ve mekatib-i ‘aliyye ve taliyye talebesiyle hıncahınç dolu idi. Teceddüdata karşı vaki’ olan bu tezahürat gösterir ki bi-havlihi teala terakkīye doğru gidiyoruz. Arkadaşımız Ispartalı Hakkı Bey sadeliğe de numune olan samimi ve şirin hitabesinin –bu haftaki nüshası dolmuş bulunduğu cihetle– on beş gün sonraki Türk Yurdu ’nda neşr edileceğini meserretle haber aldık. Bu münasebetle şunu da tashih etmek isteriz ki arkadaşımızın ismini gazetelerden birinin “Bereketzade İsmail Hakkı Beyefendi” diye yazması eser-i sehvdir. “Yeni Yazı” hakkındaki mütalaamızı ileriye ta’lik eyleyerek memleketi tahlis edecek tezahürat-ı mümasileye iştirakle bu kabil ictima’ların tekessür ve tevali etmesini Cenab-ı Hak’dan niyaz ederiz. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Şubat Yedinci Cild - Aded: penahiden dolayı bil-cümle ihvan-ı dinimizi tebrik ederiz. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin İslamiyet esası üzerine teessüs etmiş ve bu devlet-i muazzamanın bi-inayetillahi teala günden güne terakkī ve i’tilası dahi bu esasın ve ondan iktibas edilmiş olan meşrutiyet-i idarenin hüsn-i muhafazasına vabeste bulunmuştur. Cümleye ma’lum olduğu üzere umur-ı dünyeviyyeden dolayı şerefen insanlar beyninde bir fark u tefavüt olmayıp her ferdin müsavat ve adalet-i tammeye mazhar olması ve hürriyet-i şahsiyyenin tecavüzattan masun bulundurulması müteaddid ayat-ı celile-i Kur’an iyye ve ehadis-i şerife-i Nebeviyye olduğumuz meşrutiyet-i idarenin illet-i gaiyesi dahi adalet esasını takviye ve tahkimden ibaret bulunmasına mebni Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle ve cümlenin himmet ü gayretiyle mıyla mutabık ve umum millet-i Osmaniyye’nin menafi’ ve mesalihine muvafık olduğunda iştibah edilemez. Kaldı ki usul-i meşrutiyyetin memleketimizde layıkı vech üzere teessüs ü terakkīsi ve mahsul-i istibdad olan birtakım fenalıkların mahv u izalesiyle saadet ü selamet-i memlekete müteallık amal ü mesainin bir an evvel semere-bahş-ı muvaffakiyet olabilmesi için ahkam-ı celile-i şeriat ve icabat-ı meşrutiyyet dairesinde cümlemizin hem-dest-i vifak u ittihad olarak umran-ı memlekete hadim teşebbüsat ile cebr-i ma-fata çalışması ve münaferet ü tefrikayı mucib ahval ü harekattan sakınarak hüsn-i ahlaka en büyük vasıta olan evamir-i İlahiyyeye imtisal ve nevahiden ictinab eylemesi ve makam-ı akdes-i Hilafet-i kübraya kemal-i sadakat ü ihlas ile rabt-ı kalb eyleyerek kavanin ü nizamat-ı mevzua ahkamına ve evamir-i devlete riayet eylemesi lazımdır. Binaenaleyh şer’-i şerif ve meşrutiyete mugayir olan münaferet ve nifakın devamı maazallahu teala cümle ümmet-i Muhammed için mucib-i hüsran ve izmihlal ve düşmanlarımızca öteden beri şiddetle arzu ve intizar edilen na-münasib bir hal olmakla dinen ve siyaseten tecviz edilemez. Muhabbet-i kalbiyye ve uhuvvet-i vataniyye ile yekdiğerine merbut olması lazım gelen evlad-ı memleket beynine tohm-ı fitne vü fesad ekilmesi ve mübarek vatanımızın müstaid ve layık olduğu saadet ü umranına bu suretle bir sedd-i sedid çekilmesi diyanet-i İslamiyye ve hamiyet-i vataniyyeden nasibedar olan her ferdi ağlatacak inletecek şeylerdendir. Bu cihetle balada mastur olan mütalaat-ı hayr-hahanenin lisan-ı münasible bütün kasabat ve kura ahalisine tebliğ u tefhimine i’tina ve imadüddin olan salavata devam ve mekteplere müdavim talebe-i müslimine dahi namaz kıldırmaya muallimin-i kiramın sarf-ı himmetle adab-ı İslamiyye dairesinde tahsil-i ilm ü ma’rifete gayret ederek nail-i ecr u mesubat olunmaları esbabının istikmaline bezl-i makderet olunması zımnında Makam-ı Meşihat’den icab edenlere tebligatta bulunulmuştur. Ortada bir sual vardır ki: Iradı her İslamın hakkı hatta vazifesi hatta en mukaddes ve ‘ali bir vazifesidir: İslamiyet fat ve isnadat-ı batıla ve atıladan kurtarmak için ne yapıyoruz ve nasıl çalışıyoruz? Bu suale bu mehib istizah-ı mukaddere hem huzur-ı İlahide hem huzur-ı İslamiyyet’te cevap verebilmeye muktedir olmalıyız! Bu sual önünde samit ü aciz tevakkuf etmek kadar büyük bir zillet-i dünyeviyye bir ma’siyet-i uhreviyye tasavvur edilebilir mi? Bir hükumeti idare etmeyi deruhde eyleyen rical-i siyasiyyenin hakkıyla ifa-yı vazife edebilmek eydi-i himmet ü liyakatlarına tevdi’ olunan millet ü hükumeti sademat u tertibat-ı siyasiyye-i hariciyyeye karşı hakkıyla müdafaa eyleyebilmek için siyasiyat-i alemin nasıl hisse-mend-i yenin harisin-i iman u i’tikadı rehber-i hidayeti olmak lazım gelen ulema-yı muhtereme-i İslamın da cihandaki harekat ü sad u hedeflerini suret-i sa’ylerini bilmesi hususuyla bu sa’yin derece-i azamet ü ehemmiyetinden haberdar olması saire rüesa ve ricalinin himmetlerinin derece-i azameti” kaydını tekrar edelim. Çünkü bu azamet ma’lum olmadıkça bizim tarafda mevcud ataletin bi-haberliğin derecesi hakkında bir fikr-i mahsus hasıl edilemez. Çünkü: İki veya daha ziyade şeylerin mevaki’-i hakīkıyyeleri ancak yekdiğeri arasında yapılacak bir mukayese ile taayyün eyleyebilir. Fil-hakīka hürriyetin tulu’-ı müşa’şa’ını müteakıb bizde hususiyle bazı mehafil-i aliyye-i diniyyemizde büyük bir hareket-i irşad-karane meşhud oldu. Sıratımüstakīm gibi birtakım ceraid-i darı sıfatıyla pişgah-ı şükranımızda yükseldiler. Lakin acaba bu derece-i himmette açık duran bütün fecayiiyle kanayan cerihalarımıza noksanlarımıza karşı bir şekl-i kifayet var mıdır? ümmet-i merhume-i İslam’ın selamet ü hidayetinden mes’ul olmak lazım gelenler himmetlerine daha vesi’ daha şümullü adeta alem-i İslam’ı onun arasındaki boşlukları bir ağūşı bilmeli idiler. Fi’l-hakīka: Bunun için başlıca vesait-i ma’neviyyenin meşail-i ma’neviyyenin değil vesait-i maddiyyenin fıkdan-ı küllisini hal-i hazırda bir ma’zeret olarak ileri sürebiliriz. Ancak bu fakr u bi-çaregisiyle donanması için milyonlarca lira veren bu hamiyyetli Osmanlılık hususiyle İslamlık –ciddi çalışılmaya başlanırsa– şu arz-ı safilin birer kuşe-i cehl ü sefaletinde kimsesiz nursuz kalmış yüzlerce milyon dindaşlarını tenvir edebilecek muavenet-i maddiyye ve ma’neviyyenin nın korktuğu “ittihad-ı İslam” ki bazı mutaassıb hıristiyan muharrirlerince bütün ehl-i İslam’ın baltasını mızrağını yakalayıp cihanın her noktasında ayaklanması gibi gülünç bir faraziye addolunuyor bit-tabi’ tarafdarı değiliz. Lakin ulum ve i’tikadat-ı diniyyemizi tevhid etmeye hakkımız olduğunu Sibirya’nın çöllerinde Arabistan’ın kumlarında Afrika’nın timsahlı gölleri etrafında Malezya’nın esrarengin köşelerinde cehl ü zulmetten inleyen dindaşlarımızı İslamiyet-i hakīkıyyenin şeh-rah-ı şa’şaadarı üzerinden nur-ı hidayete safiyet ve terakkīye doğru götürmek uhdemize farz bulunduğunu kim inkar eder? Şimdi istiyoruz ki: Şu mukaddimeciğimizi daha ziyade uzatmaktan ise başkalarının mesela Hıristiyaniyet rüesa-yı ruhaniyyesinin bütün alemi Hıristiyan etmek için nasıl çalıştıklarını söyleyelim. O zaman nasıl ma’nevi ve maddi bir ehl-i salib karşısında bulunduğumuzu görecek şübhesiz endişeler ve elemlerle uykusuz birçok geceler geçireceğiz! Hem de burada biz alem-i İslam aleyhine daha doğrusu guya “İslamiyet boyunduruğu altında beşeriyet-i müfideye gaib demek olan” İslamları “Muhammedilik”den kurtarmak için yedeki safahat-ı müterakkıye ve müdhişesinden değil sadece asıl mehd-i İslamiyet olan Arabistan hakkındaki harekat ve makasıdından bahsedeceğiz; icabında diğer safahat dahi birer birer bu sahifelerde gösterilecektir. Şurada beyanatımıza bir hadise-i mühimmeyi idhal edelim: Afrika-yı Garbi’de “Liberya” Cumhuriyeti’ne –ki: Amerika’da azad edilen üsera-yı zenciyyeden teşkil olunmuştu– misyonerlik vazifesiyle Amerika’dan birinci olarak hareket eden Protestan rahibi yine kendisi gibi rahib olan arkadaşına esna-yı hareketinde demiş idi ki: – Gittiğim vazifenin nasıl müşkil ve mühlik olduğunu biliyorum; yakında Afrika toprağında öldüğüm zaman gel kitabe-i seng-i mezarımı sen yaz! Refiki sordu: – Pekala lakin ne suretle yazayım? – Mezar taşıma yaz ki: Bizden bin misyoner bu topraklarda bu uğurda feda-yı hayat etmedikten sonra kardeşlerimiz Afrika’yı baştan başa Hıristiyanlaştırmak ümid ü teşebbüsünden feragat etmesinler! Nasıl; bu azm-i mehib insana dehşet vermez mi? Veya ellere cehl ü zulmete terk edilen İslam kardeşlerimizi bize acı acı düşündürmez mi? Edvar-ı ahirede İslamları Hıristiyaniyet’e sokmak için ilk teşebbüsde bulunan Misyoner “Hanry-Martin”dir. Amerika kilisesine mensub meşhur bir zat diyor ki: “On sekizinci asırda Protestan kilisesine Bahr-i Sefid’in şark sahili ile Arabistan kıt’asının o kadar cazib görünmediği anlaşılıyor. Türklerin –alem-i İslam’ın bir unsur-ı mühimmi olmak i’tibariyle– ta senesinde der-hatır edildiği ve bir de Türkçe dua kitabı yazıldığı doğru ise de cihanın çok uzak nikatına vasıl oluncaya kadar İncil Türkiye İmparatorluğu’nun hiç bir mevkiine idhal olunmamıştı. Hatta Cary bile büyük programına alem-i İslam’ı idhal etmemiş idi. Ancak Klavedyos-Bakanin Hindistan avdetinde ’da Bristol’da va’z ederken İslamların Hıristiyan