|\/| _____ SIRATIMÜSTAKİM Cild 5 - Unknown 250971 57994 14536 _____ Din Felsefe Ulum Hukuk Edebiyat Tarih ve Siyasiyattan ve Bilhassa Ahval ve Şuun-ı İslamiyye’den Bahseder ve Haftada Bir Neşrolunur. Cilt Sayı - Eylül Mart TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Eylül Beşinci Cild - Aded: Ya Rab şu muazzam Ramazan hürmetine Kaldır aradan vahdete hail ne ise; Ya Rab şu asırlarca süren tefrikadan Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se. Madem ki verdin bize bir ruh-i nevin... Ya Rab daha bir nefha-i te’yid insin! Cenab-ı Münzili’l-Furkan muhlisun li-dinillah olan fırkanın ahvalini şerh u izah eyledikten ve akabinde dahi onların zıddı olup zahiren ve batınen küfr-i mahz üzere mütemerrid bulunan keferenin halini beyan buyurduktan sonra şimdi de bu iki kısım arasında müzebzeb olarak i’tikadları hilafında iman izhar eder daha bir fırka-i kefere bulunduğunu yi istitba’ eden cinayat-ı şeni’alarını ta’dad ile buyurur ki “Bazı nas dahi vardır ki Allah’a ve yevm-i ahirete iman ettik derler halbuki bunlar mü’min değildirler.” Bu güruh-ı nas ağızlarıyla Allah’a ve ahiret gününe inandık derlerse de hakıkaten buna inanmış değillerdir bunlar dilleriyle kalp ve şerr u fesad mahza İslam’ın kuvvetinden havf u hiraslarına mebni ve emellerine nail olmak mütalaasından naşi setr-i küfr ile iman izhar ederler. Yevm-i ahir ile vakt-i haşrden ila ma-la-nihaye devam eden vakt-i na-mahdud muraddır. Bu vakt-i na-mahdud mebdei bulunan ruz-ı haşr i’tibariyle ahir-i hayat-ı dünya olmasından naşi yevm-i ahir tesmiye edilmiştir. Mücerred Cenab-ı Hakk’a ve yevm-i ahirete iman etmekle mahiyet-i iman tahakkuk etmeyip belki iman vacib olan umurun kaffesine olup kendileri ise bu maksad-ı a’zamı iki tarafından ihraz ve Münafıklar her renk ile televvün ederler maksadlarını tervic için hiçbir mel’aneti icradan geri durmazlar ol kadar mahirane hud’a ve desise isti’mal ederler ki hubb u ihlas şivesinde asdıkaya bile faik görünürler. Bir şahsı bir aileyi bir hanümanı bir hanedanı bir milleti mahvetmek onlarca mucib-i tehaşi bir şey değildir. Hengam-ı ikbalde perestiş eder. Zaman-ı idbarda adüvv-i can kesilirler; iki fi’l-i mütezad onların yüzlerine vurulsa haya etmezler. Cenab-ı Hak fırka-i muhlisini dört ayette kefere-i mütemerridini iki ayette zikrettiği halde münafıkların azm-ı şerr u fesadına ve enva’-ı hud’[a] ve tesvilatına mebni onları on üç ayette zikr buyurmuştur. Ayat-ı salifede fırak-ı sairenin ahvali zikrolunduğu gibi şimdi tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayetlerde dahi her ümmette ve asırda bulunan fırka-i münafıkınin hali zikredilmiştir; yoksa bazılarının dediği gibi bu ayetler asr-ı nüzul-i Kur’an’ da bulunan cemaat-i ma’lume-i münafıkıne mahsus değildir. Bunun içindir ki fırka-i münafıkınin ağzından Allah’a ve ahirete iman ettikleri hikaye buyurulduğu zaman “ve amenna bike ya Muhammed” dedikleri de hikaye edilmemiştir. Eğer bu ayetler asr-ı nüzul-ı Kur’an’ da bulunan cemaat-i münafıkıne mahsus olaydı Kur’an-ı Kerim böyle çok sürmeyip munkarız olan bir cemaat hakkında bu kadar yade olarak o cemaatin beyan-ı halinde ıtnab etmez idi. Evet... Bu ayat-i kerime amm olduğu cihetle münafıklardan asr-ı nüzulde bulunanlara sadık ve şamil olur maamafih bu sınıftan yevm-i kıyamete kadar gelecekler için de bir Fırka-i münafikın Yehud ve Nasara ile Sabiin ve Mecus’tan müellef olup içlerinde enbiya-yı i’zama iman ile a’mal-i saliha dahi iddia edenleri bulunduğu halde bu cihetler zikrolunmayıp da yalnız Allah’a ve yevm-i ahirete iman iddiasında olduklarına kasr-ı kelam edilmesi son iki hususa tarz-ı beyan hadd-ı i’caza baliğ olan sunuf-ı icaz-ı Kur’an’ dandır. Denilir ki o cemaat Allah’a ve yevm-i ahirete mu’tekid buyuruldu? Cevaben deriz ki onların i’tikadı zayıf bir i’tikad-ı taklidi idi ahlak ve a’mallerinde o i’tikadın hiçbir te’siri yok idi. Bunlar ifsad kizb gış hıyanet tama’ vesaire gibi Kitab ve sünnetin kendilerinden hikaye ettiği şürur ve rezaile dalmış bir güruhtur ki onların sudur ve kulubundaki ahval tedkık olunup da amellerinin derunlarında olan menşe’lerine ıttıla hasıl olsa kendilerinden namaz ve sadaka gibi zuhur eden amel-i salihin saiki nasa karşı riya ve sum’adan ibaret bulunduğu tahakkuk eder idi. Cenab-ı Hakk’ın hoşnud olduğu vechile zat-ı uluhiyyetine onların iman ettiklerine bu a’mal delalet etmez. Rıza-yı nab-ı Bari’nin saltanat-ı uzmasını iz’an ve serair ve zamaire muttali’ bulunduğunu ikan edip de zahir ve batını ile zat-ı uluhiyyetini hoşnud eylemektir. Onlar bazı zevahir-i ibadat nud ediyoruz zannederler idi – Münafikınin Allah’a ve yevm-i ahirete iman ederiz demelerinden maksadları tavzih olunarak buyuruluyor ki: Bunlar Allah’a ve iman edenlere muhadaa ediyorlar. Derunlarında küfrü izmar ve sureta iman izhar eyleyerek Allah’a ve iman edenlere karşı hud’akarlar muamelesi gibi muamele ediyorlar. Bir taraftan esrar-ı müslimini muhalifin ve bedhahana işaa eyliyorlar diğer taraftan da kendilerini sair kefereye isabet eden ahvalden kurtarmak ve na’il-i ahkam-ı müslimin olmak için İslam suretini gösteriyorlar. Halbuki bu muameleleriyle ancak nefislerine hud’a ediyorlar da bunu hissetmiyorlar. Allah’a ve iman edenlere karşı cür’et-yab oldukları muamele-i na-sezalarının neticesi ancak kendilerine muzır olacağını derk u te’akkul eylemiyorlar. Ha’nın fethi ve kesriyle bir kimse diğer kimseye bir fenalık etmek istediği halde apansızın onu o fenalığa düşürmek kimse diğer kimseyi aldatıp da suhuletle ondan kurtulmak : Ha’nın zamm ve kesriyle bu ma’nadan isimdir. Ayet-i kerimede vaki’ sigası ma’nasınadır. Münafıkların mekr u hilelerinden mufaale sigasıyla ta’bir buyrulması onların türlü türlü muamelat-ı hud’akarane isti’malinde müdavemetlerine işaret için olduğu gibi münafıklar ehl-i kitabdan olup hiçbir ferdin Cenab-ı Allamü’l-Guyub’a hud’a etmesi mutasavver olmadığını bildikleri halde kendilerine bu yolda hud’a isnadı dahi cür’et-yab-ı fezahat oldukları muamele Cenab-ı Akdes’e karşı hud’a isti’malini andırdığından kemal-i şena’at-i cinayetlerini bu vechile temsil ve tasvir içindir. Bu makamda tefasirde daha başka suretler de cümlesi tarz-ı beyan-ı ilahinin kuvvetini tevsian irae etmek görünüyor da vücuh-ı sıhhati beyan etmek üzere irad edilmiş te’vilat değildir. Üslub-ı varid ile ezhana tebliğ olunan meal ve mü’edda-yı ayet diğer ta’bir ile eda edile idi veyahud tevsi’ oluna idi nazm-ı celildeki cem’iyet ve kuvvet zail olurdu. Ayet-i kerime okununca münafikınin neler yapmış olduklarına ve mukabilinde ne gördüklerine dair ezhan-ı kariine bir cihan-ı me’ani küşade oluyor. Yerine başka lafız ve ta’bir konsa terkib uzar ma’na darlaşır yani daire-yi mefhum elfazın me’ani-yi lügaviyyesine maksur kalır. Fusaha ve büleganın cümle ve terkiblerinde öyle kuyud ve ta’birat vardır ki o kayıdlar zikredilse ve o ta’birattan başka edaya udul olunsa kelamın haiz olduğu kuvvet cem’iyet revnak halavet zarafet veyahud diğer bir hassa zayi’ olur. Bu gibi cümle ve terkibler şerh olunduğu zaman maksad onların müeddasını izah olup te’vilat olmadığı gibi ayet-i kerimenin tefsirinde beyan olunan vücuh dahi müedda-yı nazm-ı celili izahen göstermektir. Lisanımızda mesela “etme bulma” terkibi bir darb-ı meseldir. Maksad kimseye fenalık etme sen de fenalık bulma demektir fakat bu kuyud zikredilmiş olaydı haiz olduğu hassa kalmazdı. Terkib ber-vech-i muharrer şerh edilirse medlulünü izah demektir. Lisanımızda bir de mesela “Feneri yak!” deriz. Bu terkib şu haliyle fenerin mumu yakılması emrolunduğuna o kadar kuvvetli delalet eder ki hatta maksad tasrih edilse barid olur. Şimdi bu terkibden maksad ikad-ı şem’dir diye şerh edilse müeddası izah edilmiş olur yoksa isti’mali tashih demek değildir. Nefs: Bir şeyin zat ve hakıkati demektir. Bazen ruh kalb dem ma’ ma’nalarında da isti’mal olunur. Burada zat ve hakıkat ma’nası muraddır; çünkü maksad münafıkların muhadaalarından husule gelen zarar kendilerine raci’dir başkalarına tahatti etmez demektir. Şuur: His ma’nasınadır. Her hassa mahall-i şu’ur olduğundan havass-ı insana “meşair” Onların kulubunda maraz vardır. Yüreklerinde cehl su’-i akıde hased Resul-i Ekrem’e bila-hakk buğz ve adavet vesaire gibi neyl-i feza’ile mani’ ve hayat-ı hakıkıyye-i ebediyyenin zevaline müeddi enva’-i emraz vardır. Cenab-ı Hak da onların marazını müzdad etti. Bir taraftan ayat-ı furkaniyye peyapey nazil olarak ef’ide-i muvahhidin nur-ı metanet ile İslam’ın kuvveti günden güne artarak şan u şevketi evvelkinden beter oldu yürekleri eridi. Kizblerinden dolayı onlar için ahirette azab-ı elim de vardır. Bu hasud münafıklar şan u ikbalini çekemeyerek dünyada gam ve elemle kendi kendilerini yedikleri gibi irtikab eyledikleri kizb ü düruğdan naşi ukbada dahi azab-ı şedide giriftar olacaklardır. Maraz: Ol keyfiyettir ki bedene arız olur da onu kendine has i’tidalden çıkarır ve ef’alinde haleli mucib olur; burada mecazen isti’mal edilmiştir. Kizb: Bir şeyi bulunduğu halin hilafı olarak haber vermektir. Kizb haramdır ve ahlak-ı redienin en mebguzudur. Hadis-i şerifte buyrulmuştur. Kizbden tevakkı edin zira imana mücanibdir iman bir canibde ve kizb ona mukabil diğer bir canibdedir demektir. Kizb üç mevkide tecviz olunmuştur: Harpte ıslah-ı zat-ı beynde bir adamın zevcesini hoşnud etmek için ona karşı kizbinde. Bazıları şöyle demiştir: Kizbin mefsedetiyle sıdka terettüb eden mefsedet mukabele edilmelidir; eğer sıdktaki mefsedetin zararı daha şiddetli olursa kizbe ruhsat vardır. Emr bi’l-aks olursa haram olması me’muldür. cümlesi nakş-ı hafıza edilecek akval-ı hikemiyyedendir. Ukulden kulub ile ta’bir edilmek inde’l-Arab ma’ruftur. Maraz-ı ukul ukule tari olup da onun teakkul ve idrakini zayıf düşüren halettir. Şek ve vehm bu marazın a’razından olarak bir zulmettir ki akla arız olur da onun şuaını maverayı tekalif ve ahkamda bulunan esrar ve hikeme nüfuzdan alıkoyar. Bu nüfuz fıkh fi’d-dindir ki dini zahiren ve batınen ahza nefsi sevk eder. Bu makulelerin fıkh fi’d-dini kaybetmelerinden Kur’an kavl-i şerifi ile ta’bir etmiştir ve bu makam emsalinde belki ukuldan kulub olduğu içindir. Akıl suret-i i’tikadı tarik-ı taklid ve teslimden telakkı edip de zevaya-yı dimağdan bir köşeye bırakırsa o suretin ne vicdan üzerinde hükmü ve ne kalpte te’siri olur. Vicdan üzerinde hükmü ve kalpte te’siri bulunmayan i’tikad de eder. Şu halde bir kimsenin imanı onun a’malinde tasarruf eder mertebede kalbine kuvve-i bürhan ile vurmazsa o kimseye imanı nef’ vermez meğer ki fehm ü ihlasa makrun bulunan a’mal-i salihada temerrün ve idman ede ede ta ki kalbinde vicdan-ı pak peyda olsun. Ehl-i yakınin yakınleri kendilerini amel-i salihe sevk eder ehl-i taklidin a’mal-i salihası onları imanlarıyla intifa’da ehl-i yakıne ilhak eyler. Bu ayat-ı kerimenin kendilerinden bahseylediği fırka-yı münafikın Za’f-ı aklın esbab-ı adidesi olup bunlardan bazısı ehl-i beleh ve atehin hali gibi fıtridir; bu nevi’ za’f-ı akl sahibi mükellef de değil melum ve muateb de değildir. Esbab-ı mezkureden bazıları da terbiye-yi akliyyenin fesadından neş’et eder; işte mukallidlerin hali budur. O mukallidler ki onlar akıllarını isti’mal etmeyip ancak kavimlerinin mu’tad oldukları evham ve hayalat ile iktifa ederler ve kesbettikleri seyyiat ile salik oldukları tekalid ve adat da kalblerine galebe çalar. Bu hicab ve sehabların maverasında bulunan şumus-ı kavl-i şerifinde kendilerinden hikaye ettiği halet ile iktifa ederler ta ol gün gelinceye dek ki o günde diye ettiklerine esef ve nedamet edeceklerdir. Resul-i Nezir gelip de rüşd ü sedadı gavayetten fark u temyiz etmezden evvel zaman-ı fetrette bunların kütübden hazları onun kıra’at-i elfazından ve a’malden hazları dahi suver-i a’mali edadan ibaret bulunduğu vakitlerde kalblerinde maraz var idi kendilerine Resul-i Nezir geldikten sonra nefslerinde bir sarsıntı hisseylemişler iken hamiyet-i cahiliyye onları ism u udvana sevk eylediğinden iman ve Kur’an’ dan iba ettiler ve binaenaleyh Resul’ün getirdiği şu’a’-i nur onların gözlerinde ama ve hastalıkları üzerine hastalık oldu. Bunlar akıdelerinin tezelzülünden ve derunlarının tan başka kizbleri sebebiyle bundan sonra dahi bu emrazın fevkinde olarak kendileri için azab-ı elim vardır. Denir ki azab niçin küfrün cezası kılınmadı da kizbe ceza olarak gösterildi? Cevaben deriz ki küfür bu nevi’ kizbde dahildir. Ta’birde lafz-ı kizbin ihtiyar edilmesi kizbin fezaatını ve azim bir cürm olduğunu ve küfür bunun müştemilatından bulunduğunu beyan ile kizbden tahzir içindir. Bunun içindir ki Kur’an kizbden pek şiddetli tahzir etmiş ve kizbden dolayı pek fena vaidler eylemiştir. Hangi kavimde kizb faş olursa onlar içinde her cerime ve kebire faş olur zira kizb denaet-i nefsten za’f-ı haya ve mürüvvetten neş’et eder; bu sıfatta olanlar naşi fenalık edemez olsunlar. Ne’uzu bi’llahi te’ala – Makale-yi salifenin dördüncü sahifesinden birinci sütununda olduğu nümayan olur cümlesi olduğu zaman nümayan olur suretinde ve zikrolunan sahifenin ikinci sütununda cezası lafzı cezasını şeklinde dizilmiş olduğundan tashih ediliyor. – – “Bu izdivac vasıtasıyla maişetin ezici endişelerinden kurtulan Muhammed sa sinnen terakkı ettikçe bu aram ve refah-ı maddiye mukabil diğer aramsızlıkların tu’mesi oldu. Birçok cihetlerce Muhammed sa vatandaşlarından farklı demle her şeyi hesap edemezdi. Kendisi öyle şen ve tüvana ve münhasıran hal-i hazırı meşmul nazar-ı dikkat eder adam değildi. Bilakis hayatın alel-ade vezaifini ifaya münasib gelmiyordu. Hatta mürseliyetinden sonra din ile hiç münasebeti olmayan her işe arkadaşları taraflarından sokulmaya kendisini terk etti. Araplar arasında nadir olarak bu bir hayalat-endud nasebetsiz saçma sapan yaveler hezeyan-ı mahmum ıtlakına şayan en adi ve müstekreh herzelerden ibaret olduğu meydandadır. İçlerinde mukabeleye değer bir hüküm bir nokta yoktur. Fakat mahza ezhan-ı kasıraya riayeten bu makule hezeyanata karşı da birkaç söz söylemeye mecbur oluyoruz. Kariin-i kiramın bundan dolayı bizi ma’zur göreceklerini ümid-varız. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri kable’n-nübüvve sinn-i mübarekleri müterakkı oldukça birtakım aramsızlıklara mübtela olmuşlarmış. Bunun da sebebi çünkü kendileri pratik değillermiş i’tidal-i demleri yok imiş!.. Hem de münhasıran hal-i hazırı nazar-ı dikkate almazlar vezaif-i hayatiyye ifasına münasib gelmezlermiş. Bu kabilden yekdigerine mübayin birtakım şeyler daha der-miyan olunuyor. Acaba ol hazrete azv olunan aramsızlıklar neden dikkat...” fıkrasının medlulü olan fikr-i istikbal tedkık-i me’al-i ahval hangi cihata ma’tuf bulunuyor. Eğer mukaddimemizde tavzih olunduğu üzere o esnada kavminin belki bütün cihan halkının ahval-i dalalet-iştimalini müşahede ile müteessir olmak ıslah-ı ahval-i alem te’min-i umumiyye esbabını taharri ve mülahazadan dolayı rahat ve huzurları münselib bulunmak gibi nefsü’l-emre muvafık efkar ve mülahazat-ı seniyyeden ibaret kılınacak olursa bu nevi’ aramsızlık şan-ı vala-yı risalet-penahide seza-var-ı takdir ve tebcil olan kemalat-ı kudsiyye cümlesinden olduğu halde hangi felsefeye binaen istihfaf ve izdiraya cür’et ediyorlar? Yok! Eğer başka türlü mülahazalar na-seza düşünceler ve endişeler demek istiyorlarsa böyle mübhem geçilmeyip ta’yin olunmak iktiza ederdi. Fakat öteden beri görüldüğü vechile bu mütecasirlerin delil ve bürhana müstenid ciddi sözler ve akl ü mantığa mutabık bahisler ile işi yoktur. Bütün arzu ve emelleri cahillerin midesini bulandıracak kendileri gibi hazık! geçinen sefihlerin evhamını kabartacak efsaneler füsunkarane fitneler yuvarlamaktan ibaret olduğu muhtac-ı tekrar değildir. “Hatta mürseliyetinden sonra din ile hiç münasebeti olmayan her işe ...” terfi’-i sahafet-bedidi de egalit-i amiyane cümlesinden olduğu vareste-i tezkardır. Evvelen “Her resindeki hücnet-i ifade rekaket-i terkib karşısında insan gülmemek için nefsini pek güç zabtedebilir. Zaten koca kitabın hangi yerinde bir hüsn-i ifade yahud bir hiss-i ihtiram görüldüğü vardır. Biz bu ciheti haric ez-saded addetmekteyiz. Saniyen din ile hiç münasebeti olmayan işlerin ma-sadaka aleyhini ta’yin etmek imkansızdır. İslamiyet’in icmalen olsun hakıkatine agah bulunan kimse ahkam-ı celilesinin kaffe-i umur-ı dünya ve ukba ile münasebet ve irtibatı olduğunu mümkün değil inkar edemez. Bu halde din ile münasebeti olmayan işleri neye hamledebilirsiniz? Bir kere ticaret ve ziraat vesair esbab-ı adiyye-i ma’işet ile iştiğal demek olmayacağı bedihidir. Çünkü sahib-i şer’-i güzin Eşref ve Ekmel-i Mürselin Efendimiz hazretleri bu makule iştigalatın meşruiyetini memduhiyetini beyan ve her birinin hudud ve ahkamını i’lan buyurarak misillü ehadis-i şerife ile keyfiyet-i teatisinde ümmetini serbest bırakmış men ve müdahalede bulunmamışlardır. Bir din ki kesb-i helali kaffe-i mükellefin üzerine farz kılar ve insana kendi sa’yinden başka semere-bahş bir şey olmadığını kılmasına müsaid olur mu? Muhafaza-i hukuk-ı millet ve tenfiz-i ahkam-ı şeriat için emr-i zaruri olan harp ve sulh i’lanı gibi takrir umur-ı siyasiyye ve tedbir-i mesalih-i umumiyyeye de hamlolunamaz. Çünkü bu takım mehamm-ı umurun temşiyet ve infazı her din ve milletin merciine salikanın metbu’-ı a’zamına aid bulunduğu gayr-ı kabil-i inkardır. Binaenaleyh onun tara- [ .İnşirah /.-.] nazm-ı şefından vaz’ u te’sis olunan usul ve kavanin dairesinde erbabı teferrüd etmektedir. “Validesine çektiği zannolunan mizacı son derece asabi söylerdi ve bila-lüzum hiç söylemezdi. Kerih rayihalar kendisi Çocuk gibi hüngür hüngür ağlardı ve bununla beraber hadid bir hayale malikti.” Terceme-i ahval-i aliyyelerini asla bilmeyen hatta ism-i pakini bile doğru imla ile yazmaya muktedir olamayan gerek müellif ve gerek mütercim tarafından mader-i pakızegüher-i seyyidi’l-enbiyaya azv olunan asabilik vesile-i tervic-i mefsedet olur emeliyle teammüden ika’ edilmiş bir mekidet ve mel’anet olduğu bi’l-münasebe makalat-ı salifenin birinde ifade kılınmış idi. İşte burada sani’a-i mefsedetkaraneleri baş gösterdi. Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerine veraset suretiyle eden emare ve alametleri ihtira etmek de onlar için güç bir şey değildir. Hatırlarına getirdikleri şeyleri kağıt üzerine tersim ediverince kendi pey-revleri nazarında tarih-i hakıkı şeklini alır gider. Ama erbab-ı hakıkat tarafından redd ü tekzib edileceklermiş. Onun ne ehemmiyeti olabilir. Her Nebi-i zi-şanın kable’n-nübüvve dahi en büyük hükemaya faik surette meftur-ı secaya-yı aliyye bulunacağı cihetle Sultan-ı Enbiya Efendimizin balada ifade kılınan ahval-i mü’essife-i umumiyye mülabesesiyle teessür buyurmalarını ve tefekkür ve tahazzünden başka istila-yı ye’s ile ahyanen ağlamış olmalarını da teslim edebiliriz. Nasıl ki biz gevezelikten tehaşi ve revayih-i habiseden teneffür etmeyi de mükteza-yı hikmet ve muvafık-ı selamet-i fıtrat i’tikad ederiz. Bu doktorlar eğer bunun hilafını iddiaya yeltenirlerse kendi meşreb ve mizaclarını ta’riften başka ne kazanabilirler? Fakat bi-inayetillah Resul-i Ekrem’in ne kendilerine bir hastalık arız olmuş ne de hüngür hüngür ağladıkları görülmüştür. Bu fıkraların bühtan-ı azim tervici için ihtira edilmiş ukzubeler cümlesinden olduğu hüveydadır. Nasıl ki bütün hakaik-ı eşya fevkınde bir hakıkat-i bahire olan din-i mübin-i halde bu hayasız miskinler hala hayale malikiyet ve hayalat-endud fikirler ta’birlerini fırlatıp duruyorlar güneşi balçıkla sıvayabilirz iddiasında bulunuyorlar. Artık bu derece bi-idrak ve bi-insaf olan kesan haklarında kable’n-nübüvve zamana aid yalanlar ihdasından çekinecek bir cihet tasavvur olunabilir mi? “Ekseriya tekrar olunduğu gibi ali olan şey ile değil. Çünkü onun hakıkaten büyük olan şey hakkında bir fikri yoktu. Fakat ihtişam-ı belagat ile cezbolunduğunu hissediyordu.” Bu sözü sarf etmeye medar olacak cür’et ve cehaletin takdir-i derekatı hususunu kariine terk ediyorum. Şimdiye kadar ben bu mertebe belahetkarane cür’et ve sefihane cehalet görmedim. Oldukça şöhret-şi’ar bir mütefennin değil! Belki fil-cümle bir azim millete metbu’ olan bir zat hakkında onun büyük bir şey hususunda fikri yoktu gönlü ali şeyler ile iştiğal etmezdi demeye haya eder hiç olmazsa kendi vakar ve haysiyetini vikaye emeliyle kin ve garazını ketme çalışır bunlar gibi açıktan açığa tecavüzden çekinir. Bu hayasızlar ise bütün enbiya-yı izam içinde ihraz-ı şan ve teferrüd etmiş neşr u te’sis buyurduğu şer’-i münevverleriyle yeryüzünden zalam-ı cehl ü vahşeti kaldırmış olduğu bil-cümle kainatça ma’lum ve muhakkak olan Nebiyy-i zişan aleyhi’s-salavatu’r-Rahman Efendimizin şan-ı valalarında bu makule sözleri sarf ediyorlar. Bina-berin bu vakahatin ta’yin-i mertebesinde aciz kalırsam nazarında ali fikir büyük düşünce nasıl olurmuş. Balada serd ettiğimiz ıslah-ı umumi çaresini taharri istikbal-i alem selametini mülahaza kadar mühim ve mukaddes ali ve muazzam fikirler olur mu? Bunlarda biraz iz’an ve vukuf olsaydı bu takım efkar-ı mukaddese ve aliyyeyi takdir ve teslimden aciz kalmazlardı. Maamafih Dozy’nin bundan sonra gelecek “Bu seciyede olanlar efkar-ı diniyyeye suhuletle meyyal olurlar” “Mesail-i diniyye üzerine mübahese etmeyi severdi” “Vahdaniyet hakkındaki fikirlerini esnamın mevcudiyetiyle te’lif edemediğinden onları inkara vardı” sözleriyle de hazretin kable’nnübüvve efkar-ı diniyye haiz olduğu ve hatta bu sayede vahdaniyet-i ilahiyyeyi teyakkunla ibadet-i esnamın butlanını cazim bulunduğu i’tiraf olunmaktadır. Kendisini bu hakıkate musil olan fikr-i celil nazar-ı sahihte en büyük şey hakkında değil mi imiş. Vahid-i Kahhar olan Allahu Teala’dan daha büyük kim varmış. Bir insan ne kadar densiz olursa olsun hikmetten felsefeden biraz haberdar bulunursa dinin fevaid ve menafiini inkar edemez ki dine aid olan fikirleri tahkır edebilsin. Demek olur ki bunlar bütün hakaikten teami etmeyi de şart etmişler. Doktor Dozy’nin sonraki sözleri karine addolunarak yukarıki kelam-ı sahifi tahrif suretiyle ortaya çıkarılmıştır denilmeye mesağ vardır. Aslına vakıf olmadığımız cihetle bu ihtimali biz de inkar etmiyoruz. Çünkü az çok emsal ve akranı arasında haiz-i i’tibar olan bir şahıs böyle en vazıh hakıkatleri inkar yekdiğerine münakız sözler serd u ityanına ibtidar ile kendisini aleme maskara etmek ma’kul değildir. Mütercim-i bi-vaye ise ifade-i mütercim ünvanı tahtında dercinden tehaşi etmediği gayet mütecasirane sözleriyle i’lan etmiş olduğu meslek-i amiyanesine nazaran bu türlü telbisatı da maa’l-iftihar irtikab edecek iktidarı haizdir. Bu babda zerre kadar iştibah arız olacak olursa ünvan-ı mezkur münderecatını bir daha gözden geçirmekle pek kolay zail olur. Ayeti hadisi tahrif eden kimse Dozy’nin kelamını tahrif edemez mi? “Fakat ihtişam-ı belagat ile cezb olunduğunu hissediyordu.” bilmek kendisinden işitmekle olabilir hani bu iddiaya dair bir rivayet. Bir de o zaman henüz Kur’an-ı Kerim nazil olmuş değildi ki belagatıyla ol Hazreti cazib olabilsin. Kendileri gibi eş’ar ve kasa’id-i Arabiyye ile de asla iştigal ve mümareseleri olmadığı balada izah edilmiştir. Hengam-ı fetret ve devr-i cahiliyyette Resul-i Ekrem hazretlerinin akl-ı selimleriyle ilham-ı Huda-yı lem-yezelinden başka rehberleri yok idi. Sivastopol mağlubiyetinin ertesi gün Rusya’da büyük bir faaliyet-i teceddüd-perverane hüküm-fermadır. Otuz senedir memleketi demir yumruğu altında ezip tutan Çar Nikola muharebe esnasında ölmüş yerine hürriyet ve ıslahat tarafdarı sayılan oğlu Aleksander geçmişti. Nikola idaresinin örtüp tuttuğu pek çok su’-i isti’malatı mağlubiyet açmış meydana dökmüştü. ehl-i kalem muttasıl yazı ile meşgul olurlar: Matbuat artar kesb-i ehemmiyyet eder ve çok neşrolunur. Yazıcıların piyasası yükselir. Ruslarda da böyle olmuştu. Ruslar’ın en meşhur muharrirlerinden Lev Tolstoy İkrar-i Zünub adlı risalesinde o devri şöyle anlatıyor: “Hepimiz kani’ idik ki bize söylemek daima söylemek mümkün olduğu kadar çok mümkün olduğu kadar acele yazmak bastırmak lazımdır ve bunların hepsi beşeriyetin hayrı için lazımdır. Ve binlercelerimiz birbirimizle kavga ederek birbirimizi yalancı çıkararak diğer kimselere öğretmek şeyi bilmediğimizin hayır nedir şer nedir diye hayatın koyduğu en sade bir sualin cevabını bile bilemediğimizin farkına varmayarak ve birbirimizi asla dinlemeyerek yalnız arada sırada bana da müsamaha etsinler beni de medh etsinler diye müsamahakarlık ve meddahlık ederek bazen ise bilakis karşımızdakileri kızdırarak tıpkı tımarhanedeki deliler gibi hepimiz birden bağırıp çağırıyorduk. “Binlerce işçiler bütün kuvvetlerini sarf ederek geceyi gündüze katarak vira çalışıyorlar milyonlarca kelimeleri diziyorlar basıyorlardı; posta bu basılmış kağıtları Rusya’nın her tarafına dağıtıyordu; biz daha ziyade öğretmeye çalışıyorduk; fakat bütün bildiklerimizi herkese bir türlü öğretip bitiremiyorduk ve bunun üzerine bizi az dinliyorlar diye de kızıyorduk. “Bu pek garibdi lakin şimdi anlıyorum. Bizim hakıkı ve samimi maksadımız ancak mümkün olduğu kadar çok para ve alkış kazanmaktı. Bu maksada erişebilmek için kitap ve ceride yazmaktan başka bir iş bilmiyorduk. Ve binaenaleyh bunu yapıyorduk. Lakin bu derece faidesiz bir iş işlediğimiz halde gayet ehemmiyetli adamlar olduğumuza emniyet hasıl etmekliğimiz için faaliyetimizi haklı gösterecek muhakemata muhtaçtık. Ve işte bunun için şöyle bir şey uydurmuştuk: Ne ki mevcuddur ma’kuldür mevcud olan her şey tekemmül eder. Ve her şeyin tekemmülü maarif vasıtasıyla olur. Maarif ise kitapların gazetelerin intişarıyla ölçülür. Bize para veriyorlar bize hürmet ediyorlar çünkü biz o kitapları o cerideleri yazıyoruz. Ve binaenaleyh biz en faideli ve en Biz de şimdi bir devr-i ıslahat geçiriyoruz. Biz de muttasıl söylüyor yazıyor kavga ediyor alkışlaşıyoruz. Lakin söylediklerimizden yazdıklarımızdan kime ne faide oluyor? Ben hayır ve şer nedir mes’elesiyle uğraşacak kadar yükseklerden uçamam; Tolstoy’un en sade bir sual dediği bu mes’ele yanılmıyorsam mesail-i ahlakıyyenin temelidir; dinlerin felsefelerin en büyük meşgalesi bunun hallidir: Şari’ler emr ü nehy ile hayr u şerri ta’yin eder hükema uzun uzadıya muhakeme yürüterek hayır ve şerri ta’rife çalışır. Hayır ve şerden bahse iktidar ve cesaretim olmadığından maarif ve terakkıyi inkara da kalkışamam. Bununla beraber bana –belki sırf kendimi avutmak için– Tolstoy ifrata kaçıyor mübalağa ediyor gibi gelir. Böyle gelir ama onun şiddetli tenkıdlerine karşı vicdanıma tamamen itmi’nan-bahş olacak cevaplar da bulup koyamam. İkrar-ı Zünub ’u okudukça sükun ve istirahat-i kalbim bozulur çok muazzeb olurum: Hakıkaten biz söz ve yazı ile geçinenler acaba sırf para ve şöhret için çalışmıyor muyuz? Kendimizin de iyice bilemediğimiz bir sürü mesail üzerine bitmez tükenmez laflar ederek elalemin beynini karıştırmıyor muyuz vicdanlarının safvet-i asliyyelerini bozmuyor muyuz?.. derim. Şimdi İstanbul’da yazılan basılan okunan evrak-ı matbua göz önüme geldikçe bu sıkıntım daha ziyade artıyor. Kitap pazarında nelerimiz var? Sherlock Holmes’ler Güzel Dost’lar Karagöz’ler Geveze’ler… Sonra daha ciddileri: İk dam ’lar Sabah’lar Tanin’ler İspirtizma’lar Servet-i Fü nun ’lar Şehbal’ler… Daha sonra kitaplar: Tarih kitapları türlü nam ve ünvanlı çıkmış Fransızca’dan tercüme tarih kitapları. Haydi farz edelim ki bunların muhteviyatı kamilen iyi ve faideli şeyler olsun bu gazete ve kitaplar sırf hayra hadim olsunlar. Lakin bunları kim okuyor kim o hayrı öğrenip faide ediyor? Osmanlı Türklerinin mecmuuna nisbetle ekalli kalil olan bir avuç İstanbul okumuşları değil mi? Anadolu ve Rumeli köylerinde kasabalarında okur-yazar hocalar dayılar amcalar niçin ne İkdam ve Tanin’e ne de Tarih-i Medeniyyet ile Güzel Dost’a atf-ı nigah-ı iltifat etmezler? Eğer vekayi’-i alemi öğrenmek ve ba-husus kendi vatanına müteallık şuundan haberdar olmak mukteza-yı tabiat ve hamiyet ise bu aldırmamazlık bu duygusuzluk nedir? Nedendir? Eğer insanlarda hakayık-ı hayatın acılıklarını unutmak için şiir ve hayalin kucağına sığınmak bir hal-i fıtri okumamalarına ne sebep gösterilebilir? Anadolu ve Rumeli hiç okumuyor desek doğru olmaz; okuyor. Fakat bizim asla bilmediğimiz bilmek de istemediğimiz duygusuna ihtiyacına uygun şeyleri okuyor; bulamazsa dinliyor: Yolcular misafirler softalar dervişler Anadolu ve Rumeli köylerimizin seyyar gazeteleridir. Biz milletten milletin nef’ine çalışmaktan milleti maarifle lerle i’lan ettiğimiz bu maksad-ı aliye hadim şimdi değin ne yazdık ve ne yazıyoruz? –Yine işte fenni ve ilmi kitaplarımız: Ganon’un Fizik’ini Seignobos’un Tarih’ini Le Bon’un Sosyoloji’sini tercüme ettik mi diyorsunuz? İşte sırf ilmi ve Yok efendim yok! Bunları okuyabilecek Türkler aslından yani Fransızcalarından da okuyabilen adamlardır. Milletin on binde dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzu bunları okumuyor okursa da bir şey anlamıyor. Bu kitaplarınız bu ceride ve mecmualarınız mektep çocuklarının sınıfta kendileri değildir: Servet-i Fünun’un –dediklerine göre– yedi sekiz yüz müşterisi varmış; Şehbal ile Mecmua-i İktisadiyye ve İc timaiyye ’ninki hiç ummam ki iki yüzden fazla olsun. Sekiz on milyonluk Türk millet-i necibesinin ancak sekiz yüzünü okutarak mı ona saye-i müsavatta kat’-ı merahil-i terakkı ettireceğiz?! Müsavat!.. Lakin a azizler müsavatı yalnız kapı ve bacaya para ve akçeye yazmakla ne çıkar? Müsavatın vücudu fahça müsavatını azıcık te’min edebilecek vesait hazırlanmalıdır. Evet diyorsunuz lakin bizde de hükumet neşr-i maarife çalışmıyor mu? Muhterem bir Cem’iyet’in en büyük faaliyeti bu mülkte tenvir-i ezhan ve efkara ma’tuf değil mi? Doğru: Hükumet de Cem’iyet de buna çalışıyorlar; Allah sa’ylerini meşkur etsin! Lakin bahsimiz o muydu ya? Biz hükumet ve Cem’iyet’i kendi hallerine bırakalım da kendimize efrada muharrirlere bakalım: Ahalinin ekseriyet-i azimesi Rumeli ve Anadolu’nun şehir kasaba ve köylerindeki ağası esnafı rençberi işçisi için ne yazdık ne yazıyoruz? Haydi Almanya İngiltere gibi pek mütemeddin pek müterakkı memleketleri misal olarak almayalım; çünkü sonra oralarda herkes okur yazar olduğundan avam için te’lif-i eser kabildir diye i’tiraz eden bulunur. Ama Rusya hakkında böyle denemez ya: Rusların yüzde yetmişi okuyup yazmak bilmez. İşte böyle kara cahil Rusya’da daha istibdad varken halkını milletini seven memleketinin terakkısi maarifle olacağına inanan ve bu terakkıyi hayır sanan birçok adamlar halk için avam için yazar dururlardı. Bu zatlar hukuk-ı şahsiyye vergi idare-yi beytiyye idare-yi mülk ziraat hayvan ve kuş beslemek hıfz-ı sıhhat sigorta emniyet sandıkları ziraat sandıkları teavün cem’iyetleri kooperatifler gibi ekseriyet-i ahalinin doğrudan doğruya alakadar oldukları mevzular üzerine onların tamamen anlayacakları bir dil ile yanı başlarında olup geçen vekayi’ ve ahvali misal getirerek küçük küçük risaleler popüler kitap ve ceridesi yazar ve dağıtırlardı. Bu evrak-ı matbua gayet ucuz beş on paraya satılırdı. Birtakım ehl-i kalb ü kalem yalnız yazı yazmakla yatıyla yaşar onların işiyle meşgul olur ta’bir-i ma’rufla “halka gider” ve bu suretle neşr-i ilm u fikr ederek avamın seviyye-i idrak ve irfanını yükseltmeye çalışırdı. Altmış yetmiş sene böyle fedakarane çalışıldıktan sonradır ki son Rus İnkılabı oldu; ve derhal üç beş gün piyasası avam için yazılmış milyonlarca kütüb ve resail ile doldu. Bunların çoğu avama hakkını vezaifini meşrutiyet ne demek olduğunu ondan nasıl istifade edilebileceğini anladığı dil ve gördüğü şeylerle öğretiyordu. Şimdi Rusya meydan-ı [merdan-ı] umurunun ilca-yı menfaatle meşrutiyete asla merbut olmadıkları ve ellerinden gelse bugün yarın meşrutiyet-i idareyi devirip yerine eski müstakil ve gayr-ı mahdud şekl-i hükumeti oturtacakları muhakkak bulunduğu halde buna cesaret edemeyişleri mahza bu hazırlık neticesidir. Rus köylüsünün bir kısmı meşrutiyet ve hürriyetin hatta noksanlı bir müsavatın kendisinin sabahtan akşama kadar hayvan gibi çalıştığı halde açtan gebermemesine biraz yardım edebileceğini ve bir de Petersburg ve Moskova saray ve konaklarında fasılasız ve nihayetsiz bir hayat-ı zevk u sefahet geçiren senenin üç dört ayında fayton ve otomobiliyle haftasına beş altı saat kapıya gidip gelen ve işte bu hidemat-ı mühimmesine mukabil yüz binlerce ruble kazanan kont ve prensleri azıcık olsun düşündüreceğini artık anlıyor. Lakin bugün Anadolu ve Rumeli köylüsü meşrutiyet hürriyet ve müsavat denildiğiyle ne anlıyor ne duyuyor? Ve şimdiye kadar onlara bunu cidden anlatmak isteyen anlatmaya çalışan oldu mu? Öyle aralarına gidip rençberlik maden ameleliği ederek demiyorum; İstanbul’un rutubetli ve nazik havasında yetişen narin suçiçeği ehl-i irfanımız öyle meşakka tahammül edemez. – Ancak ekseriyet-i azime-i milleti hesaba alarak göz önünde tutarak yazı yazanlarımız oldu mu? diyorum. Buna cevap vermek için kitapçı camekanlarına dizilmiş allı güllü cildlerimiz kafi değilse Ahmed Şerif Bey’in Anadolu’da ve Arnavudluk’ta Tanin’lerini okuyunuz. Hasılı i’tiraf edelim: İstanbul muharrirliği gazeteciliği kitapçılığı Osmanlı Türklerinin binde birine bile faide dokundurmuyor; köylünün işçinin esnafın maişetine hayatına ahlakına hadim duygusuna munis terbiye-yi ruhiyye ve fikriyyesine yararlı eser doğuramıyoruz; asarımız küçük gayetle küçük bir daire-i kariin ile mahsurdur; tarih hukuk ve siyasete dair yazılarımızdan millet; milletin ekseriyet-i azimesi habersiz kalıyor; hürriyet müsavat adalet milletin kulağına ma’nasız bir ses gibi geliyor; millet meşrutiyetle teyemmüm ediyor… Bu halde?.. Bu halde acaba Tolstoy hiç olmazsa bizim hakkımızda tamamen haklı değil mi? Acaba muttasıl söyleyen yazan kavga eden çırpınan didinen bağırıp çağıran bizim yazıcılarımız ancak para ancak alkış için çalışmıyorlar mı?.. Bununla beraber kiliseye aid Yunan ve Latin lisanlarıyla yazılan asarda Yahudilik’ten tanassur edenlere dair bir bahis görülmüyor. Saint Jerom ile Epiphanius bunların mu’tezile olduklarını beyan edinceye kadar ta’ife-i merkumeye aid bir gune ma’lumat yok idi. Evail-i Nasraniyyet’te bunlara nazar-ı ihtiram ile bakılmış ve Saint Paul’dan maada bil-cümle havariyyunun telkınat-ı diniyyelerine menba’ bulunmuş oldukları halde Saint Paul ta’limatına adem-i ittiba’dan dolayı kendilerine mu’tezile namı verilmiştir. Kilisenin nazarıyla baktıkları halde bunlara ne suretle i’tizal isnad edildiğini anlayamıyorum. Zira bunlar havariyyundan telakkı ettikleri ahkam-ı İnciliyye’yi tağyir ve tebdil etmemiş ve mu’tekedat ve ibadat ve adatlarına be-gayet mütemessik oldukları ma’lumdur. Hususiyle bunlar bi-taraf bir meclis-i dini tarafından muhakeme edilmemişlerdir. Zira buna dair bir meclis-i umumi teşekkül etmemiştir. Zaten şimdiye kadar teşekkül eden mecami’-i diniyyenin suret ve esbab-ı teşekkülleri tefahhus ve tedkık edilecek olursa ya bir fırka veya bir hükümdarın amal ve ef’allerine suret-i meşruiyyet vermek veya mugayir-i akl u hikmet akaid-i sahifeyi zaruriyat-ı diniyyeden addettirmek veya fırka-yı muhalifeyi mücazat eylemek maksadıyla teşekkül ettikleri kabil-i inkar değildir. Ancak eski Hıristiyan rahipleri Hıristiyanlığın suret-i neşv ü nemasından bahsettikleri sırada bunları dahi sahihu’l-akıde tavaif-i nasara miyanlarında add ü şümar ederler. Bunda dahi hakları vardır. Zira bil-umum cehele ve yarım Yahudi yarım putperest yarım feylesof ve’l-hasıl bu zamanda mu’tezile diye haric çıkarılan taifeler Hıristiyan addedilmedikleri halde Hıristiyan olarak kim kalır? Halbuki şimdiki düsturu’l-amel tutulan Hıristiyanlık tahlil edilecek olursa akaid ve ahkamının bir kısmı Essen Yahudileri mu’tekedatı ve bir kısmı Mısır’da vaktiyle türeyen Therapeutae Yahudi mu’tezilesinin akaidi ve birtakım feylesofların makalat-ı safsatakarileriyle birtakım putperestlerin merasim-i ayini üzerine bir Mesih’in vücudunu kondurmaktan Eusebius ile Epiphanius Essen ve Therapeutae Yahudi mu’tezilelerini Hıristiyan addediyorlardı. Tecerrüd ve ruhaniyet dahi onlardan me’huzdur. İlk taife-yi nasara tavaif-i merkumeyi kendilerine mukteda ve pişva ittihaz ederler idi. El-yevm elimizdeki Tevrat dahi Yahudi dinine dahil olan Yunanilerin Septuagintlerinden ibaret olduğu kabil-i telakkı edilen rivayattır. Taraf-ı Mesih’ten Havariyyun’a sadır olan emir ahkam-ı İnciliyye’yi ahaliye lisanen telkınden ğıyla toprak üzerine resmeylediği eşkalden başka yazı yazmamıştır. Havariyyun’dan Luka’nın İskenderiyeli olduğu mu’terifun-bihtir. Markus’un dahi oralı olduğu zannolunuyor. Zaten Markus İncili’ni Petrus imla etmiş ve kendisi Yunan lisanına terüme eylemiş olduğu mervidir. Diğer İncil ler ise ya rivayat-ı mücerrededen veyahud birtakım Yunanilerin Matta ve Yuhanna namları altında telfik eyledikleri hikayattır. Zira eğer Matta bir İncil yazmış ise Yahudi olmasına nazaran Ancak biz onları olduklarından ziyade ma’lumatlı ve lisan-aşina farz edecek olursak İncil’i Yahudi İbranilerine telkın ettikleri sırada Yunanice yazmayacakları umur-ı