|\/| _____ SIRATIMÜSTAKİM Cild 4 - Unknown 305223 66293 18560 _____ Din Felsefe Ulum Hukuk Edebiyattan ve Siyasiyattan ve Bilhassa Gerek Siyasi ve Gerek İctimai ve Medeni Ahval ve Şuun-ı İslamiyye’den Bahseder ve Haftada Bir Neşrolunur. Cilt Sayı - Mart Eylül TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mart Dördüncü Cild - Aded: – – Furkan-ı Hakim mukaddes tanılan kütüb-i semaviyye nüshaları gibi serapa hata-alud olmadıktan başka kendisinde kabil-i i’tiraz olacak bir nokta bulunmaması da şayan-ı dikkat ü intibahtır. Mesela ra’d ü berk ve savaik u kavs-i kuzah “alaim-i sema” bahisleri açılınca avam-ı nasın neler söylediği ne türlü evhama kapıldıkları ma’lumdur. Bugün milad-ı Isa’nın yirminci asrında bulunduğumuz halde eğer bunlara beşinci altıncı asırlarda bulunanları kıyas edecek olursak daha gülünç şeyler söylemiş daha acib i’tikadlarda bulunmuş olduklarında tüb-i semaviyyeye de derc olunmuştur. Böyle bir şey niçin Kur’an- ı Kerim’de bulunmuyor nasıl olmuş da muhiti bulunan anasıra tebean bunların birini hakıkat zannıyla Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Kur’an’a derc etmemiş. Eğer mündericat-ı Kur’aniyye haşa efvah-ı ehl-i kitaptan efsanelerden hali kalabilir miydi? Bu ra’d ve berk gibi hadisat-ı ceviyye sair acaib-i kevniyyeden de Kur’an- ı Kerim bahsediyor. Fakat her fenne düstur ittihaz olunabilecek hakayık bildiriyor. Medar-ı ta’n-ı tainin olacak hiçbir şaibeden eser görülmüyor. Mesela Araplar yalnız hurma ağaçlarında zükuret ve ünuset sübutunu bilirlerdi. Kur’an- ı Kerim kavl-i şerifiyle bütün nebatat ve eşcarda izdivac isbat ediyor. Ulema-yı hikmet-i tabiiyye bile bunu ne kadar müddet sonra anlayabilmişlerdir. Tahsil görmeyen ahad-ı nas kamerin zu-yi zatiye malik olmadığını misbah-ı alemin yalnız şemsten ibaret olduğunu bilmek ihtimali var mıdır? Kur’an-ı Kerim ise daha o zamanlar nazm-ı celili ile bu hakıkati i’lan etmiştir. gibi ayat-ı celilede şemsin bizatihi müşrif nur-ı kamerin in’ikas ile hasıl olmasını iş’ar etmektedir. Kezalik o zamanlarda şemsin merkez-i alem olmasını küre-i arzın deveranda bulunmasını i’tikad eden var mıydı ki onun ifadesine binaen Kur’an-ı Kerim’de ayet-i celilesi bulunsun. Kavl-i esahha göre bu ayet-i kerime –ekser müfessirinin tevehhüm ettikleri gibi– ahval-i kıyamet beyanına dair değildir. Çünkü kavl-i şerifi makam-ı tehvil ü tahvife münasib olmadığı gibi ta’bir-i alisi de mevki’-i ihlak ü ifnaya mülayim düşmez. Bu kabilden olan nazm-ı şerifi de müfessirin-i kiramı hayli zaman it’ab etmişti. Çünkü o devirlerde seyr ü hareketiyle şemsin neharı tecliye ve teşkil etmekte olması zannolunuyordu deveran-ı arz ile husul bulan neharın bize şemsi tecliye ve ibraz etmesi leylin de onu gaşi ve satir olması ayn-ı hakıkat olduğunu bilmek şemsin merkez-i alem olduğunu bilmeye tevakkuf ederdi. Kezalik tahsil-i ulumdan bi-behre olan kimselerden cirm-i kamerin müşahede olunan teşekkülat-ı muhtelifesi hacminin küçülüp büyümekte olmasından değil! Belki şemse nisbetle ferd tasavvur olunabilir mi ki nazm-ı celilinde ifade-i kat’iyye öyle bir şahıstan istima’la olmak tevehhüm edilebilsin. Avam-ı nas yağmurun cennetten veya melekut-ı aladan yahud başka bir alemden nüzul etmekte olmasını i’tikad ederler. Ebhire-i mütesaiteden tekevvün suretiyle husul bulmasına hala kanaat etmiyorlar. Kur’an-ı Kerim ise fermude-i Rabbanisiyle bilaistisna bütün miyahın denizleri ve gölleri muhtevi bulunan a’mak-ı arzdan hurucunu sarahaten bildiriyor. gibi ayat-ı Kur’aniyye de suret-i tekevvününe dair işareti havidir. Bunlardan başka –Kevakibi merhum tasrih eylediği vech ile– hayat-ı eşyanın ma-i tebellur ile Murad; havayı teşkil eden müvellidü’l-ma’ olmak gerektir hudusu arzın semadan infitakı ve kabil-i intikas olmasıyla kamerin ondan hareket-i daime husulü terkibat-ı kimyaiyyede zabt-ı mekadirin ehemmiyeti; alem-i kevnin esir ile imtilası ve onun madde-i kainat olması ve buhar ve elektrik ile merakib-i berriyye ve bahriyyenin hareket etmesi tabakat-ı arziyyenin yedi kısma münkasem olması gibi birtakım desatir-i fenniyye de ayat-ı atiyye işaratından müsteban olmaktadır. kelimesi yalnız şems ve kamere has değildir! Belki [ Yasin /] nazm-ı şerifinden itibaren mezkur olan [ Yasin /] kavl-i kerimi de şemsin merkez-i a- bu işaratın ekserisi herkese bazısı da yalnız erbabına münceli olmaktadır. düşünmelilerdir ki devr-i cahiliyyette naşi bir ümmi zatın kelamında bu mertebe dikkat sıdk-ı ifade ve o zamanlarca ma’ruf ve maulün-aleyh olmayan mesail-i ilmiyyeye dair binihaye Yalnız avam değil! Havass-ı beşer bile tegayyürat-ı alemin vücud-ı halıka a’zam-ı bürhan olmasını düşünmedikleri hen-gam-ı cehalette Furkan-ı Hakim ihtilaf-ı leyl ü nehar ile şüruk ve uful gibi harekat-ı ecram-ı semaviyye ile bu akıde-i celileye istişhad ediyordu. El-hasıl Kur’an-ı Kerim kendine has olan o ta’birat-ı i’caz-karane ile öyle hikem-i baliga ve ahkam-ı sahiha ve aliyyeyi ihtiva ediyor ki değil bir zat-ı ümmi ahyanen mülakatı farz olunan cühela-yı enamdan kafa patlatsalar ne o maani-i dakika düsturlarını vaz’ edebilirler ne de o muciz ve metin ta’birler ile ifade-i merama kadir olabilirler. Maahaza bil-külliyye çığırdan çıkmış olan ümem ve akvamı tarik-i hidayete sevk etmek ahlak ve hissiyyat-ı umumiyye cihetinden tarih-i alemde misli gayr-ı mesbuk bir inkılab-ı azim vücuda getirmek kolay bir iş olmadığı da meydandadır. Yalnız lede’l-icab parlak söz söylemek te’min-i saadet-i beşeriyyeye medar olacak kavanin tanzim etmek ile maksad husul bulmaz belki cühela-yı halka meram anlatmak müstebiddan-ı devranın savlet ve nüfuzlarını kırabilmek umur ve ahvale muttali ve bilcümle mekarim-i ahlakı cami’ bulunmak ve mümteniüz-zeval bir istinad-gah-ı kavi sayesinde selamet-i akıbet ve ihraz-ı muzafferiyyetten de emin olmak lazımdır. Bu halde en büyük hakim-i muhakkık feylesof-ı müdekkık tanılan bir zat Kur’an-ı Kerim’de olduğu gibi telhis-i mesail ve o siyak üzere takrir-i delail ederek akaid ve a’malin en güzidelerini havi böyle bir din-i ali te’sisiyle mükellef kılınsa Resul-i Ekrem hazretleri gibi irşad-ı ibad babında siyaset-i kamile ve hikmet-i baliga ta’kib ederek hiçbir falso yapmayarak zerre kadar hatada bulunmayarak müstakbele dair ihbarat-ı gaybiyyede bulunmak ve muasırlarının agah olmadıkları bazı dekaik-i fenniyye ortaya koymak hem de bütün kelimat-ı esasiyyesi kabil-i tanzir olmayacak bir üslub-ı bedi ve ali üzere olmak şart edilse bununla beraber tutacağı mesleğin az müddet zarfında efkar-ı umumiyyeyi kaplayarak koca bir ümmetin adat ve etvarını bütün halat ve mişvarını tebdil ile en ali bir tarza irca etmesi mesela yekdiğerine adüvv ve hasım olan akvamın adavet ve husumetleri mübeddel-i ülfet ve sadakat evhama tapan bivayelerin ulum-ı hakıkıyyede haiz-i meharet olması ve bu sayede cümlesinin haziz-i züll ü hevandan evc-i ala-yı izz ü mefharete terakkı ve teali etmesi gibi calib-i hayret-i azime olacak bi-nihaye müessir-i aliyye tecelli ve tevalisi mutalebe olunsa acaba bu kuyud ve şerait ile meşrut bulunan teklif-i vakii kabule cesaret mi gösterir yoksa i’tiraf-ı acz ile itizarda mı bulunur? Bila-iştibah lahik olacak mahcubiyyeti hirman ve haybeti düşünürse böyle takat-i beşeriyye fevkinde bulunan teklife muvafakat etmeyeceği emr-i aşikardır. Binaen alazalik hilye-i insaf ve irfandan atıl olmayan erbab-ı besairin i’tiraflarıyla tahakkuk eder ki cahiliyyet devrinde abede-i esnam arasında terabbi etmiş hak ile batıl ve sadık ile kazib beynini fark ve temyize medar olacak ma’lumat-ı müktesebeden hali etraf u eknafı enva-i hurafat le teyidat-ı Rabbaniyye’ye mukarin olmasalardı yukarıdan beri ta’dad ettiğimiz muvaffakiyyat-ı harikanın hiçbirine mazhar olamazlardı. Siyer ü şemail-i Nebeviyye ahlak u secaya-yı Muhammediyye de kamilen havarıktan addolunmaya şayandır hatta evvel derece ali ve muhayyirü’l-ukuldür ki hey’et-i mecmuası i’tibariyle nazar-ı mütalaaya alındıkta nübüvvet ve risalet is-batına ayrı ayrı hücec-i satıa teşkil eder. Mu’cizat-ı saire mülahazasına hacet bırakmaz. Mesela satvet-i İslamiyye afak-ı cihanı kaplayıp nam-ı paki yad olundukça müluk-i etraf cebabire-i alem istila-yı mehabetle ibraz-ı huzua mübaderet eyledikleri hengamda bile Sultan-ı Enbiya efendimizde zerre kadar asar-ı ceberut müşahede edilmemiş tevessü’-i memalik ve tekessür-i ganaim Her yerde nüfuzları cari olduğu esnada dahi afv u hilm ve semahat u keremleri tegayyür değil tezayüd etmiş nefsi rağbet göstermemiştir. İrtihal-i hümayunlarında terk ettikleri emval kıymet-i zatiyyeyi haiz olmayan birkaç parça şeyden muş idi. Gençlik hengamını yirmi beş senelik zamanını ihtiyar bir kadınla imrar etti. Bu müddet zarfında başka zevcesi yok idi. Sonraki ezvac-ı tahirat içinde bakire olarak yalnız Hazret-i Aişe-i Sıddik’a tezevvüc buyurulmuş idi. O da mahza pederi Ebubekir hazretlerine ibraz-ı teveccüh ü mahabbet maksadıyla hatta henüz celb-i rağbet edecek bir sene ermeden akd olunmuş birkaç sinne sonra Hane-i Saadet’e alınmıştır. Hazret-i Ömer’in kerimeleri Cenab-ı Hafsa da dul kaldığı sırada bu maslahata mebni tezevvüc buyuruldu. Eğer husema-yı din-i Ahmedi’nin ircaf ve işaa ettikleri gibi teaddüd-i ezvac-ı tahirata dai olan şey “haşa” maksad-ı şehvaniye tevessülden ibaret olsaydı onları alelade seyyibe ve müsinne kadınlar değil belki en hüsna ve gayet dilrüba bakireler teşkil etmek iktiza etmez miydi? Kudsiyet ve nezahetleri bu derece-i bala-terine baliğ olan bir zat-ı melaik-simat hakkında dava-yı nübüvvetle lezaiz-i dünyeviyye ve menafi’-i zatiyyeden bir şeye tevessül maksadı isnadına cür’et eden erbab-ı i’tisaf zerre kadar haya ve insaf sahibi olsalardı bu küstahlıkta bulunmazlardı. Tanırım ben ki hayatında tanıtmıştı babam. “Kim bilir şimdi ne alemde benim şanlı Kösem? Görmedim üç senedir bari gidip bir görsem...” Diyerek dün gece güç hal ile buldum evini. Koca insan! Ne şetaretle kabul etti beni: – Gel ayol gel Hocazadem bizi ihya ettin... Ne kerametçe tesadüf! Seni andıktı demin. Kahveler nargileler enfiyeler şerbetler; Ruhu leb-riz-i safa eyleyecek sohbetler Hepsi mebzul idi mecliste. Ne a’la! Derken Kapı şiddetle çalınmaz mı? – Bakın kim? Zaten Ev değil han gibi bir şey! Gece gündüz işler... Gönderin kahveye Asım gelen erkekse eğer. – Ahmed’in annesi gelmiş... – Nasıl Ahmed oğlum? – Hani bizdeydi bugün... – Ha! Küçük Ahmed... Ma’lum. Bize ait değil öyleyse... Haber ver içeri. – Gir dedim istemiyor; sen bana gönder pederi Diye ısrar ediyor. – Girsene hemşire hanım! – Varmayın üstüme! – Nen var a kuzum anlayalım? – Ne kafam kaldı dayaktan ne gözüm hep şişti. Karşı koysaydım eğer mutlak işim bitmişti. Ağladım merhamet et yapma dedim.. Kim dinler! Boşamakmış beni dünden beri efkarı meğer. Üç çocuk annesi emzikli kadın tek başına Koca berhaneyi silsin de süpürsün de sana Yine sen bilmeyerek zalim onun kıymetini Dene biçarede kalkıp kolunun kuvvetini! – Dur kızım ağlama sen şimdi haber gönderirim; Karı dövmek ne kolaymış! Ona ben gösteririm. Çağırın bekçiyi! – İhsan Bey’i bildin ya Memiş? Hadi git şimdi getir... – Kahvede yok. – Evde imiş Şimdi gelsin. – Gelemem kendisi gelsin! dedi. – Ya! Ben gidersem iyi kaçmaz! Hadi git söyle ona: Şimdi gelsin! – Ne kibarlık bu beyim? Bir da’vet Yetmiyor öyle mi? – Yorgundum efendim de... – Evet Haber aldık... O fakat sizce büyük bir şey mi? On kadın dövse yorulmaz benim İhsan Beyimi Bilirim ben ne tosundur! – Hoca bak ben kızarım! Size halt etme düşer... Dövmüş isem kendi karım. Keyfim ister döverim. Sen diyemezsin: “Dövme!” Bu tecavüz sayılır doğrusu haysiyyetime... – Hangi haysiyetin oğlum? O da varmış desene! Beyimin şimdiki haysiyyet-i mevhumesine Diyecek yok... Yalınız rahat ararlarsa eğer Böyle külfetli kuyud altına hiç girmeseler! – Sen imam saçmalıyorsun... Yetişir artık dur! Beni ısrar ile da’vetteki maksad bu mudur? – Haremin geldi demin ağlayarak sızlayarak... – Gözü çıksın domuzun patlasın isterse bırak! – Döveceksin ne boşarsın? Boşadın dövmek ne? Hem günah hem de ayıp... – Bakma onun sen sözüne Ne domuzdur onu bilsen! – Nesi var hırsız mı? Yoksa yüzsüz mü? – Değil hiçbiri... Lakin canımı Sıktı akşam “Edemem üstüme evlenme!” diye. Ne demek! Dörde kadar evlenirim ben demeye Kalmadan başladı şirretliğe... Kızmaz mı kafam? – Kustuğun herzeyi yutsun diye hey sersem adam! Dövüyorsun boşuyorsun elin öksüz kızını... Haklı bir kerre ya! İnsan karının haksızını Boşamaz... – Amma da yaptın! Ya şeriat ne için Bize evlenmeyi ta dörde kadar emretsin? Boşamışsam canım ister boşarım elbette! – Dara geldin mi Şeriat! Sus ulan iz’ansız! Ne zaman cami’e girdin? Hani tek bir hayrın? Bir kızılbaşla senin var mıdır ayrın gayrın! Ağzı meyhaneye rahmet okuturken hele bak Bana gelmiş de şeriatçi kesilmiş... Avanak! Hangi bir seyyie yok defter-i a’malinde? Var mı insanlığa dair bir iş ef’alinde? Müslümanlık’ta şeriat bunu emretmiş imiş: Hem alır hem de boşarmış ne kadar sade bir iş: Karı tatliki için bak ne diyor Peygamber: “Bir talak oldu mu dünyada semalar titrer!” Vakıa ba’zen olur dörde kadar evlenilir Bu kimin harcı a sersem hele bir kerre düşün! Tek kadın çok sana emsal olan erkekler için. Hani servet? Hani sıhhat? Ne ararsan mefkud; Tamtakır bir kese var ortada bir sıska vücud! Sen dua et ki “Şeriat!” demiyor evde karın! Yoksa boynunda bugün zorca gezerdin yuların! Karı iş görmeyecek; varsa piçin bakmayacak; Çamaşır tahta yemek dursun ateş yakmayacak. Bunların hepsini yapmak sana ait “şer’an!” Çocuk emzirmeye hatta olacak bir süt anan! Boşarım evlenirim bahsini artık kapa da Hak ne verdiyse yiyip hoş geçinin bir arada. Al götür haydi!... Kızım gel... Hele bak gel diyorum! Hatırım yok mu? İnatlık iyi olmaz yavrum... Söyledim yapmayacak bir daha... Mahcub olmuş... Böyle şeyler olağandır... – Ne desem hepsi de boş! Bu benim alnıma bir kerre yazılmış... – Öyle! Gazı göstersene Asım! Gidiniz devletle. – Gittiler neyse... Dua et ki ucuz kurtuldun; Ba’zı da’valar olur kış gecesinden de uzun! Dinledin gördün a oğlum ne bozuk terbiyemiz! Ne yapıp yapmalı insanlığı öğretmeliyiz. Bu öküz kavmi uyandırmadadır varsa felah: Hangi bir millete baksan uyanık... Çünkü sabah! Hele biçare Şeriat ne güzel alet-i şer Oluyor mel’anet erbabına düşmüşse eğer! Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek Otuz üç yıl bizi korkuttu “Şeriat!” diyerek. Vahdeti muhlisiniz... Elde asa çıktı herif Bir alay zabiti kestirdi. Sebep? “Şer’-i şerif!” Karı dövmüş boşamış... “Emr-i ilahi” ne denir? Bunların hepsi emin ol ki cehalettendir. Bana sor memleketin halini ben söyleyeyim: Bir imam çünkü bilir evleri... Ha! Bir de hekim. Gel nikah kıy demesinler diye ba’zen kaçarım. Düğün olmaz mı gelirler de bütün komşularım: Yine kondun hoca! derler; onu bilmezler ki Daha memnun olacaktım o düğünsüz belki. Zerde karşımda durur kanlı yemek tavrıyle; Öksüz ağlar sanırım çalgıyı duydum mu hele! Bu neden? Çünkü nikahın sonu ergeç ya talak Yahud akşamki gelenler gibi hır gür yaşamak! Düğün olsaydı ne a’la idi tek bir perde Ayrılık faslı da var sonra bunun mahkemede! Ne kadınlar ne sefalet doğuranlar görürüz; Üç sınıf halka içim parçalanır hem ne kadar! Merhamet görmeli yüz görmeli insanlardan; Yoksa insanlığı bilmem nasıl anlar insan? Sözü bir parça uzattımsa da oğlum hoş gör! Her zaman derdimi dökmek bana zira güçtür: Kimse söyletmiyor artık bizi bak sen derde! “Müstebid!” damgası var şimdi bütün ellerde. Bir fenalık görerek yapma desen alnına ta Diyerek başlayacak her ne desen tehdide! Eskiden vardı ya meydanda gezen ipsizler: Hani bir “saye-i şahane” çekip her boku yer! Onların birçoğu ahrar-ı izam oldu bugün; Müstebid; nah kafa bizler... Kerem et hali düşün! Bu cehalet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulum! Başlayın terbiyeye ailelerden oğlum. Sade hürriyyeti i’lan ile bir şey çıkmaz; Fikr-i hürriyyeti hazmettiriniz halka biraz. Osmanlı rical-i devletinin son devirlerde ve alel-husus Vak’a-i Hayriyye’den sonra ettikleri hataların fikrimce en büyüğü medreseleri ihmal eylemeleri olmuştur. Fatih’in Kanuni’nin medreselere vaz’ ettikleri esas ve nizamlar gittikçe cidden mevsuk metin ve memlu nutuklarında buyurdukları gibi ala-halihi bile muhafaza kılınamayarak tedenni ve intitata mahkum bırakılmıştır. Mahmud-ı Sani ve halefleri zamanında Osmanlı Devleti’nin siyasi ve ictimai teşkilatı baştan ayağa tecdid ve ıslah edilmekle uğraşılırken medreselere dair ciddi bir teşebbüs görülmüyor. Osmanlı cem’iyetinde maarif yeni baştan yeni temeller üzerine te’sis ve tanzim olunmak isteniliyor. Medreselerin varlığı unutulmuş gibidir. Daha doğrusu medreseler sırf din öğrenmeğe mahsus müessesat i’tibar edilerek ulum-ı hazıranın tedrisi için büsbütün ayrı teşkilatın lüzumuna inanılmıştır. Halbuki ma’lum olduğu üzere İslam medreselerinde muayyen bir zamanda bilinmiş bilcümle ulum ve tatbikatı tedris olunurdu; asıl medreseler bir nevi darü’l-fünunlar üniversiteler olup talebeyi onlara isal etmek üzere idadi ve lar ibtidaları zabt u istila eyledikleri memalik-i mütemeddinede bulunan darüttedrisleri hayliden hayliye ıslah edip el-yevm İslam memleketlerinin hepsinde gördüğümüz teşkilat-ı tedrisiyyeyi vücuda getirmişlerdi. Kurun-ı vüstada Avrupa akvamı da İslam medreselerinden örnek alarak kendi kolej ve üniversitelerini tertib ve tanzim eylemişlerdi. Hatta şimdi bile Avrupa üniversiteleri birçok cihetlerden İslam medreselerine benzer. Avrupa darülfünunlarının bazıları kurun-ı vüstadan kalma eski binalarını ve o binaların belli başlı taksimatını bile muhafaza etmişlerdir. Bizzat ziyaret ettiğim Karakovi Üniversitesi’nin eski binası bizim İslam medreselerinin aynıdır. Ortada taş döşeli üstü açık koca bir meydan etrafta revaklarla hücreler bir köşede dershane... Farkı ancak tarz-ı mimarisinin Arap veya Fars ve Bizans karışık Arap olmayıp gotik bulunuşu bir de şadırvan yerine medresenin dühat-ı müderrisininden Kopernik’in heykeli rekz edilmiş oluşudur. Oxford ve Cambridge darülfünunlarını gezen bir arkadaşım onların da harici eşkali zahiri tertibatı İslam medreselerine pek benzediğini nakleylemişti. Avrupa darülfünunlarının çoğunda müderrisler bizdeki kisve-i ilmiyyeyi andırır kurun-ı vüstadan kalma bir nevi cübbe ve serpuş giyerek derse girerler. Bu o kadar münteşirdir ki Fransızlar gibi eski adetleri kökünden silip süpürmeyi seven bir halkın medreselerinde bile kalmıştır. Zamanımız Avrupa darülfünunlarının saslıca hususlarda dahi meşhuddur: Mesela şimdi Avrupa darülfünunları alelekser ilahiyat felsefe yahud edebiyat ulum veya riyaziyat ve tabiiyat hukuk tıp denilen beş şubeye ayrılıyorlar. Aynı taksimatı ehemmiyetsiz farklarla eski rafları aynıdır: Mesela Sorbon’da bir profesör tıpkı Fatih’teki bir müderris gibi kürsi-i tedrise çıkar bir ila iki saat bütün talakatini göstermek üzere etrafına halka olarak toplanması talebe ve ammeye takrirde bulunur. Yoklama edilmez hariçten gelip dinleyene mümanaat olunmaz. Bazı şubelerin senevi imtihanları yoktur. Dersler öyle sıkı bir çerçeve içine sıkıştırılmış değildir; Müderrisler Cem’iyeti’nin rıza ve tasdiki şartıyla herhangi bir alim gelip bir ders açabilir. İkmal-i tahsil için bizim icazetler usul ve derecatı hala bakidir. En ali rütbe-i ilmiyyeyi ahz için te’lif ve münazara thése disqute doğru mülazım Bachelier müderris MagistreLicencié müctehid fakih veya kıdvetü’l-ulemai’l-muhakkıkın Docteur diye üçe bölünür. Lakin bütün bu müşabehetlerle beraber zamanımız Avrupa darü’l-fünunlarıyla İslam medreseleri arasında gayet azim farklar da vardır. Binaları kurun-ı vüstadan kalma üniversitelere girilirse teşkilat ve tedrisatı hakkında henüz hiçbir fikir hasıl etmeden evvel yalnız manzara-i hariciyyesi bile o farkı derhal göze çarptırır: Bunlar mamur şen ve temizdir; bizim darülfünunlardaki gibi bozuk döşemeler dökülmüş sıvalar çatlamış kemer ve kubbeler görünmez. Biraz gizli köşe ve bucakları mezbeleye dönmemiştir her hücre önünde buğu çıkan bir pilav tenceresi kaynamaz.... Hücrelere girilirse o eski gotik kargirin içi yirminci asır gencinin esbab-ı huzur ve istirahatini tamamen te’min edecek vechile döşenip dayanmış olduğu görülür nefis mobilyalar levhalar elektrik.... Her şey orada vardır. Hasılı kurun-ı vüstai bir kabuk içine zamanımız saklanmıştır. Üniversitenin teşkilat ve tedrisatı tedkıke girişilirse fark daha ziyade büyür. Avrupa darülfünunu ile İslam medresesinin arası açıldıkça açılır. Müşabehetler tıpkı hücrede gördüğümüz gibi yalnız kabukta olup iç leb tamamen değişmiştir. Mesela darülfünunun şubelere taksiminde bulduğumuz ayniyet yalnız isimlerdedir artık ne ilahiyat ne felsefe ne hukuk ve ne de tabiiyat – bilhassa tabiiyat– kurun-ı vüstadaki yahud zamanımız ma pek çok terakkı ve tekemmül eylemiştir. Ma’lumdur ki Bacon ve tilmizanı skolastikayı tahrip ile fikr-i beşeri mütekaddiminin nüfuz-ı müstebiddanelerinden kurtarıp Avrupa’da ulum ve hikemiyata nihayeti görünmez derecede uzun fakat geniş ve feyizli bir yol açmıştı. Bu sayede mizanü’l-ulum olan mantıkın kısm-ı istikraisi ziyade ehemiyyet kesb edip mükemmelleşti. Bu sayede tabiiyyat el-yevm gördüğümüz terakkı-i azime mazhar oldu. Ulum-ı hukukiyye de artık eski mütun ve desatir-i hukukiyyeden istintacat-ı mantıkiyyede bulunmakla iktifa etmedi; eşhas ve cem’iyetlerin teşekkülat ve münasebatını tedkık ve müşahede rişti. Hatta ulum-ı diniyyeye bile bu inkılab-ı fikri te’sirsiz kalmadı. Aba-yı kenisaiyyenin mu’teber fikir ve mütalaalarına bağlanıp kalmış olan Katoliklik ile kütüb-i mukaddesenin tabii kendilerince okunup anlanmasında geniş bir hürriyyet-i vicdan te’min eyleyen Protestanlık arasındaki büyük fark bu te’siri gösterir. Hasılı devr-i intibah ve devr-i teceddüd namını alan hareket Avrupa’da fikr-i beşeri başkalarının gözüyle cihana bakmak mecburiyetinden azad edip muhitini bizzat müşahede tedkık tahkik ve tecrübeye ve bunlardan istinbat eylediğini usul dairesinde bizzat muhakemeye sevk eyledi. Ulum ve hikemiyatta vukua gelen bu tahavvül-i azim derhal Avrupa mekatib ve medarisine nüfuz edip tedrisat başka bir ruh başka bir feyz iktisab eylemiş oldular. Halbuki alem-i İslam’da şimdiye değin Avrupa’nın devr-i intibah ve teceddüdüne benzer bir hareket-i fikriyye olup geçmedi. Müslümanlar tarafından işlenmiş ulum ve hikemiyat dokuz on asır evvelki halinden ileriye getirilemedi. O zamanlar mu’teber usul-i ilmi skolastika olmakla ulum ve hikemiyyat-ı İslamiyye mekatib ve medaris-i İslamiyye’deki usul-i tedris hep skolastikaya müstenid idi. Hatta gitgide skolastika bir nevi kudsiyyet bile kazandı. Mesela hicret-i Nebeviyye’den yıl kadar evvel İskenderiye mekteb-i hikemisi erkanından Yunaniyyü’l-asl Porfiryus tarafından te’lif edilmiş İsaguci Isagoge adeta kütüb-i diniyye arasına girdi; –yine hicret-i Nebeviyye’den dört asır kadar akdem yaşamış Batlamyus’un kozmoğrafyadaki nazarına itiraz adeta dine taarruz gibi telakki edilir oldu! Çoğu Yunanlılardan ahz u telakki kılınmış olan ulum u hikemiyyat böylece dini bir hisar ile muhafaza ve müdafaa kılınıp bugüne kadar mekatib ve medaris-i İslamiyye’nin tedrisat-ı ilmiyye ve hikemiyyesinde esas oldu. Tekamül-i tabiileri bu suretle sekiz on asır evvel inkıtaa uğrayan mekatib ve medaris-i İslamiyye ise bütün alem-i İslam’ın hayat-ı dünyeviyye ve uhreviyyesinin munazzamı idi. Din ve dünya hayat-ı faniyye ve ebediyye buralarda öğreniliyordu bunlar vasıtasıyla ehl-i İslam’a neşrolunuyordu. Medaris-i İslamiyye’nin maarif-i İslamiyye’nin inkıta-i tekamülü alem-i İslam’ın yerinde saymasını intac eyleyecekti ve filvaki öyle de oldu. Bu cihetle Hilafet-i Uzma-yı İslamiyye’yi haiz olan Devlet-i Osmaniyye’yi Avrupa maarif ve medeniyetinden istifade ile ıslah ve tanzime kalkışan zevatın cem’iyet-i Osmaniyye’de her şeyden evvel nazar-ı dikkatlerini celb eden müessesat mekatib ve medaris-i İslamiyye olması iktiza ederdi. Bu zevat Avrupa’yı görmüş tedkık etmiş olduklarından esbab ve suret-i tekamülünü ulum ve maarifin o tekemmülde ifa ettiği vazifeyi hiç olmazsa mücmelen elbette biliyorlardı. Avrupa mekatib ve medarisinin kurun-i vüstadaki hallerinden şimdiki yüksek seviyeye nasıl tereffü ettiklerini de şüphesiz öğrenmişlerdi. Zuhuru muhakkak her türlü müşkilata göğüs gererek Avrupa’da asırlarca süren tekamül-i batiyi mehma-emken tesri ile mekatib ve medaris-i İslamiyye’yi kurun-ı vüstadaki hallerinden kurtarıp Avrupa mekatib ve medarisi şekline ifrağa çalışmak vazifelerinin akdemi idi. Halbuki zevat-ı müşarünileyhim mekatib ve medaris-i mevcudeyi ihmal eyleyerek Avrupa teşkilat-ı tedrisiyyesini onlardan tamamen ayrı nakl ü garsa giriştiler. Eğer cem’iyet-i Osmaniyye büsbütün medeniyetsiz veyahud üç dört asır evvelki Rusya gibi medeniyet-i mahalliyyesi pek zaif ve ibtidai olsa idi bu usulün belki o kadar mehaziri görülmezdi; zira ithal olunmak istenilen maarif ve medeniyet muhafaza-i vücud arzu-yı tabiisiyle kendisine karşı kıyam edecek ciddi bir münazi bulmazdı. Lakin medeniyet-i İslamiyye kadim ve kavi bir medeniyet olmakla onun dahiline bi’n-nüfuz ıslah ve ikmaline çalışılmayarak ona muvazaten yeni bir medeniyet ve maarif kurmaya kalkışmak ergeç mağlubiyete mahkum ve beyhude bir iş ile uğraşmak demekti. Filhakıka ahali-i İslamiyye’nin hüviyyet-i ma’neviyyelerini teşkil edip hayat-ı şahsiyye ve ictimaiyyelerini tanzim eyleyen din-i mübin-i Ahmedi’nin rüesa ve huddamı ta’bir-i digerle her bir müslimin doğmasından ölmesine kadar bilcümle avan-ı mühimme-i hayatında mürşid ve istinatgahı olmak haysiyetiyle ahali-i vat yani ulema-yı İslam haliyle ibka olunmuş o medaristen sekiz on asırdan beri cihanın görüp geçirdiği tahavvülata bigane bir halde yetişip çıkacaklardı. Diğer taraftan küçük bir küme de ıslahatçı bey ve paşaların rüşdiye ve idadiyelerinde büsbütün ayrı nokta-i nazardan bakan bu iki sınıf birbirleriyle pek çetin uzlaşabilirlerdi. Unutulmamalıdır ki evvelce devlet mansıblarının bir kısmı medrese yetiştirmelerine münhasır iken Mekatib-i Nizamiyye’nin teşekkülünden i’tibaren o mansıblar Mekatib-i Nizamiyye mezunlarına verilmeye başlanmış ve bu cihetten araya bir de esas-ı hayat olan iktisadi rekabet girmişti. Memleketinde olup geçen vekayie az çok göz kulak olan herkes ibtida-yı tanzimattan ekseriyet-i ahali-i İslamiyye’nin teceddüdata ve teceddüdatın evladı demek olan mekteplere ne nazarla bakmakta olduğunu şüphesiz görmüş ve anlamıştır. Menafi’-i İslamiyye’ye pek mugayir bütün bu ihtilafatın masdarı medaris-i yabancı meydan-ı fikr ü maişette rakıb mekatib ve Medaris-i Nizamiyye’nin te’sisi olmuştur. İhtilaf-ı mezkur ise cem’iyet-i Osmaniyye’nin devr-i tanzimatın ibtidasından beri sür’at-i terakkısine engel olan avamilin en mühimlerinden birisidir. Bunun içindir ki en başta ıslah-ı medarisin larından adde cesaret eylemiştim. Memalik-i Osmaniyye’de bulunan mektep ve medreselerin adem-i ıslahı Devlet-i Osmaniyye hayat ve istikbali için böyle netayic-i muzırra tevlid ettiği gibi bütün alem-i İslam’da vesait ve usul-i tedrisin suret-i telakkı-i ulum u fünunun en azdan bin yıl evvelki halinde donup kalmış olması alem-i mezkurun acz ü inhitatına başlıca bir sebep olmuştur. Bila-tedkık ü tahkık verilmiş hükümlerle mestur olmayan nazarlar alem-i İslam’ın bu illetini derhal seçerler. Osmanlıların istişhad ile daima lezzet aldıkları Frenk muharrirleri bu hakıkati ikide birde yazdıkları gibi Nitekim geçen gün Yeni Gazete ıslah-ı medaris münasebetiyle de bir Mösyö Mismer’den bahsetmişti müslüman fuzalasının nüfuz-ı nazar sahibi ve şeci’ olanları da defeatle tekrar eylemişlerdir. Ez-cümle muhterem İsmail Bey Gasprinski bütün hayatı umumiyyesini alem-i İslam’ın hayat ve bekası için la-büd eylemiştir ki bunlardan bila-şübhe birincisi mekatib ve medaris-i Mekatib ve medaris-i İslamiyye’nin ve binaenaleyh ulum ve maarif-i İslamiyye’nin terakkı ve tekemmül yolunda diğer akvam ve milelinkine nisbetle pek geride kalması yalnız ehl-i İslam’a değil bizzat din-i İslam’a da külli zarar dokundurmuştur: Din-i fıtri olan İslam ehli tarafından kemayenbaği anlaşılıp beni beşere gereği gibi telkin olunabilse geride kalmış akvam arasına mı inhisar eylerdi? En medeni kavimler içinden mü’minler toplayamaz mıydı? Halbuki şimdi maatteessüf meşhudumuz olan nedir? Min külli’l-vücuh müterakkı oldukları gayr-ı kabil-i inkar bulunan akvamı garbiyye efradına –üç beş İngiliz ve Amerikan müstesna– din-i hakkı kabul ettirebiliyor muyuz? Neşr ü i’la-yı din şöyle dursun efrad-ı müslimin medeniyet-i garbiyye ile sıkı ve devamlı temasta bulundukça itikadlarına zaaf tari olmuyor mu? Ulema-yı İslam din-i İslam’ı değil hür-endiş hükemanın hatta Nasrani ulemanın bile mühacematından yar u ağyarı ikna edebilecek bir surette müdafaa kılabiliyorlar mı? Muhterem hocam Halis Efendi hazretlerinin buyurdukları gibi “Fikrimizi serbest söyleyelim acı acı hakıkatleri umumun enzar-ı intibahına mekşuf bir surette arz eyleyelim ki hatamızı anlayalım...” Yakın zamanlara kadar hürriyyet-i kelamiyyeye nail olmamış bulunan Osmanlı müslümanları bu babdaki müşkilatı tamamen takdir edemiyorlarsa Mısır’da Hind’de hatta Rusya’da sakin dindaşlarına sorsunlar. “Münazarat-ı diniyyede serbesti” mes’elesi ulema-yı İslam yazılıp dört sene evvel Kazan’da basılmış bir risalenin hatimesini aynen naklediyorum: “Delail-i fi’liyyeye müstenid beyanat-ı salifeden anlaşılmıştır ki bugün dini münazarada bulunacak Rus ve Tatar uleması arasınca ilimce kuvvet bir derecede değildir Rusların ilmi Tatarlarınkinden kat kat fazladır. Binaenaleyh hür dini münazırların galebe-i hakla hitam bulacağı şüphelidir. Maamafih zamanın icabına dehrin arzusuna karşı gelinemez: Dehr ve zaman hürriyet istiyor bugün yarın ya öbürsü gün elbette hürriyet doğacaktır. Külli atin karib... Karib-i atiye bugünden dakika fevt etmeyerek hazırlanmak umumiyetle ulema-yı İslam ve hususiyetle müslüman Tatar ulemasının boynuna borçtur farzdır.” Bugün bu sözlerin vekayile kısmen teeyyüd ettiğini kemal-i teessüfle müşahede ediyorum. Ortodoks misyonerleri neş-riyatlarıyla İslam’a mütemadi hücumda bulunuyorlar da hiçbir ciddi ve sağlam mukabele görmüyorlar... Henüz bir hafta akdem Rusya’da sakin kardeşlerimden birisi mektubuna leffen misyoner Kasis Darwinky’nin Isa ve Muhammed ünvanıyla Moskova civarı ahali-i İslamiyyesi arasında dağıtılmak üzere yazıp bastırdığı bir varakasını göndermişti. Misyoner efendi işbu varakasında Hazret-i Isa a.s.’ın Hazret-i Muhammed s.a.’den ali dereceli olduğunu ve binaenaleyh Nasraniyyet’in İslam’a faik bulunduğunu iddia ediyor. Ve bu iddiasını Kur’an-ı Şerif’ten istihrac zu’munda bulunduğu on delil ile isbata yelteniyor. Varakayı gönderen kardeşim mektubunda diyor ki: “Buna cevap yazmak hakkında söz çok oldu mollalara da müracaat çok oldu ama cevap yazmaya hiç kimse cesaret edemedi.” Bu cesaretsizlik Rusya’da hürriyyet-i kelamiyye henüz iyice takarrür etmeyişine atfolunabilse bile Rusya müslümanları arasında münteşir din-i Muhammedi’nin pek de lehinde yazılmamış olan Tatarca eserlere ciddi ve esaslı mukabelelerde bulunamamak cehlden başka bilmem ne ile tefsir edilebilir?.. Dozy’den mütercem “Tarih-i İslamiyyet” ile İstanbul’da açılan münakaşat mezkur kitabın memalik-i Osmaniyye’ye men’-i duhulü tedbir-i idarisinden sarf-ı nazar olunursa henüz kapanmamış demek olduğundan ondan bir netice çıkarmaya kalkışmak daha erkendir. Bu münasebetle yalnız şunu arza lüzum görüyorum ki bir sıra gelecek Dozy’nin tarihine benzeyen kitaplar memalik-i Osmaniyye’de elbette yine zuhur edecektir: Müller’in Sprenger’in Renan’ın De Sussy’nin Renac’ın... yazdıkları Darwin’in Buchner’in Haeckel’in Quine’un Nietzsche’nin Buckle’in... ilh. hür-endişane asarı İstanbul kitap pazarına Türkçe olarak gelip çıkacaklardır. Tercüme eden bulunmazsa Fransızca Almanca ve İngilizceleri alınıp okunacaktır. Men’-i tercüme ve hatta men’-i dühul kafi bir tedbir olamayacaktır. Binaenaleyh bunların şerrinden ehl-i İslam’ı sıyanet edebilecek ancak ulema-yı İslam’ın fazilet ve fakıhetleridir. Bu evsaf ise bilhassa mekatib ve medariste Bütün bu yazdıklarımdan Osmanlı müslümanlarının alel-umum ehl-i İslam’ın hatta din-i İslam’ın beka ve saadetinde mekatib ve medaris-i İslamiyye’nin ne azim vazifesi olduğuna itikadım artık tamamiyle anlaşılmıştır. Bu cihetle dis-i mühimmini haber alır almaz ne derecelerde sevindiğim kolay tasavvur olunabilir. Ve zaten dinini dindaşlarını seven her müslim de benim kadar sevinmiştir. Elhamdülillah! Bu teşebbüs ile son devirlerde irtikab olunan en büyük hatalardan birisinin tamirine ilk adım atılmış oluyor. Allah’a dua ve niyaz edelim ki diğer adımlar da bunu veli etsin!.. Her ne zaman mevlid-i şerif cem’iyetinde bulunmuş olsam nail-i zevk-i ma’nevi olurum. Bu sebeple Mevlidi Süleyman Çelebi kuddise sırruhu hazretlerine karşı kalbimde büyük bir muhabbet vardır. Bir vakitler gerek kendi tercüme-i hali gerek manzume-i mergubesi hakkında tedkıkat ve tetebbuatta bulunmuş idim. Cem’ ü telfik edebildiğim ma’lumatı; risale-i mu’teberenizin mesleğine muvafık olması i’tibariyle; belki neşredersiniz ümidiyle tastir ettim ve taraf-ı alilerine gönderdim. Şeref-hulul etmek üzere olan mah-ı Rebiülevvel hasebiyle neşrinde münasebet de bulunabilir. Süleyman Çelebi hazretlerinin te’lifine hameran-ı gayret olduğunu manzume-i mergube-i Mevlid-i Şerif filhakıka tanzir ü taklidi gayr-ı kabil asar-ı makbuledendir. Dört yüz seneden beri fuzala-yı Osmaniyye tarafından viladet-i amimetü’l-meymenet-i hazret-i risalet-penahi hakkında lisan-ı Türki üzere la-yuad asar-ı ber-güzide keşide-i silk-i ta’zim ü tekrim kılınmış fakat hiçbiri Süleyman Çelebi hazretlerinin manzumesi ka’bına vardıramamıştır. O şeref ve rağbeti ancak o nazım-ı muhterem kazandı. Büyüklerin biri Süleyman Çelebi hazretlerinin manzume-i aşıkanesi hakkında bu hakıkati isbaten: Dört yüz seneden beri efazıl Bir söz demedi ona mümasil Tanzirine çok çalıştı yaran Kaldı yine bikr misl-i Kur’an buyurmuştur ki sözündeki isabet aşikardır. Bu zat-ı muhterem cidden aşık-ı sadık ve fazilet ü ma’rifet-i zatiyyesiyle meşhurdur. Nazm-ı bediinde o kadar esrar ve hakayık o kadar nikat ve dekayık cem’ eylemiştir ki bevi’nin irfanına meftun ve vüs’at-i tasavvur ve azamet-i tahayyüldeki Mevzuunun derece-i ulviyyesini beyanda lisanın kasır olduğu: Şeş cihetten ol münezzeh Zü’l-celal Bi-kem ü keyf ana gösterdi cemal Bi-huruf u lafz u savt ol padişah Mustafa’ya söyledi bi-iştibah ebyat-ı latifesi tarz-ı beyanındaki san’at-ı rakıka doğrusu hazret-i nazım-ı muhtereme mahsustur denilebilir. Süleyman Çelebi hazretleri cennet-mekan Yıldırım Bayezid Han hazretleri zamanında yetişmiştir. Lisan-ı Osmani’nin henüz teşekkül ettiği bir zamanda menkıbe-i mebrukeyi nazma muvaffak oluşu; hakıkaten havarık-ı muvaffakiyyattan ma’dud olabilir. Vücuduyla iftihar olunacak bir muharririmizin tedkıkine göre iktidar-ı nazm u şairiyyet Süleyman Çelebi hazretlerine büyük pederleri Şeyh Mahmud nam zattan intikal etmiştir. Sultan Orhan hazretlerinin şehzadesi Alaeddin Paşa bir emel-i ulvi-i fatihane sevkine ittibaen bir miktar guzat-ı kiram tehniyye-i gaza niyetiyle şehzade-i müşarün-ileyhe gönderdiği duanameye: Velayet gösterip halka suya seccade salmışsın Yakasın Rumeli’nin dest-i takva ile almışsın beytini derc etmiş ve kendisinin nazma muktedir olduğunu göstermiştir. İşte Süleyman Çelebi hazretlerinin ceddi bu zat-ı mükerremdir. Onun mahdumu İvaz Paşa olup Süleyman Çelebi ile meşhur şairlerimizden Atayi merhumun pederleridir. Hazret-i nazım-ı muhterem Bursa’da zinet-saz-ı alem-i şühud olup mebadi ve makasıd-ı ulum-ı akliyye ve nakliyyeyi Bursa’da tahsil etti. Zamanının fuzalası sırasına geçti. Zühd ü takvada ileri gitti. Salah hali fazl-ı irfanı şayi olunca müşarün-ileyh Alaeddin Paşa’nın necl-i necibleri Süleyman Paşa kendine yar-ı can etti. Hatta bu delaletle Yıldırım Bayezid Han hazretlerinin şeref-i sahabet ve iltifatına bile nail oldu. Nihayet Divan-ı Hümayun’a imam olup hayli zaman bu hizmet-i şerifede bulundu. Hakan-ı müşarün-ileyhin damad-ı muhteremleri nokta-i daire-i kemal kıdve-i rical “Seyyid Muhammed Şemseddin en-Neccari” nam Emir Sultan kuddise sırruhü’l-mennan hazretlerinin bu sırada şeref-i sohbet-i aliyyelerine nail olarak berekat-ı hüsn-i nazar ve terbiyeti ile de perver-şiyab-ı feyz ü kemal ve dahil-i zümre-i ehl-i hal olmuşlardır. Yıldırım Bayezid Han hazretlerinin irtihallerinde Emir Sultan’ın emirleriyle Bursa’da Ulu Cami-i Şerif’e imam oldular. Ahir ömürlerine kadar bu hizmet-i aliyyeyi ifa etmiştir. Şehzadegandan Süleyman Çelebi dahi hazret-i nazım-ı muhterem hakkında pek büyük iltifatlar gösterdiğini asar-ı eslaf bize bildirmektedir. Güldeste-i Riyaz-ı İrfan ve Tezkire-i Latifi’de şöyle naklolunur ki: – Menkıbe-i Mevlid-i Şerif manzume-i mübarekesinin tertib ü tanzimine bir hadise-i garibe sebep olmuştur; o zaman Bursa’da vaizin biri esna-yı va’zda estaizü-billah ayet-i kerimesini tefsir sırasında bu ayet-i celile mucebince ben Nebiyy-i ahirü’zzamanı sairinden tafdil etmem demesiyle müstemiin meyanında ulema-yı Arab’dan bir zat-ı ali-kadr tarz-ı ifadeden müteessir olarak delail-i katıa ve berahin-i satıa ile vaiz-i merkumu ilzamen “Bu babda izale-i cehl edememişsiniz den mensuhundan müşabihinden gafilsiniz rusül beyninde fark yoktur demekten maksad-ı ilahi “Allahu a’lem bimuradihi” emr-i risalet ve hususi nübüvvettedir yoksa meratib-i fazilette değildir. Eğer ayet-i kerimenin ma’nası min cemii’l-vücuh demek olsaydı estaizü-billah buyurulur muydu” deyip vaizi iskat eylemiştir. Cahil vaizin şu hali Bursa’da şüyu bulunca keyfiyet Süleyman Çelebi hazretlerinin samia-i ıtlaına vasıl olmasıyla pek müteessir olup seyyidü’l-enam ve efdal-i enbiya-yı kiram aleyhis-salatu vesselam efendimiz hazretlerinin ulüvv-i kadr-i risalet-penah-ı ekremilerinden bahis olmak üzere suret-i viladet-i cenab-ı nübüvvet-penahilerini ve mu’cizat-ı celile-i Ahmediyyelerini musavvir olan manzume-i makbuleyi mına da hizmet etmek üzere kütübhane-i aşk u irfana yadigar olarak tevdi eylemiştir. Hakkında Ali merhum şu satırları yazar: “Süleyman Çelebi mevlid-i Nebi hizmetini kendüye lazım etmiş; el-hak bir kitab-ı müstetab eylemiştir ki lisan-ı kalemde beyan-ı rakama gelmesi bir saat-i saidde vuku’ bulup belki ekser kevakıbin burc-ı şarkta iktiranına rast gelip sal-be-sal nice bin mecalis-i vacibü’l-iclalde okunur. El-hak müessir edalar ile nazm eylemiştir. Nice mevlid-i Nebi manzum dahi vardır; lakin birisi ne ele alınır ne kimsenin gözüne dokunur. Süleyman Çelebi ise menkıbe-i mevlid-i şerifini guya ki talim-i Ruh-ı Kuds ile söylemiştir.” Filhakıka öyledir bu yoldaki asarın en makbulü en beliğidir. Hem sekiz yüz on ikidir tarihi Bursa’da oldu tamam bil ey ahi Tarih-i inşadını gösterir ki beş yüz küsür seneden beri eyadi-i ihtiramda olduğu müsteban olur. Abdullatif Gazzi hazretlerinin Kıble-nüma-yı Ka’betü’lUşşak nam eser-i mergubunda keramat-ı aliyye ve ahval-i acibelerinden bahsolunduğu gibi mukarreb-i Hazret-i Nebevi olduğuna mahz-ı tevfik ve feyz-i ilham ile yazılmış olan eser-i dil-peziri bürhandır. Nezd-i celil-i peygamberide mazhar-ı kabul-i tam olduğuna; asırlardan beri bunca manzumelere hakk-ı rüchana malik olmasıyla kanaat hasıl olur. Süleyman Çelebi hazretlerinin bu manzume-i mübarekesi az vakit zarfında şöhret-gir-i afak-ı alem olup her tarafta teberrüken okunmağa başlanmış ve hoşnudi-i Cenab-ı Nebevi’yi yar-ı tekellüfat olunagelmiştir. Bursalı Rıza Efendi merhum nüsha-i sahihasını elde ederek tab ettirmiş ve bu hizmeti erbab-ı aşk u muhabbet nezdinde pek kıymetli görülmüştü. Zira müstensihlerin sehvinden kurtulamayan bu eser-i celile zaman zaman çok şeyler gelmiş idi. Ey Huda’dan lutf-ı ihsan isteyen Mevlid-i pak-i Resulullah’a gel kasidesi mevlid kitaplarının baş tarafına yazılmış ise de bunun nazımı senesinde irtihal-i dar-ı beka eden ve şiirde “Vali” tahallus eyleyen Kadıasker Abdurrahman Efendi olup Süleyman Çelebi hazretlerinin değildir. Bir de hazret-i nazım-ı muhterem irtihal-i Nebevi’yi musavver hiçbir şey yazmamıştır. Bu ve emsali şeyler sonraları başkaları tarafından liğinden tezahür eyler. Bu manzume-i makbulede çok rumuzat-ı latife vardır. Onlara husul-i ıttıla’dan sonra okunur veya istima’ olunursa neş’e-i kamilenin zuhuru şüphesizdir. Kulak dolgunluğu ile şöylece dinlemek başka esrar-ı maani-i dakıkaya vukuf hasıl ederek dinlemek yine başkadır. Can kulağıyla dinler iken terk-i hayat-ı müstear eden aşıklar da görülmüş ve işitilmiştir. Hazret-i nazım-ı muhterem azm-i alem-i lahut eyledikte kitab-ı aşk vücudları Bursa’da Çekirge’ye yakın bir mahalde sırrahu ve nefeanallahu berekatuhu ve füyuzatuhu amin. Mükerreren ziyaret şerefine mazhar olduğumdan dolayı hamd ü şükr ederim. Kabr-i şeriflerinin üzerinde demir parmaklıktan bir kubbe ve etrafında şebeke olup mezar taşında şöyle yazılıdır: Manzume-i menkıbe-i viladet-i Nebeviyye aleyhi’s-selam ve’t-tahiyye müellifi Süleyman Efendi hazretlerinin merkad-i müteberrekidir. Aleyhirrahme velgufran ruh-ı pür-fütuh-ı alilerine lillahi tealelfatiha Tasvir-i Efkar sahibi ve Antalya meb’us-ı muhteremi Ebuzziya Tevfik Beyefendi’nin mahud Tarih-i İslamiyyet’in men’i hakkında hükumetçe müttehaz karar aleyhine Tasvir-i Efkar’ın adedli nüshasında hameran oldukları mütalaat ve mülahazatın Sıratımüstakım’e tealluk eder ciheti görülmemekle beraber memleketimizde eser-i mezkura karşı eser-i mahudun lehinde bulunmak hasebiyle tağlit-i efkarı mucib olması muhtemel bulunan mülahazat-ı mesrudenin her türlü su-i tefehhüme mahal kalmamak üzere gazetemiz sütunlarında zemin-i tedkık ittihazı münasib görülmüştür: Tasvir-i Efkar refikımızın beş buçuk sütununu işgal eden bu tavilü’z-zeyl makaleyi esasa irca edebiliriz: nuiyet kararı ısdar eylemiştir. Zira i’lan-ı resmide biri isme diğeri zat-ı telife üçüncüsü müellife dördüncüsü nev’-i te’lifin kanuna cihet-i teallukuna ait dört hata vardır: Kitabın ismi “Tarih-i İslam” değil Tarih-i İslamiyyet’tir. Kitap Abdullah Cevdet Bey’in eser-i te’lifi değil tercümesidir. Kitap Leiden darü’l-fünunu muallimlerinden Profesör Dozy’nin eseridir. Eser gazete veya resail-i mevkuteden değil bir te’lif yani kitap olduğundan’inci madde ile her türlü münasebetten aridir. Zira matbuat kanununun’inci maddesi aynen şöyledir: Memalik-i ecnebiyyede ve eyalet-i mümtazede ? matbu gazete veya resail-i mevkutenin memalik-i Osmaniyye’ye men’-i neşr ü tevzii Meclis-i Vükela’da ittihaz olunan bir karar-ı mahsusla vaki olur ve yalnız bir numarası Dahiliye Nezareti’nden verilen bir emir üzerine men’ edilebilir.” Meclis-i Vükela’nın kararı ve bu kararın suret-i i’lanı tahtie edilmekte olmasından dolayı bu babda beyan-ı mütalaa sadedden hariç kalır. Maamafih ala sebili’l-istitrad şu esasın bazı cihetleri hakkında nazar-ı dikkati celb etmek bi-taraflık muktezayatına münafi düşmez. Fakat evvel emirde şunu söyleyelim ki elfaz münakaşasından son derecelerde muhteriz ve müteneffiriz. Hatta meslek eserlerinde bile bu vadideki tedkıkatı zaid görürüz. Lakin bu mebhaste ilca-yı zaruretle birkaç söz söyleyeceğiz. Muharrir-i makale i’lan-ı resmideki lafız hatalarını ta’dad edip duruyor. Fakat aynı zamanda eseri iki zata nisbet etmek mecburiyetinde kalarak tenkid ettiği hatayı kendisi de te’lifi değil tercümesidir dendikten yani eser tamamiyle bir tercüme telakki ve ona hasr-ı muhakeme edildikten sonra müellife ait hata; kitap Leiden darü’l-fünunu muallimlerinden Profesör Dozy’nin eseridir suretiyle tashih olunmuştur. Maksud olan eserin tercüme olduğunu beyandan sonra artık müellif hakkındaki hata bu cihette aranmak lazım gelir. Tertibat-ı mantıkiyye bunu icab eder: Meclis yanılmıştır te’lif dediği eser tercümedir ve bu tercümenin sahibi Abdullah Cevdet Bey değil fülandır denerek müellifte de hata edildiği asla bahsedilmemiş iken tashihat-ı vakıada müellifte de hata edilmiş demek hata-yı mahzdan ibaret kalır. İnsanlar cümleten hata ve nisyana ma’ruzdurlar. Sehlü’t-tefehhüm bu kabil hatiatı i’zam eden zevat tashih-i hata vadisinde bile girive-i hataya düşmekle musab olurlar. Zellat-ı gayrdan istifade daiyyesinde bulunanların zellatından da istifade edenler bulunur. Aynen naklolunan’inci maddedeki eyalet-i mümtaze ta’biri önüne muharrir-i makale istifham işareti koymuş. Nazar-ı dikkatimizi celb etti. Maddenin meclisteki müzakeratını tedkık için Takvim-i Vekayi koleksiyonuna müracaat ettik. Mecliste her iki kıraatinde de eyalet-i mümtaze ta’birinden ari olarak okunmuş olduğunu anladık. Demek oluyor ki bilahare bu kaydı a’yan ilave etmiş. Tadilat üzerine meclise ettik. Bu ilave için mecliste asla bir münakaşada bulunulmadığını öğrendik. Hatıramızı bir sual işgal etti: Muharrir-i makale olan meb’us-ı muhterem; maddeyi bir sene sonra gazetesine hin-i naklinde vaz’ edeceği istifham işaretine bedel vaktiyle müzakeratta hazır bulunarak kanun namına şu mübhemiyeti izaleye medar olacak sualleri niçin irad etmedi? Li-ma’zeretin mecliste bulunamadıysa niçin maddeler kesb-i kanuniyyet etmeden evvel bu mes’eleyi tebyin-i hakıkat hul vaki olmuş ise bu hareket vazifeye karşı bir eser-i lakaydi değil midir? Lüzum görülmemiş ise bugün bu işareti vaz’a saik nedir? Mecliste bir madde vardır: Her kim ki kendi tarafından tamam olan şeyi nakz etmeğe sa’y ederse sa’yi merduddur. Bugün bu madde meb’us-ı muhteremin hareket-i vakıasına tam mahall-i tatbik olmuyor mu? Bu kitabın’inci madde ile bir münasebeti yokmuş ne gibi münasebet aranıyor? Madde gazetelerden resail-i mevkuteden bahsediyor. Te’life kitaba şümulü olamaz kitap men’ olunamaz mı? Yoksa kitap men’ olunabilir fakat bu maddeye tatbik olunamaz mı denmek isteniliyor. Muharrir-i makale buralarını mübhem bırakmıştır. Birinci ihtimali ele alalım: Kitap da men’ olunabilir. Zira men’ kanunen matbuat ceraimi için bir ceza olarak kabul edilmiştir. Gazete ve resail-i mevkutedeki neşriyat men’ cezasını müstelzim bir mahiyette takdir olunur ise Meclis-i Vükela bu babda bir karar sail-i mevkute için bu men’i matbuat kanununun’inci maddesi ihtiva etmektedir. Kitaplara gelince bunu da matbaalar kanununda buluruz. Zira bu kanunun kütüb ve resail-i gayr-ı mevkuteye dair olan ikinci faslının’nci maddesinde aynen şu sarahate musadif oluyoruz: Matbuat kanununda ceraim-i matbuat hakkında münderic ahkam-ı cezaiyye kütüb ve resaille vaki olan neşriyata dahi şamildir. Burada cürüm kitabın muhtevi bulunduğu neşriyattır. Neşriyatı cürm haline ifrağ eden meclisin kararıdır. Bu kararın yalnız gazete ile resail-i mevkuteye inhisar edeceğine dair elde bir madde olmadığı gibi’inci maddede buna dair bir kayıt dahi yoktur. Mefhum-ı muhalifiyle istidlal ise meraci-i tefsiriyyemizin kabul eylediği kavaid-i istinbatiyyeye manidir. Zaten men’in Meclis-i Vükela kararıyla olacağı hakkındaki nass-ı kanuninin lüzum-ı karara ait delaleti dall bi’lişare suretiyle olup dall bi’l-ibare tarikıyle değildir. Çünkü vazı-ı kanunun maddedeki maksadı men’in ne suretle vaki olacağını beyandır. Maddenin mesukun-lehi budur. Lüzum-ı karar değildir. Lüzum-ı kararı bi-tariki’l-işare istidlal ediyoruz. İkinci ihtimale gelince deriz ki: Bu madde medar-ı tatbiktir. Zira men’ cezasını natıktır. Yedinci maddenin ma’tufudur. Ahval-i mümaselede mehakim ma’tuf olan maddeyi zikrederek tatbikatta bulunur. Mukarrerat-ı mehakimden bu kabil binlerce emsal gösterilebilir. Şu halde muharrir-i makaleye sorulmaz mı ki: Matbuat kanununun ’inci maddesi men’e dair olan hükm-i cezaiyi tazammun etmiyor mu? Men’ bir ceza ise matbaalar kanununun’nci maddesinin sarahatinden hariç kalabilir mi? Hariç kalamaz bi ihamatta bulunmak ma’nasız olmaz mı? diniyyesi şaibe-dar gösterilmiştir. Zira eser Abdullah Cevdet Bey’e izafet olunduğu halde din-i İslam aleyhindeki ta’biri aleyhinde neşriyatta bulunduğunun hükumetçe kabul edildiği neticesi hasıl olmuştur. Muharrir-i makale bu esası şöyle tavzih ediyor: “İ’lan-ı resmide ise kitap bir müslüman tarafından te’lif edilmiş suretinde bildirildiği gibi din-i İslam aleyhindeki de-i diniyyesi şaibe-dar olmuş oluyor. Binaenaleyh her şeyden evvel burasının tashihi iktiza eder. Hükumet vaki olacak kanuniyyesini isti’mal ile değil aharın hukukuna riayet etmek ile mükellef bulunduğunu bilmesi lazım gelir. Bugünkü günde hiçbir müslim ne kadar hür-endiş Libri pansör olursa olsun mütemessik olduğu dinin aleyhinde hameran-ı tenkid olamaz. Çünkü serd-i mülahazat-ı felsefiyye böyle ahvalde suret-i umumiyyede yani umum edyan ve mezahib hakkında icra olunabilir ise de münhasıran kendi dinini teshif ma’razında irad-ı efkar edecek adam tasavvur edilemez.” Bir adamın mücerred ismi kendisinin İslam telakkısini liline i’tibar olunur. Abdullah Cevdet Efendi tercümesinde namına izafet eylediği mütalaatta kendisinin zahiren İslam telakkısine mani’ akval derc eylemiştir. Derun-ı eserde mütercimin namına izafetle tezyil eylediği haşiyeler şöyle dursun yalnız şuracıkta aynen nakletmekte olduğumuz mukaddimeyi tetebbu’ bile Abdullah Cevdet Bey’in mahiyet-i diyaneti hakkında bir fikir verebilir: Tarih okumak tarikıyle basıraya işitmek tarikıyle samiaya ve bunlardan biri veya her ikisi ile de vicdan dediğimiz merkez-i idrak ve mülahazaya ahval ve takallübat-ı cihanı nakleden adeta bir “sinematoğraf” menzilesindedir. Ta’rif ve ta’bir-i digerle tarih “rötuş”suz yani hutut ve anat-ı hakıkiyyesi asla tezyid ve tahfif olunmamış aslına tamamen ayine-nüma bir fotoğraf levhası gibidir. Hakıkı tarih böyledir böyle olmak lazımdır. Böyle olmayan ve tarih namı verilen kitaplar ya gafilane yahud gafil-şikarane asardandır. Hakıkı tarih namının levazım ve mahsusatını bi-hakkın haiz bir Tarih-i İslamiyyet vücuda getirilerek din kardeşlerimizin piş-i ıttıla’ ve mülahazasına arz edilmek lazımdı. Vücuda getirilerek diyoruz çünkü üç mühim lisan-ı İslam olan Arap Fars Türk dillerinde yazılmış böyle bir tarihin bulunmadığını tahkik ettik. Bu yoksulluğun sebebini ez-cümle müslüman hükümdarlarının istibdadında aramalıdır: Tarih aksam-ı ulumun en ziyade göz açanıdır; göz açıklığıyla istibdad ve iğfalin bir yerde yaşayamayacağı ayandır. Gözü açılan ahali zulmü görür; hürriyeti görür adalet ister hakıkat en zalim en hain u’cubelerini gölgede bırakan cebabire-i İslam’ın cehaletleri Şeyh Sa’di’nin Perişani-i hatır-ı dad-hah Ber-endazed ez-memleket padşah! tenbihindeki hakıkat-i müdhişeyi idrak hususunda irfan-nümadır. Biz müslümanların bir Tarih-i İslamiyyet’e olan ihtiyaçlarını şiddet-i kafiyye ile hissetmekte idik. Evsaf-ı matlubeyi haiz bir Tarih-i İslamiyyet’i Hollandalı müsteşrik-i şöhret-gir Profesör Doktor Dozy’nin asar-ı fazılanesi arasında bulduk. hükmüne iktifa ettik: ünvanıyla Fransızca’ya mütercem olup büyük bir ihata-i nazar ve derin bir im’an göstermekle mümtaz ve kat’iyyen bi-taraf bir akl-ı selim mahsulü olan bu kitabı Türkçe’ye naklettik. “Müellif: Hollandalı gayrimüslimdir ve binaenaleyh ağyar-ı dindendir beyanatı şayan-ı itimad olur mu?” yolunda bir sual-i mukaddere şöyle cevap veririz: Müslümanlık muameleden ibarettir demektir. Bütün saat-i hayatını tedris ve mütalaa ile geçiren ve ibadullahın tenvir-i ezhanına halka nafi olmaya çalışan alim fazıl Doktor Dozy: A’mal ve amali kara avare Hamidlerden bin kat ziyade müslümandır. ve ve diyen bizim peygamberimizdir. Alim fazilet-kar olan her ferd müslimdir. Cahil fasidü’l-ahlak olan bir kimse ahfad-ı Resulullah’tan bile olsa müslim değildir. İrfan ve fazilet bütün edyanı bir dine yani hak ve hakıkat dinine irca edecektir ve etmektedir: Doktor Dozy İslamiyet’in tarihini bundan takriben kırk sene evveline gelinceye kadar yazmıştı kırk sene evvelden bugüne kadar İslamiyet’in tarihi muhibb-i fazılımız A. Key Efendi hazretlerinin “Kırk Seneden Beri İslamiyet” ünvanlı makalesinden iktibas olunmuştur. A. Key Efendi genç bir müsteşriktir; ahval-i İslamiyye’ye ve gavamız-ı din-i İslam’a öyle bir derece-i aliyyede muttali’dir ki ulema-yı İslam arasında adili gösterilemez denilse caizdir. Menabi-i İslam namıyla Fransızca neşretmek üzere olduğu cild-i azimden genç müsteşrikin ne kadar ta’b-na-pezir bir müdekkık ne yaman bir himmet-i idrak sahibi olduğu anlaşılacaktır. Tercüme-i eserde ta’kib ettiğimiz usul dindarane bir i’tina tamamiyet-i metniyyesini muhafaza etmekten ibarettir. Tarafımızdan metn-i kitaba ilave olunan dört harftir ki mu’terize yerine s.a. radiyallahu anha yerine r.a. harflerinden ibarettir. Bazı mülahaza ve ilavatımız; haşiye suretinde sahaifin nihayetlerine kayd edilmiş ve zirlerine A. C. imzası konularak müellifin haşiyelerinden tefrik olunmuştur. Bugün ehl-i İslam için Tarih-i İslamiyyet’ten daha ziyade nafi mütalaa ve mülahazası daha ziyade kat’iyyü’l-lüzum bir kitap yoktur i’tikadındayız. Hurafat ve iğfalat ile dolu asar-ı gafilane veya muğfilanenin mevsim-i revacı saye-i feyz-i tekamülde çoktan geçti. Ne kadar anif olursa olsun mu’tekadat ve hissiyat-ı evvelinimize ne kadar mugayir bulunursa bulunsun hakıkat ile yüz yüze gelebilmek cesaretine malik olmalıyız yiğitlik yalnız düşman kurşununa göğüs germek değildir. Hakıkat ve hakkın saltanat-ı samedaniyyesi önünde nefs-i cahilimizin nişanlanmaya kudret göstermeliyiz ve asıl böyle bir şecaat-i ruhiyye ile bahadır olduğumuzu isbat etmeliyiz. Din muameleden hadis-i şerifi iyice mülahaza olunursa umumiyetimiz i’tibariyle biz müslümanların ne kadar bed-din veyahud bi-din olduğumuz anlaşılır. Efdal-i ibadat insan kendi nefsinden başlayarak ve hatta feda-yı nefs ile başlayarak kaffe-i ibadullaha nafi ve hadim olmaktır. Din-i bülend-i İslam’ın bu dakıka-i ictimaiyyesine muttali olmayan cehele-i ibadet-karan; Hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin: beyt-i meşhuruna ma-sadak olmaktan hali olmazlar. Cehl ü zulm ile hakıkı Müslümanlık bir yerde yaşamaz. Müslim kelimesi selamet kelimesinden müştak olduğu nazar-ı i’tibara alınırsa cehalet ve zulmün bulunduğu yerde İslamiyet’in yaşayamayacağı ve İslamiyet’in hükümran olduğu yerlerde cehalet ve zulm cay-gir olamamak lazım geldiği bila-müşkilat anlaşılır. Mazinin muamelat ve inkılabatını mülahaza ve sergüzeşt-i aba ve ecdaddan istifade ederek hal-i hazırın levazım ve ilcaatıyla bil-muvazene bu muvazeneden hayat-bahş bir netice necat-aver bir ders-i intibah almak: Mütalaa-i tarihten maksud işte budur. Tekrar ve te’yid ederiz bu eserin tercüme ve neşrinden murad; mütalaasından böyle bir ders alınabilecek bir kitabı ehl-i İslam’ın huzur-ı iz’anına takdim etmektir. Vesselamu ala menittebealhüda! Eserin mahiyet-i ma’lumesine karşı bu mukaddime-i şu tarz-ı telakkı niçin Meclis-i Vükela için başka türlü olsun? Meclis-i Vükela da zahire bakar. Neşriyatı din-i İslam aleyhinde görürse ve mütercimin dahi bu yolda sahif mütalaalar serd ettiğine muttali’ olursa bu ta’biri isti’malde bir mahzur görmez. Hülasa akval-i küfriyyeyi irad eden netaicine mütehammildir. kulu arasına girilemez. Bugün bila-tefrik-i din ü mezheb herhangi bir şahsın imansız vefat ettiğini hiçbir mü’min i’tikad edemez. Akval ve ef’aline göre kendisine mümin veya gayr-ı mü’min muamelesi yapar. Müslümanlarca müsellem olan bu esasları zannetmeyiz ki muharrir-i makale kabul etmemek daiyyesinde bulunsun. Bina-berin kendilerine bu noktada da bir sual teveccüh eder: olarak kabul ve bir müslümanın dini aleyhine neşriyatta bulunmakla lece ma’lum olduğu gibi kitapta da hilafını gösterir delail mefkuddur. Muharrir-i makale bu esas için aynen şu sözleri söylüyor: “Biz eseri görmeksizin müessir sıfatıyla gösterilmiş olan Abdullah Cevdet Bey’in diyanet ve fetanetini bildiğimiz cihetle kendisini böyle bir sakıme ile ma’yub ve medhul edebilecek derekelere düşmeyeceğinden emin idik. Olsa olsa havsala-i enama güncayiş-pezir olamayacak bazı beyanat-ı halde dahi matbuat kanununun’ncı maddesinin şu: Edyan ve mezahib hakkında delaile müstenid mebahis-i ilmiyye ve felsefiyye tahkir addolunamaz fıkrası te’lif-i mebhusun-anha kabil-i tatbik olacağını ve din-i İslam aleyhinde bulunduğuna hükmolunamayacağını teemmül etmiş Daha kabına ihale-i nazar eder etmez balada izah eylediğimiz evsafı maal-istiğrab gördük ve okuduk. Bu halde hem verdiğimiz ihtimalat kendi kendine zail oldu hem de meydana bir hakıkat ile beraber bir de büyük bir hatada bulunulduğu maddesi çıktı. Çünkü kitap bir müdekkıkın ve üç darü’l-ulumun muhabirin ve müntesibininden meşhur bir tarih mualliminin eseri bulunduğu... ilh.” Abdullah Cevdet Efendi ihtimal ki dindardır. Dedik ya! Bir adamın hakıkaten muvahhid veya mülhid olması umur-ı batıneden bulunmak hasebiyle bilinemez. İslamiyet vicdan casusluğuna da mesağ göstermez. Yalnız muamelat için zevahire bakılır. Abdullah Cevdet Efendi kendisine izafetle neşreylediği eserde dinsizliğini gösterir ikrarlarda bulunmuştur. ken şehadete lüzum görülmez ki Ebuzziya Tevfik Beyefendi mütercimin kendilerince ma’lum olan diyanet ve fetanetini mevzuubahis etsinler. Abdullah Cevdet Efendi bugün bile bu sözlerinden tövbe ve rücu’ ile izhar-ı iman ederse yine zahire bakılarak kendisi dindar addolunur. Mes’ele bu kadar basit iken dindarlığını isbat edeceğim diye uzun uzadıya serd-i makale tekellüfat-ı zaideye mahal var mı? Matbuat kanununun on altıncı maddesinin burada makam-ı mıdır diye düşündük. Bu maddenin bahis bulunduğu ceza ve istisna failin tecziyesi haline ma’tuftur. Eserin memnuiyetine ait değildir. Abdullah Cevdet Bey’in şu tercüme ve mütalaatından dolayı şahsen mes’ul ve muateb olması için ikame-i dava edildiği takdirde bu madde mevzuubahis edilebilir. Fakat şimdi Abdullah Cevdet Efendi’nin şahsı hakkında bir guna takibat-ı kanuniyye icra edilmiyor. Matbaalar kanununun yedinci maddesinin matufu bulunan matbuat kanununun’inci maddesi hükmüne tevfikan müessir Abdullah Cevdet Efendinin eseri olan Tarih-i İslamiyyet Meclis-i Hass-ı Vükela’nın salahiyet-i takdiriyyesine müstenid olarak ihtiva eylediği neşriyat cürmünden dolayı men’ cezasına uğruyor. Tekrar edelim: Zat-ı müellif ceza-dide edilmiyor eseri ceza görüyor. Ama münferiden eser mahall-i ceza olabilir mi? İşte bu nükteye mebnidir ki kanun şu cezayı tatbike mahkemeleri değil kuvve-i icraiyyeyi me’mur ediyor. Meclis-i Hass-ı Vükela ahval-i mümaselede mahkeme vazifesini ifa suretiyle karar ittihaz etmekte Dahiliye Nezareti de bu kararın hükmünü tenfiz eylemektedir. Şu halde bu esastaki müddeiyat da hariç ez-saded olmuyor mu? miyye’ye hizmet emelinde bulunmuştur. Zira kitabın mütalaası muharrir-i makalede böyle bir fikir husulüne badi olmuştur. Muharrir-i makalenin şu sözlerini okuyunuz: “Abdullah Cevdet Bey ise sırf millet-i İslamiyye’ye bir hizmet-i diniyyede bulunmak maksadıyla bu eseri intihab ve tercüme etmiş olduğu indimizde tahakkuk etti. Her türlü zehabımızı zir ü zeber eden bu hakıkatin zahir olmasından dolayı kalben bir büyük inşirah ve fakat bu inşirah ile beraber yine kalben amik bir infial hasıl eyledik münşerih olduk çünkü fetanet-i mecbulesini maarif-i müktesebesiyle tezyin etmiş olan bir müslüman-ı kamilin atfedilen seyyieden pak-damen olduğunu gördük. Münfail olduk çünkü bir bir sakımeye nisbet edilen adamın indel-umum ilelebed mazhar-ı nefrin olacağını düşündük de tarz-ı tebliği lisan-ı hükumete layık görmedik.” Neşrolunan tercümede bu hizmet emeli görülemiyor. O emel bulunmuş olsa idi yalnız tercüme ve fuzala-yı ümmetin nazar-ı dikkatini celb ile iktifa olunurdu. Halbuki mütercim maal-istihsan eseri kari’lerine takdim ediyor. Ve kendi hesabına sizdir ki din için kastolunan hizmet bu değildir. Zira menafi’i bu gayeye vasıl olacak beyanatta bulunur. Dinsizliği ta’mim suretiyle ümmet-i İslamiyye’ye bir hizmet! maksud ise fetaneti müsellem olan bir zatın bu hizmetin! netice-pezir olamayacağını takdir etmesi lazım gelir. Açık söyleyelim: Böyle eserler yazarak hissiyyat-ı diniyyeyi mahva çalışarak dinsizliği İslamlar arasında neşr ve ta’mim hayali Yunanilerin tahayyülatı gibi bir seraptan ibarettir. Bihamdihi ve keremihi teala din-i İslam o kadar metin ve kavi bir dindir ki onunla çarpışan herhangi bir kuvvet behemehal ezilir. Mahv u tebah olur. Böyle tasavvurat-ı batıleden hayal-i muhallerden vazgeçerek saadet-i dareynimizi te’min eden din-i celile hizmete bakmalıyız. Bunca anasır-ı müslimeyi tevhid eden rabıta-i diniyye la-semehallah haleldar olursa vatan da kalmaz Osmanlılık da kalmaz. Memlekette epeyce cereyanlar görüldü. Tecarib pek çok acı hakıkatleri meydana çıkardı. Bizim için selametin nerede olduğu gün gibi aşikar oldu. Dinsizliği ta’mime çalışmak memleketi izmihlale sürüklemektir. Terakkıyat düşmanlarının din nikabı altındaki taarruzatını evvel ve ahir takbih edenlerdeniz. Sırat-ı Müstakım’in bütün neşriyatı bunu gösterir. ederiz ve ne de dinsizliği ta’mim ile saadet-i istikbaliyyemize suikastte bulunanların harekatına iğmaz-ı ayn ederiz. Bugün narak tercüme ve neşredilmiştir. Hatta bu ümniyeyi te’min maksadı haricinde bulunan kelimat ile ifade eylemiştir. Ebuzziya Tevfik Beyefendi merak buyururlar ise aslıyla tercümeyi karşılaştırsınlar. Fakat şunu rica ederiz ki yedi yüz bu kadar sahifeyi iki gecede mütalaa etmek gibi roman kıraatinde bile tecviz olunamayacak tüsarii bırakarak maksada nüfuzu te’min için biraz i’mal-i fikre muvaffak olsunlar. tib vezaifi ihmal etmiştir. Zira hükumet yalnız kendi hak ve salahiyetini isti’mal ile değil aharın hukukuna riayet etmek edeceği te’siri yani böyle bir sakımeye nisbet edilen adamın mecburiyetindedir. Abdullah Cevdet Bey’in ismi tercüme denilen eserde mütercim olarak gösterilmiş ve mühürsüz nüshaların sahte olduğu beyan edilmiştir. İstitradların dahi kendisine aidiyyetini mütercem eserde i’tiraf ile her birine ayrıca imza vaz’ eylemiştir. Ve zaten kendisinin teşkil eylediği ictihad Kütüphanesi’nin ’inci adedi olmak üzere neşrolunarak tul-i müddet Mısır’da ve Meşrutiyet’in i’lanından yevm-i men’e kadar da memalik-i saire-i Osmaniyye’de herkesin elinde tedavül etmiş ve efkar-ı İslamiyye’de görülen teheyyüc üzerine gazetelerde de az çok mevcudiyetinden bahsolunmuş olduğu halde Abdullah Cevdet Efendi bu eserden teberri etmemiştir. Demek ki eserin muma-ileyhe aidiyetinin artık söz götürecek yeri yoktur. Bu hali kabul eden bir adama hükumetin nasıl muamele etmesi bekleniliyor. Bir adam dinsizliğini ala rüusi’l-eşhad i’lan ederse hükumet buna karşı “din-i İslam aleyhinde” ta’birini isti’malden tevakkıye neden lüzum görsün? Ebuzziya Tevfik Bey’in ihtiraz etmekte oldukları su-i te’siri yani böyle bir sakımeye nisbet edilen adamın indelumum lan-ı resmi değil muharririn tercümedeki mütalaatıdır. Muharrir o mütalaatını saha-i matbuata tevdi etmekle bu kabil ta’biratın hakkında isti’maline rıza-dade olmuştur. Ebuzziya Tevfik Beyefendi pekiyi takdir buyururlar ki kraldan ziyade krala kimse tarafdar olamaz. Bir adam dinsizliğini İslam aleyhinde bulunduğunu i’lan edip durur iken hükumet onu dindar ve İslam muhibbi gösteremez... Biz bi-taraflığı böyle anlıyoruz. Her ferdin ef’alini satir olmak hükumetin cümle-i vezayifinden telakkı olunuyor ise müddei-i umumilik teşkilatına lüzum yoktur. Madem ki mücrim efrad-ı tebeasından biridir. Bizzat kabul ve i’tiraf ettiği cürümlerden bile nazarında beri olmalıdır. Mantık bu mudur? edilmiştir. Zira eser hiçbir niyyet-i gayr-ı halisaya ve kat’an bir fikr-i tenkid ve muahezeye ibtina etmemek üzere sırf bir bi-taraf alimin bugünkü günde hususat-ı tarihiyyede amil-i münferid tanınmış olan terk-i şahsiyyet mesleğinde yazılmış ve ihtiva eylediği teşrihat-ı musibe neticesinde muharrir-ı makale için bunca tetebbua rağmen elli senede öğrenemediği Vehhabi mezhebiyle suret-i zuhur ve intişarı hakkında ma’lumat-ı muknie hasıl olmuştur. Muharrir-i makale bu esasın tazammun ettiği tahassüsatını şöyle tasvir ediyor. “ sahifeyi şamil olan bu kitabı saika-i merak bana şu dem-i bimaride iki gecede mütalaaya mecburiyet verdi. Şu hakıkati i’tiraf ve maalhicab i’lan ederim ki ahd-i tufuliyyetimden yani tamam elli seneden beri kulaklarım dolmuş olan Vehhabi mezhebi ve onun suret-i zuhur ve intişarı hakkında şimdiye kadar kanaat-bahş olacak hiçbir esere muttali olmadığım halde bu kitap sahifesini tahsis ettiği izahat-ı vakıfanesiyle bana elli senede öğrenemediğimi elli dakika zarfında öğretmiş oldu. Şimdi umum ebna-yı memleketime sorarım ve hatta bu kitabın men’ine Meclis-i Hass-ı Vükela’yı sevk eden kuvve-i mechuleden de sual ederim! Şu Vehhabi mezhebi ve onun sebeb-i zuhuru ve el-yevm bulunduğu hal ve mevki’ hakkında bana ve benim gibi öğrenmek lazım geleceğini lütfen ta’yin ve işaret buyursunlar. Tarih-i ne kadar geçirdiği safahat-ı tarihiyyeyi ve zuhur eden mezahib fikr-i garaz-kariye hiçbir niyet-i gayr-ı halisaya ve kat’a bir fikr-i tenkid ve muahezeye ibtina etmemek üzere sırf bir alim-i bi-tarafın bugünkü günde hususat-ı tarihiyyede amil-i münferid tanınmış olan terk-i şahsiyyet mesleğinde yazılmış bir eser-i güzininden başka bir şey değildir.” Dozy’yi müdafaaya tealluk eden bu teşrihatı biz muvafık-ı nefsü’l-emr görmüyoruz. İşte ihtilaf buradan çıkıyor. Biz diyoruz ki: Dozy bi-taraf değil bir müfteridir. Eser terk-i şahsiyyet mesleğinden aridir. Müellif İslamiyet hakkında bir niyyet-i gayr-ı halisa ta’kib etmiştir. Eseri fikr-i tenkid ve muahaze ile mal-a-maldir verdiği ma’lumatın çoğu hakıkate mugayirdir hatta Ebuzziya Tevfik Beyefendi’nin hassaten mazhar-ı sitayişi olan Vehhabilik mezhebini bile anlayamamıştır. Eserde hakaik serapa tahrif olunmuştur. İşte görülüyor ki iki taraf da hal-i iddiadadır. Bu iddialardan hangisi doğrudur. Bunu delail gösterecektir. Biz müddeiyyatımızı bi-havlihi ve keremihi teala birer birer isbat edeceğiz. Zaten bu maksadla her hafta reddiye yazılıyor. sahayifin hükmü kabil-i iskattır. Zira ityan olunacak delail-i kaviyye ile irad edilecek tenkıdat-ı ciddiyyeye karşı hatanın muhafaza-i mevcudiyyet edemeyeceği der-kardır. Bu esas makalede atideki iki satırla ifade olunmuştur: “Bazı cihetlerle hata-alud görülebilecek sütur ve sahaifinin hükmünü kafildir.” Muharrir-i makale kendi hesabına eseri hata-alud görmüyor çünkü bu fıkrayı müddeiyyat-ı sabıka ile başka türlü te’lif edemeyiz. Şu kadar ki ta’bir-i mahsusları vechile bazı cihetlerle başkalarınca görülebilmesi ihtimalini mevzuubahis etmek isteyerek bu yoldaki sütur ve sahaifin hükmünü iskata delail-i kaviyye ile irad edilecek tenkıdat-ı ciddiyye kafildir diyorlar. Daha doğrusu ibraz-ı delail edin diye tehditte bulunuyorlar. Buna karşı söylenecek söz müdafaatın netaicine - Eser bu mezayadan ari farz olunarak muhaliflerin zehabı vechile din-i İslam aleyhinde telakki halinde de Abdullah Cevdet Bey; işbu tercümesiyle musib bir herekette bulunmuştur. Zira bir te’lif-i garaz-aludu ebna-yı dinine bildirerek onun redd ü cerhine teşebbüs edeceklere bir zemin-i tedkık hazırlamıştır. Hatta alem-i İslam’ın edvar-ı inkılabiyyesini sahifede kayda muvaffak olan bir müslümanın mesubat-ı uhreviyyeye nailiyyeti farz olunsa Abdullah Cevdet Bey’in ecell-i derecat ile me’cur olacağının tahmini muharrir-i makalece pek tabii görülmüştür. Makalede bu esası tavzih eden satırlar şudur: “Şimdi kitaba bir başka nokta-i nazardan bakalım: Farz edelim ki bu eser serapa din-i İslam aleyhinde birtakım dullah Cevdet Bey de bu kitabı böyle olduğu için tercüme ederek ma’raz-ı tedkık-i İslam’a vaz’ etmek istemiştir. Acaba bu fiil ve hizmetiyle hatada mı bulunmuştur? Yoksa muttali’ olduğu böyle bir te’lif-i garaz-aludu ebna-yı dinine bildirip de onun redd ü cerhine teşebbüs edeceklere bir zemin-i tedkık mi hazırlamıştır! Geçen asr-ı hicrinin sülüs-i ahirinde bi-medani zuhur etmiş idi. Bu zatın Redd-i Nasara isminde Arabiyyü’l-ibare Urdu ve Farisi lisanlarına hatta İngilizce’ye tercüme edilmiş bir de eser-i mühimmi vardır. Bu kitap olan birçok iftiraları nakl ile hem her birini red ve hem de zehab-ı hazır-ı Nasara’yı muahaze ederek İseviyetin hakıkatini beyan eder. Kitabın neşri üzerine Hind’e me’mur misyonerlerden meşhur Devaid Rahmetullah Efendi’nin dest-i fezail-peyvestini öpmüş ve kelime-i şehadet getirmiştir. Şu fıkra-i istitradiyye ile Abdullah Cevdet Bey’in tercümesine ric’at ederek böyle bir kitabı ala-tariki’l-tercüme ebna-yı dininin enzar-ı ıttılaına arz eden ve sene zarfında alem-i yen bir müslümanın mesubat-ı uhreviyyeye nail olacağını farz eylesem bu mesubatın ecell-i derecatıyla Abdullah Cevdet Bey’in nail-i mükafat olabileceğini tahmin edebilirim.” Bu iddiayı sadedden hariç görüyoruz. Zira mücerred eserin tercüme olunmasını tahtie eden yoktur. Mütercim müellifin yazdıklarını tamamı tamamına tercüme etmiş olsa ve kendi namına mütalaalar ilave etmemiş bulunsa ilk müteşekkiri biz olurduk. Zira dinimiz aleyhindeki müfteriyattan bir an evvel haberdar olarak i’ta-yı cevaba hazırlanırdık. Halbuki mütercim böyle mi yapmıştır? Bi-taraflığını hiçbir suretle muhafaza edemeyerek takdir ü tahsinlerle kari’lerine yanen göstermektedir. Artık bu hale karşı tercüme ettiğinden dolayı memnun kalmalıyız demek mugalatadan başka neye mahmul olur. Bu kabil asarı tercüme etmelerini ehl-i lisandan temenni ederiz. Çünkü bu himmetler müdafaayı teshil eder. Fakat eserdeki müddeiyat ve müfteriyatın isabeti iddia olunur ise o zaman mes’elenin rengi değişir. Müellif gibi mütercimi de muarız addetmek zaruri olur. Bunlar o kadar bedihiyattır ki buralarını anlamak istemiyor da nafile yere birçok tekellüflerle mukayeseler yapıyor? Me’curiyet bahsine gelince böyle bir me’curiyet te’min edecek mazhariyetten Cenab-ı Hakk’a sığınırız. şöyle dursun bilakis himaye etmiştir. Zira tarih-i dinimizin şehadetiyle sabit olduğu vechile fırak-ı dallenin müddeiyatına karşı i’ta-yı cevaptan başlı başına bir ilim teşekkül eylemiştir ki bu sayede yani serbesti-i müzakerat suretiyle mamıştır. Üşenmezseniz sahib-i makalenin şu sözlerini de dinleyiniz: “Bu mebhasta biraz da tarih-i dinimizle istişhad edelim: Ma’lumdur ki vaktiyle İslam’da zendeka çıktı ilhad çıktı. Tabiiyyun zuhur etti Tenasühiyye İsmailiyye Karamita Babekiyye gibi namlarla birçok mezhebler zuhura geldi ve her biri mezheb meslekleri hakkında yüzlerle kitaplar te’lif ve neşreyledi. Hala şark ve garb kitaphanelerinde bu mücelledat mevcud ve mahfuzdur– ve Milel ve Nihal’e dair müellefatta turdur. Bunlara karşı ulema-yı İslam’ın en büyük silah-ı tedafüü ne idi? Kelam! Hiçbirine suret-i aharla manialar göstermediler. Zecriyyat-ı maddiyyeye müracaat eylemediler meydanı fenn-i kelam ile mütekellimin-i benama bıraktılar. Bir asra varmadan memalik-i İslamiyye’nin hiçbir köşesinde bunlardan nam u nişan kalmadı.” Ebuzziya Tevfik Beyefendi emin olsunlar ki eslafın serbesti-i edyan ve mübahasat hakkındaki nokta-i nazarlarının ahlaf da varisidir. Ulema mübahaseden kaçmamıştır. Eserin men’i teşeffilerini mucib olmaz. Her satırındaki butlan; müellif ve şüreka-yı cürmünün yüzlerine edille-i akliyye ile çarpılmadıkça ulema kendilerini ifa-yı vazife etmiş saymaz. Ama mübahase esnasında hükumet lüzum görmüş de eseri men’ etmiş buna da tabii karışamaz. Hükumetin li-maslahatin tevessül ettiği icraat-ı mania üzerine ulemaya tariz etmek eser-i seleften ayrılmakta olduklarını nısfet midir? İcraat-ı hükumet başkadır. Müdafaat-ı ulema başkadır. Niçin birbirine karıştırılıyor? Sıratımüstakım akıb-i intişarında bu eserin mevcudiyetini gönderilen bir nüshasından öğrenir. Bir müddet sonra eser Babıali caddesindeki kütüphane camekanlarında görülür. Efkar-ı İslamiyye teheyyüc eder. İdarehaneye her gün lüzum-ı müdafaa temenniyatına dair birçok varakalar vürud eyler. Manastırlı İsmail Hakkı ve Musa Kazım Efendiler hazeratına müracaatta bulunuruz. Meşagıl-ı fazılanelerinin adem-i müsaadesi görülünce Bereket-zade İsmail Hakkı Bey hazretleriyle Baban-zade Ahmed Naim Bey ve Darulfünun dilere bu vazifeyi deruhte etmelerini rica ettiğimiz bir sırada Mart vekayii teşebbüsatımızı akım bırakır. Nisandan sonra teşebbüsatımızı tecdid ederek Naim Beyefendi tarafından müdafaa yazılması beyne’r-rüfeka kararlaşır. Fakat müşarün-ileyh eserdeki bazı fıkarattan esna-yı tercümede tahrifat vukua getirilmiş olmasından şüphelenerek aslını görmek isterler. Buradaki kitapçılarda bulamadığımızdan Paris’e sipariş verilir. Nüsah-ı mevcudenin tamamiyle tükendiği cevabı alındığından vuku’ bulan tavsiye üzerine bir kere de Felemenk’teki kitapçılardan sordurulur. Kezalik bulunamadı cevabı alınır. Nihayet Bursa meb’us-ı muhteremi Tahir Beyefendi hazretlerinin delaletiyle Fransızca nüshanın Ahmed Bey Akayef biraderimizde mevcud olduğu istihbar edilerek yakın zamanlarda eser Naim Beyefendi’ye isal olunur. Üstad-ı muhterem Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretleri devre-i nekahetlerinde vakit bularak reddiye yazmaya besmele-keş-i şüru’ olurlar. İşte bu sıralarda kitabın hükumetçe men’ edildiği ve reddi için de maarifte bir komisyon teşkil edilmekte bulunduğu gazetelerde görülür. Akabinde Ebuzziya Tevfik Beyefendi’nin hücum-ı ma’hudu yüz gösterir. tehyie hiçbir zaman varid-i hatır olmamış daima lüzum-ı müdafaa ciheti düşünülmüştür. Maamafih din-i mübin aleyhine serapa müfteriyattan mürekkep olan ve enva-i tahkir ve tez-yifi tazammun etmekte bulunan bir eserin bütün İslamların hissiyyat-ı diniyyesini rencide edecek surette kütüphanelerde avihte-i mevki’-i ihtiram olmasını münasib görmediğimizden hükumetten efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeye karşı böyle bir cemileye intizar ederdik. Hükumetin taht-ı mes’uliyyetinde yapmış olduğu şu muamele-i men’iyye haric ez-salahiyyet telakki olunur ise muharrir-i makale gazete sütunlarında ima ve ihamatta bulunacağına haiz bulunduğu meb’usluk salahiyetini bi’l-isti’mal istizahta bulunmalı dar olur. Şüphesizdir ki kabine gazete sütunlarındaki şikayattan ziyade meclisteki istizahatı nazara alır. Muharrir-i makale hukuk-ı umumiyyeye mugayir gördüğü ciheti istizah ile bir zararı izale ve bir haksızlığı telafi etmeliydi. Bunu yapmayıp da gazete sütunlarında teevvühat-ı acaizde bulunmak taglit-i efkardan başka neye hamlolunabilir? Ama görmek ve hakıkati bilip halka da bildirmek erbab-ı neşriyyatın vezaif-i esasiyyesindendir. Pekala bu vazifeyi takdir ederek memleketteki ekseriyyet-i efkarı işgal eden bu eseri i’tiraf olunduğu vechile hükumetin men’ine kadar niçin muharrir-i makale görmemiş hatta mevcudiyetinden bile haberdar olmamıştır. Ve hakıkati bildirmek takriz yazmak ve hükumete ders verircesine hiçbir esas-ı kanuniye bina-yı mütalaa olunmaksızın hücumlarda bulunmakla mı olur. Itidal-i demi muhafaza ederek tahassüsat-ı telamiz-perveriye mağlup olamayarak müddeiyyat-ı mücerrededen tehaşi suretiyle mütercim ve müellifin ne gibi ifadeleri hedef-i i’tiraz ittihaz olunabileceğini ve bu itirazatın şu ve şu esbab-ı mucibe ile gayr-ı varid bulunduğunu ve bina-berin Meclis-i Hass-ı Vükela’nın karar-ı mahsusuna esas olan takdiratın adem-i isabetini teşrih ile tebyin-i hakayık olunmak lazım gelirdi. Yoksa “Meclis yolsuzluk etmiş Abdullah Cevdet Bey’e dinsiz demiş zira ben dindar olduğunu biliyorum Dozy’nin eseri men’ olunamaz çünkü bi’l-mütalaa serapa hakayık olduğunu gördüm. Vuku’ bulacak müracaata karşı bir hey’ete takdir ettirerek onların vereceği karara göre hareket lazım gelirdi. Vakıa Meclis-i Vükela’nın hakk-ı takdirini şu suretle isti’mal edeceğine dair kanunen bir sarahat yok ise de ben böyle münasib görüyorum. Nitekim hükumet de son hareketiyle yani müdafaa yazılmak üzere bir komisyon teşkiliyle fikri min hakkimanenin asla bir kıymet-i hukukiyye ve mantıkiyyesi yoktur. muştur. Zira hürriyette esas kuvve-i mütefekkire olduğundan mahsul-i tefekkür olan asara maddeten mümanaat; tefekkürü men’ ü zecrdir. Bu esası muharrir-i makale şöyle tavzih ediyor: “Mahsul-i tefekkürat olan şeylere mevani-i maddiyye ile galebeye çalışmak veyahud ıttılaat-ı enama manialar teşkiliyle uğraşmak tabiat-i beşeriyyenin havassından bi-haber bulunmaya delalet eder. Fikre galebe yine mücerred fikrin şanındandır. Men’ ü zecr gibi halat bu asrın ihtivaat-ı fikriyye ve gaye-i nukat-ı tekamül olan mücahedat-ı ilmiyyesiyle nasıl tevfik kabul eder? Ba-husus bir hükumet-i meşrutada hürriyet-i fikriyyeye teaddi caiz midir? Her türlü havass-ı beşeriyyede olduğu gibi hürriyete dahi esas kuvve-i mütefekkiredir. Binaenaleyh mahsul-i tefekkür olan asara maddeten mümanaat edilince hürriyet nerede kalır? Hürriyet uğrundaki mücahedatımızın ne hükmü kalmış olur?” Kitap men’inden serbesti-i tefekkür hakkını iptal neticesini çıkarmak için bu kadar yorgunluğu ihtiyara acıdık. Serbesti-i tefekkür hakkını iptal bir adamı düşündüğü fikirden dolayı muakab etmekle olur. Yoksa mahsul-i tefekkürünün mazarratını tahdid ile bir adamın serbesti-i tefekkürü Bugün muzır bir ecza mucidinin muhteriinin vücuda getireceği eczayı ortadan kaldırmak serbesti-i tefekkürünü selametle mukayyeddir. Eğer Abdullah Cevdet Efendi bu eseri tertib ettiğinden dolayı bi-vech-i kanuni bir cezaya çarptırılır ise o zaman serbesti-i tefekkürü men’ edilmiş olur. Zannederiz ki bu kadarcık bir farkı bilmek büyük bir zekaya tevakkuf etmez. takarrür etmiştir. Çünkü mütercimin vazifesi tashih değil aynen nakl ü tahrirdir. Hatta Katip Çelebi Tarih-i Nasara namıyla bu yolda bir eser tercüme eylemiştir. Aynen tercüme ta’birinden muharrir-i makale; nasıl bir medlul istinbat etmekte olduğu kestirilemez. Aynen tercüme denilince anlaşılan ma’na müellifin yazdıklarını tamamı tamamına tercüme ettiği lisana nakildir. Mütercim tahsin ve tasvibe delalet eder kuyud ilave eder ve müellifin maksadından hariç bir ma’nayı ifade edecek kelimat isti’mal eyler leyi isti’mal etmek mütekellimin dahil-i iktidarı ise de onun ma’nasını tahdid eylemek istediği ma’nada elfazı isti’mal etmek salahiyeti haricindedir. Binaenaleyh muharrir-i makale aynen tercüme ta’birinin ifade eylediği medlulde tasarrufta bulunamaz. Abdullah Cevdet Efendi’nin elde bulunan tercümesine hiçbir zaman aynen tercüme medlulü sadık olamaz. müzakere ve icradan ibaret olan ve bir hey’et-i muhtelita-i kübra şeklinde bulunan Meclis-i Hass-ı Vükela’nın İslamiyet lis hususat-ı diniyye-i İslamiyyeye dair müzakeratta bulunamaz ve hiçbir zaman vazife-i asliyyesini vesayet derecesine kadar tevsi’ edemez. Bu iddia da müfrittir. Meclis-i Hass-ı Vükela kuvve-i ahaliden müntahab meb’usların vücuda getirdikleri kuvve-i kanuniyyeden müstefaddır. Kuvve-i kanuniyyedeki kuvvet de ekseriyette mütecellidir. Bugün bu vatanın ekseriyetini den tabii vekilleri ve bu vekillerden istinbat-ı kuvvet dolayısıyla Meclis-i Vükela alakadardır. Ekseriyetin arzusu muta’dır. Şu kadar ki ekseriyet daima hukuk-ı ekalliyyeti muhterem tutar ve bu hareketiyle icra-yı hükumete ehliyetini gösterir. Muharrir-i makale Ebuzziya Tevfik Efendi bir kere ortalığı dinlesin. Tarih-i İslamiyyet hakkında neler söylendiğini duysun. O zaman kendisini sadr-ı a’zam veya vükeladan biri olmak üzere farz etsin de bir arzu-yı umumiyi kesredecek kendisinde bir kuvvet bulsun. Böyle mukaddimatı müsellem olan netaici nazara almayarak Meclis-i Vükela İslamiyet’e ne karışırmış gibi sözler tecahüller hakıkati neşir vazifesiyle mükellef bulunan bir gazeteciye yakışamayacağından sarf-ı nazar bir meb’us için asla hoş görülemez. Tarih-i İslamiyyet’in men’i veya neşri İslamiyet’in hususat-ı diniyyesinden değildir. İslamlar hususat-ı diniyyelerinde Meclis-i Vükela mukarreratına müftekır değildirler. Bihamdihi ve keremihi teala ellerinde Kitap Sünnet İcma Kıyas gibi dört esas vardır. Hususat-ı diniyyelerini bu esaslara tevfikan hallederler. Mes’ele hususat-ı diniyyede değildir. Bu memlekette ekseriyeti tazib ve rencide eden bir keyfiyetin idame veya ref’indedir. Bu eser böyle sellemehüs-selam satılırsa İslamların etmek fikrinde ise tabii buralarını nazara alır. Bugün milel-i garbiyye yekdiğerinin hissiyatını rencide etmekten hazeren hatırat-ı muzafferiyeti ihyada pek ziyade dikkat ve teyakkuz gösterirler. Demek ki ekseriyetin arzusu yalnız dahil-i memlekette değil hariçte bile muhterem tutuluyor. Cemileler gösteriliyor. Risalet-penah efendimizi temsil sadedinde tertib olunan oyunun memleketinde oynanmasına Fransa hükumeti ma’lum telgraf üzerine Meşrutiyet’in i’lanından mukaddem murakabe-i adliyye teklifinde İngiltere hükumeti eser-i terahi gösterdi. Ebuzziya Tevfik Beyefendi’nin şu hakayıka karşı tecahül göstermekte olmasına doğrusu bir ma’na veremiyoruz. te’min etmiştir. Zira insanlar men’ olundukları şeye haris olduklarından eserin az bir zaman zarfında nüsah-ı matbuası tamamiyle tükenmiştir. Men’in bu kabil netaicini kim takdir etmez. İşte bu da gösteriyor ki menden maksad efkar-ı umumiyye-i İslamiyye’ye tarziyedir asayiş-i memleketi muhafazadır arzu-yı umumiye ittibadır. Yoksa eserin mazarratını akım bırakmak ulemaya neşr-i din ile meşgul zevata müteveccih vezaiften bulunduğundan bu maksad bi-havlihi ve keremihi teala müdafaa ve reddiyelerle ergeç hasıl olacaktır. müstakımden inhiraf etmiştir. Zira bu eseri bir encümen-i daniş-i ilminin enzar-ı tedkıkine vaz’ ederek verecekleri karara göre reddiye yazmak veya kuvve-i mücbireyi ber-taraf eylemek şıklarından birini ihtiyar etmek lazım gelirken bu cihetler nazara alınmamıştır. Meclis-i Hass-ı Vükela’nın takdirini isti’malde böyle bir kayd ile mükellefiyetine dair kanunda bir sarahat bulamadık. Hükumet takdirini isti’mal için isterse ehl-i hıbreye müracaat eder isterse meşhud olan mazarrata bina-yı hükm ederek bir an evvel ittihaz-ı karar eyler. Bu hususta ne Tasvir-i Efkar’dan ve ne de Sıratımüstakım’den ders beklemez zannındayız. ze muvafık bulunmuştur. Zira İbni Esir’i Ebu’l-Fida’yı mütalaa edenler daha pek çok hakıkatlere vasıl olurlar. merhum ile Abdullah Cevdet Efendi’yi mukayese gibi kıyas maal-farıktır. Anlaşılan muharrir-i makale İbni Esir ile Ebu’lFida’yı da ma’hud Tarih-i İslamiyyet’te olduğu gibi celse-i hatib kadar bir müddet zarfında tetebbu etmiştir. vardır. Tatvilden hazeren edib-i muhterem Mehmed Akif Bey’in geçen haftaki makalesinden bu esasa cevap olacak bir fıkrayı teberrüken naklediyoruz: “Acaba Antalya meb’us-ı muhtereminin Tasvir-i Efkar sahibinin piş-i azminde hiç teşebbüs edilecek iş kalmamış mı ki Tarih-i İslamiyyet gibi bir tezvirnameye altı sütunluk takriz yazıyor Abdullah Cevdet Efendi’yi tutup ekabir-i ümmetten Rahmetullah’ın yanına çıkarmak istiyor...” Bu makale-i reddiyye yazıldıktan sonra Takvim-i Vekayi’ ceride-i resmiyyesinde mes’eleye dair bir i’lan-ı resmi manzurumuz olduğundan aynen naklediyoruz: “Danimarkalı Dozy namında birinin eseri olup Doktor Abdullah Cevdet Efendi tarafından Türkçe’ye bi’t-tercüme Mısır’da tab ettirilerek Dersaadet’te neşr ü füruht olunmağa başlanmış olan Tarih-i İslamiyyet namındaki kitabın Seyyidü’l-enam aleyhi’s-salatu ve’s-selam efendimiz hazretlerinin hakk-ı ali-i nübüvvet-penahilerinde birtakım ekazib ve müfteriyyatı havi bulunmasından dolayı kitab-ı mezkurun men’i lüzumuna dair Dahiliye Nezaret-i Celilesinin Rebiü’levvel Sene tarihli ve numaralı tezkiresi ve evrak-ı müteferria Meclis-i Mahsus-ı Vükela’da lede’l-mütalaa meallerine nazaran zikrolunan kitabın mündericatı ekazib ve müfteriyatı havi bulunduğu anlaşılmış ve bunun neşr ü füruhtu der-kar olan mazarratı cihetiyle kat’iyyen gayr-ı caiz bulunmuş olduğundan ve matbuat kanununun otuz beşinci maddesi hükmünce memalik-i ecnebiyyede ve eyalat-ı mümtazede matbu gazete ya resail-i mevkutenin meclis-i mezkur kararıyla memalik-i Osmaniyye’de men’-i neşr ü tevzii mücaz olup matbaalar kanununun yedinci maddesinde matbuat kanununun ceraim-i matbuata müteallik ahkam-ı cezaiyyesinin kütüb ve resail ile vaki olan neşriyata dahi şamil olacağı muharrer bulunduğundan salifü’l-beyan kitabın hükm-i kanuna tevfikan men’-i neşr ü tevziine ait muamelat-ı icabiyyenin ifası hususunun Dahiliye Nezaret-i Celilesi’ne tebliği tezekkür kılınmış ve mucebince iktizasının miştir.” Takvim-i Vekayi’ Alem-i İslam’ın devr-i edbar ve inhitatı medaris-i İslamiyye’de ulum-ı hikemiyye ve riyaziyye tedrisatına hatime çekilerek ihtiyacat ve icabat-ı asriyye nazar-ı i’tibardan ıskat edilmesiyle başladığı herkesçe ma’lum bir hakıkattir. Uzun zamanlar bu ihmal ve tesamühün bu atalet ve taannüdün cezasını çektikten sonra nihayet evvelki hafta Bab-ı Meşihat medreselerimizde okunmakta olan ulum ve fünunun noksan ve adem-i kifayesini tarz-ı tedrisin min külli’l-vücuh nazar-ı dikkate alarak cedvel-i mahsus üzere tedrisata mübaşeretin kabul-i resm-i küşadını icra eyledi. Biz bugünü alem-i İslam’ın fatiha-i ikbali addediyoruz: Evet! Bugün pek kıymetli pek mukaddes tarihi bir gündür. Çünkü bir vakitler kaffe-i ulum-ı müdevvenenin mehd-i zuhuru ve her biri zamanının birer Sorbonne darülfünunu olan medaris-i ilmiyyede son zamanlarda ulum ve fünun hemen hemen kamilen denecek derecede indirasa yüz tutmuş hurşid-i maarifin tamamen uful etmiş olmasından her mü’minin ümidi külliyen münselib olmuş iken bugün şems-i ikbal-i İslamiyan yine şarkımızdan arz-ı didar-ı kudsiyyet eylemeğe başladı. Bu yevm-i mes’ud alem-i İslamca pek mühim bir inkılaptır. Devr-i cedidin mebde-i tarihidir. ma-yı izam vükela-yı fiham hazeratı umumen resm-i küşadda hazır bulunarak gayet mühim nutuklar irad buyurdular. Alem-i İslam’a numune-i imtisal addedilecek bu muvaffakıyyet-i azime ve hizmet-i mübecceleden dolayı şeyhülislam efendi hazretleri ve ulema-yı kiramı tebrik ederiz. Makam-ı hilafetteki bu inkılap bütün umur-ı diniyye ve dünyeviyyede merkez-i hilafeti rehber ve mukteda tanıyan müslümanlar üzerinde azim bir te’sir uyandıracaktır. Şimdiye kadar efkar-ı İslamiyye’de inkıraza yüz tutmuş köhne usuller ile nice ezkiyanın hayat-ı kıymetdarı ne kendilerine ne de mensup oldukları kavme bir semere tevlid etmeyerek heba olup gittiği halde Daru’l-hilafe medreselerine bakılarak hiçbir tedbir icra edilemiyor hiçbir teceddüd gösterilemiyordu. vasi fakat bir harabezara dönen nice medaris vardır Darülhilafe’nin bu hizmet-i mübeccelesine imtisalen onlarda da müddet-i kalile zarfında o medaris birer hızane-i ulum kesilerek satvet ve şöhret-i kadimelerini iktisa edecekleri laraybe fihtir. Misal olarak resm-i küşadı icra edilen Ebu’lFeth Sultan Mehmed Han hazretlerinin te’sis-kerdeleri bulunan Tabhane Medresesi’ne zaman ve tarz-ı inşaca hayli münasebeti bulunan Kırım şibh-i ceziresinde kadimen payitaht olan Bahçesaray’da kain Kırım Hanlarından Mengli Giray Han rahimehullah’ın inşa-kerdeleri bulunan Zincirli Medrese’sini ityan edebiliriz. Bu medrese aktar-ı İslam’da mevcud medarisin en mühimleri sırasına geçebilir. Bugün buna ait evkaf bi-hakkın ıslah ve imar edildiği halde üç bin lira kadar varidat-ı seneviyye getirebilir. Şu kadar var ki bu medresenin idare ve usul-i tedrisince inkıraza mahkum sair medaristen biraz fark görülür. Hatve-i terakkıyi tamamiyle atmamış fakat atmaya müheyya müsteid bir hal müşahede edilir. Mısır’da Buhara’da Kırım’da içeri Rusya’da vesair aktar-ı rü’yet-i umur ve idaresi yed-i emanet ve himayelerine tevdi edilen evliya-yı umur-ı müsliminden merkez-i hilafette açılan levha-i intibahı ganimet bilerek numune-i imtisal addeylemelerini uhuvvet-i diniyye namına temenni eyleriz. Eğer bu fırsatı kaybetmekle kema fi’s-sabık diyerek şimdiki hal-i esef-i iştimallerini muhafaza ve idameye verecek bu halden iğmaz-ı ayn ettikleri için ind-i Rabbani’de mes’ul olacakları gibi halefleri tarafından da isimleri rahmet yerine nefretle yad olunacağından asla şüphe etmesinler. Bu babda gösterilecek ihmal ve tekasülün daha doğrusu maksadın netaici pek vahim olacağını şimdiden asarı baş göstermiş hadisat vukuat pekala irae etmektedir. Yakın bir zamana kadar icabat-ı zamaniyyeye karşı bigane kalışımızdan haberdar olanlar aramızda yok denecek kadar az idi. Bu son vakitlerde ise ihtiyacat-ı kevniyyeden gafletimizin tevlid ettiği mihen ü meşak bizzarure bu biganelikten agah olanların adedini günden güne tezyid etmiştir. zara dönmüş medreselerimizin içinde ömürlerinin en kıymetli günlerini tahsil ümidiyle geçirmekte olan şübban-ı İslam’a sirayet etmeğe başlamıştır. Bu hiss-i intibahtan hisse-mend olan talebe-i ulum bulundukları medreselerin ne müderrisinine ne de orada okunan derslere ruy-ı rıza ve kanaat gösteremeyecekleri bir emr-i tabii bulunduğundan ez-cümle Rusya’nın Kazan Orenburg Sibirya havalisinde bulunan tullab-ı müslimin yekdiğerleriyle muhaberatta bulunup muallimine karşı grevler yaparak usul-i kadime üzerine tedris edilmekte bulunan medreselere gitmemeğe karar vermişlerdir birçokları da pederlerinin rek İstanbul ve Mısır gibi vaktiyle ulum ve maarifçe şöhretleri afakı tutmuş bilad-ı İslamiyye’ye geliyorlar. Fakat buralarını da memleketlerinden pek farklı bulmadıklarından birçokları mesleklerini tebdil ediyor. Bu hal yalnız bizim muhitte değil İstanbul’da dahi nümayan olmağa başladı cami derslerine müdavimin günden güne azalıyor. Yukarıdan beri arz edilen ahval-i elime alem-i İslam’ın her köşesinde az çok hissolunmaya başladığını gören mütefekkirin-i fuzala-i İslam bu marazı bitteşhis buna karşı ittihaz olunacak müdavat-ı acileyi ifaya mübaşeret ile kendilerini makam-ı hilafeti mes’uliyyet-i ma’neviyyeden tahlis ederek şayan-ı imtisal olmuşlardır. Bu emr-i mübeccelin vücuda getirilmesine müteşebbis bulunan zevat ve ba-husus ders vekili üstad-ı muhterem Halis Efendi hakıkaten din-i mübine pek büyük bir hizmet ettiklerinden bütün müslümanlar kendilerine arz-ı şükran edecektir. Vakıa bu tertib olunmuş programa min külli’l-vücuh tekemmül etmiş ihtiyacat-ı hazıra ile tamamen mütenasiptir diyemezsek de ilk hatve-i terakkı olmak i’tibariyle büyük bir muvaffakıyet olduğu da gayr-ı kabil-i inkardır. Çünkü bu alem-i hilkatte her şey kanun-ı tedriciye tabidir bu hududu tecavüz daima adem-i muvaffakıyyeti müntec olacağına hadisat-ı tarihiyye şehadet etmektedir. Ümidvarız ki az müddet zarfında bu cedvel bi-hakkın tekemmül edecektir. Zira zamanımızda “pedagoji” usul-i terbiyye terakkı etmiş yevmen fe-yevmen de terakkı etmekte bulunmuştur. Hangi lisan olursa olsun az bir vakit renmek için erbab-ı sa’y ü gayret çok çalışmışlar ve bu mesailerinin neticesi olarak bugün mütenevvi’ usuller meydana getirmişlerdir. Ez-cümle Metod An Metod Berliç yani An ve Berliç usulleri Kahire Beyrut mekatib-i resmiyye ve hususiyyesinde tedris edilmek için bu usuller üzerine ilm-i sarf ecnebiler tarafından te’lif edilip epeyce müddetten beri tecarüb-i adide ile müddet-i tahsili taklil emr-i tedrisi teshil ettiği sabit olmuştur. Binaenaleyh bu cedvel-i cedidi tanzim ve tertib eden esatize-i kiramdan bu usuller üzerine tedvin edilen asar-ı cedideyi bir kere gözden geçirmelerini temenni ederiz. Bu münasebetle şunu da arz etmek istiyorum: Ma’lumdur ki eslaf rahimehullah hazeratı bulundukları asarda uhdelerine terettüb eden vezaif-i diniyyelerini baligan mabelağ kelamın tedvin ve te’lifini dai ve müstelzim esbab müntesibinince ma’lumdur ki Tabiin asrını müteakip ehl-i İslam birçok fırkalara inkısam ederek aralarında akaidce hayli bid’atlerin zuhuru ve biraz sonra bilad-ı İslamiyye’de Yunan hikmet-i kadimesinin intişarı başlamasından beyne’l-İslam kıl ü kali mucib olması gibi hadisattan ibarettir. Bunun üzerine o zamanın uleması hikmet-i atikanın usul-i akaid-i İslamiyye’ye muhalif olan mesaili redd ü ibtal ederek bugün elimizde bulunan kütüb-i kelamiyyeyi meydana getirmişler. Şimdi bu asırda ise ulum ve maarifin terakkısiyle felsefe-i kadimenin nazariyatı tamamiyle denecek bir derecede çürük olduğu meydana çıkmış iken o felsefe nazar-ı i’tibara alınarak tedvin edilen kütüb-i kelamiyye nasıl olur da bugünkü felsefe-i cedide dahil olan bir cedvele ithal edilebilir..?! Artık vakit ve zamanı geçmiş Batlamyus hikmeti ile talebe-i ulumun kıymetdar vakitlerini işgal etmek hiçbir suretle şayan-ı kabul görülemez. Binaenaleyh asrımızda eimme-i selefin ye-rini tutan ulema-i izam hazeratına pek büyük hıdemat-ı mühimme-i diniyye teveccüh ediyor. İşte bu vezayifin ehemmi serian icra ve ifası kendilerine farz ve derece-i vücubda olanı felsefe-i cedide-i hazıra nazariyatıyla usul-i akayid-i İslamiyyemizi mezc ederek yeni bir “ilm-i kelam” tedvin etmektir. Bu hizmet-i diniyyeyi meydana getirmek gayet düşvar olmağla beraber te’hiri tahsilde bulunan şübban-ı İslam için de o kadar mühliktir. Alem-i İslam’ın rehber ve muktedası bulunan makarr-ı hilafet-i uzma daha doğrusu şeyhülislam efendi böyle lüzumu dinen der-kar ve zaruri olan bu eserin te’lifi için ulema-yı a’lamdan mürekkep bir heyet intihab etmelidir. Ve hem de bu heyetin a’zası meyanına Kahire gibi sair bilad-ı İslamiyye uleması da bulunmalıdır. Hiç olmazsa onlarla muhaberede bulunulmalıdır. Risale-i muhteremenizin yetmiş sekizinci cüz’ü Donanma-yı Osmani komisyonu bura şubesine teyemmünen teberru edilip müzayedeye konuldu. Bin dört yüz yirmi küsür kuruşa çıkarıldı. Müzayede ber-devamdır. telgrafnamede risalemize ibraz-ı teveccüh suretiyle Osmanlı donanması ianesi için bin dört yüz yirmi küsür kuruş toplandığı tebşir buyuruluyor. Vatanımızın her tarafındaki ashab-ı hamiyyetin bu gibi teşebbüsat-ı fedakaranesi milletin ediyor. “Arş ileri arş! Bizimdir felah.” refik-ı muhteremimiz baş makalesinde diyor ki: İnsanların bütün umur ve harekatı i’tikad ve vicdanlarına tabidir. İşte müslümanlar ta’limat-ı İslamiyye’yi kabul ve evamirini vezaif-i insaniyye diye i’tikad etmiş olduklarından şüphe yok ki aralarında nifak ihtilaf ve tefrika gibi mugayir-i İslamiyyet olan şeyleri terk ederek hayat ve menafi’-i umumiyyelerini te’min edecek teşebbüslerde bulunmaları iktiza eder. Fakat maatteessüf müslümanlarda böyle teşebbüsler değil niyet ve fikirler bile yoktur. Medeniyet-i İslamiyye yalnız dillerde kitap sahifelerinde tezkar ediliyor. Rusya’nın her yerinde hususiyle payitahtlarda Kazan Taşkend gibi büyük şehirlerde halis Rusların misyonerleri a’yan ve ekabiri ictimalar akd ediyor. Bu ictimalar Rus unsuruna mensup olmayanların hususan müslümanların hallerini teftiş ve müzakere için vukua geliyor. Müslümanların nadanlık ve fakirliğinden değil bilakis bizde olmayan sıfatlardan bahsolunuyor: “Son beş altı sene içinde müslümanlar da terakkıye kadem-endaz oldular. Bazıları maarife sarıldılar kemal-i sebat ve metanetle edebiyatlarını neşrediyorlar. Milel-i saire arasında dinlerini neşreden misyonerleri de pek çoktur. Ve hatta bu hususta her müslüman birer misyoner kesilmiştir...” gibi isnadatta bulunuyorlar. Hakkımızda her taraftan böyle sayhalar koparıldığı halde bizler sağ ve sola bir defa olsun bakıyor muyuz? Ne san’atımız zamaneye muvafık ne de ticaretimiz nazar-ı i’tibarda. Edebiyatımız; lugavi ıstılahi kelimelere malik zengin dilimiz yok evlad-ı milletin ihtiyacını def edecek derdlerimize derman olacak mektep ve medreselerimiz ve bunlarda hakıkı ta’lim ve terbiye verecek muallimlerimiz yok. Hal böyle iken ecanib bizi daima teftiş ve murakabe altında bulundurmaktan vazgeçmiyor. Daima bizden şüpheleniyor. Bari bu ahvalden olsun ibret-bin olalım da aradaki ma’nasız ihtilafları bırakarak müttehiden çalışalım. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mart Dördüncü Cild - Aded: – – Teaddüd-i zevcenin esasen meşru’ bais-i meşruiyyeti olan hikmetler mahallinde meşruh olmasıyla beraber Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin haiz bulundukları vasf-ı risalet celeri ne kadar çok olsalar beynlerinde adl ile ifa-yı muamele buyuracaklarının meczumiyeti hasebiyle arzuları kadar tezevvüc etmelerini şer’-i şerifin mübah kılması mugayir-i hikmet addolunamaz. Nasıl ki Davud ve Süleyman aleyhimüsselam vesair enbiya-yı Ahd-i Cedid kitapları buna şehadet etmektedir. Ezvac-ı tahiratın Resul-i Ekrem hazretlerinden sonra ahar kimse tarafından tezevvüc edilmeleri de ta’zim-i şan-ı risalet sedd-i bab-ı fesad izale-i bais-i fitne muhafaza-i şan ve def’-i tevehhüm gibi esbab-ı mühimme ve hükm-i aliyyeye mebni nass-ı Kur’an’la tahrim kılınmıştır. Sultan-ı Enbiya Efendimiz hazretleri nazm-ı celili iş’ar-ı alisi vechile medar-ı ekberi istihkar-ı ümmet ve gılzet-i kalb olan mesavi-i ahlakıyye ve evsaf-ı istibdadiyyenin kaffesinden vareste senayı sübhanisi şehadetiyle bütün mehasin-i evsaf ve mekarimi ahlak ile piraste idiler. Türkçe’ye mütercem bulunan Şifa-i Şerif Mevahib-i Ledünniyye Şemail-i Muhammediyye kitaplarını okuyanlar tefasil-i ahval-i seniyyelerine derece-i kifayede vukuf hasıl edebilirler. Her hakıkati anlamak için ehemmiyeti nisbetin de çalışmak lazımdır. Çalışmak da yoluyla menba’-i hakıkıye müracaatle olursa müfid olabilir. Binaenaleyh dinin ulviyetini anlamak arzusunda bulu nanlar din aleyhinde olanların –isnadat-ı batıleyi muhtevi kendi nokta-i nazarlarıyla müttehid– asar-ı temvihatkarileri ni merci’-i yegane ittihaz etmekle nail-i murad olamazlar. Belki bir hadis-i şerifi bila-vasıta istima’ için bir aylık mesa feye giderek nakd-i rical ve iktişaf-ı ahval maksadıyla bin lerce cilt kitaplar te’lif ederek hiçbir milletin mazhar olama dığı ta’mikat-ı fikriyye ve tedkıkat-ı muşikafane sayesinde bütün hakaik ve dekaikı ibraza muvaffakıyetleri yar u ağyarın müsellemi bulunan ulema-yı rasihin-i İslamiyye’nin asarı muhalledelerine müracaatla kam-yab olabilirler. halkınca şayan-ı ta’vil ve i’timad bulunan bürhan-ı eclası yukarıdan beri serd ü ityan eylediğimiz delail-i akliyyeden Ama taraf-ı risalet-penahiden izhar buyurulan sair nevi’ mu’cizat Asr-ı Saadet-i Nebevilerinde müşahede olunan ha varık-ı adat isbat-ı risalette umde değildir. Cenab-ı Risaletmeab Efendimiz hiçbir zaman bunları i’zam ederek başlıca hüccet-i katıa olmak üzere daima Kur’an-ı bahirü’l-bur hanı koyup da açıktan açığa tahaddi buyurmuş münkirlere mislini ma’lum değildir. Hatta bu nevi’ havarık –derece-i saniyyede haiz-i ehemmiyyet olmasına mebni– irha-yı inan maksadıyla gayr-ı vaki menzilesine tenzil olunduğu da vardır. Nasıl ki “Sure-i En’am”da buyurulmuştur. Yani müşrikler kemal-i ictihad ile yemin ettiler ki eğer onlara bir ayet bir mu’cize gelecek olursa iman edeceklermiş. Ey Resulüm! Onlara de ki ayatın cümlesi ind-i ilahide mevcuddur. Dilediği zaman ityan buyurur. İzhar-ı havarika benim kudretim tealluk etmez. Keza “Sure-i Taha” ahirinde varid olmuştur. Ma’na-yı şerifi: Münkirler sair mu’cizata i’tidad etmeyerek dediler ki niye bize Rabbisinden bir ayet bir harika-i kevniyye getirmiyor. Onlara suhuf-ı salife kütüb-i semaviyyenin beyyinesi sıhhat ve sübutlarına şehadet etmekte olan Kur’an mu’cizesi gelmedi mi? Yani –bilfarz sıdkı müddeana dall başka bir mu’cizen olmasa bile– kütüb-i sairenin havi olduğu akaid ve ahkam-ı külliyyenin zübdesini cami’ olan Kur’an-ı Kerim senin için mu’cize-i kafiyyedir. Zira asla teallüm ile iştigal etmeyen ümmi bir zat tarafından tebliğ buyurulan bu kitab-ı hakaik-nisab hem kendi kudsiyetine hem de asılları i’tibariyle Tevrat ve İncil gibi kütüb-i salifenin sıhhatine bürhan-ı kat’idir. Beyzavi Kezalik “Sure-i A’raf” ahirinde ayet-i celilesinde –bilcümle tavaif-i beşeriyyeye Canib-i İlahi’den irsal-i rusül mukteza-yı hikmet ü maslahat ve muvafık-ı şan-ı celil-i ehadiyyet olmasını müş’ir sıfat-ı uluhiyyet tezkiriyle beraber yalnız Hazret-i Resul-i Ekrem’in nebiyy-i ümmi olması ve kendisine vahiy buyurulan kelimatullahtan ması beyanıyla iktifa buyurulmuştur. Bu ayet-i kerimeden gayet vuzuhu i’tibariyle Kur’an-ı Kerim’in mu’cize-i kafiyye olması müstefad olduğu gibi risalet-i Muhammediyye’nin bütün a’sar-ı ahire ve akvam-ı muhtelifeye am ve şamil olmasına mebni te’yid ve ityanında tevatüren sübutu ma’lum olacak mu’cizat-ı saire ile iktifa caiz olmayıp belki Kur’an gibi bir mu’cize-i daimeye mukarin bulunması muvafık-ı maslahat olduğu da müsteban olmaktadır. Binaen-ala-zalik biz de burada mu’cizat-ı kevniyye ve ayat-ı hissiyyeyi hesaba katmayarak nazar-ı mütalaaya almayarak balada mezkur berahin-i ma’neviyye ile –zerre kadar tereddüde meydan bırakmayacak surette– isbat-ı risalet ediyoruz. Maahaza yakınen i’tikad ediyoruz ki mu’cizat-ı mezkure dahi müstahilattan değil belki onlar da kudret-i ilahiyye tahtında dahildir. Rivayat-ı mevsuka esanid-i sahiha-i mevsule siyer zikr ü beyan eylemişlerdir. Bu mu’cizatın bir kısmı hadd-i tevatüre büluğla kabil-i iştibah değildir. Diğerleri içinde de kesret-i iştiharı hasebiyle itmi’nan-ı tamme iktiran edenler çoktur. Enbiya-yı salifin hazeratının ümmetlerine karşı ibraz ettikleri delail-i muknia hep bu takım mu’cizat-ı kevniyyeden olamazdı. Zira insanlar henüz terakkıyyat-ı fikriyyece mebde-i tufuliyyette bulunur yalnız meşhudat ve mahsusatla müteessir olurlardı. Muahharan mazhar-ı terakkı olarak sinn-i rüşde büluğ devresine erdikleri cihetle delail-i nübüvvet de o nisbette müterakkı olmaya başladı. Bu üslup üzere kabiliyet-i beşeriyye meratibine riayet mahz-ı hikmettir zaman-ı tufuliyyette besatet-i idrake hengam-ı kühulette medaric-i akılda vaki’ terakkıye münasib olacak muhatabat ve muamelat icra buyurulmuştur. Nasıl ki hakim ve hayır-hah olan bir peder evladını tahsil-i uluma sevk hususunda onun derece-i isti’dadına mertebe-i idrakine göre muamele eder. Mesela çocukluğunda para vermek ve oyuncak almak ratını istikbalce göstereceği te’siratını tefhim etmekle teşvikatta bulunur. Filhakıka nev’-i insan bi’set-i Muhammediyye sayesinde akl u fikrin kadr ü kıymetini idrak etmiş; mani’-i terakkı olacak bil-cümle kuyuddan reha-yab olabilmiştir. Evet! Mahza bu sayede efrad-ı beşeriyye dam-ı mekr ü etrafına atf-ı enzar-ı basiret ederek mevcudatın kaffesinden seyr ü süluk vasıtasıyla meknuz-ı fıtratları bulunan gevher-i giran-maye-i medeniyyet ve irfana kavuşmuşlardır. Binaen-ala-zalik bu ümmetin eazım-ı berahini kaffesinin ma’neviyye ve delail-i akliyyeden ibaret kılındı. Mu’cizat-ı sairenin zuhuru alel-ekser bir hacet-i zaruriyye tesviyesine medar olacak inayet-i Rabbaniyye iktizasına mebni idi. Bununla beraber bürhan-ı akliye kani’ olarak iman eden erbab-ı besairi mahsusata te’yid ve tesbit iman etmelerini bu takım ayat-ı kevniyye müşahedesine talik etmekte olan müşrikleri ilzam gibi mesalihe müraat da cilve-nüma olmakta Evet! Bu ümmette de bagy ve inada salik olanlar alelekser kabul-i diyaneti bu türlü hem de kendi arzularına muvafık tarzda ayat zuhuruna talik ediyorlardı. Nasıl ki balada mezkur “Sure-i En’am” ayet-i celilesi bunu tasrih ediyor. Binaenaleyh bazen de bu maslahata riayeten ayat-ı kevniyye mantuk-ı münifince sihir tesmiyye edip de iman etmeyenlerin diğer mütalebatına iltifat buyurulmazdı. Çünkü istedikleri o ayatı da müşahede etseler diyecekleri söz yine bu olacaktı. Nasıl ki “Sure-i İsra” ahirinde ayat-ı celilesinde mahki bulunan metalib-i nabecaya karşı nazm-ı celili ile cevap verilmiştir. Yani ey Habibim! İman etmeyi tahayyül ettikleri her harikanın husulüne talik eden bu heriflere cevaben de ki ben Rabb-i Zülcelalimi her türlü şaibe-i aczden tenzih etmekle beraber ancak efrad-ı beşerden bir resul olduğumu mürselin-i saire gibi izn-i ilahi tealluk etmedikçe bir mucize ibrazına kadir olmadığımı beyanla iktifa ederim. Sure-i A’raf ahirindeki ayet-i celilesi de bu hakıkati i’lan etmektedir. Gerek burada gerek mukaddema zikrettiğimiz ayat-ı Kur’aniyye’den maksad-ı ali ne olduğu ma’lum olunca Resul-i Ekrem efendimiz hazretlerinden hiçbir mu’cize-i kevniyye sadır olmadığını tevehhüm etmeye imkan kalmıyor. Zaten Kur’an-ı Kerim’in mevazi-i kesiresinde Nebiyy-i Zişan efendimizden mu’cizat-ı bahire suduru musarrahtır. Maahaza cidal ve mükaberede ifratı iltizam etmekte olan Dozy gibi münkirler misyonerler tasrihat-ı Kur’aniyye’den bit-teami efendimiz hazretlerinden hiçbir mucize sadır olmadığına bu takım ayat-ı celile ile ihticaca yelteniyorlar. Biz bunların anlar anlamaz her türlü telbisata kıyam etmelerine selerden bundan başka ne beklenir. Meslekleri meşrepleri her ne suretle olursa olsun şaşkınları iğfale çalışmaktan ibarettir. Binaenaleyh ne kadar şarlatanlık ederlerse sanatlarında o nisbette ibraz-ı maharet etmiş olurlar. Asıl şayan-ı hayret ü istiğrab olan cihet bunların ağraz-ı fasidesi meydan-ı alaniyyette görülüp dururken tezvirat-ı batılelerine hakıkat nazarıyla bakmakta olan sebük-mağzanın şiddet-i hamakatleri ve ada-yı dine niyabetle idlal-i müslimine yeltenen süfeha-yı mürteddinin bi-perva iddia-yı İslamiyyet’e cüretleridir. Şurası da mülahazadan dur olmamak iktiza eder ki delil-i hissinin te’sirat-ı zahiriyyesi galib olmakla beraber delil-i akli daha ziyade şayan-ı vüsuk ve i’timaddır. Zira bürhan-ı kat’i olan delil-i aklinin mukaddimatı her ne zaman nazar-ı mütalaaya alınacak olsa neticesinde zerrece iştibaha meydan kalmaz. Delil-i hissi ise yalnız ihsas edenlere hem de birtakım ihtimalata bazı guna şübehata maruz olarak ifade-i Bina-berin Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri daire-i nübüvvetin hatem-i valaşanı olup –anifen inba edildiği üzere– büluğ-ı rüşd hengamından sonra tavaif-i beşeriyyenin kaffesine irsal buyurulmuş risaletleri hiçbir zaman ve mekan ile takyid edilmemiş olmasına mebni en ziyade şayan-ı vüsuk olacak mu’cizat-ı celilesi delail-i hissiyye değil belki berahin-i akliyye ve daime olması muvafık-ı akl u hikmet olduğu ca-yı bahs ü münakaşa olamaz. Artık mukaddimemize hitam vererek maksada şüru’ etmek zamanı geldi. Fakat kable’ş-şüru’ makalat-ı adideye tevezzü eden kelamımızı ber-vech-i ati telhis etmek icab ediyor. Sadr-ı mukaddimede ifade olunduğu üzere madem ki nübüvvet –imar-ı alem ve ıslah-ı beni adem maslahat-ı azimesine– min-tarafillah me’mur buyurulan zatın sıfat-ı aliyyesidir bu maslahatı ifaya me’mur olan her zat-ı şerifin Nebiyy-i Zişan olması lazım gelir; bu halde nev’-i beşerin mes’udiyyet-i kamilesini te’mine medar olan ahkam-ı şer’iyye te’sis eden ıslahat-ı alem-pesendane husule getiren Sultan-ı Enbiya aleyhi ekmelü’t-tehaya efendimiz hazretleri zümre-i enbiyanın ser-firazı sıfat-ı aliyye-i mezkurenin mevsuf-ı güzin ve mümtazı olmak kavaid-i mantıkiyyeye aşina olanların bila tereddüd ve kabul-i i’tirafa mecbur olacakları bir hakıkat-i kat’iyye olduğu vareste-i iştibahtır. Bu hakıkati tenvir için bürhan-ı mantıkı tarzına koyalım. Akıse-i mantıkıyyeden bedihiyyü’l-intac olan şekl-i evvelin darb-ı evveline tatbikan şöyle tertib edelim: Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri bir Nebiyy-i Zişandır. Çünkü ıslahat-ı beşeriyyeye medar-ı a’zam olan bir şeriat-i cedide te’sisine min-tarafillah me’mur buyurulmuşlardır. Böyle olan zevat-ı kiramın her biri nebiyy-i zişandır. Binaenaleyh Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri de Nebiyy-i Zişan olmak sabit olur. Bu kıyasın mukaddime-i saniyyesi bütün erbab-ı edyan indinde müsellemü’s-sübuttur. Mukaddime-i ulası da: Beyanat-ı salifemizle kat’iyyen takarrür etmiştir. Çünkü ol hazretin vazife-i mezkureye min-tarafillah me’mur kılınmaları muasırı bulunan hiçbir ferdden istimdad ve iktibasta bulunmamalarıyla taayyün etmektedir. Bu adem-i arifin ve me’sere-i celile-i İslamiyye’nin bir cüz-i mühimmini olsun ferd-i aferidenin serd ü ifaya kudret-yab olmamasıyla sabittir. Zira bu kemalat ve ıslahatın müessir-i hakıkısi ferd-i ahar olsa idi doğrudan doğruya kendisi neşr ü ifaza ederek merci-i has u amm; metbu-i a’zam-ı enam olurdu. Nasıl ki bil-etraf izah olundu. Menkulat-ı tarihiyyeye göre Mevlid-i Şerif Cem’iyeti teşekkül eyleyip de viladet-i celile-i Cenab-ı Peygamberi’yi musavver manzumeyi ihtifalat-ı faika ile okumak okutmak adet-i müstahsenesi tarih-i hicretin altı yüz dört senesinde başlamıştır. O zamana kadar böyle bir adet yok imiş. Eazim-i ulema-yı İslamiyye’den İbnü’l-Cezri ve İbni Hacer Hazeratı bid’at-i hasene olmak üzere kayd ü iş’ar etmişlerdir. Hatta böyle bir meclisi teşkil ile ne kadar tekellüf ihtiyar olunsa ve ta’zimat ve tekrimat izhar edilse yine azdır buyurmuşlardır. ve Şam’da vesair bilad-ı İslamiyye’de uşşak-ı Muhammediyye taraflarından gayet müessir olarak yazılmış viladet-i celile-i Ahmediyye menkıbetnameleri okutulmak ve bu vesile-i cemile ile de ruhaniyyet-i azime-i risalet-penahiden istişfa eylemek de’b-i dirin sırasına geçmiştir. Bu cem’iyetten yegane maksad teslim-gerde-i erbab-ı zimat ve tebcilattan ucur-i cezile ve fevaid-i hasene vücuda geleceğini ulema-yı kiram inayat-ı sübhaniyyeye mağruren beyan eylemişlerdir. Meclis-i Mevlid’dedir zevk u neşat Dil o mecliste olur gamdan beri Bazı ehl-i dalaletin bu babda ettikleri dedikoduya karşı yazılmış olan Isbatü’l-Muhsinat li-Tilaveti Mevlidi Seyyidi’sSadat nam eserde: O gibiler hakkında bunların sözlerinden gerek zevklerinin gerek muhabbetlerinin hiç olmadığı istinbat olunur. Vakıa her şey bidattir lakin mevlid-i şerif okunmak bid’at-i hasenedir. El-yevm umum bilad-ı İslamiyye’de teammüm eden şu adet-i mergubeye karşı söz söylemek reva değildir diye uzun uzadıya delail-i vazıha bast u temhid olunuyor ve hadis-i şerifi muktezasınca bunda icma-i ümmet vaki olduğuna yakın vardır deniliyor. Zaten server-i kainat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat efendimiz hazretlerine aşk u muhabbeti olan insanlar elbette bu adet-i celileyi tebcilden geri durmaz. Sana ey ziver-i vahdet-sera halk-ı cihan aşık Cihan aşık zaman aşık zemin ü asuman aşık Felek aşık melek aşık bütün hur-i cinan aşık Değil sade halayık Halık-ı kevn ü mekan aşık Devletimizin teşekkülünden sonra hulefa-yı izam-ı Osmaniyye hazeratı dahi bu adet-i makbule üzerine her sene şehr-i Rebiülevvelin on ikinci günü müdebdeb bir alay icrasıyla erkan-ı devlet dahi hazır bil-meclis oldukları halde Mevlidi Süleyman Çelebi hazretlerinin manzume-i mübarekesini eylediler. O zamandan beri her sene o yevm-i mes’udda bu güzel adetin icrasına elhamdü-lillahi teala devam olunmaktadır. Şehrimizin merkez-i mualla-yı hilafet olması mülabesesiyle bugüne mahsus olarak tekrimen beş vakitte mevaki-i müteaddideden toplar atılarak yevm-i mes’udun şeref ü şanı şehr-i Rebiülevvelin on ikisine şeref-müsadif yevm-i viladet-i seniyye-i risalet-penah-ı a’zami hürmetine devair-i resmiyye-i devletin resmen tatil edilmesine meclis-i mahsus-ı vükelaca karar verildiği manzur-ı çeşm-i ibtihacim oldu. Resul-i Cenab-ı Kibriya nur-ı cemal-i Mevla aleyhi ekmelü’t-tehaya efendimiz hazretlerine karşı devlet-i aliyyenin ve millet-i İslamiyye’nin hissiyyat-ı ta’zim-karanesi netice-i bahiresi olmak yazılmaya şayandır. Ruhaniyyet-i celile-i Peygamberi sayesinde yeni kabinemizin de tevfikat-ı atiyyesine de bürhandır. Tayyibetü’l-Ezkar’da şu satırları okumuştum: “Rebiülevvel ayının on ikinci günü Medine-i Münevvere’de bab-ı iltisa önünde meydana bir kürsi korlar. Cümle eşraf-ı Medine ve kadi-i belde ve şeyhü’l-harem vesair ağalar ve ahali-i Medine ala-meratibihim otururlar öd ve anberler yakarlar hutabadan beş zat nöbetle kürsiye çıkıp Arabi mevlid-i şerif manzumesi okurlar duadan sonra şerbetler içilir. Herkes evlerine dağılır. Kuşluk vaktine kadar dükkanlar açılmaz kimse bir işle meşgul olmaz. Toplar atılır. Şenlik yapılır. Büyük küçük herkes libas-ı fahirini giyip birbiriyle muayede ederler. O güne gayet ta’zim ederler. Ehl-i Medine bu yevm-i mübareki id-i ekber addederler. Bu hal kabail-i Arab’da gayet mühim a’mal-i hasenedendir.” Muallim-i merhum Feyzi Efendi ne güzel söylemiştir: Bugün o yevm-i mübarektir ki ey zevat-ı kiram Ki bahirü’l-lemean oldu neyyir-i İslam Bugün olundu hurafat-ı bastan mensuh Bugün verildi esatir-i evveline hitam Bugün yüceldi semavata sayha-i tevhid Bugün döküldü bam-ı Ka’be’den esnam Bu ruz-ı feyz-be-ruzu kim eylemez takdis Mütabian-ı şeriatten ez-havass u avam Beşer mi sade? Değil hamilan-ı arş-ı berin Bu yevm-i akdese eylerler ihtiram tamam Bugün tanındı şuunat-ı Ized-i müteal Ki la şeriktir ol zülcelali vel-ikram Ehl-i Mekke dahi mevlid-i şerife çok ta’zim ederler. Harem-i şerifte büyük bir cem’iyet-i müteyemmene vücuda getirirler. Tilavet edegeldikleri manzumeler en mümtaz şuarayı Arab’ın inşad eyledikleri asar olup maani-i ulviyyesi insanı mest eder. Mekke-i Mükerreme’de böyle bir cem’iyet-i müteyemmenede med’uvven hazır bulunmuş idim. O esnadaki neş’e-i ma’neviyye el-an hatıra-pira-yı ihtiramımdır. Gerek ehl-i Medine gerek ehl-i Mekke kendilerine mesaib-i dünyeviyyeden her ne ki teveccüh etse derhal mevlid-i şerif meclisi teşkil ve ta’zimat ile menkıbetname-i viladet-i Ahmediyye’yi tertil ederler ve bu vesile-i mergube ile inayat-ı celile-i ilahiyyeye ve ruhaniyyet-i seniyye-i Muhammediyye’ye sinat’ta da bunun hakkında uzun uzadıya mebahise tesadüf olunur. Sen ol mahbub-ı Mevla’sın ki nur-ı çeşm-i uşşaka Gubar-ı dergehindir kuhl-i devlet ya Resulallah Sen ol nur-ı Huda’sın ki füruğ-ı vech-i pakinden Serapa ruy-ı alem buldu behcet ya Resulallah Bunlar sultan-ı her dü-sera sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine izhar-ı aşk u muhabbetle vücuda getirilecek şeyler olup maahaza ne kadar ta’zimat tekrimat gösterilse yine azdır. Bu makama münasebeti dolayısıyla şu kıssa-i celileyi de yazmak isterim: Bir gün ashab-ı kiram huzur-ı saadette bulundukları sırada Fahr-i Alem sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine “Bazı mü’minleri görüyoruz ki huşu üzeredir. Bazıları ise huşuda değildir. Ya Resulallah bunun sebebi nedir lütfen beyan buyurunuz” temennisinde bulununca Resul-i Mübeccel efendimiz “İmanında halavet bulan huşu eder bulamayan huşu etmez” buyurmuşlardır. Hakıkatine kesb-i ıttıla’ için “İmanda halavet nasıl bulunur. Ve ona nasıl nail olunur” ma’ruzatında bulundukta “Allahu Zülcelale sıdk-ı muhabbetle nail olunur” buyurmuşlardır. “Muhabbetullah nasıl kazanılır” istizahına “Muhabbet-i Resulullah ile kazanılır ey ashabım! Ey benim kıyamete kadar gelecek ümmetim! Siz Allahu Zülcelal ve Resulü’nün rızasını onlara muhabbette talep ve iltimas ediniz” cevab-ı alisini irad ve cümleyi bu suretle Açıldı yine gonce-i dil-cu-yi muhabbet Ta’tir-i meşamm eyledi gül-buy-ı muhabbet Şeb-ta-seher aram edemez sahn-ı çemende Sevda-zede-i sünbül-i gisu-yi muhabbet Güm-gerde-i hamun-ı cünun eyledi aklı Vahşet-nigeh-i dide-i ahu-yi muhabbet Gül-gonce gibi çak-i hicab eyle Rızaya Yüz gösterir ahir sana gül-ru-yi muhabbet Beni Haşimiyyü’n-neseb aleyhissalatu vesselam efendimiz hazretlerine izhar-ı muhabbete vesile-i cemile olacak olan mevlid-i şerif cem’iyetlerine Anadolu ve Rumeli’de ve hususiyle şehrimizde ahali-i İslamiyye pek ziyade rağbet asarı göstermektedirler ki muhabbet-i diniyyeye malik olanların hoşlanacakları ahvaldendir. Hülasa-i kelam Cenab-ı Peygamber efendimize vadi-i ta’zimde ne yapılsa azdır. Aşık-ı sadık-ı Nebevi İmam Busuri hazretleri: buyurarak o memduh-ı celilü’ş-şanı medh kasd edenlere şu yolda ifham-ı meram ediyorlar ki Nasara’nın Hazret-i Isa salavatullahi ala nebiyyina ve aleyh hakkında iddia ettikleri dava-yı kazibi terk et yani onlar peygamberlerini medh kasdıyla Hak Teala ile hulul ve ittihad ve tevlid iddia ettiler sen o makule iddiada bulunma da Fahr-i Alem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri için medh ü sena vadisinde ne murad edersen hükmeyle o mahbub-ı Mevla’nın zat-ı kerimine istediğin kadar şeref ve saadetten ve azamet-i kadr ü menziletten nisbet et sakın ifrat ederim diye korkma zaten o Nebiyy-i a’zam sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin fezail-i ulviyye ve mehasin-i ber-güzidesini ta’dada nutkun mecali yoktur. Binaenaleyh herkes aciz ve kasırdır. Hazret-i Allah seni vasf eylemişken ey Habib Haddi mi vasıfların olsun sitayiş-han sana Cenab-ı Hak cümlemizi gerek kendi zat-ı ecell ü a’lası gerek Habib-i Edib’i rızasını istihsale muvaffak buyursun amin. Sinede hubb-i vatan sermaye-i imanımız Bir perestiş-kar-ı didar-ı vatandır canımız Aşık-ı ulviyyetiz zira vatan cananımız Paymal olsun yolunda katre katre kanımız Ey vatan ey sevgili ma’şuka-i vicdanımız Hıfz-ı aktarınladır evladına zevk-i hayat En küçük bir uzvunun kat’ı bize ani memat Bir iki devlet değil kalkışsa cümle kainat Dönme yok ölmekledir ancak seninçün şanımız Ey vatan ey sevgili ma’şuka-i vicdanımız Olmayınca sinemiz toptan tüfekten çak çak Senden almak düşmana mümkün değil bir kabza hak Uğraşırken hıfzına olsak da hep birden helak Bir girilmez kal’adır serhaddine ebdanımız Ey vatan ey sevgili ma’şuka-i vicdanımız Kırdık istibdadın artık halka-i zencirini Şimdi görsün tilkiler deşt-i celadet şirini Söylüyor a’dasına: Osmanlıdır ünvanımız Ey vatan ey sevgili ma’şuka-i vicdanımız Herif yine sana n’oldu ne uyku var ne durak Gören ne der bize yormaz mı usta evden ırak: “Bu damda var bir ölümcül yatan demek Yaradan Esirgesin eşi dostu ne olsa hepsi yalan Budur bu işte doğup da uzun kısa yaşamak” Eloğlu gördü mü kaygu adamda bir laf açar Ne var şükür ulu Tanrım öküz inekle davar Ne istedinse bize verdi şimdi karşı komak Düşer mi kulluğa yok mu sonunda sorgu sual? Lafım sana kaşını çatma söyle sende bu hal Nedir gemin mi denizlerde battı gitti senin? Malın mı uğrular aldı nedir bitip gidenin? Sataşma git bana hatun lafın değil sırası Olur yazın kışı var ak günün de bir karası Bıçaklar açmıyor ağzım gelip bana çatma Erer mi hiç senin aklın düşün de laf atma Karışmaz avrat ere kayda bak çalış bunu bil Ne der ise desin el Kadın sabırsızlanarak: – Yok ben isterim bilmek Senin bu haline karşı gelir mi akla yemek? Durup da bir ağu katma benim pişen aşıma Ecinniler periler üşdü hep bugün başıma Bu kaygı ki kim olur ortak olmasam ben de Otuz yıl oldu er avrat bu damdayız sen de Tutuşsa köy yine hep gördüğüm güler yüz iken Bugün yiyor seni bir kurt; saklama benden Ölümlü dünyada insan niçin düşünmelidir Atıp bu kaygıyı baştan safayı sürmelidir Lafın özün gibi dosdoğru çok yaşa Kezban Ölümlü dünyada bin yıl da kalsa bir insan Günün birinde durağı olur kara toprak Ölüm yanaştı mı birdir gözünde usta çırak Bu şeyleri bilirim çok şükür ulu Yaradan Yaratmamış beni insan kılıklı bir hayvan Düşündüren beni bilsen nedir verirsin hak Açıldı laf ya sana dur da söyleyim bir bak: Geçen pazar Köse A’yan Çolak Memiş Kel Ali Hasan Çavuş Çopur’un oğlu Akçaköylü Veli Çınarlı’dan Kara Mehmed Kızılca’dan Toraman Tosun mosun daha vardık; Cin Ahmed’in Osman Yanaştı geldi ederken uzun kısa hoş beş Kobaklı bir lafa saptı yırık kulaklı Keleş Bu hafta nektubu gelmiş Kızılcalı Selim’in Demiş vasiyyetim olsun gücü elin dilimin Yetiştiği yere salmak haber aman göz açın Ne varsa elde çıkında vatan yolunda saçın Vatan demek ana yurdu demek ata bucağı Bizi esirgeyecek şey de onların kucağı Vatan yolunda veren can için açık Uçmak Vatan yolunda ölümden nasıl olur kaçmak Kaçan olur ise ummam ya kahbenin dölüdür Kaçan ölümden adam mı o doğmadan ölüdür Aman açın gözü dört bir taraf dolu düşman O düşmanın zoruna kalksın ortadan sen ben Uşak koca karı kız doğrayıp kesip asacak Budur onun sanısı bağrına çıkıp basacak Olur mu göz göre hiç çiğnetir miyiz vatanı Durup da bir ele aldık mı kazmayı sabanı Erir gider ne kurur göz ne sağlam el ne kafa Çevirmeyiz yüzü toptan da yılmayız asla Bilir o Türkleri tutmaz yüzü yılar karada Kolaydır iş yüce deryalar olmasa arada Ateşli çok gemi yapmış da arkayı vermiş Denizde oynaşacakmış gelin görün dermiş Buna donanma diyorlar bizim de varmış ezel Yazık çoğu çürümüş kalmamış o eski temel Kör eylesin çürüten kurtları ulu Yaradan Yapar mı böyle hıyanet vatanda bir insan Kuruldu bir yüce divan bu işleri görecek Garip yiğit bile halince bir para verecek Bu işte zorla topuz yok gönül ne isterse Odur o hep verilen şey ağar mı böyle kese? Avuç avuç veriyorlar bütün ağa paşamız Kumandanı bu işin başta padişah babamız Bin eylesin ulu Tanrım cihanda her gününü Yedi kral işitip anlasın nedir ününü Verin verin duracak gün değil ne varsa verin Verin verin iki dünyada da murada erin” Düşündüğün bu mu ister mi bir öğüt ya sana Bu köyde herkes alırken gelip öğüt senden Bugün sana yakışır mı laf anlamak benden Kara haber geleli üç yıl oldu işte bu güz Ne bağ ne tarla gözümde; ne dam inek ne öküz Benim canım Hasanımdı Hasan şehid oldu Ne mutlu yavrucağım gitti Uçmağı buldu Diyor şehid anası her gören bana bu yeter Bu yurtta kim kalacak her gelen sonunda gider Bu yıl daha beşine bastı Ümmühan büyüsün Kalem ne çalmış ise alnına onu görsün Varır ere o da bir gün yaşarsa aç kalmaz Görür bilir Yaradan neyse verdiği almaz Sakın bu şeyleri kayd etme sen sakınma malı Ne var giyip de gezersen aba kebe yamalı Kirazlı Bel’deki bağ kırca tarla bir de inek Beş on davarla eğer kör topal cılız bir eşek Kalırsa bey gibi birçok zaman daha yaşarız Yine ele güne karşı kapımızı açarız Yarın hükumete git durma ver ne varsa aman Sonunda sarpa sarar iş sakın geçirme zaman Malım gider ise gitsin selamet olsun tek Budur bu bizlere bayram budur düğün dernek Nedir bu düşmanın ettikleri kara günümüz Kapanmasın; o da bilsin duyup bizim ünümüz Bir mezar taşına yazılmış idi Şu fani zindeganiyle hayat-ı cavidaninin Telakı-gahıdır makber denen son menzil-i aram. Hayat ölmekle bitmiş olsa bir şey anlaşılmazdı; Evet bir ömr-i sani var: Değil hilkat abes madam. Sen ey gafil beşer alemde bir te’min-i istikbal Edeydim der çekersin ihtiyari bir yığın alam. Eğer üç günlük istikbal için ferdayı anmazsan Hederdir korkarım dünyada imrar ettiğin eyyam. Hakıkı bahtiyar ancak o ademdir ki dünyadan Giderken mamelek namıyla terk eyler büyük bir nam. Hakaik hep dururken perde-puş-i zulmet-i evham? Bir resmin arkasına yazılmış idi Kiminin yad-ı ihtiramı kalır Kendi gittikte canişini olur; Kiminin bir yığın meberratı Toplanıp heykel-i metini olur; Kiminin de olanca hatırası Böyle bir saye-i hazini olur! Şirazlı bir arkadaşım vardı. Sizin toprak adam yetiştirmez diye ikide birde bana takılırdı. Bir gün latife yollu şu kıt’ayı bir kağıda yazdım. İçine de elli dirhem kadar tömbeki koyarak kendisine hediye ettim: Şirazidir iç afiyetle; Olsun şu da hatırında lakin: Bir tömbekidir bugünkü feyzi Sa’di’yi yetiştiren o hakin! Victor Hugo’dan: Ey erbab-ı servet ü saman veriniz! Sadaka; ibadetin haheri yar-ı sadıkıdır. O zaman ki şedaid-i sermadan incimad edecek bir halde titreyen fakir bir ihtiyar atebe-i sengininiz üzerinde ayaklarınıza kapanır; o zaman ki soğuktan elleri kızarmış yavrucaklar pay-i istiğnanız altında sürüklenerek bakiyye-i iş ü ezvakınız olan nevale kırıntılarını toplamakla meşgul bulunur bu gibi ahvale karşı iltizam-ı la-kaydi sizi huzur-ı ilahiden uzaklaştırır. Veriniz! Veriniz ki birçok aileleri in’am u ihsanına müstağrak buyuran Vehhab-ı Zülcelal de mahadiminizi kuvvet kerimelerinizi hüsn-i hulk u tabiatle techiz ü tezyin etsin. Veriniz ki bağ ve bahçeleriniz esmar-ı latife ve hoş-güvardan hali bulunmasın. Veriniz ki anbarlarınız hububat ile mal-amal olsun. Veriniz ki sıfat-ı mümtaze-i insaniyye sizde kemaliyle tecelli eylesin. Veriniz ki geceleri hab-ı nuşine daldıkça rüyalarınız; meleklerin müşahedatıyla şevk-aver-i ruh olsun! Veriniz! Bir gün gelir ki dünya ile aramızda bir rabıta kalmaz; o zaman sadakatınız alem-i balada size bir servet teşkil ve ihzar eyler. Veriniz: Ta ki lutf-dideganınız size müşfik ve rahim nazarıyla baksınlar; bize merhamet ediyorlar desinler! Veriniz ki şitanın zerv ü tehacümatına tab-aver olamayan birtakım aceze bela-yı fakr ile en küçük bir muavenete arz-ı ihtiyac eden birtakım biçare; muhteşem ve müdebdeb saraylarınızın eşiğinde titreşirken ca-be-ca yükselen nagamat-ı şevk u şetaretinize pek o kadar nasb-ı enzar-ı reşk ü tahassür etmesinler. Veriniz! Veriniz ki ebna-yı ademi yoktan var eden Halık-ı Bi-enbaz’ın lütf u muhabbetine te’min-i liyakat eylemiş olasınız. Veriniz ki şirret ü redaetle muttasıf bulunanlar bile namınızı tebcile mecburiyet hisseylesinler. Veriniz ki kaşane-i etsin. Veriniz ki son gününüzde hulul-i dem-i va-pesininizde bütün günahlarınıza karşı dergah-ı ilahiye ref’-i dest-i niyaz sail bulunsun! Fransa’nın maddi ve ma’nevi terakkıyatına dair olan ciheti atiye talik ile bu defa Paris Mekteb-i Hukuk’undaki usul-i tedris hakkında bazı şeyler arz edeceğim şöyle ki: Paris Mekteb-i Hukuk’u Dersaadet mekatib-i resmiyyesi gibi hükumetin taht-ı nezaretinde ise de Maarif Nezareti’nden mansub bir zatın taht-ı idaresinde olmayıp muallimin-i mevcude tarafından re’y-i hafi ile intihab ve ta’yin olunan bir muallim tarafından idare olunmaktadır. Şeyhü’l-muallimin ünvanını ihraz eden bu zatın müdiriyeti esnasında maa-aile mevcud ise de müdirandan bazıları şu haklarından feragat ediyorlar. Şeyhü’l-muallimin bir taraftan uhdesine müfevvez dersi ta’lim etmekle beraber idare muamelatıyla da tevaggul etmekte ve kendisinin müdiriyet sıfatı ya istifası yahud vefatı La-yeteazzel ve me’muriyetleri Mahkeme-i Temyiz a’zalığına muadil olan muallimler hep erbab-ı ihtisastan olup ezcümle Hukuk-ı Ticariyye Hukuk-ı Umumiyye ve Hususiyye-i Düvel Hukuk-ı Esasiyye Roma Hukuku Hukuk-ı Medeniyye ve İdare muallimleri bu meyanda zikre şayandır. Bunlardan Hukuk-ı Ticariyye muallimi Mösyö Lyon Caen Fransa’nın en meşhur hukuk-şinasanından olup Roma Hukukuyla Hukuk-ı Medeniyye ve Ticariyye’de yed-i tula sahibi olduğundan kavanin-i mezkurenin bazı mevaddı mucib-i ta’dil görüldüğü takdirde ol babdaki layiha-i ibdaiyye müşarun-ileyh tarafından kaleme alınarak makamat-ı aidesince Meclis-i Meb’usan’a tevdi edilmekte ve husus-ı mezkurun esna-yı müzakeresinde meclis-i mezkur ile Meclis-i A’yan’ca lüzum görüldüğü takdirde müşarün ileyhin mütalaası istimzac edilerek kadr ü kıymeti i’la ve bu suretle erbab-ı ilmin memlekette ne derece bülend bir mevkie sahip oldukları umuma irae olunmaktadır. Hukuk-ı Umumiyye-i Düvel muallimi Mösyö Rene ise Lahey konferanslarında Fransa’nın eylemekte olduğu efkar ve mütalaat hukuk-ı düvel mecmualarına derc olunarak alakadaranca nazar-ı dikkate alınmaya çespan gibi telakkı edilmektedir. Bu kadar tergıbat kafi gelmiyormuş gibi bazen Fransa reis-i hükumeti suret-i resmiyyede Sorbonne Darüfünunu’na azimet ve a’yan ve vükeladan bazı zevat dahi darülfünun-ı mezkurda Collège de France’da vuku’ bulan müsamerelere müdavemet ile erbab-ı ilm ü fazlı teşvik etmekte oldukları gibi dühattan olanların vuku-i vefatlarında “Panteon” denilen ve pek çok eazımın medfeni olan mahalle tevdii dir-şinaslığın bir nev’-i digeri isbat olunuyor. Erbab-ı fazl u kemalin mazhar-ı ihtiram olduğunu görenler meyanında Fransız Cem’iyet-i Medeniyyesi’ne hadim olabilecek surette yetişmek hevesinde bulunacak kimseler nadir olur mu? İnsanların bu misillü teşvikata mazhar olunca daha ziyade sa’y edeceği ve sa’yleri nisbetinde mensup oldukları Cem’iyet-i Medeniyye’nin maddeten ve ma’nen Hazret-i Fatih’in Tabhane Medresesi’nin hin-i küşadında bizzat bulunarak erbab-ı ilmi teşvik eylemesi bu kabilden değil midir? Padişahan-ı güzeşteganın İstanbul cevami-i şerifesinde lerine resmen yahud mütenekkiren azimetleri ve her sene Ramazan-ı Şerif esnasında huzur-ı şevket-penahta takrir edilmekte olan dersleri bizzat istima’ buyurmaları ve medaris-i geçenlerde icra kılınan merasimde sadr-ı a’zam paşa hazretleriyle ecille-i a’yan ve rical hazeratından bazılarının isbatı vücud eylemesi erbab-ı ilmi tergib değil midir? Artık bu kadar teşvikata binaen selefte olduğu gibi bizlerde dahi pek çok erbab-ı fazl u kemal yetişmesi eltaf-ı ilahiyyeden me’muldür. Muallimlerin maaşatı o derece müstevfi değilse de bizde olduğu misillü ekall mertebesinde de değildir. Maahaza kendilerinin hususat-ı saire-i gayr-ı resmiyye ile de iştigalleri mücazdır. Marru’l-beyan Hukuk-ı Ticariyye muallimi Credit Lyone Bankası’nın hukuk müşaviri olması hasebiyle mezkur bankadan maaş olarak senevi mühim bir meblağ almaktadır. Credit Lyone Bankası’nın muamelat-ı cesimesine bir fikr-i sahih peyda ettirmiş olmak üzere memalik-i ecnebiyye belediyyeye münkasam olan Paris’in her daire-i belediyyesi dahilinde üç ve bazen daha ziyade şubesi bulunduğu ve muamelat-ı ticariyye-i mahalliyyenin alel-ekser mezkur banka nederim. Muallimler tetebbuat-ı ilmiyye ile mütevaggıl ve bazıları pek mahviyyet-perest olup alayişten azade bir sadegi-i tam içinde imrar-ı hayat etmektedirler. Mektebe bidayet-i devamımda bunlardan bazılarının ahval-i ruhiyyesini tedkık ettiğimde Halebi merhumun bir fıkrası varid-i hatır-ı acizi olmuş idi. Merhum müşarün ileyhin hatibi bulunduğu Fatih Camii Şerifi’nin kubbesi o esnada ser-zede-i zuhur olan hareket-i arzdan münhedim olmasıyla keyfiyetten kendisini haberdar eden kimseye “Ya! Cami-i şerifin kubbesi var mıydı?” diyerek Camii şerifi mezkurun Haleb camileri gibi kubbesiz olacağı zannında bulunarak bir defa bile tedkık etmemiş olduğunu ve binaenaleyh ne derece garik-i bahr-i tefekkür ve ehemmiyeti derece-i taliyyeden olan alaik-i dünyeviyyede ne mertebe bi-kayd olduğunu irae eylemesine şebih olmak üzere muallimlerden bazıları suret-i daimede fikren meşgul ve Fransız adab-ı muaşeretinin levazımından gibi telakkı olunan hususatta bi-kayddır. Zaten tetebbuat-ı bir hal beklenilmez değil mi? Derslere sabahleyin alafranga saat sekiz buçukta mübaşeret edilmekte ve muallimin dershanelere binişleriyle gelip esna-yı muvasalatlarında talebe kıyamımıza muadil ellerini şakırdatmak suretiyle istikbal ve aynı suretle teşyi olunmaktadırlar. Mualliminden bazısının matbu eseri mevcud olup o kitapta musarrah usul dairesinde icra-yı tedrisat etmesi daha ziyade tafsilat vermesine ve birçok menabi irae eylemesine mani olmayacağı gibi bazısının da matbu eseri olmadığı cihetle ifadatı zabt edilmektedir. Sınıfımızda zabt edilebilen takrirler Roma Hukuku ve Ulum-ı İktisadiyye ve biraz da Hukuk-ı Medeniyye muallimlerinindir. Hukuk-ı Medeniyye mualliminin takriri hakkında biraz kaydını ilave etmekliğim müşarun-ileyhin mütun-ı kanuniyyeyi şerh ile beraber Fransa Kanun-ı Medeniyyesi’nde ne gibi nevakıs mevcud olduğunu ve kanunun meskutun-anh olduğu hususatta Fransa Mehakim-i Temyiziyye ve İstinafiyyesince ne suretle ictihad edilmekte olduğunu mukarrerat-ı istinafiyye ve temyiziyyenin tarihleriyle beraber süratle söylemekte olmasından münbaistir o derecede ki Fransa talebesi bile bizler kadar zabt edebilirler. tüphanesi hakkında birkaç söz söylemek isterim: Mezkur kütüp-hane hukuka ait bilcümle Fransız ve ecnebi matbuat-ı mevkute ve gayr-ı mevkutesini dairetü’l-maarifleri ve bütün akvam-ı mevcudeye ait Tarih ve Coğrafya kitapları ez-cümle Tarih-i İslam ve Osmani’yi ve siyasi ictimai ve iktisadi müellefatı ve doktora sıfatlarını ikmal için yapılması mecburi olan tez imtihanlarının matbu nüshalarını muhtevidir. Kütüphane müstahdemininin adedi sekizi mütecaviz olup birisi kütüphane kapısı hizasında oturmakta kütüphaneye dahil olanlara hü-viyetname sual ile hariçten kimsenin gelememesini ve talebenin kütüphaneyi hin-i terkinde çantalarına atf-ı nazar edip kimsenin mektebe ait bir kitabı beraberce götürmemesini te’min eylemektedir. Talebe sıralar üzerinde oturarak başları hizasındaki elektrik lambalarınn ziyası altında çalışmakta ve kütüphane kalorifer ile teshin edilmektedir. Talep edilen kitabın numarasıyla müellifinin ismi orada mevcud ve matbu bir pusulaya derc ve ziri talip efendi tarafından imza olunup hafız-ı kütüplere verilerek beş altı dakika zarfında talep olunan kitap teslim edilmekte ba’de’lmütalaa kitaplar sıralar üzerine bırakılarak müstahdemin tarafından kaldırılmaktadır. Kütüphane sabahleyin alafranga saat dokuz buçukta küşad edilmekte olup vakt-i zuhrda bir saat tatil olunduktan sonra ba’de’z-zuhr saat altıya ve akşam taamı için iki saat seddedildikten sonra ona kadar küşadedir. Paris dahilinde dünyada mümasili bulunmayan Kütüphane-i Milli vesair umumi kütüphanelerden maada her mektepte birer kütüphane mevcud olduğu gibi mehakim-i adliyye ve bütün devair-i devlette birer tane bulunmakta olduğundan ve bunların ehemmiyet ve fevaid-i azimesi müstağni-i izah bulunduğundan bu gibi kütüphanelerin mekteplerimiz ile mehakim-i adliyyemizde te’sisi derece-i vücubdadır. Mektep lisans ve doktora kısımlarını muhtevidir. Lisans kısmı üç sene olduğu gibi doktora sınıfları da iktisadi-siyasi ve adli olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Lisans kısmında Roma Hukuku’yla Fransa Kanun-ı Medeniyyesi’nden başka Ticaret-i Berriyye ve Bahriyye Usul-i Hukukiyye ve Cezaiyye Hukuk-ı Cezaiyye Ticaret bi’l-Kıyas İlm-i İktisad Usul-i Maliyye ve Müstemlekat Kanunları ve Hukuk-ı Umumiyye ve Hususiyye-i Düvel Hukuk-ı Esasiyye Umumiyye İdare Tarih-i Hukuk bütün tafsilatıyla tedris edilmekte ve adli doktora kısmında Roma Hukuku bir daha ta’yin [ta’lim?] edildiği gibi Roma Hukukı Umumiyyesi’nin Tarihi ve Fransa Tarih-i Hukuku bütün tafsilatıyla görülmekte ve Hukuk-ı Cezaiyye Hukuk-ı Medeniyye bi’l-Kıyas dersleri ta’lim edilmekte ve Hukuk-ı ayrı ayrı mukayese olunmaktadır. İktisadi ve siyasi doktora kısmında ise maru’l-beyan derslerden bazıları ile Fransa’nın Hukuk-ı Umumiyyesi Tarihi Hukuk-ı Umumiyye Esasları Hukuk-ı Esaiyye bi’l-Kıyas Tarih-i Muahedat İlm-i İktisad-ı Fransa Usul-i Maliyyesi ve Sınaat ve Müstemlekat Kanunları tedris edilmektedir. Paris Sıratımüstakım gazetesinin’inci adedli nüshasındaki açık mektubunuzu okudum. Onda güya geçenlerde mecliste Yemen hakkında irad-ı kelam eylediğim sırada “Yemen’de Zeydiyyü’l-mezheb olanlar fırsat buldukça Sünniler aleyhinde kıyam ederler” dediğimi iddia ve acizi tarziyeye ve su-i tefehhümü izaleye da’vet ettikten sonra birtakım nasihat dersleri vermişsiniz. Mektubunuzun mebniyyün-aleyhi bulunan eylediğim kelam ise la-ekall iki yüzden ziyade rüfeka-yı muhtereme huzurunda vuku’ bulduğu gibi ifadatın aynen zabtıyla muvazzaf olan Takvim-i Vekayi’ gazetesinin Şubat Sene tarihli nüshasında dahi münderic bulunmasına nazaran bu husustaki da’vanız şayan-ı tashih görülmüş olduğundan mezkur gazete ile rüfeka-yı muhteremenin ma’lumatlarına müracaat edip de da’vanızı tashih etmedikçe ona dair bir cevap veremeyeceğim tabiidir. Şu kadar derim ki Sünniler kelimesi kat’iyyen tefevvüh ve mezahib beyninde bir ihtilaftan veya adavetten bahsetmemişim ya li-lahi’laceb bunu nereden buldunuz. Yemen’deki ihtilal ahali ile hükumet beyninde hasıl olan ihtilafattan mün-bais olduğu herkesçe ma’lum ve müsellem olduğu halde Zeydiler ile Sünniler beynindeki bir ihtilafa hamlini bir çocuk bile tasavvur edemez. Zeydilerin imamından bahsettiğim sırada neticesi leh veya aleyh olması henüz anlaşılmayan bir mukaddimeden münakaşaya girişilip reis-i muhteremimiz Ahmed Rıza ve Dahiliye Nazırı Tal’at Beyler hazeratının tekliflerine zaran ifademdeki Zeydiler kelimesi mezheblerine ta’riz veya bir ta’n mukaddimesi zannedilmiştir. Halbuki imama izafetle zikredilmesi hasebiyle imamın şahsına dair sarf edildiği daha ziyade muhtemel olabilir idi. Maamafih bu husus mecliste bir daha mevki’-i müzakereye konulur ise hissiyatımı ma’lumatımı tamamiyle serd ü beyan etmekten geri durmam. Ol vakitte maksadım anlaşılır. Ve illa mezheb-i müşarünileyhe zerrece ta’nı mutazammın bir kelime sarf etmiş olsaydım tarziyeye değil tevbe ve istiğfara lüzum görür idim. Fakat cümlesi cihet-i camia-i İslamiyye’ye merbut olmalarıyla beraber ictihad noktasından usul ve ahkamca ihtilafları kütüb-i şer’iyye ile sabit ve bil-cümle milel ve akvam nezdlerinde mütevatir olan mezahib-i celilenin vahdetine de sizin gibi kail olamam. Leyte şiiri ol babdaki ihtilafları birisine nakıse iras eder. Haşa bilakis şanlarını i’la ve nasıl kuvvetli bir esasa müstenid bulunduklarını isbat eder. Ne ise şahsiyatımıza dönelim. Mektubunuzda hakk-ı acizide ahval-i ruhiyye-i İslamiyye’den gafil bulunduğunuz tahakkuk ediyor dediniz. Acizleri yalnız ahval-i ruhiyye-i İslamiyye’ye değil lillahi’l-hamd dekayık-ı vacibat-ı insaniyyeye dahi vakıf olanlardanım. Ve la-fahr bu hususa dair i’ta-yı cevaptan neseb-i şerifinize hürmeten sarf-ı nazar ediyorum. gün birinizin şürefa ve sadat hakkında belki sebk-i lisan olarak sarf ettiği cümlenin bu kere mektubunuzda münderic metalibin dördüncüsünü teşkil eden ibare ile ta’miri istenilmiş ğil mahdum görmek isteriz. Zaten millet hükumet onların gerek mezhebe müteallik olsun ve gerek sırf idareye mütedair bulunsun meşru’ olduğu halde rüfeka-yı kiramdan hiçbirisi birisi vicdanını iare edemez. Ancak uhdenize de mühim bir vazife terettüb eder. O da velev ki aleyhinize olsun hakıkati söylemektir. Mesela Yemen ahval-i ma’lumesinin mes’uliyetini bütün bütüne hükumete tahmil insafa mugayirdir. Zira devr-i sabıkta Yemen ahalisi hukuklarını silahlarıyla muhafaza etmelerinde mazur tutulurlar ise de i’lan-ı Meşrutiyyet’ten sonra temhid edilen turuk-ı meşruaya tevessül ve ol suretle hukuklarını muhafaza edebilmeleri mümkün olduğu halde bir kısmı hal-i sabıka devam ve isti’mal-i silaha ısrar etmek gibi irtikab ettikleri ahval-i müessifede mazur tutulamazlar. Ve bununla kendilerini aleme karşı haksız gösterdiler. Binaenaleyh hukuk-ı meşrualarının vesait-i meşrua dairesinde istihsali için bil-cümle rüfeka-yı muhtereme ile el birliğiyle sa’y etmeniz lazım gelmekle acizlerine vermek istediğiniz nasihat derslerini vatandaşlarınıza verip de milletin mutazarrır olduğu irvah ve emvalin hasairine nihayet verilmesini tavsiye buyurmanız hale hakıkate daha muvafık olacağını takdir ve işbu cevabname-i acizanemi hüsn-i zan ile telakkı buyuracağınız me’muldür. Bugün kat’iyyen tahakkuk etmiştir ki Afrika’nın din-i kat’i ve nihaisi din-i celil-i İslam olacak ve bu kıt’ada edyan-ı saire din-i umumi olamayacaktır. Yarım asır evvelisine kadar Afrika-yı vustada ekseriyet-i ahalinin dini sanemlere ağaçlara hayvanlara ibadetten ibaret pek ibtidai ve hakk u hakıkatten uzak suver-i edyan idi. Bugün ise ekseriyetin temessük ettiği din din-i mübin-i ca fevc din-i celile dehalet etmektedirler bugün bir kat’iyyet-i riyaziyye ile hükmedilebilir ki yarım asır sonra Afrika’da putperest kalmayacak ve hepsi dahil-i daire-i İslamiyyet olacaktır. Yarım asır kadar bir müddet ta’yini din-i İslam’ın her türlü himmet ve delaletten ari olarak bir hal-i tabiide faaliyet ve fedakarlığın yüzde birini de ulema-yı İslam izhar ederse tamamen müslüman bir Afrika görmek için yarım asırlık bir müddete iftikar icab etmez. Yarım asırdan beri Afrika-yı vustada din-i İslam’ın sureti malik olduğu istidad-ı intişara hayret etmektedirler. Nasıl hayret etmesinler ki bu intişar adeta kendi kendine husule gelmiştir! Filvaki Afrika-yı vustaya ne hey’at-ı irşadiyye gönderilmiş ve ne de oralardan merakiz-i mühimme-i İslamiyye’ye hey’at-ı mahsusa gelmiştir. Bir tacir bir deveci bir seyyah milyonlarca adamın din-i mübini kabulüne sebep olduğunu görenler bu din-i mübeccelin samimiyet-i insaniyye nezdinde tezahür-i hakkaniyyeti için hiç delile muhtaç ve müftekır bulunmadığını tasdik etmektedirler. Bugün Afrika’da seksen milyon müslüman vardır. Bunların yarısı adeta bir suret-i tabiiyyede İslam’a dehalet etmişlerdir. Acaba bu sür’at-i intişar-ı İslam’ın sebebi nedir? Burasını tedkık faideden hali değildir. Ulviyet-i din-i İslam’ı insanlardan gizlemeye çalışan edyan-ı rakıbe rüesa-yı ruhaniyyesi din-i İslam’ın sür’at-i intişarı esbabını tahrif ve te’vile çalışıyorlar ve Afrika’daki kabail-i bedeviyye ve vahşiyyenin din-i celilimizi sühuletle kabulünü fikr-i esasi-i dinin ve erkan ve usullerinin ibtidailiğine hamlediyorlar. Bundan maksadları ise yüz binlerce lira sarfıyla neşrine çalıştıkları mezahibin ruy-ı kabul görmemesini bu mezheblerin Afrikalıların seviyesi fevkinde olduğuna hamletmektir. Bu iddia cidden tıflanedir gülünçtür. Eğer bu iddia doğru belahet ve mahz-ı cinnet sayılmaz mı? Madem ki misyonerlerin neşrine çalıştığı mezahib Afrikalıların seviyesi fevkinde imiş şu halde Afrika’da dolaşıp durmalarına ne ma’na vermeli? Bina-berin hakıkate vusul için böyle müteazzımane mesrudatı bir tarafa bırakalım da işi fenni bir usul dairesinde tedkık ve tenkid edelim. Din-i İslam’ın üssül-esası olan vahdaniyet-i ilahiyye idrak-i ma kemal-i inhimakle amade bulunduğu bir hakıkattir. “Allah birdir” cümlesi her insanın sevk ve icbar-ı samimiyyetle kabulde muztar kaldığı bir düstur-ı kudsi ve tabiidir. Bu cümle idraki birtakım musanna’ ve mübdi’ eracif ile jeng-dar ve müşevveş olmamış her insan nezdinde “pek tabii” bir suretle münfehem ve makbul oluyor. “Muhammed O’nun peygamberidir” cümlesi de aynı hali haizdir. Vahdaniyet-i ilahiyyeyi bilmeyen bir adama Halık’ın bir olduğunu söylediğimizde o adam bu hakıkati kabul ediyorsa bu hakıkati bize isal eden zatı inkara imkan bulabilir mi? Sıdk-ı Muhammedi tasdik-i uluhiyyette muztar kalanlarca biz-zarure tasdik edilir. Peygamberimizin nübüvveti bu topraktan masnuatın halık-ı kevn ü mekan olamayacağını kelime-i tevhidin istima’iyle anlayan bir Sudani derhal bu kelime-i münciyyeyi bize isal eden zat-ı ali-i Nebeviyi dahi tasdik ediyor müslüman oluyor. Bu i’tibarla din-i İslam beşeriyetin din-i tabiisidir. Zihi ulviyet ki taşlara hayvanlara ibadet eden ve insandan ziyade behayime karib olan bir şahsı bir an içinde fikr-i maddi ve teşbihinin süfliyat-ı adiyyesinden menzil-i muallayı tenzihe isal eyliyor! Zihi kudret garib hakıkat ki bir an evvel küfür ve ilhad-ı tefevvüh eden bir kimsenin dehanını bir an sonra masdar-ı kelime-i hak ediyor! Edyan-ı rakıbe bu hakıkati tahrife çalışıyor fakat hakıkat bu kabil suikastlerden masundur. Afrika’da intişar-ı İslam’ın esbab-ı samimiyyesine vasıl olabilmek için bir Sudanlı köle ile muharrir-i sütur arasında cereyan etmiş olan muhaverenin arzı kafidir: “Hükumet vasıtasıyla azat edilmiş bir köleyi evime götürmüş ve kendisine bir parça ekmek vermiştim; en basit zenci kabailinden birine mensup olan bu adama sordum: – Müslüman mısın? – Elhamdü lillah! – Halık kaç tane? – Biraz istiğrabla yüzüme bakarak Vahid! – Neden biliyorsun? Ya birkaç tane ise? Zenci ömründe kendisine sorulmayan bu çetin sualin karşısında biraz mütehayyir kaldı. Çehresinde bir işmi’zaz görüldü cephesi zalam içinde zalam gibi sehab-ı siyah-ı endişe ile kaplandı... Bu çok sürmedi. Zenci başını kaldırdı gözlerinden barika-i zafer çıkıyordu. Dedi ki: – Allah her şeyden büyük değil mi? – Şüphesiz. – Her şeyden kuvvetli değil mi? – Elbette. – Dinleyiniz her ne ki çok kıymeti yok! Bizim memlekette bir tane “Mayna-Sultan” var. Beş on tane değil. Bu alemde bile bir memlekette iki sultan yok iken alemlerin sahibi olan Allah hiç iki olur mu? – Acaba olsa ne olurdu? – Muzafferane Biri diğerini tepeler yine bir kalırdı!! Bu isbat i’tiraf ederiz ki idrak-i beşerin safvet ü sadegisine de delalet etmekle beraber vahdaniyetin bizatihi sabit hakayıktan olduğunu irae etmektedir. Zenciye tekrar sordum: – Hazret-i Muhammed aleyhisselam efendimizin peygamber olduğunu nereden biliyorsun? Bu sual de zavallı zenciyi şaşırttı. Yine endişe-nak bir suretle düşünmeye koyuldu... Sonra bana ekmeğini göstererek dedi ki: – Bu ekmeği bana kim verdi? – Ben! – Ben şüphe edebilir miyim ki bu ekmeği bana sen verdin? – Deli değilsen şüphe etmemek lazım. – Şüphe etmem. Sen verdin. Allah’ın bir olduğunu bize bildirenin peygamberliğine nasıl şüphe edeyim! Sanırım ki bu son delil besateti kadar ali ve hakıkıdir. beşere ve hele safvet ü nezahet halindeki dimağlara teslis asla telkın edilemiyor. Bundan naşi Nasraniyet muhitinde doğmayan anası babası Nasrani olmayan bir adamın ne sevk-i vicdanisiyle ve ne de netice-i tedkık ve tetebbu olarak Nasraniyet’i kabul etmesi mümkün olmuyor. Afrika-yı vustada avuç dolusu liralar sarf eden Protestan ve Katolik misyonerlerinin mesai-i fedakaranesi ma’na-yı tammiyle berheva olmaktadır. Ağaçtan topraktan ma’mul bir sürü ma’buda veyahud cinlere ibadet eden bir Sudani’ye teslis telkın olunduğu gibi yeni bir şey söylenmiş olmuyor. Zenci üç kişiden müteşekkil bir manzume-i uluhiyyetle kendi ma’bud sürüsü arasında büyük bir fark görmüyor. Hediyeler behiyyelerle ismen hıristiyan olsa bile hakıkatte din-i batıl-ı kadiminden çıkmış sayılamıyor zira baba oğul ve ruh vesaire gibi kesretleri derhal eski ma’budlarının yeni isimlerle tecellisi şeklinde telakkı ediyor. üzerinde hiçbir te’siri görülmemekte ve daha doğrusu te’sirat-ı acibesi görülmektedir. Mesela sada-yı nakus Zencilere o kadar ma’kus bir te’sir vermektedir ki istima’ıyla beraber Sudani’de peyda olan hiss-i galib danga tesmiye ettikleri raks-ı acibe koyulmak hevesi oluyor. Halbuki ezan her Sudanlıya müessir bir suretle bahş-ı Şimdiye kadar sarf edilen mesai-i azimeden iktitaf edilen hasis ve fakır semerelere göre Nasraniyet’in Afrika’da neşr ü ta’mimi emelinin bir hayalden ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Amerika’dan Afrika’ya hıristiyan oldukları halde bulunuyorlarsa da bunların ahlaksızlığı; hatta putperestlerden daha ziyade olduğunu her munsıf i’tiraf etmektedir. Afrika-yı garbideki “Liberya” cumhuriyeti ahalisi kadar sefih ve ahlaksız zenci başka tarafta ve hatta henüz vahşi namı verilenleri içinde bile nadir bulunur. Halbuki bunlar ismen hıristiyandır. Şu kadar ki irsiyet ve doğru diye kabule alışmamış dimağlar Hıristiyanlıktaki akaid ve ibadattan hiçbir şey anlayamadıklarından yalnız cevaz-ı başka bir karları bulunmuyor! leri kemal-i ehemmiyyetle telakkıye şayandır: “Hıristiyan olmuş ve medeniyete girmiş gibi görünen zenciler o kadar ahlaksız adamlardır ki biz bunların şehadetine hiçbir ehemmiyet vermemeye mecburiyet görmekteyiz halbuki müslüman yerliler pek saf ve şayan-ı i’timad adamlardır. Bunlar mükafat-ı uhreviyyeye intizaren sabur ve kanaatkar oluyorlar ki bu da birinciler kadar hırsızlığa münhemik olmamalarını icab ediyor.” sinden öğrenenler onun ma-fevkattabia i’tikadatı telkın eden bir mezheb olduğunu öyle alel-amya iddia edip gitmezler; ancak ukul-i selime ve münevverenin telakkı bil-kabul edeceği bir kanun-ı hayatı muhtevi bulunduğuna ve bu haysiyyet-i mümtazesiyle tavaif-i beni beşer arasında tevhid-i amal ve hissiyyata en nafiz bir vasıta olduğuna kaildirler. Tevhid-i kulub-ı ümeme hadim olan İslamiyet’in aleti asliyye-i telakkısi bulunan lisan-ı Arab’ın eşkal-i hurufu bu diyanetin intişar eylediği her kuşe-i arza idhal edilmiş yani dahi orada meydan-ı isti’mal bulmuştur; el-hasıl vahdet-i feyz-i iman her yerde vahdet-i eşkal-i irfanı intac eylemiştir: Fars ile Türk İslam’ı kabulden sonra lisan-ı kavmilerinde huruf-ı Arabiyyeyi isti’male başlamışlardı. Ehl-i Hind’in bir kısm-ı a’zamı tarafından müsta’mel olan “Urdu” lisan-ı İslamiyanının ve Afganlılar tarafından kullanılan “Peştu” dilinin hurufu hep Arabi harfleri olduğu gibi Malay şibh ceziresinin ve maşrık-ı baidde bulunan sair memleketlerin ahali-i müslimesi tarafından söylenilen lügatlerin elifbasını huruf-ı Arabiyye teşkil eylemiştir. Kezalik Cezayir’in “Kabil” denilen tavaif-i gayr-ı Arabiyyesinin ve Afrika’nın şark sevahilinde ekserisi zenci unsurundan olan akvamın “Sevahili” denilen lisanlarında pek cüz’i bir fark-ı mahalli ile huruf-ı Arabiyye Arnavut taifesi adetçe tavaif-i müslimenin hemen kaffesinden az olmakla beraber Arnavutların mahiyet-i cinsiyyeleri nazar-ı dikkate alındıkta İslamiyet’in beynelbeşer vukua gelen fütuhatının pek kıymet-dar ganaiminden sayılırlar. Arnavutları havza-i Osmaniyyet’e idhal eden şey cebr-i etrak değil nüfuz-ı İslamiyyet idi. Müslüman Arnavutlar sıhriyyet-i milliyye te’sis eyledikleri Türkler gibi huruf-ı Arabiyye’yi lisan-ı kavminin alet-i tefehhümü olarak kabul eylemişlerdir. Binaen-ala-zalik onlara huruf-ı Arabiyye’yi terk ettirmek alem-i İslamiyyetle rabıtalarını kat’a çalışmak gibi bir şey olur; Halbuki İslamiyet’in salabet-i tevhidiyyesi dairesine girmiş olan bir halkı onun te’sirat-ı ruhaniyyesinden tecridin mümteniü’l-husul olduğu İslam’ın en büyük muarızları tarafından bile teslim edilmiş bir hakıkattir. İmdi Arnavutluk’a mensup olan ihvan-ı ümmetin huruf-ı Arabiyye’yi terk edip de onun yerinde öyle gelişigüzel Latin harfleri kabul eyleyiverecekleri gibi bir ihtimal-i zaiften dolayı ne Türklerin ne de sair müslümanların endişe eylemesine mahal yoktur. Değil Arnavut lisanının hatta Türkçe’nin bile Latin harfleriyle yazılmasını tervice yeltenenler bulunuyor. Hatta inkılab-ı seriin bittabi’ intac eylediği tezebzüb-i efkardan muttasıl ortaya atmaya uğraşanlar arasında bile lisanımızda Latin harflerinin kabulünü isteyenler vardır. Fakat kanun-ı tahavvülün karnen-ba’de-karnin muhkemiyet-i mütezayide bahş eylediği halatı yek kalemde tağyire uğraşanlar için hasıl olacak netice makhuriyetten ibaret kalır. Tebdil-i hurufun tebdil-i mahiyyet-i asarı tevlid edeceği bu zam eyleyeceği tabiidir. Eslaftan ahlafa ve ecdaddan evlada tevarüs edegelmekle salabet kesb eyleyen ve bir hey’et-i ictimaiyyenin mevcudiyyet-i siyasiyye ve milliyyesinin mürevvic-i aslisi olan hissiyat işte o asar-ı mütekaddimeden münbaistir. O asarın metrukiyetini mucib olacak halat ibdaı o hissiyatın vesait-i imhaiyyesini ihdas demek olur. Binaenaleyh bir kavm-i müslimin tebdil-i hurufu tebdil-i mahiyyet-i asarını ve Binaenaleyh tağyir-i hissiyyatını vücuda getirir. Neticesi ise diyanet ve milliyyet-i asliyyeden inhiraf için yol açmaktır. Latin hurufunu huruf-ı Arabiyye’ye tercihen kabul eylemek arzusunun neden ileri geldiğini sorarsanız alacağınız ecvibe-i adidenin hülasası teshil-i terakkıden ibaret kalır. Bu zehabda bulunanlar bilmiyorlar veya bilmek istemiyorlar ki nan ümmetler müterakkı ve Halbuki Latin harfleri ile teallüm eden kavimler tarik-i terakkıde onlardan hayli geri idiler. Japonyalıların eşkal-i kıraati huruf-ı Arabiyye’ye kat’iyyen kıyas kabul etmeyecek derecede müşkil olduğu ma’lum Japonya’da el-yevm Latin harfleri ittihazı mes’elesi ehemmiyetle mülahaza edenler bulunmuyor. Çinliler dahi terakkıyyat-ı cedideden külli yevmin istifade edip durmaktadırlar; belki yirmi sene sonra onlar da Japonya gibi olurlar. Çin hurufatı dünyanın en müşkilü’l-fehm eşkal-i tahririyyesinden misyonerler tarafından celbolunan birkaç yüz bin kadar Çin dönmeler ol babdaki fikr-i ahzı tervic etmiş olsalar gerektir. Arabi’nin eşkal-i hurufu bazı lisanların kelimatındaki aheng-i telaffuzu sıhhat üzere vermeye elverişli değil diyorlar; burası müsellem olmakla beraber diğer bazı lisanlarda dahi Latince hurufun aynı müşkili ihdas eylediği inkar olunmamaktadır. Müslümanlara elzem olan şey ma’kul ve tedrici surette ve zaruret-i kat’iyyesi umumiyetle sabit olduğu üzere Yeni huruf ittihazı nesl-i müstakbel için yeniden asar-ı maarif ve me’haz-ı ma’lumat ihdasını icab eder. Binaenaleyh Latin harfleriyle yazılacak asar-ı müstakbelenin mahiyetinde elbette hissiyyat-ı şarkıyye-i İslamiyye ile mukarenet hassası bulunamaz. Bunun mazarrat-ı azime-i adidesi kardır. Bu gibi bir tebeddülden Arnavut olmayan Osmanlılar Arnavut denilen ferd-i beşer esasen –İngilizlerin bir kavli vechile– yontulmamış bir elmas gibidir; imdi yontulunca parlar yani kesb-i ilm ü irfan ettikçe nur-ı feyzi artar. Nitekim tarih-i Osmani’de isimleri sahayif-i mefharet işgal eden ulema şuara ve fuzala-yı vüzeranın bir haylisini feyz-i kemaliyle temeyyüz etmiş Arnavutlar teşkil eder. Binaen-alazalik hey’et-i ictimaiyyemizin tealisine mazide bunca yardımı dokunmuş olan bir unsur-ı kıymet-darın bizden vechen mine’l-vücuh tefrikine sebep olacak halatın def’ine bütün kudret-i mevcudemizle çalışmalıyız. Erbab-ı dirayet için hafi değildir ki: Şeriat-i garra-i Muhammediyye’den olan me’murat-ı ilahiyye ve menhiyyat-ı diniyyenin cümlesi hikemiyyat-ı adide ve siyasiyyat-ı medideyi şamil ve cami’dir. Şu cümleden olarak din-i mübin-i İslam’ın erkan-ı hamsesinden biri olan hacc-ı Beytullahü’l-Haram ki her sene ümmet-i Muhammed eyyam-ı ma’lumede Mekke-i Muazzama’da ictima’ ederler hiç şüphesiz bu ictima’da olan hikemiyat-ı la-yuhsanın ta’dadı mümkün değil. Bu ukul-i beşerin ma-fevkinde bir ni’met-i uzmadır fakat maatteessüf bizim ehl-i İslam her sene sureten ictima’ etseler de hikemiyyat-ı ma’neviyyesinden mahrum olarak gelip gitmekte idiler. Elhamdü lillah sümme elhamdü lillah bu sene – senesi– ziyaret-i Beytullahü’l-Haram zevi’l-ibtihac arasında bazı hak-şinas hamiyyet-mendan zuhur ederek birkaç defalar hususi ictimalar tertib ve tanzim etmişlerdir. Bu ictimaların ibtidası Kazan ulema-i benamından Mekke-i Mükerreme mücavirin-i izamından eş-Şeyh Muhammed Murad Efendi Tekkesi’nde meşahir-i ulema-i Mekke’den eş-şeyhü’l-fazıl ve’l-üstazü’l-kamil Es-Seyyid Abdullah Zavi taht-ı riyasetinde teşekkül ederek mecliste: Arap Türk Tatar Buhari Hindi İrani Kırımlı Cava Çin Japon milletlerinden adamlar hazır bulunarak; Türki Arabi Farisi lisanlarında nutuklar söylenmiştir. Böyle bir makam-ı mukaddeste bu gibi bir cem’iyet-i mühimmenin birinci celsesi bizim Rusyalı bir müslümanın hanesinde olduğundan dolayı ayrıca teşekkür ve iftihar edersek yeri vardır. Sonra böyle celseler tevali ederek teati-i efkarda devam olundu bu sünnet-i hasene fi-maba’d her sene devam ve sebat olunmak üzere de karar verilmiştir. Bu sene-i mübarekede Hicaz-ı mağfiret-tıraza diyar-ı baideden gelmiş hüccac-ı kiram kesretle bulunmakta idi. “Hususan Mısriler” hidiv cenablarının Hicaz’a gelmesi münasebetiyle pek çok gelmişlerdir. Bu sene hidivin Hicaz’a gelmesi efkar-ı adiyyeye hayli te’sir ettiği gibi bazı siyasiyyunca dahi bais-i kıl ü kal olmuştur. Hatta hidiv maiyetinde Times gazetesi muhbiri bulunması ayrıca bir nokta-i mülahazadır. Havadisimize mevsim-i hacda Mekke-i Mükerreme’de bazı müfsidler tarafından evrak-ı muzırra neşrolunduğunu da ilave edecek olursak mes’elenin ehemmiyeti dahi kat kat tecessüm eder. Bundan maada bazı erbab-ı basiretin tecrübe ettiğine göre bu sene umum Yemen hüccacının sarf etmekte olduğu paraların İngiliz lirasından ibaret olması da şayan-ı dikkattir. Bu sene hüccac-ı zevi’l-ibtihacda sıhhat-i umumiyye ber-kemal olup bütün Mina’da üç gün zarfında üç yüz bin nüfustan dört cenaze oldu bunların da ikisi erzel-i ömre gelmiş şeyh-i fani ikisi de eski hastalıklar ile müptela olduklarını Sıhhiye Dairesi’nden istihbar ettim. Bu sene diğer senelere nisebine arz-ı Hicaz’da her şey ucuz olduğu da görülmüş hususan suyun ucuz olması Ayn-ı Zübeyde Komisyonu a’zalarının ihtimam ve i’tinalarına delalet ettiği şüphesizdir. Arz-ı Hicaz’da hususan Mekke-i Mükerreme’de mine’lkadim su kıtlığı ma’lumdur bundan yirmi beş sene mukaddem Osman Paşa merhum himmetiyle bir vakitler su yolları ma’mure haline ifrağ olunmuş ise de bu son vakitlerde Abdülhamid Avnü’r-refik gibi zalimlerin su-i tedbirleri neticesi olarak Beytü’l-Haram tekrar su kıtlığına duçar olmuş bütün etraf-ı Mekke’de susuzluk hüküm-ferma olmuştu. Lakin elhamdü lillah sümme elhamdü lillah bu kere idare-i hazıranın mından Fazıl Celil es-Seyyid Abdullah Zevavi cenablarının taht-ı riyasetinde “Ayn-ı Zübeyde Komisyonu” namıyla bir komisyon-ı ali teşkil olunarak su yollarının taht-ı intizama alındığı maalmemnuniyye istihbar olunmuştur. Bundan maada komisyon-ı ali “İdare-i Maarif Komisyonu” namıyla dahi diğer bir vazifeyi deruhte etmiştir. Maarif Komisyonu ise küçük bir şeydir fakat ma’nen ve maddeten büyük bir muvaffakiyettir zira arz-ı Hicaz’da bu gibi şeyleri bundan birkaç sene mukaddem tasavvur mümkün değil idi. Mekke-i Mükerreme’ye uzaktan bakılırsa din-i mübin-i nolunur mübarek hac erkan-ı din-i İslam’dan olduğu cihetle her sene bir iki yüz bin adam min külli feccin amik gelirler bu arz-ı mukaddese külliyetli varidat verirler burası merkez-i siyaset-i İslamiyye’dir fülandır fülandır deniyor... Fakat sabık Osmanlı hükumeti arz-ı Hicaz’ı bütün bütün mensi bir halde terk etmiştir burası adeta memleket değildir vilayet değildir hiçbir şey değildir. “Belki Rusya’nın Kırgız sahralarında Kuyandı Pazarı gibi bir pazardır” demişler de buraya ufacık bir vilayet kadar da ehemmiyet vermemişler. Bilakis burada: “İmaret” “vilayet” namlarıyla iki türlü cıları istedikleri kadar soymak ile emretmişler; emir-i Mekkei Şerif bir taraftan vali-i Mekke diğer taraftan sene-be-sene hacı vüruduna müntazır olup yalnız her taraftan gelen hacılara simsarlık ile vakit geçirmişler bütün işleri güçleri hacı yağması olmuş; hacıların kara seferinde bedeviler ile deniz seferinde vapurcular ile iştirak etmişler de deve ücretinin nısfını vali ile şerif almış. İşte şu iki hükumetin bu memlekette gördükleri hizmet bundan ibaret imiş bu paralar da Altın Oluk vasıtasıyla Abdülhamid kasasına ve oradan da ecnebi bankalarına akarmış. Dahilde bu hali görenler “La havle vela kuvvete illa billah” demişler İstanbul ise buraya hep gözü ile bakmış başka hiçbir şey yokmuş ne vilayet idare meclisleri var ve ne de belediye yok oğlu yokmuş. Şimdi Osmanlı idare-i cedidesi buraya ihtimam etmek fikrindedir muktedir valiler göndermiş mükemmel vilayet mahkemeleri tensik olunacak vilayat-ı sairede olduğu gibi vali vazifesi şerif vazifesi de ta’yin olunacak fakat şimdi Mekke-i Mükerreme birkaç yüz senelik bir harabe-i enkaz Abdülhamid’in otuz seneden beri yıkmakta olduğu bir virane bakiyesi olduğundan vali ve şerif ne kadar güzel ve müsteid adamlar olsa bile yine az bir müddet içinde ıslahı lah kapıları açılmış salaha yol tutulmuştur. İnşaallah ümid olunur ki: An-karib arz-ı Hicaz da bir memleket-i ma’mure haline gelir. Bu sene hüccac-ı zevi’l-ibtihacdan bazıları Mekke ile Medine arasında hayli istirahat etmişlerdir ve deve ücreti dahi bazı hacılar için hayli ucuz olup on sekiz mecidiyeye kadar Mekke-Medine arasında amed ü şüd etmişlerdir. Hususan Mekke-i Mükerreme valisi bu hususa ihtimam etmişler de hüccac-ı müslimin hakkında bir paraya tecavüz olunmayacağını kat’i surette şerif cenablarına bildirmişlerdir. Elbette şurasını tekrar hatıra almak lazım: Otuz senedir yıkılmış bir bina bir senede i’mar olunamaz. Maamafih Hicaz Demiryolu Mekke-i Mükerreme’ye isal olunursa arz-ı Hicaz’ın kat’i surette i’marı ümid olunur. Cenab-ı seyyidiyyü’l-macid saadetlü Muhammed Ali Münir Bey hafazahullahü Teala Des missions Efendim Japonya’da öteden beri İslamiyet lehinde bir cereyan olduğunu hep işitiyorduk. Ben kendi nefsime bunu pek tabii bulurum; çünkü din-i İslam ma-fevka’l-idrak mafevka’t-tabia tahakkümlerden taglitattan münezzeh olduğu meyleder ve etmek icab eder; işte fıtratın bu kanunudur ki nezih ve zeki Japon mütefekkirlerini İslamiyet’e sevk ediyor. Alem-i İslam’a takrib ediyor. Bu cereyana bu sevk-i ali ve tabiiye yabancı durmamak farzlaştığını bana bu hafta gelen ve size aynen takdim ettiğim mektup meali gösteriyor; makarr-ı celil-i hilafetteki ulema-yı kiram bu mes’ele-i diniyyeyi layık olduğu ciddiyetle düşünseler ehl ü erbabından birkaçı bir seyahat zahmetini göze aldırsalar acaba nasıl olur? Filhakıka düşünülecek bin mes’ele var var ama bu da mesailin biri ve belki birincisidir. Hatta fikrimce Dozy’e karşı yazılacak müdafaadan pek çok mühimdir. Şifahen de birçok defa yana yakıla söylediğim üzere din-i İslam hakkında garblılar birçok yanlış noksan hakıkatten ari şeyler yazmışlardır. Bunların içinde bilmediğinden anlamadığından dolayı yazanı olduğu gibi li-garazin li-kasdin yazan müfteriler de var. Mesela –maatteessüf– ekseriya asar-ı hikemiyye ve edebiyyesini tercümeden bir zevk-i mahsus duyduğumuz Voltaire Hugo ve emsali gibi... Bile bile isnadat ve müfteriyattan çekinmeyen bu gibiler istisna olunursa ötekiler diyebilirim ki umumiyetle hakıkat-i İslam’ı bilmedikleri için aleyhdarlar zaten insan bilmediğinin adüvvüdür; ve bu kabahat ulema-yı İslamındır öğretmeliydiler bildirmeliydiler... şümuli bir müdafaaname kaleme alınsa fazilet ve İslamiyet’e yakışan bir lisan-ı hikmetle şark ve garb çınlandırılsa ve bu vazifeyi bir hey’et-i saliha-i ilmiyye deruhte eylese her lisan ile yazılsa tabiidir ki iyi olur. Bu bedihiyatı burada tekrara sebep nazar-ı dikkatinizi daha mühim daha ciddi olan Japonların İslamlaştırılması mes’elesine çevirmektir; cür’etimi hususiyetime bağışlayacağınıza eminim. Bakınız bir Abdürreşid nelere muvaffak oluyor bizim ulemamız o zata peyrev olamazlar mı dersiniz? Fiiliyat fiiliyat bizi ikaz ederse edecek... Mektup münderecatına göre beş meb’us ve sabık maarif nazırı dahil olduğu halde Japon alimi din-i İslam’ı kabul eylemiş. Ne kadar şayan-ı teşekkür bir haber... Buraya geldiği ret etmek çaresini arayacağım. Fakat bilirsiniz ki henüz kimseyi tanımıyorum. Rica ederim bu zat hakkında iktiza eden teshilatı esirgemeyiniz buldurup görüşünüz İslamiyet hakkında ümid kuvvet veriniz bazı ulema ile tanışmasına vesatat buyurunuz. Herhalde umarım ki tasdiatım mazhar-ı hüsn-i telakkı olur efendim. Büyük bir İslam mütefekkiri olan muhterem misafirimizi sevgili din kardeşimizi tebcil ü i’zaz emrinde uhde-i diyanetimize müteveccih vezaif-i uhuvvenin kema-yenbaği ifasına liyet-perveranenize tamamiyle iştirak eder ve bi-lutfihi teala kariben hiz-ara-yı husul olduğunu görmekle müftehir ve bahtiyar oluruz. Ciddiyet ve hakıkat-perestlikleri müsellem-i cihan olan Japon kavm-i necibine mensup Hacı Ömer Yamaoka Efendi’nin gazetelerde görüldüğü vechile hidayet-i sübhaniyyeye mazhar olarak kabul-i İslam ile hacc-ı şerife azimeti ve şimdi de Darü’l-hilafe’yi ziyareti ehemmiyetle telakkı edilecek vekayi’-i azime-i İslamiyye’dendir. Pek basit gibi görünen bu vak’a netice i’tibariyle o kadar büyük ve mühimdir ki tarih-i İslam için yeni bir devrin; münevver mes’ud bir devr-i cedid-i ikbalin mukaddimesini teşkil eder. Bu bir sabah yıldızıdır ki arkasından güneşin tuluu beklenir. İntibah ve hareket halinde bulunan alem-i İslam Bir gün gelip de kelime-i tevhid Japon semalarında da yükselmeye başlarsa o vakit müslümanlar sırrının tecelliyatını görerek azim bir hazz-ı vicdani ile mesud ve bahtiyar olacaklardır. Böyle parlak bir istikbalin mukaddime-i felahını teşkil eden bu vak’anın mümkün olduğu kadar tafsilatını kaydetmek Binaenaleyh Hacı Ömer Efendi’nin buradaki nutuklarını efkar ve mülahazatını harekatını zabt u ta’kib ile muhafazaya ve saha-i matbuata tevdi olunabilecek kısmından kari’lerimizi de haberdar eylemeye hasbel-meslek kendimizi mecbur görüyoruz. Hacı Ömer Efendi kardeşimiz otuz yaşlarını ikmal etmiş bir gençtir. İngiliz Rus Çin Kore lisanlarıyla da tekellüm eder. Daha bazı lisanlara da vukufu var. Gözlerinde halinde tavrında her şeyden ziyade hulus ve safvet-i kalbiyyesi okunur. Dinden kat’unnazar hadd-i zatında kalbi pak ve temiz. Kendisini ilk görenler hal ve tavrından bir şey anlayamaz. “Saf bir adam” telakkı eder. Çünkü Ömer Efendi şahsına hiç ehemmiyet vermez. Onun bütün düşündüğü milleti kavmi bir de şimdi şeref-yab olduğu din-i mukaddesidir. Kendi ufak yapılı tarz-ı telebbüsü de sade ve fakat temiz. Hele meziyyat-ı insaniyyeyi mesammat-ı nesciyye arasında arayanlar Hacı Ömer Efendi’den hiçbir şey anlayamaz. Ömer Efendi gayet mütevazı mahviyyet-perest tantanadan ari ali bir ruhtur. O yaratılışta bazı zevat kendisine “Ruhum sizi pek sevdi bu neden?” diye soracak olursa “Çünkü diyor benim gibi düşünürsünüz.” Ömer Efendi tekellüfat-ı medeniyyeyi sevmez. En ziyade nefret ettiği bir şey varsa Avrupa hayat-ı muaşeretini takliddir. “Ben diyor müslümanlarda başka bir hal görüyorum; bir hal ki bizim ahval-i hayatiyyemize pek tevafuk eder. Mekke-i Mükerreme’de idi bir zata tesadüf ettim. Elbisesi yırtık yamalı fakat temiz bir adam. Kendisiyle bazı şeyler görüştükten sonra nihayet bana dedi ki: Sen benim elbisemin yırtık olmasına bakma kalbimin samimiyetine atf-ı nazar eyle... Hakıkaten bunun ruhunu pek ali buldum; her türlü şevaibden tahassüsat-ı zulm ü hıyanetten hali idi. O zaman anladım ki müslümanlar zahire değil bizim gibi kalbe ruha ehemmiyet veriyorlar. Halbuki Avrupalıların o şık o mükellef libas-ı fahirleri altında öyle zulm ü hıyanetle mali kalbler vardır ki tasavvuru bile beni ta’zib eder.” Sadelik temiz kalblilik... İşte Ömer Efendi için yegane meziyet!.. Sonra büyüklere karşı Ömer Efendi’nin hürmeti pek ziyadedir. Geçen gün Cem’iyet-i Muhtereme-i İlmiyye’de verilen çay ziyafetindeki bir hali herkesin nazar-ı dikkatini celb etti. Med’uv zevatın önlerinde sıralanmış küçük masalara çaylar ve teferruatı konulduktan sonra herkes tenavüle başladı. Fakat Ömer Efendi’nin çayı soğuduğu halde bir türlü başlamıyor. “Buyurunuz” denildikçe “Teşekkür ederim” mukabelesinde bulunuyor. Nihayet kendisine tercüman vasıtasıyla niçin iştirak etmediği sorulunca “Burada böyle büyük muhterem zevat ile beraber yemede teeddüb ederim onlar yedikten sonra ben yiyeceğim...” cevabı alındı. Bunun üzerine yanında bulunan beyaz sakallı bir pir-i nurani Tırnovalı Muhammed Efendi dayanamadı o küçük Japon İslamını kucakladı. Muhterem adam hürmet edilecek şeyleri bilir. Mustafa Asım Efendi’nin nutk-ı cevabisi esnasında da “Mikado” hazretlerinin rarak öyle bir vaziyyet-i ihtiramiyye aldı ki hazirun hayrette kaldılar. Keza nutkun hitamını müteakib aşr-ı şerif okunmaya başlandı herkes diz çöktü. O sırada Ömer Efendi’nin vaziyyet-i Sonra Mustafa Sabri Efendi’nin okuduğu aşr-ı şerifte “Muhammed Resulullah” kelime-i tayyibesini işittiği zaman Ömer Efendi’nin meşhud olan etvar-ı ta’zimiyyesi gayr-ı ihtiyari hutut-ı vechiyyesinde tahassül eden hürmetle memzuc asar-ı muhabbeti mütehalli bulunduğu ahlak-ı cemileyi ulviyyet-i ruhunu ifhama kifayet eder. Ömer Efendi’nin yüzü kalbi gibi daima güler. Gülerek söyler gülerek dinler. Bir meclise gelir gelmez “Esselamu aleyküm” der iki el ile herkesle musafaha eder. Müslümanlardan kendisine ibraz edilen teveccüh-i samimilerden pek memnun ve müteşekkirdir her nutkunun ibtidasında bunu tezkar eder. Ömer Efendi için kendi şahsının hiç ehemmiyeti yoktur o her gördüğü muameleyi milletine ve yeni te’sis ettikleri Neşr-i İslam Cem’iyeti’ne karşı telakkı eder. Daima cem’iyeti namına söyler. Zaten alem-i İslam’daki bu seyahati cem’iyetin tensibiyledir. Hergünkü vekayiden telgrafla cem’iyeti haberdar eder ve oradan aldığı ta’limata tevfik-i hareket eyler. Ömer Efendi sizi tedkık ettikten anladıktan sonra öyle bir-takım hakayık-ı siyasiyyeden bahsetmeye başlar ki şu küçük adamcağızın böyle büyük düşünmesine hayret edersiniz. Muvaffakıyetlerini hiç kale almaz; sözleri düşünceleri hep istikbale aittir. “Muvaffakıyyatınızdan hiç bahsetmiyorsunuz...” denildiği zaman bir telaş ve haşyetle “Aman ben bunu düşünür de maazallah sonra kendime bir gurur gelirse artık benim için yaşamak mümkün olmaz” cevabıyla hissiyat-ı mağruraneden tehaşide bulunur. Hatta garip bir vak’a hikaye etti. Amerika donanması Japon limanlarını ziyaret ettiği zaman Japon rical-i bahriyyesi onları tedkık ederek bir rapor neşretmişler demişler ki: “İngiliz ve Amerika donanmaları müttefikan Japon adalarına hücum etseler Japon donanması müdafaaya muktedirdir” bunun üzerine Japonları bir keder istila eylemiş bu raporun neşri Japonlar üzerinde iyi bir te’sir hasıl etmemiş. Sebebini sorduğumuz zaman dedi ki: “Ya bu rapordan Japonlara gurur gelirse... Sonra mahvolduğumuz gündür. Bir millete gurur gelince o millet artık yaşamaz. Mahvolur...” Bunun üzerine mecliste bulunan Şehbender-zade Filibeli Hilmi Beyle Giritli Muallim Mehmed Aziz Bey takdir-amiz nazarlarla birbirine bakıştılar. Yine bir gün Hindistan taraflarında bir İngilizle mükalemesini tasvir etti. İngiliz kendi lisanının fülan fülan mahallerde kesret-i intişarından “mütekebbirane” bahsetmiş. Bu tefahür bizim küçük müslüman Japon kardeşimize dokunur buna karşı öyle bir cevap verir ki muhatabı mütedehhiş mebhut olup kalır. Ömer Efendi siyasetten bahse başladı mı masa üzerine bütün dünyanın bütün devletlerin haritasını çizmeye başlar. Söz arasında Anadolu’da Eğin gibi küçük bir şehirden bahsederseniz oranın güzel bahçeleri olduğunu size söyler. Muvazene-i düveliyyeyi mevzuubahis edecek olursanız yarım asır sonra umum kürre-i arzın muvazene-i düveliyyesini size teşrih eder. Yalnız iş Ömer Efendi’yi söyletebilmektir. Sözleri muhatabın seviyesine göredir. “li-külli makamin makal” düsturuna derece-i riayeti muhtelif meclislerdeki mevzu-i bahsleriyle sözleriyle anlaşılmıştır. Müslümanlardan yalnız bir şikayeti vardır: Gördükleri gibi kalmış olmaları. “İyi bir hakıkati güzel bir şeyi ilerletmeli” diyor. Bazı dekayık-ı asliyye-i İslamiyye kendisine tefhim olunduğu zaman o kadar hoşuna gider ki yüzünü derhal asar-ı beşaşet kaplar gülerek başını sallar. Bursa Meb’usu Tahir Beyefendi ile olan musahabenin tadı dimağında kaldı. el-Menar sahibi Şeyh Reşid Rıza Efendi’nin Nur-ı Osmaniyye kulübünde irad ettiği nutkun Japonya’da neşri için aslını istedi. Hasılı Ömer Efendi kardeşimizde büyük bir zeka ve dirayetle beraber pak temiz İslamiyet’e müştak bir kalb şarklı kalmaya büyük bir azim meşhud oluyor. Şimdilik bir ma’lumat veririz. Şehr-i Rebiülevvel’in birinci günü Cem’iyet-i Muhtereme-i ziyafetini müteakib Ömer Efendi kalktı salon kapısı yanına giderek haziruna karşı bir vaziyet-i hatibane aldı İngilizce “Alem-i İslam’da gördüğüm bu teveccüh ve muhabbetlere karşı teşekkür için söz bulamam. Ben bu teveccühleri şahsıma değil milletime cem’iyetimize karşı telakkı ederim. Binaenaleyh milletim cem’iyetim namına size arz-ı teşekkürat eylerim...” Parça parça nutkunu irad eder söylerken birkaç adım bazen hafifleştirir bazen de şiddet vererek evza’ ve etvar-ı mahsusa-i hatibane ile birkaç fıkra söyler tercüme olunurken yine geri çekilerek ellerini kavuşturarak önüne bakar kemal-i ihtiramla tercümanın sözünü bitirmesini bekler. İnkıtaa uğramaksızın irad-ı nutk ettiği zaman daha ziyade galeyana gelir daha ziyade dekayık-ı hitabet izhar eder samiini daha ziyade cezb eder. “Zannederim ki hacc-ı şerife gittiğimden bahsetmeye hacet yoktur Osmanlı gazeteleri bu babda neşriyatta bulundular. Size Japonya’nın ahval-i ictimaiyye ve diniyyesine dair bazı şeyler arz etmek istiyorum. Biliyorsunuz ki seneden beri yani kayd-ı esaretten kurtulduğu zamandan beri Japonya daima ilerlemeye vakf-ı mesai ediyor ve el-an da bütün cehd ü mesaimiz medeniyet-i hazıranın iyi cihetlerini Japonya’da tatbik etmektir. O vakit bizim medeniyet-i hazıraya karşı olan bu temayülümüzü gören Avrupa akvamından Portekizliler bize birçok misyonerler gönderdiler ibtida zannolundu ki bu misyonerler milletimize yeni bir ruh yeni bir hayat verecekler. Fakat bir müddet geçip de bu tohumlar filizlenmeğe başlayınca rical-i milletimiz gördüler ki bunun neticesi vahim. Çünkü ahalimizin ahval-i ruhiyyesi değişmeye tuhaf bir şekil almaya başladı. Eğer bu devam edecek olursa bizim milletimiz şecaatimiz daha birçok evsaf-ı mahsusa-i kavmiyyemiz mahvolacaktır... Bu misyonerlerin “din” namına getirdikleri şey bizim hey’et-i ictimaiyyemize hayat ve bekayı millimize münafi ve muzır. Sonra diğer taraftan bu gelen adamlar para vasıtasıyla memleketimizde entrikalar çevirmeye başladılar. Nihayet anlaşıldı ki bunlar birtakım menafi’-i şahsiyye ve maddiyye takibi için buraya gelmişler bizim terakkımizi arzu etmiyorlar bize bir hayat-ı nev bahşetmek kendilerine esir etmek için gelmişler... Onun üzerine hükumet Japonya’daki misyonerler tehlikesini izale edecek esbaba tevessül etti. Gösterilen şiddet misyonerlerin bir müddetcik olsun tehacümünü durdurdu. Sonra –bundan sene evvel– bizde ma’lumunuz olan tamamiyle takarrür etti. Bunun üzerine yine misyonerler gelmeye başladı. Bu misyonerler pek çok çalıştılar: Lakin mütefekkirinimiz tahsil gören tabakat-ı münevveremiz bunlara hiçbir zaman ruy-i mümaşat göstermedi asla ehemmiyet vermedi. Maahaza biz gerek edyan-ı mevcudeyi gerek medeniyet-i hazırayı tedkıkten bir an hali kalmadık. Her tarafa gönderdiğimiz adamlar ahval-i hazıra-i ictimaiyye hakkında dinler hakkında tedkıkatta bulunuyorlardı. Bizim medeniyet-i hazıradan aldığımız şeyler yalnız yonerlerin getirdiği dini kabul etmiş ise de bu da hakıkı bir kabul sayılmaz. Çünkü din bir gıda-yı ma’nevidir ihtiyac-ı maddiden ziyade ihtiyac-ı ma’neviyi te’min eder. Bize ihtiyac-ı ma’nevimizi tatmin edecek bir şey lazımdı. Öyle bir şey ki bizim hayat-ı ma’neviyyemizi ceyyid zinde bir surette yaşatsın. Bizim maneviyatımızı öldürmesin. Bizim ruhlarımıza taze ve ebedi bir hayat versin. Hem buna ihtiyac şediddir. Çünkü rical-i devletimiz ekabir-i ümmetimiz avamın medeniyet-i hazıraya karşı olan temayülatından endiş-nak bulunuyorlar. Milleti bu marazdan Avrupa’yı taklid marazından kurtarmak için hayli zamandan beri bir çare düşünüyorlar. Ne gibi bir ilaç ne gibi bir deva olabilir ki bizi bu maraza musab olmaktan reha-yab eylesin? İşte aziz kardeşlerim Japon erbab-ı basireti kat’iyyen hükmetti ki bu ilaç bu deva yalnız “doğru bir din”den ibarettir. Bizim için ve belki bütün milletler için başka çare-i felah yoktur. Çünkü dini olmayan bir millet devam edemez. Bir kere bu takarrür ettikten sonra ikinci bir cihet tedkıke başlandı: Peki bize bir din lazım. Fakat hangi din? Edyan-ı mevcude içinde en doğru en sağlam fıtrat-ı beşere en muvafık bir din hangisidir? diye düşünmeye başladık. Tedkıkat muvafık gelen bir din varsa o da din-i celil-i İslam’dır. Neden din-i İslam Japonyalılar için en muvafık bir dindir? Çünkü bu din-i alinin ahkam-ı esasiyyesi hakayık-ı asliyyesi ve bu İslam ümmetinin tarihi safahat-ı muhtelife-i maziyyesi bizim hayatımıza pek uygun düşer. Çünkü bizim en sevgilimiz olan Mikado hazretleri vahid-i Hakıkı olan Allahu azimüşşana secde ediyor. Ne Budiliği ne Konfüçyüsizmi ne de Hıristiyanlığı beğenmiyor. Bizim ser-tac-ı mefharetimiz muazzam padişahımız Mikado hazretleri bir olan Allah’a hamd ü sena eder. Elhamdü-lillah... Ayniyle bu kelime-i tayyibeyi telaffuz eyledi Şimdi ben şeref-i İslam ile müşerref oldum. Bütün mevcudiyetimde bütün kalbimde nur-ı İslamiyyet lemean ediyor. Lazım gelen tedkıkatımı da ifa ettim. Şimdi inşaallah Japonya’ya gider gitmez kalemimle sözümle bütün gayret ve kuvvetimle neşr-i İslam’a çalışacağım. Mikado hazretleri memlekette neşrolunan bütün kitapları ve gazeteleri kemal-i dikkatle ta’kib ediyor. Şüphesiz benim yazdığım şeyleri de okuyacaktır. Hakıkat-i hali anlayınca resmen bu din-i aliyi kabul edecektir. Bir kere Mikado “La ilale illallah Muhammedün Resulullah” dedi mi bütün Japon halkı onu ta’kib edecektir. Çünkü bütün millet onu pek ziyade sever. O kadar hürmet ve itaat ederler ki Mikado hazretlerinin her sözü Japonya’da fevkalbeşer bir söz gibi telakkı olunur. milliyetimizi hayatımızı bekamızı hasılı maddi ve ebedi saadetimizi te’min edecek çareyi din-i İslam’dan başka hiçbir dinde hiçbir şeyde göremeyiz. Eğer şimdiye kadar müslümanlardan bazı fedakarlar çıkarak Japonya’ya kadar ihtiyar-ı zahmetle gelip bilfiil neşr-i tamamiyle intişar ederdi. Maatteessüf şimdiye kadar canını mesaisini bu uğurda sarf eden zevat görünmedi. Japonya’da birçok zevat var ki sizin mevki’-i coğrafinizi an’anat-ı tarihiyyenizi tedkık etmişler son derece iyi biliyorlar. Böyle iken aramızda te’sis-i münasebet edilememesi işte orada bu din-i celili neşre çalışacak bir unsur bulunmamasından ileri geliyordu. Fakat madem ki şimdi orada sırf bu uğurda çalışacak bir unsur kesb-i mevcudiyyet etti artık inşaallah an-karib aramızdaki münasebat pek kavi bir surette teessüs edecektir. der. Çalışmalıyız ruy-ı arzda sulh ve müsalemeti te’sis etmeliyiz mak zulümden kurtulmak istersek bu din-i mukaddesin revabıtıyla kalben birbirimize bağlanarak el birliğiyle çalışmalıyız. Vakta ki bütün Asya akvamı böyle ciddi esaslı bir rabıta mayacaktır o vakit sulh ve müsalemet içerisinde kemal-i emn ü asayişle yaşayacağız. O vakit kemal-i istirahat ile evamir-i diniyyemizi ifa edeceğiz o vakit din-i celilimizi kemal-i zusu budur. Ben çok bahtiyar çok memnun ve müteşekkirim ki bu seyahatimde her yerde bu kadar teveccühlere mazhar oldum bilhassa bu muhterem cem’iyet tarafından bu kadar hüsn-i teveccüh ve iltifat gördüm. Memleketime gidince bütün milletime bunu bildireceğim. Yalnız sizden şunu rica edeceğim ki Japonya’daki İslam kardeşlerinizi hiçbir zaman duadan unutmayasınız. Şimdi ve daima Cenab-ı Hak’tan temenni ederim ki ömrünüz uzun vücudunuz zinde memleketiniz payidar ve kuvvetli olsun. Mustafa Asım Efendi hazretleri cevaben nutk-ı atiyi irad buyurdu: “Nutk-ı alilerinizi kemal-i teşekkür ve memnuniyetle dinledik. Nutuk ibtidalarında lütfen Japonya’nın tarih-i hayatisini bize icmal etmiş oldunuz. Birçok ciltler karıştırmakla toplayamayacağımız ma’lumatın hülasasını aldık. Buna teşekkürler ederiz. Japonya’da öteden beri cari olan dinleri ber-taraf ederek Hıristiyanlığı neşretmek üzere birtakım misyonerler gelerek ahaliye teşvikatta bulunduğunu ve bin-netice hükumetin bunu men’e mecbur kaldığını izah buyurdunuz. Dinler esasen ri kabul ettiği esasa mugayir yeni bir müesseseyi def’ etmek elbette siyaset-i hükumete muvafıktır ve hükumetin hakkıdır. Bir cem’iyet muhafaza ettiği bir fikirden diğere atlar fakat müstakımdir. Ulvi esaslara müsteniddir. Herhangi şahıs herhangi cem’iyet herhangi kavim bulunduğu i’tikadattan tecerrüd ederek böyle esasat-ı ulviyyeyi havi bir dini kabulde haklıdır ve buna muhtaçtır. Kabul için zahiren bir fedakarlık yapılırsa bile ma’nevi muvaffakıyeti pek büyüktür. Saadet-i dünyeviyyeden başka saadet-i uhreviyyeyi de te’min eder. Binaenaleyh Japon gibi hakıkat-bin bir kavmin İslamiyet’i kabul edeceklerine ümidim ber-kemaldir. Dinin bir rabıta-i mühimme olduğunu izah buyurdunuz. Evet cihanda beni beşeri birbirine rabt için pek çok revabıt mevcuddur: Lisan bir rabıtadır kavmiyet bir rabıtadır neseb bir rabıtadır. Fakat bunlar hudud-ı tabiiyye ile mahduddur. yoktur; onun hududu ona salik olan efrad-ı beşerin ümmetin ol babda sarf edecekleri himmet ile mütenasiptir. İslamiyet el-Cezire’den zuhur etmiştir. Fakat sene sonra o kıt’a o dine kifayet etmemiştir cihanın bütün kıtaatına intişar etmiştir ve hudud-ı tabiiyyeye mahkum olmamıştır. Bu sür’at-i müsaid bir din olmasından ileri gelmiştir. Elbette efkar-ı aliyye bunu kabul ve buna hizmet edecektir. Dinin siyaset-i milliyyeye de pek ziyade icra-yı nüfuz ettiği buyuruldu. Pek doğrudur. Hatta Avrupa’da mensup oldukları dinin butlanını iddia eden birçok hükema efrad arasındaki revabıtı muhafaza için resmen o dinlerde kalmayı memleketin siyasetine muvafık görmüşlerdir. Din-i İslam cümlenin ma’lumu olduğu üzere edyan-ı saireye makıs değildir. Mevcud edyanın bir kısmı esasen semavi değildir bir kısmı da semavi olmakla beraber mefsuh ve mensuhtur. Din-i İslam saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyeyi te’mine medar bir din-i celildir. Din-i İslam’ı anlamak rediyor? Vahdaniyet-i ilahiyye ve risalet-i Muhammediyye’yi tasdik zulümden mücanebet mekarim-i ahlakiyyeye teşebbüs. Delil-i hariciye muttali’ olmasa bile bunları tedkık ile insan İslamiyet’in din-i ilahi olduğuna hükmeder. Japonya’nın hürriyet ihrazından sonra bir başka terakkıye doğru yüz tuttuğu beyan buyuruldu. Bu gayet doğrudur. Fiilinde kavlinde hatta efkar ve tasavvuratında gayra mahkum efrad-ı beşeriyyede ne gibi muvaffakiyat tasavvur olunabilir? Herhangi bir ümmet efkarında tasavvuratında serbest olursa o millette asar-ı terakkı müşahede olunması tabiidir. Fakat insanların halken ve bir mevhibe-i kudret olarak ihsan olunan şu meziyetlere malik hükumetler meyanında birincisi Din-i İslam’ın ahkamını anlamak için icraatını tedkıke mecbur olduğumuz hükumat-ı İslamiyye’nin birincisi Hulefa-yı Raşidin devridir. Bazı hükumatın din-i mübinin ahkamını malıdır. O muamele onların şahsına aittir. Binaenaleyh misali devr-i Raşidin’den arz edeceğim. mübeccele vardır. İlk İslamiyet’i kabul edenler kişi idi. Bunlar birinci kafileyi teşkil etmiş ve bu cihetle mediha-i Resulullah’a nail olmuşlardı. Şimdi bu asırda da bunun ufacık bir misalini görüyoruz ki o da Japonya’da’e baliğ olan bu asrın sabıkın-i evvelinidir. Sabıkın-i Evvelin’in’ıncısı olan Ömerü’l-Faruk radiyallahu anh hazretleri İslamiyet’i kabul ettikten sene sonra makam-ı hilafete gelmiş ve milyon müslümana hükmetmiş Bu ikinci halife Mısır ve Suriye’yi fethettiği vakit ahali-i kadimesi İslamiyet’in bütün anasıra bahşettiği hürriyeti görerek yeni hükumet-i İslamiyye’yi alkışlarla kabul etmiştir. Esna-yı seyahatte müslümanların ibzal eylediği teveccühlerden müteşekkirane bahsolunuyor. Yolcuya hürmet ve hürmet etmeye dinen borçludurlar. Ve bunu dinin evamiri olmak üzere ifa etmişlerdir. Buna mukabil teşekkür değil yalnız Cenab-ı Hak’tan sevab ve inayet beklerler. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin siyer-i celilelerinde musarrah olan mesaildendir: Kendileri misafirlere ihtiram eder ve her kavmin mükerrem olanlarını ayrıca taltif eylerdi. Karşımızdaki misafirimiz ise kendi ebna-i dinimizdendir din-i İslam’a hizmet etmiş ve daha birçok hizmet de vaad buyuruyorlar. Böyle mübeccel bir müslümanı selamlarla alkışlar ettiğimizden dolayı Cenab-ı Hak’tan sevab bekleriz. Mikado hazretlerinin ehl-i tevhid olmasından ve Japonya’nın hürriyat-ı vicdaniyyeye müdahale etmeyerek daima bir hakıkate mütemayil bulunmasından ve atiyen kelime-i şehadeti ityanı me’mul ve bunun neticesi olarak İslamiyet’in Japonya’da vasi’ bir surette tevessü’ ve intişarından pek memnun olduk. Mikado hazretlerinin hidayet bulmasına ve şevketinin tealisine dualar ederiz. Japonya’da ve cihanın kıtaat-ı sairesinde bulunan bütün ebna-yı İslam’ın ehl-i tevhidin günden güne mazhar-ı terakkı olması ve aralarında her türlü nifakın su-i fikrin ber-taraf olarak kalben bir ittihad-ı metine muvaffak olmalarını Cenab-ı Hak’tan temenni eder ve bunun kabulü için Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine salat u selam ithafıyla istirham ederiz. “Allahümme salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed...” Nutukları müteakib aşr-ı şerifler kıraatine başlandı. Hafız aşr-ı şerifini Mustafa Sabri Efendi de ayet-i kerimesini okudular. Bunun üzerine Bağdad ulema-yı benamından Şeyh Said Efendi tarafından bir dua-yı beliğ kıraat olunarak meclis miskiyyü’l-hitam oldu. “Şu son günlerde bütün Tatar alemini sarsan vekayi-i garibe ve meşhureden olmak üzere bir imam tarafından Doktor Abdullah Cevdet Bey’in tahsin ve takdirlerle tercüme ettiği mahud Tarih-i İslamiyyet’ten akıde-i mukaddese-i vanıyla bir eser neşredildiği ma’lumdur. Bu eser ortalığı alt üst etti bütün müslümanlar galeyana geldi. Çünkü bu kitabın ağraz-ı mahsusaya tebean müretteb bir plan dairesinde İslam’ın ma’neviyat ve vicdanına hücum olduğu herkesin nazarında tahakkuk etmiş idi. Esasen böyle şeylerden daima haybet ve hüsrana mahkum böyle tehacümlerden İslamiyet’in pervası yoktur; onun hakayık-ı mukaddesesini takdir ile hırz-ı can edecek milyonlarca kulub-i muvahhid mevcuddur; servete zevk ve safaya münhemik bir menafi’-i maddiyye düşkünü asalet-i milliyyeden mahrum üç beş beyinsiz akval-i küstahane ve mütecasiranede bulunurlarsa beride ciddiyet ve dehaları meşhur-ı cihan olan asil necib bir kavmin ekabiri ona teveccüh gösteriyor onun ulviyet ve kudsiyetini onunla şeref-yab olmaktan mütehassıl inşirah-ı kalb ve vicdanını kemal-i fahr u ibtihac ile i’lan ediyor... Böyle olmakla beraber o din-i celilin salikini dam-ı mekidet ve mefsedete vaz’-ı mevcudiyyet etmeyi de şanlarına sığdıramazlar bunu hissedince hemen uyur gibi görünen o kitle-i necibe bir feveran-ı müdhişle galeyana gelir o cür’et-i münafıkanenin mahiyetini ortaya koyarak kalblerinde cem’iyet-i diniyye ve gayret-i İslamiyyenin mevcudiyetini isbat ederler. bu maksada mebni idi. Matbuatın uzun uzadıya münakaşası üzerine nihayet eserin mahiyeti meydana çıktı. Ufa’daki müslüman müftisi bu kitabı hangi menbadan aldığını ve ne gibi bir maksadla tahrir ve neşrettiğini muharririnden istizah eyledi. Muharrir de küstahlığının derece-i şenaatini his ile nedamet ederek Ufa müftisine şu itizarnameyi takdim etmiştir: “Benim tarafımdan yazılan İsabet nam kitabın birçok cihetten hata ve galat ve efkar-ı umumiyye için zararlı olduğu tezahür etti. Pek çok müslümanlar bu kitabın münderecatıyla rencide-hatır oldular. Binaenaleyh ben bu kitabı yazıp neşrettiğime bütün mevcudiyetimle teessüf ederek kemal-i ihlas ile tevbe eyliyorum; bütün hatiat ve hilaf-ı edeb sözlerimi geri alıyorum. Kitapçının elinde kalan nüshaları da kendi hesabıma alıp mahvedeceğim; ve evvelce neşrolunacağını beyan ettiğim diğer kısımlarını da yaktım. Elinde İsabet nüshaları bulunan zevattan din-i celil-i İslam hürmetine onları mahvetmelerini veya aldıkları fiat ile li-ecli’l-ihrak bana iade etmelerini rica ederim. Bu cür’et ve küstahlığımdan dolayı kemal-i tevazu ve hulus-i kalb ile mağfiret-i sübhaniyyeye iltica eder ve müslüman kardeşlerimin de afv-ı taksiratım hususunda duada bulunmalarını istirham ederim. Cenab-ı Hak tevbe edenleri sever. Kafir olsa bile madem ki tevbe ediyor mağfiret olunacağı eltaf-ı sübhaniyyeden memuldür. Rusyalı İslam kardeşlerimizden de bu zatın şu kusurunu bir daha kale almamalarını rica ederiz.” Bakü’de münteşir Sada refikımız Buhara emirinin Bulgar kralını ziyareti iadesiz kaldığından bahs ile diyor ki: “Buhara emirinin Petersburg’da Bulgar kral ve kraliçesini ziyaret ettiğini yazmış idik. Kral ve kraliçenin iade-i ziyaret ettiğine dair bilahare hiçbir haber alınamadı. Demek oluyor ki emir-i Buhara da sair efrad-ı nas gibi Bulgaristan kralı tarafından yalnız “kabul olundu” yani kral ve kraliçe Şimdi bu hadiseyi tedkık edelim biz müslümanların nabe-mahal mütevazılığı öz kadirlerini takdir etmemeleri İslamiyet’in amir bulunduğu izzet-i nefsi muhafaza etmemeleri bakınız ne gibi netaic tevlid ediyor. Buhara emiri on milyon müslümanın hükümdarıdır. Asırlardan beri müstakil bir hükümdardır. Daha dün istiklale nail olan ve bu ni’meti de ötekinin berikinin sayesinde elde eden altı yedi milyon bir halkın hükümdarını ziyaret ediyor da onun tarafından kabul şeklinde telakkı olunuyor. Buhara emiri Rusya imparatoruna hanedanına karşı bir meveddet besliyor bunlara tevazu ve ihtiram eyliyorsa iki devlet arasındaki münasebet-i mevcude dolayısıyla buna diyecek yok. Fakat Buhara’dan on binlerce fersah uzakta olan zaif ve onunla hiçbir münasebet-i siyasiyye te’sisi mutasavver olmayan dünkü ve asal tabi’ bir beyliğin hakimine böyle on milyon ehl-i İslam’ın timsal-i müşahhası olan bir hükümdarın bu derecelerde tevazu’da bulunmasına doğrusu hiçbir ma’na verilemez. Emir-i Buhara belki bunu dostum Rusya’nın misafiri olması hasebiyle yapıyorum diyecek. Lakin bu kabil teşrifat köhne maşrık-zemin hakimlerinin adabından olmakla kof bi-ma’na akıdeler cümlesindendir. Şimdi o akıdeler köhneleşti onların yerine yeni adab-ı mahsusa kaim oldu. Emir-i Buhara da bu adab-ı mahsusa-i cedideyi bilmez değil görülüyor ki cenab-ı ali kendi şan u şerefi şöyle dursun milletinin şan u şerefi ne olduğunu henüz takdir etmiyor işte bizim de teessüf ettiğimiz nokta burasıdır.” Kazan’da münteşir Beyanülhak refikımız Doktor Abdullah Cevdet Bey’in Tarih-i İslamiyyet namındaki tercümesinden bahs ile diyor ki: “Doktor Abdullah Cevdet Bey kalemiyle tercüme edilen Doktor R. Dozy’nin tarihi münderecatının bu makamda neden nız şu kadar denilebilir ki: Merkumun zu’m-i fasidine göre din-i mübin-i İslam asılsız bir din olup Hanifliğin Zerdüştlüğün taht-ı te’sirinde tevessü etmiş Musevilik’ten Arabistan’ın din-i kadiminden ve Hıristiyanlık’tan alınmış imiş s. Hatta eski “entropomorfizm” . Resulullah efendimiz hakkındaki tefevvühatını nakletmeyeceğiz yalnız: “Hysteria hastalığına mübtela idi” tarzındaki olduğu hakkında bir fikir verebilir. Hele Kur’an-ı Azimüşşan hakkında ne saçmalar savrulmuş guya Kur’an’da hiç intizam ve münasebet yokmuş. Mekki ve Medeni sureler arasında büyük tefavüt görülür kalmamış olması hasebiyle ayat-ı kerimelerin tertibi tamamiyle keyfi olmuş. Binaenaleyh hiçbir kitapta görülemeyecek karışıklıklar husule gelmiş s. Müellif hiç utanmadan Kur’an kadar az esaslı ve son derecelerde mutneb ve usandırıcı bir kitap tanımadığını ve hatta Makamat-ı Hariri derecesinde bile olmadığını beyan ediyor s. Dozy’nin cehaletini veyahud hakıkat düşmanı olduğunu açıktan göstermek için tercümeden bir iki satırı aynen nakledeceğiz: Kitabın ikinci cildinde s. “İslamiyet salikleri yüz milyon tahmin olunmakta... Rusya vesi’ imparatorluğunda takriben iki milyon ! müslüman var; müslümanlar orada camie medreseye malik takriben kişi ayin-i tan’da: ila milyon müslüman var” diyorsa da Abdullah Cevdet hayli insaf ederek milyona karib diyor demek tarını bile bilmiyor veyahud setretmek istiyor. Bugün elinde on beş tinlik küçük coğrafya kitabı bulunduran bir adam bütün dünya yüzündeki milel-i muhtelifenin takribi olsa da miktarını dürüst bildiği halde fülan ve fülan lakablarını takınan bir profesör en ehemmiyet verdiği müslümanların hakıkı miktarını şayan-ı dikkat ve ibrettir. Bu kadarcık bir ma’lumat-ı basiteye bile malik olmayan bir şahsın on üç asır evvelki halleri tenkıd etmesi nasıl tecviz olunur? Yahud böyle gün gibi aşikar olan bir hakıkati setr ile körü körüne kari’lerine yutturmaya çalışan bir müteannid misyonerin efkar-ı fasidesindeki isabeti nasıl iddia olunabilir ve be-tahsis beş binden ziyade gösterdiği camiler için yalnız bin beş yüz kadar me’mur göstermesi kavaid-i riyaziyyenin hangisiyle kabil-i te’lif ve tevfik olabilir. Fa’tebiru...” TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mart Dördüncü Cild - Aded: Leyle-i Mevlidü’n-Nebi Aleyhisselam – – Tercüme olması iddia olunan tezvirnameye nazaran ma’hud Dozy sahte Tarih-i İslamiyyeti’ne Arabistan’ın din-i Evvela yedinci asr-ı miladinin evailinde Bizans ve İran siyle hayli zamandan beri teşeddüd eden münazaa ve mukatele devam etmekte ve zahiren ma’mur ve abadan vergilerden teraküm eden hazineler sayesinde payitahtların her ahalinin ezici bir istibdad altında bükülerek yaşaması daima gizli bir hastalığın halkı kemirmekte olması hasebiyle bu hükumetlerin tarihini silsile-i şenayi’ teşkil etmekte olduğunu ve umur-ı diniyyedeki ihtilafat-ı şedideden mütevellid binihaye kahr u teaddilerin cihanı kapladığını tasvir ediyor. Doktor Dozy serd ü ityan ettiği bu ifadatla mukaddimede beyan ettiğimiz üzere cihana müstevli olan ahval-i şuriş-meal ve münazaat-ı mesaib-iştimalden dolayı ebna-yı beşerin yeniden vaz’-ı kavanin ile ıslahat-ı azimeye muhtaç bulunduklarını i’tiraf etmiş oluyor. Bu halde –bi’l-etraf izah olunduğu vechile– bi’set-i celile-i Ahmediyye’nin bu ihtiyac-ı umumi üzerine müteretteb salah-ı alemi mucib bir rahmet-i Rabbaniyye olmasını da inkar etmemek lazım geliyorsa da bu cihete yanaşmak işine gelmiyor. Saniyen: Hurşid-i İslamiyyet’in nagehani bir suretle zulümat-ı gun-a-gun içinde işrak ve der-akab ihata-i aktar u afak etmesine izhar-ı hayretle şu yolda hameran-ı makal oluyor. “İşte bu sırada idi ki vaktiyle müteaddid kabail-i bedeviyyeye münkasem ve ekser evkatta yekdiğeriyle muharib lum olan çölden birden bire huruc ve sahne-i aleme zuhur ettiği görüldü. Meftun-ı hürriyyet taam ve libasında sade necib ve misafir-perver şen ve fatin fakat aynı zamanda mağrur titiz rahm olan bu kavimdir ki a’sar-dide fakat içinden yinmiş olan İran İmparatorluğu’nu yıktı Kostantin’in halefleri ellerinden en güzel vilayetlerini aldı az bir zamandan beri müesses bir Cermanya Kraliyeti’ni ayakları altına alarak mütebaki Avrupa’yı tehdide koyuldu. Halbuki aynı zamanda bu kavm-i nev-taliin galib orduları dünyanın diğer bir ucunda “Himalaya” dağlarına kadar giriyordu. Fakat bu kavim birçok diğerleri gibi bir kavm-i fatih bir kavm-i kişver-güşa değildi. Zira o aynı zamanda bir yeni din neşrediyordu. nünde saf bir vahdet-i Rabbaniyye i’lan ediyor idi ki milyonlarca adamlar tarafından kabul edilmiş ve fi-zamanina haza bütün beni beşerin onda birinin dinini teşkil etmekte bulunmuştur.” Dikkat olunuyor ya! Dozy de kavm-i Arab’ın necib ve fatin meftun-ı hürriyyet ve misafir-perver sadegi üzere yaşar alayişten kaçar bir kavim olmasını i’tiraf ediyor. Fakat saika-i taassubla da onların aynı zamanda ihtirasata tabi gurur ve intikama esir merhametten ari ve sulh na-pezir olmalarını iddiadan geri duramıyor muhafaza-i i’tidal edemiyor. dehşetli iftiraları da muhtevidir. Kavm-i Arab dediği ilk İslamiyet naşirleri cemaat-i güzin-i ashab ile onlara iltihak eden Arap dilaverleri bütün insaf-perver müverrihin nazarında gayet memduh sena ve sitayişleriyle sahaif-i tevarih müzeyyen ve meşhun olduğu halde bi-taraf ve namuslu addolunan bir müverrih o zümre-i aliyyenin zemm ü kadhlerine yeltenmemek lazım gelir. Fütuhat-ı İslamiyye’nin mebde-i tevessüü Faruk-ı A’zam hazretlerinin devr-i güzin ve alileridir. O devrin muhtevi olduğu hüsn-i idare ve adalet ise yar u ağyarın takdir ve i’tirafına mukarin bir hakıkat-i bahiredir o derece sabit ve aşikardır ki bu makamda ıtnab-ı makale hacet bırakmıyor. Fakat niçin Kostantin’in ahlafı elinden müslümanlar Suriye memalikini nez’ etsinler? Niçin birtakım krallıkları payimal ederek kuvvet ve besaletleriyle bütün Avrupa’yı tezelzüle uğratsınlar? Bilhassa Avrupa’da Hıristiyanlık intişar edip dururken din-i Muhammedi neşrine muvaffak olsunlar. Onların bu derece ihraz-ı teali ve galibiyetleri bu kadar fütuhat ve füyuzata mazhariyetleri bi-taraf! Dozy cenablarının canını sıkmaz gayz u adavetine bais-i teşeddüd olmaz mı? Bakınız işte mütercim-i bi-vayenin din kardeşliği iddiasında bulunduğu avam-ı müslimini kendisi gibi perestiş-kar etmeye çalıştığı Dozy’nin mahiyeti ve alem-i İslamiyyet’e karşı hareketi ne makule şeylerden ibaret olduğu daha ilk sözleriyle anlaşılmaktadır. Bundan sonra bu yeni dinin tarihini yazmak istediğini haber veriyor. Bu dinin nasıl vücud bulup ne gibi terakkıyatla din-i sabıktan çıktığını halletmek lazım olduğunu ve fakat ilk adımda kendisini garip bir müşkilat içinde bulduğunu çünkü Arapların din-i kadimi ile menşe-i İslamiyyet hakkında en yeni olarak yazılan eserler bile –müelliflerinin gayretlerine fart-ı zekalarına rağmen– kendisinin aradığı vuzuh-ı tammı haiz olmadıklarından bais-i hoşnudisi olmadığını dermeyan ediyor. Muahharan kendisi için bir hatt-ı hareket ittihazı bir meslek ta’yini babında ma’nalı ma’nasız bir hayli güft ü gular serd ederek bir aralık ecnebi hurufatla “Huruf-ı Arabiyye ile” muharrer müsteşhedat-ı matlube üzerine mübteni delaile müracaat lüzumunu hisseylemiş ise de bunun da kitap kendilerine mahsus kari’lerce te’min-i matlub etmeyeceğini düşünmüş ve binaenaleyh bu tarz üzere bir kitap te’lifini başka bir zamana saklamış olmasından bahsediyor ba’dehu mebhas-i hazır için umumun kabul ettikleri efkarı alıp kendi fikirlerimce ta’dil etmeyi imkansız gördüm. Nihayet umumiyetle mer’i efkarı bit-ta’kib diğerleri tarafından ez-cümle Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in terceme-i halini yazanların en yenisi en mükemmeli olan “Sprenger” tarafından istihsal olunan netaice hasr-ı nazar etmeye karar verdim diyor. Bundan sonra da yalnız miladın altıncı senesinde Arabistan’ın hal-i dinisine dair beyanatın mes’uliyetini üzerine alıp mütebaki zamanlar için yani İslamiyet’e ait ahval için iş öyle olmadığını beyan ile kendisinin hala tereddüd içinde olduğunu i’tiraf ediyor. Terceme-i ma’hudede müellif Dozy’ye nisbet edilen ve hülasa-i müfadı bundan ibaret olan üç sahifeye karib müteşettit ve gayet pürüzlü ifadat içinde bizce şayan-ı intikad birkaç fıkra vardır: Din-i mübin-i İslam’ın başka dinden me’huz olmak hifeden bed’ eden beşinci mebhaste buna dair tahakkümat-ı acibe birtakım isnadat-ı kazibe görülecek. Ez-cümle o mebhasin baş tarafını en gülünç komedyadan başka bir şey addolunamayan bu efsaneler teşkil ediyor. “İslamiyet kadar az asliyeti olan din yoktur. Esas olarak Haniflik ve Zerdüştlük taht-ı te’sirinde tevessü’ etmiş olduğu vech üzere Musevilik Arabistan’ın din-i kadiminden ve Hıristiyanlık’tan edilmiş bazı istiarat. Nihayet Muhammed s.a.’in en büyük ve en son nebiyullah olduğu i’tikadı. İşte Mekkeli peygamberin va’z u neşretmiş olduğu bütün sistem bütün manzume-i umur-ı mezhebiyye bunlardan ibaret. Kur’an ne derin fikirleri ne de ulvi ve dil-rüba bir lisan ile dinlerin en nesri en yek-eda olanı olduğu gibi ta’dil ve tekemmüle de en az müstaid olanıdır.” Bunun üst tarafında da Muhammed s.a.’in hiçbir vakit bir mahluk-ı fevka’t-tabia yahud bir mahluk-ı esatir olmamıştır” demesi de insanların haricinde bir insan olduğunu iddia etmediğine delil-i kat’idir” diyor. Onların bu ifade-i ahireden ne demek istediklerini anlıyoruz. hakıkat-i kat’iyyesine karşı adilik gösteriyorlar. Halbuki bi-nihaye me’sere-i celile-i hayret-bahşalarıyla alem-i insaniyyeti ihya buyuran Sultan-ı Enbiya efendimizin dünyada misli görülmüş olmadığına dair en büyük ve ali-nazar zevat tarafından verilen karara karşı bundan açık safsata olamaz. Bundan başka mütercim-i mütecasir Kur’an’da demesi ta’biriyle de Kur’an-ı Kerim’i kendi kelamı i’tikadında olmasını beyanla irtidadını bir daha Şimdi asıl iddiaya gelelim: İslamiyet’in başka bir dinden me’huz olamayacağını bir mukaddimede delail-i bahire ile ları cihetle kütüb-i semaviyyeden tahsil ve ta’allüm ile iştigal buyurmadıkları için ulema-yı ehl-i kitabdan me’huziyet duğu üzere tesadüf olunan Yehud ve Nasara’dan iltima’ tarikıyle telakkı ihtimali de kat’a batıl olduğunu bi’l-etraf Binaenaleyh bunların bu ahz u telfik isnadları mahza ifk ü iftira olduğu meydandadır. Çünkü tevatüren sabit olan ümmiliğe karşı bir şey diyemiyorlar. Tahsil ve teallümle iştigal buyurduklarını isbat edemiyorlar şundan bundan istima’ ve telakkı ile böyle bir din-i ali te’sis olunmak ihtimali Fakat bu heriflerin bir kısmı zaten münkir-i uluhiyyet oldukları ğerleri de Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid tesmiye ettikleri kütüb-i semaviyyeyi bila-sened eser-i vahy-i ilahi addettikleri halde saika-i taassub ve cehaletle Seyyidü’l-enbiya efendimiz hazretlerinin asar-ı bahire ile mukarrer ve müberhen bulunan nübüvvet-i celilelerini inkar ediyorlar. Şeriat-i İslamiyye’yi tekzib garaz-ı fasidiyle de beyne’ş-şerai’ tahakkuku zaruri olan teşabüh ve tenasübü ortaya sürerek böyle bir iddia-yı batılda bulunuyorlar. İşte Dozy de bu makule bir münkir-i muanid bulunduğu için “İslamiyet kadar az asliyeti olan bir din yoktur” mukaddime-i müzahrefesinden tutturarak bir sürü hezeyanlar savurmuştur. “Beyne’ş-şerai’ teşabüh tahakkuku zaruridir” diyoruz. Evet! Bu sözümüz kabil-i iştibah olmayan bir hakıkat-i kat’iyyedir ki buna binaen Kur’an-ı Kerim hakkında ehl-i kitaba hitaben buyurulmuştur. Yani “Sizin istishab etmekte olduğunuz kitab-ı semavileri musaddak ve müeyyed olarak inzal buyurduğum Kitab-ı Kerim’e iman ediniz.” Zira Kur’an-ı Mübin ile kütüb-i salife beyninde kısas ve ahbar vaad ve vaid tevhid ve tenzihe da’vet Hakk’a ibadeti ve halka adaleti emir bil-cümle münkirat ve fevahişten zecr hususatında aynen tefavüt-i a’sar iktizasına göre muhte’lif oldukları ahkam-ı fer’iyyede de asl u esas i’tibariyle tetabuk vardır. Çünkü her birinde muhatab olan mükellifinin mesalih-i hazırasına müraat bulunmak hasebiyle nazil olduğu zamana nisbetle hakıkat-nümayandır. Hatta kitab-ı mütekaddim kitab-ı müteahhir zamanında nazil olsaydı o minval üzere nazil olurdu. Binaenaleyh Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri buyurmuşlardır. Yani Hazret-i Musa a.s. bugün ber-hayat olsaydı benim şer’ime mütabaatten başka çaresi olmazdı. Binaen-ala-zalik ma’na-yı hakıkıce İslam bütün şeraiin ruhu bil-cümle enbiyanın din-i meslukudur. Nasıl ki sure-i Al-i İmran evailinde buyurulmuştur. Ma’na-yı şerifi “Nezd-i sübhanide meslek-i güzin daima din-i İslam’dan ibarettir.” Hasrı müfid olan bu nazm-ı şerif enbiya-yı izamın tebliğ ettikleri her şeriat-i ilahiyyeye muntabıktır. Zira bütün şerai-i şerifenin ruh-ı küllisi müttehiddir. Beyne’ş-şerai’ bazı tekalif ve suver-i a’mal i’tibariyle tehalüf vukuu bu ittihada mani değildir. Binaenaleyh Hazret-i İbrahim as vesair enbiya-yı fiham Kur’an-ı Kerim’in mevazi’-i adidesinde vasf-ı İslamla tavsif olunmuşlardır. El-hasıl hükm-i Kur’an’da müslim-i Hakıkı herhangi milletten hangi zaman ve mekandan olursa olsun a’malinde muhlis şevaib-i şirkten halis olan mü’minden ibarettir. Buna binaen nazm-ı celilinde yurulmuştur. “Ulema-yı ehl-i Kitap bu hakıkate aşina olduktan sonra mahz-ı bagy u i’tisaf eseri olarak ihtilafata düşerek din-i İslam’dan huruc etmişlerdir” yani esasen din bir iken rüesa-yı edyan tecavüz-i hudud ile beyne’n-nas ihtilaf ika ettiler. Taassubatı tahrik ile devam-ı mukatelata badi oldular. Biz yakinen i’tikad ederiz ki Mesih aleyhisselamın dini de esası tevhid ve tenzih olan din-i İslam’dan ibarettir. Hak olan İncil de Mısır’da matbu “İncil-i Barnaba” tarzında bir kitab-ı mukaddestir. Lakin rüesa-yı ruhaniyyin ve müluk-i Nasara beynindeki teferruk ve ihtilaf te’siratıyla bu din-i vahid-i ilahi yekdiğerine münakız mukatelat-ı azimeye badi birçok edyan ve mezahibe munkalib oldu. Eğer Kur’an-ı Kerim’in beyan ettiği bagy ü teaddiler vuku’ bulmasaydı tevhid ve tenzihe da’vetle din-i sahih-i Mesihi’yi neşre çalışan biçare Arius ve rüfekasının cem’iyetleri perişan edilmezdi. Halbuki miladın senesinde Kostantin’in emriyle akd edilen mecma’da meclis-i rehabinede Arius’un küfrü i’lan edildi kitapları yakıldı okuyanlar aforoz edildi İznik’te akd olunan büyük bir mecma’da teslis akıdesi kararlaştırıldı. Arius mezhebi muahharan İkinci Theodosius zamanında tekrar revaç bularak intişara başladı. Fakat senesinde neşrolunan bir Roma kanununa tatbikan bütün Ariusiler katl ü istisal mezhebleri mahv u ibtal olundu. Artık ortada yekdiğerine muarız mezahib-i teslisiyye hüküm-ferma olarak kaldı. Fakat bundan dolayı alemi ta’yib ettiğimiz halde kendi yaptıklarımızı unutmayalım. Bizde de imamet ve halk-ı Kur’an gibi birtakım mesail-i gayr-ı esasiyyede erbab-ı siyasetin tahrik ettikleri taassubat-ı baride sebebiyle pek çok ihtilafat bi-lüzum i’tisafat hadis olarak ahval-i müessifeye bais olmuştur hala da olmaktadır. Geçen günler hadis olan Buhara mukatelatı gibi bütün alem-i İslamiyyet’i dilhun eden vekayi eksik olmuyor. İnşaallah bundan böyle iman-ı sadık ve akl-ı selim erbabının gayret ve himmetleri ile cehalet-i fahişe irtifa’ eder de beyne’l-müslimin ika olunan her türlü şikak ve ihtilaf ber-taraf olunur ahd-i Nebevi ve devr-i Hulefa-yı Raşidin’de olduğumuz gibi vahdet ve itilafa avdet ederiz. El-hasıl kavaid-i esasiyye-i şerai’ müttehid olmakla hak ve hakıkı olan Yehudiyet ve Nasraniyet cihat-ı adide ile İslamiyet’e müşabih olduğu gibi ba’de’t-tahrif uğradıkları inkılabat zalik esasen semavi va’z-ı ilahi olmayan dinlerde bile edyan-ı sahihadan muktebes bazı meşru ve doğru hükümler bulunabilir. Mücerred böyle fil-cümle tevafuk vücudundan dolayı yave-guyane iddialara kalkışmak erbab-ı daniş ve gamber için şerai-i salifenin bütün ahkamını ref’ etmek şart mıdır? Hazret-i Musa a.s. Yakup ve Yusuf aleyhimüsselamın şer’ini Hazret-i Isa a.m. bütün ahkam-ı Tevrat’ı ref’ u Şeriat-i Muhammediyye ise misillü ayat-ı Kur’aniyye şehadetiyle her şeriatten ziyade şer’-i nazm-ı şerifi tefsirinde beyan olunduğu üzere üssü’lesas-ı nezafet ve intizam olan on aded sünen-i İbrahimiyye –ki ercah-ı akvale göre nazm-ı celilde mezkur “kelimat” bunlarla tefsir olunmaktadır– hadis-i şerifiyle bu ümmete tavsiye buyurulmuştur. Bunların bir kısmı nesepleri Hazret-i İsmail bin le’l-İslam da bulunurdu. Çünkü kabile-i Resul olan Kureyş kavmiyetlerini adat-ı kadimelerini muhafazaya pek ziyade celilesini de zayi’ etmemişlerdi. Fakat bi’set-i Muhammediyye’den birkaç yüz sene akdem “Amr bin el-Hayy” Hazai nam kimse Şam’dan getirdiği putları Kureyş içine sokarak tedricen onları da putperestliğe alıştırdı. Hatta Ka’be-i Muazzama bir puthane şekline tahvil olundu. Dozy dedikleri cahil hatemiyet i’lanını da Resul-i Ekrem efendimizin kendi tarafından vaki zannederek kemal-i tehalükle fermude-i sübhanisinin havi olduğu bu ihbar-ı kat’i de mu’cizat-ı Furkaniyye’nin en büyüklerindendir. Bu münkir herifler biraz insafa malik olup da tevarih-i aleme atf-ı enzar etseler bu ihbar-ı ilahiyi istihfaf değil belki sübut-i risalet-i Muhammediyye’ye ez-her-cihet kafi addolunacak bir bürhan-ı azim olduğunu idrak ederler kabul-i İslamiyyet’e müsaraat gösterirlerdi. Çünkü bugün yüz sene beş yüz sene değil tamam bin üç yüz yirmi yedi sene geçtiği halde dünyanın hiçbir tarafında bir peygamber ne görülmüş ne işitilmiştir. Eğer ihbar-ı mezkur mürsil-i rüsül olan Cenab-ı Bari tarafından varid olmamış olsaydı ta devr-i Cenab-ı Adem’den beri sünnet-i cariyye-i sübhaniyye olan irsal-i rüsül keyfiyeti bi’set-i Muhammediyye’den sonra nihayet bulur mu! Silsile-i enbiya bi’l-külliyye munkatı’ olur mu idi? Koca münkir! Böyle güneş gibi zahir bahir hakıkatlerden göz yumuyor da sahifelerde görüldüğü üzere .ayat-ı celilesinin ma’nayı şerifini anlayıp da mebde-i vahyle aşikar olan münasebet-i kamilesini idrakten aciz olduğunu –dermeyan ettiği münakaşatla– zımnen i’tiraf ettiği halde “ Kur’an’da derin fikirler dil-rüba ta’birler yoktur nazariyat-ı şairaneyi havi değildir.” demekle kendisinde salahiyet görüyor. Vay gidi tecavüz-i had! Vay. Sonra bununla da teskin-i gayz edemeyerek idrak-i mehasininden bi-behre olduğu ahkam-ı İslamiyye hakkında “Din-i İslam şüphesiz dinlerin en yek-eda olanı ta’dil ü tekemmüle en az müstaid olanıdır” diye de birtakım daha saçmalar savuruyor. Halbuki tezyif edeyim derken medh ü senada bulunduğunun farkında değildir. Zira “yek-eda” olmak da hadd-i zatında mükemmeliyet ve i’tidali haiz olmak değil de nedir. Bu sözler ile min haysü la yeşar esteizü-billah nazm-ı alisinin müfadını i’tiraf etmiş oluyor. Fesübhanallah... müfad-ı alisince otuz kırk cilt tefsir yazan İbn Cerirler Muhyiddin Arabiler Zemahşeriler Fahreddin Raziler ledünniyat-ı Kur’aniyye’yi ihata edemediklerini i’tiraf ederler de birkaç ayetine doğru ma’na vermekten aczi nümayan bir şahs-ı ecnebi utanmadan ortaya çıkarak Kur’an-ı Mübin’in dekaik-i fikriyyeden hali olmasına kadar iddialarda bulunuyor. Hatta şiir kabilinden olmadığını bile fark etmeyip hala o kitab-ı mukaddeste nazariyyat-ı şairane arayıp durmakla kendini aleme gülünç ediyor. Sonra da bir alay sersemler bu hezliyatın ayn-ı hakıkat diye kabulünü ihvan-ı müslimine tavsiyede bulunuyorlar. Zaman-ı hazırdan bin üç yüz seksen bir sene mukaddem şehr-i Nisan’ın yirmisine musadif şehr-i Rebiülevvel’in on ikinci pazartesi gecesi; Mekke-i Mükerreme’de Beni Haşim nam mahalde Darü’t-Tebabia denilen hanede; nur-ı hüda pertev-efza-yı tulu’ oldu. Yani serair-i vahdaniyyetin hamil-i zi-şerifi Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz arsa-i şühuda kadem bastı. “Bu saray-ı muallanın Şi’b-i Beni Haşim nam mahalde bir vakit Haccac’ın biraderi Muhammed bin Yusuf es-Sakafi’ye hattir. Sonra hulefa-yı İslamiyye bu ca-yı akdesi hüsn-i muhafaza etmişlerdir” deniliyor. İsmail Hakkı hazretleri de Muhammediyye Şerhi’nde “Cenab-ı risalet-penah-ı ekremin mevlidi olan saadet-hane bazı rivayete göre Safa yanında Harunü’r-Reşid’in zevce-i muhteremesi Cenab-ı Zübeyde’nin bina ettiği mescidin yeridir. Hala namaz kılınır. Burası Hazret-i Hadicetü’l-Kübra radiyallahu anhanın saadet-hanesi alem-i şühudu teşrif etmişlerdir. Resul-i Ekrem’in mevlidi olan hane Mescid-i Haram’dan sonra efdal-i bikaü’l-arzdır. demiştir. Hazret-i Hadicetü’l-Kübra radiyallahu anhanın saadethaneleri mahalli el-yevm gayet ma’mur olup asıl saray-ı Hazret-i Ümmü Hani o saadet-hanenin yakınında olmak üzere ziyaret-gah-ı enamdır. Lehü’l-hamd ve’l-minne Mekke-i Mükerreme’de bu makam-ı mukaddesi ziyaret şeref-i azimine mazhar olmuştum. El-yevm gayet ma’mur ve müzeyyen ve üstü kubbe ile mestur olup el-haletü hazihi Mescid-i Şerif’tir ve bir ali minaresi vardır. Hin-i ziyarette düşündüm ki bu makam; ne ali bir ca-yı mukaddestir. Zira Cenab-ı Abdullah ve Cenab-ı Amine’nin zifafı burada şeref-vuku’ bulmuştu. Cevher-i cism-i Ahmedi; meşime-i saadet-i vesime-i madere burada ragıbe-nüma-yı o nur-ı kulub-ı ehl-i iman burada şeref-zuhuruyla alem-i dünyayı tenvir etmiş idi. Said Karzuni’nin el-Mevlidü’l-Kebir li’n-Nebiyyi’l-Beşir nam eser-i mu’teberlerinden naklen cevahir-i bevahirde muharrer olduğu üzere o şeb-i mübarekte Hazret-i Amine’nin nezd-i ismet-penahlarında Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman bin Avf hazretlerinin valideleri Şifa Hatun hazretleri vardı. O banu-yı harem-saray-ı ismet buyurur ki “Sair kadınlar gibi haml sıkıntısı çekmedim ve hiçbir ağırlık hissetmedim o gece rüyada birini gördüm. Ya Amine muhakkak bilmelisin ki sen hayrü’l-alemini hamilesin. Doğduğu vakit nam-ı pakini “Muhammed” koyasın dedi. Sonra mehib bir ses işittim. Kemal-i havf ile o sesin geldiği tarafa baktığım anda hemen bir beyaz kuş gelip kanadıyla beni okşadı. Li-hikmetillah o anda korkum zail oldu. O gece mihr-i cihan-efruz-ı nübüvvet nur-ı iclal ile kudumünü izhar buyurdukta benden bir nur lemean etti yerde gökte çeşmime bu nurdan başka bir şey görünmedi. Hur-ı cinanı melaike-i kiramı ve daha nice harikulade halatı gördüm.” Müşarün-ileyha Şifa Hatun’un gözüne vakt-i viladet-i mukaddese-i Muhammediyye’de maşrıktan mağribe kadar bütün dünya nur ile dolmuş olarak görünmüş ve daha birçok acaibat meşhudu olmuş o semere-i şecere-i nübüvvet efendimiz nihan-hane-i gaybden müşarün-ileyhanın ellerinin üzerine letafetle şeref-vürud eylemiştir. Bu kıssa-i celile Şifa-yı Şerif’te ve şerhlerinde tafsilen masturdur. Cihana mahz-ı rahmettir vürudun ya Resulallah Muhakkak feyz-i Hak’tır feyz-i cudun ya Resulallah Zuhurun nur-ı hurşid-i sipihr-i aferiniştir Hülasa sırr-ı akdemdir vücudun ya Resulallah Bu gece fecr-i sadık tulu ederken güzide-i Beni Adem dahi şeref-bahş-ı alem-i dünya olmuşlardı. Vücud-ı enver-i Muhammedi’ye aram-gah olan ca-yı mübarekteki taş o vücud-ı akdesi aguş-ı ihtiramında bulundurmak için pamuktan yumuşak olmuştu. Nitekim şemail-i şerife-i Peygamberi sırasında denilmiştir ki Resul-i Ekrem efendimiz hazretleri kum üzerinde yürüseler mübarek pa-yı saadetinin izi belli olmaz ve taş üzerine basarlarsa resm-i kadem-i saadetleri zahir olurdu taş yumuşardı. Musahhar emrine hep cümle eşya Senindir kavl senindir hükm Efendim Bu taşın vücud-ı pak-i Muhammedi’ye temas etmesi yüzünden bu-yı ıtr-nak-i Ahmedi taşa te’sir etmiş. Bin üç yüz seksen bir senedir o rayiha-i tayyibe taştan zail olmamıştır. Taşta vücud-ı Nebevi’nin yeri el-an bellidir. Bunu takbil ettiğim zaman rayiha-i tayyibeden hisse-mend olduğumdan günlerce medhuş oldum. Burayı ziyaretle şeref-yab olan her zairin bu hal meşhududur. Yine şemail-i seniyye sırasında gelir: yani Nebiyy-i muhterem efendimiz hazretleri sokakta bir yetim çocuk görürlerse başına mübarek eliyle mesh buyururlardı. Rayiha-i tayyibe-i Muhammedi çocuğun üstünde bir ay devam ederek beyne’s-sıbyan bilinirdi ki Resul-i müctebanın mübarek yed-i saadeti o çocuğa temas etmiştir. lediği asarıyla sabittir. Hakani merhum ne güzel vasf eder: Hem dedi vasf eden ol verd-i teri Müşg-bu idi eli ayeleri Merhaba eylese bir kimseye ger Devlet ü izzet ile Peygamber Bir iki gün aradan etse mürur Belki hem bir nice eyyam ü şühur Duyulurdu nitekim verd-i çemen Ol kişi rayiha-i tayyibeden Nafe-i müşg-i cihan idi o can Bu-yı müşg olmaz efendi pinhan Bu ca-yı mukaddes el-yevm pek ma’mur ve müzeyyendir. Viladet-i seniyyenin şeref-vaki’ olduğu yer binanın orta yerindedir. Üzerine ayrıca abanozdan mamul Hind-kari gayet musanna’ bir kafes konulmuştur ki irtifaı dört metreye yakındır. Kafesin kubbesi üzerindeki yeşil canfese sırma ile ayat-ı kerime yazılmıştır. Hazret-i Amine’ye hin-i viladette ref’-i sera-perde-i hicab vaki olduğundan meşhudu olan ahvalden bahisle buyururlar ki: Enzar-ı çeşmimde birtakım hakayıkın tecelli eylediğini gördüm li-hikmetin bir hararet-i azimeye duçar oldum. Melekler derhal şerbet verdiler içtim; lezzeti dünya şerbetlerinin fevkinde idi Zerrat-ı vücudumda başka bir hayat zuhur etti. Sonra Abd-i Menaf kızlarına benzer kızlar gördüm. Güzellikte naziri yok idi yanıma geldiler. Onlara ittika ettim müstağrak-ı beht ü hayret oldum. İpekten mamul beyaz bir dibac semadan yere doğru uzatıldı. Doğacak olan nur-ı muazzamı çeşm-i halayıktan üç gün muhafaza ediniz diye bir ses kulağıma geldi. Gayet güzel kuşlar saf saf melekler gördüm. İzhar-ı ta’zimat ediyorlardı. Üç melek ellerinde birer alem olarak zahir oldu. Alemin birini şarka birini garba birini Ka’be’nin üstüne diktiler. İşte bu an-ı feyz-nişanda; o afitab-ı asuman-ı risalet mahtunen ve mesruren şeref-tulu’ eyledi. Başkaca üç melek gördüm. Bunlar vücud-ı nazenin-i seyyidü’l-beşeri murassa bir leğende yıkadılar. İpekten ma’mul kundağa yatırdılar. İçlerinden biri o vücud-ı mes’udu bir saat kadar eyadi-i ta’zimde bulundurdu. Bu saat zarfında daha birçok esrar zuhur etti. Ba’dehu “Ya Muhammed sana beşaret olsun ki mecmu-i ahlak hasene-i asfiya ve hazain-i ulum-ı ledünniyye-i enbiya sana ihsan buyuruldu” dediler. Her üçü birden sera-perde-i gaybde mestur oldular. Şifa-i Şerif şerhinde “Sultanü’l-enbiya erike-i izzet-seray-ı hassü’l-hass-ı hafadan zahir oldukları vakit çeşm-i hakayık-binini taraf-ı semaya açıp kapamakta idiler. Ve mübarek ser-i saadet-mendlerini ref’ buyururlar idi. İşte bu hal Hazret-i Fahr-i Alem’in alem-i mel’e-i a’laya tealluk ve evvel-emirde teveccühüne işarettir” diye beyan olunmuştur. Melaike-i illiyyin kemal-i sürur ile gelip nev-zad-ı muhteremi ziyarete başladılar. Bu hal ber-muceb-i işaret-i ma’neviyye üç gün devam edecekti. Bu esnada Hazret-i Abdülmuttalib Mescid-i Haram’da Cenab-ı Hakk’a teveccüh ve münacat üzere iken pek çok garaibat-ı ahvale muttali olmuş ve hatta “Müjde ya Abdelmuttalib şimdi Amine’den bir çocuk doğdu vücudu aleme rahmettir” diye hatiften bir ses Hazret-i Amine’ye gelmiştir. Hücre-i pakizesine girmek ve o nev-zad-ı muhteremi görmek arzusunu izhar eyleyince Cenab-ı Amine esbab-ı mesrudeden dolayı itizarda bulundu. Cenab-ı Abdülmuttalib ya Amine içeriye girmekliğime müsaade etmez isen terk-i can ederim. Zira bende bir hal zuhur etti ki içeri girip de o mevlud-i müfahhamı görmezsem sabredemeyeceğim. Mutlaka müsaade et diye ısrar-ı şedidde bulununca Hazret-i Amine muztar kaldı. Hazret-i Abdülmuttalib Nur-ı safa-bahşanın zail olmuş olduğunu gördü. Çünkü o nur sahib-i hakıkısine intikal etmiş bulunuyordu. Hazret-i Amine müşahedat-ı vakıasını anlattı. Hazret-i Abdülmuttalib dahi kendi müşahedatını haber verdi. Sonra hani o necl-i necibi göster göreyim. Onun vech-i tabanına yüzümü gözümü süreyim diye eser-i isti’cal gösterdi. Cenab-ı Amine bu tıfl-ı mükerremi üç gün müddetle insandan sakla hiç kimseye gösterme dediler. Binaenaleyh ma’zurum cevabını verdi. Hazret-i Abdülmuttalib dayanamadı çok ısrar etti. Hazret-i Amine aciz kaldı. Ve o mahbub-ı Rabbü’l-aleminin olduğu yeri gösterdi. Eğer kadir isen yanına yaklaş da gör dedi; Abdülmuttalib derhal o tarafa müteveccih olunca karşısında bir recül-i mehib şekli zahir oluverdi. “Ya Abdelmuttalib Cenab-ı Fahr-ı Alem’i melaike-i illiyyin ziyaretten fariğ olmadıkça insanlardan bir ferd ziyarete cesaret edecek olsa zarar görür” dedi. Abdülmuttalib titremeye başladı me’yusen döndü. Üç gün sabırdan sonra o nur-ı dide-i alemin nezd-i şerifine koştu. Ve vech-i münirine bakarak hayran oldu. Pervanesi afitab olan o nur-ı muazzamın vech-i şerif ve dide-i enverinden öptü ve aguş-ı ihtirama alarak doğru Ka’be’ye götürdü. Şükrane-i mevhibe-i Rabbül-alemin olmak üzere bil-bedahe şu manzumeyi inşad eyledi ki pek meşhurdur: Hülasa-i meali: Halkan ve neseben ve evsafen min külli’l-vücuh mümtaz ve henüz mehd-i nazeninde iken bile zamanının sair etfaline nisbetle ser-efraz olan bu gonce-i nev-şüküfte-i nübüvveti rim. Beyt-i mükerrem ve erkan-ı muazzama berekatıyla her hususu hıfz-ı ilahide olması için ol vahibü’l-amal’e iltica eylerim. Bu necl-i necib-i muhteremi etfal-i sairenin fevkinde ve kemalen meratib-i ulviyyeye mazhariyetine delalet eder ayat-ı beyyinat görüyorum. Binaenaleyh mütelevvinü’l-efkar olan ehl-i hasudun hıkd u hasedinden emin kalmasını temenni vadisinde Cenab-ı Hakk’ın lütfuna sığınırım. Hazret-i Abdülmuttalib ba’dehu mahlukat-ı ilahiyyenin en hayırlısı olan o nev-zad-ı müfahhamı kemal-i ta’zim ile getirip valide-i mükerremesine teslim etti. Son derecede i’tina-yı mahsus ile bakmasını şediden tavsiye ve ihtar eyledi. Kurbanlar kesti ber-muceb-i ilham-ı Rabbani ism-i şerifini “Muhammed” tesmiye etti. Sallalahu teala aleyhi ve sellem. Müşaheddir ruh-i eşyada nurun ya Resulallah Heva-yı nur-ı mevfurü’s-sürurun ya Resulallah Mezahir mazhar-ı Levlak ü erselnakdir el-hak Zuhurundan zuhur etti zuhurun ya Resulallah – Yine şairleniyorsun.. Ne dedin? Millet mi? Sana anlatsam eğer şimdi düşündüklerimi Ebediyyen bu hayalata edersin de veda’ Kalkar artık aramızdan bütün esbab-ı niza’. Hasta canlandı o iş bitti diyorsun... Heyhat Olamaz böyle sefil ümmet için hakk-ı hayat! Duyulan nağme-i hürriyyet onun son nefesi... Yaşamaz yoksa emin ol ki bu barbar çetesi Medeni Avrupa’nın damen-i irfanında. Asya’nın belki o kumluk Arabistan’ında Laşe halindeki bir devlete medfen bulunur... – Varsa dünyada siyaset o da hakka ki budur! Gladiston müteveffa bile eyler tahsin! Sen onun yoksa beyim nüsha-i sanisi misin? Çünkü kalbinde bütün nutk-ı hakimanenizin. Ruh-ı bizarı tepinmekte o kart İngiliz’in! – Kim ne isterse desin... Ben pesimistim monşer! – Optimist ol demedik bizde ya... Lakin ben eğer Şimdi kalkar da niçin milletin atisinden Büsbütün kat’-ı ümid etmeli dersem... Beni sen Hangi ma’kul delilinle edersin ikna? Size zannım düşüyor şimdi “Hayalata veda!” Haberin varsa eğer memleketin halinden Na-ümid olmayacaksın onun ikbalinden: Ne yürektir kabaran sine-i milliyyette! Onu bir kerre işit sonra gelip ölmüş de. Önden evladını asker yapıyor gönderiyor; Arkadan tarla öküz bakmayarak hep veriyor: Gemi alsın bize millet diye... Yahu utanın Cud-i ma’sumunu gördükçe bu öksüz vatanın! Pesimizmin yere batsın! Ona hakkın var mı? Sanki yıllarca çalışmış da bu bi-kes kavmı Adam etmek için amali bütün mahvolmuş... Bu ne ca’li heyecanlar! Bu ne beyhude huruş! Doğru yol işte budur gel! diye sen bir yürü de O zaman bak ne koşanlar göreceksin sürüde! Milletin yok deyip insanlığa isti’dadı Bırakın siz de bütün sa’yi bütün irşadı Dağılıp herkesin efkarına binlerce semum Doğmadan ruh-ı emel ölmeye olsun mahkum! O da hiç gevşemeyen azm ile hiç bitmez ümid. Ye’s ecelden daha salgın ona yaklaşmayarak Yaşamak isteyelim hem ebediyyen yaşamak. Eğer insaniyet hayat-ı şahsiyye ve ictimaiyyede sa’y ü amelin vücubunu iktiza ediyorsa İslamiyet diye lisan-ı acz-i beşerin varamayacağını buyuruyor ki sa’y ü amel servet-i milel ilminin en mühim kısmını teşkil eder. Eğer insaniyet evvel-be-evvel her türlü terakkı ve tealinin mebniyyün-aleyhi olan ilm ü marifetin tahsilini icab ediyorsa ayet-i celilesi tarik-i müstakımden ibaret olan ibadeti mukteza-yı fıtratımız olmak üzere ifade ediyor ki ibadet bütün ulum ve fünunun müntehi olduğu marifetullaha istinad eder. Her sözü vahy-i miz hazretlerinin hadis-i alisi taleb-i ilmin her müslim ve müslimeye mukaddes bir fariza olduğunu natıktır. ayet-i kerimesi icabınca bilmediklerimizi bilenlerden sorup öğrenmekle mükellefiz. Hatta emr-i Nebevisi iktizasınca cihanın aktar-ı baidesine kadar seyr ü seyahat icrasıyla hadis-i şerifinde hikmet diye tevsim ve kadr-i alisi tebcil buyurulmuş olan ilm ü ma’rifeti kendi kaybolmuş malımız gibi nerede bulursak alıp hırz-ı can ederiz. Şan-ı alisinde buyurulmuş olan Kur’an-ı Hakim nazm-ı celili ile bizi meratib-i ulum ve fünuna bir hadd ü nihayet olmadığına irşad ediyor. Nebiyy-i Kerim efendimiz de hadis-i şerifi ibtigasınca isti’dad-ı kemal ile meftur olduğu halde iki gün bir seviyede tevakkuf mehdden lahde kadar tahsil-i maarif ve kemalata sarf-ı mesai eylemesini emr ü tavsiye buyuruyor. Bu cihetle ehl-i İslam makamat-ı irtika ve i’tiladan hiçbir makamda tevakkufa razı ve kani olamaz. Mü’minler kardeştir. Alem-i İslam’da herkes müsavat-ı kamileye maliktir. Bu müsavatın bir müstesnası var. O da etkıyadır. Bu halde hitab-ı izzetine kelimesi sehven yazılmıştır. muhatab olan ulül-elbab ind-i ilahide eazz ü ekrem olmak bilmek için nasıl olur da iktisab-ı maarif ve kemalata sai olmaz? Çünkü insanı hasenata tergıb seyyiattan tahzir edecek bir kuvvet varsa o da “ilim”dir. İnsan ne kadar alim olursa o kadar Allah’tan korkar. Nitekim ulum-ı evvelin ve ahirini zat-ı sami-i risalet-penahilerinde hatmolmuş olan mahrem-i harim-i ilahi efendimiz buyurmuştur. Cenab-ı Hakk’ı cennette ayın on dördü gibi göreceğine mu’tekid olan ehl-i iman tehdidine ma’ruz olur da da’vetine icabet için ilm-i muhit-i sübhaninin bir suret-i bediası olan afak ü enfüste tecelli eden asar ve ayat-ı kudreti nazar-ı hayretle temaşaya kabil bir çeşm-i ibret ile mücehhez olmak için bütün fünun-ı mütedavileyi ihtiva eden hey’et ve teşrih ilimlerini öğrenmez mi? Menba-i feyz-i la-yezali İmam Muhammedü’l-Gazzali hazretleri buyurmuş; hey’et ve teşrih bilmeyen kimseyi birinci vazifemiz ve belki mukteza-yı fıtratımız olan marifetullah hususunda ınnin menzilesine koymuştur. Öyle ya! Hey’et bilmeyen kimse bizi zulümat-ı berr ü bahrde semt-i selamete irşad için yed-i kudretle semaya bir nizam-ı bedi’ üzere serpilmiş ve takdir-i aziz ü alim yonlarca mesabih-i ecramın o aklın maverasında olan cesametlerini nasıl takdir edecek? Bunların içinde bir kum tanesi kadar da hükmü olmayan seyyare-i arzın içinde kendi mahiyyet-i şahsiyyesinin bir nokta-i hendesiyye gibi adeta hiç olduğunu nereden anlayıp da kudret-i baliga-i sübhaniyyeyi bilmez. Şanlarında rasihun fi’l-ilm buyurulan ulema-yı a’lam hazeratını karmış; nefslerinde terbiye ve tahsile lüzum hissetmeyen hunfesa-yı cühelayı da müeddasınca behaimden daha dun bir derekeye indirmiştir. Tıynetinde her kimin olmaz zamir-i ma’rifet Olsa da surette adem farkı yok nesnastan Madem ki din ve dünyamızdan ibaret olan Kur’an-ı azimü’l-bürhan ratb ü yabis her şeyi muhtevidir ahkam ve vesayasına kesb-i ıttıla’ için ehl-i ikana her şeyin ilmini öğrenmek zaruri olmaz mı? Hatta Peygamber-i hikmet-perverimiz efendimiz buyurmuş ilim olmayınca Kur’an’dan istifade olunamayacağını haber vermiştir. şeklinde Buhari medlul-i şerifince madem ki ferşten arşa varıncaya kadar ulum ve fünunun girmediği yer yoktur; umur-ı dünyanın kıvamında kendisinden istiğna hasıl edemeyeceğimiz ne kadar ulum ve maarif varsa cümlesinin tahsili farz olur. Ez-cümle tababet gibi ki beka-yı hayat o belde sükkanı nefslerini helake arş etmiş tenbih-i sübhanisine muhalefet eylemiş olacakları cihetle asim olurlar. İşte Hazret-i Allah bizim için böyle “ilm”in dahi rehberi bulunmuş olan İslam’ı ihtiyar buyurmuştur: Elhamdülillahi ala dini’l-İslam. Fakat Hazret-i Mevlana min külli’l-vücuh evlana efendimizin: buyurdukları vech ile içimizden birinin iltizam-ı bi-daniş ve cehaleti en küçüğümüzden en büyüğümüze varıncaya kadar bütün haysiyet ve menzilet-i milliyyemizin intifasını mucib olur. Nur-ı İslam’ı itfa etmek gayret-i cahiliyyesiyle münkirinin haşa “Din-i İslam mani’-i terakkıdir” demelerine kadar vardırır. Bunların lehve’l-hadis olmaktan ileri geçemeyen yavelerine karşı der geçeriz. Lakin dini anlamak tenezzülünde bulunmayan gafillerimizin hallerine de ağlarız. Bunlar ne olur bir kere İslamiyet’in mebni olduğu esasları nazar-ı i’tibara alsalar! Acaba İslamiyet’te akl u hikmete mugayir bir akıde bulabilirler mi? müslümanlar i’tikadda bile adalete riayet ederler. Zira ne teaddüd-i ilaha kail olup da ifrat cihetine gider ne de şuun ve havadisi akl u şuurdan hali olan tabiata isnad ile Vacibü’l-Vücud hazretlerini sure-i İhlas’ına bütün mevcudiyetleriyle iman ederler ki işte asıl adalet de bundan Salat ki şan-ı akdes-i uluhiyyete en layık bir ibadet halık de daima nazargah-ı ilahide bulunduklarını unutmazlar. sırr-ı maiyyetine muttali’ olarak Cenab-ı Hakk’ı görür gibi ibadet ederler ki asıl ihsan da Hace-i Kainat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat efendimiz hazretlerinin bildirdikleri vech ile budur. hitab-ı lahutisine diye cevap verip Hakk’a boyun eğen bir mü’min-i kamil kendisiyle ma’budu arasına hail olacak ve kendisini zikr-i ekber olan salattan sadd ü men’ edecek muharremat ve menhiyatı işleyebilir mi? Hasenat ve seyyiatını yazmak için hafaza-i kiramı kendine müekkel bilen bir müslim hayra müsaraat şerden mücanebet etmez mi? Sem’ ü basar ü fuad her biri işlediğinden mes’ul olacağını bir gün gelip de defter-i a’mali eline verilip kendisine denileceğini mülahaza eden mahkeme-i kübrada ağızlarına mühr-i sükut vaz’ıyla irad-ı kelamdan men’ edilip gerek hayır gerek şer kesb ettikleri amellerini el ve ayaklarının fonoğraf gibi lisana gelerek takır takır söyleyeceklerine i’tikad eden kimse günah irtikabına cesaret edebilir mi? Kur’an-ı Kerim’de la’netle yad edilen zalimlere ma’zeretlerinin menfaat vermeyeceği günün vüruduna intizar eden şahıs hududullahı tecavüz edebilir mi? Bugat-ı din veya kutta-i tarik güruh-ı mekruhundan olan maktulün namazını kılmayan bir din ile mütedeyyin olan adam tuğyan ve icra-yı şekavetle Allah ve Resulüyle muharib olarak nefsini ateşe atar mı? hadis-i hikmet tahdisi icabınca rut olduğunu bilen bir recül a’zasından bulunduğu hanedan-ı beşere ihanet edebilir mi? Eğer insaniyetin en büyük medar-ı kemali mehasin-i ahlak diye cihana takdim ile sana mekarim-i ahlakı itmam için meb’us olmuş ve Cenab-ı Hakk’ın niyabet ve hilafetini hakkıyla icra eylemiş bir Peygamber-i Zişan’ın belağ-ı beşaretiyle mübeşşer olan bir mü’min-i muvahhid mürşid-i a’zamının Bir kimse Kur’an-ı Azim’in ahkam-ı celilesine tebeiyet Nebiyy-i Kerim’in nesayih ve vesaya-yı hakimanesine tevfik-i hareketle emr-i ilahiye ta’zim Cenab-ı Hakk’a her hususta tefviz-i umur Hak ve halktan olan emanata müraat vaad ve ahdine vefa aşinalara şefkat ve merhamet biganelere herkes hakkında icra-yı adalet ve iltizam-ı hakkaniyyet kendine fenalık edenleri afv nefsini levm herkese hüsn-i zan ile başkalarını nefsine takdim nas beynini te’lif ve ıslaha gayret kavlen ve fiilen ibadullahın ıyalullahın kaffesine hüsn-i muamele ile nusret ve muavenet eder? tecavüz etmez halıkına ma’siyet indinde –hükümdar olsa da– mahluka itaat eylemezse din cihetiyle o kimseden ahsen kim olabilir? tekrim-i ilahisiyle mahiyetini meleklerden dahi ulvi bilen ve mertebe-i medeniyyesi bu mertebelerde yüksek olan bir insan-ı kamilin vücudu cem’iyet-i beşeriyye Eğer insaniyet tahsil-i servet ile te’min-i refahiyyet ve saadeti tervic ederse hac ve zekat ve bezl-i sadakat gibi ibadat-ı maliyye servet-i umumiyyemizin izdiyadına sebep değil de nedir? Ehl-i İslam’ı servetin ma-bihi’l-husulü olan ticarete teşvik ve tergıb için’dan büyük bir irşad olur mu? İnsanı dareynde sevadü’l-vech olan fakr ü ihtiyacdan tahzir için hadis-i şerifinden daha müessir bir söz söylenebilir mi? Hele “Abdin ekledeceği şeylerin en helali bu sanatkarın kesb-i yedidir” mealini tazammun eden hadis-i şerif dualarının makbuliyeti helal lokma ekline meşrut olan ehl-i İslam’ı fakr u ihtiyacdan emanı müstelzim olan sanayi-i ilmiyyeye süluk ettirip de kedd-i yemin ve arak-ı cebinleriyle kesb ederek beyler gibi kemal-i refahiyyet ve saadetle yaşamalarını istilzam etmez mi? Şime-i hayayı imandan cüz’ kılan bir peygamber bir günlük nafakası olan kimseye tese’ül haramdır der de o peygamberin ümmeti yüzünün suyunu dökerek züll-i suali hisine bile mağrur olmaktan men’ eylediği halde nasıl olur da bir müslüman ferman-ı celilini tebcilen tahsil-i rızk u maişet vesailine teşebbüs etmez? va’d-i kerimiyle herkesin rızkına mütekeffil olan Hayrurrazıkın Zülkuvvetülmetin hazretlerine mütevekkil bir mü’min elini açıp da Allah’tan gayrısına arz-ı ihtiyac etmek tenezzülünde bulunur mu? Arz u semayı kendine müsahhar bilen bir nüsha-i kübra-yı hilkat hiç tabiatin esiri olur mu? ayet-i kerimesinin natık olduğu vech ile kilk-i fezanın bazılarımızı zengin ve bazılarımızı fakir etmek üzere hikmet-i maişet muvafık bahş ve taksim eylediği niam ve ala-i ilahiyyeye müteşekkiren razı ve kani’ olup da hükm-i münif-i Kur’an’a imtisalen ekl ü şürbde kanaati ticaret ve sanatta sıdk u istikameti mikyal ü mizanda hak ve adaleti umurun küllisinde iktisada riayeti Eğer insaniyet vatana muhabbet iktiza ediyor ise Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuş vatan muhabbetini de imandan cüz kılmıştır. Demek ki iman hubb-i vatan ile kemal buluyor. Öyle ya! Hubb-i vatan saikasıyla değil midir ki her hal ü hareketi Kitap ve Sünnet’e muhalif daha doğrusu Allah ve Resulüyle muharib olan bir sultan-ı cairin yerine ber-nehc-i şer’-i şerif ahkam-ı şer’iyyeye inkıyadı cümleye faik mekarim-i ahlakı tine layık bir sultan-ı nasir kaim oldu. İlm ü haliyle bütün Osmanlıların hissiyyat-ı sadıka-i ta’zim-karanelerini celb buşeklindedir. yurdu. hadis-i alisi vasf-ı şan-ı maalisi olsun. Hubb-i vatan saikasıyla değil midir ki siyasetleri diyecek mertebelere kadar varan müstebid bir hükümdarın efkar-ı sahifesine mümaşat ile iyilere fenalık ve fenalara iyilik eden şimdi tardıyla siccin-i nisyanda vakf-ı hüsran olan erkan-ı istibdadın yerine siyasetleri bizi darüsselam-ı saadete da’vet eden Allahımızın emr ü fermanı vech ile adl ü ihsan kavaidine müraat ile hakkı izhar ve mazlumu istizhar eden bir hey’et-i vükela teşkil kılındı. Behre-ver-i ma’rifet ve fazilet olanlar derece-i hükmü meydan aldı. Bu halde vücud-ı şerifi alemlere rahmet olmak üzere yaradılmış olan o sername-i kitab-ı tekvin Habib-i edib-i Rabbü’l-alemin diye Nuşirevan gibi adl ile ma’ruf bir hükümdarın ahd-i saltanatında alem-i nasutu teşrif buyurduklarından dolayı iftihar buyurur ise biz nasıl olur da hamire-i fıtratı ta’zim li-emrillah ve şefkat ala-halkıllah ile tahmir olunmuş olan sevgili padişahımızın ahd-i hümayunlarına idrak ettiğimizden dolayı iftihar etmeyiz? Ne mutlu o padişaha ki hadis-i alisini piş-gah-ı tebcile alıp icra-yı adalet eder. Ne mutlu o padişahın vükela ve vüzerasına ki padişahlarının ferman-ı adaletini hakkıyla yerine getirip hadis-i şerifin ma-sadakına mazhar olur. Hubb-i vatan saikasıyla değil midir ki uhuvvet ve muhadenetleri yekdiğerleri için pek kıymet-dar olan unsur-ı muhtelife bil-imtizac urve-i vüska-yı ittihada sarıldı. Vahdet-i milliyyet teessüs askerlik tecemmül etti. Öyle ki millet artık askerinin a’danın dahi mazhar-ı şehadeti olan fezaili sayesinde her vakit neş’e-i galibiyetle şad u handan olabilir. Evet! ferman-ı celadetiyle uruk-ı şecaati tahrik olunmuş bir asker Allah’tan başka kimden korkar? Mehafetullah ile mali ve pür-maali olan bir kalbe düşman korkusu girmeye mahal bulabilir mi? müjde-i galibiyetini zaten almış olan bir ordu nusret-i ilahiyyesiyle hükm-i münifinin tecellisine intizaren saff-ı harpte bünyan-ı mersus gibi sabr u sebat eder de karşısına çıkan düşman yüz çevirip de akıbet nida-yı me’yusanesiyle ar-ı firarı irtikab etmez mi? Cünud-ı mücennede-i melaike ile takviye edilmiş bir orkelimesi yerinde kelimesi vardır. Suyuti du düşmanın her türlü levazım-ı harbiyyesinin mükemmeliyetine rağmen i’la-yı kelimetullahtan çekinir mi? Allah yolunda ve milletin selamet ve saadeti uğrunda feda-yı canın mükafatı müşahede-i lika-yı Yezdan olduğuna mu’tekid olan bir asker vusul-i mele-i a’la için rütbe-i şehadeti Ya nusret veya şehadet gibi iki hasenenin birine intizar eden bir cündüllahı şanını tevkır için kendisini meyyit demekten men’ eden bir din uğruna terk-i kar u bar-ı hayat edip de hayat-ı cavidaniye mazhar olmak iştiyakında bulunmaz mı? bilen bir ordu kendi kılletine ve düşmanın kesretine bakıp da fariza-i cihaddan i’raz eder mi? Eğer bir ordunun muzafferiyeti en ziyade te’min edecek ma’neviyat ise ta’lim ve teallümü ancak kendilerini düşmanın mermisine hedef etmekten ibaret olan Osmanlı ordusunun fevkinde bir ordu olamaz. Osmanlı ordusunun fezail-i askeriyyesini tetvic eden bir şart vardır ki o da: ayet-i kerimesinde tasrih buyurmuştur. Düşmanlarımız sulh u silme meylederlerse biz de ederiz. Şu kemal-i germi ile vuku’ bulan harp hazırlıklarımız bir fikr-i tecavüz-karane ile olmayıp mahza idame-i sulh u salah içindir. Kendisi üzerine ulviyet tasavvur olunamayacak derecede ulvi bir vaz’-ı Rabbani olan din-i İslam’ı ihata edemeyen akıl akıl mıdır? Vesselamu ala menittebealhüda. Ne denilirse denilsin şimdi ve şimdiye kadar ulemamız hakkında olan fikrim o merkezdedir. İctihada dair yazdığım makalelerde bir delile istinad etmeksizin sada-yı vicdanımın hilafında bir kelime olsun sarf etmemeye çalıştım. Bir vakitler İslamiyet evc-i bala-yı terakkıye suud etmiş yeyi camiiyyetine rağmen maddi ve ma’nevi bir inhitata ma’ruz kalmasında mağlubiyet-i siyasiyyeden başka ulemanın seviye-i ilmilerinin tedennisiyle gaye-i emellerinin unutulmuş olmasının da büyük bir te’siri olmuştur diye düşünüyorum. diği vechile ben bu neticeleri ahval-i maziyye ve ahval-i haliyyemizden Bu istidlal kapısı herkes için açıktır. Herkes bu babda fikrinin aklının erdiği kadar düşünebilir. Tarihi gizlemek hiçbir kimsenin elinde değildir. Onu biz ne kadar gizlemeye çalışır isek de o bugün yarın her halde meydana çıkacaktır. Bil-umum fenalıkların meydana çıkmasında bir beis olmamaktan başka pek çok fevaid dahi me’muldür. Bir maraz bilinip teşhis edilmedikçe tedavi olunamaz. Bir fenalığı bir marazı gizlemeye çalışmak ona rıza demektir. Herkes kendi hesabına bunu yapabilir. Fakat umuma tealluk eden böyle mes’elede bir kişinin hatta bir cem’iyetin bile onu o hastalığı gizlemeye zerre kadar hakkı yoktur. Biz kendi hastalıklarımızı kendi kusurlarımızı düşmanlarımız yüzümüze vurmadan bizzat kendimiz keşf u teşhis ederek çaresine bakmalıyız. Fenalık maraz öyle gizlemekle mekle bitmiş tedavi edilmiş olmaz. Güneş gibi meydanda duran bir hakıkat mücerred “Vakıa mutabık değildir” sözüyle setredilemez. Ondan o hastalıklardan kurtulabilmek için mutlaka o hastalıkları son derece dikkatle teşhis lazımdır. İşte bundan sonra tedavi için sarf-ı mesai edilir. Ben bu hakıkate kendi hisseme olarak iman ediyorum. yalnız dost sıfatıyla değil belki pek samimi pek hayır-hah bir kardeş sıfatıyla öteden beri irtikab edilen yanlışlıkları fikrimin erdiği kadar tetebbu ederek meydana vaz’ etmek nun için bütün alem bunu inkar etmeye kalkışsa bence zerre kadar mucib-i fütur olmaz. Belki bilakis maksada doğru ilerlemek geldiğini bilirim. Onun için hakıkati hassaten menfaat-i amme menfaat-i İslamiyye’yi muhafaza ve müdafaaya vüs’üm yettiği mertebe çalışır iken birkaç kimsenin bu yoldaki mesaiden canları sıkılmış olmasına zerre kadar ehemmiyet vermem bütün alemin rızası için hakıkatin zerre kadar fedasını arzu etmem. Dünyada yegane emelim bütün düşüncem şu millet-i necibe-i İslamiyye’nin maddeten ve ma’nen terakkı ve tealisidir. İşte bu benim için gaye-i emeldir işte bu benim yazarım ne söyler isem hep bunun için söylerim. Ve bunun Şubat-ı rumi tarihli mektubunuz ile birlikte İslamiyet hakkındaki İngilizce muharrer eser-i ma’lum-ı kadimin tab’ı lık havalename postadan alındı. Bu eserin mesarif-i tab’iyyesinin ekalli altmış a’zamı yetmiş sterlin lirası tahmin edilmiş mu’teberesinin cem’ eylemiş olduğu bin küsür kuruş eldeki varidatın miktarını kırk beş liraya iblağ eylemiş idi. Evdeki pazarlık çok kere çarşıya uymamak ma’lum bir hal olduğundan mesarif-i muhammenenin hadd-i a’zamını yetmiş lira hesap ettiğimizde yirmi beş liraya daha ihtiyaç görünüyordu. Sıratımüstakım idaresi tarafından irsal olunan akçeden bu yirmi beş lira tefrik olunarak varidat-ı tab’iyye hi posta pulu teahhüd makine ile ta’mim kılıklı muhaberat yazdırmak akçe farkı banka ücreti gibi mesarif ile tekabül ettikten sonra bakı dokuz lira kalmıştır ki bankada emaneten mahfuzdur. Bundan iki ay kadar evvel Sabah’ta neşrolunan bir mektubumdaki taleb-i acizanem üzerine Sıratı müstakım hahane ile deruhte eylemiş olmasından dolayı ne kadar müteşekkir olsam azdır. İstanbul’dan ve taşradan bunca vatandaşlarımın mezkur emr-i hayr hususunda arz-ı muavenete himmet eylemeleri ise cidden ve hakıkaten mucib-i sürur ve mübahat olmuştur. Mukaddema Sabah’ta “Londra’da Bir Mescid İnşası” tasavvuruna dair yazdığım makalede dahi zikrolunduğu vechile ya beş kuruş veya yüz kuruş veren ashab-ı hayrın niyeti gıll-i zatiden heves-i hod-gamaneden külliyen aridir fi-sebilillahtır; gayretlerinde görülen nişane-i civanmerdane ise istikbalde halkımızın büyük işlerde büyük himmetler gösterecekleri hakkındaki ümidi takviye eyler. Şimdi baki kalan dokuz lira ve iane defteri kapandıktan sonra irsali vaad buyurulan çend lira ile ne yapılacağı maddesini tezekkür edelim: Yed-i acizanemdeki dokuz lira ile ra i’taya hazırım. Şu kadar ki devr-i istibdadda nice seneler arzu ettiğim halde muvaffak olamadığım ve el-yevm ümid-i muvaffakiyyet ile çalışacak fırsatın hulul eylediğine kail bulunduğum büyük bir emr-i hayra bu cüz’i meblağın bir mebde-i hayr teşkil eylemesini kemal-i samimiyyetle ümid eylemekteyim. Bu emr-i hayrdan maksad-ı acizanemin ne olduğunu şimdi arz eyleyeyim: Londra’da bir mescid tedariki için beyne’l-müslimin cem’ine çalışacağımız ianeye bu dokuz liranın uğurlu bir vasıta-i mübaderet teşkil eylemesini arzu ediyorum. Ma’lumdur ki şarkta yüz milyon kadar tebeaya hakim olan İngiltere’nin payitahtında henüz bir mescid mevcud değildir. Mezahib-i saire ehlinden her birinin birer ma’bedi bulunduğu halde salabet-i diniyye ile mübahi olan müslimin-i alemin bir ibadet-gahı yoktur. Böyle bir mühim payitahta akvam-ı alemin en mühim ve en büyük bir mülakatgah-ı medenisi olan Londra şehrinde ikamet eden müslümanlar adetçe gayet az ise de bir mahall-i mukaddesin mevcudiyetindeki ehemmiyet pek büyüktür. Londra’da ikamet eden veya Londra’ya gelip giden evlad-ı İslam’ın eyyam-ı mahsusa-i mübarekede bir lokanta odasında bil-ictima’ icra-yı ayin eylemeye mecbur kalmaları üç yüz milyon efrad-ı beni beşeri liva-yı tevhidinde bulunduran İslamiyet’in şanına layık bir hal değildir. Değil İngiltere Almanya ve Amerika gibi büyük memleketler halkının hatta Hollandalılar İsviçreliler gibi küçük memleketler ahalisinin bile şarkın her cihetinde maabid ve müessesat vücuda getirmekte oldukları şu asr-ı faaliyette alem-i İslamiyyet ile bunca münasebat-ı azimesi bulunan İngiltere’nin payitahtında bir mescid-i müslimin tedarikinde iltizam-ı ehemmiyyet olunmaması vesayet ve amiriyet-i ecanib bulunmayan hususatta müslümanların kendiliklerinden hiçbir ciddi işin hakkından gelemeyecekleri yolundaki iddia-yı bed-hahaneyi takviye eyler. Hind’den Mısır’dan ve ehl-i İslam ile meskun olan sair kıtaat-ı şarkıyyeden ya tahsil için; ya ufak tefek ticaret maksadıyla veyahud her sene İngiltere’ye bir hayli müslüman gelir. Feyz-i maariften nasib alan birincilerin hemen nısfı hiç de tahsil görmemiş olan ikinci ve alel-husus üçüncü kısmın hemen kaffesi bu diyarlarda bir süfliyyet-i ruhaniyyeye düşmekten sıyanet-i nefse kadir olamıyorlar. En süfli ve murdar yerlerin meyhanelerinde filanlarında vakit geçiren taifeler ve ateşçiler arasında vaaz etmek yardımda bulunmak için hıristiyan misyoner idarelerinin adamları vardır ki o cühela-yı seyyahin arasında bulunan müslüman şarklılara atf-ı dikkat ederler; bu vechile tenassur edenler de birkaç defa görülmüştür. Bir mescidin vücudu bir hey’et-i mütevelliyyenin mevcudiyetini avenet-i ma’neviyye olan evlad-ı müslimine dahi delalet ederler; yine o vasıta ile münakehat-ı muhtelitede şürut-ı akdiyye-i İslamiyye’nin ihmal edilmemesine dikkat olunur vefat vukuunda ayin-i İslam üzere dua-yı defn icra edilir vaktiyle encümen-i İslam’ın Londra civarında iştira edip de el-yevm kimsenin bilmediği ufak bir kabristan mahalli hürmetle muhafaza olunur veya yeniden bir kabristan istihzar edilir vefat eden evlad-ı müsliminin az çok terekesi dahi çıktığı takdirde kendi diyarlarındaki varis-i meşru’lara irsal hususunda ait olacak şehbender konsolos vesair bir me’murun muamelesine yardım eder ziya’-ı hukuka meydan vermemeye çalışır. Londra’da bir mescidin vücudu tevhid-i hissiyat-ı İslamiyye’ye bir merkez-i faaliyyet dahi bahşeder; mezahib-i saire ehlinin maabidi az çok milliyet esasları üzerine mebni olduğu halde mescid-i İslam daha necib ve daha ali bir maksadla yani maksad-ı insaniyyetle irae-i mevcudiyyet eyler: Yani cins-i ebyaz cins-i asfar cins-i esved nazariyyeleri veya Asyalı Avrupalı Afrikalı fırakları orada bir te’sir-i su-i tefehhümü mucib olamadığı ve liva-yı İslamiyyet altındaki efrad-ı beşerin huzur-ı Halık’ta ayn-ı hissiyat-ı abidane ile ref’-i tazarru’ eylemesi gibi nazar-ı ecanibde bir levha-i ulviyye-i müsavat arz edilmiş olur. Londra’da bir mescidin mevcudiyeti memalik-i garbiyyenin büyük şehirlerinde dahi birer ma’bed-i müslimin istihzarının bir mukaddime-i hayriyyesi olur. Kuvve-i maddiyyesi maşrık-ı İslam’ın dahi kuvve-i ma’neviyye ile garpta hatırını saydıracak zamanın geldiği gösterilir. Macarlı iken sonradan İngilizleşmiş olan müsteşrik-i müteveffa Doktor Leitner’ler ile bilahare zuhur eden Abdullah Quilliam’lar tarafından dahi tervic edilmiş idi. Kise-i müsliminden bu uğurda çıkan paralar heba oldu gitti. Hissiyattaki rasanet tekamül-i tedrici kanununa tebean tezayüd eder. Binaenaleyh eben-an-ceddin müslüman olanların bu uğurdaki arzu-yı vicdanilerinin kuvveti daha ziyade ciddiyetle telakkıye şayandır. Mescid hakkındaki fikr-i acizanemi Hindistan hükkam-ı adliyyesi mütekaidlerinden olup elyevm ailesiyle beraber İngiltere’de mütevattın bulunan fazıl-ı şehir Seyyid Emir Ali’ye açtığım zaman “Eğer memalik-i Osmaniyye müslümanları pişdar olurlar ise sair müslümanların dahi onların isrini kemal-i hahişle ta’kib edeceklerinden emin olunuz; sizin Türkiye’de toplayabileceğiniz mesela beş bin liraya mukabil ben de Hindistan’da on beş bin lira toplattırabilirim” dedi. Ağniya-yı Mısriyye’den bir zat dahi bu fikri beyan eylediğim zaman umur-ı diniyyede laubali görünmekle beraber “Her taraftan ianat gelmeye başlarsa ben de beş yüz lira veririm” dedi. Bu yolda başka ihvan ile dahi müdavele-i efkar ettikten sonra bir gün Osmanlı Bankası’nın Londra şubesine gittim. Tasavvurumu zikirden sonra şayet memalik-i Osmaniyye’nin ötesinden berisinden iane göndermek isteyenler olursa Osmanlı Bankası şubelerinin edip edemeyeceğini müdirden sordum. Müdir cenabları maal-memnuniye ederler. “Bankamızın vazifesi her ne suretle olursa olsun memalik-i Osmaniyye ahalisi için arz-ı hıdemattır” dedi ve keyfiyeti İstanbul’daki merkez-i umumiye yazacağını söyledi; belki şimdiye kadar yazmıştır bile. Keyfiyeti kari’lerinizin ve bütün ihvan-ı müslimenin piş-i mülahazasına arz ediyorum bir iki sene zarfında Londra’da bir mescid inşası tasavvurunun alaim-i icraiyyesini görebilirsem hayatımda en büyük addeylediğim bahtiyarlıklardan birisine –ve hem de pek mukaddes olanına– kendimi mazhar olmuş addedeceğim. Bu uğurda tesadüf olunacak müşkilat bi-nihayedir; şu kadar ki –İngilizlerin bir sözleri vechile– müşkiller; iktiham olunmak için halk olunmuşlardır. Her halde tevfik Allah’tandır. Doktor İstabes nam İngiliz müellif-i kadiminin eserini neşre medar olmak üzere Sıratımüstakım idaresince cem’ ü yesi katib-i fahrisinin tertib eylediği İngilizce ariza-i teşekküriyyeyi burada leffen takdim ediyorum. Bit-tercüme Sıratımüstakım ’de neşri bilhassa rica olunmuştur. Londra Meserret ile minnet-darlıktan mürekkeb bir his üzerine size sutur-ı atiyyeyi takdime cür’et ediyorum: Muhibb-i muhterememiz Halil Halid Bey’den anlaşıldığı üzere Doktor İstabes’in eserinin mesarif-i tab’iyyesi için Sıratımüstakım in yani o gayetle mu’teber olan ceridenizin vasıtat-ı sütunuyla küşad olunan ianeyi havi otuz beş liralık bir havale göndermişsiniz. Bu haberin bizce mesruriyet-i samime-i kalbiyyeyi mucib olduğunu te’min ederim. Uhuv vet-i olmanız mutazarrı’dır. Şefkat-i uhuvvet-karanenizin bu vechile iraesinden dolayı be-gayet halis olan teşekküratımı zın kabulü ve hissiyat-ı minnet-daranemizdeki keremiyetin lütfen ianatta bulunan zevata bildirilmesi mercudur. Halil Halid Bey evvelce kendisine yazdığınız mektubun bazı fıkra larını bize tercüme etti. Bunda İslamiyet uğrunda gösterilen muhabbet ve gayret-i hamiyetmendane kalbimizde pek de rin bir te’sir hasıl eyledi. Bu müşareket teşebbüsündeki ma’ nidarlık pek o kadar büyük görünmeyebilir ise de bu ufak mübaderetin ahd-i karibde muvaffakiyyat-ı azimeyi müntic olacağında ve o takdirde dünyanın her tarafındaki müslümanların mensup olduğumuz din-i ekberin amal-i ulyasını yoktur. İşte bu mülahaza zahirde pek de ma’nidar olmayan bu fırsata bir ehemmiyet-i azime sureti bahşeder; diğer taraftan dahi hakkımızda ve çalıştığımız umur hakkındaki hissiyat-ı uhuvvet-karanenizi tebliğ eyler. Arzu ettiğimiz varidatın hadd-i matluba iblağı için yalnız yirmi beş İngiliz lirasına hıfzeylemiştir ki ianat-ı alicenabanenin bu kısm-ı bakısi ile nice zamandan beri arzu ettiği Londra mescidi mesarif-i inşaiyyesinin mebdeini teşkil eylemek istemiştir. Bu ise cem’iyetimizin dahi ehass-ı amalinden bulunmuştur. Hemen her din ve mezhebin timsalini havi olan Londra şehrinde –ki müslümanlardan maada herkes ibadet mahallerine maliktir– bir mescid bulunmamasına öteden beri biz dahi müteessif olmaktayız. İslam’ın şan u şevket-i ma’neviyyesine layık bir mahall-i ibadete muhtacız; ta ki böyle bir mebna-yı mukaddes bu kıt’a-i arzda müesses olan mezhebe mukabil ve necatı öğrenmeye da’vet ede. Halil Halid Bey hakkında bir iki kelime-i sena ilave etmeksizin hatm-i mektub eyleyemedim. Bu memlekette yalnız başına meydanda durup da mensup olduğu şerefli kavmin bir timsal-i layıkı gibi çalışan ve ma’lumatı İslamiyet uğrundaki gayretiyle mütenasib olan ve burada hepimizin takdirini kazanan böyle vatandaşa malikiyetiniz şayan-ı şükrandır. Sıratımüstakım teveccühat-ı uhuvvet-perveraneye arz-ı teşekkür ile ihvan-ı mü’minini yekdiğerine tanıtmak maksadını bedraka-i amal ittihaz eylemiş olmasından naşi teşebbüsat-ı vakıasını vazifesi icabatından telakkı etmekte olduğunu beyan eder ve merakiz-i medeniyyede vücuda getirilmesiyle müftehir ve mes’ud olacağı müessesat-ı İslamiyye’nin ve ez-cümle cevami’-i şerifenin din-i mübinin şan u şerefiyle mütenasib surette te’sisi ve te’min-i inşası için mukteza-i tedabir-i müteferriayı nazara alacak ve bu babdaki mesainin arzu olunan dairede semeredar olması esbabını teemmül ve istikmal eyleyecek bir hey’et-i mahsusa teşkili esasen mutasavver olup bu yolda mesai-i mütekaddime dahi vuku’ bulmuş olduğundan atiyen tahassül edecek netaicden Şehr-i hal-i Rebiülevvel’in ikinci pazartesi gecesi Eğin Japonyalı Hacı Ömer Yamaoka Efendi şerefine kulüp a’zasından ziyafeti müteakib Mushaf-ı Şerif ithafı münasebetiyle icra kılınan merasime ait tafsilatın ve teati olunan nutukların kariin-i muhteremenin enzar-ı iştiyakına arzı münasib görülmüştür. Hacı Ömer Efendi hazretleri ba’dez-ziyafe İngilizce bir nutuk irad eyleyerek haklarında gösterilen teveccüh ve meb’us-ı muhteremi Tahir Beyefendi hazretleri de nutk-ı ati “İslamiyet hub ve müvalatı müessistir; ve bu fi-sebilillahtır. Bina-berin gerek Mekke’de gerek burada gördüğünüz müvalat doğrudan doğruya ciddi ve samimidir. Çünkü bu yoldaki emir bizim için bir emr-i dinidir; bir vazife-i diniyye olmak üzere müslümanlar bunu ifa eder. Müslümanlık aynı zamanda mihman-nüvazlığı da emrediyor; ba-husus misafirlerimiz böyle hayır-hahımız ve bizim kardeşlerimiz olursa bu babda vazifemiz daha ziyadeleşir. Misafirperverliğimiz yalnız İslamlara karşı da değildir edyan-ı saire salikinine dahi böyle yaparız. Nerede kaldı ki böyle revabıt-ı samimiyye uhuvvet-i İslamiyye menafi’-i müştereke ile bize merbut bir kavmin en güzide ferdi gelsin... Geçenlerde arz etmiştim yine tekrar ederim; bu yoldaki teveccüh ve muhabbetler bazı rical ve mekana kasr u tahsis buyurulmamalıdır. Memalik-i İslamiyye’nin herhangi bir kıt’asına hatta herhangi bir köyüne gitseniz aynı hiss-i kabulü göreceğiniz şüphesizdir. Buna emin olmalısınız. Çünkü müslümanlıkta en ziyade takdir olunan ve dikkat edilen nokta bir amelin bila-garaz ve la ivaz meydana gelmesidir yani lillah fillah olmasıdır daha Türkçesi maksad; Allah’ın rızasını tahsil etmektir. Başka bir garaz yoktur. Bu noktada menafi’-i maddiyye hiç nazara alınmaz. Bunun böyle olduğunu bizim Kur’an-ı Celil imizde ve Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin kelimatını beyan eden ehadis dediğimiz kitaplarda aynen musarrahtır. Bu bizim için bir emr-i dinidir. sestir. Hatta Peygamberimiz buyurmuştur ki: “Mehasin-i ahlakı lak yekdiğerinden ayrılmaz. Fakat Avrupalılar İslamiyet’i maatteessüf pek galat pek hatalı pek garazlı bir surette anlamışlardır. Sebebi de alem-i Avrupa’da vaktiyle okuyup yazanlar papazlardı. İslam’ı Avrupalılara dürbünün ters tarafıyla gösterdiler. Fakat teşekkür olunur ki şimdi birtakım oryantalistler Avrupa’nın gözünü açtılar. Yani hakayık-ı İslamiyye’ye vakıf oldular; bu garaz bu cehl bu yanlış anlayışı tashihe çalıştılar. Bunlara teşekkür olunur. Japonlarla Osmanlılar beynindeki münasebete gelince bu doğrudan doğruya ma’nevi vicdani bir haldir. Biz bunu Japon-Rus muharebesinde en cahil halkımızda bile hissettik. Bu min-tarafillah bir haldir. Japonlar gerek Cuşima’da gerek Mukden’de muzafferiyetleri esnasında memleketlerinde bittabi’ büyük şenlikler yaptılar. Bu haber-i muvaffakiyyeti dir ile mütehassis oldular. Hükumet-i müstebidenin mevcudiyeti dolayısıyla bu tahassüsat bir mecla bulamadı. Fakat Japonlara müteveccih kadir-dan vicdanlarda ebedi hatıralar kaldı. Madem ki hal bu merkezdedir zat-ı alileri Japonya’nın en münevver bir uzvu bulunuyorsunuz ba-husus şeref-i İslam kavmi –biri şarkta biri garpta– yekdiğerine fiilen dahi takrib bahtiyarsınız. Peygamberimiz buyurmuştur böyle bir menfaate Cenab-ı Hak sizi vasıta kılmış... Bundan dolayı ne kadar iftihar etseniz yeri vardır. Biz de iftihar ederiz ki böyle bir emr-i hayra vasıta olmak mazhariyetine nail olan zat ile müşerref oluyoruz ve bu şerefli kavim ile münasebat peyda ediyoruz. Bir de madem ki muhabbet mütekabildir asarı da mukaddimesi de başlamıştır bunun temadi edeceğine bizim emniyyet-i vicdaniyyemiz vardır. Ve bu ittihaddan ittifaktan mütekabil muhabbetten alem-i İslamiyet’in müstefid olacağına büyük bir itmi’nan-ı kalb ile mutmainiz. Bu iftihar da –mukaddimede arz eylediğim vechile– doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın rızasına mazhariyet ümniyesiyledir. Yoksa menafi’-i maddiyye ikinci üçüncü derecede kalır. Doğrudan doğruya Allah’ın Peygamber’in emrine itaat noktasındandır; başka garazımız yoktur. Bizim bu ittifakımızdan ittihadımızdan hasıl olacak fevaidi fülan kavim takdir etmiş fülan etmemiş... Kat’iyyen biz onlara bakmayız. Bakacağımız bir nokta var ki o da rızayı Bari rıza-yı Peygamberi’dir. Çünkü İslamiyet yalnız saadet-i dünyeviyyeye münhasır değildir asıl maksad saadet-i şekliyle Suyuti uhreviyyedir. Saadet-i uhreviyyeye nailiyet ise doğrudan doğruya lillah fillah sa’y ile evamir-i ilahiyyeye riayetle hasıl olur. Maksad bu olunca gaye tabiatiyle hasıl olur. İnşaallah bundan sonra bu mukarenetin asar-ı fiiliyyesini görerek İslamiyet’e dolayı Cenab-ı Hak’tan mükafat bekleriz. Başka kimseden bir şey beklemeyiz. Peygamberimiz buyurmuş ki: “Benim ashabım ziyadar yıldızlar gibidir hangisine iktida ederseniz hidayet bulursunuz.” Bu emr-i celile tebean biz sadr-ı İslam’a nazar ederiz. O ashab-ı aliyye o rical-i güzin ila-yı kelimetullah için terk-i vatan ettiler her türlü mihen ü meşakka katlandılar. O zamanlarda vesait-i nakliyye dahi yok idi. Öyle iken ta Kanton’a kadar gittiler. Hatta Kanton’da iki sahabi kabri bile vardır. Bunların zamanında rütbe yoktu nişan yoktu gazeteler yoktu hiçbir şey yoktu. Demek isterim ki bu fedakarlıkları kimsenin aferinine nail olmak için değildi. Mahza rızayı Bari’ye rıza-yı Peygamberi’ye nailiyet maksadıyla yapılıyordu. Biz ki müslümanız o yolu ta’kib etmemiz lazım ve edeceğiz ve sizde de bir istidad görüyoruz. Sizden de o yolda bir himmet bekleriz. Müttefikan bu yolda çalışırsak maddi ma’nevi saadetlere nail oluruz. Bu yolda tatvil-i makali zait görürüm. Çünkü madem ki kalbler müttehiddir söylenecek söz hasılı tahsil demektir. Binaenaleyh Eğin İttihad ve Teavün Kulubü namına sahib-i hane ve şahsım namına arz-ı teşekkürat ile hatm-i kelam ederim. Bu nutku müteakib Eğin Kulubü hey’et-i idare reisi Ahmed Bey işlemeli beyaz atlas kese içinde mahfuz yazma gayet kıymet-dar ve müzeyyen bir Mushaf-ı Şerif getirdi. Kemal-i ta’zim ve ihtiram ile ayağa kalkıldı. Tahir Bey Mushaf-ı Şerif’i eyadi-i ihtiramına alarak Hacı Ömer Efendiye teveccüh etti Ömer Efendi ellerini kavuşturarak bir ihtiram-ı fevkalade ile Tahir Beyin sözlerine vakf-ı sem’ eyledi. Tahir Bey “Ey muhterem müslüman kardeşimiz” diye kemal-i aşk ve samimiyetle söze başladı: “Şimdi size Eğin İttihad ve Teavün Kulubü namına bir hediyede bulunacağız. Bir hediye ki kıymet-i ma’neviyyesini biz takdirden aciziz. Çünkü ithaf olunan bu hediyedir ki müslümanlara iki dünyanın saadetini bildiriyor. Gerçi henüz Arap lisanına vakıf değilsiniz. Fakat bu lisan-ı mübin lisan-ı dini olduğundan kelam-ı mukaddesi şeref-nazil olduğu elfaz ile artık kendi vatanınızda muhterem muazzez bir mevki’de muhafaza eder. Ve ihvan-ı dinimize de o yolda tebligatta tebşiratta bulunursunuz. Gerçi bu kelam-i ilahinin İngilizce bir tercümesini görmüşsünüzdür. Ve ihtimal ki o tercümelerden İslamiyet’in ulviyetine ıttıla hasıl etmişsinizdir. Fakat ben hiç şüphe etmiyorum ki bu tercümeler lisan-ı Arabi’nin kendine has olan cem’iyetini hakkıyla eda edememişlerdir. Maamafih hey’et-i umumiyyesi hakkında tabiidir ki bir fikir hasıl olmuştur. Hakkıyla tercüme olunamadığını şundan anlıyorum ki bende bir Fransızca Kur’an tercümesi var Arapçasıyla mukabele ediyorum ince ma’naları layıkıyla eda edemediklerini tamamiyle görüyorum. Binaenaleyh sizden ve Japonya’daki ihvan-ı dinimizden şunu istirham ederiz ki İslamiyet’i öğretmek hususundaki himmetiniz İngiliz veya Fransızca Kur’an tercümelerine vesair bu yolda tercüme olunan kitaplara münhasır kalmasın. Japonların zekasını; mesaisini bütün dünya takdir etti. Şayet sizin vaktiniz müsaid değilse bile sair ihvan-ı dinimiz Arapça tahsiline teşebbüs etsinler. Yani o yolda bir vazife kendinize ayırmanız tavsiye ve temenni olunur. O zaman daha ziyade ulviyyet-i İslam’ı takdir buyuracaksınız. Ve bu tercümelerdeki asar-ı zühulü re’yü’l-ayn göreceksiniz. Her müslüman kelam-ı kadimi eline aldığı vakit usulen takbil eder. Madem ki müslümanların dünyevi uhrevi saadetini müeddidir. Şu halde buna karşı hürmet ve ta’zim tabiidir. Bu adat-ı İslamiyye’dendir. İşte bendeniz kemal-i ta’zim u ihtiramla takbil ederek size veriyorum buyurunuz!... Mübarek olsun.” Diye Kitabullah’ı Hacı Ömer Efendi’ye verdi. Meclisteki huzu ve huşu derece-i nihayede idi. Herkes derin bir sükunet gözler bir noktaya dikilmiş menba’-i ilm ü irfan olan o büyük başlar birer vaz’iyyet-i mütevekkilane ile nim eğilmiş daima ümmet-i İslamiyye’nin menafiine hadim o kıymetdar eller yekdiğerine kavuşmuş yalnız derin bir vecd ü Hayat-ı beşerde öyle dakikalar olur ki senelerce ibadet kadar inşirah ve zevk-i ruhani bir an içinde kalbi kaplar. Bu gece bu saat bu dakika huzzar için müstesna dakikalar idi ki ömr-i beşerde tekerrürü az idrak olunur. Hacı Ömer Efendi bu kitab-ı celilü’l-kadri eline alınca vechinde büyük bir tebeddül büyük bir vecd ve istiğrak görüldü. Evvela kemal-i ihtiramla üç defa takbil ile yüzüne gözüne sürdü. Onu müteakib kıbleyi sordu gösterildi Ka’be-i Muazzama’ya karşı dönerek ellerini açtı aynen lisan-ı Arab üzerine: “Allahümme salli ala Muhammedin ve ala al-i Muhammed...” diye kemal-i huşu ile söze başladı. Meclisteki huzu bir kat daha tezayüd etmişti. Hane sahibi İsmail Efendi hazretleri o saf ve temiz kalbli müslüman bu hale tahammül edemeyerek ağlıyordu. Ömer Efendi hazin titrek muhtac-ı büka bir lisanla ihtisasat-ı kalbiyyesini şöyle tasvire çalıştı: “Bu mukaddes Kelamullah’ın kalbime vicdanıma bütün mevcudiyetime bahşettiği hali hal-i cezbedarı bilseniz ruhumun nasıl bir ezvak-ı ma-fevkattabia içinde çırpındığını görebilseniz... Evet bu mümkün olsaydı ancak o vakit benim meserretimi anlayabilirdiniz. Ravza-i Mutahhara’daki hissettiğim zevk ve inşirahtan sonra bu dakika hayatımın en kıymet-dar bir an-ı mes’udu olacaktır. Ben bunu hiçbir zaman unutamayacağım. Bu lütfunuzdan dolayı size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bu kelam-ı mukaddes benim ebedi bir refik-ı ruhum olacaktır. Japonya’ya gider gitmez bu lisan-ı mübareki öğrenmeye çalışacağım ve her sabah ve akşam bu kitab-ı muazzezden okuyacağım. Muhtevi olduğu hakayık-ı mübecceleyi edeceğim. Ben isterim ki şeref-i İslam ile müşerref olacak zevat bu lisana vakıf olsunlar hatta ben son derece bu lisanı öğrendikten sonra bile Japonca’ya tercüme etmeyeceğim yalnız ma’nasını ta’limatını ahkamını beyan edeceğim. Ve lisan-ı Arabi üzere bunu okutturmaya çalışacağım. Büyük bir meserret ve memnuniyetle bu muazzez kıymet-dar hediyenizi kabul ediyorum. Bunu odamın en muhterem mevkiinde muhafaza ve bu vesile ile daima sizi yad edeceğim. Japonya’ya gidince bu Kitab-ı mukaddesi cem’iyetimize göstereceğim ve bu Kitab’ın mekteplerde köylerde her yerde neşri hakkında büyük mikyasda teşebbüsata başlamak lüzumunu arz edeceğim. Onların bundan dolayı pek ziyade memnun olacaklarını iyi bildiğimden cem’iyet ve reis-i cem’iyyet namına da ayrıca takdim-i teşekkürat eylerim. Bu Kitap bizim kütüphanemizde mevcud bütün kitapların padişahı olacaktır. Ve bu Kitab’ı reisimize takdim edince şüphesiz o da cem’iyet namına size tahriren beyan-ı teşekkür eyleyecektir. Bursa meb’usu Tahir Beyefendi hazretleri hassas ve dindar bir kalbin tercüman-ı tahassüsatı olan şu beliğ hitaplara atideki beyanat-ı aliyye ile mukabelede bulundu: “Biz saadet-i dareynimizi onun neticesi makamında olan evamir-i diniyyeye iktifada buluyoruz. Peygamberimiz buyurmuş ki: Siz müslümanlar hediyeleşiniz velev bir hurma tanesiyle olsun... Onun için müslümanların yekdiğerine hediye vermesi adat-ı kavmiyye değil belki adat-ı diniyyedendir. Zat-ı alilerini en kıymetli misafir olmak üzere tanıdığımızdan Eğin kulübünü teşkil eden ihvan-ı dinimiz size en kıymetli ve aziz telakkı ettikleri bir tuhfeyi ihda ile kesb-i mübahat ederler. İhvan-ı dinimiz bu arzularını son sahifeye ayrıca yazarak Eğin kulübünün resmi mührünü de basmışlardır. Eğinliler bu babda bir vazife-i diniyyeyi ifadan başka bir şey yapmış değillerdir. Bu bir şeref-i dinidir. Bu şeref-i diniye biz de iştirak ettik. Ez-cümle tarih-i ithafı abd-i aciz yazdı ve arkadaşlarım böyle muahata vesile olan bir takdim ve takaddüm cem’iyetinde bulunmakla müftehirdirler. Oraya yazılan tarih fi Rebiülevvel Sene’dir. Ma’lum olduğu üzere işbu mah-ı mübarekin on ikinci gecesi Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz dünyaya gelmiştir. Bu ay Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in viladet-i seniyyelerine musadif leyle-i mübarekeyi müştemil bulunduğundan alem-i İslam bu ayda başka türlü bir şeref iktisab eder. Hatta o leyle-i mukaddesede camilerde kandiller yakarak i’lan-ı meserret olunur ve Hazret-i Peygamber’in viladetini mübeyyin mevlid-i şerif manzumesini okunur. Müslümanlar böyle bir yevm-i mukaddesi idrake nailiyetlerinden dolayı yekdiğerini tebrik ve buna “kandil” ta’bir ederler. Şu hediyye-i kıymet-darın böyle bir mübarek ayın ibtidasında Eğinli din kardeşlerimizi de hediyeyi şu noktadan intihab ettiklerinden dolayı takdir eyleriz: Demin Kur’an tercümesi hakkında bir dereceye kadar maksadımı anlatabildim zannederim. İkinci derecede İslamiyet namına bir tavsiyede daha bulunacağım ki o da tarih-i tercümelerinde eser-i zühul daha doğrusu galat varsa tevarih-i cehl ve garaz saikasıyla birtakım yanlış esassız ma’lumat vardır. O gibi galat-ı cehl ve garaz saikasıyla dermeyan olunan ma’lumat ve mütalaatı ayn-ı hakıkat diye telakkı etmemelidir. Bunun için Arapça teallüme ihtiyac-ı şedid vardır. Buna sa’y buyurulacağına emniyet-i kamile hasıl oldu. Ancak şimdilik defaaten meydana gelmesi için Hind müslümanlarından lizce muntazam tarih-i İslam yazmışlardır. Bu gibi şeyler taharri olunmalıdır. Şayet bulamazsanız bize bildiriniz biz İngilizce mükemmel bir tarih-i İslam yazdırırız. Bu İslam tarihi mütalaasından anlaşılacağı üzere Hulefayı Raşidin’in ikincisi olan Hazret-i Ömerü’l-Faruk radiyallahu anh zamanında İslamiyet diğer hulefa zamanına nisbetle pek ziyade tevessü ve intişar etti. Sizin bu isim ile tahallüsünüzü keza bir fal-i hayr addederiz. Hazret-i Ömer zamanında lalet-i ma’neviyyesiyle ve sizin vesatetinizle İslamiyet’in o kıt’ada intişar edeceğine bizce emniyet-i kalbiyye ve vicdaniyye hasıl olmuştur. Oradaki ihvan-ı dinimiz tabii taksim-i a’mal kaidesine ittiba edeceklerdir bir kısmı Hind müslümanlarından da bazı zevat celb ederek bir hey’et-i tercüme teşkil etsinler. Tarih-i İslam’ı medeniyet-i İslamiyye’yi mezaya-yı İslamiyye’yi fezail-i İslamiyye’yi meydana getirecek eserler hazırlamak için böyle ashab-ı hamiyyete ihtiyac-ı kat’i vardır. Ömer Efendi – Garb misyonerlerinin İslamiyet hakkındaki efkar-ı bed-binanelerini bilirim. Mesela İngilizler elhamdü-lillah cümlesini hakıkatten büsbütün başka bir ma’nada yazmışlardır. Bunları bildiğim için en ali hakıkati arayıp arayıp milletime bildirmeğe gayret edeceğim. Zat-ı alilerinin tavsiyesi vechile garb lisanlarından ziyade Arabi’yi tahsile gayret edeceğim. Ve pek az zamanda muvaffak olacağımı ümid ederim. Çünkü şevk ile çalışacağım. Madem ki din lisanıdır muhabbetim tabiidir. Arapçayı öğrendikten sonra inşaallah buraya gelerek sizinle din lisanıyla konuşacağım. Şimdilik bizim maksadımız Kur’an’ın ulviyetini İslam’ın ali bir din olduğunu umum Japonlara anlatmaktır. Yakında makam-ı hilafete ve bütün alem-i İslam’a adamlar göndereceğiz. Şimdilik sizden yalnız şunu rica ederiz ki Kur’an’daki hakayık-ı aliyyeyi bize anlatacak İngilizce lisanına vakıf birkaç zat Japonya’ya göndermeye gayret ediniz. Cem’iyetimizin buna ihtiyac-ı kat’isi vardır. Tahir Bey – İslamiyet esasen yekdiğere teavün ve tenasur ile emrediyor. Umumiyetle müslüman kardeşler biribirine muavenet ve yardım etmekle mükelleftir. bu vazifeyi ifa bir vazife-i diniyyedir. Binaenaleyh onlar buraya karşı ne yolda muhalasat gösterirlerse biz de bir o kadar muhalasat göstermeye dinen borçluyuz. ye edecek bütün esbaba tevessül edileceği tabiidir. Yemen vilayeti meb’uslarından ve sadattan San’a Meb’usu es-Seyyid Ahmed es-Seyyid Hüseyin Miralay es-Seyyid Ahmed Muhammed Makhafi Hadide Meb’usu Mahmud Nedim Zühdü Asir Meb’usu Ali Efendiler Dolmabahçe sahil-saray-ı hümayununa azimetle karin-i sani-i hazret-i şehriyari Mehmed Tevfik Beyefendi delaletiyle huzur-ı maali-nüşur-ı Hazret-i Hilafet-penahiye kabul buyurulmuştur. Müşarün-ileyhimden Seyyid Ahmed Beyefendi tarafından Türkçe olarak nutk-ı ati kıraat olunmuştur: “Şevket-meab Geçen sene huzur-ı mekarim-nüşur-i hazret-i padişahilerine kabul buyurulan Yemen meb’usları ve Yemen’deki rilip der-bar-ı şevket-karar-ı saltanat-ı ebediyyü’d-devam-ı seniyyelerine gelen hey’et-i mahsusa dahi huzur-ı maalimevfur-ı hazret-i mülukanelerine kabul buyuruldukları esnada bilcümle Yemen ahalisi kullarına selam-ı saadet-encam-ı hazret-i tac-darilerinin tebliğine taraf-ı eşref-i hazret-i şehriyarilerinden memur oldular. Yemen ahalisi kulları haklarında aliyyü’d-derecat-ı hazret-i şehenşahilerine bu suretle nailiyetlerinden dolayı secde-i şükrana kapanarak tezayüd-i ömr ü ikbal ve şan u şevket ve iclal-i şahanelerinin duasını yad ve tekrar eylediklerinin ve teşekkürat ve ta’zimat-ı ahkaranelerinin meb’us bulunmaklığımız hasebiyle zat-ı şevket-simat-ı hazret-i şehriyarilerinin arzı hususunu kullarına rica ettiler. Hilafet-meab Cülus-ı meyamin-me’nus-i hazret-i hilafet-penahileri ruz-ı firuz u mukaddesinden beri emsali görülmemiş bir surette Cenab-ı Hak celle ve ala hazretleri Yemen’de feyz ü bereket ihsan buyurdu. Meşrutiyet-i meşrua-i mukaddesemizin ret-i tacdarilerinin ihlas-ı niyyet ve merhamet ve şefkat-i hümayunları hasebiyle Yemen ahali-i sadıkasının refahiyet ve istirahat ve emniyetle yaşamalarının zaman-ı mes’udiyyeti hulul etti. Yemen kıt’a-i cesimesinin sekenesi olan ahali-i sadıkanın celb-i kulubları ve sefk-i dima-i müsliminin büsbütün ref’i i’tilaf ve adl ü insaf ile husule geleceğinin ve vükela-yı saltanat-ı seniyyeleri kulları işbu maksad-ı hayrmirsadın husulüne teşebbüsat-ı ciddiyyeden geri kalmadıkları gibi hüsn-i niyyetlerinden emin bulunduğumuzun arzıyla hemen Cenab-ı Erhamürrrahimin bütün millet-i necibe-i Osmaniyye’yi ila-yevmi’l-kıyam vücud-ı şahaneleriyle mes’ud ve ulüvv-i şan u şevket-i şehriyarileriyle mesrur buyursun. Bugünkü günde huzur-ı maali-mevfur-ı hazret-i zıllullahilerine kabul buyurulduğumuzdan dolayı umum kıt’a-i Yemaniyye ahali-i sadıkasında fevkalade hüsn-i te’sir hasıl edeceği gibi kullarınca da mucib-i iftihar ve bais-i kemal-i mesruriyyetimiz olmağla teşekkürat ve ta’zimat-ı ahkaranemizi atebe-i ulya-yı hazret-i şehen-şahilerine arza cür’et eyleriz ve her halde emr ü ferman ve lutf u ihsan halife-i ruy-ı zemin padişahımız efendimiz hazretlerinindir.” Ba’de Seyyid Hüseyin Bey tarafından dahi Arapça bir kaside okunmuş ve gayet beliğ bir dua tilavet eylemiştir. Taraf-ı eşref-i padişahiden nutka cevaben bi’l-irtical suret-i münifesi zirde münderic nutk-ı beliğ-i hümayun irad edilmiştir: “Yemen ahalisinin hakkımda gösterdikleri eser-i muhabbet ve merbutiyyetten pek mahzuz oldum. Hikaye olunan feyz ü bereket başkaca memnuniyeti müstelzim oldu. Kavmi necib-i Arab hakkında kalbimizde bir muhabbet cay-girdir. Tarik-i müstakımde devam ile nail-i saadet olunacağını beyana hacet yoktur. Şeriat-i mutahhara-i Ahmediyye ve kavaid-i adalet ve hakkaniyyete mübteni olan idare-i meşruta memleketin teali ve tekamülüne bais olacaktır. Ve bu suretle Yemence dahi refah-ı ahaliyi kafil pek çok ıslahat ve Zevat-ı müşarün-ileyhim yarım saat kadar huzur-ı emirü’l-mü’mininde kalmışlardır. Hin-i infikaklarında zat-ı şahaneye arz-ı veda’ ettikleri zaman dahi “Sizlerle mülakatımdan memnun oldum” cümlesiyle taltif-i şehriyariye mazhar olmuşlardır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mart Dördüncü Cild - Aded: – – olunan asarı –müelliflerinin gayretlerini feyz-i zekalarını takdir etmesiyle beraber– kafi görmediğinin esbabını tasrih etmiyor. Fakat salik olduğu meslek-i i’tisaf-ı ifrat-perveraneye nazaran esbab-ı mezkure olsa olsa kendisinin yürütmek istediği tecavüzat-ı bi-insafaneye medar olacak ma’lumat-ı sahifeyi onlarda bulamadığı için meşreb-i hass-ı hakimanelerine! muvafık düşmemeleri olabilir. Dozy’nin kendi ifadesine i’timad caiz ise üslub-ı Arabi ile muharrer bulunan kütüb-i İslamiyye’deki müsteşhedatın üzerine mübteni delaile müracaatla müstakil bir eser te’lifine de haiz-i iktidar imiş fakat bu tarzda kitap te’lifini başka zamana saklamış. Çünkü böyle bir kitap kendilerine mahsus kari’lerce şüphesiz te’min-i matlub etmiyormuş. Biz bu te’lifin ferdaya talikine bir ma’na veremiyoruz. Madem ki böyle bir eser vücuda getirmek iktidarını haiz dan alarak İslamiyet’i olduğu gibi tasvir etmeli ve sonra ne diyebilecekse demeli idi. Fakat bu surette netayic-i matlube te’min olunamazdı diyor ki bu i’tizara da yerden göğe kadar hak veririz. Zira Dozy’nin halinden kalinden anlıyoruz ki bu eser-i mel’aneti neşirden maksadı hakaik-i ahvale agah olmayan kesanı iğfal ile müslümanlar hakkında teşdid-i münaferata çalışmaktan başka bir şey değildir. Çünkü esas-ı dinleri bu kadar çürük olan akvama insanca muamele layık görülmez. Bu maksad ise böyle bir eser neşriyle istihsal olunabilir asla delail ve müsteşhedata yanaşmayarak telbisat-ı mücerredeye hasr-ı kelam ile elde edilebilir. Yoksa kütüb-i İslamiyye me’haz ittihaz olunarak delail-i sahihamız nakledilecek olsa altından kalkmak kabil olamazdı. Öyle ya! Delail-i sahiha-i İslamiyye bila-tahrif ortaya konulacak olsa cerh ü ibtali mümkün olmayacağından o vakit netayic-i matlubenin aksi husule geleceği aşikar idi. Binaen-ala-zalik sahifesinde görüleceği üzere server-i enbiya sertac-ı asfiya aleyhi ekmelüttehaya efendimiz hazretlerine azv u isnad eylediği “hysteria-yı adali” marazının cünuna şebih bir da-i deva na-pezirin mürevvici olan “Sprenger” dediği herif iftiraat-ı müdhişe icadında kendi meşrebine herkesten ziyade muvafık bulunmakla onun te’lifini esas tutarak her hususta ona taklid edeceğini i’lanla iftihar etmiştir. Ne büyük bir ihata-i nazar! Ne derin bir im’an! ye’ye müracaat ne de müsteşrikin-i saire tarafından tahrir ve neşrolunan asara muvafakat etmek mutabık-ı amali olmadığından bu kütüb ve asara asla ehemmiyet vermemiş yalnız “Sprenger”in istihsal eylediği netaice