edilebileceğinden bahseylemiş ve Bahr-i Sefid sevahil-i şarkiyyesi namına mükemmel bir plan tertib etmişti. ’da Church Missionary Cem’iyeti tarafından Suriye’ye birkaç misyoner gönderilmiştir ki: Buna Amerika Misyoner Cem’iyeti dahi iştirak ediyordu. Asya-yı Suğra’ya giren işte bu ilk misyoner hey’eti müstakbelde Arabistan’da İncil’in mevki’-i ta’zize irtikası saadetinin esasını teşkil etmiştir. “Elie Simiz ile Whiete’ın seyahatları Amerika Protestan kilisesini bu mıntıkalar ile karşı karşıya getirmişti. Suriye Misyoner Hey’eti Malta’daki matbuatı vasıtasıyla ulum ve akaid-i İslamiyye hisarına hücuma başladı. ’de neşriyat hey’eti Beyrut şehrine nakledilmiş. O tarihden i’tibaren Arab lisanıyla mütekellim bütün memaliki neşriyat-ı hidayetkarıyla tenvir etmekte bulunmuştur. tarihinde Doktor Van-Dik İncil’in tercüme-i Arabiyyesinin son sahifesini de itmam ederek matbaaya tevdi’ eylediği zaman alem-i İslamiyet’e karşı misyonerlik tarihinde muazzam bir devre küşad olunmuş idi. Ancak bu sayededir ki: Yalnız Asya-yı Suğra ve Suriye değil bütün kıt’a-i vesia-i Arabiyyede Hıristiyaniyet için suret-i müfidede çalışmak mümkün oldu. Bu İncil tercüme-i Arabiyyesi tam on yedi senelik sa’y-i mütemadinin neticesi idi. Hususiyle bu tercüme o vechile mürettebdir ki: Beyrut’un Arabca İncili Umman ve Necd kıt’alarında Yemen ve Hadramut hıttalarında dahi okunup kemal-i sühuletle anlaşılabilir. “Arabistan kıt’asına nüfuz etmek üzere ilk teşebbüs-i fedakaranede bulunan adam Hanry Martin’dir. Bu adamın birinci defa Arablarla teması onların lisanlarını öğrenmesi kendi meşiyyesi ve şerik-i mesaisi olan Sebbat namındaki adamın yüzünden vukūa gelmiştir. Sebbat ile onun refikı olan Abdullah iki asil Arab olup Mekke-i Mükerreme’yi ziyaretten sonra alemi anlamak üzere seyahate çıkmışlardı. Bunlar evvelen Kabil şehrine gidip burada Abdullah meşhur Zamanşah’ın hizmetine girdi ki: Muahharan Hıristiyaniyeti kabul ettiğinden Murad Şah tarafından Buhara’da katl olunmuştur. Ancak muma-ileyhin katlinde refikı Sebbat’ın gammazlığı medhaldar idi. Sebbat muahharan Hindistan’a gitmiş orada “Terakkī-i Ulum-ı Hıristiyaniyye” Cem’iyeti tarafından gönderilen Arabca İncil’i okuyarak kabul-i Hıristiyaniyet etmiştir...” Burada Protestan dostumuzun tafsilat-ı tarihiyyesini uzun uzadıya ve aynen tercümeye hacet yok. Yalnız muahharan bu Sebbat denilen adamın Hindistan’da neşr-i Hıristiyaniyet’e bir müddet uğraştıktan sonra Arabistan’a geçtiğini görüyoruz; yine bu esnada Hanry-Martin Maskat Sultanlığı’na geçiyor. Aynı maksadla burada tedkīkat ve mesaide bulunduktan sonra Ebuşihr Buşir’e gidiyor. Fi’l-hakīka Hanry-Martin bütün ömrünü kütüb-i diniyye-i Hıristiyaniyyenin Arabcaya tercemesine hasr eylemiş bütün fedakarlığıyla misyonerlik vazifesini ifa etmiş ise de muvaffakiyeti Arabları İslam etmekten ziyade Avrupalılar arasında Arabistan’a bir misyonerlik ehl-i salibi hissi uyundırmak rüfekasına bir ruh-ı teşvik ve kuvvet telkīh etmek cihetine münhasır kalmış gibi görünüyor. Çünkü senesinde AntoniGrow namında biri cihanda nesi varsa satarak Bağdad’da bir misyoner vazifesi deruhde eylemiştir ki: Bunun saik-ı aslisi Hanry-Martin’in gösterdiği fedakarane misal idi. Bugünden karşı misyonerlik teşebbüsatına uzun seneler tesadüf edemiyoruz. Yalnız ’de Bombay’da sakin John Wilson evvelce de Aden ve Basra Körfezi vasıtasıyla Arabistan’a birçok kütüb-i mukaddese-i Hıristiyaniyye idhal ettiğine ilaveten leri için misyonerler göndermeye da’vet eylemişti. Bu aralık hamule almak için her sene Maskat Limanı’na uğramakta olan bir Amerika sefinesi kapudanı da burada birçok Arabca yazılmış İncil nüshaları dağıtmakta idi. ’de “Memalik-i Ecnebiyye İncil Cem’iyeti” Anton Cebrail namında birini Bombay’dan Bağdad’a tedkīkatta bulunmak üzere gönderdiği gibi yine aynı zamanda Cenubi Rusya’daki cem’iyet müfettiş ve acentesi olan Meymes-Vat İran hıttasını ve Bağdad ile civarını dolaşıp bu havalinin ihtiyacat-ı ruhaniyyesine ve Hıristiyanlaştırılması esbabına aid merciine mufassal bir rapor arzeylemiştir. İşte bu mesai sayesinde ve raporlar neticesi olarak senesinde Bağdad’a bir misyonerlik merkezi ve bir kütüb-i mukaddese-i Hıristiyaniyye deposu te’sis ve küşad olunmuştur. Bir Amerikalı misyoner diyor ki: “Hamd olsun böylece Allah’ın emri yerini bulmuş esbab-ı tenviriyye ve tahlisiyye hazırlanmış tarihinden beri misyonerlik teşkilatı Ceziretü’l-Arab’ın bütün sevahil-i şarkiyyesine ta’mim olunarak ale’d-devam ve büyük himmetler ümid-i muvaffakiyetlerle çalışılmakta bulunmuştur.” Birinci makalemizi şu yukarıki ibret-amiz sözlerle bitereceğiz. Gelecek makaleler bize birtakım mühim hakīkatler öğretecektir. Cenab-ı Hak enzar-ı ibretimizi açsın ve dest-i himmetimizi takviye eylesin amin! Kollarından tutup cehenneme at! Öyle mi? Haydi evladını hafidini kendi öz ellerinle yüreğin titremeden ruhun sarsılmadan vicdanın kanamadan tut da şu dünya ateşine at! Bakayım…! O zavallı alevler içinde dil-hıraş feryadlarla cayır cayır yanarken sen tütün dumanlarını savurtarak lakaydane cansız bir heykel gibi karşısında dur! Seyrine bak! Sen evladının saadetine mader-i şefkat-perveriyle birlikte hayatının bütün ezvakını bütün aramını feda etmek hissiyle mütehassis bulunuyorsun değil mi? O hiss-i ulviye belki daha senin sağlı[ğı]nda nur-ı diden varis olacak! Senin ağūşuna bir hafid takdim ederken bütün vücudu bir ra’şe-i sürur içinde gaşy olup gidecek! nız senin vücudunla değil! Sen; evladını fıtrat-ı aslisi olan Din-i İslam üzerine terbiyeye me’mursun! Sinn-i temyize girince ona yavaş yavaş hayat-ı ictimaiyyenin len-yetegayyer olan kavaid-i esasiyyesini öğretmeye onu cem’iyetin Evladın; milletini orada görecek; milliyetini orada hissedecek. O da evladına… O da evladına.... İşte İslamiyet de bu suretle yaşayacak. Sen de bu müteselsil neslinden rahmetler fatihalar alacaksın! Defter-i a’malin küşade bulunmuş olacak. Ne bahtiyarlık! Ne saadet! nab-ı Ebi Hüreyre hazretlerinin rivayetle naklettiği şu hadis-i celile bak! “– İnsan öldüğü vakit ameli de münkatı’ olur. Yani: işlediği a’mal-i birr u takvanın sevabı tevakkuf eder. Olduğu gibi kalır. Yalnız üç şey bundan müstesna. Bunların mükafatı la-yenkatı’dır. Ardı arası kesilmez ya medaris ve mekatib-i İslamiyyeyi ihya; çeşme köprü yol cadde gibi nef’i umum insaniyete şamil olan mebani ve asar-ı medeniyye; ya kendisiyle intifa’ ve istifade olunan bir ilim ve fenni okutmak hususiyle bunlara dair kitablar te’lif ve neşretmek; veyahud namını hayır dua ile yad eder ve ettirir veled-i salih bir hayru’l-halef bırakmak.” Görülüyor ya; insan için hakīkī hayat ne imiş! Bir de Endülüs’deki o kara tali’li biçareleri der-hatır edelim! Onlar kendilerini Salib’e teslim eden büyük cedlerinin mezarlarına gidip Fatiha mı okuyorlar? Yoksa ayaklarıyla çiğneyerek la’net mi ediyorlar bedbahtlar! Arkalarına öyle bir nesil bıraktılar ki kıyamete kadar la’net-han! Hayatın hayat-ı diyanet hayat-ı milliyyet hayat-ı hürriyyet hayat-ı hakimiyyet hayat-ı namus ve haysiyyet olduğunu takdir etmeyerek kemal-i zillet ü meskenetle düşman kılıcı önünde boyun bükerek köpekler gibi yerlerde yuvarlanarak hayat-ı behimiyyet ve hayvaniyyete razı olanların su’-i akıbeti işte böyle lisan-ı nefrin ile yad olunmak! Mezarları hatta kendi nesilleri tarafından kemal-i hakaretle pa-mal edilmektir! hürriyet ve hakimiyetiyle– yaşamak hakkı vardır. Bu hak; nezd-i uluhiyyette o kadar muazzezdir ki zeka-yı beşer bunu takdirden kat’iyyen acizdir. Allah; bize bu ezeli dini bu ebedi kanunu bu mukaddes şeriati vezaif-i insaniyye ve usul ve kavaid-i ictimaiyyeyi öğrenmek bütün ihtiyacat-ı hayatiyyemizi te’min edecek vesaşeklinde yazılmıştır. şümul-i ma’nasıyla insanca yaşatmak için ihsan ve inayet buyurdu değil mi? Güzel ama hayat-ı beşer; daima istikbalden ibaret. Görüyoruz ki eskiyen kuvvetten düşen yaşamaya kudreti kalmayan hayatın gözleri yumuluyor. Mazi onu tabut-ı mateme koyup habgah-ı adem-aluduna gömüyor. Maziyi istersen kabristana git! Mazi bütün arayiş ü ihtişam-ı ? sükun-perveranesiyle orada bir şehristan-ı adem te’sis etmiş; her gün siyeh-puş dide-nemnak birkaç cem’iyet tarafından ziyaret olunuyor; ve kadid na’şlar ihda ediliyor! O ise her gün insan kemiklerinden kaşaneler yapıyor! Kafalardan ehramlar vücuda getiriyor. da onu piş-i nazar-ı ibretinde tutmak. Sahibü’s-sünne imamü’l-muhaddisin ünvan-ı celiliyle bütün alem-i İslam’a fazl u irfanını tanıttırmış yalnız kendi asrının değil belki bütün asırların mefhar-ı ulema ve fudalası Hafız Yusuf bin Abdullah bin Muhammed bin Abdülber bin Asım el-Kurtubi merhumun ve daha binlerce müfessirin ve muhaddisinin binlerce urefa ve üdebanın mütenassır mürted kavafil-i ahfadı da bu miyanda! Bunlar; cedd-i a’lalarını ehl-i imanın birinci saflarında gördükleri dakīkada –rica ederim ey o dehşetli son güne inanan din kardeşler!