bedihiyyedendir. Bina-berin tafsilat-ı mebsutadan Pavlus’tan maada Havariyyun’a mensup enacil tekmili ya tercüme yahud sıdk-ı rivayat ve sıhhat-i menkulatları tabi’ ve muhalifleri tarafından taht-ı şübhede bulunan birtakım mechulü’l-ahval eşhasın uydurmalarından ibaret olduğu müsteban olur. Her kim tarafından yazılmış olursa olsun be-gayet cahil ve lisan-ı Yunani’ye gayr-ı vakıf eşhas taraflarından yazıldıkları hüveydadır. Ahval-i meşruha yalnız benim bir iddia-yı mücerredimden dinde müsellem ve ma’lum olan ahbar-ı Nasara’dan Salmasius’un Latin lisanıyla muharrer eserinde ibarat-ı atiyye harfiyen muharrer ve mesturdur. Şöyle ki: “Havariyyun mechulü’n-neseb cahil balıkçı ve çiftçi ve gemici makulesi eşhastan ibaret olduklarını isbat ederim. Bunlar ancak Suriye ve Kudüs havalisinde beyne’l-avam müsta’mel olan mağlut elsine-i Süryaniyye ve İbraniyye ile mütekellim oldukları ma’lumdur. Bu gibi esafil-i nas lisan-ı Yunani’yi bilemezler idi. Her bir Havari bulunduğu memleket lisan-ı amiyanesiyle yazı yazabileceği ve bina-berin kendilerine mensup enacil kezalik birtakım Yunanilerin cahil papazları tarafından tercüme edilmiş olduğu hüveydadır.” diyor. Ben isbat-ı müddea zımnında Salmasius’un eserinden bu nebzeciği iktibas eylemiş isem de mezkur eserin tekmilini mütalaa eylemelerini kariin-i kirama tavsiye eylerim. Hülasa Havariyyun’a mensub enacilin ne me’hazları ne sıdk u sıhhatleri hakkında bir delil ve müstenedimiz yoktur. Paul yani Pavlus Yunan lisanını biliyor idi. Lakin kendisi Yahudilik’ten tanassur eden Hıristiyanlar nazarlarında ne derece menfur idiyse İncil’i dahi o nisbette menfur ve merduddur. Hıristiyan Yahudilerinin Pavlus’a kerahetleri Yahudilere kerahetlerinden efzun-ter idi. Kendisinin her taifeye müdahenekarane lisan isti’maliyle Yahudi kanunlarına mütemessik olanlara temessüklerinde devam ve muhalif olanlara muhalefette sebatı tavsiye eylemesi kendisini herkesin nazarından düşürmüş ve herkesin fikrine göre hareket etmekte olduğunu Korint ahalisine yazdığı mektupta kendisi dahi i’tiraf eylemekte bulunmuştur. Pavlus’un işbu mesleği fil-vaki’ hıristiyanların adedini çoğaltmış ise de aralarında daimi bir tefrika ve ihtilaf vaz’ u te’sis eylemiştir. Hazret-i Isa’nın mesih olduğu i’tikadı telkınden sonra her türlü amal ve a’mal-ı gayr-ı meşrualarına ruy-ı muvafakat ve mümaşat göstermiştir. Kendisi bu derece i’tirafatta bulunduğu halde i’tiraf etmediği daha ne gibi ef’al ve harekatı olduğu kabil-i ta’yin u takdir değildir. Bu münasebet ile Ahmed İbni İdris namında bir müslümanın hikayesi varid-i hatır oluyor. Şöyle ki Havari Paul üç prense yekdigerine mübayin Hıristiyanlık akaidi telkın ettikden sonra her birine kendi akıdesi sahih ve digerlerinin fasid olduğunu tefhim ederdi. Paul’ın vefatından sonra işbu üç emir yekdigerini tekfir ederek cenk u cidale başlamışlardır. Hıristiyanların cehalet ve ilm ü ma’rifete olan husumetleri bahsine gelince Hazret-i Isa zamanında Galile ahalisiyle en aşağı esafil-i nastan başka kimse Hıristiyan olmadığı ma’lumdur. Paul zamanında ise tabaka-i ulya halkından pek az kimse tanassur eylemiş olduğunu kendisi yazıyor. Ekabir-i nas Kostantin zamanına kadar Hıristiyan olmamışlar ve hatta putperestler hıristiyanları ta’yib sadedinde tabi’leri ta’ife-i nisa ile etfal ve ceheleden ibaret olduklarını der-miyan ederler rını Lactantius Arnobius Minutius Felix kitaplarında muharrer olduğu gibi Roma rahibi Clemens’in tanzim eylediği kilise kanununda felsefe ve ulum-ı hakime ve tabiiyye ve coğrafya ve tarihin kıraatini men’ u tahrim eylediği muharrerdir. Hıristiyanlık bu suretle intişar ettiği memalike cehalet ile vahşiliği nakletmiş bir derecede ki hükema-yı İslamiyye’den lisan-ı Yunani’den lisan-ı Arabi’ye tercüme ettiği sırada lisan-ı fen olan Yunani-i kadimin munkarız olduğudan lisan-ı avamdan tercümeye mecbur olmuştur. Türklerin İran’a hululü ve Türk kavmi ile Farisilerin ihtilat ve imtizacı İran’ın yeniden ihya ve bekasına sebep oldu. Şu iki kavmin haiz olduğu sıfat-ı mahsusa-i mümeyyize yekdigeri ile mezcedilerek hey’et-i umumiyyenin ahlakiyyesi ma’lul velakin uzun bir tarihin verdiği tecarible mücerreb öteden beri parlak bir medeniyete malik umur-ı medeniyye ve siyasiyyede kar-azmude olan Farisilerin genç ve faal meydan-ı hayata atılmış bütün kuva-yı ahlakiyye ve maddiyyesine malik galeyan-ı hayat ile pür-cuş şeci’ cihangir Türk akvamı ile imtizacı İran’a yeni bir neş’e-i hayat taze bir şevk-i zindegi verdi. Evail-i İslam’daki istiladan sonra bütün bütün berbad ve zir ü zeber olan ve hayat-ı milliyyelerinden kat’iyen eser kalmamış bulunan İran’da Abbasilerin evasıt-ı saltanatlarında bir Firdevsi’nin zuhur etmesi ve diyebilmesi yalnız Mahmud Gaznevilerin sayesinde mümkün Filhakıka Sasaniler’in eyyam-ı inkırazından Firdevsi’nin asrına kadar İran’da hayat-ı milliyyeden eser kalmamıştı: Lisan edebiyat an’anat-i milliyye bütün bütün unutulmuştu: O zaman avam-ı nas arasında isti’mal edilen Pehlevi lisanında edebi dinlemeye layık bir eser kalmamıştı: Yalnız Kirman Yezd ve Nişabur taraflarında kendilerini muhafazaya muvaffak olan ve ufak tefek hey’attan ibaret bulunan Zerdüştiler’in bu lisanda yazılmış birkaç kütüb-i diniyyeleri vardı. Lakin Türkler İran’a hulul eder etmez ahval ve evza’ bütün bütün değişir: Hilafetin bütün şark tarafını yed-i iktidarlarına geçiren Türk umera ayan ve selatin Türk lisanını Türk edebiyatını Türk an’anat-ı tarihiyyesini ihya ve neşredecek yerde Farisi lisanını kabul ederek Farisi edebiyatının lisan ve an’anat-ı tarihiyyesinin ihya ve terakkısine hizmet ettiler. Firdevsi’nin hamisi bulunan Şahname’nin tedvin ve veyh’e Al-i Selaçuk’a Atabeğler Safeviler Afşarlar ve Kaçarlar hülasa dokuz yüz seneden beri mütemadiyen İran’da hükumet eden bütün Türk umera ve selatini şu tarz ve etvarı kendileri için meslek edip gelmektedirler. Farisi lisanını Asya-yı garbide beyne’l-milel bir lisan derecesine vardıran efkar ve hissiyyat-ı Farisiyye’nin mütercimi bulunan Firdevsiler Ömer Hayyamlar Nasır Tusiler Dehleviler Sa’diler Hafızlar… kaffeten birer Türk emiri veyahud sultanı saye-i himayetinde perveriş-yab olmuşlardır. Zaten her yerde olduğu gibi İran’da da Türkler hükumet ve temellük-i zahiri ile iktifa ederek bütün şu’unat-ı hayatiyyeyi yerli ahaliye bırakmışlardı! Türkler yalnız askerlik ve me’muriyet vazifelerini uhdelerine alarak intizam ve hıfz-ı memleketle uğraşdıkları halde erkan-ı hayatı teşkil eden ticaret iktisadiyat edebiyat ulum ve fünun gibi umur-ı mühimmeyi yerlilere bırakmışlardır. kat’iyen hiss-i kavmiyyet ne olduğunu düşünmemiş: Bunlar nereye varmışlarsa oralı olmuşlardır; oranın ruhu ile ruhlanmışlardır rengi ile renklenmişlerdir! İstanbul’da Bizans adatını almışlar Asya’nın garbında Araplaşmışlar vustasında Farisileşmişler Hindistan’da Hindleşmişler ve Türkistan-ı Şarkı’de de Çinileşmişlerdir!! Türk Erzurum’da bulunan bir Türk’ten Erzurum’da bulunan bir Türk Azerbaycan’da bulunan bir Türk’ten Astarabad’daki Türk Türkistan’daki Türk’den bi-haber! Halbuki bunların kaffesi ırken lisanen ruhen bir kavim olarak İstambol’dan Güllüce’ye[!] kadar gayr-ı munfasıl elli altmış milyonluk bir kitle-i azime teşkil ediyorlar. Bundan maada: El-yevm alem-i İslam tedkık edilirse burada hükümralık eden anasırın kısm-ı a’zamı Türk olduğu tebeyyün eder: Tunus beyleri ve Mısır sülale-i hidiviyye ve umerası İran sülale-i saltanat ve umera ve hanları Hindistan nüvvablarının ekserisi aslen Türktürler! silsile-i hükümdarinin umera ve a’yanın ve İran’nın en mühim kısmını teşkil eden Azerbaycan gibi eyaletlerin Türk oldukları ve Türkler tarafından meskun olduğu ma’lumdur! Filhakıka el-yevm İran’a ruh veren İran’ı yaşattıran Türklerdir. Edebiyat ve matbuatta olduğu gibi umur-ı siyasiyye ve ictimaiyyede de İran’ın mukadderat-ı hayatiyyesi Türklerin ellerindedir! Lakin beyan ettiğimiz vechile bunlarda hissiyat-ı kavmiyye mefkuddur: Bunlar kat’iyen kendileri Ve vatanı vatan-ı müşterek addederek beka ve devamına çalışıyorlar. İran inkılabının tarih ve sergüzeştini mütala’a ve ta’kıb edenlerce müsellemdir ki şu inkılabı ihdas ile ihraz-ı muvaffakıyyet eden Azerbaycan ve bilhassa Azerbaycan’ın makarr-ı hükumeti olan ve sırf Türklerle meskun bulunan Tebriz’dir. Lakin maatteessüf İran’ın şu inkılabdan istifade edemediğini bilerin hile ve tezviratı ve diger taraftan fırkaların ve fırka rüesasının tefrikaları uyuşmamakları sayesinde ezilip gidiyor! Memalik-i Osmaniyye için bir tehlike-i azime teşkil eden şu halin kaffe-i esbabını makalat-ı atiyyemizde teşrih edeceğiz. Şimdilik yalnız şu esbab arasında en başlıcasını göstermekle fikdanından ibarettir!! Bir kuvve ki kendi iktidarı ile bütün kuva-yı milliyyeyi cebren ve mütehakkimen bir yere toplayıp nokta-yı maksudeye sevk etsin. İran’da esna-yı inkılabda böyle bir kuvvet kat’iyen gayr-ı mevcud idi; onun içindir ki ba’de’l-inkılabda alem-i İslam’ın kaffesinde müşahede edilen ve inhiraf-ı ahlak neticesi olarak müteferrik ve müteşettit ağraz ve şehevat-ı nefsaniyye ile müteharrik olan iradeleri bir yere toplayıp idare etmek gayrı mümkün olmadı. had ve Terakkı” Cem’iyeti’nin kadrini bilmelidir. Şu cem’iyete ve bilhassa cem’iyete vaktinde dahil olmuş askerimize bütün mevcudiyetleri ile sarılmalıdır. Emin olmalıdır ki şöyle bir cem’iyet olmasaydı ya Osmanlılık zir-i pay-ı istibdadda ezilip mahvolacaktı veyahud ba’de’l-inkılab hariçte ecanibin hiyel ve tezviratı ve dahilde teşettüt-i ara ve ihtilaf-ı irade belayasının kurbanı olup gidecekti. İnşallah makalat-ı atiyyemizde tayı mufassalan beyan ederiz. Londra Cem’iyet-i İslamiyyesi için hediye olmak üzere gönderilmiş olan Sıratımüstakım nüshalarını Hafız Mahmud Şirani nam zata vermiş idim. Ondan aldığım teşekkürnameyi leffen takdim eyliyorum; terceme-i mektub da bervech-i atidir: “Muhterem Efendiler Lütfen gönderilmiş olan Sıratımüstakım nüshalarından dolayı teşekkürat-ı halisemin kabulü mercudur. Bu babdaki nezaketinizi tamamiyle takdir eylediğime dair sizi te’min eder ve tahatturunuzdan dolayı cidden arz-ı minnetdari eylerim. Cem’ eylemiş olduğunuz iane ile neşrine yardım etmiş bulunduğunuz Doktor Stubbe’ın eseri çend mahdan beri tabi’lerin elinde bulunup intişar için yakında hazır olabileceğinden mutmainnim.” Sahib-i mektub Hindli bir gençtir. Çend sene mukaddem tahsil emeliyle İngiltere’ye gelmiş idi. Me’al-i mektubdan anlaşılacağı üzere hitab ferde nisbetledir; şahs-ı ma’neviye yani bir cem’iyete nisbetle yazılmamıştır. Buna teaccüb olunmasın. Eğer arasıra tahsil için Hindistan’dan gelenler arasında bir sahib-i himmet ve heves çıkıp da Cem’iyyet-i lad-ı İslam’dan bazılarının isimlerini a’za sıfatıyla kaydeylemeye uğraşmamış olsa mukteziyat-ı temeddün mucebince yaşayan bir hey’et-i ictimaiyyeye layık hiçbir cem’iyetimiz bulunmaz maşrık-ı İslam’dan buraya düşenlerin her biri kendi alabildiği yolda gider bir ecnebi memleketinde bulunan akvam-ı mütemeddine muhacir veya misafirlerinin hayat-ı fevt olanlarımızın cenaze duası icra edilemez salat-ı iyd falan da icra olunamaz idi. Bereket versin ki Hindliler ahzab-ı nafia teşkilini ve bunların müzakerat ve muamelatının intizama rabtını İngilizlerden öğrenmişler. Keşke biz Türkler de öğrenebilsek! Halbuki bizim her birimiz kendimizi diğerlerinden daha yüce ve daha yaman farz eder. Birimizin tanzim etmek istediği bir şeyi beşimiz onumuz hased ve garaz ile tahribe tezlile çalışır. İşte bu sebepledir ki çoğu Hindli ve birazı Mısırlı vesaireli talebeden ibaret olmak üzere eyyam-ı mahsusada hayli topluca bir surette in’ikad eden Londra Cem’iyyet-i İslamiyyesi’nin riyaseti teklif edildiği zaman kendi vatandaşlarım arasında –şu ma’hud vazife-i resmiyyet namına– desa’is-i mefsedet icra edileceğini bit-tefekkür kabul eylememiş idim. Bir mahall-i mahsusa malik olmayan ve mukaddema Sühreverdi namında Hindli bir sahib-i gayret ü vecdin himmetiyle olduğu gibi el-yevm dahi muma-ileyh Hafız Mahmud Şirani’nin mesaisiyle ibka-yı nam edebilen Londra Cem’iyet-i İslamiyyesi’nden maada Londra’da bir de “Bütün Hindistan Hizb-i Müslimini” nam Hind cem’iyetinin bir şubesi vardır ki riyaseti hakim-i ma’ruf Seyyid Emir Ali’nin uhdesindedir ve müsin ve oldukça sahib-i gına bazı Hindli zevatın esamisini havidir. Bunların Hindistan’dan oldukça gelirleri dahi vardır. Bu “Kaffe-i Hindistan Hizb-i Müslimini”nin Londra şubesi her fırsatta yalnız İngiltere Hükumeti’ne bir cem’iyet-i muhtelite-i müsliminin beka-yı mevcudiyyeti ve mazhar-ı mu’avenet olması dahi mühim bir keyfiyettir. mürekkeb bir encümen-i İslam var idi ki yalnız a’zasının vergisiyle değil bazı umeranın ianesiyle dahi ira’e-i mevcudiyyet eder. Ve alem-i İslam ve alel-husus Memalik-i Osmaniyye hakkında hayli müdafaatta bulunurdu. Bu encümenin Londra’nın oldukça mu’teber mahallatında bir idaresi dahi bulunurdu. Halbuki bugünkü Cem’iyet-i İslamiyye’nin merkezi Hafız Mahmud Şirani’nin Londra’nın bir kenarında ikamet eylediği evin bir odasıdır. Ne çare! İradı olmadığı mu’avenet-i hamiyyet bulamadığı halde bir ecnebi ve gayr-ı müslim memlekette –velev ki pek zayıf bir halde olsun– arasıra Katipliğini fahri surette deruhte eden gençlerin himmetleri de takdire sezadır. Tevhid-i kuluba me’mur olan ehl-i İslam’ın larından mıdır nedir hiçbir teşebbüs-i ictimaiyyelerinde ne teali ve hatta ne de daimiyet hassası görülemiyor. Teşebbüsat-ı rat ile ıttırad-ı intizama daimiyet-i terakkıye malik olabilir. hüsn-i niyyetinden ifrat ile iştibah olunarak hayrat-ı ictimaiyye teşebbüsat-ı İslamiyye akım kalıyor. Her gün İngiliz gazetelerinde “Teberru’ ve Vasiyetler” ünvanlı listelere göz gezdirdiğinizde bakınız gani veya mutavassıt halli rical ve nisvan umur-ı muhtelife-i hayriyyeye ne derecede yardımda bulunuyorlar anlarsınız fukarahaneler hastahaneler eytamhaneler darü’l-ulumlar falanlar için tefrik olunan hısas-ı mevruseden maada şarkta mektepler küşadı teşebbüsat-ı diniyye icrası kiliseler binası için teberru edilen paralar fedakarlıklar her gün gazetelerde göze çarpar; çünkü vasiyetnameleri kayda me’mur olan “Somerset House” denilen daire-i resmiyye herkesin vasiyetnamesini ba’de’l-vefat neşreyler. Hayatlarında hayrat ve hasenat için ettikleri fedakarlıklarla yede namlarını zikrettirmekle zevk alan insanlar elbette ihtiram ve tahsine layıktır. Tabii bir müessese-i hayriyyenin tevliyetine verilen ataya ve teberruat intizam üzere idare olunmak yatırılır; ondan gelen irad dahi emniyet ile ma vudi’a-lehine sarf edilerek aid olduğu cem’iyet ve müessese-i hayriyye ciddiyet dairesinde ibraz-ı hüviyyet ve icra-yı muamele eder gider. Bir mahall-i mahsus ve mu’tebere malik olduğu halde ciddi ve nafiz bir cem’iyet-i müsliminin garbın şu mühim memleketinde ira’e-i hüviyyet edebilmesi ancak bir cami’-i şerif ile müştemilatının keramet-i vesatetine tevakkuf eder. sekiz ay evvel muavenet için vatandaşlarımdan alenen ricada bulunmaya başlamış idim. Garibi şurasıdır ki bir iki cihetten gelen muavenete mukabil diğer cihetlerden de akıl dersi veya i’tirazname aldım! Madem ki başlanıldı elbette er geç bu emr-i hayr vücuda gelecektir. Benim bu husustaki telaşım şeref-i tervicin Osmanlı müslümanlarına aid olması ve başka memleketler müslümanlarının onlara iktifa eylemeleri arzusundan naşi idi. Öteden beri sevgili Tanin’in samimi bir muhibbi bir kari’-i daimisi olmak suretiyle arada hasıl olan rabıta ve alakaya iğtiraren acizane sual ederdim: “Yatak Mes’elesi” gibi perde-birunane hikayeleri neşretmekte millet için ne gibi bir istifade tasavvur ediyorsunuz? Biz muhterem Tanin ’in sahayif-i kıymetdarını milletin ma’neviyatını takviye edecek aileler beynindeki revabıtı samimileştirecek hasılı millete ders-i şehamet ve fazilet bahşedecek münderecat-ı nafia ile mali görmek isteriz. Garbın levsiyatı bizim sahayif-i ki macerasını dinlemek bazı Zanbak -perestlerin hoşuna git se de azim bir hey’et-i ictimaiyye-i İslamiyye’ye de hicab yaşları döktürür. Paris’te esir-i şehvet bir madam hürriyet-i behimiyyesini istirdad için daire-i izdivacdan uzaklaşmanın çaresini diğer bir fahişeden soruyor o da: “Biraz gayret ye tişir yatakta gözünüzün önüne başka bir hayal getiriniz…” diye cevap veriyor!.. Rica ederim söyleyiniz bunları edebi yat namına enzar-ı ma’sume-i nisvana takdimde ne gibi bir mecburiyet hissediyorsunuz? Doğrusu namus ve iffet buna tahammül edemez. Kemal-i samimiyyetle rica ederim yalvarırım ahlak-ı a liyyeyi söndürücü bu kabil hikayelere bedel tehzib-i ahlaka hadim ciddi pak ve nezih asar-ı edebiyye ile tezyin-i sa hayif ediniz de milletin muhterem Tanin’e muhabbeti te za’uf etsin... Taşrada bulunduğum esnada ma bihi’l-iftiharımız olan ceride-i mu’teberenizi mütalaadan mahrum idim. Hemen avdetimde kendime en mukaddes bir vazife bildiğim hadim-i mergubesinin teraküm eden nüshalarını pek büyük bir şeref ve şevk ile mütalaaya başladım. numaralı nüsha-i fahirede muharrer “Avrupa’da Talebemiz İstanbul’da Tesettür pek hakimane yazılan makaleyi o derece takdir ile beğendim ki mütalaasına bir türlü kanamayarak mükerreren okudum. Hem-fikri olduğum muharrir beyefendiye arz-ı teşekkür ederim. Geçenlerde Beyoğlu cihetinden köprüye avdetimde tesettüre hemen hiç riayet göstermeyen birkaç hanım ile yanlarında koca bir kız çocuğun başında hasır şapkası olduğunu görünce adeta divane gibi bir hal kesbettim. O derece müteessir ve müteessif oldum. Hali hemen ceride-i mu’teberenize hikaye ettim. O hafta cevabını ve mesai-i hayriyyesini görmekle müftehir oldum. O zamandan beri zihnimi tırmalayan ve bütün İslamiyet damarlarımdaki kanımı tahrik eden bazı noktaları arz etmek için bir vesileye muntazır olmakta diniyyemi tahrik ederek şu varak-paremi takdime cesaretbahş oldu. Şeriat-ı celilemiz ne kadar güzeldir. Telkın ettiği mesail-i aliyye bizim için o kadar mucib-i saadettir ki bunun kadr u ehemmiyetini ancak o ahkam-ı celileye tevfik-i hareket edenler takdir eder. Bütün nisvan-ı İslam kardeşlerimiz iyi bilmelidirler ki biz ne derece ahkam-ı diniyyeye riayet edersek o nisbette millet terakkı ve teali eder. Halbuki maatteessüf İstanbul’umuzdaki ekser hanımlarımız bu hakıkatten gafil görünüyorlar; giydikleri çarşafı insan görünce güleceği geliyor. Dar bir fistan üzerinde kısa bir pelerin. Yüzünün yarısına kadar kapalı da sonra ta göğsüne kadar küşade. Ellerde eldiven var da ta dirseklerine kadar kollar açık. Bu halleri gören Şeyhülislam Efendi hazretleri Allah razı olsun geçenlerde adab-ı İslamiyye’ye riayet olunması zımnında Dahiliye Nezareti’ne yazdı o da Emniyet-i Umumiyye’ye tebliğ etti. Fakat ne oldu? Kadınların halini işte yine görüyoruz. Esasen terbiye bozuk. Bugün feraiz-i İlahiyye’nin büyüğü olan namaz kılındığını gören bu kabil meşreb bir kadın istihza ediyor tahkırden bile çekinmez gözün önünde orucu yer de zerre kadar sıkılmaz. Yüzünden haya kalkmış kalbinden nur-ı iman gitmiş. Bunun akıbeti ne olacak? Bunu düşünmek buna çare bulmak lazımdır. Biz aciziz bizim hukukumuzu müdafaa bizim iffet ve şerefimizi muhafaza erkeklere düşer bu hallere karşı ağlamaktan başka bizim elimizden bir şey gelmez. Bizim şeref-i neseviyyetimize nakısa getiren hürriyet-i mukaddesemizi su’-i isti’mal eden bu gibi erazili hükumet doğru yolda gitmeye cebretmekle beraber namuslu iffetli hamiyetli babalar da çocuklarımızı bu görenekten kurtarmak malı tatbik etmelidir. Herşeyden evvel mükemmel kız mektebleri açılmalıdır. Ama tedrisatı Fransızca olarak piyano teganni mektepleri değil. Müslüman terbiyesi verecek mektebler olmalı. Erkekler kendilerine düşen bu vazifeyi ihmal ederlerse yarın seyyiesini çekecek yine kendileridir. Bu gidişle bir gün gelecek ki artık büyüklerin sözü geçmez olacaktır. O vakit işin önünü almak kudret-i beşerden hariç kalır. Gayret-i İlahiyye’ye dokunmadan bu hale bir çare bulmalıdır. Yoksa Allah’ın ukubeti bir kere üzerimize teveccüh ederse dağlar bile karşı duramaz. Allah cümleyi ıslah eylesin… Bugünlerde iki mühim vak’a-i tarihiyye olup geçti: Karadağ krallığını i’lan etti Japonya Kore’yi kendine ilhak eyledi; Karadağ yeni bir hayata doğdu Kore devlet-i müstakillesi öldü. Rusların ma’ruf siyasi muharrirlerinden Menşikof bu kım mütalaat yürütüyor. Bu mütalaalardan bazılarını okuyup uzun uzun düşünceye varmak bizce de az faideli olmaz: “Siyasiyyun-i hayaliyye müsavat ve uhuvvet diye bağırır dururlar. Halbuki hakaik-ı vekayi’ ne kadar korkunç müsavatsızlık misalleri gösteriyor! Karadağ’ın bütün ahalisi rub’ milyondan fazla değil yani bizim Vasili Adası Petersburg’un aksamından bir ada sekenesinin sülüsü kadar –bununla beraber istiklalini muhafaza ettikten maada krallık da kazandı. Kore’nin ahalisi milyon yani Karadağlıların hemen hemen misli- bununla beraber komuşusu tarafından yutuldu. Siz bu bir cinayettir uhuvvet esas-ı mukaddesine karşı hıyanettir; diye istediğiniz kadar avazınız çıktığı kadar bağırıp çağırınız feleğin insafsızlığına karşı pür-hiddet tepininiz. Felek size ancak soğuk bir sükut ile cevap verir ve siz bu sükutta müdhiş bir tehdid hissedersiniz. “Eğer adalet-i İlahiyye’den bahsediyorsanız ahvale de takdir-i İlahi yani kavanin-i tabiiyye nokta-i nazarından bakınız. Bir köşede küçük fakat kabiliyet-i hayatiyyeyi tamamen haiz bir kabile yaşıyor diğer bir köşede ise tenbel ve yumuşamış bir kavim var. Yüksek bir nokta-i nazardan bakılırsa tabiatın bu kuvve-i hayatiyyesini kaybetmiş ihtiyarlayıp bitmiş bir kavmi muhafazası adalet olur mu? Eğer bizzat Koreliler o kadar aldırmıyorlarsa Kore’nin istiklaline kim ehemmiyet verir? Hatta Korelilerin ağlayıp sızladıklarını farz etsek bile bu mağlub hissiyat ve sade-dil “sükun sahibi” ülkesi sakinlerinin çekik gözlerinden dökülen tuzlu suların kime lüzumu vardır? Kavi bir devletin bir devlet-i zaife saldırması hazırlanırken hayal-perest gevezeler hep bir ağızdan: Elbette İngiltere Kore’nin ilhakına razı olmaz demişlerdi! Rusya da bırakmaz! Hukuk-ı beyne’d-düvelin bu kadar celi ihlaline Cemahir-i Müteffika’nın müsaade etmeyeceğinden bahse bile lüzum yok! Lakin vekayi’ ne gösterdi? “Cinayet” icra edildi hiç kımıldanan yok; bir kum bile yerinden oynamadı. Vakıa Rusya Sefiri Tokyo’da teessüratını beyan etti ama… bu teessürat Japonya payitahtında hasaratı mucib olan feyezan-ı miyah hakkında idi!..” “… Kore’nin zabt ve gasbı bütün dünya hayal-perestanı ve alel-husus iyi toplar ve iyi generaller yerine yalnız ejderha tasvirlerine malik; min-tarafillah mahfuz memleketlerin hayal-perestleri için iyi bir ders-i ibrettir: Hiçbir kusur ve kabahati olmadığı halde idam edilen Kore Devleti için ne İngiltere ne Amerika ne Fransa müdafilik etmedi. İşte hukuk-ı beyne’d-düvelin meşhur ve mukaddes te’minatı böyledir! Eski zamanlarda köyden geçen yolcuya haydudlar taarruz edip de zavallı yolcu: –Amanın imdada yetişin! Öldürüyorlar diye can havliyle cıyak cıyak bağırdığı zaman kulübelerdeki aydınlıklar çar çabuk söner köylüler bodrumlara tavan aralarına kaçarlardı. Haydudluk hala devam ediyor. Hem yalnız büyük caddelerde değil sahne-i siyaset-i alemde kuvvetsiz kavimlerin kah biri kah diğeri kesilip öldürülüyor. Geçen yarım asır içinde yalnız Anglo-Sakson ırkı az mı devletleri yeryüzünden kaldırdı! Küçücük Karadağ haşmet-i kraliyyesini hiç de İtalya ve Rusya ile sıhriyeti sayesinde kazanmadı. Derler ki Karadağ tabii bir istihkamdır ne Türkiye ne Avusturya bu kartal yuvasına çıkamaz. Doğru istihkam iyi ya muhafızları nasıl! Kore ve Bosna-Hersek de dağlık idi lakin her ikisi büyük müşkilatsız ilhak olunuverdiler. Hem tarihte öyle düz kır memleketler biliyoruz ki bütün dünyayı zabt için cihan-girler yetiştirmişlerdir. Yüce dağlar değil yüce tabiatlı adamlardır ki galebe çalar. Küçük Karadağ hakimiyet ve istiklalini ancak kendi kahramanlığı müstevliye tabi’ olmaktan ise ölmeyi tercih etmesi sayesinde sağlayabildi. Milletlerin sırr-ı hayat ve bekası bundan ibarettir. İnsan kıymet-i hürriyyeti hayattan daha pahalı sattıkça mahkumiyeti ölümden beter gördükçe hakim-i müstakildir.” “… Bana bir millet gösteriniz ki avamın kusuruyla batmış olsun. Öyle bir millet yoktur. Krallıklarda da cumhuriyetlerde de inhitat yüksekten başlamıştır. Kavmin kuvveti tir. Milletin a’za-yı müdafaası işsizlikten yavaş yavaş tufeyli bir şekil almıştır. Adem-i faaliyyet rehavet sefahet fısk u fücur müsriflik ve bunlarla beraber kalpsizlik tekayyüdat-ı medeniyye ve insaniyye bezl olunmamak yüzünden adeta vahşileşmiş ekseriyet-i azime-i milliyye ile kat’iyen rabıtasızlık sasen muharib olan bu sınıflar böylece sulh-perverliğe sonra rehavet ve meskenete dalmışlardır; cenk ü cidal-i hakıkı faaliyetinin yerine kalemlerin müstear hidematı kaim olmuştur. Cengaverlikle beraber kuvve-i icadiyyesini de kaybetmiş bu sunuf-ı mümtaze artık komşularını taklide koyulurlar; bunların indinde medeniyetin derecesi yabancıların ruhunu birinin medeniyetini kendilerine ma’bud ittihaz ederek kendi medeniyetlerinden tamamen ayrılırlar; ekseriyet-i ahali deni bir i’tizal girdi mi artık emin olmalı ki o milletin günleri sayılıdır…” Frenk medeniyetini kendilerine erbab ittihaz edinenlerimiz veccih zannetmesinler diye alelacele söyleyelim ki işbu satırlar Novye Vremya’nın Ağustos-ı Rumi tarihli nüshasının Petersburg’ta Menşikof yukarıya menkul makalesini yazarken hakayıkı Sabah’ın bir başmakalesiyle hemşehrilerinin nazargah-ı başmakalenin kısm-ı a’zamını biz de kari’lerimize aynen takdim etmek istiyoruz. Eğer evvelce Sabah’ta okumuş iseler bile zararı yok bir daha okusunlar; çünkü makale birkaç defa okunmaya ve daha çok düşünülmeye değerlidir. “Bir kavmin hissiyat ve adabı mevcudiyetinin la-yenfek delilidir; beşeriyetin şera’it-i hayatiyyesini hissedilmez bir teenni “teceddüd” kelimesinin mazi-i tarihini feramuş ma’nasına delalet etmediğini bilen her millet eslafın tezkarına mevcudiyet-i milliyyede muhafaza-i insicama vesile olan an’anat ve i’tiyadatı muhafazaya saidir. “…Bir de nasılsa yanlış bir zan peyda olmuş; Fransızlarda guya böyle şeylere ehemmiyet verilmediği farz ediliyor. Böyle bir zan husulüne sebep olanlar Fransız milleti hakkındaki müşahedatı Paris bulvarlarının ecnebi yatağı olan hotellerinde ve pansiyonlarında gördükleri ahvale inhisar edenlerdir. Esasen Fransızlar adat ve an’anata gayet ihtiramkar bir millettirler. Dikkate şayandır ki –zamanın te’siratına rağmen– “Orleans” kahramanı Jeanne d’Arc’ın hatırasına en ufak bir ihtiramsızlık bile el-an affedilmiyor. Fransa ahalisinin eyyam-ı diniyye ve milliyyeye verdiği ehemmiyet hiçbir tezelzüle uğramamıştır. Fransa vilayatında Fransızların aile muhitinde yaşamış olanlar bunu tamamiyle bilirler. Bu dediğimiz zevahirdir. Zevahir bir milletin hey’et-i umumiyyesine tealluk edince batının tercümanı hükmünü alır. Burada batın dediğimiz hayat-ı ümemde en kuvvetli saik olan ma’neviyattır. Milletler yalnız maddi kuvvetlerle yaşamazlar mevcudiyetlerini yalnız maddi kuvvetlerle saklamazlar; o kuvvetlerin istinadgahı ma’neviyetleridir. Maddi kuvvetleri peyda o kuvvetlerden istifadeyi te’min eden saik olan bir millet maddi kuvveti i’tibariyle de zayıftır. Çünkü top ve tüfenk para ve servet kendi kendine iş görmez. “İş gördüren” insanlardır. Yalnız maddi hesaplarla hareket eden net ancak ali hislerin ali i’tikadların sadıkı olan insanların kalbinde bulunur; yalnız onlar o büyüklükleri gösterebilirler. “Vatan”ın şekl-i musaggarı “hane” “millet”in şekl-i musaggarı “aile”dir. Hane dört duvar millet bir sürü insan demek değildir. Bunların her ikisi hisler hatıralar kanaatler ailenin ve milletin ma’neviyatını teşkil eden kuvvetler– kaldırılırsa ma’nen hiçbir kıymeti olmayan birtakım binalarla efradı yekdigerine –ve artık “ana toprağı” nazarıyla bakmadıkları vatana– karşı bigane bir sürü insan kalır. Böyle bir cem’iyet mahkum-ı inkırazdır. metin olmalarına mütevakkıftır. Hissiyatta ahlakta ma’neviyatta metanet bir milletin zıman-ı necatıdır. Osmanlık aleminin büyük kahramanları şimdiki insanlar gibi et ve kemik olarak yaratılmış idiler. Acaba onlara o havarikı yaptıran yalnız pazularının kuvveti mi idi? Kalblerinin kuvveti olmasa pazunun kuvveti nereye kadar yetişebilirdi? Acaba düşünmeli ki onların kuvveti ne gibi hissiyatın ne gibi kanaatlere sadakatin semeresi idi? Kuvve-i kalbiyye ancak zaman ve fırsatı gelirse tezahür eder bir hadise-i hariku’l-ade değildir. Nezahet-i ahlakiyyenin netice-i tabiiyyesidir ki fırsat zuhur edince münceli olur. Ma’neviyatı kuvvetli olmayanlar birdenbire büyük insaniyet-perverler büyük vatan-perverler büyük karamanlar olamazlar. Büyük insanlar esasen ma’neviyatı kuvvetli adamlardan zuhur etmiştir.” Öteden beriden yarım yamalak işittikleri tarih ve ictimaiyat kırıntılarıyla müverrih ve sosyolog geçinenlerimiz bir milletin cereyan-ı tarihisini bir noktada kesivererek bir nevi’ “table rose” yapıp üzerine hayali binalar kurmak vehmindedirler. Şark ve garb alemlerini yakından tedkıke muvaffak olmuş D.K. Efendi’nin bu makalelerini bilhassa o zevata Ramazan hediyesi olmak üzere takdim eyleriz. Tanin refikımız haksız olarak bize isnad edilen ecnebi düşmanlığı mes’elesinden bahsettiği sırada: “Uhud-ı atika usulü Avrupa’da hangi millete tatbik edilse bundan memnun olur. Ve bunu kendisine cebren kabul ettirenlere “Allah razı olsun” der?” diyor ve biraz aşağıda da şu sözleri ilave ediyor: “Uhud-ı atikanın mevcudiyetinden dolayı bizdeki adem-i memnuniyyet ve meraret bir hiss-i adavete münkalib olacaksa bundan sonra olacak Avrupa’nın hakkımızda göstereceği muameleye nazaran vukua gelecek ve teayyün edecektir. Binaenaleyh burada “gayet nazik bir mes’ele” karşısında bulunduklarını şark ile garbın münasebatının pek devamlı ve kuvvetli bir esas-ı muhadenete istinadı kendilerinin ellerinde olduğunı takdir etmek ve ona göre bizi idare etmek şu dakikada Avrupalılara terettüb eden bir vazifedir. Fortnightly Review’un İcmal-i Siyasi’sinden: Doktor Schiemann’ın Alman İmparatoru ile olan samimiyeti ve Alman kabinesi ile olan irtibatı kendisinin Hindistan hakkında yazdığı şeylere ehemmiyet-i mahsusa verdirir. Bu zat Kreuz gazetesinde yazdığı makalede İngiltere’nin genç Türkler’e düşman olduğunu ve zaten İngiltere’nin alem-i İslam’a adaveti bulunduğunu Mısır’a şuraya buraya hakim olduğunu ve İran’da Rusya’ya Fas’ta Fransa’ya müzaheret ettiğini her yerde İslam’ın kuvvetini tenkıse hatta Hind İslamlarına iras-ı mazarrat eylemeye çalıştığını beyan ediyor. Bundan başka Doktor Schiemann İngiltere’nin daima müşkilat-ı mühimmeye maruz bulunduğunu hatta . Hindli’nin İngiltere aleyhinde olduğunu şayet tere’nin Asya tehlikesi karşısında mütemadiyen duçar-ı za’f olacağını bu ise umum alem-i siyasiyyatta İngiltere’nin mevkiini duçar-ı tezelzül edeceğini ilave-i makal ediyor. Bu neşriyattan maksad Almanların tezyid-i kuvvet etmesi Türkiye’nin İttifak-ı Müselles’e dahil olması İngiltere’nin Rusya’dan uzaklaşması eğer Rusya müdebbir ise onun da İngiltere ile bozuşması Fransa’nın da gerek İngiliz ve gerek Rusları terk eylemesidir. Gerçi bu neşriyattan maksad termek Türkiye’yi İran’ı vesair tarafları vadi-i hataya sevk etmek ise de hasseten nazar-ı dikkati celbetmek isteriz ki İngiltere’nin Hindistan’daki kuvveti zannolunduğu kadar zayıf olmadığı gibi İngiltere İmparatorluğu’nun mevkii de mütezelzil değildir. Birkaç ay için Hindistan mes’elesi bizim biraz fazla nazar-ı dikkatimizi celbedecektir. Bu böyle olmakla beraber Doktor Schiemann’ın zannettiği derecede İngiltere hükumeti zayıf bir mevkide değildir. Gerçi Hindistan’da hükumet da müstakbelen de sabit olacağı vechile İngiliz idaresi Hindistan’da olanca şevket ve rasanetiyle payidar olacaktır. Bundan yarım asır evvel Richard Barton bir eserinde tavsif ettiği vechile eski Yunaniler diğer memalike nasıl “Barbar” nazarıyla bakarlar idiyse bugün Mecusileri İngilizlerle İslamlara aynı nazarla bakıyorlar. Biz şimdiye kadar vazifemizi namuskarane ifa etmiş olduğumuz gibi şimdi de ifa ediyoruz ve ileride de ifa-yı ayn edeceğiz. Biz şarkta İngiliz bandırası altında bulunan mütezadde mensubinine muamele-i adaletkaranede bulunduk şarkta diyanetin garbda siyasiyat kadar ehemmiyeti vardır. Bugün Hindistan’da İngiliz zamanda yetmiş milyon İslam aleyhine olduğu gibi İslamiyet küta’da bu suretle telakkı edilmelidir. Hind Mecusileri nazarında İslamlar bir unsur-ı muzır gibi telakkı edilmektedirler. Biz bit-tabi’ Mecusilerin zararına olarak veya siyaseten Hindistan’da bir kuvve-i hakime teşkil etmeye teşebbüs etseler İslamlar feda-yı can edercesine mücadelede bulunarak buna mani’ olurlar. Çünkü Hind müslümanlarının hal-i hazırını tedkık edelim. Bunlar altmış milyondan mütecavizdirler. Yani Hindistan’daki İslamlar Japonya’daki Japonlardan fazladır. Aynı vechile Almanya’daki Almanlardan da fazlardırlar. Bundan başka diğer bir alem-i İslam da kendilerine muavenet edebilir. Binaenaleyh Mecusiler bu hareket-i iğtişaşiyyelerinde muvaffak olurlarsa hemen alemi Bu da yine bir hükumet-i ecnebiyyenin müdahalesini istilzam edecektir. Beyanat-ı salifeden de müsteban olur ki İngilizler alem-i İslam aleyhinde değil belki Hind müslümanları Devlet-i Osmaniyye: Muzika-i Hümayun’un her akşam Saray-ı Hümayun’da nöbet çalması mu’tad olduğu halde Ramazan-ı Şerif’in birinci gününden Halife-i Diyanet-perver Efendimiz hazretleri irade buyurmuşlardır. Ramazan-ı şerifte oruç yemeye cür’et edenler bulunduğu takdirde haklarında mücazat-ı şedide meydan verilmemesi Bab-ı Meşihat’ten Emniyet-i Umumiyye Müdiriyeti’ne yazılmıştır. Emniyet-i Umumiyye Müdiriyeti’nden: Geçende bir iki gün fasıla ile İslam kıyafetine girmiş iki hıristiyan kadını Beyoğlu caddelerinde ve fena bir hal ve harekette görülmüş ve haklarında tahkıkat icrasına başlanmıştır. Bunun ne gibi bir maksada müstenid olduğu aşikar bulunduğundan ba’de-ez-in çarşaf giyinmiş olduğu halde bu gibi ahval ve harekata tesaddi edenlerin me’murin-i inzibatiyye tarafından ta’kıb ve duçar-ı ceza edilecekleri i’lan olunur. Cezayir ve Tunuslu müslümanlardan mürekkeb bir hey’et yeni gelen zırhlılar için merasim-i istikbaliyyede hazır bulunmak üzere bir vapur-ı mahsusla Ayastefanos’a gitmişler Barbaros’un gelişini temaşa ettikten sonra akşam üzeri avdetlerinde Mes’udiye zırhlısını ziyaret etmişler ve pek ziyade mesrur olmuşlardır. Ondan sonra da Tunus ve Cezayirlilerce pek tatlı hatırat-ı tarihiyye ve cihan-giranesi olan Barbaros’un kabrini ziyaret etmişlerdir. Tunuslu Şeyh Salih Eş-Şerif Tunus Kadi-i Hanefisi Şeyh İsmail Mekteb-i Tıbbiyye talebesinden Habib Efendiler tarafından gerek Mes’udiye’de gerek Barbaros’un türbesinde parlak nutuklar irad edilmiştir. Bu cem’iyetin ellerinde Arapça Türkçe beyitlerle müzeyyen bayraklar vardı. Hükumet-i Osmaniyye’nin Arnavudluk’taki zetesine gönderdikleri mektupları harfiyen tercüme eden Mısır gazeteleri üç vilayet ahalisini Hükumet-i Osmaniyye aleyhine tahrik demek olan neşriyat-ı vakıaya beyan-ı teessüf yorlar. Bizim buradaki gazeteler tekzib şöyle dursun mektupların mevcudiyetinden bile kari’lerini haberdar etmediler. Kahire’de intişar eden ve İzzet Holo’nun mu’avenet-i nakdiyyesine mazhar olan el-Müeyyed gazetesinin numaralı nüshasında şeriat-ı mutahhara-i İslamiyye aleyhine leimane vuku’ bulan taarruzat ve neşriyattan dolayı mahalli efkar-ı umumiyye-i İslamiyyesi müteheyyic bulunmakta ve ceraid-i saireye takbih ve protesto telgrafları keşide olunmaktadır. Mısır’da matbuat hakkında vaz’ olunan ta’kıbat-ı şedideden biri de matbuat ceraimine dair verilecek hükümlerin kabil-i istinaf olmamasıdır. Kanunun bu hükmü birinci defa olarak Gayati[?] mes’elesi münasebetiyle tatbik olunmuştur. Mısır matbuatı le-i hukukiyye ile cerh ediyorlar. Fas: Ahiren in’ikad eden Sulh Mu’temeri Fransa ve İspanya’nın Fas’taki harekat-ı askeriyyelerinde meşhud olan asar-ı tevakkuftan dolayı beyan-ı memnuniyyet etmiş ve Fransa ordusunun bir an evvel memalik-i mezkureden çekilmesi temenniyatında bulunmuştur. Rusya: Genç ulemamızdan Musa Efendi Bigiyef bu günlerde Kazan’da Kavaid-i Fıkhiyye namında büyük bir eser yazıp bastırmakla meşguldür. Kavaid-i Fıkhiyye hukuk-ı İslamiyye’yi cami’ olarak beş yüz sahifelik bir kitap olacaktır. Erbabı için pek faideli bir eser olacağı ümid olunur. Çilabi şehrindeki müslüman kütüphanesi uzun uzadıya taharriyattan sonra mugayir-i kanun bir şey bulunmadığı halde seddedilmiştir. – Kezalik Ekaterinburg şehrinde müslüman kütübhanesi bilasebeb-i meşru’ polis tarafından temhir olunmuştur. – Orski şehrinde müslümanlar “Şark Kulübü” namıyla bir müessese-i milliyye te’sisi için merciine müracaat ettikleri halde istid’aları reddolunmuştur. – Kırgızlar arasında esbab-ı siyasiyyeye mebni denilerek polis tarafından muttasıl taharriyat Rusya Hükumeti Asya-yı Vusta’da müslüman unsurunun haiz olduğu büyük ekseriyeti eksiltmek aynı zamanda müslümanların medar-ı te’ayyüşü olan topraklarını tahdid ile kuvve-i iktisadiyyelerini kırmak için senelerden beri oralara Rus muhaciri sevk etmektedir. Son günlerde aldığımız Rusya müslüman gazetelerinin verdiği haberlerden anlaşılıyor ki bu tazyikat zavallı Kırgız-Kazak kardeşlerimizin artık canına tak ettiğinden bu kadar bin Kırgız sopa kılıç tüfenk ellerinde ne geçmiş ise alıp Rus muhacirlerinin üzerine hücum etmişler ve böylece başlayan Rus Kırgız kavgası nihayet Kırgızlar’ın galebesiyle hitam bulmuştur. Fakat sonradan Semerkand tarafından bir tabur Rus askeri gelip Kırgızları püskürtmüştür. Birkaç sene evvel vefat ederek mekatib ve medaris-i İslamiyye’ye sarf olunmak üzere yarım milyon ruble kadar vakıf bırakmış olan Orenburglu Ahmed Bay Hüseyinov’un biraderi Mahmud Bay Hüseyinov Vakit refikımızın istihbarına göre bu günlerde bin ruble kıymetinde bir malikanesini Orenburg ve Kargalı mekteb ve medreseleri faidesine vakfetmiştir. Bundan başka müşarun-ileyh bin ruble kadar bir meblağı da kuyu köprü i’mali gibi hayrata veriyor. Allah Mahmud Bay’ın hayratını kabul ile ecrini versin ve agniya-yı müslimin arasında emsalini artırsın! Geçenlerde Kazan şehrinde Ortodoks misyonerleri büyük bir kongre akdederek gayr-ı hıristiyanlar ve alel-husus müslümanlar arasında neşr-i Nasraniyyet etmek onların neşr-i din etmelerine mukabelede bulunmak için istişare eylemişlerdi. Aynı maksadla bu günlerde Sibirya’nın İrkutski şehrinde diğer bir misyoner kongresi daha toplandı. Her ne kadar bu kongreye erbab-ı matbu’atı getirtmiyorlarsa da Orenburglu Vakit refikımız kongrenin bazı mukarreratını istihbar eylemiştir. Gayr-ı Ruslar arasında kiliseler ve mahalle mektebleri açmak oralarda papaz ve muallimlere gayr-ı Rus dillerini öğrettirmek misyonerlerin maaşlarını arttırmak misyonlerlerin muhafaza-i hüsn-i ahlak etmelerini şiddetli nezaret altında bulundurmak Hıristiyan olmayan akvamı iaşe ile Hıristiyanlığa celb için bir sermaye te’sis etmek bu mukarreratın başlıcalarından ma’duddur. Bakınız başkaları nasıl kendi dinlerinin tevessüüne çalışıyor. Rusya müslümanlarına yüz binlerce ruble hayratıyla nik-nam kazanmış milyoner Mahmud Bay Hüseyinov’un vefatı haberini alarak çok müteessir olduk. Müşarun-ileyh biraderleri merhum Ahmed ve Abdulgani Baylarla beraber beş parasız ticarete başlamış idi; son günlerinde ise senevi yedi sekiz milyonluk iş görüyordu. Allah rahmet eylesin! Hive: Bu hafta Taşkend’den alınan bir telgraftan anlaşıldığı üzere Hive Emiri Abdurrahim Bahadır Han vefat etmiştir. Merhumun kimseye ne iyiliği ne zararı dokunmuş idi. Sufi bir zat olup namus dairesinde ikmal-i hayat eylemiştir. Allah rahmet eylesin. Veliahd oğlu İsfendiyar Töre Han ahval-i zamana vakıf heveskar-ı terakkı ve muhibb-i maarif dirayetli bir gençtir. Ümid olunur ki Mavera-yı Hazar müslümanları bu zat-ı muhteremin gayret ve himmetiyle intibah ederek faaliyete gelirler ve mazhar-ı refah u saadet olurlar. şir-i efkarı olan Meclis gazetesi İran’a haricden celb edilecek müsteşarların milel-i muazzamadan olmalarını taleb ediyor. Zira milel-i gayr-ı muazzamaya mensub müsteşarların kaffesi ya Rus veyahud İngiliz taht-ı nüfuzunda olacaklarına kana’at-i tammesi vardır. Bu gibi müsteşarlar tav’an ve kerhen Rus ve İngiltere ellerinde alet olacaklarında şekk ü şüphe edilemez. Halbuki milel-i muazzamadan müsteşarlar celb edilirse bunların serbesti-i harekatını mensub oldukları hükumetler te’min edebilirler diyor. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Eylül Beşinci Cild - Aded: Münafıkınin küfr ü nifaklarına teferru’ eden bazı kabihaları ta’dad olunarak buyuruluyor ki: Onlara ruy-ı zeminde Siz yeryüzünde fesada müeddi olan şeyleri işliyorsunuz. Esrar-ı müslimini küffara ifşa ve onları müslimin aleyhine teşvik u iğra ile hurub u fiteni tehyic ederek ve şerayi’ hüda ve rahmet olmak üzere beyne’l-ibad vaz’ edilmiş sünen-i İlahiyye olduğu halde siz izhar-ı me’asi ve ihanetü bid-din ile nizam-ı aleme muhil halata cür’et göstererek ortalığı herc ü merc ediyorsunuz. Bu hallerden vazgeçiniz diye kendilerine mü’minin tarafından nasihat olundukda isnad olunan şeyleri zahirde inkar ve hakıkatte yaptıkları şeylerin ifsad olmayıp mahz-ı ıslah olduğunu ima ve iş’ar eder surette isti’mal-i lisan ile biz ancak muslihiz bize bu yolda hitabınız doğru değil bizim halimiz şa’ibe-i fesaddan azadedir dediler ve bu sözden maksadları yaptıkları şeyler ifsad olmayıp ıslah-ı mahz olduğunu beyan ve iddia iken havflarından naşi bunu belli etmeyerek şive-i nifak üzere inkar suretini gösterdiler. El-hasıl münafıkların cevap olarak biz ancak muslihiz demeleri zü’l-vecheyn bir sözdür. Sizin bize ifsaddır diye isnad eylediğiniz şeyler ifsad değil ıslahtır demek ma’nasına muhtemildir; sizin bize azv ettiğiniz ifsadattan biz beriyiz. Bizim ettiklerimiz hep ıslahtır ma’nasına da mahmul olur. Zümre-i münafıkınin maksadları evvelki vech olduğu halde tavr-ı nifaklarıyla ikinci vechi irae eylediler. Fesad: Bir şeyin i’tidalden hurucudur. Salah: Onun zıd ve mukabilidir. Fesad fil-arz fiten ü hurubun heyecanıdır ki nizam-ı alem ve asayiş-i Beni Adem’in ihlalini mucib olur. Münafıkların nehy olundukları şey ile murad herc ü merc-i aleme müeddi bulunan sunuf-ı şerdir. Bir adam akıbet kendi katline müeddi olacak bir şeye tesaddi eyledikde kendi elinle kendini öldürme denildiği gibi bu makam dahi o kabildendir yani yaptıkları şey fiten u hurubun tehyicine müeddi bulunduğundan fesad fil-arz etmeyin fiten u fesadı tehyic etmeyin denildi. Selman-ı Farisi radıyallahu anh hazretlerinden mervidir ki demiş. Ma’nası: Bu ayette muhatab bulunanlar bütün bütün münkariz olmamışlardır. Bu zamandan sonra dahi nifakta halleri bunların haline benzer kimseler olacaktır – Münafıkların iddia-yı batılları taraf-ı Akdes-i Kibriya’dan reddolunarak buyuruluyor ki: Agah olun onlar ancak müfsidlerdir. İddia-yı batılları gibi onlar ıslaha maksur değil hissetmiyorlar. Kendilerinin müfsid oldukları umur-ı mahsuse derecesindedir lakin his ve şuurları yok ki idrak eylesinler. Bu ayet-i kerimede müsnedün-ileyh müsnede maksur olmak lazım gelir makama münasib olan budur. Münafıklar ayet-i sabıkada kendilerini sıfat-ı ıslaha kasr etmişler idi Cenab-ı Hak bu ayette onların bu iddialarını red ile kendilerini sıfat-ı ifsada kasr etmiştir. Onların kendilerine isbat ettikleri sıfat onlardan nefy kendilerinden nefy eyledikleri sıfat onlara isbat edilmiş olduğundan bu kasr kasr-ı kalbdir. – harf-i tenbihtir. Münafıklar ruy-ı zeminde ifsad etmeyin diye münkerden nehy olunmuşlardı; şimdi de nushı itmam ve irşadı kendilerine nas iman ettiği gibi iman edin denildikde havas ve feza’il-i insaniyyeti cami’ insan-i kamillerin imanı gibi veya Resul-i Ekrem ile sahabe-i kiramın veyahud ebna-yı cinslerinden Abdullah İbni Selam ve cemaatinin imanları gibi din diye nush u pend olundukda dediler. Verdikleri bu cevabın iki ma’naya ihtimali var. Biri: Süfehanın iman eylediği gibi biz iman eder miyiz? demektir. Diğeri: Süfehanın iman ettiği gibi mi biz iman ediyoruz ve nasın imanı gibi iman etmiyor muyuz ki hatta bize nasın imanı gibi iman etmekliğimizi emrediyorsunuz demektir. Münafıkların maksadı birinci ma’na olup biz iman eden o sefihler gibi hiç iman eder miyiz demek istedikleri halde nasihine karşı ikinci ma’nayı murad ediyorlarmış gibi bir tarz-ı münafıkane izhar etmişlerdir. Cenab-ı Münzilü’l-Furkan münafıkların bu sözünü reddederek buyuruyor ki: Agah olun süfeha kendileridir velakin süfeha kendileri olduğunu ve da’-i sefeh kendilerini her taraftan istila eylediğini bilmiyorlar. Ayet-i kerimede vaki’ kelime-i kudsiyyesinde lam cins içindir. Ve nas ile murad insaniyette kamil ve kaziyye-i akl ile amil kimselerdir çünkü ism-i cins alel-ıtlak müsemmasında maksud olan meaniyi cami’ olan efradında da isti’mal edilir bunun içindir ki o meaniyi cami’ olmayan efradından ism-i cins selb olunur da mesela Zeyd insan değildir denir. Yahud ahd-i harici içindir. Ve murad Resul-i Ekrem ile sahabe-i güzin hazeratı veyahud münafıkınin ebna-yı cinsinden Abdullah İbni Selam ile cemaati gibi ihlas ile iman etmiş zevattır. kelime-i kudsiyyesiyle nereye işaret olunmuşsa münafıklar da lafzıyla oraya veyahud alel-ıtlak cins-i süfehaya işaret etmişlerdir. Her nereye işaret olunursa olunsun onların zu’m-ı fasidlerine göre evvelce zikrolunan cins-i süfehaya dahil oluyor. Sefeh: Noksan-ı aklın iras eylediği hiffet ve sahafet-i re’y demektir. Bunun mukabili hilmdir. İhlas ile iman eden zevat-ı rezanet ve vakarın gaye-i kusvasında iken münafıkınin onları tesfih sefehe nisbet ve süfehadan add etmeleri ya kendileri nazar-ı sahih erbabından olmadıkları cihetle sefeh ve gavayetleri kendilerine ma’kul ve savab göründüğü içindir veyahud o zaman ekser-i mü’minin fukara olup içlerinden Süheyb ve Bilal gibi bazıları dahi azadlılar takımından olmalarıyla onları tahkır içindir veyahud ile Abdullah bin Selam ve emsali murad olunduğuna göre izhar-ı tecellüd ve onlara adem-i mübalat için olmalıdır – Sual – Mü’minler münafıklara siz de nas gibi ihlas ile demiş olmalarına göre söz ferikayn arasında muhavere suretiyle cereyan etmiş olduğundan ferik-i saninin cevabı kendilerine nasihat eden ferik-i evvelin mahzarında olmak icab eder. Ferik-i sani ise ferik-i evveli süfehadan addederek imanlarını zemm u kadh eylediklerinden münafık değil kafir-i mücahir oluyor halbuki sıbak ve sıyak buna asla müsaid değil. Cevap: Ferik-ı saninin verdiği cevap esna-yı tefsirde gösterildiği üzere iki yüzlüdür. Maksadları sizin bize kendileri gibi iman etmekliğimizi teklif eylediğiniz hiffet ve sahafet-i re’y erbabı o sefihler gibi biz hiç iman eder miyiz demek olduğu halde Biz süfehanın imanı gibi mi iman ediyoruz ve nas gibi iman etmiyor muyuz ki bize nas gibi iman etmeyi emrediyorsunuz? ma’nasına da müsaid bir terkib isti’mal edilir. Ve şu halde mücahere değil kaçamak suretiyle cevap vererek izmar-ı küfr etmiş oldular. Münafıkların bu sözü kavilleri kabilindendir. Bu kavilleri de hayır ve şerri mutazammın olarak zül-vecheyndir. Bununla Fahr-i Alem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize hitap ederler ve maksadları Ya Muhammed! Sözün şayan-ı istima’ olmadığı halde bizi istima’ et! diye istihza etmek iken Bizi istima’ et na-hoş söz işitmeyesin! ma’nasını izhar eylerler idi. Su’al-i vaki’den cevaben bazıları münafıkınin bu sözleri aralarında olup mü’minlerin yüzüne karşı olmaması lazım gelir demişler ve İmam Evhadi dahi münafıklar bu sözü mü’minlerin nezdinden değil aralarında izhar eylediklerinden Cenab-ı Hak Resul-i Ekrem’i ile mü’minlere bunu haber vermiş olduğunu beyan etmiş ise de ma’lum olduğu üzere mütehavirinden biri tarafından anil-gıyab sadır olan sözü makam-i muhaverede beynlerinde cereyan etmiş söz ma’rızında ibraz etmenin hiçbir kelamda emsali yoktur; nerede kalır ki haiz-i mertebe-i i’caz bulunan Kelamullah’da böyle bir şey olsun – Sadr-ı kıssa-i münafıkınde zikrolunan ayet-i celilesinde onların nifaktaki meslekleri şerh u karşı bir türlü ve küffara karşı başka türlü gösterdikleri tavır ve muameleler ve isti’mal eyledikleri lisan ve edalar beyan olunarak buyuruluyor ki: Onlar iman edenlerle birleştikleri vakit biz sizin iman ettiğiniz şeylere iman ettik dediler ve şeytanlarıyla küfürlerini izhar eden veya reisleri bulunan kefere-i iblis-nihadan ile tenha kaldıkları zamanda sizden ayrılmayız biz nezd-i mü’mininde iman izharı hususunda onlarla ancak istihza ediyoruz. Hakıkaten iman etmek hatırımızdan bile geçmez. Mahza onların şerlerinden emin olalım sırlarına vukuf hasıl edelim ganaim ve sadakata lasa menafi’-i maddiyyemiz icabına mebni kendimizi İslam göstererek ehl-i İslam’la ve dinleriyle eğleniyoruz. dediler. Mervidir ki Abdullah İbni Übey İbni Selul nam münafık-ı şehir bir gün hem-palarıyla beraber haric-i şehre çıkmışlar nasıl def’ edeceğim dedikten sonra iki taraf biribirlerine tekarrüb eylediği zaman Sıddik-i Ekber’in elini tutarak: Ey Seyyid-i Beni Temim ey şeyhü’l-muhterem-i İslam ey nefs ü malını Resul-i Huda’ya bezl etmiş olan yar-ı gar-ı Sıddik merhaben bike dedi. Sonra Cenab-ı Faruk’un elini tutup: Ey Seyyid-i Beni Adiyy ibni Ka’b ey nefs ü malini Resulullah’a feda etmiş olan Faruk-ı salabetkar merhaben bike dedi. Ba’dehu Haydar-ı Kerrar’ın elini tutarak: Ey Nebiyy-i Mükerrem’in damadı ve amcazadesi ve Resulullah’tan maada bütün Haşimilerin süruru; merhaben bike dedi. Hazret-i Ali dedi ki: Ya Abdallah! Cenab-ı Hakk’dan kork nifakı bırak münafıklar mahlukatın en şeriridirler. Abdullah İbni Selul: Müsaade et ya Ebe’l-Hasen! Bunu benim hakkımda mı söylüyorsun Huda bilir bizim imanımız sizin imanınız ve tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir dedi. Sonra ayrıldılar. İbni Selul hem-palarına: Gördünüz mü beni nasıl yaptım. Onları gördüğünüz zaman siz de benim gibi yapın dedi. Hempaları bu rezile-i nifakkaranesinden dolayı İbni Selul’e senahan oldular ve sen içimizde yaşadıkça daima nail-i hayr oluruz dediler. Sahabe-i kiram avdetlerinde Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize macerayı arz u ihbar eylemeleri üzerine bu ayet-i kerime şeref-nüzul oldu – Münafıkların mü’minlere karşı beyanları iman etmiş olduklarını cümle-i ismiyye-i mü’ekkede ile hitap eylediler – Her ümmet ve millette ve her asırda bulunduğunu söylediğimiz bu sınıf nasın tavsifi hakkında sebk eden ayat onun her zaman ve mekanda bulunan efradının halini ammeten tasvir ediyor idi; ... kavl-i şerifleri gibi üslubları da ma’na-yı umumda zahir idi. Fakat bu ayet-i kerime evsaf-ı ammeden sonra gelmiş bir vasf-ı hususi olup bu sınıf nastan yalnız asr-ı nüzul-i Kur’an’ da bulunan bazı efradının halini gösteriyor. Mazi sigasıyla ta’bir buyrulması da bu sınıftan olup nifak ve fesad-ı ahlakta gaye-i fezahate vasıl olmuş olan o zümreyi iki yüz gösterdiklerinden ve iki dil kullandıklarından dolayı kendilerini tevbihte tasrih gibi olsun içindir. Ayetteki bu hususiyete mebni bazı vahimin sebk eden ayatın cümlesi de o asrın münafıkları hakkındadır demişse de hakıkat-i hal evvelce beyan edilmiş olduğundan tekrarına lüzum yoktur. Maamafih bu zümre de her asır ve zamanda bulunur. O zümreden mazi sigasıyla ta’bir buyrulması buna münafi değildir; zira kelimesi müstakbele delalet eylediğinden ayet-i kerimede vaki’ fi’l-i maziler müstakbel ma’nasınadır. Mazi sigasının ninde değersiz meta’-ı nifaklarının revacı olmadığını ve istihzaları kendilerine merdud ve vebali kendilerine aid bulunduğunu onlara iş’ar içindir – Allahu Teala onlarla istihza eder. İstihzalarından dolayı kendilerine mücazat eder ve tuğyanlarında hayretle puyan olmak üzere onlara imhal eyler. nab-ı Akdes hakkında muhaldir. Maksud Zat-ı Bari onlara cezasını öbür şeyin ismiyle tesmiye kabilinden mecazdır. Bu üslub Kur’an-ı Kerim’de pek çok varid olmuştur: gibi. Bu tesmiye ya müşakele içindir veyahud ceza asıl fiile mikdarda mümasil olmasına mebnidir. Müşakele: Bir şey ta’birde mümasil olsun için mukarin olduğu diğer bir şeyin lafzıyla zikrolunmaktır. Bu üslub daima bir mecazı ihtiva eder ki onun illet ve baisi kendidir. Edebiyatta ve alel-husus musahebat-ı enamda bu tavr-ı beyan pek me’luftur. Müşakelenin en dil-nüvaz misalini Kur’ an-ı Kerim’de buluruz. Bakın şu nazm-ı celilde bu bedia ne kadar ruh-şinas: Vaktiyle hükümdarandan biri devletin müzayaka-i maliyyesi zamanında bir cihete külliyetli bir akçe verilmesi len zata: “Efendimiz irade göndereceğine para göndersin!” demiş. Burada “irade göndermek” ta’biri “para göndermek” ta’birine mümasil olsun için isti’mal edilmiştir. Telemak’ın fıkra-i atiyyesinde “kaçırmak” lafzı evvelen ma’na-yı hakıkısiyle irad edildikten sonra ta’birde mümasil bulunsun için mecazen bila-te’emmül söz söyleyivermek ma’nasında isti’mal olunmuş: Sen de bir gemi yapıp Telemak’ı kaçır sözünü ağzından kaçırdığına der-an peşiman olmasından sefineyi inşa ve amade eyledi. Muasırlarımızdan bazı mü’ellifin müşakeleyi diyar-ı edebiyatta bu namda da garib bir san’at varmış dedirtecek surette mübhem ve ihata-i tasavvurdan baid bir vech ile ta’rif ettikten sonra diğer bir lisanın kendi zevk-i hassına muvafık bazı emsilesinden iktibasen bu tarz-ı beyan için lisanımıza gayet na-muvafık misaller nakleylemiş veyahud emsile-i Arabiyye’yi takliden bazı emsile ihtira’ etmiş! Esami ve ta’rifat-ı edebiyye bir lisanda mevcud sunuf-ı zevk-i belagatin ünvan ve tefsirleri olduğu cihetle en evvel bir lisanda ezvak-ı belagat taharri edilmek lazım olup tesmiye ve ta’rif hususları sonradan düşünülecek şeyler iken burası nazar-ı dikkate alınmayarak guya kütüb-i edebiyye-i Arabiyye’de mevcud isim ve ta’rif hatırı için çar u naçar lisanımızda müşakeleye misal uydurulmuş gibi görünmek ve binaenaleyh lisanımızda dahi en me’luf bir üslubu böyle bir reviş-i garabet-nüma bazı kuteh-binanın buna bakarak edebiyyat-ı Arabiyye’deki ta’rif ve emsile-i müşakeleyi bir zevk-i na-pesend addeylemeleri de o kadar ve belki daha fazla şayan-ı handedir – Esrar-ı Belagat. Tuğyan: Her ne şeyde olursa olsun haddi tecavüz ma’nasınadır. Burada münafıkınin küfürde gulüv ve ifratları muraddır. ’Ameh: İki fetha ile nereye teveccüh olunacağı bilinmeyecek vech ile tehayyür ve tereddüd ma’nasınadır. Basara nisbet ile ama ne ise basirete nisbet ile de’ameh odur. __________ Onlar yani ... ayetinden buraya kadar sıfatı zikrolunanlar o kimselerdir ki hidayete bedel dalaleti satın aldılar da ticaretleri ribh u kar etmedi ve “turuk-ı ticarete” yol bulmuş olmadılar. Çünkü ticaretten maksud selamet-i re’s-i mal ile istifade-i ribh u nemadır; bunlar su’-i akaid ve ahlaktan muarra bulunan fıtrat-ı selime ile mu’araza-i vehmden ve galebe-i hevadan halis olan akl-ı sırf idi; onlar hidayete bedel dalaleti satın almalarıyla isti’dad-ı fıtri ve akl-ı sırflarına halel gelerek derk-i hakka ve neyl-i kemale ma bihi’t-tevessül bulunan re’s-i malleri ellerinden çıkıp gitti ve binaenaleyh ha’ib ü hasir kaldılar. Bu su’-i hareketleriyle tarik-ı ticaretten pek uzağa düştüler. Mahasal her ferd-i insani mütefekkir ve mütemeyyiz ve hakkı tahsile muktedir bir surette halk olunup herkesin fıtratında derk-i hakka hidayet ve irşad bulunduğu halde münafıklar fıtraten haiz oldukları bu hidayeti ihlal edip tahsil-i dalalet eylediklerinden veyahud hidayet üzerine dalaleti ihtiyar ve demektir. bir kimse yedinde olan şeyi verip diğer kimsede olan şeyi almak ma’nası için istiare edildi. Alınıp verilen şey ister meaniden zu ederek diğer şeyden i’raz ma’nasında isti’mal olundu – murad etmek muhtemeldir. Evvelki ma’na-yı mecazi kasdolunduğu takdirce ile hidayet-i fıtriyye muraddır. Şu halde münafıklar hidayet üzere değil iken nasıl oluyor da onlar hidayeti verip dalaleti satın alıyorlar? diye i’tiraz varid olmaz zira insanın mecbul olduğu hidayet-i fıtriyye bit-tabi’ münafıklarda da vardır – mecazın terşihidir. Ticaret: Sına’at-ı tüccardır ki tahsil-i ribh u kar için bey’ ve şiraya tasaddi demektir. Ribh: Re’s-i mal üzerine olan fazl u ziyadedir – . Ribhin ticarete isnadı gayetle fasih bir isnad-ı hakıkı-i Arabi’dir zira ribhi müsmir olacak şey bu muavazadır; şu halde ribhi ticarete nefyen veya isbaten isnad isnad-ı sahih olup te’vile muhtaç değildir – . Yani ribh eden etmeyen tacir gitmeye hacet yoktur. kavl-i şerifi turuk-ı ticarete yol bulmadılar ma’nasına olarak üzerine ma’tuf olmağla bu da terşih-i isti’areden olduğu gibi atıf hasebiyle dahi fa-i tertibiyyenin medhulü bulunduğundan iştira dalalet üzere terettübde ma-kabline müşariktir – . Bazıları bu cümle üzerine ma’tuf olursa mazmunu harfi sebebiyle münafıkların dalaleti iştira etmeleri üzerine terettüb ederek ondan muahhar olmasını icab edeceğine ve halbuki emr bi’l-aks olup adem-i ihtidalarına mebni onlar dalaleti iştira eylemiş olmalarına nazaran üzerine atfı evladır demişse de üslub-ı şerifin buna müsaid olmadığına zevk-i selim şehadet eder – . Fakıre kalırsa bazın bu zehabına üslub-ı şerif müsaid olmadığı gibi nefsü’l-emr de müsaid değildir zira onların meslek-i ticarete yol bulamayarak be-merahil-i ba’id düşmeleri hüda mukabelesinde dalaleti ihtiyar ettikleri Şarkın en büyük feylosoflarından birisi de hiç şüphe yoktur ki Ebu Ali bin Sina’dır. Namı yad olunduğu zamanlar en mehib bir sima-yı zi-dehanın nazar-ı hayal önünden geçtiği görülür. Ve en la-yemut bir şöhret-i felsefiyyenin de bu simanın hakk-ı ezelisi olduğu tahattur olunur. Yunanistan usul-i felsefiyyesinin me’haz ve menşeini tahkık etmeyeceğiz lakin maatteessüf şunu söylemek isteriz ki: Bugün bile ilm-i tefsir ilm-i tevhid gibi celail-i ulum-ı İslamiyye’deki şuzurat-ı felsefiyye Yunanlılardan tevarüs edilmiş olan an’anat-ı bi-ma’nadır. Bin senden beri asla ıslah edilmeyen kitaplarımız zekamızı hala nazariyyat-ı kadime içinde boğup mevte mahkum etmektedir. Asr-ı hazır-ı medeniyyetin me’ser-i irfanından olan ilmin amele tatbikı yani söze hayat vermek şarkta pek az nazar-ı dir olunmamıştır. reyi havi olan kütüphanesinde her gün doya doya mütalaaya muvaffakıyet bahtiyarlığına nail olmağla günden güne ma’lumatını tevsi’ ediyor. Tevsi’ ettikçe büyük bir iştiyak ile çalışıyor idi. Öyle ki: Bu bahtiyarlıktan uzak kalan hakim-i şehir Farabi’yi dahi artık geçiyor idi. Fakat amel ile tetvic olunmayan bu mütalaat-ı nazariyye asıl maksadı te’min ediyor mu idi? Heyhat!.. Yalnız kendisini bin sene evvel yetişmiş olan Yunan feylosoflarına bir hayru’l-halef yapıyor idi. Maamafih biz bugün bu nazariyat vadilerinde de racil olduğumuzu görmemek küstahlığında bulunmuyoruz; çünkü bir İbni Sina’mız olmadığı gibi ne bir Zemahşeri ne bir Razi ne bir Beyzavi’ye de malik değiliz… Bundan dolayıdır ki: Şarkta olduğu kadar garb darü’lfünunlarında da külliyatı senelerce esas-ı tedris ittihaz olunan feylosofumuz İbni Sina’nın tahrir eylemiş olduğu resailden Tefsir-i Suretu’l-İhlas nam eserini tasarrufat-ı lazıme ile lisanımıza tercüme ediyorum. Ta ki ebna-yı lisanımızca da büyük zeka sure-i şerife-i mezkurenin ilhamat-ı kudsiyyesi anlaşılsın!.. Şunu da ilave etmek isterim ki: Felsefe daima tebdil-i muharrik edebilir. Her şeyde bir ledünniyat aramak mümkün olduğundan –bir taşın sukutundan bile– bir düstur çıkarılır. Belki kainatta her hadise bir nisbet-i sabite dahilinde vuku’ bulmakta olduğundan beşeriyet edvar-ı tekamülünde bu kavanin-i tabiiyyeden herhangisine atf-ı ehemmiyyet ederse felsefe de o noktadan ta’kıb olunur. Deha-i beşeriyyetin ecram-ı semaviyyeye tekevvünat-ı arzıyyenin nazım ve müessiri olmak sıfatını atfettiği zamanlarda “hey’et” ve ma’beddeki mezbahın şeklini gaybdan vuku’ bulan ihbarata tevfik için “hendese” mesailinin en muğlaklarıyla uğraşanlar o vaktin feylosofları idi. Yani dün mütefekkirin-i beşeri meşgul eden mesail bugün tihad açılmış bulunur. Bu misalimiz fünun-ı sabite hakkındadır. Gayr-ı sabit olan fünun-ı mektume-i felsefiyye ise aynı zamanda muhtelif mahallerde türlü türlü suretler ile kabul olunur!.. Bu medd ü cezr-i ulum arasında la-yetebeddel bir hakıkat var; o da: Kadim ve ezeli olan Kelam-ı Rabbani ve Vahy-i Samedani’dir!.. eylemiş; her meslek ashabı gibi bu feylosofumuz da tefsiratının esrar-ı Kelam-ı Rabbani’yi muhit olduğunu iddiada bulunmaz. Böyle bir iddiada bulunsa bile nasıl kabul olunur ki: Mihr-i Ezel asumana sığmaz Ancak mantuk-ı münif-i İlahi’nin ilhamat-ı kudsiyyesinden bu büyük zeka pek amik bir surette mütehassis olmuş olduğundan fakır o tahassüsat-ı amikayı nakle mübaderet eyledim ki bunlar belki Kur’an-ı Bahirü’l-Bürhan’ın daha ulvi mülhemat-ı mukaddesesini kabule isti’dad-ı beşer hasıl olduğu veyahud feyyaz bir usul-i felsefe ta’kıb olunduğu zamanlar okunmayabilir. Fakat bunu biliriz ki hakıkat-i Kur’aniyye yine her zaman sabit ve mualla kalacaktır. Maamafih yukarıda arzettiğimiz gibi şöhret-i felsefiyyesi pek büyük muhit işgal eden ve asırlarca kitapları düsturu’lamel üzerine yazmış olduğu tefsirin bugün bizim için elbette bir kıymet-i mahsusası vardır. Bunun içindir ki tercümesini zaid görmeyip bit-tercüme enzar-ı ulü’l-ebsara ref’ u takdim eyliyorum: kavl-i celil-i ilahiyyedeki “hüve” zamiri mercii mesbuk olmamakla mukteza-yı zahirin hilafına varid bir zamir-i şan halinde tefsir olunur. Fakat buna İbni Sina “El-Hüve’l-Mutlak” diyor ve izah ediyor: El-Hüve’l-Mutlak; hüviyeti gayrdan müstefad olmadığı gibi gayra da mevkuf değildir. Çünkü hüviyeti gayrdan müstefad olanın mahiyetini tasavvurda gayr dahi nazar-ı Ne zaman ki gayr nazar-ı i’tibara alınmaz ise mahiyeti gayrdan müstefad olanı “hüve hüve” tasavvur mümkün olmaz. Lakin mahiyeti gayrdan müstefad olmayıp bizzat mahiyete malik olanlar “hüve hüve” tasavvuru için gayrın nazar-ı i’tibara alınıp alınmaması müsavidir. Yani – Mahiyeti gayrdan müstefad olmadığı için gayr nazar-ı i’tibara alınsın alınmasın o; odur. Bil-cümle mümkinatın vücudu ise gayrdan müstefad yani bir müessirin eseri olmakla vücud-ı zatileri olmadığı için hususiyyat-ı vücudiyyeleri bit-tabi’ gayrdandır ki bu hususiyet-i vücudiyye dahi mahiyetten ibarettir. İşte mahiyette melhuz olan ahval; şu tahlil olunan noktalardır ki bundan da –şu sondaki tafsile nazaran– hüviyeti gayrdan müstefad olanın: Mümkün; ve böyle olmayıp hüviyeti zati olanın da: Vacib; olmuş olduğu anlaşılır. Vücudun mümkün ve vacib kısımları olmamış olaydı ya devr ve teselsül veyahud ma’dumdan mevcudun zuhuru icab eyler idi. Bir de mümkünün vücudu zati olmadığından yani hüviyeti vücuduna mugayir olduğundan vücudunun gayrdan müstefad olmuş olduğu da aşikar olur. Eğer vücudu zati olaydı yani gayrdan müstefad olmamış olaydı bu vücud mahiyetinin aynı olur ve binaenaleyh mümkün değil vacib olmuş olur idi. Bundan dolayı da: Hüviyeti vücuduna mugayir olanın yani mümkünün hüviyeti nefs-i mahiyyeti için mahiyet olamaz ve daha sarih bir ta’bir ile li-zatihi o; odur... denilemez. Yani gayrla nazar-ı i’tibara alınması icab etmeyerek bila-şart-ı şey’ o vücud[a] ayn-ı zat veyahud o hüviyete nefs-i mahiyyetin mahiyetidir denilemez. Belki mümkünün vücudunun menza’ı olan gayr dahi nazar-ı i’tibara alınmak lazım gelir. Lakin mebde’-i evvel li-zatihi hüve hüve olduğundan vücudu ayn-ı mahiyyetidir ki bundan da zaruret-i vacibü’lvücud olduğu sabit olur. Ve yalnız vacibü’l-vücud için de denileceği tezahür eder. Yani mebde’-i evvelin gayrı olan kaffe-i mümkinat min-haysü hüve hüve nazar-ı tefekküre alınırsa o; odur. Suretiyle mahiyetlerine bila-şart-ı şey’ ayn-ı vücud olmak hükmü verilemez. Belki bunların hüviyetleri gayrdan müstefad; ve vacibü’l-vücud ki li-zatihi hüve hüve olan ve daha doğrusu zatı ayn-ı mahiyyeti olmakla o odur ta’birinden başka bir suretle gayrdan müstefad olmayıp mukteza-yı zattır. Bu hüviyet-i mutlaka ise adimü’l-ism bir ma’na olmakla zikr-i levazımıyla şerh olunmuştur. Levazım: Ya izafi veya selbidir ki levazım-ı izafiyye muarrefi daha ziyade tavzih ve ta’rif edeceğinden ta’riflerde levazım-ı selbiyyeden ziyade bunların isti’mali evladır. Sülub ve izafatı cami’ olan “lazım” ise ta’rif hususunda bit-tab’ sıfat-ı ekmeliyyeti haizdir ki bu da o hüviyetin ancak ilah olmasıyla zikr u irad olunabilir. Çünkü: İlah; suret-i mutlakada gayr kendisine müntesib olup kendisinin gayra asla intisabı olmayandır. gaybiyye ve mevcudat-ı meşhuddaki kaffe-i mücerredat ve maddiyyata nazaran bu hal ve vaziyette olduğundan gayrın kendisine intisabı izafi ve kendisinin gayra adem-i intisabı selbi olmuş olur. Ve arz olunduğu vech üzere celal ve azametine binaen “o; odur”dan başka hüviyet-i İlahiyye için bir ta’bir olmadığından bu hüviyet-i muazzama zikr-i levazımıyla şerh olundu ki bu levazım dahi izafi ve selbi olup bunların ekmeli ise ikisini de cami’ olan lazım olduğu dahi anifen arz olunmuş idi. “Allah” lafz-ı şerifi ise ism-i zat olup cemi’-i sıfatı müstecmi’ ve kaffe-i levazım-ı selbiyye ve izafiyyeyi cami’dir. Rücu’ – Binaenaleyh hüviyet-i mutlakaya işaret olan “hüve” lafzı “Allah” ism-i zatıyla ta’kıb kılınıp “hüve”nin adimu’l-ism olan medlulü tamamen keşf ü izah buyuruldu. Letaif: a Bu hüviyyet-i mukaddese-i İlahiyye’nin yalnız lazım-ı uluhiyyet ile ta’rif olunması mukavvemat-ı saire cins ve fasl araz gibi ta’riflerde isti’mal olunan ecza-yı maddiyyesi olmadığına işarettir. Çünkü olduğu halde adem-i zikirleri kasırıyet-i kelamı mucib olur idi. b Lazım-ı uluhiyyet yani uluhiyetten ibaret olan lazımın zikri akıbinde lafzı irad olundu ki: Bu lafız gayet-i vahdaniyyeti ifade ettiği için hüviyet-i mukaddese-i mezkure nihayet-i ferdiyet[t]e ve gayet-i vahdette olup ta’rifi hususunda mukavvimat mevcud olmadığına ve bundan dolayı da ancak zikr-i levazımıyla ta’rif kılınacağına tenbih ve işaret buyrulmuştur. Takdir-i kelam: Gayet-i vahdet ve kemal-i besatetinden dolayı ukul-i kasıra-i beşeriyye iktinah-ı hakıkatinden kasır ve envar-ı ezeliyyesinin mebadi’-i işrakına bile takat getirmekten aciz olduğu uluhiyetten ibaret olan hüviyet-i mukaddese adimü’l-ism olmakla levazımının zikrine iktisar olundu demek olur. c Mebde’iyyet-i küll vücub-ı vücud ve saire gibi hüviyet-i mebde’-i evvel için levazım-ı kesire var ise de bu levazımın mebde’-i evvele olan nisbetleri mütefavittir. Yani bir tertip dahilindedir. Kurb ve bu’dları müsavi değildir. Çünkü levazım ma’lumat demektir. Vahid-i hakıkı-i basitten ve arzen yekdiğerini vely ederek vuhdan-ı levazım bis-sudur tekessür ve teaddüd eyler ki lazım-ı karibin ta’rif hususundaki haiz olduğu kuvvetin lazım-ı ba’idden daha ziyade olduğu da yukarıda zikrolunmuş idi. Nitekim insanın a’raz-ı zatiyyesinden olan teaccüb ile dıhktan her birinin insana olan nisbetleri bir addolunmayıp teaccüb dıhka nazaran akreb-i i’tibar olunmakla insanı teaccüb sıfatıyla ta’rifi daha ziyade medar-ı tavzih olur. Bunun lazımın mahiyete olan kurb ü bu’duyla mütenasibdir. Bi-ibaretin uhra bir mahiyetin lazım-ı ba’idi ma’lul-i hakıkısi olmayıp ma’lulünün ma’lulü olmakla ikinci veya üçüncü derecede vaki’ olmuş olur. Kendisi için sebep olan bir şeyin dahi suret-i hakıkıyyede bilinmesi o sebebin bilinmesine menut olduğu gibi sebeb-i vücudu olmayan dahi levazımın zikriyle ma’lum olacağı hakıkı olmasına mani’ olur. Ta’rifin hakıkı olması için mahiyetin bizzat iktiza ettiği levazım-ı karibe zikrolunmalıdır. Mebde’-i evvelin ise vücub-ı vücudundan akreb diğer bir lazımı yoktur. Zira vücub-ı vücudu vasıtasıyla kaffe-i ka’inata mebde olmuştur. Vücub-ı vücud ve mebde’iyet-i küll lazımlarının mecmuu veyahud levazım-ı selbiyye ve izafiyyenin hey’et-i mecmuası da uluhiyetten ibarettir. Fe-li-haza “hüve” lafz-ı şerifiyle bundan başka bir suretle hakkaya işaret olunup buna lüzumen en karib olunan uluhiyet terdif olunmuş olmakla tahkıkat-ı hikemiyye-i mezkure kavl-i İlahi’ye tamamen tetabuk eylemiştir. Her ne kadar bizim için mahiyet-i İlahiyye’yi ma’rifet ancak sülub ve izafat vasıtası ile ise de akıl ve akil ve ma’kulün bir olduğu mertebe-i uluhiyyette ma’lum olan bu mahiyet ne için beyan olunmayıp levazımının zikrine iktisar olunmuştur. şeklindedir. – Mebde’-i evvelin vahdeti vahdet-i mücerrede ve besateti besatet-i mahza olmağla hiçbir suretle mukavvimat mevcud olmadığı gibi o mertebede asla kesret ve isneyniyet dahi yoktur. Bu mertebenin li-zatihi aklı –mukavvimatı bulunmadığı vücuh i’tibariyle kesretten münezzeh olan hüviyet-i sırfa-i mahzasını teakkulünden ibarettir ki levazım dahi işte bu besatetin icabat ve ma’lulatıdır. Yani o mertebe levazımdan bil-külliyye mücerreddir. Vahdet-i sırfa-ı İlahiyye’den “hüve” retten sonra besaitin levazım-ı karibe ve mürekkebatın mukavvimat evvelin besatet-i hakıkıyyesine en karib bir mertebede bulunan lazım-ı uluhiyyet zikrolundu. Zira: Ta’rifin ma’na-yı hakıkısi ma’kul ve muarref olan yani ta’rifi sadedinde bulunulan şeye mutabık bir suretin nefiste husulüdür. Eğer muarref mürekkeb olursa bit-tab’ eczasının ve basit olduğu takdirde levazımının dahi aynı zamanda nefiste husulü icab eder ki besaitin levazımıyla olan ta’rifi mürekkebatın eczasıyla olan ta’rifi gibidir. Bu mes’ele hakkında kütüb-i mantıkıyyeden Kitabü’ş-Şifa nam eserimde daha ziyade tafsilat mevcuddur. Vahdette mübalağadır. Ve bu hususta mübalağa-i tamme dahi haddü’l-gayeye vüsul ile olur. Çünkü vahid zaaf ve şiddet i’tibariyle ma’nası efradında derece-i müsaviyyede olmayan bir “külli müşekkik” olmağla hiçbir vechile kabil-i taksim olmayanın bir vecihten taksimi mümkün olandan daha ziyade vahidiyetle tavsifi evla olduğu gibi inkısam-ı akli ile taksim edilebilen dahi hissen taksim edilenden daha çok bu sıfatla tavsif olunmaya ehak ve elyaktır. Hissen taksimi mümkün olup da taksimi henüz kuvveden fi’le çıkarılmamış olan dahi bil-fi’il taksim edilmiş olan şeyden daha ziyade bu tavsife müstehaktır. Şu misallerden vahidiyetin efradı beynindeki tefavüt anlaşıldıktan sonra bunların en kavisinin yani vahidiyette hadd-i kemale vasıl olan ferdin ma-fevki olmamak lazım gelir. Çünkü vahidiyetteki mübalağa ve ferdaniyet mutlaka bunu muktezidir yoksa ehadiyet nisbi kalıp ehad-ı mutlak değil ehad bil-kıyas olmuş olur. Bu lafz-ı şerifi mahiyet-i İlahiyye’nin min külli’lvücuh vahid olduğuna yani ecnas ve fusul gibi mukavvimat teşkil eyleyen kesret-i ma’neviyye ve madde ve suret gibi kesret-i maddiyyesi bulunmadığına daldir ki bu lafz-ı şerif aynı zamanda kerem-i vech-i İlahi’yi layık vahdet-i kamile ve besatet-i hakkayı burka’-puş eden suver ve a’raz ve eb’az ve a’za ve’l-eşkal ve elvan vesair vücuh-ı teşbihten münezzeh olduğunu da mutazammındır. –Yukarıdan beri zikrolunan de’ava-yı adidenin lafz-ı şerifinde indiracı teslim olunduktan sonra bu da’valara bürhan aranılacak olursa şu suretle bir kıyas teşkil eyler ve bir bürhan-ı mantıkı ikame ederiz: Hüviyeti ictima’-ı eczadan hasıl olan mahiyatın cümlesini tasavvur bu eczanın zihinde huzuruna mütevakkıftır. Yani bunlar hiçbir zaman li-zatihi hüve hüve olmayıp gayrın inzimamı lazımdır. Bunun için gayr nazar-ı i’tibara alınmaksızın “o; odur” denilip zatı için aynı mahiyeti olmak hükmü verilemez. Lakin mebde’-i evvel Allah lafz-ı şerifinin delaleti vech üzere li-zatihi hüve hüve olmağla hüviyet-i İlahiyye’nin eczası olmadığı sabit olur. Yani hüviyet-i İlahiyye basit olmağla eczası yoktur ki bu da vacibü’l-vücud ve mebde’-i küll olmaklığı vesair levazım-ı uluhiyyeti mucibdir. Samed lügatte iki suretle tefsir olunmuştur. La cevfe lehu Umur-ı mühimmede kendisine müracaat olunan Zat-ı Celilü’l-Kadr’dır. Birinci tefsire göre ma’nası selbidir ki nefy-ı mahiyyete hiyettir. Çünkü mahiyeti olmayanın mahiyetten ibaret olan cevf ve batını dahi olmayacağı tabiidir. Batını olmadığı halde mevcud bulunan zatındaki cihet ve i’tibarı ancak vücudidir. Vücuddan başka i’tibar ve ciheti olmayan yani minhaysu hüve hüve vücuddan ibaret olan ise gayr-ı kabil-i ademdir. Bundan da Samed-i Hakıkı’nin kaffe-i vücuhtan mutlak vacibü’l-vücud olduğu mantıken istintac olunur. da kaffe-i mahlukat için Zat-ı Uluhiyyet’in seyyid-i küll olmasıdır. Ayet-i kerimeden bu iki ma’nanın irade edilmesi de muhtemeldir. Bu halde ayet-i kerimenin ma’na-yı münifi: undan ibarettir sıyakında olmuş olur. Hüviyet-i İlahiyye’nin kaffe-i mahlukatı uluhiyeti muktezi olmasıyla kendisinin bir “misli”ne dahi ifaza-i vücud eyleyip onun validi olması tevehhüm edilmiş olmakla Hak Teala hazretleri bu zehab-ı batılı def’ için kavl-i celiliyle kendisinde bir “misl”in tevellüd etmeyeceğini beyan buyurdular. Çünkü kendisinden bir “misl”i tevlid edenler mahiyette o “misl” ile müşterektir. Zira mesela nev’de mümaselet şahsiyetin onda iştirakiyle olur. Ve bu suretle mahiyet-i müşterekesi olanların teşahhusatı dahi maddi olmak veyahud madde ile alakası bulunmağla olur ki bundan da maddiyatın veyahud madde ile alakadar olanların gayrısından mütevellid olacağı sabit olur. Ve şu halde takdir-i kelam “doğurmadı çünkü doğrulmadı” halinde bulunur. Yani ne kimse kendisinin pederi ve ne kendi kimsenin pederi değildir. Doğurmamasına doğurulmamış olması illet olarak irad olunmuş ise de in’ikasen doğurulmamış olmasına bir delil aranılmak mümkün olmakla bu yoldaki varid olacak bir sual-i mukaddere cevap olarak deriz ki sure-i şerifede buna da lafz-ı şerifinin tefsirinde zikrolunduğu üzere cevf ve batını olmamak ve mahiyeti bulunmamakla zatındaki cihet ve i’tibarı ancak vücudundan rusu gayrdan gayr-ı mütevellid bulunması vacib olduğu için ve bu mahiyetin gayrdan müstefad olmayıp li-zatihi “hüve hüve” olduğu üslub-ı diger ile ifade olunmuş idi. Tezyil: el-ayeh Sure-i Meryem. el-ayeh Suretü’l-Cin gibi Cenab-ı Hakk’ın veled ve zevc ittihaz eylemiş olduğu i’tikad-ı batılını redden tehdid-amiz şeref-nüzul eylemiş olan bil-cümle ayat-ı kerimenin bu sırr-ı azime raci’ olduğuna bu ayet-i celilede tenbih u işaret vardır. Çünkü kendisinin bir misli olmayan için veled sahibi olmak mümteni’ olduğundan “veled”in pederden infisal eylemiş bir misl olduğu ve bu dahi mahiyet-i nev’iyyenin tekessürünü ve mahiyet-i nev’iyyenin tekessürü de –yukarıda beyan olunduğu vechile– maddiyeti mucib olur ki bu da mahiyetin li-zatihi hüve hüve olmayıp gayrdan tevellüdünü muktezi idi. Lakin Vacibü’l-vücud olan mebde’-i evvelin mahiyeti ayn-ı hüviyyeti olmakla ondan gayrı tevellüd etmeyeceği gibi kendisi de gayrdan mütevellid olamaz. kendisi bir mislinden ve bir misli dahi kendinden mütevellid olmadığı beyan