hasr-ı nazara karar vermiş eser-i mefsedetine doldurduğu hezeyanatı hep onun yazdığı eserden iltikat etmiş. Şimdi erbab-ı temyiz ve ibtisara sual ederiz ki herhangi bir hakıkate ıttıla arzusunda olan kimse acaba hakıkat-i matlubeyi menbaından itibaren ta’kibde bulunan yar ve ağyarın kaffesine müracaatla istikşafa cehd ü gayret ederse mi lunan yalnız bir şahsın ifadesine hasr-ı nazar ederse mi akılane davranmış sayılır? Akl u iz’an sahibi her kim olursa olsun şıkk-ı evveli tercihte tereddüd etmez. Yalnız mütercim-i ma’hud bu sahifeleri de tercüme ile kitabına! katmış olduğu halde böyle bir mukallid-i bi-vayeyi müsteşrik-i şöhret-gir ünvanından tutturarak büyük bir ihata-i nazar derin bir im’an sahibi gayet mümtaz ve kat’iyyen bi-taraf nadide bir akl-ı selim ve bilmem daha ne... El-hasıl ne kadar calib-i Öyle adi bir şahsı medh ü sitayişle alem-i balaya çıkarmaya çalışıyor. Yek nazarda ne meta’ olduğu zahir olan bu eser-i merdudu da böyle bir allame-i cihanın asar-ı fazılanesi arasında bulunmuş tamam haşa ve kella hadis-i şerifine mısdak olacak bir dürr-i giran-maye şeklinde gösteriyor. Kendi zu’m-i fasidince bu efsaneleri aleme yuttururum diye hayret-efza bir cesaret ibraz ediyor. “Lakin aynı zamanda şunu da söylemeliyim ki altıncı asr-ı miladide Arabistan’ın hal-i dinisi hakkında beyan edeceğim şeylerin mes’uliyetini üzerime alıyorsam da mütebakı zamanlar için iş öyle değildir” ifadesiyle müellif Dozy İslamiyet’e ait mebahisin kaffesinde “Sprenger” gibi müverrihlere taklid ve mütabaat etmiş olmasından dolayı tereddüdden hali kalmadığını i’tirafla kendisi için efkar-ı umumiyyede bir kaçamak tarikı hazırlamak istiyor. Vakıa madem ki tedkıkat-ı lazımesiyle hakaik-i ahvali ortaya koyan ekabir-i ulema-yı İslamiyye ve bi-taraf tevaif-i efrenciyyenin sözlerine ısga etmeyerek münhasıran “Sprenger” gibi kesanın istihsal ettiği netayici daha doğrusu ihtira eylediği fezayihi alel-amya kabul etmiş bulunuyor mahza meşrebine muvafakatinden dolayı o sözleri tercih eylemiş olduğu cay-ı iştibah olamaz. Binaenaleyh mes’uliyet-i ma’neviyyeden terettüb edecek muaheze-i tarihiyyeden tahlis-i giriban edemezse de yazdığı şeylerin hakıkat-i mahza olarak telakkısini tavsiyeden olsun tebaüd etmiş addolunabilir hiç olmazsa bu haslet-i ca’liyye ile müellifin mütercime nisbetle bir meziyeti bulunduğu inkar olunamaz. ret olsun sezadır. Ecnebi olan Doktor Dozy yazdığı şeylerden haya ediyor bil-i’tiraf diyor ki “Ben bu makalatı meşrebime muvafık bularak bila-tahkık fülan kimsenin kelamından ye tavsiye etmiyorum.” İslamiyet’e intisab-ı surisi bulunan mütercim-i ma’hud ise bu isnadat-ı batılanın kaffesini bir tarih-i hakıkı olmak üzere müslümanlara ithafa kalkışıyor ayn-ı hakıkat ve mahz-ı hikmet diye bütün bu safsataların kabulünü can u gönülden tavsiye ediyor. Meşhurdur ki vaktiyle bir ecnebi diplomat na-münasib bir karar ittihazından dolayı makam-ı i’tizarda “Ne yapayım ben bir Türk kadar Türk olamam” demiş. Şimdiye kadar bu sözün sahibine herkes gibi biz de hak veriyorduk. Halbuki atteessüf görüyoruz ki bir ecnebiden ziyade bigane bir mülhidden ziyade cahid olanlar da bulunuyormuş. Fakat ezman-ı ahirede iyilikler fenalıklar kadar müterakkı olamıyorlar. Ba’deza Dozy cenabları Arabistan’ın din-i kadimini beyan ve teşrih sadedinde on beş sahife tafsilat veriyor. Bize tealluku olan kısmını icmalen nakledelim. Diyor ki: Filhakıka akvam-ı Arabiyye’nin devr-i cahiliyyette de Hallak-ı Müteal “celle ve ala” hazretlerine esasen i’tikadları bulunduğu Kur’an-ı Kerim’de gibi ayet-i celilede tasrih buyurulmuştur. Fakat henüz mazhar-ı irşad olamadıkları cihetle şan-ı uluhiyyete şayan takdisatta bulunamazlardı. Cismiyet ve onun levazım-ı zaru riyyesinden bulunan mekan ve cihet gibi şeyler isnad eder lerdi. İslamiyet berahin-i akliyye serdiyle bu takım hataları tashih etmiş Ayetelkürsi Sure-i Haşr ahirindeki ayat-ı keri me ve sair muhkemat-ı Kur’aniyye ile düs tur-ı aklisini tenvir ve tafsil eylemiştir. Yalnız sure-i İhlas’ın ma’na-yı şerifine agah olan bir müslüman bile bu hususta zerre kadar tereddüd etmediği halde mütercim-i bi-iz’an Dozy’nin “Bizim gibi bir şahsiyete maliktir” kelamına ilave ettiği bir notta “Arabın batıl olan bu ayetin de ayan ve payendedir” demesiyle Kur’an-ı Kerim’e ve do layısıyla din-i mübin-i İslam’a büyük bir iftiraya cesaret et miştir. Bu makule mülhidler tağlit-i avam garaz-ı fasidiyle ica bında ayetler de uydurmakta oldukları balada ihtar olun muş idi. Ne kadar gülünç bir şey!.. Kendisi güya Kur’an-ı Kerim’i okumuş da sebkinde bir ayet görmüş hatta o ayetin ahiri bile varmış da “haşa” Arapların batıl i’tikadını tervic ediyormuş. Hakayık-ı İslamiyye’ye vukufu değil zerrece idraki olan bir kimse böyle bir söz söy leyemez. Eğer öyle bir ayet olsaydı ilm-i hal kitapların da “Cenab-ı Hakk’ın misl ü naziri yoktur. Mahlukata hiçbir vechile benzemez” denilen yerde “Allahu Teala’nın bizim gibi başı ve yüzü vardır. Kendisi buğday benizlidir. Güldüğü vakit nur parçası gibi dişleri görünür” denirdi. Efendiler Bugün size Müslümanlık’ta ferdin hakimiyetiyle cemaatin hakimiyeti ne olduğuna dair birkaç söz söyleyeceğim. Ben cemaatin hakimiyeti deyince onun medlul-i ammını yani kaza ile iftayı yahud teşri ile tefrii murad ederim. Bilirsiniz ki bütün cem’iyyat-i beşeriyyede saadet ve rahatın medarı olan adaleti kafil olacak bir kuvvet varsa o da hukuk-ı efradı sıyanet eden mezalime yüz göstermeyen hey’et-i ictimaiyyenin asayişini ihlale cür’ette bulunan erbab-ı ceraimi cezaya çarpan kanun yahud şeriatten ibarettir. Bu kanunlar da ya kavanin-i mevzua yahud kavanin-i şer’iyyedir. İbni Haldun bunu şu suretle ta’rif ediyor: “Bu kanunlar ukala tarafından kezalik devletin erkanı basiretli me’murini tarafından vaz’ olunmuş ise kavanin-i siyasiyye-i akliyyedir; min-tarafillah meb’us bir şari’ lisanıyla takrir olunmak üzere Cenab-ı Hak tarafından vaz’ olunmuş Ma’lumunuzdur ki –İbadet ciheti müstesna olmak yalnız muamelat kısmı murad edilmek şartıyla– fıkıh müslümanların kanun-ı şer’isidir; efrad-ı nas arasında vuku’ bulan münazaatın muhasamatın medar-ı hall u faslı olacak ahkamın esasıdır. Ben kanun-ı şer’i ta’birini tecevvüzen kullanıyorum. Zira şeriat-i İslamiyye’nin ahkamı kanun-ı camii ancak Kitap ile sünnettir; asıl olan bu ikisidir. Fıkha gelince buna şer’ tesmiye edilmesi me’hazının kitap sünnet amel-i ashab icma kıyas olması i’tibariyledir. Binaenaleyh İbni Haldun’un ta’rifi buna mutabık geliyorsa ancak bu cihetten mutabık geliyor; yani bu kavaninin şer’de bir aslı vardır yoksa ayniyle Cenab-ı Hak tarafından mevzu demek değildir. Nezd-i fukahada tefriin yahud teşriin esası şu beş asıldan mişlerdir ki bu hususta eimme-i ilmden muhaddisinden pek çokları fukahaya muhaliftirler: Berikiler delile müstenid olmayan yahud delili kitapta sünnette bulunmayan ahkamın hiçbiri şer’ değildir diyorlar. Maamafih ben şu iki muhalif fırka hakkında bir hüküm vermek istemiyorum. Maksad Müslümanlık’ta kaza ve ifta nasıl başladı; nasıl bir seyir ta’kib etti tarihi nedir bunlarda adli zamin olacak şey neden ibarettir; ferdin hakimiyeti ile cemaatin hakimiyeti arasında hata savab nokta-i nazarından ne gibi fark vardır; bu cihetlere bir nazar-ı sahih atfedebilmemize medar olacak bir mukaddime temhid eylemektir. Bu bahis arasında teşri ve kazaya hulul eden bazı şuunu da beyanı faideden hali değildir. Anladık ki Müslümanlık’ta şer’in aslı esası kitap ile sünnetten biri vechile kavanin-i siyasiyye şu iki asıldan varid olan ahkam-ı muamelat ve ukubattan ibarettir ki şari’-i a’zam sallallahu aleyhi ve sellem tarafından takrir buyurulduğu hidde bırakmayarak bir cemaate tevdi ma’nasına alınan kaza-i cemaat yahud hakimiyyet-i cemaat medlulünün taht-ı şumulüne giremez. Ancak o ahkamı şari’-i hakimin murad ettiği surette anlamak haysiyetiyle girebilir yani hataya günaha düşmemek için ferdin hakimiyeti kafi gelmeyerek cemaatin vücudunu istilzam eden şey şu asıldan hükmün istinbat ve takriridir. Tabii bilirsiniz ki şariin bize takrir etmiş olduğu ahkam tedricen teşri olunurdu. Ne zaman bir hadise zuhur eder yahud kendisinden bir hüküm sorulacak olursa onun hakkında bir hükm-i şer’i beyan eder idi. Bu suretle kitap ve sünnette altı yüz elli yahud daha ziyade hüküm varid olmuştur ki sonradan gelen eimme-i fıkh bu ahkamı teşrie esas ittihaz ederek vaktiyle memalik-i İslamiyye’de ma’mulün-bih olan hala da bazı taraflarda muamelat ve ukubatta mer’i tutulan kütüb-i fıkhı tedvin etmişlerdir. Ahkam-ı fıkhiyyenin tedvini asr-ı evvel evahiriyle asr-ı sani evailinde başlar. O halde İslam’da teşri için iki tarih vardır: Usul-i şeriatin takriri ile mer’iyeti tefri yahud fıkıh ile kezalik mer’iyeti tarihleri. Bu iki tarihin arasına diğer iki tarih girer ki birincisi ahkam-ı şer’iyyenin sudurda mahfuz bulundurulması Şimdi gerek şu söylediklerimizi gerek ashab ve tabiinin suret-i kazasını beyan edelim: Ahkam-ı şer’iyyenin esas ve medarı sadr-ı İslam’da ahkam-ı kazanın ma-bihi’l-istinadı kitap ile sünnetten ibaret olduğu ma’lumumuzdur. Kitabullah ma’ruf ve meşhur olduğuna göre Hazret-i Ebubekir’in zaman-ı hilafetinde müteferrik olarak yazılmıştır. Sünnet-i seniyyeye gelince tabiin devrinin nihayetine kadar sudurda mahfuz kalmış yahud yazılmış ise bile bu aralık pek az bir şey yazılmıştır. Hulefa-yı Raşidin zamanında kaza biz-zarure iftaya mülazim şari’den varid olan ahkamın kaffesini bittabi’ ezberinde tutamayacağı belki ashabdan birçoğu birer şey hıfz etmiş olacağı Bagavi Meymun bin Mehran’dan naklen diyor ki: Hazret-i Ebubekir hasımlar muvacehesinde bulunduğu zaman Kitabullah’a bakardı. Eğer Kur’an’da bu iki hasmın arasını fasledecek bir hüküm bulursa onunla kaza ederdi. Bulamaz da Hazret-i Resul’den bu babda bir sünnet bilirse ona müracaat eylerdi. Onu da bulamazsa kalkarak bana şöyle bir duğu hükmü bileniniz var mı? diye müslimine sorardı. O zaman kendisine Resulullah’ın bu babdaki hükmünü tebliğ edenler bulunursa Ebubekir: Cenab-ı Hakk’a hamd edelim ki içimizde sünnet-i Resul’ü hıfz edenler bulunduruyor der ashabın ileri gelenlerini toplayarak onlarla istişare ederdi. Arayı bir noktada cem’e muvaffak olabilirse o zaman onunla hükmederdi. Hazret-i Ömer de Ebubekir gibi hareket ederek Kur’an’da sünnette bulamadığı bir hükmü Ebubekir’in vermiş olduğu hükümler arasında arardı bulursa onunla amel eder bulamazsa a’yan-ı müslimini toplardı. İcma’ Bagavi’nin Hazret-i Ebubekir ve Ömer’in kazası hakkındaki şu rivayetinden anlaşılıyor ki bu iki halife zamanında kaza ferdin değil cemaatin kazasıdır. Kendilerinden sonra gelen Hulefa-yı Raşidin’in kazaları da buna makistir. İslam’da tarih-i kazanın ilk devri yani tedvin ve füru’ ile amele başlanıldığı zamana kadar geçen devir hep böyle idi. Buna bir delil aranırsa memalik-i İslamiyye’nin her yerinde ashabdan yahud tabiinden birtakım zevat bulunmasıdır ki ahkam-ı şer’iyyeyi hıfz ettikleri dinde mütefakkih oldukları için fukaha namıyla yad olunan bu muhterem vücudlar zaman-ı kazada müsteşar-ı enam idiler. Zira bunlar şeriatin hafızları ahbar-ı sahihanın mu’temet ravileri bulunduklarından vakt-i kazada kendilerine müracaat etmemek kabil olamazdı. Ashab-ı kiram arasında kibar-ı fukahadan Ali ibni Ebi Talib Abdullah bin Abbas Abdullah bin Mesud Abdullah bin Ömer Abdullah bin Amr bin el-As Zeyd bin Sabit Ebu Said el-Hudri Enes bin Malik Muaz bin Cebel hazretleriyle Cenab-ı Peygamber’den az yahud çok ahkam zapt etmiş olan diğer birtakım zevat vardır. fetava naklolunanlar erkek kadın yüz otuzdan fazladır. Bunların kısm-ı a’zamı bizzarure muhtelif memleketlere dağılmış bulunurlarsa bir şura-yı kaza teşkil ederek nasın müsteşarı olurlardı. Bunlara ikinci bir tabaka iltihak ediyor ki tabiin tabakasıdır. Tabaka-i uladan sonra fetva bunlara geçmiş idi. Medine’de Said bin el-Müseyyeb Urve bin ez-Zübeyr Kasım bin Muhammed Harice bin Zeyd gibi zevat gelmiş Muhammed bin Şihab ez-Zühri ve akran-ı fazileti diğer bir tabakada da sahib-i mezheb İmam Malik vardı. Mekke’de müftilerden Ata bin Ebi Rebbah Tavus bin Keysan Mücahid bin Cebr ve daha başkaları mevcud idi. Bunlardan sonra tabakalar birbirini vely ederek Mekke’de sahib-i mezheb Basra’daki müftilerden Amr bin Seleme el-Ceremi Ebu Meryem Hanefi Hasan-ı Basri ve daha sairleri vardı. Bunlara da tabaka tabaka birçok zevat iltihak etti. Kufe Mısır Şam gibi sair memleketlerin kaffesinde tabiinden tebe-i tabiinden daima bir cemm-i gafir bulunarak ahkam-ı fıkhiyye kendilerinden ahz olunurdu. Bu hal o ahkamın tedvinine kadar devam etti. Nassın adem-i vücudu takdirinde Hazret-i Peygamber tarafından ictihadın meşru’ gösterildiğini Hazret-i Ebubekir ve Ömer’in bir mes’elede ictihadları ancak nasın ileri gelenlerini toplayarak kendileriyle istişareden sonra vukua geldiğini reket ettiğine hükmedecek olursak; kezalik bunların zühd ü takvasına kıyas ile kendilerinden sonra gelen tabiin ve tebe-i tabiinin ve daha geridekilerinin müstebid birre’y olmak korkusundan dolayı ehl-i ilm ve hadis ile meşvereti düstur ruz ki: Asr-ı evvelde kaza şura ile kaim idi; yahud cemaatin kazası bekasını ferdin kazasından ziyade te’min eder. Cemaatin kazasından murad zihne yekten hutur edeceği vechile yalnız birden ziyade efraddan müteşekkil bir hey’etin kazası demek değildir; belki kuvve-i teşriiyye ve kazaiyyenin re’y-i efraddan masun bulundurulması; verilecek hükmün savabiyetine i’timad olunabilmek delil hakkında itminan hasıl olmak nassın vücudu müteazzir olduğu zamanlarda cemaatin indinde eslah olan hale i’timad edilebilmek için teşriin cemaate mütevakkıf olması demektir. Maslahata evfak olanı aramak yani eslaha müraat şeriat-ı müşkilat bu sayede mündefi’ olur. Hatta aşağıda söyleyeceğimiz vechile kibar-ı ashab nassın mevcud olduğu zamanlarda bile zaruret messederse bu kaideye riayet ederlerdi. Muhtelif rivayat ile nas varid olan yahud bi-hakkın tefehhümü müşkil olan mesailde hükmü itminan ile verebilmek ümmetin hayrını talep etmiş olmak hasımlar arasında icab-ı adli icra etmek için birçok zaman ihtilaf ederlerdi. İbni Kayyim diyor ki ashabın muamelata müteallik ahkamda ihtilafları pek çoktur; lakin esma ve sıfat ve ef’ale yani imana müteallik mesail için aralarında asla niza yoktur. Dedik ki kaza-yı cemaatten murad kuvve-i teşriiyye ve kazaiyye ferde tevdi olunmayarak bir cemaate tefviz olunmaktır. Zira bu suret daha salim hatadan daha uzak; adle daha muvafıktır. Çünkü re’ye ictihada yahud kıyasa müracaatı tan birini tercih icab ederse bunun için birtakım şurut lazım gelir ki ferd-i vahidde ictimaı çok zamanlar kabil değildir; olsa bile ferdin eslah bir surette hüküm verebilmesi alel-ekser mümkün olamayacağı gibi bu hüküm kendi seviyesinde bulunan bütün ehl-i ilmin kabulden i’raz edemeyeceği bir surette sadır olamaz. Sahib-i mezheb eimme-i müctehidinin hali bize bir delildir: Müşarün-ileyhimden her biri mezhebin füruunu usulünü takdir etmek asar ve ahbarın sahihini bulmak usul-i şeriati tetebbu’ eylemek hususunda akılları durduracak kadar uğraşmış iken birçok mesailde ihtilaf etmişler; kendilerinden sonra gelenler de aynı ihtilafı muhafaza eylemişlerdir. Sonraları iş o dereceye varmış ki aynı İslam memleketinde dört mezheb için dört tane kadı bulunurmuş. Hatta aynı mezhebin fukahası bile aynı mes’elede ihtilaf eder olmuşlar. Nihayet ifta da kazanın musab olduğu teşettütten nasibini almış ki bu yüzden emr-i adalet fevkalade müteessir olmuştur. Bununla beraber bütün bu mezahibin aslı birdir ki o da din-i mübin-i İslam’dır. Bu müdhiş tehlikeden dolayı ashab-ı kiram kendilerinden bir istifta vukuunda müsteftiyi başkasına göndermekten yahud bir hükmü takrir için birbirleriyle istişare eylemekten asla çekinmezlerdi ki kütüb-i hadis bu sözümüze şahiddir. Maksad ise haksızlığı yahud günahı mucib bir hataya düşmekten hazerdir. Hele ictihada muhtaç olan mesailde havass-ı müslimin ile istişare edilmeden hiçbir hüküm verilmezdi. Ahmed Cavid Bey namında bir zat-ı muhterem tarafından Sıratımüstakım’in numaralı nüshasında nam-ı aciziye hitab edilen açık mektubu okudum. Müşarün-ileyhin arzusunu ikmal için acizane naçizane bir surette cem’ ettiğim Türkçe hutbeyi takdim eylerim. Hutbede her ne kadar kesretli kusurlar var ise de maksadım kusurdan müberra olmakla müftehirim. Biz din ü millete hizmet etmek istedik; onu kudretimiz dahilinde yapıyoruz. Vüs’ati haricinde hiçbir ferd hiçbir vazife ile mükellef değildir. Hiçbir emrde pek büyük hatveler atmak taraftarı olmadığımdan evvela birkaç hafta eski hutbeleri Cuma’dan sonra cemaate tefsir ederek hutbeden maksad ne olduğunu ta’rif ediyordum. Bunu müteakib bir hafta mecmuadan o eski hutbelerden birisini Türkçe’ye tercüme ederek mev’ize kısmında küçük bir ilave ile okudum. Sonra bu zirdeki hutbenin sırası geldi. Bunu da ilave ederim ki o vakit Arnavutluk’ta biraz fesad ve şuriş var idi. Cemaatimiz ise alel-ekser tebea-i Osmaniyye’den Türkçe bilir Arnavut kavm-i necibinden olduğundan bu ilk Türkçe hutbemin bu tarzda olmasına mecburiyet hisseylemiş idim. Arapça hamd ve salavattan sonra: Ey mü’min kardeşler! Hazret-i Allah celle şanuhu Cenab-ı Fahr-i Kainat ve Ekmelütttahiyyat efendimiz vasıtasıyla Kur’an-ı Azimüşşan’da bizi takva ve taate da’vet ile evamir-i manızı emrediyor. Mü’min kullar imanlarını yalnız Hak Teala’nın emirlerini yerine getirmekle muhafaza edebilirler. Ey kardeşler! Hazret-i Allah Kur’an-ı Kerim’de nesteizü billah: buyuruyor. Yani; Ey mü’minler Cenab-ı Allah’a ve Resulü’ne ve sizden olan amirinize itaat ediniz! buyuruyor. Bu emr-i ali-i Rabbaniyi bir vakit hatırınızdan çıkarmayınız bu emr-i ilahiden bir dakika bile ayrılmayınız! Ey ümmet-i Muhammed! Biliniz ki bütün alem-i İslamiyyet gayet dar ve sıkıntılı vakitler geçiriyor. Din ü devlet ve mevcudiyyet-i İslamiyyemiz düşmanları her taraftan türlü türlü hile ve desiseler ile enva-i iğfalat ve iğvaat ile hücum ediyorlar. Aramıza nifak saçıp kendileri için en kolay olan bu yol ile bizi mahv u ber-bad etmek istiyorlar. Ey biraderler! Hazret-i Hadi-i Ekber bizi doğru yola sevk etmek için Kur’an-ı Kerim’inde nesteizü billah: emrediyor. Yani: Habl-i metin-i İslamiyyet’e yapışarak tefrikaya giriftar olmayınız. Birbirinizle kardeşçe yaşayıp alem-i İslamiyet’e ve dinimize en çok zararlı olan tefrikaya ve yekdiğerinize düşmanlığa düşmeyiniz. Zira tefrikaya düşmüş olan her bir millet mahv u na-bud olmuştur; batmıştır. A’da-yı bed-kar-ı din ü devlet vatan-ı aslimizde inceden inceye düşünülmüş birtakım hileler şer’an mansub olan halife-i müslimine karşı isyan ettiriyorlar. Cenab-ı Allah cümlemizi münafıkların cahillerin şerlerinden muhafaza edip doğru yola hidayet eylesin! Vaktiyle tefrika ve nifak sebebinden milyonlarca ehl-i İslam ecanibin esaretine düştü. Bugün onların evlad ve ahfadı hala çilelerini çekiyor. Bunlardan ibret alınız; Cenab-ı Allah’ın: rette cezasına duçar olmayınız; düşmeyiniz! Evlad ve ahfadınızı neuzu billah esaretten mahv u perişaniden hıfz ediniz! Zira ceza-yı dünyeviden maada ahiret için Cenab-ı Ahkemülhakimin hazretleri buyuruyor ki nesteizü billah: Yani her kim ki Allahu Teala’ya ve Resulü’ne isyan edip hududullahı Allah’ın emirlerini tecavüz ederse Hak celle ve ala hazretleri onu müebbed olarak cehennem ateşine atacaktır onun için zelil ve rüsvay edici azab vardır. Bir de nesteizü billah: Yani her kim ki Hak Teala’ya ve Resul’e itaat edip emirlerini yerine getirse kıyamette enbiya-peygamberler sıddiklar şehidler salih-iyi adamlar gibi Allah’ın enva-i ni’metleriyle mütenaim olan adamlarıyla beraber olacaktır; bunlar ne güzel arkadaş rüfekadır. Mütenebbih olunuz gözünüzü açınız dünya cezası olan züll ü hakarete giriftar olana son pişmanlık fayda vermeyeceği gibi evamir-i ilahiyyeye isyan edenler için dahi ahirette pişmanlığın faydası olmayacaktır. Ey İslam kardeşler! Ehl-i İslam arasında bazı münafık güruhu zuhur ederek zavallı birtakım cahilleri “Meşrutiyet şeriatsizliktir” diyerek aldatıyorlar ve bu vesile ile amal-i fasidelerine hizmet ettiriyorlar. Buna taaccüb edilmemelidir. Zira enbiya-yı zişanı tekzib edenler de var idi. Hakkın ne tarafta olduğunu tefrikten aciz olan mü’min kardeşlerime her vakit ve her işte hakkın ne tarafta olduğunu bilmek için bir yol göstereceğim: Bir hadis-i şerifi tavsiye edeceğim: Cenab-ı Fahr-ı Alem ve akl-ı mücessem efendimiz diyor ki: Bu: Ümmetim mümkün değil dalalet üzerine ictima’ edemez Allah’ın razı olmadığı bir işe toplanmaz. Eğer ümmet arasında din ve dünya için ihtilaf görür ye’de ecanib ve devr-i merdud-ı sabıktan kalma birkaç zaleme-i bed-hahın iğvaatına düşmüş birkaç kişiden başka bütün akvam-ı İslamiyye umum ulema ayn-ı şeriat olan meşrutiyet taraftarıdır. Ekseriyet meşrutiyet cihetindedir. Siz de ömrünüzde bu meşrutiyet yolundan ayrılmazsanız dareynde selamet bulacağınıza emin olacaksınız. Salat... Sultan duası... Dai-i aciz bu hutbenin te’sirat-ı hasenesini gördüm; cemaatte hiss-i müşavere uyandı. Sonra benden izahat-ı lazımede bulundular. Kendilerine hutbede irad edilen nasayihi tevsi’ ederek ikna’ ettim. Cenab-ı Huda-yı Lemyezel’den tazarru’ ederim ki evamir-i şer’iyyeyi tebliğe me’mur olan bütün rüfeka-yı muazzezem bu dai-i aciz gibi hakk-ı vazifeyi nefsü’l-emre mutabık surette ifa etmeye mübaşeret için mazhar-ı avn-i ilahi olsun ve minberler etrafına sufuf-ı melaik gibi nurani halkalar çeviren cemaat-i müslimine artık ahkam-ı din-i mübini kendi lisanlarıyla dinlemeye ve müstefid olmaya muvaffak olsun. Allahu Azimü’ş-şan elbette tarik-i müstakımi ta’kib edenleri menzil-i hidayete vasıl eyler. Afrika’da din-i İslam’dan başka bir dinin intişar edemeyeceği hakkındaki bunca alaime rağmen misyonerlerin şayan-ı hayret ve taaccüb bir sebat ve gayretle çalıştıkları buk’a Afrika-yı vustadır. Misyonerler insanların ahval-i nefsiyyesine nefsin zaif ve aciz aksamına pek ziyade vakıftırlar. İçlerinde ma’lumat-ı müfideye gayr-ı vakıf kimse yoktur çoğu tabib cerrah ve eczacıdır. Mezheblerini neşir mezheb-daşları adedini teksir Sudan hıtta-i cesimesi bugün bir müslüman memleketi addolunabilmekle beraber ora müslümanları henüz akvam-ı hiç yok değilse de yok denilecek kadar kalildir. Ekseriyyet-i uzma vahdaniyyet-i ilahiyye ve nübüvvet-i Ahmediyye’den maada aksam-ı akayid ve amele gayr-ı vakıftır. Zavallı din kardeşlerimiz adi hokkabazlığı tababetin ve ulum-ı fünunun bazı te’sirat ve mebahisini mucize ve keramet zannedecek kadar terakkıyyat-ı alemden bi-haberdir. Bu şerait dairesinde Afrika-yı vusta ehl-i İslam’ının ne kadar ma’nevi tehlikelere ma’ruz kaldığı tezahür eder. Misyonerlerin akayid ve din mes’elesi ber-taraf edilince son derece şefik ve insaniyetli fedakar ve belki de kahraman adamlar olduklarını i’tiraf zaruridir. Bir Sudanlı hasta olsa daima tasadduk vesaire ile fukaraya meded-res olmaya gayret ederler. Vakıa bütün bu a’malin sütre-i hasenatı altında bir maksad gizlidir o da bu a’malin şefkat-i Nasraniyye namına icra edildiğini ifham ile Hıristiyanlığa celb-i kulubdan Misyonerlerin birçok efkar ve harekatı o basit halka harika ve sihir hükmünde bir te’sir göstermektedir. Misyonerlerin celb-i kulub için hedaya ve behaya i’tasından çekinmedikleri ma’lumdur. Afrika kıtasının birçok tarafı ve bu meyanda Sudan hıttası Avrupalıların elindedir. Hükumat-ı mahalliyye ki ne nam ile olursa her hıttada bulunan Avrupalı me’murlar demektir misyonerlere her hususta muavenet etmektedir. Misyonerlerin Afrika-yı vustada birçok mektepleri de vardır. Etfal-i mahalliyeyi bu mekteplere celb için elden geleni diriğ etmezler tabii aksa-yı emelleri bu etfale din-i Isevi’yi telkindir. Misyonerler Afrika kabailinin elsinesine vakıftır. Sudani Bernavi Tibu vesaire gibi bir dereceye kadar umumi olan lisanları her misyoner öğrenir. Gittikleri yerlerin adat ve temayülatına ve hatta esatir ve hurafatına kadar bütün hususatını tedkık ederler. Misyonerler fedakarlık derecesinde dinlerinin muhibb-i aşıkı olduklarından yorulmak bilmez bir gayretle çalışıyorlar. Sermayeleri ise azimdir. Şimdi şu mesrudat üzerine hatırlara pek tabii bir sual tebadür eder: Bu kadar vesait ve vesaile malik olmalarına rağmen nasıl oluyor da misyonerler muvaffak olmuyorlar? Bunların cem’ ettikleri şeraite nazaran son derece basit ve ibtidai olan halkın hiçbir mukavemet-i ciddiyye izhar edememesi ve şu halde çoğunun hıristiyan olması lazım geliyor. Nasıl oluyor da bu netice-i mantıkıyyenin aksi zuhur ediyor? Çünkü kelime-i tevhidin celalet-i kadr u te’siri bütün bu teşebbüsat ve ef’ali serab gibi bi-hükm ve bi-te’sir bırakıyor! Bundan başka ortada hiçbir sebep yoktur “Allahu vahid” cümlesi her türlü hücumlara kuvvet-i zatiyyesiyle mukavemet ediyor. Bilhassa bu hücumlar şan-ı vahdaniyyete münafi ve teksiri mutazammın elfaz-ı musannaa ile olursa zerre kadar bir te’sir ika edemiyor. Şu mesrudat-ı acizanemizde dahi hiçbir hiss-i tarafgiri mündemic değildir. Arz ettiğimiz mahz-ı hakıkattir. Afrika-yı vustadaki kırk milyon müslümanın muhafız-ı imanı yalnız kelime-i münciyye-i tevhiddir. Sudanlılar artık istiklal-i siyasi ve hatta insanilerine malik değildirler. Onların bütün vazifeleri ve hatta sebeb-i mevcudiyetleri alem-i medeniyyetin refah ve servetine esirane hizmetten ibarettir. Zavallılara insaniyet-i medeniyyenin daha doğrusu medeniyet-i pür-hırs u tama’ın tenezzülen ihsan ettiği müsaedat bu kadarcıktır. Evvelleri “Bornu” ve “Timbuktu” şehirleri gibi bazı ulemanın bulunduğu yerler var idi; “Air” ve “Zender” zaviyeleri gibi meşayih-i Senusiyye tarafından birer medrese-i medaris ve zevayanın hüzn-intima enkazından başka bir şey yok. Milyonlarla müslüman hakayık-ı diniyyelerinden bir şey öğrenmek ümidiyle uyun-ı intizar ve istirhamını beyhude yere merakiz-i İslamiyye’ye çevirmektedir. Azan-ı rüesa-yı din azan-ı ulema-yı asr bu zavallı dindaşlarımızın sada-yı niyaz-mendisine kapalı olacak ki kendilerine hiçbir taraftan dest-i himmet ve muavenetin uzatıldığı görülmüyor... “Bornu” müftisinin şu sözleri hala samia-i telehhüfümde tanin-endazdır: “Biz Afrikalılar nezdinde Osmanlı lafzı mübarek bir kelimedir; biz Afrikalı müslümanları hilafet-i İslamiyye’nin merkezi olan Osmanlılığı takdis eyleriz ve biz hep Osmanlıyız! Efsus ki bizi pek unuttunuz pek bi-kes koydunuz!” Yine tekrar ediyoruz ki Avrupalı hükumat-ı işgaliyyenin himaye ve muavenetine mazhar ve bilcümle vesait-i tergıbiyyeye malik olan misyoner heyetlerinin bu kadar mesaisine karşı Afrika-yı vusta müslümanlarının din ü imanını muhafaza eden yegane kuvvet kelime-i münciyye-i tevhiddir. Bunu biraz daha tavzih etmiş olmam için bizzat müşahede ettiğim bir garibeyi beyan etmeyi muvafık buluyorum. Fizan Sancağı merkezi olan Merzuk kasabasına bir İngiliz seyyahı gelmiş idi. Alim insaniyetkar gayet cesur olan bu adam kadar mazhar-ı tekemmülat olmuş Avrupalı ender değilse de nadirdir. Bu adam Trablusgarb’dan Bornu’ya gitmekte idi. Kendisi bir yabancı ve bir hıristiyan olmak haysiyetiyle bu seyahat-ı tavilede pek çok mehalike ma’ruz bulunuyordu. Düşünmeli ki bir tek İngiliz yüzlerle kabail-i bedeviyye ve vahşiye arasından geçecekti! Yanında Trablus’dan topladığı on beş kadar Bornulu hacı var idi ki hayat ve emvalini bu müslümanlara tevdi etmişti. bina edileli böyle bir adam görmemiş idi. Fakirler muhtaçlar tedavi etti; zaiflere sıtma hastalığına müstaid olanlara ilaçlar sülfatolar tevzi’ etti çıplakları giydirdi. Ahali ve bilhassa fakir ve zaif kısmı bu adamda müşahede ettiği kemal-i şefkat ve insaniyeti hayallerinde bile görememişlerdi. Bu adamın fazileti kabil-i inkar değildi... Bu kadar mehasinle beraber halk seyyah-ı muma-ileyhin hıristiyan olduğunu da öğrenmiş idi. Halk bu adamın fazl ü insaniyetini inkar edemiyordu. Lakin fezail ve maalinin asar-ı İslam’dan olduğu hakkında karar verdi! Şu kadar ki dinini saklıyordu! Ahali nazarında halk İngilizin şefkat ve faziletini bile İslam’ı takdis için bir vesile ittihaz etmişti! Demek ki ne cebr u kuvvet ne hile ve san’at kolay kolay bir müslümanı idlal edemez. Bununla beraber bugün Afrika-yı vusta müslümanlarının acınacak bir derece-i cehalette oldukları kabil-i inkar değildir. Bi-çarelerin ekseriyet-i uzması kelime-i tevhidden maada çok şeye vakıf değillerdir. Sudaniler muhibb-i asayiş suret-i mütavassıtada zeki pek şen ve iyiliğe meyyal adamlardır. On altı milyon halkla meskun olan Bornu sultanlığını yalnız üç İngiliz me’murunun lümanlarının ne derece munis ve meyyal-i asayiş olduklarını virin fevkinde bir ihtiramla severler. Üftade-i nadani değillerdir; gerçi cahildirler lakin ilmi tebcil ederler. Afrika-yı vusta umera-yı İslamiyye’sinden biri Sudan’ı baştanbaşa seyahat etmiş olan bir daderimize bir niyaz tevdi etmiş idi; o da Afrika’daki din kardeşlerine tedris-i maarif etmeleri hususunun ulema-yı kirama arz u tebliği. Ulema-yı dinimize düşen en mübeccel vezaiften biri de Afrika-yı vustada bi-kes kalmış olan din kardeşlerimize meded-res olmak maarif-i İslamiyye’den onları behre-dar etmektir. Din-i Isa ulemasının çıkardığı binlerce fedakar misyonerlerine mukabil acaba din-i mübinimizi seven ulema-yı kiramımız gençlerinden üç beş kişi bulunamaz mı? Rıza-yı Bari’yi kazanmak namını kitab-ı intibahımızın sutur-ı ula-yı zi-şerefine yazdırmak fikrinde fedakar fakihlerimiz yok mudur? Acaba en ufak asar-ı şefkat ve tasadduktan rat ve hasenatın her suret-i icraiyyesini göstermiş olan bu mübeccel ümmette bugün dahi beş kişilik bir hey’et-i irşadiyyeyi Sudan’a isale kafi harc-ı rahı verebilecek zevat-ı hamiyyet-mendan aşık-ı rıza ve mesubat müslüman yok mudur? Eminiz ki vardır. Bu emniyettir ki bir beşaret ve bir de temenniyi mutazammın olan şu satırları nazar-gah-ı ehl-i Alem-i İslam intibah etmiştir; bu intibahın asar-ı müfide meydana getirmesini tesri’ veya te’cil ulema-yı dinin elinde demektir. Bahş-i himmet tesrie kasr-ı himmet te’cile bais olur. Mes’elede mi’yar-ı intihab ise hubb-ı dindir. Ve minallahi’t-tevfik. Amerika’da oturmuş ve Amerika adatına oldukça vukuf hasıl etmiş olan muharrir-i aciz Amerika’daki dindaşlarımıza dair bizce mühim bazı şeyler arz edeceğim: Amerika’da Türk Kürt Arap Arnavut Boşnak olmak üzere tahminen bin Osmanlı müslüman vardır. Yalnız bin müslümanın şimali Amerika hükumatından Müttehide-i Amerika’da bulunması şayan-ı nazar-ı dikkat bir mes’eledir. Osmanlı müslümanları Müttehide-i Amerika’nın Massachusetts Rhode Island New York Pensilvanya İllinois Missouri hükumetleri dahilinde ikamet ederler. New York’a karib olan Providence Worcester Boston şehirlerinde epey müslüman ikamet eder. Amerika’da bunlardan başka daha Hintli Filipin adaları ahalisinden ve Çinli ve İranlı müslümanlar vardır. Bu memleketlerin duğuna dair istatistike malik olmadığımdan müteessifim. Her halde bunların miktarı da çoktur. Geçenlerde New York Press gazetesi bir münasebetle Amerika’da ne kadar müslüman bulunduğuna dair bir istatistik neşrediyordu. Bu gazeteye nazaran Müttehide-i Amerika’da bin müslüman vardır. Halbuki bu ma’lumatta biraz sehv olsa gerek bu sehvi aşağıdaki fıkralar izah edecektir. Amerika’da “Mormon” dedikleri bir kısım Amerikalılar vardır ki bunlar Utah vilayetinde ikamet ederler. Bunların gibi birden ziyade kadın ile teehhül edebilirler. Buna dinleri ve adetleri müsaiddir. New York Press gazetesi istatistikinde Mormonları da bizden zannetmiş olacak. Filhakıka Mormonların adatı İslamiyet’e karibdir. Fakat din-i mübin-i İslam’ı kabul ettirmek kabildir. Mormonlar ve rinden– poligamist diyorlar. Mormonlar Müttehide-i Amerika tıyla ittihada dahil olurlar. İttihada dahil olduktan sonra her hükumetin bulunduğu mevkiin adat ve iklimine göre nizam ve kanun yapmalarından bil-istifade Mormonlar da adatlarını terk etmemişler ve Amerikalı ta’birince poligamist kalmışlardır. Vilayet Meclisi’nde ekseriyet poligamist taradarı olduğundan onların kanunu orada caridir. Fakat bir poligamist mesela New York hükumeti dahilinde poligamist olarak yaşayamaz. Amerika’da pek çok din ve mezheb vardır. Edyan Amerika’da serbest olduğu kadar hiçbir memlekette serbest değildir. Amerikalılardan İslamlığa karib dinleri kabul eden ve bizim gibi müslümanları gördükleri zaman “Ben de Muhammedanım” yani ben de Muhammediyim diyenleri çoktur. Nutukları ve vaazları ile Amerika’nın ne kadar serbest olduğunu herkes bilir. Büyük meydanlarda hall denilen binalarda bahçelerde sokaklarda vaaz ve nutuk irad eden kimseler arasında dine ait söz söyleyenler pek çoktur. Bahçenin bir köşesinde dinsizliğe ait söz söyleyen bir hatibe rastgeldiğiniz gibi biraz ötede nev-icad bir dinin fazileti hakkında bütün belagatini sarf eden de vardır. Bu harekete gerek hükumet gerek polisler bir şey söyleyemezler. Akka’daki Bahaullah’ı herkes bilir. Bahaullah sağlığında Amerika’ya pek çok hatipler ve vaizler göndererek vaaz ettirmiş mezhebini orada neşretmeye başlamıştır. Şimdi Amerika’da pek çok taraftarı vardır. Bunlar kendilerine Bahai demektedirler. Bahailer bir müslüman ile görüşseler biz de bir nevi Muhammedanız “Muhammedi” derler. Bahailerin Paris’te Viyana’da Berlin’de Londra’da tarafdarları vardır. Amerika Bahailerinin Amerika’nın her tarafında camileri birçok Amerikalı Akka’ya giderek Bahaullah’ın mezarını ziyaret ederler. şüphesiz az zamanda pek çok Amerikalıyı İslam görürüz. Çünkü Amerikalılarda İslam olmaya pek çok isti’dad vardır. Bahailer ile Mormonlar’a İslamiyet’i kabul ettirmek gayet kolay bir şeydir. Fakat lisan-aşina hakıkı alim ve vaizlere rek hemen doğruyu kabul eder hiçbir şey dinlemez. Missouri’de vaki’ Saint Louis şehrinde bir Osmanlı köyü vardır. Saint Louis “St Luis Missouri” ve “East St Louis İllinois” namıyla iki kısma ayrılır; bunlar arasından bir büyük nehir geçer. Nasıl ki Budapeşte şehrini Buda ve Peşte kısımlarına Tuna Nehri’nin ayırdığı gibi. Şehrin bir tarafından öbür tarafına geçmek için aradaki köprüye para vermek lazımdır. Şimdi yukarıda söylediğimiz bu iki kasabadan mürekkep şehrin her birisi bir hükumete aittir. Biri Missouri hükümetine ait ki buranın kavanin ve nizamatı gayet sıkı olduğundan pazar günleri bütün eğlence yerleri birahaneler meyhaneler her yeri kapalıdır. Diğeri İllinois hükumetine tabidir ki pazar ve tatil günleri ahali bu tarafa geçerler. İllinois hükumeti Amerika’nın en serbest kanunlu bir hükumeti olduğundan tiyatro birahaneler eğlence mahalleri hep açıktır. Şu hal ile bir taraf tıpkı bir İngiltere şehrine diğeri bir Fransız şehrine benzemektedir. “Kansas aw” caddesinde adeta bir Osmanlı köyü vardır. Burada yalnız altı yüz Osmanlı hanesi mevcuddur. Bu Osmanlıların kısm-ı a’zamını Kiğılı Kürdler ile Ermeniler teşkil eder. Saint Louis’e giden her kimse bir polise Türk mahallesi diye sorsa gösterebilir bu sokakta Kürtlerin mikdarı kadardır. Ermenilerin miktarı ma’lum değilse de her halde Kürtlerden azdır. Ermeni ve Kürtler hepsi bir köylü hemşehri olduklarından kardeş gibi pekiyi geçinirler. Bunların yine kendilerinden kahvehaneleri perukarları bakkalları var. Pek iyi yaşarlar. Bu Kürtler kışın fabrikalarda yazın da şimendöfer yollarında çalışırlar. Kürtler çalışkan ve her işe elverişli olduklarından fabrikatörler kendilerini pek ziyade severler. Kürtler almaktadırlar. Götürü iş de yaparlar. İki sene evvelki buhran-ı mali ve iktisadi esnasında fabrikalar ta’til-i eşgal yaptığı zaman Amerikalılar bu çalışkan dindaşlarımızı pek ziyade sevdiklerinden onlara bakmışlar ve maişetlerini te’min etmişlerdir. Bu altı yüz Kürt İslamiyet’in emrettiği bir ittihad-ı kavi münazaa aleyte bulunmak gibi harekatı salabet-i diniyyeleri sahiplerine pek sevdirmektedirler. Kiğı Kürtleri Amerika’ya ancak dört seneden beri gelmeye başlamışlardır. Bu gidişle az zamanda Saint Louis’te gayet büyük bir İslam müstemlekesi yapacağız demektir. Şimdiye kadar bu İslamlardan sekiz kişi hastalanarak veya kazaya uğrayarak vefat eylemiştir. Geçen sene aralarında bir meblağ-ı mühim toplayarak kasaba mezarlığının bir cihetinde dolara bir mezarlık alıp epey masrafla etrafına gayet güzel bir demir parmaklık yaptırmışlardır. Şimdi cenazelerini buraya defnetmektedirler. Geçen yaz vefat eden bir hemşehrilerini toplanmakta olan paralarıyla adab-ı ba kiralayarak ve başlarında fes olduğu halde mezarlıklarına gitmişlerdir. Fabrika içinde namazını kılan pek çok Kürt vardır. Bunların dinine sadakatini ve vezaif-i diniyyesine hürmetini gören fabrika sahipleri müslümanları takdir ve teşvik ediyorlar. katörler arzu edenlere üç gün izin vermiştir. Bu mübarek günde yine aralarında para toplayarak sekiz koyun beş tane de inek satın alıp kestiler; büyük bir dairede namaz kılıp bayramın ilk gününü ellerinde Osmanlı ve Amerikan bayrakları olduğu halde icra-yı şadmani eylemişlerdir. Bu esnada da tabiidir ki başlarında fes var idi. Bu Kiğılı hemşehriler şayan-ı tebrik ve tebcildir; diğer hemşehrilerimize de nümune olmaya şayandır. Providence ve Worcester şehirlerinde külliyyetle bulunan Harputlu müslümanlar pek geri kalmışlardır. Bunlar vezaif-i diniyyelerini pekiyi tanımış olsalardı ittihad ederler yekdiğerine yardım ederlerdi. Halbuki Harputlular birisi diğerinden fazla kazansa kıskanmakta ve kazanmasına elinden gelir ise mani olmaktadır. Bu tabii kavanin-i İslamiyye’ye münafidir. bu Amerika şehrinde Saint Louis el-an bu kadar Osmanlı müslüman bir hayat-ı namuskarane ve dindarane ile yaşamaktadır. Amerika’da İslamiyet’e dair görülen ve işitilen ve el-an mahallince devam etmekte olan pek çok ahval-i mühimme vardır ki bunlardan her müslüman bir hisse-i menfaat alabilir. Diğer mektup ve makalelerim ile dindaşlarımı Amerika’daki dindaşlarımın ahvalinden haberdar edebilir isem kendimi bahtiyar addederim. Konferans Geçen hafta salı günü akşamı Direklerarası’nda Darü’tTemsil-i Osmaniyye’de seyyah-ı şehir Abdürreşid İbrahim ve Japonyalı Hacı Ömer Yamaoka Efendiler şerefine Rusyalı İslam Talebesi Cem’iyeti’nin delalet-i milliyet-perveranesiyle şark müslümanlarının ahvali hakkında mühim bir konferans verildi. Vakt-i muayyenden bir saat evvel bütün localar vesair oturulacak ayakta durulabilecek mahaller hıncahınc dolmuştu. Daha saat ikide kapıların kapanmasına mecburiyet hasıl olarak birçok zevat çaresiz me’yusen döndüler. Abdürreşid İbrahim ve Hacı Ömer Yamaoka Efendiler vesair irad-ı nutk edecek zevat-ı aliyye ikiden bir çeyrek evvel gelerek ikiyi beş geçe perde açılmıştır. Sahnenin suflöre mahsus mahalline mevzu ve yeşil çuha ile mestur masanın önünde kaimen Defter-i Hakani Nazırı Mahmud Es’ad Efendi ve sahnede i’dad olunan mahallin mevki’-i şerefinde Meclis-i Meb’usan-ı Osmani Birinci Reis Vekili Mustafa Asım Efendi hazretleri ve alem-i İslam’ın büyük mütefekkiri fazıl-ı muhterem Abdürreşid Efendi hazretleri ve Japonyalı aziz misafirimiz Ömer Yamaoka Efendi hazretleri kaiden görülüyorlar idi. Ömer Efendi hazretlerine iktisa eyledikleri sevimli Japon libas-ı millisi ile başlarındaki zarif bir sima-yı İslam huzzarın uyun-ı mefharetinde tecelli eylemişti. Mahmud Es’ad Efendi haziruna selam vererek Abdürreşid atiyi irad ile resm-i takdimi icra buyurdular. Bunu müteakib Abdürreşid İbrahim Efendi hayatını bütün ictihadatını intibah-ı bi-nihaye alkışlar içerisinde nutuklarını ikmal etmiş ve Ömer Efendiyi haziruna takdim ederek yine sürekli ve şiddetli alkışlarla perde inmiştir. Bir çeyrek istirahati müteakib perde tekrar açılmış muhterem misafirimiz Hacı Ömer Yamaoka Efendi Rusça irad-ı nutka başlayarak hazirun meyanında Rusça’ya vakıf birçok Rusyalı İslam talebesi de bulunduğundan alkışlarına bütün huzzar iştirak eylemiştir. Alkış tufanı teb-i Hukuk muallimlerinden Mustafa Zühdü Bey Türkçe olarak zabt ediyor idi. Hacı Ömer Efendi’nin ikmal-i nutkunu müteakib Zühdü Bey gayet selis olan tercümelerini bir eda-yı dil-firib-i hatibane ile kıraat ve Asya siyasetine ma’tuf olan mülahazat ve mütalaat-ı vakıfaneleriyle şu ruh-nevaz tercümeyi tetvic eylemişlerdir. Takdirler ve alkışlarla telakkı olunan bu parlak nutku müteakib Mustafa Asım Efendi hazretleri pek çok hakayık-ı felsefiyyeye mübteni nutk-ı fazılaneleriyle bütün samiini müstefid ederek ittihad-ı İslam fikri saadet-i umumiyye-i beşeriyyeyi müstelzim bir fikr-i insani olması haysiyetiyle Avrupa’nın telaşına mahal olmadığını beyanat-ı aliyye ile tafsil ve izah buyurarak samiin-i kiramı pür-zevk u neşat eylemişlerdir. Hatıratı ebediyen hafıza-pira-yı ehl-i iman olan bu mübarek geceye ait ictima şu suretle miskiyyü’l-hitam olmuş ve huzzar büyük bir hazz-ı vicdani ile saat altıda dağılmıştır. Muhterem efendilerim bu akşam size muhterem bir arkadaşımızı muhterem bir kardeşimizi takdim ile kesb-i fahr ediyorum. Bu zat Sibiryalı Abdürreşid İbrahim Efendi hazretleridir. Fakat bu kadar söylemekle zatını size irae edecek olursam bir şey öğrenmiş olmayacaksınız. Zira yalnız şahsını görmüş ismini işitmiş olacaksınız. Kim olduğunu anlatmak setmek lazım gelir. Binaenaleyh ben de bildiğim kadar dilimin döndüğü derece kim olduğunu size izah edeceğim. Bu zat Sibirya kıtasında “Tara” beldesindendir. Bundan elli altmış sene evveline irca-i nazar edersek böyle bir zatın dünyaya gelmiş olduğunu görürüz. Evvela kendi memleketinde tahsil-i ilm ediyor. Bittabi’ onun gayreti bununla kani olmuyor. Ulum-ı şer’iyye tahsili Ondan sonra İstanbul’a geliyor. Burada fazıl bir zattan ikmal-i tahsil ediyor. Sonra memleketine avdet ederek tedrisatla meşgul oluyor. Bir müddet meşguliyetten sonra Orenburg Cemi’yyet-i siyle iştigal eder. Lakin her nedense kendisinin orada bekası muvafık-ı maslahat olmadığını anladığından yani memleketin o vakitki ahval-i siyasiyyesi devam-ı ikametine müsaid olmadığından ulemadır [uzmadır?] darü’l-eman-ı ehl-i İslam’dır. Fakat aradan vakit geçmiş. O vakitten beri ahval tebeddül etmiş eski çamlar bardak olmuş. Hükumet Bab-ı Ali’den mabeyne intikal etmiş desem maksadımı izah etmiş olamam. Çünkü yine bir hükumet vardır zannolunur. Diyebilirm ki hükümdarı bir eşkıya çetesi almış dağa kaldırmış her türlü makasıdını ifa ettiriyor. İşte memleket böyle bir halde. Bir müddet burada kuşe-nişin-i inziva olduktan sonra Çolpan namıyla bir risale neşrediyor hafi bir surette tab’ ettiriyor hemen bir gecede buradan aşırılıyor. Sonra kendisi ahvali müsaid görerek Rusya’ya avdet ile Petersburg’ta neşriyata mübaşeret ediyor. Evvela Mir’at namında bir gazete neşretmiştir. Bununla Rusya’da bulunan din kardeşlerimizi ikaz edecek neşriyatta bulunmuştur. Lakin bir müddet sonra bu neşriyatta devam edemeyeceğini anladığı için çaresiz İstanbul’a avdet ediyor. İşte mülakatımız o zaman vuku’ bulmuştur. Herkes gölgesinden korktuğu zamanlar gündüz görüşemiyorduk; muzlim gecelerde görünmez yerlerde dertleşir idik. Gerek burada ve gerek memalik-i sairedeki ihvan-ı dinimizin ahvali hakkında teati-i efkar ediyor idik. Bittabi’ bu ahvalin neticesi ne olacağını düşündüğümüz zaman bir lütf-ı sübhani yetişmez ise bir çare-i necat göremiyor idik. Kim bilir idi ki bir gün Mançuri’de bir muharebe zuhura gelecek ve o muharebe netayicinden olmak üzere Rusya’da nur-ı hürriyyet lemean edecek.. Kim bilir idi ki bir gün Osmanlı akvam-ı muhtelifesi Osmanlı hamiyeti galeyana gelecek o Yıldız çetesini tarumar edecek ve o hükümdarı yani o reis-i eşkıyayı kendi çetesiyle bil-külliyye oradan kaldıracak. Gerçi ben bil-külliye kat’-ı ümid etmiş değil idim. Bilirdim ki bu zulüm bu istibdad devam edemez. Bu kadar milyonlarca halk elbet bir gün kükreyecekti. Lakin başka bir şeyden korkardım: Benim ömrüm kafi olmayacak. Zira o şahs-ı zalimin mezalime mukavemeti ziyade idi. Bir müddet Abdürreşid Efendi gaib oldu. Sual ediyorum: Reşid Efendi ne oldu? Bilen yok. Meğer Yıldız hükumet-i meş’umesinin şeametine o da uğramış. Ne münasebet vardır? derseniz. Çünkü bir memlekette o zulmü istibdadı Ahaliyi cahil bırakmak. Beynlerinde tefrika çıkarmak. fırak-ı muhtelife beynine tefrika ilka ediyordu. Ne kadar fikri münevver zeki adamlar görürse bir suretle vücudunu kaldırırdı. Halbuki hükumet-i sabıka böyle yapmakla kendi makasıdına hizmet etmiyordu. Bilakis daha ziyade hakıkatin meydana çıkmasına vasıta hazırlıyordu. Çünkü nefy diye taşraya gönderdiği efkar-ı aliyye ashabı erbab-ı hamiyyet taşradaki din kardeşlerimizi akvam-ı Osmaniyye’yi ikaz ettiler. Bu vechile kavaid-i aliyye-i İslamiyye ve medeniyye her tarafta ahali beyninde şayi oldu. Onun üzerine galeyan-ı umumi husule geldi. Halbuki Abdürreşid Efendiye karşı hükumet bunu yapamadı. Onu izaleye muktedir değildi. Fakat çaresini buldu: Kendi hükumetine teslim etti. Ve dedi ki: Bu burada birtakım efkar neşrediyor. Bunlar ne sizin için iyi ne bizim için. Binaenaleyh bu adamın vücudunu kaldırın. Filhakıka Odesa’ya gönderildi. Divan-ı Harb-i Örfi’ye teslim olundu. Nasıl kurtuldu? Mücerred Cenab-ı Hakk’ın bir hikmeti Ondan sonra Rusya’da meşrutiyet devri geldi. Abdürreşid Efendi Petersburg’a gelerek neşriyata başladı. Birisi Türkçe Ülfet diğeri Arapça Tilmiz namlarında iki gazete neşretti. İsminden de anlaşılıyor ki ülfetten maksad te’lif-i kulub-ı ehl-i İslam yani cümleyi kelime-i vahideye da’vet ile ayetinde de beyan buyurulduğu vechile ehl-i İslam hakkında en büyük bir ni’met-i sübhaniyye olduğu halde maalesef çok vakitler mevcud olmamış icra edilmemişti. Kulub-ı ehl-i İslam cihet-i camia-i İslamiyye ile müştemil oldukları gibi eğer müttehiden hareket etselerdi alem-i İslam daha çok muvaffakiyata nail olurdu. Buraları nazara alınmadığı neşretti. Mesaisi yalnız kavilde kalmadı fiilen de çalıştı. Bilirsiniz ki ehl-i İslam beyninde iki büyük fırka var: Biri sünniler diğeri şiilerdir. Bunların ihtilaf üzere bulunmaları en ziyade Rusya’daki ehl-i İslam için zararlıdır. İşte Reşid Efendi bunları ittihada da’vet etti sonra bir cem’iyet teşkil eyledi. Nerede bunları toplayabildi? Çünkü nerede toplasa ta’kib edilecek. Onun için büyük bir vapur isticar etti. Orada su üzerinde bir cem’iyet teşkil eyledi. Abdürreşid Efendi’nin bir maksad-ı siyasisi yoktu. Onun için bu hareketi hükumet aleyhinde değildi. Maksadı gayet meşru’du: müslümanları okuyup yazdırmak tenvir etmek. Elbet ahalinin böyle mütefekkir olması hükumet için nafi’dir. Lakin ashabı ağraz başka türlü gösterdiler. Sonra hürriyet eski derecesinde kalmadığından naçar Rusya’yı terk etti. Fakat bu defa başka bir ciheti ihtiyar eyledi: Şark ciheti. Bizim yekdiğerimizin ahvaline vakıf olmak zannetmem ki onlardan bi-hakkın istifade edelim. Bir kere günde beş defa mesacid-i şerifede bulunup ifa-yı fariza-i salattan sonra müslümanlar yekdiğerinin ahvaline beş defa muttali’ olmaları lazım. Sonra haftada bir defa muhtelif köylerde bulunan ahali-i İslamiyye büyük camilerde birleşirler. Bundan başka herkes ömründe bir kere –iktidarı varsa– ifayı hac eder. Dünyanın her tarafından ahali-i İslamiyye oraya gelir birleşirler yekdiğerinin ahvaline vakıf olmak birbirine teavün ve tenasur eylemek lazım gelir. Fakat bilmiyorum ki tamamen bu makasıd ifa ediliyor mu? ahvalini anlamak için aksa-yı şarka doğru hareket etti. Çünkü Çin ve bilad-ı sairedeki ehl-i İslam’ın ahvaline ıttılaımız ecanibin verdiği ma’lumat derecesinden fazla değildir. Abdürreşid Efendi’nin gayreti buna razı olmadı. Gözüyle görmek cek. Ben de nevbet-i kelamı kendisine terk ile o zat-ı muhteremi size takdim ile kesb-i fahr ederim. Abdürreşid İbrahim Efendi ilerlemeye başladı. Her taraftan dehşetli alkışlar yağıyordu. Bütün şiddetiyle devam eden bu samimi alkışlardan Reşid Efendi bir türlü söze başlayamıyordu. Nafiz bir nazar beşuş bir sima şefkat ve hürmet ifaza eder bir vaziyyet-i mütevaziane ile mevki’-i hitabette alkışların devre-i sükununa intizar ediyor idi. Az sonra bu büyük – Esselamü aleyküm!.. Abdürreşid Efendi bu kelime-i mübareke-i İslamiyye’yi fatiha-i makal ittihaz etti. Huzzar tarafından da “ve aleykümüs-selam” diye mukabele olundu. Bunu müteakib Reşid Efendi bir i’tizarda bulundu: “Biz an-asl Tatar olduğumuzdan... Vakıa Türk Tatar diye ayıracak bir şey yoktur; lakin son vakitlerde Türkiye’de edebiyatın terakkısi ve birçok kitapların intişarı sebebiyle buradaki lisan hayli nezaket kesbetmiştir bizim Tatarların lisanı ederim.” Samiin-i kiram tarafından “Estağfirullah” nidalarıyla samim-i kalbden yükselen ta’zim ve ihtiram hissiyatı izhar edildi. Bunun üzerine Abdürreşid Efendi hazretleri beyanat-ı aliyyelerine şu suretle devam ettiler: “Bendeniz birçok vakitten beri İslamların ittihadı terrakkı ve tealisi efkarında bulunuyorsam bu bir sevk-i tabii mekte olan zillet-i ehl-i İslam bizi o yola sevk edeceği tabii nabları bu babda kısmen izahatta bulundular. Ben şu son seyahate teşebbüs ettiğimin esbabından birini burada bulunan hazırin-i kirama maksadımı anlatabilmek için pek lüzumlu ve mühim gördüğüm bir noktasını beyan etmek isterim. ğum zaman Rusların müslümanlara karşı en adüvv bir gazetesini mütalaa etmek adetim idi. Bunun Novoye Vremya gazetesi olduğunu söylemeye hacet yoktur. İşte bir gün o gazetede garb hükümdarlarının Reval beldesinde ictima edeceklerini okuduktan sonra bunun zımnındaki makasıd-ı hafiyyeden ve bundan tevellüd edecek netayic-i vahimeden bana bir telaş bir korku geldi. Acaba yine “Şark Mes’elesi” dedikleri o mes’ele-i mühlike mi ortaya çıkacak? Bu ihtimalin bana iras ettiği heyecan beni şarka doğru sevk etti. Ben bu mühlikeden şarkta bir çare-i necat ümid ediyordum. Asıl maksadım bu ise de murur-ı zamanla o korkulara şimdilik mahal kalmadığı o teşebbüslerin yakın vakitte olmayacağı anlaşıldığından ben maksadımı değiştirdim oradaki müslüman kardeşlerimin ahvaline ıttılaı kendime maksad Biz eskiden birçok resail okumuştuk ki Mançuri’de şu kadar müslüman var Çin’de şu kadar müslüman var... Rus matbuatında ara sıra böyle bazı fıkralar görürdük. Fakat oralara gidip de hakıkat-i hale kesb-i vukuf edince gördüm ki gerek müslümanlar gerek akvam-ı sairenin ahvaline dair yazılan o ma’lumat ile hakıkat arasında hiçbir münasebet yok belki bilakis büyük bir mübayenet var. Onun için dedim ki bu taraflara gelmişken bari bunları da iyi bir tedkık ve tetebbu edeyim bunlarla bir muarefe hasıl edeyim. Belki akıbet-i umur umumiyetle müslümanların yekdiğeriyle tanışmasına vesile olur... Bu ümid ile tetebbua başladım. şeyler söylemeyeceğim. Çünkü oldukça ma’lumunuzdur. Sibirya’dan gelen giden çok bulunur. Onun için ekser zevat oranın ahvaline muttali’dir. Binaenaleyh size Mançurya’daki ehl-i İslam’ın ahvaline dair bazı ma’lumat vermek istiyorum. Mançurya’daki müslümanlar ekseriyetle Çin müslümanlarıdır. Tatarlar da varsa da onlar azdır. Çin kıt’asında bulunan akvam-ı Çiniyyeye umumiyetle biz Çin nazarıyla bakıyorsak da onlar kendilerini birkaç kısma taksim etmişler. Orada yalnız lisan esasen bir olduğu halde surete inkısam etmiştir. Bu Mançurya kavmine hariçten atf-ı nazar edecek olursak Çin diye telakkı eder isek de Çin içerisinde öyle kavimler vardır ki bunlardan büsbütün farklıdır. Bunların Çinlilerle alakaları Çin hükümdaranının Mançuri sülalesinden olmaları münasebetiyle Çin’e teallukları daha ziyadedir. Ve bu sebeple dahili Çin ile daimi münasebetleri varmış. Diğer cihetten Rusya’nın Kalmuk Tatarlarıyla da münasebetleri varmış. Bu cihetle Mançuri müslümanları iki kavmin ihtilatından hasıl melez bir kavim oluyor. Ve lisanları da karışık. Bundan dolayı acaba iki kavim mi? diye ta’mik-i tedkıkata koyulursak neticede bir kabile oldukları tezahür eder. İçlerinde Mecusi de var. Müslüman da var. Müslümanları umumiyetle cahil. Vakıa herhangi karyeye gidecek olursan bir cami bir medrese üç dört de sarıklı görürsün. Fakat işte bu kadar İslamiyet de bu asar-ı İslamiyyet de bu hayat-ı İslamiyye de bu. Diğerlerinde yalnız isim kalmış. Bu isim de Abdurrahman gibi Abdullah gibi bir isim değil Çin lisanında bir isim. Maamafih kendileri tefrik ediyorlar. Bunların adat ve ahlakı Çin mecusilerinden hiçbir vechile farklı değildir. Yalnız Çin ahalisinde sakal bulunmaz onlar umumiyetle kösedirler. Bazılarında nadiren sakal zuhur ederse de keserler. Bunlarda ise tek tük sakallılar bulunur. Bundan ma’lum olur ki müslümandır. Eğer hiç sakal da yok ise ne olduğu belli olmaz. Saçlarını bırakmışlar tırnaklarını uzatmışlar. Pislik murdarlık içerisinde. Bütün ahvali mecusilerden hiç ayrılmaz. Yalnız “müslümanım” der o kadar. Müslümanlık nedir hiç haberi yok. Cami yanındaki o birkaç sarıklının İslamiyet namına kalbinde ne varsa işte o kadar. Bunların da sarıklarından başka bir şeyleri olmadığı gibi erkan-ı dinden de hiç haberleri yok. Bununla beraber bu sarıkları da yalnız camie gittikleri zaman giyerler. Bu kadar cehaletle beraber şimdiye kadar İslamiyet’i acaba ne suretle muhafaza etmişler? diye soracak olursanız derim ki: Bunlarda İslamiyet’in bekası hakıkaten taaccüb olunur bir şeydir. Kendi iddialarına bakılırsa ibtida-yı İslam’da bütün Çin ülkesinde; Çin’de Mançuri’de cenubi Çin’de... kamilen İslamiyet intişar etmiş. Ashab-ı kiram ta oralara kadar gelmişler. Tarihlerinde de böyle yazılmıştır. Hatta Sa’d bin Ebi Vakkas’ın oraya gittiğini muhakkak i’tikad ediyorlar. Her ne kadar nefsü’l-emre mutabık değilse de bir müslüman aile var ki hala “Vakkasiye” namıyla yad olunur. Bu Mançurya’da olan müslümanlar arasında o zaman Bunların tarihini anlamak üzere ben ellerinde olan kitapları tetebbu ettim. Bizim burada meşhur addettiğimiz kütüb-i fıkhiyye gerek mantıka gerek kelama dair her ne kadar kitap varsa kaffesini kendi lisanlarına tercüme etmişler. Fazla olarak “Dusukı” de tercüme olunmuş. Bunu hiçbir memlekette göremezsiniz. Demek ki bu kitapları Arap lisanından kendi lisanlarına tercüme edecek adamlar bir vakit varmış. O halde bugünkü hale nasıl gelmişler? Altı milyon ahali-i adam bulunmuyor. Bu pek ziyade şayan-ı teessüf bir haldir. Fakat sebepsiz değildir. Bu hale niçin geldiler bunu burada şerh edecek olsam pek uzun izahat vermek lazım gelecek. Binaenaleyh kısaca diyeceğim ki: Bu hale gelmelerine ulema sebep olmuştur. Bendeniz Mançuri’de birkaç vilayet dolaştıktan sonra hatırıma Japonya geldi. Ta buralara kadar gelmiş iken sıyt u şöhretleri bütün cihanı tutan bu zeki kavmi de bunların memleketlerini de bir göreyim dedim. İşte öyle yalnız bir görmek maksadıyla Japonya’ya çıkıverdik. Tabii o kadar uzun bir mesafeye seyahati ihtiyar etmiş bir adamın cebinde birçok rubleler bulunması lazım iken ben ehl ü ıyalimden ayrıldığım zaman kuruş param vardı. Mustafa Asım efendi: Şayan-ı tebrik bir mücahede. Maamafih asla fütur getirmeyerek ve kat’a asar-ı zillet göstermeyerek evet kibarane değil fakat mütezellilane de değil ta Japonya’ya kadar vasıl olduk. Bunları hep bir şeref-i sa benim gibi adamların işi değil. Evvel-be-evvel Mançuri’den Japonya’ya atladığım zaman cık bir köy. Mevsim kış idi. Vapurumuz buzları kırarak oraya vasıl oldu. Karaya çıkar çıkmaz ilk nazarıma tesadüf eden şey beni duçar-ı hayret eyledi: Büyük bir top. Baktım Rus topu. Yanına gittim markasını okudum Petersburg’ta imal olunmuş. Daha ziyade tedkık edince anladım ki Port Arthur muharebesinde Ruslardan iğtinam edilmiş ve mahsus buraya koymuşlar yani ilk memleketlerine gelen adamın gözüne sokmuşlar. ğim zaman hususiyle Türkiye’ye geldiğim zaman çektiğim eziyetler hatırıma gelmişti: Acaba burada da bu sıkıntılara duçar olacak mıyız? Yine birçok polislerin kolcuların gümrükçülerin haysiyet-şiken tahakkümleriyle ezilecek miyiz? Bunların lisanlarını da bilmiyorum. Nasıl dert anlatacağız kim bilir ne eziyetler ne iz’aclar göreceğiz diye düşünüyordum. Fakat lehü’l-hamd hiç sıkıntı çekmedik. İskeleye çıkar çıkmaz vakıa bir suale hedef olduk. Fakat bunun saili bir çocuktu. Yanıma geldi. – Nereye gidiyorsunuz? dedi. Eğer ileri gidecekseniz buyurunuz tren hazırdır... Baktım düşündüm küçük bir köy. Toptan başka görülecek bir şey yok. Onu da gördük. Gitmeye karar verdim. Yokohama’ya gideceğim dedim. O çocuk eşyalarımı aldı bir arabaya koydu “Sen de bin” dedi. Biz de bindik. dakika zarfında istasyona geldik. Geldik ama ne yapacağımı bilmiyorum. Lisanlarına vakıf değilim. Yokohama kalan parayı getirdi bizi trene bindirdi. Bu hizmetlere mukabil ben de çocuğa kapik verdim yani üç kuruş kadar bir para. Çocuk baktı. Parayı çok gördü. Ne dersiniz altmış parasını iade etmedi mi? Yarısı bana kafidir dedi. Şaştım. Bizim Rusya’da öyle hammallar değil me’murlar bile ellerine geçen parayı iade etmez. Sonra trene bindik. –İhtimal ki bunlarda sizce mucib-i garabet bir şey yoktur. Fakat ben kendime garip görünen şeyleri size arz etmek istiyorum. Siz de artık mucib-i istifade gördüğünüz cihetleri alırsınız– Vagona girince Rusya’daki gidişle gideceğimi zannettim. Evvela mefruşat dikkatimi celbetti. Osmanlı evlerinde olduğu gibi dairen-madar etrafa sedirler konulmuş. Ortasından bir yol var. Bizim “et-tahiyyat”ta oturduğumuz gibi oturuyorlar. Biz de o sedire çıkarak et-tahiyyatı okumaya başladık. Öyle oturmak onların adetinden imiş. Nezaketleri beni hayran eyledi. Elbiselerim eski püskü olduğu bundan kat’-ı nazar serde ecnebilik bulunduğu halde hiçbirisi gözünü kaldırıp bakmadı. Herkes kemal-i vakar u edeble oturmuş mütalaa ile meşgul. Orası bir vagon değil bir kıraathane. İşte böyle kıraathane Lisan bilmediğimiz cihetle müşkilata duçar olmak lazım yok. Bütün o intizam ve ciddiyet dilsiz adama yol gösterir gibi rehberlik ediyor. Yokohama’ya gece yarısı geldik. Yine limandaki gibi iki tekerlekli bir arabaya bindik. Gideceğimiz yer bir buçuk saatlik mesafe. Bir adamın çekmekte olduğu araba bana da eşyaya da kafi geldi. Eşyanın da ne kadar olduğunu bundan anlarsınız! Buna mukabil aldığı para beş kuruştur. Japonların bu istikamet ve insafı şayan-ı hayrettir. “Bu ecnebidir buranın kaidesini bilmiyor bir parça fazla para koparalım...” demiyorlar. Kaideten ne vaz’ olunmuş ise o kadar. Bu suretle Yokohama beldesinde on beş yirmi gün kadar kimse ile muarefe peyda edemedim. Çünkü lisan yok ki konuşup anlaşayım. Bir kitap mağazasına gittim tercüme kitapları aldım yirmi gün kadar çalıştım. Şöyle böyle bir şeyler öğrendik. Öteberi muarefeye başladık. İlk muarefe gazetecilerle oldu. Orada meşhur iki tane gazete var: Birisi Kokomin Shimbun diğeri Hoti Shimbun “shimbun” demek gazete demektir. Elektrik gibi telefon gibi ne kadar yeni şeyler öğrenmişler işitmişlerse cümlesine birer isim komuşlar. Gazeteye de “shimbun” demişler. Her şeyde bu usulü ta’kib etmişler. Öyle gazete diye lisanlarına ecnebi kelimeyi aynen almamışlar. Fakat gazeteleri başka memleketlere nisbetle farklıdır. Büyükleri o kadar büyük değil. Fakat kıt’aları küçük olmakla beraber altı yedi yaprak oluyor. Kıymetleri de gayet ucuzdur. Hoti Shimbun yevmi iki defa neşrolunduğu halde aylığı iki kuruştur. Orada abone mahiyedir. Bizdeki gibi senelik altı aylık değildir. Bu gazetenin üç yüz bin müşterisi vardır. Çıkınca postayı beklemeye vakti yok kendine mahsus otomobil vardır otomobiller hemen dağıtmaya çıkarlar. Avdet edince akşam nüshası da çıkmış bulunur. Milletin ne kadar terakkı etmiş olduğuna bu büyük bir delildir. Novoye Vremya bu gün Rusya’nın en büyük ve en meşhur gazetesi olduğu halde ancak otuz bin müşterisi var. “Hoti Shimbun”un ise üç yüz bin. Japonların nüfusu milyondur. Rusların ise milyon. Mukayese olununca iki milletin terakkıleri beynindeki fark-ı azim derhal göze çarpar. Gazetenin çokluğu ve ucuzluğu bütün milletin terakkısine sebeptir. Gazeteleri yalnız satmakla iftihar etmiyorlar. Asıl maksadları umum-ı milletin okumasıdır. Bunun için bir gazete intişar edince –Bayezid gibi Fatih gibi Köprübaşı gibi– umumi meydanlarda gazeteleri çerçeveye gererler fukara-yı milletin meccanen okuması esbabına tevessül ederler. Maksad yalnız para kazanalım değil. Alem okusun millet Böyle gazete sahipleriyle muarefe peydasından sonra onlar da ibtida bizim ismimizi gazetelerle neşrettiler memleketlerine birinci defa olarak bir müslüman Tatar geldiğini mübalağa ile iftihar ile beyan ettiler: – Bu kadar paralar sarf ederek Avrupa’da gezdik dolaştık böyle iken komşumuz hem cinsimiz bulunan Tatar kardeşlerimizden ma’lumatımız olmadığına millet namına O sıralarda hatırıma geliyordu ki biz Makam-ı Hilafet diye Gazetelerde milletimizin namını söyleyebilmek değil aman ismimiz gazetelere geçmesin diye kaçındığımız halde buradaki hale hiçbir ma’na veremeyerek tereddütlere düşmüştüm. Fakat onlar bu kadarla kalmadılar. Böyle bir müslümanın seyahate çıkabilmesinden bi’l-istifade o müslüman zakeresine başladılar. “Bu müslümandan acaba ne istifade ederiz?” diye teati-i efkar mukaddematına teşebbüs ettiler. Bunun üzerine kulaktan kulağa bizim ismimiz Japonya’da yayıldı. Orada bir adamı büyük pederi ismiyle yad ederler ve Tatar’a “Tat Tan” diyorlar. Bizim de büyük peder İbrahim olduğundan “Tat Tan İbrahim” diye hakkımızda birçok makaleler neşrettiler. Bu neşriyat devam ettikçe millet merak ederek görüşmeye şitab ettiler. Gazeteciler ise beni tedkıke o kadar lüzum gördüler ki ta’kib için arkamdan gezecek adamlar ta’yin ettiler. Kiminle ne görüşürsem ferdası resmim ile beraber gazetelerde görüyordum. Japonlar bu intibahta o dereceye varmışlar ki bir gün bir köye gidiyordum köye vasıl olmadan yorularak bir dağ tepesinde uyumuşum. Ne dersiniz uyuduğum yerde resmimi almamışlar mı!.. Ferdası bil-münasebe gazetelerde gördüm. recelere kadar götürdüklerine büyük birer delildir. Ne kadar meb’usan ne kadar a’yan-ı memleket varsa cümlesi benimle mülakata geldiler. Maatteessüf hatırıma gelmedi ilk ziyaret edenlerin yetmiş seksene baliğ olan kartları yanımda ayrıca mahfuzdur. Keşke bu akşam beraber getirseydim. Şimdi yanımda kezalik bu kabil zevat-ı aliyyenin altı yedi yüz kadar kartı vardır ki mükemmel bir koleksiyon teşkil eder. Bunlar Japonların o aleme gelmiş misafirler ile ne kadar münasebet ve istifade edebilecekleri hususundaki gayretlerini gösterir. Yoksa ben iştihar etmiş bir adam değildim. Tolstoy gibi İngiltere’nin fülan adamı gibi olsaydım ihtimal ki şöhretim için gelmişlerdir denebilirdi. İslam aleminden birinci defa olarak bir müslüman görmüşler. Artık tedkık etmedik bir nokta bırakmamaya cehd ettiler. evvelce güya Tedkık-i Edyan Kongresi teşekkül etmiş de Mikado da müslüman olmuş... Haziranda kongre kemal-i balağalarla birtakım şeyler yazdılar. Buradan dahi bir heyet gittiğini yazdılar. Mahmud Es’ad Efendi ile Ahmed Midhat Efendi gönderilmiş; bunu bile yazdılar. Halbuki bu zatların bir yere gitmediklerini pekala bilirsiniz. İşte Mahmud Es’ad Efendi Cenabları burada söylesinler Tokyo’nun neresine gittiler. Ahmed Midhat Efendi de böyle. Fakat naşirlerin bu gibi efkarı neşretmekteki maksadları hülyaları ne mülahaza bizim için ehemmiyeti büyük bir şeydir. Ecnebiler mışlar Binaenaleyh bizi oyuncak haline getirmişler. Gazetelerde bir şey üfürüyorlar. Biz hakıkat telakkı ederiz. Bu sene de bir madam Japonya’da köy köy dolaşan bir mağribi gördüm diye gazetelere bir fıkra yazmış. Fakat ben altı ay Japonya’da dolaştım Hacı Ömer Efendi de oranın yerlisidir ona da sordum böyle bir mağribiden ne onun haberi var ne benim ne de Japon gazetecilerinin. Bir de Sako Paşa diye bir zat söyleniyor. Burada beni ziyaret edenler bid-defaat sordular. O da doğru değil. Vakıa Pertev Bey namında bir zat gelmiş hatta bir saat bile bırakmış. Saati de gördük. Bu hakıkat. Öbürünü görmek için bir çare bulamadık!.. Anlaşılır ki onun aslı yoktur. Böyle Japonya’da ne din kongresi olduğu var ne de İslamiyet’in bir namı okunduğu. İslamiyet’in Japonya’ya girmemesi sarf etmişler. Hatta bunun için Muhammed namında bir kitap tertib etmişler. Üstüne gayet çirkin bir de resim yapmışlar. Ama ne kadar çirkin? dünyada en çirkin ne varsa ondan da kabih bir resim uydurmuşlar. Adına da “Mohamed” demişler. Bir elinde kılıç bir elinde Kur’an . Bu kitaptan beş milyon tab ettirerek bütün Japonya’ya bad-ı heva dağıtmışlar. Her köyde birkaç tanesini mutlak görüyordum. Bu kitabın orada bulunması beni pek çok şeylere mecbur etti. Bir köyden bir tanesini aldım. Türkiye’ye geldim. Tercüman vasıtasıyla mefhumunu anladım. Ben Rusya’da diyanet-i İslamiyye aleyhinde yazılmış pek çok kitaplar bilirim hemen yetmişe karib kitap görmüşümdür. Bunların içerisinde türlü türlüsü var. Bu babda bu kadar kitap görmüş okumuş iken yemin ederim ki bu kadar eşna’ bu kadar akbeh yazılmış bir kitap görmedim. O kadar bühtan ve iftira etmişler ki insan tasavvur edemiyor. Maksadları Fakat Cenab-ı Hak onların zannettiği gibi değildir. Cenab-ı Hak benim gibi bir acizi cebinde beş parası olmayan bir adamı oraya sevk etti. Orada gayet mükemmel bir dülillah haza min fadli Rabbi. Hıristiyanlar milyonlar sarf ederekten bazı eytamı kandıraraktan toplaya toplaya kırk elli sene zarfında ancak yirmi otuz bin kişiyi hıristiyan yapabilmişler. Biz ise lütf-ı ilahi sayesinde lisan bile bilmediğimiz halde birkaç ay zarfında esaslı bir surette bir müessese-i bütün Japon ekabiri bütün Japon hükema ve mütefekkirinidir. Vakıa şimdilik orada kurduğumuz İslam ocağı pek büyük değildir fakat esaslıdır samimidir hakıkıdir. Ve kat’iyyen emin olunuz ki yine lütf-ı sübhani ile on on beş sene zarfında İslamiyet Japonya’da fevkalade intişar edecektir. Hıristiyanlar daha kırk sene çalışacaklar yine umduklarını bulamayacaklar. Biz orada İslamiyet’i neşr için İslamiyet şöyledir kabul edelim. Cennete gidelim... diye bir söz söylediğimiz yoktur. Eğer böyle kapıları açsak kimse dönüp yüzümüze bakmazdı. Fakat elimizden geldiği derece lisanımız döndüğü mertebe bil-fiil de göstermeye çalıştık. Bu Allah tarafından onlara ihsan olunmuş bir fetanet bir zekavet bir basiret daha doğrusu bir hidayet. İslamiyet’e onları sevk eden Allah’ın lütfundan başka nedir? Akıllarını müşşandır. Böyle birkaç defalar büyük ictimalar akd ettiler o ictimalarda zu buyurdular. Hatta bir gece böyle bir yerde ictima oldu lisanlarını bilmediğim halde üçüncü bir lisan ile tercümanlar vasıtasıyla ifade-i meram ettiğimiz halde Allah muvaffak etti birçok adamlar şeref-i İslam ile müşerref oldu. Şimdi ittihad-ı İslam ünvanına karib bir ünvan ile “Asya-Gi-Kay” namındaki cem’iyeti teşkil eyledik. “Asya Kuvve-i Camiası” gibi bir ma’nayı ifade ediyor. Cem’iyetimiz az vakit içinde işe mübaşeret edip birçok muvaffakiyetler gösterdi. Asıl müessisler altı kişiden ibaret olduğu halde beş on gün içinde en büyük zevat meb’usandan a’yandan birçokları İslamiyet’i kabul ettiler bazıları da şimdilik yalnız mesleğimize muvafakatle cem’iyetimize kaydolundular. Böyle az zamanda bir hareket görüldü. Bu hareket her ne kadar şimdilik ufak ise de istikbali parlak olacağı şüphesizdir. Çünkü iş başındaki adamlar yani erkan-ı cem’iyyetimiz memleketin en büyük a’yanlarıdır. Ez-cümle cem’iyetimizin ma’nen reisi olan bir zat var ki bütün Japonya’nın ser-tac-ı mefharetidir. İcab edince onun sözüyle bile harp olunur. Öyle muhterem bir zat kabul-i İslamiyyet ve kelime-i tevhid ile müşerref olduğundan istikbalden pek ümidvarım yakın zamanda İslamiyet büyük bir mikyasta birdenbire Bunun için iftihar lazım gelmez yalnız Cenab-ı Hakk’a şükretmeli. Zira bunlar bizim himmetimizle beşerin gayretiyle değildir. Bu sırf Allah’ın lütfudur. Bu kadar adamlar milyonlarca para sarf ettikleri halde hala bir şey yapamıyorlar. Yalnız Rusya Japonya ve aksa-yı şarkta Ortodoks mezhebini neşr için senevi beş milyon lira sarf ediyor! Böyle tiyan olanların çoğu da muharebeden sonra dönmektedirler. Para ile satın alınan din işte bu kadar olur. Korkuyorum ki vakitlerinizi zayi edeceğim. Yoksa seyahatim pek uzundur. Melal gelmezse biraz ma’lumat vermek daha istiyorum . Bugün makam-ı Hilafet’te bir hareket henüz yürümeye başlayan bir çocuk gibi bir hareket-i terakkı görülüyor. Japon kardeşlerimiz ise daha kırk sene evvel yürümeye başlamış olduklarından nasıl ayağa kalktığına nasıl yürüdüğüne dair bazı ma’lumat vermek bizim için faydalı olur zannederim. Yüzü mütecaviz derebeyler idaresinde olan ve daima yekdiğeriyle muharebe ve münazaa ile imrar-ı vakt eden Japonlar otuz kırk sene içinde bugün Avrupa’nın hayretini mucib olacak bir devlet-i muazzama teşkil eylediler. Bu elbet sebepsiz değildir. Bazıları Mikado hazretlerinin fazl u gayretidir derler. Diğer bir kısmı da Prens İto’nun himmetidir derler. Herkes bir şey söylüyor. Avrupalılar hep bunları yazmışlar. Biz de okumuşuz fakat ben oraya vardıktan sonra hakıkati bir dereceye kadar anladım. Bir profesör Mishima yaşında gittim bizzat görüştüm. Bundan sene mukaddem ikmal-i tahsil ile Avrupa’dan avdet etmiş. Avdetinde cebinde beş parası yok imiş. Otuz sene meccanen müderrislik muallimlik etmiş. Ve kendisi erkeklere ta’limat ve tedrisatta bulunduğu gibi zevcesi de kadınları tedris etmiş fakr u zillet içerisinde aç çıplak çalışmışlar. Maişet namına ufacık bir bahçeleri varmış şu sahne kadar belki biraz daha büyücek. Oraya patates ekerek ancak kut-i yevmilerini tedarik edebiliyorlarmış. İşte bu suretle zevcesiyle beraber gece gündüz çalışarak milleti ta’lim ve tedris etmişler. O arada birkaç Mishima daha zuhur etmiş. Japon milletini hab-ı cehaletten uyandırmışlar. Zulmet-i esaretten kurtarmışlar. Hakıkat-i halde Mikado’nun da dahli yok değil var. Fakat umum Japon milleti bu yola dökülmüşler. Zaten müslümanların bir i’tikadı vardır: Cenab-ı Hak bir hayır murad edince esbabını hazırlar. Bunlara hayır ve lütuf murad buyurmuş esbabını hazırlamış. Japonlar ahlak cihetiyle daha yetmiş sene mukaddem gayet saf afif namuslu olup son derece sadakat ve emniyetleriyle müştehirdirler. Bunların tarihleri iki bin seneden bu ana kadar müteselsilen mahfuz. Bu iki bin sene içinde neler olmuşsa bütün sicillerde mukayyed. Kaffesini Japonlara bildirmek için çalışmışlar ve hala da çalışıyorlar. Mümkün mertebe bildirdikten sonra ahali hakıkat-i hali anlar anlamaz bütün faaliyete dökülmüşler. Tüccar her ne kazandıysa millete vermiş esnaf karnını doyurduğundan fazlasını hazineye terk eylemiş. Uleması ne bilirse ortaya koymuş. Böyle kemal-i faaliyyet ve ciddiyetle çalıştıkları zaman ne elbiselerini değiştirmişler ne ahlaklarını. Bu kadar terakkı etmiş oldukları halde el-an o ahlak-ı metine bakıdir mukaddema elbiseleri ne ise hala öyledir. Meb’uslar Meclis-i Meb’usan’a gittikleri zaman bizim giydiğimiz cübbelere daha doğrusu Şam hırkasına benzer bir şey vardır onu alır. Bir de futa gibi bir şey var onu da beline bağlar. Ayaklarında da takunya olduğu halde Meclis-i Meb’usan’a gider. Kapıya gelince takunyaları çıkarır terliği giyer içeri girer. Meclis-i Meb’usanları senedir devam ediyor. Acaba nerede? diyeceksiniz. Evet nerede olduğunu işitseniz hayret edersiniz. Bu tiyatro gibi tahtadan yapılmış bir binada. Meclis-i A’yanları da öyle iğreti yapılmş bir bina. Geçen sene bütçeleri müsaid olduğu cihetle Meclis-i Milli binası için beş milyon yen tahsis ettiler. Bundan sonra her ikisi yapılacak. Hala o eski tahtalar içerisinde çalışıyorlar. Zannederim ki millet böyle çalışırsa terakkı eder. Bizim gibi her şeyi hükumetten beklemezler. Hocaların beklediği mehdi olmazsa bir adam öyle şeyleri yapamaz. Bu millet tab’an terakkıye yüz tutmuş. Ve terakkıye başlayınca başka şeyleri hep unutmuşlar. Orada öyle zenginler var ki yalnız mesela bir ipek mağazasında bin adam hizmetçisi var. Sonra yine o zatın bankası var sair muamelatı var; onlar da başka. Böyle zenginler her sene milletin menfaatine birçok müessesat vücuda getirirler. Hastahaneler yaparlar. Mektepler yaparlar. “Akora” namında bir zat ile görüştüm ki üç mekteb-i re’si olan şehirde. O mekteplerde iki bini mütecaviz çocuk tahsil ediyor. Bunlar hep kendi masrafıyla. Tuhafı da bu sahib-i hayr zat okumak yazmak bilmiyor. Muharebe günü bir milyon ruble vermiş. İki üç beş milyon ruble verenler de var. Demek ki milletin böyle bu derecelerdeki hamiyeti bunları terakkı ettirmiş. Yoksa bir adamın karı değil bu havarık. Elbette onun da himmeti takdir olunmuş ve daha da olunacaktır. Bunlar milleti daha çocuktan öyle terbiye ediyorlar ki sekiz yaşındaki çocuklar gündeliğinden arttırdıklarını istikbaldeki muharebe için bankaya tevdi ediyorlar. zuhura gelir. Yoksa milletin terakkısi elbise taklidiyle olmaz. Onlar da Avrupa’da tahsil etti. Fakat bizim gibi memleketlerine elbise getirmediler. İlim ve marifet getirdiler. Ben Japon milleti hakkında almış olduğum ma’lumatın kaffesini böyle bir iki saatte arz etmek mümkün olamaz. Sırası gelince tahriren de i’ta-yı ma’lumat edeceğim. Şimdilik burada en mühimlerini arz etmek fikrindeyim. Bir şey var ki Japonlarda tesettür yoktur fakat iffet ve ismetleri cihanda bi-misldir. Japon kadınları Avrupa madam ve matmazelleri gibi erkeklerle karma karışık değillerdir. Erkekler meclisinde kadın bulunmaz kadınlar meclisinde erkek bulunmaz. Kadınlar arasında ahlak o mertebe tehzib olunmuştur ki iffet ve ismetlerini canları gibi muhafaza ederler. Vakıa Avrupalılarla çokça ihtilat olunan bazı büyük şehirlerde fesad-ı ahlaka mübtela kadınlar görülse de içeriki şehirlerde hiç böyle ahlakı bozulmuş kadınlar yoktur. Bu afif kadınlar erkeklerden ziyade okumuşlar tahsil görmüşlerdir. Okumamış kadın yoktur. Erkekler de okumuş tahsil görmüşlerdir. Fakat nadiren okumayanları da bulunur. Ben Tokyo’da hapishaneyi gezdiğim zaman iki bin mahbus içerisinde yirmi okuyup yazma bilmeyen buldum. O yirminin de on altısı okumak biliyor da yazamıyor dördü de hiç okuyamıyor. Ama şehir içerisinde erkeklerde de kimse görmedim ki okuyup yazmasın. Herkes mektebe gitmiş tahsil görmüş. Bizim için İslamiyet için lazım olan farz olan taleb-i ilm onlara geçmiş. Biz hadis-i şerifini okuduğumuz zaman ekserimiz “müslime” kaydını hazf ediyoruz. Kadınların okumasına lüzum yok muş... Bunların hepsi ma’nasız i’tikadlardır ki ne şer’an ve ne aklen kabul olunabilir. Erkekler içinde fesad-ı ahlaka mübtela olanlar bulunduğu gibi kadınlarda da bozuk tıynetliler bulunur. O fena ve ahlaksız olanlarını tahsil fena yapmaz; esasen onların cibilletleri bozuk. Bununla beraber ekser fesad yine erkekler tarafından oluyor. Kadınları baştan çıkaran erkeklerdir. Bunun için okumak ile kadın bozulurmuş Hasılı Japonya’da herkes okuryazar. Halbuki Rusya’da yüzde –fakat Ruslardan yoksa elhamdülillah Tatarlardan değil– üç adam okuryazar. Tatarlarda ise yüzde altmış. Lehlilerde Yahudilerde ise okuyup yazmak bilmeyen yoktur. Fakat Ruslar öyle yapmazlar hepsini bir araya toplarlar yüzde yirmi altı derler. Memleketin milletin terakkısi ilimsiz olamayacağını tabii kimse inkar edemez. Fakat yalnız ilim ile olacağını da kimse ne olur? Hiç! Bizim ulemamız beyninde elhamdülillah şeriat-i terdiği tarik ile giden de –elhamdülillah?!!- görünmüyor. Biz heva ve hevesimize göre yaptığımız yol ile gidiyor. Onu tarafta kalmış eski ulemaya taklid ile mübtela olmuş gidiyoruz. Bir yol ki neticesi ne olacağını çok düşünmek istemez meydanda. Sonra diğer taraftan şimdiki gençlerimiz onlar da Avrupa’yı taklid ile bunalmışlar. Binaenaleyh Rusya’daki gençlerimizden de bir fayda göremedik. Fakat buradaki gençlerden ümidimiz vardır. Çünkü memleket kendinizindir. Bizim gençlerimiz iş görecek bir hale gelince dönerler: – Sanki milletiniz ne? diyorlar. Ne yapabilmişsiniz? Dört yüz senelik esirsiniz. Artık sizi kurtarmak mümkün değil. Bunun için biz ulemamızdan da gençlerimizden de hiçbir şey ümid etmiyoruz. Fakat sizin mevcudiyetinizi muhafaza cümlemize vacibdir. Hepimiz birlikte çalışırsak bir milleti ayağa kaldıracağımızda şüphe yoktur. Lakin bu da işte amel ile olur. Ben Japonya’da altı ay kaldım. Birkaç muvaffakıyetten sonra Japonlar ile beynimizde olan bazı teahhüdatı ifa maksadıyla Çin’e gittim. Evvela Kore’ye uğradım. Kore’nin Fusan limanından girerek pay-i tahtlarından geçerek bütün Kore’yi kat ettim. Gördüm ki bu on iki milyon halk Japonların esiri olmuş. Memleketlerini Japonlara teslim etmişler. Kendileri cehalette pu-yan. Orada Japondan başka hal-i hayat ümidi yok. Bugünkü günde ayetini iltizam ederek o hale razı olmuşlar. Ne okumak var ne yazmak ne de ictihad. Ama Çinliler onlar derecesinde değil. Eskiden ilme pek hevesli imişler. Bir vakitler Çin’de hayli terakkıyat vücuda geldiği asar-ı kadimeden ma’lum. Ve ahali de var kuvveti bazu-yı mesaiye vererek bugünkü halden kurtulmak için bütün gayretleriyle çalışıyorlar. Fakat bu çalışmaları geçce başlamış. Eski zamanda Avrupa bunların çokluğundan korkuyormuş. Fakat şimdi iliminden korkarlar. Çünkü Japonya’da on bin Çin talebesi var. Amerika’da Londra’da Rusya’da tahsil edenlerin adedi bizce ma’lum değil. Bu Japonya’daki on bin talebe Çin’e avdet edince gözlerinin açılmasına sebep olan Japonya’ya evvelkisinden ziyade düşman olarak memleketlerinin istikbali için çalışıyorlar. İşte bunun Geçen sene Çin-Japon beyninde bir vak’a olmuştu. O vakit bütün Çinliler Japon emtiasına karşı boykotaj i’lan ettiler. O vakit Tokyo’da bulunan on bin Çin talebesi “Bizim milletimize karşı böyle bir muamelede bulundunuz” diye hep birden Tokyo’yu terk ile hareket ettiler: Tokyo hükumeti bu talebenin hatırı için o mes’elenin bir vakt-i merhune talikini münasib gördü. Bu derece memleketlerine çalışmak ümidi var. Bu on bin talebe avdet ederse memleketleri için ne kadar hizmet edeceklerdir. Fakat bunları terbiye eden Japonlar ittifak-ı ruhi ile terbiye eylemişler. Bizim Rusya’daki müslümanlar ise Rus mektebinde tahsil edip de avdet edince –o da çok değil ya ancak elli altmış kişi– birbirleriyle barınamazlar uyuşamazlar. Çünkü garbiler öyle terbiye ederler. retle memleket için çalışmaya mecbur ediyor. Böyle devam ederse Çin’in istikbali parlaktır. Fakat bu istikbal Avrupalılarca matlub olmadığı cihetle mümkün olan desaisin kaffesini isti’mal etmişler. Ez-cümle bundan birkaç sene mukaddem Avrupa misyonerleri Çin’e girmişler. Dinlerini satmak fikriyle Avrupa’nın efkar-ı fasidesini neşrediyorlar. En büyük bir mes’ele varsa Çin’in alahalihi bekasıdır. Halbuki Çinliler kendi kendine bilmeyerek dört kısma taksim olunmak üzeredirler. Bir taraf Mançuri diye ayrılacak çıkacak. Bu şimal-i şarki. Diğer taraftan garb cihetleri “Mongol” diye ayrılacak. Tibet zaten ayrıdır. Sonra cenubi Çin de bir tarafa ayrılacak. Evvelkisi de epey küçülecek. Böyle dört hükumet teşekkül edecek. Bu taksimin Avrupalılar tarafından planı kurulmuş. Bu fikri yaldızlarla cilalayarak Çinlilere telkin ediyorlar. Çinlilerin cahil kısmı bu desiseden haberi olmadığından bu efkara uymaktadırlar. Fakat okumuş intibah etmiş kısmı önünü almaya çalışıyorlar. Fakat hangisi galebe edecek? O belli değil. Maamafih yi düşünmüşlerdir. İnşallah kurtarırlar. Çin “En büyük düşmanımız Moskof’tur” diye aleyhinde en büyük harekat tedarikinde bulunuyorlar. Bunun için bugün Çin pazarında Rus emtiası görülemiyor. Eskiden Tatar tüccarıyla Rus emtiası satılıyormuş fakat şimdi giremiyor. Mançurya da Mongolya da dahildir... Hep Japon emtiası satılmaktadır. Ve Japonlar Bir şey daha hatıra geliyor: Ufak bir millet olan Japonlar en büyük en mahir tüccar devletlerle koca Çin içerisinde rekabete çalışıyorlar. Bütün İngiltere’nin kuvve-i siyasiyyesi ticaret sayesindedir. Herkes bunu bilir. Böyle bir millete karşı Japonların rekabeti hakıkaten şayan-ı takdirdir. muştur. Bunun için fabrikalar te’sisini demiryollar inşasını kendi ellerine almaya çalışmaktadırlar. İhtimal ki Çin tüccarı muavenet ederse hariçten istikraz etmeksizin dahilen işlerini görürler. Asıl maksadları da budur. – Eğer hariçten istikraz edecek olursak diyorlar meydan vasi’dir. Lakin dahilen iş bitirmeye çalışıyoruz... Şimdiye kadar ecnebilerden istikrazları az imiş. Rusya gibi kulağına kadar gelmiş değil. Çinliler harici istikrazdan kemal-i dehşetle ictinab ediyorlar. Onun için dahili istikraz tasavvur ve tedarikinde bulunuyorlar. Eğer böyle giderse on beş yirmi sene sonra ihtimal ortalığa bir dehşet ilka ederler. Ama aksi de muhtemeldir. Çinliler kendi beynlerinde ne kadar münazaa ederlerse de ecnebiye karşı müttehid ve metindirler. Çin müslümanları umumiyetle cahil oldukları halde orada olan ittifak da hiçbir memlekette yok. Size küçük bir numunesini göstereyim: Pekin’de bulunduğum zaman bir vak’a oldu –Pekin’de mescid ile yüz bin kadar da müslüman var. Tekmil Pekin ahalisi bir milyon kadardır– bir Cuma namazı hazırlanmıştık. Camide bulunuyoruz. Namaza yarım saat kadar kalmıştı. Biri geldi kapıdan bir sayha etti. İmam minbere çıktı. – Cihad!.. diye bağırdı herkes koştu. Ben de bir ihtiyarı yakaladım ne oldu diye sordum. – Şehrin haricinde muharebe var cihada gidiyoruz dedi. Şehirde yüz bin İslam varsa gitmiş hepsi. Hiç kimse kalmamıştı ne imiş mes’ele? Bir müslüman mecusiler içinde alış veriş edermiş. Bir mecusi taarruz etmiş de diğer mecusiler de ona muavenet etmişler. Bir müslümanın intikamını almak için yüz bin kişiden gitmeyen birisi kalmadı. Bakınız ittifakın kuvveti ne derece. Bütün müslümanların ğil var; fakat harice karşı bütün münazaalar terk edilir. Sım sıkı bir kütle-i vahide halinde arz-ı vücud olunur. Bunun için Çin müslümanlarının istikbali parlaktır diye ümidvarım. Geri kalmazlar inşallah. Çin içerisine ilim de girmemiş değil. Üç vilayette –Kansu Shansi Shinsi– ulema hayli mevcud. Kurra fukaha da var. Ama yakın zamanlarda zuhur etmişler. Buhara’ya gitmişler. Kaşgar cihetlerinde mine’l-kadim ulema mevcuddur. Fakat Tonkin şehrinde iki üç alim varmış. Bazı Çin tarihlerini Arapça’ya tercüme ile de iştigal etmişler. Çin hakanından biri tarafından sene mukaddem yazılmış bir İslam tarihi pek mühim olduğundan beş sene mukaddem Fusul-ı Erbaa namıyla Arapça’ya tercüme etmişler. Fakat maatteessüf bugüne kadar tab’ olunmamıştır. Samiin-i kirama melal gelmemek için Çinlilerin dahili ahvaline dair bu kadar ma’lumat ile şimdilik iktifa edeceğim. Bundan sonra Singapur’a geldim müslümanlar çok Sumatra’da öyle yirmi milyon müslüman tamamiyle taht-ı esarette bulunmakta. İnsan düşündükçe hayrette kalır. Singapur yetmiş sene mukaddem İslamların elinde imiş Çuhar hükumetinin ufacık bir ceziresi imiş. Orası boş durduğundan Bugün en ma’mur bir beldedir. Fakat terakkısi İngilizler elindendir. Tüccarı İngiliz. Huddamı müslüman!... Burada tüccarın bir kısm-ı küllisi Çinlidir. Bir kısmı da Hintlidir. Sairleri hep İngiliz Fransa Nemse. Amerikan ise pek çok. Ufak bir cezire olduğu halde bir beldeden başka bir şey yok. Karyeleri hiç yok ufacık bir cezire bir memleket haline gelmiş. Ticaret münasebetiyle içinde insan sergisi gibi her milletten adam bulunur. Bunların içinde bizim aziz müslüman kardeşlerimiz en erzeli bulunuyor. Daha fena halde bulunanları akla getirecek olursak Felemenk ne bir nazar edelim. Bunların kamilen bu halde kalması birçok cühelanın i’tikadına göre İslamiyet imiş. Birçok Avrupalılar hodbinane İslamiyet’e isnadları zamanında bunları miyet’in bu haller ile hiç münasebeti yoktur. Her nasıl ise umumiyetle böyle bir halde bulunduğumuzu nazar-ı i’tibara alırsak bu hususta hayrette kalırız. Fakat İslam tarihlerine müracaat edecek olursak şüpheler külliyen zail olur. Bu gibi mecliste onun beyanına da hacet görmüyorum. Şu sebeple Hindistan’a nakl-i kelam ediyorum. Hindistan’da yetmiş milyon müslüman tahmin olunuyor. Bunlar oradaki mecusilere nisbetle pek aşağıdırlar. Hint mecusileri İslamlara nazaran terakkı etmişler fakat kamilen değil yalnız Bengale ciheti. Pencap kısmı müslümanlardan aşağıdır. Hindistan’da iki aksi hareket vardır. Pencap mecusileri müslümandan o kadar teferrüt ediyorlar ki bir müslümanı mağazasına gelecek olursa kapıdan içeri sokmaz. Ne alacaksa ona kürekle uzatır. O da parasını kürekle verir. Kendi eli müslümanın vücuduna dokunmasın diye bir mecusi bir müslümanın gölgesinden geçerse igtisal eder. Bengale kısmında daki mecusiler müslümanların esiri olmuşlar. Bu iki aksi halin bir memlekette nereden geldiğini izah Buralarda da birçok zevatla görüştükten sonra Hicaz-ı mağfiret-tıraza geldik. O makam-ı mübarekte birçok ihvan-ı din ile mülakat ederek birkaç sohbetler teşkil ettik. Birkaç defalar Çin’den Hint’ten Buhara’dan gelmiş adamlarla bir araya toplanarak onları kucaklaştırarak yekdiğerine arz-ı hal ve ifade-i meram etmelerini istirham ettik. Bu vazife yalnız kendi hizmetim değildir. İttihad ve Terakkı Cem’iyeti’nin Selanik merkezinden gönderilen Üsküplü Hafız Ferid Efendi’nin himmeti de inzımam etti. Bu ictimalarımızın en büyüğü İttihad ve Terakkı Kulübü’nde olmuştu ki o gün her milletten adam toplanmış idi. Fakat meclis sonunda yaşlarında Çinli bir çocuk herkesin nazar-ı dikkatini celb etti. Her lisanda birçok zevat tarafından nutuklar irad olunduktan sonra o çocuk ayağa kalktı. Çince’den başka lisan bilmiyor. Kendi meramını haziruna anlatmak için Çin lisanında bir şeyler söylemeğe başladı. Elleriyle vücuduyla gözleriyle hasıl bütün lisan-ı haliyle kalbi bizimle beraber olduğunu anlatmak istiyordu. Düşünmeli Mekke’de bunu tercüme edecek adam var mı? Fakat Allah bizi sair kardeşlerimizle birleştirmeyi murad buyurunca ta Japonya’dan tercümanı gönderir. Ömer Efendi Çinlinin sözlerini Rusça’ya ben de Rusça’dan Arapça’ya tercüme ederek çocuğun meramını anlamağa muvaffak olduk. Zannederim bundan mukaddem min külli feccin amik Mekke-i Mükerreme’ye belde-i tayyibeye gelen müslümanlar değirmen etrafında döner gibi hiçbir şeyden haberi olmayarak avdet edip gidiyorlarmış. Bu sene birinci defa olarak müslümanlar ne için toplandığından haberdar oldular cüz’i bir muarefe başladı. hikmet-i ilahiyyesidir. Bir Çinli çocuğun kardeşlerine söylediği sözleri onlara anlatmak için tercümanı ta Japonya’dan göndermek büyük bir lütf-ı ilahidir. Akl-ı beşer bunu ihata edemez. neden beri her sene yüzbinlerce halk buraya ictima eder. Bunun teşekkürünü her birimizin yüz bin lisanı olsa yine adamlar da’vet ederler. Yüz bin kişi bile gelemez. Hem o da kazasız geçmez. İşte Paris Chicago sergileri kazasız geçti mi? Onar bin telefat ile atlattılar. Yedişer milyon sarfettikleri de bir tarafa dursun. Bizim Ka’be-i Muazzama’da ise Allah öyle bir sergi kurmuş ki her sene bir parasız kurulur. Ve o kadar adamlar toplandığı halde bir kaza zuhur etmez bir adamın burnu bile kanamaz. Polislerin yokluğu ile nezafet ve intizamsızlıklarla beraber. Bunlar düşünülürse insan öyle zanneder ki yevmiye bin adam ölse azdır. Fakat kimsenin burnu bile kanamıyor. Allah bize bu kadar büyük ni’metler verdiği halde biz bunları takdir etmiyoruz. O eski amalık zamanında hiçbir şeyden haberimiz olmadığı gibi bunu da takdir edememişiz. Fakat bundan sonra artık intibah lazım. Ne hikmettir bu. O kadar ecnas ve akvam-ı muhtelife toplanmışlar. Havalar sıcak böyle iken bir vukuat olmasın. Akıllara hayret verir. Fakat bundan ziyade ibret verecek bir şey var ki olduğu halde hiçbir şeyin fiyatı ne tezayüd eder ne tenakus. Bugün İstanbul’a hariçten üç yüz bin adam gelecek olsa yiyecek ekmek bulamayacaklar. Petersburg’a yirmi beş otuz bin asker gelince yiyecek ekmek kalmıyor. Böyle birtakım havarık kabilinden haller var ki bütün alem-i İslam istifade etmek lazım iken bugüne kadar mahrum anlayarak koklayarak Çinli çocuğun laflarını işiterek onların muavenetine yetişelim. cüz’i bir hareket müslümanlarda görüldüğü zaman istifade ettiğim şeyi size arz etmek istiyorum: Bütün ahali-i İslam nereli olursa olsun Çinli Hintli Cavalı... Kaffesi yekdiğerine elini uzatmağa hazır. Gerek seyahat esnasında gerek Mekke ve Medine’de gördüğüm şeyler hep buna delalet etmekte lara hitaben söylediği zaman dedi ki: – Biz Hintli kardeşleriniz batmışız ölmüşüz bitmişiz!.. Kendimizin istikbalinden hiç haberimiz yok. Ne olduğumuzu bilmiyoruz. Yalnız bir arzumuz varsa o da sizin çıkmanızı görmek hiç olmazsa kulağımızla işitmektir. Allah’tan bunu Bu haller kamilen şehadet ederdi ki müslümanlarda ittihad atteessüf her vakit müslümanlarda bir hal var ki birbirinin halini uzaktan böyle işittikleri zaman gayet muhabbetle gayet hüsn-i zanla telakkı ederler. Gıyaben birbirine gayet hürmet ve ihtiram ederler. Fakat yakın geldikleri zaman birbiriyle çiğneşirler. Bunun neden ileri geldiğini pek bilemem fakat cehaletten başka bir sebebi de olmasa gerek. Cehalette bu dereceye gelmişiz ki bu maraza öyle mübtela olmuşuz ki kendimizin halinden kendimiz bi-haberiz. Her ne vakit o marazı izale edersek o Hintli genç efendinin arzu ettiği gibi meydana çıkarız. O maraz da benim fikrime göre bugünden izale olunmaya başlanmıştır. Zira müslümanlar gerek İstanbul’da gerek Beyrut’ta ve Şam’da hasılı nerelerini gezdimse her tarafta gördüm ki bu marazdan yakalarını sıyırmaya uğraşıyorlar. Bundan otuz sene mukaddem hastalığımız müzmin bir halde iken bugün bazı a’zalarımız hiss-i hayat ile mütehassis olarak harekete başlamıştır. Bu hareket elbet sair a’zalarımıza da te’sir edecek bütün hayatımıza bir intibah bir istifaza gelecektir. İnşallah alem katarında gözümüzü açarız. Birbirimize el uzatırsak adam bulur ümidindeyiz. Fakat adalarımız hiçbir vakit bizim adam olmamızı Beyrut’ta iken orada bir şeyler müşahede ettim ki hakıkaten zihinleri bulandırır. Orada bir Amerika mektebi var yedi yüz talebe terbiye ediyor. Fransa mektebi müdavimleri var. Bunlara da birçok talebe devam eder. Osmanlı mektebine gelince onun henüz binası kurulmuş. İnşaallah o da olacak. Böyle hallerimizi mülahaza çok acaibdir. Bir bina kurmuşlar Fransa mektebinden de Amerika mekteplerinden de İngiliz mektebinden de daha büyük daha güzel her şeyi mükemmel. Karyolalar mobilyalar her şey şahane. Fakat ne dersiniz okutacak muallim bulamamışlar. Nazar-ı dikkatimi celb etti. İnşaallah o da olur. tıktan sonra mükemmel de muallimler getirmişler. Dediğim mektebi devlet yapmış değil. Beyrut ahalisi yapmış. Lakin muallim bulamamışlar. İşte böyle düşmanlarımız içerimize gelir mektepler yaparlar ve bizim halimizi tahkik ve tedkık ederler. Sonra bunların bir gazeteleri de vardır: El-Külliyye . Orada bir makale gördüm. Diyor ki: Bundan doksan sene sonra kürre-i arzda bir müslüman kalmayacak. Hem bu iddiasını birçok istatistiklerle isbata da kalkışıyor. sene olmuş orası açılalı. Bu senelik istatistikler mucebince o neticeyi çıkarıyor. Doksan sene sonra hiç müslüman kalmayacak şeyle ülfet etmemişiz. Her neyi gördükse onunla kanaat etmişiz. Bir taklid-i umumi ile mübtela olmuşuz. Her ne söylenirse tasdik ederiz. Fakat muvazene olunursa milyon müslüman var. Çin’de azdan az milyon var. Hindistan’da milyon var İngilizlerin istatistikleri gösteriyor. Rusya’da ise Rus istatistiklerine göre milyon. İşte yalnız buralarda milyon. Ya Arabistan’da Afganistan’da İran’da Tunus ve Cezayir cihetlerinde bi-nihaye... Elhamdülillah adedi az değil. Bunların doksan senede hiç kalmayacağına Onlar mahsus gözümüzü korkutmak için böyle yazıyorlar. ları henüz bir hafta olmadı. Biz müslümanlar inşaallah yekdiğerimizle tanışırsak yekdiğerimize el uzatırsak.. Makam-ı Hilafette de bir intibah husule gelip kaffesine rehber olurlarsa lidir. Bunun için istikbalden ümid kesmek büyük bir hayasızlık ve bilgisizlikten başka bir şey değildir. Umumiyetle basiret gözlerimizin açılıp kalblerimizin nur-ı iman ile tevhidini ve yekdiğerimizi birleştirerek süllem-i terakkıde yükselmemizi Cenab-ı Hak’tan temenni ile hatm-i kelam eylerim. Umumunuza takdim ile kesb-i iftihar ettiğim şu zat-ı muhterem an-asl Japonyalı olup bundan beş ay mukaddem şeref-i İslam ile müşerref olmuş Japonya mu’teberanından bir zattır gayr-ı resmi olarak i’lan ve ifşa edeceği rütbesi de – Darü’l-Fünun’da Çin lisanı muallimidir. Hacı Ömer Yamaoka namıyla ma’ruf bir zat-ı fazilet-simattır. Çare senden ey hıred İslam ili haline bak Hayr u şer ayinesi gösterdiği faline bak Bi-hüner bed-bahtların geçmiş meh ü saline bak Bed-güherler mekride tarac olan maline bak Hür matbuat Orta Asya’ya Rusya’dan geldi. Şöyle ki Rusya’da İslam matbuatı intişara başlayıp bizim Buhara’ya da gelip yetişti. Gerçi bizim Buharilerden gazete mütalaa edenler az ise de bu son vakitlerde Bahçesaray’da neşredilen mu’teber Tercüman Orenburg’ta neşredilen Vakit gazeteleri Orta Asya’da ve alel-husus bizim Buhara’da öz nüfuzlarını Bu son günlerde hamd olsun Buharilerden mecelle-i müstakime Sıratımüstakım’e fevc fevc abone yazılıp Buhara gençleri Osmanlı matbuatından da istifadeye başladılar. Git gide Buhariler az çok matbuata ehemmiyet vermektedir. Şimdi gençlerin gün günden matbuata meyletmekte oldukları edebiyat-ı Osmaniyye gülzarından istifadeye başladıkları maa’l-meserret görülmektedir. Alel-husus - “ Sıratımüstakım ” mecellesinde muhterem Nur Ali-zade hazretlerinin makaleleri elden ele dolaşıp mütalaa edildi. Buhara gençleri kendi taraflarından hey’et-i Buharilerin tarihlerine asrımız ahvaline dair ma’lumat yazıp durmalarını istirham ediyor “baki uhuvvet.” Her ne kadar bil-umum vatandaşlarımız uzun bir müddet hab-ı gaflet ve cehalete dalmış her türlü terakkıyat-ı beşeriyyenin basamağı addolunabilecek matbuat-ı cedide ve müellefat-ı kadime-i müfide mütalaasından büsbütün mahrum kalmış her türlü ilm ü marifeti eski hikmet ve mantık fenlerine dair yazılmış şerh ve haşiyelere nisbet ve hasredecek kadar kutah-bin olmuş ve bu sebepten dolayı adedleri ona baliğ olmayan mütefekkirin-i millet ve ser-amedan-ı ümmetin kulubu ye’s ü nevmidi ile dolmuş idiyse de; lehü’lhamd bu son sene zarfında gerek talebeden ve gerek tüccar-ı mu’teberemizden bir kısm-ı mühimmi matbuat-ı cedide ve ceraid-i müfide mütalaasıyla iştigale başladıklarından hayli gözleri açılmaya ve bunun üzerine her türlü vesait-i medeniyyeden mahrum bulunan vatanlarına bir nazar-ı ye’s ü istiğrabla bakmaya başladılar. Mütalaa ettikleri asar beyninde her satırı kari’lerine yeni bir ruh taze bir hayat bahşeden Sıratımüstakım mecmua-i muhteremesi ayrıca zikre şayandır ki bil-cümle ahali-i İslamiyye meyanında bir mevki’-i mühim ihraz eden bu risale ve bu dürr-i giran-baha bura ehl-i mütalaasının da nazar-ı dikkatlerini celb ederek münderecat-ı müfidesiyle ahalimizin hayliden hayli ruhlarını terbiye ve i’laya hizmet eylemekte ve bu risale-i mühimmenin mütalaasıyla şeref-yab olan zevat-ı kiramın adedleri gittikçe çoğalmaktadır. Muharrem’de Kureşi vilayetinin hakimi Nasrullah Pervaneci ba-ferman-ı hazret-i emir başvekalete Çeharcuy hakimi Pervaneci Keda ba-ferman-ı ali Maliye Nezareti’ne ta’yin olundular. Veliahd Alim Can Efendi şimdiki halde Buhara’da bulunuyor. Sabık kuşbeyi Asitane Kal Mir Ab Seyyid Ali Sergerde Grebne’de mahbus bulunuyorlar. Bunların müstehak oldukları cezalara çarptırılmaları hazret-i emirin Petersburg’tan avdetine mütevakkıftır. Ahali-i Buhara bu üç zalim-i hun-harın idam olunmalarını umumiyetle arzu ettiklerinden ve fil-hakıka bu üç hun-harın muvacehe-i ammede salben idam edilmeleri haleflerine büyük bir tenbih vesairine ibret olacağından cenab-ı alinin bu cihetleri nazar-ı tedkıklerinden dur tutmayacakları kaviyyen me’muldur. Muharrem’da Rus’un askeri ve Taşkend hakimi Buhara’dan tamamen çıkıp şehir haricinde üç gün kadar kaldıktan sonra iki yüz miktarında kısmı şehrin kapısı önünde bir sarayda bırakılıp kalanları bu taraftaki Rus ordusu merkezi olan Semerkand şehrine iade olundu ve burada kalan müteakib tamamen çekilip gideceklerdir ve o zamana kadar Rus asakiri Buhara’da bulundukları bir hafta zarfında asayiş-i umumiyyeyi muhafazadan başka hiçbir türlü na-beca harekatta bulunmadıklarından dolayı umum ahali-i Buhara evvela vali cenablarına saniyen diğer kumandan ve zabitlere samimane teşekkürlerini arz u takdim ediyorlar. Rus askerinin Buhara’dan tamamen çekilmesi Bilumum ahali üzerinde gayet iyi bir te’sir icra etti. Zira bütün ahali-i Buhara Rus askerinin bir an evvel Buhara’dan çekilmelerini ez-can u dil arzu ediyorlardı. Neticede beyne’l-ahali sükunet-i tamme hüküm-ferma olmakta idiyse de tarafeynin yekdiğerine karşı fi’l-cümle husumet besleyerek ve gittikçe bu husumet tezayüd ederek nihayetü’l-emr Huda negerde daha bir iğtişaşa sebebiyet vermeleri muhtemel olduğundan reis efendi cenabları bir gün sabahtan akşama kadar bütün sokakları ve mecami-i nasda dolaşarak aşağıdaki evamiri tebliğ eyledi: “Bu günden i’tibaren her biriniz diğerinize karşı uhuvvet ve sadakat dairesinde muamele edeceksiniz hiçbir kimse diğeri aleyhinde bu Sünnidir o Şiidir diye bais-i tefrika olan elfaz kullanmayacak ve hiçbir şair tarafından hicivname yahud mersiyename gibi şeyler yazılmayacak vak’a-i sabıka keen lem yekün addedilerek kimse tarafından ona ait bir şey söylenmeyeceği gibi min-ba’d esnaf çalışmalarıyla talebe tahsilleriyle meşgul olacak. Her kim şu tebliğatın hilafında hareket edip zerrece muhill-i asayiş olan bir halin zuhuruna sebebiyet verecek olursa şiddetli surette tecziye edileceği herkesin ma’lumu olmak üzere i’lan olunur.” Taraf-ı riyasetten şu tebligat ifa olunduktan sonra lehü’lhamd sulh ve asayiş beyne’l-ahali tamamıyla caygir olmaya başladı. Cenab-ı Mevla bizim ahalimizin de çeşm-i basiretlerini küşad ederek nail olduğumuz şu muhit-i sulh ü silmde şehrah-ı terakkıye doğru hatve-endaz olmamızı müyesser eyleye. Bu mektubumu şöyle nikbinane bir surette yazıp ba’de’l-ikmal postaya vermek kasdıyla odamdan çıkmak üzere teessüflü havadisi tebliğ ettiğinden onu da ilave ediyorum: “Şii kardeşlerimizin tekrar kıyam kasdıyla gizlice toplanarak hazırlıkta bulundukları ve sırf bu maksad-ı şerre binaen Buhara’da bulunan Şiiler ailelerini İran’a göndermekte olup bunun mukabilinde ise birtakım evbaşların peyderpey şehrimize vürud eylemekte bulundukları hükumet tarafından haber alınarak Şiilerin bulundukları Hıyaban ve Cuybar mahalleleri tekrar asker tarafından taht-ı muhafazaya alınmıştır.” A’sar-ı cihangiranelerinde Hindistan’dan Bağdad’dan ları bulunduğu gibi esliha-i nariyye ve harbiyyeleri de Rusları Mavera Zerefşan’a değil Mavera-yı Seyhun’a kadar sürükletmeye mecbur eder derecelerde idi. Fakat efsus alem-i ahali-i asliyye-i mahalliyye ile Moriler arasında mevcud olduğundan düşmen-i müştereke karşı ittifak edilememiş ve nihayet Buhara için daimi bir leke olan melhame-i ma’hude Ruslara hoş görünerek Buhara hükumetini elde etmek fikriyle ma’lul ahali-i mahaliyye için ise bir haileyi def’ etmek ümidi cehalet dolayısıyla mümteniü’l-husul idi. Binaenaleyh şu melhameyi müteakib Buharalılar Ruslar cisini tamamen kaybederek Rus’un taht-ı himayesinde yalnız dahilen muhafaza-i istiklal edebilmiştir ki bu şekil sene-i hicriyyesinden beri devam etmektedir. Asayiş-i dahiliyi te’min için bin kadar jandarma vazifesiyle mükellef askeri var ahkam-ı fıkhiyyeye tatbik-i muamelat olunmaktadır. Nizamat ve tanzimat-ı mülkiyye gibi şeyler mefkuttur. Teamülen teessüs eden merasime ittiba olunur. Moriler ise nüfuzlarını muhafazaya muvaffak olmuşlar keyiflerinden başka kanun tanımayan emirler ise kendilerine mümaşat gösteren rukabaya tevdi-i umurda gecikmemişlerdir. “Rumeli’nin İslav hükumetlerini birbiriyle anlaştırarak Balkan’da bir ittihad vücuda getirmeyi Rusya’nın arzu etmekte olduğu gazetelerde görülüyor. Bu ittifaktan maksadın Nemse-Cermen kavminin siyasi ve iktisadi nüfuz ve hücumuna karşı sed çekmek olduğu söyleniliyor. Pekala buna diyecek yok bunu biz de isteriz ama evet işte bu amalar olmasa.. Tedkık eder isek görürüz ki bu mes’elenin derin ve mühim ciheti Cermen ve İslav anasırı arasındaki rekabet-i siyasiyye ve iktisadiyyedir. Cermenlere karşı Rumeli hükumetçikleri lılar da mes’eleyi kendi menfaatleri nokta-i nazarından şüphesiz tedkık edeceklerdir. Fakat bizim anladığımıza göre Bulgarya hükumeti Osmanlı Devleti’nin böyle düşüneceğini hiç hatıra getirmiyor. Bulgaristan Sobranyası’nın nazırlarının matbuatının lisanına ca-be-ca tevali etmekte olan hudud vekayiine nazaran Osmanlıları işlerini hesaplarını bilmez surette farz ettikleri anlaşılıyor. Biz Hariciye Nazırı Gospodin İzvolski veya Rıf’at Paşa lisanlarıyla konuşmayı bilmeyiz. Fakat Bulgar nazırı Pabrikof’tan daha açık daha sade söyleyebiliriz. İslav aleminin Türkoğlu götürülecek peki. Buna karşılık ne yapılacak? Yine fırsat gözleyip Makedonya’nın karıştırılacağı ve daha büyük fırsatta Türkler üzerine hücum edileceği hakkında ufak bir şüphe cüz’i bir tereddüd kalacak olursa emin olmalı ki Balkan ittifakı vücud bulamayacaktır. Türk kanı akacaksa Bulgar ve Sırp istikbali için akmaz. Bu kanın Türklere pek lüzumu vardır. Kendileri için muhafaza edeceklerdir. Eğer bu hakayıkı yeni türeme hükumetler ikbal ü taliin cilvesiyle yazdıklarını şaşıran Bulgar muharrirleri takdir edemiyor. Soğukkan ile hesap edemiyorlarsa Rusya matbuatı bunlara nasihat vermelidir. Eğer ileride Rumili’yi Nemseliler yani Cermenler veya İslavlar yutacaklar ise bu iki muhasımın hiç birine muin olarak taksimi kolaylaştıracak ta’cil edecek hiçbir müslüman bulunmaz i’tikadındayız.” Rusya Duma’sında bu sene Hariciye bütçesi müzakere olunur iken halis Rus meb’usları meşrutiyet aleyhine idare-i efkar ettikleri halde İslam meb’usları müdafaa ve mukabelede bulunmuşlardır. Bu hususa dair olan müzakereyi hülasaten nakletmeyi münasib gördük: Bütçe komisyonu namına a’zadan Markof Hariciye Nezareti bütçe mesarifine Finlandiya’nın dahi iştirakini talep eylemişler. Hariciye nazırı ahval-i siyasiyye-i umumiyyeye dair – dermeyan ederek Hariciye Nezareti’nde tasavvur olunan diya mes’elesi hakkında Finlandiya’nın mesarifat-ı umumiyyeye layihası hazırlandığından bahsederek suret-i hususiyyede Hariciye Nezareti mesarifatına iştiraklerinin müzakeresini na-bemehal bulduğunu söylemiştir. Kadet Fırkası Reisi Melikof iki saat devam eden nutkunda Rusya siyasiyat-ı hariciyyesini şiddetle tenkid ederek hükumetin muayyen bir meslek mukarrer bir maksad edinmediğini ve bina-berin birçok mühim mes’elelerde tereddüde mecburiyet hasıl olduğunu dermeyan etmiş ve yakın şarkta olsun uzak şarkta olsun geri çekilmekten tahkır edilmekten maada bir şey yapılmadığı ve böyle devam ederse yapılamayacağını da iddia eylemiştir. Sağ cenah mensubini Melikof’un nutkunu protesto etmişler ve hükumet ahval-i siyasiyye-i umumiyyeden bahsetmediği halde Melikof’un bu husustaki bahsini na-bemehal bulmuşlardır. A’zadan Purischkewitsch dahi hükumeti tenkid ederek birtakım ecnebi misafirlerinin istikbaline; hükumetin neden dolayı iştirak ettiğini sormuş. “Fransızların İngilizlerin Rusya’ya gelmeden maksadları idare-i meşrutanın Rusya’da dahi tahkimi olduğu bilinmiyor mu? İdaremiz idare-i mutlaka tin böyle Farmasonları ! istikbale ne salahiyeti var idi” sözleriyle acı acı serzenişlerde bulunduktan sonra böyle şeyler tekrar edilirse has Rusların “var kuvvetleriyle” buna mani olacaklarını ve meb’usların Londra’ya gitmeleri kanuna muhalif olduğunu ve müntehibleri kendilerini bu iş için vekil etmediklerini dermeyan etmiştir. vap olarak: İmparator hazretlerinin İngiltere kralına: “Sizin ve İngiliz kavminin Rus meb’uslarına ihtiram ettiğinizden dolayı teşekkür ederim” diye söylediği nutk-ı çarilerini derhatır ettirmiş ve siyasiyyat-ı umumiyyeye geçerek hal-i hazırda Rusya lehinde bulunan Türkiye efkar-ı umumiyyesinden sebat-ı dostanenin hakıkı samimi bir kalıba dökülmesini teklif eylemiştir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Nisan Dördüncü Cild - Aded: – – Merkum Dozy’nin Arapların Cenab-ı Bari hakkında “Sema ve arzı halk eden O’dur. Yağmuru yağdıran kainatı keyfe ma yeşa idare eyleyen O’dur” sözleriyle de eğlenmesine bakılırsa kendisi münkir-i uluhiyyet bir materyalist olmasında şüpheye meydan kalmaz. Nasıl ki sahifede Hıristiyanlığı da tezyif etmesi bu iddiamızı takviye eder. Bu makule bir şahsın ise –makale-i aşirada inba olunduğu üzere– nübüvvet ve risaleti inkara mücasereti emr-i tabiidir. Arapların balada beyan olunan i’tikad-ı kadimleri alelıtlak batıl değildir. Yalnız Cenab-ı Hakk’a şahsiyet isnadı ve mahlukat dairesi haricinde istikrarı sahih olmadığı gibi te’sir-i kudret-i ilahiyyenin tahdidi ve Zat-ı Uluhiyyet-i Sübhani’ye “akıl” ıtlakı tecviz olunmaz. Zira Cenab-ı Bari azze şanehu cisim ve cismani olmadığı cihetle tahayyüz ve istikrardan münezzehtir. Kudret-i ilahiyyesinden hiçbir şey hariç olamaz esma-i ilahiyye kamilen tevkıfidir. Yani şer’-i şerifte varid olmayan bir ismin –müradifi izn-i şer’e iktiran etmiş olsa bile– Cenab-ı Hakk’a ıtlakı caiz olmaz. Dozy’nin “Araplar Allah’tan başka cinleri de temcid ederlerdi” dediği mahalde de mütercim-i bi-vaye not olarak: “Hemen kaffe-i akvamın lisan ve esatirinde aynı hecelerle mevcud ve mezkur olan “genie” ile “cin” kelimesi arasındaki karabet-i lafziyye ve ayniyet-i ma’na şayan-ı dikkattir. Kur’an’ın defaatle tekrar ettiği “el-insan ve’l-cin” ta’birleri de Arap’ın pek kadim olan i’tikadlarının tanin-i bakısidir” sözlerini bi-perva ilave etmiştir. Bu sözleriyle de mütercim Kur’an-ı Kerim’in kelam-ı Bari olmasını inkarda Dozy namındaki mülhide tamamen müşarik ve mütabi’ olduğunu i’lan etmektedir. Ahiren İstanbul’a gönderdiği nüshalardan “İfade-i Mütercim” kılıklı altı sahifelik takrizi ihvan-ı müslimine hitaben derc etmiş olduğu tavsiyenameyi kaldırmış ise de derun-ı kitaba ilave olunan bu katmerli küfürlerin bekası tasvir-i mahiyyetine her zaman için kifayet edeceği derkardır. Cinlerin vücuduna dair olan ihbar-ı ilahiye karşı bi-perva cümledendir. Artık bundan daha büyük hizlan-ı ilahi tasavvuru kabil olamaz. Nur-ı irfan ü edebden mahrum Dozy’nin bedahet ve beyyinata muhalif saçtığı türrehatı ayn-ı hakıkat gösteriyor eski mülhid ve müşriklerin tanin-i bakıleri olduğu apaşikar olan onun ifk ü iftiralarını tervice yelteniyor da müeyyed min-indillah bulunan o mukaddes Peygammad- [ Sebe [ Saffat ber-i Zişan’ın tebliğ buyurdukları Kur’an-ı bahirü’l-bürhanın Filhakıka Kur’an-ı Kerim melaike-i kiram gibi cinlerin de mevcudiyetini iş’ar etmektedir. Hatta bir sure-i mahsusada onların bazı akval ve ahvali de beyan buyurulmuştur. Ehadis-i şerife de buna dall icma’-i ümmet de bunun üzerine mün’akiddir. Bedayi’-i asar-ı sübhaniyyesiyle vücud ve vahdaniyeti bedahet derecesinde bulunan Hallak-ı Zü’l-Celal’in mahza künh-i celal-i zatı azamet-i ilahiyyesi akl-ı beşer ihatasından hariç olmasına binaen inkar-ı uluhiyyete mütecasir olan Dozy gibi süfeha-yı maddiyyin gözleriyle göremedikleri melaike-i kiram ile tavaif-i cini de inkara ısrar ediyorlar. Biz bunların öteden beri iltizam etmiş oldukları meslek-i vahim asarı olduğunu bildiğimiz bu ısrarlarına taaccüb etmeyiz. Fakat intisab ettikleri ulum u fünunun hakkına muktezasına riayet etmediklerini yüzlerine çarpmaktan da geri durmayız. Çünkü bi-hakkın mütefennin aşina-yı dekaik-i fünun olan kimse ne kadar müterakkı olursa olsun biraz insafa malik olunca meblağ-i idrak-i beşer delalet-i asar ile müessirin mevcudiyetini tasdikten ibaret olduğunu i’tirafa mecburdur. Hiçbir şeyin hakıkat-i zatiyyesini ihata iktidarını haiz olduğunu iddia edemez. Zira insan kendisine her şeyden akreb olan hüviyet-i hassasını bile ta’yinden acizdir. İlim ve kaktır. Bu halde bi-misl ü nazir olan Hallak-ı Müteal’in künh-i celal-i zatını idrakten aciz kalmakla vücud-ı mukaddesini kudretimiz ermeyen hakaik-i gaybiyyeyi fikr-i kasırımızla muhalat-ı akliyye sırasına geçirmek mi icab eder? Gaye-i olsa ulum ve maarif filhakıka sümum-ı mühlike olurdu. Görüyoruz ki bu münkirler hala ümmü’l-kainat i’tikad etmekte oldukları maddenin mahiyetini ta’yine bir karar veremiyorlar bi-nihaye faraziyeler serdinden kurtulamıyorlar. Kezalik sinirler vasıtasıyla suver-i eşya kendisine nakl ü isal olunuyor da dimağ onları idrak ediyor diyorlar. Fakat bu idrakat-i mütenevvianın hakaikine dair izahat-ı kafiyye ortaya koyamıyorlar. Mahiyet-i hayat ve cevher-i akl da böyledir. Hangisinin künh ve hakıkatini suret-i kat’iyyede ta’yin edebilmişlerdir? Binaenaleyh melaike-i kiram ile taife-i cinnin mevcudiyetlerini ları için izhar-ı tereddüde hakları olabilirse de mahza istib’adlarından naşi erbab-ı edyana rağmen inkara musır olmaları büyük insafsızlık olduğu emr-i aşikardır. Hele bu takım hakaik-i gaybiyye hakkında istihale-i akliyye isbat etmeleri edelim ki ne derece tecavüzkarane hareket ettikleri nümayan olsun. Risale-i Hamidiyye tercümesinde beyan olunduğu üzere ulema-yı İslamiyye şöyle diyorlar: Bari Teala hazretleri teşekkülat-ı adide ve acibeye muktedir birtakım ecsam-ı nuraniyye halk etmiştir ki onlara “melaike” tesmiye olunur. Melaike-i kiram müddet-i kasire zarfında semavat ile arz beynindeki mesafeyi kat’ ederler ve bize görünmeyerek yanımızda bulunurlar kuva-yı beşeriyyenin aciz kaldığı pek çok ef’ale onlar kadir olurlar. İktidar ale’t-teşekkül ve ihticab-ı ani’l-ebsar ve ika-i ef’al-i harika gibi bazı hasaiste melaikeye müşareket eder ve fakat onlar gibi nuraniyye ve mahz-ı hayr olmayıp içlerinde her türlüsü bulunur birtakım ecsam-ı müdrike daha halk etmiştir ki bunlara cin tesmiye olunur. acaba neye binaen? Zikrolunan havassı bunlara yakıştıramıyorlar da onun için değil mi? Halbuki melaike ile cinlerin maye-i hilkatleri bütün ekvanı mali ve şagıl olup da gözle göremediğimiz esir gibi fakat henüz nev’-i beşerce keşf olunmamış bir madde-i acibe olabilir ki Cenab-ı Bari onun eczasını zikrettiğimiz havassı husule getirecek bir keyfiyet üzere cem’ ü tertib ile mahlukat-ı mezkureyi halk buyuruyor. Nasıl ki idrak ve ihsas-ı hareket gibi bir kuvveti haiz bulunmayan anasır ve eczayı bir suretle imtizac ettirmektedir ki o suret ve keyfiyet ile imtizac ve tekevvün onlara hayat ve enva-i hayvaniyye vücud buluyor. Bu halde esir gibi melaike ve cinlerin de şeffaflık ve latiflikleri hasebiyle bizlere görünmemeleri tabiidir. Teşekkülat-ı adideye kadir olmaları da aklen caiz ve kudret-i ilahiyye tasarrufu tahtında dahil olmasıyla beraber tevcih-i ma’kule de mukarindir. Çünkü onları Sani-i Kadir bir keyfiyet üzere tekvin buyurmuştur ki o sayede kendileri havadan veya esirden yahud maye-i hilkatlerine mugayir diğer bir maddeden murad ettikleri miktar şeyi ahz u iktisa ederek onu kesafetlendirirler ve arzu ettikleri bu surete ifrağ ederler bizler elbisemizi giydiğimiz gibi onlar da onu giyiverirler o suretle ebsar-ı nasa zahir olurlar. Allahu Teala’nın nev’-i beşeri ikdar buyurduğu a’mal-i kimyaiyyede ecsamı yekdiğerine tahvil etmek daima müşahede edilmiyor mu? Mesela cism-i kesifi latife cism-i latifi kesife tahvil hususu nev’-i beşerden sudur etmekte olduğunu mülahaza edenler teşekkülat-ı mezbureyi istib’ada kıyam edemezler. Hem de bu teşekkülata melaike ile cinlerin iktidarları bi-kudretillah evvelce kudret-i ilahiyyenin büyüklüğü de hayvan ile nebatata verdiği havass-ı acibeye nazaran efkar ve ukule hayret iras edecek mertebede bulunduğu düşünülünce istib’ada şayan bir şey olmadığı tamamen tezahür eder. Kezalik ecsam-ı latife olmalarıyla beraber melaike-i kiramın kuva-yı beşeriyyenin aciz bulunduğu ef’al-i acibeye kadir olmaları eşcarı ebniyeyi esasından kal’ eden riyah-ı asıfenin ve binlerce insanların haric-i istitaatleri bulunan eskal-i azimeyi cerr eden elektrik gibi kuva-yı maddiyyenin te’sirat-ı fi’liyyesi nazar-ı mütalaaya alındıktan sonra pek o kadar sayılmaz. Hususan melaike ile cinleri şu takım ef’ale nisbetle hiçbir şeyin haiz-i suubet olmadığı bi’l-vücuh teberhün etmiştir. Bir de düşünecek olsak nev’-i beşerde bunun fi’l-cümle nazirini buluruz. Mesela kuvvet-i bazusuyla demiri kıran insanların haiz oldukları kuvvet amel-i a’sabdan ibarettir. A’sabın ise vara vara nihayet buldukları nokta asıl mebde-i hareket olan latif ve gayet nahif birtakım iliklerden ibaret oluyor ki onlar bir cism-i ecnebinin edna mertebe musademesine tahammül edemez belki lüzumundan ziyade bir katre kan suud ediverse ona bile mukavemet eyleyemezler de der-akab sahiplerindeki hayat ile beraber mün’adim olurlar giderler. Demek olur ki Cenab-ı Bari en salabetli bir cisimde bulunmayan kuvvetin hezaran mislini bir cism-i latife Melaikenin ecsam-ı semaviyye beynindeki mesafat-ı baideyi müddet-i kasire zarfında kat’ edebilmeleri de caizdir. Buna aklen bir mani’ gösterilemez. Çünkü sür’at-i hareket bir had ile mahdud bir gayede mahsur değildir. Ziyadan ibret almıyorlar mı? Güneşle bizim aramızda doksan milyon milden ziyade mesafe var iken ziyası sekiz dakika ile birkaç saniye zarfında küremize vasıl oluyor. Müşteri yıldızı saatte otuz bin mil mesafe kat’ ediyormuş ki top güllesinden seksen defa daha ziyade seri’ olması lazım gelir bu hesapla insanın her nefesinde dokuz mil mesafe cereyan ettiği sabit olur. Necm-i mezkurun mihveri üzerinde deveranına nazaran ecza-yı istivaiyyesinin sürati her dakikada dört yüz altmış yedi mil mesafedir. Müşteri ise küremizden bin dört yüz defa büyüktür diyorlar. det-i cüz’iyye içinde bu kadar mesafe-i baideyi kat’ edici kılmıştır; melaikeyi pek az bir zaman içinde en uzak mahallere addolunamaz. Vakıa melaikenin kat’ eyledikleri mesafat Müşteri’nin kat’ ettiği mesafeden daha çok ve ziyadedir. Lakin bu yıldızın seyr ü hareketine tealluk eden nazar-ı sahih akl-ı selimi gar-ı mütealin kudreti bundan ziyadeyi ihdasa da vefa eder. Hususan kanun-ı sukut ecsamda sür’at-i harekatın fevka ma yetesavver olmasını isbat etmektedir. Ey maddiyyin! Bu sözlerimize karşı sizin diyeceğinizi de biliriz. Diyeceksiniz ki: Ulum-ı tabiiyyemizde meşruh olduğu üzere “Müşteri” yıldızının seyr ü hareketi kanun-ı cazibiyyet vasıtasıyladır. Sür’at-i ecsam-ı sakıta dahi böyledir. Biz de size sorarız ki: Her zaman tantana-i mütemadiyyenizle yad kendisine kainat hakkında ef’al-i azime isnad etmekte olduğunuz kanun-ı cazibiyyet nedir? Siz acaba bunun hakıkatini ve ecsamda bulunmasının illet-i mucibesini yakınen bilir misiniz? Hayır! Belki efsah-ı hakaika kudretiniz olmayarak hemen öyle nizam-ı şemsi ve umur-ı saire gibi akıllarınıza hayret veren intizam-ı kainatı ta’lil için şu kanun ortaya konulmuş ve sübutu teslim edilmiş ariyet bir sermayenizden Kanun-ı mezkuru biz de teslim edelim. Fakat ecsama şu hassayı veren ve bu vasıta ile avalim-i kevniyyede pek çok ef’al-i acibe ve asar-ı azime husule getiren halaikı ademden eyleyen Allahu Teala hazretlerinden gayrı kim olabilir? Bu halde madem ki şöyle bir cazibiyet halk ederek asar-ı meşhudeyi ondan ibda’ etmeye kadir olduğu sübut buluyor. Yine ya kendilerinde vaz’ eylemiş olduğu bir kanun-ı bedi’ ile yahud bi-gayr-ı kanun müddet-i kalile zarfında meleklere de mesafe-i baideyi kat’ ettirmeğe kudret-i ilahiyyesi tealluk edebilir. Evet! Şu iki ihtimalin her biri aklen caizdir. Kudret-i rabbaniyye dahi bu ihtimallere müsaid olduğu erbab-ı basirete hüveydadır. Semavatın melaike ile meskun ve memlu olması da istiğraba şayan değildir. Çünkü onlar da –mahlukat-ı ilahiyye cümlesinden olarak– oralarda iskan edilebilirler. Nasıl ki binihaye halaik kürre-i arzda iskan olunmuşlardır. Ve nasıl ki milyonlarca hayvanat-ı mikroskobiyye bir katre suda ihdas edildiği tebeyyün etmiştir. Bildiğimiz her azimden a’zam tasavvur ettiğimiz her dakıkten edakk şeyler hakkında kudret-i ilahiyyeye nisbeten harc u külfet yoktur. Hususa gerek sizden gerek mezahib-i saire erbabından felekiyyata tevaggul edenler zu’munca kevakıbde zevat-ı asar bazı halaikin mevcudiyeti sabittir. Alat-ı rasadiyye ile keşf ya tahayyül olunan feth-i turuk ve hafr-ı hıyaz gibi birtakım asar-ı fi’liyyenin kevakıb-i mezkurede vukuuyla müddea-yı mezbure istidlal edilmektedir. Vakıa bu sözlerin mukarin-i sıhhat olması bizce mechuldür. Hatta biz bu misillü akvalin istima’iyla bir misl-i meşhuru der-hatır ediyoruz ki bir adam bir kabristan kenarında durarak “Şurada yatan emvatın kaffesi bizim pederin köleleri bu sözüne inanmalıyız. Çünkü içlerinde seni tekzib eden yok” diye istihza etmiş. Fakat siz böyle şeylere inanacak olur ve mikropları vesair acaib kainatı bilip dururken semavatta melaikenin vücudunu inkara mübaderet ile büyük Eğer derseniz ki: Vakıa bizler melaikenin vücudunu iptal edecek bir delil bulamıyoruz. Fakat Muhammedilerin melaike bulunmalarına melaikenin semavatı “ecram-ı ulviyyeyi” şagıl olmalarına delilleri ne gibi şeylerden ibarettir. Deriz ki bizim bu babda delail-i katıamıza Peygamber-i Zişan aleyhi salavatu’r-rahman efendimiz hazretlerinin nutk u tebliğ buyurmuş oldukları nusus-ı furkaniyyedir ki Hazret-i müşarün-ileyhin risalet-i celileleri mukaddimemizde temhid olunan berahin-i salife ile sabit olmuş bulunduğundan kendileri ma’lumu’s-sıdk ve min-tarafillah musaddak olup kizb ü hatadan ma’sumiyetleri emr-i kat’idir bizlere mukteza-yı nusustan ayrılmamayı da tavsiye buyurmuşlardır. Bizler de şu mensusatı aklen caiz görerek bir emr-i muhali müstelzim olmadıklarını bit-tedkık anladık ve te’vil ve tereddüd etmeyerek aynen kabul ve tasdik eyledik. retle hareketiniz kabil olamazdı. Bundan evvelki musahabede “Saadet-i dünyeviyye hiss-i diyanetle kaimdir” demiş idim. Bizim refik-ı muhterem bu sözün kavl-i mücerred kabilinden olduğunu kendi tarafından değil fakat bir şahs-ı mefruz ve muhayyel tarafından vekaleten dermeyan ederek dedi ki: – Dinin saadet-i dünyeviyye ile ne münasebeti olabilir? Bu kadar mes’ud adamlar var bunların hepsi mütedeyyin değil ya. Hem herkesin füru-i ahkam-ı diyanet hakkında ne kadar ma’lumatı olabilir ki hatta bu ma’lumatın kaffesi bütün ef’alinde tecelli ile o kimseyi mes’ud etsin. Yalnız ben müslümanım demekle gencine-i saadetin miftahı adamın eline teslim olunmaz. Ekseriyetin diyaneti bir tasdikten ibaret kalıyor. Hani ya ahkam-ı saire-i diyanete riayetle te’mini saadet? Din denilen şey bilakis saadet-i dünyeviyyenin en kavi düşmanıdır. Çünkü daima bizi dünyadan tenfir lezaizden tahzir ile ahirete tergıb ediyor. Bütün harekat ve sekenatımızı hükmüne tabi tutmak istiyor. Zihni mülahaza-i akıbetle meşgul eyliyor. İnsan kayd-ı diyanetle mukayyed olursa ömrü hüzn-i daimi içinde geçiyor. Lüzumsuz tevekküllerle atalete mahkum her hususta iltizam-ı kanaatle terakkıden mahrum oluyor. Biraz gülse derhal endişe-i ukba ensesinden çullanıyor. Hülasa ahireti düşünmeden dünyayı düşünmeye vakit kalmıyor. İnsan muhayyelata boğulmamalı bulunduğu mehlekeyi görmeli çıplak hakıkatlere karşı merdane mücahedat ile göğüs germeli. Cem’iyyat-ı beşeriyyenin de tıpkı insanlar gibi edvar-ı muhtelife-i tekamülü vardır. Cem’iyetler tufuliyetten başlar; sinn-i rüşde sinn-i kemale vasıl olur. Çocuklara masal söylenir büyüklere hakıkat. Ne zamana kadar herkesi çocuk yerine koyacağız? Ketm-i hakıkatle vakit geçireceğiz? Belde-i saadete şehrah-ı hakıkatten gidilir şehrah-ı hakıkate de düvaze-i ilm u ma’rifetten girilir. – Bu sözleri siz söylemiyorsunuz değil mi? – Şüphesiz ben söylemiyorum mesela biri çıkıp da silsile-i bilir? Maksadım serdi melhuz olan şu itirazatın suret-i def’ini anlamaktır. Başka şey değil. – Müsaade buyurursanız bil-vekale dermeyan ettiğiniz şu itirazata aklımın erdiği kadar cevap vereyim. – Buyurun. – Evvela mu’teriz-i mevhuma deriz ki serd ettiğiniz şu lakadan maksadım alaka-i tedeyyün değildir. İster dindar olunuz ister dinsiz. Orası sizin bileceğiniz şey. Ancak dinin hakıkatine zerre kadar vukufunuz yok demek isterim. Siz dine adeta dürbünün ters tarafıyla bakmışsınız; hakıkati takrib edeyim derken teb’id etmişsiniz. Akaid-i müzebzebe ashabından işittiğiniz birtakım türrehata hakıkat nazarıyla bakıp kendinizi yaman bir giriveye saptırmışsınız. Dinin saadet-i dünyeviyye ile ne münasebeti olabilir? diyorsunuz. Vakıa öyle. Çünkü şey’eyn beyninde münasebet tasavvuru gayriyeti tazammun eder. Hakıkat ben de din ile saadet beyninde münasebet tasavvur edemiyorum çünkü dini mahz-ı saadet biliyorum. Şurası ma’lumunuz olsun ki Cenab-ı Hak bu dünyayı mütefekkirlerin “ideal”ine muvafık surette halk etmemiştir. Dünyanın cefası safasından ekserdir. Hatta meşhurdur: Dünyayı keçiboynuzuna teşbih ederler. Yarım dirhem şeker yemek için bir okka odun çiğnemeli derler. Dünyanın mihneti meşakkati çoktur; ne biter ne tükenir. Sürur denilen şey de bayram gibi nihayet senede iki kere gelir. dünyanın her yeri mesaible meşhundur. mahlukat hedef-i belayadır. Ulemanın üdebanın şuaranın asarına göz gezdirilecek olursa hepsinin dünyadan müdhiş darbeler yedikleri o darbelerin te’sir-i can-suzuyla feryad-ı iştikayı ayyuka çıkardıkları görülür. Unutturur gamın en kamuranı söyletsen Esir-i keşmekeş-i gam cihanı söyletsen Hülasa dünyada rahat yoktur. Gerek dinen düşünelim gerek aklen; netice bir yola çıkar. Yani dünya hemen pesimistlerin dünyayı fena gören kimseler fena gördükleri kadar fenadır. Fakat dindarlar bu fenalıkta hikmet dinsizler şenaat mülahaza ederler. Bu söz galiba biraz cür’etkarane oldu. Hükümde mağlub-i ladılar. Halbuki bazı hakayık akıl ile naklin mal-i müşterekidir. Pesimistler böyle demiş diye onların her fikrini ayakaltına alıp çiğnemek haksızlık olur. Her şeyi i’tidal-i demle düşünmeli. Neticedeki hükmün isabetine bakılmalı tehevvür ve isti’cal cehlin iki peyk-i revanıdır. Acaba Cenab-ı Hak dünyayı niçin böyle yaratmış? Filhakıka bu da bir sualdir. Bu mes’ele beyne’l-felasife münakaşat-i azimeyi mucib olmuş kütüb-i felsefiyyede bir bahs-i müstakil teşkil eylemiştir. Hatta bazı feylesoflar alemde fenalığın vücudunu Cenab-ı Hakk’ın Latif ve Kadir isimleriyle kabil-i te’lif bulamıyorlar. Bunlar Cenab-ı Hak fenalığı ya yaratmaya muktedir idi yahud değil idi muktedir olduğu halde yarattıysa Latif olmaması lazım gelir muktedir olmadığı için yarattıysa kudret-i mutlaka sahibi olmaması Bu bahsin ta’miki tafsili bizi büsbütün saded haricine çıkaracağından onu başka bir zamana bırakalım da bahsi dünyanın hal-i hazırı nokta-i nazarından yürütelim: “Pesimizm” mesleğine salik olan feylesofların söyledikleri sözlerin kısm-ı a’zamı hakıkattir. Lakin nasıl hakıkat bilir misiniz? Bütün siyah hakıkatler. Onlar hasbe’l-beşeriyye fikirlerinde yin eden çiçeklerin ne kadar zehirlileri varsa toplayıp bir demet yapmışlar enzar-ı rağbete arz etmişler. İnsan o ezhar-ı helahil-nisardan müteşekkil olan bu demetin elvan-ı dil-firibine aldanıp da can hakkıyla bir kere kokladı mı derhal bir sersemlik hisseder. Farkına varmayıp da biraz daha koklayacak olursa gaşy olur. Tekrar kendine gelip gelmeyeceği tali’e bağlı bir şeydir. Vakıa İslamiyet de bize dünyayı fena gösteriyor fakat “Pesimizm” mesleğine salik olan felasifenin gösterdiği gibi değil. Onlar halka zehir yedirmek hususunda hiçbir kayda hiçbir şarta tabi olmamışlar. Herkese bir okka zehri birden yedirmek istemişler. Fakat Hakim-i Ezeli o zehrin miktarını hakkıyla ta’yin etmiş onu insanlara hikmet ve maslahata evfak mizaca isti’dada eslah surette yedirmiş. Hakayık-ı akliyye alem-i tefekkürün anasırı mesabesindedir. Vakıa o anasırın te’lifiyle insanlar da muhtelif mesalik-i hikmet vücuda getirmişler ancak o mesleklerin hiçbiri acz-i beşerden mütevellid nekayisten beri olamamıştır. Anasır-ı maddiyye de böyledir. O anasır Cenab-ı Hakk’ın yed-i telfikinden çıkmış bu mükevvenat husule gelmiş bizim elimizde nihayet gördüğümüz asar-ı beşeriyyeyi husule getirmek dairesinden ileri geçememiş. Beşerin anasır-ı maddiyyedeki tasarrufu ne ise hakayık-ı metafizikiyye yani anasır-ı ma’neviyye üzerindeki tasarrufu da odur. Şu halde o hakayık-ı ma’kuleyi –fakat nisab-ı sahih-i hikmet dairesinde– ihtiva eden İslamiyet mesalik-i muhtelife-i felsefiyye ashabının kendilerine mal etmek istedikleri hakayıkın kaffesini cami’ demektir. Binaberin Pesimizm Optimizm Determinizm falanizim gibi mesalik-i muhtelifeye mahsus efkarın İslamiyet’te vücudunu kec-bin olmaya mütevakkıftır. Çünkü o efkar hiçbir zaman o mesalik-i muhtelifenin mülk-i yemini değildir. Hepsi hakayık-ı mutlaka-i ilahiyyedir. Cenab-ı Hak tertib-i hikmet-i ilahiyyesi olan din-i mübine bunların hepsinden lüzumu kadar koymuştur. Hatta yukarıda dediğimiz gibi o tertibin içinde nefsimize mülayim gelmeyen bize zehir gibi görünen hakayık da vardır. Nitekim Cenab-ı Hak kıvam-ı bedenimiz için halk buyurmuş olduğu agziyenin terkibine bile zehir koymuş. Fakat bizi öldürmek Maddiyatta cari olan bu kanun ma’neviyatta neden cari olmasın? Bunun hikmeti de insanların ifrat ve tefrit vartalarına düşmemelerini te’minden ibarettir. O tertib-i hikmetin te’sir-i şifa-bahşasıyla mizac sakametten istikamete meyl eder muvazenelerini gaib ettirdikçe tasvir-i kubhiyyatı o muvazeneyi sahihaya müsteniddir. Hülasa dinin bize zahiren zehir gibi gelen bazı hakayıkı deva makamına kaim olur mizacımızın i’tidalini te’min ve muhafaza eyler. Fakat filozofların yedirdikleri sümum mizacımızı daire-i i’tidalden çıkarır hayatımıza nihayet verir. İşte fark bundan ibarettir. Yukarıda dünyanın alam ve ekdarına nihayet yok demiş dinin fevaid ve muhsenat-ı celilesini te’yid için buradan tutturup bir iki söz söylemek istemiş idim. Araya biraz fazla sözler girdi bahsin şirazesini bozdu. Tekrar maksada rücu’ edelim. Te’yid-i matlab için alam ve ekdar-ı dünyeviyyeden yalnız şunu alalım: Düşününüz naz u naim ile perverde ettikleri ciğer-parelerini üç beş gün içinde kara topraklara veren o vücud-ı taravet-meşhunun o çehre-i şafak-gunun karanlık mezarlarda sengin topraklarda tehacümgah-ı hevam u haşerat olduğunu şemsin huzemat-ı şuaiyyesini gölgede bırakan zülf-i zer-narının perişan bir halde yerlere serildiğini pamuk ellerinin yakut-ı müzab gibi dudaklarının tanınmaz bir hale geldiğini çürüyüp döküldüğünü gözünün önüne getiren bir ananın bir babanın halini düşününüz! Acaba bunların naire-i aram-suz-ı cenanını seylabe-i eşk-i dem-adem-cereyanını medeniyetin hangi eğlencesi hangi ihtiraı hangi devası teskin edebilir? Bu acıyı tadan ebeveynin revan-ı işkesteleri ibre-i mıknatısiyyenin kutup noktasına teveccühü gibi tabii bir incizab hamet-i ilahiyye ile ateşlerine su serpilir belki ateş-zar kalblerinde güller açılır. Lütf-ı ilahi onları daire-i hayalden hariç tesellilere tecellilere mazhar kılar. mesaibi vardır ki musibet dellalı gibi hepsinin ta’dadına lüzum yok. bunların hepsine din ile mukavemet olunur. Öyle bir zamanda insanın imdadına yetişen bir şey ni’met değil saadet değil de nedir? Dünyaya bir kör kuvvetin eser-i sun’u nazarıyla bakan kör gözler acaba böyle bir hal vukuunda ne ile teselli-yab olurlar? Hoş onların bu gibi ahvalden müteessir olmaları da cay– ı tereddüd ve iştibahtır ya. Lakin behemehal bir sıkıldıkları zaman olur bilmem o zaman hangi kapının halkasına yapışırlar? Kimden istimdad ederler? Çünkü Leconte de Lisle bir şiirinde o kör kuvveti şöyle tasvir ediyor: “Tabiat nev’-i beşerin alam ve ekdarına karşı hande-riz-i istihza olur yalnız kendi azamet ve ihtişamından başka bir şeye atf-ı nazar-ı tefekkür etmeyip kuva-yı hakimesini bütün mevcudata teşmil sükun ve ihtişamı kendi hissesine ifraz ile seyrini tekmil eyler.” Alfred de Vigny de o kör kuvvete şu sözleri söyletiyor: “Ben adimü’t-teessür ve üzerindeki aktörlerin sademat-ı payiyle gayr-ı mütezelzil bir sahne-i temaşayım. Ne sizin feryad-ı kem olan temaşa-geranını saha-i semada beyhude arayan beşeriyet komedyasının üzerimde oynandığını ancak hissederim. Karıncalar gibi milel ve akvamın tomar-ı hayatını da görmeksizin işitmeksizin kemal-i istihkar ile tayy ederim. Karınca yuvalarıyla onların hakister ebdanı nazarımda siyyandır. Milel-i muhtelifeyi üzerimde taşıdığım halde isimlerinin ne olduğunu bilmem. Bana mader-i mihriban diyorlar. Halbuki ben bir makbere-i dehşet-resanım. Fasl-ı zemistanım her sene sizden yüzlerce nüfusu şedaidine kurban eder. Bedayiine hayran olduğunuz mevsim-i baharımın ise asla perestişinizden haberi yoktur!” beyti onların hülasa-i hasbihali demektir. Refikım – Garip tesadüf ben de bugün Schopenhauer’in bazı asarını ez-cümle Pensées et Fragments’nı almış idim. Demek ki bu gibi şeyleri okumamalı. – Birader sen de amma zaifü’l-kalb adamsın! İnsan her şeyi okumalı. Fakat hiçbirinin tarafdar-ı müfriti mutaassıbı olmamalı. Cezm ve ihtiyatı i’tidali elden bırakmamalı. Fikirleri tarta tarta okumalı. Vakıa bu gibi kitapların mütalaası rum da sarsılmam demek boş lakırdıdır. Çünkü insanın hamama girip de terlememesi denize düşüp de ıslanmaması mümkün değildir. Gözünüze bir zerre dişinizin arasına ufacık bir şey girse sizi son dereceye kadar rahatsız eder. Çıkaracağım diye uğraşır durursunuz çıkarmayınca rahat edemezsiniz. Elbette ter ü taze dimağınıza birtakım vahşi fikirler girince gereği gibi huzurunuzu ihlal eder. Derde bakınız ki onlar hilal ile kerpeten ile de zor çıkar. Efkar-ı mütehalife-i felsefiyye ile oynamak herkesin karı değildir. Öyle şeylerle uğraşan bir adam kimyahanesinde çalışan kimyager gibi olmalıdır. Kimyager birtakım mevadd-ı kimyeviyye hakkında tedkıkat-ı fenniyye icra eylediği esnada onların içindeki mevadd-ı semmiyyenin te’sirat-ı muzırrasından muhafaza-i nefs için nasıl birçok tedabir-i vakıyyeye tevessül ederse felsefe ile uğraşanlar da tıpkı o kimyager gibi ihtiyata riayet etmelidir. Zira o efkarın içinde öyle mühlik öyle semm-alud fikirler vardır ki insanı an-ı vahidde hak-i helake serer. Eserlerini aldığınız Schopenhauer garip bir adam imiş. Bu kadar fena gördüğü dünyayı iyi görenlerden ziyade sever ölümden son dereceye kadar korkar imiş. Kavl ile fiil beyninde garip tenakus! Tercüme-i halini yazanların ifadesine göre Schopenhauer’in silsile-i ecdadı hep zincir sallayan takımdan imiş. Hatta pederi kara sevda denilen illete duçar olup intihar etmiş. Cinnetin ırsi olmasına nazaran kendisi de muvazenesi bozuk bir adam imiş. Nitekim teracim-nüvisan hakim-i şehirin birçok deliliklerinden bahsediyorlar. El-hasıl azizim din ruhun en mübrem bir ihtiyacıdır. Fevaid-i uhreviyyesinden sarf-ı nazar dünyaca olan muhsenatını ta’dad mümkün değildir. Tarik-ı hevl-nak-i hayatta ondan emin bir melce ondan büyük bir teselli olamaz. Dindar olanların kalbinde bir maye-i saadet vardır ki dünyanın bütün şedaidi bir araya gelse onu ihlal edemez. Çünkü o saadet maddiyata zevale ma’ruz esbaba merbut değildir; hakıkıdir vicdanidir. Burada Jules Simon’un Vazife ünvanlı kitabının baş taraflarındaki bir sözü hatırıma geldi. Müellif diyor ki: “Müstebid padişahlarının hevesat-ı nefsaniyye-i ruz-merrelerine layetegayyer bir kanun gibi serfüru etmeye mecbur olan Osmanlı Rus tebeasıyla ellerine ayaklarına zincirler kelepçeler vurularak zindana atılan bir mahbus bile azimlerine sahip olduklarından kalben vicdanen hür demektirler.” İşte esaret-i suriyyenin hürriyet-i ma’neviyyeye te’siri olmadığı gibi şedaid-i ruzigarın da dinin kalbe telkıh ettiği saadet-i hakıkıyye mayesine hiçbir te’siri yoktur. Bu metaneti bu saadeti neticesi olan felsefe. Ahiren bir eserde göze ilişen şu sözler bu fikri te’yid eden delaildendir. “Akıl sinn-i kemalden ziyade reyean-ı şebab esnasında her şey hakkında umumi bir fikir peyda etmek ihtiyacını hisseyler. Kendi kendine düşünmeye isti’dad görmeye başlayınca hakıkati anlamak kendisi için bir meslek-i felsefi ta’yin etmek ister efkar ve mülahazatı süluk ve harekatı tabii o mesleğin muktezasına göre ta’yin eyler. Aslı faslı olmayan birtakım efkar-ı fersudeden ibaret diye kaffe-i mülahazat-ı ma-fevka’t-tabiiyyeden tecerrüd edecek olursa acaba tahsil eylediği ulum ve fünundan kendisi için ne gibi bir meslek-i felsefi hasıl olur? Yalnız alim olmak i’tibariyle bir adamın nazarında dünya hiçbir şeyden teessür şanından olmayan kavanin-i tabiiyyenin hükmüne tabi’ muntazaman seyrinde daim birtakım kör kuvvetleri havi bir saha-i füshatintimadan bütün çarhları hiçbir lem’a-i hayr ü zekanın tedbiri tealluku olmaksızın hareket eden cesim bir makineden başka bir şey değildir.” ticesi böyle olur. Yalnız bu felsefenin muktezasını bedraka-i süluk ittihaz edenlerin Allah daha doğrusu ma’bud-ı muhayyelleri olan kör kuvvet yardımcıları olsun! Mu’teriz efendinin herkesin füru’-i ahkam-ı diyanet hakkında ne kadar ma’lumatı olabilir ki hatta bütün ef’alinde tecelli ile o kimseyi mes’ud etsin diye serd ettiği i’tiraza gelince deriz ki: Bu i’tiraz cevaptan müstağnidir. Çünkü bahis herkesin füru’-i ahkam-ı diyanet hakkındaki ma’lumatına değil dinin zatına hakıkatine aittir. Herkesin hikmetten ilahiyattan mantıktan el-hasıl bütün ulum ve fünundan ne kadar ma’lumatı olabilir diye onların lüzumsuzluğuna mı kail olalım? Yoksa hiç onlardan bahis mi etmeyelim? Bu itirazın cevaba değeri olmamakla beraber cevap makamına kaim olmak üzere yalnız bir misal serdiyle iktifa edeceğim. Fakat ondan evvel şurasını söylemek lazımdır ki bir insanın füru’-i ahkam-ı diyanet hakkındaki ma’lumatı ne kadar az hatta mefkud denecek derecede bile olsa yalnız bir imandan la-yü’ad asar zuhur eder. İş onu elde etmekte hatta sahib-i saadet efendimiz hazretleri ehadis-i seniyye-i risalet-penahilerinin birinde buyuruyorlar ki: Bir adam Cenab-ı Hakk’a karşı kırk gün ihlas üzere bulunsa o ihlasın feyzi kalbine sari kalbinde zuhur eden yenabi’-i hikmetin asarı lisanından cari olur. Bu hadis-i şerifin ma’na-yı bülendi pek vasi’ pek şumullüdür. Medlul-i münifinden az bir teemmülle çok şeyler çıkar. Serd edeceğim şu misal de o hadis-i şerifin eser-i telkınidir: Üzerinde sakin olduğumuz şu küre-i arzı havl-i şemste tekmil-i etvar ile kitle-i türabiyye haline geldiği fakat üzerinde hayvanattan nebatattan eser bulunmadığı esnalarda mümkün olup da bize göstererek bu’d-ı mücerrede yuvarlanan şu toprak yığınından bir gün gelecek ki karşısında duran şu cirm-i nevvarın te’sir-i feyziyle binlerce hayvanat binlerce nebatat zuhur edecek şöyle olacak böyle olacak demiş arzın bugünkü hal-i tekemmülünü bir levhaya tersim havale etmiş olaydılar inanır mı idik inanmaz mı idik? Şüphe yok ki inanmaz bunların birine ihtimal vermez idik. Hatta der idik ki: Şu toprak yığınıyla şu cism-i muzi beyninde ne münasebet tasavvur olunabilir? Biri zulmani diğeri nurani olan iki cirmin tekabül-i basitinden bu ta’dad olunan şeyler nasıl vücuda gelebilir? gibidir. Şemsin tealluk-ı nur-ı basiti arz dediğimiz şu kütle-i türabiyyede nasıl milyonlarla mahlukatın tekevvününe badi olduysa asuman-ı tevfik-i ilahiden tulu’ eden şems-i imanın nuru da –güneşin saha-i gabrada sunuf-ı mevalidi tekvin etmesi kabilinden olarak– saha-i kalbde birçok mevalid-i ef’al-i hasene tevlid eyler ki bunların kaffesi füru’-i ahkam-ı diyanet demektir. Bunların nasıl zuhur ettiğine şuur lahik olmaz. Ancak o mehasin-i namiyyenin cümlesi şüphe yok ki o nur-ı ezelinin netice-i feyz-i sereyanıdır. Demek ki asıl sabit olunca fer’ kendi kendine nabit oluyor. Nitekim bir yere bir çekirdek dikilir ondan bir filiz çıkar o filiz ba’de-zamanin koca bir ağaç olur etrafa dal budak salar meyve verir. İşte bunun gibi hadika-i kalbe dikilen nüvat-ı imandan da koca bir İslam ağacı çıkar ef’al-i mebrure meyveleri verir. O koca ağaç ile ondan zuhur eden meyveler nasıl bir çekirdeğin içinde bil-kuvve mevcud ise füru-i ahkam-ı diyanet olan ahval ve asar-ı şerife de zemin-i kalbe dikilen nüvat-ı imanın içinde öylece bil-kuvve mevcuddur. Yukarıdan beri söylenen sözlerden dinin düşman-ı saadet değil belki maye-i saadet olduğu anlaşılmıştır zannederim. Dinin bizi dünyadan tenfir lezaizden tahziri bahsine gelince mu’teriz efendinin bu mebhasta da cehl-i mutlak girdabında kulaç attığı görülüyor. Din-i mübin-i Muhammedi bizi suret-i mutlakada dünyadan tenfir lezaizden tahzir etmiyor. Bilakis onlardan insanca o kayddan vareste olan bir şahsın müfredat-ı ef’ali bi-tarafane tedkık edilecek olursa bunlardan hangisinin dünyadan dünyanın lezaizinden bi-hakkın müstefid olduğu görülür. Dünyadan istifade demek kaffe-i rezaili istihsan bilcümle mahzuratı ibaha ve istihbab ile tefsir ediliyorsa ona bir diyecek kalmaz. Yok bu istifadeden aklen ve naklen mahzurdan salim olan mübahattan intifa’ ma’nası murad olunuyorsa elbette mütedeyyin olanların lezaiz-i dünyeviyyeden istifadeleriyle münkirinin istifadeleri asla yekdiğeriyle kabil-i kıyas olamaz. Bu bahsin tafsili onlardaki fezailin bunlardaki rezailin alel-infirad temhidini müstelzim olur. Bahsin o şekli ahz etmesi de asla münasebet almaz. olunan i’tirazata gelince bunlar bin kere söylenmiş bin kere reddedilmiş yavan; hayide şeylerdir. Bunların yegan yegan def’ine bu musahabe müsaid mütehammil değildir. Mu’teriz efendi bu i’tirazatının cevabını suret-i def’ini anlamak “Sa’y u Amelin Nazar-ı İslam’daki Mevkii” ünvanlı makale Mu’terizin çıplak hakıkatlerinden zihnime başka bir şey layıh oldu. Bu layiha musahabemizin hatimesi olsun: Din hususunda ekseriyete muvazenesini kaybettiren şey ta’mik-i fikr namına sapılan giriveler düşülen mezlekalardır. Alemde mesela “hakıkat-i hüsn” gibi birçok hakaik vardır ki ta’mike mütehammil değildir. Orada en güzel ta’mik o hakıkati haliyle kabul etmektir. Lakin ta’mik edilirse altından çapanoğlu mu çıkar? Hayır çapanoğlu çıkmaz. Başka hakıkatler çıkar. O hakıkat kaybolur. Çünkü çok kimseler usul-i ta’miki bilmez oldum olasıya gider. Garip ahvale tesadüf o ahvali çapanoğlu zanneder. Halbuki çapanoğlu zannettiği hakıkatler ta’mik ettiği hakıkatin mebniyyün-aleyhi olan hakaik-i sairedir. Ancak ta’mikte isabet mefkud olduğu o sahada kat’ edilecek mesafenin hadd-i ma’kulu hadd-i mücazı nerede nihayet bulduğu bilinemediği için işin içinden çıkılamaz. Çünkü feyz-i hakıkat bazı şeylerin zahirinde mütecellidir. Ta’mik-i nazar bazı kere o feyzin ufulünü intac eder. haberi olmaz. Hatta ben vaktiyle bu fikri atideki şu sözlerle Var bazı mebahis ki gerekmez onu ta’mik Bed-baht eder insanı o vadideki tahkık Tekdir-i hakıkatle edip safveti ihlal Tedkıki bedihinin eder matlabı işkal Tedkık ile ba’zen oluyor lahzada zayi’ Bir şeyde tecelli eden asar-ı bedayi’ Mutlak bırakan fikrini meydan-ı cedelde Avare kalır saha-i hüsran u halelde Akıl ona derler ki edip fikrini ta’dil Şehrah-ı saadette eder seyrini tekmil Parlak görürüm belki de bundan emeliyle Ka’rı görünen abı bulandırmaz eliyle Şu misal ile maksadı biraz daha izah edelim: Gayet sık gayet gür kirpikleri ziya-yı fecrin aks-i elvan-ı dil-firibini andıran yanaklarına saye salmış; yeşile mail bir göz ki her nazrası kalb-i hassasa kıvılcımlar yağdırıyor zaika-i hayalde hem acı hem tatlı hisler uyandırıyor. O latif kirpiklerin istidareye nim-mail bir fasile-i digeri de o güzel gözlerin üstünde avare bir istikamet-i ufkıyyede karar vermiş! Berid-i i’caz bütün feriştegan-ı hüsnün çehrelerine lahuti bir eda veren rengin tebessümleri toplamış yakut-ı müzab ile mecz ederek üst üste koymuş ondan iki nur-ı mütecessid hasıl olmuş ki manzarası aram-rüba-yı can te’siri muvazenet-suz-ı akl u vicdan. Bunlar bazı kere meyl-i tekemmüle yekdiğerinden cüda düştükçe şafak-renk atlastan yapılmış latif bir mahfazanın loş bir yerde kapağı açıldığı zaman içindeki cevher külçesinden bir an-ı gayr-ı münkasemde dışarı fırlayan şa’şa’ları gölgede bırakacak bir seyyale-i nur-ı ebyaz füruzan oluyor. Şaşaasından gözler kamaşıyor yürekler sızlıyor ruh feryad ediyor akıl hayretlere müstağrak oluyor lisan ifadeden kalıyor vücuda ra’şeler arız oluyor. En kuvvetli endişelerin son tefekkür-i ma-fevka’l-hayaliyle güç tasavvur edilebilen bir tenasüb-i endam gayet tabii bir şive gayet laubali bir hıram... El-hasıl baharistan-ı huldden henüz kopmuş taze bir çiçek saha-i illiyyinde pervaz ederken yolunu şaşırıp nasuta düşmüş bir melek! bir alem-i digerin bedayi-i hayaliyyesine müstağrak kılan o hüsn-i aram-suzun menşeini anlamak maksadıyla ecza-yı muhtelifesinin gavrına infaz-ı nazar için hayatına nihayet versen. Eline bir bıçak alıp derisini yüzsen sadrını yarsan ne görürsün? Gayet dehşetli bir manzara değil mi evet insanın bir dakika bile bakmaya tahammül edemeyeceği bir manzara-i müstekrehe bir kitle-i lahmiyye ve şahmiyye. Bu hali görünce belki o dakikada düşüp bayılırsın. O dehşeti o heyeti ihtimal ki hayatının son demine kadar hafızandan seninle beraber yastığa başını koyar sağına dönsen sağında soluna dönsen solunda bulursun. O hayal-i müdhişi bir türlü zihninden çıkaramazsın mümkün olsa dimağının onu tefekkür eden cüz’ünü kesip atacaksın fakat mümkün değil. Ömrün oldukça o kabus-i elimin zir-i bar-ı ta’zibinde ezileceksin. Ömrün oldukça saha-i hayalinin bir köşesini o mihman-ı dehşet-resana tahsis edeceksin! Fakat bu kadar teferrüte bu kadar tevahhüşe hakkın olmadığını hiç düşünmüyorsun! Bir dakika bakmaya tahammül edemediğin şu vücud bu hale gelmeden evvel bir lahza görmemeye tahammül edemediğin o harika-i melahatten başka bir şey değildir. Şu kalb şu ciğerler şu em’a şu evride bu şerayin bu adalat seni teshir eden o hüsn-i füsunsazı vücuda getiren alat ve esbabdan başka bir şey mi? Niçin onu sevdiğin gibi bunları da sevmiyorsun? Bir saat evvel o hüsn-i hıred-suzun tecellisi karşısında ser-mest-i garam göremiyor idin. Lakin vücudundan haberdar idin. O zaman hiç böyle düşünmüyor idin. Bunların faaliyet-i tabiiyyesinden aheng-i umumisinden husule gelen hüsnün te’siriyle bu alemin fevkinde bir alem-i digerde yaşıyor idin. Semavi neşvelere lahuti cezbelere müstağrak oluyor idin. O behişti halin yerine neden şimdi duzahi bir infial kaim oluyor? hakıkatin tecellisi için birçok esbab bir yere gelir. O hakıkatten gafil yalnız tedkık-i esbaba mütemayil olursan onların alel-infirad mülahazasında hey’et-i mecmuasından mütevellid aheng-i letafeti bulamazsın. Nefsü’l-emrde hiçbir çirkinliği olmayan esbab ve vesaiti çirkin görürsün. Bu çirkinlik fikri derhal o esbabın vücuda getirdiği şeyde de te’sirini göstermeye başlar. Onu da çirkin görmeye ondan da lezzet almamaya başlarsın. Halbuki asıl maksad mülahaza-i esbab değil o esbabın neticesi olan hakıkat idi. Fakat sen o noktada durmadın. Aheng-i intizamı bozdun. Aklınca iş gördün. Neticenin böyle olması ise gayet tabii gayet zaruridir. Yukarıda demiştim ki Şari’-i A’zam sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz nassın vücudu halinde bile icab-ı hale müraatı bizim için meşru buyurmuşlar; ashab-ı kiram da bu kaideye ittiba hususunda Hazret-i Peygamber’e iktida eylemişlerdi. Şimdi biraz izahat verelim: Bütün şerai’ te’min-i menfaat teb’id-i mazarrat esasına müstenid olduğundan; şeriat-i İslamiyye ise şu iki emr-i mühimme riayet nokta-i nazarından bütün şeriatlerin ilerisinde bulunduğundan Hazret-i Şari’ icab-ı hale riayeten nas amel edilmediği takdirde istihsal edilecek menfaatin nassa müraat suretiyle te’min olunacak menfaate rüchanı hiç şüphe götürmez bir vuzuh ile sabit olması elzemdir. Hazret-i Peygamber’den sonra ashab Hulefa-yı Raşidin de aynı isri ta’kib ettikleri için bu hal mesalih-i müslimini teshil eden bir emr-i meşru’ oldu. İşte size delil: Ebu Davud Hazret-i Peygamber muharebe esnasında el kesmeyi nehy buyurmuştur diyor. Bilirsiniz ki el kesmek hudud-ı ilahiyyeden bir haddir; nass-ı Kur’ani muharibleri bu hadden istisna etmemiştir. Lakin Nebiyy-i Muhterem bu yüzden bir mazarrat hasıl olur mülahazasıyla böyle müstesna bir halde ikame-i haddi nehy buyurmuştur ki o mazarrat da sevk-i infial ile dostun düşmana iltihakıdır. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz’den buna benzer birçok haberler daha varid olmuştur ki hadis kitaplarında tafsilen beyan olunduğu Ashab-ı kiram da sünnet-i Resul’e iktifa ederek muztar kaldıkları gibi hudud-ı şer’iyyeyi ikameden vazgeçerlerdi. Birçok tarihlerde Hazret-i Ömer’in şu emirnamesi mazbuttur: Harbin arkası alınmadıkça ne bir ordu serdarını ne bir müfreze kumandanını ne de efrad-ı müsliminden birini sakın hadd-i celde dayak ile cezalandırmayınız zira hamiyyet-i cahiliyye sevkıyle küffar tarafına geçerler... Ebu Beltea’nın köleleri Müzeyne’den bir adamın devesini çalmışlar hırsızlar Hazret-i Ömer’in huzuruna getirilince oğlu Abdurrahman’ı çağırarak “Babanın köleleri Müzeyne’den birinin devesini çalmışlar; cürmlerini i’tiraf ediyorlar” dedikten sonra Kesir bin es-Salt’a “Git şunların ellerini kes” emrini vermiş. Sonra herifleri çevirerek demiş ki: Vallahi sizin bu köleleri alabildiğine çalıştırdığınızı hatta içlerinden biri Allah’ın haram kıldığı bir şeyi yemiş olsa bile helal olacak kadar aç bıraktığınızı bilmiş olmasa idim ellerini keserdim lakin bu haddi ikame etmemekle beraber sana öyle bir ceza ta’yin edeceğim ki acısı yüreğine çökecek. Ey Müzni deven ne eder? – Dört yüz... – O halde haydi Abdurrahman git şimdi bu adama sekiz yüzü ver. Bundan başka Hazret-i Ömer kaht senesi hadd-i sirkati Nüveyre hadisesinde avf eylemiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber de yine Halid’i Beni Cezime’ye harp için göndermediği halde o gitmiş harp etmişken muaheze buyurmamıştır. Bu müsaade ise ancak Halid’in muharebelerdeki maharetinden İslam’a ifa eylediği hizmetinden dolayıdır. Keza Sa’d bin Ebi Vakkas Kadisiye muharebesinde Ebu Mahcen’i had cezasından avf eylemiştir ki pek meşhur olan o vak’ayı burada zikre lüzum görmüyorum. Sa’d demiş ki: “Vallahi müslümanlara bu kadar büyük yararlıklar gösteren bir adamı cezaya çarpmak elimden gelmez.” Gerek aleyhissalatü vesselam efendimizin gerek ashab-ı kiramın buna benzer birçok ef’ali vardır ki cümlesini irada bu nutkun tahammülü yoktur. bedeniyye yerine hapis gibi ceza-yı nakdi gibi diğer birtakım ta’zibatın ikamesini tecviz eden hal şu kaide olsa gerektir. Mesela zamanın tegayyürü yahud rezailin mürtekiblerini habsetmekten başka bir suretle önü alınamayacak kadar teammümü yahud diğer birtakım ilcaat-ı asrıyyenin vücudu böyle bir tedbir ittihazını müstelzim olabilir. Madem ki icab-ı hale göre nass ile amelden udul usul-i şeriattendir; madem ki şeriat-i garra menafi’-i ibad üzerine müessestir; şu zikrolunan harekatta ne makam-ı bülend-i şeriatin hakkına karşı bir hürmetsizlik ne de onun mukaddes esaslarına bir tecavüz mutasavver olamaz. Zaten aslaha müraat kaidesi gerek Hazret-i Peygamber’den gerek Hazret-i Peygamber’den sonra gelen eimmeden evvel Cenab-ı Hak tarafından vaz’ olunmuştur ki nesh tesmiye ettikleri şey işte budur. Çünkü bu hakıkatte nesh değil evvelce mevzu olan bir hükmün zamanın halin icab ettiği tarzda takriridir. Nitekim emr-i da’vetin bidayetinde Arap müşriklerine karşı cihad ile hükmolunması bu kabildendir. Bundaki hikmet müslümanların himayesidir. Bu hükümde kelime-i tevhidi irad etmeyenlerin katline bile izin vardır. Lakin da’vet münteşir olduktan cemaat-i müslimin kesb-i kuvvet ederek zaaf gailesinden masun kaldıktan sonra evvelki hükmün yerine diğer bir hüküm kaim oldu ki ayat-ı kerimesi gibi diğer birçok ayetlerde musarrah olduğu vechile suret-i hasenede tarz-ı hakimanede da’vet ile hükümden ayet-i celilesinde beyan buyurulan hal-i sekrde salatın hükm-i nehyi de bu cümledendir ki bu hüküm iktiza-yı hale mebni iken sonra yine iktiza-yı hale mebni suret-i kat’iyyede tahrim hükmü nazil olmuştur. Şimdiye kadar söylediğim sözler şu mukaddimelerde telhis edilebilir: yani şariin takrir etmiş olduğu esaslar ile nas varid olmayan mesail hakkında ashabın tabiinin ictihadı idi. kudreti dahilinde olmadığından kezalik o ahkamı tek başına bir adam için ihata gayr-ı kabil olduğundan esna-yı kazada ahkam-ı şer’iyyeyi hıfz etmiş olanlarla istişareye ihtiyaç görüldü. sebep ya nassın tatbiki yahud mes’ele ictihadi ise hükmün mümkün olduğu kadar hakka makrun olması gayreti idi. şeriat-i garranın medar-ı istinadı olan salah-ı ibad kaziyesinin dul ederler idi. sakınmaları kendilerini yalnız başına hüküm vermekten men’ eder; ahkam-ı ictihadiyyeyi kıyas-ı sahih üzerine tatbik etmek re’y-i ferd ile amel olunduğu takdirde düşülecek hatadan salim kalmak için ahyar ve ulema-yı müslimin ile istişareye sevk eyler idi. Şu mukaddimelerden iki mühim netice çıkıyor: Evvela birçok defalar işaret olunduğu vechile Müslümanlık’ta kaza cemaatin kazası idi yoksa ferdin kazası değil idi. Saniyen şeriat-i İslamiyye kendisinde tekarrür eden ictihad aslaha riayet gibi iki büyük kaide sayesinde her zamana her mekana muvafık gelen şeriatlerdendir; ıztırar vukuunda bu da bir kaide-i şer’iyye olmak i’tibariyle o hüküm nassa muhalif bile olsa mer’idir. Demek: “Şeriat-i İslamiyye zaif bir şeriattir zaman-ı hazır medeniyetle mütenasib değildir; asrımızdaki akvam-ı müterakkıyyenin işgal ettiği mekanda yürüyemez zaten evvelce insanların ihtiyacını kafil olsa bile kavanini medeniyet-i cedidenin mukteziyatıyla aled-devam hazıra muvafık gelemez” gibi sözler bühtan-ı mahzdan başka bir şey değildir. Bu tarzdaki tefevvühatın menşei şeriat-i haber olmaktır. Hele usul-i şeriati bırakarak füru’ kitaplarındaki ahkamı taklidden ayrılamayan usulde mevcud olduğu halde füru’da göremedikleri teshilatı kat’iyyen reddeden bazı ulema-yı şeriatin taassubu bu gibi bühtanlara fevkalade müsaid zeminler ihzar ediyor. Halbuki kütüb-i fürudaki ahkam cak kadar çoktur. Bunların mebniyyün-aleyhi ictihad yahud re’y yahud kıyastır. Hakıkat bu merkezde iken bir kısım ulema usul-i şeriate müracaat etmeyerek füru’ ile ameli müreccah görüyorlar; bu hareketleriyle gerek kendilerini gerek ümmeti ne sıkıntılı bir daire-i taklid ve tazyik içinde mahsur bıraktıklarını ictimaiyat ile uğraşanların eline bize karşı birtakım batıl ithamat ile hücum için ne büyük silah verdiklerini düşünmüyorlar. Bu ulemadan hareket-i vakıalarının sebebi sorulsa fitne hudusuna meydan vermemek bab-ı ictihadın küşadı yüzünden herkesin müctehid kesilmesi şeriate fesad girmesi gibi tehlikelerin önünü almaktır diyorlar. Evet şayet kuvve-i teşriiyye yahud ictihad efrada tevdi’ olunsaydı; herkese bu mes’ele hakkında Allah’ın Resulü’nün hükmü şöyledir diyecek kadar salahiyet her hakime re’yiyle kavliyle hükmedecek derecede kudret verilse idi ulemanın bu hücceti pek ma’kul pek müsellem bir hüccet olurdu; hiçbir akıl çıkıp da kendilerine muhalefet etmez idi maazallah şeriat-i garra-yı İslamiyye’de böyle bir ihtilalin böyle bir perişanlığın zuhurunu isteyecek bir akıl tasavvur olunamaz. Maksadımız tegayyür-i zamanın teceddüd-i şuun u mesalihin terakkı-i nın korktuğu mahzura düşmemek şartıyla bakılmaktır. Bu da tehaddüs edecek mesail hakkında ictihadda bu kuvvetin kuvve-i teşriiyyenin her asırda dekayık-ı kitab ve sünnete havayic-i ümmete vakıf erbab-ı ilmden mürekkep bir cemaate tevdiiyle olabilir. Ta ki bu cemaat-i muhtereme mukteza-yı hale muvafık ahkamı takrir etsin; sonra bu ahkam erbab-ı hall ü akdin tasdikine iktiran ederek ona ihtiyacı olan bir hükumet-i İslamiyye nezdinde düsturu’l-amel tutulsun; artık bundan i’raz edilip de fukahanın ulemanın – müctehid bile olsalar– akvaline bakılmasın. Bu suretle kavanin-i şeriat mazbut bir hale getirilerek korkulan fesadın vukuuna meydan bırakılmasın. Daha sonra bu kavanin aynı mes’elede birçok ihtilafat dermeyan eden hatta bazen kazayı teşviş eden kütüb-i fıkha müracaattan muğni olacak bir surette tahdid edilsin. Beriki kitaplar ma’mulün-bih olan kavanin-i şeriat için birer şerh inde’l-hace bu kanunun nassını Osmaniyye mahkemelerinde ma’mulün-bih olan Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye böyledir. Yukarıda demiştik ki İslam’da kaza için biri usul ile diğeri füru’ ile amel devirleri olmak üzere iki devir vardır. Ben bu taksimi ihtisar için samiine melal vermemek için ihtiyar ettim. Yoksa kazanın devr-i evvel-i teşri’den sonraki edvarı cidden çoktur. Evet taksimde müftin muhaddisin sahabe tabiin eimme-i müctehidin ile daha sonra gelen fukaha tabakatını kezalik her mezhebden zuhur eden mukallidini nazar-ı kat-ı Hanifiyyeyi ele alsak altı tabakaya taksim ettiklerini görürüz: rac-ı ahkama muktedir olan İmam Ebu Yusuf İmam Muhammed vi vesairleri gibi ki bunlar gerek füru’da gerek usulde imamlarına muhalefet etmemekle beraber usule istinaden hakkında rivayet mesbuk olmayan ahkamı istinbat ederler. mekle beraber kavl-i mücmeli tafsile kavl-i muhtemeli tekmile muktedirdirler. kasıdır ki bunlar da bid-diraye rivayattan bir kısmını diğerine tafdil ederler. kavi ile zaifi müreccah ile sahifi temyize muktedirler. yesar ile yemini ayıramazlar. Şu tabakat ve edvarı ber-tafsil bildirmek için gayet cesim bir kitap ile ilimde rüsuhu benden çok fazla olan bir adam hakkında söyleyeceğim sözler bitti; şimdi de devr-i saniye ait olmak üzere birkaç söz söyleyeceğim. Uyanıp da açalım perde-i ebsarımızı Aleme gösterelim dide-i bidarımızı Bir zaman titretiyorduk dil-i ağyarımızı Yine yad ettirelim nam-ı zafer-karımızı Karadan seyrederek cünd-i cihan-darımızı Orduya benzetelim satvet-i ebharımızı Verelim haydi donanmaya bütün varımızı Viyana surunu tehdid ediyorduk bir dem Avrupa merkezine kılmış idik vaz’-ı kadem Bu ne gayretti ne kuvvetti ne ikdam ü himem Karanın maliki deryanın idik hakimi hem Yine ey millet eya şan ile magbut-ı ümem Verelim haydi donanmaya bütün varımızı Şarkta garpta meydan okuyup devletimiz Mevcedar-ı zafer olmakta idi rayetimiz Hani dünyaları fetheyler idi savletimiz Dest-i a’dada bugün bak ne kadar mülketimiz Bari artık çalışıp gösterelim kuvvetimiz Verelim haydi donanmaya bütün varımızı Eyledik herkese hala mı müdara edelim Ser-i efgendemizi kaldırıp i’la edelim Merd isek kavlimizi fi’l ile icra edelim Eski Osmanlıların namını ihya edelim Şan-ı millimizi gayretle dübala edelim Yine sancağımızı ziver-i derya edelim Verelim haydi donanmaya bütün varımızı Bağlamıştı kolumuz hayli zaman istibdad Feyz-i hürriyyet ile olduk o bağdan azad Artık iş görmeli ey kavm-i ekarim-ecdad Vatan imdad diler her birimizden imdad Çekilen bunca emek olmadan evvel berbad Edelim safha-i deryada şükuhu müzdad Verelim haydi donanmaya bütün varımızı Edelim Barbaros’un nam-ı ebed-şanını yad Vatana ettiği hizmetleri bir de ta’dad Eyleyen savletine bahr-i sefidi münkad O koca kahraman ol dahiye-i şir-nihad Milleti kıldı hayatında beladan azad Biz de bir zırhlı ile eyleyelim ruhunu şad Verelim haydi donanmaya bütün varımızı Halk tedkık ediyor dide-i dikkatle bizi Biliyor Avrupa noksani-i bahriyyemizi Haydi ikdam ile mahveyleyelim biz o izi Tanısın gafil olanlar yine ey kavm sizi Onlara gösteriniz hiss-i civanmerdinizi Süfün-i harb ile zinetlemek üzre denizi Verelim haydi donanmaya bütün varımızı Efendiler Pek nakıs bildiğim Rus lisanının vesatatıyla size bazı ifadatta bulunmaklığıma lütfen müsaade ediniz. Rusyalı İslam Talebe Cem’iyeti tarafından meşhur seyyah ve aliminiz Abdürreşid İbrahim Efendi şerefine verilen bu muhteşem konferansta bulunmakla şeref-yab oluyorum. Burada bulunmakla müşerref olduğumdan dolayı kendimi bahtiyar addederim. Kendim hakkında söz söylemeyi zaid gördüm. Size tercüme-i halime dair uzun söylemek istemem çünkü suda’ınızı mucib olur. Bilhassa memleketinizin büyük mu’teber ve sevimli gazeteleri bu hususta pek çok şeyler yazarak hakkımda unutulması gayr-ı kabil birçok kıymet-dar satırlar Japon kardeşinize tahsis ettiler. Size doğrusunu söyleyeyim: Güzel memleketiniz hakkındaki forunuzu ilelebet unutamayacağım. Hele Mekke Medine ve Suriye’de gördüğüm asar-ı hüsn-i kabul beni kalbimden size zeval-na-pezir bir surette rabt etti. Her yerde güzel hüsn-i kabuller gördüm. Bilhassa Bosfor’a gelmekliğim beni na-mahdud bir bahtiyariye nail etti. Aranızda bana ne hararetli alkışlar yapılmadı... Zaten bana nerede İslam mihman-perverliğinin en yüksek numunesi gösterilmedi... Hususiyle bende en büyük te’sir bırakan... –Bu en büyük teessür sebebiyle size kalbimden teşekkürler ederim– Alem-i İslam’ın Japonya’ya karşı gösterdiği incizab ve teveccüh-i umumidir. Rus-Japon muharebesinde bütün alem-i İslam ellerini göklere kaldırarak Japonların galibiyeti için dua etmişlerdi... Ehl-i İslam’ın bila-tefrik her ferdi Japonların zaferini kalbinden Size sorarım ve kendime soruyorum: Ne için bizim bu zaferimiz hakkında siz dest-güşa olarak dua ediyordunuz?... Müslümanım elhamdülillah i’tiraf edelim: Elhamdülillah bu bir vahdet-i kalbiyyedir... İşte bunu anlıyorum... Hacı Ömer Efendi burada füyuzan-ı hissiyyatıyla söz bulamayarak Japonlarla alem-i İslam arasında hasıl olan samimiyet ve incizab mütekabili tekrar ettiği “elhamdülillah” kelime-i mübeccelesiyle ifham etmek istiyor ve samiinin kalbine ren alkışlarla takdir ediyorlardı. büyük rical-i hükumetiyle “Asya-Gı-Kay” namındaki merkezi Tokyo’da olmak üzere bir cem’iyet vücuda getirdiler. Cem’iyetimiz programının maksad-ı ulası: Japonlar arasında fikr-i İslamiyyeti neşretmek ve bir ittihad-ı İslam husule getirmektir. Bu cem’iyet beni ilk Japon hacısı olmak üzere merkez-i alem-i İslam’a gönderdi. Me’mur olduğum vechile müslümanların hayat-ı saf ve afifini tedkık vazifesi bana verildi. Hicaz’da bizzat ehl-i maksad hayat-ı İslam’ı tedkık etmek olduğu gibi neticesi de memleketime isale-i ruh-ı diyanet ve İslamiyyet etmekten Abdürreşid Efendi’nin tavsiyesiyle esna-yı hacda birçok ekabir-i İslam’la görüştüm teati-i fikr ettim ve bir nuraniyyet-i diniyye içinde yaşadım. Tekrar ederim her yerde büyük samimiyet gördüm. Her yerde Osmanlılardan bütün ehl-i İslam’dan büyük teveccühlere mazhar oldum. Japonya’ya dair biraz evvel birkaç defa hatırınıza getirmiş ve Rus-Japon muharebesinde gösterdiğiniz samimiyeti teveccühü lisan-ı şükran ile yad etmiştim yine tekrar ederim sebebini şimdi iyi anladığım bu hissiyyat-ı samimiyyenizi hiçbir zaman unutmayacağım. Bizim cem’iyetimiz de bunları asla unutmayacaktır. Son zamanlarda memleketimden birkaç telgrafname aldım. Cem’iyetimiz ırk-ı Asyai’nin muhacimlere karşı muhafaza-i mevcudiyyet edebilmek üzere en son müessir gayretini sarf edeceğini yazıyor. Hatta Tokyo’da bir mekteb-i İslam küşad ve te’sis etmek taht-ı tasavvurdadır. Efendiler haber gelince bu memnuniyet-aver teşebbüsatı arz edeceğim yakında Japonya’da İslam’a mahsus camiler de yapılacaktır. Bu halde size Japonya’nın bir vekili olmak üzere teklif ediyorum: Veriniz elinizi! Bir söz kafidir. Kardeşliğimizi hep beraber selamlayalım. Japonya’ya gittiğimde sizin saf ve kardeşçe selamatınız yetle tebliğ edeceğim. Biz Japonlar takriben senelik bir hayat-ı tarihiye malikiz. Bunu bize tarihlerimiz gösteriyor. Lakin Japonyalıların kalbi son zamanlarda gayet derin bir cereyan-ı maddiyyat-perestaneye temayül etti. Bu öyle derin ve maddiyyet-perestane bir cereyandır ki bizi kalbimizden vuruyor. Avrupa’nın medeniyet-i maddiyyesi bizim temiz Japon kalblerimizi lekedar etmek istiyor. İşte biz buna çare arıyoruz ve soruyoruz: Acaba biz Japonlar ne vasıta ile bu sukut-ı ahlakıye karşı gelebiliriz? Ahlak-ı milliyyemizin bozulmasını men’ edecek ne gibi bir çare bulmak mümkündür? Maraz-ı ahlakıye tedavi-i ahlakı lazımdır. Bu deva bu çare elbette dindir. Acaba bizi teşfiye edecek bizi ahlaksızlığa düşmeden alıkoyacak hangi dindir? Benim fikrime göre bu din din-i Efendiler bizim yeni Japon ma’şer-i İslamımıza yardım edin. Elinizi verin. Size elimi uzatıyorum. Bizim cem’iyetimize de yardım edin. Eğer biz birbirimizin ellerimizi sıkar isek kalblerimiz bir olur. Kalblerimiz bir olursa gaye-i hayalimiz olan ittihad husule gelir. Ben –Ömer Hacı– Ömer olduğum müddetçe bu hayalin hakıkat-pezir olması için çalışacağım. İttihad-ı İslam fikirlerini memleketimde neşredeceğim... Hayatım bu emele mevkuftur... Sıhhatinize selametinize tul-i ömrünüze Ömer Hacı duacınızım... Efendiler bu nutk-ı beliğden sonra tarafımdan bir şey Hükumetimiz endişe-i ferda ile birçok mesail-i siyasiyye ve milletimiz azim mesail-i ictimaiyye ile meşgul olduğu bir zamanda İstanbul’un bir köşesinde verilen bu müsamerenin rettir: Evvelen Asya doğmuştur; o çorak kıtada mezellet içinde yaşayan akvam yirminci asırdan i’tibaren yeni hayata girmiş nevzadlardır. Saniyen bundan sonra Türklerin ve alel-umum ehl-i İslam’ın vazifesi Asya’dadır. Yani bizim mütefekkir gençlerin dimağını Asya daha ziyade yoracaktır. Birinci noktayı ele alalım: Asya doğmuştur diyorum. Şarkta Asya’nın aksa-yı yemininde Japon güneşinin tulu’ etmiş olduğunu bilmeyen kim vardır? Japonlar kendi memleketlerine yükselmekte olan güneş ismini verirler. Japonya bir şems-i saiddir. Büyük Japon kavmi aksa-yı şarkı temdin etmek vazife-i tarihiyyesini üzerine almıştır çalışmakta devam ediyor; ve maksadına nail olacağı ümidini gösteriyor. Tekrar ederim Asya doğmuştur. Çünkü aksa-yı yesarında diğer bir büyük kavim yirminci asır ibtidasında alem-i hayata başka suretle kadem basıyor. Bu nevzad Türk kavmidir. Japon güneşi parlaktır buna mukabil Türk kavmi de sönük değildir o da parlamakta yükselmektedir. Yani Asya’yı nur-ı ziya ve irfana gark edecek bu iki kavmin biri şems-i said ise diğeri de hilal-i saiddir. Bundan yedi sekiz sene evvel Hindistan Valisi Curzon dan i’tibaren yeni bir devre-i hayata girdiğini söylüyor. Ve Asya’nın dört cümle-i cereyan-ı efkarın taht-ı te’sirinde bulunduğunu yan-ı medeniyyetleri. Bu cereyanlara müterafık olarak Asya’da dört devlet-i muazzama vardır. Asya yirminci asırda ancak o büyük kavimlerin yed-i idaresinde hareket edecek rahberi-i temdiniyle süllem-i tekamüle said olacaktır. Bu dört kavmin ikisi Asya’nın yabancısıdır: İngiliz ve Rus kavimleri. İngilizler bilhassa Hindistan’da vazife-i medeniyyelerini kabil olduğu kadar icraya çalışmaktadırlar. Buna mukabil Ruslar da az çok muvaffakıyetle vazife-i tarihiyye vazife-i ictimaiyye ve vazife-i medeniyyelerini Asya’nın kısm-ı şimalisinde icraya çalışıyorlar. Bu iki kavmin muvaffakiyyat-ı temdiniyyesi Asya’nın yerli diğer iki büyük kavmin muvaffakiyatı yanında pek sönük kalacaktır. Vakıa el-an zamanımızda bu yerli kavimlerin kolları zaif medeniyetleri sönüktür. Lakin atide muvaffakiyetleri her halde daha ziyadedir. Bilhassa Japonlar biz Türklere nazaran daha mes’ud bir hayata malik oldular. Tesadüf kendilerine yardım etti. Otuz beş sene zarfında büyük bir suhuletle yüksek bir derece-i medeniyyete vardılar. O derecede ki kendilerinden üç asır evvel tarik-i terakkıye dahil olmuş olan Rus kavmini bir mübarezede hak-i helake serdiler. Biz Türkler Asya’nın soluk ziyalı hilali daha aheste hareket ediyor iktisab-ı kuvvet ile bizden gıda-yı ma’nevi-i da vermeye iktisab-ı kuvvet eyliyoruz. Fakat zararı yok. Asya akvamıyla Türkler arasında mevcud olan rabıta-i ruhiyye nazarından Japonlarla aramızda zerre kadar fark yoktur. Asya-yı garbiyi temdin etmek vazifemizdir. Vazife-i ictimaiyye diniyye ve lisaniyyemizi icra ederek Asya-yı garbiye hayat vereceğiz. Lord Curzon söylemiş olduğu bu meşhur nutkunda daha sonra diyordu: “Asya’nın akvam-ı sairesi için saadet ancak Asya’nın yerli iki kavmiyle İngiliz ve Rus rehberi-i temdinine mütabaat etmektir. Çinliler ile Hind-i Çinilerin Hintlilerle yoktur. Onlar ancak ikinci üçüncü derecededirler. Onlar mek bulmak lazımdır. Garptan şarka gelen seyl-i medeniyyet on dokuzuncu asrın nihayetinde bizim kapılarımızı çalmaya başladığı zaman Asya hem şarktan hem garptan hem şimalden hem cenuptan doğmuştur demek kafi değildir. Bir ayağımız Avrupa’da olduğu halde diğer ayağımızın Asya’da olduğunu unutmamalıyız. Aslımızın Asya’dan gelmiş olduğunu Asya’da dil kan ve din kardeşlerimiz bulunduğunu hatırımızdan çıkarmamalıyız. Bilhassa bunların bizden teşne nazarlarla hayat ve kuvvet ilim ve marifet beklediklerini aklımıza koymalıyız. Çünkü onlar ancak o sayede yaşayabilirler. eylemektedir. Öyle zannederim memleketimizin gençleri kavmimizin Türk kavminin bu vazife-i tarihiyyesini yirminci asrın kısm-ı evvelinde tanıyacak ve Asya’da büyük bir vazife-i Efendiler vazifemiz temdindir. Bittabi’ maksadımız sırf şey emel edinmiyor ve hiçbir şeyden bahsetmek istemiyo ruz. Siyaset bizden uzaktır. Biz Asya’da siyaset yapmaya cağız. Asya doğarsa ilmen insaniyeten medeniyeten doğar; ve böyle doğmalıdır. İlm-i insaniyyet medeniyet-i akvamın rehber-i harekatı olursa akvam arasında siyaseten tezad da olmaz. Tekrar ediyorum Asya doğmak üzeredir. Ve fakat bu sebeple biz Türklere azim bir vazife teveccüh eylemektedir. Binaenaleyh tavsiye ederim. Unutmayınız Asya cihetinde neşr-i ilm ile neşr-i hakayık ile lisan ve edebiyatımızı din ve milliyetimizi takviye etmek borcundayız. Osmanlılar zaten bu vazifelerini anlamışlardır. Biz Avru pa’ya karşı Avrupa’da daha ziyade münasebat-ı siyasiyye ve hukukiyyemizi hüsn-i idame ile iştigal ediyoruz. Avrupa’daki vazifemiz daha mahdud ve daha az şamildir. Memleketimize karşı müteveccih taarruzatı yalnız daha güzel surette def etmek şevket-i milliyyemizi daha parlak göstermek bizce orada maksad-ı kafidir. Lakin Asya’ya teveccüh edince bir ilham-ı diyanet-perverane ile mahrum-ı hayat u gıda eder. Sevgili kardeşler muhterem samilerim! Bizi şu gece buraya cem’ eden ve bu vesile ile birtakım irşadat ve beyyinati aliyye ile efkarımızı ve bilhassa İslamiyet’in ve Osmanlılığın aciz ve fedakar hamiyetli bir hadimi olan bu abd-i acizin efkarını tenvir buyuran Abdürreşid İbrahim Efendi ile muhterem kardeşimiz Hacı Ömer Yamaoka Efendi ve onun beyanatını tercüme ile ilave-i mütalaat buyuran Mustafa Zühdü Beyefendiye arz-ı şükran eylerim. Kısm-ı a’zamınız lisan-ı Arabi’ye vakıf bulunduğunuz cihetle nutkuma İmam Ali kerremallahu vechehu hazretlerine mümasilleridir. Hepsinin pederi Adem valideleri Havva’dır. Eğer bir asalet bir neseb da’vasıyla yekdiğerine tefahür edenler akvam ve anasır arasında şerefçe takaddüm aramak daiyelerinde bulunanlar var ise bilsinler ki cümlesinin aslı topraktır. Fazilet; erbab-ı kemale ehl-i ilm ü takvaya aittir. kainatın hülasası.. Kainat bir nazar-ı dikkat ile mütalaa edilince görülür ki birçok ailelerin mecmuudur. Birçok aksamın mecmuundan müteşekkil bir hey’et birçok eczanın hey’et-i umumiyyesinden mürekkeb bir kitledir. Alem-i hayvan alem-i nebat alem-i cemad... Bunlardan her birisi hatta alem-i ervah birer aileye teşbih olunur. sam ile birer ailedir. Bütün beni beşer bir ailedir devletler birer aile kavimler birer aile aileler birer ailedir. Şu halde kainatın bütün eczası yed-i kudretle vücuda getirilmiş bir hey’et-i mecmua-i aile olması ve insanların sair hayvanatın da öyle birtakım ailelere inkısamı insanların efradı arasında nev’iyetleri i’tibariyle fark-ı hakıkı olmadığına bir delildir. Ve hakıkaten fark yoktur. Çünkü inde’l-İslam sabit olan hakayıktan birisi de her şeyin ademden husule gelmiş olmasıdır. Ve ilm-i hikmet noktasından ecsamın aslı maddedir esirden ibarettir. Öyle ise her şey vahide raci’dir. Fakat bu vahidden neş’et eden hakayık ayrı ayrı her biri kendisini teşkil eden mahiyat ile sıfat ile birbirinden temayüz etmiştir. sıfatı sebebiyle hayvanlara faik olmuştur. Acaba insanların sair hayvanat ve bütün hadisat üzerine takaddümünün sebeb-i hakıkısi nedir? Yemeleri içmeleri mi yoksa kuvvetleri sesleri mi? Hiç zannetmem ki bunlar olsun böyle olsaydı mesela arslanın insana faik olması lazım gelecekti. Çünkü o insandan daha kuvvetlidir. Kezalik sesi güzel bülbüllerin faik olması iktiza ederdi. Çünkü insanlarda o kadar güzel sesliler bulunamaz. Demek ki bunlar insanın tefevvuk ve takaddümüne bir sebep teşkil edemez. İnsanda vedia-i celile-i ilahiyye olan ve hayır ve şerri farık bulunan bir kuvve-i mümeyyize bir kuvve-i natıka var; işte insanın mümtaziyetine sebep odur. Ancak herhangi bir kuvvet olursa olsun kendisinden alavechi’l-matlub himme hasıl olamaz. Ondan istifade etmek lazım. Binaenaleyh kuvve-i akıleden istihsal olunacak fayda nedir? Yani kuvve-i akıle ne suretle istihdam edilmeli? Pekala bilirsiniz ki mevcudattan her nev’in kendisinden matlub kemalatı var. Bir adam kalemini yontarken kalemtıraş bu idi. Akıldan matlub olan kemal hakayık-ı eşyayı anlamaktır. Herhangi bir akıl ki hiç kullanılmayan bir kalemtıraş gibidir. O akıl hiçtir. Binaenaleyh bu aklın sahibi “Ben de gi bir akıl layık olduğu suretle isti’mal edilmeyerek hakayıkı ala-hilafi’l-vaki’ öğrenir bu akıl deminki akıl gibi olmayıp adeta sahibinin başına bela kesilir. Çünkü matlubun hilafına kullanılmıştır. Bir şeyi hilafında kullanmak suistimaldir hederdir. Şu halde insanların en ziyade nazar-ı dikkat ve gayretleri önünde bulundurmaları lazım gelen mesailden birisi akılları boş bırakmamak hakayıkı öğrenmeye sevk etmektir. Fakat Arabın dediği gibi hakayık-ı kevniyyeyi öğrenmek vacibat ve mümkinata dahi şamil olmak üzere bütün ulumu ihata kudret-i beşeriyyeden hariçtir. Bu halde insanların ne yapmaları lazım gelir ne yaparlar? Bir kere suret-i umumiyyede her ferde ayrı ayrı lazım olan ulumu öğrenirler; ondan sonra hey’at-ı ictimaiyyeye ait ulumu tahsil ederler. Bu cihetle bir cem’iyet-i insaniyyede aded-i muayyen dairesinde mühendis aded-i muayyen dairesinde tabib avukat... ilh.. bulunmak lazım. Bu cem’iyetin kaffe-i efradını tababete sevk edecek olursak cem’iyet muattal kalır. Binaenaleyh bu yolda taksim-i mesaiye lüzum vardır. suretle emretmiştir: zım olan ulum. lan ulum. Bilirsiniz furuz-i ayniyyeden olan teklifat ibtida ahkam-ı diniyyeden başlar. Her müslüman kendisinin i’tikadına ibadetine ve maişetine müteallik lazım olacak umur ve ahkamı öğrenmeye me’murdur. Mesela müteehhil olmayan bir müslüman için ahkam-ı nikahı öğrenmek farz olmadığı halde teehhül edenler için lazım oluyor. Kezalik ticaretle iştigal etmeyen bir adam için muamelata dair ahkamı öğrenmek farz olmadığı halde ticaretle iştigale başlayınca ona dair ahkamı bilmesi lazım gelir. Fakat biz ne vakit Avrupalıların büyük ticarethanelerinde bir hukuk müşaviri bulunursa o vakit bu vazifeyi anlarız. Çünkü Avrupa bir hukuk müşaviri bulunduruyormuş diye kütüb-i ictimaiyyelerinde görmüşüz. Avrupalı yaptığı yeyi öğrenmek lazımdır” deyince takdir etmeyiz. Şimdi biz bunu tedkık edecek olursak daha pek çok hakayıka vasıl oluruz: Abdürreşid İbrahim Efendi Hocamız buyurdular ki birtakım adamlar Mekke’ye gelir tavaf ederler. Fakat onda ne gibi makasıd bulunması lazım geldiğini düşünmezler. Gafil gelir gafil giderler. Bu doğrudur. Halbuki böyle bir vasıta-i siyasiyye başka hiçbir milletin elinde yoktur. Böyle iken onların ukalası insanları bir araya toplayacak umumi sergiler gibi tedabire müracaat ediyorlar. Din-i İslam ise bizi bu zahmetten kurtarmış. Ka’be-i Muazzama’yı ziyareti üzerimize farz kılmıştır. Erbab-ı iktidar oraya gider birçok ihvan-ı dini ile görüşür ma’lumat alır memleketlerine ehl-i İslam bu vasıta ile yekdiğerinin ahvalinden haber almış olur. Bilirsiniz ki din-i İslam’ın ahkam-ı mübeccelesindeki hikmet hem maddi hem ma’nevidir. Çünkü o din-i ali bir din-i siyasidir bir din-i fennidir bir din-i iktisadidir bir din-i irfanidir hasılı dünyevi ve uhrevi saadeti mucib bir din-i alidir. Bey’in “İnanmak İhtiyacı” şi’r-i latifinde dediği gibi– inanmak adamda ahlaken hissen saadeten birçok nekayis vardır. İnsan bu cihetle ma’neviyata inanmaya muhtaçtır. Fakat buna şakavete ma’ruzdur. Doğruya inanmak ihtiyacı daha cibili daha hulkıdir. Din-i İslam inanmak ihtiyacını def’ ediyor mu? Hay hay. Neye? Evvel-emirde bir ma’bud-ı azime. Nasıl inanıyoruz? Zannederim ki biz din-i İslam’da bulunanlar her birimiz kendimizden ve bizim mislimiz mahiyet-i nev’iyyece müşterekimiz olan insan ve mahlukat-ı saireden sadır olması mümkün olmayan asarın halikı mucidi olan bir zata ibadet ederiz. Mesela şu küre şemsin etrafında deveran eder. Fakat bunu devrettirmek için insanların ve sairenin kuvveti kudreti var mıdır? İşte o halıkın bu gibi asar ile insanların kudretinin fevkinde olması lazım gelen ne kadar hadisat varsa hey’et-i mecmuasını ve kaffe-i mevcudatı icad eyleyen Zat-ı akdese iman ve ibadet ediyoruz. O mevcuda inanırız ve onda ma’budiyet tasavvur ederiz. Bu nasıl ifa olunur? O mevcud bizim kendi cinsimizden olmadığı kendim gibi insandan bir lütuf görürsem kıyas-ı nefs ile onun memnun olacağı şeyi bulurum; fakat o mevcud insan değil madde değil. Öyle ise rızasını tahsil için ne yapmak lazım gelir? O Allahu Azimüşşan kemal-i lütfuyla bize vazifei ubudiyyeti ifa yollarını da öğretmiştir. Ancak onu ifa ederken hem vazifemizi layık olduğu vechile edaya çalışmış oluruz hem de aynı zamanda sıhhaten sal ederiz. İşte hac bunun en büyük bir misalidir. Allah’ın nazargah-ı ehadiyyeti olan Ka’be-i muazzama ki maasi-i beşer orada dökülür. Bir mü’min Beytullah’ı tavaf ederken Allah’ın esma-i sübhanisini zikreder ala-i rabbanisini nazar-ı dikkat ve teemmüle alır. En büyük ibadet azamet-i ilahiyyeyi tefekkürdür. Bu surette kat kat hasenat ihsan olunur. Orada bir hacı dünyevi ve uhrevi saadete mazhar olur. Peygamber aleyhisselam efendimizin orada doğduğunu orada te’sis-i din-i mübin eylediğini o Ka’be-i Muazzama’yı tavaf eylediğini düşünür kalbindeki iman kuvvet bulur. İşte haccın bazı fevaid-i ma’neviyyesi. Haccın fevaid-i maddiyyesinden bahsetmeyeceğim. Bittabi’ bu gibi mecalis icmal mecalisidir. Ve onu da Reşid Efendi damların istiskal eylediğini iştittim. Fakat bu hakıkati bilmemekten düvel-i mütemeddinenin ma’ruz olduğu mesarifi ve buna mukabil vergi mecburiyetini nazar-ı insafa almamaktan neş’et eder. Zekat nedir? Şerait-i mahsusa-i şer’iyye dairesinde malın bir kısmını temlik etmek vermektir. Fakir adam zekat almaya ehil olur fakat en büyük ehil hazinedir. Acaba hangi devlet mutasavverdir ki ahalisinin servet-i memlukesinden senede ancak yüzde iki buçuk ile gisi yüzde’lere kadar çıkıyor. Bizim din-i İslam’ın vaz’ ettiği vergi ise emval-i ticariyyede yüzde’tur. Şu halde bu verginin ağır mı görülmesi lazım gelir? Yoksa kemal-i teşekkürle kabul edilmesi mi? Şu vergiyi verdirmekte ne gibi hikmet var? Evvela bakmalı ki şeriat-i celile-i ne derece riayet olunur? Siz verginizi getirir hazineye verirseniz din-i şer’inizi ifa etmiş olursunuz. Fakat bir fakir adama da verebilirsiniz. Yine böyle olur. Lakin sair devletlerde hazineye getirmedikçe vazife ifa edilmiş olmaz. İslam bütün ahkamında bize hürriyeti öğretiyor. muktezasınca o hükumet-i celilenin mebadi-i teessüsünde yani İslam’ın edvar-ı zehebiyyesinde ne suretle vergi tahsil olunduğunu düşünelim. Ta’dad-ı ağnam hakkında Nehcü’lBelaga ’da münderic mektuplar bize o adaleti gösterir: “Sen hukuk-ı hükumeti tahsile gittiğin zaman en iyisini seçme ve mükellefini tazyik etme. Çünkü o mallarda sahibinin hakkı hükumetin hakkından daha çoktur.” Ancak bu gibi müsaedat layık olanlara bahşolunur. Neden tatbik edilmediğini suale hakkımız yoktur. Bu gibi ahval mukabele kaidesiyle cereyan eder. Ben nasıl eksik vermek çaresini ararsam hükumet de tahsil çarelerine öylece tevessüle mecbur olur. Fakat o zamanlar hiç kimse hiçbir şeyini ketm ü ihfa etmezdi. kalmaz. Çünkü insanların mahkemeye gideni kanun-ı ahlakiye boyun eğmeyen sınıfıdır. Ashab-ı ahlakın gidecekleri yalnız bir yer varsa o da müfti huzurudur ki hakkı anlamak sonra kanuna uğraşırcasına tevfik etmeye hileye sapanlara elbette her şey olacaktır. Şeriatin bize bahşettiği hukuku ele alarak istifade yolunu arayıp da kendimize tealluk eden vezaifi laki ile nasıl tevfik kabul eder? Şu halde bahsimizin evveline dönelim: İlme. Biz ilim deyince ne bu ilmi adeta en basit bir müslümana kafi ilm-i şer’i diye düşünüyoruz ne de her şahs-ı Osmani’nin kaffe-i ulumu ihata etmesini tasavvur ederiz. Herkes evvela din ve dünyaca muhtaç olduğu ma’lumatı matı istihzar eylemeli ve o esnada mensup olduğu cem’iyete hizmet için lazım gelen hamiyeti ifa etmeli. Menfaat-i şahsiyyenin zımnından menfaat-i umumiyye çıkar. Şu halde biz menfaat-i umumiyyeye hizmet edeceğim diye kendimizi feda edercesine doğrudan doğruya her şeyi terke hacet yoktur. Ama her şeyimizden tecerrüd ederek bütün mevcudiyetimizi menafi’-i umumiyyeye hasredersek... Bu büyük şandır. Fakat ben kendi hesabıma göre hiç zahmet çekmeden mensup olduğumuz millete hizmet edebiliriz i’tikadındayım. Menfaatimizden hiçbir şeyi fedaya hacet yok. Fakat cem’iyetin memleketin saadeti menfaatin suret-i istihsalini öğrenmektir. Ne vakit bunu yaparsak dünyaya hakim bir millet olacağımız şüphesizdir. Ulum-ı dünyeviyye dahi şer’-i şerifin evamir-i celilesi cümlesindendir. Mesela İslam’da asar ve fazlı kemalat-ı ilmiyye ve takvası bütün dünya tarafından tasdik olunmuş Gazali merhumun İhyaü’l-Ulum’unu açınız size diyecek ki: Bulunduğunuz cem’iyette miktar-ı kafi etıbba bulunmayacak olursa cümleniz asisiniz! duğu kadar erbab-ı tababet bulunacaktır. Noksan olursa o cem’iyet asim olur. Bugün biz iyi biliyoruz ki ümmetler şevketlerini istiklallerini muhafaza etmeleri kuvve-i maddiyye ve ma’neviyyeye mütevakkıftır. Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ümmet ve ashabına zamanında mevcud eslihanın hepsini verir techiz ederdi. Biz müslüman olduğumuz diyanet-i sahiha erbabı bulunduğumuz için her ne halde olur isek olalım bizim batıldan ibarettir. Böyle olaydı Hazret-i Peygamber aleyhisselam ve ashab-ı kiramı ellerini arkalarına bağlar öyle harbe giderlerdi. Halbuki öyle mi yaptılar? Hep zamana göre lazım olan esliha ile ve imkan dairesinde ashabı techiz etti. Evvela böyle hazırlandılar sonra dediler her şeyde nusreti Allah’tan beklediler. Bu sayede livayı Muhammedi’yi cihanın aktar-ı muhtelifesinde temevvüc ettirdiler. Demin arz etmiştim ki insanlar birçok ailelerin mecmuu olarak yine bir ailedir. Şimdi biz acaba kaç türlü aileyiz? Ve lisana aynı diyanete hatta aynı san’ata mesleğe salik olanlar da birer ailedir. Bir kere bu devlet devlet-i İslamiyye’dir “Allah payidar etsin” birçok anasırdan mürekkeb bir aile-i mümezzicedir. Sonra ikinci derecede aileler var: Mesela hekimler eczacılar softalar askerler katipler... Bunlar hep birer ailedir. Fakat o ailelerin ikinci derecede de bir aileleri var. Şu halde her birimiz diğere nisbetle bir cüz’ mesabesindeyiz. Şimdi mesela Osmanlılık ailesinin bir parçasını ben diğer birer parçalarını da siz teşkil ediyorsunuz. Ondan sonra hudud-ı Osmaniyye dahilinde İslam’la şeref-yab olanlar var bunlar da bir pederin evladıdır. Şu halde ben hiçbir vakit ailemin içinde menfaat-i şahsiyyeye kasr-ı amal edemediğim gibi bu memleket dahilinde de kendi şahsıma kasr-ı amal edemeyeceğim. Osmanlıların menafiine hizmet edeceğim ve bununla insaniyet-i hakıkıyyeye vasıl olacağım. ceğim ki dünyada ne kadar müslüman varsa onlar da benim ailemden ibarettir. Kendi menfaatimi nasıl düşünürsem aksa-yı şarktaki bir müslümanın menfaatini de ayniyle öyle düşünürüm gücüm yeterse onun alamına yetişirim. lara teşmil edeceğim: İnsanlar bir babadan doğmuş kardeşlerdir diyeceğim; cümlesine lihaza-i şefkat arz edeceğim. bir arzu diye telakkı olunur. Halbuki alem-i insaniyyetin – müslim gayrimüslim– bütün alem-i medeniyyetin en samimi metalibinden birisi ittihad-ı İslam olmalıdır. Ve bu maksad ehl-i İslam’a münhasır kalmamalıdır. Zaten hakıkati anlarsalar İslam olmayanlar da buna iştirak eder. Neden? Hani biz insaniyet ailesi idik. Ailiyet ne yapar? Şerikinin menfaatine hizmet değil mi? Acaba bu hizmet yalnız menafi’-i maddiyyesine mi münhasırdır yoksa menafi’-i dimağiyye ve fikriyyesine de mi şamildir? Hiç şüphe yok bu Zaten insanların en birinci vazifeleri hizmetleri dimağ-ı beşeri tenvir etmektir; zulmet-i cehl ile dimağlarda teessüs etmiş batılatı söküp atmak dimağ-ı insaniyi nur-ı hakıkatle cilalandırmaktır. Halbuki din-i İslam ne diyor? Mü’telif olun; Biz bunu bütün insanlara telkin eylesek de böyle bir vahdet-i beşeriyye hasıl olsa cem’iyet-i beşeriyye zarar mı görür? Öyle ise ittihad-ı İslam fikri beşeriyetin zararına değil; karınadır. Yalnız iş nerededir? İşin içine makasıd-ı siyasiyye karışır da “Benim nasılsa elime geçmiş olan ni’meti diğeri şu vesile ile kapıverirse...” diye korkuluyor. Bunun bir misali hasettir. Haset insanlar arasında müstevli bir hastalıktır. Ancak evliyaullah arasında haset hükmünü birbiriyle muhasedeleri var mıdır? Yoktur. Neden? Çünkü mütenahidir. Bana lütuf buyurmakla niam-ı ilahiyye eksilmez. Fakat emr-i dünya böyle değil. Ulema arasında erbab-ı maarif arasında haset var derler. Doğrudur. Çünkü biri ötekini bir mevkiide gördükçe “Neden ben geri kaldım der bana verilecek şeyi o aldı. Ben açıkta kaldım. Değil mi ki mutlaka bir seçme ile verilecek her halde bir kaçı boşta kalacak...” Şimdi devletlerin de siyaseti budur. Devletler ahlakı medeniyeti insaniyeti bir tarafa bırakıp da mes’eleyi siyasiyata dökmek isterlerse o vakit ittihad-ı İslam’ı da istemezler riyi de istemezler. Çünkü mesela İslavlar ittihad etse Cermenler tehdide ma’ruz olacaklardır. Son asırlara kadar bilinmemiş bir mes’ele vardı. Kürenin döndüğü bilinmiyordu. Şimdi ise dünya bilsin ne olur? Kimin zararına dokunur? “Yahu! Sizin bu i’tikadlarınız hep vehim. Dönen şems değil küredir.” dersek “Peki” der kabul eder. Neden buna kimse kızmıyor? Çünkü kimsenin siyasetiyle bunun alış verişi yok. Halbuki bu nasıl bir hakıkat ise ittihad-ı İslam fikri de öyle bir hakıkattir. Fakat o işine gelmiyor onu kabul etmez. “İttihad-ı İslam olmuş müslümanlar el ele vermiş; bundan sana ne olur?” diyecek olsan “İyi ama sonra gayrimüslimleri tehdid eder” derler. Halbuki bu da bir vehim. Fakat anlatamazsın. Her ne ise biz o noktayı bırakalım hüsn-i niyetle çalışalım. nen ailemiz efradından bulunan müslümanları yekdiğerine tanıtmak kardeş olduklarını bildirmek. Buna hiç kimsenin Aynı zamanda bir aile-i Osmaniyye olduğumuzu da unutmayacağız. Bu da vazife-i medeniyyedir. Bütün Osmanlıların yani din ve mezheb i’tibariyle muhaliflerin dahi şer’ ve aklın bahşettiği hukukunu tanımaktan ne kaybederiz? Bu ne Allah’ın rızasına münafidir ne de meslek-i siyasetimize. Osmanlılığı da muhafazaya çalışmaya borçluyuz. Sözlerimi hülasa ediyorum. Zaten sözlerim demek içinde benim hiçbir şeyim yoktur. Benden evvel hitabet eden iki arkadaşımın mülahazatı hatırıma bazı şeyler getirdi. Sizi rahatsız ettim. Sözün neticesi cümlemizin bildiği bir mertebe-i insaniyyeye hizmettir. ye mecburdur. Hatta talebemden bilenler vardır ben ders okuturken diyorum ki hace ile talebenin farkı bir ayak merdivenden farklar zahiri ictimai ahvalden ibarettir. Çünkü herkesin götüreceği sekiz arşın bezdir. İnsan kabre girince bu hakıkat tecelli eder. Kanburlar bile orada dosdoğru olur diğerlerinden farkı kalmaz. tir. Bu ailiyet ahkamınca insana lazım olan kendisini rezile-i cehlden kurtarmak ve kendi gibi bir babanın evladı olan ahlak-ı aliyye işte medeniyet-i hakıkıyye!... Muhabir – Ta’mim-i lisan için ne yapılıyor? Nazım Bey – Türkçemizin memleketimizde umumi lisan hükmüne girmesi Osmanlı namını taşıyan bil-cümle vatandaşlarımız etmeyen hiçbir Osmanlı yoktur. Türk lisanıyla mütekellim olanlara ve bilhassa hükumet-i Osmaniyye’ye terettüb eden vazifenin en mühimmi efrad-ı Osmaniyye’yi yekdiğerine rabt edecek olan lisan-ı Osmani’nin suhuletle tahsilini te’mine çalışmaktır. Bu hususta en evvel nazar-ı dikkate alınacak nokta imla keyfiyetiyle lisanı sadeleştirmek için kavaidini Türk lisanı kavaidine inhisar ettirmektir. Türk kavaidinin ne kadar muntazam ve basit olduğunu ta’yin için Grand Ansik lopedi’ nin Türk edebiyatı hakkında yazdığı bendi okumak kafidir orada deniyor ki: “Eğer dünyanın bütün sarf uleması bir yere gelip de gayet basit bir gramer yapmayı düşünmüş olsalardı Türk lisanının kavaid-i sarfiyyesinden daha basit daha muntazam bir gramer te’lifi mümkün olamazdı.” Osmanlı milleti için şayan-ı memnuniyyet bir nokta daha varsa Asya’da bulunan ve adedi hiç şüphesiz yetmiş milyonu mütecaviz olan Türk ve Tatarların Osmanlı lisanını lisan-ı edebiyyat ve muhaberat olmak üzere kabule mütemayil ve bu yolda biz Osmanlılardan ziyade sai bulunmalarıdır. Bir lisanı mütekellim olanların adedi ne kadar çok olursa o lisanla muharrer asara edilecek rağbetin de o nisbette ziyade olması tabii ve bunun da terakkı-i lisan için ne kadar büyük bir müşevvik teşkil edeceği azade-i izahtır. Rusya’da bulunan Türk ulemasından Doktor Ali Bey’in dediği gibi Türk lisanı yalnız Türklerin değil bütün İslamların lisan-ı fennisi olmak istidadını haizdir. Bu zatın iddiasınca lisan-ı Arab lisan-ı dinisi; lisan-ı Türki de lisan-ı fennisidir. – Bir encümen-i daniş yapılması mukarrer midir? – Bu babda ma’lumatım yoksa da bu gibi suallerin tekerrürü maksadın te’minine hizmet edeceği için böyle bir sual karşısında bulunduğumdan dolayı size teşekkürler ederim. Zira bu sualler tekerrür etmeli ki bu müessese bir ihtiyac-ı mübrem sırasına geçmiş olsun. “Lord Cromer’in meslek-i siyasisine muhalif olarak Lord Gorst’un gösterdiği vifak ve itilafın bir maksad-ı hafiye mübteni olmasından dolayı endişe-nak olan ukala-yı kavmin hükumet ile ahali arasında mucib-i tefrika olacak esbabı kuvve-i ihtilaliyye birtakım kutah-binlerin gösterdikleri asar-ı tereddüdden ümidlenerek yeni mesleklerinde muvaffakiyet te’min ettikleri zu’muyla kılıçlarını çektiler hürriyeti mahveden şecaat-i edebiyyeyi kelepçeleyen adalet ve insaniyet kavaidine külliyen mugayir olan ma’hud matbuat kanununu ortaya koydular. Bu fecianın alamıyla inlemekte olduğumuz bir sırada ikinci bir kılıcın üzerimize taslit edildiğini gördük: Asayiş-i umumiyi muhafaza bahanesiyle hükm-i hakime iktirana lüzum görülmeksizin masuniyet-i şahsiyyeyi hakk-ı müdafaayı ihlal eden idareten nefy cezaları tatbikatına ma’ruz kaldık. Şimdi de nefy-i siyasi cezasına namzed bulunuyoruz. Zaten nefy-i idari cezası bir [] tecrübe sır’da bu cezanın tatbikini istilzam edecek bir hal göremiyoruz. katili irtikab eylediği katil fiilinden dolayı koca bir ümmeti taht-ı zanda bulundurmak kavaid-i insaf ve adaletin hangisiyle kabil-i te’liftir? Cürm meydanda katilden ibaret. Diğer katiller gibi mücrim bir fi’l-i katl irtikab etmiş. Vakıa esbab başka. Fakat kanunumuz iki nevi’ katil arasında cezai bir fark görmüyor. Eğer hükumet kanunu ta’dil ederek bu kabil ceraim ashabını yalnız nefy-i siyasi ile muakıb edecekse buna diyecek yok. Meşruti hükumetlere misal olacak bir müzaheret-i hürriyyet-perverane telakkı olunur. Fakat böyle olmayıp da siyasete dair idare-i efkar eden her şahsı istenildiği zaman memleketten çıkarmak veya alıkoymak gibi bir salahiyyet-i vasia te’mini ise artık elverir. Bizden ne istiyorlar. Mallarımızı istedikleri gibi aldılar ref’-i avaze-i iştika etmekten bizi men’ ettiler felaketlerin zaruri olan feryadlarını işittikçe ağzımıza gem koymaya kalkıştılar bizi en’am menzilesine emlakımızı sattılar ağır borç zincirleriyle her tarafımızı bağladılar. Hesap sordukça vaadlerini yeminlerini hatıra getirdikçe memlekette fesad çıkarıyorsunuz silahıyla bizi en uzak yerlere atıyorlar. Çocuklarımızdan kardeşlerimizden sevgili vatanımızdan mehcur ediyorlar. Fakat bizi ne kadar incitseler ve ne kadar istibdad kanunları vaz’ etseler kalblerimizi lisanlarımızı Mısır’ın hukukunu müdafaadan men’e muvaffak olamayacaklardır. Ve bir lahzacık olsun emr-i müdafaada bizi duçar-ı ye’s ü fütur edemeyeceklerdir.” kıb numunelerinden: “Karlova da’vası şahidlerinden sonra sekizinci şahid olarak “Vırbitsa” karye-i İslami mektebine vuku’ bulan taarruzu musavver mezalim bendi üzerine sabık Sobranya a’zasından Muhammed Ali Sultan Giray’ın şehadeti dinlendikten yani Muhammed Ali Sultan Giray da vak’ayı hem kendi yazmış olduğunu ve hem de zat-ı vak’ayı ikrar eyledikten sonra Tatar Pazarcık da’vasına mübaşeret olundu. oğlu Hüseyin Efendi çağırıldı. Yani dokuzuncu bir şahid gibi mahkemeye dahil oldu. Reis sordu: Pazarcık’ta camilerinizin camları kırıldığına ve daha başka vukuata dair ne biliyorsun? Hüseyin Hacı Aliş: Cami içerisine ölmüş dört hınzır laşesi atılmış olduğunu işittim. Acem Muhammed ve Damad Hasan Efendi beraber olarak gittik. Ba’dehu kaymakama haber verdik. Kaymakam gelip laşeleri attırdı. Kırılan camlar hakkında ma’lumatım yok. Müdafi’ Hafız Sıdkı: Bir müslüman kadınını Pazarcık istasyonundan alıp da kıra kaçıran ve orada ırzına geçip ba’dehu elmaslarını söküp bıçakla da cerh eden paytoncu hakkında ne bilirse söylesin. Hüseyin Hacı Aliş: Der-i Aliyye’den gelen bir müslim kadın Tatar Pazarcık istasyonundan şehre gitmek üzere paytona oturur. Paytoncu onu kıra götürür kadının cebren kadını kurtarıp esvabı parçalanmış ve elinde yüzünde mavi bereler bulunmuş olduğu halde şehre götürürler. Reis: Bu nasıl karıdır? Hüseyin: Mu’teber familyadan beş evlad validesi. Reis: Paytoncuyu ne yaptılar? Hüseyin: Bir gece habsedip salıverdiler. Derken Edhem Ruhi vekilleri vasıtasıyla sordurdu: Bundan üç sene evvel bizzat bu şahidin sekiz yaşında bir evladını Pazarcık’ta güpe gündüz sokak ortasından komiteler nasıl kaçırdığını ve bizzat Pazarcık mülhakatında şu birkaç sene keme huzurunda sorunuz dedi. Reis söylesin dedi. Hüseyin Efendi de açtı ağzını yumdu gözünü. Birçok İslam münevveranının nasıl mechul ellerle telef olup katillerin aranıp meydana çıkarılamadığını kendi evladı nasıl çalındığını ne türlü kendisinden para istenildiğini hülasa gayet mühim vakıalar anlattı. Hatta birtakım İslam maktullerinin isimlerini sayarken müddei-i umumi Tafrov hiddetle “Canım istatistik mi tuttun?” diye ber-mutad eğlenmek istedi. Fakat Hacı Aliş Pehlivan-zade Hüseyin hiç dedi. Hüseyin’in bu derece serbest ve fasih Bulgarca ile ikrarları reis-i mahkemenin de hoşuna gitmedi. Zil vuruldu çekil sen de denildi. Hüseyin Efendi de çekilip sıra Tatar Pazarcık mu’teberanından Acem Mehmed Ağa ismindeki Kafkasiyyü’l-asl pir-i muhtereme geldi... ilh.” “Mutaassıp ve kutah-bin birtakım adamların ma’nasız hücumlarıyla başlayan Casablanca hadisesi nihayet müslümanlar oldu. Son telgraf haberleri Emir Abdülhafiz hazretlerinin Fransa konsolosunun tehdidi neticesi olarak teklif olunan şeraiti tamamıyla kabul ettiğini bildiriyor. Şurut-ı ma’lumeyi ta’dad ve tafsilden sonra İşte görülüyor ki bu şartlar Fas’ın ehemmiyet ve istiklalini mahvediyor koca hükumeti adeta Fransa’ya tabiiyet derekesine indiriyor. İstikraz için elMakri’ye verilen salahiyet-i vasia ile Türk zabitlerinin iadesi hakkındaki şart ne kadar ağır ve ma’nidardır. Fas’ın bu mühlikeden kurtulması ihtimali pek azdır. Esasen bu şartlar Fas’ın bütün terakkıyatına mani olacaktır. Eğer Mevlay Abdülhafiz hazretleri memleketini şurişten ve Fransa müstemlekesi yapmaktan kurtarmak fikrinde ise Fas gençlerini Türkiye harbiye mekteplerine fen mekteplerine ve seyrek meyrek görülen teceddüd ve terakkı muhiblerini de Avrupa mekteplerine göndermeli ve şu suretlerle memlekete teali ve milliyet ruhu ifaza etmelidir. Lakin bilmeyiz Avrupa medeniyetinden kaçıp hab-ı gaflette kalmakta ısrar eden tebeası hükümdarlarına bu hususta muavenet şöyle dursun fırsat verecekler mi?” “Bir işte bereket ve muvaffakıyet ancak intizam ile ele geçer. Gelişi güzel dilencilere münferiden tasadduk memlekette fakr u atalet ta’mim ettiği halde zenginlerin müctemian tasaddukta bulunarak hastahaneler yetimhaneler darülacezeler te’sisinden memleket her suretle müstefid olur. Halkımızın son zamanlarda buralarını takdir etmekte oldukları maal-memnuniye görülüyor cem’iyet-i hayriyyeler te’sis ediyorlar. Muavenetlerini bir şekl-i ma’kulede yapıyorlar ki bi-keremihi teala ahd-i karibde semerat-ı hasene iktitafı me’mul-i kavidir. Bu usulün tahsil-i maarif hususunda da tatbikini temenni ederiz. Müslümanlar kendi himmetleriyle mektepler medreseler vücuda getirmişler. Muallim ve muallimeler yetiştirmişler hülasa bu yolda bezl-i mesaiden geri kalmamışlardır. Binaenaleyh Rusya mekteplerinde İstanbul Mısır Mekke Medine darü’l-ulumlarında tahsilde bulunan talebeye yardım edecek hamiyetli müslümanlar az değildir. melidirler. Ez-cümle mahallelerdeki mektep ve medreselerin mesarifatı mahalle ahalisinden müntehab hey’etler tarafından vermelidir. Yetiştirilen gençler himaye olunmalı ve onlara iş bulmak hususunda delaletlerde bulunulmalıdır. Çok gençlerimiz vardır ki ikmal-i tahsil hevesinde bulunurlar. Fakat kudretleri yetmediği cihetle bu heveslerinden istifade olunmuyor. Şimdi millet bu kabil gençleri okutur ikmal-i tahsillerine [] delalet ederse sonra bunlar avdetlerinde milletlerinin terakkısi için neler yapmazlar. Bugün ne olurdu Orenburg’daki milyonerlerimiz böyle bir himaye cem’iyeti te’sis ederek kendi menfaatleri için de adam yetiştirmiş olsalar idi şüphe yok ki terakkımiz daha başka türlü olurdu. cem’iyetlerinden iktitaf ettikleri semerat meydandadır. Halkın terakkısi hükumet için de faideli olacağından hükumetçe mümanaat şöyle dursun mazhar-ı teshilat olmaları me’muldur. Ufa Kazan gibi merakiz ön ayak olursa bu hayırlı maksad çarçabuk teammüm eder.” Süveyş kanalı imtiyaz müddetinin temdidi hakkındaki teklif Mısır Cem’iyet-i Umumiyye’si encümen-i mahsusunda tedkık olunarak menafi’-i milliyye ve vataniyyeye mugayir görüldüğünden reddine karar verilmiştir. Bu babda tanzim olunan mazbata Cem’iyet-i Umumiyyece der-dest-i tedkıktir. Mahalli gazeteler red kararının tasvib olunacağını mevzuubahis etmek suretiyle vatan-perverane makaleler yazıyorlar. Menafi’-i İslamiyye’yi muhafaza etmekte olan bu kararın tasvibini biz de temenni ederiz. Butros Paşa’nın katili Verdani’ye iştirak maddesinden dolayı avukat doktor hukuk talebesi olmak üzere taht-ı tevkıfe alınan münevverü’l-fikr sekiz zat hakkında icra kılınan tahkikat-ı adliyye neticesinde mes’elede bir gune medhalleri bulunmadığı anlaşıldığından men’-i muhakemelerine karar verilmiştir. Ahali kemal-i heyecan ile suduruna muntazır bulundukları şu kararı “Yaşasın Adalet” alkışlarıyla karşılamıştır. Bütün aktar-ı Mısriyye’de meserret-i azime hükümfermadır. Verdani irtikab eylediği fi’l-i katlin saiki hissiyyat-ı vatan-perveranesi olduğunu ve vatana ihanet eden her bir nazırın böyle bir neticeyi göze alması icab edeceğini esna-yı Mevlid-i Nebevi şenlikleri Mısır’da muşa’şa ve muhteşem surette icra edilmiş ve bu münasebetle pek çok ilmi Hind gazetelerinin rivayetlerine nazaran Afganistan emiri hazretleri hilafet-i muazzama-i İslamiyyece kabul olunan nizamat-ı askeriyyeye tevfikan Afgan teşkilat-ı askeriyyesini vücuda getirmek niyetindedirler. Emir hazretleri yaz mevsimini Celalabad şehrinde geçireceklerdir. Afganistan’da maarif günden güne terakkı etmektedir. Habibiye Mektebi’nde talebenin miktarı daima tezayüd ediyor. Emir hazretleri usul-i cedid üzere yeniden birçok mektepler açılmasını emretmişlerdir. Müşarun-ileyhin fetanet ve kiyaset-i şahanelerinden zaten muntazır olan da budur. Cenab-ı Hak tevfikat ihsan buyursun. lam ve diğeri Hindu olmak üzere ta’yin olunan iki zattan Münhal azalığa gayrimüslim bir zatın ta’yini takarrür ettiğini haber alan ahali-i müslime heyecana gelerek nümayişlerde bulunmuşlar ve kendilerinden bir zatın ta’yinini musırran talep eylemişlerdir. Taleb-i vakı’ ahiren is’af olunarak Abbas Ali Bey vazife-i mezkureye ta’yin edilmiştir. Hind matbuat-ı Hindistan’da tahsil-i ibtidainin meccanen olması hakkında teşebbüsatta bulunuluyor. Bengale İslamları komşuları olan Hinduların terakkıyat-ı fikriyyelerini nazar-ı i’tibara alarak onların seviyye-i irfanına yetişebilmek için bir cem’iyet-i İslamiyye te’sis eylemişlerdir. Cem’iyet; İslam talebesine muavenet edecek ve onları milliyet ve ittihad terbiyesiyle yetiştirecektir. Mekatib-i lacaktır. Bengale eazim-i İslamiyyesi kaffeten cem’iyet azalığını deruhde eylemiştir. Allame Şemsülhüda Resulülmehami Müslüman ceridesi sahibi Muciburrahman Efendiler hazeratı bu meyandadır. Şu himmetlerinden dolayı muhterem kardeşlerimize teşekkürler eder ve mazhar-ı felah olmalarını eltaf-ı sübhaniyyeden tazarru’ ve niyaz eyleriz. Cezair kıt’ası çekirgelerin dehşetli istilasına ma’ruz kalmıştır. Kesif çekirge bulutlarından güneş görülmüyor. Muvaredat muvasalat tamamıyla munkatı’ olmuştur. Tarih-i tabii uleması tedkıkat-ı mahsusada bulunuyorlar. Nev’ini ve esbab-ı tekessürünü henüz anlayamamışlardır. Cezair’de Fransa hükumeti tarafından bir İslam darü’lfünunu açılacaktır. Vakit gazetesi sahibi Fatih Kerimov Efendi İslamlar için darü’l-muallimin te’sisi mes’elesine dair gazetesinde münderic mülahazadan dolayı yüz elli ruble ceza-yı nakdi ve bir ay hapse mahkum olmuştur. Mahkumiyet kararı esbab-ı mucibesinden anlaşıldığı üzere Vakit gazetesi geçen sene ’inci nüshasında “Bügülme Darü’l-muallimin’i” serlevhasıyla bir makale neşretmiş İslam Terakkı Cem’iyeti tarafından Bügülme şehrinde ana lisanını ve ulum-ı diniyye ve hesap ve tarih ve coğrafya usul-i ta’lim ve terbiye ve Rusça lisanı tedris olunmak üzere bir darü’l-muallimin te’sisi için müsaade istenildiği halde hükumetçe ruhsat verilmediğinden ve bu dersler İslamlar arasında mine’l-kadim okutturulmakta olduğu halde muallimler yetiştirecek bir müessese bulunmadığından bahis ile “Hükumet darü’l-muallimini kendisi açar müslümanlara açmaya müsaade etmez muallimlerden şehadetnamesiz muallimlerin tedris ettikleri mektepleri kapamakta asla iğmaz-ı ayn etmez ise kendisine asırlardan beri kaviyen merbut bulunan milyon müslümanı bizzat harice kaçırmış olur.” maarif dairesinden sorularak alınan cevapta darü’l-muallimin te’sisine müsaade olunmamasının esbabı nizamat-ı hazıra icabınca İslam mektep ve medreselerinde yalnız ulum-ı diniyye ve Tatarca kıraat ve kitabete mesağ-ı kanuni olup ulum-ı saire ve umumi fenleri tedrisin salahiyetleri haricinde bulunduğu ve müslümanlara mahsus darü’l-muallimin açılması hakkında nizamnamede bir sarahat olmadığı gibi okunması cevaz-ı kanuniye mukterin dersler için de hocaların yetiştirdiği muallimler derece-i kifayede olduğundan böyle bir müesseseye ihtiyaç da bulunmadığı beyan edilmiş olmasından dolayı neşriyat-ı vakıa müstelzim-i ceza görülmüştür. Fa’tebiru... Bir müddetten beri şehrimizde bulunup Japonya’da intişara başlayan din-i mübin-i İslamiyyet hakkında müteaddid nutuklar iradıyla samimi teveccühlere mazhar olan Japonyalı Hacı Ömer Yamaoka Efendi kardeşimiz bugün Japonya’ya müteveccihen hareket ediyor. Dün beray-ı veda’ sa Darü’l-Hilafe’de hakkında ibraz olunan asar-ı teveccüh ve mihman-nevaziden pek memnun ve müteşekkir olduğunu bunu hiçbir zaman unutamayacağını kalbi daima buradaki müslüman kardeşleriyle beraber olduğunu ve Japonya’da din-i İslam’ın intişarına bütün mevcudiyet ve gayretiyle çalışacağını samimi ve hararetli sözleriyle ifade ederek misafir-perver müslüman kardeşlerine ve bütün Osmanlılara selam ve vedaının tebliğini rica etmiştir. Kemal-i akıbet ve selametle memleketlerine muvasalat ve arzularının ulviyetiyle mütenasib surette nail-i muvaffakiyyet olmalarını Cenab-ı Hak’tan temenni ederiz. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Nisan Dördüncü Cild - Aded: – – Yine Dozy diyor: Putperestlerin bu halleri “esteizu-billah” sure-i En’am’da mezkur nazm-ı celilinde beyan buyurulmuştur. Ma’na-yı şerifi: Müşrikler Cenab-ı Hakk’ın halk etmiş olduğu hububatla çar-pa hayvanlardan kendisine nasip ta’yin ettiler bir menzuru ikiye bölerek zu’m-ı batıllarınca bu hisse Bari Teala’ya bu da alihemize mahsustur dediler. Bu suretle tefrikten sonra alihenin hissesi Bari Teala’ya vusul bulmaz Bari Teala’nın hissesi aliheye vasıl olabilir. Onların verdikleri hükümler hep böyle fena ve cahilanedir. Envarü’t-Tenzil’de ber-vech-i ati tavzih-i keyfiyyet olunmuştur: Arap müşrikleri hars ve nitacdan bir mikdar şeyi Allah Teala’ya tahsis ile misafirlere ve mesakine sarf u infak diğer mikdar bir şeyi de alihe-i batılaya tahsisle onu sedeneye yırdıkları şeyleri ezka “daha nemalı ve değerli” görürlerse alihenin hissesiyle değiştirirlerdi aliheye tahsis ettikleri şeyler ne kadar kıymetli olsa onları daha ziyade sevdikleri için onu hali üzere bırakırlardı. Cenab-ı Hakk’ın halk ettiği şeylerden ma’nasına olan kavl-i kerimi Halık’a kendi halkında hiçbir şeye haiz-i kudret olmayan cemadatı teşrik belki tercih etmekte olmalarından naşi müşriklerin fart-ı cehaletlerini iş’ar etmektedir. kaydıyla da bu yaptıkları muameleler onların müstenid olmadığı ifade buyurulmuştur. Arap müşriklerine irca ediyor. Bundan suret-i umumiyyede Arapların bu adete mülazemetleri anlaşılmaz. İçlerinden bir kabilenin bu minval üzere hareket etmeleri kifayet eder. Demek isteriz ki ne Kur’an-ı Kerim’in ne de müfessirin-i kiramın bir suret-i umumiyyede nakil ile bütün kabaile ber’in terceme-i halinin eski bir muharriri Yemen’deki Havlan kabilesine hasren atf ediyor” demekten ne ma’na çıkar? Kur’an-ı Kerim ıtlak üzere beyan-ı keyfiyyet ettiği cihetle muamele-i mezkurenin yalnız bir kabilede sübutu kafi olacağı emr-i aşikardır. O kabile Havlan kabilesinden ibaret olursa ne lazım gelir? Haydi farz edelim ki Kur’an-ı Kerim ma’na-yı umuma dall imiş. Bu takdire göre Hazret-i Resul-i Ekrem’in terceme-i ahval-i seniyyelerini yazan o eski muharririn buna muhalefet etmesi kendi sözünün butlanını müstelzim olur berahin-i kat’iyye ile hücciyyeti sabit olan Kur’an-ı Kerim’in beyanına halel gelmez ki bundan Dozy bir şey kazanabilsin. Meramına nail olsun. de Kur’an-ı Kerim’e veya tevarih-i İslamiyye’ye muhalif olarak söylenmiş bir söz bulursa onu diline dolayarak İslamiyet aleyhine bir hüccet-i katıa gibi sened ittihazına yeltenir o sözün batıl olmak ihtimalini asla hesaba katmaz. Merkumun bu hareketleri de yalnız mütercim-i bi-vayenin nazar-ı muşikafanelerinde büyük bir ihata derin bir im’an asar-ı bahiresinden ma’dud akl-ı selim husulü denilmeye şayan oluyor. Ve mahza bu hikmet-i aliyyeye! mebni her sözünün kabulünü din kardeşlerine! tavsiye ediyor. Doktor Dozy’nin ittihaz etmiş olduğu bu meslek-i nahemvar fevkinde mükabere ve mücadele bil-batıl tasavvuruna bütün a’da-yı İslam bir yere toplansalar çare bulamazlar. Herifin insafına bakın! Kur’an-ı Kerim’in tasrih etmediği bir şeyi sarih addediyor. Sonra da ona muhalif bulduğu bir kelamı sıhhatine ikame-i delile lüzum görmeyerek kat’i surette gösteriyor. mücadil ile münazaraya girişmek hakka ki pek büyük bir tenezzüldür. Fakat doktor ünvanını takınan iki kimsenin tenasur ve tevafuku ile husule gelmiş bir eserin –her neye dair olursa olsun– bütün muhteviyatını hakaik-i sabite farz ve tevehhüm edecek kuteh-binan-ı bed-endişanı mezleka-i dalaletten vikaye vazifesi insanı bu tenezzüle de mecbur ediyor. Bu şaşkınlar düşünmüyorlar ki doktor olmayan bir zat doktorluk serairine aşina olmadığı gibi doktorluğa hasr-ı mesai eden kimse de mebahis-i diniyye ve hakaik-i İslamiyye’den o nisbette bi-ganedir. Bir adam müsteşrik addolunmakla da her şeye agah olamaz. Bu tarz-ı acible ika-i cidal ve ibraz-ı husumet naşir-i Nasraniyyet olan Cizvitlerin i’tibar etmiş oldukları cidal-i batılın da kat kat fevkindedir. Onların bu babdaki prensipleri şundan kat ellerindeki kitaplarda aynen mübeyyen olursa “Bunu Kur’an falan kitaptan almıştır çünkü onun aynıdır” derler. Eğer onların birindeki beyana muhalif olursa “ Kur’an’ın beyanı vakıa mutabık değildir zira bizim kitaplarımıza mugayirdir” derler eğer onların kitaplarında ne isbat ne de nefy edilmiş değilse yine “gayrisahihtir çünkü bizim kitaplarımızda yoktur” derler. Ulema-yı İslam bu kuru iddialara karşı izhar-ı hayretle “Haya ve insaftan müberra bulunan bir münazirin diğerine mukabil mükabere-i husumet-karanesi işte bu kadar olabi lir” diyorlar. Ve kemal-i metanetle de şu hakıkati i’lan edi yorlar. Biz beyanat-ı Kur’aniyye’nin kat’iyyetine Resul-i Ek rem efendimiz hazretlerinin tebliğ buyurduğu Kitab-ı Kerim ’in hıfzen ve kitabeten tevatür-i sahih ile menkul ve ezher cihet masun olmasıyla beraber nübüvvet ve risaletine berahin-i bahire ikame ediyoruz ki onların biri –mukaddimede bi’l-etraf izah olunduğu üzere– kendisi asla teallüm ve tahsil ile iştigal buyurmamış bir recül-i ümmi olduğu halde ulum-i evvelin ve ahirine aşina olmalarıdır. Bu hal ve hakıkate binaen Kur’an-ı Kerim kütüb-i ahdeyne muvafık olduğu ahbarda olanları tasdik meskutun-anh kalan bir şeyi beyan ettiği takdirde yeni baştan i’lan eylediği gibi muhalif bir etmiş olacağı vareste-i iştibahtır. Çünkü o kitapların asılları zayi olduktan yüzlerce sene sonra yazılmış neşredilmiş olmaları kabil-i inkar değildir. Hiç birini katib ve naşirine isnad-ı muttasıl ile inha etmek mümkün olamıyor. Bize karşı duracak muarız esas-ı müddeamızı tahkim etmekte olan delail ve berahine dokunacak bir söz bulup söylemeli kanun-ı münazara dairesinde i’tiraz serd etmelidir. Yoksa esası bırakıp da teferruata ait bade guyane sözlerden bir şey kazanamaz. Çünkü isbat-ı nübüvvet berahini her türlü halelden vareste olarak hiçbir mukaddimesi kadh ü taarruza uğramayarak sıhhat ve metanetini muhafaza ettikçe ortaya atılan sözler hep efsanedir safsatadan başka bir mahiyet ihraz edemezler. Yine o diyor: “Madun uluhiyyetler” dediği bil-cümle alihe-i batıla es nam vesaireye şamildir. Fakat Cenab-ı Hakk’ın “haşa” kız ları olmak i’tikad-ı batılı yalnız melaike hakkında şayi’ idi. nazm-ı şerifi onların bu iftira-yı azimlerini hikaye ve ibtal etmektedir. Cinlere zaten doğrudan doğruya ibadet olunmazdı. Dozy’nin yukarıki iddiası hilaf-ı hakıkattir. Merkum “cin” ta’birinin bilhassa onların mütemerridleri olan iğva-yı cihetle bu tevehhüme kapılmıştır. Şeyatine ibadet etmeleri atla ibadet-i esnama inhimaklerinden ibarettir. Mine’l-kadim nası putperestliğe sevk eden onlar değil midir? Hatta Dozy’nin dediği gibi putlardan sada işitildiği emr-i vakı’ ise o da onların bizzat yahud sedene vasıtasıyla ika ettikleri iğvaat kabilinden bir şey olacağı derkardır. nazm-ı celili müfadınca devr-i cahiliyyette Araplar cinlerden istimdad ederlerdi esna-yı seferlerinde muhavvif yerlerde beytutet edecekleri zaman “Bu vadinin seyyidine süfehasının şerrinden istiaze ederim” derlerdi. Melaike-i kiramı ma’bud ittihaz eyledikleri de esteizübillah . nazm-ı kerimi ile sabittir. ma’na-yı şerifi: Zikr eyle ol günü ki Rabbü Zülcelal kaffe-i müşrikini haşr u cem’ edip –kendilerini takri’ ve tebkit tevakku’ ettikleri şefaatten size mi hasr-ı ibadet ediyordu? Cevaben diyecekler: Ey Rabbimiz! Biz daima seni takdis ederiz şerikten tenezzühünü biliriz bizim velimiz ancak zat-ı uluhiyyetindir. Müşriklerle muvalatımız onları ibadetimize da’vet ettiğimiz yoktur. Kendileri masivaullaha ibadet hususunda şeyatine mutavaat ettikleri için alel-hakıka onları ma’bud ittihaz etmiş oluyorlar. Nasın ekserisi bize değil onlara iman ve inkıyad ediyorlardı. “Alihe ittihaz olunanlar içinden melaikenin bu hitaba ma’ruz kılınmaları onların hitaba haiz-i salahiyyet olması heyakil ve esnama ibadetten maksad-ı batıl ervah-ı ulviyyeye takarrüb olduğundan ibadet-i melaike asıl ve mebde-i şirk bulunması hikmetine mebni olmak gerektir” Vakta ki daire-i fütuh tevessü’ ederek Müslümanlık pek uzaklardaki memleketlere kadar yayıldı; vakta ki ahkam-ı şeriatin hafızları ravileri arzın muhtelif noktalarına dağıldı; bir taraftan levazım-ı medeniyye ve ictimaiyyenin artması diğer taraftan muamelatın teşaübüyle Arab’ın gayrı olan akvamın düd eylemesi gibi esbab daire-i kazayı tabiatıyla tevsi’ ettiği ve iftaya kalkışması gibi bir ihtilal-i şer’inin zuhurundan korkularak atin kitaplara yazılmak suretiyle zabt u tedvininden; ikincisi ahkam-ı muamelatta tahaddüs eden mesaili kavanin-i şer’e tatbik edebilmek için usul-i şeriatin tefriine hadim birtakım kavaid vaz’ından ibaret idi. Zannıma göre bu iki emr-i mühimme olan ihtiyacı herkesten evvel hisseden halife-i adil Ömer bin Abdülaziz olmuştur ki birinci ihtiyacı bertaraf etmek için kibar-ı tabiinden karn-ı evvel-i hicretin sonlarında kibar-ı tabiinden Zühri’ye hadisi defterlere yazarak memleketlere dağıtmak emrini vermiş Zühri de bu emri infaz etmiştir. Nitekim vak’a herkesin ma’lumudur. varmış ise de te’mini kendisinden sonra gelen eimme-i müctehidine kalmıştır. Evet İmam Malik bin Enes öyle rivayet ediyor ki Ömer bin Abdülaziz “İnsanlar arasında ne kadar fücur hadis olursa o kadar mesail-i kaza tehaddüs eder” dermiş. Bu mühimmeyi Ömer bin Abdülaziz idrak etmiş olduğu gibi Malik Şafii Ebu Hanife Ahmed bin Hanbel ile Davud-ı Zahiri gibi zaman-ı hazırda hiç erbabı kalmayan diğer birtakım mezahibin imamları kezalik Zeyd bin Ali Cafer-i Sadık gibi mezhebleri hala payidar olan eimme-i Şia da işi anladıkları için sünnet-i Resul’ün defterlerde kitaplarda zabt u tedviniyle iktifa etmeyerek beyan u tafsile tefri’ u tertibe olan ihtiyac-ı kat’iyi gördüler; Kitap ve sünnetteki usul-i şeriate nazar-ı im’an ile bakarak oradan birtakım ahkam çıkardılar; sonra mezheblerinin usulüne ictihadlarının kavaidine göre o ahkamı tevsi’ tertib tedvin eylediler ki usul kitaplarında musarrah olan bu mebahisi her biriniz benden iyi bildiğiniz için izahat vermeye kalkışmıyorum. Bu suretle kavanin-i şer’i ictihadlarının sa’ylarının müsaid olduğu mertebede zaptettiler. Binaenaleyh her mezhebin kitabı erbabının bu güne kadar düstur ittihaz eylediği bir şeriat oldu. Biz bu büyük imamların eda etmiş oldukları hizmet-i celileyi uzun uzadıya sena edecek değiliz. Zaten bunların millete şeriate ettikleri hizmetin azametine mikyas olarak yalnız şunu söylemek kafidir ki: sul’e vukufunu iddia eden rast gelen adamın dereke-i aczine düşmekten ancak onlar sıyanet eylemişlerdir. Ne olurdu sonradan gelen ulema da kavanin-i fıkh ile ameli yoluyla eda edeydi... Evet kütüb-i mezahib meydana çıkdıktan sonra usul-i şeriat bırakılarak taklid-i sırfa tebaiyet edilmek yüzünden tehaddüs eden hal eimme-i selefin birçoğu tarafından intikad edilmiştir. Lakin bu intikadatın hedefi müctehidler değildi; müctehidlerin ancak hata ettikleri noktalar intikad edilir idi. Asıl intikadın büyüğü müctehidlerden sonra gelen fukahaya mukallidine raci’ idi. Zira bunlar acaba selef muhti midir yoksa musib midir? diye hiç delile bakmaksızın eimmenin sözlerini usul-i şer’iat menzilesine çıkarırlar ne söylemişlerse onunla amel ederlerdi. Halbuki delili sabit olmadıktan sonra sözlerinden hiç biriyle amel edilmemesini eimmenin kendileri tavsiye ediyor. Eimme-i müctehidin istediler ki kendilerinin tefri’de ittihaz ettikleri tarik –mesail-i hadisenin bir kısmını diğerine kıyas etmek erbab-ı mesalihin işini tesviye için icabında o mesaili usule irca eylemek hususunda– kendilerinden sonra gelecek ulemaya bir şahrah olsun. Onların istiksada beyanda tefri’de o kadar ileri gitmeleri ise herkesin bilir bilmez usul-i şeriate müracaatla fetva vermeye kalkışmasına meydan bırakmamak içindi. Çünkü öyle yapılmasaydı tabiinden tebe-i tabiinden olan huffaz-ı şeriatin inkırazından kezalik daire-i İslam’ın müslümanlarca kolayca anlaşılabilir birtakım kavanine ihtiyaç hasıl olacak derecede tevessüünden sonra kaza teşettüte ihtilale uğrayabilirdi. Lakin eimme-i müctehidinden sonra gelen ulema bu gayeti hakkıyla anlayamadıkları için kendilerini eimme-i müctehidinin vukuundan sakındıkları tehlikeye attılar: Evet bunlar iki mütebayin meslek tuttular ki biri en ufak bir hatve-i terakkıye bile mani’ olan tazyik-i müfrit mesleği diğeri hiçbir had ile hiçbir kayd ile mukayyed olmayan tevsi’-i müfrit mesleğidir! Evvelki meslek icabınca ictihadı kendilerine külliyen haram ettiler; hatta gerek zaruretin gerek gözetilmesi şeriat-i faat-i ammenin icab ettiği mesailde bile ictihada yanaşmadılar. sı hükumat-ı hazıra-i İslamiyye’den bazısının bilhassa umur-ı cinaiyye ve ticariyyede Avrupa kanunlarını kabule mecbur olması bu taassub yüzündendir. şerhlerle doldurdular; hatta en ehemmiyetsiz yahud alem-i maişette tesadüfü muhal olan bir mes’ele hakkında namütenahi akval serd ettiler ki bu kavillerin kaffesi şer’ yahud şeriat i’tibar olunuyor. Sonra bu kavillerden sahihi yahud esahhı yahud müfta-bihi ile amel etmek cihetini kadıların reyine bıraktılar ki bu suretle hakimiyet-i ferdiyyenin inanını bila-kayd u şart alabildiğine koyvermiş oldular. Binaenaleyh eimme-i müctehidinin uzaklaştırmak istedikleri tehlikeye hem kendileri düştüler hem de bizi düşürdüler müslümanları adaletin zamin-i yeganesi bulunan hakimiyet-i cemaatten mahrum bıraktılar. İşte bu hal asr-ı evvel-i İslam’ın nihayetinden başlayarak zamanımıza kadar devam edip gelmiştir. Evet vakıa aynı mes’elede muhtelif reyler beyan olunmak kavanin ve şerai-i mevcude üzerine birçok şerhler haşiyeler yazılmak bize has değildir; her millette vardır. Mesela Fransa kanununun erbab-ı hukuktan Dalloz Carpentier Jean-Baptiste Sirey gibi birçok şarihleri müfessirleri bulunuyor. Ancak bu milletlerde kaza cemaate mevdu’ bulunduğu kuvve-i teşriiyye ferdin hakkı olmayıp milletin milletvekillerinin hakkı olduğu için onlarca düsturu’l-amel tutulan şey kuvve-i teşriiyye tarafından vaz’ olunarak hükumetin kabulüne iktiran eden kanunlardır ki artık bu kanunlar bırakılıp da haşiyelere şerhlere kezalik erbab-ı hukukun dermeyan edeceği reylere bakılmaz; bu berikilere ancak pek vazıh olmayan bir madde-i kanuniyyenin tefsiri yahud mesail-i hadiseden bazısının bazısına tatbiki için müracaat olunur. Nutkumuzun baş taraflarında demiştik ki: Şeriat-i İslamiyye’de birtakım usul birtakım kavaid-i külliyye vardır ki teşri’ için esas i’tibar edilir. Bunlardan çıkacak ahkam kat’i olmakla beraber devr-i ashabda fukaha-yı sahabenin şurasıyla amel olunurdu. Nas mevcud olduğu takdirde bile meşverete müracaat olunursa artık ictihada yahud o asıllara kıyasen teşri’e yahud o asıllardan istinbata muhtaç olan mesailde ne yapmış olmaları lazım geleceğini siz düşününüz. Yukarıda da söylemiştik ki ashab-ı kiram bir hükmü ancak ümmetin ihtiyarıyla ulemasıyla istişare ederek cümlesinin muvafakatini istihsal ettikten sonra verirlerdi. Hatta eimme-i müctehidinden bir kısmı ahkam-ı sahabeden bazısını şer’ yahud tefrie esas olacak usulden bir asıl olmak üzere kabul etmiştir ki usul kitaplarında musarrah olduğu vechile buna amel-i sahabe yahud icma’-i sahabe namını verirler. Şimdi ashab-ı kiramın bir mes’ele hakkında bil-icma’ kabul ederek şer’ i’tibar eyledikleri hüküm bizim için düsturu’l-amel olmak lazım gelirse bu lüzum iki emr-i mühimmi üzere bil-icma verdikleri hüküm bizim için düsturu’l-amel olmak lazımdır. İşte Avrupalıların bugün vaz’-ı kavanin hususunda ta’kib ettikleri şu tarz için şeriat-ı İslamiyye’de bir asıl mevcud iken biz onu bırakmış da garplıların hallerine kanunlarına yahud usul-i meşveretlerine gıptalar ediyoruz! olabilen bazı ahkamı müştemil bulunması haysiyetiyle şer’ olabilir; yoksa bunlarda zikri sebk eden şart-ı teşri’ baliganma-belağ mütehakkık değildir. Bir kavlin asla akreb olması i’tibariyle diğer bir kavle tercihini şahs-ı vahide bırakmak o kavlin yahud o hükmün düsturu’l-amel tutulacak bir şer’ yahud kanun şeklini almasına medar olamaz; meğer ki cumhur-ı müteşerriinin yahud cemaat-ı müreccihinin mazhar-ı kabulü olsun. İşte bizim vücub-ı bekasını te’yid etmek rast gelen mes’eleyi bildiği gibi kesip atması değildir! Hayır hayır! Mesalih-i ibadın tegayyür-i ezmanın icab ettiği ahkamı takrir etmek ancak ulema-yı müslüminden müteşekkil bir cemaatin vücuduna mütevakkıftır. Böyle bir cemaat-i ilm da mezahib-i muhtelife erbabı arasından neş’et eden fukahanın akvalini cem’ ederek bu akval içinde hakıkate maslahata mutabık gelen Kitap sünnet icma kıyas-ı sahih ile müeyyed usul-i şeriate tevafuk eden kısmının muamelatta mer’i tutulmasına o ulema tarafından müttefikan karar verilmesiyle olabilir. Bu suretle her müslüman kendi hukukunu tehalif birçok akval-i fukahadan istediğiyle hükmetmesi gibi keyfi muamelata meydan bırakılmamış olur. Zaten ihtilaf-ı mezahib mesela bir Şafi’i’nin lehinde yahud aleyhinde Hanefiye’nin kezalik bir Maliki hakkında da Şafi’iye’nin kavliyle hükmetmeye mani değildir. Zira bütün bu mezahibe tabi olanlar aynı dinin evladıdır; kütüb-i fukahada münderic bütün akvalin me’hazı ise birdir ki o da şeriattir. Zaten bu sözümüzü vuku’-i hal de te’yid eder; evet: Memalik-i İslamiyye’nin kısm-ı a’zamında muamelat devletin mezhebi üzerine cereyan ederdi hala da öyledir. Hatta bazen ahalinin ekseriyetini teşkil eden kısmı mezhebine tabi’ olmadığı bir devletin zir-i hükumetinde bulunur. Bununla beraber ulema için bu husus da rical-i hükumeti muahezeye vesile olamaz. Evet kütüb-i mezahibden muamelat-ı müslimin için etraflı bir kanun meydana getirmek lüzumuna kail olanlara yan bakmak doğru değildir. Belki ıslah-ı kaza için tevessül olunacak en hayırlı bir vesile varsa o da budur. olmadığı gibi müslümanların kendi zalim hakimlerinden adaletsiz hükumetlerinden gördükleri mezalim kazadaki zaafa noksan dine yahud şeriate raci’ değil ancak turuk-ı teşri’ ve tenfize ait bulunuyor. Bir din ki zalimlerin başına yıldırımlar yağdırır; zulmü şirk ile müsavi tutar; kemal-i adl ü hakkaniyyet yenin saadetini ister... Böyle bir din için zulmetmek imkanı yoktur olmamıştır hem ebediyen olmayacaktır. Ortada bir zulüm varsa onu müslümanların kendileri yapıyorlar; hem yine kendilerine yapıyorlar. Efendiler Biliyorum ki kazanın uğradığı za’af o tezelzül ile bu yüzden meydan alan cevr u i’tisafın yeni bir şey olmadığı hakkındaki sözüme benden bir delil isteyeceksiniz. Evet böyle bir delil talebinde haklısınız. Size hep bir araya getirilse gayet cesim bir kitap olabilecek kemiyette delail serd etmek kabil iken burada yalnız bir tanesiyle iktifa edeceğim: Bilirsiniz ki ulemanın müftilerin fukahanın müteşerri’lerin kesreti medeniyet-i İslamiyye’nin kemal-i mecd ü şevketi er-Reşid’in devridir. Zira bu devirde şeriat unfuvan-ı kemalinde tefri’ bidayet-i mecdinde idi. Eimme-i müctehidin teşri’ verilirdi. riyet üzerine Kitabü’l-Harac’ı emirülmü’minin Harun er-Reşid’e vermiştir ki içinde ayetten hadisten yahud ashab-ı kiramın kazasından başka bir şey yoktur. Yani bütün münderecatı şeriat-i tahirenin esaslarından ibarettir. Ebu Yusuf bu kitabında Allah’ın Resul’ünün kazasıyla ashab-ı Resul’ün kazasına yahud cemaatin kazasına rücu’ lüzumunu bildiriyor. Diyor ki: “Ya emirelmü’minin siyaset-i raiyyet cibayet-i harac tevzi’-i fey hususunda sen yalnız bu asıllara müracaat et. Mazlumun feryadını bizzat dinle; hakim ihkak-ı hak ederken bizzat hazır bulun. Fukara-yı zürraın imdadına yetiş zira zulm biçareleri helak edecek öyle işittim ki me’murların ehl-i haracı güneşin altında tutuyorlarmış dövüyorlarmış onlara hiçbir vechile helal olmayacak muamelelerde bulunuyorlarmış!” de idi. Eimme-i şeriat ise o zamanlar refah u naim içinde bulunuyorlardı. Pekala sonraki asırlara ne diyeceksiniz ki emr-i teşri’ muharric müreccih fakih müfti namı altında namütenahi ellere tevdi’ olundu ki bunların her biri: “Şeriatullah benim şu sözümden yahud fülanın şu sözünden ladı. Bu hal rabıta-i kazanın ayrılmasından kuvvet-i cemaatin teşettüte uğramasından başka bir şey değildir. Fe la havle ve la kuvvete illa billah! Efendiler netice-i kelam: Adaletin zamin-i yeganesi hakimiyet-i cemaattir yoksa hakimiyet-i ferd değildir. Vaz’ u tenfiz cemaata mevdu’ olmadıkça yalnız başına teşri’-i kaza da adli kafil olamaz. Zannetmeyiniz ki karşınızda duran bu “fesli” ulema-yı dinden eimme-i müctehidinden olmadığı halde kalkmış da dine yeni bir şey sokmak yahud ahkam-ı diniyyeyi değiştirmek istiyor. Asla!.. Hakimiyet-i cemaat müslümanlıkta yeni bir şey değildir belki asr-ı sahabeden kalmadır. Nitekim İslam’ın devr-i evvelinde kaza için bu esas-ı metini vaz’ edenler onlardı. Devr-i saniye gelince buna dair söyleyeceğim söz şundan ibarettir: Düvel-i İslamiyye’den iki devlet bu lüzumu takdir etmiştir. Birincisi Endülüs Devlet-i Emeviyyesi’dir ki karn-ı salis-i hicrette Kurtuba şehrinde ecille-i ulemadan müteşekkil bir şura-yı kaza te’sis eylemiştir. Doğrusunu söylemek lazım gelirse bu meclis hakkında size tafsilat veremeyeceğim. Ancak sahaif-i tarih arasında gördüğüm ma’lumat Endülüs şura-yı kazasının ehemmiyetini müeyyeddir. Maatteessüf bugün yanımda bulunmayan Kurtubi’nin Kitabü’lAhkamı ’nda şu sözler münderecdir: “Şura birçok ahkamda etmiştir.” Aliyyesi’ni te’sis eden Devlet-i Osmaniyye’dir. –son– Hamiş – Refik Bey Mecelle Cem’iyeti’nin maksad-ı teşekkülünü ğundan tercümesinden vazgeçtik. Daha sonra sözlerinde hatası varsa afv olunmasını bir lisan-ı mahviyyet ile rica ederek nutkuna hatime veriyor. makale-i vakıfane dailerince menkıbe-i celile-i mi’raciyyeye dair de ma’lumat-i tarihiyyeyi ve ol babdaki rivayat-ı sahihanın neşri için bir arzu-yı halisane husule getirdi. Şayan-ı derc ü kabul görüldüğü suretinde makale-i dervişanem Sıratımüstakım ’in bir köşesine sıkıştırılmak ricasıyla takdim olundu. Habib-i Huda hace-i her-dü-sera aleyhi ekmelü’t-tehaya sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin menkıbe-i celile-i mi’raciyyeleri Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye’de ilk defa bin yüz ile bin yüz otuz senesi içinde Üsküdar’da Doğancılar’da defin-i hak-i ıtır-nak piran-ı tarikat-ı aliyye-i Halvetiyye’den ve sadat-i kiram-ı zevi’l-ihtiramdan Hazret-i Pir Muhammed Nasuhi kuddise sırrıhu’l-hadi’nin hankah-ı feyz-iktinahlarında ta’zimat-ı faika ve tekrimat-ı layıka ile kıraat edilmiş ve bu resm-i bihine mahsus olmak üzere i’mal ettirilen kürsi de el-yevm hankah-ı mezkurda mevcud ve mahfuz bulunmuştur. Menkıbe-i celilenin nazımı ise Galata Mevlevihanesi meşayih-i kiramından Nayi Osman Dede merhumdur. Hazret-i nazım ekseriya pir-i müşarun-ileyh hazretlerinin meclis-i arifanelerine müdavim olduklarından bir gün esna-yı sohbette uşşak-ı üdebadan bir zat-ı sütudesıfatın zade-i tab’-ı aşıkanesi olan nuut-ı nebeviyyeden bir na’t-ı şerifi huzur-ı pirde kıraati esnasında mecra-yı kelam bahs-i kudsi-i mi’raca tebdil olunduğu cihetle Dede hazretleri de çoktan beri bu vadide bir manzume-i aşıkane nazmetmek niyazında iseler de mazhar-ı kabul-i ali ümniyye-i halisanesine medar-ı azim olmak üzere delalet-i ruhaniyye ve muavenet-i ma’neviyyelerini istirham eylediklerinden bu niyaza kalben iştirak buyuran hazret-i pir hemen teveccüh ve vaki olan işaret-i aliyye üzerine cenab-ı nazım menkıbe-i celileyi ve hazret-i pir de arabi tevşihlerini nazm u inşad buyurmuşlardır. Nazım-ı müşarun-ileyhin müsellem olan faziletleri derecesinde fenn-i musikıye de intisab-ı tamları olduğundan usul-i mevzuası vechile besteleyip bir leyle-i mi’racda kıraat edilmiş ve bundan sonra Hazret-i Sünbül Sinan kuddise sırrıhu’l-Mennan ve Hazret-i Hüdayi kuddise sırrıhu’l-Hadi gibi piran-ı tarikat hankahlarında ve git gide bilcümle tekaya ve cevami’-i şerifede emr-i kıraat teammüm etmiştir. Menkıbe-i celile-i mezkure münasebetiyle hankah-ı mezkurda azim bir cem’iyet teşekkül edip o asrın ekabir-i meşayihi kaffeten hazır bulunmuş ve şu muvaffakıyetlerinden dolayı gerek Pir-i müşarun-ileyh ve gerek Dede hazretleri tebrik edilmişlerdir. Bursalı Süleyman Çelebi merhumun meşhur-i afak olan manzume-i viladet-i nebeviyyeleri ne derece mazhar-ı kabul-i has u amm ise bahsi sadedinde bulunduğumuz menkıbe-i celile-i mi’raciyye de o nisbette haiz-i mevki’-i ta’zim ü ihtiramdır. Medine-i Münevvere’de Ravza-i Hazret-i Seyyidü’l-Enam’ı ziyaretle şeref-yab olan bir arkadaşımın oradan gönderdiği bir mektubun suretini irsal eyledim. Pek aşıkane yazılmış olduğundan kariin-i kiramınızın hoşuna gideceğini bildiğim için belki Sıratımüstakıme derc buyurulur ümidinde bulundum. Suret-i Mektub Nur-ı aynım kardeşim Medine-i Münevvere’den bir meveddet-name-i aşıkane tahrir ü takdimini va’d eylemiş idim. İşte bu vaadimi ifa eyliyorum: Bi-hamdillah müyesser oldu vuslat bezm-i canane Kalbimde öteden beri pek büyük yer tutan aşk-ı celil-i Cenab-ı Muhammedi’nin te’sirat-ı hasenesiyle iktitaf olunan semere-i nafia-i muvaffakıyyet; bugün Ravza-i ıtır-nak-i Hazret-i Seyyidü’l-Kevneyn’e yüz sürmek şeref-i azimine nail olmaklığımdır. Eylerim hamd ü sena Allah’a. Bu abd-i bahtiyar; bugün bir başka alemdedir başka bir hayata mazhar olmuştur bu saadet-i uzmaya mazhariyetimin ulviyetini düşündükçe sevincimden ne yapacağımı bilemiyorum. Hazret-i Şeyh Osman Şems’in: Bir dilde ki zahir ola envar-ı Muhammed Zahir görünür çeşmine didar-ı Muhammed buyurmasındaki hikmete bugün asarıyla vakıf oluyorum. Vakta ki Yanbu’dan Medine-i Münevvere’ye müteveccihen hareket olundu; dakıka-be-dakıka kuvve-i cazibe-i Muhammediyye’nin te’sirat-ı hayat-bahşasıyla semt-i canane kurbiyet hasıl olmaya ve adeta sermedi bir hayat kokusu duyulmaya başladı. Fakat günler uzamış yollar ise git git bitmez olmuştu. Hazret-i Sezai’nin: Ya Rab reh-i maksudumu payane yetiştir Ya’ni dil-i divanemi canane yetiştir Cular gibi ta key dolaşam vadi-i Hicr’i Bir sahili yok lücce-i ummane yetiştir Sermest-i mey-i aşk olarak ortada kaldım Ey sakı-i vahdet bana peymane yetiştir gazelini okur okur da ağlardım; ara sıra naire-i aşkın te’siriyle: Ya Resulallah visalin bezmine şayeste kıl Ta gönül olsun şarab-ı aşkının mestanesi diye feryad ile hal-i isti’cal gösterir idim. Hareketimin beşinci günü idi; Bi’r-i Ali denilen merhaleyi geçtikten sonra şafak atmış her şey fark olunmaya başlamıştı. Uzaktan Kubbe-i Hadra göründü. Şu müşahede-i zevk-perverane çeşm-i aşıkanemi tenvir kalb-i hazinimi tesrir edince vücuduma bir lerze arız oldu kendimden geçecek bir hale geldim. Bilaihtiyar deveden atılarak yayan yürümeye ve yana yana ahlar çekmeye başladım. Bu sırada kafilede öyle bir gulgule-i meserret zuhur etmişti ki vasfında kemal-i aczim vardır. Hazret-i Şeyh Şemsi-i Sivasi’nin de aynı halde olarak söylediği şu sözler hatırıma geliverdi: Canan ilinin güllerinin bağı göründü Dost ikliminin lalesinin dağı göründü Dil hastesinin derdine dermanı erişti Eyyub’e dahi sıhhatinin çağı göründü Kaygu gecesi gitti heman kalmadı korku Şemsi’ye bugün dostunun otağı göründü Umum ehl-i kafilede şeydalık laubalilik zuhur eylemişti. Lakin Cenab-ı Nabi merhumun: Sakın terk-i edebden kuy-i Mahbub-i Huda’dır bu Nazar-gah-ı İlahidir makam-ı Mustafa’dır bu na’t-ı aşıkanesi bir şahs-ı mücessem misali cümleyi makam-ı sahve da’vet eylemiştir. Ah kardeşim bu vadide yazacak çok şey var. Ne çare ki yazacak takat yok. Zaten bu hissiyat kalen tasvir olunamaz hal ile anlaşılır. Sırr-ı hal ise Nakl olur neş’e-i esrar gönülden gönüle Berk urur eşia-i ızmar gönülden gönüle muktezasınca kalb-i arifanelerine elbette mün’akistir. Ne saadet ne devlet ki: Bugün masivadan tecerrüdle huzur-ı Hazret-i Fahr-i Alem’de gönlümü o nebiyy-i efhamın aşkına rabt ile müstağrak-ı zevk-i ruhani olmuşum... Ne saadet ne devlet ki: Bugün hadis-i şerifinin sırrına mazhar olmuşum. Ne saadet ne devlet ki: Bugün sebeb-i icad-ı kainat olan o güzeller güzeli Server-i A’zam’ın hamil-i aşkı olmuşum. Hazret-i Şeyh Müştak ne güzel söylemiştir: Saray-ı devletin darü’l-emandır ya Resulallah Mataf-ı buse-gah-ı ins ü candır ya Resulallah Gubar-ı hak-i payin la-cerem iksir-i a’zamdır Cila-yı dideha-yı aşıkandır ya Resulallah Mübarek ravzana ihlas ile ru-mal olan uşşak Ser-efraz-ı güruh-ı arifandır ya Resulallah Babü’s-Selam’dan huzur-ı saadete kadar ne suretle gittiğimden haberdar olmadığımdan bundan bahiste arz-ı i’tizar eylerim. Cenab-ı Saib’in: beyti terceman-ı halimdir. Heybet-i saltanat-ı Muhammediyye’nin derecatını idrakte akıl hayrandır insan sermesttir. Ancak vüs’at-i tasarrufat-ı Ahmediyye sayesinde züvvar ala-derecatihim nail-i zevk-i cavidani ve mazhar-ı feyz-i Rabbani oluyor. Hülasa nur-ı aynım bugün öyle bir haldeyim ki Ben beni bilmem neyim dünya nedir ukba nedir Söyleyen kim söyleten kim aşk nedir sevda nedir Medine-i Münevvere’de züvvarın kesretinden dolayı müddet-i ikametin bil-mecburiyye birkaç güne inhisarı bir de yolculuk iştigali ve ba-husus hasıl olacak iftirakın şimdiden yüz gösteren te’siratı hasebiyle ancak bu kadar yazabildim. Vesselamu ala menittebealhüda. Netice-i kelam: Herkes olur gerçi mezidar-ı aşk Lik ele girmez dür-i şehvar-ı aşk Ukde-i ser-bestedir esrar-ı aşk Böyle demiş hazret-i hünkar-ı aşk Ah mine’l-aşki ve halatihi Ahraka kalbi bi-hararatihi – Esselamü aleyküm! – Ve aleykümüsselam... Efendiler –ma’lum-ı ihsanınız bir seyyah olduğumdan– elbette seyahatime dair ma’lumat almak istersiniz. Onun epeyce izahat vermişsem de ihtisar etmiştim. Bunun için bazı şeyleri ikmal etmek istiyorum. Maamafih seyahatime dair ma’lumat ve meşhudatı böyle birkaç konferansta tamamen söylemek mümkün değildir. Fakat pek mühim cihetlerini hususiyle İslam’a ait kısımlarını biraz daha teşrih etmek istiyorum. Seyahatimin evveli Türkistan ve Buhara cihetleri idi. O cihetlerde tamamen dolaştım. Fakat oralarda on beş sene evvel de cevelan etmiştim. Ona nisbetle bu son seyahatimde o cihet müslümanlarında büyük intibah gördüm. Buhara pek eskiden beri bir menba’-i ilm ve merkad-ı ulema-yı İslam olmak üzere meşhurdur. Bu ilim o zamanlarda Buhara-yı Şerif’te “şerif” ünvanını verdirecek derecede bir hizmet etmiş; ve bu şerafet ona bir izafet-i ebediyye olarak kalacaktır. O cihet ahalisi Buhara’nın ismini zikrettikleri zaman “Buhara-i Şerif” derler. Fakat şimdiki zamanda o şerafet kalmamıştır. Maamafih o sıfat o isimde hala bakıdir. Çünkü bugün müfessirin-i kiram içinde en meşhur olanları orada yetişmiş; fukahanın muhaddisinin en meşhurları o muhitin aguş-i irfanında perver-şiyab-i kemal olmuş.. Onun acaba o istihkak bakı midir? Oralarını görmeyen oranın ahvaline dair haber almayanlarca el-an bakıdir. Maamafih teşkilat-ı kadime yine var. Mesela medreseler duruyor ve oralara devam eden talebenin miktarı da la-ekall .’dir. Ben medreseleri birer birer gezerek ta’dad ettim. Belki ziyade de var. Lakin ta’til münasebetiyle bir kısmı hariçte olduğundan ben o kadar sayabildim. Fakat va-esefa bu binlerce talebenin aziz ömürleri hebaen mensura olup gidiyor. Yirmi otuz sene tahsil ve tedriste bulunurlar da neticede yine bir şeyden haberleri yok. Yalnız “El-hamd” kelimesini iki sene tedris ediyorlar. Bir kitabın mukaddimesini geçip maksada doğru hiçbir vakit girmemişler. Daima dibace ile uğraşırlar. Kendilerine sorarsanız “İstihrac-ı mesail için bir mütalaa istihzar edeceğiz” diyorlar. Halbuki mülahaza olunmalı ki bu uğurda yirmi yedi bin şübban-ı İslam’ın umumu mahvolup gidiyor. Bunlar o kadar okumakla beraber yirmi otuz sene çalışarak ilme hizmet ümidiyle beraber yine diyanet-i İslamiyye’den külliyen bi-haberdirler. Nitekim aralarında meşhur darb-ı meselleri vardır ki namaz oruç kazaya kalırsa derler. Yani –fiili muzari mechul bir kelimeyi ma’lum okuyarak– kadın kaza eder erkek etmez... ma’nasını verirler. Halbuki bu mes’ele bütün müntesibin-i fıkıhça tamamen ma’lumdur. Yani o derece cahil imişler. Yirmi otuz sene ömürlerini neye sarf ettiklerine haberleri yok. Bakınız gaflet ne dereceye getirmiş. Fakat şu kadar var ki talebe-i ulumun mütalaa ile meşgul olması yine fikirde bir isti’dad bulunduğuna delalet ediyor. Biri tarafından bir şey söylenirse anlamak isti’dadı var. Fikir mahdud olması münasebetiyle onu ekser-i evkat suisti’mal ediyorlar. Ben Buhara’ya geldiğim zaman ulema ile talebe ile bazı ğil mevaiz şeklinde camide onlara hayli nasihatlerde bulundum. Rusların tasallutundan hikayeler naklederek zihinlerine bir nevi’ intibah vermek fikriyle bazı şeyler söylemiştim. durmuşlar. Bu gün Ruslara adavet şöyle olur böyle olur... diye harbe hazır olmuşlar. Üç yüz sene uyumuş bir millet üç gün içinde kalktı. İşte isti’dad olması hasebiyle asırlarca körelmiş zihinleri bir gün içinde uyanabilir; fakat cehalet yine yanlış yola sevk ediyor. Kendi mevcudiyetlerinden varlıklarından cüz’i bir şeyler anlayınca “Bizde intibah var yürüyelim...” hulyasına zahib olurlar. Halbuki böyle birkaç cüz’iyatı bilmeye intibah denemez. Bizim Rusya müslümanları - senedir kendilerinde bir intibah var zannediyorlar. Vakıa Buharilere nisbetle bir nevi’ intibah vardır. Fakat nefsü’l-emrde bize lazım olan hakıkı hala meydana getiremeyiz. Daha matlub dereceye gelmemişlerdir. Ve gelmeleri de uzakçadır. Onunla beraber efkar-ı umumiyye terakkı lüzumunu hissetmiştir. Bütün Rusya’daki müslümanlar beray-ı tahsil her tarafa dağılmakta. Bugün elhamdü lillah yalnız İstanbul’da yüzlerce talebe görülmektedir. Evvelce de gelirdi fakat yer bulamazdı “Tatardır” diye sürerlerdi. Lakin şimdi elhamdü lillah o vartadan kurtulduk. Din ve kan kardeşlerimiz bütün kollarını bize açtılar. Bunun gerek lisan ile umumi hususi beyan-ı teşekküre borçluyuz. Türk diyorsam da Türk Tatar diye ayrı gayrı kavim dan meşhur “Fischer” diyor ki: Sibirya Tatarlarının aslı Osmanlı Türkleriyle bir olduğunda –etnoğrafya fennine tatbik olunursa– şüphe yoktur. Bunu Tatarlar da inkar edemez. Bunun için şimden sonra Türk Tatar demeye hacet yoktur. Hepsine “Türk” diyeceğiz. Binaenaleyh Rusya Türkleri Osmanlı Türklere bu himaye ve kabulden dolayı müteşekkirdir. Bizim Buhara’da ve Türkistan-ı Çini’deki Türkler Rusya’nın tazayyuku altında çiğnene çiğnene bir dereceye kadar on beş yirmi sene evvelki haline nazaran bir nevi’ intibah gelmiştir. Maamafih bu intibah hal-i ibtidaidedir. Herhangi şehire karyelere gidilirse ibtidaiye mektepleri küşad olunmakta olduğu görülür ve olunmuşları da pek çoktur. Bununla beraber istikballerini de düşünmeye başladılar. Bu cihetler mülahaza edilirse şevk ve memnuniyetimiz artar. Özbeklerde bir isti’dad-ı ticariyye de var. Hatta bizim Rusya’daki meşahir-i tüccaran beyninde meşhurdur ki Türkistan müslümanlarına derler. Ticarette Yehudilerden ziyade istidadı olduklarından kendi beynlerinde konuştukları zaman böyle derler yani “O kadar ticarette isti’dadları var...” demek isterler. Moskova en büyük ticaret merkezidir. Rusyalı Türklerden büyük tüccar bulunur. Fakat Buharalılardan iki üç yüz tacir var. Ve bütün ticaret merkezlerinde de Buharalılar gayet terakkı etmektedirler. Kendi memleketlerinde de en büyük ticaret yine kendi ellerindedir. Her ne kadar Amerika’dan pamuk tüccarları gelse de evvela Buhara tüccarının elinden geçmedikçe ecnebi eline giremez. İsterse orada ecnebiye satar istemezse ta Londra’ya Amerika’ya kadar götürür. New York’ta Mancester’da kendilerine meydan açmışlar. Ticaretçe istikballeri gayet parlaktır. Her ne kadar ilmen geri kalmışlarsa da istikballeri bizim Rusya Türklerinden gayet parlaktır. Diyanet mes’elesine gelince bu hususta ittifakları tamdır. Emr-i maaşta ayrılsalar da diyanette birleşirler. Aralarındaki habl-i diyanet pek metindir. Bu i’tibarla istikballeri parlaktır. da Rus hükumetinin binlerce aile Rusları onların içerisine hicret ettirmesi mes’elesidir. En cahil Ruslar bütün Türkistan’nın Her sene iki yüz iki yüz elli bin adam Buhara cihetlerine hükumetin cebriyle nakl-i mekan etmektedir. Maamafih bu hicretin oradaki müslümanlara zararı olmakla beraber faydası da yok değildir. Mazarratı var çünkü yerlerine Ruslar malik oluyor. Faydası var çünkü bunları gördükçe intibah hasıl olur. Rusların o koyu ve kızıl cehaletini görünce bunlar ilme rağbet ederler. Rusların cahilliği zaten bütün dünyaca meşhurdur. Onlar nereye gitseler yine öyle cehalet içinde yüzeceklerdir. Zira Rus milleti kendiliğinden mektep açmaz. Hükumet açarsa ve cebr ederse o vakit çaresiz gidip gelirler. Bu derece mutaassıb cahillerdir. Ama müslümanlardan çok ümidimiz var. İnşaallah fıtratlarında merkuz istidadı izhar ederek en ali bir derece-i terakkıye vasıl olurlar. Burasını bilmiyorum ama bizim taraflarda hemen her karyede müslümanların iyi kötü birer mektepleri bulunur. Bizim memleketimizde on beş haneli bir köy varsa mutlaka bir mektebi de vardır. Hatta göçebe halinde dolaşan Kazaklar var onlar eyyam-ı sayfta bir iki hane birleşerek bir muallim tutarlar çocuklarını okuturlar. O derece ulum-ı diniyyeyi çoçuklara bildirmek için çalışırlar. Muallimler bi-hakkın muallim olsa az zamanda tamamıyla tenevvür edecekleri şüphesizdir. İşte bu eski zaman usulüyle beraber yine bir dereceye kadar okuyup yazmak cihetini te’min ederler. Bu cihetle Rusya müslümanları Ruslardan geri kalmayacaklardır. Belki müslümanların istikballeri daha parlaktır. Zahiren her ne kadar rical-i devlet Rus ise de umumiyetle bakılırsa Rusların maişetine nisbetle müslümanların maişeti daha iyidir. Bunun için komşu Ruslar ihtida etmektedirler. Komşusuna bakar görür ki müslümanların hali hıristiyanların haline nisbetle çok müterakkı. Bir kere müslümanların evleri güzel ve temiz. Halbuki kendilerinin köpeği de orada domuzu da orada. Vakıa avam fakat ne kadar olmasa da yine bir idraki var düşünüyor bulunduğu din bu hale sebep olur der; İslamiyet’i kabul eder. Hatta gazeteler yazmış: Senede elli bin Rus İslamiyet’le müşerref oluyor diye. Vakıa bu mübalağadır; fakat herhalde birkaç bin kişi müslüman oluyor. Onun da sebebi işte komşuluk te’siri. Hizmetçilerimizin çoğu da Ruslardır. Müslüman aileleri içinde bulunurlar; temizliği saadeti görürler kalblerinde bir incizab hasıl olur. Çünkü din-i İslam din-i fıtridir. Tabiata fıtrata muvafık gelir. Görür anlar mürur-ı zamanla müslüman olur gider. Ma’lum müslümanlarda misyonerlik yok kabul edenler hep kendiliğinden. Şimdi yine Mançurya’daki müslümanlara nakl-i kelam ediyorum. Evvelki konferansta onlar hakkında bazı ma’lumat vermiştim. Hakıkaten onların ahval-i diniyyeleri gayet tedennidedir. Bundan üç yüz sene mukaddem Desukıleri Arap lisanından Çin lisanına tercüme edecek adam bulunurken bugün sure-i Fatiha’yı okuyacak adam bulunamıyor. Bittabi’ samiin-i kiramın hatırına gelir ki: Acaba bu kadar tedenni neden ileri gelmiş? Ve Bunun neticesi ne olacak? Elbette neticesi vahimdir. Cehaletin neticesi –maazallah– küfürden başka nedir? Ama sebep ne imiş bu hale gelmesine? Bunun sebebi de benim tahkik ettiğime göre bir zamanlar ulema varmış. Ulum-ı diniyyede gayet kamil fazıllar yetişmiş. Bunu o kitaplar gösterdiği gibi usul-i tedriste ta’kib ettikleri tarik de gösteriyor. Çünkü okudukları kitaplar bütün diyar-ı İslamiyye’de ma’ruf olan ve ta’kib edilen kitaplardır. Fakat sonra her nasılsa bir taraftan Çin tasallut etmiş ezmeye çalışmış diğer taraftan da ulema-yı İslam bazı hulyalar ile ahaliyi okuyup yazmaktan men’ etmeye çalışmışlar. Bu hakıkat bugünkü ef’al ve etvardan nümayan oluyor. Çin’deki müslümanların ahvaline dikkat olunacak ve kendilerinden sorulacak olursa diyorlar ki: Ulema sebep oldu. – Niçin ulema sebep oldu? Bugün Buhara ve Türkistan’da ahalinin kaffesi ulemanın ağzına bakar. Ulema çalıştıkça ve ictihad ettikçe ahali de Burada Hindistan’da Çin’de vesair diyar-ı İslamiyye’de ne vakit ulema çalışmış ictihad etmişse millet-i İslamiyye terakkı etmiş. Ve ne zaman ulemaya bir melal bir fütur gelmiş mesaisini nevafil ile iştigale hasr etmişse millet-i İslamiyye tedenni etmiş... Bu nevafil ile iştigal milleti feraizden uzak düşürmüş. Farz olan kesbler uhuvvetler vardı. Farz olan birçok teavün ve tenasurlar vardı; bunları hiçbir vaiz ne mescidlerde ne sair mahallerde söylememiş yalnız “Nevafil kıl cennete git” programını vermişler. Hazret-i Peygamber efendimiz ashab-ı kirama diyordu ki: “Siz bana bakarak nevafil ile çok iştigal etmeyiniz korkarım ki sonra size melal gelir. “ Nevafil cede olmasın...” diye men’ ederdi. ki şimdi feraizle iştigal edenler Mançurya’da az bulunur. Bu halin nihayeti ikiden hali değil: Ya onları büyük bir intibaha sevk edecek yahud da –hariçten bir imdat yetişmezse– mazallah küfre sürükleyecek. Neuzubillah cehaletin nihayeti budur. Nerede olursak olalım bu atalet bu tenbellikleri üzerimize yükleterek gidersek halimiz pek acınacak pek ağlanacak dereceye varacaktır. İşte Çinlilerin i’tikadı bugün bu merkezdedir: – Ulema bizi bu hale getirdi bizi dünyadan tenfir ettiler çalışmadan men’ eylediler. Çalışmamak tenbel tenbel yaşamak. Akıbet bu hale geldik. Bugün diğer milletlere karşı zelil esir mahkum kaldık... Bizi yalnız hammallıkta kullanırlar. Milyonlarca halk böyle haziz-i esarette inliyoruz... Ben yüreğim sızlayarak kalbim acıyarak bu hakıkati o milletten telakkı ettim. Onun için umum müslümanlara bu hakıkati söylemeyi kendimce bir vazife-i mukaddese addederim. Mançurya’da umumiyetle müslümanların miktarı pek çok değildir. Olsa olsa nihayet üç dört milyon. Maamafih bunların bu suretle cehalette kalmaları bizim a’zamızdan bir cüzünün ölmesi kaybolmasıdır. Hazret-i Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki: müslümanlar bir cesettir bir cüz’ü hasta olunca küllisi hasta olur. Bunun için onlara pek acınır. Mançurya’ya mülasık “Şansi Kansu Şensi” isminde üç vilayet var. Vilayetlerde ulema kesretle bulunur bunlar mütedeyyin bir kavimdirler. Diyaneti bi-hakkın ifa etmektedirler. Ulemada ne varsa burada var. Maamafih o ulema da o kadar gaflete dalmışlar ki yanı başındaki bu Mançurya müslümanlarının haline hiç bakamıyorlar. Bunlar cehalet deryasına batmışlar bunları kurtaralım diye hiç mülahazalarına bile getirmiyorlar. Bu gaflet kaffesinde teammüm etmiş. Oradan Çin’in ilim merkezi olan Lancico vilayetinden ta Çin-i cenubi’de Yonansi hududuna kadar kamilen bir Türk sülalesi unsurudur. Ve lisanları da Türk lisanıdır. Bugün bila-müşkilat onlarla anlaşabilir. Kazan Türkleriyle anlaşmakta müşkilat çeker onlarda çekmez. Dillerimiz o derece yakındır. Altı yedi milyon Türk unsuru bir merkezde bulunurlar. Ve Çin’in en kıymetli en mu’temed tanıdığı kavim bunlardır. Fakat bunların içinde bin-nisbe ulema bulunduğu gibi mütenebbih münevver adamlar da var. Rusya’ya Japonya’ya gitmiş kimseler de bulunur. Bunun için istikbalde evvel-be-evvel intibah o merkezden oradaki Türk akvamından çıkacaktır. Bu delalet eder ki “Türk-Tatar” akvamı mine’l-kadim di-yaneti muhafaza için gayret etmişler. Her ne olursa olsun her ne halde bulunurlarsa bulunsun kendilerinde bir diyanet bir taassub-ı dini görülür. Bunun için istikbalde coğrafyamızı mülahaza edecek olursak o kardeşler istikbalimiz Onları bi-haber bırakmaklığımız hiç vicdana sığmaz. Onlar bizden o kadar bi-haber ki Osmanlı deseniz hiçbir şey anlamaz. Onlar bize Rum padişahı Rum halifesi derler. Bu le. Vaktiyle Abdülhamid zamanında Ali Rıza namında bir zat oraya gitmiş “Rum halifesinin vekiliyim” demeye mecbur olmuş. Osmanlı İslam halifesi dememiş. Başka türlü kendisini anlatamamış. Ve o millet bizim için tekrar ederim deşimizdir. Buradaki ulemadan bazı zevat onların içine gitse uhuvvet-i diniyye ve nesebiyyemizi onlara anlatarak kalblerini celbe çalışsa onlar can ile atılmaya hazırdır. İçlerinde zengin bulunmaz fakat fukara da bulunmaz. Çin hükumeti bütün kuvve-i askeriyyesi meyanında yalnız onlara milletinin Avrupa ortasında bir milletin onlardan gafil olması asla caiz değildir. Onlardan gafil olmak kendi istikbalimizden gafil olmaktır. Şimdi biraz da Japonya’ya nakl-i kelam etmek istiyorum. Japonya’da milletin diyanet-i İslamiyye’ye teşebbüsünü adetlerini ve bize meyillerini birçok adamlar benden sordular ve daima da soruyorlar. Bunun için diyeceğim o kadar ki onların diyanete ne kadar meyli olduğunu düşünüp anlayabilmek için evvela kendimizin diyanete ne kadar muhabbetimiz olduğunu düşünmeliyiz. Bugün biz kendimizi düşünecek olursak eben an ced müslüman olanlarda dine muhabbet acaba ne derecede bulacağız? Ciddi bir muhabbet lisanımızdan başka bir yerimizde ef’al ve harekatımızda bulacak mıyız? Zannederim bulacağız diye da’va etsek zor isbat ederiz. Zira hakıkı muhabbetimiz olsa o din-i celil-i İslam nasıl emir verdiyse tamamıyla yerine getirirdik. Yalnız lisanen da’va ile iktifa etmezdik. Bugün müslümanlık ne emr etmişse onları ifa ediyor muyuz? Doğru söyleyelim haydi alemi aldatırız fakat kendimizi aldatmayalım vicdanımıza karşı hakıkati i’tiraf edelim... Evet bugün düşünecek olursak her birimiz diyebiliriz ki hatta en büyük alimimiz diyebilir ki: “Allah için söyleyecek olursam i’tiraf ederim ki Allah’ın teklif ettiği evsaf bende yoktur.” Taksiratımızı i’tiraf etmedikçe bizim adam olmaklığımız mümkün değildir. Ama i’tiraf etmezsek “Biz böyleyiz biz şöyleyiz...” diyecek olursak o vakit kendi kendimize düşünmeliyiz ve vicdanımıza bu suali irad etmeliyiz: – Bizde Müslümanlık’tan acaba ne var? Müslümanlık’tan bizde olanları sayacak olursak bir kelime-i tevhidden başka ne bulabiliriz? Onun üzerine namaz da kılarız diyeceğiz. Tabii. Fakat acaba hakıkaten namaz kılmış oluyor muyuz?.. Burası biraz şüpheli. Allah buyuruyor. Biz camilerde dolu dolu namaz kıldığımız halde acaba niçin bu fahşadan kendimizi men’ etmeyiz ve edemeyiz? Mülahaza edecek olursak... Ya kendimizde hata var... Tabii hatayı kendimize alacağız. Kur’an-ı Celil’e isnad-ı hatada ma’na yok. Allah’ın sözünü hiç inkar etmeyeceğiz. Demek ki yine namazı kılmaklığımız o derecede. Ama Japonlarda Müslümanlık İslamiyet inşallah ümid olunur ki istikbal parlaktır. Ne suretle? diyecek olursanız bir kere onların cemi’ ahlakı İslam’a gayet mutabıktır. Onlar ahlakları sadakat ve istikametleri yekdiğerine teavün tenasur ve muhabbetleri... Tamamıyla İslam’a mutabıktır. Bu asırda o derece sadakat ve istikamet doğrusu onlara vergidir. Ben bir kere Yokohama’da bir köye geldiğim vakit –paralarımın çokluğundan!- çantalarımdan birini bir binek taşında bırakmışım. İki saat sonra geldim aldım. Kimse yanına bile gitmemiş. Sonra köylerde dolaşırken bir gün sabahleyin köyün birinde çay içtim. Gideceğim sırada çayhane sahibi orada bulunmadı kırk para masaya bırakarak gittim. O gün akşama kadar dolaştıktan sonra yine o yol ile avdet ettim. Oradan geçerken çayhane sahibi –bir kadın imiş– arkamdan seslendi. Durdum. Ne dersiniz otuz parasını iade etmedi mi!. Meğer orada kahve on para imiş otuz parayı iade için kadıncağız bütün gün üzülmüş ve nihayet bana iade ile içi rahat olmuştur. Bakınız ne derece sadakat ne derece emniyet!.. Acaba biz camilerde ayakkabılarımıza dikkat etmeyecek olursak bulabilir miyiz?.. Zor buluruz. Halbuki Japonya’da doktorların avukatların kapısında sokakta ahalinin ayakkabıları sürüsüyle yatıyor kimse dokunmuyor. Çünkü onlar ayakkabılarını sokakta kapı önünde çıkarırlar hane dahilinde terlikle gezerler emniyet o derecelere varmış. buki bunlar evsaf-ı İslamiyye’den ta’limat-ı diniyyemizdendir. Böyle olduğu halde biz bu sıfatlarla tamamıyla muttasıfız diye da’va edebilecek miyiz? Olmayan şeyi nasıl da’va edeceğiz. Etsek de ne çıkar? Sonra adama gel de gör derler. Hakıkat meydanda size sorarım: Hanginiz ayakkabılarınızı cami kapısında bırakabilirsiniz?.. kat-i İslam’a gayet yakındır. Benim gibi oraya gidip görenlerin hepsi de böyle diyecek. Oradaki misyonerlerin ecnebilerin kaffesi de böyle demektedirler. Hatta oradaki misyonerler bunun korkusundan “Japonlar istikbalde İslam’ı kabul edecekler” diye telaşa düştüler kabul etmemek için her türlü tedabire müracaattan geri durmazlar. Kiliselerde daima Acaba İslamiyet kabul edilmemişken böyle aleyhinde bulunmakta ne ma’na var? Ma’nası hep o korkuları. Misyonerler Japonların tabiatlarını tamamiyle bilmişler İslamiyet’e gayet mutabık olduğunu görmüşler. Bunun için ihtiyaten lunmuşlar. Bu husustaki tedbirlerinden geçenlerde bir derece arz etmiştim. Hazret-i Resul-i Zişan efendimizin şahs-ı alileri aleyhinde birçok resail neşr etmişler... Bunlar hep o korkunun alametidir. Hatta bir hadis-i şerifte öyle buyuruluyor: Yani Allahu Zü’l-Celal tarafından bana bir mu’cize verildi: Benden korkarlar uzakta bile olsa bir aylık yolda bulunsun yine korkuyorlar. Bu o mu’cize-i bahirenin alametidir. Filhakıka hıristiyanlar müslümanlardan korkmuştur. Umumiyetle bakılırsa Avrupa da korkuyor. Zahiren bakarsak korkacak bir şey yok. Biçare müslümanların hali ma’lum. Top tüfek kuvvet para... Hep onlarda biz erzel-i ibad olup kalmışız. Ne var korkulacak? Nemizden korkarlar? İşte bir kuvvetimiz olmadığı halde korkuları hakıkaten bir mu’cize-i bahiredir. Maamafih korkmakta haklıdırlar. Biz uhuvvet-i İslamiyye’yi bi-hakkın elimize alacak olursak... Bu kadar ulema var ki köylere gidiyor eğer onlar hep hakayık-ı İslamiyye’den bahs eder ve İslam’ın istikbalini tenvir için vaazını cennet ile teşvike hasretmeyerek İslam’ın hakıkatini muhsenatını ahkam-ı celile-i ictimaiyyesini onlara söylerse... Emin olunuz ki bütün İslamlar yek vücud olarak bütün dünyayı titretirler. Cümle biter bitmez samiinden bir zat – Beyanülhak refik-ı muhteremimizdeki makaleleriyle Hüseyin Hazım Efendi olduğu anlaşılmıştır– ayağa kalkarak: – Müsaadenizle iki söz söyleyeceğim dedi müslümanlar hakkında isti’mal ettiğiniz erzel-i ibad ta’birini ya te’vil ediniz veya geri alınız. Bunu buradaki ihvan-ı din namına reddeylerim. Abdürreşid Efendi “Evet...” diye cevaba başladı. Fakat samiin tarafından birçok sesler: “Ehemmiyeti yok devam ediniz...” diye mecra-yı kelamın bozulmaması arzusunu izhar ettiler. Abdürreşid Efendi o intibah-ı İslam’a vakf-i hayat ile fisebilillah hakıkati söyleyen ve bunu seviye-i irfana göre herkese anlatmaya cehd eden ve nihayet İslamiyet’e koca bir Japonya’yı kazandırmak mazhariyet-i mağbutasına mintarafillah nail olan o zat-ı muhterem bu i’tirazı cevapsız bırakmadı hakıkatin üstünden bir perde daha kaldırdı: – Evet dedi böyle bir mevki’de çok şeyler söylenirse ağızdan hata da çıkabilir. Eğer hata ise yani benim ağzımdan çıkan söz şer’e muhalif ise ben o ta’biri İslam’ın İslam olması hasebiyle söylersem istiğfar ederim. Fakat bugünkü hüsranımızı evet dünyanın her tarafında milyonlarca biçare müslüman kardeşlerimizin ecnebiler elinde esir ve mahkum olduğunu ecnebilere hammallık ettiğimizi erbab-ı basirete ima maksadıyla o sözü söylersem bir hakıkati ortaya koymaktan başka ne yapmış olurum? Hakıkat geri alınır mı? Burada dehşetli alkışlar başladı. O kadar ki eller kafi gelmeyerek ayaklarla Darü’t-Temsil yıkılacaktı. Reşid Efendi daha birtakım şeyler söylemek istiyor fakat alkıştan vakit bulamıyordu. Alkışlar esnasında samiinden bir zat: – Sizin gibi hakıkati i’tiraf eden hocalar yaşasın... diye bağırdı. Yine alkışlar bütün dehşetiyle bu sözü selamladı. Dört beş dakika devam eden alkışlar biraz sükunet bulur bulmaz Abdürreşid Efendi sözüne devam etti: Zannederim hepiniz tarih mütalaa buyurmuşsunuzdur Avrupa düvel-i muazzaması bundan iki yüz sene mukaddem bizim sadrazamlarımıza mektup yazmak için toplanmışlar da öyle yazmışlar. Bugün ise sefaretten bir tercüman geliyor da sadrazamlarımızı korkutuyor. Vaktiyle şevket-i İslamiyye bütün cihanı tutmuşken bugün bir şapkalı gelince tir tir titriyoruz. Bundan büyük rezalet olur mu? Asıl maksadım efendiler ma’lumat satmak değildir. Belki müslümanların kalbini ikaz etmek ve intibahlarına bir vesile aramaktır. Yoksa fazilet satmak değil. Ben Japon milletinin fezail-i ahlakıyye ve muhabbet-i milliyyesini size söylemekten muradım eğer biz de onlar gibi ahlak-ı hasene ile mütehallık olursak bu sayede onlar kendilerini Avrupa’nın tasallutundan nasıl kurtarmışlarsa biz de kendimizi kurtaracağımızı anlatmaktır. Biz umumiyetle Avrupa’nın meftunu olmuşuz. İçimizden birinin cüz’i gözü açılacak olursa –ister ulema olsun ister Avrupa terbiyesi görenler olsun– Napolyon’un yok bilmem kimin sözleriyle ağzımızın suları kurur. Halbuki kendimizde hikmette olsun siyasette olsun ali sözler söylenmiştir. Fakat söylendiğinden bile haberimiz yok. Napolyon “Muharebede galip gelmek için üç şey lazımdır demiş birincisi para ikincisi para üçüncüsü yine para...” Bugün aramızda bu sözü bilmeyen çocuklar bile yoktur. Halbuki bu söz nefsü’l-emre mutabık mı değil mi? Mülahaza eden yok. Almanlarla muharebe ettikleri zaman Fransızlarda para yok muydu? Eğer yok ise sonradan onlara parayı kim verdi? Tazminat için o dehşetli milyarları nereden buldular? Demek ki paraları vardı. O halde niçin galip gelemediler. İşte paraları olduğu halde mağlup olarak Napolyon’un sözünü bilfiil tekzip ettiler. Ama bizim kendi cinsimizden olan bir zat Timurlenk – her ne kadar bazı a’mali menfur ise de kan dökmesi üzerimize bir leke ise de birçok şeylerini nazar-ı dikkate alırsak yine büyük hikmetler sözler buluruz– demiş ki: “Muharebede galip gelebilmek için on şey lazım; birincisi asker dokuzu da tabiat-i milliyye ahlak-ı milliyedir.” Bunu izah için ben size Japon-Rus muharebesinden bazı şeyler söyleyeceğim. Japonların muharebeyi kazanmaları paralarının çok olmasından mı idi? Vakıa paraları yok değildi. Fakat Rusların parası ondan fazla idi. O halde onlara muharebeyi kazandıran ne idi? Evet onlarda öyle bir fazilet vardı ki bütün esbab-ı galibiyyet onda mündericdir: Onların tabiat-i milliyyeleri pek ali pek müstesna bir derecede idi. Rusya’da esliha yoktu diye kimse iddia edemez vakıa ahalisi o kadar zengin değildir fakat re’s-i kardaki heriflerin ginlerinden sayılanlar orada mevcuddur. Yüzlerce milyonları vardı. Eğer onlarda haysiyet-i milliyye namus-ı milli daha kısası tabiat-ı milliyye olaydı o paraları ecnebi bankalarından alır muharebeye sarf ederlerdi. Fakat fesad-ı ahlak son derecede. O halde kalmayacaklarını biliyorlar. İstikballerini te’min için paraları ecnebi bankalarına aşırmışlar. İşte bu milliyetsizlik muharebeyi kaybetmelerine sebep oldu. Japonlar gibi çocuklarına varıncaya kadar kendilerini feda etmediler. Her şeyden evvel tabiat-i milliyye ahlak-ı milliyye hubb-ı milli lazım. O anlaşılacak olursa parayı bulmak güç değildir. Ruslar “Biz paraya muhtaç idik” derlerse “Memleketinizde para yok muydu?” deriz. Fakat onlar memleketlerini feda ediyorlar paralarını saklıyorlar. Ama bir gün giderse ecnebi banklarına terk edecek gidecek. Bakınız ahlak-ı milliyye neler yapıyor. Japonlar diyor ki: “Biz ahlak-ı milliyyemiz sayesinde galebe ettik.” Ve bunun cem’iyet teşkil etmişlerdir. Bu gün o cem’iyetin beş milyon a’zası var. Elbet böyle i’tikadları biz de beslersek bizim de istikbalimiz onlar gibi olur. Biz de düşmanlarımıza göğsümüzü gere gere galebe çalarız. Bunun için Avrupalıların parlak nutuklarına yaldızlı makalelerine bütün bütün kapılmayıp bazı eskiden kalma kendi ulemamızın ve şürefamızın sözlerini de hatırdan çıkarmamalıyız. Bugün Japonların terakkılerini herkes bildiğinden ona ait hiçbir şey söylememe hacet yoktur. Fakat ahlak ciheti ecnebi matbuatından alınma ma’lumata münhasır olduğundan bu babda izahat-ı mümkine veriyorum. Çünkü ecnebiler ne kadar ma’lumat verseler kendi menafiine mugayir ma’lumat vermezler ve vermek ihtimali de yok. Ben o lisanları bilmiyorum fakat Rus matbuatına kıyasen söylüyorum. Onlara karşı Rusların adaveti pek büyük olduğundan onlar kabil değil hakıkati yazamazlar. Bazı ahrar yazsalar bile ağraz-ı nefsaniyyesinden yine geçemezler. Bunun için yazanlar hep aksini yazmışlar. Hatta bu son muharebede Japonya’nın galip olduğunu gördükleri halde birçok adamlar zannederdi ki Rusya biraz daha mukavemet etseydi galip gelecekti. Çünkü esna-yı mütarekede Rusya pek çok yeni asker göndermişti. Fakat ne çare ki o sırada sulha karar verildi. Eğer böyle olmayaydı yine Rusya galip olacaktı... Buna dair makaleler bile yazılmış. Bunun hakkında bizim bildiğimiz ma’lumat bunun aksinedir. O günler biz Petersburg’da siyaset merkezinin tiştirin. Bunun üzerine in’ikad eden mecliste zabit gönderilmesine karar verilir. Zabit gönderileceği i’lan olunur. Ne dersiniz bir gün içinde on iki zabit kendisini telef etmez mi? Bıraktığı yazılar da öyle idi: “Biz orduya gidip düşman kılıcıyla öleceğimize kendi ailemiz içinde ölmeyi tercih ettik.” Yani oraya gidecek değil asker zabit bile yoktur. Halbuki Avrupalılar tamamen aksini mütalaa etmişler. Bu on iki zabitin Japonlar diyorlar ki: “Biz son nefese kadar müdafaayı iltizam etmiştik. Ve Portsmut muahedesine de ruy-ı rıza göstermedik. Hükumet kabul ettiğinden hükumete karşı nümayişler bile yaptık.” Hatta o gün büyük bir ihtilal çıkmış. Böyle rezilane bir muahedeyi kabul etmeyeceğiz demişler. Millet o kadar galeyana gelmiş ki öyle galibane bir muahedeyi kabul etmek istemiyorlar. Bunun için diyorum ki ecnebi muharrirleri şarka ait ma’lumatta tamam-ı ma’lumat vermek istemiyorlar. Biz onlara arz-ı iftikar etmeden ise kendimiz doğrudan doğru menbaından nafi’-i umumiyyemiz bir olduğundan ve bütün cihanda deveran eden ırk mes’elesi şark mes’elesi gibi şeylerde bizi birleştirmeye vesile olacağını gördüğümüzden Japonların ben temenni ve bununla beraber diyaneten de iftihar etmemiz tabiidir. Japon ekabir-i milletinden yirmi otuz zatın İslam olması bizim için büyük şereftir. İstikbal ise gayet parlaktır. Bugün diyanet nokta-i nazarından Japonya’da iki akıntı var: Birincisi Mecusiyet ki Buda mezhebi. Diğeri de İslam mezhebi. İslam mezhebinin bugün hemen esası kurulmuş demektir. Yakında Buda ile mübarezeye çıkacak sonra bir de üçüncü mezheb var: Hıristiyan mezhebi. O ise solda sıfır. Filibe’deki Avitaranyan Efendi’nin güneşine ziya! hülyasına yaldız! Yarım asır bir zamandan şimdiye kadar misyonerlerin getirdiği şeyi kabul etmiş gibi görünenlerin adedi haydi haydi birkaç yüz bin olsun. Maamafih onlar da şimdi dönmekteler. Vaktiyle nasılsa Japonların cehalet zamanında para ile kandırabilmişler onlar da peki meki demişler. Fakat şimdi çoğu işi anlayarak rücu’ ediyorlar. Onun için o solda sıfırdır. Böyle iken misyonerler yine çekilip gitmezler. Oralarda ve bütün şarkta kendi diyanetlerini neşr için gece gündüz uğraşırlar. Hangi memlekete giderseniz gidiniz kocaman kiliseler kocaman mektepler te’sis etmiş olduklarını görürsünüz. Bugün yalnız Japonya’da aşağıdan aşağı elli altmış milyon sarf ederler. Geldikleri de elli sene olmuş. Böyle iken yarım milyon adam hıristiyan yapamamışlar. Çin içerisinde hangi şehre giderseniz Hıristiyanlık esasını kurduklarını görürsünüz. Hatta dağlarda bile büyük kiliseler kurmuşlar. Etrafından ahali geçerken “Gel biz seni besleriz yiyeceğini içeceğini veririz yalnız ben sizdenim deyiver” diye dinlerini neşirden bir dakika geri durmazlar. Ekser fukara bunların paralarına kapılarak dedikleri şeraitle muvafakat eder gibi görünmektedirler. Hususiyle Çin mecusileri. Bunların bu kadar çalışmaları hayatlarını feda edercesine gayretleri hiç bizim ulemamızın dikkatlerini celb etmiyor mu? Bizim ulemamız acaba böyle bir vazifeyi ifa edemezler miydi? Bütün o zulmet-abad kalblere envar-ı hakayık neşr edemezler miydi? Onlar İslamiyet’i bir kere anladılar mı bu din-i celili bu din-i fıtriyi kabulden dünya toplansa onları men’ edemeyecek. Bizim ulemamız arasında ne için böyle fedakarlar çıkmıyor? Yahud şer’an böyle bir vazife yok mu? Acaba bizim eslaf-ı kiramımız ayat-ı İslamiyye’yi neşir için şarkan garben gezmemişler miydi? Eğer gezmişlerse Hazret-i Peygamber efendimiz tebliğ-i ahkam için etrafa adamlar göndermişse biz ne için o meslek-i aliye süluk etmiyoruz? Ne için bu teşebbüsü nazar-ı mülahazaya almıyoruz? Bizde para bulunmaz mıydı? Onu zihnimize bile getirmeyiz. Paradan kolay şey yoktur. İş orada değil asıl nokta fedakar ve muktedir adamlar yetişmekte. Fakat biz bunları düşünüyor muyuz? Nerede? Hatırımıza bile gelmez. Medresede okurken düşündüğümüz bir şey varsa birtakım hiç faydasi olmayan şeylerle ekser evkatımızı öldürmek bir kitabın mukaddimesiyle senelerce vaktimizi geçirmektir. Böyle ali maksadları hiç düşünmeyiz. Yalnız askerden kurtulmanın çaresini bulursak ilerisi Allah kerim deriz. Ben burasını yüreğimin çok acısıyla söylüyorum sakın gücenmeyiniz ve eminim ki gücenmezsiniz. Ben öyle düşünüyorum ki bizim ulemamız kemal-i hahişle asker içerisine gitmeli. Vazife-i İslamiyye’yi ifa maksadıyla en birinci ulemamız askerliğe girmeli. Onlar arasında neşr-i hakayık eylemeli o biçarelerin fikirlerini tenvir eylemeli. Mükemmel bir terbiye-i İslamiyye ile onları terbiye ederek namus-ı mizi tebşir eyleyerek mükemmel bir ordu yetiştirmeli. İşte bu maksad-ı mukaddes ile talebe-i ulum bütün askerin içerisine Biz Rusya müslümanları Rusya’da bulundukça Kazan müslümanlarından asker alınırdı evvelden herkes askerlikten kaçardı. Korkuluyordu. Ve böyle kaçmakta da haklı idiler. Çünkü pek çok mazarratı var. Domuz eti yemek var lede’l-icab mü’min kardeşlere kurşun atmak var. Onun için herkes çekinip duruyordu. Fakat son zamanlarda düşünenler oldu: Bu bizim yaptığımız hatadır biz askere giderek o vesile ile neşr-i efkara çalışmalıyız dediler. Bunun üzerine efkar-ı siyasiyye dağıtmak için birçok talebeler gönüllü gittiler. Dediğim gibi orada askerlik müslümanlar için pek güç. Böyle iken her türlü şeylere katlanırlar fakat buradaki müslümanların askerden kaçmalarını çok düşündüm sebebini bulamadım. Mü’minlere nefir-i am zamanında askerlik farzdır demişler. Hususan askerde bir şehadet de var ki bu da saadet-i ebediyyedir. O saadet-i ebediyyeden ulema kaçarsa avam ne yapmalı? Bunları mülahaza etmek bütün ulemanın vazifesidir. Vapurla İstanbul’a gelmekte iken bir şeye tesadüf ettim çok teessüfümü mucib oldu. Asker içinde bir imam vardı. Bu imam Yemen’de çıkan İdris’in mehdi olmasına muntazırdı. Eğer asker içindeki imam mehdiye muntazır olursa o askerin ne ehemmiyeti kalır? O asker düşmana karşı nasıl çıkar? Hatıra gelmesin ki mehdiyi inkar edenlerdenim. Fakat mehdiyi aramakla da hiçbir müslüman mükellef değildir. Şayet çıkarsa istikbale gideceklerin birisi de benim. Fakat mehdi nerededir? diye taharriye dair de şer’an bir teklif göremem. Japonlar askerliği kendilerine o derece iltizam etmişler ki bize şer’an lazım olan cihad onlara tab’an farz olmuş. Onlarda cihadı kadınlar bile iltizam etmişler düşman galip gelmeye başlarsa hepsi gitmeye hazırlanmışlar. On iki bin Japon askeri bir gün pusuya tesadüf ederek bir haylisi telef olunca asker geri kaçmak lazım gelirken çiğneyerek hücum ettiler. Bunlar bununla iftihar ederler. Hatta o sıralarda bütün Tokyo içerisinde hususi gazeteler ilaveler çıkarmış: Herkes silahlansın Mançuri’ye gidiyoruz!.. diye. Bunlar biz müslümanlara layık ahval değil mi? Şeriatimizin ulviyetini cihadın derecesini düşünürsek böyle olmak lazım. Bunun için hatıra gelir ki Japonlar pek çok şeylerde büyüktür hususan Osmanlı milletine. Yirmi sene mukaddem oraya buradan vapur gittiği zaman büyük bir muhabbetleri kalmış idi. Daha böyle birtakım şevahid ile çok mülahazalar ettim istikbalde Japonlar bizim büyük zahirimiz olacağına ümidim pek kuvvetlidir. Ve böyle olmak da lazım. Siyaset bunu icab eder. Onların en büyük düşmanı kim ise bizim de en büyük düşmanımız odur. Sözü uzatacak olursam size melal verecek diye korkuyorum. Onun için sözümü kısaltacağım. Japonlarda gördüğüm şeylerden nazar-ı dikkatimi celb eden bir şey var ki bu babda size ma’lumat vermeyi muvafık-ı maslahat görüyorum. Japonlarda tesettür yoktur. Maamafih iffet ve terbiye-i nisvan bizim müslümanlar terbiyesine gayet mutabıktır. İffet son derecededir. Her ne kadar Avrupa muharrirleri Japonya’da fuhşiyat pek çoktur diye yazmışlarsa da o yanlış bir telakkıden ileri gelir; kendi ahlaklarına muhalif şeyi fuhşiyat zannederler. Avrupa adetlerini bilirsiniz: Bir erkek bir kadın yanına kolalı gömleksiz yahud boyun bağsız çıkması bir terbiyesizlik bi-edebane bir hareket telakkı olunur. Kadın tarafından da hakeza. Bir kadın erkeklere çıkacağı vakit suret-i mahsusada bir elbisesi bulunacak. Halbuki Japonlar avret mahallerini setre diyaneten mecburdurlar. Sair tarafları ha libasen örtülmüş ha hava ile; müsavidir. Fakat bizde olduğu gibi kadınlara başka bir gözle bakmak da yoktur. Hatta hamamlar mülasık olduğu halde erkek ve kadınlara mahsus olan mahaller küçük bir perde ile ayrılmışken erkekler tarafındakiler başlarını kaldırıp da kadınlara bakmazlar. Halbuki başını uzatsa görecek. Kadınlar tarafından da böyle. Ben buna terbiyenin en ali derecesiyle bakarım. Cemi’-i cesede bir el gibi bir parmak gibi bakarlar. Kalblerinde fesad-ı ahlak olmadığından eyyam-ı sayfta erkekler köylerde çır çıplak geziyorlar yalnız avret mahallerini setr ediyorlar. Böyle gezmek de ayıp değil. Hem laubali. Kadınlar yanına da gelirler. İki taraftan yekdiğere o kadar emniyet-i tamme kesb etmişler ki birbirini cins-i vahid gibi telakkı ederler. Bir defa trende tesadüf ettim. Trenle gidiyorduk. Vagonda bir de kadın vardı. Kadın soyundu elbiselerini değiştirdi. Hiç kimse gözünü kaldırıp bakmadı. Maamafih bunlar bizim şeriatimize muhaliftir. Şer’an tesettür vacibdir. Onlar tesettür hususunda yalnız avret mahallerini mülahazaya almışlar. Bunları söylemekten maksadım terbiyesinin en ali derecesinde bulunduklarını anlatmaktır. İşte bu gibi haller Avrupalılar tarafından yanlış telakkı olunmuş. O Avrupalılar ki kadınlarının hali hal-i Sonra esna-yı seyahatimde Sumatra ve Singapur’daki müslümanların ahvali de pek ziyade teessüfümü mucib oldu. Oradaki müslümanların içerisinde mekatib medaris adeta yok derecesinde. Müslümanların her ne kadar salabet-i diniyyeleri varsa okumak yazmak külliyen mefkud. Bundan başka birtakım adat-ı kabiha da aralarında teessüs etmiş. Bir kere bir mecliste bulunduğum zaman “nikah meclisi” dediler erkekler huzuruna getirerek kadını secde ettirdiler. Bu da adet-i kadimelerinden imiş kadının erkeğine muti’ olmasına delalet ediyormuş. Halbuki pek çok zamandan beri müslümanlık da’vasında iken bu halleri ulema men’ etmemiş. Bu yüzden cehalet ziyadelenmiş. Bu sebeple öyle birtakım kabih adetler diyanet diye i’tikadlarına yerleşmiş kalmış. Hatta onlar ahlak-ı hasene kabilinden addolunur. Hindistan’da evliyaullahtan birine gittikleri zaman teganni teganni ettirirler sonra ibadete başlarlar. Bunları hep ibadet yerine kullanmışlar. Bu gibi şeyler mecusilerden gelmiş. Mecusilerden bir hale getirmiş. Biz müslümanlar bunları son derece nazarı Sonra Cava müslümanlarında yekdiğerine adavet pek ziyade. Hindistan’da elli nevi İslam mezhebi var. Her nereye gidersek bir yeni mezheb çıkmış. Bunun esbabını çok mülahaza ettim. Bizde bir adet var. Fakat fena bir adet: Bir adamda bir kusur görürsek hemen tekfir damgasını yapıştırırız. Mesela Vehhabi diye kenara atarız. O kenara çıkanlar da bir mezheb teşkil etmeye mecbur olurlar. Hindistan’da Hasan Sadik namında bir zat varmış. Altı sene evvel ber-hayat imiş. Birçok eserleri var. Hususiyle “Fethu’l-Beyan” isminde on cilt büyük bir tefsiri var. Meşhur “Bhopal” hakimesinin zevci. Bazı ulema-yı İslam o adama Hasan-ı zındik derlermiş. Ve Mekke ulemasından da birçok adamların böyle dediğini işittim. Ve Hindistan ulemasından Abdülhay bu adamın adüvv-i mübini idi. Hatta aralarındaki adavet birçok vakit münazaralarında yekdiğerini küfre kadar sevk etmişti. Abdülhay’in vefatı günü Hasan-ı zındik dedikleri zat bir dostuna bir mektup yazmış okudum: “Abdülhay’in vefatıyla bütün Hindistan’ı zulmet kapladı. Biz onun sözünü anlardık o bizim sözümüzü anlardı. Böyle bir alimin vefatıyla bütün Hindistan’ı zulmet kapladı...” hasmı olduğu halde onun vefatında müteessir olmuş üç gün ekmek yememiş. Ve o zındık dedikleri zatın İslamiyet’e o kadar muhabbeti varmış ki İngilizler onu hapsetmişler hapishanede vefat etmiş. Şimdi hayatında zındık dedikleri zat için bütün Hindistan uleması ağlıyor. Şimdi kıymetini takdir ediyor. Biz kolaylıkla aramızdaki ulemayı gavur yaparsak vay halimize. Taksiratmız görülürse ber-muceb-i şer’ kavline imtisalen kavl-i leyyin ile yola getirmeye çalışalım. Yoksa küfür ile kenara çıkarmak bir iş değildir. Biz yabancıları değil kendi kardeşlerimizi çok görerek tekfire varırız. Bunlar gayet vahim fikirlerdir. Biz yaptığımız işlerin neticesini düşünerek yapmalı aradaki su-i telakkılere su-i tefehhümlere nihayet vererek el ele vermeli bir kitle-i muazzama-i müttehide halinde ilerlemeye çalışmalıyız. Zira istikbal müslümanlarındır... Kahire’deki Müctemiü’l-Edebi Cem’iyet-i İslamiyyesi Safer sene tarihinde Abbasiyye’de ictima ederek her tarafta İslamlarda görülen tedenni ve inhitata karşı ne yapılmak lazım geleceği hakkında müzakeratta bulunmuştur. Neticede takarrür eden esaslar şunlardır: ulema ve bilfiil medrese müderrisleri ve huteba ve vaizler gibi rical-i din mes’uldür. Zira şeriat-i celile-i İslamiyye’nin amir bulunduğu terakkıyatı te’min edecek surette efkar-ı umumiyye-i meşhud olan asar-ı tedenni ve inhitata karşı fiilen lakayt bulunuyorlar. deki İslam cem’iyetlerine İslam ceridelerine ve İslam hükumetleri parlamentolarına ve Rusya Duma’sının İslam a’zalarına ve Makarr-ı Hilafet’teki Meşihat-ı Celile-i İslamiyye’ye ve Ezher-i şerif ulemasına ve Mısır’da ve hariçte İslam talebesi bulunan mekatib ve medaris nazırlarına birer nüshasını gönderecektir. limeye hassaten etfal-i ehl-i imana hakıkı bir terbiye-i diniyye-i celile-i diniyyeden tefrik u temyiz edecek vaizler seçilerek etrafa gönderilmesi rica ve temenniyatını tazammun edecektir. takarrür eden İslam Kongresi’nin netice-i müzakeratına intizar etmek fikrinde ise de ta’yin olunan miadın henüz uzak ve İslamların ahval-i hazırası ise yapılacak şeylerde tesaruu kı-i İslam’ı te’min için her ferd-i müslimin çalışmasını te’hire mazeret teşkil etmeyeceği i’tikadındadır. dinleri ve gerek sairleriyle muhabbet ve teveddüd esaslarına müstenid olarak bir suret-i müsalemet-karanede icra etmelerini kendilerine bedraka-i amal ve a’mal ittihaz edineceklerdir. veya onları irşad veya Cenab-ı Hakk’a ve vicdanlarına karşı mes’ul bulundukları bir vazifeyi ifa etmeyi teklif gibi makasıddan teberri ederek şu teşebbüsatının emr-i celil-i sübhanisine imtisalen mücerred bir tezkirden himmetleri ve gayret-i dindaraneleri ve hakk-ı kelimatı kabule müsaid olan saf ve münevver serireleri bulunduğunu bu vesile ile de beyana müsaraat eyler. Cenab-ı Hak cümlemizi ehl-i imanın salah-ı ahvalini mucib olacak hususatta muvaffak bi’l-hayr buyursun. Muhterem milletvekilleri Rusya’ya tabi’ milletlerden ilm u tahsil cihetinde en geride kalmış olanlar müslümanlardır; bu halin vebal ve kabahati maarif nezaretindedir.’inci seneye kadar milli mektep ve medreselerimizde yalnız mukaddimat-ı diniyye ve din ilmi tahsil olunuyordu. Ana dilinde milli dilimizde fünun-ı asriyye mukaddimatı tahsiline müsaade talep olundukça maarif nezareti cevab-ı red verip dininizi okuyunuz namaz dualarını öğreniniz sizlere bu kadarı yeter daha başka şeyler tahsil etmek ister iseniz Rusça okuyunuz Rus mekteplerine giriniz diye yol gösteriyordu. Böyle bir teklifte bulunmak kolay fakat nasıl icra olunacak? Ruşça bir kelime bilmeyen çocukları Rus usul ve adetinde acemi sabileri doğrudan doğruya Rus mekteplerine vermek görülüyor ki mümkün olamıyor. Rusça okumak lüzumunu biz de takdir ederiz. Bu zamanda yalnız ibadet usulünü bilmek ile dünyada yaşamak çalışmak mümkün olmadığını anlıyoruz; öz dilimiz nasıl lazım mektep ve programları ıslah edilmelidir; mekteplerimizde öz dilimizde her türlü fenlerin mukaddimesini okutmaya müsaade edilmelidir. Milli mekteplerde milli lisanda ma’lumat-ı daha ilerisini görmeye heves ederler. Binaenaleyh maarif nezareti bizleri boğmak politikasını artık terk etmelidir; faydasız programları tebdil ve ıslah eylemelidir. Şehir ve Zemski mekteplerinde birinci - senede fenni tahsil kendi lisanımızla olmalıdır. Yalnız mekteplerin son sınıflarında ve şubelerinde tahsil Rus lisanıyla olmalı. Böyle olursa ahali mekatibden fayda görüp emniyet ve muhabbet ederler ve çocukları heves ile mektebe devam ederler. Kırım vekili ve Cem’iyet-i Hayriyye reisi sıfatıyla millet vekillerine rica ediyorum. Bu işte dikkat buyursunlar Duma’nın maarif encümeni gayr-ı Rus milletlerin milli lisanlarına karşı bir derece müsaid bulunmak lüzumunu takdir eylemiştir; encümenin bu kararına Duma’ca da muvafakat edilmesini ve bu kabil mekatibe hazine-i devletten muavenet edilmesini cümlenizden rica ediyorum. Mücahid-i şehir Edhem Ruhi Bey muhakemesi münasebetiyle Bulgar müddei-i umumisinin İslamlar aleyhine mütecavizane dermeyan eylediği resmi mütalaa Filibe’de münteşir Balkan ceride-i İslamiyye’sinden aynen: “Hakim efendiler Edhem Ruhi hüsn-i münasebat ve muaşerette yaşamaları icab eden iki millet arasına ilka-yı nifak etmesine nazaran büyük bir cinayet icrasında bulunduğundan dolayı da’va ehemmiyetli ve şamatalı olmuştur. Nifak ve husumetten bahs olunuyor. Halbuki bunlar hakkında bahse girişildikte himaye ve siyanet edilen şahsın kim olup nifak ve husumetin kimler beyninde cari olduğunu anlamak elzemdir. senelik bir esaretten sonra o esaretin numunelerinden Bulgarlar arasında da kalmış olacağı misillü Türkler arasında dahi mevcud idüğü şüpheden azadedir. Nifak ve husumet-i vakıa şahsi olduğundan onun ref’ u izalesine rical-i hükumet ve mütemeddin gençler gayret etmektedir. Bulgaristan i’lan-ı istiklalden sonra serbest ömür geçirmeye başlayıp din ve mezheb tefrik olunmayarak bütün milletler müsavat-ı hukuka nail oldular ! Memleketimize en hür kanunlar tatbik ve ithal olundu. Adalet layık olduğu derece-i her şey icra olunduğu içindir ki Avrupa devletleri Bulgaristan’dan kapitülasyonlarını bile kaldırdılar. Bulgaristan’ın bu terakkıyatı arasında bazı milletlerin geri kaldığı sahihtir. O millet de Türklerdir. Fakat onların terakkısine Bulgaristan değil kendi dinleri! ve taassupları mani olmaktadır. Bununla beraber onlar Bulgaristan’da Türkiye’de bulunan Türklerden daha mütemeddindirler. Edhem Ruhi bundan altı sene kadar evvel Türkiye’nin devr-i Hamidi ta’kıbatından reha bulmak üzere Bulgaristan’a gelip burasını melce ittihaz etmiştir. Ruhi senesi Eylül’ünün yirmi ikisine kadar Bulgarların terakkıyatından bahsetmiş onları sena etmişti. Ancak tarih-i mezkurdan sonra Bulgaristan’da kollar kırılıp başlar yarıldığını hesapsız müslüman katl u telef edildiğini ölmüş müslüman kadınlarının fercine kazık sokulduğunu Bulgaristan’da yaşamak müşkil olduğunu yazmaya başladı. Edhem Ruhi’nin bu gibi vukuatı protesto etmeye hakkı var mıdır! Şüphesiz yoktu. Zira zannıma göre vukuat-ı mezkure hakıkat bile olsa Edhem Ruhi’nin protesto etmeye yine hakk-ı ma’nevisi yoktu. Zira kendisi Türkiye’den gelmiş olduğundan orada bu gibi vukuat arasında yetişmiş! ve büyümüştür. Emin Recebov tarafından katlolunan bekçi Velo Marinov’un madde-i katlinden dolayı yapılan baskın hakkında Balkan gazetesinin numaralı nüshasında vaki’ olan neşriyatı ba’det-tahkık neşr etmesi lazım gelir iken tahkık etmeyip öyle fülan söylemiş diğerinden haber almış vesaire diyerek indi olarak yazmamalıydı. İşte bu esbaba mebni Balkan gazetesinin ve numaralı nüshalarında münderic neşriyat ki bunlar Bulgarlar ve Türkler meyanında ilka-i nifak u şikak maksadıyla yazılmış olduğuna mebni bir fi’l-i cünhadır. Binaenaleyh ceza kanunnamesinin ’üncü maddesinin fırka-i saniyyesi ahkamınca Edhem Ruhi’nin mücazat olunmasını mahkeme-i aliyyenizden taleb u istirham ederim.” Üç beş seneden beri her vilayette İslamlar arasında tahsil-i maarif hevesi artmakta olduğu kemal-i şükran ile işitiliyor. Beş on sene mukaddem Kazan ve Kırım müslümanlarından halde şimdi bin-nisbe çoğalıyor. Sair milletlerin talebesine ve Rusya’daki İslamların ihtiyacına nisbeten bu kadarı az olmakla beraber hiç yoktan elbette hayırlıdır. Fünun-ı asriyye tahsilinde her yerden ziyade Kafkasya müslümanları himmet gösteriyorlar. Resmi tedkıkat-ı ihsaiyyeden bunu anlıyoruz. Bakü idadilerinde Riyalini mektebinde ibtidai şehir rüşdiyelerinde evlad-ı İslam tahsilde bulunuyor. Geçen sene Bakü vilayetinde mekatib-i İslamiyye’den medresede talebe ve milli mektepte şakird vardı. Görülüyor ki mektep ve şakird lüzumundan çok azdır; gönül arzu eder ki milli mekteplere daha çok i’tina gösterilsin. Kızlar idadiyyesinde ve Nina mekteb-i alisinde yalnız müslime tahsil-i fünun ediyor. Tiflis idadiyelerinde Mekteb-i Harbiyye’de Yonker mektebinde ticaret mekteplerinde evlad-ı İslam ve ali derece kız mekteplerinde müslime tahsilde bulunuyor. Hayli senelerden beri Rezan vilayeti dahilinde Han Kerman beldesinde bir İslam Cem’iyet-i Hayriyyesi devam ediyor. Bu sene daha vasi’ programla “Terakkıyyun-ı İslam” cem’iyeti te’sis edilmiştir. Nizamnamesini mücahid-i şehir rafça mazhar-ı kabul olduğu cihetle inşallah güzel semereler elde edilecektir. Cemaatlerin faaliyetinde nizamnamelerin hayli faydası görülüyor. Han Kerman Cem’iyet-i Hayriyyesi’nin bu seneki hülasa-i hesabiyyesine nazaran cem’iyetin fahri ve hakıkı a’zası mevcuddur. Geçen sene ibtidalarında ruble sermayesi ve senevi ruble geliri varmış. Han Kerman Cem’iyet-i Hayriyyesi sene zarfında fukaraya ruble sarf ve ihtiyat olarak muhafaza sandığına ruble terk eylemiş ve bu sene başında ruble sermayaye malik bulunmuştur. Maarif cihetindeki hizmeti de “kütüphane ve kıraathane”yi devam ettirmekte görülmüştür. Cem’iyetin kütüphanesinde cilt İslam kitapları ve cilt Rus kitabı bulunuyor. Kıraathanesine a’zaların hediyesi olarak Kırım’da münteşir Tercüman Vakit Yulduz Kazan’da münteşir Beyanül hak Şura İktisad Sıratımüstakım Türk Derneği Mecmuası Russkoe Slovo Iskra Niva Rozanski Vestnik gazete ve mecmuaları geliyor. Yalta Cem’iyet-i Hayriyyesi’nin geçen seneye ait hülasa-i hesabiyyesi cem’iyetin sene zarfındaki faaliyetini isbat ediyor. Cem’iyet-i hayriyyelerimiz meyanında en mükemmel Cem’iyetin geçen sene ibtidasında ruble sermaye mevcudu ve bu sene ruble geliri bulunuyordu. Bu gelirden miktarı sarf edilmiş ve ruble bila-faiz fukaraya karz verilmiş. Ve sekiz mektepte cem’iyet hesabına erkek ve kız çocuğu tahsil ettirilmekte bulunmuştur. Mekteplere ruble iane verilmiş; Odesa’da diş tababeti tahsil eden Hayri Ahmedov Efendi’ye ruble Akmescid miş ve milli ve fenni tedrisat için de ruble sarf edilmiş; ve mütebaki ile fukaraya yetimlere muavenette bulunulmuştur. Yalta cem’iyetinin tedrisata gösterdiği himmet şayan-ı takdir u imtisaldir. Cem’iyetin bütün a’zası ve muavinleri zattır. Times gazetesinin rivayetine nazaran Bengale’deki mektep ve darü’l-fünunlara ihtilali teşvik eder evrak tevzi olunmuş ve ecnebilere karşı tahrikat icra edilmekte bulunmuştur. Siyasi ceraimden dolayı taht-ı muhakemeye alınan zattan beşinin kaybolması üzerine icra kılınan tahkikatta mevkufların kısm-ı a’zamının ihtilal cem’iyetine mensup olduğu anlaşılmıştır. Hindistan hükumet-i mahalliyyesi muhtelif lisanlarda te’lif olunan pek çok asarın matbuat kanununa tevfikan Hindistan dahilinde men’-i intişarına kararlar isdar eylemiştir. Şura-yı Kavanin Meclisi’nde Hind bütçesi müzakeratı münakaşalı olmuştur. Hatibler pek müdellel ve mukni izahatta bulunmuşlardır. Bombay meb’uslarının vukuf ve ihata-i siyasi ve ictimaileri hassaten nazar-ı dikkati celb etmiştir. En çok itiraz olunan cihet gümüşe dair gümrük ta’rifesidir ki meb’uslar bu ta’rifenin Hind ticaretini sektedar ettiğini iddia ediyorlar. Maamafih re’ye karşı re’y ile hükumetin nokta-i nazarı kabul olunmuştur. Meb’usların nüfuzunu kesr eder surette cereyan eden müzakerat ile ittihaz olunan mukarrerattan dolayı ahali-i mahalliyye müteessirdir. lah isti’mal ediyorlar. Hükumet mücrimleri elde etmek için para ve nişanlar vaad ediyor. beyne’l-müslimin intişarı için İngiliz rubyesi teberruda bulunarak vali-i vilayet Sir Clarke’a tevdi eylemiştir. Bu teberruun İngiliz hükumetine me’mur yetiştirmekten ziyade memlekette ulum-ı ziraiyye ve sanaiyyenin ta’limi esbabını te’mine sarf olunacağını ümid eder ve bu hamiyetli din kardeşimizi an-samimi’l-kalb tebrik eyleriz. Sırbistan Kralı Der-Saadet seyahati münasebetiyle bütün Sırbistan’da mahbus bulunan bil-cümle mahkumin-i İslamiyye’yi avf etmiştir. Müşarun-ileyh Kral’ın bu hareketi bütün ahali-i İslamiyye tarafından memnuniyet ve meserreti azime ile telakkı edileceği şüphesizdir. Hedaya-yı Seniyye ve Rusya müslümanları Orenburg’ta münteşir Ma’lumat gazetesi Türk Kavmi Tarihi nam eser müellifine taraf-ı eşref-i cenab-ı Hilafet-penahi’den ki: “İstanbul’da çıkan ve hükumetin naşir-i efkarı addolunan Yeni Tanin ceridesinin Muharremü’l-haram sene tarihli nüshasında “Mahzuziyyet-i Seniyye” serlevhasıyla şöyle yazılıyordu: “Rusya ulema-yı İslamiyyesi’nden Hasan Ata bin Molla Mehmed el-Abeşi tarafından te’lif edilip arz-ı atebe-i ulya kılınan Tarih-i Kavm-i Türki nam eser mahzuziyet-i seniyyeyi mucib olarak muma-ileyhe taraf-ı Hilafet-penahi’den bir akık tesbih ve kordonuyla beraber altın saat ihda buyurulmuştur” ondan naklen Vakit Tercüman Yulduz İdil vesair cerideler dahi yazdılar. Bu hediye-i şahane sahibine isal olunmak üzere Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye sefiri Turhan Paşa hazretlerine gönderilmiştir. Sefarethaneden gelen bir me’mur-ı mahsus müellif-i eser Hasan Ata hazretlerine verilmek üzere hedaya-yı seniyyeyi Orenburg müftisi cenablarına tevdi ve müfti efendi hazretleri de ba-kemal-i ihtiram sahibine isal eylemiştir. Hediyye-i şahane: Dışı kadife ve içi atlas gayet müzeyyen bir kutu derununda iri ve pek kıymetli akikten dizilmiş bir tesbihtir ki imamesinden yukarısı altın bir kamçı ve ucunda soluk altından üç mercan ile müzeyyen topu vardır. Saat da yine müzeyyen dil-rüba bir kutu içerisindedir. Sefir hazretlerinin beyanına nazaran taraf-i eşref-i hazret-i Hilafet-penahi’den isti’mal buyurulduğundan kıymet-i ma’neviyyesi dü-baladır. İşaretleri açık ve müslüman rakamıyladır. Altından olan kordonu kıble-nümasıyla beraber pek şıktır. Selatin-i Osmaniyyece bizzat isti’mal buyurulan saatleri hediye etmek adat-ı kadimedendir ki hedayanın en kıymetdarı addolunur. Yalnız me’murlarının hizmetlerini ve ihlaslarını ve alat-ı harbiyyelerini değil ulemanın göz nurlarını ve ictihadlarını ve kalemlerini bir padişahın takdir etmesi tebeasının terakkı ve temeddününe şüphesiz ki büyük bir vesile ve istikbal için de fal-i hayrdır. Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretleri yalnız kendi memleketlerindekini değil başka memleketlerde olanların da asar-ı ilmiyyelerini böyle iltifatlarla ve bu gibi ali mükafatlarla taltif ve tergib buyurmaları hakıkaten umum ehl-i İslam için mucib-i şükrandır. Siyaset ve politikadan ve meddahlıktan saf ve baid sırf fen nokta-i nazarından yazılmış bir ilmi eseri takdir buyurup siyaset ve politika ma’nalarından ari mükafatlar ile madalya para ile değil taltif etmesi hakıkat pek akılane ve müdebbirane muameledir. Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin hedaya-yı seniyyeleri yalnız Hasan Ata Kadı hazretlerine değil belki zümrelerinden bulunduğu için bütün Rusya ulema-yı İslamiyyesi’ne ma-bihi’l-iftihardır. Ve efradından biri olduğu için bütün Rusya ahali-i İslamiyyesi’ne de iltifat-ı alidir. Oğullarından biri olduğundan vatanımız Rusya için de bir şereftir.” Orenburg Müftisi ve Devlet-i Aliyye Sefiri Ufa şehrinde neşr olunan Ma’lumat gazetesi Orenburg müftisi efendi hazretlerinin Petersburg’a vaki’ olan seyahatlerinden bahisle diyor ki: Petersburg Camii şerifinin vaz’-ı esas resmi münasebetiyle re Petersburg’a azimet etmiş olan müfti efendi hazretleri şehr-i mezkura muvasaletlerini müteakib evvela Buhara-yı şerif emirini kışlık sarayında ziyaret eyledikten sonra doğruca Hilafet-i Muazzama-i İslamiyye sefiri Turhan Paşa’yı ziyaret etmek üzere Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye sefarethanesine azimet buyurmuşlar ise de sefir hazretlerini bulamamışlardır. Sefarethaneden çıktıktan sonra nazırlarla bit-telakı efkarda bulunarak müsaid cevaplar almışlar ve huzur-i çariye kabulleri takarrür etmiş ise de Petersburg’un vehamet-i havası esasen nahifü’l-mizac bulunmak hasebiyle afiyetlerini olan merasimden sarf-ı nazarla avdeti ta’cil buyurmuşlardır. Maamafih şu az müddet zarfında da dini ve milli işlere dair birçok meb’uslarla müdavele-i efkara muvaffakıyet hasıl olmuştur. Devlet-i Osmaniyye sefiri Turhan Paşa hazretlerinin mani olmuştur.” TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Nisan Dördüncü Cild - Aded: Halime Resul-i Ekrem’den gönlü istemeyerek müfarakat etti çünkü o tıfl-ı mübarek tul-i meks ü ikametinden bezilmez usanılmaz bir mihman idi. müfarakatten mazi. kef’in fethiyle gönlü istecümlesi haliye ve ma-kablinin ta’lili sevadan ism-i sıfat ve usanmaba’dindeki sa’nın fethiyle bir yerde çok zaman Nazım hazretleri Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin kıssa-i rıdaını ikmal ettikten sonra şimdi de cedd-i emcedi nezdine iade olunmasının sebebi olan şakk-ı sadr kıssasını beyana şüru’ ile diyor ki: Kalbinden şakk edildi ve kalbi yıkandıkta ondan bir siyah mudga ihraç olundu. O tıfl-ı mübareğin kalbi şakk olunup gasl u tathir edildi ve esna-i tathirde kalbinden siyah bir lahm-pare çıkarıldı. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz için dört kere şakk vaki’ oldu. Birincisi: Müddet-i rıdaı olan iki seneyi bitirdikten iki veya üç mah sonra ikincisi: On yaşını doldurdukda üçüncüsü: Cebel-i Hira’da vaki garda Cibril-i Emin zat-ı risalet-meablarına vahiy getirdiği zaman dördün cüsü: Leyle-i İsra’dadır. Tahkık olan budur. İnde’l-muhad disin beşinci bir şakk sabit olmadığı cihetle emr-i şakkın beş defa vukuuna dair söylenen söz zaiftir. Ve asl-ı şakk her peygamber için vaki’ olduğundan asl-ı şakk Resul-i Ekrem efendimizin hususiyatından olmayıp belki tekerrürü zat-ı nübüvvet-penahilerinin meziyyat-ı mahsusasındandır. olunmamak ile de olabilir iken ibtida halk olunup sonra ihraç edilmesi bu mudga ecza-yı insaniyye cümlesinden olduğu cihetle hiç olmayışı bedende naks olacağı içindir. yarmak ma’nasına olan şakktan mazi-i mechul ’ nin zamiri Resul-i Ekrem’e’nun zamiri kalbe raci’dir dedikleri kalın damara asılı lahmhadis-i şerifinde fuadı kalb ile tefsir etmişlerdir. İnde’l-mumimin zammı ve datın sükunuyla bir çiğnem ete denir. Rivaahrecenin zarfıdır. Gasl: Gayn’ın fethi ve zammudganın sıfatı ve esvedin müennesidir. Esved: SiCibril-i Emin’in sağ eli onu mühürledi ve nebe’ ve haberlerin Muhammedi şakk olunup gasl u tathir edildikten sonra emin-i vahy Cibril aleyhisselam mahall-i şakka elini sürmesiyle Muhammedi şakk olunduğu esnada ona ol kadar iman hikmet ulum esrar tevdi olundu ki haber ve peyamlar bunu ber-tafsil neşr u işaa edemedi. El-hasıl halet-i şakk-ı sadrda kalb-i kerim-i Ahmedi’ye tevdi olunan hüküm ve esrarın tafsilatı ma’lum olmadı o hüküm ve esrarın tafsilatını Cenab-ı Hakk’tan maada hiçbir ferdin ilmi ihata etmediğinden haber ve peyamlar o tafsilatı neşr u işaa edemedi. mühürlemek ma’nasına olan hatemden mazi ve zanın masdarı bulunan şakka fail ve sağ canib ma’nasına olan eymenin müenneyümnanın muzafun-ileyhidir. cümlesi takdirinde : dan mazi-i mechul. Bir şeyi bir kimnaib-i fail ve iman ve hiktade lam zaittir ve zamir’ya raci’-i mef'uldür. fail O mühür kalbin esrarını hıfz u siyanet etti bu sebep ile ne o mührü bozup koparmak vaki’ oldu. Ne de işaa vuku’ buldu. Kalb-i kerim-i Muhammedi’ye ida’ olunan esrarı onun üzerine Cibril tarafından basılan hatem hıfz eyledi. Ve bu cihetle ne o hatem bozulup koparıldı ne de o esrar ihata olunarak tamamıyla işaa edildi. Halime-i Sa’diyye dedi ki Resul-i Ekrem’i memeden kesmekliğim üzerine iki veya üç mah geçmiş olduğu bir gün süt kardeşiyle obalarımızın arkasında iken bir de kardeşi seğirterek geldi ve Kureyşi kardeşimin yanına beyaz rubalı Benimle süt pederi hemen Resul-i Ekrem’in bulunduğu cihete doğru seğirttik. Ayakta levni mütegayyir bir halde bulduk. Süt pederi Resul-i Ekrem’in boynuna sarılıp oğlum sana ne oldu diye sordukda yanına beyaz rubalı iki kişi gelip kendisini yere yatırarak karnını yardıklarını ve içinden bir şey çıkarıp attıktan sonra hal-i sabıkına irca’ ettiklerini söylemesiyle alıp getirdik. Bunun üzerine süt pederi dedi ki Halime: Gereği gibi korktum bu oğluma bir şey isabet etmiş olmasın haydi kalk korktuğumuz hal zuhur etmeden onu velisine iade edelim. Bu mülahazaya mebni Resul-i Ekrem’i yüklenip validesine götürdük validesi niçin iade ettiğimizi sual etti. Ve sebebini beyan etmekliğimiz için pek ısrar eyledi. Biz de vak’ayı olduğu gibi hikaye edince “Siz onu cin mi çarptı diye korktunuz hayır hayır onu cin çarpamaz. Bu hadise oğlum için bir şan-ı azim vuku’ bulacağına delalet ediyor. Onu burada bırakınız” dedi. mef’ul ve zamir kalbe raci’. Fail. Hitam: Kitap fahemze’nin kesriyle işaa ma’nasındır. Kalb-i kerim-i MuhammeSevgili kari’lerimizin çoğu tahattur edecektir ki bundan on sene evvelki İkdam ceridesinin sütunlarında Muhitü’lMaarif ünvan-ı mehibi altında imzasız lakin gayet mühim lisan makaleleri görülürdü. Memleketin bütün okur yazar takımını hayran edecek kadar derin bir vukuf ile yürütülen o mütalaalar hele Ispartalı Hakkı ile beni alıklaştırmıştı! Çünkü o vakte kadar Hakkı’yı ne zaman görsem ya edebiyat menkıbeleri dinletir yahud lisan mebahisi dinlerdim. Bazen edibliği ona vererek lisan ulemalığını kendi hisseme bıraktığım da olurdu. Ma’lumat-ı edebiyyemizin hududu şarkan Fuzuli’de garben Lamartine’de karar kıldığı gibi tedkıkat-ı lisaniyye namına ileri sürdüğümüz bahisler de medhal-i kavaid ile mahdud idi. Fakat biz bu dar sahanın yalnız sathında dolaşmazdık ki!... Bilseniz ne ta’mikat ne tedkıkat icra ederdik! O bana kadar farkı usturanın keskin tarafından çok daha incelterek anlatmaya çalışırdı; ben ona vasf-ı terkibilerin adedini dörtle onla takyid etmek ilm-i şerife karşı bir nevi tazyik olacağını kabul ettirmekle uğraşırdım! İmla mes’elesine gelince tehid idik... Hayfa ki demin söylediğim makaleler meydana çıkıverince bizim mütalaatın kaffesi su görmüş teyemmüm gibi hükümden sakıt oldu! Kendi alemimizde pekala birer lisan uleması geçinir dururken hiçliğimizi yüzümüze çarpan; felsefe-i lisanın ne olduğunu birinci defa olarak izah eden bu azametli mebahis kimin tarafından yazılıyor diye merak ettik. Emrullah Efendi’nin mahsul-i ictihadı olduğunu anlayınca ani’l-gıyab müştak olduğumuz o sima-yı hikmet ü irfanı görmek emeline düştük. Gerçek o sırada da İkdam’ın Paris muhabirliğini eden Ali Kemal Bey’in de lisana dair mülahazatı görülmüştür. Lakin doğrusunu isterseniz beriki makalelerin yanında onlar metin birer mülahaza değil açıktan açığa birer mülahazasızlık koca bir makalenin erbab-ı mütalaaya öğretmek istediği hakayık-ı amika “de” edatı zarf için gelmezse atıfe olur; binaenaleyh ayrı yazılmalıdır. “Ma’yub” kelimesi yanlıştır; ? bunun yerine fasihi olan “muayyeb” lafzını kullanmalıdır... gibi hayır-hahane birtakım ihtarattan ibaret kalıyordu! Maamafih Ali Kemal Bey telkın etmek istediği hakaikı böyle üryan bir kıyafetle göstermiyor öyle telliyor öyle pulluyordu ki insanın vehleten nim-ilmi bir makale diyeceği geliyordu. Yalnız Emrullah’ın bizi bitiren o bülend muhakemat-ı alimanesi üzerine Ali Kemal Bey’in makalesi yüreğimize su serpmedi diyecek olursam hakıkati saklamış olurum. Hakkı dedi ki: – Emrullah Efendi ile görüşmenin bir yolunu bulsak... – İyi olur ama nasıl ederiz? Büyük adamlara sokulmak benim için pek zordur. Hazreti tanıyan bir zat yine hazretin müsaadesini aldıktan sonra beni yanına götürse idi; ben de o ilk mülakatta iltifat görse idim alt tarafı kolay olurdu. – Beni de görüştürür müydün? – Hay hay – O halde işin bütün müşkilatını düşünerek cesaretsizlenme de bir an evvel çaresine bak. – Acele etme! Bu gibi teşebbüsler beni hayli düşündürür. Çünkü canım yandı: Fazlına kemaline hürmeten kimin yanına sokulmak istedimse ya ısırdı ya tepti! Bizim memleketin okumuşları –hikmet-i Huda– bütün huylu oluyor. – Gevezeliği bırak! Dediğin ısırgan fıtratlı mahlukları biliyorum. Kabahat sende ki hayır umuyorsun da öyle heriflerin meclisine gidiyorsun. Onlarda zaten kemal namına fazilet namına çok bir şey olmadığı için mahiyet-i acizelerini göstermemek maksadıyla haşin bir rida-yı ceberuta bürünüyorlar. Emrullah’ı bir insan-ı kamil göreceğinden emin ol. Baksan a gaye-i maksadına doğru ne muhkem bir azim ile yürüyor! Sağdan soldan yükselmeye çabalayan tezyif istihza techil gürültülerine kulak bile asmıyor cehele-i cemaate karşı sima-yı saf-asarında bir çin-i işmi’zaz yahud bir hande-i Hakkı beni iyice kandırdı. Hemen o hafta içinde pılıyı pırtıyı çoluğu çocuğu yüklenerek Makriköy’e taşındım. Evvela Baban-zade İsmail Hakkı sonra Halil Edib Muhlis Beylere müracaat ederek Emrullah’a beni tavsiye etmelerini ara sıra harim-i irfanına kabul olunmaklığımı rica eylemelerini söyledim. Nihayet hazretin hiç kimseden iltifatını diriğ etmez bir fazıl-ı derya-dil olduğuna dair bu saydığım arkadaşlarımın hepsinden te’minat aldıktan sonra bir gece Muhlis Bey’in evinde kendisine mülaki oldum. Filhakıka Emrullah Efendi beni bir aşına-yı kadim gibi gayet tekellüfsüz kabul etti. Birinci defa olarak girdiğim o meclis-i mehib-i irfan o gece beni hayli sıktıysa da fıtratı da ma’lumatı kadar yüksek olan o büyük adam bana öyle samimi öyle can aşina hitabını tevcih etti ki kimin karşısında olduğumu unutmak derecelerine gelerek ara sıra söze karışmaya bile başladım. O günlerde ise zavallı Emrullah nikbetin hüsranın en safil derekatında çalkanıp duruyordu: İkmaline bin can ile çalıştığı Muhitü’l-Maarif ashab-ı hayrdan birinin himmetiyle kapatılmış; eserin tab’ını deruhte eden Ahmed Cevdet Efendi’nin aldığı tazminattan da bu zavallının hisse-i avaresine ücret-i tahrir olarak yalnız hasbi mesaisinin ecr-i ma’nevisi düşmüş idi! Lakin o metin adam yine ye’se düşmüyor yine ati için birçok ümidler birçok hayaller besleyip duruyordu. Bu mülakat iki üç defa tekerrür ettikten sonra Ispartalı Hakkı’dan başlayarak bütün sevdiklerimi Ka’be’ye hacı taşıyan deliller gibi Emrullah’ın evine götürmeye başladım. Çok defalar Veli Efendi çayırında Çobançeşme kırında yahud daha içeride akd ettiğimiz encümenler Allah bilir a enzar-ı tecessüsü kamaştıracak kadar parlak olurdu. Halin mehalikini hepimizden iyi gördüğü için atiyi hepimizden fena tahayyül etmesi icab eden koca Emrullah’ın tevekkülünü fakat mütemadi bir sa’y mütezayid bir azim ile beraber giden tevekkülünü gördükçe hakkındaki hissiyyat-ı vedad ve hürmetime münteha tasavvur eyleyemiyorum. Aradan seneler geçti. Bir gün hazreti pek beşuş gördüm: Meğer Konya’da açılacak Mekteb-i Hukuk müdiriyetine ta’yin edilmiş imiş. Avn-i Hak’la orada bir lem’a-i ma’rifet uyandırabilsek... diyordu. Bir hafta sonra Konya’da bulunması du? Gitmediniz mi?” dedim. – Gittim de geldim! Habisler bırakmadılar ki! Ne kadar da şevkim var idi! Hususiyle hükumetin memleketin ileri gelenleri beni pek güzel kabul etmişlerdi. Büyük büyük işler göreceğimize adeta yakın hasıl eylemiş idim... Ne yapalım el-hükmü-lillah! Biraz daha bekleriz... Zavallı Emrullah yine metanetine sahip idi! Bu vak’adan tahminen bir buçuk sene kadar sonra idi ki hazrete Sultan Ahmed bahçesinde tesadüf etmiş idim. O gün de ferda-yı hürriyete müsadif Cumartesi günü idi. Biçare fart-ı sürurundan asabi bir nöbet geçirmiş olmalı ki arkadaşları kendisine Kordiyal içirmeye çalışıyorlar idi: O güne kadar neşat ile inbisat ile yakından muarefesi olmayan Emrullah’ın kalbi o gün ziya-yı saadetin ufukları lebriz eden tecelli-i nur-a-nuru karşısında gaşy olmuş da zannederim ömründe birinci defa olarak metanetini kaybetmiş elesini bahane ederek na-hak yere Maarif Nezareti’ne dolayısıyla nazıra hücum eylemeleri bütün bu hatırat-ı maziyyenin birer birer canlanmasına o hatıraların sinesinde saklamak den ayaklanmasına sebep oldu. Muasırları tarafından tekfir edilen hakim-i şehir İbni Sina’nın “Dünyada benim gibi bir müslüman var; o da kafir maarifin neşrine i’lasına vesait ihzarıyla geçen Emrullah hazırdaki bir müessese-i ma’rifeti tahrib ile itham olunacaksa bence memleketini seven memleketinin teali-i irfanına çalışan adam yok demektir! Meşrutiyet bize gayet acı bir hakıkat öğretti ki o da vatanımızda her ma’nasıyla büyük adamın yok denecek kadar ender bulunmasıdır. Evvelce “At var meydan yok!” diye kendimizi aldatıyorduk oyalıyorduk. Bugün de aynı hülyalara kapılacak mıyız? Tedkık-i habere ta’mik-i nazara hacet görmeksizin Emrullah gibi kendisinden bu kadar hizmetler beklediğimiz bir adamı na kadar hissiyata kapılmakta devam edip duracağız? Garibi neresi mes’elenin mahiyetini anlattığınız adamlar da “İyi ama mesela falan gazete böyle yazmıyor!” diyorlar. Sanki size inanmıyorlar da o falan gazeteye inanıyorlar! Allah cümlemize insaf versin. Zıll-i zaildir bakılsa dide-i im’an ile Ru-nüma-yı suret-i hesti olan levh-i şühud Hurde-bin-i akl u hikmetle bakan sahib-nazar Aldanıp bu suret-i mevhumeye vermez vücud Fransa’nın Fen Akademyası a’zasından ve darü’l-fünunun fen şubesi fizyoloji muallimi Daster birkaç sene evvel neşrettiği Hayat ve Memat ünvanlı kitabında maddiyyun meslek-i ahirine dair gayet mühim delail ve berahin cem’u bast eylemiştir. Sorbonne mualliminin delailini tenkıd ve tedkık etmek lazımdır. Fen gösteriyor ki bütün zevi’l-hayatın vücudu esasen protoplazmadan teşekkül etmiş ve bir veya birçok hücerattan terekküb eylemiştir. Muallim Daster dahi alaim-i hayatiyyenin ancak taazzuv etmiş ve nüveli hücre teşekkülünü ceğini bildiğinden diyor ki: Eğer bu kavanin mutlak olsa idi; eğer hayat hücre şeklinde olan albumini protoplazmadan başka şeyde bulunmasaydı maddenin hayatı “La vie de la matière” mes’elesi aksine olmak üzere halledilmiş olacaktı. Ba’dehu bu kavaninin sıfat-ı mutlakasını zaafa duçar etmek için şu istisnayı dermeyan ediyor: “Cüz’-i hücrevi Mrotomie tecrübeleri cism-i hücrevi ve nüvenin mevcudiyetini yani hücrenin tamamiyeti lüzumunu bildiriyor. Fakat bu tecrübelerden şunu da anlıyoruz ki hücre tamam olmadığı zamanda mevt doğrudan doğruya husule gelmiyor ve alaim-i hayatiyyenin bir kısmı yine nüvesiz ve sakat ve na-tamam protoplazmada devam ediyor.” Bu müstesna hali teşkil eden vekayi’ dikkatle muayene olunursa isbat olunur ki nüveden mahrum hücre parçası artık neşv ü nema ve tekessür melekesine malik değildir. Yani hayatı tavsif eden hiçbir fi’l-i şekli ve vücudi morfolojik Nüvesiz olan cüz’-i hücrevide devam eden alaime gelince: Havi olduğu gıda-i ihtiyatinin istihlakine merbut harekattan ra kat’i bir surette munkati’ olur: Mevt daima zaruri ve mecburi ve gayet seri’ ve daima protoplazmanın adem-i tamamiyetini ta’kib eder. Binaenaleyh hiçbir fi’l-i hayati nüvesiz protoplazmada tehassül etmez. Hülasa mevcudat-ı zevi’l-hayatın vahdet-i kimyevi ve vahdet-i vücudiyyeleri kavaninini cerh etmek şöyle dursun Mösyö Daster’in beyanatı bilakis bir tarz-ı bedihide onları tasdik ediyor. Biz yine onun sözlerini alarak deriz ki: Evet protoplazmasız ve hücresiz hayat olamaz. Maddenin hayatı mes’elesi menfi olarak halledilmiştir. Müşahedat gösteriyor ki; zat-ı zi-hayat bir muhit-i münasibe konulursa orada bulduğu mevadd-ı gıdaiyyeyi müvellidü’l-ma-i karboniyye azotiyye ma’deniyye imtisas edebilmek üzere tahavvüle duçar ediyor. Ba’dehu vücudunun mürekkeb olduğu mevadda müşabih kılmak üzere temessül eyliyor ve böylece tedricen bir şekl-i hususi iktisab ve cerihalarını ta’mir ve tedavi eyliyor. İşte bu hal zevi’l-hayatın evsaf-ı mümeyyizesi gibidir. Mösyö Daster’e göre ecsam-ı gayr-ı uzviyye de bu melekata malikmiş hele bilhassa billurat-ı ma’deniyye muvafık bir kültür derununa konulursa yani yine kendisinin bir mahlul Madde-i mahluleyi temsil eder ve bunun eczasını vücuduna eşhas-ı billuriyye sakatlıklarını [ta’mir] hususunda da zevi’lhayatın aynı kabiliyatını gösterirmiş! Ve bu nokta-i nazardan zevi’l-hayatın ecsam-ı cemadiyye arasında mükemmel bir müşabehet mevcud imiş! Daster’in müşabehet-i tamme dediği şey pek sathi bir müşahededen ibaret olup muhtelif eşyaya aynı ismi vermekten mütevelliddir. Şimdi birer birer cerh edelim: Daster’in muhit-i zer’i dediği şey yine bu cismin kendi mahlulüdür. Her bir mahlul bir mayi’-i muhallilin zerratı arasına dağılmış karışmış cism-i münhallin zerratından müteşekkildir. Ne zaman ki cism-i mahlul tebellür eder eczası tabiatını değiştirmeksizin yeniden toplanır. Binaenaleyh gerek billur şekli ve gerek mahlul şekli zerratı toplanmış veya dağılmış aynı bir maddedir. Bir muhit-i zer’iye konulan bir mikrop ise bilakis bu muhitin zerratını sadece toplamak değil onların gayet muhtelit imalat ve ıslahata duçar ettikten sonra muhitin maddesine benzemeyen kendi madde-i zatiyyesine tahvil eder. Şu halde bir mikrop ile bir billur beyninde ve bir mahlul ile bir muhit-i zer’i arasında hiçbir müşabehet yoktur. Billuratın teşekkülü temessül ve neşv ü nema namlarıyla tavsif olunuyor. Bu hak mıdır? Bir billur aynı madde-i kimyeviyyenin zerratının toplanmasıyla teşekkül etmiş ecza-i billuriyyeden mürekkeptir. Bu ecza-i billuriyye mütecanis olup madde-i kimyeviyyenin mahlul-i mütekasifi ka’rında madde-i mezkure zerratının yanyana tavazzuuyla ayrı ayrı olarak teşekkül ederler ve bunlar da yine yanyana üst üste “jixtaposotion” tavazzu ederek billuru hasıl ederler ki bu keyfiyet tamamen kuva-yı hükmi-i kimyeviyi izah eder. Mahlulde müşekkel olduğu halde zerratın bu ecza-i billuriyyenin tavazzuat-ı mihanikiyyesiyle mevcudat-ı zevi’l-hayatın temessülü yani muhit-i zer’inin gayr-ı mütecanis olan mevaddının protoplazmaya tahavvülü arasında bir müşabehet kabul olunabilir mi? Ecza-i billuriyyenin yanyana gelmesinden mütahassıl billuratın hacminin tezayüdü ile hüceratın büyümesinden ve yekdiğerinden tevellüd etmek şartıyla bunların tekessüründen mütevellid zevi’l-hayatın neşv ü neması arasında ne münasebet vardır? Ecza-i billuriyye ka’r-ı mahlulde müteferrikan zahir değil midir? Billuratın tegayyüratını iltiyam ve teneddüb ettirmek hassasına gelince: Sair hükemadan sarf-ı nazar bu hali Pasteur pek güzel mütalaa etmiştir: “Bir billur herhangi bir tarafından kırılıp da yine kendi ana suyuna konulursa görülür ki aynı zamanda billur her tarafından ecza-yı billuriyye teressübatıyla büyür: Kırılmış veya bozulmuş olan tarafında bir sa’y-ı şedid hasıl olur ki birkaç saat zarfında billurun her tarafında vaki olan i’mal-i muntazamadan başka kısm-ı mütegayyirin intizamı iade ve yeniden te’sis olunur.” Mösyö Daster bunu ele alarak diyor ki: Billurun teşekkülünde vaki’ olan sa’y u i’mal afetzede olan noktada şerait-i adiyyede vaki’ olmayan bir şiddet ve faaliyet kesb eder. Bir zi-hayatta vukua gelen hal de bundan başka bir şey değildir. Az bir dikkatle muayene olunursa şeklin ta’miri hususunda zevi’l-hayat ile billurat arasında maddiyyunun koymak Gerney billurun kısm-ı mütegayyiri seviyesinde ana suyuna diğer taraflardan ziyade fevka’l-meşbu’ bir hale gelir diyor. Ne olursa olsun billuratın tegayyüratı ta’miri sırf bir te’sir-i hükmidir. Fakat zevi’l-hayatın yaralarını iltiyam ettirmesi de böyle midir? Müşahedat gösteriyor ki vahidü’l-hüceratta ta’mir ve iltiyam billuratta olduğu gibi yalnız yaralanmış olan yere muhitin havi olduğu mevaddın terakibiyle husule gelmiyor; bütün hücrenin tagaddisi şiddet peyda ederek mevadd-ı gıdaiyyenin temessülü ve onların protoplazmaya tahavvülü daha faal bir surette vaki olmasıyla icra olunuyor. Zevat-ı kesirü’l-hüceratta ise mahall-i cerihada bir gaddi ve tekessür-i hücerat husule geliyor. Ve bu hücerat öyle bir nizam üzere tavazzu ediyorlar ki bu yalnız kuva-i hükmi-i kimyevi ile izah edilemez. Binaenaleyh tagyirat ve cerihatı ta’mir hususunda billurat ile zevi’l-hayat arasında hiç bir müşabehet ve iştirak yoktur. Madiyyun-ı ahireye göre bazı ecsam-ı gayr-ı uzviyye zevi’l-hayat gibi bir tenasül ve tekessüre maliktir. M. Les. Errera Felsefe-i Nebatiyye ünvanlı kitabında tarz-ı tebellür ile hayvanat ve nebatatta görülen tarz-ı tenasül arasında bir karabet görmüş ve bunu pek şa’şalı bir surette bast u beyan eylemiştir. Bugün muhakkaktır ki zevi’l-hayat kendine müşabih bir andan evvel mevcud bir zi-hayattan tevellüd eder. Mösyö Daster bazı billurat da kendinden evvelki bir şahıstan tevellüd ediyor Binaenaleyh bir billur-ı mütekaddimin halkı gibi mütalaa olunabilir diyor. Bu billuratta zevi’l-hayatın bi-zatihi tenasülüne dahi mikropların teksir ve tebzirine müşabih alaim müşahede ediyor. Mahlul-i meşbu’ ve mahlul-i fevka’l-meşbu’ ne demek olduğunu bilir. On beş derece-i hararette bir litre ma-i mukattara bir kilogram kibritiyyet-i sud kmn koyalım ve çalkalayalım. Bu tuzun bir miktarı gramı mayiin içinde kaybolur. Mütebakısi kabın dibinde kalır işte böyle bir mahlule meşbu’ denir zira on beş derece-i hararette bir litre su üç yüz altmış gram kibritiyyet-i sud halleder. Eğer çalkalamaya devam ettiğimiz halde mayiin derece-i hararetini otuz dört dereceye kadar çıkarırsak kabın dibindeki milhin de hallolduğu görürüz derecede bir litre ma-i mukattar gram billura kibritiyyet-i sud halledebilir. Bu son mahlulü on beş derece-i harareti haiz bir mahalle koyacak olursak soğumaya başlayarak billur şeklinde milh münhallin bir kısmını terk eder ve tamam on beş dereceye geldiğinde mahlulde üç yüz altmış gramdan fazla milh kalamaz mütebakisi kabın dibine tekrar tavazzu’ eder. Bundan anlaşılabilir ki teberrüd tebellürü icab ettirir. Mahlule fevka’l-meşbu’ denir. Fevka’l-meşbu’ mahlul na-mütenahi surette mayi’ halinde kalabilir. Fakat bu mahlule kibritiyyet-i sud billurundan bir parça konulacak olursa derhal tebellür başlayarak bu ilk nüvenin etrafına süratle intişar eder. Ve milhin fazlası tamamen teressüb edinceye kadar devam eder. Ve bu hadise fevk-i meşbuun derununda kendiliğinden birtakım küçük billurlar görülür. Ve bunlar adeta hariçten konulmuş gibi tasallub ve tebellürün nokta-i azimeti olur fevk-i zeveban dahi fevk-i meşbua benzer bir keyfiyettir. Filhakıka betolde görülen salicylate de naphthol alaim-i fevk-i zeveban alaim-i fevk-i meşbu’ gibidir: Betolü yüz derecede eritiniz ve bir kapalı unbub içinde otuz derecelik bir fırında muhafaza ediniz. Betol burada mayi’ halini ilelebed muhafaza eder. Bilakis derece-i harareti tenzil ederek bir iki dakika on derece-i hararete bırakırsanız mayi’ içinde cürsumeler billurlar görünmeğe başlar. Şehzade Kulübünde Abdürreşid İbrahim ve Musa Kazım Efendiler Tarafından Evvela üstad-ı muhterem Musa Kazım Efendi hazretleri tarafından orada toplanmış ulema ve talebe-i kiram efendilere şu kısa nutuk ile Abdürreşid Efendi hazretleri takdim olundu: Efendiler mücahid-i şehir Abdürreşid İbrahim Efendi’yi size takdim ediyorum. Bu zat alem-i İslam’ın fedakarıdır hadis-i şerifi sırrına mazhardır. Bütün müslümanları düştükleri hak-ı mezelletten kurtarmak maksadıyla Hindistan Japonya Çin vesair memalik-i İslamiyye’de seyahat ederek şimdi de yine o niyetle makarr-ı Hilafet’e gelmişlerdir. Az zaman sonra yine oraya Japonya’ya gidecektir. Maksadı müslümanları uyandırmak ittihad ve ittifak ettirmek din-i celilimizin ulviyetini aksa-yı şarktaki ahaliye bildirmek din-i mübinimizi etraf-ı aleme neşretmektir. Şimdi size bu husustaki mesaisine dair bir mikdar izahat i’ta buyuracaklardır. – Esselamu aleyküm! – Ve aleyküm selam... Böyle bir mecma’-i ulema olan makamda benim gibi bir acizin cesaret ederek söz söylemeye hakkı yoktur. Fakat bugün zaruret o hale getirmiştir ki intibah-ı İslam uğrunda bir aciz bile kendisini ortaya atarak feryada mecbur oluyor. Bunun için afvınıza mağruren birkaç söz söylemeye cesaret ediyorum kusurum olursa afvınızı rica ederim. Ma’lum-ı ihsanınız insan ne kadar bilse yine kusurdan hiçbir vakitte hali olmaz. Hususan şurasını tekrar edeceğim ki insan çok söyleyince hata da çok olur. Fakat bu gibi hatalar niyyet-i haliseye binaen hata sayılmaz. Elhamdülillah... Ben daima Cenab-ı Hakk’a şükrederim ki tevfikat-ı Rabbaniyyesiyle böyle büyük bir vazifenin ifasına beni muvaffak eyledi. Buna yüz bin lisan ile teşekkür etsem yine azdır. Zira ma’lum-i aliniz kaç yüz seneler geçtiği halde bizim ulema-yı İslam içerisinde kimse hariçteki ihvan-ı dinini düşünerek bir vazife-i diniyyeyi ifa maksadıyla ortaya çıkmamıştır. Bu teessüf olunur bir haldir. Zira Kur’an-ı Kerim’de kaç kereler tekrar olunmuştur. Böyle evamir-i ilahiyye ile zimmetimize terettüb eden bir vazife-i mukaddeseden gaflet ettiğimizi düşündüm pek müteessir oldum ben de bu hitab-ı celile ma’ruz olduğumdan vicdanım beni devr-i alem seyahatine sevk etti umum ehl-i İslam’a ait bir vazifeyi Allah bana nasib kıldıysa ne büyük ni’met! diye çantamı alarak yola çıktım. Avrupalılar dünyanın bir tarafından öbür tarafına gezerler gitmedik yer bırakmazlar. Fakat onlar ya hükumet yahud da büyük bir cem’iyetin muavenetiyle gezerler. Külliyetli paralar sarf ederler. Para bulunmadıkça hiçbir vakit gezilmez. Lakin şeriat-i garra-yı mutahharanın hikemiyyat-ı ma’neviyyesindendir ki müslümanların –ne kadar fakir ne kadar cahil olursa olsun– umumiyetle birbirine karşı büyük bir muhabbet-i ma’neviyyeleri vardır. O muhabbet-i ma’neviyye nereye gitse bir müslümanı aç bırakmaz. Bir müslüman miyye ile muttasıf olursa hiçbir vakit zelil olmaz belki muazzezen mükerremen bir parasız seyahat edebilir. sip ettiğinden böyle bütün alem-i İslam’a ait bir vazifeyi ifa edecek kimseler Makam-ı Hilafet’ten çıkmak lazım iken Allah beni ta Sibirya’dan çıkararak bu vazifeyi bana tevdi’ eylediğinden ne kadar iftihar ve teşekkür etsem yine azdır. Esna-yı seyahatimde icra etmiş olduğum tedkıkat ekseriyetle müslümanların ahvaline dairdir. Otuz senedir bu uğurda seyahat etmekteyim. Hatta Avrupa’ya da Avusturya ve Almanya’ya da gitmişimdir. Onları da gördüm. Fakat onlarda olan parlak şeyler beni hiç müteaccib etmemiştir. Ben onlarda hiçbir vakit hakıkı bir hüsün göremedim. Ama İslamlarda her ne kadar zahir-i hal mezellette gibi görülse de ruhi ve ma’nevi bir ulviyet var ki daima nazar-ı dikkatime çarpardı. Bunun için ben her ne vakit her nereye gittiysem daima ahval-i İslam ile iştigal etmişimdir. Rusya’nın içerisinde gitmediğim bir şehir yahud köy pek nadir bulunur. Rusya müslümanları içinde otuz senedir çalışıyorum onların uhuvvet-i diniyyelerini te’kid ve takviye etmek hepsini bir araya toplamak üzere kabil olabilen her türlü tedbirlere müracaat ettim. Ve bu hususta ben yalnız değildim. Gerek ulemadan gerek tüccardan bazı ihvanla beraber çalıştık. Onların bazıları hala da mevcuddur. Otuz senelik ictihadın çalışmanın mücahedenin semeresini görmedik değil gördük. Rusya müslümanları şarkan ve garben Ruslara nisbetle çok terakkı etmişlerdir. Bugün Ruslar Rusya’da müslümanlara muhtaçtır. Müslümanlar mahkum olduğu halde yine mevki’-i ticarileri daha büyüktür. Yalnız bir şey çekilmez bir dert varsa o da Rusya hükumetinin tasallutudur. Fakat bu bizim kusurumuzdan değil. Allah imtihan çöktürmüş. Sonra ulema uyumuş. Bu ağır yük kat kat üzerimize yüklenmiş. Akıbet tahammül haricine çıkınca Rusya müslümanları yeniden gözlerini açtılar. Etrafa baktılar alem büyük bir süratle terakkı ve tekamül yolunda kat’-ı mesafat ediyor. Onun üzerine –yirmi sene mukaddem– oradan çocuklar toplayarak buraya getirdim. Darüşşafaka’ya Darüttedris’e yerleştirdim. Darüttedris o zaman henüz yeni açılmıştı. Ta Sibirya’dan getirdiğim altı çocuğu ilk şakird olarak oraya ben götürdüm. Böylelikle memleketimizi ikaza müslümanları hab-ı gafletten kaldırmaya çalıştığımız zaman avdet ederek muallim oldular ta’lim ve tedrise başladılar. Bu suretle bütün Rusya dahilinde bir intibah hasıl oldu. Bunun neticesi olarak Rusya’da son hareket olduğu zaman bütün müslümanlar kafile-i hürriyyetin önünde bulundular. “müslümanlar İttifakı” namıyla bir cem’iyet teşkiline muvaffak oldular. Ve mevki’-i tatbike koydular. Her nerede bir muvaffakiyet görüldüyse ilk gayret müslümanlardan oldu. Hatta Kazan şehrinde... Kazan eski bir şehirdir. Bir vakitler müslüman hanlığı imiş. Ama şimdi Ruslar elinde bir vilayettir. Burada olan müslümanların adedi Ruslara nisbetle öşür derecesindedir. Maamafih hareket zamanında müslümanların gayretiyle Kazan’da... umur-ı idare hükumet elinden millet eline geçmişti. Valileri polisleri sıkıştırarak kamilen idareyi millet eline aldılar. Üç gün üç gece hükümdarlık ettiler. Bu müddet zarfında hiçbir vukuat olmaksızın memleketi idare edebildiler. Bu da o otuz sene hazırlığın neticesidir. Tabii bu hal çok devam edemedi. Aradan çok geçmedi reyi aldılar. Fakat böyle vukuat Kazan’dan başka yerde olmadı. Başka vilayetler idareyi hükumet elinden alamadılar. Rusya da tasdik etti ki bu müslümanların gayretiyle oldu. Dört yüz senelik mazlum bir millet otuz sene bir intibahta bu kadarcık bir iş görebildi. Fakat sonra istibdad geldi bugün eskisinden fena bir hale duçar oldu. Maamafih çok sürmeyecek ber kendi hukuklarını istirdada muvaffak olacaklarına kat’iyyen eminiz. Bunu da arz etmekten maksadım bu meclis ulema meclisi görülüyor. Rusya müslümanlarının intibahına hizmet edenler ulema idi. Benim fikrime göre nerede olursa olsun lümanları bu hal-i mezellete getiren ulema olduğu gibi bu halden kurtaracak da yine ulemadır. Hususan şeriat-i garra mucebince ulemamız emr-i bil-ma’ruf nehy-i anil-münker ile mükelleftir. Mesacidde medariste va’z u nasihat ile ahalinin ahlakını enva’-i denaetten tathir ederek terbiye ederlerse ulema tarafından ahali böyle ahlak-ı İslamiyyeye muvafık surette terbiye olunursa bizim yakın zamanda bu zulmetten kurtulacağımıza şüphe yoktur. Bu ulemanın vazifesi olduğunu kimse inkar edemez. Ulema bunu deruhte etmedikçe indellah ve indennas mes’ul kalacaklardır. Bunun için biraderane siz kardeşlerimden istirham tarikıyle rica ederim ki biz ulema mesleğinde olanlar gözümüzü açıp millete ön ayak olmalıyız. Millet terakkı etmedikçe hükumet terakkı etmez. Bugün Rusya hükumeti hiçbir şeye muhtaç değildir. Orada her şey var. Mekatib var maarif var hem öyle cesim mektepler ki Paris’te de olsa olsa bu kadar olur. Hiçbir şey eksik değildir. Rusya’da umur-ı maarif her cihetle Avrupa devletlerinden aşağı değildir. Böyle iken hükumetin istikbali o kadar karanlıktır ki günden güne inkıraza sürükleniyor. Bunun da sebebi millette hissiyyat-ı milliyye olmamasıdır. O cesim o süslü mekteplerde tahsil edenler hissiyat-ı milliyyeden mahrum oldukları için hiçbir şey yapamıyorlar ve yapamayacaklardır. Ufacık Japonlara karşı mağlup ve zelil olmaları hissiyat-ı milliyyenin yokluğundan ileri gelmiştir. Yoksa paranın bulunmamasından değil. Eğer Ruslarda ahlak-ı milliyye olaydı o zilleti ihtiyar etmezlerdi. Bu hal ile bugün inkıraza doğru o kadar süratle gidiyorlar ki... gözleri kapanmış göremiyorlar. Bütün memleket cehalet içinde kalmış. Bin haneli iki bin haneli köylere gidersin de okur yazar kimse bulunmaz. Bundan on iki sene mukaddem ameli bir hesap yapıldı. O vakit hükumet saf-derunluk etti: Herkes kendi eliyle imza edecek dedi. Onun üzerine her şey meydana çıktı. Görüldü ki kimse yazı bilmiyor. Müslümanlar Ruslar için Rus hurufatıyla yazanlar yüzde altmıştır. Bazı vilayetlerde ise okuyup yazmak bilmeyen hiçbir müslüman yoktur. Viatka Pirme Orenburg vilayetlerindeki müslümanların kaffesi okur yazar. Terakkı etmiş müslümanlar bunlardır. Duma intihabında Ufa’da meb’us intihab olunmak icab ettiği halde Ruslar okumak bilmediklerinden intihab nedir bilmediler. Müslümanlar tamamiyle intihabı anladılar. Bütün vilayetten on iki meb’us intihab olunmak lazım idi on ikisi de müslüman oldu. Bunun üzerine sair Rusya vilayetleri galeyana geldi: Ne demek Ruslar çok olduğu halde on iki meb’usun kaffesi müslüman olsun?.. Sonra müslümanlar hüsn-i rızaları ile Ruslardan üç kişiye yer verdiler. Bu suretle intihaba hitam verildi. Yani burada da müslümanların daha müterakkı olduğu görüldü. Bunun için Rusya birinci Duma’yı kapattı. çalıştılar ki hayret. Maamafih müslümanlar gayet müdebbirane müttehid ve azimkarane hareket ederek çalıştılar. Birinci Duma’da müslüman meb’us olduğu halde ikinci Duma’da meb’us intihabına muvaffak oldular. Bunlar hep gayret semeresidir. Yoksa Ruslara nisbetle biz zerreyiz. Ruslar milyondur. Müslümanlar ise olsa olsa milyon. O nerede bu nerede?... Sonra Rusya ikinci Duma’yı da yine dağıttı. Üçüncü Duma çare bulamadı. Ancak meb’us intihab edebildik. İşte şimdiki hürriyet! Böyle bir hürriyettir. Bu istibdad devam edemeyecek büyük bir meclis-i meb’usan açılacaktır. Şimdi istibdad bütün hükmünü icra ediyor. Yalnız iki yüz bini mütecaviz sürgünler var. Bunların Bunları söylemekten maksadım biz mahkum bir millet olduğumuz halde ulemanın sa’y u gayreti semeresiyle işi o kadara getirdik ki koca Rusya ile mübarezeye çıkabildik. Halbuki burası elhamdü lillah Makam-ı Hilafet’tir. Bütün cihan gözünü buraya dikmiş. Bütün cihan-ı İslam nefha-i irfanı sizden bekliyor. Böyle bir makamınızı takdis ederek kemal-i uğraşsanız az zamanda bu halk uyanır Makam-ı Celil-i Hilafet’in şerefi de o nisbette artar. Ve bütün cihan-ı İslamiyyet de intibah ve harekete gelir. Şunu iyi biliniz ki alem-i İslam’ın uyanması buraya bağlıdır. Buradaki ulema buradaki müslümanlar intibah ederse bütün alem-i İslam’ın uyanacağı şüphesizdir. Onun için buradaki ulemanın vazifesi pek büyüktür. Hususan İslamlar gayet müsteiddir. Şimdiye kadar mevaiz dinleye dinleye kuvve-i fikriyyeleri her şeye hazırdır. Binaenaleyh kesinde üç senede olur. Yalnız ulema çalışmalı. Eğer ulema bu hususta ihmal ve tesamuh ederse dünya ve ahiret mes’ul olacakları şüphesizdir. Ben her yerde milletimizin ahvaline dikkat ettim. Ve bunlar içerisinde dikkatimi nihayet derece celb eden Japonya’dan tekrar ma’lumat vereceğim. Zira oradan büyük ümidim var. Ümid ederim ki oradan tulu’ edecek güneş bütün alemi tenvir edecektir. Çünkü bunlar gayet terakkı etmiş ve günden güne de etmekte. Sa’y u ictihaddan bir dakika geri durmuyorlar. Ve bize olan ma’nevi merbutiyet-i tammeleri de şayan-ı hayret bir derecededir. Bunlardaki ahlak-ı hasene İslam’a o kadar yakın o kadar münasibdir ki keşke biz müslümanlar onlar gibi olaydık. Hiçbir vakit zalemeyi Allah bize musallat etmezdi. Ma’lum bunların musallat olması bizim kusurumuzdandır. Biz müstehak olduk ki Allah bunları bize musallat etti. Hazret-i Peygamber Efendimiz de öyle istiaze buyurmuştur: O Allah’tan korkmaz zaleme bize musallat olmuşlar. Her yerde her memlekette vatanımızı haricen dahilen işgal etmektedirler. Bugün bunu bilmeyen bir çocuk bile yoktur. Bundan sonra da intibah etmezsek bizim için mevt-i ahmerden başka bir şey kalmıyor. Japonlar vatanlarını haricin tasallutundan kurtarmak için vaktiyle üç yüz hükumet iken bugün hepsi birleşerek bir hükumet teşkil etmişler. Bunların da en büyükleri kırk sene mukaddem Tokugawa namındaki bir hakim imiş. Her ne kadar mukaddes tanıdıkları imparatorluk Mikado’da olsa da kendi beynlerinde muharebe ede ede Mikado’ya imparatorluğu veren Tokugawa namındaki zat imiş. Hala ber-hayattır. Kendisiyle görüştüm birçok müzakeratta da bulunduk. yaşında bir adam. O kadar çalışmış ki bütün memleketiyle muharebe etmiş hepsine galip gelmiş. Memleketi Mikado ile de muharebe eylemiş. Kemal-i metanetle galip olmuş. Mikado o zaman on altı yaşında bir imparator imiş. Fakat Kyoto şehrinde oturuyormuş. Tokugawa da Tokyo’da hükümran oluyormuş. Galip olduktan sonra Mikado’nun yanına gider kemal-i hulus-i kalb ile der ki: – Ben sende olan metaneti sende olan kuvvet ve isti’dadı gördüm... Her ne kadar ben galip oldumsa da bu memleketin idaresi senin elinden iyi geleceğine kesb-i kanaat eyledim. Binaenaleyh ben bütün memleketi sana teslim edeceğim. Yalnız bir şart var: Bu şehrin makarr-ı saltanat olması münasib değildir benim şehrime gel tekmil saltanatı sana terk edeceğim... Mikado’yu alır Tokyo’ya getirir sarayın içinde ne kadar mücevherat varsa kaffesini Mikado’ya terk eder. Kendisi çekilir şehrin haricinde bugün küçük bir evde oturuyor. Bizim mevaiz kitaplarında bir İbrahim Edhem var. O da olmuştur ya fakat biz onu hikaye kabilinden addederiz. Bu Tokugawa o memlekette a’yan meclisinin reisidir. Kendileri eben-an-ceddin erkandandır. Bak hulus-i kalbe. Eğer bizim de birbirimize karşı muhabbetimiz o dereceye gelse yüz kere ziyade terakkı edeceğimiz şüphesizdir. Sonra Tokugawa’nın bu hareketini gören bütün derebeyleri Mikado’ya emanetleri teslim ederler derler ki: Bugünden hepsi emaretlerinden vaz geçerek bir kenara çekilmişler umur-ı Bunların içerisinde yüz otuz adam mevcuddur. Yirmi otuzuyla mülakat ettim. Kaffesi memleketin bu günkü haline memnundurlar. Bunların hulus-i kalbi de şayan-ı hayret bir dereceye gelmiş. Allah bunlara öyle bir hal vermiş ki kalblerini bir araya cem’ etmiş. müşerref olurlar. Onlarda İslamiyet terakkıye başlayınca biz de kardeş olarak ellerimizi açarak meydana çıkalım. Bunun için şimdiden bütün vücudumuzla çalışmak sarf-ı gayret eylemek lazım. Bu da fedakarlıkla olur. Halbuki zerre kadar bizde fedailik yok. Bütün amalimiz maaş üzerinde kalmıştır. Aman maaş gitmesin de ne olursa olsun isterse ahiret de gitsin... İşte biz bunu düşünmeliyiz: Diyanetimiz uğrunda altı yüz kuruş feda edemezsek halimiz ne olur? Bugün meşhur-ı cihan bir adam “Togo”... Bu adamın hükumetten alacağı senevi maaş üç yüz liradır. Bunun da yüz yirmi lirasını sarf eder yüz seksenini devlete iade eder. Bu tamam bizim hulefa zamanında olan evsaftan değil mi? Aksa-yı şark kumandanı Mareşal Oyama milleti millet ruhu ile terbiye edeceğim diye mektep müdürlüğü ediyor. Biz ise milletimizi Fransız yahud İngiliz ruhuyla terbiye edelim diye kavga ediyoruz. Harp zamanında yine kumandandır. Her hafta başı mektebe gelir ta hafta nihayetine kadar mektepte kalır gece gündüz çocukların terbiyesiyle uğraşır. Ben çok defalar tesadüf ettim çocuklarla beraber yemeği yer İşte Japonlar millet için kendilerini böyle feda etmişler. Maaşı da beş yüz lira kadardır. Nihayet iki yüzünü sarf eder kalan üç yüzünü de hep mektebe sarf eder. Evindeki idaresi de pek sade. Ben Cenab-ı Hakk’a hamd ederim burada da böyle bir zat gördüm ki hiçbir zaman hatırımdan çıkmayacaktır. Hoca Efendi Musa Kazım Efendi sayesinde İstanbul’da bir nazırın evinde gittim; tıbkı onlardaki harikuladeliği gördüm. Sadelik samimiyet... Oyama’lar Togo’lardakinin aynı. Elhamdü lillah Makam-ı Hilafet’te böyle bir nazırı gördüm diye kalbim son derece münşerih oldu. Hocaya söylemedim fakat kalbim iftihar ve inşirah ile dolmuştu. Halbuki bizim eski nazırların ejderle muhat kapılarına kim uğrayabilirdi? ğalır. Japonlar işlerini fevkalade sadeleştirmişler: Köylere giderseniz yalnız bir büyük hane bulursunuz ki o da mekteptir. Sairleri hep ufak ufak haneler. Bu zengin evi bu fakir evi diye tefrik olunamaz. Hepsi bir boyda hepsi bir renkte ne kadar zengin olsa olacağı iki nihayet üç oda. Ama mektepleri gayet büyük; iki katlı üç katlı... Evvela bütün vücudlarını bütün varlarını nafakalarının ziyadesini millet için sarf etmekteler. Yoksa ecnebi bankalarına aşırmaya gayret etmiyorlar. İşte böyle bir millet elbette terakkı edecektir. Bunları bu hale getiren kimdir? Mikado derler. Şüphesiz dahli vardır. Çünkü o gayet müstakım müdebbir akıl bir adamdır. Bizzat görüşemedim fakat böyle cem’iyetlerde bulundum. Mekteplerde imtihan zamanında hazır bulunur. Bir ali sınıf imtihanında ben de gitmiştim. ledi. Milletin kendisini on iki sene terbiye ederek verdiği ma’lumat bedeli olarak ömrünün ahirine kadar bütün mevcudiyetiyle millete hizmet edeceğini o kadar mufassal o kadar samimi ve hararetli bir lisan ile beyan etti ki Mikado dayanamadı kalktı yanına gitti cebinden saatini çıkarıp o çocuğa verdi. İşte böyle teşvik ve iltifat gören diğer talebe neler yapmaz nasıl çalışmaz. Bu böyle. Sonra ulema-yı diniyyesinde bir şey tecrübe ettim. Onların uleması bizim bildiğimiz gibi değil onlarda bir taife var ki hiç diyanetle iştigal etmez. Ne Allah’ı tanır ne başkasını. Nazarlarında yalnız mukaddes bir zat varsa o da Mikado’dur. Ama bir taife var ki onlar bizim mutasavvıfin gibidir. Onlara “baban” derler. Kendilerine birçok müridan ve ihvan toplamışlar. Bunların vazifesi bazı yerlerde hiç kadın olmaksızın kamilen erkeklerden bir mahalle teşkil ederek orada otururlar. Buraya “dasan” derler. Hıristiyanların “manastır” dedikleri gibi bir şey. Bunlar rical-i ruhanidir. Bunların vazifesi bütün ömürlerini orada geçirmek. Buradan nöbet nöbet yirmisi bir tarafa onu bir tarafa sevk olunurlar onlar köy köy gezerler. Ahaliye ahlak-ı milliyyeye dair vaaz ve telkinatta bulunur zamana göre ne lazımsa onu söylerler. Bunların bütün vazifeleri bu. Hem gezerler. Hem para toplarlar. Adamlar yetiştirirler. Daima sevkiyat devam eder. Mesela üç yüz kişi bir tarafa gider bir ay dolaşır onlar gelir sonra başka üç yüz adam tekrar gider. Diyanetten anlatacak şeyler: Sirkat haramdır; zi-ruhu katl haramdır; müskirat kat’iyyen haramdır; yalan kat’iyyen haramdır; alemi aldatmak kandırmak haramdır; kesbden çekilmek kat’iyyen caiz değil. Sonra nisa ile muaşeretin vaktini ta’yin etmişler. Bu garip şeydir. Japonya’da kadınlar umumiyetle Teşrinievvel’de doğururlar. Teşrinievvel geldi mi doğuracak bütün Japon kadınları doğurmaya başlar on beş yirmi gün nihayet bir ay zarfında çocuklar hep dünyaya gelir. Çünkü kışın meşguliyet yok kadınlar istirahatle çocuklarına bakabilirler; beş altı ay zarfında çocuklar epeyce gelişir. İlkbahar gelince yine kocasıyla beraber kadın tarlada çalışır. Bu harikulade bir şeydir. Hiçbir memlekette bu yoktur. Faaliyet çalışmak Japonlara mahsus. Erkek kadın kaffesi çalışır. Mezruat o kadar çok ki arzullahtan zer’ olunmamış bir karış yer yok. Dağları merdiven merdiven yapmışlar ekmişler; denizleri doldurmuşlar tarlalar vücuda getirmişler; kabil-i ziraat olmayan yerleri terbiye ederek ziraata salih bir hale koymuşlar. Toprak o kadar azdır ki milyon ahali için müsaid gelmiyor. Her sene beş yüz bin adam artmaktadır. Eğer muharebe eder de bir milyon adam zayi’ ederse birkaç senede ikmale muvaffak olurlar. Bunun için Ruslarla muharebeye mecbur oluyorlar ki o cezirede kalsalar geçinemeyecekler. O kadar milyon ahaliyi o küçük cezire besleyemez. Bunun için Kore’yi Mançuri’yi Elbet bu gidişle bu ictihadla onların her arzularına muvaffak olacakları pek ziyade terakkı ve tevessü’ edecekleri şüphesizdir. Eğer onlar diyanet-i İslamiyye ile terakkı ederlerse bu bizim için nurun-ala-nur. O vakit bütün Avrupa titreyecek bizim de basiret gözlerimizi açarak burada şu Makam-ı Celil-i Hilafet’i terakkı ettirerek onların öyle müterakkı bir zamanlarında biz de terakkı eder onlara arkadaş olabilir bir hale gelebilirsek ecanib için memleketlerimizde dikiş tutturacak yer bulunmayacak. İki yüz seneden beri çektiğimiz kahırların acısı çıkaracağız. Bunun için şimdi geceyi gündüze katarak çalışmalı. Burada ön ayak olmak ulemanın vazifesidir. Ne kadar şayan-ı esef haldir İstanbul’da herhangi sokağa girsen iki tarafı kahve dolu. Kahveler de baştanbaşa dolu. Bu kadar atalet bizi nereye sürükler hiç düşünmez miyiz? Bunlar ne şer’e ne akla yakışır. Hususan o iskanbil kağıtları ulemanın ellerine yakışır şey mi? Onun için ulema artık vakar ve haysiyetini bilmeli onu muhafazaya çalışmalı içlerindeki o kabil adamlara boykotaj yapmalı. Medreselere almamalı hocalar derslere kabul etmemeli. “Artık bu rezaleti çekemeyeceğiz” demeli. Avf edersiniz müslümanların bu günkü halinden pek ziyade müteessir olduğumdan kalbim son derecede sızladığından bunları söylüyorum. Japonlarda hiçbir vakit muattal adam görülmez. Boş adam hiç yoktur. Şayet olursa hükumet mecbur eder bir iş bulur. Japonlar o kadar terakkı etmiş ki komşusunun bile boş durmasına razı olmazlar. Bir iş getirirler haydi beraber çalışalım derler. Biz el ele verirsek inşallah onlar gibi çalışırız. Hususiyle ulemamız rehber olursa istikbalimiz gayet parlaktır... Alkışlara müstağrak olarak bu kadarla iktifayı rica ettiler. Bunun üzerine Musa Kazım Efendi hazretleri de nutk-ı atiyi irad buyurdular: Arkadaşımız Abdürreşid Efendi bize söyleyecek söz bırakmadı. Ne lazımsa söyledi. Ben yine o sözleri hülasa edeceğim. Hepimiz biliriz ki bundan küsür sene evvel zuhur eden nur-i İslam bütün alemi tenvir etmişti. Bu nur sayesinde elli altmış sene zarfında yüz milyona yakın insan din-i İslam’a dahil olmuş ve insan-ı kamil sıfatını haiz bulunmuş hüsn-i ahlak sayesinde idi. Bilirsiniz ki ahlakın üssü’l-esası: Adalet istikamet şecaat mahlukat-ı ilahiyyeye merhamettir. İslam bu esasları efkara öyle yerleştirdi ki o zamanlarda behaimden farkı olmayan Bundan evvel en ziyade vahşet Arabistan’da hükümferma doğarsa diri diri gömerlerdi. Kızı olması güya o adam için bir zillet imiş bir kusur imiş; namusunu ihlal edermiş. Çünkü onlar daima birbiriyle gazve ederlerdi. O gazveler ardı arası kesilmeksizin devam eder. Sonra biri diğerini mağlup edince evladını yağma eder. Kız olursa istifraş eder. Artık ne yaparsa yapar. Bu hal pederlere gayet ağır gayet giran gelir: – Nasıl olsa bir kabile gelip alacak ırzını paymal edecek. der biçare ma’sumları mahv ederlerdi. ayet-i celilesi bunun hakkında nazil olmuştur. Demek vahşet son dereceye gelmişti. Böyle bir zamanda idi ki Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz mücerred lütf-ı ilahi olarak tardı. Onlara hüsn-i ahlak ta’lim etti... Behimiyetten kurtararak gerçekten insan-ı kamil etti. Bütün aleme numune-i imtisal oldu. O vakitten beri medeniyet her yerde tealiye başladı. Bütün kainata ders-i medeniyyet veren İslam’dır. Ondan evvel bütün dünya vahşet içinde idi. O medeniyet o teali İslam’ın ta’lim ettiği hüsn-i ahlak sayesinde idi. Va-esefa ki bu çok devam etmedi. Hulefa-yı Raşidin zamanıyla beraber uful eder hükmünde oldu. Zulüm istibdad yavaş yavaş parlamaya başladı; gittikçe arttı bütün müluk-ı mına etmedikleri zulüm yapmadıkları hakaret kalmadı. Alem-i dan tenfir ettiler. Onun için adeden çoğaldık ise de mevcudiyetimizi hissettiremedik. Vakıa Hind’de Çin’de adeden tekessür ettik adedimiz üç yüz milyona baliğ oldu. Ama hiçbir yerde mevcudiyetimizi göstermedik. Sebebi müluk-ı İslamiyye’nin o şahrah-ı hakıkatten nükul etmiş olmaları idi. Ara sıra bazı ulema-yı din zuhur etti mukabele eylediler; Çi fayda ki kötüler galip olduğundan galebe çaldılar. O zavallıları mahv ettiler. Mesaileri semeresiz kaldı. Yani İslam’ı hal-i aslisine irca’ kabil olamadı. Onlar o ulema hakıkat-i Kur’an’dan adaletten bahs ediyorlardı. Başka bir şey demiyorlardı. Fakat bu o mülukun ve avanesinin işlerine gelmiyordu. Biçareleri mahv eylediler. Vakıa bunlar acıdır. Fakat hakıkattir. Böyle oldu maattessüf. Sonra tabii herkes o münevver zamanları unuttu. Zalimlerin zulmünden herkes korktu. Kimisi şeyh oldu Allah Allah... diye tekkelere çekildi kimisi terk-i dar u diyar etti. Ne yapsınlar başka çare yok. Birçok merasim rüteb menasıb... Bunlar hep onun için istibdadı muhafaza için ihdas olundu. Fakat kendisini bilen mert adamlar buna tenezzül etmediler çekildiler i’raz ettiler. Birer köşeye çekilerek Allah’a karşı vazifelerini ifa ettiler dünyadan birer birer gittiler. Fakat Avrupa o zamanlar vahşette idi henüz terakkı etmemişti. Her ne kadar alem-i İslam zulme i’tisafa duçar olduysa da; ağyarın alem-i İslam’ı istila tehlikesi yoktu. Çünkü terakkı etmemişler arada münasebet de yoktu. Vesait-i nakliyye mefkud gidip gelme yok. Hükumat-i İslamiyye ile Avrupa alemi ihtilat edemiyor. Avrupa vahşet içinde nerede kaldı İslam memleketlerini istila fikrini besleyebilsin. Onun tığı yekdiğerini ezdiği halde hariç tecavüz edemiyordu. Lakin sonra Avrupa gözünü açtı. Usul-i meşrutayı vaz’ etmeye başladı ki evvela İngiltere’de vaz’ olundu. Sonra diğer tarafa da sirayete başladı. Maatteessüf müslüman hükumetler bundan bir ders-i ibret almadılar demediler ki: “Bu güzel bir şey bizim yapacağımız bir şeydir. Terakkı ede ede bunlar nihayet dünyaya hakim olacaklar memleketlerimizi zabt edecekler. Sonra ne din ne iman kalacak. Biz de böyle yapalım. Kendi dinleri emr etmediği halde mücerred saika-i eder. Bunlardan evvel biz bunu yapalım. İcap ederse biz onları istila eyleyelim...” Böyle bir fikir gelmedi. Bazı rical-i siyasiyyemize gelmişse de söyleyemezlerdi efkarını halka neşredemezledi. Çünkü söyleyeni öldürüyorlardı. Binaenaleyh te’siri olmuyordu. Sonra nihayet bir hale geldik ki hal-i meskenetimizi izah valimizi tasvir sadedinde “erzel-i ibad” demiş. Bizim arkadaşlardan bazıları da buna müteessir olmuşlar. Hatta bunu küfre kadar çıkarmışlar. Tövbe istiğfar et demişler. Maksad belli ya: Ahkar-ı ibad erzel-i ibad demek. Doğru. Bu kadar zelil bu kadar hakır başka millet yoktur. Yoksa Reşid Efendiyi itham için mes’eleyi başka şekle koymak avamın o saf o ma’sum zihinlerini tereddüde düşürmek muvafık-ı insaf değildir. Abdürreşid Efendi naşir-i dindir fedakardır. Asırların yetiştirdiği nadir vücudlardandır. Müslümanları kurtarmak için hayatını vakf etmiş müslümanları uyandırmak için canını feda eylemiş. Bütün cihan-ı muvaffak olmuş. Fi-sebilillah mücahede ediyor. Başka maksadı yok. Reşid Efendi’nin hüsn-i niyyeti bütün alem-i İslamca ma’ruf. Japonya’da Çin’de Hindistan’da Mekke’de Medine’de bütün ulema-yı İslam kendisine hürmet etti. Hizmetini takdir etti. Muvaffakiyetine gıptalar ettiler. Bu zatın fedakarlığını bütün ekabir-i ümmet teslim etti. Alem-i İslam hakkında verdiği ma’lumatı bütün erbab-ı basiret nazar-ı im’ana alıyor. Müslümanları bu halden kurtarmak için çareler taharrisine başlanıldı. Bu zatın bir garazı yok. Ne para bilir ne rütbe ne nişan dünyanın parasını versen anlamaz. Öyle fedakar bir zat bu. “Burada otur gitme” desen de yine gidecek. Alem-i İslam’da gezmediği şehir gitmediği kasaba kalmamış. zatın su-i niyeti olur mu? Alem-i İslam’ın felaketini mesaibini; ecnebiler elinde esaret ve mahkumiyetini ta’bir ederken “erzel-i ibad” demiş. İbret almalı mütenebbih olmalı hakıkaten ahkar-ı ibad değil miyiz? İşte bizi tezlil ediyorlar. Hani sözünü yürütür şanlı bir İslam hükumeti? İşte İran işte Hindistan işte Cezair işte Fas... Hepsini eziyorlar hepsini zulm ve esaret altında inletiyorlar. Halleri perişan istikballeri muzlim. Feryad ediyorlar. Guş-i hamiyyetlerimize vasıl olmaz. Tahlis-i nefs ile meşgulüz cihanı görmeye vaktimiz yok. Hazret-i Faruk zamanında İslam’ın şevketi ne idi? Şimdiki hali nedir? İnsaf ederek düşünmeli. Haya hilye-i ... Evet bunda şüphe yok. Lakin o ulviyet-i ma’neviyyedir. Ulviyet-i ma’neviyye ulviyet-i maddiyye ile mütecelli olabilir. Hadd-i zatında ulviyet var; fakat mazharı mahall-i zuhuru yok. Onun için bizi bütün alem tahkır ediyor. Yani maksadı müslümanlar alçaktır denidir demek değil. Müslümanlar sairlerden elbet alidir. Muvahhid ile müşrik müsavi olur mu? Diyanet-i İslamiyye diyanet-i hakkadır. Fakat bu ulviyet bugün yalnız ma’neviyatta kalmıştır. Halbuki maddiyat da olmazsa hiç hükmü yok. Maddiyatsız ma’neviyatın hükmü kalmaz. Delili: Allah diyor ki: Siz muharebe için kuvvet hazırlayın ki onunla Allah ve Resulü’nün düşmanlarını korkutursunuz. ye tezahür edebilir mi? Yalnız ulviyet-i ma’neviyye olup da ulviyet-i madiyye de olmazsa ne hükmü olur? Memleketleri ecanib istila eder bir batın geçince müslüman kalmaz. hür eder akvam-ı İslam’ın şan u şevketi cihanı tutar. Yoksa diyaneti su-i tefsir etmemelidir. Kuvve-i maddiyye olmazsa ullah da var; fakat hani topları hani tüfekleri?... Hazret-i Peygamber muharebeye ne ile giderdi? Cihad-ı ma’nevi başka cihad-ı maddi başka. Bizi bu hale getiren hep cehalettir; zulümler gadirler bir hükumet var Allah’ın gazabı. – Siz kazanın ben yeyim avaneme vereyim diyor karışmayın. Karışırsanız denize atarım... Binlerce adam mahv etti. Binlerce hanüman söndürdü. Nihayet gayretullah çuş u huruşa geldi. Bir taife zuhur ederek bu istibdadı yıktı bu devi bu istibdad devini yere çarptı mahv etti. İslamiyet’i hal-i aslisine irca’ etti. Adalet müsavat teessüs etti. Şimdi bütün bütün mevani’ zail olmuştur. Yalnız bir şey var o da sa’y u gayrettir. Eğer bundan sonra da çalışıp teali ederek ulviyet-i İslamiyye’yi bütün aleme gösteremezsek dünyevi uhrevi mes’ulüz... – Ne yolda çalışalım?... Çalışmanın birçok yolları var. Hülasası maddi ve ma’nevi terakkıdir. Maddi çalışıp ulum ve sanayi ilerletmeli. Terakkınin olur. Bir milletin ilmi san’atı olmazsa o millet terakkı etmez. yapmayacağız. Çünkü insanlar hep sanatkar olamaz. Taksim-i a’mal kaidesi var. Herkes tabiatine isti’dadına göre bir hep taksim olunacak. Mesela köylüler ziraatle iştigal edecek. Fakat onlara emr-i ziraati öğretecek mektepler var. Oradan çıkanlar onlara ta’lim eder. Onların vazifesi odur. Fakat biz ulema ne yapacağız? Bizim vazifemiz nedir? Bizim de vazifemiz işte diyaneti muhafaza halkın ahlakını tehzibe çalışmak yani ta’lim-i ahlak ta’lim-i ahkam etmek. Ahlak olmazsa bir millet terakkı edemez. Etse bile az zamanda mahv olur. Ahlaksız terakkı temelsiz binaya benzer. Ahlakı muhafaza edecek de ulemadır yani biziz. Halkın diyanetini öğretecek yani ne gibi ahlak ile mütehallık olmak lazım geleceğini biz öğreteceğiz. İşte biz bunu yapacağız. Eğer hem ahlak hem sanayi’ terakkı ederse o milletin terakkı edeceği şüphesizdir. Lakin yalnız ahlak olur da ilim sanat ticaret hiç olmazsa; bu halde de yine terakkı olmaz. Hepimiz sufi olduk tesbihler aldık kenara çekildik... Olur mu bu? Kim işleyecek kim alat ve edevat kim top tüfek yapacak? Milleti muhafaza edecek ordu donanma yok. Mesela otuz milyon hoca var. Ne yapabilir? Tabii hiçbir şey yapamaz. Demek yalnız bu cihet kafi değil. Yalnız ma’neviyatla dini muhafaza kabil değil. Çünkü maazallah düşmanlar gelecekler istila edecekler. İkinci batında İslamlar mahv olup gidecek... Onun için evvela ahlak olmalı sonra da kuvve-i maddiyye bulunmalı. İkisi beraber giderse Japonlar gibi olursa o vakit az zaman içinde Avrupa’yı titretiriz. Japonların terakkı etmesinin sebebi onlar maddiyat ile ma’neviyatı nazar-ı mazsa terakkı mümkün değildir. Bugün Avrupa’da bazı yerler var ki yalnız biri var. İngiltere’de Fransa’da ahlak bozulmuş. Böyle giderse yarım asır sonra ahlak namına bir şey kalmaz. Belki biz görmeyiz. Fakat gençlerimiz görecek. Bu ahlaksızlık yarım asır sonra Fransa’yı bitirecek. Kurtuluş yoktur. Olamaz. Tarih bu hakıkati göstermiştir. Herhangi millet ahlakı bozulmuşsa o millet mahv olmuştur. Ma-bihi’l-kıyam ahlaktır. de fiilen ta’lim edeceğiz. Bizim vazifemiz budur. Hodbinliği kaldırmalı mesela hüsn-i ahlaktan birisi mütevazı olmaktır kendini mahv etmek yani kendisini herkesten aşağı görmektir. Enaiyet da’vasından vazgeçmeli. Ötekini ta’yib berikini tahkır etmek... Kendisinde varlık hissetmeden ileri gelir. Demek ki kendisinde bir ulviyet bir büyüklük hissediyor; binaenaleyh başkası bilmiyor... İşte bu ahlak-ı seyyienin birincisidir. Bir kere bundan vazgeçmeli. Hodbinlikle iş olmaz. Mesela baktın ki bir adam hadd-i zatında fasıktır facirdir; o adamı zemm u takbih etmemeli. Çünkü herkesin izzet-i nefsi var; hiddetlenir; kendisinde üç su-i ahlak varsa altı olur. Hatta maazallah daha kızarsa küfre kadar varır. Sen şunu yapmazsın sen namaz kılmazsın... diyecek olursan mesela üç vakti kılarsa o vakit hiç de kılmaz. hati öyle yapmalı ki o adam içinden kendi kendisini muaheze etmeli. Ne hacet! Kur’an meydandadır. diyor ki sen bunları hikmetle mev’ize-i hasene ile mübahase-i müstahsene Eğer senin kalbin galiz olsaydı etrafından dağılır giderlerdi. Yani ulema kat’iyyen galiz olmamalı. Çünkü ulema verese-i enbiyadır. derse o milletin terakkı edeceği şüphesizdir. mani’ kalmamıştır. Bizim için lazım olan layık olan budur: El birliğiyle çalışmak dinimizi mevcudiyetimizi i’la etmek... – – Devr-i sabıkta pek çok İslamlardan bahs edildi. Japonya’da bile dehşetle İslamiyet ilerliyor denildi. Bunların bugün ne kadar boş sözler olduğu anlaşılıyor. Amerika’da İslamiyet etti... şayiaları da etrafa yayılmıştı. İslamlar Amerika gibi terakkınin bütün şa’şa’alarına mazhar bir memlekette İslamiyet’in tevessü ve terakkısini alkışlıyorlardı. Bu alkışlanacak teessüf edilecek bir mes’ele değil midir? Eski gazeteler “Mohammed Alexander Russell Webb” gelir. Mohammed Alexander Russell Webb simaca müslümana benzer sakin bir adamdır. Fakat Abdülhamid müslümanıdır. Abdülhamid kim bilir hangi fikrinin esiri olarak “Amerika’da da Mister Alexander Russell Webb tesadüfi olarak Abdülhamid’e müracaat etmiş; Abdülhamid Russell Webb’e maaş ve para vermiş vaad etmiş ortaya bir Amerika İslamiyet’i sözüdür çıkmış... İşte Amerika’daki İslamiyet şayiası bundan lüman Amerikalı yoktur. Yalnız geçen defa da yazdımdı onlar da kendilerine “Ben de Muhammedanım” derler ve “Müslim World” isminde New York’ta bir cem’iyetin vücudu yoktur bu gibi şayialar da Abdülhamid devrinin biesas tatlı havadisleridir. Maamafih Amerika ahlakını bilenler ve geçen mektubumda yazdığım hususatı nazar-ı dikkate alanlar Amerika’da İslamiyet’in pek kolay kabul edileceğini takdir ederler. Bu hususta ulema-yı kiramın nazar-ı dikkatini celb ederim. Hükumet-i seniyye birkaç ay evvel Amerika sefaretine muktedir bir imam göndermiştir. Hükumet-i meşrutamızın şu teşebbüsü ne kadar alkışlansa caizdir. İmam Efendi’nin sa’y u gayreti ve umumi yerlerde nutukları irşadatı diğer ulema-yı İslamiyye’nin muma-ileyhe muaveneti sayesinde Amerika’da Amerikalılar arasında nur-i İslamiyyet parlayabilecektir. Amerikalıların memleketimize binlerce Protestan misyoner gönderdiğine bedel biz onun nısfının nısfının nısfını bir cüz’-i kalilini gönderecek olsak onlarla pek çok muvaffak olacağımız tabiidir. İmam Efendi’nin Amerika’ya gitmesinden dolayı müteessir olanlar da var; ba-husus bazı Amerika’da münteşir Arapça Suriyeli Hıristiyan gazeteleri hükumet imama lira maaş veriyor Amerika’da İslam yok bu paraya yazık diye bağırıyorlar... Bu yaygaraların vukuu tabiidir. milyon ahalisi olan bir memlekette . Osmanlı İslam bulunursa oraya imam göndermek neden icab etmez imiş. Amerika’daki Osmanlılar arasında mücahede-i milliyyesiyle tanılan Üsküdarlı Enver Bey’den İmam Efendi’ye dair aldığım mektubu aynen zire yazıyorum: “Washington sefaretine ta’yin edilen İmam Efendi ile görüştüm. Mehmed Ali Efendi isminde bir zat. Suriyelilerin mahallesi olan Washington Street’te bir ev tutmuş oturuyor. Biçare devr-i istibdad mazlumlarından imiş senelerce Çin’de Japonya’da on beş sene oturmuş olduğunu söylüyor ve o memleketlerin lisanını da az çok biliyor. Hele İngilizce’ye tamamiyle vakıf. Hindistan’daki prenslerden pek çoğunu tanır ve onlardan dostları da varmış inkılaptan sonra mid’in huzuruna çıktıkları zaman tercüman sıfatıyla orada bulunmuş... İmam Efendi müslümanlarca gayet muhteremdir; yalnız Osmanlı müslümanlarının imamı değil Hindli Filipinli Çinli vesair memleketli Amerika’da mukım İslamların musevilerin havraları olsun da biz müslümanların neden bir camii bulunmasın. sa fiyatı gali olan bir yerde şan-ı Osmani ve İslami’ye muvafık bir Cami-i şerif inşa etmek için çok paraya ihtiyaç vardır. Tabii hükumet şimdi para veremez. Washington’daki sefaretimiz ve İmam Efendi’nin müracaatı üzerine Amerika hükumetinin lazım gelen arsayı bedava vereceğine şüphe yoktur. Sonra on on beş bin dolar kadar toplu paramız olsa –ki bunu iane ile toplamaya çalışacağız– Amerika’da i’tibara borca ev kilise ibadethane yapan kumpanyalara müracaat edilir istenilen tarz ve planda yaptırılarak mütebaki borç her sene ta’yin edilen miktar üzere kumpanyaya te’diye edilir. Her halde Amerika’daki cami-i şerif için bütün İslamlar çalışacaktır... İmam Efendi Providence Worcester şehirlerine gitti oradaki İslamlarla görüşecek sonra müslüman bulunan diğer şehirleri gezecektir...” Enver Bey’in verdiği şu ma’lumat bizim için mühimdir. Amerika’da Çinlilere Afrikalılara kadar herkesin her milletin ma’bedi var da İslamların bulunmaması teessüf edilecek bir hal değil mi? Müttehide-i Amerika’nın Providence Worcester kasabalarında en çok İslam vardır. New York’ta York’ta bulunması iktiza eder. Çünkü New York hem şimali Amerika’nın en büyük şehri ve hem İslamların en çok uğrağı olan mühim bir iskeledir. meden şunu da arz edeyim ki: İmam Efendi ve New York tefriş olunacak... Müslümanlar Cuma ve tatil günleri oraya toplanarak ibadet edeceklerdir. Amerika gazeteleri büyük yazılarla Türkiye Amerika’ya misyoner gönderiyor diye yazıyorlar. Hatta bazı Amerika gazeteleri İmam Efendi’nin resimlerini gazetelerine geçirmişler. “Türkiye Amerika’ya misyoner gönderiyor” kelimelerine istihkak kesb etmek için inşallah memleketi ziyaret ederler. Amerika’daki Osmanlıların İslamların ekserisi ameledir. Fakat zannedilmesin ki Amerika ameleliği bizdeki kadar hordur; hayır amele sınıfı Amerika’da haiz-i i’tibar ve haysiyettir. Amerika’da amele gündeliği mevkiine göre tebeddül eder; New York Rhode Island Massachusetts daha diğer şark tarafındaki hükumat dahilinde bulunan fabrikaların amelesi garb hükumetleri ahalisine nisbetle az yevmiye alırlar. Çünkü bu cihete Avrupa’dan gelmekte olan muhacirler çoğalmıştır. Garba nisbetle şarktaki nüfus üç mislidir. Amele şarkta çok olduğundan yevmiyeler tabii arz ve talep kaidesine tevfikan mütenakıstır. Garpta teşekkül etmiş bazı kumpanyalar New York’tan vesair cihattan kaffe-i mesarifi kendilerine ait olmak üzere fazla yevmiyelerle amele ararlar garba yollarlar. Sanat sahibi olan makinist elektrikçi mühendis gibi amelelerin yevmiyeleri şarkta dolardan dolara kadardır. Sanat sahibi olmayıp da orta iş yapan ameleler yevmiye bir dolar bir dolar cent ve bir buçuk dolar ve iki dolar almaktadırlar. Bundan on sene evvel bu yevmiyeler pek yüksek idi; çünkü o vakit arz ve talep kaidesi böyle icab ettiriyordu. Müslüman ameleleri Providence’de demir basma lastik fabrikalarında Peabody’de tabakhanelerde Lovell’de demir fabrikalarında Worcester’de tel demir tahta fabrikalarında yollarda tünellerde çalışırlar. İçlerinde ustabaşı olanlar bile vardır. Müslüman ameleler efendilerine sadık olduğundan fabrikatörler kendilerini severler. Bir fabrikada senelerce çalışan ve akraba ve teallukatını orada çalıştıran müslüman ameleler vardır. Amerika’ya gelen İslamlar hiç satıcılığa heves etmezler. Heves edenler mahduttur. Halbuki satıcılıkla epey para kazanılır. Harputlu amele pek çoktur. Fakat bunlar birbirine kıskanırlar arkadaşının hemşehrisinin kendisinden çok kazandığını rumlu Kiğılı Makedonyalı Adalı Suriyeli müslümanlar böyle değildirler. İyi geçinirler yekdiğerine İslamiyet’in emr ettiği gibi muavenet ederler. Müslüman ameleleri Amerika amele ittihadları cem’iyetlerine hiç dahil olmazlar. Grevlere Fabrikayı muhasaralar ederler hariçten başka amelenin girmesini men’ ederler. Amele ile polisler beyninde kavgalar olur vurulan ve ölen de bulunur. İslam ameleleri böyle gürültülere pek girişmezler. Chicago’da vesair taraflarda Bosnalı İslamlar da vardır. Bunlar da gayet mukdimane ve namuskarane çalışırlar. Hangi İslama olursa olsun muavenet ederler. Devr-i sabıkta nesini aylarca yanlarında misafir etmişlerdi. Osmanlı amelesi namı altında toplanan diğer Ermeniler Rumlar Museviler de müteaddid fabrikalarda çalışırlar. Ermeni vatandaşlar arasında ufaktan ticarete başlayarak kazananları dükkan ticarethane sahibi olanları çoktur. Çünkü bunlar pek eskiden gelmişler çalışırlar. Ermeni dükkan ve mağazalarında hiç İslam amele ve satıcı istihdam etmezler. Rumlar da keza fabrikalarda çalışırlar. Sokak sokak gezerek el arabalarıyla yemiş satan Osmanlı Rumlardan büyük dükkan açanlar da vardır. Bunlar ekseriya şekerci dondurmacı dükkanları açarlar. Musevi vatandaşlarımız ise gezici satıcılıkla te’min-i maişet ederler bunlardan kazananlar çoktur. Amerika’daki Osmanlılar mızdır. Washington Sokağı kamilen Suriyelidir. Bunlar da yekdiğerine muavenet ederler cem’iyetleri vardır. Başlıca Amerika’daki Osmanlı ameleler yekdiğeriyle bazı hususta kardeş gibi geçinirler bazı hususta milliyeti ortaya sürerler; Birçok Ermeni Rum amelesi Amerika’da senelerce ikamet ettiği halde İngilizce öğrenmedikleri gibi İslam işçilerde de İngilizce öğrenmeyenler vardır. Bu pek büyük bir kusurdur. Öğrenilen bir lisan insana her zaman fayda te’min edeceğinden sarf-ı nazar İngilizce iyi bilen ameleler daha iyi iş bulabilirler daha çok maaş alabilirler. Amerika gibi fennin terakkıyatı sayesinde medeniyetin evc-i balasına çıkmış bir memlekette ikamet ettikleri halde bazı hemşehrilerimizin “Lisan benim işime yaramaz” demesi teessüf edilecek hallerdir. Tütün fabrikalarında çalışan tütüncülük yapan İslam hem-şehrilerimizden hemen hepsi İngilizce bilirler. Maamafih umumiyetle lisan öğrenmiyorlar demek caiz olamaz. Otomobil şöförlüğü satıcılık yapan İslamlar da vardır. Keder edilecek bir şey var ise İslamlar birbirlerinden gayet uzak yaşıyorlar; ittihadları cem’iyetleri teavün şirketleri gayet azdır. Ümid ederim ki New York’taki münevver İslamlar ve İmam Efendi sayesinde bir umumi İslam Teavün Cem’iyeti teşekkül edebilecektir. Erbab-ı fikr u ictihadımızın bu yeni dünya ve yeni dünyadaki yarlıktır. Bizim verdiğimiz ve vereceğimiz ufak ma’lumat ile dindaşlarımıza ukalamıza ta’kib edilebilecek bir fikir bir iz Müfti denince zihne kelimenin tazammun ettiği “fetva verici” ma’nası tebadür ediyor ve esasen İslamlar bu kelimeyi kendi ma’nasında kullandıkları için Bulgaristan müftileri de aynı vazife ile muvazzaf oldukları anlaşılmasın. Filvaki bundan yirmi sene mukaddem buralarda da bilad-ı Osmaniyye’de olduğu gibi müfti başka naib başka idi sonra hükumet müfti unvanı tahtında yalnız müftileri bırakmıştır. Bulgaristan müftileri; hükumet-i mahalliyyenin kendilerine nikah talak vasiyet veraset vesayetten ibaret olan beş madde üzerine verdiği hakk-ı salahiyyet dairesinde icra-yı hükm ü kaza eden hakim ve kadılardır. Fetva vermek umur-ı evkafa nezaret etmek de vazifeleri dahilindedir. Bunu mekle me’mur ve mükellef değillerdir hükumetçe mevki’-i vermekle; usul ve şeraiti dahilinde icra-yı muhakemeden sonra i’lam vermek bir değildir. Bunun için hükumet-i seniyye hakimlere ayrıca bir nüvvab mektebi te’sis etmiş ve onlara bazı fenler öğretip müftilerden fazla ma’lumat edindirmekle mükellef kılmıştır. Demek ki müftilerimizin zü’l-cenaheyn olması lazım geliyor. Fazla olarak Bulgaristan müftilerinde bir de reis-i ruhanilik “Reisü’l-İslam” sıfatı vardır ki bu şahsın ehemmiyetine müftinin dirayet ve kiyasetine göre menafi’-i İslam nokta-i nazarından haiz-i ehemmiyettir. Mesela zeki ve fatin bir müfti bulunduğu memleket ahalisine karşı icra edilen bazı na-beca hareketlerden dolayı reis-i ruhani sıfatıyla teşebbüsatta bulunur ve teşebbüsatı da hüsn-i suretle kabul ve semeredar olur. İşbu ta’dad eylediğim vazife her ne kadar beş madde üzerine hükm ve kaza evkafa nezaret bir de reis-i ruhanilik sıfatıyla teşebbüs olunacak görünürse de hadd-i zatında pek yüksek bir mevkii olduğu şüpheden azadedir. Fakat heyhat ki şimdiye kadar ne bir istediğimiz gibi sıfat-ı lazımeyi cami’ müfti bulabiliyor ve ne de bulsak bile intihab ve ta’yinine muvaffak olabiliyorduk. Birincisi: Şimdiye kadar müftilerimizin maaşları bir jandarma maaşı kadar sancak müftilerinin yüz frank en kabadayısı yüz yirmi beş frank idi kaza müftilerinin ise çoğu altmış frank raddesinde idi. meşrutiyete sığmaz bir tarzda olduğundan ileri gelmekte idi. Cidden Bulgar komşularımız bizi bu noktada pek ezmişlerdir. Otuz seneden beri İslamların şayan-ı tebcil ü ta’zim olan işbu mevaki’-i aliyyesini ne gibi eşhas işgal etmiş olduğunu bilseniz hayret etmez! Ağlarsınız. Bizim müftilerimiz bu güne kadar Bulgaristan Mezahib Nezareti tarafından nasb olunur ve yine o mevki’den azl edilir idi. Diyebiliriz ki bu her yerde böyledir. Evet! Böyledir. Fakat bir Bulgar nazırı bir müftinin müftiliğe olan ehliyet ve iktidarını nereden bilir? Bilse bile o memleket ahalisinin göstereceği bir zatın ehil olduğunu anlar da ona göre nasb u ta’yin eder sonra da kanun dairesinde şikayatta bulunurlar da eğer şikayetleri azlini mucib ise azl eder. Buna kimse bir şey diyemez. Bulgaristan’da bir defa üç beş büyük kasaba müftilerinden başka intihab olunur müfti yok idi. O üç beş büyük kasabada dahi bazen intihab olunur bazen de üç sene beş sene müfti intihabsız müftilik yapar dururdu. Müftileri ta’yin ettirmek sırf mensup olduğu memleket meb’uslarına terk edilmiş idi. Bir kabine değişip meb’us intihabı verildi miydi? Meb’us namzetlerinin İslamlar üzerinde ilk yapacakları partisinden birini müfti ta’yin ettirmek ve o suretle partizanlığını se yine azl ettirirdi. Demek ki şimdiye kadar Bulgaristan’da müftiler müfti değil birer partizan aleti imişler. Buna hiç şüphe olunmasın çünkü Bulgaristan’da mevcud olan otuz dört otuz beş müftiden beş tanesi istisna edilirse otuz tanesi köy imamlarıyla köy hocalarından ibaret çıkar ki bunlar; ne o beş madde üzerine icra-yı hükm edebilirler ne de umur-ı evkafa akıl erdirebilirler reis-i İslam gibi hukuk-ı İslam’ı aramak ise bunlardan esasen pek uzaktır. Bunun için Bulgaristan’ın pek çok yerlerinde i’lamat-ı şer’iyye sırf Bulgarca olarak verilmekte idi. Bunu iyi bilmelidir ki müftilerimizin şu suretle nasb u ta’yinlerinde bir kasd-ı siyasi gözetilmekte idi. O maksad-ı siyasinin de ne olduğu azıcık tefekkürle zannederim ki bulunur. Bir milletin başına cahil bir reis getirmek o milleti cehalet içinde yuvarlandırmanın en birinci planıdır. Biz müftilerimize ta’dad eylediğimiz maddelerden ziyade hükumet hariciye nazırları yani Rıfat Paşa ile Lapçef beynlerinde Çünkü bir millet-i hakime mahkum milletlere bundan ziyade kume fark edilemez. Biz bunu her yerde böyle görmek isteriz. Yalnız bizim arzumuz şimden sonra olsun bizi intihablarımızda serbest bırakmaktır. Gelelim protokol mucebince nasb u ta’yin olunacak müftilere: Protokolde Bulgaristan Hükumeti kendi menafiini layıkıyla gözetip kabul ettirmeye de muvaffak olmuştur. Bir kere müftiler Bulgar tebeasından olmak lüzumu protokole derc edilmiş. Bu; o kadar gayr-ı ma’kul görülmez. Fakat müftilerin azl u nasbları Mezahib Dairesi’nde teşekkül edecek bir komisyon vasıtasıyla yine ministere bırakılıyor. Biz bu azl u nasbı ancak Sofya müftisinin taht-ı riyasetinde olacak bir komisyonun delaletiyle olmasını bekliyorduk. Sofya müftisi Mezahib Nezareti’nde in’ikad edecek komisyonda bir a’za gibi görünüyor. Çünkü protokolde deniyor ki: Üçüncü Madde “Müftilerlerle vekillerinin azli me’murin-i hükumet hakkındaki kanuna tevfikan vuku’ bulacaktır. Baş müfti veya tevkil ve terhis edeceği me’mur bir müftinin ve bir müfti vekilinin azli hakkında Tedkık-i Ahval-i Me’murin Komisyonu’nca karar verileceği zaman komisyon-ı mezkurda bulunmaya da’vet edilecektir. Maahaza baş müftinin meclis-i mezkurda re’yi sırf bir mahiyyet-i diniyyeyi haiz olan şikayatın takdirince esas teşkil edecektir.” Biz protokolü tenkıd edecek değiliz. Şu kadar ki bunu evliya-i umurumuz eksar-ı halk mes’elesinin hallinde mukabele-i bil-misle numune olarak göstermeyi unutmasınlar. Bizim şimdi en ziyade korktuğumuz cihet; baş müfti olacak zatın evvelki müftilerimizden birisinin olmasıdır. Çünkü bunların içinde baş müftiliğe ehil bir kimse işitemiyoruz. Eğer böyle olursa eski hamam eski tastan başka bir şey olmayacak demektir. Biz değil yalnız Sofya müftisinin diğer sancak müftilerinin bile icazetnamesini olmakla beraber bir mektepten diploma almış ellere tevdi olunmasını Bulgaristan ahalisi milel-i saire reis-i ruhanileri gibi şeriate hukuka umur-ı idareye lisana vakıf olduğunu görmeği mütehalikane beklemektedirler. Baş müftinin şimdi maaşı da evvelki gibi üç yüz frank değil Bulgar Hükumeti dört yüz frank Türkiye Hükumeti de üç bin guruş vereceklerini teahhüd ediyorlar ki cem’an elli elli beş napolyon bir para ediyor. Bu cidden bir baş müftiye layık bir paradır. Şimdi acaba bu paraya layık bir müfti nasıl bulacağız? Burada yalnız paranın çok ve azlığı nazar-ı i’tibara alınmamalıdır ben eminim ki Sofya müftiliğine ehil olan zat-ı muhteremin başlıca emel ve düşüncesi mahiye elli napolyondan ziyade milletine hizmet olacaktır. Onun için an-asl Bulgaristan’da tevellüd etmiş de bilahare beray-ı tahsil İstanbul’a gidip ya hukuk ya nüvvab veyahud darülfünunu bitirmiş kimseler men kendilerini bildirip namzetliklerini vermelidirler. Çünkü Bulgarisan’ın her tarafında mah-ı halin yirmi beşinde müntehib-i saniler ayrılacak fi Nisan sene tarihinde on dört müfti intihab edilecektir. Bu hususa dair Bulgaristan Mezahib Nazırı’nın emirnamesi her tarafa varid olmuştur. Sofya müftisi olacak zat protokol mucebince bidayeten sancak müftisi olarak intihab edilecek. Bilahare sancak ve kaza müftileri müfti vekilleri aralarından intihab olunacak olduğundan talip olanların ilk önce bir sancağa namzedliklerini vermeleri muktezidir. Sevahilin bir kısmında silah ticareti men’ edilmiştir. Ceraim-i siyasiyye maznunlarından bazılarının muhakemesinde vekil-i müdafi’ kabul olunmamıştır. Tibet ekabir-i ricali mütenekkiren Kalküta’ya geliyorlar Dalai Lama’nın dahi erkan-ı hükumetiyle muvasaletine intizar olunmaktadır. Emir hazretlerinin vuku’ bulan da’veti üzerine Afganistan’a azimetle bir müddet orada maden kömürleri hakkında tedkıkat-ı fenniyyede bulunmuş olan İngiliz ulemasından bir zat müşahedat ve tedkıkatına dair İngiliz gazetelerine bervech-i ati ma’lumat veriyor: Emir hazretleri ahiren Hindistan’da icra buyurdukları seyahatten pek ziyade istifade ederek makasıd-ı terakkı-perveranelerine hadim olacak netayic elde etmişlerdir. Müşarun-ileyhin avdetini müteakib sokaklarla kasabat arasındaki yollara son derecede ehemmiyet verilmeye başlanmıştır. Bu gün bütün Afganistan’da bu kabil umur-ı nafia oturarak mürur u uburu tas’ib eden ahali tevsi-i turuku müeddi olacak bütün bu mesainin fevaidini derk u teferrüs ederek memnun görünüyor. Ez-cümle hükumet bila-lüzum yollarda durmak ve oturmak gibi halatı ahiren i’lanat-ı resmiyye Müşarun-ileyh Emir hazretleri müşavereye pek rağbet etmezlerse de matbuat-ı hariciyyeyi tedkıkten bir an hali kalmıyorlar. Memleketinin göstermekte olduğu asar-ı salah Emir hazretleri için mucib-i mübahati olmaktadır. Geçenlerde mensucat için te’sis olunan fabrikanın resm-i küşadında müşarun-ileyh bizzat hazır bulunarak irad buyurdukları nutukta ahd-i karibde Afganistan’nın bütün ihtiyacatını te’mine medar olacak müessesat-ı kafiyyenin vücuda getirilmesi hakkındaki niyat-ı mahsusalarını yad u tezkar eylemişlerdir. Yün mensucatı garblıların mucib-i hayreti olacak derecede asar-ı tekemmül gösteriyor. Müşarun-ileyh Emir hazretleri umur-ı askeriyyeye hassaten kirinin ahvali her suretle tensik ve ıslah edilmiştir. Esliha ve elbiselerinin intizamında yeknesaklığında büyük bir eser-i terakkı ve teceddüd görülüyor. Hemen her gün Emir Hazretlerinin huzurunda on bin kişiden mürekkeb asakir-i muntazamaya resm-i geçid icra ettirilmektedir. Nevakıs-ı askeriyye büyük bir dikkat ve ehemmiyetle tedkık olunarak müsaraaten Mekteb-i Harbiyyesi’nde memleketin eazim ve ricalinden birçoğunun evladı tahsilde bulunuyor. Şehadetnamelerini aldıktan sonra Japon Mekatib-i Harbiyyesi’nde ikmal-i tahsil etmeleri hususu tekarrür etmiştir. Makarr-ı hükumet olan Kabil şehri elektrik ile tenvir edilmektedir. Telefon da te’sis olunmuştur. Otomobil de görülmektedir. Vakıa bu gibi te’sisatı şimdilik ecnebi me’murlar muldur. Bütün bu asar-ı terakkı Emir hazretlerinin sözden ziyade saire-i İslamiyye’den yapılacak edilecek diye havadisler duyuluyor parlak parlak nutuklar söyleniyor; tarik-i terakkı ve teceddüdde ilerlemekte oldukları makam-ı tefahürde dermeyan ediliyor. Sonra bunlar hep sözde kalarak asar-ı fi’liyye gösterilemiyor. Halbuki burada boş havadis duyulmadığı gibi abes sözlerle de vakit geçirilmez. Ortalık velveleye verilmeksizin sessiz sadasız asar-ı terakkı ve temeddün müsaraaten vücuda getirilir. Şimdiye kadar füyuzat-ı medeniyyeden Afganlılar ne gibi şeyler istifade etmişlerdir? diye bir sual hatıra gelip de istiknah edilince Afganlıların hayli zaman evvel noksanlarını telafi etmiş oldukları görülür. Hülasa söz az; iş çok nazariyesi Afganlılarca şaşmaz bir düsturdur. Binaenaleyh yakında gürültüsüzce meşrutiyet-i idarenin dahi teessüs ettiğini ansızın işitecek olursak müteaccib olmamalıyız.... Alim-i mezkur; terakkı hususunda alem-i İslam’dan gayr-ı muntazar olan bu terakkı ve intibahın garblıları tedhiş edecek raddede bulunduğu mülahazasına terdifen “Müşarun-ileyh Emir hazretleri memlekette yalnız maarifi ta’mim bütün bu mesai ve mücahedatında ecanibin siyasi ve iktisadi ticari zirai her türlü tahakkümünden kurtulmak ümniyesine doğru bila-aram koşuyor” sözleriyle mütalaatına nihayet veriyor. Edirne’de münteşir Afitab gazetesi Tan’da münderic İspanya’da Protestanlığa dair olan mektuptan bahis ile diyor ki: “Mektubu aynen tercüme ve neşretmeyeceğiz yalnız hulasa-i mealini kariin-i kiramımızın enzar-ı dikkatlerine vaz’ sözlerle başlıyor: “Madrid’de bulunan yerli Protestanlar Barbieri Tiyatrosu’nda konferans verdiler nutuklarını irad ettiler. Netice-i mukarrerat: ’da i’lan olunan Kanun-ı Esasi mucebince bil-cümle edyanın serbesti-i ayinlerini mekatib-i umumiyyenin –hangi cemaate mensub olursa olsun– bitaraflığını izdivacta tahvil-i din mecburiyetinin ilgasını askerin kışlalarda merzanın hastahanelerde hürriyyet-i vicdanlarına taarruz edilmemesini talepten ibarettir.” Muhabirin şu sözlerinden anlaşılıyor ki İspanya’da hürriyet-i vicdan serbesti-i edyan yok mekteplerde kışlalarda hastahanelerde tedrisat-ı diniyye telkınat-ı mezhebiyye Katolik ayini üzere oluyor. Kiliselerde icra kılınan izdivac merasimi de Katolik mezhebi üzerine vuku’ bulmakta. Ma’lumdur ki İspanyalılar; papalık makamının en sadık en fedakar evlatlarıdır. Edvar-ı salibiyyede bunların Roma Kilisesine netle olduğuna oradaki İslamlara karşı gösterdikleri şiddet-i vahşiyane –ki engizisyon mezalimi namıyla meşhurdur– delildir. Tarih-i insaniyyet; o tüyleri ürperten ruhları titreten zerre kadar rikkat ve merhamete malik kalblere kan kusturan vahşetlerin faillerini –dünya durdukça– lanetle yad edecektir. Katoliklik vaktiyle İspanya’da ne müdhiş telkınat ile ne vahşet-amuz tebligat ile te’sis olunmuş ki aradan yüzlerce sene geçmiş mihr-i medeniyet? bütün afak-ı garbı yaldızlarına müstağrak etmiş iken el-an orada taassub volkanları sönmemiş! Mezheb hususunda hala o eski şiddetlerin muhafazasına çalışılmakta Hıristiyanlık’tan başka bir şey olmayan Protestanlık kalbler içinde titremekte vicdanların gizli safahatı arasında uyumakta! Şarkta serbesti-i edyan yok demeğe cür’et edenler mekteplerimiz kiliselerimiz Türklerin müslümanların duçar-ı taarruzu oluyor diye iftira icad edenler İspanya’daki Protestanların acaba şu feryadlarına ne derler? Ne garip halet-i ruhiyye! Bunlara karşı sükut neden? Bizim aleyhimize iftira medeniyet şerefine hürriyet-i vicdan serbesti-i edyan namına eder. Ve sevgili vatanımızda edyanın –şimdi değil!– yüzlerce seneden yani edvar-ı şükuh-ı cihangiranemizden beri haiz olduğu serbesti-i mutlakı göstererek hami-i insaniyyet ve diyanet olan din-i celil-i İslamımızla iftiharlar eyleriz” Rüfekamızdan birinin muhabere-i aleniyye kısmında geçen nüshamızdaki konferansın mültezimane muharrifane bir surette derc edildiğine dair olan fıkradan tahrif isnadı müddeisine redd olunur. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Nisan Dördüncü Cild - Aded: – – Yine birinci mebhasta şu fıkralar okunur: kariine nümayan olacaksa da biz buradaki hataları nümune olarak göstermekle iktifayı münasib görmekteyiz maksad-ı asli olan müdafaamıza tealluk-ı tammı olmayan hataya-yı maddiyyeyi kale almayacağız bu takım hatalardan iğmaz Evvela onun dediği gibi Mekke şehri beşinci asr-ı miladide Kureyşiler tarafından yeniden bina edilmiş değildir. Belki o sırada riyaset Kureyşilerde takarrur ederek şehr-i mübarek daha ziyade vüs’at peyda etmiş idi. Kamusu’la’lam ’da diyor ki Mekke-i Mükerreme pek kadim bir şehir olup ne vakit ve kimler tarafından bina olunduğuna dair tarih bir gune ma’lumat-ı sahiha veremiyor. Her halde Ka’be-i şerife bir zamanlar secde-gah-ı muvahhidin bulunduktan sonra nice zamanlar puthaneye tahvil edilmiş olmakla cahiliyet zamanında bütün Ceziretü’l-Arab ahalisince bir ma’bed-i umumi ittihaz olunduğundan eskiden beri Araplar her taraftan ifa-yı hac için Mekke-i Mükerreme’ye toplanır şehrin ehemmiyyet-i mevkiiyyesi Ceziretü’l-Arab’ın hemen vasatında bulunması münasebetiyle ziyaretle beraber ticaret dahi ederlerdi. Mekke ahalisi yalnız hüccacın alış verişiyle kalmayıp Bahr-i Ahmer ve Şam ve Irak ve Yemen’le dahi ticaret eder mukannen surette bu cihata kervanlar işletirlerdi. Hicaz kıtası eskiden beri hiç bir hükümdara tabi olmayıp daima rüesa ve ağniya-i ahali bil-ictima bir nevi hükumet-i eşrafla idare olunurdu. Kah Cürhüm kavmi ve kah Beni yet riyaset Beni İsmail’den Kureyş kabilesine geçmiş ve Fahr-i Kainat sallallahu aleyhi ve sellem bu kabileden zuhur etmiştir. Nebiyy-i Zişan efendimiz Medine-i Münevvere’ye hicret buyurduktan sonra da Ümmü’l-Kura’dan bizar ve müteneffir olmayıp bilakis bu şehr-i mübareğin fezaili hakkında birçok ayat-ı kerime nazil ve ehadis-i şerife varid olmuştur. Ka’be-i muazzamanın şehr-i Mekke’den daha kadim olması şüphesizdir. Çünkü Hazret-i Adem devrinden beri ziyaret-gah idi fakat kable’t-tufan ref’ olunmağla buk’a-i mübarekesi binadan hali kalmış ve nihayet Hazret-i İbrahim aleyhisselam zevcesi Hacer ve oğlu İsmail aleyhisselam rine melaikenin yardımı ve iraesiyle o mevki’de Ka’be’yi bina edip Hazret-i İsmail ile beraber tavaf etmiş ve o vakitten muş idi. Bir de Ka’be tesmiye kılınması da mükabu’ş-şekl yahud mürtefiu’l-bina olmasına mebnidir. Çünkü duvarlarının tamam yirmi yedi ziradır. Filvaki ibtida-yı emrde Ka’be üstü açık dört duvardan nab-ı “Tubba’” ziyarete geldiği vakit çatı yaptırıp üzerini örtmüştür. O zamandan beri Beyt-i Şerif müsakkaf olarak devam ediyor. Filhakıka istila-yı cehaletle kavm-i Arab’ın ala-ekser putperest olmaları üzerine Ka’be-i Muazzama birçok kabail beyninde müşterek bir puthaneye tahvil edilmiş her kabilenin bulmuştu. Tefasir-i Şerife’de şöyle bir ibare vardır. yani Resul-i Efham efendimiz hazretleri Mekke-i Mükerreme’yi feth eylediği zaman Beyt-i Şerif’in onların yüzlerine gözlerine vurarak ayet-i kerimesini okumasıyla putlar birer birer başları üzerine düşmeğe başladılar. Cümlesi ser-nigun olunca ba-emr-i Nebevi Mescid-i Haram haricine çıkarılarak tahrik ve tefrik olundular. Biz de asıl sözümüzü oraya bırakıyoruz ancak Dozy’nin buradaki muamelesine gülmekten de kendimizi alamıyoruz. ların beyaz dedikleri şeye behemehal siyah demeyi şart etmiş olmasına binaen hacer-i es’adın fi’l-asl beyaz ve berrak ve gayet nurani olmasını da kabul edemiyor. Hatta vuku’ bulan harıklerden dolayı kararmıştır deseler bile yine prensibine muvafık görmüyor. Halbuki biz ulemamızdan böyle diyen hiç kimse görmedik. Hacer-i mukaddesin esvedadına birtakım esbab-ı maneviyye serd olunmaktadır. Çünkü Beyt-i Şerif’in sel hücumu ve mancınık ile taşlar atılması gibi bazı esbab ile bazı mahallerinin değildir. Dahil-i beyt muhterik olsa bile haricen bir köşesine mevzu sahn-ı cidara mevdu bulunan hacer-i mezkura harikın te’siri zaten tasavvur olunamaz. Doktor Dozy muahharan Hacer-i Es’ad hakkında yalan yanlış daha bir kaç söz sarf ettikten Harem-i Mekke’den bahisle devr-i cahiliyette de mer’i bulunan bazı ahkamını zikr ve her senenin sonunda icra-yı menasik için etraf u eknaftan nasın Mekke-i Mükerreme’ye gelmekte olduklarını beyan eyledikten sonra putperestliğe tahvil-i kelam ile bervech-i ati gayet sathi yekdiğerine mübayin birtakım ma’lumat veriyor. Bu kavmin kısm-ı a’zamı bilakis ağaçtan taştan ilahlara harimlerini ziyarete gidiyor ve mutantan ihtifalat ile civarlarını tavaf ediyorlardı. Mabedde kurbanlar kesiyorlardı... Müşkilat içinde bulundukları ve istikbalden haber almak tikleri[!] vakit kahinler katliam edilirdi. Başları pek sıkıştığı vakit ilahlardan birine bir koyun kurban etmeyi vaad ettikleri vaki olurdu. Fakat tehlike ber-taraf olduktan sonra para şi geyik kurban ederlerdi. Bir taş parçası o kadar şeyin farkına varmaz derlerdi. Hoşlarına giden bir haber verdiklerini esnama sebb u tahkıri mutazammın iki uzun hikaye nakl ediyor ve muahharan sadede avdet ile şöyle diyor: Bu sözlerde mübayenet var diyoruz. Zira bir taraftan müşriklerin alihe-i batılaya ne derece ihtifalat ve ihtiramatta bulunduklarını beyan ve tasvir ediyor. Diğer cihetten de onların kısm-ı a’zamı derece-i aliye-i medeniyyete! vasıl olabildiklerinden esnama perestişleri emr-i zahiri olup bazı kesanın bir hiddet ve tehevvür üzerine esnama hakaret etmesini buna delil ittihaz ediyor. Bunun umum hakkında delil olamayacağı ise aşikardır. Gayet sathi ma’lumat veriyor dedik. Çünkü tarih-i İslamiyyet; ve esbabı tedkık esasına müstenid olacağından o esnada kavm-i Arab’ın salik bulunduğu bilcümle mezahibden icmal suretiyle olsun bahs edilmeyi muktezidir. Araplarda diyen Dehriler bulunduğu gibi şems ve kamere hasr-ı ibadet “Seneviyye” mezhebine mutabaatla nur ve zulmete isnad-ı uluhiyyet edenler de var idi. Pek çok kimseler Saibe mezhebine salik olarak münecciminin seyyarat hakkındaki i’tikadları gibi envai menazil-i kamerden ufukta sakıt ve garib olan yıldızları müessir-i i’tikad yağmur ve rüzgar gibi havadis-i cevviyyenin kaffesini onlara isnad ederlerdi. Arab’ın sözleri bu kabildendir. Dozy ise bunlardan asla bahs etmediği gibi kavm-i Arab’da en ziyade şüyu ve revac bulan putperestliğin esbab-ı mucibesine de taarruz etmemiştir. Bu halde bütün hakaikten kat ibadet-i esnamın esbab-ı vuku’ ve şuyuundan olsun bahs edecek olsaydı ne kadar vahi ve gayr-ı ma’kul olduğu tebeyyün ederek din-i mübin-i İslam’ın ulviyet ve kudsiyeti bir kat daha tezahür edecek Nasraniyet’in de esbab-ı mezkurede putperestliğe iştirak ve mukarebetten hali olmadığı meydana çıkacak idi. Bu türlü netayic ise Doktor’un kitabını okuyacakların istifadelerini te’min etmeyeceğinden maksadı alem-i insaniyyetin menafi’-i aliyyesine! halis muhlis hizmetten yanaşır mı? Mesela halaiki ibadet-i esnama saik olan esbab-ı gavayetin birisi de mahluka ta’zimde gulüvv ü ifrattır. Nas mazhar-ı havarık gördükleri veya işittikleri gayet severek rabt-ı kalb eyledikleri birtakım zevat ve eşyayı şan ve mertebeleri fevkine çıkarıp kendilerine uluhiyetten haz ve nasib i’ta Hallak-ı Zü’l-Celal’e teşbih ile bazı hasais-i ilahiyyede iştirak Bu zu’m-ı batıla binaen namlarına heykeller nasb olunarak perestiş edilir kendilerinden havf u reca ile isimlerine yemin ve beray-ı ta’zim zebh-i karabin olunurdu secdeler niyazlar istimdadlar istigaseler hep bu mülahaza ile yapılırdı. El-hasıl her müşrik halik ve razıkı Allahu Teala hazretleri olduğunu i’tirafla tevhid-i rububiyyet i’tikadında bulunsa da mahza ilah ve mabudunu hasais-i ilahiyyenin bazısında Cenab-ı Bari’ye teşbih ile tecavüz-i hadde bulunmuş oluyor. Binaen-ala-zalik İslamiyet tevhid-i rububiyetle beraber tevhid-i uluhiyyeti de takrir ve tahkik etmektedir. Nekaisle alude bulunan aciz mahluklar uluhiyet makamına layık görülünce Bari Teala hazretlerinin şan-ı mukaddesine Bu halde açıktan açığa Mevla-yı Müteal’e evlad ve endad azv u isnadında olanların putperestlerden daha ziyade gali ve mütecasir oldukları sabit olmaz mı? diyen Sa’di-i Şirazi hakkında ne perestiş-karane bir hürmet beslersem; terane-i vicdan-rübasıyla her dem istiğrak olan İbn Farız’a karşı ruhumda ne büyük bir incizab duyarsam; tehlil-i arifanesiyle cihan-ı şi’rin ber-terin tabakatına yükselen Feyzi-i Hindi’ye nasıl hayran olursam; “Gerçi canandan dil-i şeyda içün kam isterem Sorsa canan bilmezem kam-ı dil-i şeyda nedir!” neşide-i lahutisiyle aşkındaki kemal-i fevkal-hayali duyuran Fuzuli’yi ne kadar seversem; Lamartine’i de o kadar sever o kadar hürmetle o kadar iştiyak ile yad ederim. Bugün bile pek kifayetsiz olan Fransızcam o garp bülbülünün rekesinde iken yine anlamakta o kadar müşkilat çekmezdim; onun lisanı benim samıa-i vicdanıma bigane gelmezdi diyecek olursam ihtimal ki istiğrab edersiniz. Hakıkat ne olursa olsun şurası mukakkaktır ki ben o zamanlar bile Lamartine’in asarından pek çok zevk duyardım. Şark ile garp arasındaki mesafe ba’de’l-maşrikayn olmakla beraber ben Iraklı Fuzuli ile Fransalı Lamartine’i aynı hak-i namiye-darın feyz-i mübini zannederdim. Graziella’yı okurken Leylaname-i Fuzuli’yi okuduğuma zahib olurdum. Hele Meditasyon benim için bir Sa’di külliyatı yahud İbn Farız divanı idi! Lamartine’in dest-i san’atındaki erganunu Fuzuli’nin be-nan-ı rikkatinde inleyen nay-pare ile hem-ahenk bulur ikisinden de aynı muhrik teraneleri duydukça sergerm-i Birinin samim-i ruhundan kopan safir Dicle vadisinin nesimi gibi ateşin diğerinin sine-i ma’sumundan yükselen sürud Sorrent sahilindeki çamların enin-i rakıki gibi hazin olsa da hilkatin bu iki bestekar-ı giryanı başka başka eda başka başka sada ile aynı nagamatı terennüm edip duruyordu. Çünkü ikisi de bir hüsn-i la-yezalin medhuş-i cemali Graziella’nın nigah-ı kebudu Lamartine’in muhit-i istiğrakında nasıl sermedi bir cihan-ı ezeli-i ziya açıyorsa Leyla’nın şeb-renk nazarları da Fuzuli’yi öyle bir alem-i bakı-i vecd içinde bidar ediyordu! Acaba Graziella’nın arkasında ağlayan Lamartine’in “İlk Acı”sında. Cam-ı mey-i gam tutanda alem Hem sen içtin o camı hem ben. Bir hayli zaman eğerçi yandın Suz-ı dile durmadın usandın! Bidarlığa getirmedin tab Şehla gözün oldu mail-i hab! nevehatıyla Leyla’sının hayal-i girizanını teşyi eden Fuzuli’yi duymamak kabil midir? Yar-ı canım Ferid ile ara sıra Meditasyon’dan parçalar okuruz. Bu büyük şairi Ferid’in de benim kadar sevdiğini asarı hakkında onun da benim gibi düşündüğünü gördükçe dir?- bir kat daha arttı. Bir gün Ferid: “Biz Lamartine’i pek iyi anlıyormuşuz. Baksan a kendisi bile ne söylüyor...” diyerek Meditasyon’un o zamana kadar gözüme ilişmeyen bir parçasını gösterdi. yakın idi: “Fıtrat beni Paris alemi için yaratmamış... O hayat zevkime elvermiyor ruhumu bizar ediyor. Ben şarklı doğmuşum hem şarklı öleceğim. Ben ıssız yerler çöller denizler dağlar atlar tabiatla deruni müşafeheler mealini takdis edeceğim bir neşide-i cemal musahabesiyle oyalanacağım bir enis-i can... Hülasa Araplarda Osmanlılarda olduğu gibi metaib-i cismaniyyeden azad bir lakaydi içinde fakat ruhum müfekkirenin mesaisiyle tahayyülat-ı mülhimanesiyle geçen bir hayat için yaratılmışım. Bir hayat ki baştan başa şiir ile iman ile hissiyyat-ı necibe-i hamasetle pirayedar...” Lamartinee ait ihtisasatımın galat-ı his şaibesinden pak olduğunu o büyük şairin kendisinden işitince içimde ne samimi bir sürur ne tabii bir gurur uyanacağını ben tasvir edemezsem de elbette siz takdir edersiniz. Ne olur bir hayır sahibi çıksa da bize Meditasyon’ları Armoni’leri Graziella’ları Rafael’leri tercüme etse! Vakıa iki sonraki eser lisanımıza nakl olunmuş lakin bugün için kafi değildir çünkü birçok yerleri geçilmiştir. Hususiyle bu gibi asar-ı muhallede aslındaki nezahete müsaade-i imkan nisbetinde yaklaşılıncaya kadar birçok erbab-ı kalem tarafından tercüme edilmelidir. Rafael’in tamam natamam iki üç tercümesinden ben birini gördüm ki iyi değildi. Lamartinee tercüman olacak adam Fransızca’yı ne kadar iyi anlasa Türkçe’yi de ne kadar doğru yazsa hasisa-i şi’r ile meftur olmadıkça kabil değil ihraz-ı muvaffakiyyet edemez. Hele benim gördüğüm tercümede “Mezkur kadının çehresinde nur-ı sabahat lemean etmekte bulunmuş idi...” ibaresine yakın cümleler bile vardı! Evet bu mütercim bir tarih tercüme edebilir bir bend-i siyasi yazabilirdi lakin hiç bir vakit Rafael’i tercüme edemezdi. Her vadide kalem yürütmek fıtratın pek nadir yetiştirdiği erbab-ı dehanın karıdır. Bize pek müfid eserler bırakan Şemseddin Sami Bey merhum Hugo’nun Sefiller’ini tercümeye başladığı zaman edib-i a’zam Kemal: “İyi ama bilmem yapabilecek mi?” demiş. Tercümenin birinci formasını getirmişler: “Fena değil fakat Türkçe’den ziyade Arnavutça’ya benziyor!” tarzında latife-perdazlık etmiş. Şarkta garpta birçok bedayi-i edebiyye var ki lisanımıza nakli üdebamız için adeta farz-ı kifayedir. Sa’dilerden Firdevsilerden Senailerden Mevlanalardan İbn Farızlardan Ebu Temmamlardan Mütenebbilerden Ebu’l-Alalardan kezalik garbın dühat-ı edebinden bizim fakir edebiyatımız nasıl müstağni olabilir? Niçin bu işi başa çıkarabilecekler kuşe-i mahviyyete çekiliyorlar? Vaktiyle Ahmed Naim Bey kardeşimiz Bedaiü’l-Arab ünvanı altında ne müntehab eserler bulmuş tercüme etmiş ne olur! Ferid Lamartinein “Cenab-ı Hakk” ünvanlı neşide-i arifanesini tercüme etti okuyanlar mest oldu. Fakat va-esefa ki alt tarafı gelmedi. Mesnevi’de neler var! Lakin hiç birimizin haberi yok. Vaktiyle uğraşmış okumuş olanlar bize bilmediğimiz okumadığımız bu gidişle okuyamayacağımız eserleri birer birer yazmalı okutmalıdır. Evvelce böyle teklif varid olsa reddi pek kolay idi; lakin teşekkür olunur ki şimdi öyle değil. Şimdiye kadar şifahi da’vetlerde bulundumsa da ru-yı kabul gösteren olmadı. Hatta bazıları başından savmak için “Kendin yapsan a!” dediler. Ben kendimde o servet-i yım? MENŞE-İ HAYAT – – Gliserin de bi-zatihi tebellür etmek hassası irae eder. Fakat bunun hangi şerait tahtında vukua geleceğini bilmiyoruz. Halbuki mevsim-i şitada Viyana’dan Londra’ya gönderilen bir fıçı gliserinde kendiliğinden spontanément billurat görülmüştür. Bu billurlar mütalaa edilerek isbat edilmiştir ki sulb gliserinin derece-i zevebanı derecedir. Bu derece-i hararetin tahtında mayi gliserin tasallub etmek icab ederken fevk-i zevebana duçar oluyor. Fakat betolde yapıldığı gibi gliserinde bu billuratın zuhuru şeraiti ta’yin edilememiştir. Maamafih tıpkı kibritiyyet-i sud mahlul-i fevk-i meşbu’unun derununa konulan billurlarla başka billurat istihsal edildiği gibi bit-tesadüf elde edilen bu gliserin billuratının yardımıyla başka billurat teşkil edilebilmiştir. İşte maddiyyunun alaim-i tabiiyye-i gayr-ı uzviyye ile alaim-i hayatiyye arasına koymak Bir mahlul-i fevk-i meşbuun derununa bir cüz billurun konulması bir et suyu kültürüne bir mikrobun tebzirine müşa-bih imiş! Mahlul-i fevk-i meşbuun tebellürü oraya konulan billurun tenasül ve tekessürü imiş! Daster’in kavlince eğer bu hadise münasib bir kültür dahiline tebzir edilen bir nevi mikrobun tekessürüyle mukayese olunursa hiçbir fark olmadığı görülürmüş! Ve ilk billur kendine müşabih ikincisini ve o da bir üçüncüsünü ve acayip bir muhakeme!... Münasib bir kültür dahiline zer’ edilen bir mikrop büyür. Sonra vücudu iki diğer mikrop teşkil etmek üzere iki parçaya ayrılır ve bunlar da kendi başlarına büyüyerek ve tecezzi ederek her biri iki yeni mikrop tevlid eder. Fennen söylemek da ikinci billuru doğurmuş mu demelidir? İkinci billurun vücudunu tevlid eden birinci billurun maddesi değildir. İkinci birincinin yanında kuva-yı zerreviyyenin bir eseri olmak üzere teşekkül etmiştir. Bir muhit-i münasibde bir mikrobun tekessürüyle bir mahlul-i fevk-i meşbuun tebellürü arasında maddiyyunun kabul ve tasdik ettirmek istediği müşabehet-i tamme kelimesi arz ve izah edilen vekayie şümulu olmayan bir ta’birdir. Daster’in fikrince “Bir mahlul-i fevk-i meşbuun sinesinde billuratın binefsihi teşekkülü tenessül binefsihi’den başka birşey değildir. Gliserin billuratının bit-tesadüf zuhuru bir nevi zi-hayatın yaratılışına création tatbik edilecek bir keyfiyettir. Zira bu zi-hayat nev’-i billuri bir defa zuhur edince devam edebiliyor.” Mösyö Daster o kadar ileri gitmiştir ki hayvanat ve nebatatın tenazur-ı dahili ve haricilerini billuratın tenazuruna tatbik ederek eşkal-i billuriyye ile eşkal-i hayatiyye arasında da bir müşabehet bulmuştur. Hatta sınıf-ı hayvaninin altı enmuzec-i asliyyesini altı tarz-ı billuri ile mütevazi bir hale ifrağ eylemiştir. Mösyö Daster bu kadar ileri gittiğini görerek kendisi bile “Mes’ele vahi bir hal ve sıfat iktisab ediyor” demiştir. Maddiyyun ecsam-ı gayr-ı uzviyyenin de zevilhayatın tekamülüne müşabih bir tekamülü olduğu zannında bulunuyor. Bu babda Mösyö Daster diyor ki: “Kudema alem-i nücumu la-yetegayyer ve mümteniü’l-fesad zannederlerdi. Bu doğru değildir. Kay’in dediği gibi yıldızlar daima mevcud değildir. Bunlar bir devr-i teşekküle ve gaye-i intifaya müncer olan bir devr-i inkıraz ve inhitata maildirler.” Daster için bu kadar uzun ve uzak misaller toplamaya ne ihtiyaç vardı? Benim odamı bir dakikada tenvir eden mum daima mevcud değildir. Önünde bir devr-i teşekkülü ve intifaya müncer bir devr-i inhitatı vardır. Eğer ecsam-ı semaviyye hakıkaten tekamüle tabi iseler benim mum da bunlara benzer ki mumun tekamülü ile zevi’l-hayatın tekamülü beyninde bir müşabehet-i asliyye vardır demek lazım gelir. derecede eritilmiş kükürt soğuk suya akıtılırsa yumuşak kauçuk gibi elastiki şeffaf anber renkli bir nevi kükürt Adi derece-i hararette bu kükürt yavaş yavaş elastikiyet ve şeffafiyetini kaybederek kesif sert kabil-i inkisar bir hale gelip tekrar müsemmenü’s-sutuh kükürt haline avdet eder ki bu şekli şekl-i tabii ve ibtidaisi olup adi derecede duçar-ı tegayyür olmaksızın ila-nihaye muhafaza eder. Keza bir potada eritilmiş olan kükürt tekrar soğumağa terk edilirse menşuriyyu’ş-şekl kabil-i inhina ve şeffaf uzun iğneler şeklinde tasallub eder. Bu iğneler yine kendi haline bırakılır ise yavaş yavaş şeffaflığını kaybederek kesif ve kabil-i huş bir hale gelir ki mikroskopla bakılır ise müsemmenü’s-sutuh şekl-i Bir hal-i zerreviden diğerine olan bu intikal gayet bati ve gayr-ı mükemmel olsa ve çok defa müteaddid senelerden sonra husule gelse bile bunda bir zi-hayatın tekamülüne benzer bir şey var mıdır? Yoktur. İşte ecsam-ı gayr-ı uzviyyenin de zevi’l-hayatın tekamülüne müşabih bir tekamüle malik olduklarını isbat için getirilecek misaller hep bunun aynıdır. Daster diyor ki: “Zev’il-hayatın harekatını taklid eden me-vadd-ı camidenin feza-yı semavide hareket ve intikalini taharri etmeye lüzum yoktur. Onu bulmak ve anlamak için etrafımıza bakmak ve ilmu’l-arz ulemasından hikmet-şinasandan ve kimyagerandan sual etmek kifayet eder. İlm-i arza vukuf-ı kafiyyesi bulunan Dantec esbab-ı nesimi te’siriyle bünye ve tekamülü değişmeye müstaid olan maadini “sahra-i zi-hayat” ve bu tebeddülatın gayesinde istirahat-ı kat’iyyeye nail olan “kil” gibi maadini de “sahra-i meyyite” namıyla taksim ve tevsim eylemiştir. On altıncı asrın meşhur ulemasından Yerome Cardan –tabib tabiiyyun ve riyaziyyundan belki de hastalık ıztırabını çektiklerini ihtiyarladıklarını ve nihayet öldüklerini kabul ediyor. Bugün cevahirciler de firuze gibi bazı ahcar-ı kıymet-dar için böyle söylemektedirler.” Cevahircilerin sözü bir nazariyye-i felsefiyye için delil-i fenni olamaz. Mösyö Daster en mahir mücerribler tarafından tasdik olunmuş yeni ve kat’i vekayiden bahisle diyor ki: Maddenin eşkal-i mahsusa ve muayyenesi ebedi bir hal-i mette bati ve daimi bir tarzda tegayyür ederek yaşar ve duçar-ı mevt olurlar. Bu hesapça yumuşak kükürt ve menşuri kükürt müsemmenü’s-sutuh olmak üzere aynı bir istikamet ve niyetle bati ve daimi bir tarzda tegayyür ederek yaşıyor ve tamamen müsemmenü’s-sutuh olunca telef oluyor demektir. Zira Ecsam-ı camidenin tekamül-i farazisiyle zevi’l-hayatın tekamülü beyninde bir müşabehet bulmak kelimelerin ma’nasını zorla değiştirmek demektir. Zevi’l-hayat maksad-ı tenasül sonra inhitata başlayarak kaybolur ecsam-ı camide ile hiçbir müşabeheti yoktur. Müşahede gösteriyor ki; ne zaman şerait-i muhitiyye tegayyür eder ve zevi’l-hayatın tetabuk ettiği hale gayr-ı muvafık olur veyahud bir hal-i gayr-ı tabii arız olursa şahs-ı zi-hayat o şerait-i gayr-ı muvafıkadan kurtulmak ve nefsini müdafaa eylemek için bir teamül icra eder. Esbab-ı teamül yani şerait-i muhitiyyenin tegayyüratı “münebbihat” nam-ı umumisiyle ve zevi’l-hayatın buna karşı icra ettiği teamülat dahi “kabiliyyet-i taharrüşiyye veya tenbihiyye” namıyla yad olunur. O kadar sade ve açık olan bu ta’birat yekdiğerine benzemeyen muhtelif şeyleri ta’rif ve tavsif için bir “münebbih” kelimesi isti’mal edildiğinden dolayı birtakım teşvişata uğramıştır. Bugün hala fizyolojide hükümran olan bu karışıklıktan maddiyyun bilistifade kendi nazariyeleri lehinde delail tasavvurunda bulunuyorlar. Bazı fizyolojistler şerait-i muhitiyye-i muvafıkayı münebbihat gibi telakkı ederler. Daster de bu fikirde bulunarak “Alaim-i hayatiyye tezahür etmek için şahs-ı ibtidai ve protoplasmainin alem-i hariciye ve burada tesadüf edilen ve şerait-i hariciyye-i hayatiyye veya “münebbihat” denilen şerait-i muvafıkaya ihtiyacı vardır. Tecelliyat-ı hayatiyyeye lazım şerait-i hariciyye yahud şerait-i hükmi-i kimyevi dörttür: Rutubet hava yahud müvellidü’lhumuza hararet ve muhitin terkib-i kimyevisinden ibarettir” diyor. “Efendiler! Hükumetin müslümanlara ait olan politikasından bahs edeceğim: Maklakov vesair meb’usların nutuklarından sonra hükumetin umumi politikasından bahse çok hacet kalmıyor. Milletvekillerinin ve ba-husus müslümanların sözüne hükumet kulak vermediği ma’lumum olduğundan sükut etsem de olurdu. Fakat müslüman şubesinin sükutu her tarafta görülen nizamsızlığa rıza makamında telakkı edilmek ihtimaline karşı söylenmeğe mecburum. Efendiler! Cümle teessüflü vak’aları müslümanları rahatsız eden halleri birer birer arz etmeyeceğim; mekteplerin kapanmasından muallimlerin imamların azl edilmesinden vesaireden ayrı ayrı bahs etmeyeceğim. Ancak hükumetin bu politikasına sebep olan hali beyan edeceğim: Efendiler! Rusya’nın hal-i hazırdaki nizamsızlığından müslümanlar dahi cümle sair tebea ile beraber zahmet çektiklerinden maada hilm ve mülayimlikleri zaafları sayesinde daha başka belalara duçar ediliyorlar. Reis – Rica ederim sakin ve rahat olunuz. Maksud Efendi - Maişet-i İslamiyye’yi en ziyade rencide ve rahatsız eden misyoner belasıdır; efendiler! Biz bu kürsiden misyonerlerden şikayet ettiğimizde mecliste refiklarımız taaccüb ederek bir iki yüz rahibin papazın bila-cebr yalnız vaaz u irşad ile neşr-i dine çalıştıklarından ne için bu kadar ürküyorsunuz korkuyorsunuz? diyorlardı. Eğer böyle olsa lerden ürkmüyoruz şikayetimiz rahatsızlığımız politikacı misyonerlerdendir. Bunlar da’vet ile iktifa etmeyip bir ma’na ve bahanecik ile bizleri Ruslaştırmak politikasına çalışıyorlar vaizlikten mürşidlikten ziyade hükumet elinde alet ve hadim olan rahiplerden şikayet ediyoruz. Yirmi otuz seneden beri hükumetin müslüman politikası meşhur Pobye de Nosçef tertibi üzere bulunduğu cümlenize ma’lumdur. Pobye de Nosçef’in mürşidi ise meşhur misyoner İlminskiy tılıyor idi. Matbuatımıza yol ve müsaade verilmiyor idi. Fakat Teşrinievvel tarihli ali beyannameden sonra hürriyet-i diniyye ve müsavat-ı medeniyye sayesinde rahat olacağımız ve hükumetin ruhbani irşadından halas bulacağımız ümid olunmuş idi. Lakin bu ümidimiz boşa gidiyor; zira hükumet hala misyonerlerin irşadına kulak verip iş görüyor. Müslümanların ahvaline dair ma’lumat ruhbandan alınıyor. Bu cümleden Kazan’ın Ruhban Mekteb-i Alisi nazırı Aleksi cenablarından Dahiliye Nezareti’ne verilmiş bir takrir şayanı dikkattir. Böyle ise de ben bundan bahs etmeyip geçer büyük bir ehemmiyet verip müslümanlar arasında müşahede olunan hareketi keşfetmek ve müslümanların milli arzularına sed çekmek üzere mahsus komisyon teşkil etmesi o büyük rahibin raporuna nazar-ı dikkatimi celb ediyor. Nazır Aleksi Cenablarının fikr ü mülahazası budur: “Rusya müslümanları ittihad-ı İslam yolunda çalışıyor; mektepler açıyorlar; gazeteler jurnaller neşrediyorlar; Rus Cimnaz mekteplerine girip tahsil ediyorlar hülasa tenvir-i efkar ve terakkıye çalışıyorlar ki bunun gayesi ittihad-ı İslam’dır.” Efendiler! Rahip Cenablarının Panislamizm yani ittihad-i ra tahsil-i ulum ve kemalata çalışmak Panislamizm olmadığı ma’lumumdur. Aleksi Cenablarının nazarına göre İslamiyet kan dökmek cihad etmekten ibarettir. Genç müslümanlar da bu metalibi gözlüyorlar imiş. Efendiler! İslam’ın hikmeti mesleği başkadır. İslamiyet esası ve gayesi medeniyet ve tealidir. Bağdad ve Endülüs Hilafet-i İslamiyyelerinin uluma temeddüne ettikleri hizmet tarihleri ile müsbettir. Hazırda müslümanların arzu ettiği Panislamizm değildir ancak temeddün ve ıslah-ı hal ve maişettir. Cenab-ı Rahib belki bundan hoşlanmaz lakin bu başka mes’ele. Müslümanlar Cem’iyet-i hayriyyeler te’sis ediyorlar imiş; bunun politika ve ittihad-ı İslam ile ne münasebeti var? Dahiliye Nezareti’ne büyük raport vermiş olan bu Rahip Cenablarını lisanımıza ahvalimize aşina bir kişi zanneden hata eder; çünkü bu adam lisanımızı bilmez ve hakkımızda yazdıklarını ma’lum bir Fransız mecmuasından almış. Böyle köşeden bucaktan cem edilmiş haberlere binaen Dahiliye Nezareti müslümanlar ile uğraşmak çarelerini müşavere ediyor. Bu matlaba binaen hükumet yeni bir politika kurmak relerinden ibaret olacaktır. Müslümanların dinine karışmayıp milli hey’etine mümanaat edecektir. Efendiler! müslümanların dini ve milliyeti birdir. Dinleri milliyetten milliyetleri dinden ayrılamaz asırlarca bu iki cihet birleşip gelmiştir işbu kürsiden bendeniz ve şube refikl a rım defa defa i’lan ettik ki Rusya müslümanları yalnız müslüman demek değildir. Rusya müslümanları bir millettir ve millet sıfatıyla yaşamaya millet sıfatı taşımağa haklı bir millettir ben bunu demişim daha ve daha diyeceğim ta ağzımız bağlanana kadar diyeceğim: bizler müslüman dininde bulunan bir milletiz millet olduğumuz halde milli lisanımızın milli edebiyatımızın terakkı ve tealisine çalışacağız tebealığa sadakate mani olmaz derecede milliyetimizi muhafaza edeceğiz. Bundan böyle hükumete arz u beyan ediyorum ki milliyetimize sed çekmek mümanaat etmek hususundaki tedabiri semeresiz kalacaktır milliyetimize karşı kasd ve tedabirini dinimize karşı vuku’ bulmuş addedeceğiz. Binaenaleyh hükumet veya Mezahib-i Ecnebiyye Dairesi milliyetimizi dinimizden ayıramaz başta birini zaif düşürüp ba’dehu rak yaşayacağız ikincisi Rusya’da bir millet-i mahsusa sıfatında ateş ve kılınç ile bizleri tanassur ettirmeğe çalışan İvan Grozni’ye karşı mukavemet edebildiğimiz halde şimdiki Mezahib Dairesi’nin hile-i cedidelerine daha ziyade mukavemet göstereceğiz. Efendiler! Hülasa-i kelam biz Rusya müslümanları millet sıfatıyla imrar-ı hayat edeceğiz hür olarak hür Rusya’da yaşayacağız. Soldan kol vurulup el çırpmak tahsinler gösterilir. Tercüman Bu hafta vürud eden Mısır gazeteleri Mısır Cem’iyet-i Umumiyyesi’nin taleb-i meşrutiyyete dair olan kararını mevzu-i bahs ederek uzun uzadıya makaleler yazıyorlar. Mes’elenin cem’iyette müzakeresi pek hararetli olmuş a’za-yı meclisten müteaddid zevat tarafından vakıfane dur-endişane nutuklar irad olunarak tezahürat-ı milliyet-perveranede bulunulmuştur. Maliye ve Hariciye nazırlarından maada nüzzar ictimada yat-ı meclise kalben iştiraklerini göstermişlerdir. Muhalefete dair sarahaten bir re’y vermemişler içlerinden birinin itizarı üzerine reis tarafından adem-i muvafakatları beyan olunmuştur. Nüzzarın mevkii hakıkaten müşkil idi. Meclisin a’zayı tabi-iyyesinden bulunmak i’tibariyle telkınat-ı vicdaniyyelerine henüz bu mes’ele hakkında nokta-i nazarı taayyün etmeyen kuvve-i icraiyyenin re’yini ihsastan tevakkı iktiza ediyor idi. ait zabtnamenin mühim nukatını tercüme etmeyi münasib gördük: Taleb-i meşrutiyyete dair olan takrirler: Emin Bey Arif Ahmed Mehmed Bey Haşebe Halil Efendi el-Adisi Ahmed Osman Bey el-Hilali Mustafa Halil Paşa Abdüllatif Bey Sufani Emin Şemsi Paşa Mehmed Efendi Ebu Hadra Etrebi Bey İbrahim Carim Efendi Isa Nevvar Bey Mustafa Vicad Bey taraflarından verilmiştir. Takrirlerdeki mühim fıkralar: “Meclis-i meb’usanın mevcudiyeti bir ümmetin saadet ve terakkısini te’min eden yegane devadır. Meşrutiyetsiz hiçbir ümmet payidar olamaz.” “Mısır’ın henüz meclis-i meb’usan küşadına ehil olmadığına dair olan sözler bu yoldaki azim ve himmetleri işgal Ahali-i Mısriyye temeddün ve hadari olmak i’tibariyle meşrutiyete nail akvamdan hiçbirinin madununda değildir. Hatta terakkıde gösterdikleri süratle bazılarına tefevvuk bile ederler. Mısır’da bugün meşhud olan terakkıyyat-ı ilmiyye ahalide ta’mim ve ta’lim-i maarif için görülen hahişler da’vamızın en parlak bir delilidir. Kaldı ki gaye-i kemale vasıl olmadıkça nail-i meşrutiyyet olmamak hiçbir kavim için tatbik olunmamıştır. Esasen meşrutiyet terakkı ve tekemmülün son devresidir. Kemal-i tam ancak onunla elde edilir. Şu halde meşrutiyete nailiyet için gaye-i tekemmülü teklif etmek muhali teklif olur.” “Meclis-i Meb’usanın açılmasını istemek şimdiye kadar defaat ile izhar olunan iştiyakatı bir defa daha irae etmektir. Maamafih i’tikadımca iştiyakatımızı irae hususundaki tekrarlarımız mücerred bir tekrardan ibaret değildir. Ümmetin muhassala-i nemmüv u tekamülün bir tazyik-i tabiisidir. Zira memleketlerimiz son zamanlarda saha-i terakkiyyatta geniş hatveler atmış vatanımız her suretle meşrutiyete kesb-i liyakat etmiştir. Umurun meşveretle idaresini ise şeriat-i celile-i İslamiyyemiz amir bulunmaktadır. Kanun-ı Esasi’ye ise Mısırlılar daha senesinden beri naildir. İngilizler ise Mısır’ın hukukuna sadık kalacaklarını vaad etmişlerdir. Binaenaleyh vaadlerini ifaya herkesten ziyade çalışacakları derkardır. Hidiv mekte ve senenin bir kısmını oralarda imrar eylemektedir. Bizzat Tan muhabirine meşrutiyetin fevaidinden dahi bahs eylemiştir. Şu halde meclis-i meb’usan’ın küşadına mani nedir?” “Koca bir ümmeti sayısı parmak adedlerini tecavüz etmeyen bir kaç kişiye idare ettirmek ve mukadderatını onların emr u meşiyyetine tabi bırakmak nasıl tecviz olunur. Millet işini emniyet ettiği adamlara gördürmelidir. Hiç şüphe edilemez ki milletin kendi vekilleri bunların her hangisine olursa olsun ilmen ve hibreten faik bulunacaktır. Vekiller millet ile düşüp kalkarlar. Mader-zad-ı eazımdan ziyade milletin tecahül ediyoruz. İnsaf ediniz bugün yeryüzünde meşrutiyetten mahrum şu ümem-i vahşiyyeden! başka kim kaldı” “Ümmetimizin Kanun-ı Esasi’ye malikiyet hususundaki liyakatı inkar olunamaz. Tarih bize Mısır’ın daima büyük mev-cudiyetlere makar olduğunu gösterir. Ahlafa bırakılan asar-ı medeniyyeyi bugün herkes görüyor. Hükumet-i seniyyemiz liyakatımızı bi’t-takdir bize istiklal-i dahili ihsan buyurmuştur. Metbuumuz’da bizleri nail-i meşrutiyyet eylemiştir. Tarih bunlara da şahiddir. Artık bu delail ve berahine karşı ve bu kadar zaman geçtiği halde yine kendi başımıza iş görmeğe salih olmadığımız nasıl iddia edilebilir. Sırp ve Yunan gibi bizim her suretle madunumuzda bulunan akvam bile bugün füyuz-ı meşrutiyyetten istifade ediyorlar. Bunlardan da sarf-ı nazar topu topu on altı bin kişiden mürekkeb şu küçük Monako bile meşrutiyet istiyor. Artık böyle devirde meşrutiyeti vücuda getirmekte Mağribilerden viz olunur” Takrirler okunduktan sonra Abaza Paşa söz almış ve mevzuu talep ve münakaşaya tealluk etmek üzere ikiye ayırarak takrirlerden anladığına göre Cem’iyet-i Umumiyye a’zasının bir kısmı Meclis-i Umumi-i Milli’yi ve bir kısmı Meclis-i Meb’usan’ı ve bir kısmı da yeniden Kanun-ı Esasi etrafında dönerek o da vaktiyle Şura-yı Kavanin Meclisi’nin söylemiş ve vakıa Cem’iyet-i Umumiyye’nin tasvibine iktiran eden bu kararı hükumet cevap vererek ısga etmemiş ise de bugün tekrir-i mutalebeye mani tasavvur etmediğini nitekim Şura-yı Kavanin Meclisi de kararını muhafaza ederek meclisin ihtisasatını tevsi lazım geleceğini musırran dermeyan eylediğini ve binaenaleyh takrirlerde müsta’mel ta’birlerin bit-tevhid Şura-yı Kavanin Meclisi’nin kararnamesini tasvib mütalaasında bulunduğunu beyan ederek katibe kararnameyi kıraat ettirmiştir. Bunu müteakib söz alan Sofi Bey: – Kararnamedeki ümmetin hükumetle iştirak-ı fi’lisi ta’birinden bir şey anlayamadım niçin doğrudan doğruya meclis-i meb’usan demiyoruz bizi böyle söylemekten kim men’ edebilir. Mustafa Halil Paşa - Daha umumi bir ma’na ifade etmekte olduğu cihetle her halde meclis-i meb’usan demeliyiz. Meşrutiyetin ilk vücud bulduğu Avrupa memleketlerinde ümmetin hükumete müşareketi gibi bir ta’bir isti’mal edilmemiştir. Abaza Paşa – Sair ümmetler gibi olmamızı biz de temenni ve iftihar ederiz. Şu kadar ki ahval ve zurufun müsaid olmadığı bir şeyi istemekten de tevakki etmeliyiz. Hakkımızda tenfiz olunacak bütün kanunlarda meclisin söz sahibi olması şimdilik bizim için kafidir. Ne zaman şahsi işlerimizde re’yimizin kat’i olacağı bir devreye vasıl olur isek işte o zaman bundan daha fazlasını da isteriz. Meclis-i Şura buralarını nazara alarak hükumete iştirak hakkını istemiştir. Artık buna meclis-i meb’usan demek veya başka türlü ad koymak sizin bileceğiniz şeydir. Gımar Bey – Abaza Paşa ümmetin hükumete iştirakini Sufani Bey de meclis-i meb’usanı istiyor. Ben bu ihtilafa mahal olmadığı zannındayım madem ki zat-ı talepte ittifak vardır. İsim takmak hususunu kanunun gelmesine bırakalım o zaman düşünürüz. Sufani Bey – Ümmetin hükumete müşareketi ta’biri her müfessiri şaşırtır meclis-i umumi kuvve-i kanuniyyedir. Hükumet Hepimiz bugün Mısır’ın mevkiini biliriz. Devletlerin haiz oldukları hukuku da biliriz. Biz ne Avrupa ve ne imtiyazatına taarruz fikrinde değiliz. İstediğimiz şey Avrupa işlerine değil kendi işlerimize bakmak üzere bir meclis-i meb’usandan ibarettir. Abaza Paşa – Hükumet bir hey’et-i tenfiziyyedir. Meclisimizin kanunlarda hal-i hazırdaki re’yi meşveret suretiyledir. Bizim istediğimiz şey; re’y-i meclisin kat’i olmasıdır yani meclis kuvve-i icraiyyenin hey’et-i istişaresi olmasın. Ayrı bir kuvvet kuvve-i kanuniyye olsun ta’bir-i diğerle hükumet kanunları yapsın ümmete arz etsin verecekleri re’yi tenfiz eylesin yoksa yalnız meşveret suretiyle re’yini alarak yapıp yapmamakta muhtar kalmasın. İştirakten biz böyle bir ma’na kastediyoruz. Meclis-i meb’usan ta’birinin ise herkesçe ma’ruf bir ma’nası vardır. İstediğimiz şey ile bu ta’birin medlulünü tevfik edemeyiz. Ba-husus istenilen şey güzelce anlatılmalı ta’rif ve tahdid olunmalıdır. Sufani Bey – Meclis-i meb’usan ta’birinden ihtirazın hikmetini bir türlü anlayamıyorum niçin meclis-i meb’usan demeyelim. Ne gibi bir mani mülahaza ediliyor? Biz muhatablarımızın muvafakatını nazara alarak ona göre mi ta’yin-i metalibde bulunacağız yoksa doğrudan doğruya milletin vatanın menafiini neyi iktiza ediyorsa onu mu isteyeceğiz. Madem ki bugün milletin ihtiyacı meşrutiyetedir. Bunu niçin doğrudan doğruya söylemeyerek kaçamak yollar tutalım. Ahval ve zurufu gözetlemek lazım imiş pekala o dairede cehd ü gayret ederiz madem ki böyle bir talepte bulunmak söylemekte ne fark var. İtikadımca daima açık söylemek iyidir. Ben meclis ve hükumetin ayrı ayrı iki kuvvetten ibaret olduğunu ve bunların her ikisinin bir kuvvet olması mümkün olmayacağını söylediğimden hiç bir vakit geri durmam. Abaza Paşa – Pekala. İstediğiniz şeyi ta’rif ediniz. Maksad budur. Yalnız meclis-i meb’usan sarahati kafi gelecekse o sarahat esasen mevcuddur. Mustafa Halil Paşa – Meclis-i meb’usan ta’biri daha umumidir bu cihet re’ye konsun iştirak meclisleri diye hiç bir yerde meclis yoktur. Sufani Bey – İstediğimiz şey bizim mevkiimizi gösterecek ve Mısır’a ait hususatta re’y-i kat’i sahibi olacak bir meclis-i meb’usandır. Müşareket mes’elesinin hiç bir ma’nası yoktur. Zaten hükumetin buna dair olan cevabını vaktiyle aldık: “Nazırların mecliste bulunması ümmetin müşareketini te’min eder” demişlerdi. Abaza Paşa – Maksad işte şimdi anlaşıldı ta’rif ettiğiniz lis-i meb’usana muhalif değilim. Hatta bu kuyuda muvafık bir meclis te’sisini teklif ederim ve buna meclis-i meb’usan tesmiyesi için bir teklif vaki olur ise ona da muvafakat ederim. Bu müzakerattan sonra kararnamedeki ümmetin hükumete müşareketi ta’birleri tayy olunarak “meclis-i meb’usan te’sisi için bir kanun hazırlanması” suretiyle tashihat icra edilmiş ve ta’birat-ı sairede yapılan cüz’i tadilat ile kararname şu şekli almıştır: “İdari ve mali her türlü umur-ı dahiliyyede ve şuun-ı mahalliyyeyi tedbir ve ahaliye tatbik olunacak kanun ve layihaları takrirde ve muahedat-ı düveliyye ve konsoloslar Kanununa ve Avrupalılara tealluk eden mesalihe ve vacibü’l-ihtiram olan hukuklarına ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’ye verilecek vergiye ve hükumetin kanunen mücaz olmak suretiyle merbut bulunduğu teahhüdat ve ittifaklara haiz-i te’sir olmamak üzere vergi ve resm vaz’ında re’y-i kat’i sahibi olacak hidiviyete mahsus bir meclis meclis-i meb’usan te’sisine dair bir kanun tanziminin ve bu kanuna kaleti tahakkuk ettirecek mertebeye iblağ eder bir kanun terdifinin hükumet-i hidiviyyeden talep olunmasına karar verildi” müdavele-i efkarda bulunduktan sonra: – Meclis-i meb’usan istenilmesine ekseriyetle karar verildi. A’za – İttifak ile ittifak ile. Reis – Nüzzardan maada. Said Paşa – Reisü’n-nüzzar sizinle beraber değiliz. Abaza Paşa – Nüzzardan maada ittifak-ı ara ile yazılsın görmem. Reis – O halde karar ekseriyetledir. reisü’n-nüzzarın gazete muhabirlerine vuku’ bulan beyanatına nazaran hükumetin bu taleb-i meşruu tervice mütemayil bulunduğu anlaşılmıştır. Bir nice senelerden beri Japon kavmi alem-i İslamiyyet’e dikkat edip alem-i İslamiyyet’e meyl gösterdikleri görülüyor. Japon kavmi çalışıcı her işten istifade edici her işin akıbetini güzel fehm edici hikmet ve hakıkat sevici bir kavim olduklarından onların İslamiyet’e mail olup ta’limat-ı dır. Japon kavmi eski usul idareyi def’aten silkip atarak usul-i idare-i cedideyi kabul ettiklerinden geçmiş asırlarda Avrupa’da hal-i hazırda Rusya’da olan müdhiş kanlı felaketlerden Japonlar masun kalıyor. Japonya’nın şimdiki hükümdarı Mikadosu hükumet başına geçtiği zamandan i’tibaren kırk seneden az bir müddet zarfında büyük sınıf-ı ahaliden başlayarak aşağı sınıflara kadar ahali ile el birliğiyle olan ulum ve sanayii memleketlerine sür’at-i fevkalade ile naklettiler ve hatta bazı hususatta üstazları olan Avrupalıları hayrette bırakacak derecede tevsi etmeye muvaffak olmuşlardır. Japon kavminin bu muvaffakıyeti tarih sahifelerinde parlak surette ahz-ı mevki’ edecektir. Zira gerek ümem-i maziyye medeniyetinde gerek ümem-i hazıra medeniyetinde Japon kavmi içinde olan medeniyet kadar çabuk terakkı eden ve bü-tün ahali ittifak ederek el birliğiyle ve kemal-i hahişle yeni medeniyeti kabul eden hiç bir kavim görülmüş değildir. Gerçi Japonya’nın hükümdar-ı hazırı Mikadosu ikinci bir sülaleye mensup hükümdardan zimam-ı umur-ı hükumeti kendi eline geçirmek için dahili muharebatta bulundu; fakat umur-ı idare-i devlet o vakit genç olan bu hükümdarın yed-i idaresine geçtikten sonra ahali bu hükümdarın te’sis ettiği ıslahat-ı cedideyi ale’r-re’s ve’l-ayn kabul etti ve bu sebeble memleket içinde tebdil-i hükumet gibi büyük tebeddülattan hasıl olacak adavet Japon kavmi içinde ateşe yakılmış şeyler gibi mahv olup gitmiştir. Bu ise bu yeni genç hükumetin miş bir muvaffakıyettir. Bu ise Japon kavminin tab’ını her şeyde ibtidadan faydayı hikmeti hakıkatı kabul meyyal olduğunu gösteriyor. Japon kavmi başladıkları işi na-tamam bırakmadıkları geçmiş on seneden ziyaderek vakit zarfında olan hareketlerinden ma’lum olmaktadır. Kariin-i kiram bu makaleyi okudukları vakit biraz sabırlı olmalarını temenni ederim çünkü makale evvela Japonların alem-i İslamiyyet’e meyyal olduklarından başlayıp Çin Japon Rus muharebatına kadar ilerlemiştir. Bu ise Japonların hal ve hareketlerini beyan sırasında el-kelam yecürrü’lkelam kabilinden vaki’ olmuştur. Geçen on sene zarfında Japonların koca Çin hükmetini hab-ı gafletten uyandırmak tarikını meslek ittihaz etmişlerdi. Evvela Japon hükumeti kendinin büyük diplomatlarından “Marki İto” vasıtasıyla Çinlileri nasihat tarikıyle ikaz etmek nundan idi. Japonya hükumeti bu zatı fevkalade murahhas sıfatıyla Çin sarayına göndermişti. “Marki İto” Çinlileri tenbih yolunda Çin vüzerası ve saray me’murlarıyla nice aylar çalışmışsa da seneden ziyade hab-ı gafletten baş kaldıramayan cebbar mütekebbir Çinliler Japonların nasihatını kabul etmeyip reddeylemişlerdi. Fakat Japonlar mesleklerinde devam ederek Çinlileri tenbih için silaha sarıldılar Çin’in taht-ı hükümranisinde olup imtiyazlı vilayeti bulunan Kore’ye asker sevk ettiklerini görünce Çin hükumeti başını kaldırarak böyle küstahlık eden Japonları memleketinden koğmak maksadıyla kendi re’ylerince galibiyeti mukarrer olan asakir-i gayr-ı muntazamasıyla Japonlara karşı çıktı. Daha birinci defa mukabele-i askeriyye vaki’ olur olmaz Çin askeri firar eylediler. Bu seferde Japon ordusu üç noktadan hareket ettiler: Bir kol Rusya– Japon Muharebesi’nde General Kuroki’nin yürüdüğü yolla yürüyüp Yalu Nehri’ni geçti ve “Fin-HwanChin” şehrini zabt ile Çin payitahtı olan Pekin şehrine müteveccih oldu. İkinci kol asker ise denizden gelip “Dalni” “Port Arthur” limanlarını zabt edip Pekin’e müteveccihen yürüdükleri gibi üçüncü kol asker de “Weihaiwei” limanını zabt ile Pekin’e doğru azim oldu. Bu hali gören ihtiyar Çin; sabi Japonya’nın önünde diz çökerek “Eyvallah” demeye mecbur olduğu zaman Avrupa’dan ve Amerika’dan dehşetli zırhlılar içinde da’vetsiz mihmanlar insaniyet hamileri haksızlık daileri para tami’leri yetişip galip Japonya’ya askerini geri çekmesini teklif ettiler. Gerçi Japonya ebediyen uyumaya azmetmiş ihtiyar Çin’i köklerinden vurup ileri yürümeyeceği ma’lum idi. Lakin hakıkate karşı boyun eğen Çin’e hin-i mukavelede kendi mesleği olan ve intibah-ı Çin’i müeddi bulunan umur ve ahvalin suret-i vasiada icrasını şart koyacak idi. İşte bu kadar büyük fedakarlıklarla bu kadar kahramanlıklarla galebelerle kazandığı muvaffakıyetten sonra Japonlar kendi şeklindedir. mesleklerini vasi’ programla Çin’in eline vermek zamanı geldikte; da’vetsizler mukaveleye iştirak da’vası edip musalehaya her ne kadar Japonların şan-ı galibiyyetlerine dokunduysa da Japonlar Avrupa’nın beş altı hükumetiyle de bozuşmayı muvafık-ı maslahat görmediklerinden onları musaleha ve mukaveleye teşrike muvafakat etmişlerdi. Sulh müşaveresinde Rusya diplomatları Çin’den taraf çıktılar; diğer hükumat diplomatları da Japonya’nın fayda ve menafiini gözetmediler; tuvaletini sık sık tebdil etmeyi adet edinmiş Japonya’nın dost hemşiresi İngiltere gerçi bazı maddelerde Japonlar tarafında olduysa da bu hizmetinin mükafatı için az masrafa mal olmayan tuvalet masrafını derhatır ettirmekte ve başka diplomatın da harc-ı rah hatırdan lisana gelmeye hazır idi. O vakitler Rusya’nın erkan-ı hükumet ricali dimağında Rusya’nın Bahr-i Muhit-i Kebir’de hükumet-i hakimiyye nüfuzu kazanmak hayal ve vahimesi galip idi. Bu hayali fiile koymaya mevsim-i şitanın ekser günlerinde buzlarla mestur olan Rusya’nın “Vladivostok” limanı lüzumunca hizmet edemeyeceği ma’lum olduğundan Çin’in cenubi limanlarından her vakit açık olan bir limanı zabt etmek hayal-i mezkurun ya’da siyasiyyun-ı rical-i devletten ma’dud o vakit Maliye Nazırı olan Witte Cenabları idüğü söylenmekte idi. Rusya hükumet ricalinin ukalası bu yolda da fevkalade bir ciddiyetle çalışmışlar her neye mal olursa olsun Rusya için bir açık limanın elde edilmek politikası kurulduğu söylenmekte ettiği “Port Arthur” limanı idüği de söyleniyor idi. Zabtı tasavvur edilen bu yeni limanın “Vladivostok” hattından i’tibaren Mukden Ledopan şehirlerinden geçer bir demir yol hattıyla rabt edilmesi taht-ı karara aldığı ve bu yolda lazım olan para istihsalini Cenab-ı Witte iltizam eylediği de söyleniyor Japon vakıası muvaffakıyetli bir tesadüf olduğundan esnayı müşaverede Rusya diplomatları Çin hükumetinden te’minata karib vaadler aldıklarından Rusya diplomatlarının talebini Çin’in o vakitteki politika umurunda vukuflu nazik tedbirli diplomatı olan ihtiyar Li Hongzhang pek acele kabul eylemiş ve bununla beraber Li Hongzhang Kore’ye de istiklaliyet vermeye muvafakat eylemiştir. O vakit alem-i siyaset “Li Hongzhang umur-ı siyasette gafletinden Çin’i Rusya’nın ağzına düşürdü” diye hükm ediyordu. Lakin akıl müdebbir ihtiyar diplomat tuzağı ağı Rusya-Japonya için kurduğuna kani olup bu dakık tedbirinden alem-i siyasetin gafil bulunmasından ihtiyar Li Hongzhang tebessümden hali olmamıştır zannederim. Li Hongzhang’ın fikrince eğer reviş-i umur Rusya’nın marzisine muvafık olur ise Japonları Liaotung şibh-i ceziresinden çıkarmak onlara Kore’den parmak miktarı toprak vermemek lazım geliyor bu kadar fedakarlıkla zabt eyledikleri mahalden mukavele mucebi Japonlar çıkarıldıktan sonra onların halefi olarak o yerleri hariçten gelip Rusya zabt ederse Rusya ile Japonya arasında bitmez tükenmez azim ihtilaflar meydana çıkacağına Çin’in basiretli ihtiyar diplomatı kani re’yi zabt olduğundan Kore ise Rusya ile hem-hudud bulunduğundan; Li Hongzhang Rusya ile Japonya arasına ihtilaf bırakmak maksadıyla Kore’den kat’-ı alaka ederek zavallı Kore’yi Kore İmparatorluğu maskesiyle Rus ve Japon arasına alınmıştır. Çin ve Japon musalehası esnasında Rusya diplomatları ekseri Çin’den taraf olmuşlardır. Diğer devletler diplomatları da kendi devletleri menafiini unutmamışlardır. Japonya’ya demişler ki: “Sen denizle muhat cezirelerde maişete alışmışsın Binaenaleyh ihtiyar valide huzurundan senin çekilmen iktiza eder senin için Formosa Adası muvafıktır. Al da çekil bununla beraber Çin Hükumetinden bir miktar mesarif-i harbiyye al” diye cesur ve gayur Japonya’nın gayret ve cesaretini kesr ederek sureta galib ma’nen mağlup Japonya’nın de huzurundan çekilmeye mahkum olmuştur. lolunmayan mes’ele kadıların hissesi idi. Bu mes’elede kadılar da pek çabuk anlaştılar onlar yağlı parçaları hisselerine ayırdılar: Rusya Liaotung’da yerleşti Kore’ye açık yol buldu Japonya’nın dost hemşiresi İngiltere’ye Weihaiwei Limanı Almanya’ya Kiachow Fransa Tonkin’de te’kidlendi ya’yı ticaret için açık etmeyi muahedeye kaydettirdi. Bu halden tabii Japonya memnun değildi. Onun kendini mazlum addedeceği ma’lum idi. Kariin-i kiram “Çin diplomatı Li Hongzhang bu gibi politika dü bu ise Çin Devleti için maddi zarardan maada Çin’in şanını sekte-dar etmek demektir” diyeceklerdir. Zahiren böyle görülse de Li Hongzhang’ın bu tedbiri hal ü zaman bahı olup ahali-i Çin’in menafi’-i millet ve devleti himayeye muktedir hale gelmesi idi. Bu cihetten o Çin’in terakkısini can u dilden arzu ediyor Çin’in terakkısi ise bu gibi şiddetli derslerden sonra memleketin asayişi olup asayiş de Avrupalılara lokma atıp teskin edilmedikçe mümkün değil idi. Çin’in terakkısi için Li Hongzhang Avrupa usulü mektepler açmak Çin ahalisini Japonlar gibi harekete getirmek ıslahat yapmak Çinlilerin kapanıp yayılmaktan ibaret eski adetlerini selb etmek tarafında olup bu hususta Çin’in genç imparatoruyla hem-efkar olmuştur. Li Hongzhang Çin mandarinlerinin en büyüklerinden ve eski zadeganlarından olup terakkı tarafdarı olan genç imparatorun kayınpederi olmuştur. Ve pek çok vakitler hükumet başında büyük me’muriyetlerde bulunup bütün maksadı bütün fikri Çin’i tasallut-ı ecanibden kurtarmak olmuştur. O vakitler Çin me’murları içinde genç imparatorun ve Li Hongzhang’ın maksadını fikrini fehm edenler pek az olup bu fikrinden naşi Li Hongzhang’a Frenk tarafdarı vatan haini nazarıyla bakıp bir vakit onu hain-i vatan tutup bütün rütbe ve nişanlarını selb ederek umur-ı hükumetten teb’id eylemişlerdi. Genç imparatoru da zimam-ı umur-ı hükumetten el çektirip umur-ı hükumeti ihtiyar imparatoriçe kendi yed-i idaresine alıp genç imparatoru sarayda şiddetli göz karakoluna almışlardı. Vakta ki Çin-Japon Muharebesi’nde Çinlilerin hilaf-ı farz olarak Japonlar Çin askerini perişan ettiler Çinliler eman çağırıp sulh istediler Japonlar sulh ve müşaveresi için Çin tarafından Li Hongzhang ta’yin edilmeyi teklif ettiler o zaman Hongzhang’a ilticaya mecbur oldu. Li Hongzhang ise epeyce Bu ise Li Hongzhang’ın yegane maksadı olan Çin’in intibahı esası kurulmuş demekti. Gerçi Çin’in intibahı mes’elesinde Li Hongzhang Japonlarla hem-efkar ise de onun asıl esas politikası Japonları müstevli bir kavm-i ecnebi tanımak üzere kurulmuştur. Li Hongzhang Çin ve Japon sulh müşaveresinde bir miktar fedakarlıkta bulunmuş Çin toprağından bir miktarı ecanibin tasarrufuna geçmesine ru-yı muvafakat göstermiştir. Tan gazetesinin Mısır’da bulunan muhabir-i mahsusu Mösyö Jean Rode’un mensup olduğu gazeteye gönderdiği mektubun Tanin refikımızda manzurumuz olan tercümesini ber-vech-i ati nakl ediyoruz: Hidiv-i Mısır’ın rufeka-yı tahririyyemizden Mösyö Rene Bolivie bundan iki sene evvel vaki olup şu sahifeler üzerine nakl edilen beyanatı gerek Mısır’da gerek bütün Avrupa’da büyük bir te’sir hasıl eylemiş idi. İfadat-ı vakıa Hidiv’in pek müşkil bir mevki’de bulunduğu zamanlara tesadüf etmişti. O zamanlarda Lord Cromer’in mütehakkim ve şedid politikası hidivin mevkiini o kadar işkal ediyordu ki bir aralık müşarün-ileyhin Beyanat-ı mezkure esnasında Hidiv’in lakırdılarından tereşşuh eden acılık şayiat-ı mebhuseyi te’yide hizmet eyliyordu. Filhakıka ya kendisinin terk-i mevki’ etmesinden yahud tu. Mes’ele ikinci suret-i tesviyye ile nihayetlendi yani Lord Cromer istifasını verdi. Milliyet-perveran Fırkası kendisinin genç reis ve müessisi olan Mustafa Kamil Paşa’nın teşviki sayesinde İngiliz işgaline karşı muarazat-ı şedideye Hidiv’in ifadat-ı vakıası üzerine büsbütün germi verdi. O vakit Hidiv Mısırlıları medh ettikten ve bunların Avrupa medeniyetini temsil ettirmek hususunda gösterdiği zekayı lisan-ı sitayişle yad eyledikten sonra ber-vech-i ati idare-i kelam eylemişti: – Şarkta cari olan usule tatbik-i hareketle iktidar ve nüfuz-ı şahsimin tevsi ve takviyesine çalıştığım iddia ve te’min ediliyor. Buna cevaben size şunu söyliyeyim ki ben Avrupa’da terbiye edildim. Ve bir memleketin te’min-i menafii detle hisseyledim. Eğer benim maksadım gurur ve amal-i şahsiyyemin tervicine hizmetten ibaret olsa idi on beş senelik müddet-i hükumetim gayr-ı kabil-i tahammül bir ıztırabdan başka bir şey olmazdı. Hidiv bu lakırdılarına atideki kelimelerle hatime vermişti ki bunlar bugün bile pek ma’nidardır. – Fransızlara kesretle Mısır’a gelmelerini söyleyiniz. Bizim için yaptıklarını unutmuyoruz. Bununla beraber yine kendilerini pek severiz. Şu ifadeyi millet-perveranın kendi programlarına ne kadar muvafık gördükleri ve bu sebeple hükümdarı kendileriyle hem-fikir ve İngiliz işgaline hasım olarak telakkı ettikleri çabucak anlaşılır. Fakat Lord Cromer’in halefleri tarafından Hidiv hakkında gösterilen hürmet nüzzara verilen istiklal ve hürriyet ahvali kamilen tebdil etti. Pek sıkı bir i’tilaftan ibaret olan bu yeni politikayı Abbas Hilmi Paşa tamamen kabul ettiği için genç Mısırlılar kendisine karşı birden tebdil-i tavr ettiler. Bu gençler kendilerinin müfrit milliyyet-perverliği içinde Hidiv’in gazeteleriyle Hidiv’i Mısır’ın tamamen İngilizler elinde kalmasına hadim olmak üzere gösterdiler. el-Liva gazetesinin yerliler üzerindeki te’siri o derece şedid fuzunu kesr eyledi. Hatta Abbas Hilmi Paşa’nın ahiren Mekke-i Mü-kerreme’yi ziyaret eylemesi de hissiyyat-ı diniyyesi pek şedid olan ahalinin bu suretle yeniden teveccühünü celb etmek maksadına mübteni olduğu söylenmektedir. Bir ay evvel Kahire’de söylendiğine ve kendisinin avdetinde ahalinin istikbal için gösterdiği şitab ve heyecana nazaran bu hususta Abbas Hilmi Paşa iyice muvaffakıyet dahi Bütün şu sebeplerden dolayı hidivi bizzat görerek kendisiyle konuşmak ve ifadatını iki sene evvelki beyanatıyla mukayese etmek lüzumu günden güne kesb-i ehemmiyyet ediyor idi. Müşarun-ileyhle iki defa mülakat etmek şerefine nail oldum. Evvela kendisine takdim edildim. Ve benimle beraber üçüncü bir şahıs daha bulunduğu için bittabi’ kendisiyle iyice konuşamadım. İkinci mülakatımda iki saat kadar yalnız görüşmeye muvaffak oldum o vakte kadar kendisini yalnız sokakta alay arabasında görmüştüm. Ve kendisini resmi elbiseler bulmuştum. Bu mülakatlar esnasında Abbas Hilmi Paşa’nın gayet sade ve nazik bir adam olduğunu görmekle mahzuz oldum. Sarayında kabul salonunun bir köşesine çekilerek konuştuk. Bana karşı kemal-i emniyyetle idare-i kelam ediyor gözlerinde bir ziya-yı şebab ve hayr parlıyordu. Kendisiyle görüştüğümüz şeylerin buraya ancak bir hülasasını nakledebileceğim: Hidiv ibtida iki sene evvel zuhur eden buhran-ı mali esnasında bütün ecnebi sermayedaranı çekilirken Fransızlar Mısır’a karşı gösterdikleri fedakarlıktan dolayı pek büyük bir memnuniyet hissettiğini söyledi. Saniyen Mısır’ın benim üzerimde mamuriyet ve faaliyyet-i zahiresi nazar-ı dikkatimi celb ettiğini söyleyince gayet memnun oldu. O vakit bana Mısırlıların zekasını gayret ve faaliyetlerini iktisad-perverliklerini medh etti. Ve bazı a’yad-ı aileviyye vesaire için mesarif-i külliyye ihtiyar etmeseler zengin olacaklarını söyledi. Ve ber-vech-i ati devam etti: – Evet Mısır’ı pek derin bir muhabbetle severim. Ve her tarafını pek iyi bilirim. Çünkü her tarafını gezdim ve ahalisinin kıymetini takdir ettim. Mekke-i Mükerreme’yi ziyaret ettiğim esnada orada tesadüf ettiğim bütün sunuf-ı İslamiyye müftehir olduğumu size te’min eylerim. Ben daima memleketimi terakkı ettirmeye ve teceddüdat-ı asriyyeden müstefid eylemeye çalıştım. Maalesef bazı müfrit ve acelecilerin ilkaatı memleketin tekamül-i tabiisini ağırlaştırdı. Maamafih ağır ağır ve hakimane bir surette ileriye doğru gidiliyor. Biz usul-i meb’usiyyeti ta’dil etmemekle beraber kuvve-i teşriiyyenin ehemmiyetini tezyid eyledik. Ba’dema bütün bütün mekatib kavanin ve nizamatı da oraya bırakılmıştır. Müzakerat alenidir. Ve bir kaç vakitten beri nazırlar da orada bulunmakta ve kendilerinden ledel-icab her şey üzerine izahat-ı lazımede bulunmaktadır. – Şu ifadelerinizden tarafdar-ı meşrutiyyet olduğunuz neticesini istihrac edebilir miyim? – Hiç şüphe yok zaten bunun böyle olmaması kabil midir? Ben Avrupa’da ve hükumat-ı meşruta arasında büyüdüm. Bende hasm-ı meşrutiyyet olacak bir mahiyet nasıl mevcud olabilir? Bunlar yukarıda da söylediğim gibi bazı müfrit ve acelecilerin lakırdılarıdır. görüyorsunuz ki gazetelerinde de bana karşı en yeni vasıtalarla taarruz ediyorlar! Bu memlekette vatan-perverlikten en evvela bahs eden ben olduğum halde bana bir hain-i vatan namı verilmedi mi? Memleketimi satmakta olduğum söylenmedi mi? Mekke’den avdet ettiğim zaman ahalinin beni ne suretle kabul ettiğini gördünüz? Demek oluyor ki kendilerinin hakkımdaki hakkında o kadar vefakar ve samimiyim. Bi’l-ahire Hidiv Meclis-i Milli tarafından ba’det-tedkık reddolunacak olan Süveyş Kanalı tecdid-i imtiyazı mes’elesinden bahs ederek dedi ki: – Zannederim ki proje müntic-i muvaffakiyyet olacaktır. Ve bu suretle hükumetin eline geçecek olan yüz milyonla hayli faydalı şeyler yapacağız. Zira icrası muktezi hayli umur var. Mısır’ın teceddüd ve terakkısi hususunda pek büyük muavenetlerde bulunan bir devletin himmetiyle bu vazifeyi dahi hüsn-i ifa edeceğimizi ümid eylerim. Hükumet-i müşarün-ileyhanın memleketimizde bulunan me’muru Sir Eldon Gorst bu husustaki te’minatın en büyüğüdür. Mumaileyh Dahiliye Müsteşarı ve sonra da Hükumet-i Mısriyye Umur-ı Maliyye müşaviri bulunduğu zaman kendisiyle pek çok çalışmıştık. Her ikimiz de beraber çalışmaya alıştık. Yekdiğerimiz hakkındaki hürmet-i mütekabilemiz de bunu büsbütün teshil etmektedir. Bundan sonra Hilmi Paşa nazırları ve bilhassa bir kaç gün sonra katl edilen reis-i nüzzarı uzun uzun medh etti. ŞUUN-I İSLAMİYYE: Sıhhat-i Hümayun-ı Hazret-i Hilafet-penahi Sevgili Padişahımız Emirü’l-mü’minin efendimiz hazretlerinin rahatsızlıkları lehü’l-hamd ve’l-minne mübeddel-i afiyyet olarak hal-i nekahete girdikleri istibşar olunmuştur. Beray-ı iyadet Saray-ı Hümayun’a giden vükelayı huzur-ı hümayun-ı cenab-ı hilafet-penahilerine kabul ile iltifat buyurmuşlar ve rahatsızlıklarının ilk gününde şiddet-i hararetten endişe ettiklerini ve hastalıklarının kızamık olduğunu hiç zannetmemiş olduklarını ve mamafih kendileri Cenab-ı Hakk’a son derecede mütevekkil bulunduklarını söylemişlerdir. Zat-ı Hazret-i Mülukane: Bunun üzerine vükela-yı müşarün-ileyhim bütün milletin de en samimi arzusu padişahını daima sıhhat ve afiyyette görmek ve padişahının zir-i idaresinde olarak mes’ud bulunmak olduğunu ve bütün vilayetlerden buna dair telgraflar vürud ettiğini arz etmişler ve bu ma’ruzat pek ziyade mahzuziyyet-i mülukaneyi müstelzim olmuştur. Böyle ali sözlü ali özlü büyük ve muhibb-i millet padişahın tul-i ömrü için bütün efrad-ı ahali Cenab-ı Hakk’a ref’-i eyadi-i dua eyler ve iade-i afiyyet-i mülukaneden dolayı secde-i şükrana kapanır. Tanin refikımız şu beşarete terdifen beyanat-ı atiyyede bulunuyor: Sevgili Padişahımız Sultan Mehmed Han hazretleri kamilen iade-i afiyyet buyurmuşlardır. Şimdi yalnız hastalığın devre-i nekaheti kalıyor ki bunun da kemal-i afiyyet ve suhuletle güzeran olacağı inayet-i Bari’den me’mul-i kavidir. Yalnız beray-ı ihtiyat bu hafta yine selamlık resm-i alisi Zat-ı Hazret-i Padişahi Dahiliye Adliye Maliye nazırlarını huzur-ı şahanelerine kabul buyurarak mehamm-ı umurı devlet hakkında ma’lumat ahz u telakkı etmişler ve evrak-ı ma’ruzayı tedkıkle iradat-ı şahanelerini erzan buyurmuşlardır. Bu haber-i afiyyet bütün Osmanlılar için bir haber-i saadet u beşarettir. olan birçok rical-i devlet defter-i mahsusuna isimlerini kayd ettirmişlerdir. Bu sene Mekteb-i Harbiyye-i Osmaniyye’den zabitliğe neş’et eden zevattan Memalik-i Osmaniyye’nin gayrı bilad-i din Efendi Bosna Mehmed Said Efendi Tacora Şehabeddin Efendi Varna Şevket Efendi Dağıstan Eyub Sabri Efendi Kars Faik Efendi Dağıstan İsmail Hakkı Efendi Bosna Mehmed Emin Efendi Bosna Ali Rıza Efendi Kars Kazım Efendi Hezargrad Nureddin Efendi Fas. Esliha ticaretinin men’i hakkındaki tedabir akım kalmıştır. Afganistan’a hemen her gün mütenevvi esliha ithal edilmektedir. Ahalide de iştira için büyük rağbet görülüyor. Emir hazretleri tebeasının silahlanmasına iğmaz-ı ayn buyurmakla beraber bu eslihanın lüzumsuz yerlerde isti’malini tahdid edecek tedabiri düşünmekten dahi hali kalmıyorlar. Hatta geçenlerde bil-münasebe irad eyledikleri nutukta “Silahlar vurmak nehb u garette bulunmak için değil” buyurmuşlardır. Emir hazretlerinin bu nesayihini her zaman için nazar-ı ederiz. Meşhur Daru’l-Ulum Mektebi müessisi Üstad Fazıl Şibli Numan Efendi hazretleri kariben Dehli’de in’ikadına delalet etmekte oldukları kongrede mevzuubahis edilecek ulema cem’iyetinin makasıdı hakkında matbuat-ı mahalliyyeye tebliğat-ı atiyyede bulunmuştur. Cem’iyet-i Ulema: Muhtelif memleketlerden kongrelere iştirak eden zevat-ı fazılaya beray-ı tedkık mesail-i mezhebiyye ihzar edecek ve bu mesail cümlesinden olarak: İslamlarda mezahib ihtilafatından tevellüd eden te’sirat-ı sakımenin izalesi. İslamların bir terbiye-i diniyye-i hakıkıyye görerek muhtacı bulundukları akaid ve umur-ı sahiha-i mezhebiyyelerinin kendilerine ta’limi . Tarih-i İslam’ın beyne’l-müslimin ta’mim-i tedrisi . Yalnız İngilizce’ye rağbet gösteren bir kısım evlad-ı İslam’ın ulum-ı diniyyeye de teşvikleri hususatını da kongrenin nazar-ı tedkıkine arz eyleyecektir. Hindistan Matbuat Kanun-ı Cedid’i Bengale vilayetinde şiddetli bir surette tatbik edilmektedir. Pekçok gazeteler kapanmış ve sahipleri derecat-ı mütefavitede hapse mahkum olmuştur. Afganistan’daki Mes’ud kabilesi Hindistan hududuna doğru tecavüzatta nehb u garette bulunmaktadır. Ve Molla Bavend isminde bir zat Afganistan’da eslihanın ucuz bulunduğu bir zamanda teslihine muvaffak olduğu asakiriyle Hindistan hükumetine karşı müşkilat ihdas eylemektedir. Hükumet emn ü asayişi daimi surette ihlal eden bu ahvalden dolayı endişenaktır. Ezher talebe-i umumu [ulumu!] mitingler akd ederek hükumetten mutalebat-ı atiyyede bulunmuşlardır: Vazife-i tedrisin ehil ve küfüv olan zevata tevdii ve derslerin talebenin sinnine ve iştigal edecekleri zamana göre netice-i matlubeyi bir an evvel elde edecek surette taksimi. Ulum-ı cedide-i asriyyenin hal-i hazırından daha mükemmel surette tedrisi ve mekteplere verilmekte olan alat ve edevat-ı fenniyye ve tedrisiyyenin medreselere de tevzii. Ezher Kütübhanesi’ne ulum-ı cedideye dair de kitaplar konularak talebenin her zaman için o kitaplardan meccanen . Pek ağır imtihanlara tabi tutulan mertebe-i ula ve saniye mezunlarına bu külfetle mütenasib derecede imtiyazat tanılarak mesela mertebe-i ula mezunlarının mekatib-i saireden kendi derecelerinde bulunanlara bahş edilen imtiyazata nail olarak merkezdeki mehakim-i şer’iyye ve Ezher ve evkaf da cevami-i şerifede hitabet vaizlik ve mehakim-i şer’iyye-i külliyyede kitabet gibi vazifelere ta’yin edilmeleri. Ulemaya tefrik edilen tahsisatın ulema ile talebenin ma’ruz bulundukları ihtiyacat ile mütenasib bir suret-i ma’kulede taksimi. Mekteb-i Kuzat mezunlarına kaza ve ifta hususunda tanılan hukukun mertebe-i salisede alimiyet ruusunu haiz Ezher mezunlarına teşmili. Esasen her sene imtihan vermeye kanunen mecbur bulunan Ezher talebesinin askerlikten muafiyeti için ayrıca kur’a imtihanına tabi’ tutulmaması. Ezher’de bil-fiil tedrise me’mur olan zevata tarih-i ta’yinlerinden . Sene imtihanlarının talebenin bir senelik müktesebat-ı yudun talebe lehine tefsiri. Ezher şeyhi ile vekilini ve idare a’zalarıyla müfettişi Ezher ulemasından la-ekall yüz zatın bi’l-ictima’ intihab etmeleri ve mezahib meşayihi o mezhebde bulunan ulema mevcudunun nısfından fazlasının ictimaıyla intihabı müfettiş muavinlerinin ve revak şeyhlerinin ve bu derecede bulunan me’murin-i sairenin la-ekall elli zattan teşekkül edecek bir cem’iyet-i ulema tarafından intihabı ve bütün bu intihablarda re’y-i hafiye müracaatla ekseriyet-i aranın mu’teber addolunması ve tesavi halinde kur’a-i şer’iyyeye tevessül edilmesi - mevcudların bu kavaide tatbikan beka-yı me’muriyyetleri ve idare a’zasıyla müfettişlerin üç senede bir tebdilleri icra edilmelidir. Kanuna tecavüz halinde müderrislere tatbik olunan ahkam-ı cezaiyyenin bil-umum Ezher müstahdeminine teşmili. Ezher meşihatından infisal eden zevata kayd-ı hayat şartıyla şerefleriyle mütenasib miktar-ı kafi maaş i’tası. Ulema ve talebenin senede bir defa memleketlerine azimet ve avdetlerinde şimendöfer kumpanyalarınca meccanen nakilleri. Ezher’e dair vakfiye hüccetlerini ihtiva eder bir defterle a’yan-ı vakfiyyenin ahvalini gösterir diğer bir defterin Ezher kütübhanesinde enzar-ı umumiyyeye vaz’ı. Tunus’ta Cami-i Kebir Darül-ulum’u talebesiyle hükumet arasında bir ihtilaf tehaddüs etmiştir. Talebenin müsellehan medreseye devam ettikleri bahanesiyle Tunus hükumet-i mahalliyyesi medreseyi kapatmaya karar vermiştir. İslamlardaki asar-ı intibah ecnebilerin işine gelmediğinden menabi’-i intibah olan mekteplere medreselere hücum olunuyor. Rusya’da İslam mektepleri kapanıyor. Biçare Ezher talebesi Kahire sokaklarında avare avare dolaşıyor. Hindistan’da mekatib-i İslamiyye ağır istibdad zincirleri altında inliyor. neler ile arkadaşlarına ilhak olunuyor. Ulema-yı İslamiyyemiz lakaydi ile telakkı ederek birbirleriyle uğraşmaktan ratb ü yabis elfaz gürültülerinden vazgeçmiyor. La havle ve la kuvvete “Muallim yetiştirmek ve mürebbi hazırlamak ne kadar mes’uliyetli ne kadar mühim bir iştir. Bir kere dikkat ediniz: Muallim hazırlayacak muallim binlerce çocukları terbiye edecek müstakbeldeki mürebbileri yetiştirecektir. Vatan yavrularına hüsn-i ahlak ve İslamiyet ta’lim edecektir. İstikbalde milletimize edilecek hizmetler bunların sözüne bunların terbiyesine bağlıdır. Eğer milliyet ve kavmiyetimizi himaye edip ulum ve fünuna rağbetli vatanına hizmet eder muallimler yetiştirirse o muallimler de şakirdlerini şu ruha ve şu fikre muvafık terbiye etmeye gayret edecektir. Bir kaç gün mukaddem takriben seneden beri muallimlik etmekte olan Rus Tatar ucitelski işkola[shkola]sının din-i İslam ve Tatar lisanı muallimi Tayyib Efendi merhumun rini münevver etsin. Amin. Şimdi yerine diğer muallim ta’yini elbette lazım olacaktır. Lakin bu zatın yerini kim işgal edecek milyon halka muallimler hazırlamayı kim üstüne alacak? Elbette bu vazifeyi deruhte etmek isteyen efendiler yalnız hükumetten alacağı maaş ile hayatını nasıl te’min edeceğini öz halini nasıl ıslah edeceğini düşünmemeli en evvel yirmi milyon halka muallimler vermeyi ve yirmi milyon halkın muallimlerine en mühim dini muallim olabilmek elinden gelip gelmeyeceğini vicdanen muhakeme ederek kendisinin bu hizmete hakıkaten müstehak olduğunu vicdan tasdik ederse ondan sonra bu yükü üzerine almalı. Cümlemiz biliriz ki mekteplerimize muallimler hazırlamak pek müşkilatlı bir şekil aldı. Hatta hazır muallimlerimiz bile müsaade istihsalinde çok sıkıntı çektiler. Binaenaleyh bundan sonra resmi muallimler ancak bu mektepten çıkan efendiler meyanında bulunacaktır hem Rus lisanı muallimi hem Tatarca ve dini muallimi olacaklar velhasıl bu mektepten bu güne kadar görülen hizmet halihazırda katmerleşecektir. lesinden haberdar hakıkaten usul-i terbiyyeye vakıf ve din ve lisan derslerinde mütebahhir bir zat olmalıdır. Bu kadar mühim bir vazifeye fülan muallim veya fülan molla ehildir desek ve bu babdaki istihkakı bir zata hasr etsek elbette pek fahiş bir hata etmiş olur idik şüphe yok ki mektep idaresi de bu fikirde bulunacak olursa fahiş bir hata etmiş olacaktır. Binaenaleyh eğer mektep idaresi hakıkaten ma’nasına mutabık muallimler hazırlamak fikrinde ise bu hizmete ehil zevat arasında bir müsabaka imtihanı açmalıdır. Bu imtihanda birincilik kimin hissesine düşerse yani kim birincilik derecesini alırsa o muallim olmalıdır. Mektep idaresi de bu kadar bir iyiliği hizmet ve vazifesi uğruna nazara alacağı ümid olunur. Mektep idaresi her ne kadar resmi bir hükumet dairesi resmilikten kaçmasa gerektir.” “Araplarla Türkleri birbirine bağlayan rabıta-i kaviyye asırların müruruyla salabetini arttırmıştır. “Bütün mü’minler kardeşdir” diyen Furkan-ı Mübin akvam-ı İslamiyye’de salabet-i diniyye baki kaldıkça Türklerle sair İslam unsurları arasında her türlü tefrikanın hudusuna mani-i kavi olacaktır. Kavmiyetini dinine tercih etmek isteyenlerin daha pek çok asırlar için muvaffakıyet ümid etmeleri imkanını göremiyoruz. Tan gazetesine Türklerin anasır-ı saire-i İslamiyye’ye karşı bile müsavatsızca hareket ettiğini yazmak hafifliğinde bulunan zat evvelisi günkü Tanin refikımızda Harbiye Nazırı paşa ile bütün Osmanlı orduları kumandanları meyanında bir Türk bile bulunmadığı hakkındaki yazıları görerek müteessir olmaz mı? Türkler mevcudiyet-i milliyyelerine anasır-ı saire-i İslamiyye’yi o kadar karıştırmışlardır ki tarihimizin kemal-i şerefle yad ettiği en büyük rical içinde sair unsurlardan olanların mevcudu Türklerin yekunundan pek çoktur. Türklere “asabiyyet-i müfrite” isnad edenler bu nakısanın kendilerinde daha ziyade olduğunu düşünemiyorlar. Terbiye-i kavmiyyeden Türkler kadar mahrum kalmış sair bir unsur gösterilebilir mi? Bugün “Jön Türk” unvan-ı mefharetiyle bu mülk-i muazzezde hidemat-ı vatan-perverane kimler teşkil ediyor? En çok “taassub-ı kavmi” ile itham olunan ekseriyeti Türklerden mi müteşekkildir? Türkler kavmiyetlerini her vakit vatan-ı müşterekin saadet-i hakıkıyyesine feda etmişlerdir. Vatan için çalışan bir Arabı bir Arnavutu bir Çerkesi bir Kürdü... ilh. en büyük bir mevki’-i tebcilde tutmuşlardır. Bunlar inkar olunamayacak hakayık-ı tarihiyyedendir. Bunları unutarak Türklüğü müsavata adem-i riayetle itham etmeye kalkışanlar bize göre iki nokta-i nazara hizmet ediyorlar: Birincisi kavmiyetlerini menfaat-i müşterekenin fevkinde bir taassubla sevmek bu hususta mantıka büsbütün bigane kalmak ikincisi bu gürültülerle belki büyük bir mevki’ kapmak. Birincisine en çok henüz yirmi yaşını ikmal etmemiş genç dimağlarda tesadüf ediyoruz. Filhakıka daima amade-i teheyyüc bir halde bulunan bu genç asabiler için an’anat-ı kavmiyyenin büyük bir te’siri olduğu inkar olunamaz. Yaşını başını almış hakayık-ı ahvali anlamış olanlardaki ise dimağsızlıktan yahud sebepsiz bir nefret ve gayzdan mütevellid değilse mutlaka menfaat-i şahsiyyenin te’mini hissinden olduğunu bu zavallı ma’sumları kendi menfaatlarine alet etmeğe çalıştıklarını maat-teessüf anlamakta gecikmedik.” “Yeni bir istikraz akdine muvafakat edemeyiz. Ba-husus nin nereye varacağını pek iyi takdir ederiz. Esasen istikraza da ihtiyaç göremiyoruz. Hükumet cem’iyet-i umumiyyede muamelat-ı maliyyesinin mihver-i layıkında bulunduğundan bahs etmiş hatta Süveyş Kanalı’nın temdid-i imtiyazı mes’elesi mücerred bir fırsattan istifade emeline mübteni bulunduğunu beyan eylemiş idi. Şu halde Sir Cassel’in pençesine zavallı Mısır’ı atmakta ma’na ne. Haydi hükumetin ihtiyacatını kabul edelim. İstikrazdan evvel istifade edilecek birçok menabi-i maliyye vardır. Cüz’i iktisad milyonlar te’min eder. Müddehar ihtiyat akçesine müracaat olunabilir. Fakat hükumet eser-i za’f gösteriyor. İngilizler ise yüz milyondan aşağı borcun tenzilini kat’iyyen arzu etmedikleri gibi yüz milyonu da asla istiksar etmiyorlar. Maksadın ne olduğu meydanda. Biz ümmet-i Mısriyye bu borca razı değiliz ve zararı istememekte şüphesiz ki haklıyız. Hükumet-i metbuamız olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye de yanı başımızdadır. Metbuumıza işgalcilerin maksadlarını ve paralarımızı ne suretle sarf etmekte olduklarını bildirmeliyiz. Her ne denirse densin bugün Mısır’ın ecza-i memalik-i Osmaniyye’den olduğu inkar olunamaz. Hükumet-i Osmaniyye ise Mısır’ın böyle herkese müekkel olmasına rıza-dade olamayacağı gibi emaneti iadede mümatale gösterenlere vedia bırakmayı da hoş görmez.” “Vakıa Muhammed Ali ile a’vanını harice çıkardık. Fakat buna mukabil binlerce nefer-i ecnebi askerini içimizde görerek telh-kam oluyoruz bu hal şüphesiz ki istiklalimizi tehdidde istibdad-ı dahiliden daha müdhiştir. İşte Muhammed Ali Mirza’nın memlekete en son büyük hıyaneti. Görülüyor ki kendisini bir kenara atmakla muharebesinden kurtulmuş olmuyoruz. İstediğimiz muvaffakıyeti henüz elde edemedik. Millet mukadderatında re’yin nafiz olduğunu henüz söyleyemiyor. Memleket toprağının müstakil sahibi olduğunu farz etmeye henüz muktedir bulunmuyor. Ecdadımızın mezarları pamal-i huyul-i ecanib oldukça iddia-yı istiklalde bulunmak pek vahidir... Acaba istiklal-i kamili elde etmek için yeni baştan yine fedakarlıklara lüzum görülecek midir?” TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mayıs Dördüncü Cild - Aded: Hamd Allah’a ki eltafı amim Halık-ı mün’im Rahman-ı Rahim Han-ı ihsanı küşade her dem Feyz-i lütfu ile kaim alem Zat-ı a’lasıdır ancak ma’bud Anı takdis eder her mevcud Şevk u feryad ile her lahza vü an Zikr ü tesbihte hep kevn ü mekan Malik-i ruz-ı cezadır o Huda Fark olunmaz hiç o gün şah u geda Cümle dembeste-i haşyettir o gün Zalime nekbet ü haybettir o gün Ne meded var ne şefaat ne penah Dehşet-efzadır o gün hükmullah Süreriz vechimizi leyl ü nehar Hak-i dergahına ba-şevk u mesar Şamilü’l-feyzdir ol Rabb-i Samed Kereminden dileriz avn ü meded Ya İlahi niamın müzdad et Süeda mesleğine irşad et Bakma isyanımıza Rabb-i Kerim Eyle şayeste-i cennat-ı naim Ba’de-za ruh-i Nebiyy-i hareme Rehber-i ümmet olan muhtereme Olsun enva-i salat u tekrim Al ü ashabına da bin ta’zim Kitabullah bir nazm-ı dil-nişin-i zi-kemaldir. En ali hakaiki gösterir. Silsile-i beşeriyyetin ezele doğru müntehi olduğu vahdet-i asliyye ile fıtrattaki tesaviye remz u işaret ettikten sonra maye-i hilkatçe biribirine müsavi bulunan efrad-ı beşerin şeref u izzetleri ve yekdiğeri üzerine fazl u rüchanları ancak salah ve takva ile olduğunu ve bununla tezyin-i vicdan ü ef’al etmeyenlerin şayeste-i iftihar bir kıymetleri bulunmadığını beyan ile kulub ve ezhanda hiss ü fikr-i maali ve fezail uyandırır. Bütün akvam-ı cihanı semt-i salah u felaha da’vet eder. eyler. Adl ü ihsanı kesb ü ticareti emreder Mekarim-i ahlakı tasfiye-i kulubu hüsn-i niyyet ve tefekkürü adab-ı muaşereti ta’lim ile vicdanı meftun-ı fezail kılar. Maişet-i ictimaiyyenin erkanı ve kavaidini ta’yin buyurur. Dad u sitedde muamelat ve muavezatta iltizam-ı rasti ruy-ı ze-minde ika’-ı şuriş ve fesad ederek nizam ve asayiş-i alemin ihlal olunmamasını emreder. Cem’iyetin inzibat ve asayişini devam ve bekasını efradın refah ve saadetini mütekeffil olan esbab ve halatı birer birer nazar-gah-ı ehl-i irfana vaz’ eder. Emanatın ehline verilmesini beyne’l-enam adl ile hükmolunmasını ve Cenab-ı Hakk’a ve Resul-i Ekrem’ine itaat ile beraber ser-sübha-i irtibat olan ülü’l-emre dahi itaat ve inkıyadı emreyler. Aşinayan-ı esrar-ı fıtrat vakıfan-ı savalih-i ümmet bulunan ehl-i ilmi ca-be-ca tevkır ve i’zaz ile onların cah-ı bülend ve rıf’atlerini aksa-yı meratib-i beşeriyyete i’la buyurur. Kah onların asar ve ekvanda temessül etmiş azamet ve mehabet-i Rabbaniyye’yi temaşa ederek rehin-i havf u haşyet olduklarını beyan ile idrak-i maalideki menziletlerini ve kah buyurarak onların kuvve-i faika-i irfanlarını gösterir. Vatan ve diyarımızı istilaya tasaddi eden muhariblerden maada hiç bir ferd-i insani ile hubb u muvalattan ve adl u dalınmış olduğunu düşman anlarsa diyarımıza istila tama’ıyla hücum edeceğine ve şu hale göre harbe hazır ve müheyya bulunmak husul-i emn-i umumiye bais olacağına mebni kuva-yı harbiyyenin i’dad edilmesini emreder. Taharet ve nezafeti ve düstur-ı afiyet bulunan cevamiu’l-kelim Ulum ve fünunun fütuh u keşfiyyatı tezayüd ettikçe o kitab-ı mükerremin ulüvv ü rıf’ati kat kat nümayan olur. Günlerce kat’ olunabilecek mesafatın bir kaç saatte tayy olunması ve biribirlerine aylarca bu’du bulunan iki mahallin beyninde lahzada muhabere edilmesi gibi nice eşya vaktiyle muhalattan addolunur iken peyapey zuhura gelen hadisat-ı yor. Ve tayy-ı zaman ve mekana dair vakt-i evailde ezhan-ı müşrikinin bir vech ile kabul etmediği ihbarat-ı Kur’aniyye’nin günden güne keşf olunmakta olan serair-i fıtrata nazaran taht-ı kudret-i ilahiyyede bulunduğuna şehadet ediyor. Vezaif-i beşeriyyeyi beyne’l-enam hukuk-ı mütekabileyi gurur hased tama’ hıyanet zulm ve i’tisaf riya ve sum’a gibi rezailden lüzum-ı ictinabı kemal-i belagat ve hikmet ile takrir ve bunları emsal iradı ve güzeşte-gan-ı akvamın kısas ve hika-yatı ve avakıb-ı ahvali ile tavzih ve tenvir eyledikçe kulub-ı müstemiinden bir hiss-i taat ve inkıyad feveran eder. Bu Kitab-ı Mükerrem’in ma’na-yı zahirini sıbyan ve avama kadar cümle ehl-i lisan anlar ve havas onun mezamin-i aliyyesinde nice işarat-ı sırriyye nice ayat-ı tekviniyyeye nice hafaya-yı hazair-i kudse nice habaya-yı serair-i inse muttali olur. Döner dolaşır her mevziinde tekrar tekrar vezaif-i beşeriyyenin akdes ve akdemi Halik-ı Teala hazretlerini bilmek ve Zat-ı uluhiyyetine ibadet ve ubudiyet etmek olduğunu beyan buyurur. Silsile-i hadisatın fevkinde vücud-ı zıllilerin maverasında kavanin-i kevniyye ve ilel ve esbab-ı maddiyyenin ezelen ve ebeden nihayetinde olup bütün aksam-ı kainatı tahrik eden birinci bir kuvve-i muharrikenin bir hayy-ı kayyumun vücuduna ukulü irşad ve şu menba-i feyzi kamil ve mükemmelin aşk u şevkiyle gönülleri nalan eder. Elfaz-ı cezle ile ruz-ı cezanın ve azab-ı cahimin ahval-i hevl-nakini ve elfaz-ı rakıka ile rahmet ve mağfiret lütuf ve tesliyet beyan eden bu nazm-ı şerif tertil olunur iken kah nesim gibi hafif hafif vezan ve kah mevce mevce envar-ı ma’neviyye pertev-feşan olmağla gönüller bir neşve-i ruhani ile lebriz-i meserret ve kah ra’d u berk ile müterafık nüzul eden baran-ı hatıl gibi dehşet-aver olarak yürekler endişe-i ikab-ı azizü zi-intikam ile garka-i haşyet olur. El-hasıl mavera-yı seradıkat-ı celalden zuhur etmiş bir kitab-ı kudret... Fesahat ve belagat-ı harikuladesine cihan-ı belagat meftun. Bir şems-i dırahşan-ı ilahi... Lemaat-ı kudsiyyesiyle azamet-i Rabbaniyye’yi acaib-i mülk u melekutu seyr u temaşa ettirir onun feyz-i envarıyla ukul feza-i na-mütenahi-i avalimde cevelan eder. Bir bedraka-i hidayet ki insana dareyndeki selamet ve saadet yollarını gösterir. Var iken Kur’an gibi bir asumani mu’cize Aşinayan-ı hakaik başka bürhan istemez Sadr-ı İslam’da müslimin belagat-ı Kur’aniyye’deki havass ve esrarı selika-i Arabiyyeleriyle fehmederlerdi. Kur’an ’ın lutf-ı esalibi uzubet-i beyanı onların ihtisaslarını tehziz eder ve mevaiziyle yürekleri suzan olup kendilerinden geçerler meslubu’l-ihtiyar olarak Kitabullah’ı istima’ eylediği zaman kalkıp secdeye kapanır idi. Sonra nitak-ı İslam tevessü ederek Arap eacim ile ihtilat edince o selika-i necibe zail oldu. Ulema-i sadr-ı evvel ise kulub-ı nası İslam’a cezbde Kur’an-ı Kerim’in fevka-ma-yetesavver te’sirini görerek İslam’ın ancak bu nefise-i belagat ile hıfz u hiraset olunabileceğini teyakkun etmişlerdi. Bunun üzerine meleke-i zevk-i Arabi ile onun tenmiye eylediği rikkat-i şuur ve lütf-ı vicdan gibi fehm-i Kur’an’ın mevkufun-aleyhi olan umuru saha-i husule isal için lügat-i Arabiyye’yi müfredatı ve esalib ve adabıyla zabt u cem’e müsaberet ederek fünun-ı mukteziyyeyi tedvin ettiler ve karn-ı salis-i hicride tefsir yazılmaya da başlandı. Din-i hakkı başkaca isbata hiç hacet mi var Gark-ı envar eyliyor Kur’an dem-a-dem alemi – – Din-i mübin-i İslam tevhid-i uluhiyyetle beraber tevhid-i rububiyyet esas-ı azimini de nüfus-ı beşeriyyede kararlaştırmak gayrısını kainatta te’sir ve tasarruf sahibi kullara iras-ı nef’ ve zarar hususunda onun vekil ve naibi i’tikad etmeye de asla müsaade göstermemiştir. Beyanat-ı Furkaniyye’ye göre nevamis-i kevniyye saadet ve şekavet-i beşeriyye yeknesak bir intizam-ı tam üzere cari olmaktadır. Binaenaleyh ihya ve imate gibi terzik ve tesbib ve ten’im ve ta’zib dahi hasais-i ilahiyyeden olup hiçbir ferd bu takım umur ve ahval-i beşeriyyeyi keyfe ma-yeşa husule getiremediği gibi –makamı ne kadar ali olursa olsun– izn-i ilahi olmadıkça nezd-i sübhanide şefaate de cür’et edemez. Bunun hilafını i’tikad etmek hikmet-i ilahiyye iktizasınca menat-ı te’sir kılınan esbab-ı zahire haricinde bir kimseyi kudret-i teshiriyyeye malik bilmek şirk ve dalaldir. met-i beşeriyyeyi te’min etmektedir. Çünkü i’tikad-ı şirk sebebiyle kable’l-İslam bi-nihaye milel ve akvam giriftar-ı şakavet olmakta idi. Bu i’tikad-ı batıl kendi iradesini ebna-yı cinsinden bir kimsenin iradesiyle takyid ederek insanı saadet-i matlubede en büyük müessir olan irade-i zatiyyeden mahrum ediyor. Bu i’tikad-ı batıl insanın mazarrat ve menfaat tevlid eden esbabı terakkı ve tedenni husulünde muttarridü’l-cereyan bulunan sünen-i ilahiyyeyi idrak etmesine mani-i hail oluyor. Bu i’tikad-ı batıl akl u fikrini tedhiş ile lan şeyleri ümid-var kılıyor. Bu i’tikad-ı batıl hüriyyet-i fikriyye ve harekat-ı istiklaliyyeden mahrum ederek insanı zillet u hirmana düşürüyor. [ Fatır bat-ı sairesinden ziyade intişar ve imtidad etmiştir. Binaenala haza İslamiyet bunun mahv u izalesine her inayetin fevkinde bezl-i inayet ediyor. Birçok kimselerin tevehhüm ettikleri gibi Kur’an-ı Azim’in kemal-i şiddetle takbih ve tel’in ettiği küfür vücud-ı Halık’ı inkar yahud tahlik ve terzikte kendisine iştirak eder alihe-i saire isbat etmekten ibaret değildir. Çünkü küfrün bu türlüsünü iltizam eden cühela-yı nas her zaman ve mekanda nisbeten az bulunmaktadır. Gerek kavm-i Arab gerek İslamiyet’in intişar ettiği akvam-ı saire arasında şayi olan şirk salifu’z-zikr şubeden ibaretti. Müşriklerin ekseriyet haiz olan sunufu nazm-ı alisi müfadınca alem-i ekvanın halık ve mübdii birdir. Ancak kendisi gayb-ı mutlak olması hasebiyle esna-yı ibadette bazı mezahir-i kudret-i bahiresi veche-i bınca zi-ruh ve bi-ruh nevi’lerinden bazı mahlukatı mazhar-ı kudret-i bahire i’tikad ederek Cenab-ı Bari ile ibadı arasında vasıta-i nef’ u darr ittihaz ediyorlardı. Şeyatinü’l-ins ve’lcin tarafından da “Evet! Amme-i nasın kesret-i zünub ve hatayası hasebiyle ilahu’l-alihe dergah-ı alisine ref’-i hacat etmeleri laik olmayıp uzema-yı müluk ve selatin-i şan-valaları gibi mukarrebini vesait ittihaz olunmağa lüzum vardır” diyerek bu fikr-i batıl tervic olunmakta idi. Bu fikir zahiren ta’zim-i ilahiye müstenid bulunuyorsa da Kur’an-ı Kerim’de küfr-i sarih addolunarak mürevviclerinin şüphesi tezyif buyurulmuştur. Buna dair bir kaç ayet-i kerime okuyalım. hiyyete takrib için olsun masiva-yı ibadeti mani’-i ihlas şirki batıl addediyor şürekayı şüfea ittihaz etmenin de ma’budiyet ruyor. Kezalik nazm-ı keriminde rüesa-yı ruhaniyyeyi erbab ittihaz ettikleri için Ehl-i Kitab’ı müşriklere ilhak ediyor. Halbuki onlardan hiçbir fırka kendi rüesasını hakıkaten erbab ve alihe ittihaz etmiş icad ve ifnada şerik-i Bari olması leri ile kulları arasında vesatet ve mesalih-i dünya ve ahirette şefaat salahiyetine kail oluyorlar. Cenab-ı Bari ile ibadı arasında vasıta-i sahiha ancak enbiya-i suretiyle olmayıp belki tebliğ-i ahkam ve irşad-ı enam cihetine münhasırdır. Nasıl ki ayat-ı kesirede i’tak-ı ebatili katı’ olmak için bu hakıkat hasr tarikıyle beyan buyurulmuştur. Esteizu-billah nazm-ı şerifleri gibi. Bu hasrların havi olduğu cüz’-i selbi de diğer ayat-ı celilede tasrih olunmuştur. Mesela nazm-ı kerimi ile Nebiyy-i A’zam efendimizden saytara selb edilmiş gibi nusus-ı celile ile de bil-fiil olduğu ifade kılınmıştır. nazm-ı kerimiyle de ızrar ve is’adın hiç birine ala-vechi’l-hakıka malik olmadığını i’tiraf etmesi Resul-i Ekrem’e emir buyurulmuştur. Nihayetü’l-emr enbiyanın efrad-ı ümmetten farkları ayet-i kerimesi mantukunca vahiy ve risalet-i mezaya-yı celilesiyle teferrüd ve temeyyüz etmelerinden ibaret kalmaktadır Bu ma’ruzatımızın kaffesi bahr-i tevhid-i Kur’an’dan bir katredir. Bununla beraber sad-hezar eseflerle i’tiraf ederiz ki ahali-i İslamiyye ekseriyetle bu dekaike tenebbüh etmemiş zikrolunan vesaya-yı celileye riayet-i kamile devri çok sürmemiştir. Nasıl ki “el-Menar” mecellesinin nakline göre bir [ Tevbe /] ayet-i celilesi nazil olduğu esnada Yani şeklin- [ Şura /] nazm-ı keriminde Hazmüsteşrik tarafından şöyle bir ifade dermeyan olunmuş “Muhammed aleyhisselam” cüzur-ı veseniyyeti bi’l-külliyye kal’ esatiri levh-i vücuddan mahv etmek için bütün belagatini kaffe-i himmet ve inayetini sarf etmiş yirmi seneden ziyade mücahede buyurmaları sayesinde maksadına zaferyab olmuş idi. Veseniyyet ve işraki tevhid-i kamil ü halise kalb ve tahvil ettiği kabil-i inkar değildir. Lakin ahkab-ı tavile kura nev’-i beşerde rüsuh-ı tam peyda eylediğinden akide-i tevhid hemişe payidar olamadı. Müslümanlar daha bir asır tamam etmezden evvel veseniyyet avdete başladı tedricen bütün envaı fakat başka esma ve elvanla istila ederek dinin mezayasını mahv etti.” maatteessüf fıkra-i istidrakiyyesine varınca doğrudur. fehvasınca Hazret-i Peygamber’in ulviyet-i şanına nev’-i beşere büyük bir şah-rah-ı selamet açmış olmasına dair bir hüsn-i şehadet daha doğrusu bir i’tiraf-ı hakıkattir. Bizim iddiamız zaten dinimizin ulviyet-i mübeccelesine karşı dermeyan olunan türrehatın vuzuh-ı butlanından tine iğtirar ile tatbikatına lüzum görmeyen; irşadat-ı hakaikayatına lıp da atalet ve evham sayesinde ihraz-ı saadet sayıklayan sersemlerin vasıl-ı ser-menzil-i maksud olacaklarını hiçbir vakit da’vamıza katmıyoruz. Ziya-i şems ile sahaif-i ekvan ne kadar müstenir olursa olsun insanın gözleri kör olunca yahud bi’l-iltizam gamz-ı ebsar ile istitla’-i hakaikten i’raz edince istila-i zulumat ile elvan ve eşkal-i alemden bihaber kalacağı tabiidir. Bundan dolayı hurşid-i cihan-taba bir nakısa isnad olunabilir mi? Binaen-ala-zalik sıratımüstakımden inhirafla giriftar-ı hüsran ve helak olan süfeha-i enam kendi su-i hareketlerinin cezasını görmüş olurlar. Fi’l-vaki daha asr-ı evvel evahirine doğru millet-i İslamiyye’ye müntesib geçinenler etmeye başlamış idi. Hayru’l-kurun içinde İmam Ali keremullahu vechehu hazretlerine isnad-ı uluhiyyet eden Haruriyye taifesini bırakalım. Çünkü onların sadası zaif ve dalaletleri aşikar idi zuhur etmeleriyle beraber mahv olup gittiler. Fakat te’sirat-ı seyyi’esi ümmetin can-gah-ı hayatına afetler görürüz. O taife-i mahzulenin mekr u mefasidinden Kur’an-ı Kerim’i su-i tefsire uğratan binlerce ehadis-i batıla vaz’ ve ihtira eden mülahidenin o hain heriflerin mikroplarından azade kalmış fırak-ı İslamiyye pek az bulabiliriz. Hatta onların fiten u fesadatı sirayetiyle değil midir ki esasen pek muhik olan tavaif-i sufiyye bile mürur-ı zamanla oldu ki taife-i Batıniyye’nin kendi eimme ve hulefasına bezl-i ta’zimatta gulüv ettikleri gibi ehl-i sünnetten ma’dud kimseler de şuyuh-ı sufiyye ve piran-ı tarikat haklarında o mertebe gulüv ve ifrat cihetini tuttular. Ez-cümle esbab ve eşrat-ı kevniyye haricinde onlara tasarrufat-ı keyfiyye isbat etmek ve irtihallerinden sonra bile mu’cizat-ı enbiya fevkinde birtakım kerametlerine kail olmak bu ifratın netaic-i acibesindendir. rahne-dar olup gidiyor. Çünkü bu giriveye sapan avam-ı nas esbab-ı zahire-i selameti terk ve ihlal ederek ataletle te’min-i saadet hevesine düşüyorlar. Meşayihin ber-hayat olanlarına perestiş derecesinde ta’zim ve inkıyad emvata iltihak edenlerin türbelerine ruy-mal olarak istiğase ve istimdad mediği bi-nihaye bid’atlere hasr-ı evkat ediyorlar. Bunun neticesi ise hüsran-ı daimiden başka ne olabilir? Güruh-ı ceheleden olan müntesibin vesatet ile onun ma’nasındaki te’vilatı hatırlarına bile getirmeyerek evliya zannettikleri kimseler hakkında tasarruf-ı hakıkı i’tikadında bulunurlar. Hele piran-ı tarikatten ca-nişin olan babalardan o kadar korkarlar ictilab-ı rızalarına ol mertebe i’tina ederler ki o havf u recanın aşr-i mi’şarını Hallak-ı Zü’l-celal’e karşı haiz değillerdir. Hatta içlerinden pek çoğu bile bile nam-ı pak-i kibriyaya kaziben yemin etmeye mütecasir bulunduğu halde o zatlardan birinin huzurunda veya türbesi yanında mümkün değil yemin edemezler. Bidaa-i ilmiyyeye intisabla biraz müterakkı olanları da bu ta’zim ve i’tikadda avama müşareket ettikleri halde bunlar te’vile saparak din-i İslamca mahzurattan olan bi’l-istiklal te’sir ve tasarrufa kail olmaktır yoksa Allahu Teala ile ibadı beyninde vesatet i’tikadı batıl değildir derler. Lakin bu türlü vasıtanın ma’nası ve delil-i şer’isi neden ibarettir? diye soracak olsak bu kadar ehemmiyeti haiz olan bir mes’ele-i diniyyenin nazm-ı münifini havi Furkan-ı Hakim’de neden tasrih buyurulmamış ve bilakis vesatet ve vekalet nefy u ibtaline dair –balada zikrolunan– nusus-ı Kur’aniyye’den başka dergah-ı Bari’den gayrı melce-i olup kalırlar. Verilecek cevap yok ki ortaya kosunlar. “Fesübhanallah” Cenab-ı Bari misillü nusus-ı Kur’aniyye’de devr-i cahiliyyet Araplarını istila-yı dehşet hengamında münhasıran bargah-ı Rabbani’ye iltica ederler hiçbir ferdi araya tevsit etmezler diye tavsif buyurduğu halde müslüman ve muvahhid sayılan bir abdin en ziyade müzayaka zamanında halıkını ma’budunu unutup da türbelere koşması pirlerden babalardan çare beklemesi yakışık alır mı? Var mı Abbas’ı bilmeyen?.. Yoktur. O sahabiyi dinleyin ne diyor: Bir karanlık soğuk geceydi yine Ömer’in gitmek istedim evine. Geç vakit kimsesiz sokaklardan Yürüyordum; uzaktan oldu iyan –Kalb-i leylin mehib razı gibi– Ansızın bir müheykel a’rabi! Bembeyaz bir rida içinde nihan Geliyor muttasıl o tayf-ı giran. Ben sokuldum o geldi yaklaştık; Durmadan karşıdan selamlaştık. Düşünürken selam alan sesini O heyula uzandı tuttu beni: Bir de baktım Ömer değil mi imiş! – Ya Ömer! Böyle geç vakit bu ne iş? – Şu mahallatı devre çıktım ben; Gel beraber dolaşmak istersen. Duş-i ma’sumu saye-puş-i huzur Koca bir belde bi-telaş ü fütur Uyuyorken Ömer sıyanet-i Hak Gibi etrafı devr edip duracak! O semalar kadar bülend cebin Parlıyor in’itaf-ı nuruyle: Necm-i sahirde sanki bir hale! Duruyor her evin önünde Ömer Dinliyor bi-haber içerdekiler! Geçmedik en sefil bir yapıyı; Yoklayıp sağlı sollu her kapıyı Geldik artık Medine haricine; Bir çadır gördü orda durdu yine. Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın “Açız! Açız!” diye feryad eden çocuklarının Karıştırıp duruyor muttasıl nevalesini.. Zaman zaman duyurup girye-puş olan sesini Diyor: – A yavrularım işte şimdicek pişecek.. Fakat ne hal ise bir türlü pişmiyordu yemek! Dışarda durduğu müddetçe hep o naleleri Duyunca daldı Ömer bir selam verip içeri. Selamı aldı kadın pek beşuş bir yüzle. – Çocukların ne için teyze ağlıyor böyle? – Bugün ikinci gün aç kaldılar... – O halde neden Biraz yemek komuyorsun? – Yemek mi? Çömleği sen Tirid mi zannediyorsun? – Nedir ya? – Sade sudur Dibinde bir kocaman taş fıkırdayıp duruyor! Garaz çocukları aldatmadır uyutmak için... – Güzel! Fakat kocan oğlun hülasa yok mu senin Bir erkeğin? Bu ne hal! – Hepsi öldü... Kimsem yok. – Senin midir bu küçükler? – Torunlarım. – Ne de çok! Adam Emir’e gidip söylemez mi halini? – Ah! Emir’e öyle mi? Mahv etsin an-karib Allah! Yakında rayet-i ikbali ser-nigun olsun... Ömer belasını dünyada isterim bulsun! – Ne yaptı teyze Ömer böyle inkisar edecek? – Ya ben yetim avuturken Emir uyur mu gerek? Raiyyetiz ona bizler vediatullahız; Gelip de bir aramak yok mu? – Haklısın yalnız Zavallının işi çoktur; zaman bulup gelemez; Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez. – Niçin hilafeti vaktiyle eylemişti kabul? Sonunda böyle çürük özrü kim tutar makbul? Zavallının işi çokmuş!... Nedir muharebe mi? Medine halkını üryan bırak Mısır’da dolaş.. Gaza! Gaza! diye git soy cihanı gel paylaş! Çocukların yeniden yükselince feryadı Kadın tehevvürü artık cünuna vardırdı: – Bu nevhalar ki çıkar ta bulutların içine: Ömer! Savaik-ı tel’in olur iner tepene! Yetimin ahını yağmur duası zannetme: O sayha ra’d-ı kazadır ki gönderir ademe! “Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver. ..” “Susun a yavrularım işte oldu şimdi pişer!” Gidip de söyleyeyim ha?... Dilencilik yapamam! Ömer de kim! Benim ondan kerim adamdı babam. Ölür de yüz suyu dökmem sizin Halifenize!... Ömer bozuldu fena halde: – Haklısın teyze! Avut çocukları ben şimdicek gider gelirim. Halife önde bu sözlerle mündehiş nadim; Ben arkasında perişan çadırdan ayrıldık. Sabaha karşı biraz başlamıştı aydınlık. Köyün köpekleri ejder misali saldırıyor Bırakmıyor bizi yoldan fakat kim aldırıyor! Medine’nin dalarak münhani sokaklarına Dönüp dönüp hele geldik zahire anbarına. Halife girdi açıp ben de girdim emriyle. Arandı her yeri bir mum yakıp ale’l-acele. – Şu tek çuval onu gördün ya! Haydi yükle bana Bu desti yağ doludur elverir o yük de sana. Çuval Halife’de yağ bende çıktık anbardan; Kilitleyip geri döndük deminki yollardan. Mesafe baktım uzun yük ağır Ömer yorgun... Dedim ki: Sen bırak artık çuval benim olsun. – Hayır! Yorulsa değil ölse yardım etme sakın: Vebali kendine aiddir İbni Hattab’ın. Kadın ne söyledi Abbas işitmedin mi demin? Yarın huzur-ı İlahide kimseler Ömer’in Şerik-i haybeti olmaz bugünlük olsa bile! Evet hilafeti yüklenmeyeydi vaktiyle! Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu Gelir de adl-i İlahi sorar Ömer’den onu! Bir ihtiyar karı bikes kalır Ömer mes’ul! Yetimi girye-i hüsran alır Ömer mes’ul! Bir aşiyan-ı sefalet bakılmayıp göçse: Ömer kalır yine altında hiç değil kimse! Zemine gadr ile bir damla kan akıtsa biri: O damla bir koca girdab olur boğar Ömer’i! Ömer duyulmada her kalbin inkisarından; Ömer koğulmada her matemin civarından! Ömer halife iken başka kim olur mes’ul? Ömer ne yapsın İlahi bütün odur mes’ul! Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den... Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu barı duşuna sen! – Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi Evet adaleti “mutlak” hayal edersen eğer Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi heder! Beşer “adaleti mutlak” tahayyül eylerse Görür ümidini mahkum her zaman ye’se. Sen ey Ömer ne meleksin ne bir emir-i zalum... Fakat elinde ne var? Fıtraten beşer mazlum! Görür büruc-ı semanın bütün sitareleri Zalam içinde yük altında inleyen Ömer’i! Huzur-ı Hakk’a çıkarken bu unlu cebhenle Değil zemini getir şahid asumanı bile! – Uzak mı yol? Daha çok var mı? – Ancak üç beş adım. Mecali kalmamış artık zavallının... Baktım: Olanca azmini tahkim edip nefes nefese Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin bela neyse! Sokuldu haymeye indirdi arkasından unu: – Bırak da testiyi yerleştirin kenara şunu. Ömer hemen taşı çömlekten indirip attı; Uzandı testiye yağ koydu sonra un kattı. Oturmak istedi lakin belaya bak ki ocak Hemen sönüp gidecek! – Teyze yok mu hiç yakacak? Kadın getirdi beş on parça yaş odun Ömer’e; Ömer de onları yakmak için eğildi yere: Ocak tüter Ömer üfler zefir-i harıyla; Zemini lihye-i beyza-yı tarumarıyla Sücud tavr-ı huşuunda muttasıl süpürür; Döner muhit-i nigahında tude tude duman Bulut geçer gibi necmin hiyat-ı nurundan! Ocak tutuştu yemek pişti; – Var mı teyze kabın? Getir de indirelim... – Var büyükçe bir kap alın. Yemek sıcaktı fakat kim durup da bekleyecek! Ömer çocuklara bir bir yedirdi üfleyerek! Kesildi haymede matem uyandı ruh-i sürur: O yavrucuklara baktım ki oynaşıp duruyor! Ömer bu alemi bitab seyre dalmıştı... Dedim: Sabah oluyor kalkalım... – Evet haydi! Yarın Emaret’e gel teyze öğleyin beni bul; Emir’e söyleriz elbette hayr olur me’mul. Yüzü gülmüştü teyzenin baktık Biz de çıktık veda edip artık. Hiç görünmeksizin gelip geçene Doğru indik Halife’nin evine – Şimdi neredeyse gün doğar gitme. Dinledim ben de: Gitmedim yerime. Etti az sonra subh-ı velveledar Uyuyan şehri kamilen bidar. Öğle geçmişti çıktı geldi kadın. – Galiba teyze uykusuz kaldın! Kimdi akşamki anlayınca karı Çıkacak tutmasam hemen dışarı. – Teyze afveyledin değil mi beni? – Böyle göster fakat adaletini... – İşte bağlandı şimdicek nafakan: Alacaksın her ay gelip buradan. Bursa’da İlmiyye Kulübünde Efendiler burada meclisinizde hazır bulunan zevat-ı kiram muhtelif sınıflara mensup bulunduğu cihetle ben de sözümü ona göre söyleyeceğim. Maamafih aranızda sözün bazı yerlerini anlamayan adamların bulunması ihtimali de vardır. Ya mes’elenin rikkatinden ya ifadenin kusurundan anlaşılamayan sözler olursa hatırda tutarsanız sonra istizah edersiniz ben de kemal-i iftiharla izahına çalışırım. Çünkü bu sebeple çok vakitler bir kelime kıl u kali mucib oluyor. Bir adam böyle bir yere geldiği zaman kemal-i dikkatle dinlemeli; sözlerin evvelini ahirini birbirine rabt etmeli meclisin evvelinden nihayetine kadar hazır bulunmalıdır. Yoksa gaflete puyan olarak dinlemez nutkun ötesinden berisinden bir kaç kelime işitir de i’tiraza kalkışırsa böyle adamın i’tiraza hakkı olabilir mi? Dinlememiş bir iki kelime nazar-ı dikkatini celb etmiş o sırada uykudan uyanmış siyak u sibak-ı kelamdan sözün gelişinden bi-haber. Her kelimenin mevkie göre ma’nası olur onu cümlelerden ayırarak silah-ı ta’riz makamında kullanmak ne edebe muvafık olur ne de insafa. Başımdan çok geçtiği var da onun için mukaddema ihtara mecbur oluyorum afv edersiniz. Bendeniz otuz senedir diyanet-i İslamiyye’ye hizmet maksadıyla önüme çıkan mevaniin kaffesine göğüs gererek; ne meşakkat ne bela gelirse hepsine razı olarak meydana çıkmışım ve otuz senedir bu uğurda mücahede eder uğraşırım. Hiç bir düşman kuvveti beni bu fikrimden geri çeviremeyecektir... Fikrim maksadım emelim diyanet-i İslamiyye’ye son nefese kadar hizmettir. Maamafih insan olmak hasebiyle bazen kusur ederim hilaf-ı şer’ bir harekette bulunurum fakat matlabım doğrudur. Yine Cenab-ı Hakk’tan lütf u inayet beklerim. Çünkü bütün fikrim İslamların intibah ve tealisidir. zatlarla görüştüm. Vaktiyle memalik-i Osmaniyye’den de oraya birtakım zevat iltica ediyordu belki ma’nalı bir şey bulabilir ümidiyle ben de bi’l-ihtiyar gidiyordum; bazı zevat ile görüşür teati-i efkarda bulunurdum. Fakat bir kaç defa Avrupalılarla görüştükten sonra onlardan gelecek hayırdan el çekmeye mecbur oldum. Çünkü onlar kendi menfaatlerini daima bizim menfaatimize takdim etmekte idiler daha doğrusu kendi menfaatlerini bizim mazarratımızda aramakta aralarında bir intibah husulüne çalışmayı tercih ettim. Bunun üzerine evvela Rusya müslümanlarını ikaza gayret ettim. İbtida-yı emrde bana refakat edecek çok adamlar zuhur etti. Çok ashab-ı hamiyyet bize rehber oldu büyük fedakarlıklarda bulundular bizden ayrılmadılar. Elhamdülillah bu otuz sene zarfında çok fedailer gördük. Bazıları el-an mücahede ediyor. Bazıları da irtihal eylediler. Evet terk-i hayat ettiler fakat istikbal-i İslam’dan tamamiyle mutmain olarak müslümanların bir zafer bulacağına teali ve terakkı edeceğine tamamiyle kesb-i kanaat ederek öyle gittiler. Vakıa hiçbir şey göremediler fakat istikbali görmüş gibi hissetmiş gibi idiler. O zamanlar Dersaadet’e ve Hicaz’a iki üç senede bir kere gidip geliyordum. Bazı senelerde birer bahane ile temdid-i Teşebbüsatımızın her birinde isabet ettik dersek yanlıştır. Bazı teşebbüsatta çok büyük hatalar yaptığımızı da anladık ve bu hatamızı i’tiraf ettik. Fakat beyne’l-ulema bir söz vardır; “Müçtehid hatasında dahi müsabdır” derler; biz bu sözü o müctehidin-i izama hasr etmeyip zamanımızda da sa’y u ictihad edenlere matlaba hizmet eyleyenlere de teşmil etmeliyiz. Böyle olursa hiçbir vakit mesaimiz boşa gitmez. Bundan otuz küsür sene mukaddem Sultan Aziz’in zaman-ı hilafetinde memleketimiz olan Rusya’da Sultan Aziz’in kim olduğunu bilmeyen adamlar çoktu. Dua ettikleri zaman “Rum Padişahı Abdülaziz” diye dua ederlerdi. Makam-ı hilafet kelimesi hiç hatırlarda yoktu. Bugün ise Rusya’da makam-ı hilafete geçen zevatın isimlerini bilmeyen bir çocuk bile yoktur. Mesela “Mehmed Han-ı Hamis” nam-ı celili zikr olunduğu vakit hatıra makam-ı hilafet gelir; müslümanların makarr-ı saltanatları merkez-i diyanet ve vahdetleri diye düşünülür. Bunu hatırlamayacak bir çocuk bile tasavvur olunamaz. İşte otuz sene zarfındaki terakkıyi bununla muvazene edebilirsiniz. Asıl maksad efendiler müslümanların bugün gayet müşkil bir mevki’de bulunduğunu arz etmektir. Bu müşkilatı bizim ulema bugüne kadar tamamiyle keşf edememektedirler. Belki de ekser yerlerde hususan şu memalik-i Osmaniyye’de ulemamız külliyen gaflet içindedirler. Hariçte olanlar bizim gibi Rusya’da Hindistan’da Cava’da... Ecnebi zulmü altında çiğnene çiğnene siyasetle iştigale mecbur olmuşlar. Bir dereceye kadar kendi mevki’lerini ve merci’leri olan buranın mevkiini takdir etmeye ona bir kuvvet tahsis etmeye muvaffak olmuşlar. Bunun için bugün her nereye giderseniz makam-ı Hilafet-i uzma denilince dua ederler. Bu duayı etmeyen hiçbir köylü bile bulamazsınız; nerede kaldı ki uleması. Avamımız böyle burasının ahvalinden haberdar olmak üzere gazetelere dört gözle muntazır olur. Devlet-i Osmaniyye’ye ait bir haber alırsa kemal-i memnuniyyetle yekdiğerine tebliğe çalışırlar. Bazı köylüler birleşerek gazeteler getirtirler. Sabahleyin gazeteyi ellerine alınca okumak bilmeyenler “Çabuk oku” diye isti’cal ediyor. Baş makaleyi okumaya başlarsa “Dur diyor evvela telgrafa bak İstanbul’dan ne haber var...” buraya olan irtibatları pek kavidir. Fakat bu makamı onlar takdir ederler. Asıl burada takdir ve takdis olunmak lazım – Acaba ne olacak? İdare-i meşruta nedir; şeriate muhalif mi yoksa muvafık mı? diye hülyalara sapmaya onları fıkıh kitaplarında aramaya kadar kalkışırlar. Bunlar böyle hülyalar bizim taraflarda hiçbir vakit ağıza alınmazlar. Biz yirmi senedir İstanbul’da idare-i meşruta ne vakit olacak diye bütün müslümanlar bekliyorduk. Hem yalnız idare-i meşruta ile devlet terakkı etmez eğer millet terakkı ederse o vakit devlet terakkı eder. Millet uykuda olursa elbet devlet de sendeler. Devlet çarkı para ile döndüğünü bilmeyen var mı? Halbuki bugün para yok. Devlet milyonlarca lira istikraz etmeye mecbur oluyor. Çünkü dahilde yok. Eğer kasasında para olursa hariçten istikraz eder mi? Millet terakkı ederse hariçten istikraza hacet kalmaz. Bunun için milletin terakkısi lazım. Millet terakkısi ne ile olur? Hiç şüphesiz ilim ve ma’rifetle. Bugün ekin ekilecek olsa bilenin ektiği ile bilmeyenin ektiği bir olur mu? Tabii her şeyde erbab aranır. Her şey böyledir; eğer erbabı elinden geçerse onun menfaati hakkıyla filedir. Bunun için ahalimizi milletimizi her san’ata erbab yapmak için ilim lazım ma’rifet lazım. Bu ilim ve ma’rifet yoluna hizmet edecek adamlar kimlerdir? Bizim müslümanlarda kime sorsanız hocalardır diyecek. Ben de onu diyeceğim. Fakat hoca efendi kendisi bilmezse nasıl hizmet eder? Bugün bütün müslümanların gözü hoca efendilere ma’tuf. Her hayrı sizden bekliyorlar bizden vazifemizi ifa etmezsek yevm-i adlde huzur-ı Rabbülalemin’de duçar-ı itab olmaktan da kurtulamayacağız. Halimiz o kadar müşkil olacak ki derecesini ta’rife hacet yok bilirsiniz bizim imamlarımız yine ulemamızdır. Bunu kim inkar edebilir? Şu halde hiç şüphesiz millete rehber olmak vazifesini ulema iltizam etmeli. Zaten vazifesidir. Bunu iltizam edince artık yine eskisi gibi Halebi Vikaye Kuduri’ye filana... İşi hasr etmemeli. Yalnız bunları okutup da bununla adam yetiştireceğiz dersek felah bulamayacağımız gün gibi aşikaredir. E ne yapmalıyız? Evvela biz ulema kendimizi bir yere toplamalıyız. Biz müslümanların en büyük belamız aramıza düşen şu iftiraktır. Bir kere şunu kaldırmalıyız. Eğer böyle sak hiçbir vakit matluba muvafık hizmet edemeyeceğiz. En büyük vazife kalblerimizi bir yere bağlamaktır. Zaten mu’tekedatımızdandır ki Allah bizim kalblerimizi Ka’be’ye bağlamış ki daima kalbimiz bir noktaya bağlı olsun. Onun için teveccüh ettiğimiz zaman “Allahu Ekber” dedik mi hepimizin kalbi bir noktaya ma’tuf olur. Fakir zengin büyük küçük hepsi müsavidir. Hepsi Allah’ın huzurunda bir makamda duruyorlar. Bundan ziyade müsavat üzere kurulmuş bir esas tasavvur olunur mu? Tefekkür ve mülahaza eden der ki: Asla ve kat’a olamaz. Bizim de işte zimmetimize düşen vazife bu fikre hizmettir biz müslümanları bir noktada cem’dir. O nokta da Makam-ı Hilafet-i Kübra’dır. Ve buna hizmet edecek zevat da ulemamızdır. Bunun için evvela ulemamız kendilerini ıslah ederek bir araya toplamalı. Böyle dağınık yaşarsa cüz’i bir mes’ele için ihtilaf münaferet zuhur ederse sonra diyanete kim hizmet eder? Bizim beynimizde ulema beyninde zuhur eden mesail daima cüz’iyattır. Bari bir esaslı ihtilaf olsa. Bir adam ve kıle ile fetva verir. Öteden biri çıkar: – Ne demek? Müfta-bih kavl varken kıle ile fetva verilir mi; böyle şey olmaz. Derken al bir mücadele. Mes’ele ne için imiş? Ali Ağa’nın öküzünün derisi için. İki para ehemmiyeti yok. İki hoca kavga etmişler iş büyümüş ecnebileri tasallut ettirmeye muvaffak olmuşlar. Hoca Efendiler her ne kadar acı ise de bu böyledir. Zira çok tecrübeler geçti başımızdan. Rusya’da çok çalıştık otuz senedir çalışıyoruz toplanacağız diye. Elhamdü lillah toplandık. Aksi tarafında kalan varsa onlar da dörtten ziyade değildir. Elhamdü lillah ulemamızın basiret gözleri açılmıştır; dinin milletin tealisine çalışmaktadırlar. Bugün Rusya’da on bin mekatib medaris var ki hepsi müslümanların kendi parasıyla açılmıştır köy ağalarının beş kuruşuyla on kuruşuyla meydana getirilmiştir. Hükumet bir para bile vermemiştir. Rusya gibi müstebid bir hükumetin rini onun şerrinden muhafaza için bu kadar çalışırlarsa siz ki burada hiçbir mani yoktur bir köye gider de ta’limatta bulunursanız hangi Mehmed Ağa var ki çıksın da “Ben bunu kabul etmem” desin? Hiç kimse tasavvur olunmaz. Elhamdü lillah bu imame sayesinde her nereye gitsek zerre kadar füturumuz olmaz. Kan içerisinde bulunan Arnavutlara karşı çıksak kırk bin Arnavut’u kırk hoca durdurur. Allah bize böyle bir ni’met vermişken bugün mü’min kardeşlerimizin kanlarını döktürmeli miyiz? – Yahu ne yapıyorsunuz? Nedir bu nifak? Dini mahva vesile mi olmak istersiniz? diye kırk elli yüz hoca oralara dökülelim. O saat teskin olur. Fakat maatteessüf yüz bin kere teessüf böyle bir yerde iki kelime söylemeye iktidarımız yok. – Acaba Arnavutluk’tan ne haber gelecek? diye gözlerimiz yaşarmış bekler dururuz. Kendi vazifemizi ifaya ne cesaretimiz var ne iktidarımız. Sonra da dinin muhafızıyız diye iftihar eder dururuz. Böyle vazifelerimizi ifa için hoca efendiler zaman gelmiştir. Eğer biz bundan sonra da gaflet edecek olursak yakınen biliniz ki bu sarık bizim başımızdan gidecektir. Bugün ecnebiler bütün İslam’ın aleyhinde bir sözde müttefiktirler: Burada cüz’i bir mes’ele olduğu zaman insaniyet namına himaye edeceğiz diye donanmalar yekdiğerini ta’kib eder. Rusya’da senelerce kanlar döküldü. Nefs-i Petersburg’da on iki bin adam itlaf olundu. Almanya sefiri penceresinden şöyle bakardı. Bir taraftan İngiltere’nin de bir seyirciden farkı yoktu. İnsaniyet namına “Ya hu! Ne yapıyorsunuz?” diyen bir adam çıkmadı. Burada cüz’i bir bahane bulurlarsa edemezseniz hoca efendiler sonra milletin hali yamandır. Mine’l-kadim ulemanın mesleği gayet güzel te’sis olunmuştur: Sekiz ay tahsil üç ay cerr. Cerr zamanında İstanbul medarisinden Bursa medarisinden binlerce talebe-i ulum köylere dökülür. Vah zavallılar sorunuz ne için giderler. Alacağınız cevap bir ekmek parası içindir. Yazık değil mi bir ekmek parası için köy köy gezerek ahaliyi kandırmak. Halbuki münevver giderse neler ta’lim etmez nelere teşvik etmez ne gibi adam yetiştirebilmez. Şeriat nedir öğretir vazife nedir bildirir ma’rifet nedir ta’lim eder itaat nedir sultan nedir imamet nedir izah eder. Hep köy ağalarını dinden dünyadan haberdar eder. Makam-ı Hilafet’i bilmeyen itaati öğrenmeyen bir adam kalmaz. Fakat maatteessüf bir ekmek parası için giderler. Bundan sonra da böyle giderlerse talebelik sırf askerden kurtulmak için bir vasıtadan başka bir şey olmaz tenbellikten başka bir netice vermez. Böyle tenbellerin çoğalması hizmet gibi geliyor. Fakat maatteessüf bu gidişle hizmet değildir. Diğer milletlerin nasıl çalıştıklarını görmek nazar-ı dikkate almak lazımdır. Misyonerler ta Çin memleketlerinde yüksek dağlarda manastırlar yapmışlar yalnız tebligat ile iktifa etmeyip fiilen dahi fedakarlık gösteriyorlar: – Geliniz diyorlar aç iseniz ekmek verelim. Ekmek verirler hastalarını tedavi ederler. Üç gün beş gün bir ay karnını doyurur. Sonra yavaş yavaş telkınata başlar: – Vücud için ekmek lazım olduğu gibi ruh için de diyanet lazım. Ben bunları hiç ta’yib etmem. Dinlerine hizmet ederler. Devletten para istemezler. Dilene dilene para toplarlar dinlerini neşr ederler. Aşk olsun heriflere. Halbuki bizde dilenmeye de hacet yok. Köylere gidip de Mehmed Ağa’ya öşür nedir anlattığımız gibi çıkarıp verecek. Zekat nedir izah ettiğimiz gibi kırk koyunun birisini verecek. Parası varsa yüzde Esasını hazırlamış. Biz hazır pişmişi yemeden imtina ederiz. Bizimkisi mezellet meskenet böyle kan ağlayarak hayatı sürüklemek... Korkarım bu atalet bizi mezara sevk etse gerek. Allah muhafaza eylesin fakat bu gidişle işimiz yaman. Derdimiz büyük tedavimiz mefkud. Her nereye baksak her neyi tedkık etsek elemden kederden hüzünden başka bir şey hasıl olmaz. Her şeyde bir inhitat bir meskenet bir kansızlık bir nifak ve şikak. Yazık değil mi? Biz de insan değil miyiz? Bizim ecdadımız nasıl adamlar imiş. Vaktiyle İslamlar nasıl muazzam nasıl şevketli bir millet imiş. Niçin şimdi böyle zelil olsun? Niçin şimdi böyle dertli yaşasın? Böyle hasta kalsın? Niçin şimdi nifak ve şikak ile inkıraza sürüklensin ne idi o eski satvet nedir bu şimdiki zillet?... Dertlerimizi ta’dada larımızın hakkımızda besledikleri fikirleri görelim de ona göre intibah edelim. Sıratımüstakım İdarehanesi’ne: Doktor Dozy’nin Tarih-i İslamiyyet’ine karşı yazılan reddiyelerden ne kadar şayeste-i şükran iseniz; vazife i’tibariyle o kadar da tahtieye cedir ve müstehak bir hatt-ı hareket ta’kib ediyorsunuz. Fazilet-meab Efendilerim! Benden daha iyi biliyorsunuz. Reddiye yazmanın usul-i mer’iyyesi böyle mi olur sahife sahife ta’kib etmek hangi yerler doğrudur nereler yanlıştır müfteriyat nelerdir bildirmek şerait ve levazım-ı reddiyyattan değil midir. Artık emniyet hasıl olmuştur ki eslaftan bazılarının ta’kib ettiği ilcam-ı avam denilen o merdud esas ezhan-ı ulemadan tard edilmiştir; ulema-yı dinimiz hak ve hakıkate hizmet edegelmededir... Asıl en büyük muamma esrar-ı vahiydir. Bu mes’ele ki mu’zamat-ı mesail-i diniyyemizden biridir bir defa bu halledilmeli çünkü ehemdir. Mühimler sonraya bırakılmalıdır. İşte Dozy’nin kitabına yazılacak reddiye bu gibi mevzulara tealluk etmelidir. Dozy kitabının mukaddematına evveliyatına doğru bir yerinde şöyle yani şu zeminde diyor: “Sure-i ve’n-Necm” ahirinde şu ayet de variddir fakat Kur’an’a derc edilmemiştir. Ulema-yı İslamiyye bunu şeytan söyledi diyerek işin içinden çıkmışlardır ve ibare-i mezkure ayet-i mahzufe . şeklindedir; ki ayet-i celilesi akabinde varid olmuştur. Bazı tefasire müracaat ettim. Fakat teşfiye-i sadra kafi değil. Kimi şeytan kimi şeyatin-i ins söyledi diyor... Kimi bi şeyatin de taklid eylememiştir diyor... Kimi zaten bu mes’ele mevcuddur teferruatını Allahu a’lem diyor. Hazret-i Şeyhu’l-ekber nass-ı Furkanisiyle ihticacen esasen şeytanda bize karşı bir istitaatı tasallut yoktur kalsın ki vahye diyor. Şimdi bir mü’min ne kadar halisu’l-i’tikad bulunsa bu mes’elede şüpheye düşmez mi. Eğer bu söz Resulullah’tan sa sudur etmiştir hakkan dahi ayat-ı Kur’aniyye’den ma’duddur dese küfr-i sarih. Eğer şeytan ve şeyatin-i ins taklid-i savt-ı Resul etmiştir dese bir defa akla tevafuk etmeyeceği meydanda. Nakle müracaat edeyim dese Hazret-i Muhyiddin’in balada arz ettiğim ihticacı göze çarpacağından dolayı bunun ne aklen ne de naklen şeytandan suduruna cevaz imkanı göremeyecek. Eğer zenadıka vaz’ etti diyecek olsa an’ane-i müfessirine ve bi’n-netice kaide-i usuliyyesine mugayir. Binaenaleyh ikan-ı iman tükenecek. Cevab-ı alenisini görelim efendilerim. Bir zamanlar her sözü körü körüne kabulde ısrar eden şarktaki mutaassıblara sıhhatini isbat edeceğiz diye vesile-i kıl ü kal olan ve şimdi de birtakım ecnebi garaz-karlarca vird-i zeban ittihaz olunarak ikide birde temcid pilavı gibi “Garanik Mes’elesi” diye ma’ruftur. Vukuf ve ihataları müsellem-i alem olan eazım-ı ulemamız bu mes’eleyi uzun uzadıya tedkık etmişler hiçbir muzlim cihetini bırakmaksızın dirayeten ve rivayeten hikayenin musanna’ ve müretteb olduğunu meydan-ı alaniyyete çıkarmışlardır. Devrimizdeki garaz-karların tesvilat-ı ebleh-firibaneleri gibi İslamiyet bed-hahları da vaktiyle binlerce mevzu’ ehadis dur. Yalan havadis uydurmak her devrin her zamanın en müzmin ve müstevli bir hastalığıdır. Mesela bugün Arnavutluk’ta küçük bir hadise olur. Elsine-i nasta öyle birtakım eşkal alır ki hadise failinin bile kendinden şüpheleneceği gelir. manlarda türlü türlü hurafeler gun-a-gun İsrailiyat mazhar-ı revac olarak yalnız mesleğine hasr-ı mevcudiyyet etmiş bütün nazarını muhatı bulunduğu mesaile kasr eylemiş ve bir memiş seriresi saf bazı ulemamız bu rivayat-ı musannaayı olduğu gibi kitaplarına geçirmişler ve bi’n-netice pek çok hakaikini hurafata boğmuşlardır. Şan-ı beşeriyyeti tezlil eder diye şahidlerin tezkiyesine tahkık-i ahvaline lüzum görmeyen muhterem ulemamız bir asla ihtimal veremez. Hayru’l-kurundan sonra yetişen müteahhirin-i ulema bu ekavil ve muhteriat-ı batılanın bilahare ahfad için birer fitne menbaı birer düşünce mezlakası olacağını muhakeme ederek hiç olmaz ise ehadis-i sahiha ile mevzuayı ayırmak lüzumunu takdir etmişler ve bu yolda pek büyük himmetlerde bulunmuşlardır ki tarih-i İslam bu mesai ve netaicini kemal-i tebcil ile kayd eder. Koca Suyuti el-Leali’l-Masnua fi’l-Ehadisi’l-Mevzua namı altında ehadis-i mevzuayı toplayıp bir araya getirerek bu ümmete pek büyük hizmetler etmiştir. Cenab-ı Hak garik-i lücce-i rahmet eylesin. Suyuti’nin ahlafı bu çığırı ta’kib etseler idi bugün kütüb-i İslamiyye İsrailiyattan ve hatta teşvik ve tergıb-i olurdu. Fakat maatteessüf kendilerini cereyan-ı elfaza kaptıran ve herhangi tefsirde kitapta olursa olsun gördüğü mütalaayı müdafaa etmeyi levazım-ı diniyyeden addeyleyen edvar-ı ahi-redeki ulemamız bu mühimmeyi takdir için i’mal-i fikre bile lüzum görmemişlerdi. Maamafih bu istitradımız “Garanik Mes’elesi” gibi her ciheti halledilmiş mesail için değil henüz haklarında şakk-ı şefe edilmemiş hurafat-ı saire içindir. Sahib-i varakanın müracaat ettiği tefsirlerin hangileri olduğunu bilmiyoruz. Fakat elde bulunan kütüb-i tefsiriyyemizin en çok tedkıkata müstenid bulunanlarında tafsilat-ı mükemmele mevcuddur. Zaten ma’lumat-ı tarihiyye mes’eleyi o derecelerde tenvir etmiştir ki bugün artık su götürür hiçbir yeri kalmamıştır. Mekke’de cereyanından bahs ettikleri vak’ayı müteakib şeref-nüzulünü iddia eyledikleri ayet-i kerimenin Medeniyye olması Peygamber efendimizin cemaatle namaz kılarak bu sözleri tilavet buyurduklarına dair ruvatın ta’yin eyledikleri zaman ve mekanın mebadi-i İslamiyyet bulunmak hasebiyle münkirler canibinden Ka’be’de cemaatle eda-yı salata mümanaat edildiği bir zamana müsadif bulunması bu cahil garazkarlar bu ceri yalancılar mumunun ancak yatsıya kadar yanabileceğini pek güzel isbat eylemiştir. İlm-i tarihi istihfaf edenler esas-ı dine tealluk eden bir müşkilin ancak bu sayede tenevvür ettiğini nazar-ı i’tibar ve insafa almalıdırlar. Belagat ve fesahattan ari Kur’an olmadığına kendisi en büyük şahid olan bu musanna’ ibarelerin muhteri’leri elfazında bile ittihad edememişlerdir. Toplayabildiğimiz eşkal şunlardır: Her hangi şekli olursa olsun hiçbirinde kelimat ve ayat-ı Kur’aniyye’deki fesahat ve belagat ve i’caz görülmez. Feyz-i ka-i Arab’a vakıf zevk-i selim sahibi bu musanna’ cümlelerin ahenksizliğini derhal tefrik ve temyiz eder. Belagat-ı Kur’aniyye kelimat-ı mübarekedeki ahenk ve intizam nerede bu adi sözlerdeki intizamsızlık ahenksizlik nerede . Sahib-i varakanın Arapça’ya vukufu anlaşılıyor. Şu halde kendilerine bir tecrübe tavsiye edelim: “Ve’n-Necm” suresini cehren okuyarak ve ayet-i kerimesine terdifen bu sözleri kıraat etsinler derhal ahenk ve intizamın ve insanı gaşy eden o selaset ve belagat-i harikuladenin bozulduğunu bizzat hissederler. Bu sözler Kur’an’dan ise Kur’an’ın her kelimesinde görülen belagat ve fesahat ve i’cazdan niçin mahrumdurlar bütün Kur’an’ı mislini ityandan aciz bırakacak bir suret-i beligada vücuda getiren –mu’terizler her kimi i’tikad ediyorlarsa– yalnız bu iki cümlede mi izhar-ı acz etmiştir. Mes’ele pek bedihidir. Rivayetlerin esası anlaşıldıktan sonra usuliyyunun kaidesi kabil-i tatbik olamaz. Garanika ve garanikdeki tenafür-i huruf dahi nazar-ı dikkatten dur tutulmamalıdır. Kur’an-ı Azimüşşan’da garanik gibi mütenafiru’l-huruf hiçbir kelimeye tesadüf edilmez. Haydi haşa bu ibareleri Kur’an’dan farz edelim. Tayyi cümleleri ilave suretiyle ma’nayı toplayacak olsak şivemize muvafık olarak: “Lat ve Uzza’yı ve Menat denilen üçüncülerini hani şu muhterem tuttuğunuz ve şefaatlerini rica eylediğiniz beyaz putları görmediniz mi” tarzında bir ma’na elde etmiş oluruz ki bundan taharruz ve tehaşiye sebep göremeyiz. Naklen beray-ı istihza medhe tealluk eder kelimatın isti’mal olunmasından ma’na-yı medh çıkarılamaz. Nitekim müfessirlerimiz de bu nükteye işaret eylemişlerdir. Hemze-i istifham inkariyyedir. Makam makam-ı tevbih ve takri’dir. Ayetin maba’di de onu gösterir. Kendi kendinize taktığınız birtakım isimlerdir ferman-ı ilahisi şeref-varid olmaktadır. Beyhakı hazretleri bu kıssanın min-ciheti’n-nakl sabit olmadığını tasrih ediyor Kadı İyaz Şifa-yı Şerif’ inde bu rivayetlerin ne derecelerde bi-esas olduğunu anlamak için ravileri içinde sözünün sıhhati sabit olmuş hiçbir kimsenin bulunmadığını şayan-ı dikkat ve ehemmiyet olan bu mes’elede sikadan hiçbir rivayet mevcud olmadığını ve bu rivayetleri kitaplarına kabul edenlerin sahih ve sakımine bakmaksızın tuhaf şeyleri cem’ hevesinde bulunan zevattan ibaret bulunduğunu bilmek kafidir diyor. Siret-i Nebeviyye’yi cem’ eden meşhur İmam Muhammed bin İshak bütün ümmetin mazhar-ı itimadı olan bu zat-ı muhterem şu hikayeyi zındıkların mevzuatından olmak üzere gösteriyor. Ve buna dair müstakil bir eser te’lif ediyor. İ’tikadda imamımız olan Ebu Mansur Maturidi hazretleri bu kıssaya ait rivayetten bahs eder iken Şeytan bu cümleleri haşa Peygamber’e değil şimdi bu zındık heriflere söyletiyor. Hakıkı terbiye-i diniyye görmeyen ezhan-ı ma’sumeyi şüpheye düşürüyor. Risaletpenah efendimiz bu kabil rivayattan beri ve münezzehtir tarzında hasb-i halde bulunuyor. Tefsirlere gelince müfessirin-i kiramımızın mütalaalarını ber vech-i ati hülasaten nakl u tercüme ediyoruz: Alusi merhum bu mes’eleye dair uzun uzadıya beyan-ı mütalaattan ve rivayat-ı musannaaya rabt-ı kalb eyleyenlere ca-be-ca siham-ı ta’riz havale eyledikden sonra diyorlar ki: “Bu hadisenin vukuuna asla ihtimal verilemez. Peygamber efendimizin melek ile şeytanı nur ile zulmeti tefrikte şüpheye düşmesi asla kabul olunamaz. Düşünmeliyiz ki bu sözler mu’ciz olup olmamaktan hali kalamazlar. Mu’ciz muktedir değildir. Mu’ciz değil iseler Peygamber efendimiz tefrik ve temyiz buyuracaklarından şaşırmak ihtimali bulunmaz. Bütün muhakkıkın bu vak’anın asıl ve esası olmadığını beyanda müttefik bulunuyor. Bu zevatın ulum-ı nakliyyedeki tebahhurlarını kimse inkar edemez. Azim bir ekseriyetin mütalaasını tahkıkini ihmal hiçbir zaman doğru bir hareket sayılamaz. Şüphesiz ki bu zevat turuk-ı rivayeti tedkık ve ta’mik ederek rivayatın mecruh olduğunu anlamışlardır ki bu derece aleyinde bulunuyorlar. İşbu rivayatın ayat-ı kerimenin zevahirine olan muhalefeti meydandadır. Hiçbiri usulü dairesinde sabit olmamıştır. Bahs ettikleri ayet-i kerime sure-i Hac’dadır ki Medeniyye’dir. Bu vak’anın sıhhatini kabulden gerek Risalet-penah efendimizin ve gerek sahabe-i kiramın senelerce işbu ibarat-ı musannaayı kıraat ve Kur’an olarak i’tikad etmiş olduklarını kabul lazım gelir ki şüphesiz bunu rivayet eden bulunacaktı. Halbuki bu babda hiçbir rivayete tesadüf etmiyoruz. Bir kaç adamın ihtira’ ettiği hikayenin vech-i sıhhatini bulacağız diye zevahir-i Kur’aniyye’yi kaffeten te’vile kalkışmayı cemm-i gafirin pek çok tefahhus neticesi olarak adem-i sıhhatine kail oldukları bir fikrin müdafaasıyla uğraşmayı bi-taraf bir vicdan kabil değil tecviz edemez. Bir de düşünelim ki hakıkaten böyle bir vak’a tahaddüs etmiş olsa idi Kütüb-i Sitte’de buna dair hiçbir rivayet bulunmayacak mıydı? Vak’anın garabeti hasebiyle şüphesiz ki çok kimsenin nazar-ı dikkatini celb edeceğinden ravisi o da münkatı’ surette bir kaç zata mı münhasır kalacaktı? Bugün sıhah elimizdedir. Hangisinde böyle bir rivayete tesadüf ediyoruz ilh...” Sıddik Han: “Bu rivayetlerin hiçbiri teeyyüd etmemiş ve hiçbir suretle de isbat edilememiştir. Maamafih muhakkikın şu adem-i sübutu ve daha doğrusu butlanı nazara almaksızın müdafaat-ı akliyye ve nakliyyede bulunmuşlardır. Akli ve nakli pek çok delail serd ettikten sonra devam ile bizler Peygamber efendimizden isnad-ı muttasıl ile rivayet edilmiş bu mevzu’da bir hadis bilmiyoruz diyor. Beyhakı rivayat-ı meşruha ravilerinin kaffeten mat’un zevattan bulunduğunu söylüyor. İmam Razi böyle batıl ve mevzu’ bir hikayeyi söylemek bile caiz değildir mütalaasında bulunuyor. Hülasa bu rivayetleri te’yid edecek ne akli ve ne nakli bir delil bulunmadığı gibi re’yine i’timad olunan mukakkikınin kaffesi bu rivayetlerin aleyhinde bulunuyor. Esasen işbu rivayetlerin cümlesi mürsel veya münkatı’ olmaktan kurtulmadıkları cihetle isbat-ı müddeaya da değeri görülmüyor. Sikadan olarak rivayet etmiş bize bir zat göstersinler tedkıke müstenid tefsirlerin hangisini bu fikre müzahir görüyorlar? Kitaplarına kabul edenler her işittiklerini yazmak hevesinde bulunan birtakım müfessir ve müverrihlerdir. Rivayetlerdeki bilir. Bu derece zaafı bulunan bir rivayet nasıl medar-ı muhakeme olur. İbni Abbas’ın tefsirindeki senedde Kelbi’nin dahi ismine müsadif oluyoruz. Bu zatın zaafı ise cümleye ma’lumdur. Daima mevzu’ hadislerin ravileri meyanında bu “Bu rivayetleri tedkık ettim. Hiçbirini vech-i sahih ile müsned bir halde bulmadım. Tesadüf ettiğim rivayetlerin kaffesi mürsel bulunuyordu” diyor. Suyuti Dürr-i Men sur ’unda rivayetleri aynen alıyor fakat hiçbiri sened-i sahih le beraber rivayatın adem-i sıhhati fikrindedir. Beyrut’ta intişar eden Müfid ve Re’yü’l-Amm refiklarımızda meşhudumuz olan bazı mütalaattan müteessir olmadık der isek hakıkati ketm etmiş oluruz. Meşrutiyetin yevm-i bazı garazkarlar ezhan-ı safiyyeyi bulandırmaya ve İslamiyet’in kökünden baltaladığı kavmiyet fikirlerini tefrika şecere-i habisesini yeniden garsa başladılar. Dindar muhitlerde bu tesvilat ve mübdeat semere-bahş olmamış ise de ulemamızın himmetsizliğine gayretsizliğine inzimam eden ama-yı tahassüsat-ı diniyye layık olduğu meclayı bulamadığından bu bedbahtlığa uğrayan bazı şübban-ı Arab’ın birtakım ağraz-ı sefilenin tatmini için tedricen tesmim edilmekte olduğunu refiklarımızın bu neşriyatı nazarlarımızda tamamiyle isbat eylemiştir. İşte bu tesmim neticesi olarak guya Türkler; şahıslarıyla bile teberrük eyledikleri kavm-i necib-i Arab’ın hukukunu hazm! etmek daiyesinde bulundukları fikri ileri sürülmekte ve ahval-i gayr-i müstakarra-i inkılabiyye dolayısıyla tekevvün eden bazı hadisat-ı muvakkate sübut-ı müddeaya delil olarak gösterilmektedir. Halbuki nafiz nazarlar marzi-i umumiye muhalif halatın devr-i Meşrutiyyet’te daima zevale mahkum bulunduğunu takdir ederek mesela Adliye Nezareti’nin lisan-ı Arab’a vakıf olmayan hükkam ve me’murini bilad-ı Arab’a göndermekte ve Maarif Nezareti’nce vilayat-ı Arabiyye’de kavaid-i Arabiyye muallimliklerine gavamız-ı lisaniyyeyi derk ve temyizden bi-behre birtakım Türk muallimler ta’yin edilmekte olmasının pek muvakkat bir şey olduğunu anlarlar. Bu nevakıs bi’t-tedric ıslah ve telafi olunacaktır. Düşünmeliyiz ki Adliye Nazırı Necmeddin Bey Maarif Nazırı Emrullah Efendi fevkalbeşer bir mahluk olmayıp bizim gibi insanlardır. Binaberin bütün yolsuzlukları bir anda mahv u izale edecek her fenalığı kökünden istisal eyleyecek kuva-yı kudsiyyeye malik değildirler. İttihat ve Terakkı Fırkası da meleklerden teşekkül etmemiştir. Vüs’leri derecesinde memleketin saadet-i haline çalışıyorlar. yorlar ise istibdadda bütün menabi’-i hayatiyyesi sed ü bend edilen şu ümmet-i necibe neticetü’l-emr nasıl muhafaza-i hukuka muvaffak olduysa bütün hukukuna sahip bulunduğu devr-i Meşrutiyyet’te bi-tariki’l-evleviyye eşhas-ı ma’dudenin kurban-ı cehli olamaz. Aksini tasavvur ümmeti belahat ve dalalet ile itham etmektir ki ümmet hiçbir zaman dalalet üzerine ictima’ etmez. Türkler canlarından aziz bildikleri dinlerinin lisanını o mertebe muazzez tutarlar ki bu mübarek lisanı günde beş vakit ibadetlerinde seve seve isti’mal ederler. Hutbelerini tahiyyelerini niyetlerini dualarını hep bu lisan-ı mübin ile düler mi sevgili Peygamberlerinin bütün hatırat-ı kudsiyyesi kalblerini tehziz eder. Nasıl ikram edeceklerini nasıl tatyib eyleceklerini şaşırırlar. Ellerini öperler koklarlar kucaklarlar seve seve tul müddet evlerinde misafir ederler. Makarr-ı Hilafet’te şürefayı başlarında taşırlar. A’yan ve ekabirden mürekkeb herhangi bir mahalde şürefa-yı kiramdan birinin namı geçtiği zaman bütün huzzarda amik bir hiss-i ihtiram asarı görülür. Şürefa-yı muhteremeden bahs olunur iken esna-yı musahabede bile “şerif hazretleri” demeyi unutmazlar. Halbuki son derece sevdikleri hükümdarları için bile “zat-ı şahane” demekle iktifa ederler. Bu cüz’iyat bile Türklerin kalbinde Arapların işgal ettiği mevki’-i hürmet hakkında bir fikir verebilir. Bütün bu ahval meydanda durup dururken “Türkler Arapça’yı istihfaf ediyorlar. Hatta Donanma Cem’iyeti bütün lisanlarda i’lanlar neşrettiği halde Arapça lisanıyla safsızca bir itham olacağının takdirini ta’riz makaleleri yazan zevatın vicdanına bırakırız. Böyle bir ithamda bulunmazdan evvel hiç olmaz ise bir kere bu Donanma Cem’iyeti’ni teşkil eden zevatı anlamak lazım idi. Cem’iyetin başında salabet-i diniyyeleriyle müştehir iki büyük rüknü nazara almak iktiza ederdi. Ziyy-i milliyi bile değiştirmemiş olan Yağcı Şefik Efendi evlad-ı Arab’dan muhterem Abud Efendi unutulmamalıydı. Bu zatlar mı dinlerinin lisanını istihfaf edecekler? Veya şubelerinin böyle bir fikr-i istihfaf taşımasına müsaade eyleyecekler? Bugün Arapça lisanını tahkır ve istihfaf dini tahkırdir. Dini tahkır ve istihfaf ise maazallah küfürdür. Buna hangi İslam kail olur. Kim zihninden geçirebilir. Böyle çocuklukları artık bırakmalıyız. Terakkımizi arzu etmeyen bed-hahlara karşı yek-vücud olmalıyız. Bugün bütün kabinenin evlad-ı Arab’dan veya Arnavutlardan terkibiyle Türkler iftihar eder. Evlad-ı Arab’dan bir Hakkı Paşa bir Cavid Bey yetişince Türkler seve seve serkara geçmelerine çalışır. Bir Emrullah Efendi bir Zuhrab Efendi yetiştiremedik diye teessüf ve telehhüf eden yine Müfid refikımızdı. Bundan bahis olan nüshaları nezdimizde mahfuzdur. Türkler din ve mezheb istisna etmeksizin bütün güzide evlad-ı vatanla iftihar ederler. Süleyman Elbistani Abdülhamid Zehravi Ferid Vecdi Corci Zeydan Efendiler gibi mütefekkirin-i Arab’ı kemal-i muhabbetle severler. Türklerce yegane gaye bu vatanın mütefekkir evladının müktesebat-ı kim olursa olsun layık olduğu mevkie irtikasına çalışmayı Türkler kendilerine bir vecibe-i vatan-perverane bilir. Ama cahil Türkleden birkaç kişi hakim olarak diyar-ı Arab’a gönderilmiş cahil bir Türk kavaid muallimi gelmiş de “karin”i “kurun” diye cemi’lemiş. Bunlar ifraddır. Hüküm ise daima cinse muzaftır. Bunlara bakarak “Türklerin maksadı bize karşı tahakkümdür. Bu vazifeyi ifa edecek bizde baliganma-belağ zevat mevcud iken bunları göndermekte ısrar etmek hukuk-ı Arabiyye’yi hazme yeltenmektir.” demek insafsızlıktır. Maarifin daha neresi düzeldi. Henüz mebadide bulunuyoruz birtakım yolsuzluklara ma’ruzuz. Maarif bütçemiz bile henüz bir milyon lirayı bulamadı ki bir hükumet-i muazzama züldür. Biraz sabredelim iş başına geçirdiğimiz adamlara biraz vakit bırakalım. Eğer neticede cümlemizi memnun edecek semerat elde etmeye muvaffak olamazlar ise Sadrazamımızın geçenlerde mecliste dediği gibi o zaman onları “Süpürge sopasıyla koğalım.” Ve birbirimizi anlamak için gümrükçülerin me’muriyete devam için yazdıkları i’lanı Türkçe Fransızca yazıp Arapça yazmamalarını mikyas-ı muhabbet ve teveddüd ittihaz etmeyelim. Birtakım harekat-ı cahilaneyi i’zam ederek ayrılık gayrılık hatırlarından geçmeyen Bu hareketin vehametini fazıl-ı sütude-şiyem Corci Zeydan Efendi Kahire’de münteşir el-Hilal refikımızda ne güzel teşrih ve tasvire muvaffak olmuşlar idi. İrad eylediği emsileden nass-ı celilini nazara alarak bir iki cidal-cu şairin her zaman için kailine şeyn ve nefrin getiren hicviyeleriyle maazallah esaret-i İslamiyye’yi şiirlerden bir kaçını gördük tüylerimiz ürperdi. Dinen lisanen merbut bulunan ve mefahir-i Arab’ı mefahir-i milliyye bilen hatta zaman-ı cahiliyyette yetişen eazım-ı Arabla bile iftihar eden Türklere karşı şu: veya tariz-gune: veya: beyitlerini irad eylemek nasfet ve ulüvv-i cenab-ı Arab ile nasıl kabil-i tevfik olur? Muhabbete karşı gösterilecek cemileler bu mudur? Vakıa Türkler ne kadar istiskal görseler ne kadar böyle acı sözler işitseler rabıta-i diniyye dolayısıyla yine hatırlarından ayrılık gayrılık geçmez. İsr-i Nebeviye ittiba ile “Ya Rabbi her suretle merbut bulunduğumuz Arap kardeşlerimizin kalbine muhabbet-i İslamiyye’yi ilham et. Onlar netaici takdir etmeden bizi incitiyorlar” demekten başka bir mukabelede bulunmaz. Fakat düşünmeli ki Türkler de nihayet bir kalb sahibidir. Kalbleri puladdan değildir. Hüsn-i niyyetlerinin daima böyle ağraz-ı su’ ile itham edildiğini gördükçe me’yus olmalarından korkulur. Ye’s ise fena şeydir. Mukaddime-i te etmişlerdir ki bi-lütfihi ve keremihi teala muvaffak olurlarsa alem-i İslam layık olduğu mevkı-i i’tilayı bulacak. La semehallah bu teşebbüsatta müntic-i muvaffakıyyet olmaz rusu budur. Artık bundan sonra Türklere yardım etmek mi lazım gelir yoksa muhatı bulundukları müşkilatı tezyid etmek mi iktiza eder bunu herkesin kendi hamiyeti ta’yin eder. Martın’inci günü Yalta şehrinde Buhara Emiri Abdülahad Han hazretleri Sivastopol Cemaat-i İslamiyyesi vekillerini huzurlarına kabul eylemişlerdir. Vekiller Sivastopol İmamı Yusuf Efendi Rahimov Seyyid Celil Çeşmesi ve Mehmed Arif Galaviç Efendi’den ibaret idi. Emir hazretlerine cemaat tarafından Arapça Farsça ve Türkçe’den mürekkeb bir lisan ile yazılan ariza takdim edilmiştir. Arizada Emir-i müşarun ileyhin yirmi beşinci sene-i devriyye-i cülusiyyesi tebrik ediliyor idi. Emir hazretleri vekilleri selamlık dairelerinde kabul edip musafaha ederek görüşmüştür. Arizayı İmam Yusuf Efendi huzur-ı emaret-penahilerinde cehren kıraat ettikten sonra Emir hazretlerine takdim eylemiştir. Ariza yeşil kadife kap içinde olup dışı altın yaldız ile: “Buhara-yı Şerif Emiri EsSeyyid Abdulahad Han hazretlerine Sivastopol Cemaat-ı Emir hazretleri vekillere ve cemaate şu samimi tebriklerinde ve Sivastopol’da cami inşası emrinde gösterdikleri mesaiden dolayı müteşekkir kaldığını beyan etmiş ve vekilleri kapıya kadar teşyi’ eylemiştir. Bi’l-ahire yaverlerini göndererek cami-i şerif binasının ne derecelere kadar ilerlediğini dahi ayrıca tahkık buyurmuşlardır. “Bir vakitler İran’da zuhur ederek istibdad ve ihtilalin en şiddetli devirlerinde meydandan kaybolmuş “Islahiyyun-ı mıştır. Bu defa ahalinin fikri bunu anlayacak derecede açılmış ve bu fikre hizmet edenlerin reisleri iyi ve mu’teber adamlar bulunmuş olduğundan mezkur fırkanın yakın vakitte kuvvet alacağı ve İran’ın siyaset ve maişetine hayli te’sir edeceği şüphesizdir. Fırkanın reisleri terakkı-perver Şia uleması ve ruhanileri olup bunlar: “İran; Türkiye ile mutlaka belki de muhataradadır” diyorlar. Bu iki memleketin ittifakı hassaten ihdas olunan esbab-ı tefrikadan dolayı araya giren su-i tefehhümlerin izalesi şarttır. Binaenaleyh bu fırkaya “İttihad-ı meslek ve maksadlarını neşr u ta’mim etmeye hizmet edecek pek muktedir hatib ve vaizlere maliktir. Tahran’da Şeyh Ali ile Za-Kafkasya müslümanlarına da ma’lum olan Hacı Tac bu fırkanın en nüfuzlu a’zalarındandır. Bunların serbest ve hararetli nutuklarını halk gayet muhabbet Bu fırkanın tarafdarları Memalik-i İslamiyye’deki Yahudi ve Hıristiyanları kendilerine pek yakın kardeş gibi görmek onları özleri ile müsavi görerek adalet ile muamele etmek fikrindedirler. Müslümanlar arasından na-bemehal ve lüzumsuz mezheb niza’ ve taassubunu bitirmeye çalıştıkları gibi başka din mensuplarına dahi başka nazar ile bakmayı da hoş görmüyorlar. Peygamberimizin bu babdaki ehadis-i şerifesini nakl ederek onlara nazar-ı nefret ile bakmamalıyız diyorlar. Hacı Tac dahi de hür fikirli olup din-i İslam’ı eski vaktindeki saf haline koymak yani sonradan zuhur etmiş mezheb mektedir. Hacı Tac’ın vaazları pek te’sirli ve da’vaları pek mantıki ve delaile müsteniddir. Islahat tarafdarlarının böyle vaaz ve nutukları ahaliye fevkalade büyük bir te’sir etmek Din-i İslam’a olan nazarları Sünnilik ve Şialıktan ileri geçmeyen birçok ruhaniler bugünkü “Islahiyyun” Fırkasına karşı bir hareket göstermiyorlar ise de çok geçmeden bu müceddidler aleyhine ittifak ile karşı gelmeye başlayacakları şüphesizdir. Maamafih bu fırkanın ictihadı sayesinde Sünni ve Şiiaların birleşmesine birinci temel atılmış demektir. Bu “Giridli hıristiyan vatandaşlarımıza gelince: O biçarelerin hiçbir şeyden haberleri yoktur. O zavallılar yalnız Venizelos’la rüfekasının Yunan fabrikalarında imal ettikleri iltihak düdüklerini çalarak Girid’in sahil-i garbisinden zuhuruna muntazır oldukları mavi bandıralı yolcuları karşılamak için kaç tane İslam kurbanı kesmek lazım geleceğini düşünmekle adeta akıllarına hiffet getirmişlerdir. Fakat intizar edilen şey gelmez. Her arzunun vücud bulmaz olduğu hakkındaki kaide-i külliye-i hayatiyyeden bi-haber olan o zavallılar günün birinde Osmanlı zırhlısıyla vürud edecek bir Osmanlı padişahı fermanının Hanya Hükumet Konağı Meydanı’nda kıraat olunduğunu ve bütün Giridlilerin de bu fermanın kıraatine sufuf-ı samiin teşkil eylediklerini gördükleri ve bu ferman-ı ali ile Girid’in en doğru ve en hakıkı menfaat ve selametinin yine bir Osmanlı Padişah-ı alicahı tarafından te’min buyurulduğunu anladıkları zaman: Yunanistan için bir vasf-ı layık olarak bu gün bizim söylediğimiz aftos piyos terkibini yine Yunanistan’a karşı Giridli vatandaşlarımızın ağzından işiteceğimizi muhakkak addediyoruz. Bu kadar uzun bir mukaddime ile yazdığımız şu makale sebepsiz değildir. Yunanistan kabinesi bir taraftan Babıali’ye karşı öteden beri verdiği te’minatta Girid ile Giridlilerle Yunanistan’ın halen ve istikbalen hiçbir münasebeti olamayacağını ve hükumet-i Yunaniyye’nin Girid üzerindeki hukuk-ı padişahiye riayetkar bulunduğunu i’tiraf edip dururken diğer taraftan Yunanistan’a [Girid’e!] Yunanlı posta me’murları ta’yin ve i’zam etmek Girid Meclis-i Milli a’za-yı cedidesini Yunan Kralı namına tahlife icbar ettirmek Yunanistan Meclis-i Umumi-i Milli’sine Giridlilerden Yunan tebeası maskesi altında meb’us-ı murahhas kabulü için teşebbüsat-ı hafiyyede bulunmak gibi Girid’in doğrudan doğruya sahip ve metbuuna ait hukuk-ı hükümrani cümlesinden olan müdahelata cesaret etmesi eğer İttihad-ı Zabitan Cem’iyeti’ne bir cemile veya hakk-ı sükut için vaki olup da o cem’iyetin dağıtılması bu sayede vaki olmuş ise Yunan haysiyyet-i siyasiyyesini rahne-dar eden bu gibi entrika şekerlemeleri bugünkü Babıali’nin midesinde kolay kolay hazm olmaz sanırız. Bütün mevcudiyetleriyle Babıali’ye muin ve zahir olan Osmanlılara gelince: Yunanistan’ın bizi iğfale çalışmasına bu entrikalarına karşı merdane üç suret-i mukabeleyi düşünmektedirler. Birincisi Yunan emtiasına hatta bütün Yunan mevcudiyet-i iktisadiyyesine karşı şiddetli bir boykotaj yapmak ikincisi de düvel-i muazzama mukarreratını dan cebren vazgeçirmek için hazırlanmak üçüncüsü ise arş emrini Babıali’den istemektir.” Niyet çok saf çok halis ve çok nafidir. Fakat idaresi ve meşrutiyeti hala kesb-i kuvvet edememiş olan İran’da böyle mühim bir mes’elenin kurcalanması mutaassıbin ve muhalifin elinde alet-i hücum ve nifak olması ihtimalinden korkuyoruz. Bu gibi mes’elelerin ortaya konulacağı mahall-i mukaddes Mısrü’l-Kahire’de ictima edecek “Mu’temer-i İslami yani Müslüman Kongresi’dir.” Merhaba ey muhibb-i insaniyyet ve İslamiyyet! Şimdiye kadar vermiş olduğunuz hutbeler Sıratımüsta kım’in en saf en acınaklı sahifelerini teşkil ettiğine cümle mü’minin şahiddir. Çünkü dalalette kalmış böyle bir ümmetin en mazlum bir feryadına istimdadda bulunuyorsu nuz. Hususiyle ebediyen yıpranmaz bir temel kuruyorsunuz. Maddi ma’nevi bütün saadet-i beşeriyye bu temel üzerine bina olunmayacak mı? Doğrusu hep acıdığınız bu millet kendisini ma’zur tutarsınız. Felekte kalben sizlere karşı med yun olunan bir teşekkür böyle aciz bir insanın değil yine sizler gibi insaniyet ve İslamiyet’in feryadına acır bir müca hidin ağzından çıkmalı idiğine zahiri sözlerinden biraz emin olasınız! Hemen temelleşmek üzere böyle bir fesad-ı ahlak-ı millete göğüs geren bir merd-i vegaya binlerce teşekkür o lunsa azdır. Yaşa ey koca hatib! Alemde yalnız milletin saadet-i hayatiyyesini te’min için değil belki milletin hep bu gibi acıklı feryad u figanlarına dayanamayarak kurban olup giden bunca ervah-ı mukaddeseye de Fatiha okutmak için ya ratılmış bir büyük müslümansın!.. Bu nam ile seyyah-ı şehir Abdürreşid İbrahim Efendi hazretlerinin gayet kıymetdar ve alem-i İslam hakkında gayet müfid ve esaslı ma’lumatı havi mufassal bir seyahatnameleri Sıratımüstakım idarehanesi tarafından cüz cüz neşr olunmaya başlanacaktır. Abdürreşid Efendi hazretleri Türkistan’dan başlayarak bütün Sibirya Mançurya Japonya kıt’alarını tekmil cevelan etmiştir; Kore’yi şarktan garba doğru kat ederek Çin dahilinde birçok vilayetleri gezdikten sonra Hankou’dan – Singapur tarikıyle– Malayu akvamı dahilinden Penang beldesinden geçmiş ve Kalküta’dan Hindistan’a vasıl olmuştur. Hindistan dahilinde de meşhur beldeleri gezerek Bengale cihetlerini dolaştıktan sonra Bombay Aden tarikıyle Babülmendeb’den geçerek Hicaz-ı mağfiret-tıraza ve oradan da Hicaz demir yoluyla Şam Beyrut’u ziyaret ederek Der-Saadet’e muvasalet eylemişlerdir. Bütün gezdiği kıtalarda yaşayan akvam hakkında mufassal tedkıkat ve tetebbuat icra buyurmuşlardır. Bilhassa Japonya’da intişara başlayan İslamiyet hakkında mükemmel ma’lumat verilmiştir. Şimdiye kadar böyle mükemmel hakıkate müstenid bir seyahatname yazılmamıştı. Çünkü seyyahların hemen hepsi Avrupalılar olduğu için tetebbuatları muhakemeleri te’lifleri de kendi nokta-i nazarlarına göre idi. Ne tamamiyle hakıkati anlayabilmişler ne de anladıklarını söylemek işlerine gelmiş. Daima hakıkati ketm ederek istedikleri gibi yazmışlar. Alem-i İslam hakkında ma’lumat almak isteyenler o eserlerden başka bir merci bulamadıklarından yanlış ma’lumat garaz-kar muhakemat ile zihinler dolmuş. Bu suretle şark bizim için bir perde-i mechuliyyet altında ehemmiyetsiz çöller gibi kalmış. Ne rical-i siyasetimiz oralarını düşünmeğe lüzum görmüş ne müslümanlar oradaki kardeşlerinin ahvaline vakıf olabilmiş. sıdı idi. Hiçbir zaman onların kalemleri şarktaki milyonlarca halkın buraya olan irtibat ve muhabbet-i kalbiyyelerini tasvire tahammül edememiştir. Halbuki o kardeşler bizim öz kardeşimiz. Onların yüzlerini çevirdiği nokta bizim kalbimizin müteveccih olduğu noktadan gayrı değil. Onların kalblerine nur saçan kelime-i mübareke bizim ruhumuza da bahş-ı envar ediyor bizim onlardan ayrımız gayrımız yoktur. Vakıa hayli zamanlar bizi yekdiğerimizden cüda düşürdüler fakat yine bir gün bu kardeşler babalarının hane-i mes’udunda saf ve samimi yurdunda el ele vererek izhar-ı şevk ü şadi i’lan-ı şevket u şan eyleyeceklerdir. Onlar bizi düşünmeye bize el uzatmaya başlamışlardır; bizim de onları bilmeye tanımaya şitab etmemiz gerektir. Onları bize bildirecek tanıtacak olan Abdürreşid Efendi hazretlerine ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu seyahatname bu eser-i güzin bir tohm-ı ittihad olacaktır ki neticesi saadet-i İslam olması me’mul-i kavidir. Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve inayeti bu millete teveccüh etmiştir. Tealisine bi-havlihi teala hiçbir kuvvet mani’ olamayacaktır. Elverir ki biz bunu takdir edelim. Seyahatname’nin yetmiş seksen forma kadar tutacağı tahmin olunuyor. Haftada iki forma yetiştirilmesine gayret olunacaktır. Formalar Sıratımüstakım’in ilavesi olan Usul-i Fıkh kıt’asında olacaktır. İki forma bir cüz i’tibar edilmiştir. Münderecatı gibi tab’ının nefasetine de son derecelerde i’tina olunacaktır. Fiyatı da ta’mim-i menafii maksadıyla gayet ucuz kararlaştırılmıştır: Her cüz paraya. Taşralar için de posta ücreti alınmayacaktır abone yazılmaya başlanmıştır. Şimdilik yirmi cüz’üne yani kırk formasına abone kayd edilecektir. Abone bedeli yirmi kuruştur. Gerek İstanbul’dan gerek taşradan abone kayd olunur. İstanbul’da olanlar idarehaneden alacak taşrada olanlara da her cüz’ü çıktıkça posta ile gönderilecektir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mayıs Dördüncü Cild - Aded: – – Akliyyat-ı mahzada olduğu gibi şer’iyyatta din babında da su-i tefehhüm vaki’ olur mu? Evet! Vaki’ olur. Hatta bunun neticesi olarak pek çok bidatler erkan-ı diniyye sırasına geçirilir. Esbab-ı mucibesini de izah edelim. Tefsir-i Fatiha’ya derc olunduğu üzere insanı saadet-i matlubeye saik olan hidayet-i Rabbaniyye dört mertebeye mütennevi’dir. Birincisi: Vicdan-ı tabii ilham-ı fıtri vasıtasıyla olandır ki mebde-i tufuliyyetteki hidayet buna münhasırdır. nazm-ı şerifini bazı erbab-ı tefsir bu mertebeye hamlediyorlar. Bunların nazarında tıflın Akıl dördüncüsü: Din yani irsal-i rusül ve inzal-i kütüb vasıtasıyla olan hidayettir. Hidayetin birinci ve ikinci mertebelerinde insana hayvanların da müşareketi bulunur. Hayvanın muhtaç olduğu hidayet bundan ibarettir. Ancak insan bu iki nevi’ hidayetle müstaid bulunduğu gaye-i kemale vasıl olamıyor. Belki müdrikat-ı havastan ma’lumat-ı külliyye istinbatına medar olan hidayet-i akliyyeye de muhtaç bulunuyor. Evvelki mertebelerin herbirinde hata ve su-i isti’mal vukuu kabil-i inkar olmadığı gibi mertebe-i akliyye de böyledir. Akıl da enva-i hataya ma’ruz hem de ihataca kasırdır. İnsanın cemi’-i mesalihini meaş ve mead esbab-ı saadetini muhit olamaz. Binaen-ala-zalik insan hususat-ı kesirede bilhassa mesalih-i meadiyyesinde hidayetin dördüncü mertebesine hidayet-i diniyye-i tekemmülesine arz-ı iftikar ediyor ki balada san buyurmuştur. Nev’-i beşerin gerek hissiyat gerek akliyat nokta-i nazarından kusuru alelekser saadet-i meadiyyelerine ait olduğundan ta’limat-ı diniyyenin başlıca aksamı necat-ı ukba tarikına tealluk eden beyanat ve irşadattan ibarettir. saadetten udul ettirir. Nasıl ki insanın havassında vaki’ bir maraz ve afetten yahud adem-i i’tina ve dikkatten naşi idrak-i mahsusatta kezalik kusur-ı fıtri hata-i nazari ve fikri hasebiyle idrak-i ma’kulatta hatalar vuku’ buluyorsa mizac-ı nasa tari olan emraz-ı ruhaniyyeden dolayı hakaik-i diniyye fehminde de hati’at-ı bi-nihaye vaki’ olmaktadır. Makale-i salifede inba olunduğu üzere İslamiyet’i ters anlayışları türlü türlü bid’atler katmalarıyla ma-vudıa-lehinden çıkaranlar netayic-i vahime tevlid edecek tarz-ı ahara tahvile badi olanlar her vakit bulunur hatta pek kesretli olarak bulunur. Hem de esbab-ı adideden naşi bu takım kimseler çoktan beri peyda olmuşlardır. Esbab-ı mezkurenin en müdhiş ve müessiri misüllü evamir ve nevahi-i Kur’aniyye’ye adem-i müraat yüzünden intişar eden bid’atlerin ihtira olunan ara ve mezahibin tervici için ortaya atılan te’vilat ve tezvirattır. Tevhid-i Bari ve i’tilaf-ı beyne’l-akvamı müessis ve amir her türlü tefrika ve ihtilaftan nahi ve zacir olan din-i mübinimizde bu suretle teferruk ve ibtida’ vukuuna hayret etmemelidir. Çünkü din-i İslam az müddet zarfında iftar ve afak-ı alemi ihata ve istila edince gönüllü gönülsüz kabul-i diyanet edenler milel ü akvam-ı muhtelifeden bi-nihaye kimseler Din-i İslam’a giren kimseler içinde sadık zevat bulunduğu gibi münafıklar da çok idi. Bunlar ta’limat-ı diniyyeyi ifsad maksadıyla edyan-ı saireden me’huz birtakım mesail-i acibe mek için sahib-i şer’-i enver efendimize mensub birçok ehadis de uydurdular. Ehadis-i şerifenin de Kur’an-ı Kerim gibi vaktiyle tamamen mazbut ve mahfuz olmaması bu fesada yol açmış idi. Bu adem-i inzibat ise tekessür-i fütuhat-ı İslamiyye hasebiyle ashab-ı kiramın etraf-ı memalike teferruklarından neş’et etmekte idi. Bir de feth olunan yerlerde sakin ümem ve akvam-ı sairenin ahlak-ı seyyi’eleri refte refte müslümanlara sirayet etmeye başladı. Zira iki şahıs veya iki kavim arasında tesahüb ve temazüc müddeti uzayınca birinden ötekine ahlak ve adat sirayeti umur-ı tabiiyyedendir. Sair ümmetler müslümanların ahlak-ı hasenesinden müstefid oldukları gibi müslümanlar da onların seyyiat-ı ahlakiyyesinden mütezarrır oluyorlardı. Halbuki fıtrat-ı beşeriyyenin ma’lum olan teşekkülatına nazaran fenalık daha kolaylıkla sirayet etmektedir. Nasıl ki hadis-i şerifinde bu hakıkat vazıhan tefhim buyurulmuştur. El-hasıl birtakım telkınat-ı muzırra tohumları arz-ı İslam’a saçılmış taassubat ve ehva-i batıla miyahiyle iska ve salmış idi bu ağaçlar acı ve iğrenç meyveler vermeye başladı. Bu ahval-i feciaya tenebbüh eden ulemamız eşcar-ı fitneyi kal’ edemediler. Kat’ ile uğraştılar fakat budandıkça evvelkinden ziyade kuvvet ve taravet peyda ediyordu. Demek isteriz ki ulema-yı İslamiyye a’sar-ı ahirede revac bulan mesavi-i adat ve mefasid-i ahlakın def’ u izalesine himmet etmişlerse de her nasılsa muvaffakıyyet-i kamileye mazhar olamamışlardır. Kurun-ı selase-i ulada ta’limat-ı sahiha-i diniyye galib olmağla ahlak ve adab-ı İslamiyye muhafaza olunmakta idi. Zaten her dinin müntesibleri bu minval üzere hareket etmişlerdir. Hiçbir millet asr-ı nübüvvetle ona karib olan devirlerinde usul-ı diniyyeye muhalefet edemezdi. Fakat zaman uzadıkça fitneler ve tefrikalar hadis olur bed’ u dalalata temayül ile caddeden inhiraflar vuku’ bulur te’vil ve tahrifler ortalığı karıştırır binaenaleyh mevki’lerini muhafaza edenler gayet azalır ekseriyeti teşkil edenler hissiyat-ı kadimeyi zayi’ ederler. Kur’an-ı Kerim bu türlü cereyanlara kapılmaktan da bizi zecr etmiştir. Esteizü-billah nazm-ı celili misdak-ı müddeamızdır. Bu ifadatımızla diğer birtakım vadi-i i’tisafa sapanlara a’sar-ı ahiredeki müslümanların ahval-i gayr-ı laikasını sened da cevap vermiş oluyoruz. Bunların i’tirazları birkaç fıkrayı havidir: Su-i tefehhüme meydan kalınca beyanat-ı diniyyenin vazıh olmadığı anlaşılır. Bu ise naşir-i din hakkında bir kusurdur. “Hayır! Çünkü din-i mübin esasen pek sade beyanatı şüphe ve hafadan azadedir nasıl ki misillü ehadiste musarrahtır. Telbisat ve zevaid esbab-ı meşruha tefsire uğratılmamış bir hakıkat yoktur.” Bin seneden beri ulema-yı şark ahkam-ı dinlerini yanlış mı anlıyorlardı ki muasırlarımız tashihe lüzum görüyorlar. “Evet! Bundan bin sene akdem geçen kurun-ı selasede ya anlatmak isteyenler peyda olmuş ki furuk-ı dalle pek ziyade çoğalmıştır. Bir de fünun ve sanai ahiren çok terakkı etmekle a’sar-ı kadimede bilinmeyen bir hayli hakaik-i İslamiyye bugün meydana çıkmış ulema-yı müteahhirin bunları izah ile iştigali kendilerine büyük bir vazife ittihaz etmiştir.” Bir dinin ulviyyetini anlamak için kitaplarını değil etba’ ve müntesiblerinin netayic-i ef’al ve ahvalini teftiş etmelidir. “Hayır! Zira merci’-i ahkam olan kitab-ı ümmette tasrih olunan bir hükmün erkan-ı dinden olmasında –mahza müntesibinin muhalif harekatta bulunmalarıyla– şüphe etmeye Bu ma’ruzatımız sırası gelince birer makale teşkil edecek mebahisatın bir fezleke-i nafiasıdır. Yine Dozy söylüyor: Görüldüğü üzere bu sözler ta’birat-ı sahifeyi havi olduk tan başka ibhamdan da hali değildir. Doktorun ne demek ram murad olunursa şöyle denir: “O sırada yani kable’l-İslam putperestliğe münhemik olan Araplar zaman-ı fetrette hayli müddetten beri peygam ber yüzü görmeyerek cehalet-i muzlime içinde yaşıyorlardı. Cenab-ı Hakk’ın varlığını tasdik ettikleri halde sıfat-ı ilahiy yesini bilmezler kema yenbağı takdis edemezlerdi. Kendi lerini ma’rifetullaha irşad edecek evamir-i Rabbaniyye’yi tebliğ buyuracak bir nebiye ihtiyaçları aşikardı.” Çünkü bütün tevarih-i ümem şehadetiyle hakıkat-i hal bundan ibarettir. Hatta mukaddimede bir nebze inba olun duğu üzere yalnız Araplar değil bil-umum insanlar Bari-i Teala’nın evsaf-ı kudsiyyesini bilmiyorlardı. Cümle nas işrak veya ta’til i’tikadından hali değildi. Halaikın bir kısmı ifrata kapılarak teaddüd-i ilaha zahib olmuş idi. Ekseriyeti teşkil e den bu sınıf halk muhtelif şubelere inkısam ederek kimisi “seneviye” olup nur ve zulmetten ibaret “ilaheyn-i isneyn” kimi de “teslis” yani ekanim-i selase i’tikadında bulunurdu. Birçoğu da ikiye üçe kani olmayarak üç yüz altmış kadar alihe isbatına lüzum görüyorlardı. Vahdaniyet-i ilahiyyeyi zihinleri bir türlü kabul etmediği cihetle fikr-i tevhidi gayet acib telakkı ederler Furkan-ı Hakim’de hikaye buyurulduğu üzere naşiri hakkında derlerdi. Diğer kısmı da teaddüt-i ilahın adem-i imkanını berahini akliyyeye istinad ettirerek esas-ı tevhidi iltizam ancak tenzih ve takdiste ifrat ederek Hallak-ı zü’l-Celal’in sıfat-ı kemaliyyesini sıfat da münafi-i vahdaniyyet olup takrir ve tahkık-i tevhid kirler vücubu’l-vücud ile müfesser uluhiyetten başka bir vasıf tanımadıklarından vacibu’l-vücud min-külli vechin vahiddir binaenaleyh kendisinden ancak ma’lulun vahid sadır olabilir derler. Çünkü kaziyesini kat’i ve zaruri bilirler. Bu fikir ve i’tikadlarından dolayı Halık dun fail-i muhtar değil mucib-i bizzat olmasını iddia ederler havadis-i yevmiyyeyi mu’iddat vasıtasıyla husul bulan zasına göre doğrudan doğruya Halık olmasını kabul etmedikleri Sultan-ı Enbiya aleyhi ekmelü’t-tehaya efendimiz hazretleri cümle ibada karşı ma’rifet-i sübhaniyyeyi “kema hüve hakkuha” tebyin buyurarak akaid-i fasideyi ortadan kaldırdı zat ve sıfat-ı ilahiyyenin ne vechile takdis ve tebcil olunacağını bildirdi. Tilavet buyurduğu ayat-ı Kur’aniyye ile serair-i hilkati bedai-i masnuat-ı rububiyyeti teşrih kainatın ledi. Bu sayede Cenab-ı Fatır’ın hakim-i mutlak ve fa’alün lima yürid olması sabit oldu. vamis-i kevniyye ve kavanin-i tabiiyye irade-i rabbaniyyesini takyid edemeyeceğinden bir hikmet ve maslahata binaen –mu’cize veya keramet olmak üzere– dilediği gibi harikalar lail-i katıa ile rütbe-i bedahete isal etti. Bu icmalin tafsilat-ı lazımesi Risale-i Hamidiyye mütalaasıyla ma’lum olur. Yine Dozy’den: Dozy’nin burada sarf ettiği bu kelimat-ı atıle talib-i yakın olan ashab-ı akl-ı selimi şaşırtacak kuvveti haiz değildir. Fakat sathi - nazarat haklarında su-i te’sirden hali kalmayacağı gayr-ı münkerdir. Binaenaleyh bi-ser u bün olan bu telbisata karşı esaslı ve metanetli mukabelede bulunmak için dan mebhas-i haşr u neşre dair kelimat-ı hakaik-ayatını bervech-i ati tercümeye ibtidar ediyoruz: kendisinde biraz intibah bulunduğu takdirde tahsil-i ilm ve ta’birinin yalnız ba’se in’itafı der-kar olmakla tercüıslah-ı amel tarikıyle istihsal-i saadet hususunda külliyen atıl kalması caiz olmayacağı gibi iman-ı mezkuru re’sen fait olan kimsenin dahi ihtiyat haricinde hareket etmesi ma’k u l değildir. Ahval-i ahireti tasvir ve tasdik babında tavaif-i beşeriyye dört fırkaya ayrılmaktadır ki bunların her hangisinin re’yine muvafakat edilse insanın hayvan gibi mutlaku’l-i’nan yaşaması daire-i akl u hikmetten hariç kalır. Evvela bu mezahib-i erbaayı telhis edelim ba’dehu her mezhebin muktezasını gösterelim. Fırka-i ulanın mezhebi – Bunlar haşr u neşri cennet ve cehennemi Kur’an-ı Kerim’in natık şerai-i ilahiyyenin müttefik olduğu vechile kabul enva-i adideye inkısamı ma’lum olan lezaiz-i cismaniyyeyi bi-tamamiha isbat ile beraber vasifinin danı lezzat-ı ruhaniyyeyi de i’tiraf ediyorlar. Fi’l-vaki bu lezaiz-i cismaniyye ve ruhaniyyenin suver u keyfiyatı o kadar bedi’ ve alidir ki dar-ı dünyada tasavvur ve ihatası havsala-i Bu naim-i uhrevi kamilen ebedi olup gayr-ı mütenahidir. Buna nailiyet de ilim ve amel-i salih sahibi olmaya menuttur. Bu fırka bilcümle müslimin ile beraber enbiya-yı izama mütabeatta bulunan Yehud ve Nasara’dan ibarettir. Fırka-i saniyye felasife-i İslamiyye’den bazı ilahiyyindir ki bunlar da keyfiyeti kalb-i beşere tamamen inkişaf etmeyen lezaiz-i akliyye isbatında tereddüd etmezler. Ancak lezaiz-i cismaniyye tahakkukunu değil yalnız tahayyülünü i’tiraf ediyorlar. Diyorlar ki: İnsan halet-i nevmde ekl u şurb vesaire tahayyülatıyla mütelezziz olmaktadır. Fakat uyanmasıyla bunu fevt eder. Ahiretteki tahayyülat-ı lezize ale’tte’yid olduğu için şayan-ı rağbet ve ihtimamdır. Maa-haza bu nevi telezzüzat avam-ı müslimine mahsustur. Çünkü dünyada onların nazar ve iltifatı bu cihete maksur idi. Lezaiz-i akliyyeyi takdir edemezlerdi. Üç beş gece evvel gönlüm gibi hava da pek durgun idi. Kendi kendime asude bir vakit geçireyim dedim. Saat yarıma doğru karşımızdaki ormancığa nazır pencerenin önüne oturdum. Bütün anasır-ı namiyyeye ruh-ı neşve sari bütün mevcudata aşk-ı nev-bahari tari olmuş idi. Her taraftan buyi hayat intişar ediyor maziye ait latif hatıralar kalbimi tatlı tatlı ihtizaza getiriyor idi. Aradan biraz geçti. Sakf-ı laciverdiye çakılmış altın baş çiviler ca-be-ca görünmeye başladı. Daire-i ufk-ı mer’inin merkezinde bir mevki’-i safa işgal ediyor zamanın fanuslu konsol saatlerine benzettim. Hakıkat ekvana nazar-ı mahdud ile bakılınca bu teşbihim pek de münasebetsiz değil idi. Fakat küre-i havayı nazar-firib bir manzaradan başka bir şey olmayan o tabaka-i letafet-nümayı aradan kaldırdım. Matıyye-i hayalimi saha-i la-tenahiye doğru sevk ettim. Menzil almaya neşveli neşveli tek u taz etmeye başladı. Lakin merhale-i ulada dizlerinde kuvvet kalmadı. Aman bu benim cevelan edeceğim saha değil döneyim dedi. Hele biraz daha dedim. Zar zor biraz daha gitti. Fakat biraz daha gidecek olursam helak muhakkaktır diye feryad ediyor idi. Yalvarmasına dayanamadım; öyle dedim. Pür-lerze-i haşyet yerine çekildi. Fakat hala tiril tiril titriyor hala nasiyesinden dolu taneleri gibi terler döküyor Onu orada bıraktım. Ufka doğru tevcih-i nigah ettim. Kamer damen-i ufuktan nazan u hıraman görünmeye başladı uçuk ziyası saha-i semaya bir reng-i hüzn-akin veriyor gerd-i küduret gibi duran kelefler gittikçe nazarımda hutut-ı sirayet etti. Hatib-i nev-bahar bedayi-i rebii nağme suretine temsil sir etmeye başladı. Beyan-ı beliğiyle ruhuma birçok şeyler söyledi. Ruhum onun söylediği şeyleri anladı. İkisi birbirine aşina çıktı arada ben bigane kaldım. Soluma tevcih-i nigah meye başlayan genç yaramaz bir rüzgar gündüzün ızdırab-ı ta’b-engizinden yorgun düşmüş o yorgunlukla derin bir uykuya dalmış olan o safha-i nur-ı mevvac ile oynaşmak babı andıran iz’acat-ı mütevaliyyesine bir fütur-ı lakaydiyle mukabele ettikçe o yaramaz çocuk yine rahat durmuyor yine onun ötesini berisini gıcıklıyor idi. Nihayet uyandırdı uykusunu kaçırdı. Mülaabeye mülatafeye başladılar. Yaramaz çocuk onun yanağına hafifçe dokunup kaçar o da bir tavr-ı rehavet-nüma ile elini kaldırıp arkasından sular serper bu mülatafat arasında sesler işitilmeye başladı. Rüzgarın sesi kahkaha-i şebabı denizin sadası da hafif bir nevha-i iştikayı di. Rüzgar kaldı; deniz de tekrar hab-ı nuşine daldı. Afakta tecelli eden bu halatı gördükçe ben de neşvelenmeye başladım. Kendi kendime dedim ki: Oh ne ala! Feleğin şu bad-ı heva [bedava] safasından biraz müstefid olayım. Derhal bir lisan-ı gayb-ı semavi bana şu sözleri söyledi: Bad-ı heva dediğin safa hangisi? O safanın husulüne badi olan şu levha-i garra silsile-i a’dadında milyonlar vahid hükmünde kalan edvar-ı takallübatın mahsul-i mesaisidir. Fikrini gayet mahdud bir daire dahilinde cevelan ettirdiğin dakikada kalbinde hasıl olan neşvenin şemsten zerreye varıncaya kadar bütün ecza-yı mükevvenatın netice-i faaliyyeti olduğunu düşünmüyorsun. Bad-ı heva dediğin o safada bütün alem-i tabiatın hisse-i mesaisi bulunduğunu unutuyorsun. Bu hakıkatten gafil olmasa idin o neşvenin kıymet-i sahihasını takdir eder bad-ı heva demez idin! Hakıkatin hayal yahud hayalin hakıkat suretinde bir tecelli-i garibi olan bu hatıra beni biraz değil gereği gibi düşündürdü. Aklım başıma geldi. Alemde bad-ı heva gibi görünen pek çok şeylerin hakıkatte pek pahalı pek kıymet-dar olduğunu ekser zaman ben de düşünür hayatın en ehemmiyetsiz görünen ahvalinde pek büyük ehemmiyetler görür halkın hiçe saydığı şeyleri nazarımda pek büyük bulur idim. Lisan-ı gayb-ı semavinin bu ihtarından sonra fikrimin o sirini göstermeye başladı. Bu hatıranın mikyasını zihnimde büyüttüm; birçok şeylere tatbik teşmil ettim. Tevarüd eden fikirler daire-i hayale sığmayacak dereceyi buldu. Düşündükçe düşündüm. Nelere malik ne tükenmez hazaine sahip olduğumu mülahaza ettim. Hülasa yokluk içinde bir varlık varlık içinde bir yokluk buldum ki ta’rif edemem. Bir saat kadar imtidad eden bu cevelan-ı zihni matıyye-i fikrimi gereği gibi yordu. Kendi kendime dedim ki: Haydi şu bulunduğum alemi hakıkat dairesinden şiir ve hayal dairesine nakledeyim. Şu menazır-ı dil-güşaya şu cirm-i nevvara biraz da şair gözüyle bakayım. Herkesin kendine göre bir şiiri bir şairliği vardır. Hatta Aşık Ömer bile kendi aleminin bir büyük şairi idi. Herkes fikrinde hürdür. Varsın kimse beni şair olmak üzere tanımasın. Fakat ben şu dakikada kendime şair diyecek olursam ona da kimsenin karışmağa hakkı olamaz ya.? Kamerle hasb-ı hal yahud enis-i ruhum Akif’in ta’biriyle deruni bir müşafehe edeyim diye varidat-ı hayaliyye hazinesine müracaat ettim. Va-esefa ki onu da bazı hazineler gibi tam takır buldum. Adam sen de dünya istikraz ile kaim. Bende sermaye yoksa sermayedaran da iflas etmedi ya? Servet-i fikriyye ashabının hazine-i irfanı sağ olsun. İşte koca Fuzuli yazıhanenin üstünde duruyor. Açar bir tefe’ül ederim. Elbette kafil-i hasb-i hal olacak bir neşide zuhur eder! –mumu yaktım– Fuzuli’yi aldım. Açar açmaz: Giceler encüm sayarım subha dek Ey şeb-i hecrin bana yevmü’l-hisab beyti zuhur etti. Beytin mukteza-yı hale mutabakatını hakıkaten garip buldum. Divanı yastığın üzerine koydum. Kamerin safha-i pertev-barına bir nazar daha atfettim. Ya Rab şuna ne söyleyeyim? diye düşünüp dururken kapının çaldığını odadan içeri girdi. Teati-i selamdan sonra aramızda şu sözler cereyan etti. Refikım - Karanlıkta oturuyorsunuz. – Evet biraz mehtaptan istifade edeyim dedim. – Demek bu gece şairliğiniz tuttu? – Öyle gibi. – Şu halde sanihatınızı görebilir miyim? – Sanihat filan yok. Fakat deminden beri zihnime layıh olan efkarı bir yere toplamış olaydım tavilü’l-zeyl bir eser vücuda gelirdi. Hayran-ı intisakı olduğum asar-ı kudrete baktım. Sani-i hakimin kudretini azametini düşündüm; asar-ı gayr-ı mütenahiyyesinde tecelli eden namütenahi kudreti aklıma durgunluk verdi. Kendi kendime: Ne büyük kuvvet! Ne büyük tasarruf! dedim. Cenab-ı Hak nasıl inkar olunur? Bu kadar havarık-ı hilkat bu kadar dekayık-ı san’at şuur-ı nefsi hassasından mahrum bir kör kuvvete nasıl isnad edilir; kendi kendinden haberdar olmayan bu kuvvet nasıl olur da insan gibi bir mahluk-ı müdriki vücuda getirebilir? Alemde bu intizam nasıl olur da tesadüf denilen bir lügat-ı amyanın medlul-i bi-ma’nasıyla vücud-pezir olur? Asgar-ı na-mütenahiden ekber-i na-mütenahiye kadar her şeyde tecelli eden bu intizam-ı müstakar bir Hakim-i müdebbirin eser-i sun’u eser-i tertibi olmadığı ne vechile kabul edilir. Benim i’tikadıma kalırsa tedbiri tasarrufu kainatta cari olan kudret-i mutlaka-i ilahiyyeyi kör kuvvet gibi tahayyül edenler ayet-i kerimesinin ma-sadak-ı tammı olan kör dil mahrum-ı basiret kimselerdir ki bunlar tıpkı gemide giderken geminin hareketinden gafil olup karaları müteharrik zanneden galat-ı his erbabı gibi kendi basar-ı basiretlerine tari olan amadan zahil olup Sani-i Hakıkı’yi kör kuvvet suretinde tahayyül ediyorlar. Daha doğrusu mir’at-ı şuun-ı ilahiyyede kendi hakıkat-i zatiyyelerini görüyorlar. Avalim-i gayr-ı mütenahiyyeye sevk-i matiyye-i hayale ne hacet? sine-i ademden çıkardığı a’yan-ı mevcudata bunlar meyanında en yakını olan kendi vücuduna nazar-ı insaf ile bakıp onda tecelli eden sanayi’-i acibe-i kudreti mülahaza etse Cenab-ı Hakk’ın tasdikinde muztar kalır. Semavata harekat-ı muntazamalariyle o saha-i la-tenahide seyreden la-yuad ecrama bakmaya onların vücuduyla isbat-ı sani’e Fakat insanın ilmi mahsusattan muktebes mahsusata münhasır olduğu için saha-i tefahhusta icale-i efkar ettikçe mahsusat haricinde bir şey kabul etmek istemiyor gururu daima kendisini girive-i inkara saptırıyor ilmini ihatasını mahdud değil mutlak gösteriyor. Halbuki bugün ihata-i hissiyyemiz dahiline aldığımız en ziyade hakıkatine vukuf iddiasında bulunduğumuz şeyler hakkındaki ma’lumatımızın o şeylerin sathından kışrından hene cümlesindendir. Havass-ı hams ile müdrik olduğumuz tahlil ve terkibiyle birçok şeyler vücuda getirdiğimiz maddenin ne olduğunu bilmiyoruz. Maddenin hakıkatine dair birçok nazariyeler faraziyeler serdediliyor. Bunların kaffesi mechulü mechul ile ta’rif derekesinde kalıyor. Hakıkate doğru hayli mesafe katettiğimize zahib oluyoruz. Sonra dönüp arkamıza bakıyoruz bulunduğumuz noktadan bir hatve bile ileri gidemediğimizi görüyoruz. Hakim-i meşhur Newton’un mesel-i sair sırasına geçen bir sözünün burada iradı zaruridir. Newton demiş ki: Biz sahilde oynayan çocuklara benzeriz ara sıra asdaf-ı bahriyyeden bir zarif sedef bulur onu bir şey zannederiz. Halbuki gözümüzün önünde duran umman-ı bi-giranda daha ne sedefler cevherler olduğunu görmeyiz. Bilmediğimiz şeyleri ayağımızın altına koysak başımız göğe ererdi diyen pek doğru söylemiş. Bildiğimiz katre bilmediğimiz deryadır. Halbuki o katre hakkındaki ma’lumatımızın nefsü’l-emre muvafakatı da muhtac-ı nazardır. Böyle meşkuk mahdud bir danişle nasıl hakıkate vusul iddiasında bulunuruz? İhatamızın daire-i vukufumuzun haricinde bizim bilmediğimiz birçok şeylerin mevcud yahud mümkinü’l-vücud olduğu ne vechile inkar olunabilir? Kudret-i fatıranın dimağımıza tevdi ettiği kuvanın bütün serair-i hilkati zorlaya zorlaya bir noktaya kadar gidebiliriz. O noktayı geçmek maddiyatta bile acz-i mutlak aleminde puyanız. Vücudumuz arzın tabiatına göre yaratılmıştır. Acaba vücudumuzun hal-i hazırıyla küre-i kamerde yaşayabilir miyiz? Başka bir cirme tabiatımız o cirmin hilkatine tabiatına uymuyor. Hal böyle iken fikrimizin ma’neviyat sahalarında cevelan edemeyeceğine bizim şu kütle-i hakide hakıkat olmak üzere kabul ettiğimiz bir şeyin onun haricinde mecaz bile olamayacağına neden bir şıkk-ı imkan görülmesin? Tabayi-i maddiyatta meşhud olan bu tebayün beynimizdeki alaka-i maddiyyetin vücuduyla beraber bizi bu kadar müşkil bir mevki’de bırakıp durur iken ma’neviyat sahasında niçin kendimizi bu kadar serbest bu kadar mutlaku’li’nan görüyoruz? Niçin o aleme ait hakayıkın ihatasına nefsimizde gibi her bedihiden daha bedihi olan bir hakıkat-i vazıhayı gibi delilden müstağnidir. Hatta beni beşerin o noktadaki tir. Güneşi biraz daha iyi göreyim diye nuruna teveccüh edenlerden büsbütün hassa-i rü’yet müntefi olduğu gibi vücud-ı Bari’de ta’mik-i delail vadisine sapanların sa’y-i beyhudeleri de bazı kere eşkal-i matlabdan başka bir şeye yaramaz. Hazret-i Hüdai’nin olmak üzere hatırımda kalan şu beyit bu hakıkatin tarz-ı diğerde ifadesidir: Zuhuru perde olmuştur zuhura Gözü olan delil ister mi nura Madem ki söz buraya kadar geldi bari biraz daha söyleyelim: Cenab-ı Hak kendi varlığını bildirmek için bizi halk etmiş merkez-i idrak olan bir kütle-i sagıreyi kafatasının içine koymuş. Onu vücud-ı haricinin safahatından haberdar edecek meşairle mücehhez kılmış. Meşair-i hamsten mesela kuvve-i basıramızı halk buyurmamış olsaydı. Alem-i mubsırat bizim için yok hükmünde olurdu. Hilkat-i hazıramızla alem-i vücuddan bize bildireceği kadarını bildirmiş. Fakat kim bilir? Bu alemin bizim ihata-i hissiyyemiz haricinde daha ne kadar safahatı var? Biz onların ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü bilmeye yeltenecek olur isek dolaşacağımız daire behemahal yine havass-ı hams dairesidir. Onun haricine çıkamayız. Vehmin ianesiyle yakuttan bir dağ tasavvur edebiliriz. Fakat yakut ile dağın müdrikat ve mahsusatımız cümlesinden olduğunu unutmamalıyız. Buradaki tasarrufumuz eczası maddeden müstear bir tasarruf-i vehmiden başka bir şey değildir. Alemin bildiğimiz safhalarından başka bir safhasının ne olduğunu bize bildirecek altıncı bir hisse malik olmamızı farz etsek o hissin ne olması lazım geleceğini o hiss-i mefruz ile hat-ı vücud haricinde ne surette ne mahiyette taayyün tecelli edeceğini kıyamete kadar düşünsek bulamayız. İşte bizim ma-fevka’t-tabiiyyat namını verdiğimiz el yordamıyla gezmek istediğimiz sahanın ser-haddi buradan başlar. Hudud-ı hissiyyemiz haricinde olan bu alemin hakıkatinden bahsetmemiz tıpkı anadan doğma bir körün elvandan bahsetmesi gibidir. Bizim için yapacak bir şey varsa o da daire-i hissiyyemizin hududu dahiline girmeyen bu alemin imkan-ı vücuduna kail olmak onu inkar etmemektir. A’ma-yı mader-zad kırmızı yeşil sarı lügatlerini telaffuz eder. Fakat bunların medlullerine dair dimağında hiçbir renk tahayyül bulamaz. Çünkü ama-yı mader-zad idrak-ı elvana mani-i mutlaktır. Yüz bin sene çalışsak o a’maya levn hakkında bir fikir veremeyiz. Lakin a’manın müdrik olmaması hasebiyle elvanın da mevcud olmaması lazım gelmez. Bu mukaddimeyi burada bırakalım vücud-ı Bari hakkında varid olan mülahazat-ı atiyyeyi istitrad kabilinden olarak serd eyledikten sonra her ikisini birleştirerek bir netice çıkaralım. Ma’lumunuzdur ki mürekkebatı tahlil ede ede nihayet ecsam-ı basitada anasırda karar kılıyorlar. Anasırdan ötesine de geçiyorlar. Fakat biz orada duralım çünkü öteye geçmenin neticeye te’siri yoktur. Mürekkebatta tecelli eden asar-ı tekemmülün anasır-ı basitada mevcud olmadığı iki kere iki dört eder gibi sabittir. Acaba bu anasır-ı maddiyye basit-i nakıs derekesinden mürekkeb-i kamil derecesine nasıl irtika etmiş; bu kemali nereden müdrik olmuş ki her tekemmülünde kendisini onun fevkinde bir tekemmüle namzed kılıyor onun husulü esbabını istikmal ediyor? Süllem-i tekamülünün birinci kademesinden i’tibaren yüksele yüksele cemad derekesinden nebat oradan hayvan oradan insan derecesine kadar çıkıyor? Basitin mürekkebde tecelli eden kemali haiz olmadığı bedaheten sabittir ve böyle olmak lazım gelir. Çünkü o kemali haiz olması lazım gelse silsile-i edvara merbut olan tekamül hasılı tahsil ve binaenaleyh abes olmak iktiza eder idi. Tekemmülün terkib ile mebsuten mütenasib olmasına nazaran hadd-i zatında basit olan ta’bir-i diğerle vücuda getireceği eserden min-ciheti’t-terkib dun bir mertebede bulunan bir şey kendisinin vücuda getireceği şey’-i diğerde tecelli edecek kemali –ondan nakıs olması hasebiyle– kable’lvuku’ nasıl ta’yin edebilir? O kemalin husulünü tehiyye edecek esbabı nasıl istihsal eyleyebilir? Eşyada meşhud olan ve bizce kemal namı verilen şeyin tabiatça maksud-ı bizzat olmadığını tabiatın onun husulüne bilerek çalışmadığını iddia edenlerin bu iddiası benim i’tikadıma göre Cenab-ı Hakk’ın mevcudiyetini müeyyid delailin en kavilerinden ma’duddur. Saha-i tekvinde tecelli eden ahvale ta’lil ba’de’l-vuku’ demek taannüdden mükaberede daha doğrusu idraksizlikten başka bir şey değildir. Filhakıka gözün görmek kanadın uçmak için yaradılmadığını bunların yaradıldıkları için o vazifeyi ifa ettiklerini iki bin bu kadar sene evvel iddia edenler gelmiş pek çok kimselerin el-yevm bu i’tikadda sabit-kadem oldukları müşahede edilmekte bulunmuştur. Fakat alem-i mubsırat ile onu dimağımıza idrak ettiren uzv-ı basar iki mevcud-ı müstakil olduğu halde mubsıratın hakıkatiyle gözün hakıkat-i mubsırata mülayim muvafık olmak üzere ihtiva eylediği dekayık-ı san’at beyninde nasıl bir telazüm nasıl bir irtibat ve münasebet bulunduğu azıcık münsıfane teemmül edilecek olursa aks-i kaziyyenin teeyyüd ettiği görülür. Eşyanın noksandan kemale gitmesine ve bu takdir üzere bir şey’-i nakısın vücuda getireceği diğer bir şeyde tecelli eyleyecek kemali min-ciheti’l-kemal ondan dun olan o şey’-i nakısın istihzar eylemesine aklen imkan mutasavver olmadığından tertib-i anasırdan mütevellid silsile-i tekamülün madde riciyyenin eseri olduğu olması lazım geleceği kendi kendine tahakkuk eyler. yı seradikat-ı ezeliyyette mütevari olan Zat-ı Vacibü’l-Vücud’dur. Eğer bu kuvve-i müdrikeyi yahud tabiiyyunun ta’birince gayr-ı müdrikeyi maddenin mukteza-yı zatı lazım-ı gayr-ı müfarıkı olmak üzere farz edersek evvelki mahzur yine bakı kaldıktan başka tekamül etmemiş anasır-ı perakendede tekamülü müdrik bir kuvvet tahayyülü gibi butlanı beyyin bir tenakuzun vücudu kabul edilmiş olur. Anasır-ı müteferrikada bu kuvvetin vücudunu tahayyül dimağın eczası bir yere gelip dimağı vücuda getirmeden evvel dimağda tecelli edecek idraki onun ecza-yı perakendesinde tahayyül gibi bir garabeti tazammun eder. Bu kuvveti maddenin mukteza-yı zatı olmak üzere farz etmek kuvvetlikten çıkarıp madde gibi acz derekesine tenzil ve kendi fevkinde bir kuvve-i hariciyyeye müftekır kılar. Maddedeki takallübatın behemahal bir kuvvet-i hariciyyenin eser-i tedbiri olduğunu teslim zaruridir. Çünkü madde kendi kendisini noksandan kemale sevk edemez. Basit-i nakısdaki noksan mürekkeb-i kamildeki kemalin tecellisine illet-i kafiyye olamaz. O kemali vücuda getirecek esbabın istihzarı nakısın daire-i isti’dadından hariç olmak lazım gelir. Yalnız tabiat-ı eşyadaki isti’dad-ı tekemmül müessir-i hariciden Bir saatin makinesini vücuda getiren ecza-yı ma’deniyyede o makineyi vücuda getirecek isti’dad ne ise zerrat ve anasırda mürekkeb-i mükemmel husule getirecek isti’dad da odur. Mesela demirin bir müessir-i haricinin tertibi tealluk etmeksizin bir milyon sene kalsa saat haline gelmesi mümkün olmadığı gibi zerrat ve anasır da bir mürekkeb-i kamil hasıl edecek bir kuvvet-i hariciyyenin tedbir ve tasarrufu tealluk etmeksizin hod-be-hod kendisini tekemmüle sevk ile mürekkebat-ı mükemmele vücuda getiremez. Çünkü onlarda cari olan kanun cazibe ve dafia-i mütekabile gibi bir kanun-ı basitten ibarettir. Madem ki anasır cemadiyetten mertebe-i idrake kadar yükseliyor onu o derekeden bu dereceye irtika ettirmek için husul-i idrak ve şuuru müstelzim bir terkibe mukarin edecek harici bir kuvvet lazım o kuvvetin kendi zatında mütecelli kemalin vücudu için kuvvet-i uhraya ihtiyacı olmamak zaruridir. Çünkü kuvvet-i uhraya ihtiyacı haiz kemal-i mutlak mutlak olmasına manidir. Silsile-i mümkinatta tecelli eden eser-i tekemmülü vücuda getirecek kudret tasarruf o kuvvet-i hariciyyenin mukteza-yı zatı olmasa yukarıda söylendiği vechile maddede mütehakkık olan ihtiyaç kendisinde de mütehakkık olmak lazım gelir. O da vücudunda kuvvet-i uhranın te’sirine muhtaç olur alemde meşhud olan bu tekemmül kuvvede kalır idi. Silsile-i kuvanın ila-gayrı’n-nihaye temdidi ise teselsülü intac eder ki aklen ve mantıken bahiru’l-butlandır. Çünkü bir mebde-i evvel bir vücud-ı vacib kalır vücudunu ademine tercih edecek bir müreccihin fıkdanı hasebiyle hiçbir şey labis-i kisve-i vücud olamaz idi. Silsile-i mümkinatın vücudu için bir müessir kabul etmek silsile-i a’dadda vahid kabulü gibi zaruridir. Vahid taayyün etmedikçe a’dadın taayyününe aklen imkan mutasavver olmadığı gibi vacib tahakkuk etmedikçe mümkinin tahakkukuna da öylece imkan-ı akli yoktur. Kabulü zaruri olan bu kuvveti maddenin mukteza-yı zatı addetmek cevaptan müstağni bir iddia-yı vahidir. Çünkü bu takdir üzere o kuvvet kuvve-i müessire müdebbire olmak derecesinden madde derekesine iner. Ve madde ile beraber kendi fevkinde bir üçüncü kuvvete müftekır olur ki bunun butlanını şimdi söyledik. Bu aleme vücud namını vermeyenler türlü türlü esma bu tebayün-i esmaya bu inkara bakmayıp alemin mahiyetinden kat’-ı nazar yalnız müsemmaya hal-i hazıra bakarak bir müessire ihtiyaç olduğunu cezm ederiz. Bu kuvvet terkib-i hudus gibi şevaibden külliyen muarradır. Mesela kendisinde terkib tasavvur edilse derhal şu mülahazanın vürudu zaruridir: Bir mürekkebin eczası alelinfirad nazar-ı i’tibara alınsa vücuda getirdiği küll-i mükemmelden nakıs olduğu görülür. Ecza-yı nakısa sırf kendi kuvvetiyle bir küll-i mükemmel vücuda getiremez demiş idik. Küll-i mükemmeli vücuda getirmek için onun eczasını küll-i mükemmeli vücuda getirecek surette tertib ve tensik edecek bir müessirin vücuduna ihtiyaç messeder ki böyle bir müessire müftekır olan bir şey de tabii halık olamaz. Şundan anlaşılır ki Cenab-ı Hak terkibden terkibe mümasil şevaibin kaffesinden münezzeh ve müberradır. Bu gibi şeyler de maddenin icabatındandır. Cenab-ı Vacibu’l-vücud hakkında serdedilen bu mülahazat lindendir. İsbat-ı vacib delaili felsefe kelam kitaplarında başka yoldadır. Maksadımız o kitapların münderecatını buraya nakletmek değildir nakledilmiş olsa idi Sırat’ın sahifeleri kafi gelmez idi. Serdedilen bu mülahazat belki bazı efkara göre şayan-ı kabul görülmeyebilir. Pekala bizim vücud namı tahtında bildiğimiz vücudların haricinde olan bu kuvvet ne mahiyette ne hakıkatte bir vücud olabilir? mutasavver olmayan Zat-ı Bari’dir. Onun ne olduğu bilinmez yalnız varlığı tasdik olunur. Onun hakıkat-i zatiyyesini idrak mümkün olmadığını mahz-ı işraktir. Bahsimizin yukarılarında: Bu mukaddimeyi burada bırakalım da vücud-ı Bari hakkında varid olan bazı mülahazatı her ikisini birleştirerek bir netice çıkaralım demiş idim. Bahsin o şıkkına rücu’ edelim: Ama-yı mader-zad idrak-i elvana mani’-i mutlak olduğu gibi bizdeki acz-i kat’i de idrak-i künh-i Bari’ye mani’-i kavidir. Çünkü Cenab-ı Hak kendisini muhit olacak kuvveti bizim dimağımıza koymamıştır. Çünkü o zaman muhit iken muhat olur idi. A’ma-yı mader-zad için elvan hususunda yapacak bir şey kalırsa o da mahiyetine infaz-ı fikrden sarf-ı nazar ederek gözlülerin “renk vardır” dediğini kalbiyle tasdik lisanıyla Bu böyle olduğu gibi vücud-ı Bari hususunda biz de bizi Cenab-ı Hakk’ın vücudundan haberdar eden Enbiya-yı Zişan’ın sözlerine inanmaya iman etmeye mecburuz. Çünkü a’ma-yı mader-zadın hakıkat-i elvana karşı hali mevkii ne mevkiimiz ayniyle odur. Şimdi siz diyebilirsiniz ki: Beni Cenab-ı Hakk’ın mevcudiyetinden haberdar edenler de benim gibi insan onlar bu ma’lumatı nereden almışlar da beni söylediklerine inanmaya a’ma-yı mader-zad da size söyleyebilir idi. Çünkü o da sizin gibi adem. Ama siz onun malik olduğu hislerden fazla bir hisse malik olduğunuz cihetle kendinizin ondan mükemmel onun fevkınde olduğunuzu a’manın hiss-i rü’yetten mahrumiyeti hasebiyle sizden dun bir mertebe bulunduğunu bilirsiniz. Fakat ona bu hakıkati yani hissen ondan mükemmel olduğunuzu anlatmak ihtimali yoktur. Çünkü a’ma-yı mader-zad levn gibi zat-ı rü’yetin de ne olduğunu bilmez ki hatta o feyzin sizde vücuduna onun vesatatıyla mübsıratı idrak ettiğinize kail olup sizin kendisinden mükemmel bir fıtrata sahip olduğunuzu anlasın! Kıyamete kadar çalışsanız ona bu suretle olan tefevvukunuzu o tefevvukun hakıkati a’manın zihninde taayyün edecek surette anlatamazsınız. mak hususunda duçar oldukları müşkilat biz gözlülerin körlere tefevvukumuzu anlatmak hususunda duçar olduğumuz müşkilatın aynıdır. Körlerin burada yapacağı bir şey varsa o da gözlülerin eline yapışıp bir uçurumdan aşağı tepe taklak gitmeden mahall-i maksuda vasıl olmaktan ibarettir. Çünkü bu bahiste herşeyi bilirim demek hiçbir şey bilmem demenin aynıdır. Burada ikinci bir i’tiraz varid olabilir? O da şudur: Madem ki Cenab-ı Hakk’ın bizi yaratmaktan maksadı kendisini bize bildirmek imiş bu isti’dadı bu kuvveti niçin doğrudan doğruya herkesin zatında tecelli ettirmeyip de araya birtakım vasıtalar koymuş bunlar olmasaydı daha muvafık olmaz mı idi? Nev’-i mantıki tahtında taayyün eden efrad-ı beşeriyyeye doğrudan doğruya o isti’dadın adem-i tevdii bir çok ihtilafata sebebiyet vermiş emr ber-aks olaydı ortada bu nasib bir mihverde deveran eder idi. Bu i’tirazın cevabına şıkk-ı ahirinden başlayalım: bunları kendi aklınca olmasını vücud bulmasını daha muvafık gördüğü şeylerle mukayeseye kalkışacak olursa edyana den evvel kendi vücudundan da başlayabilir. Mesela bu gün bir akıllı çıkıp da dese ki Cenab-ı Hak bizde iki göz yaratmış fakat bunların ikisini de mevzi-i hazırlarında halk edeceğine birini ensemizde yaratmış olaydı daha münasib olmaz mı idi? Çünkü yolda giderken hem önümüzü hem de arkamızı görür ciheteyni muhit olan bu ru’yet-i muzaafadan daha mükemmel bir surette istifade eder idik. Sonra öteden bir akıllı daha çıkıp ne olurdu Cenab-ı Hak insanda der o lezzetten de hisse-mend olur idik. Öteden biri daha çıkıp mü’ziyatın ilel ve eskamın halkına el-hasıl her biri bir şeye i’tiraz edebilir idi. Bu i’tirazat ne dereceye kadar ma’kul ne dereceye kadar muhık ise ihtilafat-ı edyan hakkında serdedilen i’tirazat da o dereceye kadar muhık o dereceye kadar ma’kul olabilir. Hilkate karşı serdedilmesi melhuz olan ve bu gibi i’tirazata ne zaman Cenab-ı Hakk tarafından bir cevap alınırsa zaman belki bir cevap alınabilir. Gelelim i’tiraz-ı sabıkın: Cins-i mantıki tahtında ta’yin eden efrad-ı beşeriyyeye doğrudan doğruya o isti’dadın adem-i tevdii şıkkına bu i’tiraza afaktan bir misal serdedeceğim. Onun munsıfane teemmülü kılar. Öteki musahabelerde serdettiğim edillenin ekserisi gibi bu da bir delil-i semavi oluyor. Fakat ne çare öyle tevarüd öyle tesadüf ediyor. Cins-i mantıki tahtında taayyün eden efrad-ı beşeriyyeyi mevzu-i bahs etmeden evvel yine o cins tahtında taayyün eden efrad-ı kevakıbi nazar-ı i’tibara alalım: Seyyarat ile onların mebde-i feyzi olan şemsten müteşekkil bir manzume mevcud olduğunu görüyoruz değil mi? Bu seyyarattan hepsinin kendisine mahsus bir tabiatı bir tarz-ı hilkati olduğunu üzerlerinde kendi tabiatları hilkatleriyle mütenasip mahlukat olması muhtemel bulunduğu da işitiyoruz. Acaba bu seyyarata bu feyz nereden geliyor? Güneşten. Şu halde güneş nedir? Cins-i nücum tahtında taayyün eden la-yuad efrad-ı kevakibden bir kevkeb. Pekala madem ki seyyarat-ı saire gibi güneş de bir kevkebdir; niçin Sani-i Ezeli cins-i vahid tahtında taayyün eden güneşe yine o cinsin tahtında taayyün eden kevakib-i saireden fazla bir hassa bir meziyet vermiş de ona tabi’ olan kevakib-i saireyi onun feyzine muhtaç ve müftekır kılmış? Acaba Cenab-ı Hak ona tabi’ onun etrafında sair olan seyyaratı da güneşin feyzine muhtaç ve müftekır olmayacak bir mahiyet-i müstakılle üzere halk kendi tekamülleri için muhtaç oldukları havas ve kuvayı kendi ecza-yı ferdiyyelerinde mündemiç edemez mi beynine böyle bir fark koymuş onların birçoğunda tecelli ettireceği fezy u kemal için şart-ı la-büd hükmünde olan havas ve kuvayı içlerinden yalnız birine tevdi’ ve tahsis etmiş? Bu böyle olduğu gibi Cenab-ı Hak cins-i vahid tahtında taayyün eden efrad-ı beşeriyye meyanında dahi tıpkı bu kanun-i şekkil manzume-i beşeriyye dahilinde yine beşer cinsinden birtakım efrad-ı zekiyye halk ederek kevakıb-i seyyaredeki feyzi kemali husule getirecek havas ve kuvayı güneşe tevdi’ ettiği gibi manzume-i beşeriyyenin efradında da tecelli edecek feyzi kemali vücuda getirecek havas ve kuvayı da o manzumenin güneşleri mesabesinde olan Enbiya-yı Zi-şan’a tevdi’ onları bu imtiyaz-ı bülend-i ilahisiyle efrad-ı saireden mümtaz efrad-ı saireyi onlara muhtaç ve müftekır kılmıştır. Seyyarat-ı ma’lumeden birinin hal-i hazırıyla mesela şemsten istiğna vadisine sapması farz edilecek olsa acaba o seyyarenin hali ne surete iktiran eder? Zatında tecelli eden feyzden tekemmülden eser kalır mı? Ne gezer derhal nur-ı feyzi nur-ı hayatı muntafi kemali zevale mübeddel olur. dan istiğnaya meylettiği dakika zulmet-i mutlaka aleminde kalır kendisinde nurdan hayattan el-hasıl insanı hayvanat-ı saireden mümtaz eden havas ve mezayadan eser kalmaz. Sözün hülasası insan nefsinde cem’ ettiği katreyi derya görerek o katre dahiline girmesi müstehil olan hakayıkı inkar etmemeli. Çünkü bu muamma-yı ebediyyu’l-işkalin henüz tarik-ı halline ayak atan olmamış çünkü muammayı tertib eden tarik-ı hallini bizden mektum tutmuştur. İnsanın ben bu muammayı hallettim demesi hakıkatten fersah fersah uzak olan kendi zannından kendi da’vasından başka bir şey değildir. Bu zan bu da’va sahibi için ani bir lezzet muvakkat bir sürur hasıl eder; fakat muamma-yı hilkat olduğu gibi durur. Derya ki vatan namı alan maderimizdir; Her katresi baksan küre-i digerimizdir Her mevcesi tabut-i sema-peykerimizdir Her cuşişi Allah’a varan makberimizdir. Bir ferdimiz öldükçe yaşar bir koca millet.. Gitmek ebedi ömr ile ukbaya ne devlet! Dünyalara kalsın yine dünyadaki zillet! Yok bastığımız yerde bile hak-i mezellet! Her meyyitimiz yatmada na’şında kefen yok: Bir ruh-ı mücerred ki o duşünde beden yok Bak kabr-i hazininde bile hak-i vatan yok Bir makberi yok zairi yok matem eden yok! Lakin bu vatan hak-i mezar olmaya gelmez Topraksa da toprak gibi hor olmaya gelmez! Millet hele bir zair-i zar olmaya gelmez Ati ki seherdir şeb-i tar olmaya gelmez. Döndükçe ecel şevk ile piramenimizde Dönmez yürürüz kanlı kefen gerdenimizde! Hun-ab-ı şehadet lekesiz damenimizde: Envar-ı şafaktır yıkanır sanki denizde! Girmiş yatıyor kalb-i vefadarına ecdad.. Derya bize bigane değil makber-i mu’tad! Her mevce-i pakinde nihan bir ebedi yad Bir yad-ı şehamet ki unutmaz onu ahfad. Bak unsur-ı hakisine maderde vatan var; Bak hak-i siyeh rengine makberde vatan var; Göklerde büyük Arş ise yerlerde vatan var! Ölmezsek eğer millet için şanlarımızla: Feryad ederiz Halık’a ummanlarımızla Tufanları tasvir kılan kanlarımızla Bir saika şeklindeki vicdanlarımızla. Afak-ı şehadette yüzen ruh-ı necibe Dünyada mezar olmaya şayeste mi Ka’be? Arş olmalıdır yerde kalan na’şına türbe Kur’an da hitab-ı ezelisiyle kitabe! Hazret-i Osman ne kadar ağır başlı ne kadar halim ise oğlu Eban da bilakis o kadar hezle mail o kadar hafif imiş! Günün birinde meşhur Eş’ab ile beraber kırda otururken karşıdan devesi yedeğinde bir A’rabi zuhur etmiş ki engerek yılanı gibi etrafa zehir püskürür yanına kimseyi sokmaz önüne geleni ısırır. Arkasına sokulanı tepermiş! – Şu cehennem yüzlü herif badiyeden gelmiş olacak... Fena eğlence değil... Müsaade ederseniz çağıralım da biraz kızdıralım.. – Hay hay! Eban’ın adamlarından biri A’rabiye “Emir Eban bin Osman seni yanına da’vet ediyor” deyince A’rabi icabet etmiş selam vererek Eban’ın karşısına çökmüş Eban herife kabilesini nesebini sormuş; yalandan hısım çıkmış: – Ne iyi tesadüf! Senin şu deven gibi bir deve edinmek Demek ki akrabamdan birisiyle ahz u i’tada bulunacakmışım.. Evet evet tam bu renkte bu irtifada bu yaşta bu kalıpta bir hayvan aramıştım. Satar mısın? – Satarım ya Emir! – Pekala! Ben de sana yüz altın veririm. On altından on para fazla değeri olmayan devesine yüz altın verildiğini işitince A’rabi’nin abus çehresinde hırs ile sürur berk ile zulmet gibi hem-ahenk-i zuhur olmuş. Eban Eş’ab’ın kulağına eğilerek “Bizim hısım sizin aileye pek yabancı değilmiş! Haydi bakalım hünerini göster!” demiş. – Baksan a dayı Emir hazretleri senin devenin altmış liradan fazla etmeyeceğini bilmiyor zannetme! Kırk lira fazla vermesi hem seni sevdiğinden hem de yanında para olmadığı değil mi? – Razıyım. Eş’ab bir aralık kaybolmuş sonra koltuğunda bir bohça olduğu halde çıkagelmiş. Eban: Getirdiğin emtiayı birer birer çıkarıp kıymetleri ile birlikte yazdır deyince Eş’ab evvela eski bir sarık parçası çıkarmış: – Emir hazretlerinin mübarek imameleri! Kendileri Cuma Bayram namazlarında bu imameyi sardıkları gibi hulefa huzuruna da bununla çıkarlar... Elli altın! Eş’ab yanındakilerinden birine “Haydi bunu bir tarafa kayd et” diyerek bohçaya tekrar elini sokmuş. A’rabi gayzından patlamak derecesine gelmiş ise de nutku tutulduğundan bir şey söyleyememiş. Eş’ab bu sefer yarı beline kadar yağ bağlamış eski bir takke çıkarmış: – Emir hazretlerinin mübarek takkeleri! Beş vakit namazları eda nas arasında adl ile kaza ederken bunu giyerler. Kıymeti takdirimden hariç ise de haydi otuz altın diyelim! Bunu da ötekinin altına yazınız. A’rabinin yüzü büsbütün korkunç bir renk bağlamış gözleri cevfinden dışarı uğramış; atılmak istemiş lakin kendini tutarak oturduğu yerde deli deve gibi homurdanmaya başlamış. Eş’ab üstü yırtık altı delik iki pabuç eskisi çıkararak: – Emir hazretlerinin mübarek na’leyni! Cemaat-i müslimine karşı o beliğ hutbeleri inşad ederken bu mukaddes na’leyne süvar olurlar! Bilmem ne kıymet koyalım? Haydi kırk altın olsun! Eban A’rabi’ye mallarını toplamasını yanındakilerden birine deveyi çekip getirmesini bir diğerine de A’rabi’nin zimmetine geçen yirmi altını almasını emr etmiş. A’rabi artık duramayarak hemen önündeki sarık takke pabuç parçalarını derleyip toplayıp olanca kuvvetiyle hazır bulunanların yüzüne çarpmış devesinin yularını tutmak isteyen herifin elinden öyle bir çekmiş ki az daha biçarenin kolu kopuyormuş; sonra dönüp Eban’a şu sözleri söylemiş: – Bilir misin ben neden ölürüm? – Hayır! – Baban Osman’a yetişemedim ki katilleri arasına gireyim de dünyaya senin gibi bir evlad getirdiği için ben de kanına iştirak edeyim! Eban Arabi’nin bu tehevvürüne bu sözüne o kadar gülmüş ki kendini tutamayarak yerlere serilmiş. Sonraları A’rabi Eş’ab’a rast geldikçe “Seni kahpenin doğurduğu seni! Dur da emirin metalarını ucuz ucuz satmayı sana öğreteyim” der Eş’ab ise tabanı kaldırır kaçarmış! Muhitin şerait-i muvafıkası bazı fizyolojistler için münebbihattan addolunuyor. Fakat bize kalırsa hakıkat böyle değildir. Şerait-i muhitiyye-i muvafıka tegayyür etmedikçe münebbih olamaz. Hararet derece-i münasibede münebbih değildir. Fakat bu derecenin fevk veya tahtı münebbih olabilir. Keza muhit-i haricide bulunan müvellidü’l-humuzanın nisbeti nisbet-i matlubeden ziyade veya az olmadıkça münebbih olamaz. Yalnız hal-i muvafık ve matlubun fevk veya tahtındadır ki zevi’l-hayatta bir fart-ı faaliyyet bir meyl-i tedafü’ bir teamül husule gelir. Eğer tegayyürat pek ziyade kuf eder. İşte muhitin bu şerait-i müfrite veya mütenakısası hakıkı münebbihat olabilir ve bunun tahrik ettiği teamülata dahi tenebbüh denilir. Eşkal-i kudret veya mevadd-ı kimyeviyyeden müteşekkil bir sınıf-ı münebbihat daha vardır ki bunlar muhit-i muvafıkta mevcud değillerdir. Mesela: Elektrik a’sab ve adalat için hakıkı bir münebbihtir. Semum-ı muhtelife ensacın huceyrat-ı muhtelifesini tenbih ederler. Bu sınıf münebbihat için bir hal bir derece-i muvafıka yoktur. Belki bunun hal-i muvafıkı mefkudiyetleridir. İşte bu sıfırın fevkınde ibtida alaim-i hayatiyyenin fart-ı faaliyyeti ba’dehu teamülatın tenakus-ı şiddeti yorgunluk ve nihayet felç ve mevt husule gelir. Şerait-i gayr-ı tabiiyyenin yorgunluk tevlid etmesi bir faaliyet-i mütemadiyyeyi müteakib teamülatın tenakus-ı şiddeti ve ihtiyat-ı gıdainin tükenmesi kada yorgunluk husule gelmez. Filhakıka ne rutubet ne hararet ne müvellidü’l-humuza ne agdiye muhitte nisbet-i mu’tedile ve matlubede bulundukça zevi’l-hayatı yormazlar. Şerait-i mütegayyire veya gayr-ı tabiiyye ile şerait-i muvafıka karıştırılıyor. Bu karışıklığın başlıca neticesi yekdiğere benzemeyen eşya arasına girerek bir hataya sebebiyet vermesidir. Filhakıka bundan ataletin mevcudiyeti zevi’l-hayatın adem-i muhtariyyeti ve bu nokta-i nazardan ecsam-ı camidenin aynı olduğu istintac olunuyor. Mösyö Daster; “Kanun-ı atalet cemadata mahsus değildir. Ecsam-ı zi-hayata da tatbik olunur. Onlarda görülen ihtiyar zahiri ve bir vehm-i hayalidir. Bütün fizyoloji onu tekzib eder” diyor maatteessüf bu hal arz ettiğim karışıklığın neticesidir. Muhtariyeti tekzib eden fizyoloji değil bazı fizyolojistlerdir. Bir beyza-i mülakkahanın ve neşv ü nema bulan bir ruşeymin ve umumiyetle şerait-i muhitiyye-i münasibeye konulan bütün zevi’l-hayatın muhtariyeti nasıl inkar olunabilir. Filhakıka ihtiyar bir te’sir-i hariciden ayrı ve müstakil bir faaliyetin tezahürüdür. Eğer şahs-ı zi-hayattan kendi muhtariyeti isbat etmesi istenilirse faaliyetine lazım olan şeraiti yani muhit-i muvafıkı diriğ etmemelidir. Zi-hayatın faaliyeti daimi ve sabit bir gayeye müteveccih olan ef’al-i teşekküliyye ve hadisat-ı fizyolojiyyeden ibarettir. Bu ef’al ve hadisat esasen madde ve kuvvetin tahavvülünden başka bir şey değildir. Ve nisbat-i muayyenede madde ve kuvvet olmazsa ta’bir-i aharla muhit-i muvafık bulunmazsa bu ef’al ve hadisatı icra edemez. Bir ressama “resim bildiğinizi isbat ediniz” denilse ve aynı zamanda bez fırça boya vesaire tedarik etmesine de müsaade edilmese bunun cebri olarak işleyememesinden ressam kanun-ı atalete tabidir. Bez boya fırça vesaire bunun münebbihidir mi diyeceğiz? Ecsam-ı gayr-ı uzviyye hakıkaten muhtariyetten aridir. Mesela bir parça kömür alalım ve bunu herhangi muhite vaz’ edersek edelim orada atıl bir surette kalacaktır. Te’sirat-ı hariciyyeden müstakil hiçbir faaliyet gösteremeyecektir. Ecsam-ı camide böyle olduğu gibi bir gaye-i sabiteyi haiz faaliyet-i ihtiyariyyeden mahrum ecsam-ı meyyite de yani laşeler de böylece atalete tabi’dir. Şerait-i muvafıkaya konulsa da ef’al-i teşekküliyye ve hadisat-ı fizyolojiyyeden hiç birini izhar edemez. Hakıkati doğruca ifade etmek lazım gelirse: Bir muhit-i muvafıka vaz’ olunan zat-ı zi-hayat daimi ve sabit bir gayeye mübteni teşekküli veya fizyoloji bir faaliyet-i zatiyye ve ihtiyariyyeye maliktir. Ne vakit ki şerait-i muhitiyye ifrat ve tefrite duçar olur veya şerait-i gayr-ı tabiiyye arız olursa şahsın yaşadığı müddetçe teamül hasıl eden bir tenebbüh ve teharruş vukua gelir fakat öldükten sonra hal-i atalete girer. Bu teamül gelişi güzel değildir o şerait-i gayr-ı muvafıkadan uzaklaşmak maksadına mübtenidir. Maddiyyun ecsam-ı camidenin de bütün zevi’l-hayat gibi gaye-i sabite alaimi izhar ettiğini ve bu alaimin muhafaza ve müdafaa maksadına tevafuk eylediğini beyan ederler. Mevcudat-ı zevi’l-hayattan nez’ ettikleri gaiyeti ecsam-ı camideye va zevi’l-hayatın gaiyetini ecsam-ı camidede bulmaya çalıştıkları gaiyetin seviyesine tenzil etmek içindir. Ma’lumdur ki ecsam-ı camide gerek gaz gerek mayi’ ve gerek sulb olsun zerratı harekat ibraz eder bu hal bugün herkesçe ma’lum ve gayr-ı kabil-i i’tirazdır. Mösyö Daster bu harekatın birçoğunun bir maksad-ı müdafaa üzerine icra olunduğunu isbat etmeğe kalkışıyor ve diyor ki: “Zerratın bu tebdil-i mekan melekesi ma’dene herhangi bir noktasında halini tağyir etmek fırsatını ihzar ediyor. Bu hal-i fevkalade nazar-ı dikkati calib olmakla beraber bazı hususatta bu melekenin icabı olarak bir i’tiyad halini kesb ediyor. Bu i’tiyad bir hayvanın muhite tetabukuna yahud mukavemet için isti’mal ettiği tarz-ı tedafüe pek müşabihtir. Mesela: Üstüvaniyyü’ş-şekl bir sak-ı ma’deni ziyade bir kuvve-i ciryeye duçar olursa haylice uzar. Şayet kuvvet devam edecek olursa sakın bir noktasında bir daralma bir boğum müşahede olunur. İşte çubuğun kırılacağı nokta burasıdır. Fakat biraz zaman kuvve-i cirye ta’til edilirse nikat-ı sairesinde yumuşak olan ma’den bu boğum noktasında tavlanmış bir ma’den manzarası alarak artık uzanmaz”. Başka mahallerden ziyade bu noktada kesb-i şiddet eden kuvve-i cazibe-i zerreviyye ecza-yı ma’deniyyeye ki onları tefrik etmeye say’ eden kuvve-i ciryenin kesilmesini müteakib bir vaziyyet-i cedide i’ta eder ki bu sayede ma’denin manzarası değişir. Bunda eser-i gaiyyet bulunabiliyor mu niçin müdafaa-i kahramanane ta’birini kullanmalıdır? Ma’den neyi müdafaa ediyor? Şeklini mi? Kendine mahsus bir şekil yoktur. Safha tel çubuk küre gibi eşkalden hangisi verilirse onu alır: Bir çelik levhası alıyorum ve bunu ikiye katlamağa çalışıyorum. Filhakıka eğilip bükülüyor kuvveti kestiğim gibi hemen elastikiyeti hasebiyle tekrar şekl-i ibtidaisini Kimsenin hatırına gelir mi ki bu levha katlanmaya mümanaat ve mukavemet için kıvrılıyor: Yahud kuvvetin te’siri tahtında bulundukça şeklini muhafaza ve mevcudiyetini müdafaa için zerratı bir vaziyet-i cedide ahz eylesin? Ve’lhasıl bila-mukavemet ahmakçasına bükülüp katlanan kurşun levhası bu hassa-i müstemileden nasibe-dar olsun? Mösyö Daster’in fikrince “Burada cemadatın dahilinde hüküm-ferma olan faaliyyet-i em’aiyyenin nümuneleri vardır. Bu halat fazla olarak bize bir delil daha kazandırır. Ve gösterir ki bu faaliyet hayvanatta olduğu gibi bir müdahale-i ecnebiyyeye redd-i cevab “riposte”dir bu mukabele-i cevabiyye yine hayvanatta vukua geldiği üzere şahs-ı camidin muhafaza ve müdafaasına tevafuk eder.” Daster bize bir misal daha irad ediyor ki kendi dediği gibi o kadar şayan-ı ehemmiyyet değildir “Klor veya iyod fuddalı sincabi bir safha alalım. Bunu kırmızı bir ziyaya tutacak olursak hemen süratle kırmızı olur. Müteakiben yeşil ziyaya arz olunursa donuk kirli renklerden geçtikten sonra yeşil olur.” Bu hal bir hadise-i hükmi-i kimyevidir emlah-ı fuddanın ziya ile ircaında yahud beyaz bir huzme-i ziyaiyyenin bir menşur-i zücaci ile tahallülünde bir maksad aramak düşünülmez. Halbuki Daster bu hadiseyi fudda milhinin mevcudiyetini tehdid eden ziyaya karşı bir müdafaası gibi telakkı ve izah ediyor muma-ileyh cemadat ile zevi’lhayat arasında mevcud müşabehet-i tammeye ikna etmek nın kullandığı birçok ta’birat-ı teşbihiyyeyi irad ediyor. Suhur-ı hayyeden suhur-ı meyyiteden ve bir demir çubuğunun mukavemet-i kahramananesinden bahsederek bir ta’b-ı ma’deni bir ta’b-ı elastiki bir ta’b-ı elektriki bir tetabuk-ı iltiva bir tevafuk-ı zücaci bir hafıza ve bir demir telin hatırası gibi ta’biratı izaha cesaret ediyor. Nasıl oluyor da hekim-i muallim fenni olmaktan ziyade şairane olan bu mahsul-i hayaline birçok kıymet vererek maddiyyun nazariyesine istinad-gah olacak bir delil-i ciddi gibi irad ediyor? Akıl ermez. Şimdi söylediklerimizi icmal ile maddiyyun usulünü meydan-ı aleniyyete vaz’ edelim: Maddiyyun hale vukuata şümulü olmayan ta’birat Kelimat-ı müşevveşe ile yekdiğere benzemeyen şeylere aynı ismi takarlar. Sonra lisanın su-i isti’malatından mütevellid bu karışıklıktan bil-istifade cemadat ve zevi’l-hayatın yekdiğere müşabih ve hatta aynı olduğunu kabul ve i’tiraf ederek buradan nazariyelerinin lehinde delail şüphesizdir ki fenni olamaz. Sıratımüstakım bugün bir refikını daha muhterem kari’lerine takdim ile müftehirdir: Kürsi-i Milel geçenlerde Tearuf-i Müslimin ve Hikmet namlarıyla beyne’l-müslimin tev hid-i kelimeye hadim iki mu’teber İslam ceridesinin intişara başladığını muhterem kari’lerimize tebşir etmiş idik. Ümid ederiz ki kari’lerimiz onları görmüş okumuş ta’kib ettikleri meslek-i aliden vusulüne çalıştıkları maksad-ı muazzezden memnun olmuşlardır. Şimdi de yine tavsiye ederiz ki maz lum milletlerin ma’kes-i feryadı olacak bu Kürsi-i Milel’deki mucib-i ibret hutbeleri intibah-aver neşideleri guş-i can ile dinlesinler. Matbuatımızın ihtiyac-ı hakıkı-i milleti takdir ederek bu yolda neşriyata başlaması İslamlar için ve belki bütün ak vam-ı şarkıyye ve milel-i mazlume için bir fal-i hayr olsa ge rek. söylemek hakkı... Mağdur ümmetlerin haziz-i esarette kalan mazlum kardeşlerin tercüman-ı şekvası olabilmek salahiyeti metrukiyet-i elime içinde bıraktı. Şimdiye kadar ceraid-i yevmiyyemiz ne onların ahvalini tedkıke lüzum gördüler ne de onların yaşayışlarından alem-i mevcudiyyetteki mevki’ lerinden Makam-ı Hilafet’i haberdar eylemek vazifesini nazar-ı dikkate aldılar. Eğer bu sükunları husemayı kuşkulandırıp da bizi du çar-ı gavail eylemelerinden havf u ihtiraz politikasına müb teni hal-i esaret ve mağduriyette kalmalarına onlardan ziyade çalışsak bile yine düşmanlarımız bizi gavail-i siyasiyyeden azade bırakmayacaklardır. Biraz göz açtığımızı hisseder et mez bizi başka bir hailenin önünde bulunduracaklar ve bu keşmekeşlerin hiçbir zaman nihayet bulmaması için bütün kuvvetlerini sarf eyleyeceklerdir. Eğer biz yekdiğerimizi tanımak tanıştırmak için tama miyle bir devre-i sükuna dahil olmayı beklersek o halde hiç bir şey yapamayacağımız eskisinden ziyade ihtilaf ve nifak girdapları içinde kalacağımız şüphesizdir. Pek açık bir hakı kat olmak üzere deriz ki biz ne yaparsak ne muvaffakıyet is tihsal edebilirsek mütevekkilen alellah-i teala hep bu gaileler arasında yapacağız edeceğiz... Böyle olduğu halde yevmi gazetelerimizin bu ana kadar alem-i İslam hakkında hususi sütunlar açarak o alemi yakın dan görmüş tedkık etmiş hususi muharrirler tedarik ederek bütün şuun ve matbuat-ı İslamiyye’den Osmanlılar’ı haber dar eyleyecek ve bu vatan evladının ekseriyetini teşkil eden milliyyet-perveranelerini okşayacak vesaile tevessül etme meleri menafi’-i milliyyeye muvafık bir hatt-ı hareket olma sa gerek. Zaten bu lakaydane etvar yalnız bizim gazetelere mahsus bir garabettir. Dünyanın herhangi İslam matbuatı tedkık edilse bu teseyyüb ve ihmale tesadüf edilmez. İster Mısır ister Hind ister Rusya ister İran gazetelerini alınız; göreceğiniz meslek-i metin sizi hayran eder. Hepsi İslam’ın intibahı bilmesi için yek-vücud yek-zeban olmuş neşriyyat-ı muntazamada bulunuyorlar. Nokta-i nazarlarını meslek-i müttehazlarını ara sıra matbuat-ı İslamiyye sütununa nümune olarak derc ettiğimiz makalat gösteriyor. Eğer sahifelerimiz müsaid olaydı programımız yalnız ahval ve şuun-ı İslamiyye’ye münhasır olaydı onların düşünüşlerinden yaşayışlarından Makam-ı Hilafet’e karşı besledikleri la-yezal muhabbetlerinden faaliyetlerinden tamamiyle bahsetmekte hiç tereddüd etmezdik. Çünkü onlar gizli kapaklı yazmıyorlar. Yazdıklarını herkes görüyor okuyor tedkık ediyor. Biz bir devr-i evham içinde yetişmiş kuru kuru vehimler ta damarlarımıza kadar işlemiş olduğundan hakkıyla hiçbir iş göremiyoruz görmeye cesaret edemiyoruz. Misyonerler ta cangahlarımıza kadar gelmişler cesim cesim mektepler açarak etfal-i milletimizi kendi ruhlarıyla terbiyeye hasr-ı mesai eylemeleri kızlarımızı terbiye-i milliyyeden tahassüsat-ı vatan-perveraneden mahrum bırakmak için İslamların ta kalb-gahında müesseseler açmışlar; sıhhatimizi hayatımızı saadetimizi muhafaza eden kavaid-i esasiyye-i milliyyemizden bizi esir eylemek için ne yapmak lazımsa icradan çekinmemişler. Biz hala kendi memleketimizde söylemek derdimizi dökmek cesaretinden mahrum... Babalarımızın ecdadımızın hanelerine yurtlarına gidip de kendi kardeşlerimizin halini sor maktan korkar bir halde bulunuyoruz. Ne kadar kanımız kurumuş... Ne derecelerde hak-i mezellete düşmüşüz!... Mil yonlarca kardeşimiz bugün haziz-i meskenette inliyor zulm ü kahr altında eziliyor mahv ü perişan oluyor da o müte hakkimlere karşı: – Yazıktır. Etmeyiniz bunlar da sizin gibi insandır... di yecek bir kalb-i hamiyyet bulunmuyor. Makedonya’da hemcinslerinden birinin burnu kanar bütün Avrupa medeniyeti galeyana gelir; beride şarkta milyonlarca efradın hukuku paymal olur ses çıkaran muhibb-i insaniyyet ferd-i aferide bulunmaz. Bu hakıkati bugün bilmeyen kalmamışken gariptir bizim gazetecilerimiz onlar için bir sütun bile açmaktan muhteriz mütehaşi müseyyib dururlar. Sonra da on bin nihayet on beş bini geçemeyen gazetelerinin sürümünden şikayet ederler: – Bu kadar cahil millet de görmedik; koca bir payitahtta –yalnız payitahtta değil– koca bir ülkede bir gazetenin ancak on bin karii bulunsun.. Ne hal bu?... Diye kabahati yine millete atfederler. Onlara dense ki: – Siz gazetelerinizi millet için yazmıyorsunuz ki millet okusun neşriyatınızda sırf kendi heveslerinizi ta’kib ediyorsunuz. Ümmetin ruhuyla ruhlanmıyorsunuz. Ecnebilerin uydurduğu her havadisi olduğu gibi gazetelerinize kabulleniyorsunuz ümmetin hissiyat-ı necibesini rencide edecek ta’birler isti’malinden çekinmiyorsunuz. Vatanın mukadderat-ı atiyyesi için endişe-nak olan vicdanlar her sabah gazeteleri büyük bir halecan ile süzüyor. Akvam-ı ehemmiyeti takdir edilmemiş bir ta’bire tesadüf edeceğinden korkuyor. Ceridelerimizin bu halini gören bazı garazkarlar kendi dilimizde maksadlarını mürevvic gazeteler neşrine cesaretlenerek efkar-ı İslamiyye’yi tesmime çalışıyorlar. madığından dolayı türedi gazeteler İslamlar arasında kari’ bulabiliyor; mahiyetleri taayyün etmiş bu sefil ceraid payitahtın en hücra köşesindeki kahvelerde bile görülüyor. Suret-i haktan görünerek mesela Arnavutluk vukuatı için İslamları bulandırdıktan sonra arkadan zavallı İslamların cehliyle istihza ve Girid asilerinin yemin-i muvaffakiyatıyla izhar-ı sürur eyliyorlar. Sonra bu zavallı ümmet zehirden şifa bekliyor o gazetelerden yarasına derman umuyor. Fakat bunun mes’ulü kimdir? Şüphesiz gazetecilerimizdir. Niçin ümmetin ahval-i ruhiyyesini nazara almıyorlar? Niçin kendilerini sevdirmeye muvaffak olmuyorlar? Niçin İslamların hissiyat-ı necibesine karşı lakayd bulunuyorlar? Ceridelerimize olan rağbetsizliği bu noktalarda aramalıyız. Bu ciheti uzun uzadıya münakaşaya da mahal göremiyoruz. şu küçük Balkan ceride-i İslamiyyesine kibr ü gururdan ari bir nazar-ı tedkık atf etsek köylere varıncaya kadar intişarını nazar-ı i’tinaya alsak hakıkat-i hal kendini gösterecektir. Halbuki o günden güne mahv u inkıraza sürüklenen sürüklendirilen bir avuç İslam bekayasının müdafi-i hukuku ma’kes-i feryadıdır. Bizim gazeteciler bilmiyorlar mı ki bizim necib vefi dindar milletimiz kardeşlerini unutmazlar hatırlarından çıkarmazlar. Dünyanın öbür köşesindeki bir müslümandan haber verilse aileleri efradından haber almış gibi sevinirler. Hatta denebilir ki İslam kardeşlerine olan hisleri rabıta-i kalbiyyeleri aileleri efradına olan muhabbetten rabıtadan bile ziyadedir. Bugün bir Hind İslam gazetesini açınız Tunus’taki ihvan-ı dinden haberdar olunuz. Bugün ulu orta Mısır’ın bir İslam gazetesini açınız Cava’daki ihvan-ı dininizin ahvalini öğreniniz. Bizim gazetelere gelince şuun-ı gazetelerinden menkul görürsünüz. Öteden bütün alem-i İslam’ın kahkahalarla güleceği Giga gibi bir had-na-şinasın Arnavut Prensliği ihtimalinden bahseden urcufelere tahsis olunmuş sütunlar bulursunuz. Keza yalnız Osmanlılığın değil Hilafet-i Muazzama-i İslamiyye tacının en parlak pırlantası olan Arnavutluk’un şimal kısmı gibi dindar bir muhitin güya huruf-ı Arabiyye aleyhinde bulunduklarına dair ecnebi gazetelerin li-garazin işaa ettikleri havadisin bizim gazete sütunlarına gelişi güzel geçmiş olduğunu görürsünüz. Ve nihayet kıta’at-ı İslamiyye’nin Merkez-i Hilafet’ten uzak kalan aksamında Makarr-ı Hilafet gazetelerinden naklen bu havadise sahih nazarıyla baktıklarını anlayarak kalbinizden kan ağlar müteessir olursunuz. bizim gazetelermizde bila-tekzib yer bulması yüzünden akvam-ı muhafazası mültezem Hükumet-i Osmaniyye’nin mevkii hatar-nak olur menafi’-i siyasiyye menafi’-i milliyye kaybolur gider. İşte Arnavutluk iğtişaşı işte sonunda Girid faciası!.. Görülüyor ki hep bunlar milletin ihtiyacını nazar-ı dikkate almamaktan duygularına ehemmiyet vermemekten ileri geliyor. Masa başına geçip de milyonlarca efradı kendi fikrine getirmeye çalışmaktan ise onların duygularına da biraz havale-i sem’-i i’tibar eylemek daha millet-perverane bir hareket vatana daha nafi’ bir hizmettir. Ahaliyi gazete okumasına alıştırmak mühim bir mes’eledir bunu nazar-ı dikkatten dur tutmak kat’iyyen tecviz olunamaz. Bu sözler bir dost ağzından ruhu mesleği ma’lum bir meslekdaş lisanından çıktığı için su-i telakkıye uğramaz i’tikadındayız. Onun için serbestçe açıkça konuşuyor hasb-i hal ediyoruz. Biz eğer kendi dertlerimiz için birlikte müdavele-i efkara çalışırsak ve muhatı bulunduğumuz müşkilatın ehemmiyetini vatana millete vicdanımıza karşı deruhte ettiğimiz vazifenin kudsiyetini hatıra getirerek telkınat-ı vicdaniyyemize tevfik-i hareket eylersek o zaman ümmetin muhabbetini kazanır ve memlekette mucib-i tefrika ve şikak Dostun acı sözü düşmanın yaldızlı hapından şüphesiz ki hayırlıdır. Biz zaten muhatablarımızın bize olan teveccühlerinden eminiz. Eğer biz birtakım sada-yı tezvirata kulak assaydık şakk-ı şefeye bile lüzum görmezdik. Fakat büyük yevmi gazeteler bütün köylerimize kadar intişar etsin milletimizin efkarını tenvir ederek sarsılmaz bir kitle-i müttehide haline getirsin... Bunun için işte evvela mümkün mertebe lisanların sadeleştirilmesini Arabi ve Farisi köylülerce bile me’nus bazı kelimatın ala-halihi bırakılmasını ümmetteki tahassüsat-ı milliyet-perveranenin tenmiye ve tanzimine hadim makaleler yazılmasını ve ahval-i ruhiyyemizin daima nazara alınmasını sonra da alem-i İslam hakkında birer sütun açılarak mümkün olduğu kadar ahval ve şuun-ı İslamiyye’den bahsolunmasını gazete sahiplerinden suret-i mahsusada rica ve temenni ederiz. Vakıa biz bu yolda bir meslek ta’kib etmek istedik nümuneler gösterdik. Ve daima bi-mennihi ve keremihi teala çalışmaktan da geri durmayacağız ancak bizim ekserisi ilmi mevzulara ait sahifelerimiz bu makasıd-ı muazzezeyi ta’kibe kafi gelmez. İntişarını tebşir ettiğimiz haftalık cerideler de buna kifayet etmez behemehal yevmi büyük gazeteler ister. Eğer intişar etmekte olan Tanin gibi İkdam gibi Yeni Gazete gibi yevmi gazetelerimiz dahi bu mülahazatı nazar-ı dikkate alır da gazetelerini hem Osmanlı gazetesi hem İslam gazetesi yapmaya teşebbüs ederlerse o vakit bütün alem-i İslam’ı minnet-dar-ı mesaileri etmiş olurlar ümmet-i cek gazeteleri bulunmakla iftihar eder. Maamafih isterlerse gazeteler yine mesail-i siyase-i dahiliyye hakkında kendilerine mahsus mesleklerini muhafaza ederler; bizim onlardan istediğimiz şey sahaif-i hizmetlerinde: hakıkat-i aliyyesi lemean etsin. Garazkarlara ser-rişte-i ta’riz ve tesvilat olacak ta’birlere karşı dikkat edilsin. O satırlardan yalnız beş on milyon değil üç yüz milyon halk müstefid olsun. Bütün alem-i İslam bu ceraidi tebcil etsin. Bize bu satırları yazdıran Tearuf-i Müslimin Hikmet Kürsi-i Milel’in kalbimize verdiği şevk ve ümiddir. Kürsi-i Milel ilk nüshasında mesleğini programını çiziyor bütün sahifelerini buna hasretmiş şimdilik yarısı Türkçe yarısı Fransızca ber veriyor. Sevinmemek mümkün mü? Cenab-ı Hakk’tan muvaffakıyet dua ederiz. Ceridelerimizi de inşallah yakın zamanda kalblerimizin arzu ettiği gibi muhabbet-i umumiyyeyi kazanmış bir halde görürüz. Bursa’da İlmiye Kulübünde Geçende de söylemiştim Beyrut’ta çıkan bir misyoner gazetesi doksan sene ömrümüz kaldığını yazıyordu. İstatistik tutmuşlar. Müslümanların yeryüzünde daha doksan sene ömrü kaldı diyorlar. Sonra hep müslümanlar tükenecekmiş Evet onlar böyle i’tikad böyle tevehhüm ederler. Bunda ma’zurdurlar. Çünkü onlar için o lazım. Fakat biz İslam’ın tealisini ümid ederiz. Çünkü sadıku’l-masduk olan Peygamber-i Celilimiz ki sırrına mazhar bir peygamberdir hiçbir kelimeyi kendinden söylememiş hep vahiy ile söylemiş; işte o zat-ı ali-şan demiş ki: Küre-i arzda hiçbir ev kalmaz ki oraya kelime-i Biz onu bekleriz. Misyonerler tevehhümatıyla geçine dursunlar. Biz iman etmişiz o mu’cizenin zuhuruna muntazırız. Bunun için bize lazımdır ki o yola hizmet edelim. Hemen bir an evvel o zaman-ı mes’ud gelsin. Zaten geleceği şüphesizdir. Bunun içindir ki İslamiyet ta Japonya’da intişara başlamıştır. Yakında inşallah sür’atle intişar edecektir. Sonra Çin’de yetmiş seksen milyon belki daha ziyade din kardeşlerimiz var Hindistan’da altmış yetmiş milyon Cava’da da otuz milyon daha nerede istersek elhamdü-lillah hep mevcud. Londra’da bile var. Birkaç sene mukaddem hiç yok iken şimdi camie ihtiyaç hissedecek kadar erbab-ı haber veriyorlar. Japonya’da hiç yok iken elhamdü-lillah Şu halde o zamanki aksa-yı şarktan Japon müslüman kardeşlerimiz zuhur edecek; bizim de buradan el uzatacak kadar bir kuvvetimiz bulunmak lazım. O kuvvet de ne ile olur? Bu Makam-ı Hilafet’in mevki’ ve ehemmiyet-i siyasiyyesini Avrupa devletlerine karşı teslim ettirmekle olur. Bu da memleketimizde ulum ve maarifin terakkısiyle olabilir. İşte buna hizmet tekrar edeceğim hoca efendilerin zimmetine terettüb eder. Hoca efendiler salabetli ve yek-vücud olarak çalıştıkları gibi ahaliyi de yek-vücud olarak çalışmaya sevk etmek yine onların vazifesidir. Çalışmadıkça hiçbir vakit iş görülmez. Bir iş görülmeye başlayınca mümanaat çıkmayacak değildir çıkacak. Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz nur-ı nübüvvetle çıktıkları zaman Araplar cehaletle karşıladılar. Fakat Resul-i Ekrem tahammül etti. O derece eza ve cefa ettiler ki akıbet memleketi terke mecbur oldu. Mekke’den çıktıkları zaman arkasına döndü gözleri yaş dolarak Mekke’ye teveccüh etti: buyurdu. Bu suretle memleketinden müfarakat etti. Ne yiz Bursa’dan ayrılıp da üç saatlik köye gidemeyecek miyiz? Köydeki kardeşlerimiz ilme ma’rifete susamışlar. Günden güne diyanet münkarız olmakta. Okumak yazmak bilen yok. Ama denecek ki: – Neme lazım. Şimdiye kadar okumamış yazmamışlar. Yine bir şey olmamış ya... Olmamış dersek kendi cehaletimizi i’tiraf etmiş oluruz. Eski zamanda padişahların ulüvv-i himmetine erbab-ı ilm ü fennin derece-i tealisine bu mübarek cami-i şerifler bu yüksek minareler şahid-i adildir. Başka şahide hacet yok. Bugünki mühendisler gelsin de bunlara benzetebilsin bakalım. Yalnız camiler değil her taraf asar-ı atika ile mal-a-mal. Kim yapmış bunları? Hep müslümanlar. Kara Mustafa Paşa Viyana’ya girdiği vakit namaz kılmak daki kilisenin putlarını kırarak içini temizleyerek göklere doğru minareler inşa ederek... Camie kalb eylemişler.. Bugüne kadar bakidir. Bunu yapan kimlerdir? Hep müslümanlar... bir ay içinde o iki minareyi yapmışlar bugün böyle mühendisler var mı? Demek o zamanlar öyle ashab-ı fenn u ma’rifet askerlerimiz nareleri dikmeye muvaffak olmuşlar. İşte o büyük ecdadımız böyle çalışmaktan bıkmamışlar. Her nereye gittilerse asar-ı san’atlerine ecanibi hayran eylemişler. Viyana Müzesi’nde Kara Mustafa Paşa’nın gömleği var Bursa’da işlenmiş “La ilahe illallah Muhammedün resullullah” dokunmuş tarihi de yazılı. Bizim akın akın Avrupa’ya giden müslüman seyyahlara sorarsak görenler pek azdır. Çünkü kendi ecdadlarının asarıyla iftihar ederek onları görmeye gitmiyorlar. Belki Avrupa’nın elbiselerindeki parlak düğmelerini görmeye giderler. O vakitler Bursa’da gayet nazik rakık ipekle gömlekler dokurlarmış. Avrupalı seyyahlar Viyana’ya gidince evvel be evvel o gömleği sorarlar. Sonradan Kara Mustafa Paşa’nın kafasına bakarlar. Müzehane kapısından girilince en görülecek bir mevkie Türkiye ile Avusturya muharebesinin yani Kara Mustafa Paşa’nın Viyana’ya girdiği resimlerini koymuşlardır: – İşte muharebemiz me bunu unutmayınız bunun intikamını alacağız. Hepinizin kalblerine bu yerleşsin... Biz böyle şeylere kulak vermiyoruz. Böyle şeyleri hatırlardan bile çıkarmışız. Onların o kadar ehemmiyeti yok. Bizim en mühim mes’elelerimiz bundan sonraki mes’elelerdir. Bunları hatıra için zikrettim. Bundan sonra mevkiimiz gayet müşkildir. Buranın hayatı yalnız Türklerin hayatı değildir. Umum ehl-i İslam’ın hayat damarlarının merkezi burasıdır. Bütün müslümanların kalbi dimağı burasıdır. Maazallah burası gittiği gibi hepsi gitti. Onun için bu Makam-ı Celil’i muhafaza bil-umum müslümanlara farzdır. Beş vakit nasıl farz ise bu da böyle. Canımızla kanımızla malımızla muhafaza edeceğiz. nass-ı şerifi muktezasınca buranın mevkiini muhafazaya çalışmak her mü’min-i muvahhidin vazifesidir. Bunda zerre kadar ihmali etmemeli. Edersek memleketin gittiği gündür. Çünkü husema buranın mahv olmasına müttefiktir. Fransız Rus İngiliz lisanlarında Şark Mes’elesi diye pek çok kitaplar yazılmıştır. Ve her birinde muharrerdir ki: “İslamiyet’i külliyen yeryüzünden kaldırmak dırmak lazımdır. Sonra İslamiyet kendi kendine kalkacak.” Onun için milel-i İslamiyye arasında ihtilaf çıkarmak en birinci planlarıdır. İki İslam milleti birbirine tutuşunca o kadar takdirler tahsinler yağdırırlar ki siyasetten bi-haber olanlar bunun ledünniyatını anlayamazlar. Hele Türklerle Araplar arasına böyle bir münaferet düşürmek arada bir Hilafet kavgası çıkarmak düşmanların en birinci emelleridir. Artık bu hakıkatleri bu dolapları bütün müslüman kardeşler anlamak lazımdır. Ba-husus Araplar ki zeki bir kavimdir bu entrikaları derk ederler i’tikadındayım. Zaten o Şark Mes’elesi diye bizim mahvımız için yazılan kitapları Mısırlılar tercüme etmişlerdir. Hocalar mütalaa edince husemanın maksadını anlayabilirler. Biz bu günden i’tibaren düşmanlarımıza cihada çıkmak fikrinde değiliz. Ve bunu arzu eder bir müslüman da yoktur Fakat onlar bizi rahat bırakmayacaklar. Biraz istirahat bulmaya başlar başlamaz hemen bir şey çıkaracaklar. Nasıl ki Bosna Hersek Girid Bulgar mes’eleleri hep bu maksadla çıkarılmıştır. Onlar bizi rahat bırakmamaya kat’iyyen niyet etmişlerdir. Bunun için bizi hal-i sükunda bırakmazlar. Mutlaka bir şey bulurlar. Bütün maksadları biz rahat etmeyelim de ne olursa olsun. Bundan iki yüz sene mukaddem Salib muharebeleri cümlenin ma’lumudur o zaman kılıç muharebesinde mağlub oldukları için onun tadını biliyorlar. Onun için bugün kalem muharebesi ediyorlar. Biz müslümanlar bu gibi mesailden gafil olmak kat’iyyen caiz değildir. Bunu anlayıp anlatacak adamlarımız hocalardır. Efkar-ı amme hocalara o kadar bağlanmış ki insan buna hayret eder. Bu kuvvet harikulade bir kuvvettir. Fakat. Afv edersiniz burası Cem’iyet-i ilmiyye olduğundan ve samiin-i kiramın ekserisi ashab-ı imame bulunduğundan cesaret ederek sözü hocalara atf ediyorum. Maksadım tahkır değil. Maksadım milletimizin saadeti hakkında hayır-hahane bir ihtar. Çünkü artık bu hab-ı gafletten intibah zamanı gelmiştir. İnşaallah hoca efendiler bu feryadlarımı sem’-i i’tibara alırlar da bir intibah hasıl olur. Milletimiz Elbet çok söyleyenin hatası da çok olur. Fakat olsa bile hüsn-i niyetime hulus-ı kalbime bağışlayarak tashih edersiniz. Eğer vakitleriniz müsaid ise biraz daha söylemek istiyorum. Şimdi kusuru çok söylüyoruz. Fakat bir fayda çıkmıyor. Yekdiğerimizin kusurunu söylemekten herkes müteessir müteellim oluyor. İleriye doğru ne yapacağız diye kimse bir hatve atlamak istemiyor. Onun için ben ileriye doğru bir adım atmak için düşünmek mecburiyetinde bulunuyorum. Bugün elhamdü-lillah gerek burada gerek İstanbul’da gerek sair diyar-ı İslamiyyede bu kadar ulema var; bunlar kendi beynlerinde kemal-i muhabbetle bir rabıta te’sis ederek bütün ağraz-ı şahsiyyeyi bırakmalıdırlar iki alim beyninde cüz’i bir münakaşa zuhur edince den diğer bir alim çıkarak: – Kardeşler aman etmeyiniz yazıktır milletin geçirdiği şu sıkıntılı devreleri nazar-ı ehemmiyete alınız... Derse muhasıminin karşı çıkmayacakları şüphesizdir. Fakat biz ne yaparız! Ondan birkaç kelime kapıp da ötekinin kahvesini içmek için ona yetiştiririz. Bir fincan kahve için nemmamlığa tenezzül etmek ağlanacak hallerden değil midir?.. Biz şeriat-ı garra-yı mutahharamızca kat’iyyen haram olan gıybeti; nemimeyi terk etmeliyiz. Bütün ulema yekdiğerini kucaklayarak kusurları var ise afv ederek hubb-i fillahı yekdiğerimize izhara ve diğerlerine de va’z u nasihatle dan üşenmeyerek iki üç beş belki on defa yüz defa bile tekrar ederek kabul ettirmeye gayret etmeliyiz. Böyle beynimizi ıslah ettikten sonra usul-ı tedrislerimiz var onları da yoluna koymağa çalışmalıyız. Birtakım havaşiler var lüzumsuz şeyler var. Bunları hülasa ederek okuttuğumuz talebe ne okudu ve ne öğrendi diye tecrübe ederek ta’lime başlamalıyız. Yoksa sen sabahleyin talebeye müelliflerin kavgalarını takrir edersen o da camide ayaklarını uzatarak dirseğini yastık yaparak diğer elinde de büyük taneli tesbihi şakırdatarak beyne’l-nevm ve’l-yakaza o makamlı takriri uyku nağmesi gibi dinler; sonra oradan kalkar medreseye gider; fodlayı yer; başka hiçbir iş yok; mübarek talebe medresede yan gelir; sonra da ahali onun duasına muhtaç... Artık böyle yolsuzluklardan yakamızı sıyırmalıyız. Talebe ya adam olmalı ya medreseden çıkmalı. Bugün neveytü’lmevt diye medreseye girmesin. Bir adam otuz sene medresede oturursa o adamdan artık hayır kalmaz. Bunları kat’iyyen bir yoluna koymalı. Sonra o biçare koyun sürüsü gibi talebelerimize güzel güzel fikirler vererek ahaliyi uyandırmak ğuna sıkıştırıp haydi cerre diye köylüleri hiç menzilesine indirmeyelim. Eğer bu hal ile gidersek bir zaman gelecek sonra köylüler bizi kabul etmeyecek. Cennetin anahtarını almadan hoca efendiyi köyden salmayacaklar. Biz talebelere güzel fikirler vererek güzel eserler okutarak zihinlerini tenvir etmeliyiz ki onlar da ahaliyi tenvire zafer-yab olabilsinler. Böyle ciddi eserler az mıdır? Ne kadar tefasir-i celile ne kadar ehadis-i şerife var onlardaki hikmetleri talebeye anlatalım onlar da Müslümanlık nedir öğrensinler sonra da ahaliye öğretebilsinler. Böyle olursa kendileri de böyle kalmazlar. Birinci sene üç yüz alırsa ahali bir şey öğrendiğini hoca efendiden bir şey istifade ettiğini anladı mı gelecek sene altı yüz alır. Bir kere menfaati hissedince ehl-i İslam’ın hamiyeti öyledir ki hiç malını kıskanmaz. Türkiye’de on beş yirmi milyon müslüman var. Her müslüman senede maarif için on kuruş verse kafidir. Londra’da Paris’te maarif nasılsa burada daha ziyade olur. Yazmayan okumayan ahval-i alemden haberdar olmayan kimse kalmaz. On kuruş değil daha fazlasını herkes seve seve verir. Yalnız anlamalı. İki gün yemek yemez verir. Bunları bu suretle beynimizde kararlaştırarak müzakere ede ede daha nice nice paralar ortaya dökülür. Buna teşebbüs etmeli hoca efendiler. Artık eskisi gibi yan yatmak olamaz. Biz teşebbüs etmezsek ashab-ı kalem edecekler ve ediyorlar. Hergün bir gazete çıkmakta. Fakat maatteessüf çıkaranlar hep fesliler. Bugün Bursa gibi bir yerde ayda bir olsun bir diyanet gazetesi neşrolunmaz mı? Talebe bu fakir haliyle yine almaya gayret eder i’tikadındayım. Hocalar kendi mesleklerini müdafaa için muntazam bir matbaaları mükemmel bir cerideleri olmak lazım iken maatteessüf yok. Bunu mutlaka yapmalı. Ve kendiniz yaptığınız gibi diğerlerini de teşvik etmeli. Konya’da yapmalı diğer vilayetlerde yapmalı. Biz kendi ehemmiyetimizi takdir edebilsek bu memlekette ne nafi’ hizmetler görebiliriz. Bu memleketi pek az bir zamanda uyandırmak hocaların elindedir. Bunu takdir edebilseler muntazam bir surette buna teşebbüs etseler ben eminim ki üç seneye varmaz memleket başka türlü olur. Fakat ne çare ki biz ne ehemmiyetimizi takdir edebiliyoruz ne de vazifemizi biliyoruz!.. Yoksa biz ne olduğumuzu bilsek yarın dört bir taraftan – Kardeşler ne yapıyorsunuz nedir bu hal?.. Diye telgrafları Arnavutluk’a yağdırır bütün vekayii bir saatte durdururuz. – Yahu! Siz müslüman değil misiniz nedir yaptığınız? Vergileri biz vermesek bu millet nasıl yaşar? Anadolu’nun Rumeli’nin bütün köylüleri seve seve vergilerini evladlarını veriyorlar devletin ihtiyacı budur devlet bununla payidar olur müfsidlerin sözlerine aldanmayınız bu silahlar düşman askerine karşı durulur mu?... Bütün ulema-yı İslam namına sizi hükumete itaata da’vet ederiz... Derse kim dinlemez. Ulemanın merkezi belli: Makam-ı Meşihat. O da telgrafı zat-ı şahaneye arz eder. Kim ne diyebilir? Ama devlet onları terbiye edemez mi? Eder. Fakat bundan kendi kalbi de sızlar. Yaramazlık eden çocuğunu döven validenin her tokatı kendi kalbini de ceriha-dar eder. Kanun-ı ladını te’dib eder sonra geçer karşısında ağlar. Devlet milletin hayatı için koca bir sedd-i İskenderi yıkar sonra yine bütün mevcudiyetini sarf ederek onu tekrar ihyaya çalışır. Devlet onların Avrupa’ya karşı olan siyasi mevki’lerini takdir etmez değildir onun yıkılacak bir makam olmadığını herkesten iyi bilir koca bir devletin topunu yiyen kavimden husemanın korkusu azalacağını hepimizden çok takdir eder; fakat ne yapsın. Ben eminim ki sadrazam da harbiye nazırı da ağlayarak emir verirler. Bu hale gelmeden evvel hocalar tedabirde bulunmalı siz millete rehber olasınız. Bütün dünya müslümanları ittihad Hindistan’dan Cava’dan akın akın müslüman gelir. Birleşelim derler. Ellerinde de muntazam programlar; mükemmel kaideler... O vakit siz Makam-ı Hilafet’ten koltuğunuzda Ab dülgafur olarak mı karşılayacaksınız? Nasıl anlaşacaksınız? Bugün bizim memleketimizde hiç okumayan adam yoktur. Bizim tanzimatımız mükemmel hazırdır. Ve hangi cem’iyet karşısına çıksa ibraz etmekten çekinmez sıkılmaz. Sizin ğından olmak ihtimali tasavvurundan da haberiniz yok. Yakışır mı? – Ne yapalım? Ne yapalımın zamanı geçmiştir. Neme lazımın da zamanı geçmiştir. Yapılacak şey çok. Her elimizden geleni bugün vakit geçirmeyip yapmaya başlamalı. Her şey devletten beklenmez. Devlet her şeyi yapamaz. Millet yapar her şeyi. Millet hiçbir vakit devlete muhtaç değildir. Devlet millete muhtaçtır. Bunu böyle bilmeli. Bugün gördüğümüz şu me’murlar yok mu ta valisinden tutunuz da zaptiyelere mahalle bekçilerine varıncaya kadar hepsine hürmet ederiz. Derece derece her birine hürmet-i mahsusamız var. Niçin hürmet ediyoruz? Malımızı mülkümüzü emanda bulundurdukları için. Fakat onların kıyamı bizimledir. Onlar gider yarın başkası gelir. Bir kere mal bulununca bekçisiz kalmaz. Asıl iş mal bulunmalıdır. Talebeden biri : – Ama hoca efendi dedi bir me’mura altı bin kuruş yedi bin kuruş verilir mi? Birçok zaman birçok paralar alır sonra tekaüd olur haydi yine binlerle kuruş maaş. Böyle şey olur mu?.. Ha hoca efendi sizi ikna için yine şeriat-ı garramıza rücu’ edeceğim. Hazret-i Peygamber zamanında bunlar var mıydı; düşünelim. Sikaye si’aye ve daha bu gibi namlarla bazı me’muriyetler vardı. Bazıları suların bazıları yolların muhafazası için. Şimdi yalnız adı değişmiş mesela Turuk ve Maabir Nazırı denmiş. Yine odur. Ve bunların her biri birer kabileye tevdi olunmuş idi. Mesela sikayeler Beni Şeybe’ye ve diğerleri de diğer kabilelere verilmiş idi. Onların tahsisatı da ta’yin buyrulmuştu. Evkaf ile Suk-ı Ukaz varidatıyla maaşları te’min edilmişti. Ve onların evlatlarının maaşını da oradan gelen varidata bağlamıştı. Zannederim tekaüd de buradan çıkar. Belki büyük maaşlar fazladır. Fakat onlara tevdi’ olunmuş bir iş vardır ki eğer o işi tamamiyle yerine getirirlerse aldıkları helal olsun der millet. Ben parasız hizmet ederim ama o mülkü yıkarım. Ben bilmem onun idaresini. Ben en büyük fabrikaya müdür olmaya hazırım. Fakat teslime emniyet eden çıkarsa. Eminim ki bana teslim edecek kimse çıkmaz. Bende ehliyet olsa telgrafla çağırırlar. Bugün Devlet-i Aliyye ta Londra’dan bir adamı telgrafla da’vet ediyor “Bizim bahriyemizi idare et” diyor. O gelmezse biz bir şey yapamayacağız düşmanlarımıza karşı çıkamayacağız. Onun damlar çıkaydı o kadar para verir miydik? O kadar budala mıyız? Ben pek arzu ederim bir sarıklı vali olsun. Fakat meccanen valiliği kabul edip de bir işe yaramazsa o vakit para verip de ondan kurtulamayız. de olunca bir işe karışmamak lazım geldiğini arz etmek istiyorum. Biz ıslah olalım sonra onları görürüz yoksa biz fesad halinde iken onlara gider de “Vali efendi senin yaptığın Onun için pek oradan bahsetmeye hacet yok. Biz evvela gelince onları büyük büyük me’muriyetlere de geçirmemeklik edenler bulunmaz. O zaman uygunsuz bir hal görülünce softalar meydana çıkar: “Filan adam millete hizmet edemez biz ederiz” der hemen o makama geçirilir. Çünkü iktidar var siyaset var ilim var fen var her şey var. Ben böyle talebe Ama medresede oturduğu yerden mesela “Sadrazam o makama müstahak değildir” derse “nasara”ya başlayan bir çocuğun vahdet-i vücuddan bahsetmesi gibi bir şey olur. Onun için şimdilik böyle mes’eleleri müzakereye bile lüzum görmüyorum... Size melal gelmediyse biraz da seyahatimden haber vereyim. Bahsi başka tarafa çevirelim. Ben esna-yı seyahatte pek çok gezdim. Avrupa’da da bulundum. Fakat az. Şarkta hemen her tarafı dolaştım. Gezdiğim yerlerde mecusiler rat taifesinden Buda mezhebine mensup “Hamba Lama” derler bir zat var ki Buda mezhebi ulemasının ikinci derecede bulunanıdır. En büyüğüne “Dalai Lama” derler. Ben Hamba Lama ile görüştüm. Bir de ikisinden de daha büyük “hototo” haşa Allah’ları hototo “diri Allah” ma’nasındadır. Bununla da ben görüştüm. Bakınız cehalet insanları ne hale getirir. Kendi içlerinden Allah yaparlar. Bunlar eski zaman hurafeleri değil. Bugün hepsi mecvut. Kaç milyon ahali buna ibadet eder. Tabii yakında ölecek. Yaşı doksanı bulmuş. O ölünce yine bir Allah seçecekler yerine. Görüyor musunuz hoca efendiler cehalet müntehası nerededir. Ben Hamba Lama ile çok müzakere ettim. Çok akıl adam. Birkaç lisana aşina. Buna vahdetten bahsettiğimiz zaman bana dedi ki: – Vahdeti inkar eden adam avam beyninde bulunur ona taaccüb olunmaz. Zira ona biz öyle telkinat vermişiz. Zannederim sizin Muhammedilerde de taklid ile olmayarak şöyle tamamiyle bilerek tevhid edenler nadir bulunur... Bir mecusi söylüyor bunu. Ben bir dereceye kadar müdafaada kusur etmedim. Bütün dindaşlarım namına müdafaada bulundum. Maamafih bu adam cihana seyahat etmiş. Hindistan’da bulunmuş hatta buraya da gelmiş Rusya’nın da her tarafını gezmiş. Sonra benimle müzakere ediyor. Böyle bir adam önümüze çıktığı zaman insan aklını başına toplayarak konuşmazsa nihayette hacaletten başka bir şey çıkmayacak. Ben gitmezden evvel bu zatı bilirdim öyle bir hazırlıkla gitmiştim. O adam kendi diyanetinin butlanını pek o kadar anlamayanlardan değil. Fakat kendi akıdesince mezhebinin reisi olduğu vechile bana derdi: – Makamımı muhafaza için bu mezhebde kalmam milletim namına vacibdir. Yoksa ben diyanet-i kati bilenlerdenim. Fakat milletim içerisinde diyanet-i İslamiyye dinde bekamı vicdanım tercih etmiştir... Bakınız dikkat ediyor musunuz? Milleti namına diyor. Memleketi Moğolistan. Buda mezhebinden başka mezheb yok. Milleti namına batıl olduğunu bile bile o dinde kalmayı dam diyemececeğim. Fakat Mecusilik ile beraber bu adamda bu kadar vicdan bulunur da; bizim ulema fuzala arasında kendini millet uğrunda bu derecede feda edecek adam bulunduğunu bir türlü ben de sevineyim. Bizde fesad-ı ahlak o dereceyi bulmuş ki Mecusilerde olan vicdan da bizde bulunamıyor. Maatteessüf bunu i’tiraf edeceğiz. Ve illa diyanetimizde zerre kadar meskenet yok. Ama bunu yalnız lisanımla değil bütün kalbimle söylüyorum. Bana dedi ki: – Ben Budi kavmi için doğmuşum ve bunun bütün mevcudiyetimle muin olacak da benim. Bu zat bütün Moğolistan’da mevcud iki yüz milyon belki daha ziyade milletin iki adamından biri. Bakınız diyanet-i biraz gözü açılınca vahdetten başka din kabul etmeyecektir. Bugün Avrupa’nın eski dinlerine ısınamamaları bundan ileri geliyor. Yoksa din-i İslam’ın hakıkat-i ulviyyesini anlamayacak erbab-ı hakıkat bulunduğunu zannetmem. Fakat taassubları çok da kabul edemiyorlar. Biz inşallah şevket-i İslamiyye’yi tealiye muvaffak oluruz da herkes bu din-i celile sını elde eder de onların içine dalarsak o dağ başlarındaki cesim cesim manastırlar vız gelir. Biz onlar gibi de yapacak değiliz. Biz gidersek yalnız vaaz ile gideceğiz. Haktan başka bir şey söylemeyeceğiz. Para ile iknaya da hacet yok. Yalnız va’z u nasihati bu vazifeyi lisan yok. Gittim Japonya’ya altı ay içerisinde en büyük adamlarından yirmi otuz adamın şeref-i İslam ile müşerref olmasına muvaffak oldum. Bu benim fazlım değil bu lutf-ı celil-i Sübhanidir. Bu mu’cize-i bahire-i Muhammediyye’dir. Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimizin mucizesidir. Allah o hadis-i şerifin tecellisini murad buyurunca böyle olur. Bir kişi bu kadar yapabilir. Eğer bu vazife yüz hoca tarafından ifa olunsa elbet iş başka türlü olur. Ama para lazım... Onu kabul edemem. Seyahate çıktığım zaman benim yüz altmış kuruşum vardı. Her şeyden evvel azm-i kavi ister. İnsan çalışmanın yolunu bilirse aç kalmaz. Zaten ashab-ı kiramdan Kutaybe hazretleri kumandasındaki mücahidin-i İslam Medine’den çıkmışlar Kaşgar’a kadar gitmişler hem o zamanlar demiryol da yok idi. Benim kat’ ettiğim mesafe yetmiş bin kilometredir. Fakat yaya gezdiğim ancak iki üç bin kilometredir. Kalanı ya vapurla ya demiryoluyladır. Yalnız balona binmedim. Halbuki o zaman bu vesait-i nakliyyenin hiç birisi yoktu. Yalnız belde bir kemer-i himmet “Ya Allah” diye Kaşgar’a kadar gitmişler. Hangi kuvve-i askeriyye vardır ki Bağdat’tan Kaşgar’a kadar gitsin. Bunu yapan yalnız himmettir. O himmet bulunursa diyanet-i İslamiyye’nin intişarı hiç başka şeye muhtaç değildir. Bu himmeti kimden beklemeli? Ahmet ağadan mı Mehmet ağadan mı yoksa hocalardan mı? Tabii herkes der ki: Hocalardan. Yüz fesli bir hocanın işini yapamaz. Fakat gitmezlerse fesliler sarık saracak gidecekler biz kendi vazifemizi başkasına vereceğiz. Kendiniz bir an evvel esbabına tevessül etmeli görülecek hizmet budur. İslam’ın istikbali parlaktır. mübarekinin netice-i behiyyesi buyurduğu gibi zahir olacaktır. Ve bunda kelime-i tevhidin dahil olmadığı bir ev kalmayacak. Hepinizin daima bunu düşünmenizi sarf-ı himmet etmenizi istirham ederim. Ulemadan bir zat: Memleket uleması ve ahali namına zat-ı faziletlerine fevkalade teşekkürler ederiz. İhya buyurdunuz. Bizim kalblerimize büyük büyük hisler ilka ettiniz inşallah ba’dema aramızda zerre kadar bir tefrika zuhur etmez hep el ele vererek çalışacağız. İrşadatınızı guş-i can ile dinledik. Cenab-ı Hak cümlemizin muini olsun. Allah sizi eksik etmesin. Tekrarını istirham ederiz... –son– Nisvanın tezvicleri için gerek kendileri gerek evliyası vesaire tarafından mehirden gayrı başlık vesaire namlarıyla gayr-ı meşru’ olarak bir şey mutalebe ettirilmemesi ve hilaf-ı şer’ fazla sarfiyat icra olunmaması ta’mimen hükkam-ı şer’e raf-ı ali-i Meşihat-penahi’den Dahiliye Nezareti’ne izbar buyurulmuş ve keyfiyet nezaret-i müşarun-ileyhadan umum vilayata tebliğ kılınmıştır. Girid’den bugünlerde varid olan haberler yine pek elem-nak ve kasvet-fezadır Girid’in Resmo şehri adeta bir meşher-i fecaat ve i’tisaf halindedir. Her gün tevali eden bu kadar mezalim ve teaddi ve fevka’t-tahammül bu kadar tecavüz ve tasaddi kafi değil imiş gibi yine Resmo’nun gayrimüslim ahali-i vahşiyyesi tarafından müslim vatandaşlarına karşı yapılıp kuvvetini son zamanlarda biraz kaybetmiş olan boykotaj yeniden iade-i şiddet eylemiştir; bir Rum bir İslam’dan ahz u i’taya me’zun değildir. Şayet hilaf-ı tenbih ve telkınat; bir Rum bir İslam’dan alışveriş ederse mücazat-ı müteaddideye duçar olur. Bu birçok nokta-i nazardan pek ziyade calib-i ehemmiyyet bir hadisedir. Bir millet kendisinden mutazarrır olduğu ahar bir millete karşı birçok esbab ve ahvalden naşi boykotaj i’lan edebilir ise de bir memlekette doğup büyümüş aynı alaka ve revabıt ve aynı hukuk ile aynı vatana merbut iki unsurdan birisinin diğeri aleyhine boykot i’lanına asla hakkı olamaz zaten bunun henüz bir mahiyet-i hukukiyyesi olmadığından her vakit keyfe ma-ittifak tatbiki caiz olamaz. Diğer cihetten dahi Girid müslümanlarının orada bekası hukuk ve menafi’-i devlet nokta-i nazarından gayet mühim ve adeta orada beka-yı İslam hukuk-ı Osmaniyye safahatında son derece haiz-i ehemmiyyettir. Girid müslümanları dahi hakıkaten fedakar ve metinü’lahlak olduklarından her cefaya tahammül edebilirler ise de açlığa ve düşmen-i din ü namusa karşı sefalet ve üryaniye asla dayanamazlar. Vatana karşı ölmek evlad u ıyalini ve bütün mevcudiyetini feda etmek; hiss-i fedakari ve civanmerdiye muvafık olduğu için bundan hiçbir Girid müslümanı yüzünü çevirmez. Fakat açlığa karşı mücahede edecek bir kahramanı da zaman henüz doğurmamıştır. Girid Rumlarının bu nokta-i nazardan i’lan ettikleri boykot unsur-ı İslam’ın firar ve hicreti Müslümanlar da Girid’de haiz-i alaka ve hukuk olduklarından Rumların boykot i’lanına hiçbir hakları olamaz. Hükumetin bu babda vesait-i siyasiyyeye tevessülü hüsn-i neticeye badi olacağı emsaliyle müsbettir.” “Bunu nazar-ı dikkat ve i’tibarına alan Babıali Girid mes’elesi hakkında yeniden düvel-i hamiyyenin nazar-ı dikkatini celbedecek surette düvel-i mezkure kabinelerine bir nota tebliğ etmek üzere bulunduğunu matbuat-ı Osmaniye dermeyan ediyor ise de düvel-i hamiyye nezdinde cezirede statüko idamesi tensib olunmakta olduğunu matbuat-ı ecnebiyye neşrediyor. Ancak evvel ve ahir beyan ettiğimiz vech üzere bugün cezirede cari olan her bir muamele Yunan Kralı namına cereyan etmekte olduğundan düvel-i hamiyyenin bitip tükenmesi bulunmayan bu statüko maksadı; acaba bugünkü idare midir? Yoksa komiser Zaimis’in müddet-i idaresi midir? Eğer komiser Zaimis’in müddet-i idaresi ise maatteessüf bugün o idare külliyen mefkuddur. Yok eğer düvel-i hamiyyenin maksadı bugünkü idare ise yani hıristiyanlar tarafından hod-serane bir suretle cezire Yunanistan’a ilhak edildikten sonra olan idare ise zannederiz ki cezirede hakimiyet ve hukuk-ı Osmaniyye’nin idame ve vikayesine dair defaatla Babıali’ye verdikleri te’minat beyhude olduğu anlaşılıyor. Halbuki bu muvafık-ı hakkaniyyet ve adalet değildir. Zira hükumet-i Osmaniyye’nin zaman-ı idaresinde yüz bin İslam mevcud idi. Hükumet-i Osmaniyye’nin cezireden infikaki yevm-i meş’umundan beri hamisiz kalmış olan . İslam “Girid mes’elesi halledilmek üzeredir” deyu düvel-i hamiyye tarafından vaki’ olan vaadlerden bıkmış usanmış olan o zavallı İslamlar hicret ede ede bugün cezirede -. Bugün cezirede hamisiz bulunan kırk bin İslam acınılacak bir halde bulunuyor. Emlak ve akaretlerine zahiren mutasarrıf lakinden başkaları müstefid oluyor. İslamlar yalnız darb katl hakarete mahkumdurlar. Bu ise şüphe yok ki hep bidayet ve intihası olmayan “İstatükonun muhafaza ve idamesi münasiptir” deyu her-bar vaki’ olan cevaptan ileri geliyor. Bunun üzerine düvel-i hamiyyenin cidden cezirede bulunan elli bin nüfus-i İslamiyye’nin mahvını arzu etmez ise cezirenin sahib u hakim-i meşruu bulunan Devlet-i Osmaniyye’nin teklif-i muhikkı dairesinde Girid mes’elesinin artık Devlet-i Osmaniyye’nin lehine olarak hall ü tesviyesine muvafakat göstermeleri hakkaniyet ve adaletin icabatındandır. Büyük halifelerinin hatıra-i cülusunu ihya Mısırlılarca adat-ı kadimedendir. Bugün ihtifalat-ı azime ile karşılanır. Cümleten ferahlar meserretler izhar olunur. Geçen senelerde Eylül bire Ağustos tesadüf etmekte olan bugün a’yad-ı umumiyyenin en müstesnası addedilir umumi şenlikler yapılır gani fakir bütün Mısırlılar iştirak eder konaklar ticaret-gahlar evler donanır akşamı Özbekiye Bahçesi bir gelin gibi müzeyyen nazra-pira etrafa envar-nisar olur cabe-ca bayraklar sancaklar çekilir davullar vurulur gun-a-gun yariyi izhar için ne yapmak lazım gelirse yapılır ve bugünün feyz-i meserretinden yalnız zenginler değil fukara dahi nasibe-dardır. Zira Cem’iyet-i Hayriyye bu mübarek gün hürmetine a’yan ve uzema-yı memleket müsabakalara girişir merasime beray-ı nezaret teşekkül edecek hey’ete intisab medar-ı mübahat olur. Geçen sene Hilafet-penah efendimizin cüluslarını müteakib Temmuz yevm-i mahsusu hulul etti bu günde Mısır’daki Osmanlı kardeşlerimiz şenliklerine bir hususiyet şekli vererek nizamat-ı mahsusaya tabi’ ve eyalet-i mümtaze idadına dahil bulunmak hasebiyle Mısır’ın Osmanlı Kanun-ı Esasisi’nde bir güne alakası bulunmadığını tikleri surette ihya edemediler. Şu halde Mısırlılar için yegane kalan gün kendilerinin ve bütün ma’şer-i İslam’ın büyük Halifesi’nin ruz-ı cülusudur. Bina-berin bu günün kadrini bilerek devletimize ve Halifemize olan ihlas ve muhabbetimizin asarını göstermeliyiz. Bir Eylül ile Nisan Efrenci arasında bir fark görmemeliyiz. Düşünmeliyiz ki zat değişir fakat Hilafet –ila maşaallah– bakı ve payidardır. Bu sene şenliklerde himmetsizlik gösterilmesini kat’iyyen tecviz etmeyiz. Bu yevm-i mübareke şurada üç gün kaldı. Hükumette ber-mu’tad istihzarat görülüyor. Daru’l-muhafaza etrafı Osmanlı Komiserlik Dairesi tezyin olunuyor. Devletli Komiser Paşa hazretleri o gün bir resm-i kabul icra buyuracaklardır. Gayur kardeşlerimiz bu günü layıkı olduğu vech üzere tebcil ve gerek devletimize ve gerek halifemize karşı taşımakta olduğumuz hissiyat-ı ta’zim ve merbutiyyeti irae hususundaki şu güzel vesileyi fevt etmeyeceklerine kaviyen ümid-varız. “İran memleketi Rusya ile İngiltere arasında ikiye bölünüyor bir kısmı Rusya’ya ve bir kısmı İngiltere’ye kalıyor hazırda parçalandığı da yok. Şu kadar ki parasızlık İran’ı borca sevk ediyor. İngiltere ile Rusya kendi menfaatlerine muvafık şartlar ile bir mikdar para ikrazında bulunmak daiyesine düştüler İran ahalisi bunu ma’kul görmedi. İstila-yı mayül ettiler. Fakat ağniyalarını bu fikre müsaid bulmadılar. aşına su kattı. Almanya Milli Bankası vekillerinden biri Tahran’da bu hususlara dair müzakeratta bulunuyor. Almanya’nın maksadı Bağdat hattını İran dahiline kadar ilerletmektir. Rusya ve İngiltere ise bu fikirlerden kuşkulanıyorlar. Almanya’nın beş sene evvel Fas’ta ta’kib ettiği politikayı burada da tatbik etmekte olmasından dolayı hiddetleniyorlar. Fas ihtilafında Fransa ve Almanya arasında muharebe ihtimalinin önü alınmakla beraber Fas Hükumet-i İslamiyyesi saha-i selameti bulmuş idi. İhtimal ki bu ihtilaf sayesinde de de ayet-i kerimesinin sırrı bir daha tecelli eder.” “Mazideki dehşetli düşmanlıklar dostluğa münkalib oldu. Osmanlı Hükumeti’nin bütün düşmanları bugün ona hayr-hahlık ve dostluk gösteriyor. Bu dostluklarını İstanbul’u ziyaretle isbat ediyorlar. Bundan iki sene mukaddem Türkiye’nin tereke ve mirasını taksime karar veren hükumetler bugün tamamiyet-i mülkiyyesini te’min ve meşrutiyetini muhafaza etmek için vaadlerde hizmetlerde bulunuyorlar. Eskiden Türkiye ile küçük ya büyük bir hükumet arasında niza’ ve ihtilaf zuhur etse Türkiye hükumetine karşı parmak sallayıp ültimatom gönderip hareketini durduran ve bununla durduramazlar ise iki üç zırhlıdan mürekkeb filolarını İstanbul sularına göndererek Türkiye’yi niyet ve fikrinden vazgeçiren tevbe ettiren düvel-i muazzama bugün uzaktan seyirci bulunuyorlar. Türkiye’nin çeteler buhranını rat-ı askeriyyesini kemal-i taaccüb ile tahsin ediyorlar. Zaten Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Bulgarya ile Yunanistan hükumetlerine ve onların kendisine karşı gösterdikleri nümayişe mukabil eğer evvelki gibi eser-i tereddüd ve havf gösterse temellüklar izhar etse idi şüphe yok ki Balkan Hükumetleri ne Petersburg’u ve ne İstanbul’u ziyarete lüzum görmeyeceklerdi Petersburg’u ziyaret etseler bile İstanbul’u ziyarete tenezzül etmeyecekler idi. Lakin Türkiye arslanca mehabetkarane davrandı.” “Bu fikir hadd-i zatında çok doğrudur. Mecelle-i i’tikadiyye ve hukukiyye vücuda getirilip mesail-i şer’iyyenin hallinde teshilat çaresi bulunsa elbette pek güzel olurdu. Fakat böyle bir mecellenin tertib ve tanzimi için otuz kırk alimin bi’l-müzakere birkaç seneler çalışması lazım geleceğinden Bu nam ile seyyah-ı şehir Abdurreşid İbrahim Efendi hazretlerinin gayet kıymet-dar ve alem-i İslam hakkında gayet müfid ve esaslı ma’lumatı havi mufassal bir seyahatnameleri Sıratımüstakım idarehanesi tarafından cüz cüz neşrolunmaya başlanacaktır. Birinci cildi için abone yazılıyor. Bir cilt cüzden ibarettir her cüz de büyük sahifeli iki formadan yani otuz taşra için kuruştur. Kavala’da idadi muallimlerinden Ali Galib Bey’e – Konferansların Kavala’da tenvir-i efkar hususunda husule getirdiği hüsn-i te’sir izdiyad-ı şevk ü gayreti mucibdir. Abdurreşid konferans ile bir mev’ize de mazbuttur sırasıyla neşrolunacaktır. Neşrine başlanılmak üzere bulunan Alem-i İslam ve Japonya’da İntişar-ı İslamiyyet nam eserin ikmal-i tab’ını müteakib Rumeli’ye mutasavver olan seyahatlerinde Kavala’ya da uğramaları mukarrerdir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mayıs Dördüncü Cild - Aded: Nazm halinde iken kaffe-i hasais ve te’siratını kulub-ı samiine zaman onun mantuku mefhumu mücmelatı mahzufat ve mukadderatı fasl u vaslı müedda ve mahsulü rumuz ve u nesr arasındaki üslub-ı yegane-i dil-nüvazı ile mümtaz ve celilü’l-kadr bulunan Kitabullah da müfessirin-i kiram hazeratı tarafından bu cihetleri izah ve izhar edilerek tefsir olundu ve bazı ayat-ı kerime diğerini veya bazı ehadis-i nebeviyye bazı ayat-ı furkaniyyeyi tahsis veya nesh etmiş olduğundan esna-i tefsirde buraları da gösterildi. Kah ayat-ı kerimenin esbab-ı nüzulünden ve kah Mekki ve Medenisinden bahs olundu. Bu abd-i aciz dahi Envar-ı Kur’an namıyla te’lifine cür’et-yab olduğum şu tefsir-i muhtasarda bu isre salik olarak cihat ve ahval-i mezkureyi müyesser olduğu kadar gösterdim. Ve asl-ı celilden tebaüd edilmemek için ayat-ı Furkaniyyenin tarz-ı ifademize muvafık eda ve ta’birler ile lisanımıza mümkün olduğu ve kudretim tealluk eylediği mertebe aynen nakline ve mukadderat ve işaratını mezcen şerh suretiyle Hıtta musalla ümmet-i vasat refes silm salat-ı vusta bulmuş veyahud i’timar ihsar hedy i’tizal ila’ terabbus kuru’ ba’l havl hıtbe kürsi vesaire gibi fıkıhta veya usul-i fıkhta veya ilm-i kelamda ıstılah ve ta’bir-i mahsus veyahud bir mebhase veya bir mes’eleye me’haz olmuş veyahud emsali mecaz ve kinaye ve temsil tarikıyle irad buyurulmuş kelimat ve ta’birat-ı celile dahi aynen naklolunduktan sonra tefasirde beyan edildiği vech ile müradif ve mukabilleri veya ta’rifleri ityan ve ma’na-yı muradları izah edildi. Zamair ile esma-i işaratın merci’ ve müşarun-ileyhleri muhtelefun-fih bulunan mevazi’de evvela asl-ı kerim zamir ve ism-i işarat olarak nakl olundu ba’dehu merci’ ve müşarun-ileyhleri tefsir suretiyle gösterildi. Tefsire ait cihetleri bazen terakib-i kudsiyyenin nakli arasında asl-ı kerimin medlulat-ı sarihasından tefrik ile şu Tefsir: Fa’nın fethi ve sin’in sükunuyla mestur bir şeyi keşf ü izah etmek ma’nasına olan’den tef’ildir. Bazıları ’ in maklubudur dediler. Sin’in kesriyle sabah yeri açılıp ağarmak ma’nasınadır. Bazıları dahi dediler ki tekemmüle vezninde’den me’huzdur. Teşhis-i kavlin isimdir; tabibin teşhis-i illete istidlal için nazar eylediği bevl-i marize ıtlak olunur. Tabib hastanın ’ sine nazar etti denir ki hastanın illetini teşhis ve ze’nin fethi ve vav’ın sükunuyla rücu’ ma’nasına olan ’ den me’huz olup bir şeyi diğer şeye redd ü irca’ eylemek ma’nasınadır güya müevvil te’vil eylediği ayeti mütehammil bulunduğu maaniye irca’ etmiş oluyor. Bazıları hüküm ve siyaset ma’nasına olan’den me’huzdur dediler. Bu iştikaka göre kelamı te’vil eden kimse sanki kelamda hüküm ve siyaset ederek ma’na-yı kelamı mevzuuna vaz’ etmiş oluyor. Tefsir ve te’vilde ihtilaf olunup ikisinin bir ma’naya olduğuna zahib olanlar varsa da bir cemaat bu kavli inkar etmiş ve hatta İbn Habib en-Nisaburi inkarda mübalağa ederek: Zamanımızda birtakım müfessirler zuhur etti ki tefsir ve te’vil arasındaki fark kendilerinden sual olunsa cevabından aciz kalırlar demeye kadar ileriye gitmiştir. Farka kail olanlar zahib olarak her biri bir fark beyan etmiştir. Bunlardan bir kısmı tefsir te’vilden eamdır ve ekser isti’mali elfaz ile müfredat-ı elfazdadır te’vil ise alel-ekser maani ile cümlelerde vech muhtemel olan lafzı beyan ve izah etmektir. Te’vil ise maani-i muhtelifeye müteveccih bulunan bir lafzı zahir olan edilleye binaen o maaniden birine tevcih eylemektir. Bazısı dahi tefsir; bir lafızdan murad şudur diye kestirmek ve o lafız ile murad-ı ilahi budur diyerek Cenab-ı Hak üzerine şehadet eylemektir. Eğer buna delil var ise doğrudur delil yok ise tefsir bi’r-re’y olur ki bundan nehy vaki olmuştur. Te’vil murad-ı ilahi ne olduğunu kestirmeksizin ve şehadet -i alallah olmaksızın bir lafzın muhtemel olduğu maaniden birini tercih etmektir dedi. Bazıları şöyle dedi: Tefsir lafzın hakıkaten veya mecazen vaz’ını beyandır: kelimesini tarik lafzını baran ile tefsir gibi. Te’vil ise batın-ı lafzı huzdur. Şu halde te’vil hakıkat-i muradı tefsir delil-i muradı şeyin delili demek olmasına mebni delil-i muraddan maksad kaşif-i ma’na-yı murad olan lafzdır. Bunun misali Rabb’in tarassud mahallinde olup muhakkak seni gözetiyor mealinde bulunan kavl-i şerifidir. Bu kavli şerifin şerhinde mirsad: Bir şeyi gözetmek ma’nasına olan ’ dan ism-i mekandır ve mahall-i tarassud demektir denir şerifte maksud emr-i ilahide gaflet ve tehavünden tahzirdir demek var işte buna da te’vil denir. Edille-i katıa bu kavl-i şerifte lafzın vaz’-ı lügavisi hilafında olarak maksud olan ma’nayı beyan etmeyi iktiza eder. Bazıları dedi ki tefsir örf-i ulemada maani-i Ku’ran’ı keşf ve ma’na-yı muradı beyandır. Ma’na-yı muradı beyana hacet bir ma’na-yı zahirden veyahud bu gibi diğer esbabdan neş’et eder. Te’vil alel-ekser cümlelerde vuku’ bulur. Tefsir: Bahire saibe vasile gibi ya elfaz-ı garibede yahud gibi bir beyan-ı vecizin şerhinde yahud nazm-ı celili ile kavl-i şerifi gibi bir kıssayı mutazammın bulunan kelamda isti’mal olunur ki kıssa bilinmedikçe o kelamı fehm u ihata mümkün olmaz. Te’vil bazen am ve bazen has olarak isti’mal olunur: Küfür ve iman lafızları gibi küfür bazen inkar-ı mutlakta ve bazen bilhassa Zat-ı Bari azze ve celle hazretlerini inkarda sında müşterek lafızda isti’mal edilir: Ve-ce-de lafzı gibi ki bulmak zengin olmak aşk ve muhabbet eylemek ma’nalarında müsta’meldir. ¿³ª Y¯² ayet-i kerimesinde onları bu sania-i Bazıları: Tefsir rivayete te’vil dirayete tealluk eder dedi. Bazıları dahi: Tefsir ittiba ve semaa maksurdur istin bat-ı te’vile tealluk eden umurdandır dedi. Bazıları dedi ki Kitabullah’ta mübin ve sahih sünnette muayyen olarak vü rud eden lafza tefsir tesmiye olunur çünkü o lafzın ma’nası gereği gibi zahir ve vazıh olduğundan hiçbir ferdin o lafza ne ictihad ve ne suver-i saire ile taarruz etmesi caiz olmayıp onu vürud ettiği ma’naya hamleder bu haddi tecavüz ede mez. Te’vil: Maani-i hitaba aşina ve alat-ı ulumda mahir u lema-i amilinin istinbat eyledikleri ma’nadır. Bir cemaat de şöyle dedi: Te’vil ayeti bir ma’naya sarf etmektir ki o ma’na ayetin ma-kabline veya maba’dine mu vafık olduğu gibi nefs-i ayet de ona muhtemel olur ve istin bat tarikıyle o ma’na Kitap ve sünnete de muhalif düşmez. Bazıları dedi ki tefsir istılahta ayat-ı Kur’aniyye’nin zaman-ı nüzulünü şuununu kıssalarını esbab-ı nüzulünü sonra a yatın Mekki ve Medenisini muhkem ve müteşabihini nasih ve mensuhunu has ve ammını mutlak ve mukayyedini mücmel ve müfesserini helal ve haramını vaad ve vaidini emir ve nehyini iber ve emsalini sırasıyla bilmektir. Bazıları da şöyle dedi: Tefsir bir ilimdir ki o ilimde elfaz-ı Kur’an’ın keyfiyet-i nutkundan o elfazın medlulatından ah kam-ı efradiyye ve terkibiyyesinden hal-i terkibde hamlo lunduğu maanisinden ve umur-ı mezkurenin tetimmatından bahs olunur. Tefsiri bu vech ile ta’rif edenler diyor ki ta’rifte vaki’ “ilm” lafzı cinstir. “O ilimde elfaz-ı Kur’an’ın keyfiyet-i nutkundan bahs olunur” kavlimiz ile murad ilm-i kıraattir. “O elfazın medlulatından” kavlimiz ile murad metn-i ilm-i lügattir. “Ahkam-ı efradiyye ve terkibiyyesinden” kavlimiz de hamlolunduğu maanisinden” kavlimiz hakıkaten delalet eden elfaz ile mecazen delalet eden elfazı muhtevidir. Bazen zahir-i terkib bir ma’nayı iktiza eylediği halde bir mani’ terkibi o ma’naya hamlden men’ eylediği cihetle diğer ma’naya hamlolunur ki bu ma’na ma’na-yı mecazidir. “Umur-ı mezkurenin tetimmatından” kavlimiz ile murad nesh sebeb-i nüzul Kur’an’da ibham olunmuş bazı umuru izah eden kıssa vesaire gibi şeylerdir. Bazıları şöyle dedi: Tefsir ol ilimdir ki Peygamberimiz Muhammed salallahu aleyhi ve sellem hazretlerine münzel Kitabullah’ı fehmetmek ve maanisini beyana ve ahkam ve hükmünü istihraca kudret peyda eylemek o ilim ile hasıl olur. Bu ilmin istimdadı lügat sarf nahiv ilm-i beyan usul-i fıkh ilm-i kıraattendir. Esbab-ı nüzul ile nasih ve mensuhu bilmeye de muhtaç olur. – – Bu fırkanın re’yine mütabaat eden şahıs da umur-ı ahirete ihtimamsız davranmak iktiza etmez. Çünkü iltizaz hissi insanın mesela yediği ve içtiği şeylerden nefsinde hasıl teessür semeresidir. İsti’mal olunan şeyler teessür ve telezzüzün esbab-ı hariciyyesidir. Yani lezzet doğrudan doğruya sebeb-i zahiriden naşi değil belki onun vücuduyla hasıl olan teessüre tabi’dir. Bu surette halet-i nevmde olduğu gibi sebeb-i zahiri tahakkuk etmeyerek de nefs-i insaniyyede teessür-i mezkurun husulü mümkün olunca sebebin haricen vücuduna ihtiyaç görülmez. Fırka-i salise – Dar-ı ahirette lezzat-ı hissiyyenin ne bitariki’l-hakıka ne de tahayyül suretiyle imkan-ı tahakkukunu kabul etmiyorlar. Çünkü tahayyül alat-ı hissiyye vücuduna mütevakkıftır. Mevt ise nefis ile tahayyül vesair ihsasatta alet olacak beden arasındaki alakayı tamamen kat’ u sonra nefsin tedbir-i bedene avdeti tasavvur olunamaz. Yalnız ruhani-i mahz olan lezaiz ve alamı idrak etmesi kabildir. Lakin lezaiz ve alam-ı ruhaniyye lezaiz ve alam-ı hissiyyenin kat kat fevkinde olduğu ca-yı iştibah değildir. Hatta bu alemde bile lezzat-ı akliyyeye meyli ve alam-ı akliyyeden teneffürü lezzat ve alamın nev’-i diğerine nisbeten daha şedid daha galibdir. Bundan dolayı değil midir ki merd-i akıl pek ziyade arzu-keş bulunduğu kaza-yı şehvet gibi bir lezzet-i cismaniyyeden mahza ab-ı ruyunu sıyanet haysiyet ve namusunu muhafaza gayretiyle tebaüd eder. Bu tebaüd ve hırman zımnında kendisine pek acı gelen elem-i ruhaniye katlanır. dakarlığı çok görmediği bir lezzet-i cismaniyyeyi daha müessir bir elem-i ruhaniden kurtulmak için feda ediyor. Bazen de bir lezzet-i akliyye ihraz için bir elem-i cismaniyi ihtiyar eder. Mesela bir satranç oyununda galebe etmek emeliyle birkaç gün açlığa tahammül eder. Hatta daha ileri gider selamet ümidi pek baid olan ma’rekede ortaya atılır ihraz-ı nik-nam için feda-yı can ediverir. Bu fırka öyle iddia ederler ki dar-ı ahiretteki lezaiz-i ruhaniyyeye nisbeten bizim bildiğimiz lezaiz-i cismaniyye – adeta et’ıme-i nefisenin ekline nisbeten rayihasını koklamak ma’şukanın neyl-i vuslatına bedel uzaktan yüzüne bakmak gibi– gayet dun mertebede kalır. Ancak bu ciheti fark u idrak etmek cemahir-i nasın ekseriyeti teşkil eden sunuf-ı beşeriyyenin şanı olmadığından bu lezaiz-i akliyye ve metalib-i ruhaniyye kütüb-i ilahiyyede kendilerine tanıyıp ülfet ettikleri lezzat-ı cismaniyye ile temsil ve tasvir buyurulmuştur. Nasıl ki vezaret ve riyaset gibi bir makam-ı ali ihraz edebilmesi için tahsil ve terbiye ile iştigal ettirilen sabi henüz o makamın lezzetini idrak ehemmiyetini takdir edecek sinde olmadığına mebni dersine ciddiyetle çalışması ve tehzib-i ahlaka ihtimam etmesi maksadıyla mizacına muvafık tergıbata mazhar kılınır mesela kendisine oyuncaklar alınır güzel güzel kuşlar ve kuzular ihda olunacağı söylenir. Çocuk da bu hevesle çalışır. Nasibi var ise ileride büyük makam sahibi olur. İşte fehvasınca böyle tab’ u mizaca muvafık mevaid ile irşad-ı enama himmet enbiya-i izamın hal u şanlarına cesban bir meslek-i güzin-i hikmet olduğu kabil-i inkar değildir. Her lisanda enva-i kinayat ve istiarat şayi’ olması hasebiyle bunda zerre kadar hilaf-ı hakıkat addolunacak bir cihet de yoktur. Bil-farz umur-ı ahiret bu üçüncü fırkanın iddia ettikleri gibi de olsa insana bais-i fütur olamaz. Belki bakiyyat-ı salihata yine kemal-i ciddiyyetle çalışması lazım gelir. Bu mezhebe zahib olanlar ekser felasife-i ilahiyye ile bazı sufiyyeden ibarettir. Hatta bazı meşayih-i sufiyye bervech-i sarahat demişlerdir ki her kim duhul-i cennet ve necat-ı nar için Cenab-ı Hakk’a ibadet ederse leim addolunur. Talib-i sadık olanların matlabı bundan eaz ve eşreftir. Birçok tariklere mensup meşayihle mülakı olup da esrar-ı tariklerini teftiş onlara mahsus kitapları tefahhus edenler bu i’tikadı onların mecari-i ahvalinden kat’i olarak anlarlar. Fırka-i rabia – Sebük-mağzan-ı enamdan birtakım eşhastan zardan ma’dud değillerdir. Mevt mahz-ı in’idam olup ruhun da cesetle beraber fena-pezir olmasına zahib olmuşlardır. Bu i’tikada göre insan kable’l-vücud olduğu gibi ba’de’lmemat da adem-i mahza münkalib olur. Binaenaleyh taat za-yı uhrevi tertib etmemek lazım gelir. Bu fikr-i batılı tervic edenlere fırka ıtlakı hakıkı bir ta’bir değildir. Çünkü fırka teşkil edenler ma’ruf bir zatın riyasetine tabi bir cemaat olmak lazımdır. İnsanın heykel-i mahsustan başka bir şeyi olmadığına müstenid bulunan bu kavil bulunan bir ahmağın kavl-i mücerredinden ibarettir. Mukavemet-i heva vü hevesten i’tiraf-ı aczde bulunmayı nefsine züll addetmiş olan şahs-ı merkum sapmış olduğu tarik-ı fücurda kendisini ma’zur gösterebilmek için bu i’tikadını orta- [ Tevbe /] diye bed’ etmiştir ya sürmüş hem meşreplerini çoğaltmak fikriyle da’vet ettiği süfeha da kendisine alel-amya mutabaat etmiş olmağla böyle bir mezheb-i batıl meydana çıkıvermiştir. Gazzali rahimehullah zamanında maddiyyun mezhebi hal-i revacda bulunmadığı bu ifadelerinden münfehim olmaktadır. Cibillet-i beşeriyyede merkuz bulunan temayülat-i nefsaniyye her ahmağı bu sözün tasdikine müsaraat göstermeye bais olacağı der-kardır. Hususan bazı füssak bu i’tikadı ahiren Aristo ve Eflatun gibi dekaik-i uluma ıttıla’la ma’ruf bazı zevata felasife gibi koca bir fırkaya isnad ile büyük bir desise lal için “Hiçbir vakit senin ma’rifet ve idrakin bu erbab-ı tedkıkin ma’rifet ve idrakleri mertebesine kadar yükselemez. Halbuki tedkıkat-ı amikada bulunan bu müdekkikler böyle bir halin imkanı olmayacağına kani’ olmuşlardır.” Sözünü de pek kolay sarf edebilirler. Bu sözü işiten miskin ise mücerred tab’ına mülayim gelmesine mebni der-akab kabul eder telbis ve iftira vukuunu düşünmez kendisine bu suretle tahkıke bile lüzum görmez. Maahaza hakkında birkaç kuruş zarar terettüb edecek bir söz sarf edilmiş olsa bila-delil ve labürhan kabule yanaşmaz. Mesela efendim senin baban terk etmiş olduğu konağın sülüsünü filan kimseye vasiyet etmiştir. Onun nezdinde mahfuz birtakım şuhudun imzalarını havi bir kıt’a senet de vardır. Denilse hatta öyle bir senet de gösterilse hemen o konağın o kısmını teslim eder mi? Asla! Belki: Ne demek! Bence mechul birtakım kimselerin imzalarını havi bir senedin ne hükmü olabilir? Evvela bakalım bunlar ber-hayat olup huzur-ı hakimde ifa-yı şehadet edebilecekler mi? Saniyen şehadetleri şayan-ı kabul addolunacak mı? diyeceği şüphesizdir. Haşr u neşri esasından inkara gelince kendilerine isnad vaki’ olan kimselerin imzalarını hatta başka kimse tarafından yazılmış olan bir te’liflerini görmeden inkar-ı haşre dair mübaderet ediyor. Halbuki mesela Aristo’dan Eflatun’dan kendi kulağıyla öyle bir söz işitmiş olsa bile bürhandan ari olduğu için kabul etmemesi lazım gelirdi. Çünkü taklid ile kabul cihetine gidilecek olursa öyle bir iki müddeiye taklid olunacağına kabul-i ammeye mazhar olan binlerce enbiya ve evliya hazeratına taklid olunmak elbette evladır. Ey müsterşid! Şimdi senin hal u i’tikadına nakl-i kelam ediyorum. Sen bu fırka-i dallenin i’tikadı hakkında dört türlü Zann-ı galible zannetmek . Sıhhatini zan ile beraber imkan-ı baid tarikıyle butlanını tecviz etmek . Butlanına asla lin herhangisine bina-yı fikr edecek olsan –selamet-i akl ü sıhhat-ı basirete malik bulunduğun takdirde– huzuzat-ı behimiyyeye münhemik olmayarak ilm u amel ile iştigal etmekliğin lazım gelir. İhtimal-i evvele göre iddiamız asla şüphe götürmez. İhtimal-i saniye göre böyle olmak iktiza eder. Çünkü akl-ı selim sahibi hakkında hayır ve saadet kazandırması maznun ve ihtimal-i galib olan teşebbüsatta metaibe katlanmayı hiçbir vakit zaid ve bi-lüzum addetmez belki geceyi gündüze katarak mesai-i mütemadiyyede bulunmayı tercih eder. Mesela ticaret ümidiyle bir ma’den taharrisi bir denizin emvacı arasına sokulur dağların tehlikeli tepelerini aşar keşfiyat-ı tıbbiyyede bulunmak emeliyle hayatını muhatara Bu teşebbüslerin hüsn-i neticeye iktiranı ise maktuunbih olmayıp daima daire-i zan u tahmin içinde dair bulunur ekserisinde galebe-i zan bile hasıl değildir. Maahaza bu müteşebbislerin nail olabilecekleri saadet-i dünyaya ait muvakkat şeylerden ibarettir. İnsan saadet-i ebediyye kazanmak zilesinde kalır. Hele aksi takdirde giriftar olacağı şekavet-i ebediyyeyi de düşünürse bir kat daha ihtiyat eder her fedakarlığı göze alır. edip de vukuuna gayet baid bir imkan isbat ettiğin takdirde yine akl-ı selim nazarında enbiya-yı izamın haber verdikleri dar-ı ahiret için bezl-i mesaiye lüzum görüleceği emr-i aşikardır. Çünkü bir lezzet-i acileyi ihtiyar edecek oldukda velev binde bir ihtimal olmak üzere insan önünde bir muhatara-i haile görünce vüs’ u takati müsaid olduğu kadar ondan tevakkı eder. Emniyet ü selamet te’min edecek yolu tutar. Mesela gayet aç bulunduğun esnada önüne getirilen taamın mesmum olmasını nezdinde şayan-ı i’timad olmayan bir çocuk haber verse hatta onun kizbini te’yid eder bazı karainin vücuduyla beraber baid bir ihtimale binaen sıdkı caiz görülse canından bıkmadığın halde hiç şüphe etmem ki sen o taamı yemezsin. Hatta bir parça kuru ekmek bulduğun halde müddet-i medide onunla iktifa edersin. Emr-i ba’s ve ahval-i ahirete gelince bu kadar da mı ihtiyat etmeyeceksin yoksa senin nazarında hayat-ı ebediyyenin bu hayat-ı müstear kadar ehemmiyeti yok mudur? Bir çocuk önündeki taam mesmumdur diyor. Fakat sözünü te’yid edecek bir emare göstermiyor hatta zahir-i hal kendisini mükezzib bulunuyorken mücerred bir ihtimal-i baide mebni sen onun sözüne i’tibar ediyorsun da adedleri belki yüz bini tecavüz eden enbiya ve mürselin hazeratının ba’s u kıyamete dair haberlerini la-şey menzilesine tenzil ediyorsun. Evet! Bu habere sen kazib nazarıyla bakıyorsun lakin büyük bir insaf eseri olmak üzere o çocuğun haberi gibi buna da değil belki –mu’cizat-ı bahire sübutu hasebiyle– te’yid ve takviyesi muhakkaktır. Bu halde niçin ihtiyat edip semum-ı maasiden hazer etmiyorsun kendini helak-ı ebediden kurtarmaya çalışmıyorsun. Eğer zümre-i ukaladan olsa idin fani daha ziyade ihtiyat ve basiret üzere bulunurdun. hu ve radıyallahu anh efendimiz bu haşr-ı ecsad mes’elesinde mücadele ve müşagabe eden bir şahsa hitaben “Bil-farz senin iddia ettiğin gibi olursa hepimiz halas oluruz. Ama benim sun” buyurmuştu. kıt’a-i Arabiyyesi bu maksadla nazm olunmuştur. Müşarun-ileyh hazretlerinin bu terdidi “haşa” emr-i ba’ste şekk ü tereddüdden naşi değildir. Belki aklı bürhan-ı kati’ idrakinden kasır olan o cahilin seviyye-i irfanına onun de mahza bu garaz-ı sahih ile minhac-ı mezkura süluk ediyoruz ki iltizam-ı batalet ve taat-ı ilahiyyede ibraz-ı tekasül ve gaflet edenlerin enzar-ı dikkat ve ihtimamlarını celb edelim bais-i ibtisar ve hidayetleri olalım. Beyanat-ı vakıamızla tebeyyün ediyor ki azim ve hail olan emr-i mev’ud ve melhuz ne kadar meşkuk bulunursa bulunsun mücerred ihtimal ile kadr u kıymeti olmayan şeye takdim ve tercih olunur yani ondan halas bulmak için adi ve hakır şeylerin derhal feda edilmesi lazım gelir. Bir şeyin adi veya azim olması da şey’-i ahara nisbeten takdir ve ta’yin olunur. Bu halde erbab-ı refah ve yesarın müddet-i hayatlarında nail olabilecekleri lezaiz-i safiyye hesap olunsun ba’dehu fırak-ı selase-i salifenin i’tikadları muktezasınca ashab-ı basiret ve ikan ve erbab-ı tasdik ve imanın ona bedel terk olunacak müştehiyat-ı faniyyenin denaeti değersizliği aşikar olsun. Bu üç ihtimalin cümlesini tecavüz ederek halet-i rabiaya giriftar olursan yani münkir-i ba’s u haşr olan fırka-i dallenin sözünü kabulde ısrar ile ibraz-ı cehalette bulunursan sana şu yolda hitap ederim: Sen bu ısrarını öyle kat’i ve zaruri bir bürhan-ı mantıkiye istinad ettirmelisin ki onda hiçbir suretle bir delilim vardır. Fakat ortaya komağa mecbur değilim dersen sana gayet kısa bir cevap veririm. Derim ki demek sen kendi başına bütün enbiya ve evliya ve tavaif-i hükema ve cemahir-i ukalanın vakıf olamadıkları bir nevi’ delile vukuf ve ıttıla’ davasında bulunuyorsun. yerinde da Dünyada bundan acib ve garib bir iddia tasavvur edebilene aşk olsun. Öyle gayet kesreti ve ulum u maarifte tekaddüm ve mahareti haiz olan ve içlerindeki enbiya-i izamın mu’cizat-ı azimeleriyle isabetleri müeyyed bulunan bu zevat-ı hakaik-ayatın galat ve hata etmelerini tecviz ettiğin halde sen ne kadar ali bir zeka ve fıtrata malik imiş yahud tebe ileri varmışsın ki kendi hatanı bir türlü daire-i ihtimale sığdıramıyorsun delil-i mevhumunda galat imkanını kale almıyorsun. Eğer cehaletin evc-i balasına çıktığın halde zerre kadar etmiş olursun ve orada dermeyan ettiğimiz sözleri nazar-ı mütalaaya almaya mecburiyet hissedersin. Yok! Bu tecviz ve i’tirafa asla yanaşmayarak galat ve hatanın behemehal enbiya ve hükema tarafında olmasına san yani vahidin nısfu’l-isneyn olmasını ve sevad ile beyazın mümteniu’l-ictima’ bulunmasını cezmin gibi –ba’de’l-mevt ruhun bekasını muhalat-ı akliyyeden addederek– ba’sin adem-i vukuunu cazim olduğunu iddia edersen artık kabil-i tedavi olmayacak bir afet-i akliyyeye mübtela olduğun tahakkuk etmiş olur ki el-ıyazu billah böyle bir derd-i devana-pezire giriftar olan kimseye çare bulunmaz binaenaleyh senin haline teessüften başka elimizden bir şey gelmez. Kur’an-ı Kerim de bu makule cehl-i mürekkeb erbabı hakkında diyerek fıtrat-ı beşeriyyeden sad merhale dur olmalarını i’lan etmektedir. Zaman olur ki insan bu mihnet-zar-ı fenada her şeyden bıkar; muşa’şa bir serabın envar-ı cazibe-darına kapılıp derin vadileri yüksek dağları mütehevvir denizleri aşmaktan hep o amal-i müstakbelenin yalancı handelerle gülen o serabın bahşettiği gayretle koşmaktan bi-tab-ı meşy kalarak feyfa-yı hayatta vakfe-gir-i tefekkür olur: Bütün hayat-ı güzeştesi belki bütün mazi-i ömr-i beşer piş-i fikretinde canlanır. Görür ki bütün sitare-i amali incila-yab-ı tulu’ olmadan uful-güzin-i adem-abad olup gitmiş. Bütün o zevk u saadetler neyyir-i gafletten isabet etmiş uçucu bir hande-i ziyadan başka bir şey değil. Bütün elem ve giryeler de hep o sönüp gidecek şihab-ı emelin tuluuna intizardan ibaret. Cihanın ne zevkinde şemme-i hakıkat görür ne cevrinde. Her şey kararsız her şey bir tahavvül-i daimiye ma’ruz. Debdebeler tantanalar alemleri titreten cihan-girler cihana ders veren hakimler... Hep mahkum-ı fena. Şevket u şanları sıyt u şöhretleri... Zevk u saadetleri elem u felaketleri... Bunlar hep yalan yalan. Ortada hiçi-i hayattan başka hiçbir şey yok. Bahar gelir hazan gider. Ferah gelir terah gider. Bu bir inkılab-ı mütemadi ki zabt edilmez tevkifi gayr-ı kabil bir nokta-i sebate ircaı muhal. Hep böyle biçare beşer hep böyle: Bugün bir ümid-i nev-tuluun hayal-i tahakkuku ile handan yarın bir ye’s-i kat’inin iktirab-ı hayat-fersası ile giryan. Şimdi ağlar biraz sonra ağladığına güler. Şimdi güler biraz sonra güldüğüne teessüf eder. Mazisine müteessif istikbaline O zaman hayattan bu muavvec güzergahtan hatta kainattan derin bir nefret duyar. Bu bi-safa kürenin bütün alayişinde bir şemme-i türab hisseder. Mutantan kaşaneler nazarında boyanmış birer mezar binlerle şems-pare-i amal bir tude-i siyah şekline girer... Mükevkeb semalar muzlim bulutlara mülevven ufuklar matem-riz gurublara yeşil dağlar kararmış topraklara döner... Latif latif akan cuy-barların hazin hazin çağlayan şelalelerin ahenkdar neşayidi zir-i zemindeki mersiyeler okuyan ishakların mezarlara akseden acı feryadlarını andırır... Hasılı bütün bedayi’-i cihan nazarında bir levh-i harabeye bütün zemzemat-ı latife bir feryad-ı nalekara döner; nereye tevcih-i nigah eylese bir siyahi-i fena bir nale-i bum ile beyni dolar. Nazarında cihanın çökük bir kabristandan insanların müteharrik birer seng-i mekabirden farkı kalmaz. Her şeyde bir nişane-i adem-i zulmet-feşan olur. Ayakları altından küreler uçar fevk-i re’sinde semalar yıkılır. Sanki ruhu cisminden ayrılır. Her şeyle beraber vücudunun kalbinin –evet bi-nihayet amal-i pejmürdenin maskat-ı hüsranı olan kalbinin– de şu kavafil-i fenaya iltihak ettiğini görür. Git gide bütün alemler mahrekinden ayrılır birbiriyle çarpışır. Dağlar dereler afak ve semalar adem-abad-ı hiç-a-hiçe süzülüp gider. Bir gird-bad-ı kıyamet her şeyi bir gubar-ı hiçiye bir dud-ı siyaha kalb eder... Nihayet bir cevfi-i mutlak... Bu dakikalar ma’neviyatın hayat ve mematı olan bu zaman-ı ye’s ü fütur beşer için ne büyük bir ibtiladır! İnsan böyle bir uçurum kenarına gelip de kendini muzlim simsiyah boşluklar içinde gördüğü zaman bu güzel dünyanın bu müzeyyen tabiatin nesi vardır ki onu o girdab-ı dalaletten kurtarabilsin? Cihanın hangi zevki hangi saadeti vardır ki ona meded-kar olabilsin onun kalbine neşve-i tesliyyet bahşedebilsin?.. Nazarında kainat yok; mevcudat bir zıll-ı kesif bir zulmet-i siyah. Kalbinde ümid kalmamış; ati yok pişinde girdablar zulmet-feşan. Hiçbir yed-i halas-kar yok; cihan rahim ve şefikten ari. Guşuna bir sada gelmez; cihan semi’ ve mucibden hali. Mazi muzlim ati muzlim yerler karanlık semalar siyah. Acaba bu şeb-i yelda-yı hüsranda nur-ı imandan başka penah var mı?... Bir zamanlar –Fransız şair-i meşhuru– BoaluBoileau’nun Sınaat-i Şi’riyye Art poéttque ismindeki bediasını – bir refikın muavenetiyle – okuyup imrenmiş acaba tercüme edebilir miyim? Acaba iktibas edebilir miyim hevesiyle irkilmiş Böyle üzerinden seneler geçmiş bir karalamayı ta’mir ise onu bütün bütün bozmak olur. Bu sebeple bunu üzerine başka kalem dokundurmadan çekinerek karalandığı gibi ortaya koydum. Pek çok müteşairan-ı devran Bir boş hevesin peyinde puyan Bilmez... Atılır düşer ser-a-ser... Pervaz için evvelen per ister. San’atlara tırmanışla ancak Kabil değil evc-i şi’ri bulmak Şair yaradılmamışsa insan Şairliğe zorla olmaz imkan... Zira ki hasisa-i tabiat Bahşayiş-i mahz-ı pak-i fıtrat... Hükmü bu hakıkatin ayandır Şair buna şöyle tercümandır: “Vardır iki şart-ı şairiyyet... “Evvelkisi kabili-i hilkat “Ba’zı kula Hak eder inayet “Bir ni’met-i hastır tabiat... “Şair şair doğar anadan “Asarı görünür ibtidadan” Şair doğan ehl-i hale söz yok Amma bunu bilmeyen de pek çok. Bir kalbe ki fıtrat etmez in’am Gökten ona habıt olmaz ilham... Bir ruha ki söz değil Huda-dad Ruhu’l-Kudüs inmez etmez imdad... Ey siz ki olup hevesle suzan Koşmaktasınız bu suya her an Ey siz ki olup şegafla ser-şar Etmektesiniz bu kara ısrar Ey siz ki düşüp bu rah-ı sa’ba Koymuşsunuz aklı piç ü taba Ey siz ki heva-yı şi’r ü inşa Olmuş size bir bela-yı uzma Lakin bu gidiş fena gidiştir! Zahir ki bu iş muzır bir iştir! Eyler sizi korkarım ki mağbun Boş kafiye kof heva-yı mazmun! Eyler sizi korkarım ki tahvil Mecnuna bu san’at-ı efail Eyler sizi korkarım ki na-bud Ahir bu heves bu kar-ı bi-sud! Bir kafiye bir hüner mi heyhat? Bir iş mi mefailün feulat! Bir kafiye muhtemel değildir Etmek müteşairanı şair... Olmaz ukala abesle meşgul Bitmez bu çorak zeminde mahsul. Evvel onu anlamaktır elzem Yar olmalı ibtida tabiat Şair yaradılmamışsanız siz Beyhudedir olmanız muacciz Bin eyleseniz de cehd ü gayret Hasıl olamaz muvaffakıyyet Terk eylemeniz bu karı hoştur. Feyyaz-ı kerim-i aferiniş Her bir kula bir hasisa vermiş Her kul o hasisadan tutup saz Olmuş akran içinde mümtaz Her şaire böyle Rabb-i Mennan Bir başka meziyyet etmiş ihsan... Her şair-i mülhem-i mükerrem Bir alem-i gayb-ı feyze mahrem Her şair-i nüktedan-ı ser-baz Bir başka değerledir ser-efraz Her şair-i sahir-i mükemmel Bir başka hünerledir mübeccel Her şair-i mahir-i münevver Bir başka eserledir muvakkar Her şair-i hoşneva-yı irfan Bir başka revişte eyler elhan. Ayniyle beyan olunca insan Zahirde eğerçi sadedir söz Batında neler görür gören göz! Baksan görünüşte şöyle bir kal Bir kal... Fakat içinde bin hal... Ta’rif edemez o hali adem Anlar onu arifan-ı alem... Vermiş mesela Fuzuli-i zar Ateşle sirişke reng-i güftar... Dinletmede bir neva-yı suzan Göstermede bir lika-yı giryan Kanlar seyelan eder gözünden Guya ki duman tüter sözünden... Bazen olur öyle kalbi suzan Hakister olur içinde niran... Bazen olur öyle eşki cuşan Bir katre kalır yanında umman... Ah etse de eylemez şikayet Efganı da başka türlü halet.. Hakka ki olur makama şayan Hakkında bu beyt olunsa ityan: “Hamuş... Ne ah eder ne efgan... “Med-huş ne yol bilir ne erkan...” Azade-i kayd-ı masivadır Müştak-ı musibet ü beladır. Düşmüş yola aşık-ı bela-hah Her hatvede bir durur eder ah... Dil-suhte pare pare nalan... Yok gitmek için de tab u derman... Dil hun u ciğer şikaf u ru zerd “Şahenşeh-i mülk-i mihnet ü derd:” Bir yolda gider... Neuzu billah... Bir ferd olamaz onunla hem-rah... Dört beş gün evvel Beykoz’a gidiyordum. Tenhadır başımı dinlerim diye vapurun alt kamarasına indim. Hakıkat sekiz dokuz diğeri on on iki yaşlarında temiz giydirilmiş iki Frenk çocuğu belirdi. Adama alışık olmadıkları yüzlerinden gözlerinden pekiyi anlaşılan bu çocuklar Fransız olacaklardı; çünkü gayet temiz Fransızca söylüyorlardı. Lakin arsızlıkları yaramazlıkları hele zemin-i mükaleme ittihaz ettikleri hurafelerle hayretimi celb eden sersemlikleri pek Türkçe idi! Bereket versin ki kamaranın merdiveninden eğilip çocukları yukarıya çağıran orta yaşlı bir mürebbiye imdadıma yetişti de beni meraktan tereddüdden kurtardı: Evet mahdum beyler –lisanımızı Fransız şivesiyle söyleyen bir edibin ta’birine göre– Türk ismini hamil idiler! Bu müşahede bende üç dört senelik bir hatıra uyandırdı: Maişetimi kibar konaklarında hususi ders vermek suretiyle te’min ettiğim bir sırada ... Bey’in sayfiyesine gider gelirdim. Avrupa adab-ı maişetine içi titreyen hane sahibinin tıpkı Frenk çocukları gibi giydirilmiş yavrularını sokakta görseydim mutlaka Fransız zannederdim: Tepelerindeki kasketten parmaklarındaki sivri tırnağa varıncaya kadar her şeyleri mükemmel idi! Bir akşam sayfiyenin erkek misafirlere tahsis edilen odasında oturmuş hane sahibinin beni ders salonuna aldırmasını bekliyordum. Demin söylediğim küçük beylerden biri yorum! Umacı var! diye öyle feryadlar kopardı öyle kaçtı ki ne yapacağımı şaşırdım. Çocuğun avazı harem tarafında kim bilir nasıl bir herc ü merc ayaklandırmış ki oturduğum yerden şu sesleri işitiyordum. – Çocuğun üstüne fenalık geldi... Doktora haber gönderin... – Aman bir de kurşuncu gelsin... Hele o gelinceye kadar korku damarını basalım! – Telaş etmeyin kadınlar! Korkacak bir şey yok... Şimdi geçer. Hane sahibi beni içeriye aldırdığı zaman hiç sun’um olmayarak çocuğu korkuttuğumdan dolayı i’tizar etmek istedim. – Hayır efendim hayır! Oğlanın kendi münasebetsizliği kendi şirretliği. Sizin odaya doğru gittiğini gördüm gitme orada hoca var dedim umacı anlamış. Sizi de saçlı sakallı görünce umacı zannedip ürkmüş... – Desenize zavallı çocuğun hiç adam gördüğü yok! İyi ama hiç olmazsa başındaki kasketin haysiyetini muhafaza etmeli değil miydi? – Canım efendim bırakın şu taassubu! – Hayır beyim cahilane bir taassub sevkiyle söylemiyorum. Bendeniz mukallidliğin bu tarzını insanlıkla te’lif edemem. Siz çocuklarınızın kafasına bir şapka geçirmekle akvam-ı medeniyye sırasına girdik zannediyorsunuz. Lakin bu pek batıl bir zandır. İçi peri masallarıyla umacı hikayeleriyle harab olan bir kafa dışına kasket geçirmekle ma’mur olamaz! Kavmiyeti feda etmenize mukabil ne karınız oluyor? Mahdum beyin yaşındaki bir Frenk çocuğunun dimağında böyle hurafeler için hiçbir hüceyre-i kabul yoktur. Umacı nedir belki de hiç bilmez. Lakin bu alem-i hayatta kendisine rehberlik edecek o kadar hakaik-ı fenniyye bilir ki ihtimal ki bu yaşta iken biz bilmeyiz. – Bir dereceye kadar haklısın... – Keşke büsbütün haksız olaydım. İnsanların maymundan azma yahud maymunların insandan bozma olduğunu canlı hüccet olduğumuzu gördükçe içim kan ağlıyor! Jean Jacques Rousseau’dan Herbert Spencer gelinceye kadar garb müelliflerinin maarif-i umumiyyece bir devletin sile girişmek o babda Conférence ders-i umumi vermek isteyen bir adam için münasib sayılabilir; fakat bir risale-i edebiyyeye yazılan makalatta o gibi mesrudat-ı ilmiyye ashab-ı mütalaa-i resail için tevlid-i faideden ziyade ihdas-ı suda’ eyler. Biz burada yalnız ta’lim-i şübbana ait bir mes’ele-i mühimmeden muhtasaran bahs etmek istiyoruz ki Avrupalı müellifin-i müdekkika tarafından tetebbu’ olunmamıştır: Bu mes’ele ise bir memleketten diğer memlekete değil bir kıt’a-i arzdan diğer bir kıt’a-i arza tedris-i ali maksadıyla talebe Kurun-ı vustada şarklılar garblılardan daha müterakkı bulunmuş olduklarından maarif-i beşeriyyede tezyid-i vukuf Fuyuzat-ı ilmiyyece geride bulunmuş olan garblılar ise ancak kendi kıt’a-i arziyyeleri üzerine gelmiş olan ehl-i maşrıktan müterakkıyye-i şarkıyyeye talebe irsali onlarca iltizam olunmadı veya olunamazdı. Beyandan müstağni olduğu üzere kurun-ı ahirede garblılar maarif hususunda ehl-i şarkı fersah fersah geçtiler. İmdi tedrisat-ı aliyyece garbın şarka hiç de ması şarkın her tarafında hissolunmaya başladı. Şarkta fikri tenevvür etmiş hiçbir sahib-i iz’an yoktur ki garptan ahz-ı füyuzat eylemek maddesini iltizam etmemiş bulunsun. Madem ki hakıkat-i hal bu merkezdedir; imdi tedrisat-ı aliyye maksadıyla garba tullab-ı maarif ve sanayi’ gönderilmesinde ne gibi hutut-ı tekayyüdiyye iltizam olunacağı mes’elesi varid-i hatır olur: Kendi diyarlarında tetebbuuna hacet-i kaviyye hissedilmemiş olan bu husus hakkında garb mütefekkirlerinden reh-nüma-yı tedbir olacak bir şey öğrenemeyiz; her halde biz mes’ele-i mezkurenin tedkıkiyle meşgul olmuş ne bir mürebbi ne de bir mütefekkir biliyoruz. Yalnız Japonya siyasiyyunundan bir zatın istizahına cevaben Herbert Spencer vermiş olduğu ve suretini bundan bir hayli seneler mukaddem Times gazetesinin neşreylemiş bulunduğu tavsiye hatırımıza geliyor ki bunda İngiliz mütefekkir-i meşhuru Japonyalılara şiddet-i ihtiyatın lüzumunu gösteriyordu. Hükumat-ı şarkıyye arasında Avrupa’ya talebe irsalini yalılar Siyamlılar Çinliler vesair memalik-i şarkıyye ümmetleri bu babdaki vesait-i teallüme müracaatta bizden sonra halde Japonyalılar maarif-i cedide-i garbiyyeden istifade hususunda harikalar göstermişler iken biz niçin terakkıyat-ı zamaniyyece onlardan geride kaldık? Japonyalıların umumiyet halk oldukları bütün dünyanın teslim ettiği bir şeydir. Maamafih onların maarif-i garbiyyeden ciddiyet-i istifadelerini yalnız bu evsafa haml eylemek kendi hakkımızda pek haksız pek bed-binane bir ima olur. Sözün doğrusu budur ki: Biz garptan hüner ve ma’rifet almanın tarik-i salimini ta’yinde zuubahis edildiğinde mebadi-i devr-i salibiyyundan beri garb ile maşrık-ı İslam’ın hemen kaffe-i ahval-i hayatiyyece hissiyat ve ma’neviyat cihetiyle yekdiğerine zıd olduğu iyice mülahaza edilmek lazım idi. Terakkıyat-ı cedidenin istihsal-i esbabı için garba müracaat zuhur etmedi; ancak evliya-yı umur-ı devletten bazı kimselerin fından hiss-i lüzumu sonradan zuhura geldi. Maamafih bunu hisseden zevatın miktarı hey’et-i mecmua-i ümmete nisbetle ekall-i kalil mertebesinde kaldı. Hala da o mertebeden pek de ziyade olmasa gerektir; yoksa memleketimiz garba hüner ve maarif iktisabı için talebe irsali emrinde daha muayyen daha savab bir meslek ta’kib ederdi; zira efrad-ı nas kendilerine mensup olup beray-ı tahsil bilad-ı garbiyyeye onlar için iktisab-ı hüner ve ma’rifetin hangi memleketlerde yade bir ihtimam ile düşünürler. Efrad için ta’lim-i evlad kazıyyesi bir hayat ve memat mes’elesi hükmündedir; imdi bir adam çocuğunun nerede neyi ve nasıl tahsil edeceğini bir alaka-i tabiiyye ile tekayyüd eyler. Bir hükumetin –her ne suretle olursa olsun– efrada karşı daima bir meslek-i pederane ta’kib eylemesine tarafdar değilim. Hükumet-i pederane mesai-i zatiyye-i efradın inşirah-ı kamiline mani’ olur. Hükumetimiz geçen yaz Avrupa’ya bir hayli talebe gönderdi. dire seza bir haldir; fakat amik mülahazaya muhtaç olan mevadda isti’cal olunması isabet-i re’y ile muttasıf bulunan rical-i devletin mesalikinden değildir. Halkımızın ulum ve sanayi ve ticaretçe sür’at-i mümkine deriz; fakat o hususta gösterilen ifrat-ı gayret hataya-yı fahişe tevlid eder. Bir hükumetin de’b-i icraatından olan teenni bu makule ada yakında bir hayli gençlerin daha Avrupa’ya irsali mutasavver olduğu dahi söyleniyor. Pekala bir tasavvur. Şu kadar ki bir tedbir-i mühim ittihazı herhalde bir mes’uliyetin zımanı tahtında vuku’ bulmak lazımdır; imdi böyle Avrupa’ya yüzlerce şübban-ı vatan irsali intac-ı mahzurat dahi eylediği takdirde nazar-ı millette kim mes’ul olacak? Maişet-i hayatiyyenin her an kesb-i usret eylediği şu zamanda tullab-ı muma-ileyhimi vatana avdetten sonra istihdam ve irfah mes’elelerini her şeyden evvel layıkıyla mülahaza eylemek lazım gelir. Hünerli ve ma’lumatlı adamlar için maaş-ı devlete istinad etmeksizin te’min-i refah-ı hayat olunabilmesi efrad-ı nasın maliye sanayi ticaret ve ziraat hususlarında hayli terakkı etmiş bulunmasına menuttur; halbuki memleketimiz halkı için o hususatta kafi terakkı gösterilmesi daha bir hayli zamana muhtaçtır. Burası mülahazaya şayan bir noktadır. Bu mes’elenin asıl kemal-i ihtimamla mülahaza olunacak diğer ciheti dahi şübban-ı vatanın hissiyyat-ı milliyye ile tezadda bulunabilecek surette ma’neviyatına arız olması mümkün bulunan te’sirattır. İleride sıbyan-ı vatanın terbiye ve ta’limiyle meşgul olmak üzere tederrüs için Fransa’ya altmış yetmiş kadar efendi gönderilmiş. Bu genç vatandaşlarımızın fetanet ve ahlak-ı selime sahibi oldukları ve maraz-ı milli teşkil edebilecek halata nefislerini vasıta olmaktan sıyanete muktedir bulundukları hakkındaki i’tikadımız kavidir. Maamafih bu i’tikadımız tedbir-i mezkurdan tevellüdü melhuz olan mahaziri piş-i muhakemeye almaya mani olmamak lüfü sebebiyle kendisini ber-vech-i marzi idare edemeyen gençlerin mevcud olması dahi ihtimalden baid sayılamaz. Evvelce istihzarat-ı layıka icra edilmeksizin ve mevaki’-i tedrisin teayyününden tamamiyle emin olmaksızın bu genç muallimin-i müstakbelemizi Paris’e götürüp de günlerce otellerde kar-güzarlığın noksanını meydana çıkarmıştı. Hepimiz de Fransız medeniyetinin tahsin-hanı olabiliriz ve Fransız suver-i hayatiyyesinin Fransızlar ile onlara mukarin akvam için pek müfid olmasını da tabii buluruz. Bununla beraber müslüman namı altında yaşayan efradın şübbanı muzırra husule gelebileceğini dahi nazar-ı i’tinaya almaya mecburuz. Sultan Abdulmecid Han merhumun evahir-i saltanatına doğru da böyle topluca bir surette Fransa’ya Osmanlı gençleri gönderilmiş idi. Bir vakitler Paris’te devletçe timiz için ne mikdarda semerat-ı irfan husule geldiği tedbir-i ahirin ittihazı sırasında piş-i mülahazadan dur tutulmamak lazım gelirdi. Filvaki’ tedabir-i evveliyyenin tedbir-i ahire müşabehet-i kamilesi yok ise de hal-i hazırda ibret arz edecek derecede bir ehemmiyetten hali dahi değildir. Evvelce Ekol Ottoman’a nezaret etmiş olan Esad Paşa merhum makam-ı tedrisin adem-i devamını iltizam eylemiş idi. Buna sebep ise müslüman gençleri için Fransa’nın bir faide-i irfaniyye bahşeylemekten ziyade infisad-ı ruhiyi mucib olduğunun emsal-i adide ile sübut bulması idi. Taraf-ı devletten Avrupa’ya ve hatta Fransa’ya gönderilegelmiş olan tüllab-ı Osmaniyye arasında bilahire ilm u ahlak ile temeyyüz etmiş zevat-ı muhteremenin mevcud olduğunu kimse inkar edemez; maamafih ahlak-ı dirine-i kavmiyyemizi sarsacak derecede bir dinsizlik –daha doğrusu Müslümanlığa karşı bir adavet– ile sahte etvarlık mesleksizlik gibi seyyiat-ı ahlakıyyeyi memleketimize muhteremeden adedce az bulunmamış olduklarını dahi tahattur eylemek zaruridir. İşte ber-vech-i bala bast olan halat-ı mücerrebe nazar-ı i’tinaya alındıkda Avrupa’ya ve alelhusus Paris’e genç müslüman talebe irsalinde şiddet-i ihtiyatın zarureti teayyün eder. Geçen yaz Fransa’ya gönderilen tüllab-ı Osmaniyye’ye delalet eden iki zattan birisi vaktiyle Paris’te bulunmuş mücahidin-i hürriyyetten diğeri de mütefennin-i me’murin-i maariften idi. Mücahidin-i hürriyyet gibi ashab-ı fünuna dahi hürmetimiz vardır; lakin o yoldaki sıfat-ı mümtazenin ahlak-ı milliye ve dolayısıyla vatanın selamet-i atiyyesine tealluku olan emr-i ehemm-i tahsile vesatet için evsaf-ı kafiyye teşkil edemeyeceği fikrindeyim. Bu zatlardan birisi daha tüllab-ı Osmaniyye icab eden müessesat-ı ilmiyyeye yerleştirilmezden evvel Paris’ten kalkıp İngiltere’ye gelmiş idi. O sırada görüştüğü zevattan birisi de İngiliz müsteşrik-i meşhuru Profesör Browne hazretleridir. Genç talebemizin umur-ı tahsiliyyesini tesviye için vuku’ bulan tarz-ı delaletten bu muallim-i muhterem bahs eylediği sırada hazır bi’l-meclis olan ecanibin müteaccibane bir surette tebessümleri beni hayli mükedder etmiş idi. Muallim-i müşarun-ileyhin fikri şu vech ile hülasa olunabilir: – O Osmanlı gençleri hayatlarında birinci defa olarak Frenkistan’a getirilmezden evvel mevaki’ ve zaman-ı tahsiliyyeleri layıkıyla ma’lum olmak ve binaenaleyh kendileri Paris otellerinde kat’iyyen beklettirilmemek iktiza ederdi; “Biz Arapça harfleri bırakıp lisanımızda Latin hurufu isti’maline başlamadıkça suhulet-i terakkıden mahrum kalırız” veya “Asırlardan beri yüzlerce şair yetiştirdiğimiz halde bir şey kazanamadık” yollu sarf-ı efkar olunması taaccübe şayandır. “Hubb-ı maddiyyat bu suretle ma’neviyata galebe-i tamme çalarsa istikbal için endişe etmemek mümkün değildir. farz olunamaz; aksi takdirde ne şarklıya ne garblıya ne müslümana ne de hıristiyana benzeyemeyen bir nesl-i fasid yetiştirmek isteniliyor demek olur.” Anglo-Sakson taifelerinin ta’lim-i şübban hakkında düsturları milel-i saireninkinden daha rasin daha ma’kuldür; bu sebeple bizim için cidden şayan-ı imtisal olan maariflerine Mark Lhiselton nam Amerikalı müellif Amerika Tedrisatında Şahsiyet ve Maksad-ı Ma’nevi ünvanlı eserinde “İngiliz ve Amerika mektepleri tahsil-i ahlakinin ehemmiyetçe tahsil-i fenniye mukaddem olduğu fikri üzerine te’sis edilmişlerdir.” diyor asırlardan beri İslamiyet erkanı üzerine müesses olan ahlak-ı milliyyemizi sarsmamak ve binaenaleyh ne şarklıya ne de garblıya benzer bir nesl-i mefsud yetiştirilmesine meydan bırakmamak için biz de bu hususta onlar gibi düşünmeliyiz. Ulema-yı hukuktan Sir Frederick Pollock History of the Sctence of Politics yani İlm-i Siyasiyyatın Tarihi nam eserinin ’üncü sahifesinde “Aristoteles hükumet lüzum-ı himayet üzerine teessüs etti ise de mevcudiyeti himayetten gayrı şeylerden dolayıdır demiş idi. İmdi birçok adamların ömür ve iştigallerinin müşareket mertebesinden ibaret olan ve devlet denilen şey ile yalnız te’min-i maddi değil bir de hayat-ı insaniyyet-karane ve ictimaiyyenin tealisi murad olunur.” diyor. Bu söz dahi bizim için mucib-i ibrettir. Binaenaleyh de’b-i dirin-i milli ve dinimiz üzere tekamül vukuuna ve bu adat-ı mevzuaya zıd gidecek bir unsur-ı facirin meydan almamasına dikkat etmek hükumetin akdem-i vezaifi olmak lazım gelir. Tahsil görmüş bir adam hissiyat ve adat-ı mevzua-i millete mürai bulunmalıdır ki kavmine bir hadim-i halis ve müfid olabilsin. Terbiye-i şübban-ı ilmi mütahassıslarından Herman Horne nam zat Philosophy of E ducation yani Hikmet-i Maarif ünvanlı eserinin’ıncı sahifesinde der ki: “Tahsil görmüş bir adam –gördüğü tahsil derecesinde– mensup olduğu kavmin icraatını zihninde temessül ettirmiş demektir; ve böylece kendi efkarını hissiyatını ve ef’alini kendi kavminin efkar hissiyat ve ef’aline tevfik eylemiştir; Euzü billahi min-eşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Allah Sübhanehu ve Teala hazretleri bizi yani Resul-i Ekrem sav. efendimizin ümmetini kaffesini kelam-ı kadimi olan Kur’an-ı Celil’de “hayra ümmetin” diye tesmiye buyurdu. Hayra ümmetin olduğumuzu emr-i ma’ruf ve nehy-i münkerle me’mur bulunduğumuzu beyan eyledi. ayet-i kerimenin mukteza-yı alisi mucebince müfessirin-i kiram ve ulema-yı izam hazeratı bil-ittifak demişler ki: müslümanların her ferd-i vahidi ister uleması ister avamı kaffesi emr-i ma’ruf ve nehy-i münkerle me’murdur. Bir müslüman diğer bir müslümanın cüz’i bir hatasını gördüğü zaman: – Kardeşim büyük ise babacığım bu İslam’a yakışmaz; bu münasib değildir... demek her müslümanın vazifesidir. Yahud büyük adamların hakimlerin amirlerin hilaf-ı şer’-i şerif bir kusurları görüldüğü zaman ulema-yı izam yahud a’yan-ı memleket toplanarak emr-i bi’l-ma’rufta bulunup şah-rah-ı müstakımi göstermek en mübeccel bir vazifeleridir. Bunun için biz hayru ümmetin tesmiye olunmuşuz. Bizim diyanet-i İslamiyye’de hiçbir cihetle mü’minler yekdiğerlerinden tefrik olunmaz ayrılmaz. Beynlerinde büyüklük küçüklük yoktur. buyurmuş Allah. ancak onlardır... Ama burada kaffesi müsavidir hepsi Abdullahtır. O emr-i ilahiyi ifade nevahi-i şer’iyyeden ictinabda kaffemiz müsaviyiz. Şeriat hiçbir kula istisnai bir sıfat tahsis etmemiştir. ma’ruftur bunu Allah cümle mü’minlere teşmil etmiştir; kaffemiz emr-i ma’rufla me’muruz. fakiriniz bu saat şu mevki’-i kürsi-i İslam’da bulunarak hatırıma gelen bazı şeyleri siz kardeşlerime arz etmeye cesaret ettim. Bizim İslamiyet her şeyde bir kaide vaz’ etmiştir. Hiçbir şey yoktur ki şeriat-ı mutahharamız onun için bir kaide vaz’ etmemiş olsun. Bugün memalik-i İslamiyye’de müsta’mel ve mütearef kavaidin kaffesi kavanin-i şer’iyyedir. Bunların her biri bizim fıkıh kitaplarında isimleriyle cisimleriyle mezkur olmak şart değil mazmunlarıyla kaffesi mezkurdur. Umera-yı akdin kabul ettiği bir kaide ve nizamı ne olursa olsun sizin tanımaklığınız ulu’l-emre itaat etmekliğiniz bizim cümle müslümanların borcu ve vazifesidir. O hususta kıyl u kale hacet olmadığından ben bugün müslümanların doğrudan doğruya muhtaç oldukları şeyi mümkün olduğu kadar izaha çalışacağım. Bugün bizim halimiz mülahaza edecek olursak diğer milletlerin ahvaline nisbetle pek muhtaç pek bayağı pek aşağı haldedir. Bunun esbabı nedir? Ne için böyle halde bulunduk ve bulunuyoruz? Bunun esbabı bizim şu şeriat-ı garra-yı mutahhara ile ameldeki kusurumuzdan ileri gelmiştir. Bugün ulemamız layıkıyla emr-i ma’ruf etmekten doğruyu söylemekten aciz bir halde. Artık bu bize tabiat gibi olmuş. Bunun böyle tabiat olmasının sebebi de halkımızda olan kusur ve noksandır. A’yanımız ağalarımız büyüklerimiz cümlesi fesad-ı ahlak ile kibr u azamet ile mübtela olmuşlar. Bir vaiz kürsiye çıkarak bir şey söyleyecek olursa evvela ağaların hatırını düşünmeye mecbur. Zira doğrusunu söyleyecek olursa ya ağaya ya kaymakama ya valiye dokunacak. Eğer bir adamda kusur olursa o kusuru vaizin ağzından almalı. Ondan sakınmalı. Vaizi tehdid emr-i şer’i değildir. Halbuki biz vaizlere söz söyletmemeye bugün değil daha elli sene yüz sene mukaddem başlamışız. Adaletten zulümden bahs ederse amirin hatırı kalmış. Sehaveti anlatırsa zenginler alınmış. Hasılı her ne söylese bir tarafın hatırı kalmış. Bu suretle ulemanın ağzını bağlamaya muvaffak olmuşlar. Bunun üzerine ulemaya bu son senelerde nevafilden bahs etmekten başka bir şey kalmamış. Git gide bu hal ulemaya tabiat olmuş. Bir alim kürsiye çıkınca nevafilden bahse mecbur olmuş hakıkati söylemiyor söyleyemiyor korkuyor. cağımızı şaşırmışız. Ulema bunların keyiflerine göre hareket ede ede nihayet kendilerinde tabiat olmuş hakıkat de mestur kalmış. Bu hal bizim ehl-i İslam’ı birçok mezelletlere sürüklemiş. Bugün yuvarlanmakta olduğumuz felaket uçurumu muzlimdir. bıkamızı unutarak ahval-i atiyyemizi düşünmeye mecburuz. Eğer ahval-i sabıkamızı ta’dad edecek olursak yalnız İslamlara kusur isnad etmekle işimiz doğrulmayacak. İslamlardan birçok adamlar iyiliklerde bulunduğu gibi kötülüklerde de bulunmuştur. Tadat etmek fayda vermiyor. Elhamdü-lillah eğer basiret gözüyle bakacak olursak eslafımızın pek çok asarını görürüz. Bunlar ecanib parasıyla değil hep ehl-i İslam parasıyla yapılmış. Bir değil bi-nihaye. Ecdadımızın himmet ve gayretlerine lisan-ı haliyle şehadet eder. Şu halde istikbal için biz mes’ul olacağız. Düşünürsek gelecekte ne olacağımızı mülahaza edecek olursak bu karanlık gecede mahv olup gitmekten hiçbir kurtuluş yoktur ancak ilim ve ma’rifetle sanatla kurtulursak kurtulacağız. Bizi kurtaracak sabah-ı saadete isal edecek nur-ı ma’rifetten başka hiçbir şey yoktur. Onun için biz bundan sonra buna gayret etmeliyiz. maz. Çalışmakla gayret etmekle himmet eylemekle olur. Bu çalışmayı da bizim çok adamlarımız yalnız hükumetten bekliyorlar. Halbuki hükumet memlekette hiçbir şey yapamaz eğer millet çalışmazsa. Mesela hükumet mektep yapacak. Bir yapar yüz yapar haydi bin yapar. Fakat onun bir derecesi var ki ziyadesini yapmak takati haricindedir. On altı milyon yirmi milyon müslümana hükumetin yapacağı mektepler yetişmez. Şu halde ne yapmalı? Millet kendisi çalışarak mektepler yapmalı. Avrupa memleketlerinde ise şarkta olduğu gibi hiçbir vakit ahali hükumetin yapacağı şeye bakmaz. Hükumetin bir mektebi olursa ahalinin yirmi mektebi olur. Ahali her şeyi hükumetten muntazır olursa bu hal bizi çok büyük felakete yuvarlayacak. Diyanetimizi muhafaza yoktur. Bu da ahalinin gayretiyle meydana gelebilir. Ulemanın mevki’ ve şerefini muhafaza bu gün ahaliye vacibdir. Ulema ne ile çalışır medarı olmazsa? Talebe ne ile tahsil eder maddi mercii olmazsa? Bunları mülahaza bütün müslümanların zimmetine vacibdir. Hususan sizler diyar-ı İslam’da Makam-ı Hilafet-i kübrada bulunuyorsunuz; hürriyet meşrutiyet bütün memleketlerinizi şereflendirmiş; böyle iken millet tarafından müslümanlar tarafından yapılmış mektepler pek az görünüyor. Biz Rusya’da yirmi milyon müslüman esarette kalmışız Rusya bize bir mektep yapmaya müsaade etmez. Bir mektep açmaya kalkışsak hükumet muavenet edeceği yerde mümanaat eder. Açacak olursak kapatır. Böyle iken yalnız millet parasıyla yapılmış on bin mektebimiz var belki daha fazla. Biz ne kadar çalışacak olursak bizim istikbalimiz buranın manlar dünyada ne kadar müslüman varsa kaffesi size tabidir. Makam-ı Hilafet Allah o günleri göstermesin giderse bütün müslümanların mahv u perişan olacağına hiç şüpheniz olmasın. Bunun için kemal-i samimiyyetle gözümüzden yaşlar dökerek Allah’tan temenni ettiğimiz bir şey varsa o da bu Makam-ı Hilafet’in ila yevmi’l-kıyam mahfuz olmasıdır. Şu halde etrafımızı sarmış düşmanlar diyanet düşmanları bizi her lahzada her saatte her hatvede yutup mahv etmeye çalışırken bizim gaflete dalarak gözlerimizi kapayarak sağır gibi kör gibi davranmamız ne akla yakışır ne şer’e. Bunun için kardeşler bize lazım olan şey aramızda uhuvveti te’kid ederek “Kardeşim... Babacığım” diye birbirimize sarılarak uyanmak harekete gelmek. Geceyi gündüze katarak çalışmaktır. Elbet böyle çalışmak için rehber olacak da ulemadır. Halbuki ulema fakr u zaruret içinde yuvarlanıp gidiyor. Bunları düşünecek adamlar yok. Bir millet eğer ulemasına milletin hali ne olur? Bugün devlet-i aliyye idaresindeki gayrimüslimlerin kaffesi çalışırlar rical-i ruhaniyyelerini o kadar tekrim ederler ki maişetleri için hiç onları düşündürmezler. Onların yaptığını biz ne için yapamıyoruz? Himmet edersek her şeyi yaparız. Her kim şöyle iyice bir düşünür kendi vicdanına müracaatla mülahaza edecek olursa hiç şüphesiz kabul eder ki: Her müslüman çalışmak ulemamızı muhafaza eylemek medreselerimizi camilerimizi tamir etmek büyüklerimize ret ve ictihadla istikbal için hazırlanmak lazımdır. Hazret-i Ali kerremallahu vechehu buyurmuşlar ki: Siz çocuklarınızı ta’lim ediniz kendi zamanınızdan başka bir zaman için... Elbet zamanlar tegayyür etmekte değişmekte. Bugün görüyoruz yirmi sene mukaddem işe yarayan adamlar bugün dünyevi ilimler bugün bir menfaat te’min edemiyor; yirmi sene mukaddem rahat yaşarken bugün yaşayamıyoruz. Gerek ahval-i ictimaiyye gerek ahval-i siyasiyye tebeddül etmiş. Zaman bir kararda durmaz. Kainatın hiçbir zerresi tegayyürden azade değil... Bütün alem daimi bir inkılab içinde. Hiçbir şeyde tevakkuf yok. Bugün yarına benzemez gelecek ay bu ay gibi olmaz. Bir sene sonra cihan başkalaşır. Geçen seneleri düşünün: İstibdad memleketleri kavuruyordu. Kimse ağzını açıp bir söz söyleyemiyordu gün geçtikçe mezar-ı inkırazımız derinleşiyordu. Bugün ise elhamdü-lillah Fakat bizi böyle rahat rahat düşünmeye düşmanlar bırakmayacak. Su uyur düşman uyumaz. Onlar daima bizim mahv olmamıza çalışırlar. Onun için biz bundan sonra aramızdaki bütün tefrikaları ihtilafları unutarak el ele vererek bundan sonraki felaketlere hazırlanmalıyız. Eğer biz böyle hariku’l-ade bir himmetle çalışacak olursak –ki çalışmamız farzdır– kendimizi ve bütün cihan müslümanlarını bulundukları hal-i mezellet ve esaretten kurtaracağız. Bugün milyonlarca İslam kardeşleriniz gözlerini açmış size bakıyor ellerini kaldırmış sizin muvaffakiyatınız sizden hayat bekliyor. Onun için kardeşler duracak zaman değildir geceyi gündüze katarak çalışmanız düşünmeniz lazım. Eğer bundan sonra da çalışmazsak “Neme lazım?...” dersek münkariz olduğumuz bittiğimiz günler yaklaşmıştır. Bugün bütün düşmanlar İslam’ın inkırazına kemal-i hahişle muntazırdır. Fakat biz eğer istersek İslam’ı bu inkırazdan kurtarabiliriz. Eğer aramızdaki tefrikaları terk eder de birleşirsek deş burada yaşayan gayrimüslimleri de samimi bir vatandaş bilerek herkesin iyiliğini düşünürsek kimseyi incitmemeye gayret edersek bu ataleti bu tenbelliği terk ederek çalışmaya başlarsak hep çocuklarımızı mekteplere vererek bu cehaletten yakamızı sıyırmaya uğraşırsak şirketler teşkil ederek fabrikalar açarak ticarethaneler te’sis ederek tarlalarımızda alet-i cedideyi tatbik ederek hanelerimizi tanzime sokaklarımızı temizlemeye camilerimizi medreselerimizi i’mara zengin olmaya şan u şevketimizi yükseltmeye çalışırsak... Ahlakımızı tehzibe kalblerimizi ıslaha gayret edersek... o vakit Peygamber-i Celilimizin sözünü yerine getirmiş oluruz. “ Din-i mübin-i İslamın bekası ve kıvamı nasihatle emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerle te’min olunur.” Biz kemal-i hulusla yekdiğeri fenalıklardan fuhşiyattan muharremattan men’ edersek büyüklerimiz küçüklerimize: – Evladım! Bu bize münasib değil. Müslümanlara bu hal yakışmaz. Bu şer’an haram... derse hiçbir ferd bulunmaz ki şeriat-i garra sözü söylenince kabul etmesin. Fakat biz söylemenin yolunu bilmediğimizden vazifemizi ifaya muvaffak olamıyoruz. Emr-i ma’rufun tarikı var onu bileceksin. Allah Firavun’a emr-i ma’ruf hususunda Hazret-i Musa aleyhisselama dedi ki: Kavl-i leyyin ile mülayim söz ile emr-i ma’ruf eyle! Belki kalbine bir havf-ı ilahi gelir de kabul eder. Cenab-ı Vacibu’l-vücud firavunun kim olduğunu bilirdi. Maamafih ümmete ta’lim için bu esası gösterdi. Biz eğer daima bu şeriat-ı celileye temessük edersek hakıkaten bilmeliyiz ki bu din-i mübin-i İslam ’ dır. İnşallah terakkı eder. Hiçbir vakit aşağı gitmez. Bugünkü hal-i meskenetimiz küfran-ı ni’metimizin cezasıdır. Biz ne büyük bir ümmet idik. Cihanın bütün kıt’aatına yayılmıştık. Hududumuz şimalden cenuba şarktan garba kadar tevessü’ etmişti. Şan u şevketimiz cihanları tutmuştu. liva-yı Ahmedi bahr-i muhitlere kadar neşr-i füyuzat eyledi; denizleri geçti İspanya’yı feth eyledi Avrupa’ya yürümeye başladı. Beriden Türkistan sahralarını kat’ eyledi Hindistan dağlarını geçerek Çin memleketlerinde temevvüc-nüma oldu. Karadenizleri Beyazdenizleri kuşattı. Himalaya eteklerinden yükselen “Allahu Ekber” sadası Atlas Dağları’na aks eder deryalarda dalgalanan sancağımız karalarda kavs-i kuzah teşkil ederdi. Allah bize böyle ni’metler vermişti. Yeryüzünde en şanlı bir ümmet biz idik. Fakat biz bunun kadrini bilmedik bilemedik. Hakk-ı şükrünü ifa edemedik. Kalblerimize gurur geldi adaletsizliğe başladık. Nefislerimize tama’ geldi zevk u safaya daldık. Yüreklerimize hırs u menfaat geldi tefrikaya düştük. Aramızdaki rabıtalar koptu birbirimize düşman olduk. A’daya müteveccih silahlarımızı kalblerimize çevirdik. Kendi elimizle mezarımızı kazmaya başladık. Git gide o azim kuvvet küçüldü şirazesi koptu. Etrafa dağıldı. Herbiri bir ecnebi boyunduruğuna girdi. Mürur-ı zamanla şevketini unutarak mezellete meskenete düştü. Esir oldu. Ezildikçe ezildi. Nihayet bir dereceye geldi ki: – Ya ölüm ya intibah!... dedi gözlerini açtı. Hab-ı gafletten başını kaldırdı. Fakat gördü ki cihan değişmiş ilerlemiş o kadar terakkı etmiş ki yetişmek çok gayrete muhtaç. ledi. Eğer biz öz halimizi teftiş ederek mesavimizden tevbe ederek yekdiğerimize kemal-i muhabbetle uhuvvetimizi tecdid etmeye kardeşliğimizi te’yid eylemeye çalışırsak bütün cihanda yegane bir devlet-i muazzama olacağımızda hiç şüphe yoktur. Hazret-i Peygamber efendimizin o hadis-i celili hiç hatırınızdan çıkmasın. Kelime-i İslam bütün cihana intişar edecektir. Biz o günlere muntazırız. Bunun zamanı geçmemiştir. Buna alem-i İslam’da büyük bir isti’dad vardır. Diğer bir hadiste de buyuruluyor. Hiçbir vakit o ümmet helak olmaz ki evveli ben ortası Mehdi ahiri İsa’dır... O ümmet ki işte biz. Hazret-i Peygamber efendimiz evvelidir. Ortası daha gelmedi. Onu beklemeye biz borçlu değiliz. Ne vakit gelirse hoş geldi safa geldi. Ona intizar ile arka üstü yatmak olamaz. Çalışmayı terk etmek kat’iyyen caiz değildir. Şeriat-ı celilemiz ahir zaman ile bizi tehdid etmemiş: “Her şeyi bırakın ne çalışın ne uğraşın; hiçbir şeyle meşgul olmayın!...” dememiş eğer dediğini iddia eden varsa meydana çıksın. Belki ashab-ı kiram efendilerimiz aşere-i mübeşşere cehar-yar-i güzin hazeratı ümmeti hep sa’ye çalışmaya teşvik ederdi. Allah da çalışmadan hiçbir şey olamaz buyurmuştur. Hazret-i Ali daima tekrar ederdi: Dünya için ilelebet baki olacaksınız gibi ahiret için de yarın ölecek gibi çalışınız. Biz her işle me’muruz: Dünya için de çalışmak ahiret için de çalışmak borcumuzdur. Hem peşin dünya sonra ahiret. O halde niçin dünyamızı terk edelim? Bilmiyor muyuz ki diyanetimizin nısfı mal ile ifa olunabilecektir. Din-i İslam’ın dört rüknü var: Namaz oruç zekat hac. Bunların son ikisini malı olan yapar. O halde mal için kim çalışsın? Hiç paramız olmasın ne zekat verelim ne hacca gidelim... Din böyle mi diyor? Dinden böyle bir ma’na kim çıkarmış? En birinci vazifemiz olan diyaneti ikmal için dünyaya çalışmak lazımdır. Ashab-ı Kiram en büyük mes’eleler içinde bile çalışmaktan geri durmazlardı. Sallahu Aleyhi ve Sellemin vefatı –ki en mühim bir mes’eledir– o sırada Ebu Bekir tarlada bulunuyordu. Halbuki Hazret-i Peygamberin o gün hasta olduğunu halet-i ihtizarda bulunduğunu biliyordu. Öyle iken çalışmaktan geri durmazlardı. Böyle mühim mes’eleler a’mal-i dünyeviyyeden men’ etmediği halde başka işlerin mani olmayacağı gün gibi aşikardır. Hiçbir şey insanı dünya işinden men’ etmez. Dünya için çalışmak emr-i şer’idir. Ehlini evladını ıyalini geçindirmek için kazmayı vurdukça sevap yazılır. Eğer kazmayı vurduğumuz zaman kalbimizden: – Ya Rab! Bu kazmayı vururum çalışırım bundan olacak mahsulat ile evlad u ıyalimi geçindireceğim milletin terakkısine muhafazasına gayret edeceğim... gibi hisler doğarsa bundan büyük ibadet olmaz. Müslümanlıkta kesb farzdır. Hazreti Faruk-ı A’zam Amr bin As’ı Bahreyn’e gönderdiği zaman demiş ki: Feraizi bırakıp da nevafil ile iştigal etme. Feraizden mukaddem nevafil kabul olunmaz. Biz böyle zevat-ı kiramın kavliyle amel etmez de kimin sözü ile amel edeceğiz? Ba’dema basiret gözlerimiz açılsın. Millet cehaletten kurtarılsın. Bu felaketten tahlis olunsun. Ve kurtulmak için çalışmayı da Cenab-ı Hak cümlemize nasib eylesin. Şu niyyeti hayr üzere cümleten bir Fatiha. Selamullahi Aleyküm: te’siriyle size bu arizayı yazıyorum. Bu arizam ile size; ittihad-ı duçar eyleyen Türk-Arap mesailinden bahs edeceğim. Bittabi’ benim ma’ruzatım size karşı hususidir. Lakin siz; İslamları etmiş bulunduğunuzdan elbette ma’ruzatımı tahlil ile neşr edilebilen aksamını neşr savabdan baid olup da tayy edilecek aksamını tayy edersiniz ve muhtac-ı tedkık u tahkik göreceğiniz noktaları tedkık cihetine gidersiniz. Ben de sizi müşahedat ve ma’lumatımdan her vakit haberdar etmeye ve rım. Çünkü böyle mesailin ortada dönmesi beni ye’s u fütura rap-Türk mücadelesinin çıkması; vatan-ı mukaddesimizin mahvını müeddi olacağını düşünerek kalbim kan ağlıyor. Sizden bir ricam vardır ki atideki mütalaatımla; şahs u vicdanımı tanımadığınız halde beni fena maksadlar taşıyanlardan zannetmeyiniz. Ben size hakıkati arz etmek istiyorum: Biz; evlad-ı Arap; Türk mekteplerinde Türk kardeşlerimizle bir araya geldiğimiz zaman İslam olmakla beraber Arap olduğumuzu da öğrendik ve öğrenmekteyiz. Ve bu suretle sema-yı fikrimizde ilk yer bulan kara bulut kalbimizin aklığına karışan ilk siyah nokta bu ana tesadüf ediyor. Devr-i sabıkın her hali gibi bu mes’eleler de gizli gizli ca-yı bahs buluyor ve istibdadın tazyikı ile bir şekl-i aleni alamıyordu. Lakin fecr-i hürriyyetin infilakı; bu vatan-ı mukaddeste yaşayan bilcümle anasıra artık bundan böyle hukuk ve vezaif-i mütesaviyyeye malik olacaklarını tebşir ediyor ve mayarak herbiri başka bir emelin başka bir fikrin arkasından koşan efrad-ı millete tek bir hedefe rabt-ı amal ve atf-ı enzar eylemek lüzumunu bildiriyordu. Bu halde efrad-ı millete; birbirleriyle anlaşmak hukuk ve vezaifini paylaşmak muktezidir. Binaenaleyh gazete sütunlarında görülen herhangi bir mütalaa; ne bir fikr-i irticaın ne de bir emel-i menfaatin tercümanı değildir. Bu gibi mütalaatın menbaını ta’yin edebilmek için her şeyi adl ü hakıkat insaf u uhuvvet dairesinde tahlil ve tedkık etmek gerektir. Ben öyle i’tikad ediyorum ki şimdiye kadar bu gibi cereyan-ı efkara seyirci kalan Sıratımüstakım ; hedef-i mukaddesi emel-i mübecceli Müfid ceride-i muhteremesinin bazı ebyatını neşr ve tarz-ı tahririni tenkıd ediyor. Sıratımüstakım’in bu hallerden izhar ettiği teessürlerine biz de kanlı gözyaşları dökerek iştirak ederiz. Fakat mes’elenin esasından bahs etmeyerek kabahati; terakkı ve tealimizi arzu etmeyen garaz-karlarda muhitlerimizin dindar olmamasında buluyor. Lakin o emin olsun ki; ne Şükrü Efendi Ganim ile el-Müfid gazetesi garazkar ne de muhitlerimizde diyanetten başka bir şems-i hidayet lem’adardır. Hukuklarını müdafaa yolunda rica ve niyazdan başlayarak tedricen teşdid-i lisan eyleyen bazı şübban-ı Arab bedbahtlığa mahkum görülüyor. Lakin bu hususta bil-cümle etfal şübban ihtiyaran-ı Arab yek-vücud ve müttehid olduklarından bu bedbahtlığa şerik bulunuyor ve kendilerini bedbaht değil bilakis bahtiyar addediyorlar. Çünkü herkes müdafaa-i hukukuna “Türklere karşı değil bilakis şahs-ı ma’nevi-i hükumete” ba-emr-i peygamberi mükellef olduğu azade-i iştibah olmakla beraber geçenlerde sabık Şeyhülislam Efendi hazretleri tarafından bu husus ayat-ı Furkaniyye ve ehadis-i Nebeviyye’ye istinaden te’yid ve te’kid edildi. Çürük bir temel üzerine inşa edilen bir bina ergeç mahkum-ı inhidamdır. Her şeyden evvel temeli kurmak ve mesail-i ibtidaiyyenin halli cihetinden gitmek lüzumu hiç i’tiraz götürmez zannederim. el-Müfid’den; hukuk-ı Arab’ın hazm edilmek istenildiği kemal-i taaccüble nakl ediliyor. Ben buna hayır diyorum. Zira bir taraftan hissiyatına kapılmış ve her şeyi sathi bir nazarla görmeye alışmış bazı insanlar; böyle bir hukuku esas i’tibariyle inkar ediyor. Diğer taraftan İslamiyet’in terakkı ve tealisini yegane emel bilen dindar ve akıl kimseler böyle bir mes’elenin mevzuubahis olmasını şan-ı İslamiyyet nokta-i nazarından bir şeyn addediyorlar. Halbuki iş; ne tafra-füruşların zehabı vechile kabil-i inkar ne de dindarlarımızın mes’ele hall u fasl edilmedikçe günden güne bu biçare vatan ve millete büyük büyük felaketler hazırlanır. Cahil me’mur ve muallimlerin ta’yini hadisat-ı muvakkate kabilinden addederek mazur görmek isteniliyor. Lakin bu hadisat-ı muvakkatenin meş’um bir ihtilaf ve daimi bir esaretle neticeleneceğini düşünerek asla korkulmuyor. Evet! Adliye ve Maarif nazırları fevka’l-beşer İttihad ve Terakkı efradı melek değildir. Zaten bunun böyle olması lüzumunun iddiasında bulunan yoktur zannederim. Lakin hüsn-i niyyet ve hulus-i kalb taassub-ı millinin def’ine emniyet-i kamilenin husulüne yegane vasıtadır. Hatta bu iki sıfat-ı mübeccele insanı fevka’l-beşer meleklere yakın bir dereceye tanetle müştereken sarılmak için emniyet-i mütekabilenin vücudu la-büddür. Bir Arap me’murunun; Arap memalikinde fikr-i tahakkümden mevcud kavanin u nizamata ve nefse adem-i hürmet ve itimaddan değil de ya nedir?? Bir cahil muallimin tebdili için çıkarılan avaze-i istirham “İcab ederse tekmil talebeyi mektepten kovun. Muallim derse behemahal devam edecek.” cevabına layık mıdır? Evlad-ı vatanın türlü türlü efkar ve makasıd tahtında ve misyonerler vasıtasıyla açılan mekteplerden milli mekteplere çekmek için yapılacak tedabir-i hakimane bundan ibaret mi met-i meşruta; çocuklarını mektepten tard ettiği ahaliden maarif vergisi almaktan haya etmez mi acaba?!! Darü’lMuallimin’de Arap ibtidai mekteplerinin muallimleri Türkçe tedrisat görmüyorlar mı? Tahsil-i ibtidainin lügat-i mahalliyye üzere olması; Osmanlıların en az efraddan müteşekkil anasırına tecviz ediliyor da Araplardan neden diriğ ediliyor? Araplar; bunu istemek için ses çıkarmayacak kadar hakır ve mahrum-ı hayat mı zannedildi yoksa İslam kardeşler! oldukları yenin; tekmil efradın terakkı ve tealisiyle mümkinü’l-husul olacağı kaziyesine neden iğmaz-ı ayn ediliyor. Vakıa biz Osmanlılar terakkı etmekte olan efkara bir hail çekmek kudret-i beşeriyyenin kat kat fevkinde bir iştir. Efkar; bati olsa da yine Türk ve Arapların arasındaki hürmet-i mütekabileye gelince hadis-i şerifini bilen ve işiten her bir İslam mecburdur. İnsan; bir hataya yalnız bir defa düşerse zühul ve nisyanına inanılır. Yoksa hata teaddüd ve tekerrür ederse zühulü değil teammüdü isbat eder. Ve bu suretle teammüden alenisi makamında telakk etmekte Araplar mazurdur. Burada söylüyorum. Zira Türkler; lügat-i Kur’an’ı ihtiram etseler bile eski Araplardan El-Arap gazetesinin iddiasınca büsbütün başka Araplar olan bizler her türlü istihfaf ve tahkırlere bihakkın layık görülebiliriz. el-Müfid’in şiirlerine gelince; ilk iki beyit Türklere karşı asla bir hakareti mutazammın değillerdir. Bilakis her kim tarih ve ahval-i hazırayı birbiriyle mukayese ederse ortaya kılıç da top da gireceğine hükmeder. O halde Müfid gazetesi bizi ikaz ediyor. Ona teşekkürden başka bir şey denemez. Hamid’in şahsına tevcih edilmiştir. Üçüncü olarak yazılmış beyitler ise; her şeyi; örtbas siyasetine tebeiyetle gürültüye boğmak isteyenleri Cenab-ı Rahim-i Mutlak’a şaki ve Arapların hal-i hazırını şi’ren musavvir olmaktan başka bir mahiyeti haiz değildir ve olamaz. Cevabınızın bu hafta saha-arayı matbuat olacak nüshanızda göreceğimi ümid ederim. Beyrut Ceraid-i İslamiyyesi’nin kavmiyet esasına müstenid olan bazı neşriyatına karşı hasb-i hal suretiyle yazmış olduğumuz mütalaatın bir kısmına cevap olmak üzere Doktor Yasin Beyefendi biraderimizden aldığımız şu mektubun yalnız Suriye Valisi’nin şahsına tealluk eden kısmını –doğru olsa bile şahsiyat mesleğimizden hariç bulunduğu cihetle– tayy ederek aksam-ı sairesini aynen derc eyledik. Dertler yaralar anlaşılmadıkça tabii tedavi olunamayacağından kardeşimizin şu açık hasb-i halini kemal-i samimiyyet ve layık olduğu ehemmiyet ile telakkı ettik. Himmetlerine teşekkür ederiz. Bazı muhik serzenişleri tazammun etmekle beraber hissiyata mağlubiyet cihatını dahi ihtiva eylemekte olan bu cevab-name Beyrut matbuat-ı İslamiyyesi namıyla mukaddema yazmış olduğumuz hasb-i hal ile birlikte tedkık olunmalıdır. Sahib-i makalenin mekteplerimizdeki tahsil hayatı başlangıcına aid dakık mülahazasını bazı meşhudat ve mesmuatımız dahi müeyyid bulunduğundan terbiye-i hakıkıyye-i diniyyeden mahrumiyet neticesi olarak menşe-i cehl bulunan şu arızın fuyuz-ı meşrutiyyetten dolayı ümid-var bulunduğumuz temeddün-i hakıkı –taklidi değil– ile bertaraf olacağına kanaat-i kamilemiz vardır. Vezaif ve hukukta müsavat İslamiyet’in makasıd-ı muazzezesi cümlesinden bulunduğundan hatta anasır-ı müslime şöyle dursun anasır-ı gayrimüslimeye bile suretiyle hukukta ve hasais-i İslamiyye’den maada vezaifte müsavat-ı kamile tanıldığından hilafına mülabis etvar u muamelatın esbabını hissiyat-ı diniyyenin matlub surette neşv ü nema bulmamasında aramalıyız. Din-i İslam’a müntesib olup da terbiye-i hakıkiyye-i diniyyeden mahrum kalmış gençlerimizin mevcudiyeti inkar olunamaz. Kavaid-i celile-i İslamiyye ile gayr-ı kabil-i tevfik surette işitilegelen ratb u yabis sözler işte bu marazın a’razındandır. Beşeriyetin din-i fıtrisi olan İslamiyet edyan-ı saire gibi telakkı olunmamalıdır. Din-i İslam’ın mani’-i terakkı olduğu yolunda tafrafüruşane dermeyan olunan bazı mütalaat bu telakkıye ma’tuf mülahazat-ı sakımeyi tazammun ediyor. İşte bütün su-i tefehhümler kurulan böyle yanlış mukaddimelerden vücud bulur. Vakıa garp dinini bırakmakla terakkı etmiştir; fakat emin olalım ki şark dinini mehcur bulundurmakla muzmahil olacaktır. Din-i celil-i İslam edyan-ı saireye kıyas olunamaz; bu kıyas kıyas maa’l-farık olur. Bugün muhterem kardeşimizi hudları olan tahassüsat takyid ber-endazanedir. Biz bu husustaki bedbahtlığı şübban-ı Arab’a hasretmedik. Hasb-i halimiz dikkatli okunsun bu halden gençlerimizi mes’ul ve muateb tutamayız. Esbabını hocaların ebeveynin tahakküm ve lakaydisinde ararız. Efkar ta’kib olunan tarz ile terbiye olunamaz. Şimdiki dinsizlik nazariyelerine Mu’tezile’ye verilen cevaplar ile mukabele edilemez. Yeniden bir riyazıyye ile teayyün etmiş gibidir. İnkar etmeyelim dinsizlik felaketi istikbal-i İslam’ı tehdid eylemektedir. İşte bu dinsizliktir ki irfan-ı kazib aşısıyla vücud-ı nazenin-i ümmete kavmiyet da’ü’l-efrencini telkıh ediyor. Bugün dinini seven hiçbir müslüman gurur-ı kavmisini hissiyat-ı diniyyesinden bala-ter tutmaz. Kavmiyet endişeleri İslamiyet’te daima derecat-ı taliyyede kalır. Anasır-ı saire-i İslamiyye’nin bir kısım gençleri gibi Arap unsuruna mensup bazı gençlerde dahi hissiyat-ı diniyyenin hakkıyla inkişaf etmediğine neşriyat-ı ma’lume dolayısıyla kaniiz. Evet şahs-ı ma’nevi-i hükumet tahtie olunur tenkid olunur. Buna diyecek yok. Zaten meşrutiyette ümmet bu vezaifini ifa için güzide ricalini meb’us intihab ederek muhafaza-i hukuka sai ve murakıb bulunur. Efkar-ı umumiyyeyi temsil eden ceraid yapılan yolsuzluklardan sızlanır. Cüz’i bir haksızlığın adem-i tekevvününe çalışır. Bu mübeccel ve muhterem bir haklarıdır. Esasen bunu yapmakla ehliyet-i medeniyye gösterilir. Fakat bu vazife ile iştigal sadedinde kavmiyet mevzuubahis olunmaya bu kabil hissiyat silah-ı taarruz ittihaz edilmeye kalkışılır ise o zaman maksad-ı hakıkıden tebaüd edilmiş olur. Bugün cahil muallimlerin ehliyetsiz me’murların muamelatı ta’rifat-ı kanuniyyeye tevfikan tenkıd ve rical-i hükumetin olunur. Fakat o cahil muallimlerin o na-ehil me’murların Türklüğü mevzuubahis edilerek ehil zevatın mahrumiyetine de Arap olması ileri sürülürse mes’elenin rengi değişir iş ümmetin muhafaza-i hukuku vadisinden çıkarak tıflane bazı düşüncelere revaç vermek girivesine varır. Bitaraf münevver vicdanları bu derekeden pek ali görmek isteriz. Arapların Türklerin Kürtlerin Lazların Çerkeslerin Tatarların hukuku nedir? Biz ayrı gayrı bir hak bilmiyoruz. Hakk-ı feth ise bu hakk-ı mücahedatta bulunan bütün İslamlar arasında müşterektir. Muharebelere cihadlara anasır-ı İslamiyye kaffeten lahiyeti yoktur. Kavm-i Arab bir haksızlığa uğruyorsa bütün millet o haksızlığa uğruyor demektir. Kavm-i Arab istihfaf olunuyor dindar İslam bunu başka türlü düşünemez. Birtakım ecnebi firiftesi taklid düşkünü cahillerin “Genç Türkler Genç Osmanlılar” ta’birat-ı sakımesiyle saçmakta oldukları tefrika tohumları dindar muhitlerde neşv ü nema bulamaz. Kendini bilen her ferd pekiyi takdir eder ki genç Türkiye hükumeti yoktur. Böyle bir isim bilmiyoruz. Ecnebiler aramıza tefrika koymak için bize bu ismi takmışlar. Mensubu bulunduğumuz hükumet Kanun-ı Esasi’nin sarahati vechile bir hükumet-i nur. Binaenaleyh Araplar ile Türkler arasında muhtac-ı hall ü fasl mes’ele nedir? Hadisat-ı muvakkateyi cedir-i a’zam bir mahiyette görmüyoruz. Fakat hükumet izalesine müsaraat etmelidir. Rıza-yı ümmeti isticlaba çalışmak hükumetin en büyük vazifesidir. Bu husustaki terahi ve mümataleden dolayı sahib-i makalenin serzenişlerine iştirak ederiz. Mekteb-i Sultani hadisesinin bütün bilad-ı İslamiyye’de birer nümunesini görmek istemeyiz. Muhafaza-i nüfuz u haysiyyet için sözünden dönememek mecburiyetini hükumet için kabul etmekle beraber bu kabil vekayii tevlid edecek ahvale ibtidadan çare-saz olmak hususundaki mübalatsızlığı hazm ve ihtiyat ve şefkat-i übüvvetile kabil-i tevfik göremeyiz. İnşaallah ahd-i karibde bu noksanlar telafi olunur. Matbuatımız da İslamların ahval-i ruhiyyesini nazara alarak tefrika ve su-i tefehhümleri istilzam edecek ahvalden mücanebette bulunur. Gençlerimizin kavaid-i esasiyye-i İslamiyye’ye yabancı kalanları da bu tefrika uçurumlarını görerek hırz-ı hasin-i İslamiyyet’te muhafaza-i nefs ü vatana muvaffak olurlar. Cenab-ı Hakk’ın lütf u kereminden ümidimiz ber-kemaldir. Sahib-i makalenin müdafaa eylediği şiirlere ve kavaid-i nezaketin na-bemahal göreceği teşekkürlere mülahaza ta’lik etmek istemeyiz. O beyitleri bile birçok tereddüdden sonra kalbimizden kan ağlayarak nakl etmiş idik. Kardeşimiz Yasin Bey Müfid ceride-i sun Sıratımüstakım muharrirleri de aynı his ile mütehassis olarak kendilerinden geri kalmazlar. el-Müfid’i zerreten-ma diğer ceridelerden tefrik etmezler. Fakat saadet-i İslam’a karşı velev ki gaflet suretiyle olsun bir su-i kasd görürler ise o zaman tahammül edemezler. Beyrut’un bu sevimli İslam ceridesinin bed-hahlarımızın aramıza koymak istedikleri tefrikaya bilmeyerek alet ittihaz edilmekte olduğunu gören her hamiyetli İslam’ın hasb-i halimiz gibi bir feryad koparacağını tabii görmek iktiza eder. İşte muhterem kardeşimizin hissiyatına mağlup olduğu noktalardan biri de budur. Maamafih gençlerimizin daha serinkanlı düşünerek ümmete vatana acıyacakları me’mul-i kavidir. Endülüs facialarını unutmamalıyız. O hıttayı anveten mevtın ittihaz eden İslamlar yine böyle hissiyyat-ı tefrika-cuyane ile aksama ayrılarak yekdiğerine karşı tefahür-gune inşad eylemiş oldukları bu kabil kasaidin birkaç tanesi hala hüzn-efza-yı havatırımızdır. Öyle akıbetlerden Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremine tekrar tekrar sığınır ve bütün akvam-ı İslamiyye’ye her şeyden evvel buralarını nazara almaları için yalvarırız. Muhterem Sıratımüstakım’in’nci adedinde ve Rebiülahir sene tarihli nüshasında Beyrut Ceraid-i İslamiyyesi serlevhası altında derc buyurulan makaleye vakıf oldum. Hükumetimizin Arabi lisanına gösterdiği ihtimamsızlığını bazı Beyrut gazeteleri şiddetle muaheze etmeleri üzerine buna karşı yazdığınız makalede isti’mal buyurulan tatlı dil yürekten çıkıp gelen kelimat-ı ihlas-karaneniz o derece mucib-i mesruriyyetim oldu ki elektrik te’siri gibi o güzel kelimeler ta a’mak-ı kalbime sereyan ederek ta oradan kopup gelen muhlisane teşekküratımı size takdim etmeye beni sevk eyledi. Devletimizin müstenid olduğu iki büyük unsurun Türk ve Arap unsurlarının aralarını tevfik etmek bütün Türk ve Arap gazetelerinin vazifelerinden olduğu halde maatteessüf bugüne kadar hiçbir Türk gazetesi görülmemiştir ki bu vazife-i mu’tena-bihayı tanıyıp bilip aralarında mevcud olan su-i tefahümü Sıratımüstakım’in beyan eylediği lisanla kaldırmaya çalışsın. Daha garibini ister misiniz? Payitahtta neşrolunan Türkçe gazetelerin hiçbirisinin yekunu ona baliğ olan vilayat-ı Arabiyye’de bir muhabiri olsun bulunmuyor ki mezkur vilayetin ahbarını payitahta bildirsin millet-i Arabiyye’nin sesini hükumet-i meşrutaya işittirsin. Sanki bu kadar cesim vilayetler o gazetelerin nazarında cism-i devletten sayılmıyormuş gibi gayet bigane bulunuyorlar ki ne kadar teessüf ve telehhüf edilse yine azdır. Emin olunuz ki Türkçe gazeteler hükumetin efkar ve i’tizarını Araplara Sıratımüstakım’in beyan eylediği gibi tatlı dil ile ve Sıratımüstakım’in ihlası gibi kemal-i hulus-ı kalb ile hakıkati Araplara anlatsalardı ve yine o gazeteler Türk ve Arabın bir olması lazım geleceğini telkın etseler idi ve bu hakıkati ifham için lüzumu kadar ihtimam etselerdi bugün ara yerdeki su-i tefahüm kalkar ne Araplar beyninde ve ne de gazetelerinde o hakıkati yanlış anlamak gibi haller görülmezdi. Şurası cümlenin ma’lumu olmalıdır ki Devlet-i Osmaniyye’nin ebedi ve kavi ve her türlü gavail-i hariciyye ve dahiliyyeden masun olması Türk ve Arapların birbirlerini vabestedir. Türk ve Araplar uhuvvet-i hakıkiyye ile kardeş olmalıdırlar ki bu devlet kaviyyü’ş-şekime kalabilsin ve bu uhuvvetin te’sisine en ziyade hizmet edecek vasıtalar ise şüphesizdir ki gazetelerdir. Hükumet-i meşruta-i Osmaniyyemiz Arapların nelerden şikayet eylediğini Türkçe gazeteler vasıtasıyla mesmuu olursa derhal Arapların tehvin-i hal ve ihtiyaçlarına sa’y edeceğinde şek ve şüphem yoktur binaenaleyh rica ederim ki Türkçe gazeteler lüzumu kadar olsun Araplara tealluk eden ahval ile de alakadar olarak uhdelerine tealluk eden vezayif-i vatan-perveraneyi kema hiye hakkuha ifa eylesinler. Ajans Reuters’den: Girid Meclisi’nin ictimaında Mösyö Michelidakis Yunan Kralı namına yemin edilmesini ve bu suretle adanın Yunanistan’a ilhakı hakkında verilen kararın te’yid olunmasını teklif etmiştir. A’za-yı müslimeden Naim Beyzade kendisinin vesair müslüman rüfekasının hiçbir vechile hükümranisi altında Girid’in muhtariyetini kabul ettiklerini mübeyyin olarak masanın üzerine ikinci bir protestoname vaz’ edeceği sırada hıristiyan a’zadan Daskaloyanis protestonameyi alıp yırtmış ve Manusakisi namında diğer hıristiyan a’za da Naim Beyzade’nin yüzüne bir tokat vurmuştur. Derhal sair meb’uslar müdahale etmişler ve tecavüzatta bulunan Nisanın’uncu Pazartesi günü saat altıda Yeniköy’de okunan Mevlud-i Şerif’te Çakırcalı dahi dokuz arkadaşı ile birlikte bulunmuş ve okunan mevludu koyu koyu dinlemiştir!.. Mevlud-ı Şerif bittikten sonra adet olan dua okunduğu sırada mevlud okuyucularından bu duayı eden “Genzile” köyünden Alaiyeli oğlu Molla Mehmed dua arasında “Allah Çakırcalı Efemizi ta’kib kollarının şerrinden ta’kib kurşunlarından düşman şerrinden muhafaza buyursun korusun!” sözlerini karıştırdığı vakit cümle dinleyen birkaç yüz köylü “Amin!” deyu cevap vermişlerdir!. Bu dinleyenlerin çoğu etraf köylerden gelmiş olan idi. Muhtarlar ile hocalar kılavuzluk ve yataklık eder yüzlerce kişi de mevludda sağlığı için okunan duaya “Amin” derler “Köylü” Eser-i edebi olmak üzere neşrolunan bir hikaye din ahlak ve adab gibi insaniyete has ne kadar fezail-i beşeriyye varsa hepsinin “uydurma düzme şeyler” olduğunu anlatarak şübban-ı vatana yalnız “Sebeb-i hilkat-i cihan olan... Niseviyete perestiş” gibi pek şeni’ bir fuhş u redaet fikriyle bir terbiye-i mahsusa vermek istiyor... Ve bu namus ve vicdan sarıkı olan eser-i cinai de kütübhanelerde satılıyor idadi dershanelerinde talebeye tavsiye olunuyor –hatta biz de edilerek hikayeye muttali’ olduk– bugün fazilet-i milliyye böyle gizlice pek alçakçasına icra edilmek istenilen şeni’ bir cinayet-i ictimaiyyenin kurbanı mı olacak? Vatan nasıl aileler görecek? Validelik zevcelik nisbet-i mukaddeselerini beşerin bir belaheti olarak tavsiye eden bu eser nasıl oluyor da meydan-ı intişarda bulunuyor? Bugün yalnız bir kişiyi katl eden bir cani hemen tutulup ceza-dide edildiği halde bütün bir milletin namus ve vicdanına kasd eden ve zannederim hiçbir muhit-i insaninin kabul edemeyeceği bu sefil şahsiyyet-i mülevvese nasıl oluyor da hala muhit-i Osmani’de bir rek ahlak ve fazilet-i milliyye sahiplerine karşı saklandığı hufre-i habasetten hande-zen-i istihza olacak bu şahs-ı mel’unun kahkahalarına ma’ruz olacak kadar acz ü meskenet hangi muhitte böyle bir halaat ve şenaati yalnız kendi pis mülevves alçak muhitlerinden başka bir yere çıkarmak cesaretinde bulundukları ve böyle bir cür’ette bulununca deliğinden çıkmış yılan gibi kafaları ezilmediği görülmüş? Ey şahsiyet-i sefile! Sen nerede doğdun hangi toprakta dünyaya geldin hangi muhitte yaşadın nasıl bir fıtrata maliksin. Sen bu vatanın evladı değil misin hayvanlarda bile aileye karşı hiss-i hürmet vardır. Sen nesin? La’net ve nefrin sana ey şeni’ fıtrat-ı redi’e! Bugün vatanın yegane ümid-i istikbali olan genç dimağları nesl-i atiyi böyle rezail ve fuhşiyat zehirleriyle tesmim etmek isteyen bu sefil şahsiyet-i mülevvese ile peyrevanı hakkında kemal-i ehemmiyyetle merci’-i aidiyyetin nazar-ı dikkatini celb eyler ve pek seri’ icraat-ı adileye intizar ederiz. Bugün vicdanımız pek acı pek müellim bir denaet karşısında hırpalanıyor... Evet işte bugün de zavallı edebiyat muhit-i ahlakiyyemizi tar u mar etmek hırsıyla çalışan birkaç rezilin eserine tecelli-gah-ı mel’anet oldu... Ey hakıkat-bin gözler! Siz buna karşı kapanacak mısınız?.. Ruh-ı millette inkişaf etmek yaşamak isteyen hiss-i namus ve fazileti paralamaya amade bu hançere bu pençe-i şenaate karşı: Ahlak ses çıkarmayacak mı?! Kanunlar sükut mu edecek? Bir ecnebinin bilmem kaç sene evvel yazdığı hezeyanlara: nin içimizden bir hainin etrafa saçılan ve ihtimal ki en afif ve saf kalbleri harap eden zehr-i mel’ununa karşı gülerek mi geçeceğiz!?.. Dozy bir yabancıdır bir hıristiyandır; aleyhimizde beyan-ı fikr edebilir: Bunu kendisinin görmek istemediği hakıkatten başka hiçbir şey men’ edemez. O kitap tercüme edilmeseydi belki birçok zaman daha vücudundan haberdar olamayacaktık; hem zaten te’siri mahduddur. Mes’uliyet daha ziyade sözlerine kör körüne i’timad edenlere teveccüh eyler; fakat bugün bu biçare milletin dini milliyeti ahlakı tecavüzlere uğruyor; bütün hissiyat-ı necibe-i vicdaniyye tahkır ediliyor... Hatta hatta bulunduğu eli ısırmaktan nüfuz ettiği dimağı lekelemekten başka bir maksadla yazılmayan o eser tarafdarları vasıtasıyla gençlere tavsiye olunuyor... Bu en büyük bir cinayet hükm-i ahlak huzurunda mahkum-ı i’dam bir cinayet değil midir?.. Eserin sahibi bir cani gibi yakalanmalı bir cani gibi cezasını görmeli çünkü hareketi ancak şeni’ bir cinayetle tefsir olunabilir... Bir demir parçası bir vücudu deler; sebep ma’kul olsa bile buna bir cinayet nazarı ile bakılarak faili zindanlara atılır... Sonra bir eser koca bir milleti koca bir kanunu yaraladığı halde niçin müessiri elleri cebinde te’sirini kahkahalarla seyrederek dolaşsın! O müessir ki müsveddelerini kendi eliyle yakmış! Kendi hissiyatını ihrak bi’n-nar etmiş... Demek ki bu cezaya müstehak olduğunu bizzat takdir eylemiş; o halde niçin yazıyor? Niçin bastırıyor? Ve niçin başkaları o fenalığı bile bile neşrediyorlar... Hiç şüphe yok ki bu millete fenalık etmek bu milleti zehirlemek öldürmek için... Eyvah! Bir tarafın te’sise çalıştığı ulviyete namusa haysiyete hamiyete acıyalım... Biz neden çalışıyoruz? Neden yoruluyoruz? Eğer her adımda bizi gerileten mecruh eden ellere tesadüf edeceksek neden çalışacağız? Neden yorulacağız? Eğer mağlup olmak muhakkaksa bu seyl-i rezalete hepimiz kapılıp boğulalım... Bugün bizi halas edecek şey: Milliyete ahlaka sarılmak onu ebediyen bırakmamak. Necatımızı ancak bu te’min edecek. Her kitap her satır her kelime bize dine ahlaka muhabbeti öğretmeli bize vatanımızı sevdirmeli bizi teali ettirmeli... Emin olalım ki Avrupalıların amalini birleştiren: Hıristiyanlık kuvvetidir; hissiyatını tevhid eden: Milliyete muhabbettir... Ahlaksızlık en medeni kavimleri zir ü zeber etmiş ve edecek... Bunu bildikleri halde kendilerinde bir kuvvet farz eden ve o kuvvetin umum üzerindeki te’sirine vakıf olan kalemler niçin bizi girdab-ı inkıraza doğru sürüklüyorlar... Hangi intikamı alıyorlar? Nerdesin ey adalet!.. Sen kalb için vicdan için ma’neviyat dişlerini kır... Her faziletimizi didikleyen tırnakları sök at... de sahibine delalet eden bir işaret yokmuş... Lakin kendinizi aldatmayınız size la’net edenler kim olduklarınızı biliyor... Hakıkatin gözleri sahibini de neşrine vasıta olanı da yakalar; eğer yakalamazsa: Adalet intihar ediyor bu milletin vicdanı kendi kendini zehirliyor demektir... Bu eser paralanacak; muharriri bir kelb-i mefsedet gibi cezasını bulacak; ve kendisine peyrev olmaya hazırlananlar da artık fenalık edemeyeceklerinden mütevellid azab-ı derunileriyle kahr olacaklar... Bugünlerde bir kitap neşrolunmuş. Müellifinin bilad-ı şarkıyye sokakları gibi ancak tükürülmeye memalik-i garbiyye mahafil-i sefaheti gibi ancak nefret ve hakaret edilmeye layık olan çehresini tanımıyorum. Bu kitabın mütecasir-i tahriri olan mel’un bir insan değil mutlaka bir timsah-ı müfteris bir kelb-i akurdur. Bir karihanın değil ancak bir nefs-i emmarenin sadıratname-i rezil vü sefili olan bu kitap matbuata verilen hakk-ı hürriyyetin yeniden şikar-ı pençe-i istibdad ve istirdad olması hakkında temenni-i enamı celb etmek maksadıyla tertib edilmiş bir hud’a olsa gerek. Müellifinin saikalar altında parçalanmaya şimşekler içinde erimeye da’va-yı liyakat eden dimağı acaba la’net-i müebbede-i millet altında ezilirken hangi bir nasiye-i hüviyyetin bala-yı ser-sefilini kemin-i ihtifa edinmiş? Bu mahluk her kim ise bir pederle bir validenin semere-i hayatı değildir; mutlaka fuhş u zilletin semere-i izdivacıdır. Ecdadının altı asırlık miras-ı mefahirini duş-i tekriminde taşıyan bir millet –efradı arasında böyle bir kelb-i mülevves– mahiyetin bulunmasına tahammül edemez. Bu herif kim ise memleketimizden aramızdan kendisini seyyiat-ı ahlakiyyeyi fuhş u rezaleti denaet u zilleti tard eder gibi tard etmeliyiz. Vatanın kehvare-i maali olan topraklarında böyle bir laşe-i seyyiatın bulunması züldür. Mel’unun giriban-ı füturuna hükumetin pençe-i tehdid ve itabı Allah’ın sada-yı kahr u la’netinden evvel yetişmeli. Bu millet hürriyetin vesile-i zuhuruyla bu kabil kitapların mahkum-ı kıraati kalacaksa o zaman bu millet bize bar-ı hayat babamızın cenazesi gibi giran gelir. O zaman bize hürriyet esaretin zinciri gibi siyah ve muzlim görünür. Mel’unun –taht-ı zemindeki ismi konulmamış haşerat gibi– mechul kalması hükumete şeyn millete yeis iras eder. Nesebname-i ecdadı ancak bir kelb-i müştehiye müntehi olacağında şüphe edilemeyen bu müellif seyyiat-ı ahlakiyye kadar şeni’ olmakla beraber seyyiat-ı ahlakiyye gibi vicdan-ı esafile saklanmamıştır a. Mel’unu kim ise nerede da tertib etmemeli. Hakkında ağır bir cezanın tertib olunması gibi bir iştirak-i ukubet katillere canilere hicab-ı müebbed tevlid eder. Darağaçlarının bile telahuk-gah-ı adlaında bulunması nasiye-i sefili için teali-i semavi sayılır. cüz’-i kıymet-darı olan necib ve kahraman bir kısım Arnavut kardeşlerimizin bazı erbab-ı mel’anetin tahrikatına uyarak bu kadar mühim ve nazik bir zamanda hükumet ve orduyu Osmaniyye’yi dağ-dar-ı teessür etti. Şu halin devamı ise vatan-ı mukaddesimizi tehlikeye ilka edecek ve bunu fırsat bilen düşmanlarımızın Girid’i ecza-yı vatanımızdan koparacak dereke-i müdhişeye geldi. Ulu’l-emre itaat lazime-i ahkam-ı şeriat ve hüsn-i i’tilaf ve ittihad mukteza-yı menafi’-i İslamiyyet bulunduğundan sefk-i dimaya nihayet verilmesine delalet buyurulmadığı halde huzur-ı Risalet-penahide hakkınızda müşteki bulunacağımızı tekrar eyleriz dindaşlarımız. Esselamu aleyküm ey din kardeşlerimiz! Cümlemiz bir Allah’ı tevhid Peygamber’i tebcil etmekteyiz. Düşünelim ki Kur’an-ı Kerim buyuruyor. Kardeşliği mü’minlere hasrediyor. Biz bugün bir Halife-i mutaa malikiz. Etrafımızı kuşatmış olan düşmanlarımız bizim içimize nifak ve şikak ilka ederek vatanımızı parçalamaya üç yüz milyon ehl-i İslam’ın medar-ı istinadı olan Hilafet-i Celile-i Muhammediyye’yi –maazallah!– pa-mal etmeye çalışıyorlar. Biz bütün müslümanlar a’da-yı din ve vatanımız şu emellerine karşı ittihad ve ittifak ederek Cenab-ı Peygamberimiz’in mukaddes sancağını muhafaza etmeye çalışırken orada birtakım gafillerin Halife-i Resulullah’a hükumet-i meşruasına isyan etmesi dinimizin vatanımızın muhafızı olan asakir-i İslamiyye’ye kurşun atması bütün alem-i kalbi teessür içinde çırpınmakta gözü yaşlar dökmekte! Vah ümmet-i Muhammed’e vah..! Allah buna razı mı? Peygamberimiz bundan hoşnud mu? Düşmanlarımız bizim bu kanlı nifak ve şikakımızdan ve vahdet-i diniyye ve uhuvvet-i Kur’aniyyemize vurmakta olduğumuz bu müdhiş darbeden sevinç delisi oluyorlar. na yemin etmek suretiyle ada üzerindeki hakk-ı hakimiyyetimizi bir daha inkar ve Yunanistan’a iltihakta ısrar ettiler. Böyle bir günümüzde vücuduyla iftihar etmekte olduğumuz Arnavut kardeşlerimizden bir kısmının ordumuzu işgal etmesine alem-i İslam kan ağlarsa sezadır. Edirne ahalisi Girid üzerindeki hukuk-ı hakimiyyetimizin müdafaası için bugün cesim bir ictima-i milli yaptılar. Din uğrunda vatan yolunda kanlarının son damlasına kadar akıtmaya amade olduklarına ism-i a’zam-ı ilahiye kasem ettiler. Sizin de böyle teşebbüsat-ı hamiyyet-perveranede bulunmanızı ve vatan-ı muazzezimizi bilmeyerek tehlikeye ilka eden bazı ihvanımızı nesayih-i müessire ve akılane ile irşad buyurmanızı kemal-i teessürle Kur’an-ı Kerim nam-ı pakine rica ederiz. Nisan Naib Mehmed Sadık Müfti Ahmed Nuri Belediye Reisi Mehmed Fuad Cemaat-ı İslamiyye Reisi Salahaddin müderrisinden: Ali Osman Said Salim Ömer Ahmed İsmail Süleyman Ferhad Ömer Hilmi. Besalet-i fıtriyye ve menaat-i mevkiiyyesi akvam-ı Osmaniyye yemizin düşman-ı ser-bazanına göğüs vererek hudud boylarının canlı kaleleri olan Arnavut akvamı badi-i şan u satvet takdis ettiği ordusu arasındaki muhasamaya nihayet vermelerine vesatetinizi temenni ediyoruz. Bugün millet-i İslamiyye ve akvam-ı Osmaniyye’nin ta ciğergahına işleyen kurşunlar millete matemler tutturuyor. Ey ulema-yı be-nam ve eşraf-ı zevi’l-ihtiram ve tüccaran-ı mu’teberan! Arnavut kardeşlerimizi ayat-ı Kur’aniyye ve ehadis-i Nebeviyye ile ref’-i husumete ve def’-i münaferete da’vet ediniz. Telkınat-ı fazılanenizle haluk merd metin olan o cesur kardeşlerimize beyne’l-İslam lüzum-ı ittihadı bildiriniz ki bu telkınatın muhabbet-i diniyye ve vataniyyesi olan o cesur kardeşlerimizce derhal te’siri tabiidir. İ’la-yı liva-yı Osmani ancak ittihad-ı sail-i ulviyyelerinden beklenilen de ancak budur. Artık muhasamat ve musademata nihayet verilmesi hususunda ve sak-ı gayretiniz bütün ihvan-ı dinimiz namına rica olunur. Eminü’l-fetva Mehmed Esad ders vekili Halis Fatih dersiamlarından ve Meclis-i Mesalih a’zasından İbrahim Edhem; Bayezid dersiamlarından ve Meclis-i Mesalih a’zasından Avni ve Ahmed Cevdet Fatih dersiamlarından ve Meclis-i Mesalih-i İlmiyye a’zasından Tokadi Şakir Fatih dersiamlarından ve Meclis-i Mesalih-i İlmiyye a’zasından Ali Fatih dersiamlarından Fetva-hane’de Prizrenli Hüseyin Cemaleddin Fatih dersiamlarından Fetva-hane’de Ali Rıza Bayezid dersiamlarından Fetva-hane’de İsmail Hakkı Fatih mücizlerinden Ereğlili Reis Ahmed Fatih ve Süleymaniye dersiamlarından Fetva-hane’de Eyyub Ali Bahri Fetvahane’de Trabzonlu Ahmed İslam Fatih dersiamlarından Fetva-hane’de Ahıskalı Ali Haydar Yakovalı Adem Nuri Bayındırlı Mehmed Şükrü Kırımi Murad Şerif Seydişehri Hasan Fehmi Kırkkiliseli Mehmed Atıf Asitaneli Mustafa Şevket Hersek müfti-i sabıkı Ali Fehmi Bayezid dersiamlarından Mehmed Şükrü Fetva-hane’de Tikveşli Ahmed Fatih dersiamlarından Fetva-hane’de Yenişehirli Ahmed Nuri Fatih muciz dersiamlarından Fetva-hane’de Tavaslı Hafız Hasan Bayezid dersiamlarından Fetva-hane’de Halil Vehbi... Tüccaran-ı mu’tebere vesaire... Kardeşler Allahu Azimüşşan’ın nam-ı azametine ve Peygamber-i Zişan Efendimiz’in yüzü suyu hürmetine nifak ve şikaka bir nihayet verelim. Etrafımızı saran din ve devlet düşmanlarını kendimize güldürüp muazzez vatanımızı mahv u harab etmeyelim. Din-i mübin-i Muhammedi ile mütedeyyin olan her bir müslime aynı kardeş olan dindaşlarıyla daima müttefik yaşamak şer’an farz-ı ayn değil mi? Bir taraftan Yunanistan’ın Girid diğer taraftan Bulgaristan’ın Makedonya’dan bir an gözlerini ayırmadıkları bir zamanda biz hala yekdiğerimizi irşad etmekle me’mur iken tefrika halinde mi bulunalım? Din ü devletin mukaddes vatanın bizden intizar eylediği hizmetlere elbirliğiyle koşarak yekdiğerimize muavenet-i lazımede bulunmak mukteziyat-ı diniyyemizden iken menfaatlerini İslamlar beyninde tefrika ve şikak hudusuyla te’min etmek isteyenlerin amaline hizmet ve delalet mi edelim? Hükumat-ı ecnebiyyenin terakkıyatına kuvvet ve intizamına te’sis eyledikleri hükumet-i meşrutaları sebep olmuş emr ettiği usul-ı meşvereti terk ederek hükumet-i müstebidde halinde yaşamakla ne maarifimiz maarif ne vatanımız ma’mur ne ahalimiz zengin olabilmiş bilakis her bir mahrumiyet ve sefaletlere hükumet-i sabıka tarafından sebebiyet verilmiş olduğu cümlemizce ma’lum iken iki senelik hayat-ı meşrutiyyetimizi görmeyi bile çekemeyen düşmanların tesvilat ve teşvikatına kapılıp da hükumet-i meşrutamızı zayıf düşürmek maazallah teali-i millet-i İslamiyye’nin mahvına hizmet demek değil mi? Elbirliğiyle hükumet-i meşrutamızı yükseltmeye çalışalım meşrutiyetin bahş eylediği füyuzat ve terakkıyattan karşılıklı istifade edelim. Biz bulunduğunuz ahval-i esef-iştimali kemal-i teessürle bi-hakkın takdir ve telakkı ediyoruz. Hükumet-i meşrutanın maksadında mündemic olan gaye-i terakkıyyata vasıl olabilmek için Halife’mizin o emrine tevfik-i hareketle me’mur olduğumuzu unutmayalım. Sizin gibi vatanın vücuduyla iftihar eylediği salabet-i diniyye ile mübeccel ve hayat-ı vatan-perverane ile muttasıf bulunan şeci’ din ve devlete sadakatle nam-dar kardeşlerimizin naili ni’met-i terakkı olabilmesi emrinde elimizden gelen herbir fedakarlığı herbir muaveneti icraya amade bulunduğumuzu lütfen takdir ediniz. Hukuk-ı mukaddesemizi elbirliğiyle din gayretiyle muhafazaya dünyada me’mur olan kaffe-i ehl-i muazzamanın memalikine ilavesi suretiyle icra kılınmakta olan tesvilatı ber-taraf etmek vatanlarına karşı olan muhabbetlerine tesvilat-ı ecnebiyyenin bir gune icra-yı te’sir edemeyeceğini be-tekrar isbat edelim. Artık Allah ve Resul nam-ı mübareğine hürmetine İslamiyet’i zaaf ve tefrikadan kurtaralım. Kemal-i teessürat-ı kalbiyye ile arz u beyan eylediğimiz hususat bütün o havali din kardeşlerimize tebliğine vesatet buyurulmasını niyaz eyleriz kardeşlerimiz. Muhterem ulemamızın himemat-ı dindaranelerinin şahid-i beliği olan şu hareket her türlü takdirin fevkındedir. Bu memlekette ulemanın mevki’-i ehemmiyyeti büyüktür ümmetin rehber-i efkarı adeta onlardır. Böyle mühim mes’elelerde avamı ikaz ve tenvir etmek; uhuvvete ittihada eylemek bu muhterem zevat-ı aliyyenin en mebrur bir vazifesidir. Ulemanın kalbinde hiçbir garaz yer bulamaz; binaenaleyh sözlerindeki kuvvet ve te’sir büyüktür. Eğer vak’a-i müessife daha zuhur eder etmez –geçen ve evvelki haftalar yazdığımız vechile– bütün memalik-i Osmaniyye’de ulema-yı kiram dört taraftan telgraflar yağdırarak bu hareketi takbih ede idiler her vilayetten ahvale vakıf beş on ulema şedd-i rahl ile mahall-i fitneye gide idiler; öyle zannederiz ki müfsidler hiçbir Arnavut dindaşlarımızı iğfale yol bulamazlardı derhal ortalık sükunet bulurdu da Girid’de ümmetin can-gahına indirilen darbe-i leimane vukua gelemezdi. Mart Vak’ası’nda muhterem ulemamızın az mı himmeti görüldü? O ali beyannameler en me’yus kalblere reşha-paş-ı da belli olur. Hüsn-i isti’mal edilen her kuvveti hükumet tebcil eder. Elverir ki mesai semeredar bir suret-i muntazamada Tahir Hayreddin Paşa hazretleri tarafından ceridemize dan dolayı bu haftaya yetiştirilememiş olan “Taassub-ı İslami Ma’na-yı Hakıkısi” unvanlı makale-i mühimme bi-mennihi’l-kerim gelecek nüshamızı tezyin edecektir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mayıs Dördüncü Cild - Aded: Bazı ulema tefsire olan ihtiyacı şu vech ile izah ediyor onlar diyor ki her müellif kitabını şerhe muhtaç olmaksızın bizzat fehm olunsun için te’lif eder bu ma’lum. Fakat üç sebep vardır ki kitabı şerhe muhtaç eder. Bunun birisi musannifin kemal-i faziletidir. Kemal-i fazileti olan bir musannif kuvve-i ilmiyyesine mebni maani-i dakıkayı lafz-ı veciz içinde cem’ eylediğinden alel-ekser muradını fehm düşvar olur. Binaenaleyh o maani-i hafiyyeyi izhar için şerhe hacet mess eder. Bu hacete mebni vukua gelen şerh eğer sahib-i tasnif tarafından olursa maksada diğerleri tarafından yazılan şüruhtan daha ziyade delalet eder. İkincisi bir mes’elenin bazı tetimmatını veya şurutunu vuzuhuna i’timaden veya diğer bir ilimden olmasına mebni müellifin terk etmiş olmasıdır. O terk olunan tetimmat ve şurutu meratib ve derecatını beyan ve ta’yin için şerhe ihtiyaç tahakkuk eder. Üçüncüsü mecazda ani-i adideye muhtemel olur; binaenaleyh musannifin maksudu olan ma’nayı beyan ve tercih için şerh edilmek icab eder. Bazı kere müellefatta sehv ü galat veyahud bir şeyin tekrarı veyahud bir şey zikr olunarak ta’yin edilmek icab ederken o şey hazf ile ibham edilmesi vesaire gibi hiçbir ferd-i beşerin hali olmadığı ahval ve keyfiyat vuku’ bulur buralarına tenbih için de şerhe lüzum görünür. Gelelim Kitabullah’a Cenab-ı Hak ibadına ancak onların fehm edecekleri umur ile hitab eder. Bunun içindir ki her peygamberi lisan-ı kavmi ile irsal ve her peygamberin kitabını kavimlerinin lügati üzere inzal eyledi. Kur’an-ı Kerim de zaman-ı efsahu’l-arabda lisan-ı Arabi üzere şeref-nüzül etti. O zaman fuseha-i Arab Kur’an’ın zevahir ve ahkamını fehm ederler idi. Fakat Cenab-ı Hak Kitab-ı Mükerremi’nde tealluk eylediği cihetle ayat-ı Kitab’ın cümlesindeki murad-ı mur etmediğinden batınındaki dekaik ancak teemmül ve tedebbürden sonra kendilerine zahir olur idi. Ve alel-ekser Hace-i Kainat aleyhi efdalü’t-tehayat efendimizden sual ederek vakıf-ı dekaik-i Kur’an olurlar idi. Nitekim ayet-i kerimesi nazil oldukda sahabe-i kiram: Ya Resulallah! Hangimiz nefsine zulm eylemedi; bu ayet-i celileye nazaran halimiz nice olur?.. diye sual eylemeleriyle Zat-ı Nübüvvet-penahları zulmü şirk ile tefsir etti ve buna ] kavl-i şerifi ile istidlal buyurdu. Aişe-i sadika radiyallahu anha hazretleri dahi .nazm-ı celilindeki hesab-ı yesirden sual etti; kitab-ı a’mali kendilerine sağ cihetinden verilecek olanların hesab-ı yesir ile hesap olunacağı beyan buyuruluyor bu hesab-ı sehl ve yesir ile murad nedir ya Nebiyallah! diye sordu. Taraf-ı Cenab-ı Risalet-meab’dan “O arz ve iraedir” diye cevap verildi; yani o lutf-ı celile nail olanlara a’mali arz ve irae olunup onlar da a’malinden şu taat ve şu ma’siyet olduğunu bildikten sonra taatlerinden dolayı sevaba nail olacaklarına ve ma’siyetlerinden tecavez olunarak avf edileceklerine ve işte hesab-ı yesir ile murad bu olduğuna işaret buyuruldu. Bu gibi daha nice umur Cenab-ı Resul-i Zişan efendimizden sual olunmuş idi. Ahd-i güzin-i Resul-i Kibriya’yı idrak ile şeref-yab olan yaran-ı bahtiyaranın fehm-i Kur’an’da muhtaç oldukları umura şüphesiz biz muhtacız fazla olarak ahkam-ı zevahir-i Kur’an’a dair onların muhtaç olmadıkları hususata da bizim esrar-ı lisanı idrakten kasırız şu halde bizim bil-vücuh tefsire u tafsili ve keşf-i maanisi ve kah muhtemelatı biri birine tercih ile olur. Bazıları dedi ki ilm-i tefsir sehl-i müteassirdir. Müteassir olması vücuh ile zahirdir. Bu vücuhun ezheri şudur ki emsal ve eş’ar kabilinden olan şeylerden maksad ne olduğunu öğrenmeye kail ve nazımlarını veya ravilerini istima’ ederek imkan bulunduğu halde Kur’an’ın mütekellimini onun ala-vechi’l-kat’ tefsiri ancak Hace-i alem Resul-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden istima’ ile bilinir bu ise ayat-ı kalileden maada yerlerde müteazzirdir şu halde murad-ı ilahi emarat ve delail ile istinbat edilerek fehm olunur; bu da anifen zikredildiği üzere Cenab-ı Hak Kitabı-ı Mükerremi’nde ibadının tefekkür etmelerine irade-i aliyyesi tealluk etmiş olması hikmetine müsteniddir. Tefsir-i Kitabullah emr-i sehl olmadığı sutur-ı salifeden nümayan olduğu gibi lisanımıza nakli dahi asan değildir. Ayat-ı Furkaniyye derece-i kusva-yı fesahat ve belagatte olup hatta lisan-ı Arabi’de bile cami’ oldukları hasais-i aliyye cihetiyle fesahat ve belagatçe muadillerini bulmak mümkün olmadığı halde artık lisan-ı ahara naklinde asl-ı kerimin halavet-i beyanı cazibe-i müeddası ne derece zail olacağı vareste-i sühan-sencan-ı esatize-i belagatin zevk-i selimleriyle teayyün etmiştir. Hele asl-ı mükerremdeki elvan-ı zevk-i belagat bir kalem-i acz ile tasvir edilirse elbette noksan-endernoksan olur. Kur’an-ı Azimüşşan fesahat ve belagatte naziri na-yab bir mu’cize-i semavi ve me’haz-ı ahkam bir kanun-i esasi-i ilahidir. Lisan-ı ahara naklinde halavet ve nefasetini takat-i beşeriyye miktarınca muhafazaya i’tina olunması kanun-i belagatte nasıl vacib ise ahkama ait hususatta dahi tefri’-i mesaile me’haz bulunan beyan-ı şerif ile ta’birat-ı mahsusa-i mukaddeseyi zayi’ etmemek ahkamca o kadar elzemdir. Halbuki yukarıda zikri geçtiği üzere tefsir-i ayat-ı Kur’aniyyece eimme-i izam ve müfessirin-i kiram arasında ara sıra ihtilafat vukua gelmiş olmasına mebni nazm-ı celilin yalnız fesahat ve belagati ile lisanımızda bu mehasini ihraz edebilecek tarz-ı ifade nazara alınarak mecmu-i ayat-ı Kur’aniyye’nin sırf mahsul ve müeddalarıyla lisanımıza serbestçe nakline ikinci cihetin bir mania teşkil eylediği tahattur buyurulursa bu iki ciheti muhafaza ederek teahhüd olunan vazifenin ne mertebe düşvar olduğu bila-tereddüd tasdik olunur. Ve maksadda muvaffakıyet hasıl olmamış ise kısmen buraya haml edilir ümidindeyim. İmdi tefsir-i ayat-ı Furkaniyye’de ve kelimat-ı kudsiyyenin şu hame-i acz ile lisanımıza naklinde şüphesiz vukua gelecek olan nevakıs ve nekaisin avf u safhı hususunca ve her hal ü karda Cenab-ı Münzilü’l-Kur’an’ın asitan-ı lutf u keremine iltica eylerim. Tefasir ile havaşi-i tefasirden me’hazlara ber-vech-i ati remz olunmuştur: K[kef]Keşşaf li’z-Zemahşeri. FFahreddin Razi. K[kaf]Kadı Beyzavi. H[hı]Hazen elBağdadi. ŞŞeyhzade. S[sin]Ebussuud. BRuhu’lBeyan li’ş-Şeyh İsmail Hakkı. MRuhu’l-Maani li’l-Alusi. A[ayın]Şeyh Muhammed Abduh. Zerrat-ı kainata varıncaya dek Halık-ı Kerem-kar’ın mecd ü azamet-i ilahiyyesini tertil halen ve kalen ezelen ve ebeden tesbih ve tehlil eden bütün eşyanın vird-i zeban eylediği cemi’-i esniyye vü mehamid-i hassa ol müstecmi’-i sıfat-ı kemalat-ı aliyye azze şanehu hazretlerine sezadır. Ki Zat-ı kibriyası alemlerin Rabbidir. Bütün alemlerin bütün mevcudatın mucid ve perverde-garıdır. Alem-i eflak alem-i anasır alem-i nebatat alem-i hayvanat gibi bil-cümle avalimin mecmuu ile her cins ve nev’ini her ferd ve cüz’ünü halk u zat-ı aliyyesidir. Ulviyat ve süfliyat mücerredat ve maddiyat ruhaniyat ve cismaniyattan her ne var ise cümlesi üzerine zat ve vücuduna ve sıfat ve kemalatına ait taraf-ı Cenab-ı Akdes’ten her zaman ve her an la-yenkati’ enva-i füyuz feyezan eder. Her tavırda ve anat-ı vücuddan her anda bütün eşya üzerine feyezan eden asar-ı terbiyye-i ilahiyye na-mütenahidir. Bu feyz-i akdes iledir ki bütün avalim bütün mevcudat zinet-ara-yı zuhur olur bununla neşv ü kemal bulur. Kainat O’nun kudretiyle kaim her şey O’nun feyziyle daimdir. O Sani’-i Ezeli’nin nefehat-ı kudsiyyesi saha-i tekvini sunuf-ı mahlukat ile imla ve tezyin etmiş. Bütün eşya vücud-ı ilahisine nişan bunca tahavvülat-ı şuun miş gibi nümayandır. Afak ve enfüsten nereye ihale-i nigah edilse bürhan-ı rububiyyet tecessüm eder. Nur ile basıra hava ile samia zükuret ile ünuset gibi binlerce keyfiyat arasındaki münasebet ve mutabakatlar guş-i huş-i ehl-i irfana neler söylüyor. Zir-i hake tevdi’ olunan habb ve nevatın keyfiyet-i infilak ve nemasındaki sırr-ı hilkat kudretullahtan başka ne ile tefsir olunabilir. Bu nefh-i kudsi bu feyz-i dema-dem bir an munkatı’ olsa bütün avalim bütün mevcudat mahv u na-bud olur şu mezahir ve taayyünattan hiçbiri kalmaz. Sunuf-ı avalim ve eşya kavanin-i mahsusaya tabi’ olup her kanun diğerinin kuvvetini iptal etmek icab eder iken cümlesi hem-ahenk olarak bir gayeye hizmet ile avalim-i kevniyyede şu tertib-i bedi’ şu nizam-ı mütekabil pezira-yı vücud oluyor her şey muntazam bir seyir ta’kib ederek neşv ü nema buluyor. Bu tertib ve nizam şehadet ediyor ki o kavanin hadd-i zatında müstakil değil. Belki bütün ekvan ve mevcudat üzerinde tasarruf eden bir kuvve-i aliyye-i vahdetin mezahir-i muhtelifesidirler. Bir hakim-i müdebbir yok ise bu tertib ve nizam nedir bir hakim-i zi-kudret var ise onun efali hikmetten nasıl hali olur. haddü payan ve zahir ve batın niam ve avatıf-ı ilahiyyesi mebzul ve rayegandır. Nizam-ı avalimde ve beyne’l-eşya mevcud olan nisbet ve mutabakatlarda nice asar-ı merahim ve inayat nice esrarengiz cilve ve hikmetler var. Her şeye ma-halaka lehi için yüsr ve suhulet ihsan buyurulmuş menafiini celb ve mazarrını def ediyor. Dest ve pamız olmaya bulunmasaydı halimiz ne olurdu. Ebr ü bad mah ü hurşid ab ü hak cümlesi bize musahhar her birini ayrı ayrı mesalihimizde leye küşade şeban ve ruzan bütün mahlukat tecdid-i havaic ve lezaiz-i zindegani ediyorlar. Neş’e-i bekada ehl-i tevhid ve iman bilhassa nail-i iltifat-ı ilahi olurlar. ve ikabda zahiren ve batınen malik ve mutasarrıf Zat-ı Ecell-i A’la’dır. O gün her temellük ve tasarruf ona rücu’ eder o gün hiçbir ferd velev ki zahirde olsun hiçbir şeye malikiyette zat-ı samedanisine müşarik değildir. O gün bütün hüküm ve saltanat zat-ı uluhiyyetine rücu’ eder. Nev’-i beşerin bu hak-i safilde sermaye-i mübahati olan saltanat-ı faniyye o gün bir hayal-i maziden ibarettir. O gün her ferd piş-i arş-ı celal-i samedanide dembeste-i huzu’ ve haşyettir. Saha-i ceberuttan o gün velvele-endaz-ı mehabet olan sayha-i kahıranesiyle bütün ekvan lerze-naktir. O yevm-i hailde kerem-i Hudavend-i Celil’den başka bir melce ve penagah yok. efrad-ı aleminden etemm-i zuhur ile temeyyüz eden ve bütün eşya zatında vücudunda ibtidaen ve bekaen sana muhtaç bulunan Zat-ı akdes! Ma’bud-ı bi’l-hak sensin senden başkası ibadet ve ubudiyet olunmaya kat’a laik değildir ey Zat-ı akdes-i kibriya! Bütün emvac-ı hadisat menba’-i layefna-yı kudretinden huruş ediyor bir cuy-ı revan gibi yine derya-yı muhit-i uluhiyyete müntehi oluyor. Bütün mevcudat nam-ı bülendini takdis ile feryad ediyor. Ancak sana cüh eder arz-ı kemal-i ubudiyyet eyleriz ve kaffe-i umurda ancak senden avn ü meded dileriz. Bütün şuunda bargah-ı umuru yüsr ü suhulet ile eda edebilmekliğimiz için bizlere kudret ifaza ve ihsan etmeni niyaz eyleriz. şu lutf u keremini istid’a ederiz ki bizi doğru yola - Kendilerine ganının salik oldukları sırat-ı müstakıme lutfunla bizi irşad et. - O ni’met-didegan] ki onlar ne gazaba duçar olmuş ve ne yollarını sapıtmışlardır. Ya Müstean! Lutf et bize o mütabaat ile sıratullahtan tebaüd etmiş güm-geştegandan ve hakkı inkar ve dai ile’l-hakka muanede ve istikbar etmeleriyle gazab-ı ilahiye ve hayat-ı dünyada züll ve hevana duçar olmuş bed-bahtandan etme. Nefislerinden ve Halıku’lenfüslerinden girizan bulunan o serserilerden eyleme ki onlar dünya ve ahirette haib ve hasirdirler. Ey kerim-i cihanaferin! Bizi o zümre-i ehl-i irfandan et ki onlar senin varlığını büyüklüğünü tanıyarak dareynde aziz ve said olurlar. – – Bundan sonra bu fasılda daha beş sahifelik beyanat vardır ki bu meyanda birçok i’tiraf-ı hakıkatler bulunuyor. Hülasası ber-vech-i atidir: “Arapların dini bu kadar çürük temeller üzerine müesses olunca başka bir dine nakilleri kolaylıkla mümkün olurdu zannolunmasın. Çünkü evvela: Arapların kitle-i azimesi diğer bir dine malik olmak ihtiyacını hissetmiş değillerdi zaten onlar fıtraten dindar değildir. Maddi adamlardır. Müesses bulunan ayin-i büt-peresti ekseriyet için kafi görülmekte lardı. Bir taraftan da esnamla istihza edilir onlara şetm u tahkırler vuku’ bulurdu. Fakat bu keyfiyet ayin-i mevcudun lağv olunması için sebeb-i kafi değildi. Öteden beri tevarüs edilmekte olan bir ayini lağv etmek vak’-ı milliye ve kavm-i Arab’ın aba ve ecdad için perverde etmekte oldukları ihtiram-ı na-mahduda na-hoş geliyordu. Kadim Arap için bu gün bedevi Araplar gibi din gayr-ı calibi bahs ederler. Nağmelerinde esma-i aliheden başka menasik-i muhtelife zikriyle mezheb-i kadimlerine dair az tafsilat bulunur. Onlar ma-fevka’t-tabiiyyat ile it’ab-ı zihn etmeksizin hayat-ı hazır için yaşıyorlardı ve bu hususta kavimlerinin sadık tercüman-ı hissiyyatı idiler.” Mukaddema izah olunduğu üzere burada şayan-ı kabul olmayan başlıca bir nokta vardır. O da şundan ibarettir ki bazı akl-ı selim erbabı tarafından putlara inanılmaması ve bazı efradın arada sırada onlara şetm u tahkır etmesi müşrikin-i Arab’ın i’tikad-ı şirkte gayet zaif olmasını mezheblerinin çürük ve batıl olmasına vakıf bulunmalarını icab etmez. Zaten putperestler putlarının halık ve razık olduğunu hiçbir vakit i’tikad etmiş değillerdir. İbadet-i esnamın esbab-ı tervici başka başka şeylerden ibarettir. Binaenaleyh kendi taraflarından ayin-i işraki lağv etmek ihtimali asla varid-i hatır olamaz. Resul-i Ekrem efendimiz hazretlerinin perestlikte kalmak için her fedakarlığı göze aldırmaları yalnız bir sebepten naşi değil belki iki sebepten münbais olmaktadır. Sebeb-i evvel: Dozy’nin dediği gibi o meslek-i batılın aba ve ecdaddan tevarüs ve kıdem peyda etmiş olmasıdır ki daima cahillerin helakini mucib olan esbab-ı kaviyyenin biri budur hak ile batılı seçmeyerek taklid-i aba ve ittiba’-i rüesaya ritane hareket ederlerdi. “Esteizu-billah” Sure-i Sad’ın evvelindeki kavl-i kerimi onları o hallerinden dolayı tevbih ediyor. Yani –ibadet-i esnamın butlanını beyanla ondan zecr buyurmasından dolayı Hazret-i Resul-i Ekrem’den şikayet maksadıyla Ebu Talib’in meclisinde ictima ettikleri zaman ol hazretin kelime-i tevhide da’vet hususunu kemal-i metanetle tekrar buyurması üzere– mela’ “işrak-ı Kureyş” ittiba-i din-i Muhammediyle kat’-ı münasebete azim olarak cümlesi birden kıyam ettiler yekdiğerlerine hitaben asar-ı eslaf üzerine meşy ü hareket alihenizin ibadeti üzerine sabır ve mukavemet ediniz dediler. Ayet-i uhrada da onların her zaman demekte oldukları hikaye buyurulmuştur. Kezalik Hazret-i İbrahim aleyhi’s-selam diye hitab eylediği abede-i evsan bil-mukabele demişlerdi. Muhakeme-i fikriyyeden mahrum ahval-i alemden bihaber bulunan cühela-yı nas bu taklid-i aba yüzünden dünya ve ahiret saadetini zayi’ ediyorlar. İnsan her hususta gözlerini açarak çehre-i dil-ara-yı hakıkati görmeye çalışmalı ve mukteza-yı kat’isiyle amil olmalı tehlikeden salim olmayan yolları ne kadar kadim olursa olsun hemen bırakmalıdır. Te’min-i terakkıyyat için her milletin selameti buna vabestedir. Nasıl ki müşriklerin salifü’z-zikr sözlerini tezyif makamında Cenab-ı Bari Resul-i Ekrem’ine kelam-ı hikmet-intizamıyla mukabele etmesini emr buyurmuştur. Yani aba ve ecdadınızı salik bulduğunuz meslek-i dalalden sizi kurtaracak en büyük hidayeti izharıma karşı da böyle mi hareket edeceksiniz?.. Sebeb-i sani de: Şiddet-i cehalet ve şeyatinü’l-ins ve’lcinne mutabaat saikasıyla bulundukları meslek-i batılı ayn-ı hak ve savab bilmek ve ma’budat-ı batıla yüzünden fevz u selamet ümidi beslemektir. Çünkü müşriklerin ekserisi tevhid-i Bari’ye akıl erdirememiş idi... Nasıl ki “ ”inci makalemizde zikr olunduğu vechile onların da’vet-i tevhide karşı diye istiğrab-ı azime giriftar olmaları da bundan münbaistir. da mahza eslafının geçtiği yoldan geçmek sevgili babasının dinini terkle enzar-ı ammede mazhar-ı teayyüb olmamak gibi esbab-ı vehmiyye te’siriyle hüsran-ı ebediyi ihtiyar ve tercih edenleri pek nadirdi. Diğerleri ma’budat-ı batılaya fart-ı ihlasları icabınca peygamberlerine hitaben diyen Ad kavmi gibi putları tahkır ve tezyifinden dolayı Sultan-ı Enbiya efendimiz hazretlerinin büyük bir ukubete giriftar olması intizarında bulunurlardı. Saniyen: Ne Hıristiyanlık ne de Musevilik kavm-i Arab’ın haline mizaç ve etvarına muvafık bir din değildi. Vakıa Hıristiyanlık cenuben Habeşistan ve şimalen Suriye tarikıyle Arabistan’a girmiş ve bazı mertebe hüsn-i kabule de mazhar olmuş idi. Fakat bu keyfiyet hemen her tarafta bir emr-i hakıkı olmaktan ziyade bir keyfiyet-i zahiriyye idi. Maahaza Arabistan’ın merkezi bundan pek az müteessir olmuş ekanim-i selase akıdesiyle ve çarmıha gerilmiş alihi hakkında nakl eylediği hikayatıyla zeki ve müstehzi Arap için pek az calib-i nazar idi. tarih-i miladisinde Hire mülukünden Münzir-i Salis din ve millet ma’nasınadır. taknam zatı Hıristiyan etmek istemiş olan piskoposlara bu hakıkat pekiyi gösterildi. Kral piskoposları dikkatle dinliyordu. Zabitlerden birisi geldi kralın kulağına bir şey söyledi. Bu sözün te’siriyle kralın birden bire bir kedere müstağrak olduğu görüldü. Piskoposlar ba-kemal-i ihtiram bu halin sebebini sordukları vakit kral “Heyhat! Şimdi Mikail’in vefatı haberini aldım” cevabını verdi. Piskoposlar “Şevket-meab! Bu mümkün değil. Sizi aldatıyorlar. Melaik la-yemuttur” dediler. O vakit kral: “Tamam! Ya siz beni bizzat Allah’ın öldüğüne Musevilik Arapları daha ziyade celb ediyordu. İmparator “Adriyen” aleyhine vaki’ kıyamın hezimetinden sonra birçok Yahudiler Arabistan’da melce’ bulmuşlar ve bu memleketin bir hayli kabaili bunların dinini kabul etmişlerdi. Dinlerine suret-i samimiyyede merbut olan muhtemel ki yalnız bunlar idi. Hatta Musevilik Yemen hükumetinde din-i resmi olmuştu. Fakat bunların kaffesine rağmen murur-i zamanla Arapları hoşnud edemiyordu. Musevilik ancak bir kavm-i müntahab için yapılmıştır. Bütün alem-i insaniyyetin din-i münasibi olamaz. Ta Kudüs’ün tahribinden beri ez-cümle tezallümlerden tasavvufamiz ümidlerden mürekkeb olan din-i Musevi kuva ve terakkıye meyyal bir kavmin hoşuna gidemezdi. Burada sadedden hariç görülen bazı zevaidin tayyiyle Dozy’nin kelamı telhis olunmuştur. Vaki’ olan şu i’tirafatına karşı bize bir diyecek kalmıyor. Tabiidir ki Nasraniyet de Yahudiyet gibi zeka-yı mücessem bulunan kavm-i Arab’ın fıtratıyla mütenasib değildi hatta hususiyet i’tibariyle de bu let-i asliyyesi üzere muhafaza edildikçe nev’-i beşer için din-i umumi olamaz matlub olan terakkıyat-ı beşeriyyeyi te’min edemezdi. Çünkü Nasraniyet de esasen Beni İsrail’e has olarak te’sis olunmuştur. Enacil-i erbaanın her biri bir mevaiz ve siyer kitabı olup ahkam-ı muamelat ve ibadatı havi değildir. Isevilerin de Tevrat ahkamına mütabaatla me’mur oldukları inkar kabul etmeyen hakaik cümlesindendir. Geçen makalatın birisinde dediğimiz gibi Dozy’nin Hıristiyanlığa da i’tikadı olmadığı burada dermeyan ettiği sözlerinden ve bilhassa Münzir-i Salis hikayesini derc etmesinden nümayan olmaktadır. Fakat mülhidler icabına göre her mezhebe salik görünerek kisve-i riya ve nifaka bürünmekte haiz-i maharettirler. Binaenaleyh Dozy de bu sözleri bi-perva sarf ettikten sonra iman ve i’tikad ashabının ağzına yakışabilecek kelimat serdine şüru’ ediyor. Diyor ki: “Bununla beraber altıncı asr-ı miladinin bazı şairlerinde vahdet-i Huda’ya derin bir imanın a’mal ve ihmalatımızın bizi içine attığı mes’uliyet hususunda zinde-dar bir teyakkunun eserleri bulunur. Böyle düşünenlere “Hanif” tesmiye olunurdu. Lakin bunlar bir fırka teşkil etmezlerdi hiçbir rabıta nan sabii İbrahimiler gibi bir ayin-i müşterekleri yok idi. Bu ler hem Iseviyeti hem Museviyeti reddederek İbrahim’in dini tiyle vasıtasıyla ırklarının müvellidi ve Mekke Ka’besi’nin banisi idi.” Haniflerin zikrolunan iki kısma inkısamı sahih değildir. Sabiiler bir re’ye göre Hazret-i İbrahim’in meb’us olduğu kavmden ibaret ise de onlara hunefa ıtlak olunmaz. Yalnız Nebiyy-i müşarun-ileyh hazretlerine nazm-ı kerimi hükmünce Hanif vahhidlere Hanif ıtlak olunması da onların Yahudiyet ve Nasraniyet’ten teberri ile akılları erdiği kesb-i vukuf ettikleri kadar şeriat-ı İbrahimiyye ile amil olmalarına mebnidir. Şarkın yetiştirdiği fıtratların en yükseği olmasa bile en yükseklerinden biri olduğu şüphe götürmeyen merhum Cemaleddin Afgani’ye dair birkaç söz söylemek istiyorum. yen bilmeyen yoktur. İhtimal ki sevgili kari’lerimiz şu satırlarda Cemaleddin’in hayat-ı hususiyyesine hayat-ı ilmiyyesine hayat-ı siyasiyyesine ait ma’lumat göreceklerini zannediyorlar. Hayır öyle etraflı bir terceme-i hali inşaallah ileride yazarız. Benim bugün yapmak istediğim bir şey varsa o da hazretin hatıra-i pakine sürülmek istenilen bir lekeyi bir levs-i bühtanı göstermek onun mahiyetini nereden geldiğini tedkık eylemektir. Cemaleddin’in matbu gayr-ı matbu’ birçok risaleleri makaleleri hutbeleri varsa da merhum müşarun-ileyhin en büyük en muhalled eseri bence Mısır müftisi merhum Şeyh Muhammed Abduh’dur. Evet Şinasi millete en muazzam hizmetini Namık Kemal’i yetiştirmek suretiyle eda ettiği gibi Cemaleddin de alem-i İslam’a en kıymetli bir yadigar olarak müfti merhumu bırakmıştır. Şeyh Muhammed Abduh’un ölmüş yüreklere ruh-i gayret ruh-i şehamet nefh eden sihr-i mübin-i beyanı o feyz-i cuş-a-cuşu hangi menba’dan alıyordu? Şüphesiz üstad-ı muazzamı Cemaleddin’in sanihatından. Cemaleddin’in İstanbul’a birinci gelişi Ali Paşa’nın sadaretine tesadüf etmiş idi. Merhum Afganlılara mahsus o sevimli kıyafet içinde olarak Paşa’nın meclisine girer en yüksek mevki’-i şerefi ihraz eder kimsenin nail olamayacağı hürmeti görürdü. Maamafih Cemaleddin’i takdir eden yalnız Ali Paşa değil idi. İstanbul’un bütün umerası vüzerası kibarı adetçe kıyafetçe lisanca kendilerine bigane gelmesi ran olmuşlardı. Aradan altı ay kadar bir zaman geçince Cemaleddin Meclis-i Maarif a’zalığına ta’yin olundu. Bu me’muriyetinde maarifin ta’mimi için düşündüğü vesaiti bi-perva söyledi ki arkadaşları bunun re’yine iştirak etmiyordu. Vaktin Şeyhülislamı bulunan zat Cemaleddin’in fikirlerini menfaat-i hususiyyesine mugayir gördüğü için fena halde kızıyor zavallıyı nazardan düşürmek için vesile arıyordu. senesi Ramazan’ında idi ki Darülfünun müdiri Tahsin Efendi Mösyö Tahsin şeyh-i merhumdan fünun ve sanayie teşvik yolunda bir nutuk istemiş idi. Cemaleddin Türkçesi o kadar kuvvetli olmadığını ileri sürerek ma’zur görülmesini rica etmiş ise de berikinin ısrarı üzerine muztar kalarak etraflı bir nutuk tertib etmiş Maamafih zemin ve zamana muvafık olup olmadığını anlamak için evvelce memleketin Darülfünun’un açılacağı gün Cemaleddin’in nutkunu dinlemek için İstanbul’un umerası uleması eşrafı kamilen toplanmış idi. Şeyhülislam da cemaatin içinde bulunuyordu. Cemaleddin kürsi-i hitabete çıkınca Şeyhülislam olanca dikkatini nutkun içinde su-i te’vile kabiliyetli bir iki cümle sayd etmeye hasr eylemiş idi. Cemaleddin nutkunda diyordu ki: “Maişet-i insaniyye bir beden-i zi-hayata benzer; sanayiin her biri maişete olan medarı i’tibariyle o bedenin bir uzvu mesabesindedir; mesela melik tedbirin iradenin merkezi olan dimağın aynıdır. Demircilik kol çiftçilik ciğer gemicilik ayak gibidir...” Cemaleddin bu gibi basit teşbihlerle bütün a’zayı saydıktan sonra şu neticeyi veriyordu: Saadet-i insaniyyenin bünyesi cismi bu suretle teşekkül eder. Cismin hayatı ise ruh ile kaim olmasına nazaran bu cismin yani saadet-i beşeriyyenin ruhu ya nübüvvettir yahud hikmettir. Lakin bunlar başka başka şeylerdir. Nübüvvet bir ata-yı ilahidir ki çalışmakla elde edilemez. Cenab-ı Hak mahlukları arasından her kimi isterse bu feyze mazhar kılar: Hikmete gelince bu hatadan ma’sumdur; Halbuki hakim hataya düşebilir. Bir de ahkam-ı nübüvvet damen-i ismeti levs-i batılın hücumundan münezzeh olan ilm-i ilahi üzerine varid olmuştur ki bunları kabul imanın feraiz-i esasiyyesindendir; hükemanın arasına gelince bunlara ittiba mütehattim olmayıp ancak şer’-i ilahiye muhalif olmamak şartıyla akla muvafık geleni kabul edilebilir.” sözler bundan ibaretti ki ulema-yı İslam’ın icmaıyla sabit olan hakıkate tamamiyle mutabık olduğu halde Şeyhülislam merhumdan intikam almak için Cemaleddin nübüvvet bir nevi’ san’attır diyor şayiasını çıkardı; bunu te’yid için de nübüvveti sanayie dair irad ettiği bir nutukta zikretti dedi. Daha sonra camilerdeki vaizlere şeyhin aleyhinde yürümelerini emr eyledi. Zavallı Cemaleddin aleyhindeki sözlerin bühtan-ı mahzdan ibaret olduğunu hakıkatin meydana çıkması için Şeyhülislam ile muhakeme edilmesi lazım geleceğini söylediyse de kimseye dinletemedi. Mes’ele gazetelerin ağzına düştü; bunların bir kısmı Şeyhülislam’ın bir kısmı da Şeyh’in lehinde idare-i kelam etti. Nihayet merhumun sevdiklerinden bir kısmı müşarunileyhe sabr u sükunet tavsiye ettiler zaman bu gibi haksız şayiaları hükümden düşürür hakıkati meydana çıkarır dedilerse de gayret-i diniyyesi ilmi kadar yüksek olan Cemaleddin bir türlü duramadı her halde Şeyhülislam ile mürafaa edilmesini musırrane istedi. Akıbet efkar sükun buluncaya kadar İstanbul’u terk ederek bilahere isterse yine avdet etmek şartıyla nefyi hakkında irade-i aliyye sadır oldu. Zavallı Cemaleddin her ma’nasıyla mazlum bir halde İstanbul’u terk ile Mısır’a gitmeye mecbur oldu. fazlına siyasetine söz yoksa da maatteessüf mülhid idi nübüvvete lenen şu sözlerin nereden çıktığı görülüyor. Biri tedkık-i haberdir biri ta’mik-i nazar. Esrarengiz bir kuvve-i kahirenin sevk ve tahrikiyle beşeriyet-i mütehayyire mecra-yı tekamül-i müstemirrini hiç sendelemeyerek ta’kib etmektedir. Ve kainatı zahiren idare eden faaliyet-i mübeddile ve muhavvilelerden mürekkeb mecmua-i bi-payan içinde kendisine terettüb eden muamma gibi bir vazifeyi de tükenmez bir himmet ve gayret-i mevhube ile ifa eylemektedir. Zamir-i beşer bir gaye-i mechuleye doğru vuku’ bulan şu cereyan-ı seri’ önünde beyhude mütehayyir olur. Nev’ama yed-i ihtiyarında olmayarak imar ve ismar etmekte olduğu bu cirm-i semavide bulunmasındaki hikmeti idrak için bi-sud mütefekkir bulunur. Kendi mukadderatını idare eden la-yetegayyer kavaninin tenevvü’-i bi-nihayesi onun havsala-i kendisine ancak eşhas ve akvam üzerinde asarı tecelli eden bir “kader”e beşeriyetin de münkad olduğunu mücmelen irae ve isbat eder. Tarih nihayetü’l-emr bu kavanin-i daimenin tevafuk ettiği terekkübattan mütevellid bir silsile-i ahval ve vekayi değil midir? Tarih insan için ba’de’l-vuku’ asarından istidlal olunan ve ancak o zaman hiss-i tecessüs-i fıtriyi irza için tan başka bir şey midir? Şarkı garptan ayıran tezadd-ı bi-eman ve husumet-i garaz-karaneyi –ki bin-netice nev’-i beşerin inbisat-ı tabiisine bir suret-i meş’umede te’sir ve bunu birçok asırlar tehir etmiştir– kable’l-vuku’ kim idrak edebilirdi! Bununla beraber beşerin uhuvvet ve yekvücudisi fikrinin naşir ve mürevvici olan bu müslüman şark nur-ı ma’rifet-i mahsuldarını henüz devr-i vahşette bulunan o hıristiyan garba bol bol neşretmiş ve medeniyet-i garbiyyenin inkişaf ve inbisatına büyük bir kuvvetle hizmet eylemiş idi. Binaenaleyh derece-i idrak ve temyiz-i beşer nokta-i nazarından bakılınca medeniyetin daima eşkal-i ahiresinde mütecelli olarak birinden diğerine intikal ettiği şu iki kısım beşer arasında şarkın bu tavr u hareket-i mün’imanesi mümteniü’l-inhilal ve müteaddidü’l-eşkal münasebatı ve iştirak-i tasavvurat ve hissiyatı te’sis ve tevlid edecektir! Fakat hükm-i kader bunun hilafında zuhur ederek garbın o aralık mutaassıb ve hıristiyan bir hey’et-i ruhbaniyyenin tahakkümü altında bulunmasını icab ettirmiş idi. Öyle bir hey’et ki büyük bir gayret ve ifrat ile müdafii bulunduğu bir dinin akıdesinin bütün hüküm ve nüfuzunu muhafaza için ları nur-ı ma’rifetten mahrum bırakmak hususunda asla tereddüd etmezdi. Kader hiss-i uhuvvet ve yek-vücudinin tezehhür ve inkişaf edeceği bir yerde çetin bir rekabet-i diniyyenin tohm-ı tezad ve nizaı zer’ etmesini icab ettirdi. şekkül etti ki işbu muhitin seviye-i ma’neviyyesi pek dun lek-i insaniyyet-karane hakkındaki idrak-i ulvileri kendilerine semahat ve ulüvv-i cenab gibi hissiyat-ı güzideyi bahşetmiş bulunan akvam-ı şarkıyyenin seviyesinden pek aşağı başka bir şeye malik olmayan akvamın giriftar oldukları muharebat-ı diniyyeden mütevellid adavet ve münaferetlerle tagaddi eder ve bin-netice esasen maddi olan bir şekil ve sıfat takınarak sarihan tecavüz ve tazayyuka müstenid bir fikirden Buna binaen kader cihanı tenvir etmek vazifesini bu kere de Avrupa’ya tevcih edince Roma İmparatorluğu’nun enkazını kapışan barbarların ahlaf ve a’kabından ibaret olan rüesa-yı cismaniyyesinin hissiyat-ı iğtisab ve i’tisafına ve rüesa-yı ruhaniyyesinin din nam ve hesabına ihtisasat-ı adavet-karanesine revaç vermek için Avrupa’nın bakiye-i cihana karşı tefevvuk-ı muvakkatinden istifade etmesine ve bu bakiyeyi zulmet içinde bırakmasına hayret etmemelidir. Avrupa dü-dest-i tecavüzü alem-i İslam’dan daha uzaklara kadar saldı. Ve aksa-yı şarkın Budi ve putperest aksamını da bu dairenin dahiline aldı. Ve rast geldiği yerdeki sulh ve rahatı ihlal ve asırlarca sa’y u gayretin semeresiyle birçok medeniyat-ı sabıkanın te’sis etmiş olduğu muvazenei siyasiyye ve ictimaiyyeleri duçar-ı izmihlal eyledi. Fakat kurb ve civar hasebiyle bu tecavüzat-ı garbiyyeden en mutazarrır olan kısım şarktır. Şark hem müslüman hem de parlak bir medeniyetin tevlid ve iddihar ettiği layü’ad servet ve samana nigehban idi. Bu sebeple behemehal gerek Hıristiyan kilisesinin savaikini gerekse garbın baronlarıyla muharib sürülerinin hiss-i tamaını cezb u tahrik etmeye mahkum idi. Salib muharebatı bila-fasıla teakub etti. Mevcudiyeti taht-ı tehdidde kalan alem-i İslam bütün gayretini mütecavizinin tard u def’ edilmesi noktasına hasr u sarf eyledi. Memalikini tahrip eden bu bitmez tükenmez muharebatın ihtiyacatına medar olmaya hasr-ı enzar u efkar ederek bir aralık başka her şeye karşı la-kayd kaldı. İşbu muharebat müslümanlara bi’z-zarure hükümdarlarına karşı bir itaat-i mutlaka hissini ilka etmiştir ki bu nüfuz ve iktidar keyfi bir şekil almak ve refte refte alel-amya bir istibdada kadar varmak hususunda pek gecikmemiştir. bir hal-i ictimai ve siyasiye be-tekrar avdet için garb tarafından cebr u tazyik edilmiş oldu. Şarkın savlet-i akliyye ve mümeddinesine sür’atini zayi’ ederek akıbet bil-külliye durdu. Garblıların ika ettikleri la-yü’ad tahribat kendilerine karşı bittabi’ nefreti celb etmişti. Ve akıbet medeniyet garpta inbisata başlayınca bu medeniyet şarklıların nazarında daima dai-i şübhe kalmaktan kurtulamayarak o havaliden gelen her şey hakkında cari olan red muamelesine bu da uğradı. Şarklılar ehl-i salib ve ruhban ve muhibbanına bakarak garbı nasıl tahayyül ediyor idiyseler garblıların nazarında dahi –tahrib-i bilad-ı a’da için gönderilen– mücahidin şarkı temsil ediyordu. Birçok asırlar ve nesiller imtidadınca Avrupa ezhanını rüesa-yı ruhaniyye ve cismaniyyesinin hikayat ve muharrerat-ı kazibesi tağlit etti durdu. Bu gidişle Avrupalının nazarında müslim bir mahluk-ı şerir ve muhakkarın numunesi ve bunun dini de haşa bir dereceye vardı ki hatta zamanımızda bile tabaka-i aliye-i mütefekkireden addedilen bir Avrupalı’ya göre bir müslim kim olursa olsun en ulvi tezahürat-ı vicdaniyyesi bile tahammül olunmaz bir surette ilmen ve resmen su-i tefsire uğratılabilen bir mahluk-ı dun ü kemterdir. Vakıa görülüyor ki efkar ve tasavvuratın tekamülü Hıristiyan akayidini sukut-ı tedriciye uğrattığı halde bile bu nefret-i mütevarisenin ancak şeklini değiştirebilmiştir. Fakat ada’vet-i diniyyenin zayi’ ettiği şiddet ve kesafeti –ezhanı tedricen istila ve akıbet bil-külliye ram etmekte olan müfrit şeklinde yazılmıştır. bir hiss-i maddiyyat-peresti sayesinde tekevvün eden– arzuyı tahakküm ve intifa’ baliğan ma-belağ ta’viz ve tazmin etmektedir. Hülasa eğer Avrupa’nın hissiyyat-ı ihtiram-karanesinde din uğuruna can veren şehid! işgal ettiği mevki’-i ihtiramı kıtaat-ı mechule-i arz kaşiflerine terk etmiş ise... Ve vekayi’-i gunagun arkasında koşan mütekebbir yağma-ger hunhar serseri şövalyeler güruhuna zümre-i muammerin denilen menfaat-perestler halef olmuş ise; bütün bu tahavvülat-ı müteakıbe şark ile garbı yekdiğerinden teb’id eden adavet-i kadimenin iktisa ettiği eşkal-i muhtelifeden başka bir şey değildir. Vakıa şark ba’dema salib namına bir hücuma ma’ruz olmuyor. Fakat her halde medeniyet ve beşeriyet-i müterakkıyye namına! vuku’ bulan tecavüzattan da azade kalmıyor. Bir müslüman artık usul-i atika vechile işkence ihrak ve berdar edilmiyor. Lakin Avrupalının intifaına salih bir yük hayvanına layık muameleden başka bir şey de görmüyor. Zamanımızda bir müslümana –setr u ihfa külfetinden bile vareste olarak– bir nazar-ı istihkar ve istihfaf atfedilmesine sebep teşkil eden madde evailde olduğu gibi onun sırr-ı teslisi idrakten tab’an ve fıtraten kasır olması değildir. Fakat kendi dinine hala ittiba’ ve muhabbet eylemesidir. Tarik-i temeddünde bugün rehber olan akvamın kendi dinlerine karşı la-kayd olmaları hasebiyle terakkıyyat-ı fikr-i beşerin hissiyat-ı diniyyeyi imha etmesi lazım geleceği tarzında bir zan ve istihraca Avrupalıların efkarı temayül ediyor. Bu zan ve istihraca binaen yirminci asırda bile masun ve mahfuz kalmış olan diyanet-i İslamiyye daha doğrusu müslümanların dinlerine suret ve derece-i irtibat ve temessükleri guya akvam-ı İslamiyye’nin hıristiyanlar derecesinde tekamül ve tekemmüle isti’dadlarına –gayr-ı kabil-i redd u cerh– bir bürhan-ı fenni olmak üzere gösteriliyor. İşte bu zanniyata bu istihracata binaendir ki hıristiyanlar kendi rüchan ve tefevvuk-ı tabiilerini iddia etmekle beraber bize de bir nev’-i mahsusa müntesib bir mahluk-ı dü-pa muamelesi ediyorlar. Beşerin kabiliyet-i tekemmül ve suret-i tekamülü kendisini mutlaka dinsizliğe sevk edeceğine dair olan bu iddiayı garib acaba neye müsteniddir? Olabilir ki Hıristiyanlık şimdiki gaye-i hayaliyyeye tevafuk etmiyor. Fakat bundan dolayı beşer niçin dinsiz olsun? Böyle bir hal-i hususiden bu derece umumi bir hüküm ve netice istihrac etmek bir hatayı azimi irtikab eylemektir. Ba-husus tekamül-i beşerin hiçbir devresinde bu iddiayı te’yid edecek hiçbir hadiseye tesadüf edilmemiştir. Bilakis görürüz ki nev’-i beşerin tedeyyünü keyfiyeti ilm u irfanıyla mütenasib olarak inbisat ve intişar etmektedir. Hatta bize ma’lum olan ve olmayan mezahibin müteakiben ve müteselsilen zuhur ve inkişafı insanın bu tarzdaki hassa-i taakkul ve tefekküründen münbais olsa gerektir. Tarih-i beşer edyan ile efkar arasında yani insanın tarz-ı taakkul ve tefekkürü ile suret-i tedeyyünü arasında daimi bir münasebet ve rabıtanın vücudunu isbat eder. Bir derecede ki ser-nüma-yı zuhur olan bilcümle edyan ve mezahibe ıttıla’ kesb etmekliğimiz mümkün olsa idi nev’imizin evail-i ahvalinden bu güne kadar suret-i tekamülünü hatve-be-hatve ta’kib edebilmekliğimiz kabil olurdu. Maahaza zamanımızda alemde meşhud olan tahavvülat-ı tezahür etmektedir– bu hakıkat-i tarihiyyenin delil ve bürhanıdır. Hıristiyanlık’taki teslis i’tikadının hararetini zayi’ ederek tedricen soğuması sadece Avrupa akvamının bazı tabakatında hüküm-ferma olan mübalatsızlığa kayıdsızlığa mahmul olmayıp belki hürriyet müsavat ve tekamülünden uyandırdığı i’tikad onu istihlaf etmiş olsa gerektir. Bu iki i’tikaddaki mevzuun tebeddül etmesiyle kaffe-i nev’-i beşerin dinsizlikte karar kılacağına neden hükmedilsin? Bugün fenne müstenid olarak teessüsü iddia olunan hakıkiyyun ve maddiyyun mesleklerinde bazı kimselerin vücuduna zahib olduğu havas ve hasayise i’tikadları ve bunun tevlid ettiği mecmua-i mu’tekedata i’timadları her halde Hıristiyanlığın kendilerine telkın ettiği akıdeye karşı akdemce hissettikleri ciddiyet ve samimiyet derecesini haizdir. Hiç şüphe yok ki Hıristiyan ruhbanı tefevvukunu zayi etmektedir. Fakat bu zıya’ kavanin-şinasan ve mütefekkirin ve felasifeden mürekkeb bir hey’et-i ruhbaniyye-i cedidenin lehine ve menfaatine olarak vuku’ bulmuyor mu? Bunlar ayin-i mezhebilerini kilise kürsilerine bedel mehafil-i muhtelife kürsilerinde ve “laboratuvar” yani kimyahanelerde icra etmekle bunlara ayin ve şeayir-i mezhebiyye hissiyat ve mu’tekedatını kaybetmişler denebilir mi? Hakıkatte bu Hıristiyanlığı değildir. Öyle bir mezheb ki kendisini tevlid eden mu’tekedat ve tevehhümatı irza ve te’mine kadir olduğu müddetçe ayniyle selefi gibi devam edecektir. Selefi gibi bunun da amal ve hayalatı ye’s ve keduratı müdafiini muarızini olacaktır. Bunun müntesibini arasında bulunacak i’tikad ve i’timad-ı müfrite ashabı da taassub ve muaraza hususunda Hıristiyanlığın meşahir-i eazzesinden aşağı kalmayacaktır. Acaba beşeriyete fazla bir rahat bir saadet neşr u te’min edecek midir? Bunu müstakbel söyleyecek. Fakat buna intizaren ensal-i cedide-i garbiyyeye bir hiss-i umid bahşetmiştir ki işte henüz selefine bu noktadan galebe çalmaktadır. Ne şekl ü ünvanda temessül ederse etsin ahval-i beşer daima tekerrür eder durur. Bu ahval fazlaca bir saadetin taharrisi endişesinde icmal edilebilir. İşte fikr-i beşeri daima meşgul eden yegane endişe faaliyetini tenbih ve tahrik eden yegane gaye budur. Bu gaye-i bi-nihayeye mehma-emken takarrüb için mütemadiyen vesayitin birini diğerine tercih ettiren sebep ve illet de budur. Öyle ise eğer ulum ve fünun-ı ma’kulenin terakkıyatı Hıristiyanlık aleminde cedid meslek-i maddiyyunu felasife-i zu-fünunu tevlid etmiş eğer hakıkiyyun mezhebine doğru atılan her hatve-i inkılab Hıristiyanlığın fayda ve nüfuzunu kasr u tahdid eylemiş ise bunu bu hadiseyi İslamiyet’in din olmak i’tibariyle ber-devam olan nüfuz ve iktidarının masuniyet ve mahfuziyetini bu din ile mu’tekid olan müsliminin akvam-ı Hıristiyaniyye derecesinde tekamül edememiş olmalarından münbais olmasına guya bir bürhan suretinde görmek mecburiyetinde miyiz? kabilinden akvali bir nazar-ı bi-kaydi ile karşılarız. Çünkü görürüz ki bu kehanet İslamiyet’in mevzuu hakkında akdemce ariz ve amik tetebbuatla istihzara hacet görmeksizin o dine müteallik mübahesata karışmak için mahfile yanlış bir yoldan gitmeye kalkışmıştır. Müşahede ederiz ki bu kahinler kendilerine belki ma’lum olan Hıristiyaniyet ile mutlaka mechul kalan İslamiyet arasında keyfi bir muvazat ve muhazat te’sis etmeyi artık müdafaası müşkil ve mümteni’ birtakım müddeiyat ve ahkamı –pek garip bir hal-i bi-şuuriye delalet eden i’tidal-i dem daha doğrusu bir cümud ile– serd u ityan etmek için bir salahiyet-i kafiyye addederler. Şüphesiz bunların bu zehaba itimadı kaffe-i edyanın bir hedefe müteveccih ve bir saika ile mütenebbih olmasından “Edyan az çok farklarla seyyandır” gibi bir i’tikad-ı münteşire i’tikad etmelerinden münbaistir. Bunların nazarında mevsuf olması keyfiyeti her ikisini yekdiğere karıştırmak ve netice-i hükm u kararlarının isabet ve la-yuhtiliğini iddia eylemek için bir sebeb-i kafidir. Vakıa bu kabilden galatat-ı takdir ü temyiz –pek vasi’ ve mübhem maaniye delalet etmek mahzuruna malik olan– ta’birat-ı cinsiyyenin isti’malinden neş’et eder. Bu ta’birat bizi na-tamam ta’mimlere muğfil teşbihlere sevk eder. Ve bundan turuk-ı idrak ve temyizimizi sedd eden hatiat ve teşevvüşat tevellüd eder. Lakin ma’lumat ve tefekkürat-ı beşeriyyenin inbisatı sayesinde bu ta’birat gittikçe taayyün ve tebeyyün etmekte ve bu hatiat-ı mütevellideyi izale etmek üzere delalet ettikleri eşya ve mevad arasında kafi miktarda bir tefavüt ve tefazul te’sis eylemektedirler. Bu suretle “ilim” ta’birinin akdemce muhat olduğu mübhemiyet ve fevkaladelik ve hurafattan bit-tecerrüd şimdiki ma’nasında anlaşılması için pek çok zaman geçmiştir. Bu ta’birden ecdadımızın zihnine tebadür eden muamma ile bizim bugün anladığımız ma’na arasındaki farkın ezmine-i mütekaddimedeki ilm-i nücum olduğunu insan idrak etmek için asırlar geçmiştir. Din ta’biri için de aynı hadise tekevvün ediyor. Bunun ma’na-yı İslamisi ile edyan ve mezahib-i saire-i mevcude arasında hemen hemen münasebet bile kalmamıştır. hayali ve i’tibari birşey değildir. Din; guya alam-i beşeri teskin etmek ve teselli-amiz mevaid-i vahiyye ve amal-i taliyye-i na-mütenahiyye ile bir saadet-i mütehayyeleyi te’min eylemek için uğraşan ve tahayyülat-i ma-fevka’t-tabianın saha-i akımesinde mahbus kalan muhayyilemizin tasavvurat-ı hatar-nakı değildir. Belki İslam için din beşerin muvazene-i cismiyye ve akliyye ve ahlakiyyesinin mensup ve mürtebit bulunduğu usul ve kavaid-i daimeye hürmet ve müra’at etmek demektir. İşte bu sayede sa’adet-i matlube bir hayal olmaktan kurtularak bir hakıkat olur. Din demek beşeriyetin tekamül-i mukadderini sevk ve idare etmek için esbab ve vesayit-i tabiiyye ve ma’kule ve ameliyyenin tatbikat-ı mütemadiyyesi demektir. Gayesi efrad-ı beşere tarik-i salah ü hakıkatte rehberlik etmek ve maahaza mechulat-ı na-mütenahiyye ile daima müşevveş olan fikrinin tasavvurat-ı ma-fevka’t-tabiasında bir tarik-i salim te’min eylemektir. Ve binaenaleyh faaliyetinin suver-i müteaddide-i tezahüründe insanı tarassud etmek ve beşerin kabiliyet-i tekemmüliyyesini tezyidden bütün salahiyetle tahakküm eylemektir. yeye varıncaya kadar tevfik edilmek üzere İslamiyet’in üzerimizdeki kuvvet ve salahiyeti her zaman bi-hadd u payan olmuş şahs-ı ma’nevimizin neşv ü neması üzerine nüfuz ve te’sir-i kat’isi bulunmuş ve’l-hasıl din-i mübinimiz taakkul ve tefekkürümüzün cevherini teşkil eylemiştir. Bin-netice tikçe ve isti’dad-ı tekemmülü kendisine bir mecmua-i mu’tekedata mübin-i İslam’dır. Akvam-ı İslamiyye’nin bugün bulunduğu mevki’-i münhattır ki bu inhitatın sebeb-i aslisi suretinde telakkı edilmek raddelerine kadar din-i İslam’ın enzar-ı ağyarda mechulü’l-mikdar kalmasına sebep olmuştur. Alem-i İslam’da umumiyeti cidden bir garabet teşkil eden bu inhitatı din-i İslam’a atf etmek hususunda hıristiyan yek-nazarda ma’zurdur. Çünkü kendisinin terakkıye doğru seyr u hareketinde tesadüf ettiği yegane mani’ ve hail kilisesidir. Maamafih bir hıristiyanda böyle bir zann ü zehab ne kadar kabil-i özr u izah olsa bile yine esasen butlanı bi-rayb ü gümandır. Zira bu zehab ona Hıristiyanlığı tasavvur ve takdirden ve o dini tecrübesinden dolayı bi-nefsihi telkın edilmiştir. Yoksa İslamiyet’e dair ma’lumatından veyahud akvam-ı İslamiyye’nin bu inhitatını tevlid eden esbab-ı hakıkiyyeye ve tarihiyyeye ıttılaından tahassül etmemiştir. Binaenaleyh akvam-ı müslimenin şu hal-i hazırına din-i İslam’ı sebep addetmek en kaba hurafattan daha esassız ve ve adem-i kemaline hiçbir derecede bürhan teşkil edemez. Cem’iyyat-ı beşeriyyenin tekemmül ve inbisatını tevkıf eden esbabı ta’yin etmek kolay bir şey değildir. Akvamın tedenni ve inhitatı ekseriya mütebayin birtakım ahval ve vukuattan terekküb eden bir silsile-i medidenin ve bir de beşeriyetin tekamül-i umumisinden –cem’iyyat-i beşeriyye-i müteaddidenin dahilinde olsun haricinde olsun– tekevvün eden esbab ve avamil-i adidenin neticesidir. Roma imparatorluğunun esbab-ı tedennisini mehmaemken sıhhate karib bir surette ta’yin etmek için ezmine ve emkine-i muhtelife müverrihlerinin senelerce şedid bir sa’y u gayretine hacet mess etmiştir. Bununla beraber bu mevzu tükenmek şöyle dursun hala zamanımızda bir menba-i binihaye-i tetebbuat ve tedkıkattır. O halde yalnız bir saltanat mevzuubahis olmayıp belki her kısmı hadd-i zatında bir saltanattan ibaret olan koca bir alemden bahs edilmesi i’tibariyle alem-i İslam’ın inhitatının esbabı hakkında değerli bir mütalaa dermeyan etmek için bu hesapla ne miktar sa’y ü amele hacet mess edecektir. Halbuki maalesef bu yolda hiçbir şey tecrübe edilmemiş ve halli bir ehemmiyet-i mahsusayı haiz olan bu mes’eleyi velev ki cüz’ice tenvir için namına layık hiçbir tedkık-i tarihiye girişilmemiştir. Öyle ise bu haliyle müslüman şarkın inhitatı mes’elesi ma’lumat-ı kafiyyenin fikdanı sebebiyle muamma gibi cevapsız kalacaktır. Nasıl olursa olsun ve nereden tahassül ederse etsin bütün cevaplar zamanımızda biz-zarure natamam ve keyfi olacak ve nazar-ı i’tinaya alınabilmek için bir esas-ı metine asla malik bulunmayacaktır. Lakin bu inhitatı a’sar-ı salifede hasıl eden esbab-ı adidenin nelerden ibaret olduğunu ta’yin etmek bizim için gayr-ı mümkin ise her halde bu suali şekl-i hazırında irad ve tedkık ve bu halin esbab-ı lahikasını bir dereceye kadar tahkık edebiliriz. Sualin bu şekilde irad edilmesi alem-i sıfatı haiz olan zevatı tarafından cevap verilmesine müsaiddir. Bu cevap ise evamir-i diniyyeye na-tamam bir surette rettir. Binaenaleyh madem ki hal-i hazırdaki inhitatımız kavaid ve evamir-i esasiyye-i İslamiyye’ye noksani-i imtisalden tahassül etmiştir artık aynı kavaid ve evamire zaman-ı mazide imtisal etmek sebebiyle tedenni etmiş olduğumuzu mına serd edilecek ithamat vaktiyle akıde-i Hristiyaniyye namına uğratıldığı tecavüzattan daha esaslı şeyler değildir. Dinimize muhabbet ve irtibat izharında ısrar ettiğimiz için bizi taassub-ı vahşi ile itham etmek asılsız bir düş-namdan başka bir şey değildir. Garblılar meyanında bulunan en münevver fikirlerin en hassas vicdanların hissini iptal edebilecek duzahi bir kuvvete malik olan bu töhmet bizim için pek tahammül-güdazdır. Bu töhmet küre-i arzın iaşe ettiği üç yüz milyon müslümanın –pek az bir istisna ile– kısm-ı küllisinin nefret ve adavete ve bed-ter muamelata layık mahlukat-ı muzırradan ibaret olduğunu iddia ve guya iknaa kadar cür’et ve cesaret etmek suretiyle garblıların fikirlerini saniyet-i mütekabileyi idameden başka bir şeye kadir değildir. Öyle ise garb-ı mümeddenin bize bu noktadan izhar ettiği husumet-i muttaride kat’iyyen gayr-ı muhık olunca bizde tahrik ve da’vet eylediği husumet-i mütekabile alem-i netice-i tabiiyyeden ibaret kalıyor. Garblıya karşı bir suret-i mutlakada hissettiğimiz mübaadet –ki muarızinimiz bunu gayr-ı müsaid ve mütedenni bir taassuba haml etmeye çalışırlar– asla cehalet veya hurafata mızda ta’kib olunan amali ve isti’mal olunan vesayiti müsbet bir surette bilmek ve bi-tarafane tedkık ve muhakeme eylemekliğimizden neş’et etmiştir. Buna mebni zannederiz ki bir san’at-i müfsidane ile kadihinimizin tasvirine çalıştıkları behayim-i muzırra olmadığımızı nide karşı beyhude mücahede ediyorlar. Zira bizi bi-aman bir müsaadesizlik ve hurafata i’tikad gibi idraksizlik ile şediden muttasıf ve aharın mu’tekedatına riayetkarlık göstermek hususunda kendilerinden pek ziyade munsıf olduğumuzu bizden iyi bilirler. O kadar iyi bilirler ki bunu cerr-i menfaat hususunda aleyhimize isti’mal ve bundan kıymet-dar faydalar bir tarz-ı diğerde tasavvur ettikleri menfaatlerine bu ikrar ve rine mebnidir. Avrupa’nın bize eşkal-i muhtelifede izhar ettiği husumet-i daime ve mütemadiyyenin esasen hissiyat-ı insaniyyet-karaneye müstenid yani bizlerin de terakkı ederek şu saha-i gabrada bir mevki’-i mümtaz ü mu’teber işgal etmekliğimiz arzusundan mütevellid olduğuna zahib olanlar pek saf-derundur. Bu zehab ile musab olan sade-dil pek galiz bir sehv u nisyanı irtikab edecektir ki o da garbın şarka tahakkümü ve bu tahakkümden bir suret-i gayr-ı meşruada müstenid olmadığını feramuş eylemesidir. tasvir ettikleri bu şekl-i taassub bizde hakıkaten mevcud ise bundan müstefid olan onların değil duçar-ı derd ü elem olan bizlerin şikayet etmesi lazım geleceğini zannederiz. Binaenaleyh bizim taassubumuza atfen Avrupa’nın alenen bi-garaz olamaz. Başka bir sebepten izharı müşkil bir i’tiraftan münbais olmak mecburiyetindedir. Filhakıka münhasıran bizim müessesat-ı siyasiyye ve ictimaiyyemizdeki noksanın veyahud i’tikadat-ı diniyyemizdeki haşa münasebetsizlik ve hüsranın –izhar-ı husumette derece-i i’tidali unutturacak raddede– Avrupa’yı igzab etmekte olduğunu zann u tefekkür etmek bir suret-i i’timad-ı tıflane göstermekten başka bir şey değildir. Acı ve medid bir tecrübe bize öğretmiştir ki meyl ü muhabbete en şayan olan mesai ve ictihadımıza şahsiyyet-i şarkıyyemizin medh ü senaya en layık tezahüratına karşıdır ki Avrupa daima üst perdeden “taassub-ı İslam” feryadına başlar. Akıbet fark ettik ki bizim bu taassub-ı muhayyelimizin derecesini daima kendi amal ve tasavvurat-ı hodbinanesinin tahaddüs ve tahakkukuna karşı koyduğumuz müdafaa derecesiyle ölçmektedir. Müfteriyane bir tecavüz-i gayr-ı muhık ika etmediğimize kani olarak diyebiliriz ki garbın şarka husumeti hakıkatte bizim şahsiyet-i İslamiyyemizi büsbütün mahv edebilmesi hususundaki aczine karşı Avrupa’nın hissettiği tehevvür-i esammın tezahürat-ı mütenekkiresidir. O acz ki salibiyyun muhariblerinin gayretlerini bir netice-i mahsusaya iktiran ettirememiş Hıristiyanlığa celb ve tahvile masruf olan mesaiyi ve akıbet şarkta guya medeniyet için ve insaniyet-kar olan siyaseti de akım bırakmıştır. Hayret-efza bir tehalükle aleyhimize izhar-ı şiddet hususunda Avrupa’yı sevk u tahrik eden sebep –mazmun ve mealinden fedakarane bir ferağ ve uhuvvet-şiarane bir yekvücudi anlaşılan– din-i İslam’ın taht-ı te’sirinde teşekkül etmiş olan şahsiyet-i ma’neviyyemize karşı hissettiği derin bir mübaadettir. Bizde hiç müsamaha etmediği bir şey varsa o da tefekkür ve gayesi i’tibariyle kendi şahsiyetinden büsbütün başka olan şahsiyetimizdir. Bu maşrıkı şahsiyet ki eşkal-i zahire-i mutavaat-karanesine rağmen faal ve münazi’dir. Garbın şarka tahakkümüne karşı tabii ve fakat henüz bi-baht bir düşmandır. Öyle bir düşman ki kuvvetini daima kederlerinden alır ve garbın rıbkasından şarkın halas olarak hakıkı bir terakkıye mazhariyetinden ibaret gördüğü maksad-ı aslisinin galebe-i nihaiyyesine i’tikadı dolayısıyla ateş-i intizarla yanar. Beyanat ve izahat-ı mesrudeden bir suret-i vazıhada anlaşılır ki hakıkatte taassub-ı İslam ta’biri asla müslimin hıristiyana buğz ü adavetini ifham etmez. Belki garbın şarka adavet-i mevrusesini tefhim eder. Şu satırları yazmaktan maksadım buğz ü adaveti tezyid değildir. Ancak kaderin yan yana imrar-ı hayata mahkum ettiği ve binaenaleyh tanışmak ve anlaşmak hususunda aynı kaideye mecbur ve melzum eylediği iki kısm-ı azim-i beşer arasında münasebat-ı adiyye-i tabiiyyenin teessüsüne mani’ olan hatar-nak hataları cerh ü ibtal içindir. Bu hataların mes’uliyetlerini münhasıran garba tevcih etmek de insafsızlıktır. Bilakis şark da buna baliğan-ma-belağ fak olamamış ise bunu ona tanıtmak bize ait bir vazife idi. sinin saadetine çalışır. Zira hemcinsinin hata ve nikbeti üzerine müesses olan saadet hakıkatte bir felakettir. Arzu ve ümid edilecek hakıkı ve daimi saadet herkesin hisse-dar olması ve halis ve samimi bir mübahasenin tecelli ettireceği hakıkat üzerine müesses ve payidar bulunması lazım gelen saadettir. Şarkta tevsi-i müstemlekat maksadını te’vilen Avrupalılar tarafından ihtira edilmiş olan “vazife-i temeddün” kelamının mahiyeti fil-vaki’ bir zamandan beri şarklılarca layıkıyla anlaşılmaya başlamıştır. Maamafih bu babda anlaşılmaya muhtaç bir hal daha vardır ki o da memalik-i garbiyye halkından bir kısm-ı küllisinin böyle bir “vazife-i temeddüniyye”nin Avrupalılar ma’rifetiyle icrasına ehl-i şarkın eşedd-i naenaleyh onların zehabınca böyle bir vazife-i temeddüniyye sırf bir hizmet-i insaniyyet-karanedir. Ezmine-i kadimede akvam-ı şarkıyyenin bir hayat-ı mütemeddineye ve milel-i garbiyyeden daha ali hissiyyat-ı insaniyyet-perveraneye malik olmuş bulunduklarını şarkın mehd-i medeniyyet olduğunu ve nur-ı terakkınin şarktan gelmiş idüğünü garb halkının yalnız pek az bir kısmı teemmül edebiliyor. Bir de “alem-i medeniyyet” ta’birinin ancak alem-i Nasraniyyet hakkında isti’mal olunabileceğine ve alem-i şarkın ya nimmütemeddin olduğuna veya büsbütün barbarlık halinde bulunduğuna dair garblıların ekserisi arasında bir zehab mevcuddur. Mes’eleye şarklılar nokta-i nazarından bakılırsa bu zehabın butlanına kail olmak iktiza eder; zira onlarca alem-i garb bir “alem-i terakkı”dir. İmdi maddeten vuku’ bulan terakkıyat-ı azimeden dolayıdır ki birkaç asırdan beri Avrupalılar şark üzerine icra-yı tahakküm edebilecek bir mevki’ kazanmışlardır. kuvve-i musahharaneyi havi bunca silah-ı tefevvuka malik olmuşlar ve bu sayede şarkta infaz-ı amal ve icra-yı tahakküme koyulmuşlardır. Tarih-i şarka aşina olanlarca ma’lum birtakım esbab-ı esasiyyeden dolayıdır ki ehl-i şark garblılar mahrum kalmışlardır. Mes’eleye yine şark nokta-i mübahasesinden girişilince Avrupa halkının “medeniyet” kelimesini bir hata-yı fahiş ile kullandıkları meydana çıkar; zira terakkıyat-ı maddiyye sıfat-ı temeddüniyyeyi yalnız garb halkına tahsis için bir sebeb-i kafi olamaz. Medeniyetin bir de cihet-i ma’neviyyesi olmak iktiza eder ki işte bu cihet-i ma’neviyye mülahaza olundukta garblıların medeniyeti kendilerine hasr etmelerindeki tervic ve ta’mim ile uğraşan bazı kimselerin iddialarınca mezkur terakkıyat-ı maddiyye milel-i Nasraniyye’yi hissiyyat-ı aliyye ve fezail-i ma’neviyye iktisabına da sevk etmiş ve bu sebeple maddeten olduğu gibi kaffe-i fezail-i ma’neviyye cihetiyle dahi onları milel-i gayr-ı Nasraniyye’nin fevkınde bir mertebeye isal eylemiş! Vakıa bu iddia pek ma’kul bir surette ihtira olunmuş ise de ne fayda ki bu gibi müddeiyat-ı mürettebeye ehl-i şark tarafından bila-teemmül kanaat olunuverecek devirler geçmekte bulunmuştur. Binaenaleyh alem-i Nasraniyyet tefevvuk-ı ma’nevi hakkındaki iddiasını müsbit ahval u harekat irae etmedikçe hissiyatının o terakkısi alem-i gayr-ı Nasraniyyet indinde efkar-ı hile-karanenin karane ile şarkiyyunu aldattığı mugalataya boğduğu zehabı kesb-i takviyyet eyler. Garbın o terakkı-i zihnisi daniş ve maarifin tevessü’-i azimine medar olduğu inkar edilemez; fakat maarif ve ma’lumatın bu vüs’at-i terakkısinin bir tekemmül-i ma’nevi ihdas eylediği görülememektedir. “Avrupa medeniyeti” sözünü “şark vahşeti” ta’biri mukabilinde kullanmak pek çok garb muharrirlerince bir i’tiyad hükmüne geçmiştir. Ta’bir-i diğerle: Avrupa’nın şu tahakküm ve tefevvuku devrinde Nasraniyet’in hey’at-ı ictimaiyyesinden birine mensup olmayan bir halk galiba mütemeddin addolunmak istenilmiyor. Şu “medeniyet” sözünün ma’na-yı hakıkısi ne olduğunu anlayabilmek öyle bir mes’eledir ki şarklı bir ehl-i tedkıki cidden şaşırtsa gerektir. O ehl-i tedkık Avrupa müellifleri tarafından yazılan ve bu gibi mevad hususunda me’haz olan asara müracaat etse anlar ki garblılarca kat’iyyen gayr-ı mütemeddin sayılan bir nice akvam –o asardaki ta’riflere nazaran– mütemeddin efrad-ı beşerden addolunmak lazım gelir. Bundan maada o şarklı ehl-i tedkık mezkur asarda ta’rif edilen sıfat-ı temeddünü Avrupalıların amel ve hareketleriyle –ve alel-husus Asya ve Afrika’daki amel ve hareketleriyle– mukayese etmiş olsa Avrupa milletlerinden bazılarının “mütemeddin” sıfatına hiç de layık olmadıklarına hükm eyler; çünkü kuvve-i mukavemesi mahdud olan şark akvamının rini ya tağyir veya imha eylemek ecdaddan müntakil olan ve onlarca muazzez sayılan her şeyi ya ifsad etmek veya çığrından çıkarmak gibi harekata “temeddün” şekli verilemez. Bilakis bu gibi muamelat o müterakkı Frenklerin hissiyatında eba an ceddin mevrus bir nevi’ heves-i vahşiyanenin hala hüküm-ferma olduğunu isbat eyler. Kezalik yine o şarklı ehl-i tedkık nazarında –netice-i tetebbu’ olarak– meydana bir hakıkat çıkar ki o da zikri kesretle tekerrür eden “medeniyet” sözünün bir ta’bir-i mübhemden ibaret bulunması ve hatta Fransızların La Grande Encyclopédie nam kamuslarından bir ta’rif-i sahih i’tasının güç olmasıdır. Hakıkat-i mes’ele bu merkezde ise de madem ki Avrupa’nın şark üzerindeki tahakkümü devam edip gitmektedir o halde bu tahakkümün devamına bir muhalefet-i fi’liyye vukua gelmedikçe şarklıları “gayr-ı mütemeddin” diye tasvir etmek Avrupalıların menfaati iktizasından bulunacaktır; zira Avrupalılar akvam-ı şarkıyye arasına idhalini deruhte eyledikleri şu ma’hud “vazife-i temeddün”lerinde bu vesile ile bir salahiyete maik bulunmuş oluyorlar. Akvam-ı şarkıyye arasında en ziyade tahakküm-i efrence ma’ruz olanlar liva-yı İslam’a tabi bulunan milletlerdir; çünkü bu milletler Afrika’nın bahr-i muhit-i Atlasi sahilinden ta Kafkasya’ya kadar olan cihetlerde ve tam Avrupa kıt’asına mukabil kıtaat-ı memalikte sakin olduklarından garb medeniyetinin pişdarlarına cevelanı kolay bir meydan-ı faaliyyet arz etmektedirler. Avrupa medeniyetinin gayret-keşleriyle mübahaseye girişip de “Daha kaç asır evveline gelinceye kadar ehl-i İslam’ın gerek teali-i fikrice ve gerek terakkı-i maddi cihetiyle Avrupa halkına mütefevvik bulundukları ve hatta kurun-ı vustada müslümanlar arasındaki terakkıyat-ı cin evsaf-ı mütemeddine-i insaniyyeye dair bazı şeyler öğrenmeye başlamış oldukları” yolunda serd-i edille etmek beyhudedir. Bu adamlar delail-i tarihiyyeye karşı göz yumuyorlar; bilmiyorlar veya bilmek istemiyorlar ki ehl-i salib arasında en az mutaassıb olanlar ve en zeki bulunanlar düşmanları olan müslümanlar arasında ittihaza şayan evsaf-ı hasene mevcud olduğunu gördüler ve şarktan aldıkları vesait-i terakkı sayesinde Avrupa medeniyetinin inşirahına hizmet eylediler. Avam-ı efrence ma’lum olmayan bu hakıkat bir hayli Frenk müellifleri tarafından i’tiraf olunagelmiştir. Hal böyle iken zamanımızda –cahil bir Çinlinin bütün ecnebilere alel-ıtlak barbar tesmiye ettiği gibi– Avrupalılar da alel-umum ehl-i İslam’a vahşi veya gayr-ı mütemeddin deyip gidiyorlar. Müslümanların Frenklerce bu yolda telakkısine pek de taaccüb eylememek iktiza eder zira evvelce siyyun ve rical-i düvel tarafından kasden telkin olunuyor. Maksadımızı izah edelim: Ma’lumdur ki Avrupa-yı garbinin her tarafında cidal-i maişet günden güne kesb-i şiddet eylemektedir. Daima tezayüd edegelen ihtiyacat-ı ictimaiyye ve müzayakat-ı iktisadiyyenin mehma-emken tahfifi ve binaenaleyh amme-i nas arasında husulü melhuz olan hoşnutsuzluğun ve galeyan-ı efkar ile cenk-i dahiliyi badi olacak vesailin önü alınması rical-i düvelce bir emr-i ehemdir. Bu maksadın istihsali için en büyük çare ise evvelen: Mahsulat ve ma’mulat-ı milliyyeye şarkta yeni yeni mahall-i füruht bulmak saniyen: Adeta ordular teşkil edecek kadar adedleri tezayüd edegelen me’muriyet taliplerine şark mansıbları tedarik etmek salisen: Nüfus-ı zaideye mevaki’-i muhaceret te’min eylemektir. Yeni yeni bazar-ı füruht bulunması ve teşebbüsat-ı kesbiyye öyle kolaylıkla vuku’ bulmaz; zira bu hususat çok kere teşebbüsat-ı harbiyyeye ihtiyaç gösterir harp ise paraya tevakkuf eder. İmdi rical-i düvel ve siyasiyyun –resmiyet dairesinde olarak– bir meslek-i avam-pesendi ittihaz ederler; yani muharrik-i fesad olan adi politikacılar gibi avam-ı nasın mülahaza-i mantıkiyyeden mücerred olan “hissiyat-ı vatanperverane”sini larla ve ceraide yazdıkları veya yazdırdıkları makaleler ile muttasıl tahriş ederler. Bu fesahatlerde bu belagatlerde şeref-i milli ve şan-ı liva-yı millet bir i’tina-yı mahsus ile tekrarbe-tekrar zikredilerek nasın hissiyatı okşanır. Şarkta yeni fütuhata girişmek pek ciddi bir iş olduğundan teşebbüsat-ı harbiyyeyi haklı göstermek lazımdır. Bundan dolayı zabt u ahvali gayet elim gayet müşevveş bir halde tasvir edilir. Ve o memleketin ehline bin türlü mesavi-i idariyyenin nice ef’al-i vahşiyyenin mes’uliyeti isnad olunur hakıkatte o mesavi ve o şuriş mevcud olmasa bile vesait-i hafiyye ve dakıka ile ihdas edilir ki bu hal şarkta Avrupa diplomasisinin cereyan-ı muamelatını tarassud edenlerce ma’lumdur. İşte bu serd olunan tarzlarda maşrık-ı İslam’da kendi hükumetlerini kendi idarelerini te’sis için Avrupa medeniyetleri bir salahiyet kazanmış olurlar. Garbın şark üzerindeki tahakkümü mes’elesi ehemmiyet-i azime-i siyasiyyeyi havi mesailden olduğundan şarklıların o babdaki nokta-i mülahazasını ileride zikredeceğiz. Düvel-i mufahhamanın şarktaki “vazife-i temeddüniyye”leri alem-i Nasraniyyet misyonerlerini garbın adat ve erkanını ve eşkal-i mezhebiyyesini şarka idhal için teşci’ etmektedir. Fil-vaki şimdiye kadar bu uğurda nice emekler sarf edilegelmiş efrenc derecesinde bir muvaffakıyetle şarklılara kabul ettirilemeyeceğindeki zanlar kuvvet bulmaktadır. Alel-husus maşrık-ı İslam halkına bu babda vuku’ bulan ibram ve teşvikler sadra şifa verir hiçbir te’siri mucib olamıyor. Ehl-i İslam’ın fikr-i salime malik olan efradı o medeni Avrupa’nın ahlak ve erkanındaki nukat-ı sahifeyi pek iyi idrak ederler. Avrupalılarca ittiba’ edilen erkan-ı Nasraniyyet’in ise ehl-i beri olduğunu yakınen anlarlar. Gerek Hıristiyanlık ve gerek –ekseriya medeniyet-i Hristiyaniyye ünvanı takılan ve ulviyeti pek çok mübalağalar ile i’lan olunan– Avrupa medeniyeti hakkında ehl-i İslam’ın kendilerine mahsus mülahazatı vardır ki biz atideki fasıllarda bu mülahazatın serdine çalışacağız. Devlet-i Aliyye’yi taarruzat-ı hariciyyeden korumaya yarayacak ve pek kolay ve müessir bir surette kullanılabilecek olan vesaiti tedkıke başlamadan evvel Avrupa’nın Türkiye ecza-yı memalikini biribirinden ayırmak ve bu suretle iras-ı za’f etmek üzere müracaat eylediği tarik-i hareketi gözden geçirmemiz lazım gelir. Bidayette Avrupa akvam-ı Hristiyaniyye’yi ayaklandırmak tarikını tuttu ve Hıristiyanlık bahanesi altında İslam unsurlarına karşı daimi seferler muharebeler tertib etti. Bu suretledir ki eski milliyet hatıraları ileri sürülerek Yunanistan tabiiyyet-i Osmaniyye’den çıkarıldı. Fakat Avrupa’nın bundan maksadı Yunanistan’ı müstakil bir krallık haline koymuş olmaktan ziyade düvel-i muazzama elinde sadık birer alet olan ecnebi hükümdarların taht-ı idaresinde Müslümanlık aleyhine bir pişdar kolu husule getirmekti. Balkan küçük hükumetleri de aynı suretle fakat bu defa Avrupa’nın memalik-i Osmaniyye’de sakin sair akvam-ı Hristiyaniyye hakkındaki tahrikatı hal-i hazırda te’sirini kaybetmiş gibi görünüyor. Fil-vaki bu akvam Avrupa’nın teşvikatı neticesinde ancak tahammül-suz bir ecnebi tabiiyetine girmekten başka bir şey yapmamış olacaklarının farkına varıyorlar. Zira Finlandiya’nın Kafkasya’nın Lehistan’ın hasılı bütün Avrupa müstemlekatının başlarına gelenleri ve memalik-i mezkurede yalnız müslümanların değil hıristiyanların bile köle gibi kullanıldıklarını gözleriyle görüyorlar. Maamafih Avrupa yine aynı yolda yürümekte devam gösteriyor zira gerek ticareti gerek fazla-i nüfusu için yeni yeni topraklara muhtaç bulunduğu cihetle başka türlü hareket edemez. Bunun neticesi olarak rahipleri muallimleri bu maksadla kullandığı sair bin çeşit me’murları faaliyetlerini arttırıyorlar. Zaten onların bu kadar çok çalışmaya hakları vardır çünkü bu asıl kendi milletlerinin menafiine hadimdir. Bunlardan kendini müdafaa etmek Osmanlılara düşen bir vazifedir. Avrupa saha-i faaliyyetini genişletmek arzusunda bulunduğundan şimdi de bizzat müslümanlar arasına tefrika sokmak istiyor. Bunun için dahi kavmiyet gibi hilafet-i Arabiyye gibi birtakım fikirleri ortaya atıyor. Bu fikre hizmet içindir ki Rusya Hükumeti kendi memleketinde bulunan Tatarların fikr-i millilerini himaye ediyor. Çünkü bu suretle Tatarlar ile asıl Türkleri biri birinden ayırmış olacağını biliyor. Kezalik Avrupalılar Tunus’ta Mısır’da Suriye’de vesair yerlerde müstakil kalmak ve hususi vatanlar teşkil etmek maksadıyla beslenen fikirlerin pek alicenab müdafileri kesiliyorlar. Asya-yı vustada daha geçenlerde Buhara’da olduğu gibi Sünnilerle Şiileri biri birinden ayırt etmeye çalışıyorlar. Fakat ellerindeki en büyük silah en evvel “hilafeti Araplara verdirmek” siyasetidir. Filhakıka ırklarından gurur getiren bir defa Türk hilafetini mahv ettikten sonra Avrupa’nın Arap bir halifeyi resmen tasdik edeceğine inanmak kadar bir safdillik gösterenler Bu fikrin müdafi’ ve naşirleri birkaç sene evvel “Vatan-ı Arabi” namına ilk halifelerin parlak ve şerefli hatıraları namına beyannameler kitaplar neşr ettiler. Bu propaganda hiçbir semere vermiyordu. Zira o gibi müşevviklerin ne müslüman hatta ne de Arap olmadıklarını ve ancak milliyetlerini değiştirmiş birkaç ehemmiyetsiz kimseden ibaret bulunduklarını alem-i İslam pek çabuk fark etti. Fakat bu gün kuvvetli komiteler teşekkül etmesi; devr-i sabıkta Devlet-i Osmaniyye’yi ellerinde tutan müstebidlerin birleşerek vaktiyle zavallı Osmanlı milletinden çaldıkları paralar sayesinde “İzzet Münir ve Şürekası” ünvanıyla bütün Arap memalikinde hilafet-i Arabiyye lehine ve Türkler aleyhine müdhiş propagandalar yapmaları mes’elenin vehametini bütün bütün arttırmıştır. Avrupa devletleri İzzet’leri Münir’leri bu maksad-ı meş’umlarına muvaffak olmak hususunda müdafaa ve himaye etmemiş olsalardı onlar böyle bir şeye nasıl teşebbüs edebilirlerdi. Şimdiye kadar Avrupa’nın vatan-ı Osmani aleyhinde kullandığı desiseleri hülasaten görmüş olduk. Fakat devletler bununla kanaat getirmeyerek sair müslümanları Türklerden nefret ettirmek istemişlerdir. Hedeflerine vasıl olmak cedideyi ve ulum-ı mezkureye muvafık vesait-ı sınaiyyeyi temessül ve tatbik etmelerine hadim olmak üzere değil fakat tabiatlarını tamamen değiştirmek ve bu suretle onları sair müslümanlara bir daha benzetmemek maksadıyla Türklerin gözleri önünde Avrupa’yı daima bir meşk-i taklid gibi göstermekten ibarettir. Çünkü Avrupa bir defa bu gayeye varınca Türkleri istinad-gahsız bırakmış olacak ve böylelikle onları kolayca kendi tabiiyeti altına alabilecekti. Avrupa’nın ulum ve fünunu neşr ü ta’mimden maksadı ancak akvamı fikr-i milli ve dinilerinden ayırmaktır. Devlet-i Aliyye ülkesinde bu ulum ve fünun ecnebi lisanlarıyla veya hiç olmazsa ecnebi kitaplarıyla ta’lim ve ta’mim ediliyor. Bunun neticesi olarak ulum-ı mezkure her memlekete şamil oldukları ve esasları ulema-yı İslamiyye tarafından tevsi’ ve hatta ekseriya vaz’ edilmiş bulunduğu halde gençlerin nazarında her biri İngiltere ilmi Fransız ilmi Alman Halbuki Avrupa vaktiyle gark olduğu vahşet ve cehalet deryalarından çıkıp da Bağdad gibi Kurtuba gibi merakiz-i hazırda lügat kitaplarından aslen Arabi ta’birleri kaldıramamaları ulum ve fünunu ilk evvel nereden iktibas etmiş olduklarını gösteren bir delildir. Kürsi-i Milel baş makalesinde bu hakayıkı irad eyledikten sonra Avrupa’nın bu alimane siyasetlerinde muvaffak olup olmadıklarını ve bizim bundan nasıl bir ders çıkarmamız lazım geldiğini tedkık ediyor yarınki nüshasında da Avrupalıların Türkleri diğer müslümanlardan huyca fikirce ayırmak hususundaki tehlikelere ve müslümanlar aleyhinde ta’kib ettikleri bütün muzır siyasetlere çare-saz olacak tedbirlerden bahs edeceğini vaad ediyor. Hayata hazırlanmak ve onu kazanmak için İslamlarla hıristiyanlar beyninde görülen fark-ı azim bu küçük yerde de bütün vuzuhuyla nazar-ı ibrete çarpıyor. Merkez nahiyedeki en güzel binalar en büyük dükkanlar hıristiyanlara aiddir. Hıristiyanlar çocuklarını okutmak için her türlü kendilerinin muntazam denilebilecek bir mektepleri vardır. Bu mektep için mesela elli hane senede yüz elli iki yüz lira vermektedirler. Muallimleri iyi mektepleri iyidir. Gündüzleri hıristiyan çocuklarından birini sokaklarda göremezsiniz. Onlar kendi kendilerine sessiz sadasız çalışmakta mümkün olduğu kadar istikbale hazırlanmaktadır. İslamlar ise maddeten ve ma’nen birer meyyit-i müteharriktir. Halden istikbalden bütün hakayık-ı hayatiyyeden mümkün olduğu kadar gafildirler. Çocukları her gün mektep diye fena bir binaya gidip gelirler. Burada zekalar söner sıhhatler muhtel olur. Hoca asar-ı atıkadandır. Kendisi bir şey bilmez yazı yazamaz dürüstçe bir ibare okuyamaz ki talebesine öğretsin. Halbuki daha müsaid adamlar vardır. Hem de hamiyet memlekete hizmet mektep sözleri ağızlarından hiç düşmez! Paşalıkla mümtaz bulunan biri bin beş yüz lira sarfıyla yaptırdığı camii her an ileri sürer. Sözlerinde yeni hükumete yeni me’murlara muğber olduğu her vakit hissedilir. Bunlar biraz fedakarlık etseler ahaliye rehber olsalar mükemmel mektepler te’sis ve küşadı idaresi işten bile değildir. Fakat üçü bir araya gelmek ittihad etmek halkın gözünün açılmasına gayret eylemek... Mümkün değil. Halkın meskenetini silkmesi gafleten uyanması bu paşaların ve ağaların menabi’-i servet ve varidatının sönmesi demektir. Eski zaman usulünü ta’kib ederek hiçbir istifade edilemeyen diğer üç dört mahalle mektebi mektep denilecek bir halde değildir. Kazanın kırk yedi köyünden bir kaçında yeniden mektepler küşad yahud eskiler ihya olunup bunlara ta’yin edilen muallimler mekteb-i rüşdiyyede bir müddet usul-i tahsil ta’lim ettikten sonra ellerine birer liyakatname verilerek gönderilmektedir. Ahali umumiyet i’tibariyle cahildir. Ve bu saika ile pek kötü ahlaksızlıklar itiyadat sırasına geçmiştir. Burada iftiralar yalan yere şehadetler her gün tekerrür eder. Biri diğerine kızınca iftiralar iki yalancı şahid hazırdır. Ve mahsus bu gibi işlerle iştigal eden bazı eşhas bulunduğundan onlara müracaatla beş on kuruş vermek te’min-i maksada kafidir. Bu iftiralar bilhassa me’murin aleyhinde pek mebzuldur. Ve mahkemeden bu yolda birçok da’valar geçmiş hakimler bile bile i’ta-yı hükümde muztar kalmışlardır. Londra misyonerlerinin sene-i devriyyesi münasebetiyle Manchester piskoposu Hıristiyanlık ve İslamiyet hakkında ehemmiyetli bir konferans i’ta etmiştir. Konferansçı Çin Afrika-yı cenubi ve Avustralya cezairiyle cenubi Rusya’da İslamlığın günden güne tevsi-i daire ettiğini beyan etmiştir. Halbuki hükumat-ı İslamiyye neşr-i İslamiyyet için bir faaliyet-i ciddiyye ibraz etmemişlerdir. Bu intişar sayesinde siyaset ve ticaret-i İslamiyye dahi tevessü’ ve terakkı etmiştir. Din-i İslam gayet basit akaid ve evamiri tamamiyle muvafık-ı akl u hikmet ve kaffe-i akvam ve kabailce kabil-i fehm ü idrak olduğundan sür’atle intişar ediyor; akvam-ı medeniyyenin ekabir ve havassı kabul eylediği gibi en az mütemeddin insanlar tarafından da mazhar-ı kabul oluyor. Konferansın hey’et-i umumiyyesinden şu istidlal olunuyor ki konferansçı din-i İslam’ın tevessü’ ve intişarını beşeriyet için gayet hayırlı telakkı ve bu intişarın daha ziyade kesb-i ehemmiyyet edeceğini zann u tahmin ediyor. Paris Sorbonne Darülfünunu Edebiyat ruusunu haiz muharririnden Mösyö Lalman ahiren Paris sefaretine müracaat ve din-i mübin-i Muhammedi’nin ulviyetini takdir ile din-i ulvi-i İslam’ı kabul arzusunda olduğunu beyan eylemiş ve kendisine sefaret-i seniyye imamı Kemal Atıf Bey tarafından telkınat-ı lazıme ifa edildikten sonra kabul-i İslam eylemiştir. ku’ bulmuştur. İran Meclis-i Meb’usan’ı tedrisat-i ibtidaiyyeyi herkes için mecbur kılmıştır. Fakirler bila-ücret ibtidai mekteplere kabul edileceklerdir. Zenginler ise pek az bir para te’diyesine mecbur tutulacaklardır. Bütün köylerde ibtidai mektepleri küşad olunacaktır. Bu mekteplerin programı tarz-ı cedid üzere olacaktır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Dördüncü Cild - Aded: Sure: İsm-i mahsus ile tesmiye olunmuş bir kısm-ı Kur’an ’a ıtlak olunur. Ekall-i sure üç ayetdir. Ayet: Surenin bir bölüğüne denir. Ekall-i ayet surette altı harftir: gibi; Bu lafz-ı şerif mübteda-i mahzufa haber kılındığı halde başlıca bir ayettir. lafzı fil-asl sıfat iken ba’dehu kendisinde bir vechile tedric bulunan her şeyin evveline ıtlak olundu: Husulen tedrici olan kelamın evveli veyahud kıraat ve ta’dadca tedrici bulunan sutur ve evrakın evveli gibi. Ahirindeki vasfiyyetten ismiyyete nakl olunduğuna alamettir. ile murad beyne’d-deffeteyn müşahhas olan mecmu’-ı Kur’an olup yoksa ehl-i usulün ıstılahı üzere mecmu’-ı Kur’an ile eczası arasındaki kadr-i müşterek murad değildir. Bu sure-i celileye “Fatihatü’l-Kitab” tesmiye olunmuştur. Çünkü şu gördüğümüz tertibde evvel-i Kur’an bu sure-i kerimedir. Evail-i ahd-i nübüvvette henüz mecmu’-ı Kur’an husule gelememişken sure-i kerimenin bu isim ile şöhret bulması tesmiye ya canib-i Rabb-i İzzet’ten veya izn-i İlahi ile taraf-ı Cenab-ı Peygamberi’den vukua gelmekle mecmu’-ı Kur’an-ı Kerim’in husule geleceği ilm-i İlahi’de muhakkak olduğu içindir. Bu sure-i celile Hak celle ve ala hazretlerine hamd ü senaya ve emr ü nehyi ile taabbüde ve va’d ü vaidini beyana dair olup sırat-ı müstakıme sülukü ve meratib-i süeda ve menazil-i eşkıyaya ıtlaı ifade eden meani-i Kur’an ’ı mücmelen müştemil olması i’tibariyle Kur’an-ı Kerim’in asl u menşei olduğundan “Ümmü’l-Kur’an” dahi tesmiye olunur. Ve yine bu sebebe mebni “Ümmü’l-Kitab” dahi denir. Nasıl ki Levh-i Mahfuz bütün kainatın aslı olduğundan ona da bundan dolayı “Ümmü’l-Kitab” ıtlak olunur. Tavzih-i makam: Şu halk u icadda adet-i İlahiyye budur ki Cenab-ı Bari bir şeyi ibtida mücmelen inşa ve icad edip ba’dehu o şeyin tafsilini tedricen vücuda getirir. Bu cümleden olarak Kur’an’da zikrolunan umurun icmalini Sure-i Fatiha müştemildir. Ve Kur’an’da bulunan kaffe-i umur Sure-i Fatiha’da mevzu’ usulü tafsildir. Kur’an’ın bais-i nüzulü bulunan umurdan biri tevhiddir çünkü nüzul-i Kur’an’dan evvel bazıları tevhid iddiasında bulunuyor idiyseler de zaman-ı nüzul-i Kur’an’da hemen cümle nas putperest idiler. tebşir salik-i rah-ı tevhid olmayanları ikab-ı Müntakim-i Kahhar ile vaid ü inzardır. Va’d-i dünya ve ahiret niam ü saadetini ve vaid-i dünya ve ahiret nikam u şekavetini şamildir. ve saltanat ve izz ü saadeti va’d muhaliflere de dünyada rüsvaylık ve bed-bahtlık ile vaid ediyor nitekim neş’e-i uhrada cennet ü naim va’d ve nar-ı cahim ile vaid eyliyor. Üçüncüsü kulubda tevhidi ihya ve nüfuste tevhidi tesbit eden ya ve ahirete musil olan suret-i seyr ü reftarını beyandır. Beşincisi hududullahta tevakkuf edip ahkam-ı dini ahz ü telakkı edenlerin kıssalarıyla hududu llahı tecavüz edip de ahkam-ı dini arkalarına atanların avakıb-i ahvalini ihbardır; bu da şu kıssa ve hikayelerden ibret alarak bu alemde Kur’an’ın ihtiva eylediği umur işte şu zikrettiğimiz şeylerdir ve nasın dünyevi ve uhrevi saadet ve hayatları bu umur ile kaimdir. Fatiha-i Şerife’nin bu umuru iştimali azade-i şekk ü irtiyabdır. Tevhid kavl-i keriminde mündemictir; çünkü bu kavl-i kerim herhangi bir ni’met üzerine sadır olan bütün hamd ü sena Cenab-ı Hak için olduğunu natıktır bu yeti’nden olduğunu ve alemde hamdi müstevcib her ni’metin Cenab-ı Hak’dan sudurunu i’tiraftır şu halde kavli ma’na-yı tevhidi müstelzemdir. Bu ma’na kavl-i şerifi ile tasrih buyruldu; ma’lumdur ki lafzının ma’nası yalnız malik ve seyyid demek olmayıp ma’na-yı kavl-i şerifi insanın nefsinde ve afakta müşahede eylediği her ni’metin Hak Celle ve Ala hazretlerinden olduğunda ve Zat-ı Aliyyesi’nden başka avalim ü ekvanda hiçbir mutasarrıf bulunmadığında sarihtir. Tevhid zuhur-ı dinin ehemm-i esbabıdır bunun içindir ki Fatiha’da tevhide bir kavl-i şerifi ile ma’na-yı tevhid istikmal buyruldu ve bununla cemi’-i ümemde faş olan şirk ü veseniyet kökünden çekilip koparıldı o şirk ü veseniyet ki bu reh-i na-reftenin salikleri Allah’tan başka nasir ü mededkarlar ittihaz edip bunlar için saltanat-ı gaybiye i’tikad ederler Zat-ı Bari’yi bırakıp onlara dua ve niyaz ederler dünyada kaza-i havaic için onlardan etmek sevdasında bulunurlar. Ayat-ı tevhid ile müşriklerin serzeniş ve ta’niflerine dair Kur’an’da zikrolunan umurun kaffesi bu icmalin tafsilidir. Bir de va’d ü vaide nazar edelim bu ikiden birincisi de mündericdir çünkü her şeye vasi’ olan rahmet-i İlahiyyenin evvel-i Kitab’da zikir buyrulması va’d-i ihsan demektir. Ve alel-husus Hak celle ve ala hazretlerinin Zat-ı akdesine tevhid ü ibadet ile bize emretmesi bizim maslahat ve menfaatimiz için olduğuna nazaran taraf-ı uluhiyetten bizim için bir rahmet olduğuna tenbih olmak üzere rahmet lafzı tekrar olunarak iki kere zikir buyrulmuştur. kavl-i şerifi va’d ü vaidin her ikisini tazammun eder çünkü huzuma’nasına olduğundan bu kavl-i şerifin meal-i münifi: O gün zahiren ve batınen tasarruf ve malikiyet hükm ü saltanat Cenab-ı Hakk’ındır; kaffe-i alem o gün onun azametine hazi’ ve münkad olarak rahmetine ümid-var olur azabından havf ü haşyet eder demektir bu ise va’d ü vaidi tazammun eyler. Yahud ceza ma’nasınadır bu da iyilik edenlere mükafat ve kötülük edenlere ikab etmek demek olduğundan yine va’d ü vaiddir. Daha sonra zikr buyrulmuştur o sırat-ı müstakım ki salik olanları fevz ü necat buldu inhiraf edenler helak oldu; bu da va’d ü vaidi istilzam eder. kavl-i şerifi ile ma’nası bazı mertebe izah buyruldu; yani Cenab-ı Hak bize ta’yin ü tahdid edilmiş bir tarik vaz’ etmiştir ki o tarikte bulunmak menat-ı saadet ve ondan inhiraf eylemek şeka’ ve nikbettir ibadete nişane-i hidayet işte bu sırat üzere istikamettir nazm-ı celili bu kavl-i şerife şebihtir. İmdi hakk u sabr ile tevasi tevhidden sonra kemal-i ibadettir. Sure-i Fatiha’da tedebbür ve tefekkür edenler bu sure-i şerife ser-te-ser ruh-ı heybetini ve fazl u keremine ümid-var olmayı nüfuz ettirmektir yoksa fi’l ü terke ve harekat-ı lisan u a’zaya dair a’mal-i ma’rufe değildir. Salat ile ahkamı ve sıyam ile eyyamı daha zikrolunmadan Fatiha’da ibadet zikrolunmuştur. Bu ruh-ı ibadet müsliminde daha kendileri bu a’mal-i bedeniyye da nev’an-ma tafsil kılınan ahkamı nazil olmadan evvel hasıl olmuş idi. Ahbar ve kasasa gelince: kavl-i şerifi güzeşte-gan-ı akvamdan hidayetleri için Cenab-ı Hakk’ın şerai vaz’ etmiş olduğu bir kavim bulunduğuna sarahaten delalet ediyor ve bu kavl-i şerifte bir münadi var ki o kavmin şuun-i ammesine nazar edin de ondan ibret alın diye sayha eyliyor nitekim Cenab-ı Hak kasasın ikaz ve buyurmuştur. kavl-i kerimi ise kendilerine Sıratullah’tan inhiraf ederek yolunu şaşırmış ve diğeri Allah’ı ettikleri için gazab-ı İlahi ve bu hayat-ı dünyada rüsvaylık ile mahfuf bulunduklarını tasrih ediyor. Bakiye-i Kur’an dahi bize ahbar ve vekai’-i ümemde bu icmali ibret bahş olur surette tafsil ediyor ve hakka mukavemet eden zalimlerin hali mihen ü meşakka sabredenlerin halini şerh ve izah eyliyor. Bu mesrudatın cümlesinden müsteban oluyor ki sure-i Fatiha Kur’an’ın bil-etraf tafsil eylediği usulü icmalen iştimal eylemiş ve evvela nüzulü Cenab-ı Hakk’ın halk u icaddaki adet-i İlahiyyesine muvafık bulunmuştur. Şu halde Sure-i Fatiha “Ümmü’l-Kitab” tesmiye olunmaya cedirdir; nüvat-ı şecere-i nahleyi tamamıyla hakıkaten müştemil bulunduğu cihetle ona “Ümmü Nahle” dediğimiz gibi Fatiha da bakiyye-i Kur’an’da zikrolunan umuru müştemil olunduğundan bu i’tibar ile ona da “Ümmü’l-Kitab” denilmiştir. İşte Fatiha’ya “Ümmü’l-Kitab” ıtlak olunması bu i’tibara mübtenidir yoksa bazılarının dedikleri gibi “ümm” burada Türkçe “ana” ma’nasına olup da ibtida “ana” ve ba’de evlad vücuda geldiği gibi ilk evvel Fatiha ve sonra bakiye-i Kur’an vücud bulduğu için değildir – Bu sure-i celilenin isimlerinden biri de “Suretü’l-Kenz”dir. Bu tesmiye ya sure-i kerimenin tahtü’l-arş bir kenzden nazil olduğuna dair kavl-i Nebevi’ye ve yahud “Ümmü’lKur’an ” tesmiyesinde zikrolunan esbaba mebnidir. Yine Ümmü’l- Kur’an tesmiyesindeki esbabdan naşidir ki bu sure “Esas” ve “Kafiye” ve “Vafiye” isimleriyle de tesmiye olunmuştur. Bu sure hamd ü şükr ve dua ile ta’lim-i mes’eleyi mutazammın olduğundan kendisine “Suretü’l-Hamd” ve “Suretü’ş-Şükr” ve “Suretü’d-Dua’” ve “Suretü Ta’limi’lMes’ele” dahi denir. Namazda kıraati vacib olunduğundan “Suretü’s-Salat” dahi tesmiye olunur. Zat-ı risalet-penah efendimiz bu sure hakkında buyurmuş olmalarıyla “Suretü’ş-Şifa’” ve “Şafiye” dahi denildiği gibi yedi ayet olup namazda kıraati tekrar eylediğinden “Seb’u’l-Mesani” dahi tesmiye olunmuştur. Cumhur sahabe ve tabiin indinde muhtara göre bu sure-i celile Mekkiyye’dir yani Mekke-i Mükerreme’de şerefnazil olmuştur ve ittifak-ı cumhur ile yedi ayettir. Bazıları bu sure salat farz kılındığı zaman Mekke’de ve kıble tahvil olunduğu vakit Medine’de nazil olduğu cihetle Mekkiyye ve Medeniyye demiş ise de bu kavlin sıhhati meczum değildir. – Surelerden bahsolunduğu sırada onların Mekki veya Medeni olduklarını zikrederler; ya nasih ve mensuhu bilmekte bunun faydası olur. Fatiha-i Şerife’de ne nasih ve ne mensuh vardır. Namaz ilk farz kılındığı zaman Fatiha’ya makrun olduğuna icma’ olup namaz ise ilk evvel şüphesiz Mekke’de farz olmasına ve bir de nazm-ı şerifinde seb’a mesani ile murad Sure-i Fatiha’dır demelerine nazaran Fatiha-i Şerife Mekkiyye’dir. Fakat İmam Mücahid buna muhalif kaldı. Bazıları bu sure-i kerime iki kere nazil olup namaz farz kılındığı zaman Mekke’de ve kıble tahvil olunduğu vakit Medine’de nüzul eylediğini söylemiş ve bununla guya iki kavlin beynini cem’ etmek istemiş ise de şayan-ı iltifat bir söz değildir – A . Tashih: Geçenki nüshada Envar-ı Kur’an’ın ikinci sayfasında “ayat-ı Kitab’ın cümlesindeki murad-ı İlahi’yi tansis ve ta’yin etmeye Nebiyy-i zi-şan efendimizi me’mur etmediğinden” cümlesi nefy sigasıyla olduğu halde “ettiğinden” diye tertib olunduğundan tashih edilir. – – Doktor Dozy bu fasla şu sözleriyle hitam veriyor: Haniflerin akideleri fil-vaki’ basit ve ma’kul idi. Fakat Dozy’nin iddia ettiği gibi yeni yapılmış bir şey değil idi. Belki sabıkan ifade olunduğu üzere o zamanlarda bit-tahrif ifrağ olundukları şekl ü suret i’tibariyle Yahudiyyet ve Nasraniyyet’den ve alel-ıtlak putperestlikten tamamen teberri din-i İbrahim’in hakkıyyetini i’tikad ile ahkam-ı sahihasını taharri etmekten ibaret bir meslek idi. Şeriat-ı İbrahimiyye’nin vacibü’r-riaye olan ahkamı ise mürur-ı zamanla tahrifat ve tebeddülata uğratılarak izaa edilmiştir. Teharet ve nezafete aid bazı ahkam-ı cüz’iyyesinden başka bir şey bilinmiyordu. Binaenaleyh yalnız Vahdaniyyet-i İlahiyye i’tikadından değildi. Kafil-i saadet-i umumiyye olacak din ü şeriat şeklini alabilmesi için Dozy’nin de i’tiraf ettiği vechile sabit bir ilm-i hale muhkem bir teşkilata lüzum-ı kat’i var idi. Ancak icab eden usul ve füruun kaffesini havi mükemmel bir ilm-i hal ortaya koymak tevhid esası üzerine yeniden bir din te’sis demek olduğu da muhtac-ı izah değildir. Bu halde mürselin-i kirama mahsus bulunan bu ali ve mukaddes vazifenin Resul-i Ekrem hazretlerine ayrılmış olduğunu i’tiraf eden Doktor’un biraz da basiret ve insafı kavanin-i mantıkıyyeye dair idrak u şuuru bulunsa idi risalet-i Muhammediyye tasdikinde tereddüt etmemesi lazım gelirdi. Çünkü havass-ı Vehhab-ı zü’l-Celal’in şan-ı Rububiyyeti olduğu emr-i aşikardır. Fakat nur-ı irfan ve ibtisardan mahrumiyet saikasıyla – bu lüzum u ihtiyacı Resul-i Ekrem efendimiz sayesinde saha-ara-yı alem-i insaniyyet olan bu tekemmülat-ı saadet-i gayatı inkara mecal bulamadığı halde– i’tiraf-ı hakıkate yanaşmıyor da “Hanifliğe bunların cümlesini vermek Muhammed sav için ayrılmış bir vazife oldu” sözüyle telbisat u temvihat tarafına sapıyor. Guya Resul-i Ekrem Hanifliği beynennas tekarrür etmiş bir meslek-i müttehaz bulmuş da onu haşa biraz telleyip pullayıp İslamiyet namıyla aleme kabul ettirdi demek istiyor. Halbuki evvelce de ima olunduğu üzere “hanif” tesmiye olunan eşhasın adedi pek mahduddur koca bir asır içinde bunlardan ma’ruf olanlar ancak yirmi üç kadar kimselerdir. Kendilerine ittiba’ edenler de ekall-i kalildir. Bu zevatın teracim-i ahvali Buluğu’l-Ereb fi Ma’rifeti Ahvali’l-Arab kitabında mezkurdur. Ulema-i efrenc addolunan müverrih-i şehir “Sidyo”nun tedvin eylediği Hülasatü Tarihi’l-Arab’daki ifadat-ı atiyye de bu hakıkati te’yid etmektedir: “Araplar Nasraniyet’e meyletmediler şehevat-ı cismaniyyeye esası üzerine müesses bulunan adab-ı İncil mizaclarına tevafuk etmezdi. Mösyö Sidyo’nun bu kelamı Nasraniyet-i hakıka i’tibariyle olduğu aşikardır. Çünkü asl-ı din-i Isevi zühd-i tam lere karşı bile tezellül derecesinde ibraz-ı tevazu’u amirdir. Buna dair birtakım ayat-ı İnciliyye vardır ki bunların hiçbiri bugün hıristiyanlarca mer’i ve mu’teber tutulmuyor. Ubeyd ve Zeyd bin Amr gibi bazı kimseler yahudi ve nasaraya muhalata ile ahzeyledikleri ma’lumat üzerine diyanet-i cahiliyyeyi hedm ü ibtale çalıştılar. Hatta müceddidlik da’vasında bulunarak nası şeriat-ı Haliliyye’ye temessüke da’vet edenler de bulundu. Fakat bir netice istihsal edemeyip aciz kalmalarıyla bu fikirden vazgeçtiler de yalnız yakın zamanda bir Resul-i zi-şan zuhur ederek hizb-i dalal üzerine mansur olacağını beyanla iktifaya mecbur oldular.” Hakıkat-i hal şu minval üzere olduğu ma’lum olunca Resul-i Ekrem efendimiz hazretlerinin Haniflikten nasın ahval ü efkarınca vücud u ademleri siyyan ve hiç birisiyle şayan-ı bahs bir mülakat-ı Nebeviyye vuku’ bulmayan birkaç hanifin o asırda gelip geçmesinden müstefid bulunduğunu asla şüphe götürmez. Bir de guya Hanifliği bir din-i müstakil haline ifrağ eden Nebiyy-i zi-şan hazretleri ona bir silsile-i meratib-i ruhaniyye de ilave etmiş. Bu iddianın da gayet gülünç bir şey olduğu meydandadır. Din-i Mübin-i İslam’da öyle abid ile ma’bud beyninde vesait-i ruhaniyye olmadığını herkes bildiği halde sit-i fazlı mütercim-i bi-vaye canibinden ayyuka çıkarılan bir müsteşriğin bundan gafil olması şayan-ı hayrettir. Bunlardan başka Dozy’nin bu naklolunan ifadatı içinde büyük bir tenakuz da görülmektedir. Bir kere “Hanifliğin Arabistan’a layık bir din olabilmesi için her şeyden evvel bir tasdik-i Rabbani yahud Rabbani telakkı olunan bir tasdik lazım idi” diyor. Sonra da “bu vazifeyi ifa etmek için metin bir itminan-ı kalb sarsılmaz bir iman muktezi idi” iddiasında bulunuyor. Çünkü hadd-i zatında Rabbani olmayıp da öyle telakkı olunan bir tasdik erbab-ı basiret ve irfan olan insanlar sule getirmek imkanı yoktur. Iman-ı sahih ve itminan-ı daimi ancak bürhan-ı kat’iye istinad ile hasıl olabilir. Esası olmayan delail-i faside ve mevhumeye ibtina kılınan iman u Din-i Mübin-i İslam’ı kabul edenlerde ise bundan dolayı tezelzüle uğrayanlar irtidad arını irtikab edenler asla bulunmamıştır. Herşeyde iddia-yı maharetle İslamiyet hakkında mücazefata cür’et eden bu mutesallif meşhur Herakl-i Rum’un haiz bulunduğu vukuf ve dirayetin bir zerresine bile malik bulunmadığı bu sözleriyle de nümayan olmaktadır. Çünkü Herakl muma ileyh – Risale-i Hamidiyye’nin cild-i rabiinde Buhari-i Şerif’den tercüme suretiyle ber-tafsil beyan olunan muhaverat-ı arifane cümlesinden olmak üzere– beray-ı ticaret Suriye’ye gittikleri esnada huzuruna celbettirdiği Ebu Süfyan demiş idi. Yani sana sual ettimdi ki: Bu zatın dinine girfi’l-asl güler yüzlü olmak ehibbaya neşatla ikbal etdikten sonra nefret ve kerahetle rücu’ ve irtidad edenler olur mu? Ve sen: Hayır olmuyor dedin. Iman-ı hakıkı işte böyledir ki –tahkıke müstenid olarak– inşirah u safası gönüllerde yer tutunca infikaki mümkün olmaz. Bir de Dozy’nin bu terdidinden edyan içinde vahy-i Rabbani’ye müstenid olan din-i sahih bulunmak ihtimali olduğunu vahy-i Rabbani’nin esasen sübutu merk u mun indinde de gayr-i münker olmak lazım gelir. Bunu bu suretle teslime mecbur olduğu halde –kavanin-i mantıkıyye icabınca– bütün edyan-ı ma’rufenin güzidesi olan gerek usul ve gerek füru’ i’tibariyle ahval-i beşeriyyeyi ıslah ve saadet ü selamet-i umumiyyeyi te’min müntesibanını her türlü tekemmülata terakkıyata irşad ve temkin eyleyen Din-i Mübin-i olur. Nasıl ki bilmeyerek i’tiraf da etmiştir. Dikkat buyrulur ya! Fasl-ı evvelin hatimesi olan şu ibare başka neye mahmul olabilir? müceddede neşr ü tebliği hadd-i zatında gayet güç olduğunu fark ediyor ve madem ki Din-i İslam’ın ilk muhatabları bulunan aralarında intişarı teyessür-nüma-yı muvaffakıyyet olan akvam-ı Arabiyye’nin hissiyat-ı diniyyeden mahrum merasim-i mezhebiyyeden külliyen bi-behre bulunmalarını akliyat ve ma’neviyat fikr ü mülahazasından ari olup yalnız umur-ı maddiyye ve tabiiyye ile iştigale hasr-ı mesai etmiş olmalarını da inkara mecal bulamıyor ve böyle cahil ve maddi kimseleri kabul-i diyanete sevk edebilecek zatın metin bir itminan-ı kalbe sarsılmak bilmeyen bir imana malik bulunması emr-i zaruri olduğuna da aklı eriyor. Artık hangi hüccet ve bürhan ile Araplar’ın nail-i hidayet olmalarının harikulade bir mazhariyet bir eser-i inayet olmadığını kaydını ilaefendimiz hazretlerinin haşa emr-i risaletlerinde müteyakkın olmayıp kendiliğinden bir din te’sisine kıyam etmiş olduklarını Fenn-i mantıktan bi-haber olmasaydı mütercim-i bi-vaye de böyle yekdiğerine irtibatı olmayan sözleri tercümeden haya ederdi. Mukaddimede beyan olunduğu üzere fil-hakıka kable’lİslam Araplar böyle idi. Hatta kusurları yalnız bundan da huylar vahşiyane adetler meydan almış idi. Bütün kabail cehalet içinde müstağrak olarak meyanelerinde nifak u şikak hüküm-ferma gasb u garet ve enva’-i mefasid dehşetnüma larıyla beraber putperestlik gibi bir ayin-i batıl her tarafta revac bularak kalblere yerleşmiş idi. Bir taraftan da ulema-yı Ehl-i Kitap desais neşrederek bin türlü müşkilat çıkararak ezhan-ı umumiyyeyi teşvişten geri durmazlardı. Binaen-ala-zalik Resul-i Ekrem efendimiz hazretleri enbiya-i Beni İsrail aleyhimüsselam’ın mürsel bulundukları – hissiyat-ı diniyye ile kalbleri malamal– kimseler emsali ile uğraşmıyorlardı belki cidal-i batıl tarafdarı olan muarızları maya sa’y ü himmet buyurmakta idi. Bu ise haliyü’z-zihn veya münevverü’l-fikr olanları irşad etmek gibi olmayıp usret ü suubetçe onun kat kat fevkindedir. Bu makule ümmetlere abede-i esnam olan süfehaya mürsel bulunan Nuh ve Hud ve Salih ve İbrahim salavatullahi aleyhim hazeratı gibi ekabir-i enbiyanın ne mertebe te’sirat husule getirdiği ıslah-ı ahval-i beşeriyyeye ne dereceye kadar muvaffak olabildikleri ise ma’lumdur. El-hasıl vahy ü nübüvvetin tahkıkine agah olup da netaic-i matlubesi neden ibaret olduğunu mülahaza eden erbab-ı basiret enbiya-yı salifin hazeratının semerat-ı mesaileri müşkilata karşı mazhar buyuruldukları netaic-i azime-i havarık-güsteraneyi mukayese ve tedkık edecek olurlarsa hemen bil-cümle enbiyanın muvaffak oldukları netaic-i ıslahkaraneye efendimiz hazretlerinin ez’af-ı muzaafesiyle yalnız başına muvaffak olmuş bulunmalarına cezmen ve yakınen bila-tereddüd hükmederler risalet-i celileleri hakkında iman u itminanları kat kat teza’uf eder. Bu hakıkat zerre kadar şüphe götürmez. Lakin Manastırlı İsmail Hakkı Geçen hafta merhum Cemaleddin Afgani’ye dair birkaç söz söylemiştim. Maksadım o büyük adama isnad edilmek mek idi. Maatteessüf bu sefer de “Cemaleddin mülhid değil Acaba bu şayiayı çıkaranlar bir adamın alnına “Vehhabi” damgasını yapıştırmak ne demek olduğunu biliyorlar mı? Vehhabilik bir mezheb-i mahsusun ismi olmakla beraber Arabistan’ın birçok yerlerinde dinsiz tanılan yahud öyle tanıtılmak nen sözlere inanmamak lakin aleyte söylenenlere derhal iman etmek insanlarda cibilli bir hasise olduğu için mesela ben bugün çıkar da Allah’tan korkmadan en akıdesi pak bir adam hakkında “İyidir ama dinsiz olmasa!...” dersem az zaman sonra zavallıyı bütün aşiret halkı baştanbaşa mülhid tanırlar. Acaba bu adam ilhadı mucib olacak ne yapmış ne söylemiş demeyi hatırlarına bile getirmezler! Müslümanlık’ta en güç bir şey varsa o da bir adama dinsiz payesi vermekten ibaret olduğu halde fazlını irfanını kendi meşrebimize muvafık görmediğimiz kimseleri bu hasbi rütbe ile nazardan düşürmek nedense bize pek kolay geliyor! Lüzum-ı küfr başka iltizam-ı küfr yine başka iken yüzde doksan dokuz ihtimal doğrudan doğruya tekfirini icab eden bir adamı yüzde bir ihtimal ile kurtarmak üzerimize farz iken biz bilakis binde bir ihtimal-i zaif ile yakaladığımızı dinsiz yapıp çıkıyoruz gerideki dokuz yüz doksan dokuz ihtimal-i Arabistan’a gidin en büyük adamlar Vehhabi; Türkistan’a gelin Farmason; Acemistan’a uğrayin dinsiz yahud Babi! En garibi şurasıdır ki bütün aktar-ı İslamiyye’de bu ünvan müslümanları müdafaaya vakf-ı hayat etmiş olan ekabir-i ümmettir fedakaran-ı millettir! Bir yabancı aramıza girse dese ki: – Ey cemaat-i müslimin filan filan filan zatlar sizin en akıliniz en aliminiz en fazılınız olduktan başka ebna-yı milletinin saadetine çalışmış olmak i’tibariyle en hayır-hahınız en hamiyetlinizdir. Siz bunları Vehhabilik’le Masonluk’la Demek sizin dininiz akıl ile ilim ile fazl ile hamiyet ile kabil-i te’lif olamayacak! Bu söze karşı ne diyebileceğiz? Bugün hıtta-ı Mısriyye’de menafi’-i İslam’ı müdafaa eden ne kadar hamiyetli kalem varsa hepsi Cemaleddin’in saye-i terbiyyetinde yetişmiştir. Cihan-ı Tevhid’e binlerce dest-i muharrir binlerce dimağ-ı mütefekkir ihda eden bir Cemaleddin Vehhabi olabilir mi? Merhumu ne Afganistan’da ne Hindistan’da ne Avrupa’da ne Osmanlı toprağında rahat bırakmadılar; hiçbir yerde oturtmadılar; Cemaleddin Müslümanlık aleminde hakıkı sermedi bir intibah uyandırmak gayesine ma’tuf olan hamiyetinde biraz imsak ede idi bu siyasetine azıcık fasıla vere idi dünyanın her yerinde şerafetiyle mütenasib bir debdebe içinde yaşayabilirdi. Fakat o koca adam maksad-ı bülend-i hamiyyeti uğrunda dehrin her türlü şedaidine göğüs gerdi; başkalarının bil-ıztırar dayanamayacağı hırmanlara haybetlere o kendi ihtiyarıyla katlandı. Kemal’in ta’biri vechile o bir şehid-i zi-hayat idi: Ne devlettir şehid-i zi-hayat olmak bu dünyada! Cemaleddin hakkında söylenen Vehhabilik Şeyh Muhammed Abduh için de diriğ edilmiyor. İki senedir Sıratımüstakim ’in sahifelerinde merhumun eserlerini görüp duruyoruz. Allah için söyleyelim hangi ma’nasına alınırsa alınsın Vehhabiliği okşar bir cümlesi bir makalesi görüldü mü? Bazıları Şeyh’in zühdü ilmi nisbetinde değil idi derler. Olabilir. Lakin acaba merhum bütün hayatını i’tikaf ile nevafil Mösyö HanutuHanotaux’ya karşı çıkıp Mağrib’deki milyonlarca müslümanın hukukunu müdafaa etmek öyle zannederim ki asırlarca nevafil eda eylemekten daha sevaptır. Bilmez misiniz ki Hazret-i Ömer tabiinden Ebu Kulabe’ye “bence seni evlad u iyalin için nafaka tedarikiyle meşgul görmek böyle mescid köşelerinde mu’tekif görmekten daha hayırlıdır” demiş. Düşünmeli ki Ebu Kulabe nihayet üç beş kişiden ibaret ailesine yiyecek bulacaktır. Abduh ise üç yüz milyonluk bir ailenin hayatı için çalışmak mecburiyetinde idi! yok! Cihan-ı İslam hakıkaten bi-kes cidden garip. Biz bu gibi ekabir-i ümmeti rahmetle hürmetle anmalıyız ki geriden gelenler aramızda bir yad-ı cemil bırakabilmek ümidinden mahrum kalarak mücahededen vazgeçmesinler. Üç beş sene evvel bir Frenk bana demiş idi ki: “Erbab-ı fenn ü san’atin kıymetini takdir edemiyorsunız ma’zursunuz; lakin erbab-ı sa’y ü hizmeti takdir etmiyorsanız! Makalemiz için unvan ittihaz ettiğimiz şu hadis-i şerif ile sabittir ki ma’rifethane-i İlahi’den neş’et ile buyurmuş olan Habib-i Edib’imiz sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerince mekarim-i ahlak ne derecelerde matlub u mültezemdir. Madem ki Latifun bi’l-ibad hazretleri ayet-i pür-letafeti mukteza-yı münifince zulümden münezzeh ve mukaddestir madem ki Zat-ı Uluhiyyeti’nin niyabet ü hilafetini icra için kıbel-i rahmanisinden Nebiyy-i Kerim ve Ra’ufun Rahim efendimiz hazretlerini “rahmeten li’l-alemin” olmak üzere irkelimesi yazılmamıştır. sal buyurmuştur ehl-i imanın da Zatullah gibi nefislerini zulümden tenzih ve ahlaklarını tehzib etmeleri muktezidir. Zulüm diye ta’rif olunur. Demek ki bir insan kendini ma-hulika lehinin gayrıya vaz’ ile halikını tanımaz fıtratının muktezasına tevfik-ı hareket etmezse kendisine zulmetmiş olur ki zulmün en büyüğüdür şirkdir: Lakin arz u sema ve ma-fihima natık-ı hikmet gibi Zat-ı Rububiyyet’i tasdik ve takdis eylediği halde hülasa-i mevcudat ve eşref-i mahlukat olan akıl bilip de halikını ma’budunu tanımasın! Öyle bir halık ki bir an nazar-ı İlahi’si münsarif olsa bütün adem ü alem helak olur: Hududullahı tecavüz edenler de hükm-i münif-i Kur’an hazretleri buyurmuş zalimlere la’net okumuştur. Fakat zalime zulüm mahz-ı nasfet ve adalettir. Zalime merhamet halk-ı aleme zulüm ve adavettir. Zalime merhamet değil siyaset lazımdır. Halk-ı cihan ateş-i zulmünden suzan olan zalimin çerağ-ı vücudu sönmek gerektir. Azizün zü’ntikam olan Malik’ü’l-Mülki ve’l-Melekut hazretleri nerede zalim varsa hemen vücud-ı zenb-aludunu harita-i alemden hakk ile bütün ümmem ü akvamı zulm ü udvanın serian celb ü da’vet edeceği ukubat-ı İlahiyye’den masun buyursun. Adüvv-i canı ve düşmen-i bi-emanı olsalar da haklarında daima muamele-i cemile ibraz buyurmuş ve Dergah-ı Ehadiyyet’e hayır dua arzeylemiş olan Habib-i Ekrem ve Edib-i A’zam efendimiz gibi bizim de tebliğ-i beliği vechi ile dost düşman herkes hakkında hüsn-i muamele etmemiz adab-ı İslamiyyemiz iktizasından ten hoşlanmayan Rabbimiz Teala hazretleri zalim hakkında mazlumun tazallüm-i hal veya bed-dua etmesine mesağ vermiştir: Hakıkaten mü’min ve müslim olan kimse nasıl zulmedebilir ki nefsinden büyük düşman bilmez. Nitekim bir hadis-i şerifte buyrulmuş nefsiyle mukatele ve mücahede ile me’mur ve mükellef olmuştur. Fil-vaki’ hiçbir insan yoktur ki kendini hata ve zelleden tebri’e ve tezkiye etsin; meğer ki Erhamü’r-rahimin olan Hazret-i Allah’ın ismetle meftur ve mütehalli buyurmuş olduğu enbiya-yı izam aleyhimü’s-salatü ve’s-selam hazeratından bulunsun. Evet! Nefs ile ictihad efdal-i cihaddır. Hatta Peygamberimiz her ne vakit bir gazve-i celileden avdet buyururlarsa buyururlar imiş. ü arzı dolduran Allahu zü’l-kemalin şühud-i vech-i cemalinden gayrisi kendisini ağna etmeyen Nebiyyü’l-Enbiya efendimizin huzur-ı İlahi’de tul-i kıyamdan kadem-i saadetleri şişermiş. Hatta Cenab-ı Allah Habib’i Ekrem’in o mertebelerde nefs-i nefis-i hümayunlarını it’ab buyurmasını layık görmeyerek ayet-i kerimesini inzal miz’in vech-i meşruh üzere vakı’ olan şiddet-i ictihadlarından ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe-i Sıddika radıyallahu anha ve an-ebiha hazretlerine rikkat gelip “Ya Resulallah! Niçin bu kadar tekellüf ihtiyar buyuruyorsun?” diye vaki’ olan sual-i latifine Peygamberimiz efendimiz diye cevap vermişlerdir: Allahümme salli ve sellim aleyhi v’ahşurna maahu ve ledeyhi. – Canım! Hazret-i Muhammed aleyhi salavatü’s-samed efendimiz hazretleri fehva-yı kerimi üzere nübüvvet ve risaletle mümtaz ulü’l-azmden bir Peygamber-i zi-şandır. Hayrü’l-halikin hazretleri Peygamberimiz’i ekmel-i mahlukat olmak üzere yaratmış. Celail-i kadr ü menziletlerini hitab-ı da’vet-i halka kabil olmak üzere tevsi’ ile unsur-ı şeriflerini adeta bedel-i ma-yetehallelehu muhtaç olmayacak mertebelerde latif kılmış. Biz nasıl olur da o Peygamber-i ali-tebar ve şeb-zindedar efendimiz gibi öyle sabahlara kadar ibadetle zikr ü fikr ile meşgul olabiliriz? Uyumayacak mıyız? Ruhumuzun gıdasını vermeyecek miyiz? Sabahları erken kalkıp da işimizle gücümüzle iştigal ederek tedarik-i maişet kaydında bulunmaya mecbur değil miyiz? Ebrarın hasenatı mukarrabinin seyyiatı mesabesindedir. Abidler günahtan tevbe arifler ibadetten istiğfar ederler. Biz ayet-i kerimesiyle mevsuf ve memduh-ı kibriya olan enbiya ve evliya ile hiç kıyas mı kabul ederiz? Evet! Hakkınız var. Biz onlar gibi olamayız. Fakat Kitab-ı Azizimiz’de “Kitab-ı Mevkut” diye ikamesi farz-ı ayn olan beş vakit namazı olsun cemaatle vaktinde eda ve fariza-i ubudiyyetimizi ifa edebiliriz a. Yirmi dört saatte ancak bir saat kadar az bir müddetin Yaradan’ımıza tahsisi çok mudur? Beytullah olan cevami’ u mesacid-i şerifeyi i’mar etmek yok mudur? Bir kimse cemaate devam etmeyip de cemaatten maksud olan ittihaddan ayrılırsa dindaşlarının hukuk-ı diniyyesine tecavüz etmiş olmaz mı? Kendisini gören ümmet-i Muhammed’i de kendisi gibi Beytullah’a yüz sürmekten men’ etmiş demek olmaz mı? Acaba mihrab-ı eşna’ bir zulüm mü olur? Acaba nası Beytullah’tan zımnen men’ eden kimseye müslüman demek layık olur mu! Ey sinesi nur-ı İslam ile münşerih olan mü’min-i sadıklar! Din erbab-ı elbabı inde’r-Resul olan şeyin kabulüne da’vet eder. Eğer dinimize imanımız Peygamberimiz’e i’timadımız varsa bizi darü’s-selama da’vet eden Peygamberimiz’in Hacc-ı Veda’da irad buyurmuş oldukları vasiyetlerini yerine getirelim: Müslüman ona derler ki elestü bi-Rabbiküm hitab-ı izzeti el-an sem’-i canında tanin-endaz olur. Cenab-ı Hakk’ı kendisine hablü’l-verid’den akrab bilir. Beyne’l-havf ve’r-reca bir halde bulunur. Allah’tan o kadar korkar ki halkın korkusundan ve takaza-yı nefsin arzusundan salim olur. Selim-i Evvel hazretleri gibi. diye bütün a’da-yı dine meydan okur. Allah’ın rahmetinden de bir derecede ümid-var olur ki bir veled-i mükerrem kendi validesinden o derecelerde rahm ü şefkat ümidinde bulunamaz. vefkınce cism-i alemde Hak’tan başka mutasarrıf-ı hakıkı olmadığına i’tikad eder. Vacibü’l-Vücud hazretlerinin irade-i aliyyesi tealluk etmedikçe bir şey vücud-pezir olamayacağını bilir. Onun tenbih-i İlahi’si muktezasınca her bir fi’l ü ihtiyarını kabza-i pacağım böyle edeceğim bile demez. Hoca Hafız’ın: dediği gibi özü sözü haktır. Hak için olmayan güftar u girdarı kendine haram bilir. Hak için yer içer. Hak için meşy ü hareket eder. Hak için muhabbet ve gazab eyler. Ve’l-hasıl cemi’-i ahvalde Hak ile olur. Allah muhabbeti zahir ü batınını o kadar ihata eder ki adeta kendini bile feramuş eder. sırrına mazhar olur. Müslüman ona derler ki Habib-i Ekrem ve evvelü men’ esleme efendimiz hazretlerini anasından babasından evladından ve belki aziz canından ziyade sever. O Kan-i Kerem efendimizin hadis-i şerif iktizasınca beni nev’ine muhabbet ve meveddeti efdal-i a’mal olmak üzere ibraz eder. Imanında kemal bulmak adeti bütün hanedan-ı beşer hakkında da layık görür. Aç doyurmayı bir medyunun borcunu bizzat tesviye etmeyi bir müşkili olan kimsenin ol müşkilini halledip onu giriftar olduğu mihnet ü meşakkatten kurtarmayı ehabbü’l-a’mal bilir: Müslüman ona derler ki sairlerinde gördüğü uyub u nekaisi kendi uyub u nekaisinin aksi gayrilerinden her ne zulüm görürse kendi amelinin cezası bilir. Zünnun-i Mısri hazretlerine ahali-i Mısır yağmur duasına çıkmasını rica etmişler. Müşarun-ileyh hemen Mısır’ı terk ile Medine-i Münevvere’ye gitmiş. Burada münacata başlamış. Arası çok geçmeden yağmur yağmış. Mısır rahmet-i Rahman ile reyyan olduğunu haber aldıktan sonra avdet eylemiş. Arifin biri bunun sebebini Hazret’ten sual edince buyurmuşlar ki kıtlığa sebep günahkarlıktır. Birçok düşündüm Mısır’da kendimden ziyade günahkar kimse görmedim. Caiz ki bu kıtlık benim yüzümden olmasın! Müslüman ona derler ki dünyayı Melekü’l-Mevt’in huzurunda hazır bir maide hükmünde addeder. Bunun için dünyayı verseler şad olmaz. Dünyayı elinden alsalar gam çekmez. Serveti varsa denilecek günün vürudunu mülahaza ile servetini kendine medar-ı gurur bilmez. Fakir ise edaniye temelluk etmez. Çünkü ariyet bir ömür için değmez. Ne isterse Allah’tan ister. Ne beklerse mahsul-i sa’yinden bekler: Müslüman ona derler ki Allah yolunda malıyla canıyla mücahedeyi Allah’ın kendisine delalet buyurduğu en karlı bir ticaret ittihaz eder. ferman-ı satvet-beyanına lebbeyk-zen-i icabet olur. Her biri bir necm-i hidayet olan ashab-ı kiramın din uğruna Peygamber yoluna mallarını canlarını feda ettikleri gibi malını canını dininin izzeti uğruna o Peygamber’in postunda oturan Halife’sinin saadeti yoluna feda etmekten çekinmez. Çünkü şuhh ile iman bir kalbte ictima’ etmez. Madem ki ol Zat-ı Kadim vasıta-i füyuzat-ı Rabbaniyye’si olmak üzere Zat-ı Akdes-i Hazret-i Padişahi’yi istihlaf ile tekrim buyurmuştur madem ki Padişahımız celb-i kulub-ı millete cidden layık hidemat-ı meşkure ifası için hakk-ı hilafeti eda buyurmak azmiyle düstur-ı hikmet “bir saat icra-yı adalet sittin sene ifa-yı ibadetten hayırlıdır” meal-i münifini tazammun eden hadis-i şerifi bir mikyas-ı adalet ittihaz buyurmuştur; biz de vecibe-i tabiiyyeti kema yeliku icra ederiz de inşaallah Halife-i alitebarımız efendimiz hadis-i alisinin ma-sadak-ı şan u şerefi olur. Cenab-ı Hakk’ın lutf u inayetinden ümid-varız ki Zat-ı Necib-i Şahaneleri’nin olup adl ü ihsan ile hareketi kendilerine fariza-i zimmet ve lazıme-i adab-ı ubudiyyet bilen vüzera ve vükelanın ictihadlarıyla kumet-i seniyyelerinin çar-aktarı ahd-i karibde tecellisine mazhariyetle adl-i İlahi’nin yeryüzünde bir timsal-i mücessemi olan ahd-i Hazret-i Ömer gibi bir koyunu kurt yiyemeyecek derecelerde her ferd nail-i izz-i huzur u sürur olur. Acaba bugünleri rü’yada görsek hayra yorar mı idik? Bir takım cebbar-ı anidin kanlı ellerinden tahlis-i can u giriban edeceğimiz kimin hatırına gelirdi? Her biri diye tefrikaya düşen birçok anasır-ı muhtelife yekdiğerlerine hasm-ı eledd iken vatan-ı müştereklerinin selamet ü saadetini bit-takdir i’tilaf ve ittihad etsinler! Bütün akvam-ı İslamiyye “din ve millet ikisi birdir” aslü’l-usulüne bakmayarak tenzir-i nezirinden korkmayarak birbirlerinin kanlarını mızın adalet ve re’fetine iltica ve dehalet etsinler! İslamiyet nazarında zaten mukaddes ve mübeccel olan askerlik bütün efrad-ı Osmaniyye’ye teşmil edilsin! Müslim ve gayrimüslim birbirlerinin mihribanı olsunlar da silah-be-dest hududa koşsunlar! ayn göstermiş olduğu ayetlerinden saymak istesek add ü Aman ya Rabbi! Ne idi o zulm ü istibdad! Yar-i canımız olan vatan namını ağzına alanın dili kesilir. İnsan babasına bile emniyet edemez. Öyle ki bin bela ile geçirdiğimiz o devre-i nühuset hakkında: diyebilirsiniz! temenni-i harisanesiyle helal ve haram demeyip muttasıl kasalarını doldurmak kanlı ellerinden kurtulmak için ya deyip diyar-ı ecnebiyyeye kaçmalı veya nasihatiyle amil olup o sanadid-i istibdadın en şeni’ zulümlerine boyun eğmeye mecbur olmalı idi. Evvelki halimizle bugünkü halimiz acaba mikyas-ı takdire gelir şey midir? Evvelleri rub’ fes ile trieste markalı şeker çuvalı pantolon ile gezen asker bugün şehzadeler ile beraber libas-ı fahir iktisa ediyor. Bil-cümle esbab-ı izzet ü saadetleri istikmal ediliyor. Evvelleri o rical-i siyaset-i sirkatin evlad u ahfad u damatları ellerinde tıraz-ı askeri olan şanlı kılıcımız Eyüp oyuncağına dönmüş iken bugün İstanbul’un Fatih-i Sanisi olan Mahmud Şevket Paşa hazretleri gibi hamiyet-i mücessemlerinin ellerinde vatanımıza göz diken düşmanların gözlerine batıyor. Evvelleri kestane fişeği bile atamayan asker bugün ateşli ta’limler her türlü takdirin fevkinde krallar huzurunda resm-i geçitler icra ediyor. Osmanlı kahramanlarının lisan-ı hal ile: demek istercesine bir vaz’iyyet-i dilirane ve a’da-yı dinin kulubuna dehşet verecek bir mehabet-i gazanferane ile ifayı resm-i selam u ihtiramını temaşa buyurdukça kim bilir kumandan-ı akdesimiz sevgili Padişahımız efendimiz ne kadar mahzuz olmuştur: Evvelleri bacaları tütecek diye içlerinde yemek dahi pişirilmekten memnu’ ve Haliç’te çürümeye mahkum olan donanmamız yeniden ihya ediliyor. Sevkıyat ve harekat-ı askeriyyeye zahir olacak olan donanmamızın ihyası emrinde Padişah’tan bir köylüye varıncaya kadar gözlerin görmediği kulakların işitmediği bu cuş u huruş-ı milliyi insan görüyor da aziz canını bile padişah başı için vereceği geliyor. Ey kalbi hubb-i vatan ile müzeyyen olan ehl-i iman! Verelim. Daha verelim. Malımızın hacetten ziyadesini verelim: Allah yolunda bezl-i ihsan edecek en layık bir yer varsa o da Muavenet-i Milliyye Cem’iyeti’dir. Alet-i harbi yapan atan atana sunan kimselerin: Nail-i naim-i cennet olacaklarını Peygamberimiz haber veriyor. Hani Cennetü’l-firdevs’e varis olacaklar! Allah’ım! Ne büyüksün! Nefisleri üzerine zulüm ve israf eden kullarını da “ya ibadi!” teşrifine layık görürsün: Senin bir bahr-i bi-payan olan rahmet-i vasia-i İlahiyye’nden kat’-ı ümid etmek ne büyük su-i edebdir. Seni sevenleri sen de seversin. Evet! Hiçbir talib yoktur ki matlubu da onun talibi olmasın. Sana nusret edenlere sen de nusret edersin: ŞARKIN İNTİBAH VE İSTİKBALİ HAKKINDA Efendiler ben Rusya memleketinin Sibirya kıtasında Tobolsky vilayeti müslümanlardanım. Fakat Ruslar bizim vilayetimizde pek azdır. Ekseriyet Türk unsurudur. İşte o müslümanlar içerisinden yetişmiş bir imam fakat inayet-i Rabbani ile birçok memleketler gezmiş dolaşmış otuz sene kadar seyahat etmiş bir adamım. Kendimi ta’rif hususunda şu kısaca ta’rif ile iktifa ediyorum. Şimdi size arzetmek istediğim şeyler seyahatim esnasında gözümle gördüğüm veya kulağımla işittiğim şeylerden en ziyade nazar-ı dikkatimi celbedenlerden bazılarıdır. Avrupa seyahatimden bir şey söylemeyeceğim. Zira oralara gidip gelen Avrupa’nın ahvalini bilen pek çok. Şarka ait olan seyahatimden söyleyeceğim ki biz şarklılar için şark ahvali daha mühim ve daha lazımdır. “Şark” ve “garb” isimleriyle –gerek şimdiki müslümanlar olsun gerek hıristiyanlar olsun kaffesi– bütün şu akvam... her ne kadar Avrupa Asya diye tefrik olunuyorsa da asıl en meşhur ve mütearif taksimatına göre... “şarkıler” “garbiler” diye ikiye taksim olunur. Garbiler içinde ekseriyet hıristiyandır müslümanlar varsa da azdır. Şarkıler içinde ise enva’-ı millet vardır; müslümanlar hıristiyanlar mecusiler ateş-perestler put-perestler... bi-nihaye. İşte benim söyleyeceğim şu şarklıların ahvaline dairdir. Bu isim bu “şarkı garbi” diye zeban-zed olan taksim tefale şayandır: Garbiler kanun-i tabiat icabınca guruba mahkum şarkıler de tulu’ ile mübeşşerdir. Onun için gurub edecek olandan bahsetmekten ise tulu’ edecekten bahseylemek daha münasip ve faydalıdır. Şark milleti her ne kadar ismi şark ise de milel-i cedide değildir eski milletlerdendir. Medeniyet şarkta daha eskiden mevcud idi. Şarklıların vasıl olmuş olduğu medeniyete garbiler ancak yeni yeni vasıl olmuşlardır. Her fende ve her san’atta bugün şarkta olan asar-ı terakkı ve nefaset-i kadime o kadar meşhurdur ki garbiler bugün ona kıymet takdirinden acizdirler. Halbuki bunlar beş yüz sene bin sene mukaddem geçmiş sanayi’dir. O sanayi’ler o asar-ı nefise şark milletinin mine’l-kadim isti’dad-ı tamları olduğunu isbat etmiş ve etmektedir. Fakat bu son vakitlerde şark milletine bir gaflettir diyelim yahud min tarafi’llah gelmiş bir haldir ki hiç kimse ma’na veremez; ister şarkın müslümanı olsun ister hıristiyanı ister mecusisi bir inhitata uğramıştır. Fakat bu şimdi başlamıştır. Aksa-yı Şark’ta Japonya kendisine “nihon” ta’bir ediyor ki tulu’ etmiş güneş ma’nasındadır. Hatta Japon çocuklarından biri vardı benim maiyetimde hizmet ediyordu o çocuk bir gün bir Rus’la münakaşaya girişti o sırada dedi ki: “Nihon” tulu’ etmekte olan güneştir Rus ise bir damla tükürüktür. Güneş tulu’ edince tükürük ne olur? Bittabi’ kurur mahvolur değil mi?... Dikkat ediyor musunuz on iki yaşında bir Japon çocuğu darü’l-fünunu ikmal etmiş bir adama bir Rus’a karşı böyle ma’nidar bir söz söylüyor. İşte bu sözü söyleten Şark’ın o parlak istikbalidir. Bu istikbal tamamiyle Japonya’da görülmüş ve gayet parlak surette terakkı etmiş ve etmektedir. Bunun için şark aleminde millete ferah verecek güneşin tuluundan size biraz ma’lumat vereceğim ki bunlar nasıl terakkı ettiler ve ediyorlar mes’elesi şayan-ı tedkık bir mes’eledir. Japon milleti gayet müstaid bir millettir. Fakat ma’lum-ı ihsanınızdır resimlerini görüyorsunuz ihtimal şahıslarını da görmüşsünüzdür Japonlar ufak adamlardır. Yirmi otuz yaşında bir Japon’u gördüğün zaman bir çocuk zannedersin. Fakat o çocuk zannettiğin Japon’a bir defa dokunursan ne derece kuvvet olduğunu o anda hissedersin. Onların vücudlarında öyle bir kuvvet var ki insan hayret eder. Bir Japon vardı ki yaşı olsa olsa nihayet yirmi ikiden fazla değildir. Benim yanımda şu kadarcık kalıyordu bir gün kolunu kaldırdı bana dedi ki: – İndir bakayım kolumu indirebilir misin?... Asıldım indiremedim. Anlamalı ne kadar kuvvet. Bunlarda kuvve-i cismaniyye bu derecedir. Bunu da daima meleke nastikle ok atmakla... meleke