– hal ne olacak? Böyle ebedi bir felakete sebeb olanlar bu kara yüzlülere ne nazarla bakacaklar? Nasıl yakalarından tutup divan-ı Ahkemü’l-Hakimin’e çekerek “Ey Hakim-i Mutlak! Biz nesl-i pak-i İslam’dan gelmiş ve hususuyla “İbni Abdülber” “Ebu Abdurrahman” “Ebu Abdullah Muhammed bin Abdüsselam” gibi şu ehl-i tevhid arasında birinci safları içinde gördüğümüz zevat-ı fiham gibi medar-ı iftihar-ı İslamiyyet büyük cedlere malik iken işte bu haris cahi[l]ler bu tama’karlar Kurtuba halifesinin birer valisi iken isyan ederek birer emirü’l-mü’minin ? olmak istemeleri yüzünden ittihad-ı İslamı parçaladılar ta can evinden hançerlediler nihayet koca bir milleti rek bizim irtidadımıza sebeb oldular. Biz bugün senin büyük adaletine sığınırız. Biz; bunlara aldanmak bunlara itaat bunların husul-i maksadına yardım etmek yüzünden belamızı bulduk. Her hakīkati anladık; eyvah.… ki iş işten geçti. Bize bu kadar faci’ bu derece hail bir cinayeti irtikab eden bu sefillere de bırakma ya Rab; hakkımızı ihkak buyur Allahımız!” demeyecekler mi? Bunlar; kuru söz değil! Her biri birer hıred-suz hakīkat! Bir mülkü yıkıp mahv eden –eyvah…! Temelinden Divan-ı adalette nasıldır? Hacelinden Efrad-ı beşer orda bütün ma halakallah! Kim gelmiş de geçmiş cümle milelinden Mahşer; o ne dehşetli günü Rabb-i Azim’in Sen ister inan ister inanma bu; hakīkat Kim bizce bunun faide yoktur cedelinden Beyhude yazık eyleme inkar-ı hakīkat! Çak etmeyesin çak-ı giriban-ı nedamet! dundan senin hayatından senin imanından mı ibarettir? Ya senin evladının hafidinin neslinin hakk-ı İslamiyyet’i hayatı imanı yok mu ? Aralarında maddi yahud ma’nevi bir münasebet bulunan ma’rifet değildir; hepimiz en adi en tabii muhaverelerimizde bile bir çok teşbihler yaparız. Çünkü ta’rif etmek istediğimiz mahiyetin eğer haricde vücudu varsa teşbih ile büsbütün göz önüne gelir; yoksa yine teşbih sayesinde mücerredattan olan o mahiyet maddiyat sahasına girer. Mesela soğukluk sevimsizlik mücerredattan iken “yılan gibi...” deyince bürudetin pek ma’ruf bir timsali olan o mahluk derhal gözümüzün önüne gelir; ta’rif edilmek istenilen şeyin yahud şahsın halini bize olanca vuzuhuyle gösterir. Ma’lumdur ki teşbihde müşebbeh müşebbehün-bih vech-i şebeh bulunur; edat-ı teşbih olsa da olur olmasa da. Hatta olmazsa teşbih daha beliğ düşer. Mesela Hamid’in şu: Duruyorken hareketsiz sessiz; Yere inmiş göğe benzerdi deniz. beyitinde deniz durgunluğuyla mailiğiyle gökyüzüne benzediliyor. Bu teşbihde deniz müşebbeh gök müşebbehünbih; reng ile rükudet de vech-i şebeh oluyor. Edat-ı teşbih yoksa da onun yerine benzerdi fiili getirilmiş. Kemal’in şu: Geceyi görenler sanırlar: Guya Kara kan dalgalı bir ulu derya; Dağları taşları içine almış Kabarmış kabarmış da dona kalmış! tasviriyle Nedim’in bu: Sinede bir lahza aram eyle gel canım gibi Geçme ey ruh-ı revan ömr-i şitabanım gibi matlaında “guya gibi” edat-ı teşbihleri var. Yine Hamid’in Süfeha evliya geda mürted; Para ma’bud bankalar ma’bed! beyitinde edat-ı teşbihler takımıyle mahzuf. Vech-i şebehin şiirde tasrihi icab etmez. Zaten tasrih olunmaz. Çünkü bu suret daha beliğ olur. Yalnız müşebbeh şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. radaki münasebeti idrak herkesçe kolay olmazsa sözü vüzuhsuzluktan muammalıktan kurtarmak için vech-i şebeh yalnız şems-i asr deseydi şiir o kadar vazıh olmazdı. Lakin bakınız vech-i şebehi ne güzel gösteriyor: Az zaman içre çok iş etmişti Sayesi olmuş idi alem-gir Şems-i asr idi: Asırda şemsin Zıllı memdud olur zamanı kasir. Kezalik “Leyal senin kainatı muhit olan kemalindir” cümlesinde gece ile kemal arasında bir teşbih yürüdülmüş ki garibdir. Zira ister müşebbeh ister müşebbehün-bih suretinde kederi matemi ifade eden ma’neviyat ile münasebeti anlaşılabilirse de kemal ile gece arasında ne gibi mülayemet tasavvur edildiği anlaşılamaz. Onun için vech-i şebehin “ihata” olduğu tasrih edilmiştir. Edilmeseydi söz muakkad olurdu. Müşebbehün-bihin müşebbehden ekmel olması yani vech-i şebeh dediğimiz sıfatta müşebbehe faik bulunması lazımdır. Bazen mübalağa kasdıyla teşbihi aks ederler de müşebbehi müşebbehün-bih müşebbehün-bihi müşebbeh yaparlar. mali leyale benzetmek idi. Şurası pek iyi hatırda olmalıdır ki: Müşebbeh müşebbehün-bihin bütün evsafına iştirak etmek lazım gelmez. Mesela bir adam şecaatinden dolayı arslana benzedilivermekle yine o adamın arslandaki vahşet yırtıcılık gibi diğer vasıflara da Bir de insan teşbihde her zaman serbest değildir. Bir dereceye kadar adete munkad olmalıdır. Mesela bir Osmanlı şairi hiçbir vakit memduhunu sadakati i’tibariyle köpeğe; büyük büyük maniaları ıktiham ettiğinden dolayı dağ keçisine benzetemez; merdüm-giriz bir adama ayı diyemez. Daha garibi müteradif elfazdan birini kullanır da diğerini kullanamaz. “Tosun gibisin” deyince koltukları kabaran bir adama “öküz gibisin” deyin de bakın ne olur! Halbuki tosun da öküz de aynı mahlukdur. Ali bin Cehm isminde bir şair-i bedevi Abbasilerden elMütevekkil’in huzuruna çıkarak bir şiir okumuş. Şair halifeyi hukūku sıyanet seciyesinde köpeğe; akabat-ı siyaseti bi-perva aşmak maharetinde dağ keçisine; icabında halim selim olmak hassasında eşeğe; halkın kendisinden intifaı hususunda büyük su kovalarına benzetmiş! El-Mütevekkil bedeviyi çok takdir etmiş. Lakin yanındakiler bu şiir medih midir kadih midir anlamamış. Halife onlara demiş ki: “Bu adam bedevi olduğu için bir şey görmemiştir. Onun için tabiidir ki teşbihatı hayalatı hep kendi muhitine göre olacaktır. Eğer siz de alem-i bedaveti bilseydiniz teşbihlerdeki isabeti anlar şiirin büyüklüğünü teslim ederdiniz.” Hakīkat Ali bin Cehm bir sene kadar halifenin sarayında kaldıktan sonra öyle rakīk öyle nezih eserler meydana getirmiş ki Bağdad şairleri zavallıyı çekemeyerek hapsettirmişler. Teşbihin güzelliğine çirkinliğine hükmedecek meleke zevk-i selimdir. Bazen bir nükte gözedilerek maddiyat ma’neviyata ma’neviyat maddiyata teşbih edilir ki eslafdan Nedim bu gibi Cam-ı lebiyle mest edip evvel edaların Mestane sonra gönderir ağūşunu cana dek! beyiti gibi sözleri Nedim Divanı ’nda pek mebzul görürüz. Maksada girmezden mukaddem bu makaleyi yazmaklığıma sebeb olan bir vak’ayı zikretmek ve bu suretle merci’i aidinin nazar-ı dikkatini celb etmek istiyorum. Şöyle ki: Şubat’ın sekizinci Çarşamba gecesi yatsı namazını müteakıb Sarıgüzel Cami’-i Şerif’inde şeriatı makasıd-ı şahsiyyesine alet etmek isteyenlerden bir vaiz ahaliye nasihat etmek için kürsiye çıkar! Bu zavallı kürsi-i mualla-yı şeriatte her şeyden evvel kendisi hiçbir fırkaya mensub olmayıp ancak bir tercüman; ve fakat bir fırkanın değil belki şer’-i şerifin tercümanı olduğunu evet her ne söylerse mütercim vasıtasıyla şeriatın söylediğini cemaate anlatmaya çalışıyor. Yalnız bununla da kalmıyor cemaati güzelce ikna’ ve şeriat namına tefevvüh ettiği hezeyanları kabul ettirmek için üç defa da yemin ediyor. Çünkü o anda –kendi kavlince– şeriat mütercem vaiz mütercim samiin-i kiramın vicdanı da hakim olduğu hakim ise mütercimden yemin taleb edeceği cihetle vaiz “Vallahi billahi tallahi hiçbir fırkaya intisabım olmayıp ancak şeriate tercümanlık edeceğim” demeye mecburiyet hissediyordu. O zaman beni bir ye’s kapladı. Tefekkürat-ı amikaya vardım. Ben bu saha-i tefekkürde cevelan ederken ruhumdan gelen bir sada bana diyordu ki: Eyvah! Bu mukaddes kelime yine birtakım efkar-ı mefsedet-karanenin; saf pak her türlü levsiyyattan ari olan kalblere yerleşmesine bütün damarlara kadar nüfuz etmesine alet edilmek oynamaya çalışmasalar! Milyonlarca müslümanın en aşağı tabakasından en yüksek tabakasına varıncaya kadar bilcümle mukaddesatının fevkınde bir mevki’-i mualla-yı ihtiram tutan bu mukaddes kelime ile bin üç yüz bu kadar zamandan beri millet-i İslamiyyenin saadet ü selameti te’min olunduğu gibi bir çok zamanlarda birtakım hainlerin a’mal-i mel’anetkarane ve hevesat-ı şeytan-pesendanesini tervic ve bu suretle pek çok ma’sum kanlarının heder olup gitmesine alet ittihaz edilmiştir; bu sırada Emeviler Abbasiler zamanlarında şeriat namına irtikab edilen fezayihi daha sonra da iki sene mukaddemki Mart Vak’a-i faciasını hatırladım müteyakkızane bir tavır ile vaiz efendinin şeriat namına söyleyeceği kelamlara intizar ediyordum. Vaiz cemaate bu kadar te’minat verdikten sonra ayetini okur ve bit-tabi’ mütercimlik vazifesini ifaya başlar! Fakat zavallı mütercim bu dakīkadan i’tibaren maksadı unutuyor. Verdiği te’minattan gaflet ediyor. Binaenaleyh el-yevm mevcud olan iki fırka-i siyasiyyeden birisini fırka-i bagiyye olarak gösteriyor ve bit-tabi’ mukteza-yı ayet o fırka ile mukatele etmeye cemaat-i İslamiyyeyi zımnen teşvik ediyor şu halde “şeriat”in diye men’ etmiş olduğu fitne-i azimeyi – Mart’dan mukaddem yaptığı gibi– yine kendisi neşrediyordu. Daha sonra vaiz birçok çamlar deviriyor bardaklar kırıyor. Memlekette on beş fırka daha olsa nafi’ olacağını hadis-i şerifi ile istidlale kadar varıyor. Bunun üzerine kendisine i’tiraz edilerek hadisin ma’na-yı hakīkīsi –aşağıda cevap vermeye kalkar! Fakat ne cevap verse beğenirsiniz? Bu