buyurulduğu gibi bu ayet-i kerimede hiçbir kimsenin kendisinin küfüvvü olmadığı Küfüv olmak kuvvet-i vücudda bir şeyin diğer şeye müsavi olmasıdır ki bu da ya mahiyet-i nev’iyye veya vücub-ı vücudda yekdiğerlerine müsavi olmak ihtimallerini havidir. Mahiyet-i nev’iyyedeki müsavatı kavl-i celili Çünkü –miraren arz olunduğu vech üzere– mahiyeti kendiyle gayrı arasında müşterek olanın vücudu maddi olmak icab eder ki bu da gayrdan tevellüdü muktezi idi. Lakin hüviyet-i mutlaka-i İlahiyye gayrdan mütevellid olmadığı cinsiyyedeki iştirak demektir. Bu ayet-i kerime bunu da cerh u ibtal eyler. Zira kıyas-ı halefi ile mahiyet-i cinsiyyede iştiraki kabul olunsa cinsin faslı istilzamından dolayı cinsi olduğu gibi faslı dahi olması yani ümm mesabesinde olan cinsi ve eb mesabesinde bulunan veledin ebe olan intisabı daha kavi olmakla ebin bu babda asaleti vardır. Bunun için eb fasl i’tibar olunup ümm cinsi mesabesinde kalmıştır. faslın izdivacından mütevellid bulunması lazım gelir. Halbuki kimse tarafından Maamafih sure-i şerifenin evvelindeki icra edilen tahkıkattan mahiyet-i mebde’-i evvelin “li-zatihi hüve hüve” olduğu sabit olmuş olduğundan cins u faslın izdivacından tevellüdü bu suretle de men’ olunmuştur. Bu sure-i şerifedeki hakayık-ı aliyye suret-i icmaliyyede ber-vech-i ati derc-i sutur edilir: “Hüve” ta’birinden başka bir suretle ifade edilemeyen ve “hüve”den başka bir ismi olmayan hüviyet-i mahzaya olunduğu üzere ta’rif ve tavzihte en kuvvetli olan uluhiyetle ta’kıb olunup ba’dehu ehadiyet zikr u irad olundu ki bundan gerinin mütemmimidir. a Mukavvimatın zikriyle ta’rif-i kamil icra olunmayıp niçin levazımın zikriyle iktisar olunmuştur? denilmemesi çünkü uluhiyet mertebesinde asla kesret olmadığı için mukavvimat olmamakla hadd-i tam ile ta’rif olunamayacağını ehad lafz-ı şerifi iş’ar u ifade eyler. b Vahidiyet Zat-ı İlahi’nin cem’-i vücuhtan olduğunu beyan ve uluhiyet kaffe-i avalimden istiğna ve cem’-i mevcudatın kendisine ihtiyacı ma’nasına olmakla vahid-i mutlak olmaması eczasına ihtiyacını icab edeceğinden lazım olan ehadiyet uluhiyete terdif ve uluhiyet ehadiyet ile ta’kıb olundu ki bundan da uluhiyete ehadiyetin terettüb edeceği Çünkü her ne kadar min-haysu hüve hüve uluhiyet ehadiyeti muktezi ise de ehadiyet uluhiyeti muktezi değildir. Bundan sonra: Ma’na-yı uluhiyyetin tahkıki zımnında vücub-ı vücud veya mebde’iyyet-i küll ma’nalarına olan samediyet Ba’dehu kendisi gayrdan tevellüd eylememiş olmakla gayrın da kendisinden tevellüd eylemediği ve her ne kadar Zat-ı Uluhiyyet cemi’-i mevcudatın halıkı olmakla kaffe-i mahiyyete ifaza-i vücud eylemiş ise de vücud-ı İlahisi gayret-i eser-i feyzi olmadığı gibi kendisi dahi bir misline ifazai vücud etmediği beyan buyuruldu ve bunu dahi vücudda kendisine müsavi bir şey olmaması beyanı ta’kıb eyledi. Hülasa sure-i şerifenin evvelinden kavl-i kerimine kadar mahiyet ve levazım-ı mahiyyet ve vahdet-i hakıkıyye ve aslen gayr-ı mürekkebiyyet beyan ve nihayet sure-i şerifeye kadar olan ayetlerde dahi ne mahiyet-i cinsiyye ve ne mahiyet-i nev’iyyesinde herhangi suretle olursa olsun kendisine müsavi gelecek bir şey olmadığı ityan buyrulmuştur. Bil-cümle ulumun taleb ve tahsilinden maksad-ı asli zat ve sıfat-ı İlahi’yi ma’rifet ve ef’al-i İlahiyye’nin keyfiyet-i sudurunu dirayet olduğu derkar ve sure-i şerifeden ise ta’riz ve ima tarikıyle Zat-ı İlahiyye’ye tealluk eden imanın kaffesini aşikar olmakta olduğundan Resulullah sa Efendimiz hazretleri bu sure-i şerifenin aslu’l-ulum-ı Kur’an-ı Kerim’in sülüse muadil olduğu beyan buyurulmuştur. Bu kitabın tahririnden maksad-ı asli olan İslamiyet’in ta’rifi için menşe ve mehd-i zuhuru olan Arapların tarihini beyan eylemek muktezidir. Zira Arapların mevki’leri ibadat-ı kadime ve adat-ı kavmiyyelerinin İslamiyet üzerine büyük bir dahl u te’siri olmuştur. Araplar: Latin kavminin zann u zehabları vechile isimlerini Apollo oğlu Arabus’dan almamışlardır. Arapların isimleri Hazret-i İsmail aleyhisselamın ilk ikametgahı olan Medine civarında Arabe şehri isminden me’huzdur. Ahiren bu sekene ve akvamına alem-i mahsus ittihaz kılınmıştır. Araplar asıl i’tibariyle beş eyalet veya beş hükumete münkasem bir kavm-i firavan idiler. Ancak Avrupa’nın eski coğrafiyyunu rinden naçar onların isti’mal eylemiş oldukları Arabistan-ı Cibali Arabistan-ı Sahari Arabistan-ı Emsari namlarına taksim ve ol suretle ta’rif ve tevsime mecburuz. Arabistan’ın cihat-ı selasesi bahr ile muhat olup garben Bahr-i Ahmer cenuben Bahr-i Muhit-i Hindi şarkan Halic-i Farisi denizlerine müntehi ve şimal ciheti Suriye kıt’ası ve Fırat nehriyle mahdud bir kıt’a-i cesime olup mesaha-i sathiyyesi mesahalarından vasi’ ve ziyadedir. Roma müverrihlerinden Pliny nam müverrih “ceziretü ma beyne’n-nehreyn” Arabistan’dan add u şumar ve Araplara Suriyeli namını ıtlak eylemektedir. Bu tesmiyeye sebep Alda Jamini Araplarının bir müddet Suriye’yi istila oldukları gibi Yemen’den hicret eden Ezd ile el-Gassan kabilelerinin müddet-i medide ol havalide hüküm-ferma olmalarından naşidir. Havariyyun’dan Pavlus’un Corinth ahalisine yazdığı namede zikreylediği vechile kendisini Dımaşk’ta tevkıf etmek isteyen Aretas Arap hükümdarlarından biri olması lazım gelir. Zira ol havalide hüküm-ferma olan ümeranın ekser esamileri Beni Haris lakabıyla meşhur ve Areth dahi ondan muharref olduğu maznundur. Eyalat-ı Arab’a gelince Avrupalıların kabul ettikleri taksimata nazaran Arabistan-ı Cibali garbda Bahr-i Ahmer’in kısm-ı dahilisi ve Mısır’ın bir tarafıyla muhattır. Şimal cihetinde dahi arz-ı Filistin Suriye kıt’asıyla mahduddur. Şarkan dahi Arabistan-ı Sahari ile ma’ruftur. Cenubda Arabistan’ı Medain ve Feyafi’ye taksim eden silsile-i cibal ile maksumdur. Roma müverrihlerinden Strabo ve Pliny ve Ptolomy kıt’a-i mezkureye Nabatæa namı ıtlak ve bu ismi Hazret-i İsmail aleyhisselamın on iki evlad-ı zükurundan en büyük oğlu Nabiaoth isminden müştak olduğu zu’mundadırlar. Ancak bu isim Filistin’e civar olan mahallere ıtlak olunmakta olup ol havali arazisi gayet münbit ve mahsuldar olmakla beraber ahalisi ziraat ve ticaretle me’luf bir kavimdirler. Arabistan-ı Sahari ise garbda kısm-ı cibali ile Suriye kıt’asıyla muhattır. Şimalde dahi Fırat nehriyle mahdud ve şarkta Babil arazisinden tefrik eden silsile-i cibale müntehi ve cenubda kısm-ı medenisi kısm-ı sahariden birtakım cibal ile müfrezdir. Bu kıt’anın arazisi müstevi ve kumsal araziden Arabistan-ı Emsari şibh-i cezire gibi Bahr-i Ahmer ile Halic-i Farisi miyanında kaindir. Aksam-ı selasesinin en büyük kısmıdır. Mesaha-i sathiyyesi rivayete nazaran üç bin beş yüz dört mil murabba’ındadır. Kıt’a-yı mezkureye müverrih Solinus vesaireleri Ayman namını vermekte Araplar Yemen tesmiye eylemektedirler. Müverrih Dionysius Arabistan’ın o cihetlerinde bir müddet Amænam namını vermiş ki kıt’a-i mahbube demektir. Fi’lvaki’ kıt’a-i mezkure kıta’at-ı saireden daha cesim olmakla beraber daha münbit ve mahsuldardır ve o kıt’a Asya’nın en zengin buk’ası olduğu rivayet olunuyor. Kıt’a-i mezkurede de pek çok elmas ve kıymetdar ahcar ma’adini bulunduğu gibi eşcarından birçok pelesenk ve zamk-ı Arabi ve sevahilinden anber istihrac olunmaktadır. Ve’l-hasıl kıt’a-i mezkure ol derece zengin ve ol mertebe dil-nişindir ki cennetten bir kıt’a addolunsa sezadır. Keldaniler zamanında tekmil Arabistan bir hükumetin zir-i idaresine dahil olup olmadığı mechuldür. Araplar gerçi birçok kabaile münkasem ve Yahudiler gibi hariçten teehhül etmemek suretiyle ensab-ı kavmiyyelerini muhafaza eylemişlerse de ancak diyanat ve maarif-i kadimelerinden ma’lum ve ma’ruf pek az asar kalmıştır. Maamafih Acemlerin ve Keldanilerin ilm-i hey’et ve ilm-i nücum ile sair ulum-ı meşhureleri Araplardan me’huz olduğu mervidir. Lisanlarına gelince Yaarab namında bir zatın zuhuruna değin lisan-ı İbrani veya Süryani’den pek farklı değildi. Araplar iki kısma kabil-i taksim oldukları mervidir ki bir kısmı Arab-ı Ariba’dırlar ki bunlar Kahtan bin Abir bin Salih bin Sam bin Nuh’dur ve ikinci kısmı Arab-ı Müsta’ribe’dirler ki onlar Hazret-i İbrahim el-Halil aleyhissalatü vesselam mahdumu Hazret-i İsmail aleyhisselamı arz-ı Hicaz’da Cürhüm kabilesinin nişimgahı olan Yesrib medinesine getirip onda ikamet ve Cürhümiler’den teehhül eylemesiyle Kureyş kabilesiyle sair kabail-i müsta’ribe onun zürriyetinden mütevellid ve mütenasildir. Hazret-i İsmail Cürhüm kabilesinden teehhül eylemesiyle onların adat ve lisanlarını ahz etmiş ve kendisi ile zürriyeti kabail-i Arabiyye miyanına dahil olarak aralarında nesebden bir fark kalmamıştır. Lisanına gelince Cürhümilerle Kahtanilerin lisanları beyninde cüz’i bir fark ve tefavüt vardır. Kahtaniler Himyer lisanıyla mütekellim oldukları halde Hazret-i İsmail Himyer lisanıyla Cürhüm lisanını mezcederek bir lügat-i fasiha icad eylemiştir. Kahtaniler an-asl Yemen’den hicret etmiş Arab-ı Ariba kabail-i asliyyelerinden olmalarına ve Cürhümiler ise Sahrayı Hicaziyye’de mutavattın bulunmalarına ve Hazret-i İsmail şeklinde yazılmıştır. bir nevi’ tefevvuk ve rüchan iddiasında idiler. Yemen ahalisi Sebe İbni Yeşcüb İbni Ya’rub İbni Kahtan zürriyetinden olduklarından naşi kendilerine “Sebe’i” ıtlak olunurdu. Dinleri pek kadim olup Hazret-i İdris ile Şit aleyhisselamdan telakkı eyledikleri ve Şit aleyhisselamın suhufu kendilerinde mevcud olduğu iddiasında idiler. Ancak Hazret-i İbrahim aleyhissalatü vesselam Harran’da iken kable’l-vahy tabi’ olduğu din dahi suhuf-ı Şit ahkamından ibaret olduğuna şüphe yoktur. Müverrih Maimonides rivayetine nazaran ol esnada umum dünya ahalisinin dini budur. Ebu’l-Fida’nın dahi rivayeti bunu müeyyiddir. Yemenliler vahdaniyet-i uluhiyyete kail ve Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kudretini mu’tekid idiler. Ancak Cenab-ı Hakk’a takarrüb için birtakım vasıtaların şefaati lüzumuna zahib idiler. Cenab-ı Hakk’a ol vasıtalarla tazarru ve niyaz eylerler idi. Dualarında ubudiyetlerini i’tiraf ve Cenab-ı Hakk’ın hükm ü kudretinden hariç bir nesne bulunmadığını ma’sum ve gayr-ı mer’i vesaitin vücuduna kail oldukları gibi ecram-ı semaviyyeden bulunan nücumun dahi te’sirat-ı maddiyyelerine kail idiler. Ve bu i’tikada mebni mevaki’-i nücum ile sevabit ve seyyaratın seyr u hareketlerine ve yekdiğerleriyle müsademe ve sukutlarına birçok meani isnad ve ahkam istinbat eylerler idi. İşbu ecram-ı ulviyyenin hareketleriyle leyl u neharın mikdar ve sa’at-ı zamaniyyesini takdir ve ta’yin eyledikleri gibi eşkallerinden birtakım mühürler ve vefkler tertip ve onlardan istigase ve istiane eylerler idi ve ol esnada memalik-i Arabiyye’de ve arz-ı Filistin ile Mısır’da ve memalik-i sairede isti’mal olunagelen nüshalar onlardan me’huzdur. Eskiden basmakalıp birtakım emirler vardı vakt-i miadı gelince matbuata tebliğ edilir gazeteler yazar herkes okur memnun olur; bu suretle efkar-ı umumiyyeye mümaşat olunurdu. Maksad iş yapmak değil ahaliye hoş görünmek. Herkes der nazar-ı intikadını başka noktalara çevirirdi. Hiçbir şey yapmamak fakat her şeyi yapar görünmek… O zamanın en esaslı düstur-i siyaseti idi. Sonra o zamanlar değişti riyakarlık kalkmaya evamir-i hükumette ciddiyet görünmeye başladı. Çünkü hükumetin yüzü ak alnı açık kimseden pervası yok. Hayır diye i’tikad ettiği şeyi emreder emrettiği şeyi hemen tatbik eder… Birçok mes’elelerde hükumetin bu ciddiyeti zor inkar olunabilir. Yalnız bazı cihetler de vardır ki oralarda ne dereceye kadar ciddiyet göstermek istediği henüz ma’lum değildir. Maamafih bu noktayı da nazar-ı ehemmiyyetten uzak bulundurduğuna inanmamalıdır. fiyeti bu kabildendir. Hükumet bu mes’eleye ehemmiyet vermemezlik etmiyor arasıra tesettür-i nisvana i’tina adab-ı görülüyor. Ber-mu’tad Bab-ı Meşihat’ten çıkan bu evamir Dahiliye’ye geliyor. Oradan da Emniyet-i Umumiyye Müdiriyeti’ne tebliğ olunuyor. Fakat sonra ne oluyor? Yine eski tas eski hamam. Dün ne ise bugün yine o. Ahvalde bir salah görülemiyor. Acaba hükumet bu babda i’mal-i nüfuzdan aciz midir? Eğer aciz ise niçin ‘böyle yapacağız’ diye gazetelerle i’lan ediyor? Demek ki hükumet bu babda ciddiyet gösteremiyor. Bu kabil hadisatın tekerrürüne karşı böyle şüphelerin husulü tabiidir. Bunun için hükumet bir şeyi emretti mi yapmalıdır yapamayacaksa hiç nafile yorulmamalı. getirmemelidir. Bilhassa Makam-ı Meşihat-i Ulya’nın bu mühimmeyi nazar-ı dikkate alması lazımdır. Geçenlerde “Şeriat-i garra-yi Ahmediyye’nin alem-i insaniyyete bahşettiği ehasin-i adat cümle-i cemilesinden olan tesettür-i nisvan emr-i mühimmine bazı nisvan-ı İslamiyye taraflarından tamamiyle riayet edilmemekte ve adab ve ahlak-ı milliyyeye muhalif evza’ ve harekatta bulunulmakta olduğu haber verildiğinden dinen ve siyaseten gayr-ı kabil-i tecviz olan bu gibi halat-ı gayr-ı marziyyenin her halde men’i vesailinin istikmaliyle din-i mübin ve şer’i– kudsiyyetkarin-i Muhammedi’nin muhafaza-i ahkamına dikkat ve i’tina olunması hususunun ta’mimen iş’arı Makam-ı Meşihatpenahi’den ba-tezkire iş’ar olunmakla ber-muceb-i iş’ar keyfiyet Dahiliye Nezareti’nden Emniyet-i Umumiyye Müdiriyeti’ne ve ta’mimen vilayata tebliğ u izbar kılınmıştı.” Şimdi bu iş’arı gazetelerde okuyan bir adam geçen gece Direklerarası’ndaki rezaleti görür de hayret ve teessüf ederse ma’zur değil midir? Ne idi o hal ne idi o rezalet? Herkes beht ü hayret içinde kaldı. Saat beşi geçmiş altıya geliyordu. O çapkın sesli otomobil Vezneciler’den şuhane öte öte geldiğini haber verdi. Bütün nazarlar o tarafa çevrildi. Ne görseniz iyi!.. Otomobil açık. İçinde iki kadın müslüman kadınları! Başlarında telli birer başörtüsü Direklerarası’nın tufan-ı ziyası arasında parıl parıl parlayarak celb-i enzar ediyor. Şeffaf bir tül kabartma tuvaletler üstüne süs için konmuş. Göğüsleri küşade kollar dirseklere kadar açık. Dirseklerini otomobilden harice çıkarmış ellerini çenelerine koymuşlar. Çeşman-ı harisleri çayhanelerin ta içerilerine kadar nüfuz ediyor kendilerine mütehayyir ve mütehassir atfolunan nazarlarla telafi ediyor. Öndeki iki şapkalı frengin biri otomobili idare etmekte diğeri yanca oturmuş gözleri kadınlara ma’tuf elleri “bambart”ı şuhane öttürüyor. Dudakları mütebessim müstehzi bütün enzar-ı muhterisane arasında bu nazeninleri! gezdiriyor. Şehzade kubbelerinin nim-muzlim gölgeleri altından ta karakola kadar getiriyor orada bir reverans yapıyor yine bu derya-yı nur içinden bir balık gibi süzülüp haremgah-ı Herkes hayret içinde. Biraz ötede olan iki arkadaş konuşuyorlar: – Yahu! Bu ne haldir? – Vallahi hayretten teessüften başka diyecek yok. – Acaba kimlerdendir dersiniz? – Bilmem sanadid-i istibdad ailelerini de menfalarına almışlardı zannederim. – Frenklerin müstehzi tebessümlerini görebildiniz mi? – Görmek ne demek? Ta yüreğime kadar işledi!.. – Geçenlerde kadınların tesettüre adab-ı İslamiyye’ye riayet etmelerine i’tina olunmasına dair Emniyet-i Umumiyye’ye tebligat vuku’ bulduğunu gazeteler yazıyordu. Acaba polisin nazar-ı dikkatine çarpmadı mı? – Arkadan polisin bakakaldığını görmediniz mi?.. Otomobille giden hanımları durdurmak kolay mı? Buna hayli cesaret ister. Ya kadınlar “Hürriyetimize tecavüz ettin!” diye yarın kocalarını polisin başına musallat ederlerse?.. Öteden bir zabit: – Ne miskin halk! Gözleri önünde hükumetin emri dinin haysiyeti İslamiyet’in adabı ayaklar altına alınır da ses çıkaran olmaz. Hicablarından yerlere girecek yahud nefretlerinden yüzlerine tükürecek yerde kimi kaşlarının çekikliğinden gözlerinin siyahlığından kimi de kollarının beyazlığından bahsediyor. Bu kadar kanı kurumuş millet bu kadar esir-i şehvet olmuş bir kavim bir memleket halkı doğrusu Bizans’tan başka yerde görülmez. Yanındaki Kafkasyalı zat ilave ediyor: – Bizim Kafkasya’da bu halde bir kadını görseler emin olunuz ıslıklarla folluk yumurtalarla rezil ederler. Halbuki bizim memleketimiz Rus idaresi altında burası ise Darü’l-Hilafe olacak!.. Me’murinden bir zat: – Fakat azizim mes’uliyet-i ma’neviyyeyi o kadar teşmil etmeyiniz. Meşihat lazım gelen iş’aratta bulunmuş vazifesini yapmış; Dahiliye de Emniyet-i Umumiyye’ye tebliğ etmiş; o da merkezlere tebligatta bulunmuş. Burada kusur olsa olsa Direklerarası’nın tabi’ olduğu merkezdedir. Bazı merkezlerde kadınların adab-ı İslamiyye’ye riayet etmelerine o derece i’tina olunuyor ki cidden memnun olmamak kabil değildir. Bütün merkezlere tebliğ olunan aynı emirdir. Yalnız şu var ki merkezlerin o emr-i hükumeti tatbikte gösterecekleri kusurdan dolayı Müdiriyet onları mes’ul tutar. Hem acaba Müdiriyet bu hali haber almışsa merkez-i a’idini tevbih etmemiş midir? Onun için ne Müdiriyet’te ne Dahiliye’de ne de Meşihat’te asla bir vazifesizlik bir mes’uliyet-i ma’neviyye yoktur… – Eh öyle olsun… Öteden çayını karıştıran sakallı bir ihtiyar: – Nene lazım evlad senin bu işler? Kocasının söz geçiremediği bir kadını hükumet mi terbiye edecek? Millet ahlaklı olmalı. İnsanın cibilliyeti pak olmalı. Zorla güzellik olmaz… – Ama insan müteessir olur… – Rahat istersen evinde otur!.. Diplomaside hayli kullanılan ta’birlerden biri de Türkiye-Fransa dostluğu an’anesidir. Hemen herkes bilir ki bu dostluk ilk evvel’ncı asr-ı miladi ibtidasında Sultan Süleyman-ı Kanuni ile birinci Fransuva arasında tekevvün etmişti Fransa kralı Fransuva taht-ı hükümdariye oturduğu zaman bir müslüman-Türk padişahıyla akd-i muhadenet edecek adama hiç benzemiyordu. İspanyalı Şarlken’e karşı Almanya imparator tacına namzedliğini vaz’ ederken eğer lüman-Türkler aleyhine azim bir ehl-i salib seferi açacağını Şarlken ordusu tarafından yenilip esir düşmesi üzerine bütün bu hayalat uçtu kayboldu; ve Kral’ın anası Luiz dö Savua o zamanın en sahib-i iktidar u şevket hükümdarı olan Osmanlı Padişahı Süleyman Han-ı Kanuni’ye sığınarak muavenet Fransa kralının elçileri birkaç defa “Dergah-ı Şevket-penaha” gelip gittiler; “gayet Hıristiyan kral” müslüman Türklerle sıkıştırması üzerine nihayet senesi bir mukavele-i ittifakıyye akdinde muztar kaldı. Maamafih Fransuva bu ittifakını Nasrani Avrupa’dan gizli tutar ve “din düşmanı” Türklerle dostluğunu hiçbir kimseye bildirmemek isterdi. Türk ittifakından Fransa’nın kazancı pek çok oldu. Süleyman Kanuni’nin bitmez tükenmez Nemçe ve Alman seferleriyle Habsburgların kuvvet ve iktidarı kırılarak Fransa’yı şark ve cenubundan sıkıştıran Şarlken İmparatorluğu’nun tazyiki hafifleşti Fransa imparatorluğa ilhak olunmak tehlikesini atlattı. Bundan başka şarkta bir sürü payidar menafi’-i maddiyye de te’min edebildi: Fransızlar Osmanlı liman ve iskelelerinin cümlesinde icra-yı ticaret hakkını kazandılar diğer devletlerin gemileri Osmanlı sularında ancak Fransız bandırasıyla geşt ü güzar edebilecekti. Bu mukavele hürriyet-i kamile-i diniyyesini te’min ettiği gibi “Makamat-ı Mübareke”nin yani Kudüs-i Şerif’te inde’n-Nasara mukaddes addolunan bazı mahallerin muhafazası hizmet-i mucibü’l-mefharetini de kendi tebeasına bahşettirmişti; ahidname-i kadiminde mezkur hukuk bilahare Fransa’nın Devlet-i Osmaniyye tebea-i Hristiyaniyyesi’ne nev’ama bir hakk-ı himayet ve sahabet iddiasına bile meydan açmıştır. Fransız menabiinden istihrac olunan şu ma’lumattan anlaşılıyor ki Fransızlarla ilk te’sis-i muhadenet ettiğimiz vakit onlar bu dostluğu aramaya mecbur oldukları halde dostluktan asıl istifade eden yine onlar olmuşlardır. Fransuva Kanuni Sultan Süleyman sayesinde krallığını memleketini Şarlken elinden kurtarmış ve üstesine şarkta bir nevi’ hakk-ı inhisar-ı ticari kazanmış ve bu da yetmiyormuş gibi zavallı Türklerin başına şimdiye kadar atamadıkları kapitülasyon belasını dolamıştır. Buna mukabil acaba Türkler ne kazanmışlar? Gerek Osmanlı gerekse Fransız tarihleri buna dair Şarlken kuvvetinin bir kısmını kendi üzerine celbetmekten gayrı bir şey göstermiyorlar halbuki Fransuva bu vazifesini de mertçe ifa etmemiştir: Süleyman-ı Kanuni’nin Nemçe seferlerinden birisinde padişah kralın hazırlanıp yardıma gelmesini teklif ve taleb etmiş iken ahde vefasızlıkla meşhur Fransuva leyte ve le’alle ile vakit geçirip muavenetten uğramıştır. Bu vak’ayı Fransız müverrihi müteveffa Rambaud naklediyor. Hıristiyan Avrupa efkar-ı umumiyyesi başta gayet Hıristiyan kralın Emirü’l-mü’minin ile ittifakına pek hiddetlenmiş kı olunuyordu. Fakat bu “hıyanet”in maddi paralı menafii pek çabuk tezahür ettiğinden diğer Hıristiyan hükümdarlar da Fransuva’nın isrine iktifada gecikmediler. Hatta bizzat Papa Cenabları bile aynı hukuk-ı iktisadiyyeyi istihsal için kapitülasyonuna iştirak arzusunu izhar eyledi!.. Fransızların da değil bütün Hıristiyan Avrupa’nın faidesine olarak başlayan Türk-Fransız dostluğu az çok fasılalar ile bu güne kadar devam etmektedir. Fransa’nın Türk dostluğundan beklediği pek muayyen ve sarih iki şey vardır: Birincisi şarkta menafi’-i iktisadiyyesini te’min ve tevsi’ etmek hatta kabilse bütün Türkiye’yi inhisar-ı iktisadisi altına almak; ikincisi şark hıristiyanlarını ve alel-husus Katolik mezhebinde olanlarını ta’lim terbiye ve himaye ederek ve onlar vasıtasıyla Fransa medeniyetini anasır-ı saireye de neşr u telkıh eyleyerek şarkı bir nevi’ nüfuz ve hakimiyet-i medeniyyesi boyunduruğuna geçirmek. İşbu makasıdı istihsal edebilmek için Fransa Devlet-i Osmaniyye’yi zaman-ı siyaseten ve hatta bir defa harben müdafaa eylemiştir. Lakin kendisine diğer cihetten daha ziyade menafi gösterildi mi derhal o asr-dide Türk dostluğunu hemen feda ederek Devlet-i Osmaniyye’nin taksimine ruy-ı muvafakat göstermiştir. Dediklerimizin sıhhatini isbat için Birinci Fransuva’dan devre-i tarihiyyenin muhtasaran beyanı iktiza eder. Fransuva’dan sonra Türkiye-Fransa münasebatında en göze çarpan devirler Sultan Mahmud-ı Evvel’in Belgrad Muahedesi’ni akdettiği hengam ile Birinci Napolyon ve Üçüncü Napolyon asırları bir de Yunan ve Mısır mes’eleleri zamanıdır. Sultan Süleyman-ı Kanuni zamanında ittifak ve muhadenetin müsted’isi Fransa Kralı iken on sekizinci asr-ı miladide emr ber-aks olmuştur. Kara Mustafa Paşa’nın Viyana kane ilerleyen Avusturyalılara mukabele için artık Türklerdir ki Fransızlardan yardım beklerler. Ba-husus Büyük Petro’nun memalik-i vasi’asını ıslah ve tanzim edip Karadeniz’i tehdide başlamasından i’tibaren Devlet-i Osmaniyye’nin hayatına kasdeden düşman ikileşmiş olduğundan Sultanlar kat Fransa da Devlet-i Osmaniyye’nin tehlike-i azimeye ma’ruz bulunmasından pek müteessirdir: Eger Avusturya Çesarı ve Rusya Çarı sultanın yerine kaim olursa artık Fransa’nın o parlak şark ticaretine uğurlar olsun! Bunu pek iyi teferrüs eden Versay Hükumeti’nce şark hakkında vazıh bir meslek-i siyasi tekarrür eder: Madem ki Fransa’nın şarkta azim menafi’-i ticariyyesi mevcud olup şark iskeleleri Fransız ticaretinin hemen hemen yed-i inhisarında bulunuyor bu halde Fransa şarkta hal-ı hazırı “Status Quo”yu muhafaza etmeli ve Memalik-i Şahane’nin düvel-i saire tarafından zabt u istilasına mümanaat olunmalıdır. Bu meslek bilahare “muhafaza-i tamamiyet-i mülkiyye-i Osmaniyye” namıyla kesb-i iştihar eden esas-ı diplomatikıden başka bir şey değildir. Memalik-i Osmaniyye Rus ve Avusturyalıların kolay avlanır bir şikarı olmamak için Rusya ve Avusturya civarlarında vaki’ Lehistan ve İsveç gibi binnisbe zayıf devletler ziyanına tevessü’le kesb-i iktidar etmemelidirler. Bunun için Versay Hükumeti şarkın işbu zayıf devletlerini yani İsveç Lehistan ve Türkiye’yi birbirlerine revabıt-ı ittifakıyye ile bağlayarak şarkın kavi devletlerinin yani Rusya ve Avusturya’nın taarruzlarına karşı müttefikan müdafaatta bulunmalarını ister.’inci asırda Fransız diplomasisinin Klasik İttifak ta’bir ettiği arkada Fransa olmak üzere mukabil ittifaklarıdır. Rusya ve Avusturya’nın Lehistan hakkındaki amal-i istila-cuyanelerinden neş’et eden “Lehistan Veraseti Muharebesi” başlanacağı esnada Fransa Hariciye Nazırı Kardinal Fleury İstanbul’da mukım elçisi Marquis de Villeneuve vasıtasıyla Rusya nüfuzunun tevsii Devlet-i Osmaniyye’ce de muzır olduğunu Divan-ı Hümayun’a izah ederek Devlet-i Osmaniyye’yi harb-i mezkura teşrike uğraşıyordu. Lakin Hükumet-i Osmaniyye iştirak-i harbe va’d-i muvafakat vermezden akdem Fransa Kralı On Beşinci Louis’nin muharrer bir mukavele-i ittifakiyeye vaz’-ı imza eylemesini taleb ediyordu. Yalnız Birinci Fransuva vefasızlıklarından değil sonra gelip geçen Fransız hükümdarlarının da mütemadi ikiyüzlüklerinden canı yanmış Divan-ı Hümayun’un bu kadarcık olsun bir dirayet-i siyasiyye göstermesini bile çok gören Fransız müverrihleri muharrer bir mukavele talebi fikrinin zade Ahmed Paşa’dan sudur ettiğini iddia eylerler... Kardinal Fleury “Roma Kilisesi’nin en ali bir mansıbını haiz zatın Osmanlı sadrazamının ismi yanına vaz’-ı imza eylemesi caiz olamayacağından” böyle bir muahede-i muharrerenin teatisine razı olmadı. Taassub ve teşrifatla örtülen maksad-ı hakıkı harekat-ı atiyyede daha serbest bulunabilmekti. Artık Avusturya hakimi Ferdinand’ın sadrazama biraderim diye hitap ettiği devirler geçmiş olduğundan Rusya’nın Avusturya ma’lum olur olmaz muahedename istihsalinde daha ziyade Rusya’nın müttefiki Avusturya ibtida sırf vakit kazanmak tavassuttan falan bahsederek Divan-ı Hümayun’u bir müddet aldattıysa da hazırlığı tamam olur olmaz o da Devlet-i Osmaniyye ile harbe girişti. Lakin Devlet-i Osmaniyye gerek Ruslara gerekse Avusturyalılara karşı bu sefer muvaffakıyetle harb edip mütevali muzafferiyetlere nail oldu. Esnayı harbde Fransızların Devlet-i Osmaniyye’ye maddeten hiçbir faideleri dokunmadı hatta kendileri Lehistan Veraseti Muharebesi’ne nihayet vererek Viyana Muahedesi’yle sulha razı oldukları gibi Devlet-i Osmaniyye’nin de artık musalaha etmesi için elçileri Villeneuve’yı nezd-i hükumette Belgrad Kalesi’ni istirdad etmeksizin sulhu istemiyordu. Maamafih Villeneuve’un Türklere en büyük hizmeti işte bu esnada dokunmuştur: Marki de Villeneuve debdebeli bir alay ile senesi Mayıs’ında İstanbul’dan kalkıp Ordu-yı Hümayun’a geldi. Sadrazam ve Avusturya kumandanı arasında sulh simsarlığı ederek tarafeyne Eylül tarihli Belgrad Muahedenamesi’ni imzalattırdı. Vakıa Belgrad Muahedesi Abdurrahman Şeref Bey’in dediği gibi “Asr-ı Mahmud Hani’yi tezyin eden vekayi’den olup Avusturya Devleti’nce hükmü Birinci Petro’nun Prut’ta akd ve kabule mecbur olduğu muahede-i ma’lume hükmüne muadildir.”: Avusturya Sultan’a Sırbistan’ı Eflak-ı Sagır’i Orsova’yı ve hatta Türkler’in henüz zabtetmedikleri Belgrad’ı bile terk ve iade eyliyordu. Gerçi muahedenamenin ta’yin ettiği müddet-i sulh yirmi seneden ibaretti ama muahedenamenin netayici bu güne kadar payidar kalmıştır: Avusturya geçen seneki Bosna ve Hersek iltihakına kadar Belgrad Muahedenamesi’nin çizdiği hududdan cenuba geçememişti. “Avusturya’nın Türkiye’ye mukabil taarruz hareketi uzun bir müddet için Fransa eliyle durdurulmuş idi.” Rusya da yine Marquis de Villeneuve vesatetiyle hemen hiçbir şey kazanamaksızın akd-i sulh etti. Sonra Villeneuve Türkiye’nin Rusya ve Avusturya’ya mukabil mevziini tamamiyle te’yid ve takviye kasdıyla’ta Türkiye-İsveç İttifaknamesi’ni akdettirdi. Fransa Hükumeti’nin ve o hükumetin cidden muktedir ve faal elçisi Marquis de Villeneuve’un’inci asr-ı miladi ortalarında Devlet-i Osmaniyye’ye te’min ettiği menafi’-i azimeyi inkar mümkün değildir. Lakin bu büyük hizmetin Osmanlılar kalbinde hissiyat-ı saire ile memzuc olmayan bir hiss-i şükran idame edebilmesi için simsariyenin o kadar fahiş olmaması lazımdı. Marquis de Villeneuve’un miyancılığından Fransa’nın neler kazanmış olduğunu anlamak için yine bir Fransız’ın yazdıklarını okuyalım: “Sultan Villeneuve’un hidemat-ı azimesine mükafaten Fransa’ya evvelce verilmiş olan kapitülasyonları tecdid ve tekmil eyledi: Fransız tüccarlarının imtiyazat-ı ticariyyeleri te’kid ve tevsi’ olundu. Şark o zaman bizim için azim bir müstemleke haline geçti; fevkalade nafi’ şerait dahilinde bizim mahsulat ve ma’mulatımızı alarak kendisininkini de gönderiyordu. Filistin’deki meabidin cümlesi Ortodoksların tülasyonları hala saltanat-ı Osmaniyye’de sakin Fransızların kanun-ı hususi[si]dir.” Fransızlara işbu menafi’-i azime bile kafi gelmiyordu. Onlar biraz mübhem fakat daha azim arzular besliyorlardı: “Fransa Sefiri Sultan’ın müşaviriydi nev’ama vezir-i evveli idi; dedikleri gibi “Hıristiyanların vezir-i a’zamı” adeta padişahın vekili idi. Bu şerait dahilinde Türkiye’nin terbiye-i cedidesini muvaffakıyetle ilerletmek ümid olunamaz mıydı?..” Ey hazerat-ı ulema-yı Buhara! Ey varis-i Hazret-i Peygamber-i Medeni! Ey ahfad-ı Ali Kuşçu Uluğ Bey Farabi ey ca-nişin-i ma’den-i ilm-i İslami! .\ Pekin’de bir Cem’iyyet-i İslamiyye teşekkül etti dört aydan beri sa’y u gayret ediyorlar cem’iyete dahil olanların kaffesi vücuh ve avamdandır ulema-yı zevi’l-ihtiramdan altı zat iştirakle cem’iyeti takviye ettiler. Çince cem’iyetin Sıratımüstakım idaresine takdim ederim cem’iyetin bit-tabi’ meram ve maksadı izale-i cehalet ittihad ve ittifakla saadet-i dareyne isal edecek esbaba tevessüldür… Çin müslümanları olup Japonya’ya giden mektep talebeleri bil-ittifak bir cem’iyet teşkiline muvaffak olmuşlardır pek ziyade gayret ediyorlar şu zevat-ı kiramı teşvik eden zat-ı muhterem Mısırlı Ahmed Fazlı Beyefendi’dir. Çok himmet ediyorlar Çin’den Japonya’ya azimet eden efendilerin adedi .’e baliğdir bunların içinde mektepli din kardeşlerimiz ekall-i mine’l-kalildir fakat her hususta faik ve mümtaz imişler Çin müslümanları hissetmişler ki şimdi mevcud olan ilimle Avrupa vaizler[ini] def’ edemeyecekler zira şimdi Arapça tekellüm ve mübahaseye muktedir misyonerler ke’l-cerad vürud etmeye başladı. Çin uleması ise ke’l-haceri’l-asammdır. Binaenaleyh medaris-i ilmiyyenin ıslahı farz-ı lazımdır Avrupa vaizleri yalnız erkeklere münhasır ola idi la-be’s idi. Miss Leydi vaizeleri daha müessir ve daha nüfuzludur. Köylere varıncaya kadar dağılıyorlar. Acaba biz ne vakit menam-ı gafletten kıyam ve halas olabileceğiz. Ba-husus buradaki din kardeşlerimiz ma-sadak bir halde uyuyorlar. Geçenlerde medaris-i İslamiyye’nin suret-i ıslahına dair bir makale Sıratımüstakım’e derc olunmuştu. Beyanülhak refik-i muhteremimizin son nüshasında mezkur makalede müdafaa olunmuş bazı efkarın daha büyük bir mikyasta te’yid olunduğunu görmekle memnunuz. “El-Hikmetü Dalletün” serlevhalı makale-namelerinde Şerefeddin Beyefendi kardeşimiz ber-vech-i ati mütalaat-ı saibe “Kuru yaş her şeyi ihtiva buyurduğu yine kendisi tarafından beyan olunan Kur’an-ı Kerim’in hakayık-ı aliyyesini hayrımıza olarak daha iyi anlayabilmek için ulum-ı cedide ve müterakkıyyeyi tetebbu’ eylememize ne mani’ vardır?.. Hiç şüphe yoktur ki –belki bilmedikleri halde– na’il-i ni’met-i İslam olmak din-i fıtri olan ve esası masunü’l-indiras üzere ila-maşaallah ber-devam olacak bulunan din-i mübin-i İslam’ın bu erbab-ı ictihad ve tefekkürün gaye-i hayalisi olduğu bu münakaşatı ta’kıb edenlerce pek kolaylıkla kabul olunur bir hakıkattir. Fakat burada tekraren şunu söylemekten kendimiz men’ edemeyiz ki arz olunan su’-i tefahümde vazife-i irşadı deruhte eylemiş olan hümat-ı dinin pek büyük bir te’siri olmuş ve olmakta bulunmuştur. Lehü’l-hamd emr-i tedrise hiçbir mani’ kalmamış iken Darü’l-Fünun’un ulum-ı diniyye şu’besinde olsun daha doğrusu nerede olursa olsun hala bir “mukayese-i edyan” essüf ve telehhüftür. Avrupa darü’l-fünunlarında –talebe-i din– İbrani Süryani Arabi’den tutun da Yunan-ı Kadim Latin lisanlarına varıncaya kadar yedi sekiz lisan öğrenmek mecburiyetindedirler. Çünkü –İncil-i şerifin mezaya-yı dakıkasını anlamak bu lisanları bilmeye muhtaç imiş– bunlardan başka Yunan ve Arabi felsefelerini de tederrüs ederler. Ecnebi lisanlarından en münteşir olanına hiçbir alimimizin vakıf olmaması ve felsefeye dair –velev İbni Rüşd ve sanı maksadsız bir hareket icra edilmekte olduğuna kani kılar. Biz deriz ki zaman-ı tahsil arz ettiğimiz devre-i intibahımızda pek açık bir surette hissolunmuş olan ve bugün adeta pek gecikmiş bulunan ulum-ı lazime-i cedideyi biz sarıklılar okuyup telafı-yi ma-fata kanaat eylemeliyiz… İçimizdekilerden hakayık-ı İslamiyye’ye bigane kalanların zararları kendi nefislerine raci’dir. Fakat a’raz-ı siyasiyye ve makasıdı saire ile din-i celil-i İslam’a karşı i’tirazlara ve bu babda yazılan risalelere fakıhü’l-İslam merhum Şeyh Muhammed Abduh’tan başka bir alim-i İslamiyyet’in cevap verememesi dört yüz milyonluk bir sevad-ı azimin haysiyetini kesretmez mi? Fransa’nın Hariciye Nazırı sabık Hanotaux Cenabları bu kere bir risale daha tahrir edecek olursa bilmem kim iskat edip izhar-ı hakka muktedir olacak?..” Ne kadar doğru ve ne kadar acı!.. Bizimle eğleniyorlar fakat bizde kızaran yok! Diğer bir doğru ve doğru olduğu için pek acı bir makale daha okumak istiyor musunuz? Buyurunuz Silah arkadaşımızın şu mertçe makalesine bir göz gezdirin: “Devletler cevap verdi. Venizelos Poloporkis Yunan tebeasıdır. Meb’us olabilirler. Diğer üçü Osmanlıdır. Men’ olunacaktır dediler. Bu ne rezalettir. Madem ki iki evvelki şakı Yunanlı idi. Bu kadar vakittir Girid’de neden me’muriyette tutuldu Girid Osmanlı ise onlar da Osmanlı idiler ki me’muru oldular. Devletler Yunanlı olduklarını bildikleri halde neden bu aslını ve neslini saklayanların bizim vatanda icrayı hizmetine müsaade ettiler. Kanunumuz ve Girid Kanun-ı Esasisi adadaki her bir me’murun Osmanlı olması şarttır dememiş midir. Terk-i tabi’iyyet ettilerse kimin haberi vardır. Ne vakit etmişlerdir. Hangi kanuna usule tebaiyeten terk-i tabi’iyyet muamelesi olmuştur. Bunların hepsi zahmete değmez yalanlardır. Avrupa bizimle eğleniyor. Fakat bizde utanacak kızaracak surat yok demek daha sahih bir nazariye olur. Devletler bizi susturmak için her vakit böyle hileler kurmuşlardır. Bayrak da Sude’deki bayrağı indirmekle bizi susturmuşlardır. Bu yolda Brüksel Müzakeresi’yle ağzımızı kapamışlardır. Muhakemede ecnebi tercümanlarının kabulü mes’elesiyle münazaayı örtbas etmişlerdir. Meclis-i Milli’de İslam a’zanın tahlifsiz kabulü ile İslam me’murinin yeminsiz sözde istihdamı ile Osmanlı galeyanını bertaraf eylemişlerdir. Boykotajda da ecnebi emtiasının ihracı suretiyle Yunan ticaretini ticaret-i bahriyyesini ihya etmişlerdir. Bu meb’us mes’elesinde de beş kişiyi intihab ettirerek ettirmek desisesini kurmuşlardır. Biz de bak Avrupa hakkı gözetiyor Osmanlı tebeasından üç Giridlinin meb’usluğunu kabul etmedi. Diğer ikisi Yunanlı imiş ne yapalım deyip geçeceğiz diye aldanacaklardır. Biz de avanak avanak Girid bizimdir ya ölüm ya Girid teranesiyle uyuşup kalacağız. Bakın ben size söyleyeyim vatandaşlar. Girid’de her şey Yunan olmuştur. Yalnız bu meb’us mes’elesi bize Girid’i bağlayan en son halkadır. Bu da koparsa Girid de Türklere veda etmiştir. Biz boyuna ölürüz. Gideriz. Vermeyiz palavralarıyla vakit geçirdik. Yeminler ettik. Fakat hiçbir defa sözümüzde durmadık. Bereket versin fakır hammalcıklara kayıkcılara ki boykotajda bir parça yüzümüzü ak ettiler. Sofya’da çıkan Dnevnik gazetesi Devlet-i Osmaniyye’nin yor: “Genç Türkler ne derece dur-endiş ve mücerrib diplomat olduklarını gösterdiler. Onlar dahili alel-gafle vukuattan memaliki şimdilik muhafaza etmeye muvaffak olduktan sonra hal-i hazırda şark-ı garbide en ziyade te’siri olabilen ve en çok istifade edilebilecek olan düvel-i muazzamanın dostluğunu aramaya teşebbüs ettiler. Düvel-i muazzamadan Rus ve Fransız ittifakı yerine Genç Türkler Almanya Avusturya ve İtalya İttifak-ı Müselle’sini tercih eylediler. Hürriyetten sonra düvel-i muazzama beyninde azim münazaa vaki’ olduğundan mezkur ikiye münkasem ittifaktan hangisinin şark-ı karibde te’siri daha vazıh bir surette anlaşılıp teayyün edinceye değin Genç Türk diplomatları teceddüd eden Türkiye için mümkün mertebe daha ziyade faide-mend olmak üzere rekabet-i vakıadan istifade ettiler. Genç Türklerin hedef-i nazarları İttifak-ı Müselles’e ve bilhassa şark-ı karibde Pan-Cermanizm’in rehberi olan Avusturya-Macaristan’a doğru olması lazımeden idi. Mukteza-yı ahval ve mahiyyet dostlarını İttifak-ı Müselles’te intihab etmeye mecbur oldular.” Dnevnik makalesinin aşağılarında Devlet-i Osmaniyye’yi artık İttifak-ı Müselles’e girmiş gibi gösteriyor ki bu iddiada bulunmak henüz erkendir. Bununla beraber menafii Devlet-i Osmaniyye menafiine uygun veya muarız olan devletlerin vaziyeti günden güne tavazzuh etmektedir. Geçenlerde; Çin’de Türkçe bir gazete intişar etmeye başladığını yazmıştık. Bu hafta gelen Kırım’ın Tercüman’ında mezkur gazeteye dair ma’lumat-ı atiyye veriliyor: “Türkistan-ı Çini’nin İli vilayetinde Yeni Göre beldesinde resmi olarak te’sis edilmiş İli Vilayetining Keziti’nin birinci nüshaları idaremize geldi. Terakkı ve ıslahat yoluna girmiş Çin Hükumeti müslümanlarını dahi maariften mahrum kılma[ya]cağı; öz tebeasını özü hasedlemeyeceği bu gazetenin vücudundan anlaşılıyor. harriri Yang-Tung-Ling ismindedir. Bu gazete gayet ince yerli kağıda taş basmada basılmıştır; kağıt şeffaf olduğundan birer tarafı boş kalmıştır. ne olarak birkaç satır naklediyoruz. Başmakalesinden aynen: – “Bir