hasıl ederler. Jimnastiğin envaını yaparlar. Böyle terbiye-i bedeniyye ile büyük bir kuvvet-i cismaniyye hasıl oluyor. Ben buna taaccüb etmiyorum. Hem yalnız bir yerde değil her beldede var. Japonya muharebesinden evvel İstanbul meşahirinden bir adamla görüşmüştüm. Muharebe başlamamış fakat yakın zamanda olacaktı. – Bu muharebede Ruslar mağlup Japonlar galip gelecek... dedi. Ben kemal-i taaccüble bunu reddettim: – Siz eğer Rusyalı olup da Rus kuvvetini bileydiniz bu sözü söylemekten sıkılırdınız. O vakit hoca efendi bir ayet okudu. Talut kıssasından: Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Bunlara ben ilim verdim ve cisimlerine kuvvet bahşettim; elbet bunlara açıktır mülk.” O ayetin mazmunundan ben anlıyorum ki Japonlar galip gelecek. Zira kuvve-i cismaniyye var sonra kuvve-i ilmiyye de mükemmel. Ben hoca efendiden hala soramadım: Acaba kuvve-i cismaniyyeyi nereden bilmiştir? Bu Japonlar pek acayiptir. Hayvanın çekeceğini bir adam çeker. Bir kere iki adam bir arabaya bindik eşyalarımızı da üzerine koyduk. Bir adam bizi çekti. Tepeye doğru öyle bir fırlıyordu ki görseniz hayret edersiniz. Burada en cesim adamlarımız buna dayanamaz. Bunlar işte hep melekeden hasıl olmuş bir kuvvettir. Japonlar cisimlerini vücudlarını bu suretle terbiye ettikleri gibi; fikirlerini de gayet parlak surette terbiye etmektedirler. Erkek olsun kadın olsun okumak bilmeyen hiç kimse yoktur. Ben Japonya içerisinde karış karış gezdim hiç okumak bilmeyene tesadüf etmedim. Bakınız ilme ne kadar hizmet etmekteler. Bugün Japonya’da ne kadar fabrikalar ne kadar sanayi’ ve ameliyathaneler varsa kaffesi kendilerinindir. Memalik-i ecnebiyyeden gelmekte olan emtia yalnız kağıt bir de Amerika’dan gelen makinelerdir ki İngiliz’i de Fransız’ı da oradan alır. Ama başka ne ma’mulatları varsa hep kendilerinindir. Maamafih kendilerinin de kağıt fabrikaları var. Şeker fabrikaları ve sair fabrikaları bi-nihaye. Sonra çalışanların kaffesi de Japonlardır. Hiç ecnebi yok yalnız maliye nezaretinde bir İngiliz ecnebi var. Fakat o da kırk sene mukaddem gelmiş kalmış. Yirmi otuz sene mukaddem bütün Avrupa’ya muhtaç iken bugün hiçbir ihtiyaçları kalmamış. Zırhlılar toplar tüfekler... Kaffesini kendileri yapar. kumetten beklerse o millet hiçbir zaman terakkı edemez. Rusya gayet büyük hükumettir fakat milleti cahil olduğundan Rusya’nın terakkı ihtimali yoktur. Ne kadar terakkı etse yine aşağıdır yine aşağı. Zira millet cahil. Me’murlar o cehaletten ki zulüm var rüşvet var; o memleket terakkı etmez. Bunun varıncaya kadar Rus me’murları rüşvetten sarhoşluktan hali kalamazlar. Bunun için atisi muzlimdir. Japonlar ise terakkı etmiş bir millettir. Hiçbir vakit Avrupalılar’ın cicili bicili şeylerine heves etmemişler ve hala etmiyorlar. Bugün darü’l-fünun talebesi takunya ile mektebe gidiyor. Resmi forma elbiseleri yok. Varsa da kimse mecbur değil. Giyen pek nadir hemen yok gibi. Japonya’da yedi milyon talebe takdir olunuyor. Mecmu-ı nüfusları milyondur. Elbette bu kadar çalışılırsa terakkı edeceklerinden şüphe olmaz. Nagano isminde bir vilayet var orada mahsus bir istatistik tuttum. En küçük vilayettir. Üç erkeklere mahsus i’dadi mektebi var ki millet tarafından yapılmış. Sonra üç de kızlar teb-i sanayi’ bir mekteb-i haririyye... Sizin burada olduğu gibi orada da ipek çok çıkar. Elbet sizin de pek çok mektepleriniz vardır... Sonra rüşdiye mektebi de ibtidaiye mektebi. Bunlar hep millet tarafından yapılmış. Halbuki bu en ufak vilayettir. yor. Elbet bu suretle çalışan millet kendi hukukunu ne kadar büyük düşmanları olsa da himaye edebilir. Bugün Ruslar Japonlar’dan o kadar korkarlar ki icabında haklıdırlar. Gözleri ile gördüler nasıl millet olduğunu anladılar. Muharebe zamanında Japon milletinin yaptığı bir fedakarlığı size arzedeceğim; muharebe başlayınca ertesi günü milletin talebi şu olmuş: “Muharebe meydanından Japonya’ya gönderilecek mektupları posta meccanen nakletsin. Keza Japonya’dan meydan-ı harbe gönderilecek eşya ve paraları postalar meccanen götürsün.” Bu neyi isbat eder? Demek ki Japon milleti harp meydanındaki kardeşlerine hergün bir şey yollamayı kararlaştırmış. Arkasında böyle millet olan askerin cesareti başka türlü olacağı şüphesizdir. Bu bizim müslümanlar için hususiyle Osmanlı kardeşlerimiz muharebe içindeyiz. Hiçbir vakit muharebeden kurtulmak öyle bir vaziyettedir ki muharebe olmadıkça idame-i mevcudiyyet kabil olamaz. Asker ve jandarmanın en büyük zabitleri ser-gerdeleri hep Mevriler’dendir. Reis-i Nüzzar Kuşbeyi yine Mevrilerdendir. Bunlar mevki’lerinin ziyade muhkem olduğuna mutmain olarak Buhara dahilinde birçok münasebetsizliklerde bulunmuşlardır. Hatta Reis-i Nüzzar esbak Molla Muhammed’in Buhara Buharalılar’ın olduğunu unutarak ulema-yı muhteremeye kadar tecavüzatta bulunması ahalinin hissiyatına dokunmuş ve vak’a-i müessife-i zailenin vukuuna daha o sıralarda ramak kalmış iken bağteten vefatı büyük bir felaketin önünü almıştır. Yerine reis-i ma’zul re’s-i kara geçtiği vakit herkes sabırsızlıkla icraaatına intizar ediyor boyamak istemiş ise de vak’a-i müessifede tahakkuk eden hıyanetleri kendisinin mahiyetini meydana koymuştur. Ceza-yı sezasını bulacağına hiç şüphe yoktur. İslamiyet; sünnilik şiilik ile tefrik olunamaz. Kelime-i Tevhid İslamlar’ı bir noktaya toplamış ve hiçbir suretle tecezzi kabul etmez bir kitle-i muazzama haline koymuştur. Biz beyanat-ı tarihiyye ve haliyyemizi taassup nokta-i nazarından da yürütmeyiz. Fakat şurada mülahazat ve tetebbu’atımızı tevsi’ edecek olursak Araplar’ın: kaidelerinin bir mahall-i tatbikini daha bulmuş oluruz. Şöyle ki Buhariler Asya’nın kısm-ı mühimminde yalnız kendileri hükümran bulundukları bir zamanda Mevriler’i esir ederek getirmişler. İslamlar’ı ayrılık gayrılık ile tefrik etmeyen şeriat-ı garra-yı Muhammedi sayesinde bunlara gayet müşfikane muamelelerle saray ve hükumet makamlarına sokmuşlar harici bir te’sir olmadan bunları azad etmişler. Büyük büyük rütbeler mansıblar vermişler ve mürur-ı zaman ile ser-kar-ı hükumete bile geçirmişlerdir. Fakat bunlar; buna mukabil veliyy-i ni’metlerinin elbirliğiyle takviye-i hükumetine ve dolayısıyla İslamiyet’in beka-yı şevketine çalışmak lazım gelir iken tehassüsat-ı tefrika-karaneyi bedreka-i harekat len lütufların zıddına munkalib olmasını intac etmiş ve vak’a-i müessifenin husule gelmesine sebep olmuştur. leyhinde olmak üzere iki mes’ele vücud buluyor: Biri; Buhariler’in hareket-i vakıalarına hak vermek mes’elesidir. Zira Buhariler vatanın ahali-i asliyyesi olmak i’tibariyle memleket ve hükumette kendi nüfuzlarının tefevvukunu bu halet-i ruhiyyeye müsadif oluruz. Tekamülat ve terakkıyat-ı beşeriyye ile muhafaza-i hakimiyyet ve milliyyet arasındaki nisbet; bir nisbet-i mebsuta olduğuna hiç şüphe yoktur. met; Rusya’nın bir evladı gibi büyümüş Rusya sayesinde Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’den infikak etmiş ve Rusya sayesinde terbiye görmüş medeniyetini kuva-yı askeriyyesini hulasa her türlü kuva-yı maddiyye ve ma’neviyyesini Rusya’nın zir-i himayesinde istihsal etmiş olan Bulgaristan bugün Ruslar’dan bir tek muallimi memleketinde bulundurmaya ru-yı rıza göstermiyor. Hatta askeri içinde Ruslar’dan bir tek zabit bırakmak istemiyor. Halbuki Rusya ile Bulgaristan arasındaki revabıt-ı camia müstağni-i kayd ü tezkardır. Diğeri; Buhariler dahil oldukları halde umum-ı akvam-ı aduv-vullah gibi bakmaya bir kelime ile gayr-i kabil-i infikak merbut olduklarını unutturmaya sebebiyyet veren şey; hükumat-ı sa-bika-i İslamiyye’nin su-i idareleridir. Bir takım teferruat-ı mezhebiyye tefekkürat-ı şahsiyyenin kıymayı enva-i eza ve cefalar etmeyi reva gördükleri halde millet ve hükumetlerinin istikbalini tahkim edecek olan tedabiri hatırlarına bile getirmemişlerdir. Sekene-i memleketin ekseriyetini hissiyat-ı vicdaniyyede rabt etmeye gayret göstermemişlerdir. hur olan mücadelat u münazeat-ı mezhebiyye bütün azamet ve vahdet-i İslamiyye’yi alt üst etmeye başladığı gibi fütuhat-ı müteferrikayı bir kelime tahtında cem’ ve uhuvvet-i umumiyye belere tefrik olunmaya başlanmış ve şu’ubat-ı müteaddideden her biri diğerine la’net ve tekfir-han olarak yekdiğerinden uzaklaşmaya çalışmıştır. İşte o günden i’tibaren nüfuz-i rane bütün kuvvetiyle tevsi-i daire-i sirayet etmeye başlamıştır. Hatta bir asır içinde Cenab-ı Allah’ın evamir-i kat’iyyesi hilafında olarak yüzlerce mezheb ve meslek zuhur ve kitle-i muazzama-i İslamiyye yüzlerce fırkaya inkısam eylemiştir. Va esefa ki hükumat-ı sabıka-i İslamiyye’den hiçbiri bunlara hakem olmaya tekrar nokta-i asliyyelerine toplamaya sarf-ı himmet etmemişlerdir. Tevsi-i daire etmediği bir zamanda bu hizmet-i ber-güzideyi vücuda getirmek gayet kolay idi. Vakıa bazı kere mezheblerin önünü almak birçok İslam kanları akıtılmıştır. Fakat ta’mik-ı nazar edilirse yine mezheb-i indinin takviyesi ve muhafazası için fedakarlıklar yapıldığı anlaşılır. Halbuki mesail-i vicdaniyyede hakem olmak top ve tüfekle miyye ve ictimaiyye ile olacağından ettikleri fedakarlıklar bir nevi’ istibdaddan başka bir netice vermemiştir. Hususiyle tefekkürat-ı şahsiyye-i indiyye olanca kuvvetiyle hükümferma olursa böyle mukaddes bir hal vücuda gelir mi? İşte vakt ü zamanıyla düvel-i İslamiyye alem-i İslam’ın istikbalini menfaat-ı zatiyyelerinden her şeyden evvel nazar-ı ehemmiyete almış olsalardı alem-i İslam teferruat-ı mezhebiyye tefrikalarından çoktan kurtulmuş muvaffakıyetiyle bekam olmuştu. Fakat maatteessüf o asırlardan bu ana kadar hiçbir hükumet-i İslamiyye’den böyle teşebbüs vukua gelmemiştir... ve gelmemektedir. Hatta hükumet-i Osmaniyyemiz el-Cezire mezahib tefrikalarına karşı lakayd bulunmaktadır..... yoruz. Makalemizin ibtidalarında Buhara’nın medreselerinden bir nebze bahsetmiş idik. Buhara’nın medar-ı iftiharı olan medreselerinde vaktiyle ilahiyat tıp felsefe riyaziyat ve fünun-ı şetta tahsil oldunduğu gibi ilm-i kelamda da hayliden hayliye terakkı etmişti. Hatta bütün cihan-ı İslam’da ders kitabı olarak kabul edilmiş olan Nesefi bile Buhara mahsulüdür. Buharalılarda ilm-i kelam bu kadar terakkı etmiş ve bu kadar bahs ü cevaplar ile başlı başına bir ulum-i na-mütenahiyye idadına idhale muvaffakiyyet hasıl olmuş niliği telkin etmemişler daha doğrusu bunlara Buharilik’i neden temsil etmeye çalışmamışlar? Halbuki Buhariler; taht-ı idarelerindeki memleketin haricinde bulunan koca Rusya müslümanlarını terbiye-i İslamiyye lar ve milyonlarla Rusya İslamlar’ını kendilerine meftun bırakmışlardır. Bugüne kadar Rusya İslamlarını ma’nevi terbiye ederek Rus’un her türlü mekr ü desayisine karşı sağlam müslüman olarak tutanlar; İslamları idlal maksadıyla te’sis edilmiş bu kadar İncil ve Misyoner Cem’iyetlerinin teşebbüsat-ı desisekarilerini akım bırakanlar; hep Buhara’dan terbiye görüp gelen zatlardır ve onların mesai ve telkinat-ı diniyyeleridir. Rusya İslamlarını yalnız ta’lim-i din ile de bırakmamışlar; bütün adet ve merasimlerini ta’lim ederek kendi medeniyetlerini uzak mesafelerde bulundukları halde onları ta’lim ve terbiye edip de kendi ellerinde bir avuç ahaliyi da-i tefrikadan vikaye ve sıyanet edemediler. kada bitmiş gitmiş bir mes’ele “yirminci asırda İslamlar içinde taassub-ı mezhebiyyeden dolayı mukatelat” unvanıyla bütün cihana neşrolunuyor. İslamlara ye’s a’dalara ferah veriyor ittihad-ı İslam’dan lerzedar olan a’da bu haber ile seviniyor. Yekdiğerini tebşir ediyor. karıda zikrettiğimiz gibi akvam-ı İslamiyye bu hataları yüzünden kocaman saltanatlarını kayıp iklimlere hükümran bulunan devletlerini zayi’ etmişlerdir. Şarktan garba kadar hükümran olan imparatorluklar yüzlerce tavaif-i müluke taksim olunmuştur. Da-i tefrika bütün şiddetiyle hüküm-ferma olarak bugünkü zayıf İslam’a ve aktar-ı cihanda bulunan verilmiştir. Bugün en müterakkı devletler ve hükumetler gerek tahtı ve la-yuhsa paralar sarf ederek kendi ruhlarıyla terbiye etmeye gayret ediyorlar. Başkalarını bir tarafa bırakıp da yalnız İngilizler Amerikalılar’ı nazar-ı i’tibare alacak olursak bunların muhayyiru’lukul fedakarlıklar ve masraflar ile ne kadar büyük Misyoner Cem’iyetleri teşkil etmiş olduklarını görüyoruz. Acaba bu hükumetler; neşr-i Din-i Mesihi’yi sevap kazanacağız diye mi yapıyorlar da bu kadar masraflarda bulunuyorlar? Hayır; maksad bütün bütün başkadır. Neşr-i din-i Mesihi yalnız vasıta ve alettir ianenin tekessürü için göz boyamadır. Maksad; istikbal-i hükumet ve devleti tahkim İngilizlik’in ve Amerikalılık’ın bekasını te’mindir. İşte İslamlar’ın bugünkü haline düşmemek ve herhangi bir kavm-i mütegallibin baziçe-i amali olmamak için gayr-i kabil-i ta’dad fedakarlıklar te’min-i beka-yı nüfuz ediliyor. Biz İslamlar; evvel ü ahir bu fedakarlıklardan ari kaldık ve’s-selam. vamı nazar-ı i’tibara almadılar. Kendilerinin o günkü kuvvet ü satvetlerine i’timad ve ittika ederek istikbal-i millet ve hükumeti düşünmediler. İşte şimdi Buhara’nın geçirdiği muzlim günler hep o düşüncesizliklerin semeresidir. Bugün vak’a-i müessifenin esbab-ı tarihiyyesi ta’yin olunabildi. Esbab-ı zahiresi ne olursa olsun asıl sebeb-i hakıkısi asırlardan beri vicdanlarda cay-gir bulunan mevadd-ı mebhusedir. Buhariler’in bugün en büyük vazifeleri geçmiş ve geçmekte olan vakayi’-i müessifenin kaffesini hataya-yı maziyyeden bilerek bir hatanın yüzlerce sene sonra verdiği feci’ neticelerinden ibret alarak bundan sonra kardeşçesine geçinmeye gayret etmelidir. Ve böyle hataların irtikabından da daima müteyakkız bulunmalıdır. Son derecelerde vacibü’l-ıslah olan medreselerin bir an evvel ıslahına himmet ve tedrisata da kadim cedid gibi tefriklere mahal bırakılmaksızın sarf-ı ma-hasal-ı makderettir. Terakkıyat-ı milliyyenin hakıkı esaslarını birgün evvel vaz’ ve istikbal-i milleti muhafaza ile beraber menbit-i memleketin bütün servet ü rahatını sahiplerine hasr ile ecanibin uzanan eyadi-i cevr ü i’tisafını durdurmaktır. Balada beyan olunduğu gibi bugün Buhariler’in a’zam-ı vezaifleri dest-be-dest-i vifak olarak tedrisatı ıslah etmek; ibtidai rüşdi i’dadi mekteplerinin çoğalması için umumen fedakarlıkta bulunmaktır. Fevz ü felah ancak bundadır. Birkaç haftalardan beri gazeteler şimal Arnavutluk’un bir kısmındaki iğtişaştan bahsetmekteler. Sebeb-i iğtişaş dünyadan bi-haber münzevi adeta başka bir alemde yaşayan bir kısım halkın cehaletidir. Ma’lumdur ki Arnavut taifesi gayet cesur bahadır namuslu ve ahlak-ı metine sahibidir. Fakat cehaletinden ötürü ma’nasız bir tarzda mutaassıptır ve sabi gibi ma’sumü’t-tefekkürdür. Meşrutiyetten ve ıslahattan hoşlanmayan birtakım zadegan evvelki devirde zulüm ve istibdada hadim ve şimdi azledilmiş bulunan me’murlar halk arasına yaydıkları yalanlar karşı saldırdılar. Bu yalanlar arasında sakallı olan müslümanlardan senevi birer mecidiye resm alınacağı gibi rivayet dahi cühela arasına neşredilmiştir. Biçare halkların böyle şeylere inanıp aldandıklarına merhameten Osmanlı Hükumet-i İslamiyye’si bunları birden bire top tüfek ateşine yakmak istemeyip sabr u i’tidal ile hareket etmiştir. Lazım miktarı asker cem’ edip asilikten iğtişaştan bir şey çıkmayacağını halen asilere göstermek ve mümkün mertebe kan dökmeyip nüfusça zayiata meydan vermeyip işi söndürmek ve hakıkat-i hali cahil ahaliye anlatmak siyaseti tutulmuştur. Beş on seneler Makedonya Bulgarlar’ına gösterilmiş mülayemetin Arnavutluk müslümanlarından esirgenmeyeceği emr-i tabiidir. Fakat işin bu cihetini görmek istemeyip Rumeli’nin cümle işlerini ve haberlerini Osmanlı zararına tefsir etmeyi adet etmiş ecnebi gazeteler şu küçük iğtişaşa Osmanlı askerinin guya iş göremediğinden birçok bahisler ettiler. Şimdi anlaşıldığına göre bu ihtilali Osmanlılar iyice teskin ediyorlar asi sürüler asker ile kuşatılmış. Mukavemet edemeyip kendilerinin saadetini emel-i yegane ittihaz eden kardeşlerinden afv talep edecekleri şüphesizdir. Bundan sonra Arnavut dağlarında taş yollar inşa edilerek ahali-i ma’sumenin memleketlerinden istifadesi te’min eyleyecektir ve bundan böyle cesur ve mütedeyyin taife-i İslamiyye’nin daire-i saadete girip rahat yaşayacakları ve bütün İslam kardeşlerini memnun edecekleri me’muldür. Bu layiha veraset kanunları temelinden esasından tebdil ve tağyir edecektir. Rus kanunu icabınca kız ve kadınların yorlar idi. Kanunun bu adaletsizliği nazara alınıp bu defa tanzim olunan layihada oğul kız er ve kadın tefrik edilmeyip müsavi surette hakk-ı verasete nailiyyetleri tasavvur olunuyor hisselerin ne suretle taksiminde adaletin te’min olunacağı mes’elesini mevzu-ı bahs etmek istemeyiz. Şu kadar ki bu layihanın ictimai ve siyasi bazı nukatı hakkında mülahazalar talikini münasib görüyoruz: Bu işte müslümanların mütalaa edecekleri cihet tasavvur olunan bu kanuna müslümanların tabi’ tutulup tutulmayacakları noktasıdır. Şimdiki kanunda müslümanların veraset hukukları şer’-i şerife tabi’ tutulmuştur. Yeni kanunda acaba bu kaide muhafaza edilecek mi? Eğer edilmeyecek ise yani bütün Rusya teb’ası mezkur yeni kanuna tabi’ tutulacak ise Devlet Duması’nın buna hakkı var mıdır? Müslümanların hukuk-ı veraseti evamir-i Kur’aniyye üzerine bina edilmiştir; Devlet Duması bunun feshine kendini haklı görürse daha birçok hukuk-ı şer’iyyenin feshine hak ve meydan açılmış olacaktır. Şimdi mes’ele layiha ve tasavvur suretinde bulunduğu halde Duma’daki vekillerimiz ve cemaatin iş anlarları bu mes’ele-i hayatiyyeye kulak vermeleri lazımdır. Mes’elenin ehemmiyeti müstağni-i tasrih u tezkardır. Fas ordusunda muallimlik vazifesini ifa eden Osmanlı zabitlerinin memleketlerine avdet etmesi için lazım gelen meblağ Fransa hükumetinin talebi üzerine Molla Hafiz tarafından te’diye olunmuştur. Nizam u tertib-i askeri muallimliği ile Fas’ta bulunan gönüllü Osmanlılar’ı Fransa çekemiyor; Fas’ın zayıf ve bi-nizam kadim usulde bulunması matlubdur. Çünkü bu halde zabt u istila daha asan olacaktır. Kafkas’ta olan milletler İslam ile mukayese olunur ise ticaret san’at siyaset ve iktisat mes’elelerinde ne kadar fark ve dağlar ağırlığında tefavüt göreceğiz... Müslüman ile Ermeniler’i ölçersek ne göreceğiz? Hiçbir çekiye ölçüye ve hesaba gelmeyen bir tefavüt! Ermeni milleti Kafkaslar’da bir milyon bindir. Müslümanlar lümanlar Ermeni’den bire iki artıktır. Güzel... Ermeniler’in bin çocuğundan bin ’sı mektepte tahsildedir. Yani yüzde otuz kadarı okuyor. Ama müslüman evladının binde ancak bin ’sı okuyor ki yüzde demektir. Bir hesap daha: Bakü şehri Kafkas’ın gezi ve ticaretin merkezi ve ba-husus müslüman şehridir. Bu şehirde bin Ermeni taciri var ise bin müslüman hamalı var. Bunların hangisi çok oluyor?... radeniz bahriyesinin ıslah ve ikmaline çalışmak olmalıdır. Bu son vakitlerde Makedonya karışıp şarkta dahi Amerika gibi büyük bir devletin makasıd’ı siyasiyye ile hareket göstermesi bizim harici siyasetimizin merkezini Makedonya’ya nakletti. Buna nisbetle müdafaa-i bahriyyece olan tedarikatımız dahi merkezini tebdil etti. Harici ticaretimizin en büyük kapısı olan Karadeniz sevahili zuhuru muhtemel olan düşmana karşı müdafaadan aciz bir haldedir. Bugün de Avusturya’nın büyük ve küçük adet zırhlısı su üzerinde bulunuyor. Buna karşı Karadeniz’de bizim adet ağır yollu zırhlımız bulunup kalan zırhlımız gayet eski ve muharebeye yararsız bir haldedir. Türkiye İngiltere’ye yeniden zırhlı ve birkaç kruvazör sipariş etti. Bundan bir asır mukaddem Kotozof tarafından indirilmiş Osmanlı bayrağı iki sene sonra yani mezkur muzafferiyetlerimizin yüzüncü sene-i devriyesinde Karadeniz sularında yeniden “ay ve yıldız” ile isbat-ı vücud edecektir. Rusya bu gibi havflı hallerde bulunamaz. Binaenaleyh bizim Bahriye Nezareti Duma’dan akçe aldığı dır. Türkiye ve Avusturya bahriyelerine karşı lazım miktarı harp gemileri hazırlamak bizim birinci vazifemizdir. Tanin’in Anadolu muhbiri “Karaman”dan yazdığı mektupta diyor ki: Karaman maarifi ölü bir haldedir. Mektepler diğer yerlerdekilerin aynıdır. Hıristiyan vatandaşlarımız fikren daha müterakkıdir. Karaman’da bir Rum bir Ermeni mektebi vardır. Ve her ikisi de mekatib-i İslamiyye’ye nazaran pek muntazamdır. İslamlar’la hıristiyanlar arasındaki bu tefavüt hayat-ı hususiyyeden aile hayatından başlıyor ve gittikçe vuzuhuyla nazar-ı dikkate çarpıyor binaenaleyh sair yerlerde olduğu gibi burada da hıristiyan vatandaşlarımızın fikren teşebbüsen İslamlar’dan şadıkları gayr-i kabil-i inkar bir hakıkattir. Diğer yerlerde de kemal-i teessürle müşahede ettiğim İslamlar arasındaki ittihadsızlık burada da vardır. Tuhaftır ki yekdiğeriyle geçinemeyen Karaman’da müfteriyat isnadat yalan yere şehadet ve yemin etmek pek ilerlemiştir. Ermenak’ta yazdığım şayan-ı teessüf ahval tamamıyla caridir. Bu şüphesiz bütün seyyiatın maderi olan cehaletten işsizlikten neş’et ediyor. Terakkı ve ümrana pek müsait iken şimdiye kadar bir eser-i hayat irae edememiş olan Karaman’ın biraz uyanması gaflet ve meskenetten silkinmesi ve etrafa atf-ı nazar eylemesi eski zararların ölmüş zamanların telafisi için kafidir. Bu ahali eğer kendilerini sevmiyorlarsa hiç olmazsa çocuklarını sevmeli ve onlara acıyarak mümkün olduğu kadar okutmalıdırlar. Zira artık hayat kendisine layık olmayanlar Ereğli üzerleri toprakla örtülmüş alçak binaları dar ve pis bazı mahallerinde bataklık halini alan sokaklarıyla hey’et-i umumiyyesi i’tibariyle Anadolu şehirlerinden farklı değildir. Yalnız burada sokaklar çarşılar daha kalabalıktır. Fakat her tarafı dükkanları ve kahvehaneleri köşe başlarını dolduran bu insan yığınları büyük bir sefalet arzeder. Birçoğu yavaşça yanınıza kadar gelerek birkaç kelime ile sergüzeşt-i sefilanesini hikaye ettikten sonra bir ekmek parası isteyen bu zavallılar Bağdad Şimendifer Hattı’nda işlemek üzere uzak vilayetlerden Kürdistan cihetlerinden yüzlerce binlerce kişi olarak buralara dökülmüşler ve birçoğu işsiz kalmışlardır. Rivayete nazaran Kumpanya istihdam edeceği ameleyi evvel emirde hıristiyanlardan seçtikten ve bunlardan da bazılarını kabul ettikten sonra diğerlerini kabul etmemiş ve halbuki hükumetçe diğer vilayetlere amele için müracaat vuku’ bulmuş olduğundan amelenin arkası alınamamıştır. Valinin Kumpanya direktörleri nezdindeki teşebbüsatı neticesinde son günlerde iki üç yüz amele daha kabul edilmiş olması pek gariptir. Demek ki Kumpanya istediği halde birçok ameleye iş bulabilecek iken kim bilir ne için bunu yapmıyor ve Vali’nin teşebbüsatını daha doğrusu ricalarını bekliyor. Herhalde amelenin ahval-i elimesi kalb sahibi olan Efendiler kesb ü ticaret ashabının yevm-i istirahatına dair kanun layihasını üç baba taksim etmek mümkündür: Biri– Yevmi iş zamanını ta’yin etmek ikincisi bayramlar üçüncüsü de haftada bir gün istirahat mes’elesi. Bendeniz son iki babdan bahsedeceğim çünkü bunlar müslümanlar nazarında daha ehemmiyetlidir. Layihanın tasavvuruna göre cümle Rus bayramlarında ve Pazar günlerinde bütün Rusya’daki milletler herhangi mezhebe mensup olursa olsun kanun Rusya’nın yirmi milyon ahali-i İslamiyye’sinin hukukuna muhalif bir kaidedir; kanunun bu kaidesine adaletsizlik demek ile geçilmez açıktan açığa bir cebr ü zulümdür. Hıristiyan bayramlarında müslümanlara ticaret ettirmemek... başka suretle te’vil edilemez. Buna hak adalet hiçbir suretle bir hak veremez. Diyorlar ki Rusya’da Rus bayramlarına hürmet edilmezse Rus dini tahkır edilmiş olur... Efendiler buna cevaben bizim müslümanlar namına hak ve nazarlarına muvafık Rusya’da cümle dinlere bir derece hürmet edilmek cümle milletleri müsavi görmek hürriyet-i vicdan verilmek lazımdır denilmelidir. Ahali-i İslam’ın bunu istemeye hakkı vardır. Çünkü İslam Ruslar’dan sonra Rusya’nın en büyük unsuru ve milletidir; çünkü İslamlar Rusya padişahlığı Rusya müdafaası velhasıl vatan için Ruslar ile beraber çalışmış ve kan dökmüş büyük bir millettir. Efendiler hatta sağ tarafında oturanlar müslümanların sadakatini fedakarlığını inkar edemezsiniz. Bunların bu güzel hal ve şöhretleri İslamiyet iktizası ve semeresidir. Binaenaleyh böyle dine hürmet etmeliyiz; aksi halde yani bu dine karşı zulüm olarak hıristiyan bayramlarını kabule müslümanları mecbur etseniz dostluğu bozmuş ve da’vaya yol ve meydan açmış olursunuz. Efendiler maişet-i İslamiyyenin maişet-i İslamiyyemizin en aziz en mühim noktası dinimizdir; bu din sayesinde kanaat ve türlü belalara karşı mütehammil ve sabir bulunuyoruz; yine bu dinin müdafaasına bütün millet bir can gibi birleşip ayaklanıyor. Bundan böyle müslümanlara karşı mülayim davranmak mülayim muamele etmek lazımdır. Layihanın ma’lum maddesini tebdil etmelisiniz. Müslümanların kendi bayramları hıristiyan bayramlarından az değildir; müslümanların kendi bayramlarında istirahat etmelerine ve ecnebi bayramlarında çalışmaya müsaade vermelisiniz. [] Layihanın üçüncü babına gelince hadimler ve işçiler Pek güzeldir. Lakin müslümanların istirahat günü Pazar olamaz Cuma günüdür. Din tarih ve adet böyle hükmediyor. Cuma; günlerin azizidir ibadete mahsus bir gündür. Bunların bu kaidesini bozdurmak haksızlıktır ve olamayacak bir olacağı söyleniyor; bu delilsiz kuru bir zandır. Birkaç senelerden beri tecrübe bunun aksini gösteriyor; vilayetlerde şehirlerde müslümanlar Ruslar ile anlaşıp her taraf kendi bayramlarında Kazan valisi Kobako Cenabları senesi Fevral beşte Kazan müslümanlarına i’lan etmiş idi ki müslümanların Rus bayramını kabule mecbur edilecekleri hususundaki haberler bed-hahların şayiatıdır. Bu kabil rivayetlerin asl u esası yoktur. Garazkar fena adamların sözlerine i’timad edilmemelidir. meni meydana koyuyor. Vakıa müslümanlara karşı söyleyenler: “Siz bayramlarınızı etmeyiniz Cuma günü dükkanları açınız” demiyoruz; müslümanlara kendi bayramlarını yapsınlar etsinler; mani’ değiliz... yolunda mukabele ediyorlar. Fakat bu gayet yanlış biz nazariye olduğunu söylemeye hacet görmüyorum. Eğer müslümanlar yetmiş gün Rus bayramlarını ve yetmiş gün dahi kendi bayramlarını yaparak iş ve dükkan bağlayıp çalışmazlar ise nasıl yaşarlar? Nasıl geçinirler? Efendiler düşününüz bugün yirmi milyon müslüman sizlerden haklı insaflı adaletli hüküm bekliyor; müslümanların hizmetlerini unutarak bu mes’eleyi yanlış halletmezsiniz ümidindeyim. Soldan alkışlar. Nisan’nın ’ıncı günü Rusya Duması’nda yine bu mes’eleye dair müzakerat cereyan etmiştir. Reis meclisi açarak ruzname-i müzakerata şuru’dan mukaddem İngiltere Kralı’nın vefatı münasebetiyle söylediği nutkunda İngiltere sefareti vasıtasıyla Duma tarafından İngiltere Millet Meclisi’ne ta’ziyet telgrafı gönderilmesi münasib olacağı beyan ettiği sırada umum meclis muvafakatına rağmen meb’usandan Porişkeviç: “Ben telgraf gönderilmesine razı değilim!” diye bağırmış. Duma’nın kararına Hariciye Nazırı dahi iştirak ederek hükumet namına İngiltere hükumetine ta’ziyet telgrafı gönderileceğini ve dost İngiltere hükumeti ve milletinin böyle ağır ve mükedder günlerinde tesliye-i hatır eylemek miş. Porişkeviç yine sözünde devam ile mecliste gürültü çıkarmak ve mevki’e münasib görülmeyerek Goçköf’ün teklifi üzerine üç gün meclisten tardına karar verilmiştir. Porişkeviç’in fikrince eğer Duma tarafından İngiltere Millet Meclisi’ne telgraf gönderilirse Rusya’da parlemento ile beraber idare-i meşrutanın mevcudiyeti anlaşılacak imiş; daha doğrusu Duma’nın bu gibi hareketlere cür’et-i salahiyyeti yok imiş. Hariciyye nazırının bile bu derecesine varamadığı fikr-i istibdad-perveriden dolayı Porişkeviç biraz cezaya uğradı. Bu kararın ittihazını müteakip eyyam-ı ta’tiliyye müzakeratına geçildi. Encümenin verdiği mazbatada adi günlerde iş vakti saat addolunmuş arada istirahat ve yemek için iki saat mühlet verilmiş ve bunun mahalline göre saate kadar dahi meydanlarda gezinti ile alışveriş edenlerin dahi bu nizama tabi’ tutulmaları muvafık görülmüş. Pazar ve bayram günlerinde alışveriş saat olması tensib kılınmıştır. Ticaret Nazırı encümen layihasının bazı maddeleri hükumet layihasına muvafık düşmediği beyanıyla ifadat-ı atiyede bulunmuştur: encümen layihası kat’i ve umumi nizam şeklinde olmayıp birçok maddeleri yerli cemaatin kendi re’yine bırakıyor; hükumet ise buna razı olamaz. Haftada istirahat günü olarak Pazar gününden başka günlerden hangisi olursa olsun birini intihab eylemeye hak vermeyi de tecviz edemez. Ahalisi Rus olmayan mahallerdeki başka milletlerin bayramlarında umum şehri dükkan kapamaya mecbur eder bir nizam vaz’ etmek şayan-ı kabul olamaz. Garaf Bobrinsky encümen layihasının aleyhinde beyan-ı re’y etmiş ve yine müşarun ileyh Haydar Efendi hazretleri mes’ele hakkında şu yolda beyanatta bulunmuş: “Rusya’da milyon kadar İslam vardır. Rusya’da bütün milletler hukukta müsavi olduğundan İslamları hıristiyan bayramlarına tabi’ tutmak haksızlık ve İslamlar için Pazar günü yerine adet-i Sollar tarafından alkışlar. Nisan’ın ’inde yine bu mevzudaki müzakerata devam efendi hazretleri ifadat-ı atiyede bulunmuştur: “Bayram istirahatleri mes’elesi bakılırken hıristiyan ve gayr-i hıristiyan cümle milletler bir derecede tutulup hiçbirine haksızlık gösterilmemelidir. Rusya’da milyon müslüman Cuma günleri ve kendi bayramlarında istirahat etmek diniyye hakkındaki hatt-ı çarisine karşı koymaktır.” Bu sırada mecliste meb’usların gayet az bulunmasından dolayı reis bir saat istirahat i’lan etmiş ve meb’uslardan diğer arkadaşlarını beraber getirmelerini rica ve böyle az adam terdif eylemiştir. Müzakereye yeniden başlandığında Sosyal Demokrat Fırkası tarafından Gözintsof Duma Encümeni’nin tertib ettiği layiha işçilerin faydasına değil bi’l-külliye zararına olduğunu hakıkı ve adalet ile iş ve istirahat için günde saat iş ve haftada saat istirahat mutlak lazım idiğini beyan etmiş. Müslüman meb’uslarından Maksud-zade Sadreddin Efendi hazretleri müslümanların Pazar yerine Cuma gününün ve kendi bayramlarının istirahat günü tanılmak lazım geleceği hakkında layihaya bir kayıt ilave edilmesini Müslüman Fırkası namına teklif eylemiştir. Mes’ele Mayıs’ta tekrar müzakereye konuldukta sağ cenah umum Rusya için Pazar’ın haftalık bayram tanılması Sollar ve Kadetler mes’eleye milliyet ve kavmiyet nazarından bakılıp Rus’un gayri milletlerin kendilerine mahsus günlerinde beyan-ı efkarda bulunmuşlardır. Müslüman Fırkası’ndan Yenikyef-zade Isa Mirza hazretleri bir saat imtidad eden uzun nutukta işçilere istirahat ve bayram günlerinin kanunen ta’yin edildiğinden memnun ise de fakat Rus’un gayri milletlerin milliyet ve din iktizasınca mahsus tanıdıkları günlerde istirahata izin verilmeyip Pazar günlerinde ve Rus bayramlarında alışveriş etmemeye mecbur edilmeleri büyük haksızlık ve dine müdahale olmak üzere tanıdığından beyan-ı teessüf ederek Müslüman Fırkası tarafından gösterilen kaydın be-heme-hal nizam layihasına geçirilmesini teklif eylemiştir. Bir hayli münakaşadan sonra layihanın maddeleri ve fırkaların teklifleri hakkında re’y toplanmış Şehir ve Zemstva meclis-i umumi-i vilayet idarelerinin icab-ı mahalliye göre lazım gördükleri günlerde dükkan açıp kapamak hususunda mahalli kavaid vaz’ı hakkının fesh edilmesine karar verilmiştir. Pazar yerine müslümanların Cuma ve yahudilerin Cumartesi günleri dükkan kapamaları hususunda Kadetlerin teklifi re’ye karşı re’y ile reddolunmuştur. Zavallı Buna karşı Müslüman Fırkası’ndan Ali Asgar Efendi hazretleri protesto zemininde bir nutuk irad ederek sözlerine şu cümlelerle nihayet vermiştir: “müslümanların Pazar yerine Cuma ve Rus bayramları yerine kendi eyyam-ı mahsusalarında bayram ve istirahat etmeleri hususunda Müslüman Fırkası’nın teklifini reddetmekle Duma’nın ekseriyeti müslümanların milli ve dini hukuklarını nakz u tenkıs eylemiştir. Binaenaleyh müslümanların hakkında reva görülen bu gibi tecavüzata cebr ü zulme adem-i rıza olmak üzere müslüman meb’uslar meclisi terk ediyorlar’’ diyerek meclisten çıkmıştır. Bütün İslam mebuslar müşarun ileyhi ta’kip ederek meclisten ayrılmışlardır. Sağdan gürültü ve şamata... “Öyle değil! Öyle değil!” sadaları... şeklinde yazılmıştır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Dördüncü Cild - Aded: Sure-i Furkaniyye’nin evalinde vaki’ besmelelerde ihtilaf olunmuştur: Mekke ve Kufe kurra’ ve fukahası ve İbni Mübarek rahimehümullah hazeratı evail-i süverde vaki’ besmelelerin “Berae” suresinden maada gerek Sure-i Fatiha ve gerek diğer her sureden bir cüz olarak Kur’an olduğuna kail oldular. Medine ve Basra ve Şam kurra’ ve fukahası ve İmam Malik ve İmam Evzai rahimehümullah hazeratı onların Kur’an olmadığına zahib oldular. İmam-ı A’zam rahimehullah Kufeli olup Kufe fukahası evail-i süverde besmelelerin Kur’an olduğuna kail oldukları halde İmam-ı müşarun ileyhin bu hususta nefyen ve isbaten bir şey dememiş olmasına nazaran onun indinde o besmelelerin Kur’an’dan olmadığı hakkında bazılarınca zan hasıl olmuş ve kudema-i Hanefiyye’ye göre de bu besmelelerin Kur’an’dan olmadığı şöhret bulmuş ise de müteahhirin-i Hanefiyye’nin beyanları üzere sahih olan budur ki süver-i Furkaniyye’nin evailinde vaki’ besmeleler Mezheb-i Hanefiyye’de dahi Kur’an’dandır. Ve fakat evailinde bulunduğu surelerden bir ayet olmayıp belki surelerin beynini fasl ve kendisiyle teberrük için evail-i süverde mükerrer olarak nazil olmuş ayet-i fezzedir. Fezze: Fa’nın fethi ve zal’in teşdidiyle ferd ma’nasına olan “fezz”in müennesidir. Ayet-i fezze tek başına ayet demektir. Şafiiyye zehabınca evailinde bulunduğu surelerin her birinden bir kavle göre bir ayet-i tamma ve diğer kavle nazaran maba’dlarındaki ayet ile birlikte bir ayettir. Şu halde Hanefiyye de vaki besmeleler Hanefiyye’ye göre Kur’an’dan bir ayet-i müstakille olup surelerden hiçbirine müteallik değildir. Şafiiyye on üç tam ayet veya cüz’-i ayettir. Bu mebhaste arzumend-i tafsilat olanlar kütüb-i usul ile mutavvelat-ı tefasire müracaat etsinler. Besmele’deki ba-ı carre istiane ve ala kavlin mülabese mütealliktir. Bu makamda bed’ olunan şey kıraat ve tilavet olduğundan buna delalet eder bir lafız izmar edileceği cihetle burada besmelenin ma’nası: Rahman Rahim olan Allah’ın uluhiyyeti ile mülabese ve muhalata ederek kıraat ve tilavet ederim demektir. Bed’ olunan diğer her şeyde de o şeye delalet eder bir lafız takdir olunur. Ve mesela bir şey yeneceği veya içileceği zaman besmele çekildikte buna delalet eden lafız takdir olunacağı cihetle evrad-ı ma’nası: Rahman Rahim olan Allah’ın ism-i şerifinden taleb-i iane ederek ve yahud nam-ı rububiyyeti ile teberrük eyleyerek ekl veya şürb ederim demek olur. Bu makamda besmele-i şerife ile sure-i kerime ahir-i sureye kadar ibada nam-ı Celil-i İlahi ile sual-i fazl u kerem-i Samadani yollarını ta’lim ü telkin ederek kendilerini bu cihetlere irşad için onların lisanından hikayeten nazil olmuş ve hatta bu sebebe mebni anifen zikredildiği üzere sure-i kerimeye “sure-i ta’limu’l-mes’ele” dahi denilmiş olduğundan besmele için izmar olunan müteallik de bittabi’ elsine-i ibad üzere olmakla zikrolunan ma’naya göre ibtida-i surede taraf-ı ilahi’den besmele iradı nasıl sahih olabilir diye i’tiraz varid olmaz – sına vaz’ olunan lafza denir inde’l-Basriyyin ismin aslı sonra harekesi ma-kablindeki mime nakloldu ve sakin olan tahrik edilince i’tidal hasıl olmak için müteharrik bulunan sinin teskini lazım geldi; Halbuki kelam-ı Arap’ta sakin ile getirildi isim oldu. Buna göre ismin iştikakı ulüvv ma’nasına olan’dandır. Ve isme isim tesmiye edilmesi müsemması onunla haziz-i hafadan evc-i zuhur ve celaya i’tila edildiği içindir. İsim lafzının ahiri mahzuf olduğuna tasgirinin ve cem’inin ve fiilinin kelimesi şehadet eder. lafzının aslı’dır’n aslı’dir. ’ nin aslı’dur diye şu zikrolunan misalleri kalbe hamletmek baiddir. Çünkü kalb hilaf-ı kıyas olduğundan zaruret olmaksızın ona gidilmez. Bir de kalb bir kelimenin cemi’ tesarifinde mutarriden cereyan etmez zira cem’ kelime bulunmaz ki o kelime cem’inde ve tasgirinde ve sair tesarifinde aslına muhalif kalınsın. İnde’l-Kufiyyin isim lafzı alamet ma’nasına olan’den müştaktır. Ve aslı’dir. Vav hazf olunup ona ivaz hemze-i vasl getirilmiştir. Bu bir alamet mesabesinde olduğu içindir. Kufiyyun’un bu iştikaka zehabları kıllet-i ilale mebnidir. Fakat kelam-ı Arap’ta sadrı mahzuf olan şey üzerine hemzenin duhulü ma’ruf olmadığından onların bu zehabı reddolunmuş ve kelimeyi naziri ma’hud olmayan bir hale hamletmekten isme kesret-i vat u a’yan murad olursa isim biz-zarure müsemmanın gayrıdır çünkü lafız esvat-ı mukattaa-i gayr-i karreden teellüf ederek ümem ü a’sarın ihtilafıyla muhtelif olur. Bi-enfüsiha kaim olan zevat u a’yan ise ümem ü a’sarın ihtilafıyla muhtelif olmaz. Bir de bazen olur ki teradüfte veyahud isim ile lakap ve künyenin bir müsemmada ictima eylediği mahalde görüldüğü üzere zat-ı vahideden ta’birat-ı adide ile ta’bir olunur vahid ise müteaddidin gayridir. Eğer isim ile şahs-ı müsemma-bihin zat ve aynı murad olursa isim müsemmanın aynı olduğu taayyün eder lakin isim lafzı bu ma’nada nazm-ı celili ile kavl-i keriminde isme tenzih atf u nisbet edilmiş olmasına nakaisten münezzeh olan isme harf ve savt olmayıp Cenab-ı Akdes’in zat-ı aliyyesi münezzeh bulunduğuna mebni isim ile zat-ı aliyye muraddır ve bu da isim-i lafzın Zat ma’nasında isti’mali müştehir bulunduğuna delildir denmesin; Zira Hak sübhanehu ve teala hazretlerinin zat ve Sıfatını nakaisten tenzih vacib olduğu gibi o zat ve sıfat-ı aliyye izasına mevzu bulunan elfazın da su-i edebi müşir halat ve keyfiyatın kaffesinden tenzihi vacib olduğu cihetle bu iki kavl-i kerimde isim ile lafız muraddır. Ve yahud isim kelimesi mukhamdır. Eğer isim ile Şeyh Ebü’l-Hasanü’lEş’ari hazretlerinin re’yince olan sıfat murad ise bu ma’naca çe münkasemdir ki biri müsemmanın aynı diğeri müsemmanın gayrı biri de müsemmanın ne aynı ve ne gayrıdır – Kari’ kıraate şüruu halinde deyip de diye başlamaması yemin ile teyemmünün beynini fark içindir; kavli kasd-ı yemin ile söylenmiş olmaya muhtemel olduğu gibi zikrullah ile teyemmün ve teberrük için irad edilmiş olmaya da ihtimali vardır ama denince bunun kasd-ı teyemmün ve teberrük ile irad edilmiş olduğu taayyün eder çünkü ba-i kasem ancak ya esma’ullahtan bir üzerine dahil olmaz. yahud burada istiane ile maksud olan ma’nayı tahkık ve ta’yin içindir zira istiane bazen Cenab-ı Hakk’ın zatından olur. Bu ma’naca istiane bed’ olunan fi’lin ika ve ihdası üzerine maunet talep etmektir; yani ashabımızdan olan usuliyyun diye tefsir olunup da mümekkine ve müyessireye münkasem bulunan kudretin ifazasını istemektir ki maunet budur maunet avn ve iane ma’nasına masdardır. Ve bazen istiane Hak Celle ve Ala hazretlerinin isminden olur ki bu ma’naca istiane bed’ olunan fiilin şer’an mu’tedünbih olması için maunet talep eylemek demektir bir fiil namı olur. Besmele ile talep olunan maunet bu ikinci maunettir. kavlimizde lafz-ı Celale ile ism-i Celil murad olunarak ba-i carreyi ikinci istianeye veya teberrüke haml mümkün ise de kavl-i mezkur mutlak olarak zikrolunmasından ve alel-husus Rahman Rahim ile tavsif edilmesinden lafz-ı Celale’den Zat-ı Celil murad olduğu zahir olmasına göre ’tan istianenin birinci ma’nası tebadür eylediğine ve halbuki anifen zikredildiği üzere burada talep olunan maunet bu olmadığına binaen hilaf-ı maksada kat’an ihtimal kalmayıp da ba-i carreyi ikinci istiane veya teberrüke hamleylemek taayyün etsin için isim lafzını zikretmek labüddür: Kur’an bizim k ı dve ve pişvamızdır Kur’an’ın [ kavli ile iftitah- ı a’mal ve ef’alimizi bu kavl ile iftitah etmekliğimize bizi irşaddır ve bunun ma’nası esmaullahtan bir ismi teberrük veya istiane tarikıyle zikrederek a’mal ve ef’alimizi o isim ile iftitah etmek demek olmayıp belki bu ibare aynen matlubdur. Bu gibi ta’bir ve isti’maller bütün ümem nezdinde me’luftur. Bir kimse bir işi kendine nisbetten tecerrüd ve insilah eder surette bir hükümdar veya uzemadan biri için işlemek kümdarın veya büyük zatın ismini zikreder. Bazı devletlerin mehakim-i nizamiyyesinde dahi hükümdar olan zatın evvela him olan Allah’ın ismiyle işe başlarım demek o işi onun emriyle ve onun için işlerim yoksa benim için ve benim ismim hazz-ı nefsim için değildir demektir. Burada bir vecih daha var o da başladığım işe kudret Cenab-ı Hak’dandır eğer bana kudret ihsan etmeye idi bir şey yapamaz idim ma’nasını murad etmektir bu ma’nanın lafzı ile tamam olduğu nümayandır. Hasıl-ı ma’na: Ben bu işi ismim ile olmaktan teberri ederek mücerred nam-ı pak-ı İlahi ile işledim zira ben ondan kuvvet ve inayet istimdad eder ve lutf u ihsanına ümid-var olurum eğer bu olmasa ben bu işe kadir olup da işleyemez olmadıkça işlemezdim demektir. Bu kavl-i kerimde gerek isim lafzının ve gerek lafz-ı Celale’nin ve gerek Rahman Rahim lafızlarının ma’naları muraddır kavl-i mezkurda başka suretle tasarrufata kalkışmak tekellüf ve temehhuldür. Fatiha-i Şerife’de besmelenin ma’nası: Kur’an’da ahkam ve ayat ve saireye dair ne gibi takrir olunursa cümlesi Allah için olup Allah’tan başka hiçbir ferdin onda bir şeyi yoktur demektir – A . nazm-ı celilinde olduğu gibi resm-i hatt-ı besmeledeki ismin elifi tahrir ve kitabette isbat olunmasını olması besmelenin kesret-i isti’malinden naşi tahfif içindir maamafih elifin kitabetten terk olunmasına bedel besmelenin ’ sı tatvil edilmiştir. Bazılar dedi ki banın tatvil edilmesi elife ivaz ve bedel olduğu için değil belki Kitabullah’ı büyük harf ile iftitah etmeyi arzu eyledikleri içindir. Ömer bin Abdülaziz hazretleri katiplerine der idi ki Kitabullah’a ta’zimen ve besmeledeki isim ile murad olan Esmaullah-i muazzamanın celaleti piş-i mütalaaya alınarak ism-i şerifin tefhimini muhafazaten besmelenin basını tatvil ve harf-i sinin esnanını izhar ve mimini tedvir edin. – – – Doktor Dozy bu sername tahtında ber-vech-i ati maksad-ı aslisine şüru’ etmiştir: “An’ane-i İslamiyye’ye göre Muhammed sav senei miladisi Nisan ayının’nci günü doğmuştur. Bu tarih sırf rih-i hakıkısini asla bilmemiştir. Çocuk dünyaya gelmezden evvel pederi Abdullah bir Mekke kervanı ile Suriye’ye gitmişti. Avdetinde hasta düşerek yirmi beş yaşında olduğu halde Medine’de vefat etti. Birinci evladına büyük bir şey bırakmadı. Bütün serveti beş deve! Birkaç koyun ile bir köleden ibaret idi ki takriben iki bin frank teşkil ederdi. Familyasına gelince Mekke’de bazı mertebe i’tibara mazhar ve hüccaca vermek için suyunu çekmek hakkıyla meşhur Zemzem Kuyusu’na malik idi. Fakat ne en ziyade asillerden ne de en ziyade sahib-i nüfuz u kudret olanlardan değildi. Müttefikleri ve mahmileri pek az idi. O zamanda ailelerin kudret ve nüfuzunu ise bunların adetlerine göre takdir etmek lazım gelir. Muhammed sav altı yaşında olduğu halde pek asabiyyü’l-mizac ve pek hararetli bir kadın olduğu anlaşılan validesi Amine’yi kaybetti. Yetim ve öksüz çocuğu büyük pederi Abdülmuttalib yanına aldı. Abdülmuttalib onu pek seviyor ve bizzat kendi evlatlarından daha ziyade mazhar-ı i’tina ve himaye ediyordu. İki sene sonra büyük pederi dahi vefat edince amcası Ebu Talib’in yanına geçti.” rafane olarak serd-i kelam etmek hasletiyle tavsif ve asar-ı fazılane sahibi diye medh ü ıtra ile sit-i fazlını ayyuka çıkarmaya çalıştığı Dozy’nin viladet-i seniyye ve neseb-i pak-i risalet-penahi hakkında ibraz eylediği vukuf ve kullandığı ta’birat-ı sahife ile de mahiyeti temamen tezahür etmektedir. Bil-mukayese merkumun ne kadar mütehavin ne mertebe şerir bir garazkar olduğu icmalen anlaşılmak için evvela Fransalı Mösyö “Sidyo”nun bu mebhas-i aliye dair kelamını tercüme ve nakledelim. Badehu kütüb-i İslamiyye’den icab eden vesaiki beyan ile tahkık-i makam eyleyelim. “Abdülmuttalib bin Haşim’in –ki miladın senesinde tevellüd ile’den senesine kadar. Mekke’de hükumet-i uzmaya mümaris olup vatanını Habeşiler’in garet ü lesinin reisi Cenab-ı Vehb bin Abdi Menaf’ın kerimesi Amine’yi tezevvüc etmişti. Zifaf vukuundan sonra Abdullah hazretlerinin cebin-i mübarekinde lemean etmekte olan nur-ı Muhammedi Cenab-ı Amine’ye intikal ettiği rivayet-i sahiha ile sabit ve ma’lumdur. Müşarun-ileyhadan miladın senesinde şehr-i Ağustos’a musadif Rebiü’l-evvel’in on ikisinde Nebiyy-i Zişan sav hazretleri mehd-ara-yı alem-i şühud oldu. Pederleri Abdullah viladet-i seniyyelerinden iki ay akdem vefat ederek kendisine yalnız beş deve ve “Ümmü Eymen” nam cariye-i Habeşiyye’yi terk etmişti. Altı yaşına baliğ oldukları sırada valideleri Amine de vefat edip ceddi Abdülmuttalib himayesinde kaldı. Kendisi mahtun u mesrur yani kudretten sünnetli ve mübarek göbeği kesilmiş olduğu halde tevellüdleri hasebiyle ve görmüş olduğu rüyalar ve ehl-i ilim tarafından ta’yin olunan –nübüvvete dal– alametleri şehadetine binaen Abdülmuttalib “Bu oğlumun şanı pek büyük olacak” diye gayet vefat edip Hazret-i Muhammed amcası Ebu Talib’in himayesine geçti. On üç yaşına erdiği esnada Ebu Talib ticaret maksadıyla Şam’a gitti kendisini de birlikte götürdü. Mekke’de bırakmaya kıyamadı. Basra’ya Havran civarına vusulleri esnasında Bahira nam rahip kendileriyle mülaki olup “Biraderzadeni beldenize tıfl-i mübareğin şanı azim olacaktır” demesi üzerine Ebu Talib Şam’a gitmekten feragat ve umur-i ticaretini orada ikmal On dört yaşında iken de Kureyş ve Kinane ile Hevazin kabilesi meyanelerinde Ukaz nam mahalde vuku’ bulan “Harbü’l-Ficar” esnasında amcası ile beraber bulunmuşlardı. Muhammed sav sinn-i rüşde baliğ oldukta hilm ü mürüvvet sıdk u emanet ile beynennas mümtaz mehasin-i ahlak gayet nezih olarak yaşamakta olması hasebiyle kavmi arasında “el-Emin” unvanıyla yad olunurdu. Kendisinin ez-her cihet eminliği ve ahlak-ı marziyye ile ma’lum oldukta onun tarafından gulamı Meysere ile beray-ı ticaret Şam’a azimet buyurması arz u teklif olunarak muvafakat etmişti. Bu kadın sahibe-i emval olup bil-vasıta ticaretle iştigal ederdi. Hazret-i Muhammed bu seferlerinde büyük bir kazançla avdet etti ve Meysere yolda müşahede ettiği keramatını Hadice’ye ihbar etmekle ulviyet-i şanını bir kat daha anlayıp bu kere bil-vasıta teklif-i izdivaçta bulundu. Kadın kırk yaşına karib olduğu halde kendisi henüz yirmi beş yaşını ikmal etmişti. Yirmi adet genç deve mehir mukabelesinde tezevvüc in’ikad etti. Hicretten üç sene evvel muma-ileyhanın tarih-i vefatına kadar birlikte yaşamışlardır. Buraya kadar Sidyo Tarihi’nden me’huzdur. Artık nevbet-i kelam bize geldi. Müsteinen billah söze başlıyoruz. Kütüb-i siyer ve ehadiste vesaik-i kat’iyyeye müstenid bulunan beyan-ı sahiha şöyle dursun balada menkul kütüb-i ecnebiyye münderecatı nazar-ı i’tinaya alınacak olursa Dozy’nin ifadat-ı mezburede vücuh-i adide ile kizb ü hatası nümayan olur. Milad-ı Isa’nın “ ”inci senesinde viladet-i Nebeviyye şeref-vukuu Sidyo’nun ariz ü amik tedkıkat ile vücuda getirdiği eserinde musarrah bulunuyor. Maahaza an’ane-i mu’teberatta İskender-i Kebir’in vefatından i’tibaren “ ” sene mürur etmiş olması mezkurdur. Bilcümle Kütüb-i İslamiyye’de muharrer ve müberhen olduğu üzere Resul-i Efham efendimiz hazretleri Vak’a-i Fil sene-i ma’lumesinde Mekke’ye tasallut eden ashab-ı Fil’in Ka’be-i Muazzama’yı tahrib ahali-i Mekke’yi istisal u ta’zib maksadıyla müteaddid filleri bi’l-istishab kıt’a-yı Hicaziyye’ye hücum eden “Ebrehe” Ordusu’nun bir suret-i harikada helak ve izmihlalinden elli gün mürurunu müteakib şehr-i Rebiü’l-evvel’in on ikinci Pazartesi günü pertev-bahş-ı alem-i vücud olmuşlardır. Sene-i mezkure gayet feyizli ve bereketli bir sene olmakla fetih ve ibtihac senesi diye yad olunur. İşte görüldüğü üzere bu beyan-ı kat’i meyanında ne tarih-i milad ne de tarih-i İskender zikrolunmamıştır. Yalnız o senenin Rebiü’l-evvel’i şehr-i Nisan’a musadif olduğu mervi ve bu tesadüf gayet mu’teber bir İngilizce tarihinde de musarrahtır Bu halde viladet-i seniyye miladın her kaçıncı senesine musadif olursa olsun beyanımıza halel getirmez. Kezalik Nisan veya Ağustos aylarının birinde vaki olmayıp şühur-i Rumiyye’nin diğer birinde olsa bir şey lazım gelmez. Vak’a-i Fil tevatüren menkul vakai’-i azimeden olup mahza kudret-i kahire-i Rabbaniyye ile neticelendiği bütün halkın ma’lumu bir keyfiyet olmakla kavm-i Kureyş’e imtinan makamında nazil olan sure-i mahsusada Resul-i Ekrem efendimize hitaben “Ashab-ı Fil’e Rabb’inin icra ettiği muamele-i ukubet-karaneyi müşahede etmiş gibi teyakkun etmedin mi?” ma’nasına buyurulmuştur. Vak’a-i mezkurenin bu suretle neticelenmesi risalet-i Muhammediyye’nin mukaddematından irhasat-ı nübüvvet cümlesinden olduğu emr-i aşikardır ki bi’l-ittifak viladet-i seniyye sene-i mübarekesinde vakı’ olmuştur. Bu garazkar Doktor’un kütüb-i İslamiyye’de musarrah tarih-i viladete vukuf-ı ıttılaı tabii olduğu halde buna dair söyleyecek söz bulamadığı ve behemehal saded-i asliye i’tiraz hetle zikrolunan tarih-i miladi an’ane-i İslamiyye muktezası gösterip “bu tarih sırf i’tibaridir” demesi hakka ki gülünecek şeylerdendir. Bunun daha acibi lisan-ı akilden suduru istib’ad olunan şekl-i muayyebi buna ilave ettiği “Bizzat Muhammed sav bile belki viladetinin tarih-i hakıkısini asla bilmemiştir” sözleridir. Mütercim-i mütecasir nazarında acaba bu sani’i de bir eser-i irfan derin bir im’an addolunmaya şayan mıdır? Doğru düşünenlerce asla böyle değildir. Belki bilakis öyle kavl-i mücerred ile vesaik-i mu’tebereyi tezyife yelteniş hadd-i zatında büyük bir nadanlık aklen ve adeten bilinmesi zaruri olan bir hakıkate dair alakadaranın adem-i vukufunu addolunmaz. Beyne’n-nas az çok haiz-i iştihar olan zevatın tarih-i viladetleri alelekser ma’lum olursa daha viladet-i seniyyeleri esnasında pek çok havarik zuhuruna binaen celb-i enzar-ı dikkatten hali olmamakla beraber hengam-ı sabavetlerinden tab’ın ileride şan-ı azim ihraz edeceği hakkındaki ihbaratı dolayısıyla da elsine-i enamda mezaya-yı harikası hemişe dair ve mezkur bulunan bir zat-ı şerifin viladeti ayıyla günüyle ma’lum olmamak kabil olur mu? Havarik ü ihbarat-ı mezkure hadd-i tevatüre iktiranla kesb-i kat’iyyet etmiş. Kütüb-i siyer ve ehadiste esanid-i sahiha rasında mütedavil bulunan kütüb-i semaviyyenin Risale-i Hamidiyye’ye dercolunan şehadatına kesb-i ıttıla’ etmek bile haizdir] Ol Hazret’in secaya-yı fıtriyye ve şemail-i ber-güzidelerinden teami ile yalnız maddiyata kasr-ı nazar eden Dozy peder-i ali-güherlerinden büyük bir mirasa nail olmamasını da bir nakısa addederek kemal-i mübahatla kaç franklık malı olduğunu bil-hesap intikada kalkışması be-gayet acib bir udhuke olduğu vareste-i kayd ü izahtır. Maahaza bunda da vukufsuzluğunu göstererek “cariye”yi köle yazmıştır. “Şakran” namında bir Abd-i Habeşi’nin dahi pederlerinden müntakil olması mervi ise de kavl-i raciha göre mezburun bi’l-iştira yahud hibe tarikıyle temellük buyurulmuş olmasıdır. Tarih tekerrürden başka bir şey değildir diyenler ne doğru söylemişlerdir! Bizim Ferid: “Dünya bir tiyatrodur ki yalnız oyuncuları değişir; yoksa oyunlar aynıdır” der. Hakıkat öyle! Bir nazar-i im’an hali maziden pek az farklı bulur: Hep o çenlerde lisanı tasfiye edelim yahud etmeyelim mes’elesi meydan aldı. Her iki fırka o kadar ileri gitti ki aralarını bulmak kabil olamadı. Evet bir kısmı rahmetli Veysi’nin devrini Osmanlılar için pek yeni olan hiç işlenmemiş yaratıldığı gibi kalmış bir lisan getirmek hevesine kapılıyordu. Her iki taraf bir yığın davalarla delillerle ortaya atılarak zaten tezebzübden kurtulmayan efkarımızı büsbütün karıştırdı. Lisanımızı da şivemizi de imlamızla omuz öpüşecek bir hale getirdi. Vaktiyle Hüseyin Daniş Efendi isminde bir zat Servet-i Fünun’a “leyl-i müdelhem”li “leyl-i mükefher”li şiirler yazar Makamat-ı Hariri’yi okumuş olmayanlar benim sanihatımı varsınlar anlamasınlar demek isterdi. Yine bu zat “perenk” kelimesini kullanır fakat kari’lerinin yalnız Fransızca bilenlerine merhamet ederek sahifenin altına “bu kelime bijou mukabilidir” tarzında bir haşiye düşerdi! Bugün de İkdam gazetesinin başında bir takım makaleler görülüyor ki Türkçe kelimelerin yanı başlarında Arapçalar’ı olmasa zavallı ümmet-i merhume hiçbir şey anlamayacak! Meclis yerine “kurultay” meb’us yerine “yalvaç” a’yan yerine “aksakal” hal yerine “idemük” can yerine bilmem ne! Kelimeler böyle. Şiveyi nakle ise imkan yok. Şüphesiz bu makaleleri yazan adamın bir maksadı hem de hayırlı bir maksadı olacaktır. Evet bu maksad Osmanlılar’ın lisan-ı resmisi olan Türkçe’yi bütün dünyadaki Türkler’in anlayabileceği bir hale getirmektir zannederim. Lakin azıcık insaf edelim ki tutulan yol oraya gider mi? Hepimizin bildiği hem başka bir lisandan alınma olduğunu hatırına getiremeyecek kadar iyi bildiği kelimeleri unutturarak hiçbirimizin bilmediği ta’birleri kabul etmek suretiyle mi lisanımızı sadeleştireceğiz? Meb’usun ne olduğunu elhamdülillah iki senede öğrendik; şimdi bir de yalvaç mı öğreneceğiz? Meclis kelimesini Rumeli’nde Anadolu’da bilmeyen işitmeyen kimse yoktur; yalnız bazı yerlerde mencilis derler ki o da aslından pek farklı değil. Yani meclis diyen adamı mencilis diyenler pek kolay anlayacağı gibi mencilis lafzının fasihini de okur yazar takımı derhal bilir. ama bu kelimeyi bize kaç senede öğretebileceksiniz? Bugün hal deyince anlamayacak bir Türk bir Osmanlı var mıdır? Doğrusu ben makale sahibinin iyi bir niyet beslediğinden emin olmasam mutlaka bu zat lisanı tasfiye etmek isteyenlerle eğleniyor derdim. Evet lisanın sadeleştirilmesi farzdır. Gazetelerde zabıta vukuatı öyle ağır bir lisanla yazılıyor ki avam onu bir dua gibi dinliyor. “Mehmed Bey’in hanesine leylen fürce-yab-ı duhul olan sarik sekiz adet kaliçe-i giran-beha sirkat etmiştir” deyip de “Mehmed Bey’in bu gece evine hırsız girmiş sekiz halı çalmış” dememek adeta maskaralıktır. Avamın anlayabileceği meani avamın kullandığı lisan ile eda edilmeli; lakin bir icmal siyasi Çağatayca yazılmamalı. Çünkü iki taraf da anlamayacak! Lisanımız bu hale gelebilmek için asırlar geçmiş. Bunu bir senede yıkıp yenisini yapmaya çalışmak garip bir teşebbüs olmaz mı? Bir mu’teriz diyebilir ki: İyi ama siz tabii bir Türkçe olmadığından şüphe edilmeyen bu lisanınızı muhafazada devam ederseniz zararlı çıkacaksınız. Çünkü sizi Buhara’daki Sibirya’daki Kırım’daki Kafkasya’daki Türkler anlayamayacak. Halbuki buna İkdam’ın lisanını işletirseniz o zaman bütün Türk unsuru birbirinizi anlayacaksınız. Bugün en ma’ruf bir müellifinizin eseri ancak iki üç bin kari’ buluyorken o zaman iki üç yüz bin tane basılacak. O kadar kari’ bulacak. Çünkü bu saydığınız memleketlerin Türkler’i birbirinin yazdığını anlamıyor ki... Evet Osmanlı olmayan Türk unsuru arasında hepsinin anlayacağı müşterek bir lisan-ı tahrir olsaydı belki biz de mümkün olsun muhal olsun cemaate katılmak arzusunu gösterirdik. Rusya’dan gelen Türkler’in akilleri tirin ıslah edin biz onu kabul edelim; yoksa sizin bize uymaya heves etmeniz ma’kul değildir” diyorlar. Kırım’da çıkan Tercüman gazetesinin eski lisanıyla şimdiki arasında ne büyük fark vardır. İşte o gazete bizim Osmanlı Türkçesi’nin iyi taraflarını almak suretiyle hem dilini başkalaştırdı hem de o havalideki Türkler’i bizim Türkçe’ye biraz alıştırdı. Artık fen lisanından edebiyat lisanından bahsetmeyi başka bir güne bırakacağım. Muhterem kari’lerimizin mütalaalarını beklerim. Bu hutbeyi Ünye Kazası’nın cami-i kebirinde bu hafta okudum namazdan sonra Türkçe’ye tamamıyla tercüme eyledim ziyadesiyle fayda hasıl olduğunu hissettim. Meclis-i Meb’usan’ın Mayıs sene tarihindeki’inci hayrü’l-enam olan Medine-i Münevvere’den çekilen bir telgrafname okunmuştu. Gazetelerde sureti görülen bu telgrafname şehr-i mübarekte medeni ve bedevi . kişinin yekdil ve yek-zeban olarak “Girid’in harita-i Osmaniyye’den tayyine karşı edilecek ufak bir tasavvura umum müslümanların canlarını feda etmekle mukabele eylemeleri akdem-i vecaibden bulunduğu için bu hususun şebeke-i Resulullah’ta yemin ile tekrar takviye edildiğini” yani Girid giderse tekmil alem-i İslam’ın alem-efraz-ı kıyam olacağını bildiriyordu. Ağlaya ağlaya okuduğum şu vesika-i teahhüd bana yine o belde-i tahirede ta Asr-ı Saadet’te vuku’ bulmuş olan bir ictimaı hatırlattı. Düşündüm. Bu iki ictima ne kadar birbirine benziyordu adeta cüz’i fark ile yekdiğerinin aynı bulunuyordu. time çekilmesi ve bir zulm-i şeniin vukuuna meydan verilmemesi tikamı alınması ve havene-i eşkıyanın tepelenmesi içindi. O vakitki . şimdiki . kişinin toplanması kime karşı tarafdarlarına karşı idi. Hicret senesinin’inci yılı idi ki Peygamber-i Halik u Hadi-i halaik sav efendimiz tarafından birer name-i hümayun riliyor cümlesi tarik-i hak ve hidayete da’vet ediliyordu. Rum Kayseri Herakl’ın Basra valisi bulunup tanassur etmiş olan Haris bin Ebi Şemru’l Gassani’ye bu meyanda ashab-ı kiramdan Haris bin Umeyrü’l-Ezdi vedaatıyla bir mektup irsal buyuruldu. Bu sefir-i kebir esna-yı seferde Mu’te mevkiine nazil olunca oranın –yine kayser himayesinde bulunan– emiri Şurahbil bin Amru’l-Gassani tarafından tevkif ü hüviyet ü me’muriyeti anlaşıldığı halde zulmen ve gadren şehid edildi. Hükumat-ı beşeriyyenin bidayet-i teşekkülünden beri pek nadir ika’ edilen “elçi katli” gibi bir cinayet-i azimeyi irtikab eyleyen bu me’lun Gassani Hükumeti’nin erike-nişin-i termiş ve dinsizliğinde yapamadığı mel’anete hıristiyan olduktan daha doğrusu ahlak hususunda tamamıyla Rumlaştıktan sonra ictira etmiş bir vicdansız idi. Haris bin Umeyr’in fecia-i katli Medine’de intişar edince gerek Zat-ı Peygamberi gerek ahali-i beldetü’n-Nebi son derecede müteessir oldu. Zulüm ve udvana karşı meb’us bi’s-seyf olan sipehdar-ı enbiya aleyhi efdalü’s-salavat u efdalü’t-tehaya efendimiz derhal cihad fi sebilillahı i’lan ve ahz-ı intikam ile i’la-yı satvet-i kin-i evvelinden Zeyd bin Harise hazretlerini “emirü’l-ceyş” ta’yin buyurdular. Zeyd şehid olursa –ibni ammü’n-Nebi– Ca’fer bin Ebi Talib’in o da ihraz-ı şehadet ederse –şuara-yı Peygamberi’den– Abdullah bin Revaha’nın o da şerbet-i şehadeti mir eylediler. Cumade’l-ula’sında Medine’nin Hassa Meydanı’ndaki minden tam sene evvel yine Cumade’l-ula içinde şehr-i Mualla’nın Cürüf mevkiinde ictima’ ederek fi sebilillah muharebeye bizzat huzur-ı Peygamberi’de söz vermiş üç bin mücahid duruyordu ki Şam havalisine Mu’te üzerine Rumlar ve tarafdarları aleyhine yürüyecek ordu efradı idi. Cebhe-i iman gibi pak ve dirahşan bir liva-yı beyzayı hamil bulunan Zeyd hazretlerinin kumandasındaki bu ketibe-i zafer sultanü’l-mücahidin efendimiz tarafından Seniyyetü’l-Veda’ mevkiine kadar teşyi’ buyuruldu ve o fedakar orduya hitaben Haris bin Umeyr’in katledildiği mahalle gidin. Evvelce kanlıları ittiba’-i İslam’a çağırın. Tebeiyet gösterirlerse ne a’la. Olmadığı surette Cenab-ı Hak’tan bi’l-istiane besmele ile mukateleye başlayın. Sebil-i İlahi’de küffar ile gaza edin lakin gadr etmeyin ve mütecavizane davranmayın. Çocukları kadınları ihtiyarları ihtiyar-i inziva etmiş rahipleri öldürmeyin. Hurmalıklara girip ağaçları kesmeyin ve binaları yıkmayın.” mealinde bir hutbe irad eyledi. Sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem hazretlerinin muavedetinden sonra ordu hareket etti. Vadi’l-Kura’ya varınca –kıyam-ı İslam’ı haber alan Şurahbil’in topladığı haşeratın mukaddimesini teşkil eden– Sedus bin Amr’ın fırkasıyla karşılaştılar. İlk muhacemede Sedus maktul ve maiyyeti mahzul oldu. Safi merhumun: Bak bak gidiyor şan ile bir cünd-i İlahi Olmaz mı bu askerlerin Allah penahı Şiran-ı cihan müttefikan bir yere üşmüş Feth ü zafer etmiş de tecessüm yola düşmüş beyitlerinin ma-sadakı olan bu leşker-i zafer-perver Maan’a gelip iki gece istirahat etti. Orada iken Şurahbil ile Kayser’in müttefikan iki yüz bine karib askerle vürud etmekte olduğu haber alındı. Şu müdhiş haber ordu erkanını bir meclis-i meşveret akdine mecbur bıraktı. Esna-yı müşaverede Medine’ye “ihbar-i keyfiyet ve taleb-i muavenet” gibi sözler deveran etmeye başlayınca şemşir-i hun-feşanı da tiğ-ı zebanı kadar ateş-bar olan Abdullah bin Revaha cihangirane bir tavır ile kılıcına dayanarak “Ey nas! Biz kuvvet ve kesretle değil Allah’ın mahz-ı keremi olan Din-i Mübin’e i’timad sayesinde harbederiz. Ya zafer ya şehadet emeliyle seyrimize devam eyleyelim” dedi. Şu kahramanca sözler bi’l-ittifak kabul olundu. Mütevekkilen alallah yürüdüler. Vakta ki Mu’te’ye gelindi. Serapa zırhlara büründükleri halde korkularından boyları kadar uzun kalkanlar arkasında gizlenmiş Rumlar’la onların padaşı olan mutanassır ve müşrik Araplar’dan mürekkep gayet kalabalık bir ordunun orada aram-saz olduğu görüldü. Hemen teşkil-i sufuf edilerek muharebeye başlandı. Hazret-i Zeyd birçok mukateleden sonra göğsüne saplanılan bir mızrağın te’siriyle hak-i şehadete serildi. Derhal makamına Ca’fer bin Ebi Talib geçerek liva-yı İslam’ı dest-i haşimanesine aldı. Mızrak mızrağa kılıç kılıca hatta boğaz boğaza uğraşıldığı esnada arkasından vurulan bir kılıçla sağ bileği düşürüldü. Hemen sancağı sol eline aldı. Va esefa ki biraz sonra yine zahrından gelen bir darbe sol bileğini de uçurdu. Şayan-ı hayrettir ki kesik kollarıyla sancağa sarılıp kumanda mevkiinden ayrılmadı. Bilekleriyle göğsünde ve omzundaki yetmişi mütecaviz cerihadan çeşme gibi kanlar aktığı halde sebat ediyor ve maiyyetine numune-i şecaat oluyordu. Nihayet titremeyen kalbine isabet eden bir mızrak o dilir-i şir-efgenin delik deşik olan cismini zemin-i fenaya uzattı. Yerine geçen Abdullah bin Revaha da fedakarane ve serbazane çalıştıktan ve bir çok darbe ve ta’ne ile yaralandıktan sonra sancakla beraber düştü. Ashab-ı Bedir’den olup o ma’rekede kılıç sallayan Sabit bin Akram koştu. Liva-yı İslam’ı i’la ve o gün elinde dokuz tane kılıç kırılan Halid ibn’ül-Velid hazretlerine teslim etti. Rumlar’ın kara bulut gibi etrafı ihata etmelerinden müslümanlar vaktin geçtiğini anlayamamışlardı. Düşman askerinin çekilmesi üzerine akşam olduğunu gördüler. Mücahidin ordusundan üç kumandanın birbirine peyrev olarak azm-i cinan etmesi Rumlar için vasi’ hülyalara meydan açmıştı. Ertesi gün bir çevirme hareketiyle Araplar’ın hepsini katl ü esir edeceklerine dair şarap neşvesiyle: Mestanelerin birbirine arz-ı niyazı vadisinde atıp tutuyorlardı. Lakin sızıp ayıldıktan ve gözlerinin çapaklarını sildikten sonra dün karşılarında gördükleri müslümanların yerinde başkalarının bulunduğunu müşahede edince şaşırdılar Araplar’a Halbuki Cenab-ı Seyfullah Rumlar’ı şaşırtmak için ordunun ğından bi’l-istifade zemin ve asmanı inleten “Allah Allah” nidasıyla şiddetli bir hücum gösterdi. Herifler müdafaaya meydan bulamadı ilk saflardan sıvışmaya kalkıştılar. Pişdardan kaçanların firarı dümdara kadar te’sir etti. Avn-i Rabbani denecek derecede kalilü’l-efrad olan müslüman ordusuna dayanamadı. sırrı aşikar oldu. Emir-i şeci’ bu kadar te’dib ile iktifa ederek ve kaçanları kovalamaya tenezzül etmeyerek muzafferane Medine’ye döndü. Şu vak’a hulasa edilince anlaşılır ki: Peygamber-i mekarim-perver efendimiz efrad-ı müsliminden bir zatın gadren katli üzerine cihad i’lan buyurmuş zaleme üzerine giden askere çocukların kadınların ihtiyarların hatta papazların taarruzundan masun kalmalarını tenbih etmiş; üsve-i Resulullah’a iktida eden ashab-ı kiram da –hamiyyet-i diniyye ve kuvvet-i kalbiyyeleri sevkiyle– a’dad ve techizat nokta-i nazarından kendileriyle nisbet kabul etmeyecek derecede cesim bir orduya karşı durmaktan çekinmemiş üç tane emir-i dilir zemin-i şehadete uzanmayınca mevkiini terk etmeyecek kadar vazife-şinaslık göstermiş nihayet va’d-i Rabbani’sinin hükmü aşikar ve Rumlar’ın asker-i bi-sebatı du-çar-ı firar olmuş. Bu hülasayı elde ettikten sonra bir de milletin kalb-i cerihadarı olan Girid’i gird-bad-ı istibdad ile girdab-ı mezalime uğramış yegane ümid-i necatı bulunan liva-yı Osmani şeklinde bir teneke parçasına sarılmış Avrupa sahillerinden kopup gelen mütehalik ve mühlik cereyanlara kapılmış. Akdeniz’in kara ve kanlı suları arasında tab u tüvanı kesilmiş olan çırpınan o kazazedeyi ve saha-i cidalinde vuku’ bulan vahşiyane zulümleri düşünelim: Mahmur ufukları dima-ı şühedanın aksiyle pembeleşen saf menbaları eytam ve eramilin gözyaşıyla çağlayan cibal-i aliyesi ecdadımızın izam-ı baliyyesiyle yükselen binlerce kahramanın kan bahası olarak Osmanlı Memaliki’ne zamime kılınan bu dilnişin fakat müslüman kanıyla hunin cezire küfran-ı ni’mette pek ilerleyen birtakım alçakların harekat-ı ümid-bahşasından ufacık bir hükumetin matmah-ı ihtirası oluyordu. Kralının münasebat-i ailiyyesinden harita-i alemde muhafaza-i mevki’ edebilen bu hükumetcik düştüğü hırs-ı geda-çeşmane ünvanını taşımalarından askerliğin istihya edeceği– bir haydut çetesi bir canavar sürüsü gönderdi ki ser-gerdeleri ma’hud Vasus Cenabları! idi. Bu çete bu sürü yakıp yıkıyor ısırıp paralıyordu fakat kimi? Sekene-i müslimeyi a’dasına bile rıfk ile muameleyi sevkettiği askere tavsiye buyuran Peygamber’in ümmetini. O Peygamber-i zi-şan Rumlar’ın çocuklarının kadınlarının tecavizler bu şakıler müslüman çocuklarının beşikte yatarken başını kesiyorlar müslüman kadınlarının karnını yarıp meşimede çocuğunu doğruyorlar müslüman ihtiyarlarını istirahatgahında Biçare müslümanların uğradığı bu felaketlere hükumet-i müstebidde bile tahammül gösteremeyerek bu azgın canavarların saik ve müşevviki olan hükumete i’lan-ı harb etti. Asker-i İslam Din-i Mübin’in kuvveti ve Cenab-ı Hakk’ın Atina’ya kadar ilerledi. Sonra bilmem nasıl oldu? Kazanılan yerler kaybedildiği gibi pay-ı tecavüzden kurtarılmak istenilen Girid de düvel-i hamiyyenin taht-ı vesayetine girdi. Epeyce devam eden vesayetleri esnasında oradaki şımarık Rumlar’ın harekat-ı küstahanesinden usanan hami devletler askerlerini çekip adanın hüsn-i idaresini! mahalli hey’et idaresine bıraktılar. Şu halden bütün bütün şımaran ve tamamıyla Rumlardan mürekkep olan kuvve-i icraiyye millet ve hükumet-i Osmaniyye’nin müteaddid protestolarına rağmen da’valarını Atina mahkeme-i temyizine göndermekten posta pullarına Kral George’un resmini yapmaktan hatta meclis-i umumide Yunan hükümdarı namına yemin etmekten hatta... hatta Girid’in Yunan’a iltihakını i’lan eylemekten ve şu edepsizliklere mani’ olmak isteyen müslümanları kemal-i hakaretle tard ve tahkire kalkışmaktan utanmadılar. Ey ümmet-i Muhammed! Peygamberimiz bir kişinin katli üzerine bir kavme i’lan-ı harb etti. Medine-i İslam’a tecavüz emelini besleyenlere can-siperane müdafaatta bulundu. Biz de o Peygamber’in ümmeti ve üsve-i hasenesine muktedi değil miyiz? Şimdiye kadar Girid’de dökülen müslüman kanlarının oturacak mıyız?! Hadi intikam mes’elesini Azizun Zü’ntikam’a bırakalım. Girid’in vatanımızın o mühim parçasının Yunan gibi mevcudiyeti yaygarasından anlaşılan bir hükumete iltihakına rıza gösterecek miyiz? Girid mes’elesi Osmanlılar’ın ve müslümanların ırz u namus ve din ü iman mes’elesi değil midir? Buna tahatti edenlerin her kim olursa olsun kahr-ı mezalim-suz-ı ilahinin timsal-i metini bulunan müslüman kılıcına Osmanlı tüfeğine uğraması lazım gelmez mi? Efkar-ı Osmaniyye ve İslamiyye’nin bu suallere “evet” diyeceğine değil dediğine vahdaniyet-i İlahiyye hakkındaki tercümanı olarak yazdığım bir manzumede: Olmayınca sinemiz toptan tüfekten çak çak Senden almak düşmana kabil değil bir kabza hak Uğraşırken hıfzına olsak da hep birden helak Bir girilmez kal’adır serhaddine ebdanımız Ey vatan ey sevgili ma’şuka-i vicdanımız Hıfz-ı aktarınladır evladına zevk-i hayat En ufak bir uzvunun kat’ı bize ani memat Bir iki devlet değil kalkışsa cümle kainat Dönme yok ölmekledir ancak senin-çün şanımız Ey vatan ey sevgili ma’şuka-i vicdanımız demiştim. Memalik-i Osmaniyye’nin her tarafından tevali edegelen telgrafnameler sözlerimin sıhhatini ve isabetini isbat ediyor. Binaenaleyh deriz ki: Osmanlılar vatanlarını hıfzetmeyi onun ecza-yı mütemmimesinden bulunan Girid’i kat’iyyen vermemeyi yahud bu uğurda ölmeyi göze almışlardır. Müdafaa-i hak için mevti istihkar edenlerle celb-i menafi’ zımnında hayatı muazzez sayanların netice-i mübarezesini şu cümle-i meşhure gösterir. Tahirü’l-Mevlevi kelimesi yerine yazılmıştır. Buhari Tarihin kaydedebildiği her vak’a isbat ediyor ki beşeriyet: Meşime-i ihtirasatın birer cenin-i sakıtı olan sefillerden henüz yakasını kurtaramamıştır. Muhit ve tabiatdan zaten bi-zar olarak yaşayan insanlar şu üç günlük hayatın her saatini bir menfaat sefil bir menfaat uğrunda hebaya alışmışlar ve bu sakım i’tiyadatın ma’nevi varislerini insanlığı rahatsız etmek için yirminci asra da hediye bırakmışlardır. İşte bu hakıkatten en ziyade muzdarip olan Avrupa bugünkü techizat-ı askeriyyesine medyun olduğu huzur ve rahatını yarın belki de pek yakında ihlale çalışan bir mes’ele-i ictimaiyye karşısında yine kuvvetle def’e teşebbüsten başka çare bulamıyor; fakat biliyor ki bir gün o kuvvet de bu intizam-şiken halet-i ruhiyyeden zayıf düşecektir. Ve işte ancak o zaman hürriyeti çergi hayatı kadar bi-kayd farzeden felasife! beşeriyetin nasıl tefelsüf değil nasıl tefessüh ettiğini görecektir. Avrupa’da mücadele-i hayatın aldığı bu şekl-i mezheb altından başka melce’ tanıtmak istemeyen muhteris emellerin baziçe-i kahrı olmaya yanaşmıştır. Zavallı şarklıların kendilerini toplamak istediği bir sırada garbın bu fena mahvedici ahlaklarından sakınması muhafaza-i hayatı namına elzemdir. Çünkü biz daha ne fikren ve ne de maddeten o kadar terakkı etmişizdir. Midemizin henüz garp yemeklerinden bazılarını hazmedemeyecek kadar za’fiyeti vardır. Ve işte sosyalistlik o garp yemeklerine benzer ki onun içinde şeriatin tervic edemeyeceği pek çok maddeler vardır. Bizim için daima muzır olan şeylerin nazar-ı şeriatte daima haram olmasına bu yüzden ne kadar teşekkür etsek azdır. Ve kat’iyyen ümid edebiliriz ki şimdilik hiçbir vechile arz-ı ihtiyaç etmediğimiz bu sosyalistlik memleketimizde herhalde mahdud bir muhite ait olmaktan harice çıkamayacaktır. Çünkü bizde ne o kadar amele vardır ve ne de hayat-ı maişetimiz bu zade-i ihtirasatı beslemeye müsaittir. Din-i Celil-i İslamiyyet la-yemut kanunlarıyla kainatı dı istikbal için pek mahuf olan bir herc ü mercin asarına adalet-i mutlaka nam-ı mevhumuyla hürriyet-i kamile aramak bir hey’et-i ictimaiyyeyi mahvedebilecek kanunsuzluklara sebebiyet verebileceğinden Avrupa’nın güç hal zabtedebildiği bu şımarıkların bizde neşr-i ihtiras edemeyeceklerine katiyyen kail olmalıyız... Ameleye saadet bahşetmek isteyen bu güruha sormalıyız ki; acaba niçin sosyalistliğin revacına hadim gazetelerinde çalışan amelelere fazla fazla ücret vermiyorlar?... Şüphesiz onlarla pazarlık etmişler ve kendi menfaatleri için onların mazarratlarına razı kalmışlardır... Demek ki amelelerin himayesi maksad-ı asli değildir. –Hem bir dine müntesip görmek lüzumunu hissedenlere acırız. Böyle dinden ayrı gayrı bilinmeyen bir mesleğin bir gün yeni kaideleri eski tahammüllerini etrafa saçarsa mesela binlerce müslümanlar miting yaparak “Biz mirası kabul etmiyoruz... Çünkü miras zulümdür. Zenginlik fukarayı ezmektir. Herkes bir olsun” diye bağrışırlarsa acaba i’tikadat-ı diniyyeleri haleldar olmuş olmayacak mıdır?!. İşte sosyalistlikten böyle yalnız dindaşlar mutazarrır olmayacaklardır. Belki yarın; Türkiye’de “şeriat isteriz” feryatlarına mukabil Avrupa’da “müsavat-ı kamile isteriz” figanlarını göklere çıkaracak sosyalistlerden garp da pek büyük bir zarar görecektir. Ne kadar teessüf edilse azdır ki dün şahsı uğruna tarihi alt üst edenlerin ensal-i ma’neviyyesi bugün de mevcuddur. Ve bunlar daima aldanan ve ebediyyen de aldanmaya mahkum kalan safdil insanların önüne daima hamiyyet milliyet yaftasıyla çıktıkça o mevcudiyetten muzdarib olacaklar yalnız yağmacılar değil o zavallı ameledir. Bu bi-payan hırsları neticesiz bırakacak hiç olmazsa biraz ta’dil edecek ma’nevi esaslar mani’ler bulunduğu zamandan beri de bu vicdan-suz ahvalin önünü almak kabil olamıyor... Çünkü o vakitte din perdeleri arkasında gizlenmek maksada kifayet ediyor!... Gören gözlere kafi bir ibret-i müessire teşkil edebilmek ihtiyacında olan bu meslek-i sakım-i serlevha-i ihtilal-cuyanesini taşıdıkça ilm-i ictimaın menfuru olduğu gibi İslamiyet’in de mazhar-ı tervici olamayacaktır. Fitnenin kıtalden daha eşedd olduğunu bildiren Din-i Mübeccelimiz adat-ı muzırra-ı garba inşaallah güzel bir istihkam olacaktır. Çünkü İslamiyet hürriyet-i beşeriyyeyi ve adalet-i mümkineyi müsavat-ı hukukiyyeyi kat’iyyen amir olmakla beraber zulmü sevmez ondan nefret eder ve pay-dar oldukça da ne fukarayı ne de beşeriyetin o zavallı yetimlerini amelelerini üzmek ister. Şair Cevdeti’nin şu beyitleri kafi bir ma’nayı haizdir: Geçen asırlara rağmen bugün de bi-perva Ulüvv-i şan ile Mushaf be-dest-i ulviyyet! Bütün gönüllere bir hutbe-i teselli-za Okursun... İşte sesinde uçar gibi azamet Zira Avrupa’nın milyarlara baliğ olan amelelerine şuradaki beş on amelemizi kışkırtmak insanlığa acımaktan daha başka ma’naları ihtiva ediyor!... Birkaç haftadan beri İstanbul’un her köşesini debdebeli tantanalı i’lanlar doldurmuştu: Tenezzühe gidiniz Bürhan-ı Terakkı menfaatine Yalova’ya seyahat edilecek şöyle olacak böyle olacak... Mesai-i ruz-merre ile yorulan bitab kalan dimağlarımızı hem bir parça dinlendirmek hem de oradaki köylü kardeşlerimizin ahvali hakkında yakından biraz tedkıkatta bulunmak üzere birkaç arkadaş bu tenezzühe iştirake karar verdik. Cuma günü sabahı yeşil yapraklar kırmızılı beyazlı bayraklarla donanmış vapur saat ikide köprüden hareket etti; Haydarpaşa Kadıköy Adalar’a uğrayarak kadın erkek birçok erbab-ı tenezzühü aldıktan sonra yola düzeldi. Vapurun birinci mevkii kadınlara tahsis olunmuştu. Polisler jandarmalar nezaret ediyor herkes kendine cinsine mahsus vakar ve ciddiyetini muhafaza eder gibi görünüyordu. Üç saat sonda Yalova’ya muvasalat olundu karşıcılar arasında yarım pabuçlu püskülsüz fesli çocuklar dökük saçlı yırtık entarili kızcağızların safvet ve ma’sumiyetleri ahval-i ruhiyyeye nüfuz için mühim birer zemin-i tedkık teşkil ediyordu. Herkes nevalesini nakil derdiyle uğraşırken Abdürreşid Efendi o her sınıf halk ile görüşebilen ve herkese kendini sevdiren zat-ı muhterem bu çocuklarla meşgul oluyor onların her birini ayrı ayrı okşuyordu. Hep birlikte hükumet konağına muvasalat olundu. Mütenezzihinden bir zat tarafından zemine münasib bir nutuk irad edildi hürriyetin uhuvvetin müsavatın yaşaması için uzun uzun dualar edildikten sonra Abdürreşid Efendi söze başladı. Milletin çalışmak lüzumundan çiftçilerin ağaların vazifelerinden mekteplerden kuvve-i bahriyyeden bahsetti. Ağalar fevkalade mahzuz olarak hamiyyetleri galeyana geldi; donanma için mekteb-i ibtidai için ianeler verildi samim-i kalbten “Padişahım çok yaşa” duaları tekrar olundu. Birkaç dakika istirahatı müteakip Yalova’nın mesiresi olan Çiftlik’e doğru yola revan olduk. Bini mütecaviz bir kafile. Fakat öyle bir kafile ki erbab-ı dikkat için büyük ibretler büyük dersleri muhtevi... Şurada yüksek yakalı ipek boyunbağlı dar ve ütülü pantolonlu zarif iskarpinli bir şehri; yanında koca kuşaklı aba poturlu koca pabuçlu yahud çarıklı bir köylü... Burada elbisesi muntazam fesi kalıplı şehri bir mektep çocuğu; yanında bez şalvarlı asla kalıp yüzü görmemiş müdevver fesli takunyalı köylü bir mektep yavrusu... Ötede ipek çarşaflı altın iğneli şeffaf peçeli bir kadın dirseklerine kadar çıplak kolları üzerine kadar dökülmüş dantelalarını temevvüc ettiriyor bileklerine kadar eldivenli müteaddid elmas yüzüklerle tezyin edilmiş ellerinden biri zarif altın zincirli bir çanta yahud ipekli saçaklı bir şemsiyeyi sallıyor diğeri de hem fistanının yerde sürüklenen kısmını tozdan çamurdan muhafaza hem de benekli ipek çoraplarıyla sivri uçlu beyaz yahud mavi iskarpinlerini göstermek hizmetini görüyor; müteaddid altın iğnelerle başının tuvaleti te’min edilerek hariçte kaldığı görülememiş! olan zülüflerinin büyük elmas küpeli kulakları altından tedricen kabaran sinesine doğru kadınlığa mahsus bir i’tina ile birbirine takrib edilen iki kısmı bir müselles teşkil edecek kadar küşad edildikten sonra bir altın iğne ile iliştirilmiş rüzgar uçlarını döndürdükçe hem entarisinin fantezileri hem altın saat kordonu gözükmemek! için eliyle kavuşturuyor güç hal ile çenesine kadar yetişen peçesi gerdanındaki siyah yahud mavi kurdelayı göğsündeki elması örtememekten sıkılır gibi görünen Adalı yahud Kadıköylü veya İstanbullu bir kadın; onun yanında kalın yün çoraplı sahtiyan pabuçlu geniş cübbelere benzer dokuma feraceli endamı bellisiz bir köylü kadın ancak gözlerini hariçte bırakan beyaz yaşmağı altından önündeki o şehri müslüman kadınına nazarlarını dikmiş ayağını yoldaki taşa çarpmaktan korumayı unutmuş arasıra sendeler... Bir taraftan müzika diğer taraftan hanendeler sazendeler... Arasıra dört tarafı açık üstü örtülü bir köy faytonu içindeki müşterisini mesela asla vakar-ı askeri kırk yaşında bir zabiti herkesten daha evvel mahall-i maksuda yetiştirmek için dangır dungur sürüklüyor öteden bir otomobil iki frengi kaplıcalardan uçurarak iskeleye götürüyor... Sağda deniz kıyısında mandalar yatmış hem çinenir hem bu yabancı misafirlere büyük gözlerini bir o kadar daha açmış yan yan bakıyor... Solda sabahtan beri ancak üç dizi patlıcanını çapalayan çiftçi yahud bahçıvan alnının terlerini siliyor “Bunlar kim acaba? Niçin buraya gelmişler yine güş keşif mi var yoksa” diye düşünüyor. Ötede tarlada çalışan koca şalvarlı mavi başörtülü kızanlar yol başına koşuyor... Kimisi “Nasıl yabani adam bu köylüler?” diyor kimisi “Frengistan’dan mı geldi bu misafirler?” diye hala tereddütten kurtulamıyor... Birbirinden mütehaşi yekdiğerine külliyen bigane olan bu iki sınıf halk –şehirli köylü– yarım saat zarfında müctemıan Çiflik’e vasıl oldu. Çiftlik dedikleri mahal ağaçlık çimenlik bir yer. Biz nutuklarla konferanslarla biraz gecikmiştik erbab-ı keyf bizden evvel yetişmiş hasırlarını sermiş trapezeleri kurmuş mezelerini hazırlamıştı. Biz de şöyle kenar bir tarafa çekildik. Tenezzüh idaresi vapurdan çıkınca vazifesi bitmiş gibi ne oturacak bir yer tedarikini düşünmüş ne de yiyeceği tan ise çimenlerde kumlarda oturmayı tercih edenler oldu. Her ne ise bunun ehemmiyeti yok. Hanendeler tarafından şuh bir fasıl ile meclis küşad edildi. Sonra muzika başladı. Bazı ashab-ı tenezzüh uzaklara gitmiş tabiatı seyr ile vakit geçiriyor ekser erbab-ı keyf de musikinin bayıltıcı nağmeleri arasında kadehlerini doldurup boşaltmakla itmam-ı zevk ü safa ediyordu. Kadın erkek hepsi karışık. Köylüler üçer beşer dolaşıyor erbab-ı keyf yanına geldikçe yüzleri ekşiyerek birbiriyle bir şeyler konuşuyorlar. Çok dikkat ettim acaba köylülerle şehirliler yekdiğeriyle bir vatan evladı bir din kardeşi gibi gezecekler mi?... Fakat ne dersiniz biçare köylülere Reşid Efendi’den başka hallerini sormak şöyle dursun bir selam bile veren olmadı. İstanbul’dan giden mektep çocukları orada kendilerini istikbale çıkan püskülsüz fesli yamalı şalvarlı takunyalı kardeşleriyle beraber gezip oynamaları lazım iken ikisini bir arada görmek nasip olmadı. Bunlar muzika ile beraber nağme-saz oluyorlar ötekiler çekik korkak nazarlarla bunlara bakıyorlar. Kadınlar çalgının etrafında küme küme. Bazısının zevcleri yahud kardeşleri yanında; bazısı serazade. Budala diye adamdan saymadığımız o ağalar her şeyi görüyor hep bu hallere dikkat ediyordu. İki üç ihtiyarca köylü geziyorlardı yanlarına yaklaştım. – Selamün aleyküm babalar... dedim. – Aleyküm selam evlad... diye kemal-i beşaşetle mukabele eylediler. Bu İslam tahiyyesi kendilerini pek memnun etti. Evvela ekinler nasıl olduğunu sordum. Büyük bir tevvekül ve kanaat-ı İslamiyye birden: – Evlad şu Girid’den ne haber var acaba nasıl olacak bu iş?... diye sordular. – Babalar dedim. Hiç merak etmeyiniz Girid Allah’ın lutf u keremiyle daima bizimdir hepimiz öleceğiz illa Girid’i vermeyeceğiz... Bunun üzerine biraz müteselli oldular. Sonra ikinci sualleri şu oldu: – Evlad şu Arnavutluk işi daha bitmedi mi?... – Bitti baba bitti dedim. Gerek içimizde gerek hariçte düşmanlarımız var müslüman kardeşlerin birbiriyle iyi geçinmesini çekemezler aralarına nifak sokmaya çalışırlar Fakat Allah onlara fırsat vermez. Müslümanlar daima kardeştir bugün aralarında böyle bir şey olsa da yine yarın kol kola cihadın harbin ön safında bulunurlar... Ağaların gönlü açıldı. Artık dost olduk. Zaten müslümanlar arasında te’sis-i münasebet için bir selam kafidir. O prezanteler o takdim merasimleri hep bize Frenklerin yadigarıdır. Bunun üzerine biri sordu: – Evlad bu gelenler kimlerdir? – Kim olacak sizin müslüman kardeşleriniz. – Nasıl kardeş ya bunlar? Bizim yanımıza sokulmaktan kaçıyorlar. Biz onlarla konuşmak için İstanbul’da ne var ne yok haber almak için işimizi bıraktık buraya kadar geldik. Onlar ise rakı kadehlerinden başını kaldırdıkları yok. Nasıl müslüman bunlar?... – Babalar içimizde sair dinden adamlar da var. İhtimal ki rakı içenler onlardır... – Evlad İstanbul’daki kadınlar hep böyle mi giyinirler hep böyle açık saçık mı gezerler?... – Hiç hepsi böyle olur mu? Baksanıza buraya gelenler arasında bile ne kadar güzel güzel örtünmüşleri kenara çekilip erkeklerle karışmayanları var. İstanbul’da da çoğu böyledir. – Evlad bu muzikacılar asker değil mi ya? – Tabii asker elbiselerini görmüyor musunuz? – Bu rakı içenler mi bunları tutmuş? – Hiç öyle şey olur mu? – E niçin bunlar çalar onlar içer? – Babalar o bir yanlışlık olmuş bu seyahati tertib edenler Tenezzüh İdaresi muzikacıların başlarına demişler ki “Bürhan-ı Terakkı Mektebi menfaatine bir tenezzüh bir gezinti bir eğlence yapacağız mektep çocukları gidecek onların velileri de bulunacak çocuklar hürriyet havalarını dinlesin. İyi bir şey olsun...” onlar da peki demişler. Tabii bunu onların başları haber alacak. Bir daha istedikleri zaman tahkik edecek ona göre rakı içenler olursa izin vermeyecek. Hiç devlet askerini sarhoşların keyfi için besler mi?... Hiç merak etmeyiniz. Bir daha böyle şey olmaz... – Evlad karşıda kenarda oturan ak sakallı hoca demin ne güzel şeyler söyledi. Japonlar’ı müslüman yapan hoca bu mudur? – Evet budur bunun adına Abdürreşid Efendi derler. Bu müslümanları çok sever. Görmediniz mi herhanginize rast geldiyse selam verdi keyfinizi halinizi sordu. – İstabul’da böyle hocalar çok var mı? – Beş on sene sonra çok olacak inşaallah. Bunun üzerine ağalar ferahladı. Ayrıldık. Reşid Efendi’nin çayı da demlenmişti. Konuştuklarımızı sordu söyledim. Biraz geçti bir zabit geldi: – Gıyaben meftun-i fazilet ve irfanınız bir kari’ müştak-ı mülakat bir zabit... diye selam vererek Abdürreşid Efendi’nin elini öptü. Konferanslarını kemal-i dikkatle Sıratımüstakım’de ta’kib ettiğini söyledi. Bunun üzerine şark ahvaline dair uzun bir musahabe cereyan etti. O kadar hamiyetli o kadar dindar bir zabit ki Reşid Efendi hayran oldu: – Yahu dedi bu Osmanlı zabitleri hep böyle ise bu devletin ve bütün dünyadaki müslümanların istikbali pek parlaktır Zabit: – Sıratımüstakım’deki “Matbuatımız ve Alem-i İslam” makalesinden hala bir netice çıkmadı. Gazeteler alem-i İslam Cevab verdik: – Gazete idarehanelerinde şuun-ı İslam ile uğraşabilecek muharrirler azdır da onun için... Millet mes’elesi mevzubahis oldu. Zabitler arasında Hereke ve Karamürsel gibi yerli mamulatından elbise yaptırmak hususundaki kararı ahd ü misakı Reşid Efendi işitince pek mahzuz oldu. Reşid Efendi meydanı ağyardan hali buldu düvel-i müstevdıanın ve sair Avrupa devletlerinin alem-i kendisine canlı misalleri bulmak suretiyle yardım etti. Bu cayi zevk u safa her zamanki dertleri yeniden tazeledi. Müteessir müteessif saat onu bulduk. Fotoğraflar çıkarılacak oldu. Tenezzüh idaresinin hiçbir şeyi bir intizam dairesinde yapmamak hususundaki azmine karşı işe karışmaya lüzum görünerek köylü mektep çocuklarının hatırında bir iz bırakmak için Bürhan-ı Terakkı şakirdanı lenildi tasvib olundu. Köylü çocukları o mini mini ma’sumları bir bir topladık. Bazıları korkuyor bazılarına şöyle dur deyince öteye dönüyor. Hocaları da ortasına kondu. Fotoğraf alan zat “çocuklarım buraya bakınız şuradan şimdi bir kuş çıkacak” diye yavrucukları baktırdı. Kuş uçuruldu. Artık vakit de geliyordu. Herkes avdete başlamıştı. Esna-yı avdette ziraate dair konuşuldu. Zabit arkadaşımızın bu babda ihtisası var imiş. Bu güzel bu münbit topraklarda patlıcan ekip de patates ekmediklerinden şikayet etti. Kaymakam Bey’in buna delalet etmesi lazım geldiğini söyledi. Sonra ötede beride toplanmış suların bir-iki kanal hafrı ile kurutulması mümkün iken ehemmiyet verilmemesine müslümanların ataletinden uyuşukluğundan başka bir ma’na veremediğinden bahsetti. hiç lakırdı söylemeyerek yine ihtilattan çekik durarak ellerinde bayraklar olduğu halde misafirleri teşyi’ için sıralanmışlar. Yine onlar gibi saf yürekli hocaları derd-i maişetle boynu bükük bir biçare başlarında duruyor. Çocuklara zihinlerinde allı pembeli elbiselere bürünmüş o mini miniler ellerindeki kırmızılı beyazlı bayrakları sallaya sallaya nazardan nihan oluncaya kadar bizi teşyi’ ettiler. Şimdi bütün o güne aid hatıratım o çocuklarda tecemmü’ ediyor. Ben onları hiçbir zaman unutamayacağım gibi geliyor. Şimdi onları düşünüyorum onlarla beraber bütün Anadolu köylerinin mektep çocuklarını düşünüyorum kalbim teessürlere müstağrak. Bu mini minileri tenvir edecek himmetin nazar-ı dikkatlerini bu vesile ile de celbederim. Ey şehirlerde evlatlarını naz u naim içinde büyüten hamiyetli babalar o köylerdeki biçare yavruları da unutmayınız onlar için de bir çare bir tedbir düşününüz. Hükumet bütçesi dahilinde çalıştığından eminim. Fakat her şeyi hükumete bırakmayalım. Biz hususi teşebbüslerle o vatan yavrularının sisi için tedbirler mülahaza edelim. Herkes bu babda sarf-ı zihin eylesin. İnşaallah bir şey olur. Ben bu çocukların etvar-ı ma’sumanesiyle belki de mazlumanesiyle çünkü bunlar büyüklerin zulmünü çekiyorlar onlar acizdir onları tenvir edecek düşünecek babalarıdır bütün millettir. Madem ki bunları düşünmüyorlar bunlara zulmediyorlar onun için bunlar mazlumdur müteessir mütefekkir kalben giryan iken vapurda işret terapezelerinin kurulması teessürümü bir kat daha artırdı. Kızarmış tavuklar taze peynirler dolmalar salatalıklar büyük bir zevk ile tabaklara dizeleniyor öteden hanendeler mahmur bir fasıl tutturmuşlar beriden muzika çalıyor kadehler dolup boşalıyor. Bir hay u huy zevk u safa ki deme gitsin. En ziyade nazar-ı dikkatimizi celbeden şey yanımızdaki meclis-i meyhor de saçlı sakallı mükellef bir zat sonra üçüncüsü bir yardakçı dördüncüsü de şıklardan... Bunların ifadelerinden Babıali hulefa-yı kiramından oldukları anlaşılıyordu. Yanlarında on üç - on dört yaşlarında idadi elbiseli bir de çocuk vardı. Çocuğun birinci herife baba demesinden onun oğlu olduğu anlaşılıyordu. Ne dersiniz herif mezelerini oğluna hazırlatmadı mı? Gel de çıldırma. Keyifler düzelmeye başladı. Güneş çekildi ortalık karardı. Kafalar dumanlandı. Na’ralar başladı. Yanımızda oturan bizim baba mey-hor yüzünü çevirecek oldu. Yanımızdaki arkadaş biraz asabi olduğu cihetle: “Reziller sarhoşlar” diye na’radan ma’lumat verdi. Herif başını çevirdi. Biraz geçti Adalar’a vasıl olduk. On ikiyi geçiyordu. Vapur donanmaya takarrüb etti. Hizaya gelince biraz durdu. Herkesin hamiyet damarı tuttu. “Yaşasın donanma” diye bağırabildiği kadar. Donanmadanda beyaz elbiseli muntazam askerler o derya arslanları güvertelerde görünmeye başladılar. İki taraftan da muzikalar çalınıyordu. Herkes ayağa kalktığı için dürbünle baksalar bile vapurdaki bizim safayı göremiyorlardı. Bol bol “yaşasın”ları savurduktan sonra vapur Bizans yolunu tuttu. Tamamıyla karanlık çökmüştü. Vapurdakilerin çoğu hem-bezm-i safa olduğundan muarefesizlik kalmadı. Anlaşıldı ki mütenezzihinin ekseri bir kapı yoldaşı. Artık şişeler boşalmaya yüz tuttu. O vakit erbab-ı keyf bir daire teşkil ettiler. Takım çiftetelliye başladı. İki külhanbeyi göbek attılar. Türlü türlü hünerler gösterdiler. Bi-nihaye alkışlara mazhar oldular. Bu sırada yanımızdaki hulefadan mükellef sakallı zat iki elinde iki şişe ayağa kalktı. Belini kollarını kıvırmaya başlayarak bu alkışlara onun da hakkı olduğunu anlattı. Öteden sucu bir Arnavut da kendini kaybedercesine elindeki bardakla şişeye vurarak çiftetelliye makam uydurmaya başladı. Bunun üzerine artık dayanamadım bu saf ma’sum Arnavut’un kolundan yavaşça çektim. – Arkadaş dedim sen nerelisin? – Debreli dedi. – Peka’la. Sizin taraflarda şimdi ne var? – Ne olacak bir şey yok. – Orada dağlarda binlerce asker kardeşlerin yağmurlar altında çamurlar içinde müfsidler tarafından aldatılan sizin Arnavut köylülere dert anlatmak ile meşgul oluyor. Bunları – Evet. – E o halde nasıl olur da sen burada bu sarhoşlarla kendini kaybetmiş onların havalarına makam uyduruyorsun?.. Biçare büyük bir teessürle: – Afedersiniz efendim dedi cahillik... – Arkadaş biz inşaallah hep güleceğiz eğleneceğiz. Fakat onun daha sırası var. Şimdi zevk zamanı değil. Başımızda bak ne büyük gaileler var. Girid işinden senin haberin var mı? Onu düşünüyor musun? – Nasıl düşünmem. Hele Yunan oraya ayağını atacak olsun. Dünyayı altüst ederiz. Biz bütün arkadaşlar böyle ahdettik... – Aferin arkadaş. İşte şimdi bunları düşünmeli. Fakat herkese birer birer anlatmak olamaz. Lazım gelir ki bütün efrad-ı millet bunu takdir edebilsin. Yoksa devlet millet mesail-i hayatiyye ile uğraşırken ıyş ü işretin bu derecesi doğrusu istihzadan başka şeye haml olunamaz. Kenara çekilip de kemal-i teessüfle bu hale nigeran olan erbab-ı kere pişman oldular. Zaten biz her yerde böyle hünerlerimizi gösteremezsek rahat edemeyiz. Söylüyorlar ki İtalya seyyahini arasında da bir zat o dereceyi bulmuş ki gezmeye takati kalmayarak düşmüş üzerinden araba tekerleği geçmiş. Bizim mütenezzihin-i kiram da vapurdan çıktıktan sonra ondan aşağı kalmadılar ya. Çoğu yolunu şaşırdı İstanbul’a gidecek olan Galata yolunu tuttu; Galata yoluna gidecek olan İstanbul cihetine gitmeye başladı. Maksadımız birkaç şahsın ef’al ü harekatını tenkıd değildir. Mes’elenin adab-ı umumiyyeye karşı olan şenaatini izhardır. Bu hususta sükutu istikbal-i ümmet için bir cinayet addederiz. Mektep menfaatine bir tenezzüh tertib ederek ve mektep çocuklarını o saf ma’sum biçareleri gezdireceğiz eğlendireceğiz diye tenezzühe iştirak ettirerek onları ıyş ü işret bezminde bulundurmak ve birçok müstehcen ta’birat ve ıstılahat meyiz ki mukteziyat-ı hamiyyet ile nasıl kabil-i tevfiktir. Biz eğer yeni nesli de devr-i istibdad hayat-ı sefahetiyle terbiye edecek olursak bu millet için sonra felah ümidi kalmaz. Bizim şimdi yegane ümidimiz bütün o şübban-ı ma’sumedir. Onları da böyle zehirlersek ahlak-ı milliyye mahvolup gider. Bu gidince artık şu cedel-gah-ı hayatta bize bir mevki’ bulunmaz. Zaten bu ana kadar Avrupa’nın o müdhiş kuvvet ve muhacematına şarkın karşı durabilmesi bu sayededir milletleri yaşatan ahlaktır. Top tüfek kendi kendine patlamaz. Onu kullanacak yine insandır. Ahlakı bozuk millet esarete hakarete zillete mahkumdur. Kanun-ı adalet ne müslüman için değişir ne sairi için tahavvül eder. Yeryüzündeki devletler birbiriyle uğraşır bin türlü siyasetler kullanarak yekdiğerine mezar kazar. Fakat emin olunuz o hufre-i sını çekmek için düşmüştür. Kainat bir yere gelse –kudret-i İlahiyye tealluk etmedikçe– bir zerreyi mahvetmek mümkün olmaz. Bütün bu siyasetlerin fevkinde bir siyaset bir siyaset-i İlahiyye var ki müstenidün ileyhi kuvvet ü galebe değil hakk u adalettir. Bir kavmin inkıraz u mematına hükm-i İlahi sadır olmadıkça o kavim için a’dadan fütur olmaz. Bir ferd bütün insanlara karşı çıkar meydan okur. Bir hizb-i kalil bütün cem’iyetleri sarsar. Küçük bir ümmet bütün akvamı titretir. Menba’-ı Hak’tan kuvvet alan kalbler dağlara denizlere yürür. Yüreğinde tevekkül-i Rahman yerleşen ümmetler bütün akvamın muhacematına karşı durur. olurdu bir İslam ordusu yüz misline karşı i’lan-ı cihad ederdi. Kuvve-i ma’neviyye en azim bir kuvvettir. Ahlakı bozuk millette kuvve-i ma’neviyye kalmaz. Bugün Rusya’nın azim bir kuvveti var fakat küçük Japon’a mahkumdur. Bugün Fransa’nın hiçbir şeyi eksik değil fakat fütur-ı ahlakı kendilerini Almanya tahakkümüne ser-füru etmeye muztar bırakıyor. Evet her şeye malik olan bu milletlerin yalnız bir eksiklikleri var ki o da ahlaktır. Arzın hakimi daima ahlakı nezih milleti metin olan ümmetler olacaktır. Ümmetlerin mi’yar-ı istikbali ahlak-ı hazırasıdır. Onun için yarım asır sonraki hayat-ı düveliye bugünden bellidir. Şu halde her şeyden evvel bizim için çalışılacak şey ahlak ve milliyettir. Eğer bu gibi teessüf-nümun hallere sükut edilecek müsamaha olunacaksa maddi ve ma’nevi pek büyük fevaid beklediğimiz tenezzühler seyahatler bizim için şüphesiz ki birer veba-yı ahlaki olur. Sonra bizi patentesiz hiçbir yer kabul etmez. Zabıta da bu hususu layık olduğu ehemmiyetle telakkı etmelidir. Mesela vapurda bu kadar mektep çocukları olduğunu bilmesi onların muhafaza-i ahlakını düşünmesi adab-ı umumiyyeyi nazar-ı i’tibare alması lazım gelirdi. Bir cem’iyet içinde yaşamak isteyen o cem’iyetin desatir ü kavanine tevfik-i harekete mecburdur. Hayat-ı ictimaiyye hayat-ı şahsiyyeye mukaddemdir. Bir ümmetin efradı değişir fakat şahsiyyet-i ma’neviyyesi paydar kalır. Onun için nazar-ı kanunda menfaat-i amme menfaat-i hassaya tercih olunmuştur. Bir bahçede matlub olan mahsulü yetiştirmek hakk-ı hayatı var. Eğer onlar o muzır otlar arazi-i haliyede mezbelelerde zuhur etseydi o vakit ser-azad kalabilirler kendilerine ilişen kimse olmazdı. Fakat onlar arazi-i mezruada bulunup mahsulü mahv ü berbat etmek istiyorlar. Onun yetiştirmek için böyle yapmaya mecbur olan bahçıvanın çiftçinin bu hareketi hürriyetsizlik adaletsizlik olmaz. Zaten hürriyet gayrin hürriyetine tecavüz etmemekle mukayyeddir. Ala ruusi’l-eşhad böyle bir fazihayı irtikab eden hürriyet ve hürmetini bizzat hetk etmiş demektir. Binaenaleyh zabıta vazifeyi adem-i ifa ise bir zulümdür ki zabıtamızı bundan müteberri görmek isteriz. Bugün sath-ı arzın en mu’tena en latif mevki’lerinde yaşayan üç yüz bu kadar milyon din kardeşlerimizin mevcudiyetiyle hiçbir ferd-i İslam yok ki iftihar etmesin bu kadar cesim bir kitle-i muazzama-i beşeriyyenin ziyadar istikbaliyle sevinmesin!... Evet bu muazzam millet bir gün gelir daha tekessür eder ve o nisbette terakkı ve teali de eyler. İstikbali de parlak olur. Fakat ne vakit. limdir. Bunca tefahürler tebahiler ve tekessürler üzerine bir leke bir elem bir feryaddır. Çünkü istikbal-i alem-i İslam’ı teşkil edecek olan bugünkü müslümanlar henüz bulundukları mevki’lerini anlamadılar. Ahfadlarına bir hatt-ı hareket ta’kibine medar olacak şah-rahlar göstermediler. Hep kendilerini kurun-ı vusta ve asırlarca mukaddemki muzafferiyetleri azametleri şevketleri hengamında zannettiler; bütün harekat-ı şahsiyye ve ihtirasat-ı nefsaniyyelerini o şevketli zamanlarda yaptıkları mikyasta icra etmek istediler; keyfi ve şahsi nail-i izz ü cah olmak için ahkam u menafi’-i leri mevki’ ve memleketlerini asar-ı ümran ve medeniyet yerinde al kanlara hem de al İslam kanlarına boyadılar. Hazret-i Peygamber mü’min mü’mine karşı bir bina-yı metin olup birbirini teşdid ve tahkim eder.. Mü’min mü’minin aynasıdır.. Mü’min mü’minin kardeşidir....ilh gibi birçok yerlerde İslamları alem-i İslam’a gayr-ı kabil-i tecezzi bir kitle-i muazzamaya bir vücud-ı insaniye teşbih buyuruyorlar. Hazret-i Fahr-i Alem böyle teşbihat ile bize Marakeş’te bulunan bir İslam Filipin Ceziresi’nde bulunan bir İslam’ın aynası kardeşi. Bir kitlenin cüz’-i ferdi bir a’zanın hüceyratı olduğunu bildiriyorlar. Demek aksa-yı şarkta olan müslümanların başına bir musibet geldiği vakit aksa-yı garbta olan müslümanlar müteessir ve müteezzi olmalıdırlar. Nasıl ki a’za-yı bedenin bir cüz’-i asgarında bir elem vukua geldiği vakit tekmil vücud rahatsız olur ve bir kitle-i muntazamadan bir zerresinin infikaki tekmil kitlenin halavet ü intizamını kaçırır. duğunu daima piş-i mülahaza ve tefekkürde bulundurmalıyız. Kur’an-ı Azimüşşan’da: nazm-ı celili ile halet-i nez’inde bile “ümmeti ümmeti” diye istikbal-i ümmetini düşünen Hazret-i Fahr-i Kainat’a mına bu hususu tebşir ediyor. Fakat va esefa ki biz İslamlar şimdiye kadar birçok evamir-i nüsus-ı celileye riayet etmeyip onları metruk bir halde bıraktığımız gibi vahdet-i İslamiyye’ye aid olan hususatı da bütün bütüne unuttuk. Bari geçirmiş olduğumuz azamet ü fütuhat devirlerinde muvaffakiyatımızın gururuyla unutmuş bulunduğumuz habl-i metin-i ittihadı hatırlayıp bugünkü mevki’-i perişanımızdan ibret almalı idik. Bugün aynı memlekette bulunan iki müslümanın ahval-i ruhiyye ve ma’neviyyesi taban tabana yekdiğerine zıt bulunduğu gibi muhtelif memleketlerde bulunan müslümanlar da dilsuz bir tarzda yekdiğerinden cüda düşerek birbirinden külliyen bihaberdirler. biri diğerini tekfir ü tadlil etmeye kadar vardırırlar. Hele bu mezheb dolayısıyla bütün menafi’-i umumiyye-i İslamiyye haleldar olarak ümmet-i vahide-i İslamiyye bu kadar mezahib-i şettaya taksim olunarak parçalanmış gitmiştir. Bugün Türkistanlılar İraniler’e... İraniler Araplar’a... Araplar Türkler’e... Türkler Tatarlar’a... Tatarlar Türkistanlılar’a... le Arabistan dağları arasında sakin olanların i’tikadınca kendilerinden başka dünyada müslüman olan kimse yoktur. Hep nasranidir hep bilmem nedir... Alem-i İslam’da tearüf-i müslimin bu derece-i sakımede dem vurmaya cür’et-yab olabiliriz? Nasıl olur ki terakkıleri Terakkınin şart-ı a’zamı umum kitle-i vahidenin el ele vererek çalışması ve bu uğurda birbirine teavünde tenasurda bulunarak yekdiğerinden emin ve müsterih bulunması lazım değil midir? Evamir-i celile-i diniyyemize rağmen biz böyle yekdiğerimize nefret ve adavet besleyecek olursak teali değil izmihlalimiz mukarrerdir. Biz eğer kendimizi toplayabilmek istersek evvela aramızdaki bu münaferetin bu yabancılığın izalesine çalışmalıyız. Ne vakit ki beyne’l-İslam su-i tefehhümden mütehassıl bürudet ber-taraf olur işte ancak o vakit devre-i terakkıyata dahil olabiliriz. Zerreyi –garazdan vehimden– küre gören Avrupalılar raz-karlar bu uğurda birçok tevehhümat ile ahaliyi korkutarak heyecana getirerek vaktiyle ikaz etmek isterler. Koca bir milletin İngilizler’in baş vekili “Gladston” beyne’l-İslam şetle elinden lisanından geldiği kadar ittihad ve intibah-ı bir cem’iyet-i meşhurada “ Kur’an’ın vücudu baki oldukça müslümanların kökü kesilmez. Alemi karıştırmak için yalnız bu Kitap kifayet eder” diye kendi hesabına söylediği sözü; müslümanlar Kur’an-ı Azimüşşan’ı harfiyyen icra ederler zannıyla söylemiştir. Acaba İslamlar Gladston’un düşündüğü gibi Kur’an’ın amir bulunduğu ittihadı harfiyyen icra ederler mi? Heyhat! Gladston’un böyle tavsiyeleri garb hıristiyanları üzerine büyük büyük te’sirler husule getirmiştir. Bu te’sirat-ı muzırra bugüne kadar bakıdir. Rusya baş vekili Pobidansçef ittihad ve intibah-ı İslam aleyhinde büyük mesailer sarf etmiş ve verdiği tavsiyeler şark hıristiyanları indinde altın yazılı bir kanun olarak kalmıştır. O zamanın meşhur misyoneri İlminski ile bu hususta olan –yani müslümanları mahv veya tanassur ettirmeye dair– muhaberatı bunların İslam’dan ne kadar korktuklarını ve İslamlar’ı evamir-i Kur’aniyye’ye ne kadar muti’ zannettiklerini gösteriyor. Hele Cizvit efradının bu husustaki telaşlarının hadd ü hesabı yoktur. Ey ittihad ve intibah-ı İslam husulünden telaşa düşen Gladston Pobidansçef İlminski İskataylar Renan!... bulunduğunuz mevki’lerde rahat olunuz. Daha müslümanlar Ashab-ı Kehf uykusu kadar medid olan uykularından bidar olamadılar. İttihad-ı İslam fikri değil Kur’an-ı Azimüşşan’ın evamir-i celilesine itaat nusus-ı kat’iyyesine tevfik-i hareket etmede daha mütereddid bulunuyorlar. Sizin düşündüğünüz gibi kainatı ihata edemeyerek bilakis bi-nihayet tefrikalarla kendilerini tarumar ediyor yekdiğerinin kanlarını irakadan birbirini tel’in ve tekfirden baş kaldıramıyorlar. Resul-i Mücteba’ya ve onun halife-yi muhteremine itaat etmeyi unutuyorlar. Terakkıyat ve medeniyyat-ı İslamiyye’ye dehşetli sedler çekiyorlar. A’zam-ı feraiz bulunan ma’rifetten maariften fersahlarca kaçıyorlar. Ey bizim ittihad ve intibahımızdan duçar-ı haşyet olan ruhlar! Ey bizim terakkıyatımızdan pür-hazer bulunan fikirler! Daha alem-i İslam kendi menafii aleyhinde böyle keşmekeşlerde bulundukça siz müsterih ve fahur olunuz... Kalem bu fecayii tasvir ederken gaybi bir nida-yı samiahıraş fikrimi aklımı kalbimi parçaladı bütün mevcudiyetimi titretti sarstı şu beyti hatırıma getirdi: Hem hakıkaten ciddi olarak düşünecek olursak bugün müslümanların halleri böyle değil de nedir? Allah aşkına ve etmekte olan niza’lar teessüf-nümun vak’alar nedir? Bugün Arnavutluk’ta geçirmekte olduğumuz safahat nedir? Nedir bu vekayi’-i hüzn-engiz? Niçin bu kanlar akıyor? Nedir bu şahsi menfaatler? Nedir bu kavmi gürültüler? Nedir bu hırslar tama’lar?... Kafil-i saadet-i İslam olan maarif ve terakkıyata mani’ olmak cüz’i bir menfaat-i şahsiyyenin husulüne muvaffak olmak için ekber-i kebair olan katl-i nefs ve makam-ı celil-i Hilafet’e isyan nasıl ahkam-ı şer’iyye ve salabet-i diniyye ile tevfik kabul eder? buyuran Hazret-i Peygamber’in halifesine karşı kılıç çekenleri hangi vicdan ma’zur görebilir? Madem ki bizi Din-i Mübin’imiz birbirimize kardeş etmiştir o halde neden yekdiğerimizden ibret almıyoruz? Yemenliler bir vakitler Bahr-i Muhit-i Hindi’yi geçerek maverayı Hind cezayirinde fütuhat-ı İslamiyye icra etmişlerdi. Neden şimdi onların giriftar oldukları felaketlerden ibret alınamıyor? Kırk elli milyon ehl-i İslam o cezirelerde ne zulümler çekiyorlar ve ne gibi idare-i zalimanenin altında eziliyorlar... Adi bir polise bir müslümanın secde etmesine kadar tahakküm ediliyor. el-Cezireliler de bugün kendilerine daha yakın Hindistan müslümanlarından ibret almalıdırlar. O kocaman mazlum ecza-yı İslam ne zulümler altındadır? Ne gibi hukuklara maliktir? Bir veseni ile bir İslam hukuku arasında ne kadar fark var? Vesenilerden de dun bir halde değil midir? Faslılar Buharalılar’dan ibret almalıdırlar. Maarif için mezheb için çıkardıkları niza’lardan Buharalılar kendilerine Rus’u daha yakına da’vetten Rus’un nafiz gözlerini kendilerine celbetmekten başka ne istifade ettiler? Bundan Buhara’dan ve orada sakin ehl-i İslam’dan başka hiç kimse mutazarrır olmadı. Bunlar hep ibrettir! Arnavut din kardeşlerimiz de kendilerinden pek uzak olmayan Cezayir müslümanlarına atf-ı nazar buyursunlar. Cezayir dırlar. Fransa hükumet-i cumhuriyyesinin zir-i cenah-ı adilane!sinde ahali-yi İslamiyye ne gibi hukuklara malik bulunuyorlar? Fransa parlamentosunda İslamlar’dan kaç tane a’za bulunuyor? Bunları nazar-ı dikkate alsınlar. Bunlar mahdud şeyler değildir. Bugün İslamlar’ın aktar-ı cihanda geçirmekte oldukları esef-iştimal haller bu asr-ı medeniyette hiçbir kavim üzerinde kalmamıştır... Biz bunlardan rıyla dem-güzarız; hala emirlik hakimlik sevdalarındayız. Halbuki Peygamber-i Celilimiz maraz-ı ma’neviyyemizin tabib-i hazıkı olan o Zat-ı Ali-şan gibi birçok ehadis-i Nebeviyyeler’i ile menfaat-i şahsiyye için menfaat-i umumiyyenin feda olunmasını tenbih buyuruyorlar. Böyle beynimizde ittihad hasıl olabilir? – Efendiler hiçbir zaman vatan-ı mukaddesin ecza-yı mütemmime-i asliyyesinden olduğunu unutmadığımız Girid’in daima muhafazası için milletin her türlü sa’y ü gayrette her türlü fedakarlıkta bulunacağını burada beyan etmeyi zaid görüyorum. Çünkü devr-i istibdadda bile milletin merbutiyyet-i kalbiyyesini cezireden hiçbir vesile ile kat’ ettiremeyen eller şüphesiz ki milletin lisan-ı siyaseti iade olunduğu şu devr-i hürriyette hiçbir zaman bir şey yapamayacaktır. Binaenaleyh bir şirzime-i kalilenin sıfat-ı tabiiyyetlerini unutarak hod-be-hod ecnebi bir devletin hükümdarı namına meclis-i millilerini küşad ve bu yolda yemin etmeleri şüphesiz ki bizim oradaki hakimiyet-i milliyye ve siyasiyyemize hiçbir cihetle halel getiremez. Gerek milletin ve gerek hükumetin defaatle izhar olunan bu babdaki azm-i kat’isi de nazar-ı i’tibare alınacak olursa bu gibi şımarıkçasına delicesine harekata karşı bizim sükut etmemiz belki muvafık görülebilirdi. Ancak bazı ilca’at-ı zaman mes’elesi hakkında hükumetten bir sual irad etmek lüzumunu hissettim. Girid’in şu hale gelmesi esbabı taharri edilecek olursa görülecektir ki sırf hükumet-i sabıkanın teaddiyatı ve yahud mezaliminden neş’et etmemiştir. Çünkü hükumet-i sabıka zaten za’f u meskenet içinde olduğu cihetle hiçbir zaman cezire üzerinde bi-hakkın hakimiyetini isbat edememişti daima oradaki Rumlar ki bugün hükumet-i metbualarına karşı muarız bulunmak istiyorlar; hiçbir zaman hükumet-i metbualarından en edna bir zulüm ve teaddi görmedikleri halde bile daima bir arzu-yı milli sevkiyle Yunanistan’a arzu-yı milli saikasıyla bu harekette bulunmuş olsaydılar bunları yalnız bir hareket-i milliyyede bulunmakla telakkı ederim. Fakat arzu ettikleri bir hükumet-i ecnebiyyeye iltihak etmek için beynlerinde bulunan ve hemşehrileri olan ve kendilerinden ziyade o toprağa merbutiyet-i siyasiyye ve tasarrufiyyeye malik bulunan müslümanları ancak mahvetmek suretiyle arzularına nail olmak istediler. Bu suretle tarih onlara bir hareket-i milliyyeden başka bir de bir hareket-i şekavet-karane isnad edeceğine şüphe etmiyorum. Bir kere düşünmeli Girid gibi ufak bir cezirede nisbeten ufak bir toprak üzerinde yaşayan kalil ve zayıf bir kavmin kaviyyü’şşekime bir hükumet-i metbuasına karşı nasıl olur da isyan ederler ve oradaki hemşehrilerinin kanlarını vahşiyane bir surette dökmek suretiyle cür’ette bulunur. Eğer buralarını düşünmek lazım gelirse bendeniz derim ki bunların esbab-ı lazım gelir. Menabi’-i cür’etleri zaten hepimizce ma’lum olduğu şu millet-i muazzezenin ve gerek o millet-i muazzezenin bir cüz’-i mukaddesini teşkil eden ve mahza şu milletin bir timsal-i mücessemi olmak üzere orada her türlü fedakarlığı bugün bazı tazyikat altında bulunduklarını haber aldığım cihetle artık bir feveran-ı kalbi ile bu babdaki mülahazat-ı vicdaniyyemi söylemekten ihtiraz etmem ve etmek istemem. Girid Rumlar’ının Türk hükumetine karşı isyan etmeleri şüphesiz ki başka taraflarda bulmuş oldukları cür’etten münbaistir. Yoksa ben bir Giridli olma i’tibariyle pek a’la onların ahval-i ruhiyyesine vakıfım. Kahraman olarak tavsif edilen bu adamların ne dereceye kadar cesur ve metin olduklarını pek a’la bilirim. Eğer onların istinad-gahları olan menabi-i cür’et bizde olmuş olsaydı biz oradaki müslümanlarda menafi’-i siyasiyyemizi hukuk-ı hakimiyyetimizi belki onlardan ziyade muhafaza ederdik. Maatteessüf biz sırf bir sıfatımıza kurban edildik. O da bilir misiniz nedir? Sırf Türklüğümüz ve dır. Bunu alenen burada söylemekten ihtiraz edemem. Türlü türlü ta’birat kullanarak medeni Avrupa bizi kurban etti. Bir hükumet-i müstebidde vardı guya orada hıristiyanlar öldürülüyordu. O mazlumları kurtarmak istedi. Halbuki asıl mazlum ve ma’dur olan biz müslümanlar idik. Elbette birgün gelecektir ki tarih bunları yazacaktır. Ahlaf-ı beşeriyye bunları okur ve insaniyet namına kan ağlayacaktır. Eğer cezirenin bir kısım ahalisinin başka bir memlekete merbutiyet-i cinsiyyeleri var da oraya tabi’ olmak isterlerse onların adetlerine yakın bir miktarda bulunan diğer bir kısmı zaten merbut tabi’ oldukları memlekette kalmak istiyorlar. Fakat dediğim gibi bir sıfat-ı gayr-i mu’tebereleri vardı: Ve onun için onlar kurban edildiler. Her ne ise biz oradaki hukuk-ı siyasiyyemizin birçoğunun feda edildiğini çeşm-i teessüfle gördük. Hiçbir taraftan imdad görmedik. Hatta bundan on iki sene evvel biçare Kandiye ecnebilerce bil-iltizam ihdas edilen bir katl-i am neticesinde Avrupalılar tarafından icra edilen adilane! hareketleri burada söylemek istemem. Bu fecayii; bu vahşetleri biz gördük ve sükut ettik. Bununlar beraber dediğim gibi menafi’-i siyasiyyemiz pay-mal edildi ve ayaklar altına alındı yalnız bize bir ümid kaldı idi. O da kalben dinen merbut bulunduğumuz milletimize ufacık bir rabıtamız kalıyordu. Sancağımızın orada mütemevvic bulunması bir kaya taştan ibaret hatta intizar-ı tahassürümüzün yetişemeyeceği hücra bir yerde bir sancağımız tenekeden ma’mul olarak kalmıştı. Bununla beraber yine o sancağın altında ölmek azm-i kat’iyyesiyle sabrettik. Çünkü biz bir taraftan imdad göremezdik. Kimse bizim imdadımıza yetişemezdi. Daha başka ne kalmıştı? Bir-tabiet-i Osmaniyyemiz. Fakat her neden lunan velini’metleri bunu çok gördüler. İstiyorlardı ki bir an evvel bizim için üvey ana mesabesinde olan bir ağuşa atsınlar ve atıyorlardı. Çünkü dediğim gibi bizi kurtaracak kimse yoktu. Bereket versin ki o sıralarda sırf milletin sa’y ü gayreti sayesinde burada bizim de hürriyet-i siyasiyyemiz rüldü ki her taraftan bir muhabbetler teveccühler sitayişler gördük. Hatta o kadar teveccühler gördük ki birgün evvel vahşi addedildiğimiz telakkı edildiğimiz halde yirmi dört saat sonra pek medeni addolunarak türlü türlü hayaller bizim gözümüzün önünden geçmeye başladı ve orada bulunan biçare hakıkı Osmanlılar da meşrutiyetimizi alkışladılar. Ve kurtulduk diye bayramlar ettiler. Bu aradan bir kadar vahşetler ika edildiğini hepiniz biliyorsunuz. Bununlar beraber bunlara göğüs gerdik. Sabrettik sükut eyledik. Çünkü yegane bir ümidimiz vardı. Meşrutiyetimizin arefesinde bizi vahşi telakkı edenler ferda-yı meşrutiyette bizi medeni addetmeye başladıkları ve bize bu defa teveccüh gösterdikleri için düşündük dedik ki işimiz arz olunduğu bu mahkeme-i adalet hiçbir zaman bizim hakkımızı pay-mal edemez. İhtimal ki bu hakimler bu adil hakimler aldanmışlar diler. Müdafaasız bir hüküm vermek gibi bir adaletsizlik tehlikesine ma’ruz kaldılar. Ötelerde bugün şu müdafaa-yı muhikkaneyi dinledikten sonra elbette kendileri de adil oldukları nisbetinde bizim hakkımızı verecekler. Biz bu derecede mazlum ve mağdur olduğumuz halde hep bu ümid ile gittik ve hakıkaten bu te’minat-ı kavliyyenin de ikide birde tezahürat-ı fi’liyyesini de gördük bir aralık Girid toprağı üzerinde temevvüc etmek salahiyetini haiz olmayan sırf ecnebi addolunan Yunan bayrağı çekilmek istenildi. Düvel-i hamiye bunu indirdiler. Hakıkaten bize daha büyük bir ümid bir te’minat verdiler. Vakıa bizim bir aralık hukuk-ı hakimiyyetimizi hukuk-ı aliyye ta’biriyle tavsife kalkıştılar. Fakat bilahare bundan maksud hakk-ı hakimiyyetimiz olduğunu söylemiş oldukları için yine biz bir ümid peyda ettik. Daha sonra Giridliler yalnız i’lan-ı iltihak etmekle nail-i emel olamayacaklarını görünce işte şu gördüğünüz safha gibi millet meclislerinde Yunan Kralı namına yemin etmek tasavvurunda bulundular. Bunun üzerine hükumet bildiğiniz gibi lazım gelen teşebbüsatta bulundu ve bize verilen cevab; bu yeminin lere düştük ve hatta düvel-i hamiyyenin cezire üzerindeki konsoloslukları vasıtasıyla cezire hükumet-i muvakkatasına bu yolda tebligat icra edildi denildi ki bize böyle bir yemin etmeye düvel-i hamiyye müsaade etmeyecektir ve bunun akabinde şüphesiz ki hiçbir zaman hatıra-yı teşekkürümüzden çıkamayacak olan bir hadise vuku’ buldu. O da Suda Limanı’na giren bir harp gemisinin Osmanlı sancağımızı grandi direğine çekerek top atarak hakimiyet-i milliyyemizi selamlaması. Zannedersem hiçbir Osmanlı ferdi yoktur ki bunu unutsun ve doğru olduğunu hissettiği zaman yüreği çarpmasın ve Fransızlar’a karşı kalbinde samimi bir teşekkür hissetmesin. Bütün bu ümidlerin içinde bütün bu tatlı hayaller içinde dalmış iken bir de baktık ki dün bize zehir-nak bir telgraf geldi. Deniliyor ki Girid Meclis-i Umumisi a’za-yı hıristiyaniyyesi Yunan kralı Yorgi namına yemin ettiler ve o nama Girid Meclisi’ni açmışlar ve bi-hakkın buna karşı protesto eden müslümanlar tazyik altına alındılar. Protestoları meclis reisi tarafından yırtıldı atıldı ve tehdit de edildiler. Şimdi asıl mes’ele buradadır. Girid ihtilalcilerinin mahiyyet-i asliyyesini mayasını Avrupalılar anlamak isterlerse bu son muameleleri zannedersem kafi bir derstir. Bu derece Avrupalılar’dan ni’met iltifat görmüş olan bu adamların eğer azıcık mahiyet-i medeniyyetleri olmuş olsa idi kendilerine bu derece iltifatta bulunan bu hamilerinin hiç olmazsa bu son sözünü dinlerdiler. Azdılar o kadar şımardılar ki hatta veli-ni’metlerinin bile sözlerini dinlemeye tenezzül etmediler. Kendilerini dev aynasında gördüler. Düvel-i hamiyyenin sözlerini ısğa etmediler. Demek ki Girid ihtilalcileri yalnız hükumet-i metbualarına karşı isyan etmiyorlar. Bütün muazzam ve medeni bir kitle-i beşeriyyeyi dahi Şimdi asıl söyleyeceğim budur ki düvel-i muazzamaya sormak de hatta kendilerine karşı bile gelen bu medeni efrad-ı beşeriyye arasında kalacak olan biçare müslümanların hali ne olacaktır? Bunu soruyorum. Bugün muhteşem muazzam devletlerin ordularına donanmalarına bile bakmaya tenezzülden addeden bu medeni bu eski Yunanistan’ın ahfad-ı muhteremesi medeniyet-i kadime-i Yunanistan’ın şu yirminci asırdaki timsal-i mücessemi acaba karşılarında o muhteşem ve muazzam donanmalar bile durduğu halde hukuk-ı siyasiyye ve tasarrufiyyelerini ayakları altına aldıkları müslümanlar; acaba donanma oradan çekildikten sonra ne halde kalacaklardır. Sormak istiyordum tekrar ederim çünkü benim kanaat-i vicdaniyyem bundan ibarettir. Serbest söyleyeceğim müslüman olmak bir kabahat olmasa idi bizim de hukukumuz nazar-ı dikkate alınırdı. İki senedir hep perde-i mevaid arasında yüreğimizde hasıl olan ümidlerin hiçbirisini görmedikten sonra niçin saklayalım. Daima bu mes’elenin vakt-i halli hulul etmemiş olacak. Ne için? Bana öyle geliyor ki hulul etmeyecek çünkü hululünü vakt-i hallinin hulul edeceğini kabul etsem vicdanımın bana ref’ ettiği bir sadaya göre hiç kabul etmem. Çünkü demek istiyorum ki ne zaman millet muzmahil olur yine ne zaman bu devlet hal-i teşevvüşte kalırsa o zaman hulul edecektir. Halbuki böyle bir hal-i izmihlalin gelmesini düşünmek bile istemediğim için o vakt-i hall hulul etmeyecektir diyorum. Daima Girid mes’elesi böyle yüz üstü kalacaktır. Çünkü lehimize halledilmek hassa Rum arkadaşlarımıza rica ederim. Başka suretle telakkı etmesinler şu meclis-i millimizde şöyle bir zaman geldi ki hatta diyaneten merbut olduğumuz bir daire-i diniyyeye bile Rum arkadaşlarımız serbest serbest muahaze ve tenk ı d ettiler. Kimsemiz kalkıp da bir i’tirazda bulunmadı. Çünkü gerek İslam ve gerek Rum olsun müslim ve gayrimüslim burada bulunan Osmanlılar’ı biz siyan addettik. Böyle daima Osmanlı nazarıyla bakarak kendilerine serbesti-i kelam verdik. Biz bu meclis-i millimizde bu suretle hareket etmekte dilerine o namı vermesin. Bunlar orada bulunan zayıf müslüman a’zalarına serbesti-i kelam değil hatta zaman geldi ki orada bulunan a’za-yı müslimeden bazılarının ağızlarına yumruk vurarak dişleri koparılmıştır. O meb’usun kardeşi bugün meclis-i millimizde meb’us olarak bulunuyor. Sonra demek istiyorum ki eğer medeniyet hususunda bir kıyas etmek lazım gelirse ve memleketleri toprakları sırf medeni milletlerin yedine tevdi’ etmek lazım gelirse derim ki Girid Ceziresi Girid Rumları’ndan ziyade Osmanlılar’a layıktır. Osmanlılar bugün evsaf-ı medeniyyelerini isbat ettiler. Onlar aksini ibraz ettiler. Aksini ibraz eden bir millete hiçbir vakit münbit ve latif bir toprak teslim edilemezdi. Bu kadar delail ve emarat-ı hakıkıyyemiz varken neden oluyor ki teslim edilmiyor. Ve hala siz orasını idareye muktedir değilsiniz mi demek istiyorlar acaba burasını tekrar size tevdi’ edecek olursak size karşı çıkacak başka bir kuvveti mi vardır? demek Talat Bey Ankara – İşte burası insanı verem eder. Mehmed Ali Bey – Eğer medeniyet dairesinde Cezire’deki hal bunu halle kafidir. Eğer Cezire’nin Osmanlılar’a ve yahud Yunanlılar’a verilmesi yüzünden bir muharebe zuhur ederek hangisinin kazanabileceği mevzu’-ı bahis olursa on dört sene evvel bunu da isbat ettik Demek ki idare-i medeniyye nazar-ı i’tibara alınmıyor –sırf kuvvet nazar-ı i’tibara alınsa Girid Rumları’nın hükumet hatta hiçbir zamanda sırf kendi kuvvetiyle orasını almaya kadir olamayacağı için muavinleri vardı. Ve o muavinleri de pek a’la boldu. Yok eğer benim bu sözlerim doğru değil de hakıkaten hükumetimiz namına Hariciye Nazırı Paşa hazretlerinin burada te’minen beyan ettikleri vechile hakıkaten düvel-i hamiyyenin bize karşı bir hulus-ı niyyetleri bir fikr-i adaletleri varsa ben derim ki Girid Mes’elesi’nin vakt-i halli çoktan hulul etmiştir. Halletsinler de aleyhimizde bile halletsinler. Hatta bugün aleyhimizde halletseler bile yine Girid müslümanları namına teşekkür edeceğim. Çünkü ateşler içerisinde kavrulan o biçareler son ümidlerini keserler ve rahat yaşayabilecekleri ana kucağına avdet ederler. Bu hal tahammül-fersa bir hale gelmiştir. Ben bu kürsüde bu sözleri söylemekte olduğum şu sırada zannetmeyiniz ki memleketimdeki arkadaşlarımı unuttum. Burada serbesti-i kelamım vardır. Fakat orada kırk bin kişinin hamisiz kaldığını düşünerek bu sözleri söylemek istemiyordum. Fakat ceğim zannettim. Hükumet ve millet-i Osmaniyye’nin hiçbir fedakarlığı diriğ etmeyeceğine kaniim. Akşamdan beri birçok vatan-perver Osmanlılar’dan aldığım bir hayli mektup bu fikrimi te’yid ediyor. Hepsi Girid’den bahsediyorlar ve beni teşci’ ediyorlar millete ve hükumete tamamıyla i’timadım vardır. Fakat bütün bu sözlerim bizi yani Girid müslümanlarını yed-i himayelerine alan medeni Avrupalılar’a karşıdır. Tok olan aç olanın halini bilmez kendileri bulvarlarında müzeyyen memleketlerinde geziniyorlarken insaniyet namına hareket ederlerse dünyanın bir köşesinde kalanları görsünler. Bu sözlerin su-i telakkı edilmemesini rica ederim ve bu sözleri sırf kendi nefsim için söylüyorum son bir sözüm vardır. Medeni Avrupalılar unutmasınlar ki bir tarih vardır. O tarih ki hakimlerin en dehşetlisidir. Çünkü bitaraftır. Onlar bu hal-i azamete gelmezden evvel bizim ecdadımız bu hal-i azamette idi. Bugün azamet onlara intikal etti. Unutmasınlar ki azamet hiçbir yerde kalmaz. Döner rücu’ eder ve rücuunda... Son sözüm budur. Eğer Avrupalılar’ın Girid müslümanları hakkındaki va’d-i adaletleri ciddi “Siz Afrika’da gerek kendi memleketiniz için gerek medeniyet sahibi milletler de sizin duygunuzla sizin dilediğiniz gibi dilekle sizin istediğiniz gibi bir istek ile çalışmalıdırlar. Bütün ele almalarından göze çarpacak faydaları görmüştür ! Nasıl ki İngilizler’in Hindistan’a el atmalarından da böyle fayda görüldü ! her millet diğer milletlerin yaptıkları iyilikleri görüp sevinmelidir.” “Mısır’da beklediğiniz yalnız sizin menfaatiniz değildir. Bunda medeniyetin menfaati de vardır. Mısır’ın şimdiki hali hem sizin devletiniz hem de medeniyet için tehlikeli bir korkudur. Bazıları Sudan’ın size bir şey getirmeyeceğini sanıyorlar. Ben derim ki Sudan size birkaç şey getirecektir. Nasıl düşünülür ise düşünülsün o düşünce İngiltere’nin borcu Mısır’da kalmak olacağını değiştiremez. Bir millet kendinin borcu olan bir büyük işi işlemeyecek olursa o milletin hemşehrisi olmak neye yarar?” “Sizin Mısır’daki işiniz biz Amerikalılar’ın kendi memleketimizde Panama kanalını kazmamıza benzer. Bazı kimseler “Bu kanaldan bize ne fayda gelecek?” demişlerdi.” “Ben bunlara cevap olarak ‘Bu iş dünya yüzünde verilecek büyük işlerden biridir. Eğer biz cihanda anılacak bir büyük devlet isek öyle büyük işleri yapıp bitirmeliyiz. Biz büyük bir devlet olmak da’vasındayız. Şu halde kendi kıymetini bilen bir Amerikalı işte bu kanalı kazmalıdır’ demiş “İşte siz İngilizler için de Sudan öyledir. İngiltere’nin Mısır’daki Yalnız İngiltere Mısır’da hatalar etti. Can alacak bazı noktalarda ve adaletsizlikten ziyade fenalığa sebep olur.” “İngiltere’nin Mısır’da duruşu ya doğrudur ya değildir. Değilse İngilizler oradan çıkmalıdır ne duruyorlar? Fakat şayet orada bir millet hükumet edecek ise zannederim ve eminim ki İngiltere bu milletin kendisi olmasını isteyecektir.” Dünyada hiç kimse yalanı sevmez. Fakat siyaset de hiçbir zaman yalandan hali kalmaz. Hele siyaset bir maksada veya bir dine muavenet emrindeki a’raz-ı zatiyyeye mübteni bulunuyorsa o zaman ne yakası yırtılmadık yalanlar görülür. düruğ gösteriyor. Telgraflardan hep olanı biteni anlıyoruz. Kendi hesabımıza mes’elenin mazisiyle hal-i hazırı arasında bir fark göremiyoruz. Müstakbelinin dahi devletlerin ma’hud mezahir-i sadakat ve ihlasıyla örtülü bulunmasına nazaran farklı olacağında şüphe ediyoruz. Kari’lerimize geçen nüshamızda verdiğimiz bir nebze izahat ile mes’elenin mazisiyle hal-i hazırını bir defa daha hatırlatmış olduk. Sırası geldikçe söylediğimiz vechile devletler şarka ve daha doğrusu düvel-i İslamiyye’ye karşı beynlerinde evvelce kararlaştırılmış bir meslek ve la-yetegayyar bir siyaset takip etmektedirler ki Girid mes’elesinde de bu mesleğin te’siratı evvel ve ahir müşahede edilmiştir. Rical-i Osmaniyye de işte bu ciheti pek iyi takdir ettiklerinden dolayıdır ki bu mes’elede gayet dikkatli ve i’tinakarane davrandılar. Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi hemen geceli gündüzlü Girid ukdesini hallile meşgul olduğu gibi Hakkı Paşa da sadrazamlığa ta’yini sırasında Girid ancak satın alındığı paha yani yirmi beş sene mütevaliyen dökülecek kan mukabilinde elden çıkarılabileceğini söyledi. Telgraflardan cezireyi himaye daiyesinde bulunan dört devletin siyasi oyunlarının nereye kadar varabileceğini anlıyoruz. Vakıa Fransa’dan alınan telgraf Girid’in hal-i hazırında ve Yunan kralı namına icra olunan yeminlerden dolayı Fransızlar’ın te’siratını gösteriyor fakat ef’al bu te’sirata muvafık zuhur etmez ise tezahürat-ı teessürün ne hükmü kalır? Dört devlet bunca zamandır guya Girid’i himayeleri altında tutuyorlar. Girid asilerinin yolsuzluklarından hangisinin önünü aldılar İslamlar’a yapılan enva’-i mezalimden hangisini izaleye muvaffak oldular? Bilmeyiz ki neyi himaye ettiler hemen her dakika tasalluttan hali kalmayan asilerin resleri bulunmayan zavallı İslamlar’ın şikayat-ı saburanesini mi? Artık elverir. Her şeyi anlıyoruz. Zevahire bakıp netice ve maksaddan gafil bulunmuyoruz. İhtimal ki bazı kutah beyinler maksad-ı siyasiyyeye nüfuz edemeyerek meşhudları olan asar-ı hayli devletimiz lehine müzaheret olmak üzere telakkı ederler. Fakat bu biçareler çok aldanırlar. Eminiz ki Devlet-i Aliyye lehine atıldığı gösterilen her hatve asileri amal-i redi’elerine takrib eden hutuvat-ı adideyi müştemildir. Cezire’nin Yunan’a ilhakını aralarında kararlaştıran ahd ü misaklarda bulunan ve Kral Georgea maksada nailiyet mesaisini işkalden tevakkıyi tavsiye eden bu devletler değil midir? Hatta devletlerin işbu tavsiyesi üzerine Kral’ın ihtiyar ettiği sükut az kaldı biçarenin tahttan mahrumiyetiyle neticelenecekti. Biz bütün kuvvetimizle iddia ederiz ki devletler hiçbir zaman Devlet-i Aliyye’nin muhafaza-i hukuku için bir hizmet-i sarihada bulunmamışlardır hiçbir zaman içleri dışlarına uymamıştır. Bu hal düvel-i ecnebiyyenin fıtratları icabındandır. Alemde haysiyetini muhafaza etmiş bir devlet-i nebiyye guya Giridliler’in yemin etmelerine mani’ olacaklardı. Telgraflar bunu gösteriyordu. Halbuki yeminler icra olundu. Devlet-i Aliyye hukuk-ı hükümranisine muhalif gördüğü bu halden dolayı devletlerin nazar-ı dikkatini celbetti. Nihayet ne oldu bu yemin ke-en lem-yekündür kaçamağıyla devletler işin içinden sıyrılmak istedi. Babıali’ye gönderilen notadaki bu sözün ma’nası nedir? Müslüman meb’uslarının Yunan kralı namına yemin etmedikçe meclise ademi kabulde Girid hıristiyanlarının gösterdiği tahakküm ne ile tefsir olunur? Devletlerin müslüman a’zalarını kabul ettirmek yeti ne olabilir? veddet ve ihlas göstermek isteyen düvel-i hamiyyenin teenni suretiyle ne yapmak istediklerini isbat eder sarih delillerdir. Girid mes’elesi şimdiki şekl-i haddi alır almaz Osmanlı rical-i siyasiyyesi gözlerini açtılar. Birçok ecnebi muhabirleri fikirlerini anlamak üzere işbu zevat ile mülakatta bulundular. Anlaşıldı ki Girid mes’elesinde Devlet-i Aliyye her türlü fedakarlıkta bulunacak ve nüfusça ve malca zayiat ne dereceye baliğ olursa olsun muhafaza-i hukukunda tesahül ve tehavün göstermeyecektir. Hakkı Paşa sadrazamlığa ta’yini üzerine Roma’dan müfarakat ederken istasyonda programından sual eden zata verdiği cevabı şüphe yoktur ki karilerimiz tahattur etmektedirler. Sair rical-i devlet dahi bu kabil beyanatta bulunmaktan hali kalmamışlardır. İşte hep bunlar Devlet-i Aliyyemiz’in zaman-ı meşrutiyyette hukukuna karşı zerreten ma gösterilecek hürmetsizliğe müsaade etmeyeceğine birer delil-i vazıhtır. Millet de hükumetinin bu teşebbüsatına bütün külliyetiyle zahirdir. Hatta Girid mes’elesinin şu şekli alması üzerine Arnavutluk’un bir kısmında hal-i iğtişaşta bulunan ahali Rauiters ajansının son verdiği ma’lumata göre terk-i iğtişaş ile Yunan hududuna doğru yürümeye hazırlanıyorlar. Mes’ele Devlet-i Aliyye’nin marzisi dairesinde hallolunmaz ise bu kardeşlerin icabat-ı uhuvveti ruftur. Düşman-ı müşterek iki muhalif kardeşi birleştirir. Bizim burada söylemek istediğimiz şey devletimize karşı devletlerce hulus-i niyyetin fıkdanıdır. Ateşi küllemekle vakit geçiriyorlar. Devlet-i Aliyye aleyhinde hall-i mes’ele edebilmek dünü isbat etti. Böyle mel’abelere alt olmaya tenezzül edemez. Biz eminiz ki devletimiz devletlerin mevaid-i urkubiyyesini nazara almaksızın haysiyetinin icab ettirdiği esbaba re’sen tevessül ile ehemmiyet-i siyasisi ve merkez-i coğrafisi münker olmayan aziz bir cüz’-i vatanı bir pederin evladını muhafazaya ihtimamı gibi hıfz u vikayede ısrar edecektir.” TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Dördüncü Cild - Aded: “Allah” lafz-ı celilinde ihtilaf olunarak bu lafz-ı celilin aslı olduğunu fakat hassaten Zat-ı Celil’e delalet için vaz’ edilmiş alem olup yoksa aslı olan gibi hak ve batıl her ma’buda ıtlak olunur ism-i cins olmadığını beyan ile dediler ki “Allah” lafzının aslı’dır. Hemzesi ala hilafi’l-kıyas hazf olunmuş ve elif ve lam ondan ta’viz kılınmıştır. Lafz-ı şerifteki elif ve lam harf-i asliyyeden ivaz olduğu içindir ki halet-i nidada hemze kat’ ile denildi. Eğer elif ve lam edat-ı ta’rif olaydı hemze ıskat olunur idi. fi’l-asl ism-i cins olmakla gerek nekre ve gerek ma’rife olarak hak ve batıl her ma’buda ıtlak olunduğu halde sonraları muarrefun bi’l-lam olarak denildiği zaman ma’budun bi’l-hakta isti’mali galip olmuştur bir halde ki ne zaman dense Vacibü’lvücud ve Tekaddes-i şanuhu hazretlerine munsarif olur. Lakin hemzenin hazfi ve ivazına elif ve lam ityanı ile lafzından me’huz olan “Allah” Lafza-i Celali muarrefun bi’llam olan gibi kesret-i isti’mal ile sonradan alem olmayıp belki ibtidaen Cenab-ı Hakk’a alem olarak vaz’ olunmuştur ve binaenaleyh ma’budun bi’l-hakkın gayriye asla Lafza-i Celal’in aslı’dır diyenler yedi fırkaya ayrılarak bir fırkası dedi ki ibadet ma’nasına olan ve ve den müştaktır. Fakat bu iştikakın ma’nası: Lafz-ı mezkur mektub ma’nasına kitab gibi me’luh ve ma’bud ma’nasına yoksa esma-yı a’lam ile esma-yı ecnas mukabilinde zikrolunan sıfat ma’nasınca müştak demek değildir çünkü bu ma’naca müştaklar sıfattırlar; halbuki mevsuf olur sıfat olmaz ve mesela deniyor da denmez nitekim deniyor da denmez. Zikrolunan masdarlardan fiil-i mazi lamın fethasıyla gelir ki ibadet etti demektir. Taabbüd etti ma’nasına olan ve mazileri de masadır-ı mezkureden me’huzdurlar. Ma’lumdur ki fiil ve harfe mukabil olan isim sıfat ile isme münkasemdir. Sıfat ile ona kasim olan isim arasında fark şudur ki sıfat ma’na-yı muayyen i’tibariyle zat-ı mübhemeye mevzudur binaenaleyh sıfatlarda garaz-ı asli ma’nanın hususiyetidir zatın hususiyeti asla mülahaza olunmaz ma’na hangi zat ile kaim olursa o zatı ol sıfat ile tavsif sahih olur mesela gibi ki bundan garaz-ı asli la-ale’t-ta’yin bir şeyin kırmızı olduğunu ifade etmektir; Vakıa kırmızılığın bir şey ile kaim olduğu da anlaşılıyorsa da o şeyin ne olduğu asla muayyen değildir kırmızılık hangi şey ile kaim ise ona kırmızı denebilir. İsim zat-ı muayyene ile ma’na-yı mahsusa mevzudur onda ma’nanın zat üzerine rüchanı yoktur: Racul gibi ki insan ile ma’na-yı zükureti her ikisini birlikte olarak ifade eder. Burada zat ile murad mefhumiyette müstakil olan şeydir. İster bi-nefsihi kaim olsun: Fürs gibi ister gayr ile kaim olsun: İlm ü cehl gibi. Ve ma’na humiyette müstakil olmayan şeydir. Zat-ı muayyene ile zat-ı mübhemeye gelince: evvelkisi ile şahsen veya nev’an veya cinsen kendisinde bir teayyün-i mu’teber olan şey ve ikincisi muraddır. Zattaki teayyün şahsen olursa o makule isme “alem” denir şahsen teayyün bulunmazsa “ism-i cins” ıtlak olunur. tehayyir olduğu cihetle lafzı lamın kesriyle tehayyür etti ma’nasına olan’den müştaktır. Bu surette mütehayyirun fih ma’nasına olur. Üçüncüsü dedi ki kulub zikrullah lar ma’rifet-i Bari’ye vüsul ile kesb-i sükunet etmesine mebni lafzı filan ile sükun u aram buldum ma’nasına olan ’ dan müştaktır. Bu takdirce meskunun leri haiflerin penah-gahı olduğundan lafz-ı mezkur bir kimse havfından naşi bir kimesneye sığındı ma’nasına olan’den müştaktır. Bu kavle göre me’men ve melce’ ma’nasına olur. Beşincisi: İbad hengam-ı mihen ve şedaidde Cenab-ı Hakk’a tazarrua pek düşkün olduğundan lafzı filan kimse filan şeye pek düşkün oldu ma’nasına gelen’dan müştak olduğuna kail oldu. Altıncısı: Lafz-ı mezkurun aslı olup mütehayyir oldu ma’nasına gelen’den müştak olduğu ve ve kelimelerinde vav üzerine kesre sakil olduğuna mebni vav hemzeye kalbile ve denildiği gibi’da vavı hemzeye kalbedildiğini zu’m etti; fakat lafzının üzere cemi’lenmesine nazaran bu zu’m merduddur. Çünkü cem-i teksir ile tasgir sigaları huruf-ı münkalibeyi aslına irca eylediğinden eğer ’ ın aslı olaydı cem’inde denilmek lazım gelir olmak üzere’dır dedi. iki ma’naya olup biri tesettür etmek ve diğeri bülend ve ali olmaktır. Bu kavle göre lafzı mübalağaten fail ma’nasında isti’mal olunmuş masdardır ve bu ma’naca Cenab-ı Hakk’a ıtlakı Zat-ı Aliyye’si val ve ef’al ve sıfattan ali ve münezzeh olduğu içindir. Bazıları dedi ki Lafza-i Celale bir asıl ve me’hazden müştak sıfat olmayıp belki ibtidaen Zat-ı Celil’in alemi olarak vaz’ olunmuş bir isimdir ki ol Zat-ı Celil’in varlığına ve liZatihi vücudu vacib-i ezeli ve ebedi olduğuna ve tenzihi müş’ir sıfat-ı selbiyye ile icad ve tekvini mübeyyin sıfat-ı üç vecih ile sabittir. Evvelen Lafza-i Celale başka şey ile vasf olunur kendisiyle başka şey vasf olunmaz; saniyen kanun-ı vaz’-ı lügaviye nazaran Zat-ı Celil için bir isim la-büddür ki sıfat-ı aliyyesi o isim üzerine cereyan etsin halbuki esma-i sim olmaya gayr-i salihtir zira Lafza-i Celale’de ma’na-yı vasfiyyet zahir değildir sair esma-yı hüsna-yı İlahiyye ise bila-hafa sıfat-ı müştakkadan oldukları cihetle onlarda ma’nayı vasfiyyet zahirdir. Salisen Lafza-i Celale mucid-i alem Teala ve Tekaddes hazretlerine alem olmayıp da vasf veya efrad-ı kesire arasında iştirake mani’ olmayacağına ve buna mani’ olmayan şeyi Zat-ı Celil’e isbat ise tevhidi istilzam etmeyeceğine nazaran “La ilahe illallah” kavlimiz tevhid olmamak lazım gelir halbuki bu kavlin tevhid olduğu müteffekun aleyhdir. Bu makamda şurası bilinmelidir ki mira ve cidal ancak ma’budun bi’l-hakta olduğu cihetle “La ilahe ma’budun bi’l-hak murad olduğu gibi nefyedilen ilah-ı münker de ma’budun bi’l-hakka mahmuldür. Ve bu kavlimizin kelime-i tevhid olması işte bu i’tibar iledir. Birtakımları dedi ki Lafza-i Celale fi’l-asl Zat-ı Hakk’ı uluhiyyet sıfat-ı alayı cami’ ve “ilah” lafzının bütün iştikaklarında ihtiva eylediği ma’na-yı uzmayı muhittir. Lakin şu mecmu-ı umurun Zat-ı Bari’den maadasında tahakkuku mümkün olmadığından ba’dehu gayra asla ıtlak olunmaz derece bu vasf-ı celilin Zat-ı Celil’de isti’mali galib oldu ve bu galebe-i ve başka şeyler kendisiyle vasf olunmamak ve ona şirket ihtimali tari olmamak gibi alemin cemi’ evsafı bu vasf-ı celilde cereyan etti. Tafsilat-ı mesrudeden anlaşıldı ki şu akval-i selaseden kavl-i evvel ile saniye göre Lafza-i Celale ibtidaen Zat-ı Celil’e alem olarak vaz’ olunmuştur; fakat aralarında şu fark var ki birinci kailler onun isim olmak üzere bir asl ü me’hazden müştak olduğuna ve ikinci kailler onun bir asl ü me’hazden müştak olmadığına zahib oldular. Kavl-i salis ashabı ise lafz-ı celil-i mezkur fi’l-asl vasf olup lakin Zat-ı Celil’in gayriye asla ıtlak olunmaz derece Zat-ı Celil’de isti’mali galebe etmekle ona alem olmuş gibi bir hale geldiğini beyan ettiler. Şu üç kavilden ezhar olanı vücuh-i selaseye mebni kavli salistir. Vech-i evvel budur ki Bari Teala hazretlerinin ya razıkıyyet gibi icad ve tekvine delalet eden sıfat-ı izafiyyesini tedebbür ve teemmül etmeksizin Zat-ı Aliyye’sini min haysü hüve zatuhu taakkul beşer için mümkün değildir; şu halde Zat-ı Bari’ye bi-hususihi delalet eder bir lafız vaz’ı kabil olmaz vazı’ ister Cenab-ı Hak’tır diyelim ister vazı’ beşerdir diyelim. Vazı’-ı elfaz Cenab-ı Hak olduğu surette bunun kabil olmaması çünkü bir lafzı bir ma’na izasına tahsiste hikmet o lafız zikrolunduğu zaman o ma’nayı bize tefhim eylemektir bu ise ancak beşerin taakkul eylediği meanide olabilir. Vazı’ beşer ise Zat-ı Bari’ye bi-hususihi delalet eder bir lafzın vaz’ı kabil olmadığı zahirdir çünkü bir lafzı ma’na niye karşı şu i’tiraz varid olur ki beşer için bi-künhihi taakkul etmediği bir şeyin izasına bir lafzı vaz’ eylemek mümkün değilse de Zat-ı Celil’i vechen ma tasavvur edip de izasına bir isim vaz’ etmesi caizdir bu halde vazı’ beşer olduğu takdirce Zat-ı Bari’ye bi-hususihi delalet eder bir lafzın vaz’ı mümkün değildir kazıyyesi müsellem değil. İkinci vecih budur ki lafz-ı celale fi’l-asl vasf olmayıp da Zat-ı Celil’in ism-i alemi olsa kavl-i keriminin zahiri ma’na-yı sahih ifade etmez zira zahir olan budur ki zarfı lafz-ı celaleye müteallıktır eğer lafz-ı celale fi’l-asl vasf değilse ne aslı i’tibariyle ve ne vakt-i isti’malde ma’na-yı fi’li tazammun eylemeyeceği cihetle zarfın kendisine tealluku sahih olmaz. Ve binaenaleyh ayet-i kerime zahirine haml olununca ma’na-yı sahih ifade etmez. Vakıa ’ i cümlesine müteallik kılmak da mümkündür ki bu takdirce cümlesi haber-i sani veyahud haber cümlesi olup lafz-ı celale mübtedadan bedel olur. Fakat bu tevcih ayet-i kerimeyi bila-zaruretin zahirinden sarfeylemeyi müstelzim bir tevcihtir. Ama lafz-ı celaleye fi’l-asl vasftır denilirse aslı i’tibariyle ma’na-yı fi’li müştemil olacağından zarfın kendisine tealluku sahih olur ve o halde nazm-ı kerim ma’nasını ğuna zahib olmuşlardır. Üçüncü vecih budur ki iştikakın ma’nası iki lafızdan biri ma’na ve terkibde diğerine müşarik olmaktır bu ma’na ise lafz-ı celil ile zikri geçen asıllar arasında mevcuddur çünkü onunla usul-i mezkure beyninde bu müşareket mütehakkiktir şu halde Lafza-i Celale usul-i mezkurenin birinden müştak olmak gerektir müştak olunca fil-asl vasf olması lazım gelir fakat bu vech-i ahire karşı denir ki müştakların be-heme-hal sıfat olmaları lazım gelmeyeceğinden Lafza-i Celal’in müştak olması fil-asl vasf olmasını iktiza etmez işte ism-i zaman ism-i mekan ism-i aletler bunlar müştak oldukları halde sıfat değildirler çünkü bir nevi’ taayyün ile muayyen zevata delalet ediyorlar. Bazıları Lafza-i Celale’nin lafz-ı Süryani olduğuna zahib oldu. Bunlar dediler ki lafz-ı celilin aslı Süryaniyece idi sonra elif-i ahirenin hazfı ve kelimenin evveline elif ve lam miştir. Cenab-ı Bari’nin Zat ve Sıfat-ı Aliyye’si envar-ı azamet ve estar-ı ceberut ile muhtecib olduğundan ibad onun zat ve sıfatında valih ü hayran oldukları gibi ona delalet eden lafızda da isim veya sıfat müştak veya gayr-i müştak alem veya gayr-i alemdir gibi nice suret ve zahibler ile mütehayyir kaldılar; guya envar-ı azamet-i İlahiyye’nin eşi’ası müsemma-yı mukaddesten ism-i şerifine in’ikas etmiş de nigah-ı teemmül onu idrakten kasır olmuş – K[kaf].Ş. Külli yat-ı Ebi’l-Beka’. Rahman ile Rahim’den mübalağa için bina edilmiş sıfat-ı müşebbehedirler. Rahmet: Lügatte rikkat-i kalb ve ması me’hazlerinin gaye ve müsebbibi olan tefaddul ve ihsan der diye meşhur olan kaide-i ekseriyyeye mebni “Rahman” sıfatı “Rahim” sıfatından eblağdır. Ma’naca ziyadelik bazen kemmiyet ve bazen keyfiyet i’tibariyle olur. Şu halde “Rahman”da ziyade-i ma’nanın bi-i’tibari’l-kemmiyye olduğuna nazar edilirse çünkü Cenab-ı Hakk’ın dünyada asar-ı rahmeti Zat-ı Aliyye’sine iman edenlerle Zat-ı Aliyye’sini inkar edenlerin cümlesine amm ü şamil olup neş’e-i uhrada ise asar-ı rahmeti mü’minlere muhtas bulunduğu cihetle ahiretteki asar-ı rahmetin kemmiyeti dünyadaki kemmiyeti kadar olmadığından denir. “Rahman”da ziyade-i ma’nanın keyfiyet i’tibariyle olduğuna nazar olunursa çünkü niam-ı uhreviyyenin kaffesi celil olup niam-ı dünyeviyyenin ise bazısı celil ve bazısı hakır olmakla denir. Rahman ile Rahim rahmetten müştaktırlar. Rahmet kalbe elem verip de sahibini gayra ihsana sevkeden bir ma’nadır. Cenab-ı Hak alam ve infialattan münezzeh olduğundan Zat-ı Uluhiyyeti’ne nisbet ile rahmetten maksud olan ma’na eseri bulunan ihsandır. “Rahman” lafzı bir vasf-ı fi’lidir ki onda faal gibi ma’na-yı mübalağa vardır ve isti’mal-i lügatte atşan ve gadban gibi sıfat-ı arızaya delalet eder. Rahim lafzı gibi isti’malde meani-i sabiteye delalet eyler. Kur’an sıfat-ı mahlukıne mümaseletten balater bulunan sıfat-ı İlahiyye’yi belagat ile hikaye eden üslub-i Arabi’den hariç olmadığı cihetle Rahman lafzı kendisinden bil-fiil asar-ı rahmet sudur eden zata delalet eder asar-ı rahmet ifaza-i niam ve ihsandır. Rahim lafzı dahi bu rahmet ve ihsanın menşeine ve bu rahmet ve ihsanın sıfat-ı sabite-i lazımeden olduğuna delalet eyler. Bu ma’naya göre bu iki vasıf ne birbirinden müstağnidir ne de ikincisi ayrıca bir ma’nayı müfid olmayıp da mücerred evvelki sıfatı te’kiden gelmiş olur. Bir Arap Hak Celle ve Ala hazretlerinin “Rahman” ile tavsifini işitip de bundan Cenab-ı Hakk’ın bil-fiil müfiz-i niam olduğunu fehmetmesiyle rahmetin Zat-ı Uluhiyyeti için ale’d-devam lazım olan sıfattan bulunduğunu i’tikad etmez zira bir fiil velev ki kesretle vukua gelsin sıfat lazıme-i sabiteden neş’et etmemiş bir emr-i arız olunca bazen munkatı’ olur şu halde müteakiben “Rahim” lafzını işitince i’tikadını Hak Teala hazretlerine layık ve Zat-ı Uluhiyyeti’ni hoşnud eder vechile ikmal eder. Bu iki vasf-ı şerifin tahsisun bi’z-zikr buyurulması cemi’ umurda kendinden istiane olunmaya sezavar olan Zat-ı Aliyye’nin ‘acil ve acil hakır ve celil bütün ni’metleri sin de külliyen Cenab-ı Kuds’e teveccüh ve habl-i tevfike temessük ederek Zat-ı Uluhiyyeti’nin zikriyle ve ondan istimdad hükmün müştakka ta’likı me’haz-i iştikakın o hükme illiyyetini lah’a ta’lik olunmasına nazaran bu esma-yı şerifenin müsemması bütün ni’metleri ihsan eden bir ma’bud-ı hakıkı olup bunun için Zat-ı Aliyye’sinden istiane edildiğine arif olanın muttali’ olacağı şüphesizdir. Kütüb-i tıbbiyye mütalaa olunsun a’za ve ecza-yı bedenden her birinde tevellüdü mümkün olan eskama ıttıla’ hasıl edilsin sonra da Hazret-i Bari’nin ukul-ı halkı meadin ve nebatat ve hayvanattan aksam-ı agdiyye ve edviyyeyi bilmeye nasıl irşad eylediği teemmül olunsun o vakit asar-ı rahmet-i İlahiyye’nin nasıl bir bahr-i bi-payan olduğu anlaşılır. Calinus hikaye ederdi ki a’za-yı aynın menafii hakkındaki kitabımı tasnif eylediğim zaman gözde bir mevzi’de iltika eden mücevvef iki sinirin halk ve icadındaki hikmetin zikrini nastan diriğ etmiş idim; sonra alem-i menamda gördüm ki guya semadan bir melek nazil olarak bana şöyle hitap etti: Ya Calinus! İlahın diyor ki benim hikmetimi niçin Calinus ibadımdan diriğ eyledi. Derhal uyandım ve bu mebhas hakkında ayrıca bir kitap tasnif eyledim. Yine Calinus der idi ki dalağım şişti bildiğim ne var ise onunla mualece ettim hiç nef’i olmadı. Sonra heykelde gördüm ki sanki semadan bir melek nazil oldu ve bana hınsır ile binsır arasındaki damardan kan almayı emretti. Alamat-ı tıbbın pek çoğu evail halinde bu gibi tenbihat ve ilhamata müntehidir. Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye’nin mevaki’-i muhtelifesinden ve vilayet-i şahanenin karib ve baid bazı mahallinden varid olan mekatib ve muharreratta Envar-ı Kur’an hakkında lütfen bezl-i iltifat olunuyor. Ve tarz-ı tahririne dair bazı mütalaat terdif ediliyor. Mahzan bir eser-i nezaket olmak üzre raygan buyrulan şu teveccüh ü iltifata arz-ı şükran olunur. Mütalaata gelince iki kısım olup bir kısmı tefsirin daha mufassal yazılması teklifini mutazammındır; diğeri bilakis sure-i celilenin maba’dine geçilmesi temennisini izhar ediyor. Bu sure-i şerifenin tefsirinde yazılan mebahis-i mütenevvianın sütur u sahaiften ne derece zübde ve telhis edilmiş olduğu ve nice vasi’ mebhasler cem’ olunarak elfaz-ı vecize-i vazıha ile ifade edildiği me’hazlere vakıf zevat-ı efazıl nezdinde ma’lum olmakla im’an-ı nazar ediliyorsa bu sure-i kerimenin Envar-ı Kur’an’ın arzu olunan tafsilatı ihtiva eylediğini beyana hacet kalmayacağını birinci kısım ashab-ı mütalaaya ve sure-i Fatiha’da verilen tafsilat eser-i selefe surenin maba’dine geçileceğini diğer zevata arzederim. Dün sabah şafakla beraber uyandım. Dide-i afak henüz mahmure-i hab ile bi-tab idi. Havayı müsait buldum. Kıra doğru bir sabah gezintisi yapayım dedim. Kimseyi rahatsız etmeden giyindim. Kırk yaşından sonra büsbütün dildade-i refakati olduğum yar-i vefakarımı her halime her sıkletime mütehammil olan enis-i gam-güsarımı alıp sokağa çıktım. Refikımın tek ayağına merbut demir parçasının yolda pek mebzul olan granitlere fevasıl-ı mütesaviye ile temasından mütehassıl sada-yı mevzunu tefekküratıma yahud tefekküratımı o sada-yı mevzune uydurarak gitmeye başladım. Subh-ı rebiin letafeti vücuduma bir zindelik verdi. Zihnimde garip bir faaliyet uyandırdı. Etrafa baktım her yer uyuyor idi yalnız aşiyan-ı sükunlarında henüz uyanan kuşlar rehavet-i nevmi izale için yuvalarının kenarında kanatlarını kah bir istikamet-i ufkıyyeye doğru birer birer temdid etmekte kah taklid-i pervazı andırır bir vaz’-ı mahsusa ile ikisini birden ihtizaz ettirmekte idi. Sol taraftaki büyük bir meşe ağacının kesif dalları arasında aşiyan tutan bülbül sabah dersine başlamış idi. Takririni anlayacak sımah-ı kabil arar gibi her tarafa tevcih-i nigah arasıra da tebdil-i makam eden bu bahar aşığının girye-i cuşa-cuş-i hasrete yahud hande-i germa-germ-i vuslata benzeyen silsile-i nagamatından pek müteessir oldum. Bu nagamatın akıl için illet-i mucibesini medlul-i sahihini ta’yin müşkil idi. Fakat aklın hükmünü kuvvetini daima geri bırakan hiss-i kalbi zevk-i vicdani bülbülün dest-gah-ı san’atında nesc eylediği kala-yı elhanın tar ü pudı mesabesinde olan halet-i ruhiyyeyi anlamakta güçlük çekmiyor idi. Andelibin her nağmesi gönlümün bir teline dokunup ihtizaz ettirmekte ruhumu o perdenin o ihtizazın husule getirdiği his ile mütehassis eylemekte idi. Ben bu suretle mütehassis müteessir oldukça bülbülün ruhunda birtakım halatın vücuduna hükmetmek istiyor idim. Fakat her feyzi her meziyeti nefsine hasretmek i’tiyad-ı garibine mübtela olan “gurur-ı nev’i” vücuduna hükmetmek istediğim o halatı bülbülün fıtratına sığdıramıyor daha doğrusu ona layık görmüyor ğın o halata tecelligah olmasını bir türlü kabul edemediğinden daima beni tashih-i fikre da’vet ediyor idi. Aks-i sureti müeyyid delail serdine kıyam ettim birine iltifat etmedi. Akıbet vücuduna zahib olduğum halatı bülbülden nez’ baid bir tevcih-i sakımi suretinde gösterdi. Hatta dedi ki: Bütün mevcudat herkesin isti’dadına tarz-ı telakkısine göre mütemessildir. Hakıkat-i vahideden ibaret olan bu alemin nev’-i vahid tahtında taayyün eden iki ferd nazarında onların tarz-ı ihsas ve telakkılerine göre yekdiğerine külliyen mugayir birer mahiyette tecellisine imkan müsaid olduğu halde o nev’in haricindeki bir vücud nazarında alemin ne suretle taayyün ettiğine bu taayyünün onda ne gibi halat husule getirdiğine suret-i kat’iyyede vukuf iddiasında bulunmak kadar abes bir şey tasavvur olunamaz. Böyle bir iddiada bulunacak olur isek bu iddia bizim zannımızdan bu zannın hakıkate teması da kuru bir da’vadan ibaret kalır. Sana neşve iras eden nağme belki bülbülün a’mak-ı ruhundan kopan bir nevha-i ızdıraptır! Gurur-ı nev’inin daire-i insaftan bu kadar teba’üd edeceğine vanın nakızını de müeyyid olabilir dedim. Kulak asmadı. Bir kuşta tecelli eden bu kadarcık feyzi çok gördü. Biçarenin çırpına çırpına anlatmak istediği şeylerin kaffesini bana mal etti. Onun nagamatını ruhundan lübbünden tecrid ile savt-ı meyyit haline getirdi. Kuşcağızın sa’yini emeğini bu suretle heder etmek istedi. Hulasa o hükmünde ısrar etti ben de hükmündeki isabetin inkarında musır oldum. Senin zannın sana benim i’tikadım bana sözüyle münakaşaya nihayet verdim. “Gurur-ı nev’i” ile beynimizde cereyan eden bu münakaşadan tabii bülbülün haberi yok idi. O muttasıl silsile-i nagamatını tertib ile meşgul idi. Hiss ü hareketten mahrumiyetlerini sıfat-ı kaşife-i hakıkatleri olmak üzere kabul ettiğimiz muhtelif nebatata baktım. Hepsi tecelli-i feyz-i bahar ile hayat-ı taze bulmuş hepsi kendisini tabiat-ı nev’iyyelerine has olan kemale namzed kılmış idi. Her çiçek her yaprak birer dide-i intizar kesilerek şarka müteveccih nüma-yı mevalid-tealluk-ı nazar-ı basitine mevdu’ olan cirm-i nevvarın kudumüne muntazır idi. Hayvanatın beka-yı nev’i ve zatilerine hizmetlerini mükafatsız bırakmayan bu mükafatın zımnındaki lezaizi daima o maksadın husulüne alet ittihaz eden kudret-i fatıranın nebatatı da bu kanun-ı umumisi haricince bırakmaması lazım geleceğini mahiyet-i nev’ilerinde tecelli eden sırr-ı hayatı bizim bilmediğimiz bilemeyeceğimiz birtakım halata belki de tabiatlarıyla mütenasib lezzata mukarin kılacağını düşünerek onların da dünyadan bir haz bir hisse-i safa aldıklarına kendi aklımca hükümde tereddüt etmedim. Fakat bunun nasıl olacağını nasıl olması lazım geleceğini lezzet safa ta’birlerinin bu mebhaste ne dereceye kadar haiz-i ma’na olabileceğini tabii ta’yinden aciz idim. Zira yed-i kudretinin sunuf-ı mevalid arasına vaz’ ettiği hail kolay kolay aşılamaz. Vakıa bu haili bir dereceye kadar aştığımıza hükmederiz. Ancak bu hükmümüzün nefsü’l-emre derece-i tevafuku şekten ari bir surette ta’yin edilemiyor. Onların alemden suret-i teessürlerine hükmeden kudret yine bizim teessürümüzün neticesi olan hükümden ibaret kalır. Bu mebhasteki isabetimizin derecesini gösterecek bir senedi sahihe malik değiliz. Her şeyin hakıkatini kalıb-ı hiss ü bütün eşkal-i hakayıka tatbik teşmil etmek istiyoruz. Her şeyin rengini gözümüzdeki gözlüğün rengine göre ta’yin ıztırarına mahkumiyetimizden dolayı gözlüğün rengi kırmızı ise bütün mükevvenatın kırmızı yeşil ise yeşil olduğuna hükmediyoruz. Halbuki kainatın reng-i hakıkısi belki bu renklerin biri değildir. Kıyasat ve istidlalat-ı akliyye merdiveniyle bina-yı hakıkatin kaçıncı katına kadar çıkabilir isek o katı münteha zannetmek bizim için zaruridir. Merdiven yükseldikçe bulunduğumuz katın üstünde bir kat daha olduğunu görüyoruz. Oraya çıkınca ufkumuzun muhitini daha geniş buluyoruz. Yeni yeni manzaralar peyda olmaya bulunduğumuz katın altındaki kattan görünmeyen birçok yerler görünmeye başlıyor. Yüksele yüksele belki bu hailler mündefi’ belki bugün göremediğimiz şeylerin yarın görülmesi mümkün olur. İşte zihnim bu ve buna mümasil birtakım tefekkürat ile meşgul olduğu halde epeyce yol almışım tefekküratım irademi ta’til etmiş muvakkat bir zaman için irademin teallukundan azade kalan hatvelerim beni semtimizdeki kabristanın kenarına kadar getirmiş idi. Evden çıktığım esnada hiç kabristana gitmek niyetinde değil idim. Meğer niyetin oraya gitmeye te’siri yok imiş!. Beni oraya götüren gayr-i iradi hatveler guya bana bir hakıkati ihtar ediyor idi. Etrafa baktım hay-u-huy-ı hayat başlamak üzere idi. Fakat mahalle-i emvatta hüküm-ferma olan sükun-i amik haricin dağdağasından kat’an müteessir değil idi. Güneş doğdu bütün mevcudat uyandı lakin firaş-ı vapesininde yatanların mi’ad-ı istikazına kim bilir daha ne kadar zaman var idi? Onların yelda-yı samitleri güneşin tuluundan bi-haber idi. Her yerde gündüz geceyi ta’kip ediyor fakat onların gecesi gündüze müntehi olmaksızın bir siyak üzere gidiyor idi. Ah-ı medid şeklinde asumana ser çeken siyah kesif serviler hafif bir rüzgarın temasıyla başlarını ağır ağır iki tarafa sallamakta guya a’mak-ı mekabirden aldıkları peyam-ı ahireti hüzn ü vahşetle memzuc bir eda ve sada ile guş-i ibrete isal eylemekte idi. Nazar-ı ibret önünde emel-i mütehaccir gibi duran taşlara baktım. Kiminin rengi sevada mütebeddil kiminin üstünde yosun nev’inden yeşil maddeler peyda olmuş idi. Kimi bir asrı mütecaviz bir zamandan beri pa-ber-cay-ı kıyam olmaktan yorulup bir tarafa meyletmiş kiminin o kıyam-ı medidden büsbütün tab ü tüvanı kesilerek boylu boyunca yere uzanmış idi. Ben taşlara baktıkça onlar da nazarlarını benden tarafa tevcih ettiler. Hepsinin lika-yı samutu birer nokta-i zi-hayat kesildi; hepsinin vaziyeti bess-i melal suretini tazammun ediyor idi. Gerek bu manzaranın gerek türab-ı ratıbdan intişar eden baygın bir ahiret kokusunun te’siriyle kalbimde türlü türlü hisler peyda olmaya başladı. Sath-ı makabire ruh-ı mütekasif halinde istila eden rakık mai bir sis tabakasının ihtizazatı arasında ilerlemeye başladım. Seksenini mütecaviz olduğu halde bundan yirmi beş sene evvel ailemize veda’ ile uzlet-geh-i ebedisine çekilen büyük babamın me’va-yı vapesini göründü o pir-i fani guya onun kendisini ziyaret edeceğimi haber almış da ağabani sarığını sarmış beyaz entarisini şali cübbesini giymiş olduğu halde seng-i mezarına ittika benim vüruduma intizar ediyor idi. Uzaktan geldiğimi görünce hüzün ve sürurdan mütevellid bir ra’şe-i teessür bir sada-yı mühtez ile “ah evladım sen misin” nida-yı mütehassiranesini tekrar etmekte sevimli gözlerinden süzülen yaşlarla türab-ı kabr-i pakini tartib eylemekte idi. Büyük babacığımın nurani yüzü süt gibi sakalı sık çatık kaşları guya hiç ölmemiş gibi gözümün önünde tecessüm etti. Nida-yı müşfikanesindeki ihtizaz-ı rakik sımah-ı endişeme aks-endaz oluyor idi. Ruhaniyetine teveccüh revan-ı pakine bir Fatiha ihda eyledim. Onun gözünde gördüğüm hayali katreler benim gözümde hakıkat şeklini aldı. Kabrinin yanına oturdum. Bu esnada birçok hallerin; birçok fikirlerin zebunu oldum. Aradan yarım saat kadar geçti. Biraz teessürüm zail oldu. Kabristana muzlim servilerin saye-i himayetine fırlattım. Ne olursa olsun dedim. Kuvvet-i endişe ile bütün mezarları açtım. Ne bakayım? Hey’et-i asliyyesine halel gelmeksizin kafes halinde uzanmış vücudlar dağılmış kemikler yeni tefessühe başlamış bedenler onlardan sızan muhtelif mayiat ile rengarenk olmuş kefenler ma’sum çocuklar nakam gençler sal-hurde pirler anasına hasret giden evlatlar evladına doymadan hayata veda eden analar son nigah-ı tahassürü canından sökülen servet ü samanında kalan zenginler zindan-ı beladan kurtulmuş gibi kabre can atan fakirler sabahleyin zevk ü safalarıyla meşgul iken öğleden sonra kendilerini orada bulan biçareler! Nümune-nüma-yı mahşer olan bu meşher-i emvatı görünce dehşet içinde kaldım. Bu manzaradan mütehassıl teessür beni epeyce sarstı. Ecsad-ı faniyyeden türaba münkalib olanlar tabii bu hesaptan hariç idi. Bir avuç toprakta bin vücudun hisse-i şayiası olduğunu düşündüm. Topraklarda basacak yer bulamaz oldum. Kabristanın kenarından doğru yola çıktım. Kendi kendime diyor idim ki: Kabristan en büyük dershane-i ibrettir. Onun sükut-i amikındaki belagat en taliku’l-lisan hutebanın belagatlerinden daha müessirdir. Sihr-i beyanlarıyla nüfus-ı natıka üzerinde istedikleri gibi icra-yı tasarruf eden bülega taşların lisan-ı natıkı karşısında hacer-i samit gibi kalır. Evet! Nehr-i cuşa-cuş-i hayat insanların bütün amal ü ihtirasatını sürükleye sürükleye nihayet şu muzlim hufrelere tıkıyor. Mevt o haile-i bi-eman tul-i emel denilen u’cube-i biarın her dakika yüzüne tükürdüğü halde o çehre-i har u ahenin bundan kat’an müteessir olmuyor. İnsanların bu neticenin tahakkuk-i vukuuna dair olan ilimleri yakın derecesini bulmuş olsa kimsenin eli bir işe varmaz dünya da yangın yerine döner idi. Fakat hamdolsun Cenab-ı Hak kabristanları mesire haline koyan pehlelerin üzerine sofra kurup iş ü işret eden o esnada attıkları gevrek kahkahalar sükkan-ı mekabiri dalmış oldukları derin uykudan uyandıracak dereceyi bulan erbab-ı intibahı mebzul olarak yaratmıştır. Fikrimize zerk ettiğimiz gaflet serumuyla ölüme karşı kendimize muafiyet hassası verdiğimize zahib gidenleri yerimize bedel göndermiş gibi müteselli oluyoruz! Fakat çok yanlışımız var. Tefekküratımın hülasaten buraya nakli halkı ye’s ü atalete sevk eder diye endişeye mahal yoktur. Çünkü devr-i hilkatten beri tekerrür eden bu hakıkatle o kadar ülfet etmişiz ki ülfetin bu derecesi o hakıkatin nefsimizde vukuuna karşı değilse bile ika edeceği te’sire karşı bize muafiyet hassası vermiştir. Müşahede-i mekabirle nefsi atalete mahkum etmemeli. Öldükten sonrasını düşünüp rezailden tebrie fezaille tezyin etmeli. Böyle bir zamanda nefsimizi atalete mahkum edecek olursak aba vü ecdadımızın pak mukaddes mezarlarını düşmanlarımızın mülevves murdar ayaklarıyla çiğnediklerini göreceğimize şüphe edilmesin. İslamiyet ataletin en büyük düşmanıdır. Eslafımız İslamiyet’i ataletle tefsir etmiş olaydılar o emanet-i kübra bugün bize intikal etmez idi. Dinimizin ni bu suretle daha metin kılma için o altın direkleri dikecek serveti samanı elde etmelidir. Bu da sa’y ile gayretle olur. Ataletle olmaz. Alem-i insaniyyeti ma’mur kulub-i münkesireyi mesrur edecek ne kadar ef’al-i mebrure varsa bunların kaffesine fakr ile değil gına ile te’min-i muvaffakiyyet ederler. Yed-i sındaki hailin bıçak sırtından pek de farklı olmadığını servet ü saman iyi bir adamın elinde olursa bunun ne güzel bir şey olduğunu bize bildiren bizi fakr ile mümkün olmayıp gına ile müyesser olan birçok hasenata teşvik tergib eden nedir? İslamiyet değil mi? Hal böyle iken İslamiyet’in bize atalet ü bataletle emrettiği nasıl iddia ne vechile kabul edilebilir. Hayr-ı mahz ve mahz-ı hayr olan İslamiyet’i başka türlü gören birtakım gözler de var. Fakat kusur İslamiyet’te değil onu öyle gören gözlerde. Mizaca fesad arız olursa insan bazı kere iyiyi fena fenayı iyi görür fasidü’l-mizac olanların bu hali nefsü’l-emr Bunu bir kere daha söylemiş idim burada yine tekrar edeceğim mesela insan maraz-ı imtila ile bi-zar olursa en iyi yemekleri fena görür sıhhati yerinde olanların iştihasını tahrik eden en nefis bir taam onun istikrahını da’vet eder. Demek ki insanın nefsindeki bir halet-i maraziyyeden dolayı iyi bir şeyi fena görmesi mümkün imiş. Böyle bir maraza mübtela olan bir adam hastalığını izaleye çalışmalı. Bu böyle olduğu gibi fena şeyleri iyi görenler de vardır. Bu da bir halet-i maraziyye neticesidir. Mesela kadınlar hamil iken onlara bir hal arız olur kimi sabun kimi kömür kimi testi ve saire gibi şeyleri yer. Şimdi o biçare kadının sevk-i marazla sabun yemesi sabunun nefsü’l-emirde ekle salih bir şey olduğunu Toprak yiyen insanlar da bu kabildendir. İşte İslamiyet hakkındaki yanlış fikirler de bir nevi maraz-ı ruhani neticesi olan dalalet-i hissiyyeden münbaistir. Her ne ise maksadım bu sözleri söylemek değil oraya nakl-i hane ettikten sonra başımıza gelecek şeyler hakkında bir iki misal serdeylemek mette nefs-i natıka denilen şey bir latife-i Rabbaniyye’dir. hakkındaki tedkıkatını ne kadar ta’mik etse sa’yi heba oluyor. Saha-i tedkıkattan sıfru’l-yed olarak çıkıyor. Görüyoruz ki ilm-i ruhun ihtiva eylediği mebahis ruhun hakıkıyyet-i zatıyyesine değil ahval ve keyfiyyatına asarına aittir. Ruh hakkında icra olunan tedkıkat bu noktadan ileri gidemiyor. gesi üzerinde icra edilen tedkıkata benziyor. Bir şeyin gölgesi üzerinde icra edilen tedkıkat ise onun mahiyyeti hakkında bir fikr-i sahih veremez. Gölge ancak o şeyin şekli hakkında takribi bir fikir verebilir. Bu kadarcık ma’lumat ile de o şeyin hakıkatine tamamıyla hükmedilemez. Ruh hakkındaki tedkıkat-ı nazariyye de hep bu kabildendir. Vakıa ruhun kuva-yı muhtelifesi vücud üzerindeki tasarrufatı hakkında tedvin-i mebahis edilmemiş değil. Fakat bunlar ruhun hakıkatine tealluk eder şeyler değildir. Hakıkati anlaşılmayan bir şeyi ceffel-kalem inkar edip Maddiyyun da ruh mes’elesinde bu tarikı ihtiyar etmişler yani hall-i mes’eleye inkar yolu gibi en kestirme bir yoldan gitmişler. Lakin ruhun mevcudiyyetini müeyyid delail günden güne çoğalıyor maddiyyunun istinadgahları olan çürük deliller gittikçe kuvvetini kaybediyor. Maddiyyunun ruh hakkındaki fikr ü nazarları avamın kainat hakkındaki fikr ü nazarlarından daha sathidir. Her şeyde zahirden başka bir şey görmeyen avam gibi maddiyyun da bu alemin zahirinden başka bir şey göremiyor. Mükevvenatın bir de iç yüzü olduğuna bir türlü kail olamıyor. Madde ile kuvvetin başka başka şeyler olmayıp şey’-i vahidden ibaret olduğunu isbat için maddiyyun tarafından serdedilen delillerin en kuvvetlisi yahud en kuvvetlilerinden biri de şudur. Bunlar diyorlar ki: mebsuten mütenasibdir. İnsanın dimağı “fizyoloji” nokta-i nazarından ne kadar mükemmel olursa aklı ruhu da “psikoloji” nokta-i nazarından o kadar mükemmel oluyor. İşte bundan anlaşılıyor ki sizin ruh akıl filan gibi isimlerle tevsim ettiğiniz şeylerin kaffesi uzv-ı maddi olan dimağın netice-i faaliyetinden bi-zatihi vücudu olmayan eserlerinden başka bir şey değildir. Maddiyyunun bu sözü esasen pek doğru olmakla beraber ruhun inkarına hüccet olamaz. Filhakıka dimağ ne kadar mükemmel olursa ondaki kuvve dahi o nisbette mükemmel oluyor. Lakin akıl ile dimağ beynindeki bu alaka-i tekemmül bir vechile ruhun adem-i mevcudiyyetini müeyyid delailden ma’dud değildir. Ruh yine o ruhtur ancak tealluk ettiği vücud ruhun bi’lkuvve haiz olduğu isti’dad-ı kemali izhar edecek kabiliyeti haiz değil demektir. Binaberin ruhun fizyoloji nokta-i nazarından lazım gelen tekemmülü haiz bir vücuttaki tasarrufuyla onun neticesi olan asarın o nisbette mükemmel olması gayet tabii bir şey olmak iktiza eder. Zaten bunu inkar eden de yoktur. Fakat ruh ile cisim beynindeki alaka-i tekemmülden maddiyyunun istinbat ettikleri netice çıkmaz. Mesela bugün en mükemmel piyano çalan bir adamı piyanonun başına oturtalım. Fakat nasıl piyano? Telleri kırık ahengi serapa bozuk. Piyanistten bir güzel hava çalmasını rica edelim. Biçare adam ricamızı kabul etsin. İzhar-ı hüner vaffakiyyet edemeyecek. Çünkü “do” perdesine basıyor “re” sesi yahud büsbütün falso bir ses çıkıyor. Piyanonun üzerinde elini gezdirdiği esnada kedi mutfakta yemek sahanlarını devirmiş gibi bir herc ü merc-i esvat hasıl oluyor. Piyanist yine o piyanist fakat piyanoda ahenk olmadıktan sonda ne yapsın nasıl maharet göstersin? böyledir. Yani ruhun mahiyyetinde bir tegayyür yoktur. Yalnız vücuttaki tasarrufu o vücudun haiz olduğu isti’dada tekemmüle göredir. Ruh ile cisim beynindeki bu alaka-i tekemmülden dolayı ikisinin şey’-i vahid olunduğuna nasıl hükmolunabilir? suz sözleri vardır ki bunların buraya nakli beyhudedir. Herkes fikrinde hürdür kimse kimsenin i’tikadına fikrine müdahale etmek hakkını haiz değildir. Canı isteyen ruhun vücudunu tasdik canı isteyen inkar eder. Elhamdülillah biz tasdik eden zümredeyiz. Onun için maddiyyunun fikrini i’tikadını bırakalım da kendi i’tikadımıza fikrimize muvafık surette idare-i kelam edelim: Azizim sırr-ı İlahi’den ibarettir. Yani bütün mülahazattan bütün tefekkürattan mukaddemdir. nu inkar etmesi Hoca Nasreddin merhumun gelen bir misafiri savmak için içeriden efendi evde yok demesi gibidir. Ruh bir levh-i sadedir. Bedenimizde tealluk eyledikten sonra süver-i maddiyye turuk-ı meşair vasıtasıyla onda müntekış o da o vasıta ile alem-i haricinin vücudundan haberdar olur. Gönül burada bir iki söz söylemek ister idi. Fakat sükutu evla gördü. Çünkü bir kabristan ziyaretinin bundan ziyade söze tahammülü yoktur. Burada söylenecek sözler o ziyarete muvafık mahiyette olmalı. Biz de ruhun ahval-i sairesine müteallik sözlerden sarf-ı nazar edelim de makama münasib bir iki söz söyleyelim: Büyük pederin ziyareti bende tuhaf tuhaf fikirler hasıl etti. O fikirlerin hülasası şudur: Ruh bedenle alakasının inkıtaından sonra dünyadaki ef’alini –fakat mülayimine temsil suretiyle– tahayyül daha doğrusu idrak edecektir. Fakat siz diyeceksiniz ki dimağsız ruh nasıl tahayyül idrak edebilir? Dimağ ruha o tahayyül hassasını vermiştir. Tahayyüle idrake mahsus olan keyfiyyat ona hal isti’dad olmuştur. Şu halde ba’de’l-inkıta’ ef’al-i dimağiyyeyi dimağa ihtiyacı olmaksızın icra edebilir. Çünkü dimağı kable’l-inkıta’ ruha verdiği hareketin ala vechi’l-istimrar onda mevcudiyyeti farzedilebiliyor. Mesela ruh dünyada işlediği iyi bir şeyin kendisinde mucib olduğu hiss-i süruru alem-i hariciyyede hoşlandığı şeylerden birine bir güzel çiçeğe temsil suretiyle tahayyül eyler. Bu tahayyülü kendisi için mucib-i safa olur. Bizim hayal namını verdiğimiz bir şey devam ve istimrarından ruhun alem-i hariciyle olan alakasının inkıtaı hasebiyle ona şiddet-i te’sirinden dolayı bir hakıkatten ziyade hakıkat halini alır. Keza insanın fena bir fiili de yılan gibi hoşlanmadığı bir surete temessül ruhu bu vechile ta’zib eyler. Ruhun tasarrufatı bedenden alakası münkatı’ olmadan evvel her dakika kendisinde vuku’ bulan ahvaldendir. Bunun tahrir ve takririmizde asarı görülür. Demek ruhun ma’kulatı bir mülayimine temsil ile tahayyül ve ondan müteessir olması kendisi için daima vakı olan ahvalden imiş. Bu böyle olduğu gibi ef’alimizin lazım-ı gayr-i müfarıkı olan ahval de daima ruhumuza icra-yı te’sirden hali değildir. ter o fiilin bila-temsil doğrudan doğruya te’sirine ma’ruz olalım her iki surette de ruhumuzun mahiyetlerine göre ef’alimizden teessürü zaruri demek olur. Fakat dağdağa-yı hayat her zaman ef’alimizi mülayimine temsil ile tahayyülümüze binaberin ondan bi-hakkın teessürümüze mani’ ise de o teessür mahiyyetine şuurumuz lahik olmaksızın nefsimizde hüküm-ferma olmaktan hali değildir. Mesela alelekser içimizde bir sıkıntı olur. Sebebini sorsalar bilmiyorum diye cevap veririz. Uykuya yattığımız yani havassımız ta’til alem-i hariciyle alakayı kat’ ettiğimiz zaman o hali rüyada mülayimine temsil ile ondan müteessir oluruz. İşte bunlar hep nefs-i natıkanın ahval ve tasarrufat-ı mahsusasındandır. Burada meşhur “Pascal”ın bir sözü hatırıma geldi diyor ki: Ahaddan biri her gece kendisini rüyada padişah olmuş görse padişahlığın muktezasından olan safalarla meşgul olsa hemen bir padişah kadar mes’ud olmuş demektir. Bu böyle olduğu gibi padişahlardan biri de yaşadığı müddetçe her gece rüyasında kendisini ahaddan biri gibi görse onun çektiği zahmeti meşakkati çekse hemen onun kadar bedbaht olur. Demek ki rüyada görülen şeylerin nefse olan te’siri yakazadaki ahvalin te’sirinden az değil imiş. Fakat bunda rüyanın siyak-ı vahid üzere ve müstemir olması şarttır. Tahavvül ve tebeddülü bu te’sirin tamami-i zuhuruna manidir. Mukteza-yı ef’alimizin alem-i şühudda tamami-i te’sirine alem-i haricinin dağdağası mani’ olduğunu söylemiş idik. Hokkabazlar gürültü ile sünnet çocuğunu avuttuğu gibi alem-i haricinin şu’bede-i guna-gunu da bir dereceye kadar bizim ıztırabımızı tahfif ediyor. Hergün görülen ahvaldendir: Mesela insan bir şeyden ziyadece müteessir olursa dağdağa-yı hariciyyeyi arttırmaya tabiaten bir lüzum hisseder. Mesela saz bilirse saz çalar sokağa çıkar yahud ahbabıyla görüşür. Bunlar hep o teessürün şiddetini tahfif maksadına mebni sevk-i tabiiyle tevessül edilen tedbirlerdir. Bu tedbirler dağdağa-yı hariciyyeyi arttırıp ruhu bulunduğu noktadan insiraf ettirir. Fakat ne yapılırsa yapılsın her fiilin lazım-ı gayr-i müfarıkı olan bir hal vardır ki o fiilin bizden suduruyla ruhta tecelli eder. Ruh kendisinde tecelli eden halatın kaffesini la-teşbih gramofon plağı gibi hıfzeder. O halatın bir zerresini bile kaybetmez. Çünkü dünyadan beraber götüreceği ancak odur. Dağdağa-yı hayat o halattan mütehassıl teessüratın tamami-i zuhuruna mani’ olduğu cihetle ruh kendisinde olan sermayeyi bilmez yalnız toplamakla meşgul olur. Topladığı şeylerin nasıl şeyler olduğunu anlamak için tenha bir yerde oturup onları birer birer gözden geçirmesi lazımdır. eden mahalle-i hamuşandaki hücre-i tariktir. Orada dağdağa yoktur. Ruh kendi kendine kalır. Dünyada topladığı şeyleri birer birer gözden geçirip ne olduklarını anlar. Ruh alem-i hariciyle olan münasebetini te’min eden göz kulak burun ve saire gibi şeylerden ayrılıp kendi kendine kaldığı binaberin kendisini meşgul eden bu kadar dağdağa-i hariciyye onun için an-ı vahidde ma’dum hükmünü aldığı bir sırada cidden müşkil bir mevki’de kalır. Dünyadaki ukubat-ı mümkinenin en şedidi tefrid yani bir adamı –haricle büsbütün alakasını kat’ ile– dar bir yerde hapseylemek cezasıdır. Ruh alem-i hariciyle kat’-ı alaka ettiği dakikada münferit kalır. Artık hücre-i infiradında kendi ef’alinden başka enisi yari kalmaz başlar bunları mülayimine temsile o suver-i mümessile ile hasbihale! karıdan beri ruh hakkında birçok sözler söyledik. Fakat ahval-i meadın azab-ı kabrin mahiyyet-i hakıkısine nazaran bu sözler de o hakayıkı mülayimine temsilden başka bir şey değildir. Öldükten sonra nazar-ı ibret önünde tecelli edecek temaşanın hakıkatini Allah’tan başka kimse bilmez. Bu mebhaste kıbel-i Şari’den bize bildirilen şeylerden başkasının ehemmiyeti ma’nası yoktur. İşte ruh hakkında bu ve bu gibi birtakım mülahazatta bulunduktan sonra ecza-yı perakendenin suret-i cem’i hakkındaki eşkal-i akli gözümün önüne dikildi. Filhakıka insan öldükten sonra türaba münkalib olan ecza-yı cismaniyyesinin bir yere cem’iyle iadesini aklına sığdıramaz. Bunu kat’iyen inkar vadisine sapar. Nitekim öyle de olmuş ve oluyor! Bidayet-i İslam’da insanlar kendilerine pek garip pek vahşi gelen bu hakıkati bir türlü kabul edemediler. Cenab-ı Hak Habibi’ni tesliye için sure-i “Yasin”deki şu ayet-i kerimeyi ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulü şudur. Übey bin Halef birgün eline çürümüş bir kemik alıp huzur-ı Risalet’e girdi. Kemiği ufalayarak Hazret-i Peygamber’e dedi ki: Cenab-ı Hak bu kemiğe tekrar iade-i hayat edecek öyle mi? Hazret-i Peygamber de: Evet hem iade-i hayat eder hem de seni cehenneme koyar buyurdu. Sonra ayet-i kerime nazil oldu. Übey bin Halef’in bu cür’eti ayetin sebeb-i nüzulü ise de hükm-i münifi vadi-i inkara sapan insanların kaffesine şamildir: Ayet-i kerimenin meal-i celili şudur: İnsan hiç vücudu yok iken nasıl yaratıldığını unutarak ecza-yı bedeniyyesi türaba münkalib olduktan sonra bunların bir yere cem’iyle kemikleri gösteriyor. Ya Muhammed ihya-yı mevta hususunda benim kudretimi mahlukatımın kudretine teşbih onların muttasıf oldukları aczi bana isnad ile türaba münkalib olan kemiklerin ecza-yı perakendenin hal-i aslilerine iadesini akıllarına sığdıramayan münkirlere deki: Onları ilk önce kim yarattı ise yine o diriltir Allah tefasil-i hilkati bilir.” Filhakıka öyledir. Çünkü bizi yoktan var eden kudret o zaman ne ise yine odur. O kudrete hiçbir tegayyür arız olmamıştır. Maddeye gelince bidayeten o kudretin eser-i teallukunu nasıl kabul ettiyse yine o isti’dad ile kaimdir. Hemen o kudret tealluk etmeyi görsün derhal eseri maddede zuhur eder. Cenab-ı Hak tefasil-i esrar-ı hilkati bilir bizim için suret-i kat’iyyede mechul olan esrar-ı hilkat onun nazarında en mekşuf en ma’lum olan şeylerden daha beyyindir. Çünkü o serair onun yed-i ibdaından çıkmıştır. Bütün insanların ecza-yı perakendeleri birbirine karışsa anasıra münkalib olsa kimyahane-i kudretinde o anasırı o eczayı tahlil yekdiğerinden tefrik eder. Kimsenin ecza-yı bedeniyyesinden bir zerre bile kaybolmaz. Hepsinin sahiplerini bilir hepsini yerli yerine koyar. Elhasıl herkesi hüviyetini hakıkat-i zatiyyesini inkar edemeyecek surette tekrar halk ve icad eder. Herkes ikinci hilkatiyle katin ikilik ta’birini ma’nasız bırakacak surette yekdiğerine mutabık yekdiğerinin aynı olduğunu anlar hatta o kadar anlar ki belki de hilkateyn beynine tari olan ademden külliyen zühul ile guya hiç olmadan o aleme intikal ettiğine zahib olur. Filhakıka öyledir. İnsan i’tikadını bir esasa istinad ettirirse yani prensip sahibi olursa bu gibi şeylerin imkan-ı vukuunda zerre kadar tereddüt etmez. Bir kere Cenab-ı Hakk’ı sonra onun kudret-i mutlakasını sonra da bu saha-i tekvinde bizim bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz nice nice hakayık mevcud olduğunu kabul eden bir adam kabul ettiği bu esasların icabat-ı mahsusasından olan bu gibi şeyler hakkında şüphe etmeyi hatırına bile getirmez. Ceffel-kalem bunları inkar ederse o zaman mes’ele değişir. Bazı münkirler anasır-ı maddiyyenin istihalat-ı mütetabiasını serrişte ittihaz ederek elgaz-ı küfriyye kabilinden bir lügaz tertip ederler ve derler ki: Elimizde bir balmumu var. Biz ondan evvelen bir horoz sonra bir at sonra da bir deve yaptık. Balmumunu tekrar bu şekillerden tecrid ile bir top haline koyduk. Evvelki şekilleri lacak ne yapalım? Misal pek vazıh olduğundan tafsiline lüzum yoktur. Ancak bu gibi işkalat-ı akliyye acz-i beşerden mütevellid vehmiyat-ı sırfe kabilinden olduğundan acz-i beşere göre haiz-i ma’na ise de kudret-i İlahiyye’ye nazaran sözden bile ma’dud değildir. Aklı insafı olan bir adam bu gibi türehhatı beş paraya almaz. Yalnız bunu zihnine koyup da inkarında ısrar eden biçarenin haline acır! Seylü’l-Arim’den sonra Ceziretü’l-Arab’a hicret eden on bir kabile-i Arabiyye Vadi’l-Kura’da karar ve zaten zer’ ü zar’dan ari olan Ümmü’l-Kura’ ise bir kabileyi iaşeye gayr-i müsaid iken on bir kabilenin sahra-yı kufrada ictimaı kaht ü gala ile niza’ ve fezaı dai olarak ol esnada arife-i A’rab olan tarifenin meşveret ve irşadıyla kabail-i Arab cezirenin Suriye ve Irak cihetlerine şedd-i rihal-i muhaceret ve hudayi nabit haşaiş-i arzıyye ve malik oldukları la-tesemmün ve la-teganni min-cu’ behaim-i saimeleri sütleriyle teayyüşe kanaatle yegane ilm ü ma’rifetleri olan nazm-ı eş’ar ve hıfz-ı ensab ile evan-güzar ve kah abede-i nücum ile saibine iltihak ve kah abede-i evsanı taklid ile dereke-i putperestide rehrev-i darü’l-bevar iken ufk-ı Batha’dan şems-i cihan-tab-ı hidayet cebhe-i pak-i Muhammedi’den lemean ve müddet-i vecize zarfında zulümat-ı cehalette puyan olan cehele-i Araban envar-ı ulum ve maarif-i İslamiyye ile çehar aktar-ı cihanı tenvir ederek esatize-i cihan olmuşlar idi. On bir kabile-i Arab’dan diyanet-i muazzama-i İslamiyye’yi i’tinak edenler yalnız Kureyş’ten birkaç nefer ve hatta aile-i Peygamberi olan Beni Haşim Hazret-i Haydar-ı Kerrar’dan başka cümlesi Cenab-ı Risalet-nüma’ya münfail ve muğber iken azm-i hümayunlarına fütur gelmeyerek da’vet ve irşadda devam ve her türlü mesai ve ikdam buyurmuşlar idi. On üç sene müddet Mekke’de küffar-ı Kureyş’i dine da’vet ve nihayet ferman-ı celiline mutavaatla küffar-ı Mekke’den me’yus ve belki Taif’te birkaç kişiyi irşada muvaffak olur ümidiyle ol canibe tevcih-i veche-i azimet buyurdukları halde küffar-ı Taif Mekkeliler’den beter ve akıbet amcası Utbe’nin kapısına müracaatla bir içim su talebine tenezzül buyurdukları halde ol merd-i anid bir cur’a ma’yı diriğ ve kapıyı vech-i saadetlerinde sedd ü bend ile adem-i kabulünü tebliğ eyledi. Ol esnada Sultan-ı Enbiya arkasını duvara dayayarak Cenab-ı Kadıyyü’l-hacata diye ref’-i eyadi-i tazarru ve niyaz buyurmuşlar Taif’ten dahi me’yusen Mekke’ye avdet buyurduklarında hayat-ı saadetleri hakkında su-i kasd icrası beyne’l-kabail karar-gir olduğu vahy-i celil ile kendisine ihbar ve Medine’ye hicreti emr ü ihtar buyurulmasıyla Medine’yi teşrif buyurmuşlardır. Arası çok geçmeden kafile-salar-ı enbiya te’yid-i celil-i Rabbani ile gazavat ve muharebat-ı vakıada taife-i küffarı münhezim ve perişan ve mal ü menallerini iğtinam ile zümre-i mücahidine ihsan buyurdukları gibi on bir bin gazanfer-i gaza-peyker ile Mekke üzerine zahf ve Mekke’yi feth ü teshir ile Ka’be-i Muazzama’yı levs-i evsandan tathir ve küffar-ı haksarı alef-i şemşir buyurmuşlar idi. Başında Ebu Süfyan olduğu halde kendisiyle ve ashabıyla mükaleme ve muameleye tenezzül etmeyen sanadid-i Kureyş ihtidalarını i’lan cihanı titreten kayserler kudret ve mehabet-i kudsiyyelerine valih ü hayran ve dine da’vet hususunda tesyar buyurdukları name-i hümayun ve süfera-yı risalet-nümun-ı Peygamber’i ba-kemal tevkır ve ihtiram ile istikbale şitaban olmuşlar baliğ olduğu gibi bir asır geçmeden pertev-i envar-ı hidayet-i paş olarak Kuteybe Çin ve Kaşgar pay-i tahtlarını istila etmekte olduğu bir sırada Tarık bin Ziyad dört bin mücahidiyle Endülüs’ü istila ve İspanya’yı zir ü zeber ederek Musa bin Nusayr ile Cezair-i Halidat ve Atlas Dağları’na varması çok gecikmeksizin cuyuş-ı Abbasiyye Anadolu’yu kuvve-i kahire rek Roma devletini kahr u tedmir eyledikleri esnada Endülüs süvarileri Bordo ve Lyon’u istila etmek üzere Pirene Dağları’nı geşt ü güzar eylemekte idi. Maarif ve sanayi’-i garbiyyeye nümune-i mübahat olarak kaba nev’inden iki nevi çuka Harunü’r-Reşid’e irsal eden Şarlman’a ma’mulat-ı İslamiyye’den olan saat ile Bağdat’ın zer-baft dibaları mukabeleten demyası Cezire-i ibni Ömer’de şemsin küre-i arzdan bu’diyetini kıyas u icra ve semaviyyenin seyyar ve sevabitini tarassud hengamda Kurtuba ve Gırnata darü’l-fünunları ulum-i tabiiyye ve riyaziyye tedrisatıyla hergün birer harika-i tabiat ve bir sırr-ı mutalsam-ı hilkati keşf ü tahlil etmekte idi. Bugün bizim Avrupa’ya talebe irsal eylediğimiz gibi Avrupa devletleri medaris-i İslamiyye’ye kabul için en müstaid talebelerini ma-hasal-i imkan eylemekte idi. Akıbet medeniyetin netaic-i seyyiesi olarak müslümanlar refah ve rahat-ı hadarete alude ve zevk ü sefahete inhimak ve Endülüs’te şevket-i İslamiyye’ye za’f ve fütur arız ve Çin’de bir seyl-i huruşan gibi memalik-i İslamiye’yi zir ü zeber eden Tatarlar Devlet-i Abbasiyye’yi muzmahil ve perişan ve Endülüs hükumat-i İslamiyyesi dahi ayn-ı illet ü maraz ile mahv ü bi-nişan olmakta iken düvel-i İslamiyye’nin za’fından bi’l-istifade fırsatı ganimet bilen ehl-i salib bi’l-ittihad ve’l-ittifak sell-i seyf-i intikam ile şarkan garben memalik-i lemekte oldukları sırada zuhur eden Kılıçarslanlar Şirkuhlar Salahaddinler Ertuğrullar bir avuç süvarileriyle ehl-i salibi tar ü mar ve ez-ser-i nev şevket ve azamet-i İslamiyye’yi ihya eyledikleri gibi dudman-ı Al-i Osman’dan neş’et eden kahramanlar Roma ve Byzantine devletlerine hatime çekerek mağbut-ı cihan olan İstanbul’u feth ve pay-i taht-ı saltanat Faris ve Bahr-i Umman’dan Viyana kapılarına ve Azerbaycan dağlarından Fas hududuna isal ile Avrupa’yı asırlarca titretmiş ve bir zaman Fransa kralını himaye gibi bir atıfet-i cihagiranede bulunmuş olduğu halde vaktiyle bir eyalet-i Osmaniyye’den ma’dud bulunan Hükumat-i Balkaniyye ve Yunan hükumeti gibi bir Osmanlı voyvodasının çin ü cebinine karşı tiril tiril titreyen hükumat-ı sagirenin el-yevm tehdidine ma’ruz ve Avrupa himayesiyle cüz’-i memalik-i İslamiyye’den bil-ihrac gasbeyledikleri memalik-i vesia-ı Osmaniyye’ye kanaat etmeyerek iki yüz elli bin şehidin kabristanı ve umum alem-i İslam’ın matmah-ı enzar-ı ümniyye ve emanisi olan Girid’i bile cism-i devletten kat’ ve bu suretle vücud-ı devlette na-kabil-i iltiyam bir ceriha ihdasıyla Bahr-i Sefid sevahil-i Osmaniyyesi’nin taht-ı muhataraya vaz’ı hakkındaki matami’-i Yunaniyye her vicdan-ı hamiyyet-nişanı dağdar edecek ahval-i elimedendir. Biz ne idik ne olduk? Acaba biz o cihangir ecdadın ahfadı o gazanfer guzat-ı cihanın evladı değil miyiz? O kudret ve şevket ne idi. Bu acz ü meskenet nedir? O gayret ü şataret ne idi bu fütur ve atalet nedir? O hamaset ve şecaat ne idi? Bu havf ü cebanet nedir kaht-ı rical mi? Haşa. Kaht-ı mal mı? Haşa. Kaht-ı muaddat mı? Haşa. Kaht-ı mühimmat mı? Haşa. Fakat fakd-ı ittihad fıkdan-ı gayret. Kaplamış nur-ı ibtisam-ı bahar Çehre-i ibtihac-ı ma-hazarı... Ne güzel bir taravet-i sehhar! Okşuyor incizab eden nazarı Çemene hande serpiyor ezhar... Kuşlar elhan-ı dil-nüvaz ile hep Şatırane sena-güzar-ı bahar Güneş ayine-i cemalinde Gösterip şu’le-i halavetini Döküyor hake neş’e halinde Nur-ı feyz-ihtiva-yı safvetini Münceli başka bir nühüfte-meal Uçuşan handelerle her yerde Bakınız işte bir alay etfal Şu yeşil vadi-i müzehherde Topluyor –zevk ü şevke müstağrak– Kimi üşkufe-i şüküfte kiyah... Fesinin koymuş üstüne yaprak Kimi sazlarla bir zarif külah. Hep şetaret içinde puyandır Oh... o nev-bave-i hayat... Ancak Bir çocuktur o verd-i handandır Bence timsal-i nev-bahar olacak Ne kadar hoş bakın ne neş’e-feza Bir temaşa bu ruhu cezb edecek! Çemen üstünde per-küşa-yı safa Geziyor sanki bir sürü kelebek Bizim adam olabilmemiz için çocuklarımızı okutmaktan anlamayan ya hiç yoktur ya pek azdır. Kendimiz ister okumuş memiş olalım... Artık maziye karışmış sayılacağımız için bugün düşüneceğimiz bir şey varsa o da istikbaldir yani evlatlarımızdır. Çocuklarımıza kendi terbiyemizi vermeye kalkışırsak cinayet ber’den telakkı eden Cenab-ı Ali diyor ki: “Ciğer-parelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. İyice hatırınızda olsun ki onlar sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.” tiğini tahattur edemeyecek kimse var mı? Ma’lumat namına kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne istifade ettik? Düşünüyorum da sekiz yaşında ezberlediğim birçok ibareleri ancak otuz sene sonra anlayabildiğimi görüyorum! Tabii onon beş yaşlarında iken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm müsait olamayacak! Acaba hazmedemeyeceği kadar kuvvetli yemeklerle harap edilen mide gibi bu suretle temsil melekesinden mahrum kalan dimağa fıtratındaki faaliyeti iade etmek bozuk bir cihaz-ı hazmiyi ta’mir etmeye benzer mi? Mümkün ile muhal mukayese edilebilir mi? Bugün mini mini çocuklar için yazıldığı muharrirleri tarafından rivayet edilen öyle kıraat kitapları öyle fen risaleleri görüyorum ki anlamak hususunda ben bile sıkıntı çekiyorum! Pekala bunları benim çocuklarım nasıl anlayacak; hocaları nasıl anlatacak? Yetişmiş adamların okuyacağı siyasi bendleri Çağatayca yazacaklarına yetişecek çocukların heceleyeceği risalecikleri Türkçe yazsalar a! Muhterem karilerimizin birçoğu aile sahibidir. Çocuklarının akşam sabah götürüp getirdikleri kitapları lütfen bir kere gözden geçirsinler; bir kere de çocuklara okudukları şeyleri sorsunlar. Görecekler anlayacaklar ki o biçare yavrucaklar hiçbir şey anlamıyorlar; beyinlerindeki ma’lumatı emanet para gibi taşıyıp duruyorlar! Yazık değil mi? Biz sersem olduk diye çocuklarımızı da mutlaka kendimize mi benzetmeliyiz? Tefevvuk-yab-ı irfan eylemek ahfadı elzemdir Hamiyyet mesleğinde gayret-i ecdad lazımsa. diyen edib-i a’zam ne doğru söz söylemiştir! Fikr-i acizaneme göre Maarif Nezareti’ne mühim bir vazife teveccüh ediyor: İbtidai rüşdi idadi kitaplarını müsabakaya koymalı. Lakin “Maarif Nezareti hesap yahud mesela zana şu kadar para verdikten başka eserini bil-umum mekteplere kabul edecek...” tarzında vuku’ bulacak da’vete kimse ren adam zayıf bir ihtimal-i muvaffakiyyet için aylarca ihtimal ki senelerce çalışacak. Bizim memlekette zenginler yani geçinecek kadar parası olanlar çalışmayı ayıp sayarlar; yaşamak sizin müsabakanıza girişemezler. O halde ne yapmalı?... Evet Maarif Nezareti bil-farz ibtidai mektepleri için kıraat kitabı yazdırmak istiyor. Bir mevzu zuu yedi sekiz yaşındaki çocukların anlayacağı tarzda kim en güzel yazabilirse ona şu kadar para mukabilinde şöyle bir kıraat kitabı yazdıracağız. Hesap için hendese için hülasa bütün fenler için aynı usule müracaat etmeli. Yani müsabakaya girmek isteyen zevat ufak bir imtihan neticesinde bu işin kendilerine tevdi’ olunup olunmayacağını anlayacak olurlarsa elbette bir tecrübe-i tali’den geri durmazlar. Tabii her fenne aid mevzu’ları ta’yin etmek müsabakaya girenlerin yazdıkları eserleri temyiz eylemek Maarif Nezareti’ne aittir. Vatanın tealisi hakkındaki gayret ve faaliyeti ruhı güzin-i fazileti gibi bütün me’serinde tecelli eden Emrullah Efendi hocamızdan en evvel beklediğimiz bir iş varsa o da budur. Ali Şeyhü’l-Arab ŞARKIN İNTİBAH VE İSTİKBALİ HAKKINDA Bugün buranın ahalisi kendi beynlerinde ittihad-ı anasır mes’elesini düşünmeye başlamışlar. Ben bunun için ufak bir misal söylemek isterim. Biz Rusyalı’yız. Rusya memalikinin bugünkü sahipleri Ruslar’dır. Fakat pek çok da müslüman ve sair milletler var. Bunların yaşayışları da tuhaftır. Burada bir Tatar köyü ötede bir Rus köyü... Böyle karmakarışık. Böyle olmakla beraber millet beyninde Ruslar’la müslümanlar arasında hiçbir vakit din namına bir rahatsızlık bir uygunsuzluk olmamış ve olmak ihtimali de yoktur. Din mes’elesi siyasi bir mes’ele değil ki. O ma’nevi vicdani bir şey. Bunlar yekdiğerine karşı hiçbir vakit kılıca sarılmamışlar. Fakat hükumetten de hiçbir vakit memnun olmamışlar ne Ruslar ne de müslümanlar. Hükumete karşı her ikisi mazlum. Fakat son vakitlerde herkese bir intibah geldi hükumet düşünmeye başladı. Zaten müstebid hükumetler böyledir. Kendi rahat etmek için ahaliyi birbirine düşürür. Hatta bundan on sekiz sene mukaddem Tatarlar hicrete başladılar. Zira Rus hükumeti Kur’an-ı Kerim’den bazı sureleri çıkaEnfal / . Enfal / . Bakara / . A’raf / . racak oldu. Bunun üzerine Ruslar da hicrete başladılar. O vakit herkes hayrette kaldı: – Size ne oldu? – Üç yüz sene beraber yaşadık. Madem ki şimdi onlar gidiyor biz de gideceğiz... Hükumetten resmen müsaade istemişler. Köylüler arasında o kadar muhabbet vardı ki kardeş gibi geçinirlerdi. Fakat bugün hükumet-i müstebidde müslümanlar ile hıristiyanlar beynine enva’-ı fitneler saçmaya başladı. Yoksa bugüne kadar dahilde İslam yahud hıristiyan veya yahudi beyninde öyle bir münazaa zuhur etmemiştir. Araya husumet millet daima barışır. Zira bir memlekette beraber yaşamak ayıp değil. Kim diyebilir ki: Komşu ile iyi geçinmemeyi din emretti... Hiç böyle din olur mu? Bizim diyanetimiz zulmü kat’iyyen men’ etmiştir. İtaat ederlerse haklarına razı olurlarsa hiç kimseye taarruz etmezlerse malı bizim malımız canı bizim canımız kanı bizim kanımız gibidir. Bundan ilerisi olamaz. Bunları söylemeye hacet yok. İttihad-ı anasır için çalışmaya bile mahal görmüyorum. İnsanlar birbiriyle kavga etmez. Eğer böyle niza’ çıkaranlar olursa onlar insan değildir onları aranızdan hemen def’ etmelisiniz. Ahali bunu def’e muktedirdir. Ben Japonya’da bulunduğum zaman Japonlar’ın eline geçen Koreliler’i nazar-ı dikkate aldım. Bunlar bütün bütün başka bir millettir. Lisanları başka halleri başka hisleri başka. Koreliler adeta Tatar’dır. Ahlakı etvarı simaları... Kaffesi Tatar’dır bizim Türk unsuru gibidir. Ama Japonlar büsbütün başka. Öyle iken bu iki millet Kore’de birlikte yaşarlar. Kore’de an-asl milyon Koreli var. milyon Japon oraya hicret etmiş. Koreliler’in terakkısi için o kadar çalışırlar ki köylere kadar teşvik ederler. Müteaddid muallimler ta’yin etmişler gece gündüz ta’lim ile iştigal ederler. Postalar Japonya’nındır memurlar ise Koreli. İş başında yalnız bir Japon görülür. Bayramlarında bulundum. Adetleri bayrak kaldırırlar. Sağda Japon bayrağı solda kendilerininki bazı köylerde de yalnız Japon bayrağı çekerler. Nazar-ı dikkatimi celbetti sordum. Dediler: – Bizim bayrağımız ölmüş bir bayraktır. Ölmüş bir vücudu diri göstermekten ise hep birlikte yaşamak daha iyidir. Biz de zaten birleşmek arzusundayız. Japon bütün cihana tulu etmiş bir güneştir... Filhakıka Japonlar’ın terakkıyat-ı maddiyyeleri şayan-ı takdirdir. Bunu hiç kimse inkar edemez. Bu terakkıleri o dereceyi bulmuştur ki bugün Avrupa ile rekabet ederler. Sonra terakkıyat-ı ma’neviyyeleri ahlakları da öyle terakkı etmiştir. Fuhşiyat yalancılık dolandırıcılık... öyle şeyler kat’iyyen yoktur. Tokyo bir pay-i tahttır. Fakat orada bir hırsızlık eden bulunmaz. Tabii mücrimler bulunur lakin menşe-i cürm başka. Japon muharebesi zamanında bir Japon Rusya’da Vladivostok’ta muallim imiş. O esnada i’lan-ı harp olunmuş asker değil bir şey değil vazifesinde devam ederek kalmış avdet etmemiş muharebe tamam olmuş. İki üç sene geçmiş. Sonra validesini ziyaret etmek üzere bir sene mukaddem Tokyo’ya geldi. Ben de o sırada orada bulunuyordum. Geldiği zaman küçük biraderi revolverle karşıladı: – Harp zamanında düşmanı bilmedin. Artık senin bu topraklarda yaşaman caiz olmaz. böyle gayret bulunursa elbet öyle millet vatanı daima himaye eder. Böyle şeyler Japonya’da son derece takdir olunur şeylerdir. Ben kendim birkaç defalar tecrübe ettim başka milletlerde bu hale tesadüf etmedim. Hem edemeyeceğim gibi de geliyor. Hatta arabacılar istasyondan bir yere götürürlerse hiç pazarlık etme otur git. Ne verirsen ver. Fazla verirsen üstünü para fazla almaz. İşte bu millette bu kadar iffet var. Ahlak bu dereceye varmış. Arabacılar ki memleketin en şey... en fakir takımıdır; bunların ahlakı böyle olursa artık diğerlerin halini tasavvur etmeli. Diğer memleketlerde ise böyle değildir arabacıya değil diğer esnafa da hiç emniyet edilmez. Yine bir gece bir otelde kaldım. Girerken fiyatını sordum. Beş kuruş dedi. Akşamdan kahve getirdi çay getirdi. Sonra sabahleyin de yumurta çay süt getirdi. Çıkarken on kuruş verdim. Çünkü sütler kahveler çaylar... bunlar bedava değil. Fakat ne dersiniz beş kuruşunu iade etmedi mi? – Niçin ya? dedim. – Hayır olmaz dedi hepsi beş kuruşda dahildir. Ben kaideleri bilmezdim. Fazlayı hesap edebilirdi. Fakat etmedi. Hizmetçi bile böyle şeylere tenezzül etmiyor. O dereceye ahlak gelirse nasıl bu millet parmakla gösterilmez. Elbet bu hüsn-i hulkun en ali derecesidir zannederim. Bizim milletimiz için lazım bir şey varsa bu gibi şeyleri kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkate almaktır. Bunlar şeriate muvafık olduğu gibi hakıkate de pek yakındır. Sonra israfat da yok. Cümlenizin bildiği meşhur Togo’nun oturduğu ev ufacık kümes gibi bir şeydir. Ortasından mukavva bir perde çekmiş. Kadına demiş: – Sen orada otur beni görme. evde oturuyor. Hükumetten aldığı senevi yüz seksen lira kadar paranın nısfını yine iade ediyor. memleket ayaklar altında çiğnenmez. Bu Togo böyle olmazdı eğer arkasında böyle bir millet olmasaydı. Millet de öyle fedakar. Muharebe zamanında hükumet kasasını açmış millete göstermiş; – Muharebe edelim mi? demiş... Millet demiş: – Evet edelim. – İyi ama işte görüyorsunuz paramız yok... – Hayır yok değil var. Biz vereceğiz. Muharebe edeceğiz. Bunun üzerine bir milyon beş milyon verenler olmuş. canını da feda etmiş muharebeye gitmiş. Böyle millet olursa o rical-i devlet de öyle olur. Milletin böyle olması için ne lazım? İlim lazım ma’rifet lazım. Okumak lazım bilmek lazım. Onlarda okumak bilmeyen yok. Bizim köylerde ise okumak bilen yok. Bizim işimiz işte hep böyle ne yapalımla gidiyor. Bu ne özürdür ne çalışma. Millet el ele verdiği gibi köyde her şey yapılır. Mektep de yapılır medrese de yapılır. Allah başkalarına verilen ni’metlerin kat kat fazlasını bize vermiş. Fakat biz isti’mal etmemişiz. Edecek olursak bizim gibi millet olamaz. Şark milletindeki isti’dad garpta olmamıştır. Bu hakıkat istatistikle sabittir. Şarkta okumak yazmak bilmeyen filozoflar pek çoktur. Garpta ikmal-i fünun eden filozofların adedi ise mahduddur. Bu isti’dadın şarkta ne derece olduğuna şehadet eder. Ben kendim yaşına kadar okuyup yazmak bilmezdim. Çalışma her şeyi yapar. Şimdi üç dört lisan biliyorum ve bu kadar cihanı gezdim. Pederimden kalmış iki param yoktur. Seyahate çıktığım zaman kuruş olduğunu ilk konferanslarımda söylemiştim. Üç sene seyahat ettim. İkinci mevki’den aşağı bindiğim yok. İnsan için nerede olursa olsun para kazanmak iş değildir. Yalnız çalışmak lazımdır. Bunun için ise ilim ve ma’rifet lazımdır. lem kadar biz de adam olalım derseniz çalışmalı. Bu çalışmak da laf ile olmaz. Bugün Türkiye’nin en büyük gazeteleri Tanin İkdam Sabah ... Hepsini sayacak olsak on nihayet yirmiyi geçmez. Müşterileri okuyucuları ne kadar var acaba derseniz. Zannederim yirmi binden ziyade hiçbirisi yok. Halbuki Japonya’da en adi gazeteler bundan birkaç misli fazla sarfolunur. Günde iki defa neşrolunan büyük büyük gazeteler de var ki intişarında üç yüz bin nüsha satılır. Posta için de her gazetenin otomobili var. olduğu görülür. Tokyo’da gazete neşrolunur. Üçü yevmiye gazete de büyük meydanlıklara gererler. Fukara da havadisten mahrum olmasın. Bizim gazetecilerimiz ise para ile verdiği zaman başkalarına okutmamasını da ilave eder. Değil şehirlerde köylerde bile gazeteler çıkar. Köy gazeteleri şehirlerde adam bulunduruyorlar. Bugün çıkan gazetelerde ne mühim havadis varsa telefonla haber verir. Böyle birbirine rekabet ederler. Bakınız ne kadar çalışıyor millet. Eyyam-ı sayfta hanelere gelirsek çoluk çocuk köylerde yalnız kocakarılar bulunur. Bazı evlerde ise hiç kimse bulunmaz hepsi tarlada gece gündüz işlemekte. Böyle çalışılırsa elbet terakkı olur. Kardeşlerim bunları söylemekten maksadım boşboğazlık edip çene yarışı etmek değildir. Sizin de basiret gözlerinizi açıp böyle milletlerden ibret alır bunlar gibi siz de çalışırsınız ümidiyle söylüyorum. Zannederim bizim şarkta seyahat edenler yalnız ben değilim. Pek çokları Buhara’ya Türkistan’a Hindistan’a gitmiştir. Hatta Çin Japonya’ya bile gidenler olmuştur. Fakat yor. Kahve köşelerinde vakit geçirir ne bir tedkıkatta bulunur ne de muntazam bir seyahatname vücuda getirebilir. O kadar meşakkat müşkilat hebaen mensura olur gider. Avrupalılar yani garbiler ise milletlerinin istikbali için her şeyi feda etmişler. Bizim memleketlerimize kadar gelerek paralar kazanır ihtiyaçtan maada bir parasını sarfetmeye tenezzül etmiyorlar. Memleketlerine götürüyorlar. Bazı vakitler içerimize girerek garazkarane bir nazarla ahvalimizi tedkık ederek vücuda getirdikleri eserleri kendi milletleri içerisinde neşrederler. Hem bizi terzil ederler hem para kazanırlar. Biz maye edersek kafidir. Asıl maksadımız da budur. Yoksa kimseye zararımızın dokunmasını istemeyiz. Ben Avrupa devletlerinden hiçbirine düşman değilim. Fakat hiçbirisini de sevmem. Zaten onlar şarkta gezdikleri zaman insaniyet namını pek çok söylerler. Bütün maksadları medeniyeti yet var ne medeniyet. Bugün Hindistan medeniyetin evc-i alasında bulunan İngilizler’in malıdır. Halbuki orada ne hürriyet var ne adalet var ne müsavat. Ben bunların her birini kendi gözümle gördüm. Bir Hintli zabit bir İngiliz zabiti yanında zabit değildir. Rütbesi ne kadar büyük olursa olsun bir Hintli zabit bir İngiliz zabiti yanında şöyle... ayak üzeri. Kemal-i itaatle. durmaya mecburdur mahkumdur esirdir. yor. Bir sofrada yemek yemiyor. Sonra da yirminci asır medeniyeti diye alemin gözünü boyamaya çalışıyorlar. Bu yalnız müslüman için değil mecusi için de böyle. Yerli ahalinin kaffesi aynı muameleye layık görülüyor. Onun edersek sene sonra inşaallah gelebilir. Ama adaleti müsavatı hürriyeti kendi içerimizden şarkta ararsak her yerde görürüz. Çünkü pek eskidir. Çin’in en büyük ricali en fakir adamla bir sofrada oturur yemek yer. Hatta Çin sarayında bulunduğum zaman süvari kumandanı bir emir bana kendi hademesini “Benim seyisim” diye takdim etti. Ben zannettim ki bir latife ediyor. Sonra yemek yemeye oturduk; onu da çağırdı. Birlikte yedik. Çin medeniyeti şark medeniyetinin pek eskisidir. Kendi gözümle gördüm. Sonra ma’lum oldu ki her yerde öyle hatta bugün Çin’de olan bazı Avrupalılar’a yani Çin’de yaşamakta olanlardan zengin bir zata rast geldik. Çinliler’deki müsavata hayran olduğunu söylüyordu. şark milletinin istikbali gayet parlaktır. İttihad ederse dünyada hiçbir devletten korkuları kalmayacaktır. Eğer çalışacak olursak yakın zamanda inşaallah bu güzel günleri göreceğiz. Bunun için şimdi bütün şarklılar çalışmaktadırlar. Böyle hallerden bizim de ma’lumatımız var; fakat çalışmamız azdır zannederim. Diğer memleketlerde şark ittihadı parlak surette meydana getirilmeye çalışılmaktadır. Bizim buralarda öyle bir teşebbüs görülmemiştir. Maamafih vakti de daha gelmemiştir. Zira böyle şeyler için ayrıca bir kuvvet lazımdır ki bugün Osmanlı Devleti o kuvvete malik değildir. Ve kendi işleri de daha mühimdir. Ümid olunur ki istikbalde Osmanlılar da ihtimam ederler. Şimdi arkadaşlar benim burada tekrar edeceğim şudur ki bu meydan-ı hayat bir cedel-gahtan ibarettir. Cihan bir meydan-ı cihaddan ibarettir. Cihad yalnız kılıçla olmaz. İlimle san’atla kalemle de cihad olur. Biz kendi memleketimizdeki emtiayı Avrupa’ya götürmekten aciziz. Avrupalılar gelir yarı fiyatla alır götürür sonra üç misli fiyatla bize satar. Bu ne iledir? İlimle. Eğer bizde de ilim olursa paralar bizde kalır harice gitmez. Dikkat ediyor musunuz ne kadar siparişler oluyor? Donanmalar vapurlar toplar tüfekler... bunları harice sipariş etmek memleketin zenginliğinin bir kısmını harice vermektir. İşte bundan sonra artık bunları düşünmek zamanı gelmiştir. Çalışınız zira hayat çalışanlar içindir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Dördüncü Cild - Aded: Hamd: Bir cemil-i ihtiyariden dolayı senadır ister o cemil-i fezail kabilinden olsun ister in’am-ı ni’met gibi hamide müteaddi fevazıl kabilinden olsun. “Medh” ihtiyari ve gayr-i ihtiyari alel-ıtlak bir cemilden dolayı senadır. Bununçün filana dolayı hamdeyledim denmez belki hüsnünden naşi medh ettim deniyor. Zikrun bil-hayr demek olan sena ancak lisan Hamdin mütealliki cemil-i ihtiyari olup medh ise cemil-i gayr-i ihtiyari mukabelesinde de olduğundan hamdin mütealliki mehdin müteallikine nisbet ile de hastır. Şu halde hamd medhten iki suretle de mutlaka ahasstır. Vakıa Cenab-ı Hakk’a sıfat-ı zatiyyesinden dolayı da hamdolunur ve mesela denir; fakat sıfat-ı mezkure ef’al-i cemile-i ihtiyariyyenin mebadisi olmak hasebiyle Zat-ı Vacibü’l-Vücud’un ef’al-i ihtiyariyyesi menzilesinde kılınmış olduğundan bu nevi hamd dahi cemil-i ihtiyariden dolayı demek olur. Bazıları hamd ile medh müteradiftir dedi. Şükür: Ni’mete kavlen veya amelen veya i’tikaden mukabele etmektir. Şu halde şükür hamd ile medhten minvechin eamm ve min-vechin ehastır; in’am mukabelesinde vaki’ sena bil-lisanda hamd ü medh ile şükür ictima’ eder; müsna aleyhe muhtas olan fazilet mukabelesindeki sena bi’l-lisan hamd ü medhtir şükür değil; mün’imin in’amı mukabelesinde onun ta’zimine dall olarak cenan u cevarihten sudur eden fiil şükürdür hamd ve medh değil. hadis-i şerifi ile kavl-i Nebevi’si şükrün hamdden umum-ı mutlak ile eamm olduğuna delalet etmez; çünkü hamde re’s-i şükürdür buyurulması ve hamdin umde-i şükür ittihaz kılınması hamd ancak lisan ile olup ni’mete lisan ile mukabele ise aksam-ı şükürden biri olmasına göre hamd guya şükrün bir cüz’ü bulunduğu gibi mün’imin ni’metine i’tikaden mukabele eylemekte hafa olduğuna ve cevarih ile vuku’ bulan fiil mün’imin ni’metine mukabil olmayıp da başka bir maksad hasin ile daha vazıh ve muayyen olarak işa’a ve izhar eden hamd şükrün ecell-i eczası demek olmasına ve hatta hamdin fıkdanıyla diğer ecza-yı şükür adem menzilesinde bulunduğuna olduğu ve hamdin intifası şükrün hakıkaten intifasını müstelzim bulunduğu için değildir. Zemm meşhura göre medhin ve ala kavlin hamdin nakız ve mukabilidir. Zemm zikr-i kabaih demek olduğundan zikr-i mehasin demek olan medh ü hamde mukabil düşer. Küfran şükrün nakız ve mukabilidir. Küfran mün’imi ta’zime muzadd olan şeyi ya lisan veya cenan veya cevarih ile ta’zime dall olan fi’li ika ile izhar-ı ni’met demek olan şükre mukabil düşer. “Lillahi” kavl-i kerimindeki harf-i ta’rif cins için olmakla cins ve hakıkat-i hamdin Cenab-ı Hakk’a ihtisasını Zat-ı Uluhiyyet’e mahsus bulunduğunu istilzam eyler; çünkü Zat-ı Bari’den maadası için efrad-ı hamdden bir tek hamd sabit olsa onun zımnında o maada için cins-i hamd sabit olur; bu ise cins-i hamdin Cenab-ı Hakk’a ihtisasına münafi olacağından hakıkat-i hamdin Cenab-ı Hakk’a has olmasından cemi’ efrad-i hamdin Zat-ı Uluhiyyet’ine mahsus olması lazım gelir. Sıfatullah ecmel-i sıfat olduğu ve ihsanullah cemi’ kainata şamil bulunduğu cihetle Cenab-ı Hak hamidinin hamdlerine bais olan cemi’ sıfat-ı cemile ile muttasıf olmasına ve Zat-ı Uluhiyyet’i bütün ekvanın masdarı olup masivallahtan hamdin teveccüh edebileceği kaffe-i umur kendisinden sudur eylediğine mebni hamd efrad ve envaından hangi ferd ve nevi’ zımnında tahakkuk ederse etsin ta’bir-i diğer ile herhangi hamd herhangi mahmuda müteveccih bulunursa bulunsun cümlesi Allah içindir ve Allah’a raci’dir. İmdi efrad ve envaından hangi ferd ve nev’iyle olur zerine hamd-i sahih olursa o şeyin masdarı Cenab-ı Hak olup Zat-ı Uluhiyyet’ine rücu’ eylediğinden hamd ala külli hal Allah içindir demektir. “El-hamdülilahi” kavl-i kerimi Cenab-ı Hakkın Hay Kadir Mürid Alim olduğunu iş’ar eder zira hamde ancak kendisinden bil-ihtiyar fi’l-i cemil sadır olan fail-i muhtar müstahak ve şayan olur fi’l-i ihtiyari ise ancak bu sıfat ile muttasıf olandan sudur eder. Ashab-ı teşrih hilkat-i beden-i insanda asar-ı hikmet-i tüb-i teşrihte ma’lum ve mezkur olan bu miktar ise ma’lum ve mezkur olmayan menafi’e nisbet ile Bahr-i Muhit’ten katre mesabesindedir. Ecram-ı semaviyye ile maadin ve nebatat ve hayvanat ve eşya-yı saire ki nazm-ı celilinde beyan buyurulduğu üzere ekserisi menfaat-i insan için halk olunmuştur bunların halk ve menafi’e zamm olununca kavl-i keriminde zikir buyurulduğu vechile aksam-ı niam-i Rabbaniyye’nin tahdid ve ihsadan birun ve hamd ü senanın Hazret-i Halik-ı Zişan’a cedir ve mahsus olduğu nümayan olur – Bu kavl-i kerim Lafza-i Celale’nin sıfatı olmak üzere mecrurdur. “Rabb” kelimesi fi’l-asl terbiye ma’nasına masdar olup mübalağaten onunla fail vasfolunur: Adil ma’nasına adl gibi. Terbiye: Bir şeyi tedric ile kemaline isal eylemektir. Bazıları: “Rabb” fi’l-asl mürebbi ma’nasına sıfat-ı müşebbehedir dediler. Kelime-i mezkure bu vechile fi’l-asl masdar veya sıfat-ı müşebbehe olduğu halde sonra malike “Rabb” tesmiye olunmuştur sebebi de malikin mülkünde bulunan şeyi hıfz ve terbiye eylemesidir. Bu kelime Bari Teala ve Tekaddes hazretlerinden maadasına ancak mukayyed olarak ıtlak olunur: Rabbü’d-dar ve Rabbü’l-mal gibi. Ama cem’i olan “erbab”ı Hak Sübhanehu ve Teala hazretlerine ıtlak mümkün olmadığından bunun masivallahta mutlak ve mukayyed olarak isti’mali caizdir: kavl-i keriminde olduğu gibi. Terbiye asl-ı vücudun tevabii olan kemalatı tezyid ile olduğu gibi asl-ı vücudu ifaza ile de olur; şu halde ifaza-i asl-ı vücud dahi terbiye cümlesinden bulunduğu cihetle “Rabb” lafzı Zat-ı Hazret-i Bari’nin Mucid-i alemin olduğuna dahi delalet eder. Bunun içindir ki “Rabbülalemin” terkib-i mukaddesi yukarıda tefsir edildiği zaman Alemlerin Mucid ve Perverdigarı’dır diye şerh ve tefsir edilmişti. Hazret-i Halik-i Zişan kullarını namütenahi vücuh ile terbiye ediyor yani tedric ile kemaline isal eyliyor. Bunun birkaç misalini zikredelim: Sulb-i pederden rahm-i madere bir katre ab-ı meni düşünce teemmül et o katre ibtida nasıl alaka oldu sonra mudgaya nasıl tahavvül etti. Ba’de nasıl oldu da ondan kemikler kıkırdaklar bağlar damarlar şah damarları nabız damarları gibi muhtelif uzuvlar tevellüd eyledi sonra bunlar birbirleriyle birleşti daha sonra bunların her birinde enva-ı kuvadan kendine mahsus bir nevi’ kuvvet husul buldu da gözde kuvve-i basıra kulakta kuvve-i samia dilde kuvve-i natıka peyda oldu imdi takdis edelim o Zat-ı Bari’yi ki kemiğe işitmek iç yağına görmek ete söylemek kuvvetini ihsan eyledi. Kütüb-i teşrihe müracaat olunsun beden-i insanda daha nice nice asar-ı terbiye-i İlahiyye var. Bir de bakın: Tane yere düşüp de yerin rutubetini alınca kabarıyor ve her taraftan kabardığı halde yalnız üst tarafıyla alt tarafından münşakk oluyor. Üst tarafındaki şaktan daima yukarıya meyledip boylanır bir cüz’ ile alt tarafındaki şaktan daima zir-i zemine dalar bir cüz’ zuhur ediyor ki ağacın kökü bu ikinci cüzdür. Evvelki cüz’ boylandıktan sonra ondan bir sak husule geliyor bundan da birçok dallar teşa’üb ediyor. Nihayet bu dallar üzerinde ibtida çiçekler ve sonra meyveler zuhur ediyor. Meyveler için kabuklar içler bağlar gibi kesafet ve letafette muhtelif cüzler peyda oluyor. Zir-i zemine dalan cüz’e gelince bu da etraf ve eknafa dağılmış damarlara teşaüb ediyor. Bu damarlar ise guya donuk sular imiş gibi pek nazik pek narin oldukları halde katı yerlere nüfuz edip Cenab-ı Bari’nin ihsan eylediği kuvve-i cazibe ile balçığın ecza-yı latifesini kendilerine cezbediyorlar. Bu tedabirin hepsinde hikmet-i İlahiyye abdin muhtaç bulunduğu gıdayı katığı fevakıh ve eşribeyi husule getirmektir; nitekim Cenab-ı Hak Kitab-ı Aziz’inde buyurmuştur. Buna da ihale-i nigah-ı dikkat edelim: Hak Celle ve Ala hazretleri ecram-ı semaviyyeyi mesalih-i ibadın husulüne esbab olur surette vaz’ ve tertib buyurmuş ve sebeb-i rahat ve sükun olmak üzere geceyi sebeb-i maaş olmak için gündüzü yaratmıştır. Ey insan-ı akil: sen maadin ve nebatat ve hayvanatın acayib-i ahvalini ve hilkat-i insandaki asar-ı hikmet-i Rabbaniyye’yi tefekkür edince terbiye-i İlahiyye’nin vücuh-i kesiresi bulunduğuna ve Cenab-ı Hakk’ın asar-ı rahmeti her yerde ve her hususta zahir ve bahir olduğuna aklın seni irşad eder de ol vakit “elhamdülillahi Rabbilalemin” kavl-i keriminin derya-manend olan esrarından bir katresi sana nümayan olur – “Alem” fi’l-asl “ma-yu’lem bihi’ş-şey” ma’nasına idi yani ol şeyin ismi idi ki onunla alel-ıtlak diğer bir şey bilinir ola. Sonra hasren Sani-i Teala hazretlerini ma’rifete delil olan masnuat ve mükevvenatta isti’mali galip oldu ve binaenaleyh her cins masnu ile mecmu-i masnuat beynindeki kadr-i müşterekte isti’mal olunarak alem-i eflak ve alem-i anasır ve alem-i nebat ve alem-i hayvan ve saire gibi her bir cins-i masnua ayrı ayrı “alem” ıtlak edilir olduğu gibi “alem cemi-i eczasıyla muhdestir” kavlimizde olduğu üzere mecmu-i masnuata da “alem” ıtlak edilir oldu. Bundan dahi anlaşıldığı üzere alem lafzı mecmu-ı masnuat ile ecnas-ı masnuatta ma’ruf olup ecnas-ı masnuatın efradına ıstılahen “alem” meşhud ise hepsinde vücudu li-zatihi vacib bir müessire hazretlerine delil-i bahir ve cümlesi alem-i tevhide tarik-i vazıh olarak Cenab-ı Bari’ye mecmu-ı masiva’llah ile ve ecnas-ı masiva’llahtan her bir cins ile istidlal olunduğu gibi o mecmuun eczasından her bir cüz’ ile ve o ecnasın efradından her bir ferd ile dahi istidlal edildiğine ve ulviyat ve süfliyattan mücerredat ve maddiyattan ruhaniyat ve cismaniyattan nitak-ı vücud ve imkanın kuşattığı her ne var ise taraf-ı Cenab-ı Akdes’ten onun zatına vücuduna sıfatına kemalatına her zaman ve her an enva-ı füyuz feyezan etmekte olduğu cihetle Rububiyyet-i Bari’nin cümleye şümulü bedidar bulunduğuna mebni burada alem lafzından ma’nayı asliyyesi i’tibariyle mecmu-ı masnuata ve ecnas-ı masnuattan her cins-i masnua ve her cins-i masnuun bütün efradına şamil ma’na muraddır. Alem lafzı muarrefun bi’l-lam olduğu halde cemi’ sigasıyla ve harf-i tarifin ahad-ı ecnastan her cinsin bütün efradını nas ve efradın istiğrakı müfred-i muarref ile de hasıl olabilirse de harf-i ta’rifin ahad-ı ecnastan yalnız bir cinsin efradını bihi’s-saniin hakıkatine delalet için olması tevehhüm olunabileceğinden maksadı suret-i kat’iyyede ifham edemez. Bir ismin vav ve nun ve yahud ya ve nun ile cemi’lenmesi ukalaya mahsus sıfat ve yahud mesela Zeyd namında birkaç kişi olup da “Zeydun” diye cemi’lendiği zamanda olduğu üzere bu nevi sıfat hükmünde alem olmasıyla meşrut olup halbuki alem lafzı ne ukalaya mahsus sıfat ve ne bu nevi’ sıfat hükmünde alem değil iken cem’-i ukala ile cemi’lendirilmesi mahza cins-i zevi’l-ukulün fazl ü şerefine mebni bu cinsi lafz-ı mezkurun tahtında bulunan diğer ecnasa tağlib Ecnas-ı alem kabil-i hasr ü ta’dad değildir. Vehb bin Münebbih’ten mervidir ki “Allah Teala hazretlerinin on sekiz bin alemi vardır ve dünya bu alemlerden biridir” demiş – Şair-i şehir Ebü’l-Ala el-Maarri şu terane-i arifane ile dem-saz oluyor: Ey nas! Allah’ın nice alemleri vardır ki bunların her birinde nücum ile şems ve kamer cereyan eder demektir. Bazıları dedi ki alem lafzı melaike ile sakaleynden zevi’lilmin zevi’l-ilm arasında kadr-i müştereke mevzu’ bir isimdir ki bu üç cinsten her birine ıtlak olunduğu gibi mecmuuna da ıtlak olunur. Bunlardan maadasına tenavül ve şümulü bi-tariki’listitba’dır yani Cenab-ı Halik’ın eşref-i mahlukat olan zevi’lilme Rab olması diğerlerine Rububiyet’ini müstelzim olduğundan alem lafzı zevi’l-ilmin gayriye bi-tariki’l-iltizam delalet eder. Bazıları dahi dedi ki alem lafzı vakıa fi’l-asl mayu’lem bihi’ş-şeyin ismi idiyse de burada onunla yalnız nas muraddır çünkü efrad-ı nastan her biri alem-i kebirdeki cevahir ve a’razın eşbah ve nezairini muhtevi olup Sani-i Teala ve Tekaddes hazretleri alemdeki bedayi’ ve kemalat zairiyle de bilindiğinden her insan başlıca bir alemdir ve bunun içindir ki afaka nazar ile emrolunduğu gibi enfüse de nazar ile emrolunarak buyurulmuştur. Şu üç kavilden ehakk-ı ezhar olanı kavl-i evveldir zira mevcudattan her biri Vücud-ı Bari’ye bir nişane-i aleni ve her birinde azamet ve celalet-i Rabbaniyye ayrı ayrı suretler ile mütecelli olduğundan alem lafzını son iki kavilde beyan olunduğu vechile tahsis eylemek pek o kadar münasib değildir – Cenab-ı Hakk’ın “Rabbülalemin” diye tavsif buyurulması mümkinat hal-i hudusunda muhdise müftekir olduğu gibi hal-i bakasında da mübkıye iftikarı bulunduğuna delildir zira terbiye-i mümkinat mümkinatın hudusleri zamanından sonra bir zamanda olup bu zaman ise onların zaman-ı bakaları olmasına göre ibka da vücuh-i terbiyeden bulunmakla alemlere zaman-ı bekalarında Cenab-ı Hakk’ın “Rabb” olmasından onları zaman-ı bekalarında mübkı olması da lazım gelir – Arap edebiyatıyla biraz aşinalığı olanlar Kaside-i Bürde namıyla iştihar etmiş olan “Banet Süad...” neşide-i garamına kabil değil bi-gane kalamazlar. Cenab-ı Peygamber’in iltifatına mazhar olan bu şi’r-i beliğ sahabeden Ka’b bin Züheyr’indir ki babası da Arap’ın en metin şairlerindendir. Hatta Hazret-i Ömer “En büyük şair kimdir?” sualine ma’ruz kaldıkça “ diyendir” diyerek Züheyr’e ima edermiş. Çünkü Züheyr’in muallakasında mısraıyla altı yedi beyit vardır ki her birinin başında vardır. Arap’ın şi’r-i kadimi daima elvah-ı tabiatı alem-i bedaveti musavver olarak hikmete nadiren tercümanlık ettiği müş ki pek beğenir daima inşad edermiş. Ma’lumdur ki Ka’b’ın demi heder edilmişken huzur-ı Peygamberi’ye dehaletle okuduğu “Banet Süad” kasidesi sayesinde mazhar-ı afv olarak ecille-i ashab arasına girmiştir. Şiire “Kaside-i Bürde” denilmesine sebep de sahibi tarafından bürdeyi çıkarıp şaire bahşeylemesidir. Bazıları Kaside-i Bürde ile Kaside-i Bür’e’yi birbirine karıştırıyorlar. Evet mısraıyla başlayan şiir de Hazret-i Peygamber hakkında ise de nazımı olan İmam Busiri asr-ı saadeti idrak edemediği için tabii Ka’b gibi şiirine caize olarak bürde almamıştır. Ancak bu şiiri nazmettikten sonra çoktan beri muzdarip olduğu müzmin bir hastalıktan şifa-yab olmuş da onun için kasidesine Kaside-i Bür’e namını vermiş diyenler vardır. Binaenaleyh Bür’e ile Bürde’yi ayırmalıdır. Kaside-i Bürde’nin müteaddid şerhleri vardır ki bendeniz bir-iki tanesini gördüm. Zaten şerhleri olmasa şiirin çok yerini biz Türkler şöyle duralım Araplar da kolay kolay anlayamazlar. Hatta Nebiyy-i Muhterem efendimiz kaside inşad olunurken geçen bazı kelimeleri ashaba sormuşlar bilen olmayınca kendileri izah buyurmuşlardır. Gariptir ki eslaf-ı kiram bu şi’r-i güzini şerh için koca koca kitaplar yazmış birçok dekaik-i lisaniyye edebiyye göstermiş iken asıl ihtarı lazım gelen bir dakıkayı geçmişlerdir. düklerimde tesadüf ettiğimi hatırlamıyorum: Ka’b şiirinde sevdiği Süad’ın kendisini bırakıp gittiğinden tutturarak arkasından yetişmek için nasıl bir deveye binmesi lazım geleceğini uzun uzadıya anlattıktan sonra bir giriz-gah ile Peygamber’i medhe başlıyor. Bir aralık “Peygamber öyle bir seyf-i meslul-i İlahi’dir ki karanlıkta kalanlar onun ziyasıyla yol bulurlar...” mealindeki: beytini okuyunca Cenab-ı Resul safvet-i cevherini nazarlardan örten kınını yarıp çıkmış bir kılıç gibi hemen bürde-i pakinden olduklarını göstermişlerdir. İşte şarihler Cenab-ı Peygamber’in tam bu beyti okuduğu zaman mübarek hırkalarını çıkarıp Ka’b’ın üzerine attıklarını söylüyorlar da bundaki inceliği kıymetli bir caize almamıştır. Acaba hangisi daha şiir? Kaside mi? Caize mi? MİLLETE RUH-I MİLLİYYET VERECEKLER Başlık: HAKKINDA Efendiler size karşı söyleyeceğim sözler tabiidir ki milletin sizden ümid ettiği şeye dairdir. Burasının adına “Darü’lmuallimin” demişler bir mübarek nam ki sizin ne olacağınızı bugünden gösteriyor. Fakat buna bakarak “burası muallimler yetiştirecek bir yerde burada yetişmiş efendiler işte beş yüz kuruş bin kuruş maaşa nail olacaklar maişetlerini te’min edeceklerdir” diyecek olursak böyle düşünürsek pek teessüf ederim. Demek ki buradan çıkan bir efendi gittiği yerde bir okumak yazmak öğretip bin kuruş maaş alacak kendisinin istikbalini te’min edecek karnını doyurmuş olacak. Böyle mi? Bu kadar masraflar bu kadar meşakkatler bunun için mi?... Ma’lumunuzdur ki her sa’y sa’y olabilmek tan sizin için birçok masraflar etmekten muallimler celbeylemekten maksad karnınızı doyurmak ise... yazık bu kadar uğraşmaya değmez. Evlatlar; siz bilmelisiniz ki sizi buraya toplamaktan maksad millete verilecek ruhu size telkın etmektir. Siz gittiğiniz yerlerde okumayı yazmayı öğretmekle beraber etfal-i millete öyle bir terbiye öyle bir ruh nefh edeceksiniz ki o sayede milletin istikbali te’min edilmiş olacak. Sizin en birinci vazifeniz ahlak-ı milliyye ile mücehhez bir nesl-i afif yetiştirmektir. Siz zulmet-i cehalette bulunan milletin o karanlıklarda mahvolup gitmemesi için birer mum daha doğru söyleyecek olursak birer elektrik ziyasısınız. Siz bugünden i’tibaren düşünmelisiniz ki gittiğiniz her köyde saçacağınız nur ve ziya bütün bu zulmetleri paralayacak o mes’ud gayeye yürümek bir cehalet karanlığı içindedir. Bu zulmeti izale edecek ancak sizsiniz. Ne vakit ki her tarafta böyle elektrik ziyaları neşr-i envar eylemeye başlayacak ne vakit ki bu ziyalar birbirine telakı edecek işte ancak o vakit bu millet yaşayacağına emin olarak bahtiyar ve mes’ud olabilecektir. redeceğiniz ziyaların şua’atı temevvüc ettikçe millet faaliyete gelecek bu ataleti terk ederek ileriye yürümek için kalbinde şevk ve gayret hissedecektir. Millet bu hissi bu ruhu bu feyzi ancak sizden istifaza edebilecektir. Onun için sizin vazifeniz pek mühimdir. Her şeyden bütün mesa’iden mühimdir. Fakat bu ehemmiyet hakıkati düşünmek ve ona vusule gayret etmek şartıyladır. Yoksa yalnız okumayı yazmayı bildirmekle yine bir şey hasıl olmaz. Siz ta’lim ederken milletin ruhuna hulul edeceksiniz. Zira okurken yazarken verilecek ruh hiçbir vakit verilmez. Bütün dünyada bugün meşhurdur ki çocuk hocasından aldığı bir şeyi başkasından alamaz. Bugün biz tasavvur edecek olursak hocamız gibi mukaddes fazıl bir zat olamıyoruz. Ne kadar hatalı olsa yine hocamızı müdafaaya çalışıyoruz. Onun için canımızı feda ederiz... Neden böyle? Demek ki hocamıza karşı öyle bir vaziyetimiz varmış ki ona o kadar ihtiram onu kalben o kadar takdis edermişiz ki hata olarak telkin ettiği bir şeyin musib olmasını da’vaya kıyam ediyoruz. Bu çok büyük bir şeydir. Onun bizim ruhumuza ne kadar hulul ettiğine büyük bir delildir. Mülahaza edecek olursak istikbalde her biriniz ne kadar etfal-i milletin ruhuna hulul edeceksiniz. Bir köyde mesela on sene otursanız onar talebeden yüz talebe yüzerden bin talebe kendinize cezp edecek bağlayacaksınız. Bu suretle her talebe bin adamın ruhuna nefh-i hayat eder onları İslam ile tenvir fesad-ı ahlaktan men’ ederse ahlak-ı hamide-i İslamiyye’yi onlara bi-hakkın anlatabilirse ne azim hizmettir bu. İşte bu milleti düşmanların zulmünden kurtarabilecek ancak böyle bir faaliyet-i muntazamadır. Bütün darü’l-mualliminlerden çıkacak olan efendiler böyle büyük bir makineyi terbiye-i milliyye makinesini çevirmekle mükelleftir. Hareketteki vahdet ve intizam ne derece ise muvaffakiyyet ve saadet de o nisbettedir. eder. Yok eğer düşünceniz bin kuruş maaşı te’min içinse va esefa... Keşke aç kalaydınız da buraya gelmeyeydiniz. yanet-i İslamiyye namına milletin istikbalini mülahaza ederek mektebin ikmalini müteakib ifasına başlayacağınız vezaifin uzun uzun mülahazalarla müzakerelerle şimdiden planlarını kurmalısınız. Pek eskiden beri İstanbul talebeleri arasında bir söz vardır: “Medreseye girdiği vakit bir şakird istikbalde Şeyhülislam olacağını düşünmezse o molla olamaz” derler. Bu her nasılsa söylenmiş bir sözdür. Fakat gayet ma’nalıdır. Yani hakıkaten Şeyhülislam olmak değil çünkü me’muriyet fikri besleyen telebenin şakirdin de tahsilinden bir hayr ümid etmem belki ilmini o dereceye çıkarmak. Böyle düşünürse o talebenin istikbali parlak olur ve daima o suretle çalışır. Yoksa yalnız bir muallim olayım derse ondan kolay bir şey yoktur. Hiç böyle senelerce meşakkate tevakkuf etmez. O üç aylık bir şeydir. Bir şehadetname elde edince oldu gitti. Bunun için evlatlarım siz bugünden i’tibaren müzakere etmelisiniz ki tahsilinizi ikmal ettikten sonra göreceğiniz hizmet nedir? Milletin içinde o elektrik ziyası hizmetini görebilecek misiniz yoksa göremeyecek misiniz? Eğer göremeyecekseniz niçin? Kusur ya sizdedir ya mektepte. Mektepte bir kusur görürseniz muallimlere müdüre ihtar etmeli. Yok eğer kusur sizde ise o vakit daha ziyade çalışmalısınız ki olasınız. Bize artık bakmayınız. Biz başka zamanda yetişmişiz. Siz ise gençsiniz bundan sonra göreceğiniz hizmetler pek mühimdir. Zira millet ve memleket inhitatın en aşağı kademesine geldi. nasıl bir merdiven kuralım diye düşünmelisiniz. Öyle ise ne yapalım? Yapacağımız tekrar uructur. Babalarımızın bulduğu makamı bulalım. O makamı görmek için bu pencereden bakarsak ne cesim binalar ne kıymetdar müessesat görüyoruz. Her nereye bakılsa asar-ı eslaf göze çarpıyor. Yeşil eteklerinde bir hayat-ı asude geçirdiğiniz şu Keşiş Dağı’nı kimler fethetmiş? Kimler ve ne suretle buralarda saltanat kurmuşlar? Bunları derk edemeyecek kadar mı basiretimiz mülahazamız körleşmiş? O terakkıyat ile bu inhitat nedir? Onların yaptığını bizim de yapmamızdan vazgeçtik. Onların yaptıklarını biz muhafaza edebilsek bizim için yine kafidir. Eğer ona da muvaffak olamazsak artık bizim için yaşamak fazladır. Bu çalışmadan bu uğraşmadan murad yalnız bir boğaz tokluğu ise yazık bize! Bir arabacı da üç yüz kuruş kazanır bir hamal da iki yüz kuruş çıkarabilir. Bunun için sarık sarmaya hacet yok. Bu suretle her talebe hiç olmazsa haftada bir kere kendi beyninde teati-i efkar ederek dinin milletin istikbali hakkında düşünülürse planlar hazırlanırsa inşaallah memleketimiz pek yakın zamanlarda gayet parlak surette terakkı edecektir. Ama bunu düşünmezsek yekdiğerimizin kusurunu görünce yasaklamaya yahud izzet-i nefsi cerihadar edecek surette garazkarane şahsiyyata başlayacak olursak bundan bir ma’na çıkmaz. Arkadaşlarımızdan birinin bir kusuru görülünce ne yapmalıyız? Mesela aranızda bir adam var ki uygunsuz muamelelerde bulunuyor münasebetsiz yerlere gidiyor. Onu ortanıza alırsınız: – Kardeşim dersiniz. Bizim nerede bulunduğumuzu hatırınıza getiriniz. Biz ileride millete hizmet edecek adamlarız. Bugün kendi ahlakımızı muhafaza edemezsek kendimizi terbiye edemezsek milleti nasıl terbiye edeceğiz. Kardeşim ayıptır gel etme. Bizde bir kusur görürsen sen de söyle... Böyle hayır-hahane ihtaratta bulunulursa buna karşı kim ne diyebilir? Mektebin terbiyesi gibi bir terbiye olamaz. Mekteplerin terbiyesi parlak terbiye olur. Yok herkes bir tarafa gider kahvelerde vakit geçirir olmayacak yerlerde dolaşır; sonra da yine mektebe gelip gitmeye kalkışırsa bu hüsrandan izmihlalden başka bir netice vermez. Burada bugün tervic olunan en büyük bir san’at varsa o da kahveciliktir. Ne kepazelik! Meyhanecilikten bile beterdir. Çünkü ne kadar olsa onun zararı mahduddur. Bir kere çok açılamaz. Sonra oraya gidenler en edepsiz takımdır. Ama kahvehanenin zararı meyhaneden büyüktür. Zira kimse bir şey diyemiyor. Yapacağını yapar. Bizim şarkta birtakım şeyler vardır ki tahrim olunmuştur. Mesela musiki haramdır. Fakat niçin haramdır? Düşünülürse bir keman mesela bir ağaç parçası ile bir kirişten ibarettir. Bu şeyler de ise haram olacak bir şey yoktur. Tahta parçası kiriş tel... Haram olan bunlar mı? Bu şeylerin ne zararı var? Fakat işte haramdır. Bu gibi mesaili şeriat o kadar güzel tedkık etmiştir insan dönüp dolaşır yine o hakıkati kabule mecbur olur. Musikinin mazarratı başka şeyin mazarratından daha çoktur. Onun için o da şiddetli haramdır. Bir adam rakı içer ussu giderse zararı kendi nefsine münhasır kalır. Fakat bir keman çalınırsa yüz adamı işinden alıkoyar. Onların vakitlerini zayi’ eder. İşte şeriatın tahrim etmesinin sebebi budur. Kahvecilik de böyledir. Bu da onun gibi insanı işinden alıkoyar. İskambil kağıtları tavlalar damalar... Bunlar hayatı öldürmekten başka nedir? Onun için çalgı haramsa bu da kat’iyyen haramdır. Onun için insana muzır olan şeylerden men’ için ulemamız haramdır demişler. Yani memnu’dur. Bunlar hep düşünülüp söylenmiş düşünerek hüküm verilmiş. Yoksa bizim zannettiğimiz gibi öyle birinin aklına gelmiş bir fetva vermiş haydi haram olmuş... Öyle değil. Bil ki düşünmüşler uzun uzadıya zihin yormuşlar mazarratını bulmuşlar boş yere ömrümüzü zayi etmeyelim diye haramdır demişler. tadlardan işite işite bir meleke hasıl olur. Sonra köylere gidince bir elektrik ziyası gibi onlara neşr-i envar edersiniz. Onlar da size Allah razı olsun der. Ama oraya git hükumetten maaş aldıktan sonra ne olursa olsun diye ders okutup da çocukların ahlakına bakma sonra da muallimim me’murum diye başlarına musallat olarak fesad-ı ahlaklarına da sebep ol... Artık ona verilecek sıfatı ben bulamam siz düşünün de ona bir nam verin. Bu da size muhavveldir. Ben samim-i kalbimden sizin her birinizden millete ruh-ı milliyyet bahşedecek birer misbah-ı ma’rifet olmanızı Cenab-ı Hak’tan temenni ederek hatm-i kelam eylerim. Avamın tehzib-i ahlakına tenvir-i efkarına hadim bu faydalı ve mühim eserden geçenlerde de bahsetmiş idik. mıza bir iki söz daha ilave ve talik etmek istiyoruz. Halkımızın umumen tenviri lüzumunu mes’elenin saadet-i men bütün erbab-ı kalemi birer münasebetle mevzu’-i bahseylediler. Bu zeminde pek çok ateşin makaleler yazıldı gayet musib mutalaalar yürütüldü. Fakat netice her şeyde olduğu gibi yine hiçten ibaret kaldı. Geçenlerde Tanin refikımızda bir fıkra vardı: Köylünün biri kitapçıya gelmiş bir Şahmeran hikayesi istemiş. Orada hazır bulunanlar Ş ehmeran’dan bir şey istifade olunamayacağını “ben başkasını bilmiyorum siz beğenin de alayım” demiş. Tavsiye edenler aramışlar taramışlar koca kitapçı dükkanında köylünün işine yarar bir kitap bulamamışlar. Refikımız bu fıkraya yeni eserler harekesiz basıldığı cihetle esasen harekeli kitap okumaya alışan köylüler için bunlardan Halbuki biz harekesiz olmak üzere de şerait-i matlubeyi haiz yani köylünün bi-hakkın işine yarar hissiyat-ı necibesini tenmiye eder kitap hatırlamıyoruz. Ne olurdu selaset-i beyani cümlenin mu’terefi olan refikımızın ser-muharriri Hüseyin Cahid Bey bi-sud münakaşat-ı kalemiyyeye bedel kitaphanemize böyle bir eser ithaf edeydi. Fakat bizde her şey temennide kalır. Efsus cümlemiz kavval olduğumuz kadar faal değiliz. Mevcudiyetini mizden bekleriz. Bereket versin bu defa da yine bir asker yine bir zabit meşak ve mezahim-i askeriyyeyi iktiham ederek şu noksanı telafi için ma’neviyat-ı askeriyye derslerini o füyuzat hazinelerini ef’ide-i mütehassireye açıyor. Var olsun askerler!... Maamafih bu kadarı kafi değildir. Mütefekkirinimiz geceli gündüzlü bu mühim mes’ele ile uğraşmalıdırlar. Menafi’-i milliyyeyi haris olacak efkar-ı umumiyye ancak bu suretle vücud-pezir olur. Avamımızın tenevvür ettiği nisbette hakk-ı bekamız tevkır olunur. Bu babda en müessir amiller muhtaç bulunduğumuz Arabi ve Farisi elfaz-ı me’nuse muhafaza olunmakla beraber lisanın sadeleştirilmesi ve böyle bir lisan mesi ve hükumetin teşebbüsatı beklenilmeksizin vatanına bi-hakkın aşık ve hamiyetli münevver dindar gençler tarafından köylerde kasabalarda teşebbüs-i şahsi esasına ma’tuf mektepler açılması ve halkımızda esasen fıtri bulunan tehassüsat-ı hamiyyeti tanzim ve tenmiye edecek bu kabil eserler bila-müşkilat tedarik olunabilir surette köylüler arasında neşrolunması gibi hususattır. Sözümüzün eri isek şu vadi-i cehd ü gayrete fi’len atılmalıyız. Geceyi gündüze katarak bir an evvel seviye-i irfan-i ümmeti dindar olarak yükseltmeliyiz. En zayıf zamanlarımızda techizat ve tedarikatımızın pek noksan bulunduğu sıralarda bile hukukumuzu muhafazaya muvaffakıyetimiz terbiye-i diniyyemizin füyuzatı sayesindedir. Zaten Din-i Celil-i İslam terakkıyat-ı beşeriyyeyi himaye eden daima ma’kulatı nazara alan yegane bir din-i güzindir. Dünyevi uhrevi esbab-ı saadet ve selametimizi göstermektedir. Efradımız bu dairede perve[ri]ş-yab-ı va’d-i Sübhaniyye’sinin zaman-ı incazı takarrüb etmiş olduğunu idrak saadetiyle bahtiyar oluruz. Tahsilin en müsmir olanı terbiye-i diniyyeye mukarin bulunanıdır. Geçenlerde İsviçre’ye ziraat tahsiline giden bir genç refikımız yazdığı mektubunda devam eylediği mektep buraca inanılmaz bir tarzda beyan ve tasvir ediyordu. Mektebin nizam-ı mahsusu icabınca mahalli adab-ı diniyyeye bütün talebe müntesib bulunduğu din ve mezheb nazara alınmaksızın siyyan bir tarzda mutabaata mecbur bulunuyorlar. Edna mübalatsızlık mektepçe en ağır cezayı istilzam ediyor. İsviçreliler gibi tenevvür ve hürriyet-perverlikte akvam-ı medeniyyenin en ilerisinde bulunan uyanık bir kavim bütün saadetini dindar bir terbiyeye merbut ve medyun görür let asırlarca mevcudiyetini sayesinde muhafazaya muvaffak olduğu terbiye-i diniyyeyi nasıl ihmal edebilir? Habl-i metin-i min eder? Gençlerimiz münevverlerimiz mütefekkirlerimiz buralarını nazara almalı ve düşünmeli ki başkaları dini terk etmekle terakkı etseler bile biz dine karşı kayıtsız kalmakla tedenni ederiz. Çünkü dinimiz edyan-ı saireye makıs değildir. Demin işaret ettiğimiz gibi dünyevi uhrevi saadetlerimizi te’min eder ahkamı camidir. Yalnız ahlakımızı değil muamelatımızı sıhhatimizi hayatımızı hülasa her türlü ef’al ve harekatımızı tanzim eylemiştir. Dine karşı mübalatsızlık gösterenler arasında hissiyat-ı necibenin yevmen-fe-yevmen müntefi olduğu bugün müşahedat ile sabittir. Din-i İslam’ın mani-i terakkı olduğu mülahazası hain garazkar bir fikr-i leimin mahsul-i şena’atidir. Ahkam-ı celile-i Alem-i İslam’da görülen asar-ı tedenni ve izmihlal esbabı ahkam-ı şer’iyyeden teba’üdlerde aranmalıdır. Birçok akvam-ı beşeriyyeyi hafiz-i cehl ü sefaletten evc-i fazl u saadete Eğer bu dinde ifaza-i terakkı hassası yok ise mebadi-i meşhud olan me’ser-i terakkı nedir? Madem ki bütün bu füyuzatın sebeb-i müstakılli Din-i Celil-i İslam’dır şu halde alem-i İslam’da meşhud olan inhitat-ı hazırın Din-i Mübin ile bir alakası bulunmadığını kabul zaruridir. Hulasa maarifin neşri hususunda terbiye-i diniyye mes’elesi en ziyade nazara alınacak hususattandır. Cenab-ı Hak muharririnin sa’yini meşkur buyursun. Anlaşılan halkımız bu memleketin salahını askerler eline mukadder etmiş. Meşrutiyetin i’lanından evvel ve sonra devairimiz tanda terakkı görülmüş ise o da yalnız askerlikte görüldü. Müellif-i eseri Mekteb-i Harbiyye’nin bu fazıl bölük kumandanı Yüzbaşı Ömer Fevzi Bey’i alem-i tahrir henüz yeni tanımıyor. Buhranlı devrelerimizde meşgul bulunduğu vezaife çeteler muharebatına jandarma umuruna dair yazdığı eserler ile evvel ve ahir bu sima-yı fazl u irfan ma’ruf bulunuyor. Birinci cüzde yaptığımız gibi bu cüzden birkaç nümune edecek ecza-yı sairenin faydayı ta’mim için harekeli huruf himmetlerinden dolayı arz-ı teşekkür ve minnet-dariyi levazim-i kadr-daniden addeyleriz. S. Huyunda ne var? C. Mertlik doğruluk! S. Sinirinde ne şimşekler parıldar? C. Hamiyyet şimşekleri çakar. S. Dilinde ne var? C. Allah adı! S. Üstünde ne var? C. Askerlik şan u şerefi Osmanlık heybeti! S. Elinde ne var? C. Millet silahı hainler düşmanlar küsküsü! S. Fikrinde ne var? C. Fedakarlık! S. Gözünde ne var? C. Zafer! S. İçinde ne yaşar? C. Ölmek var dönmek yok emeli! S. Nefesinde ne duyulur? C. İntikam sesi! S. Askerlik duygusunu daha ne vakitten beri hatırlarsın? C. Ta beşikten! Anam bana ninnide şunları söylerdi: Evladım Allah bu çiçekli dağlarımızın düşman ayağıyla ezildiğini göstermesin alaca kuzularımızın buzağılarımızın oğlaklarımızın oynaşıp yaylandığı yeşil yaylalarımızın düşman süvarileriyle çiğnendiğini göstermesin berrak sularımızın düşman çizmeleriyle bulandığını göstermesin. Pak eşiklerimize düşman ayağı dokunduğunu göstermesin. Bize hayat veren yorgunluğumuzu alan içimizi tazeleyen fikirlerimizi dinlendiren çamlığımızın söğütlüğümüzün düşman sefaletiyle ağladığını göstermesin düşman vatanın bağrını deşerek seni kanına bulamasın alil ninelerimizin gözyaşı seni boğmasın vatanın ahı seni kavurmasın Allah sana bu kara günleri göstermesin milletin namusu namına yükselen inilti yüreğini parçalamasın. Evladım! Gazi olursun inşaallah şehid olursun bu vatana kurban olursun aciz ananı düşman ayağından bütün ömrünce korursun yüzlerce senelerden beri büyük babalarının beklediği evin vatanın öz ve hayırlı bir evladı olursun! S. Sonra neler duydun? C. Anam babam büyük babalarım amcalarım dayılarım büyük ağalarım fedakar ulu vatandaşlarımın vatan uğrunda yaptıkları vazifeleri fedakarlıkları bunlar içinde nice Osmanlı kadınlarının bile ululukta canlarını feda ettiklerini duydum! S. Askere giderken pederin neler nasihat ederdi? C. Askere çağrılmadığına acı çağırıldığında sevinerek koş ma-fevklerine itaat et verdikleri dersi bütün aklınla öğren verilen silahı öp başına koy; toz rutubet kondurma. Nişancı ol ki bir kişi iken beş on kişiye karşı durasın cephaneni verdiği vergiyi boşa harcamayasın Osmanlılığın attığı körünedir dedirtmeyesin düşman yakınında ilerlerken ne görür duyarsan ma-fevkine haber ver. İlerlerken de ateş ederken de yolun ve yerin iyisini tut; fakat tuttuğun yer seni sıksın! bir hile diye bil düşmanı zayıflatmak ve daha büyük bir kuvvetle düşmana biraz sonra atılmak için yay gibi gerildiğini unutma fikrine şüphe getirme yüreğini bozma tehlike çoğaldıkça keyfin çoğalsın cesaretin artsın; yoksuzluk şiddetlendikçe sebatın artsın cephanen bittikçe sabrın artsın çünkü erlik Osmanlılık imtihanı geçireceksin demektir. Düşmana saldır yakala eline geçmezse kovala sakın peşini bırakma çünkü: tenbellik edersen düşmana hizmet etmiş olursun tüfeği bozuldukça parçalandıkça pazun kuvvetlensin süngün parlasın evladım daima harbe hazır ol! S. Harbe giderken pederin neler nasihat ederdi? C. Ben seni bugün için yetiştirdim. Sen benim değil bugününsün. Ananın sana verdiği süt saf halis ve haramdan katresizdir. Cibilliyetin ise paktır. Yiğitlikte fedakarlıkta kusur etme düşmandan sakınarak ananı babanı utandırma ağlatma kahretme bu evlat neslimizden değildir diye inkar ettirme bizi ve hısım akrabanı dağlama nice yıllık ocağımızı söndürme silahın şöhretli sesi buradan duyulsun gazilerden köydeki viran evimiz o vakit mübareklenir eşe dosta ziyaretgah olur. Kötü yüzle eve dönersen seni ruhum eve koymaz köy de kabul etmez hakkımı haram ederim. İnkisar ederim. Hele evlat; devlet millet uğrunda feda olsan şehid olsan bütün büyük babalarımızın ruhu şad olur. Evlatlarımız rütbeli doğar ocakzade olur. Evimiz ışır. Evlat bırak ki Cenab-ı Hakk’ın emri olmayınca dünyadan suyun ekmeğin kesilmeyince ölmezsin; emr-i Hak ile ölmeyi dahi değerinde harpte sat! Ki bir şeref-mirası evine fakir babana anana torunlarımıza bırakasın. Hem ölümden korkma! Ölüm ruhun sırtındaki yağmurluğu çıkarması atıvermesi demektir. Binaenaleyh çalış ki kaputunu çıkaran kalıbını atan ruhun ebediyyen sıkıntısız nurlar içinde yaşasın. İlel-ebed cehennemden kurtulsun derdi. S. Pederin neler öğretirdi? C. İyilerle arkadaş ol. Kötülere nasihat et. Doğru yola çevir. Düşkünlerle bir ol beraber yükselmeye çalış. Mazlumların derdinden hissen olsun. Zalimlere karşı köpür. Elin ile değmezse dilin ile yetişmezse yüreğin ile çarpış. Yere düşenlere kollarını uzat silahı kırılanın kalkanı dilsizlerin dili ol. Yüreğin zevkini dış zevkinden daima ileri tut. Namusla yaşayacağın müddetçe dünya ile alışverişin olsun. Ta ki hayırlı bir nam kaybolmaz bir sada hoş sönmez bir ışık bırakasın! S. Ele düşen düşman nemizdir? C. Misafirimizdir! S. Osmanlıların misafirlerine karşı cibilliyetçe hanedanlıkça vazifesi nedir? C. Ona i’zaz ikram etmek kendini hoş tutmak canını faza etmek dostlara değil düşmanlara da bir Osmanlının şanını tasdik ettirmektir. S. Hangi ordu merttir yiğittir muzafferdir? C. Ehl-i ırz olan haram yemeyen zulmetmeyen efraddan mürekkep bir ordu! S. Ne gibi? C. Sofrada kimsenin malını rızasız yememek kimsenin mülkünü harap etmemek hiçbir ma’sumu çiğnememek ister dost ister düşman olsun hiçbir ırza kötü nazarla bakmamak gibi! Hak yolunda fuhşiyat; ne’uzü billah en günah en alçakçasına bir cinayettir. Başkasının ırzıyla oynayan kendi hid olmak için kursakta damarda bir damla haram mal kan bulunmamalı. Mazlum ahı yüzünü karartmış olmamalı. Bütün mahlukatın Halik ve sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın rızasından nizamından kanundan ayrılmamalı. Hakkın ırzın her yerde fedakar bir muhafızı bulunmalı. S. Bir asker hakaret görse kim hakaret görmüş demektir? C. Bütün ordular bütün millet! S. Bir Osmanlı hakaret görürse kim hakaret görmüş demektir? C. Bütün millet! S. Sancağımız hakaret görürse ne olur? C. Vatan sarsılır millet ölmeyi cana minnet bilir millet namusunu kanıyla yıkar düşmanlarını kanına boğar! S. Botanlı Ömer kim idi? C. Kızanlık civarında Ofluhan’da iki taburumuz düşmanın külliyetli kolları arasında sıkışmış idi. Onlara imdad için hücum emrini alan Hüseyin Bey kumandasındaki sekiz yüz mevcudlu bir gönüllü taburumuz düşmanın yedi sekiz piyade taburuyla topçu ve süvariden mürekkep bir kuvvetine tesadüf eylemiş idi. Bu tabur sekiz yüzden yüz otuz nefer sağ kalıncaya kadar hücumunda şiddet göstermiş ve o iki taburun yolunu açıp birlikte geri çekilmek emrini aldığı zaman düşmana arka çevrilmez kıyamet gününde o yüzle meydana çıkılmaz dedi. Allah’tan utanırım babamın inkisarından korkarım” deyip belindeki fişekleri bir siperin gerisine dökmüş kendi başına ateşe devam etmiş en nihayet ilerleyen düşman saflarının süngüleriyle şehid olmuş ve fakat düşman dahi süngü ucuna yanaşıncaya kadar her adımda birini yere yuvarlamış ve vücudunu pek pahalıya satmış vatana mal etmiş idi! S. Bu hücumda bu gönüllü taburun kaç sancakdarı şehid olarak değişmiş ve son sancakdarı Botan’ın Pervari karyesinden Mirza Mehmed Ağa namındaki kahraman ne demiş C. Bu hücumda sekiz sancakdar şehid olmuş ve sonuncusu olan Mehmed Ağa: “Bana teslim ettiğiniz sancağın namusunu muhafaza hususundaki vazifemi ifa ederek ayrılıyorum. Arkadaşlar şahid olun!” demiş ve teslim-i ruh eylemiş idi. S. Asker; Osmanlılar harbe giderken köyden nasıl ayrılırlar? C. Şenliklerle! Karakolumuzun jandarması köyümüzde tebriklerle uğurlarla devlet düğünü haberini getirir herkes uğurlanır sarılır öpüşür bayramlaşır görüş meydanı açılmış gibi pehlivanlar hazırlanır davulcunun davulu zurnacının zurnası paralanırcasına çalınır bu devlet kuşu başına konan gençlerin başı yükselir göğsü yükselir düğüne da’vet edilenlerin damarları gerilir sinirleri coşar tüyleri ürperir “Ben de giderim gönüllüye yok olmaz geri kalamam köye sığmam giderim” der. Dertleşir tesellilenir! Babalar analar kurulur. Evladımın kanı soyu sütü temizdir güvenirim der öğünür. Haklar helal edilmez harbin sonuna bırakılır yüz aklığıyla dönmez ya şöhretli bir şehid olmazsanız ana ve baba hakkı süt soy hakkı komşu hakkı köy hakkı vatan hakkı helal olmasın köyümüze sizi sokmayız analarınızı babalarınıza babalarınızı babalara evimizi evlere köyümüzü köylere kasabalarımızı kasabalara sancağımızı sancaklara vilayetimizi vilayetlere devletimizi devletlere canımız padişahımızı padişahlara utandırtmayın milletin yüreğini yakmayın kansızmış bu millet dedirtmeyin cevherli namuslu ecdadınızı bed-nam etmeyin ahfadınıza la’net ettirmeyin vatanı doğratmayın Osmanlının kanı bozuldu soyu bozuldu dedirtmeyin süngülerinizde kılıçlarınızda hak adalet güneşi parlasın tüfeklerinizde intikam şimşeği çaksın toplarınız Osmanlılığı bağırsın gülleleriniz şan ü şeref saçsın yer gök erliğinize mertliğinize hayran ve şahid kalsın evlatlar biz ihtiyarlar bir koltuğumuza değnek bir koltuğumuza torunları dayayacağız size orada ekmek cephane tedariğine çalışacağız. Şehid olanlarınızın yerine ortadan kaybolanlarınızı aramaya torunları göndereceğiz onlar da dönmezse kavuşmaya biz geleceğiz. Artık ekmek haram vatan parçalandıktan namusuna dokunulduktan sonra vatanın göğsünde Osmanlıdan insan can mı taşır? Gömülürüz hep gömülürüz muzaffer oluruz. Çünkü vatanın son demini son nefesini görmeden ölür gömülürüz. Vatanın göğsüne tırmanacak düşman da insan bulamaz umumi bir meşhedin baykuşu olur fakat merak etmeyin evlatlar Osmnlının bayrağı babalarınızdan alınmadı ki sizden alınsın. Vatanın bağrına basılmaz ecdadınız bastırmadı. Vatanın göğsünde sefahathane değil ordugah kurdu. Silah başından ayrılmadı çünkü silaha sarılı duranın herkes dostu silahından ayrılanın hele biz gibilerin herkesin çekemediği kıskandığı Osmanlıların her tarafı düşman kesilir. olamadı. Hatta çiftçi sapanını bile bir düziye süremedi çünkü düşmandan aman bekleyemezdi silahı elinden bırakamazdı silahı bırakmak bütün çifti çubuğu yeri yurdu vatanı bırakmak demek olacağını anlayan Osmanlılar çar-na-çar ekmeği rahatla san’atla ticaretle değil silah hakkıyla silah altında fakirane fakat namuskarane yediler. Haydi evlatlar vatanı muhafaza ederseniz hayat var. Yoksa ne siz var ne vatan ne biz! Taşı toprağı sarsılan vatanımızı ta temelinden emin kılalım. Süngülerimizin zehirli hududlarımızın ateşli olduğunu gösterelim ki ondan sonra yine biraz çifte çubuğa ticarete ve san’ata vakit meydan bulalım. Şimdi ilk iş bu! Gidin evlatlar ileri! Hududun surlarına birer taş olmak üzere gömülün! Ta ki çocuklarınıza siper olsun. İleri! derlerdi. Geçen haftaki Yalova tenezzühünde ne kadar ye’s ü kedureti badi teessür ve teessüfü mucib ahval-i na-layıka olduysa bu haftaki Bursa tenezzühünde de o nisbette memnuniyet ve mahzuziyeti mucib halat-ı meserret-bahşa meşhud-i çeşm-i iftiharımız olmuştur. İşte ara sıra bu gibi sevindirici şevk ve gayret verici hallerdir ki bize ati hakkında büyük ümidler veriyor. Yoksa safahat-ı hayatiyyemiz hep öyle meraret-engiz sefih levhalardan ibaret olsaydı beyhude çalışmakta olduğumuza bi-hakkın hükmedecektik. Fakat bu Din-i Celil’in o kadar fedakar hadimi bu dilber vatanın o kadar hamiyyetli evladı vardır ki milletimizi yaşatmak o mes’ud ve münevver atiye isal eylemek için bezl-i himemat ediyor önümüze hayatın güzelliklerini serperek o acıları unutturuyor cümlemize şevk ve ümid bahşeyliyor... Cuma günü Beylerbeyi’ndeki ziyafet-i seniyyede Bursa meb’usu Tahir Beyefendi: “Yarın Bursa’ya gidilecek siz de gelir misiniz?” dediği zaman: – Yalova tenezzühü gibi keder toplamak için mi? diye kalbi sual ile mütefekkir kalmış idim. Bu endişeyi hisseden muhatabım: – Merak etme dedi geçen haftaki gibi olmaz; zaten ben de bulunacağım... Bu va’d itmi’nan-bahş idi. Tahir Bey’in nasıl bir hamiyet-i mücesseme olduğu ne derecede milliyyet-perver bulunduğu kendisini tanıyanlarca tamamıyla ma’lumdur. Onun da bulunması mutlaka hayra sevince delildir. Ferdası vapura girince gözüme “Hususi ve Milli Şirket-i Bahriyye-i Osmaniyye” serlevhalı bir i’lan ilişti: Fuad Bey Giridli Muallim Aziz Bey Mani’-zade Hüseyin Efendi ve sair zevat Allah’ın inayetine ve milletin arzu ve hamiyetine ve şirketin Akdeniz ve Karadeniz’de mücedded muntazam vapurlar işleteceği ve vapurların sür’at ve intizamına ve bilhassa adab-ı İslamiyye ve Osmaniyye’ye muvafık bir terbiye ve nezafet ve rahatın te’minine son derece çalışılacağı beyan olunuyordu. Şirket hakkında biraz daha tafsilat aldım. Müslümanlar arasındaki bu teşebbüs-i milliden o derece memnun oldum ki “intibah başlıyor...” diye hükmedeceğim geldi. Saat bir buçukta vapur harekete hazırlandığı sırada kurban kesildi dualar edildi besmele-i Rabb-i Rahim ile pervane dönmeye başladı. Ticaret-i bahriyyemizin mebde-i felah ve saadetini teşkil etmesi me’mul olan bu teşebbüs yanımızda yük almakta olan bir ecnebi vapurunun sanki hasedini celbetmiş gibi bir çatırtıdır koptu hepimiz baktık bittesadüf vapurun iskele merdiveni kendi kendine kırılıyordu. temevvücüne döndü. Herkesin vapurda bulunan yirmi kadar meb’us efendilerin böyle Osmanlı bayrağı altında muntazamca bir vapurda bulunmaktan mütevellid bir hiss-i iftihar pek mükemmel idi; yanımda oturan bir ecnebi arkadaşına diyordu “Çok güzel fakat devam edebilse...” inşaallah eder. Artık bahis hep denize denizciliğe tealluk ediyor idi. Müessisin-i şirket pür-fahr u sürur izahat veriyordu: “Bu vapur hiçtir asıl sipariş etmek üzere bulunduğumuz vapurların sür’at ve intizamı bütün Bursa yolcularını duçar-ı hayret edecektir. ğiz. Şimdilik hemen işe başlamak üzere bu vapuru isticar ettik...” Sahir Bey de bacadaki salibi sildirmek için duçar olduğu mukavemetlerden ısrarlardan akıbet nasıl muvaffak olduğundan bahsediyordu. Sonra vapuru gezmeye başladık. Temiz döşenmiş bir yer nazar-ı dikkatimizi celbetti. “Cami-i Şerif” olduğu söylenince herkeste bir sürur-ı azim hasıl oldu. Şimdiye kadar vapurlarda müslümanların bu ihtiyacı nazar-ı dikkate alınmamıştı. Alınmaması da tabii idi. Çünkü sahipleri hep ecnebiler rından düşünmezler. Onlar nereye girerlerse adetleri ahlakları medeniyetleriyle! beraber girerler. Her şeyi kendi hayatlarına göre tanzim ederler. Bu suretle yerlilerde anlamayarak bir zaman sonra temessül vücuda gelir. O vakit ayaklar suya erer. Madem ki buraları müslüman memleketleridir her şeyde müslümanların ihtiyaçları nazar-ı dikkate alınacaktır. Müslümanların ihtiyacı dediğimiz şey ise Frenkler’in ihtiyacı gibi gayra insanlığa mazarrat bahşeden şeyler değildir. Müslümanların bu ihtiyacı nazar-ı dikkate alınmasından mesela vapurlarda cami için bir yer tahsis olunmasından ecnebiler ne zarar görür? Hiç. Fakat bunun nazar-ı dikkate alınmamasından müslümanlar duçar-ı müşkilat olur. Yok eğer biz kendi kanımızla malik olduğumuz memleketlerimizde de ecnebilerin keyfine göre hareket edecek kuru bir tasarruf senediyle arzın sahibi sahib-i hakıkısi sayılmaz. Bundan sonra inşaallah me’ser-i medeniyyeti kendimiz vücuda getiririz de her şeyde ihtiyacımızı da nazar-ı dikkate alırız. Maamafih memleketimize iş yapmak üzere gelen ecnebilerle yapılacak mukavelelerde de bu esas müslümanların Camiye bir de imam olursa beş vakitte ezan-ı Muhammedi okunursa...pek münasib olacağı fikrini müessisler hemen kabul ettiler. Demek ki sırf müslümanlardan ibaret olan bu şirket İslamlar’ın bütün ihtiyacatını düşünüyordu. İşte memleketimizde bundan sonra pay-dar olabilecek şirketler müesseseler... Anlaşıldığına göre müessisleri ticaretten ziyade hamiyetleri bu şirketin teşkiline sevketmiştir. Tahir Beyefendi Bursa’da belediyede verilen ziyafette vali kumandan ve med’uvvin huzurunda edillesiyle bunu isbat etti. Filhakıka Fuad Bey’in hamiyeti kendisini tanıyanlarca müsellemdir. Mani’-zade ise Bursalıların ihtiyacına vakıf olur olmaz ecnebi şirketlere boyun eğmemeleri için Karadeniz’de işlettiği büyük vapurları –zararına olarak– Bursa’ya tahsise kalkışmış. Fakat Tahir Bey böyle bir zarara katlanılmasını muvafık görmediğinden o fikirden vazgeçilmiş. Giridli Aziz Bey’in hamiyetini ise tanımayan hemen kimse yok gibidir; gemide esbab-ı intizamı te’min için en küçük teferrüata varıncaya kadar her şeye kendisi koşuyor azim bir vecd-i vatan-perverane tini hikaye eyliyordu. den bahsederek dört saat sonra Mudanya’ya vasıl olduk. Oradan trene rakib olarak cennet gibi bağlar bahçeler arasından Belediye Reisi ve sair rical-i hükumet istikbale çıkmışlar. Sanayi’ müzikası talebesi de meb’us efendileri marşlarla karşılıyordu. Merasim-i istikbaliyyeyi müteakib arabalara binildi şehre doğru teveccüh edildi. Müzikacı efendiler de paçaları sıvayarak caddeyi tuttular. Maşiyen avdet biçareleri iz’ac etti. Arabalardan sıçrayan çamurlar elbiselerini telvis ediyordu. İstikbali tertib edenlerce bu cihetin nazara alınmamış olması mucib-i teessürdür. Nihayet arabalarımız belediye önünde durdu. Yukarı çıkıldı. Sonra da hükumet konağına Vali Bey’e gidildi. Merasimler tamam olduktan sonra şehrin şayan-ı temaşa mahalleri arabalarla gezilmeye başlandı. Yeşil Camiin ziyaretini müteakib Bedesten’e gidilecekti. Setlerbaşı’nı geçtikten sonra kahveler başladı. Ne müterakkı san’at! Adım başında bir kahve. Müşteriler de lebaleb. Doğrusu ataletin bu derecesi şayan-ı hayrettir. Bir çeyrek kadar bu kahveler temadi ettikten sonra Bedesten Kapısı’ndaki Pabuççular caddesinden geçmeye başladık. Dar ve tozlu dükkanlar. Sanki kurun-ı vüstadan kalma numuneler. Bunlar arasında bıçakçı dükkanları: Kını parıl parıl parlayan sivri uçlu kamalar bel bıçakları... Biçare müslüman kardeşler sabahtan akşama kadar çalışa çalışa ancak ekmek parasını çıkararak birçok günler her türlü mahrumiyetlere katlanarak biriktirilen yirmi otuz kuruşla o fakfon kınlı kamayı beline takmak için can atan zavallılar... Yegane ümidiniz o parlak kamalara nailiyettir. Bilmiyorsunuz ki kama devirleri çoktan geçerek şimdi medeniyet ateşler yağdırır silahlar vücuda getirmiştir. Bedesten’e girilince ticarethaneler muntazam mağazalar görülmeye başladı. Gayrimüslim vatandaşlar büyük bir faaliyet ve ciddiyet ile işde görülüyorlar. Ekseriyetle ticaretgahlar büyük mağazalar hep onlarda. İslamlar için cah ve mansıb hülyaları kahve peykeleri hamallıklar kalmış... Bedesten’e gelince müslüman dükkanlarına gidelim dedik. Her birimiz bir tarafa dağıldı. Öteberi alındı. Vapurda alınan aynı şeylerin fiyatları konuşulunca kimisinden üç kuruş kimisinden beş kuruş fazla alındığı anlaşıldı. Arkadaşlardan biri: – Bu dolandırıcılık değil mi? dedi. – Hayır değildir dedik; bu bir maraz-ı ahlakıdir ki bizim belimizi doğrultamamamızın sebeplerinden birini de bu teşkil eder... Ba’dehu camiler türbeler ziyaret olundu. Herkes kendine mahsus bir gözlük ile o asar-ı eslafa nazar-endaz oldu. Sultan Murad-ı Sani türbesinde türbedar merhumun vakt-i harbde kullandığı dört yamalı meşin bir seccadesini gösterdi. tay’da şimdiki kazaskerlerin maaşlarından şikayet etmek üzere not aldı. Bize karşı da: – Gördünüz mü dedi eski padişahlar nasılmış? Şimdiki kazaskerlerin mükellef binişleri ile kıyas mı kabul eder?... Sözü tasdike iktiran ederek şimdiki idemükle! eski idemük! arasında fark olduğu ilave edildi. Her taraf gezildikten sonra akşamın tekarrübü hasebiyle tekrar belediyeye avdet ile biraz istirahat edildi. Karşıki minarelerden ezan sesi işitilmeye başladı. Belediyenin namaz kılmaya mahsus cami odası soruldu. Gayet mükemmel mobilyalı fakat zemini hasır döşeli bir yatak odasını gösterdiler. Namaz için bir seccade istendi. Hademeler ellerini ovuşturmaya başladılar. Buna da “eyvallah!...” diyerek mendilimizi sererek namazlar kılındı. Muntazam sofralar hazırlanmış. Doğru sofralara gittik. Bir sofraya Vali Bey bir sofraya da Kumandan Paşa riyaset ediyordu. Kumandan Paşa Abdürreşid Efendi ile Bursa’ya geçenki seyahatimizde Cem’iyet-i savvuftaki yed-i tulasına bütün Bursa ulemasını hayran eden bu zat-ı muhterem şimdi sofrada pek az söylüyordu. Ben yanımdaki Debreli arkadaşa Kumandan Paşa’nın salı ihtiyarca bir zat da tabak şakırtıları arasında eski milli ziyafetlerimizdeki adetlerden bahsediyordu. Bundan cesaret alarak sordum: – Sofra etrafında bu dolaşanlar kimlerdir? – Hıristiyanlar Yahudiler... – Hepsi mi? – Evet ta pişirenden tut şu tabağı değiştirinceye kadar hepsi... – Hiç müslüman yok mu? – Yok. – Niçin? – Çünkü müslümanların bu işleri görebilecek olanları böyle inceliklerden anlamazlar... Her ne ise ziyafeti müteakib nutuklar irad edildi. Ferdası on ikide şimendifer pek çok yolcularla Bursa’dan hareket etti. Mudanya’ya muvasalat edilince bir cemm-i gafir gördük. “Bunlar ne?” diye herkes ta’yine kalkıştı. Tren durup da pencerelere “Hamal var hamal var...” diye beyaz sakallılar genç delikanlılar çocuklar koşuşunca anlaşıldı ki hepsi hamal imiş. Yolcudan ziyade hamal. Biçareler dört gözle bakıyorlar Frenkler’in bavullarını taşısınlar da beş on para ekmek parası çıkarsınlar. Bu tenezzühleri bu seyahatleri yalnız Bursa’ya Avrupa’ya hasretmemeli. Anadolu içerilerine şarka doğru da gidip o biçare müslüman kardeşlerin halini yakından görmeli nazar-ı ibrete almalı onları da düşünmelidir. İntibah ve faaliyet yine göre göre olacaktır. Fakat esna-yı seyahatte niçin gidildiğini düşünmek şartıyla. Onları kendi hallerine bırakırsak yine bir şey olacağı yok. O biçarelerin dertleri nedir onları bu hal-i meskenete bu hal-i esaret ve zillete getiren avamil ve müessiratı yakından tedkık etmeli de intibah için çareler düşünmeli. Burada masa başından birtakım nazariyat-ı letten kurtulabiliriz. Bahriyye-i Osmaniyye vapuru ikincisi İdare-i Mahsusa’nın Keşkül-i Azrail’i üçüncüsü de Yunan dostumuza! mensub Dostoni Kumpanyası’nın vapuru. Bütün bu yolcular yeni vapura doldular bir kısmı da İdare-i Mahsusa’ya bindiler. Yunanlı dostumuz ise sinek sallıyor kaptan hiddetinden çıldıracağı geliyordu. Biz gelmezden evvel iskele hamalları vapurla iskele arasındaki rabıtayı fekk etmişler iskeleden birkaç metre ötede vapur duruyordu. Boykotaj bütün şiddetiyle hüküm-ferma. Hamiyetli hamalları tecrübe maksadıyla Yunan vapuruna doğru yürüdüm. – Nereye gidersin efendi?... diye birkaç kişi birden önüme geçtiler. – Nereye istersem oraya giderim bu vapura bineceğim. – Hayır olmaz oraya binemezsin. – Niçin? Siz neye karışıyorsunuz? – Sen Osmanlı değil misin? Hamiyetin yok mu? Herkes öteki vapurlara biner orada yer yok değil. Yazık sana efendi yazık... Öteden bir diğeri: – Osman binemezsin diye kesip atsana... – Ne demek binemezmişim. Benim hürriyetim var. Şimdi polis çağırırım... – Polis değil Kaymakam’ı hatta Vali Bey’i getirsen yine fayda yok. Öteden biri: – Mehmed bırak binsin bakalım nereden binecek. Fakat Mehmed’le Osman ateş savuruyordu. Osman’ın dalakları açılmış yırtık fesiyle pür-galeyan-ı hamiyyet kendisini unutmuştu. Ben onun bu hamiyetine ağlamak isterdim. Kendimi zor zabtediyordum. Nihayet hamalbaşı yetişti: – Yapma efendi inat etme bir gürültü çıkmadan oraya git. Orada yer var. Ne yapacaksın bunun vapurunda? Bunlar bizim Girid’imizi almak istiyorlar. Onların vapuruna binmeye nasıl hamiyetin kail olur?... Vapurdan arkadaşlar hamallarla uğraştığımızı seyrederek gülüyorlar. Nihayet hamallardan biri farkına varmış: – İnanmayın be latife eder... diyerek münakaşaya nihayet verdi. Vapurumuza döndüm. Hepsinin tanıdığı Tahir Bey’le konuştuğumu görünce artık latife olduğuna tamamıyla kanaat getirdiler. Mahcubane gülüşüyorlardı. Muallim Vahyi Bey vapurun kalkacağı sırada hamallara bir nutuk irad etti. Yanık yüreklere ateş serpti: – Hürriyet Manastırlar’da Selanikler’de doğduysa bu büyük ve şanlı devletin temelini de Osmancık buralarda kurdu... “Osmancık” ta’biri onları o kadar rikkate getirdi ki hepsi ağlamaya başladılar. – Yaşasın Osmancık evlatları... Avaze-i temenniyatını semalara kadar isal ettiler. İstanbul’a gelip de taşraları hiç görmemiş olan Kafkasyalı Ahmed Bey Agayef ve Karabey Efendiler bu derece-i hamiyete hayret ettiler. Büsbütün fikirleri değişti: – Ne dehşetmiş bu millet dediler. Bu ne kadar büyük hamiyet-i vataniyye... artık bi-inayetillahi Teala Girid’in bizde kalacağına kanaat-i kalbiyye hasıl eyledik... – Hele hele biraz daha içerilere gidiniz de ne babayiğitler bulunduğunu anlarsınız diye kanaat-ı kalbiyyelerini takviye ettik. Kalblerimiz hissiyat-ı vatan-perverane ile meşbu’ olarak memnun ve mübtehic seyahatimizi ikmal eyledik. Ramazan-ı Şerif yaklaşıyor. Talebe-i ulumun pek çoğu köylere va’z u nasihat için gitmeye hazırlanmakta ve şimdiden ellerde Dürretü’n-Nasihin’ler hikaye kitapları tedavül etmektedir. Galiba bu sene de köylerde o eski mev’izalar Beni İsrail hikayeleri söylenecek evet köylülerin artık hafızı olduğu o eski şeyler tekrar edilecek!... Ki buna acımalıdır... Meşrutiyetin namını bile işitmeyen Müslümanlığın esasını bilmeyen İslamiyet’i atalet ve bataet zanneden o zavallı müslümanlar Ramazan-ı Şerif’le beraber köylerine gelecek olan hoca efendilerin teşrifine şiddetle muntazır sözlerini dinlemeye tutmaya son derece hahiş-ger oldukları halde bu fırsattan istifade ile o biçareleri iyice tenvir etmeyi düşünmüyoruz... Bugün köylülerin uyanması hayat-ı ictimaiyyemizin en kıymet-dar revnakıdır. İşte bunun için Ramazan-ı Şerif gibi ulvi bir ayda fırsattan istifade ile o zavallıları tenvir ve tenbih etmek lazım gelir. Fakat her ağızdan çıkacak dersler hele ictimai dini olursa acaba matlub olan istifadeyi te’min edebilecek mi?... Hiç zannetmem! Ve belki aksi te’sir husulünden korkarım. İşte bunun için ulema-yı kiram tarafından hemen talebe-i uluma Türkçe ve sade bir vaaz kitabı armağanı tertib edilir ve tevzi’ olunursa dinimize meşrutiyetimize büyük bir iyilik edilmiş olur i’tikadındayım. Binaenaleyh bu ciheti ulema-yı muhterememizin ve bilhassa alem-i nazar-ı dikkatine atfeder ve bu hususta te’min edilecek ma’nevi bu yolda tertib edilecek dini ictima’i kitabın Donanma İanesi menfaatine terki ve o namla satılması iane için mühim bir varidat te’min edeceği hatır-ı acizaneme gelmektedir. Muhterem Sıratımüstakım’in numaralı nüshasında: Tahsil için Avrupa’ya gönderilen İslam talebe-i Osmaniyye’nin adab-ı milliyye ile mütehallik olarak istikamet ve iffet dairesinde tahsile devam etmeleri kaziyye-i mu’tena-behası hükumet-i meşrutamızca nazar-ı i’tibare alınıp hamiyet ve hüsn-i niyyeti ma’lum olan zevatın bu hususa me’mur edilmiş oldukları ve talebeden tahsilde tekasülleri ve su-i ahvalleri müşahed olanlar hakkında iğmaz olunmayacağı meczum-ı kavi bulunduğu beyan ve te’min olunmuş idi. Filhakıka talebemiz içinde hüsn-i ahlak ile temeyyüz etmiş ve memleketi hakkında hüsn-i niyet perverde eylemekte bulunmuş olan zevat-ı muhteremenin vücudunu işitmek erbab-ı sadakatin kalbine bir feyz-i inşirah bahşeylemektedir. Fakat tahallüf-i tabayi’ hasebiyle içlerinde bazılarının kendilerini hüsn-i idare edemeyerek maat-teessüf adab-ı şer’iyye ve ahlak-ı milliyyemize münafi harekata cür’et eylediklerini ezcümle bulundukları mahallerde şapka ile resim aldırarak bu tarafa göndermekte olduklarını işitiyoruz. Bu da memleketin terakkı ve tealisini düşünenlerce talebemizin tahsillerinden Şu hal-i esef-iştimal vaki’ ise hükumetin balada beyan olunan kaziyye-i mühimmeyi asla nazar-ı i’tibare almamakta ve talebenin ahvalini murakabeye me’mur zevatın dahi vazifelerini layıkıyla ifa etmemekte oldukları anlaşılıyor. Avrupa’da ulum ve fünun-ı mütenevvia tahsil etmiş fakat kendisinde ahlak ve adab-ı milliyyeden eser kalmamış kavmiyyetini zayi’ etmiş olan gençlerimizden millet ne gibi bir hizmete kuk ve haysiyetine ve hissiyat ve adat-ı mevzuasına riayeti olan bir genç o milletin alamet-i fahiresi demek olan serpuşu çıkararak şapka ile gezmez. Bu babdaki meslek-i lakaydi acaba hangi siyaset ve hangi hükumet ile kabil-i te’liftir? Yoksa tahsil için olsun me’muren olsun Avrupa’ya giden ehl-i İslam’ın serpuş-ı millilerini bırakarak şapka isti’mal eylemelerini tecviz eden bir hükm-i şer’i var da biz mi bilmiyoruz? El-hasıl hükumetimiz din ve milletin merzisine kat’an muvafık olmayan ahval ve harekatı men’e ve mütecasirlerini te’dibe muktedir değilse Avrupa’ya talebe i’zamından feragat edelim de evladımızın memleketimizde iktisab-ı hüner ve ma’rifet eylemeleri her neye mütevakkıf ise onu istikmale çalışalım. Millet mukadderatını tevdi’ eyleyeceği ellerin böyle fena bir halde yetiştiğini asla tecviz etmez. Gençlerimizi din hususunda böyle zayıf ve mübalatsız gördükçe insanda doğrusu millet-i İslamiyye’nin terakkı ve tealisi ümidi kalmıyor. Zamanımızda hususat-ı diniyyede cehalet adeta zarafet addolunarak diyanet-i celile-i İslamiyye’nin hakaikine vukufla Evet dinde cehalet o dereceyi bulmuş ki şeair-i celile-i teza-yı emr-i İlahi kavl-i leyyin ile ma’ruf emrolunmak istenilse bunu hürriyet-i şahsiyyelerine tecavüz addiyle i’tirazata ve ma’rufu emreden zat hakkında birtakım tefevvühata kıyam ederler. Mesela merkez-i Hilafet-i İslamiyye olan İstanbul’da hatta devair-i resmiyyeden bazılarında Ramazan-ı Şerif’te alenen nakz-ı sıyam maatteessüf görülüyor. Ramazan-ı Şerif’te aklama kahve pişiren kahveciyi bi-hakkın men’ eden polis me’murunun hareket-i vakıası hürriyete münafi’ addedilerek birçok i’tirazat ve münakaşata sebebiyet verir. Hürriyeti bu derece mutlak surette tefsir edecek kadar cehalet gösteren İslamlar’a acımamak kabil mi? Mevsim münasebetiyle mekatib-i İslamiyye’ce birçok tenezzühler yapılıyor. Bunlarda ezcümle Bürhan-ı Terakkı menfaatine Yalova’ya icra edilen seyahatte da vukua getirilen ahval-i gayr-i meşrua cidden bais-i teessüf ve teessürdür. Mektep tenezzühlerinde kurulan işret trapezelerinin ma’sum evlad-ı vatanın ahlakı üzerinde hasıl edeceği su-i te’siratı ta’dad etmeye lüzum göremem. Hele bu gibi halat-ı müessifeye karşı devair-i aidesince gösterilen tavr-ı lakaydiye ne kadar hayret edilse azdır. Adab ve ahlak-ı umumiyyeyi muhafaza etmek ve bunu muhil her gune hareketi men’ eylemek vezaifi cümlesinden değil midir? Yoksa zabıtamız ma’sum mektep çocukları arasında muhadderat-ı İslamiyye ortasında el-hasıl alenen işret eden bir kimseyi o halinden men’ etmeyi –hürriyet-i şahsiyyesine tecavüz addile– münasib görmüyor da menfaat-i ammeyi feda mı ediyor? Umuma mahsus mahallerde alenen hangi kanuna hangi medeniyete mugayir düşer? Alem-i insaniyyete bundan büyük hizmet mi tasavvur edilir? Şeriat-ı celile-i Muhammediyye’nin muhadderat-ı İslamiyye tir. Kadınlarımız için pek büyük fahr-ı şeref bahşeden işbu tesettür maddesinin hüsn-i muhafazasına dikkat ve nezaret etmek kimlerin vazifesidir? Avrupa terbiyesiyle müftehir münevverü’l-fikr bazı aile reislerinin kadınlarını tesettüre da’vet etmeyecekleri der-kar bulunduğundan bunları hükm-i celil-i şer’iye riayete da’vet vecibesi hükumete ve ulemaya terettüb etmez mi? Kadınlarımızın kıyafetleri hele seyir mahallerinde erkekler ediyor ki dinine muhabbeti riayeti olan bir kısım ehl-i İslam eyyam-ı ta’tiliyyede tenezzühe çıkıp da mugayir-i merzi ahvali görüp müteessir ve dil-hun olmaktan ise evinde imrar-ı vakt etmeyi tercih ediyor. Adana Valisi Cemal Beyefendi Üsküdar Mutasarrıflığında bulundukları sırada erkeklerle kadınlara mahsus tenezzüh mahallerini tefrik ederek şeair-i celile-i buyurmuş idiler. Muhassenatı vareste-i izah olan bu tedbirin Cemal Beyefendi’nin ahlafı tarafından ta’kib ve hüsn-i muhafaza edildiğine şüphe etmeyiz. Üsküdar’a münhasır kalmayıp bu usulün İstanbul’umuzun bilcümle mesiresi için tatbik edilmesini temenni eyleriz. Sadede gelelim: Avrupa’ya talebe i’zamı şu sırada menafi’-i memleket nokta-i nazarından vacib görülüyorsa talebemizin Avrupa’da adab ve ahlak-ı milliyyemiz dairesinde hareket etmelerini te’min edecek ciddi tedabir ittihazı da hükumet için farzdır. Her sene ahlak ve meslekleri layıkıyla anlaşılmamış yüz talebe göndereceğimize haklarında tahk ı kat-ı amika icra edilmiş neticede hüsn-i hal ü hareketi ve adab u adat-ı İslamiyye’ye riayeti tahakkuk etmiş on talebe de istihdam ve ne suretle terfih edilecekleri de mülahaza olunmalıdır. Memleketimizin hal-i hazır-ı ictima’isi acaba Avrupa’ya çok talebe i’zamına müsaid midir? Avrupa’dan gelecek hüner ve ma’rifet sahibi gençlerimizin kaffesi için hizmet-i devlete girmeksizin te’min-i ma’işet olunabilmesi kabil olacak mı? Dikkatli intihablar neticesinde Avrupa’ya gönderilmiş olan talebemiz içinde de mugayir-i merzi ahvale cür’et edecek olanlar bulunursa bunlar hamiyyet ve diyanetinden emin bulunduğumuz Nazır’ları tarafından vakı’ olacak iş’ar üzerine muhassasatlarının kat’ıyla Dersaadet’e celbolunmalıdır. Bu yolda ittihaz olunacak tedabirin te’sirat-ı hasenesi görülür i’tikadındayım. Her halde Avrupa’ya göndermek üzere evsaf-ı matlubeyi haiz talebe bulabilmek etmek ulum-ı diniyye derslerine ehemmiyet vermek hey’et-i ta’limiyyeyi ilmen ve ahlaken evsaf-ı lazımeyi haiz zevattan teşkil eylemek icab ediyor. Mekteplerimiz için dinden bahis Türkçe yazılmış ciddi eserler aramak iktiza eder ki Trablus Şam ulemasından Hüseyin Cisr Efendi tarafından te’lif edilip üstad-ı muhteremimiz Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretlerinin tercüme ve şerh eyledikleri Risale-i Ha midiyye nam kitab-ı müstetab bu maksadı layıkıyla te’min eder. Diyanet-i celile-i İslamiyye hakkında mebahis-i akliyye ve mesail-i nakliyyeyi muhtevi bulunan kitab-ı mezkur mekatib ve medaris-i İslamiyye’de düstur-i teallüm ittihazına bi-hakkın şayandır. Bunun gayet i’tina ile tedrisine sarf-ı mesa’i olunması vacibdir. Hadim-i İslamiyyet muharririn-i kiram efendilerim derc eylemenizi talebe namına rica ediyorum. Umum ehl-i olunduğu günden beri İslamiyet namını taşıyan her ferdde bir hiss-i terakkı bir duygu uyandı ala kadri’l-hal her şeyden ziyade mektep ve medreselerin ıslahına teşebbüs edildi hususan Kırım müslümanları ziyadesiyle faaliyet göstermeye başladılar. Mesela usul-i cedide üzere mektepler açmak Cem’iyet-i hayriyyeler te’sis etmek kütüphane ve kıraathaneler vücuda getirmek ve saire.. Lakin medreselere gelince hiç kimse ehemmiyet vermiyor. Kırım’da otuz medrese mevcud ise kaffesi eski hamam eski tas mühmel bir halde duruyor. Muhterem hocalarımızın saf ve pak kalblerine müracaat ederek diyoruz ki: Bir an evvel medreselerimizin ıslahı çaresini teemmül ve fi’liyata müsaraaten mübaderet etmelidir. Bu en mebrur bir vazifedir. Efkar-ı münevvere ashabı taassuba dokunur mülahazasıyla medrese işlerinden mütehaşi bulunuyor. Arada ne olursa talebeye oluyor. Biçare ma’sum talebenin aziz ömürleri mala-ya’ni ile geçiyor. Zann-ı acizanemize kalırsa medreselere atf-ı nazar etmek bütün alem-i İslam için bir vecibedir. Mektepler gibi medreseleri de bir nizam altına almalıyız. İstanbul’da bugün elliye karib talebe arkadaşlarımız bulunuyor. Ey muhterem kardeşler! Cümlemiz bir vatan evladıyız ata dedelerimizden kalma medreseler şimdi sizden imdad bekliyor. İçinde birtakım sefil talebe her türlü ümid-i terakkıden me’yus derin bir uykuda. Peygamber efendimiz buyurmuş sizin öyle ali bir mekanda Darü’lHilafe’de okumaktan maksadınız ne olacak yalnız kendi menfaat-i şahsiyyeniz için mi çalışıyorsunuz yoksa millete yardımda bulunmak için mi şayet öyle ise bari yazları ta’til zamanlarında vatana avdet ediniz. Burada da bir hatve-i terakkı atılmasına çalışınız. İstanbul medreselerinde tatbik olunan yeni usulden bizleri de müstefid ediniz. Bugün bütün ümidler size evet yalnız sizin mesa’inize mün’atıftır. Vazifenizin ehemmiyetini takdir ile alem-i İslam’ın en çalışkan kıt’asının tenvirine delalet ediniz. Emin olunuz ki bu hizmetler size ebedi saadetler te’min edecektir. Fi’li cevab-ı muvafakate intizar ediyoruz. Geçen hafta Sıratımüstakım bizi mühim bir mes’eleden haberdar ediyordu ki: O da lisanımızın tefrite düşmesidir. Zaten bizim hiçbir işimiz yok ki müntehası ifrat ve tefritten masun kalsın her teşebbüsümüzün müncer olacağı bir şey varsa o da ifrat veya tefrittir. Bir vakit matbuatta devam eden münakaşat-ı lisaniyye tefritle neticelendi. Bugün tecarib-i adide ile müsbettir ki lisan mes’elesi bir milletin hayat-ı ve tenasurun idamesi efkar-ı umumiyyenin birleşmesiyle mümkün ve nazarların bir hedefe in’itafı ile ittihad ve terakkıye nailiyet hasıl olur. Bu maksadları ise ancak vahdet-i lisan te’min eder. Aynı unsura mensub efrad bile lisanlarındaki tebayünü izale etmedikçe birbiriyle kaynaşamaz. Şu zamanlarda Türklük alemi öyle bir şekil iktisab etmiş zamanın tebeddülü öyle te’sirat-ı azime vücuda getirmiştir ki yüz sene evvelki hal ile bugün arasında zihinlere hayret verir farklar hasıl olmuştur. Bu fikir bu netice tekamül-i medeni sayesindedir. Türk lisanı da bu tekamülden azade kalamayarak bugünkü seviyeyi bulmuş. Binaberin şu zamanda bundan beş yüz sene mukaddem konuşulan bir lisanla Türkler’e meram anlatmaya çalışmak artık müstahil olmuştur. Zamanımızda mehcur kitaplarda bile eseri kalmamış kelimatı kullanmak kadar münasebetsizlik tasavvur edilemez. Mesela eski Türkçe’de “savug” kelimesi şimdi soğuğa tebdil olunmuş “kulkak” kelimesi kulak olmuş. Binaenaleyh en ufak bir Türk yavrucuğunun bile bildiği kulağı kulkak yazmak büsbütün efkarı tağlit etmek ve dolayısıyla tefrikaya koşmaktır. Zaten kainatta her ne mevcud ise ilk devre-i ibtidaiyyesinde pek nakıs olarak isti’mal olunmuş fakat gitgide insanların bu babdaki ma’lumatı tezayüd ettikçe mazhar-ı tekemmülat olmuştur. Binaenaleyh nev’-i beşer kavanin-i tabi’iyyenin taht-ı tasarrufunda daima bir faaliyet-i na-mütenahiyye buhran-ı faaliyyet içinde yalnız müstakbelini te’min ile uğraşırken maziye irca’-ı nazar etmeye vakit kalamayacağı ve binaberin vekayi’-i güzeştenin tazammun eylediği ibretlerden telafi için ilm-i tarih vücuda getirilmiş ve müverrihler tarafından natıyla tasvir edilerek her devredeki batnın ömr-i tecrübisine a’mar ilave olunmuştur. İşte şu sayede bugün mazisini tahattur eden kimse halinden emin olmayarak daima atisini gözler. Atisini maziye faik bir hale getiremeyen herhangi bir unsur kendini zevale mahkum bulur. Ve şu suretle mahkum-ı tedenni olmuş milletler mücadele-i hayatiyyenin kanlı sadmesinden yakalarını kurtaramazlar. İşte bunca asırlardan beri bir faaliyet-i daime ile lisanımızı terakkı ettire ettire şu hale getirmişiz şimdi eski haline nasıl iade edebiliriz. Bu husustaki mesa’i nihayet birbirimizi anlamamak derekesine bizi sürüklemez mi? Bu hale düştükten sonra kitle-i vahide olmak ümniyyesi muhale münkalib olmaz mı? Türk aleminde Babil Kulesi tefrikasını tanzir sayılmaz mı? Bu zamanda lisan ve edyanın te’min ettiği bir kuvveti hiçbir şey te’min edemiyor. Düvel-i gayrimüslimenin hali gözümüzün önünde. Lisan ve edyan yüzünden yevmen-fe-yevmen iktisab-ı kuvvet ediyorlar. Zengin bir lisana sahip olan bir kavim fünun ve maarifin miftahını elde ediyor. Biz ise birtakım nevheveslerin yüzünden büsbütün hatar-nak bir giriveye saptık. Şive aheng muhafazası derdinden lisanımız baştanbaşa ecnebi gayr-i me’nus kelimelerle doluyor. Ne yazan ne okuyan kimse istifade etmiyor. Yazık değil mi o kadar zihin yorarak yazılan bir makale veya risaleden bir ma’na anlaşılmasın? Herkes yanında bir lügat mütehassısı mı bulundursun? reye çarpacağız. Bugün gazete ve risalelerimizi bir yığın ta’birler ve birtakım kelimat-ı garibe ve gayr-i me’nuse ile yazmak kat’iyyen caiz olamaz. Su-i tefehhümleri arttırmaktan nafile yere araya teferrütler ilka etmekten başka bir şeye yaramaz. İstifade te’min edemez. Lisan böyle tasfiye ve ıslah olunmaz. Tarik-i i’tidalden inhiraf etmeyerek nasıl bir zamanda bulunduğumuzu takdir etmemiz lazım gelir. Etrafa nazar-ı ibretle bakalım bizim kadar kuvvetsiz bir hükumet kalmış mı? Biz girive-i gaflette puyan iken komşularımız muttasıl kesb-i kuvvet etmiş levazım-ı hayatiyyelerini Bundan yüz sene evvel esamisi okunmayan kendilerinden bahse tenezzül edilmeyen küçük kavimler ezcümle Yunan şimdi bize kafa tutuyor. Hükümdarları her yerde mazhar-ı luyor. Girid’de gayr-i kabil-i inkar bulunan hukuk-ı meşruamızın muhafazası bile bizim için müşkilatlı oluyor. Günümüz üzüntüden hali geçmiyor. Mesela endişe-i ilhak her dakika hayatımızı zehirliyor. Bir vakitler kainatı seyf-i celalimizle titretirken şimdi birkaç şarlatan te’dibinde olan aczimize bütün alemi işhad ediyoruz. Bi-sud notalar izah ve istizahlar kaçamaklı sözlerle kendimizi avutuyoruz. Artık esbab-ı terakkıyi elde etmeye çalışalım. Gazete ve risale neşretmekten maksad ezhan-ı umumiyyede bir fikr-i terakkı uyandırmak hakayıkını derk ve teyakkun edelim. Kendimize muayyen bir hatt-ı hareket kabul eyleyelim. Daima i’tidalimizi muhafaza ederek ifrat ve tefritten sakınarak o dairede çalışalım. Belki bu suretle istikbalimizi te’mine muvaffak oluruz. Maliye Tasarruf Sandığı namına bu hafta bir tenezzüh muhadderat-ı İslamiyye’nin rahatsız olmalarından hazeren şikayet etmişler ve şikayetnamelerini gazetenize göndermişler. Cerideniz bunu yazdıktan sonra muhadderat-ı milliyyemizin laa ve hükmediyor. Bu öyle mesaildendir ki doğrudan doğruya ahlak-ı İslamiyyemiz’e tealluk eder herkesin ceff-el-kalem mütalaa yürütmesine cevaz gösterilemez. Hamiyet-i vataniyyeniz bizce müsellemdir. Ser-muharririnizin makalat-ı siyasiyye-i fazılaneleri de bilumum Osmanlılar için fayda-bahştır. Nasıl ki kariin-i Osmaniyye de bu ciheti takdir ettiklerini bil-fiil gösteriyorlar. Ve şu kadir-şinaslıklarıyla Sabah gazetesinin vatan-ı Osmaniyye’de büyük bir mevki’ ihraz etmesine sebep oluyorlar. Buna mukabil ahlakımıza hürmet göstermenizi talep etmek hakkımızdır. Hissiyatımızı rencide eden bu kabil mutalaatın adem-i tekerrürünü muttasıf bulunduğunuz reviyyet ve dirayetten bekleriz efendim. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Haziran Dördüncü Cild - Aded: Bu iki kelime-i kudsiyye Lafza-i Celale’nin sıfatıdırlar. Bu iki vasfın mutazammın olduğu rahmet ile ya aleminden zevi’l-ukule muhtas olan rahmet-i İlahiyye veyahud bütün mevcudat üzerine tavr-ı vücuda huruclarından sonra feyezan eden niam-ı Rabbaniyye ve yahud kavl-i keriminde olan rahmet vechi ile kaffe-i etvarda bütün eşyaya amm ve şamil olan avatıf-ı celile-i Samedaniyye muraddır. Evvelki ve ikinci ma’nalarca rahmet murad olduğu takdirde “Rahim” “Rahman” sıfatlarının vasf-ı Rububiyyet’ten sonra irad olunmalarının sebebi zahirdir. Üçüncü ma’naca rahmet murad olduğu surette terbiyenin akabinde zikredilmeleri terbiye rahmete mukareneti iktiza eylemediği halde Zat-ı Hazret-i Bari emr-i terbiyyede mahza fazl u kereminden naşi rahmet-i vasiası vechile muamele eylediğine ve emr-i terbiyyenin bundan daha güzel bir surette vukuu mutasavver olmadığına işaret içindir – Rahman Rahim sıfatlarının iadesindeki nükte zahirdir o da Cenab-ı Hakk’ın alemleri terbiyesi celb-i menfaat ve yahud def’-i mazarrat gibi bir ihtiyacından dolayı olmayıp mahza umum-ı rahmeti ve şümul-i ihsanı için olduğuna işarettir. Burada bir başka nükte daha vardır o da bazıları medlul-i Rab’dan kahr u ceberut ma’nasını fehmederler Cenab-ı Hak onlara rahmet ve ihsanını tezkar etmeyi murad etti de bi-payan bir saa ve teceddüd ile müfiz-i niam demek olan “Rahman”ı sıfat-ı rahmet-i Zat-ı Uluhiyyet’i için bir sıfat-ı sabite olup ilelebet kendisinden zail olmayacağını na izhar-ı muhabbet etmeyi murad buyurdu da onlara olan rububiyeti rububiyet-i rahmet ü ihsan olduğunu kendilerine bildirdi; ta ki bu sıfat ma’na-yı cemi’-i sıfatın alel-ekser rücu’ ettiği bir sıfat olduğunu bilsinler ve dil-dade-i hubb ü aşk-ı Rabbani olup münşerihü’s-sudur mütmainnü’l-kulub olarak tecavüz ve muharremata müdavemet edenler için Cenab-ı Hakk’ın dünyada meşru’ kıldığı ukubat ve ahirette i’dad eylediği azab rahmet-i İlahiyye’nin umum ve sebkine münafi değildir. Çünkü bu muamele suret-i zahiresine nisbet ile kahr tesmiyye olunmuş ise de bunda halkı terbiye ve hudud-ı şeriat-i İlahiyye’den hariç bulunan ahvale giriftar olmaktan onları zecr bulunmasına nazaran hakıkat ve gayeti ye-i İlahiyye nezdinde vukuf ile hasıl olur bu hududdan inhiraf edenler la-mahalle duçar-ı sefalet ve mesaib olurlar. Valid-i ra’uf ferzendini ona nafi’ olan ahvale terğib etmek ve kendine nef’i olan umuru ferzend eda ve ifa eylediği takdirde pederi ona ihsan eylemek suretiyle terbiye eder ve hal iktiza ederse terhib ve ukubete müracaat ettiği de olur. Havadis ve vekayi’ iki kısımdır. Bir kısım hadise vardır ki rahmet zannolunur halbuki rahmet değil belki hakıkatte azab ve nikmettir. Mesela bir peder oğlunu kendi haline bırakıp da çocuk istediğini yapsa pederi onu te’dib etmese ve tahsile sevk eylemese bu hal zahirde rahmet ve batında nikmettir. Bazı havadis de vardır ki zahirde azab ve nikmet zannolunursa da hakıkatte fazl u ihsan u rahmettir nitekim bir peder oğlunu mektebe devam ettiriyorsa onu kesb ve tahsile sevk eylese bu hal zahirde nikmet ve hakıkatte rahmettir. Kezalik bir insanın elinde “akile” zuhur edip de o el kesilse bu kat’ zahirde azab ve batında rahat ve rahmettir. Ebleh olan zevahire aldanır akil seraire nazar eder. Bu ma’lum olduysa şurasını nazar-ı mütalaaya almalıdır ki alemde mihnet ve beliyyeye elem ve meşakkate dair ne varsa bunun topu zahirde azab ve elemdir. Fakat hakıkatte hikmet ve rahmettir. Bunun sır ve hakıkatini hikmette ma’ruf olan şu söz izah eder: Şerr-i kalil için hayr-ı kesiri terk şerr-i kesirdir. İmdi tekaliften maksud ervahı alaik-i cesedaniyyeden tathir eylemektir nitekim Cenab-ı Hak buyurmuştur. Ve halk-i nardan maksud eşrarı a’mal-i ebrare sarf ve tahvil ederek onları darü’l-firardan darü’l-karara cezbetmektir. Nitekim Hazret-i Münezzilü’lFurkan buyurmuştur. Bu babda zihne en karib olan misal Musa ile Hızır aleyhisselamın kıssasıdır. Musa aleyhisselam zevahir-i umur üzerine bina-yı hükm eylediğinden tahrik-i sefine ile katl-i gulam hususunu ve mail-i inhidam bulunan cidarın ta’mirini istinkar ve istıkbah eyledi. Lakin Hızır aleyhisselam ahkamını hakaik ve esrara bina eylediğinden Kitabullah’ta tahkiye buyrulduğu vechile Hazret-i Musa’ya bu umurun ledünniyatını birer birer söyledi. Bu kıssadan nümayan olur ki hakim muhakkak hükmünü zahire değil hakaike bina edendir. Şu halde sen ef’al-i İlahiyye’den tab’ının nefret ettiği ve aklının kabul eylemediği bir şeyi gördüğün zaman bil ki onun tahtında esrar-ı hafiyye ve hükm-i baliga olup hikmet ve rahmet-i İlahiyye o şeyin öyle olmasını iktiza eylemiştir. Buna vakıf olursan işte o zaman sana “er-Rahmanirrahim” kavl-i keriminin derya-manend esrarından bir eser görünür – Bu kavl-i kerim Lafza-i Celale’nin dördüncü sıfatıdır. Bu sıfatı evvelki sıfatlardan te’hirin vechini beyana hacet yoktur. A’yan-ı memlukede dilediği gibi tasarruf edene denir; mimin kesri ve lamın sükunuyla zabt u tasarruf eylemek ma’nasına olan’ten müştaktır. Elif ile kıraati eimme-i kurradan Asım ile Kisai ve Ya’kub kıraatidir. Bu kıraati kavl-i kerimi takviye eder çünkü bu kavl-i kerimde o gün hiçbir ferdin hiçbir ferde hiçbir vechile malik olmadığı beyan buyurulduktan sonra o gün cemi’-i umurun Cenab-ı Akdes-i Kibriya’ya memlukiyeti isbat edilmiştir ki bu ma’na ’in ma’nasıdır. Zikrolunan kurra’dan maadası ve alelhusus ehl-i Harameyn-i Muhteremeyn lafz-ı mezkuru elifsiz olarak diye kıraat ettiler. Mimin fethi ve lamın kesriyle padişah demektir. Ve mimin zammı ve lamın sükunuyla umur-ı ammede emr ü nehy ile tasarruf-ı külliye muktedir ’ ten müştaktır. Bu iki kıraatin ikisi de mütevatirdir. Ve Hazret-i Bari Azze Şanühu ruz-i cezanın hem maliki ve hem meliki olduğundan her iki kıraat müveccehtir. Ancak ikinci kıraat nazm-ı celilinde olduğu gibi yevm-i dine izafet makamına daha çespandır – : Örfte şemsin tuluuyla gurubu arasındaki zamandan şems arasındaki müddettir. Ruz-ı kıyamette şems olmadığından bu makamda yevm ile mutlak vakit muraddır. Ceza demektir ister hayr ister şer olsun. Nitekim darb-ı meselindeki ikinci fiil ile Divan-ı Hamase’nin şu: beytindeki birinci fiil ceza ma’nasına dinden me’huzdurlar. Darb-ı meseldeki birinci fiil ile beyt-i Hamase’deki ikinci fiil fi’l-i ibtidai olup bir fiile mükafaten veya ikaben bir mukabele olmadığı halde onlara da ceza ıtlak olunması ya müşakele tarikıyledir ve yahud bir şeyi müsebbibinin ismiyle tesmiyye kabilindendir. Darb-ı meselin ma’nası: Sen nasıl yaparsan öyle ivaz alırsın; iyilik edersen iyilik kötülük edersen kötülük görürsün demektir. Beyitte vakı’ ondan evvelki bir beytin cevabıdır. O beyit de şudur: Şu iki beytin mahsul-i ma’nası: Şer büsbütün meydana çıkıp da artık isti’mal-i zulm ü udvandan başka bir çare kalmayınca onların bed’ ettikleri şerre biz de şer ile mukabele ettik demektir. Divan-ı Hamase : Hamaset ve şecaate dair söylenilmiş ebyatın cem’ edilmiş olduğu divan-ı eş’ara denir. Ve bu divanda mezkur olan beyte “beytü’l-hamase” ıtlak olunur. ’ in lafzına izafeti ve terkiblerinde olduğu vechile sair zuruf-ı zamaniyyenin kendisinde vakı’ havadise izafeti gibi deni mülabese içindir. Yevm-i dinde kıyamet cem’ hesap gibi daha nice ahval var iken yevm-i mezkur bunlardan birine muzaf kılınmayıp da hassaten’in zikredilmesi tergib ve terhibde daha müessir olduğu içindir. Kıyamet ve saire gibi diğer ahval cezanın mebadı ve mukaddematı oldukları için yevmi onlara muzaf kılmakta bittabi’ bu te’sir hasıl olamaz. Yevm-i dine malikiyyet ile önündeki umura malikiyyet murad olduğu halde denmeyip de buyrulmuş olması o güne malikiyyet o günde vakı’ umurun kaffesine malikiyeti daha beliğ bir suret ile ifade eylediği tenildikte sahib-i zamandır denilse bu ta’bir umum ve istiğrakı daha ziyade ifade edeceğinden daha beliğ düşer. Binaenaleyh yevm lafzı i’rabca değilse de ma’naca bi-tariki’littisa’ mef’ulün bih mecrasına cereyan ettirilerek malik kelimesi ona muzaf kılınmış olmakla terkib-i kudsinin meal-i münifi: Yevm-i cezada kaffe-i umura maliktir demek olur. Cenab-ı Hak cemi’ eyyam u evkatta bütün umurun malik ve meliki olduğu halde maliki ve yahud diğer kıraate göre meliki yevm-i dine muzaf kılarak bilhassa yevm-i cezanın malik ve meliki diye tavsif olunması ya o gün mahlukat melik-i adl-i allamın huzuruna arz olunacakları cihetle onun azimü’l-hevl birgün olduğunu ve yahud önünde emlak ile melak arasındaki alaik-i mecaziyye bi’l-külliyye munkatı’ olup Zat-ı Ecell-i A’la hazretlerinin o yevm-i meşhudda icra-yı emr ile teferrüdünü beyan içindir – denip de denilmemesi cezanın sair eyyamdan mümtaz bir günü olduğunu bize bildirmek içindir. Bu da o gündür ki onda her amil ameline mülakı olup icra ve cezasını tamamen görür. Bir sail çıkıp sorabilir ki kaffe-i eyyam eyyam-ı ceza değil mi ve halkın bu hayat-ı dünyada duçar oldukları bütün şedaid üzerlerine vacib olan hukuku edadaki tefrit ve taksirlerinin cezası değil mi? Cevabında deriz ki evet içinde bulunduğumuz eyyamda a’malimizin bazen cezası zuhura gelir; fakat bu ceza kaffe-i a’malimizin cezası değil bazı a’malimizin cezasıdır. Amel-i vacibdeki tefrit ve taksirden dolayı terettüb eden cezanın dünyada zuhur-ı tam ile zuhuru ancak mecmu’-ı ümmete nisbet iledir yoksa efradından her bir ferdine nisbet ile değildir; imdi hangi ümmet Cenab-ı Hakk’ın sırat-ı müstakıminden inhiraf edip de onun mahluku hakkında cari adet-i İlahiyye’sine müra’at etmezse derhal adl-i İlahi o ümmeti fakr u mezellet ve zeval-i izz ü şevket gibi müstahak olduğu hale giriftar eder. Fakat efrad hakkındaki ceza zuhur-ı tam ile zuhura gelmiyor; birçok süfeha-yı zaleme görüyoruz ki müstağrak-ı hazuz u lezzat olarak imrar-ı hayat ediyorlar. Vakıa bunların vicdanları kendilerini ara sıra tevbih eder ve gussa ve keder verecek şeylerden hali olmazlarsa da bu ahval onların ancak bazı a’mal-i kabihasına mukabil gelebilir. Halka ihsan zabt u gasp olunarak zulm-dide olmuş ve hüsn-i amelinden dolayı layık olduğu ecr ü mükafattan hiçbir şeye nail olmamış. Lakin ruz-i ceza böyle değil orada efrad-ı aleminden her ferdin ceza ve mükafatı tamamen hakkıyla ifa oluyor. Cenab-ı Hak kulubümüzü Cenab-ı Akdes’ine cezb için Zat-ı Uluhhiyyeti’nin Rahman Rahim olduğunu bize bildirdi; fakat kaffe-i ibad bu lutf u minneti idrak edip de matlub olan adamlar yok mu ki her yola süluk ediyorlar da doğru mudur eğri midir mübalat etmiyorlar? Bunun için Hak Celle ve Ala hazretleri rahmeti zikrettikten sonra akabinde dini zikretti de ibadına a’maline göre mücazat ve mükafat edeceğini bize bildirdi. Şu halde Cenab-ı Hakk’ın ibadını terbiyenin onlar hakkında şayan buyurduğu rahmeti cümlesindendir; nitekim Kur’an’ın birçok ayatı buna şehadet eder. Sure-i kerimede Hak Sübhanehu ve Teala hazretleri “Alemlerin Perverdigar’ıdır. Zahir ve batın ‘acil ve acil bütün ni’metler ile onlara mün’imdir; yevm-i sevab ve ikabda bütün umura maliktir” diye tavsif olunuyor. Zat-ı Uluhiyyeti’nin şu sıfat-ı celile ile tavsif olunması hamdin Cenab-ı Bari’ye ihtisasına dair sebk eden hükm-i sarih ile hamde istihkakın Zat-ı Uluhiyyeti’ne mahsus olduğuna mütedair o hükmün müstelzim bulunduğu diğer hükm-i zımniyi ta’lil ve temhid içindir; çünkü bu sıfat-ı celileden her biri şu zikrolunan umurun Cenab-ı Hakk’a vücub-i sübutuna delalet eylediği gibi umur-ı mezkurenin alel-ıtlak masivallaha imtina-i sübutuna dahi delalet eder ki ihtisas ile murad budur. Birinci sıfat ile dördüncü sıfat Cenab-ı Hakk’ın Rabb-ı malik ve masivallahın merbub-ı memluk-i Hak olduğunu sarihen ifade eyledikleri cihetle bu iki sıfatın zikr olunan vücub ü imtinaa delaletleri zahirdir. İkinci ile üçüncü sıfatlara gelince Cenab-ı Hakk’ın Rahman Rahim sıfatlarıyla ittisafı ancak masivallah olan alemine nisbet ile olduğundan bu sıfatlar cümlenin mün’imün aleyhim olmalarını icab eylediği cihetle bunlar dahi zikrolunan vücub ü imtinaa delalet ederler – – – Peder-i ali-güherleri Abdullah hazretlerinin Medine’de vefatı doğrudur. Hem de ba’de’l-vefat orada kain Beni Adiyy bin en-Neccar’dan “Tabıa” nam kimsenin hanesinde defnolunmuştur. Fakat kervanla Suriye’ye kadar gitmiş olduğu kat’i değildir. Rivayet-i meşhureye göre viladet-i Nebeviyye’ye üç dört ay kadar müddet kaldığı sırada Abdülmuttalib hazretleri kendisine hitaben “doğacak tıfl-i mübareğin kudumünü tebrik ve tes’id için bütün sanadid-i Mekke ve rüesa-yı kabail hanemize gelecekleri cihetle haydi oğlum! Sen Medine’ye git. Hem dayılarını ziyaret edersin hem de avdetinde oranın a’la hurmasından lüzumu kadar hurma getirirsin” diye Cenab-ı Abdullah’ı Medine-i Münevvere’ye göndermişti. Oraya varınca biçare hastalanıp –filhakıka kendinin değil!– pederinin dayıları çünkü ceddi Cenab-ı Haşim orada kabile-i mezkureden bir kız alıp Abdülmuttalib ondan dünyaya gelmişti olan Beni Adiyy tarafından pek güzel bakılıp tedavisine ihtimam olunmuş ise de bir ay sonra vefatı vuku’ buldu. Abdülmuttalib hastalığını haber aldıkta mumaileyhin şakıki li-ebeveyn biraderi olan Zübeyr’i gönderdi. Zübeyr’in vürudundan birkaç gün sonra Abdullah vefat etti. Muahharan ekber-i evladı olan “Haris”i de gönderdi fakat bu vefatından sonra Medine’ye vasıl olabildi. Doktor Dozy “Familyasına gelince... Mekke’de bazı mertebe i’tibara mazhar ve hüccaca vermek için suyunu çekmek hakkıyla meşhur Zemzem Kuyusu’na malik idi fakat ne en ziyade asil ne en ziyade sahib-i nüfuz ilh.” ibaresiyle de neseb-i pak-i Resul-i zi-şanı takdir hususundaki cehaletini veya bu babda dahi kabil-i setr olmayan i’tisaf ve adem-i nasfetini ibraz etmektedir. Kavm-i Arab’ın ittifak-ı ara ile eşref-i kabaili Kureyşiler olup onların da en güzide kısmı kabile-i Resul olan Haşimiler olduğu bütün erbab-ı ilim ve vukufun teslim-kerdesi bulunan bir hakıkattir. Bununla beraber cedd-i ali-i Nebevi Cenab-ı Abdülmuttalib’in o zaman tarz-ı cumhuride idare olunan memleket-i Hicaz’da bi’l-intihab reis bulunmasına ve bu riyasetin sinin-i vefire imtidad etmesine binaen Mösyö Sidyo müşarun-ileyh hakkında hükumet-i uzma sahibi ma zevahire nüfuz-ı kelam ve kesret-i a’van gibi maddiyata kasır ve münhasır olmasından naşi kerem ü semahat ve izale-i münkerata sarf-ı himmet gibi secaya-yı samiyye ve fezail-i aliyyeyi hiç hesaba katmıyor. Ve bundan dolayı kabail-i Kureyş içinde daha asil familyalar bulunduğunu iddiaya kalkışıyor. Maa-haza bu ciheti de isbatta aciz bulunmasına mebni hangi kabilenin Haşimiler’e karşı haiz-i rüchan olduğunu ta’yine yanaşamıyor. Çünkü Haşimiler’den eşref bir kabile ne Kureyşiler içinde ne de kabail-i saire arasında bulunmak adimü’l-ihtimaldir. Neseb-i pak-i Resul’ün ittifak-ı müverrihin ile müntehi olduğu Cenab-ı Adnan’ın nesebi de bi’l-ittifak birkaç batında Resul-i Ekrem efendimiz hazretleriyle Cenab-ı Adnan arasındaki silsile-i aliyye ve şecere-i tayyibenin havi olduğu zevatın ecdad-ı kiram-ı Cenab-ı Seyyidü’l-Kainat’ın her biri la-ı envar-ı Nübüvvet olan yegane-i feridesi idi. Ebü’l-Hasan Maverdi aleyhirrahme İ’lamü’n-Nübüvve kitabında şöyle diyorlar: Kütüb-i siyerde onlardan her birinin ahval-i aliyyesi mufassalan meşruhtur. Ben burada yalnız en yakın olan Haşim ve Abdülmuttalib hazeratının teracim-i ahvali beyanıyla iktifa ediyorum. Kabile-i Beni Haşim’in pederleri Haşim bin Abdimenaf’ın daha iki biraderleri var idi. Bu dört biradere beyne’l-Arap siyadet ve vefa ve himaye-i zuafa ile imtiyazlarına binaen “mucirun” ve “akdahu’n-nadar” Altın Oklar ünvanları verilmişti. Haşim hazretleri ise biraderleri arasında da kerem ü semahatle teferrüd etmiş ve pederleri Abdimenaf’ın ca-nişini olmuş idi. Muahharan bir aralık biraderzadesi Ümeyye –ki Ebu Süfyan bin Harb’in ceddidir– kendisini istirkabla terfie kalkışmışidi. Fakat amcasının ibraz ettiği asar-ı mecd ü kiyaseti taklidden aczi nümayan olmakla girivesine giriftar olup müşarun-ileyhi “münafere”ye da’vet eyledi. Bu münafere denilen şey o zaman Araplar’ı arasında cari silahsız bir düello idi ki yekdiğeriyle muarız ve münafis bulunan şeref ü i’tibarca hangisinin faik olduğuna dair kendisini tahkim ederlerdi. Vereceği hükme göre taraf-ı mağlub zarar ve ziyaa uğrardı. Cenab-ı Haşim sin ve gerek irtifa’-ı şan hasebiyle meyanelerindeki tefavütün bedidar bulunmasına binaen kabul-i teklife müsaraat göstermedi. Fakat vuku’ bulan ihtar ve ısrar üzerine –galibin elli deve boğazlayarak ahaliye infak ve mağlubun on sene Mekke’den iğtirab etmesi şartıyla– muvafakat eyledi. Şühud-i lazımeyi istishab ile Usfan’da sakin kahin Huzai’ye müracaat olundu. Kahin bunları görür görmez diye Cenab-ı Haşim’in Ümeyye üzerine haiz-i tefavvuk ve rüchan olmasına hükmetti. Bunun üzerine Haşim Mekke’ye avdetle develeri zebh ve nası it’am Ümeyye de doğruca Şam iline azm ü hiram etti. Haşimilerle Emeviler’in meyanelerinde cari olan münazaat ve mukatelat bu vak’a dolayısıyla asırlarca tevarüs edegelmiştir. Erbab-ı tarihin tedkıkat-ı vakıasına nazaran bu çığırı en evvel onları ceddi olan “Ümeyye” açtığı gibi sonradan da fesad hep Emeviler tarafından zuhur etmekte idi. Mesela Zat-ı Risalet-penahi’ye karşı Ebu Süfyan Hazret-i Ali’ye karşı Muaviye ehl-i beyte mukabil Yezid aleyhi’lla’ne bilcümle Aleviler ve Abbasiler aleyhinde hulefa-yı Emeviyye bi-hadd ü hesab mekr ü mehazi irtikabdan hali kalmamışlardır. Cenab-ı Haşim’in elsine-i enamda yad olunan menakıbı aliyyesinden biri de nigaşte-i sahaif-i siyer olan kıssa-i atiyyedir. Bir defa kendisi Suriye’de kain Gazze beldesinde bulunduğu sırada Mekke’de fevkalade kaht u gala vukuunu istihbar etmekle derhal bir kervan dolusu un ve peksimet alarak Mekke’ye geldi. Birçok hayvanlar boğazlayarak imal ettirdiği ekmekler ve getirdiği peksimetler ile tiritler yapıp bütün ahaliyi işba’ edercesine it’am etti bakı kalan un ve peksimetleri de muhtacine tasadduk eyledi. Müşarun-ileyh Bu vak’a-yı semihaneleri üzerine şuara pek çok kasaid inşad etmişlerdir. Ezcümle bu beyit beyan-ı vak’ada sarih ve pek meşhurdur. Haşim hazretlerine “Seyyidü’l-Batha” ünvanı da verilmişti. Çünkü serra ve darrada maide-i kerimanesi açık olup her gün yüzlerce kimseyi it’am etmekte idi. Eğer bu suretle fından da ifa edilmekte bulunsaydı müşarun-ileyhin menakıbı sırasına geçirilmezdi değil mi? Kezalik Mevahib-i Ledünniyye ve şüruhunda zikr ü beyan olunduğu üzere nur-ı Nübüvvet’in şua-ı tab-naki Cenab-ı Haşim’in ru-yi dilarasında ol mertebe parlamakta imiş ki Ehl-i Kitap ulemasından her kim kendisine mülakı olsa elini öper ve kendisine arz-ı ihtiramda bulunurmuş. Bundan dolayı bütün rüesa-yı kabail şeref-i sıhriyyetini ihraz etmek rakl-i Rum cenabları da istihbar eylediği cud ü keremini yad ederek gayet hesna bir duhterini tezvic etmek arzusunda bulunduğunu arz ettirmişti. Fakat bu bir vesile idi. Asıl bais-i teklif Herakl-i mumaileyhin kütüb-i semaviyyede kesb-i ıttıla’ eylediği nur-ı dirahşan-ı Nübüvvet’in cebin-i Haşim’de lemean etmekte olması Cenab-ı Haşim ise bu teklifatın hiçbirine muvafakat etmedi muahharan bu şeref-i sıhriyyet Medine’de kain Beni Adiyy kabilesine müyesser oldu ferzend-i cemili Abdülmuttalib hazretleri bu vasıta ile dünyaya geldi nasıl ki balada beyan edildi. Müşarun-ileyhin measir-i fahiresinden biri de ibnü’s-sebil “seyyah ve misafir”lere riayet ile lede’l-icab binecek hayvan vermek herkesin hukukunu te’diye ve haifini te’min hususuna sarf-ı mesaide bulunmak idi her sene şehr-i Zilhicce’nin hilali görülmesi üzerine ale’s-sabah kapı cihetinden Ka’be duvarına istinad ile bu mealde bir hutbe okurdu. “Ya ma’şer-i Kureyş! Siz kavm-i Arab’ın sadatı vechen ahseni aklen a’zamı neseben eşrefi kabail-i saireye karabet cihetiyle akrebisiniz. Bu hakıkat herkesin ma’lumudur. Ya ma’şer-i Kureyş siz ciran-ı Beytullah’sınız. Cenab-ı Bari sizi himayesiyle mükerrem civar-ı beyti ile müşerref kılmıştır. Bu sayede sair evlad-ı İsmail’den temeyyüz ettiniz. Bu günler her taraftan Beytullah’a ta’zim için züvvar kudum edecek. Onların cümlesi Cenab-ı Hakk’ın ezyafı misafileri demektir. Bu takım misafirine ikram edeceklerin ehakk u elyakı da sizsiniz. Vüs’ünüz miktarı ikramdan geri durmayınız. Şu mübarek binanın sahibi hakkı için eğer ben bu hususa kifayet edecek emvale malik bulunsam size arz-ı ihtiyac etmezdim bu tavsiyeye lüzum görmezdim. Ben zulm ile cem’ edilmemiş asla haram katılmamış olan emvalimi bu cihete tahsis ediyorum. Şu Beyt-i Şerif hürmetine sizden bir ricam da budur ki züvvar-ı beyte takdim edeceğiniz et’imeyi emvalinizden kat’-ı rahm ve gasb u zulüm karışmamış olan kısmıyla tedarik etmenizdir.” Bu makalemizde Cenab-ı Ebu Talib’in bu hakıkati i’lanına dair bir kasidesinin hatimesiyle hitam verelim. van avlusundan bölük bölük çıkan cemaat bende evvela bir hatıra sonra birçok hayal daha sonra birçok temenni birçok ümid uyandırdı: Kemal Bey merhum bir gün arkadaşlarından Nuri Bey’le beraber yine bu meydandan geçiyormuş. Öğle namazını kılarak camiin muhtelif kapılarından muhtelif semtlere dağılan halkı nazar-ı im’an ile süzdükten sonra demiş ki: – Nuri! Bu millet ne zaman adam olur biliyor musun? – Hayır. – Ne zaman bu camilerden şu dizlikli poturlu hamallarla küfecilerle beraber senin benim gibi yakalıklı bastonlu beyler çıkarsa. Nuri Bey bu vak’ayı tanıdıklarından birine söylemiş; ben o adamdan duydum. Düşünülürse söz ne kadar doğru ne kadar ma’nalıdır! Kemal Bey merhum bu temennisiyle tabii avamın ibadetini abdestte namazda camide cemaatte ne azim hikmetler ne zavallıların içinde kendilerini irşad edecek uyandıracak adamlar bulunmasını istiyor. Camiler efkar-ı milleti tenvir için ne müsaid yerlerdir! Ağzı düzgün bir zat kürsüye çıkar da Kur’an namına hadis namına hangi hakıkati cemaate telkın edemez? İhtirasatının birçoğunu cami kapısının dışında bırakarak temiz asude bir kalb ile Allah’ın evine giren şu binlerce halktan niçin daha müfid bir hale getirmemeli? Yazıklar olsun ki elimizdeki ni’metlerden vasıtalardan rek bilmeyerek o yolları kamilen kapıyoruz. İbadetlerimiz hemen hemen birer bid’at şekline girmiş! Selatin camilerinde Cuma namazı bir saate yakın sürüyor ki mahfilde tilavet olunan Kur’an-ı Kerim ile asıl namazdan başkası için geçirilen zamanlar hederdir! diye başlayan; yarısı Arapça yarısı Acemce gidip lakin bir eda-yı mahsus ile okunan; arada müezzinlerin tarzıyyeleriyle fasıladar olan; cami hademesi tarafından tevşih ism-i latifiyle yad olunan mülemma-ı mensur da kimin icadı olsa gerek? Allah aşkına söyleyiniz bu uzun tekerleme cemaatin canını sıkmaktan uykusunu getirmekten başka neye yarar? Anlarım: Ağzı düzgün hafızlar mahfile çıkarak kemal-i tertil ile Kur’an okurlar; zamanı gelip sünnet kılındıktan sonra hatib ma’nidar bir hutbe irad eder. Aradaki bid’atlerin hazfından kazanılacak zaman da bu suretle mev’izeye kalmış olur. Lakin mev’ize ber-mu’tad İsrailiyyat olacaksa vazgeçtik! Cemaat-i müslimine artık ictimaiyat lazım ictimaiyat! Şarkta garpta şimalde cenupte ne kadar müslüman varsa zillet tin elinde kalan dinin kabil değil i’la edilemeyeceğini bilmeyen anlamayan vaizi kürsüye yanaştırmamalı. Vaiz milletin mazisini halini bilmeli; cemaati istikbale hazırlamalı. Hele hoca efendilerimiz hiç kürsülerin semtine uğramıyorlar. Göreceksiniz: Ramazan’da yine kürsüler şuradan buradan koşup gelen medrese mektep görmemiş ümmi hocalar tarafından işgal olunacaktır! Hocamız Halis Efendi hazretlerinden niyaz ederiz: Ya bu kürsülere Ramazan’da birer adam çıkarsınlar yahud bu ceheleyi cemaatin başına bela etmesinler. Doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerdeki dinsizlik modasını hemen hemen ma’zur göreceğim geliyor! Eğer dinin ne olduğunu bunlardan öğrenseydim mutlaka İslam’ın en büyük düşmanı olurdum! Camiler hakkında söylediğimiz sözler dünyanın her tarafındaki camileri kendinde cem’ eden Hicaz hakkında evleviyyetle varid olur. Hicaz’ın bir müslüman sergisi olduğunu böyle bir sergi hiç bir millette olmadığını bundan istifade etmemek kadar sersemlik tasavvur edilemeyeceğini ukalamız pek çok söylemişlerse de biz tekrarını faydasız görmüyoruz. Hem de görmemeliyiz. Bu gibi hakıkatler her gün herkes tarafından söylenmelidir. Meşrutiyetten hürriyetten yalnız ötekine berikine ağız dolusu sövmek suretiyle mütelezziz olmamalıyız; yapılması elzem olduğu halde yapılamayan şeyleri yaptırıncaya kadar uğraşmalıyız. birçok paralar fedakarlıklar ihtiyarıyle dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar giden bu saf yürekli adamlara neler anlatılmaz ne telkınatta bulunulmaz! Hiç olmazsa hacdan maksad ne olduğunu öğrenirler birbirlerini tanırlar a. Ya bu az muvaffakıyet midir? Va esefa ki hacılarımızın içinde “Medine’de Peygamber yatıyor; Ka’be’de Allah...” diyenler bile var! Zenginlerimizin bir kısmı hacca gitmez bir kısmı bedel gönderir bir kısmı da on-on beş kişi ile beraber gider. Bu sonrakilerin dört-beş yüz lira sarfedip götürdüğü adamlar kimlerdir biliyor musunuz? Mahallenin ihtiyar bekçisi muhtar-ı mütekaidi merhum babasının azadlı kalfası gibi hikmet-i haccı dünyada değil ahirette bile anlayamayacak adamlar!... Be mübarek adam! Bunların yerine iki-üç adam akıllı arkadaş götürsen de müslümanlar arasında bir tearüf bir Arapça Acemce Rusça Tatarca konferanslar vermek hutbeler irad etmek; magrib-i aksadan gelen Arab’ı Hind’den Çin’den Sibirya’dan Afgan’dan buradan giden hüccac lıkları ortaya koyarak buna elbirliğiyle çare aramak ihmal olunacak bir iş midir? Hükumet belki bu hususta bazı tedbirler düşünmüş bazı adamlar bulup göndermiştir. Fakat zenginlerimiz de vazifelerini diye mahallenin bekçisine elli lira verip bedel göndermekle bir şey olmaz. Madem ki bir fedakarlıktır ihtiyar olunuyor bari müfid olsun demeli ona göre adam bulmalıdır. Hayatını alem-i İslam’ın saadetine vakfetmiş olan seyyah-ı şehir Abdürreşid İbrahim Efendi hazretleri geçen seneki hac için “Bu seneki hac azıcık bir şeye benzedi...” buyuruyorlardı. sine yükselir. Ancak bu ümniyyenin tahakkuku o hıtta-i mübarekeye mevsim-i hacda dediğimiz gibi adamların gitmesiyle yahud gönderilmesiyle kabil olabilir. Yoksa validem senakarınız da bu sene hacca gidiyor ki ecri sırf kendisine aid kalacak cemaate hiç hayrı dokunmayacaktır zannederim. Husema-yı dinin en ziyade i’tiraz ettikleri noktalardan biri ve belki birincisi “Din mani-i terakkı ve temeddündür” fikri-i sakımidir. Burada buna cevap vermek istemiyorum çünkü hacet yoktur. Bunu söyleyenler her halde Din-i İslam’ı bilmeyenlerdir. Bunların anlayamamalarına sebep yine biziz. Çünkü Din-i İslam’a rabıtası kavi olup ma’lumat-ı kafiyyesi bulunanlar alel-umum elsine-i ecnebiyyeye vakıf değildirler. İşte dini anlayamamaları bunun neticesidir. Zira husema-yı din İslam’ı tedkıke başladıkları zaman yakından tedkık edebilmek için memleketimize seyahat ediyorlar. Bu seyahatlerinde ekseriya gayrimüslim tercümanlar vasıtasıyla geziyorlar. Bu tercümanlar ne kadar içimizde bulunsalar yine dine aid ma’lumatları külliyen noksandır herhalde şaibe-i taassubdan azade değildirler; yahud ecnebi muhibbi gençlerimizle görüşüp onlardan izahat almak istiyorlar maatteessüf ma’lumatlarının ekseriyetle noksan olması cihetiyle bilmeyiz demeye de kail olamayanlardan birtakım yanlış ma’lumat ediniyorlar. Ahvalimizi tedkıke gelince bazı ailelerde mübalatsızlık bazılarında cahilane taassub velhasıl bütün hey’et-i ictimaiyyemizde hüküm süren ahlaksızlık sahibi olduğumuz dine karşı iyi bir fikir edinmeye mani oluyor. Bir kere şunu teslim etmek zaruridir ki din her ne suretle olur ise olsun mevcudiyet-i insaniyye başladığı zamandan beri irae-i mevcudiyyet etmiş ve münteha-yı mevcudiyyete kadar da bakı kalacağı muhakkak bulunmuştur. Evet hatta hiçbir dine mensub olmadıklarını iddia edenler bile kendi vicdanlarına göre bir dine kaildir. Tasavvur olunamaz ki bir ser kalabilsin? Bizde herkesin dinini öğrenmesi farz-ı ayndır. Herhalde bu pek büyük şüpheleri ibtal eder ve herhalde dinde akıl ve hikmete muvafık olmayan bir şeyin adem-i mevcudiyyetini nokta bulunsa idi edyan-ı saire gibi o da bize körükörüne Maamafih buna i’tiraz edenler var ve birçok şeyler de sayıyorlar. Bunların akıl ve mantığa muvafık hangi ciheti var? diyorlar. Fakat onların bir kısmı esasen dinde yok. Mesela sandukalara tapmak. Dinde böyle bir şey var mıdır? Diğer bir kısmının da lüzum ve ehemmiyetini düşünemiyorlar. Mesela haccetmenin ne faydası var? diyorlar. Diğer fevaidini saymayalım acaba İslam’ı nokta-i vahideye irca’-ı nazara sevk etmesi nedir? Demek dine taarruz edenlere en büyük tavsiye: Fikirlerinin ma-yı İslam’a müracaat edip delail ve izahat talep etmeleri ve fikirlerini daima şaibe-yi tereddütten tathir etmeleridir. Çünkü din bünyad-ı İlahi’dir. Küfür kimseye helal olmaz ve olamaz. Tereddüt insanı daima mehalike sevk eder. Tereddüt ki netice-i inkarı verir maazallah insanı rah-ı müstakımden tarik-i dalale sevk eder. Zaten milletimizde görülen noksan-ı ahlak kalbleri alil bırakmıştır. sözü tehlikeleri pek güzel gösterir. Unutulmamalıdır ki Cenab-ı Lem-yezel va’d ve vaidinden zerrece nükul etmez. Biz İslamlar bugün adeta fezailden pek bigane gibi kalmışız. Doğru ekseriya acı gelir. Lakin bunu tatlılaştırmak acıyı elde etmeye mütevakkıftır. Bizi en ziyade bu tarik-i bi-bahtiye sevk eden şey cehlimizdir. Bu hakıkat anlaşılmıştır zannederim lakin çare-i halas nedir? Biz her şeyden evvel kusurlarımızı i’tiraf etmeliyiz. Millet-i di Museviler’in bugüne kadar görmüş oldukları mezalime karşı mazi ve ahlaklarını unutmaları iktiza ederdi. Halbuki herkesten ziyade muhafazakar bulunuyorlar. Bizim için milliyetten ahlak-ı İslamiyye’den tebaüd mezara takarrüb demektir. Bunun için evlatlarımızı hüsn-i suretle terbiye ederek adat-ı İslamiyye’ye alıştırmalıyız. Kadınlarımızı da ud ve piyano çalanlardan heva ve heves yoluna vakf-ı hayat edenlerden değil sahib-i ma’lumat ve irfan hanımlardan ayırmalıyız. Çünkü kadınlar cem’iyet-i beşeriyyenin en mühim unsurudur çünkü kadınlar bir cem’iyetin mizan-ı ahlakıdır. Kızlarımızın da bi-hakkın bir müslüman validesi olacak bir surette tahsil ve ta’limine i’tina etmeliyiz. Bunun için de kızlara mahsus müteaddid müslüman mektepleri açmalıyız. Eğer kızlarımızı misyonerler tarafından birer maksad-ı mahsusla açılan mekteplerde terbiye etmeye kalkışırsak artık kat’iyyen bizim için ümid-i felah kalmaz. Bilhassa bu ciheti gece gündüz düşünmeliyiz. Bu hususta ne kadar fedakarlık edilse yine azdır. İslam içinde ehl-i hayr kalmamış dedirtmeyecek ehl-i hayr ve hasenatımız vardır. İlk teşebbüsümüz kız mektepleri açmak olmalıdır. Her şeyde şu esas bizim için daima nazar-ı i’tinada tutulmalıdır: Medeniyet-i şarkıyye ve İslamiyyemiz’i ihya ve muhafaza... Avrupa medeniyetinden bize fayda yok. Vakıa bugün Avrupa ilim nokta-i nazarından haiz-i kemaldir. Bunu kimse inkar edemez. Lakin ahlak cihetiyle insanlığa yarar bir hayrı yoktur. Gülü koparmalı fakat dikenlerden eli korumalı. Biz ise ilimden evvel onların seyyiat-ı ahlakıyyesini memleketimize getiriyoruz. Bundan tevakkı çaresini düşünmeli. Evlatlarımızı Avrupa’ya göndereceksek ahlak ve adat-ı milliyyeyi öğrendikten sonra göndermeliyiz. Yoksa gözünü Avrupa’da açan bir çocuk Avrupa’nın çirkab-ı seyyiatından hisseyab olarak hemen hemen bir İslam evladı olmaktan pek uzak kalır. Bir de evlatlarımızı Fransa gibi dinsiz yatağı ve ba-husus ahlakça mübalatsız ve adeta bizce dinen ve adeten ahlak denilen hasiseleri mevcud olmayan memleketlere göndermek de muvafık değildir i’tikadındayım. Mutlak göndereceksek bari oldukça ahlakları bozulmayan İngiliz ve Alman memleketlerine göndermeli. Ve’l-hasıl biz Avrupa medeniyetini taklid değil belki ilminden menba’-ı cud-i feyz olan medeniyet-i şarkıyyemizi i’la etmeliyiz. Hülasa biz şarklıyız ve daima şarklı kalmalıyız... Efendim Hayat-ı şebabetimin en feyizli bir zamanında beni sine-i saf ve mürüvvetinde perveriş-yab-ı kemal eden Darüş-şafaka’ya son tuhfe-i şükran ve mahmidetim olan şu parçanın muhterem Sıratımüstakim’e dercini rica ederim: – Esselamü aleyküm. – Ve aleyküm selam. Efendiler her milletin hayatı ilme bağlı olduğu için burası da bir ilim merkezi bir darü’l-ulum olduğu için mevzuubahis olacak mes’elede bittabi’ ilme aid olacaktır. Maamafih bende ilmin zamana muvafık olan ciheti azdır binaenaleyh debilirsem bu da kafidir. Fakat zannederim ona da pek o kadar ihtiyaç yoktur. İhtiyacamızın en mühimmi istikbalimizdir. Onun için ihtiyacat-ı atiyyemiz hakkında ne kadar söylense münasib ve faydalı olur i’tikadındayım. Bizim ahval-i tarihiyye-i maziyyemiz gün gibi aşikardır. nazardan bakılsa Türk’ün tarihi parlak ve şanlıdır. Muzlim bir noktaya tesadüf edilmez. Tarihimizin karanlık ve yeisli bir zamanı varsa o da bugünkü zamanımızdır. Bugün ahval-i tarihiyyemizi zabtetmek iktiza ederse kalem tahrire tahammül edemez. Bu hal neden böyle oldu? Neden biz böyle ecanibe karşı mahkum neden kendimize ecdadımıza evladımıza karşı samit ve lakayd kaldık? Bütün ecdadımız gelir de bize derlerse ki: “Bizim yaptığımız şu binalar minareler şu camiler medreseleri siz niçin yıktınız?” Hiç şüphe etmem ki verecek cevap bulamayacağız. Sonra diğer taraftan evlatlarımız şu ma’sum çocuklarımız bize tevcih-i hitap eder de: “Ey babalar bize ne hazırladınız? Bizim istikbalimiz için ne düşündünüz?” derlerse yine cevap vermekten aciz kalırız. Şu halde bir mücrim gibi halimizi istikbalimizi düşünmeliyiz. Başka çare yoktur. Benim anlayışım bizi bu halden kurtaracak bir şey varsa o da evladımızın istikbali için kuracağımız darü’l-ulumlar sanayi-haneler ma’rifet-hanelerdir. Bu hastalığa başka çare bulunamaz. Zannederim hangi doktorla müşavere edecek olsak bize diyecekleri başka şey değildir: Sizin hastalığınız budur ve tedavi olunacak ciheti de şudur... Bizim hastalığımızı uzun uzadıya teşrihe de hacet yoktur. Çünkü meydandadır. Bunun için hastalığımızı i’tiraf ederek sıhhatimizi ve sıhhatimize sebep olacak esbabı aramak bugün bizim en birinci vazifemizdir. Kendimiz ne olduksa olduk. Bari şu ma’sumların istikbalini kurtaralım. Diyanetten kat’a’n-nazar insaniyet nokta-i nazarından olsun bugün aklı başında olan her müslümanın bunun için çalışması farzdır. Bugün cümlece tahakkuk etmiştir ki kim çalışırsa kim ekerse ancak o vaktinde mahsul alabilir. Hazret-i Peygamber efendimizin “Dünya mezraa-i ahirettir” demesi dünyayı ekinliğe niam-ı ahireti de mahsule teşbih etmesi bize maddi misallerle ahval-i hazıra ve atiyyemizi göstermek maksadına mebnidir. Bazı kimseler “din mani’-i terakkıdir” diye kendi tenbelliklerini kendi beceriksizliklerini şeriat-ı celilemize yükletmek isterler. Bunlara karşı çok söz söylemeye hacet yok. Yalnız bir kelime ile butlan-ı i’tikadları ortaya konabilir. Din mani’-i terakkı değildir fakat damarlarımıza işleyen tenbellik atalet mani’-i terakkıdir. Kur’an-ı Celil buyuruyor. Çalışmadan hiçbir şey olmaz diyor. Biz ise tenbelliğimizi setr için böyle isnadlarda bulunuyoruz. Çalışmadan bir şey olmaz diyen bir şeriat-ı celileye karşı; çalışmaya şeriat mani’dir demek doğrusu büyük mazsak elbet terakkı edemeyeceğiz. Bunda kabahat kimin? Çalışmalı her nevi esbaba teşebbüs etmeli. Esbab bulunmadıkça sa’y ve ictihad olmadıkça hiçbir iş meydana çıkamaz. Her işin esbabına tevessül lazımdır. Bizim necatımızın esbabı ilim ve ma’rifettir. Vaktiyle ecdadımız neler ne kıymetdar asar vücuda getirmiş biz ise şimdi bir musluk yapmak iktidarından mahrum bulunur her şeyi hükumetten bekliyoruz. Hükumet gelip yapsın diyoruz. Böyle en ufak şeyleri bile hükumetten beklemek kadar hayasızlık olamaz. Gelip hükumet her şeyi yapsa o vakit sıkılmadan “gel evimi süpür” demeye kadar cesaret edeceğimizi hiç baid görmem. Millet kendi çalışmalı. Çalışmazsa hükumetin yapacağı şeyler mahdud kalır. Hiçbir memlekette hükumetin çalışmasına bakarak oturmazlar. Fakat bizde nasılsa adet olmuş her şeyi hükumet yapsın diyoruz. Ötede beride işitiyorum: “Yeni hükumet bir şey yapmadı” diye herkes bol bol tenkidde bulunuyor. Halbuki bu ne kadar boş bir sözdür. Milletin her şeyi hükumetten beklemesi ne kadar kuvve-i teşebbüsiyyeden mahrum olduğuna büyük bir delildir. Farzedelim hükumet bir şey yapmadı fakat millet bol bol sözlerden dualardan güzel güzel sohbetlerden tiyatrolardan başka ne yaptı? Hem hükumet elden geldiği kadar tedricen bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bir şeyin hatıra gelir gelmez hemen vücut bulması Allah’a mahsustur. Şimdi bütün Bursa ahalisi toplansa cümlesi ittifak ederek mesela “Kaldırımları ta’mir edelim” diye karar verseler pılmış olur mu? Elbet la-akall bir iki ay belki bir sene çalışmak lazım gelecek. O halde yıkılmış bir harabe haline gelmiş üç yüz seneden beri ta’mir görmemiş hususan otuz üç sene mütemadiyen kazmalarla yıkılmış bir memleket bir sene içinde ta’mir olunmadı gül gülistan olmadı diye şikayet etmek ne kadar haksızlıktır. Düşünmeli ki bir sene içinde bu kadar dahili harici gavail-i siyasiyye içinde hükumet ne yapabilir? Hem acaba bir sene içinde yapılacak kadar yapmışlar mı yapmamışlar mı... bunu biliyor muyuz? Kahvehane köşelerine oturup da oradan diplomatlık satmak mek kolaydır; fakat iş başına geçip memleketi idare etmek pek dü-şeş atmaya benzemez. Biz memleketin ıslahı için evvela kendimizin salahını düşünmeliyiz. Memleket salah bulmaz millet ıslah olmayınca. Bugün memleketi harab eden nedir? Her kime sorsan cehalet ve tenbellik olduğunu i’tiraf edecektir. Evet hiç şüphe etmemelidir ki memleketimizi bu hale getiren cehalet ve tenbelliktir. Bu cehalet bu tenbellik bize o kadar büyük düşmandır ki elinden kurtulmak için gece gündüz çare aramalıyız. Çünkü cehalete karşı galebe çalmak harici düşmanın müdhiş ordusuna galebe çalmaktan bile güçtür. Esbabına teşebbüs etmedikçe kat’iyyen bu halden kurtulmamıza bir çare yoktur. Bugün yazık milletimizin haline. Bir nazar-ı tedkık hiçbir bir mahalle yoktur ki la-akall on kahvesi olmasın. Her kahvede esnafın her nev’i mevcut. Hatta millete rehber olacak hocalar iskambil kağıdıyla millete fal açıyor. Bundan haya etmeli. Kahvehaneler bugün milletin her tenbel o kadar laklakiyatçı oluyor ki hiçbir işe yaramaz. Meyhanelerden ziyade mazarratı vardır. Oralardan ne kadar aziz ömürler zayi’ oluyor. Hükumet bunun önünü alabilecek bir tedbir düşünse fena yapmış olmaz zannederim. Yazık değil mi bu kıymetli zamanlarımızı kahvehane köşelerinde pis murdar yerlerde geçirelim. Eskiden ne ise şu idi bu idi belki denebilirdi. Fakat şimdi diyecek bir şey kalmamıştır. Düşünmeli ki ne büyük ni’mete mazhar olduk. Hürriyet memleketlerimizi şenlendirdi. Dertlerimizi yekdiğerimize söyleyebiliyoruz. Hürriyetin en büyük menfaati budur: Herkes millet için düşündüğü hayırlı fikirleri söyleyebilmek. Bu pek büyük bir ni’mettir. Hürriyetin asıl ma’nası budur. Yoksa her ferdin istediği kadar edepsizlik edebilmesi demek değildir. Hürriyet demek menafi’-i milliyyeye elden geldiği kadar serbest serbest herkesin çalışabilmesi demektir. Çalışmak için de gerek şer’i gerek adi birçok kavanin vaz’ olunmuştur. Bunların dahilinde çalışmak... İşte budur hürriyet. Yoksa kanun haricine çıkarak enva-i rezaleti irtikab hürriyet değildir. Ona hiçbir vakit hiçbir mani’ yoktur. Asıl insaniyet umur-ı hayriyye tur. meydan açıktır. Millet hakk-ı hürriyyetini haizdir. Milletin menfaati için ne yapmak lazımsa yapabilir. Mani’ olmak şöyle dursun takdir bile edilir. Bu hürriyetten istifade etmek büyük şeydir. İstifade etmenin yollarını düşünmeli. İstanbul buradan iki nihayet üç saatlik yoldur. Halbuki sekiz dokuz saat imtidad ediyor. Bu kadar vakit yollarda zayi’ oluyor. Ben yirmi sene evvel İstanbul’da bulunduğum zaman dokuz saatte Bursa’ya gelmiştim. Şimdi yine dokuz saatten evvel gelemedim. Demek hiçbir fark olmamış. Bir noktada durmak kadar muzır bir şey yoktur. Tevakkuf şayabilir beka-pezir olabilir. Terakkınin ise bir nihayeti yoktur. Milletler arasında tekaddüm mes’elesi hiçbir zaman yeryüzünden kalkmayacaktır. Bunun için daima çalışmalıyız. İki saatlik yeri sekiz dokuz saatte gitmek doğrusu medeniyet-i hazıraya yakışır şey değildir. Vesait-i nakliyye bu derece tekemmül ettiği halde hala bizim eski vapurlarda sallana sallana beyhude yere ömürlerimizi zayi’ etmemiz tecviz olunamaz. Artık bunları düşünerek gayrete faaliyete gelmeliyiz. Çalışmanın yolunu bilmek için de ilim ve ma’rifet lazımdır. koca bir vilayettir etrafında bu kadar köyler kasabalar var. Buradaki nüfusun mecmuu şu kadara baliğ oluyor. Bunların tahsili için şu kadar mektebe medreseye ihtiyaç var. Peki bu evlad-ı vatanı terbiye edecek kadar mektepler medreseler var mı? Bittabi’ görülüyor ki yok. O halde ne yapalım? Hükumet gelir yapar dersek söz değil bu. Hükumet yapsa bile geç yapar o bütçesinden harice çıkamaz. Yapmamazlık etmez fakat bekle sıra gelsin de birkaç sene sonra mektep göresin. Ama millet ortaya çıkar da her tarafta mektepler yapmaya çalışırsa noksanını kendisi ifaya başlarsa mektepler yapılır çok sürmez memleketimiz de bu cehalet ve ataletten kurtulur. Ve illa böyle sürüklenir gider. Rusya müslümanlarına hükumet bir şey yapmaz. Belki biz yaparsak hükumet adamları gelip yıkar kapatır. Böyle ve gayretiyle yapılan mekatibin adedi on bine baliğ olmuştur. Hükumet tarafından bir para verilmemiştir. Kaffesi milletin kendi parasıyla yapılmıştır. muvaffak olur hükumetin yapamadığını yapar. Hiçbir müslüman bulunmaz ki “Evlad-ı müslimini okutmak terbiye etmek dinini dünyasını saadetini... öğretmek için mektep açacağız siz de bir mecidiye olsun muavenette bulunur musunuz?...” dendiği zaman hemen çıkarıp bir mecidiye vermesin. En fakiri bile verir. Bir mecidiye değil bir lira verenler bile olur. Bir lira şöyle dursun birer mecidiye verdiği zaman yekun nelere baliğ olur?... Bursa’da ne kadar nüfus var? Şu kadar. Bütün mülhakatı da sebt-i defter edecek olursak pek büyük bir rakam göreceğiz. Bu suretle teşebbüste bulunursa hükumetin on senede yapacağını millet bir senede yapar. Elli senelik terakkıyi on senede te’min ederler. Asıl çalışmak milletin çalışmasıdır ki böyle mühim neticeler verir. Ben İstanbul’da bir aydan ziyade bulundum. Bazı cem’iyetler –ilmiyye tarafından ve saire tarafından– te’sis olunmuş olduğunu gördüm. Bazı ricaliyle teati-i efkarda da bulundum. Hatta bizim Rusyalı müslümanlardan yüz kadar da talebe varmış bunlar da Darü’l-Hilafe’de bulundukça tahsil-i cem’iyet te’sis etmişler; kendi ahvallerini ve ba’de-ma gelecek olanların hallerini de düşünmüşler ve bir kaide vaz’ etmişler. Bunlar gibi daha başkaları da bu yolda cem’iyetler te’sis etmişler çalışmaktalar. Bu suretle cem’iyetler te’sisi milletin menafiine hadimdir. Fakat ben çok kusurlar gördüm. Bunun da sebebi: Devr-i sabıkda ezilmiş kafalar atiyi iyice düşünerek layık olduğu derecede bir nizamname yapamamışlar. Yapılmışsa da nakıs. Eğer o nizamnameler kanunlar tensik olunursa istikbalde daha büyük işler görülür. Şimdi de bir iş göremezler demiyorum. Fakat şimdilik te’sis olunan cem’iyetler matlablarına muvafık semere veremiyor maksud ve gayelerine söz söylemek istiyorum. Biz Rusya müslümanları başkasının taht-ı tasallutunda bulunduğumuz için istikbalimizi kendimiz düşünmeye mecburuz. Birtakım nizamnamelerle kanunlarla mekatib ve medarisimizi muhafazaya çalışıyoruz. Her ne kadar hükumet bizi ezmeye çalışıyorsa da kurduğumuz esaslar yıkılacak gibi değildir. Her şey muntazam kavanine merbuttur. Biz öleceğiz fakat milletimiz ölmeyecek. O merbut olduğu kavanin sayesinde inşaallah daha çok yaşayacak. O nizamat ahalinin elinde kalıyor. O kavaid üzerine muntazam bir surette kendilerini idare ederler. Bir cem’iyet bir encümen kanunsuz yahud gayr-i muntazam bir kanunla te’sis olunursa müdürün vefatıyla yahud makamından infisaliyle iş çığırından çıkar maksada vusul hasıl olamaz. Bunun için her şeyden evvel muntazam kanunlar tertib etmek lazımdır. Bittabi’ bunu da yapacak olan en ileri gelen ashab-ı fikr ü mülahaza ve erbab-ı maariftir. Onlar böyle bir kanun vaz’ edebilir. Bizim memleketimizde ekseriyetle “Cem’iyet-i Hayriyye” namıyla te’sis olunurlar. Başka bir nam ile neşr-i maarif mümkün değildir. Himaye-i cemaat namıyla bazı cem’iyetler te’sisine de bir zamanlar millet uğraştıysa da hükumet müsaade etmemiştir. Bunun m’iyet-i Hayriyye” konmuş. Adı tantanasızdır fakat tanzimatı pek mükemmeldir. İstediğin kadar iş görülebilir. Zaten asıl iş namda değil tanzimattadır. Tanzimatsız işin neticesi çıkmaz. Bunun için tanzimattan ehemmiyetle bahsediyorum. Birinci madde – müslümanların Peygamber’i sav bir mel’un canavar için “habisliklerin anası” buyurmuştur. O da: “İçki”dir. “İçki” bugün hele Frenkler’i huyca sağlıkça kemire kemire zehirliyor öldürüyor. Osmanlılar arasına yayıldıkça yayılıyor. Katresini haram bildikleri halde müslümanların bile birçoğu kendilerini bu azılı düşmandan koruyamıyorlar. Böyle bir düşmanla çarpışmak üzere Ereğli hemşehrileri “Karadeniz Ereğlisi Osmanlı İçki Düşmanları Cem’iyeti” adıyla bir sancak açtılar bunun altına toplandılar... karacağı aylık bir gazeteden başkaca bedava dağıtacağı risaleciklerle vereceği konferanslarla hele “Terbiyenin en temellisi köklüsü ilk terbiyedir; ilk terbiyenin çekirdeği özü çocuklardadır; çocuklar en elverişli bir terbiye tarlasıdır; imdi:” mekteplere her türlü vasıtayı kullanarak sokulmakla; hatta en ziyade sarhoşlar yanında içki meclislerinde bulunmakla; hafif... içimi pek latif gelen “bira” o mel’un canavarın en kurnaz bir kılavuzu gibi öne düşerek şu son senelerde ağzı süt kokan yavrularımızı bile kolayca aldatmakta olduğundan düşman gibi tanıtarak bunun açmakta oldukları yolların uçurumların ne iğrenç olduğunu da anlatmakla bütün aleme rete kine değil; şefkate merhamete layık mazlumlar olduklarından onları insanlığın bütün tatlılığıyla; fakat: gözleri karşısına daima birer “içki neticesi sergileri” kurarcasına içkinin zararlarını iğrençliklerini yaralarını göstermekle kurtarmaya her fırsattan istifade ederek uğraşacaktır... Şu kadar ki: İnsanları belki içkiden daha korkunç olarak kavramış olan “tütün”ü de unutmayarak; kuvvetini kullanabildiği yerde “tütün düşmanı” da kesilerek “afyon” “esrar” gibi hatta “kahve” gibi “çay” gibi zehirleri de diline dolamayarak insanlar arasından çıkarıp atmak yolunu hazırlayacaktır. Üçüncü madde – Cem’iyete giren: İçki kullanıyorsa katresini ağzına en azdan bir yıl koymamaya tevbe eder; yılda Cem’iyet’e en azdan “kırk para” verir; en azdan bir kişiyi Cem’iyet’e girdirmeyi üzerine alır. Herkes tevbesini kendi kendisine eder; lakin tutamazsa Cem’iyet’in “idare meclisi” huzuruna gelir: “beni kurtarın” dercesine i’tirafta bulunur; Cem’iyet de tevbesini tutamamış olmakla beraber za’fını bildirmekten çekinmemek kurtulmayı dilemek mertliğinde bulunan o kardeşini yine Cem’iyet’e alır; mutlaka kurtarmayı boynuna en büyük en mübarek bir borç bir arkadaşlık bilir. Şu kadar ki tevbesini bir yılda iki kere tutamayan; yahud saklıca içtiği Cem’iyet’çe sabit olan Cem’iyet’ten sayılmaz sayılmamakla beraber Cem’iyet onu ıslah etmeyi elbette yine vazife bilecektir. Dördüncü madde: Cem’iyet’in temel a’zasından ömründe içki kullanmamış olanlar yemin ettiler ki: Biner yıl yaşasalar evlerde şurada burada saklı kapaklı yani hususi olarak içki kullanılır olsa bile hiç olmazsa Ereğli kasabasında değil bütün Ereğli sınırları içinde bir tek meyhane kalmayana kadar içki düşmanlığını kendilerine iş edineceklerdir. Bu mutluluğu görmeye ömürleri yetmezse çocuklarına etmiş oldukları yemini yerine getirmeleri terbiyesini verdikten sonra başkaca vasiyetler edecekler vasiyetnameler bırakacaklardır... Yaşasın o oğullar kızlar... Yaşasın o Ereğlililer yaşasın o Ereğli sınırları içinde dışında yaşayan hemşehriler Osmanlılar... Hatta bütün yeryüzündeki insanlar ki: “Karadeniz Ereğlisi Osmanlı İçki Düşmanları Cem’iyeti”ne yer yer meclisler kurarak cem’iyetler açarak yardımcı olurlar. Cem’iyet de yeryüzündeki bütün bu gibi açılan yahud açılmış olan cem’iyetlerle danışmaya mektuplaşmaya girişerek edilen tecrübelerden istifadeyi en büyük bir feyz bir muvaffakiyyet yolu bulur. Beşinci madde – Cem’iyet eğer varsa biri doktor olmak üzere yedi a’zalı bir “idare meclisi” ile idare olunur; a’zasından beşi mutlaka içki kullanmış hatta sarhoşluk aleminde epeyce yuvarlanmış; ikisi eğer varsa içki hiç kullanmamış olanlardan olur. “İdare meclisi” en azdan alel-ade “Cem’iyet meclisi” kurulur. Buna Cem’iyet’in bütün a’zası da’vet edilir. İdare meclis a’zası ile bunlardan birini Cem’iyet reisi olarak bu meclis intihab eder. Bir “katib-i sandıkkar”ı bulunur. Bunları “idare meclisi” kendi a’zasından Altıncı madde – Cem’iyet vazifesini bitirmiş sayılınca umum-ı a’zanın üçte iki re’yi varsa dağıtılabilir; dağılınca: malları mülkleri her şeyi “Karadeniz Ereğlisi Maarif Komisyonu”na hediye edilecektir. Yedinci madde – Cem’iyet hükumetçe kanunca tanınmıştır. Bu konferans vesilesiyle Tunalı Hilmi Bey içkiye karşı bir Cem’iyet yapılması teklifinde bulundu. Cem’iyete ikisi hıristiyan beşi içki hiç kullanmamış olmak üzere hemşehri yazıldı. temelince şu kılavuz kabul olundu: Evet bu memlekette el-yevm büyük bir misyoner mu’temeri mün’akiddir. Bu memlekette Müctemia-i Amerika’da Almanya’da İsviçre’de Hollanda’da İsveç’te ve sair bilad-ı garbiyyede mevcud olan misyoner cem’iyetlerinin ta’yin ettikleri bin iki yüz kadar murahhası havi olan bu mu’temer-i Nasraniyyet İskoçya’nın merkezi bulunan Edinburg şehrinde icra-yı müzakerat eylemektedir. İngiltere Kralı hazretleri taht-ı hükümranisinde bulunan bir beldede turuk-ı mütenevvia-i kenisaiyyeye mensup zevat-ı gayuradan mürekkep böyle mühim bir mu’temerin in’ikadından dolayı bir name-i mahsusa ile beyan-ı mahzuziyyet eylediği gibi ahiren Afrika seyahatinden avdetinde şarkta medeniyet-i garbiyye kadar nüfuz-ı Nasraniyyet’in dahi tervicine bir tarafdar-ı mücahid olduğunu aleme irae eylemiş olan Müctemia-i Amerika sabık reis-i cumhuru Mister Roosevelt dahi bir tebrikname yazmıştır. Mu’temer’de ebna-yı saire-yi alemin evamir-i İnciliyye vechile nüfuz-ı Nasraniyyet dairesine idhali zım geleceği tezekkür olunduğu sırada alem-i İslam için pek mühim sözler geçmektedir. İngiltere’de en meşhur gazeteler mu’temerin müzakeratı hakkında hergün sütunlar tahsis eyledikleri halde İstanbul’dan aldığım gazetelerin hiçbirinde bu babda kelime-i vahide bile bulunmaması bendenizce mucib-i hayret bir hal görülüyor. Hep Girid Girid Girid “Filan rical-i düvel şöyle söyledi filan siyasiyyun şu fikri tervic ediyor Hariciye Nazırı filanı ikna’ etti şu muvaffakıyette bulundu.” İşte gazetelerimizin hemen nısfını iştigal eden şeyler bu makule hikayelerdir. Birgün kalkıp “Düvel-i hamiyyeden filan devlet amal-i Yunaniyye’yi tervice mail görünüyor” diye hırçınlıklar gösteriliyor birkaç gün sonra da “Filan devletin hariciye nazırı bir nutk-ı aleni ile Girid’de hukuk-ı hükümrane-i Osmaniyye’yi safsata-i mürettebeden ne kadar azade olduğunu ve binaenaleyh alem-i İslamiyyet ve Osmaniyyet için ne derecede müfid olabileceğini zaman bize gösterir. Binaenaleyh matbuatımız müzakerat-ı mühimmeye tahsis-i sütun eylemek daha şerefli bir hizmet-i hamiyyet olur zannındayım. Edinburg mu’temerindeki murahhaslardan birçoğu kıtaat-ı şarkıyyede nüfuz-ı Nasraniyyet’in tevsi’ ve tervici için zamanımızın icab eylediği tedabirin neden ibaret olacağı hakkında serd-i mutalaat ederken İslamiyet’in o kıtaatta ve alel-husus Afrika-yı Vüsta’da intişar-ı rakıbanesini muttasıl ortaya sürüyorlar ve onun intişarının esbab-ı men’iyyesi hakkında fikirler beyan ediyorlar. Afrika’nın şarkından şark-ı cenubisine doğru İslam’ın intişarına mukaddema meydan verilmemiş ve hele Uganda kıt’asında İslamiyet men’ edilmişti. Cenubi Afrika ise binlerce Avrupalılar ile meskun olduğundan oranın siyahileri arasında intişar-ı İslamiyyet’e bittabi’ hiç meydan bırakılmazdı. Hariçten oraya ticaret ve amelelik maksadıyla giden müslümanların “Asyalı” kanununa tabi’ oldukları ve Avrupalı’ların malik oldukları hukukı medeniyyeden mahrum bırakıldıkları ise ma’lumdur. Hatta memalik-i Osmaniyye’den cenubi Afrika’ya gitmiş olanların hıristiyan iseler Avrupalı müslüman iseler Asyalı hakkındaki ahkam ve kavaide tabi’ tutuldukları mervidir. Meşrutiyetin küşadından sonra dahi oradaki ihvan-ı İslamiyyemiz bu halden dolayı Londra sefareti vasıtasıyla şikayatta bulundular. rının hukuk ve haysiyetini iltizamen ne tedbir icra edildiği bir türlü anlaşılamamış gitmiştir! Misyonerler Afrika’nın garbına doğru ve alel-husus kıtaat-ı vasatiyyesinde İslamiyet’in intişarından mütehaşi görünüyorlar; “Eğer çaresine bakmaz isek gitgide cins-i esved kabaili tamamıyla müslüman olacak” diyorlar. O diyarlarda makasıd-ı gayr-ı diniyye ile bulunmuş olan bazı Avrupalılar’a tesadüf ettim. Bunlardan anlayabildiğime göre o diyarlarda leri surette sür’atle intişar eylemiyor ve ancak beş-altı asırdan beri nasıl intişar eyliyorsa yine o suret-i tedriciyyede mühtedi kazanıyor imiş. Misyonerler Avrupalı me’murini alel-umum kendilerine muavenete icbar için bu mübalağada bulunuyorlar imiş. Mu’temerde men’-i intişar-ı İslam için serdolunan efkardan birisi de Sudan gibi Şimali Nijerya gibi ekseriyetle ehl-i yonerlere teshilat-ı kafiyye göstermemeleri şekvasıdır. Filvaki’ müstemlekat-ı Efrenc’de misyonerlerin beyne’l-İslam neşr-i Nasraniyyet için vuku’ bulan mesalik-i müz’iceleri teşebbüsat-ı cür’etkaraneleri pek çok fesadat ve münazaatı kendi cins ve mezheblerinden olan misyonerleri himayeye mecbur bulunduğundan ve bu ise yerliler arasında asar-ı isyanı tevlid eylediğinden bazı yerlerde misyonerler me’murin-i mahalliyyeden istedikleri müsaedatın kaffesine nail olamazlar. Fakat bu mu’temerde tekrar olunduğu vechile Sudan’da filanda misyonerlerin beyne’l-İslam icra-yı faaliyyetten men’ olundukları hakkındaki iddia bir safsatadan ibarettir. Filvaki’ hükumet-i mütemehdiyyenin imhasından sonra sabık serdar-ı Mısri İngiliz generali Kitchener hasbe’l-siyasiyye Sudan’da bir müddet misyonerleri beyne’l-İslam icra-yı faaliyyetten men’ eyledi. Maamafih bu memnuiyet bilahare hükümden düştü. Sudan’da seyahat eylediğim zaman kendi gözümle gördüm ki İngiltere Amerika ve Avusturya misyoner cem’iyetlerinin Hartum şehrindeki mektepleri müesseseleri yalnız Sudan-ı Cenubi mecusileri arasında değil kabail-i olmaktadırlar. Bazı müstemlekat me’murlarının misyonerlerden ziyade müslümanlara tarafdarlık ettikleri hakkında mu’temerde zikrolunan iddia ise sırf bühtandan ibarettir ve belki beyne’lmecus neşr-i İslamiyyet esbabını men’ için misyonerlerin arz ettikleri her tedbire muvafakat olunmaması bu müslüman tarafdarlığı hakkındaki iddianın mucibidir. Müstemlekattaki me’murin-i Efrenc umur-ı diniyyede ne kadar kayıtsız olsalar bile terbiye-i evveliyyeleri ve meslek-i milliyyeleri vechile mensup oldukları diyanet aleyhinde çıkacak her türlü kavil ve fiilden ictinab ederler. Müslümanlığa doğru böylece eser-i teveccüh gösterilmesine i’tiraz eden mu’temerin a’za-yı ruhbaniyyesine mukabil a’za-yı gayr-i ruhbaniyyeden miralay Williams namında Mısır’da ve sairede bulunmuş bir zat “Biz taht-ı tabiiyyetimizde bulunan akvama ibtida-yı emirde hıristiyan bulunduğumuzu ve ikinci derecede kendilerine hükumet eylediğimizi anlatmalıyız” dedi. Şimdi şu hali bizim “mükemmel Fransızca” bilir diye tavsif eylediğimiz ve birçoklarını devletimizin münasebat-ı ecnebiyyesinin tedvirinde kullandığımız “monşerci” zevat ile kıyas edelim: Bizimkilerin ecnebilerin huddam-ı resmiyyesine nisbetle ahlak-ı siyasiyyece ne derekede düşkün olduklarını anlarız. Ma’nevi Frengi illetine uğramış müslüman unvanlı fakat Müslümanlığın ma’kulata mübteni olan fezail-i hayatiyyesinden behresiz garbın mesalik-i siyasiyye-i rum öyle “monşerciler” tanırım ki ecanib muvacehesindeki tefevvühleri ecanib nezdindeki teşebbüsleri ile alem-i İslam sana düşman oluyorlar bin türlü desais-i redi’e ile iz’ac-ı muntakımaneye girişiyorlar; eğer söylenmese insan ibram-ı vicdan ile muazzeb oluyor. Her ne ise biz yine bahsimize rücu’ edelim. “Cihan misyonerliği” vasfıyla müsemma olan bu mu’temerde akvam-ı İslamiyye arasında bir müddetten beri zuhura gelmekte olan asar-ı teyakkuzdan da bahsolundu. Fakat bu teyakkuza karşı teveccüh göstermek mukteza-yı insaniyyet Teyakkuz-ı Şarki’yi medeniyet-i garbiyyenin intişarına muarız gibi göstermek acib bir haldir. Teyakkuz-ı ahir münasebetiyle “Ba’de-ma misyonerlik vezaif-i hayriyyesinin yeni yeni tedbirlerle icrasına tevessül edelim” diyorlar. Bazı zevat da “Şarkta fütuhat emeli arkasında koşan hükumat-ı Efrenc niyye’yi iştibah-ı siyasiyyeden münezzeh bir surette idhal edelim” diyorlar. Diğer bazı zevat ise “Maarif ticaret gibi intizam-ı ayrılık gayrılık ihtimaline kail olamıyorlar. Ekser zevat “Kadın misyonerliğine eskisinden ziyade ehemmiyet verelim de akvam-ı gayr-i Nasraniyye aileleri arasında vesait-i nisvan zatların kaffesi de bilad-ı baide-i şarkıyyede misyonerliğin ması lüzumunu tasdik ediyorlar. Bundan böyle mühim yerlerde misyoner olarak gönderilecek huddam-ı medeniyet-i Nasraniyye’nin fünun-ı müfide tedrisi gibi icra-yı tababet sı tavsiye ediliyor. Sıbyandan can kazanmak ile canı tehlikede bulunanların tedavisine çalışmaktaki te’sirin kerametini Avrupalı naşir-i dinler pek ala anlıyorlar. Yine mu’temerde okunan layihalardan anlaşıldığı üzere Mısır ve Hindistan misilli bir medeniyet-i kadimeye malik olup da idare-i garbiyyun tahtında bulunan memalikte garp misyonerliğine karşı hissiyat-ı münaferet mevcud olduğu halde istiklaliyyetine malik olan memalik-i Osmaniyye’de misyoner teşebbüsatı hakkında asar-ı teveccüh bile müşahed imiş! Bunun sebebi ne olabilir? Galiba idare-i ecanibde bulunan müslümanlar işi daha yakından tetebbu’ etmekle o hissiyatı hasıl etmiş olmalıdırlar. Memalik-i Osmaniyye’de mevcud olduğu rivayet edilen asar-ı teveccüh hakıkaten mevcud ise ona hiç de taaccüb etmem. Dinsizlik her memlekette görülen bir hal-i dalalettir. Fakat yalnız bizde görülen başka bir hal daha var ki o da müslüman ismi taşıdıkları müslüman halkının ni’metiyle müntena’im oldukları halde Müslümanlığa karşı buğz besleyenlerin az olmamasıdır. Bu makulelerin maddiyata tapınıp zevahir-i ahval-i Garb’a kapılmaları ise kalblerinde Garb’a aid olan her şey evladımız bey olsun paşa olsun ve maarif-i garbiyyesi sayesinde makamat-ı mühimme-i resmiyyeye geçsin diyenler arasında evladını muntazam misyoner mekteplerine gönderenlerin bizde her yerden ziyade bulunması nazar-ı dikkatten dur tutulmamak iktiza eder. Efkarı hissiyatı misyonerlerin taht-ı nüfuzunda inşirah bulmuş olan gençlerin ma-dame’l-hayat misyonerlik hakkında ibraz-ı muhadenet eylemeleri muhtemeldir. Öteden beri vuku’ bulan neşriyatımdan dahi anlaşılacağı üzere acizleri maşrık-ı İslam’da vuku’ bulan misyonerliğe muarızım. Maamafih o hususta gösterilen gayret sebat ve fedakarlığı ve halkın onların teşebbüsatı uğrunda gösteregeldiği teshilat ve ianatı tahsin eylememek insanın elinden gelmiyor. Keşke onlardan ibret almaya muktedir olabilse idik. Biz müslümanlar hay-huy-ı izz ü cah ibtila-yı keyf ü safadan başımızı azıcık kaldırmak ve etrafımıza bir nazar-ı ibret atfetmek isterken muhitimizi siyah bulutların kaplamış olduğunu görüyoruz. Cüz’i hareket-i intibahiyyemiz rakiblerin mütecessis nazarlarını celbe kifayet ediyor. Beynimizde teati edilen laftan ileri geçmeyen hasbihaller; garb vehmiyyununca birer hakıkat-i mevcude olarak telakkı ediliyor. Şarkta olan asgar-ı na-mütenahiler garpta a’zam-ı na-mütenahi olarak tecessüm ediyor. “Şark” demek ile tekmil akvam-ı şarkıyye anlaşılmasın. Akvam-ı şarkıyyeden yalnız ancak biz müslümanlar olduğumuzu unutmayalım. Bugün Şark’ın en büyük hükumet-i vahide-i müstakilli ve dört yüz milyon kitle-i beşeriyyenin hükümranı bulunan Çin’in mevkii kalabalığı her türlü esatir-i mevhume ve tehlike-i muhakkaka imkanına cevaz gösterirken Garb’da hiçbir ferdin Çin hakkında olan telaşı; İslamlar hakkında olan telaşı kadar değildir. Bugün Çin’de bil-fiil mevcud bulunan Boxer ittihadının; Avrupa ve Garb’a olan te’siri; hiçbir vakit mevhum bulunan ittihad-ı İslam’ın husule getirdiği dehşet ve azamet kadar aksetmiyor. Bir ittihad-ı İslam haberi Avrupa’yı alt üst etmeye kifayet ediyor. Halbuki bu iki ittihad arasındaki fark pek büyüktür. Boxer yegane bir millet-i hakime-i azime taht-ı himayesinde olduğu halde “ittihad-ı İslam”ın daha nam ü nişanı bulunmadığı gibi teşkil edecek efradı da henüz hab-ı medidlerinden uyanmamışlardır. Bir de bu muazzam efradın uğradığı dahili ve harici taksimat ve tefrikat; ittihadın husulünü hemen hemen adimü’l-imkan bir halde bırakmıştır. Bu cihetler; bütün alemce müsellem iken rakiblerimizin bizden dolayı olan telaşına ne ma’na verelim? Demek oluyor ki mes’elede mevcud esrarı keşfe henüz muktedir değiliz! Bu ma’nasız telaşlar ile hukuk-ı sarihamızdan hergün birini gasbetmekten maksad nedir? Sebep nedir? Hele bu son asırlarda mevcudiyetimiz aleyhinde irtikab edilen cinayetler nedir? Bunlar hangi hukuk-ı beyne’l-milele tevafuk ediyor? Yahud liva-yı Muhammedi’nin tahtında toplananlar hukuk-ı medeniyyenin maverasında mı sayılıyor? Bugün şevket ve azamet-i İslamiyye’nin bakıyyesi olarak kalan devletimizin terakkıyatına nasıl bakılıyor? Efkar-ı alemde yaşayan bunca milyon müslümanların milliyetine rabıtasına hukukuna neler yapılıyor. Bugün alem-i İslam’ın matemini teşkil etmekte olan Girid mes’elesi nasıl halledilmektedir. Doğrudan doğru alem-i İslamiyyet’in cüz’-i giran-behası ve hakk-ı mukaddes ve meşruu bulunan bu tarihi cezire bugün Girid’de sakin olan ahalinin iki misli kadar ecdadımızın akan kanları pahasında rub’ asır kadar uzayan gazavat-ı mukaddeseleri nihayetinde temellük edilerek hakk-ı meşru-ı İslam olmuştur. İslamiyet ve Türklük aleyhinde hasr-ı mevcudiyyet edenler bu ümniyeyi kendilerince vazife-i mukaddese! olarak telakkı edenler Yunan ve Hıristiyanlık müdafi’leri; ne kadar çalışırsa çalışsınlar Girid’in hakk-ı meşru-ı İslam olduğunu hukuk-ı beşeriyye sayfalarından silemezler. Çünkü Girid taarruzi bir surette değil; tedafü’i bir surette hakk-ı meşru’-ı İslam olmuştur. Helen ittihadının şu evc-i bala-yı medeniyette Bahr-i Sefid’in Pire Limanı’nda Mayıs tarihinde nasıl ki medeniyet namına vahşetler icra etmişler; insaniyet ve medeniyeti ayaklar altına almışlar ise tarih-i hicrisinde o vakitler daha medeniyetli ve insaniyetli bulunduklarından! Pire’den uzak değil yine Bahr-i Sefid temevvüc-gahında ele geçirdikleri binlerce hüccac-ı zevi’l-ibtihac-ı İslamiyye’nin ma’sum kanları ile Akdeniz’in laciverdi dalgalarını kırmızıya tahvil etmişlerdi. Hatta Helenler elinden bi-inayetillah sağ kalan hüccac-ı kiram ise mal-ı ganimet olarak bağlanmışlar işkenceler eziyetler azaplar içinde bir sefineye irkaben Hanya’ya sevk olunmuşlardı. Yolda bir kısmı mahza hamiyet-i milliyye ve salabet-i diniyyelerini muhafaza ettiklerinden dolayı diri diri sefineden denize atılıp garkedilmişlerdir. Bakileri; Hanya’ya çıkarıldıktan sonra ikiye taksim olunup bir kısmı Venedikli me’murin-i Girid’e “müslüman köle” olarak hediyyeten takdim kısm-ı diğeri Hanya pazarlarında enva-i cefa ile hıristiyanlara köle olarak satılmışlardır. Şimdi şu fecayi’e vahşete karşı alem-i İslam yerhamukümullah diyerek sabır mı edecek idi? Hiç şüphe yok ki bunlara İslamiyet’i tanıttırmak Ka’be-i Muazzama yolunu böyle vahşilerden temizlemek lazım idi. Ba-husus ki namus ve izzet-i nefs-i İslam’a tealluk eden şu tecavüzler hiçbir vakit afvolunur bir mahiyette değil idi. Şerif’in muhafızı bulunan Makam-ı Hilafet; bu intikamı alarak hüccac için emniyet-i tariki te’mine karar verdi. Bu ise ancak vahşileri daima taht-ı tarassudda bulundurmak bunlara doğrudan doğru terbiye-i medeniyye vermek ile kabil olabilirdi. Mukavele ve muahedeler; emniyeti –mütecavizler vahşi olduklarından– kafil olamıyordu. Cezire zabtedilmedikçe Binaenaleyh zabtına karar verilip bunun için –bugünkü düvel-i müstevdianın Girid vahşilerine ve aleyhimizde olan muavenet-i mütemadiyyelerinden dolayı– yirmi seneden fazla muharebeye tahammül gösterildi. Yüz binlerce ümmet-i Muhammed şehid oldu. Nihayet alem-i Hıristiyaniyyet’in aleyhimizde ika ettiği mevania rağmen Girid cezire-i muazzaması harita-i la-yetezelzel-i İslamiyye’ye sebt ü kayd edildi. Şimdi şöyle bir mülk-i meşru’-ı İslam acaba hangi kanun-ı beşeriyyete tevfikan evlad-ı Helen’in tam’a-i lehibi olur Haremeyn-i Şerifeyn’in emniyetini bize kim teahhüd edecek? Evet; tekrar ederiz. Liva-yı Muhammedi’nin tahtında toplananlar hukuk-ı insaniyyenin maverasında sayılırlarsa – zaten şimdiye kadar alem-i İslam’ın geçirmekte olduğu muzlim safahat bunu da te’yid etmektedir– o vakit Helen oğullarının Fakat bu istek icra olununcaya kadar İslamlar’ın hukuktan mahrumiyetleri i’lan olunmalıdır ki alem-i İslam; şa’şaalar saçan medeniyetin hangi asrında bulunduğunu idrak edebilsin. Ve ona göre... Şimdiye kadar medeniyetleri hukuk-perverlikleri adaletleri sırren aleyhimizde gösterdikleri ve göstermekte oldukları etvar ve harekat bu mahrumiyet-i hukuku da ifham etmektedir. Eğer alem-i Hıristiyaniyyet’in “Anti-Asyatik” politikaları hakıkı ve umumi olmuş olsa idi yalnız müslümanların hukukuna bu kadar taarruz edilmeyip umum Asya akvamına taarruzlarını teşmil ederler idi. Yukarıda da arz olunduğu vech üzere şimdiye kadar gösterdikleri teveccühat! yalnız biz müslümanlar mevcudiyetine aid bir politika olduğuna hiç şüphe kalmıyor. Tabii böyle politikalara sebep de bizim mevhum ittihadımızdır. Demek oluyor ki ittihadımız vücud bulacak olur ise Garb dostlarımız mevcudiyetimize de nihayet verecekler meşhud ve mesmu’umuz olan ahval ve akval başka türlü izah olunamaz. Yüz kırk milyon kitle-i İslamiyye’ye hükümran bulunan vikayesi ve tercihi zımnında bunca kitle-i İslamiyye’nin izzeti nefsini düşünmeyerek hukuk-ı sariha-i İslamiyye’yi tasdikte hemen hemen mütereddid bulunuyor. Evet; tasdik ediyor. Fakat bu tasdik ile devr-i sabıkda olan Girid’in şeklini değiştiriyor mu? Hükumat-ı İslamiyye’den bakıyyetü’s-süyuf olarak kalan Devlet-i İslamiyye-i Osmaniyyemiz’in meşrutiyetini müteakib Garb’ın tecavüzi olan politikalarına nihayet verilmiş olduğunu bazı sade-dilanımız kemal-i i’timad ile beyan ettiler ve etmekteler. Halbuki devre-i tecavüzün şimdi başladığını ve işin veche-i ma’kusa müteveccih olduğunu bugün inkar kabil değildir. İşte Girid mes’elesi Bulgar krallıkları BosnaHersek ziya’ları bu hakıkatin celi birer misalidir? Devr-i sabık-ı menhusta bu devlet-i ebed-müddet kendi kendine mahvolacağı ve bunun mahvı için ayrıca kuvvetler susunda garbiyyunun teati-i efkarda bulundukları daha hatırlardan çıkmamıştır. Şimdi ise garbiyyun; kendilerini eser-i hayat gösteren bir merkez-i İslami’de fedakar-ı millet ve devlet bir kavm-i necibin karşısında bulduklarından revabıt-ı linde bulunuyorlar. Evvela hariçte ve taht-ı idare-i zalimanelerinde bulunan müslümanları ezdikten sonra nihayet devlet-i ebed-müddetimizi yanlız kendi başına bulmak istiyorlar. Böylece imha-yı bulunmamış olsa idi belki daha kolay çareler düşünürlerdi kurun-ı vüsta vahşetleri gibi İslam bulunan yerlere ehl-i salib göndermekle de iş görürler idi... Bu son günlerde Hindistan müslümanlarının mektep ve medreselerini matbuat ve ictima’gahlarını şiddetli bir tazyik ve nezaret altında bulundurmak böylece birçok gazeteleri kapamak ve mahkum etmek ictima’lara müsaade vermemek... Bunlar hep bize ibretler gösteriyor. Prusya Meclis-i Meb’usan a’zasından Fomerat’ın ifham etmek istediği gibi manlarının yaptıklarını Girid hakkında tekrar görmemek istiyor. Zaten Roosevelt’in İngiltere’de irad ettiği nutuk garbiyyunun efkar ve a’malini bize tercüme etmiştir. Her şeyde liyakatsız bulunduğumuz ancak mahkumiyet ve esarete müstehak bulunduğumuz alenen yüzümüze vurulmuştur. Pazarlarımızdan dolayı muhibbimiz görünmek isteyen Fransa hükumet-i cumhuriyyesinin alem-i İslam ve Müslümanlık aleyhinde kurduğu politikalar ne kadar aleni ve açıktır. Fas hükumet-i İslamiyye’siyle akdettiği istikraz mukavelesinde Osmanlı ve Türk zabitlerinin Fas’ın perişan ordusundan çıkarılmasını şart etmedi mi? Çar-na-çar düştüğü varta-i felaketten dolayı Fas hükumeti de doğrudan doğruya tahdid etmek babalarından kalan miras gibi taksim ederek bulunmamasına icbar eylemek bunlar hep İslamiyet aleyhinde Rusya İslamları’nın milliyet ve İslamiyet’lerine bir darbe olmak üzere sene-i haliyye Mayıs üçte Parlamento’da verilen karar revabıt-ı İslamiyye’nin kat’ına aid değil de nedir? Afganistan ile sair İslamlar’ı birbirinden müteferrik ve ayrı bulundurmaya –alenen– son derece sarf-ı mesai etmek daima mütecessis hırslı tama’lı gözleriyle bu münasebet-i mevhumeyi tarassud etmek memalik-i İslamiyye’de bulunan müslümanlardan birinin Afganistan’a gideceği bilinirse binlerce mevani’ ika ederek seferini durdurmak... Bunlar hep imha-yı İslam’a aid tedabir değil de nedir? Şimdi bu su-i kasdlar; yirminci asır medeniyeti namı altında alenen sahne-i medeniyyette adalet hukuk-ı beşeriyye perdeleri boyaları tahtında icra olunanlarıdır. Sırren alem-i virden haya eder utanır. Binaenaleyh biz müslümanlar tarihlerimizde bulunduğumuz devreyi yirminci asır medeniyeti yerinde “Anti-İslamizm Asrı” diye yazmalıyız ve ahfadımıza da yadigar bırakmalıyız. Ta ki bu suretle gerek rakiblerin mesleğini ve gerek kendi sergüzeştimizi ahfadımıza muhtasar bir ibare ile bildirmiş bulunalım. Düvel-i hamiyye Girid’de bulunan bakıyyetü’l-i’tisaf kırk bin kadar müslümanın mahfuzu’l-hukuk ve masunü’ttecavüz olduğunu beyan ve iddia ettikçe Rum haydutları fecayi-i şenia ile buna maddi bir misal-i tekzib gösteriyorlar. Son zamanlarda yine düvel-i hamiyye; Girid’deki İslamlar’ın muhafaza-i hukuku hakkında bazı müzakeratta bulunmaları üzerine Rumlar derhal Hanya’da bir müslüman cerh ettiler ve Resmo’da en merkezi bir caddede mu’teberan-ı hürmet bir ihtiyarı iki palikarya boğazından sıkarak “Ağa paraları çıkar” tehdidiyle zavallıyı son ramak-ı mevte getirmişlerdi. Vak’a; caddede kain İslam evlerinden görülerek muhadderatın feryadı üzerine bir feciaya inkılab etmemiştir. Volyons karyesinde dahi bir İslam fena halde darb ve tahkır edilmiştir. Şehir derununda palikaryalar tarafından ehl-i İslam hergün en şeni’ tecavüzat-ı lisaniyyeye ma’ruz kalıyor. Girid’de tanlar dört gün evvel Yunanistan’dan celb olunmuşlardır. Kaptanların hemen cümlesi Yunanistan’a gitmiştir. Bu da’vetin; Girid’deki müslümanların mukadderat ve avakıbi ile haiz-i irtibat olduğu zannolunuyor. Eğer tedabir-i şedide-i manıa ittihaz olunmazsa zavallı müslümanların bir savlet-i akuraneye ma’ruz olmaları muhtemeldir. Efendim Maliye Tasarruf Sandığı namına icra edilen tenezzühe muhadderat-ı İslamiyye’nin de iştirakleri muvafık bulunduğuna dair Sabah gazetesinin beyan-ı mütalaa ve hükmeylemesi tecviz edilemeyeceği ve ehl-i İslam’ın hissiyatını rencide edecek olan bu yoldaki mütalaatın ba’de-ma tekerrür eylememesi hakkında geçen haftaki nüshada mezkur gazete sahibine yazılan açık mektup muharririnin ahlak-ı dine müsaraat göstermesi cidden şayan-ı takdir bulunmakla teşekkürat-ı halisemin beyanına muhterem Sıratımüsta kım ’in vesatetini rica eylerim. Sabah ceridesinde o fıkrayı görünce bunun ahlakımıza muvafık olmadığını gazete muharririne bir lisan-ı münasible ihtarına kendimde şiddetli bir arzu hissettimse de kıllet-i bidaama mebni bu arzuyu fiile çıkaramayarak erbab-ı kalemin zuhur-ı himmetine intizar etmekte yunca muharrir-i muktedirine dilim döndüğü kadar beyan-ı teşekkürü ve bu hususta birkaç söz söylemeyi vecibeden addeyledim. Filhakıka şeriat-i celile-i Muhammediyye’nin ahkam ve hakaikine vukufu olmayan her eli kalem tutan zevatın ahlak ve adab-ı muaşeret-i İslamiyye’ye tealluk eden mesailde ceff-el-kalem beyan-ı mütalaa etmesine rıza gösterilemez. Muhadderat-ı İslamiyye’nin bir kısmı erkeklerimizin tertib eyledikleri tenezzühlere iştirak etmek istiyorlar. Fakat bu arzunun adat-ı milliyyemize tevafuk edip etmeyeceğini takdir ve ta’yin merciine aittir. Saadet ve selamet-i beşeriyyeyi kafil olan diyanet-i celile-i İslamiyye kadınlarımızın da hukuk ve vezaifini ta’yin ve tahdid buyurmuştur. Binaenaleyh hanımlarımız tarafından bu hudud haricinde vaki’ olacak metalibin tervici için kimsenin beyan-ı fikr ve mütalaasına hacet yoktur. Bu yolda derpiş edilecek mutalaattan beklenilen te’sir bittabi’ hasıl olamaz. Hasbe’l-mevsim tertib edilmekte olan tenezzühlere muhadderat-ı Kadınlarımızı tenezzühten teferrücden men’ etmeyiz. Fakat ferrüce çıkmalarını nefsü’l-emre daha muvafık buluruz. Herhalde adab-ı muaşeret-i İslamiyye’nin hüsn-i muhafaza ve ahkam-ı şer’iyyeye muhalif ahval ve harekatın men’i esbabına tevessül buyurulmasını hükumet-i meşrutamızla ulema-yı kiram hazeratının himmet ü reviyetlerinden intizar eyleriz efendim. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Temmuz Dördüncü Cild - Aded: Burada gaybetten hitaba tağyir-i üslub var. Lisan-ı ibad üzere şeref-nüzul eden bu sure-i kerimede abd hamd ü senaya hakık ve cedir bulunan Zat-ı Hazret-i Akdes’i cemi’ masivadan ekmel-i temeyyüz ve etemm-i zuhur ile temeyyüz ettiren celail-i sıfat ile zikr ü vasf eyleyip de ilm-i ma’lum-ı muayyene tealluk etmesiyle abd rütbe-i bürhandan tabaka-i iyana terakkı ve gaybetten şühuda intikal eyleyerek guya ma’lum iyana ma’kul meşhuda gaybet huzura tahavvül edince hülasa bütün hicablar birer birer yırtılarak Vücud-ı Mutlak tecelliye başlayınca abdin gönlü teheyyüc ediyor. Ve kalbinden kopan bir nida ile pişgah-ı izz ü celalde: “Ey Mevla-yı Müteal Senin ki şü’un ve sıfatın budur ancak Sana ibabet ve ubudiyet eder ve kaffe-i mehamm-ı umurda ancak Sen’den avn ü meded dileriz... Sen’den başkası teabbüd ve ubudiyete istimdad ve istianeye kat’an şayan değildi” diye münacat eyliyor. Bu tarz beyana ilm-i belagatte “iltifat” denir ki söz bir üslup üzere irad olunurken gönül teheyyüc etmesiyle bağteten diğer üsluba geçilmekten ibarettir. Diğer suret ile ta’rif edenler de vardır. Gaybetten şühuda intikal ile murad hakıkun bi’l-hamd olan Zat-ı ecell-i a’layı göz ile görmek demek değildir . Burada şühud ve muayene ile murad abd masivadan bi’l-külliyye i’raz ile Cenab-ı Akdes’e tamamen teveccühte rüsuh bulunca onun lisanında kalbinde hayalinde sırrında cehrinde Cenab-ı Hak’tan maada bir şey olmaz derece kendinde hasıl olan halettir. Bu haletin müşahede addolunması çeşm-i hakıkat-bin onu müşahede eylediği ve kalb ve kalıp bu halet ile meşgul olduğu kaili bu halete işaret etmiştir. Ehl-i irfan mebadi-i halinde zikr-i Hakk’a müdavemet eder. Esma ve sıfatında tefekkür ve ala ve niaminde teemmül eyler. Enfüs ve afaktaki masnuatla Cenab-ı Bari’nin azameti şanına ve saltanat-ı celilesine istidlal eder. Enva’-ı ta’at ve sunuf-ı riyazat ile Rabb’ine tekarrüb eyler ve bir makamdan daha alisine terakkı ede ede nihayetü’l-emr lücce-i vüsule dalarak ehl-i müşahede ve mükaşefeden olmasıyla Cenab-ı Akdes’i iyanen görür ve şifahen Zat-ı Uluhiyyet’ine münacat eder. Sure-i kerimenin evveli yani ayat-ı celilesi ehl-i irfanın mebadi-i haline ve ma-ba’d-i ehl-i irfanın münteha-yı emrini inba ediyor. “Sairü ilallah” teallukat-ı kevniyyeden tecerrüd edip tedric terakkı eder ve burada “seyrü ilallah” nihayet bulup münkatı’ olmasıyla “seyrü fi’llah” başlar ki bu mertebe ne münkatı’ ne mütenahidir. kaili bu hakıkate ima ediyor ve şarab-ı muhabbeti kase kase mertebenin bir derya-yı hüsn ü aşk-ı bi-payan olduğunu bu remz-i arifane ile ifade edebiliyor. Kesre ve şedde ile mezheb-i cumhura göre zamir-i munfasıl-ı mansubdur ve ahirine lahık olan “kaf” “ha” “ya” ta’yin-i hitab ve gaybet ve tekellüm için ziyade kılınmış harflerdir ki bunların i’rabdan mahalli yoktur:’deki “ta” ve’deki “kaf” gibi. Ma’lumdur ki hakkı te’hir olan şeyi takdim hasr ve tahsis ifade eder; binaenaleyh Zat-ı Celil’den ibaret bulunan zamir-i mef’ulünün fiil üzerine takdimi kasr ve tahsise delalet eyler. Bunun içindir ki İbni Abbas radıyallahu anhüma hazretleri kavl-i keriminin ma’nası demektir demiş. retlerinin hoşnud olduğu şeyleri işlemektir. Ubudiyet Allahu Teala hazretleri ne yapmış ne etmiş ise ona razı olmaktır – S . kavl-i kerimi ibadetten ve ubudetten ahzolunmaya muhtemeldir. İbadet: Abidiyet; ubudet: Abdiyet demektir – İbadet i’la-yı meratib-i huzu’dur. Cenab-ı Bari hayat ve vücud ve bunların tevabii gibi a’zam-ı niamı ihsan eylediğinden ibadete ancak Zat-ı Uluhiyyet’i şayan olmakla Zat-ı Akdes’ten maadasına secde etmek haramdır çünkü eşref-i a’za olan başı ayaklar altına sermek gayet-i huzudur. Bazıları dedi ki kavl-i kerimi emsalinde zikrolunan ibadet müşrikine ta’rizen ve gabavetlerine nidaen onların zu’mları üzere varid olmuştur. ti’mal olunur ki bunlar birbirine mütekarib ma’nalardır. kavl-i kerimi evvelki nazm-ı celili ikinci ayet-i kerimesi üçüncü ma’nadandır. Bazı muhakkıkın dediler ki teabbüdün üç derecesi vardır. Biri sevaba neyl ve bu nevi abiddir. Zahidin dünyaya ve tayyibat ve nefaisine mutabaattan i’razı daim ve şerif olan niama ümid-var olmasından naşidir. Teabbüdün bu derecesi ehlullah indinde mertebe-i naziledir ve buna “ibadet” tesmiye olunur. Diğeri Cenab-ı Hakk’a ibadet veya Zat-ı Uluhiyyet’ine intisab ile teşerrüf veya tekalifini kabul için edilen teabbüddür. Teabbüdün bu derecesi mertebe-i mutavassıtadır ve buna “ubudiyyet” tesmiye edilir. Teabbüdün diğer derecesi de abid nefisine vechen mine’l-vücuh nazar etmeksizin mahza Cenab-ı Bari’nin istihkak-ı Zatiyye’si için Zat-ı Uluhiyyet’ine olunan teabbüddür ki bu nevi teabbüd ancak huzu’ ve zilletten neş’et eder. Teabbüdün bu derecesi a’la-yı derecattır ve buna “ubudet” tesmiye olunur. Musallinin iftitah-ı salatta kavliyle bu derece-i teabbüde işaret vardır; musalli mesela ve yahud dese namazı fasid olur – net demektir. Burada müsteanun fih ya eda-yı ibadete ve gayrıya şamil kaffe-i mühimmattır ve yahud kavl-i kerimine mukarenet karinesiyle eda-yı ibadattır. Şu halde kavl-i şerifinin ma’nası: Kaffe-i mühimmatta veya eda-yı ibadatta senden ey Zülcelal ! avn ü medet dileriz demek olur. Binaenaleyh müsteanun fihin zikrolunması ya kasd-ı ta’mim veya kasd-ı ihtisar içindir denilmiştir. Bahis amik olduğu kadar şevk-engiz olup şerh ve izahında Müfti-i diyar-ı Mısrıyye Şeyh Muhammed Abduh merhumun bu makamdaki tedkıkat-ı arifanesini dinleyelim: İbadeti tezellül ve huzuun aksa-yı gayetidir diye ta’rif ediyorlar. Her ibare ma’nayı tamamıyla temsil ve tasvir edemez onu ukul ve efhama suret-i vazıha-i kat’iyyede tecelli ettiremez. Bunun içindir ki alel-ekser eşyayı bazı levazımıyla tefsir ve hakaikı rüsum ve avarızıyla ta’rif ederler hatta ahyanen ta’rif-i lafzi ile iktifa eyleyerek bir kelimeyi ma’naca ona karib diğer bir kelime ile tebyin ederler. Ma’na-yı ibadeti muarrif ve şarih olmak üzere irad ettikleri şu ibarede icmal ve tesahül bulunduğundan o da bu kabildendir. Biz ayat-ı Kur’an’ı ve esalib-i lügatı ve Arap’ın’yi ve ve ve gibi ma’nada ona mümasil ve mukarib bulunan elfazı suret-i isti’malini tetebbu’ ettiğimiz zaman buluruz ki bu elfazdan hiçbiri’ye benzemez ve onun yerini tutmaz. Bundan dolayı dediler ki “ibad” lafzı ibadetten me’huz olduğu cihetle Cenab-ı Hak’tan maadasına izafe ve nisbet edilmez “abid” lafzı ise ubudiyyetten me’huz olduğuna ve ibadet ile ubudiyyet arasında fark bulunduğuna mebni Allah’tan gayrıya nisbet ü izafe edilir. Bu ecilden bazı ulema dediler ki ibadet lügatte münhasıran Allah için isti’mal olunursa da Kur’an’ın isti’mali lügatin isti’maline muhaliftir. Aşık ma’şukuna ta’zim ve huzu’da fevka’l-had gulüv eder bir derecede ki onun hubb ü iradesi ma’şukunun hubb ü zuuna hakıkat olarak ibadet ıtlak olunmaz. Pek çok kimseler de vardır ki adab ve merasimin iktiza eylediği hududu kat kat tecavüz ile perestiş derecesinde ve belki ibadet-i Hakk’a faik bir surette müluk ve ümeraya huzu’ ve ser-füru ederler. Halbuki Arab bu kabil huzua da ibadet ıtlak etmez. Şu halde nihayeye vasıl olmuş bir nevi’ huzu’dur ki kalbin menşeini bilmeyerek ma’bud için bir azamet hisseylemesinden ve ma’bud için künh ü mahiyetini idrak eylemediği bir şevket ve kudret i’tikad etmesinden neş’et eder. vardır bunlar saltanat-ı aliyye-i İlahiyye’ye olan şuuru insana tezkar için meşru’ kılınmıştır ki ibadetin ruh ve sırrı işte bu şuurdur. İbadattan her bir ibadetin ibadet eden kimsenin ahlakını takvimde ve nefsini tehzibde te’siri vardır; bu te’sir ise menşei ta’zim ü huzu’ olduğunu anifen beyan ettiğimiz o ruh ve şuurdan münhasıran zuhura gelir. İmdi bir şekl-i ibadet bu ma’nadan hali olursa ibadet olmaz nasıl ki Mesela namaz ibadetini ele al bak Cenab-ı Hak bize namazı nasıl emretmiş mücerred namazı ityan etmeyi değil onu ikame eylemeyi emrediyor. Bir şeyi ikame etmek o şeyi suretinde mütekavvim-i kamil olarak ityan etmektir. Namazın asar ve netaici Cenab-ı Hakk’ın nazm-ı celili ile kavl-i keriminde bize haber verdiği ahvaldir. Gaye-i ibadete müeddi bulunan ma’na ve sırr-ı ibadetten gaflet ederek mücerred harekat ve elfaz-ı ma’lumeyi ityan edenleri kavl-i şerifi ile tev’id buyurmuştur. Bu makuleler şekl-i salatı ityan ettikleri cihetle onlara kuluba azamet-i saltanatı iş’ar eden Zat-ı Akdes’e kalbin teveccühünden müteakiben dahi riya ve men’-i ma’un ile tavsif edilmişlerdir. Ma’un: Ma’unet ve hayır demektir. Riya iki nev’dir: Biri riya-yı nifaktır ki halk görsün diye işlenen ameldir diğeri riya-yı adettir ki amelin ne ruh ve faydası ne de kimin için amel olduğunu ve amel ile kime tekarrüb edildiği kat’an mülahaza olunmayarak mücerred hükm-i adet ile işlenen ameldir. ü sedadda kıldıkları namaz hengam-ı tufuliyyette pederlerini namaz kılar iken gördükleri zaman onu takliden kılmış oldukları namazın aynıdır. Bunlar esrar-ı salatı fehm ve taakkul etmeksizin mahza adet olduğundan naşi bu halde devam edip dururlar. Bu nevi’ salat makbul-ı dergah-ı İlah olmaz. Birçok ehadis-i şerifede varid olmuştur ki namazı kendini fahşa’ ve münkerden men’ etmeyen kimse günden güne Allah’tan baid olur ve kıldığı namazlar paçavra gibi bükülüp yüzüne çarpılır. Ayat-ı kerimede vakı’ hasrdan müstefad olduğu üzere Cenab-ı Hak kendinden gayrıya ibadet edilmemesini bize emretti. Çünkü mavera-yı esbab olan saltanat-ı gaybiyye Zat-ı Uluhiyyet’ine maksur olup hiçbir ferd bu saltanatta ona müşarik değildir binaen-aleyh ancak Zat-ı Akdes-i Kibriya’sına ta’zim-i ibadet ile ta’zim olunur. Fakat nazm-ı celili gibi ayat-ı şerifede birbirimize teavün husulüne birtakım mevaniin intifasına tevakkuf ederek hikmet-i diği gibi o mevani’ de ber-mukteza-yı hikmet-i İlahiyye o sanı ihsan ettiği ilm ve kuvvet ile bazı mevaniin def’ine ve bazı esbabın kesbine mütemekkin kılmış ise de bazı mevani’ ve esbabın def’ ü kesbini ondan men’ etmiştir. Şu halde bize vacib olan dahil-i istitaatımız olan umuru eda etmek ef’al ü a’malimizi itkan ve tarsin hususunda muktedir olduğumuz ne kadar kuvvet ve kudret var ise hepsini bezl ü sarf eylemek teavüne ihtiyaç bulunan umurda da birbirimize yardım etmek kesb-i beşerin maverasında olan ahval ü keyfiyyatta ancak Kadir-i Mutlak hazretlerine tevfiz-i emr eylemek münhasıran Zat-ı Uluhiyyeti’ne iltica ederek işi itmam ve semeresine isal eden avn ü mededi hassaten Zat-ı Akdes’inden talep eylemektir zira mecmu’-i beşere ihsan olunan esbabın maverasına müsebbibü’l-esbab ve Rabbü’l-erbabdan başka hiçbir ferd kadir değildir. Bir çiftçinin vazifesi ziraat eylemek ve yeri nats etmek gübrelemek suvarmak gibi lazım olan umurda bezl-i cehd etmektir. Fakat semavi ve arzi birtakım afat u mesaib vardır ki ona tedbir bulmak karşı gelmek makdur-ı beşer olmadığından zariin fi’l ü sa’yi semeredar olması ancak Cenab-ı Hakk’ın lutf u keremine vabestedir. Tacir de böyledir vazifesi kar u kesbde vüs’u yettiği mertebe çalışmaktır fakat bazı nagehani zuhurat olur ki buna Cenab-ı Hak’tan maada çare-saz yoktur. Binaenaleyh kar u kesbinde muvaffakiyyeti ancak lutf-ı Hak ile olur. Makdur-ı beşer olmayan umuru Cenab-ı Hakk’ın gayrıdan niyaz etmek zaman-ı nüzul-i Kur’an’da ve daha ondan evvel şayi’ olan putperestliğin envaından bir nevi’dir. kavl-i kerim-i vecizi bizi dünya ve ahirette mi’rac-ı saadet olan iki emr-i azime irşad ediyor: Biri nafi’ kuvvet ü kudretimizi bezl eylemektir zira taleb-i maunet ancak ol işten dolayı olur ki insan bezl-i takat ettiği halde ya başa çıkaramaz ve yahud muvaffak olamayacağından endişe eder de itmam ü ikmali için taleb-i ma’unete muztar kalır. Bir kimsenin elindeki kalem yazıhane üzerine düşse kalemi almak için o kimse aharden istianeye muhtaç değildir. Fakat sırtındaki bar-i sakıl ile yere düşüp de kalkamayan adam aharın ianesine muhtaç olur. Bu birinci emr saadet-i dünyeviyyenin mirkati ve saadet-i uhreviyyenin erkanından bir rükündür. İkincisi makdur olmayan halatta istianenin yalnız Cenab-ı Hakk’a vücub-i kasrına dair ayetteki üslub-i hasrın ifade eylediği ma’nadır ki bu da ruh-ı dindir ve mu’tekidlerinin nüfusunu i’la ve kendilerini rıkk-ı ağyardan tahlis eder kemal-i tevhid-i halistir inteha mülahhasen. Mekteplerimizde lisan derslerinin ne kadar geniş bir mevki’ işgal ettiğini anlatmak lüzumsuzdur. Bir kere Türkçemiz başlı başına bir dil olmayıp şarkın en mühim lisanı olan Arap Acem lisanlarının muavenetiyle yaşadığından bir de kim ne isterse desin mufrit bir tasfiyeye tarafdar olanlar ne kadar uğraşırsa uğraşsın Osmanlılar için bu iki lisandan aldıkları kelimelerin birçoğunu geri vermek ne şimdiki halde ne de gelecek zamanda kabil olamayacağından; hatta fünun-i hazırayı memleketimize getirdikçe vaz’ına mecburiyet görülen ıstılahat için yeniden kelimeler terkipler istikrazında muztar kalacağımızdan lisan derslerine verilecek ehemmiyet çok görülmemelidir. Fakat acaba mekteplerimizde lisan derslerine cidden ehemmiyet veriyor muyuz? Vakıa Arapça’dan sarf nahiv okutuyoruz; Farisi’nin kavaidini gösteriyoruz; Türkçe’den bir hayli şeyler öğretiyoruz. Yani lisan için sarf ettiğimiz saatler fünun için tahsis ettiğimiz zamanın iki belki üç mislini buluyor. Öyle ya! Bunlardan başka bir de Fransızca öğrenmek mecburiyeti var. Fransızca mekteplerimizin hepsinde mutlaka okutulmalı mıdır? Yoksa bazısında mı tedris edilmelidir? Bu ciheti başka gün düşünürüz. Arapça’yı ele alalım: Mekteplerimizin bir kısmında Emsile Maksud Bina Avamil İ zhar gibi kitaplar bir kısmında mış eserler okutuluyor. Bir Türk çocuğuna Arapça yazılmış kitaptan kavaid öğretmek bizim memlekete mahsus garabetlerdendir ki asırlardan beri alışmış olduğumuz için artık gözümüze ilişmiyor! düşünüyorum da lisanın sarfından başka her şeyi şümulüne alabileceğini görüyorum! “ ey hitaba salahiyyeti derkar olan talib! İlm-i şerif sana ma’lum ve meczum olsun bil sen... Neyi bil? tahkıkan ilm-i sarfın babları nedir? otuz beştir ne yönünden otuz beştir bab yönünden...” Hocamız bize Arapça bir ibarenin herhalde Türkçe’den başka bir lisana tercümesi olan şu tekerlemeyi tekrar ettire ettire hiçbir şey anlamamak şartıyla ezberlettirdi. Bereket versin ki evvelce emsileyi de anlamamak şartıyla ezberlemiş olduğumuz için bizim idmanlı melekeli hafıza bu bina lisanını da pek o kadar bigane bulmuyordu. Sevdiklerimden biri hikaye ediyordu: Evimizde bir misafir çocuğu baktım sallana sallana bir kitap ezberliyor. Oğlum o okuduğun nedir dedim; emsile dedi. – Pekala! Nasara ne kelime? – Nasara fi’l-i mazi bina-yı ma’lum müfred müzekker gaib ma’nası yardım etti. – Bir gaib er! – Hayır efendim o “bir gaib er” geçen sene idi. Besbelli çocuğa üst üstüne iki sene emsile okutmuşlar. Ancak hoca değişmiş olmalı ki birisi bir gaib eriyle beraber ezberletmiş diğeri ise orasını hazfetmiş! Hocalarımızın tuttuğu usul bizi Arapça’dan fena halde yıldırmıştı: Baksanız a bir kelimenin bir’in bir satır ma’nası oluyor ki neresinden çıktığını ancak Allahu Teala hazretleri bilecek!’deki tahkık ma’nasını yani’yi tahkıkan suretinde tercüme etmekten maksad ne olduğunu hala anlayamamışımdır. Oradaki ne olduğunu pek yakın zamanda bulabildim: temyiz olmuyor mu temyizin vücudunu “Ne cihetten?” sualini irad ederek bulmak mu’tad olduğundan bizim muallimlerimiz de cihetin tam Türkçe’si olan yön kelimesini isti’male karar vermişler. Şimdi böyle bir usul ile kavaid-i lisan öğrenilir mi? Elcevap öğrenilemez. Hiç öğrenenler yok mu? Elbette var. Lakin biçarelerin bu uğurda sarf ettiği zamanı emeği hesaba almayacak mısınız? Hem maksudun bizzat olan kavaid-i lisan değil ki. Bize asıl lisan lazım lisan! Lisanın kavaidini o lisan ile mütekellim olan kavimden daha iyi biliyorsunuz; lakin o lisan ile yazılmış bir kitabı bir gazeteyi okuyup anlayamadıktan sonra bu ilminizden ne fayda bekleyeceksiniz? Diyeceksiniz ki “Ne beis var! Ben Arapça bir eseri anlamam. Lakin bildiğim kavaid sayesinde lisanı-ı Osmani’de müsta’mel Arabi kelimeleri terkibleri doğru okur doğru kullanırım. Binaenaleyh vaktiyle sarf ettiğim emek boşuna gitmiş değildir.” Ben de diyeceğim ki: “Lisan lügatten ibarettir. Sen Arapça yazılmış bir eseri anlamak için lazım gelen lügatlerin yüz de seksenini biliyorsun. Mütebaki yüzde yirmiyi de seksenin yardımıyla anlayabileceksin. Kavaid-i lisanı bildiğini de iddia ediyorsun. O halde nasıl oluyor da yine o eserin karşısında apışıp kalıyorsun? – Bakkal! Unun var mı? – Var. – Yağın şekerin? – Var. – Ayol öyle ise ne duruyorsun? Helva yapıp yesene! Dediği gibi lüzumu kadar lügat biliyorsunuz; kavaidi de ezberlemişsiniz. Biraz himmet edip okumaya başlasanız a. Türkçe yazılmış kitaplardan kavaid-i Arabiyye daha kolay öğreniliyor pek tabiidir. Lakin bizim en büyük kusurumuz her işde olduğu gibi lisan hususunda da nazariyyat memekliğimizdir. Mesela çocuklara senelerce aksam-ı seb’a skalası yaptırırız da bir mu’tel kelimeyi sıra ile tasrif ettirmeyiz. Hatta fiili tereddütsüzce çekemeyiz! Fikr-i acizaneme kalırsa mekteplerde okutulacak sarf ve nahv-i Arabi yüz sayfayı geçmemeli en esaslı kavaid öğretilmelidir. Alt tarafı yalnız tatbikat olmalıdır. İkişer kelimeli cümlelerden başlanılarak ibareler bulunmalı yahud tertib edilmeli. Bunların elfazı üzerinde kavaid-i sarfiyye tatbik olunduktan sonra tahlil-i nahviler yaptırılmalı tercüme ettirilmeli. Gide gide bu cümleler büyütülmeli. Arapça yazılmış bir hikmet-i mensureyi yahud bir şi’r-i ahlakiyi anlamak ne büyük zevktir! Çocuk bir kere bu zevkten nasib almaya başladı mı artık onun atisi emindir. Çünkü Türkçe okuyacağı asar kendisine bir taraftan na-mütenahi Arabi kelimeler öğreteceği için sermayesi ale’d-devam artacak; sizin için hafif hafif hikayeler tercüme ettirmek imkanı bile hasıl olacaktır. Arap çocukları için tertib edilen Me cani’l-Edeb neden bizim çocuklarımızın işine yaramasın? Bir sene adam akıllı okutulan çocuk Mecani’l-Edeb’i pekala okuyabilir. Vakıa bu eserin son ciltleri cahili hamasi şiirler makamat ıtbak tasavir gibi manzum mensur birçok çetin eserleri havi ise de bu asar tedrici bir surette güçleştiğinden yani kitabı sırasıyla ta’kib eden çocuklar nihayetlere doğru hayliden hayliye rüsuh kazanacaklarından o kadar güçlük çekmezler. Bir de Arab’ın anlaşılması pek müşkil olan asarını bugün biz okumazsak da olabilir. Zaten onları Araplar da şerhlerin layacak bir meleke elverir. Maamafih Mecani’l-Edeb’i misal olarak getirdim. Yoksa mutlaka bir kitap okunsun demiyorum. Ancak gayet musahhah harekeli iyi kağıt üzerine basılmış münderecatı güzel zim için pek müfid olabilir. Benim tavsiye etmek küstahlığında bulunduğum bu usul o kadar yeni bir şey değilse de büyük bir hatve-i terakkı olacağına şüphe edilmemelidir. Lisan için bundan çok daha ameli çok daha kolay usuller varsa da ukaladan birinin dediği gibi: “Ta’yin ettiğimiz gayete koşa koşa gitmeye kalkışırsak tabii bir hareket etmiş olmayız” yavaş yavaş gidelim fakat elbirliğiyle gidelim hem mütemadiyen gidelim. Beş on adım koştuktan sonra yorgun düşecek değil miyiz? Elbette tabii bir yürüyüş daha emindir. Farisi için de aynı usul ta’kib edilmeli. Bir Türk çocuğu kendisi için hiç bigane olmayan Farisi’yi okumalı anlamalı hatta söylemelidir. Biz galiba şu mülahazatımızla hem Arapça Acemce ile uğraşanların hem de artık bu lisanların modası geçmiş vehminde bulunanların canını sıkacağız. Evvelkilerin biraz insaf buyurmalarını mütalaatımın neresi yanlış ise ihtar etmelerini rica ederiz. Arab Acem lisanlarıyla uğraşacak zamanda değiliz; yalnız akvam-ı mütemeddinenin dillerini öğrenelim diyenlere de deriz ki: Sizin bu teklifiniz tıpkı coğrafya kitaplarımızdan Asya Afrika kıt’alarını artık kaldıralım demeye benziyor! A kuzum bizim o mütemeddin akvamın arazisinde bir karış toprağımız yok. Bize orada ne ektirirler ne de biçtirirler. Biz Asya’da ekeceğiz Asya’da biçeceğiz. Laf anlayan beri gelsin! bında cenubunda yaşayan yüzlerce milyon müslümandan kısm-ı a’zamının maatteessüf bugün de hülasa-i hikmet ve ve hikmetin tasavvuf nam-ı celiline tarikat ünvan-ı mübarekine na gerçekten hayret verir. Bu tefasilden bu bi-payan tefsirat ve te’vilattan başlıca bir netice müstefad olabilir ki o da cem’iyyat-ı beşeriyyede en ziyade çalışmakla her türlü terakkıyat ve tekemmülatta pişva ve mukteda-bih tanınmakla me’mur olan kitle-i muazzama-i de fazilet daiyesiyle bu zeminlerde izhar edilen cehil ve gafletin bu tenevvü’ ve vüs’at-i şümulünü görüp de dil-hun olmamak halince haddince hikmet-i celile-i İslamiyye’ye vakıf olan ashab-ı hamiyyet için doğrusu kabil olamaz. Sadhezar efsus! Evet dünya fanidir. Bütün dünyanın müsellemi olan bu hakıkati hiçbir ferd-i akil inkar edemez. Daniş ve kemalat ile temeyyüz edenler içinde daha derin düşünenlerimiz daha Nasıl i’timad eyleyim masivaya Ki her bir demdir dem-i intikalim suretinde i’tiraf ediyorlar. Fakat bu i’tirafta bulunan sahib-i nazarın sözlerini biraz daha dinlemiş olursak: Masunü’z-zevalim masunü’z-zevalim beyti basıra-pira-yı intibah olur. Fena-yı hayat ve alemi i’tiraf; böyle bir reviş ve im’an ile mez ve zihinler derhal zarftan mazrufa elfazdan meaniye ma’nasız bir şey mi tasavvur edilebilir ? Bedihidir ki ataletin tevlid edeceği pek tabii olan zalam-ı ye’s ü hirman içinde bunalmış kalmış bir ruha sahip geçinen zavallılar; böyle pür-şevk ü garam zevalden masun bulunduklarını iddiaya kendilerinde zerre kadar cesaret bulamazlar. Bu o büyük o müstesna saadetlerdendir ki ondan hisse-mend-i şevk ü mübahat olanlar; her şeyden ziyade beyhude geçirdiği bir dakikalık zamanı günlere haftalara muadil tutan en büyük zevki hem-nev’ine hizmette bulan hülasa: uhde-i insaniyyete terettüb eden vezaifi istitaati derecesinde hikmet ve hakıkatinden bir lahza gafil bulunmayan ruşendilandır. Yoksa dünyalarında peygule-i acz ü batalete çekilerek gününü hoş geçirmeyi kar ve şiar edinen hod-endişanın ahiretlerinden feyz ü saadet beklemeleri cehl ü cinnetin en bariz alaiminden sayılır. Beka-yı ahiretten saadet-i uhreviyyeden böylelerin haz ve nasibi bi-şübhe hüsran-ı müebbeddir! Burada bir hatıramı kayd ve icmal etmek isterim: Eyvah! Şu dakikada zihnen yürüttüğüm bir hesaba nazaran yirmi seneye yaklaşıyormuş! Müze başkitabetinde geçirdiğim zamanın son demlerinde İzmir vilayeti dahilinde Berlin Müzesi namına icra edilen bir hafriyata me’muren altı ay kadar İstanbul’dan ayrılmış idim. Hafriyat darülfünun tahsiline henüz ikmal etmiş iki genç Alman’ın nezaret-i daimeleri tahtında icra ediliyordu. Bu iki arkadaştan biri pek ciddi idi. Vazifesinden başka bir şey düşünmez tedkıkat-ı fenniyye ve tetebbuat-ı tarihiyyeden bir an fariğ olmazdı. Diğeri bu tabaver mesaide refikına iştirak etmekle beraber hemen her gün tenha bir mevkie çekilerek asude birkaç saat mütalaa ve tefekkürat için vakit bulabiliyordu. Şarkımızın bedia-şinas bir nazarı saatlerce vakf-ı temaşa eden afak-ı latifesi ca-be-ca her cihete letafet-bahş olan menazır-ı müstesnası da şüphesiz bu genç doktorun aramiş ve tefekküratına inbisat veriyordu. Okuduğu kitapların çoğu İstanbul’a gelen ve hudud-ı cevelanı memalik-i Osmaniyye’den birkaçına inhisar eden ecnebi seyyahların tercüman namına yanlarında taşıdıkları cahil heriflerden yalan yanlış edinebildikleri ma’lumat üzerine yazdıkları seyahatnamelerle felsefeye müteallik asar idi. Kısm-ı küllisini birlikte okuduğumuz o seyahatnamelerde ne fahiş hatalara ne çirkin isnadata ne cahilane ve garazkarane muhakemata tesadüf etmiş; bunları tashih için ne kadar uğraşmış idim. Hiç unutmam: Yağmurlu bir gün idi. Harap bir köy evinin hali bir köşeciğine iltica ederek mütalaaya koyulmuştuk. Bir aralık genç filozof elinden kitabı bıraktı mu’tadı vechile biraz müzeyyifane bir tavır takınarak dedi ki: – Mösyö Edib görüyorum ki sizde çok çalışmak çok kazanıp daha rahat ve mesut yaşamak iyi bir şey değil. Dininiz sizi bundan men’ ediyor değil mi?... – Hayır dinimiz bilakis bize daima çalışmayı emreder; her zaman nail-i huzur ve saadet olmaklığımızı tervic ile o hedef ve gayeye vüsulün yollarını gösterir. – Fakat ben en ma’ruf seyyahin ve müsteşrikinin pek mühim pek mu’teber eserlerinde okudum ki İslamiyet’te çok çalışanlar dünya işleriyle çok uğraşanlar saadet-i uhreviyyeden mahrum kalıyorlarmış! Onlar cennete giremeyeceklermiş! Kur’an’da bu mes’ele sarih imiş!. – Hepsi yalan hepsi hezeyan lisan-ı Arab’a vakıf olup da Kur’an’ı okuyabilseniz seyahatnamelerden ve şuradan buradan öğrendiğiniz bu şeylerin sıhhatini te’yid edecek hatta bir kelimeye bile tesadüf edemezsiniz. – Affedersiniz; bu sözünüze pek inanamayacağım. Gözlerim de beni aldatamaz ya?... – Ne demek istiyorsunuz? – Demek istiyorum ki İstanbul’da İzmir’de ve daha görüp gezdiğim İslam memleketlerinde ve hatta bu köyceğizde bile tesadüf ettiğim insanların yüzde doksanı işsiz güçsüz geziyorlar; kahvehanelerde oyunla vakit geçiriyorlar! Dinen bir emir bir mecburiyyet olmasa bunlar o kadar kayıtsız yaşayamazlar. – Bunda da aldanıyorsunuz: Günde sekiz on kuruş kazanabilmek için birkaç aydan beri çamurlar bataklıklar içinde çalışan biçareleri görmüyor musunuz? O tesadüf ettiğiniz olmazsa ne yapsınlar? Bu son cümle o muhibb-i gurbeti çok düşündürmüş “İnsan çalışmak ister de nasıl iş bulamaz?” sualini nakarat gibi ikide birde tekrar edip durmuş idi. O esnada bu bahsin ne kadar uzadığını beni ne müşkil bir mevkie sevk ettiğini habaya-şinas olan kariin-i kiram pek güzel takdir buyururlar ve yine takdir buyurulur ki o gamız mesail böyle birkaç makale ile de gayete müncer olamaz. Artık insaf edelim; bugün de mi sade akval ile gönlümüzü avutup duracağız. Bugün de mi sağımıza solumuza önümüze arkamıza bakıp ibret-bin olmayacağız. Zaman zaman-ı terakkı cihan cihan-ı ulum Olur mu cehl ile kabil beka-yı cem’iyyat? diyoruz. Pek güzel. Bu sözün sıhhatine kail oluyorsak; tarikat namına tasavvuf ve hikmet namına ba-husus İslamiyet nam-ı celiline isnad ile azan-ı halkı kurt kuş masallarıyla doldurmaya efkar-ı nası tenbelliğe saik ve müşevvik ebatil ve türrehat ile tesmime çalışanlara ve bu bi-sud mesaiyi fazilet sayanlara artık hikmet-i İslamiyye ve hakıkat-i insaniyye ne demek olduğunu bildirmeliyiz. Bu sayede yollarını şaşıran atalet ve sefahetle aziz ve kıymetdar hayatlarını heder eden o yüz binlerce o milyonlarca bi-çareganı sebil-i savab ve sedada sevk ve irşad mümkün olabilir. Din-i celil ü mübinimize aid hudud-ı ıttıla’ ve ma’lumatları halinde bir nebze bahsettiğim genç Alman’dan fazla olmayan okumuş yazmış gençlerimize de fezail-i ğunu ancak bu sayede anlatmış oluruz. Meşrutiyet-i mübeccelimizin şanını i’laya en birinci vasıta erbab-ı aklam ve hamiyyetin bu yolda ibraz edecekleri hizmetlerdir. Hiç şüphe edilemez ki bu zeminde sahaif-i beyana cereyan edecek midad-ı ulema dima-yı şühedadan daha muazzez daha mübarek daha mukaddestir. Seyyah-ı fazıl ve şehirimiz Abdürreşid İbrahim Efendi hazretlerinin yed-i hamasette bulundurdukları liva-yı hamiyyet altında ne zaman yüzlerce efazılın toplandıkları müşarun nisbette kuvvet bulur. Şevket-i İslamiyye’nin beka ve i’tilasından o nisbette emin bulunuruz. Müslümanım diyen her ferde bilhassa o zümre-i naciyye içinde mazimizi halimizi hakkıyla anlayan her sahib-i hamiyyete göre bu bir farizadır. Bizleri zillet ve meskenetten tahlis ile dünyevi uhrevi her türlü amal ve ikbale erdirecek de işte bu mücahede-i diniyyedir. Sıratımüstakım sahaifini nefis makaleler nafi’ eserlerle tezyin eden edib-i güzide-beyan Mehmed Akif Bey’in bu haftaki nüshada münderic “Hasbihal”indeki istirhama acizane bu rakımü’l-huruf da iştirak eyler. Evet üstad-ı hatir ve hamiyyet-şiarımız Halis Efendi hazretleri bu sene Ramazan-ı Şerif’inde camilerde icra-yı va’z u nasihat edecek zevatın emr-i intihabında müşkil-pesend bulunmalıdırlar pek çoklarımızdan pek çok ziyade zat-ı fazılanelerince müsellemdir ki vaiz efendilerin ifa eyleyecekleri vazife matbuatın alem-i daha mühim ve yüz derece daha nafidir. Tasavvur buyurulsun: O mübarek günlere muhterem ve zi-vakar bir vaiz-i fazılın bala-yı kürsüden vuku’ bulacak telkinat ve vesaya-yı dindaranesi kemal-i inkıyad ile zanu bezemin-i huzu olan saiminin saf ve nezih kalblerinde ne ali hisler ne büyük şevkler emeller tevlid eyler. “İstanbul’umuzda büyük küçük bu kadar cevami-i şerife var. Bunların hepsine def’aten evsaf-ı layıka ve matlubeyi haiz vaiz bulmak nasıl kabil olur; kanun-ı tekamül tedrice tabidir. Saye-i feyz-i Meşrutiyyet’te bu büyük noksan tedricen cebr ü telafi olunur” gibi bir mütalaa varid olsa bile ciddi bir himmet o mütalaayı da hükümsüz bırakır. El-minnetü lillah milletin kendilerinden bi-hakkın istifade edebilecekleri ashab-ı kemal bugün de o ihtiyacımıza tekabül edecek bir mertebe-i refiadadır. Bu zevat-ı aliyye teşvik edilecek olur Alem-i İslamiyyet Receb-i Şerif ayının ilk cuma gecesini u izhara şitaban oluyor. Çünkü bu şeb-i muallada valid-i celil-i Cenab-ı Muhammedi Hazret-i Abdullah ile valide-i cemile-i Hazret-i Ahmedi Cenab-ı Amine’nin zifafları vakı’ olup nutfe-i zekiyye-i seyyidü’l-kevneyn o pakize-i ismete intikal edildiğinden “leyle-i Regaib” tesmiyye olunmuştur. Hazret-i Abdullah yirmi beş yaşına vasıl olduğu zaman güzelliğine herkes hayran olurdu. Tab’an pek ziyade tenasüb-i endama malik olan Hazret-i Abdullah’ın nasiyye-i ikbalinde lemean eden nur-ı celil-i Muhammedi kendisine bir kat daha revnak bahşediyordu. Hazret-i Abdullah’ı pederi Abdülmuttalib diğer evla-dından çok sever onun emr-i terbiyyesine bir kat daha i’tina ederdi. Hazret-i Abdullah güzellik ve mehasin-i ahlak i’tibariyle mahbubü’l-kulub idi. O zaman Mekke’nin en hüsna müstesna kızları Cenab-ı Abdullah’a taaşşuk etmişlerdi. Zevcelik şerefine mazhar olmak nab-ı Abdullah onlardan kemal derecede ictinab üzere bulunurdu. kendisine karşı izharından geri durmadıkları rağabattan bizar olmaya başladı. Cenab-ı Abdülmuttalib akraba ve teallukatını meşveret talib ve rağıbler çoğaldı Kureyşiler içinde ona münasib bir kız bulup alalım” buyurunca bi’l-ittifak Medine hakimi Vehb bin Abdimenaf’ın kızı Amine pek münasibdir zira hüsn-i cemal ü siyer-i kemalde onun bir muadili yoktur cevabını verdiler. Bu işi bi’l-münasebe Vehb’e bildirdiler. Zaten Vehb Cenab-ı Abdullah için bu keyfiyeti evvelden tasmim etmiş olduğundan erike-nişin-i nihan-hane-i ismet olan kerime-i pakizesini Hazret-i Abdullah’a zevcelik şerefine mazhar olması babında ma’aş-şükran arzusunu izhar eyledi. Çünkü Vehb’in gönlü nur-ı cemal-i Abdullah ile evvelden münevver olmuş idi. Hazret-i Abdülmuttalib ile Vehb bir araya geldiler mes’eleyi kararlaştırdılar. Şehr-i Receb’in ilk perşembe günü idi Hazret-i Abdülmuttalib gayet mükellef bir ziyafet tertib ve ihzar ile eşraf-ı Mekke’yi da’vet buyurdu. O gün suret-i müdebdebede cem’iyet-i nikah vücuda geldi ber-muceb-i adet-i Kureyş akd-i müteyemmen icra olundu herkes ziyafetten hissedar oldu. Yediler içtiler i’lan-ı sürur u şad-mani ettiler. Akşamı Cuma gecesi Cenab-ı Abdullah ile Hazret-i Amine radıyallahu anhüma efendilerimizin zifafı şeref-vuku’ buldu. Resul-i A’zam sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin madde-i mutahhara-i cism-i Ahmedileri Cenab-ı Abdullah’tan Hazret-i Amine’ye intikal eyledi. Onun için Bu şeb fahrü’l-leyali leyle-i pak-i regaibdir Bu şeb takdise şayan bir şeb-i ali-meratibdir vücudu akdes-i Nübüvvet-penahi’sinin her zerre-i celilesinde nice bin şems-i avalim-efruz-i hidayet mündemic olan nurü’l-hüda aleyhi ekmeli’t-tehaya efendimiz hazretlerinin bu mukaddes geceye feyz-aver-i tecelli olan ragibe-i mütemeyyine-i Hazret-i Risalet-penahileri ümmet-i naciyye-i İslamiyye asa ufk-ı şerafet-i imkanda ilk tabiş-i mukaddesi aks-endaz olur olmaz bütün avalim-i celail tecelliyat-ı Sübhaniyye’ye müstağrak oldu. Ey leyle-i regaib ey zübde-i mevahib Ta’zimin oldu vacib ey nur-ı alem-ara Ey leyl-i bi-muadil ey mihr-i gayr-i afil Oldun zemine nazil ey mahz-ı feyz-i Mevla Ey leyle-i ma’ali ey mefharü’l-leyali Ey nur-ı la-yezali mahmud-ı kün-fe-kansın Ey leyl-i pür-ma’ali ey bedr-i hak-dani Ey feyz-i asumani mahsud-ı ins ü cansın Mastur-ı sahife-i i’tibar olduğu üzere Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhüma hazretlerinin valid-i mükerremlerinden naklen beyan buyurduklarına göre: Nur-ı Cemal-i Hazret-i Abdullah te’siriyle esir-i aşk olan Beni Mahzum ve Abdişems ve Abdimenaf kızlarından iki yüz kadarı Amine-i eminenin o gencine-i murada vuslatını haber aldıkları gibi mahrumiyet-i vakıaları yüzünden husule gelen şiddet-i teessür ve teessüfleri neticesi olarak nar-ı iftirak sonuna kadar o teessürle dem-güzar olmuşlardır. Hazret-i Abdullah radıya-anhullahın kabr-i şerifleri Medine-i Münevvere’dedir. Gayet muhteşem ve mükellef bir türbe-i latifesi vardır. Selatin-i izam-ı Osmaniyye hazeratı pek büyük fedakarlıklar etmişler türbenin tezyinine çalışmışlardır. Hazret-i Amine radıyallahü anhanın kabr-i alileri de Mekke-i Mükerreme’de “Cennetü’l-mualla” denilen kabristanın üst tarafında ve Cenab-ı Hadicetü’l-Kübra radıyallahu anha’nın türbe-i şerifeleri karşısındadır. Üzeri gayet zarif bir kubbe ile örtülmüş derununun halılar sırmalı puşideler ve avizeler ve gümüş şamdanlarla pek nazar-rüba bir surette tezyin olunmuş olduğunu görmüştüm. Müşarun-ileyhimanın kabr-i münevverlerini ziyarete şitaban olanlarda neş’e-i ma’neviyye ile hal-i vecd ü istiğrak zuhur eder nice aşıklar burada sermest ü hayran olurlar. Zifaf-ı mübarekin şeref-vaki’ olduğu saray-ı mualla Mekke-i Mükerreme’de ziyaretgah-ı enamdır. Netice: Ulüvv-i kadr-i Nebevi’ye hayran olanlar nezdinde bu gecenin kıymeti pek büyüktür. O şeb-i muallada birçok ahval-i acibe ve esrar-ı garibe zuhur etmiştir. Ta Hazret-i Adem’den müselselen intikal edegelen nur-ı celil-i Muhammedi Hazret-i Abdullah’tan Hazret-i Amine’ye sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinde karar kılmıştır. Mevlidi Süleyman Çelebi hazretlerinin menkıbetname-i veladet-i Nebeviyye’de Ta olunca Mustafa’ya müntakil Geldi çün ol Rahmeten lil-alemin Vardı nur anda karar kıldı hemin buyurmaları işte bu hakikati tebyinden ibarettir. Hazret-i Haydar-ı Kerrar kerremallahu vechehu ve radıyallahu anhu efendimiz ile Sehl İbni Abdullah radıyallahu anhü hazretleri bu leyl-i mukaddesin şerafet ve ulüvv-i kadri hakkında ehadis-i şerife rivayet ve nakl eylemişlerdir. Hazret-i Abdülkadir’in Umdetü’s-Salihin nam eser-i latifinde ve sair asar-ı celile-i İslamiyye’de bu gecenin fezaili hakkında pek çok hakayık serd ü ityan olunmuştur. Cümlemizin füyuzat-ı celile-i Ahmediyye’ye mazhar ve maddi ma’nevi her türlü saadete nailiyyetle mesrur buyrulmasını Hazret-i Vahibü’l-amal’den temenni ile kariin-i kirama hitaben: diyerek makaleme nihayet veririm. Cambridge Darü’l-Fünun’u muallimlerinden fazıl-ı muhterem Halil Halid Beyefendi tarafından müslümanların ikaz ve intibahına dair gerek ceridemize derc olunan makalat ve gerek Hilal ve Salib Münazaası namındaki eserlerinin ihtiva ettiği mütalaat beyne’l-İslam büyük bir teyakkuz ve istifadeyi mucib olduğundan ve Avrupa memleketlerinde bulunduğu halde dini milleti hakkında bu derecelerde ibraz-ı hamiyyet ve fedakari buyuran zevatın mevcudiyeti ile bütün millet iftihar etmekte bulunduğundan bahsile müteaddid mektuplar alıyoruz. Filhakıka Halil Halid Beyefendi’nin gerek asar u makalat-ı fazılanelerinde ve gerek mücahedat-ı medide-i vatanperveranelerinde görülen ruh-ı milliyyet ve samimiyyet her türlü takdire sezadır. Avrupa’ya giden talebemiz eğer memlekete millete hizmet arzusunda iseler milletin ihtiyacını duygusunu ruhunu nazar-ı i’tibare almalı Halil Halid Beyefendi biraderimizin meslek-i mergubunu takip eylemelidirler. Eğer “Biz milleti kendimize göre uydururuz” der de millete ruh ve duygusunun hilafında bir fikir bir Frenk terbiyesi vermeye kalkışırlarsa emin olsunlar ki hiçbir zaman vatana millete hizmet edemeyecekler ve hey’et-i ictimaiyyemiz için gayr-i nafi’ bir uzuv olmak felaketinden kurtulamayacaklardır. Bilinmelidir ki bu millet yaşayacaksa ruhuyla yaşayacak terakkı edecekse ruhuyla terakkı edecektir. Ukala-yı şarktan birinin dediği gibi bizim Avrupa’ya karşı vazifemiz ateşe karşı vazifemiz gibi olmalıdır; icab eden harareti almalıyız lakin içine girmemeliyiz; çünkü yanarız. İşte bu hakıkatin asrımızda en büyük müdafii Halil Halid Beyefendi’dir. Lisanıyla kalemiyle bütün mevcudiyetiyle bu gayeyi hedef Kütüphane-i milliye ithaf buyurmakta oldukları asar-ı fazılane bu ruh-ı ulvinin saadet-i millet için ne derecelerde çırpındığını vazıhan gösterir. Te’yidat-ı Sübhaniyye’ye muzafferiyyetini bir itmi’nan-ı tam ile ümid ettiğimiz şu himmetlerden dolayı bütün kari’lerimiz namına kendilerine teşekkür eder ve Fusul-i Mütenevvia namıyla neşr edegelmekte oldukları asar-ı fazılaneden atiye aynen naklolunan bend-i mahsus ile tezyin-i sahaif eyleriz: “Acaba Türkler için hıristiyanlar hakkında bu derece asar-ı meveddet izharı hiç mümkün mü idi?” diye suallerde bulunan ecanibe karşı ne yolda cevap vermeli bilmem. Vaktiyle eli bir gayrimüslim eline dokunmuş olsa tecdid-i vudua hacet hissetmiş olan müslüman bugün bir hıristiyan ile vatandaşlık muhabbeti namına musafaha ediyor; bu ise ecanibi hayrette bırakıyor. Hıristiyanlar ile asl-ı muamele-i mütekabilesinin esasını tedkıke girişiversek o hayrete mahal olmadığını anlarız. Gayrimüslime tekarrüb-i muaşereti zeval-i taharetine sebep addetmiş olan müslümanın zehabı bir su-i zann-ı cahileden ileri gelmiş olduğu gibi İslamiyet’i hıristiyanlar hakkında asar-ı meveddet iraesine mani’ farzetmek de bir su-i tefehhüm-i garazkarane neticesidir. Münasebat-ı mütekabilenin evailde nasıl cereyan ettiğini tahkık etmek İslam’ın Nasara’ya karşı bir meslek-i musafat vaz’ eylemiş olduğu hakıkatini meydana çıkarır. Hıristiyanların bir rabıta-i mevedded ile ehl-i İslam’a karin olmasını ayet-i kerimesi o babdaki meslek-i İslam’ın esasını vaz’ etmiştir. cemaat-i Nasara Byzantine İmparatorluğu’na tabi’ idiler. Bu devletin celb-i muhadenetine çalışmak ise siyasiyat-ı beyne’l-milel hususunda ta’kibi İslam’a tavsiye buyrulmuş olan bu tarik-i siyaset idi. ayet-i kerimesinin meal-i münifi de bu kavlin hakıkatine delalet eder. Başka bir eser-i acizide dahi işaret edildiği üzere taraf-ı İslam’da bu muhadenete bir hayli zaman müra’at-ı mukteziyye asarı gösterildi. Gazavat-ı müteaddide bile Nasraniyet hakkında beslenilen karabet-i i’tikadiyye hiss-i dostanesine pek o kadar halel getirmedi. Hakıkat-i hal böyle olsa idi a’sar-ı müteakıbede bu iki silk-i i’tikad ashabı arasında bunca muhavvif mukatelelere bunca muhasemat-ı hun-rizaneye mahal bulunmamak iktiza ederdi denilebilir. Böyle bir i’tirazın cevabı müşkil değildir. sine sebep olan halatı taraf-ı İslamiyyan’da aramamalıdır. Kilisa-yı Nasraniyyet nasih-i sulh ü silm olan Hazret-i Isa’nın ranesine düşmüş ve Roma makam-ı ruhanisi Avrupa’da takviye-i nüfuz ettikten sonra alem-i şarka dahi icra-yı hükmeylemek hırsına mübtela olmuştu. Ahd-i Cedid’in “Cihanın her köşesine git de İncil’i bütün akvam-ı beşere telkin et” düsturu ise Hazret-i Isa’nın nasayih-i cemilesinin insanlara tebliğinden ziyade kilisenin amiriyet-i mütehakkimesinin tevsi’-i dairesine erkan-ı kiliseye akd-i rabıta-i tabiiyyet edecek akvam-ı beşerin tekessürüne bir vesile ittihaz olunmuştu. Bi-taraf müverrihlerin ara-yı müttehidesine nazaran mania teşkil ettikten maada müslümanların garba doğru da tevsi-i saha-i fütühat eylemeye başlamaları üzerine ekabir-i kilise nezdinde İslamiyet Hıristiyanlık’ın adüvv-i ekberi telakkı edilir ve hatta mezahib-i batıla-i Mecus’un ma-dununda bir zehab-ı dini sayılır oldu. Ehl-i Salib devrinin küşadından evvel alınız da ta nice asırlar sonraya varıncaya kadar güzeran eden zamanlarda yazılan ehl-i kilise evamir ve muharreratında ne ta’rif olunamayacak kadar şediddir. Isa’nın düşmanları lab-ı akure gibi ta’birler en salih addolunan ekabir-i keniseiyye tarafından bile müslümanları tavsifen zikrolunur idi. Tehyic-i hiss-i adavete medar olmak üzere ilk Ehl-i Salib teşkili sırasında Papa İkinci Urban tarafından Klermon şehrinde verilen bir mev’ize-i ateşin-mealin havi olduğu kelimat-ı tezliliyye İslamiyet aleyhinde uyanmış olan adavetin derecesini pek iyi irae eder. meydana gelmiş olan buğz u nefreti İslamiyet’in hıristiyanlarla siz bırakmış ve bu iki tarik-i i’tikad salikleri için te’lif-i beyn husulünü imkan haricine çıkarmış idi. Filvaki’ İslamiyet dahi efrad-ı beşeri daire-i ittihadında teksir maksadına hadim oldu. Fakat i’la-yı kelimetullahtan maksad kaffe-i nası kendi saha-i mezhebiyyemize idhal değildir. Cenab-ı Rabbü’l-alemin hayat-ı ebna-yı beşerin nizamını tenevvü’ ile vaz’ eylemiş olduğundan cihanın hiçbir halinde ıttırad-ı tam mevcud olamaz ve ahval-i beşer yeknesak bulunmaz; binaen-aleyh Cenab-ı Nazımü’l-umur istediği insanları istediği tarikte mazhar-ı gufran edebilir. İşte bu hikmete mebnidir ki Kur’an-ı Kerim’de buyrulmuştur. fütuhatı –zamanın kıdemi ve efkar-ı beşeriyyenin noksani-i terakkısi nazar-ı dikkate alınır ise– galibin adüvv-i mağluba edebileceği müsaedatın en merhametlilerini havi olagelmiştir. Filvaki’ mağlupların tarik-i diyanete girmeleri tergib olunurdu; nass-ı celilinin mefhumundan müsteban olduğu üzere mağlubu zorla imana getirmek dahi na-meşru’ addedilirdi. Kabul-i İslamiyet edenler ihvan-ı mezhebiyye ile müsavat-ı kamileye mazhar olurlar ve gayrimüslim sıfatında duranlar haraç gibi hakim-i galibin vaz’ edeceği tekellüfat-ı miriyye ile mükellef olmak üzere hürriyet-i mezhebiyyelerine malikiyette muhtar kalırlardı. Bundan dolayıdır ki hakimiyet-i İslam’a geçen memalikin her tarafında kesretli cema’at-ı Iseviyye mevcud olagelmiştir. Milel-i Iseviyye’nin galebe çaldığı memalikte aynı hal vakı’ olmadı. Tavaif-i müslime mağlub edilince müslümanlardan gitgide eser kalmadı. İspanya’da Fransa’nın cenup taraflarında Sicilya’da milyonlarla müslüman var idi; Tatarlar’ın tevessü’-i hakimiyyeti üzerine yüz binlerce ehl-i İslam Lehistan hududuna kadar olan Avrupa biladında sakin idiler; Macaristan’da Sırbistan’da ve eski Eflak ve Boğdan eyaletlerinde yüz binlerce müslüman bulunurdu. Buralarda cemaat-i müslime ya mahvedildi veya başka suretle kayboldu. Birkaç hamiyet-mend vatandaşların himmet-i vatanperveraneleriyle harekat-ı ahire-i teyakkuz vücuda getirilmemiş olsa idi Avrupa kıt’asında kalmış olan birkaç milyon sekene-i müslimenin bekası dahi tehlikeye uğrayacak idi. Niçin acaba? Bizde ya saika-i ye’s ile veya noksani-i taharri-i hakayık sebebiyle nüfus-ı İslam’ın bu zevalini müslümanların terakkıyat-ı maddiyyece milel-i Nasraniyye’nin madununda bulunduğuna atfedenler çoktur. Bu zehab istiklal-i doğrudur. Lakin müslümanların şahsiyet cihetiyle ziyaına başka bir sebep aramalıdır. Müslümanlar ma’neviyat cihetiyle hıristiyanların madununda değildir; binaen-aleyh hakimiyet-i milel-i hıristiyaniyyenin galebe çaldığı yerlerde efrad-ı müslimenin zeval ve ziyaını –akvam-ı aliyye ile teması halinde munkarız ve na-bud olan– tavaif-i vahşiyyenin zevaline kıyas etmek pek büyük bir tahkır-i küstahanedir. Zeval-i müsliminin sebeb-i hakıkısini kilise-yi Nasraniyyet’in mesleğinde aramalıdır. “Dünyanın her tarafına git ve bütün akvamı İncil’e tabi’ et” düsturunda bir icbar hassası vardır ki bunun farz-ı mutlak suretinde mucib-i müra’at olduğuna dair Avrupa tarihi delail-i adideyi cami’dir. Müdakkikin-i ulum-i siyasiyyeden “Fransua Loren” nam zat Tarih-i İnsaniyyet Hakkında Tetebbuat ünvanıyla yazdığı eser-i azimde “Mahiyetinde edyan-ı saire için adem-i tahammül eseri mündemic olan Nasraniyet –nasrani olmayanların dine ge tirilmesi mesleğinde– hiçbir kaide-i nasfete riayet etmedi; hatta bu hususta hissiyat-ı merhametkaraneyi bile terk etti” diyor. re kilise nüfuz-ı ruhanisini kendi kuvvetlerine mu’in adde den ümera-yı Nasraniyye’nin tahakkümü üzerine bütün ale mi Nasraniyet’in tabi’-i ahkamı eylemek maksadı revaç buldu. Bu maksadın cereyanı ehl-i Mecus’dan taife-i Yehud’dan ziyade ehl-i İslam tarafından asar-ı mümanaata –ve hatta tarik-i intişarda faaliyet-i rekabete– müsadif olunca Müslümanlık Avrupa’ca amal-i Nasraniyye’nin adüvv-i a’zamı addolundu. Bizim memalik-i Nasraniyye’ye darü’l-harp dediğimizi taassub-ı addüvvanemize bir delil olarak gösteren ecnebi müellifleri Avrupa-yı Nasraniyyet’in daha evvelce müslümanları düşman-ı tabii ve daimi addettiklerini ve esasen İslam’ın hıristiyanlar hakkındaki meslek-i musafatını hiç de kale almazlar. Filvaki’ İncil’de Hazret-i Isa namına sulh u müsalemet-i beşeri nasıh ahkam-ı cemile vardır. Fakat bu ahkamın mezaya-yı hakıkıyyesi layıkıyla tedkık olunursa anlaşılır ki sulhten maksad ancak uhrevi ebedi bir sulh u silmdir ve hatta evail-i Nasraniyyet’te müsalemet-i alem hakkında nush u pend edegelmiş olan zevat-ı kiram o derece münzevi ve muttakı idiler ki kavl ü fiilleriyle bu dünya-yı faniye değil ahiretin alem-i ebedisine atf-ı ihtimam etmiş oldukları aşikardır. Sulh-ı alem hakkındaki bu zehab-ı ibtidai çok devam etmedi. İnsanlar için o yolda bir meslek-i melek-pesendane arızidir ve nadiren zuhur eder; Halbuki efrad-ı beşerin hevesat ve a’razı ahval-i alemi ekseriyyetle başka bir mecrada tecelli ettirir. İmdi tarih-i Nasraniyyet pek az zaman için beyne’l-beşer bir nasfet ve şefkat devrini havi olduğu halde ekser-i edvarını garaz ve münafereti kıtal ve adaveti irae eden ef’al doldurur. Hatta bundan naşidir ki Hazret-i Isa gibi rahm ü safh ib’as eden bir zat-ı risalet-sıfatı sonraları ehl-i kilise İslamiyet’e karşı vuku’ bulan teşebbüsat-ı harp-cuyanelerinde adeta bir general al-i hun-rizane-i harbi müciz ayat taharrisiyle bulabildikleri ayatı efkar-ı nasa telkin eylerlerdi. Ulema-yı hukuktan Ernest Nys nam zat diyor ki: “Muharebat ekseriya tavassutu da’vet eder. Kurun-ı vüstada papalar çok kere bu gibi tavassut ve müdahalede bulunurlardı. Avrupa dahilinde sulh u silm icrasını va’z u tavsiye ettikleri sıralarda behemehal İslam’a karşı muharebat-ı salibiyye icrasını da kemal-i cehd Müslümanlara karşı hal-i sulh ve cudi tecviz olunmadığı gibi netice-i galebe olarak bir hükumet-i İslamiyye tarafından sulh ve musafata riayet edeceğine dair teahhüd ve peyman altına alınmış olan hükümdaran-ı Nasara’nın ahidnamelerini nakz eylemeleri diyanet namına ehl-i kilise tarafından cebren talep olunduğu görüle gelmiş olan vekayi’dendir. Hukuk-ı beyne’l-milel ahkamı alem-i Nasraniyyet’te pek geç te’sis eylemeye başladı. Türkçe’de Siyerü’l-Kebir namıyla ma’ruf bulunan eseri hukuk-ı harpçe şayan-ı müraat nice ahkam-ı adile ve mütemeddine ile tedvin eylemiş olan pa’da hukuk-ı harbi ilk defa olarak bir suret-i muttaride ve adilede tasnif etmiş olan Grotius nam müellif-i hakimin zuhurundan sekiz asır evvel vücuda getirmiş idi. Grotius devrine gelinceye kadar Avrupa-yı nasranide yetişmiş olan müellifler –ki ekserisi ehl-i kilisedendir– gayr-i nasrani olan akvamın ve alel-husus müslümanların hukuk-ı insaniyet-karane dolunması ahkamını tervic ederlerdi. Bu müellifler de papa gibi İslam ile vuku’ bulan muahedatın adem-i vücubunu göstermişlerdir. Halbuki Siyerü’l-Kebir’de teahhüdat-ı İslam’dan bahsolunduğu sırada Hazret-i Peygamber alehi’ssalatü ve’s-selamın kelamını gayrimüslimlerle olan ahidnamelerinde daima kaydederek ahde vefayı icab nakz-ı ahdi tahzir buyurdukları musarrahtır. Ernest Nhs balada mezkur Hukuk-ı Beyne’l-Milelin Me nabii ünvanlı eser-i alimanesinde der ki: “Hukuk-ı Harp –ki tarafından pek erken mevki’-i tatbike konulmaya başladı. Bunlar nisvanın sıbyanın şüyuhun ma’tuhin ve mecaninin mazhar-ı sahabet olmaları esasını vaz’ ettiler. Düşmanın muhtaç olduğu suları zehirlemek onlar tarafından men’ olundu.” Halbuki çeşmelerin kuyuların ve şürbe mahsus mecraların tesmimi milel-i gayrimüslime tarafından muharebatta tecviz olunurdu. Hatta Venedikliler’ce Osmanlılar’la olan muharebelerde müslüman askerini ümerasını tesmim etmenin –müslümanlar tarafından mezkur kaide-i adilane teessüsünden yüzlerce sene sonra bile– vesait-i mühimme-i galebeden telakkı edildiğinin emsali vardır. Nitekim bu kavlin sıhhati Venedik hazine-i evrakındaki muharrerata ibtinaen yazılan bir tarihden bi’l-istihrac başka bir fasılda zikrolunacaktır. Düşman-ı tabii addolunduklarından dolayı müslümanlarla dair tarih-i miladisinde bir emirname-i ruhani neşrolunmuş ve müslümanlara buğday odun misillü levazım satan hıristiyanların şedid cezalara çarpılması bir kaide olmak üzere vaz’ edilmişti. Muamelat-ı beşeriyyenin cereyan-ı tabiisine muhalif olan bu emr-i ruhani bir müddet sonra hükümden sakıt olmuş ve Venedikliler müslümanlarla mühim bir ticaret muamelesi açmışlardı; lakin Papalığın tehdid-i şedidi üzerine Venedik Dükalığı –hatta i’dam gibi bir ceza-yı vahimin taht-ı tehdidinde olarak– tebaasını bu ticaretten men’e mecbur olmuştu. W. Heyd nam müellifin beyanına nazaran gerek emtia veya inşaat-ı bahriyye levazımı satmak gerek kaptanlık sıfatıyla hizmet-i müslimine girmek isteyen hıristiyanların emvali müsadere ve hürriyet-i şahsiyyeleri ilga olunurmuş. Şimdi bunu Cezayirliler’in Tunuslular’ın ümera-yı Mısrıyye’nin ve onlardan sonra Osmanlılar’ın ecnebi bezirganlarına verdikleri imtiyazat-ı teshiliyye ile mukayese eder muamele-i mütekabilenin nev’ini ta’yin için vazıh bir misal bulmuş oluruz. Kurun-ı vüstada kilise erkanı mezheb namına bunca efrad-ı beşeri harbe sevkederdi ki bu efrad bir i’tikad-ı samimi leyhine muharebat-ı daimiyyede bulunabilmek için sırf bir zuhuru ve istiklal-i İslam’ın te’yidine himmetleri kiliseye muharebat-ı salibiyye için yeni fırsatlar vermiş idi. Tarih-i Osmani’nin edvar-ı evveliyyesi müdakkikane ve bitarafane bir surette muhakeme olunursa anlaşılıyor ki Osmanlılar dahi muhasamelerinde kavaid-i insaniyyeye düşmanlarından ziyade müraatta bulunurlar ve muahedat-ı mun’akide ahkamını onlardan ziyade mevki’-i icraya koyarlar idi. Eslaf-ı Osmaniya’nın ciddiyeti her şeyden ziyade emr-i şeriate müraatta tecelli ederdi. Vakıa birbirini ta’kib eden muharebat-ı salibiyyedeki ef’al-i gaddarane onlarda bir fikr-i intikam uyandırmak tabii olduğundan şiddetle mukabele-i bi’l-misl olunurdu. Fakat Osmanlılar düşmanları olan akvamın ehl-i kitaptan olduğunu piş-i mülahazadan ayıramazlardı. Kur’an-ı Kerim Nasara ile olan kavgada mülayemeti amirdir; Nitekim buyrulmuştur. A’da hakkında hilm ü sekinet icrasıyla intikamın adem-i tervici dahi ahkam-ı İslamiyye’dendir; ayet-i kerimesi de bu hükmü müeyyiddir. Burada şayan-ı tedkık bir nokta vardır: Niçin biz ehl-i kitap olan Nasara-yı Efrenc ile harb-i daimi halinde bulunduk? Niçin tavaif-i İslamiyye ile ümem-i Iseviyye arasında bunca asırlar münasebat-ı mütekabile-i insaniyyet-pervarane te’sis olunamadı? Buna verilecek ilk cevap şudur: Hıristiyanlar dahi aynı vechile bizi ehl-i kitap olmak ve kendilerine nev’-i beşerin gayr-i nasrani olan tavaif-i sairesinden daha yakın bulunmak suretinde telakkı etmediler de onun için!.. Balada dahi zikrolunduğu üzere ekabir-i Iseviyye İslamiyet’i kilisenin nüfuz-ı cihangiranesine mani’ bir rakib-i müdhiş telakkı ve ehl-i İslam’ı o rekabet-i şedideye hadim tavaif-i dalleden addeylediğinden bize karşı hiçbir teahhüdün icrayı hükmüne cevaz vermez ve bizlerle sulh u salah halinde kam-ı mezhebiyyesine mu’tekid ve münkad olduğu gibi efrad-ı Iseviyye de evamir ü ahkam-ı kenisaiyyeye iman ve halinin te’sisini tecviz etmez mi? Bu ciheti anlamak için biz yine kaşif-i hakayık olan Kur’an-ı Kerim’in evamirine müracaat edelim: Ancak vuku’ bulacak tecavüze karşı silaha sarılmak ve yoksa hayatımıza kastetmeyenler hakkında teaddi olunmamak lazımdır. kelam-ı münifinden o babda ne murad olunduğu aşikardır. Kezalik kenisa-i Nasraniyyet evamirinin aksine olarak İslamiyet sulh u silm halinin te’sisini dahi mürevvicdir. nass-ı celili dahi hal-i sulha meyl ü rağbeti tavsiye eyler. Şimdi mes’ele-i sulh münasebetiyle kilise ahkam ve evamir-i ruhaniyyesi ehl-i İslam hakkında ne yolda ta’yin-i münasebat etmiştir onu anlayalım: Kurun-ı vüstada ve kurun-ı ahirenin mebadisinde Avrupa-yı nasraninin maşrık-ı İslam hakkındaki mesalik-i siyasiyyesini irae eden asar-ı ilmiyyenin ekserisi Latince’dir. Bu asarı bir ihata-i tamme ile tedkık eylemiş olan François Laurent evvelce de iltikatta bulunduğumuz eser-i fazılanesinin onuncu cildinde anlamak istediğimiz mebhasi şu vechile izah eder: – “Bir yemin eğer kilisenin nef’ine münafi surette edilmiş ise keenlem-yekün hükmünde kalırdı. Bundan istihrac olunacak netice-i mantıkıyye yü’l-ahkam bulunmamasıdır. Saint Paul’un eşhas arasındaki münasebatı ta’yin eden bir kelamını kurun-ı vüstada ehl-i kilise milletlerin münasebeti hakkında tatbikinden çekinmedi. Saint Paul o babda ne söyledi? Mü’minler hıristiyanlar gayr-i mü’minler nasrani olmayanlar ile muamelatta bulunmamalıdırlar; hatta onlarla yiyip içmekten bile hazer eylemelidirler dedi. İmdi nef’-i diyanet namına o makule muahedatın akdi nehy olunduğu gibi akdolunmuş olan muahedat dahi o sebeple hükümden iskat edilir idi.” Müellif-i fazılın bu meslek-i siyasiyi izah sırasında verdiği emsile-i tarihiyyeden birisi sırf tarih-i Osmani’ye aittir ki İngiliz müverrih-i hakimi Gibon dahi Roma İmparatorluğu’nun Tedenni ve İzmihlal i ünvanı altındaki eser-i meşhurunun’inci faslında bu vak’a-i tarihiyyeyi bi-tarafane tenkıd eylemiştir. Sultan Murad-ı Evvel hazretleriyle Macar Kralı Ladislas arasında akd-i sulh olunmuştu. Muahede-i sulhiyyenin riayet-i ahkamı için Hazret-i Padişah Kur’an-ı Kerim üzerine müşarun-ileyh kral da kendi kitab-ı mukaddesi ile yemin etmişlerdi. Papalığın Almanya’da vekili olan Julien Ceserini nam kardinal bu muahedenin akdolunduğu devirde Türkler aleyhine bir muharebe-i salibiyye teşkili maksadıyla mev’izeler veriyordu. Sulhün iadesiyle muahede-i sulhün akdini müteakib Kral Ladislas’a mezkur kardinal tarafından beyanname vasıl oldu ki bunda muahedenin nakzı talep edildi. Kardinal Ceserini bu beyannamesinde Ladislas’a hitaben “Sen ancak kendi Allah’ına ihvan-ı Iseviyye’ne karşı dinin üzerine yemin edebilirsin. Bu mecburiyet-i diniyye Isaullah’ın düşmanlarına karşı edilen ahd-i zındıkaneyi hükümden şeklinde yazılmıştır. tabii o dindar zatın teşebbüsünü tasvib eylediğinden Ladislas nakz-ı ahd eyledi. İşte Varna muharebe-i meşhuresi bu nakzın bir netice-i atiyyesi idi ki Varna ma’rekesindeki izmihlal-i salibiyyenin Osmanlılar tarafından yeminden nükulün bir ceza-yı Rabbani’si olarak telakkı olunduğunu müverrih Gibon haklı buluyor. Bu hafta gelen telgraflarda Fransızlar’ın Fas’ta vukua getirdikleri telefat ve tahribattan bahsolunuyor: Faslılar’dan üç yüz kişi öldürmüşler “Kebir” Camii tahrib olunmuş minareleri de yıkılmış. Müslümanların bu haliyle bu gidişiyle daha nice camiler tahrib nice minareler yıkılacaktır. Buhara’nın ahvali günden güne vehamet kesbetmektedir. Tehlike büyüktür. Vüsukuna i’timad ettiğim ma’lumat-ı atiyyeyi arz eyliyorum: Afganistan hükumeti bir ay evvel Taşkend valisine gönderdiği bir tahriratta hudut mes’elesinde Rusya ve Buhara hükumetlerinden hangisinin alakadar olduğunu ta’bir-i aharla hangisinin kendisiyle komşu bulunduğunu sormuş vali de Petersburg’dan istizah-ı keyfiyyetten sonra cevap vereceğini bildirmiştir. Gayet basit görünen bu muhaberat üzerine Rusya hükumetinin Buhara için öteden beri beslediği geliyor. Fakat Buhara ahalisinden emin olmadığı cihetle Buhara ile mevakı-i mühimmesini beş bin miktarında bir kuvve-i askeriyye ile - Ağustos - işgal edecektir. Tahdid-i hudud mes’elesine gelince kendisi doğrudan doğruya hükumet-i Afganiyye ile müzakerata girişecektir. Buhara ahalisinin şimdiden gösterdiği asar-ı heyecana nazaran bu vakayi’e karşı lakayd bulunmuyorlar. Zavallı Buharalılar şimdiye kadar nice ızdırabata tahammül ettiler. Ruslar’ın kayd-ı esaretine girmemek için çalıştılar. Şimdi ise halin cereyanından cümlesi de müteellim. Hepsi vatan için din için eşk-riz!. Ahalinin bu heyecanı pek tabiidir. Çünkü esasen Buhara hükumeti Rusya hükumetiyle teati eylediği mü’ahedename mucebince umur-ı dahiliyyesinde müstakildi. Fakat bu istiklal muhafaza olunamadı. Rusya hükumetine umur-ı dahiliyyeye bir hakk-ı müdahale verildi ki bundan ne Buhara ahalisinin ne a’yanın ne de ulemanın haberi rızası yoktu. Şimdi beş milyon ehl-i İslam’ın –çünkü coğrafya kitaplarının kaydettiği iki iki buçuk milyon miktarı hakıkate muhaliftir– böyle mazlumane ve sessizce hürriyetini kaybetmesi ve ta’me-i ihtiras olması reva mıdır? Bu muamele hiçbir hakka hiçbir ahde de müstenid değildir! Nasıl olur da zavallı Buharalılar keyif için göz göre kurban edilir! Bu mektubum filan veya falan gazeteye mahsus değil bütün matbuat-ı Osmaniyye ve İslamiyye’ye aittir. İnsaniyyet namına rica ederiz hukukumuzu müdafaa etsinler! Yalnız matbuat-ı Osmaniyye değil –eğer hukuk-ı düvel hukuk-ı beynelmilel sözleri bir kavl-i mücerredden ibaret değilse– Avrupa matbuatı da bu müdafaaya iştirak etmelidir. Tahran – Tebriz ahalisi Ruslar’ın tarz-ı hareketinden dolayı düvel-i muazzama süferası nezdinde şikayette bulunmuşlardır. Ahaliyi en ziyade iğzab eden şey Rus askerinin ulemaya kadınlara hürmetsizlik göstermeleridir. Başvekil müteveffa Butros Gali Paşa’nın katili İbrahim el-Verdani bugün zabtiye hapis-hanesinde salben i’dam olunmuştur. Verdani me’murin-i aidesi huzurunda darağacına çıkarılıp boynuna ip takıldıktan sonra hükm-i i’dam kıraat edilmiş ve Verdani kemal-i sükunetle kelime-i şehadet getirip “Hürriyet ve istiklal ayat-ı İlahiyye’dendir” dedikten sonra üzerine basmakta bulunduğu tahta bir yay ma’rifetiyle açılarak muallak kalmıştır. rek kuvve-i kafiyye-i askeriyye ile ailesi makberesine i’zam ve burada hazır bulunan validesiyle hemşire ve amcasının yedine teslim kılınmıştır. Cenazenin defnine kadar nakle me’mur asker muhafız sıfatıyla orada kalmıştır. Gazeteler umumiyetle bu hadiseden pek hafif surette bahsetmiştir. Yeni matbuat kanununun tasdiki cihetiyle gazeteler Alem-i İslam’ın i’la-yı şan ü şerefi ve mühim bir kıt’a-yı tahlisi yolunda bezl-i hayatı pek mebrur bir vazife-i hamiyyet ve milliyyet telakkı eden şüheda-yı süeda-yı İslam’a bu hafta içinde büyük bir kahraman daha iltihak etmiştir ki bu şehid-i said; muhterem Verdani’dir. Tarih-i İslam’a parlak bir cehd ü gayret sayfası ilave eden ma’şer-i İslam’ın hiçbir zaman esarete katlanamayacağını me Süleyman Çelebi [Ağa] namı gibi ta’ziz ve tebcil edecektir. Bir asır evvel yine İbrahim Verdani’nin müteneffis bulunduğu bir muhitte o fertut-ı a’sar ve kurun olan Mısr-ı Kahire’de Fransız istilasıyla nalan ef’ide-i İslam için; fie-i gasıbenin müdebbir-i mesalihi bulunan General Kléber’e müvaceheten havale eylediği tig-ı şehametiyle vatanının milletinin pay-mal edilen hukukunun hesabını soran Şehid-i Muhterem Süleyman Ağa’nın fedakarlığı nasıl reşha-paş-ı tesliyyet olmuş ise bir asır sonra keza bi-gayr-i hakkın vuku’ bulan bir işgal-i gasıbaneyi idame edecek tedabiri himaye eden ve yine o vatanın erkanından evladından teşekkül eyleyen kuvvetlere istinad ile en aziz hukuku ayaklar altına alan bir vatan haininden biçare İbrahim’in tek başına yüz yüze hesap sorması da istikbal-i milleti la-şey mesabesinde tutarak ihanette bulunanların akibetü’l-emr pençe-i kahr-ı ümmetten kurtulamayacağı hakkında mucib-i itmi’nan olmuştur. Bir asır mukaddem Süleyman Ağa merhuma tatbik olunan siyasetin yani henüz yirmi dört yaşında Halepli bu genç kahramanın bir elini yakarak kazığa vurmak ve bu yüzden üç muhterem İslam alimini “Siz de şerik-i cürümsünüz” diyerek bila-isticvab darağacına çekmek suretiyle Avrupa medeniyetinin istinad eylediği kavaid-i adaletin mahiyeti hakkında biz şarklılara komşumuz garp mütemeddinleri nasıl bir fikir vermişler ise işte bir asır sonra da İbrahim Verdani hakkında; kavanin-i mevzuanın ahval-i mümasilede medar-ı tatbik olacak sarahatlerini ihmal etmek suretiyle kendilerinin taht-ı riyasetlerinde bulunan mahkemelere esbab-ı mucibeden ari mütehakkimane i’dam cezaları verdirerek mahkeme-i temyizin cenah-ı adaletine vuku’ bulan ilticalara ve bir hata-yı adliyi ta’mir ve telafiye salahiyet-i kanuniyyesi bulunan Hidiv’e dudaklarını tepretemeyecek derecede i’mal-i nüfuz eyleyerek hafta içinde ika’ eyledikleri i’dam fazihasıyla deaim-i adalet diye halka tanıtmak istedikleri kavaidin kuvvetliler elinde birer baziçe-i agraz ve ihtiras olmaktan başka bir mahiyeti bulunmadığını nazarlarımızda bir kat daha isbat etmiş oldular. Mısır’daki milyonlarca ehl-i İslam’ın saadetine su-i kasd eden sulta-i ecnebiyyeyi memlekette te’sis ve te’yide çalışan Butros Gali’nin uğradığı akıbet kendi ceza-yı fi’lidir. İbrahim Verdani her vatan-perverin ifasından çekinmeyeceği bir vazifeyi yaparak selamet-i vatanı için çalışmıştır. İbrahim Verdani’yi i’dama mahkum edenler ve bu cinayet-i medeniyyeyi milyonlarca halkın amal ve temenniyatına rağmen bilfiil icra ve irtikab hususunda kendilerinde hak ve kuvvet bulanlar bir Hind fedaisinin daha büyük ve ali bir mahkeme ve muhitte söylediği son sözleri tahattur etmelidirler. Zavallı vatan kurbanı Hindli Lal Dinigra i’damını tefhim eden reis-i mahkemeye son söz olmak üzere şu hakıkati söylemişti: “İstediğinizi icra edebilirsiniz. Asla ehemmiyet vermem. Beni i’dama mahkum edebilirsiniz bunun için endişe etmem. Fakat birgün bizim de kuvvet bulacağımızı ve bizim de size karşı istediğimizi yapacağımızı hatırınızda bulundurunuz. Vatanım için feda-yı hayat etmek şerefine nail olmakla mağrur ve müftehirim” işte bir şarklının ahval-i ruhiyyesini gösteren belig sözler!... Yirminci asırda medeniyet hamisi sıfatı takınanlar İslamlar’ın bin üç yüz sene mukaddem tatbik eyledikleri kaideyi esasını kabul etmeli ve akvamın Cenab-ı Hak’tan başkasına kul olmak için yaratılmamış olduğu hakıkatini artık anlamalıdır. hadis-i celili ile muvaşşah bulunan Oh...! Şu dünyada hayat varsa vatan sevdası saadet varsa millet muhabbetidir! Görülmez mi?: Hayvanlarda bile bir cem’iyet sevgisi bir vatan sevdası var! Ya insan ki eşref-i mahluktur; nasıl olur da kalbi bu yüce duygulardan mahrum kalır? Nasıl olur da insan iken havyan kadar hissi olmaz? Nasıl olur da o bağrının içindeki gönlü taş gibi katı taş gibi cansız demir gibi soğuk olur? Yok yok! Dilsiz idraksiz hayvanlara kadar feyyaz-ı kudretin rayegan buyurduğu bu ulvi hislerden eşref-i mahluk olan insan bi-nasib kalamaz! Meğer ki ruhu nurdan değil nardan yaratılmış olsun! Evet! Dilsiz idraksiz hayvanlara kadar ihsan buyurulan bu ulvi hislerden mahlukatın en azizi en şerifi olan insan binasib olamaz. Belki mihr-i fıtratın envar-ı füyuzatına asıl cilvegah kalb-i insandır dimağ-ı beşerdir. Zira cem’iyet insan ile ma’nidar milliyyet insan ile pay-dardır. Kainat insan ile kıymetdar mevcudat insan ile bahtiyardır. maz; dünya ıssız çöllerden korkunç dağlardan ibaret kalır. Hasılı: İnsan bütün ma’nasıyla dünyanın medar-ı şeref ü şanıdır. “Vatan” Nedir? Bir darü’l-eman-ı hayat...! Millet... Bir sine-i şefkat! Bir ağuş-ı himayettir. yür. Issız bir ova... yahud korkunç bir dağ tepesinde bir ağaç kovuğunda bir mağara deliğinde tek başına yaşar bir vatan!... Öyle ise milletimizi sevelim! Canımızdan ziyade sevelim! Vatanımıza kurban olalım! Yolunda güle güle can verelim! Vücudun kim hamir-i mayesi hak-i vatandandır Ne gam rah-ı vatanda çak olursa cevr ü mihnetten! Bugün bir millet fedaisinin vatan kurbanının pek uzaklardan kopup gelen son sada-yı hayatını işitmekle kalbimizin en derin en gizli köşelerinden fışkırıp gözlerimize hücum eden veda’-ı ebedi yaşlarıyla ıslanmış duygular karşısında vicdanımızı vakurane bir ateş-pare-i celalet kesilmiş görüyoruz. Ruhumuz hüzn-engiz bir seyahate matem-nümun bir vazife-i mukaddese ifasına hazırlanıyor. Bir feda-yı millet! Bir şehid-i vatan! Kahraman Verdani! Bu kim?... Evet; bu bir feda-yı millet! Bu bir şehid-i vatan! Bu bir barika-i gayret! Bu bir saika-i hamiyyet! Bu bir seyf-i şecaat! Bu bir şimşir-i celalet! Bu bir memleket! Bu bir millet! Bu bir kale bu bir ordu! Arslan Yürekli İnsan! azm ü sebat erbabı bulunmasa insanlar yaşayamaz. Düşman tecavüzüne ma’ruz kalan bir millet içinde böyle birkaç bin serdengeçti gayret meydanına atılarak düşman süngülerine düşman kurşun ve güllelerine göğüslerini açarlar; bir vücud feda ederler. Bir millet kazanırlar! Bir can verirler bir vatan kurtarırlar. Millet sağ oldukça vatan yaşadıkça o kahramanların da vücutları vatanın sinesinde namları milletin kalbinde yaşar! Hiç öyle milleti vatanı uğruna feda-yı can etmiş bir kahraman ölmüş sayılır mı? Onun namı koca bir milletin namusuyla haysiyyetiyle şecaatiyle istiklaliyle müsavi!? mezara girmesi na’şı çürümeden isminin unutulup gitmesidir. okumak için ismini anan yok...! Bak ı kalan bu kubbede bir hoş sada imiş! mısraı büyük bir hakıkati mutazammındır ki o da hayır ile ibka-yı namdan başka bir şey değildir. Nice binlerce bin milyarlar trilyonlar katrilyonlar adedince Lakin kıyamete kadar hayır ile yad olunmak üzere isimleri tarih-i insaniyyetin ebedi sayfalarına zinet verenler hemen hemen sayılabilecek kadar azdır! İşte: Verdani falarında görülecek! O tarih-i inkılab okundukça Verdani Garip değil midir? Biz bu güzel ismin sahibini görmedik fakat Mısır’da ondan başka şahsen kimseyi tanımıyoruz. Yalnız bu Mısır kahramanını!... Bugün Verdani yi yalnız biz mi tanıyoruz? Bütün cihan-ı medeniyet de tanıyor. Fakat bizim aşinalığımız yine başka...! Bir insan öldürmek bir aile mahvetmek –düşünülsün!ne denaettir! Ne vahşettir! Ne canavarlıktır! Ya efradı milyonlar teşkil eden bir ümmeti koca bir milletin bir cüz’-i mühimmini elini ayağını kıskıvrak bağlayarak ağzını dikerek o biçareyi cellad-ı bi-eman gibi tepesine çökmüş mehib bir heykel-i istilanın ayakları altına yuvarlamak ne ile vasfolunabilir? Buna ne denaetin ma’nası ne vahşetin medlulü ne de canavarlığın ruhları titreteni insaniyete kan kusturan şekl-i menfuru kifayet eder! Bir milletin katili olmak...! Verdani kemiren bir şahsın vücudunu ortadan kaldırıp milletini vatanını kurtarmak için feda-yı canı göze aldırmış! Hükumet-i hıdiviyye hey’et-i nuzzar riyaseti gibi en ali bir mevkii işgal eden bu zat Mısır’ın saadet-i hayat namına bütün menafi’-i siyasiyye ve iktisadiyyesini esasından mahvetmek koca bir memleket halkını ilelebed ecnebi zincir-i esaretinde mahkum bırakmak hususunda ne yapabilmek elinden gelirse hiçbirini diriğ etmemiş! Buna birkaç milyon insan nasıl susar! Nasıl boynunu uzatıp öyle müdhiş bir boyunduruğa kendi ihtiyarıyla teslim olur? Hayvan olsa yine bir hareket-i imtinaiyye gösterir. Verdani memleketin üzerine çöken bu musibetin vebadan beter ta’undan müdhiş olan tahribatında devam edip gitmekte olduğunu gördükçe rüfeka-yı hamiyyeti meyanında en müteessir en sabırsız olmak üzere meydan-ı hamiyyete atılır! “Ne olursa olsun! Bir can bir milletten” “Ziyade kıymetli bir vatandan değerli olamaz” “Feda...!” diye vazife-i hamiyyeti ifa eder. Fakat istila tahakküm ve tecebbür bu millet fedaisini katil addederek mahbese atar. Kahire’de gazubane bir sükut...! İntikam-cuyane bir düşünce...! Verdani geçen hafta mahkeme-i cinayette muhakeme ve i’damına hükmolundu. Mahkeme Verdani’nin değil Mısır’ın i’damına hükmetmiş oldu. Mısır’ın gerdanına ipi takıp meydan-ı siyasete darağacına sürüklemeye kalkıştı. Lakin Mısır buna razı olacak mı? Kendi eliyle intihar edecek mi? İşte bu sualin cevabını Verdani’nin müdafaasına ta’yin olunan vükela-yı deaviden Mahmud Bey veriyor. Mısır’ın buna lakayd kalmayacağını en müessir bir lisan-ı vüzuhla anlatıyor! Hey’et-i nuzzar reisi müteveffa Butros Paşa Gali’nin Mısır hakkındaki Mahmud Bey’in nutku Verdani’yi müdafaa değil Mısır hükumetinin ardında gizlenmiş olan çehre-i istilaya karşı Mısır namına arslancasına bir ültimatomdur. Mısır’da bir zelzele-i Hele: “Dinleyiniz! Hamiyetiniz varsa beni dinleyiniz!” hitabı bir söz değil adeta bir alev...! Ya Rab! Pay-ı istilası altında inlemekte olduğu bir hasm-ı kahharına karşı ne büyük yürek! Ne ali kalb! Ne tufan-ı hamiyyet! Ne şirane hamaset! Ah...! İnsanlar millet muhabbetinde vatan sevdasında hep böyle birer kahraman-ı şirdil olsa...! Hep böyle istihfaf-ı hayat istihkar-ı mevt sevda-yı maali muttasıf olsa...! Biz o müdafaayı okurken hatif-i gaybdan “İşte insan böyle olur. Mertlik kahramanlık buna derler!” kelimat-ı takdiriyyesini makta olduğunu görüyorduk. O satırlar üzerinde o kadar dalmış gitmiştik ki sanki mahkemede mevcud bulunuyorduk. Sanki o barikalar saçan yıldırımlar yağdıran ağza hayran hayran bakıyorduk! Hele Mahmud Bey’in müteveffa Butros Paşa’nın sansür usulünü vaz’ ile hürriyet-i matbuatı boğmak gibi yirminci asr-ı medeniyyette dinsizlerin bile tahammül edebileceği [edemeyece ği! ] bir zulmü beyan sırasında Jül Simon’un: “Serbesti-i matbuat şerait-i mübreme-i hayatiyyeden biridir” kavl-i hakimanesini mahkeme heyetine karşı fırlatıp atması bizi gaşyetti. Mısır bizim mukaddes vatanımızdır. Mısırlılar bizim din kardeşlerimiz vatandaşlarımızdır. Onların felaketi aynıyla bizim felaketimizdir. Ba-husus Mısır’ın Ka’be-i İslam’ı Ravza-i Mutahhara-i Cenab-ı Seyyidü’l-enam’ı düşman istilasından muhafaza hususundaki ehemmiyet-i mevkiiyyesini söylersek bu mübarek kıt’aya musallat olan ellerin yapmakta oldukları fenalıktan ne kadar şikayete haklı olduğumuz bir kat daha tezahür eder. Avrupalılar bizim içimizdeki anasır-ı gayrimüslimeyi himaye bahanesiyle başımıza dünyanın belalarını yağdırıyorlar. İşte Girid Rumları gibi insaniyetin istikrah edeceği medeniyetin la’net-han olacağı canavarları şımarta şımarta tepemize çıkardılar. Böyle ezmine-i kable’ttarihiyye vahşilerine rahmet okutan insan kıyafetli hayvanat-ı müfterisenin her arzularına peki!... Her emellerine evet...! koca alem-i İslam’ın hukuk-ı mukaddese-i diniyye ve hayatiyyesini çocuk oyuncağına çevirdiler! Fakat Avrupalılar hiç düşünmüyorlar ki bu hakaretler alem-i İslam’ın ciğerlerini deldi. Kalblerini parçaladı! Hele Girid’deki tahakkümleri zehirli bir hançer oldu; ruhuna saplandı. Onlar bilirler ki dört yüz milyon İslam’ın mukaddes bir sancağı vardır. Onlar bilirler ki o mukaddes livaü’l-hamd-i İslam bir kere meydana çıkarsa dört yüz milyon İslam’ın ta son ferdine kadar direği dibinde can vermedikçe o sancak mağlup olmaz. Avrupa zırhlılarına güveniyorsa işte buna güleriz! Çünkü o zırhlılar sahilde birkaç kasabayı yakabilir. Fakat dahilde...! Dahilde...! “Eskiden beri Devlet-i Osmaniyye’yi iz’ac eden mesailden biri de Girid mes’elesidir. Girid hıristiyanları Osmanlı hükmünden çıkarak Yunan’a iltihak etmek emellerine şimdiye kadar muvaffak olamadılar. Fakat Arnavutluk’un bir kısmından zuhur eden iğtişaş üzerine arzularını yapmak için kendilerinde kuvvet buldular ciddi harekete başladılar. Fikirlerine uymayan müslümanları cebr ü tazyike kalkıştılar. Girid’in bazı şehirlerinde boykotlar i’lan ettiler. Bir Rum boykota muhalif müslümanlarla alışveriş edecek olursa cezaya uğrayacağını söylediler. Hep bunlar müslümanlar aç kalsın da hicret etsin fikirleriyle yapılıyordu. Nihayet milli meclislerinde hıristiyan meb’uslar Yunan Kralı namına itaat yeminini icra ettiler. Müslüman meb’uslara da yemin ettirmek buna karşı hıristiyan meb’uslar müslümanları müzakereye bi-hakkın galeyane getirdi. Memalik-i Osmaniyye’nin büyük şehirlerinde mitingler yapılarak protestolar icra edildi. Devlet-i Osmaniyye de bu hale rıza göstermeyip düvel-i hamiyyeye notalar verdi. Düvel-i hamiyye cevaplarında Devlet-i Osmaniyye’nin Girid’deki hukukunu himaye edeceklerini bildirdiler. Son telgraflar Yunan rical-i siyasetinin Girid işlerini son derece dikkatle ta’kib ettiklerini gösteriyor. Nim-resmi gazeteler Girid siyasilerini Devlet-i Osmaniyye’nin hukukunu sında bulunuyor. Yunan siyasilerinin bu fikirlerine sebep Devlet-i Osmaniyye’nin Yunan’a karşı i’lan-ı harp etmek istemesi ve böyle harp zuhurunda hal-i iğtişaşta bulunan bir kısım Arnavutlar’ın kardeşleriyle birlikte muharebeye koşacakları hakkındaki beyannameleri olsa gerek. Her ne ise mes’elede asıl calib-i dikkat olan cihet Girid hıristiyanlarının şu icra’atlarından binde birini müslümanlar yapmış olsa düvel-i hamiyyenin derhal kat’i kararlar ittihazıyla hıristiyanları himayede gecikmeyecekleri noktasıdır.” TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Temmuz Dördüncü Cild - Aded: Sure-i kerimeyi kıraat eden kimse eğer namazda ise kari’ ile hafazaya ve salat-ı cemaate hazır olanlara ve eğer namaz haricinde ise kari’ ile hafazaya ve sair muvahhidine şamil olur. Kari’ belki cemaatin bereketi ile ibadeti kabul olunur da hacetine icabet buyurulur diye kendi ibadetini onların ibadeti ve hacetini onların haceti ile mezceylemiştir çünkü cemaat içinde ibadet ve haceti reddolunmaz asfiya ve suleha-yı ibad bulunduğu cihetle hepsinin ibadet ve haceti reddolunması baid olduğu gibi bazısını kabul edip bazısını reddeylemek dahi Erhamü’r-rahimin’in keremine layık değildir. Guya kari’: “Ya İlahe’l-alemin! Benim ibadetim enva-ı taksir ile aludedir fakat cemi’-i abidinin ibadetleriyle memzucdur imdi olunan ibadatı birbirinden seçip de ben kulunun ibadetini reddetmek ve evliya ve sulehanın ibadetleriyle muhtelit bulunan bütün ibadatı kabul buyurmamak senin kerem-i vasiana çesban değildir... İbadatımı onların hacetimde onların hacetlerine inzimam etmesi bereketi ile bana avn ü meded kıl...” diye tazarru’ ve istirham etmiş oluyor. zamir-i mef’ulünün fi’l üzerine takdimi hasr u kasr dii bulunduğundan tertib fi’z-zikr tertib fi’l-vücuda muvafık olsun için takdim edilmiş olmak ihtimali de vardır. Takdimde şu tenbih ve irşad dahi vardır ki abid ma’bud-ı hakıkısine evvelen ve bizzat nazar edip sonra ibadete nazar etmeli ve buna da kendisinden sadır olmuş ibadettir diye nazar etmeyip belki Cenab-ı Hakk’a bir nisbet-i şerifedir ve kendisiyle Mevlası arasında bir vuslattır diye nazar eylemelidir; çünkü arifin vusulü ancak mülahaza-i Cenab-ı Kuds’te müstağrak ve ma-sivasından bi’l-külliye kaybolmasıyladır bir derecede ki hatta ne nefsini ve ne nefsinin ahvalinden bir halini mülahaza edebilir ve şayet böyle bir mülahaza vaki’ olsa bile bu mülahaza Cenab-ı Kuds’ü mülahaza etmek ve ona müntesib olmak i’tibariyle vuku’ bulur. Vüsul ancak mülahaza-i Cenab-ı Kuds’te istiğrak ve ma-sivadan bi’l-külliye gaybet ile olduğu içindir ki Hak Celle ve Ala hazretlerinin habibi lisanından diye hikaye buyurduğu kelam kelimi lisanından suretinde tahkiye buyurduğu kelama tafdil edilmiştir. Habib-i Ekrem sallallahü Teala aleyhi ve sellem efendimiz Ebu Bekir es-Sıddik radıyallahu anhü hazretleriyle garda bulundukları zaman zikr-i Mevla’yı zikr-i nefse takdim ile yar-i garına diye tesliyet buyurduğu halde Cenab-ı Kelimullah aleyhi selamullah hazretleri Kitabullah’ta zikrolunduğu üzere zikr-i nefsi takdim eyledi. kavl-i keriminde zamir-i mansubun tekrar buyurulması ibadet ile istianeden her birinin Cenab-ı Hakk’a maksur ve münhasır bulunduğunu tansis ve bir de münacat ve hitab ile ibraz-ı istilzaz içindir. Vakıa denilse atıf dahi hasra delalet ederse de bu hasr muhtemel bulunduğuna ve şu halde ibadet ile istianenin mecmuu Cenab-ı Hakk’a maksur olup her biri ayrı ayrı kasr edilmemiş olacağına mebni zamirin tekrarıyla bu Abd cemi’-i mühimmatda ve alel-husus eda-yı ibadatda taleb-i ma’uneti takdim edip sonra ibadetin Cenab-ı Hakk’a mahsus olduğunu zikr eylemesi icab eder iken ibadetin takdim olunması ruus-ı ayat tevafuk etsin ve vesilenin taleb-i hacet üzerine takdimi icabete daha dai olduğu bilinsin içindir. Vech-i takdim olmak üzre şu da denebilir ki mütekellimin badeti bir emr-i azim add ile kibir ve gururunu iham eylediğinden rütbe-i kuvvet-i nefsiyle hasıl olmayıp ancak Cenab-ı Kuds’ün avn ve tevfiki ile müyesser olduğuna delalet etsin için kavlini terdif etmiştir. Bu veche göre kavlinden maksud abdin ibadeti nefsine nisbet etmesinden husule gelen tevehhümü izaledir. Bu kavl-i kerim taleb olunan iane-yi İlahiyyenin a’zam ve ehemmini ta’yin eder cümle-i ibtidaiyyedir. Bu surette atfın terki bu cümle ile ma-kabli haber ve inşaca muhtelif olduklarından beynlerindeki kemal-i inkıtaa mebnidir. Yahud bu cümle kavl-i keriminden neş’et eden suale cevab vakı olmuş cümle-i istinafiyyedir: Guya canib-i Cenab-ı Akdes’den mehamm-ı umurda ve yahud eda-yı vacibatta size ne vech ile iane etmekliğimi istiyorsunuz diye taltifen vuku’ bulan suale ibad diye arz-ı matlub ettiler. Bu takdirce atfın terki kemal-i ittisale mebnidir. Hidayet: Matluba isal eden şeye lutf ile delalet ve irşaddır. Hidayetin ma’nasında lutuf mu’teber olduğu içindir ki hidayet ancak hayırda isti’mal olunur. Vakıa kavl-i şerifinde hidayet mehdi için lutuf ve hayır olmayan ma’nada isti’mal olunmuşsa da bu isti’mal hakıkat olarak değil nazm-ı celili gibi tehekküm tarikıyledir. ayet-i celilesinde olduğu vech ile hidayetten müştakk olan fi’lde ve yahud ile teaddi asıl olmasına nazaran kavl-i keriminde nazm-ı şerifindeki hazf ve isal muamelesi vakı’ olmuştur nasıl ki ayet-i celilesi de bu vech ile varid olmuştur. Hidayetu’llah kabil-i add ve ihsa olmayan envaa tenevvü’ eder nitekim Cenab-ı Bari buyurmuştur. Fakat birbirine terettüb eder ecnasa munhasırdır. Birincisi ifaza-i kuva-yı tabiiyye ve hayvaniyye ile ifaza-i kuva-yı müdrike ve meşair-i zahire ve batınedir. İnsandan efail’-i tabiiyyesi kuva-yı tabiiyye ve hayvaniyye ile sudur eder ve kuva-yı müdrike ve meşair-i zahire ve batıne ile mesalih-i meaşiye ve meadiyesini ifaya muktedir olur. İkincisi hak ile batıl ve salah ile fesad arasını farık delail-i nisbidir. kavl-i kerimi ile nazm-ı şerifinde bu ma’naca hidayete eyledik - İkincisinin Ma’nası: Biz hak ile batılın arasını farık delail-i nasb ile kavm-i Semud’u irşad eyledik fakat onlar bu delaili ihmal ile amayı huda üzerine ihtiyar ve tercih ettiler demektir. necdin tesniyesidir. Necd: Yüksek yola denir; ayet-i kerimede bi-tariki’l-istiare delil-i vazıh muraddır: Delil-i vazıh vuzuhuna mebni her nazırın manzuru olan tarik-i mürtefıa teşbih buyrulmuş. Üçüncüsü irsal-i rusul ve nazm-ı şerifinde bu cins hidayet kasd olunmuştur. Dördüncüsü onların kulubuna vahiy veya ilham ile serair keşf edilerek kendilerine eşyanın kema hiye fi nefsi’l-emri irae olunmasıdır. Bu cins hidayete yalnız enbiya ve evliya nail olurlar. kavl-i kerimi nazm-ı şerifinde maksud olan hidayet budur. İmdi bu makamda niyaz olunan hidayet ya karide hasıl olmuş bazı ecnas-i hidayet üzerine bakıyye-i ecnas-ı hidayetin tezyidi ve yahud kendisinde husul bulmuş hidayetin devam ve sebatı ve yahud ihsan olunan ecnas-ı hidayetten her biri üzerine teferrü’ eden kemalatın husulü ve mesela kuvve-i akliyenin kemalidir. Ve yahud akval-i rusul ve meani-i kütüb ile ihtidada rusuh hasıl olması niyaz ve tazarru olunur. İşte her kari kendi hal ve makamına çesban bir nevi hidayeti niyaz eder ve mesela seyr-i ila’llahın aksa-yı meratibine vasıl olan arifun bi’llah bu niyaz ile şu ma’nayı kasd eyler: Bizi ya Rabbe’l-alemin! Sende seyretmek tarikına irşad et ki bizden zulmet ve hicablar sıyrılsın da senin nur-ı kudsün ile istizae ederek seni senin nurunla görelim. Yukarıda zikr olunduğu üzere seyr-i ila’llahın intiha ve inkıtaiyla seyr-i fi’llah başlar ki bu makam bitmez tükenmez bir umman-ı irfandır. kavl-i kerimi dua ma’nasında siga-i emirdir. Emir oldukları zahir. Ma’nen teşarükleri her ikisi taleb ma’nasını seffül iledir yanisiga-i emir isti’la ve taazzum suretiyle irad olunursa emirdir ve teseffül ve tevazu tarikıyle tekellüm olunursa duadır. Şu halde makamı ali olan zat ma-dununa tevazu’ aks ma-dun kendisinden rütbesi yüksek olana bu sözü isti’la ve tekebbür ile söylese bu surette ona emir ıtlak olunur. Bazıları: Dua ile emir arasındaki fark isti’la ve teseffül yüksek ve dainin derece ve menziletce med’uvvdan nefsu’lemrde esfel olması lazımdır dediler. mutlaka yola ve ala kavlin açık yola denir ki şahrah ta’bir olunur – Aslı’dır. Etbakta sad ta’ya mutabık olduğundan sin sad’a kalb olundu. Mübeddelün minhe daha karib olmak için bazen sad’a harfinin savtı işmam edilir. Burada kelime-i mezkure üç türlü kıraat olunmuştur. Fakat sad ile Kureyş lügatidir ve Mushaf-ı Osman’da bu suretle mürtesemdir. Cem’i’dur: Kitap ile kütüb gibi. Tezkir ve te’nisde gibidir; tarik lafzı nasıl mezkur ve müennes kılınırsa sırat lafzı da mezkur ve müennes kılınır. Tezkir lügat-ı Temim Te’nis lügat-ı Hicaz’dır. doğru demektir. Sırat-ı müstakım ile alel-ıtlak tarik-ı hak muraddır ister nefs-i millet-i İslam olsun ister millet-i İslam’ın bab-ı ef’al ve akval ve ahlakta ve gerek halk eylediği hak olsun. Bazıları onunla millet-i İslam muraddır dediler. Musannif Mesabih şerhinde dedi ki sebilu’llah re’-yi kavim ve sırat-ı müstakım demektir ki bunlar da i’tikad-ı hak ve amel-i salihden ibarettir. Sebilu’llahın ahadı teaddüd etmez ve cihatı muhtelif olmaz lakin onun derecat ve menazili vardır ki salik onu ilim ve amel ile kat’ eder. Bir kimse ayağı kayıp da bu menazilin birinden inhiraf edecek olursa şahrah-ı istikameti kaybedeceği şüphesizdir. Sırat-ı müstakım ile murad din veya hak veya adl ve hududdur dediler. Biz deriz ki akaid ve adaba ve ahkam ve tealime mütedair olarak saadet-i dünya ve ahirete isal eden her ne var ise cümlesi muraddır. Bunlardan musıl-ı saadet olanlara niçin sırat ve tarik tesmiye kılındı? Bunlardan mesela hakkı ki Cenab-ı Bari’ye ve nübüvvete ve ahval-i kevn ve nasa i’tikad-ı sahihden ibarettir ele alalım bunda ma’nayı sıratı vazıhan görürüz; çünkü tarik kasd eylediğim gayeye vusul için benim seyr u süluk ettiğim şeydir hak da akıde-i sahihada vakı’ olan keyfiyyatı bana beyan eylediğinden o da sübül-i müteferrika-i mudılle arasında cadde gibidir; şu halde hisse-i nisbet ile tarik-i vazıh ne ise akıl ve nefse nisbet Hudud ve ahkamdaki ma’naya nazar-ı im’an ile nazar etsen bunların sırat ve tarike teşbihdeki vechi dahi vazıhan görürsün. Ahkam-ı a’mal vacib mendub mübah muharram mekruha taksim edilmiş olduğundan bu taksim hayrı şerden nefs ve ictihadımızla temyiz hususunda bize suhulet-bahş olmuştur ve binaenaleyh ahkamın hidayet-i kübra olan din ile beyanı amelen süluk olunur tarik-i vazıh gibidir. İnsan kendine tab’an ve fikren ihsan olunan enva-i hidayatta saadete musıl olur vech ile seyr u süluk edebilmek için inayet-i hassaya şiddet-i ihtiyac ile muhtac olduğundan Cenab-ı ecellu a’la bizim Zat-ı uluhiyyetine iltica edip de ehva-yı nefsaniyyemize karşı bize nusret ihsan etmek için kendisinden tazarru-i hidayet etmekliğimize ve bize inzal olunan şeriat ve ahkamı ma’rifet hususunda bezl-i fikr ve makderet eyledikten sonra ancak Zat-ı uluhiyyetinden avn u meded taleb etmeğe bizi irşad buyurdu. Bu taleb-i hidayet saadet-i dünya ve ahireti müştemil olup Cenab-ı Hakk’dan avn u mededini taleb eylediğimiz umurun cümlesinden efdal olduğu cihetle Hak celle ve ala hazretleri kavl-i şerifinde istianenin hasseten Zat-ı akdes-i kibriyasından olacağını bize ta’lim buyurduktan sonra bu ayet-i celilede dahi nasıl istiane edeceğimizi bize ta’lim buyuruyor. – – Cedd-i samiyy-i nebevi Abdulmuttalib bin Haşim hulema ve hukema-yı Arab silkinde ma’dud olup gayet ali-şan bir zat idi. Malik olduğu akl-ı selim sayesinde şürb-i hamr gibi ef’al-i habiseyi nefsine tahrim etmiş cebel-i Hira’da tahannüs “bi’t-tevali birkaç gece meks ve aram ile teabbüd” edince bilcümle fukara ve mesakini it’am cebel-i mezkura suud ile bir müddet şuunat-ı Subhaniyye tefekküratına hasrı meram ederdi. Ahyanen kuşlara ziyafet olmak üzere ruus-ı cibale et’ime-i münasibe vaz’ ettirirdi. Bu münasebetle kendisine “mut’imu’t-tayr” unvanı verildiği gibi “feyyaz” mahlasıyla da yad olunmakta idi. Asl-ı ism-i şerifleri “Şeybetü’l-hamd” olup sinn-i şeyhuhete vasıl ve mehamid-i cemileye nail olması ümidiyle tefe’ülen bu nam ile tesmiye kılınmıştı. Filhakıka zat-ı valaları bu meziyyet-i aliyeyi tamamen haiz olarak tebcilat-ı umumiyyeye mazhar olmuşlardı. Kendisi pek ziyade muammer olup ömr-i tabiiyi tecavüze muvaffak olduğu gibi siyadet-i amme ihrazına medar olan evsaf ve ef’al-i pesendide ile mümtaz olmasına binaen bila-müdafaa seyyid ve şerif tanılır vekayi-i azimede bütün kabail-i Kureyş tarafından melce’ ve mefza’ ittihaz edilirdi. Abdulmuttalib unvanıyla kesb-i iştihar etmesi pederi Haşim’in hin-i vefatında biraderi “Muttalib”e hitaben “Yesrib’deki oğlumu unutma buraya al o senin abdindir” demesi dolayısıyladır. Bir rivayet böyledir. Diğer rivayete göre Haşim’in vefatından sonra amcası Muttalib validesini bi’l-irza “Şeybe”yi Medine’den alması üzerine kendisine bir hulle-i Yemaniyye ilbas ve bindiği deveye irdaf etmiş Mekke’ye girdikleri esnada görenler nur-ı cemaline hayran olarak Muttalib’in kölesi zannıyla “Abdulmuttalib’e bakınız” diye yekdiğerine hitab etmişler. Muttalib her ne kadar beyan-ı hakıkat eylemiş ise de bundan dolayı bu ünvan-ı garib nam-ı aslisine galib olmuştur. Bazıları da yetim olarak Muttalib’in nezdinde bulunması hasebiyle bu ünvanla yad olunurdu demişlerdir. Abdulmuttalib güzel terbiye görerek ekmel-i evsafı haiz olmuştu. Amcası Muttalib’den sonra risyaset-i Mekke kendisine tevdi olundu. On’dan ziyade erkek evladı var idi. Daima onları mekarim-i ahlaka tergıb ve ef’al-i redi’eden terhib ve teaddiye ictiradan şiddetle zecr edip “zalim olanların akıbetleri vahim olur zulme inhimak eden behemehal cezasını bulur” derdi ve bu hakıkate dair pek çok misaller gösterirdi. O sırada Suriye diyarında zulm-i enam ile müştehir bir herifin mes’udiyyet ile ifna-yı hayat ederek vefat eylediği kendisine şöyle cevab verdi: “O halde bu alemden başka bir alem daha olmak iktiza eder ki cezasız kalan zulümlerin ukubeti orada tertib olunsun muti’ ve mazlum kullara da mükafat-i laika Devr-i cahiliyyetde bulundukları halde müşarunileyh gibi daha bazı akl-ı selim erbabı bu gibi ahval ile alem-i ahiretin hikmeten lüzumuna istidlal etmiş adalet-i Rabbaniyye’nin suret-i katiyyede tahakkuk edebilmesi için dar-ı cezanın mevcudiyyetine kail olmuşlardır. Abdulmuttalib hazretleri ahir-i ömürlerine doğru ibadet-i esnamı bi’l-külliyye terk ile her ma’nasınca tevhid-i Bari’ye muvaffak olmuştu. Rivayat-ı mevsukeye nazaran Kitap ve sünnette varid olan birçok mehasin-i amal ve mekarim-i hısal –ilham-ı Rabbani eseri olarak– nezd-i müşarun ileyhde be-gayet mültezim bulunmakta idi. Mesela nezre vefa nikah-ı meharimden imtina mev’ude katlinden zecr-i şedid hamr ve zina gibi habaisi tahrim Beyt-i şerifi uryan olarak tavaf etmeği takbih bu cümledendir. Bunların cümlesi İnsanu’l-Uyun’da İbni Cevzi’den naklen ta’dad olunmuştur Kezalik Mevahibu’l-Ledunniyye’de tasrih olunduğu üzere daima kendisinden raiha-i miske şebih revayih-i tayyibe intişar eder cebin-i paklerindeki nur-ı rahşan-ı Muhammedi uzak mahallerden müşahede edilirmiş. Müşarun ileyhin sitayişine dair Huzafe nam şair-i cahilinin kur matlai hem nam-ı kadimini hem de bu hassa-i nuraniyyetle Hatta bu nur-ı mübarek sayesinde kaza-yı havaic vukuunu mükerreren tecrübelerine binaen kavm-i Kureyş kaht-ı şedid isabetinden korktukları hengamda müşarunileyhin koltuklarına girerek kemal-i i’zaz ve ihtiramla isitska duasına çıkarılmasını husul-i icabete vasıta-ı yegane addederlermiş. Rasul-i Ekrem efendimiz hazretleri alem-i şuhudu teşriflerinden sonra Abdulmuttalib kendilerini de istiskaya beraber götürürdü bi-iznillah her zaman eser-i icabet müşahede olunurdu. Ebu Talib’e de lede’l-icab Fahr-ı alem efendimiz ile tevessül olunmayı tavsiye etmişti. Vak’a-ı filde dahi müşarunileyh leşker-i a’danın helakına dua edip asar-ı icabet der-akab ru-nüma oldu. Binlerce düşman Mekke’ye yak- [ Tekvir /-] nazm-ı celili ile laşıp kemal-i savletle hücum edecekleri hengamda bütün ahali Abdulmuttalib’in başına toplanarak istimdad etmişlerdi. Müşarunileyh cümleye hitaben irad ettiği nutk-ı beliğine şu sözleri de ilave eylemiş idi ki metanet-i kalbiyyesine hüsn-i i’tikadına bürhan-ı celidir: “Ya ma’şera Kureyş! Bu Beyt-i şerifi hedm ve tahribe kimse kadir olamaz. Hiç merak etmeyiniz bu bina-yı alinin büyük sahibi hıfz ve himayesini bizden diriğ etmez” O gün estar-ı Ka’be’ye sarılarak arz ettiği münacat-ı valihane cümlesinden bu beytler bilcümle ahalinin ziver-i hatıraları olarak payidar olmuştur: ‘ Allahümme’nin muhaffefidir. emtia-i beyt ma’nasınadır. Burada sükkan-ı Harem muraddır. ehl-i salib demek onun atf-ı tefsiridir ki salibe çelipaya tapan kimselerden ibarettir. kesr-i mimiyle kuvvet ve mekide müradifidir. O sırada Hebeşistan tabiiyyetinde bulunan San’au’lYemen Emiri Ebrehe bin es-Sabah ile maiyyetindeki asakir din-i Nasraniyyet üzerine idiler. Ahali-i Mekke alel-ekser putperest idiyseler de Bari-i Teala hazretlerine halıkıyyette şerik isbat etmedikleri cihetle kendilerini ekanim-i selaseye kail olanlardan ziyade tevhide akreb görürler ve bu münasebetle himaye-i Subhaniyye’ye liyakat iddiasında bulunurlardı. tirhamatı muhtevi oluyor. Ka’be-i muazzamanın hedm ü tahribi ile Kureyşi’leri belki bilcümle kıt’a-i Hicazi’ye sükkanını kahr ve tedmir için gelen Ebrehe ordusunun bu hareketlerine illet-i baise gerçi adavet-i diniyyeden ziyade emr-i siyaset esbab-ı iktisadiyyeye riayet idi. Çünkü Beyt-i şerif’e bilcümle akvam-ı Arabiyye’nin irtibat-ı kalbiyyeleri her sene beray-ı ziyaret orada uhuvvet etmeleri San’a Hükumeti’nin devam-ı mevcudiyyetine diyar-ı Yemaniyye’nin ma’muriyyetine hizmet etmezdi belki bi’l-aks badi-i tezelzül ve harabi olabilirdi. Binaberin akvam-ı mezkureyi kendi tarafına celb ile bi’lvücuh müstefid olabilmesi için Ebrehe San’a şehrinde gayet müzeyyen ve muhteşem bir kilise bina ettirdi bundan böyle nasın zinet ve ihtişamdan ari olan Ka’be’yi terk ile beray-ı hacc ve ziyaret oraya gelmeleri evla olacağını bütün kabail-i Arab’a i’lan etti. Arab’lar ise bu da’vete icabet edecekleri yerde kavlen ve fi’len tezyifatta bulundular. Kendisini ve kilisesini tahkiri havi hicviyyeler inşad ettikleri gibi içlerinden bazı fedai kesan San’a’ya kadar giderek esna-yı leylde kiliseye taarruz ettiler. Bunun üzerine Ebrehe ibraz-ı satvet ile Ka’be’yi yıkmadıkça rağbet-i umumiyyenin ol canibe celbi kabil olamayacağını mülahaza etti ve bir azim ordu istishab ederek yola çıktı. Tezyid-i mehabet ve terhib-i ibad için Habeş diyarından muallem filler getirterek ordunun ön tarafına ikame etti. Bu minval üzere geçtiği yerleri titreterek ortalığa dehşet ika’ ederek Mina ile Müzdelife arasındaki vadi-i Muhassar nam mahalle kadar geldi fakat filleri oradan ileri sürmeye kadir olamadı. Bi’l-hassa Mahmud isminde gayet büyük beyaz fil yere çökerek Mekke’ye doğru bir adım atmaz oldu. Halbuki uhalif semte tevcih olundukta pek a’la yürürdü. Bu hal onlar olmadılar. Filleri bırakarak ileri doğru hareket ettikleri hengamda üzerlerine ebabil kuşları taslit olunarak onların attıkları fiske taşları başlarına dokunarak dimağları akmasıyla yahud mezkur taşlardan münteşir mikropların tevlid ettiği cerihalar te’siratıyla az zaman içinde helak olup gittiler. Mukaddema ifade kılındığı üzere bu vak’a-i azime viladet-i seniyye senesi vakai-i harikasından irhasat-ı celile-i Nebeviyye cümlesinden olup amm-ı fil diye Arab’ların tarih tuttukları bir hakıkat-ı sabitedir. Kırk sene sonra nazil olan Kur’an-ı Kerim’de bu inayet-i Bari tezkir olunarak kavm-i Kureyş’e imtinan-ı azim beyanını havi olan sure-i mahsusada hitab amm tarzında muştur. Çünkü o esnada ber-hayat bulunanların birçoğu vak’ayı ra’ye’l-ayn müşahede etmiş bir kısmı tevatür sayesinde meşhudat gibi cezm ve teyakkun eylemiş idi. Hürriyyetin ferda-yı i’lanından i’tibaren namütenahi risaleler gazeteler kitaplar meydana çıktı. Bunların hepsi için faideli demek dalkavukluk olacağı gibi hepsi için faidesiz demek de pek bayağılık olur. Evet bi-tarafane münsifane bir hüküm vermek icab ederse iki seneden beri pek nafi’ pek ali eserler intişar eylemekle beraber pek muzır pek rezil cinayetnameler de ortaya kondu. Ne yapalım! Sa’di’nin dediği gibi meşrutiyetin serbesti-i matbuatın feyzi de her tabakada başka başka asar husule getiriyor. Nemize lazım! Biz Osmanlıların menf’ati gözetilerek yazılan eserlerin sahiblerine samimi teşekkürlerimizi hürmetlerimizi arz ederiz; ahlak-ı milliyyemizi altüst etmek için çıkarılan mülevves sahifelerin de yüzüne tükürür geçeriz. Sıratımüstakım’in delaletiyle intişar eden Alem-i İslam’ın hazretleri seyahatnamelerini neşr edeceklerine dair çoktan vaadde bulundukları için biz de kemal-i iştiyak ile hayli zamandır bekliyorduk. Evet bilad-ı garbın ahvalini tasvir edecek seyahatnamelere bizce lüzum olsa bile ihtiyacımızı ber-taraf etmek her zaman elimizdedir. Çünkü o gibi eserleri gerek başka lisandan gerek tercümelerinden bol bol okur el-hasıl Avrupa hakkında istediğimiz kadar ma’lumatı istediğimiz eserden alabiliriz. Lakin Asya’yı hangi eserden öğreneceğiz? İ’tiraf etmeliyiz ki dünyada en az bildiğimiz bir kıt’a varsa o da kendi menşeimiz kendi memleketimiz olan Asya’dır! Bu eski dünyadaki bitmez tükenmez biladın en meşhurlarını yalnız isimlerini bilmek suretiyle tanırız; o mütenevvi’ iklimlerde yaşayan akvamın lisanlarına ahlaklarına adetlerine dair o da yanlış olmak şartıyla az şey biliriz. Vakıa garblı seyyahlar şarkta gezerek birer seyahatname yazmışlarsa da onlara ne dereceye kadar i’timad olunabilir bilemem. İbrahim Bey merhum ile bir gün Şam’da oturuyorduk. Söz müşarunileyhin Avrupa’daki müsteşriklerle buluştuğu devre intikal etti: Burada ismini söylemek biraz kabalık olacak bir müsteşrik kendisine Tibet hakkında yalan yanlış bir yığın ma’lumat verirken sol elini göstererek: “Bak! Benim bu elim işte orada sakat oldu” demiş. İbrahim Bey bu vak’ayı yine o memlekette birine anlatınca karşısındaki: ‘”Hay maskara herif hay! Size böyle söyledi ha! Ayol o anadan doğma sakattır. Hatta çocukken biz onu çolak! diye kızdırırdık” demiş. Şimdi bu kadar cesur bir yalancıdan kimsenin gidip görmeyeceği memleketler hakkında neler beklemezsiniz! Gerçek! Bizim Evliya Çelebi merhum da var... Lakin doğrusunu isterseniz benim ondan da gözüm yılmıştır. Anlaşılan merhum ara sıra cezbeye gelirmiş ki eserlerinde ancak meczublardan sadır olacak rivayetler var: Bizim Ayasofya Camiinin üç yüz kapısı olduğunu altından bir ucu ta kubbeye dayanan bir gizli yol olduğunu ben Hazret’in bir eserinde görmüştüm. Herkesin bildiği Ayasofya hakkında böyle söyleyen bir seyyah artık Çin-i Maçin faslında neler söyler yahud neler söylemez! Sözü uzatmayalım biz Asya’mız hakkında doğru ma’lumatı doğrudan doğruya Abdurreşid İbrahim Efendi hazretlerinden alacağız. Müşarunileyh Japonya’da Çin’de Hindistan’da Osmanlı toprağına geldikten sonra yine Sırat’a derc edilen hutbeleriyle kendisini sevgili kari’lerimize tanıttırmıştır. Onun bahs etmeyeceğiz. Hazret Asya’nın her tarafını senelerce gezmiş bir koca kıt’ada sakin insanların mazisini tahkik etmiş halini tedkık etmiş bunlarda saadet görmüşse esbabını aramış. Sefalet görmüşse menbaını taharri etmiş. Evladını ıyalini memleketini sırf bir hiss-i cuş-a-cuş-ı hamiyyetle bırakıp yola çıktığı halde gezdiği yerlerde hiç hissiyatına mahkum olmamış. Evet alem-i İslam’ın felahı için çarpınıp duran bu muazzam kalb başkalarının fezailine karşı la-kayd kalmamış: O bir mecusiye bir budiye atf ettiği nazar-ı tedkık ve intikadı bir müslümana da atf etmiş. Bugün zillet içinde sefalet içinde çalkanıp duran cihan-ı şında ağlatmış olmakla beraber o etrafını iyi görmek için gözlerini sile sile yolunda devam eylemiş. Evet oturup ağlamanın şu üç yüz milyonluk insan kitlesinin haline acımanın hiçbir faidesi yoktur. Va esefa ki cibilliyetsizlerimiz şark tarafına dönüp bakmayı medeniyetlerine zül saydıkları gibi hamiyetlilerimiz de müslümanların felaketine müteessir olmakla kendilerine vazifelerini ifa etmiş nazarıyla bakıyorlar! Siz benim uğradığım musibetten müteessir olmuşsunuz; pek a’la! Teşekkürler ederim. Lakin bu teessürünüzü bana kavlen değil fi’len bildirseniz yani benim derdimi elinizden geldiği kadar ta’dile çalışsanız daha iyi olmaz mı idi? Düşünmelisiniz ki siz bana dest-i muvasatı uzatmakla yalnız bir vazife-i insaniyyet ifa etmiyorsunuz kendi hesabınıza kendi mevcudiyetinize de çalışmış oluyorsunuz. Vakıa Abdurreşid’in bu seyahatnamesi insana o kadar keyif vermiyor. Çünkü birçok acı hakıkatleri olanca acılığıyla olanca üryanlığıyla gösteriyor. Şarkın emraz-ı ictimaisini ortaya döküyor. Lakin hastalık bütün a’razıyla edvarıyla meydana çıkmalıdır ki müdavatı kabil olsun esbabı ber-taraf edilebilsin. Eser gayet sade bir lisan ile yazılmış ötesine berisine resimler serpiştirilmiştir. Ben çoktan beri bu kadar samimi bu kadar müfid lakin bu kadar müessir kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Arablar “Söz ruhtan çıkarsa ruha girer; ağızdan çıkarsa kulak hududunu aşmaz.” derler ki ne kadar doğrudur! Bakılsa Abdurreşid’in yazısında hiçbir san’at yok. Hiçbir incelik yok. Lakin hiçbir san’atın hiçbir inceliğin ruhta husule getiremeyeceği teessüratı bu tabii samimi sözler ani bir surette hasıl ediyorlar. Zaten Hazret’in meclisi de öyle değil mi? Binlerce huzzara karşı irad ettiği hutbelerde memleketine mahsus şive ile mutantan bir terkibden imdad istemeyerek gayet açık bir lisan ile yürüttüğü mülahazat cemaati meshur ediyor; namütenahi söylese insanın na-mütenahi dinleyeceği geliyor. Şimdi bize bu kadar mühim bu kadar nafi’ bir eser ihda ettiği için Abdurreşid’e büyük büyük teşekkürler eder; bir an evvel ikmal-i tab’ı için ne kadar fedakarlık mümkün ise diriğ buyurmamalarını ayrıca niyaz eyleriz. Bu gibi şeyler uzun uzun müzakerelere tevakkuf eder. Öyle aklına gelen cem’iyet yapmaya kalkışırsa sonra memlekette hiçbir şube-i fen ve sanatta iş görülmek mümkün olmaz. Yapılacak şey hakkında günlerce müdavele-i efkar olunacak. Mazarratı menfaatı piş-i mülahazaya alınacak. Sonra para mes’elesi son derece bir intizama rabt olunacak. Zira bu gibi cem’iyetlerin istikbali para ile te’min olunur. Eğer para işleri muntazam bir kanuna rabt edilmezse yalnız bir adama teslim ile muhafaza olunamaz. Bir adam ne kadar emin olsa yine para hususunda emniyet olmamalıdır. Emniyet ne kadar olunsa eğer bir kaideye rabt olunmazsa yine boştur; o adamdan bir zarar gelmese de intizamsızlık hasebiyle haricten gelir. Ama intizam ile kaide ile suiisti’malin önü alınır. Bunun için bu hususta son derece dikkat ve Şimdi Bursa gibi merkeze yakın büyük bir şehirde böyle muntazam bir maarif cem’iyeti te’sis olunursa bunun te’min edeceği menafi’ ne kadar büyük olur. Paraya mı muhtac!.. diyeceksiniz; asla! Ona hayrat olarak sadakasını zekatını verecek Bursa’da pek çok erbab-ı hamiyyet vardır. Sonra vasiyetler de olur. Bizim Rusya’da böyle vasiyetler pek çok olur. Ahmed Bey Hüseyinof vefat ettiği zaman üç yüz bin ruble vasiyet etti. İki yüz bin rublenin cihet-i sarfını gösterdi. Yüz bin ruble için de dedi ki : “Bunları bankaya vaz’ ettim. Senedi de budur. sene bankada kalacak. Bu müddet zarfında teraküm eden neması ile gayet büyük bir meblağ olduğu vakit alınacak. Orenburg Cem’iyeti ma’rifetiyle Orenburg vilayeti etrafında bulunanların menafiine sarf olunacak.” Çünkü reis ma’lum değildir ki belki gelecek sene başkası intihab olunur. Bir fenalık edince azl ederler. Bu cihetle hiç bir vakit bir paranın ziyaına mahal kalmaz. Böyle yirmi otuz senelik cem’iyetler var. Hiç bir parası zayi’ olduğu görülmemiştir zaten zıyaı da mümkün değildir. Benim size tavsiye edeceğim şey– tabii bu tavsiye büyüklük sıfatıyla değil insaniyet namına sizin menfaatinizedir– Şu masum evladlarınızı düşünmelisiniz. Eğer cem’iyetler te’sis ederek hem milletinizi hem etrafınızı ilm ü ma’rifet nuruyla nurlandırırsanız o vakit hem tarihin muahezatından kurtulmuş olur hem de o münevver sayfaları lekelemekten vikaye etmiş olursunuz. her müslüman ve her evlad-ı vatan– her kim olursa olsun– çalışırsa inşaallah az zamanda istikbalimiz pek parlak olur. ve tenasur ile insanlar meydana gelmiş bu ana kadar yaşamış ve yaşamaktadırlar. Bir memlekette hıristiyan da yaşayabilir Geçende de söylemiştim biz Rusya’da fevkalade yaşıyoruz. Ama Rusya hükumeti zulm eder o başka. Fakat Rus milleti Ruslar da. Muhtelif milletlerin bir memlekette birlikte yaşamaları umur-ı adiyedendir. Ne mezhebde olursa olsun güzel geçiniriz. On on iki sene mukaddem ben sevk-i kaderle İstanbul’da Çekmece civarında çiftçilik ettim. Taht-ı idaremde elli kadar muhtelif mezhebe mensub adam vardı. Aralarında hiç bir münaferet görmedim. Daima kardeş gibi geçinirler onun ihtiyacını öteki verir ötekininkiyi bu verir. Böyle güzel güzel yaşarlardı. Ve zaten yaşamamak için de hiç bir sebep olamaz. Yalnız işte müstebid hükumetler tabiiyyetindeki milletler beyninde tefrika çıkarmaya o sayede yaşamaya çalışır. Akvamın hürriyetini imha için en birinci vasıta budur. Medeniyet ve maarifin en yüksek tabakasında olduklarını iddia eden İngilizler bile bu tefrikacılık politikasından fariğ olamıyorlar. Zira İngilizlerin menfaati milel-i mahkumenin tefrika halinde bulunmasındadır. Bugün Hindistan ittifak ederse İngilizler orada durabilir mi? Bunun için elden geldiği kadar aralarına tefrika sokmaya yeni yeni mezhebler çıkarmaya çalışacaktır. Bugün Mısırlılar ittifak ederse İngiltere üç gün orada duramaz. Yirmi dört saat içinde çıkarırlar. Fakat Mısrileri o kadar tefrikaya duçar etmiştir ki insan hayret eder. Sırf millet arasında tefrika çıkarmak için adamları vardır. Gece gündüz bu naşir-i medeniyyetler! tefrikacılık ile meşgul olurlar. Mesela: Şafiilere giderler: “Bunlar sizi adam yerine koymuyorlar” öteden Haniflere giderler: “Bu şafiiler sizi harab etti” derler. Böyle milleti birbirine düşürmeye uğraşırlar. Müslümanlar da zaten tefrikacılıkta yekta. Böyle birkaç bin İngiliz milyonlarca ehl-i İslam’ı kabza-i teshirinde istihdam ediyor. Bu meslek-i tefrika-cuyane ile uğraşanlar öyle olur olmaz adamlar da değillerdir. O gibi naşir-i medeniyyet ve insaniyyet! zevat bittabi’ “Ben İngiltere tarafından sizin beyninizi tefrik için geldim” demez; içimizde bulunur gayet güzel ahbab olur dolaplarını kurar bizi girdaba düşürür. Haberimiz olmadan yekdiğerimize karşı silaha sarılmış bir kıyamettir gidiyoruz. Bir numunesini Rusya’da aynel-yakin müşahede ettik. rette yapılmış bir manevra idi. Yaptılar çıktılar ve fırsat bulurlarsa yine yaparlar. Zira herkesin menfaatini düşünmesi kaidedendir bittabi’ hükumet de bunu düşünür. Buna mukabil biz de onların tuzaklarına düşmemek için çalışmak tedabir-i tahaffuziyye düşünmek vazifemizdir. Öyle kör körüne tuzağa düşecek av bulan “Aman düşeceksin sakın” der mi? Hiç bir avcı bunu yapmamıştır. Rast getirdi mi hiç aman vermez yakalar tüylerini yolar derilerini çıkarır fırına verir. Onun için milletler de kendini düşünmeye mecburdur. Daima bu gibi cem’iyetlerde konferanslar vasıtasıyla milletin bırakmamalı. Milletler kendileri de istikballerini düşünmeli. Hususan biz İslamlarda bu çalışmak mes’elesi pek çok defalar emir buyrulmuştur. Değil hayat-ı ictimaiyye için hatta hayat-ı şahsiyyemiz için sarf edeceğimiz mesainin sevaba mukarin bulunduğu hakkında tebşirat-ı aliyyede bulunmuşlardır. Bir çiftçinin nefsi için çoluk çocuğu için vurduğu kazmaya şu kadar sevab ihsan buyrulmuştur. Şu şöyle bu böyle... Talimat-ı şeriyye hep istikbal-i millet için. bu hadis-i şerif sarihtir. Bir saat tefekkür ve mülahaza yetmiş sene gafilane ibadetten efdaldir buyurmuş sav efendimiz. Bundan büyük söz olur mu? Buna ulemamız demiş ki: Ahval-i alemi ecram-ı semaviyyeyi düşünmek bu kadar ecre sebeptir. Öyle olsun yıldızları ahval-i alemi düşünmek için Allah bizlere bu kadar ecirler va’d ederse ya gözümüzün önünde ölen şu ciğer-parelerimizi şu masum evladlarımızı düşünmek sabah akşam gördüğümüz kardeşlerimizin halini mülahaza etmek daha ziyade ecr-i mucib bir tefekkür olduğuna kim şübhe eder? Bizim bugün Avrupalılardan geri kalmamıza sebep nedir anlayamıyorum. Onlar gibi biz de insan değil miyiz? Onlarda kafa var da bizde yok mu? Onlarda akl u irade bizde yok mu? O halde ne için onların yaptığını biz yapamayacağız? Biz böyle milletimizi evladlarımızı istikbalimizi düşünürsek yekelimesi Niçin düşünmeli? Ki: Avrupalılar İstanbul’dan Rusya’ya kadar mesafeyi iki üç saatte kat ettikleri halde biz sekiz dokuz saatte ancak kat’ edebiliriz! İnsan düşünmeye başladı mı her türlü terakkıyat vücuda gelir. İş tefekkürde mülahazadadır. Dünyadaki bu kadar muhteriat bu kadar keşfiyyat bu kadar terakkıyyat hep düşünmek sayesindedir. Elektrik ziyaları düşünmek sayesinde vücud bulmuştur. Her şeyin esası düşünmektir. Düşünmeden hiç birşey olmaz. Düşünmekle herşey olur. Fikr ede ede Allah kalbine ilham eder bir elektrik ziyası keşf eder. buyuran daima tefekkür ve mülahazaya sevk eden bir şeriat-ı celile maarife terakkiye mani olur mu? Amerika’da Edison’un kalbine ilham ettiği gibi biz düşünürsek bize de ilham eder. Belki daha alasını. Fakat düşündüğümüz yok. Arkadaşım kahvede bekler iskanbil oynayacağız. Felaketin esası burada vakit bulamıyoruz. Boş şeylerle vakit geçiriyoruz. Ben Japonya’da bulunduğum zaman pek çok yerleri gezdim. Cenubda gezmedik hemen hiçbir yer kalmadı. Yalnız şimalde bazı gitmediğim yerler kaldı. Her nereye gittimse ne kahve gördüm ne sefahathane. Maamafih büyük şehirlerde gazino da var sefahethane de. Fakat bu da Avrupalıların yadigarıdır. Onların bulunmadığı memleketlerde yoktur. Yalnız nazar-ı dikkatimi celb eden birşey var ki çok hoşuma gitmiştir. Bir gün köylerde gezerken bir köye geldim. bu? diye merak ettim. Gittim orada böyle sizin gibi birçok efendiler gördüm. Ellerinde ok yay gibi şeyler talim ediyorlar. Bizim babalarımızın kullandığı oklar. Çok dikkatimi celb etti düşündüm: Ne demek olacak? Biraz daha ilerledim. Birine sordum: – Bu hal nedir? – Buna yumya derler dedi haftada bir defa köylüler ettirirse on alır kim ettiremezse on verir. Biz de düşündük taşındık kese ile müşavere ettik; bir turamadım. – Niçin bunlarla uğraşırsınız? diye sordum. Dediler ki: – Evvela tarihi bir şeydir. Vakıan bugün ihtiyac kalmadı. Fakat biz eğer bunu muhafaza etmezsek ortadan bu kaybolacaktır. Tarihimizin bir cüz’ünü kaybedeceğiz. Eğlence için yapmışızdır. Ahalimiz gelir bunlarla uğraşır jimnastik yerini de tutar. Aynı zamanda nişancılığı da öğrenir. A’sar-ı atikaya Japonya’da pek büyük ehemmiyet verilir. Böyle müesseseler hemen her köyde imparatorun fermanıyla açılmıştır. Tarihlerinin hiçbir kısmını unutmak zayi etmek istemiyorlar. – İşte bu yumya bizim milletimize çok hizmet etmiştir. Unutmayalım diye bir eğlence yaptık. Haftada birgün her köyde beş saat bununla geçiriliyormuş. Böyle millet elbet milliyyetini unutmaz. Kahvelerde sarkmaz. Eğlencelerinde bile istifade var. Biz ise talebemiz için yahud halkımız için birşey düşünecek olsak ne yaparız?.. Ha.. Avrupa’da şöyle şöyle birşeyler var.. diye mutlaka fikrimiz Avrupa’ya gider. Milletin eğlencesi oturması kalkması litliğin bu derecesi maskaralıktır. Bu milletin hiç mi mazisi yok? İçinde hiç mi adam kalmamış? Hep aciz hep miskin. Hep mukallid. Hep ölü mü? Niçin kendimiz birşey düşünemeyiz? Hep Avrupa’nın mukallidi esiri hizmetkarı mı olacağız? Millet kendini düşünürse milliyetini nazar-ı i’tibara almazsa hiçbir zaman şan u şevket sahibi olamaz. Japonlar mesela eğlence için ok kullanıyorlar. Halbuki ona ihtiyacları var mı? Elbet yok. Donanmaları topları tüfekleri esliha-i nariyyenin enva’ı yapılıyor. Hiçbir vakit ihtiyac messetmeyecek. Fakat muhafazasını millet vazife bilmiş. Onlar asar-ı atikalarına o kadar dikkat ederlermiş ki bugün adat-ı milliyyelerinden hiç birisinin zayi’ olmasını istemiyorlar. Bugün hiyeroglif yazının ne kadar müşkil bir yazı olduğunu şekli var. Japon yazısı da böyle bir şeydir Okuyup yazabilmek fun değil bir harfini zayi hatta yeniden birşey icad olunduğu zaman kendi lügatlerine karib birşey vaz’ ile onu lisanlarına alıyorlar. Bugün ne kadar muhteriat varsa kaffesinin esamisi kendi lügatlerine göredir. Bunlar böyle çalışıyorlar. Bu işleri gören hep millettir. Ahlak-ı milliyye muhafazasına mahsus bir cem’iyet var ki beş milyon a’zası vardır. Tarihlerin muhafazasına çiftçilere arabacılara mahsus hep ayrı ayrı cem’iyetler var bu suretle pek çok cem’iyetler köylere varıncaya kadar taammum etmiş. Böyle iş görmekteler. Bunun için bugün kendilerinin üç misli ziyade olan Ruslar’a öyle bir oyun oynadılar öyle bir kahramanlık gösterdiler ki Ruslar kıyamete kadar bunun acısını unutmayacaklardır ve intikamını kıyamete kadar çalışsalar yine alamayacaklardır. Ruslar’da o itaat Japonlarda o çalışma varken mümkün değil bunun intikamı alınamaz. Gözümüzün önünde belki bütün cihanın piş-i takdirinde mücessem bir millettir ki çocuklar bile Japonya’nın ismini bilir. Ne ile bu namı kazandılar? İşte bunu kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkate almalıdır ki işin esası buradadır. Evet bunlar milliyetlerini muhafaza ederek zamana muvafık bir sa’y ile çalıştılar. Bu sayede teali eylediler. Biz de o suretle çalışırsak herşeyin esbabına teşebbüs edersek ve milliyetimizi Frenk milliyetine tahvil eylemezsek şübhe yok biz de terakkı ederiz. Zaten burada esbab min külli’l-vücuh var. Herşey hazır. Yalnız lazım olan birşey varsa o da teşebbüs etmek çalışmak gayret ve faaliyyet göstermektir. Buna başladığımız gibi muvaffak olacağımız gün gibi aşikardır. Bunun için işte hemen işe başlamalıdır. Ben bunu sizden rica ederim. Siz de yaşamak bu hamallıktan kurtulmak isterseniz söylediklerimi nazar-ı dikkate alırsınız. Benim söylediklerimin hülasası da iki kelimedir: İlim ve ma’rifet gayret-i faaliyyet. Geçen sene yine bu mevsimlerde idi; ulemamıza yalvarılmış bir “medreseler kongresi” yapmaları tavsiyyesinde bulunulmuştu. O feryadlar o sözler bu kubbede kalan bir hoşça sada imiş yerini bile tutamadı!... hasıyla bir makale neşr ediyor: Bir İslam uleması cem’iyetinin te’sisi tavsiyyesinde bulunuyor. Hatta bunu bütün müslümanlara teşmil etmeye kadar varıyor. Ancak fikrimizce müstesnaları istisna edilirse bizdeki Osmanlı ilindeki bütün İslam uleması diğer birkaç diyardakilerden iyice geride olsalar gerektir. Bir gün evvel ilerleyebilmeleri ise yine fikrimizce medresemizin ıslahına bağlıdır. Medreselerin ıslahı terilse yine ulemamızın gayretlerinin himmetlerinin semere-dar olması da yine fikrimizce ne tek başlarına ne de bulundukları yerlerde birer cem’iyet bulundurarak çalışmalarıyla kabil olmayıp ancak bir araya yüz yüze gelmelerine yani her sene bir kongre yapmalarına mütevakkıftır. Köylü’nün “Cem’iyeti” İzmir’de olsun teessüs ediyorsa bari siyasiyyattan uzak bir esas üzerine teessüs ederek ilk teşebbüs olmak üzere şu “Medreseler Kongresi” da’vetinde bulunsa i’tikadımızca edeceği hizmetlerin en büyüğünü daha doğar doğmaz yerine getirmiş olur. Maamafih bu teşebbüsü bu sene olsun yalnız İzmir’de doğacak bir cem’iyetten değil ulemamızdan her biri kendi gayretinden hamiyyetinden de beklemek; mesela İstanbul’daki ulemamız Sı ratımüstakım ’in numaralı Ramazanülmübarek tarihli nüshasındaki Tunalı Hilmi imzalı makaleye bir kere göz atmaya tenezzül eyle üçü beşi bir araya gelerek bir da’vet heyeti teşkil ederek bir da’vetname neşr etmek himmetini masum bir cehl ile haliyle istikbaliyle kendilerine bakan zavallı din kardeşleri hakkında esirgemeyiverseler ne ala olur. Hele kendi haklarında ne fedakarlı olur!... El-hasıl hele hükumetin meşihatin ulemayı talebeyi medreseleri ma’nen maddeten düşünmek hususundaki himmetlerine faaliyyetlerine ulemamızın müttehiden fakat bir intizama bir esasa tebeiyyeten muavin olmaya hala koşmayışları artık mazur görülmek haddini tecavüz etmiştir sanırız... Himmet himmet!... Doktor Stubbe tarafından telif olunup o sırada İngiltere’de hüküm-ferma bulunan taassubdan dolayı neşrine imkan görülmediği cihetle British Museum Kütüphanesi’nde mahfuz ve mahbus kalan “İslamiyet’in Zuhur ve Terakkisi ve Hayat-ı Hazret-i Muhammed” nam eser-i mühim İngiltere’deki cem’iyet-i İslamiyye’nin delaleti ve muhterem karilerimiz canibinden mesarif-i tabiyyesinin te’mini suretiyle ahiren dest-gah-ı tab u temsile konarak ilk forması geçen hafta Beyefendi hazretleri tarafından Türkçeye bit-terceme ceridemize lem efendimiz hakkında bir ecnebinin tahassüsatını musavver bulunan şu eseri mücerred bu i’tibar ile şayan-ı tedkík görecek karilerimizi tul müddet intizarda bırakmamak için bu haftadan i’tibaren ber-vech-i ati dercine başlıyoruz: Bin seneyi mütecaviz zamandan beri hüküm-ferma olan şu din-i mübinin –ibadet-i evsan ile diyanet-i Museviyye ve terakkıyata rekabet hususunda diyanet-i veseniyye değil Nasraniyet bile aciz kalmıştır. Zira Constantine zamanından evvel ve hatta Theodosius günlerine kadar Nasraniyet’in şerait ve ahval-i salifesi nazar-ı dikkat ve i’tibara alınacak olursa bu müddet zarfında yalnız Roma’nın meclis-i a’yanı değil Roma devleti ekseriyyet-i azimesinin ibadet-i veseniyyeye muvazıb oldukları görülür. Ahiren icra kılınan ta’dilat ile takarrur eden Nasraniyet’e kablel-İslam seyl-i huruşan gibi Asya’dan hücum eden Gotlar’ın ahval-i vahşiyanesinin ve ol esnada umumi surette hüküm-ferma olan dinsizlik ve bir kısmı putperestlikten ibaret bulunan ihtilafat-ı mezhebiyyenin te’siratı diyanet-i mesihiyyenin zaaf ve inhitat olması i’tikadına mani değildir. Ol tarihten sonra diyanet-i mesihiyyenin garpta ve Çin’in bazı cihetlerinde hasıl eylediği terakkıyat Asya ve Afrika’da zayi eylediği nüfuza nisbetle hiç hükmündedir. Zira İslam’ın zuhuruyla Asya ve Afrika cihetlerinde Nasraniyet takriben kökünden kopmuş ve ma’dum bir hale girmiştir. Kuru bir sahra içinde biri umum-ı şarka ve diğeri İran’a hüküm-ferma olan kaviyyüş-şekime iki hükumet arasında sıkışmış olduğu halde teessüs eden devlet-i muazzama-i daha azim bir devlet şekline girmiştir. Asıl calib-i nazar-ı dikkat ve bais-i istiğrab ve hayret olan cihet budur ki bu devlet-i muazzama az bir zamanda her türlü vesait ve vesailden mahrum etrafı düşman ile muhat kalilül-ensar bir adamın himmetiyle te’sis eylemiştir. Cihanın bir kısmının hürmet ve muhabbet ve bir kısmının hayret ve dehşetini mucib olan bu zat-ı muhteremin meslek ve tarihine şurudan mukaddem imkan nisbetinde bu devleti te’sis hususunda isti’mal eylediği esbab ve vesaiti taharri ve tedkık edelim ve bu inkılab-ı azimin suret-i husulünü anlatmak için ol esnada alemin hal ve şan ve mu’tekadatını nazar-ı im’ana alalım. En iyi tedabir ve vesail bazen aks-i neticeyi hasıl eyler ve mukaddemat ve mebadi ma’kul ve müstahsen olduğu halde birçok teşebbüsatın akim kaldığı görülür. Bu halin sebebi şübhesiz ki bu gibi teşebbüsata melaim olan zamanın Bir çok vesail ve esbab ictima ettikçe ne bir cumhuriyyetin bir hükumet-i mutlakaya ve ne bir hükumet-i mutlakanın bir cumhuriyyete inkılab edemeyeceği bedihidir. Bu esbab olmadıkça ne Brutus Roma’da bir sena icadına muktedir ve ne Sezar böyle hür bir memlekette müstebid bir hükümdar olabilir idi. Birinci Brutus’ün Tarquin’i memleketten çıkarabilmesi ve İkinci Brutus’ün Anthony ile Augustus’u düşürememesi Lycurgus’un Solon’un Sparta’da Atina’da hükumet te’sisine muvaffak oldukları halde aynı hükumeti Genoa’da Florence’da başkalarının te’sis edememesi esbabı hep bunlardan bir kısmının ahalinin istidad ve kabiliyetini derpiş eylemeleri diğerlerinin ise yalnız hüsn-i niyyetleriyle iktifa ederek vakt ü zaman-ı münasibi nazar-ı mütalaaya almalarıdır. Esbab ve mucibatının ictimaı halinde bir şerarenin ikad eyleyeceği naire-i ihtilali hilafına mülabis ahvalde umum-ı Makkabi’ler zamanına gelinceye kadar diyanet-i İsrailiyyede tefrika ve ihtilaf vukuuna delalet edecek eser ve emare görülmez. Bu tefrika-i mezhebiyye İnisokus Beytül-Makdis’i başlamış ve muma-ileyh fütuhatını daha ziyade takviyye lar felasifesinden mürekkeb bir akademya teşkil eylemiştir. Bina-berin gerek ben ve gerek diğer müverrihin diyanet-i Museviyye’de Farisi ve Sadusi ve Esseniler fırkaları o zaman suret-yab-ı vücud oldukları itikadındayız. Gerçi muahharan Makkabiler felasife akademyasına müdavemet eden Yahudilerin küfrünü i’lan etmişlerse de Farisiler işbu telkinat-ı ve Şatosi’lerle Esseni’ler işbu talimatı Ezra ile Musa’dan müntakil bazı suhuftan ahz eylediklerini iddia eylemişlerdir. loh gelip ahaliyi toplayıncaya kadar bu asa-yi hükümdari Yehuda’nın elinden gitmez” diye mervi olan ifadatını Hazret-i Davud sülalesinden bir Mesih çıkıp alemi başına toplayacağı hakkındaki i’tikada me’haz ittihaz etmişlerdir. Halbuki Buhtunnasr Beytül-Makdis’i istila ve icbarını İsrail’i istisar eylediği sırada asa Hazret-i Davud sülalesi elinden gitmiş olmasına nazaran Hazret-i Yakub’un marruz-zikr ibaresini bu suretle tefsir eden olmamış ve ahbar-ı Beni İsrail ribka-i esaretinden kurtulup Beytü’l-Makdis’e avdetlerinde dahi böyle bir mesihin zuhur ve kudumünden bahs olunmamış ninleri men’ ve ref eylediği bir zamanda dahi böyle bir mesihin zuhurundan bahs olunmamış idi. Ancak ahbar-ı Yahud Fisagor’un felsefesini kıraat ettikten onun ifadat ve hesabatını tedkıkten sonra Shiloh ile mesihin aded-i hurufu yekdiğerine müsavi olduğunu anlayarak bundan bir mesihin zuhurunu istidlal ve Tevrat’ta Yakub’dan zuhur edecek yıldızlara aid ebhasten maksad Hazret-i Mesih olduğunu istintac eylemişlerdir. Halbuki Tevrat’ın Hezekiel aleyhisselamın sifrinde Cenab-ı Hakk’ın lisanından “Davud’un zürriyyeti başından tacı alınız sefilini ali alisini sefil ediniz; ben onu tahttan ıskat ıskat tır sahibi vürudunda kendisine verilecektir” diye muharrer olan ayat Davud neslinden asa-yı hükümdariye malik mesih vürudu i’tikadını mükezzibdir. Zaten Yehuda’dan Hazret-i Davud zamanına kadar tac ü taht-ı saltanat Beni İsrail yedine geçmemiş ve Yehuda hükümdar olmadığı gibi Davud’a kadar evladı dahi olamamış ve Davud’dan sonra taht-ı saltanat-ı Beni İsrail yedine birkaç defa girip çıkmış olmasına nazaran Hazret-i Yakub aleyhisselama Mesih’in vürudunu mübeşşir nisbet olunan ayat ancak Hirodes zamanında bu suretle tefsir kılınmıştır. Bu tefsir dahi Hirodes’in Yahudilere icra eylediği mezalim ve taadiyat sırasında tesliyet makamında ahaliye i’lan edilmiş ve bu suretle kendilerine nevama bir emniyet ve itminan verilmiştir. Fakat Hirodes’in ahbabları Mesih’in Hirodes olduğunu ettikten sonra Hirodes dahi buna teşekküren Yahudiler hakkında tahfif-ı mezalim eylediği gibi kendilerine bazı ma’bedler dahi inşa ettirmiş idi. İşte Mesih’in geleceği bu suretle ahaliye i’lan ve tebşir edildiğinden dolayı bayramlarda Yahudiler ve Yahudi dinine dahil olan ecnebiler ve İskenderiye ve Babil’de mukim bulunan sair beldelerde Mesih’in vüruduna Mesih itikad ettiklerinden böyle bir intizarda bulunmamışlar ve Faris taifesinden olan şimdiki Yahudiler dahi tabii böyle bir fikr ü i’tikad taşımamışlardır. Hirodes zamanında reisül-ahbar evlad-ı Davud’dan olmasıyla Mesih’in kudumu pek sabırsızlıkla intizar edildiği ol esnada yalancı Mesihlerin adem-i zuhuruyla müsbettir. Mesih’in viladetinden sonra Archelaus Viyana’ya nefy edilmekle Beytü’l-Makdis Roma devletinin bir sancağı hükmüne geçmiş ve ümid olunan asa-yı hükümdari nesl-i Davud yedinden huruc etmiş ve memleket-i Şam eyaletine merbut bir sancak olduğu gibi Şam valisine gayet ağır vergi vermeye de mecbur olmuş idi. Bu sırada Yahudiler zuhurunu arzu ettikleri Mesih’i daha bir şevk-i meyusane ile intizara başladıklarından bu i’tikadları birçok yalancı Mesihlerin zuhuruna sebebiyyet verdiği gibi her memlekette Yahudilerden büyük bir prensin zuhuruyla Yahudi kralı olacağı ümidinin teammümüne badi olmuş idi. Bu gibi amal ve itikadat Mesih’in zuhuru yolunu temhid etmiş ve Hazret-i Isa’nın izhar ettiği mucizeler ahaliye Mesih olduğu hakkında ol derece kuvvet-i kalb ile i’tikad-bahş olmuştu ki kendisi iddia etmeksizin Mesih olduğu i’lan ve işaa edilmiştir. Davud zürriyyetinden olduğu hakkında bir gune iddiası sebk eylemediği halde Davud neslinden olmak üzere alkışlanmak ve kendisinin ya İlyas yahud Ermiya veya Mesih olduğu hakkında kanaat-ı tamme hasıl olmuş idi. Ancak krallığı hakkında ahalinin arzu ve mesailerine iştirak ve yardım etmemesi na-be-hengam ahz u girift olunarak vefat eylemesi ahalinin bu i’tikad ve muhabbetlerini izale ve kendilerini o kadar meyus ve mükedder eylemiştir ki Beytü’l-Makdis’e merkebe rakiben duhulü hengamında arkasına düşüp alkışlayanlar bilahare idamını ilk isteyenler olmuş ve telamizi firar eylediği gibi havariyyun dahi hakikat-i Mesihiyye hakkında şekk ü şübhe içinde kalmıştır. Havariyyunun şu şek ve iştibahı Hazret-i Isa’nın vefatından üç gün sonra dirildiği zaman tanımakta gösterdikleri tereddüd ile de müberhendir. Nitekim tereddüdleri müşahede te’siratıyla zail olduktan sonra Roma pençe-i zulmünden tahlis edecek Mesih olduğunu ümid ederek kendisine ilk sualleri: Artık Beni İsrail saltanatını tur. Semaya suudundan sonra lisan hediyyesinin vusulüne kadar Beytü’l-Makdis’te intizar ve Isa’nın timsali fikr ü hayallerine suret-pezir-i irtisam olarak her lisanı talim eylemesiyle Babililere Mısrilere Midyalılara vaz’ u nasihat eylemek üzre etrafa dağıldılar. Salmasius’un rivayetine nazaran havariyyunun mevaiz ve telkinatlarını telakki edenler gittikleri memalikin ahali-i asliyyesi olmayıp o memleketlerdeki Yahudiler dunu intizar edenler olmalarıyla Pilate’ın idam eylediği Isa Mesih olduğunu söyler söylemez üçbin kişi birden Nasraniyet’i rinde bulunan diğer Yahudileri dahi Nasraniyet’i kabule teşvik ve terğib eylemişler idi. Havariyyun dahi memleket memleket dolaşarak Hazret-i Davud’un tebşiratı dairesinde bir Mesih’in zuhur ve vefatından üç gün sonra dirilip semaya suud eylediğini ve ü ihsanıyla müstefid edeceğini vade ve tebşire başlamışlar Bu telkinatın ne suretle hüsn-i telakki edildiğini daha vazıh surette anlamak için ol esnada Yahudilerin bulundukları hali teşhis etmek lazım gelir. Bu babda bir fikr-i mahsus hasıl etmek için Agrippa’nın Roma kralına yazdığı mektubun bir fıkrasını tercüme edeyim: “Beytü’l-Makdis yalnız Yahudilerin pay-i tahtı değildir. Belki daha birçok memalike icrayı nüfuz eden bir asime-i saltanattır. Zira gerek civarında bulunan Mısır ve Finike ve Suriye’de birçok Yahudi bulunduğu gibi Pamphylia ve Sicilya ve Asya’da Bythinia’ya kadar Yahudiler vardır. Avrupa’da dahi Teselya’da Baeotia’da Makedonya’da Aetolya’da Attica’da Argos’ta Corinth’de hususan Peloponesus’da ve Kıbrıs ve Girid’de hatta Fırat’ın arka tarafında ve münbit ve mahsul-dar her bir arazide Yahudiler vardır.” Bunu daha ziyade isbat etmek için İskenderiye’de bulunan Yahudilerin adedleriyle mecmu-i kuvvetlerine bakalım: Mısır ve İskenderiye Yahudilerinin aded ve kuvvetlerini anlamak edelim. O sıralarda Romalılarca manasıb-ı samiyyeden ma’dud olan mülki ve askeri meratib ve manasıbı Yahudilere tevcih olunur idi. Heliopolis’te kendilerine mahsus bir sinago lis-i a’yan a’zasından birini hükümdar intihab etmek salahiyyeti verilmişti. Habr Josephus’un atideki ifadatı işbu müddeaya delildir. Muma-ileyh kitabında: “İskenderiye’de sinagoyu görmeyen Beni İsrail devletinin büyüklüğünü görmemiş demektir. Altından ma’mul ve cevahirle murassa derununda yetmiş aded sandalye vardır. Sinago cemaatinin kesretinden vaiz olan habr amin denilecek mahallerde mendil ile DIN-İ İSLAM VE ULUM U FÜNUN Cümlemizin maatteessüf görmekte olduğumuz vech ile şu zamanda birtakım gençlerimiz vardır ki devlet ve milletimizin terakkısini kuvvetlenmesini ancak terakkıyat-ı garbiyyeyi ahz u naklde hem de asar-ı garbiyye ve diniyyeye hiç ehemmiyet vermeyerek yalnız frenklerin her halini ahz ve taklidde buluyorlar. Bir kısmımız da frenklerin her iyi şeyleri bizden aldıklarından asar-ı kadimemizi kütüb-i diniyyemizi tedkik ve muciblerince amel edersek Avrupalılara hemen hemen ihtiyacımız kalmayacağını zan ve iddia ederler. Hiç şübhe yoktur ki bunların her ikisi de vukufsuzluk neticesidir. Evvelki kısım; din-i celilimizi ve asar-ı Arabiyye’yi bilmediklerinden böyle iddialara kalkışırlar. Bugün bilcümle milel-i mütemeddinenin nail oldukları bunca terakkıyat-ı azimenin menşei mebdei din-i İslam’dır. Ve bu bir hakikattir ki bizden ziyade Avrupalılarca ma’lumdur. Şarl Mismark “Müsamere-i Kostantıniyye” diye tercüme edilebilen Soirées de Constantinople nam kitabında ber-tafsil-i beyan ve isbat edildiği vech ile frenklerin bugünkü terakkıyatı medeniyeti hep din-i İslam’ın vaz’ ettiği esas-ı metin üzerine bina-yı sa’y eylemeleri sayesinde hasıl olmuştur. Müşarun-ileyh Avrupalılar ahlak-ı ictimaiyyelerini de hurafat-ı yunaniyye üzerine bina ettirmeyip ahlak-ı İslamiyye esas metni üzerinde bina ettirmiş olaydılar şimdiki birçok sefahetleri sefaletleri meydan alamazdı diyor. Avrupalılar ma’neviyyat cihetiyle din-i sunda da vasıl oldukları muhayyirü’l-ukul terakkıyatın esasını bizden aldıklarına delalet eder ahval mefkud değildir. Ne hacet! Daha şimdiye kadar kütüb ve asar-ı atika-i İslamiyye’nin tedkiki ile iştigal eylemeleri isbat-ı müddeaya delil-i kafi değil midir? Bilmem kaç sene evvel ingiltere devletinin bazı mesailde mukteza-yı şer’-i mübinden istifade etmek üzre resmen irad ettiği suallere Şam ulemasından müfti-i esbak merhum Şeyh Hamza Efendi’nin verdiği cevaplar ma’lum olduğu gibi Bağdad müfti-i meşhuru Zehavi merhum gibi ulemamızdan Avrupa ve Amerikalı müdekkikinin oralara kadar gidip istifade ettikleri ma’ruftur. Ne kadar gençlerimizi bilirim ki bazı hakayık-ı hükmiyyeyi Avrupalıların filan veya fulan filozofuna atf ile onları insanlığın fevkinde bir mertebeye isal eylemek isterler. Biz o filozoflara birşey demeyerek o hakayıkın daha eşmel ve ekmel bir surette Kur’an-ı azimüşşan veya ehadis-i şerifede mevcud olduğunu daima okuduğumuz ve bildiğimiz cihetle bizimkilere teessüf-han oluruz. Eğer biz Avrupalıların her halini alel-amya taklide kalkışırsak şübhesiz çok mutazarrır oluruz. Nitekim de olduk olmaktayız. Halbuki şu asrın en büyük kahramanı sahib-i şanı olan Japonyalılar Avrupalıların yalnız iyi şeylerini alıp iyi olmayan ahvalini taklidden mümkün mertebe Din-i mübinde herşey vardır demek herşeyin esası mizanı vardır demektir. İşte bizde frenklerin ahvalini dinimizin esasları üzerine tatbik ve mizan-ı şerifleriyle tedkik ettikten sonra işimize gelenlerini almalı gelmeyenlerden kaçmalıyız. Mesela frenkler el yüz yıkamak için yalnız leğen iğtisal için de banyo teknesi kullanırlar. Şimdi bizim frenkleşmek isteyen bazı kimselerimizin bunları kullanmak istemelerine teessüf edilmez mi? Çünkü nice senelerden beri tetahhur için kafi addettikleri bu tarzların na-kafi ve gayr-ı muvafık olduğunu daha pek yeni anladıklarından geçenlerde ilk defa olarak Amerika’da müslümanlar tarzında mutlaka ma-i cari ile seftir. Cenab-ı Hak encamını hayr eyleye. Esası bizden alınmıştır. Eski kitaplarımıza bakalım diyenlere de hay hay bakalım; ve hatta muktedir zevattan mürekkeb heyetler teşkil ederek münhasıran bunları tedkik ettirelim deriz. Ecanib dahi tasdik eylerler ki din-i İslam medeniyet-i hakikiyyenin esasını vaz’ ve teferrüatı hakkında pek büyük hikmetler göstermiştir. İlk asırdaki müslümanlar din-i mübinimizi hakkıyla anlayıp ona göre hareket ettiklerinden mesela ilm-i cebir ta Hazret-i Ali ra efendimizden başlamış ve derhal sair şuubat-ı hikmette rağbet olunarak hadis-i şerifi mucib-i alisince asar-ı yunaniyyeden ve saireden istifade hususunda pek büyük himmetler irae buyurmuşlardır. Hasılı Kur’an-ı azimüşşan ve ehadis-i şerife ile vaz’ edilen esas üzerine gyet mükemmel ebniye-i medeniyyet yapmak üzere çalışılmış ve muvaffak da olunmuş ise de bir çok esbabdan ve başlıca o vakit hal-i cehalette bulunan Avrupalıların taarruzat-ı bi-nihayesinden dolayı maatteessüf duçar-ı teehhur olmuştur. Ve ondan sonra tekrar terakki edememekliğimize en kati sebep de din-i mübinimizin mukteza-yı münifi tahsil-i ilm için mehdden lahde kadar çalışmak olmasına ve haylice çalışılmasına rağmen tamim-i maarife muvaffak olamamamızdır ki bunun da sebebi okuyup yazmanın alet ve miftahı olan hurufumuzun na-kafiliğidir. Her ne hal ise Avrupalılar gerek din-i İslam’ın vaz’ ettiği esasları ve gerek müslümanların birçok asırlar uğraşarak meydana getirdikleri mamurat-ı medeniyyet ve hikmetleri alıp bir hayli zamanlar taklid ile uğraştıktan sonra nihayet tevsie muvaffak olmuşlar ve hem öyle tevsi etmişler ki esasının bizden alndığını iddia etmek bile güçleşmiştir. Bereket versin ki yine kendi munsifleri tedkikt-ı muşikafaneleriyle kimsenin diyeceği yoktur zira şimendiferler vapurlar bugünkü hayret-efza bir derecedeki zırhlılar telli telsiz telgraflar mikroskoplar teleskoplar ve daha emsali muhtereat-ı bi-nihaye pek yeni şeylerdir. Esasları bizden imiş diye biz yine ta eski halimizden başlayalım. Bu muhtereat-ı cedideyi kendimiz yapmayalım dersek şübhesizdir ki düşmanlarımıza daima ma’lub kalırız. Ve hiç şübhe yoktur ki ahkam-ı diniyyemize muhalif hareket etmiş oluruz. Şimdi bizler sanatları hünerleri ma’rifetleri balada mezkur hadis-i şerif dairesinde süratle almak öğrenmek için Avrupa’ya Amerika’ya Japonya’ya velhasıl dünyanın neresine gönderilmezden mukaddem kendilerine verilmesi lazım gelen terbiyye-i diniyye ve milliyyeyi itada kusur etmemeliyiz. Ve bunun için ayrıca mektebler medreseler ve bilhassa hikmet-i diniyye mektepleri medreseleri yaparak ve bu babda müdevvenat-ı ciddiyye telif ederek gençlerimizi kema-yelik lumatlı insanlarıyla rahibleriyle de mübahese ettiklerinde mağlub olmasınlar. sanatları ma’rifetleri tedabir-i zamaniyyeyi öğrenmelerinde eşedd-i ihtiyac vardır. Ve ihtimal ki şakirdana bu derece ma’lumat-ı diniyye-i vasia vermek için çok seneler ister ve o vakte kadar sinleri terakki eder diyenler de olur. Evet şimdiki usul-i tedrislerimize nazaran öyledir fakat acizlerinin teceddüd-i ceridesiyle ileride arz edeceğim ve arz etmeye başladığım suretle tedrisata başlayalım on beş yaşlarında bir efendinin evsaf-ı matlubeyi kafi derece istihsal eylemiş olacağına şübhe yoktur. Ve aynı zamanda oralardan ustalar muallimler celbine ihtiyacımız birr ü takva üzerine teavünle şirketler te’sis ederek ziraat ticaret ve sanayiimizi terakki ettirmek ve zekat ve sadakalarımızı hüsn-i cem ile mektebler hastahaneler yapmak halkımızı cehlden tenbellikten tese’ülden aczden kurtarmak için pek ciddi ve samimi tedabire Eğer bu surette hareket ve ahlak-ı ictimaiyyemizi de dini mübin-i İslam’dan ayırmamaya elden geldiği kadar gayret edebilirsek esas bizim elimizde olduğundan kariben bütün akvam-ı medeniyyeyi geçeceğimize şübhe etmemelidir. Ancak bu muvaffakiyyetleri te’min edecek yegane tedbir-i kat’i de hepsinden evvel köylülerimize kadar tamim-i maarif çaresini bulmaktır. olan nutk-ı mahudundan bahs eden Kahire’de münteşir elLiva ceride-i İslamiyyesi “Gladstone nerede? Gelsin de ahlaf ve şakirdlerinin siyasetlerini görsün anlasın” sernamesiyle yazdığı tavilüz-zeyl makalede ber-vech-i ati idare-i efkar ve mütalaatta bulunuyor: sağ olsaydı da meclis-i umumide şakirdlerinden birinin koca Edward Gray’in sözlerini işitseydi. Hariciyye Nazırı’nın şimdi aynen nakl edeceğimiz bu sözleri te’vil ve cerh kabul etmez sarahat-i katiyyeyi haizdir. Nazır diyor ki: “Mısır’ın işgali keyfiyyeti devam edecektir. Muahedat-ı kadimeyi ruh-ı asra muvafık bir şekle kalb etmek da’vaları mahakim-i Mısriyye’den İngiliz askerinin taht-ı kazasında bulunan divan-ı harblere nakl etmek hususunda Sir Gorst ile muhabere cereyan eylemektedir. İngiltere’nin Mısır’ı Gladstone’un işitmesini arzu eylediğimiz beyanat halefinin bu kabil sözleridir. Fakat çi-faide koca siyasiden bugün çürümüş kemikten başka bir nişan yok. Re’yini almaya imkan yok. Maamafih mazideki asarına müracaatla bu dahi-i siyasetin nokta-i nazarını anlamak bizim için kolaydır. Elimizde gayet kıymetdar bir vesika-i siyasi vardır ki’da ebediyyül-iştihar vatanperver Mustafa Kamil Paşa’nın vuku’ bulan sualine cevaben gönderilmiştir. Gladstone mektubunda aynen şu sözleri söylüyor: “Benim reyime gelince ki asla değişmemiştir Mısır’da sebeb-i duhulümüz olan faide-i Mısrıyye’yi tamamiyle vücuda getirdikten sonra Mısır’dan kemal-i şerefle ayrılmaktır. Fikrimce Mısır’dan çıkma zamanı çoktan hulul etmiştir. Mevki’-i iktidarda bulunduğum son zamanlarda Mısır mes’ele-i mühimmesinin halli hususu için devletlerin fikrine müracaatı arzu ettim’de Vadigton’un tevessül ettiği yol da bu arzu ve emelimi teşci etti. Fakat çi-faide bu büyük arzularımıza rağmen müzakerat bir hatve ileri gidemedi esbabına bir türlü akıl erdiremedim. Gladstone bu tarizi ile mektup yazdığı sıralarda mevki’-i sonra reyini takib etmemiş olduklarını ifham etmek istiyor. Yine Gladstone Mısır mes’elesi için diğer bir münasebetle de şu sözleri söylemiş idi: “Vakıa Mısır’ı temellük etmek güzel bir şeydir fakat İngiltere’nin vaadini yerine getirmesi daha güzel ve daha şerefli bir harekettir.” Şimdi deriz ki: Sir Edward Gray Mısır’dan çıkmak mes’elesini İngiltere için bir şeref mes’elesi addediyor ve Mısır terk olunursa haysiyyet-şiken bir hal vücuda getirilmiş olacağı fırkanın Sir Edward Gray’den pek büyük ve nüfuzlu ve İngilizlerce şahsen daha mu’teber ve fırkaca da kabı daha ali büyük bir reisi bunun hilafını söylüyor; yani İngiltere’nin şerefi Mısır’da kalmada değil bilakis çekilmekte olduğunu en sarih sözlerle bütün aleme i’lan ediliyor. Şübhesiz ki Gladstone; hürriyyet ve adalete olan meyli müsellem olmakla beraber bu sözleri mücerred Mısırlılar’ın hukukunu mesalihini müdafaa için söylemiyordu. Herşeyden evvel memleketinin hükumet ve ümmetin menafiini nazara alıyordu. Büyük bir ümmetin küçük bir ümmeti muhıkk veya gayr-ı muhıkk bir surette taht-ı idaresine bir müddet-i mevkute için aldıktan ve bu bada peki kavi te’minat verdikten ve hatta pek yakın zamanda terk teahhüdünü tazammun eder muahedeler akd eyledikten hülasa gerek Cenab-ı Hakk’a ve gerek bütün aleme karşı ahidlerde bulunduktan sonra yirmi sekiz sene güzeran olduğu halde terk etmek şöyl edursun orada ebedi yerleşecek esasları kurmaya başlaması ve çekilmeyi büyük bir noksan ve şan u şerefine karşı ağır bir ar olmak üzre telakki eylemesi bilmeyiz ne derecelerde muvafık-ı haysiyyettir. Bir de düşünelim: Acaba Gladstone da böyle bir arzu taşımaz mı idi? Şübhesiz taşırdı; fakat mensub olduğu hükumetin bu hususta uğrayacağı müşkilatı nazara alır ve ecanib tarafından boynuna geçirilecek tavk-ı esaretin ne demek olduğunu anlar bir millet-i mahkumeye hükmetmediği suubeti pek iyi takdir ederdi. Zira Cenab-ı Hak akvamı başka akvama kul olmak için yaratmamıştır. İşte bu siyasii durendiş buralarını piş-i mülahazaya alır ve hükumetinin gerek devletlere ve gerek yevmen minel-eyyam kesb-i intibah edecek ahali-i Mısriyye’ye karşı mevkiinde aled-devam hasıl olacak ıztırabı hadde-i imandan geçirerek daima Mısır’dan çıkmak lüzumuna işaret eder idi. Ortada hiç bir zaruret bulunmadığı halde Gladstone böyle söylüyordu. Eğer Mısır’da te’min-i beka için Sir Edward Gray’in ima eylediği tedabir-i zecriyyeden başka çare bulunmayacak vaziyyette kalınacağını bilmiş olsa idi kim bilir daha neler söyler idi. Koca Sir Edward Gray! bizi hükümden ıskat edilen muahedat-ı kadimeyi tağyir ile itham ediyor. Acaba bu tağyir neden ibarettir? Ve bu muahedatla neyi kasd ediyor? Memleketin eden imtiyazat-ı ecnebiyye mi kasd olunuyor yoksa gerek Devlet-i aliyye ile ve gerek düvel-i saire ile Mısır’a dair akd eylediği muahedatı nazara alarak Mısır mes’elesinde ortalığı geniş bulmak için Mısır’daki vaziyyet-i gazıbanesini resmen ve alenen tasdik ettirmek mi istiyor? İngiltere hükumeti hakıkaten zannediyor mu ki yalnız mürekkebin kağıda dökülmesiyle hemen Mısır temellük olunuverecek? Zihi hayal-i muhal! Görülüyor ki cem’iyyat-ı beşeriyyeyi hayvan sürüleri gibi alıp satmakla teskin-i efkar politikası takib olunmak isteniyor. “Sizi alıp satacağız” gibi tehdidlerle Mısırlıların efkarı ne derecelerde sükunet-yab olacağını takdir edemeyiz. Yalnız bu siyaset netayiciyle te’siratının ve ahalide bi-hakkın husule getireceği te’siratın Mısır’la müstevlisi arasında udvan ve muhalefetin iştidadından başka bir semere veremeyeceğini pek iyi anlarız. Sir Edward Gray Verdani hadisesi gibi hadiselere tealluk eden daavayı İngilizlerin taht-ı emrinde bulunan mahakim-i askeriyyeye nakl ile bizi tehdid etmek istiyor. Halbuki biz Verdani hadisesi gibi vekayiin tekerrürünü mümkün görmesinden dolayı Sir Edward Gray’e teessüfatımızı izhar ederiz. Mısır memleketler içinde en uysal bir memlekettir. Bu muhitte bir müddet yaşayan şu hakikati takdir eder. Maamafih böyle olmasa bile düşünülmelidir ki Verdani gibi ika-ı havadisi gözüne alanlar cezaya giriftar olacağını bile bile bu fiili yaparlar. Şu halde mahkemenin askeri olmasından ne fayda hasıl olur? Avrıupa’da ve Amerika’da bu vekayi görülmüyor mu? Oralardaki intizamı mahakim bu kabil ceraimin önünü alabiliyor mu? Memlekette asayişi te’min edecek tedabir ittihazının en baş alkışlayanı biziz. Fakat evet fakat tek bir hadisenin hukuk-ı işgalin tezayüdüne ve memleketin bu derecelerde hakk-ı kazasına müdahaleye sebeb-i ittihazını pek çirkin buluruz. Ba-husus Sir Edward Gray’in şu sarahatlerini memleketlerinde hükm-i kanun ve adaleti herşeyden ali tutan büyük bir ümmetin nazırına yakıştıramayız. ya karşı söylenen bu sözler Mısırlılar’ın kanunen mü’min hakk-ı kazalarına istiklal mahakimine bir taarruz değil midir? Elbise değiştirir gibi bir kanunun her gün değişebileceğini kabul ettikten sonra artık kanunun ne ma’nası kalır? Kendisinden her gün bazı daavinin ruyeti nez ile mahakim-i mahsusaya tevdi olunabilmek ihtimali bulunan bir mahkeme hakkında halkında nasıl hiss-i hürmet beka bulur? Mahakim-i mahsusadan geçirmeksizin hüküm veremeyen kuvvet Bir de Sir Edward Gray’i Hizbul-vatani’nin mevcudiyyetini Mısır’ın meşrutiyyete adem-i nailiyyeti için yegane sebep olmak üzre gösteriyor. Buna muhtasar cevap vereceğiz. Fırkanın teşekkülü henüz beş altı senelik bir şeydir. Bu fırka vücud bulmadan evvel İngiltere bu kadar sene Mısır’a hükümran oldu. Niçin bir hükumet-i meşruta vücuda getirmedi? Bir de rica ederiz söylensin Hizbul-vatani ilhah etmedikçe hangi mes’elede Mısırlılar’ın hukukunu hükumet-i işgaliyye kendiliğinden tanıdı? Meclis-i şuranın şöyle böyle muhafazasına muvaffak olduğu küçük haklar bile ne gürültüler teklifler müzakereler redler iddialar daha bilmem nelerle kabil olabildi? Hizbul-vatani muhalif bir fırkadır. Kuvvet-i çalışmaktadır. Zaten her yerde muvazeneyi muhafaza edebilmek lisbury mevki’-i iktidarda bulunduğu bir sırada Ahrar fırkası riyaseti Kambelbe Narman tarafından deruhde olunmazdan mukaddem fırkada görülen alaim-i tefrikaya karşı irad eylediği nutukta hakikati tekrar eylemiştir. Osmanischer Lloyd gazetesinin Petersburg muhabiri yazıyor: Tatar hükumet-i sabıkasının merkez-i idaresi olup ikiyüz seneden beri Rusya’nın taht-ı idaresinde bulunan Kazan şehrinde son günlerde Ortodoks misyonerleri ictima eylemiştir. Bu ictimada günden güne tevsi-i hudud eden İslamiyet’in bu intişarının tahdidi imkñı ve İslamları Ortodoks mezhebine idhal mes’elesi mevzubahis olmuştur. Filvaki’ İslamiyet ba-husus şarki Rusya’da daima müterakki bir surette ilerlemektedir. Hatta kamilen Ortodoks zannedilen havalide bile İslamiyet propagandası büyük muvaffakiyyatı neler zarfında kişi din-i İslam’a salik olmak maksadıyla Ortodoks kilisesini terk etmişlerdir. Maamafih İslam neşriyyatının en vasi ve hakıkı daire-i te’siri Rusya’nın şimal-i şarki cihetleridir. Buralarda İslamiyet hiç bir maniaya tesadüf etmeksizin tevessü ediyor. Ve bir çok yerleri İslam medeniyetinin daire-i nüfuzuna idhal eylemektdir. teşkilat-ı dahiliyyesini tanzim etmek ve ba-husus ortodoks rahiblerine daha mükemmel bir tahsil göstermek lüzumunu Bunların iddialarına göre bu tedbir ancak uzun bir müddet sonra olacaktır. Halbuki şimdi daha kati ve daha seri tedbire müracaat etmek elzemdir. Bu maksadın te’min-i husulü etmek icab eder. Matbuat-ı İslamiyye bu teşebbüsat yüzünden müşkil bir mevki’de kalmışlardır. Rusya müslümanları Rusya’da yaşayan milyon İslam’ın menafiini vikaye etmek üzre Kazan’da bir kongre akdine müsaade edilmesini taleb etmektedir. Keza: Rusya-yı Vusta’da kain Semirçensin şehri valisi müslüman rüesasına gönderdiği bir tahriratta bilumum cevami ile mekatib-i İslamiyye’ye imparator imparatoriçenin birer tasviri ta’lik edilmesini tebayiğ etmiş idi. Polislere bu emrin süratle Müslüman cemaati başlarında mollaları ve hocaları olduğu halde hükumete müracaat ederek bu emrin infazına imkan olmadığını çünü şeriat-i İslamiyye’nin buna mesağ ve cevaz vermediğini beyan eylemişlerdir. Vali bu protestoya ehemmiyet vermeyerek emirlerinin süratle infaz ve icrasını tekrar müracaat eylemişlerse de nezaret-i muma-ileyhada böyle bir şeye karışmaya salahiyyet-dar olamadığını bi’l-beyan keyfiyyeti Türkistan vali-i umumisine havale etmiştir. Vali mes’eleri birçok hukuk-ı İslamiyye mütahassıslarına havale eylemiş ise de bunların arasında da itilaf hasıl olamadığından mes’ele el-an hallolunamamıştır. Şimdi bu hususta İstanbul’a müracaat edileceği söylenilmemiş ise de “Milliyetperverler” Rusya umur-ı dahiliyyesine Osmanlılar’ın müdahalesi demek olacak olan böyle bir müracaata katiyyen razı olmaktadırlar. Herhangi bir hükumet-i İslamiyye tarafından kendi memleketinde sakin edyan-ı saire ashabının hissiyat-ı diniyyelerine karşı böyle elim bir taarruz vukua getirilmiş olaydı; acaba Avrupa’da ne gibi bir te’sir hasıl eder idi?.. Hak ve hakikatin hiç bir zaman imha paymal edilemeyeceği gibi harekat-ı müstebidane ile hakkı mahvettim hakka galebe çaldım zannında bulunanlar iyi bilmelidir ki o haklar hiç bir zaman mahvedilemez; yalnız kuvve-i galibenin te’siriyle muvakkat bir zamañ için mahallinden çekilir mevziinden duktan sonra o i’tikad-ı batılın bahş ettiği neşve-i muvakkatle sermest-i gurur olan zalemeye karşı emr-ber-aks olduğunu nun-ı tabiatın böyle olduğu da hakayık-ı tarihiyye ile sabittir. Sıratımüstakım’in şimdilik bu babda söyleyeceği birşey varsa o da ruhunun en amik noktasından kopup gelen “La havle vela kuvvete illa billah” kavl-i celilini tekrar etmektir. Vücudları mevcudiyyet-i İslamiyye’ye mucib-i mübahat olan rical-i güzide-i ilmiyyenin medar-ı fahr ü şerefi ve bu şanlı eslafın asrımızda bütün ma’nasıyla hayrül-halefi olan Osmanlılar’ın hakıkı a’yanı Şeyhül-İslam-ı sabık fazıl-ı sütude-siyer Sahib Molla Bey merhumun irtihaliyle pek büyük zıyaa uğrayan alem-i İslam’a Sıratımüstakim arz-ı ta’ziyyete müsaraat eder ve merhum gunude-i hak-i gufran oldukça rad-ı ümmete sabır ve ecirler ihsanını eltaf-ı sübhaniyyeden tazarru’ eyler. Bütün dünyadaki hıristiyan misyoner cem’iyetlerinden gönderilen kadar murahhastan mürekkeb azim bir kongre İngiltere’de hal-i inikaddedir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Temmuz Dördüncü Cild - Aded: Madem ki gördün bu güzel günleri artık Ey millet-i merhume! Hayatın ebedidir. Ümmid kavi çünkü mevaid kavidir. Afakta enfüste iyan şevk ile biz de Kalkın edelim Halık-ı Hürriyyet’e secde. Bu sırat evvelki sırattan bedel-i kül suretiyle bedeldir ve maksudun bin-nisbe olmak hasebiyle amilin tekriri hükmündedir. Bunun iki faydası olup biri nisbeti te’kid ve diğeri dahi bu kavl-i kerim ma-kablin tefsir ve izahı menzilesinde kalınmış olmakla mün’amun aleyhim bulunan müsliminin tarik-ı istiva ve istikamette alem gibi meşhud olarak her ne zaman tarik-ı müstakım zikrolunsa fehme tarik-ı müslimin tebadür edeceğine beliğane bir suretle tensis içindir. Ni’met-i İslam ekmelü’n-niam olmasına ve bu kavl-i kerimin delalet eylediği ni’met mutlak zikrolunduğu cihetle kemaline masruf bulunacağına mebni burada mün’amun aleyhim metlerin unvanı olup ni’met-i İslam’ı haiz bulunanlar kaffe-i niamı haiz olduklarından in’amın mutlak olarak zikredilmesi kasd-ı şümul içindir. Bazıları dahi: Cenab-ı Hakk’ın kullarına bu makamda mutlak olarak zikrolunan ni’met-i nübüvvete masruf olacağı cihetle mün’amun aleyhim ile murad enbiyadır dediler. Me’mul olduğuna göre azhar olan budur ki mün’amun aleyhim olanlar kavl-i şerifinde zikrolunanlardır murad bunlar olduğuna bu kavl-i şerifin ma-kablindeki nazm-ı celili şehadet eder. Bazıları dediler ki bu ümmetin ahadından her bir ferdin taleb ettiği sırat-ı müstakım ile murad kendilerinden evvel güzar eden ashab-ı sırat-ı müstakımin sıratı olacağından mün’amun aleyhimin sıratı ile murad ashab-ı Musa ve Isa aleyhime’s-selamın tahrif ve neshten evvel salik oldukları sırattır. Zirdeki ayette zikrolunan mağdubun aleyhimden ve dallinden murad ise alel-ıtlak duçar-ı gazab-ı İlahi olanlar ile alelıtlak dalalde kalanlardır. Bazıları: Mün’amun aleyhim ile murad müsliminden bir taife-i gayr-ı muayyene olup mağdubun aleyhimden Yehud ve dallinden dahi nasara murad olduğuna zahib olmuş ise de tarz-ı beyan-ı şerif bu zehabdan Şeyh Muhammed Abduh merhum mün’amun aleyhim fessirinin kavlini tercih ederek bunu bir suret-i kat’iyye-i vazıhada ezhana takrib eylediği gibi mün’amun aleyhim ile müslimin mağdubun aleyhim ile Yehud dallin ile nasara muraddır diyenlerin sözünü dahi şiddetle cerh edip şu zeminde bast-ı makal eyliyor: bazıları mün’amun aleyhimi müslimin mağdubun aleyhimi Yehud dallini nasara ile tefsir ettiler. Biz deriz ki İmam Ali radıyallahu anhın dediği gibi Fatiha ilk evvel nazil olmuş suredir. Hazret-i Haydar-ı Kerrar aguş-ı Cenab-ı Nebiyy-i muhteremde perveriş bulmuş ve ilk evvel iman etmişolduğu cihetle bu hususa diğerlerinden daha ziyade aşinadır. Fatiha ala’l-ıtlak ilk nazil olmuş sure olmasa bile ilk nüzul etmiş surelerden biri olduğunda ihtilaf yoktur. Halbuki müsliminin hidayetleri ancak vahiy ile hasıl olduğundan onlar nüzul-i vahyin evailinde henüz kendi hidayetlerine de mesleklerine hidayet olunması bu kavl-i kerimde taleb olunanlar nazm-ı şerifinde zikrolunan ahyar ve asfiyadır ki bunlar da ümem-i salifeden Cenab-ı Hakk’ın in’am eylediği nebiyyin sıddikın şüheda salihindir. Cenab-ı Hak Fatiha’da icmal ve bakıyye-i Kur’ an ’da tafsil edildiği ma’lum bir şeye ihale-i enzar buyuruyor. Kur’an’ın takriben üç rub’u kısas ve hikayat olup bu kısas ve hikayatla nazarlar ümemin küfür ve imanlarına ve şakavet ve saadetlerine dair ahvalinden ibret almaya tevcih olunmuştur. Ukubat ve vaka’i kadar insanı irşad eder hiç bir şey yoktur. Biz emr ü irşada imtisal edip de ümem-i salifenin ahvaline ve ilm ü cehlleri kuvvet ve za’fları izz ü mezelletleri ve saire gibi ümmetlere arız olan esbaba nazar edince bu nazar nüfusumuza te’sir ederek saadete ve ru-yı zeminde temekkün ve istikrara sebep olan umurda bizi o ümmetlerin ahyarına hüsn-i iktidaya ve felaket ve sefalete ve yahud külliyen mahv u izmihlale müeddi bulunan ahvalden ictinaba sevk eder. İşte bundan ehl-i akl u şuura ilm-i tarihin şan u ehemmiyeti ve bu ilmin ne kadar fevaid ve semeratı bulunduğu tin rical-i dininden pek çoklarının din namına tarihe buğz u adavet edip andan i’raz eylediklerini ve tarihe ne hacet vardır ne de faydası vardır gibi sözler tefevvüh ettiklerini ehl-i akl u şuur işitince dehşet ü hayret içinde kalır. Nasıl müstağrak-ı dehşet ve hayret olmasın ki ahval-i ümemi ma’rifet bu dinin da’vet eylediği mehamm-ı umurdandır diye Kur’an savt-ı bülend ile nida edip duruyor Tevarih oldu dehrin tercemanı Vekayi’ bildirir yoktur zebanı Gehi bast-ı makal eyler siyerden Söz açar gazve-i Hayrü’l-Beşer’den Haber verir gehi nam-averandan Hikayat-ı selatin-i cihandan Gehi izah-ı sırr-ı devlet eyler Beyan-ı hal-i mülk ü millet eyler Nev ü köhne havadis evvel ahir Olur tarihten ma’lum u zahir Tevarih olduğuyçün fenn-i ali Ana rağbet eder tab’-ı e’ali Bu fennin sahibi kamil-nazardır Bu fenden gafil olan bi-haberdir Vekayi’ yazmasa ehl-i maarif Kim olurdu selef haline vakıf Burada şu sual varid olur ki ümem-i mütekaddimenin sıratına ittiba etmeyi Cenab-ı Hak bize nasıl emrediyor? Halbuki bizde öyle ahkam ve irşadat var ki o ahkam ve irşadat ümem-i salifede yok idi ve bundan naşidir ki şeriatimiz onların şerai’inden ekmel ve zamanımıza ve ilelebed ezmine-i müstakbeleye aslah olmuştur. Kur’an bu sualin cevabını bize beyan ediyor zira tasrih ediyor ki dinullah cemi’-i ümemde birdir ahkamın ihtilafı ancak ihtilaf-ı zaman ile muhtelif bulunan füru’dadır usul-i şerai’de ihtilaf olmayıp biri birini musaddık ve müeyyiddir. Zat-ı Bari azze şanuhu hazretleri Kitab-ı Kerim’in bir mevzi’inde buyurduğu gibi diğer mevzi’inde dahi buyurmuştur. ü hayra i’tikad ve ahlak-ı fazıla ile tahalluk bunların cümlesini cami’ bulunduğundan Cenab-ı Hak bize usul ü kavaid-i hayrı edada ümem-i salifeye iktida etmekliğimiz için onların ne halde bulunduklarına nazar etmemizi ve akıbet-i hallerinden ma’lule mukarin kılmak ve sebep ile müsebbibin beynini cem’ etmek yani bir şeyin emr ü hükmü içinde ol emr ü hükmün sırr u hikmetini zımnen ifham eylemek de’b-i Kur’an olduğundan bu emir dahi de’b-i Kur’an üzere bir emirdir ki şu nazar u ibrette hayr u saadet bulunduğuna dair delili tazammun eder. Ahkamın icmalen külliyyatı şu zikrettiğimiz umurdan ibaret olup o ahkamın tafsilatını ise şeriatimizden ve peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden öğreniriz. Mağdubun aleyhime gelince bunlar ol kimselerdir ki hakkı anlamışken daire-i haktan huruc ederler ve kendilerine şer’ u din-i İlahi vasıl olduğu halde terk-i delil ederek ve tevarüs eyledikleri kıl ü kale peyrev olarak onı reddedip kabul etmezler. Dallin ise yollarda sersem sersem dolaşarak caddeyi bulamayanlardır. Bunlar da ol kimselerdir ki kendilerine sıyt-ı risalet vasıl olmamış ve yahud vasıl olmuş ama hak kendilerine mün’amun aleyhim mağdubun aleyhim dallin olmak üzre üç fırka vardır. Azade-i şekk ü irtiyabdır ki mağdubun aleyhim de ehl-i dalaldir; maamafih hakkı tanıdıktan sonra ondan an-ilmin inhiraf edenler ile tarik-i hak kendilerine zahir olmadığından dolayı sapa yollarda hayran ü ser-gerdan bulunanlar arasında fark vardır. Lakin hakıkaten “dall” ancak o sersemdir ki körlük içine düşmüş de körlüğünden naşi matluba yol bulamamıştır. Dinde körlük ise hakkı batıla ve savabı hataya karıştıran şübehattır. Hakim-i müşarun ileyh rahle-i faziletinde takrir-i dil-pezirini bu hadde iblağ ettikten sonra dallini dört kısma taksim ediyor ve birinci ile ikinci kısm-ı dallinin kimler olduğunu ve dünya ve ahirette bunların hallerini yegan yegan söylüyor nihayet üçüncü ve dördüncü kısımlara atf-ı makal edip bunların gerek nefislerindeki su-i a’mali ve gerek ümmette hasıl ettikleri su-i te’siratı yad ettikçe heyecanı tezayüd eyleyerek şu vech ile takri’ ediyor: Üçüncü kısım dallin şunlardır ki kendilerine emr-i risalet vasıl olarak onu tasdik etmişlerse de bu tasdik edille-i risalete nazar ve usul ve kavaid-i risalete vukuf ile olmadığından usul-i akaide dair risaletin tebliğ edildiği ahkamı fehmde heva-i nefsanilerine tabi’ olmuşlardır bu kimseler her dinde mübtedi’ olanlardır. Din-i İslam’da mübtedi’ olanlar da bu kabildendir. Bunlar i’tikadlarında mecmu’-i Kur’an’ın delalet eylediği ve selef-i salih ile ehl-i sadr-ı evvelin iktida ettikleri umurdan inhiraf eyledikleri cihetle ümmeti şaribin hararetini teskin etmeyecek birtakım meşarib-i gussa-engize tefrik ettiler. Bu güruhun halkta hasıl eyledikleri te’siratı bir nebze gösterelim. Bir adam devair-i kazaya gelir şöyle.. şöyle.. etmediği üzerine bülend ü azim olan Allah’a ve yahud kelam-ı kadim-i İlahi bulunan Mushaf-ı Şerif’e yemin etmesi taleb olunuyor alamet-i kizb yüzünden nümayan olduğu halde bu adam yemini ediyor. Bunun üzerine talib-i tahlif olan kimse şekl-i da’vayı başka bir surete çevirerek bu adamın sini taleb ediyor. O zaman bu adamın beti benzi uçuyor vücudu sarsılıyor sonra kendi gayy ü dalaline gelerek o şeyhin ismine tekrim için ve onun namına yalan yere yemin edersem elimdeki ni’met zail olur ve yahud bir felakete uğrarım korkusuyla doğruyu söylüyor ve evvelce yapmadım maa’l-kasem beyan ettiği şeyi yaptığını takrir ediyor Şeyh Muhammed Abduh merhum burada bunun gibi daha bir çok vak’alar zikretmiştir. Bu hal usul-i akıdede bir dalaldir ki i’tikad-ı billahta ve Cenab-ı Akdes-i Kibriya’nın ef’alde vahdaniyetine dair vücub-ı i’tikaddaki dalale raci’dir. Dördüncü kısım dalal dahi amalde dalaldir ve ahkamı ma-vudıa lehinden tahriftir. Salat u sıyamın ve cemi’ ibadatın fehm-i ma’nasında hata ile muamelatta varid olan ahkamın fehminde olan hata bu kabildendir. Mesela bir malda zekat vacib olmamak için o mal hulul-i havlden evvel gayrın mülküne tahvil edildikten sonra havl-i saniden biraz müddet geçer geçmez onu istirdad ederek zekatta hile ediliyor bu suretle isti’mal-i hile eden kimse bu hilesiyle eda-i farizadan kurtulduğunu ve Hazret-i Allamu’l-guyubun gazabından necat bulduğunu zannediyor. Bilmiyor ki bu hilesiyle ehemm-i erkan-ı dinden bir rüknü hedm etti ve Cenab-ı Hak bir farzı farz kılmasıyla beraber o farzı izale ve eserini mahv eder bir şeyi de birlikte meşru etmiştir diye zat-ı uluhiyyeti için muhal olan bir keyfiyeti i’tikad eden kimsenin ameli gibi amel etmiş oldu. Bu dalalden üç kısmın eseri ümmetlerde zuhur ederek kuva-yı idrakine halel gelir ahlakına fesad tari olur ef’alinde teşevvüş ve ızdırab bulunur Cenab-ı Bari’nin ibadındaki adet-i ilahiyyesi vech ile behemehal canib-ı kibriyasından bir ukubet olarak onlara idbar u sefalet çöker Bir ümmete vehn ü za’f gelmesi ve mübtela-yı mesaib ü şedaid olması akaid ü a’malinde Sünnetullah’a muhalif olarak ihdas eylediği halattan dolayı müstahak olduğu gazab-ı ilahinin alamet ü delailinden addolunur. Bunun dua edeceğimizi yani hudud-ı İlahiyye’de durarak ve bizi hidayet eylediği eşyayı fehm etmek suretiyle ukul u a’malimizi takvim ü tahkim eyleyerek nail-i niam-ı Rabbani olmuş ümmetlerin tarikına bizi hidayet etmek ve şerai-i İlahiyye’den gerek amden ve inaden ve gerek gavayeten ve dalalen hur eden ümmetlerin mesleklerinden bizi müctenib kılmak için niyaz ve tazarru etmekliğimizi bize ta’lim eyledi. Hulasa bilinmelidir ki bir ümmet sebil-i haktan sapınca la-mahale girive-i idbar ve sefalete düşer ve o ümmet yevmi hesabda azabdan nasibine kavuşacaksa da Cenab-ı Hak bu dünyada dahi onların azab u ukubetini o güne kadar te’hir buyurmayıp üzerlerine şuun ve ef’alinde müstebid olarak kendilerini tezlil eden birini musallat eder. Eğer o ümmet madi ederse Cenab-ı Müntakim ü Kahhar dahi onları helaka eyler. İşte bu sırr u hikmete mebnidir ki Cenab-ı Rabb-ı Rahim ve Kerim akvamın selamet ü saadetlerine badi olan esbabı tedkık ile ibret almaklığımız için ümem-i salife ve hazıranın ahvaline nasıl ihale-i nigah-ı im’an edeceğimizi bize lütfen ve keremen ta’lim buyurdu. Efrad-ı ümmete gelince her ehl-i dalale bu hayat-ı dünyada ukubetin lüzumuna dair sünnetullah cari olmadığı yukarıda zikredilmişti. Nice ehl-i dalal vardır ki zevk ü safa refah u naim içinde evkat-güzar olarak rehrev-dar-ı ceza olmuştur. Bu gibiler ceza-yı mayelikıne nazm-ı celilinde beyan buyurulan günde mülakı olurlar – inteha. nefsin istilzaz eylediği şeye denir. Niam-ı İlahiyye’nin add ü üzere iki cinse münhasırdır. Ni’met-i dünyeviyye dahi vehbi ve kesbi olarak iki kısımdır. Vehbi de iki kısımdır. Birisi ruhanidir: Cenab-ı Bari’nin insana nefh-i ruh etmesi ve ifaza-i kuva-yı müdrike ile anı izae eylemesi gibi. Kesbi olan kısım: Nefsi rezailden tezkiye ahlak-ı seniyye ve melekat-ı fazıla ile tahliyye ve bedeni hey’at-ı matbua ve melabis-i müstahsene ile tezyin eylemek ve cah u mal hasıl olmaktır. rim’in kulundan sadır olan zelleyi afv ü mağfiret ile ondan hoşnud olması ve onu Mukarrebin ile birlikte ebedü’l-abidin a’la-yı illiyyinde mihman etmesidir kavl-i keriminin delalet eylediği ni’met ile murad ni’met-i uhreviye ile beraber niam-ı dünyeviyyeden nefsi tezkiye ve tahliye gibi ni’met-i sermediyye-i uhreviyyeyi ihraza vesile olan kısımlardır kelimesi mevsulün sıfatıdır. Ve mün’amun aleyhimin mukabiline izafet ile taarruf ve taayün etmiştir. Gazab: İrade-i intikam için nefsin heyecanıdır; Hak sübhanehu ve teala hazretlerine isnad olundukta münteha ve gayeti murad olunur : Arzu-yı intikam için dem-i kalbin galeyanında hasıl olan tağayyürdür. Aleyhi’s-salatu ve’s-selam efendimizin kavl-i nebevileri bu ma’nadan me’huzdur – Meal-i şerifi: Gazabdan hazer üzere olun zira gazab ademoğlunun kalbinde ikad olunmuş bir ateş korudur görmüyor musunuz gazab halinde onun şah damarları nasıl şişiyor ve gözleri nasıl kızarıyor demektir. Allah’ın gazabı onun ukubet ve intikamıdır – A . Burada bir kaide-i külliyye vardır. O da şudur: Rahmet ferah sürur gazab haya gayret hıda’ istihza gibi ne kadar a’raz-ı nefsaniyye var ise hepsinin evaili ve hepsinin gayatı vardır ve mesela gazabın evveli ve gayeti vardır ki evveli dem-i kalbin galeyanı ve gayeti mağdubun aleyhe zarar isalidir. İmdi gazab kelimesi Cenab-ı Akdes hakkında isti’mal olundukta evveli bulunan galeyan-ı dem-i kalbe haml olunmaz belki gayeti bulunan vardır evveli nefisde hasıl olan inkisardır gayeti terk-i fi’ldir. lundukta terk-i fi’le haml olunur inkisar-ı nefse haml edilmez. Bu beyan bu babda bir kaide-i şerifedir – Niam ve hayratı Cenab-ı Akdes-i Kibriya’ya nisbet edip ezdadını nisbet etmemek adab-ı Kur’aniyye’dendir; işte bu makamda da bu minhaca süluk ile Zat-ı uluhiyyetine in’am kim kavl-i kerimi ile nazm-ı celili de üslub-ı mezkur üzere varid olmuştur – lafzında ma’na-yı nefy bulunduğundan nefyi te’kid kavl-i kerimi kelimesine mukarin kılınmış ve guya denilmiştir – “Amin” kelimesi müstecab et ma’nasına ism-i fi’ldir. İbni Abbas radıyallahu anhdan mervidir ki “Resulullah sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimizden ‘amin’ ma’nasını sordum ma’nasını’dir buyurdu” demiş iltika-yı sakineynden hazer için gibi fetha üzerine bina kılındı. Bu kelime de elifin meddi lügat olduğu gibi kasrı de lügattir. Mecnun Amiri’nin şu mısraında: meddile varid olmuş diğer bir şairin şu mısraında dahi: kasr-ı elif ile vürud etmiştir – kelimesi mim-i muhaffef olduğu halde elifin medd ü kasrı iledir; evvelkisi efsah ve eşherdir. Yahud İmam Vahidi’nin dediği gibi mim müşedded olduğu halde elifin medd ü kasrı iledir. Bazıları: medd ü teşdid ile “ammin” demek namazı ifsad eder demiş ve bazıları ifsad etmez demiş; fetva ikinci kavl üzerinedir. Allame-i Zemahşeri kelime-i mezkure “hemin”in muarrebidir demiş. Şeyh Rıza: “Habil” kelimesi gibi “amin” kelimesinin de Süryani bir lafız olduğunu zikretmiştir. – Mülteka Şarihi Damad . Nebiyy-i Muhterem sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimizden buyurdukları rivayet olunduğu gibi dehan-ı dürer-feşan Cenab-ı risalet-meablarından hadisi dahi şeref-sudur eylemiştir – Evvelkisinin meal-i şerifi: Fatihatü’l-Kitab’ın kıraatinden feragatimde Cibril bana “amin” demeyi telkın eyledi demektir. İkincisinin müfad-ı alisi: “Amin” mektup üzerindeki mühür gibidir demektir ki mühür mektuptan mazmununa mürselün ileyhden maadasının muttali olması fesadını men’ eylediği gibi “amin” de duayı dainin icabetten haybet ve hırmanı intac eden fesaddan men’ ettiğini müş’irdir – “Amin” kelimesi bil-ittifak Kur’an’dan değildir lakin sure-i kerime okunduktan sonra sırri ve cehri alel-ıtlak salatta “amin” denilmesi mesnundur – Salat-ı cehriyyede imam dedikte gerek kendisi ve gerek mü’tem sırran “Amin” derler çünkü Hace-i Kainat aleyhi efdalu’t-tahiyyat efendimiz buyurmuştur. İmam Şafii hazretleri salat-ı cehriyyede sırran te’mine muhalefet edildiğinden mezheb-i Şafii’de Mülteka Şarihi Damad. – – Ebu Süfyan rd’ın pederi Harb bin Ümeyye hayli zaman müşarun ileyhin nedimi idi. Muahharan civarında bulunan bir Yahudi muma ileyh Harb’i sebbetmiş olmakla Harb mezburu katlettirdi. Bundan dolayı Abdülmuttalib hakk-ı civara riayetle Harb’den yüz deve alıp maktulün ammi zadesine verdi ve bir daha kendisiyle görüşmedi kürema-yı Arap’tan meşhur Abdullah bin Cüd’an’ı nedim ittihaz etti. aleyhine bile nafizü’l-kelim olmasına delil olup Doktor Dozy’nin serdettiği iddianın butlanını meydana çıkarır. Bundan daha garibi de vardır. Şöyle ki Beni Temim’den bir recül akabe-i Mina’da Harb bin Ümeyye’ye tesadüfle kendisine tekaddüm etmiş. Kureyşiler ise bi-ecmaihim Harb’i takdim ile kendileri teahhur etmeyi adet etmişlermiş. Bundan dolayı Harb recül-i mezbura hitaben “Bir gün seni Mekke’de görürsem haddini bildiririm” demiş. Aradan bir müddet mürur ettikten sonra Temimi Mekke’ye girmeye mecbur olup Harb’e karşı beni mücir olacak kim vardır diye sormuş Abdülmuttalib bin Haşim’den başka kimse yoktur cevabını almış da gece vakti gelip Abdülmuttalib’in kapısını çaldı. Zübeyr ve Gaydak namındaki oğulları kapıyı açarak kendisi mücir oldular himayelerine aldılar. Ertesi gün birlikte Mescid-i Haram’a girdikleri esnada Harb bi-muhaba Temimi’ye bir tokat attı. Zübeyr’de kılıcını çekerek Harb’in üzerine hücum etti. Harb firara kadem basarak Abdülmuttalib’in hanesinde soluğu aldı ve beni Zübeyr’e karşı mücir ol diye niyazda bulundu. Abdülmuttalib de muma-ileyhi babası Haşim’in nası it’am için aş pişirdiği büyük kazanların bulunduğu mahalle gizledi. Bir müddet orada kaldıktan sonra çıkıp gitmesini emrettiyse de Harb bir türlü cesaret edip çıkamadı. Dedi ki nasıl çıkabilirim. Senin yedi oğlun kılıçları ellerinde kapıda bekliyorlar. Abdülmuttalib tebessüm ile kendi ridasını iksa ederek haneden çıkardı. Oğulları bu hali görünce babalarının himayesinde olduğunu anlayarak dağıldılar. Bu kıssa da pek sahih ve mevsuktur. Hatta Abdullah bin Abbas radıyallahu anhuma Muaviye hazretlerinin esna-yı hilafetinde ziyaretine gelen rüesa-yı Arab’a karşı ceddi Harb bin Ümeyye ile müfahare sadedinde sarf ettiği bazı kelimatına bi’l-mukabele “Evet! Ceddinizin hayli şan u şöhreti vardı. Fakat kazanlar arkasında kendisini gizledikten sonra ridasıyla himaye eden zat herhalde onun fevkında olmak lazım gelir zannederim” buyurmuş ve Muaviye’yi sükuta mecbur etmiş idi. Doktor Dozy bi-hakkın müsteşrik olsa bu kıssalara agah olmak iktiza ederdi. Abdülmuttalib Nebiyy-i Ekrem efendimiz hazretlerini pek muazzez ve mükerrem tutar daima mevki’-i ta’zimde bulundururdu. Buna sebeb-i baisde gerek veladet-i seniyyeden evvel gerek ondan sonra ulema-yı Ehl-i Kitap ve köhne-i Arab ve erbab-ı ferasetten aldığı ma’lumat müşahede ettiği en vazıh alamat ve bilhassa rüyalarında vuku’ bulan tebşirat olup her zaman bu oğlumun şanı azim olacak sayesinde kavm-i Arab kesb-i irtifa’ edecektir derdi. Abdülmuttalib –balada inba olunduğu üzre– kavm-i Kureyş nazarında gayet muhterem idi. Her vakit Ka’be-i Muazzama tertib edilirdi. Bütün uzema-yı Kureyş etrafında ictima ederlerdi. Hiç biri onun yerine geçmez makamına oturmazdı. Nebiyy-i Ekrem efendimiz hengam-ı tufuliyyetlerinde bazen gelir nassı yararak cedd-i samileri yanına otururlardı ahyanen cedlerinden evvel o makamı teşrifle bisat-ı mahsusa kadem-zen-i saadet olurlardı. Bir defa amcalarından biri mümanaat edecek oldu. Abdülmuttalib muma-ileyhi zecr ile oğluma ilişmeyin onun kadri herkesin fevkındedir buyurdu ba’dehu kendisini alıp yanına iclas zahr-ı mübareklerini mesh ile arz-ı istinas eyledi. Pederleri Hazret-i Abbas’tan naklen Abdullah radıyallahu anhuma şöyle buyurmuşlar. Abdülmuttalib’in Hicr-i İsmail as’da mefreşi mefruşat ile tezyin edilmiş makam-ı mahsusu var idi. Harb bin Ümeyye ve sair eşraf-ı Kureyş onun cevanibine dizilirlerdi. Hiç biri makam-ı müşarun ileyhe tecavüz etmezdi. Bir gün Resul-i Zişan efendimiz gelip doğruca oraya cülus buyurdu. Huzzardan biri kolundan tutup kaldırmak murad edince müteessir oldu. Ağlamaya başladı. Abdülmuttalib bais-i bükayı anlayınca “Bu oğluma sataşmayın nur-ı didemi nefsinize kıyas etmeyin. İsm-i pakiyle teferrüd eden bu oğlum mukteza-yı fıtratı olarak zatında bir şeref-i fevka’l-’ade hissediyor ben de öyle ümid ederim ki benim Muhammed’im ne kendinden evvel ne de kendinden sonra gelen hiç bir Arabi’nin ermediği makam-ı samiye erecek cümlemize bais-i fahr u mübahat olacaktır” dedi ve artık bu tavsiye ve sitayişten sonra hiç kimse mümanaat etmez oldu. Her ne vakit orayı teşrif etseler görenler kendisine yol açarlar Nebiyy-i Zişan bi-perva cedd-i mübarekleri makamına geçer otururlardı. Abdülmuttalib hazretlerinin şan-ı valalarını bir kat daha besidir. Bu husus da bila-şübhe Nebiyy-i ahirü’z-zaman efendimiz hazretlerinin nübüvvet ve risaletlerine mukaddeme-i beşaret olan irhasat-ı celile cümlesinden ma’duddur. Çünkü bi’r-i Zemzem Amr bin Haris Cürhemi tarafından imla olunarak asırlarca muattal olmuş hatta yerini ta’yin edecek bir emareye bile destres olmaya imkan kalmamış idi. Risalet-i Muhammediyye’nin vakt-i zuhuru takarrub edince bi’inayetillah bi’r-i mezkure de zahir oldu. İmam Ali kerremallahu vechehu efendimizden dahi mervi olan bu kıssada Abdülmuttalib hazretlerinin rüya-yı saliha vasıtasıyla aldığı ma’lumat üzerine bi’r-i mübarekenin mahallini bularak Haris namındaki oğlu ile beraber bizzat hafriyyat-ı mütemadiyye yesiyle bütün kulub-ı kabailde hubb ü müvalatı kat kat artmış kendisi mağbut-i enam olduğu bu mazhariyet sayesinde bil-cümle rükebasına galib gelmiş olduğu ber-vech-i sarahat Dozy’nin “pek asabiyyu’l-mizac ve pek hararetli bir kadın olduğu anlaşılan annesi Amine” sözü de pek açıktan bir diye izah-ı medenilmiş hadisini tefsir sadeiftira-yı barid isnad-ı ma-lemyekün kabilinden bir kelam-ı zaid olduğu der-kardır. Bu tavsif-i bi-mağz u ma’nayı buraya ilave etmekten onun garaz-ı fasidi ileride “ ” rakamıyla murakkam sahifede– Sultan-ı Zişan-ı Enbiya aleyhi ekmelü’t-tehaya efendimiz hazretleri hakkında mütercim-i bi-vayeden başka kendisine mütabaat edecek bir merd-i akil bulamayacağı aşikar olan isnad-ı cinnet ve sar’aya bir giriz-gah-ı desise ve mel’anet olmak üzere –küstahane ve serseriyane bir eda ile – “... bu bir hayalat-endud idi. Validesine çektiği zannolunan mizacı son derecede asabi idi. Ekser evkatte mağmum ve mütefekkir bi-aram idi..... çünkü onun büyük şeyler hakkında bir fikri yok idi fakat ihtişam-ı belagat ile cezb olunduğunu hissediyordu......” diye sarf ettiği hezeyanat için bir takaddüme-i ebleh-firibane temhidinden ibarettir: Bu ahmak doktor fehva-yı hakıkat-ihtivası hükmünce envar-ı taban-ı İslamiyyet’i söndürmek hülya-yı fasidine tutulup onun bala-terin-i süreyya olan mişkat-ı münir-i cihan-arasını karartmak emeliyle taşlamak divaneliğinde bulunmuş düşüne düşüne böyle bildiği tereme-i cenab-ı risalet-penahi hakkında zerre kadar münasebet almayan hiçbir hal ve hareketiyle te’yidi kabil olmayan bir isnad-ı cür’et-karane ile takviye ve tervic ettirmek zu’m-ı batı[lı]na kapılmış oluyor ki cür’et ve sefaletin bu türlüsüne doğrusu pek nadir tesadüf olunmaktadır. Mütecasir merkumun “pek asabiyyu’l-mizac ve hararetli bir kadın olduğu anlaşılan validesi...” sözü sırf kendi hayalhane-i cühudanesinden bi-perva ortaya atılmış bir ercufe-i telbiskarane olup bu doktor-ı bi-şuurdan evvel bu efsaneyi ne devr-i cahiliyyette ne de edvar-ı ahirenin birinde hiçbir ferd dermeyan etmemiş böyle bir isnad-ı batılın tervicine medar olacak kıl kadar bir vesile bulmak imkanı görülmemiştir. Valide-i müşarun ileyha Cenab-ı Amine radıyallahu anhanın terceme-i haline vukufları değil belki doğruca bir imla makule müellif ve mütercimler hadlerini taşırmakla kendilerini aleme maskara etmekten başka ne kazanabilirler. Bilemeyiz? Olsa olsa la’net!... “Bizden de olsun sad-hezar” Havarık-paş-ı enzar-ı cihan mir’at-ı ruh-efruz Kılıp halka hürriyyet-nümun u ma’delet-amuz Buruc-i tar-ı istibdad için mihrak-ı takat-suz Bütün yad-ı bülend-i kudretiyle geldi On Temmuz! Bugün her cebhe bir mihr-i ezeldir ma’kes-i vicdan Bugün her kalbe cari incila-yı rahmet-i Yezdan Bütün milletlerin tarih-taban-ı sürurunda Tenahi na-pezir eyyamı vardır her zuhurunda O günler parlar efkarın bülend emvac-ı nurunda Cihanlar berk urur insanların kalb-i gururunda Dolar sem’-i hayata yıldırımdan canlı bir ahenk Vurur vech-i fezaya asmandan şanlı bir nirenk! Bu millet altı asrın izdiham-ı ızdırabıyla Bu millet kalb-i mecruhuyle vicdan-ı harabıyla Bu millet encüm-i ümmid-i ruhun iğtirabıyla Yaşardı ancak afakında hürriyyet serabıyla; Serab-ı ayine hak-bar-ı envar-ı süyuf oldu Bütün enzara göklerden müebbed lem’alar doldu! Ne şarkın ızdırabından ne garbın i’tirazından Ne halkın ah ü zarından ne zulmün ihtirazından Ne mülkün bari bir mağrur u şayan inkırazından Ne hatta kahr-ı Hakk’ın bir zuhur-ı hadşe-sazından Bir ümmid-i reha mefkud iken fikr-i selamette Bu On Temmuz açıldı rayet-i ikbal-i ümmette! Bu On Temmuz’a evlad-ı vatan can verse şayandır Ki her bir lem’asından bir ziya-yı hak huruşandır Bu On Temmuz’da ervah-ı şehidan hake rizandır Ki her türbette bir gül-necm-i hürriyyet-nümayandır. Şafaklar handeler envar u ervah-ı enis ü har Tutar afakı sa’d-ahenk olur ecnah-ı encüm-bar! Fezanın en mahuf en duzahi bir ka’r-ı narında Şeyatin-i siyahın huna müstağrak diyarında Bütün efkar-ı nurun burc-i tar-ı inkisarında Yezid’in kanlı koynunda Hülagu’nun mezarında Dikilmiş kalmış evreng-i akur-ı div-i istibdad Yuvarlandı bugün gayyaya düştü ta ebed berbad! Sen ey ruz-ı mübeccel çehre-i tabende-i tarih Ki her an-ı sürurun bir müebbed hande-i tarih; Sen ey an-ı muvakkar incila-yı zinde-i tarih Ki her nefh-ı cenanın feyz-i ruh-ayende-i tarih! Senin elvah-ı rengarenk-i hüsn ü ihtişamınla Dolan kalb-i vatan a’sara fahr eyler garamınla! Şu sancaklar ki olmuş hep şevahıktan nigah-ara Birer ümmid-i ati-bal ü mazi-çehredir guya Dırahşan bir cemal-i ma’nevi her rayet-i hamra Ki ta fecr-i ezelden mazhar-ı kudsiyyet-i Mevla: Bu sancaklar şehidan-ı gazanın nur-i ruhundan Tezehhür eylemiş gülhandelerdir lem’a-bar-i şan Bu sancaklar ki tarih-i gurur u fahr-ı milletten Kopan yakut-renk evrak-ı necdettir şehadet-ten Bu sancaklarda taban çehre-i müstakbel-i ruşen Hilal ü necmimiz her rayetin koynunda ruh-efgen... Bu sancaklar ki kalb-i şevk-i milletten huruşandır Uruk-ı ruhtan akmış tasallüb eylemiş kandır! Nasıl bir bigeran umman-ı şuh-emvacı bir mehtab Döküp eylerse ezhar-ı ziyadarıyla zerrin-tab Bugün enzar-ı milletten huruşan ruh-ı necdet-yab Sema-yı fikr ü kalbi öyle eyler gark-ı ab ü tab; Safalar handeler candan kopan ulvi meserretler Küşayiş-bar-ı etbak-ı sipihr olmaktadır yekser! Murad-ı Evvel’in burc-i şehadet-şan-ı ünvanı Muazzam Fatih’in afaka hakim fikr-i tabanı Selim’in safha-i ehrama akis cebhe-i şanı Süleyman’ın semavat-ı gaza revnaklı ummanı Dolar enzar-ı dünyaya bu yevmin nur-ı hurundan Bu feyz-i milletin mahşer kadar ulvi zuhurundan! “Ne efsun-kar imişsin ah ey didar-ı hürriyyet!” Peyinde zar- ı zar- ı zulmet-i a’sar iken millet Bu gün pişinde olmuş bir zuhurundan feza-cennet Nücum-ı la-tenahi iltima’atın senin elbet! “Kemal”in kabrine bir lem’a dök hurşid-i çehrenden! Onun ulvi gurub-i zar-ı vicdanıyla doğdun sen! Türkçe’nin Arapça’nın ta’limi için pek fena usuller tuttuğumuzu söylerken mekteplerimizde Fransızca’nın da pek Bizim tahsilde bulunduğumuz devirde Fransızca’ya ta rüşdiye mekteblerinin ikinci senesinden başlanır; sonra idadi daha sonra ali mekteblerde bu lisanın tedrisine devam olunur giderdi. Evet mekteblerimizde Arapça’ya nasıl kavaidden başlanırsa Fransızca’ya da –elifbasından sonra– Fransız çocukları kitabının içindeki kavaidi kamilen ezber ederler kıyasi gayr-ı kıyasi fiilleri birer solukta çekerler Fransız çocuklarından çok mükemmel tahlil-i nahviler yaparlar lakin va esefa ki ne bu lisan ile yürütülen adi bir muhavereyi anlayabilirler ne de iki cümleyi birbirine bağlayarak meramlarını ifade ederlerdi! Mekteblerde bugün Fransızca için tutulan usulün vaktiyle bizim bildiğimiz usulden ne kadar halli olduğunu bilemiyorum. Yalnız şimdiki çocukların da o lisandaki behrelerini pek kifayetsiz buluyorum. Şimdi bizim için asıl mes’ele bu lisanın mekteblerin hepsinde okutulup okutulmamasındadır. Mebadi-i ulumu tahsil ne kadar ameli bir surette okursak o kadar karlı çıkarız. Lakin acaba bu kadar mebahis arasında bir de Fransızca okutmak doğru olacak mı? öğrenilmez; yine iyi bilmeliyiz ki pek yeni bir tarzda lisan tedrisi göründüğü kadar kolay olamaz. Tedrisatta biraz ıslahat mek mümkün ise de acaba bu da sarf edilecek emeklerle heder edilecek zamanlarla mütenasib olabilecek midir? Bundan sonra inşaallah memleketimizde herkes okuyup yazmak ihtiyacını anlayacak; herkes bunun için çalışacaktır. Fakat lisanlarını sair milletler gibi öyle kolayca öğrenemeyen zaten birçok sıkıntılara hedef olan Türkleri bir de Fransızca Öyle ya! Bunların hepsi tahsil-i aliyi ikmal edecek hepsi birer şu’be-i fende ihtisasta çalışacak yahud hepsi cihan-ı medeniyyet ile münasebat-ı siyasiyyede münasebat-ı ticariyyede bulunacak değil ki daha nafi’ şeyleri öğrenmek için sarf edeceği zamanın bir mühim kısmını da Fransızca öğrenmeye ayırsın. Maarif-i ibtidaiyyeyi hatta fünun-ı i’dadiyyeyi okuyan bir çocuk asla Fransızca ile meşgul edilmemeli bu lisana ayırılacak saatler diğer derslere bırakılmalıdır. Sonra tahsil-i karlar: Lisan öğrenmek mecburiyetinde iseler bittabi’ çalışıp öğrenirler. Denecek ki: İ’dadi tahsilini ikmal edenlerin kısm-ı a’zamı sonradan ecnebi bir lisan öğrenmek ihtiyacını hissedeceklerdir. Binaenaleyh bunlara mektebde iken gösterilen Fransızca kifayetsiz olsa bile faydasız değildir bilakis ati için pek müfiddir. Evet şu iddia doğru gibi görünüyorsa de iyi düşünülürse anlaşılır ki vakıa mutabık değildir. Haftada bir iki üç saat okutmak şartıyla talebeye bu lisandan bil-farz beş yahud altı senede vereceğiniz sermaye –altı ay demeyelim– bir senede birkaç kat fazlasıyla verilebilir. Demek bizim mekteblerde çocuklarımıza okuttuğumuz fakat hiçbir işe yaramamak şartıyla senelerce ömürlerce okuttuğumuz Fransızca diğer derslerden ayrılır da müstakillen tedris edilirse bir senede hem her şeye yarayabilmek üzere okutulabilecekmiş. Hele bu nakıs tahsilin diğer derslere açtığı rahneyi derpiş edecek olursanız büsbütün aleyhine dönersiniz. Maarif Nezareti mekteblerden Fransızcayı kaldırır bunun çarsa hem lisan adam akıllı öğretilmiş hem de zaten bir çok suretlerle heder olup giden zamanlarımız tasarruf edilmiş olur. Rica ederim maksadımız yanlış anlaşılmasın. Biz Fransızca’nın ne herkes için lazım olduğuna ne de hiç kimse için lazım olmadığına kani’ değiliz. Bu lisana ihtiyacı olanlar hakkıyla okutulsun; olmayanlar beyhude yere uğraştırılmasın kendilerine daha nafi’ şeylere çalıştırılsın demek istiyoruz. O sırada Mısır’da bulunan Yahudilerin adedi Hazret-i Musa ile Mısır’dan çıkan Yahudilerden ziyade idi. Bir taraftan dahi ol esnada Babil ve memalik-i mücaveresinde bulunan Yahudilerin adedi nazar-ı dikkatten dur tutulmamalıdır. Ahbardan Ezra ve Nehemiah ve Zorobabel refakatlerinde Ninova’dan Beytü’l-Makdis’e avdet eden Yahudiler Huda ve Bünyamin kabilelerinden ibaret idi. Josephus kendi muasırı bulunan Yahudilerin Ninova’daki mikdarları badi-i istiğrab olacak derecede kesretli olduğunu kitabında dermeyan ve Ezra’nın Beytü’l-Makdis’e avdet hususunda İran şahından istihsal eylediği müsaadeyi natık Midya Yahudilerine hitaben yazmış olduğu mektup üzerine kendisiyle avdet eden ve Roma İmparatorluğu tabiiyyetine dahil olan Yahudiler marru’z-zikr iki kabileden duklarını zikr ü beyan ediyor. Saint James’in beni İsrail’i Nasraniyet’e da’vet hususunda yazdığı namenin on iki kabileye hitaben yazılmış olduğu der-hatır edilince Roma İmparatorluğu haricinde kalan Yahudilerin on iki kabileden ibaret olduğu hakkındaki iddiamız tasdik edilmiş olur. Benjamin Tudelensis namında bir Yahudinin beşyüz sene akdem yazmış olduğu rıhlet-namesinde Salmanassar’ın lerinde bir çok akvam görmüş olduğunu dermeyan ediyor. Rehoboam zamanındaki ihtilaf üzerine bir takım Yahudiler tard olunan Jereboam ile beraber Beytü’l-Makdis havalisine hicret eyledikleri gibi kalanlar dahi Asurilerin yedlerine esir düşüp Buhtunnasr’ın vüruduna kadar orada ikamet eylemişler idi. Hazret-i Mesih zamanında Yahudilerin Babil cihetlerinde kuvvet ü miknetleri kabil-i inkar değildir. Asuri Yahudileri Filistin Yahudilerinden büsbütün ayrı olarak ma’bedleri havraları olduğu gibi Suriye’de Pumbedita Nahardea’daki külliyyat-ı ilmiyelerinin Theodosius Arcadius Honorius zamanlarına kadar devam eylediğini ve hatta Hazret-i Mesih’ten bin üç yüz sene sonraya kadar Bağdad’da bir medreseleri mevcud olup Arapların korkusundan kendi ihtiyarlarıyla kapatmış olduklarını Petrus yazıyor. Ve ol esnada o havalide pek çok havraları bulunduğu gibi cemaatin ahbara gösterdiği hürmet ve inkıyad nasaranın rahiblerine gösterdikleri riayet ve i’tibar derecesinde idi. Salmasius’un rivayetine nazaran bunların bir hayli kısmı tarafından a’yadda Beytü’l-Makdis ziyaret edilir ve her fırkaya kendi ikametgahları namı verilir idi. O zamanlarda Yahudilerin adedleri kabil-i add u ihsa olmadığı gibi bir taraftan dahi mezheb-i Museviye birçok eşhas dühul ve iltihak eylemekte idi. Heraclius’un zamanlarında İdominler [Idumeans] Yahudiliğe dahil oldukları gibi Babil cihetlerinde de birçok ahalinin mezheb-i Musevi’ye intisab eyledikleri Tevrat’ta muharrer ve masturdur. Talmudist’ler; Roma hükümdarlarından Nero Sezar ile Antoninus Pius’un Yahudi dinine dahil olduklarını rivayet ediyorlar. Salmasius’un rivayetine nazaran asıl Yahudi olanların havralarında: Septuagint kıraat olunmadığı ve fakat İskenderiye’de ve diğer memleketlerde yeni Yahudiler tarafından kıraat edildiği müsteban oluyor. Havariyyundan Saint Paul’un resailinde “Hellenist” diye muharrer olanlar bunlardan kinayedir. Hatta Saint Paul o sıralarda teessüs eden dul-hane ve eytam-hane mütevellilerini bunlardan nasb u ta’yin eylemiş idi. Bundan anlaşılıyor ki havariyyun ahkam-ı İnciliyyeyi yalnız Yahudilere ve yeniden Yahudi dinine dahil olanlara tebliğ ve ta’lim edip putperestlere o yolda telkınatta bulunmuyorlar idi. Farisilerin putperestleri Yahudi dinine da’vet hususunda ne derece ibzal-i mesai eylediklerini ve Yahudi milleti adedinin teksiri hususuna ne mertebe çalıştıklarını İncil yazıyor. Buralarını işaretten maksadımızın ne olduğu atide anlaşılacaktır. Dio Cassius’un ifadesine nazaran Adrian zamanında Barchochas namında biri Mesihlik da’vasında bulunduğu sırada milel-i saire efradı dahi Yahudilerle bi’littifak merkuma i’tikad eylemişler ve bundan dolayı bütün dünya halkı heyecana düşmüşler idi. Milel-i saire efradından maksad; yine Yahudi dinine dahil olan eşhas demek olup zira Yahudilerin Musevi olmayanlarla ihtilatta bulunmadıkları ma’lumdur. Bundan başka hıristiyan hükümdarların zamanında bile Yahudilerin ahaliyi diyanet-i Museviyye’ye da’vet eyledikleri kilise zabıtnameleri şehadetiyle müsbettir. Hal bu merkezde ve Yahudi milletinin bulunduğu her kıt’ada Davud neslinden zuhur edip tekmil-i cihana hükümdar olacak Mesih’in vüruduna intizar edilmekte iken Hıristiyanlığın kıtaat-ı arzın her cihetinde intişarına taaccüb etmemelidir. Ancak o sıralarda umum cihana şayi’ olan Hıristiyanlığın esas-ı mu’tekadatı ne idi? Şübhe yoktur ki umumun efkarında suret-i kat’iyyede cay-gir olan başlıca i’tikad Mesih’in tekrar gelmesi telkın olan akide bu cihet idüğü umur-ı vazıhadandır. Umum efrada telkın olunan akaid-i Nasraniyye; bir müddet akdem zuhur ve vefat ile tekrar mazhar-ı ba’s ü nüşur olan Hazret-i Isa’nın Mesih-i muntazar idüğü ve tekrar dünyaya gelip Beni İsrail’in şevket ve saltanat-ı salifelerini edeceği hususatından ibaret idi: bu akide yalnız nasaranın değil Yahudilerin akaid-i asliyyeleri cümlesinden idüğü esfar-ı salifede muharrer ve masturdur. Hıristiyanlığın evail-i zuhurundan iki asır müruruna kadar bu ciheti ne nasara ne Yahud inkar etmemişler idi. Bunu muma-ileyh Mesih’den iki yüz elli sene sonra mehd-i zuhura gelmiştir. Nitekim Hıristiyanlık uğrunda Romalılar tarafından avdet-i Mesih’e inanmayan şahsın hıristiyan addolunamayacağını söylüyor idi hatta Irenaeus Hazret-i Isa’nın bu akıdeyi nasaraya telkın ederken isti’mal ettiği ibaratı dahi nakil ve beyan ediyor. Bina-berin zaman-ı salifde bu akıdenin vücudu inkar edilecek olursa diyanet-i Nasraniyye’de hiçbir hakıkatin vücudu i’tiraf edilmiş olmaz. Bu akıde Nasraniyet’in ilk zuhurunda iki yüz sene müddet havariyyundan mervi bir hakıkat olmak üzere en muhterem rahibler tarafından aleme telkın edilmiş ve Yahudileri Nasraniyet’e idhale sebep olan yegane akıde-i asliyye idüğü umur-ı vazıhadan bulunmuştur. Hazret-i Mesih’in vuku’-ı vefatı zuhur ve da’veti hakkında Yahudilerin ahbarlarından telakkı eylemiş oldukları rivayatın sıhhatinde badi-i iştibah olmuş iken üç gün sonra dirilmesi Yahudilerin şahs-ı Mesih hakkındaki i’tikadlarını yeni baştan tashih ve tekrar geleceği hakkındaki akıdelerini takviye ve tavzih eylemiş idi. Bu vak’ayı Doktor Mead o kadar vazıh ve kat’i bir surette rivayet eylemiştir ki hakıkatini isbat için Lord Falkland ve Chillingworth gibi muharrirlerin ifadeleriyle istidlale bile hacet kalmamıştır. gelince Hazret-i Mesih ilk defa dünyaya gelmiş ve ikinci defa gelmesi dahi yakın bulunmuş olduğundan herkes ibadet-i esnamdan feragatle zünublarına tevbe ve istiğfar ve Cenab-ı Hakk’ın Hazret-i Nuh aleyhisselama tenzil buyurduğu suhuf-ı seb’a ahkamına tebeiyyet vesayasından ibaret idi: zira Yahudilerin kendilerine mahsus akaid ve avaid-i diniyyeleri olmasıyla ona kail olmayan milel-i saire efradına Hazret-i Nuh’a nazil olan suhuf ahkamıyla amil olmaları lüzumu tavsiye kılınır ve Hazret-i Isa avdetle beni İsrail saltanatını iade ve te’sis eylediği sırada milel-i saire adaletinden müstefid olacaklarsa da her türlü imtiyazat ve fevaidi akvam-ı saireye tercihen Yahudilere bahş ve ihsan edeceği telkın edilir idi. Nasraniyet’in bidayet-i zuhurunda Nasraniyet’e dahil olan Yahudilerle hariçten tanassur edenler arasında bir fark mevcud idi: Pavlus’dan başka bilcümle havariyyun münhasıran Yahudilere Nasraniyet’i telkın ve Petrus’un telkınatı ise bilhassa Yahudilere münhasır ve Pavlus’un dahi sair akvamı Hıristiyanlığa da’vete me’mur olduğu İncil’de mezkur olduğu gibi havariyyunun Roma imparatorları tarafından ta’zib edildikleri sırada Finike’de Kıbrıs’ta Antakya’da Nasraniyet zaten Yahudi dinine dahil olanlara telkın edildiği Petrus’un İncil’inde muharrer ve masturdur. Memalik-i mezkurede Yahudi dinine dahil olanlar lisan-ı İbrani’yi bilemediklerinden Tevrat’ı Yunan lisanıyla tilavet ve havralarında Yunan lisanıyla ibadet eyledikleri gibi Nasraniyet’i ve sünnet lüzumunu ahaliye telkın ve tefhim eylediklerini Salmasius kitabından rivayet ve havari Pavlus un Timoteos nam rahibi sünnet eylediği ve Beytü’l-Makdis’te tanassur eden rahibin dahi hitanı icra edildiğini Josephus esamileriyle şeklinde yazılmıştır. Tarih-i Ruhban’da bast u beyan ediyor bina-berin tafsilat-ı meşruhadan evail-i Nasraniyet’te akaid-i Nasraniyyenin neden riayet ve tebeiyyet eylediği müsteban olur. Şübhe yoktur ki evaildeki Nasraniyet’in akaid-i asliyyesiyle akaid-i hazırası beyninde pek büyük fark u tefavüt vardır: Evvel emirde “vaftiz” denilen resm-i ta’mid Nasraniyet’te cari değil idi zira havariyyundan Luka’nın ifadesine nazaran resm-i ta’mid Nasraniyet’e dahil olanlar için adi bir abdest almaktan ibaret olduğu cihetle yeni doğan çocuklar ta’mid edilmezler idi. Havariyyundan Pavlus’un ifadesine nazaran hıristiyanlar eyyam-ı ma’lumede Yahudi havralarında beraberce ibadet eder ve kurban keserler idi ve ol sırada Yahudilerle Hıristiyanlar Mesih’in şahsına müteallik bazı mesail-i fer’iyyeden başka esas-ı akaidde aralarında bir ihtilaf yok ma’lumede kiliselerde cemaate tevzi’ edilen ekmek ile şarap adeti mine’l-kadim Yahudilerce müsta’mel ve ma’ruf bir resm-i ayin idi. Ve daima sofralarında bu usul cari idi hatta resm-i tevzi’de hassaten kırmızı şarap isti’mali ve ekmeği parçalamak usulü ve ol esnada iradı mu’tad olan kelimat aynıyla Yahudilerde cari ve müsta’mel olan usul ve elfazdan de icra etmeyip hanelerinde icra ettiklerini Pavlus İncil’inde zikr ü rivayet ediyor. İhtimal ki ruhban-ı nasara bu resm-i tevzi’de Yahudilerden fazla olarak Hazret-i Mesih’e ait bazı kelimat ilave eylerler ancak esas i’tibariyle bir fark ve ihtilaf yoktur. Bunu Scaliger nam rahib i’tiraf eylediği gibi Buxtorfe ve ahbar-ı Yahud’un asarını okuyan rahibler i’tiraf ediyorlar. Ancak evaildeki nasara Hazret-i Mesih’in ibnullah olduğuna ve teslise ve Ruhu’l-Kuds’e inanmadıkları gibi Isa namına tazarru ve niyaz etmezler ve ne kendileri ve ne Yahudiler böyle bir Mesih’in vürudunu beklemezler idi. Ve bunu katl ü i’dam eylerler idi nitekim rahiblerden Stephen Hazreti dolayı i’dama mahkum olduğunu Pavlus İncil’inde zikr ü tahrir eylediği gibi Caiphas Hazret-i Isa’ya “Sen Allah’ın oğlu musun?” diye vuku’ bulan sualine Hazret-i Mesih cevab vermemiş olduğunu Matta İncil’inde sebt ü takrir ediyor. Halbuki Yahudiler Allah oğlu ta’birini makam-ı ihtiramda alel-ekser salah-ı hal ile muttasıf adamlara ıtlak eyledikleri kütüb-i İbraniyye’de musarrah ve masturdur. Caiphas da bu suali bu ma’na ile irad eylemişti. Hazret-i Isa’nın bi’set ve vefatı akaid-i Museviyye’yi asla ve kat’a nesh ve tağyir eylememiş olduğu başta havariyyun olduğu halde müddet-i medide hıristiyan kiliselerinde akaid-i mezkurenin hüküm-ferma olmasıyla müsbettir. MÜSLÜMANLARI KİM UYANDIRACAK?.. Hoca Efendi Arnavutluk mes’elesinin mahiyyeti esbab-ı psikolojiyyesini ve hükumetin ittihazına mecbur olduğu hatt-ı hareketi ve bu mes’eleden mütevellid te’sirat-ı kalbiyyesini nokta-i nazarıma göre birkaç söz söylemek isterim. Ben eskiden beri bu Frenklerin siyasetleriyle iştiğal etmiş olduğumdan her vakit gördüm ki bu Frenkler bütün Avrupa düvel-i muazzaması daima dostluktan dem vururlar fakat bir fırsatını da getirdi mi dalımıza binmekten asla çekinmezler. Altmış sene mukaddem birinci Nikola Birinci Fransua Jozef ile mülakatında İslam’ın yeryüzünden kaldırılması için müzakere ediyorlardı. O vakit birinci Nikola demişti ki: “Hıristiyanlık ve insaniyet namına dünyadan İslamiyet’in kaldırılması nun için lazım gelen tedabir de cüzi bir fırsatı kaçırmamak daima hükumet-i Osmaniyye’nin başına bir bela çıkarmak onu uğraştıra uğraştıra takatsiz bir hale getirmektir.” Bu sözleri tarihler zabt etmiştir. Mes’ele-i Şarkıyye namıyla te’lif olunmuş kütüb-i Efrenciyye’nin kaffesinde bu ibare vardır. Avrupalıların bugün bütün aradıkları memleketin idaresinde Türklerin adem-i isti’dadını göstermektir. Ve hatta bunun kadar matbuat-ı zahirede bu görülmemişse de gizli muahedeler olduğu erbabınca ma’lumdur. Ben Rusya’da bulunduğum zaman bu muahedelerden birkaç tanesini gördüm. Hep Türkiye’nin aleyhinde tasavvur olunmuş şeyler. Evvela malı emlaki bir vasi tarafından idare olunduğu gibi Türkler de bir vasiye muhtaçtır diyecekler vaz’-ı yedde başlayacaklar sonra alabildiğine taksim... rini mahv ve munkarız eylediler ki saymakla bitmez. Bir asır evvelki hudud-ı İslamiyye ile şimdiki hududumuzu düşünürsek bu hakıkati apaşikar anlarız. Bu hakıkati en ziyade anlamak ona göre esaslı tedbirler teali ve terakkıye çalışmak ve bütün dünyadaki müslümanların fet’in hayatı yalnız burada bulunan birkaç milyon Türk’ün yirmi milyon kadar müslümanların hayatı değildir. Buranın hayatı bütün alem-i İslam’ın hayatıdır. Bütün dünyadaki müslümanlar bu hayatta alakadardır. Zira bugün İslamlar tarafından Avrupalılara karşı söz söylemek vazifesini ifa edecek başla bir devlet-i müstakille yoktur. Şu halde bekası için çalışmak bütün alem-i İslam Bunun için çalışacak adamlar benim bildiğim yine şu ulema silsilesidir ki bunlar elhamdülillah ak ile karayı tefrik etmiştir. Her şeyi anlamış idrak etmiş bir silsiledir. Ve her memlekette bütün milel-i İslamiyye bütün müslümanlar kemal-i emniyyetle her şeyi ulemaya teslim etmiştir. Hiçbir memleket yoktur ki orada müslümanlar her şeylerini ulemaya teslim etmesin. Bugün her ne kadar ulemanın şanı tenezzül etmişse de nefsü’l-emrde ahalinin kalblerinde ebedi bir iz bir mevki’-i ihtiram mevcuttur. Hatta memalik-i Osmaniyye’de nereye gittimse gördüm ki bütün ahali bütün kalbiyle ulemaya merbut her hayrı ulemadan beklemekte. Madem ki müslümanların kalbinde ulemaya karşı bu kadar hulus bu kadar i’timad var; buna mukabil ashab-ı amaim dahi onların tenvir ve tealisi için gayret ve faaliyette bulunmazlarsa bizim teessüfümüz şöyle dursun bütün ahlaf-ı Bu muhabbet ve teveccühe karşı ulemanın vazifesi pek büyük ve pek mühimdir. Gerek umur-ı idare ve siyasiyyeyi gerek ahval-i hazıra ve atiyyeyi anlatmak ulemanın vazifesidir. Çünkü bizde matbuat yoktur. Vakıa bazı yevmi gazeteler çıkar. Fakat onlar bu milletin matbuatı bu milletin efkarı umumiyyesi midir? Nerede? Onların halini ta’rif için bir cümle ile iktifa edeceğim: bugün Darü’l-Hilafe müslümanları maatteessüf matbuat-ı milliyyeden mahrumdurlar. Şimdi okumak yazmak teammüm etmediği için gazeteleri okumuyorlar okumak iktidarını haiz oldukları zaman ise ellerine almayacakları şüphesizdir. Onun için bizde efkar-ı umumiyye önünde ulemanın büyük mevkii vardır. Şu halde ulema memleketin istikbali neye mütevakkıfsa ahaliye anlatmakla mükelleftir. Bugün şayi’ olmuş öyle havadisler var ki milletin kalbine vehm çöktürmüş milleti ümidsizliğe sevk eder. Milleti tenvir etmek düşmanların hilelerinden bed-hahane işa’atından korumak ulemaya düşen en büyük vazifedir borçtur. Bir millet için hal-i ye’s iyi bir şey değildir. Çünkü sonra kuva-yı maddiyye ve ma’neviyyesine halel gelir. Bunun için millete cesaret kuvve-i hakime ve kuvve-i askeriyyesine metanet vermek için ulema milletin istikbalini gayet ruhlu göstermeli ki şanlı askerlerin şanına birkaç kat daha şan ve gayret gelsin. Bunun için ben geçen konferanslarımın birinde talebenin askere dehaleti hakkında bir fikir dermeyan etmiştim. Filhakıka ben bu fikr ü i’tikaddayım. Çünkü bugün askerimiz cahildir. Bunları matbuatla tenvir pek müşküldür. Şu halde okuryazar adamlar tarafından hususiyle ulema sınıfından askerlere lazım gelen efkar-ı milliyye verilirse bu milletin yat-ı Askeriye Dersleri”ne pek muhtaçtır. Hiç olmasın bu yolda neşr olunan asar-ı mühimmenin askerler arasında neşr ü ta’mimine çalışacak erbab-ı hamiyyet ve himmet lazımdır. Eğer hakıkaten fedakar milletin menfaatini bi-hakkın takdir eder münevverü’l-fikr mikdar-ı kafi talebelerimiz olsaydı az zamanda çok büyük istifadeler ederdik. Fakat ne çare ki talebemiz askerlikten mezardan korkar gibi haşyet ederler. Böyle mi olmalı? Dediğim talebe olsa bugün askerliği hükumetten taleb eder. Senede üç ay talebe asker arasında bulunursa onları ruh-ı ma’rifet ve meşrutiyetle tenvire gayret ederlerse bundan büyük hizmet olur mu? Bana kalırsa talebe bunu hükumetten istemelidir. Sonra buna mukabil hükumet de eyyam-ı şitada tahsillerini te’min etsin. Mesela birkaç tane büyük büyük medreseler yapsın. Talebenin bütün levazımını ihzar etsin. Biçareleri sıhhate muzır rutubetli meskenlerinden taş kovuklarından kurtarsın. Niçin mesela talebe-i kiram efendilere mahsus birkaç katlı mükemmel binalar olmasın? Niçin talebenin yemekleri hazır pişip kendilerine verilmesin? Niçin talebenin muntazam karyolaları olmasın? Niçin talebenin kendilerine mahsus kisve-i ilmiyelerinin şerefi muhafaza edilmesin? Hasılı muntazam bir mektep gibi talebenin de muntazam bir medrese hayatı olmalıdır. Talebe orada her türlü ihtiyacının istikmalinden emin olarak sarf-ı tahsil ile uğraşmalı. Buna mukabil senede iki yahud üç ayda talebe memlekette neşr-i maarife gayret etmeli askerleri tenvir etmeli. Tenvirden maksadım siyasi tenvir değil. Diyanet ciheti de kafidir. Askerliğe hizmetin ulviyyeti ihraz-ı şehadetin kudsiyyeti askerin fikrinde yerleşirse o ordunun karşısına çıkılmaz. Avrupa ordularının bugün kuvve-i maddiyyeleri pek mükemmeldir; fakat kuvve-i ma’neviyyeleri muhimmat-ı maddiyyelerine nisbetle hiçtir. Birtakım yeni yeni meslekler Avrupa’da hayat-ı askeriyeye büyük rahneler açmıştır. Bu gidişle onların atisi muzlimdir. Yalnız kuvve-i ma’neviyye diyye ile de bir şey olamaz. İhraz-ı muvaffakıyet için her taraftan kuvve-i maddiyyeleri için çalışıldığı gibi diğer taraftan da kuvve-i ma’neviyyeler için ibraz-ı gayret ve faaliyetten geri kalmamalıdır. – Tabur imamları var ya... diyeceksiniz. Allah rahmet etsin o tabur imamlarına. Bu sene hacc-ı şeriften gelirken bir tabur imamına rast geldim. Askerlere nasihat ediyordu: “Yakın zamanda Mehdi çıkacak siz hiçbir şeye karışmayın...” gördünüz mü ne güzel ders! Eğer bütün tabur imamları askere böyle ders verirlerse vay o askerin haline!.. Bu hususta beyan-ı hükm etmek bana ait değildir. Ben yalnız bir fikir olmak üzere bunu arz ediyorum. Memleketin hayatını istikbalini üzerine alanlar elbette bu mesail hakkında sarf-ı zihn ederler. Vaktimiz müsaidse ben başka bir şeyi arz etmek isterim. Bugün bütün Avrupa’da iş görenler hep birer silsileye merbut olanlardır. Dağınık olursa iş görülmez. Bilakis mazarrat tevlid eder. Şimdi bizim ulema beyninde münaferetin zuhuru bundan neş’et eder. Arada ihtilat olmadığından su-i tefehhümler zuhura gelir. Ben zan ederim ki ulema-yı Hanefiyye ile Şafiiyye arasında yahud Şiiyye arasındaki zıddıyet tür. Bu neden? Hiç şüphesiz ki bu adem-i ihtilattan. Ne onların dediğini biz biliriz ne bizim dediğimizi onlar. Onları ber-taraf et. Aynı mezhebde olanlar arasında mesela ulema-yı Hanefiyye arasında zıddıyetler zuhura gelir. Halbuki arada bir rabıta olsa bu lüzumsuz ihtilaflara mahal kalır mı? Eğer bütün ulema yekdiğeriyle alakadar olursa birbirinden haberdar olursa aralarında ihtilaf mı kalır? Fakat ne kadar şayan-ı teessüf ki öz kardeşler birbirinden cüda düşmüşler yekdiğerini düşman zannetmişler. Olmayacak mes’elede büyük büyük ihtilaflar çıkarmışlar. Sonra onların tarafdarları muhlisleri onlara onları la-yuhti zan ile birer tarafı iltizam ederek büyük münaferetlere sebep olmuşlar. Millet arasında tefrika çoğalmış. Bu derece bürudet getirmek hususunda bittabi’ diyanetin dahli yoktur. Bunun menşei sırf nefsani ve şehvanidir. den biri bizim şeyhimiz büyük buradan biri hayır bizim şeyhimiz daha büyük. Böyle tefrika büyüdükçe büyümüş. Ümmet arasında ihtilaf çoğaldıkça çoğalmış. Akıbet ümmet-i İslamiyye şu gördüğümüz perişan hale gelmiş. Geçenlerde burada bir zat beni da’vet etti gittim. Selam kelam derken şeyhin büyüklüğünden adeta fevka’l-beşer kerametinden bahse başladı. Kendisi de zabitandan. Ya kaymakam ya binbaşı. Taaccüb ettim. Hatırıma Buharalılar geldi. Rus askeri geldiği zaman apıştılar kaldılar. Nasıl müdafaa edeceğiz diye düşündüler. “Semaverleri yakalım Ruslar gelince üzerlerine sıcak sular dökeriz” dediler. Güllelere seri’ atışlı toplara tüfeklere semaverle müdafaa!.. Vay gidi şanlı ümmet! Ne idin ne oldun! Satvet-i adilanesine kainat arz-ı inkiyad ederken şimdi bu derece cehalet meskenet içinde yuvarlansın. Zavallı Buharalılar tatlı canlarını semaverle müdafaa edecekler. Bari bu halden ibret alsalar... ne mümkün. Yine ihtilaf yine niza’. Kan ağlanacak haller. Bundan buradaki ulemanın haberi var mı? Bundan değil yanındaki vilayetten. Hatta iki saat ötedeki köyün ahvalinden haberi var mı? Ne haldir bu? Taş olsa yine harekete gelir. Ulema-yı kiram millet arasında mezheb çıkarmak ihtilaf tohumu ekmek için mi yaratıldı? gören kimlerdir? Yine hocalar değil mi? O halde niçin hocalar hala ittihad edemiyor hala bir medreseler kongresi akd edemiyor? Fakat böyle olmaz. Bundan sonra böyle yaşanmaz. Ulema uyanmalı derin uykudan kalkmalı. İntibah etmeli. Alem-i İslam’ın hal-i perişanını görmeli. Tunus’ta müslüman çocukların camie gitmekten hitandan men’ edildiğini; Fas’da toplarla müslüman camileri harab edildiğini memat dakıkaları geçirmekte olduğunu derin derin tefekkürlerle düşünmeli. Bu ataletin sonu inkıraz olduğunu bu uyuşukluğun neticesi memat olduğunu bilmeli. Gözünü biraz etrafa salmalı da ibret almalı. Ağlamalı müessir olmalı yok yok ağlamak fayda vermez. İş yapmalı. Bir tedbir-i ciddi düşünmeli. “Bizi ıslah ediniz bizi bu rutubetli taş ocaklarından kurtarınız bizim de yaşamak hakkımız var biz de diğer arkadaşlarımız gibi sıhhi binalarda oturmak çalışmak umumi ve muntazam dershanelerimiz olsun. Hasılı bizim viran medreselerimiz de ıslah edilsin. Bize tahsis olunan evkaf bizim için sarf edilsin...” diye Meşihat’e müracaat etmeli. Bu müracaat da bir intizam dairesinde olmalı. Memleketin asayişini deni insanlara yakışır bir tarzda müracaat etmeli. Her medresede birer ikişer zevat toplanmalı bir arz-ı hal yapmalı. Meşihat’e vermeli. Taşralardaki medrese sükkanı da böyle hareket etmeli. Yahud evvela bütün medreselerden bir kaçar zat bir camide mesela Bayezid’te bir meclis akd etmeli. Medreselerin ıslahı çaresini düşünmeli. Bazı mukarrerat ittihaz etmeli. Birkaç mürahhas ta’yin ederek Meşihat’e tebliğ etmeli. Bu suretle herkes “Talebe hakıkaten uyanmış” desin. Artık talebe tefrikayı bırakmalı. Tefrika zaten hasedden nahvetten cehaletten gelir. Artık öyle şeylerden vazgeçmeli. Talebe aralarında gayet güzel bütün memleketin bütün alem-i vücuda getirmeli. Yaşamak için çare düşünmeli. Zira bu hal Onun için muntazam kanunlarla talebe yekdiğerine sımsıkı bağlanmalı. Bunu hükumet men’ edecek diye korkmamalı. meşrutiyetin yüzü gibi apaçık olmalı. Tabii işin içine fesad karışırsa ağraz-ı şahsiyye girerse ihtiras başlarsa hükumet buna müsaade edemez. Evvela Cem’iyetler Kanunu’nu okumalı Cemaatler Kanunu’nu görmeli. Ona göre bir medreseler kongresi yapmalı. Sizin burada yapacağınız bu gibi hayırlı işler bütün alem-i İslam’da te’siratını gösterecektir. Fakat her şeyden evvel talebe arkadaşına o; yan yan bakışı terk etmeli. Büyükler küçüklerin kusuruna bakmamalı. Küçükler büyüklere hürmet etmeli. Artık bütün millet ittihad etmeli. Zira Cenab-ı Hak bize daima ittihadı tefrikadan ictinabı emreder: El-yevm beyne’l-milel cereyan eden siyasiyyat-ı umumiyyenin safahatı nazar-ı dikkate alınırsa işbu safahatın yegane medar ve mercii alem-i İslam olduğu kolaylıkla anlaşılır. Filhakıka siyasiyyat-ı umumiyyeyi işgal ve idare eden hemen alem-i İslam’a ait mesail-i muhtelifedir. Zaten nefs-i Avrupa’da yani Balkan yarımadası istisna edilerek Avrupa namını taşıyan kıt’ada siyasiyyatı işgal edecek mes’ele yok gibidir! Zira şu dairede mutavattın bütün akvam u tavaif kendilerine ait bütün mesail-i siyasiyyeyi hall ü tayyederek meydanda münaza’un fih mes’ele bırakmamışlardır. Almanya İmparatorluğu’nun teşekkülü Avrupa devre-i tekamül-i siyasisinin son hatvesi idi. Bu son hatve de atıldıktan sonra garpta teşekkülat-ı siyasiyye ve tekevvünat-ı kavmiyyenin la-yetegayyer bir surette takarrür ettiği anlaşılır. Filvaki’ Almanya İmparatorluğu teşekkül ettikten sonra yani kırk senelik uzun bir müddet zarfında Avrupa’nın anifü’z-zikr dairesinde hiçbir muharebe zuhur etmemiştir. Şu kıt’anın tarihini bilenler nezdinde sabıkta kat’iyyen emsali görülmemiş bir alamet gibi telakkı edilse gerek. Hatta bugün bile nefs-i Avrupa’ya ait arada münaza’un fih ve bir muharebe zuhuruna sebep olacak kadar mühim bir mes’ele gözükmüyor! ler ve hükumetler kemal-i asayiş ve sükunetle yaşamaktadırlar ve kimsenin bunların hudud ve hukukuna tecavüz fikri hayaline bile gelmiyor. Avrupa bugün kendi dairesinde mesail-i siyasiyyeden ziyade mesail-i ictimaiyye ve iktisadiyye ile meşguldür. Buraları böyle olmakla beraber Avrupa’da sulh ve müsalemet ber-karar değildir! Avrupa milletlerinin kaffesi baştan ayağa kadar müsellahtırlar! Ve her gün de teslihat ve techizat-ı harbiyyelerini tezyid etmektedirler! Ümmetler harbi vergiler altında ezililiyorlar ve daimi bir hal-i tezelzül ve et ediyor? Bu suale layıkı vechile cevap vermek için Avrupa medeniyetinin erkan ve esasını tahlil ederek şu medeniyetin ne gibi anasırdan teşekkül ettiğini beyan etmek lazım gelir! İnşaallah atide bir zaman-ı münasibde bu mes’eleyi tedkık ederiz! Şimdilik şunu işaret edelim ki Avrupa medeniyetinin esas ve erkanı sırf maddiyattan ibaret olduğu için kendi dairesinde gayet muntazam ve ahenkdar bir surette teşekkül etmiş olan Avrupa milletleri daima ihtiyacat-ı maddiyyeye ma’ruz olduklarından ticaret sanayi’ ve iktisadi zaruriyatın sevki ile kendilerine başka yerlerde müstemlekat ve mahrecler bulmaya mecburdurlar! Şu mecburiyetin derecesini tahmin için el-an yalnız Almanya’da sanayi’ tezgahlarında dokuz milyon amele işletilmekte olduğunu bilmek kafidir! Bu kadar büyük bir kitle-i beşeriyyenin mahsul-i mesaileri ve menba-i maişetleri olan mevadd-ı ticariyyeyi istihlak edecek mevadd-ı mezkureye muhtac olacak yerler ve taifeler lazımdır! Ve illa ruz-merreyi geçirmekle kendisini bahtiyar addeden bu kadar aç çıplak bi-ser ü saman kitle dahilde azim ve dehşetli bir inkılab-ı ictimai ihdas ederek şimdiki tertibat ve teşkilat-ı siyasiyye ve ictimaiyyeyi zir u zeber eder!! lekat ve mahrec mes’elesi büyük bir rekabet ve husumet-i siyasiyye kapısı açmıştır! İngiltere gibi yed-i iğtisablarına büyük müstemlekat ve mahrecler geçmemiş devletler bunların hıfz ve müdafaasına geç kalmışlar ise henüz gasb edilmemiş yerleri iğtisaba ve yahud başkalarının ellerinden kapmaya bezl-i mesai ve himmet ederler!! Şimdi küre-i arza atf-ı nazar edip de gasb edilmemiş yerler nerede olduğunu ta’yin edelim! Amerika-yı Şimali ve Cenubi kendi kendilerini idare ve muhafaza edecek kadar kuvvetlidirler! Bundan ma’ada bunlar zaten Avrupalılar tarafından zabt edilmiş ve ahalisi Avrupalılardan ibarettir! Afrika’da devlet-i Osmaniyye’ye müteallık yerlerden başka cümlesi tutulmuş! Avustralya kezalik! Ne kalıyor? Yalnız Asya! Avrupalılar bir zaman Asya’nın şark ve aksa-yı şark tarafına atladılar burada gördükleri darbe-i mukavemet onları çabuk ric’ate mecbur etti! Demek ki ne kalıyor? hemen Asya’nın garb tarafında ve Afrika’nın şark tarafında vaki’ memalik. Alem-i İslam da bunlardan ibarettir! Afganistan yevm siyasiyyat-i umumiyyenin iştigal ettiği mesail-i yegane!.. Nasreddin Hoca merhumun yorganı gibi Avrupa devletlerinin bütün hay u huylarının patırtı ve gürültülerinin her türlü ikdamat-ı siyasiyyelerinin ma’tufu hep bu alem-i İslam’dır! Filhakıka siyasiyat-ı hazıraya layık-ı vech üzere dikkat edilirse siyasiyat-ı mezkurenin mihver-i yeganesi ve saha-i faaliyyeti hükumat ve arazi-i İslamiyye olduğu aşikardır. Hatta Avrupa hükumetlerinin yekdiğerleri ile münasebet ve alakalarını imtizacat ve teşkilatlarını bile ta’yin ve idare eden alem-i İslam’dır: Şu nokta-i mühimmeyi izah için el-yevm hükumetler arasında mevcud olan münasebeti tahlil edelim: men İran ve Afganistan mes’elesinden dolayı i’tilaf etti! Yine aynı hükumet öteden beri rekabet ve husumet ettiği Fransa gelince: İtalya hükumeti hemen Fransa’nın Afrika’da nail olduğu muvaffakiyatından kuşkulanarak Avusturya’nın ve Almanya’nın aguş-ı muavenetine atıldı! Filhakıka Fransa tarmıştı! Maahaza İtalya Afrika-yı Şimali’ye dest-i iştiha uzatarak Tunus ve Trablusgarb’a doğru yürümek istediği bir zamanda önünde Fransa’yı gördükde çar u na-çar Avusturya’ya sarıldı! Avusturya ise cenubdaki memalik-i Osmaniyye’ye yürümek ve burada rakibi bulunan Rusya’ya mukabele etmek için Almanya’nın istimdadına ihtiyaç gördü! düşman iki hey’et-i muazzama teşkiline kalkmışlarının başlıca sebepleri bundan ibarettir! Vakıa arada İslam yorganından başka münaza’un fih mes’ele yoktur! Cümlenin matmah-ı nazarı alem-i İslam’dır! Cümlesi alem-i İslam’a doğru yürüyüp cümlesinin maksadı bu sahipsiz maldan hisse-çin olmaktır. Dünyanın bütün gazetelerini okuyoruz! hemen bütün mütefekkirlerin bütün diplomatların yalnız İslam memleketlerine ait mesail ile meşgul olduklarını görürsünüz! İran mes’elesi Mısır mes’elesi Girid mes’elesi Arabistan mes’elesi daha bilmem ne mes’elesi!.. İşte diplomasiyi ve alem-i matbuatı meşgul eden mes’ele!! Acaba buna karşı alem-i İslam ne yapıyor? Neler düşünüyor? Heyhat bila-tereddüd deriz ki: Ortada yegane düşünmeyen etrafında koparılan kıyametlerden bi-haber kalan yine alem-i İslam’dır! Maamafih unutmamalıyız ki alemin münazaa ettiği şu şarkın kilidi miftahı bizim elimizdedir! Biz istersek şu kilitten büyük büyük menfaatler kendimiz için te’min ederiz! Bu noktanın tafsilatını makalat-ı atiyyeye bırakıyoruz. “Bu son günlerde Kazan’da Islav misyonerlerinin ictimai olduğunu geçen numaramızda haber vermiş idik. Bu ictimaa umum gazeteler ehemmiyet veriyorlar. Zira bir derece hürriyet-i diniyye ve vicdaniyye nizamı çıkalıdan beri Ortodoksluktan diğer dinlere çıkanların adedi hayli çoğalmış. Mesela senesi Ortodokslardan bin kişi İslamiyet’i kabul etmiş.’de bin kişi Pravoslavie’den eski dine Starovirilg’e[!] geçmişler. Katolik Protestan mezheblerine ve Yahudiliğe girenler de hayli miktarda imiş. Bunun üzerine misyoner cem’iyetlerine muavenet ve yardım az gelmeye başlamış. Evvelleri Moskova Misyoner Cem’iyeti’ne senevi bir milyon ruble sadaka gelirken son zamanlarda rub’ derecesine inmiş. Bu haller bir ictima’ yaparak ahvalin müşaveresine sebep olmuştur. Kazan kongresi başka mezheblerden ziyade rini ve matbuatı teftiş ve bu hususlarda ma’lumat cem’i ile meclise arz etmek için Samarra piskoposu Kostantin Ufa piskoposu Nafa Nail ve Kazan’dan Arhiri Aleksi ve Türkistan Vilayeti gazetesinin muharriri meşhur Straomof cenabları han ve Saratof’dan büyük rahib Makari ve Kirmokin cenabları me’mur olmuş. diyor ki: Kongrenin müslümanlara bu kadar ehemmiyet vermesi sevinçli bir haldir. Rusya’nın büyük rahibleri her taraftan toplaşarak müzakere etmelerinden din-i İslam’ın şeref ve i’tibarına noksan tareyanı şöyle dursun bilakis tezayüd-i muvaffakiyatına sebep olmaktadır. Halis Hıristiyanlığa hizmet eden misyonerlerden müslümanlar asla korkmuyorlar. Sofu ve muttakı hıristiyanlar Nasraniyet’in evamirine i’tibar ederler. Nasraniyet’te din ü tarikı ile olmak lazımdır. Müslümanların misyonerlerden korkmadıklarına bir delil daha şudur ki; Türkiye ve Mısır memleketleri misyoner ile doludur. Bu misyonerler kendi dinlerini mezkur memleketlerde Türkçe ve Arapça kitaplar tab’ ederek neşr ediyorlar. Münasib mahallerinde Hıristiyanlığı medh ederek vaazlarda söylüyorlar. Bundan hiçbir müslümana zarar geldiği yok ve bundan dolayı hiçbir müslüman Nasraniyet’i kabul etmemiştir. Ryazan vilayeti Kasım Uyezdi misyonerlerinden İslamiyet aleyhinde bazı eserler yazmış olan rahib Duronk[!]’