şeriat ! müterciminin o kürsi-i mualla-yı şeriatte bir tavr-ı bi-edebane ile utanmadan ağzına sebb ü şetmi müş’ir öyle bir kelime aldı ki bütün cemaat nazarında bir külhan beyi olduğunu isbat etti. tur vaiz-i ma’hud orada gerek cemaatten ve gerek bizden cevab-ı layıkını aldı. Şimdi de o gece istemiş olduğu kitabın ! cevabını alsın da bir daha şeriat-i mukaddeseyi makasıd-ı şahsiyyesine alet etme[me]ği öğrensin! Ancak bizim diyeceğimiz bir şey varsa o da Meşihat bu gibi şeyleri nazar-ı dikkate alsın! Bu gibi eşhasa vazifesini bildirsin. Şeriat başka fırka kavgası yine başka bir şey olduğunu anlatsın! Şeriat her şeyden mukaddesdir. Biz müslümanlar şeriat namına her ne duysak kabul etmeye kalkarız. Binaenaleyh onunla oynamak kat’iyyen doğru değildir. Bilahare tevellüd edeceği mazarrat azimdir.. Kudret-i fatıra din-i mübin-i İslamı edyan-ı semaviyyenin nihayeti olmak üzere göndermiştir. Evet Hazret-i Muhammed sav hatemü’n-nebiyyin olduğu için bit-tabi’ onun dini kıyamete kadar bakī olacaktır. Çünkü kıyamete kadar milyonlarca sene geçse yine Din-i İslam o zamanlarda gelecek olan insanların mesalihini tesviyeye ihtiyacat-ı zaruriyye-i milliyyelerini te’mine kafidir. Vaz’ etmiş olduğu kavaid-i esasiyye onların saadet ve selametini te’min eder. İşte bunun için bu dinin kıyamete kadar bekasını Cenab-ı Hak Bir dinin bekası ise o dine mensub bil-cümle akvamın müttehidü’l-efkar olarak ber-mukteza-yı emr-i İlahi ahkam-ı diniyyeye temessük ve bu cihetle dinin terakkī ve tealisine Acluni kelimesi olmaks çalışmak kıyamete kadar muhafazası esbabına tevessül etmekle olur. İşte bunun için insanların daima müttehid müttefik bir halde adeta bir bina-yı metin gibi bulunmaları ve hiçbir vakit ittihad ve ittifaklarını zir ü zeber edecek nifak u şikak buğz u adavet gibi harekat-ı gayr-ı meşruada bulunmayıp birbirlerine zahir olarak dini muhafazaya çalışmaları da evamir-i İlahiyye cümlesinden bulunmuş ve halbuki her birisinin adat ve lisanı başka olan birçok akvamdan terekküb eden erbab-ı dinin hem-fikir olarak ittihad etmelerini dai zaruri bir şey olmadıkça kolaycacık birleşmeyecekleri ve bu suretle daima ayrı ayrı emeller ta’kīb ederek herkes hak batıl kendi efkar-ı mahsusasını tervic için lazım gelen esbaba tevessül edeceği bu ise insanlar beyninde nizaı kavgayı müeddi olarak neticede revabıt-ı diniyyeye za’f tari olup bütün müslümanların mahvına sebeb olacağı vareste-i izahdır. mın kütle-i vahide halinde daima bir kardeş gibi olmalarının lüzumuna dair pek çok zaruri sebebler gösteriyor: Bilumum ayet-i kerimesiyle haber veriyor. – Mü’minler ancak kardeştir– Nass-ı celili ile müslümanların ancak bir kardeş olduğunu binaenaleyh yekdiğerine karşı alacakları vaz’iyeti izah ediyor. Hadis-i şerifi de mü’minlerin bir bina-yı marsus gibi olup yaşamak için mutlaka birbirine merbut bulunmaları lazım geldiğini tasrih ediyor. Bir binanın bekası onu teşkil eden kerpiçlerin daima birbirine zahir olmasıyladır. Eğer aradan birkaç tanesi çıkacak olursa bina mahv olur. Milletler de böyledir. Hülasa bir milletin yaşaması dünyevi uhrevi nail-i saadet olması için hareket eden milletler daima vadi-i inkıraza yürümüşler ve bundan sonra da öyle olacaktır. Bu bir kanun-ı İlahidir ki asla şübhe kabul etmez. Bunda şübhe etmek vahdaniyet-i ve ihtilafın mazarratı hakkındaki evamir-i şer’iyye ve emsal-i tarihiyyeyi ta’dad edecek olursak cildler dolusu kitap yazmak lazım geleceği cihetle biz burada birkaç danesini zikr ile kelimesi olarak yazılmıştır. yor ki ittihad ü ittifak bir milletin hayatıdır. İttihad ü ittifaktan ayrılan milletlerin kuvveti gider düşmanları olan şeytanlar onları birer birer lokma edip yutarlar. Yine delalet ediyor ki Din-i İslam’da ihtilaf ve tefrikanın yeri yoktur. Allah ve Resulü ihtilaf ve tefrika çıkaranlardan beridir. Bununla beraber insanlarda fıtraten merkuz olan fehm idrak ve sair umurda edecekleri ihtilaflardan kurtulmak aralarında zuhuru muhtemel olan fitne ve fesadı niza’ ve ihtilafları uzamadan def’ etmek için de ne gibi esbaba tevessül olunmak lazım geleceğini Kur’an sarahaten haber veriyor: Hak insanlar arasındaki revabıt-ı ittihadı bozacak millet arasına nifak u şikak tohumları serpecek ve bu suretle milletin üzerine bir bela-yı umuminin gelmesine sebeb olacak olan harekat-ı nifak-cuyanenin kaffesinden de şiddetle nehy buyurmuştur. Müfessirin-i izamın beyanına göre bela-yı umuminin vüruduna sebeb olan fitneden birisi de millet arasına tefrika düşürecek milletin hissiyat-ı diniyyesini rencide edecek ve şeklinde yazılmıştır. bu suretle milleti galeyana getirerek maazallah bir ihtilale badi olacak birtakım kelimat-ı mefsedet-karanedir. Zamanımızda da milleti yekdiğerinden ayırmak maksadıyla müfsidler tarafından icad edilen ve hiç de aslı olmayan o kadar eracif var ki biz onları ağzımıza bile almak istemeyiz! nımıza gelinceye kadar– bütün hükumetleri inkısama uğratan vahdetini bozan şevketini gaib eden amillerden en birincisi o milletin arasında tahaddüs eden tefrika belasıdır. Onun için Cenab-ı Hak gerek tefrika ve gerek tefrikaya sebeb olacak şeylerden şiddetle nehy buyurmuş müslümanlar eyledikleri için dünyanın her tarafını tutmuşlar koca bir alemi saye-i himayelerine almışlar iken bugün acınacak bir haldeki durgunluk acaba neden ileri gelmiştir? Bila-perva diyebilirim ki evvelce aralarında hükümferma olan ittihad ü ittifakın pek çok devam edemeyerek nifak u şikaka tebeddül etmesinden ileri gelmiştir! Evet! Müslümanlar üzerinde hakim olan her birisinin maksadı her birinin gaye-i hareketi başka başka olan birtakım haris-ı cah reislerin sultanların ihtirasat-ı şahsiyyelerini te’min etmek için meydana çıkardıkları mezhebler meşrebler yüzünden bu hale gelmişlerdir. Müslümanlar ile kitab sünnet icma’ arasında perde-i hicab çeken bu sefihlerin ihtirasatı müslümanları fırka fırka ayırmaya sebeb oldu. Kimi şia kimi harici birisi bilmem ne… Hasılı her birisi bir sultana tabi’ olarak öbür tarafda binlerce cemaat-i müslimin ile muharebe ederek her birisi kendini haklı diğerini haksız göstermek için şeriat namına irtikab etmedik mezalim bırakmıyordu. İşin en ziyade teessüf edilecek ciheti ise “din” namına açılan bu muharebeler “din”den ziyade perde-i şeriat ile gizlenmek istenilen ve her birisinin kendi nokta-i nazarı olan makasıd-ı siyasiyye için oluyordu. Fakat ne çare ki din alet ediliyordu. Bu nifak u şikak o kadar devam etti o derecelere geldi ki sanki millet-i Hazret-i Ali ve Muaviye zamanından i’tibaren zuhur eden bu muharebat bu münazaat-ı dahiliyye gittikce tevessü’ ediyor tevessü’ ettikce alevleniyor alevlendikçe şiddetini artırıyor. Bu suretle Emeviyye Abbasiyye muharebeleri meydan alıyor. Binaenaleyh alem-i İslamın kuvvetine za’f oluyor. Bir tarafdan ahad diğer tarafdan ümera birbirleriyle kavga ederken ecanibin dest-i taarruzunu uzatmasından kimsenin haberi bile olmuyor memleket elden gidiyor.?!! Endülüs tarih-i feciini okuyanlara Endülüs ne gibi muharebat-ı dahiliyyenin kurbanı olduğu elbette hafi değildir. Buradaki milyonlarca müslümanı mahv eden nihayet o büyük hükumat-ı İslamiyyenin yerine İspanyol vahşilerini yerleştiren hangi esbabdır? Hind’deki saltanat-ı İslamiyyeyi kökünden yıkan o enkaz üzerine İngilizlere bina-yı hükumet kurduran nedir? Daha sonra Buhara Semerkand Fas şeklinde yazılmıştır. Cezayir Tunus Kırım Kazan Taşkend Rumeli-i Şarki Bosna ve Hersek…! gibi ecza-yı memalik-i İslamiyye ne gibi sebeblerin uğrunda lokma lokma edilerek her birisi bir devletin taht-ı tahakkümüne girmiştir? Bu suallerin cevabı herkesce ma’lum değil midir? Evet bunun cevabı millet-i İslamiyye arasına saçılan ve bin-netice kütle-i muazzama-i İslamiyyeyi birbirinden ayıran tefrika ve nifak tohumlarıdır! Bugün ecanibin dest-i tazallümü ile ezilen memalik-i hevesat-ı şeytaniyyelerine baziçe oldu. Nazarlarında menafi’-i hasiselerinden başka hiçbir şey makbul olmayan o sefihlerin bir sürü batıl emelleri koca bir alem-i İslamı parça parça edip za’f u meskenet uçurumlarına doğru sürüklemeye sebeb oldu. Biz ise bu ihtilaflardan hala bıkıp usanmamış gibi ittihad ve ittifakı bırakıyoruz da ihtilafa teşvik ediyoruz. Zehi cesaret! Gerek din ve gerek dünya hususunda millet-i İslamiyyenin hem-dest-i vifak olarak çalışmaları lüzumunu tavsiye edecek yerde kürsi-i şeriate çıkıp da ihtilaf! Memlekette on beş fırka olsun hayat ü memat mes’elesinde bile –mahza bizim dediğimiz olacak diye– boğaz boğaza gelsinler sonra bunların ihtilafı yüzünden memleket mahv olsun öyle mi? Acaba bu kadar ayat-ı Kur’an iyye ve ehadis-i Nebeviyye ve emsal-i tarihiyye meydanda iken hadis-i şerifinin mevkii ne derece kalır? Ve bu ma’naya delalet eder mi? Şimdi burasını tedkīk edelim: Evvela birçok eimme tarafından bu hadisin aslı olmadığı dermiyan edilmiştir. Hadis-i şerifin aslı olduğuna kail olanlar arasında da bir ittifak-ı tam yoktur: Kimisi bila-sened tahric olunmuştur der kimisi senedi var der kimisi ümmetten murad sahabedir der. Ancak