memleketning hükumeti mansıbdar adamları özünnün fukara yurtnı ayay durgan bolsa anlar içün evvel başlayup mekteb hem kezithaneler bina kıladur ve öz fukaralarınıng ilimlik ve ma’rifetli bolanugunnu oylab fukarasının nadan ilimdin bi-haber bolub kalışıga razı bolmaydur.” Haberler kısmından aynen: – “Urumçi şehride “Lu” digen bir asker başlık mansıbdar özünin askerine birilgen padşalık gümüşnü cib koygan sebebdin urun mansıbdan tüşürüb kopubdur. Uşbu heberni işitgan sunun hatunı bir azgana ağrık iken nihayet hefa bolub ölüb ketibdür. Yine de bir kızı bar ikan ol hem afyon cıyub ölübdür”. Aldığımız varakaların mevaddına nazaran İli Gazetesi arasında cari bazı fena adetlerin def’ine çalışacağı anlaşılıyor. Siyasi bir bendi daha ziyade şayan-ı dikkattir. Avrupa bütün dünyayı zabtetmiş; cümle milletlere çok zulmediyormuş; bu halde ehl-i İslam sarı unsur yani Moğol ve Çin ile birleşip müşterek faidelerini beraberce müdafaa etmek lazım Gazetenin bu sözleri ehemmiyetten hali değildir; ehl-i garbın tasallutunu ehl-i şark daimi surette çekmeyeceğine delalet ediyor.” Vakit refikımızdan bu Türkçe Çin gazetesine dair daha şu ma’lumat-ı mütemmimeyi alıyoruz: “Bu gazete asıl Çince çıkan Binhavabu[?] Gazit’in Türkçe ilavesidir. Başında “Türkçe Resmi Gazetedir” diye yazılıyor. – Birinci numarasında Çin ahali-i müslimesini bilhassa ziraate teşvik ederek alat-ı ziraiyye celbini tavsiye ediyor. Ve bu suretle Çin Hükumeti’nin tebeasını ameli bir ruh ile terbiye arzusunda bulunduğu anlaşılıyor. Üçüncü numarasında Çinlileri işret fuhuş ve zinadan ictinaba davetli; “Ey müslümanlar cümleniz birleşip bu adat-ı kerihenin def’ini hükumetten taleb ediniz” diye gayet musib ihtaratta bulunuyor. Ceridede Türkiye vadisine bilhassa ehemmiyet verilerek mahall-i kafi ayrılmıştır.” Bizim Darü’l-Hilafet-i İslamiyye ceraid-i yevmiyyesine Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye: Cavid Bey’in Seyahati. – Maliye Nazırı Cavid Bey’in bu ay nihayetinde beray-ı tedkıkat Suriye’ye azimet edeceğini Jön Türk refikımız yazmışsa da aslı yoktur. Vakıa Cavid Bey bayramda seyahate çıkacaksa da Suriye taraflarına değil Edirne ve Selanik taraflarına gidecektir. Sonra bir daha bu haber çıktı yine tekzib olundu. Biz ilk haberin doğru çıkmasını pek isterdik. Vakıa aynı vücudun cümle a’zası pek müşterek ve kıymetdardır. Rumelimizin ehemmiyet-i hazıra ve müstakbelesini tamamiyle müdrikiz; bununla beraber Devlet-i Osmaniyye’nin vücud ve bekası Hilafet-i Muazzama-yı İslamiyye’nin hayat ve istikbali makamat-ı mukaddese-i İslamiyye’nin asayiş ve muhafazası cihetiyle Suriye elbette daha mühimdir. Ba-husus ki şu günlerde Suriye’den gelen haberler müdiran-ı umur-ı gayrın oralarda seyahatle ahval ve vekayii yakından tedkık tahkık etmelerini fazla gösterecek bir halde değildir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Eylül Beşinci Cild - Aded: Münafıkların sıfatları ve hakaik-ı ahvali ... ayetinden buraya kadar vürud eden ayat-ı kerimede beyan buyurulmuş idi. Daha ziyade vazıh ve mekşuf olmak üzere şimdi de onların ahval u sıfatı ma’kulü mahsus-ı müşahed suretinde ibraz eden mesel darb ve iradıyla tasvir olunarak buyuruluyor ki: Onların hal ve şanı o kimselerin hal ve şanı gibidir ki bir karanlık gecede kırda ateş makini ateş ziyadar edince Allah onların nurunu izale etti. leri bir sırada zuhur eden rüzgar veya baran ateşin şu’lesini söndürdü ve kendilerini hiçbir şeyi ve hiçbir ciheti görmeyerek zulmetler içinde bıraktı. İşte etrafı görmek üzere ateş zaman rüzgar veya baran zuhur edip ateşin nur ve şu’lesini zulmetler içinde ha’ib ü hasir bıraktığı gibi münafıklar da fıtrat-ı selimeleriyle hidayet-i İlahiyye’yi tasdik edip bu vechile nar-ı hidayet-i İlahiyye’yi ikad ederek şu’lesiyle müntefi’ olacakları sırada peyrevi oldukları huzuz ve ağraz-ı nefsaniyye o ateşin nurunu itfa etmesiyle artık mesalik-i hidayet ve irşadı görmeyerek zulümat-ı küfr u nifak içinde kaldılar. Mesel : Fethateyn ile fil-asl misl ve nazir ma’nasınadır. Sonra kavl-i saire yani beyne’n-nas makbul ve mütedavil olan söze ıtlak olundu. Biz lisanımızda bu kelimeyi şu ıtlaka göre isti’mal ettiğimiz zaman alel-ekser “darb” lafzını ilave ederek “darb-ı mesel” deriz ki “mesel-i madrub” demektir. Darb-ı meseller madrablarını mevridlerine temsil ve teşbih eyledikleri içindir ki kendilerine “mesel” ıtlak olunmuştur. Darb-ı mesel ma’kulat-ı hafiyyeyi mahsusat-ı celiyye ma’razında hey’etinde izhar eylediği için kuluba te’siri ziyadedir. Kütübi mukaddesede emsal pek çok varid olduğu gibi kelam-ı enbiya ve hükemada dahi şayi’dir. Daha sonra mesel kelimesi hiçbir temsil ve teşbih mülahaza olunmaksızın şayan-ı te’accüb hal veya sıfat veya kıssa ma’nasında istiare tarikıyle ma’na-yı ahirde isti’mal olunarak münafıkların şayan-ı te’accüb hal ve şanları ma’nası murad olduğu gibi kavl-i şerifi ile ... nazm-ı celilinde dahi kelime-i mezkure ma’na-yı ahirde müsta’mel olduğundan evvelki ayetin müeddası: Cenab-ı Hak için pek ali sıfat-ı azamet ve celalet vardır... ma’nasını ikincisinin meali: Müttakılere vaad olunan cennetin şayan-ı te’accüb kıssası... mefhumunu ifham eder – lafzının cem’i bulunduğu cihetle gerçi müfred olarak isti’mali şayi’ ise de Arap bu lafzı ve gibi cem’de de isti’mal eder. kavl-i şerifinde dahi cem’ olarak isti’mal olunmuştur. kavlinde’nin lafzına kavlinde ma’nasına müraat olunmuştur. Mütenevvi’ olarak zamair ircaında tefennün bir nevi’ ma’nasınadır. İza’e: Ziyadar olmak ve ziyadar etmek ma’nalarına olmak üzere lazım ve müteaddi olarak isti’mal edilir. Ayet-i kerimede iki ma’na da muhtemeldir. Havl burada piramen ma’nasınadır. kavl-i şerifinde izhabın Allahu Teala’ya duğu veyahud intıfa bir sebeb-i hafi veyahud rüzgar veya baran gibi bir emr-i semaviyle husule geldiği içindir – Münafıkların duçar oldukları şedaid mücerred ateşlerinin malarına münhasır olmayıp bununla beraber onların havas ve meşairi de berbad ve muhtel olduğu tefhim edilmek üzere haklarındaki temsile tetimme olarak buyuruluyor ki onlar sağırlardır hakkı istima’ etmezler dilsizlerdir hakkı söylemezler körlerdir hak ve batılı tefrik eylemezler. Bunun kendilerine tilavet olunan ayat ve zikr-i hakimden kulaklarını tıkamış ayat ve zikr-i hakimi kabul ile telakkıden ve lisanları bunları söylemekten iba etmiş Resul-i Ekrem’in yedinde zahir olup müşahede eyledikleri mu’cizata ve afak ve enfüse bess olunmuş ayat ve alaim-i tevhide ihale-i nigah-ı te’emmül kılmamış ve kat’an rücua ihtimal bırakmayacak derece bu hallerinde ısrar eylemiş olduğundan guya bunlar samialarını natıkalarını basıralarını bütün bütün zayi’ etmiş gibi oldular. Bir kimse bir şeb-i deycurda bir berr ü beyabanda bulunsa da bütün havassını zayi’ etse ne bir ses işitip o cihete gitmesi ne kendini işitenler gelip kurtarmak üzere haykırması ne bir ziya görüp o tarafa teveccüh eylemesi mümkündür o artık beyabandan çıkamaz zulmetler tu’me-i vuhuş olur veyahud bir uçuruma rast gelerek aşağı uçmasıyla vücudu hurd u haş olur. Bu nazm-ı celilde teşbih-i beliğ var. Ma’lumdur ki bu nevi’ teşbihte edat-ı teşbih mahzuf tarafeyn mezkurdur. Burada müşebbeh olan mübteda gerçi melfuz değilse de mukadder bulunduğundan takdiren mezkurdur.’un müfredi olan sağır’un müfredi olan dilsiz ’ un müfredi olan kör demektir. [Münafikınin ahval-i redi’esi mütenevvi’ olup gun-a-gun temsil ve teşbihe kabil olduğu cihetle bu ayet-i kerimede dahi başka suretle temsil olunarak buyuruluyor ki: Yahud onların hal u şanı zulmetler ve ra’d ü berk ile semadan nüzul eden baran gibidir. Yani münafıkların hal u şanı ortalığa zulmetler çöküp bir taraftan gök gürleyerek ve diğer taraftan şimşek çakarak semadan şiddetle yağan bir yağmura tutulmuş kesanın halet ve şanını andırır; ki ölümden hazeren onlar parmaklarını yıldırımlardan dolayı kulaklarına koyarlar. Yıldırımların sadasını işitir de ölürüz korkusuyla kulaklarını parmaklarıyla tıkarlar. Ma-hasal her tarafa zulmetler çökerek ortalık zindan kesilmiş bir taraftan la-yenkatı’ lemeat-ı berk gözleri alıyor diğer cihetten avaze-i ra’d gönüllere dehşet salıyor. Bu hal-i mehabet-efza ile canib-i asumandan sağnaklı yağmur nüzul ediyor bu hengamede bazı kesan saikaların sadasını işitir de ölürüz havfıyla kulaklarını parmaklarıyla tıkıyorlar işte münafıkların hali o kimselerin bu hengamedeki hali gibi olup onlar da hayat-ı milliyyelerinin zevalinden hazeren berahin-i satıa-i hakkı mevtten vikaye etmeyeceği gibi münafikınin ayat-ı hakkı lah kafirleri muhittir. Cenab-ı Hak onların serairine muttali’ ve zamirlerinde olana aşinadır nerede olsalar ve hangi tarike süluk etseler onları ahze kadirdir. Bir bürhandan kaçınca karşılarına diğer bürhan çıkar. Esna-yı tefsirde gösterildiği üzere kavl-i şerifi takdirindedir. kelimesi iki temsilin tesavisine işaret içindir yani münafıkların hal ü şanını öyle de temsil etsen olur böyle de temsil etsen olur demek içindir. Fahreddin Razi tefsirinde münafıklar iki kısım olup bir kısmının hal ü şanı evvelki temsile ikincisinin hal ü şanı cuh arasında zikrettiği gibi Şeyh Muhammed Abduh merhum da bu veche zahib olmuştur. kelimesi matar ve sehab ma’nalarına gelirse de burada evvelki ma’naya alınması ensebdir. gecenin ve bulutların ve nefs-i baranın zulmetlerinden Ra’d: Sehabdan işitilen savttır ki meşhura göre ecram-ı sehabın birbirine vurmasıyla peyda olur – Berk: Alel-ekser sehabdan lemean eden ziyadır; bazen sehab olmaksızın ufuktan lemean eder. Müfessirimiz diyor ki guya ra’d bir feriştedir yahud onun savtıdır. Berk de onun bulutları sevk eylediği kamçısıdır. Savt hasais-i ecsamdan olmasına göre guya ferişte bir cism-i maddidir sehab da guya bir himar-ı belid olup dik dik bağırarak ve bir düziye dönerek zecr olunmadıkça yürümüyor. Bizim söylediklerimiz Arab’ın ra’d u berk lafızlarından anlamış olduğu ma’nadır ki bugün de halkın anladığı ma’na budur. Delil-i sahiha müstenid olmadıkça elfazı meanisinden sarf eylemek caiz değildir; hele delil-i sahih bulunmadıkça elfazı vazı’in ve mütekelliminin ma’lumu olan me’ani-i alem-i şehadetten me’ani-i alem-i gayba sarf etmek hiç caiz değildir o meani-i gayb ki onu ancak Cenab-ı Hak ve bir de o meaniyi kendilerine Cenab-ı Hakk’ın vahiy ile bildirdiği zevat bilir. Lakin ekser müfessirin tefsirlerini efvah-ı Yehud’dan telakkı eyledikleri kısas ve İsrailiyat ile haşv ü imlaya inhimak eyledikleri gibi muhaddisinin kendine nass ü cezm eyledikleri mevzuat ve İsrailiyat’ı beyan u tefsir olmak üzere Kur’an’ a ilsak ederek bunu vahye mülhak kıldılar. Şüpheden beri olan hak budur ki elfaz ve esalib-i vahyin delalet eylediği şeylerden maadasını vahye ilhak caiz değildir meğer ki o şeyler diğer vahiy ile ve onu getirmiş olan ma’sumdan sübut-ı kat’i ile sabit ola – Bazıları bu nazm-ı celilde buyrulmuş olmasına nazar ederek bu ayet yağmurun aşağıdan tesaud eden ebhireden husule geldiğine dair kavli ibtal ediyor diye zu’m etmişlerse de bu zu’m ebhire-i cehlden husule gelmiştir çünkü nazm-ı şerif baranın cihet-i semadan nazil olduğundan başka bir şeye delalet etmiyor bu da zikrolunan kavle münafi değildir; nasıl münafi olsun ki müşahede bu kavlin sıhhatine hükmediyor. Hadd-i tevatüre baliğ olan kimseler: Biz cibal-i şahikanın üstünde iken taraf-ı esfelde peyda olmuş bulutlar gördük ki ondan baran nüzul ediyor; nice defa da buharların dağlar cihetinden tesaud ederek bulut halini aldıktan sonra tekrar yağmur olarak nazil olduğunu müşahede eyledik diye haber veriyorlar. Ey sami’! Sen yağmursuz şimşeğe benzeyen bu gibi sözlere sakın iltifat etme ve bunu bir daniş sanma cehl bundan asvabdır – demektir. Esabi’: Parmaklar enamil: Parmakların uçları demektir. Ma’na-yı mecazi ma’na-yı hakıkınin mefhumunu ifade ettikten başka ashab-ı baran sada-yı sava’ikı işitmemek için kulaklarına adeta parmaklarını bütün bütün sokmuş derecede sedd-i azana ihtimam eylemiş olduklarını da ifham ediyor. Saika vaktiyle Arab’ın bildiği ve bugün de herkesin bildiği üzere baran ile ra’d ü berk esnasında düşüp de isabet eylediği şeyi bi-huş eden madde-i seyyaledir o şeyi ya telef eder veyahud ona zarar iras eyler. Berk ile ra’d ve saikanın hakıkatleri ve esbab-ı hüdusu mebahis-i Kur’an’ dan değildir. Bunlar havadis-i cevv-i semadan olarak ulum-ı tabiiyye mebahisindendir. Halk bunları cehd ve tahsilleri ile öğrenebilirler. Bu gibi mebahis vahye tevakkuf etmez – Meselin itmam ve tafsiline avdetle buyuruluyor ki: Şimşek hemen hemen onların gözlerini almak derecesine gelir. Onlara ziya verdikçe lem’asıyla yürürler. Lematı münkatı’ olup da üzerlerine karanlık çöktüğü zaman oldukları yerde kalırlar. Hucec-i satı’a ikame olundukça ittiba’-i hakka azmederler nur-ı beyyinat ile fikirlerinde suy-ı hakka doğru bir meşy ü hareket husule gelir. Fakat zalam-ı huzuz ve ağraz nefslerine galebe edince yine meşreb ve mesleklerinde mıhlanıp kalırlar. Cenab-ı Hak murad etse “şiddet-i avaze-i ra’d ile” onların sem’lerini ve “leme’at-ı berk ile” basarlarını mebni bunu murad etmedi. Allahu Teala her şeye kadirdir. Münazi’i yoktur mülk ve melekutunda dilediğini yapar. Tecelli-i lütfu ile her şeyi ibkaya tecelli-i kahrı ile her şeyi ifnaya kadirdir. Kadir ol kimsedir ki dilerse yapar dilemezse yapmaz. Kadir: Fa’alün lima yürid ma’nasınadır bunun için Cenab-ı Bari’den maada hiçbir ferd “kadir” sıfatı ile tavsif olunmaz. Kudret-i İlahiyye’nin ma’nası tefasirde bast u tafsil olunmuştur. Tanıdıklarımdan bir Fransız vardı. İkimiz de bir adamın hususi muallimliğini ifa ettiğimiz için ara sıra buluşur konuşurduk. Garibdir ki Avrupalılar dine karşı la-kayd olduklarını daima ileri sürdükleri halde i’tikadiyat üzerinde münakaşadan hiç geri durmazlar. Ferid’in dediği gibi bu heriflerin küfürleri karıştırmazlar samim-i fıtratlarında kamin duran hiss-i imanın uyanması ihtimaline karşı bu kadar telaş göstermezlerdi. Fransalı arkadaşım da tıpkı böyle idi: Beni gördükçe edebiyata dair beş on söz söyledikten sonra sadedden yükselerek ber-mu’tad din mesailini karıştırmaya başlardı. Ben de ba-husus bir yabancı ile din üzerinde münakaşa etmeyi hiç sevmediğim halde Müslümanlığı aklımın erdiği dilimin döndüğü kadar muhatabıma anlatmak mecburiyetinde kalırdım. Adamcağız beni bir hayli dinledikten sonra günün birinde dedi ki: – Eğer Müslümanlık böyle ise çok iyi! O halde Jules Simonlar’ın yeniden bir din ibdaına kalkışmaları hiç icab etmeyecek. Lakin şüphe etmem ki siz Müslümanlığı olduğu gibi değil olması lazım geldiği gibi gösteriyorsunuz. Ben mesleğim iktizası birçok müslüman ailelerle münasebette bulunuyorum ki bunlara saplanıp kaldıkları bataklıktan kurtulmaları ra şeriati mani’ gösterdiler; hiçbirini kabul edemediler. – Hükumeti bir tarafa bırakın ona dair söz söylemek zaiddir çünkü olanca maskaralığı meydanda! Lakin şeriatin mani’-i terakkı olmasına hiç aklım yatmaz. Mösyö siz işin iç yüzünü bilmiyorsunuz! Başımızdaki hükumetin Allah belasını versin! İstibdadını idame için bizim o güzel şeriatimizi mesh etti de böyle umacı şekline soktu! Halkın tealisi idarenin hiç işine gelmeyeceği için terakkıyat-ı fikriyye medeniyye namına vuku’ bulacak harekatı lisan-ı din ile men’ etmek – İdare-i müstebidde diyorsunuz… Lakin sizin için başka şekilde bir hükumet te’sisi kabil midir? Müslümanlık buna müsaid mi?.. – Lakin siz tarihten büsbütün gafil gibi davranıyorsunuz! mi idi? Siz ecnebiler daima aynı hataya düşüyorsunuz: Müslümanlığın lehinde aleyhinde vereceğiniz hükmü bugünkü müslümanların haline bakarak veriyorsunuz… – Ya ne yapmalıyız? – Evvela şeriatin esaslarını tedkık etmeli sonra şeriati doğrudan doğruya Peygamber’den telakkı eden eslafın harekatını nazar-ı i’tibara almalısınız…. Üç gün evvel Bayezid’dan Fatih’e doğru gidiyordum. Yolda tesadüf ettiğim simalardan birinin ufacık bir müşabeheti bana senelerden beri görmediğim o Fransız arkadaşımı den geçmeye başladı. Kendi kendime Mösyö … elime geçse de vaktiyle şeriate isnad edilen cinayetler hükumette mi aşağıdan diğeri yukarıdan olmak üzere kemal-i sür’atle iki araba geliyordu. Ben bunların altında kalarak çiğnenmemek rafa atıp kurtulmak istedim. Göğsüm Osman Baba Türbesi’nin parmaklığına çarptı fena halde canım yandı. O acının te’siriyle “Yol ortasında da mezar olur mu? Bu ne maskaralık!” demiş bulundum. Vay efendim derhal sağdan soldan yine şeriat bahsi karıştırıldı… Zavallı şeriat! Kimlerin elinde hem ne gibi işlere alet olduğunu biliyor musun? Allah aşkına olsun biz daha ne zamana kadar şeriati üzerimize çökmüş bir kabus karşımıza çıkmış bir umacı tahayyül edeceğiz? Dünyanın en kalabalık bir caddesinin ortasında bir ölü yatmış gelip geçen dirilerin hayatı üzerinde adeta tasarruf ediyor! Yahu şu mezarı kaldıralım desek derhal kıyametler kopuyor şeriatin müsaadesi yoktur ne yapıyorsun? deniliyor. Demek bizim o mülevves hükumet-i sabıkamız Müslümanlığı şekl-i aslisinden o kadar çıkarmış ki hala sima-yı hakıkısini tanıyamıyoruz; hala bir emr-i hayra teşebbüs edeceğimiz zaman sakın şeriat buna mani’ olmasın demek istiyoruz! – İyi ama Osman Baba’yı kaldırmak için ne yapmalı? – Pek kolay. Evvela parmaklığı sonra taşları kaldırılır. Daha sonra başındaki ağaçlar kestirilir. Bu işler bitince zemini düzletip bırakılır. – Vakıa aklen böyle! – Hayır efendim şer’an da böyle. Mehmed Akif Göklerde salb olunmanı mi’raca benzetir Peyveste-i Huda geçinirken müfekkirem Varmaz asıldığın yere ey na’ş-ı muhterem Sen salb olunmadın hayır aştın sehaibi Yükseldin asumanlara da’va-yı hak gibi Bir kabza hak olan bu yığın medfenin değil Türbendeki bu na’ş-ı perişan senin değil Sen ölmedin senin olamaz bence medfenin Ölsen de ölmesen de fezalar yerin senin Ölmez beşer… Beşerde olan ihtiras ölür. Ölmez büyük doğan evet ahad-ı nas ölür… Ben böyle kabr-i muzlime kurb-ı Huda derim Arşın sukut-ı müdhişine i’tila derim Mısr’ın muhit-i zevk u sefahet-nisarını Tezlil için mi kazdı kazanlar mezarını Rakkaseler gerek o muhit-i mezellete Çoktur ölün bu na’ş-ı mübarek o millete Mısr’ın dehan-ı zevk u sefahet-nisarı bak Olmakta bir dakıkada bin lahn-i zevke gark Samtın o savtı susturamaz ey büyük mezar Kabrin o kavmi ağlatamaz ey şehid-i zar Kabrin o bir kitab-ı ma’ali ki kimseler Bilmez nedir meali kıraat da etseler Ümmisidir bugün bu kitabın o memleket Aç sine-i kadidini ey şanlı iskelet Git gir mehafil-i tarb u zevk u işrete Na’şınla tut o kavmi getir rah-ı gayrete… Mısr’ın türabıdır diyerek hak-i makberin Kabr-i mukaddesin olamaz İngilizlerin Fikrin senin ki olmadı hiçbir dem onların Kabrin bizimdir olsa bile alem onların Bin kabre cilve-zar oluyor hakdan büyük Kabrin senin fakat küre-i arzdan büyük… Bir gazi-i mübeccel iken namın... İhtimal Katil diyen de var sana ey na’ş-ı bi-zeval Bilmem ki bir hata mıdır ey muhterem Nebi Katleylemek denileri halk eylemek gibi?.. Bir ferdi öldürüp bütün efrad-ı milleti Takdis eder şu kalb-i harabım hüviyyetim Bir böyle iftirasa feda ademiyyetim! Bir şemstir o alçağı katleyleyen elin Bir leyldir fezalara zulmetli maktelin… Katiller aynıdır şu türab-ı mezelletin Sen asumanısın küre-i ademiyyetin Mihrabısın önünde eder nur-ı hak zuhur Bir ka’besin içinde durur bir cihan-ı nur Zulmün ki hakdan ezeli bir seriridir Nev’-i beşer raiyyeti yahud esiridir Sen lahd-i nikbet açtın o taht-ı müdebdebe Sen zulm ile muharebe ettin muharebe… Bir ferdsin bakılsa fakat sen bir ordusun Eninde [Önünde] ey tarab sadaları ey sayhalar susun Feryad-ı hakk u ma’deletin ah-ı milletin Bir ma’kesi olan bu şehid-i hamiyyetin… Koynunda işte yatmada bir na’ş-ı la-yemut Ey Mısr-ı pür-tarab evet ey Kahire sükut!.. Sussun sarir-i zevk u tarab... nağme-i heves Rahat bırak şu makberi artık sadanı kes… Bir İngiliz metaısın ey ip değil mi sen Boğdun güzide bir Arab’ı ukdelenmeden Boğdun… Mezar-ı muhteremi gerçi yerdedir Kalb-i fezada işte fakat na’şı ukdedir... Bir hükumetin beka ve terakkısi beyne’d-düvel i’tibar ve nüfuzu ancak kuvvet iledir. Kuvve-i berriyye ve kuvve-i bahriyyesi olan hükumet a’dası canibinden vuku’ bulacak olan her nevi’ taarruzatı def’e muktedir olduğu için tebeası hür ve serbest olarak refah u saadet izz ü şerafet ile yaşarlar. Kuvve-i berriyye ve bahriyyesi olmayan yahud zayıf bir halde bulunan milletler kuvve-i berriyye ve bahriyyeye malik olanların taht-ı esaretlerinde zillet u hakaret ile yaşamaktadırlar. Devlet-i İslamiyye’nin kuvvet ve şevketi a’dayı terhib ve tehdid edecek yüksek tabakalarda vaki’ olmak ve bu sayede a’danın esaretinden kurtularak tebea-i devlet-i İslamiyye umur-ı dünyeviyye ve diniyyelerinde serbest olarak yaşamak rin yettiği derecede ma bihi’l-felah olan kuvve-i berriyye ve bahriyyenin i’dad ve ihzarı emr-i celili bütün ehl-i İslam üzerine vacib kılınmıştır. Buhari-i şerif şarihi Ayni diyor ki: Ayet-i celiledeki kuvvet bahriyyede erkan ve esbab-ı cihaddan addolunan her nevi’ şeylerdir. Şu halde işbu ayet-i celilenin umumiyeti tahtında fünun-ı harbiyye ve umur-ı dünyeviyyeye dair pek çok umur-ı mühimme dahil olmaktadır. Evvelen – Ticaret ziraat ve san’atı terakkı ettirerek kuvve-i berriyye ve bahriyyenin mütevakkıf olduğu parayı ihzar etmek. Saniyen – Maadin işleterek tersaneler tophaneler fabrikalar te’sis ederek asrına göre son sistemde toplar tüfenkler kılıçlar süngüler zırhlılar balonlar… gibi her nevi’ alat-ı harbiyye tedarik eylemek. Salisen – Mektepler te’sis ederek her nevi’ alat ve edevat-ı harbiyye yapacak ustalar berri ve bahri her cihetle muktedir kumandanlar zabitler ve muallem askerler yetiştirmek. Rabian – At deve katır şimendöfer nakliye vapurları şose yolları telgraf telefon istihkam ta’biye ve kaleler vücuda getirmek… Bütün ehl-i İslam üzerine vacib olduğunu Çünkü ayet-i celilede a’dayı terhib a’danın kuvveti fevkinde kuvvet ihzar ve i’dad etmeye bina kılınır. Bu zamanda mandan kalma alat-ı harbiyye ile bit-tabi’ a’da terhib ve tehdid olunamayacağından biz-zarure yukarıda ta’dad olunan alat ve esbab-ı harbiyyeyi ihzar lazım olduğunu ayet-i celile gayet vazıh surette beyan buyurmaktadır. A’dayı terhib ve tehdid etmek ve onların taarruzatından mahfuz kalmak ancak onların kuvveti fevkinde kuvvet ihzar etmeye ma’tuf olduğundan Fahr-i alem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ba’s buyurulduğu zaman “Ben peygamberim kuvvet ve esbab-ı zahireye teşebbüsten müstağniyim” deyivermeyip hemen erkan ve esbab-ı cihadı ihzar ve bir müddet sonra alenen lisan ile nası din-i hakka davet ederek asker ve nüfus-ı İslamiyye’yi teksire çalıştı. Düşmanın her türlü eza ve cefasına göğüs gererek metanet göstererek azminde sebat ederek az zaman zarfında nüfus ve asakir-i Münevvere’ye hicret ettiği zaman asker teşkil alat ve edevat-ı harbiyye tedarik ederek kuvvet ihzar ve esbab-ı zahireye tevessül eyledikten sonra hemen düşmana müdafaa ve mukabele etmeye başladı. Bir müddet sonra a’danın kuvveti fevkinde kuvve-i berriyyesini ikmal etmekle düşmanı perişan ve bütün emval ve memleketlerini zabteyledi. Asr-ı saadet-i nebeviyyede Ceziretü’l-Arab’ın dahilinde muharebat ile iştiğal olunduğu ve muharebat-ı bahriyyeye zaman ve mekan müsaid olmadığı cihetle kuvve-i bahriyye tedarikle muharebat-ı bahriyye icrasına teşebbüs olunamadı mutazammın ber-vech-i ati ehadis-i şerife ile kuvve-i berriyye gibi kuvve-i bahriyyenin dahi nazar-ı şeriatte ehemm ü elzem olduğu ümmete ihtar buyrulmakta idi. Fahr-i Alem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Denizde bir defa muharebe karada on defa muharebeden hayırlıdır ve Deniz muharebesinde şehid olan bir zat ecir ve sevabda kara muharebesinde şehid olan iki zat derecesindedir. Hazret-i Sıddik makam-ı hilafete geçince Ceziretü’l-Arab ve civar memalikte muharebat ile iştiğal olunduğundan yine kuvve-i bahriyyeye bakılamadı ise de fütuhat-ı azimeye muvaffak olunmağla kuvve-i berriyye haylice terakkı etmiş idi. Hazret-i Faruk makam-ı hilafete geçtiği zaman kuvve-i berriyyeye son dereceye kadar ehemmiyet verip ekasire ve kayasıranın bütün emval ve memleketlerini zabtederek kuvve-i berriyyeyi derece-i kemale isal etmiş ise de kuvve-i bahriyyeye ehemmiyet vermemiş olduğu gibi İslamları deniz muharebesinden şiddetle men’ etmekte idi. Çünkü bidayet-i halde millet-i İslamiyye’nin ahval-i bahriyyeye vukufları olmadığı cihetle o sıra muharebat-ı bahriyye muvafık-ı maslahat ve hikmet değildir fikir ve ictihadında idi. Bir de hükumet-i hükumeti teşkil eden kabail-i Arab henüz yerleşip kökleşmeden birçokları sefaine rükub ile aktar-ı ba’ideye gidip müteferrik ve perakende olarak merkez-i hilafetten baid düşmeleri kaide-i hikmet ve siyasete muvafık değildi. Bununla beraber Hazret-i Faruk zamanında Bahreyn üzerine vali nasbolunan sahabe-i kiramdan Ala bin Abdillah el-Hadrami techiz eylediği gemiler ile Basra Körfezi’ni geçip İran sevahilini fethetmek üzere ilk defa olarak deniz seferi icra etmiş Faruk müşarun-ileyhin bu hareketinden memnun olmayarak kendisine mücazat olmak üzere o sırada Kufe valisi bulunan Sa’d bin Ebi Vakkas’ın maiyetine me’mur eyledi. Ve o esnada Şam ve Ürdün ordugahları kumandanı bulunan Hazret-i Muaviye muharebe-i bahriyye icra olunmak için Hazret-i Ömer’den istizanda bulundu ise de Hazret-i Halife muvafakat göstermedi. Fakat Mısır fetholunduktan sonra ehl-i İslam Mısırlılar’dan tedricen ahval-i bahriyyeye vukuf peyda eyledikleri zaman muharebat-ı bahriyyeye cür’et edenlere karşı Hazret-i Faruk müsamaha göstermiş ve sükut etmiş idi. Hazret-i Osman makam-ı hilafete gelince Hazret-i Muaviye be-tekrar muharebe-i bahriyye için müsaade taleb eyledi. O zamana kadar ehl-i İslam ahval-i bahriyyeye epeyce kesb-i vukuf etmiş oldukları için bil-umum sahabe-i kiramın bahriyye icrasına izn-i amm sudur eyledi. Ve Hazret-i Halife Hazret-i Muaviye’ye hitaben “Deniz muharebelerine gitmek üzere kimseyi icbar etme her kim tav’an ve ihtiyari olarak gitmek isterse onlar ile gidiniz” buyurdu. ye tedarikine koyuldu. Harp gemileri alat ve edevat-ı harbiyye ma techiz edip yirmi sekizinci sene-i hicriyyede Kıbrıs üzerine hareket ederek bir rivayete göre cezireyi anveten fetheylediler. Diğer rivayete göre cezire ahalisi her sene dinar vermek üzere Hazret-i Muaviye ile akd-i musalaha ettiler. Bu muharebede kudema-i sahabe-i kiramdan Ebu Zer Şeddad bin Evs Ebu’d-Derda Ubade bin es-Samit ve zevcesi Ümmü Haram binti Melhan ve daha pek çok sahabe bulunmakta idi. Asakir-i İslamiyye tarafından Kıbrıs fethedildikten sonra donanmadan karaya çıktılar. Avdet edecekleri zaman binmek için Ümmü Haram’a bir katır getirdiler. Katırdan düşerek orada vefat etti. Kabri el-an Kıbrıs’tadır. Ahali kabrine ta’zim ü ihtiramda bulundukları gibi kuraklık zamanında onunla istiska ediyorlar. İslamlar tarafından be olunan donanma Hazret-i Muaviye’nin kumandası tahtında Kıbrıs’a hareket eden donanma idi. ehemmiyetini takdir ederek kuvve-i berriyyeleri gibi kuvve-i bahriyyelerini dahi tezyid ve ikmale çalıştılar. Her sene denizde muharebeye başladılar. Bir müddet sonra tersaneler te’sis olundu. Sefain inşasına ehemmiyet verildi. Memalik-i hatveyi atan Hazret-i Muaviye ve tarik-ı tekemmüle doğru sevk eyleyen hulefa-yı Emeviyye’den Abdülmelik bin Mervan olmuştur. Şöyle ki: Halife-i müşarun-ileyh Afrika valisi Hassan bin Nu’man’a Tunus tarafında sefain-i mütenevvia emir üzerine tersane te’sis edip beş yüzden ziyade gemiler Seksen iki tarihinde Abdülmelik tarafından donanmalara Ata Doksan iki tarihinde meşhur Tarık bin Ziyad kumandan ta’yin olundu. Mükemmel donanma ile Sebte Boğazı’ndan geçti. İspanyalılar ile muharebe ederek müddet-i kalile zarfında o kıt’ayı kamilen zabt u istila etti ve pek çok emval-i ganaim aldı. Sebte Boğazı’ndan ilk çıkan İslam donanması tesmiye olunmuştur. cuda gelmiş olması ehl-i İslam’ı kuvve-i bahriyyeyi derece-i kemale isal ve muharebe-i bahriyyeye ihtimam etmek hususuna tergıb ve teşvik etmiştir. Bunun üzerine Afrika Endülüs Mısır ve Şam sevahilinde tersaneler te’sis olunarak donanma inşasına son dereceye kadar i’tina olundu. Dördüncü asr-ı hicride Abdurrahman-ı Salis zamanında yalnız Endülüs tersanesinde inşa edilen donanmayı teşkil eden süfun-ı harbiyye iki yüze ve Afrika tersanesinde inşa olunan donanmayı teşkil eden sefain-i harbiyye yüz elliye ve hulefa-yı Fatımiyye’nin birincisi el-Muizz li-Dinillah zamanında Mısır tersanesinde inşa edilen donanmayı terkib eden sefain altı yüze baliğ olmakta idi. Bu suretle İslamlar kuvve-i bahriyyelerini dahi derece-i kemale isal eyledikten sonra Afrika’dan Endülüs’ten Mısır’dan Şam’dan her sene asakir ve edevat-ı mükemmele Sefid sevahilini zabtetmişler Sicilya ve İtalya sevahilinden Avrupa hükümdarlarını tehdid ve terhib ve memleketlerini pek büyük endişeye ilka etmişlerdi. Sicilya’da Fatımiler namına icra-yı hükumet eden “bin el-Hasan” [Hasan bin Ali el-Kelbi] zamanında bu tehdid ve endişe pek şiddetli bir hal kesb etmiş idi. Hükumat-ı İslamiyye’nin şevket ve satvet-i bahriyyesi derece-i kemali bulmuş olduğundan Frenkler o sırada Bahr-i Sefid’in şimal-i şarkı cihetinden başka bütün aksamını İslam donanmalarına terke mecbur olmuşlardı. İslamlar nasıl kara hükümdarları iseler öylece de deniz hükümdarları idiler. Hükumat-ı İslamiyye kuvve-i bahriyyelerini muhafaza ettikçe Frenkler gayet derece zaafa duçar olmuşlar idi. İşte bu sırada hükumat-ı İslamiyye gerek kuvve-i berriyye ve gerekse kuvve-i bahriyyelerini derece-i kemale isal ve cihangirlik derecesini bi-hakkın ihraz etmişlerdi. Bu derecede büyük kuvvet elde etmiş ve bu makamı kazanmış iken bir müddet sonra düvel-i İslamiyye hab-ı atalete kapılarak kuvveti zayi’ etmeye tedenniye doğru yuvarlanıp gitmeye başladılar. Donanma umuruna ehemmiyet vermez asker ve rical-i bahriyye yetiştirmeye bakmaz oldular. Hatta Selahaddin Eyyubi tarafından Mısır’da inşa olunan Donanma Dairesi’ni ilga edip nam u nişanı kalmamış bir hale getirdirler. Evvelce bahriye askerlerinin hüsn-i duasıyla teberrük edilir ve alkışlanırlarken daha sonra Mısır’da “bahriyeli” lafzı lafz-ı tahkır ve ihanet sayılır ve hizmet-i bahriyye muayyebattan addedilir oldu. Bu suretle İslamlar umur-ı bahriyye hususunda hab-ı atalete daldıkları zaman Frenkler uyanıp kalktılar kuvve-i bahriyyeye ehemmiyet vererek terakkı ettiler ve memalik-i Artık bu hal üzere gitgide hükumat-ı İslamiyye’yi her tarafindan za’f u fesad ve tedenni ve inhitat kaplamış ve en nihaye bu marazdan kurtulamayarak o koca hükumat-ı İslamiyye bütün teferruatıyla mahv u münkariz olmuş ve bütün emval ve memleketleri düşman ellerine geçmişti. Gelelim Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye devrine: Devlet-i Aliyye’nin evailinde muharebat karada olduğu için umur-ı bahriyyeye bakılmıyordu. Sultan Orhan’ın oğlu Süleyman Paşa Rum kayıklarıyla Gelibolu tarafına geçip o havaliyi zabt u istila etti. Bundan sonra Gelibolu önlerinde kayıklar tedarik olundu. İstanbul’un fethinde yalnız kara cihetinden muhasara kafi olmayıp deniz cihetinden dahi hücum edilmek lazım geldi. O esnada İstanbul ile Galata arasında zincir çekilmiş olduğundan limana gemi sokmak kabil değil Baltaoğlu Süleyman Bey ma’rifetiyle bir rivayette Sütlüce ardında diğer rivayette Rumeli Hisarı ardında mücedded gemiler inşa edilip yağlı kızaklar üzerinde karada gemiler yürütülerek limana indirilmiş ve deniz tarafından dahi hücum rinde ilk defa yapılan gemiler işte bunlardır. Sultan Fatih İstanbul’u fetheyledikten sonra kuvve-i bahriyyeye zamandan beri münkariz olmuş olan İslam kuvve-i bahriyyesini be-tekrar ihya etti. O sıra bütün Akdeniz’i benimsemiş olan Venediklileri tehdid ve terhib edecek derece donanma tedarik ve alat ve edevat-ı harbiyye ve asakir ile techiz eyledi. Ve işte bu kuvve-i bahriyye ile o zamandan i’tibaren pek çok kaleler zabtolundu. Sultan Bayezid-i Sani zamanında kuvve-i bahriyye hayli etmiş mahir kapudanlar zuhur etmiş idi. Küçük ve büyük üç yüz kıt’a sefain-i harbiyye tehyie ve mükemmel alat ve edevat-ı harbiyye ihzar olunarak Kemal Reis ile Burak Reis’in kumandası tahtında Mora sevahilini zabt u teshir için edilmişti. Muahharan Sultan Bayezid’in inzivası vükelanın metruk bırakılarak kuvve-i bahriyyeye durgunluk tareyan etmiş idi. Yavuz Sultan Selim zamanında Acemistan ve Arabistan seferleriyle iştigal olunduğundan donanma umuruna bakılamamış kavak semtinde mükemmel tersaneler inşa olunmasını irade buyurmuşlardı. Bundan maksadları mükemmel ve muntazam donanma tedarik ederek Akdeniz sevahilini tamamen zabtetmek idi. Hatta birgün bazı zevat ile musahabe esnasında “Septe Boğazı’na varıncaya kadar Akdeniz dedikleri bir halicdir. Onun üzerinde bu kadar milel-i muhtelife teccemmu’ ediyorlar. Böyle halic tamamen Devlet-i Aliyye’nin zir-i idaresinde olmamak layık mıdır. Ve bu hususa bezl-i makderet etmemek şan-ı saltanata şeyn verecek kusur-ı himmettendir. Hak Teala ecelden muhafaza buyurursa bu maksada kifayet edecek derecede donanma tedarik edip Akdeniz’de olan memaliki tamamen kabza-i teshire almadıkça rahat ve aramı haram etmeye ahdolsun” buyurmuşlar en mükemmel tersaneler inşasına başlatmış idi. Fakat Mısır seferinden avdetinin ikinci senesi irtihal-ı dar-ı cinan etmekle bu maksad-ı ulviye muvaffak olamadı. Kanuni Sultan Süleyman zamanında tersane umuruna son derece ihtimam olundu. Mükemmel donanma techiz edildi. Rus ve Yemen sevahili zabtolundu. Bundan sonra Barbaros Hayreddin Paşa İstanbul’a gelmekle Devlet-i Aliyye’nin kuvve-i bahriyyesi derece-i kemali buldu. Hayreddin Paşa umur-ı bahriyyede harikulade maharetler ibraz etmek azim muvaffakıyetlere nail olmak suretiyle Devlet-i Aliyye’ye pek büyük hidemat ifa etmiş olduğundan bu makamda biraz tercüme-i halinden bahsi münasib gördük: Hayreddin Paşa fil-asl Midilli ahalisindendi. Umur-ı bahriyyeye vukuf-ı tam sahipleri oldukları cihetle biraderi Oruç Reis ile birlikte Tunus’a gidip denizde gaza etmek üzere Tunus hakiminden bir yer istediler. Ahval-i ganaimin humsu Tunus hazinesine teslim olunmak üzere Hılfu’l-Vad Kalesi onlara tahsis edildi. Bundan sonra iki birader denize çıkıp rastgeldikleri Frenk sefainini zabtederlerdi. Bu suretle kendi sefinelerini teksir ve hissiyyet ve şöhretlerini etrafa isal ederek Akdeniz’e velvele ve dehşet vermişlerdi. Frenkler ve İspanyalılar ile pek çok muharebat etmişler ve bir seferlerinde Avrupa sevahilini basıp külli ganaim ve beş kıt’a sefine zabteylemişlerdi. Hayreddin Reis bunlardan birini meşhur Kemal Reis’in hemşirezadesi Muhyiddin Reis ile Devlet-i Aliyye’ye irsal eyledi. Buna mukabil olmak üzere taraf-ı saltanattan Hayreddin Reis’e hil’at gönderildi. Bundan sonra Hayreddin Reis’e deryada karşı duran olmayıp Barbaros namından bütün Akdeniz halkı havf u dehşet içinde vaki’ olup beşikteki çocuklarını Barbaros geliyor diye korkuturlardı. Hayreddin hutbe ve sikke Al-i Osman namına olmak üzere Cezayir emaretini kabul edip Telemsan hakimini dahi taht-ı idaresine aldıktan sonra Akdeniz’de Avrupa gemilerini gezdirmez olmuş idi. Hayreddin Bey’in korkusundan halas olmak üzere İspanya kralıyla Almanya imparatoru ittifak edip Almanyalı meşhur Andera Doria nam kapudanın kumandası tahtında Akdeniz’e mükemmel ve muntazam bir donanma çıkardılar. O esnada Hayreddin Bey’i Kanuni Sultan Süleyman hazretleri da’vet etmiş olduğundan maiyeti adamlarından Hüsnü Bey’i Cezayir muhafazasında bırakıp Dersaadet’e gitmek üzere mükemmel donanma ile hareket eyledi. Avrupa sevahilinden uğradığı yerleri tahrip etti. Ve tesadüf eylediği on sekiz kıt’a gemi alıp Andera Doria’yı taharri ederek Preveze semtine geldi. O esnada Andrea o havalide bulunuyordu. Fakat “Barbaros seni arıyor gafil olma” diye evvelce kendisine ihbar olunduğundan oradan savuşup mülakı olmayarak dokuz yüz ve kırk senesi evsatında İstanbul’a muvasalat eyledi. Ecram-ı semaviyyenin te’siratına mu’tekid olan saibinden bir fırka daha ileriye giderek zu’mlarınca ma’adin-i muhtelifeden mürekkeb olan nücumun her birine kendi madeninden bir sanem i’mal ve ona ibadet etmeye başlamışlardır. Fırka-i mezkure akaidi hususat-ı meşruhadan ibaret olduğu gibi arz-ı Keldan’da ve Mısır’da putperestlik bu suretle teessüs ederek ba’dehu tekmil dünyaya taammüm eylemiştir. Saibiler mezheb-i Musevi’ye kail olduklarından Hazret-i Şit ve İdris aleyhimüsselama nazil olan suhuf ahkamıyla amil oldukları i’tikadında idiler. Hazret-i Nuh aleyhisselam akaid-i saibeyi takbih ve tekfir eylemiş olmasından dolayı Hazret-i Nuh’a muğber ve nübüvvet ve risaletini münkir idiler. Hazret-i İbrahim aleyih’ssalatu vesselamı dahi bu yüzden memleketlerinden ihrac ettiklerini rivayet eylerler idi. Saçlarını tıraş etmek mu’tadları olduğu gibi hayvanatın kanları şeyatinin gıdası olduğundan bahisle tahrim eylerlerse de bazıları şeyatin ile bir münasebet peyda etmek için kan içerlerdi. İbadetgahları Ebu’l-Fida’nın saibin memleketi deyu tevsim eylediği Harran şehri idi. Ancak Mekke-i Mükerreme’de Ka’be’ye dahi büyük ihtiramları var idi. Senede birkaç oruçları olduğu gibi birisi dahi bir ay mümted olur Şeriat-i Museviyye’nin birçok ahkamı akaid-i saibeyi tahtieye aiddir. Saibin Gregory Nazienzen zamanına