ın Kazan Misyoner Kongresi takdim ettiği bir beyannamesinde Kasım etrafında İslamların zengin olup Rusların fakir olmasından daima onların nüfuzu altında bulunarak gerek dünyaca ve gerek dince İslamların Ruslara hocalık ettiklerini ma’raz-ı şikayette beyan ile çaresine bakılmasını taleb etmiş. Bu münasebetle bir hayli iftiralar ve esassız şeyler dahi ilave eylemiş. Vakıa az çok ehl-i insaf olanları böyle bi-esas şeyler lundurmayı haç takmayı kiliseye varmayı men’ ederlermiş. Ve Pust[!] perhiz tutturmayarak Ramazan’da oruç tuttururlarmış. Pascha [Paskalya] gibi büyük bayramlarda hizmet ettirirlermiş hanelerine papaz getirtmezlermiş. Bu yüzden bu taraf Ruslarında Hıristiyanlığa soğukluk uyanıp hep Tatarlığa meyl ederlermiş. Daha acibi şudur ki guya bu taraf Rusları Duronk[!]’ın ta’birince “İslamlardan öğrendiklerine göre başka din mensublarının eşyasını çalmayı mübah görürler” cariye nazarıyla bakarak cariyeler ile yakın muameleden kaçınmazlarmış ve hakeza...” Zan olunmaz ki Misyoner Kongresi bunları ayn-ı hakıkat diye kabul etsin. Avrupa’nın ulum ve ahval-i şarkıyyeye vakıf ulemasından Belçikalı profesör din-i mübin-i İslam’ın intişarı hakkında bir eser yazıp bu defa bazı gazeteler mezkur eserden istihracen hayli hesab ve ma’lumat neşr ettiler. Nakli münasib gördük: “İslamiyet’in intişarı evvelkinden eksik değildir. Vakıan Endülüs’te ve Sicilya adasında İslamiyet’ten eser kalmamış sür’atle intişar etmektedir. Avrupalıların büyük bir muhatara ve afet diye bekledikleri şarkta ve ba-husus Çin ülkesinde Bugün Çin’de milyonlarca müslüman hesab olunuyor. Hindistan ve Zond adalarında İslamiyet sür’atle damar atmaktadır. Resmi ma’lumata göre buralarda sene zarfında İslamların adedi’den milyona kadar artmıştır. Bundan aşikardır ki başkaların zannettiği gibi İslamiyet yalnız kılınç kuvveti ile neşr olunmadı. İslamların fütuhat devrinden sonra da arkası kesilmeyerek hala semkte devam ediyor. İslamiyet’in artması Asya’ya nisbetle Afrika’da daha büyüktür. “Medeniyet-i Garbiyye’nin daima karşısına çıkan işbu dinin açık ve gizli muhassenat ve kabayihini öğrenmek lazım geliyor evvela bu dinin intişarına nisbetle İslamların maişet ve hayatlarındaki durgunluk nereden geliyor. Acaba bu durgunluk dinin icabatından mı yani bu dini kabul eden hangi millet olsa da böyle uykuya dalmaya zaman muktezasınca mıdır?” Bu babda bir hayli zanniyyat ve mütalaattan sonra Belçika profesörü diyor ki: “İslamları Hıristiyanlığa celb etmek akla bile gelecek şey değildir. Buna hiç şübhe yok. Bu babda Katolik ve Protestan misyonerlerin sa’y ü gayretleri hep beyhude gitti. Rusya’da . Asr-ı miladide kılınç kuvvetiyle cebren hayli müslümanlar Hıristiyanlığa idhal edilmişler ise de buna Hıristiyanlık arttı demenin mümkün olmayıp yalnız Hıristiyanlık sayesinde şehidler ve mazlumlar çoğaldı denilse daha muvafıktır”. “Bu kadar büyük Cem’iyet halinde olmamakla beraber bugünlerde Kazan’da Rus misyonerlerinin dahi ictimaı olup geçti. Dini olan bu mu’temerlerden daha mühimi bugün Sofya’da hal-i müzakerede bulunuyor. Medeni ictimai ve edebi tevhid-i efkara hizmet etmek üzere Bulgarya’da bütün efkar ediyorlar. Kararlar veriyorlar darısı ibreti bizim başlarımıza olsun! Sofya’da akd-i meclis eden Islav mürahhasları arasında Lehliler yani Polaklar bulunmuyor; aralarına katılmıyor. Bunun sebebi şüphesiz ki Rus Polak milletleri arasında olan gerginliktir. Hakıkaten Rusya’nın Polaklar ile anlaşamaması bütün Islav mesleğine ayak çalmaktadır çalacaktır. Katherina zamanında Polak devletinin Ruslar ile Nemseliler arasında taksim edilmesi siyasi büyük bir hata idi. Bundan sonra bugüne kadar Rusya’nın Polaklara dair politikası şu hatayı tekrardan ibaret kalmıştır. Fakat Ruslar kendileri böyle zannetmiyorlar.” “Bu haber bizi duçar-ı hayret ve taaccüb eyledi böyle bir kararın sebep ü hikmeti nedir acaba? Yazın sıcağı olamaz çünkü Madrid’de Roma’da Tunus’ta Mısır’da Singapur’da yazın sıcağı İstanbul’dan aşağı değildir. Belki ziyadedir halbuki haftada iki gün ta’til edilmiyor. İstanbul’da me’muriyete giren efendilerin ve çelebilerin kafaları vücudları başka bir hale giriyor da onun için demeye de hakkımız yoktur çünkü psikoloji ve biyoloji fenlerinde bu hususta yarım satırlık bir işaret bulunamaz. me’murlar ve hademeler çoktur. Cum’a günleri devlete ve resmiyete i’tibaren bunlar cümle ile beraber ta’til etmelidir ve ediyorlar; Pazar günleri dinlerine hürmeten işten tekliften azade edilsinler haklarıdır fakat hıristiyan olmayan me’murların dahi bunların arkasından koşmasına doğrusu “sıcak” sebeb-i ittihaz olunmamalıdır. Devair-i hükumetin sa’at-i devamını Garb usulü maişetine tevfikan tanzim eden kabinemiz hiç olmaz ise oralarda cari olan senede bir buçuk ay ta’til usulünü kabul etmiş olsa den tekevvün eden dedikodulara mahal kalırdı. Ahval ü şerait-i hazıra tahtında bi-hakkın çalışan bir me’mur sene nihayetinde bir müddet istirahat etmez ise şüphesiz ki akamete mahkum olur. Hidemat-ı atiyyesinden istifade için değil mu bugün müttefekun aleyhtir. Vakıa me’zuniyet isteyenlere hükumet imsak etmiyor. Arzularını is’af ediyor. Fakat meşiyet-i gayra tabi’ bulunan şu müsaadeden izzet-i nefsini muhterem tutan pek çok ciddi me’murlar istifade etmiyor. Bu kabil çalışkan zevatı tatmin edecek tarz müddet-i ta’tilin bir hakk-ı mükteseb şeklinde kabul edilmesidir ki bu sayede bir me’mur hatt-ı hareketini istediği gibi tanzim edebilir ve bulur. Halbuki hükumetimiz me’murinin devamını te’min hususunda ne kadar şiddet gösteriyorsa kendilerine senede bir müddetçik hakk-ı ta’til tanımak keyfiyetinde de o nisbette müsamaha-kar bulunuyor. Bir usulün nakısan tatbikinden fayda değil mazarrat beklenir. Hükumetimizden Pazar ta’tillerinden sarf-ı nazarla umum me’murine senede münasib bir müddet-i ta’til tanınmasını temenni ederiz. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Temmuz Dördüncü Cild - Aded: Bu sure-i şerife Medenidir ve iki yüz seksen yedi ayettir. re Medine’de şeref-i nüzul eden surelerin evvelidir. Bazıları dedi ki bu sureden yalnız bir ayet nüzulce müstesnadır ki o da ayetidir. Bu ayet haccetü’lveda’ senesinde Mekke’de yevm-i nahrda nazil olmuştur Bismillahirrahmanirrahim huruf-ı heca hakkında ve bunlar ile murad ne olunduğuna eazım-ı din irad-ı kelam eylediler. Bazıları dedi ki bu hurufheca ulum-ı mesture ve esrar-ı mahcubedendir. Cenab-ı Hakk’ın ilmini Zat-ı aliyyesine tahsis buyurduğu müteşabihattandır. Huruf-ı mezkure Kur’an’da sırrullahtır. Biz onların zahirine iman eder ilmini Zat-ı akdese tefviz eyleriz. Sıddik-i Ekber radıyallahu anh hazretlerinden mervidir ki her kitapta bir sır vardır sırr-ı Kur’an da evail-i suverdir buyurmuş. olunmuştur ki her kitabın bir safvet ve güzidesi vardır; bu kitabın safveti de huruf-ı teheccidir demiş. İbn Abbas radıyallahu anhuma hazretlerinden: Ulema bu huruf-ı tehciyyenin hurufun ne demek olduğu soruldukta o bir sırrullahtır siz onu taleb ve taharri eymeyin demiş. Ma’nası derk ü taakkul olunmayan şey ile hitabda fayda olmadığı halde bazı surelerin evailinde bu vech ile huruf-ı heca irad buyrulması kemal-i olduğu içindir. Ma’nası taakkul olunmayan eşya ile Cenab-ı Hakk’ın ibadını mükellef kılması caizdir remy-i cimar gibi ki ma’nası derk ü taakkul olunmadığı halde bununla teklif vaki’ olmuştur. Bazı ulema: Bu huruf-ı teheccinin ma’naların ma’lumdur dediler fakat o meanide ihtilaf ile onlardan birtakımı bu huruftan her biri esmaullahtan bir ismin miftahı ve mesela harfi Lafza-i Celal’in ism-i Latif’in alaullaha lutf-ı ilahiye mülk-i samedaniye işaret olduğuna kail oldular. Arabın bazan bir kelimenin bir harfini zikr edip de mecmu-i kelimeyi murad etmesi şu kaillerin zehabını te’yid eder – Müteşabih iki türlüdür biri hiçbir şey anlaşılmayan elfazdır ki bunlara “müteşabihu’l-lafz” denir. Evail-i suver-i Kur’aniyye’de bulunan: gibi huruf-ı mukatta’a bu kabildendir. Diğeri ma’nası muhalif-i akl olduğu bunlara “müteşabihü’l-ma’na” “müteşabihu’l-mefhum” itlak olunur: Esteizübillah ayet-i kerimesindeki lafzı gibi müteşabihde tarik-i selef ve tarik-i halef olmak üzere iki tarik vardır. Re’y-i selefe göre müteşabihi te’vilden imtina’ etmelidir. Bunlar nazm-ı celili ile istidlal ederek müteşabihin ilmini Cenab-ı Akdes’e terk etmişler ve ubudiyyet mertebesinde tevakkuf eylemişlerdir. Müteşabihi te’vilden imtina’ edenler ayet-i kerimedeki kelimesi üzerinde vakf ederler. de harfi ibtidaiyyedir derler. Bunlara göre müteşabihin faide-i inzali ulema-i rasihin hakkında bir muamele-i ibtiladır; yani ulema-i rasihin kendi aczlerini bilsinler acaib-i esrar-ı cağını anlasınlar içindir. Halefin re’yine göre müteşabihin te’vili caizdir. Bunlar derler ki müteşabihi akla ve zahir-i şeriate muvafık surette te’vil ederek ona ma’na vermek caiz olmasa inzalinde fayda olmamak lazım gelir. Bu ise Cenab-ı Alim ve Hakim’e çesban değildir. Hem biz taleb-i ilm ile me’mur olup ilm ile olan emre imtisal ise ibadet olduğundan müteşabihin ma’nasını taleb ve taharri ederiz. Bu fırka üzerinde vakf etmeyip ma’tuf olduğuna kail oldukları ’ de dururlar. Meslek-i kudema ubudiyyete meslek-i müteahhirin ibadete raci’ olup ubudiyyet Rabb’in istediği şeye rıza göstermek ibadet ise Rabb’in razı olduğu şeyi yapmak olmasına nazaran ubudiyyet ibadete raci’ bulunduğu cihetle meslek-i selef ercah ise de asr-ı halefte birtakım erbab-ı zeyg u dalal Kur’an’ı kendi heva-yı nefsanilerine göre te’vile tasaddi ettiklerinden bu heva-perestanın akval-i fasidesini redd ü cerh için te’vilde zaruret hasıl olması noktasından meslek-i halefin müstahsen olduğu da şübhesizdir. O bir kitaptır ki onda rayb ü şübhe yoktur bu kitab-ı zikemal ki Kur’an-ı Kerim’dir şaibe-i noksandan beri olduğu cihetle onun hakıkatinde ve min indillah vahy-i münzel olduğunda hiç şekk ü iştibah yoktur. Kitabullah’ın vuzuh-ı delaletine ve şa’şa-i bürhanına ihale-i nigah eden hiçbir akil-i munsıf onun sema-i Hak’tan ifaza olunmuş ve halka ihda edilmiş bir sirac-ı vehhac-ı hidayet olduğunda kat’an tereddüd etmez. Bu kitab-ı mükerrem müttakılere halen veya mealen takva ile muttasıf bulunanlara hidayettir onları Hakk’a irşad eder bir hadi ve mürşiddir. İktisa-yı libas-ı takva edenler envar-ı Kur’an’dan iktibas ve measir-i Kur’an ile baide işaret içindir; bu işaretle Kur’an’ın kemalde bu’d ve uluvv-i mertebesi muraddır. Hitab-ı İlahi’de bu’d ve kurb ancak mahluka nisbet iledir Cenab-ı Akdes’e nisbet ile hiçbir şeye baid ve karib denemez Zat-ı Kibriya’sına nisbet dardır ve ma’nası matluba isal etmek şanından olan şeye lutf ile delalettir. Müttakı ve gayr-ı müttakı mü’min ve kafir her kim Kitabullah’a nazar ederse ona Kitabullah’ın hidayet ve irşadı şamildir nitekim buyrulmuştur hal böyle iken burada Kitabullah’ın irşad ve hidayeti müttakılere tahsis buyrulması envar-ı Kur’an’dan iktibas edenler ve asar-ı Kur’an ile müntefi’ bulunanlar ancak müttakıler olduğu içindir. Müttakı’den ism-i faildir. İttikanın aslı dır. ta’ya kalb edildikten sonra iftialin’sına idğam olunmuştur. Takva örf-i şer’de insana ahirette zarar verecek şeyden kemal-i tevakkıden ibarettir. Takvanın üç mertebesi vardır. Birincisi şirkten teberri ile azab-ı muhalledden tevakkı eylemektir. kavl-i kerimi bu mertebe üzerine varid olmuştur çünkü bu kavl-i kerimde kelime-i takva ile murad kelime-i tevhiddir ki o da ’ dır. Eğer şirkten hazer ve ittika takvada kafi olmasaydı kelime-i tevhide kelime-i takva itlak olunmazdı. İkincisi fi’l ve terke dair mucib-i ism olur her ne var ise cümlesinden ve hatta bazılarına göre sağairden bile tecennüb eylemektir. Şer’de takvanın ma’na-yı mütearifi bu ikinci mertebedir; kavl-i kerimi ile maksud olan da budur zira cümlesinin üzerine atfı şirkten hazer ve ittika takva ile ittisafta kifayet etmeyip belki bununla beraber mucib-i ism olur şeylerden de hazer ve ittika lazım olduğuna delil-i vazıhtır – Üçüncü mertebe takva derunu Hak celle ve ala hazretlerinden meşgul eden şeylerden tenezzüh ederek külliyen canib-i Akdes’e teveccüh eylemektir ki kavl-i keriminde me’murun bih olan takva-yı hakıkı budur. Takvanın birinci mertebesi avamın ikinci mertebesi havassın üçüncü mertebesi ehassu’l-havassın takvasıdır. Kitab-ı Mübin’in hidayeti bu meratib erbabının kaffesine şamildir. dir. Vikayenin ma’nası ma’lumdur ki mazarrat veren şeyden bu’d veya teba’üd ve yahud muzır olan şeyi müdafaadır. Lakin görüyoruz ki bu madde Zat-ı Akdes’e nisbet olunarak isti’mal olunuyor. kavl-i şeriflerinde olduğu gibi Allah Teala’dan hazer ve ittikanın ma’nası azab ve ikabından hazer ve ittika demektir. Takvanın Cenab-ı Hakk’a izafe ve nisbet edilmesi onun emr-i azab ve ıkabını mümkün değildir. Cenab-ı Hakk’ın azabını müdafaa nehy ettiklerinden ictinab ve emr eylediği şeylere ittiba’ ile olur bu da azabdan ve ta’zib edenden havf ile husule gelir şu halde havf makla nefsini ikabdan siyanet eden kimsedir fakat o kimse nefsini ikabdan siyanet edebilmek için kendinde tefekkür ve sedad bulunmalıdır ki bu tefekkür ve sedad ile ikab ve alamın mesadırını bilsin de onlardan hazer ve ittika etsin. Zaman-ı cahiliyyette ibadet-i esnamı takbih edenler var mesine razı olmadığını ve Cenab-ı Hakk’ın hayrı sever ve şerre buğz eder olduğunu derk ü iz’an etmişler idi hatta içlerinde bet edip uzlete çekilmiş olanları bile var idi. Fakat bildikleri yete ta’zim ile bazı hayrat-ı bedihiyyeden ibaret idi. Ehl-i Kitap içinde dahi öyle zevat var idi ki Cenab-ı Münzilü’l-Furkan onları ... kavl-i şerifi ile nazm-ı celili gibi nice ayat-ı kerime ile vasf etmiş raddır. Müttakıni şu iki fırka içinde mü’mininden olup da sonra İslam olmuş olanlara ve yahud müslimine tahsis etmeye hacet yoktur. Müttakın ile şu iki fırkadan zikr olunan zevat muraddır dedik. Çünkü kavimlerinin salik oldukları meslekten kalblerinde işmi’zaz ve nefslerinde hidayete bir vecd ü şevk bulunanlar ancak bunlar olup kendilerine minindillah bir şey gelince ihtida ve ona olan isti’dadlarını tefettun ederler. Binaenaleyh bu ayet-i kerimede zikr olunan müttakın ol kimselerdir ki nefslerinde nev’amma rüşd ü sedad bu hal onları ilm ü idraklerinin vasıl ve tefekkür ve ictihadlarının müeddi olduğu mertebe Allah Teala’nın saht u gazabından tevakkıye ve rıza-yı İlahi’yi iktisaba sevk eder – Nigaşte-i sütur-ı tevkır kılınan iki nazm-ı celilden birincisinin müfad-ı şerifi: ehl-i Kitap içinde müstakım ve adil bir cemaat vardır ki onlar sa’at-i leylde secde eyleyerek yani namaz kılarak ayatullahı tilavet ederler. Onlar Allah’a ve yevm-i ahirete iman ma’ruf ile emr ve münkerden nehy ve umur-ı hayra kemal-i rağbet ile mübaderet ederler onlar bu sıfat-ı fazıla ile muttasıf bulunmaları hasebiyle rıza ve sena-i denlere adavet cihetiyle eşeddini elbette Yahud ile müşrikleri bulursun ve onların iman edenlere meveddet cihetiyle en karibini biz nasarayız diyenleri bulursun bunların meveddet cihetiyle mü’minlere pek karib olmaları içlerinde kıssis ve rahibler bulunduğundan ve kendileri de hakkı fehm ettiklerinde taazzum ederek kabulden iba etmediklerindendir. Bunlar Resul-i Ekrem’e nazil olan ayatı istima’ ettikleri zaman görürsün ki hakkı anladıklarından naşi gözyaşlarından gözleri coşuyor; gözleri böyle yaşla dolarak derler ki ya Rabbena biz iman ettik bizi de nübüvvet-i Muhammediyye’ye şehadet edenlerle birlikte yaz. Kıssis: Nasaranın din cihetinden ulemasına denir. Rahib: Selefte nastan uzlet ve inziva etmiş müteabbidin-i nasaraya – – “Validesi Emine’yi Amine’yi kaybetti” müşarün ileyha Medine’den avdetinde yolda hastalanarak – Ebva nam mahalde vefat etmiştir. Medine’ye azimetine bais de Beni Adi kabilesinden Abdülmuttalib’in dayıları ailesini ziyaret arzusu idi. Dadısı Ümm-i Eymen ile Resul-i Ekrem’i de birlikte götürmüştü. Refakatlerinde erkek ve kadın olarak daha bazı kimseler de var idi. Cenab-ı Abdullah’ın vefat etmiş olduğu hanede bir ay kadar misafir kaldılar. Resul-i Ekrem’in haiz bulunduğu alamat-ı nübüvvet bazı efrad-ı Yahud’un enzar-ı dikkatini calib olmakla daha ziyade duramadılar. Ba’de’l-hicre efendimiz hazretleri ashab-ı kiramına o haneyi göstererek oradaki alem-i sabavet hatıratına dair bazı şeyler dermeyan buyurdukları rivayet-gerde-i sikattir. Nasıl ki muahharan valide-i muhteremeleri kabrini ziyaret hengamında mübarek gözlerinden yaşlar revan olduğu da mervidir. Bu ziyaretin Mekke’de vukuu Hazret-i Aişe ile Abdullah bin Mes’ud rd’dan rivayet olunmuştur ki ulema-yı siyer bununla merhumenin na’şı Mekke’ye naklolunduğuna istidlal etmişlerdir. Ümm-i Eymen rd maiyyetlerinde bulunan kimselerle beraber Hazret-i Resul’ü Mekke’ye götürüp cedd-i samilerine teslim ettikleri zaman müşarun ileyh pek ziyade müteessir oldu. Kemal-i rikkat ve şefkatle hazreti iyice bağrına bastı bir daha yanından ayırmadı. “Yetim ve öksüz çocuğu....” ta’biriyle de Dozy cenabları bir nev’-i istihfaf cür’etinde bulunuyor. Mezburun me’ali ve mehasin idrakinden bi-behre olması işte bununla da iktisabı vuzuh ediyor. Çünkü muslih-i alem ve mürşid-i beni Adem olan Peygamber-i Zişan efendimiz hazretlerinin nazm-ı şerifiyle de mukarrer bulunan yetimliği [ Duha /] hitab-ı İlahisi’yle de [ Bakara /] [ Nisa halinde bilcümle mekarim-i seniyye ve mehasin-i adab-ı insaniyyeyi haiz olmaları cühela-yı kavmi arasında neş’et ve ulum-ı evvelin ve ahirini cami’ ve muhit olmaları gibi kendisinin en vazıh en kanaat-bahş olan mu’cizat-ı celileleri cümlesindendir. Nasıl ki hadis-i şerifi bu harika-i uzmayı i’lan etmektedir. fermude-i alisi de bu hakıkati tenvir ediyor. Bu iki mu’cize-i Muhammediyye’nin pek ziyade aşikar gayr-ı kabil-i te’vil ve inkar olması hasebiyle isbat-ı risalet görmemiş İmam Muhammed Busiri rh kaside-i mübareke-i “Bür’e”lerinde mu’cizat faslına beyt-i ati ile hitam vermişlerdir. Yani ey müsterşid-i basir! Sübut-ı risalet için mu’cize-i bahire olarak sana devr-i cahiliyyette bulunan ümmi zatta zat-ı saireyi düşünmeye muhtac değilsin. büyük pederi Abdülmuttalib yanına aldı” bu ifade de tamamen doğru değil! Çünkü zaten Resul-i Ekrem validesiyle beraber Abdülmuttalib’in hanesinde himayesinde bulunurlardı. Validesinin vefatı vuku’ bulunca himayesi müşarun “Abdülmuttalib onu pek seviyor ve bizzat kendi evladından daha ziyade mazhar-ı i’tina ve himaye ediyordu.” Burasını da pek sade tedkıkten ari ve azade olarak geçiyor. Bu fevkalade muhabbet bu derece himaye ve i’tinaya mazhariyet acaba neden icab ediyordu. Resul-i Ekrem’in mahza yetim ve sağirü’s-sin bulunması bu mertebe i’zaz ve a asla şayan-ı kabul addolunamaz. Çünkü kütüb-i siyerde Abdülmuttalib hazretlerinin isimleriyle ta’dad olunan on kadar erkek ve altı tane kız evladı var idi o sırada bunların bittabi’ birçok evlad-ı sığarı da bulunurdu. İhtimaldir ki bazıları vefat ederek yetim ve yetimeler terk etmişti. Eğer Sultan-ı Enbiya efendimiz hengam-ı tufuliyyetlerinde haiz bulundukları şemail-i şerife ve mezaya-yı aliyye ve [ Bakara /] nazm-ı celili ile müfsidleri münife ile onların kaffesi arasında temeyyüz etmiş ve balada beyan olunduğu üzere kudsiyyet-şan-ı valalarına şehadet eden alamat-ı zahire ve tebşirat-ı bahire inzimam eylemiş olmasaydı evlad u ahfad cihetiyle mazhar-ı gına olagelmiş bulunan cedd-i mükerremleri kendisine suret-i harikada dilbend ve meftun kalb-i tab-naki mehafil-i umumiyyede bile bir lahza yanından ayırmayacak mertebe muhabbetle meşhun olur mu idi. Biraz insafı olan Frenk müverrihleri bu hakaikten gafil olmayarak “Hazret-i Muhammed’de fıtraten bir ulviyyet-i harika bütün akrabası belki bilcümle Mekke ahalisi nazarında celb-i dikkat olacak mezaya-yı faika var idi.” diye i’tiraf-ı haktan Dozy kadar uzak kalmamışlardır. El-hasıl din-i İslam’dan ve hayat-ı Muhammediyye’den bahis olanlar içinde Dozy kadar telbis-i hakıkate sai bir şahs-ı baği görülmüş değildir. Asar-ı ecnebiyyeyi tercüme edenler arasında da mütercim-i bi-vaye derekesinde gafil daha doğrusu mütegafil bulunmasa gerektir. ....“iki sene sonra büyük pederi Abdülmuttalib vefat edince amcası Ebu Talib’in yanına geçti.” Burası esasen doğrudur. Evet! Abdülmuttalib hazretleri Hazret-i Amine’den iki sene sonra vefat etmiştir ki Resul-i Ekrem o esnada sekiz yaşını henüz ikmal etmemiş bulunurdu. Nasıl ki ba’de’n-nübüvve kendilerine Abdülmuttalib’in vefatını der-hatır ediyor musunuz diye vuku’ bulan bir suale cevaben “Evet! Ben o sırada sekiz yaşında idim” buyurmuşlardır. Ümm-i Eymen rd de şöyle tahdis ederdi. “Abdülmuttalib vefat edip –ceddi cenab-ı “Kusa” civarında defnolunmak üzere– Hacun makberesine naklolunduğu esnada Resul-i Ekrem de beraber bulunarak mübarek gözlerinden yaş akmakta olduğunu gördüm.” Abdülmuttalib’in irtihali bütün ahali-i Mekke indinde musibet telakkı olunarak emsali görülmemiş derece ye’s ü matemi mucib olmuş günlerce çarşı ve pazarlar kapalı kalmış akran olmasına delalet etmektedir. Vefatından evvel bir nutk-ı beliğ irad ederek Resul-i Ekrem’in ulviyyet-i şanını bilcümle evlad u ahfadına tezkir ile kendisini pederi Abdullah’ın ah-i şakifleri öz biraderleri olan Zübeyr ile Ebu Talib’e tevdi’ etti ve muma ileyhimaya gayet mühim tavsiyede bulundu. Muahharan Resul-i Ekrem on dört yaşını ikmal ettiği sırada Zübeyr vefat etmekle himaye-i müftehire Ebu Talib’e dülmuttalib zamanında asar-ı şefkati nümayan olmakla Resul-i Ekrem efendimiz onun himayesini bizzat tercih buyurmuştu. Düzer yave-gu bir herif bir gazel: Müedda perişan eda mübtezel! Tabii o gayetle parlak bulur; Okur dinletir söyletir gaşy olur. Biraz sonra bastırmak ister fakat Sakın olmasın en ufak bir sakat Deyip bir edib-i münekkıd arar; Nihayet zarifin birinden sorar. Gözetmez bu adem de hatır huzur; Bulur lafz u ma’nada birçok kusur. Herif şimdi tenkıde hiddetlenir Rezilane artık neler söylenir! Biraz dinleyip sonra bak der zarif: “Sizin nesriniz nazmınızdan latif!” On sene kadar oluyor. Şimdi Kastamonu Daru’l-muallimin müdürü bulunan Hoca Vasfi Efendi kardeşimizle Yuşa’ tepesine çıkmış bir gece kalmış idik. Züvvarın dinlendikleri kahvenin duvarı manzum mensur bir çok hatıralarla dolu idi. Vasfi gayet latif ta’lik yazar. Eline bir kalem geçirerek şu kıt’ayı duvara nakşetti: Akif’in nazm-ı bi-mealiyle Hame-i ru-siyah-ı Vasfi’den Zıll-i zail misali kalmıştır Şu karaltı gelip geçerlerken. Tercüman-ı hal-i dildir yar ile müjganımız Biz hamuşuz ihtisas-ı kalbi sevda söylüyor Eylesek de ihtiraz-ı ta’neden meyl-i sükut Dideler her bir nigehte bi-mehaba söylüyor Umum Osmanlıları nesak-ı vahid üzerine terbiye Tarih teessüsü mücerred bir Rahmet-i İlahiyye: kabilinden olarak koca bir hükumet-i İslamiyye teşkiline muvaffak olan Cenab-ı Osman’ın alem-i İslamiyyet ve insaniyyete ettiği hizmet-i fahiresi yalnız hakdanilerden değil umumen asumanilerden bile bir lisan-ı tebcil ile takdis edilse sezadır. Rükn-i rekin-i İslam’ın takviye ve tahkimi sünen-i memduha-i diyanetin idame ve muhafazası hususunda en ziyade met-i müfahhame-i Osmaniyye’dir. Bir gece ta-be-sabah dest ber-sine-i ta’zim ü ihtiram olarak duvarda muallak bir Mushaf-ı Şerif’e karşı ayakta duran o Osmancığın nesl-i asil-i muhtereminden Fatih gibi Selim gibi eazım-i cihan-giran zuhur ile Osmanlılığın layık olduğu kadr ü şeref-i zi-mekanetini dü-bala eylemişlerdir. Bir hükumet-i İslamiyye enkazından olarak yine hükumet-i me-i Osmaniyye’nin ilel-ebed şan u şevketle pay-dar olabilmesi; ancak akaid-i hakka-i İslamiyye’nin ahlak-ı fazıla-i Osmaniyye’nin hüsn-i muhafazasıyladır ki bunlara adem-i müraat halinde zacir-i dehşet-naki üzerine –Huda-nekerde– şu kitle-i azime-i Osmaniyye’nin akıbeti giriftar-ı kayd-ı vehamet olacağı korkusu safha-i hayali oldukça ra’şe-dar ediyor. Hükumet-i müfahhamemiz medar-ı terakkı ve umran olabilecek bilcümle esbab-ı temeddün ve i’tilayı garbiyyundan iğtinam ve yor ise de adat-ı hasene-i İslamiyye’ye muhalif olan en ehemmiyetsiz bir şeyin bile velev zühulen olsun ahlak-ı Osmaniyye’ye geçmesi atiyen kabil-i iltiyam olamayacak derecede hayat-ı siyasiyye ve milliyyemizi rahne-dar edeceğinden su-i taklidden son mertebede tevakkı etmemiz vecaib-i esasiyyedendir. Osmanlılar hilye-i ulya-yı milliyyelerini ahlak-ı aliyye-i lidden ihtiraz eyledikleri nisbetinde alem-i İslamiyyet ve Osmaniyyet’e hizmet etmiş olacakları ve ancak bu suretle kıyamete kadar şan u azametle Osmanlı olarak yaşayabilecekleri der-kardır. Görenek püsküllü belası olarak adat-ı İslamiyye’ye karışan en ehemmiyetsiz bir adet-i garbiyye ileride bir türlü kabil-i tedavi olamayacak derecede cem’iyet-i milliyyede bir da-i udal-i mühlik tevlid ile ma’nevi büyük tahribat ihzar etmiş olur. Avrupa terakkıyatını re’yü’l-ayn müşahede etmek tekemmülat-ı fünunu tahsil ile memleketimizi bir şükufe-zar-ı benin Avrupa mekatibine i’zam olunmakta olduğunu görüp nız ne olsa da o ezkiya-i ümmet alem-i Osmaniyye’yi atiyen rehber-i terakkı ve i’tila olacak o pişvayan-ı millet muhtac olduğumuz ulum u fünunu usul-i tekemmül ve temeddünü alıp da ahlak-ı kamile-i İslamiyye’ye muhalif olan adat-ı garibe-i garbiyyeyi yine garpta bırakarak avdet etselerdi!.. Dünyanın aktar-ı muhtelifesinde yaşayan bilcümle muvahhidinin hükumet-i celile-i Osmaniyye’ye ma’nevi ve gayetle ciddi ve germi bir surette besledikleri muhabbet ve irtibatın yine hükumet-i muazzamamızın muhafaza-i iffet ü diyaneti nisbetinde teşeyyüd ve te’ekküd edebileceğini arz etmek Din-i İslam’ın tealisi felsefat-ı diniyyemizin tarz-ı ahsen ve ekmel ile teammüm etmesi ve bu da kütüb-i mu’tebere-i tefasir ve ehadisin umum mekatib-i İslamiyye’de hüsn-i tedris olunmasıyla olacağını derk ve tefahhus edememiş bir sahib-i Bir çok makaleler ile tavzih ve tebyin ettiğimiz ıslah-ı medaris mes’elesinin makamat-ı ulyaca rehin-i sükut bırakılmadığı ve bırakılamayacağı müsellem ise de yeryüzünde yaşayan bütün ehl-i İslam’ı gayr-i kabilü’l-infikak ayn-ı nokta-i bıta-i uhuvvet ve diyanetin hakıkı ve esaslı olarak daha sinn-i tufuliyette ezhan-ı tullabda nakş ü tersime hadim mevaiz’in mürebbiler tarafından bir mükemmeliyet-i çıkarmamalıdır. Medaris-i kadime ile hazıranın beyninde seradan süreyyaya kadar bir fark-ı azim olduğu evvelki makalat tişen meşahir-i fuzela içinde yalnız binlerce Avrupalı olduğu ve bunların meyanında birkaçının papalık makamını ihraz eylediği ve gerek Endülüs gerek Bağdad ve saire medreselerinden ahz-ı ulum ve fünun eden milel-i saireye mensub birçok zevatın o sayede Avrupa alimlerine terakkıyat ve medeniyeti neşr ü isal eyledikleri müsellem-i enamdır. Medaris-i İslamiyye’nin indirası ve ahlak-ı garbiyyenin ahz ü iktibası nisbetinde din-i ali-i Ahmedi’nin kesb-i za’f edeceği ve binaenaleyh anasır-ı İslamiyye-i Osmaniyye arasında o yüzden muhtemelü’z-zuhur olan bürudet ve münaferetin tezayüd eyleyeceği bedihiyyesine binaen hükumet-i muazzama-i Osmaniyye’nin maddeten ve ma’nen hayat-ı müstakbelesini en ziyade te’min ve muhafaza edecek olan medreselerin ıslah ve teksiridir. Umuman ehl-i İslam’ı ve bilhassa anasır-ı İslamiyye-i Osmaniyyeyi infisam-pezir olamayacak derecede metin ve kavi bir rişte-i ali-i ma’nevi ile rabt u bend edecek ancak lisan-ı celil-i Arabi olacağından lisan-ı Osmani ile beraber o lisan-ı huşk-var-ı dininin de ta’mimi halinde revabıt-ı uhuvvet ve samimiyyet ortada kesb-i resanet ve metanet eyler ki ferman-ı celil-i Rabbani muktezasınca Arap Arnavut Türk Laz Kürt Çerkes Tatar Boşnak ne kadar anasır-ı Osmaniyye varsa cümlesi ta’bir-i sufiyanesi üzerine yekdiğerinin dil ü canı olur birbirine kat’iyyen bi-gane nazarıyla bakamaz. İşte öyle bir sırada ihtilaf-ı anasır beliyyesi büsbütün ortadan kalkar yerine Fakat anifen işaret olunduğu üzere eğer ki hükumet-i hazıra ıslah-ı medaris vazife-i mukaddesesini piş-i enzardan dur tutmuyorsa da memalik-i mahrusetü’l-mesalik-i Osmaniyye’nin her tarafında bulunan medreselerin kaffesini asr-ı hazırın icabettirdiği tarz-ı bihin-i ekmelde ıslah ile her birine lüzumu miktar müderris ta’yin etmek imkan haricinde olmakla vatanın din-i ali-i İslam’ın teali ve terakkısini herkesten ziyade arzu buyuran Meşihat-ı ulya Sadaret-i uzma ve Maarif-i Umumiyye Nezaret-i celilesi tarafından şu eyyam-ı ta’tiliyyede dur u dıraz müzakere ile umum mekatib-i i’dadiyye medrese şekline ifrağ ve müddet-i tahsil dokuz seneye karara alındığı takdirde vatanın en esaslı terakkıyatına temel atılmış olur ki bu mes’eleye Osmanlı unvan-ı fahiri tahtında yaşamak isteyen anasır-ı saire kardeşlerimizin de cümlesi kemal-i memnuniyyetle ru-yı muvafakat göstereceği şübhesizdir. Müddet-i tahsil dokuz sene olmalıdır. Günde üç nihayet dört dersten ziyade okunmamalıdır. Edna evsat a’la olmak üzere tahsilin üç haddi olup vaktinin müsaadesine göre üç sene tahsil edebilen efendi köy altı sene tahsil eden efendi rüşdi dokuz seneyi ikmal eyleyen efendi de i’dadi muallimliklerine ta’yin olunmalıdır. Mekteb fevka’l-’ade muntazam bir surette tertib edilmiş ve mekatib-i aliyye şu’beleri yalnız ikişer sene kadar bir tahsil için te’sis olunmuş olacağından mekatib-i i’dadiyyeyi harbiyye mülkiye nüvvab gibi şu’belerinin herhangisine gidecek olsa iki sene zarfında ikmal ile doktor diplomasını istihsal etmesi icab etmekle intisab edeceği şu’beye göre doğrudan doğruya herkes me’muriyete ta’yin olunmalıdır. Daru’l-fünun şu’belerine müsabakat ile alınmalıdır. Arapça Farisi Fransızca İngilizce lisanları öyle bir tarz-ı ekmelde okutturulmalıdır ki mektepten neş’et eden bir efendi o lisanlar üzerine mükemmel bir surette kitabet ve tekellüme muktedir olmalıdır. Ulum-ı tabiiyye akaid ve ahlakı mükemmel olan ve ulum-ı tefsir ve hadis ve münazaraya bi-hakkın vakıf bulunan ulema tarafından tedris olunmalıdır. Tabayiin ihtilafına mebni şu makaleye i’tiraz edecek zevatın vücuduna da ihtimal veriliyorsa da hüsn-i niyetle yazılan bir ibarede bazının hoşuna gitmeyecek şeylerin bulunuşu bence badi-i ta’riz olamaz. Hüsn-i niyet ile başlanan bir iş elbette makrun-ı muvaffakiyyet olur ümidindeyim. MÜSLÜMANLAR ÇALIŞIRSA YAŞAYACAK Biz bugün buraya hem gezmek hem de görüşüp konuşmak üzere geldik. Ben birçok memleketleri gezdim Çin’e Japonya’ya kadar seyahat ettim. Dünyadaki milyonlarca müslümanların çoğunun memleketlerine gittim. Birçok kardeşlerimizle görüştüm. Birçok şeyler gördüm. İşitmişsinizdir ki müslümanların en çok bulunduğu yerler şark taraflarıdır yani “Asya” denilen kıt’adır. Orada sizin o kadar çok kardeşleriniz var ki sayı ile tükenmez. Onlar sizin öyle candan kardeşlerinizdir ki sizi görseler sevinçlerinden hepsi ağlarlar. Her nereye gittimse bana sarmaştılar ağlaştılar beni de ağlattılar. Ve ayrılırken bana dediler ki: “Bizim Osmanlı müslüman kardeşlerimize çok çok selamlar götürerek bizim ne halde bulunduğumuzu onlara anlatasın. Ve bizim tarafımızdan rica edesin ki bizi hatırlarından çıkarmasınlar.” Onların ne halde bulunduğunu size anlatmak için günlerce konuşmak lazım. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki halleri pek yamandır. Ağlanacak bir haldedirler. Siz eğer çalışır bekanızı te’min eder yaşamanızı bir yoluna korsanız o vakit onların da okumalarını düşünürsünüz. Fakat şimdi onlardan evvel kendinizi düşünmeniz lazımdır. Zira sizin halinizi de ben onlardan pek farklı görmüyorum. Kahveleriniz maşaallah her sokak başında eksik değil. Bu hal ile onların imdadına yetişmek nasıl olacak hiç aklım ermiyor. Onlar sizi başka türlü zannederler sanıyorlar ki hepiniz okur yazar hepiniz gece gündüz çalışırsınız; memleketleriniz ma’mur tarlalarınız hep ekili ticaretiniz yolunda; hiçbir yabancı devletin ne siyasetçe ne iktisatça esaretine düşmemiş; toplarınız tüfekleriniz bütün düşmanlara karşı duracak kadar çok; donanmanız denizlerde şanlı şanlı dolaşır; her tarafta sözünüz yürür; bütün devletler size sormadan bir iş yapmaz... Tecrübe maksadıyla biri çıkıp da onlara dese ki: Osmanlı köylerindeki ağalar sabah oldu mu çubukları alırlar kahveye çıkarlar zaten her adım başında bir kahve var bütün gün orada çene çalarlar kadınları da işlemek yiyecek ekmek tedarik etmek üzere tarlaya gönderirler; kadınlar dan kalma sabanlarla birkaç dönüm yerle bütün sene vakit geçirirler kuru bir ekmekten başka ne çocuklarını ne geleceklerini düşünmezler... Onlara denilse ki: Osmanlı ilindeki köylerde okumak yazmak bilenler geçmişi geleceği düşünenler ya üç kişi bulursun yahud hiç; mektepleri yok bazı köylerde varsa da tıpkı bu sizin harab mekteplerinizden medreselerinizden farkı yok... Onlara denilse ki: Osmanlı ülkesindeki müslüman kardeşleriniz bütün ticareti bütün zenginliği hıristiyanlara Frenklere bırakmışlar; ta Frengistan’dan adamlar gelerek en paralı işleri tutmuşlar kazanıp kazanıp memleketlerine gönderirler müslümanları da bir boğaz tokluğuna ancak hamallık ma’mur yaşamaları iyi ticaretleri yolunda müslümanların kahvecilik.. Onlara yine tecrübe maksadıyla denilse ki: Bir zamanlar şan ve şöhreti bütün dünyayı tutan o koca Osmanlı devletini Makam-ı Hilafet-i uzmayı bugün Avrupa’nın o cebbar hükumetleri oyuncak gibi kullanmak isterler ve buna karşı da Osmanlılar hala uykuda... Hep bu haller bir bir anlatılsa o vakit bilir misin ki onlar teessüften ağlamaktan ne hale gelirler “Eyvah... yegane ümidimiz sizde kalmıştı sizler de böyle derin uykularda olunca vay bizim halimize! Şu halde bizim için diri diri mezara girmekten başka çare kalmamış...” diye feryad ederler. O kadar kalbleri size bağlıdır o derece sizden hayır bekliyorlar. Çünkü onlar artık o hale gelmişler ki ne yapacaklarını bilmiyorlar. Burada nasıl siz her şeyi hükumetten beklerseniz onlar da her şeyi bizden bekliyorlar. Başlarında bulunan hükumetler onlara göz açmaya meydan vermiyorlar. Erbabı hamiyetten biri çıkıp da mektep açacak olsa mekteplerini kapattırır muallimlerine rahat vermezler. Böyle acınacak bir hal. Şark milletleri içinde terakkı etmiş yalnız bir millet vardır ki o da Japonlar’dır. Eğer bu kavim bütün İslamiyet’i kabul ederse bilumum Asya’daki müslümanların ilerlemesi adam olması kabil olabilecektir. Yoksa bizim onları tenvir edebilmemiz pek müşkül görünür. Biz henüz uykuda kendimiz muhtac-ı himmet. Bu gidişle uyanabilmemiz için asırlar lazım. Japonlar bugün en müterakkı bir millettir. Bunlar ilimleriyle ma’rifetleriyle bütün şarkı tenvir edeceklerdir. Bunların bu kadar terakkı etmelerine ilerlemelerine hizmet eden şey de kendi beynlerinde olan ittifak ile ilm ü ma’rifete karşı kemal-i hürmet ve muhabbetleridir. Japonya o kadar müttefik bir millettir ki büyüğü küçüğü hepsi yek-vücud olmuş milletlerinin ilerlemesi için gece gündüz çalışıyorlar. En büyük vükelanın en küçük bir çiftçiden farkı yok. En büyük bir me’mur lede’l-icab çiftçilik eder. Çalışmak hususunda hiç ayıp yok. Sırasında da amiral olur harbe gider. Cihanın en meşhur amirallerinden Togo sonra en büyük kumandanlarından Oyama vakt-i hazırda adi çiftçiler gibi çalışır. Nitekim çiftçiler de memleketin en büyük adamı gibi çalışmaktadır. Çalışmak büyüklere mahsus değil. Herkesin çalışması lazımdır. Devlet kendi kendine terakkı etmez. Millet çalışırsa millet terakkı ederse o vakit devletin de kadr ü i’tibarı yükselir. Japonya’da hiçbir adam görünmez ki tenbel tenbel otursun çalışmasın. Herkes işte çalışmada. Bütün memleketi karış karış ekin ile doldurmuşlar. Hiçbir boş yer yok. Hatta evlerin tepesine varıncaya kadar ekin ekmişler. Japonlar böyle her şeyi kendileri yapıyor. Hükumet yapacak diye ağızlarını açıp yan gelmezler. Bizim halkımız da bu hal o kadar teammüm etmiş ki insan hayret ediyor. Hükumet şöyle yapacak böyle yapacak diye beklersek büyük bu pek büyük bir hatadır. Millet kendi çalışmalı kendi yapmalı. O rical-i hükumet dediğimiz adamlar milletin ta’yin eylediği rehberlerdir. Onlar bize yol gösterirler biz çalışırız. Böyle olursa millet devlet hükumet terakkı eder. Ama millet çalışmazsa kahvehanelerde vakit geçirir ekin ekmezse devlet yaşamaz. Bunun için hükumetin terakkısini arzu eden her ferd bütün takatiyle çalışmalıdır. Milletin terakkısi Ben burada size devletimizin şimdiki halde ziyadesiyle muhtac olduğu şeylerden bahs edeceğim. Ben Japonya’da bulunduğum zaman bi’t-tesadüf bir köye gitmiştim. Öyle bir köy ki haneden ibaret. Böyle iken üç ibtidai mektebi vardı. Fakat bununla kanaat etmeyerek fırsattan bi’l-istifade gelen misafir vesilesiyle para toplayarak bir rüşdiye açalım dediler iane toplamaya başladılar. Beş saat sürmedi lazım gelen parayı topladılar. Kimisi beş kuruş verdi kimisi beş yüz kuruş verdi; böylelikle ben daha o köyden hareket etmezden evvel rüşdiye mektebinin temelini kurmaya başladılar. Millet böyle el birliğiyle çalışırsa elbet terakkı eder. Bu gün devletimiz her nevi’ idareye muhtaçtır. Mektebimiz kuvvetimiz az. Köylerde okuyup yazan pek nadir. Otuziki seneden beri yıkılmış bir memleket beş senede ta’mirini akıl kabul etmez. Elbet zaman ister. O zamanı kısaltmak için de milletin muavenetine ihtiyaç vardır. Bizim peygamberimiz bizi daima çalışmaya teşvik etmiştir. Gerek sözüyle gerek fiiliyle. İşitmişsinizdir zannederim düşmanlar Medine’ye hücum ettikleri zaman ashab Medine’nin etrafına hendek kazdılar. O vakit Hazret-i Peygamber efendimiz bizzat toprak taşıdılar. Ahaliyle beraber çalıştı. Biz böyle bir peygamberin ümmetiyiz çalışmak bizim için farzdır. Bugün en muhtac olduğumuz bir şey varsa kuvve-i bahriyemizdir. Millet bunun için bütün varını yoğunu feda etmelidir. Yoksa öyle iki kuruşla üç kuruşla iş görülmez. Milletin gayreti böyle olmaz. Devletin şanını yükseltmek için millet gayreti olmalıdır. Millet gayreti ise başka türlüdür; cebindekini veriri sonra da kanını döker. Her yerde mitingler yapılır “Son damlamıza kadar kanımızı dökeceğiz” deniyor halbuki sonra donanma ianesine üç kuruş veriyor. Son damla kan nerede üç kuruş nerede?... vakit millet terakkı eder. Millet terakkı edince böyle fakirlik kalmaz. İnşaallah bir zaman gelecek ki millet terakkı edecek çiftçilerimiz arasında okumak yazmak bilmeyen kalmayacak herkes gece gündüz çalışacak tarlasını ekecek her türlü ticarete tevessül edecek para kazanacak zengin olacak; o vakit ianeye de muhtac olmayacağız. Ianeye devletin muhtac olduğu bugündür. Beş sene sonra versek de almayacak Fakat bugün muhtaçtır. Onun için kardeşler vatan uğruna lazım gelen muameleyi elden gelen fedakarlığı ifadan çekinmemeliyiz. Her şeyden evvel şu donanmayı bir yoluna koyalım. Karadaki kuvvetimiz elhamdülillah o kadar küçük görülecek bir halde değildir. Günden güne o ilerlemektedir. Eğer bahriyemizi de o raddeye getirebilirsek o vakit hükumetimizin ehemmiyeti başka türlü olacak. Siz hiçbir zaman hatırdan çıkarmayınız ki bütün dünyadaki müslümanlar size bakıyor. Eğer siz ey Osmanlı müslümanlar uyanıp da işlerinizi bir yoluna koyabilirseniz o vakit bu cihan-ı İslam gayret ve faaliyete gelecektir. Fakat siz bu halde giderseniz Müslümanlığın ileri gidemeyeceğini tamamıyla biliniz. Onun için eğer müslüman iseniz eğer Müslümanlığın derek bu pis kahvelerin kapısını kapayarak çapayı küreği ele almalı hemen tarlaya koşmalıdır. Zira yaşamak ancak çalışanlar içindir... nada tealim-i diniyye hususat-ı meşruhadan ibaret idi. Asıl Yahudiler Tevrat’ı lisan-ı İbraniyye ile havralarında tilavet eder ve milel-i saireden Yahudiliğe dahil olup da lisan-ı İbrani’ye aşina olmayanlar Septuagint’i okur ve Tevrat kendilerine lisanlarıyla şerh ve tefsir edilir idi. Yahudiler tanassur ettikten sonra dahi İbrani Tevrat’ ı kıraat diğerleri ise Septuagint feret hüküm-ferma olmaya başladı bu münaferet neticesi olacak İbraniler diğerlerinin dul-hane ve eytam-hanelerine bakmadıklarından Havariyyundan Pavlus balada zikrolunduğu vechile bu gibi hayrat-hanelerin mütevellilerini kendilerine ait olan milletten ta’yin eyler idi. Yunanilerden Yahudi dinine dahil olanlar Tevrat’ın tercümesi olmak üzere Septuagint’i düsturu’l-amel ittihaz eden ve kendi rivayetlerince Septuagint ayrı ayrı ve yekdiğerlerinden habersiz yetmiş zat tarafından Yunan lisanına tercüme edilmiş olduğu halde her yetmiş tercüme nüshalarının yekdiğerlerine lafzen ve ma’nen muvafakatlarını iddia eylerler Tevrat’ın tercümesi sırasında Ptolomy zamanında yeryüzü karanlık içinde kalmış olmasıyla ol tarihten beri Yahudiler vak’anın hüdus eylediği Thabath ayında her sene oruç tutarlar idi. Gerçi Yunan Yahudileri Beytü’l-Makdis’te likten birçok Yahudiler Beytü’l-Makdis’e hicret etmişlerse de ancak havraları ayrı idi. Pavlus İncil’inde bu gibi muhacirlerin ahvalinden uzun uzadı izahat ve tafsilat vermektedir. Hierosolymitan Talmudu’nda bahs ü tafsil edildiğine nazaran ol esnada Kayser’e azimet eden Habr Levi Tevrat’ın Yunan lisanıyla tilavet edilmekte olduğunu görmesiyle men’e kalkışmış ise de Habr Jose kendisini tevbih ile İbrani lisanını bilmeyen Tevrat’ı okumasın mı? diye men’-i vakiin na-be-ca olduğunu beyan eylemiştir. vam eylemiştir. Zira Yunanilerle sair Hıristiyan olan milletler Septuagint’e devam eyledikleri gibi Yahudilerin isti’mal ettikleri edenler kendilerince kabul olunan ikinci İncil -i İbrani ile İbranice yazılan Matta’nın İncil’ini kabul eylerler idi. Halbuki kilise bunların kabul eylemiş oldukları Matta’nın İncil’ini muharref diye reddeylemiş idi: Ancak Epiphanius’un anlattığına göre Nasıra hıristiyanlarıyla Ebiyonitler bundan başka bir doğru İncil bulunmadığı iddiasında idiler nitekim Hıristiyanlar arasında ilk zuhur eden ihtilaf bu noktadan başlamış ve birtakımı Pavlus’un ve bir takımı Apollo[s]’un ve bir kısmı dahi Cephas İncil lerine ittiba’ etmiş idi. Zira havariyyundan bulunan marru’z-zikr Cephas hitanın lüzumuna kail olduğu gibi Tevrat’ın bil-cümle ahkamıyla da amil idi. Apollos ise isminden dahi anlaşıldığı vechile Yahudi dinine girmiş bir Yunanlı olduğundan Septuagint isti’mal ve kendi havralarında cari olan usul ve ayine mütabaat ettirir duğundan hitan ile sair mezheb-i Musevi’de müsta’mel olan adat u ibadata hıristiyanları mütabaata icbar etmez ve kendilerini Hıristiyanlığa istihale etmek için haklarında müsamahakarane muameleyi tervic eder idi bu sebebe mebnidir ki Pavlus kiliselerinde cari olan usul-i ayin sair kiliselerdeki usule muhaliftir. Hıristiyanlığın bidayet-i zuhurunda bu suretle enacil ile kiliseler beyninde vuku’ bulan tefrika ve mübayenet nazar-ı dikkate alınır ise hıristiyanlar arasında temadi eden mugayeret-i mezhebiyye esbabı tamamıyla anlaşılmış olur. Zira bir taraftan Yahudilikten Hıristiyan olanlar kendi adat ve ibadatlarına müdavemet eyledikleri gibi Yunanilerden tanassur edenler dahi vaktiyle kendi ma’bedlerinde cari olan usule tabaiyyet ederler idi. Yahudi havralarında cari olduğu vechile her havranın müstakil bir habrı olduğu gibi kiliselerin dahi birer müstakil rahibi var idi. Yalnız Kuds-i Şerif patriki cümle ruhbandan mümtaz ve kendilerinden zekat ve sadakat ahziyle ser-efraz idi. Kable’l-milad sadakatı ahz ü cem’e me’mur olan ahbara havariyyun denildiği gibi Hazret-i Isa dahi o usulü kabul ve kendi şakirdanına havariyyun namını i’ta eylemiş idi. Nasraniyet’in evailinde kiliselerde hüküm-ferma olan kavanin-i esasiyye-i ibtidaiyye tamamıyla Yahudi havralarında düsturu’l-amel tutulan kavanin ve nizamat idi. Şamaşlar rahib addedilmedikleri gibi ahali tarafından araya müracaatla madığı gibi ruhbaniyyet usulü dahi cari değil idi. Onu ta’kıb eden birkaç asır sonra Patriarchi Minore unvanıyla küçük bir patrikin vücudundan bahs olunmaya başlandı bu küçük patrikler unvanı Hazret-i Isa’dan kaç yüz sene sonra zuhura geldiğini bilemem. Ancak Hıristiyan kiliseleri bidayet-i teessüsünde tamamıyla Yahudi havralarına müşabih ve onda aynı kavanin ve nizamat ve ayin ve ibadat cari olduğu gibi Hıristiyan rahiblerinin ahbar-ı Yahud sıfat ve salahiyetlerinde bulundukları dahi bilcümle ulema-yı tarih ve siyer indinde sabit olan bir hakıkattir: hatta o zamanlar kiliseler havralar misillü şarka müteveccihen inşa olunmayıp medhal şarktan olduğu halde mihrab cihet-i garbiyyede bulunduğu ve Roma’daki Saint Peter Kilisesi bu tarz üzere bina ve inşa edilmiş olduğu müsellem ve meşhuddur. Yahudilikten tanassur edenlerin evailde Yahudi ahbarının zir-i idare ve nezaretlerinde bulunmuş oldukları kaviyyen muhtemeldir. Zira bidayet-i Nasraniyet’te tanassur edenlere bile Yahudi namı ıtlak olunur idi ve Yahudi mezhebinde Sadusiler Esseniler Farisiler Samaritler fırkaları olduğu gibi Hıristiyanlık’ta dahi o tefrikalar cari olmuştur. Beytü’l-Makdis’te mukim Yahudilerin usul ve adetleriyle memalik-i sairede mütevattın Yahudilerin usul ve adetleri arasında büyük bir fark ve tefavüt mevcud olup Beytü’l-Makdis’te kavanin-i Museviyye tamamıyla cari olduğu halde memalik-i saire yahuduna hükmü sari değildir. Hatta Beytü’l-Makdis’te eyyam-ı muayyenede zebhi mu’tad olan kurbanlar memalik-i saire arazisi tahir addedilmediklerinden zebh edilmez idi. Origen kitabında Yahudilik’ten tanassur edenlerin en iyi hıristiyan olduklarını zikr ü beyan ve Yahudi usul ve ayinine tamamıyla riayet ettikleri halde havariçten addolunmadıklarını derc ü ityan ediyor. Havariyyundan Pavlus Hıristiyanlığa idhal eylediği putperestlere akaid ve avaid-i Nasraniyet’in birçok aksamında müsamahakarane hareket edildiği halde kendisine mensub kiliselerde cari olan ayin ve aforoz usullerine bakılırsa kendisi Yahudi olmak hasebiyle havralarda cari olan aynı ayin ve usul olduğu müsteban olur. Putperestlerden Yahudi olanlar hitan edilmedikçe resm-i ta’midleri icra olunmaz iken Pavlus Hırsitiyanlığa idhal eylediği putperestlerin guslüyle iktifa etmiş ve bu adet zaten putperestlerde bir günah işlendiği halde tövbe makamında denizde gusl etmek kaidesi cari olduğundan kaide-i kadimeye tevafuk eylemiş idi. Resm-i ta’midin bazı kiliselerde cari olduğu vechile yalnız su serpmekten ibaret olmayıp adeta gusl suretiyle olması bu hakıkati te’yid eden berahin-i sabitedendir. Bidayet-i emrde müsta’mel olmadığı halde ahiren ittihaz olunan çocukları ta’mid usulü bir müddet cari olduktan sonra bunun bir bid’at olduğunu Tertullian ve sair ruhban iddia ve İncil’de vaftize dair bir hüküm ve karar olmadığını dermeyan etmişlerdir. Esasen Nasraniyet’in evailinde cari ve ahiren metruk hükmünde bulunan ve zaten İncil’de muharrer ve Yunan kilisesinde gayr-i münker olan gusl-i emvat usulünün çocukları ta’midden daha makbul olduğu hüveydadır. Nazianzen bir rahibzade olduğu halde otuzüç yaşına kadar ta’mid edilmemiştir. Valentinian ile imparator Teodosius ve Saint Ambrose ve Constantine ve oğlu Constantius dahi ta’mid edilmemişlerdir. Bina-berin fırak-ı nasaradan bir fırkanın asla ta’midi kabul ve icra etmemesine şaşmamalıyız zira ta’mid esasen kiliselerinde cari olmamıştır. Bunlardan Selcucini’ler Hermiyani’ler Prokliyani’ler Manichee’ler ta’midi suret-i kat’iyyede redd ü inkar ettikleri halde Ya’kubiler vaftiz yerine kızgın bir demir ile Hıristiyan olanın eline haç-vari bir keyy yaparlar rin tevbe gusüllerinden me’huz olduğu müsteban oluyor. Çocukları “vaftiz” etmek adeti dahi kezalik putperestlerin doğan çocuğu dokuz gün sonra Dea Nundina namındaki ma’bedlerine götürüp gusl ettikten sonra ismini vaz’ eylemeleri kaide-i kadimelerinden me’huzdur. maşaten kabul etmiş Dea Nundina namına ta’mid yerine Hazret-i Mesih namına vaftiz edilegelmekte bulunmuştur. Kiliselerin şarka müteveccih binaları ve kilise binasının şekli ve papazların ayin esnasında sırmalı ve beyaz elbiseler iktisa eylemeleri ve sakal ve bıyıklarının traş edilmeleri ve sokaklarda salib be-dest olarak ayin-i ruhani icra eylemeleri ve rahiblere Antistites Pontifices Sacerdotes unvanları verilmesi ve senebaşı ve ruz-ı Hızır ve mayısın ilk günü yortuları vaize-i nasaraya eyyam-ı mahsusa ta’yiniyle yortu ittihazı ve daha binlerce kavaid ve adat-ı nasraniyye putperestlikten me’huz olduğu muhakkaktır. Zira Yahudilik’ten ayrıldıktan sonra Hıristiyanlığa putperestlikten başka bir me’haz kalmamıştır: Hatta esasen ayin-i Musevi vechile “sacrament” usulünün vaktiyle herkes hanesinde icra etmekte iken bilahare kiliselerde yapılması kezalik putperestlikten me’huz bir adettir. Sıratımüstakım’in geçen numarasında alem-i İslam ile siyasiyat-ı umumiyye arasında bulunan alakaları ve şu alakaların Avrupa hayat-ı siyasiyyesi üzerinde icra ettiği te’siratı tahlil ve tedkık ettik. Serdettiğimiz beyanat üzere Avrupa hükumat-ı muazzaması İttifak-ı Müselles ve İ’tilaf-ı Müselles tesmiye edilen iki büyük hey’et dairesinde tecemmu’ etmişlerdir. barettir: şu iki hey’et-i muazzama; yek diğerine karşı kaffe-i şuunat-ı siyasiyyede rekabet göstermekle beraber ayn-ı müessirat ve avamilin sevki ile alem-i İslam’a doğru yürümektedirler. Yalnız aralarında bir fark vardır ki alem-i İslam bu farkı anlamaya ve anlayıp da kendi harekat ve muamelatını ona göre tevfik ve tanzim etmeye pek muhtaçtır. Şu iki hey’etten alem-i İslam ile en sıkı en vasi’ alakadar olan mezkur alem ile daimi bir temasta bulunan İ’tilaf-ı Müselles erkanıdır; zira alem-i İslam’ın kısm-ı a’zamı bunların doğrudan doğruya taht-ı tasarruflarında ve yahud daire-i nüfuzlarındadır!! Bunlar bütün dikkat ve i’tinalarını bütün kuvvet ve mesailerini taht-ı tasarruflarında bulunan akvam ve arazi-i müslimeyi kendi ellerinde bırakmakla beraber eyadi-i ecanibin tecavüzat-ı iğtisab-karanesinden masun kalmış nev’ama istiklaliyet-i milliyye ve hürriyet-i diniyyelerini muhafaza etmiş olan akvam ve arazi-i müslimeyi de elde etmeye sarf ediyorlar. Şu hakıkatin inbatı için bir kere Rusya’nın Hive Buhara ve İran’da oynadığı oyunlar; İngiltere’nin Mısır’a Fransa’nın da Marakeş’e Tunus’a Trablus’a dair ahzettikleri vaziyet derpiş-i nazar edilsin! Lakin hükumat-ı mezkure ne zabtettikleri arazi-i müslimenin hıfzından ve ne pençe-i iğtisablarını uzattıkları yerlerin zabtedileceklerinden emin değildirler. Zira bunlara karşı hal-i hazırda iki nevi kuvvet ibraz-ı faaliyyet ediyor birisi alem-i İslam’ın ibraz ettiği hal-i teyakkuz ve intibah. Şu kuvvet hakkında biz şimdilik uzun uzadıya tafsilata girişemeyeceğiz. İkincisi ise İttifak-ı Müselles’dir! Şu İttifak-ı Müselles ayn-ı tehalük ve sür’atle alem-i İslam’a doğru şitabandır! zama arasında büyük ve vasi’ bir rekabet açılmıştır! Bunlardan fakiyet ve sebkat kazanmaktır. Lakin bu hal bu kadar vazıh ve aşikar olduğu gibi bizim de ta’kib edeceğimiz mesleği ve alacağımız vaziyeti ta’yin ve tahdid için kafidir! Yalnız kendi vatanımızın alem-i İslam’ın menafiini düşünerek ve yalnız şu menafii kendimiz için düstur Filhakıka şu noktayı kat’iyyen unutmayalım ki geçen makalemizde dediğimiz gibi alem-i İslam’ın kilidi biz Osmanlıların ellerindedir! Bütün Avrupa’nın etrafında telaş ve ızdırab gösterdikleri cümle akvam ve tavaif bize nev’ama merbut ve mukayyeddirler!! Bazıları bize doğrudan doğruya merbut olarak müstakımen ve bila-vasıta ma’nen ve maddeten bizim taht-ı nüfuzumuzdadırlar. Diğerleri taht-ı te’sirindedirler. Bize doğru uzatılan dendan-ı ihtirası def’ için kuva-yı maddiyyeye malik değilsek de bunlara siper olacak ve bunları def’ edecek kuva-yı ma’neviyyeye bihamdillah malikiz!! Ve öyle kuva ki hiç ribka-i esarete girecek ve yahud mürur-ı a’sar ile zeval-pezir olacak değildir!! Şu kuvvet İslamiyet’in bize bahşettiği unvan-ı celil-i Hilafet ve tarihimizin altı yüz seneden beri Osmanlılığı nigehban-ı yegane-i İslamiyyet ittihaz ederek milel ve akvam-ı Müslime üzerine bir hakk-ı ma’neviye müstahak etmesidir!! ne-i alemin bir kefesine vaz’ edebilmek iktidarından milletimizi vatanımızı İslamiyet’i mümkün mertebe müstefid ve behre-mend edelim! Unutmayalım ki yekdiğeriyle rekabet ve düşman-ı can derecesinde ibraz-ı husumet eden iki hey’et-i muazzama arasında hangisini biz tercih eder isek Asya’da feth ü galebe onun tarafında olacaktır. İşte şu feth ü galebeyi bir tarafa vermeden evvel kendimizi ve İslamiyet’i düşünelim ve bunlar için oldukça menafi’ te’min edelim! Lakin böyle büyük ve vatan ve din-perverane bir teşebbüsü yapmak için evvel be-evvel ihtirasat-ı şahsiyyeden temayülat-ı zatiyyeden tecerrüd etmelidir; zira siyasiyyatta hissiyat-ı şahsiyyeye meydan verilirse kat’iyyen menafi’-i milliyye muhafaza edilemez! Siyasiyyatın yegane makbul ve meşru’ esası hemen Fransızların dediği gibi iki sözden ibarettir. Ver vereyim!! kalım iki hey’et-i muazzama arasında hangisini tercih etmemiz lazım gelir? İttifak-ı Müsellesi mi veya İ’tilaf-ı Müsellesi mi? İ’tilaf-ı müselles erkanı ile alem-i İslam arasında el-yevm mevcud olan alaka ve irtibatı yukarıda beyan ederek: Bu beyanattan aşikardır ki İ’tilaf-ı Müselles alem-i İslam’ın ihya ve teceddüdüne kat’iyyen ru-yı rıza göstermeyecektir. Zira şurası bir hakıkattır ki bir millet veya kavim teyakkuz ve teceddüd ettikçe ve kendisini bildikçe kat’iyyen başkasının taht-ı tasarruf ve esaretinde bulunmaya razı olamaz var kuvvetini hürriyet ve istiklalini elde etmeye sarf edecek çalışacak! Bugün deyip canını vatan cananına kurban eden Verdani gibiler Mısır’da az ise de yarın bunlar bir kitle-i azime teşkil ederek gaye-i amale doğru yürüyecekler! Alem-i İslam’ın kaffe-i aksamında hal ü evza’ şu raddededir!! Bittabi’ ne yüz milyon teb’a-i müslimeye malik olan İngiltere; ne kırk milyon İslam teb’ası olan Rusya ne de Afrika-yı şimali-i İslamiyye’yi istila etmiş olan Fransa böyle bir hale bu gibi bir harekete ru-yı rıza göstermeyecekler!! Bununla beraber bilad-ı muhtelife-i müslimenin merkez-i Hilafet’le olan alaka ve merbutiyyetlerini pek güzel biliyorlar. Bunlar biliyorlar ki Hilafet’in ihya ve teceddüdü hemen umum-ı alem-i İslam’ın ihya ve teceddüdü demektir. Hilafet alem-i İslam için bir kalb gibidir. Şu kalbde ne daraban ederse umum-ı vücuda sereyan edeceği aşikar ve tabiidir! İşte bunun içindir ki düvel-i mezkure yalnız kendi ellerinde bulunan bilad-ı Müslime’nin değil Hilafet-i muazzama-i İslamiyye’nin de ihya ve teceddüdüne kesb-i kuvvet ve satvet etmesine kat’iyyen ru-yı rıza göstermezler! Bundan maada: mezkur devletler ile hilafet-i muazzama-i muallaka-i münaza’un fiha mevcuddur! Mesela Fransa ile Tunus ve Fizan mes’elesi İngiltere ile Mısır ve Arabistan mes’elesi Rusya ile Azerbaycan mes’elesi! Devlet-i Osmaniyye kesb-i kuvvet ve satvet ederse birgün olup da şu mesailin mevzu-ı müzakere edileceğini hükumat-ı mezkure şimdiden pek güzel biliyorlar!! Mevki’-i milliyetinizin kuvvetiyle beraber memleketinizin hürriyet ve adalet-i mütefevvikası ile dahi iftihar edebilirseniz ayn-ı kuvvete malik olmayan milletlerin hürriyet ve adaleti bulunmayan veya bulunsa bile su-i isti’male uğratılan memleketlerin umur-ı dahiliyyesine karışmakta nefsinizi haklı görürsünüz. İşte bu sebepledir ki İngiltere’de pek çok zevat ya zayıf ve fakat mütegallib veya mülki ve idari fenalıklara milliyyelerine müdahale-i ecnebiyyeyi da’vet için –insaniyet ve medeniyet namına olarak– öteden beri cem’iyetler teşkil edegelmişlerdir. Beyana hacet olmadığı üzere bu cem’iyetlerin ser-maye-i faaliyyetini ekseriyet üzere memleketimizin ahvali teşkil edegelmişti. Bir zamanlar Osmanlılığın zararına olarak Elinos amal-i tevsiiyyesini teshil için Yunan’ın istikbaline hadim olmuş bulunan şair-i meşhur Byron’un namına nisbetle Byron Cem’iyeti meydan-ı faaliyette bulunurdu. Kezalik katl-i Eramine vekayi’-i müteessifesinden mukaddem dahi “Anglo-Ermeniyyan” namıyla bir cem’iyet teşekkül etmiş ve nice seneler ayn-ı maksad-ı müdahale ile uğraşmıştı. Makedonya fetretleri alevlendiği sırada ise bir Balkan Komitesi meydana çıkmış ve arasıra Asya-yı Osmani Ermenilerine teveccüh gösterir gibi olmakla beraber asıl faaliyetini Balkan hükumatının nef’ine ve memalik-i Osmaniyye’nin aleyhine hizmet hususunda göstermişti. Bu komitenin Türklerin değil hükumet-i müstebidde-i zailenin düşmanı bulunmuş olduğuna dair gazetelerimizin bir ikisinde bazı mülahazat yazılmış idi ki bu mülahaza ya eser-i zühuldür veya vatanımızda yeni çıkma bir nevi’ riya-yı siyasinin takbihe müstahak olan mahsulatındandır. Vaktiyle Balkan Komitesi’nin efkar-ı ammeyi teheyyüc ve Avrupa düvel-i kaviyyesini müdahaleye teşvik için vuku’ bulmuş olan teşebbüsatındaki hissiyat-ı salibiyyeden dolayı idi ki rında bir cereyan-ı muhalif ve mu’teriz vücuda getirmek üzere yaftalar neşrettirmiş idim. Defaatle Times Morning Post Standard vesair ceraid-i ma’rufede bu Komite’ye reddiye yazmış idim ki ceraid-i mezkureden bunların maktu’ suretlerini kitap şeklinde neşre fırsat bulursam bu komite tarafından Müslüman Osmanlıların hükumet-i müstebidde-i zaileden hiç de tefrik edilmemiş olduğu ve adavetin istibdad kadar İslamiyet aleyhinde dahi vuku’ bulmuş idiği tezahür eyler. A Studying English Turcophobia yani İngiltere’deki Türk Düşmanlığı unvanıyla bundan altı sene evvel yazıp da o zamanki Londra Cem’iyet-i İslamiyyesi’ne ihda eylediğim ve Hindistan’da müslümanlar tarafından Urdu lisanına tercümesiyle Heybet-i Türki ismi altında neşrolunduğunu gördüğüm eserin tahririne bendenizi sevk eden şey Balkan Komitesi’nin Türklük ve İslamiyet hakkındaki teşebbüsatında kaide-i nasfet ve mantığın külliyen haricine çıkması idi. Ne hacet yine bu komitenin birkaç sene uğraşarak Londra’da vücuda getirmiş olduğu Balkan Sergisi’nin Bulgar Sırp Karadağ ve saire şuubatında ve memleketlerin terakkıyat-ı sınaiyye ve ticariyye ve medeniyye-i sairesi hakkında muntazam daireler mevcud olduğu halde Osmanlı şu’besi yalnız bir dükkandan ibaret idi ki bunun da içi Türklük ve Müslümanlık aleyhinde elfaz-ı galiza ve ithamat-ı kerihe ile memlu yazmalar veya yazdırılmış olan kütüb ü resail ile guya hıristiyan vatandaşlarımız hakkında irtikab ettiğimiz cinayat-ı vahşiyyenin tesavir-i muhayyelesini havi idi. Şer’-i İslam’ın ilk vaz’ eylediği bir tarz-ı hükumet olan ve saika-i cehl ile alem-i İslam içinde nisyana uğrayıp ehl-i seyften ihvan-ı müslimemizin himmetiyle memleketimizde teessüs eden meşrutiyyet üzerine Balkan Komitesi İngiltere’de mevkiini pek lüzumsuz bulmaya başlamış idi. İnsaniyet ve medeniyete hizmet san’atı her zamanda fayda-bahş olamaz. İmdi tul-i emel sahibi olan Komite mürevvicleri derhal İttihad ve Terakkı Cem’iyeti ile akd-i rabıta-i dostiyi bir meslek-i siyasi addeylemişlerdi ki düşmanlıktan dostluğa takallüb hususunda gösterilen bu sür’at hakıkaten Türk muhibbi olan bazı zevat gibi bendenizi dahi o zaman hayli güldürmüş lisan ile Balkan Komitesi’nin i’lan-ı meşrutiyyet-i Osmaniyye hakkındaki cemilesini maa’ş-şükran alkışladık. Bugün ceraid ve mehafil-i siyasiyyede bir Türk’ün hakıkı bir müslümanın izzet-i nefsini ceriha-dar edecek ara ve efkar deveran edip durmaktadır. Biz de alabildiğine birbirimizi boğmakla muhasede ve münafese ile birbirimize haksızlık etmekle uğraşaduralım. Ama eller uykuda değildir. Her taraftan ağraz-ı şahsiyye ile uğraşmaya koyulduğumuz hataya-yı siyasiyye ve idariyye irtikab eylediğimiz söylenmeye başladı; her tarafta Makedonya’da muhacirin-i İslamiyye yerleştirdiğimizden şikayetle Bulgar amali tervic olunuyor; her tarafta Girid vesilesiyle Yunan’a “tecavüz” eylemek yı kazibi ortaya sürülüyor; her tarafta ca’li bir bi-taraflık ile Arnavutlar’a lisanımızı ve hurufat-ı Arabiyye’yi kabul ettirmek ortaya sürülüyor; Anadolu Ermenilerinin yine evvelki mehalik-i teaddiye duçar olacakları ihtira’ ve işaa olunuyor. Bu halleri gören ve enfas-ı siyasiyyunun tahavvülünü istişmam eden Balkan komitesi gözünü dört açtı. Bu komite Temmuz-ı efrencinin . Pazartesi günü vuku’ bulan ictima-i seneviyyesine birçok kimseleri da’vet eyledi. dostane görünecek bir suret-i mübhemede ise de ma’na-yı hakıkısini anlamak ehl-i idrak için müşkil değildir. Müzakeratının tafsilatını vermek hem birçok sahifeler doldurmaya muhtaçtır hem hüzn-averdir. Yalnız bir sözü nakletmek isterim ki bu babda Bilhassa rica ile gönderdiğim zevat tarafından zikredildi. O da Rassel nam kimse tarafından İstanbul’un tekrar Hıristiyan merkez-i saltanatı olması hakkında serdedilen temennidir ki kaili hazırundan hiçbirisi tarafından “sus!” diye adab-ı muhadenet-i siyasiyyeye riayete da’vet olunmamıştır! Gazetelerden birinden kesip burada leffen takdim eylediğim varakada ictimaa riyaset eden Mister Noel Buxton’un şu sözleri şayan-ı dikkattir zannederim: “Komitenin teaddiyata duçar olan milletleri artık bıraktığı hakkındaki söz hilaf-ı hakıkattir. Komite hangi millet hakkında olursa olsun teaddiyat vukuuna muhaliftir. Teaddiyata duçar olanlar –mezheblerinden dolayı– yalnız Hıristiyan akvam idi bu akvam bundan sonra yine teaddiyyata duçar olursa Komite teaddi edenlerin gayr-i kabil-i te’lif bir düşmanı olarak kalacaktır. Su-i idare hala devam ediyor. Ve halk vükela-yı hazıra-i Osmaniyye’den hoşnud değildir denilebilir. Maamafih Komitemiz’in mevcudiyetine vesile veren şey zulümdü... Bunun adem-i vukuunu tecrübe üzerine anladıktan sonra Komite’nin “Jön Türk”lerde i’timadı bulunur. Maahaza bu hususta en ziyade sahib-i re’y olanlardan alınan tavsiyelere nazaran Komite’nin faaliyet-i kamile halinde bulunması kat’iyyen matlubdur. Komite’nin devamını ilk tavsiye edenler “Jön Türk”ler idi. Binaen-ala-zalik Komite müterassıd ve müdekkık bir halde devam eyleyecektir ve pek çok yapacak işleri bulunacaktır. Komite yeni Türkiye hakkında germiyet-i dostane besler; maamafih ıslahat vücuda getirilemez ise ona tekrar hücum için hazırdır.” Balkan Komitesi tarafından bu ictima’-i umumide tevzi’ edilen layiha-i seneviyyenin bir suret-i matbuası ictimaa rica-yı acizanem üzerine giden dostlarım tarafından getirildi. Komite Hey’et-i İcraiyyesi’nin altıncı raporu tesmiye olunan ve sene-i hazıraya tahsis edilen bu layiha-i matbuanın mümkün olsa da tercüme-i kamilesini icra edip size gönderebilsem! Burada yalnız nazar-ı dikkat-i ahvali celb eylemek istediğim fıkra sekizinci ve dokuzuncu sahifelerde muharrerdir. Şöyle ki: “Komite Arapça harflerin Arnavutlar tarafından kabulüne cağı hakkındaki i’tikadında kavidir. Bu Jön Türk rüesasının her millet-i tabia efradından mürekkeb bir orduya malik olmak ve bu milletlerden yalnız efrad değil zabit dahi bulundurmak hakkındaki niyetleri kavi olmakta ber-devamdır. Bunlar bir Türk vatan-perverliğini ve bununla beraber her millet efradının hürriyet-i vicdaniyye ve müsavat-ı kamile-i mezhebiyyeye malik olmasını istiyorlar. Bu emeller her taraftan muhalefet görüyor. Hakıkı Türk ıslahat-perveranı ile onların mağlubiyetine çalışan Türk tefavvuk-ı millisi tarafdarları arasındaki mücadelenin alaimi her tarafta müşahede olmaktadır. Bu tefavvuk-ı milli mutaassıbları ictima’at nizamnamesinin dördüncü maddesini daha şimdiden meydana getirdiler ki bu madde mucebince milel-i saireye ait birçok kulüpler seddedildi; kezalik müdafaa vekili bulunmaksızın muhakeme-i hafiyye ile hükmeden eşkıya nizamnamesini de vücuda getirdiler; ve kezalik Arnavutluk’ta lisan münazaasına meydan verdiler. Islahat-perveran şeklinde görünen bazı ittihad-ı İslam tarafdarları dahi vardır ki Osmanlı toprağında bulunan bütün milletlere kendileri gibi hırka-i mecnuniyyet giydirmek istiyorlar ve İran’da Marakeş’te ve sair yerlerde faaliyet-i fütuhatta bulunmak tasavvur-ı mütaazzimanesine tutulmuşlar. Eğer bunlar kuvvet kesbederlerse memalik-i Osmaniyye’nin tahribine sebep olacakları Komite’nin i’tikadındandır.” Garaz-karlık insana bazen böyle hezeyan dahi söylettirir. Marakeş’e hizmet-i askeriyye icrası emeliyle gidip de bir devletin talebi üzerine oradaki müslüman ordusunu müdafaa-i memlekete kadir bir hale sokmaktan men’ olunan birkaç Osmanlı zabitinin teşebbüsü Marakeş’te fütuhat icra eylemek rabt-ı tecavüzü kasdıyla İran’ın Urmiyye cihetlerine doğru birkaç mil hududu ilerlemiş olan asakirimizin İran toprağını gazetelerine çekilmekte olan heyecanlı telgrafnamelere i’timad olunuyor da İran’da dahi fütuhat emelinde bulunduğumuz ye-i diniyye ve ticariyyede bulunduğumuz İran hakkındaki ecnebi tecavüzatında kayıtsız bulunmaklığımızın hariciye nezaretimizdeki Rusya nüfuzundan ileri geldiği hakkında memalik-i Osmaniyye’nin haricindeki matbuat-ı İslamiyye şikayat yağdırıp durmaktadır. Hiç şüphem yok ki balada söylediğim sözler Balkan Komitesi’nin nazar-ı dikkatine arz edilecektir. Bu yolda bir teşebbüsün Türkiye’de mukım bir gayrimüslim tarafından vukuuna kat’iyyen taaccüb olunamaz. Fakat herkesten evvel bunu ihbar edeceklerin devletimiz namına burada resmen bulunanlar ve müslüman ismi taşıyanlar arasında zuhur edeceğinden eminim. Nitekim asar-ı münteşire-i acizanemden birinde “taassub-ı İslami” uyandırır yolda İngiltere aleyhinde “tefevvühatta” bulunduğum geçende iktiza eden mahallere ihbar edilmiş idi. Muhbirin-i hainenin cehline bakınız ki o eseri daha evvel İngilizce yazıp neşr eylediğimden bile haberdar değillerdi! İngiltere’de hürriyet-i tamme-i kelamiyye değil şetm ü iftiranın mucib-i tevbih olduğunu bir türlü idrak edememişlerdi. tün alem-i İslamiyyet ile muvafakat-ı efkar üzere münasebette bulunmasını cümlemiz arzu ederiz. Balada mezkur avamil-i müz’ice misillü manialara rağmen bunun imkanına kailim. Yalnız bizim için nazar-ı dikkate alınacak bazı noktalar da vardır: Bir hey’et-i ictimaiyyenin diğer hey’at-ı ictimaiyyeyi kendisine mukarin görebilmesi birtakım evsaf-ı cazibe-dara malik olmasına mütevakkıftır. Kezalik bir devletin diğer bir devlet-i muazzamayı daire-i musafatta kendisine en yakın görebilmesi sahne-i beyne’l-ümemde vakur ve kudret intizam ve ciddiyet üzere görünmesi ile husul bulur. El-Arab bir ceride-i İslamiyye’dir. Bunu serlevhasında yazmıştır. Bir ceride-i İslamiyye’nin müslümanların feyz ü saadetinden başka maksadı olamaz. El-Arab’ın da bundan başka maksadı yoktur. malı yalnız çalışmalı. Neye çalışmalı? Sualine her şeye çalışmalıdan başka cevap yoktur. Tefrikaya çalışanların mesaisi bizim dediğimiz her şeyde dahil olamaz. Çünkü biz İslam’ın feyz ü saadetinden bahs ediyoruz. Tefrikada feyz ü saadet olamaz. O halde tefrikaya çalışmak İslam için mesai cümlesinden değildir. Müslümanlar çalışmalı. Çünkü bütün insanlar çalışıyor. Kafile-i insaniyyet müslümanları geride bıraktı gitti. İslam’ın bulunduğu merhale pür-hatardır. Bu muhataralı merhaleleri geçmek için bütün müslümanlar herkesten ziyade çalışmalı. Hayat harekettir. Hareket çalışmak ileri gitmek meydan-ı müsabaka ve mücahedede büyük adımlar atmak atlamaktır. Payine damen dolaşmamak için atılacak adımları bir kaide-i salimeye tevfik etmek icab eder. Müslümanlar girecekleri tarik-i sa’y ü ictihadda duçar-ı mevani’ olmamak a’dasının ika’ edeceği müşkilatı çiğneyip geçebilmek için kuvvetli bulunmaları muktezidir. müslümanlardan çok kuvvetlidir. Müslümanları tezlile alışmışlar. Müslümanların intibah ve terakkısi kendilerine muzır olacağına hükmetmişler. O düşmanlar bu hükümlerinde haksızdırlar. Hükümleri batıl. Fakat hırs ve tama’ gurur ve taassub gözlerini bürümüş. Hakıkati görmek hakkı teslim etmek istemiyorlar. Düşünmüyorlar ki İslam zuhurundan beri insaniyete hizmet etmiş. Medeniyet İslam’dan ma’nen maddeten her zaman istifade eylemiş. Bundan böyle de istifade edecek. Alem-i medeniyyet bugün bir inkılab-ı kebir-i def’-i saile çare bulamıyor. Halbuki bu müşkilat-ı ictimaiyyenin hepsine çaresaz olabilecek dünyaya sulh ü silm-i daimi bahş edebilecek ancak Bu kanaat-ı vicdaniyye idi ki ilk adeddeki makale-i iftitahiyyede bana şu sözleri söyletmişti: belki nur-ı hakıkatle fethedecektir. Zira din-i İslam insanlar meşhur Ernest Renan “İnsaniyetin müstakbelde dini din-i Müslümanlığın kavaid-i akl u hikmete muvafık olduğuna yakınen i’tikad eden müslümanlar bunlardan ibret almalı ve asrımızın ma’kulat devri olduğuna hiç şüphe etmemelidir. niyyedir. Devlet-i Osmaniyye’nin menba-i kuvveti medar-ı kıvamı Os-maniyye’nin kuvvet ve satveti tezayüd ettikçe İslam feyz ü felah bulacaktır. lubdur. İttihad-ı kulub ise beyne’l-müslimin İslam’ın zuhurundan beri mevcuddur. Bundan dolayıdır ki dünyada ne zaman İslam devletleri beyninde muharebe vuku’ bulmuş müslümanların kalbi kırılmıştır. Yine bundan dolayıdır ki bugün alem-i İslam’ın hangi kısmında bir cüz’-i müslimine lahık olan musibet bütün alem-i İslam’ı dil-hun ediyor. Biz alem-i maddiyatta bulunuyoruz. Alem-i maddiyyatta mez. Bu alemde celb-i maslahat ve def’-i mazarrat yalnız temayülat ve avatıfla mümkün değildir. Bu temayülat ve avatıfın mevcud olduğu ancak asar-ı fi’liyyesi ile zahir ve sabit olur. mek bugün her zamandan ziyade farzdır. Çünkü bugün ayan beyan zahir oldu ki alem-i medeniyyet dediğimiz alem-i Nasraniyyet memalik-i Osmaniyye’de bir hükumet-i meşruta teessüsünden hiç memnun olmadı. Yine bugün ayan beyan zahir oldu ki alem-i Nasraniyyet bin türlü hiyel ve desaisle yapma medeniyet ve insaniyet şerbetleriyle müslümanların arasında dini mühmel bir hale getirmeye. Din ile siyaset ayrıdır diyerek müslümanları tesmime çalışıyor. Yine bugün ayan beyan zahir oldu ki alem-i Nasraniyyet müslümanların arasına kavmiyet ve cinsiyet gibi tezviratla zahirde cem’iyet-i İslamiyye’ye mensub münafikıni alet ederek tefrika sokmaya çalışıyor. Alem-i Nasraniyyet otuz sene bir müstebiddi İslam’ın ferruk-ı İslamiyane vasıta kılmak istiyor. Müslümanların içinde yuvarlanmakta olduğu cehl ile bu kadar ifsadata karşı koymak acaba mümkün müdür? Hiç şüphe edilmesin ki kat’iyyen mümkündür. Çünkü Hak ve ehl-i hak var iken batıl dikiş tutturamaz. Ya İslam’ın ittihad teşebbüsünde bulunduğunu görüp de alem-i Nasraniyyet bazılarının korktuğu gibi bi’l-ittifak Bu bir vehimdir ki za’f-ı kalb erbabı bu vehme mübteladır. Ben vehme mübtela olanlara sorarım. Bugün İslam’ın hiçbir ittihad teşebbüsü yokken şu cehlinde şu zaaf ve hamulünde öyle bir darbe indirebilmek için ittifaka kalkışması farz olunan alem-i Nasraniyyet karşısında üç yüz milyonluk bir insan yığını bulacağını düşündüğü için değil midir ki o darbe-i kaziyyeyi indirmeye cesaret edemiyor. O alem-i Nasraniyyet makam-ı Hilafet’in “eyyühe’l-müslimun” nidasındaki kuvveti bu ashab-ı vehimden ziyade takdir eder. Ben hakıkı muhlis müslümanlara tevcih-i hitab eder de derim ki: Ey müslümanlar! A’da-yı İslam’ın ittifakından korkmayın. Zira onların ittifak edemeyeceklerini Allah bize Kur’an-ı Kerim i’nde tebşiriyle ihbar etti. Ve yine bu tebşiri bize gönderen Allah: dedi. Balada söylediğimiz gibi İslam’ın bugün zaman-ı ittihadında bulunuyoruz. Zira bütün alem-i İslam’da şayan-ı şükr ü sena asar-ı intibah ru-nümadır. ve ma’neviyyeleriyle biliyorlar. yet-i hazıra sayesinde akvam-ı İslamiyye beyninde vesait-i muvasala mevcud olduğu gibi memalik-i İslamiyye de coğrafi nokta-i nazardan yekdiğerine muttasıl bulunuyor. vukuu tesadüfat-ı garibedendir. Bu garabete bir nazar-ı göz önüne getirebilirse buna tesadüf demek mümkün değildir. Koca alem-i medeniyyet! İşte gözünün önünde Panislavizm husule geldi. Buna karşı bir söz tefevvühünden bile aciz kaldın. Geçen haftaki makalemizde İslav ittihadının zahirdeki Rusya’nın Japonya ile i’tilaf mukavelenamesi akdetmesi aksa-yı şarkta meşgul olan nazarını biraz Avrupa’ya getirebilmek Rusya Japonya ile muharebeye tutuştuğu zaman Balkanlar kaynıyordu. O zaman Almanya’nın Balkan politikası amal-i Osmaniyye’ye muvafık çıktı. Rusya işe karışmadığı ya kendi istediği gibi işe karışamayarak Balkan mesailinin hallolunmasını ister istemez hazm etmek mecburiyetinde bulundu. Şimdi Japonya ile akdettiği i’tilaf sayesinde aksayı şarktaki menafiini te’min ederek ittihad-ı İslav sayesinde Avrupa işleriyle meşgul olmak istiyor. Rusya’nın Avrupa’da Rusya’nın Balkan’da işleri devlet-i Osmaniyye’ye temas eder. Şu halde Rusya’nın meşgul olmak istediği işler alem-i Alem-i İslam’a tealluk eden işlerin kaffesi devlet-i Osmaniyye’nin alaka-dar olacağı işlerdir. Ruslar yeryüzünde en büyük İslav devletidir. Osmanlılar yeryüzünde yalnız kuvvet ve satvet cihetiyle yalnız en büyük değil hem de yegane İslam devletidir. Ruslar ittihad-ı İslav te’sis etti. Osmanlılar niçin ittihad-ı Alem-i medeniyyet İslam’ın intibah ve terakkısinden kuvvet ve satvetinden zarar değil fayda görür. Halbuki İslav ve belki daha ziyade bütün Avrupa ma’ruzdur. Almanya’nın rekabet-i iktisadiyye ve isti’mariyyesinden korkarak Cermen ittihadına karşı İslav ittihadına göz yummak korksunlar. Hem bizim ne vazifemiz. Kim kimden korkarsa korksun. Biz müslümanlar bilmeliyiz ki bizim cehl ile keselden başka korkacak bir şeyimiz yoktur. Binaenaleyh keseli terk ederek çalışalım. İttihada doğru Arş ileri arş bizimdir felah Müslümanların ittihad için tutacakları yolu bugün ben tafsil ve ta’yine muhtaç değilim. Zira onun programını Sofya’da İslav kongresi mufassalan yaptı. Telgraflar bu programı neşr etti. Biz de o programı bi’t-tercüme gazetemize derc ettik. Bizim de ta’kib edeceğimiz program budur. Bu programı kendimize tatbik edebilmek için bize bir mebde’ noktası ta’yin etmek lazımdır. Çünkü İslav kongresinin dır. Biz evvela umum-ı akvam-ı İslamiyye’de kabil-i tatbik bir tahsil-i ibtidai programı yapmaya mecburuz. Tahsil-i ibtidai demek mekatib-i ibtidaiyye tedrisatı demek değildir. İnsana sağını solunu önünü arkasını altını üstünü bildirecek tahsilin programı demektir. Evvela din-i hakkı ta’lim edecek bir İslam ilm-i hali husule getireceğiz. Bu ilm-i hal mezhebe göre mecmaun aleyh mesaili ihtiva edecek. Mezahib ihtilafatını kaldırmak mezahibi kaldırmakla yahud münazara ile mümkün olamaz. Mecmaun aleyh olan mesaili havi ilm-i hal vücuda getirildikten ve bunu memleketleri birbirine muttasıl olmak ve malik-i istiklal bulunmak cihetiyle erkan-ı ittihad olması lazım gelen Osmanlı İran Afganistan mekteplerinde tedrisi kararlaştırdıktan sonra herkes yine mensub olduğu mezhebin kitaplarını mu’tekadatını pek a’la okur. Saniyen bir İslam coğrafyası husule getirilecek. Bu coğrafya müslümanların mikdarını bulundukları memalikin ekalim ve mahsulatını mütekellim oldukları lisanları ahval-i recek. Salisen bir tarih-i İslam yapılacak. Bu tarih İslam’ın zuhur u intişarıyla on üç asır içinde tevessüünün mikdarını ve esbab-ı inhitatını gösterecek. Rabian umum-ı akvam-ı İslamiyye için bir lisan-ı umumi hil-i ta’limine ta’mim-i intişarına hizmet edecek. Ve ittihad-ı yazılacak sonra elsine-i İslamiyye’nin kaffesine tercüme olunacaktır. men her nüshasında söylediğim gibi mevcuddur. Bu da lisan-ı Arabi’dir. Lisan-ı Arabi dünyanın en büyük lisanıdır. La-yemuttur onun ta’mimi ve teshil-i ta’limi için lazım gelen vesaiti tedarik ve istihsal etmek umum müslümanlara farzdır. Hele devlet-i Osmaniyye’ye hem farz hem vacib hem sünnet hem müstehabdır. ğildir. Zira asılda ihtilaf yoktur. İhtilaf derece-i saniyye mesailindedir. Müslümanlar hangi mezhebe mensub olurlarsa olsunlar. Kaffe-i sıfat-ı kemalete ile muttasıf ve bilcümle nakayıstan münezzeh halık-ı kevn ü mekan bir Allah’a iman ederler. Ve yine kaffe-i mezahib-i İslamiyye’de Hazret-i Muhammed sav hak peygamberdir. Şu halde müslümanların ilm ü hali “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” kelimeteyninde hasıldır. Bu ilm-i hal İslam’ın şu kelimeteynden sonra farziyetine sıyam-ı Ramazan hac zekat yine mezahib-i İslamiyye’nin kaffesinde müttefekun aleyhtir. Şu halde müslümanlar beyninde muhtelefun fih mesail ya felsefi ya tarihi yahud fer’idir. Bu ihtilafatın mani’-i ittihad olması akıldan baiddir. biri de İslam nazarında bir aile i’tibar olunan ebna-yı beşerin cins ü lisan ile ayrılamayacağı ve milliyet ve cinsiyetin Müslümanlık’ta din-i İslam’ın ahirete müteallık birtakım nesayihten hariç olmadığı ve bundan dolayı “Din ve millet ikisi birdir” sözü İslam’da aslu’l-usul-i siyaset bulunduğu kaziyyeleridir. Eyyühe’l-müslimun! İşte ben dilimin döndüğünü söyledim. Hayya ale’l-felah. Dinin siyasiyatta bi-taraf kalması lüzumunu iddia edenlere şurada feylesof-ı zaman Tolstoy’un İslav kongresine yazdığı mektubu naklederim. Tolstoy akvamın ittihad ve imtizacına hizmet edecek olan ittihad-ı İslav kongresini tebrik ettiğinden sonra diyor ki: “Bence beşeriyetin sükun ve istirahatini te’min edecek olan yegane ittihad ancak ittihad-ı dinidir.” Bosna Hersek meclis-i meb’usan reisi Ali Bey Firdevs’in vefatı münasebetiyle Bosnalı Besim-zade Mustafa Bey yazıyor: Bu zıya-ı azim şu vak’a-i dilsuz zavallı Boşnak İslamları dil-hun etti. Nasıl ağlamasınlar ki hamisiz kalan zavallı altı yüz bin İslam’ın hukuk-ı maddiyye ve ma’neviyyesini piş-i nazarında tecelli ettirerek bütün mevcudiyet-i maddiyye ve ma’neviyyesiyle yine o İslam kardeşlerinin her türlü hukukunu sıyanet ve muhafaza etmek için çalışmış ve yorulmak bilmeyen bir azm-i mücahidane ile uğraşmış ve muvaffak olmuş bir vücud-ı kıymet-darı ilelebet zayi’ etmek felaketine katlanmaya mecbur olurlar. Hükumet-i müstebidde rehavet politikasıyla Bosna Hersek’teki müsavatsızlığı kale almadığı gibi hukuk-ı siyasiyyelerini görmek dikleri halde işte o muhterem vücud refiklarıyla altı yüz bin vasına bakmayarak hamisiz olarak tarik-i mücahedeye atılmış ve hükumet-i seniyyenin irtibatını fi’len uyandırmak üzere müteaddid defalar İstanbul’a gelerek ilticalarda bulunmuş ve emsali gibi me’muriyyet ve nişan sevdasına düşmeyerek hakıkı bir mücahid olduğunu isbat etmiş idi. Fakat herkesin ma’lumu olduğu gibi o zaman bu gibilerin sözleri mesmu’ olmadığından Ali Bey makam-ı Hilafet’te hiçbir şey yapmaya muvaffak olamamış maamafih kardeşlerine serbestçe nefes aldırmak için işi tarik-i siyasete dökerek Berlin Kongresi’nin Bosna Hersek hakkındaki mukarreratından bahis ve me’murin-i mahalliyyeyi şikayet yollu bir mazbata zara istizah ettirmiştir. Ali Bey şu hidemat-ı vatan-perveranesini kimsenin muavenetine arz-ı iftikar etmeden kendi parasını sarf ederek ifa etmiş bu suretle kulub-ı İslam’da büyük bir yer kazanmış ve “menşure” mes’elesini kale almayan ve tamamıyla unutulmuş bir halde gösteren Avusturya hükumetine bunu kabul ettirmiş idi. Bosna müslümanlarının hukuk-ı müktesebeleri mağsub olduğu halde mesini İslamların tamamıyla lehine hallettirmiş ve kendilerine hayat-ı medeniyye kazandırmış idi. Şu gayreti esnasında Osmanlıların kazandıkları meşrutiyyet kendisini sevindirmiş suz etmiş idi. Fakat takdirin o surette tecelli ettiğini görerek bu defa bütün bütün hamisiz kalan kardeşlerini muhafaza etmek için var kuvveti bazuya vererek çalışmış ve şu gayretle anasır-ı saireden daha az miktarda oldukları halde alem-i rak işte ilk meclisin riyasetini unsur-ı İslam’da temsile muvaffak olmuş fakat efsus bütün gayret ve faaliyetinin runüma olacağı bir zamanda ecelin hükm-i bi-emanından kurtulamamış gitmiştir. Bosna İslamlarıyla aile-i keder-didesine beyan-ı ta’ziyyet ederiz. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ağustos Dördüncü Cild - Aded: O müttakıler ki onlar gayba iman ederler Zat-ı bari ve sıfat-ı aliyyesi nübüvvetler ve nübüvvetlere müteallık ahkam ve şerai’ yevm-i ahiret ve ba’s ve nüşur ile hesab ve cezaya mütedair ahval-i ahiret gibi şevahid ve delail kaim olan umur-ı na-mahsusayı tasdik ve i’tiraf eylerler ve ikame-i salat ederler Namazı takvim ve ta’dil ederek hakkıyla eda eylerler; feraiziyle sünen ve adabına dair hudud-ı zahiresine ve huşua ve Cenab-ı Akdes’e kalb ile ikbal ve teveccühe müteallık hukuk-ı batınasına müra’at kılarlar ve kendilerini merzuk eylediğimiz şeylerden infak ederler Onlar kendilerine ihsan eylediğimiz emvalden farz olsun nefl olsun alel-ıtlak sebil-i hayra mal sarf eylerler. Eğer takva yalnız terk-i maasi ile tefsir olunursa bu cümle-i kudsiyye ma-kablini takyid eder ve tahliyyenin tahliye ve tasvirin saykal ve cila üzerine terettübü gibi ma-kabli üzerine terettüb eyler. Eğer takva şer’an mütearif ve örfen mütebadir olduğu üzere fi’l-i ta’at ve terk-i seyyiat ile tefsir ediliyorsa o halde bu cümle ma-kablini muvazzıh ve kaşif olur; çünkü iman ile salat ve sadakaya dair imad-ı a’mal ve esas-ı hasenatı müştemil olduğuna bunlar ise a’mal-i nefsaniyye ile ibadat-ı bedeniyye ve maliyyenin ümmehatı olup nazm-ı celili ile hadis-i şerifinde müşahed olduğu üzere alel-ekser sair taatı ve maasiden tecennübü istitba’ ve istilzam eylediğine mebni müttakın lafzının ikinci tefsire göre tazammun eylediği evsafı bu cümle tafsil ve izah ediyor. miz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in dininden olduğu bi’z-zarure ma’lum olan hususatı tasdik etmedikçe tahakkuk etmez. Cumhur-ı muhaddisin indinde iman şu üç emrin mecmuundan ibarettir: Hakkı i’tikad etmek ve hakkı ikrar eylemek ve mucibi ile amel etmek. İmdi yalnız i’tikadı ihlal eden münafık ikrarı ihlal eden kafir ameli ihlal eden fasıktır. Gayb kelimesi masdardır ve burada gaib ma’nasında müsta’meldir; gaib denmeyip de yerine gayb kelimesinin kim bu nükteye mebni nazm-ı celilinde şehade lafzı ism-i fail makamına ikame olunmuştur. Burada gayb ile murad ol emr-i hafidir ki histen gaib olur ve akıl onu bi’l-bedahe idrak edemez. Bu da iki kısımdır: Biri odur ki nazar ve istidlal ile bilinmez bu kısım emr-i hafiyi bilmek Cenab-ı Allamu’l-guyuba mahsustur kavl-i şerifi ile maksud olan da budur. Diğeri odur ki hafi ise de delil kaim olduğundan nazar ve istidlal ile bilinir; Sani’ teala ve sıfat-ı aliyyesi ahiret ve yevm-i ahiret gibi. Bu ayet-i kerimede maksud olan bu kısm-ı sanidir. Nas iki kısımdır. Bir kısmı maddidir ki mahsusattan başkasına hissin idrak etmediği şeylere yani meşairden kaybolan eşyaya ve yevm-i ahirete iman gayba imandır. Allah’a iman etmeyen adamın Kur’an’a ihtida etmesi mümkün değildir; böyle bir adamı hidayet ve irşada tasaddi eden kimse bu alemin sıfat-ı kemal ile muttasıf bir ilahı bulunduğuna dair o adama karşı hüccet-i akliyye ikame edip sonra Kur’an’ın Cenab-ı Akdes-i Kibriya’dan hidayet olduğuna onu ikna’ etmelidir. olup mücerred iman-ı bil-gaybın ise nef’i olmadığından hidayet-i Kur’an ile intifa’ eden mü’minin-i bil-gaybın alamatını Kur’an gerek bu cümle ve gerek cümel-i atiyye ile beyan ve izah buyurmuştur – adabında ziğ vukuundan onu hıfz eylemekten ibarettir – zaman dersin. Cenab-ı Hak buyurmuştur ki ilim ve amel ile Tevrat ve İncil’in hakkını ifa edinceye dek demektir – buyruldu da denilmedi. Bu iki ta’bir arasında fark vardır; çünkü namaz keyfiyet-i mahsusa ile tahdid olununca onu bu keyfiyet ile eda eden kimseye namaz kıldı denir her ne kadar o kimsenin bu fiil ve ameli salatın hey’et-i zahireden maksud olan ma’na ve kıvamından hali olsa bile. Binaenaleyh salatın ma-bihi’l-kıvamı bulunan ma’naya dal bir lafza hacet messetti ki o da Kur’an’ın ta’bir eylediği ikamet lafzıdır. Salatın ikamesi kemal-i taharete ve erkan ve sünenin istifasına dair cemi’ hukukiyle onu eda eylemekten sif dairesini tecavüz etmez; halbuki ikame ile hasıl olan kıvam-ı salat Cenab-ı Akdes’e teveccüh ve ona huşu-i hakıkı ve zat-ı uluhiyetine ihtiyac ihsas eylemekten ibarettir – Rızk: Ra’nın kesriyle mutlaka kendisiyle intifa’ olunan şeye denir ki isimdir cem’i erzak gelir. İnfak: Sarf-ı mal eylemektir. Burada infak ile murad farz olsun nefl olsun alelıtlak sebil-i hayra mal sarf etmektir. İnfakı i’ta-yı zekat ile tefsir edenler infakın efdal-i envaını zikretmişler demektir. diye cümlenin teb’iz ifade eden ile tasdir edilmesi mükellefi menhiyyun anh olan israftan men’ içindir – Mevlana Kadı Bezdavi’nin Allame-i Zemahşeri’ye teb’ean: kelimesinin iradını mükellefi menhiyyun anh olan israftan men’e hamleylemesi müraret-i fakr ü fakayı tecerrü’ edemeyenlere mahsustur yoksa alel-ıtlak sahih değildir. Sıddik-i ekber radıyallahu anh hazretleri cemi-i emvalini tasadduk etmiş ve Cenab-ı Resul-i Ekrem onun sabr u tahammülüne vakıf olduğu cihetle kendisini men’ eylememiştir. Buna mebnidir ki Hasan bin Sehl hazretleri: İsrafta hayır yoktur diyenlere: Hayırda israf yoktur diye cevap vermiştir – Bu fakır ü hakır dahi der ki umur-ı hayriyye için ne sarf edilse israf denemez. Fakat cemi-i emvali sarf etmek sıddikın ve kamiline has bir makamdır. Bu makama herkes reketi şu düstur-ı hikmet ta’yin eder: ye ve ulum ve maarif gibi takviye-i nüfus-var vahide istiane edilen niam-ı batıneye şamil olarak cemi’ mevazi-i muavenetten sul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin kavl-i şerifleri te’yid eder. nazm-ı celilini kendilerini mütehassıs kıldığımız envar-ı ma’rifetten ifaza ederler suretinde tefsir edenler bu vasfı iman-ı bi’l-gaybın akva-yı emaratın-dandır. Pek çok kimseler vardır ki salat u savm gibi enva-i malın feda edilmesini icab eder bir hal zuhur edince kat’an mıza iane hususunda diriğ-i fütüvvet eden bazı ağniyamız da bu kabildendir. Beyne’l-akvam hayatı şevket-i bahriyyesinin takviyyetine vabeste bulunan vatanın feryadına yetişmemek ne demek olduğunu izaha hacet mi var. Burada infak ile murad iyal ve evladı infak değildir; şöhret ve cah gibi veyahud ahbab ile üns ve ülfet gibi bir ivaz mukabelesinde ziyafetler vermek de maksud değildir. Şu muraddır ki bir insan Cenab-ı Hakk’ın kendisine in’am ve lah’ın bir kulu olduğu halde ya acz ü zaaftan veyahud rızka kalmış olduğunu derk ve taakkul etsin de buralarını tefekkür ederek o biçareye dest-i lutf u keremini uzatsın. İmdi bir kimse rızau’llahı taleben ve hakkında rayegan buyurulmuş olan in’am-ı ilahiye teşekküren ve kavminden fakr u dai bulursa bila-şek o kimse Kur’an’ın hidayetini kabule temm-i isti’dad ile müstaid olur ve binaenaleyh İslam’a da’vet olunduğu zaman kemal-i şevk ile icabet eder – Cenab-ı Bari vahid-i la-şerike-leh olduğu halde diye zat-ı aliyyesinden cemi’ sigasıyla ta’bir buyurulması tefhim-i zat içindir. Üslub-ı Arap’ta nefsten mütekellim-i vahde sigasıyla ta’bir olunduğu gibi bazen cemi’ sigasıyla ve bazen dahi mechul sigasıyla ta’bir edilir. Kur’an-ı Kerim üslub-ı Arap üzre şeref-nazil olduğundan bu üslubun üçü de Kur’ an ’da varid olmuştur. Cenab-ı Rabb-ı izzet zat-ı aliyyesinden [ ] kavl-i şerifinde müfred sigasıyla nazm-ı celilinde cem’ sigasıyla ayet-i kerimesinde ve emsalinde malem yüsemme failuhu sigasıyla ta’bir buyurmuştur. Ve onlar sana münzel olana ve senden evvel münzel olanlara yani sana nazil olan Kur’an ve şeriat ile Tevrat peygamberana münzel bütün kitaplara iman ve ahireti neş’e-i uhranın vukuunu teyakkun ederler onların kulubu nur-ı İlahi ile müstenir olduğundan hayat-ı ahireti bütün şükuk ve evhamı izale eder bir ilm-i kat’i ile bilirler. Bu zikrolunan umura iman izhar edenlerin hepsi Kur’an ’a ihtida etmiş değillerdir. Aramızda pek çok kimse görürüz ki ona Kur’an nedir diye sorulsa: Kelamullah’tır bilaşek der. Maamafih onun a’mal ü ahvali Kur’an’a tatbik edilse külliyen Kur’an’a mübayin olduğunu görürüz. Kur’an gıybetten nemimeden kizbden men’ eder; halbuki o gıybet eder nemimeye sa’y eder. Kizbden sakınmaz. Kur’an tefekkür ve tedebbürü emreder; halbuki o Allah Teala’nın haklarında buyurduğu güruhtandır kendi müstakbelinde ve mensub olduğu ümmetin müstakbelinde tefekkür etmez ayat ve nüzüru ve havadis ve iberi tedebbür eylemez. Ayet-i kerimede zikrolunan mü’min-i mukın ol kimsedir ki a’mal ve ahlakını daima Kur’an ile tezyin eder ve Kur’an’a ihtida edip etmediği taayyün etmek eder – Kütüb-i münzeleye icmalen iman farz-ı ayndır ve tefasili kifayedir zira farz-ı ayn olsa cerh ve müşettete müeddi olur ve emr-i meaşı ihlal eder din ise yüsrdür usr değildir – aniye tealluku onu hamil bulunan a’yan ve zevata tealluku vasıtasıyladır. Suhuftan maada kütüb-i ilahiyyenin rusül-i kiram aleyhi’s-salatu ve’s-selam hazeratına nüzulu Cibril o kütübü Cenab-ı Akdes-i kibriyadan telakkı-i ruhani ile telakkı eyledikten veyahud levh-i mahfuzdan hıfzettikten sonra onu rusül-i kirama inzal ve ilka etmesi suretiyledir vallahu teala a’lemu – Bu ayet-i kerimede inzal kelimesi vahiy ma’nasınadır – B. İnzal lafzı ile murad canib-i refi’-i uluhiyyetten vürud edip ibada vahy olunan irşad-ı mahlukuna nisbet ile uluvv-i mekanet bulunduğu içindir. Kur’an vahiyden maada niam-ı ilahiyyeye de inzal ıtlak edip buyurmuştur – lafzı. Evvelin ma-kabli bulunan ahirin te’nisidir nitekim dünya lafzı ednanın te’nisidir. Bu iki lafzın dareynde – Dünyaya dünya tesmiyesi ahirete dünüvv ü kurbu bulunduğu ahirete de ahiret ıtlakı dünyadan muahhar olduğu lunmuştur. Murad hayat-ı ahiret ve yahud a’male mükafat ve ukubet mahalli olan dar-ı ahirettir. nefy ederek itkan eylemektir – Yakın: Vakıa mutabık ol i’tikaddır ki şek ve zeval kabul etmez; şu halde yakın ğunu i’tikad diğeri o şeyin başka bir suretle olması mümkün olmadığını i’tikaddır. Allah’a ve yevm-i ahirete imanda yakın a’maldeki asariyle bilinir. Yoksa Allah’tan haya etmeyerek nasın hukukunu ekl edip de benim ruz-ı cezaya ilme’lyakın ve tavr-ı desise-karaneleri asla şayan-ı iltifat değildir – Onlar Bu sıfat-ı hamide ile ittisaf edenler Rablerinden Haklarında şayan buyurulan hidayet üzeredirler Hazret-i Perverdigar onları enva-i lutf u keremle perverde edip ta ki Cenab-ı Akdes-i kibriyasına ihtida mertebesi olan şu mertebeye lanlar onlardır bu fırka-i fazıla tahkiye buyrulan sıfatları hasebiyle şerre tama’ cebanet hela’ buhl cevr huşunet gibi rezailden bittabi’ tezkiye-i nefs etmiş olacakları ve ef’al-i zemime ve irtikab-ı fevahiş ve münkerat ile sunuf-ı şehevat-ı nefsaniyyeye inhimakden tecennüb edecekleri gibi adata ve nas ile hüsn-i muameleye mütedair Kur’an’ın fazilet ve amel-i salih tesmiye eylediği şeylerle de mütehalli bulunacaklarından elbette iki cihanda lutf-ı hass-ı rabbani ile mümtaz ve serefraz olurlar. – – Ebu Talib hazretleri de pederleri Cenab-ı Abdülmuttalib gibi şurb-i hamr misilli habaisi nefsine tahrim etmiş ve pek çok mezaya ve mefahir ile temeyyüz eylemiş idi. Resul-i Ekrem efendimiz hazretleri hazineleri Ümmü Eymen radıyallallahu anhaya “Sen validemden sonra benim validemsin” buyurdukları gibi Ebu Talib hakkında da ba’de’n-nübüvve dahi “pederim” ta’birini mükerreren isti’mal etmişlerdir. Asıl ismi Abd-i menaf olup ekber evladı olan Talib Ekrem hazretlerini pek ziyade sevip bütün evladı fevkinde tutardı. Hengam-ı tufuliyyetlerinde yanında yatırır. Etyab-i taamı kendisine yedirirdi. Pederleri Abdü’l-muttalib’in serveti bütün evladı beyninde değildi: fakat bu şeref-i himayeyi ihrazla Resul-i Ekrem’i hanesine almakla maddi ve ma’nevi berekata mazhar olmuş rürdü ki evlad u iyali için ihzar olunan et’ime ne kadar az olsa muhterem biraderzadesi iştirak eylediği zaman kaffesini doyurur hatta fazla bile kalırdı. Ümmü Eymen radiyallahu anhadan mervi olduğu üzere “Resul-i Ekrem hazretlerinin zaman-ı sabavetlerinde bir defa olsun açlık veya susuzluktan şikayet ettikleri görülmemiş ekser evkatta ale’s-sabah Zemzem-i şeriften bir iki yudum su içerek onunla iktifa eder kendisine yemek teklif olundukta ben aç değilim derlermiş Ebu Talib’in maidesine hazır olmaları mahza onun hatırına riayet maksadıyla vuku’ bulurmuş.” Ebu Talib hazretleri nail olduğu bu şeref-i himaye ve kefaleti ba’de’n-nübüvve dahi muhafaza ederek azim fe- [ Al-i İmran [ Al-i İmran dakarlıklar etmiş kendisi nübüvvetin onuncu senesine kadar muammer olmuş idi. Bu müddet zarfında –ileride bast ü beyan olunacağı üzere– efendimiz hazretleri süfeha-yı Mekke’nin taarruzat ve tecavüzatından masun bulunurlardı. Hakıkat-ı ma’ruza bilcümle kütüb-i siyer ve tevarihte esanid-i sahiha ve vesaik-i sariha ile te’yid ve isbat edilmiş olmakla sübutunda iştibaha imkan yoktur. Binaenaleyh vakıf-ı hakayık olan erbab-ı mütalaa Dozy-Cevdet tarihinin muhtevi olduğu isnadat-ı atiyyeyi nazar-ı nefret ve istikrah linden sayacakları emr-i tabiidir. rih-i İslamiyyet nam-ı müstearıyla neşr olunan eser-i garazkari-i habisenin harfiyen redd ü iptali matlub ve mültezem bulunmasına binaen bu misilli hezeyanları da bi’l-mecburiyye kitabımıza derc ediyoruz. “Ebu Talib sahi bir adam idi. Fakat o derece fakır idi ki ailesinin havaic-i zaruriyyesini te’min edemiyordu. Binaenaleyh Muhammed sav kendi maişetini tedarik etmek başının çaresine bakmak mecburiyetinde bulunduğunu gördü. Çobanlık etmeye başladı. Mekkelilerin keçilerini ve koyunlarını muhafaza ediyordu. Çobanlık ise Arapların nazarında muhakkar bir iştir. Bu cihetle çobanlığı ekseriya kadınlara esirlere terk ederlerdi Muhammed sav’in çobanlıktan aldığı maaş pek cüz’i idi. Bunun için bir vasıta-i maişet te’min etmek üzere sus meyvelerini zer’ etmeye dahi koyuldu.” Bir kere evlad u iyalini iaşeden aciz olan fakir bir adamın hissolunacak mertebe sehaveti olamayacağı aşikardır. Binaenaleyh sehavetle medh ü sitayişe şayan görülen Ebu Talib’e derece-i nihayede fakr u zaruret isnadı tenakuzdan hali değildir. Saniyen müşarün ileyh hakkında kütüb-i mu’teberede maktadır. Edna mertebe fikir ve mülahaza sahibi olanlar i’tiraf ederler ki bilcümle kabail-i Kureyş nezdinde siyadetle ma’ruf vekai-i mühimmede merci-i enam olan bir zat vüs’at-i maişete malik olmayabilirse de mümkün değil efkar-ı fukaradan olamaz. Ebu Talib’in ticaretle iştiğali de ma’lumdur. Arasıra kervanla Suriye’ye azimet ederdi. Hatta sinn-i mübarekleri on ikiye vasıl olduğu hengamda arzu-yı hümayunlarına binaen Resul-i Ekrem efendimizi de birlikte istishab etmişti ki kütüb-i siyerde tafsil olunduğu vechile bu seferlerinde “Bahira” nam rahib ile mülakat vuku’ bulmuştur. Salisen Ebu Talib – bunların iddia ettiği gibi– zaruret-i fevka’l-’ade içinde yanıp kavrulmakta olsaydı Resul-i Ekrem hazretlerinin hami-i müşfiki olan dur-endiş Abdü’l-muttalib bu şeref-i himaye kendilerine tevdi’ olunmak hususunda arz u niyazda bulunan zengin oğullarını bırakır da Ebu Talib’i tercih eder miydi. Müşarün ileyh daha ziyade şefkat ve samimiyyet aramış ise de emr-i iaşe ve idarenin ehemmiyetini asla nazar-ı i’tinaya almış değildi denilebilir mi? Hilye-i insaftan mahrum bulunan Doktor Dozy ile hempaları olanların akl u mantık haricinde kain bu faraziyeleri Resul-i Ekrem efendimiz hazretlerine çobanlık ve meyve-füruşlukla suret-i adiyyede te’min-i maişete mecburiyyet faf etmek garaz-ı fasidinden naşi hep uydurma şeyler münasebet almaz bühtanlar olduğu “Çobanlık ise Araplar nezdinde gayet muhakkar bir iş idi. Bu cihetle çobanlığı ekseriya kadınlara ve esirlere terk ederlerdi......” sözlerini ilave etmekle de tamamen tezahür etmektedir. El-hasıl çobanlıkla te’min-i maişet saha-i fezail-pira-yı nübüvvetten sad-hezar mertebe uzaktır. Ra’y-i ganem hususunun fi’l-cümle vukuu mes’elesine gelince kütüb-i siyerde Resul-i Ekrem’in ra’y-i ganem ile evvel zikr olunduğuna nazaran kendilerinin henüz mürahik bulundukları sırada vakı’ olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o vak’alar esnasında Hazret-i Resul’ün on dört yaşında bulundukları musarrahtır. Bir hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur. yani erak ağacının meyvelerinden siyah olanlarını devşiriniz. Çünkü atyebi odur Bu meyvenin kararmış ve kemal bulmuş olan kısmına denir.. Bu hadisle ham meyvelerin muzırr-ı sıhhat olması ifade buyurulmuştur koyunlarımı ra’y ettiğim esnada ben de onları devşirirdim. Dedik ki ya Resullallah! Siz koyun ra’yı ile iştiğal ettiniz mi? Buyurdular ki evet! Her peygamber bir müddet ra’-yı ganem ile iştiğal etmiştir. Diğer bir hadis-i şerifte de Hazret-i Musa ve Hazret-i Davud gibi zat-ı risalet-penahilerinin de ra’y-i ganem ile bir müddet iştiğalleri tasrih buyurulmuştur. Hiç şüphe edilemez ki enbiya-yı izamın bundan maksadları te’min-i maişet değildi. Belki ilham-ı Bari saikasıyla cema’at-ı beşeriyye terbiye ve idaresine dair iktisab-ı meleke peyda-yı mümarese gibi istifade-i ma’neviyyeden ibarettir. Çünkü behaim içinde en zayıf ve gayet sükunetli olan cins-i ganemi istir’a fusul ve ezmana göre onları münasib mer’alara nakil ve me’valarını tanzim ile beraber zehab ve müezziyattan muhafazaya i’tina eden kimsenin kalbinde terahhüm ve taattuf karar edeceğinden siyaset-i enam ile tehzib-i nefs etmiş bulunur. A’del ahval üzre ifa-yı vezaife muvaffak olur. Erbab-ı tedkık ve ulema-yı felsefe veka’i-i cariyyenin ledünniyatına vukufla kesb-i imtiyaz eden zevattan ibarettir ki bunlar zevahir-i ahval ve ahbara değil! Belki her vakıanın niyet ve zeka ve reviyyetleri nisbetinde irşad-ı enama muvaffak olurlar. Zahir-bin olan garaz-karların ahvali ise bambaşkadır. Onlar hasımlarında velev kendi zu’mlarınca naka’isten ma’dud bir şey bulunca onu enzar-ı avamda büyülterek ağraz-ı fasidelerine alet edinirler. Bu sırada Bulgaristan matbuat-ı adiyyesinin tuttukları meslek-i batıl da bu kabildendir. Bulgarlardan silah toplanmak mes’ele-i hakimanesinin tazammun ettiği idame-i sükun ve asayiş maksad-ı alisi gibi ledünniyat-ı aliyyeye yanaşmıyorlar silahsız kalacak Osmanlı Bulgarların lede’licab eşkıya çetelerine muavenet edemeyeceğini düşünerek kale kaleme alınması badi-i nikbet ve hacalet olacak taallulat-ı barideye sapıyorlar. görmüş oldukları ra’y-i ganem mes’elesini künh-i hakıkati üzere anlamaya çalışacakları yerde paye-i mualla-yı risaleti tenzil hülya-yı batılına vasıta kılmaya yelteniyorlar. Bütün enbiya-yı izamın ahval-i ibtidaiyyelerinde ahyanen vuku’ bulması sünnet-i cariyye-i sübhaniyye olan bu fi’lin müşahede-i netaic ve asarından mahrum kalıyorlar. Ve cür’etleri arttıkça artıyor da kemal-i aklı ve mazhar olduğu sıfat-ı nübüvvet ve risaleti gözleri önünde parıl parıl parlamakta bulunan müessir ve mefahir-i bi-nihaye-i İslamiyyet’le sabit ve muhakkak olan zat-ı risalet-penahi hakkında mahza vahy-i rabbani esnasında tecelli eden halet-i harika-i insilahı ve alem-i melekuta doğru husulü zaruri olan Artık bi-inayetillah ihvan-ı din ve erbab-ı temkin tamamen anlamış oluyorlar ki peygamberan-ı izam haklarında ra’y-i ganem ahad-ı nasın telebbüs ettikleri cilbab-ı vahşet ve cehaletten bi’l-külliyye ari olması cihetle sairlerde görülen ahvale kabil-i kıyas değildir. Binaenaleyh ra’y-i ganem diye mukabelede bulunacak olursa te’dibe müstahak olur. Zira anifen izah olunduğu üzere enbiya-yı izamda bir hikmet-i samiyyeye binaen vuku’ bulan ra’y-ı ganem havarik-i azimeyi havi olan ümmilik ve yetimlik gibi onların hakkında fezail ve kemalattan ma’dud olabilir. Dozy ve hem-palarının Resul-i Ekrem efendimiz hazretlerinde vukuu mervi olan ra’y-i ganem keyfiyetini de hakıkati üzere anlamak istemediklerini dermeyan etmiş idik. Bundan maksad yalnız ledünniyat-ı hikemiyyesini anlamamış olduklarını ifade değildir. Çünkü onlar bununla kalmamışlardır. Utanmadan bu fi’le mukabil halktan ücret almak tenezzülünü de ilave etmişlerdir. Hatta bu iftirayı tervic için Dozy cenabları “Mekkelilerin keçilerini ve koyunlarını muhafaza ediyordu... çobanlıktan aldığı maaş pek cüz’i idi...” diye işin içine kocaman yalanlar da katmıştır. Halbuki Resul-i Ekrem efendimiz on dört ile on beş yaş arasında bulundukları hemgamda mahza kendi arzu-yı vicdanlarıyla akrabasından bazı kimselerin koyunları ra’y olunduğu mahalde bir müddet bulunmuşlar. Railere muavenet buyurmuşlardı. Buna mukabil kimseden ücret aldığı uydurma bir efsanedir. Nasıl ki hadis-i şerifinde bu hakıkat musarrahtır. Bu ta’biri tevehhüm olunduğu gibi “kırat”ın cem’i değil belki rivayet-i uhrada mezkur olan Ecyad nam mahall-i ma’rufun unvan-ı diğeridir. Bunu da Ebu İshak Harbi ve allame-i Züfünun İbnü’l-Cevzi ve İmam İbni Nasır gibi ecille-i ulema tasrih etmişlerdir. Dirhem ve dinarın cüz-i mu’ini “nısf danek” ma’nasına “kırat”ın o sırada Araplarca ma’ruf olmaması da bu ifadeyi te’yid etmektedir. Bilfarz ve’t-takdir ücret almış olsalar da Hazret-i Musa’nın cenab-ı Şuayb’la olan muamelesinde olduğu gibi bir mahzur-ı akli veya şer’i istilzam etmeyeceği lede’l-havas emr-i aşikardır. Enbiya-yı izam ümmetlerini teşebbüs-i şahsiyyeye irşad nabilirler. Fakat düşmanlar söyleyecek başka söz isnad edecek başka bir töhmet bulamayınca onları da ahad-ı nasa kıyasa yeltenirler. Yahud daha büyük iftiralara cür’etle helak olup giderler. Ayine-i cemal-i Hak sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin mi’rac-ı hakıkat-minhacı hicret-i seniyyelerinden bir sene mukaddem şehr-i Receb’in yirmi yedinci gecesi vuku’ bulmuştu. Yani o raz-dan-ı leyle-i isra tenhanişin-i vahdet-hane-i Huda olmuştu. Bu leyle-i mübareke pazartesi gecesine müsadifti. Şeref-vukuunda zamanımıza kadar geçen müddet bin üç yüz yirmi dokuz sene olmuş oluyor. ulviyyetinden dolayı hatırat-ı latife ile neş’e-mend olur. Hele o nur-ı müşahhas-risaletin bir cilve-i latife-i gaybiyye ile azm-i asuman eylemesindeki hikmet ve halavet-i ruhaniyyeyi düşündüğü zaman müstağrak-ı vecd ü istiğrak olur. Cümle-i inayat-ı sübhaniyyeden olmak üzere füruğ-ı ma’rifet; kulub-ı ümmet-i Muhammediyyeyi cilve-zara döndürmekte neyyirat-ı zahire-i semavata faik bir şa’şaa-i ruhani gösterir. Hazret-i Abdülkadir’in Siracu’l-Vehhac’ından tercemeten bir eserde yazılır ki: O gece şeyh-i harem-i lahut Hazret-i Cibril; mahbub-ı edib-i olan şiddet-i iştiyakından haim ve hayran olduğu halde saray-ı Ümmühani’ye geldi. Vücud-ı nazenin-i Resulullah’ı firaş-ı istirahat içine serilmiş ve dide-i kalbi uyanık olduğu halde gözlerini uykuya dalmış buldu. Yatağının ayakucunda durup arz-ı selam ve yan daldığın hab-ı nuşindan uyan ki ganaim-i füyuzat-ı İlahiyye; senin için hazırlandı. Emr-i nafiz-i mutlaka senin için sera-perde-i azamet-seray-ı kurb u visal açıldı. Ey yetim Ebu Talib; mevahib u metalib-i saadet talibin olan Feyyaz-ı Ezel hazretleri tarafından senin için iddihar olundu” diye arz-ı meram eyledi. Seyyidü’l-kevneyn efendimiz hazretleri hitabıyla nereye gidileceğini sual buyurunca; Ruhu’lemin mukaddimesiyle arz-ı ıttıla’gah-ı risalet-penahı eyittiği cevab medlulunca “Ya Nebiyy-i Zişan aradan sütreyi kaldır şimdi ben eyn ü cihet bilmiyorum zira ma’lum-ı şerifindir ki Rabbin teala ve takaddes zaman ve mekandan münezzeh ve mukaddestir; ben resul-i divan-kadem olduğum halde senin hizmetkarlarından olmak zeliyye-i İlahiyye’nin gaye-i şühudu ve makam-ı saadet-i uzma senin içindir; sen ancak zat-ı İlahisi içinsin kainatın mümtaz ve muhtarı ve piyale-i muhabbetin neşve-i ser-şarısın; şecere-i kevnden maksud olan semere-i şua’ ve cevhere-i mutahhara sensin sen bedr-i letaifsin şems-i maarifsin yevm-i kıyamette melce-i her haifsin hikmet-hane-i alem senin için bast u ıslah olundu kase-i muhabbet; mücerred kurb-ı feyza-feyzin için tasfiye kılındı cemi’ ekvan senin için yaratıldı harem-hane-i melekut-ı mücerred şeref-yab-ı visalin olmak için ağyardan muhafaza edildi. Kalk; ey Habib-i Kibriya kalk ki niam-ı celile-i İlahiyye sofraları senin için kurulmuş duruyor rahmet-nişinan-ı alem-i bala seni bekliyor. Onların cümlesi şeref-i ruhaniyyetinle nasıl müşerref ise şeref-i cismaniyyetinden de böyle şeref ve saadet bulmak istiyor; yeryüzü mübarek ayağınla üstüne bastığından dolayı nasıl şeref ve saadet bulduysa kubbe-i sema dahi öylece müşerref ve münevver olmak için can atıyor...” Teşvikat-ı ta’zim-karanesinde bulundu. Bunun üzerine sultan-ı serir-i li-maallahi aleyh salavatullah efendimiz hazretleri li-hikmetin beni Rabbim teala ve tekaddes ne için da’vet buyuruyor?” mealiyle leb-küşa-yı sual oldu. Hazret-i Cibril aleyhisselam dahi tebşiriyle mukabele buyurdu. Cenab-ı risalet-penah-ı a’zam sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz Hazret-i Cibril’in sözüne cevaben yani “Ey peyk-i celil-i Hazret-i Rab şimdi gönlüm mesrur ve mutayyeb oldu. İşte zaman ve mekandan münezzeh olan Rabbim celle ve ala hazretlerine gidiyorum..” mazmuniyle icabet-nüma-yı da’vet-i Hak oldu. Seyran-ı bedayi’-pira arasında süruş-ı a’zam Cibril-i Emin şu mazmun ile arz-ı huzur-ı kibriya etti ki “Ya Seyyide’levveline ve’l-ahirin müjdeler olsun ki şeref-kudumun için ebvab-ı naim küşad edilip ravza-i safa ve çemen-i suffe-i letafet-bahşalarının nezaret ve revnakı kemal buldu; ve o bezm-i feyza-feyz-i naimin piyale-i neşve-efza ve rahik-i hayat-bahşası şeffaf ve musaffa oldu. Cemal perdeleri açıldı her tarafa nurlar saçıldı bu gece senin gecendir bu devlet senin devletindir” diyerek daha birçok ma’ruzat-ı hakıkatayatta bulundu. Hülasa-i kelam la-yuad esrar saha-nüma-yı zuhur oldu ki bunlardan maksud-ı Rabbani o mahbub-güzin-i İlahi’nin ayat-ı beyyinatı görmesi ve mazhar-ı tecelliyyat-ı sübhani olması idi. Öyle oldu. Bu ahvalin sıhhatine te’sir-i aşk-ı Muhammedi mazhar-ı iltifat-ı Sübhan oldu; aşk-ı Muhammedi’den mahrum zümre-i muanidin ise derya-yı inkar ve dalalette boğuldu kaldı. Şebistan-ı vefanın mahremisin ya Resulallah Arus-ı küntü kenzin hem-demisin ya Resulallah Temaşa eyledin nur-ı cemalullahı amenna Makamat-ı kemalin efhamisin ya Resulallah Putperestlerce bayramlarında ma’bedlerde bir ziyafet vermek adet olduğu gibi bu kaide el-haletü hazihi o suretle caridir. Putperestliğe duhul sırasında telkın edilen esma-i sırriyye dahi el-yevm kiliselerde “sacrament” ayininde isti’mal olunan esmadır. Nitekim Mυςήειον Tελετή μώησις gibi esami her iki tarafça müsta’meldir. Bir de tealim-i ibtidaiyyede müttehaz olan usul ve kavaid ve chatechumeni competentes vanden[!] fideles gibi derecat ve evsaf-ı kenisaniyyedeki ahval ve şerait aynıyla mevcuddur. Ve bu evsaf ve elkabı heyyü’at-ı ibtidaiyye tamamıyla Hıristiyanlık’ta cari ve meşruttur. Ancak işbu tealim ve telkınat her memlekette bir olmadığı gibi Nasraniyet’te cari olan sacrament usulü dahi her memlekette bir değil idi. Putperestlikte bu gibi usul ve kavaid-i mezhebiyyeye ziyadesiyle dikkat ve i’tina edilen memalikte Hıristiyanlıkta dahi o nisbette dikkat ve i’tina gösterildiği gibi müsamaha-karane hareket olunan mahallerde dahi o tesamuh cari idi mesela: χυρια χονορδοχη namıyla putperestlikte verilen ziyafetler hıristiyanların sacrament ziyafetlerinin aynıdır. Kezalik bazı memalikte sırf ricale münhasır Εσαιρυχι namıyla ziyafetler i’tası cari olduğu gibi Yunanistan ile İskenderiye’de dahi bu adet cari idi. Bu gibi ziyafetler daima harifane icra olunur ve herkes masraftan hissesine isabet eden miktarı verir idi. Ve bu babda verilen paraya Συμβολη ıtlak olunur. Dahil olacak adamlar için de aralarında bir parola mevcud bulunur ve bu gibi cem’iyetlere Σταιρεία ve Κοιγωνιά namı verilir idi. Bu ziyafetler yapıldıktan sonra artan para fukara cem’iyetlerine verildiğinden bu gibi ziyafetler her ay hükumetin müsaadesiyle icra olunur idi. Bu; Hıristiyanlıkta agape ve muhabbet namıyla verilmekte olan ziyafetler ile mukayese edilirse putperestlerce müsta’mel olan Κυριαχων δειπνος Κοινωνία τέοωμαΊος τχειςέ ziyafetlerine aynıyla müşabih olduğu görülür. Havariyyundan Pavlus Corinth ahalisine yazdığı namede bu adeti medhetmekle beraber herkes getirdiğini münferiden yemekte olmasıyla fukaraların aç kaldıklarına hiddet ediyor. Ve herkes hanesinden getirdiği yemeği münferiden yiyecekse kiliseye hacet olmayıp hanesinde yemesi evla olduğun bast u beyan ile aynı zamanda sacrament usulünden bahs ediyor binaenaleyh agape ziyafetin aynı sacrament usulü olduğu müsteban oluyor. Pavlus namesinde hıristiyanların putperestler ziyafetlerinde bulunmalarını takbih yolunda şeytan kadehleriyle Mesih namına idare-i akdah ile şeytan sofralarında yemek yediklerini dermeyan ediyor. Bu gibi merasim ve adatta tarafeynin müttehid ve müttefik olmalarına nazaran Hıristiyanlığın putperestlere ne gibi kavaid ve usul-i diniyyeyi telkın eylemiş olduğunu fahs ü tedkık edelim: Mesih’i olan Hazret-i Isa’nın Yahudiler ile milel-i saireyi bir saltanat-ı dünyeviyye zir-i idaresinde birleştireceğini tefhimden olmak şerefini ihraz için milel-i saire efradının ibadet-i veseniyyeyi terkle günahlarına tövbe ve istiğfar ve Hazret-i Nuh aleyhisselamın vesaya-yı seb’asına ittiba’ eylemeleri lüzumu tavsiye ediliyor ve bu sayede ahirette mazhar-ı naim-i mukım olacakları tebşir olunuyor idi. Ta’limat ve telkınat-ı vakıanın hususat-ı meşruhadan nan beyanname-i patrikiyye dahi delil-i vazıhtır. Hatta ol esnada Hıristiyan olacak olan akvam-ı saire efradı hitan edilerek Hazret-i Musa’nın vesayası mı telkın edilmek yoksa hitan edilmeksizin Hazret-i Nuh’un vesaya-yı seb’asıyla mı iktifa edilmek lazım geleceği hakkında beyne’r-ruhban zuhur eden ihtilafta Sinod meclisi Hazret-i Nuh’un vesaya-yı seb’asıyla mastur olan havariyyunun tekmilelerinde hıristiyan olacak olanlara mutlaka Hazret-i Musa vesayasının telkıni lüzumunu şart ittihaz edenlerin hıristiyanların Farisi taifesi olduğu muharrer ve mezkurdur. Bundan anlaşıldığına nazaran Farisiler Hıristiyanlığa dahil olmakla beraber tamamıyla Hazret-i Musa vesayasıyla amil olmuşlardır. Sadusiler dahi Hazret-i Isa’ya tabi’ ve Hıristiyanlığa dahil olmuşlarsa da Hazret-i Isa’nın ba’de’l-vefat dirilmiş olmasına mekle beraber mu’tezileden olduklarını beyan ve tasrih eylemiştir. Bina-berin milel-i nasara arasında meşhud olan tefrika ve ihtilaf ile ve herkesin akıdesinin sıhhati fikrinde sabitkadem olmasına ve esasen Hıristiyanlık Mösyö Selden’in nazaran Sinod meclisinin ictihadının hakıkatini anlamak için Yahudilerin adat ve mu’tekadat-ı kadimelerini nazar-ı im’an adam kabul ederler idi. Bunların bir kısmı Kapı Yahudileri sı telkın edilir idi. Şamlı Naaman ile tavaşi zenci Cornelius bu kısımdan idiler. Diğer kısmı dahi hakıkı Yahudi addedilerek Hazret-i Musa’nın vesayası ta’lim edilirdi. Mutaassıb olan Yahudiler bu kısma dahil oldukları gibi siyasi veya dünyevi bir maksad ile tehevvüd edenler dahi bu kısımdan ma’dud edilir. Buna dair Josephus kitabında ber-vech-i ati bir hikaye nakl ü beyan ediyor: Adiabene kralı İzates Yahudi dinine dahil olmayı arzu etmekle beraber teb’asının bundan münfail olacaklarından korkmakta olmasıyla bu babda memleketinde bulunan Ananias namında bir Yahudiyle sebep olduğunu keşf ü tahmin edecek ahalinin şerlerinden hazeren krala Yahudi olmak için hitan ve tehevvüdü i’lana hacet olmadığını beyan eylemişti. Galile’den Eleazar namıyla gelen bir Yahudi kralın Tevrat’ ı kıraatiyle beraber suret-i zahirede merasim-i ayin-i Musevi’yi icra etmemesine hiddet ederek krala hitaben sen Allah’ın kanunlarını hem okuyorsun hem ahkamıyla amil olmuyorsun diye tevbih eylemişti. Ancak Yahudiliğe dahil olacak olanlara Hazret-i Musa şeriatinin tamami-i ahkamına riayet gibi bir bar-ı giranı herkesin yükleneceğine kani’ olamadıklarından teshilen li’l-maslaha Hazret-i Nuh’un vesaya-yı seb’asıyla Yahudiliğe idhal eyledikleri putperestlere Kapı Yahudileri ta’bir edilmiş idi. Gerçi Sinod meclisinin beyannamesinde hıristiyan olanlara lahm-i meyyiteyi yemek hususunu men’ edildiği rivayet olunursa da Ambrose ile diğerleri böyle bir memnuiyyetin vücuduna kail değillerdir. Putlar için tadhiyye edilen hayvanat lühumunun adem-i cevaz-ı ekli hususuna dahi kani’ değilim zira Pavlus Corinth ahalisine yazdığı namede eğer ahali tarafından ta’yib edilmeyecek olursa putlar için zebhedilen hayvanat lühumunun eklinde beis olmadığını beyan ediyor. Tafsilat-ı mebsutadan anlaşıldığı vechile Hıristiyanlıkta putperestlere telkın edilen kavaid-i esasiyye-i diniyye hususat-ı meşruhadan ibaret idi. Hıristiyanlığa dahil olan Yahudiler adat-ı kadimelerinin bir kısmına devam ettikleri gibi putperestlerden hıristiyan olanlar dahi kendi adat-ı kadimelerinin bir kısmına devam eylemektedirler. Mübtela Pantenus ile Clemens Alexandrinus Hıristiyanlık’la Stoasizm felasifesi mu’tekadatını cem’ ediyorlar. Origen ile diğerleri ise Eflatun’un ve Peripateticism felsefelerini birleştiriyorlar. Hatta Epicurean ve Cynical felsefelerini kabul eden hıristiyanlar dahi bulunduğunu bazı kitaplarda okudum. Milel-i saire efradından hıristiyan olanların hitanları icra edildiği cihetle Yahudilik’ten hıristiyan olanlar nazarında adeta mezmum ve menfur idiler hatta Petrus’un Cornelius’u ziyaret ettiği için Yahudilikten hıristiyan olanların gücenmiş oldukları tekmile-i Enacil’de muharrer ve masturdur. Ve bu gibilerin bulundukları ziyafetlerde esbab-ı mücbire olmadıkça bulunmadıkları dahi mezkurdur havariyyundan Petrus’un Antakya hıristiyanlarıyla görüşüp yemek yediği halde James tarafından gelen Yahudi Hıristiyanlarının vürudlarını müteakib ta’n ü teşni’lerinden hazeren Antakya Hıristiyanlarıyla mülakat ve beraberce taamdan tehaşi eyler idi. Her iki kilisede aynı hal müddet-i medide devam eyledi. Ve Yahudilik’ten hıristiyan olanlar milel-i saireden hıristiyan olanların cennete girmeleri ihtimaline kail olmakla beraber onlara necis nazariyle bakmaktan kendilerini alamamışlardır. Putperestlikten hıristiyan olanların zaten teaddüd-i ilahiyyeye kail olmalarıyla Hazret-i Nitekim müverrih Pliny Nasraniyet’e aid yazdığı eserde bu gibi hıristiyanların Allah Isa’ya dua eylediklerini beyan ediyor. Tertullian dahi aynı rivayatı zikr ü beyan ediyor. Hazret-i edildiği dahi şüpheden varestedir. Ancak eski hıristiyanların Artemon Apollophon Hermophilus Theodotus gibi en alim en zeki en müdekkik fuhulünün rivayetlerine nazaran havariyyun Hazret-i Isa’yı adeta bir insan olmak üzere ta’rif ve tavsif eylemişlerdir. İlk Hıristiyanların i’tikadları dahi bu merkezdedir. Ve bu akıde havari Petrus’tan ve Roma’nın onüçüncü papazı olan Victor günlerine kadar devam etmiş ondan sonra gelen papaz Zephyrinus tarafından bu akıde belahet olduğunu beyan eylemişlerdir. Nicene müctema-i ilmiyyesine kadar Isa’nın uluhiyetine hiçbir alim hıristiyan kail olmamış ve daima vahdaniyet-i ilahiyye fikri telkın edilmiştir. Zaten cisim ile ruhun ictimaı ve cesede uluhiyet hululü ve ebediyet-i insaniyye gibi mu’tekadat-ı dakıkayı fehm ü ihtiraa havariyyunun zeka-yı mahdudları gayr-i müsaiddir nitekim Nicene Mecma’-ı Ruhbanisi bu gibi akaid-i garibe ve acibenin te’vil ve ta’rifinde ittifak edememiştir ve bu gibi akaid-i muğlakadan alemin dahi memnun olmadığına ve Gregory Nazianzen Basil gibi rahiplerin Tesliyyet ile Ruhu’l-Kudüs’ün uluhiyetleri gibi akaidi telkınden ictinabları da bir delildir havariyyunun mu’tekadatlarıyla kitaplarında da buna dair hiçbir bahis ve işaret mevcud değildir hülasa gerek şu delaile ve gerek ruhbanın her birinin bu gibi akaidi muğlakayı birer suretle tefsir ve te’vil eylemesine ve ahbarı nasaradan Athanasius’a nisbet edilen kitaplar ile bu mes’eleye dair kendi imzası altında yazdığı eserdeki fark ve tefavüte bakılırsa Isa’nın uluhiyyeti akıdesinin kadimen Nasraniyet’te mevcud olmayıp ahiren putperestlikten tanassur edenlerin icad ve ihtira’ eyledikleri akaidden bulunduğu müsteban olur. Bunların bidayet-i tanassurlarında akıdeleri sırf Isa’nın uluhiyetine münhasır iken ahiren bu akıdeyi akl u mantığa tevfik için İncil’in bazı ibarat-ı mübhemelerini Eflatun’un felsefesiyle mezc ve bu suretle ekanim-i selaseyi te’vil ve telfika çalışmışlardır. Bu ekanim esami ve ta’rifatının Felatun’un kitaplarından me’huz olduğu halde şakirdanının bu muammayı halledememeleri dahi bunu gösterir. Sıratımüstakım’den menkul bir fıkradan dolayı Beyanül hak refikımıza Maarif-i Umumiyye Nezareti’nden gönderilmiş tekzibname refikımızın adedli nüshasında manzurumuz oldu. Evvelen tekzibnameyi aynen nakledelim: Maarif-i Umumiyye Nezareti’nden tebliğ olunmuştur. Mekatib-i hususiyyeden Burhan-ı Terakkı Mektebi’nin geçende tertib ve icra eylediği Yalova tenezzühünden evvel celbedilen mekteb-i mezbur müdürü Hakkı Bey Nezaret’in ol babdaki tebliğat ve tenbihat-ı kat’iyyesi üzerine adab-ı bulunulmayacağını beyan etmiş idi. Gazetenizin Haziran sene tarih ve altmış yedi numaralı nüshasında işbu tenezzüh esnasında şakirdan ve muhadderat-ı İslamiyye arasında alenen işret masaları kurulduğu hakkında calib-i nazar-ı dikkat bir fıkra görülmesi üzerine keyfiyet derhal emniyet-i umumiyye müdüriyetinden istifsar olundu. Esna-yı tenezzühte vapurda bulundurulan me’murin-i zabıtanın ifadesine atfen bu kere müdüriyet-i mezkureden alınan tezkire-i cevabiyyede böyle bir hal vuku’ bulmadığı bildirilmiş olmakla keyfiyetin gazetenizle tashih buyurulması mütemennadır. Refikımızın terdif eylediği mülahazat da şudur: “Beyanülhak – Mezkur nüshamızda buna dair münderec olan makale Sıratımüstakım’den iktibas edilmiş ve bu fıkrasının hakkında şayan-ı i’timad olmamak ihtimaline mebni beyan mütalaa edilmeyerek diğer fıkrası hakkında birkaç söz söylenmiş idi. “Bu hususta adab-ı İslamiyye ve ahlak-ı milliyyeye muğayir bir guna hareket vuku’ bulmamak için ittihaz etmiş oldukları tedabirden dolayı Maarif-i Umumiyye Nezareti’ne beyan-ı teşekkür ederek ba’de-ma emsali hakkında da takayyüdatın temadisini gerek nezaret-i müşarün ileyhadan ve gerekse emniyet-i umumiyye müdüriyetinden temenni eyleriz.” meyecekleri vech üzere Sıratımüstakım hilaf-ı hakıkat neşriyata tenezzülden daima nezahetini muhafaza etmiş ve hedef-i tenkıd ittihaz eylediği hususatı muhakemeten isbat olunabilir bir mahiyette görmedikçe mevzuubahis eylemekten la manzuru olan hadiseye aid meşhudatını adedli nüshamızda şu suretle tasvir etmiş idi: Vapurda işret trapezalarının kurulması teessürümü bir kat daha artırdı. Kızarmış tavuklar taze peynirler dolmalar salatalıklar büyük bir zevk ile tabaklara diziliyor öteden hanendeler mahmur bir fasıl tutturmuşlar beriden muzika çalıyor kadehler dolup boşalıyor. Bir hay u huy-i zevk u safa ki deyme gitsin. En ziyade nazar-ı dikkatimizi celb eden şey yanımızdaki meclis-i mey-hor idi... ila ahirihi”. Makalenin diğer birinde: Tamamıyla karanlık çökmüştü. Vapurdakilerin çoğu hem-bezm-i safa olduğundan muarefesizlik kalmadı. Anlaşıldı ki mütenezzihinin ekseri bir kapı yoldaşı. Artık şişeler boşalmaya yüz tuttu. O vakit erbab-ı keyf bir daire teşkil ettiler. Takım çifte telliye başladı... ilh.” Muharririmiz vak’ayı tasvirden sonra mütalaatını bervech-i ati ilave ediyordu: “Maksadımız birkaç şahsın ef’al ve harekatını tenkid değildir. Mes’elenin adab-ı umumiyyeye karşı olan şenaatini addederiz. “Mekteb menfaatine bir tenezzüh tertib ederek ve mekteb çocuklarını o saf ve ma’sum biçareleri gezdireceğiz eğlendireceğiz diye tenezzühe iştirak ettirerek onları iş ü işret bezminde bulundurmak ve bir çok müstehcen ta’birat ve bilmeyiz ki mukteziyat-i hamiyyet ile nasıl kabil-i tevfiktir. Biz eğer yeni nesli de devr-i istibdad hayat-ı sefahatiyle terbiye edecek olursak bu millet için sonra felah ümidi kalmaz. Bizim şimdi yegane ümidimiz bütün o şübban-ı ma’sumedir. Onları da böyle zehirlersek ahlak-ı milliyye mahv olup gider. Bu gidince artık şu cedel-gah-ı hayatta bizde bir mevki’ bulunmaz... ilh.” adedli nüshamızda da kari’lerimizden biri canibinden gönderilen varakada bu vak’aya şu suretle ima olunmuş idi ki Beyanülhak refikımızın ise esasen nakleylediği bu varakadır: Mevsim münasebetiyle mekatib-i İslamiyyece birçok tenezzühler yapılıyor. Bunlarda ez-cümle Burhan-ı Terakkı menfaatine Yalova’da icra edilen seyahatte vukua getirilen ahval-i gayr-i meşrua cidden bais-i teessüf ve teessürdür. Mekteb tenezzühlerinde kurulan işret trapezelerinin ma’sum olan vatanın ahlakı üzerinde hasıl edeceği su-i te’siratı ta’dad etmeye lüzum göremem... Adab ve ahlak-ı umumiyyeyi muhafaza etmek ve bunu muhill her gune hareketi men’ eylemek zabıtanın vezaifi cümlesinden değil midir? Yoksa zabıtamız ma’sum mektep çocukları arasında muhadderat-ı halinden men’ etmeyi –hürriyet-i şahsiyyesine tecavüz addiyle– münasib görmüyor da menfaat-ı ammeyi feda mı ediyor... Şimdi bu tekzibi nereye hamledelim? O gün tenezzüh mahallinde olsun vapurda olsun masalar kurularak alenen türen isbatı mümkündür. Vapurda talebe mevcud değil miydi? Tenezzühün mektep namına vukuu mevcudiyet-i talebe müdir-i mektebe vuku’ bulan tenbihatını tebligattaki i’tirafı dahi ayrıca bir delildir. Vapurda İslam kadınları yok muydu? Muhbirun bih mahsus olduğu cihetle bu da tevatür ile kabil-i isbattır. Maamafih hadiseyi şuhud-ı muayyene ikamesiyle de lede’l-hace isbat edebiliriz. Kaldı ki kari’mizin varakasında tufu olan cihet aynen naklolunan satırlardan müstefad olduğu vechile bir hadise-i muayyene olmayıp umumi bir hasb-i halden ibaret bulunmakla beraber şu vak’aya insirafı halinde de bu kelimelerin medlulünü ya bizim anladığımız gibi vapurda bulunan zevat beynine sarf etmek veya bir iki zat arasına hasr eylemek hükkamın takdirine muallak bir mes’eledir. Maamafih makalemizin suret-i tahriri vech-i isti’mal hakkında hükkamın takdirini tenvir eder kıraati dahi muhtevidir. Ala ruusi’l-eşhad irtikab olunan bir faziha şüphesiz ki kabil-i setr ü ihfa olamaz. Tekzib-i mücerred sadre şifa vermez. Bir şey ki olmuş tekerrürüne meydan vermemeli. Tekzibden ziyade bu kabil hadisat-ı müessifenin adem-i vukuu çaresine bakmalı. Dedik ki lede’l-hace şuhud-ı muayyene ikamesiyle de hadiseyi isbat bizim için pek kolaydır. Şimdiden birkaç zatın ki mahall-i tenezzühte ca-be-ca kurulan iş ü işret mastabalarından birine komşu olmak mazhariyetiyle musab olan seyyah-ı şehir Abdürreşid Efendi ve İran meşahir-i ulemasından şeyh Esedullah Efendi hazeratı ile Üsküdar Askeri Rüşdiyyesi Coğrafya muallimi kolağası Kadri Bey işte bu da’vanın ikame olacak ilk şahidleridir. Müdüriyete vuku’ bulan tenbihata teşekkür ve vak’anın sıhhatinde ısrar etmekle beraber Beyanülhak refikımızın şayan-ı adan ihtiraz eylediği hadisenin ala-mer’iyyin ve mesma’in vuku’ bulmuş ve gerek İstanbul ve gerek Yalova’da her suretle iştihar etmiş bir vak’a-i ma’lume olduğunu refikımızın Firdevsi-i meşhur Şahname’sinin bir yerinde diyerek şu felek-i kec-medarın vefasızlığına karşı söylenir. Hakıkaten insan bazı ahvalde söylenmekten kendisini alamıyor! Zira hedef olduğu tahkırat o kadar naşayeste ve gayr-ı kabil-i tahammüldür ki kevn ü mekandan bile bi-zar ve rencide-hatır oluyor! Hayat bütün şa’şa’a-i cazibe-darı züküyor! O zaman herkes bütün kainata küserek kendi varlığından bile müteezzi oluyor! Birkaç sene mukaddem Osmanlılığın ribka-i itaatında bulunan Osmanlıların sırf uluvv-i cenab ve civan-merdlikleri sayesinde kavmiyetlerini muhafazaya muvaffak olan ve el-yevm de füshat ve aded-i nüfusça Osmanlı eyaletlerinin ancak ikisine muadil bulunan Bulgaristan Osmanlılara bugün meydan okuyor ve hükumet muazzama-i İslamiyye’nin umur-ı dahiliye ve mesail-i zatiyyesine müdahale etmek için kendisinde salahiyet buluyor. ve keyfe ma-yeşa’ idarenin bir millet üzerinde ne gibi netayic-i müellime husule getireceğini tedkık etmek isteyenler tan-ı Osmaniyye’yi öyle harabiye uçurumlara zaaf ve natüvaniye sevketmiştir ki bir iki sene değil pek çok seneler ta’mirine kifayet etmez! Meşrutiyet-i mes’adet-nümunumuzun mir mes’elesi ile uğraşıyor. O cümleden olarak Rumeli eyaletini öteden beri kanlı meydana çevirip ahalinin huzur ve sükununu selbetmekte olan ve hatta hükumat-ı ecnebiyyenin müdahelat-ı guna gununa bahane teşkil ederek bir zaman vatanın bütün bütün imha ve izmihlaline badi olacak derecede icra-yı mel’anet eden çetelerin ref’ ü kam’ına sarf-ı dikkat etmişti. Ve bunun için meclis vükela-yı millete birkaç kanun layihası takdim etmiş ve Çeteler ve Kilise ve Mektep kanunlarının kabul ve tasdikine muvaffak olmuştu. Hele o zaman yani Çeteler Kanunu Meclis-i Meb’usan’da müzakere olunurken Balkan’da mevcud bütün hükumat-ı sağire büyük bir telaş gösterdiler. Kendi matbuatlarından başka bütün Avrupa matbuatını da gürültülere boğdular! Zira mezkur layihalar şu hükumatın Makedonya hakkında öteden beri besledikleri ümidleri zir ü zeber edecekti. Bu kendilerince belli idi! Çeteler hükumat-ı mezkurenin elinde Osmanlılığa karşı bir silah idi! Şu silah vasıtası lundurup bi’l-ahare Makedonya’ya tesahüb etmek hülyasında ettiği mesleğe muhalif olarak şu gürültüleri nazar-ı i’tibara almadı. Ve Çete Kanunu’nun tatbikinde büyük bir metanet ve azim gösterdi. Muhaliflerin ümidleri bir dereceye kadar kırıldı. Ahali-i mahalliyye ise çetelerin ref’ ü def’inden dolayı gördükleri sükun ve asayişten memnun ve müteşekkir olarak hükumete ve idare-i meşrutaya bir kat daha rabt-ı kalb ettiler. Lakin mes’ele bununla bitemezdi! Zira ahali arasında öteden beri çeteler ile münasebette bulunmakta olan kendi maişetlerini yalnız cinayetle te’min etmeye alışmış ve bundan dolayı sükun ve istirahatten zarar-dide olmuş birçok müsellah unsurlar muhafaza-i mevcudiyyet ediyor idi. Binaberin bu kabil unsurların da sulh ve müsalemet dairesinde geçinmeye icbar edilmeleri elzem idi! Ve illa bu gibiler müsellah bulundukça huzur ve sükunun ahali arasında ber-karar olmasına peyda-yı itmi’nan şüphesiz ki kabil değildi! Bunun Bulgarlar da dahil olduğu halde– silahların alınmasını emretti! Bulgar rical-i devleti ve matbuatı şu emirden dolayı kızmışlardır! Bu pek tabii bir haldir! Zira Bulgar erbab-ı mefsedetinden silah alınmak bunların ma-beka-yı ümidlerini bütün bütün mahvediyor! Öteden beri “Büyük Bulgaristan” hülyası ile müşevveşü’d-dimağ olan ve dendan-ı hırs u tam’alarını Makedonya’ya uzatmış olan Bulgarlar maye-i ümidleri bulunan fesedenin Makedonya’dan kaldırılmasıyla meydanda bir şey kalmayacağını tahmin ettiklerinden dolayı çıldırmışlardır! Nasıl bütün bir ümid bütün bir istikbal mahvedilip gitsin? Hasta Adam denilen ve mal-i mevrusuna el uzatılan bir muhtazır birden bire nasıl olup da bu kadar asar-ı hayat göstersin? İşte Osmanlıların şu faaliyeti karşısında Bulgarlar kendilerini kaybettiler! Bina-berin şu halet-i ruhiyye ve şu haybetin asarı olarak Bulgarlar hükumet-i Osmaniyye’ye meydan okuyup mesaili dahiliyemize müdahale etmek hülyasına girişmişler! Bizi gürültüye boğmak istiyorlar! Lakin heyhat! Pek gecikmişlerdir! Rus duması a’zasından Milikof’un yedi-sekiz ay evvel dediği gibi: Bulgarlar kendilerini şimdi te’min etmezlerse hiçbir zaman edemeyecekler. Ve yahud Bulgaristan matbuatının aynı zamanda “Fırsat elde iken Osmanlılara i’lan-ı harb edelim ve illa pek geç olacaktır.” Söyleyiş mevsimi geçti!! Öyle geçti ki bir daha avdet edemez. Medar-ı iftiharımız olan Mahmud Şevket Paşa hazretlerinin bir ay mukaddem Meclis-i Meb’usan muvacehesinde: “Bi-hamdillah ordumuz bugün istediğimiz derecede ikmal edilmemişse de dünyada beşinci ordu sırasına geçtiğini ve balkanlarda sakin bütün hükumat-ı sağireye yeniden mukabele edecek kadar olduğunu size tebşir ederim” buyurması bütün Osmanlıların ve alem-i İslam’ın kalbine meserret ve ferah-amiz ümidler bahşetmekle beraber Bulgar rical-i devlet ve matbuatına en katı’ ve en fasih bir cevab-ı beliğ teşkil eylemiştir! İşte hükumetimiz bi-havlihi teala şu mübeccel ve mukaddes orduya hariciyyede müddeiyyat-ı meşruasını tenfiz ettirebilecek kadar kuvvetlidir! Bittabi’ Bulgar coşkunlukları şu sırada sinek vızıltısından ileri geçmeyecektir. Hükumetimiz bu gibi vızıltılara asla ehemmiyet vermeyip selamet-i vatan yolunda ta’kib ettiği meslekte bi-mennihi’l-kerim kemal-i metanetle devam edecektir! Burasını unutmayalım ki cem’iyyat-ı garbiyyenin ahval-i ruhiyyesi bütün bütün başkadır! Bunlar kuvvet zor metanet azim ve sebat severler!! Bütün şuunat-ı hayatiyyeleri maddiyattan ibaret olduğu için ancak maddiyatı tanırlar: bunlar tevazu’ i’tidal anlamazlar! Etvar-ı mütevazıayı za’f en istihkar en istihfaf ettikleri şeylerdir! Bizim zimam-daran-ı umur bu noktayı daima nazarda tutmalıdırlar!! Lakin her şeyi yalnız hükumetin omuzuna yüklemeyelim! Bütün şuunat-ı hayatiyyesini üç beş kişiden ibaret olan hükumete tahmil eden bir millet bir kavim intihar ediyor demektir! İşte yüzlerce senelerdir ki alem-i İslam bu suretle belalar felaketlerin başlıca sebebini bu hal teşkil ediyor! Biraz da kendimize kendi teşebbüsat-ı şahsiyyemize güvenelim! Birkaç sene evvel taht-ı idaremizde bulunan Bulgarlardan olsun bu fikir yolunu öğrenelim! Bir avuç Bulgaristan Bulgarlarının bir avuç Makedonya Bulgarlarından ettikleri den ve üç yüz elli milyon İslamlardan etsinler! Biz de onlar gibi kendi aramızda cem’iyetler te’sis edelim. Muallim dai vaiz olalım! Merkez-i Hilafet-i İslamiyye’ye çeşm-i ümidlerini dikmiş şu ser-çeşme-i hayattan kendileri için bir taze ruh yeni bir hayat bekleyen şu vasi’ şu bi-nihaye Türkler müslümanlar alemine atılalım! Ah! Osmanlı alemi şu yaşta şu teşebbüsata giriştiği zamanlar neler olacak neler!: alışkın bir Frenk gazetesi Paris’in Tan’ı geçenlerde Türkiye’nin nasihatleri veriyordu: “Türkiye müdiran-ı umuru hiç şüphesiz pekala bilirler ki der-uhde ettikleri “Emr-i müşkili Devlet-i Osmaniyye’nin emr-i ıslah ve tanzimi başa çıkarmak için Avrupa’yı taksime değil birleştirmeye muhtaçtırlar. –Yalnız umur-ı siyasiyyede değil umur-ı iktisadiyyede de Türkiye devr-i Hamidi’nin idame etmekten zevk-yab olduğu rekabetten bir şey kazanamaz.” İkdam’ın tercümesi Temmuz Tan’ın bu cümleleri bir da’va-yı mücerred garabetiyle okuyanın nazar-ı dikkatini derhal celbeder; çünkü Devlet-i Osmaniyye’nin beka ve selametinin avamil-i hariciyyesinden birisi rekabet ve münafese-i düveliyye olduğu öteden beri ma’ruftur. Lakin Fransa hariciyye nezaretinin mürevvic-ı efkarı olmakla müştehir ve Avrupa ceraid-i yevmiyyesinin en ciddi ve en vakarlılarından ma’dud bu Fransız gazetesinin kemal-i ciddiyyet ve ehemmiyyetle Türkiye müdiran-ı umuruna verdiği bu nasayıh-ı hayr-hahane Fransa’nın hulus ve muhadenetine kanmış bazı dimağlarda: “Acaba o fikr-i ma’ruf sade ve amiyane bir düşünceden neş’et etmiyor mu? – Acaba Avrupa’nın ittifak ve i’tilafı Devlet-i Osmaniyye’ye hakıkaten daha ziyade faide-bahş olmaz mı?” gibi tereddüdler tevlid edebilir. Bu tereddüdlerin bu sefer Türkiye müdiran-ı umuruna nasihat kılıklı değil belki kendi vatandaşlarına tasrih-i hakayık yollu yazılmış asara– müracaat olunmalıdır. Avrupa devletlerinin alel-umum alem-i İslam’a ve alelhusus Türklere karşı mazi ve halde aldıkları vaziyeti izah etmek üzere Revue de Monde risalesinin müdir-i siyasisi René Pinon bakınız neler yazıyor: “Arz-ı Mukaddes’in cenubu bahr-i sefidi dolduran müslümanların ve alel-husus sonradan ren Türklerin te’siriyledir ki nasrani Avrupa teessüs etti; eski Roma vahdeti yerine vahdet-i nasraniyye fikri kaim oldu. Fransa bu alem-i Nasraniyyet’in başında bulunuyordu; Fransa ehl-i salib seferlerinden biri alem-i Nasraniyyet’in hasma yani müslümanlara karşı çıkarılmış piş-darı gibidir. Hıristiyan kralların aralarında niza’ ve kavga eksik olmamakla beraber vahdet-i nasraniyye fikri bakıdir bu cihetle harb-i meşru’ alem-i Nasraniyyet’in adusuyla yani müslümanlarla harbinden ibarettir bir hatar melhuz oldu mu bütün alem-i Nasraniyyet adüvv-i müşterek yani müslümanlar karşısında der-akab birleşir. İşbu fikir Avrupa’da asırlarca ber-hayat kalacaktır; filozof Leipzig’in Leipzig Onsekizinci asr-ı miladinin başında ölmüş hükema-yı meşhuredendir asarında bu fikri görürüz. Hatta şimdi bugün bile vahdet-i nasraniyye fikri gerçi biraz kuvvetten düşmüş biraz uyumuş fakat bir tehlike-i müştereke zuhurunda alelacele ve şiddetle uyanmaya hazır olarak aramızda yaşıyor” Bu sözlerden anlaşılıyor ki alem-i Nasraniyyet de şeriat-i İslamiyye gibi dünyayı daru’n-nasara daru’l-harb olmak üzere ve ittifakları daima İslam veya Türkler aleyhine; daha umumi bir ta’bir ile alem-i nasraniyet düşmanlarına karşı olagelmiştir. Eğer alem-i Nasraniyyet bir tehlikeye uğrarsa bugün de tıpkı kurun-ı vustada olduğu üzere vahdet-i nasraniyye fikri daldığı uykudan sıçrayıp uyanacak ve silahlanıp alem-i görüp durmaktayız: alem-i İslam’da az çok asar-ı intibah duyulur duyulmaz düvel-i nasraniyye İslam aleyhindeki faaliyyetlerini artırmaya başladılar. “Alem-i Nasraniyyet’in reisi” ehl-i salib seferlerinden beri “Hıristiyanlığın alem-i İslam’a doğru çıkardığı piş-darı” olan “Kilisenin büyük kızı” Fransa’nın bir kısım efkar-ı umumiyyesini temsil ve nezaret-i hariciyyesiyle makasıdını irae eden Tan bundan bir iki ay evvel makalat-ı mütevaliyyesine intibah-ı İslam tehlike-i azimesine mukabil bütün düvel-i nasraniyyenin i’tilaflarını tavsiye etmekte değil miydi? Kürsi-i Milel’ in son nüshasına müracaat buyurulsun. Hasılı bizzat muharririn-i Efrenciyye’nin de i’tirafları vechile bugüne değin ve bugün de Avrupa devletlerinin şark ve alem-i olmuş veya tasavvur edilmiştir. Binaenaleyh Türkiye müdiran-ı umurunun Avrupa’yı birleştirmeye çalışmalarında devlet-i Osmaniyye için bir menfaatin vücudu farz olunamaz. Avrupa devletlerinin rekabet ve münafeselerinden ihtilaf ve münazaalarından devlet-i Osmaniyye’nin müstefid olup olmayacağına dair bir fikr-i salim edinmek için yine Frenk muharrirlerinden birisini okuyalım. Müstakbelde memleketlerinin müdiran-ı umuru olacak Fransız gençlerine Darü’l-fünun tarih ve edebiyyat şu’besinde Daru’l-muallimin-i Aliyye’de ve Ulum-ı Siyasiyye mektebinde tarih-i siyasi okutan bir müderrisin Profesör Émile Bourgecois’in siyaset-i alem hakkındaki fikirleri şüphesiz i’timada pek şayandır. Bu zat Tarih-i Siyasi-i Harici ünvanlı eserinin ikinci cildinde Napolyon’un memalik-i Osmaniyye’yi –tabii arslan payı kendisinde kalmak üzere– taksim için sarf eylediği faaliyet-i müdhişeyi uzun uzadıya anlatırken şunları yazıyor: “Napolyon İtalya’nın taksimini Avusturyalılarla Almanya’nın taksimini Prusyalılarla bütün Avrupa’nın taksimini Rusya ile müzakereye başladığından beri müzakerat-ı siyasiyyenin hiçbirisi saltanat-ı Osmaniyye’nin tahrib ve taksimi hakkında edilmiş müzakerat kadar uzun müddeti ve çok zahmeti iktiza ettirmemişti. Avrupa’nın kavi efendisi için bir şikar gibi gelirdi. Lakin kırk seneden beri Türkiye’den daha az zayıf birkaç devlet komşularının müştehiyat-ı memzucelerinin kurbanı olup gitmiş iken bu meslek-i taksimin müstenid olduğu esastır ki Türkiye’nin taksimine mümanaat eyliyordu. Filhakıka şiddet ve hileden ibaret bu mesleğin de kendine göre bir kaidesi vardı o kaide ise taksim olunmuş memleketten mukassimlerin aldığı parçaların birbirlerine tamamen muadil gelmesidir. Halbuki sultanın memaliki müsavi veya muadil kısımlara asla bölünemez. Mesela Fransızlar Suriye ve Mısır’ı alırsa İngilizler kendileri için bunun muadilini bulamazlar; Napolyon’a gelince Suriye ve Mısır’ı olunmamasını tercih eyler. –İstanbul’a malikiyyetin düvel-i muazzamadan birisine vereceği menafi’ o kadar azimdir ki diğerlerine ona tekabül edebilecek ta’vizat bulmak gayr-ı mümkündür. İstanbul Avusturyalılar için Balkanların Ruslar anahtarıdır. Tilsit müzakeratı İstanbul’un müstesna vaziyetini kemaliyle izah etti. El-hasıl Türkiye’de taksim mesleği tatbik olunamaz Lehistan’ı taksim olunmaya mahkum eden esaslar Devlet-i Osmaniyye’yi taksim olunmaktan tahlise hizmet eylerler. Ve fi’l-vakı devlet-i Osmaniyye hala payidardır Lehistan ise tekrar teessüs edemedi.” E. Bourgcois Manuel Historique de Politique Êtrangêre . Paris Belin Frêres.p. amiyane görülen iddiayı te’yid etmekten başka bir şey yapmıyor. Birçok defalar büsbütün taksim olunmak tehlikesinde kalmış iken devlet-i Osmaniyye’nin hala payidar olabilmesi kabil-i taksim olamamasından daha doğru bir ta’bir yuşamamalarından yani ihtilaf ve rekabetlerindendir. Tan’ın Türkiye müdiran-ı umuruna “Avrupa’nın teferrukuna çalışmayın devr-i Hamidi’nin zevk-yab olduğu rekabet-i düveliyyeyi pın bir yolunu bulun da kendinizin kabil-i taksim olduğunuzu düvel-i nasraniyyeye isbat ve izhar eyleyin demektir; zira düvel-i mezkurenin Devlet-i Osmaniyye umurunda i’tilaf ve ittifakları ancak bizim taksimimizde uyuşabilmeleriyle mümkündür. Şu son günlerde alınmakta olup yevmen-fe-yevmen teeyyüd eden haberler şimdiye kadar bizim için mübhem kalan birçok mesailin mahiyetlerini tavzih etmektedir. Rusya hükumetinin gerek Rusya müslümanlarına karşı tarihte misli gayr-ı mesbuk ibraz eylediği tarz-ı cedid hareket gerek mak istediği vaziyet ve Osmanlı hükumetine karşı bu son zamanlarda saha-i siyasiyyatta çevirdiği dolab-ı mekidet büyük ehemmiyeti haizdir. Böyle olduğu halde Jön Türk ceridesinden maada Osmanlı matbuatından hiç birisi hakıkat-i hali Osmanlı milletine sarahaten söylemek istemiyor gibi görülüyor. Esbabını tahlilden sarf-ı nazarla keyfiyeti kari’lerin enzar-ı mutabassıranesine havaleyi daha muvafık buluruz. Meydan-ı siyasette nüfuz ve haysiyetini ve beyne’l-milel mevkiini Coşima[Tsushima] Port Arthur Liaotung Mukden hezimetlerinden sonra bütün bütün kaybeden ve dahilde yen Rusya hükumeti her vesileyle ve vasıtadan bi’l-istifade kendini toplar toplamaz hariçte yine eski mevkiini istirdad etmeye şitab etti. Aksa-yı şarkta ağzı yanmış garptan da öteden beri yed-i gasıbanesini çekmiş çekmeye mecbur olmuş olan Rusya tabii gözünü yalnız herkesin enzar-ı tamaını celbeden alem-i İslam’a dikmeye mecbur olsa gerek. Ba-husus ki şu alem henüz kendine sahip olmayıp hayatının devam ve bekasını başkalarının merhamet ve şefkatinden bekliyor. Hele bu alemin İran parçası Rusya’ya pek sehilü’lhazm görülürdü. İşte buna mebnidir ki Rusya hükumeti hafiyye akdederek Tahran’a kadar bütün şimali İran’ı taht-ı çar kalarak ehemmi mühimme takdim ile düşman-ı tabiisi olan Rusya’nın İran’ın nısfına malik olabilmesine müsaade etti. Almanya’nın dehşetli süngüleri ve günden güne kesb-i satvet eden filosu İngilizleri şu fedakarlığı icraya sevkeden esbabın en mühimini teşkil eder. Rusya izahat talebinde bulunan Avrupa’ya karşı İran’ın herc ü mercde olan halini göstererek menafi’-i ticariyye ve teb’alarının lüzum-ı himaye ve müdafaasını ileriye sürüp muvakkat işgal-i askeriyyenin zaruri olduğunu dermeyan etti. Halbuki muvakkat işgal daha badi-i emrde işgal-i ebedi suretini almaya başladı. Çünkü asker oturan yerlerin hepsinde kışlalar ve hatta kiliseler te’sisine başlandı. Bundan maada Rusya devletinin te’minatına rağmen Rusya me’murları sefiri konsolosları ve askeri kumandanları İran’ın dahili işlerine karışmaktan hiç de geri durmadılar bu babda vesaik pek çoktur. Matbuatını nazardan geçirenler vukuatın birçoğuna vakıftırlar. Biz yalnız son hadiseleri ihtiyar edelim: Rus Kazakları İran hakimlerini bile kamçı altında ezmekten çekinmiyorlar. Valilerin azlini taleb edip muvaffak oluyorlar bundan birkaç gün mukaddem Bahr-i Hazar sahilindeki küp bütün evleri ihrak ve çoluk çocukları dağlara ormanlara çekilmeye mecbur etti. Zevat-ı mu’tebereden oniki kişi tevkif edip götürdü. Buna karşı hükumetin şedid protestolarını hala da dinlemek fikrine tenezzül etmiyor. Rusya ajantaları Rusya paraları sebil gibi hain ve fesadcıların ceplerine akarak Particilik adavet tefrika ve herc ü merci mucib halat hepsi Rusya ajantaları Rusya paraları ile ihdas ediliyor. Hatta bu ana kadar hürriyet ve terakkı-perverlikle ma’ruf olup Rusya aleyhinde mücahede eden Necef müctehidleri şimdi Rusya’yı iltizam etmeye başlamışlar ve aldığımız mevsuk haberlere istinaden diyebiliriz ki şu tebdilatın da sebebi Bağdad konsolosu Markof’un vasıtasıyla müctehid Ağa Kazım Almazandarayef’in oğluna ve şeyh Cevadü’l-Agiyy’e verilen miktar-ı külli paraların te’siridir. Şu müctehidler hürriyeti müdafaa eden İran-ı Nev ve Şark gazetelerini tahrim ve tekfire ve İran’ı Rusya’ya satmak tarafdarı kesilmiş olan Sipehdar’ı taht-ı himayelerine almaya kadar vardırlar. Allah aşkına söyleyiniz! Bir taraftan sarı altınlar diğer taraftan da süngüler... neler yapmaz? Ba-husus ötedenberi parayı değil vatan ve millete hatta imana tercih etmeye alışmış olan İran ruhanileri. Yalnız ruhaniler bu yola sapmış olsalar idi yine bize o kadar ye’s gelmezdi İran’ın en mühim ve en sahib-i nüfuz zevatı vaktiyle meşrutiyet ve hürriyet uğrunda mücahede edenler Rus’un parasına aldanıp milletin istiklalini kökünden yıkmaya bezl-i himmet ve gayret etmektedirler. miyor. Rusya devleti ise fırsatı elden bırakmayarak İran’da mevcud olan askeri az görüp yeniden asker sevkine karar veriyor. Bu halin neticesi ne olacak? Müteyakkız adamlar şey kalmıyor. Suret-i kat’iyyede İran’ın iltihakı ufak tefek siyasi eden Rusya hükumeti taht-ı idare ve tahakkümünde bulunan otuz milyon Müslüman teb’alarını da unutmadı. Şimdiye kadar bir eser-i intibah ibraz etmeyen şu ahaliyi hükumet bir nevi’ ihmal ve iğmazla okşamak ister gibi gözüküyordu. Fakat vakta ki müslümanlar terakkı ve medeniyete doğru yürüyüp vatandaşları gibi hukuk talebine kalkıştılar derhal siyaset-i devlet de değişti. Tazyikat ve ta’kibat ve sair tedabir rıyla açılan mektepler kapatıldı gazeteler durduruldu devam etmek isteyenlere Rus ve Müslüman lisanlarında çıkarmak mecburiyyeti tahmil olundu. Cuma’ların yerine Pazar günlerinin ta’tili mesacidde Çar’ın resminin asılması Türkiye şibh-ceziresi ve Devlet-i Aliyye’ye gelince: Bosna ve Hersek’in Avusturya’ya ilhak ve Girid mes’elelerindeki etvar ve vaziyyeti Azerbaycan’a girip Devlet-i Aliyye hududuna fersah fersah tekarrubü İran’a dahil olan Osmanlı askerinin çekilmesini resmen istemesi bu son zamanda Pan-islavizm Kongresi münasebetiyle izhar eylediği mesleği nazara alınarak tedkık ve teemmül olunursa Rusya’nın buralarda ta’kib eylediği siyasetin dahi mahiyyeti anlaşılır. Fikrimizi tasrih edelim: Tabiiyyetinde bulunan otuz milyon Türk kavmine mensub müslümanları Rusya hükumeti var kuvvetiyle eziyor Ruslaştırmak için her türlü vesaite müracaat ediyor. Hilafet ile münasebeti bile unutturmak istiyor. nı bütün bütün işgal edip ilhaka ve bununla beraber Devlet-i Osmaniyye’yi Asya-yı vustadan ebediyen ayırmaya çalışıyor sinde bütün alem-i İslam’ın hami-i tabiisi ve alem-i İslam’ın kuvvet-i ma’nevisinin zammıyla cihanın en azim devleti sayılan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’yi yalnız başına bırakmaktan ve şu suretle menabi-i kuvvetini kurutarak imhasını kolaylaştırmaktan başka Rusya bir fikir beslemiyor. Filhakıka Devlet-i Aliyye’nin istikbali tamamıyla Asya’ya merbuttur. Bunu anlamayan İslam şimdi bulunamaz. Asya hemen o Asya ki el-yevm bütün Avrupa’nın erzak ve servet menbaını teşkil ediyor. Elden gittikten sonra hükumet-i seniyye ne taht-ı himayesine alıp muhafaza etsin. Devlet-i aliyye hilafet-i tehlikesi! Daha doğrusu İslam memalikinin müekkel olmaktan masuniyeti izale olunamayacaktır. Binaenaleyh saadet ve menba-i varidatını yalnız Asya’da gören Avrupa ba-husus diyyetine çalışmaları pek tabiidir. Çünkü memalik-i İslamiyye’nin nev’ama bütün Asya-yı vustanın inhitarı Hilafet’in elindedir. Hilafet lüzumu derecede kuvvetlenip de– farz-ı muhal olarak diyelim– Halife’nin müsaadesi istihsal olunmaksızın İslam memalikinde hiç kimsenin Ruslar daima nazar-ı teemmülden uzak bulundurmamışlardır. lerin felaketlerin sebeb-i hakıkısi budur. Başka türlü de zaten olamaz. Çünkü şu mücadele ve mübareze bu düveller devlet-i Osmaniyye’nin izmihlal ve mematıyla kaimdir. Uzağa gitmeye ne hacet! Yalnız İngilizlerin maişetlerini kazandıkları memleketleri hatıra getirir isek her şey kendi kendine anlaşılır. Mısır Süveyş Basra Bağdat Hindistan’ın İngiliz Kırım Basarabya Kafkas Türkistan Buhara Hive şimdi de şimali İran atide de boğazlardan serbesti-i mürur ve ubur yani Devlet-i Aliyye’nin hezimet-i tammı onun istikbal ve saadetini te’min eder. Ruslarla İngilizlerin böyle bir siyaset ta’kib ettikleri ve etmeye mecbur oldukları o kadar bedihidir ki şüphe edecek din mezheb vatan ve milletini seven ve cüz’i bir kuvve-i tefekküriyyeye malik olan hiçbir müslümana tesadüf olunamaz. Bütün kalbimiz ve ruhumuzla söyleyebiliriz ki Rusya yalnız Devlet-i Osmaniyye’nin değil hatta bütün alem-i İslam’ın en uzlaşılmaz bir düşmanıdır. Vüs’ünün yettiği mertebe İslamiyet’in ihya ve idamesine ve kuvvetlenmesine meydan vermeyecektir. Çünkü kendi mevcudiyetinin şimdiki halinde te’min ve bekası bunu icab ettirir. lar derecesinde adavet göstermeyeceklerdir. Zira bu millet her şeyden evvel menfaat cihetini düşünür. Ama Rusya hükumetinin şekl-i idare ve mesleği İslamiyet’in hak ile yeksan olmasını iktiza ediyor. Şu halde müslümanların nere müslümanı olursa olsun lakaydane duruşları ve mukavemet göstermek fikrine düşmemeleri akıl mantık ve namusla ta’rif edilecek bir hal midir? Bugün Rus müslümanları eziliyor yarın İran elden gidiyor öbür gün de sıra Devlet-i Aliyye’ye geliyor! O vakit cami’lerimizin içinde Rus Çarı’nın resmi değil hatta minarelerimizin tepesinde bile Ortodoks haçlarının arz-ı didar edeceğinden şüphe etmemeliyiz. Bunca vekayiden eğer ibret-bin olmayacak isek dalalım uykulara birbirimizi yıkıp memleketimizi satmaya İslamiyyet’i baltalamaya!! Rusya’da otuz milyon müslüman dad u feryad Türkistan Müslümanlık nokta-i nazarından yok oldu ne vazifemiz!.. Üç sene mütemadiyen hürriyet ve insaniyet yolunda kanlar döküp canlar vermiş olan İran mesaisinin neticesi olarak Rusların pençe-i gaddarına düşüyor; ne olacakmış!.. Devlet-i Osmaniyye üç taraftan düşmanlarla ihata olunup dehşetli tehlikelere ma’ruz oluyor; ne beis var!.. Öyle ise din mezheb millet vatan ırz ve namus haysiyyet mazi ati selamet ve istiklaliyetin ne lüzumu var. Çünkü bu hal devam eder ise söylediğim şeyler kendiliğinden vuku’ bulacaktır. Ruslar’da bir darb-ı mesel vardır. Herkes kendi istikbal ve bahtının çilingiridir derler. Yani mes’ud olmak da bedbaht olmak da insanın kendi elindedir. Bizim uzun tarihimiz şu hakıkati bütün vuzuhuyla isbat ediyor. Akvam-ı İslamiyye’yi daima zayıf düşürüp mahveden kendi içlerinde tahaddüs eden nifak tefrika hıyanet hased adem-i ittihad ve ittifak olmuştur. Hiçbir vakit düşman kendi kuvvet ve fazileti sayesinde müslümanlara galebe çalıp onları esarete du-çar etmemiştir. Başımıza gelenlerin hepsinin müsebbibleri kendimiz olmuşuz şimdi de yine öyle. Memalik-i Osmaniyye’de meşrutiyet kazanıldı. Fakat bakınız milletin kan ve canıyla alınan şu meşrutiyet ve hükumet-i meşruanın aleyhinde ne derecelerde sarf-ı mesai eden hain müslümanlar var. Cem’iyet-i Hafiyye’nin zuhuru bu da’vamıza kavi bir delildir. Üç sene istibdadı yıkmaya çalışıp dünyalarca kurbanlar verip hürriyet istihsal eden İranlılar el-an kendi hainlerinin cek hale gelmişler. Buhara Türkistan ve sair istiklallerini kaybetmiş memleketler de tıpkı o marazın alilleri olmuşlar. Şimdi ise kusurlarımızı i’tiraf etmeyelim mi? Arlanıp istikbalimizi düşünmeyelim mi? Şu devr-i mühlike ilaç aramayalım mı? – İlacın nerede aranılması lazım geleceğini inşaallah Devr-i zaile cümlemiz lanet ederiz. Bu abd-i aciz yalnız devrin seyyiatına kavlen ve kalemen la’net-han oldum ki memalik-i Osmaniyye’nin haricinde Türkçe ve İngilizce neşrolunan asar-ı kemteranem bunu isbat eder. O babdaki hasretini çektiğim aziz valide-i merhumemi dünya gözüyle bir kere daha görebilmekten mahrum kaldım. Yine o devir lunan son teklif-i me’muriyyetini kabul eylemedim ve sefaretlerden birisine mühim me’muriyetle girmek istemedim. Bununla beraber bazı garbiyyun arasında Türkler aleyhindeki adavet sırf devr-i sabık seyyiatının mahsulü değildir demekten çekinmem. Devr-i zail-i istibdad bu adavete meydan-ı vüs’at verdi fakat icad eylemedi. Bu adavet bazı sunuf-ı garbiyyun arasında Salibiyyun zamanından biri ebenan-ceddin mevcud olagelmiştir. Bu adavetin numunesi İngiltere’de kendilerine “Balkan Komitesi” ünvanını veren ve edegelen hizb-i ma’hudda pek iyi temessül etmiştir. İ’lan-ı meşrutiyyetimizden sonra bu Balkan Komitesi İngiltere’de devam-ı mevcudiyyetini müeyyed bir hal görmediğinden derhal tebdil-i meslek ile bir Türk tarafdarlığı meydana sürmüş rakkı Cem’iyeti erkanına davetler ve ziyafetler vererek bu dostluğunu i’lana başlamış idi; fakat kalb-i acizi bu iddia-yı dostiye bir türlü inanamamış idi. Ahiren şarkta bazı mertebe tebeddül-i ahval husule geldiğini istişmam eyleyen Balkan Komitesi enzar-ı alem-i siyasiyatta taze hayat iktisabı maksadıyla geçenlerde bir ictima-i umumi akdine lüzum gördü. Bu ictima’da kullanılan lisan bize karşı hem amirane hem nasıhane hem de tehdidkarane idi. Balkan Komitesi’nin reisi parlamento reisi Cambridge Daru’l-fünunu’nun Ekanim-i Selase medrese-i azimesinin me’zunlarından Mister Buxton bira i’maliyle büyük bir servet yapmış olan gayet dindar bir hıristiyan ailesine mensubdur ki bu aileden bir çokları Memalik-i Osmaniyye umurunda neden ise daima kendilerince ifa olunacak vezaif-i insaniyet-karane keşfiyle uğraşagelmişlerdir. Hatta Mister Buxton küçük kardeşi Mister Leland Buxton bundan dört sene mukaddem Yemen seyahatinden avdetinden sonra Router nam havadis şirketi vasıtasıyla gazetelere seyahati hakkında tebliğ eylediği mülakatta Yemen’de aç kalan Türk askerlerinin Arap üsera-yı harbiyyesini kesip yediklerini rivayet eylemiş tarihinde gönderdiğim reddiyenin suret-i matbuasını felek fırsat verirse Türkçe ve İngilizce senelerden beri gazetelerde vuku’ bulmuş olan sair neşriyat-ı nacizanemin suretleriyle birlikte kitap şeklinde neşreyleyeceğim. Bu asar-ı münteşireden birisi Balkan Komitesi müdürü Mister Noel Buxton cenablarının bir kitabıdır ki mumaileyh iki sene evvel dan sıkılıp guya meydan-ı intişardan kaldıracağını i’lan eylemiş kütüphanelerine konulduktan sonra bütün dünya haykırsa ashab-ı kıraatın nazar-ı mütalaasından alınamaz. tarih-i miladisinde yani i’lan-ı meşrutiyyetimizden bir sene mukaddem Balkan Komitesi reisi Buxtone Avrupa ve Türkler unvanlı kitabı– ki John Mayer nam naşirler tarafından tab’ edilmişti; Türkler ve İslamiyet hakkındaki mülahazası her sahifede çeşm-i hayret ve hiddete çarpar ise de asıl nazar-ı nefretle okunan yerleri’ıncı sahifeden başlayan dördüncü fasıldadır: ibare-i atiyye işte bu faslın mebadisinden müstahreçtir: “Türkler Avrupa’ya yakışmaz yabancılar olduklarını kendileri de i’tiraf ederler ?! yerleşmek için değil yine Asya’ya ric’at eylemek üzere Avrupa toprağına geldikleri onlar dikleri gibi yine kanlı bir surette oradan çıkacaklardır. Türkün Peşte ve Atina hakkındaki hukuk-ı temellükiyyesi ne idi başka bir şey değildir. Türkler bir sınıf-ı hakimeden başka bir şey değildirler. Filvaki’ Rumeli’de müslüman köyleri vardır fakat bunlarda alel-ade İslamiyet’e idhal edilmiş Islavlar aleyh Türklerin hakimiyete iddia-yı salahiyyet için bir hakk-ı tabiiye malik olacakları yolundaki mülahaza Makedonya’ya tatbik olunamaz. “Din-i Muhammedi’nin Afrika kabail-i vahşiyyesinin mevkiini irtika ettirecek kudreti var ise de Buda ve Hindu mezhebleri aleme sulh ve silm vermiştir; İslamiyet ise cihana bir vechile muris-i felaket olmuştur ki o da idaresine kadir olamadığı milletlere bir hiss-i fütuhat vermesidir. “Türklerin birçok evsafı da vardır: Ahmak iseler de kendi halkları arasında sakin ve çalışkan addolunabilirler. Başkalarının mezhebine mütehammil değiller ise de bizzat dindar ve hak-peresttirler. İslamiyetçe idrak olunabilen bir surette ehl-i ırzdırlar. İşretten ictinabları dahi cahil kaldıkları müddetçedir.” Bundan aşağısı okuyanların kanını kafalarına daha ziyade sıçratacağından tercümesinden vazgeçelim de biraz da “Islahat hakkındaki ümidlere mukabil elim bir cevap varid olur. Yani Türkler daha iyi adamlar yapılmak istenildikçe daha fena olurlar. Eski şekil azametli şark müstebidlerinden ma’ada onlarda bir şey temessül edemez. Kafalarını koparmaya Allah tarafından me’mur oldukları Köpek gavurlar hakkında gayr-ı müteessir bir nefretleri vardır.” “Müslümanlar ile hıristiyanlar hakkındaki evsafın mübahesesi sırasında müvazene-i cinayetten bahsetmek nev’-i beşeri teali ettiren başlıca mezahib hakkında şüphe da’vet eylemek demektir. Bu i’tikadat ise evvela bütün mezahib erbabının ve milletlerin adalet asayiş ve hürriyet te’mini ile hayat temellük ve namus-ı ailenin himayesine ale’s-seviyye müstehak olmaları saniyen daniş sanayi’ ve servet-i maddiyyenin lik olması rabıan kadınların erkekler gibi ruha malik olmaları hamisen sabiyyanın takdisi sadisen fesada uğramış olan hükumetin iyi ve teaddinin fena olması. Müslüman sıfatıyla Türkler bu gibi hukuk ve kavaidi tamamıyla reddederler. Hıristiyanlıkla temasta bulunmazdan evvel İslamiyet Türklerin gözlerini kapamamış olsa idi onların ne halde bulunmuş olacaklarını kendi cinslerinden olan ve dünyanın en müterakkı milletlerinden bulunan Macarların halinden anlayabiliriz. Kütüb-i mukaddeseleri yedinci karn-ı miladide Arabistan’a münasib olan tarz-ı hükumeti vaz’ eder ve ahkam-ı diniyyeleri tebeddül eyleyemez.” Gördün mü ey kari’ Balkan Komitesi reisi dostumuzun hakkımızdaki mülahazasını? Midhat Paşa merhumun Basra’da bir heykelinin rekzi tekarrür ettiği hakkında Dahiliye Nezaret-i celilesine mahalli belediyesi riyasetinden çekilen telgrafname üzerine heykel rekzinin icabat-ı diniyyemize muvafık olmadığı Nezaret-i müşarunileyhaca nazar-ı dikkate alınarak rekzi mutasavver heykelin başka bir şekle ifrağı ve bu babdaki ma’lumatın serian inbası lüzumu Basra vilayetine ba-telgraf iş’ar kılınmıştır. Dahiliye Nezareti’nin bu takayyüd-i diyanet-perveranelerine teşekkür olunur. Eazımın namını ihya için ötedenberi me’luf olduğumuz vechile mektep medrese çeşme kütüphane köprü gibi hayrı daim ve bakı bir asar-ı nafia vücuda getirmek var iken mizac-ı şeref ile hem-ahenk olmayan heykel rekzi gibi faidesiz eserler vücuda getirmekte ma’na yoktur. Biz bu kabil bi-sud ve bi-lüzum gösterişler yerine menafi’-i azimesi hüveyda olan mebani-i ilmiyye ve hayriyyenin eazımın namına izafeten tekessür ettiğini görmek isteriz. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ağustos Dördüncü Cild - Aded: – – Yine Doktor Dozy bak ne diyor: “Yirmi dört yaşında Muhammed sav seyyah sıfatıyla zengin bir dul kadının Hadice’nin radıyallahu anha hizmetine girdi. Hadice iki defa tezevvüc etmişti. Kervanlarla büyük ticaretler yapıyordu. O kadar hoşuna gitti ki Hadice dest-i izdivacını Muhammed’e uzattı. Hadice artık taze değildi. Yaşı kırka yaklaşıyordu. Lakin gençlik ve güzellik hususlarındaki nevakısı zenginliğiyle tazmin olunuyordu. sav izdivac teklifini kabul etti. Hadice için bu izdivac muhabbet ve hürmet üzerine müesses idi. Fakat Muhammed de onun muhabbetini muhabbetle karşıladı. Vefatından sonra pek çok zamanlar geçtiği halde Hadice’nin fezailini sena ederdi. Ve onun tezkarı için vakit vakit bir koyun boğazlayarak etini fukaraya taksim ederdi. Hadice’nin vefatından üç sene sonra tezevvüc ettiği ve diğer altı kadın ile Muhammed sav’in firaş-ı zevciyyetine müşterek bulunmuş olan Aişe ra Muhammed sav’in zevceleri içinde Hadice kadar haset ettiğim yoktur. Çünkü o dişsiz ihtiyar kadını taife-i nisanın numunesi olarak daima zikr ü sena ediyordu demeyi adet etmişti. olmaktan fariğ olmadı. Hadice servetinin idaresini hıfzetmek fetanetine malik idi. Zevcine muhtac olduğu şeyleri veyahud zevcine vermek istediği şeyleri verirdi.” Dozy’nin burada da tahrif-i hakıkat kabilinden birtakım muharririn maye-i zatisi iktizasınca her fazileti nakisa görmek ve göstermeye çalışmak hisal-i rediesine malik olduğu bu makule sözleriyle tamamen tecessüm ediyor. Kemal-i tehalükle bütün kemalat-ı Muhammediyye’yi su-i te’vile uğratarak nakaise tahvile yelteniyor ne kadar vazıh ve aşikar olursa olsun ulviyyet-i şan-ı nebeviye şehadet eden her hakıkate karşı safsata karıştırmaya var kuvvetle savaşıyor. Kütüb-i siyer ve tevarihte tafsil olunan kıssa-i mübareke-i Dozy’nin ta’birat-ı garaz-karanesiyle mertebe-i tecavüzatta bulunduğu tebeyyün etsin. Evvela Hazret-i Hadice Hadicetü’l-kübra validemiz ne derece asile ne kadar pakize bir kadın idi. Hazret-i Hadice ra nesebi Resul-i Ekrem efendimizin ecdad-ı kiramından cenab-ı Kusay’a münteha olan eşraf-ı Kureyş’ten Hüveylid bin Esed nam zatın kerime-i muhteremesiydi. Validesi Fatıma binti Zaidetü’l-Asam’dır ki Amir bin Lüey evladındandır. Kendisi gayet ehl-i temkin ve fart-ı zekaya malik olup haiz olduğu servetiyle ticaret ederdi. Köleleri vasıtasıyla yaptığı muamelattan başka mudarabe ta’bir olunan şirket akdinden de geri durmazdı. Emniyet ettiği kimselere münasib miktar sermaye vererek ribhine iştirak ederdi. Zamanında seyyide-i nisa tanılırdı. Kemal-i nezahet ve siyanetine mebni hengam-ı Cahiliyye’de nisvan-ı Kureyş arasında “Tahire” unvanıyla yad olunurdu. Ekber-i zevcat-ı seniyye olması hasebiyle muahharan Hadicetü’l-kübra talkıb olunmuşlardır. kimse –ki Ebu Hale künyesiyle ma’ruftur– Hind ve Hale namında iki ferzend-i necib tevellüdünden sonra vefat ettiği gibi zevc-i sanisi olan Atik bin Abid Mahzumi namındaki zat da Hind namında bir kız terk ederek vefat etmişti. Müşarun ileyhanın serveti zevc-i evveli olan Ebu Hale’den Mensur nam büyük ve gayet kıymetli tabakat-ı nisasında böyle diyor. Saniyen cenab-ı risalet-penah efendimizin Hazret-i Hadice’nin malıyla ticaret etmeleri ne suretle vakı’ oldu. Ebu Talib hazretleri bir gün Resul-i Ekrem efendimize hitaben demişti ki “Ey sevgili yeğenim! Tevali eden şu birkaç kaht seneleri geçinmemizi ne hale getirdiğini bilirsiniz. Ticaret kafilesinin Şam’a hareket edeceği zaman tekarrüb etti. Hüveylid’in kerimesi Cenab-ı Hadice’nin emin olduğu kimselere sermaye vererek ticarete iştirak ettirdiği de mesmuunuz olmuştur. Eğer siz müracaat buyurursanız şüphe etmem ki gayrı kimselere verdiği hisse-i ticaretin iki mislini size maa’l-iftihar verir. Böyle bir zahmete katlansanız hakkımızda hayırlı olacağı aşikardır. Fakat giderseniz geçen seferimizde “Bahira” tarafından vuku’ bulan ihtara riayetle esna-yı azimette o taraflarda sakin olan kavm-i Yahuddan tahaşşi buyurmanızı da ayrıca rica ederim.” Resul-i Ekrem hazretleri: “Münasibdir belki bana kendisi haber gönderir” buyurmuş Ebu Talib bu cevapla pek mutmain olmamış idi. Fakat nasılsa Hadice hazretleri muhavere-i vakıaya muttali olarak Efendimiz’i hanesine da’vet ettirdi. Sıdk ve emanet kerem-i ahlak ve hasafetlerinden bahs mislini i’ta edeceğini söyledi. Resul-i Ekrem avdetle amcası Ebu Talib’e hikaye-i hal buyurdukları zaman izhar-ı mahzuziyetle dedi. Maamafih büyük endişeye giriftar oldu. Bunun üzerine Resul-i Ekrem efendimiz yirmi dördüncü sene-i viladetinin zi’l-hiccesi hitamına on dört gün kalarak Hazret-i Hadice’nin Meysere nam gayet zeki gulamı akrabasından Huzeyme bin Hakim nam kimsenin refakatinde kervan ile azim-i Şam olmuşlardı. Azimetlerinden akdem Hazret-i Hadice ra gulamı Meysere’ye sakın Hazret-i Muhammed’in emrine muhalefet etme re’yi rezinelerine tabi’ ol diye emretmiş Resul-i Ekrem’in amcaları da kafile ricaline kendisini gözetmelerine dair tavsiyelerde bulunmuşlardı. Suriye’ye muvasalatlarında Busra Havran civarına kondular. Resul-i Ekrem hazretleri orada bir ağaç altında bulundukları hengamda mukaddema Ebu Talib ile olan seferlerinde mülaki oldukları Bahira’nın savmaasından bu kere Nastura nam rahib gelerek evvelki seferlerinden dolayı tanımakta olduğu Meysere’ye “Ağaç altında bulunan zat kimdir?” diye sual etmesiyle Kureyşilerden ehl-i Harem Mekke’den Muhammed nam zat cevabını aldı. Daha birkaç sual sorup alamat-ı nübüvvete müteallik anlamak istediğini anladıktan sonra “Ya Meysere! Muhakkak biliniz ki bu odur bu zamanda zuhuru mev’ud olan ahir enbiyadır. N’olaydı ben de zaman-ı bi’setine yetişmiş olaydım” dedi. le yazıyorlar. Rahib-i muma ileyh zaten hin-i kudumlerinde re’s-i saadet üzerinde sayeban olan gamameyi beyaz bulut paresini ıyanen görmüş ve bundan dolayı meraka düşmüş zail olarak Hatemü’l-Enbiya efendimizin nezd-i mübareklerine vardı. Kemal-i ihtiramla mübarek başını ve dizlerini öperek alamat-ı celilesi kütüb-i semaviyyede mastur ahir zamanda zuhuru mev’ud nebiyy-i zişan olduğuna şehadet tif-i saadetin keşfi niyazında bulundu. Nur-ı rahşan-ı hatemi de görünce itminanı tezayüd ederek bülend-avaz ile kelimei şehadeti tekrar eyledi. Bu vak’ayı müşahede eden kervan halkı hayrette kaldılar. Resul-i Ekrem efendimize ibraz etmekte oldukları ihtiramatı kat kat artırdılar. Bu Nastura denilen mübarek rahibi silk-i ashabda ta’dad eden kimse görmedim. Bahira’yı ise bazı ulema o zümre-i celileye doğrusu böyle kable’n-nübüvve şehadette bulunan zevatın birini sahabi değil müslim bile addedemeyiz. Bunlar ehl-i fetretin naci kısmında dahil olabilirler. Kaide-i mukarrereye tevfikan neşrinden sonra din-i İslam’ı kabul edenler müslim olacakları gibi ba’de’l-bi’se Hazret-i Resul’e mülakı olan mü’minler de sahabi addolunurlar. Bina-berin İbn Hacer Askalani İsabe’sinde Bahira’yı sahabi addedenleri tahtie etmiştir. Havran panayırında birkaç gün zarfında gittikleri şeyleri tamamen satıp alacaklarını da aldılar. Alım satım neye müteallik olduğuna dair sarahat bulamadım pek çok ticaret ettiler. Hatta Meysere demiş ki “Ya Muhammed ben Tahire medim.” Bundan başka esna-yı muamelede– muvazaa ihtimali galip olmak üzere– birisi Resul-i Ekrem hazretlerine Lat ve Uzza’ya kasem etmesini teklif etmiş Resul-i efham efendimiz ben ömrümde böyle yemin etmedim cevabını vermiş olmakla o kimse sırran Meysere’ye “Bu zat ileride nebi olacaktır. Ahval-i mübarekelerini iyice tedkık ettim. Mübeşşerün bih olan nebiye mahsus alamatı tamamen kendisinde buldum” demiş Meysere bu ifadeyi de ruhbandan aldığı ma’lumat-ı sahihaya ilave etmiş idi. Kezalik Meysere’nin yolda gelirken yanında bulunan iki devenin yorulup geride kalmasından naşi korkup izhar-ı telaş ile sadr-ı kafilede bulunan Resul-i Ekrem hazretlerine vararak arkalarını mesh ve kendilerini ta’viz buyurması üzerine mezkur develerin azim kuvvet bularak diğer develeri sebk etmekte olduklarını da görmüş bundan dolayı da nazar-ı Kafile ile birlikte Mekke’ye avdet eyledikleri esnada da hergün iştidad-ı hararet hengamında gayet latif kuş şeklinde olduğu görülmekte idi. hazretlerine kendi kölesi gibi inkıyad ve ihtiramda bulunurdu. Asfan nam mahalli geçtikten sonra el-an Vadi-i Fatıma diye yad olunan mahalde kafile tavakkuf edince Meysere’nin hayır-hahane ihtarı üzerine Resul-i Ekrem hazretleri ta’cil-i hareket vakt-i zuhurda iştidad-ı hararet hengamında şehre muvasalat buyurdu. Hazret-i Hadice ise istihbar-ı keyfiyet ile hanesinde kain bir gurfeye suud ile intizarda bulunuyordu. Kudum-i risaletpenahı esnasında re’s-i mübarekleri üzre tazlil vazifesini ifa eden melekleri bi’z-zat gördü yanındaki kadınlara da göstererek hayran oldu. Lede’l-mülakat aldığı ticaret-i fevkalade tebşiratına da sevinerek Resul-i Ekrem’e evvelce va’d etmiş olduğu meblağ-ı ticaretin iki mislini takdim etti. Müşarun ileyha haiz bulunduğu fetanet-i harika ve reviyyet-i fıtriyesiyle beraber amcazadesi ati’z-zikr Varaka bin Nevfel’den nübüvvete dair pek çok ma’lumat da telakkı etmiş bulunuyordu yakın zamanda ba’s buyurulacak nebiyy-i zişan intizarında olanlardan idi. Resul-i Ekrem efendimizin halat-ı seniyye-i i’caz-karanelerine aid Meysere’den istima’ eylediği beşair-i salife de nazar-ı dikkatini calib olmakla can u gönülden aşık-ı resul oldu. Peygamber zevcesi olup da binihaye şeref ve saadet ihraz etmek emeline düştü bir daha teehhül etmemek hususuna dair vermiş olduğu kararından vaz geçti. Filhakıka müşarun ileyha artık kendi aleminde yaşamak azminde bulunuyordu. Kendisi neseb-i tahir ve haseb-i fahir ve mal-ı vafir sahibesi olduğu cihetle izdivacını minnet-i can addeden en şerefli gençleri reddetmekte idi. Bundan dolayı müşarun ileyhaya teklif-i izdivac cesareti kimsede kalmamıştı. ve mütalaatını anlamak maksadıyla Nefise binti Ümeyye nam hatunu nezd-i risalet-penahiye gönderdi. Muma ileyha Resul-i Ekrem hazretlerine niçin en şerife bir kadınla teehhül etmediklerini sordu. Öyle bir kadını iaşeye hasbe’l-vakt kudret-yab olmadığı cevabını aldı. Eğer böyle mal ve cemal ve şeref ve kefaeti haiz bir kadın tarafından bila-kayd ve la-şart teslimiyet-i kamile arz olunacak olsa ne buyurursunuz deyince bu evsafı cami’ olacak kadın kim olabilir? Buyurdu. Nefise diyor ki Ben Seyyide Hadice olsa münasib değil mi? dedim. Buyurdular ki böyle hayırlı bir izdivaca razı olurum fakat kim tavassut edebilir! Dedim ki ben tavassut ederim. Hazret-i Hadice’ye muhaveremizi tamamen hikaye ettiğim zaman pek ziyade mahzuz oldu. Cenab-ı Hakk’a mükerreren arz-ı şükran eyledi. Der-akab muvafakat buyurduğu takdirde beni amcamdan taleb etsin diye haber gönderdi. Çünkü kavl-i racihe göre pederi Hüveylid vefat etmiş bulunuyordu. Resul-i Ekrem Ebu Talib’e hikaye-i macera buyurdukta muma ileyh müşarun ileyhanın amcası Amr bin Esed’in nezdine vararak kemal-i ihtiram ve i’zazla talepte bulundu. Amr-ı mezbur Hazret-i Hadice’den almış olduğu ta’limat üzerine maa’l-iftihar izhar-ı muvafakatla emr-i mesnun izdivaca karar verildi. Beyanat-ı ma’ruzadan bu mübarek sefer ve seyahat ile mat ile husule geldiği ne kadar şan ve şerefli netayic-i hasene ve semerat-ı müstahsene zuhura getirmiş olduğu vazıhan anlaşılmaktadır. Bu kadarcık ma’lumatı haiz olan erbab-ı dirayet ve insaf artık Dozy ve hempalarının burada ağraz ile mala-mal olan batıl sözlerinin hangisine mukarin-i hakıkat nazarıyla bakabilirler? Bugün Arapça’dan Türkçe’ye olmak üzere üç lügat kitabı tanıyoruz ki bunlar da Kamus Van Kulu Ahteri’den ibarettir. Ahteri söylediğine inanılır bir eser olmadıktan başka erbab-ı lügatçe kabul edilen ma’ruf muntazam muttarid bir tertibe de malik bulunmadığından lisan ile biraz ülfeti olan adam “Müellifinin indallah sa’yi meşkur olsun” demekle beraber bu te’life kütüphanesinde o kadar ehemmiyetli bir yer vermez. Bizde ilk basma eser olan Van Kulu’ya gelince Ahte ri ’den çok iyi ise de Kamus’un yanında tabii ki varlık da’vasında bulunamaz. O halde bugün Arapça öğrenmek isteyen Osmanlılar için Kamus’tan başka lügat kitabı yok diyebileceğiz. Kamus’un aslı hakkında söz söylemek bizim için pek büyük terbiyesizlik olur. Vakıa son zamanlarda gelen lügaviyyunun en birincisi olduğu söz götürse bile her halde en birincilerinden bulunduğu icma’-i ümmetle sabit olan Ahmed Faris efendi merhum o meşhur eserinde Firuzabadi’yi sigaya çekmekte Kamus’un birçok maddelerini didiklemekte kışmamız aynıyla şiir namına üç kayabaşı geveleyen bir zavallının; Kemal Bey’den bahsederken: “Onun edebiyat-ı hazıra huzurunda bir mevkii olamaz!” demesine benzer ki biz böyle bir şebahetten savn-ı samedaniye sığınırız! Asım Efendi merhum Firuzabadi’nin eserini lisanımıza naklettiği için ne kadar tebcil olunsa yine azdır. Hatta mütercimin bu hizmeti bu himmeti müellifinkinden daha büyüktür dersek ifrat etmiş olmayız. Evet Arapça gibi vasi hususiyle miş bir lisandan kemiyeti zihne durgunluk verecek kelimelerini bizim Türkçe’ye nakletmek başka bir babayiğitin karı olmasa gerektir. Müellif Arapça bir kelimeyi almış Arapça izah etmiş; mütercim o kelimenin tam mukabilini bulmuş. İkisi arasındaki farkı bulmak için düşünmek bile istemez. Lakin acaba bugün için Kamus tercümesi bize kafi midir? Arab’ın edebiyat-ı kadimesini asar-ı kadimesini okurken tesadüf edeceğimiz kelimelerin pek çoğunu Kamus’ta buluruz. Fakat bilfarz bugün Mısır’da çıkan yeni kitaplarda yeni gazetelerde bir yığın muhdes müvelled kelimat var. Onların ne olduğunu da Kamus bize gösterebilir mi? Tabii gösteremez. Demek elimizdeki Kamus tercümesinden hiçbir zaman müstağni olmamak ondan her zaman için istifade etmekle beraber bugün Arapça’dan Türkçe’ye yeni bir lügat kitabına muhtacız. Maarif nezaretince lisan-ı Arab’ın mekteplerde ciddi ameli bir surette tedrisine karar verildiğini bildiğimiz için ayrıca böyle bir niyaza hacet görmüyoruz. Bizim burada söyleyeceğimiz söz Nezaret’in böyle bir eser te’lifini de müsabakaya koymasıdır. Ancak müsabaka geçenlerde de arz ettiğimiz vechile olmalıdır. Yani Nezaret: “Bize Arapça’dan Türkçe’ye bir lügat kitabı lazım. Hacmi bilfarz bin yahut bin beş yüz sahifeyi geçmeyecek kim talib olur? demeli. Sonra erbab-ı müracaata üç beş madde vererek istediğiniz me’haza müracaat etmek şartıyla şu maddeleri müştakkatıyla beraber izah ederek; kitabın nihayet şu kadar sahifeden fazla olmayacağını da düşünün” teklifinde bulunmalı. Bu teklifi en muvafık bir surette kim is’af ederse artık yine Nezaretçe ta’yin edilecek program dahilinde olmak şartıyla eser o adama yazdırılır. Esas-ı Nasraniyet’e muhalif olduğu halde o esnada kiliselerde cari olan usul ve ayin putperestlerin istimale-i kulubu dat-ı veseniyyeye karşı tesamuhu ile meşhur olan havari Pavlus dahi iğmaz-ı ayn eylemekte bulunmuştu. Nasraniyet’e cari olduğu gibi tefe’ül ve teşe’üm gibi birçok akaid dahi hüküm-fermadır. Kilise idareleri kilisenin şekl-i dahilisi ve ittihaz eylediği usul-i ayin ile mehma emken puthanelere benzettirilmiş ve merasim-i ibadetin adat-ı veseniyyeye tevfikine çalışılmış idi. Kilise ve rahiplerden her birinin eizze-i nasaradan birisine nisbet edilmesi hususu putperestlerin her puthane ve her bir kahini bir saneme nisbet etmeleri kaidesinden me’huz olması dahi muhtemeldir. Kiliselerde cari olan meratib-i ruhban ve mecalis-i ruhaniyye dahi Romalılarda cari olan meratib-i teşrifat ile mecalis-i umumiyye-i meb’usan ve a’yana müşabihtir. Bu kabil kavaid ve usul-i teşrifatın her halde Havariyyun zamanlarında cari olmadığına eminiz. Zira Yahudiler hariçten ahbar kabul etmedikleri gibi ahbar-ı mevcudeleri dahi ahalinin kendilerinden intihab eyledikleri eşhas idi. Yahudilerin Yunanistan’da Babil’de Mısır’da Beytü’l-Makdis’te saltanat ve şevketleri hüküm-ferma olduğu ve Yahudilerden bir Mesih’in zuhur ederek kendilerine hükümdar olacağını i’tikad edildiği zamanlarda putperestlerden olan hıristiyanlar Yahudilere mütemayil ve münkad idiyseler de hükumet ve saltanat-ı Yahudiyye Roma hükumdarlarından Titus ma’rifetiyle hedm u imha edildikten elli sene sonra Yahudiler arasında Bar Kohba yani yıldızın oğlu namında bir yeni Mesih zuhur ederek merkuma meşhur Akibba nam habr; Mesih olmak üzere bey’at etmiş ve Al-i Ya’kub’dan zuhuru Tevrat’ta muharrer olan yıldızın merkum olduğunu ahaliye i’lan ve işaa eylemişti. Bunun üzerine muma ileyh Bar Kohba büyük bir kuvvet ve miknet peyda ederek Roma İmparatorlarından Adrian ile uzun muharebelerde bulunmuş idi. Ancak üç sene sonra merkum ile maiyyetinde bulunan dört yüz bin Yahudiyi İmparator Adrian katl ü itlaf eylemiş olmasından dolayı bakıyyetü’s-süyuf olarak firar ile tahlis-i can edenler Mesih-i kezzaba son derece hiddet ve nefret eylemiş ve merkuma Yine o sıralarda Bar Kohba tarafdarı olan Yahudiler İskenderiye’de birçok Romalıları katletmiş olduklarından ahz-i sar u intikam için Adrian ordusuyla İskenderiye’yi işgal ederek pek çok Yahudiyi kılıçtan geçirmiştir. Yahudi müverrihlerin bu babdaki rivayetleri adeta mübalağaya mahmul derecede görülür. Adrian Kuds-i Şerif’i hedm ü tahrib ve kendi namına olarak Iliya namıyla yeni bir şehir bina ve na-berin Yahudiler bu felaketten sonra müddet-i medide sakin ve sakit durmuşlardır. ayrılmış ve intizar edilen Mesih dünyada değil ahirette kendilerine şefaat edeceği i’tikadı cay-gir olmuş ve bu suretle hıristiyanlar kendilerini Adrian’ın pençe-i kahr u gazabından tahlise muvaffak olmuşlardır. Adrian’ın daha ziyade teveccühünü kazanmak için putperestler ma’bedlerinde cari olan usul ve merasimi kiliselere idhal ve kiliseleri bi-kadri’l-imkan puthanelere benzetmeye sa’y ü gayretle kahinlerce müsta’mel olan usul-i teşrifat ve melabis ve tarz-ı ayini isti’mal eylemişlerdir. lanlar kuşe-i inzivaya çekilerek Ebiyonit namıyla bir fırka-i mu’tezile şekline girmiş ve tedricen alem-i vücuddan vücudları na-bud olmuştur. Bar Kohba vak’ası Hıristiyanlık üzerine büyük bir te’sir sadedinde Servianus namında birisine yazdığı mektupta Mısır hıristiyanları Isa’dan başka Mısırlıların Serapis namındaki ma’budlarına tapındıklarını yazıyor ki bu mektubun bir fıkrası ber-vech-i atidir: “Mısır’ın muhterem patriği umum Mısır Hıristiyanlarıyla Isa ile beraber alihe-i Mısriyyeden Serapis nam ma’buda ibadet eyliyorlar.” Ruhban-ı nasaradan bazıları Adrian’a nisbet edilen şu mektubun musanna’ olduğunu ne Yahudilerin ve ne hıristiyanların bir patrikleri bulunmadığını dermeyan ediyorlar. Ben bunun aksini iddia ederim zira o esnada İskenderiye rahibine patrik unvanı ıtlak edildiği Eutychius’un Origines Alexandrini nam eserinde muharrer ve masturdur. Hatta eizze-i nasaradan Saint George’un terceme-i haline dair yazılan eserlerde müşarun ileyhin İskenderiyye patriğinin mahdumu olduğu muharrer ve bu zatın o devr-i ricalinden olduğu bir emr-i azherdir. Hıristiyanlığın ibadet-i veseniyyeyi dahi cem’ eylemesi hakkında Thurificatores’den papa olan icbari mes’elesinden bahsetmeyeceğim ancak kilise tarihlerinde mezkur olan Fulminatrix ve Legio Thebaea namında Roma ordularında İmparator Adrian’ın kendi maiyyetinde iki hıristiyan alayı bulunduğu Romalıların Karakuş şeklinde bayrakları olduğu ve bina-berin işbu iki alay efradı o esnada cari olan usul ve kavaid icabınca bu bayraklara tapınmaktan muaf tutulamamış oldukları cay-ı iştibah değildir. Zira Hıristiyan olan Roma sancağa ibadet edildiği muhakkaktır. Her ne hal ise Romalılar zamanında Mısır’daki hıristiyan papazları akaid-i nasraniyye esaslarında pek mübalatsız oldukları Archierosyna nam puthanelerin merasim-i ayin ile ziyafetlerinde kahin vazifelerini ifa ve Isa’dan üç yüz seksen dokuz sene sonra gelen İmparator Theodosius men’ edinceye kadar puthanelerde bu vazaifi ifada devam eyledikleri hakaik-i tarihiyyedendir. Şayan-ı hayret ve istiğrab olan ahvalin birisi dahi hıristiyan olan Roma imparatorları her dinin reis-i ruhanisi sıfatını takınmış ve ayin günlerinde kahinlerine mahsus olan elbiseyi telebbüs eylemiş olmalarıydı. Romalılarda ibadet-i veseniyye zamanlarında zafer ma’bedlerinde zebhi mu’tad olan kurbanların tadhiyyesine hıristiyanlıktan sonra da devam edilmiş ve hatta merasim-i tadhiyyede Roma A’yan Meclisi hıristiyan a’zasının bizzat isbat-ı vücud eyledikleri tarihan müsebbet bulunmuştur. şeklinde yazılmıştır. nakl ü beyan ediyor. Şöyle ki İskender namında bir rahib patrik olup da İskenderiye’ye muvasalatında putperestlerin ma’bedlerinde bakırdan ma’mul Mikail namında cesim bir sanemin mevcud olduğunu ve bu saneme tekarrüben şühur-ı Kıbtiyye’den Haturi ayında bir ziyafet keşide ve kurbanlar zebh edildiğini müşahede ederek bu adet-i veseniyyeyi men’e çalışmış ise de bidayette muvafık olamamış ve nihayet letaif-i hiyel isti’maliyle bu heykelin sanem olduğunu ve bu cism-i camid namına kurban zebhinden ise bu nam ile benam olan melaikeden Mikail aleyhisselam namına tadhiyye edilmesi daha muvafık ve ma’kul olacağını anlatmış ve bunun üzerine muvafakatlarını ba’de’l-istihsal mezkur sanemi kesr ü tefrik ile ondan bir haç istihrac ve ma’bed-i mezkura Mikail kilisesi namını vermiştir. Bu kilise ahiren Sezarya namını aldıktan sonra garptan gelen bir ordu mezkur kilise namına yortu ittihaz ve kadimen mu’tad olan kurban zebhi merasimini icra eylemektedirler. Gerçi bu kurban zebhi merasimini diğer hıristiyan müverrihler zikr ü beyan etmiyorlarsa da bunu rivayet eden Eutychius gayet mevsuku’l-kelam bir müverrih olduğu gibi asar-ı kadime ulemasının mütedavil olan kitaplarında bu hakaik mastur ve Hıristiyanlık ayin ve merasim-i diniyyesine bir çok ibadet-i veseniyye kavaid ve adatı girmiş olduğu muharrer ve mezkurdur. Mesela rahibler namına kurban zebh edilmezse de ancak putperestlikçe müttehaz olan ilk turfanda yemişi kahine hediye etmek adeti cari idüğü ma’lumdur. Zaten bidayette namını ba’de’t-tebdil putperestlikçe cari olan usul ve adat tamamen Nasraniyet’e kabul ve idhal edilmiş ve nam değişmiş ise de merasim-i ayin aynıyla bakı kalmıştır. Mesela Merih’e Utarid’e Zuhal’e nisbet edilen eyyam-ı a’yad Hıristiyanlık’ta Hazret-i Isa Hazret-i Meryem ve sair eizze-i nasara namına nisbetle yine ke’l-evvel icra edilmektedir. Yahudilerin duçar oldukları felaketler akaid-i nasraniyye hakkında icra-yı te’sirden hali kalmamış ve Roma imparatorlarının bidayette hıristiyanlar hakkında ittihaz ettikleri cebr ü şiddet ve işkence ü azab dahi bu babda avamil-i müessireden ma’dud bulunmuştur. Zira ilk hıristiyanlar Mesih namına bir hükumdarın zuhur ve vürudunu intizar ve putperest hakimlerin ahkamını inkar ve arasıra hükumete karşı ihtilal ve isyan izhar eylemeleriyle Roma imparatorları hıristiyanlara bir teb’a-i asiyye nazarıyla bakarlar ve ahali dahi hıristiyanları din ve ayinlere muhalif görmeleriyle kendilerine düşman addederler idi. Zaten Hıristiyanlık’ta bir yanağına vurulursa öteki yanağını çevir kaide-i diniyyesini askerlikçe matlub olan şehamet ve izzet-i nefse muhalif ve alayiş ve zinetten tecerrüd ve kurban zebhi usulünün men’ini dahi ticarete muzır görmeleri hasebiyle diyanet-i Iseviyye’ye nazar-ı kerahetle bakarlar idi. Alem-i İslam’ın kısm-ı a’zamı yani onda dokuzu bugün başkalarının taht-ı idare ve tasarrufundadır. Tam iki yüz seneden beri vadi-i izmihlal va inkiraza sapan hükumat-ı İslamiyye’nin yek diğerini ta’kib ederek dehşet-engiz bir surette mahv u na-bud olmaları ne feci’ manzaralar husule getiriyor! Ca-be-ca milel ve akvam-ı İslamiyye istiklallerini kaybederek ecanibin hidemat-ı sefile-i muhkiranesini ifa ile tatmin-i dil-suz devre-i inkıraz ve izmihlali daha bitmemiştir. İki yüz seneden beri inhilal ve infisahta bulunan vücud-ı İslamiyyet hala şu vaziyetini muhafaza ediyor. Fas ve İran –işte size birer misal! Acaba bu hal ü evza’ daha bir çok zaman devam edecek mi? İnhilal ve infisah bütün vücud-ı İslamiyyet’e sirayet edip şu vücudu tamamen mahv u na-bedid edecek mi? Şu sualler mühim olduğu kadar karışık ve amıktir. Bunlara kafi bir cevap vermek için birçok nazariyelerin ve i’tikadatın amıkane tahlil ve tenfizi lazımdır ki makalemizin daire-i vüs’ati buna müsait değildir. Şimdilik şununla iktifa edelim ki ecsam-ı uzviyyede olduğu gibi ecsam-ı ma’neviyyede de bir vücudun hey’et-i umumiyyesini teşkil eden a’zadan birisi o vücuddan ayrıldıkta hemen bütün vücudda birçok tahavvülat ve tebeddülat husule getiriyor ki vücudun mahiyyetine bile sirayet ediyor. Ez-cümle vücud eski vezaif ve teamül-i tabiiyyesini ber-vech-i layık ifa edemiyor. İnfisal edilmiş a’zaların ehemmiyet ve adedi nisbetinde vücuda bir za’f tari oluyor. Bununla beraber sağlam kalmış a’za üzerine kaybedilmiş a’zaların vazifesini de ifadan başka a’za-yı mezkurenin himayet ve hirasetine de bir kısım kuvvet ve faaliyyet sarf etmesi lazım geliyor!! Bina-berin eğer vücuda arız olan maraz birçok müddet devam ederse ve uzuvları birer birer kaybederse bir gün gelir ki tam bir vücuddan yalnız bir uzuv kalmış olur ve şu uzuv bütün bir vücudun kaffe-i a’mal ve vezaifini Şimdi şu nazariyeyi alem-i İslam’a tatbik edelim. Ma’nen yek-vücud olan alem-i İslam’ın birçok uzuvları kaybedilmiş ve mütebakılerinden de bir çoğu tükenmekte bulunmuştur. Üç yüz elli milyonluk alem-i İslam’dan üç yüz milyonu ecanibin taht-ı tasarruf ve yed-i temellüklerindedir. Mütebakı elli milyondan mürekkeb Fas ve İran dahi tükenmektedir. Afganistan birçok desiseler ve hileler neticesi olarak kendisini haricen başkalarına vabeste etmiş! Demek ki sağlam kalarak hayat-ı zatiyyesine malik olan yalnız Osmanlılardır; bütün başka uzuvlar bitmişlerdir. Veya bitmek üzeredirler. Bugün Osmanlılık İslamiyet’i ma’nen ve maddeten temessül ediyor. Eğer bilfarz alem-i İslam haritasından Osmanlı İmparatorluğunu çıkarırlarsa şu alem nabud gibi görünür. Zira küre-i arz üzerinde müslümanlar ile meskun diye kaydolunmuş bütün yerler başka ruh ile başka hayat ile geçinmektedirler. Birinde Rus hayatı Rus ruhu diğerinde İngiliz hayatı İngiliz ruhu daha ötekinde Fransız hayatı Fransız ruhu hükümrandır. Ve’l-hasıl bütün küre-i arzda medeniyet-i İslamiyye mağlub ve makhur olmuş veyahud olmaktadır! Yalnız Osmanlı İmparatorluğu dairesinde medeniyet-i mezkure pay-dardır. İşte bunun içindir ki Osmanlılar bugün doğrudan doğruya ma’na-yı tammı ile İslamiyet’in zat-nüması mümessilidirler!! Zaten Yavuz Sultan Selim zamanından beri yani Hilafet-i Mualla-yı İslamiyye’ye malik oldukları günden beri Osmanlılar kalb-i İslamiyyet’i teşkil ediyorlardı. Burası merkez ve ruh-ı İslam idi. Lakin şu alaka sırf alaka-i ma’neviyyeden ibaret olarak Osmanlılığı alem-i İslamiyyet’e karşı bir takım vezaif-i maddiyye ifasına ve metin olduklarından şuunat ve medeniyet-i İslamiyye’yi hukuk ve şan-ı İslamiyyet’i muhafaza ve müdafaaya muktedir Lakin maatteessüf tahliline girişemeyeceğimiz bir çok sebeplerden dolayı şu selamet maraza mübeddel olarak a’zayı mezkureyi birer birer vücuddan ayırdı ve ayırmaktadır. Milel ve akvam-ı İslamiyye yekdiğerini vely ederek bir harabi-i dehşet-engiz içinde hürriyet ve istiklaliyyet-i milliyyelerini kaybettiler veya etmektedirler. Bunlar darbe-i ecanibe ma’ruz kaldıkça bir velvele-i dil-suz ve bir feryad-ı can-güdaz yardım bir kelime-i dil-nüvaz bir işaret-i tesliyyet-amiz bekliyorlar. Ah! Osmanlılar! Bilseler bugün bütün insaniyetin humsunu teşkil eden üç yüz milyonluk İslamiyet çeşm-i ümid ve dide-i intizarlarını şu merkeze dikmişlerdir. Buradan bir alamet-i sihr-nüma bir işaret-i muciz-asarın zuhurunu bekliyorlar. Bütün ümmid-i hayatlarını bütün şevk-i ihyalarını buraya atfetmişlerdir. İlimlerini edeblerini maariflerini mekteblerini muallimlerini ve hatta kitaplarını ve edebiyatını buradan istiyorlar. Alem-i İslamiyyet’in en hücra köşesinde bulunup da kendisinde birazcık hamiyet-i milliyye gayret ve zevk-i İslamiyye hissedenler şu merkeze şitaban olarak burasını bir kere olsun ziyaret etmek şevkindedirler. Velhasıl bugünkü gün Merkez-i Hilafet-i Ulya doğrudan doğruya Ka’be-i amal-i müslimin ve kalb-gah-ı hakıkı-i İslamiyyet olarak bütün alemin cezbe-gahı olmuştur. Vaktinde Medine-i Münevvere Şam-ı Şerif ve Bağdat oldukları gibi asr-ı hazırda da şu Merkez-i Hilafet yeniden ve yavaş yavaş hemen vahdet-i hakıkı-i İslamiyyet’in nokta-i ulası olmaktadır. Alem-i İslam umumen ve Osmanlılar bilhassa şu ni’met-i uzmanın vücuda gelmesi ve İslamiyet’te yeniden bir vahdet-i İslamiyye hissiyatı uyanması şükran ve minnetini hemen inkılab-ı saadet-nümun-ı Osmani’ye medyundurlar. Filhakıka devr-i Hamidi’de merkez; ecanib-i Hilafet’in [Merkez-i Hilafet ecanibin!] cevlan-gah-ı hırs u tama’ları olduğu gibi inkılab-ı saadet-nümunumuzdan sonra hükumet-i meşruta-i meşruamız sayesinde mahiyet-i asliyyesine ric’at ederek mecma-i irfan-ı müslimin ve merkez-i tevhid-i İslamiyan olmuştur. rine alem-i İslam’a karşı birçok vazifeler tahmil ediyor. Ecanibin garaz ve bed-hahlığı dahilde birçok gavailin mevcudiyeti ve bilhassa vücud-ı millet ü memlekete arız olmuş birçok avarız nazar-ı dikkate alınırsa şu vezaifin ifası ne derecede ağır ve müşkil olduğu tebeyyün eder. Mesela ez-cümle muhaceret mes’elesi yukarıda ber-tafsil beyan ettiğimiz avamilin sevki ile memalik-i İslamiyye’den birçok muhacirler Osmanlı’ya akın akın gelmektedirler. Bu zavallıları bittabi’ muhacerete sevk eden fakr u ihtiyac ve kendi memleketlerinde gördükleri zecr ü zulmdür. Bunları derece-i mesarif ve külfetini herkes tahmin eder. Hükumet-i Osmaniyye bu kadar mesarif ve külfeti bittabi’ kendi zevk u sefası için yapmıyor. Bu vazife-i mukaddesenin ifası taht-ı mecburiyyetinde olarak yapıyor. Eğer şu zavallılar kendi memleketinde kalıp da saadet ve istirahatle yaşasaydılar hükumet-i Osmaniyye için daha muvafık daha iyi olurdu. manlı’ya muhaceret etmeleri birçok gavail-i dahiliyye ve hariciyyeye sebep oluyor. Dahilde anasır-ı gayrimüslime müslümanların muhaceret vasıtası ile tezayüdünden kuşkulanarak muhacirin-i İslamiyye’nin kabulü aleyhinde birçok gürültüler yapıyorlar. Bunlar kasden celbediliyorlarmış bunlara hıristiyan yerleri veriliyormuş ki atide hıristiyanlar daha kolaylıkla ezdirilsin. Hariçte ise hükumat-ı hıristiyaniyye muhacirin-i İslamiyye’nin Osmanlı’ya doğru hareketlerini “İttihad-ı İslam” mesleğinden naşi bir alamet diye telakkı ediyorlar. Halbuki şu zavallıların terk-i vatan ve memleket ederek diyar-ı gurbete gitmelerine yegane sebep hemen tabii bulundukları hükumetlerin haklarında reva gördükleri zulüm ve teaddidir. Burasını makale-i atiyyemizde ber-tafsil beyan ederiz. Sansür murakabesi altında çıkan matbuatın mes’ul-i hakıkısi hükumettir. Hürriyet-i matbuat bulunmayan memalikte ceridelerin cümlesi ya büsbütün resmi yahud hiç olmazsa nim-resmi demektir. Zira hükumet efkar ve makasıdına doğrudan doğruya veya dolayısıyla tevafuk etmeyen yazıları bastırtmaz. Lakin cidden hürriyet-i matbuata malik yerlerde muharririn kalemi akl u muhakemesiyle kalb ü vicdanından gayrı hiçbir murakıb tanımaz; hak ve hayır bildiği her şeyi bi-muhaba yazar. Bir muharririn yazılarından mes’ul ya yalnız o muharririn kendisidir yahud efkar-ı muharrire hürriyet-i kelam hakkı te’min edilmiştir ve bu hakkın yazılmış sözlere aid ciheti hürriyet-i matbuat kanunu dairesinde hürdür. Maamafih Türkçe çıkan ceraid-i mevcudenin bazıları belki de ekserisi siyaset-i hariciyyeye müteallik yazılarında hükumetin resmi veya nim-resmi naşir-i efkarı imiş gibi davranmaktan hoşlaşıyorlar. Ve bunun neticesi olarak makalat-ı hariciyye ancak ecnebiler için yazılmış gibi olur; bir de siyaset-i hariciyye makalesinin muharriri fahri der-uhte ettiği diplomatlık vazifesini hüsn-i ifa edebilmek için muhakematını ve hatta vekayii bile maksadına uydurmak mevzuunu karışık dolambaçlı kaçamaklı yazmak mecburiyetinde kalıyor; böylece asıl kariin –ki hakimiyet-i milliyye esasının kabulünden beri umur-ı dahiliyye ve hariciyye-i memlekette sahib-i re’y olan millet-i Osmaniyye’dir– efkarına rehber ciyyesine dair sahih ve sarih ma’lumat alacağına zihnini şaşırtıp yanlış düşüncelere saptıracak bir sürü mübhemat topluyor. Vakı’a memlekette hakim fırka-i siyasiyyenin ve ona mensub kabinenin naşir veya mürevvic-i efkarlığını der-uhte etmiş ceraid nim-resmi demek olduklarından bi’z-zarure diplomattırlar; fakat bütün gazeteler bu nim-resmilerin peşince giderse millet-i Osmaniyye siyaset-i hariciyyesini asla açık göremez cihat-ı erbaasını ta’yin edemez. Hasılı dostunu düşmanını seçemez.. nasebeti yoktur gibi görünen bu uzunca ve soğukça mukaddimeden maksadım hiçbir saff-ı resmiyye veya nim-resmiyyeyi haiz olmayan “ Sıratımüstakım ”de siyaset-i hariciyyeye müteallik makalat-ı acizanemin ne gibi esbab ve mütalaata mebni diplomatlığın her türlü san’at ve maharetlerinden tamamen ari ve sırf Osmanlılara hitab olarak yazıldığını arz ve gördüğü aklımın erdiği derecede tedkık ve muhakeme ederek tedkıkat ve muhakematın netayicini elimden geldiği kadar doğru serbest ve vazıh yazmaya çalışmaktayım. Nihayet biz Türklere de ma’lum oldu ki el-yevm siyaseti aleme hakim en büyük mes’ele İngiliz–Alman rekabet ve nizaıdır; ve bu rekabet ve nizaın mebniyyün aleyhlerinden biri belki de birincisi yakın Şark yani Memalik-i Osmaniyye ve İslamiyye’dir. Dünyanın iki en büyük devleti asrımızın Kartaca ve Roması “Osmanlı ve Müslüman yorganı” üzerine kavga etmektedirler. nelerden beri mevcuddur. Nizaı tevlid eden illet-i asliyye ve fevkalade terakkısi olmuştur. Evvelleri Almanya birçok devlet ve devletçiklere münkasem siyaset-i beyne’d-düvelde ehemmiyetsiz sanayi’ ve ticaretçe de İngiliz ve Fransızlara nisbeten az müterakkı bir memleketti; ondokuzuncu asr-ı miladinin rub’-ı ahirine doğru Prusya’nın parlak muvaffakiyetleriyle hitam bulup Almanya’nın ittihadını intac eyleyen muharebat-ı azimeden sonradır ki Almanya alem-i siyasette gayet yüksek ve mühim bir mevki’ kazandığı gibi nayi-i azimesi o zamana değin görülmedik bir sür’atle terakkı ve tevessü’ eyledi. Alman ziraat ve fellahatten ziyade san’ata ticarete gemiciliğe temayül eyledi ve bununla serveti arttı. Memlekette sanayi’ ve ticaret tezayüd ve terakkı eyledikçe masnuata mahrec i’malathanelere sipariş bankalara giriştiler. Lakin sanayi’ ve ticaretçe Almanlara sebkat etmiş akvam-ı garbiyye küre-i arzı aralarında kesip bölerek yağmaya geç erişen Almanlara kapacak dünya parçası az bırakmışlardı. Maamafih Almanlar Afrika’da Avustralya’da hatta Asya’da zabt olunacak birkaç ada ile biraz sahil buldular. Kendisini bütün dünyanın sahib-i meşruu kıyas etmeye alışmış İngiliz kardeşi oğlu Almanya’nın kendisi gibi dinç faal ve cesur Almanın kır ve ormanlarını bırakıp deniz ve müstemlekat işlerine karıştığını görür görmez homurdanmaya başladı. Afrika’yı parçalarken bu iki akraba birkaç defa yekdiğerine sağlam dişlerini gösterdiler; ama sonunda akvam-ı saireden kalma Afrika ve Avustralya artığı yetişmiyordu: Alman siyaseti milli sanayi’ ve ticaret için daha başka sahalar aramaya mecburdu; işte böyle aranırkendir ki nazar-ı dikkati Türkiye’ye ve alel-husus Asya-yı Osmani’ye mun’atıf oldu. Almanya’nın umur-ı şarkıyyeye faalane karışacağı zamanlar düvel-i sairenin şarkta almış vaziyyetleri takriben şöyle idi: Ruslar İstanbul ve Boğazlara Avusturyalılar Selanik’e doğru inmeye uğraşıyorlardı; İngilizler Avusturyalının ve alel-husus Rusyalının Akdeniz havzasına çıkıp Hind yoluna pusu kurmasını men’ için Osmanlı temamiyet-i mülkiyyesinin muhafızı görünüyorlar. Ve bu vaziyetlerinden bi’listifade ta’birlerince sultanı nev’ama himayeleri altında bulunduruyorlardı; Fransızlar ise lisanlarının medeniyetlerinin şark akvam-ı hıristiyaniyyesi içinde ve hatta müslümanların bir cüz’-i kalili arasında münteşir ve makbul olmasına dayanarak nüfuz işletiyorlar her tarafa mektep ve misyonerlerini yayıyorlar. Kavi kefaletli çok temettu’lu “umur-ı nafıaya” para yatırıyorlar. Hasılı akvam-ı Osmaniyye’nin sima-yı millisini tağşişe vatan-ı Osmani’nin servetinden intifaa çalışıyorlardı. Demek Türkiye’de Almanya’ya yer ve iş az kalmıştı. Lakin Almanya nevmid olmadı çok ve iyi düşünülmüş bir program tanzim ederek Almanlara has bir fikr-i ta’kib ve ittirad ile o programı tatbike koyuldu. Alman programının mevadd-ı esasiyyesinden birisi Asya-yı Osmani’yi bir başından diğer başına kadar bir demir yol ile delip geçerek Hindistan yarımadalarıyla Avrupa arasını kapayan bu koca haili ortadan kaldırmaktı. İstanbul’u muhit-i Hindi’ye bağlayacak bu azim hatt-ı hadid Anadolu Suriye ve Irak’ın henüz bekaret-i evveliyyeleri zail olmamış bir çok menba-i servetinden istifadeye de vesait eyleyecekti. Asya-yı Osmani koca bir devletin devlet-i Osmaniyye’nin mülk-i meşruu olduğundan sahibsiz arazi gibi istimlakı gayr-ı kabildi. Gerçi İngilizler Mısır’ı Fransızlar Cezayir ve Tunus’u devlet-i Omaniyye’nin mülk-i meşruu olmasına rağmen hukuk-ı beyne’d-düvelin her türlü kavaidini çiğneyerek sırf kuvvetlerine dayanarak gasb eylemişlerdi. Fakat Almanların Asya-yı Osmani’yi istilalarını birçok mevani’-i hariciyye mevcud olduktan fazla yakın şark hakkındaki programlarını sonuna kadar tatbik edebilmek için devlet-i Osmaniyye’yi incitmemek zayıflandırmamak bilakis tezayüd-i kuvvet ve satvetine çalışmak lazım geliyordu. Almanya Asya-yı Osmani’de yalnız faaliyet-i iktisadiyye ile iktifa edecek hakimiyyet-i saltanat-ı seniyyeye kendi tarafından asla zarar dokundurmadıktan maada düvel-i saireye karşı da Sultan’ın istiklalini Devlet-i Osmaniyye’nin temamiyet-i mülkiyyesini muhafaza ve müdafaa eyleyecekti. Almanya şark planının yalnız şu kısmı bile İngiltere’yi gereği gibi kuşkulandırmaya kafi idi: Britanya adalarını Hindistan’a bağlayan yol Cebelü’t-tarık Malta Port Said Aden tarik-i bahrisi tamamen İngiltere taht-ı hükmünde iken Anadolu hattının inşasından sonra Almanların o tarik-i bahriden daha kısa üzerinde daha ziyade sür’at ve sühuletle yürünebilir ve binaenaleyh ona müraccah bir tarik-i berrileri bulunacaktı. Ma’lumdur ki Britanya imparatorluğunun şevket ve azameti en ziyade Hind’deki yüz binlerce beni beşerin tükenmez hazinesi Hindistan’dır. Hind’e tekarrübü muhtemel elleri daha uzanmadan kırıp atmak İngiliz siyasetinin desatir-i esasiyyesindendir. İngiltere hayat-feşan ve dilruba Hind’ini bir şark padişahı kıskançlığıyla alemden saklar. Hind’e tekarrüb edebilecek yollar daha açılmadan kapanmalıdır. Memalik-i Osmaniyye ise Hind’in kapısıdır. İngiltere bu kapının anahtarını daima kendi elinde bulundurmak ister. On sekizinci asrın nihayetiyle on dokuzuncu asrın ibtidasını kanlara boyayan Fransız-İngiliz muharebat-ı mütevaliyyesinin en büyük sebeplerinden birisi Fransa cumhuriyetinin ve Napolyon Bonapart’ın Şark’a ve Hind’e göz dikmiş olmalarıdır. On dokuzuncu asrı dolduran İngiliz-Rus kavgasının da illeti Rusların Karadeniz ve bozkır yollarıyla fer Almanya’nın şarkdan geçirip Hind’e demir kanca takmak arzusu yahud bir Türk gazetesinin dediği gibi İngiltere’nin ta mi’desine demirle vurmaya kalkışması John Bull’un dayanabileceği muamelelerden değildir. Genç ve faal Almanya’nın İngilizlere taarruzu yalnız Hind yoluna ve Hindistan’a da münhasır kalmıyordu. Alman sanayi’ ve ticareti küre-i arzın her tarafında İngiliz sanayi’ ve ticaretini kovuyordu. Çar-aktar-ı cihana dağılmış den iştikaen Londra’ya muttasıl feryadnameler yağdırıyorlardı. Bütün dünya pazarını tarh-ı inhisarında zanneden İngiliz bu taarruz-ı iktisadi önünde yavaş yavaş ric’ate mecburiyet görüyordu. Lakin Almanlar İngilizler’i saltanat-ı cihan-seririnden yuvarlamak için asıl büyük darbeyi yine şarkta alem-i İslam’da hazırlıyorlardı: Ana hattı Bağdat demiryolu olmak üzere memalik-i İslamiyye’yi makam-ı Hilafet-i Uzma’ya bağlayarak Halife-sultan vasıtasıyla ahali-i müslimenin meyl ü muhabbetlerini kendilerine celb eyleyecekleri; Alman rayları şarkın ticaret-gahlarına nüfuz ederken Alman muhabbeti de müslümanların kalbine ilka olunacaktı. İşte bu Alman şark programının en mühim maddesi idi. Alem-i dan uyanıp iktisab-ı kuvvet eyleyerek Halife’siyle beraber Almanya’nın dostu olursa şarktan kırmızı çekirgeleri kovmak ve bir müddet onların yerine kaim olmak mümkündür. Akvam-ı İslamiyye’yi hakimiyet-i iktisadiyyeleri altına alan Avrupalıların hepsi akvam-ı mezkurenin istiklal-i siyasilerine şeref-i insanilerine riayet ederek gurur-ı millilerini okşamaya lüzum görmemişlerdi. İngiliz Fransız Hollandalı yahud Rus –hatta Rus– sırf cebr ü şiddetle gasb ve zabtettikleri memalik-i İslamiyye’nin bütün menabi-i hayat ve servetini kendilerine hasrettikleri yetmiyormuş gibi oralarda bir nevi efendilik seyyidlik tavrı takınıyor ve artık yerlileri insandan bile saymıyorlardı. Avrupalı Ari Hıristiyan min-tarafillah müntehab yahud ıstafa-yı tabii ile ber-güzide bir nesle mensub addediliyor yerli ise Turani yahud Sami Müslim ikinci üçüncü tabaka-i beşeriyyeden bir adem bir nevi parya i’tibar olunuyordu. Bu asilzadeler yerlilere her vasıtadan bi’l-istifade aşağılığını ihsas eyliyorlardı. Bunun hünerler bile getirdikleri halde mağşuş olmayan müslümanların hiç birisi Avrupalı’yı sevemiyordu. Bu adem-i muhabbeti semere-i taassub-ı dini zannedenler pek ziyade yanılıyorlar. Müslimin Avrupalı’ya ısınmaması her şeyden evvel menba-i hayatını kurutmasından ve kendisini Adem oğullarının her birine müsavi ve hür bir insan hesab eyler iken madun ve esir muamelesine du-çar edilmesindendir. Almanlar ahval-i mebsutayı iyice görüp anlamışlar ve bundan istifadeye müsaraat eylemişlerdir: Almanlar müslümanları kendilerine müsavi addeyleyip ona göre muamele ederler; müslümanların her türlü hukuk-ı tabiiyyelerini teslim ve tasdikte tereddüd etmezler. Bir Fransız veya İngiliz’in hür ve müstakil yaşamaya ne kadar hakkı varsa bir müslümanın da o kadar vardır derler. Düvel-i İslamiyye’nin istiklal ve temamiyet-i mülkiyyelerine kendileri taarruz etmedikten başka iktizasında müdafaaya da kıyam eylerler; hatta tirdad-ı istiklal ve hürriyetlerine de maildirler. Onların memalik-i dir. yesinin işte bu noktası yani başta Halife olmak üzere kuvve-i bilhassa İngiltere aleyhine kullanmak istemesi olmuştur. Şu birkaç satırla Alman-İngiliz kavgasının şarka müteallik bazı sebepleri mücmelen görülmüş oldu; gelecek makalede kabetine mukabil nasıl vaziyetler almış olduğundan muhtasaran bahsedilecektir. Bundan takriben iki sene evvel lüzumsuzluğunu hissetmesi üzerine tebdil-i meslek etmiş ve yeni Türkiye dostluğunu miş olan Balkan Komitesi kendisine yeni tarafdarlar bulmaya çalışmış ve bu meyanda müsteşrik-i fazıl muallim Browne cenablarına da müracaatta bulunmuş idi. Muallim-i müşarun ki adavet-i İslamiyyelerini bildiğinden onların yine tebdil-i meslek eyleyebileceklerini his ile komiteye duhulden evvel fikr-i acizanemi sormuş idi. Duhulde mahzur bulunmadığı ve belki kendisi gibi cidden muhibb-i İslam ve şarkiyyun olan bir zatın komite mürevvicleri üzerinde bir te’sir-i murakabe mete saptıkları takdirde a’zalıktan istifa eyleyebileceğini söylemiş olmuştu. Fakat ahiren mezkur komitenin yine eski yola saptığını görmesi üzerine komite reisi Mister Noel Buxton’a bir protesto yazdı. Muma-ileyh cevabında komitenin yeni Türkiye’ye dost kalacağı ve lakin Panislamizm denilen ittihad-ı ğını bildirdi. Fakat muallim Browne cenabları Panislamizm tarafdarı denilen zevatın şarkın ihtiyacatına daha ziyade vakıf hamiyet-i sahiha ashabından bulundukları i’tikadında olduğunu ve müslümanların terakkı ve teali hususundaki ittihadlarının pek meşru’ bulunduğunu ve Balkan Komitesi’nin ahiren neşrolunan layiha-i seneviyyesinde serdolunan mütalaattan ve geçenki ictima-i umumide sarfedilen sözlerden dolayı kendisinin ba’de-ma Komite ile bir rabıtası bulunmayacağını ve isminin a’za sırasında dercedilmemesini musırran talep etti. Profesör Browne Balkan Komitesi’nin a’zalığından dirmekliğimi bilhassa rica eyledi. Binaenaleyh keyfiyeti şu varaka-i acizi ile Sıratımüstakım’e dercolunmak üzere irsal eyliyorum. Bunu havi olan Sıratımütakım risalesinden bir nüshasının muallim-i müşarünileyhe irsalini rica eylerim. Adresi: Professor E. G. Browne Pembroke College / Cambridge / Angleterre Bundan altı ay evvel Buhara Şiilerle Sünniler arasında tahaddüs eden niza’ ve kıtal üzerine vezaret-i uzmayı –Kuşbeğilik’i– işgal eden zat azledilerek yerine diğeri nasbolunmuştur. Vezir-i sabık Asitane Kulı Beg dirayet ve şeytanetiyle beraber son derece gaddar mürtekib amire hoş görünmek bir zat olduğu halde halefi Nasrullah Bi-pervaneci hazretleri nihayet derecede müstakım adalet-perver münevvirü’l-efkar bir zat-ı muhteremdir. Lisan-ı mader-zadı olan Özbekçe’den başka Farisi Rusça lisanlarıyla da mütekellimdir. Bugün bu hasail ve fezaili kendinde cem’ eden vezir-i lahik fazla olarak metanet-i ahlaka maliktir. Mafevkine lüzumundan ziyade ser-füru etmez... Bütün icra’atını şeriat-i mutahharaya tatbikten başka gaye gözetmez. Buhara’da ashab-ı servetten bir zat vardır ki aynı zamanda Gönüldaş Medresesi’nin imamıdır. Her sene bu mevsimlerde küberaya ziyafet vermek mu’tadı olan bu zat bu sene dahi mutantan bir ziyafet keşide etmiş. Ziyafette ekabir-i ulema rüesa-yı hükumet a’yan-ı beldeden pek çoğu hazır bulunmuştur. Esna-yı ziyafette A’lem Gıyasüddin kıyam ile vezir-i sabık Asitane Kulı Beg’in meziyyatından hidemat-ı ! sabıkasından bahis bir nutuk irad ederek sözlerine beyanat-ı atiyye – İşte efendiler memleketin böyle bir zat-ı dirayet-simata mişti. Buna sebebiyet veren üç dört serserinin kıyamından başka bir şey değildi. Şimdi devre-i ta’tildir. O serseriler talebe-i ulum memleketinde bulunuyor. Efkar-ı umumiyyenin heyecanı da kesb-i sükunet etti. Şimdi Asitane Kulı Beg’i makam-ı vüzerata getirmenin tam sırasıdır.” Bunun üzerine müftülerden bir zat kıyam ile cevap olarak beyanat-ı atiyyede bulunmuştur: – Asitane kulının azli yerine Nasrullah Bey’in nasbı ne bizim re’yimizle vakı’ olmuştur ne de zannolunduğu gibi üç dört serserinin kıyamıyla. Ahval-i cariyye üzerine müessir-i yegane efkar-ı umumiyyeden başka bir şey değildir. Yine efkar-ı umumiyyenin rıza ve muvafakatı lahik olmaksızın kimseyi o makama getiremeyiz. “ Diyerek meclisi terk etmiş. Sair huzzar-ı kiram da müftüyü ta’kib ederek A’lemi yalnız bırakmışlardır. Nutukları tenkide girişmeden evvel şurası bilinmek lazımdır ki A’lem; vezir-i sabıkın tervic-i azlinde ön ayak olanların başında bulunduğu halde şimdi neden tebdil-i fikretmiş? Acaba bu adavet mübeddel-i vedad u samimiyyet mi olmuş? Hayır öyle değil; zıddanu la-yectemianın i’tilafına kat’an ihtimal verilemez. A’lemin tebdil-i fikr eylemesi menfaat-i şahsiyyesi te’siriyle olduğunda şüphe yoktur. Asitane Kulı Beg’i A’lemi belağan ma-belağ memnun edecek kadar sahib-i servettir. Asitane Kulı Beg’in mesavisi herkesçe müsellemdir. Hatta usul-i cedid tarafdaranına zahir görünmesi de iblisane bir tabasbustan sırf ulemanın muhalefetinden naşi bir mekr ü hileden başka bir şey değildir. Bugün usul-i cedide mürevvicleri bu noktada kadimcilerle müttehiddir. Şu halde A’lem’in çevirmek istediği dolap meydandadır. Onun menfaati te’min edilsin de ne olur ise olsun. Şeriatin emriyle bir veziri azlettirir. Yine şeriatin –kendi uydurduğu– diğer bir emriyle onu eski makamına ik’ad etmeye çalışır. Yef’alu ma-yeşa ve yahkumu ma-yüriddir. Ceza-yı ahiret sual bunun Şüphesiz ki bu kabil adamlar rahmet-i ilahiyyeden mahrumdurlar. Mes’uliyyetin bila-istisna herkese şamil olduğunu mübeyyin şu ayet-i kerimeyi A’lem hazretleri hiç görmemişler midir? Yolladığınız mektup vasıl olup kalbime ziyade sürur verdi sizlere teşekkürlerimi arzedersem de vazifemi eda edemediğimde şekk ü şüphem yoktur. Aksa-yı şarkta olan müslüman kardeşleriniz için mücahedede bulunduğunuzdan dolayı Allah azze ve celle hazretleri ömr-i şeriflerinize berekat verip emsalinizi ziyade etsin diye daimü’l-evkat duadayız. Bugüne kadar üçyüz milyon müslümanların zillet ve fakra duçar olup başka milletlere esir olmaklığımızın birinci sebeplerinden ulema namını taşıyan imamlarımızın din-i İslam’ın esası ve menbaı olan Kelam-ı Kadim’den bi-haber olmalarıdır. Maamafih ulema ve imamlarımızı tahti’e kılıp bütün uyubu onlara isnad kılmamız da muvafık değildir. Onun lan ahvaline atf-ı nazar edersek bu seneleri büsbütün başka olarak bulacağız. On sene mukaddem mükemmel mektep ve medreseler yapacak ahalimizin fakir ağniyamızın ise sahib-i hamiyyet ve himmet olmaması yüzünden mektep ve medreselerimizde terbiye ve ta’lim yerine cehalet ve fesad-ı ahlak teammüm etmişti. Ulema ve imamlarımız mektep ve medreselerde ta’lim ve terbiye almasalar nereden alacaklar? Şimdi ise bütün köylerimizde mükemmel ve muntazam mektep ve medreselerimiz olup erkek ve kızlarımız usul-i savtiyye ile ta’lim ve terbiye görmektelerdir. İhtiyarlarımız rimizde olan zillet ve meskenetlerin esbablarını düşünüp evladlarını mektep ve medreselere vermekte ve habbe-i vahideye kadar paralarını bu uğurda sarf etmektedirler. Hakıkaten biz üç yüz milyon müslümanlar böyle tedenni ve esirliğe duçar olmamız hep cehalet dolayısıyladır. Esteizü-billah biz bu esaret ve zilletlerden kurtulmaya kasdetsek bizge bize mutlaka lazım bolgan nerseler “lazım olan ne ise”. Zamaneye muvafık ta’lim ve terbiye görmek ve dinimizi bildikten sonra Rus lisan ve edebiyatına aşina olmak için Rus medrese ve mekteplerine girmek kırk birinci farz gibidir. Hazret-i Ali sözü: Kendim bugüne kadar Bahçesaraylı Ali Tarpi Efendi’den geçen seneki mücelled Sıratımüstakım mecmuasını mütalaa edip çok şeyler istifade ettim bu sene de Harbin’de Müslüman kıraat-hanesi açmaya muvaffak olduk Sıratımüs takım mecellesini kıraat-hanede mütalaa edip her hafta bir numarasından sonra ikincisine muntazır olup durmaktayız. Bundan sonra inşaallah buradaki müslümanların ahvaline yaşayışına dair daima mektuplar yollayacağımı va’dederim. Cümlemiz bütün muharrir efendilere ve Osmanlı okuyucu kardeşlerimize selamlar ederiz. Bakı “Eğer hükumet-i Osmaniyye el-yevm düvel-i garbiyye meyanında hüküm-ferma olan rekabet-i siyasiyyeden istifade ederek akvam ve hükumat-ı İslamiyye arasında bir ittihad ve ittifakın husulüne çalışmazsa Osmanlılığın alem-i İslam’ın mahvına müsaade etmiş demek olur. Düvel-i İslamiyye Avrupa devletlerinin zahiri dostluklarına kat’iyyen inanmamalı. Avrupa devletlerinin maksadları Rusya’nın ta’kib ettiği meslek gibi akvam-ı İslamiyye’yi yekdiğeri aleyhine düşürerek mahvetmek olduğunu daima nazar-ı dikkatte bulundurmalıdır. Bugün Fransa ile İngiltere Almanya’dan çekinerek Rusya’nın hadim-i efkarı olmuşlardır. Rusya ten başka bir fikir beslememektedir. Bina-berin şimdilik buna karşı yegane çare Osmanlı İran Afgan ittihadıdır. Lakin şu ittihadı husule getirebilmek nasıl olacaktır? Hiç şüphe yoktur ki bu ancak Osmanlıların teşebbüsü ile mümkündür. Zira devlet-i Osmaniyye aynı zamanda Hilafet-i Muazzama-i gahıdır. dindaranelerini bütün samim-i kalbimizle alkışlarız. İşte bütün nifak ve şikak ile geçen bir mazinin elim netayicini idrak ediyoruz. İranlı kardeşlerimizi te’min ederiz ki İran’ın duçar olageldiği felaketlere karşı her Osmanlı müteessirdir. Osmanlılar yalnız İran’ın değil umum alem-i İslam’ın halini düşünmekten bir an fariğ değildir. Şu kadar ki yalnız bir tarafın arzusu te’min-i maksada hizmet etmez. Diğer düvel-i huvvet-karanelerini ve Hilafet-i Muazzama-i İslamiyye’ye olan merbutiyet-i ma’neviyyelerini fi’len isbata çalışmalıdır. Me’zunen Dersaadet’te bulunan mühendis Halid Ziya Bey’den İzmir Belediye Dairesi’ne gelen bir kıt’a telgrafta Hindistan ahali-i İslamiyyesi’nin muavenet-i ali-himmetanesiyle Yunanilerin Averof’unu gölgede bırakacak bir donanmanın taht-ı te’mine alındığı tebşir edilmiştir. Meşrutiyet-i Osmaniyye bütün akvam-ı İslamiyye’nin emr-i intibahında bir te’sir icra ettiği gibi zaten cihet-i camia-i diniyye ve rabıta-i mukaddese-i hilafet icabıyla da çaraktar-ı alemde bulunan bilumum İslamlar haris-i diyanet ve haiz-i Hilafet olan millet-i Osmaniyye’nin miknet ve kudretiyle alakadar olduklarından hamiyetli ve büyük Hindistan müslümanlarının şu suretle ibraz ettiği kemal-i hamiyyet ve sümüvv-i milliyet her suretle şükran ve imtinan-ı azime sezadır. Yaşasın Hindistan ahali-i muhteremesi! Hanya’da Münteşir İstikbal Gazetesinden: Giridli Rum vatandaşlarımızın kısm-ı a’zamı; asakir-i Osmaniyye’nin adadan infisallerinden sonra adamızın kazalarında tek tük perakende kalarak ve ölümü göze aldırarak kalan müslümanları ihtiyar-ı hicrete icbar etmeye muvaffak olamayacaklarını görünce bu bedbaht ve ma’sum müslümanları birer birer öldürmeye kıyam eylemiş olduklarını defaatle yazmış ve da’vamızı bu ceraim-i meşhude-i siyasiyye Zaten ef’al-i aleniyye ketm olunamaz: Nüsha-i sabıkamızda suret-i şehadeti mezkur olan Palelimno karyesinde Hasan Bekraki’nin vefatından sonra yine Resmo sancağına merbut Ayandra karyesindeki müslimlere eşhas-ı mechule-i hıristiyaniyye tarafından katl maksadıyla silah atılmış ise de Bu tecavüzat-ı müdhişe şehirlerle civarlarında ve kazalarda cari ise de birinci derecede kazalarla şehirler civarında ve derece-i saniyyede şehirlerde icra-yı ahkam ediyor. Ma’hud Triso isyanından sonra kazalardaki müslimlerin hayat ve namusları büyük bir tehlike içinde kalmış olduğundan arta kalan köylü müslimlerin kısm-ı a’zamı şehirlerle civarına vesair memalik-i Osmaniyye’ye ihtiyar-ı hicrete mecbur olmuşlar ve kazalarda ötede beride tek tük kalan müslimler dahi gazetemizle defaatle neşredilegeldiği üzere birer birer Girid Rumları tarafından şehid edilmekte bulunmuşlardır. Canilerin kısm-ı a’zamı dahi canib-i adliyyeden mücazatsız bırakılmakta ve tesadüfen elde edilecek katillere caniler cesaretlenmekte ve tezyid-i mezalimce cinayet eylemektedirler. Girid’deki anasır-ı İslam’ın namus u canını ve mal ü menalini sıyanet etmeyi resmen deruhte eden düvel-i hamiyye kaldırıp da bir sedd-i mümanaat çekmeye şitab etmedikleri halde az müddet zarfında Girid’de anasır-ı İslam’dan eser kalmayacağını zaman ve cinayat-ı müteselsile ve meşhude Rusya Dahiliye Nezareti’nin naşir-i efkarı olan Rusya gazetesi son nüshalardan birinde “Müslümanlar Arasında Hareket” ünvanıyla uzun bir makale neşretmiş ve bunun aksam-ı mühimmesini Kazanlı Yulduz refikımız tercüme eylemiştir. Makale bilcümle müslümanlar tarafından kemal-i i’tina ve dikkatle okunmaya şayan olduğundan bizde Yulduz ’dan iktibasa lüzum görüyoruz: “Müslümanların meşhur muharrirlerinden İsmail Bey Gasprinski Kahire’de neşrettiği en-Nahda gazetesinde Mısır’da toplanacak “Mu’temerü’l-İslam”dan bahsederken: “Ey alem-i İslam sende hayat var mı? Hayatta yeni bir medeniyet daha doğduracak mısın? Ey teceddüd-perveran bana cevap veriniz!” diye nida eylemişti. Bu nida cevapsız kalmadı! Çin’den Fas’a Mısır’dan Ufa’ya kadar alem-i İslam kımıldandı İslam uyandı İslam yeniden doğdu İslam tarik-i teceddüde ayak bastı buna İslam muharririni mesrur ve dilşad bağrışıyorlar. Kitap ve risaleler neşrolunuyor gazete ve mecmualar birbirlerini vely ediyorlar. Bu hareket Rusya’ya tabi’ otuz milyon nüfuslu İslam aleminde en ziyade sında müslümanlar neşr-i maarife ittihad-ı medeniye fevkalade bir gayretle çalışıyorlar. Bu hareketin gayesi ne olacak? Bu suale bir mecelle-i diniyyede yazı yazan Piskopos Aleksi pek vazıh ve pek doğru olan şu cevapları veriyor: “Son üç sene zarfında müslümanlar arasında zuhur eden harekat-ı siyasiyye ve ictimaiyyeye dair Fransız İngiliz menabiinden aldığımız ma’lumata nazaran müslümanların gaye-i maksadları bütün alem-i İslam’ı Türk sancağı altında cem’ ve tevhid ederek ittihad-ı İslam fikrini kuvveden fiile hib-i ihtisas olan Piskopos cenablarının sözleri pek çok tefekküre layıktır. Ba-husus Piskopos cenablarının sözlerini isbat eden vekayi’ ve vesaikda ortada mebzuldür: senesi Tahran’da bir beyanname dağıtılmıştı. Bu beyannamede “Hubbu’l-vatan mine’l-iman.. müstakil vatana malik olmayan müslümanlar vatanları olan müslümanlarla vatanları gasbolunmuş müslümanlar tevhid-i mesai eyleyerek çalışmalıdırlar” deniliyordu. Bilcümle müslümanları birleştirmek fikri “Mu’temerü’l-İslami-i Amm”ın nizamnamesinde de manzurdur. Vakıa muharririn-i İslamiyye arasında bazı mu’tedillü’lfikr olanlar da mevcuddur. Bunlar ittihad-ı İslam’ın sırf cihet-i ma’neviyye ve ahlakiyyesiyle iktifa ederler ve ittihad-ı Lakin i’tida’l-perveran maatteessüf muvaffak olamıyorlar galebe evvelkiler tarafındadır. şekl-i evveline irca’ eylemektir. İslam Peygamber zamanında ne ruhta bulunmuş ise o ruhu iade etmek istiyorlar. Lakin hıristiyan fen san’at ve edebiyatına düşman olmak demektir. Ta’bir-i diğerle teb’a-i müslimesi olan hükumetler aleyhine bütün o müslümanları kıyam ettirmek demektir. Her ne kadar ittihad-ı İslamcılar biz dindarlarımızı Avrupa boyunduruğundan kurtarmaya ve ancak bunun için birleştirmeye çalışıyoruz diyorlarsa da bu sözleri doğru değildir. Asıl maksadları bütün beni beşeri Hilal’in taht-ı hükmüne almaktır. Müslümanların Japonya Çin ve Hindistan’a taarruz-ı dinileri hep bu maksadladır. İttihad-ı İslamcılar Avrupa’ya taarruz etmek bile isterlerse de Avrupa’nın kuvve-i maddiyyesini Müslümanlar Japonya’nın ihtidasına çok ehemmiyet veriyorlar. Bu babda İslamlar arasına dağılmış nazariyat-ı siyasiyye bile vardır. Mesela Kazan’da münteşir bir Müslüman gazetesi “Japonların İslamiyet’i kabulleri pek muhtemeldir. Zira din-i İslam Asya akvamının kalbine kolay yerleşen bir dindir. Bundan başka din-i İslam Japonya’ya büyük bir siyasi kuvvet dahi bahşeyleyecektir.” diyordu. İttihad-ı ya’yı kabul-i İslam’a belki de teşvik eder. Şimdiden bunun bazı emarelerini görüyoruz: Bir kısım Japonlar İslam’ı kabul etmişlerdir ve Japonya hükumeti her münasebetten bi’l-istifade kendisinin muhibb-i İslam hatta hami-i İslam olduğunu semeresiz kalmadı: Tatarlarımız uykudan uyanıp tarik-i terakkı ve temeddüne ayak basar basmaz maarifi Türkiye’ye tekarrüb için bir alet ittihaz eylediler. Kim ne lisanda konuşursa o lisan sahibinin hadimi olur. Bu hakıkati mükemmel bilen ittihad-ı İslam mücahidleri mektep ve kitaplar vasıtasıyla dillerini birleştirmeye gayret eylemektedir. Her yerde müşterek Türk dilini tedris ve ta’mim ediyorlar. Rusya Tatarları lisanlarını Osmanlı Türkleri ile tevhide çalıştıkları gibi Tatar ve Türklerin ırkan da bir olduklarını anlatarak Tatarları milliyet cihetinden de Türklerle birleştirmeye uğraşıyorlar. Bunun içindir ki Rusya’da münteşir Tatar gazeteleri Rusluğa Rusya ile tekarrübe delil olabilecek her fikri kendilerinden uzak bulunduruyorlar. Rusya müslümanları bununla kalmıyorlar; nesildaş hıristiyanları Tatarlaştırmaya ve Müslümanlaştırmaya son derece gayret ediyorlar. Üç sene içinde kırk bin hıristiyanı havza-i kavi bir İslam padişahlığı vücuda gelecek” diye işa’atta bulunacak kadar cür’et gösteriyorlar.” Prusya meclis-i meb’usanı a’zasından Fumrat[!] ahiren Mösyö Askoyet[!] tarafından irad olunan i’tilaf-cuyane nutuktan ve Almanya ile İngiltere arasındaki münasebattan bahsettiği sırada bu münasebatta İslamiyet’in ne gibi bir rol oynadığını atideki surette izah etmektedir: “Dahilen zaif bulunan her hükumetin yaptığı gibi Rusya dolayı siyasetinde şimdiye kadar ta’kib ettiği tarikten başka bir tarik ihtiyar etmesi lazımdır. Nasıl bir tarik ihtiyar edecektir? Bu hususta İngiltere’nin politikası icra-yı te’sir edecektir. Bu mes’elede Balkan şibh-ceziresinin bir rol oynayacağı aşikardır. Şarkta zuhur edecek bir buhran İngiltere politikası teşvikat Londra’dan zuhur etmemelidir. Çünkü bu takdirde mü’telefi Fransa mutazarrır olmuş olur. girmiştir. Devlet-i Osmaniyye-i meşruta zaman-ı istibdadda olduğu gibi suhuletle intac edilebilecek bir unsur teşkil et[me]mektedir. Hilafet’in müzaheretine muhtacdır İngiltere bu nüfuzun bir de Mısır’da lüzumunu hissediyor. Çünkü İngiltere tekrar hayat kesb etmekte olan devlet-i İslamiyye’ye iltihak arzularını ancak bu nüfuz ile mahvedebilecektir. Gladstone’dan kalma olan ve İngiltere ile Babıali münasebatına esas teşkil eden “Türklerden tebaüd” siyasetini izale etmiştir. Osmanlı inkılabı bu politikadan feragat etmeye münasib bir sebep teşkil etti. Mader-i vatan-ı meşrutiyyet olan ladı. Fakat bu dostluk Osmanlılarda fikr-i idare kesb-i kuvvet ettikçe daha az izhar olunmaya başladı. İngiltere’nin muhalif olduğu menafi’-i İslamiyyet’in vahdeti ise gittikçe daha ziyade edemeyeceği bir uzuv haline girdi. Bugün İngiltere için her arzusuna ru-yı rıza gösteren bir Hilafet hemen bir mes’ele-i hayatiyye şeklini almış gibidir. mesleğince o zaman düşman addedilmeli ve mahvına çalışılmalıdır. tavr u hareketi bu merkezdedir. Son zamanlarda İngiltere tarafından Hilafet’i daha kullanışlı ellere tevdi’ etmeye teşebbüs edilmiştir. Bunun için Hidiv’in Aynı sebepten dolayı İmam Yahya’nın Yemen’deki icra’atı daki fikir idareten ıslah edilmemiş olan Araplığı daha ziyade haiz-i intizam bulunan Osmanlılığa faik kılmak idi. Bu planda muvaffakıyet hasıl olsa idi alem-i islamiyyet’in o zaman İngiltere Avrupa politikasında daha ziyade şiddetle hareket edebilir idi. Bunun için devlet-i Osmaniyye’nin duçar-ı za’f edilmesi İngiltere politikasında elzem görülüyor; Rusya’ya terettüb eden vazife de budur. Bu pek akılane düşünülmüş bir hesabdır. Rusya henüz Japon muharebesinden sonra tamamıyla iade-i kuvvet edememiştir. Geçen kış esnasında Sırbistan’ın feda edilmesi şarktaki anasır-ı hıristiyaniyyede fena bir te’sir hasıl etmiştir. Girid’de Yunanistan’ın adem-i muvaffakıyeti ise bu te’siri takviye eylemiştir. Panislavizm bir muvaffakıyet elde etmek fırsatları şarkta görmektedir. Avusturya hükumeti bugün Balkan’da zuhur edecek münakaşata eskisinden daha az lakaydi ile atfınazar edebilir. Devlet-i Osmaniyye’nin mütezarrır olması ve yahud taksim edilmesi Avusturya’nın müdahalesi olmadan hiçbir zaman kabil olamaz. Devlet-i Osmaniyye’nin devam ve bekasında Almanya’nın pek ziyade menafii vardır. Türkiye’nin mahvı ve aynı zamanda İngiltere’nin taht-ı nüfuzunda bir Hilafet te’sisi İngiltere-Almanya muharebesi için başlıca bir sebep teşkil eder. Son zamanlarda Babıali’nin İttifak-ı Müsellese dahil olmasından bahs edildi. Bu zuhurat Rusya’nın aksa-yı şarktan teba’üd etmesinden hasıl olacak neticeleri ve İngiltere’nin ta’kib ettiği şark politikasının Dersaadet’te iyice mütalaa edilmekte olduğunu isbat etmektedir. Almanya ile Avusturya’nın bilhassa Almanya’nın devlet-i Osmaniyye için Rusya ile ihtilaf çıkarmasını hiçbir kimse hatırına bile getirmez. Muntazır olan bir şey var ise o da Almanya’nın istikbalde kat’i bir surette ve hiçbir kimsenin zararını ve yahud faydasını mucib olmayarak Avusturya ile bir olan kendi menafiinin emrettiği tarikı ihtiyar eylemesidir. Bundan şark politikası için ne gibi netayic hasıl olacağı ma’lumdur. Şarkta Avusturya menafiini iltizam ettiğimiz hakkında bize mükerreren ve nihayet ilhak zamanında vuku’ bulan şikayetler bu suretle hiç hükmünde kalacaktır. Fransa hükumeti Almanya’ya karşı bir intikam muharebesi açmak fikrinden feragat etmiştir. Onun için Almanya ile Avusturya’nın ta’kib ettiği muhafazakar bir şark politikası Rusya ile İngiltere’nin ta’kib ettiği siyaset-i muhribeden daha ye ettiği İslamiyet kendisine her tarafta zarar iras ettikçe Hiç şüphe yoktur ki yakında İngiltere’nin ta’kib ettiği politikanın netayic-i vahimesi küre-i arzın bir noktasından patlak verecektir. O zaman belki Londra’da dahi İngiltere devlet-i muazzamasının şekl-i hazırının Almanya ve Avusturya letle te’min edilebileceği anlaşılacaktır. Belki bu zaman tekarrüb etmiştir. Biz ona efkar-ı sulh-perverane perverde ederek muntazır bulunuyoruz. Bizim beklemeye vaktimiz vardır.” “Rus dostlarımız”ın bize karşı besledikleri tahassüsat-ı meveddet-kariyi bilmek için Rus matbuatı arasında mümtaz bir mevki’ sahibi bulunan Ruski Slovo gazetesinin “Cenub Hududumuzda” serlevhası ile neşrettiği makaleyi okumalarını kari’lerimize tavsiye ederiz. Sahib-i makale diyor ki: Bahr-i muhit-i kebirde başka devletler ile rekabet edemeyeceğimize kanaat hasıl ettik. Şimdiye kadar aksa-yı şark lum oldu. Yan tarafımızda bulunan ve dirildiği görülen Türk devleti eski iktidar-ı harbisini kesbetmesi imkan haricinde değildir. tecdid edildi; son siparişler hazır olduktan yani bundan ay sonra devlet-i Osmaniyye’nin Karadeniz’e çıkarabileceği kuvve-i bahriye bize hiç yol vermeyecektir; bunların topuna karşı bizim topumuz bulunacaktır; saatte mil yol alan zırhlılarına karşı saatte mil yol alan bizim gemiler lılar hakim olacaklardır. Karaya gelince Bulgarya’ya karşı bir ordu ta’yin ile Osmanlılar bütün kuvvetlerini Anadolu cihetine Kafkasya hududuna sevkedebilecekler. Karadeniz’e hakim ve Trabzon Van demiryoluna malik oldukları gün Rusya’nın cenubi hududları tehlikede bulunacaktır. Geçen muharebesinde Kafkasya hududunda bize karşı yalnız Muhtar Paşa’nın ordusu var idi; bütün Osmanlı kuvveti Rumeli’nde idi; bu halde dahi Muhtar Paşa bize birkaç galebe çalıp askerimizi hudud dahiline kadar sürmüştü. Şimdi ise Mahmud Şevket Paşa bir değil birkaç büyük orduyu bize karşı saldırabilecektir. Bu ihtimalleri hatırdan çıkarmamak lazımdır.” Rusların bize karşı gösterdikleri şu teyakkuz ve ihtiyat gönül ister ki Rus muhabbetine inananlar için mucib-i ibret ve intibah olsun... Şuun-ı İslam kısmımızda Rusya’da bir müslüman bankası te’sis edilmek üzere olduğu yazılmıştı. Bu tasavvurdan Rusya’nın muhafazakar ve irticai gazeteleri pek ziyade kuşkulanmış ve aleyhine atıp tutmaya başlamışlardır. Rus irticaiyyunun bu gülünç hiddetlerini gören Kırım’daki Tercü man refikımız bu babda ber-vech-i ati beyan-ı mütalaat ediyor: “Efendiler! Bu yazdıklarınız nedir? Patriotizm mi? Yoksa alkolizim mi?? Mektep ıslahından hoşlanmıyorsunız gazete neşr ediliyor beğenmiyorsunuz; mekatib-i i’dadiye ve Darü’l-fünun’a girenlerimizi şüphe tahtında bulunduruyorsunuz milli edebiyatımızı muzır görüyorsunuz; iktisadi teşebbüslerimizi karalamak istiyorsunuz... Azıcık olsun ayıptan haberiniz yok mu?” Paris’te münteşir Siecle İran umurundan bahis bir makalesinde şu mütalaaları irad eyliyor: Rusların İran’daki hareketleri Haziran’te verdikleri va’de muhaliftir. Bundan İran ile İngiltere ve Fransa münasebetine hayli te’sir hissolunuyor. Bu hal devam ederken Fransa diplomatları iş görmekten aciz kalıyorlar. İran’ı Almanya aguşuna atıyorlar. Kariben İran’da öyle vekayi’ zuhur edecektir ki bundan ne Avrupa ve ne de Rusya memnun kalamayacaklardır. Bezobrasov ile Alekseyev Mançurya’da neye hizmet ettiklerini anlayamamışlardır. Korkulur ki Rusyalılar şimdi İran’da dahi ne yaptıklarından haberi olmasın.” Donanma Cem’iyet-i Milliyyesi Reisi Şefik Efendi hazretlerinin nutkundan: Efendiler Yalnız Barbaroslar’ın Turgutlar’ın muzafferiyyatıyla mestolursak maksada vüsul bulamayız. Preveze önünde Barbaros’un Andrea Doria’ya galebesini tasavvur ederken bir devlet teb’asından bir ferdin alacağını tahsil için Midilli adasını işgal ettiği vakitte Haliç’teki harab gemilerimizin boyunları bükük yattıklarını eşkıyanın tig-i zulmünden hayatlarını muhafaza için gecenin zulmetinden bi’l-istifade ağaç diplerine sığınan biçareganı projektörlerle eşkıyaya irae eden donanmaya karşı bu millet-i muazzamayı aldatmak için Konfide vapuruna dağ topu koyarak büyük limana gönderdikleri mezellet ve meskenet zamanımızı da tefekkür edelim. Eğer o ulviyyet zamanımızla bu mezellet zamanımızı mukayese etmeyecek olursak o halde maksadımıza vasıl olamayız. Tarihler pek güzel gösterirler ki hangi millet ne çok felaket görmüştür eğer o felaketten mütenebbih olduysa o milletler terakkı etmiştir. Yalnız Donanma Cem’iyeti’yle de zata muhtaçtır. Binaenaleyh Cenab-ı Hak cümlemizi tevfikatına mazhar buyursun amin.” Darü’l-Hilafe gazetelerinin bir kısmı Mısır ahvalini anlamamakta fik-ı muhteremimiz ahval-i mezkure hakkında şu satırları yazıyor: “Nil vadisindeki kardeşlerimize edilen tazyike bigane kalamayız. Zira Fırka-i Vataniyye hatalı hareket etmiş olsa da olmasa da hakıkat şudur ki ahalinin bir kısmı mefruz hatalar malarına en ibtidai bir fikr-i adalet bile kail olamaz. “Bir çok Mısırlıların mu’tedil iklimimizden istifade için memleketimize gelmelerinden bittabi’ pek memnunuz. Fakat bu zevatın vatandaşlarını en çok işgal eden mes’elelerden daha ziyade bahseylediklerini işitsek memnuniyetimiz bittabi’ teza’uf eylerdi. “Mısırlılar emin olsunlar ki biz onların kardeşleriyiz onlara tahmil olunmuş yükü biz kendi sırtımızda gibi hissediyoruz. Eğer Avrupa’da ve İstanbul’da feryadlarına bir akis bulamazlarsa bilsinler ki biz bu cihad-ı mukaddeste onlarla beraber hem-dest-i vifak olarak yan yana bulunacağız.” Bizim İstanbul gazeteleri hiç olmazsa vilayetlerdeki refiklarından biraz ders-i ibret alırsa fena mı olurdu? – Salahaddin-i Eyyubi hazretlerinin merkad-i mübareklerine örttürülmek üzere zat-ı Hazret-i padişahi tarafından gayet kıymetli sırma ile işleme bir puşide beşinci ordu kumandanı Müşir Osman Paşa’ya verilmiş idi. Müşarunileyh bu kere dördüncü orduya ta’yin kılınarak mezkur puşideyi mahalline irsal için beşinci ordu idare zabiti Selim Efendi’ye tevdi’ ettiğinden efendi-i mumaileyh harc-ı rahını alarak yakında azimet edecektir. – Kevser namında bir kadın Çırpıcı çayırında alenen işret etmekte iken bu halin adab-ı retten men’ etmek isteyen polis me’murlarına son derecede hakaret etmesinden dolayı der-dest ile Divan-ı Harb-i Örfi’ye tevdi’ edilmiş ve cereyan eden muhakeme neticesinde mezburenin üç sene müddetle küreğe konulmasına karar verilmiştir. – Ohri’de Eyüp Sabri Bey’in namına şerif inşa edilmiştir. Debreli Hatib-zade Vehbi Efendi tarafından mezkur cami-i şerife ferşedilmek üzere bu kere mensucat-ı dahiliyyenin revacına hizmet etmek maksadıyla Debre’de te’sis edilen halı dest-gahının ilk mahsul-i mesaisi olan kebir bir halı camie ihda edilmiş ve mahalline ferşolunmuştur. – Medine: Ehamda urbanından Şeyh Halil Ehamda Saidin ve Necm ve Veled-i Ali kabailinden başına topladığı hazele-i eşkıya ile belde-i tahireye tecavüz eylemek üzere cebel-i Himare’ye kadar bazı kura ve hurmalıkları yağma ve iğtinam ederek gelmiş ise de Himare’de bulunan akıncı müfrezesi merkumların tecavüzatlarını men’ eylemişlerdir. Cebel-i Himare Medine-i Münevvere’ye bir buçuk saat mesafede bulunması hasebiyle belde-i tahireden sevkolunan nizamiye ve topçu müfrezeleri dahi mahall-i müsademeye yetişerek şiddetli bir müsademe vukua gelmiştir. Eşkıya askerin savlet ve şecaatlerine mukavemet edemeyerek kaçmışlardır. Esna-yı müsademede asakir-i Osmaniyye’den üç şehid ve ikisi akıncı efradından olmak üzere dokuz mecruh düşmüştür. Eşkıyanın telefatı pek kesretli olup merkumlar cenazelerini beraber götürmek mu’tadları olduğu halde meydanda yirmi iki cenaze terk eylemişlerdir. Cebel-i Havran’da sakin Dürzi’lerin Busra eski Şam civarında bazı kuraya tecavüzle ahali-i müslime ve gayrimüslimeden birçok zükur ve inası katletmek ve yollarda tesadüf eyledikleri tüccarı soymak gibi fezayihe cür’et ettikleri Suriye vilayetinin iş’arından anlaşılmasına ve öteden beri Havran kurasında tecavüzat-ı şekavet-karaneyi i’tiyad etmiş olan mezkur Dürzilerin bu defa irtikab ettikleri fezayihin de ehemmiyetine binaen erbab-ı mefsedetin bi-hakkın te’dib ve tenkili ve o havalice ıslahat-ı esasiyye icrası zımnında a’yandan Mirliva Sami Paşa’nın kumandasında olmak üzere kuva-yı kafiye-i askeriyye sevkiyle icab eden mahallerde idare-i örfiyye i’lanı ve lazım gelenlerin muhakemesi ve ıslahat-ı mukteziyyenin hayyiz-i fi’le isali için müşarun ileyhe me’zuniyyet i’tası meclis-i vükelaca karar-gir olarak keyfiyet bi’l-istizan irade-i seniyye-i hazret-i padişahiye iktiran etmiştir. – Donanmayı Osmani Muavenet-i Milliyye Cem’iyeti kongresinde bir murahhas tarafından Hindistan Bombay ve Cava’da birer şehbenderlik ihdasıyla bunların tavassutu neticesinde buralar ahalisinden ianat cem’i teklif edilmiş ise de keyfiyetin Hariciyye Nezareti’ne aidiyeti hasebiyle tedkıki haric ez-salahiyet görülmüştür. Oralarda şehbenderlik te’sisi hakıkaten pek mühim bir mes’eledir. Zira ianat cem’inden başka Hindistan’da Hilafet-i Muazzama hi bu kabil me’muriyetlere ihtiyac-ı kavi vardır. Binaen aleyh Hariciyye Nezaret-i celilesinin bu babda kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkatini celbederiz. – Atebe-i ulya-yı hazret-i padişahiye: Meşrutiyet-i mübeccele-i Osmaniyye id-i meserretinin tebriğini ve Girid’de bulunan ahali-i İslamiyye hakkında saye-i hümayun-ı Hilafet-penahilerinin şeref-bekası duasını Hanya islamları namına arz ve takdim eyleriz. Hanya encümen-i İslamiyye reisi Naim Beyzade Hüseyin Şeyhü’l-meşayih Osman müfti-i belde Mehmed Vehbi naib vekili Mehmed Şemseddin. – Id-i milli-i Osmaniyan olan bugünkü ruz-ı firuzdan dolayı kulub-ı memlukanemizin ihraz eylediği hissiyat-ı amika-i şükranla dua-yı devam-ı ömr ü afiyet-i Hilafet-penahilerine ilaveten tekrar eden Kandiye cemaat-ı İslamiyyesi namına işbu yevm-i mes’adet-tev’em vesile-i müteyemminesiyle takdim-i tebrik ve tehniyyet ve ihraz-ı şeref ü mefharet eyleriz efendim. Kandiye Encümen-i İslam reisi Ali Kaşi Vekili Mehmed Kazım – Resmo’da “Palelminos” karyesinde zulmen ve hıyaneten hıristiyanlar tarafından katl ü şehid edilen Bekraki Hasan Ağa’nın keyfiyet-i katlinden me’yus ve korkmuş olup kazalarda ikamet eden biçare İslamlar Resmo’ya müteheyyi-i hicret bulunuyorlar. – Önümüzdeki efrenci Eylül’ün on dördünde Mısır Fırka-i Milliyye’si tarafından Paris’te bir kongre akdolunup müzakerat bir hafta devam eyleyecektir. Müzakerat başlıca Mısır’ın ahval-i siyasiyye cek ve bu vesile ile Sir Edward Grey ve Mister Roosvelt taraflarından muahharan irad olunan nutuklar tenkid olunarak butlanı alem-i medeniyyete isbat edilecektir. Osmanlılar da kongreye da’vet olunuyor. Kongrede bazı İngiliz ve İrlanda meb’uslarıyla Fransız meb’uslarından bir kaçı hazır bulunacaktır. Osmanlı meb’uslarından da bazılarının huzuru kongre müessislerini pek memnun edecektir. Kongreye iştirak edecek olan zevatın otel vesaire mesarifi Paris’te bulundukları bir hafta müddetçe hep fırka-i mezkure tarafından ihtiyar olunacaktır. – Hükumet-i Mısriyye’nin Fırka-i Vataniyye aleyhindeki şiddeti arttıkça artıyor: Şair Hayati hazretleri vatan-perverane bir divan-ı eş’ar te’lif ve neşrettiği için bir sene hapis cezasına mahkum olmuştur. Hamiyetli şairin divanına mukaddime yazmış olan Mısır’ın ma’ruf vatan-perverleri Mehmed Ferid Bey ve Şeyh Abdülaziz Caviş efendiler de şerik-i cürm addolunarak itham ediliyorlar. Vatanlarının tahlisine çalışan müşarun ileyh hazeratı ne kadar şayan-ı tebrik iseler gündelik İstanbul ceridelerinden birisinin bu mes’elelerden bahis bir telgrafnameyi tercüme ederken Darü’l-Hilafe-i İslamiyye’de değil güya Londra’da münteşirmiş gibi tahlis-i vatana çalışmayı irticailikle tercüme etmesi de o kadar bais-i teessür ve teessüftür. Kafkasya: gazeteler Kafkasya ahali-i müslimesinin bugün şiddetli bir heyecanın taht-ı te’sirinde bulunduğunu haber veriyor. Badi-i heyecan olan ahvalin başlıcası şunlardır: Rusya hükumeti İslamlar için dahi yevm-i ta’tilin Pazar günü olmasında ısrar ediyor. Bu babda vilayata şedid emirler veriliyor. Kafkasya’nın müteferrik noktalarında ahali-i müslime ictima’lar tertib ederek bu kararı prostesto etmiş ve Pazar günü ta’til-i eşgal etmeyeceklerini kat’i bir lisan ile meraci-i kanuniyyeye tebliğ eylemişlerdir. Kafkasya’da meslek-i ta’lim ile iştigal eden Osmanlılar bu vazifeden hecrolunuyor. Hatta Rusya hükumetinin Kafkasya’da bulunan ulema-yı Osmaniyye’yi hudud haricine çıkaracağı rivayet olunuyor. Bu şayia ahaliyi ciddi surette tedkık-i mes’eleye mecbur ediyor. Bu havadisin sıhhati halinde Kafkasya’nın birçok yerlerindeki mektepler muallimsiz kalacaktır. Rusya hükumetinin Kafkasya ahali-i müslimesi hakkında reva görmekte olduğu gerek bu kabil tazyikat ve gerek her gün başka suretle tecelli etmekte bulunan bir çok tahammül-fersa recelerde şeyn-averdir. Rusya hükumeti bu kabil muamelat yanılıyor. Zira zulüm ve teaddi hiçbir zaman muhabbet ve sadakate saik olamaz. Bilakis izdiyad-ı nefrete badi olur. Cenab-ı Hak’tan ihvan-ı dinimiz için sabırlar temenni ederiz. Rusya: – İki sene evvel Kazan’da vefat eden müslüman milyoneri Ahmed Bay Hüseyinof müslüman gençlerinin okutulmasına sarfolunmak üzere yarım milyon ruble vasiyet etmişti. Ahmed Bay Hüseyinof vakfının mütevvellileri hey’eti vasiyetname mevaddının ifasına teşebbüs ettiklerini Vakit refikımız yazıyor. Bu sene işbu vakıf parası varidatının bir kısmı Rusya’nın Darü’l-fünun Darü’l-muallimin i’dadi ve sanayi’ mekteplerinde tahsil eden gence ve arz-ı Mukaddes Hicaz ile memalik-i saire-i – İkibuçuk sene mukaddem Kazan ulemasından üç zat-ı muhterem valinin emriyle muştur. Vologda’da mukım müslümanlar şehirlerinde ikamete me’mur olmuş alimlerin ikametine bir hatıra olmak üzere bir cami-i şerif inşa ve bir İslam mahallesi te’sisine karar vermişlerdir. – Rusya parlamentosu a’zasından Ali Asgar Sırtlanof’un teşebbüsatıyla Petersburg’ta bir İslam bankası küşad edileceği haber verilmişti. Son aldığımız ma’lumata nazaran bankanın merkezi Petersburg’ta olduğu gibi Moskova Kazan Orenburg Taşkent Buhara Hive ve İrkutsk şehirlerinden de birer şu’besi bulunacaktır. – Orenburg’da müslüman talebeye maddi ve ma’nevi yardım etmek maksadıyla bir Teavün Cem’iyeti teşekkül etmektedir. Cem’iyetin nizamnamesi tertib edilmiş ve beray-ı tasdik hükumete takdim edilmiştir. – Almanya ve Rusya arasında Rusya müslümanları ticaretini tevsi’ maksadıyla Kazan genç ve münevverü’l-fikr tacirlerinden Abdü’l-hamid Efendi Kazakof Berlin’de bir ticarethane açmıştır. Bu Rusya müslümanlarının belki umum müslümanların Berlin’de ilk açılmış daimi ticarethaneleridir. Allah versin de Abdü’l-hamid Efendi’ye peyrev olacaklar çoğalsın. – Père-Lachaise mezarlığının yukarı tarafında Rande sokağı civarında çitle muhat vasi’ ve ıssız murabba’ü’ş-şekl bir mahal vardır ki burada yerinden çıkmış demirkapıları paslanmış duvarları çatlamış harab bir camiin etrafında birkaç mezar meşhud olur. Bu vasi’ Fransız kabristanının bir köşesine sıkışan bu mevki’ bir İslam mezarlığı olup belediye kararıyla senesi Kanunievvel’inde İslam mezaristanı ittihaz edilmek üzere Osmanlı sefaretine terk edilmişti. Ahiren Paris’e seyahat etmiş olan adliye nazırı Necmeddin Beyefendi’nin mezaristanın hal-i harabisi hakkında vuku’ bulan ma’ruzatı üzerine zat-ı hazret-i padişahi mezkur mezarlığın ta’mir ve ihyası için hazine-i hassalarından dörtyüz Osmanlı lirası ihsan buyurmuşlardır. Bu mezarlardan bir makta ise de çoktan metruk kalan diğerleri günden güne büsbütün mahvolmak üzeredir! Etrafında parmaklık bulunmayan mezarlar küçük tepecikler olmuş ve otlar çimenler altında kalmıştır. Bunların yağan yağmurların te’siriyle son nişanelerinin dahi mahvolması pek yakındır. – Son zamanlarda birçok Osmanlı gençleri şu’abat-ı sanayi’de ikmal-i tahsil için Macaristan’a gitmişlerdir. Macar Hirlab bu münasebetle neşrettiği bir makalede Osmanlıların teceddüdünü gösterir alaim sırasında genç müslümanların teşebbüsat-ı sınaiyye ve fi’liyyeye ibtidara başladıklarını en mühimi olmak üzere zikrediyor ve “Müslümanlarda mübareze-i hayat-ı akvama kendilerinin de iştirak mecburiyetinde olduklarını ve bir sınaat-ı milliyye esasını vaz’etmek lazım geldiğini anlamışlardır. Bu meziyet ve liyakat efkar-ı umumiyyeyi ikaz ettiğinden dolayı bilhassa Türk matbuatına raci’dir. Genç Türkler Macaristan’a doğru tevcih-i veche etmekte haklıdırlar. Çünkü burada Avrupa’nın memalik-i sairesinden ziyade hüsn-i kabule mazhar olmaktadırlar” diyor. Mezkur gazete en ziyade sa’y ü himmet gösteren genç müslümanların tahsiline medar tahsisat ifrazına Macaristan ticaret nazırını da’vet ediyor. Macar ajansı; Macaristan hükumetinin bu babda gelecek sene ittihaz-ı tedabir eyleyeceğini – Avrupa’ya ve bilhassa bizim hem-ırkımız olan Macarlar memleketine talebe irsalini memnuniyetle telakkı ederiz. Ancak Avrupa’ya gönderilecek gençlerimiz oralarda rehber ve hamisiz kalmamalı ve milliyetlerini bütün levazımıyle muhafaza edebilmelidir. Gençlik mukteziyatı olarak nev-reside-ganın gittikleri memleketlerde sefahetlerin zahiri şa’şaasına kapılmamalı vatanın kendilerinden intizar eylediği hidemata ehliyetten bi’n-netice mahrumiyetleri terakkıyat-ı atiyyemiz için pek ye’s-aver olacaktır binaenaleyh alakadaranın bu noktayı nazar-ı i’tina ve ihtimamda bulundurmalarını temenni ederiz. – Rusya me’murlarının Buhara Emiri’nden ve Hive Hanı’ndan nişan ve hediye almaları men’ edilmiştir. Başka hiçbir kuvvetleri kalmayan bu zavallı hükumdar gölgeleri müdafaa-i istiklal – Hindistan’da inkılab-cuyane harekat-ı ihtilaliyye günden güne tezayüd etmektedir. Fakat İngiltere hükumeti aleyhinde bulunan bu gibi hareketlere ahali-i müslime neden iştirak etmiyor? İştirak edenler sırf mecusilerden ibarettir. Mecusiler bu babda pek ileri gitmişlerdir. Açıktan açığa hükumet ricali aleyhine kurşun ve bomba isti’mal ediyorlar. Matbuatın bir kısmı da ahaliyi bu yolda teşvik ve tahrik ediyor. Bu hal İngilizleri pek düşündürüyor bir çok tedabir-i zecriyyeye sevkediyor. Lakin ihtilalciler büyük bir azim ve sebat göstermektedirler. Şimdi İngilizlerin bütün ümidleri müslümandadır. Lakin müslümanlar da birgün bu harekata iştirak ederlerse ne olacak?... – Polisler efkar-ı münevvere ashabının hanelerinde taharriyat ve teftişat bir haneye hücum ederek bulabildikleri rovelverler kurşunlar ve fişenk alat ve edevatını müsadere etmişlerdir. Hane sahipleri firara muvaffak olmuştur. A’yandan on üç zatın İngiltere hükumeti aleyhine ika-ı ihtilal cürmünden dolayı hususi mahkemelerde muhakemeleri icra olunmaktadır. Bunlar hakkında karar verildikten sonra yine aynı cürm ile müttehem kırk beş zatın muhakemesi rü’yet olunacaktır. Müttehemlerden biri gayet zengin olup Hindistan’da mühim bir mevki’ sahibi muhterem ve mu’temed bir zattır. Muhakemeler hafiyyen icra olunur. Efkar-ı umumiyye haric ez-kanun tevali eden şu tazyikat ve ta’kıbattan dolayı son derecelerde müteessirdir. Her tarafta adem-i memnuniyyet asarı görülüyor. Günden güne İngilizlerin mevkii kesb-i müşkilat etmektedir. Times gazetesi bile Hind teheyyücatından bahis makaleler yazmakta ve Hinduların bu harekatını hürriyet yolunda mücahededen ziyade bütün insanların fevkinde olarak kendilerine tanımakta oldukları imtiyazatın hükumetçe tasdik edilmemesinden mütevellid bir iğbirar-ı intikam-cuyaneye hamleylemektedir. Spencer felsefesinin Fransa İhtilal-i Kebiri’nin Almanya ve Amerika’daki sosyalistlerin makasıd ve nazariyatını İngiltere’ye karşı isti’mal için aram-suz bir hiss-i taklidin Hinduların kalbinde cay-gir olduğunu beyan eden Times Britanya’nın alet-i intiharı olarak tavsif eylediği şu nazariyatı tatbike çalışan zekalara karşı da ta’rizlerde bulunuyor ve “İngiltere’yi hukuk-ı beşeriyyeye tecavüzle itham eyleyen hatibler muharrirler ta’kib eyledikleri nazariyatın dinlerine olan muhalefetini keşke nazara alsaydılar da nafile yere meşrutiyetten hürriyetten müsavattan bahsetmeseydiler...” diyor. Yine bu gazete; muhabirinin iş’aratına atfen Hindistan’daki harekatın asar-ı zeka ve intibah telakkısi doğru olmayıp ancak Avrupa demokratlarının lüzumlu lüzumsuz din akvamda uyandırdığı arzu-yı taklidden mütevellid yapma bir şey bulunduğunu maamafih noksan bir surette idhal olunan ta’lim neticesi olarak bir kısım halkın amil olmamak şartıyla iktisab eyledikleri ma’lumatın emr-i maişette hasıl olan müşkilatın bunlara inzimam eden ta’un ve kaht u gala beliyyelerinin muhacirine karşı gösterilen tazyikatın Hindistan’a beray-ı ticaret giden Avrupalılar tabakatında görülen tağayyüratın Transval ve Rodos ve Japon muharebelerinin Hindlilerde husule getirdiği te’siratın dahi şu vakayi’de avamil-i müessireden bulunduğunu ileri sürüyor ve : “Bizim için şu ta’unu bütün kuvvetimizi ve hükm ü idarede olan kaffe-i mezayamızı sarfetmekle durdurmak imkanı vardır” cümlesiyle sözlerine tesliyet-gune bir nihayet veriyor. – Fransa hükumeti İslamların bilad-ı Osmaniyye’ye olan muhaceretlerini men’ ettiği gibi esbab-ı mücahereti tedkık eylemek üzere de bir komisyon teşkil eylemiştir. Fransa gazeteleri bilad-ı Osmani’de husule gelen husule getirdiğini ve Devlet-i Aliyye’ye olan temayül ve irtibatları bir kat daha kesb-i takviyyet ederek Devlet-i Osmaniyye terakkı ettikçe bu temayülat dahi o nisbette tezayüd edeceğini ve bina-berin bu cereyanın önüne durmak üzere Cezayir ahali-i mahalliyyesinin refahlarını te’min edecek tedabire şimdiden tevessül ile Cezayir’deki vaziyetlerinin bilad-ı Osmaniyye’deki vaziyetlerinden daha iyi ve müsaid bir hale ifrağ etmek lazimeden bulunduğunu dermeyan kındaki Cezayir valisinin mütalaatını tasvib eylemektedirler. – Trablusgarp Temmuz: Vaday hakiminin maiyyeti ile beraber ahiren Fransız askerini ric’ate mecbur eylediği ma’lumdur. Vadaylılar yid etmekte olduklarından ca-be-ca Fransız askerlerine tecavüz eylemektedirler. Fransızlar Vaday’ın merkezini tahliye ve ihrak ettikleri gibi o civarda ahiren zabt ve işgal eylemiş oldukları bir çok mevakii peyder-pey tahliye etmektedirler. Fransız asakiri çadır vesair levazımatlarını nakl eylemek üzere Tibo kabailinden kendilerin muti’ olan efrada müracaat eylemekte iseler de merkumlar develerinin adem-i kifayesinden bahisle işbu teklifatı reddeylemekte imişler. Vaday kabaili ile Fransız müfrezesi beyninde son günlerde dahi birkaç müsademe vukua gelmiş ise de evvelki müsademat gibi şedid değildir. Bu müsademelerin cümlesinde Fransız askeri ric’ate mecbur olmaktadır. Fizan mutasarrıflığından makam-ı vilayete varid olan iş’arat-ı resmiyye ile teeyyüd etmektedir. Vadaylıların ekserisi mükemmel esliha-i nariyye ile müsellahtırlar... – Fransızların Vaday ahali-i müslimesini aleyhimize tahrik etmeleri suretiyle kazdıkları kuyuya akıbetü’l-emr kendilerinin düşmesi şayan-ı ibret bir cilve-i sübhaniyyedir. tüccar imzasıyla atideki telgrafname Tebriz’den keşide olunarak hey’et-i vükelaya Tahran’daki düvel-i ecnebiyye konsoloshanelerine Şark gazetesi idarehanesine. İran-ı Nev ve Meclis gazeteleri idarehanelerine ve bilcümle Tahran mu’teberan ve tüccaranına ta’mimen tebliğ olunmuştur: “Bütün memleket tüccarının muamelat-ı iktisadiyyeyi serbestçe ifa edebilmek üzere sulh ve asayişten başka bir şey istemediklerini size tebliğ etmekle kesb-i şeref eyleriz. Bunca şuriş ve iğtişaştan sonra nihayet hükumet-i merkeziyye Azerbaycan eyaletinde te’min-i sükuna muvaffak olabilmiştir. Bunun ilk netice-i tabiiyyesi olmak üzere muamelat-ı ticariyyeye başka bir inşirah ve bir revnak gelmeye başlamış ve memalik-i ecnebiyye ile münasebat teeyyüd eylemiş idi. Fakat Tebriz şehrinde Rus asakiri tarafından icra edilen nümayişler ve tehdidler yeniden memlekette şuriş ikaına sebebiyet verebilir. İşte bu cümleden olmak üzere bir neferin kaybolduğunu vesile ederek vilayete zabıtaya ihbar-ı keyfiyyet etmeksizin Sikatü’l-İslam’ın hanesi taharri edilmiştir. Ruslar bu hareketleri ile hissiyat-ı milliyye ve diniyyemize en büyük taarruzda bulunmuş oluyorlar. Bundan maksadları halkı bu vesait ile tehyic ederek işgal-i askeriyi temdidde kendilerini haklı göstermektir. Diğer taraftan da on yedi kadar zabtiye ve polis der-dest ve tevkif eylemişlerdir. Rusların bu harekatı hiç şüphe yok ki her türlü ticareti sekte-i teahhüre uğratacak ve ecanibin emniyetini selbedecektir. Rusların bu reviş-i na-hemvarları hakkında nazar-ı dikkatinizi celbeder ve hukuk-ı efrad ile asayiş-i memleketi muhafaza edeceğinizi ümid eyleriz.” – Ahrardan ve meb’uslardan birinin yeğeni Alim Hamid Han ile yine ahrardan diğer bir zat dün akşam katledilmişlerdir. Bunun akdemce katledilen İmam Said Abdullah’ın intikamını almak maksadıyla icra edildiği agleb-i ihtimaldir. tanzim etmek için maliye ve ticaret nezaretine Amerika’dan; adliyeye Türkiye’den ve maarif işlerini daire-i intizama koymaya Fransa’dan olmak üzere erbab-ı ihtisas celbini hükumetten taleb ediyorlar. – İdare-i örfiyyenin i’lanı bütün ahali üzerinde amik bir te’sir icra etmiştir. Bazı gazeteler hükumet tarafından ittihaz edilen bu tedbir-i cedidden bahsettikleri sırada Türkiye’yi misal olarak göstermeye ve devr-i cedidin takviye ve tahkimi idare-i örfiyyeye vabeste olduğunu söylemektedirler. Hal ve mevki’ badi-i endişedir. Bütün sefaratı ecnebiyye askerin muhafazası altındadır. – Settar Han silahların toplanmasına muhalefet ediyor. Hükumet Rusya ve İngiltere’nin bu hususta muvafakatını istihsal ve te’min ettiğinden Settar Han karar-ı mezkura mutavaat etmediği takdirde cebre tevessül edecektir. Sokaklarda muharebata intizar olunuyor. – Berlin’den varid olan telgraflara nazaran asilerin ahzettikleri hatt-ı hareket hasebiyle Tahran’da ahvalin kesb-i vehamet etmesi melhuzdur. ve jandarma umumi meydanları muhafaza etmektedir. Bahtiyariler Şura-yı Milli’yi işgal etmiştir. Fedai ve Tahir-zade tarafdarlarının polis ve asker kıyafeti altında ihtifa ettikleri anlaşıldığından ahali silahlarını teslim etmekten vazgeçmiştir. Fedailer Bahadır Han’ın taht-ı idaresinde toplanmaktadır. – Hükumet askeri fedailer üzerine top ateşi açmıştır. Sokaklardaki muharebat akşam saat ikiye kadar nihayet bulmamış bundan sonra fedailer arz-ı mütavaat eylemiştir. Fedailer ve reisleri Settar Han Bakır Han hapsedilmişlerdir. Settar Han yaralanmıştır. İki tarafın zayiatı henüz ma’lum değildir. – Muhalifinin tenkil edilmesine rağmen ahval pek vahimdir. Mecdüddin tarafdaranı silahlarını teslim için ictima’ eylemişlerdir. Mecdüddin maiyeti mikdarı bine baliğ olan Settar Han’ın adamları ile birlikte şehrin üç muhtelif noktasında siperler inşa eylemişlerdir. Asker siperlere karşı ahz-ı mevki’ eylemiştir. Ahiren zabıtaca neşredilen bir tebliğnamede silahlar akşama kadar teslim edildiği halde bil-cümle mütedahil muhassasatın bir hafta zarfında tesviye edileceği va’d olunmuştur. Settar Han bu mebaliğin bervech-i peşin i’tasını taleb eylediğinden hükumetle aralarında cereyan eden müzakerat neticesiz kalmıştır. Yukarıdan beri dercettiğimiz haberler İran ahvalinin maatteessüf gittikçe kesb-i vehamet ettiğini bildiriyor: Telgraf haberleri ise Tahran’da ahali ile hükumet arasında şiddetli bir mukatele ve müsademe vukua geldiğini beyan ediyor: Bu gibi haller alem-i İslam’ın bir rüknünü teşkil eden muhakkaktır. Ahvalin şu derece vehamet kesbetmesine başlıca iki şey sebep olmuştur: Birisi ihvanımız İraniler arasında ittifak ve ittihadın adem-i mevcudiyyeti. Şu ittifaksızlıktır ki gerek millet ve gerek hükumetle efrad arasında husumet ve adavet ilka ederek evvelce siyasi fırkalara mensub efradın katline ve sonra bütün millet arasında büyük bir fitne ihdasına bais olmuştur. tikleri hile ve desiselerdir. Üç seneden beri devam eden şu hile ve desiselerden yegane maksad İran ahalisi arasında bir niza’-i milli ihdas ederek şu vesileden bi’l-istifade İran’ı Maatteessüf ecnebiler maksadlarına nail oluyorlar. Bundan dolayı İran’ın el-an büyük bir tehlikede olduğu aşikardır. Lakin yalnız İran değil onunla berbaber Osmanlılık da tehlikededir: Zira İran’ın Rus ve İngiliz gibi ecnebilerin yed-i tasallutuna geçmesi Osmanlılığı Asya’dan munkatı’ bırakacak ve dört tarafımız ecanib ile muhat olacaktır. Rical-i devletimizin bu noktayı kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkate alacaklarını ümid ederiz. Fas idaresinde bulunmuş olan Osmanlı hey’et-i ta’limiyyesinden ve Osmanlı ordusu erkan-ı harbiyye zabitanından bir zat tarafından Yeni Gazete refikımıza Tanca’dan gönderdiği mektubun suretidir: Bu mektuptan maksad Fransa’nın on bir aydan beri aleyhimizde ta’kib ettiği şedid politikası ile son zamanda Mulay Hafiz ordusundan Osmanlı zabitlerini ihrac ettirmesi suretiyle vaki’ olan haksızlığı ve esbabını size bildirmek ve daha doğrusu matbuat-ı Osmaniyye’nin merakını izale etmektir. Hakkımızda edindiğiniz ma’lumat ajanslar vasıtasıyladır ki bunlar hakıkate karib olmaktan pek baiddir. Çünkü Fransızlar arzu ve siyasetlerine mugayir hiçbir telgraf keşide ettirmezler. Hürriyet-i matbuat yok mudur diyeceksiniz?... Burada matbaalar ve ajanslar hakk-ı sükut mukabilinde hürriyet-i kelamı kaybetmişlerdir. Bunların müstesnası olmak üzere el-Mağribü’l-Aksa gazetesi bi-taraf bulunmaktadır. Sebebi de sahibinin zengin bulunması ve arz-ı ihtiyaçtan vareste olmasıdır. Bu gazetenin makalesi bir ecnebi kalem ve ağzından çıkmış olmak hasebiyle daha bi-tarafane ma’lumat verecektir. Neşri takdirinde Fransa’nın haksızlığı Avrupa hükumatının Mağrib politikasında Fransa’ya ne suretle mümaşat ettiklerini pek a’la gösterecektir. Hülasa olarak ma’lumat-ı atiyyeyi vermeyi de lazım addediyorum. Bundan maksad Fransa devletinin Mağrib ordusundan ihracımız hakkında on bir aydan beri Fransa ve Avrupa ceraidini alt üst edercesine sebeb-i işgalini Sebeplerden birincisi Mağrib’i istila etmeye ma’denlerinin ziyadeliği arazinin fevka’l-’ade kabiliyet-i ziraiyyesi ile hiçbir yere kabil-i kıyas olmayacak derecede tabiaten zengin bulunan Fas’a sahib olmaya azmetmiş olmakla Mağrib ordusunun Mağrib hukukunu müdafaa edecek bir halde olmasını bittabi’ arzu etmezler. Hatta Fransa hey’at-ı ta’limiyyesinin elinde baziçe kalmış olan Mağrib ordusunun ise Romalıların lejyonları ile Yunanilerin falanklarından farkı yoktur. Fas ordusu bir mel’abe haline konulmuştur. Görüp de ağlamamak gayr-i kabildir. İşte bu ordunun hal-i intizama girmeye başladığını ilk hatve-i terakkıyi Osmanlı zabitanı sayesinde attığını ve Mulay Hafiz hazretleri Türkiye’den daha zabit celbine karar verdiğini hissetmesi üzerine Mağrib hakkında senelerden beri ta’kib ettiği siyasiyatın ve binaenaleyh amalinin alt üst olmasından korkması ve ordunun hal-i intizama girmesine meydan vermeden bu esası koparıp atmak lüzumu hissetmesidir. Her ne kadar orduyu terk edip gitmekliğimiz hakkında konsolosları Mösyö Gyar vasıtasıyla teklifat-ı hususiyyede bulundularsa da te’sir etmediğini görünce ultimatom i’ta ettiler. Mulay Hafiz hazretleri merkez-i şehre celbetti. Fransa ile harb edip etmemek üzere kaffe-i ulema ve vüzerayı toplattı. Bittabi’ muvafık görülmedi zira Mağrib pek kuvvetsiz bir haldedir aradan geçen beş ay zarfında Fransa devleti müteaddid defalar– görülmemiş bir surette– Fas’tan hurucumuzu taleb ederek haksızlıkta bulundu. Mulay Hafiz hazretleri her ne kadar mukavemet gösterdi ise de faide-bahş olamadı. Selamet-i vatan namına hatta Fas’ı dahi terketmekliğimizi ağlayarak teklif etti. Bir rub’ asırdan fazla zamandan beri mücahedat-ı milliyyenizi ride-i mu’teberenizin numaralı “Alem-i Nisvan” kısmında Barones Rozen namında Yalta’dan gönderilmiş bir mektup manzurumuz oldu. Barones mektubunda İslam ile müşerref olmak arzusunda bulunduğundan ve şu kadar ki mesturiyet mes’elesi kendisini tereddüde düşürdüğünden bahsediyor. Fakat asıl ca-yı tereddüd olan nokta böyle bir kadının mevcudiyeti ve bu şeref-i hidayete mazhariyetidir. Zira mektupta öyle bir lisan kullanılıyor ki müracaatın saniadan ibaret olduğunu anlamak biraz dikkat edenler için pek kolaydır. Eğer biz bu yazılarda bir safvet görseydik müellif-i muhterem Ferid Vecdi Bey’in Müslüman Kadını’nı mütalaa etmelerini tavsiye ederdik. Fakat bu mektup hakıkı bir muhabbet ve hidayete tercüman olamıyor. Binaenaleyh bizim vereceğimiz cevap misyoner yatağı olan Rusya’da mevhum Barones Rozen vesilesiyle bir fetret-i diniyye ihdasından tevakkı buyurulmasını temennidir. Yok Barones Rozen perdesi altına gizlenen misyoner cenabları tesettür aleyhinde bulunmak lamayacaklarına emin olsunlar. Böyle yapmaktan ise açıktan açığa fikirlerini beyan etseler daha mertçe bir harekette bulunmuş olurlar. Biz bi-lutfihi teala bütün edyan-ı gayrimüslime rüesası ile bil-cümle mesail-i diniyyede mübaheseye hazırız. Şu kadar ki bu kabil hileli kaçamaklı tecavüzlere cevap vermeyi zaid görürüz. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ağustos Dördüncü Cild - Aded: – – Vuku’ bulan da’vet üzerine ertesi günü bizzat Server-i Dü-alem sav efendimiz hazretleri Ebu Talib ve sair a’mam ve ekaribiyle beraber hane-i Hadice’yi teşrif buyurdular. Hazret-i Hadice’nin de akrabası hazır oldular. Ebu Talib hazretleri tercemesi Kısas-ı Enbiya’da mezkur hutbe-i beliğa-i nikahı okuyup müşarun-ileyhanın amcası Amr bin Esed ve amcazadesi Varaka bin Nevfel tarafından kabul ve tasdiki havi hutbelerle mukabele olundu. Hemen o mecliste on iki buçuk ukıyye altın mehr-i muaccel ve müeccel tesmiyesiyle nikah-ı mes’ud akd edildi. Bir “ukıyye” kırk dirhem miktarıdır. Bu halde tamam-ı mehr beşyüz dirhem şer’i altından ibaret olur. Bir rivayette mehr olarak yirmi adet genç deve verildiği mezkurdur. Fakat bu develer asıl mehr-i müsemmaya ivaz olarak verilmek veler de Resul-i Ekrem’in kendi malından olmak üzere mehir-i ta’yin olunmuştu diyorlar. Bundan sonra cereyan eden ahval-i tarihiyye zaman-ı bi’sete kadar şeref-paş-ı sünuh olan şuunat-ı Muhammediyye kütüb-i mu’tebere-i siyerde an’anesiyle tafsilen masturdur. Mütalaasıyla tenvir-i dide-i ibtihac edenlerin irfan ve itminanları kat kat teza’üf etmektedir. El-hasıl mahza Hazret-i Hadice’nin arz ve istirhamı üzerine yalnız bir defaya mahsus olarak Resul-i Ekrem hazretleri tarafından müşarun-ileyhanın ticaret-i umuruna nezaret buyrulmak yahud ribh-i vakiin bir kısmında iştirak vuku’ bulmak hususu “seyyah sıfatıyla zengin bir kadının hizmetine girmek” şekline konulup da bu suretle şan-ı nübüvvete şayan görülmeyecek ecir-i haslık isnadına yeltenmek –bundan evvel ra’y-i ganem tarikıyle ecir-i amlık nisbeti gibi– olsa olsa bunlardan daha büyük iftiralara bühtanlara cür’et ettikleri tahakkuk eden Dozy ve hempaları makulesine yakışık alan halat-ı garaz-karaneden olabilir. Bunların sapmış oldukları meslek-i tezvir ve su-i te’vil asarından biri de “O kadar hoşuna gitti ki Hadice dest-i izdivacını Muhammed’e sav uzattı” fıkra-i amiyanesidir. Bu fıkrayı dermeyan etmekle de mezburlar Cenab-ı Hadice’nin mahza şekl ü şemail-i nebeviyyenin zahirine bağlanmış olmasından naşi olduğunu işrab etmek istiyorlar. Halbuki balada vesaik-i kat’iyye ile isbat olunduğuna göre hazret-i müşarun-ileyhanın cemal-i pür-envar-ı Muhammedi şemail-i ber-güzide-i risalet-penahiye iştiyak ve incizabıyla beraber– enbiya-yı izam hazeratına muhtas olan gayrı kimselerde bulunması adimü’l-imkan bulunan kemalat-ı seniyyeyi takdire muvaffak olmuş ve bizzat kendi gözleriyle gördüğü ve istihbarat-ı mevsukaya istinaden cezm ü teyakkun eylediği havarık-ı azime ve alamat-ı celile dahi irfan ve basiretini fevkalade parlatmış olmakla izdivac-ı mes’uddan en büyük emeli Fıkra-i mezbureyi bi-perva ve bila-haya sözleri arasına katan Dozy bile intak-ı hak kabilinden olmak üzere biraz sonra “Fakat Hadice akl u irfanca zamanındaki kadınların kaffesinin fevkinde idi” diye müşarun-ileyha payesinde akile ve arife bir kadın dünyada bulunmadığını i’tiraf etmiştir. Artık böyle bi-hemta bir nadire-i cihan nasıl olur da şekl-i suriye bağlanır ve zahir-perest olur kalır? sından müsteban oluyor ki muharrir-i garaz-kar akl u irfan ne olduğunu farik değildir. Ve böyle yekdiğerine münakız bulunan saçma sözleri “tarih-i hakıkı” zu’m ve iddiasıyla ortaya sürmek cesaretine esir olan mütercim-i bi-vayenin de dereke-i idrak ve zekasına başka numune aramaya ihtiyaç yoktur. “İstikbal-i maişisi hiç de parlak olmayan Muhammed sav izdivac teklifini kabul etti” fıkrasıyla da taraf-ı risaletten vuku’ bulan kabulün haşa fakr u ihtiyac saikasıyla olmasına Hazret-i Hadice’nin biraz yaş geçkinliğinden başka bir kusuru yok idi. Bunun da mani’-i rağbet olacak derecede olmadığını eşraf-ı Kureyş’ten olan bütün gençlerin müştak-ı dünyaya getirmiş olmasıyla emr-i aşikardır. Sultan-ı Enbiya efendimiz hazretlerinin muvafakat buyurmalarında müşarun-ileyhanın haiz olduğu servetin de bazı mertebe dahli olabilir. Fakat asıl illet-i müessire ve hikmet-i aliyye –hasmın da i’tirafa mecbur olduğu üzere– o sırada bütün fezail ve kemalatı cami’ olarak peygamber zevcesi olmaya layık Hadice-i Kübra’dan gayrı bir kadın bulunmamasına mebni vakı’ olan ilham ve te’yid-i İlahi olduğundan Filhakıka o mübarek kadın ibtida-yı vahy ü risalette Resul-i Ekrem efendimizin en ziyade duçar-ı hayret olduğu zamanlarda cek sözler söyler ve tedbirlerde bulunur ve muahharan süfeha-yı Mekke’nin muhalefet ve ezalarından naşi kalb-i hümayunları pek ziyade mahzun olduğu hengamda tesellibahş olmakta devam ederdi. Nasıl ki ileride verilecek tafsilat Dozy’nin bile “Fakat Muhammed sav onun muhabbetini muhabbetle karşıladı. Hatta vefatından pek çok zamanlar sonra dahi Hadice’nin fezailini sena ederdi ve onun tezkarı taksim ederdi” sözleriyle bu hakıkati teslimde bulunduğu kabil-i inkar değildir. Şifa-i Şerif’te mastur olduğu üzere Resul-i Ekrem efendimiz Hazret-i Hadice için zebh eylediği koyunları müşarunileyhanın halilelerine dostlarına ve akrabasına gönderirdi ve kendisine me’kulata dair bir hediye takdim olundukta izhar-ı memnuniyyetle beraber “Bunu filanca kadının hanesine götürün. O kadın Hazret-i Hadice’nin esdıkasından idi” buyururlardı. Hazret-i Hadice’nin hemşiresi Hale ra huzur-ı risaletpenahiye dahil oldukça pek ziyade hürmet görürdü. Kezalik Hazret-i Aişe ra rivayet ediyordu ki bir gün bir ihtiyarca kadın huzur-ı peygamberiye gelip pek ziyade mazhar-ı ihtiram hal u hatırını istifsara dair ihtimam buyuruldu o çıktıktan sonra da “Bu kadın Hazret-i Hadice eyyamında hanemize gelirdi” ifadesini müteakib hadisi şeref-vürud eyledi. ma’na-yı şerifi: “Hüsn-i ahd hukuk-ı kadimeyi hıfz ve teahhüd levazım-ı imandandır”. Hazret-i Aişe-i Sıddika’dan nakl eylediği kıssaya da Dozy cenabları münasebetsiz sözler katmış mühim tahrifler Zihni Efendi biraderimizin Meşahiru’n-Nisa nam kitab-ı bi-nazirlerinden aynen nakl ediyorum: Hazret-i Aişe efendimizden mervidir ki Resulullah sav her vakit Hadice’yi sena buyururdu. Bir gün yine sena-i cemil olarak “Hadice bir pire-zen idi. Cenab-ı Hak ondan hayırlısını size vermiştir” dedim. Cenab-ı Risalet’in buna canları sıkılarak “La-vallahi! Ondan hayırlısına nail olmamışımdır. Bütün halk kafir iken o mü’min idi. Nasın beni tekzib ettiği o hengamda o tasdik etti. Herkesin mahrum bıraktığı vakit o bana malıyla müvasat eyledi. Cenab-ı Hak bana ondan evlad ihsan buyurdu” buyurmalarıyla kendi kendime bundan böyle Hadice’yi su’ ile yad etmeyeyim dedim buyurmuşlar. Hazret-i Hadice zevcat-ı tahiratın evveli ve efdali olduğu müttefekun-aleyhtir. Seyyidü’s-sakaleyn hazretleriyle iktiranı cümleden evvel olduğu gibi nübüvvet ve vahdaniyete imanı da herkesten akdemdir. İhraz-ı şeref-i İslam’da zükur ve inastan hiçbir ferd kendisine sebkedememiştir. Yirmi dört sene ve birkaç ay ol mah-ı burc-ı ismet hazret-i neyyir-i risalet ile kıran üzere olup ba’dehu ufk-ı ukbaya geçmiştir. Hikmet ve tasavvuf nokta-i nazarından bakarak Hadicetü’l-Kübra’nın ulviyet ve kudsiyetini anlamak isteyen erbab-ı retlerinin Mecelletü’l-Menar’ın ve senelerine ait nüshalarına dercettirdiği makalatı mütalaa buyursunlar. Makalat-ı mezkure yirmi faslı muhtevi olup büyük bir kitap teşkil edecek hacimdedir. Vahiy mebahisine vasıl olduğumuz esnada ğiz. Ve minallahi’t-tevfik... Arif’in kıraat-hanesinde oturmuş birini bekliyordum. Beş on dakika sonra karşımdaki masaya biri sarıklı diğeri fesli iki adam geldi. Bunlar galiba yolda başladıkları bir münakaşaya devam ediyorlardı: çünkü mübahesenin başlangıcında ses o kadar yüksek perdeye çıkamazdı. Dinlememek kafamı dinlendirmek istedim kabil olmadı. Bu iki muarız kulaklarımı iyice ses hapsine aldılar! Fesli diyordu ki: – Hem memlekette bir şey yapılmıyor diyorsunuz; hem de medeniyet namına hangi işe teşebbüs olunursa engel olmak Hiç de mi ilerlemeyelim? – Hoppala! Ma’kul olmak şartıyla ne gibi bir harekette bulundunuz da bizden bir muhalefet yahud mümanaat gördünüz? Dikkat ediyor musun “ma’kul” diyorum “meşru’” demiyorum. Zira ma’kul olan şeylerin kaffesi meşru’ meşru’ olan işlerin hepsi ma’kuldur. – Din namına bu kadar müsamahakarlık da mutlaka zat-ı fazılanelerinin ictihadı olacak!... – Hayır efendim Hazret-i Peygamber buyuruyor. Din akıldan ibarettir; aklı olmayanın dini de olamaz. Akla bu kadar yüksek paye veren Müslümanlığın ahkamında ma’kul olmayan bir hüküm bulunabilir mi? Ne hacet! Bütün tekalif-i şer’iyye zevi’l-ukula ait değil midir? Yoksa siz ilm-i hali de mi anlayarak okumadınız? – Rica ederim sadedi kaybetmeyiniz... Bir heykel için bu kadar söz söylenir mi? – Asıl sadedi solda bırakan sizsiniz. Ben heykel dikmek şer’an haramdır yahud mübahtır tarzında yarım kelime bile söylemedim. Yalnız şimdi bunun sırası mıdır dedim. Siz bu sualim üzerine az kaldı beni irtica ile itham edecektiniz! – İyi ya ay efendim Midhat Paşa gibi muazzam bir vatan-perver manlılar’ın kadirşinaslığını bir kat daha i’la etmez mi? Basra’ya çıkan bir Avrupalı merhumun heykelini görür görmez bizim hakkımızda ne müsaid hisler beslemez! – Heyhat! Siz Direklerarası caddesinin göbeğinde yatan Osman Baba türbesini gördüğünüz zaman nasıl bir his ile mütehassis oluyorsanız her türlü ümrana kabiliyeti olan Basra’yı o güzel memleketi yangın yeri halinde gören bir yabancı gözde o harabenin ortasında bir heykel-i ma’mura tesadüf edince aynı duyguyu duyar; ölülere heykel dikeceğinize birer meyyit-i gayr-ı müteharrik birer heykel-i camid şeklini alan şu zavallı millet-i merhumeye ruh-ı gayret hayat-ı faaliyyet nefh etmeye çalışınız. Bu halkın binde dokuz yüz doksanı Midhat Paşa’nın kim olduğunu kendilerine ne gibi mebrur hizmetlerde bulunduğunu okuyup anlamadıkça heykeline onun mezartaşına baktığı nazar-ı hürmetle bile bakmaz; bakmamakta ma’zurdur. Mektep yok medrese yok yol yok şimendifer yok vapur yok; namütenahi hazain-i servet topraklar altında yatıyor aldıran yok; okuyan yok yazan yok... Bu kadar yokluk – Lakin ne kadar bedbinsiniz! Asırlardan beri harab edilen bu memleket iki günde Almanya gibi olsun diyeceksiniz; yavaş yavaş hepsi olacaktır. – Ben zaten olmayacak demedim; hem olacağından eminim. Olması için hisseme düşen faaliyyeti de eda etmekten hiç çekinmiyorum. Namlarına heykel dikilmesini hoş görmediğim Midhatlerin Kemallerin nasıl adam olduklarını üç senedir üç yüzden fazla şakirdlerime adam akıllı öğrettim. Çocuklar Midhat’in Kemal’in ruhunu anladılar heykelini görmeseler de olacak... – İyi ama görseler daha iyi değil ni? – Fesübhanallah! Siz hiç lakırdı anlamıyorsunuz! A kuzum baksanıza yapılacak neler var! İstanbul’a otomobil otobüs getirdik her gün iki kurban veriyoruz. Sabredin memleket donanmamız tuttuğu tarik-i terakkıyi müntehasına kadar kat’ etsin; bütün cihan medeniyette bize en muhterem en muazzam bir mevki’-i hürmet ifraz edilsin; el-hasıl bizim Avrupalı dostlarımızdan bir eksiğimiz varsa o da eazım için heykel dikmekten ibaret kalsın... O zaman elele verir heykel dikelim mi dikmeyelim mi diye bab-ı fetvaya koşarız. Muhaverenin alt tarafını zabtedemedim çünkü arkadaşım geldi beni evvelce kararlaştırdığımız bir yere götürdü. Hutbelerle mevaiz-i diniyyenin ıslah ve tehzibi hakkında ahiren Mısır’da meşahir-i fuzaladan mürekkeb bir Encümen teşekkül etmiştir. Mısır gazeteleri bu Encümen’in hidemat-ı atiyyesini nazara alarak takdir-amiz uzun bendler neşrediyorlar. Sıratımüstakım’in mahdud olan sahaifi şayan-ı tercüme olan bu uzun bendleri nakle müsaid değildir. Binaenaleyh Encümen’in yalnız nizamnamesini tercüme etmekle yatını te’mine medar olmak üzere üstad-ı ekber Şeyh-i Ezher’in himayesi altında bir encümen teessüs etmiştir. kir Efendi’nin taht-ı riyasetinde Mısır’ın büyük mahkeme-i şer’iyyesi a’za-yı sabıkasından Muhammed Efendi et-Tavhi ve Ezher meclis-i idaresi a’zasından Şeyh Ahmed Uşeysi ve Şeyh Abdulgani Mahmud ve Seyyid Muhammed el-Belavi ve Ezher ekabir-i ulemasından Şeyh Said el-Mevci ve Şeyh Seyyid el-Marsafi efendilerle Urvetü’l-Vüska Cem’iyeti murahhası Abdulfettah Yahya efendilerden müteşekkildir. Reisin gaybubetinde a’za beynindeki ekabir-i ulemadan sinnen en büyüğü vazife-i vekaleti ifa eder. Encümen dördü tecavüz etmemek üzere a’zasını tezyid edebildiği gibi murahhas olmamak şartıyla muhil olacak a’zalığa bir diğerini reisin bulunduğu taraf tercih olunur. belerin mevzuunu ta’yin eder ve a’zadan her birinin bu babda varid-i hatırı olacak mevzulara dair teklifat ile hutbe ve mev’izaların terakkıyatıyla iştigal eden zevatın haricen vuku’ bulacak tekliflerini tedkık ve muvafık olanları kabul eyler. Cem’iyetine merbut Mekarimü’l-Ahlaki’l-İslamiyye ve Mecelletü Cem’iyeti’l-Melaci-i’l-Abbasiyye nam risalelerle ceraid-i sairede i’lan olunur. Alimiyyet şehadetnamesini veya bu derecelerde haiz-i ehliyyet olduklarını gösterir vesaiki haiz olanlarla bilumum hutaba Encümen’in şu i’lanlarla açmış olduğu müsabakaya dahil olabilirler. Müsabakaya dahil olan zevat tarafından yazılacak hutbeler “Mısır’da Ezher Cami-i Şerifi’nde Mevaiz ve Hutab-ı Diniyye Terakkısi Encümeni Riyaseti adresiyle doğruca encümen riyasetine gönderilir. Bir ay zarfında birden fazla hutbe hiçbir muharrirden kabul olunmaz. gününde gönderilir. Ashabı imzalarını vazıhan yazarlar ve haiz bulundukları şehadetnamelerle ikametgah ve şöhretlerini ve kendileriyle ne suretle muhabere edileceğini gösterir bir varakayı rabt ederek kapalı zarf derununda Encümen’e rifede irad olunmaya layık gördüklerini intihab eder ve her halde gönderilen hutbeler kabul olunsun olunmasın ashabına beler için vasati üç lira olmak üzere bir mükafat kararlaştırır. hutbe kabul etmek ve içlerinden beğendiğini neşr eylemek müsaid olmadıkça bu kabil zevata mükafat takdiri hakkında bir mecburiyet ma’nasını tazammun etmez. beler gerek Divan-ı Evkaf’a tabi’ ve gerek mesacid-i ehliyyeye me’mur bilumum hutaba için tanzim-i hutabda numune şuun-ı diniyye ve dünyeviyyelerini layıkı vechile tanzimde te’sirat-ı hasene vücuda getirir hutbe ve mev’izalar için ne gibi şeylere riayet olunmak lazım geldiğine dair olan nesayihi Encümen risalelerle neşreder. şayan-ı neşr gördüğü hutbeleri ve madde-i sabıkada beyan olunan irşadat ve nesayıhı tab’ eylemek Urvetü’l-Vuska Cem’iyeti’ne aittir. Papinianus’un yazmış olduğu yedi kitapta hıristiyanlar balada ta’dad eylediğimiz bid’alardır. Duçar olduğu tazyikattan dolayı Hıristiyanlık mahiyyet-i asliyyesini tamamıyla kaybetmemiş ise de vaz’-ı aslisi büsbütün değişmiştir. Dünyaya hükümran olacak bir mesihin vürudu i’tikadı tamamıyla zail olmuş rahipler putperest hakimlere muvafakat etmeyen güruh-ı mutaassıbine firak-ı mu’tezile namı verildi. hıristiyanlar putperest hükümdarlar uğrunda muharebeye başladılar. Putperest ma’bedlerinde bulunan esnamı hedm ü tahribden dolayı idam edilen hıristiyanlara şüheda nazarıyla bakılmadığı gibi hıristiyanlar bizzat ma’bedlerin hıfz u hırasetini deruhte eylediler. Nasayıh-ı Mesihiyye’ye dikkatle edilen mütabaat ve riayet yavaş yavaş zail olmaya başladı. Putperestlerle ihtilat neticesi olarak nasaranın birçok kavaid ve avaidi değiştiği gibi putperestlerin dahi birçok merasim ve adatı tegayyüre uğramıştır. Sanemlerine bir nazar-ı istihfaf ile bakmaya başladıkları gibi dinlerine temessük hususunda pek çok mübalatsızlık hüküm-ferma olmaya başladı. Kahinlerin vaz’-ı azamet-füruşanelerine nazar-ı gayz u buğz ile bakmaya başladıkları gibi azamet ve haşmetleri uğrunda sarf edilegelen mebaliği istiksar eder oldular. Ol zamanlarda Roma ordularının eski itaat-ı askeriyyeleri mahvolmuştu. Askerlerin kısm-ı a’zamı yabancı ve para ile isticar edilmiş eşhas olduklarından zaten memleketin diniyle mütedeyyin değiller idi. Kahin ve kahinelerin müzergin melbusat ve huliyyatlarına nazar-ı hıkd u hased ile baktıkları gibi o zuhruf ve alayişi yağma edecek olan yeni bir dine iştirakten geri kalmamaya zihinlerinde karar vermişler Ahval minval-i meşruh üzere cereyan eylediği bu esnada olmak i’tibarıyla bu taht-ı hükümdaride hakkı olmadığı gibi zaten ne meclis-i umum ve ne meclis-i a’yan tarafından yesinde kazanmış idi. Şecaatinden dolayı askerin kendisine bir meyl ve muhabbetleri var idiyse de en ziyade kendisini askere sevdiren İtalya’yı fetih ve dinini tebdil ile bu sırada meclis-i a’yanın hükm ü nüfuzunu kesr eylediği gibi pay-i tahtını dahi Roma’dan İstanbul’a nakil ve tahvil eylemişti. Putperestliğin birçok kavaid ve avaidini değiştirmek suretiyle kahinlerin bir hayli emval ve emlaklerini zabt ve gasb eylemiş idiyse de vefatından birkaç gün evveline kadar Hıristiyan dini ahkamıyla amil değil idi. Akaid-i Nasraniyyet’i hakkıyla telakkı ve Catechumeni ayini icra etmemiş olduğu gibi zaten Nasraniyet’e duhulünde vaftiz edilmemiş ve Sakramen usulüne dahi riayet eylememekte bulunmuştu. Bu hakıkatin hilafı olarak müşarun-ileyhe ait ne yazılmış ise ya sırf kizb ve düruğ veyahud hulus-karlık ve müdahene suretiyle yazılmıştır. Gerçi validesi Hıristiyanlığa pek çok hizmet etmiş ve bir hayli kiliseler inşa ettirmiş ve kendisi dahi gasb eylediği emval ve emlakin bir kısmını kiliselere bahş eylemiş kendisine isticlab idi. Akaid-i Nasraniyet’i tevhid maksadıyla Nicene Mecma-ı Ruhbanisi’ni teşkil ve i’tiraf-ı zünub usulünü vaz’ u te’sis eyledi. Ve hıristiyan rahiplerine bir çok eyledi. Memalikte bulunan piskoposları adeta valiler üzerine bir nevi müfettiş ve hafiyye suretiyle isti’mal eylemekte idi. en zi-nüfuz şehirler olmasıyla patriklerine adeta bir prenslik payesine şebih rütbeler tevcih ve bu suretle ahalinin hürmet ve muhabbetini kazanmış idi. Veseniler esnam-ı ma’budeleri namına ma’bedler inşa ettikleri gibi hıristiyanlar dahi havariyyun ve eizze-i nasara ve melaike namlarına kiliseler inşa ve aynı usul ve ayini icra eylemeye başladılar. Kiliselerin cesamet ve tecemmülatı maabid-i veseniyyenin cesamet ve alayişiyle mütenasib idi. Kiliselerin şekl ü vaziyetleri puthanelere müşabih olduğu gibi hükumet-i ruhbaniyye dahi hükumet-i kehenuta mutabık idi. O zamana ait yazılan asar-ı tarihiyyede ma’bed mihrab ta’birleri isti’mal edildiğinden başka rahiblere Sacerdotes Asiarche Syriarchae vesair elkab ve unvanlar ıtlak olunmaya başladı. şeklinde yazılmıştır. Putperestlerin en büyük kahinleri zir-i idaresinde Sacerdotes namıyla vilayetlerde baş kahinler ve kendi bulunduğu şehrin haricine hükmü nafiz olmayan Flamens namıyla kahinler bulunduğu gibi onların ma-dununda köylere mahsus Prefecti Hierophantae Agrorum lakabıyla kahinler bulunur ruhbaniyye teessüs eylemiştir. Hıristiyan hükümdarlar bu suretle putperestle hıristiyanlar arasında muvazeneyi muhafaza eyledikleri gibi kendilerine fazla bir nüfuz ve kuvvet hasıl etmek için Yahudilere dahi irae-i ru-yı iltifat etmeye başlamışlar idi. Zira Yahudilerin putperestlere olan kerahetleri Hıristiyanların keraheti kadar şedid ve belki ziyade idi. Gerçi Adrian Yahudilere pek çok fenalık etmiş ve alem-i vücuddan vücudlarını mahv ü nabud etmeye çalışmış ise de Yahudiler etraf ve eknaf-ı dünyaya yayılmış ve kendilerinden başka hiçbir unsur ları gibi yekdiğerleriyle be-gayet müttehid ve müttefik olmalarıyla büsbütün mahv ü ifnaları kabil olamamış ve bu sayede fatihlerin ve etraf-ı cihana yapılanların duçar oldukları tefrika ve izmihlale giriftar olmayarak hüviyyet-i unsuriyyelerini muhafaza edebilmişlerdir. Hıristiyan hükümdarları Yahudilere hürriyet-i mezhebiyye lerden almakta oldukları zekat ve sadakatı kema-fi’s-sabık gibi askerlikten ve vergiden ve her gune tekalif-i amiriyyeden muaf tutulmakta idi. Constantine Constantius Valentinianus Valens I. Theodosius Arcadius... nam hükümdarlar taraflarından neşrolunan beyannamelerle Yahudilerin yalnız hürriyet-i mezhebiyyeleri değil belki sinagogları himaye edilmiş ve hıristiyan rahiplerine edilen riayetin aynıyla hahamlara edilmesi emrolunduğu Theodosius’un kanunnamesinde muharrerdir. nan bir emirnamede ber-vech-i ati yazılıyor: Yahudilere bahş ü ihsan olunan imtiyazat hususat-ı atiyyeden lerini muhafaza olmasıyla hahambaşılara mukaddes patrik unvanının tevcihi ve ma-dununda bulunan hahamlara Hıristiyan kavanin ve nizamatına tabi’ olan teb’amızın riayet eylemesini emrediyoruz. Bu emri ben ve benden evvel geçen mukaddes Kostantinos Constantius ve Valentinianus ve Valens nam hükümdar ve prenslerin emirleridir deyu masturdur. sonra neşr olunmuş ve dört yüz on iki tarihinde dahi aynı emri ikinci Theodosius vermiş idiyse de Yahudi rüesa-yı ruhaniyyeleri bu evamir ve imtiyazatı su-isti’mal ettiklerinden du ve on beş sonra sinagolar namına musevilerden hahamların cibayet eyledikleri emvali canib-i hükumete zabtolundu. Yahudiler imtiyazat-ı salifeye nailiyyetleri hengamlarında şarkta ve garpta ve Filistin ve Babil ve Ceziretü’l-Arap ve müzdad olmuştu. Ol esnada idi ki Talmut ile Targum nam kütüb-i diniyyelerini yazmış ve Yahudilik şekl-i hazıra münkalib olmuştur. Tafsilat-ı mebsutadan ol zamanlarda üç büyük din ru-yi zeminde hüküm-ferma olduğu müsteban oluyor. Ancak putperestlik tedenni ve inhitata yüz tutmuş ve Hıristiyan ve Yahudi imparator ve valiler el altından putperestliği taz’if ve tezyife başlamışlar idi. Hürriyet-i mezhebiyyelerine dair vaktiyle verilen salahiyet ve müsaedat tedricen fesh ü lağv edilmeye başlandığı gibi imtiyazat-ı mahsusaları dahi birer vesile ve bahane ile ref’ ü men’ edilmekte devam olundu. Bu sebepten dolayı putperestler münfail olarak hükumat-ı ecnebiyye vayatı mevsuk değilse de kabil-i ihtimaldir: Her halde ondan sonra hıristiyanların aralarına husumet ve münaferet ilkasına çalıştıkları mevsuk ve muhakkaktır. Athanasius rivayetine nazaran putperestler daima Aryan denilen taife-i nasaraya sahabet eylemeye başlamışlar idi. Hatta Nicene Mecma-i Ruhbaniyyesi’nde putperest filozofları Aryan taifesi mu’tekadatlarını müdafaa eyledikleri mervidir. hikmet-i tabiiyye ulum-ı hisabiyye orada tahsil ve teallüm ederler ve medrese-i mezkureden neş’et eden felasife-i veseniyye hissolunmayacak surette hıristiyan talebeye efkar ve ulum-ı hikemiyyelerini telkın ve tefhim eylerler idi. Ve binaberin Aryan taifesine tabi’ olan hıristiyanlar bu gibi ulum ve funun-ı felsefiyyeyi pek güzel bilirler idi. Hıristiyanlara pek büyük nüfuz ve imtiyaz verilmiş ve putperestlere ise bilakis pek ziyade ihanet ve hakaret edilmeye başlanmış olmasına nazaran Hıristiyanlığın ziyadece kuvvet ve miknet bulması muktezi iken tavaif-i Mesihiyye aralarında zuhur eden tefrika ve ihtilaftan dolayı yekdiğerlerini zemm ü kadh suretiyle imrar-ı hayat eylemelerinden umum alem nazarlarında kendilerini rezil ve hakır eylemişler lardan başka üç büyük fırka mevcudiyetlerini muhafaza eylemiş olduklarından onlardan bahsetmekliğimiz zaruridir. Fırkanın birisi Donatist denilen taifedir ki Afrika’nın kısm-ı a’zamıyla İtalya’nın bir kısmında münteşir idi. mühimminde icra-yı nüfuz eylemekte idi. Üçüncüsü Novation taifesidir ki bunlar her tarafta hüsn-i nazarla manzur ve mültefit pak-damen ve saf meşreb addolunurlar ayrı ayrı rahipleri var idi. Rusya’da münteşir matbuat-ı İslamiyye Kazan’da edebiyyat-ı olduğunu yazıyor. Kütüphane Kazan Darü’l-fünun’u Türk lisan ve edebiyat muallimi müsteşrikın-i ma’rufeden Profesör Katanof’undur. Mumaileyh bu kütüphaneyi bir çok seneler zarfında i’tinalı bir tedkık ile toplamıştır. Kütüphanede Türkçe’nin muhtelif şiveleriyle ve elsine-i şarkıyye ve garbiyye ile muharrer binlerce mücelled varmış. Vakit refikımız kütüphaneyi anlatırken mükemmeliyetini izhar için diyor ki: “Şura” idaresi ve payitaht kütüphanelerinde bulamadığı kitaplarından bazılarını Katanof’un Kütüphanesinde bulmuş idi.” Rusya müslüman gazeteleri bu kütüphanenin milletdaşları tarafından iştirasını tavsiye ediyorlar. Lakin eğer Rusyalı kardeşlerimizden alan bulunmazsa İstanbul kütüphane-i umumisi için iştirası muvafık olur zannederiz. Memalik-i İslamiyye’den Türkiye’ye akıp gelmekte olan muhacir sellerine Avrupa hükumatı ve matbuatı başka bir ma’na veriyor; bunların zu’munca güya Türkiye hükumeti şu muhacirleri kasden ve bilerek celb ediyormuş güya hükumet-i mezbure bunun için memalik-i İslamiyye’de bir çok acenteler bulunduruyormuş acenteler ahali-i İslamiyye’nin uruk taassubunu tahdiş ederek Türkiye’ye doğru sevk ediyorlarmış!.. Bundan hükumet-i müşarun-ileyhanın iki maksadı var yanında bir “İttihad-ı İslam” fikri uyandırmak; ikincisi ise müslümanları başka memleketlerden celb ederek Osmanlı taht-ı idaresinde İslamları ekaliyyet teşkil eden vilayetlerde Şu müddeiyatın cümlesi vahi bir hayalattan ibarettir. Daha doğrusu şu müddeiyat hükumat-ı ecnebiyyenin teb’a-i müslime hakkında ta’kib ettikleri meslek-i teaddi ve i’tisafkaranenin setri için ileri sürülen bir saniadır. Filhakıka muhaceret ictimai bir hal olduğu için bir takım hadisat-ı ictimaiyyeden neş’et etmesi lazım gelir. Ve illa masnu’ ve gayr-ı hakıkı te’sirat ile muhaceret ihdas ettirmek kabil değildir. Tek tek adamları mülahazat-ı şahsiyye ve tahrikat-ı diniyye tün bir memleketi bütün bir kitleyi bu gibi tahrikat ile hicrete sevk etmek kabil değildir. Zira asırlardan beri barınmış oldukları ab u hevası ile neşv ü nema buldukları bütün hatırat-ı hayatiyye an’anat-ı tarihiyyesiyle alakadar bulundukları bir çok revabıt-ı maddiyye ile merbut oldukları vatanı birden bire terk ederek hane ve kaşanelerinden tarla ve emlakinden kavim ve akrabalarından ayrılmanın ahval-i maddiyye ve ma’neviyyesi kendilerince mechul olan gurbet ellere azmetmenin ne kadar güç ne kadar müşkil bir keyfiyet olduğunu herkes anlar. Zaten vatandan hicret kalbinden gönlünden hicret demektir. Vatanın kalb-i insana saldığı damarlar koparılmayınca bir çok avamil-i ictimaiyye ve hayatiyyenin netice-i te’siratı olarak insanı vatandan usandırmayınca bıktırmayınca insan terk-i vatan gibi müşkil bir harekete kalkışmaz. Avrupa tarihi tamamıyla bu hakıkati te’yid ediyor. Avrupalıların kurun-ı vustada Amerika’ya hicretleri hemen “muharebat-ı diniyye” namıyla kesb-i şöhret eden devirde vuku’ bulmuştur. Katolikler tarafından şiddetle ta’kib edilen Protestanlar kendilerini engizisyon autodafe Bartolome Geceleri dehşetlerinden istihlas için Amerika’ya muhaceret mecburiyetinde bulundular. El-yevm Rusya ve Romanya’da Yahudiler hakkında icra edilen ta’kibat ve tazyikat da bu mazlum kavmi aynı harekete mecbur ediyor. Avrupa amele ve fa’alesi ise tazyikat-ı ret ediyorlar. siyasi dini ve iktisadi müessirattan ibarettir. Aynı avamili İslam muhaceretinde de aramalıdır. Fakat Avrupalılar şu nazariyeleri ri alışmış oldukları İslam’a karşı iftira ve bühtanda inat ve ısrar edeceklerdir. Bunların akıdesince İslam bütün insaniyet ve hatta bütün kainat içinde bir kısm-ı mahsus teşkil ediyormuş. Bütün zerrat-ı kevn ü mekana te’sir-i nüfuz eden kavanin-i tabiiyyenin alem-i İslam üzerinde zerrece te’siri yok imiş! İslam arasında bulunan teşkilat-ı ictimaiyye başka bir şey avamilin onlar hakkında verilen ahkamın İslam teşkilat ve alamat-ı ictimaiyyesi üzerinde ne te’siri ve ne hükmü var edilen alamat-ı siyasiyye ve ictimaiyye yalnız bir esas üzere taassub ve vahşet esası üzerine teessüs etmiş imiş ve buna te’sir-i nüfuz eden kuvve ve kanun da ancak taassub ve vahşetten ibaret imiş! Muhaceret de keza! Başka yerlerde muhaceret birçok avamil-i siyasiye-i diniyye iktisadiyye ve ceret hemen taassub ve vahşetten neş’et ediyormuş!.. vech-i muhtasar nazariyeleri! Şu nazariyenin ne derecede doğruluktan ne derece hak ve hakkaniyetten baid olduğu ve ne kadar taassub ve vahşetle mali bulunduğu apaşikardır. Bakınız: el-Cezayir’de Fransızca neşredilen Days Algeric gazetesi Cezayir Araplarının Suriye’ye doğru muhaceretleri hakkında neler yazıyor: “Cezayir Araplarının Fransız kavanininin bütün teb’a-i franseviyyeye bahşettiği hukuk-ı siyasiyye ve medeniyyeden mahrum bulundukları ma’lumdur. Halbuki el-Cezayir’de bulunan ecnebilerin bile bu babdaki mevki’leri yerlilerinkinden kat kat iyidir. Yerliler bittabi’ bu hal ü evza’dan na-razı ve müştekidirler. Bununla beraber kaç senedir ki el-Cezayir’de kuraklık neticesi olarak ziraat mahsulatı pek fenadır: bundan dolayı zürra’ büyük müzayakalar altında eziliyorlar. İşte bu hal ü evza’dan istifade ederek birçok Avrupa sermayedarını yerli şeyhler ile uyuşup sata müracaat ederek ağır faizler ile para ikraz ediyorlar: Lakin vaktinde borçlarını ve faizini veremiyorlar. Tarlalarını ve mezruatı satmak mecburiyetinde bulunuyorlar. Bundan bi’listifade o müessesat sahipleri “Köylüler arasına Türkiye’de muhacirin-i İslamiyye’ye çiftlikler paralar hayvanat veriliyor” şayiasını neşrediyorlar. Tarlasından mezruasından servet ve samanından mahrum edilmiş fakir ve serseri haline getirilmiş vatanında bir daha gün görmeyeceğini saadet bulmayacağını duymuş olan zürra’ için şu şayialar bir medar-ı ümid ve hayat olarak Türkiye’ye doğru ru-beray-ı azimet olurlar. İşte el-Cezayir muhaceretinin başlıca sebebi! Kafkasya’da Kırım’da Rusya’nın müslümanlar ile meskun başka yerlerinde Rusya hükumeti daha şiddetli daha katı vesilelere müracaat ediyor. Buralardan Müslüman ahaliyi püskürtmek için hükumet en küçük en ehemmiyetsiz şeyleri bahane ederek en iyi tarlaları müslümanların ellerinden alıyor. Rusya’dan Rus muhacirleri getirip müslümanlardan gasbettiği yerlerde iskan ettiriyor. Rus muhacirlerini baştan aşağı müsellah ettiği halde komşuları olan müslümanlardan eslihayı alıyor. Bu münasebetle Ruslar daima müslümanlar üzerine muhacemede tecavüzatta bulunuyorlar. Bittabi’ Rusların irtikab ettikleri cinayetler cezasız kalıyor. Bilahare bıkmış usanmış ahali muhacerete mecbur oluyor. tanlarından müfarakate mecbur olan müslümanlar bittabi’ alem-i İslam’ın merci-i yeganesi olan Osmanlılara doğru sürünüp geliyorlar. Maa-zalik Avrupalılar bundan da istifade etmek esbabı kendileri tarafından tertib edilmiş muhaceret-i İslamiyye’de de bir vesile-i bühtan ve iftira arıyorlar. Ser-amedan-ı ahrar-ı İslamiyye’den olan Doktor Nazım Bey şu mes’ele hakkında Rus rical-i devletinden bir zat ile mülakat ettiği esnada pek musib olarak buyurmuş ki: “Müslümanların Memalik-i Osmaniyye’ye doğru muhaceret etmelerini nizde iyi geçindiriniz! Bunlara vatanları cehennem oldukça bunların cehennem azabından kaçmaları ve bizim Hilafet-i himaye edeceğimiz pek tabiidir ve kimsenin buna dair hakk-ı şikayeti olamaz” işte bir hakıkat ki hiçbir te’vil ve su-i tefsir ile zail olamaz. – – Muallim-i muhterem Sorel İngilizlerin tabiatlerini şu sözlerle hülasa ederdi: “İngilizler gayet müteşebbis cesur menafi’-i maddiyyelerine pek düşkün kibirli sert ve muannid adamlardır.” Sonra İngiliz siyasetine geçerek ilave eylerdi: “İngilizlerin siyasetleri de tabiatlarına benzer: Müteşebbis cür’et-kar müteazzım ve inatçıdır. Saint James hükumeti siyasetinde yalnız İngiliz menafi’-i maddiyyesini gözetir. İngiliz siyaseti bütün ma’nasıyla bir siyaset-i menfaattir. İngiliz siyaseti İngiliz ticaretinin bir başka revişte devamından ibarettir.” Zaten münasebat-ı beyne’d-düvelde hissiyata hiç yer yoktur. Bununla beraber İngiliz siyaseti hissiyattan tamamen muarra olmakla meşhurdur... İngiliz siyaseti menafi’-i memleket icab ettirirse en makduh gibi görülen vesaite müracaattan bile çekinmez: “İngiliz entrikası” lisan-ı siyasette alem olmuştur; İngiliz diplomasisi maksadı uğrunda fesad cem’iyetlerini bile kullanır derler; mesela Rusya imparatoru birinci Paul’un katlinde İngiliz parmağı bulunduğunu Napolyon Bonaparte resmi gazetesiyle i’lan ettirmiştir. cüz’üdür. Siyaset-i umumiyyesinde maksad-ı asli gayet azim sanayi’ ve ticaretin serbesti ve emniyetini kemaliyle müdafaa eylemektir. Bunun için evvela sanayi’ ve ticaret-i azimesine la-büd ham eşya tedarik edip eşya-yı ma’mulesini bir de aynı maksadla medeniyetçe dun bir takım müstakil devletleri nüfuz-ı iktisadisi altında tutar. –Saniyen işbu müstemleke ve devletleri Britanya adalarına rabt eden yolları yani denizleri taht-ı hükmünde bulundurmak hiç olmazsa onları İngiliz gemilerinin serbesti-i seyrine mani’ her türlü mehalikten beri tutmak ister. mevki’ kazanmaya başlaması ancak on sekizinci asr-ı miladi nihayetlerindedir. Evvelce İngiltere’nin şarkta en yakın dostu o zamanlar ma’ruf bir ta’bir ile “muhibb-i tabiisi” Türkiye’nin adüvv-i ekberi olan Rusya idi; çünkü Rusya liz müstehliklerine bereketli bir hububat anbarı olduğu gibi henüz şarka ait vasi’ tasavvuratını kuvveden fiile ihrac edebilecek kadar iktisab-ı kudret de eylememişti. İkinci Katherina çarlık tacını giyince iş pek değişti. Çariçe Türkiye’ye ilk hücumuyla Divan-ı Hümayun’u Kaynarca muahede-i muzırrasının akdine icbar etmiş idi. Birkaç sene sonra Kırım saltanat-ı Osmaniyye’den koparılıp muttasıl cenuba doğru akan Rus seyl-i istilasına Karadeniz ve Boğazlar da açılmış oldu. Katherina’nın Türkiye’ye ikinci savleti Türkleri Rumeli’den boğazlardan Adalar denizi sevahilinden kovarak köhne Bizans imparatorluğunu mezarından çıkarıp koltuğu altında dirilterek Akdeniz’in şark havzasına tamamen hakim olmak maksadına mebni idi. Katherina’nın Avusturya hükümdarı İkinci Joseph’le beraber kurdukları tarihte “Grek Projesi” namıyla şöhret alan bu geniş ve büyük hayaller hakıkate çevriliverecek olursa İngiliz ticaretinin hayli miş olacak daha fenası Hind yolu adalar denizinin girift cezairi arasında kolaylıkla saklanıp pusu kurabilen Rus gemilerinin daimi tehdidi altında bulunacaktı. Bunun içindir ki karşı Türkiye’ye en ziyade tarafdar çıkan devletlerin birisi ayrılmışlar hatta ayrılmakla kalmayarak tabii düşman bile olmuşlardı. Bu sıralardadır ki İngiltere avam meclisi a’zasından bir zat İngiltere’nin Rusya ile asırlardan beri devam eden revabıt-ı hubb u vedadını ve bunların bağlanmış olduğu menafi’-i mütekabile-i iktisadiyyeyi ihtar eyleyerek hükumetin tuttuğu yeni tarz-ı siyasete i’tiraz etmiş idi de Baş Vekil Büyük Pitt’ten tarihçe meşhur şu cevabı almıştı: “Ruslar bütün memalik-i meftuhalarını muhafaza etsinler harekat-ı askeriyye ve siyasiyyelerini sonuna kadar götürsünler Türkleri Avrupa’dan kovsunlar bunda bizim için hiçbir zarar yoktur diyenler ile mübaheseye girişmeyi bile fazla bulurum.” Pitt bunu avam kamarasının Nisan celsesinde söylemiştir. Pitt’in bu sözleri İngiltere’nin şark siyasetinde takriben bir asır müddet mer’iyyü’l-hükm bir düstur olmuştur. İngilizler ondokuzuncu asır devamınca devlet-i Osmaniyye’yi şimalden gelen Rus istilasına karşı müdafaaya çalışmışlardır. Lakin asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki İngilizlerin istiklal ve tamamiyet-i mülkiyye-i Osmaniyye’yi müdafaadan maksad-ı hakıkıleri Hind’i Hind yolunu muhataradan saklamak Türkiye pazar ticaretini kendilerine açık bulundurmaktı. Hindistan her türlü mehalikten masun kalmak için Hind yolu ya bizzat İngilizlerin elinde olmalı yahud İngilizlere ve nüfuzu altında bulunmalıydı. Türkiye İngilizlerin fikrince tam matlublarına muvafık zebun bir devletti. –İkinci bir maksadları ise sultanın haiz olduğu kuvve-i Hilafet’ten istifade eylemekti. On sekizinci asırda ve hatta on dokuzuncu asrın fet kuvve-i muazzama ve mukaddesesinden siyaseten müntefi’ olmak isteyip istemedikleri mechulüm ise de İngilizler Hind’de içe yerleşir yerleşmez Hilafet mes’elesini tedkıke ve ondan ne yolda istifade edebileceklerini taharriye koyuldukları şüphesizdir. İngiltere’nin İstanbul sefiri Layer Hariciyye Nazırı Lord Derby’e Haziran tarihli yazdığı tahriratında İngiltere’nin şark siyaseti ledünniyatından bahsederek şöyle diyordu: “Türkiye’ye yardımımızı icab eden siyaset Türklere yahud dinlerine mücerred bir muhabbet beslememizden neş’et etmiyor; sırf kendi emniyet ve menfaatimiz tasdik edilmiş olan bu siyaseti onunla hiçbir rabıta ve münasebeti bulunmayan vekayi’-i ahire ihlal edemez bu siyaset kısmen Rusların şarktaki amal-i muhterisanelerine karşı Türkiye’nin bir hail olduğu ve din-i Muhammedi’nin reis-i mutaı Sultan’ın teb’ası arasında milyonlarca müslümanlara malik İngiltere’ye nafi’ belki elzem bir müttefik bulunduğu akıdesine müsteniddir.” Demek İngiltere asr-ı miladide hamisi görünerek milyonlarca müslüman teb’asının muhabbetini celb itaatini te’min etmek istiyor; hatta ihtimal ki Halife’nin o teb’aya bazı te’sirat-ı ma’neviyyede bulunabilmesini de büsbütün haric ez-imkan bulmuyordu. Bunun mamen kendisinin adamı olacak bir Halife yetiştirmeye de çalışıyordu... Kuvve-i Hilafet İngiltere için hem pek faydalı hem de gayet zararlı olabilir müdhiş bir silahtır. Bu silahın sahibi İngiltere’ye dost daha doğrusu muti’ olursa onu da silahı da hüsn-i muhafaza etmek lazımdı; ama o silah İngiltere aleyhine çevrilmek istenilirse her türlü vesaite bi’l-müracaa silahı da hamilini de mahv eylemek elzemdi. Çünkü o silah Osmaniyye’nin Rusya taarruzatından himaye ve müdafaa olunması Hind yolunu muhafaza kastıyla değil miydi? Eğer bizzat Devlet-i Osmaniyye kuvve-i Hilafet’e müsteniden Hind’in yalnız yolunu değil asıl kendisini tehdide kalkışırsa artık Devlet-i Osmaniyye’nin vücudunu izale ayın farz olmuş olmaz mıydı? Bu cihetle İngiltere’nin Türkiye müttefik ve müdafi’liği Türkiye’nin kendisini ihafe edemeyecek kadar kuvvetsiz kalması ve alel-husus Selatin-i Osmaniyye’nin sıfat-ı Hilafet’lerini çokça hatırlamamaları ile mukayyed idi. tutması Yunan İstiklaline çalışması on dokuzuncu asırda ta Osmanlı-Rus muharebe-i ahiresinin ferdasına kadar Türkiye’nin tamamiyet-i mülkiyesini Sultan’ın istiklalini müdafaa etti. Hatta bu uğurda Karadeniz’e gemiler göndererek Dobruca bataklıklarına Sivastopol bastiyonları önüne asker çıkararak İngiliz kanı dökmekten bile çekinmedi. Lakin Berlin Kongresi’nden birkaç sene sonra İngiltere’nin bu asırdide siyasetten tamamen ayrıldığını görürüz: Rumeli-i Şarki Bulgaristan’a iltihakını i’lan eylediği zaman tamamiyet-i mülkiyye-i Osmaniyye’yi ve bunu mütekeffil Berlin Muahedenamesi’ni en az müdafaa eden Bulgaristan’ın teşkiline sai iken İngiltere saltanat-ı Osmaniyye’nin tamamiyet-i mülkiyyesi esası namına karşı gelmiş ve menafi’-i Osmaniyye’yi cidden müdafaa eylemişti. Rumeli-i Şarki mes’elesi üzerine toplanan İstanbul Konferansı’nda ise Rus ve İngiliz sefirlerinin rollerini trampa ettikleri nazar-ı hayrete çarpıyordu: bu sefer tamamiyet-i mülkiyyenin müdafii Rus sefiri büyük Bulgaristan teşkilinin mürevvici İngiltere elçisi olmuştu! Bundan böyle İngiltere siyaset-i şarkıyyesi Türk dostluğu esasından gittikçe mütezayid bir sür’atle ayrılır uzaklaşır; nihayet bir dereceye gelir ki artık İngiltere Devlet-i Osmaniyye tamamiyet-i mülkiyyesinin müdafii olmak şöyle dursun mevcudiyet-i Osmaniyye’nin bile adüvv-i bi-emanıdır... esnasında vuzuh-ı tam ile tecelli eder. Ermeni vak’a-i müessifesinin avamilinden birisi devr-i sabıkın hükumetsizliği ise diğer birisi de İngiliz entrikası olduğu şüphesiz gibidir. Bu babda tafsilat almak ve delail bulmak isteyenler Renuie Pinon’un “L’Europe et L’impere Otoman”a müracaat buyursunlar: sahife ila İngilizler vak’anın hüdusuna çalıştıktan sonra vak’a hengamında alem-i Nasraniyyet’in heyecanından bi’l-istifade Devlet-i Osmaniyye’yi tahribe kalkışmışlardı. Ermeni vak’ası esnasında İngiltere’nin maksadı yalnız hakan-ı mahluu hal’ ettirmek değil Devlet-i Osmaniyye’yi parçalayıp mahv eylemek idi: senesi Ağustos’unun nihayetinde İngiltere Hariciye Nazırı Lord Salisbury Dover’de irad eylediği bir nutk-ı tavil-i siyaside adalet-i tarihiyye yerine gelip yakın zamanda Türk imparatorluğunun yeryüzünden kalkacağını haber veriyor ve diyordu ki: “Sakın beni cerrahlık etmeye hahiş-ger zannetmeyin.. Bununla beraber tehlike mevcud ve ber-devamdır. Bir merkez-i taaffün var ki oradan hastalık ve çürüklük Avrupa’nın a’za-yı salimesine de sirayet edebilir.” Gerçi Salisbury nutuklarında en ziyade Sultan’a mutaarrız gibi görülürse de Sultan onun nazarında Türkiye’nin timsalidir; söz nutuktan vesaik-i resmiyyeye intikal ettiği vakit bu mübhemlik kalmaz; mesela Salisbury’nin Teşrinievvel tarihiyle Düvel-i Muazzama’ya dağıttığı memorandumunda aynen şu sözler muharrerdi: “Artık aşikar oldu ki işbu belaya-yı azime measi ve hatiatıyla yıkılmakta olan bir devletin hayatını idame eyleyemez.” Ermeni vak’asında İngiltere devleti tehdidini ika’a yani Devlet-i Osmaniyye’yi taksim ve tahribe muktedir olamadıysa da Türk ve müslüman düşmanlığı siyasetinde yine evvelki şiddetiyle devamında ısrar eyledi. Bu anti-Türk anti-müslüman siyasetin tecelliyat-ı muhtelifesini Mısır Makedonya Girid Arabistan Irak ve Akabe mes’elelerinde bulup meydana çıkarmak pek kolaydır. Lakin bizim burada maksadımız İngiltere’nin şark siyasetini hatve-be-hatve ta’kib etmek olmayıp ancak son yirmi otuz sene içinde ne kadar çok değişmiş olduğunu göstermekten ibarettir. Binaenaleyh mesail-i mezkureden bahse lüzum görmeyiz. Bu kadarcık evvelki ve sonraki İngiliz siyaset-i şarkıyyesi birbirinin zıdd-ı kamilidir: Önce İngiltere Türkiye’nin dostudur tamamiyet-i mülkiyyesini ve sultanının istiklalini müdafaaya çalışıyor; sonra düşmanıdır; parçalamaya bitirmeye uğraşıyor. Bununla beraber garibdir ki muharririnimizden bazıları hala İngiltere’nin Türkiye dostu olduğunu iddia ediyor ve muttasıl Kırım Seferi’ni Muharebesi’ni Paris ve Berlin Kongrelerini öne sürüp o zamandan beri İngiliz siyasetinin uğradığı tahavvül-i azimden bi-habermiş gibi davranıyorlar! Siyasette hissiyat olmadığı gibi an’ane de yoktur: An’anenin vücuduna inanır gibi görünmek bir siyasettir ama hakıkaten Mösyö Sorel . Asırda Fransa’nın siyaseti sistemlere siyasi an’anelere kapılıp ne azim haserata uğradığını hemen her dersinde tekrardan usanmazdı. Bina-berin biz de tekrar eyleriz: İngiltere siyaset-i şarkıyyesinin desatir-i esasiyyesinden olan Türk dostluğu kendi ta’birlerince Türkiye hamiliği ancak Berlin Kongresi’nin ferdasına kadar gelebildi. Nasıl ki Büyük Pitt asrın nihayetinde Rus-İngiliz meveddet-i tabiiyyesinin hitamını bildirmişti. Öylece Salisbury de asrın nihayetinde Osmanlı dostluğunun zevalini i’lan eyledi. Lakin unutmamalıdır ki bütün bu tahavvülata rağmen ti gibi sabit ve gayr-ı mütebeddildir: İngiliz diplomasisi sırf vatanının menfaatine menfaat-i maddiyyesine hizmet ediyor. Eğer birgün olup da Türk dostluğu bu esasa nafi’ görülürse o zaman İngiltere siyaseti zahiren yine döner Devlet-i Osmaniyye’nin en yakın dostu kesilir fakat müdara ve müdahene Takriben iki sene evvel vuku’ bulan talep üzerine İstanbul gazetelerinden birine bazı makalat yazmış idim. Bunlardan birinde Memalik-i Garbiyye’ye gelmek iştiyakını gösteren bazı gençlere başka bir zeminde olarak “Biz Şark’a bakalım Şark’a!” demiş ve maşrık-ı İslam’da refahlı hayat ile tetebbua şayan umuru garblılara bırakmamayı tavsiyede bulunmuş idim. Bu tavsiyenin gençlerden maadasına dahi lüzumu görüneceğini tahattur eylememiş idim. Avrupa’nın ta orta yerlerine kadar pa-yı istila uzatmış olan ecdadımız bugün kalksalar da ta münteha-yı garbına bile zaferyab-ı duhul olan bunca ahfadın cür’etini görseler zannederim hemen hicab-ı maduniyyet ile koşup mezarlarına girerlerdi. Ya rabbi! Bu ne üşüş bu ne muvaffakıyet! Parası olan da geliyor ödünç para bulan da geliyor beş on lirasını daha seyahati müddetinin nısfından evvel tüketip de telaş-ı havf ile azab-ı ihtiyaca du-çar olabileceklerine akılları erenler de geliyor! Gelsinler buyursunlar garbın her ciheti açıktır serbesttir; şu kadar ki kendi kesesine güvenenler ezvak-ı zatiyyesi ve ahval-i sıhhiyesi için kendi hesabına gelenlerden maadası da muttasıl bilad-ı garbiyyeye akın akın gelmeye başladı. Filan ve filan emr-i ehemmi tetebbu için Avrupa’nın memalik-i muhtelifesinde cevelan-ı seri’ icrasını deruhte edenler tarafından mülk ve devlete arz olunabilecek yararlıkların o babda harcırah ve tahsisat suretiyle beytü’lmal-i milletten verilen akçeyi helal ettirmeyeceği artık pek aşikar görünmeye başladı. Bir halk eğer hürriyete malik ise beytü’l-male verdiği verginin hatta bir kuruşunun bile mahall-i sarfındaki isabeti bilmek ister. Tabii bunu anlamaya o halkın meb’usları müvekkeldir. Meb’usan-ı kiramın ve hususan bizim Anadolu meb’uslarının artık ileride varidat-ı devletten bir kuruşun bile mahall-i sarfına i’tina buyuracakları kaviyyen me’muldür. Anadolu meb’uslarını tahsisen zikirden maksadım bekayı Devlet-i Osmaniyye için kuvve-i zahr olan ve fakat menabi-i servetinin henüz adem-i inkişafı sebebiyle saliyaneden en ziyade sarsılan Anadolu halkının beytü’l-malin sarfında her-vechile iktisada daha ziyade muntazır olduklarını ityandır. Bir işi iyi öğrenmek bir mebhasi iyi tetebbu eylemek zeka-yı dahiyaneye malik olan zevat-ı nadire için bile muhal olan bir zaman-ı terakkıde yaşıyoruz. İmdi bu asr-ı terakkı ve ihtisasta cevelan-ı seri’ halinde toplanılan ma’lumat hiç de şaibe-i sathiyyattan ari olamaz; ma’lumat-ı sathiyye ise her şeyden ziyade umur-ı devlete tatbikte tevlid-i hatar eyler. Müstemlekat-ı şarkıyyede bulunan me’murin-i Efrenc mensub oldukları bilad-ı garbiyyeye me’zunen gelmek istedikleri zaman –çok kere vakı’ olduğu üzere– hükumet namına kendileri için yapacak bir iş ihdas ederler. Binaenaleyh rah alırlar maaşlarını alırlar hatta Avrupa’da iken bindikleri araba ücretini bile mezkur hazine hesabına geçirebilirler. O mak u le sarfiyata mütehammil olan hazine ancak bir müsşeklinde yazılmıştır. temleke hazinesidir ki varidatı mecbur-ı tabiiyyet olan “yerlilerin” yani ahali-i şarkıyyenin semerat-ı amelinden tahassül eyler. Fakat bizden Avrupa’da o mak u le sarfiyyata lüzum göstermek isteyenlerin tedabiri pek makbuh “hiyel-i şer’iyye” kabilindendir. Binaenaleyh müteşebbislerinin mensub oldukları milletin vüs’at ve zarureti hakkındaki kayıtsızlıklarını ve vatan-ı zatiyyeleri hakkındaki noksani-i hiss-i hamiyyetlerini irae eder. Gerek ferden ba’de-ferdin resmiyyet namına bilad-ı garbiyyeye gelenler ve gerek bir hey’et-i safire teşkiliyle cüldür cemaat gelip de nev’ama bir vaziyet-i resmiyyet alanlar iyi bilmelidirler ki bu makule “ziyaret-i Osmaniyye”den birçok Frenklere artık kelal gelmeye başladı. İkram-ı nezaket de kabak tadı denecek bir hal almak üzeredir. Eğer işittiklerimiz tamamiyle yanlış değil ise bazı yerlerde arası çok geçmeksizin hayifinde zuhuru muhtemeldir. Buralara gelen züvvar-ı resmiyyeye yararlık gösterip teveccüh kazanmak isteyen me’murlarımız öteye beriye yazıyorlar; züvvar-ı varide için mülakat ve teshilat istiyorlar; mu’teber gazetelere de züvvar-ı varidenin “şöyle yaptık böyle yapacağız” yollu mükalemelerini dercettirmek gayretinde bulunuyorlar. Filvaki’ nezaket-i beyne’l-milel bu makule müracaatların is’afını icab eder. Maamafih ikram ve cemilede be-gayet ihtiyatla ve nedretle taleb olunmak ve israfa ma’ruz bırakılmamak kat’iyyen muktezidir. Bundan maada iştigalat-ı mühimme sahiblerinin vakti pek mahduddur; imdi onların feda edecekleri vakit ve emek bir mülahaza-i kafiyye-i maddiyye ile mütenasib olmak lazımdır. Bizimle olan muamelattan ümid olunan karın hakkımızda diriğ edilmeyen ikram ve cemileye tekabül edemediği bir hayli mehafilce hissolunmaya başlamış olsa gerektir. “Şu ıslahatı yaptık şu umur-ı adaleti yoluna koyacağız” misillü vatan ve milleti hakkında ecanibe hüsn-i te’siri me’mul olan kelamlar sarfı hamiyyet-karane sayılabilir. Fakat hitab olunan ecanibin o hususattaki hissiyat-ı hakıkiyyesi ve menabi’-i saireden alınmış ma’lumat-ı mütekaddimesi eğer layıkıyla tefahhus edilebilmiş olsa vuku’ bulan ikna’attan sadre şifa verir bir semere husule gelmeyeceği anlaşılırdı. Yaptığımız terakkıyi yapacağımız ıslahatı resmiyet namına kendimiz i’lan eylemeyelim de başkalarına söylettirelim Mısır’ın ashab-ı nukudundan olup öteden beri her yaz Avrupa’ya ya tebdil-i ab u hevaya veya havadar yerlerde bir müddet istirahata gelenlerden birçokları diyar-ı Efrenc’in tarz-ı hayatından o kadar hazzeylemedikleri için yazı bir müslüman memleketinde geçirmeyi tercih ederler. Ve fakat devr-i sabıkın tazyikat-ı mütehakkimanesinden yılıp ferah ve havadar mevakı’de bir müddet oturmak için İstanbul’a veya civarına gelemezlerdi. Bundan naşi her sene Mısır’dan yüzbinlerce lira çıkıp memleketimize değil Avrupa’ya döküldüğüne teessüfler edilirdi. Hayat-ı Efrenc’in ezvak ve hevesatından nasibdar olmak isteyen Mısırlılar müstesna olmak üzere vüs’at sahibi her bir Mısır seyyahı el-yevm memleketimizde mevsim-i sayfı geçirmeye meyl gösteriyor; imdi teshilat ve emniyet arttıkça bu meyl-i ziyaret dahi artacak ve her sene memleketimize yüzbinlerce Mısır parası dökülecektir. Hayfa ki bizde buna mukabil kendi yüzbinlerce liralarımızı Avrupa’ya getirip dökmek hevesi artıyor. Ufak tefek mesarif-i seferiyyeleri bir araya getiriniz de ne dehşetli bir yekun hasıl olur görürsünüz. Bu yekunun büyük bir kısmının beytü’l-mal-i milletten geldiğini nazar-ı dikkate alırsak ona mukabil Avrupa’dan alınan fayda-i sabitenin kemmiyyeti hemen hiçe yakın bir şey çıkar. Biz maaşçı bir halkız; başka memleketlerin ehli gibi ticaret sınaat ziraatla bulduğumuz paraları sarf eylemiyoruz. İmdi eğer himmet-i milliyyemiz haysiyyet-i merdanemiz cidden salim ise teşebbüsat ve harekatımızda istifade-i nefsaniyyeden ziyade menafi’-i milliyyenin te’minine uğraşmaklığımız lazımdır. Kemal-i şükran ile görülecek ahvalden olduğu üzere mukteziyat-ı ahval-i şarkıyye vechile şeh-rah-ı terakkıde yürümekliğimizin lüzumunu idrak edenler çoğalıyor. Maamafih şarklılıklarını müslüman hey’at-ı ictimaiyyesine mensub olduklarını kale almayan ve temeddünün ta’yin-i mahiyyetindeki noksani-i idraklerini gösteren zevatın mukadderat-ı milliyyemizi ta’yindeki kudretleri hala daha ziyadedir. Bu zevatın ümid-i tealisi tamamıyla garba ma’tuftur. Onlarca şark bir vahşet-abaddır. ve nüfuzundan dolayıdır ki beytü’l-mal-i milletten vuku’ bulacak yardım ile maşrık-ı İslam’ın hiçbir cihetine maksad-ı tetebbu’ ile daha kimse gönderilmedi. Zaten mukadderat-ı milliyyenin ta’yini ile meşgul olan zevattan hiç biri ne şark seyahatlerine rağbet eder ne de filan ve filan şeyleri tetebbu’ şarkta muntazam ve mükellef oteller yok yemekli yataklı katarlar yok. Varılacak yerlerde eğlenceli seyir yerleri yok tiyatro yok gazino yok meyhane yok kumarhane yok bilmem ne hane yok öyle ama muntazam ve mükellef otellerde ve kulüplerde büyük konaklarda bağlı bahçeli kaşanelerde her türlü esbab-ı zevk ü rahata malik olacak kadar sahib-i saman öyle garb ehl-i irfanları vardır ki kervan teşkil ederek çadır altında yatarak seferi bir asker gibi her türlü mezahime sabr u metanetle katlanarak şarkın her tarafına giderler ve her tarafında fevaid-i maddiyye ve ma’neviyye Alem-i Nasraniyyet’in alem-i İslam üzerine çevirdiği fırıldaklar ve imha-yı İslamiyyet için kurduğu planlar bila-perva söyleyelim ki her ferd-i İslam’ın kalbinde acı acı intikam hisleri uyandırmakla beraber; ale’d-devam ve müretteb bir surette ileri sürülüyor. Rus matbuatı Rusya efkar-ı mutaassıbasını galeyana getirecek derecede yalan yanlış iftiralar bühtanlar ile Buhara’nın ediyor. Novoye Vremya gazetesi Buhara’nın böyle dahili bir idare-i müstakillede bulunmasını Rusya’nın Afganistan ile münasebat-ı ticariyyede bulunmasına Rus ma’mulatının Afganistan dahilinde ta’miminde mani’ olduğunu beyan ediyor. Buna sebep de Buhara gümrüklerinin me’murlarının tazyikatı olarak gösteriliyor. Rus malının Buhara hududundan Afganistan hududuna dahil olması için Buhara gümrüklerince her yükten yüz yirmi beş kuruş alındığını büyük bir haksızlık olarak iddia ediyor. On ruble içinde Amuderya nakliye parası da dahil olduğunu yine kendisi i’tiraf ediyor. Bu mürur ve nakliyye ücretlerinin Rus-Buhara muahedesinin yor. Acaba muahedename-i mezkurede Rus malını Buhariler; Semerkand hududundan Afganistan hududuna kadar omuzlarına alarak taşıyacaklarını ve bunun için bir ücret-i nakliyye almayacaklarını ahdetmişler miydi? Dünyanın hangi köşesinde böyle haksızlıklar görülmüştür? Hangi memlekette ücretsiz karşılıksız hizmet edilmiş ve eşya naklolunmuştur? Evet bu; yalnız Rusların İslamlar aleyhinde besledikleri hamiyet-i müsellemelerinden! sudur edebilir... Novoye Vremya bugün İran’da Rus emtia ve malına karşı yapılan boykotajın zarar ve ziyanlarını Afganistan’a pek çok mal geçirmekle telafi edebileceğini düşünerek böyle bir cinayetin irtikabına lüzum görmüşse cehaletine teessüfler ederiz. Zira Afganistan’ın tuttuğu meslek ve politikayı hala anlamamıştır. Acaba Rus teb’ası pasaportunu hamil olanların kaç tanesi bugüne kadar Afganistan içerisine dahil olarak ticaret ve seyahat icra edebildi? Buhara gibi nim-müstakil bir hükumet bulunmamış olsaydı ne vakit Ruslar Afganistan’a cüz’i bir mal geçirebilirlerdi? Yine Buhara gibi bir vasıta bulunmamış olsaydı ne vakit Ruslar bunca çuha fabrikalarına kesretli yün tedarik edebilirlerdi? Çünkü Afganistan komşusu ve küçük biraderi olan Buhara zat emir-i muhterem Habibullah Han hazretlerinin taht-ı idare ve nüfuzunda binlerce develerden ibaret bulunan kafile Afgan emtia ve eşyasını hamil olarak Buhara pazarlarına geliyor satılıyor; ve bu vasıta ile Ruslar ihtiyacat-ı zaruriyyelerini külliyetli bir surette te’min ediyorlar... Eğer Buhara gibi Afganistan’a dinen siyaseten merbut bir hükümdarlık bulunmamış olsa idi; Novoye Vremya emin olsun ki Afganilar bir tek Rus memleketlerine bırakmayacakları gibi –nasıl ki şimdi de öyledir– kat’iyyen bir paralık ticaret de Ruslar ile etmeyecekler idi. Çünkü Afganiler indinde Rusların sarı saçları ve mavi gözlerinin o kadar ehemmiyeti olmadığı gibi Ruslar ile münasebat-ı ticariyyede bulunmak arzusunda yahud zaruretinde değillerdir. Novoye Vremya bunu anlamalı ve bilmeli idi. tekrar ederiz ki eğer Afganistan ile münasebat-ı ticariyyede bulunmak ve Rus emtia ve eşyasının tedrici bir surette Afganistan dahilinde intişarını görmek ve Afganistan’ın Rusya dilmek arzu edilirse Buhara aleyhinde çevrilmekte olan dolaplardan sakınmalı ve hissiyat-ı İslamiyye’yi Rusluk aleyhinde tahrik etmekten tevakkı etmelidir. Buhara’nın ilhakı Rusya için iki büyük zararı müeddidir: Efkar-ı umumiyye-i İslamiyye’yi Rusluk aleyhine çevireceği gibi Afganistan’dan bi’l-vasıta edilmekte olan istifadenin de kat’ı ve bu suretle memleketi sefil bir halde bırakacağı şüphesizdir. Çünkü Afganiler Buharalılar ile ettikleri muamelatı ecnebi millet ile etmiyorlar. Bir Buhari Afganistan’ın herhangi bir köşesine isterse gidebilir münasebat-ı ticariyyede bulunabilir. Halbuki başka bir millet hiçbir vakit Afganistan dahilinde Buharilerin nail olduğu mazhariyete nail olamaz. Bunun kat’iyyen imkanı yoktur. Şimdilik şu kadarcık beyanat ile Novoye Vremya ve tarafdarlarına cevap verdikten sonra kendisine ahval-i ictimaiyye diniyye ve tarihiyye-i İslamiyye müdekkiki süsünü veren Taşkent şehrinde Siredni Aziya Asya-yı Vusta namıyla neşrolunmakta olan risale-i şehriyyenin nüsah-ı ahiresinden birinde Buhara hakkında hasrolunan uzun bir makalede Buhara hükumetinin yolsuzluklarından nizamsızlıklarından ve me’murlarının bir hey’et-i cebabireden ibaret olduğundan ve Buhara hükumeti dahilinde bulunan ahalinin hadsiz hesapsız mazlumiyyetinden ve memleketi Rusya’ya ilhak tur. Bu da’valarını sebat için fikrine hayaline gelen yalanları bühtanları iftiraları kalemi çizdiği kadar yazmıştır. Şer’-i şerifin vaz’ ettiği kavanin-i aliyye hilafında olarak harekette bulunan birtakım me’murin-i cahile varsa ve usul-i cibayette tazyikat icra olunarak ahaliyi soyarlarsa o vakit muharrir-i merkum ile beraber biz de hey’et-i cebabire deriz ve bu kabahati Buhara hükumetinin re’s-i idaresinde bulunanlar ile ulema-yı Buhara’ya atfederiz. Ulema-yı Buhara böyle birtakım cebabirenin icra’atında la-kayd kalacak olursa dünya ve ahiret mes’ul onlardır. Ma’nasız taassublar göstermekten ziyade böyle halleri teftiş ve tenkid etmekte bulunmuş olsalar idi İslamiyet ve memleket için daha nafi’ hidematta bulunmuş olurlardı. Çünkü ulemanın bu hususta olan tekasülleri Buhara-yı şerifin mematını ihzar demektir. Risale-i mezkurenin hey’et-i tahririyyesini teşkil eden misyonerlerin azıcık insaniyetleri ve insafları bulunmuş olsa otuz milyon müslümanların ne gibi hukuklara ve ne gibi adaletlere mazhar olduklarını düşünürlerdi. Sonra da Buhara ve İslam efkar-ı umumiyyesini ceriha-dar edecek ilhak fikirlerini meydana atarlardı. Bütün Rus mehafil-i aliyyesiyle Rus amaline hizmet eden gazeteler anlamalıdırlar ki Buhara’nın ilhakı alem-i İslam’ın Ruslar aleyhinde kıyamıdır ve’s-selam. Fransız ve İngilizlerin bizim hakkımızda besledikleri dostluğun derece-i samimiyyet ve safveti birtakım vekayi’-i ahire münasebetiyle gereği gibi aşikar oldu. Şehrimizde iki büyük müessese-i maliyye vardır ki bunların birisi “Düyun-ı Umumiyye İdaresi” diğeri de “Bank-ı Osmani”dir. Bunların ikisi de İngiliz Fransız sermayedarları ile alakadar oldukları gibi sermayedarların memleketimizde elde etmiş oldukları etmek fikrinde bulundukları menafi’-i maliyye ve iktisadiyyenin de merci’-i umumisidirler. Düyun-ı Umumiyye ma’lum olduğu vechile hayat-ı maliyye ve iktisadiyyemiz üzerinde bir kontrol şeklini almak ve memleketi daimi bir esaret-i maddiyye altında saklamak niyeti nin mevcudiyeti şan ve haysiyet-i milliyyemiz ile ne derece gayr-ı kabil-i te’lif olduğu herkesçe hissedilmiştir zannederiz. Bank-ı Osmani’ye gelince Düyun-ı Umumiyye’nin bir şu’besi olan bu müessese öteden beri istikrazat-ı Osmaniyye’nin merci’-i yeganesi olmak gibi bir vaziyet kazanmıştır. bunun vasıtasıyla vücuda gelmiştir. Demek ki bir mevki’-i mümtaz ihraz ederek memleketi kendisine bir ribka-i iktisadiyye hareket-i iktisadisini tazyik edegelmiştir. Bununla beraber istikrazatı en ağır şerait altında kabul etmiştir. Hususi tazminat ve te’minat ağır faizler vesair birtakım imtiyazat.. Şerait-i mezkurenin esaslarını teşkil ediyor. Bir taraftan “Bank-ı Osmani” böylece mümtaz bir mevki’ raftan “Düyun-ı Umumiyye” şu paraların te’diyyatına tahsis edilen menabi’-i varidat-ı hükumeti taht-ı idare ve kontrolüne alıyordu. Millet ve hükumetin hürriyet-i hareketini tazyik hayat-ı iktisadiyyesini tahdid bütün şuunat-ı milliyyemiz üzerine bir dest-i tecavüz uzatmak için ne güzel ne kadar mahir binalar!.. Şayan-ı dikkattir ki şu iki müessese nefsü’l-emrde yekdiğerinin şu’besi olarak Fransız ve İngiliz sermayedarlarının aynı noktaya aynı amale yürümek için ellerinde müdhiş birer vesiledir. Gününü hoş geçirmek ne olursa olsun hatta bir millet ve memleket namus ve şanı pahasına bile olsun para bulup da hoşça imrar-ı hayat etmek desatir-i esasiyyesinden olan ne olursa olsun hangi şeraitle olursa olsun. Lakin memleketi esaret-i siyasiyyeden istihlas eden yeni usul-i idare bu gibi esaretlerin en adi ve en ağırı olan esaret-i akdi için Avrupa’ya seyahat ederek hükumet-i seniyyeyi müessesat-ı mezkurenin ribka-i esaretinden kurtarmak maksadıyla diğer müessesat-ı maliyye ile müzakereye girişti. Öteden beri adet olmuş olan tazminat te’minat ve kontrol usulünü kaldırarak hafif bir faiz ve nafi’ birtakım şerait ile da oldu. Nazır-ı müşarunileyh bundan sonra hükumet-i Osmaniyye’nin nız hükumetin i’tibar ve namusundan ibaret olacağını ve kat’iyyen hususi ve maddi te’minat vermeyeceğini sarahaten bu teşebbüsün husule gelmesine şiddetle mümanaat edeceklerini kendi taraflarından sarahaten bildirdiler. Fransa matbuatı arasında bir makam-ı mümtaz ihraz etmiş olan Tan gazetesi Fransız mehafilinin hükumet-i Osmaniyye’nin bu gibi teşebbüsatına müsaade edemeyeceğini otuz sekiz seneden beri devam edegelen an’anat-ı iktisadiyyenin bir müessese-i maliyye bulunup da Türkiye nazırının vaz’ettiği şerait üzere istikraz akdine cesaret ederse umum Fransızları böyle bir istikraza karşı boykot yapmaya da’vet edeceklerini sarahaten beyan etti. Fransa Maliye Nazırı ise Cavid Bey’e yeni şerait üzere akdedilen istikraz senedlerinin Paris borsasında mübadele edilmesine ru-yı müsaade göstermeyeceğini açıktan açığa söyledi. Türkçesi Fransızlar ve İngilizler demek istiyorlar ki: Osmanlı milleti ne olursa olsun ne gibi terakkıyat geçirirse geçirsin ne gibi usul ile idare edilirse edilsin biz şu memleketi daimi bir esaret ve tazyikat-ı iktisadiyye altında bulundurmaya azmetmişizdir!.. Fakat Cenab-ı Hakk’a şükür ki bu gibi teaddiyat modası geçti. Osmanlılar Avrupa’da kendi haysiyet ve şan-ı millileriyle mütenasip bir mevki’ ahzettiler. Eski devrin bırakmış olduğu gerek siyasi ve gerek sair her nevi’ esaret-i maddiyye ve iktisadiyyeyi birer birer kırmaya aynı sebatla azmetmişlerdir. Osmanlı kavmi ve Osmanlı kuvveti bugün muvazene-i düveliyye için istisgar edilmeyecek derecede büyüktür. kat görmeyen Maliye Nazırımız Berlin’de Viyana’da kemal-i şevk ve samimiyyetle kabul edilmiştir. İnşaallah bugün yarın yeni istikraz senedatının mezkur şehirler borsalarında kabul olunduğu haberini alırız. Yine her suretle kazanmış biz oluruz; hakıkı düşmanlarımızla hakıkı dostlarımızı tefrik için bize böyle ibret-amiz derslerin ehemmiyeti büyüktür. Maye-i ümidimiz ma-bihi’l-iftiharımız istikbaldeki karanlıklarımızın şems-i nuranisi küre-i arza dağılmış biçare yetim müslümanların pederleri menzilelerinde olan zevat-ı Saadet-i diniyye ve beşeriyyemizin en muhkem vesilesini hamil olan mektubunuzun şeref-i kabulüne muvaffak oldum. Makasıd-ı seniyyesine gelecekteki fevayid-i azimesine vakıf oldum. Kesret-i vecdimden kalbimde şedid bir şadlığın husulünden mest olarak gözlerimden yaş cari olmaya başladı. Ceride-i feride-i Sıratımüstakım’in irsal edileceği müjdesi mahfil-i kalbimi ıtırlandırdı. Karanlıkta olan saray-ı vücudumu abad eyledi. Feşar-ı istibdadda ezilmiş olan ruhuma ab-ı hayat serpti. Evet efendilerim! “Maksadımız siyasi değildir hiçbir devletin toprağında gözümüz yoktur” buyurmuştunuz... Pekiyi! Ve lakin başkalarının bizim toprağımızda belki her zerremizde leriyle çalışıyorlar alel-husus ma’lumunuz olan istibdad... Hattıma aşina olunuz gelecekte birçok ma’lumatı şamil olan mektuplar takdim etmeyi ümid ederim. Ve Sıratu’l-müstakım ’in şeref-vusulüne büyük bir şevkle muntazırım. Şimdiye kadar oradan buradan elime geçerek mütalaasından büyük istifadeler ediyordum. Çok faydalı bir ceride-i mübareke olduğundan evvelinden ahirine kadar mütalaasına çok müştak idim. Mukaddemat-ı iştira ve iştirakine meşgul idim ki mektub-ı şerifiniz vasıl oldu; el-hak eğer desem ki istihkakın en a’la derecesine mazhar menem doğru söylemişem. Sıratımüstakım’in numaralı nüshasında “İttihad-ı İslam” serlevhasıyla tezyin eylediğiniz makale-i menkulenizi okudum. Aşk-ı teali-i İslam ile meşhun olan kalbinizin sanihat-ı latif ü metini olan o yazılar fakırinizde de birtakım tefekkürat ve tahassüsat uyandırdı. Bunları nukat-ı nazarlarımızın remesini vasıta ittihaz ederek arza cür’et eyliyorum... Doğru sözler acıdır. Acı şeyler de müessirdir. Sözden de maksud te’sir olduğundan teessür-yab olanların tahammül eylemeleri icab eder. Evet; dediğiniz gibi ittihad-ı İslam Osmanlılığın en kuvvetli bir istinadgah-ı hayatı olduğu gibi hayat-ı Osmani de bu ümniyenin husulüne bir rükn-i ehemdir. Bu hakıkati Devlet-i Aliyye’de meşrutiyet-i idare ve hürriyet-i matbuat teessüs eylemesiyle vücud-ı İslam’da hasıl olan hareket-i intibah-perverane pek parlak bir surette izhar eyledi. Her şeyde olduğu gibi bu mes’ele-i mühimmede de neticeyi salimen elde etmek için mukaddimelerimizi rasin ve esaslı kurmamız icab eder. Bu da bittabi’ Osmanlı hükumetinin te’min-i hayatıyla kabil olacaktır. Bunun için de şüphesiz ki ittihad-ı anasır-ı Osmani’nin esasını ittihad-ı anasır-ı İslam teşkil edecektir. Hal ü mazi bunu bize anlattı ve anlatmaktadır. Demek oluyor ki bidayeten yapmamız lazım gelen bir şey varsa o da Osmanlı müslümanları arasında sırrını tecelli ettirmektir. Evet buna bu netice-i ulviyyeye vasıl olur olmaz bütün amal-i kalbiyyemizin te’minat-ı vicdaniyyemizin bir kisve-i maddiyyeye büründüğünü kemal-i meserretle idrak edeceğiz. Çünkü mevcudiyet-i mülkiyye ve mevki’-i düveliyyemizin arzularımızın saha-i zuhura gelmesinde mühim bir amil olacağı bedihidir. İşte her şeyden her teşebbüsten evvel tevessül edeceğimiz vasıta-ı felah Osmanlı İslamlarının Vakıa halen hamdolsun pek o kadar mühim bir tehlike-i nifak görünmüyorsa da her küçükler büyükleri vücuda getirdiği ma’lum-ı fazılaneleridir. Binaenaleyh en küçük bir şemme-i iğbirar ve infial bizim için hayatımız için hayat-ı nutsuzlukların geniş bir muhitte olanlarının izalesini mütefekkirin-i aidesine terk ederek ben yalnız burada görebildiğim muhitime aid bazı ma’kus cereyanların def’ini merciinden talep etmek isterim. Bunlar da Ramazanlarda etrafa yayılan ve efkar-ı umumiyye üzerinde mühim bir te’sir icra eyleyen vaiz efendilerdir. Sözlerim tabii umumi değildir. Lakin şayan-ı teessüftür ki büyük bildiğimiz bazı zevat da daire-i hitabiyyeye girmekle vicdanımı kamçılıyor. Vaizler daha doğrusu maaliyat-ı diniyyeyi telkın etmek vazifesiyle muvazzaf olanlar hayat-ı İslamiyye’de ehemmiyetli birer müessirdirler. Bunların efkar-ı avamda hatta efkar-ı mutavassıtada ne kadar icra-yı nüfuz eylediklerini vazifelerini düşünmekle pek iyi anlarız. Her sözleri mezraa-i efkarda kolayca neşv ü nema bulur; kolayca dallanır budaklanır. Söz; mahal mekan zaman ve insan i’tibariyle muhtelif muhtelif te’sirat icra eylediği her akl-ı selim huzurunda müsellemdir. Muhterem mu’temed bir zatın sözleriyle menfur ve yalancı bir şahsın sözleri arasında pek büyük bir fark olduğu aşikardır. Velev ki hakıkatte emr ber-aks olsun. Şu mukaddimeciklerden maksadım zaten sizlerce de ma’lum olan vaizlerimizin ehemmiyet-i mevkiiyye ve vazifelerini anlatmaktadır. Vazife o kadar büyüktür ki hakıkat-i bahiresini icra eyliyorlar; mevki’leri o derece naziktir ki labis oldukları kisve-i fahire-i İslamiyye ile kulub-ı ümmette bir nokta-i ihtiram kazanmışlardır. Lakin vazife ne kadar mukaddes olursa olsun mevki’ ne derece mühim bulunursa bulunsun bir iş ehlinin gayrıya tefviz olundu mu onu yastık yapacağı tabiidir. O halde netice-i muntazara aksü’l-amelden başka bir şey olamaz. Binaenaleyh intihab-ı vaiz mes’elesi en müşkil bir iş olduğu gün gibi zahirdir. Evet vaizlerin intihabı meb’usların hüsn-i intihabı kadar güçtür. Bunların geçen seneler gibi olmayacağını yeni ve gayur Şeyhülislamımız hazretlerinden bekleriz ve ümid edekelimesi olmaksızın Buhari riz ki buna layık olduğu derece-i ehemmiyeti verir. Bu ehemmiyetten göz yummak yalnız Osmanlılara değil bütün ru-yı muvafakat gösteremez. Vakıa “Din ve millet ikisi birdir” kaziye-i siyaset-nümunu bi-hakkın telkın edecek vüs’-i dilik medar-ı tefrika olan mev’izalardan feragat eylemelerini talep eyleriz. Dini siyasi ictimai ve iktisadi mev’izaları ıslah olunacak medreselerimizin mahsul-i irfanından bekleyeceğiz. nen bu vaizler bulunduğu muhitin efkar ve hissiyatını okşayacak sözler söylemeyi zannım bir zaruret-i maişet olarak yapıyorlar. Bazen hüzün ve elem olan hadisatın zuhuru bize bunu anlatıyor. Artık dedikodunun seylabe-i taassub-ı cahilanenin sırası olmadığı her türlü dehşet ve heybetle anlaşılıyor... Artık muhtaç olduğumuz mesai-i ittihad-perveraneye bütün aşk-ı dinimizle sarılmamızın lüzumu şiddet-i mehafetiyle zahir oluyor. Artık her dimağ-ı İslam’a “Hayatımız ittihad-ı İslam’dadır” cümlesini en müdhiş kuvvetlerle na-kabil-i tezelzül bir surette yerleştirmemiz ihtiyac-ı eşeddi hergün tekevvün eden ihtirasat-ı siyasiyye hadisatıyla kendini gösterdi. Bunu yerleştirmek kudret-i ilmiyyesini haiz olmayanlar bari fikirleri tağlit etmesinler. Muhterem mütefekkir; siz mezahibin te’lif ve ittihadına atf-ı nazar ediyorsunuz cühela ise mesalik arasına tohm-ı nifak ekiyorlar. Siz bizde parlak bir istikbal-i İslam ümidleri uyandırıyorsunuz onlar ufk-ı efkarımızı siyah bulutlarla karartıyorlar. Bu tezad-ı mesai ya bir tevakkuf yahud bir cereyan-ı ma’kus tevlid edeceği şüphesizdir... Demek ki mukaddime-i teşebbüsatımız vaizlerimizdir. Bu vadide bir parça daha söz söylemek ta’mik-i mülahaza eylemek lazım gelirse bu dairelerde bulunan müftüler hatta hakimlerin de mahkum-ı mütalaatımız olacakları aşikardır. Çünkü buralarda verilen mev’izalardan vaizleri kendileri ta’yin ettikleri cihetle mes’uldürler. kardan maksad şudur ki Makam-ı Meşihat’ten hiç olmazsa müftülere hakimlere ısdar edilecek bir emir ile bu gibi yolsuzlukların önü alınması hususuna dair sarf-ı mesai edilmesidir. Artık kolordu vazifesini İşkodra vilayetinde dahi ikmal etmek üzeredir. Buka Mid İşkodra Merdita ve İşkodra malisörlerinin silahları kamilen toplandı. Kolordu Temmuz’un yirmi dördünden i’tibaren Leş Tiran Elbasan Manastır istikametinde tedricen ileri harekete başladı. Ifa-yı vazife ederek onbeş güne kadar Manastır’a muvasalatı ümid olunur. ecnebi papazlarının teşvikatı-ı daimesi eksik olmadığı halde pek şayan-ı takdir bir surette evamir-i hükumete itaat ederek cedden Osmanlı oğlu Osmanlı olduklarını isbat ettiler bütün silahlarını teslim eylediler. Kıtaatı Temmuz sıcağında dere tepe gezmekten meşakk u mezahime giriftar olmak azabından kurtardılar. Papazlar vesait-i maddiyyeleri sayesinde gaflet-i maziyyemizden bi’l-istifade bu havali halkının diyanetini tebdile muvaffak olmuşlar ise de Osmanlı padişahlarına Osmanlı hükumetine vatanına olan muhabbet-i irsiyyelerini lardır. Her tarafta bunların ta’kib ettikleri makasıdın istihsali yor. Her yerde birçok kiliselere na-mahdud papazlara şehirde mekteplere eczahanelere fotoğrafçılara ve bazı büyük köylerde de nadiren mekteplere tesadüf olunur. İpalaaypala köyünde altı yedi sene evvel Avusturya hükumeti tarafından inşa olunan bir mektep köylüler tarafından ihrak olunmuştur. Köylerde kiliselerin bazı mevcud olmayan papazlarının nerede oldukları sualine karşı sılaya Avusturya’ya veya İtalya’ya gitti diyorlar! Bu kadar gayret ve fedakarlığa mukabil halk Hıristiyanlığı pek azca öğrenebilmiştir. Yeminleri adetleri adat-ı İslamiyyeleriyle merbutiyet-i kalbiyyeleri hala eski haldedir. İsimleri Nuh Marko Nikola Mehmed Nik Ali Ahmed Con ve ilh. gibidir. len öteyi beriyi mütemadiyen dolaşan papazlar arasında birkaç sarıklı görmek arzu ediyor. Sıratımüstakım Şu satırları okuyup da müteessir olmayan müslüman bulunmaz zannederiz. Zira gaflet sayesinde birçok müslümanların başka dine çevrilmesi mes’uliyeti bütün hey’et-i ictimaiyye-i mes’uliyet bizim ulemamıza terettüb eder. Bunların gafleti neticesidir ki bugün bir kısım kardeşlerimiz bu din-i mübinin füyuz-ı nuranisinden mahrum bulunuyorlar. Uyanıp gayret ve faaliyete gelecek yerde maatteessüf bu gaflet hala devam ediyor. İşkodra gibi mühim bir vilayette birçok papazlar dolaşıp durdukları halde bir sarıklı görülememesi ne kadar şayan-ı teessüftür. Ulemamızın kemal-i ehemmiyetle nazar-ı dikkatlerini celb ederiz. yor: Geçen Kanunisani içinde Trablusgarp–Tunus hadd-i fasılında Fransızlar tarafından vukua gelen tecavüzatın men’i zımnında sevkolunan müfreze-i askeriyye zabitanından Mektepli Boşnak Mülazim Salih Efendi’nin bazı esbabdan dolayı atıyla eslihasıyla beraber Tunus’a ve oradan da Fas’a firar eylediği o zaman Avrupa ajanslarının tebligatına atfen bilcümle ceraid-i Osmaniyye’de yazıldığı ve uzun uzadıya sermaye-i makal olduğu hatırlardadır. Muma-ileyh bu kere kıt’a-i askeriyesine avdet eylediğini haber aldım ve kendisiyle mülakat eylemeyi faydalı addeyledim. Aramızda cereyan eden muhavereyi aynen yazıyorum. Ben – Suret-i firarınızı anlayabilir miyim? Zabit – Müfrezemde bulunan bir neferin muğayir-i terbiyye-i askeriyye tecavüzatından dolayı muğber oldum. Mafevkim olan kaymakama şikayet ettim. Tecziyesi cihetine gidilmedi. Bittabi’ efrad arasında haysiyyet-i amiranem kalmadığından – Hin-i firarda nerelere gittiniz ve ne yolda muamele gördünüz? – Evvela Tunus’a bilahare Fas’a gittim. Gittiğim yerlerde ahali-i İslamiyye tarafından son derecede hürmet ve riayete mazhar oldum. Hele Faslıların Osmanlılara karşı besledikleri hissiyat-ı kalbiyye bugün her türlü ta’rif ve tasvirin haricindedir. Fas’ta bir müddet kaldıktan sonra on lira maaşla ve muallim sıfatıyla Fas ordusuna dahil oldum. – Fas’tan ne suretle infikak olundu. Ve ne suretle tekrar kıt’a-i askeriyenize avdet ettiniz? – Fas ordusunda benden başka Türk olarak on sekiz kadar zabit bulunuyor idi. Ahiren akdolunan el-Cezire Kongresi mucebince Fas ordusununda muallim zabitanın Fransız olması meşrut olmasından dolayı hali Fransa hükumeti hoş görmeyerek Düvel-i Muazzama’nın muvafakatıyla hükumet-i mahalliyyeden ecnebi zabitlerinin ihracını nota ile talep etti. Bunun üzerine Fas hükumeti kerhen biz Osmanlı muallimlerini ordudan ihrac ve cümlemizi bir vapura müreffehen Vapurumuz Trablus limanına geldiğinde vali ve kumandan Hüsnü Paşa’ya bir ariza göndererek cezadan affımla beraber vapurdan çıkmaklığıma ve kıt’a-i askeriyyeme iademe müsaade olunmasını istirham eyledim. Kumandan-ı müşarun yeme iade olunacağımı bildirdi. Ben de vapurdan çıktım ve kıt’ama avdet ederek el-yevm mukaddes vatanıma ifa-yı hizmet etmek vazifesine tekrar nail oldum. Bundan dolayı Cenab-ı Hakk’a ale’t-temadi arz-ı şükran etmekteyim. – Fas hükumetinin ordusu hakkında mütalaanızı sual edebilir miyim? Fas ordusu efradı mert ve şeci’ ve İslamiyet’e muhib kimselerden müteşekkildir. Ordunun faaliyetine son derecede gayret olunmaktadır. Faslılar kat’iyyen Fransız terbiyesine meyl göstermiyorlar. Hatta Fransızlara bir nazar-ı nefretle bakmaktadırlar. el-Cezire Kongresi mucebince Fransa’dan otuz muallim zabit gönderilmiş ise de Faslılar bu zabitleri orduya yerleştirmeyerek merkezde teşkil olunan dört yüz kişilik bir tabura yerleştirmişlerdir. Gerek askeri ve gerek ahalisi yedinde bulunan esliha son sistem seri’ ateşli tüfenklerdir. Bunun için Fas kuvve-i müsellaha halinde bir hükumettir denilse mübalağa edilmemiş olur. – Fas’ta maarif ne derecelerdedir? – İşte bu sualiniz beni ağlatacak Fransa merkez-i medeniyyet ve maarif olduğundan Fas’ta dahi maarifi terakkı ettirmesi icab ederse de el-yevm Fas’ta maarif namına hiçbir şey yoktur. Maahaza emir-i hazır ile kabine maarifin ve umur-ı nafianın ve ordunun terakkı ve tekemmülü için son derecede ibraz-ı mesai eylemektedirler. Bunun için bugünlerde hükumet beş milyon liralık bir istikraz akdetti. Bu para memleketin umur ve hususat-ı mühimmesine sarfolunacaktır. Meblağ-ı müstakraz ma-vudıa lehine sarfolunduğundan Fas bir müddet sonra cihana gıpta-bahş olacak derece terakkıyata nail olacaktır. Zira Faslılar terakkı ve tekemmülü arzu eden zeki bir millet efradından olduklarını göstermektedirler. – Emir-i hazır ile Emir-i sabık arasında ne gibi fark vardır. Ve bu babda ahali-i mahalliyyenin efkarı ne merkezdedir? – Emir-i lahık hüsn-i niyyet ile Faslıların terakkısine bezli mesai ediyor. Hele Türkiye’ye karşı beslediği hissiyat-ı kalbiyye ve rabıta-i İslamiyye bais-i şükran bir derecededir. Emir-i sabıkın sefahete kapılmış bir kimse olduğunu söylemektedirler. – Fas’ta bulunduğunuz müddet içinde Fas’ın istiklali hakkında ne gibi bir fikir edinebildiniz? – Fas’ın istiklali ve hükumeti pay-dar olacaktır. Bunu siyasisi nokta-i nazarından ne taksime müsaid ve ne de bir kimse tarafından istilası mümkündür. Zira buna devletler tarafından muvafakat olunamaz. Bundan dolayı Fas hükumeti yaşar ve istiklalini muhafaza eder. İkincisi birinci şıkta ve bu fırsattan bi’l-istifade Faslılar terakkı ve kesb-i kuvvet edecek kendi hukuklarını kendileri muhafaza eyleyecekler tekemmülü de eğer şimdiki faaliyyet ve arzu devam ederse nihayet on sene sonra neticelenmiş olacağı istidlal olunuyor. Ve umum Faslılar da bunu anladıklarından ona göre bezl-i mesai ve fikr eylemektedirler. – Faslılar Almanya ile İngiltere’ye karşı ne vaziyette bulunuyorlar? – Faslılar bunlara [Faslılara bunlar!] telkın-i efkardan geri kalmamaktadırlar. Fransızlar da Alman ve İngiliz fikrinin yerleşmesini kat’iyyen iste[me]mektedirler. Fakat Faslılara gelince yalnız Fas Faslıların olmalı ve Fas istiklali her şeyden emin bulunmalı diyerek çalışıyorlar. – Faslıların meşrutiyet ve hükumet-i Osmaniyye’ye karşı perverde ettikleri hissiyat ne merkezdedir? – Faslılar inkılab-ı Osmani’yi ve meşrutiyeti son derecede takdir ederek ve şayan-ı taklid bir inkılab olduğunu lisan-ı sitayişle söyleyerek Türkiye’nin terakkıyatını ve kuvvetinin tezayüdünü her daim arzu ve temenni etmektedirler ki neticesinde kendilerinin de nail-i felah ve necat olmayı ondan ümid eylemekte olduklarını beyan etmektedirler. Burada mülakata nihayet vererek ayrıldım. Şu muhavere Faslıların Türkiye hakkında besledikleri hissiyata bir numune teşkil edeceğinden şayan-ı teşekkürdür. Alem-i İslam’ın en yaşlı ve en ciddi gazetelerinden Kırım’da münteşir Tercüman Temmuz münasebetiyle mütalaat-ı atiyyede bulunuyor: Osmanlı’da hürriyet ve meşrutiyet ikinci senesini ikmal ların büyük muvaffakıyetleri hiç inkar olunamaz; düşmanlar bile bunu tasdik ediyorlar. Bosna Hersek ve Bulgaristan mes’eleleri hallolundu; Yemen ve Makedonya bozgunluğu götürüldü Arnavutluk’ta silahlar toplanıyor; Arnavutlar’dan nizamen asker alınıyor; başsızlığa meydan bırakılmıyor; istibdaddan lezzet almışların ve basiretsizlikleri ile teceddüd ve tealiden havf edenlerin hareket-i irticaiyyesine meydan verilmedi; teb’a-i hıristiyaniyyeye tam hukuk verilip bunlardan dahi asker alındı; cümlesi oldukça memnun devlete ve Osmanlılığa rabt edildi; ordu mükemmel surette tensik edildi; bugün açılır ise harbe hazır kıt’a büyük küçük harp gemileri meydana konuldu; umur-ı maliyye bir derece yoluna girdi; Avrupa’nın az muvaffakiyet değildir.” Bulgaristan’ın yaramazlığından biraz bahs ettikten sonra siyaset-i umumiyye-i hariciyyemize geçerek şöyle diyor: “Siyasiyat meydanında Osmanlıların tuttukları mevki’ pek metindir; bi-taraftırlar. Bu bi-taraflığın muhafazası en güzel politika olduğunu bu sütunlarda çok defa yazmış idik; bu defa fikr ü nazarımızın tamamıyla musib olduğunu İstanbul gazetelerinde gördük. Devlet-i Osmaniyye’nin üç devlet gazeteleri ve ba-husus Tanin refikımız Devlet-i Aliyye’nin hiçbir ittifaka iştirak etmeyeceğini açıktan açığa yazdı. Evet böyle lazımdır. Fakat Osmanlı kuvvetinin üç devlet ittifakına girmemesi bunu istemeyen sair devletlerin Osmanlı hukukuna tecavüz etmemesiyle mukayyeddir. “ Evet Osmanlı hukukuna tecavüz etmemeleriyle... Selanik’te münteşir Rumeli refik-ı muhteremimiz Cuma ta’tilinden bahis baş makalesinde diyor ki: Memleketimizde öteden beri İslam tüccar ve amelesi için yevm-i istirahat yoktur. Filhakıka şeriatimiz kimseyi adem-i sa’ye icbar etmez. Herkes istediği kadar çalışır. Fakat medeniyet-i hazıranın aldığı şekl-i mesai insanların mutlaka bir yevm-i istirahate nail olmasını mecburi kılıyor. Gayrimüslim vatandaşlarımız bu istirahatten tamamıyla müstefid oluyorlar. Onlarla bir seviye-i sa’yde bulunabilmek için çalışan İslam erbab-ı mesai ise bundan mahrumdurlar. muzır gören Selanik İslam tüccar ve müstahdemini hiç olmazsa Cuma günü ta’til-i mesai etmek istediler bunun için yevm-i te’diyyenin tebdili lazım geliyordu. Hükumetin ittihaz ettiği tedbir-i müstahsen üzerine bu mes’ele tüccar ve müstahdeminin arzusu dairesinde hallolunmak üzeredir. Mesail-i ictimaiyyenin mühimlerinden ma’dud hafta tatili mes’elesi yavaş yavaş bizde de sahaif-i matbuata geçmeye başladı. Ekseriyet ahalisi Müslüman olan bir devlet-i İslamiyye’de “Gayrimüslim vatandaşların hafta istirahatinden müstefid iken müslim kardeşlerin mahrum olması elbette hiçbir suretle tecviz olunamaz. Hükumat-ı merkeziyye velev ki muvakkaten olsun iki ta’til günü tanıyarak hatalı bir yola saptı. Lakin ümid-varız ki yakında bu mühim mes’ele merciince lüzumu derecesinde düşünülüp hiç olmazsa esasen bir suret-i halle iktiran eyler. Geçenlerde İngiltere avam kamarasında Mısır’dan bahs açılmış idi de Hariciye Nazırı Mister Grey takriben şöyle demişti: Bizim burada bulunmaklığımız her ne kadar hukuk-ı beyne’l-milel kavaidine tamamen uymazsa da hakk-ı kararımız vardır. Biz kavaide değil hakayıka bakarız. Mısır’ı her cihetten ıslah ettiğimiz göz önündedir. Her ne kadar aleyhimize avuç avuç tohm-ı fesad ekilmekte ise de biz bunlara hiç ehemmiyet vermeyerek Mısır’dan çıkmayacağımızı i’lan ediyoruz ve bundan mütevellid bütün mes’uliyeti üzerimize alıyoruz.” Bu münasebetle Kırım’daki Tercüman refik-ı muhteremimiz atideki kısa fakat pek açık ve pek doğru mütalaayı Siyasiyat aleminde va’de vefa yoktur. Müteveffa Gladstone Mısır’dan çıkacağız diyordu Gray bunun aksini söylüyor. Zaten hukuk topuza bağlıdır. Bombay’da münteşir Hablü’l-Metin gazetesi İran ile Almanya arasıdaki münasebata dair neşrettiği bir makalesine beyanat-ı atiyye ile hitam veriyor: İran devleti bir istikraz-ı dahili ile iktifa etmeli . Saraya aid bütün mücevheratı satıp ıslahat-ı idareye sarf eylemeli . İstikraz-ı hariciye mecburiyet hissolunduğu takdirde düyun-i ecnebiyyeyi eda etmeli ve saniyen bahr-i Hazar ile bahr-i Faris arasında büyük bir demiryolu inşa eylemeli . Her ne olursa olsun İraniler Almanya ile i’tilaf etmeli ve mümkün ise ittihad mes’elesinden vazgeçmemelidir. Tahran’da münteşir İran-ı Nev gazetesi sahibi Neyyir Ehak Tebrizi tarafından yazılıp İran müctehidlerine gönderilen mühim bir layihayı neşrediyoruz; sülale-i Kaçariyye’nin Şu sülale İran zimam-ı umurunu eline aldığı günden beri İran daima tedenni etmektedir. Bu tedenninin ma’lum olduğu üzere yegane sebebi de sülale-i mezkurenin su-i tına kadar şu sülaleye mensub bütün şahlar memleketin bilcümle varidatını yalnız kendi zevk ve safalarına kendi keyif ve heveslerine sarf ederek memleketin atisini kat’iyyen düşünmüyorlardı. Muzafferüddin Şah zamanına gelince bu zat da İran’ı bilerek Rusya’ya sattı ve beytülmalden birçok paralar alarak Avrupa’da fısk ü fücura sarfetti. kurtarabilecek ne askeri var ne parası ne de sair muhtac olduğu şeyler.. Rus ve İngilizlerin ise niyetleri ma’lumdur: Bunlar İran’ı taksim etmekten başka birşey düşünmüyorlar maazallah böyle bir hadise vuku’ bulursa bu hal İran’ın ecanib eline düşen diğer İslam memleketlerinin haline gelmesini tık şüphe etmemelidir. Buna çare aramak vazifesi cümleden ziyade ulemanın uhdesine terettüb ediyor. Lakin maatteessüf ulema-yı İraniyye çare mes’elesine geldikte “İslamiyet İran’ı hıfzeder” demekten başka bir şey düşünmüyorlar. Halbuki İslamiyet Farz edelim ki el-an bütün İraniler Selman ve Mikdad gibi mukaddes ve zahiddirler; acaba bu kadar Selman ve Mikdadlar eslihasız parasız ilimsiz ve ma’lumatsız İslam’a ve Layiha sahibinin akıdesince İran için yegane çare-i halas hemen sülale-i Kaçariyye’yi hal’ ederek İslamiyet’in bidayetinde olduğu gibi bir hükumet-i adilenin te’sisinden ve bütün efrad-ı milletin gazi olmasından ibarettir! Evet bu memleketin hakimleri!.. Lakin nasıl olmuş da bize hakim olmuşlar? Esaret zincirlerini bizim boynumuza takarak; adat ve an’anat-ı kadimemizi kuşe-i mensiyyete atarak bizi silah kullanmak melekesinden büsbütün mahrum bırakarak bu gayeti istihsal etmişlerdir. Ey Hindli kardeşler görmüyor musunuz? Ki bize zinayı ta’lim ettiler evlerimize girdiler karılarımızı fenalığa sevkettiler. Yazıklar olsun! Hak-i pak-i Hind o mert evladından büsbütün mü mahrum kaldı? Memleketin kahraman evladı erkekliğinden erkekliğin muktezası olan gayretten hamasetten bi-vaye tavaşiler gibi cebin miskin mahluklar sırasına gelerek vazife-i hamiyyetlerini tanımaz bir azab-ı daimi içinde ölümü tercih eder memleketlerini kurtarmak ey kahramanların evladı! Nasıl oluyor da İngilizlerden korkuyorsunuz? Onlar ilah değil a. Sizin gibi insandır. Daha doğrusu insaniyete saldırır vahşilerdir..” Hindliler elele verir de boyunlarındaki esaret boyunduruğunu silker atar istiklale nail şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. olursa bu kendilerinin hakkı değil midir? İngilizler bu hususta şikayet edebilirler mi? Hindli istiklalini bütün dertlerinin devası olmak üzere telakkı ediyor da bu maksada vüsul için kan deryalarında yüzüyor. İngiltere’nin Hindlere galebesi mazinin esatirine karışmış bir hurafeden başka bir şey değildir. Bu gazete de Hindlilerin sene-i cedidesini tebrik ederken ecanibin zulmü artık dikiş tutturamayacağını söylüyor da “Ey mübarek toprak bir zamanlar o kadar asman-pervaz iken bugün kafesteki kuş gibisin. Senin o iki kahraman evladın olan doğruluk hubb-i vatan acaba öldü gitti mi? Yoksa zalimler seni ne halde bulunduğunu bilmeyecek kadar meslub-ı şuur mu ettiler?” diyor. Biz çobana muhtaç bir koyun sürüsü değiliz. Biz de vatanı dini kahraman evladı erbab-ı siyaseti askeri olan belli başlı bir kavmiz ki bunları İngilizlerle ihtilatımız sayesinde kazanmadık. Evet medeniyet-i hazıralarıyla de cehalet içinde kulaç atarken bizler ukul-i selime efkar-ı aliyye sahibleri idik elbette günün birinde bu mukaddes memleketlerimiz eski siretini eski şa’şaasını istirdad edecektir. manlarımız!.. Devlet-i Osmaniyye: Evvelce bir kabile şeyhi iken fena ahval ve harekatından dolayı Mekke-i Mükerreme imaret-i celilesince mansıbından azl edilmiş olan Ahmed Halil namında birisi başına topladığı birkaç yüz atlı ile evvelen Hicaz Demiryolu’na ve ba’dehu Belde-i Tayyibe’ye hücum cür’etinde bulunmuşlardır. Bittabi’ asakir-i mansure-i Osmaniyye Ahmed Halil ve avenesinin hücumunu çarçabuk def’ eylemiştir. Lakin bizce mes’elenin asıl şayan-ı teessüf ciheti bu muhacimlerin hariku’lade gafletleridir. Bugün alem-i İslam her zamandan ziyade Hicaz Demiryolu o ittihada hizmet edebilecek bir alettir. Osmanlı askeri el-yevm alem-i İslam’ı az çok müdafaa edebilecek yegane ordudur. Makamat-ı mübareke ise o alemin kalb-gahıdır. Bu böyle iken bilemeyiz ne derin cehalet ve gaflet lazımdır ki Müslim ismini taşıyan bir şahıs iğfal-kar birtakım laflar neşr ü işaa ile avene toplayarak o vasıta-i ittihadda o müdafiin-i alem-i İslam’a o merkez-i muvahhidine taarruz cesaretinde bulunulabilsin! Mısır müessesat-ı ilmiyyesinden Camiu’l-Ezher ber vermiştik. Son postadan aldığımız Mısır ceraidinin ahbarına nazaran derdest-i tanzim olan kanun-ı cedid ikmal olunmuştur. Yeni kanun Camiu’l-Ezher’e müteallik kaffe-i mevaddı şamildir. Kanun-ı cedid Kavanin Meclis-i Şura’sına verilecek meclisin re’yi ahz olunduktan sonra Hidiv’in tasdikıyle mevki’-i tatbike vaz’ edilecektir. Camiu’l-Ezher’in ıslah ve tanzim olunacağından matbuat-ı Mısır gazeteleri birçok defalar hükumet-i Osmaniyye donanmasına muavenette bulunmanın Mısırlılar için bir vazife olduğunu ve hatta Mısırlılar arasında cem edilecek iane ile Osmanlı donanmasına “Mısır” namında bir sefine ihda edilmesini mutazammın birçok satırlar yazmışlardı. Osmanlı donanmasına ihda edilecek olan bu sefine Mısırlıların Osmanlı muharebat-ı bahriyyesine ve bilhassa son Navarin Seferine iştiraklerini te’yid edecek bir hatıra teşkil edecektir. Mısırlılar Hicaz Demiryolu hakkında olduğu gibi Donanma-yı Osmani için de her türlü fedakarlığı ihtiyardan çekinmemeye hazır bulundukları cihetle burada iane dercetmek için bir şu’be-i mahsusa küşadı hakkında Tanin refikımız Donanma Cem’iyeti merkez-i umumisinin nazar-ı dikkat ve ehemmiyetini celbediyor. Gönül isterdi ki bütün kıtaat-ı İslamiyye Mısır kıt’ası gibi himmetler sayesindedir ki fi’len vücud bulacaktır. Şehid-i hürriyyet İbrahim Verdani’nin i’damı münasebetiyle bütün mekteb ve medrese talebesi siyah elbiseler giyerek matem tutuyorlar. Birçok evlerin duvarları üzerlerine “Mısır Mısırlılarındır. Yaşasın Verdani’nin arkadaşları!..” diye yafta yapıştırılmıştır. Butros Gali Paşa’nın katili Verdani sır’da tahsil etmeyerek İstanbul’da ikmal-i tahsil arzusunda bulunan dört Mısırlı gençten üçü Mekteb-i Tıbbiyye’ye ve birisi Hendese-i Mülkiyye’ye kayd u kabul edilmiştir. Hilafet-i muazzama-i İslamiyye’yi haiz devlet-i Osmaniyye me’murlarından zaten böyle hareketler bekleriz. Rusya: Vakit refikımızda okunduğuna göre son vakitte müslümanların buharlı değirmenleri hayli çoğalmaya başladı. Mesela Trovski’de Yavuşeflerin Aktobe’de Müslüman şirketin Kazan’da Sabiteflerin Simi’de Musi’nin Osa’da Mansurofların Çalli’de Halfinlerin büyük büyük buharlı değirmenleri vardır. Acaba bizim memalik-i Osmaniyye’de müslümanların kaç büyük buharlı değirmenleri vardır? Rusya’da müslüman ulemasından bazıları emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker emr-i celiline ittibaen neşr-i din-i Muhammedi’ye çalışmakta oldukları Rusya Dahiliyye Nezaretince istihbar kılınmasıyla bu gibi harekatta bulunanların derhal ahz u girift ile mahkemeye tevdi’ edilmesi bütün Rusya vilayeti valilerine emr ü ta’mim olunmuştur. Ne insaf ne adalet ve ne kadar da Nasraniyet’e i’timad değil mi? Hindistan: Hindliler arasında İngilizlere karşı adavet ve husumet tezayüd etmektedir. Bütün Hindliler İngilizlerin Hindistan’dan çıkmalarını istiyorlar. Bunun için bir kıyam-ı umumu hazırlamak üzeredirler. Şu kadar ki müslümanlar bu harekete iştirakte henüz mütereddiddirler. İngilizlerin Hindistan’da ikame-i hakimiyetlerine yegane medar olan da bunlardır. Hindu kadınları bile şu hareket-i milliyyeden geri kalmıyorlar. Ez-cümle Bengale şehrinde İngiliz polisi tarafından bir kadın elde edilmiştir. Kadın taharri edildikte elbisesinin altında birçok vatanperverane manzumeler bulunmuştur ki bunlarda Hindlileri kıyama ve hukuk-ı milliyyelerinin ahz ü istirdadına teşvik ve tahrik ediliyorlar. Bunun üzerine kadın derdest edilerek habsolunmuştur. Geçenlerde Dehli’de in’ikad eylemiş Müslüman Kongresi’ nin mukarreratı Mısır gazetelerinde manzurumuz olmakla aynen derceyliyoruz: Hind’in ulema Cem’iyeti Hind müslümanlarının bilcümle umur-ı diniyyesinde merci’ ve merkez olacaktır; Hind’de din-i İslam’ı neşr ve ahval-i müslimini ıslah kasdıyla va’z u nasihatlar etmek kitaplar dağıtmakla muvazzaf bir cem’iyet te’sis edilecektir bu cem’iyet a’zası bütün Hindistan’ı dolaşıp İslam misyonerliği eyleyeceklerdir; Kur’an-ı Kerim ulemayı giliz kitaplarında görülen ahval-i İslam’a müteallik hatayayı tashih ile uğraşmak üzere bir mecmua te’sis olunacaktır; Elsine-i İslamiyye’ye dahil olmuş ıslahat-ı cedideyi muhtevi bir kitap neşredilecektir. avenette bulunanlar arasında bir müslüman hanımı rubiye ihda eylemiştir. Türkistan: Türkistan’da yaşayan Buhara Yahudilerinin Türkistan’dan gitmeleri emrolunmuş yanof bu kanun mucebince Türkistan’dan yalnız Buhara Yahudileri değil belki Afgan ve İran teb’ası Yahudilerin ve din-i İslam’ı kabul eden ve “Cedid” namını taşıyan Yahudilerin cümlesini Türkistan’dan çıkarmayı münasib görüp Türkistan vali-i umumisine müracaat etmiş. Bu mülahaza kabul olunarak Merv Tahta Pazar ve Mergay’da yüz kadar “Cedid”ler sürülmüştür. Bütün bu vakayie rağmen Rus gazeteleri hükumet-i Osmaniyye’nin Rumeli’de Bulgarları tazyik etmesinden bahse sıkılmıyorlar! Buhara: Rusya gazetelerinden Ruskova Slolov ve Novoye Vremya gazeteleri Buhara Hanlığı’nın Rusya taht-ı idaresine girmesinin vakti hulul ettiğini ve bu mes’elenin az zamanda halledilmesini yani Rusya’nın malı olmasını hükumetten talep ediyorlar. Bunların böyle olacağını Buhara fukarasından gayrı zaten bilmeyen yoktur. tır. Kabinenin bin bela ile teşkil olunabildiğini geçen hafta yazmıştık. Müstevfi’l-Memalik taht-ı riyasetinde bulunan kabine rine şehirde gürültü ve niza’ arttı. Hükumet idare-i örfiyye basılmadı: milliyet-perveran hükumete karşı açıktan açığa Ateş açılmadan evvel Almanya sefiri ve Osmanlı sefaret me’murini ıslah-ı beyne çalışmışlarsa da hükumet tavassutu kabul etmemiştir. Nihayet hükumet askeriyle fedailer çarpışarak meşhur Settar Han mecruh düşmüş ve bilcümle fedailer teslim-i silaha mecburiyet görmüşlerdir. Müsademede tarafeynden kişi şehid olmuştur. Alman ceraidi Tahran hükumetinin cesaret ve gayretini medhediyorlar. Rus matbuatı ihtilalin daha yatışmamış olduğunu Almanya ve Osmanlı sefaretinin ıslah-ı beyne çalışması Rusların hiç hoşuna gitmemiştir Novoye Vremya Alman ve Osmanlılar aleyhinde tehdid-kar bir lisan isti’malinden bile çekinmiyor. Bizim ceraid-i yevmiyye Avrupa ajanslarının verdiği telgrafnameleri kayd ile iktifa ediyorlar. Ancak “Jön Türk” resmi menabiinden alınmışa benzer bazı haberler yazıyorlar ki okunmaya değerli olduklarından aynen tercüme ediyoruz: Devlet-i Osmaniyye ve İran sebetiyle hin-i hacette teba’-i Osmaniyye’nin muhafaza ve himayesini te’min zımnında Tahran’da bulunan Osmanlı sefiri ile İran’ın diğer şehirlerindeki Osmanlı şehbenderleri tarafından Hariciye Nezareti’ne muntazaman raporlar irsal olunmaktadır. Memalik-i İraniyye’de bulunan Osmanlı şehbenderlerinden birinin eyyam-ı ahire zarfında her türlü ihtimale karşı şehbenderhane muhafızlarının tezyidini taleb ettiği cümle-i müstahberatımızdandır. Müracaat-ı mezkure üzerine Hariciye Nezareti’yle Tahran sefarethanesi beyninde icra-yı muhaberat olunmuş ve şehbenderhaneler muhafızininin tezyidi muvafık olacağına dair sefaret-i Osmaniyye’den alınan cevap Nezaret-i müşarun-ileyhaca Meclis-i Vükela’ya tevdi’ edilmiştir. Hey’et-i Vükela’ca cereyan eden müzakerat neticesinde asakire onar neferin ilavesi karar-gir olmuştur. Hudud-ı İran’da bulunan asakirin tezyidi mukarrer bulunduğuna dair şayi’ olan havadis bi-asl ü esastır. Bulgaristan: Epeyce zaman var ki Bulgaristan’ın birçok yerlerinde olduğu gibi Filibe’de de belediye idaresi olanca kuvvetiyle gözlerini müslüman mebanisine dikmiş muttasıl evkaf ve cevami’-i tahribatında o kadar açıktan açığa taarruzatta bulunuyor ki bu taarruzların yüz binde biri Makedonya’da vukua gelse kıyametler kopardı. Filibe müfti-i hazırının devr ü teftişte bulunmasından bi’l-istifade yine birkaç camimizin hedmine mübaşeret olundu. Halbuki baş müftü intihab edilinceye kadar vakıf ve cami binalarından hiçbirine ilişilmeyeceği geçen seneki Osmanlı Bulgar i’tilafnamesi ahkamından idi. Bu i’tilafname ahkamını yani Bulgar hükumeti ve namusu namına imza edilen bir ahidnameyi nazar-ı ehemmiyyete almayan Filibe Belediyesinin hukuk-ı İslam’a taarruzat-ı mütevaliyyesi üzerine Filibe ahali-i İslamiyye’si evvelki gün Seyyid Mahmud Cami-i Şerifi’nde bir miting akdiyle doğrudan doğruya Çar’a telgrafla şikayet etmişlerdir. Hami-i medeniyyet geçinen Bulgar dostlarımız Makedonya’da zulüm oluyor diye bar bar bağıracağına kendi memleketlerinde ehl-i İslam’a gözyaşı döktüren teaddiyat ve vahşetleri görsünler de bir parça utansınlar!. Cezayir: Fransa hükumeti Cezayir ahali-i İslamiyyesi’nden asker alınmak üzere kanun tanzim eylemektedir. Şimdiye değin Fransa sancağı altında mükellefiyet-i askeriyyeleri olmayan Arap kardeşlerimizden bazıları terk-i dar u diyar ile memalik-i müstakille-i İslamiyye’ye hicret fikrinde bulunuyorlar; lakin bütün resmi duvarlara “Hürriyet müsavat uhuvvet” yazan Fransa cumhuriyyeti bu zavallı müslümanlara hicret hürriyetini vermiyor! TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ağustos Dördüncü Cild - Aded: – – “Bu izdivaçtan dördü kız ikisi erkek olarak altı evlad dünyaya geldi. Fakat erkek çocuklar pek küçük sinde iken vefat ettiler.” Her ne maksadla söylenmiş olursa olsun Dozy’nin gayet mücmel olan bu ifadesi doğrudur. Hazret-i Resul-i Ekrem efendimizin “Mariye” nam cariye-i pakizeden doğan İbrahim hazretlerinden maada bütün evlad-ı kiramı Hazret-i Hadice ra’dan mehd-ara-yı alem-i şühud olmuşlardır. Vakıa İbrahim hazretleri gibi ilk mevlud-i pakleri olan Kasım hazretleri –ki efendimizin Ebu’l-Kasım künye-i mübarekesiyle yad olunmaları müşarun-ileyhin evveliyeti i’tibariyledir– kezalik diğer necl-i mübarekleri olup tayyib ü tahir mahlaslarını haiz bulunan Abdullah hazretleri de mu’ammer olmamışlardır. Fakat süfeha-yı Mekke gibi Dozy’nin de bundan dolayı teşeffi-i sadra kıyam etmesi pek beyhude bir arzu-yı amiyanedir. Kısas-ı Enbiya kitabında denildiği gibi Hatemü’l-Enbiya hazretleri evladdan evlada kalacak bir devlet ve saltanat te’sis etmek için gelmedi ki erkek evladı kalmadı diye endişe olunsun. Belki alemi şirk ve dalaletten halas etmek için geldi kıyamete kadar bakı kalacak bir şeriat bırakıp gitmek için geldi. Arkasında erkek evladı kalmamak dahi bu nükteye Keraim-i seniyyenin en büyüğü Hazret-i Zeyneb’dir. Ortancaları Rukayye ve Ümmü Külsüm hazeratı sinnen en küçüğü ve ma’nen en büyükleri de Hazret-i Fatımatü’z-Zehra’dır. Cenab-ı Zeyneb pa-nihade-i mehd-i vücud olduğu zaman Sultan-ı Enbiya otuz yaşlarında idiler. Müşarun-ileyha teyzezadeleri Ebu’l-As bin er-Rebi’a –ki validesi Hazret-i Hadice’nin li-ebeveyn hemşiresi Hale bint Hüveylid ra’dır– tezvic buyurulmuş ve bunlardan dünyaya gelen Ümame namındaki hafide-i Peygamberi Hazret-i Fatıma’dan sonra kendi tavsiyeleri üzere İmam Ali’ye zevce olmuştur. Ali namında bir oğulları da olmuştur ki Feth-i Mekke yevm-i mes’udunda Resul-i Ekrem efendimiz şehre esna-yı dühullerinde rakib olduğu deveye bu hafidini irdaf buyurmuş yanlarına almışlardı. Fakat muma-ileyh mu’ammer olmayıp kable’l-büluğ vefat etmiştir. Ortanca kerime-i mekarim-şemimelerin büyüğü Cenab-ı Rukayye ra’dır –ki Hazret-i Zeyneb’den üç yaş küçüktür– Hazret-i Osman ra evvela müşarun-ileyhanın şeref-i zevciyyetini kuu bulmuştur. Hüsn ü cemalde bi-nazir yekdiğerine gayet muvafık olan bu mübarek zevc ve zevce daha birtakım efrad-ı müslimin ile beraber hicret-i ula olarak Diyar-ı Habeş’e ve hicret-i saniyye olmak üzere de Medine-i Münevvere’ye muhaceret etmişlerdi. Müşarun-ileyhanın irtihali hicret-i seniyyenin sal-i sanisinde vaki’dir. Hastalıkları imtidad etmiş olmakla Hazret-i Osman ra o esnada vuku’ bulan gazve-i kübra-yı Bedir’de bulunamamış müsaade-i risalet-penahi ile zevceleri yanında kalıp hükmen mevcud addolunmuş idi. Hazret-i Rukayye Zeyd bin Harise ra Medine’ye muzafferiyet müjdesini getirdiği gün teşrif-i dar-ı ahiret buyurdu. Bundan dolayı Resul-i Ekrem efendimiz definde bile hazır bulunamamışlardır. Hazret-i Osman muahharan hemşireleri Ümmü Külsüm hazretlerinin zevciyyetiyle de kamran olmuştur. Müşarunileyh “zinnureyn” telkıbi buna mebnidir. sahibi oldu. Her iki tezvicin vahy-i Rabbani’ye müstenid bulunduğu mervidir. Müşarun-ileyha Ümmü Külsüm hazretleri Hazret-i Osman’a zevce olduklarının altıncı ve hicretin dokuzuncu senesinde teşrif-i dari’l-cinan buyurmuşlardır. Resul-i Ekrem hazretleri cenazesinde hazır bulunarak esna-yı definde sessiz sadasız ağlamış oldukları mervidir. O gün ağlayan kadınları Hazret-i Osman zecrettiği esnada efendimiz hazretleri “Dokunma ya Osman! İsteyen ağlasın. Kalble gözle vaki’ olan te’sirat-ı Rahmani olup rikkat ve merhametten naşidir. El ve lisanla izhar olunan ifrat-ı teessür Bu duhter-i pakizelerin zürriyeti yoktur. Cenab-ı Rukayye’nin Abdullah namında bir oğlu olmuş ise de yaşamamıştır. Müşarun-ileyhüma evvelce amm-ı Resul olan Ebu Leheb’in Utbe ve Uteybe nam oğullarına akdedilmişlerdi. Fakat henüz zifaf vuku’ bulmadan. sure-i celilesi nazil olarak Ebu Leheb ile imraesi Ümmü Cemil ma’lum olan ahval-i tecavüz-karanelerinden dolayı tahcil ve terzil buyrulmaları üzerine münfa’il olarak oğullarına bu iki nur-dideyi terk ettirdiler. Bu hal min-tarafillah onlar hakkında ba’is-i züll ü hevan ve müşarün-ileyhimaca ayn-ı lutf u En küçükleri olan Cenab-ı Fatıma-ı Zehra gayet nuranilika olup vech-i saadetleri mah-ı taban gibi lemean eder olduğu cihetle “Zehra” diye tavsif olunmuşlardır. Hazret-i Aişe ra’dan mervidir ki “Karanlık gecede ben Hazret-i Fatıma’nın ziya-ı vechi ile iğneye iplik geçirirdim” buyurmuşlar. Bu rivayete göre müşarun-ileyhanın küdüret-i dem-i hayz ve nifastan azade bulunmaları “Zehra” tavsifine bais olmuş idi. Bütün ömürlerinde bir vakit namaz fevt etmiş olmadıklarına da’ir olan rivayet-i mevsuka bunu te’yid etmektedir. Çünkü her imrae-i salihanın –üzerine namaz farz olduğu– evkat-ı tuhrda terk-i salat etmeyeceği beyandan müstağnidir. Elkab-ı aliyyelerinden biri de “Betul” unvan-ı fahiri olup kendilerinin Dünya zeharifinden munkatı’ daima Cenab-ı Hakk’a müteveccih olduklarını iş’ar etmektedir. Hazret-i Murtaza ile izdivacları hicret-i seniyyenin ikinci senesinde vuku’ bulmuştur. Meşahirü’n-Nisa’da ziver-i sahife-i beyan kılındığı üzere müşarun-ileyha ol vakit onbeş yaşında ti. Kastalani aleyhirrahme Mevahibu Ledünniyye’de böyle yazmıştır. Bu beyanın sıhhati ise Hafız Ebu Ömer bin Abdullah’ın tahriri vechile Cenab-ı Zehra’nın “bed’-i vahy” senesi olan viladet-i seniyyenin kırkbirinci salinde teşrif-i alem-i şühud etmiş Hazret-i Ali efendimiz de tasdik-i risalete müsara’at eylediği hengam-ı sa’adette sekiz yaşına henüz vasıl olmuş olmalarına mütevakkıftır. Lakin kavl-i racihe göre hazret-i müşarun-ileyh hin-i tasdikte on yaşında idi Fatıma-ı Zehra hazretleri de diye beddu’a almış aradan az Ê µc]—\ Y®Ê mısra’ının risaletten beş sene akdem gehvare-i aleme vaz’-ı kadem buyurmuşlardır. Bu halde tezevvüc senesinde Hazret-i Fatıma on dokuz Hazret-i Ali de yirmi dört yaşını ikmal etmiş bulunmak Bilcümle nesl-i Muhammedi ol canib-i huceste-menakıba müntesiplerdir. Ehadis-i şerife natık olduğu üzre kendileri seyyide-i nisa-i ehl-i cennettir. Menakıb ve fezail-i bi-nihayelerine dair Üsdü’l-Gabe’de pek çok ehadis-i şerife mezkurdur. Resul-i Ekrem sav efendimiz hazretlerinin teşrif-i dar-ı ahiret buyurduklarından sonra Cenab-ı Fatıma’nın güldüğü asla görülmemiştir. Hengam-ı irtihal-i Seyyidi’l-Enam’da kendilerine vecd-i şedid müstevli olmuş. Emr-i defnin icrasında ashabı hitab-ı suziş-me’abıyla mu’atebe-i hazinanede bulunmuş büyüklüğü kudsiyeti bir kat daha tezahür etmektedir. Resul-i Ekrem efendimize mertebe olarak – Meşahir-i Ni sa ’da mezkur– bazı ebyat-ı beliğaneleri vardır. Kendilerinden yalnız on sekiz hadis-i şerif mervidir. Çünkü efendimizden sonra ancak altı ay kadar mu’ammer olmuşlardır. Hin-i vefatlarındaki sinn-i mübarekeleri beyan-ı salife tevfikan ta’yin olunabilir. Manastırlı İsmail Hakkı Ê Medeniyet birçok yerlere giderken arkasında sefaheti de sürüklüyor. Hemen bütün memalike terakkı ve tekamül ile birlikte sıhhati ahlakı kemiren zebun eden bir sürü su-i i’tiyad da girmiştir. Hayatın sıhhatin kadr ü kıymeti ilm ü fen ilerledikçe daha ziyade takdir olunması lazım gelirken maatteessüf görülüyor ki tekamülün icab ettirdiği meşguliyetler yorgunluklar arasında bu ihtiyac unutuluyor. Her günün bitmez tükenmez birçok meşağili içinde akşama kadar didinen ezilen zavallı rını saran yorgunluğu fenni tedbirler akli mantıki çareler dururken içkilerle o muğfil zehirlerle izaleye çalışıyorlar. Ne kadar gaflet!.. Yorgunluğun alamını bir lahza duymamak için beyni sinirleri müskiratla uyuşturmak yorgunluğu baygınlık derecesine getirmek; yahud vakti daha keyiflice geçirmek üzere latif manzaraları ahenk-dar çalgıları hasılı bütün tabi’i eğlenceleri kafi görmeyerek kanı ispirtolarla tesmim etmek ne yaptığını idrak edemeyerek geçireceği birkaç dakikalık bir teheyyüc devri için saatlerce günlerce bitap yığılıp kalmak vücuda ne büyük ihanet!... Biçare insanlar müskirat beliyyesiyle hergün birçok telefat veriyor hanümanlar söndüğünü görüyor taarruzlara duçar oluyor. Fakr u zarurete meskenet ü cinnete düşüyorlar da yine bu düşman-ı bi-emana meyl ü muhabbet göstermekten geri durmuyorlar. Ne azim felaket!.. Mayi olduğu halde susuzluğu bile gideremeyen bilakis vücudu yakan kavuran bu bi-vefa ve ateşin ispirtolar insanlara vebadan koleradan hummalardan çok muzırdırlar. Bu müdhiş hastalıklar yalnız birçok şahıslar ifna edebilir. Fakat beşeriyetin Lakin müskirat bu insafsız zehirler insanların sıhhat-i hazırasını berbad ve perişan ettikten sonra irsiyetle henüz dünya yüzüne gelmemiş nesillere kadar vahşiyane ta’arruzlar uzatırlar da sağlam metin evladlar yerine cılız titrek vereme tecennüne müstaid birtakım faydasız mahsuller yetişir zeki ve fa’al vücudlar yerine gabi atıl muhtac-ı muavenet unsurlar meydana gelir. Mideleri karaciğerleri böbrekleri damarları kalbi beyni hasılı en mühim ve kıymetli uzuvları bozan katılaştıran çürüten bu zehirlerden insanlar ne gibi bir iyilik görmüşler? Dimağı kamçılayarak ilk dakikalarında verdiği sahte bir neşeden başka hiçbir şey; fakat öyle bir neşe ki tehevvürlere vahşetlere cinayetlere kadar varıyor da insanı mahkum-ı felaket ediyor; yahud atalete uyuşukluğa ziya-ı akla müncer oluyor da toz topraklarda çamurlarda çırpındırarak adamı du-çar-ı hacalet ve hakaret ediyor. neler insanları sefalet içinde oyalıyor hırpalıyor da birden bire olanca habasetle te’sir ederek iğfal ettiği beşeri cinnete mevte kadar sevk ediyor. İçkiye müptela olanların birçokları kayı ele vermişlerdir. Bu felaketten halas olmak için büzülmüş dimağlarından sadır olan iradeler kafi derecede kuvveti ha’iz değildir. Azaplar kabuslar ateşler içinde boğulurlar da yine her gün içerler. Çünkü itiyat etmiş bu katil-i bi-emana esir olmuşlardır. Bu biçarelere imdad imdad.. yardım eden olmazsa da’ü’l-kü’ule tutulurlar. Ahlakları değişir çehreleri değişir hisleri değişir artık en sevdikleri evladlarını ailelerini bile şefkat ve muhabbetlerinden dur tutarlar. Vücudlarını müdhiş bir asabiyet kaplamış hislerini büyük bir dalalet sarmış olduğu halde evde mahallede her yerde niza’lar kavgalar lı geçen günlerinin yorgunluğu birikir vücudları yıprandıkça yıpranır. Artık her dakikaları işkencelidir bütün meşgaleleri dimağlarında husul bulan korkunç hayallerle didişmek gözleri önünden hiç eksik olmayan feci sahnelerde tecessüm eden mehib hayallerle boğuşmaktır. Müskirat insanları mahv u münkarız eden bu menhus mayi’at artık bu asr-ı medeniyyette vücudumuzdaki damarlara kadar akacak yollar yataklar bulamamalıdır. İmdad! Beşeriyyet yanıyor sıhhat u sa’adet bu felaket menba’larının temiz vücudlara karıştırdığı zehirlerle ateşlerle imtizac edemiyor... Bugün içecek iyi su bile bulunmayan Avrupa’da erbab-ı akl u iz’an müskiratın hayat nesil ve zeka-yı beşere indirdiği darbeleri azaltmak bina-yı vücudu ispirto ateşleriyle yakıp kül ettirmemek için el birliğiyle çalışıyorlar. Saf berrak serin suları her köşesinde bulabildiğimiz şu vatan-ı muazzezde bizler niçin hayatımızı mevcudiyetimizi yakalım neslimizi körletelim! ber-i necat oluyor. Vatandaşlar elele verelim ecdadımızın saf sularla gıdalarla hava ile kazanıp bizlere miras bıraktıkları heybetli metin vücudlarımızı ispirtolarla zayıf düşürmeyelim! Meşrutiyetin cümlemize açtığı saha-i terakkıde ittihad ederek ispirtosuz bir medeniyet te’sis edelim de bütün alem-i Romalılar tarafından hıristiyanlar haklarında icra kılınan tazyikat hitam bulduktan sonra Hıristiyan mutaassıbları ve Hıristiyanlık uğrunda sitem-dide olanlar putperest hükümdarlara tevarüs ve İncil lerini feda eden veya şerlerinden hazeren müdahene ve müdarat tarikına salik ve akçe i’tasıyla tahlis-i giriban eden Hıristiyan mürailerine nazar-ı kerahetle bakmaya başladılar. Vaktiyle müdaraten Tevrat’ ını hükümdara teslim eden bir rahib Kartaca hıristiyanlarına piskopos nasb olundukta Kartaca hıristiyanları rahib-i merkum ile avanesini aforoz ederek kabul etmemişler idi. Bu taife-i mutaassıbaya Donatist namı verilip Afrika hıristiyanların kısm-ı a’zamı bu ta’ifeye iltihak ettiklerinden dolayı tava’if-i nasara arasında tefrika ve ihtilaf kemal-i şiddetle hüküm-ferma olmaya başladı. Afrika’da bulunan ikiyüzelli rahib bu taifeye tabi idi. Roma’da bulunan başpiskopos ile hükümdar tarafdarı olan ruhban fırka-i muhalifeye mensub idiler. Bunların mezhebleri pek geniş ve hükumete müdahene-kar olmalarıyla hükümet tarafından nazar-ı muhabbet ve ihtiram ile manzur idiler. Donatisit taifesi ise İmparator Birinci Constantin tarafından yüz bulamadıklarından rakibi olan Julian Apostate tarafına iltica ve himayesini rica eylemişler idi. Julian gerçi taife-i merkumeyi bir müddet himaye eylemiş kumeyi tazyik ve emval ü emlaklerini zabt u gasb ve kiliselerini sedd ü bend ederek rahiblerinden bir kısmını memleketten tard ü teb’id eylemişlerse de ancak zulüm-dide rahiblerin bu uğurda gösterdikleri metanet ve salabetle ahalinin teveccüh ve muhabbetlerini kazanmışlar idi. Zaten kendilerini müdafa’a yolunda isti’mal ettikleri vesa’it ve esbab ruh-ı Nasraniyyet’e daha muvafık olduğu gibi kendilerine iltihak edenleri yeniden vaftiz eylediklerinden fırka-i muhalife efradının adeta hıristiyan olmadıkları zu’mu ekser hıristiyanlarda hasıl olmuşidi. Donatistler Honorius zamanına kadar devam eylemişlerse de ancak bir hal-i izmihlale duçar olmalarıyla ahiren kendilerine isnad olunan bazı ef’al-i vahşiyaneye ta’accüb etmemelidir. Zira Hıristiyanlık uğrunda her türlü felakete katlanmış ve haklarında ahkam-ı İncil’e muhalif isti’mal edilen kuvvet ve şiddetle evlad ü iyalleri telef olmuştur. Zaten me’yus olanların üçüncü bir fırkaya iltihak ve ahz-i sar ve sıyla işbu ef’al neticesi olarak şimal ahalisinin tasallut ve istilaları badi’-i istiğrab olmamalıdır. Justinianos uzun bir muharebe neticesinde Gotları memleketten vaffak olduğu sırada Aryanlar dahi Donatistler kadar işkence ve sefalete ma’ruz kalmışlar idi. Donatistler ise uzun muharebat ve mücadelat neticesi olarak rahiblerinin kısm-ı a’zamı telef ve nabud edilmiş olmasıyla kendilerinde maarif-i diniyyeden bir eser kalmamış ve bir isimden başka Hıristiyanlıktan behreleri mefkud olmuştu. “Sacrament ve vaftiz” usulü aralarından kalkmış ve Hıristiyanlık’tan akıdeleri yalnız fırak-ı muhalifenin hıristiyan olmadıklarına kanaatten Novation’lar dahi aynı sebeple fırak-ı saireden ayrılmış ve Novatus ile iki rahibden başka tekmil İtalyan rahibleri Diokletian ile Maximian zamanlarda putperestliğe razı olmuşlar ve Hıristiyanlık hükumetçe resmi din i’tibar edilinceye kadar ayin-i putperestide sabit-kadem olmuşlar idi. Başta Roma piskoposu olmak üzere İtalyan rahiblerin umur-ı diniyyede mübalatsızlıkları umum hıristiyanların dinsizliklerine sebebiyet vermiş idi. Balada muharrerü’l-esami Novatus ile refikları bidayeten putperestliğe razı olmadıklarından ahiren Nasraniyet’in kesb-i kuvvet ve nüfuz eylemesi üzerine tekrar Nasraniyet’e avdet edenleri kabul etmemiş ve kendilerine hıristiyan nazarıyla bakmamışlar idi. Bu adem-i kabul tevbelerinin makbul olmaması cihetinden olmayıp ancak havariyyundan Petrus’un İncil’i ahkamınca bunlara rahib nazarıyla bakılamaz idi. Novatistler ise gayet mutaassıb ve sakin ve sakit bir taife teslise razı olduklarından hükumet tarafından bunlara ta’arruz edilmemişti. Kendileri dahi zaten hükumetle ihtilat etmedikleri gibi hükumet işlerine ve o meyanede zuhur eden munkarız oluncaya kadar bu ta’ife berdevam olmuş ve muahharan Avrupa kiliselerine iltihak eylemişlerdir. Gerçi bunlar millet arasında hiçbir tefrikaya sebep olmamışlar ise de bunların münzeviyane ve zahidane hayatları hükümdarların usul-i din ve ayinlerine milletin efkarınca cay-gir olan ta’assıbasına kuvvet bahş olmakta idi. Aryanlar memlekette orduca sahib-i kuvvet ve nafizü’lkelim tabi olan fırak-ı nasaranın hiç birisi bunlara mal ü menal ve cah u ikbal i’tibariyle müvazi olamaz idi. Epitafios ile sair müverrihlerin rivayetlerine nazaran Aryanlar Nicene Kongresi’nden mukaddem akaid-i Nasraniyyet’te mevcud olan kurdur. Nicene Kongresi neticesinde akıdelerinin fesadı karar-gir olmuş ise de bu karar ekseriyet suretiyle husul-pezir olmuştur. da’vet edilmesi lazım gelen iki bin rahipten ancak üç yüz on sekiz rahibi kabul etmiş ve bazı müverrihlerin rivayetlerine nazaran Kongre’de bulunanların bir kısmı rahip olmadığı dahi muharrer ve masturdur. Kongreye med’uv olanlar Aryanlar fırkasına muhalif olan takımdan idi. Aryanlar’a ise hürriyet-i kelam verilmediğinden kongre mukarreratının aleyhlerine olmasına hayret edilmemelidir. İmparator Constantine Nicene Mecma-ı Ruhbanisi mukarreratının sırf kendi fikrine mutaba’at ve müdahene suretiyle karar-gir olduğuna o derece kani idi ki vefatından bir müddet akdem Aryan mezhebinin reisi Arrius’u menfadan getirdiği gibi bir Aryan rahibine kendisini yeniden vaftiz ettirmiştir. hebinden oldukları gibi bilcümle Gotlar dahi Aryanist fırkasına dahil idiler. Hükümdar Valantinianus ile Theodosius bilcümle mülkiyye ve meratib-i askeriyyede Aryanistleri istihdam eylerler idi. Tyre Sardys Syrmium Rimu’da altıyüz rahibden mürekkeb akd olunan sekiz kongrede Aryanistlerin akaid-i mezhebiyyeleri sıhhatine karar verildiği gibi kendi akıdelerinde olmayanlara dahi işkence etmeye başlamışlar mikneti rü’esalarının kuvvet ve şevketi ibadetlerinin nümayişatı “kiliseye musika” idhal[i] gibi bid’aların ihdası mı yahud o asır ahalisinin cehalet-i umumiyyelerine nazaran rahiblerinin yen esbab-ı mechuleden dolayı hükümdarlar mu’ahharan bu fırka aleyhine dönmüş ve bunlara dahi işkence ve azab etmeye başlamışlar idi. Kendileriyle hem-mezheb olan Gotların da adem-i itimadı müstevcib olmasıyla vücudlarının mahv u sara arasında şu suretle akaid-i mezhebiyye tefrika kavgaları zuhuru ve birinin mahvı diğerinin dahi za’fı müstelzem olması tabi’i bulunmasıyla bu tefrikadan bi’l-istifade Gotların taraf taraf memalik-i Nasraniyye’yi suhuletle zabt u istila eylemelerine badi olmuş idi. Gotlar ise Salvian nam müverrihin rivayetine nazaran be-gayet mu’tekid ve dindar ve istila eyledikleri memalik ahalisine adalet u rıfk ve mülayemetle mu’ameleye heves-kar olmalarıyla Hıristiyan valilerin irtikab ve irtişalarından fakr-ı hale duçar ve para ile ahali kemal-i hahişle Gotlara arz-ı mütavaat ve inkıyad eyliyorlardı. Teslise kail olan fırka-i müsellesenin bahsine gelince bunların muhtasaran ta’rifleri bilcümle ulum ve ma’arife düşman vasfından ibarettir. Ulum ve ma’arife aid her kitap kanun-ı diniyyelerince muharrem ve memnu olduğundan bu suretle ellerine geçen kütüb-i ilmiyyeyi ihrak ederler idi. Bunların içinde sathi olarak birkaç söz bellemiş gibi görünen birkaç kişiden başkası umumen ceheleden oldukları ma’lumdur. Rahibleri nasıl ise ahali dahi öyle idi. Dinleri ancak kiliseye gitmekten ve i’tikadları dahi alel-amya papazlara inanmaktan tesmiye ettiğim teslis ile ona müte’allik mesail-i gamıza kendilerine tefhim ve ta’lim edilemediğinden ne derece vahi ve sahif olursa olsun kendilerine telkin edilen hurafata mu’cize nazarıyla bakarlar idi. Saray-ı hükümdari halkına gelince bunları hangi fırkaya ilhak etmek lazım geleceğine mütehayyirim. Zira Hıristiyanlık’tan isimden başka bir şey taşımadıkları gibi imparatorlar uzun bir müddet putperest kahinlerinin elbiselerini iktisa ediyorlar idi. Gratian o elbiseyi nez’ eylemişse de onun te’sirat-ı ma’neviyyesini nez’ ü kal’ edememişti. Theodosius ve Justinian kanunlarında kendilerinden bahs eyledikleri sırada “biz ki ebediyiz biz ki la-yemutuz” ta’birlerini evsaf-ı mahsusaları meyanında isti’mal eyledikleri gibi kendilerinden evvel geçen hükümdarlara “ebedi” vasf-ı ilahisini isti’mal eyledikleri meşhuddur. Tiyatro sahnelerinde gayet şeni’ ve müstebşa’ ahval devam eylediği gibi “sirk” oyunlarında cari olan ef’al-i feciayı muhafaza ederler susu olduğu ma’lumdur. Din hususunda imparatorlar mutlaku’l-’inan ve hangi fırkaya arzu ederlerse iltihakta muhayyirü’l-cenan dır ki onların i’tikadları hükümdarlarının evamirinden ibarettir. Teslise kail olan fırka Nicene Mecma-ı Ruhbanisi’ne dahil olmuş ve mukarreratına razı olmuşlar ise de ne demek olduğunu anlayamamışlardır. Latin Kilisesi ekanim-i selaseyi üç şahıs i’tibar ederler. Yunan kilisesi ise yekdiğerine hulul etmiş ekanim-i selaseyi ta’rifte duçar-ı müşkilat olduklarından bu yüzden dahi aralarında tefrika ve ihtilaf zuhur eylemiştir. Bunlar dahi Nasturi taifesiyle Eutychian taifesidir. Nasturiler Hazret-i Isa’nın ilah olduğuna kani olup ancak riyyet mevadd-ı asliyyesi mevcud olmakla beraber işbu mevadd-ı muhtelife yekdiğerine ol derece hulul ve ittihad eylemişlerdir ki bir vücud olmuş i’tikadındadırlar. İşbu iki taife pek kuvvetli idiler ve filvaki’ üçüncü ve dördüncü kongrelerde akaidlerinin fesadı karar-gir olmuş ise de Filistin ve Mısır ve Habeş ve İran taraflarında akıdeleri münteşir olmuş ve hayli tarafdar peyda eylemişlerdir. Bunların ayrı patrik ve matran ve rahibleri var idi. İşbu iki ta’ife re’is-i ruhanileri be-gayet nafizü’l-kelim olduklarından Eutychius İskenderiyye patriği olduğu gibi Severus Antakya patriği idi. Nestorius bidayette İstanbul patriği olduğu gibi el-yevm hayli tarafdarları vardır. Teslise kail olan üçüncü bir taife daha vardır ki onlar dahi Keldani’de tecemmu’ eden meclis-i ruhbanda akıdeleri karar-gir olmakla kendilerine Keldani ıtlak olunduğu gibi akaidleri hükümdarın akaidinden ibaret olmakla “Keldani Melekiyet” namını ihraz eylemişlerdir. Alem-i İslam’ın erkan-ı mühimmesinden birini teşkil eden ve şarkıyye tarafından teslim edilmektedir. İraniler küre-i arzda sakin kaffe-i akvam arasında en kadimlerinden birisidir: ve Yunanilerden daha evvel bir hükumet-i milliyye-i müstakille teşkiline muvaffak olarak Asya-yı Vusta ve Garbi’de binlerce seneden beri mühim bir makam kesbetmişlerdir. Zaten “Antik” denilen devre-i tarihiyyede İraniler bütün Asya-yı Garbi’ye hükümran idiler: Önlerine gelen Asuriye Babilistan ve Asya-yı Suğra’da mevcud hükumat-ı sağireyi mağlub ederek Türkistan-ı Şarkı’den Asya-yı Suğra’ya kadar tevessü’ etmişler idi. Hatta bir zaman Karkaslar’ın Arta Karkasların Dariyusların milyonlarca orduları Mısır’ı ve Avrupa’yı medeni addedilen kıt’alarını yed-i tasallutlarına geçirmişler Daha o zaman İraniler bir medeniyet-i mahsusa-i milliyyeye malik idiler: Kullandıkları lisan “Fers-ı kadim” elsine-i Aryan’ın me’huz-ı aslisi olan Sanskrit’ten teşa’ub etmiş “Proto Ariyan” tesmiye edilen Latin-Yunan lisanları ile beraber o zamanki alem-i medeniyetin en ber-güzide lisanı addediliyordu. Şu lisanda yazılmış asar-ı edebiyyenin numuneleri el-an Paris Londra ve Berlin kütüphanelerinde mevcuddur ki bu lisanın daha o zamanda vasıl olduğu derece-i mükemmeliyetini isbat ediyor. Aynı zamanda Mürur-ı a’sar ile bunlar tekamül ederek; lisan Zend Pazende ve Pehlevi devirlerini geçirmekle bilahare dahi-i azim olan Firdevsi’nin sevki ile Sa’dilerin Hafızların Molla Rumilerin zuhuruna meydan hazırlandı. Din ise kable’l-İslam Zerdüşti tarika mübeddel olarak Faruk-ı A’zamın asrına kadar Zerdüşt Eflatun’un muasırı idi. Yani Isa as’ın tevellüdünden beş altı yüz sene evvel zuhur etmişti. Bu zaman İran tarihinin en parlak en müşa’şa’ bir devresi tanat sürüyordu. Asya-yı Suğra’yı Mısır’ı Asya-yı Vusta’yı teshir etmiş olan Farisiler şimdi Türkistan-ı Şarki’de Türk cinsi ile karşı karşıya gelerek Türkler ile çarpışıyor pençeleşiyordular. Şahname’nin bütün sahifelerini işgal eden Firdevsi’nin bütün sünuhat-ı şairane ve ihtisasat-ı vatan-perveranesine mevzu’ olan bu çarpışma şu pençeleşme eski İran tarihinin ruhunu teşkil ediyor. Türk Hakanı Efrasiyab ile Faris kahramanı Rüstem arasında cereyan eden mübareze Şahname ’nin esası olduğu gibi şu iki kavim arasında bulunan alaka ve mukadderat-ı tarihiyyeyi de temsil ediyor. Bakınız Koca Zal oğlu Rüstem’e Efrasiyab hakkında ne nasihat ediyor; genç delikanlı Rüstem Efrasiyab’ın kanına teşnedir babası Koca Zal’dan Efrasiyab’ın alamet-i farikasını soruyor bunları belleyerek Türk ordusuna atılmak Efrasiyab’ı öldürmek şu iki kavim arasında asırlarca devam eden hunin mübarezeye bir nihayet vermek arzusundadır. Lakin koca tecrübe-dide Zal oğluna: “Sakın öyle bir teşebbüse girişme!.. Zira Efrasiyab şecaatte şir reşadette arslan maharette kurt olan Efrasiyab böyle kolaylıkla mağlub edilmez!” diyor. Fakat Türk akvamı ile çarpışmanın neticesi daha belli değil iken İran’a hiç beklenilmeyen taraftan bir hücum vuku’ buluyor: Büyük İskender cihan-girlik hülyası ile bütün Asya’yı teshir etmek teşebbüsüne girişiyor. İran’ı bir iki darbe-i dehşet-engiz ile yıkıp bitiriyor. İraniler eski Yunan müverrihlerinin ta’rif ettikleri sadakat süvarilik ve şir-endazlık gibi sıfat-ı mümtazelerinden şimdi mahrum idiler. Eski metanet-i ahlakiyye ve rasanet-i cismaniyye ve diyanet-i ruhaniyye bozulmuştu. Sadakat hiyanete reşadet cebanete diyanet ta’assub-ı cahilaneye mübeddel olmuştu; İskender’in darbeleri şu sıfatların ne derecede mühlik olduğunu İranilere oldukça anlattı. Miladın tam üç yüz otuz senesi esnasında duçar oldu. Lakin hissiyat ve efkar-ı milliyenin tenemmüv ve terbiyyesi yikat-ı ecnebiyye İranilerin de ruh ve kalblerini tasfiye ve terbiye etti. Milad-ı Isa’nın dördüncü karnında İsfahan’da “Gave-i Aheng” namı ile bir demirci huruc ederek bütün ğünü sancak yaparak Erdeşir Babekan namına istihlas-ı vatan ü millet teşebbüs-i azimine girişti. Erdeşir Babekan guya eski Keyaniyan sülalesine mensub bir tıfl olarak sülalenin esna-yı izmihlalinde Zerdüştiler tarafından “Mukaddes” addedilmekte olan bir inek tarafından hıfz u tagdiye edilmiş Bütün ecnebiler İran hududundan çıkarılıyor. Sasaniyan denilen ve Asr-ı Sa’adet-karin-i Faruk-ı A’zama kadar yürüyen sülale-i muhteşeme te’sis ediliyor! Şu sülale zamanında İran yeniden eski haşmet ve azametini ve hatta daha bir kat yüksek surette i’ade ediyor. Şimdi eski Yunanistan bitmiş mahvolmuş idi. Onun yerine Roma kaim idi. Lakin Roma İmparatorluğu bütün haşmet ve azameti bütün hırs-ı cihan-giranesi ile beraber İran’a suret-i kat’iyyede galebe çalamadı. Bilakis dünyada kendisine beraber ve müsavi bir hükumet tanımadığı ve bütün alemi daru’l-harb diye telakkı ettiği halde İran hükumetini i’tirafa ve İranilerin hukuk-ı milliyyelerini teslime mecbur oldu. Al-i Sasaniyan’dan olan Şapur-ı Saninin Roma İmparatoru Neron’a yazdığı bir mektup el-an Paris Kütüphane-i Milliyyesi’nde mahfuzdur. Şu mektupta Şapur kendisine: “Alihe arasında abd ve abdler arasında rab” diye ve Neron’a: “Dostum Kayser-i Rum” diye hitab ediyor ki azamet-i sülaleden bir nişanedir. Fakat mürur-ı a’sar ile ahlak ve adab-ı milliyye yeniden bozuluyor. Hükumet birtakım entrikacılar kadınlar ellerine geçiyor. Adalet yerine zulm u ta’addi kana’at yerine israf hasa’il-i memduha yerine zinet ve alayiş-i zahiriyye kaim oluyor. derecede bozuk idi ki bir kere Faruk-ı A’zam Irak hakimi Sa’d ibn Ebi Vakkas’tan İran’a aid aldığı bir mektubu ashab-ı kiramın müzakere ve müşaveresine vaz’ ederek İran seferi hakkında re’ylerini sordu. Haydar-ı Kerrar Ali ibn Ebu Talib seferin icrasını tasvib etti. Ömer bin Hattab hazretleri: “Ya Ebu’l-Hasan! Keşke ne İran olaydı. Ve ne biz İran’ı teshire mecbur olaydık. Zira İranilerin ahlakı o kadar bozuktur ki bizi bile bozacaklardır!” diye cevap verdi. – – Bir devletin dahili ve harici siyasetini sırf şahsi iradeler neticesi farz etmek hatalı olur. Vekayi-i tarihiyyenin amil ve müessirlerini iyi arayıp doğru ta’yin eylemek pek müşkil ise de herhangi bir irade Volonté’nin vekayi’ ve ahval-i müteselsile-i maziyyeden doğduğuna yani semere-i tarih ve muhit olduğuna şüphe edilemez. Vakıa eşhasın iradeleri de kendi nöbetlerinde birer müessir olabilirler fakat tarih keyif ile idare olunamaz; bir nevi mecburiyet-i tarihiyye bir nevi takdir-i tarihi vardır. Hele sırf diplomatlık ile tarih yapmaya kalkışmak sade-dillik olur. Muayyen bir zamanda çatışmaları mukadderat-ı tarihiyyeden olan iki devletin dostlaşmalarına birkaç düzine Taleyran ve Metternichler elele verip var kuvvetleriyle çalışsalar netice yine muvaffakiyetsizliktir. Ondokuzuncu asr-ı miladinin en mühim avamil-i tarihiyyesinden olan bir fikir “fikr-i milliyyet” Avrupa’nın her tarafında olduğu gibi Memalik-i Osmaniyye’nin hususiyle Avrupai kısmında icra-yı te’sirat eylemişti. Yunan Ulah Sırp Bulgar milletleri tabi oldukları Devlet-i Osmaniyye’ye karşı başkaldırıp zorla ondan ayrılarak müstakil birer devlet halinde alem-i siyasete çıkmışlardı. “Milliyet Esası” Saltanat-ı Osmaniyye’yi hayli örseledi ve epeyi parçaladı. Şark’ta fikr-i milliyyetin en sağlam muavini dini ihtilaf ve husumetler oldu. Reayanın kıyam ve isyanlarında gaye-i emel keskin silah taassub-ı dini oldu. Avrupa’da Saltanat-ı Osmaniyye’nin tamamiyet ve satveti aleyhine te’sir eyleyen fikr-i dini ve milli Asya’da bilakis saltanat-ı mezkurenin kökleşmesine kuvvetlenmesine haret ilcaat-ı tarihiyyeyi görüp devlet gemisinin veche-i azimetini ona göre ta’yin etmektir. Devr-i sabık müdiran-ı umurunun siyaset-i hariciyye ve dahiliyyeleri medh olunamaz; maamafih tarihin onları garptan ziyade şarka bakmaya şarkla uğraşmaya zorladığı muhakkaktır. Hükumet-i Osmaniyye on dokuzuncu asr-ı miladinin sonlarına doğru şarkı garba Asya’yı Avrupa’ya Hilafet’i padişahlığa tercih eylemiştir. Bu tercihin ilk neticesi siyaset-i hariciyyede Devlet-i Osmaniyye’nin İngiltere daire-i muhadenetinden çıkıp Alman dostluğuna geçmesi olacaktı ve filvaki’ öyle de oldu. rında Kafkasya hududunda meşgul olmasını ister; eğer Hükumet-i Osmaniyye’nin Arabistan Irak ve ba-husus Süveyş Kanalı taraflarına imale-i zihn ettiğini anlarsa derhal Vilayat-ı Sitte’de ve yahud Vilayat-ı Selase’de bir iş çıkarıp hükumetin bütün kuva-yı fa’alesini oralara vakf ettirir. Mösyö Pinon iddia ve iddiasını vekayi’ ile isbat ediyor ki “Ermeni Vak’ası” esasen Mısır Mes’elesi’nden doğmuştur: Ma’lumdur ki İngilizler senesi Mısır’ı muvakkaten işgal etmişler ve senesi Devlet-i Osmaniyye ile akd ettikleri muahedede üç sene sonra yani’da Mısır’ı terk ve tahliye edeceklerini va’d eylemişlerdi. Mühlet tamam oldu ama Fransa yeni müttefiki Rusya’ya güvenerek ve Hükumet-i Osmaniyye’nin rızasını tahsil ederek İngiltere’ye işgal müddetinin artık hitama ermiş olduğunu hatırlatmak cür’etkarlığında bulundu. Bunun üzerine İngiltere Rusya ve Fransa’yı bozuşturmak kastıyla “Ermeni Vak’asını” ihdas eyledi. bütün müttefikleri birbirinden ayırmaya yarayan Mes’ele-i Şarkıyye’yi Devlet-i Osmaniyye’nin taksimi suretinde açmış olacaktı... Almanya Devlet-i Osmaniyye’nin Asya ve Hilafet siyasetine kuvvetü’z-zahrdır. Ermeni Vak’ası’nda Girid Mes’elesi’nde Makedonya işlerinde menafi’-i Osmaniyye’yi ciddiyetle müdafaa ederek Saltanat-ı Osmaniyye’nin Avrupa ve Asya hududlarını muhafazaya çalışmış ve bu suretle Şark Siyasetinin devam ve muvaffakıyetini mümkün kılmıştır. Almanya ve Türkiye müşterekü’l-menafi’ bir siyaset-i İslamiyye ta’kıb ettikçe İngiltere’nin şarkta istirahat ve emniyeti münselib oluyordu; artık ona yalnız i’tilaf-ı müsenna siyaset-i alemdeki hakim mevzi’ini idame için kafi görünmüyordu. Bunun içindir ki alem-i İslam’ın Afrika parçasını bölüşerek Fransa ile uyuştuğu gibi Nisan o alemin Asya’daki kısmını da Rusya ile paylaşarak o yüz yıllık düşmanıyla da barıştı: “Sultan ile Kayser’in bir zamanlar pek sıkılaşan Almanlara açarak Hamburg’tan Basra’ya kadar imtidad eden uzun bir arazi parçasını Alman nüfuzuna bırakıyordu... “İngiltere bunu duydu; ve hiç olmazsa bir müddet-i muvakkate zarfında Alman tehlikesinin Rus muhatarasından daha müdhiş olduğunu takdir etti. Alman tehlikesi han-şümul idi... Fransız diplomasisi İngiliz ve Rusların i’tilaf-ı menafiini ihzar ve tanzim etti ve bundan Ağustos tarihli Rus-İngiliz muahedesi çıktı: Londra ve Petersburg hükumetleri Asya-yı Vusta memalik-i İslamiyyesi’ni dostane paylaşıyorlardı; İngiltere Afganistan’da Rusya leyhine tamamen birleşiyorlardı Asya-yı Suğra ve Balkanlar’da yani memalik-i Osmaniyye’de Alman nüfuzuna karşı koymak üzere teşebbüsat-ı lazimede bulunmayı ta’ahhüd eyliyorlar.” Rusya ve İngiltere taahhüdlerini yerine getirmek üzere Makedonya yangınını hiç durmadan körüklediler. Bu sıralarda vekayi-i alemi az çok ıttırad ile ta’kıbe çalışan bir Türk gazetecisi şu satırları yazmıştı: “İngiltere Islavlar’la birleşti. Asıl Almanya’ya karşı Islav Rusya ile ittifak ederken Almanya’nın cenuptaki ihtiyat ordusuna yani Osmanlılar’a mukabil Makedonya Bulgar çetelerini tanzim ile uğraşıyordu. Londra’daki Balkan Komitesi alemi emerek toplanan sterlingleri Balkanlar’a boşatmakta Bulgar çeteleri işi gücüyle meşgul Türk Rum ve hatta Bulgar köylerini yakıp yıkmakta iken İngiltere Hariciyye Nezareti Vilayat-i Selase’nin Türkiye’den büsbütün ayrılması için türlü layihalar hazırlıyordu... Maksad aşikardı: Ya Devlet-i Osmaniyye korkup aman diyecek Almanya koltuğundan ayrılıp İngiliz kucağına atılacak; yahud Makedonya Bulgarlar’a geçerek Berlin’den Kuveyt’e giden demiryol ortasından kırılmış makam-ı Hilafet’in kadr ü i’tibarı ta kökünden sökülmüş Türk ordusu mağluben Asya’ya kovulmuş olacaktı... lamiyye aleyhine Fransa simsarlığı ile uyuşarak İ’tilaf-ı Müselles’in temeli atılması üzerine Almanya ve Türkiye’nin bazı tedabir-i ihtiyatiyyeye tevessülleri zaruri idi. Bunun üzerinedir ki Saltanat-ı Osmaniyye Balkan devletlerinden Romanya Sırbiye ve Yunan ile beraber İttifak-ı Müselles’e dahil olacak ve sonra Bulgaristan’a harp açıp Makedonya mes’elesini kendi nef’ine hallettirecek havadisi aleme yayıldı. Henüz zikrettiğimiz gazeteci bu kıl ü kalleri şöyle naklediyordu: “Almanya’nın Sultan’a Bulgarlarla harp tavsiye ettiği pek çok söylendi. General Vondergoltz’in “Divohe”de yazdıkları Baron Marşal’in bir gazeteciye dedikleri Almanya Washington Sefiri’nin bir Amerika cümülesinde makalesi hep aynı fikri takviye ediyor Makedonya mes’elesini ancak bir Türk-Bulgar harbiyle hüsn-i tesviye imkanını gösteriyordu. Goltz İstanbul’a geldi Türk Mekteb-i Harbiyyesi’nde nutuk söyledi gitti; Mareşal Berlin’de bir hayli oturdu döndü; Sadrazam Ferid Paşa’ya Prusya’nın en büyük nişanı “Kara Kartal” verildi. Artık herkes Devlet-i Osmaniyye’nin resmen İttifak-ı Müselles’e dühulüyle aynı zamanda Bulgarya’ya i’lan-ı harb ettiği haberini bekliyordu; pek çabuk ve uzaktan işiten kulaklara Meriç vadisinde Filibe civarında gürleyen muzaffer Türk toplarının sadası bile gelip yetişiyordu. Bu takdirde İngiltere belki yine yenilmiş olacaktı: Öyle ya top güllesi en kuvvetli delildir yenilen Bulgarya da çetelerini toplar Yunan gibi Türk dostluğu lüzumuna kanmış olurdu...” Belki bu ihtimalata karşı müzakeratta bulunmak ve her halde Makedonya mes’elesini tamamen Türkler ziyanına halletmek için İngiltere kralı Edward Rusya İmparatoru Nikola’yı ziyarete gitmek üzere iken mes’ele-i şarkıyyece fevkalade mühim bir vak’a zuhura geldi: Devlet-i Osmaniyye’de meşrutiyet-i idare i’lan olundu. Bu vak’a o kadar azim o kadar çok netayici hamil ve bazılarınca o kadar gayrı müterakkıb idi ki zuhuruyla şark mes’elesinin müessirlerini şiddetli bir fırtına gibi alt üst etti: Makedonya işini sildi süpürdü aldı götürdü; İttifak-ı Müselles ve İ’tilaf-ı Müselles devletleriyle Saltanat-ı Osmaniyye’nin vaz’iyet-i mütekabilelerini muvakkaten veya zahiren değiştirdi; Reval Mülakatı’nın ehemmiyetini eksiltti... Temmuz’dan beri Hükumet-i Meşruta-i Osmaniyye’nin biraz tafsil ile bahsi ahir bir zamana bırakıyorum. Şimdilik buna dair bir iki çift sözle iktifa edeceğim. Önce bilmem neden ortalığı bir İngiliz dostluğudur kapladı; İngiliz Sefiri cenaplarını “Millet-i Osmaniyye istikbal eyledi”; Anglofil olmakla ma’ruf Kamil Paşa sadr-ı hükumete geçti. Lakin bu balayı pek kısa sürdü. İnkılaptan henüz birkaç ay geçmemişti ki inkılabı yapan fırkanın naşir-i efkarı “Siyaset-i hissiyat”ın yani İngiliz siyasetinin tenkıdine ihtiyac hissetti... Bu rücu’ gittikçe mütezayid bir sür’atle nihayet bugünkü hale müncer oldu. Gerçi bazı siyasiyyunun hala İngiliz dost-ı kadimimizden Osmanlılar’ın en büyük dostu Yedinci Edward hazretlerinden kemal-i ciddiyyetle bahsettikleri vaki’dir. Fakat kari’lerin bu evsafı şimdi o kadar ciddiyetle okuduklarına biraz şüpheliyim. İlcaat-ı tarihiyye Devlet-i Osmaniyye’nin münasebat-ı hariciyyesini Reval Mülakatı’ndan az evvelki şekline pek benzetti. Sadrazam Paşa Romanya’dan Avusturya’dan geçerek Berlin’e Kayser İkinci Wilhelm’in ziyaretine gidiyor... Ötedenberi Fransız ve İngiliz muhibbi addolunan bir nazırımız Paris ve Londra’da bir hayli müddet yakından tanışmaya lüzum görüyor... El-yevm Osmanlı ve İngiliz münasebatında mevcudiyeti yun-ı mu’teberesinin akvalinden anlaşılan noksani-i muhadenet hiç şüphe yoktur ki bizim kendi hata-yı tedbirimizden fezi’nde menafi’-i azimeye ve umur-ı ticariyye ve siyasiyyece Memalik-i Osmaniyye’de hala bir mevki’-i mümtaza malik bulunan ve nüfuz-ı Hilafet’teki ehemmiyeti layıkıyla tedkık eyleyen ve yüz milyon kadar ehl-i İslam’a hükmeden İngiltere elbette ve elbet Devlet-i Osmaniyye ile hüsn-i münasebeti tercih eyler. Binaenaleyh bizim için böyle bir hüsn-i münasebetten istifade ancak İngiltere efkar-ı umumiyyesinin vücuh-ı temayüliyyesin-deki dekayik ile İngiliz siyaset-i şarkiyyesinde ta’kib olunan mesaliki gavamızıyla idrake mütevakkıftır. Senelerce şarkta dolaşmış ve bir müddetten beri giltere efkar-ı umumiyyesinin ve İngiltere devleti tarafından umur-ı şarkıyyede mültezem mesleğin Hükumet-i Osmaniyye tarafından doğruca telakkı edilmediği iddia olundu. Ve bu hususta ikazatta bulunmaklığım tavsiye edildi. O babda serdedebileceğim mütalaatın her ne hikmete mebni ise makam-ı aidesince zıddı icra olunacağını anlattıktan sonra meşrutiyetin tuluundan beri bir hayli sahayif-i ceraid ile vatandaşlarıma bildiğimi izahtan hali kalmadığımı söyledim. Ma’lumdur ki Devr-i Meşrutiyyet’in küşadına kadar İngiltere yan etmemişti. O münasebattaki noksani-i asar-ı muhadenet Rusya ile son muharebemizden bir müddet evvel vukua gelmeye başlamış idi. Devlet-i Osmaniyye’nin o zamanlar Balkanlarda du-çar olageldiği müşkilatın mehalikini tahfif meyi hayliden hayliye Türkler lehinde idareye muvaffak olmuş bi’de ve alel-husus İngiltere’de icra-yı faaliyyete başlamış ve Rusya diplomasisi “Şark hıristiyanları hakkında Türk mezalimi” vesilesini üss-i meslek ittihaz ederek Devlet-i Osmaniyye’nin bekasına ve alel-umum Osmanlı müslümanlarının selametine gayet muzır bir cereyan vücuda getirmiş gayr-i resmiyye ile icra eylediği tedabir hakıkaten şayan-ı hayret denecek derecede mahirane idi. O zamanlar Ruslar İngiltere rical-i siyasiyyesinden bir hayli mühim zevatı kendi mülahaza-i siyasiyyelerini hüsn-i telakkıye meylettirdikleri gibi ulemadan şuaradan ruhbandan sahib-i nüfuz birçok kimseleri kendi taraflarına cezbettiler vesait-i tahrir ve hitabetle iktifa eylemeyip ehl-i san’attan bazı ressamlara guya Türklerin şark hıristiyanları hakkındaki hayyele tasvir ettirmeye ve tiyatrolarda faci’ veya hakaretamiz mevzu’lar oynattırmaya çalışarak halkı Türkler aleyhinde tezyid-i adavete sevk eylemişler idi. İngiltere’de mukım “Madam Novikof” namında fetanet-i siyasiyye sahibesi bir kadın başta müteveffa Gladstone olmak üzere birçok rical-i devleti Türkler aleyhinde tahrike çalışmış idi. Hatta Madam Novikof’un garb alem-i siyasiyyatında Ruslar için ettiği hizmetler yüz bin Kazak askerinin muharebede gösterdikleri yararlıklardan büyüktür” sözü bu babda misal suretinde zikredilir olmuştur. O zamanlar taraf-ı devlet-i Osmaniyye’den Türkler –daha doğrusu Osmanlı müslümanları– aleyhinde vukua gelmekte olan bu muzır cereyanların önünü almak veya zıddına cereyanlar ihdas eylemek için tevessül olunan tedabir hiçbir intizam ve vukufa hiçbir iktidar ve sebata müstenid olamamakla akım kalıp gitmiştir. Osmanlı ve Rus Muharebesi’nin sonlarında ve alel-husus Kıbrıs Mukavelenamesi’nin akabinde İngiltere’de Türkler de bu da vakar-ı siyasisini mütesaviyen sıyanete muktedir mahmi şeklinde zuhur eylemiş idi. Yıldız devr-i hükumetinin su-i tedabirinden dolayı vatana arız olan teşevvüş ile nüfuz ve kudret-i hükumete tari olan nakayıstan dolayı bilahare her fırsat düştükçe şiddetli buğz ve nefret asarı gösterilegelmiş vaz’ına muvaffakıyet hasıl oluvermesi üzerine İngiltere’de bir Türk tarafdarlığıdır başladı. Vatanımızın kansız inkılabı alkışlandı. Ceraid-i mu’tebere sahayifi Meşrutiyet-i Osmaniyye’nin temenni-i bekası hakkında öyle makalat-ı dostaneyi havi idi ki insan bunların Osmanlı erbab-ı tahriri tarafından yazıldıklarına zahib olabilirdi. Türkiye hakkındaki bu tahavvül-i mesleğe yani evvelki buğz ve nefretin tamamıyla ber-taraf edilmesiyle yeniden bir meslek-i meveddet vaz’ına sebep ne Kamil Paşa’nın ifratlı İngiliz tarafdarlığı yapması ne de filan ve filanın diplomasi taslaklığı göstermesi ne de bazı kimselerin adeta tezlil-i vakar-ı milliyyet edercesine istasyonlarda filanlarda ellerinde İngiliz bayrağı olduğu halde “Yaşasın İngilizler” diye haykırmaları idi. El-hasıl İngiliz dostluğunun tekrar zuhura gelmesindeki kerameti kendimize mal edemeyiz. Durbinlikleri ma’lum olan İngiliz ricali bu dostluğu kendiliklerinden te’sis eylediler. Zira Şark-ı Karib’in teceddüd-i ahvali onu iktiza etti. Yoksa iş bize kalsa idi bu dostluktan istifade-i ciddiyyenin tariklerini bilmediğimizi daha mebadi-i Meşrutiyyet’te gösterir idik. Avusturya’nın Bosna ve Hersek’i ilhak etmesiyle o zaman açmış olduğu ebvab-ı müşkilat önünde Babıali aciz ve hayran kalmış idi. Avusturya’ya karşı sulhen müdafaa-i hukukun bir vasıtası bulunduğunu ve binaenaleyh büsbütün me’yus olup da derya-yı hayrete dalmaya mahal olmadığını vatandaşlarına o sırada tavsiye eden ilk muharrir şu satırları yazan acizdir. Artık kullanmadığım bir “nam-ı müstear” olduğu için şimdi alenen söylüyorum. “Horasani” ism-i müstearı altında yazdığım makalattan olmak üzere mebadi-i Meşrutiyyet’te yevmi surette dahi intişar etmiş olan Servet-i Fünun gazetesinde Avusturya’nın hukuk-şikenane muamele-i gayr-ı muntazırasına en müessir bir mukabele Avusturya ticaretine karşı ciddi ve etraflı bir “boykotaj” yapmak olduğunu tavsiye eylediğim zaman boykotaj sebebiyle devletin müşkilat-ı hariciyyeye du-çar olabilmesi ihtimalini de düşünmüş ve fakat o zaman İngiliz muhadenet-i siyasiyyesindeki germiyeti yakından hisseylediğim için o müşkilat-ı melhuzaya karşı İngiltere’den müzaheret-i ma’neviyye göreceğini de muhakkak zannetmiş idim. Sonraki hadisat bu müzaheret-i ma’neviyyenin husulünü cümlemize gösterdi. Avusturya’nın kendi suçunu kale almayıp da bizi suçlu çıkarmak için vuku’ bulmuş olan ta’rizleri tehdidleri İngiltere müzaheretinden dolayı hükümsüz kaldı; Devlet-i Osmaniyye dahi hukuk-ı hükümranisine karşı vuku’ bulmuş olan taarruzdan dolayı hiç değilse iki buçuk milyon lira kadar tazminat koparabildi. Düvel-i kebire-i garptan bazılarının şark milletleri hakkında pek de niyyat-ı hakşinasane beslemediklerini ve alelhusus ümem-i İslamiyye hakkında ta Ehl-i Salib devirlerinden tevarüs edegelmiş bir nevi’ hiss-i garaz ile müteharrik olduklarını biliriz. Çok kere tenkid de ederiz. Bu aciz Garb’ın maşrık-ı İslam hakkındaki o meslek-i bed-hahanesini en şiddetli tenkid eden şarklılardan birisiyim. Fakat o meslek-i bed-hahane ve gayr-ı munsıfanenin şu asr-ı temeddünde bile vakit-be-vakit asarı zuhur eylemesine meydan vermemek üzere tedabir-i ma’kuleye tevessül etmediğimizden veya edemediğimizden dolayı biraz da kendi asar-ı amelimizi tahtie eder isek fena olmaz. Her derdimize devayı haricin göndermesine intizar eylememeli. Bugün Memalik-i Osmaniyye’de olan menafii adeta kendisi için mes’ele-i hayat u memat denecek kadar azim ve mühim dahi bulunsa İngiltere kalkıp da Kırım Muharebesi’nde yaptığını yapamaz. Kezalik Şark-ı Karib’deki menafi’i ne kadar artarsa artsın Almanya devleti Devlet-i Osmaniyye’ye başka taraftan gelebilecek taarruz-ı fi’liye karşı silahla lehimizde müdahaleye girişmez. Mesela bugün İngiltere ile Fransa veya Fransa ile Almanya veya Almanya ile İngiltere arasındaki revabıt-ı maliyye ticariyye sınaiyye ilmiyye ve fenniyye ve sair o kadar artmış o kadar artmıştır ki bu devletlerden hiç birisi şarkta menfaatlerinin taarruzundan dolayı kat’iyyen müsademeyi göze aldıramazlar. Bilfarz bu taarruz-ı menafi’ bir buhran-ı müdhiş haline gelse bile akıbet bir tarik-i tesviyye bulunur. El-hasıl uzlaşabilirler; medeniyetin garba te’min eylediği istirahat ve asayiş-i ammeyi bozamazlar ve mahsulat-ı maddiyye ve ma’neviyye-i temeddünü tahrib eyleyemezler. Bizde münasebat-ı düveliyye üzerine mülahazat serdedenler aleme gülünç oluyorlar. Şu tarafa bu cihete meyletmek isteyecek her tarafı iyi kullanmaya çalışmak ve her taraftan hukuk ve vakar-ı millimize riayet cezbedebilmektir. Bu tarik-i savabı ta’kıbde şaşkınlık göstermeyelim. Alemi kendimizden soğutturacak ef’alimiz vuku’ bulup giderse vay bizim halimize. Memleketimizin her tarafında yine beğenilmeyecek haller vukua gelmekte olduğuna dair Avrupa-yı garbiye muttasıl haberler geliyor. Bunların kaffesi dahi masnu’ ve garazkarane olamaz. Bu haller devam ederse en samimi dostlar da düşman olurlar. Tepedelen’den: Temyiz ve takdire kudret-yab olabildiğim zamandan beri millet ve memleketin felaket ve sa’adetini düşünür bu hususta en esaslı nukatı teşrihe çalışır olduğum için hayat-ı vazifeye dahil olduğum şu zamanda meydan-ı halle arz edilmiş olan bir ihtiyac-ı esasiye nazar-ı dikkatinizi celb etmek müşahedatımı arz etmek isterim. Arz edeceğim mes’ele benden ziyade alakadar olup benden ziyade düşündüğünüze de emniyetim olduğu için sözlerimi biraz zaid addetmekle beraber mevki’im i’tibariyle olan müşahedatımın sizce de fayda-bahş olacağı mütala’asıyla ber-vech-i zir arzına mücaseret eylerim: Memleketimizin mekatib-i ibtidaiyye mualliminine şiddet-i ihtiyacı der-kardır. Bunları Darülmuallimin’lerle tedarik etmek mümkün değildir. Bu kadar fedakarlığa teşvikata rağmen Yanya Darülmuallimini’ne ancak yedi talebe toplanabilmiş. Onlar da ya mekteb tahsilinde muvaffak olamayacağını anlayıp idadiyi terk etmeye mecbur olanlardan veya bir iki sene medresede bulunduklarından birkaç sene de köyünde dolaştıktan sonra bir işe yaramayacağını kestirip gelenlerdendir. Aciz mekteb içinden çıkıyorum... Geçen sene hakık[at]te yalnız bir talebe çıkmıştır; bu sene ve gelecek sene çıkmayacak. Daha gelecek sene ise üç dört tane çıkabilecektir. Vilayetin yedi yüzden ziyade muallime bulunduğuna şüphe yoktur. Geçen sene birkaç mektep açmaya maarif bütçesi müsait iken muallim bulunamadığından açılamamıştır. Dörtyüz kuruş maaşla idadi mezunlarına teklif edildiği halde bir talip bile zuhur etmemiştir. Gelecek seneye köy umur-ı maarifi köy bütçelerine ithal edildiği zaman bu ihtiyaç bütün vuzuhuyla arz-ı endam edecektir. Darülmuallimin’lere on sekiz yaşından aşağı talebe kabul edilmemesi nihayet rüşdiye derecesinde olan bir tahsil sait şeraitle Darülmuallimat’a talebe arandığı halde nasıl ki –buradan– kimse gitmemiş ise Darülmuallimin’lere de ne yapılırsa yapılsın kifayet derecede talebe zuhur etmeyecektir. Vaktiyle menba’-i irfan ve kemalat ancak medreseler olup her türlü esbab-ı terakkı ve saadet oralarda hazırlanabileceği nokta-i nazarından bugünkü mektepler yerine her kasabada mektepler kurulmuştur. Bugün bunların çoğu harab birçoğu da hal-i ihtizardadır. Ma’murlarına devam eden birkaç talebe –eğer varsa ki buralarda yoktur– bir iki sene gelip gittikten sonra terk etmekte diğer yerlerdeki müşahedatıma nazaran bazen başkaları gelip bazen de boş kalmaktadır. Zamanımızda –diyebilirim ki hiçbir tarafta– kasaba medreselerinden icazet alan olmadığı gibi –Yanya gibi– bazı şehir medreseleri de bu haldedir. Gelenler az çok devamdan sonra bir gaye me’mul ve mutasavver olmadığından bırakıp giderler. O evkaf da vakıfın maksadı te’min edilemeksizin telef olur gider. Memleketimizde belki binden ziyade medrese bulunup bunların külliyeti bir yekun tutan vakıfları heba olup gitmektedir. Şayan-ı teessüf hallerdendir ki teşkilat yapmadan Meşihat bütçesinde taşra medreselerine büyük bir muhassasat da gösterilmektedir. Köy teşkilat idaresi ıslah edilmek üzeredir. Köyler için ayrıca bütçeler ihdas edilecek ve bu suretle imam muallim muhtar tayini köye terk edilecektir. Aciz ahvali nazar-ı dikkate alarak bunların her üçünün bir zatta cem’ edilmesi lüzumunu vaki olan taleb-i mütalaaya cevaben bildirdim. Evvela muhtarların okur yazar olmasına saniyen muvazzaf ve yabancı bulunmalarına şiddetle ihtiyac görülmekte olduğundan şu adam kahtlığında ve züğürtlük devrimizde bundan başka çare-i şafi bulamadım. Bu suretle yüksek maaş verilebileceğinden rağbetin artması muallimin nüfuz ve dırılmaları gibi fevaid de vardır. İleride okur yazar adamlar çoğaldığı ve memleketin serveti arttığı zaman muhtarlığın muallimlikten ayrılması lazım gelirse de imamlık ile muallimliğin daima bir zatta kalması pek tabiidir. Darülmuallimin’lere şerait-i hazıra ile talebe bulunamaması ve bulunması te’min edilse dahi ihtiyaca kafi bir dereceye edilememesi ve vakıfların maksadlarının zayi’ olması imam ve muallimlik için ayrı ayrı adam bulunamayacağı ve farz-ı muhal olarak bulunsa bile her ikisine müstevfi maaş verilemeyeceği nazar-ı dikkate alındığı zaman bulunabilecek yegane çare medrese derslerinin Darülmuallimin programlarına göre ıslah ve ikmali ve harab medreselerin vakıfları toplanarak şehir medreselerinin muntazam bir hale ifrağıdır. Memleketin ihtiyacına bu da acil bir çare değil gibi görülürse de mevcud medreselere tayin edilecek muallim-i mahsuslar tarafından mücaz veya müntehi talebeye bir sene zarfında yazı hesab tarih coğrafya ziraat gibi dersler gösterilerek yetiştirilmeleri mümkündür. Gelecek seneye binlerce açılacak ihtiyac kapıları bu sayede kapatılabilecektir. Ve bu talebin ardı hiçbir vakit kesilmeyecek hiçbir vakit Darülmuallimin’lerin Ve fakat medreselerimizde yapılacak esaslı bir ıslahat daha vardır ki o da dinden maksud ve gaye olan saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyeyi te’min edecek surette talebeye bir fikir verilmesidir. Böyle salim bir fikir verecek muallimlere maatteessüf kifayet derecede malik olmadığımızdan ayrıca bir Darülmüderrisin’e ihtiyac vardır. Orada felsefe-i diniyye eslem esaslar üzerine gösterilmeli ve o zevat-ı arife müderris olup talebesine ameli bir surette saadet-i hayatı lere gönderilecek hocalar şimdiki gibi dünyadan göz kesmeyi telkin edecek olurlarsa dine ve millete hıyanet edilmiş Hocalarımız dünyadan göz kesmeyi değil Allah için dünyaya sarılmanın yolunu öğretmelidirler! Fakat bunu yapabilmek için kendilerinin o yolda bir fikir ve terbiye almış olmaları iktiza eder. Buna da çare arz ettiğim gibi evvela bir Darülmüderrisin açarak mücaz talebenin müstaidlerinin orada yetiştirilmesidir. Tarlaya bir çapa fazla vurmanın rızaullaha bir adım daha yaklaşmak demek olduğunu iki rekat nafile namazdan dir edip köylüye anlatmasını bilmeyen hocalardan fayda değil zarar-ı azim tehaddüs edeceği aşikardır. Bir de milletin terbiyesine memur olan hocalar beşerin hakk-ı tabiisi olan ve haklarında bir memnuiyyet-i şer’iyye varid olmayan nafi’ eğlenceleri men’e kalkışmayıp belki fıtraten cümle-i niam-i ilahiden olarak bahşolunan bu mucib-i hamd ü sena servetleri saadetimizi ikmal edecek makasıd-ı diniyye ve milliyyeyi suhuletle istihsale medar olacak vechile yerinde kullanmayı öğretmeli ve bizzat ta’lim ederek hissiyata rikkat hayata kuvvet ve intizam vermek yolunu tutmalıdırlar. Burada Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyye’nin programını tebcilden kendimi alamam. Hocalarımız nası sıkmaktan ziyade kendilerini sevdirmelidirler. Bir ferdi lüzumundan ziyade sıkmak birgün isyan etmesini mucib olur ki bir kere o cür’eti bulduktan sonra bir daha mübalatsızlıkta devam eder gider. Her an dışarısına çıkılması muhtemel olan dar bir yoldan sevk edip de dışarı çıkmaya alıştırmaktan geniş yol tutup da daima içeride bulundurmak yüz kere ahsendir. Hüsn-i kabul göremeyecek ağır tekalifte bulunup da daima “Sen fenasın!” demekten ahsen-i kıvamı iltizam ederek tarafeyni halinden ve birbirinden memnun bulundurmak elbette maksada daha mukarindir. Binaenaleyh müderrisin-i kiram dinin “hüsn-i hulk” ile ta’rif buyurulduğunu dinden gaye insanlara kuva-yı fıtriyyelerini saadet-i şahsiyye ve ictimaiyyelerini kafil bir surette sarf ve isti’mal yolunu göstermek onları bütün ma’nasıyla sıhhat selamet ve saadetle yaşatmak olduğunu daima göz önünde tutarak talebelerine ona göre ameli bir terbiye-i fikriyye vermelidirler. Parayı saklayıp zekatını vermeyi değil işleterek hem farizayı telafi ile nası sa’ye icbar eden hikmet-i şer’iyyeyi muhafaza ve hem fukaraya ekmek kapısı açarak vatanın ahval-i iktisadiyyesini duğunu anlatmalıdırlar. Bu suretle terbiye alan mu’allimlerin saçacağı füyuzat-ı İslamiyye kanlara hayat kalblere kuvvet verecek milletin kudret-i ma’neviyyesini artıracaktır. “Yarın ölecekmiş gibi fenalıktan sakınmak” “İlelebed yaşayacakmış gibi işlerini tanzim etmek” düstur-ı esası tanıtılmalıdır. Bu hakayık mine’l-kadim hükema-yı İslamiyyece müsellem ve zat-ı alilerince de ma’lum ise de muallimlerin medreselerden yetiştirilmesini teklif eden aciz şu şerait-i gayr-ı münfekkeyi de beraber arz etmeyi vecibe-i zimmet bildim. Çünkü o teklifi ederken bu cihet nazar-ı i’tinaya alınmaz da ve’l-anda titriyorum... Samara’dan : Muharririn-i kiram hazeratı Mücerred din-i mübin-i İslam’a bir hizmet-i hayriyye emel-i mübecceliyle memalik-i şettaya dağılan bütün müslüman kardeşlerimizin ahval-i hazıra ve atiyyelerini nazar-ı dikkate alarak; onları haziz-i felaket ve esarete düşüren cehalet ve atalet her cihetten ihata eden mezellet ve meskenet gibi müdhiş ve mü’ellim emraz-ı mütenevviayı düşünerek; filcümle şu ahvale karşı bir çare bulmak emeliyle onları sebil-i gayrete irşad dinin zamanın icab ettiği ulum ve maarifi tahsile sevk maişet ve hayatın icab eylediği hüner ve sanayii ve mucib-i refah ve saadet bilcümle esbab ve edevatı aid fevka’t-takdir kıymet-dar bir “hitab-ı umumi” tahrir ve neşrine bezl-i himmet ederek saf ve sade kalbli bütün alem-i beka ve devamına mazhar oldunuz. Umum müslümanlar tarafından şan u ulviyeti i’tiraf ve tasdik edilen bu büyük hizmet-i kudsiyyeyi ifaya bu vakte kadar kimse nail olmadı. Ne bir devlet ve ne bir millet tarafından nazar-ı i’tibara alınıp saha-i fiiliyyete çıkarılmaya ehemmiyet verilmedi. Biçare ehl-i İslam nice asırlar yaşadı nice seneler ömür sürdü ne kadar hükümdarlar gelip geçti ve ne kadar alimler yetişip gitti; fakat hiç birisi alem-i İslam’ın hey’et-i umumiyyesini düşünmediler hep menafi’-i cüz’iyyeyi istihsal uğrunda uğraşıp durdular. İşte bunun hale geldi. Yoksa ehl-i basiret olan hükümdarlar yahud hiç olmazsa alemce bu kadar iktisab-ı şöhret eden alimler şuun-ı müslümanlara arasıra hayat-ı gayret nefh etmiş olsalardı şüphesiz müslümanlar umumiyyetle bu kadar fena bir hale gelmezlerdi. Fakat maatteessüf müslümanlar her yerde agraz-ı şahsiyye esiri olduklarından hiç menafi’-i ilmiyye ve fevaid-i umumiyyeye ehemmiyet vermediler. Buna ehemmiyyet vermek şöyle dursun belki evkat-ı kesirede mevhum faraziyat-ı şahsiyyelerine hilaf gelir hülyasıyla pek çok menafi’-i umumiyyenin husulüne mani’ olup bu menafi’den milletin ya büsbütün mahrum yahud filcümle mutazarrır olmasına sebep oldular. Her asırda müslümanlar böyle hal-i mezellet ve meskenette olmadıkları bellidir. Bir vakitler şeref-i İslam bütün cihana hüküm-ferma idi. Müslümanlarda ilm ü ma’rifet hüner ve sına’at pek ileri varmıştı. Terakkınin evc-i kemaline suud ile alem-i insaniyyette mümtaz ve bütün milletlere faik kardeşlerimiz asırlarca istifadede bulundular. O büyük hamiyyet-perverler milleti refaha sa’adete mazhar ettiler. Zaten o vakit böyle olmaması da mümkün değil idi. Zira o vakit bütün müslümanların hissiyat-ı uhuvvet-karanesi tamamıyla hal-i inkişafta idi. Aksa-yı garptaki bir müslim dünyanın öbür ucundaki kardeşini düşünüyordu. Onun hakkındaki hissiyatı öz biraderine olan ihtisasatından başka değil idi. O zaman bütün müslümanlar yek-vücud olduğundan hiç kimsenin nazarı başkasının zararına ma’ruz değil hukuk-ı ma’neviyyesi mahfuz olup hiç kimse tarafından buna zerre kadar tecavüz vaki’ olmazdı. Tabii bu hizmetleri semeresiz kalmadı. Bu sayede bunlar büyük bir saadete mazhar oldular hiç kimseye müyesser olmayan büyük bir muvaffakıyet kazandılar. Fakat bu işyler çok devam etmedi kurun-ı vustayı geçer geçmez kurun-ı ahire gelince su’-i tasarruf beliyyesine uğrayıp alem-i İslam evvelki kemalini kaybetmeye başladı. Müslümanlar arasında uhuvvet yerine adavet vifak yerine şikak adalet yerine zulüm himayet yerine cinayet hüküm sürmeye başladı. Şu zamandan i’tibaren alem-i İslam inhitata yüz tuttu. Müslümanlar evvelki ictihad ve gayretlerini ciddiyet ve hamiyetlerini unutarak tenbelliğe atalete başladılar. Üzerlerine fakr u zaruret çöktü. Birbirine düştüler. Yekdiğerinin adüvv-i bi-emanı oldular. Bunun netice-i vahimesi olarak aradaki rabıta-i uhuvvet parçalandı. Dün birbiriyle veliyy-i hamim derecesinde dost olanlar bugün adüvv-i mübin derecesinde yekdiğerine düşman oldular. Aralarında niza’ ve feza’ arttı. Önce mücadelat ve muhasamat-ı kavliyye başladı. Gitgide bu hal başka bir renk kesbetti. Bu defa mücadele; lisandan kılıca geçti. Yekdiğeriyle muharebeye başladılar. Müslüman kılıcıyla müslüman kanı akıttılar. Bir müslüman devleti tarafından diğer müslüman devleti mahvedildi. Bu suretle ne kadar hükümat-ı İslamiyye na-bud oldu. eden şey nedir? Tabii her şeyin gayr-ı mütenahi olan esbab-ı baisesi olduğu gibi bunun da müteaddid esbabı olabilir. Fakat böyle mevzularda esbab-ı müteferrianın bir guna ehemmiyeti yoktur! Asıl iş ilel-i tamme ve esbab-ı külliyededir. Biz bu hususa dair olan fikrimizi gelecekte inşaallah tafsil ile beyan ederiz. Gönderilen muhterem Sıratımüstakım hiç bozulmayarak vasıl oldu. Kemal-i meserretle kana kana okudum. Sıratı şeklinde yazılmıştır. müstakım’e yazılmakta olan hutbeler bizim taraflarda her yerde Tatarcaya tercüme olunarak minberlerde okunmaktadır. Alem-i İslam için pek faydalı olan Sıratımüstakım muharrirlerine teşekkürler ederiz. Seyyah-ı şehir Abdürreşid Efendi hazretlerinin konferanslarını okuyan Novoye Vremya muharrirleri elbette koleraya tutulmuş Kudüs hacıları gibi titremektedirler. İnşaallah buranın ahvaline aid bazı haberler gönderirim. Baki cümle kardeşlere selamlar ederiz. Kemal-i tebcil ile hey’et-i tahririyye-i hakimanenize dualar eder ve muvaffakıyetinizi temenni eylerim. Daima Millet-i ehl-i tevhid için sa’y ü gayret ile müctehid olduğunuz ma’lum-ı enamdır. Bu kere “Vav Van” adresine şeref-varid olan gayet müessir ve müşevvik-i maarif olarak bir kıt’a Türkiyyü’l-ibare tahriratınız muma-ileyh Vav Van’ın elinde manzur-ı hakıranem oldu. Tabii Çinliler Türkçe bilmedikleri için tahrirat-ı mezkure Arap ve Çin lisanlarına tercüme olunup gazeteler derecede Devlet-i Aliyye’ye muhib bir zattır. Van Ahon ihtiramat-ı kalbiyyelerini takdim ediyor. Muhterem Sıratımüstakım vasıl olunca lazım olan bahisleri tercüme edip Ay Kopav gazetesiyle neşr olunacaktır. Bakı ihtiramat-ı daiyanemin kabulü müsterhamdır. un-ı cihandan ancak İngilizlerin telkın ettikleri surette habardar olabilip hakayık-ı ahvalden gafil olan biçare Hindli müslüman kardeşlerimiz Daru’l-Hilafe’deki inkılab-ı meşru’ hakkında da İngiliz ajanslarından aldıkları garip garip haberlerle duçar-ı ye’s ü fütur olmuşlardı; ahiren Daru’l-Hilafe’yi teşrif eden Hindistan a’yan ve efazılından Müşir Hüseyin Kıdvay Efendi hazretleri re’yü’l-ayn hakıkat-i hali görerek son derecelerde memnun ve mesrur olmuş ve müşahedatını lisanıyla şu mektubu yazarak idarehanemize bırakmış ve Londra’ya müteveccihen geçen hafta şehrimizden müfarakat eylemiştir. Yeni Gazete refikımız medaris-i İslamiyye ıslahatı hakkında yazdığı benddeki şu fıkra şayan-ı dikkattir: “Bir kavim tekamül-i tedriciyi ta’kib etmek için taklidi değil i’tiyadat ve müessesat-ı kadimesini ıslahı tercih etmelidir ki kat’i ve müfid neticeler istihsal edebilsin. Bir kere memleketimizin ahvalini düşünelim bir kere talebe-i ulumun sunuf-ı ilmiyyenin çiftçi ve işçi kısmından köylülerden tutarak ahalinin tabakat-ı muhtelifesi üzerindeki te’siratını hesab edelim. Onlar sayesinde efkar-ı ahalinin tenviri için nasıl te’sirat icra edebileceğimizi teemmül ve mülahaza eyleyelim; o zaman medreselerimizin ıslahı bizim için her şeyden evvel elzem bulunduğuna kani oluruz.” Refikımızın şu fikrine iştirak ile şunu da ilave edelim ki millet-i İslamiyye’nin vadi-i inkıraz ve izmihlale doğru sürüklenmesinin başlıca sebebi talebe-i ulumun terbiye ve tedrisatına alem-i İslam tarafından lazım gelen dikkat ve i’tinanın sarf edilmeyerek medrese ve mekteplerimizin harabe-zara dönmesidir. İşte bu büyük kusurları nazar-ı ehemmiyete alarak medarisin ıslahına gayret etmek tecdid-i hayata çalışan hey’et-i ictimaiyyemizin başlıca vazifesini teşkil eder. Selanik’te intişar eden Yeni Asır refikımız birçok yerlerden aldığı telgraflarda bil-cümle muvahhidinin iştiraki ile mahalli cami’lerinin en kebirlerinde Mevlid-i Nebeviler kıraat olunarak şehidin ruhuna ithaf edildiğini zalim ve vahşiler tel’in olunarak teessür ve suzişler gösterildiğini beyandan sonra diyor ki: “Vahşiyane ef’al-i cinayet-karanelerine zamimeten Makedonya’da tahrikat-ı fesad-cuyane ve mel’anet-karanede bulunan vahşi Bulgarlara karşı bu tezahürat-ı ulviyye münasebetiyle alem-i nız insaniyet-perverane makasıd perverde eylediğini i’lan ile hahlara avakıbı düşünmek lazım geldiğini söyleriz...” Vilayet gazetelerinin İslamiyet ve vatan muhabbetiyle temeyyüz edenlerinden Edirneli Vatan refikımız baladaki ser-levha ile garp medeniyetinden ve bizim cehaletimizden bahis muharririn ta a’mak-ı kalbinden kopup gelen bir feryadı derc-i sahaif ediyor. Bazı parçalarını aynen alıyoruz: Salib’in girdiği yere hilal giremez hükm-i teslisi hala kulaklarımızda çınlamakta! On üç sene evvelki Avrupa ne ise yine odur! Gladstone öldüyse binlerce şakird binlerce varis-i taassub bıraktı. İnsan ölür! Fikir ölmez. Avrupa medeniyeti alem-i İslam’ın afeti! Musibeti! Felaketi! Fakat kimden kime şikayet?... Bu afeti biz kendimiz üzerimize celbettik! Bunu da’vet eden biz bizim cehaletimizdir. Bizim için ne azim felakettir ne müdhiş hacalettir ki vatanımızı onların pay-i tecavüzlerinden muhafaza için yine onların lütfuna mürüvvetine müracaat ediyor onlardan isti’taf ediyoruz. Koca Devlet-i Osmaniyye bir zırhlı imalinden bir kuvvet Avrupa daru’s-sınaaları kapılarını üzerimize kapasalar namazın şerait-i ifasından olan setr-i avret edecek bir bez parçasından mahrum olarak çırçıplak kalacağız... Tekrar etmekten kendimizi alamıyoruz: Şu iki zırhlı da elimize girmese ne yapacaktık! Söyleyiniz ey kariin ne yapacaktık? Ne vakit insan olup da namus-ı istiklalimize şeref-i millimize herkes gibi Bulgar kadar Yunan kadar sahip olacağız? Ne vakit bu cehaletten yakayı sıyırır ne vakit bütün levazım ve ihtiyacat-ı medeniyyemizi bizzat kendi ellerimizle te’min eder esliha fabrikalarına cesim tersanelere malik olur böyle Avrupa’dan müsta’mel zırhlılar almak hacaletinden kurtulursak işte o zaman...! Kahire’de münteşir el-Liva gazetesi Fransa hükumetinin Fas imarat-ı İslamiyyesi’ne karşı tatbik etmekte olduğu i’tisafattan bahis uzun makalesinde ber-vech-i ati mütalaatta bulunuyor: Fransa’nın te’min-i hürriyyetteki mesaisini kimse inkar edemez. Badi-i saadet-i ümem olan hürriyetin mehd-i zuhuru olmuş kemalat-ı medeniyyenin menba-ı füyuzu addolunmuş. Halbuki bugün şu muhterem Fransa kendi zade-i mesaisi olan hürriyet ve medeniyeti ayaklar altına almakta Fas’ta i’tisaf faciası oynamaktadır. Bu oyunun askerliğe ve rabıta-i İslamiyye’ye dair olan fasıllarını bitirmiş ve sonunu teşkil eden ve cümlemizce bais-i esef olmak üzere ma’lum bulunan üçüncü faslı temsil etmekte bulunmuştur. Kavmiyet nazara alınmaksızın cihet-i camia-i İslamiyye’ye kuvvet vermek ve beyne’l-müslimin tevhid-i kelime eylemek üzere rabıta-i İslamiyye’nin teşdid olunmasını ve Avrupa hükümdarları arasında olduğu gibi müluk-i İslamiyye arasında da aile karabetleri vücuda getirilmesini evvel ve ahir söylüyoruz. Fakat Avrupa dehaları rahat veriyor mu muttasıl müluk-i İslamiyye arasına tefrika tohumları saçıyor ve maatteessüf i’tiraf edelim ki mahsulünü de az zamanda topluyor. Zira İslam hükümdarları arasında bugün birbirini çekememek ve her biri mağrurane diğerine mütefevvik bulunduğuna kani olmak gibi ahval işte bu mesainin gayr-ı kabil-i kıntılığını camia-i İslamiyye’nin kuvvet bulmasına nisbetle ehven buluyor. Emir Abdülhafiz hazretlerinin beray-ı ta’lim ordusuna idhal eylediği Türk zabitlerine karşı Fransa’nın gösterdiği hiddet ve şiddete karşı Avrupa sakit kalıyor. Fransa’nın bu kadar telaşına acaba sebep nedir? Şübhesiz iki sidir. Fransa koca ilim ve medeniyet anası bir kavmin hakkı olan terakkısine karşı mani’ olmak istiyor ve tebaasını haziz-i cehl ü zulmetten evc-i ilm ve nura isale çalışan bir hükümdara mücerred şu hareketinden dolayı tehdidlerde bulunuyor. Bugün siyasi bir adamın nazarında Marakeş’in vaziyeti sahilden uzak düşmüş mütelatım bulanık bir yerde bulunan etmediği halde mücerred incinin yerini bildiğinden dolayı dalmak istiyor halbuki bir dalgıç ne kadar maharetli olursa olsun denizin berrak bulunduğu zamanda tecrübelerde bulunmalıdır. Böyle bir tecrübeye lüzum görmeyen Fransa akıbetini düşünmek istemiyor. Eğer Fransa hakıkaten bu memleketi medeniyete karşı açmak istiyorsa niçin Araplar’la Türkler’i bu işte kullanmıyor? Demek ki maksad başkadır o halde Fransa emin olmalıdır ki kavanin-i tabiate mugayir olarak Fas’ı yağma fikrini taşıdıkça zahiri ne kadar hüsn-i niyet gösterirse göstersin İslamları aldatamayacak ve Fransa’ya hiçbir ferd-i müslim emniyet izhar etmeyecektir. Fransa bu cihetlere aldırmasa bile acaba koca bir kıt’a-i İslamiyye’nin hürmetini hetk hürriyetini gasb askerliğini imha hukuk-ı almıyor mu bütün dünyaya münteşir İslamlarda Mağrib-i Aksa’daki kardeşlerine reva görülen bu hallerden husule gelecek teessüratın netayicini düşünmüyor mu? Ahali-i İslamiyye arasında hamden-lillah Resul ve milletine hıyanet edenler ender yetişir: Maahaza büsbütün yok değildir. Böyle birisinin vücudunu ve yazılarını; Kazanlı Yul duz refikımızdan haber alıyoruz. Arif Hocayef nam-ı İslami’sini taşıyan bu adam Rusların Asya-yı Vusta’yı Türkistan’ı hıristiyanlaştırmak Ruslaştırmak için Taşkent’te lisan-ı mahalli Misyoner Kongresi’nden bahs ederek o kongrenin Rusyalı din kardeşlerimize zararlarını yazıp gösteren Kazan ve Orenburg müslüman matbuatını tenkid ve si’ayet ediyor. “Hocayef”in yazdıklarından işte birkaç nümune: “Avrupa akvamı din ve milletleri faydasına nice ve nice cem’iyetler yapıyorlar. Şu cümleden Sofya’da Islavlar Kongresi oldu. Bundan başka Kazan şehrinde büyük bir meclis cem’ olunup Rusya’nın her tarafından ulema toplanıp kendileri hakkında müşahedede bulundular. Rusya’nın dahili şehirlerinde neşr olunan Tatar gazeteleri bu cem’iyetler hakkında mechul haberler dağıttılar. Bu neşriyatın ne lüzumu vardı? Bunlara Türkistan müslümanları hiç kulak asmazlar; Türkistan ahalisine hükumeti Rus hükumetini fena gösteremezler. Bir adamın kendi dinini muhafazaya çalışmasına ne karışıyorsunuz? Bu ictima’lar hiçbir adamı kendi dinlerine celb için olmuyor. Bu makalelerden muradınız Türkistan müslümanlarını hükumete düşmanlaştırmak içindir... Yulduz refik-ı muhteremimiz Rusya ahval-i siyasiyyesinin müsait olduğu derecede mukabelede bulunuyor. Ezcümle misyoner ictimalarının sırf Hıristiyanlığı muhafazaya ma’tuf olduğu iddi’asına şu cevabı veriyor: “Türkçe gazeteler mutlaka Rusça tercümesiyle basılsın müslüman mektep ve medreseleri daimi hükumet nezareti altında bulunsun gibi kararlar müslüman matbu’atında bahs olunmadan geçilecek gibi mesailden değildir. Memleketimizde resmen hürriyet-i diniyye mevcud iken gayrıların dinine tecavüz etmek isteyen bir kongrenin mukarreratına hükumet başka misyoner cem’iyetleri başkadır.” Biz tarafımızdan Yulduz’un şecaat-i medeniyyesini takdir ve himmet-i İslamiyyesi’ni tebcil ile Hocayef’in sözlerine mukabil diğer yazacak bir şey görmüyoruz. Ancak Türkistan hak-i pakinde Hocayef gibi ısırganların yetişmesine çok müteessir olarak hakıkat-i ezeliyyesini tahattur ve ihtar eyleriz. Devlet-i Osmaniyye: Geçen nüshamızda Hutbelerle Mevazi’-i Diniyyenin Te’min-i Terakkısi Encümeni namıyla Mısır’da teşekkül eden encümenin nizamnamesini tercüme etmiştik. Bu hafta Daru’l-Hilafe’de de bu hususa ehemmiyet verildiğini görmekle bütün alem-i İslam müftehirdir. Sadr-ı Celil-i İslam’da olduğu vechile hutbelerin ihtiyacat-ı hal ve zamana muvafık olarak tanzim ve tertibi Şeyhülislam Musa Kazım Efendi hazretlerince nazar-ı dikkate alınarak hemen Fetvahane-i Ali erkanından ve Meclis-i Mesalih-i Talebe Tedkık-i Müellefat Hey’eti’nden müntehab a’zadan mürekkeb bir meclis teşkil edilmiş ve hutbelerin dini ahlakı ictimai bir surette tertib ve tanzimiyle bil-umum hutebaya neşr ü tebliği bu meclisin veza’if-i esasiyyesi olmak üzere gösterilmiştir. Cuma ve bayram namazlarının hitamını müteakib her camiin kürsi meşayihi tarafından hutbelerin meali cemaat-i müslimine şerh ve tafsil edilecektir. Şu adet-i kadime-i İslamiyye’nin Şu kadar ki bu meclisin daire-i salahiyeti tevsi’ edilerek –Mısır’da olduğu gibi– evsaf-ı mahsusayı haiz zevat tarafından gönderilecek hutbelerin de müsabakaya konularak içlerinden muvafık olanlarının intihab ve kabul olunması temenni olunur. Böyle olursa hem hatiblere taziyane-i teşvik olur hem de kimsenin bir diyeceği kalmaz. Şeriat-i Garra-yı Ahmediyye’nin alem-i sinden olan tesettür-i nisvan emr-i mühimmine bazı nisvan-ı dab ve ahlak-ı milliyyeye muhalif evza’ ve harekatta bulunmakta olduğu haber verildiğinden dinen ve siyaseten gayr-ı kabil-i tecviz olan bu gibi halat-ı gayr-ı marziyyenin herhalde men’i vesailinin istikmaliyle din-i mübin ve şer’-i kudsiyyet-karin-i Muhammedi’nin muhafaza-i ahkamına dikkat ve hat-penahi’den ba-tezkire iş’ar olunmakla ber-muceb-i iş’ar keyfiyet Dahiliyye Nezareti’nden emniyet-i umumiyye müdiriyyetine ve ta’mimen vilayata tebliğ ve izbar kılınmıştır. Cehele-i nastan bazı kesanın kisve-i ulemaya girerek cevami’-i şerifede akdes ve ehemm-i veza’if-i diniyyeden olan icra-yı va’z u nasihate tasaddi eylemekte oldukları haber verildiğinden bil-imtihan me’zuniyeti havi yedinde ruhsatname olmayanların ifa-yı va’z u nasihat etmelerine müsaade edilmemesi lüzumu taşra nüvvabına ta’mimen tebliğ edildiği gibi Dahiliye Nezareti’nden de bil-umum vilayat ve elviye-i müstakilleye bildirilmiştir. Daru’l-Hilafe’deki Rusyalı İslam talebesi hayat-ı tahsiliyyelerini tanzim maksadıyla teşkil ettikleri cem’iyetin günden güne fevaid-i hasenesi iktitaf olunuyor. Talebe-i muma-ileyhim bu defa daha ciddiyet ve faaliyetle bazı teşebbüsat-ı lüplerinde tefsir hadis tarih vesa’ire... tedrisi için mütehassıs zevat-ı aliyyeye müraca’at olunmuş ve ma’al-memnuniyye kabul buyurulmuştur. Bundan başka her Cum’a günleri umumi birer konferans verilecektir. İlk konferans ahlak ve terbiye-i İslamiyye’ye dair olup geçen Cum’a günü Seyyah-ı Şehir Abdürreşid İbrahim Efendi hazretleri tarafından verilmiştir. Kulübü Şehzade Abdürrahim Efendi hazretleri de refakat-i necabet-penahilerinde şanlı zabitanımızdan Hayrullah Feyzi Bey kardeşimiz olduğu halde teşrif buyurmuşlardı. Hilafet-i Muazzama-i İslamiyye ile piraye-dar olan hanedan-ı saltanat-ı seniyyeye mensub bir zatın kulüplerini teşrif edişi Rusyalı İslam talebe kardeşlerimizi pek ziyade memnun ve dilşad eyledi. teşekkür ettikleri gibi Abdürreşid İbrahim Efendi tarafından da ayrıca “Rusyalı İslam talebe kardeşlerinizi lütfen hatıra getirerek teşrif buyurmanızdan bütün Rusyalı İslam talebe büyük bir iftihar ve meserret içindedirler” diye ayrıca takdim-i teşekkürat olunmuştur. Biraz istirahati müte’akib konferansa başlanmıştır. Abdürreşid Efendi Rusya İslamları arasında yetişen büyük cem’iyet-perverlerden millet uğrunda ettikleri hidemat-ı nafi’adan bu sayede Rusya İslamlarında başlayan intibah-ı fikriyyeden bahs ettikten sonra ahlak-ı milliyyeye geçerek ümmetlerin İstiklal ve bekası ancak ahlak-ı milliyenin muhafazasına mütevekkıf bulunduğunu kendine mahsus bir galeyan-ı hamiyyetle izah etmişler ve hazırun tarafından samimiyyetle alkışlanmışlardır. Konferansı müte’akib Şehzade hazretleri ve diğer müsafirin-i kiram yine kemal-i samimiyyetle veda’ ederek müfarakat eylemişlerdir. Tercüman ’ın istihbaratına nazaran Şura-yı Devlet; Defter-i Hakani Nazırı Mahmud Es’ad Efendi’nin Irak-ı Arab’daki arazinin kaba’ile taksimi hakkında tertib eylediği bir kanun layihasını tedkık ile meşgul olmaktadır. Bu kanun mucebince arazi komisyonların nezareti tahtında tevzi’ edilecek ve bu arazi sahipleri üç sene her türlü vergiden muaf kalacağı gibi yirmi sene müddetle de arazisini kat’an satamayacaktır. Bu kanun layihası Meclis-i Meb’usan’ın gelecek devre-i ictimaında tedkık ve tasdik olunacaktır. Şu mes’ele pek mühim olduğu için nazır-ı müşarunileyh tarafından tertib olunan layiha hakkında efkar-ı umumiyyeye ma’lumat verilmesi elzemdir. Zaten alel-ıtlak arazi mes’elesi Osmanlılık için büyük bir mes’ele-i siyasiyye ve ictimaiyyedir binaenaleyh layiha kesb-i kanuniyyet etmezden evvel bütün safahatı dur u dıraz tedkık ve tahkık edilmelidir. Sofya’da bir suret-i feciada şehid edilen polis komiseri İbrahim Efendi’nin ruh-ı mazlumuna ithafen bütün Memalik-i Osmaniyye cami-i kebirlerinde Mevlid-i Nebevi’ler kıraat ediliyor zalim ve vahşiler tel’in olunuyor. Merkezi Dersaadet’te olmak üzere bu nam ile bir cem’iyet teşkil olunmuştur. Bu cem’iyetin maksad-ı teşekkülü vesait-i muknia ile ahaliyi müskirat isti’malinden vazgeçirmek için bütün gayretiyle çalışmakdır. Maksada vüsul için cem’iyetin tevessül edeceği vesait: i’lanat levayih ile müskiratın mazarratını ifham tedrisat ve konferanslar tertibi ve gazeteler ile makalat-ı müfide ve resa’il-i mevkute neşri ile beraber nezd-i hükumette teşebbüsat-ı lazimede bulunmaktan teşvik ve tergib den ibarettir. Hanya ve Kandiye’den çekilen telgraflarda; gönderilen mektuplarda İslamlara tecavüz bahanesiyle Girid palikaryalarının ne çirkin olunuyor. Mesela İslamlar hıristiyanları katl namuslarına tecavüz mallarını garet ediyorlarmış!.. Halbuki cereyan eden ahval bunun zıddınadır. Fil-hakıka mezler. Çünkü Girid ceziresinde üç yüz bin ahaliden iki yüz yetmiş bini hırsitiyandır İslamların adedi otuz bini tecavüz etmiyor. Nasıl olur ki otuz bin kişi iki yüz yetmiş bin kişiye zulm ve teaddi icra edebilsin? Bu gibi şayialar ile ta’kib olunan maksad bellidir: Avrupa efkar-ı umumiyyesini müslümanlar aleyhine celb ederek İslamlar hakkında bir kıtal-i umumi icra etmek isteniyor. Fil-hakıka Girid’den gelen bütün haberler bu ihtimali te’yid ediyor. Müslümanlar canen malen tehlikededirler. Şu tehlikenin önünü almak hükumetimizin en mukaddes en mübrem vazifelerinden birini teşkil ediyor. Stockholm’de bu sene akd edilen Sulh-ı Umumi Konferansı’na ma’lum olduğu vech ile Mısır Hizbü’l-Vatani Fırkası tarafından bir hey’et i’zam edilmişti. Şu hey’et kongre muvacehesinde dad ederek İngiltere hükumetinin mükerreren ettiği vaadlere rağmen Mısır’ı tahliye etmemesi mes’elesine Kongre’nin dikkatini celb etti. Kongre hey’et-i riyaseti şu mes’elenin mevzu-i müzakere edilmesine mümanaat etmek istediyse de Rusya tarafından kongreye iştirak eden Darel Karukof şiddetli ettiniz Mısır mes’elesi de mutlaka müzakere edilmelidir. Rusya hakkında bir türlü ve İngiltere hakkında ise başka türlü davranmak haksızlık olur. Mısır mes’elesi müzakere edilmezse bunu protesto edeceğim...” Bunun üzerine Kongre Mısır mes’elesini müzakere ederek mültefitanede bulunmuştur. Fransızların Mısır’da İngilizler tarafından kovulmaları ma’lumdur. Fransızlar Mısır’dan siyaseten çıktıkları gibi müessesat ve müessirat-ı ma’neviyyeleri de birer birer mahv edilmektedir. Ezcümle Kahire’de bulunan hukuk mektebindeki Fransız şubesi lağvedildi. Ve şu şubenin müdürü olan Lamber Fransa’ya mühaceret etmek mecburiyetinde kaldı. Lakin Lamber Cenablarını şu muvaffakıyetsizlik me’yus etmedi. Vatanı olan Lyon şehrine avdet ederek orada Mısır gençleri için bir hukuk mektebi te’sis ve küşad etti. Şu mektebe Mısır i’dadilerini ikmal eden gençler kabul ediliyor. Hal-i hazırda mektepte kırk beş talebe bulunuyor. Bunlardan vasati olarak senevi dört yüz frank ücret-i tedrisiyye alınıyor. Talebe Lyon’a gelir gelmez birtakım aileler arasına taksim edilir. Her ailede yalnız bir talebe bulundurulur. Şu şartla ki Araplar daha sür’atle Fransızca’ya alışmaları için ! yekdiğerleriyle görüşmeyeceklerdir. Tabii talebe bulunduğu aile içinde geçinerek senevi bir mikdar-ı muayyen ücret veriyor. Talebe şu mektepte Fransız kavanininden başka İslam kavanini de tahsil ediyormuş. İslam kavaninini tedris eden bizzat Mösyö Lamber’dir. Burada nazar-ı dikkatimizi celb eden nokta şu fıkra-ı ahire dört beş sene Fransız ailesi içinde bulunup da Fransız adat ve ahlakına Fransız hayat ve mu’aşeretine alışmış bir talebe muhiti ile nasıl anlaşacak? Burası büyük bir mes’eledir!.. Sonra buna bir de Mösyö Lamber tarafından tedris edilen hukuk ve kavanin-i İslamiyye’yi ilave ediniz! Bu tedrisin ne surette ve ne tarzda icra edileceğini kestirmek güç bir şey değildir. İşte Fransız ailesi içinde beş sene müddet bulunan ve İslamiyet’i Mösyö Lamber’den alan bir genç dimağın ne olacağını bir düşününüz!.. Acaba Mısır’da İslam ebeveynleri bu gibi mesail-i basiteyi düşünmüyorlar mı? Lakin Mısır’dan başka bu babda bize de bir vazife terettüb ediyor: Alem-i İslam’ın her tarafıntan atş-ı ilm ü irfan celb edemez mi? Burasını rical-i devletimizin ve bilhassa Ma’arif Nezareti’mizin nazar-ı dikkatine arz ederiz... Almanya: Mısır Cami’u’l-Ezher Medresesi ve Darülulum me’zunlarından Berlin Elsine-i Şarkıyye Mektebi Arapça muallimi Şeyh Ahmed Veli Efendi’ye Berlin Darülfünun’u Tıp Fakültesi tarafından fevkalade bir diploma ile doktor unvanı verilmiştir. Mısır ulemasından bir zatın Berlin Darülfünun’u tarafından bu yolda şereflere mazhar olması ilk defa vaki’ oluyor. Biz de bununla müftehiriz. Berlin gazetelerinde tesadüf edilen tafsilata göre Ahmed Veli Efendi bu ünvana kesb-i istihkak için İbn Ebi Asibe tarafından te’lif edilen Tarih-i Tıbb’ın üç babını tavzih etmek ve müellifin tercüme-i haline dair bir mukaddimeyi havi bulunmak üzere bir eser telif etmiştir. Müellif-i müşarun-ileyh yedi asır evvel yaşamış olup Arabistan’da pek ma’ruftur. Tarih-i tıb hakkındaki eseri muhtelif zamanlarda ve muhtelif memleketlerde yaşayan dört yüz tabib hakkında ve bilhassa Yunan-ı kadim tababeti hakkında ma’lumatı havi olduğu için kıymetdar bir vesikadır. Ahmed Veli Efendi bu eseri kamilen Almancaya tercüme etmek tasavvurundadır. Ahmed Veli Efendi pek çok ulema yetiştirmiş mu’teber bir aileye mensub olup Kanunievvel’de Mısır’da Şarkıyye’de “Bu Ali” da tevellüd etmiştir. Pederi Camiu’lEzher Medresesi’nde ve Hidiviyye Mektebi’nde muallimdi. Evvela ibtidai mektebine devam ile hıfz-ı Kur’an’a çalışmış senesinde Camiu’l-Ezher’e dahil olmuştur.’te Darülulum’a devama başlayarak dört sene sonra diploma almıştır. Bir müddet Mısır mekteplerinde muallimlik ettikten sonra’de Mısır Hidiviyyeti tarafından Arapça mu’allimi sıfatıyla Berlin Elsine-i Şarkıyye Mektebi’ne gönderilmiştir. Ahmed Veli Efendi vazifesini ifa ile beraber Darülfünun’da tıp ve ulum-ı tabiiyye tahsil etmiş ve ahiren doktorluk diploması almıştır. Mısır hükumeti kendisini sıhhiyye müfettişliğine ta’yin ettiğinden Teşrinievvel’de Berlin’den müfarakat edecektir. El-yevm Berlin Darülfünun’unda yedi Mısırlı genç tıp tahsil etmektedir. Almanya’nın Hamburg şehrinde Faslı Bekir Efendi tarafından İslam namında bir gazete neşrine başlanmış. Bekir Efendi Avrupa dillerine ve ahvaline aşina bir alimdir. Bulgaristan: Cenubi Bulgaristan’ın en kalabalık ve hatta bir meb’us-ı İslam çıkarmaya bile vaz’iyet-i üzerine bir konferans vermiş son zamanlarda o muhterem ahalinin ihtiyar babalarıyla gençleri arasında fikren arız olan olan sermuharririmiz araya girmiş gayet müessir sözler söylemiş nihayet gençler ihtiyar peder-i muhteremlerinin ellerinden pederler de genç evladlarının gözlerinden öpmek suretiyle millet musafaha ettirilmiş Bulgaristan İslam’ının en cem’iyetli ve en mühim bir mevkiinde yaşayan ihvan-ı dinimiz arasına sokulan tohm-ı nifak ve şikaka yine bir darbe vurulmuş ittihad-ı milliye doğru mühim bir hatve atılmıştır. Bu hususta Kızanlık ahali-i İslamiyyesi’ni vicdanın en samimi hisleriyle tebrik eder umum kasabat-ı İslamiyye’mizin bu muhterem ihvanımıza imtisalini niyaz eyleriz. Parti kavgalarıyla parçalanmış kuvvetten düşmüş Bulgaryalı müslümanlar ittihada pek muhtaçtırlar. Biz de Kızanlık din kardeşlerimizi tebrik ve Balkan sermuharriri Bey’in teşebbüs-i millet-perveranesinden ötürü teşekkür eyler ve bütün alem-i İslam’ın daima böyle kardeşçe musafahada bulunmasını te-menni ederiz. Geçen gün Filibe’de Seyyid Mahmud Cami’i’nde akd edilen kralına keşide edilen telgrafnamenin sureti: Haşmetli Çar hazretlerine Filibe ahali-i İslamiyyesi’nin kararı üzerine Ağustos senesi yevm-i mahsusu mülabesesiyle teb’a-i sadıkanızın hissiyatını arz ile ber-vech-i zir ma’ruzatımızı takdime cesaret eyleriz: şehrinde iki cami yıkılmıştır. Ve şimdi de itfaiyye bölüğü tarafından daha üç cami ve medrese-i millet yıkılmakta ve bundan maada meyyal-i harab diye diğer üç cami de yıkılmak teşebbüsünde bulunuluyor. Hükumet-i merkeziyye nezdindeki teşebbüsatımız da yeni bir baş müftü ta’yin edilinceye kadar tehir olunacağı va’di semeresiz kalmıştır. Binaenaleyh şu ta’kıbata nihayet verilmesini zat-ı haşmetpenahilerinden kemal-i ihtiramla rica ederiz. Dünkü gün şehrimiz Filibe hayat-ı İslamiyyesi’ne yine bir darbe vuruldu – bir kabus-ı belanın kahr u zulmünde yine mebani-i İslamiyyemiz’den biri belediye tulumbacılarının gadr baltalarıyla hak ile yeksan edildi. Bilinemez ki bu halat hangi kanun-ı addedilerek icra ediliyor. Daha mürekkebi kurumayan protokolde baş müftü tayin olunmazdan evvel mebani-i İslamiyye’den hiç birinin hedm edilmeyeceği muharrer iken Filibe Belediyesi ancak mebani-i İslamiyye’dendir onun için yıkılmalıdır nazariyesiyle hergün meabid-i İslamiyye’mizden birine dest-i taarruzunu uzatıyor. Dün de Gül Mahallesi Camii ban oldu. Kalb nasıl mahzun olmasın ruh ne için kederle memlu bulunmasın. Hangi kanun-ı medeniyyettir ki bila-bedel maabid-i diniyyeden birinin hedmine mahvına mesağ veriyor. Adalet sözleri mi burada icra-yı hükm edecek yoksa mezalim nazariyyesi mi! Makedonya’da Bulgarlara icra-yı ayin zim ma’bedlerimizin hedmi doğrusu ya adaletin ! son perdesi olacak. Rusya: Bu sene ay zarfında Sibirya’ya bin; Ufa Orenburg Turgay ve Türkistan taraflarına da binden ziyade Rus muhacirleri Çelabinski’den geçip gitmişlerdir. Gence’de yerli me’murlar meye başlayıp nasıl kitaplar okutulduğunu ve muallimlerin kimler olduğunu teftiş etmişlerdir. Şehir idareleri baş nezareti vilayet meclis idarelerinde hizmet edenlerin hangi millete mensub oldukları hakkında ma’lumat istemiş. Demek Rus olmayanlar yerlerinden çıkarılacak!... Sibirya’da ilk defa olarak Kongrenin programı az evvel Kazan’da in’ikad etmiş kongredekinden daha vasi’ olacaktır. Bu kongreye bir sürü resmi misyonerlerden gayrı pek çok papazlar kilise mütevellileri ve Ortodoksluğun takviyesine çalışan diğer zevat da dahil olacaktır. Bu programın en mühim maddesi edyan-ı sa’ire ve alel-husus din-i İslam ile güreşmek için lazım gelen tedabiri bulmaktır. Hindistan: Hindistan’da vasi’ mikyasta bir ihtilal teşebbüsü keşf edildiğinden bahs etmiştik. Times gazetesinin Kalküta muhabirinden aldığı telgrafnameye nazaran Hindistan zabıtası bu babdaki taharriyat ve tahkikata kemal-i faaliyyetle devam etmektedir. Sanci bani gazetesinin idarehanesi de büyük bir kuvve-i müsellaha bulunmamışsa da İngiltere Parlamentosu a’za-yı sabıka ve lahikasından bazı zevata ekseriyetle Sosyalist Parlamentosu mensubinine aid mektuplar elde edilmiştir. İngiliz gazeteleri bu mektuplara çok ehemmiyet veriyor. Maamafih mektup sahiplerinden bazıları gazetelere izahnameler göndererek böyle bir teşebbüs-i ihlal-karanede medhaldar olmadıklarını ve olamayacaklarını isbata çalışmışlardır. İngilizleri Hindistan’dan çıkarmak i’lan-ı istiklale çalışmak üzere tertib edilmiş cem’iyet-i hafiyye erkanından birçok kişiler yakalandığı Kalküta’dan iş’ar olunuyor. Fas: Fas’ın şimal tarafında müslümanlar ile İspanya askeri arasında yine muharebeye başlandı. Rif civarında tarafeynden biner kişi maktul veya mecruh olduğu mervidir. Faslıların İspanya’ya karşı cihad fuzuna bırakılan bu müslümanlara zulm u tazyikte yine Fransızların muavenet-i askerilerine mazhar olacakları muhakkak addolunuyor. Müslümanlar’ı; Puvatya’da mağlub olduktan sonra en şiddetli ta’kib eden iki adüvv-i bi-eman İspanyollarla Fransızlardır. Endülüs müslümanları engizisyon ve otodafelerin ateş ve demirleriyle işkence olunurken Süleyman- ı Kanuni bir şey yapamadı diye müşarun-ileyhi tenkıd eden tarih o zavallıların bakıyyetü’s-süyufunu taht-ı esarete almaya çalışan Fransız ve İspanyollara dostluk gösteren düvel-i İslamiyye’ye acaba ne diyecektir? Fransız asakir-i müstevliyyesiyle bedevi müslümanlar arasında ciddi bir çarpışma vukua gelmiştir. Fas Devlet-i İslamiyye’si Hariciyye Nezareti’ne ötedenberi Fransa tarafdarlığıyla ma’ruf el-Makarri ta’yin olunmuştur. Bu haberi yazan el-Liva refikımız “La have vela kuvvete illa billah” diyor acaba o kadar mı? Temmuz’da Tahran Sefareti’nde resm-i kabul pek parlak bir surette vuku’ bulmuştur. Bütün heyet-i süfera ve eski yeni kabine erkanı hazır bulunmuşlardır. samimi bir vesile ile selamlamıştır ki her ecnebi memleketinde az çok yapılan Temmuz şenlikleri ile Tahran’daki bu şenliğin selamın arasındaki fark buradadır. Filhakıka o gün Meclis-i Meb’usan’da bir madde üzerinde fevka’l-ade münakaşa edilmiş münakaşa mücadele şeklini alacağı bir sırada reisin “Osmanlı kardeşlerimizin sevindiği bir günde Meclis-i Meb’usanımızda gayr-ı münasib mücadeleler yakışık alır mı?” İhtarı üzerine mücadele birdenbire kesb-i sükunet etmiş ve a’za bu yevm-i mes’udu fevka’l-ade alkışlamışlardır. derek ibraz ettikleri asar-ı uhuvvet ve vedadı bütün samimiyetimizle alkışlarız: İttihad-ı ma’nevi-i İslam’ın daim ü kaim olmasını isbat için elde bir vesika olan bu gibi tezahürat-ı haseneyi bed-binlerin piş-i nazarına takdim ederiz... diği bir çok emraz arasında bir de “lakab ve ünvan” marazı var idi. Her önüne gelene müdebdeb ve müşa’şa’ bir unvan ve lakab veriliyordu! Bari şu lakab ve ünvan bir lafızdan kaplara malik olanlar kendilerini millet üzerine birer padişah kesilmiş gibi görüyordular. Bu kere İran Hey’et-i İlmiyyesi’nin hamiyeti ile İran şu marazdan tahlis edildi: İran kanun-ı esasisinde mevcud olan bir madde mucebince Hey’et-i İlmiyye bir fi’l bir emr hakkında muhalif-i şer’dir diye fetva verirse bunun haram olması lazımdır; işte Hey’et-i İlmiyye bu hakkından istifade ederek unvan ve elkabın muhalif-i şer’-i şerif olmasına ve bunların ilga ve imha edilmesine emir vermiştir. Şeref ve hukuk-ı insaniyyeyi te’yid eden şu fetvalarından dolayı İran Hey’et-i İlmiyye’si şayan-ı tebriktir. Hemedan’a bir saat mesafede Şehbenderliği’nden Hariciyye Nezareti’ne gönderilen bazı evrak ile kuruş kıymetinde yirmi bin sekiz yüz altmış dört aded şehbenderlik pulu zayi’ olmuştur. Me’murin mahall-i vak’aya yetişmişler evraka dokunulmadığını ve kuruşluk kıymetinde pulun eksik olduğunu görmüşlerdir. Londra’da yapılacak cami’-i şerif için Liverpool’da çıkan elHilal gazetesi idaresinde kırk bin kuruşa karib i’ane toplanmış. Japonya: Türkiye’de ye’si Darülhilafe’de çıkan el-Arab gazetesinin alem-i İslam sitayişle bahs ederek bundan sonra artık yeryüzünde darmadağınık bir halde bulunan milyonlarca akvam-ı muhtelife-i bını te’min edecek bu gibi cera’id-i İslamiyye’nin tekessürü arzusunu izhar ediyor. Çin: Çin’de bir sene kadar seyahat eden Amerikalı Doktor Gabel yazıyor: “Çin’de en ziyade nazar-ı dikkatimi celbeden şeylerden biri her yerde bir fikr-i hanedan-ı hükümdari aleyhinde yahud ecnebiler aleyhinde bir cereyan-ı efkar bulunuyor demek istemiyorum. Şu sırada Çin’in buhran-amiz bir devre-i tarihiyye geçirmekte olduğu umum mütefekkirin sınıfı arasında zannolunuyor. Binaenaleyh böyle bir devre-i tarihiyyede taht-ı imparatorinin bir çocuk tarafından işgal olunmasından dolayı umumi bir rında kendi usul ve adat-ı kadimelerini mesela başlarında bıraktıkları saç kuyruğu terk etmek hususunda bir inhimak-i mahsus vardır. Doktor Gabel Çin’de askerliğin intişar ve ta’ammümünden bahisle şöyle diyor: “Çin’in her tarafında meşhud olan fa’aliyet-i askeriyye nazar-ı hayretimi celbetti. Her nereye gittim ise cesim bir ordu teşkili için tedarikat-ı fevkalade görülmekte olduğunu gördüm. Yalnız vilayet merkezlerinde değil daha küçük şehirlerde bile ale’d-devam nişan ta’limleri TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Eylül Dördüncü Cild - Aded: Nuut-ı kemal ile muttasıf olup halen ve mealen matlablarına nail olan asfiya-yı ibadın ahvali ayat-ı sabıkada zikrolunduktan sonra şimdi de onların zıddı olarak hidayet ve irşad kendilerine nef’ vermez ve ayat ü nüzür ile mütenassıh olmaz olan kefere-i mütemerridenin ahvali izah olunuyor buyuruluyor ki küfr üzere olanlar Habibim inzar etmiş misin ler Ebu Leheb Ebu Cehil Velid bin Muğire ve emsali ile ahbar-ı Yahud gibi kefere-i ma’lumeyi ve yahud küfürlerinde tahvif etmişsin ha etmemişsin onların indinde siyyandır her ne yapsan her ne söylesen onlar imana gelmezler. Cenab-ı Hak Resul-i Ekrem’ine beyan buyuruyor ki halk tab’ın hidayet ve irşadı hakkında bir ayıp ve taksir değildir; ayıp ancak o makulelerdedir zira Kitabullah bir hidayet olup onlar sair hidayat-ı tabiiyyeden i’raz ve teami etmiş oldukları gibi bundan da i’raz ve teami eylemişlerdir. Bu kelam-ı ehl-i Hak olan Resul-i Ekrem efendimize de tesliyet olacağı evleviyette kalır – Küfür lügatta setr-i ni’met demektir aslı kafın fethiyle kefrdir ki mutlak setr ma’nasınadır. ayet-i kerimesinde olduğu gibi zarie kafir ıtlak olunması bu ma’naya mebnidir zira çiftçi tohumu toprak ile setrediyor. Yine bu ma’naya mebnidir ki lisan-ı Arap’ta geceye de “kafir” deniyor çünkü gece zulmetiyle elvan ve eşyayı setreder. sellem efendimizin min-tarafillah getirdiği bi’z-zarure ma’lum olan şeyleri inkar etmek ma’nasınadır. Binaenaleyh mesela salat ve savm ile haccın vücubu ve zina ile hamrın hurmeti gibi din-i Ahmedi’den olduğu tevatüren ma’lum olan ahkamı inkar eden kafir olur fakat ahkam-ı ictihadiyyeyi ve rivayet-i ahad ile sabit olan umuru inkar eden kafir olmaz. Zaruret yok iken “gıyar” giymek ve “zünnar” kuşanmak gibi umurun küfür addolunması ise bunlar hadd-i zatında küfür olduğu için değil belki tekzibe delalet ettikleri rem efendimizi tasdik eden kimse bu gibi halata cür’et-yab olmaz. Gıyar: Gaynın kesriyle nasaraya mahsus ser-puş-ı ma’lumdur. Zünnar: Bir nevi kuşaktır ki Katolik ruhbanileri bend-i miyan ederler. Bu ayet-i kerimede beyan buyurulan küfür Kitab-ı Münzel’in min-indillah olduğunu tasrih eylediği şeyi yahud Kitab’ın kendini ve yahud Kitab’ı getirmiş olan Resul-i Ekrem’i biz-zarure ma’lum olan şeyi inkardan ibarettir. İşitmedik ki sahabe ve selef radıyallahu anhüm hazeratından hiçbiri bundan başka bir şeyden dolayı bir ferdi tekfir etmiş olsun. İmdi dine isnad olunup da dinden olduğuna dair ilim hadd-i zarurete vasıl olmayan bazı eşyayı yani senedi Kitabullah’ın senedi gibi kat’i bulunmayan şeyleri inkar eden kimse kafir addolunmaz meğer ki inkar ile maksadı Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi tekzib ola. Şu halde bir münkirin istinad eylediği bir şüphesi olursa tekfir edilmez. Hal böyle iken müteahhirinden birtakımları bazı zanniyatı te’vil ve yahud hakkında ictihad sebketmiş umurdan bir şeye muhalefet ve yahud bazı mesail-i hilafiyyeyi inkar eden kimseyi tekfire cür’et edip halkı da bu emr-i azime cür’et ettirdiklerinden halk tekfirde o kadar ileriye gittiler ki hatta bazı adatta kendilerine muhalif bulunanları bile tekfir eder oldular velev ki muhalifini tekfir eyledikleri o adetler bida’-i mahzurattan olsa bile. Kafirler kısım kısımdır. Bir kısmı vardır ki hakkı bildiği halde inaden inkar eder. Bu kısım ekall-i kalildir ve sabit ve payidar değildir. Asr-ı Nebevi’de müşrikin ve Yahud’dan bir taife bu kısımdan idiler çok sürmedi münkariz oldular. Şeyh Muhammed Abduh merhum diyor ki: Ben bu ma’naya dair hıfz olunmaya şayan bir söz söylemiş idim o da budur: Hakkı bilerek inkar eylemek alemde yakın gibidir ki her ikisi nasta kalildir. Diğer kısmı budur ki hakkı bilmez ve bilmek de istemez. İşte bunlar hakkındadır ki Hak celle ve ala hazretleri buyurmuştur. Bunlar o kimselerdir ki münadi-i Hak ne zaman onlara nida etse ürküp dağılırlar i’raz ve istikbar ederler. Bunların derunlarında hakkı şuur ve idrak vardır; fakat ne vakit şua-i hak kendilerine lemean etse derunlarında bir titreme hissederler. Bunun sebebi hakkı fehmde nazarlarını isti’mal etmemeleri ve fehm-i hak için nazarlarını isti’mal ederlerse hayır sandıkları şeylerden biri kendilerinden noksan olacaktır diye havf etmeleri ve hayrı kendi aba ve sadatlarını salik buldukları akaide merbut zannetmeleridir. Bu iki fırkadan herbirine nisbet ile inzar ve adem-i inzar filvaki’ müsavidir. Nuru bilip durur iken buğz ve inaddan naşi ondan i’raz edip de nuru görmemek için gözlerini yummuş olan kimseye nurun ne faidesi olur ve onun i’raz eylemesinden nura ne ayıp gelir? Ve fesad-ı tab’ı ve su-i terbiyyesi kendisini nurdan ib’ad ederek yarasa gibi onu zulmet mak istemiş olanlara dahi nurun faide-bahş olması me’mul müdür? Binaenaleyh bu iki fırkadan hiçbirinin imanı me’mul değildir. kab-ı ilahi ile tahvif muraddır. Ayet-i kerimede kefere-i merkumeye nisbet ile inzarın adem-i nef’ine kasr-ı kelam ediliyor da tebşirin nef’i olup olmayacağı zikrolunmuyor. Sebebi onların tebşire asla ehil olmamalarıdır ve bir de inzar def’-i zarara müeddi olup def’-i zarar ise celb-i menfaatten ehem olduğu cihetle inzarın kalbe te’siri daha şiddetli olduğuna ve yınca tebşirin nef’i olmayacağı evleviyyette bulunduğuna mebni inzarın adem-i nef’inden tebşirin de faidesi olmadığı bi-tariki’d-delale ma’lum olur nitekim kavl-i şerifinden müstefad olan hurmet-i te’fifden ebeveynin hurmet-i darb ve şetmi ma’lum olduğu gibi – kavl-i şerifinde hemze ile kelimesi hem ma’na-yı istifhami ve hem medhulleri arasında ma’na-yı tesaviyi cami’ ise de sarf-ı ma’na-yı tesaviye delalet etmek için ma’na-yı istifhama delaletten tecrid olunmuşlardır. Yani bu üslub-ı kudsi emsali esalibde maksad şu iki kelimenin medhulleri beyninde tesavi bulunduğunu beyandır ha böyle imişsin ha şöyle imişsin ikisi de birdir demektir. Ma’na-yı istifham maksud değildir. Bunun naziri nazm-ı celilidir; bu nazm-ı celilde emr ü nehy sigaları ma’na-yı emr ü nehyden tecrid edilmişlerdir. Onlar için ha istiğfar etmiş ha istiğfar etmemişsin siyyandır demektir emr ü nehy ma’naları maksud değildir. Bu ayet-i kerime teklif-i ma la yutakı tecviz edenlerin ihticac ettikleri mevazidendir. Bunlar bu nazm-ı celil ile müddealarına nab-ı Hak kefere-i mütemerridinin iman etmeyeceklerini bu ayette haber verdi. Halbuki onlar da iman ile mükellef olduklarından eğer taraf-ı Rabb-i izzetten vuku’ bulan şu ihbarın haşa haber-i kazib ve iman etmeyeceklerine müteallik ilm-i ilahinin haşa cehl olması lazım gelir. Zat-ı ecell-i a’la hakkında ise kizb ile cehlden her biri muhal ve muhali istilzam eden şeyin de muhal olacağı bedihi bulunduğuna mebni kefere-i mütemerridinden mükellef olmalarından muhal ve ma-la yutak ile teklifin vukuu nümayan olur. Saniyen dediler ki Cenab-ı Hak bir taraftan kefere-i mütemerridini iman ile mükellef tuttuğu halde diğer taraftan onlardan vuku-ı imanın istihalesini beyan buyurmasına bu beyan-ı ilahiye de iman etmeleri lazım olduğuna nazaran bu hal kendilerine nefy ü isbat beynini cem’ etmelerini teklif demek olarak hadd-i zatında muhal bulunmakla bu suret dahi teklif-i bi’l-muhalin vukuunu ve bi-tariki’l-ula cevazını isbat eder. Teklif-i ma la yutakı tecviz edenlerin şu iki vech ile istidlallerinden onların gerek li-zatihi ve gerek li-gayrihi olsun alel-ıtlak mümteni’ ile teklifin vukuuna kail oldukları ve ayet-i kerimeyi mümteniun li-zatihi ile de teklifin vukuuna delil ittihaz ettikleri münfehim oluyor. Lakin hak olan budur ki ahkam-ı ilahiyye tefaddulen ve ihsanen hikem ve mesalih-i ve alel-husus mükellefin me’murun bihe imtisalini iktiza etmediğinden li-zatihi mümteni’ ile teklif aklen caizdir ve ancak nazm-ı şerifine mebniyyun li-zatihi mümteni’ ile teklif vakı’ değildir. Vak ı a ayet-i kerime teklif-i bi’l-muhalin vukuuna delalet ediyorsa da o muhalun li-zatihi mümteni’ değil belki mümteniün bi’l-gayrdır çünkü mükellefin kendilerine lazım gelen şeyi eda edebilmeleri için selamet-i alat ve esbab ma’nasınca bir kudrete malik olmaları la-büddür; kefere-i mütemerridin mükellefün bihiyi tahsil ve iktisaba muktedir olduklarından onların iman ile mükellef tutulmaları haddizatında mutaktır lakin kendilerinden iman suduru ilm ü ihbar-ı ilahinin haşa cehl ü kizb olmasını müstelzem bulunması i’tibariyle mümteni’ olup bu imtina’ ise imtina’un bi’l-gayrdır. Teklif-i ma-la-yutak hususunda hülasa-i mebhas budur ki cumhur-ı muhakkikın: iki zıddın beynini cem’ etmek ve kadimi ma’dum kılmak gibi li-zatihi mümteni’ olan şey ile teklif caiz olmadığına kail oldular; Şeyh Eş’ari hazretleri bunun cevazına fakat adem-i vukuuna zahib oldu. Mümteniun li-gayrihi ile teklife gelince bu teklif inde’l-cumhur gayr-ı vaki’ ve inde’l-Eş’ari vaki’dir. Ama usatın taatına ve keferenin vukuunu bildiği veya haber verdiği şey ile teklif bi’licma’ vakı’dir. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bildiği halde onları inzar buyurması bahane edecek sözleri kalmasın ve zat-ı nübüvvet-penahları fazilet-i tebliği ihraz buyursun buyruldu da denilmedi; çünkü inzar ile adem-i inzar mütemerridin haklarında müsavi ise de Nebiyy-i mücteba aleyhi efdalü’t-tehaya efendimiz bu inzar ile fazilet-i tebliği ihraz buyurduklarından zat-ı risalet-meablarına göre müsavi değildir. Hak olan budur ki ahkam-ı İlahiyye ağraz ve ileli ve lasiyyema mükellefun bihe imtisali müsted’i olmadığından lizatihi mümteni’ ile teklif gerçi aklen caiz ise de istikraya nazaran gayr-ı vaki’dir. Cenab-ı Hakk’ın işlediği veyahud abdin bi bir şeyin vukuunu ve yahud adem-i vukuunu ihbar etmek mükellefin selamet-i alat ve esbab ma’nasınca kudretini nefy etmeyeceğinden kefere-i mütemerridinin iman ile mükellef tutulmaları hadd-i zatında müstahil değildir. Kefere-i mütemerridinin mükellef oldukları iman Kur’an’ın natık olduğu şeylerin tefasiline iman olmayıp belki Resul-i Ekrem’in min-indillah getirdiği şeylere icmalen imandan ibaret bulunduğundan müstemirren iman etmeyecekleri şeylere ve bu halde onlara nefy ü isbatın beynini cem’ etmeleri teklif edilmiş de olmaz. Hem bir de ayet-i kerimede ism-i mevsulün aid olduğu onlarca ma’lum değildir. Hülasatü’lhülasa merridinin imanı kabul etmeleri maddeten taht-ı kudret ve teklif-i ma-la-yutak değildir. Bunların iman etmeyecekleri decek sözleri kalmasın ve Resul-i Ekrem efendimiz fazilet-i tebliği ihraz eylesin içindir. Sonradan zuhur etmiş olan ehl-i ziğ ü dalalin şübühatını red için ulema-i din hazeratı bu makamı zikrolunan vech ile tedkık ve şerhe mecbur olmuşlardır. Şeyh Muhammed Abduh merhum bu ayet-i kerimeyi takrir eylediği esnada bir sailin: Ayet teklif-i bi’l-muhalde nass mıdır? diye irad eylediği suale cevaben: Hayır.. dedikten sonra şu vech ile bast-ı makal eylemiş: Ben tefsir-i Kur’an ’da mesail-i hilafiyyeyi cem’ etmek istemem; isterim ki sahabe-i kiram radıyallahu teala anhüm hazeratının fehm etmiş oldukları ma’nayı beyan edeyim; bu ayette teklif-i bi’lmuhal olup olmadığı ise onlardan hiçbirinin hatırına gelmez tefekun-aleyhtir ki teklif-i bi’l-muhal vaki’ değildir ve Kitab-ı Aziz’de müsarrah olup ehadis-i nebeviyye ile de müeyyed bulunduğu üzre Cenab-ı Hak hiçbir nefse vüs’-i takati haricinde hiçbir şey teklif eylemez. Bu ittifaktan mütebakı mevazi’-i hilaf ise Kitab-ı Aziz’in nususuna temas etmez o Kitab-ı Aziz ki hakkında varid olmuştur inteha. sebebini izah makamında buyruluyor ki Allah celle şanuhu onların kulubunu ve sem’lerini mühürledi Bunlar su-i nab-ı Hak da kendilerini lütfundan mahrum edip kalblerini ve kulaklarını tıkadı bir derecedeki kalblerine hak ve hayrı fehm etmek nüfuz etmez kulaklarına nida-i Hak vasıl olmaz oldu guya ki kalb ve sem’leri mühürlenmiştir. Gözleri üzerinde de gışave vardır Enfüs ve afaka bessolunmuş olan ayat-ı kevniyye onların küfürde temadi ve ısrarları hasebiyle gözlerine görünmez edildi bir surette ki guya gözlerine perde çekilmiştir onlar için azab-ı azim vardır Küfürde temadi ve ısrarlarından naşi onlar için pek şedidü’l-elem ikab vardır. “Hatm” mühürlemek ma’nasınadır. “Kulub” kalbin cem’i olup bazı müfessirin-i kiram tarafından beyan edildiği üzre burada kulub ile murad ukuldur. “Sem’” kuvve-i samianın kulağa da ıtlak olunur; ilk evvel uzuv mühürlendiği cihetle bu makamda murad odur. “Ebsar” basarın cem’idir; basar kuvve-i basıranın idrakine ıtlak edildiği gibi o kuvveti hamil bulunan uzva yani göze de ıtlak ediliyor. İlk evvel perde göze çekildiğinden bu makamda murad odur. Sem’ ile ma’na-yı cem’ murad olduğu halde müfred sigasıyla sem’in aslı masdar olup masdarların şanı ise cem’ sigasıyla zikr edilmemek üzere olduğunu söylemişlerse de basarın da aslı masdar olduğu cihetle bu kavle göre onun da cem’ sigasıyla nükteye pek de bir tevcih-i sahih nazarıyla bakılamayacağı aşikardır. Şeyh Muhammed Abduh merhum da şöyle diyor: İdrak-i ma’kulatta aklın vücuh-ı kesiresi bulunduğu cihetle idrak-i ma’kulatta nas müsavi olmayıp vücuh-ı idrakta enva-i tasarrufla tasarruf eylediklerine mebni “akıl” cem’lendi. Fakat esma-ı nas idrak-i mesmuatta birbirine müsavi olup ukulun ğinden “sem’” onun hilafınadır. “Ebsar” ise teşa’ubda ukul gibidir ve idrak-ı ma’kulatta ukule pek büyük mu’indir çünkü eşkal ü elvana dair birçok enva-i mubassırat bulunduğundan ebsar akla birçok maddeler verir. Halbuki sem’ yalnız savtı idrak eder ve söz naklolunduğu zaman onda turukı hasıl ukul ve ebsar birçok müdrikatta tasarruf eylemelerine nazaran guya teaddüd etmiş olduklarından cem’lendiler lakin sem’ ancak bir şeyi idrak eylediğinden müfred olarak Bana kalırsa sem’de dahi tefavüt bulunarak idrak-i ma’kulatta onun da akla pek çok muaveneti olduğu gibi idrak eylediği savtın tahtında dahi bi-payan sunuf-ı mesmuat ve elhan bulunduğu tahattur edilince sem’in de cem’lenmesini kabil tevcihat ta’lil-i ba’de’l-vuku’ olup şayed nazar-ı celilde sem’ cemi’ ebsar müfred olarak varid olaydı o zaman da başka vadide mütalaat yürütülür idi. Şu halde ibada nisbet tarz üzere vürud eylemiştir demek enseb-i mütalaat olur zannederim. Gışave örtü ma’nasınadır ve tıp ıstılahında göz illetlerinden beyne’l-etıbba demekle ma’ruf illetin adıdır bu bir yerdedir ki rü’yete mani ve hail olur. Burada gışave-i taami muraddır. Tefasirde beyan edildiği üzere cahidinin kulub ve sem’i mühürlenmesi ve gözlerinde gışave bulunması yolundaki beyan-ı İlahi bir nevi’ temsildir ki buna lisan ve lügat aşina ve me’luftur. kavl-i şerifinde vakı’ lafzının tenkiri tefhim ve tehvil ifade eylediği halde sıfatı ile de tavsif edilmesi kefere-i mütemerridin hakkındaki azab kemmen ve keyfen hadd-i azamete baliğ olarak elemi şedid ve zamanı medid bulunduğuna delalet eder. Acaba bu azab dünyada mı yoksa ahirette mi?.. Cenab-ı Hak diğer bir ayette buyurmuş olduğuna nazaran bu ayet ile diğer ayattan İslam’ın hidayetinden ve irşad eylediği ıslah-ı maaş ve meaddan i’razın dünyada cezası dıyk-ı maişet ve fıkdan-ı izz ü saltanat ve ukbada dahi cezası azab-ı mehin olduğu ma’nası ahz olunur Bazı kere Köprü’ye Galata ile Eminönü’nü yekdiğerine rabt eden o hatt-ı vasl-ı köhneye bakar kable’t-tufan nev’i munkariz olan zü’l-meaşeyn cinsinden bir garibe-i hilkat gibi ye kadar kaç milyon ayak darbesi yediğini düşünür idim. Zavallı köprü bu ayak darbelerinden başka ahşa-yı batniyyesine mikropların istilası neticesi olarak her sene Ramazan rü için dahilen da’ ise de haricen deva makamına kaim olurdu. Çünkü bir sene zarfında yediği darabat-ı akdam ile sinesine açılan yaralara bu esnada merhem yüzüne de pudra sürülür idi. Sanki o şehr-i mübarek köprü için hem tedavi hem de tuvalet ayı idi. Bu buhran-ı mevkuttan başka zavallının başına daha ne kazalar ne belalar gelmiş idi. Haliç’in rakid sahin sularında seher vakti tatlı tatlı uyurken defeat ile kaburga kemikleri mi kırılmadı! Hele son defa yediği darbe-i müdhişe ile vücud-ı nehafet-aludu ortasından Şecere-i ensabına bakılırsa cisr-i cedidimizin cedd-i a’lası Mısr-ı Kadim imparatorluğunun müessisi olan “Menes”in zamanında saha-zib-i vücud olmuştur. “Menfis” şehrinin banisi tarafından yeryüzündeki köprülerin birincisi olarak Nil’in bir kolu üzerinde inşa’ edilen bu köprünün tarih-i inşasına nazaran cisr-i cedidimiz beş bin üçyüz elli senelik bir aile-i kadimenin füru’-i necibesinden olmakla mübahidir. Zadeganın hutut-ı vechiyyelerinde mensub oldukları aileden mevrus bazı alamat-ı mümeyyize vardır. Erbab-ı vukuf bunlara bakınca sahibinin hangi aileye mensub olduğunu hemen hatasız denecek surette ta’yin eder. Cisr-i cedidimiz de kısmen ecdadına şebahet feyzini muhafaza onlardan bazı alamat-ı mümeyyize tevarüs etmiştir. Sathi nazarana nakısa gibi gelen bu hal bilakis köprümüzün asalet ve necabetine beraat-i istihlaldir. Latife bir tarafa hakıkaten ben köprüye değil alel-ekser köprünün üzerinde temevvüc-nüma-yı ziham olan kütle-i kesifeye bakar zimam-ı iradelerini dimağlarındaki bir fikr-i galibin yed-i idaresine tevdi’ eden kurulmuş bir makine gibi türlü türlü vaziyetlerle muhtelif istikametlere doğru giden binlerce adamların ne gibi sevaik-i mücbirenin taht-ı te’sirinde bulunduklarını düşünerek kendi kendime der idim ki: Dünyada tamamıyla yekdiğerine müşabih iki adam bulmak nasıl adimü’l-imkan ise tarz-ı tefekkürü birbirine benzeyen berin şurada sarıklı fesli külahlı şapkalı ne kadar baş görülüyorsa hepsinin içinde bir alem-i diger var demektir. Hepimiz bir alemde iken birini gördüğümüz zaman ne alemdesin? dememiz de galiba bundan ileri geliyor. Aded-i eşhasa müsavi olan bu avalim-i hususiyyenin mümkün olup da fotoğrafla resmi alınsa sonra bunlardan bir koleksiyon tertib edilse hakıkaten bahası olmaz idi. Herkesin serair-i kalbiyyesine infaz-ı nazar mümkün olsa insan neler görür ne garibeler. Ne facialar ne mudhikeler karşısında kalır idi. İnsanın ne kalbi ne de kalıbı asla birbirine benzemiyor. Herkes bir tecelli-i digere mazhar! Evet! Kiminde hurrem-i bahar-ı behişte gıbta-ferma bir levha-i rengin-i garam kiminde mecanini hande-riz-i istihfaf edecek bir hayal-i ham kiminde tahammülü dünya ve ma-fihaya değmez bir dağdağa-i hayat kiminde tamam-ı ömrü tesmime kafi bir facıa-i memat kiminde müfekkire-suz bir kasd-ı şenaat kiminde akl u hayale gelmeyen bir fikr-i denaet kiminin mahiyet-i süfliyyesi maye-i habaset üzre mecbul kiminin zihni insanı insaniyetten nefret ettirecek mel’anetlerle meşgul kimi ümid-i nil-i saadetle mahrum-ı feyz-i huzur kimi muhali mümkün görecek derecede sermest-i gurur! Mir’at-ı mütehayyilede cilve-ger olan şu levha-i garabetnümayı temaşa ettikçe zihnimde türlü türlü fikirler peyda olur idi. Fakat evvel-be-evvel layih olan fikir bittabi’ şu cuş u huruşun menşeine aid yani acaba insandan sadır olan ef’al ihtiyari midir; yoksa ıztırari midir? Fikri idi. Filhakıka kaza ve kader. İlm-i ezeli-i ilahi mes’eleleriyle olan münasebetinden dolayı i’tikadiyat-ı sırfe derecesinden mes’ail-i kelamiyye mebahis-i felsefiyye sırasına geçen bu mes’ele münakaşat-ı azime zuhurunu istilzam etmiş bu münakaşat neticesinde ortaya türlü türlü mezhebler çıkmıştır. Ez-an cümle İslam beyninde tefrika husulünden başka bir şeye yaramayan bir çok mezahibden en meşhuru olan Mu’tezile ve Cebriyye mezhebleri vazı’larının bu mes’eleler hakkındaki ictihadat-ı muhtelifeleri neticesi olarak meydana çıkmıştır. Gayret-i iman ve İslam ile başlayan bu münakaşat birinin tekfirini diğerinin de mesela Maveraü’n-nehr uleması tarafından müşriklerden dun bir dereke-i hızlana tenzilini mucib olmuştur. Acaba bu ihtilafat bu münakaşat yalnız İslam’da mı zuhur etti? Ne gezer! Hıristiyanlarda da aynı hal vakı’ oldu. Onlar da “Grace” yani inayet-i ezeliyye ve tevfik-i Rabbani mes’elesinden dolayı tıpkı Cebriyye ve Mu’tezile ve saire gibi mezahib-i muhtelife ashabının düştükleri varta-i ihtilafata düştüler. Mesela bizde bir Cehm bin Safvan bir Vasıl bin Ata çıktığı gibi miladın beşinci asrında onlarda da bir “Pelagius” zuhur ederek insanın emrine sahib inayet-i ezeliyyeden müstağni olduğu mes’elesini ortaya çıkardı. Sonra Papa I. zu fayda vermedi. Pelagius mezhebi Afrika rahibleri arasında tekrar neşredilmeye başlandı. Garibi şu ki evvelce papalardan biri tarafından aforoz edilen bu mezhebe bi’l-ahare Papa Zosimus bile temayül eder gibi oldu. Sonra Saint Augustin geldi. Pelagius mezhebini esasından darbeledi. Onu müteakib Papa Sirmon[!] Saint Augustin mezhebi salikinini tahti’e ile irade-i cüz’iyyeyi külliyen inkar etti. Sonra “Pelagius” mezhebini ifrat ve tefritten kurtarmak üzere mütevassıt bir mezheb ihdas edenler geldi. Onlar da aforoz edildi. Sonra Mulan[!] geldi. Kongro Voyist’ler[!] Mulan’ın mezhebini ta’dil ve bir cebr-i mütevassıt ihdas ettiler. Kalvin kaza ve kaderi mutlak olarak kabul etti. Bu mes’ele onsekizinci defa olarak Tarrant’ta akdedilen meclis-i ruhanide Dominiken’lerle Fransisken’ler beyninde mevki’-i münakaşaya vaz’ edildi bilmem neler oldu. El-hasıl kaza ve kader mes’elesiyle ona müteferri’ olan mesail-i sairenin istilzam edildiği tehalüf-i efkardan hıristiyanlar da azade kalmadı. Bu mesailde onlar İslamlardan ziyade keşmekeşe düştüler. Maksadım kilise tarihi yazmak değil İslam’da zuhur eden ahvalin aynıyla hıristiyanlarda da zuhur ettiğini söylemekten ibarettir. Cebre kadere kail olan edyan ve mesalik-i felsefiyyeye Fatalizm Determinizm diyorlar. Fatalizm kelimesinin madde-i asliyyesi ezeli la-yetegayyer kelam ma’nasına olan “Fatom” lafzıdır. Eski Romalıların bu isimde bir ma’budları da var idi. “Determinizm” kelimesi de ta’yin ve tahdid ma’nasına olan “Determine” masdarının müştekatından olup enfüs ve afakta zuhur eden kaffe-i hadisata yekdiğerinin ilel ve ma’lumat-ı müteselsilesi nazarıyla bakan meslek-i felsefiye alem olmuştur. Fatalizm ile Determinizm meslekleri vehle-i ulada birbirine benzer gibi görünür ise de beynlerinde büyük fark vardır. Fatalistler kaffe-i hadisat ile ef’al-i insaniyyeyi bir kuvvet-i ma-fevka’t-tabiiyyenin alel-amya te’sirine atfederler. Deterministler hadisat-ı saire gibi ef’al-i insaniyyenin de esbab-ı müteselsile-i maddiyye tabiiyye neticesi olduğunu kabul ederler. Fatalistler her şeyi ma-fevka’t-tabia bir kuvvet bir müessir tarafından mine’l-ezel tertib edilmiştir; bina-berin takdire karşı tedbirin faydası yoktur diye cebr-i mahza kail olurlar. Bunlardan birinin evi yansa su dökmeyi zaid görür. “Fatalizm”i bu suretle ta’rif edenler bizim de bu i’tikadda olduğumuzu bunun neticesi olarak her türlü terakkıyattan mahrum kalmakta bulunduğumuzu iddia ediyorlar. Hatta beş on sene evvel Avrupa’da bir tıp kongresi teşkil edilmiş bu kongreye Hükumet-i Osmaniyye tarafından da me’murlar gönderilmiş idi. Kongredeki ecnebi murahhaslardan bazıları bizim murahhaslara demişler ki: Siz kaza ve kadere i’tikad edersiniz. Şu halde tıb ile ne alakanız olabilir? Sizin i’tikadınızca alemde herşey kaza ve kader neticesidir. İ’tikadınız bu merkezde iken size fenn-i tıbbın ne lüzumu var? Bu sözü söyleyenler tabib olduklarından kendilerinin ahval-i aleme secaya-yı ümeme vakıf münevverü’l-efkar adamlardan olmaları lazım gelir böyle amiyane cahilane söz söyleyecekleri kimsenin hatır u hayalinden geçmez idi. Vakıa Avrupa’da kat bilmeyenlerin adedine nazaran bilenler hesaba alınmayacak derecede ma’dud ve mahduddur. Hülasa Avrupalılar’ın belki bu fikirlerini tashih eder. Fatalizm mesleği i’tikadi determizm fenni ve tecrübidir. Deterministler diyorlar ki: “Her eserin bir müessiri olmak fikr ü tecrübeye müstenid bir kanun-ı umumidir. Madem ki ef’al-i iradiyye de bir eserdir onun da bir müessiri olmak lazım gelir. İnsanı bir fiilin icrasına sevk eden bir sebep vardır. O sebep kuvvetini muhafaza ettikçe onun neticesi olan fiilin nu men’ edebilmek için onu istilzam eden sebepten daha kuvvetli bir sebebin vücudu muktezidir. Tasavvur edilen bir fiil hakkında terk ve icra şıklarından birine aid olmak üzere yalnız bir tasmim vardır. Bu tasmim de fiilin esna-yı tasavvurunda en ziyade icra-yı te’sir eden sebebe tabi’dir. Halbuki o sebep de fiilin husulüne illet olmakla beraber illet-i uhranın eseridir. İlel ve ma’lumatın bu suretle teselsülü insanda verdiğimiz şey hakıkatte ıztırardan başka bir şey değildir. İnsanda siz eser kabul etmek gibi aklen ve mantıken butlanı beyyin bir safsatadır. İnsan kendisini bir azme tabi’ kılan bir sebep bulmadıkça ne o azmin sahibi ne de o fiilin faili olamaz. Esbab-ı teaddüd ve tearuz edecek olursa en kavi sebeb te’sirini bir terazi esbab da o terazinin kefelerine mevzu’ dirhem gibidir hangi dirhem ağır basarsa terazi o tarafa meyl eder. Hatta taht-ı te’sirinde bulundukları avamilin mülahazasıyla gerek hey’et-i ictimaiyye gerek onları teşkil eden efradın müstakbelen duçar olacakları ahvali keşif mümkündür. Bu müessirat hakkındaki ma’lumatımız ne kadar mükemmel olursa hükümdeki isabetimiz de o nisbette mükemmel olur. Mümkün olup da bu müessiratı tamamıyla bilmiş olsa Haydi ef’al-i iradiyye hakkındaki bu delail-i akliyyeye nazari diyelim; fakat elde daha maddi daha ameli bazı deliller var ki bunlar ef’al-i beşeriyyenin birtakım kavanin-i umumiyye ve müstemirreye tabi’ olduğunu gösteriyor; mesela nikah talak intihar vesaire gibi zahiren iradi gibi görünen birçok ef’alin riyazi bir intizam dairesinde vukua geldiği her sene tutulan istatistiklerin şehadetiyle sabittir. İnsanda vücudu netayic-i umumiyyesiyle gayr-ı kabil-i te’liftir. Ef’alimizde hür olduğumuzu kabul için yalnız bir fi’li tasmim derecesine getirmekliğimiz kafi değildir. O tasmim bizzat husul–i fi’le de mizi kaldırmak gibi en adi bir hareketimiz kendisinden evvelki bir hareketin eseri olmayıp doğrudan doğruya irademizin eseri olmak lazım gelir bu ise gayr-ı mümkin ve muhafaza-i kuva “Loi de la Conservation de la force” kanun-ı umumisine mugayirdir. Kainattaki kuva-yı mevcude ne şekl-i surete girerse girsin ziyade noksan kabul etmez. Bundan anlaşılır ki her hareket kendisinden mukaddem olan bir hareketin eseridir. Yani harekat müteselsildir. Aralarına hiçbir şey hulul ve irademiz bu kanunu tebdil edemez. Eşya beynindeki münasebat-ı maddiyye ve ma’neviyye bu mülahazatı müeyyiddir. Bir de iradenin muhit bünye tarz-ı tagazzi ta’lim ve terbiye hasais-i irsiyye ve saire ile son dereceye kadar münasebeti vardır. Şu hale nazaran irade müessir değil belki eserdir. Fakat bazı sathi nazaran onu müessir gibi görürler. Nitekim ömründe saat görmeyen bir adam saatin akrebiyle yelkovanının hareketini onların zatına atfeder. Çünkü saatin alat-ı dahiliyesinden bi-haberdir.” Deterministler burada da kalmıyorlar işin daha ilerisine gidiyorlar. Mesela diyorlar ki: “Cümle-i adaliyyede gayr-ı ma’lum bazı esbabdan dolayı daima bir hareket ihtiyacı vardır. Bu hareket-i hüceyrat dimağımıza intikal edince hid olduğu halde mahall-i zuhuruna nazaran tebdil-i şekl eder. Mesela adalatta bi-şuur iken dimağda zi-şuur olur. Dimağda şahsiyye ve ictimaiyyeye göre akli ahlaki birtakım melekata şeylerdir. Dimağdan gayrı bazı merakiz-i asabiyyenin vücuda getirdiği birtakım ef’al-i gayr-i iradiyye vardır ki bunlara aksülamel yahud te’sir-i mün’akis denir. Mesela insanın gözüne birden bire bir şey uzatıldığı zaman gayr-i iradi olarak gözünü kapaması bir aksülameldir. İşte bunun gibi bizim ef’al-i iradiyye namını verdiğimiz şeyler de birtakım müessirat-ı hariciyyenin te’sirat-ı mün’akisesinden başka bir şey değildir. Te’sirat-ı mün’akiseden bazen öyle garib şeyler zuhur eder ki insan bunları gördükçe hemen ef’al-i iradiyye neticesi olduğuna hükmedecek gibi olur. Mesela bir kurbağanın başı kesilip henüz kendisinden eser-i hayat zail olmadan vücudunun bir tarafına bir iğne batırılacak olsa başı kesilmeden kendisini nasıl muhafaza nasıl müdafaa ederse yine öylece muhafaza ve müdafaa eder. Erbab-ı tedkık bu te’sirat-ı mün’akiseden iki muhtelif netice istinbat ediyorlar. Bunlardan bazıları cevher-i muhyi-i şuura müstenid bir hal isbat ediyorlar. Bazıları da insandaki fikri te’siratın asar-ı mün’akisesidir derler. Determinsitler maddiyattan ma’kulata bi’l-intikal irade-i cüz’iyyenin ilm-i ezeli-i ilahi ile gayr-ı kabil-i te’lif olduğunu olmak üzere ileri sürüyorlar. Meşhur “Spinoza” diyor ki: gafildir”. Leibniz enfüs ü afakta ne varsa hepsi tertib-i ezeli neticesidir demiş. Şu ifadelerinden anlaşılıyor ki deterministler insanı Cebriyyun gibi cemad menzilesine tenzil ediyorlar. Çünkü Cebriyyun “Zeyd ayağa kalktı” cümlesiyle “Zeyd boy çekti” cümlesi beyninde fark görmüyorlar. Determinizm mesleğinin ta bunların bazıları erbab-ı cinayeti mahbese değil daru’şşifaya koymalıdır. Zira ika-ı cinayet netice-i cinnetten başka bir şey değildir. Bütün caniler nazar-ı hakıkat önünde bir nevi’ mecnundurlar. Divaneden ise kalem-i teklif merfu’dur. tarafından söylenen sözlerin hepsini toplamak lazım gelse koca bir kitap olur idi. Bunların söyledikleri sözlerin hepsi birer hakıkat olmakla beraber hey’et-i mecmuası ifrat ve tefritden hali değildir. Her ne kadar Deterministlerin tertib ettikleri mukaddemat sahih ise de istinbat ettikleri netice tamamıyla sahih değildir. Zira birçok doğru fikirler mevazi’-i sahihalarına vaz’ olunmadığı için ecza-yı müstakımeden bir şekl-i sakım çıkıyor. Şeklin her cüz’üne alel-infirad nazar edilecek olursa istikamet ta’ayyün ediyor. İnsan ona aldanarak hey’et-i mecmuasında da ayn-ı istikametin tahakkukuna kail olmak istiyor. Halbuki ta’mik-i nazar edince istikamet içinde sakametin sıhhat içinde fesadın indimacını fark etmekte güçlük çekmiyor. Mesela bir adamın kaşı gözü ağzı burnu alel-infirad gayet güzel olabilir. Fakat hey’et-i mec’muasından mütehassıl aheng-i gai tenasüb zevki ki hüsn denilen şeydir o adamda tecelli etmez yani o adama “güzel” denmez. İşte Deterministlerin mukaddemat-ı münferideleriyle istinbat ettikleri netice de bu kabildendir. den ef’al-i adiyye değildir. İyice dikkat edilecek olursa bu mes’elenin beyne’l-ukala mevzu-i münakaşa olmasına sebep vezaif-i ubudiyyetle katil sirkat vesaire gibi ahirin ızrarına müeddi olan ef’al-i mühimmedir. Mesela insanın ikame-i vezaif-i ubudiyyetin mucib olduğu tekellüfatı nefsine mülayim bulmadığı için bu mes’eleyi mevzu-i münakaşa etmeye bir ser-rişte bulmuş oradan münakaşayı ilerletmiş katl sirkat ve saire gibi ef’ale gelince bu ef’ali ika eden kimseler ya kendilerini muztar göstermek yahud vicdanlarını ta’zib eden mü’ahazat-ı şedideyi tahfif etmek maksadıyla bu mes’eleden Bu fikrin doğru olduğu suret-i kat’iyyede iddia edilemez. Fakat herkesin şehadet-i kalbiyyesiyle sabittir ki bu mes’ele hiçbir zaman yemek içmek gezmek yürümek gibi ef’al-i adiyyede hatıra gelmez. Daima mebde’ ve meada tealluk eden mesail-i mühimmede insandan sadır olan mucib-i muaheze ahvalde varid olur. Bu da mes’elenin menşei ne olduğu hakkında oldukça kuvvetli bir delil teşkil eder. Gelelim Deterministlerin i’tikadlarındaki ifrata; bunlar muhitin mevzuubahis etmişlerdir. Hatta bu mes’ele Mukaddime-i larında ez-cümle Ahlak-ı Alaiyye’de de bu mes’ele hakkında dakik mülahazata tesadüf olunur. Filhakıka muhitin insandan sadır olan ef’al üzerine azim te’siri vardır. Bu te’sirin teakub-ı ezman ile umumi bir neticesi de görülür. Fakat muhitin te’siri ne olursa olsun Deterministlerin iddiaları vechile tün insanlarda herhangi bir fi’li terk ve icra şıklarından birine kadar nikah talak intihar vuku’ bulduğunu esbab-ı umumiyyeye atfen beyan ediyorlar. Halbuki o esbab-ı umumiyyenin yanında bazı esbab-ı hususiyye de vardır ki istatistikler tabii bunu nazar-ı i’tibara alamazlar. Onların hesab-ı vusta üzere verdikleri ma’lumat-ı umumiyyeden istinbat olunan netayic min-cihetin doğru min-cihetin yanlıştır. Çünkü ef’al-i sabıkayı ika eden eşhas alel-infirad nazar-ı i’tibara alınarak kendilerinden sadır olan ef’alin esbab-ı mucibesi hakkıyla tedkık edilmiş olsa ihtimal ki o fi’llerin mümkinü’ttaharrüz olduğu tahakkuk eder idi. Binaberin istatistikleri esas ittihaz ederek verilen bu gibi umumi hükümlerde isabet-i kat’iyyeye kail olmak ciheti biraz muhtac-ı teemmüldür. Muvazene-i kuva kanununun zevi’l-ervaha teşmili takribi olduğundan Deterministlerin ona istinaden istinbat ettikleri neticede şaibe-i ifrattan hali değildir. Hususiyle madde gibi kuvvet de kemmiyetine halel gelmeksizin birçok keyfiyata iktiran eder. Ruhumuzun herhangi bir hareket-i mutlakasını irademizle takyid edebiliriz bizim bu tasarrufumuzla muhafaza-i kuva kanunu ihlal edilmiş olmaz. Çünkü ta’dil ediyor. Bu da kuvvetin kemiyetini değil ona halel gelmeksizin keyfiyetini tebdil demektir. Deterministler irade sebeb-i galibe tabi’dir diyorlar. Pek a’la! Varsın onların dediği gibi olsun; ancak tearuz eden esbabdan en kavi sebeb fiilin husulünden evvel bizce ma’lum mudur? Şübhe yok ki değildir. Şu hale nazaran ya irademizle o fiil husule geldikten sonra biz o sebebe sebeb-i akva diyor isek! İhtimal ki esbab-ı muaraza meyanında o sebep sebeb-i akva değil idi de fiilin husulünden sonra biz onu o sıfatla tavsif ettik. Burada bir i’tiraz varid olabilir. Mesela der ki: Madem ki o fiil husule geldi; demek en kavi sebep onu husule getiren sebep imiş. Emir ber-aks olaydı diğer bir sebep fiilde te’sirini gösterir bunun neticesi olarak belki o fiil de zuhur etmez beb-i fi’lin esbab-ı saireden akva olmasını istilzam etmez çünkü elde esbab-ı saireden sebeb-i akva olmak imkanını suret-i kat’iyyede nez’ ettirecek bir sened-i sahiha yoktur. Filhakika sebebsiz irade olmaz her irade bir sebebin neticesidir. Fakat husul-i fiile badi olan sebebin be-heme-hal o fiil için sebeb-i kat’i olduğuna hükmedilemez. Bu fikri kabul etmeyenlerin kaziyeyi te’yiden ityan ettikleri delail fikr-i evveli nakz edecek kuvveti haiz değildir. El-hasıl Deterministlerin efkarı ifrattan gayr-ı halidir. Onlar müddealarını delil suretinde göstererek bazen safsataya kuvvet belki de şekl-i hakikat vermek istiyorlar. İnsanda hürriyetin iradenin vücubu bütün kavanin-i tabiiyyenin vücubu derecesindedir. Kavanin-i tabiiyye alemin lazım-ı gayr-ı mufarıkı olduğu gibi irade hürriyette hilkatine nazaran insanın lazım-ı gayr-ı mufarıkıdır. Zira nev’-i beşerin ma-hulika lehi hürriyetsiz taayyün edemez. “Jüles Simon” diyor ki “Mesela üç kişi bir odada bulunsak ikisi ben yürümeye hazırlandığım sırada ilk önce sağ yahud sol ayağımı atacağıma dair beynlerinde bir bahse girişebilir? Bu misal herkesin anlayabileceği sade şeylerden olmakla beraber irade-i cüz’iyye i’tikadının herkeste vücudunu müsbit delailden olduğu için kıymeti ehemmiyeti vardır. Eğer ben insanda hürriyetin vücuduna nıyorum demektir. Bu i’tikad dünya kuruldu kurulalı mevcud olduğundan fıtri cibilli bir i’tikad demek olur. Çünki medeni vahşi genç ihtiyar herkes iradesine sahib olduğuna kaildir. İnsanın bu i’tikadı ölünceye kadar kendisinden ayrılmaz.” hak ne vazife ne ahlak ne mes’uliyet ne cürm ne ceza hülasa hiç birşey kalmaz. Alem-i insaniyyetin anasırı mesabesinde olan bu şeyler ortadan kalkınca insaniyetin revan-ı pakine bir fatiha ihda edilir onun yerine bir herc ü merc-i fesad kaim olur. Deterministlerin maddiyattan ma’kulata bi’l-intikal irade-i cüz’iyyenin kaza ve kader ilm-i ezeli-i ilahi ile kabil-i te’lif olmadığını ortaya sürdükleri yukarıda söylenmiş idi. Bunlar diyorlar ki Cenab-ı Hak bizden sadır olacak ef’ali ezelen bildiği halde irade-i cüz’iyyemizi ilm-i ilahiye muhalif bir cihete sevk etmemiz nasıl mümkün olabilir? Yok eğer insandan sudur edecek fi’lin terk ü icra şıkları zaman-ı suduruna kadar insanın yed-i ihtiyarına bırakılmış ise buna ilm-i ezeli nasıl tealluk edebilir? Hatta meşhur Hayyam da kıt’a-i atiyyeyi fikr-i evvele binaen söylemiştir. Bu mes’elenin suret-i halli herkesin ma’lumudur. Cenab-ı Hakk’ın bizden sadır olacak ef’ali ezelen bilmesi cebri alluku o ef’alin bizden bi’l-ihtiyar suduru i’tibariyle olup sudur-ı ef’al ilm-i ezelinin o suretle teallukune mebni değildir. Türkçesi ilim ma’luma tabi’dir. Cenab-ı Hak bizim bir fi’li öyle bildiği için işlemeyiz. Öyle olaydı cebr lazım gelir idi. Kaza ve kader mes’elesine gelince rü’us-ı mütefekkirenin bünyan-ı tefekküratını zir ü zeber eden bu mes’ele fikr-i uluhiyyetle beraber zuhur etmiş asırlardan beri esatin-i ulema ve hükemanın dimağlarından süzüle süzüle bize kadar geldiği halde henüz hakkıyla taktir tasfiye edilememiştir. Ebediyyü’l-eşkal olan bu muamma-yı ilahiyi en doğru bir surette halledenler suret-i kat’iyyede halli iktidar-ı beşer haricinde olduğunu teslim ve i’tiraf ile bu bahiste iltizam-ı sükut eyleyenlerdir. Çünkü şerait-i imandan olan kaza ve kaderin vücudu nusus-ı katıa-i Kur’aniyye ehadis-i adide-i nebeviyye nun için mes’ele gayet mühim alel-amya ta’miki de mahzurdan gayr-ı salimdir. Hindilerin ma’budlarından olan Vişnu sekizinci def’a olarak “Krişna” namıyla suret-i beşeriyyeye temessülünde mahmisi Arcuna’ya şu sözleri söylüyor: Ucb ve gurur ile muttasıf olan bazı kimseler kendilerini nefislerinden sadır olan ef’alin faili zannederler. Halbuki insanların bütün ef’ali hadisat-ı mütevaliyyenin zaruri müteselsil netayicidir. Mukavemet mümkün olmayan bir kuvvet insanların bazısını hayra bazısını şerre bir kısmını fezaile bir kısmını rezaile bir takımını saadete bir takımını da şakavete namzed kılmıştır. İnsanlar hükm-i kadere tabi’ oldukları halde dünyaya gelirler ilelebet onun hükmüne tabi’ kalırlar. Hindilerin Manavastra unvanlı kitaplarında da şu yolda Halk olunduğu zaman kendisi için hayır ve şerden fezail ü rezailden ne takdir olunduysa behemehal zuhur eder. Mevasim evkat-ı muayyenelerinde kendilerine mahsus olan halatı nasıl izhar ederlerse zevi’l-ervah da kendileri için mukadder olan ef’ali vücuda getirir. Maamafih insanda temayülatına mukavemet edecek bir kudret de vardır. İyi yahud fena şeyleri yapıp yapmamak yed-i ihtiyarındadır. Eski Yunaniler de Desten namında bir ma’budun vücuduna kail ma’budların kaffesi de bu ma’bud-ı muhayyelin zebun-ı kudret-i kahiresi idiler. Desten’in haiz olduğu kudret şuura gayr-ı müstenid bir kuvvet-i amya idi. Desten Yunanilerin mecmu’a-i hurafatından müdevvenat-ı felsefiyyelerine geçti. Yunan feylesofları Desten’i kudret-i ilahiyyenin zıddı olan diğer bir kuvvet olmak üzere kabul ettiler. Gerek Eflatun’un gerek onun felsefesini tecdid eden Proclus Plotinus ve saire gibi hükemanın i’tikadlarına göre Desten yani kaza ve kader alem-i kevn ü fesadda ala vechi’l-istimrar hüküm-ferma olan kavanin-i tabi’yyeden başka bir şey değil idi. Bu feylesoflar: ruh bedenle alakası bakı olduğu müddetçe şehevat-ı nefsaniyyesine mağlub olursa ba’de’l-müfaraka Desten’in hükmünden kurtulamaz. Mağlub-ı müştehiyat olmayıp da mukteza-yı akla mütabeatla ıstıfa-pezir olursa cism ile kat’-ı alaka ettikten sonra hürriyet-i hakıkiyyeye nail olur derler idi. Revakıyyun mesleğine salik olan hükema kudret-i şey’-i vahid nazarıyla baktılar. İ’tikadlarına göre Desten denilen şey silsile-i eşyada mine’l-ezel mevcud olan alaka-i değil idi. Bunlar hürriyeti irade-i beşeriyyenin ilel-i hadisata tevafukuyla tefsir ederler idi. Şundan anlaşılıyor ki kaza ve kader fikri pek kadimdir. Daha doğrusu insanlara taraf-ı ilahiden bildirilmiş bir hakıkattir. Kaza lafzının birçok ma’nası vardır. Fakat asıl ma’nası kat’ u fas ı ldır. Bir da’vayı kesip atan kimseye kadi denmesi bu ma’na i’tibariyledir. Ulema-yı İslamiyye kazayı şu yolda ta’rif ediyorlar: Kaza cemi’ mümkünatın Levh-i Mahfuz’da yani kainatın ilm-i ezelideki fihrist-i tertibatında vücudu; kader de şeraitinin husulünden sonra a’yanda alel-infirad zuhurudur. Şu ta’rife nazaran kader irade-i zatiyyenin evkat-ı mahsusasında eşyaya tealluku ve binaenaleyh ahval-i a’yandan her halin muayyen bir zamana muayyen bir sebebe tealluku demek olur ki bu da mümkünatın kazaya mutabık surette ketm-i ademden saha-i vücuda hurucu demektir. Kaza ezelde kader la-yezaldedir. Makalemiz bir musahabedir. Bu mesail hakkında şurada burada göze ilişen sözleri buraya nakl etmek pirincin üzerine Fatiha yazmaktan daha güçtür. kaza ve kader mes’elesi “mes’ele-i zat” gibi ta’mikı menhi olan mesaildendir. Din-i İslam bizi vücud-ı Bari’den haberdar ona iman ile mükellef kılıp Zat-ı Bari hakkında tefekkürden nasıl men’ ediyorsa kaza ve kader mes’elesinin ta’mikinden de öylece men’ ediyor. Çünkü bu mes’ele akıl için suret-i kat’iyyede halline imkan mutasavver olmayan mesail-i muğlakadandır. Kaza ve kader nusus-ı katıa ile sabit olduğu için biz ona yalnız iman ederiz. Künh ü hakıkatini ta’mika lüzum görmeyiz. Her künhü anlaşılmayan şeyin vücudunu inkar etmek mantıkı bir şey değildir. Bugün feza namütenahi ve saire gibi nice şeyler vardır ki inkarına mecal idrakine imkan yoktur. Elektriğin ne olduğunu bilmiyoruz. Fakat onun mahiyyeti hakkındaki cehlimiz vücudunun inkarını müstelzem olmuyor. Çünkü her dakika ondan istifade ediyoruz. Bize lazım olan da budur. Kader mes’elesinin ta’miki doğru olmadığı gibi inkarı da doğru olamaz. Akli düşünülürse mesela insan determinizm mesleğine salik olan felasife gibi silsile-i havadisi yekdiğerine rabt ile vukuat-ı kevniyyenin bir ucunu ta ezele kadar çıkarıyor. Alemde zuhur eden her hadiseyi muhakkiku’lvuku’ olmak üzere kabul ediyor. Bu meslek ifrat ve tefritten sarf-ı nazar eylediği takdirde kaza ve kaderi şekl-i diger tahtında tasdikten başka bir şey değildir!! En meşhur feylesofların hepsi bu hakıkati inkar edemiyorlar. Yalnız tarz-ı muhakemeleri tarz-ı telakkıleri başka. İşte ği gibi şu hakıkatten de haberdar ediyor. Fakat aynı zamanda bizi kaza ve kadere cebr derecesinde da çalışmadan bir şey vücud bulmayacağını bir kere değil bin kere tekrar ediyor. nik ü bed ef’alinizi tamamıyla kadere atf ediyorsunuz iki lakırdının başında: Ne yapalım kader böyle imiş sözüyle terane-senc-i atalet oluyorsunuz. Tevessül-i esbaba mütevakkıf olan umur-ı dünyeviyye bu nakaratın tekrarıyla nasıl ileri gider. Filhakıka biz müslümanların i’tikadı bu merkezdedir. Yani kaza ve kadere imanımız vardır. Bu bizim nakle istinaden kabul ettiğimiz bir hakıkattir halbuki bu hakıkati bugün yalnız akla istinad edenler de inkar edemiyorlar. Demek ki İslamiyet bizi yanlış bir i’tikada sevk etmemiş. Hatta İslamlar kaza ve kadere i’tikad ile beraber kendilerini cebirden kurtardıkları halde en büyük feylesoflar bu i’tikadlarında girive-i ifrata saparak cebr-i mahz erbabından oluyorlar. Biz müslümanlar kaza ve kadere mu’tekid olduğumuz gibi alemde sebepsiz hiç bir şey olmayacağına kailiz. Böyle olduğu da İslamiyet’in an’anat-ı tarihiyyesiyle sabittir. Eğer İslam’a isnad olunan tevekkül-i bi-ma’na bir üstad-ı muhikk olaydı bugün İslam’ın namı yalnız tarih sahifelerinde kalır idi. Kaza ve kadere i’tikad pek büyük hikmeti tazammun eder. Mesela bir müslim “Ne yapalım kader böyle imiş” der! Bu söz yanlış bir söz müdür? Haşa pek doğru pek muhik bir sözdür. Yalnız İslamlar değil her millet bu i’tikaddadır. Müslümanlar bu nakaratı tekrar ederler fakat nerede biliyor musunuz? Bir emr-i vakı’ karşısında! Herhangi bir şey hakkında tedbir-i beşer biterse bu söz o zaman tekrar olunur. İşte müslim-i hakıkınin i’tikadı bu merkezdedir. Çünkü İslamiyet’te kaderi inkar etmek küfür olduğu gibi cebr derecesinde kadere i’timad da küfürdür. Mesela bir adamın bir hastası olur hastasını göstermek re tevessül edilir kar-gir-i te’sir olmaz hasta ölür. İşte Hakıkı bir müslim o zaman za’f-ı kalb ashabına mahsus olan beyhude telaşlara ma’nasız ızdıraplara lüzum görmez insana yakışacak bir metanet ve teslimiyetle kaza-yı ilahiye rıza göstererek “Ne yapalım kader böyle imiş” der. Ve bu i’tikad-ı salimin te’siriyle duçar olduğu musibetin karşısında essir olur. En büyük bir feylesofun da böyle bir emr-i vakıa karşı söyleyeceği son söz budur. Demek ki hata İslamiyet’in bu i’tikadında değil belki bu dir. Esbaba tevessülden keff-i yed ederek kuşe-i atalette oturmak hezeyan-ı mahz belki cebre vardığı için küfürdür. Mü’min-i hakıkı odur ki takdire iman ile beraber tedbirden asla fariğ olmaz. Daha doğrusu kendisine nisbeten takdirin vücud ve ademini siyyan tutarak dini dünyevi vazifesi ne ise onu ifaya bakar. Dünyada hiçbir akil yoktur ki tarlasını ekmeden karşısına geçip otursun da mahsul zamanı lutf-ı ilahi eseri olarak birçok mahsul almak ümidinde bulunsun. Esbaba tevessül etmeden neticeye intizar etmek cinnetten başka bir şey değildir. Cenab-ı Hak her şeyi bir sebebe muallak kılmış adetullah bu minval üzre cari olagelmiştir. Cenab-ı Hak şunun bunun hatırı için adet-i ilahiyyesini tağyir etmez. Esbaba tevessül etmeden neticeye intizar etmek haşa sümme haşa kudret-i ilahiyyeyi kendi emel-i sefihanesinin fikr-i mecnunanesinin husulünde istihdam gibi küfrü mucib bir fazahati bir küstahlığı tazammun eder. Bu gayr-ı ma’kullerini tebdile çalışmalıdır. Çünkü “Ne yapalım kader böyle imiş sözü” yukarıda söylediğimiz gibi tedbir-i beşer bittikten sonra bir emr-i vaki’e karşı söylenecek son söz olduğundan bir emr-i gayr-ı vaki’e karşı ilk söz olmak üzere söyleyen cinayet etmiş olur. İnsan kadere i’tikad ile beraber tedbir-i beşerin müntehası takdirin mübtedasıdır telkın etmeliyiz ta ki iradelerine kuvvet azimlerine metanet gelsin. Ferid O esnada cehalet dinsizlik mefasid-i ahlakiyye o derece teammüm eylemişti ki cüz’i bir salah-ı hal ile muttasıf olan ve mehma-emken muntazam birkaç söz söylemek iktidarını haiz bulunan mütedeyyin bir kimse başına birçok halkı toplamaya muktedir olduğu gibi kendi kendine bir fırka-i mezhebiyye teşkiline de muvaffak olur idi. O zamanlardaki hıristiyan rahiplerinin cehillerini tavsif için arz-ı Keldan’da tecemmü’ eden meclis-i ruhbanın halini ta’rif kafidir. Meclis-i mezkurda Yunan ve Latin papazlarından altı yüz otuz rahip ictima’ eylemiş olduğu halde Yunan rahipleri Latince’yi bilmedikleri gibi Latin rahipleri dahi Yunan lisanını bilemediklerinden yekdiğerlerine tefhim-i meram için birçok tercümanlar istihdamına mecbur olmuşlar idi. Hatta imparator bizzat meclis-i mezkurda hem Yunanice ve hem Latince nutk iradına muztar kalmıştı. Efes Mecma-ı Ruhbanisi’nde dahi Papa tarafından mersul Latin rahipleri hamil oldukları papa namesini anlayan olmadığından muhalefetlerine rağmen bi’t-tercüme mecliste tilavet edilmişidi. Hatta Papa Cealestinus Patrik Nestorius’a yazmış olduğu name-i cevabiyyenin te’hirindeki ma’zereti Roma’da Rumcayı Latinceye tercüme edecek adam bulunmamasına atfeylemişti. Miladdan beş yüz kırk sene sonra Justinian imparator olduğu sırada Hıristiyanlığın hali bu merkezde idi. Justinian Gotlara Aryanlara Vandallara İtalya’da ve Afrika’da galebe etmiş olmasıyla ol babda vaz’ eylediği kavanin-i sarime ile fırka-i müselleseyi takviye ve te’yid eylemişti. Hükümdar-ı müşarun-ileyh otuz dokuz sene icra-yı hükm ettikten sonra vefatı vukua gelmiş ve ca-nişini olan İkinci Justinnus Tiberius Mavrikios Phocas Heraclius aynı fikir ve mezhebe salik bulunmuş idi. ve’s-selam şeref-bahş-ı mehd-i vücud olmuştur. İşbu devrede Hıristiyanlık o derece vaz’-ı aslisinden çıkmış ve hıristiyanların akaidi ol mertebe fesada uğramıştı ki İngiliz Kilisesi tından başka bir akıdeyi kabul etmemişlerdir. Hıristiyanlık o esnada adeta putperestlik şekline girmiş ve birçoğu hatta ekanim-i selaseyi ayrı ayrı üç alihe olarak kabul eylemişler nasaraya ol sıralarda icra kılınan ta’zimat putperestlerin alihelerine ettikleri ibadet derecesinde idi. Yine o zamanlarda lanmış idi. Umur-ı mülkiyye dahi umur-ı mezhebiyyeden pek farklı değil idi. Zira ikide birde imparatorlar hal’ ü katl edildikleri gibi birtakım mechulü’l-ahval eşhas türlü türlü entrikalar ile taht-ı hükümraniye cülus etmekte idiler. Mesela İmparator Mavrikios birçok zaman kemal-i şevket ü şan ile icra-yı hükumet etmiş ve hatta İran şahı Hüsrev müşarun ileyhin kerimesini tezevvüc ile Hıristiyanlığı kabul eylemiş iken Avarlarla vuku’ bulan muharebatında düşman yedine esir düşen neferatı fidye-i necat mukabilinde tahlise muvafakat eylememesinden naşi ol esnada orduda yüzbaşı rütbesinde bulunan Phocas namında bir şahıs ahali ve askeri hükümdar-ı müşarun-ileyh aleyhine tahrik ve kıyama teşvik ederek hükümdar-ı müşarun-ileyh ile bil-cümle efrad-ı ailesini katl u Bu fitnede Roma patriği Gregory’nin yed-i tahrik ve mefsedeti olduğu rivayet olunmaktadır. Zira İmparator Mavrikios askerlerin rahip olmalarını men’ etmiş ve İstanbul Patriğine “oecomenical” unvanını vermiş olduğundan dolayı papa kendisine hiddet ederek münfail olmuştu. Phocas’ın imparator olduğu sırada papanın kendisine yazmış olduğu tebrikname meali bu töhmeti te’yid ve isbat eylemektedir. Phocas dahi işbu atıfete teşekküren kilisenin riyaset-i amme-i ruhaniyyesini Papa Gregory’e tevcih eylemişti. netten ve buna izhar-ı ru-yı muvafakat eden rahiplere nefret ve kerahetten münfailen Nasraniyet’ten huruc ve Melkit olup Nasturi olmaya razı olmayan hıristiyanları memleketinde katl-i am eylemiş idi. Bunun üzerine mezheb-i Nasturi merkezi dahi Ninova kurbünde Musul şehri ittihaz olunmuştur. Ve ahz-i sar için İran leşkeriyle Suriye ve Filistin arazisine hücum ile Beytü’l-Makdis’i ve Antakya’yı hedm ü tahrib ve birçok mütehayyizanı istisar ile beraber Filistin’de bulunan Yahudileri hıristiyanlar aleyhine kıyama teşvik ve teşci’ eylemişti. Phocas ise dört sene hükumetten sonra ahaliye icra ettiği zulm u gadrden dolayı Heraclius tarafından katl u itlaf edilerek yerine kendisi ca-nişin olmuştur. Hüsrev dahi zaten tanassurundan dolayı ahali kendisine muğber ve bazı muharebatta dahi mağlubiyete giriftar olmasından dolayı katl olunarak yerine oğlu hükümran olmuştu. O dahi bir sene muammer olduktan sonra vefat eylemesiyle yerine Hürmüz Hıristiyanlığın bidayet-i zuhuruyla duçar olduğu tahavvülat ve tebeddülat hakkında şimdiye kadar derc ü beyan eylediğim izahat ve tafsilat ihtimal ki rahiplerin rivayat ve telkınatlarına muhalefetinden dolayı garib görünür. Ancak kariin-i kiramdan bu babda serd ü irad eylediğim hakaikın delail ve berahin-i mesrudesine atf-ı nazar-ı dikkat buyurmalarını rica ederim. Kendilerinden naklen rivayet eylediğim vekayi’ müverrihleri mevsuku’l-kelim ve yazdığım hakaik fi-nefsi’l-emr vaki’ ve muhakemat-ı mesrudem akl u mantığa muvafık olduğu teslim buyurulduğı surette bana karşı serd edilecek i’tirazat aynı kuvvet ve mevsukiyet ve ma’kuliyeti haiz olmalıdır. Bir de miladdan dört yüz tarihine kadar madem ki Havariyyunun esfarından başka bizim için kavi bir me’haz yoktur. Aleyhimde olarak makam-ı i’tirazda serd olunacak müdafaat ya indi yahud garaz-ı şahsiye müstenid bir isnad-ı mücerred olacağı hatırdan dur buyurulmamalıdır. Menkulatım Havariyyuna muttasıl esanid-i sahihaya müstenid olmasıyla hilafında irad olunacak müdafaatın vahi olacağı bedihidir. Bu babdaki rivayat-ı sahiha ve mevsukamın bazı kudema-yı ruhbanın rivayetlerine adem-i muvafakati iddia olunursa rehabin-i merkumenin rivayat-ı müleffakaları hakaiki beyan suretinde olmayıp bilakis tahrifat-ı vakıayı müdafaa ve telkın sadedinde bir avukatın hakıkı setr ü te’vil-i muarrızında irad eylediği safsataya müşabih olduğu aşikardır. Zaten rahipler esas-ı diyanette tahrifat icrasından ve hakk u hakıkate müstenid olmayan makasıd ve ağraz-ı şahsiyyeleri uğrunda yalan söylemekten çekinmedikleri delail-i adide ile sabittir. Mesela Justin Martyr’in Hıristiyanlığı müdafaa sadedinde Magus’un Roma’da İmparator Claudius Sezar zamanında keramet ibraz eylemesinden dolayı Roma ahalisinin merkuma tapındıklarını yazıyor. Halbuki Simon Magus’un Beytü’l-Makdis’ten haric bir mahalle gitmediği sabit ve ma’lum olmasına nazaran müşarun-ileyhin bu babda koca bir imparatora karşı kizb-i sarihi irtikab eylemesi söz götürmez bir vekahattır. Hierapolis rahibi Apollinaris ve Tertullian’ın Hıristiyanlığı müdafaaten yazdıkları bir eserde dahi İmparator Marcus Aurelius’un Almanlarla vuku’ bulan muharebesinde ordusu susuzluktan telef olmak üzre iken Hıristiyan askerinin saikaları ise düşman ordusuna isabet eylediği ve bunun üzerine tiyanlara zulm ü gadr edilmemesi hususu emr ü tavsiye eylediği muharrerdir. Halbuki işbu rivayetin sırf kizb ve düruğ olduğunu müverrih Vossius delail-i müsbitesiyle zikr ü irad eylemektedir. Saniyen birtakım rahipler bazı akaid-i Nasraniyet’i ammeye karşı isbat için nam-ı müstear ile kitap yazıp milel ü akvam-ı saire rüesa-yı ruhaniyyesine isnad ve onlarla istidlal ve istişhad ettikleri dahi müsbettir. Mesela Farisilerin reis-i mezhebleri olan Zerdüşt’e nisbetle beraber tahrir ve onda Hazret-i Isa’nın vürud u zuhuru nakl ü tezbir edildiği gibi putperestlerin ma’budları olan Sybilline’ye nisbetle bir Oracle tastir ve onda dahi Hazret-i Isa’nın ba’s ü nüşuru rivayet ve tahrir edildiği dermeyan olunuyor. Halbuki işbu her iki eser masnu’ ve rahipler taraflarından yazılmış hurafat olduğunu Causabon Blondel Valesius ve sair müverrihler delail ü berahin-i müselleme ile isbat eylemişlerdir. Zaten o zamanlarda bu gibi yalanlara “düruğ-ı maslahat-amiz” ta’bir edilir ve umum rahiplerce mücaz addolunurdu. Rahiplerin bu gibi ekazib-i masnua ve rivayat-ı müleffaka ve muhtelifelerine binlerce delail ve vakayi’ iradı mümkün dar vazıh suretle irad u isbat eylemişlerdir ki artık tarafımızdan da ayrıca zikr ü iradına hacet kalmamıştır. – – Ba’de’l-İslam İranilerin İslam tarihinde oynadıkları rolün ehemmiyeti hakayık-ı tarihiyye-i İslamiyye’ye vakıf olanlarca ma’lumdur. Abbasilerin bidayet-i saltanatlarında medeniyet-i Hakayık ve ledünniyat-ı İslamiyye’nin keşf ü inbisatına hikmet ve gavamız-ı Kur’aniyye’nin tavzih ve ityanına kavanin-i şer’iyyenin tekvin ve tedvinine birçok hizmetler etmişlerdi. Ulema-yı şer’iyyenin ve İmam Fahr-ı Razi Keşşaf Celaleddin-i Rumi ve saire hazeratı gibi birçok müfessirin-i kiramın da Maveraünnehr’e mensub olarak İraniyyü’l-asl olmaları ve alel-umum İranilerin bütün ulum ve fünun-ı İslamiyye’nin terakkı ve tealisi yolunda mebzul olan hidemat-ı ber-güzideleri sahaif-i tarih-i İslamiyye’de müsbet olmakla şu kavmin bütün alem-i İslam indinde bir mevki’-i mahsus haiz olduklarına delildir. Zaten hassas ve seriü’l-infial bir tabiata malik olan bu kavmin fıtraten vasi’ bir kuvve-i tahayyüliyye bir cevher-i mevki’-i mahsus kesb etmesi pek tabii idi. Abbasiler’in evail-i saltanatlarından beri Asya-yı İslami’de ser-zede-i zuhur olan mesail-i hikemiyye ve felsefiyyenin efkar-ı ilmiyye ve fenniyyenin ve maatteessüf turuk-ı muhtelife-i diniyyenin kısm-ı a’zamı hemen İran’da ve İraniler tarafından icad ve neşr edilmiştir. Fırka-i mütekellime-i Mu’tezile ve Eşaire tarikat-i Sufiyye Zeydiyye İsmailiyye Batıni Fedai Kerim Hani Şeyhi Babi ve saire gibi mezahib-i muhtelifenin menşei ve mebdei hemen İran’dır. Hülasa İran Asya-yı İslami tarihinde daimi cuş u huruşta bulunan bir menba’ halindedir! Asya milel-i İslamiyye’si arasında isti’malce umumiyet derecesini kesb etmiş olan lisan-ı Farisi de İranilerin bu gibi bir rol oynamalarına müsaid bulunmuştur. İranilerin kuvve-i dimağiyyelerinden ne çıkarsa bir sür’at-i elektirikiyye ile bütün alem-i İslam’a intişar ederdi. Zaten sülale-i Safeviyye’nin eyyam-ı cülusuna kadar feridi addedilir idi. Yalnız şu sülale birtakım vahi tahayyülata kapılarak İran’ı vücud-ı İslam’dan Safevi sülalesinin menafi’-i zatiyye ve hususiyyesi için tefrid ve tecrid ettirdi. Lakin çok zaman geçmedi ki Nadir Şah gibi dahiler zuhur ederek alem-i İslam’ın duçar olageldiği şu infirak ve iftirakın ne gibi netayic tevlid edeceğini anlayıp yeniden ittihad ve şu fikir bütün efkar-ı müsliminde cay-gir ve ber-karardır. Lakin sülale-i Safeviyye’nin zuhurundan daha birçok karn akdem İran tarihinde netice i’tibariyle büyük ve mühim bir vakıa zuhur etti. Şu vakıa Türk akvamının Asya-yı vusta tarafından yavaş yavaş ilerleyerek İran’a doğru yürümeleri ve İraniler ile imtizac ve ihtilat etmeleridir. Zaten öteden beri Türk kavmi Faris kavmine yabancı değil idi. Geçen nüshada beyan ettiğimiz gibi dahi-i azim Firdevsi’nin – Homer’in İlyada’sına mukabil olacak derecede tasnif ettiği Şahname’nin rükn ü esası hemen Faris kavminin Türk kavmi ile pençeleşmesini tavsiften ibarettir. Demek ki Farisler Türkleri ta milad-ı Isa’dan birkaç yüz sene evvel biliyordular. Hatta Avrupa müsteşriklerinin İran’da icra ettikleri hafriyat ve keşfiyattan anlaşıldığı vech ile tarihin haber verdiği zamanlardan daha birçok asır evvel hatta huruf-ı mıhi denilen elif-bayı icad eden bu kavim olduğunu Lakin Sasaniyan sülalesinin zuhuruyla ta İslamiyet’in Türk akvamı arasındaki alaka ve irtibata dair elimizde bir vesika yoktur. Adeta alaka ve irtibatın munkatı’ olduğuna cü karnında Türk akvamı ile alem-i İslam arasında alaka ve tan taraflarında icra ettikleri gazavat esnasında Türk akvamına tesadüf ederek bunlar ile çarpışmaya başlıyorlar. Türklerin esna-yı muharebede ibraz ettikleri celadet ve şecaati muamelat-ı şahsiyyede gösterdikleri safvet ve metanet-i ahlakiyyelerini takdir ediyorlar. Türklerin terbiye ve hüsn-i muaşeretlerine muhsenat ve fezailine meftun oluyorlar. Araplar siyata mağlub oluyorlar: Şu kadar ki esna-yı muharebede elde edilen Türk esirleri en yüksek fiyatta satılıyorlar. Selatin ümera a’yan eşraf olanlar da Türk cariyeleri Türk köleleri bulundurmakla yekdiğerlerine müfaharet ve müsabakat ediyordular. Hafız-ı Şirazi’nin birçok kıt’aları vardır ki Türklerin ta eskiden beri hüsn-i cemal ve nezaket-i muaşeret hinlerde cay-gir olan ve guya Türklerin yalnız başka ırklar fikri ta esastan yanlış olduğu aşikardır. İşte şu esirler şu cariyeler ağniya ve a’yan evlerinde terbiye edilerek birçok sanayi-i nefiseye alıştırılarak muganniye ve mürebbiyeliğe me’mur ediliyordular. Gitgide esirliğin adedi tezayüd etti. Türkler yavaş Türkler kendiliklerinden alem-i İslam’a doğru yürümeye başladılar. İnhitat ve inhirafa yüz çevirmiş Abbasiler kendilerini hıfz u vikaye için Türklerin reşadet sadakat ve safvetinden istifade yolunu düşündüler. Türklerden kendilerine mensub ve saray-ı halifeyi muhafaza için bir alay teşkil ettiler: Şu alay mürur-ı zaman ve inhitat-ı ahlak sayesinde kesb-i nüfuz ederek zimam-ı umuru ellerine geçirdi. Bir zaman geldi ki Bağdat’ta halifeler Türk alayı zabitanı ellerinde esir ve alet oldular. Kimi isterse hal’ ve kimi isterlerse Türkistan’da bulunan vatandaşları ile alakada rabıtada bulunuyordular. Bunları hilafete doğru celb ve da’vet ediyordular. Bununla beraber kendi aralarından liyakat ve isti’dad kim ta’yin ettiriyordular. İşte bütün şu harekat ve muamelat-ı mahirane ve akılane sayesindedir ki saltanat-ı Abbasiyye’nin evasıtına doğru hilafetin tam şark cihetini Türk yed-i kat ve hayretini celbedecek bir noktadır ki Türkler Cengiz ve Timurlenk’in istila-yı afet-amizlerinden birçok zaman evvel sırf bu hulul-i medüni sayesinde bila-muharebe ve mukatele hilafetin bütün cihet-i şarkısini istila etmişlerdi. Tarih-i umumide böyle bir hadise az görülür ve Türk kavminin tedvir-i umur-ı idare ve siyasette ne derecelerde fıtraten müstaid olduğu Her ne ise: Abbasilerin evasıt-ı saltanatlarında bütün lerin yed-i idaresine geçiyor. Buralarda hükumet eden zevat zahiren halife tarafından ta’yin ediliyorlar idiyse de nefsü’lemrde müstakil ve bila-vasıta icra-yı emr ediyorlardı. kün oldu. Zira Türkler her zaman ve mekanda olduğu gibi burada da kendilerine mahsus olan ve başka bir kavimde görülmeyen sıfatlarını ibraz ettiler. Bu sıfat hemen kendilerini kendi kavmiyet ve cinsiyetlerini unutarak arasında bulundukları muhitin urukun akvamın nef’ine bekasına terakkı ve tealisine çalışmaktan ibarettir. Türkler amir oldukları kavimleri Türkleştirmeye çalışacak yerde daima kendilerini yerli etmeye yerlilerin rengini ruhunu kesb eylemeye bezl-i gayret etmişlerdir! Şu ulüvv-i cenab şu fetanet kendilerine pahalı oturduysa da birçok milel ü akvamın beka ve devamına sebep oldu! Şu fikrimizi gelecek makalemizde tafsilen beyan ederiz. Vakayiin teferrü’atına çok kapılmayıp hey’at-ı umumiyyesi munkatı’ azim cereyanlar görmek kabil olur. Mesela alem-i gamberi’den bugüne kadar bila-fasıla devam ediyor. Muvahhidin başlıca iki koldan hıristiyan dünyasına hücum etmişlerdi. Cenub kolu Mısır’dan Bilad-ı Berberiyye’den Mağrib’den yürüyerek Cebelü’t-Tarık’ı geçip Katolik Avrupa’yı ve Anadolu’dan ilerleyerek Boğazları geçip Ortodoks Avrupa’nın merkezi olan Bizans’ı zabt etmiş ve biraz dinlendikten sonra Tuna mecrası boyunca hareket-i muzafferanesinde devam ederek garbi Roma Kayserliği’nin varisi mukaddes Roma Cermen İmparatorluğu’nun payitahtlarından birini tehdid eylemişti. Lakin bu iki taarruz kolu nihayet Puvatya ve Viyana’da yenilerek ric’ate mecbur oldular. Alem-i Nasraniyyet ric’at eden müslümanların arkalarını bırakmayarak ta’kibe koyuldu. Bu ric’at ve ta’kibi hala bugün bile görüyoruz. Mağrib müslümanlarının Fransız ve İspanyol kuvve-i müttefikasına karşı vatanlarını müdafaaya çalışmaları garb kolunun; Osmanlıların Avrupa’daki son mevzi’lerine yani Makedonya ve Girid’e diş ve tırnaklarıyla yaşamaları ise şark kolunun düm-dar muharebelerinden başka bir şey değildir. Alem-i İslam ile alem-i Nasraniyet arasında on üç asırdır devam eden bu niza-i azimi herkes bilir. Lakin tıpkı onun gibi asırlardan beri süren azim tarihi diğer bir kavga daha vardır ki ondan bi’n-nisbe az bahsolunmuştur. Bu büyük harb iki büyük ırkın Türk ve Islavların tarihi müsademeleridir. Muhaceret-i umumiyyede en geç Avrupa’ya gelen kavim Türklerdir. Türkler Altın Dağı’ndan çıkıp Ortaasya Yaylası’ndan garbi Asya ovasına aktılar. Önlerine çıkan bir hail Kuzgundenizi Hendeği’yle arkasında göğe kadar yükselen Kaf Dağı Seddi bu akıntıyı ikiye ayırdı: sağ kol Hazar’ın Kafkas’ın şimalinden geçip şarki Avrupa ovasını kapladı; sol kol Horasan ve Azerbaycan’dan mürur ile memalik-i Rum’u istila eyledi. Şimal kolunun piş-darları şarki Avrupa ormanlarında ağaç kütüklerinden ma’mul kulübelerde yaşar yayan gezer uzun boylu ak benizli sarı saçlı bir kavme Islavlara rast geldiler. Ve o zamandan i’tibaren atlı ve göçebe Türklerle yaya ve oturak Islavların tarih-i nizaı başlamış oldu. Türklerin garbı istilasında en mühim devre Cengiz Han ve evladının asrıdır: Hülagü Han cenub koluyla Bağdad’a nın cümlesini taht-ı itaatine almıştı. Batu ve çocuklarının te’sis ettikleri Altın Ordu Hanlığı . ve asr-ı miladide bütün Rusya’nın sahib ve hakimidir. Altın Ordu hanları Rusların umur-ı diniyyelerine idare-i dahiliyelerine asla karışmazlardı; ruhanileri knez yani beyleri yerlerinde bırakmışlardı. Hanlar ancak muayyen bir vergi alır ve knezlerin sadakat üzere bulunmalarını isterlerdi. Ahali ile hanların hemen hiçbir rabıta ve münasebetleri yoktu. Hasılı Altın Ordu Hanlığı şimal Islavlarının üstünde gayet sathi bir hakimiyetten yesini olduğu gibi muhafaza etmekte idi. Türklerin şimali Islav ovasını istilası o ovalarda kain büyük nehirlerin feyezanına benziyordu. Bu nehirler her ilkbahar yataklarından çıkarak ovayı basarlar. Bir iki hafta geçer geçmez zaten az derin olan bu su çekilmeye başlar ötede beride adacıklar baş gösterir su yüzü parçalanır sonra bu adacıklar birbirlerine bitişirler nihayet su büsbütün çekilip kara eski haliyle tekrar meydana çıkar. Büyük Altın Ordu Hanlığı da pek çabuk parçalandı Kasım Kazan Astrahan Kırım küçük hanlıklarına bölündü. Bunların aralarına kavi ve müstakil Rus beylikleri girdi. Sonra bu beylikler büyüyerek beynlerinde ittifaklar akdederek hanlıkları sıkıştırdılar ve nihayet tamamen birleşip Altın Ordu’nun parçalarını da yeryüzünden kaldırdılar. Cenuba yürüyen Türk kolu memalik-i Rum’a girdikten bir hayli müddet sonra Kayı Hanlığı’nın himmetiyle denizleri aşarak Balkan yarımadasında yine Islavlara cenub Islavlarına çattı. Bunlar da dağ ve ormanlarda yaşar piyade ve ekinci adamlardı. Osmanlı Türkleri’nin cenub Islavlarıyla bu tesadüfü şimaldeki kardeşlerinden iki asır kadar sonradır. Cenubi Türkler’in akvam-ı mahkumeyi idareleri de şimalilerden pek farklı değildi: onlar da yerlilerin umur-ı diniyye ve teşkilat-ı siyasiyye ve ictimaiyyelerine çokluk karışmazlar vergi almakla iktifa eylerlerdi. Bu cihetle akvam-ı mezkurenin Türk hakimiyeti altından sıyrılıp çıkmaları kolay olacaktı. Avrupa-yı şarki ovasıyla şark-ı karib ve Balkanları ayıran bahr-i Hazar Kafkas Dağları ve Karadeniz şimal ve cenub Türk ordularının kesb-i irtibat eylemesine birçok zamanlar haylulet etmişti. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u zabt ile Karadeniz’in kilidini aldıktan sonradır ki Kırım Hanlığı süvarisi bu irtibatı te’sise muvaffak olmuştur. Lakin artık geçe kalınmıştı: Şimal ordusu kumandanlarının ehliyetsizliğiyle geçimsizliğiyle yenilmiş parçalanmış ric’at etmekte Moskoflar ise hatta hanlar arasında müttefikler bularak galibane onları ta’kib eylemekte idi. Bununla beraber henüz devr-i şükuh ve ikbalinde bulunan Osmanlı Türklerinin şimal ordusuna muavenet etmeleri gayr-ı mümkin değildi: Moskova büyük knezi Üçüncü tan kurtulduğu müteferrik Rusya’yı toplayıp bazı hanları tarafına celbe çalıştığı zamanlar Devlet-i Osmaniyye İstanbul’u feth ile şarki Roma’nın hayatına hatime çekecek kadar kuvvetli idi. Osmanlı hanları şimal ordusunun Islavlar tarafından yenilip mahv edilmesinden bilahare kendileri de mutazarrır olacaklarını maatteessüf düşünemiyorlardı. İrtibat müfrezeliğini der-uhde eden Kırım süvarileri ise istiklal ve azadeliklerini muhafaza için şimaldeki hanlıkları fedadan çekinmeyecek derecede hod-perest davranıyorlardı. Halbuki Üçüncü çirmeksizin cenubdakilere taarruz etmek yollarını hazırlamakta log’un yeğeni Sofya’yı tezevvüc ederek Kayser tahtına bir nevi hakk-ı veraset kazanmak istediği gibi Paleologlar’ın iki başlı kartallarını arma ittihaz ile o hakka bir şekl-i zahiri de vermiş oldu. Hafidi Dördüncü İvan ise daha ziyade ileri gidip kendine çar yani Sezar-ı Kayseri unvanını taktırdı. Dördüncü ve Kazan Hanlıkları zabt olunarak Rusya ovasında Kırım Hanlığı’ndan gayrı müstakil Türk devleti kalmadı. Elhasıl asr-ı miladide Türklerin şimal kolu Islavlar tarafından tamamen yenilip şimali Islav ordusunda teessüs etmiş hanlıkların hepsi Moskova Devleti zir-i hükmüne girdi. Bundan başka şimal Islavları bu galebeleriyle kani’ olmayınca cenub Türklerini de mağlub ederek orada mahkum dindaş ve cinsdaşlarını kurtarmak ve böylece bütün Ortodoks alemine hakim-i yegane kesilmek emel ve tasavvurunu ta o zamanlar kurdular. Bu tasavvuratın kuvveden fi’le ihracına ciddiyetle ilk çalışan Çar Birinci Petro oldu. Petro cenub Türklerine Avrupa’dan ve Asya’dan saldırdı lakin bir şey kazanamadı. Petro’nun başladığı hareket-i taarruziyyeyi muvaffakiyyetle devam ettiren II. Katherina’dır. Katherina cenub Türkleri’nin sağ cenah canib-darını yani Kırım Hanlığı’nı kısm-ı külliden ayırarak ezdi. O zamana kadar bir Türk gölü halinde bulunan Karadeniz’in şimal sahilini eline geçirdi. Bütün Avrupa yarımadasını dolaştırarak Adalar Denizi’ne getirdiği gemileriyle cenub Türkleri’nin sol cenahına da vurdu. Dini ve milli vahdetten bi’l-istifade Hıristiyan teb’a-i Osmaniyye’yi ayaklandırarak Türkleri el birliğiyle Avrupa’dan kovmaya uğraştı. Katherina’nın hafidi I. Nikola zamanında şimal Islavlar ric’at etmekte olan Türkler’e üç koldan ve pek şiddetli hücum ederler. Birinci kol Karadeniz’in garbından dolaşarak Balkanlar’dan geçerek İstanbul’a ilerler; ikinci kol Bahr-i Hazar’la Bahr-i Siyah arasından Kafkas dağlarını aşarak Tebriz ve Erzurum’a doğru Türkler’i ikiye bölmek üzre merkezi bir taarruz icra eder; nihayet üçüncü kol Asya-yı Vusta’ya kola’nın oğlu Aleksandre Türk alemine edilen bu hücum-ı umumiye cenub Islavlarını da iştirak ettirir. Babası gününde Sivastopol mağlubiyetiyle münkatı’ olan garb kolunun hareketini Karadağlılar’ın Sırplar’ın ve Bulgarlar’ın yardımıyla devam ettirerek muzafferane ta İstanbul kapılarına kadar gelir. Merkez kolu mavera-yı Kafkas Türklerini tamamen Rusya boyunduruğu altına alır sonra Osmanlı Türkleri’ni püskürterek galib Islavlığa Fırat ve Dicle yollarının önünü açar. Şark kolu ise Kırgız kırlarını Türkmen çöllerini aşarak Merv Semerkand Hokand gibi en mühim Türk merakizini zabtederek Hive ve Buhara hanlıklarını ribka-i rıkkıyyetine geçirir. Ve böylece muzaffer Islavlık Türklüğün menbaı olan dağlara kadar ilerlemiş olur. lundan büyük bir demir kısacın iki insafsız kolu içine aldıkları gibi bu alemin ta kalbine yani Kafkas ve Azerbaycan’a koca bir kama saplamışlardır. Islavların Türkler aleyhine şimdi yaptıkları manevra Türklerin iki tarafını kuşatıp hatt-ı ric’atini keserek merkezi bir taarruz icra etmek suretiyledir ki muvaffak oldukları takdirde Türklerin teslim-i silahtan gayrı çareleri kalmaz... Berlin Muahedesi’yle Islavların harekat-ı taarruziyyelerine ciddi ve devamlı bir sekte arız oldu zannedenler esassız bir teselli ile kendi kendilerini aldatmış olurlar. Berlin Kongresi’nden beri olsa olsa Islavların Türklere şekl-i taarruzu değişmiş olabilir. Rusya evvelleri henüz baliğ ve reşid olmayan cenub Islavlarına velilik ederdi. Bütün Islavlar onun emrine muti’ idi. Şimdi cenub Islavları’nın çoğu istiklal kazanmış olduklarından kendilerini hukukça müsavi efrad-ı aileden i’tibar ederler. Ve bununçün de Rusya’ya tabi’ olmaksızın yalnız onunla istişare ederek birlikte hareket arzusundadır. Zaten Neo-slavizm denilen Pan-islavizm’in şekl-i cedidi de budur. ler’in Islavlar’a ettiği muamele ile mukabele etmiyor. Türkler mişlerdi; Islavlar ise bilakis Türkleri Hıristiyanlaştırmaya dağıtmaya hasılı yok etmeye çalışıyorlar. Asya-yı vusta sahralarına mavera-yı Kafkas ovalarına muttasıl Ortodoks misyonerleri gönderiliyor milli mektepler kapatılıp Islavlığa temsil mektepleri açılıyor Rus muhacirler sevk olunup yerliler sıkıştırılıyor dağıtılıyor; –Avrupa-yı Rusideki Türkler ictimaen şimdi Ruslar’dan pek az farklıdırlar;– Sırbiye’de Karadağ’da Türk hiç kalmadı; Bulgaristan’da Türkler’in hali günden güne tahammül-fersa oluyor. El-hasıl Türkler’in Islav alemine hakimiyetleri sathi ve muvakkat idi; Islavlar ise mukabil Eğer Türkler alel-husus Osmanlı Türkleri Fatih ve Kanuniler zamanında olduğu gibi bu sefer de istikbali düşünmek çareler aramazlarsa Islavlığın tarihi düşmanlarıyla birleşip bir tedbir kurmazlarsa Islavlığın yarım asırdan beri devam eden ihata ve tefrik hareketi muvaffakıyetle biter kısaçlar sıkışıp merhametsiz kama kalbi yarar ve Türklük de ol zaman –Allah esirgesin– son nefesini vermiş olur.. Hamiş – Tearuf-ı Müslimin’in geçen haftaki nüshasında H. T. imzasıyla bana hitaben yazılmış bir makale vardı. Muharrir Bey’in Sıratımüstakım hakkındaki tatlı sözlerinden gazete hey’at-ı tahririyyesi elbette gayet memnun ve müteşekkirdir. Bana edilen i’tirazlara gelince i’tiraf etmeliyim ki nokta-i i’tirazı iyice anlayamadım. Naçizane yazılarımda daima va’z u nasihatten kaçınmak isterim; ancak vekayi’-i tarihiyyeyi elimden geldiği kadar teşrih ile esbab ve netayici birbirine rabta çalışıyorum. Almanya İngiltere Türkiye ve Alem-i İslam’da bu usulü ta’kib ettim sanıyordum. H. T. Bey’in i’tirazları üzerine bir daha göz gezdirdim. Gördüm ki sırf şimdiye kadar olup geçmiş şeyleri yazmışım hiç de “Almanlara muhabbet etmeyi onların aguşuna atılmaya va’z u nasihatte” bulunmamışım. Ancak demişim ki geçen rub’ asırlık bir zamanda Almanlar kendi menfaatleri icabı –dikkat buyrulsun: kendi menfaatleri icabı diyorum– İngilizlerden daha ziyade Devlet-i Osmaniyye’ye ve Alem-i İslam’a faydalı olmuşlar. Ve bu dediğimi vekayi’den istihrac etmişim. H. T. Bey tarafından zikrolunmak şerefine mazhar olmuş üç beş satır da makalede mutlak olarak zikrediliyor: “Almanlar müslümanları kendilerine müsavi addeyleyip ona göre muamele ederler... ilh.” cümlelerinden evvel “Müslimin Avrupalı’ya ısınmaması her şeyden evvel... kendisini ademoğullarının her birine müsavi ve hür bir insan hesab eylerken madun ve esir muamelesine duçar edilmesindendir. Almanlar ahval-i mebsutayı görüp anlamışlar ve bundan cümlelerden biraz sonra ise İngilizleri en ziyade telaşa veren Alman siyaset-i şarkıyyesinin... “Kuvve-i İslamiyye’yi tüccar ve san’at-kar devletler aleyhine kullanmak istemesi olmuştur” deniliyor. Makalenin ta başında: “Bugün dünyanın iki en büyük devleti Osmanlı ve müslüman yorganı üzerine kavga etmektedirler” ve diğer birinde: Almanlar “yakın şark hakkındaki programlarını sonuna kadar tatbik edebilmek zayüd-i kuvvet ve satvetine çalışmak lazım geliyordu.” deniliyor. Artık bu kayıtlar var iken o cümlelerden Almanlar müslümanları hiçbir garazsız severler kendilerine müsavi görürler hatta müdafaa ederler ma’nası bilmem çıkarılabilir mi? Hükumet’in Pazar günlerini de muvakkaten yevm-i ta’til tiği i’tirazlar bil-cümle ehl-i İslam’ı ne derece mesrur ediyorsa el-an bu ta’til günleri hakkında musib bir karar verilmemesi o kadar badi-i teessüf oluyor. İstanbul’da hiç olmazsa Cum’a’ya bir yevm-i ta’til nazarıyla bakılıyorsa da burada eyyam-ı saireden hiç farkı yoktur. İzmir bir ticaret şehri olduğundan bu hususta en ziyade alakadar olan tüccardır. Halbuki bütün İslam ve Hıristiyan ticaret-haneleri Cum’a günleri gece yarılarına kadar açık olduğu halde Pazar günü en ticaret-gah mahallerde bir ferd bile görülemez. O gün herkesin refah ve istirahat günüdür umum işten çekilir bilcümle müslimin en yeni elbislerini telebbüs ederek mesirelere hücum ederler. Hatta Konya ve Anadolu’nun sair memalikinden gelen hamalların bile bu adete bi’l-mecburiyye tebeiyyet ettikleri görülüyor ki haysiyet-i milliyye ve taassub-ı diniyyeyi ne kadar ceriha-dar ve bütün kulub-ı hamiyyet-mendanı ne derece dağ-dar ettiği vareste-i izahtır. Bu adet-i makduhanın ref’i için de hiçbir teşebbüs vuku’ bulmuyor. Buna olduğu gibi her hususta da matbuatın delalet etmesi lazım gelirken– Rumca gazetelerinin bile ekseri Pazartesi günü neşr edildiği halde– Türkçe ceraidden birinden maadası Pazar günleri amele ve muharririne “Konje” vererek Pazartesi intişar etmediklerinden böyle bir emr-i hayra delalete ictisar edemiyorlar. Ve bütün bu münasebetsizliklerin sebeb-i hakıkısi: gümrüklerin Pazarları mesdud ve binaenaleyh Cum’a günleri aleme küşade bulunmasıdır. Bu günler tebdil edilecek olursa bu çirkin halde tabiatıyla nihayet bulacağından hükumetin celb-i nazar-ı dikkati zımnında risale-i mübeccelenizin tevassutu bilcümle hamiyyet-mendanın tefrih-i kulubuna badi olacağı tabiidir. Kerbela’dan: Kale’n-nebi sallallahu aleyhi ve sellem: bin kere amenna ve saddakna. Zaman-ı bi’set-i Hazret-i Nebevi’den bu asra kadar diye işitip durduğumuz halde maatteessüf ma’nasını anlamayarak ve ruh-ı İslamiyyet’i hissetmeyerek ittihadı tefrikaya uhuvveti düşmanlığa kalb ile hey’et-i camia-i İslamiyyet’i mahv ü perişan ettik. Evet tekrar ederim birbirimizle uğraşarak ufk-ı saadet-i İslamiyye’yi kara bulutların kaplamasına sebep olduk. Efsus ki bu belayı kendimiz da’vet ettik. Bilinmez niçin ittihadımız böyle ihtilafa uhuvvetimiz böyle nifak u şikaka döndü. Asırlardan beri müslümanlar yekdiğerinden cüda düşerek avare kaldılar hey’at-ı ictimaiyyemiz sarsıldı hayat-ı İslamiyyemiz rahne-dar oldu. Birtakım mevhumatla safha-yı beyza-yı İslamiyyet’i karartıp kendimizi bu hale duçar eyledik. Efsus ki böyle yaptık. Ceziretü’l-Arap’tan zuhur edip harikulade bir kuvve-i mıknatısiyye ile az zamanda yüzlerce akvamı binlerce kabaili milyonlarca efradı daire-i adl ü ihsanına toplayarak azim bir devlet te’sis eden müslümanların asırlarca şevket ve satvetleri devam etti terakkı ve heybetleri cihanı kapladı liva-yı Muhammedi bütün afak-ı alemde mevce-nüma oldu. Müslümanlar arzın herhangi noktasına ayak bastılarsa orası bir darü’l-cinan oldu zulmet-i şirk ile kavrulan memleketleri nur-ı hakıkatle müstağrak-ı saadet eylediler. Ne garibdir ki sonra bütün bu şevket ve satvetler söndükten başka alem-i İslam esarete duçar parçalanmaya mahkum sürüklenmeye mecbur oldu. Bu muhterem bu muazzam vücud hançerlerle yere serildi. Başında dolaşan vahşi pençeli kartallar her taraftan hücum ettiler. Ne kol kaldı ne bacak. Akıbet dendan-ı tama’larını merkeze ruha kadar uzatmaktan saldırmaktan çekinmediler. Bu suretle hayat-ı ictimaiyyemizi ruh-ı İslamiyyetimiz’i zehirlediler mevcudiyetimizi sarstılar. İttihadımızı bozdular aramızdaki rabıtayı kopardılar. Bizleri Asya’nın hücra köşelerinde şarkın yan ve zelil bıraktılar. Fakat evet o bizim cezamızdı. Biz sürüden ayrıldığımız için kurtların ağzına düştük. Biz nifaka saptığımız için o sefalete düştük biz çalışmayı terk ettiğimiz için o zillete uğradık. Yoksa bu binayı muazzam öyle kolay kolay sarsılmazdı. Her ne ise olan oldu geçen geçti. Şimdi nur-ı hürriyet ufk-ı İslamiyyet’ten o muazzam vücudun kalb-i nur-ı enverinden tecelli ederek saha-i aleme feyz-i hayat saçtı. Milyonlarca efrad-ı müslimin hab-ı gafletten baş kaldırdılar afak-ı bir devr-i teali başladı. Hilafet-i uzma kımıldadı. Bütün alem-i İslam harekete geldi. Asırlarca birbiriyle düşman olan bu iki kardeş –Osmanlı birine tebrik ediyorlar. “Bu şeriat-i garra kıyamete kadar payidar olacak nur-ı İslam hiçbir zaman söndürülemeyecek” kelam-ı muciz-beyan-ı Nebevi’nin asarı zuhur etti. halık-ı kainatın dergah-ı rububiyyetinden bütün samimiyyet-i kalb ve lisanımız ile temenni ederiz ki müslüman kardeşlerimiz bu büyük bu mukaddes maksada bütün huluslarıyla rabt-ı kalb ederek muvaffak olsunlar. Allah bu kafile-i ittihad ve ittifakın pişdar-ı fedakarı olan Sı ratımüstakım ceride-i muhteremesini payidar etsin naşirlerini muvaffak muharrir ve kari’lerini hizmet-i İslam’da paber-ca kılsın amin. Uhuvvet ve ittihad namına bütün ahrar-ı İslam’a ve mücahidlere ve Müslüman kardeşlerimize acizane dua ve selamlar ederiz. Yaşasın İslamiyet yaşasın ittihad ve uhuvvet-i Hindistan a’yan ve efazılından Müşir Hüseyin Kıdvay hazretlerinin Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye hakkındaki ihtisasat-ı samimanelerini muhtevi Urdu lisanıyla geçen nüshamızı tezyid eden makale-i fazılaneleri Hindli Ali Asgar Efendi hazretleri tarafından terceme olunup ithaf edilmiştir: Bin dokuz yüz altı senesinde Dersaadet’te bulunmuş zamanda burada bulunuyorum. O vakit ile bu vakit arasındaki fark çok azimdir. Evvelce burada hüküm-ferma olan istibdad yerine bugün hürriyet adalet ve müsavat caridir. Bu dar-ı hürriyyeti görmekle müftehir oluyorum. Cisr-i Mustafa Paşa’ya muvasalatımda yine evvelki menazır karşısında bulundumsa da İstanbul’a muvasalatımda Sirkeci İstasyonu’nda inkılabın ilk numunesini gördüm. Bu sefer Dersaadet’te esna-yı ikametimde müşahede ettiğim şeyleri yazacak olursam koca bir cilt teşkil edeceğinden burada yalnız kalbime bir menba-i teselli bahş eden şeyleri yazmakla iktifa ediyorum. Osmanlı inkılabı husule geldiği zaman Hind müslümanları buna biraz terddütle bakıyorlardı. Değil yalnız Hind müslümanlarının hatta umum-ı alem-i İslamiyyet’in bu inkılaba nazarı tereddüdden hali değildi. Hind müslümanları Memalik-i Osmaniyye’de müsavat-ı diniyyeyi layıkıyla tefsir edememişlerdi. İnkılab-ı Osmani hakkındaki su-i tefehhüm de bundan ileri gelmişti. Alem-i İslamiyyet inkılab-ı Osmaniyye’nin Memalik-i Osmaniyye’de mütemekkin akvam-ı İslamiyye’yi akvam-ı gayrimüslime karşısında müşkil bir mevki’de bulunduracağından korkuyorlardı. Herkesin hatırına bu geliyordu ki acaba adatını kabul ederek Hilafet’i ortadan kaldıracaklar mı idi? Ve yahud saltanatı Hilafet’ten bi’t-tefrik alem-i İslamiyyet’e bir darbe-i mühlike vuracaklar mı idi? İşte Hindistan’da inkılab-ı Osmani hakkındaki tereddüdat ve su-i tefehhümat bu noktada tecemmu’ etmişti. Evail-i inkılabda Hind müslümanları meşrutiyyet-i Osmaniyye’yi kemal-i samimiyyetle alkışlamıştı. Fakat tebdil-i saltanatta meserret-i vakıa mübeddel-i hüzn ü elem olmuştu. Çünkü ahali-i merkuma bu surette vukua gelen tebdil-i saltanatta halife ile ulemanın tezlil ve tahkıre uğradıklarına zahib olmuşlardı. Halife’den ziyade Makam-ı Hilafet’e olan cuş-ı muhabbetleri feverana geldi. Ahali-i merkume bu babda haklı idi. Çünkü müslümanlara medar-ı teselli olacak Devlet-i Osmaniyye’den başka bir devlet yok idi. Umum müslümanları Devlet-i Osmaniyye’ye rabt eden bir şey varsa o da Osmanlılar’ın padişahı olan zatın umum müslümanların Halife’si ve Haremeyn’in hadimi olmasıdır. Binaenaleyh bu gibi evsaf-ı celileyi haiz olan padişaha her ne vakı’ olursa onda umum İslamlar alakadardır. Böyle bir padişah sırf Osmanlı padişahı olarak tanılırsa müslümanlarda hiçbir ümid kalmaz. tağayyüratı re’yü’l-ayn müşahede etmek ve Donanma-yı Osmani’nin tahkım ve takviyesi maksadıyla teşekkül eden Muavenet-i Milliye Cem’iyeti’nin teşebbüsat ve icra’at-ı fi’liyyesini yakından görüp anlamak için bu sene Dersaadet’i ziyaret ettim. Müslümanlar her nerede olursa olsun yekdiğerine muavenet etmek arzusunu son derecede besliyorlar. Fakat ne çare ki birçok mevani’ ve müşkilat ilca’atıyla arzularına vasıl olmaya muvaffak olamıyorlar. Donanma-yı Osmani Kongresi’nde bulunduğum sırada Memalik-i Osmaniyye’nin cihat-ı muhtelifesinden murahhas sıfatıyla gelen zevat-ı muhtereme ile yegan yegan görüştüm. Kendilerinin tamamıyla müslüman muhibb-i samimileri olduklarını anladım. Bu Kongre’ye riyaset eden zat ulema-yı benamdan bir zat olduğu gibi Donanma Cem’iyeti Reisi de cübbe giymiş bir şeyh-i sal-dide idi. Beni Hind murahhası sıfatıyla kemal-i samimiyyet ve hararetle alkışladılar. Bu alkışlara müstehak olmadığımı pekala bilirdim. Fakat yine bu alkışların benim zat u şahsıma mahsus ve münhasır olmadığını düşünerek müftehir oluyordum. Bundan maada buradaki müslümanlar meyanında dahi muhabbet ve uhuvvet-i İslamiyye’nin mevcud bulunduğunu görmekle mütelezziz oldum. Dersaadet’te konuştuğum ve görüştüğüm rical-i Osmaniyye’nin kaffesinde ayn-ı muhabbet ve uhuvvet fikrini hissettim. Hilafet’i saltanattan tefrik ederek Devlet-i Osmaniyye’yi za’fa düşürecek kadar kutahbin olmadıklarını pek a’la anladım. Şeyhülislam Musa Kazım Efendi hazretleriyle vuku’ bulan mülakatımda müşarunileyh zat-ı hazret-i hilafet-penahinin umum İslamlar ve Osmanlılar nezdinde pek muhterem ve mukaddes olarak tanıldığını beyan buyurdular. Askerlerin umum idare-i memlekette nüfuzu büyüktür. Bu mülahaza ile asakir-i Osmaniyye başkumandanı olan Mahmud Şevket Paşa hazretleriyle görüştüm. Müşarun-ileyh hazretlerini fevkalade müdebbir karaşina ve müteyakkız buldum. Mahmud Şevket Paşa’nın damarlarında müddet-i medide imrar-ı hayat etmiş olan Meclis-i Meb’usan reisi Ahmed Rıza Bey’i de gördüm. Müşarun-ileyh Hind müslümanları tarafından bir nazar-ı iştibahla bakılıyordu. Zira kendilerinin Hilafet-i İslamiyye muarızininden bulunduğu şayiası deveran ediyordu. Ahmed Rıza Beyefendi ile vuku’ bulan muhaverat esnasında kendilerinin böyle bir fikir beslemediklerini anladım. Basra vali-i sabıkı Mehmed Arif Beyefendi hazretlerini müslümanlara gayet hayır-hah buldum. Mehmed Arif Bey’in fikrine hadim olacak bir miktar müslüman daha bulunsa zannederim alem-i İslamiyyet başka bir şekl ü teali ve terakkıyi iktisab edecektir. Ben Hind müslümanlarına şunu te’min ederim ki makam-ı Hilafet-i İslamiyye’yi za’fa düşürmek fikri erkan u rical-i Devlet-i Osmaniyye’den hiç birinde yoktur. El-yevm ser-i karda bulunan müdebbirin-i umur şevket ve satvet-i Osmaniyye’yi eski devirde ne derecede idi ise o dereceye me’mur olan kumandanın Şeyhülislam’ın duasına müracaat ettiğini bugünlerde seyahate çıkan Sadr-ı azamın yerine Şeyhülislam Efendi hazretlerinin vekalete ta’yin edildiklerini gördüm ve bundan şunu istidlal ettim ki erkan u me’murin-i Devlet-i Osmaniyye el-haletü hazihi ahkam-ı celile-i diniyyemize fart-ı hürmet ve riayetle mütehallidirler. Avrupa’da bir Devlet-i Osmaniyye’nin ve ba-husus Devlet-i Osmaniyye’nin terakkı ve tealisini istemeyenler çoktur. Müslümanlar bu keyfiyyeti her an nazar-ı dikkatten dur tutmamalıdırlar. Hürriyet müsavat uhuvvet gibi kelimeler sırf lafzi olmamalıdır. Ma’nalı olmalıdır. Saye-i meşrutiyyete bunların semeratı pek a’la iktitaf olunabilmek için çalışmak şarttır. Avam-ı nas hürriyeti daima su-i tefsir edegelmiştir. Ve bu yüzden her zaman birçok gaileler ser-zede-i zuhur olmuştur. Hürriyet müsavat ve uhuvvetin ma’nalarını ahaliye telkin etmek ve bunların mevcudiyetiyle bir milleti mübahi kılmak Alem-i İslamiyyet bu fikirde müttehid ve müttefiktir ki Makam-ı Hilafet-i İslamiyye’ye iras-ı hasar etmek isteyen bir kuvvet velev ki bir Müslüman kuvveti olsun bir girive-i felakete mutlaka giriftar olacaktır. Refik-ı muazzezimiz Tanin numaralı nüshasında cidden pek “nazik bir mes’ele” den bahsederek şöyle diyor: “Almanya ve Avusturya menafiine hizmet etmek üzere şehrimizde neşrolunan Osmanischer Lloyd gazetesi İngiltere ve Rusya aleyhinde hissiyat-ı Osmaniyye’yi tahrik edebilecek havadisler vermek ve bazı havadisleri tefsir etmek hususunu kendisine öteden beri vazife bilmiştir.” Biraz aşağıda: Osmanischer Lloyd gazetesinin hemen hergünkü nüshasında kendi fikr ü mesleği dairesinde bir iki havadis bulunduğu gibi neşriyatın dairesini bir parça geçerek pek nazik bir mes’eleye temas etmiş olduğu cihetle izah ederek bazı mutalaat da biz ilave etmek lüzumunu hissettik. Çünkü böyle nazik işlerde su-i tefehhümleri izale etmeye uğraşmaktan ise su-i tefehhümlerin tevlidine meydan vermemeyi daha faydalı buluruz. Osmanischer Lloyd bugünlerde Rus efkar-ı umumiyyesinin son derecede asabilik eseri gösterdiğini ve fikr-i İslamiyyet’in uyanmasına tealluku olan her şeyin kendisi için calib-i şübhe telakkı olunduğunu söyledikten sonra resmi dediği Rusya gazetesinin Rusya’yı tehdid eden ittihad-ı İslam fikri hasebiyle yanıp yakıldığını haber veriyor. Bu gazetenin ne yazdığını aynen nakl etmeyerek kendisi istediği gibi hülasa ediyor. Bu kabil hülasalarda hakıkat çok kere gayr-ı telakkı ettiğimiz bu hülasaya nazaran Rusya’da otuz milyon müslüman ecnebiler tarafından Rusya hükumeti aleyhinde tahrik olunmakta Rusya’nın şarkında müslümanlar arasında Ruslar aleyhinde bir hareket göze çarpmakta imiş. Osmanischer Lloyd diğer Rus gazetelerinin daha ileri gittiklerini beyan ile ittihad-ı İslam fikrinin Rusya İngiltere Fransa devletlerinin temamiyyet-i mülkiyelerini tehdid ettiğini söylediklerini anlatıyor. Fakat maatteessüf bu gazetelerin etmek imkan haricindedir. Ruskoya Senanye Eznanya gazetesi Hilmi Paşa’nın müslümanlar ile meskun Rus havalisinde seyahatini unutamayarak Hilmi Paşa aleyhinde şetmlerde bulunuyor. Kendisinin Rusya’ya siyasi bir entrika için geldiğini ve seyahat-ı vakıası Rusya İmparatorluğu’nun tamamiyet-i mülkiyesine karşı bir tehdid olduğunu söylüyor ve Rusya hükumetine ahali-i müslimeden şübhe ederek onlara karşı bazı tedabir-i şedide-i tahaffuziyye ittihazını tavsiyye eyliyormuş.” Osmanischer Lloyd’un dedikleri doğrudur bugünlerde nim-resmi Rus matbuatıyla muhafaza-kar cerideler; Rusya müslümanlarının genç Türk hükumeti tarafından tahrik edildiğini bir düzüye yazıp duruyorlar. Osmanischer Lloyd’in bahsettiği Rusya gazetesi makalesinin tercemesini Kazan’da Türkçe çıkan Yulduz refikımızda görüp Sıratımüstakım’in . Nüshasına aynen nakletmiştik. Rusya tamamen resmi değilse de nim-resmiden daha ziyade resmi bir gazetedir. Bu gazetenin bütün mesarifini Rusya dahiliye nezareti verir; muharrirlerinden çoğu me’murin-i hükumettir. Osmanischer Lloyd’in bahsettiği diğer gazeteler Rusko yaznemya Kolokol Zimiş cina Ruskiya Zemilya ve Franski Telgraf gibi müslüman ve Türk düşmanı cerideler olsa gerek. Bu gazetelerin hemen her nüshasında Türkiye İslam ve Rusya müslümanları aleyhine bir makale bulmak mümkündür. “Nazik Mes’ele” makalesinin daha aşağılarında İstanbul meb’us-ı muhtereminin mütalaat-ı zatiyyesi münderictir. Biz bu mütalaata tamamen iştirak etmemekle beraber bu babdaki fikrimizi şimdi beyana lüzum görmüyoruz. Ancak Daru’l-Hilafe’de çıkan Türk-Müslüman matbuatından otuz milyon ahali-i müslimeye hakim bir komşu devletin ahval-i siyasiyyesine biraz daha ziyade vukufu ricaya hakkımız var zannındayız. Ba-husus Rusça bilmeyenlere o ahvali ta’kib Eski devirde İstanbul basması haritalarda Devlet-i Osmaniyye hududu daima yanlış çizilirdi. Çoktan beri Devlet-i Osmaniyye’den bilfiil ayrılmış kıt’alar hudud-ı Osmani dahilinde gösterilerek halk teselli veya iğfal edilmek istenilirdi. Mesela o zamanın haritalarına bakılırsa Şab Denizi’nden muhit-i Atlasi’ye kadar bütün şimali Afrika Osmanlı boyasıyla boyanmıştır. Şimdi o ifrattan diğer bir tefrite düşüldüğünü teessüfle görüyoruz. Maarif nezareti’nin yeni bastırdığı yazısız haritalarda henüz Devlet-i Osmaniyye’nin hiçbir mukavele-i beyne’d-düvel ile taayyün ve tahdid edilmeyen Trablusgarp cenub hududu Devlet-i Osmaniyye ziyanına gayet kat’i olarak çizilmiştir. Bu gibi gayr-ı mukarrer hududlarda Fransız ve İngilizler muahedeleriyle Devlet-i Osmaniyye’nin bu havalideki hukukunu tahdid etmek istemişler ise de Babıali Berlin Müstemlekat Kongresi’nde kabul edilmiş hinterland esasına bil-istinad protesto eylemişti. O zamandan beri bizce mechul bir mukavele Trablusgarp’ın cenub hududunu Babıali’nin iştirak ve muvafakatıyla ta’yin etmemiş olunmuş demektir. Eskişehir’de çıkan Eskişehir refik-ı muhteremimiz de yine o yeni yazısız haritaların Hilafet-i Muazzama-i İslamiyye’ce pek mühim olan Afrika kıt’asını musavver olanında diğer bir hata bulup çıkarıyor ve bu babda şöyle yazıyor: Bu haritada Akdeniz sahilindeki er-Refah mevkiinden başlayan Mısır hududu Hicaz şimendiferi hattı boyunca Akabe’yi de sımları dahilinde hemen Medine-i Münevvere karşısına kadar uzatılıyor. Ve şu suretle umum Tur-ı Sina yarımadasından başka Akabe mevkii ve Akabe Körfezi’nin iki sahili ve Hicaz Vilayeti’nin Şab Denizi sahilinden mühim bir kısmı Mısır hududuna ilhak olunuyor. Kendi mekteplerimizde Osmanlı toprağı parçalarından siyasetçe fevka’l-’ade mühim bir kısmının ecnebiye aid imiş gibi gösterilmesine tabii gönül razı olmadığından hakıkati meydana koymak için şu izahatı vermeye lüzum gördüm. Ümid olunur ki Maarif nezareti buna layık olan ehemmiyeti verir de ya aldanıyorsak bizim fikrimizi veya haritalarını tashih eyler. Bu yazısız haritalarda diğer haritalarımız gibi Avrupa dillerinden ve ağleb-i ihtimal Fransızca’dan tercemedir. Fransızlar Afrika’yı kendi menfaat ve arzularına göre çizerler. Lakin acaba mütercim beyler bu kadar fahiş hataları göremeyecek kadar gafil midirler? Bu sername ile Kırımlı Tercüman refikımız Türkiye’nin son iki senede faaliyet ve muvaffakıyetini yazdıktan sonra bugünlerde matbuat alemini işgal eden ittifaklara bahsi intikal ettirerek şöyle diyor: “Farz edelim ki Osmanlı siyasileri üç dost devlet tarafını Ama üç devlet ittifakını iltizam ettikleri halde ise peşkeşleri medhiyeleri pek o kadar mestur şeylerden değildir; ecnebi kabarmış yüreklerinin yatıştırılması Mısır’dan İngilizler’in çıkarılması bu cümleden olabilir. Bu halde şarkta münasebeti ziyade olan Rusyamız’ın politikası ahvali bu derecelere vardırmamaktan meli ve esası Büyük Petro Büyük Katherina politikalarının ve mesleklerinin zamanı geçtiğini derunen idrak etmektedir.” Zavallı ve biçare evsafının ekseriya müslümanlara takılmakta olduğunu hatırlayıp bu biçarelerin de müslümanlar olduğu zannına düşmeyin. Astrahan’da çıkan İdil Türkçe Volga nehrine İdil derler. kardeşimiz bu latif sıfatı Rusya misyonerlerine bahşediyor. Vech-i tesmiyyeyi anlamak için “Biçareler” makalesinin bazı aksamını okuyalım: “ asr-ı miladi nihayetlerinde ahali-i İslamiyye arasında hiss-i dini ve milli artıp maarif ve ulum ve fünun-ı asriyye manları arasında da müşahede olunmaya başladı. Bunun üzerine Rusya’nın mutaassıb matbuatı müslümanlara nazar-ı adavetle bakmaya başladılar. Zira onlar evvelce bütün Rusya müslümanlarını Hıristiyanlaştırıp bitireceklerine kani’ Bu muvaffakıyetsizlik üzerine Rusların mürteci’ ve misyonerleri kendilerine mensub ceraid ve resailde müslümanların sırf terakkı ve maarif yolundaki sa’y ü gayretlerini türlü boyalarla boyayıp müfteriyane makaleler neşrine giriştiler. Guya müslümanların harekat-ı terakkı-perveraneleri esasen Pan-islamizm maksadına hizmetten yani bütün dünya müslümanlarını Türkiye sancağı altına toplayıp büyük bir Hilafet-i İslamiyye vücuda getirmek arzusundan ibaretmiş! Hatta muvahhidin bu maksada erişmek için peygamberlerinin evamirini tutarak boyunlarına kılıç kuşatıp Hıristiyan garba karşı i’lan-ı cihad edecekler imiş! halbuki şeriat-ı İslamiyye ve evamir-i peygamberiyye kılıçla harbi değil belki düşmanların kendi silahlarıyla mukabele ve müdafaayı buyuruyor. Zamanımızda İslamiyet düşmanlarının silahları ilm ü maarif idüğü sahib-i idrak bilcümle müslümanlara zahir olduğundan onlar da ulum-ı maarif yoluna ayak bastılar. “Zaten böyle mukabelede bulunduğumuzdandır ki muhik u meşru’ ictihadımıza garip garip ma’nalar vermeye isti’cal olunuyor. Biz bu şaşkınlara “biçare”ler diye acımaktan bir türlü kendimizi alamıyoruz. Devlet-i Osmaniyye: Asar-ı tarihiyyede tedkıkat garp vilayeti dahilinde ca-be-ca dolaşmaktadır. Mısır’ın resmi gazetesi mehakim-i şer’iyye hakkındaki yeni kanun layihasını neşrediyor ve nesh ü ta’dil eylediği ahkam-ı sabıkaya zeylen işaretlerde bulunuyor. Doğrudan doğruya devletimizin hakk-ı kazasına tealluk etmekte olan işbu kanun layihasının rical-i hükumetçe nazar-ı ehemmiyetten dur tutmayacağı der-kardır. – Mısır hükumet-i mahalliyyesi Şehid Said Verdani namına izafeti takarrur eden eczahanenin küşadına mani’ olmuştur. Şu asr-ı medeniyyette Mısır gibi nail-i terakkı olmuş bir yerde istibdadın bu derecesi herkesi duçar-ı hayret etmiştir. et-i vükelası Meclis-i Meb’usan’a kendi programını takdim ederek mazhar-ı tasdik olmuştur. Program şu maddelerden Hariçten birtakım me’murların celbi Polis ve emniyet-i umumiyye ile vilayetlerde ıslahat ve tensikatın icrası Yeni bir ordunun teşkili: Şu ordu ikiye taksim edilerek merkezde Tahran’da muntazam ve üç kısım silahtan mürekkeb bir fırka vilayetlerde de binden ibaret ve yine üç kısım silahtan mürekkeb diğer bir fırka bulundurulacaktır Umur-ı maliyyenin ıslahı ve vergilerin adl ü insaf üzere tertib ve tevzii için bir divan-ı muhasebat te’sis edilecektir Umur-ı adliyyenin ıslahı için kavanin-i mevzua tedvin ve usul-i muhakemat tanzim edilecektir. Rusya: Rusya müslümanları arasında yazın fes giymek adeti gittikçe artıyor. Ma’lumdur ki Rusya müslümanlarının asıl ser-puşları kalpaktır. Hükumetin nazar-ı dikkatini celbden hali kalmıyor. Buhara: Bundan böyle Rusya müslümanlarından Buhara’ya beray-ı tahsil gidecek gençlerin mensub oldukları vilayat valilerinden emrolunmuştur. Bu emrin resmi ve zahiri sebebi Buhara’da tahsil-i ilm edenlerin miktarını bilmek ise de Vakit’ in işittiğine göre sebeb-i hakıkısi Kırgız-Kazak kardeşlerimizin menba-i dinileri olan Buhara ile münasebetlerini kesmekten ibaret vardır. Bulgarya: Ruslarla Bulgarların dilleri birbirlerine pek yakındır. Az müşkilatla anlaşabilirler. Rusça sından ziyade değildir. Bu cihetle Bulgarlar Rusya’dan pek çok kitap satın alıyorlar. Bu sene Islav Kongresi münasebetiyle Sofya’da Rus kitapları sergisi açılmıştı. Mezkur sergide elli bin türlü kitap ile iki bin türlü resail-i mevkute meşhud lıyor ki Bulgarlar Rusya’dan senevi bin franklık kitap ve bin franklık gazete ve resail-i mevkute iştira ediyorlar. Sergi idaresi bazı tedabire teşebbüs olunduğu halde bunun Tatarlar da İstanbul’dan hayli kitap ve resail-i mevkute alıyorlar. İstatistik şarkın sevmediği bir şey olduğu için miktarını bittabi yakında öğrenemeyiz. Rusya’ya gidip Türkçe kitap sergileri filan kurmak şimdilik rüyamıza bile girmez. Menafi’-i muhtelifesi aşikar olan kitap satışının artırılması için gerek İstanbul kitapçılarının ve gerekse hükumetin tedabir-i mahsusaya teşebbüs edeceklerine de pek şüpheliyiz. Ancak meydanda pek göze batan bazı münasebetsizliklerin kaldırılması mesela İstanbul’dan memalik-i ecnebiyyeye kitap ihrac edenlerden alınan gümrük cerimesinin olsun izalesi gayrı mümkin bulunmadığına inanmak isteriz. Ve ber-mu’tad merciinin nazar-ı dikkatini celb eyleriz. Hindistan: Hindistan’ın Vikan eyaleti merkezi bulunan Bengale’de keşf olunan büyük bir cem’iyet-i hafiyye hakkındaki taharriyat ve tahkikata Hindistan zabıtası kemal-i faaliyyetle devam etmektedir. Bu yüzden umum Hindistan’da birçok adamlar taht-ı tevkıfe alınmışlardır. Polis birçok vesikalar mektuplar gazeteler esliha ve kurşun dökmek için isti’mal edilen makineler elde etmiştir. Ağustos’un’sında mukaddema mahkum olmuş bir zatın hanesini taharri etti. Bu esnada birçok zevat-ı meşhurenin ve ez cümle birkaç İngiliz meb’uslarının mektupları bulunmuştur. Şu vesikalar büyük bir cem’iyetin mevcudiyetini hakemeye alınmıştır. An-karib bunların işleri rü’yet edilecektir. Bugün muhakkaktır ki İngiltere hükumeti aleyhinde Hindistan’da büyük bir cem’iyet-i hafiyye teşekkül etmiştir. Ve şu cem’iyetin şu’ubatı bütün Hindistan’da mevcuddur. Hükumet efkar-ı umumiyyeyi iskat için Hindistan’da vuku’ bulan şu cereyanlara ehemmiyet vermemek istiyorsa da harekat-ı ceği ve İngiltere’nin Hindistan’daki vaziyeti tehlikeden masun kalamayacağı muhakkaktır. Birçok cem’iyat-ı muhtelife Cem’iyet-i hafiyyeye iltihak etmişlerdir. Taht-ı tevkıfe alınan birçok zevat İngiltere hükumeti aleyhinde bir kıyam-ı umumi distan’dan kal’ etmeye çalışmakla müttehemdirler. Bununla beraber İngiltere’de birçok zevat-ı mühimme Hinduları himaye ve teşvik ediyorlar. Ez-cümle sabık meb’usandan Kunton cenabları Times gazetesine yazdığı bir mektupta İngiliz hükumetinin Hindulara defeat ile idare-i muhtariyyet bahşedileceğini va’d etmesini ihtar ederek elyevm şu va’dlerin mevki’-i fi’le konulmasını taleb ediyor. |/\|