bir şeyde ittifak olunuyor ki o da buradaki dir. Belki hiref ve sanayi’de ulum ve maarifde ihtilaf etmek yani bir milleti teşkil eden efradın her birisi şuabat-ı ulum u sınayi’den bir şu’beye süluk etmek ve bu suretle yekdiğerinin müctedihin-i kiramın ihtilaf etmesi ayn-ı rahmettir. İşte hadisin sıhhati senedinin reyb-i ıztırabdan hali olduğu teslim edildiği takdirde ma’nası budur. Nasıl ki Mevakıf ’da Kadi Adud hazretleri bu ma’nayı pek açık bir surette beyan etmiştir. Bu hadisin ma’nası böyle olduğunu kitap ile isbat etmemizi taleb eden vaize karşı işte kitab! Hakīkat-i hal bu suretle izah edilerek bu hadisin de ma’nası anlaşıldıktan sonra hatime-i kelam olmak üzere tekrar ederiz ki vaiz olacak kimseler çok; ve doğru düşünsünler! Bilir bilmez bu gibi şeyleri ortaya atarak milleti hufre-i inkıraza sürükleyeceklerine milletler üzerinde cari olan kavanin-i milletin ma bihi’l-hayatı ittihad ü ittifak sayesinde olduğunu bildirsinler! Yoksa milleti irşad edeceğiz derken bilmeyerek mersiye-i inkırazını okumasınlar! Acluni kelimesi olmaks laşılıyor ki bir millet arasına tefrika düşürmek o milleti mahv etmek demektir. Biz her ne zaman ittihad ü ittifak ederek çalışmış isek bütün dünyayı hayretlere düşüren u’cubeler göstermişiz. Fakat her ne zaman ki aramıza tefrika düşmüş o zamandan i’tibaren ecanibin ağzına atılmışız. Onun için daima ittihad her vakit ittifak esbab-ı tefrikadan şiddetle mücanebet etmeliyiz. El-Hadi hüvallah. Muhterem! Biz Tenkīd-i Muhikk’da Mösyö Ernest Hegel gibi maddiyyundan olan bir zata ve peyrevlerine karşı cevap tahririnde bulunmuş idik. Bu adamların tetebbuat-ı fenniyyeleri bütün bütüne doğru değilse de bütün bütüne eğri de değildir. Hatta diyebiliriz ki fikir ve i’tikadımızı ma’neviyetten tecrid ederek sırf maddiyetle meşgūl edersek hiç de eğrilik yoktur. Şu kadar var ki: Bu asrın zekasına karşı tevhide yahud ta’bir-i aharla vahdet-i vücuda yol bulmak ihtimali yoktur. Mutlaka ma’neviyeti kabul etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü silsile-i vücudu şu meşhudumuz yani mahsusümüz olan alemden ibaret olarak kabul edersek asıl ma’neviyette ferdiyeti tecavüz etmeyen hakīkatin alem-i mahsusümüzdeki safahatını tevhid için tabii Darwin’in mesleğini kail olanların yani ma’neviyete yol bulanların nazarında bu meslek her ne kadar zahir i’tibariyle doğruluğunu teslim etseler bile batın i’tibariyle doğru olmadığı meydandadır. Hakīkati inkar etmek güneşi inkar etmek gibidir. Tenkīd-i Muhikk’ın maksadı evvela bu adamlara ma’neviyeti kabul ettirmek için yine fen dairesinde tenvirdir. Bir kere hüner bunlara ma’neviyeti kabulde fikir ve i’tikadlarını muztar etmektir. Tabiidir ki: Fikir ve i’tikadları ma’neviyeti kabulde terir. O vakit vahdet-i vücuda tevhide yol bulmuş olurlar. Şimdi şu makalemizde biz bize pek muhtasar olarak bir nebzecik hasbihal edelim! Evvela hakīkate doğru yol bulabilmek için ehl-i tasavvufun “vahdet-i vücud” mesleğini kabul etmek mecburiyetindeyiz. kelimesinden müsta’rebdir. Felsefe demekle tasavvuf ve hikmet demek bu hususda müteradif gibidir. Felsefe yahud hikmet ve tasavvufun üç mertebesi vardır. Bir mertebesi maddiyatın ma’neviyata yani mahsusatin akliyyata münkalib olduğu hadd-i fasıla kadar olan kısm-ı maddisidir. Zamanımızda buna hikmet-i tabiiyye ve kimya deniyor. Bir mertebesi de “ma fevka’t-tabiiyyat” da denilen ma’neviyattır ki: Havsala-i aklın kifayet edebildiği makam-ı rububiyyete kadar olan kısmıdır. Diğer bir mertebesi de makam-ı rububiyyetten yukarı kalbin huzurundadır ki: Kalb şems-i hakīkate karşı burada müstehlek ve fanidir. Asrımızın zeka-yı mutlakı karşısında felsefeyi iki kısım demekten başka çare yoktur. Kısm-ı evvel; hikmet-i tabiiyye kısm-ı sani hikmet-i hakīkiyyedir. Hikmet-i tabiiyye maddiyatı hikmet-i hakīkiyye makam-ı rububiyyete kadar ma’neviyatı cami’dir. Tasavvuf mazmun-ı münifi tasavvufa mazmun-ı münifi de hikmet-i hakīkiyyeye işaret eder. akliyatımızdaki ma’neviyatın kaffe-i safahatı ayet-i kerimesindeki “emr”in tezahüratından başka bir şey değildir. “Emr” ise ister halk ma’nasına fiil olsun isterse cevher-i eltaf-ı basit ma’nasına olsun makam-ı zattan makam-ı rububiyyete tenezzül eden bir sıfattır. Akīde-i İslamiyyenin tenzih ve takdisi makam-ı zata aiddir ki: mazmun-ı münifi bu mertebedir. Şu halde Tenkīd-i Muhikk’ın maksadı maddiyyunu hikmet-i tabiiyyeden yukarı hikmet-i hakīkiyyeye doğru irtikaya müteveccihdir. Ruh bir cevher-i basit-i eltafdır. Temessül ve nihayet teşebbuh etmek kabiliyetindedir. “Temessül” hikmet-i hakīkiyyeye “teşebbuh” hikmet-i tabiiyyeye aid ruhun tenezzülüdür. Ruh makam-ı temessülde cins-i melaik ve hissiyata meratibini da da cins-i hayvan ve nebat ve ma’deniyatı seyr ede ede kaffe-i mümkinatı ihtiva etmiş olarak insan suretinde tekamül ve ıstıfa etmiştir. İlim ve ma’lumat denilmek şanından olan ruhun vücud-ı esnafı suretindeki kaffe-i safahat ve tezahüratı nefsinde cem’ eden insan elbette seyr ederek iktisa ve iktisab ettiği meratibin kaffesi meşhudu olduğu içindir ki nass-ı celili ile tekrim makamına kaim olmuştur. Olmuştur da nassıyla da ehl-i semavata hakkın secdegahı nassıyla da ehl-i arza hakkın hilafetpenahı olmuştur. Binaenaleyh insanın hakīkati şahs-ı müteayyini gibidir. mazmun-ı münifi budur. Ruh isti’dad-ı kamili olan mahiyet-i insana göre mezkur makam-ı temessüldeki heyulasına nefs-i natıka ve makamı teşebbuhdaki şahsına insan ıtlak olunur. Şu kadarcık tafsilatımızdan anlaşıldı ki: Maddiyatta kürei arzımızla kaffe-i ecram-ı feza ve ma’neviyatta tabakat-ı ervah kaffesi o eltaf-ı basit olan emr-i Rabbani ki ruhdur o ruhun tekamül ve ıstıfa tarikıyla meşime-i ma’neviyyette zaman u mekana mülabis olmayarak ve saha-i maddiyyette şeklinde yazılmıştır. ahyan ve duhura ve mekana mülabis olarak birtakım safahat-ı ma’neviyye ve maddiyyesinden başka bir şey değildir. Tekrar anlaşıldı ki: Silsile-i mevcudatın menbaı ruh olduğu halde istihalat-ı erbaaya tebean teselsül-i inkıtai suretinde ma’deniyat nebatat hayvanat ve bunların cinsleri tahtında enva’ ve efradda seyr ederek akıbet son isti’dad ve kabiliyeti olan insan sıfatını haiz olmuştur. Teselsül-i inkıtai –ma’neviyette ruh müteselsil safahatını maddiyette münferid göstermesi demektir. Tekrar anlaşıldı ki: mantuk-ı celili üzere kudret-i Feyyaz-ı mutlak müstemirran kemalatını tekamül ve ıstıfaya ma’ruz olan safahatı ruhda tecelli ettiriyor. Azizim! İşte şu suretle yani tefekkür-i tekevvüni suretiyle tertib-i kainat Cenab-ı Mürettib-i hakīkatin inayet-i İlahiyyesi olan şu suret-i tabiiyyede imkan-pezir olmuştur. Kafidir sanırım. Tenkīd-i Muhikk’ımızda bildirildiği üzere yakında neşrine muvaffak olacağımız Tahallakū… nam kitabımızla tahrir ve neşrine muvaffak olacağımız Vahdet-i Vücud kitabında tafsilatı görülecektir. Hakimiyet-i milliyye i’tibariyle bilumum efrad-ı zükur-ı Osmaniyye ya meb’us ya müntehib-i sani ya müntehib-i evvel olabilirler. Bu üç sınıfın her birinin evsafı vardır. Vezaifi vardır. Meb’usların yalnız evsafından bahsedeceğiz. Çünkü vezaifi Kanun-ı Esasi’de musarrahdır. Müntehib-i sanilerin hem evsafından hem vezaifinden bahseyleyeceğiz. Çünkü bunların evsaf ve vezaifi hakkında sarahat-i kafiyye-i kanuniyye yoktur. Müntehib-i evvellerin ise yalnız vezaifini beyan edeceğiz. Çünkü pek cüz’i birkaç nevi’ müstesnalarından maada zükur ve reşid Osmanlıların kaffesi müntehib-i evveldir. O müstesnalar dahi kanunda muharrerdir. Meb’usluğa aid evsaf üç nevi’dir: Evsaf-ı kanuniyye evsaf-ı Evsaf-ı kanuniyye Kanun-ı Esasi’de ve İntihab Kanunnamesi’nde musarrah olduğu cihetle o evsafdan bahsetmeyeceğiz. Evsaf-ı ilmiyye şunlardır: olmalıdır. Çünkü başlıca vazifeleri tanzim veya ıslah-ı kavanindir. Bunlara başlıca me’haz ise ilm-i celil-i fıkh olmalıdır. Bu kavaid-i fıkhiyyenin me’haz-ı kavanin olması Kanun-ı Esasi’mizde dahi kabul edilmiş bir haktır. olmalıdır. Ta ki bunlardan muhtac-ı tebdil ü ta’dil olanlarını ve mukaddema tebdil ü ta’dil olunanlarından ne gibi faide veya zarar tevellüd etmiş olduğunu muhakeme ve tedkīk edebilsin bilir olmalıdır. Ta ki bunlardan zaid veya noksan olanlarını datın menabi’-i tabiiyye ve vaz’iyyelerini ve tekalif-i mevcudenin hin-i vaz’larında usul-i şer’-i İslam’dan ve düvel-i mütemeddinenin bu babda istiane ettikleri kavanin ve kavaid-i vakit ve ne gibi bir mecburiyet-i fevkalade ile vaz’ ve tarh edildiklerini kanuni ve tarihi bir ilim ile bilmeli. veya tercümelerini görüp anlamış olmak suretiyle vakıf olmalıdır. Çünkü onların idare-i mülkte daha ziyade tecrübe ve maharetleri olduğu müsellem olduğundan onları bir kere görerek tanzim-ı kavanin ve teşkil-i şuabat-ı devair hakkında tevsi’-i fikr etmek lazım ve maa-mafih tanzim-ı kavaninde bizim kavanin-i ecnebiyyeden istinbatımız olsa olsa ancak teşkilat ve tanzimat-ı mülkiyye ve askeriyyede olabilip kavanin-i medeniyye ve adliyyede bizim kavaid ve zavabıt-ı fıkhiyyemizin kaffe-i hadisat ve mümkinat-ı alemi ihtiva edecek derecede vasi’ ve