ve bi’set-i Muhammediyye’ye kadar devam eylemiştir. Arabistanı Cibali ahalisinin mu’tekadatı dahi mezheb-i saibiden ibaret ve beyne’l-urban “en-Nabat” ismiyle be-nam olarak menfur ve matrud idiler. Arabistan-ı Sahari’ye gelince sekenesi Hazret-i İsmail aleyhisselama mensup olmalarıyla kendilerini Yemen Urbanı’ndan daha asil addeyledikleri gibi miyanelerinde dahi Kureyşiler neseben daha ali ve mümtaz idiler. Onların mezayat-ı askeriyye ve şecaat-i fıtriyyeleriyle beraber bulundukları arazi ekseriya feyafi-i kıfardan ibaret olmağla ümem-i saire tarafından istilasına tama’ edilmez idi. Lisanları be-gayet selis ve fasih olduğu gibi fütuhat ve muzafferiyatları dahi her gune şeva’ib-i intikad ve reza’ilden münezzeh olmak veyahud asil ve necib olan zevata alem-i mahsus bulunmak cihetiyle mi yahud esbab-ı saireye mebni mi her ne Müverrihlerden Erpenius ve Hottinger’in rivayetlerine nazaran Kureyş kabilesi kabail-i Arabiyye içinde en asil ve en necib bir kabiledir. Ebu’l-Fida Arapları Arab-ı Ariba ve Arab-ı Müsta’ribe’ye taksimine rağmen birçok müverrihin Arab-ı Ariba’nın tamamen münkariz ve na-bud ve A’rab-ı mevcude müsta’ribeden ibaret oldukları zu’mundadırlar. Hatta bazıları Yaktan Hazret-i İsmail zürriyetinden olduğu fikrindedir. Her halde Arab-ı müsta’ribeden hiçbiri silsile-i nesebini Adnan’dan yukarıya isal edememektedir. Bu haysiyetle Kureyşiler Arapların en asil ve en necib bir kavmi olduğu tahakkuk ediyor. Ala-kile’t-takdireyn Kureyşiler ahd-i ali-i Muhammedi’de kabail-i Urban’ın en muvakkar ve muhterem kabilesi olduğu bir emr-i müsellemdir. Arabistan-ı Sahari’nin payitahtı Mekke-i Mükerreme olduğu gibi mevki’-i coğrafisi i’tibariyle o kıt’anın vasatındadır. Fazla olarak Mekke ahalisi min-kadimi’z-zaman Ka’be-i Muazzama’nın hadimi ve haris ve hamisidir. Bazı rivayetlere nazaran Ka’be-i Muazzama bir müddet Huzaa kabilesinin yed-i hirasetinde bulunduğu ve kabile-i mezkure Yemen kabail-i asliyyesinden olduğu halde Seylü’l-Arim’de Hicaz’a hicret ve Mekke’de ikamet eylemiş ve kabail-i asliyyelerden Kabile-i mezkure Hicaz’a hicretten sonra birçok kuvvet ve nüfuz kesbeylemesiyle müddet-i medide hıtta-i Hicaziyye yedlerinde kalmış ise de nihayet hıtta-i mezkurenin idaresi Ebu Rişan namında bir merd-i gafil ve meyhura intikal eylemesiyle bir şişe şarap mukabilinde zimam-ı idareyi Kudaa namında bir şahsa devr ü teslim eylemiştir. Ve elsine-i Arab’da mütedavil olan “Ahmak min Ebi Rişan” meseli o tarihten zeban-zed olmuştur. Ba’dehu emaret-i Mekke Kudaa’dan Kureyşilere intikal eylemiş ve Hazret-i Muhammed aleyhi’s-salatu vesselama değin hiraset-i Ka’be Kureyşi’lere has olmuştur. Ka’be namı binasının ya irtifaından veya müka’ab olmasından naşidir. Bir ismi dahi “el-Beytü’l-Haram”dır. Rivayete nazaran Hazret-i Adem aleyhisselam cennetten dur ve tavaf-ı beytü’l-ma’murdan mehcur olmasıyla mükedder ve mahzun olarak Cenab-ı Kadiyü’l-Hacat’a vuku’ bulan tazarru’ ve münacatı üzerine Beytü’l-Ma’mur’un şeklinde nurdan bir amud semadan nazil olarak şimdiki Ka’be’nin mevkiinde lem’a-feşan olmasıyla Hazret-i Adem vefatından sonra Hazret-i Şit o nurun şekl-i manzuru üzerine taştan Ka’be-i Muazzama’yı bina ve muahharan tufanda münhedim olduğundan Hazret-i İbrahim oğlu Hazret-i İsmail ve ol tarihten beri Arapların yed-i hıfz u hirasetlerinde kalmıştır. Ka’be Huzaa kabilesi yedinde iken ilk defa olarak Nail isimleriyle mevsum olan esnam-ı selaseyi ümera-yı Yemen’den Amr namında bir zat getirmiştir. Bi’set-i Muhammediyye’den yedi yüz sene akdem müluk-ı Yemen’den Ebu Kerb-i Esed namında bir zat ilk defa olarak Ka’be’yi puşidelerle setr eylemiştir. Ka’be-i Muazzama min-kadimi’z-zaman enzar-ı Urban’da mukaddes ve muhterem bulunmuş ve Gassan kabilesi ona müşabih bir bina inşa eylemesinden naşi kabail-i Arabiyye arasında cenk ü cidal zuhur ederek Gassanilerin ka’be’lerini hedm ü bi-nişan eylemişlerdir. Muahharan Ka’be-i Muazzama’ya her kabileye mensup birer sanem vaz’ edilmiştir. Derununda etrafı melaike-i kiram resimleriyle muhat Hazret-i İbrahim aleyhisselamın sureti olduğu gibi haricinde üç yüz altmış sanem mevcud idi. Esnam-ı selase-i mezkure dahi bu miyanede dahil idiler. Hubel “Büyük Ba’l” denilen sanem-i meşhurdur. Mezkur sanem yedinde tüysüz yedi ok tutmuş kırmızı taştan ma’mul insan şeklinde birer heykel idi. Asaf ise erkek ve Nail dişi şeklinde birer heykel idiler. Guya işbu iki sanem fi’l-i şeni’de bulunmalarından dolayı mesh olunarak taş oldukları zu’munda idiler. Bil-cümle kabail-i Arabiyye her sene Ka’be’nin ziyaretine geldikleri gibi Safa ve Merve amudları arasında sa’y ve Ka’be’yi tavaf eylerler idi. Ziyaret-i mezkure için senede dört ayı eşhur-i hurum addiyle kabail-i A’rab yekdiğerleriyle eşhur-i mezkure içinde ceng ü cidalden ictinab eylerler idi. Yalnız A’rab’dan Tayy ve Cathaam kabileleriyle el-Haris bin Ka’b zürriyetinden bazıları bu ziyarete şitab eylemezler idi. Babil’den Hicaz’a firar eden Yahudilerle Romalıların şimşir-i kahr u tedmirlerinden hıtta-i mezkureye iltica eden hıristiyanlardan başka Hicaz Urban’ın ahval ve mu’tekadatı hususat-ı meşruhadan ibaret idi. Hıristiyanlardan Nasturilerle Ya’kubiler Hicaz’da mukım oldukları gibi Aryan hıristiyanlarından dahi birçok kimse bulunur idi. Gerçi Araplar akaid-i asliyyelerinde sabit-kadem olduklarından bir emr-i müsellem ise de hıristiyan ve Yahudiler’le bir fikr-i icmali hasıl eylemişler idi. Araplar Yahudileri kendilerine ammizade i’tibar ve sünnet-i hitan hususunda dahi hem-efkar olmalarıyla aralarında bir nevi’ ünsiyet peyda olmuş tü’l-Haram’dan vazgeçmemiş Yemen Urbanı’ndan bir kısmı ba’s-i Muhammediyye’den yedi yüz sene akdem diyanet-i Museviyye’ye girmiş ve milad-ı nebeviden yetmiş sene akdem Yemen hükümdarı bulunan Ebu Nüvas Yahudi olmayan Urban ile birçok hıristiyanları ateşte yakmış olmasıyla bundan münfail olan Habeş hükümdarı Necaşi ceyş-i firavan men’de hüküm-ferma olmuştur. Üsküdar’da İnadiye mahallesindeki Celveti dergahının banisi tarikat-ı Celvetiyye meşayih-ı izamından Bandırmalı Şeyh Yusuf Efendi’nin büyük mahdumu ve sahib-i divan-ı arifane Haşim Efendi’nin birader-i ekberi olup mevliden Üsküdari’dir. Alel-usul ikmal-i tahsil-i ulum ve tekmil-i süluktan sonra mahza istikmal-i feyz-i ulum maksadıyla Arabistan’a azimetle Suriye ve be-tahsis Mısır’da mülakı olduğu e’azim-i ulemadan bit-teallüm ahz-ı icazet ederek Medine-i Münevvere’de nevvi’a te’lifi bir taraftan ulum-ı aliyye ve aliyye tedrisiyle meşgul oldu. Ve tarihinde alem-i faniye veda eyledi. Sahib-i tercümenin beyne’l-ulema ve’l-meşayih faziletiyle mütenasib iştihar edememesi mücerred asarının tab’ına himmet olunmadığından neş’et eylemiştir. Ukudu’l-Fera’id fi Hududi’l-Akaid ismindeki eserinin mukaddimesinde te’lifatının seksene baliğ olduğunu tasrih eyliyor ki manzur-ı acizi olanlarından bazıları ber-vech-i atidir: Ta’rifatu İlmi Usuli Hadis Ukudu’d-Dürer fi Hududi Ta’rifatu Akaid Ukudu’l-Fera’id fi Hududi’l-Akaid Ta’rifatu Usuli Fıkh Ta’rifatu’l-Fuhu l Ta’rifatu Feraiz Şuhudu’l-Fera’iz Ta’rifatu Adab Şuhudu’l-Galib Ta’rifatu Aruz ve Kavafi Mühimmatu’l-Kafi Ta’rifatu Nahv Şuhudu’s-Sahv Ta’rifatu Ta’rif Cüyudu’t-Ta’rif Ta’rifatu Mantık ve Mizan Muhallefatu Hükemai’lYunan fi Ma’rifati İlmi’l-Mizan Ticanu Feza’ili’ş-Şuhur Dürretu’t-Tican ve’l-Kalanis ve Revnaku’l-Vaiz ve’lMecalis Bedru’t-Tam fi Tahrici Ehadisi Şir’ati’l-İslam Seylü’l-Arim fi Cami’i-l-Kelim Ukudu’l-Leali Cami’u Rivayatü’l-Feharis ve Lami’u Kulubi Ehli’lMedaris Cevami’u’n-Nesim fi Cevami’i’l-Kelim Tebyinu’l-Müselselat fi’l-Hadis mahfuz olduğu gibi son eserinin bir nüshası da Yerebatan Mahallesi’ndeki Es’ad Efendi Kütüphanesi’nde mevcuddur. Sülale-i hazıra-i Kaçariyye’nin İran’a tasallutundan beri za’dan başka bu sülale arasında usul-i idare ve san’at-ı hükümranide tur. Hasud bahil zalim ve cebbar kendilerini düşünmekten kendi azamet ve satvetlerini yalnız millet ve memleketin ezilmesinde bulmaktan başka bir şey bilmeyen selatin-i al-i Kaçar şu memleket için bir bela-yı mübrem kesilmiştiler. adalet kanun tedvir-ı umur bütün ma’nası ile kaldırıldı. Ne kavanin-i şer’iyyeye ne teamül-i a’sara ne de adat ve ahlak-ı milliyyeye riayet ediliyordu. Bir mütelevvin mütevesvis usul-i keyfe ma-yeşa idi ki gidiyordu. Nasırüddin Şah sülale-i Kaçariyye’nin mümessili mücessemesi bu bü’l-heves muannid cebbar ve zalim sultanın zamanında düncü Louis’yi numune-i imtisal ittihaz etmişti. Ona imtisalen: “Menem diger nist” kelimelerini vird-i zeban ve düstur-ı hareket ittihaz etmişti! İşte şu gaye-i amalini husule getirmek Öteden beri İran’da iki sınıf ahali İraniler üzerinde te’siri nüfuz edegelmekte idi. Bunlardan birisi nüceba eşraf ve a’yan; diğeri ise ulema idi. İşte Nasırüddin Şah var kuvveti Vüzera ve vükelayı erazilden intihab ederek bunlara da parlak ve şa’şaadar ünvanlar i’tası ile ve eski şürefa ve a’yan ailelerine mensup zevatı bunların ellerinde zebun ve muhakkar etmekle şu ailelerin ahali üzerinde öteden beri mevcud olan nüfuz ve haysiyetlerini kırdı. Ulemaya gelince kah cebr u teaddi ve kah para vasıtasıyla bin türlü tesvilat bularak bunları da ahali arasında hor ve zebun etti. Zannedilmesin ki Nasırüddin Şah’ın şu hatt u hareketi ta’kıb etmekten maksadı ahaliyi mütegallibenin yed-i zulm ü cevrinden istihlas idi! Böyle olsaydı ne a’la kendisi ebedi bir nik nam kazanmış olurdu! Lakin onun maksadı başka sine kendi bü’l-heveslerine keyfe ma yeşa harekatına karşı gelecek kuvvetlerin ortadan kaldırılması idi! Ve filhakıka şu manialar şu kuvvetler ortadan kaldırıldıktan sonra şah-ı cebbar meydanı boş görerek mahiyetinde merkuz olan bütün hevesat ve hırslarına yol açtı. Bütün memleket bütün ahali bunun elinde bir baziçe-i lehv ü lu’b zulm ü fesad oldu! Memlekette emniyet-i can u mal ve hatta ırz u namus kaldırıldı! Etrafında bulunan erazil ve edani yalnız kendi ikballerini kendi saadetlerini düşünerek ve şu ikbal ve saadetin yegane medar ve istinadı zalimin lütf u merhameti olduğunu bilerek yekdigerlerine istirkab derecesine varıncaya kadar müstebiddin bütün hevesat ve ihtirasatına bütün keyfe ma yeşa harekatına iştirak etmekle beraber yaptığı tahribatı hemen bir saye-i samedaninin bir mürid-i min-indillahın tarafından yapılmış asar-ı ber-güzide gibi gözükmekte yan-ı hakıkat cesaret ve cür’eti kalmamıştı! Bütün İran serbe-zemin-i ubudiyyet olarak şu füsunkar mütelevvin müstebiddin zulm u cebrlerini okşuyordu. Müstebid ise doğrudan doğruya kendini bir zıll-i İlahi bir vekil-i asumani addederek yed-i idaresine min-tarafillah değil insanların hamakat ve sefaheti sayesinde vedia edilen adam altmış beş sene istibdad eden bütün müddet-i ömründe bir defa bile olsun bütün İran’ın bütün İranilerin bir pabuç gibi kendi malı olduğundan asla şek ve şüphe etmedi. Ve onlara da bir pabuç gibi muameleden çekinmedi. yordu. Ve yine istediğini bi-nihaye ni’am u emval ile bahtiyar ediyordu. Bütün İran’ı kendi oğulları ve akrabası arasında taksim etmişti. Bunlar da şu müstebiddi imtisal ederek onun a’mal ve harekatını reftar ve sekenatını kendileri için düstur edinmişti. Bunların da yegane düşünceleri ahaliyi soyup dalayıp İngiliz bankalarına para biriktirmekten ibaret diler tahammül-fersa bir dereceye vardırıldı! Bilahare ahalinin sabr u tahammülü kırılarak yarım karn müddetinde icra edilen zulümlerin fesadların intikamını almak şerefi Rıza nam bir zata düştü. Şu adamın sergüzeşti bütün İran’ın sülale-i Kaçariyye zamanında geçirdiği facialara bir numune olarak burada naklediyoruz: Zavallının bir oğlu bir kadını ve bir kızı var imiş. Hakim-i vilayet olan şehzade olunca kadının iffet ve ismetine tecavüz etmek istiyor. Ve ne Allah’tan ne Peygamber’den haya etmeyerek kocasını kadını teslime mecbur ediyor: Biçare Rıza Tahran’a geliyor ve burada huzur-ı hümayuna bir arz-ı hal veriyor. Ve ahvali naklederek imdad istiyor. İcra-yı adalet yerine şah şu “cesur keşşafın” değnekle dövülmesini emrediyor! Guya şehzadenin kadına meyli kocası tarafından bir iltifat bir merhamet gibi telakkı edilmesi lazım geliyormuş! Her ne ise zavallı Rıza Tahran’dan haib ü me’yus avdet ediyor! Meğer bi-çareyi yeni bir felaket bekliyormuş! Şikayetten bi-haber olan şehzade bu kere zavallının kızını cebren alıyor ve ona da kadına yaptığı muameleyi Tahran’a gidiyor ve arz-ı hal veriyor. Şah zavallının katlini emrediyor. Fakat Rıza her nasıl ise kaçıp istihlas-ı giriban ediyor. Lakin bu yaşamak için değil! Zaten bunca hakaret ve istihfaf gören hayatın en leziz ve şeref-bahş ni’meti olan namusunu böyle gözü önünde ayaklar altına alınıp sefiller ellerinde feda-yı hırs u heves edildiğini müşahede eden bir zatı bir daha hayata merbut edecek bir vasıta kalıyor mu? fakat şu intikam lezzetini tatmak hevesi ile İstanbul’a gelir; o zaman alem-i İslam’ın duçar olageldiği bela ve felaketleri vech-i layıkı ile düşünmüş olan ve bunlara çare aramak sevdası makta bulunan meşhur Seyyid Cemaleddin Afgani İstanbul’da Abdülhamid’in iğfalat ve efsunlarına uyarak Darü’lHilafe’de oturuyordu. Bu zat da bir zaman Nasırüddin Şah’ın tahkırat ve cebirlerine uğramıştı! Rıza müşarun-ileyhe müracaat ederek şah hakkında istifta eder. Müşarun-ileyh şimdiye kadar icra ettiği zulm u fesadların ivazı alınması rıza-yı Huda ve memnuniyet-i Nebevi’yi mucib olacağını anlatmış. Şu fetva Rıza’nın bütün tereddüdlerini ber-taraf eder; doğruca İstanbul’dan Tahran’a avdet eder. Ve burada bir müsaid fırsatı bekler. Bir gün müstebidd-i cebbar adeti vech mevkie gider ve burada ziyaretgah olan bir makbereye dahil olur. Meğerse Rıza burada mahfi imiş; hemen çıkar ve hançer-i intikamını zalimin sine-i bi-dadına saplar: Zalim derhal ruhunu yed-i mü’ekkil-i müntakim-i hakıkıye teslim eder! Bütün İran şu haberi bir müjde-i meserret-amiz gibi karşıladı. Lakin kabus-ı a’zamın bıraktığı izler ve asar-ı tahribatı şimdi de İran’ı boğmaktadır. İran maddeten ve ma’nen bitmişti!.. Ahmed Akayef Devlet-i Osmaniyye’nin Fransa “eski idaresi” Ancien régime ile hesabatı bizim pek büyük ziyanlarımızla kapanmıştır: Osmanlı padişahları Fransa krallarını Habsburg imparatorlarının taarruzundan Fransa’yı Almanya tasallutundan kurtarmışlar; Fransa kralları ise buna mukabil Hükumet-i Osmaniyye’nin istiklaline “katolik hamiliği” ve “uhud-ı atika”dan ibaret iki ağır zincir takmışlardır. Osmanlılar Fransa dostluğunu kazanmadan evvel Avrupa devletlerinin düşmanlıklarından böyle devamlı bir zarar görmemişlerdi. Vakta ki Fransa Krallığı’yla akd-i muhadenet olundu; düvel-i Nasraniyye’den ilk edindiğimiz bu dost memalik-i Osmaniyye’de sakin Katolik ruhanilerine ve şark iskelelerinde ahz u i’ta ile meşgul Frenk tüccarlarına bazı lütufkarlık ricasında bulundu. Taraf-ı devletten dostluk namına “Fransa padişahının” ricası is’af buyurulur ol babda bazı feramin-i şahane şeref-sadır oldu. Fransa devleti sonradan bu fermanları istediği gibi tefsir ederek “himaye” ve “kapitülasyonlar” denilen hukuk-ı beyne’d-düvelin esas ve ruhuna kat’iyen mugayir hukuk-ı mevhumeyi meydana çıkardı. Diğer Avrupa devletleri de Devlet-i Osmaniyye ile münasebetlerinde Fransa’dan daha az müntefi’ olmuş olmamak için Fransızlara verilen fermanları Fransa ile akdolunan muahedeleri numune ve misal tutarak kendilerine de “kapitülasyon” ve “himaye” haklarını tanımaya Divan-ı Hümayun’u bütün ortadoks reayanın hakk-ı himayesini iddiaya başladı. bea-i Osmaniyye’nin hamisi gibi davranır oldu. Bu “himaye” mes’elesi Avrupa devletlerinin Osmanlı umur-ı dahiliyyesine müdahelat-ı mütemadiyyesini intac etti. Böylece Devlet-i Osmaniyye içinde bir değil birkaç devlet tahaddüs etmiş oldu. –Avrupa devletleri kapitülasyon haksız hakkına dayanarak tebealarını Devlet-i Osmaniyye kanunlarına itaat mecburiyetinden kurtardılar. Memalik-i Osmaniyye’de misafir ecnebilerin her birisi bir sefir gibi haric ez-memleket hakkını haiz oldu. Hükumet-i seniyye bugüne kadar ecnebilerden ve hareketleri vukua gelse onları ahz u girift edemez yed-i adalete veremez; devlet bunlara karşı sair devletler derecesinde hakk-ı hükm u icrayı haiz değildir. Avrupa devletleri Hükumet-i Osmaniyye’nin umur-ı iktisadiyye[ye] müteallık hususatta serbesti-i ef’al ve harekatını “kapitülasyonları” ile ta’rifelerini istediği gibi tanzim edemiyor.– “Himaye” Devlet-i Osmaniyye içinde birkaç devlet vücuda getirmişti; “uhud-ı atika” ise Devlet-i Osmaniyye’nin istiklal ve hakimiyetini devletin istiklaliyle te’lif olunamaz. Hasılı üç asır kadar süren eski idare Fransası’nın dostluğundan Devlet-i Osmaniyye’nin kazancı “himaye” ile “uhud-ı atika” yani istiklal ve hakimiyet-i devletin vahdet ve tamamiyetine mühlik iki darbe olmuştur. Bunu bi-taraf Fransız muharrirleri kendileri de inkar etmezler mesela Fransa’nın sabık Bahriye Nazırı muharrin-i siyasiyyeden Mösyö de Lanessan Misyonerler ve Onların Himayesi ünvanlı bir eserinde Fransa krallarının Türk dostluğundan bahsederken bunun “klerikaller” tarafından uydurma bir masaldan ibaret olduğunu açıktan açığa i’tiraf etmektedir. Büyük ihtilale kadar Fransa’nın Türk dostluğu bir masaldan hakıkat etmiş midir? – Bunu anlamak için ba’de’l-ihtilal Fransa’nın şark ile en çok meşgul olduğu birkaç devr-i tarihisini mücmelen tahattur etmek kafidir. İhtilal Fransa’sı ta “Direktör” zamanına kadar kendi mevcudiyet ve istiklalini müdafaaya mecbur kaldığından şarkı kralların şark an’ane ve siyasetini düşünmeye vakit bulamamıştı. Lakin Türkiye’nin Fransa için pek tehlikeli olan bu zamanda muhibb-i kadimine külli faidesi dokunmuştur. Fransa İhtilali ibtidalarında Devlet-i Osmaniyye Rusya ve Avusturya hey’et-i müttefikasıyla muharibdi. Rusya Çariçesi Katerina’nın Avusturya hükümdar[lar]ı Joseph ve Leopold’un Fransa ihtilali yangınını başlar başlamaz söndürmeye gereği gibi çalışamamaları kısmen Lehistan’ın taksimi ile uğraşmalarından ve kısmen de Devlet-i Osmaniyye ile muharib bulunmalarından neş’et etmiştir. “Konvansiyon” Birinci Müttefikın ordularını Fransa hududu haricine püskürtüp arkaları sıra Almanya ve İtalya’ya muzafferane bir mukabil taarruz icra ettiği zamanlardır ki Fransa şark mes’elesini şark an’anesini hatırlamaya vakit bulabilir. Ve bu intihaz-ı fırsat hiç de Devlet-i Osmaniyye faidesine değildir. Fransa ihtilali ricalinden şarkla en çok uğraşan General Napolyon Bonaparte olmuştur. Bonaparte senesi henüz mirliva iken “Termidor” inkılabında hamileri Robespierre biraderleri kaybedip bir müddet metruk ve mensi kalmıştı; Paris’in gürültüsüz ve mütevazı bir mahallesinde küçük bir apartmanda geçirdiği bu mağmum günlerde küçük Fransa’nın hududsuz hırs ve tama’ını tatmin edemeyeceğine tamamen inanmış rütbesini Fransa’yı hatta bütün garbı terk ile şarka sultanlar memleketine gidip ülkesinin tanzim u ıslahına çalışan Selim-i Salis’in hizmetine girerek efsaneler menşei kahramanlar vatanı olan şarkta büyümek Devlet-i Osmaniyye’yi kendi idaresi altında ve kendi nef’ine tecdid ve ihya ederek yeni bir şark cihangiri asrının Timur ve Fatih’i halinde türeyip garba yürümek ve böylece bütün Avrupa’yı kabza-i tasarrufuna geçirmek hayallerine dalmıştı… Lakin Bonaparte’ın menkubiyeti metrukiyeti uzun sürmedi “Direktuvar”ın ilk günlerinde İtalya ordusu başkumandanlığına ta’yin olunarak alem-i askeriyi şimdiye değin hayran bırakan o parlak İtalya seferini icra etti. he-i hareketi daima şarka müteveccih dahi dimağı muttasıl şark ile meşguldür. Şimali İtalya’yı zabtedip “Campo Formio Muahedesi”ni imzalamadan az evvel muzaffer Bonaparte “ehl-i salib seferlerinden beri Fransa efkar ve hayalatını yormaktan asla hali kalmayan” memalik-i İslamiyye’den bahsederek “Direktörler”e şöyle yazar: “Bizim Türkiye’ye yardımımız beyhudedir; daha ölmeden Türkiye’nin inkıraz ve zevalini göreceğiz.” Ve bu inkırazda Fransa’nın büyük bir hisse koparabilmesi için İtalya’nın şark sahilinde kain Ancona şehrinin ve ceza’ir-i seb’a-i Yunaniyye’nin zabt u istilasını tavsiye eder; hatta “Korfu Zanita ve Kefalonya adaları bizim için bütün İtalya’dan daha ehemmiyetlidir.” der. Campo Formio Muahedesi’nin akdinden biraz sonra da dostlarından birine: “Ah büyük teşebbüsler yalnız şarkta mümkündür…” diye büsbütün kalbini açar. Görülüyor ki Bonaparte menkub iken tecdid ve ihya suretiyle ele geçirmek istediği memalik-i Osmaniyye’yi hükmüne almak emelindedir. Müverrih Bourgeois vesaike bizzat kendisi için şark imparatorluğunu ihya etmek istemiştir. Mısır seferi Bonaparte’ın şark hakkındaki tasavvurat-ı azimesinin bir kısmını icradan ibarettir. Fransa Mısır’ı alırsa nın Akdeniz havza-i şarkısinde nüfuz ve hakimiyeti te’min olunup Devlet-i Osmaniyye’nin pek karibü’l-vuku’ vefatında mirası taksim edilirken düvel-i saireye nisbeten mütefevvik bir vaziyette bulunması kabil olacaktı. Direktuvar General Bonaparte’ı Mısır’ın istilasına me’mur ettiği zaman verdiği ta’limatta Mısır seferinin Fransa Cumhuriyeti ile Sultan arasından müteyemminen cari hüsn-i münasebete Vakıa Avrupa devletlerinin hepsi ihtilal Fransası aleyhine i’lan-ı harb etmiş iken Selim-i Salis asır-dide dostluk hatırı için İngiltere’nin lel getirilmemek üzere ifasını tavsiye etmişti!.. Diğer taraftan Hükumeti’nin Sultan’a dost ve hayır-hah olduğunu arz ve biyyeden hatta memleketinde olup geçen vekayiden bile pek az haberdar padişah ve paşaları pek ebleh-firibane türrehat asker çıkarmasıyla şehinşah-ı alem-penahın o pek zengin eyaleti asla elinden kaçmayacakmış... Bu seferden murad ancak şevketli padişaha karşı arada sırada harekat-ı bağiyaneye riyeti’nin Devlet-i Osmaniyye’ye karşı bir nişane-i bahire-i muhadenetini teşkil ettiği cihetle Divan-ı Hümayun’un bundan dolayı muhibb-i kadimi Fransa’ya muğber olması asla caiz olmadıktan fazla ayrıca izhar-ı şükran ve minnetdari etmesi bile icab edermiş… ilh. Müteveffa Sorel Mısır seferinin şu diplomasi inceliklerini dersinde anlatırken genç samiinin çoğu gülmeye başlamıştı da muallim-i muhterem kemal-i ciddiyetle: “Gülmeyiniz demişti garb akvam-ı medeniyyesinin şimdiye kadar şarkta ta’kıb ettiği usul-i siyaset böyledir: Türklerin Hindlilerin Çinlilerin vatanlarından bir parça koparılıp alınır mal ve mülkleri yağma ve garet olunur kardeş ve evlatları top ve tüfenkle öldürülür bununla beraber onlara kızmayın asar-ı husumet göstermeyin biz sizinle asla muharib değiliz biz sizin en iyi dostlarınızız denilir!..” Direktuvar İstanbul’da sultanı ve Divan’ı kandırmaya çalışıyorken Bonaparte da Mısır’da ahali-i müslimeyi daha gülünç hilelerle aldatmaya uğraşıyordu: Bonaparte kendisine sultanın me’muru süsünü verir emirnamelerini ayat-ı Kur’aniyye ile hukuk-ı beşer beyannamesi maddelerini karıştırarak yazar müslümanlık iddiasında bulunur hatta elbise-i mahalliyye giyinerek camiye gidip namaz bile kılar… General Bonaparte bu azade-serane garabetleriyle Mısır avamını kendisine “Ali Bonapardi” dedirecek kadar iğfal edebilirse de Direktuvar diplomatları İstanbul’da bu kadar muvaffakıyet kazanamazlar: Sultan Selim diplomatların pek bedihi delailine kulak asmaz sırf hukuk-ı şahanesinin te’yid ve takviyesi için Mısır’a gelen düşmanımız General’in harekatını bir vesile-i harb addedecek kadar su’-i zanda bulunur; ve bina-berin Devlet-i Osmaniyye İkinci Müttefikın arasına dahil olarak Fransa Cumhuriyeti’ne i’lan-ı harb eder. Demek oluyor ki krallar zamanında hiç olmazsa birbiriyle resmen muharebe etmemek derecesinde dost olan Fransız ve Türkleri İhtilal-i Kebir ve onun veled ve varisi Bonaparte Mısır kumluklarında Suriye kaleleri yanında çatıştırıp boğaz boğaza getirir… A[elif].Y. Afganistan’dan: Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye’de Sıratımüstakım Ceride-i İslamiyyesi Hey’et-i Tahririyye İdare-i Aliyyesine: Muhterem ihvan-ı dinimiz fezail-meab efendilerimiz! Fi Cumadiye’l-Ahire sene tarihli bir üslub-ı sade ve fakat hissiyyat-ı aliyye ile memlu ve azm-i fedakarane-i dindarane ile memzuc nesayih-i umumiyye-i alimane ve bilhassa halen ahval-i esef-iştimal-i İslamiyye ve çare-i necat-ı kavmiyye hakkında nukat-ı asliyye ve nükat-ı esasiyyeyi havi Sıratımüstakım’in bir peyk-i diyanet-peyker addine el-hak el-yak bulunan mektub-ı uhuvvet ve diyanetperveraneleri vasıl-ı dest-i ta’zim ve ihtiram-ı fevka’l-ademiz oldu. Mektubunuzun: “Düşüncelerimiz kıta’at-ı arzın her arzına yayılmış bulunan bi-çare müslüman kardeşlerimizin ahval-i esef-iştimalidir.” Cümlesinde efkar-ı rakıka hissiyat-ı nan insanları ve ba-husus üssü’l-esas-ı harekat ve tealimizi tehzib-i ahlak ve ıslah-ı halde gören İslamları cidden düşündürecek ve tehyic edecek dehşet-nak hakıkatlerdendir. Zira: Yalanı sahih sahihi yalan göstermek esasına müstenid bulunan diplomasi erbabı alem-i İslamiyyet’in cehl u gafletinden istifadede yegane tefahür addedilen “Adam bırak ne olursa olsun” düsturunu menfaat-i mahsusalarında daimi ve la-yetegayyer bir tarzda tatbik ve isti’mal etmekte ve bizim gibi ulum ve maarif ve sanayi’ nokta-i nazarlarında mariz ve na-tüvan bulunan İslamları “medeniyete idhal hakkı” gibi yaldızlı haplarla uyuşturmaktan! ve hatta zehirlemekten hali kalmıyorlar. Vakıa bir müddet-i muvakkate için menfaat-i mahsusa ve şahsiyyelerini medenilere müsaedat imtiyazat yataklık suretiyle te’min etmiş ve edecek zanneden ve ma’tuh ve mecnunlara şebih bir kısım bedbaht hain ve cühela rüzela hissiz hamiyetsiz ümera vaktiyle ahlakı bozulup vatan-perverlikten müstağni ve nihayet münkariz olan Romalıları takliden ve Latinlerin bir darb-ı meseline iktifaen “Nerden hoşnud kalınılırsa vatan orasıdır!” mesleğinde daha doğrusu mesleksizliğinde devam ve guya hoşnud görünmeye çalışarak: “Kanadı bitse bir murun sanır hayra beşarettir Onu fehm etmez amma kim zevaline işarettir!” fehvasınca zevk u sefahette ve nihayet sefalete alem-i insaniyyete veda eder. Lakin bu gibilerin ef’al-i kabiha ve ahlak-ı mezmumeleri diğer bi-çarelere de su’-i misal olmaktan hali kalmaz… “Ne idik ne olduk?” sual-i mukadder ve ma’nidarınıza en canlı olarak verilebilecek cevap da sabit metin ahlaklı adamlar idik. Sefalet cehaleti icab cehalet de bugünkü meskenet mezellet ve idbarımızı intac etmiştir. “Niçin tabi’-i Kitab-ı Vahid iken ecza-yı müteferrika olduk?” Çünkü dini bütün müslümanların –kadın erkek– mücehhez bulunması lazım gelen ilim san’at adalet hakıkat hukuk ma’rifet merdlik bunlara müteferri’ ahkam-ı akliyye nakliyye hikemiyye havas ve havass-ı saireye ve adat-ı kavmiyyelerine ahlakları gibi za’f u kesel tari olarak yahud cehalet sebebiyle eşirra ve ahlaksızlara alet olarak da’va ve düstur-ı aslileri “Herşeyin mikyas ve esası menfaat” addolunan ma’rifetli vefakat iğrenç medenilerin “Ayrılık gayrılık düşür zabtet!” kaidesini tatbik etmelerine meydan vermiş ve zaten menfaat-i kavmiyye ve zatiyyemizi bir tenasüb-i adedi veya hendesi-i alel-ade ile mesaha ve ta’yine muktedir olamadığımızdan cüz’-i ferd ve hatta cüz’ün la-yetecezza olduk! Hele “Neme lazım!” nam miskin illetine uğradığımızdan i’tibaren berbad ve harab olduk. Maamafih cüz’-i ferd halinde bulunan cüz’ün la-yetecezzaların ictima’ ve ittihadları kuvve-i tabiiyye ve ve cazibe kaidelerine mugayir ve muhalif olmaktan başka “ve’l-ba’sü ba’de’l-mevt” sırr-ı celilini izah edebileceği bir intibah ve ittihad-ı İslam haric ez-imkan olmamakla ve bunu İhtimaliyyun mesleği de iddia etmekte bulunduğuna istinaden beyanname-i mübarekte: “Bizim –ve her vatan-perver müslümanın– yegane maksadımız medeniyet ve maarif-i İslamiyye’yi ihya ile bütün müslümanları nur-ı ma’rifetle pirayedar etmek ve bu suretle bil-fi’il din-i celilimizin ulviyet ve kudsiyetini aleme tanıtmak ve medeniyet-i hazıranın menşe’lerini ve necat-ı beşeri te’min edecek hakıkı medeniyetin medeniyet-i İslamiyye bulunduğunu göstermek” hususunda bila-tereddüd ve tefekkür ruri ve muktezidir. “Maksadımız siyasi değildir. Hiçbir devlet toprağında gözümüz yoktur.” Evet buna şüphe yok ancak bizim toprağımızda gözü olanların alaim-i vechiyye ve niyetlerini keşf ü ta’yin edecek “fizyonomist” ve halat-ı saireyi görebilecek “dur-bin” ve emraz-ı adidenin teşhisine medar olabilecek “röntgen” şuaları ve ecza-yı ferdiyye-i İslamiyye’yi tefrik ve bunların alaka ve rabıta ve imtizac hassalarını mütalaa edebilecek “hurde-bin” ve erbabı gibi vücud ve vesaite evvel-be-evvel ihtiyacatımız der-kardır. Bu ise ber-kemal değil der-kenardır! Daha açık söylemek lazım gelir ise girmiş[?] kuva-yı ibtidaiyye ve esasiyye-i akvam-ı İslamiyye hal-i aslisinde teşekkül edince beka-i kuva kanununa tebean: Yaşayan adamın mirasçısı olamaz. Ve ahkam-ı fıkhiyyenin bir bendiyle de te’yid ve te’kid olunan “Bir şey ki vaktinden evvel isti’cal olunur mahrumiyetle mu’ateb olur” düsturunu halen ve fiilen arz ve isbat etmek lazımedendir. Her ne kadar zamanın tebeddülü ile ahkamın tebeddülü de gayr-ı kabil-i inkar ise de “El-hükmü li men-galebe” ve “Kuvvet hakka tekaddüm eder” kaziyeleri la-yetegayyer olduğundan hukuk-ı İslamiyyemizin müdafaası döne dolaşa maddi ma’nevi kesb-i kuvvet etmeye mütevakkıf ve vabeste görünmektedir. “Oradaki müslüman kardeşlerimizin ahvalinden ihtiyacından arasıra bizi haberdar etmenizi rica ederiz.” Emir ve arzunuza “ale’r-re’si ve’l-ayn” suretinde cevap vermekle arz-ı iftihar ederiz. Afganistan ahalisi ve idaresi hülasatü’l-hülasa arzedilmek lazım gelir ise bir hane ve ailede ali-cenabane bir peder idaresi tahtında efradın hey’et-i mecmuasıdır denilebilir. Kuva-yı ibtidaiyye ve esasiyyeleri henüz tevessü’ ve teşekkül etmemiş olan efrad ve ahalinin hali fil-hakıka henüz yemin ü yesarını fark edemeyen bir tıflı nevzadın yed-i ihtiyarına bırakılması caiz olmayan irade-i cüz’iyye ve ihtiyar-ı külliye müşabih ise de halkın terbiye-i fedakarlık ve atıf[et]i diriğ buyurmazlar. İzhar-ı liyakat ve sadakatle ibraz-ı hizmet eden erbab-ı sanayi’ ve maarife ihsan u iltifatları büyük ve çoktur. Gece gündüz memleket ahalisinin refah u saadetine sai bir hükümdar-ı zi-iktidardır. Sanayi’ namına tophane ve i’malathanemiz için el-an ve peyderpey ecanibden ustalar ve maarif ve kavaid-i askeriyye namına üstad muallimler celb ve mektepler te’sis olunmaktadır. Mekteb-i Harbiyye’nin hin-i te’sis ve küşadında Hazret-i Emir muallimin ve müteallimine bir lütf-ı fevka’lade olmak üzere Mekteb-i Harbiyye talebesi elbise-i resmiyyesini gelen muallimler Afganlıların gayr-ı kabil-i inkar olan zeka ve isti’dadları sayesinde ulum ve ma’rifeti sür’atle tatbike muvaffak oldukları ve binaenaleyh Afganistan aheste aheste şeh-rah-ı tekemmülde hatve-endaz-ı terakkı olduğu varestei Maamafih hadika-i umumiyye-i İslamiyye’nin bir kuşe-i mu’tena ve müntehasında enva’-ı ezhar makamına kaim ezhan-ı ahalinin esna-yı tezehhür ve tesemmür olduğu ve maksudun bizzat olan a’mal ve amalin henüz tevessü’ ve teşekkül ettiği iddiası na-be-mevsim ise de: “Yetişir menzil-i maksuduna aheste giden.” fehvasınca bu himmet ve fıtrat seneden ziyade bir ömr-i giran-mayemi Memalik-i Devlet-i Aliyye’de geçirdiğim Şam ve Der-i Aliyye’de ikamet ettiğim esnada pederim merhum ve mağfur cenab-ı Serdar Tarzi’nin himmet-i ma’ali ve maarif-perveraneleri sayesinde oralarda tahsil etmiş ve bugün Afganistan’da “Tercüman-ı Türki” vazifesiyle muvazzaf bulunmuş olduğum hasebiyle Sıratımüstakım’in ber-güzide makalelerini aynen tercüme ve derhal makam-ı a’idine ve atebe-i ulyaya takdim etmeyi bir vazife-i muzaafe-i mukaddese addedeceğimi ve Osmanlılık alemine zaten minnetdarane bulunan rabıta-i kalbiyye-i samimanemi bu vesile-i hayr-vesime ile de tezyid ve takviye etmek iftiharıyla arz-ı selam ve ta’zimat eder ve saadet ve selamet-i İslamiyye bahsinde hidemat ve temenniyata ansamimi’l-kalb Pekin’den: Fi Ramazan Sene Hindistan’dan: Sıratımüstakım’de münderic makalelerin Arabi ve Farisi ve Urdu lisanlarına tercümeleri halinde Hind müslüman aleminin dahi istifade edeceği ve şu suretle terakkıyyat-ı hakkında Hindistan’da Sehar Nefur şehrinde mukım meşahir-i fuzela-yı İslamiyye’den Halil Ahmed Efendi hazretleri tarafından gönderilmiştir: Zaten Sıratımüstakım’e Arapça ve Farisice birer kısım meşgale olan bu hususa şimdiden teşebbüs edebilmek azim fedakarlığa mütevakkıftır. Gerek memalik-i Osmaniyye’deki müslümanlar ve hariçteki İslam kardeşlerimiz teveccüh ve himmetlerini arttırırlarsa inşaallah bu tasavvurumuz dahi atiyen husul-pezir olur. Hindistan’da Pencab eyaletinin merkezi olan Lahor beldesinde münteşir Vatan gazetesi sahibi tarafından Mısır’da münteşir rüfekamıza gönderilen mektubun suret-i mütercemesidir: “Hicaz demiryolu hattı için Vatan ceridesi idarehanesi tarafından açılan iane defterinin otuz beşinci taksiti dahi Darü’l-Hilafe’deki komisyon-ı mahsusuna gönderilmiştir. Fakat maatteessüf bu defaki irsalatın mikdarı kırk dört İngiliz lirasını tecavüz etmiyor. Üç ayda bir gönderilmekte olan işbu taksitlerin her defasındaki irsalat yüzlerce liraya ve hatta bazen bin lirayı mütecaviz bir meblağa reside olmakta iken birdenbire bu kadar tenezzül etmiş olması şüphesizdir ki Hükumet-i Osmaniyye’nin beyne’l-Harameyn hattın temdidi hakkında gösterdiği terahinin Hind müslümanlarına iras eylediği ye’s ü füturdan neş’et eylemektedir. Yalnız Vatan ceridesi idaresi vasıtasıyla şimdiye kadar gönderilen ianenin yekunu doksan sekiz bin altı yüz yirmi sekiz Hind rupyesine baliğ olmaktadır ki küsursuz hesap olarak yüz bin rupye demektir. Allah göstermesin Hükumet-i Seniyye az bir müddet zarfında hatt-ı mübarekin inşasına dair bir harekette bulunmadığı takdirde mucib-i ye’s ü teessür olan şu ahval ü şera’it altında cem’-i ianatta devamı maalesef arzu etmeyen defter-i i’aneyi kapamak azm u niyetindedir. Liva refikımız mektubun zirinde atideki mülahazayı terdif ediyor: “İkmali birçok fevaid-i diniyye ve iktisadiyye ve siyasiyye te’min edeceği hafi olmayan şu hatt-ı mübarekin bir an evvel itmamı hakkında rical-i devletimizin ihtimam-ı mahsusta bulunmalarını rica ederiz.” Hattın devam-ı inşaatı hakkında çalaçırpa devr-i istibdadda bile reva görülmeyen şu tehavün ve terahiye devrimizde cevaz gösterilmesi el-hak cedir-i teessür ve teessüftür. Nasb-ı ayn-ı İslam olan bu buk’a-i mübarekede esbab-ı umran ve intizamın bir an evvel te’mini Hilafet-i İslamiyye’yi temsil eden Hükumet-i Osmaniyye’nin a’zam-ı vezaifidir. Az bir himmetle vücuda gelecek olan kısm-ı mütebakı hakkında Hükumet’in i’mal-i fikirden hali kalmadığını gösterir asarın zuhuruna bütün alem-i İslam sabırsızlıkla intizar eylemektedir. Hükumetimizin basiret ve i’tinasından bu intizara kariben nihayet verileceğini ümid etmekteyiz. İnşaallah bu ümniyede hasir kalmayız. Hissiyatımız Fransız hissiyatı ruhumuz Fransız ruhudur diyecek kadar incizab ve temelluk gösterdiğimiz Fransızların rüşt lisandan ibraz ettikleri hasmane hissiyattan münfail olan Tanin refikımız “Fransız matbuatının bize karşı lisanı Sofya ve Atina’daki lahana yapraklarının lisan ve mesleğinden pek farksız bir hale geldiğini” esefle söyledikten sonra nihayetlere doğru şöyle serzenişlerde bulunuyor: “Hürriyet i’lan olunur olunmaz bütün Türkiye’de Fransa’ya karşı bir meyelan başladı: Her tarafta Fransız lisanını ta’mime çalıştılar. Tekmil talebelerini Fransa’ya gönderdiler. Fransa’dan maliye müşaviri adliye müşaviri maliye me’murları ıslahat-ı maliyye komisyonuna a’za nafiaya mühendis da’vet ettiler. Umur-ı nafia teşebbüsatı bin müşkilat ile çıkabildiği halde Yemen San’a Bandırma-Soma Trablus-Humus şimendöferini Fransızlara verdiler. Telefon imtiyazını alan sendikada Fransızlar da dahil. Hasılı Türkiye’nin her cihetinde Fransa’nın nüfuz-ı maddi ve ma’nevisi son derecede artıyor ve daha ziyade artmak isti’dadını gösteriyordu. Bu bir hakıkat ki inkar kabul etmez.” hakıkat-i aliyyesinin on üç asır evvel hükmü ne ise yirmi altı asır sonra da o olacağına hiç değişmeyeceğine şüphe etmemelidir. Dün inkar olunan olunmak nacaktır. Vakıa biz onları memnun etmeye elden geldiği kadar gayretten geri durmuyoruz; ve böyle yapmamıza esasen bir mani’ de yoktur. Fakat mutaassıb menfaat-perest Avrupa’nın gönül arzusuyla tarik-ı hakka daire-i adle girmesi emin olmalıdır ki hiçbir zaman meşhud olmayacaktır. Binaenaleyh daima bu hakıkati göz önünde bulundurarak ne vaktiyle fazla temelluk göstermeli ne de sonra hakaretten bu derecelerde müteessir ve münfail olmalı!.. tumuz bize pek kızdı. Nazırlar bankerler birbirleriyle soğuk ve ciddi konuşurken Paris ve İstanbul cerideleri de şedid ü har bir kalem kavgasına tutuştular. Bulvar gazetelerinin neler yazdığından haberimiz yok çünkü onlara göz gezdirmeye vakit bulamıyoruz. Muhterem Tanin’in “lahana yaprağı” teşbihine bakılırsa pek ileri gittikleri anlaşılır. Öteden beri ciddi ve ağırbaşlı tanılan Tan’ın son makaleleri de bu babda bir fikir vermeye kafidir. Matbuat münakadatının tün unutulup Fransa ile Türkiye arasında gizli kapalı duran mesail-i muallakanın hemen hepsi meydana çıkarıldı; ve görüldü ki pek yakın dostlar sanılan bu iki devletin arasında bir hayli mesail-i muhtelifun-fiha mevcud imiş… Tan makalelerinin bazı kısımlarını ceraid-i yevmiyye tercüme ettiler lakin bazı taraflarını bıraktılar. Biz de Fransızların hükumetimize