metin olduğu müsellemdir. mutlakıyet cumhuriyet ve saire gibi her tarz-ı idarenin ve bunların her birindeki tefasil-i nazariyyenin her devletteki an’anatını ve Sadr-ı İslam’daki suret-i idare ile cihet-i mutabakat ve muhalefetini ve her tarz-ı idarenin her yerdeki tecrübeleriyle netayic ü fevaidini alim olmalıdır. ecanibi mücmelen olsun bilmeli. Çünkü vaktiyle tecrübeten faide ve mazarratı tahakkuk etmiş olan umurun tekrar tatbik ve icrası gibi re’yinde kör körüne ısrar edip durmasın. rakkıyat-ı veleh-fersasını icmalen olsun bilmeli ve bizim ne kadar geri kalmış olduğumuzu ne kadar gayret ve ciddiyet mükemmelen haiz olmalıdır. Harita-i memalik zihninde o derece tafsilatıyla menkūş bulunmalı ki sahraları vadileri dağları nehirleri ormanları ma’denleri gibi teşekkülat-ı tabiiyyesini ve vilayat ve elviyesi ve kaza ve kasabatı gibi teşekkülat-ı mülkiyyesini ve mekatib ve medaris me’abid telgraf ve telefonlar şimendüferler tramvaylar şoseler fabrikalar daru’s-sınaalar ve saireleri gibi el-yevm mevcud müessesat-ı sahra ve çöllerin irva ve iskası ormanların teksir ü tevsii ve ma’denlerin küşadı gibi esbab-ı servet ü ma’muriyyetin vesailine maniyyede sakin bilumum akvam ü milel ve anasırın an’anat-ı tarihiyyelerini ve edyan ve ahlak ve adetlerini pek güzel bilmiş ve binaenaleyh vaz’ edeceği kavanin-i idare ve levazım-ı i’mariyyeyi ve tarh edeceği tekalif ve saireyi ve bunların ne suretle kabil-i icra olup olmadığını iyi takdir etmiş olsun. lik-i Osmaniyyenin Anadolu ve Arabistan içerilerinde bulunmuş ve gezmiş ve bilhassa köylülerimiz ve urbanımızın hal-i sefalet-i pür-melaline re’ye’l-ayn dahi vakıf olmuş olmak lazımdır ki kezalik tanzim-i kavanin ve tarh-ı tekalifde ekseriyeti teşkil eden o biçarelerin halini dahi medar-ı tatbik tuta ve hangi kıt’a ahalisinin ne gibi asar-ı terakkīyi kabule isti’dadı olduğunu bile. maniyyeye berren ve bahren mücavir bulunan devletler memalikinin tabii siyasi mülki iktisadi coğrafyasına da vakıf olmalı ki onlarla bizimkileri mukayeseye muktedir olsun. Avrupa bilad-ı mütemeddinesini de görmüş ve onların terakkıyat-ı maddiyye ve fenniyyelerini re’ye’l-ayn anlamış olmalıdır ki memalik-i Osmaniyyenin onlara nisbetle nasıl bir harabe-zar kaldığını bir kat daha takdir ve ona göre tedbir-i varih-i sabıka ve ahval-i hazıralarına ve memleketlerinin münasebat-ı coğrafi ve tabiisine vakıf olmalıdır. Ta ki makam-ı celil-i Hilafet’e olan merbutiyet-i ma’neviyyelerinin derece-i kuvvet ve ehemmiyetini ta’yin ve ona göre makam-ı Hilafet’in siyaset-i hariciyyesi i’tibariyle da azm ü şanını takdir etsin. yana bahşedilmiş imtiyazatın mahiyet-i tarihiyye ve hukūkiyyesini ve Devlet-i Osmaniyye’nin Din-i İslam ile olan münasebat ve revabıt-ı tarihiyye ve haliyyesini bilmeli. rinde ne dereceye kadar ve düvel-i mezkure ile Devlet-i Osmaniyye ve hükumat-ı şarkıyye aralarında ne mertebe icra ve tatbik edilmekte olduğuna şevahid-i tarihiyyesiyle beraber vakıf edilmeli. dıkları kapitülasyonların mahiyat-ı tarihiyye ve hukūkiyyesini ve vesail-i ilgaiyyesini bilmeli. nasebat-ı mevcudesini ve o münasebatın halen ve atiyen bize olan teallukunu takriben olsun takdir edebilmeli. şimdiden me’mul bulunmuş olan bilumum siyasi cem’iyetlerin fırkaların komitelerin hakīkī programlarını ve gaye-i emellerini bilir olmalı ki onların faaliyat-ı daime ile ve her vesile ve her kisve ile tatbik edecekleri rolleri teferrüs ede ve meşrutiyet ve cihet-i vahdet-i Osmaniyyeye musıl olacak fiil ve hareketlerini teshil ve muhill-i vahdet gayelere götürecek olan planlara birer hail-i kanuni ittihaz eyleye. niyyede zeka ve deha’-i siyasi ile teşehhür etmiş olan ricalin tercüme-i hal ve sergüzeşt-i hayatlarını ve nazariyat-ı fikriyyelerini ala-kadri’l-imkan tahkīk ile kesb-i ıttıla’ etmiş olmalı ki hey’et-i vükelaya beyan-ı i’timad edip etmemekte tereddüd etmesin. Beyan-ı i’timad edilmediği halde onlardan daha nafi’ yedlere verilip verilmeyeceğini takdir ile ne zevat-ı ma’dudeye ale’l-amya i’timad ve ne de kabineyi dama taşı gibi kaldırıp indirmek suretiyle sine-i vatana yaralar küşad etmemiş olsun. beraber fıkıh ve kavanin ve siyasiyat gibi ulum-ı hukūkiyyeden maada hiçbir ilim ve fenne ihtisas-ı tammı da olmamalıdır. Çünkü meb’us olacak zat vatan içinde ilmi ictimai zirai sınai harbi mülki askeri siyasi binlerce nev’ ilel ve fünundan biriyle tahassus eden zatın o ilim ve fennin kavaid ve nazariyatında temerküz etmiş olan kuva-yı fikriyyesi vatanın o muhtelifü’l-mahiyat ilel ve ihtiyacatı üzerine dağılarak onları hakkıyla idrak edebilmesi müşkil ve nadirü’l-vücud dühata mahsus bir mazhariyet-i fevkaladedir. Mesela: İlm-i hey’et mütehassıslarından bir zatın senelerce ecram-ı bi-nihaye-i semaviyye fezasında tayeran edip duran kuva-yı fikriyyesini vatanın muhtac-ı vaz’ u ta’dil olan bir kanun-ı mahsus sahaifi üzerinde toplamak ve kezalik tabakatü’l-arz mütehassıslarından bir zatın ka’r-ı na-yab-ı arzine kalmış olan melekat-ı fikriyyesine yeryüzündeki ufacık bir kütle-i kavmiyyenin ihtiyacat-ı hayatiyye ve ictimaiyyesini düşündürmek müşkildir. hassısları da böyle olmak gerektır. Hem de bu gibi mütehassısini vatan otuz kırk senede o ilim ve fen için yetiştirmiş olduğu halde onları o [i]htisaslarından meb’usluk alemine irca’ ya hizmet-i ameliyyesinden alıkoymak vatana bir hizmet olmamak gerektır. hassa samiasında za’f lisanında rekaket olursa ne cereyan eden müzakeratı tamamen tefehhüm ve ne de meramını hakkıyla ifade ve tefhim edemez. rübesi tekemmül etmiş ve fevkalade müsinn olsa da kuva-yı fikriyye ve bedeniyyesine za’f tari olmamış ve bir illet dolayısıyla kuvvet-i cismiyyesi faaliyet-i fikriyyeye mukavemet edemeyecek derecede duçar-ı nehafet bulunmamış olmalıdır. Ta ki bu za’fların hiç biri fikren ve bedenen mesai-i mütemadiyyeye mani’ olmasın. tiyanlığının ne derecelerde matmah-ı nazarı olduğunu ve Devlet-i Osmaniyye’nin hal-i za’fına karşı düvel-i mütecavirenin derece-i kuvvet ü haşmetlerini ve fünun u sanayi’de ahlak-ı ictimaide milletimizin ne derekelere tenezzül ettiğini ve bu ahval Osmanlılığın ve dolayısıyla İslamiyet’in ne mühlik bir adüvv-i hayat ve mevcudiyeti olduğunu iyi takdir etmiş ve bu yüzden her gün yüreğine hun-ı teessür akıtmış olmalıdır ki deruhde ettiği vazifenin cihan kadar kıymet ve ehemmiyeti olduğunu bilsin. sonra bil-fi’l kitabet ve hitabette de iktidar ve rüsuh-ı kamil sahibi olmalıdır. şeklinde yazılmıştır. Ne kadar ihata-i ilmiyyesi olur ise olsun ma’lumat ve müstahzarat-ı fikriyyesini tasvir edecek kaleme takrir edecek lisana malik değil ise onun o fezail-i ilmiyyesinden ne Halbuki meb’us olacak zat en dakīk felsefe-i hukūkiyyeyi en vazıh bir ibare ile tahrir ve en amik mes’ele-i siyasiyyeyi en ruşen bir talakat ile takrir etmek gerektir. Halbuki meb’us olacak zatın safha-i levayih üzerindeki sünuhat-ı kalemiyyesi otuz milyonluk bir millet-i muazzamaya kürsisindeki hutabat ve beyanat-ı şifahiyyesi yine o millet Açık söyleyelim meb’us olacak kimse ya doğrudan doğruya kanun yazacak veya vükeladan biri tarafından takdim olunan kanun layihasını tashih edecektir. Meclis-i Meb’usan’da serbest sözler söyleyecek ve o söyledikleri sözlerden kanunlar yapılacaktır. * * * Meb’us olacak zatın evsaf-ı ameliyye ve ahlakıyyesi şunlardır: her insan vicdan tarih namus efkar-ı umumiyye muvacehelerinde mes’ul ve bu mes’uliyetlerde müsavi olduğu gibi bir din-i semavi ile mu’tekid ve amil olan zat bu mes’uliyetlerden fazla olarak bir de azab-ı kabr sual ve hesab ve mizan ve nihayet nar-ı cehennem gibi terhibat-ı uhreviyyeye de mu’tekıd olduğu cihetle kendisini tarik-ı istikametten Mes’uliyet tezauf ve ilelebed temadi ediyor. Saniyen böyle bir i’tikad ile ma’neviyata merbut olmayan kimse menfaat-i şahsiyyesini mucib ve menafi’-i ammeyi muhrib olabilecek bir kasd ve azmini ketm ü ihfa ile lede’l-hace bir kisve-i hak olan zat bu gibi bir kasdını kalbinde bile tutmaktan ve neşv ü nema buldurmaktan ve hele her ne suretle olur ise olsun mü’ş-şanın serair-i kuluba da vakıf olacağını cezmen ve Salisen; mütedeyyin olan zatın vatana olan muhabbet ve merbutiyeti mütedeyyin olmayandan kat kat ziyadedir. Mütedeyyin olmayan bir zatta vatanın ecnebi bir devlet eline geçmesinden dolayı din ziyaı korkusu olmaz. O ecnebi bir millet ile de hüsn-amiziş edebilir. Ale’l-husus o millet-i ecnebiyyenin lisanını da bilirse hiç mahzur görmez. Ama mütedeyyin olan mesela bir müslüman vatan-ı Osmaninin el-iyazü billah ecnebi bir devlet eline geçmesiyle canından daha aziz bildiği dini de rahne-dar olacağını ve bilahare bu yüzden terk-i dar u diyar ile hicret gibi en müşkil bir meşakkate de mecbur kalacağını düşünür. Ve vatan-ı Osmaninin tamamiyet ve i’lasına bu sebebden dolayı daha ziyade çalışır. Mesela bir Ermeni de vatan-ı Osmaninin parçalanması ve Rusya gibi bir devlet eline geçmesi halinde Ermeniliğin az zaman içinde Ortadoksluğa tahavvül edeceğini düşünür ve binaenaleyh Ermeni dahi Osmanlılık sıfatının adem-i zevali yolunda fedakarlık eder. Ama hiçbir din ile mütedeyyin olmayan bir Osmanlıda Osmanlılığıyla kuvvet-i merbutiyyetinin vechini pek takdir edemem. unsur taassub ve gayretlerine mağlub olmamalıdır. Memalik-i Osmaniyyede ancak mensub olduğu din ile Osmanlılığı tanımalıdır. Din-i İslam ile mütedeyyin olan her kavmi mezc ile kavm-i vahid bildiği gibi memalik-i Osmaniyyede sakin her ırk ve unsuru mezc ile cümlesini Osmanlı bilmelidir. Yoksa cinsiyet ve kavmiyet –nasyonalist– taassub ve gayretine mağlub olan zat cism-i Osmaninin inhilal ve infisahına sebeb olabilir. memalik-i Osmaniyyede intişar etmemiş olan mesalik ve efkar-ı mahsusaya müntesib ve malik olmamalıdır. Çünkü bunlar pest ü bala her mevki’de her meselede ancak kendi mesleklerini tervic ve bu suretle mütemadiyen neşr-i efkar etmekten geçmezler ve ihtimal ki millet-i Osmaniyyenin ve bilhassa kendi daire-i intihabiyyeleri efradının arzu etmedikleri bir gayeye kadar götürmüş olurlar. Bu kabil adamları nadiren vücudları muhtemel olan mesalik-i mezkure saliklerinin.. ancak meslekdaşları intihab etmek ve diğer sunuf-ı ahali namzedliklerini mesleklerini i’lanen vaz’ etmelidirler. berri ve bilhassa işret kumar fuhşiyyat ve yalancılık gibi rezailden kat’iyyen müctenib olduğu mücerreb ü müsellem olmalıdır. Çünkü bu rezaletler kendisini fikr-i vatani ve ictimaiden teb’id eder. tahakküm olmamalıdır. Çünkü bu muhabbetler kendisini meb’usluk sevdasına düşürmüş olmak ve bu sevda kendisine meb’usluktaki maksad-ı vataniyi düşündürmemek melhuzdur. bed-binlik olmamalı. Çünkü bu tabiatta bulunan adam fikir ve mütalaasında hak ve isabet bile olsa celb-i kuluba ve tefhim-i hakīkate muvaffak olamaz. Kezalik tab’ında müdahene ve ifrat derecede hatır-nüvazlık ve nik-binlik de olmamalı. Çünkü böyle bir adam da kimsenin fikrine muhalefet ve bir işe i’tiraz edemez. Bu suretle tervic ve tenkīd-i hak emrinde bir faidesi görülemez. ve azmi olmalı. Fikren ilişiksiz ve tenbel olmamalı ve fi’len pek müteenni ve dur-endiş olmalıdır. Çünkü aşk u azm sahibi olmayan hiçbir iş göremeyeceği gibi acele ve adem-i teenni ile de mülk ve vatanı bir tehlikeye koymak muhtemeldir. müstağrak olmamalıdır. Müstağrak-ı düyun olması kendisinin efkar ve muamelatında intizam ve istikameti olmadığına delalet eder. Şu kadar ki bir afet-i semaviyye ve felaket-i fevkaladeden münbais ise müstesnadır. mensubiyet azminde ise mensub olduğu veya olacağı fırkayı ve hiçbir fırkaya mensubiyeti veya o babda bir azm ü niyeti olmayıp münferid ve müstakil olmak istiyorsa ta’kīb edeceği hatt-ı hareketi namzedliğini vaz’ıyla beraber ilan etmeli ki ne meslekte bir meb’us olacağı şimdiden bilinerek intihabatta aldatmak veya aldatılmak vaki’ olmasın ve ileride nakz-ı ahd ve tahvil-i fikr u meslek etmekten efkar-ı umumiyyeye karşı bir dereceye kadar ihtiraz edilsin. Erbab-ı ilm ü kalemden zamanına göre hikmet-i idareye vakıf siyasi bir zat-ı fazilet-simat olup Tosya’lıdır. Mukaddemat-ı ulumu vatanı ulemasından ba’de’t-teallüm daru’lilm ve’l-irfan olan “İstanbul”a gelip muasırı bulunan meşahir-i fudaladan ikmal-i nüsah ederek hizmet-i devlete girdi. Haiz olduğu fazileti ve hatt-ı divanideki mahareti saikasıyla nail-i terakkī olarak devr-i Selim-i Evvel’de ketebe-i Divan-ı Hümayun idadına dehalet eyledi. Zaman-ı Kanuni’de Mısır’a me’mur olan Vezir-i a’zam İbrahim Paşa’nın takdir ve himayesine mazhar olarak vezir-i müşarun-ileyhin tezkireciliği vazifesiyle Mısır’a gitti. Buradan tarih-i avdeti olan ’de “Reisü’l-küttab” -Hariciye nazırı- oldu. ’deki Bağdad fethinde bulunup Nişancı Seydi Bey’in vefatı üzerine nişancılık tevcih olunarak bu vazife ile sene iştigal eyleyip mehamm-ı umur-ı devletin hall ü akdi hususunda ibraz-ı measir-i kar-agahi etti. [ de] ihtiyar-ı tekaüd ederek on sene “müteferrikabaşılık”la imrar-ı hayat eyledi ve Sultan Süleyman-ı Kanuni’nin Sigetvar seferinde mükerreren tuğra-keşlik vazife-i mühimmesinde bulundu. Avdetinde “Mustafa bin Celal-i Tevkii” ve “İlahi rahmet eyle Mustafa’ya” mısra’larının delaleti olan tarihinde azim-i dar-ı ukba olup Eyyub civarında el-yevm Nişancı namıyla ma’ruf olan mahalde binasına muvaffak olduğu cami’-i şerif haziresine defnedildi. Fazilet ü iktidar cihetiyle kendine yaklaşan biraderi sahib-i te’lifat Salih Efendi de yanında medfundur. Asarı: Otuz tabaka ve müteaddid derecata münkasem mühim bir eser-i tarihi ve ahlakīdir. Yirmi dokuzuncu tabaka Devlet-i Osmaniyye’nin o zamanki usul-i idare ve kavanin-i mülkiyye ve askeriyyesiyle şuabat-ı idariyyesini otuzuncu tabaka da Kanuni vekayiini mübeyyindir. Tarz-ı tahriri zamanı revacına tebean münşiyane ve ıstılah-perdazane olduğundan bazı ahbar ve nakliyatın hakayıkı reviş-i ifadeye feda edilerek mestur kalmıştır. Be-tahsis Kanuni devrine aid manzum parçaları mensur aksamından daha ruh-nüvazdır. Bu eserin asıl ismi Mevahibü’l-Hallak fi Meratibi’l-Ahlak olduğu için muahharan “Enisü’s-selatin” tesmiye etmiştir. Mukaddimesi esma’-i hüsna şerhiyle müveşşah hatimesi salavat-ı Resul-i kibriya ile müzeyyendir. Aralarındaki elli altı bab da dahi ahlak-ı hasene ve redienin fevaid ü mazarratından bahis olup Sultan Süleyman-ı Kanuni namına yazılmıştır. Nüshaları İstanbul kütübhanelerinin bazılarında vardır. Bir nüshası da kütübhane-i aciziyi tezyin etmektedir. Bir cild-i kebir üzere müretteb olan bu eser Yavuz Sultan Selim hazretlerinin gazavatını mübeyyin olup oğlu hattıyla muharrer bir nüshası Müze-i Osmani Kütübhanesi’nde vardır. Tarz-ı eş’arı aşikane ve hakimanedir. Ebyatından: Fenn-i aşka başladım dikkatle gördüm nice bab Metni derd ü faslı hicran ile dolmuş bir kitab Asl-ı eser efazıl-ı ümmetten Monla Miskin şöhretiyle benam Muin el-Hac Muhammed el-Fevahi’nin tevarih-i enbiya ve siyer-i habib-i kibriyadan bahis Farisiyyü’l-ibare eser-i meşhuru olup sahib-i tercüme Mustafa Bey tarafından Dela ilü’n-Nübüvveti’l-Muhammedi ve Şemailü’l-Fütüvveti’l-Ahmedi maniyyeden Üskübi Altıparmak Muhammed Efendi tarafından da ism-i aslisiyle tercüme olunmuştur ki ikinci tercüme matbu’ olduğu için meşhur ve mütedavildir. Birdenbire karşımıza bir güruh çıkıp bize taarruza kalkıştı. Lakin tüfenklerimizi elimize alıp mukabeleye tasaddi ettiğimiz gibi dayanamayıp savuştu. Bu tehlikeyi atladıktan sonra birkaç fersah yol kat etmiştik ki bizim süvariler ile amcama rast geldik. Birlikte yürüyüp diğer bir dağı aşmaya çalışırken biraz evvelki mu’terizlerden iki yüz süvari sedd-i rahımız olmak istedi biz şimdilik üç yüz kişilik bir kuvvet bulunduğumuz için piyade olarak harbe hazırlandık. Fakat kable’l-müsademe bila-sebeb kan dökülmemesini teklif ettim. – Siz bizden beş kişiyi yaraladınız onların intikamını alacağız dediler. Bunun üzerine maiyetimi üç kısma ayırdım. İkisini sağ ve soldaki mürtefi’ mevki’lere gönderdim. Üçüncü kısım ile de düşmana karşı durdum. Üç ateş arasında kalan süvariler kaçmaya mecbur oldular. Tekrar yola çıktık. Çok geçmedi Veziri Vilayeti’nin Meraga dığı için bir mektup yazıp kılavuzumuzla yolladı. Biraz sonra yüz süvari ile bin kadar piyade davul zurna çalarak istikbalimize çıktı. Meraga’da iki gün misafir olduk. Bize yemek hayvanlarımıza ot verdiler. Israr ettiğimiz halde para da almadılar. Abdurrahim Han’ın oğlu Abdullah Han yanındaki iki yüz altunu bana vermişti ki fişenklikte saklandığı için simsiyah olmuştu. Olanca nakdimiz de bunlardan ibaret idi. Oradan hareketle diğer bir meclise nazil olduk. Aldığımız levazımın bedelini Abdullah Han’ın altunlarından vermek rupiyesi olduğunu öğrendim. – Altunları rupiye ile değiştirelim dedim. – O altunları sizden almazlarsa benden nasıl kabul ederler diye teklifi kabul eylemedi. Rupiyeleri zorla almaya mecbur oldum. Mukabilinde de yüz altun verdim. Bu rupiyelerle lazım gelen şeyleri iştira ettim. duk. Müşarun-ileyh bizi hüsn-i suretle kabul eyledi. Geceyi onun kal’asında geçirdik. Ertesi günü başka bir kal’aya uğradık. Oranın ahalisi de bizi misafir etti. Sonra Afgan kıt’asının nihayetinde ve Hindistan hıttasının hududuna yakın bulunan “Dave” Kal’ası’na geldik. Bozgunluğumuzdan Veziri arazisine gelinceye kadar yemek yemediğim cihetle arkadaşlarımdan birinin malik olduğu bir rupiye ile et soğan yağ alıp pişirmek istenildi. Bizim tenceremiz olmadığı gibi misafir olduğumuz kal’a ahalisi de çanak çömlek kullanıyordu. Uzun uzun taharriden sonra bir demir tencere bulup etin bir parçasını içinde pişirmeye bir parçasını da kebab yapmaya başladılar. Üç değneği birbirine bağlayıp tencereyi de bir iple ortalarına asmak suretiyle ateşin üzerine koymuşlardı. Tamam et pişip de indirdiğimiz ve içinden matbuhu çıkaracağımız sırada bir köpek geldi. Tencereye bağlı olup ucu yerde yatan ipi bağırsak zannıyla yakalayıp kaçtı. Tencereyi de beraber sürükledi. Arkasından koştularsa da tencere de devrilmiş etler de dökülüp gitmişti. Fe Sübhanallah! Üç gün evveli matbah takımlarımı bin deve taşıdığı halde bugünlük gıdamı havi olan tencereyi bir köpek sürüklüyordu. Na-çar kuru ekmekle iktifa ederek