karşı besledikleri hüsn-i zan ve teveccühlerinin derecesini kariinimizin anlamasına hadim gibi gördüğümüz parçalarını aşağıya tercüme ve naklediyoruz: “Bu gayr-ı müterakkıb vak’a ilk önce İtalya matbuatının mütalaatını celb u da’vet etti çünkü halkın husumetine hedef olan onların sefiri idi; lakin mes’ele daha umumidir. Halk Mösyö Mayor des Planches’in arabası etrafında “Yere batsın sefir!” yahud “Yere batsın İtalya!” diye bağırışmadılar belki pek eskiden beri aşina olduğumuz “Yere batsın gavurlar!” sada-yı adavetini ref’ ettiler. Yeni idarenin Avrupa mekteplerinde okumuş yahud menfi iken garb efkarına sürünmüş birkaç adam tarafından te’sis olunduğu görülmeyerek umum halkın da çarçabuk aynı fikirde olacağına teemmülsüzce katılıvermişti. Genç Türkiye kendisi hiç şüphesiz kemal-i sıdk ve hulus ile inanıyor ve Avrupa’ya da inandırıyor ki yeni idarenin “Millet-i Osmaniyye”ye bir nevi’ te’sir-i esrar-engizanesi vardır. Halbuki “Millet-i Osmaniyye” esasen bir vücud-ı hakıkı olmayıp bir vücud-ı tasavvuridir ancak politika gevezeliğinden doğma bir mahluktur. “Fil-vaki yalnız Kanun-ı Esasi’nin i’lanı hiçbir yere olmadığı gibi İstanbul’a da ruh-ı hürriyyeti ilham-ı Rabbani ile nefh u telkın eyleyemedi. Diğer daha az göze çarpan hadisattan sonra İtalya sefirine edilen tehdidat Türk Hükumeti tarafından bir deva-yı küll olmak üzere muttasıl öne sürülen kafi gelmediğine gayr-ı kabilü’r-red bir alamettir. halk millet-perverlik için edilen teşvikatı ecanibden ahz-ı intikam vaazı gibi telakkı ediyor. Zaten biraz mübhem olan Osmanlı milliyeti fikrini halk ecanibe karşı beslediği adem-i i’timadı kin ve adaveti geçmiş zamanın karışık ve iyi anlaşılmamış hatıratı ve siyasetine hükumetine ecanibin müdahalesi havf-ı batılıyla tefsir ediyor.” “İttihad ve Terakkı Komitesi Genç Türklerinin ve hükumet başına geçirdikleri adamlarının milliyyet-perverliği ekserisinin hüsn-i niyyetine rağmen evvelce uyumuş gibi duran karanlık ve şiddetli ihtirasatı uyandırmıştır… Osmanlı Hükumet-i Meşrutası daha dün kapitülasyonların genç ve meşruti Türkiye’nin Avrupa’daki mevzi’-i cedidi ile ahenkdar olmayan o eskimiş modadan çıkmış muahedelerin feshini taleb ediyordu. Bu talebde Kanun-ı Esasi’nin bir nevi’ efsun kuvvetiyle Millet-i Osmaniyye’nin kısm-ı a’zamını teşkil eden Arnavud’un Arab’ın Kürd’ün tabiatını esasından değiştirmiş olması iddiası mündemicdi. Hakıkat daha az mütemellık ve daha az tesellikardır ve kapitülasyonlar mes’elesi düne nisbeten bugün daha güç kabil-i hall görünüyor...” Sözün kısası eski hamam eski tas: Gayr-ı muhık haklarımızı Maşrık’ta muhafaza ve idame etmek isteriz; bizim hüsn-i teveccühümüzü kazanmak isterseniz kölelerimiz olunuz; Hilal daima Salib’e mağlub kalmalıdır; yoksa bin türlü aleyh haklıyız... “Ma’lumdur ki bu sene Fransa ile Türkiye arasında Tunus hududu tahdid ve ta’yin olundu. Geç olsun da hiç olmasın. Bu ameliyat elzemdi. Lakin kafi değildi. Filhakıka biz cenubi Trablusgarb ile Fransa Garbi Afrikası mevaki’-i telakısinde Türklerle hem-hududuz. Ve bu komşuluk bize daima birtakım rahatsızlıkları mucib oluyor...” Tan böyle mayhoş bir sözbaşı ile makalesine girişip “Fizan”dan “Kavar”a giden Osmanlı müfrezesine bir Fransız bölüğü tarafından reva görülmüş muamele-i gayr-ı layıkayı kendi nokta-i nazarına göre tafsil ettikten sonra şu sözlerle makalesini bitiriyor: “Afrika-yı vusta memalikimizi iz’ac eden bütün muhill-i silah ve küul kaçakçılığı– Trablusgarb hududundan geliyor. Buna artık tahammül olunamaz. Bizim Afrika’da birçok menafiimiz var. Bu menafii bazı me’murin-i siyasiyyemiz Hükumeti’ne gerekse Türkiye’de bulunan me’murlarımıza artık ihtar için vakit gelmiştir ki Fransa büyük bir Afrika devletidir ve Afrika’da tamamiyet-i mülkiyyesini olsun Afrikalı tebeasının hukukunu olsun gayret-i mütesaviyye ile muhafaza eyleyecektir.” Bu son cümleler Cezayir ve Tunuslu kardeşlerimizin Makam-ı Hilafet-i Uzma’ya karşı hissiyat-ı İslamiyyelerini izhara cesaret etmelerine ve bir de bilmem nerede asl u nesli mechul guya Cezayirli bir adamın hukukunun muhafazasını reca’en Fransa Konsolosu’na müracaat eylemesine telmihtir. Ama asıl telaşı alem-i İslam’da görülen bazı alaim-i fadeye kalkışmasın korkusundan neş’et ediyor. Çünkü Fransızlar iyi biliyorlar ki Afrika’da büyük bir devlet olmakla beraber kavi bir devlet değildirler. Bütün garb sırf kaba kuvvete perestiş edip bu asırda o kaba kuvvetin sahibi olduklarından bütün alemi önlerinde diz çöktürmek istedikleri halde kemal-i istiğrab ile işitiyoruz ki aralarında bazen hüsn ü hayrı sevenler ve daha garibi mehasin-i İslam’ı his ve idrak edebilenler var imiş! Bir derecede ki bizzat müslümanlara bile muhık ve ma’kul vesayada bulunabilirler. Bunu bize filozof Rıza Tevfik Beyefendi “Muallim Brown sahne-i tarihte bir çehre-i asil ve zati ile ortaya çıkıp büyük bir rol oynayan şark ve bilhassa İslam medeniyetinin inkırazına inhidamına bir türlü gönlü razı olamaz. Avrupa’nın bu son asırda meslek-i siyasisini temsil eden hırs-ı istila ve emperyalizm mes’elelerine dair aramızda cereyan eden bir mübahesede fikr-i mahsusumu kendisine sarahaten arz etmiş ve kaba kuvvete karşı en nazik bir medeniyetin en hassas akvamın mahkum olduğunu kemal-i ye’s ile söylemiştim. Muallim-i muhterem kemal-i hulus “Evet!.. Siyaset-i alemde bugün hüküm-ferma olan prensib “El-hükmü li men galebe” kaidesidir. Maatteessüf bugünkü meslek-i siyaset bu bi-eman kanuna istinad ediyor. Siyaset-i hazırada bugün maksad-ı mu’ayyen budur. Cihanı istila etmek ve akvam-ı za’ifeyi yavaş yavaş ifna eylemektir... “Ben bu teşebbüsat-ı muhribeyi cemaat-i insaniyye ve medeniyet-i hakıkıyye için bir felaket olarak telakkı ederim. Darwinizm prensiplerinin siyasiyata tatbikı bu dalalete sebep olmuştur. En kabiliyetli olan milletlerin sairlerine tefevvuk edip yaşaması meşru’ ve muhık addolununca kendi kuvvetine güvenen bir devlet emel-i istila-perveranesinde cellad-ı insaniyyet kesilir. Bunun içindir ki medeniyet-i İslamiyye’yi bazı vücuh ile Avrupa medeniyetine faik bulurum. Bu medeniyeti ortadan kaldırıp süpürmek üzere yürüyen kuvvete karşı alem-i İslam tevhid-i fikr u emel edip mukavemet eylemelidir. Bu güzel medeniyet münkariz olmamalıdır.” “Sözlerimi yanlış telakkı etmeyiniz. Ben vakıa Panislamizm tarafdarıyım fakat benim nazarımda bu lafzın ma’kul bir ma’nası vardır. Ben bu ta’birin mazmununu herkes gibi anlamam. Panislamizm namına mesela neşr-i din etmek ve bütün halk-ı cihana teklif-i İslam eylemek maksadı bit-tabi’ benden uzaktır. Şarkın bir medeniyeti var ki güzelliği asalet ve necabeti san’at-ı mi’mariyyesinde edebiyatında ahlakiyatında; felsefiyatında muaşeret ve adatında el-hasıl ma’neviyatının bil-cümle tecelliyatında cilve-nümun oluyor. Ben işte bu medeniyeti hakır görmeyiniz terk u ihmal etmeyiniz diyorum. Avrupa’nın huşk u haşin medeniyeti sizin nazik medeniyetinizi mahvetmek azmindedir. Buna karşı cümleniz yekvücud-ı ittifak olarak medeniyetinizi muhafaza tının şark ma’neviyetinin en güzide en asıl tecelliyyatıdır. Sizindir. Tabiatınıza mizacınıza daha muvafıktır. Avrupa ile temasta bulunan şarklılar behemehal bizim en iyi kaidelerimizi en müstahsen adatımızı almıyorlar meyhanelerimizi oyunlarımızı müessesat-ı süfliyyemizi daha evvel alıyorlar fenalıklarımızı taklide azim bir inhimak gösteriyorlar. İşte Hindistan Mısır ve Cezayir’le Tunus meydandadır. Yoksa fünun ve sınaat gibi reng-i milliyyetten ari olan ve bütün insaniyetin tekamülat-ı maddiyyesi için vesait-i istihsaliyyeden ma’dud bulunan alat cümlesini bila-perva telakkı edebilirseniz. Fakat hüviyet-i milliyyenizi zayi’ edecek hareketlerde bulunmayın. Hülasa yalnız Frenkliğe özenmeyiniz. Siz ne yapsanız bir İngiliz olamazsınız. Fakat Avrupa’yı sathice taklid Beyrut tarikıyle Bağdad’a müteveccihen azimet buyuran meb’us-ı muhterem Baban-zade İsmail Hakkı Beyefendi Mesajeri Maritime kumpanyasının Nijer vapurunda yolcuların üç dört gün Fransız adat ve maişetine tevfik-i harekete mecburiyetinden mütevellid ihtisasatını Tanin refikımıza gönderdiği bir mekupta tasvir buyuruyorlar. Birkaç hafta evvel yine Tanin’de münderic İsmail Müştak Bey’in Avrupa seyahati hatıralarının birincisiyle karşılaştırarak kemal-i dikkatle mütalaa buyrulmasını tavsiye ederiz: Ecnebi vapuruna binen yolcular derhal memleketlerinden sanki binlerce fersah tebaüd etmişler gibi birçok adata kerhen muti’ oluyorlar. Bir Türk’ü hiçbir hazırlığa hiçbir idmana tabi’ tutmadan birdenbire Fransa’nın bir köşesine atınız. Ve hemen orada yiyip içmek yatmak yürümek oturmak vesaire için ne adetler var ise ona münkad kılınız... İşte her Osmanlının ecnebi vapuruna binerken aldığı acınacak hal ve vaziyet. Şimdi burada Mesajeri Maritime kumpanyasını muateb tutalım mı? Bence bilakis. Zira bu hal gösteriyor ki herşeyde hatta ekl ü şürbde bile bir asabiyet-i milliyye izhar olunuyor. Bir İngiliz Çin’e gitse bile kendisini Çin’e gitmiş değil Çin’i kendi ayağına gelmiş farz ederek itiyadatının hiçbirini bozmaz. Çay ve ziyaret vaktini uyku ve uyanmak zamanını şaşırmaz işte kendi adetlerinde bu sebat ve ısrardır ki akvam-ı garbiyyeye ma’nevi bir tefevvuk te’min ediyor ve biz şarklıları kendi memleketimizde olduğumuz halde yalnız iktisaden ticareten siyaseten değil adat-ı ekl ü şürbde ve nevm ü yakazada bile ister istemez onların zebunu kılıyor. Kuvvetin tefevvuk-ı medeniyyetin alamat ve işaratından biri de budur. Medeniyeti galip gelen bir kavim nereye gitse lisanını tarz-ı tefekkürünü adetini oraya teslim ettirir. Bir Fransız veya bir İngiliz bizim memleketimize geldiği zaman lisan-ı mahalliyi öğrenmek istemez ister ki gittiği memleketin bütün ahalisi kendi lisanını öğrensin! Zira kendi kendine o kadar hüsn-i teveccühü var. Gittiği memleketi hor ve hakır kendi şahsını kendi milletini o kadar yüksek görür ki o memleketin ahalisine kendi lisan ve adatına vukufsuzluğundan dolayı adeta acır. Bir İngiliz veya bir Fransız eben-an-ceddin bu memlekette tavattun eder yaşar iktisab-ı servet eder. Bununla beraber Türk’ün ne lisanını ve ne adetini öğrenir. Bu cehli kendisi için zararlı olmak şöyle dursun bilakis karlıdır. Fakat hiç İngilizce bilmeyen bir Türk’ü kolundan tutup İngiltere veya Amerika’nın bir tarafına atınız. Bu zavallı ya açlıktan ölür veyahud pekçok sefaletten sonra fevka’l-beşer birtakım mesai sarfıyla lisan-ı mahalliyi kekeleyerek nihayet biraz öğrenmeye gayret eder. mezellet-i ictimaiyyemizi şayan-i mübahat bir hale koymak da bizim elimizdedir. Biz evvel-emirde medeniyetimizi daha doğrusu medeniyetimizin olunmasına mütevakkıf olacağına şüphe olmadığından o vakit böyle ecnebinin pa-yı istihkarı altında kerhen değil tav’an ve arzumuzla yeni etvar iktisab edeceğiz fakat kendi kendimize etvar ve ahlakça icra edeceğimiz bu ta’dilat her ratından azade olamaz ve her halde milletimize mahsus ve fakat aynı zamanda her türlü terakkıyata da müstaid bir mahiyete bir alamet-i farikaya malik olur. Binaenaleyh iktisab-ı kuvvet cihetine kuvvet verelim. Fakat kuvvet deyince yalnız top ve zırhlıyı hatırımıza getirmekle iktifa etmeyelim. Ticaret ve iktisad bugün top ve tüfeğin müvellididir mugaddisidir mukavvisidir. Vapur kumpanyaları teşkil etmek de biridir… Devlet-i Osmaniyye: Paris’ten İstanbul’a çekilen bir telgrafnamede şöyle deniliyor: “Gazeteler Hariciye Nazırı Mösyö Pişon’un Sadrazam Hakkı Paşa ile son vaki’ olan mülakatında Tunus ve Cezayir’e müteallık mesailin hall ü tesviyesi hususunda bilhassa hall ü tesviyesi diye mübhem ifade olunan hususu bu iki müslüman memleketinin Fransa’ya ilhakı Makam-ı Hilafetçe resmen tasdik demektir. Ma’lumdur ki Cezayir Sultan Mahmud-ı Evvel zamanında ve Tunus da Hakan-ı Mahlu’ devr-i saltanatında bila-sebeb-i meşru’ Fransa Hükumeti tarafından zabt u istila olunmuş idi. Lakin devlet-i Osmaniyye bu tasallutun meşruiyetini şimdiye değin asla tasdik ve teslim etmemiştir. Fenalıklarını sayıp bitiremediğimiz devr-i istibdad bile bu fazihayı irtikaba cesaret eyleyememiştir. Binaenaleyh hükumet-i meşruta-i meşruamızın böyle bir mükalemeye asla yanaşmayacağına emniyetimiz ber-kemaldir. – Son gelen Tan gazetesinde Canet hadisesine dair ma’lumat-ı atiyye bulunmaktadır: “Hariciye Nazırı Mösyö Pişon Cezayir valisini ve Tevarık kabaili rüesası ile Miralay Laperrine ve Yüzbaşı Nijer’i kabul eylemiştir. Ajans Havas’ın beyanına göre Tevarık kabaili rüesası Cezayir-Tunus hududuna müteallık mesail hakkında Mösyö Pishon ile mülakat etmiş ve Mösyö Pişon mülakatı büyük bir ehemmiyetle dinlemiştir. hariciye nazırı ile olan mülakatlarında Türk me’murlarının Cezayir –Tunus hududunda ve Fransa daire-i nüfuzunda icra eyledikleri tahrikattan ve bilhassa Canet’in Osmanlı asakiri tarafından işgalinden bahseylemişlerdir. Filhakıka bir müddetten beri bizce Fransa arazisinden addedilen bu vaha üzerinde Türk bayrağı temevvüc etmektedir. Eğer bu hadise ve ahiren izah ettiğimiz Kaur Vak’ası nazar-ı dikkate alınırsa Osmanlı me’murlarının Afrika’da muntazam bir politika ta’kıb ettikleri tezahür eder.” Canet öteden beri Devlet-i Osmaniyye’nin ecza-yı memalikinden olduğunu derhal ihtara lüzum görürüz. Bugünlerde Fransız gazeteleri tarafından kurcalanmakta olan Afrika-yı Osmani hududlarına aid mesail Afrika’da istikbal-i İslam ve Osmani için fevkalade haiz-i ehemmiyyet olduğundan yan ederiz. – Bugün Brüksel’de Genç Mısırlılar Kongresi ictimaa başlıyor. Evvelce kongre Paris’te Fransa’nın Fas hakkındaki politikasına şiddetli hücumda bulunmalarından ve Afrika’daki Fransa müstemlekatında sakin ahali-i İslamiyye arasından iğtişaş zuhur etmesinden naşi Paris’te kongrenin ictimaına Hükumet-i Cumhuriyye tarafından müsaade olunmamıştır. – Atina’dan mede deniliyor ki Berlin ve Viyana’da te’yiden rivayet olunduğuna nazaran İmparator Wilhelm hazretleri Almanya Avusturya ve Türkiye arasında bir ittifak-ı askerinin akdi tarafdarıdır. Fas: – Tan’ın Fas şehrindeki muhbiri atideki hayırlı haberi Eylül tarihiyle gazetesine ba-telgrafname bildiriyor: Sultan-ı Hazır Mevla el-Hafiz’ın biraderi Mevla el-Kebir artık kardeşi aleyhine hareketten vazgeçip taleb-i eman eyledi. Mevla el-Hafiz’in kardeşinin müracaatını samimiyet ve muhabbetle karşıladığı menabi’-i mevsukeden bildiriliyor. Artık iki kardeş arasında ihtilaf bitmiş gibidir. Biz daima alem-i İslam’dan böyle beşaretlerin vüruduna muntazırız. Halbuki maatteessüf ekseriya ihtilaf ve niza’ haberleri almakla dil-hunuz. Artık hamd olsun bunlar da Afrika: – Almanya’nın Afrika müstemlekesi sekenesinden Habeşilerin eskiden beri din-i mübin-i İslam’ı kabul etmekte oldukları ma’lumdur. Son günlerde Almanya Hükumeti’ne verilen raporlarda ora ahalisinin elli altmış seneye kadar kamilen müslüman olacakları bildiriliyor. Almanya Hükumeti İslamiyet’in tevessüüyle kendi nüfuzunun azalmasından korkuyor. Buna çare olmak üzere pekçok misyonerler gönderiyor. Bakalım insaniyetin tab’ının intihabına karşı sed çekebilecek mi? TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Eylül Beşinci Cild - Aded: Cenab-ı Akdes-i Kibriya Kitab-ı Kerimi’nin ulüvv-i derecesini ve onun hakkında nas üç fırkaya ayrılarak bir fırkası ona ihlas ile iman edip mutazammın bulunduğu şerai’ ve ahkamı muhafaza eylediğini ve diğer fırka dahi ona karşı eylemediğini üçüncüsü ise bu iki fırka arasında muhadaa ve nifak ile müzebzeb bir fırka bulunduğunu zikreyledikten ve her fırkayı havas ve evsafıyla tavsif edip her birinin avakıb-i ahvalini dahi beyan ettikten sonra onları tehziz ve tenşit emr-i ibadeti tefhim külfet-i ibadeti lezzet-i hitab ile cebr ü telafi için ala-sebili’l-iltifat kendilerine teveccüh ederek cümlesine birden ibadetini emrediyor buyuruyor ki: Ey nas sizi ve sizden evvelkileri halk eden Rabbinize ibadet edin. Me’muldür ki ittika edersiniz. Size ve sizden evvel güzar eden ümem-i salifeye şamil ma’na-yı rububiyyet ve halıkıyyeti mülahaza edin de zat-ı uluhiyyetine huşu ve ihlas halk ve icad eyledi bir katre meniye sem’ ve ebsar ve ef’ide kıldı onlara hilkaten ve hidayeten ne in’am ettiyse size de onu in’am eyledi. Siz Rabbinizi görmeseniz de O sizi görür ve mahall-i yetini bakıp görüyormuşsunuz gibi ona huşu’ ve huzur ve ve ihlası nüfusunuza ihsas ettirmek üzere ma’na-yı rububiyyet ve halikıyyeti der-piş-i mütala’a ederek istiane eyleyin. Zat-ı uluhiyyetine huzur ve ihlas ile ibadet ederseniz me’muldür ki na’il-i fevz ü felah olan zümre-i ehl-i takvaya dahil olursunuz. Ayet-i kerimede vaki’ ile murad asr-ı nüzul-i Kur’an’ da mevcud olan kaffe-i mükellefindir çünkü gibi muhalla bi’l-lam cem’ler gibi zeratının bunların umumiyeti ile istidlal eyledikleri şayi’ ve zayi’ bulunmasına nazaran umum ifade eder. Din-i mübini Ahmedi’nin mukteza-yı hitab ve ahkamı asr-ı nüzul-i Kur’ an’ da mevcud olan mükellefin ile onlardan sonra ila-kıyami’s-sa’a pezira-yı vücud olan mükellefinin kaffesine şamil olduğundan bu ikinciler de atide vaki’ hitabın taht-ı hükmünde dahildirler. Alkame ile Hasan-ı Basri hazeratının: Ya eyyühen nas! hitabıyla nazil olan hükümler Mekki’dir demiş olduklarına dair rivayet ayet-i kerimenin mü’minin ile fırak-i saireye amm ve şamil olmasına münafi değildir zira ayetin Mekke’de nüzul eylemesinden hükmünün ehl-i Mekke’ye tamamiyle kefere olmadıkları cihetle hükm-i ayetin onlara muhtas olmasından küffara mahsus olması da lazım gelmez – Burada varid-i hatır olan daha diğer suallerin dahi cevapları müfessirin-i kiram tarafından verilmiştir. Her şey ki Kur’an onu bize emrediyor ve ona nazar etmeye bizi irşad eyliyor onunla iştigal Kur’an ile iştigal demektir. diye emredince bu bizi hilkatimizdeki hikem u esrardan ibret almaya ikaz olduğundan biz o hikem ve esrarı taharri eylemeliyiz nitekim buyrulmuştur. Bu emir bizi ümem-i salifenin tarihinden ibret almaya da irşad ediyor nitekim diğer bir ayette diye varid olmuştur. Bunun emsali pek çoktur. libindeki halaveti tadar ise ancak o zaman Kur’an ile müteessir olur da nefsi onun vaadiyle mutmain olur ve vaidine huzu’ ve huşu’ eder. Kur’an’ ın meanisine aşina olmak ve esalibindeki halaveti tatmak İbni Hişam’ın Nahv’i gibi bazı kütüb-i nahve ve Abdülkahir’in Belagat’i gibi bazı fünun-ı belagate nazar ile beraber kelam-i Arabi-i beliği müzavele lügat-i Arabiyye’yi anlamakta bir zevk hasıl olur ve bu zevk kendisini fehm-i Kur’an’ a ehil eder. İmam Ebu Bekir Bakıllani demiştir ki: “Belagatte mümarese peyda etmeksizin belagat-i Kur’an’ dan bir şeyi fehmetmek kendine mümkün olduğunu zu’m eden kimse kazib-i mubtildir.” müslim için doğru mudur ki Kur’an’ ı kendine pişva etmesin ve onu meş’ale-i hidayet ittihaz edip nas arasında ve bid’atler zulümatı içinde o nur ile yürümesin. Önümüzde düşvar iki akabe var ki bu iki akabeye saldırmadıkça bulunduğumuz halden irtika mümkün değildir. Bunun birisi atalet ve diğeri Cenab-ı Hakk’ın bize olan ni’metlerinin kıymetini bilmeyip de nefsimize kusur azv u isnad etmektir. Bu iki hasletin sahibi kendini hayra irşad ve hakka hidayet eden kimseye kendine tabiatın zıddını teklif eylediği için buğz ü adavet eder ve dalal ve gavayetini mezemmetten başka çare bulamaz. Cümlemize lazım olan şudur ki nefsimize ve bir de Kur’an-ı azimüşşana nazar edelim de akaid ve ahlak ve a’malimizi onunla veznedelim hangimizin mizanı ziyade gelirse o müslim-i hakıkıdir Cenab-ı Hakk’a hamd etsin yoksa ziyadeye bais olan ahvale sa’y u gayret eylesin. Bizim bulunduğumuz hale medid bir nazar ile nazar eylemekliğimiz ve derin derin tefekkür etmekliğimiz la-büddür tefekkür etmeyen reh-i rasta yol bulmaz reh-i rastı bulmayan ise dalldir. kelimesi ma’na-yı vaz’isi i’tibariyle vuku’ ile adem-i vuku’ arasında mütereddid olup da vukuu müreccah olan bir emrin vukuuna ümid-var olmayı ifade eder. Bir şeyin vukuunu tevakku’ ve ümid etmek ne olacağını bilmemekten neş’et edeceği cihetle Cenab-ı Allamü’l-Guyub hakkında muhal olduğundan müfessirin-i kiram kelime-i mezkure ile bu makamda murad olan ma’nayı ber-vech-i ati beyan etmişlerdir: kelimesinin ifade eylediği tevakku’ ve ümid Cenab-ı Hakk’a değil ibada racidir; çünkü bir şeyin husulüne Allamü’l-Guyub olan Cenab-ı Bari hakkında muhaldir. Yahud müluk ve ekabir ifasını tasmim ettikleri vaadlerini le’alle olabilir me’muldür emsali edalar ile irad etmeye mu’tad olduklarından Kelamullah bu üslub üzere varid olmuştur. Yahud kelimesi bazılarının dediği gibi yani “ta ki” ma’nasınadır – edatı ma’nasına gelmezse de rim ve rahim olan zatın ise ümid olunan bir şeyin husulüne ümid vermesi va’d-ı kat’i demek olduğundan kelimesi ma’nasınadır denilmiştir – Bu ayet-i kerime tevhid-i Bari’nin vücubunu ve Zat-ı Akdes’e ibadet kaffe-i nas üzerine mütehattim olduğunu biibaretiha natık olmakla beraber enfüs ve afakta mansub ayat-ı tekviniyyenin mütalaası buna bir hükm-i kat’i ile hükmeylediğine de bi-işaretiha nası irşad ediyor. Nasın gerek kendilerinin halk u icadı ve gerek eslafının halk u icadları vücud-ı Bari’ye en kavi şahid en vazıh delil olduğu cihetle ayat-ı tekviniyyeden evvela onların nefislerine tealluk eden halk u icadı beyan edilip ati’z-zikr ayette dahi maişetlerine tealluk eden ayat-ı tekviniyye irad buyurulmuştur – . Ayet-i salifede Hak sübhanehu ve teala hazretleri kullarına ni’met icadı ve mevahib-i fıtriyyedeki ni’met-i tesaviyi tezkar eylediği gibi bu ayet-i kerimede dahi ubudiyeti hasseten zat-ı uluhiyyetine şayan kılan bazı hasa’is-i rububiyyeti onlara zikredip buyuruyor: O Rabb-ı zi-şan ki arzı sizin için firaş ve semayı bina kıldı. Cenab-ı Hak cela’il-i ef’ale kadirdir arzı aram ve huzurumuza seyr ü seferimize ziraat ve harasete fiimize muvafık surette ferş u bast eyledi ve asumanı kebudi sütre-i şeffaf şeklinde bir nizam-i bedi’ ile onun üzerinde bina ve tekvin edip ca-be-ca ikad edilmiş mesabih gibi nazar-rüba olan ecramını da ihsan eylediği kanun-i cazibe men’ etti. Bu makamda mülahazası vacib olan şey Allahu Teala’nın kudret ve azametini si’a-i fazl u rahmetini tasavvurdur. Ve semadan ma-i matar inzal edip size rızık olmak allık bu eltafı görüp bildiğiniz halde Allah’a endad ve şüreka Nun’un kesriyle lügatte misl ü manend ma’nasınadır. Cem’i: Endad. Burada şerik diye tefsir olunmuştur. Arzı firaş etmenin ma’nası: Suyun tab’ı arzı kuşatmak çıkardı ve onu ne pek sulb ve ne pek yumuşak yaratıp ziraat ve i’mara kabil olacak surette bu ikisi arasında kıldı. Bu cihetle ruy-ı zemin döşenmiş döşek gibi insanların bil-vücuh huzur ve istirahatlerine müheyya oldu demektir; bu ise arzın musattah olmasını icab etmez zira onun hacim ve cirmi gayetle büyük ve geniş olduğundan kürriyyet-i şekli onun üzerinde istikrara ve kemal-i suhuletle amed ü şüde ve ebna-yı Adem’in diğer menafiine kat’a mani’ değildir – Fahreddin Razi hazretleri Sure-i Bakara’dan’inci ayetin tefsirinde zıll-ı arzın istidaresiyle dahi arzın müstediru’ş-şekl olduğuna istidlal eylemiştir. Orada diyor ki husufı kamer demek şems ile kamer arasına arz haylulet ettiği zaman kamer üzerine mümted olan zıll-ı arz sebebiyle cevher-i kamerden nurun zail olması demek olduğundan husuf-ı kamer zıll-ı arzın kendidir. Mümted olan bu zıl ise kamerin bazı cüz’ü münhasıf olduğu vakitlerde müşahede edildiği üzere müstedir olduğundan o zıllı husule getiren şekl-i arzın dahi müstedir olduğu nümayan olur – inteha mülahhasan. Muhakkıkın-i ulemanın arz musattah değildir demeleri musattahla kürriyete münafi olan ma’na-yı ıstılahisi i’tibariyledir; ayet-i kerimesinde arza halde onların kürriyete mukabil ma’naca arzdan nefy ettikleri testih bu ayette ma’na-yı lügavisi i’tibariyle ona isbat olunan testihe münafi değildir; çünkü nefy olunan testih ma’na-yı ıstılahisi isbat edilen testih ma’na-yı lügavisi i’tibariyledir. Ehl-i lügat tasrih etmişlerdir ki sathın asıl ma’nası yapıp döşemektir; denir ki Allahu Teala arzı yapıp döşedi demektir. Arza basit denilmesi dahi ittisa’-ı cirmine mebnidir yoksa kürevi olmadığı için değildir. Bazı nas bu gibi ıtlakat ve ta’birattan arzın kürevi olmadığına zahib olmuşlarsa da bu bir vehm-i mahzdır; menşe’-i galatları Kur’an-ı Kerim’de zikrolunan elfaz-ı lügaviyyeyi ehl-i fünun arasında sonradan peyda olmuş ma’ani-i ıstılahiyyeye haml eylemeleridir. Muhakkıkın-i ulemanın bu mebhaste naklolunan sözleri elfaz-ı Kur’aniyye’yi meani-i asliyyesinden hilaf-ı zahire sarf ile arzın kürevi olmadığını istinbata kalkışan erbab-ı evhamın zu’mlarını red için izah-ı hakıkatten ibarettir te’vilat ve tekellüfat değildir. Kitab-ı Aziz’de arzın kürevi olmadığını iham edip de muhtac-ı te’vil olur hiçbir şey yoktur. Semerat ve mahsulatın zuhura gelmesi Allahu Teala’nın kudret ve meşiyeti iledir lakin Hazret-i Bari azze şanuhu semeratı zuhura getirmeye toprak ile sudan memzuc suyu hayvanın nutfesi gibi sebep ve madde kılmış yani toprak ile sudan memzuc maddeye semeratın suver ve keyfiyyat-ı mütehalifesini ifaza üzerine adet-i İlahiyye cari olmuş yahud Allahu Teala suda kuvve-i fa’ile ve arzda kuvve-i kabile semerat ve mahsulat tevellüd eylemiştir. Bari teala ve tekaddes hazretleri esbab ve mevaddın kendilerini nasıl bilavasıta vad bulunmaksızın icada kadirdir; fakat eşyayı bir halden diğer bir hale tedric ve bir mertebeden diğer mertebeye naklederek inşa ve icad buyurmasında azamet ve kudret-i melerini her dem tecdid eder sun’ ve hükmü vardır. Eşya tertib ve tedric bulunmaksızın def’aten inşa edilmiş olaydı bedayi’-i hikmet dem-a-dem tecelli etmemiş olurdu – Semadan nüzul-ı baran hususuna da nakl-i kelam ile bazı müfessirin diyorlar ki sema ile murad sehabdır zira sakf ve emsali gibi senden yüksek ne kadar şey var ise hepsi “sema” olduğundan sehaba da “sema” ıtlak olunur. Yahud ecza-i rat[i]benin yani ebhirenin a’mak-ı arzdan cevv-i havaya yükselerek ebr-i baran-efşan olması cereyan-ı adetullah üzere hava ve hararet-i şems gibi esbab-ı semaviyye ile husul bulduğundan bu alaka ve mülabese ile “semadan su Şu halde emtar yerden kalkıp havanın tabaka-i baridesine tesa’üd eden ebhireden tevellüd eylediği halde ayet-i kerime buna muhalif düşüyor diye sual varid olmaz. Sure-i Enbiya’da nazm-ı celilinin tefsirinde Fahreddin Razi hazretleri kelam-ı Arab’da her deveran eden şeye “felek” denildiğini ve cem’i “eflak” olduğunu söyledikten sonra: “Mahiyyet-i felekte ihtilaf olunarak bazıları felek bir cisim olmayıp nücumun medar ve mahrekinden ibarettir dediler ki Dahhak’in kavli budur. Ekser-i nas ise eflak nücumun kendisi üzerine deveran ettiği ecsamdır dediler ki zahir-i Kur’an’ a daha karibdir.” diye mahiyyat-ı eflake dair akvali orada daha bazı tafsilat ile beyan eylemiştir. Lakin kavl-i kerimindeki “sıbahet” ta’bir-i şerifi zikrolunan şu iki zehabdan hangisini te’yid ediyor düşünülsün. – – Yine Doktor Dozy diyor: “Ma’lum olduğu üzere bu seciyede olan adamlardır ki efkar-ı diniyyeye en ziyade suhuletle meyyal olurlar. Muhammed sa için de iş böyle oldu.” Doktor Dozy’nin bu “seciye” dediği yukarıdan beri sayıp döktüğü şeyleri intac eden tabiat-ı asabiyyeden ibaret oluyorsa hadd-i zatında ma’nasız münasebetsiz bir da’va-yı acibe olacağı gibi dünyada ne kadar dindar kimseler var ise hepsi asabi ne kadar asabi eşhas bulunursa cümlesi efkar-ı diniyye sahibi olmak iktiza eder. Bu hükm-i külli ise –ma’lum olduğu üzere– sabit değil belki zahirü’l-butlandır. Yok eğer zikri en yakın olan “ali fikirlerden mahrumiyet o halde bütün dinsizlerin efkar-ı aliyye ile müştehir zevk-i belagatten ari ve belki müteneffir olmaları lazım gelir. Bu da sahih olmamakla beraber gülünç bir iddiaya müncer olur. Çünkü dinsizler yekdiğeri nazarında ulviyet-i efkara nisbetle ayyuka çıkarılmak imkanı var ise de bunların içinde hiçbir şahs-ı beliğ şiir ve inşaya kadir ferd-i aferide bulunamayacağı da iddia olunabilir mi? “Diğerleriyle Yahudilerle Hıristiyanlarla Haniflerle ve ba-husus Zeyd bin Amr ile mesail-i diniyye üzerine mübahese etmeyi severdi.” Burası da pek açık bir yalandır. Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri kable’n-nübüvve hiçbir ferd ile mübahesat-i diniyyede bulunmamış Hunefadan ma’dud Zeyd bin Amr bin Nufeyl ile yalnız bir defa Ka’be-i Muazzama önünde mülakı olarak aralarında bir iki lakırdı teati edilmiştir. Akıl da bunu icab eder rivayet de. Ümmiliği emr-i kat’i olup devr-i cahilide yaşayan bir zat zaten neden bahsedebilir. Kütüb-i semaviyyeden mi? Ulum ve fünun-ı müdevveneden mi? “Zeyd bin Amr’ı ne Musevilik ne de İsevilik hoşnud edememiş reddetmiş idi. Din-i hakıkınin izini aramak maksadıyla dura-dur seyahatler ihtiyar etmiş idi. Ve şimdi Hira Dağı üzerinde menfiyen yaşıyordu.” Bu ifade esasen doğru ise de pek nakıstır. Nihayetine bir de hilaf-ı hakıkat söz katılmıştır. Binaenaleyh hakıkat-i hali yazmaya mecbur oluyoruz. Müşarun-ileyh Zeyd bin Amr bin Nufeyl el-Kureşi el-Advi –aşere-i mübeşşereden– Said bin Zeyd hazretlerinin pederi ve Ömeru’l-Faruk efendimizin ammizadesidir. Hazret-i Nebiyy-i Efham efendimizle kable’l-bi’se görüşmüş muahharan Şam’da Nasraniler elinde maktul olmuştur. Kendisi erbab-ı basiret ve ashab-ı irfandan olup vakt-i cahiliyyette şayi olan perestiş-i esnamdan ve onlara kurban kesmek ve namlarına kesilmiş olan kurban eti yemek gibi evza’ ve adat-ı cahiliyyeden i’razla muvahhidlik yolunu tutmuş ve bu i’tikadını kasa’id-i meşhuresiyle aleme i’lan etmiş Bu kasidesinin ilk beyitleri ber-vech-i atidir: Tabakat-ı İbni Sa’d’dan Amir bin Rebi’a ra’dan rivayet olunduğu üzere müşarun-ileyh demiş ki Zeyd bin Amr bir gün bana hitaben şöyle bir ifadede bulundu. Dedi ki “Ben kavmime muhalefetle İbrahim ve İsmail aleyhimesselam milletine ittiba eyledim. Onlar esnama tapmazlar ve şu kıble-i mübarekeye doğru namaz kılmaktan geri durmazlardı. Ben bu sırada evlad-ı İsmail’den ba’s olunacak bir nebi nin müddet-i hayatın uzar da ol hazrete mülakı olursan selamımı tebliğ edesin. İman ve tasdikimi de kendisine haber veresin “bi-inayetillah bana İslamiyet nasib olduktan sonra Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerine Zeyd bin Amr’ın selamıyla emanet sözünü arz eylediğimde selamını alıp kendisini rahmetle yad etti ve “Ben onu cennet-i a’lada gezerken gördüm.” buyurdu. Tevhide ve yevm-i ba’se dair sözlerinden dolayı Mekkeliler Cenab-ı Zeyd’e rahat vermezlerdi. Hakaik’ta diyor ki Hazret-i Ömeru’l-Faruk’un pederi Hattab Zeyd’i böyle hak-gu gördüğü esnamdan mu’riz ve evza’-ı ehl-i cahiliyyete mu’teriz bulduğu cihetle kendisine eza ve cefa eder Ka’be civarına uğramasına mani’ olurdu. Bu esnada ara sıra cebel-i Hira cihetinde dolaşmakta olduğu Buluğu’l-Ereb kitabında musarrah ise de öyle müddet-i medide cebel-i mezkurda ikamet eylediği hiçbir müverrih tarafından der-miyan olunmuş değildir. Cenab-ı Zeyd talib-i din-i hak olarak memalik-i Hicaz’dan çıkıp Şam’a doğru gelmiş idi Belka nahiyesinde agah-ı hakaik bir rahible görüşüp ondan din-i Hanif-i İbrahim’i seni o dine eriştirecek kimse bulamayacaksın. Ve lakin çıkıp gelmiş olduğun biladdan zuhur edecek olan ahir zaman peygamberinin zaman-ı zuhuru tekarrüb etmiştir. İşte ol hazret din-i İbrahim esası üzerine meb’us olacaktır. Sen artık durma git. Belki de zuhur etmiştir.” demiş olduğundan Zeyd ise Yahudiyet ve Nasraniyet’i nazar-ı te’emmül ve lunduğundan hemen seri’an oradan hareket etmiş Mekke’ye giderken yolda hıristiyanlar tarafından şehid edilmiştir Bu rivayetin Kıssa-i Amiriyye ile tevfiki mümkündür. Fe te’emmül. Bir gün müşarun-ileyhin oğlu Said ra ve ammizadesi Hazret-i Ömeru’l-Faruk Resulullah hazretlerinden kendisi Cenab-ı Risalet-me’ab Efendimizden “Hay hay! Teyakkun ediniz ki Zeyd yevm-i kıyamette başlıbaşına bir ümmet olarak ba’s olunacak mealindeki hadis-i şerifiyle cevab-ı muvafakat aldılar ki bunlardan da Zeyd’in ahirette erbab-ı felah idadında bulunacağı müstefad olur. Kavl-i racihe göre müşarun-ileyhin vefatı bi’set-i Muhammediyye’den beş sene akdem vuku’ bulmuştur. “Çok geçmeden Muhammed sa Hanifler’in efkarına takarrüb etti ve Allahu Teala hakkındaki fikirlerini esnamın mevcudiyetiyle ma’budiyetiyle te’lif edemediğinden nihayetü’l-emr esnamın mevcudiyetinde tereddüde düştü ve onları Bu iddia-yı faside karşı da biz “haşa” deriz. Zira Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerinin ne Haniflerle ne de başka kimselerle mübahese-i diniyye münazara-i ilmiyyede bulundukları vaki’ değildir ki mübahesat-ı cariyye esnasında Haniflerin mesleği meslek-i savab olduğu nezd-i mübareklerinde tebeyyün etti onların efkarına tekarrüb eyledi demek sahih olabilsin. Belki o hazret de enbiya-yı salifin hazeratı gibi fıtraten mü’min ve muvahhid usul ve erkan-ı diniyyeye mu’tekid bulunurlardı. Kezalik hiçbir peygamber müddet-i ömründe putlara tapmış ibadet-i esnamın butlanında tereddüd etmiş değildir. Resul-i Ekrem Efendimiz de –kütüb-i siyerde beyan olunduğu üzere– fıtrat-ı selimeleri iktizasınca daima putlardan müteneffir bulundukları halde hadaset-i sinleri hengamında amcaları tarafından bir defa puthaneye götürülmek istenilmiş gelmiş şiddetli ra’şeler arız olmuş da iadesine mecburiyet görülmüş idi ismet-i rabbaniyye sayesinde putlara tekarrübden vareste kalmışlardı. Bu halin tekerrürü üzerine bir daha teklifte bulunmadılar büyüdükten sonra ise hürriyet-i kamile üzere yaşadıkları ma’lum. Binaen-ala-zalik Dozy’nin fıkra-i ahiresindeki “nihayetü’l-emr” ta’biri haşv-i müfsid kabilinden olduğu meydandadır. Çünkü su’-i ihamı tazammun ediyor. Bundan başka fıkra-i mezbureden fevkalade haiz-i garabet bir hüküm de nümayan olmaktadır ki –eğer tercüme asla tamamen mutabık ise– Dozy’nin zu’m-ı batılınca i’tikad-ı vahdaniyyet fakat Resul-i Ekrem hazretleri buna muvaffak olamamışlar. Bundan dolayı putperestliği inkara varmışlarmış. Doktor Dozy’den başka açıktan açığa bu fikre kail olan görülmüş değildir. Zahir bu da merkumun büyük felsefelerinden mütercimin kavlince derin im’anlarından olsa gerek. Vakıa “ekanim-i selase”ye kail olan bil-cümle tavaif-i Hıristiyan’ın muvahhidlik da’vasında bulunmaları da garabetçe bundan aşağı değildir. Fakat putperestlik hiçbir taife indinde hakkıyetle tavsif olunmaz. Müslümanlığın ilme karşı pek hürmetli pek müsaadeli davrandığını isbat etmek bunun aksini iddia eden hasmını susturmak için merhum Şeyh Muhammed Abduh bir eserinde şöyle diyor: “Cizvit Frere Amerikan mekteplerinde yüzlerce müslüman çocuğu görebilirsiniz. Halbuki bu müesseselerin hepsi hususiyle Cizvitlerinki bir din mektebidir pekala! Bana dershanelerini her millete açık tutan bir dini müslüman mektebi gösterebilir misiniz ki içinde tek bir hıristiyan şakird bulunsun? Hıristiyan talebeye ancak hükumetin açtığı mekteplerde tesadüf olunabilir ki buna da sebep bu gibi resmi mekteplerde tedrisatın din esası üzerine müesses olmamasıdır.” Şeyh merhumun sözleri maattessüf pek doğru. maattessüf diyoruz çünkü milliyeti diyaneti hakkında henüz hiçbir telakkısi hiçbir fikri olmayan ma’sum evladını papazların eline teslim etmek mülahazadan histen azıcık nasibi olan bir baba için isteye isteye yapılır bir hareket olmasa gerektir! Biz ne hamiyetsiz adamlar ne vazifesiz babalarız ki mevcud mekteplerimizi işe yarar bir hale getirmek yahud yeniden adam-akıllı müesseseler yapmak tarafına hiç yanaşmıyoruz da istikbalimizi teşkil edecek ciğer-parelerimizin terbiyesini o istikbalin hayalinden bile ürken birtakım yabancılara bırakıyoruz! Zengin orta halli züğürt el-hasıl hepimiz mektepsizlikten hepimiz maarifsizlikten şikayet ediyoruz; fakat hiçbirimiz bu derdin çaresini bulmak istemiyoruz. Yedi bacanak gidiyorlarmış saatlerce süren sükut canlarını sıkmış bir adam olsa da laf etsek! demişler… Biz de tıpkı böyleyiz: Milyonlarca herif bir yere toplanmışız “Ah bir sahib-i hayr çıksa da çocuklarımız için mektep açsa!” diyoruz. Bizde pek garib bununla beraber pek fena bir tabiat var: Mes’uliyeti hepimize birden raci’ olması lazım gelen yolsuzlukları hataları ağız dolusu sayfa dolusu muaheze etmekle vazifemizi eda eylemiş oluyoruz; şu hey’et-i ictimaiyyeyi teşkil eden efraddan biri bulunmak i’tibariyle meydandaki fenalıklardan kendimizin de mes’ul olduğumuzu hiç hatırlamıyoruz. Memleketimize bir şeref teveccüh ederse herbirimiz en büyük hisseyi nefsine ayırmak istiyor; milletin şanını haysiyetini lekeleyen ictimai maskaralıkların töhmetini Bir de bakıyorum vazife-perverliği fedakarlığı daima başkalarından bekliyoruz. “Dostlar şehid biz gazi!” yağması dört elle sarıldığımız bir düstur. Evvelki akşam muhterem arkadaşım Akçura Yusuf Bey şöyle bir vak’a hikaye etti: Lehistan müslümanlarından bir zengin adam geçenlerde Ruslaşmasını istemiyor imiş. Bu hamiyetli adam evvela Mekteb-i Sultani’ye gitmiş; maksadını dili döndüğü kadar anlatmış. Fakat karşısındakiler bir türlü zavallı adama istediği ma’lumatı verememişler; hatta eline sundukları program da Fransızca yazılmış Başka mektep yok mu demiş. Robert Koleji sağlık vermişler. Gitmiş. Yanına kattıkları tercüman vasıtasıyla gezmekte olduğu müessese hakkında ma’lumat alırken ma’bede benzer bir yer nazar-ı dikkatini celbetmiş! – Burası nedir? – Kilisedir. Şu kürsüye her hafta bir protestan papazı çıkarak talebeye vaaz