yattım. § Amcamın Caci ve Host’a göndermiş olduğu Serdar Muhammed Han kırk süvari Ceneral Ali Asker Han ile Dave Kal’ası’nda bize kavuştular. Birkaç gün sonra Kurban Bayramı oldu. Dave ahalisi namazdan sonra bizimle bayramlaşmaya geldi. Hüsn-i kabul gösterip kendilerine şeker tatlı ikram ettim. Adedimiz altı yüzü bulduğu ve masrafımız ziyade olduğu cihetle hayli sıkıntı çekiyordum. Bereket versin ki Abdurrahim Han’ın hadimi Kabil’den piyade olarak geldi ve iki bin eşrefi altunu getirdi ki bundan ne kadar memnun olduğumu ve hadim-i vefakara ne derece minnetdar kaldığımı ta’rif edemem. Bu adam eskiden Abdurrahim Han’ın hazinedarı olup efendisinin mu’avenetine koşmuş ve ayakkabısı olmadığı detle Abdurrahim Han’ın ailesine hizmet eylemek üzere izin olacağı mütalaasıyla kabul eylemedi. Yayan olarak yola çıktı. Eşrefileri rupiye ile tebdil ederek yiyecek giyecek şeylerle bazı edviye satın aldım. Bu sırada Benu ve Peşaver’de bulunan İngiliz me’murlarından amcama bir mektup geldi ki Dave’de niçin durduğumuz ve niye İngiliz memalikine geçmediğimiz soruluyordu. Amcam “Hindistan valisi bir da’vetname gönderir ve bizi “Sind” Suyu’ndan öte tarafa geçemeyeceğini taahhüd ederse o vakit geliriz” mealinde bir cevap yazıp tahtim eyledikten sonra benim de mühürlememi söyledi. İ’tiraz ederek: – Ben hiçbir vakit İngilizlerden dostluk görmedim. Evvelce gördüğünüz la-kaydiye mukabil yine onlara i’timad gösterebilecekseniz yalnızca teşrif buyurunuz. Geçenki Hind seferinden avdetinizde İngilizlerden birçok şikayette bulunuyordunuz. Şimdi fikriniz neden değişti? Dedim. Amcam: – Benim fikrim değişmedi. Hindistan’a gitmek emelinde de değilim. Fakat müraselat ile kendime meşgūliyet bulmak telakkī ediyorsunuz. Bu iyi bir şey değildir. Onların taht-ı tabiiyyetine giremeyeceklerini açıktan açığa söyleyiniz dedim. Nihayet benim tasvib ettiğim tarzda bir cevap yazıldı. Sıfat-ı resmiyyem olmadığı için kağıdı mühürlemek bana düşmez dedim. Amcamın canı sıkıldı. Ben de hiddetlenip mührümü kırdım. Mantıkların ta’liminde emsilenin harf ile iradından ictinab olunur ekser emsilenin vücudiyattan ve ekallin nazariyattan olması aranır. İstikra’-ı temsil ve sair mevadd-ı kıyas mebahisinde iltizam tafsil olunur. Babu’l-Burhan ’da hata’-i his beyan edilir ve yine tevatür ve şürutu ve nasın tevatür olmadığı halde tevatür addettikleri şeyler tahrir olunur. Hitabet ve şiir bahislerinde bunlarla icra-yı te’sirin yolları cedel mugalata safsata bahislerinde bunlarla icra edilen enva’-ı telbis şerh olunur ve bunlara dair birçok misaller lur. Bizim ulema-yı ma’kūlümüz; fenn-i adabü’l-bahs ıstılahatını münazaralarında –mütenazırinin onun üzerine ittifaklarına mebni– mantık ıstılahlarını kullandıkları gibi kullanırlar gün bunları kimse kullanmıyor gibidir. Lakin erbabına kuvvet ve basiretce faide-mend olduğu için emsile ile izah olunarak okunur. Sınıf-ı duat: Sınıf-ı duat bil-fi’l münazaraya alıştırılır temrin ettirilir. Şöyle ki: Talebeden bazıları melahide yahud nasaranın İslam aleyhine irad ettiği bazı şübühatı cem’ ile arkadaşlarıyla bu babda münazara ederler ve her birerleri bazen sail ve bazen muallil mevkiinde bulunurlar. Mevrud şübühat iddihar olunmaz; ta ki erbabının ibarede edeb ve nezaheti muhafaza etmek üzere tuttukları nahv üzere takriri nail-i vüs’at olsun: bat-ı tevhidi temhiden kevkebe kamere şemse ıtlak etmiştir. Esna-yı münazarada İslam’ın müdafaasını veya İslam’a da’veti deruhde eden diğerinin şübhelerini birden veya kendi müddeasını isbattan izhar-ı acz ederse hakem mes’elede hak olan ciheti beyan ile hükmünü söyler. Bu iki ilim mesail-i hükema-yı müteahhirinin kitablarından nur. Üslub ve tarikat-ı sufiyyeden murad; nefsini kemal üzere; aklı istiklal üzere terbiyeye muin olan üslubdur. Öyle ki: Mesail talibe onun emraz-ı nefs ve akıldan salim onların sıhhati ile mütemetti’ onları ma-hulika-lehinde isti’mal ni’metine mazhar eden Cenab-ı Hakk’a arz-ı şükran ederekten takat ve imkana göre bunlarla sema’-i kemale aric olmayı mütalebe eder surette teveccüh olunurlar. Yoksa levhi dimağda hayaline sahaif-i matbuatta enzar-ı nasa yahud mecalisde istima’-ı halka arzettiği zaman sahibini mütemetti’ edecek suretler tersimini dileyenlerin tevcihi üzere değil… Bunların her ikisinin mukaddimesinde mütekaddiminin bu hususda vasıl olduğu derece-i ıttılaın hülasası zikrolunur: Havass-i batıne hakkındaki sözleri hiss-i müşterek hafıza ve vahime hakkında zikrettikleri şeyler gibi. Kırım ve Kafkasya müstesna olmak şartıyla Rusya’daki umum İslamların müftisi bulunan Orenburg müftisi beraberinde mu’teberan-ı İslamdan bir hey’et-i mahsusa olduğu halde Petersburg’a gelip birkaç seneden beri köy imamları hakkında me’murin-i mahalliyye tarafından icra olunmakta olan tazyikattan dolayı Dahiliye Nezareti’ne şikayatta bulunmuştur. Rus me’murları imamların ahaliye telkīnat-ı siyasiyyede bulundukları zannedilen Kazak Orenburg Ona [Ufa?] vilayetlerinde birçok imamın ellerindeki beratları alarak kendilerini açıkta bırakmışlar idi. İmamlara icra olunan bu mücazat tahkīkat-ı mahsusaya veyahud mehakim-i aidesinin hükmüne müstenid olmayıp münhasıran me’murin-i zabıtanın kayıkı Dahiliye nazırı müsteşarına şifahen beyan eylemiş ve müsteşar dahi imamlara icra-yı zulm eden me’murin hakkında tahkīkat icra olunacağını va’d eylemiştir. Rusya Meclis-i Meb’usan’ında müftilik makamlarının ta’dilatı hakkında müzakerat cereyan eylediği sırada İslam fırkası erkanından Sadri Maksudi Efendi tarafından irad olunan uzun bir nutukta şimdiki teşkilatın İmparatoriçe İkinci “Katerin” zamanından kalma olup hal-i hazırda İslamların asla ihtiyacatına kifayet etmemekte olduğunu ve Orenburg Müftiliği’nin ıslahatı hususunda Rusya’daki millet-i İslamiyyenin metalibi atideki on maddeden ibaret olduğunu beyan eylemiştir. vezaif-i diniyyeye me’mur olanların kaffesinin intihab ile ta’yin edilmesidir. - Müftiler kadiler imamlar mezahib-i saire ruhanilerinin nail olduğu muafiyet ve imtiyazattan müstefid olsunlar ve ba-husus hizmet-i askeriyyeden muaf tutulmasıdır. nezaretinde bulunmasıdır. - Cami’ ve mescid inşası için lazım gelen ruhsatın doğrudan doğruya hükumet tarafından bahş olunmasıdır. Hal-i hazırda maabid-i İslamiyye inşası camiin inşa olunacağı mahallin rahibinden ruhsat almaya mütevakkıf olduğundan bu nizamnamenin feshi matlubdur. aid akaratın müstefid olduğu imtiyazattan müstefid olmasıdır. müftilik teşkilatı olmadığından oralarda dahi teşkilat-ı lazımenin cem’iyetler teşkili için bir nizamname tertib edilmesi Orenburg Mahkeme-i Şer’iyyesi tarafından vilayet merkezlerinde şu’be te’sisine müsaade olunması Müftilik dairesinde mektep ve medrese umuruna nezarete mahsus bir şu’be küşadına müsaade kılınması Mahkeme-i Şer’iyye’nin mesarifi için Hazine-i Maliyye’den i’ta olunan tahsisat gayet cüz’i olduğundan tahsisat-ı mezkurenin tezyidi. * * * Excelsior gazetesinin muhabir-i mahsusu Hudeyde’den gazetesine yazıyor: MEL’ANET VE TELBISATI … Şimdi yalnız Seyyid İdris Hilafet’e karşı geliyor. Yemen’in şimalinde Asir’de daha birkaç zaman evvel başında hissiyat-ı taassubları tahrik edilmiş yirmi bin Arab olduğu halde ve İtalyanların yardımıyla Türklerle muharebe ediyordu. Kendisi pek garib bir adamdır ma’lumatlıdır. Terakkıyat-ı fenniyyeye ecnebi değildir. Kahire’de tahsil-i ulum eylemiştir. İhtilalci istibdad ve istiklal tarafdarıdır. Cenab-ı Hak tarafından mehdi olarak gönderildiğini ve keramet sahibi olduğunu söyler. Bütün müridlerine bunları kabul ettirmek Tarafdarları arasında muhafaza-i nüfuz için isti’mal eylediği vasıtalar hemen fennidir. İşte bir misali: Muzlim bir odada oturarak çehresini fosfor vasıtasıyla parlak gösterir ve elinde bir elektrik piline merbut bir baston bulundurur. Her zair bu alamet-i uluhiyyete dokunmaya mecburdur. Dokunur dokunmaz bir sadme-i elektrikıyyeye ma’ruz kalarak çekilir ve huzur-ı mehdide secdeye kapanır. Bazı kere bir hokkabazlık icrasıyla başını kesilmiş göstererek söz söylemeye başlar. Biraz sonra elektrik düğmelerini havi bir kostüm giyerek nutkunun en mühim kısmında kendisini nur içinde bırakır. Bazı kere de gece bir “Lanteren majik” vasıtasıyla resmini bir yere aks ettirerek kerametfüruşluk eder. Maamafih Seyyid İdris’in azamet ve şa’şaası soluyor. ya–Türkiye muharebesinin ilanından evvel de Musavva’dan kendisine birkaç sembuk mühimmat-ı harbiyye ve tüfenk gönderildi. Muharebe başlar başlamaz Arablar kendi cins ve dindaşlarıyla muharebe eden düşmanın ma-fevka’t-tabia farz ettikleri adama muavenet etmesi caiz olmadığını anladılar. Hiç şübhesiz ki yakında Hudeyde’de tahaşşüd eden Osmanlı kuvvet-i müdhişesi Seyyid İdris’i eline geçirecek ve cezasını verecektir. Elhamdülillah bu ’inci nüshamızla Sıratımüstakīm ’in yedinci cildi hitam bulmuştur; sekizinci cildden i’tibaren aynı mesleği daha etraflı bir surette ta’kīb etmek üzere Sebilürreşad ünvanı altında intişar edecektir. Muhterem kari’lerimizin ma’lumu olmak üzere beyana lüzum gördük. |/\|