eder. – Vaazı dinlemek mecburi midir? – Evet umum talebe için mecburidir. – Pekala! Talebe içinde müslüman yok mu? – Seksen kişi var. – Çok şey! Müslüman çocukları protestan papazın vaazında bulunsunlar hem de mecburen bulunsunlar ha! Lakin Rusya mektepleri buradan çok iyi imiş. Onlar müslüman talebeyi papazların verdiği vaazlarda din derslerinde hazır bulundurmak şöyle dursun talebe kendiliğinden girmek istese men ederler. Bunun üzerine adamcağız şu ukdeyi çözmek için hey’eti Kendisine vardır cevabını vererek centilmen bir zatın yanına götürmüşler. Bu zat umum talebenin mev’ize günleri ma’bedde bulunması müessesenin vakıfı tarafından vaz’ edilmiş bir usul olduğunu binaenaleyh müslüman çocukların da bundan istisnası kabil olamayacağını söyledikten sonra sırf ahlaki bir zeminde cereyan eden bu mev’izelerden o kadar ürkmek icab etmeyeceğini bildirmiş. Zaten insan dini mektepte almazmış; büyüdükten düşüncesi kuvvetlendikten sonra din hakkında bir fikir edinirmiş… Bu mülahazaları dinleyen Lehistanlı kardeşimiz: “İyi ama ruz olacağı telkınler büsbütün te’sirsiz mi kalır? Bunların her birinin vicdaniyat üzerinde mühim mühim intibaatı olmaz mı?” demişse de muhatabından “O halde Mekteb-i Sultani’ye müracaat ediniz!” sözünden başka cevap alamamış. Şimdi bu adamcağız rast geldiğine çocuğu için bir mektep soruyormuş. Bir müslüman çocuğuna hem Rusya’daki gimnazlar derecesinde ulum ve fünun öğretecek hem de sağlam bir müslüman terbiyesi verecek bir mektep kimin hatırına gelirse lütfen bize bildirsin! Hayreddin Bey İstanbul’a gelince taraf-ı saltanattan Cezair Beylerbeyliği rütbesi ilhakıyla derya kapudanı nasbolundu. Hayreddin Paşa hemen kuvve-i bahriyyenin tanzimine koyuldu. O sene altmış bir kıt’a sefine inşa ettirdi. Cezayir’den getirmiş olduğu yirmi üç kıt’a sefineyi dahi ilhak ile cem’an seksen dört kıt’a harp sefinesiyle o sene Akdeniz’e sefer etti. Malta sevahilini o semtte daha bazı kaleleri tahrib ve pek çok sefain-i a’dayı ihrak edip İstanbul’a avdet etti. Dokuz yüz kırk üç tarihinde iki yüz seksen kıt’a sefainden mürekkeb mükemmel bir donanma ile tekrar Akdeniz’e sefer etti. Çuka Adası cihetlerinde fütuhat-ı azimeye nail olup külli emval ve ganaim ile İstanbul’a avdet etti. Dokuz yüz kırk beş senesi muharreminde yüz otuz sekiz kıt’a sefine ile be-tekrar Akdeniz’e sefer etti. İstendil Girid Kerpe adalarını fethedip ba’dehu Rumeli kıt’asına saldırdı. Esasen Hayreddin Paşa’nın zuhuru Avrupa devletlerini korkutmuş olup muahharan Kapudan Paşa nasbolunarak kadar donanma tedarik ederek artık her tarafı istila edeceği korkusu bütün Avrupa devletlerini dehşet içinde bıraktı. Hayreddin Paşa’nın kuvvetini kesretmek için Almanya ve küçük altı yüzden ziyade sefainden mürekkeb bir büyük donanma teşkil ettiler. Ve Almanyalı meşhur Andrea Doria’yı umum kumandan ta’yin ederek Hayreddin Paşa ile muharebe etmek üzere Korfu’ya gönderdiler. Dokuz yüz kırk beş tarihinde Hayreddin Paşa yüz yirmi yüz kıt’a sefineleri Preveze Boğazı’na gelip sefain-i İslamiyye tarafından top endaht ettiler. A’danın bu suretle Hayreddin Paşa’ya meydan okumaları Paşa-yı müşarun-ileyhin sabır ve kararını selbetmekle hemen bil-cümle donama-yı hümayun cümlesinden birden toplar ateş ettirmesiyle düşman donanması korkup firar etti. Ferdası günü iki donanma Preveze Limanı açıklarında birbirini görüp harb vaziyeti aldıkları esnada rüzgarın a’da canibine müsaid olması İslamlara hüzün vermiş idi. Hayreddin Paşa havass-ı Kur’aniyye’den istimdad zımnında iki ayet-i kerime tahrir edip geminin iki direğine ta’lik etmekle bi-hikmetillah hemen rüzgar kesildi. Hayreddin Paşa tekbir getirerek sefain-i a’da üzerine hücum edip şiddetli ateş etmekle sefain-i a’dadan birkaçı gark olduğundan artık cümlesine korku arız olarak firar etmişler ve arkalarından top endaht ile kimisi gark ve kimisi rahnedar olmuş ve bu hali gören Andrea Doria sakalını yolarak sefainin arkasına düşüp firar etmiştir. Bu muzafferiyet-i azime Hayreddin Paşa ve maiyetindeki ümeranın muharebat-ı bahriyyede ne derecede iktidar ve maharet-i kamileleri olduğunu göstermekte kafidir. muruna ehemmiyet vererek intizamını derece-i kemale isal etmek diğer yandan da Turgut Reis Piyale ve Kılıç Ali Paşalar gibi umur-ı bahriyyeye aşina ve muharebat-ı bahriyyede son derecede muktedir kumandanlar yetiştirmek ile Devlet-i Aliyye’ye pek büyük hizmet etmiştir. Hayreddin Paşa’dan sonra Turgut Reis onun makamına kaim olarak Frenkler ile pek çok gazavat ederek azim fütuhata nail olmuş ve Frenkleri titretmiştir. Piyale Paşa dahi kapudan nasbolunduktan sonra dokuz yüz altmış yedi senesinde vaki’ olan muharebede Frenk donanmasını bütün bütün muzmahil olma mertebesinde hezimete duçar ederek seksen gün muhasaradan sonra Cerbe Adası’nı fethetmiştir. El-hasıl Sultan Süleyman asrında bir taraftan tersane ve donanma umuruna intizam vermek diğer taraftan muharebat-ı bahriyyeye vukuf-i kamili bulunan muktedir kumandanlar yetiştirmek ve umuru ehline tevdi’ etmek ile kuvvet ve şevket-i bahriyye derece-i kemali bulmuş olduğundan Akdeniz bütün bütün Devlet-i Aliyye’nin zir-i idaresine girdiği gibi Hind denizlerinde dahi donanma dolaştırılarak ol asırda kuvve-i bahriyyece düvel-i saireye galip olan Portekizliler zaif düşürülmüş idi. Devlet-i Osmaniyye’nin ve kuvve-i berriyye ve bahriyyesinin en parlak ve en müterakkı devri Sultan Süleyman zamanı idi. Oğlu Sultan Selim-i Sani zamanından i’tibaren kuvve-i bahriyye tedenni ve inhitata başladı. Şöyle ki: Padişah-ı müşarun-ileyh umur-ı bahriyyeye asla vukufu olmayan ve re’y-i hoduyla harekete me’luf bulunan Ali Paşa’yı kapudan-ı derya nasbeylediği esnada Devlet-i Aliyye donanması tarafından muhasara olundu. Ali Paşa’nın vukufsuzluğu ve başkalarının re’yini kabul etmemesi neticesi olmak üzere kimi gark olarak kimi karaya oturarak altmış kadarı da düşman eline düşerek donanma-yı hümayun hezimet-i azimeye uğramıştır. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın himmetiyle o sene yaza kadar yüz elli kıt’a sefain inşa olunarak zayi’ olan donanmanın misli tedarik edilmiş ise de geçen seneki hezimette muktedir pek çok ümera şehid olmuş ve askere sıngınlık gelmiş olduğundan kuvve-i bahriyye bir daha Kanuni zamanındaki dereceye vasıl olamadı. Mukaddema ehl-i İslam içinde ma’lumat-ı bahriyye pek ziyade terakkı ederek donanma-yı hümayun bütün Avrupa donanmalarına galip gelmiş iken yavaş yavaş ehl-i İslam arasında ma’lumat-ı bahriyye tenakus etmeye başlamış sefahet metruk ve mühmel bırakılmış ve halbuki o zamana kadar Avrupa’da fünun-ı bahriyye haylice ilerlemiş olmağla donanma-yı hümayun Avrupa donanmalarına mukabele edemeyecek derecede tedenni eylemiş ve bu hal devam ederek zaafiyet iyice kökleşmiş olduğundan bir müddet sonra Venedik donanmaları Akdeniz boğazını muhasara etmekle donanma-yı hümayun Akdeniz’e çıkamaz olmuş idi. Sultan Mehmed-i Rabi’ zamanında kuvve-i bahriyyeye çıkıp Venedikliler ile şiddetli muharebe edilerek boğazı terke mecbur edilmişlerdi. Fakat Venedikliler kuvve-i bahriyyelerini bir derece daha ileri getirdikten sonra tekrar boğazı seddetmişler ve bu defaki vaki’ olan muharebede donanma-yı hümayun a’da donanmasına mukabele edemeyerek bütün bütün muzmahil olma mertebesinde münhedim ve münkesir olmuş idi. Kara Mustafa Paşa’nın sadareti zamanında tersane-i amirede muntazam sefain-i harbiyye inşa olunarak’da altmış kıt’a sefine ile boğazdan çıkıp Rodos’a varılmış idi. Çoktan beri donanma-yı hümayun Sisam Boğazı’ndan ileri gidememiş olduğundan bu defa Rodos’a varması bahren bir nevi’ muzafferiyet addolunmuş idi. Ve daha sonra kuvve-i bahriyyeye bir kat daha ihtimam olunarak’da Venedikliler ile bi’d-defaat vuku’ bulan muharebat-ı bahriyyede Venedik donanması mağlub edilmişti. Fakat o sırada bir yandan ehl-i İslam ziyadece sefahete dalarak ve hab-ı atalete kapılarak yine donanma umuru terk edilmiş maharet-i bahriyye ve ma’lumat-ı harbiyye ashabı na-büd olmuş ve menasıb-ı bahriyye tevcihatında ehliyet aranmayıp vukufsuz ma’lumatsız na-ehl ve hamiyetsiz birtakım kimseler ümera-yı bahriyye nasbolunmuş ve tersane tahsisatı rüesaya müekkel olup kalyoncu ulufesi namıyla taraf-ı miriden i’ta olunan bütçe ümera beyninde taksime uğramış ve kalyoncu namıyla bulunan asker dahi sefahetle meşgul arsız ve hamiyetsiz birtakım eşhastan ibaret olup nasın ırzına taarruzdan başka hiçbir işe yaramaz bir hale gelmiş ve bir yandan da o zamana kadar Avrupa’da fünun-ı bahriyye daha ziyade terakkı ederek mükemmel donanmalar vücuda getirilmiş olduğundan donanma-yı hümayun Avrupa donanmalarına mukabele etmek şöyle dursun Akdeniz’de gezen korsanların def’ine bile muktedir olamayacak derece tedenni etmiş idi. ’de Rusya ile vuku’ bulan muharebede Rusya’nın Bahr-i Baltık donanması İngiliz Danimarka vesair Avrupalılardan fünun-ı bahriyyede mahir amiraller kumandasında olarak Sebte Boğazı’ndan dolaşıp Mora sularında zuhur eylediği zaman donanma-yı hümayun adedce fazla idi ise de umur-ı bahriyyeye asla vukufu olmayan rüesa ve asla ta’lim görmemiş etraftan cebren toplanmış ırgat ve çiftçi makulesinden mürekkeb asakir ile techiz edilerek Akdeniz’e çıkarılmış ve Kapudan Paşa’nın fünun-ı bahriyyeye vukufsuzluğundan dolayı donanma-yı hümayun Çeşme limanına idhal edilmiş ve düşman donanması limanın ağzına vürud ile muharebeye başlandıkta İngiliz amirallerinin ma’rifetiyle birçok ateş kayıkları limana idhal olunarak donanma-yı hümayun kamilen ihrak edilmiş olmağla kuvve-i bahriyye pek büyük zıya’a uğramış idi. Muahharan Sultan Selim-i Salis ve Sultan Mahmud zamanlarında tersane umuruna ihtimam olunarak bir dereceye kadar kuvve-i bahriyye vücud göstermiş ise de Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanlarında bu derecesini dahi muhafaza edememiş idi ve en nihayet Abdülhamid devrinde bir yandan Avrupa’da fünun-ı bahriyye son derece terakkı ederek Sultan Aziz zamanından kalma sefain muharebe-i bahriyyede asla işe yaramaz hale gelmek ve bir yandan da menasıb-ı bahriyye tevcihinde ehli aranmayıp Celal Paşa gibi umur-ı bahriyyeye asla vukufu bulunmayan ve Hasan Paşalar gibi gaye-i emeli heva-i nefsaniyyesi olup istikbal-i milleti hatırına bile getirmeyen terakkı-i memleketi asla düşünmeyen hamiyetsiz ve mürteşi kimseler bahriye nazırı nasbolunarak tahsisat-ı bahriyye ümeraya müekkel olmak ve hazine-i beytü’l-mal Abdbülhamid ve vükela ve bendeganın sefahet zevk u safa ve heva-yı nefsaniyyelerine ve otel apartman araba hademe cariyelerine münhasırcılık olduğu cihetle zırhlı iştirası için hazine-i beytü’l-malde para bulunmamak ve tersane umuruna bakılmak şöyle dursun eski zamandan kalma alat ve edevatı dahi zıya’a uğratarak tersaneyi muattal kılmak mükemmel zırhlı inşa edecek mahir zevat ve fünun-ı bahriyyece muktedir kumandanlar yetiştirmek şöyle dursun Avrupa’dan iştira olunan zırhlıları kullanacak kumandanlar makinistlerden memleket mahrum bırakılmak ve bir vehme binaen sefain-i harbiyye tedarik etmek Abdühamid’in arzusu olmamak cihetiyle kuvve-i bahriyye büsbütün mahvedilerek hükumet dehşetli surette zaafa duçar olmuş idi. Ve işte bu zaafiyetten dolayı hükumet-i Osmaniyye her cihetten Avrupalıların taht-ı esaretine dahil olarak artık büsbütün munkariz olmağa doğru kemal-i sür’atle yuvarlanıp gitmekte ve Avrupalılar tarafından memleketin parçalanması zamanı tekarrüb etmekte iken hükumet-i Osmaniyye’nin mahv u inkırazı takdir-i İlahi olmamalıdır ki inayet-i Samedani ile o hükumet-i zalime-i müstebidde birdenbire mahv u munkariz olarak Hükumet-i Meşruta-i Osmaniyye zuhura geldi. Nasırüddin Şah’ın yarım asra yakın uzun bir müddet süren eyyam-ı saltanatında İran’ın hayat-ı milliyyesi bütün bütün söndü. Fezail ve şemaili bütün cihanca müsellem olan ve lisan-ı Farisi’yi Asya’da beyne’l-milel bir lisan derecesine vardırmış bulunan edebiyyat-ı milliyyeden eser bile kalmadı. Cebr u zulm altında ezilmiş cesedlerde zeka ve dehanın tezahüratına mahal kalmamıştı. Akıllar donmuş kalpler sönmüş verilmiyordu. Müstebidin keyfi teaddiyatından istihlas-ı giriban ma’işet etmeye mecbur kaldılar. Hamiyet-i şahsiyyelerine güvenemeyenler ise istibdadın ve müstebidin meddahları kesildiler. Milletin ma’kes-i ruhu ve reh-nüma-yı saadeti bulunan edebiyat bayağı bir dalkavukluk meydanı halini aldı. Cebbar zalimin lütf u merhametine nail olmakla kaselislik tufeylilik saadeti ile geçinmek isteyenlerin kaffesi şu meydana atılarak müstebidi zıllullah müeyyed min-indillah hami-i din u millet diye okşamakla beraber istibdadın en deni en rezil tezahüratını da tecelliyat-ı semaviyye gibi telakkı ettiler. Nasırüddin Şah asrının bütün şuara ve üdebası hükema ve müverrihini bu gibi denaet ve şenaatler ile iştigal ettiler. Şu asırda hakıkı edib denilmeye layık bir zat kat’iyen zuhur etmedi. Üdeba hükema fuzela geçinenlerin kaffesi müstebidin hezliyata meylini veyahud kibr u gurura hırsını okşamak için hicviyat ve kaside-hanlık ile kalb ve akl-ı milleti zehr-alud ediyordular. Kimsede hak ve hakkaniyeti söylemeye cesaret görülmedi. Ve nasıl görülsün ki Mirza Takı Han gibi muktedir bir sadrazam veyahud Melkum Han gibi bir diplomat şu hakguluk yüzünden mahkum ve makhur oldular. ca artık umum hey’et-i milliyyenin ahval u evza’ını tasavvur etmek kolaydır. Bütün milletten ümid-i necat kalkmıştı hep bir ye’s ü keder içinde hayatı sürüklüyorlardı. Sanayi ticaret bitmiş ziraat unutulmuş idi. Kimsede çalışmak terakkı ve teali etmek hevesi şevkı kalmamış idi. Zira kimse canından emin olmadığı gibi malından da emin değil idi. Nasırüddin Şah zamanında adet olmuştu ki tebea arasında bir zat zengin olunca serveti ya bil-külliye veya kısm-ı a’zamı şah veya valiler tarafından zabt u gasb edilirdi. Zürra’ ise bir taraftan vergilerin diğer taraftan teaddi ve zulmün ağırlığından terk-i diyar ederek dehşetli bir surette muhacerete kıyam etmişti. Senevi iki üç yüz bin İraniler terk-i vatan ediyordular. Şu zavallılar bir taraftan Osmanlı’ya diğer taraftan Kafkasya tarikı ile Rusya’ya bir de Halic-i Faris tarikıyle Hindistan’a gidiyordular. İmdi boş kalmakta bulunan ve ekilmeyen yerler yavaş yavaş kum sahralarına tebeddül ediyordular. Meşhur Fransız coğrafi Mösyo Reclus coğrafyasında yazıyor ki İran’da şu hal birkaç müddet devam ederse İran’ın kısm-ı a’zamı kum sahrası olarak Afrika-yı Vusta’da olduğu gibi Asya-yı Vusta’da bir sahra-yı kebir vücud-pezir olacaktır! Zira ma’lum olduğu vechile kafi olmaları münasebeti ile rutubet lüzumu derecesinden pek dundur. Eskiden İraniler topraklarını tahte’l-arz yapılmış kuyular ve kanallar vasıtası ile iska ediyordular. Ve şu münasebetle bütün İran’ı bir gülistan şekline koymuştular. Ahali can ve mallarından emin olarak hükumet tarafından lazım olan himaye ve teşvikı de gördükleri için bu yolda büyük hamiyet ibraz ediyordu. Lakin mütelevvin ve bü’l-heves istibdad şu hamiyeti şu şevkı kırdı. Ahalide çalışmak için heves bırakmadı. Muhaceret münasebeti ile ahalinin adedi azalmaktan başka birçok yerler de duçar-ı harab olarak kum sahrasına tebeddül etmektedir. Lakin asar-ı inhiraf ve harabi yalnız şu maddi taraflar ile kalmadı. Maatteessüf daha ileri sürülerek milletin ta a’mak-ı kalbine kadar vardı. İşte istibdadın bir millet üzere bıraktığı en dehşet-engiz harabat bundan ibarettir. Maddi harabat kabil-i i’mardır. Lakin ma’nevi tahribatın i’marı için birçok müddet çalışmak bezl-i himmet etmek lazımdır. Ye’s ü kedere dalmış olan efkar ve hissiyatı herze-gu meddah dalkavuk üdeba fuzala hükema ulema tarafından yevmen-fe-yevmen tesmim edilen millet sa’y ve guşişten vazgeçerek ıyş u işrete kesel ü atalete yüz çevirdi. Avam-ı nas uzun uzun günlerini meyhanelerde tiryakhanelerde a’yan ve eşraf ise gündüzleri uyuyup gecelerini Şiraz’ın şarabı Paris’in konyakları ile geçirmeye adet edindi. Tiryakın şarabın esrarın bahşettiği dud-i mesti arasında duçar oldukları belaları musibetleri unutmaya çalıştılar. Mest ü harabi ıyş u işret zevk u safa yalan riya ve bu gibi hasail-i rezile adat-ı umumiyye sırasına geçti. Ulema ise millet ve memleketin duçar olageldiği bütün şu bela ve musibetlere çare arayacak yerde başka yollara saptı. Ulemadan bir kısmı üdeba ve fuzala denilen erazilin yolunu tutarak kendi saadet ve bahtiyarlığını istibdadı okşamakta müstebidin elinde vasıta-i icra-yı tahribatı olmakta aradı. Bu kısım ulema Allah’ın emrine ve Peygamber’in sünnetine hilaf olarak istibdadın millet üzere i’mal ettiği bütün zulm ü fesadlara iştirak ederek birçok parlak ünvanlara nail olmakla beraber ahalinin hukukunu pay-mal ve millet üzerine icra-yı zulm ü teaddi etmeye başladı. Kısm-ı digeri nerek zühd ü takva ile geçirmekle veyahud meydana atılarak avam-ı nası birtakım tevehhümat ve tahayyülat asla din ve dünya ile münasebeti olmayan mesail ile meşgul etmeye bezl-i himmet ettiler. İşte bundan dolayıdır ki Nasırüddin Şah asrı tamamen mübahesat-ı diniyye ile geçti. İşte bütün Şeyhi Kerim Hani Babi gürültüleri şu sebeple tezahür etti. Bunların yegane menbaı millet üzerine çöken kabus-ı a’zamın bıraktığı ye’s ve yegane menşei milletin bu yüzden naşi kalbinde hissettiği boşluk idi. Bunu doldurmak için birkaç kahramanlar zuhur ederek hakayık ve hikemiyat-ı İslamiyye’yi Kelamullah’ın emrettiği feraizi millete tebliğ etmek isterdi. Lakin bu nerede? Bunun yerine birkaç şöhret ve ikbal-perestler zuhur ederek milletin ahval-ı ruhiyyesinden istifade yolunu ta’yin ettikten sonra milleti birtakım tevehhümat ve tahayyülat ile meşgul etmeye bezl-i himmet ettiler. Tiryaklar esrarlar dimağı müşevveş ve muhtel ettiği bu gibi mübahase dahi kuvve-i müdrikeyi kuvve-i tehayyüleyi müşevveş ve muhtel ediyordu. Avam-ı nas bu gibi mübahesata dalarak ve bunlardan kat’iyen bir şey anlamayarak yalnız birkaç kelimat-ı esrar-amiz-i hayal ve elfaz-ı aşuba uyup valih ü sergerdan oluyordu… Ahmed Akagef Kuru tefahür hem şer’an hem de aklen merdud bir edadır; tevazu’ ise enbiyanın ve kaffe-i ukalanın telakkı bi’lkabul sahib-i ilm ü irfan olan efrad için adab-ı mahviyyete ne kadar ihtimamla riayet olunursa eşhas-ı ma’neviyyeden olan devletlerin ehadu-huma ahara karşı münasebatına müteallik mevaddın zikrinde dahi lazıme-i mahviyyete o derecede müraat olunmak nezaket-i temeddün iktizasındandır. Fil-vaki bir millet için mahfel-i beyne’l-ümemde bir mevki’-i muhtereme malikiyet ancak satvet ve kudret-i milliyyeye malikiyetini milel-i saireye hissettirmekle mümkün olur; maamafih medar olamaz. Kuru tefahür ile göz dağlamaya çalışmak abesle iştigal eylemektir haşmet ve kuvveti bala-ter olmuş bulunan milletlerce bile “şovenizm” tefahür-i millisi bir tavr-ı makbuh addolunmaya başladı. Hal böyle iken anasır-ı mikneti bunca vekayi’-i müz’ice-i dehr ile sarsılmış ve cem’-i kuvaya ciddi bir surette henüz başlamış olan ümmet-i Osmaniyye namına vaveyla-yı ta’azzum koparıp duranlar bilmem ki hayr-ı vatana o yolda hizmet eylemek hayaline mi düştüler yoksa “demagoji” nev’inden olan safsata-i avamfiribane milyon kadar nev’-i beşer efradını liva-yı hakimiyyeti altına almağa muvaffak olmuş bulunan İngiltere’de bile “Jingoism” denilen milli tarz-ı tefahür artık hayide bir hale geldi bayağılaştı. Avrupa-yı garbinin memalik-i azimesinde kesb-i zillet eylemiş bir tavır ve mesleği şarkı Avrupa’nın ümem-i sağıresi ittihaz eyleyebilirler. Varsın Bulgarlar Yunanlılar istedikleri kadar çalım satsınlar; fakat bizim i’lan-ı fahr ve teşhir-i gurur eylemekliğimize ne adab-ı temeddün müsaid olur ne de ahkam-ı şer’iyye cevaz gösterir. Şecaat arzında i’lan-ı kudrette muhatara-i siyasiyye dahi vardır. Semavat düşse süngüleri ile tutabileceklerini övünenlerin semerat-ı a’mali yine kendileri için felaketten ibaret kaldı. Hangi birimiz arzu eder ki vatanın bir hatar-ı müdhiş-i hariciye ma’ruz kaldığı sırada bir buçuk milyon süngülü müdafi’leri nukat-ı mütecavezede tahşide devletimiz muktedir bulunmasın? Fakat şimdi biz kalkar da bir buçuk milyon asker ile harbe muktedir olduğumuzu muvacehe-i ammede cuh-ı cereyanını istediğimiz gibi tahvil edecek hiçbir te’sir hasıl edemeyiz hele bu makule efkar-ı mesrudemize nimresmiyyet şekli isnad olunuyorsa marzi-i devletin eller tarafından ciddiyetle telakkısini bekleyemeyiz. O makule tefahür-i aleni hiç şüphe yoktur ki müdafaa-i vatan kaydıyla bağırları yanan gençlerden pek çoklarının sem’-i telakkısine hoş gelir hiss-i hamiyyetlerini okşar. Fakat umur-ı ümmetin hüsn-i tesviyyesi şübban-ı vatan-perestanın hissiyatındaki germiyete müstenid olamaz. Alel-husus tefahür-i aleni i’tiraz-ı ağyarı da’vet eyleyeceğinden ve mübahese-i mütehassıla tedbir-i devletçe mahremiyeti farz bulunan birçok nukat-ı mühimme açığa çıkar. Vatanın nef’ini madde-i siyanet ve haysiyyetini bizzat i’lan edenler elbette “şovenizm” politikacıları arasında bulunamaz. Sefine-i devletin sıyanetine bizzat ve bil-fi’l çalışanlar için en meziyetli meslek şüphesiz sükun ile mahremiyet-i mümkine ile çalışmak ve icra’at-ı vakıada mahviyet göstermektir. Münasebet düştükçe bizim de yakında Japonyalılar gibi sahib-i terakkı ve satvet olacağımız ümidi zikrolunuyor. Buna mukabil söyleyeceğim bir söz var ise o da “inşaallah” demekten ibarettir. Maamafih ben Japonyalılara atfolunan başlıca evsaftan ikisinin nümunelerini bizde maatteessüf daha göremiyorum: Birisi menafi’-i şahsiyyeyi an-ı iktizada menafi’-i amme uğrunda hemen feda edivermek diğeri de eylemektir. Sahib-i re’y olanlarımız ve alel-husus halka ders-i siyaset ve hamiyet verip duranlarımız ibtida-yı emrde kendi fedakarlıklarının mahviyetlerinin fiilen nümunelerini göstermelidirler. Japonya ve Rus Muharebesi’nden evvel olan zamana dedinden bahsettiler ne de alacakları yaptıracakları süfün-i harbiyye hakkında yaygara kopardılar. Vatanları için menna’un li’l-hayr kesilebilecek ağyar ve rikbanın hırsını uyandırmadılar. Yalnız kabiliyyet-i tealilerini ellere anlattılar; lakin derecat-ı kuvvetlerini teşhirden ictinab eylediler ki bu mesleğin ehemmiyeti netice-i müsademeden anlaşıldı. Garbda Japonya tarafdarı olanlar bile o memleketin halkının “ufak bir millet” olduğundan ve ejder gibi bir düşman guya acize merhamet tarzında irae eylerlerdi. Ruslar ise muttasıl kuva-yı berriyye ve bahriyyelerinin istihzarat-ı azimesini aleme i’lan eyler ve aksa-yı şark muharebesini Une guerre coloniale bir nevi’ müstemleke-i ammiyye seferi gibi zikrederlerdi. Sessiz sadasız tedarikat-ı azimede bulunmuş olan Japonyalılar ne büyük bir millet olduklarını aleme gösterdiler. Ve muvaffakıyetleri üzerine bile adab-ı mahviyyet-i siyasiyyeyi tecavüz eylemediler. Hayat-ı milliyyemize müteallık mehamm-ı mesalihe sema’-ı ağyar ve rukebanın daima dinlemiş olduğundan gafil bulunur gibi bir surette her işimizi dilli düdük ediyoruz. Şu dedikoduları muahezeleri bir kere ağırbaşlılıkla mülahaza edelim de bakalım başka memleketlerin bu makule bir emri ehemminde dahi sözün ayağa düşürüldüğüne dair bir misal bulabilir miyiz. Süfün-i harbiyye inşa ve iştirası teşebbüsatında bizim kadar ihtirasat ve istirkabat-ı muzırraya meydan vermiş bir memleket daha bulunmasa gerektir. Böyle mühim işlere makam-ı a’idinden maada yerlerden dahi icra-yı nüfuz olunmak isteniliyor; hatta bir sefaret me’muru bir banker simsarı bir tütüncü bile işlere parmak sokmak sevdasına düşüyor; bir gazeteci işlere kable’l-vuku’ vakıf olur olmaz meydana bir gürültüdür çıkarıyor. Sıkılmayalım da i’tiraf edelim: İki zırhlı aldık diye sada-yı iftiharı ayyuka çıkardık. Maksad Yunanlı serkeşleri tehdid ise o mümkün olduğunu bütün alem biliyor. Halbuki biz i’lan-ı teşebbüsatla başkalarını da huylandırıyoruz. Nitekim Rusya’yı da kuşkulandırdık ve Karadeniz’de donanmasını bilaimhal tezyid edecek surette hırslandırdık. Rusların serzeniş-i mukabele-cuyanelerine karşı: Bizim Rusya ile hüsn-i münasebetimiz tezayüd edecektir; Karadeniz’de donanma bulundurmasına hacet bile yok; oradaki sefinelerini daha muktezi olan cihata sevk edebilir… yollu mülahazat-ı tıflanemizi garbın Times’ları Tan’ları bile baş sahifelerine naklen derc ederek Jön Türk hükumetine mürevvic-i efkar farz eyledikleri sahaif-i matbu’atımızın adem-i ciddiyyeti hakkında aleme misal göstermek istiyorlar. Kari’leriniz sütur-ı anifeyi çeşm-i insaf ile okuyunca anlarlar ki maksad-ı acizanem umur-ı milliyyemize müteallık bir ihtar-ı hayır-hahanedir. Sözlerimi emel-i şahsilerine mugayir bulunanlar var ise varsın onlar istedikleri kadar hiddet ve adavet göstersinler. Bendeniz –adab-ı münazara dairesinde olmak üzere– hürriyet-i kelamı pek vasi’ surette isti’mal edenlerdenim. Umur-ı milliyye hakkında bir Osmanlı sıfatıyla tenkıd-i meşru’da bulunmaktan vazgeçmek bu aciz Çocuk terbiye etmek istikbal adamları yetiştirmek için bugün pek çok usuller vardır. Bu usuller senelerce edilen tecrübeler ikdamlar dikkatler neticesi olarak elde edilmiştir. Bu usulleri te’sis etmek üzere çalışan zevat bugün büyük bir şöhret kazanmışlardır. Ve namları ebediyetlere kadar kadirşinasan nezdinde muhafaza edilecektir. Binaenaleyh bugün dünyada ilm-i terbiyye-i etfal uleması beyninde muhtelif usul-i mektebiyyeler vaz’ edilmiş Alman İsviçre İngiliz Amerikan terbiyeleri arasında daha birçok şubelere fürua ayrılmış terbiyeler mevcud. Mektepçilik bugün bir san’at-ı mühimmedir. Bu hususta en ileri giden İsviçreliler Almanlar İngilizler… ilh.dir. Avrupa’da usul-i tahsil ve terbiye-i etfal bu derece ehemmiyet verildiği esnada bir de bizim mekteplerimize ihale-i nazar edelim. Bizde yeni usul eski usul diye iki usul-i mektebiyye nazarımıza çarpıyor. Eski usul-i tahsilin artık köhneliğini genç dimağları zekaları ezmekten öldürmekten başka bir şey husule getirmemekte olduğunu tasdik etmeyecek kimse kalmadı; binaenaleyh bu usul metrukiyete tamamen mahkum oldu. Yeni usul dediğimiz tarz-ı tahsil hakıkaten yeni mi? Hayır usul-i tahsilin memalik-i medeniyyedeki teceddüd ve terakkısine nazaran yeni dediğimiz usul-i tahsil yeni değildir. Yirminci asr-ı medenide çocukların pek genç ve nazik olan dimağlarını beyhude işgal etmemek onları ati yeviyyenin en mühim müşkilatını zorluklarını nazar-ı ehemmiyyete almayarak büyük bir faaliyetle tatbik ediyorlar. Öğretmek; ahval-i aleme mevcudiyetine mevcudiyetinin idamesine vukuf hasıl ettirmek için bugün bizim düşünemeyeceğimiz pek çok mevad ve kolaylıklarla ensal-i cedideyi zinde gayur ve cevval olarak yetiştiriyorlar. Biz çocuğu üç ayda okutma öğreten mektebi alkışlıyoruz. Bu alkış beyhude bir alkıştır. Çocuğum üç ayda okuma öğrendi demekle bir şeref iktisab edilmiş olmaz. Okumaktan maksad terbiye-i fikriyyedir. Okuma yazma terbiye-i fikriyyeye bir vasıtadır. Acaba bu üç ayda okuyan çocuğun terbiye-i fikriyyesi ne haldedir? Tabiidir ki o çocuk daha aleminden haberdar edilmemiştir. Halbuki fikri bir tekamül-i tedrici ile terbiyeye arz edilmemiş olan çocukların dimağlarını birdenbire müşkilata tahammülün yetişemeyeceği bir gayrete sevk etmek ati için kuvve-i müfekkireyi ihlal edeceği şüphesizdir. Baştan aşağı en balasından en adisine kadar mekteplerimizi nazar-ı dikkatten geçirsek tarz-ı ta’limde ma’kul ve müfid bir usul göremeyiz. Hele mekatib-i ibtidaiyyemiz usulsüzlüğün pek fukarasıdır. Bilmem neden bizim bugün bütün mekteplerimizde Fransız usul-i tahsili cari. Fransız usul-i tahsilinin bizde cari olması memleketimizde metanetsizlik hissini ta’mim etti. Mekteb-i sultanilerden tutunuz da ta mekatib-i i’dadiyye ve rüşdiyyelere kadar bütün mekteplerimiz programı tarz-ı tedrisi hep eski Fransız usulündedir. Fransız usul-i tahsilini şimdiye kadar kabul etmekle bir faide bir iyi netice istihsal edemediğmizi görmekle beraber yine aynı usulde ısrar edişimiz doğrusu hayret edilecek bir haldir. Franszılar bizzat kendileri bugün Fransız mektepleri adam yetiştirmiyor diye bağırıp duruyorlar. Bir Fransız lise ve kolejinden çıkan genç mutlaka me’mur olmaya hahişgerdir. Fransız mektepleri kendi kendine hür mevki’ler tedarik etmeye yani kendi işini kendi görmeye kabiliyetli gençler yetiştiremiyor. Bizde olduğu gibi Fransızlarda da hür işler bularak yaşayabilmek pılmış hazırlanmış temiz rahat işler aranılıyor. Zengin olmak ve zengin olmak sayesinde hür yaşamak için gayret-i mütemadi sarf edecek kendi işimizi kendimiz görecek yerde muavenete himayeye ricaya iltimasa atf-ı nazar ediliyor. Memleketimizde ne ziraat ticaret ve sanayi ile meşgul adamlarımız var ki çocukları mekteplerden çıkınca baba mesleğini hakır görerek nazarlarında büyüttükleri me’muriyetlere mansıblara parlak yaldızlı sandalyelere uçuyorlar. Bu gençlerin ruhlarını tahlil etsek nefretlerini pederlerine mesleklerine kadar tevsi’ ederler. Bugün bir İngiliz mektebinde Alman mektebinde tahsil eden genç yirmi bir yaşında iken kazanmak için bila-fütur dünyanın öbür ucuna gidecek bir surette terbiye olmuştur. Halbuki bir Fransız genci bu yaşta memleketini terk etmeyi nefsine güç yedirebilir. Bu hal bizde daha müdhiştir. Nice mekatib-i taliyye ve aliyyemizde tahsil etmiş gençlerimiz var ki İstanbul’dan çıkmak ile ölümü müsavi addediyorlar. Sanki bu gençler balıkdırlar da sudan çıkınca ölecekler hayatlarına hatime çekilecek… Burada yalnız İstanbul genci demek hatadır; bütün büyük şehirlerimizde doğan büyüyen terbiye olanları da onlarla beraber tutmalıdır. Eğer gençlerimiz bir Fransız mektebi usulünde değil bir olsaydı dünya bize dar gelirdi. Memleketimizin her köşesi hazain-i servet iken onları iktitaf edecek uzuvların noksaniyetini hep mektepsizliğimiz tevlid etmiştir. Memalikinin her tarafını her köşesini göremeyen gezemeyen ve gezmek cesaretini kendinde bulamayan genç memleketin hakıkaten tealisi namına hiçbir iş göremez. Fransız usul-i mektebiyyesinin bu kadar zararlarını gördüğümüz halde yine birçok Fransızların idaresinde mekatibi sultaniyye açıyoruz; bu mekteplerde tedrisat Türkçe’den ziyade Fransızca olacak. Birçok masraflar ve fedakarlıklar ile açılan bu vilayat mekatib-i sultaniyyesinin Fransız liselerinden farkı hemen yoktur. Aynı zamanda öbür taraftan Fransız uleması mekteplerimizde usul-i tahsili değiştirelim eyvah adam yetiştiremiyoruz diye bağırıyor; onlar kendi kendilerinden şikayet ediyorlar da biz binlerce liramız ile kendimizi mahkum-ı sefalet eyliyoruz. Her millet lisanını memleketi dahilinde kabul ettirmek herkese sevinçle mecbur etmek için bir hiss-i milli duyar. Biz burada Beyoğlu’nda açtığımız lisede ecnebilere şimdiki Bulgar nazırlarına Fransızca öğrettik kendi paramız ile Fransız muhabbetine hizmet ettik. Bundan sonra da öyle yapacağız. Dünyada hiçbir vatan tasavvur edemem ki bütün tedrisatını yabancı bir memleketin lisanı ile yaptırsın. Başka bir lisanı kabul etmemekte her millet bir taassub hisseder. Bizde his yok. Her mektep[te] mükemmel lisan dersleri okunabilir; fakat tarih riyaziye ve ulum-i tabi’anın ecnebi bir lisan ile okunulmasına bir ma’na veremem. Bir memleketin en büyük vasıta-i tealisi hissiyat ve muhabbet-i vataniyyedir. Endişe etmekteyim ki bir ecnebi lisan ve edebiyatı fakat yalnız kuru bir Osmanlılık ismi içinde bütün yedi sekiz senelik hayatını geçiren bir genç nasıl hissiyat-ı Osmaniyye muhabbet-i vataniyye besler!! Ben ve benimle beraber pek çok kimseler hatta mezkur mekatib-i sultaniyyeye müdir ta’yin edilen bazı münevver zevat bu Fransız usulü liseler memlekete kat’iyen nafi’ istediğimiz gibi uzuv yetiştiremeyeceğine kanidir. Hep bir ağızdan bütün mükalemelerimizde bütün konferanslarımızda bütün gazetelerimizde bir nokta-i tekemmüle tealiye vusul için müvellid-i servet ve saadet olan ziraat ve ticaret ve sanayie inhimaki bütün vatandaşlarımıza tavsiye ediyoruz. Yer etmiş bir terbiyeyi tebdil etmek biraz müşkildir. Vatandaşlarımızı hür yaşatacak ve servet istihsal edecek bir sa’ye doğru sevk edebilir isek bizim için bir şereftir. Fakat bundan sonra yetişecek evladlarımızı bizim his ve kudretsizliğimiz ile terbiye edersek ensal-i atiyyeye ihanet etmiş oluruz. Bunun için bundan sonra yetişecek gençlerimizin ziraat sanayi ve ticaret gibi vasıta-i istihsal-i servet olan mevadda sahib-i azm u teşebbüs dinç gayur metin ve cevval olmasına olmak için de Fransız usul-i mektebiyyesini değil İngiliz Alman Fransa yirmi senedir mekteplerinin usulsüzlüğü neticesinde komşu diğer akvam miyanında teşebbüste ticarette pek geri kaldı. Halbuki komşusu olan Almanya yirmi sene içinde yüzde altmış altı İngiltere yüzde otuz dört Amerika da yüzde seksen terakkı etti. Biz bugün terakkı etmek için neden Çin’i taklid etmiyoruz; şüphesiz ki akl-ı selim Çin’i değil en müterakkı milleti taklid ediniz diye emreder. O halde Fransa’ya nisbetle en müterakkı millet Amerika Almanya İngiltere’dir!.. Hülasa; terbiye-i fikriyye ve bedeniyye bahsinde en ziyade yet’in metanet-i ahlakiyye kanunları gibi mükemmeline başka yerde tesadüf etmek imkansız olduğundan terbiye-i ahlakıyyede terbiyye-i İslamiyye ve adat-ı milliyyemize atf-ı ehemmiyyet edelim. Fransız usul-i mektebiyyesini terk edelim. Bütün mekatib-i İslamiyye’de bir esas-ı terbiyyeyi kabul edelim ki efkar ve hissiyatımızı tevhid etmiş olalım. Semerkand’dan: Sıratımüstakım hey’et-i tahririyye ve naşiriyyesi canib-i aliyyesine Ba’d-ez ifa-yı ma-lezeme aleyna mine’t-tahiyyeti vesselam ma’ruz-ı zevat-ı ulü’l-ihtiramiyan ola kim eser-i hamiyet-i diniyye ve milliyyeleri olup taraf-ı aciziye irsal buyurulan Sıratımüstakım mecelle-i şerifesi vasıl-ı dest-i iftihar oldu. Bendeleri “Semerkand Mütala’ahane-i İslamiyyesi”ne vaz’ ettim. Kıraathane a’zalarının bi-nihayet memnuniyetlerine bais ve matbu’at-ı cedide kari’lerine faide-bahş oldu. Hey’et-i maarif-perveranelerine bendeleriyle beraber arz-ı teşekkür ve ihtiram etmeyi vacibattan addederler. Darü’l-Hilafet-i Aliyye sanallahu te’ala ani’l-beliyye ulema-yı zevi’l-ihtiramından bu cihet müslümanlarına bu merhamet ve atıfet uzma bir hidayet ve a’la bir iltifattır. Geçen sene kitapçı “Mihran” vesatetiyle mecelle-i garradan Semerkand Mütalaahanesi için nısf senelik abone olup feyz-yab olmuştuk ama müessesenin fakr-ı kisesi kat’-ı aboneye sebep olmuş idi. İşte teşne-leban-ı ilm ü fenni bu mevhibet-i a’zamileri sirab-ı irfan ve medyun-ı şükran etti. Semerkand’ın ufacık Terakkı-perver Cem’iyeti’nin müteferrik a’zaları Reşid Efendi hazretlerine lütfen arz-ı selam etmeyi iltifatlarına binaen idare-i mukaddese-i Sıratımüsta kım ’den rica ediyor. Eser-i aczimi muhtevi olan altı nüsha resail-i matbua ve hükumetin ceride-i resmiyyesi olan –Türkistan Vilayeti’ning Keziti-den idare-i şerifeye tuhfe niyetiyle bu mektupla beraber postaya teslim kılındı. Kabul ve gözden geçirilse kendime şeref addeylerim. Buranın ahvaline dair bazı şeyler yazmayı maa’l-iftihar nefs-i acizi iltizam ediyor. Yalnız kusurat ve te’hiratımızı avf buyurmakları mercudur bakı: Sıratımüstakım hey’et-i tahririyyesinin devam-ı ömr ü afiyeti ve sebat-ı mesleğini istid’a ve ellerini öpmeyi Cenab-ı Bari’den temenni etmekle hatm-i makal eylerim. Ve’s-selamu ve’l-ikramu evvelen ve ahiren. Sıratımüstakım – Müfti Cenablarının lütfen idaremize hediye buyurdukları kütüb ve ceraid vasıl oldu. Milletdaşlarına böyle nafi’ eserler yazmaya muvaffak olduklarından dolayı Müfti Cenablarını tebrik ve bize birer nüshasını ihda eylemelerinden naşi de bilhassa teşekkür eyleriz. Son günlerin İstanbul gündelikleri en çok istikraz üzerine yazıyor. Mes’ele hadd-i zatında hiç de hoş değil. Fransızlar kendilerinden para isteyen nazırlarımıza ağır şerait teklif etmişler; onlar bu şeraite razı olmayınca kızmışlar para vermeyecek olmuşlar. İş bununla da kalmıyor: Yüzlerine şiddetli kapı kapandığı halde yine vaz’-ı ihtiramı muhafazaya mecbur sandıkları Türkler’in asar-ı hayat gösterip muhafaza-i haysiyyet kaydında bulunduklarını gördükleri zaman mayan bir sürü mesaili ortaya atıp Devlet-i Osmaniyye’yi deleri muttasıl Afrika’daki kuvvetlerinden bahs ile Trablusgarb’ı tehdid edebileceklerini yahud Lorando Tobini şanlı seferini ihtar ile yine Adalar Denizi’ne gelebileceklerini Fakat bilmem hangi milletin bir darb-ı meseli var: Hayırsız şer yok diyorlar. Esasen hayır olmayan bu istikraz mes’elesinden bazı hayırlı netaic tevellüdü pek muhtemel. Ez-cümle kör körüne tapındığımız Fransa putu epey zedelendi. Büsbütün harab olup parçalarının yere dökülmesi yakındır gibi geliyor. Saniyen istikraz tahvilatının Paris Borsası’na kabul olunmayacağı haberi çok kimselere hayide olmakla beraber pek sahih bir ta’bir ile soğuk duş te’sirini icra etti. Herkese bir ayıklık bir uyanıklık geldi. Bu hiss-i te’sir saikasıyladır ki ceridelerimizden birisi şu pek ayık satırları yazıyor: “Ahlak ve iffet hislerine tamamiyle bigane müesseselerin satın aldıkları adamlar bizim en samimi en milli işlerimize kadar tenkıdat ve muahezatta bulunmaya kendilerinde salahiyet görüyorlar aleyhimizde ağız dolusu şetmler sarf ediyorlar. Bizim buna karşı yapabildiğimiz yegane mukabele lere laf ile değil fiil ile cevap verilir ve en müskit cevap böylesi olur. Osmanlı milleti bugün bu mütecavizlere karşı sizin paranıza ihtiyacımız yok! cevabını verecek kadar kendisinde metanet azim ve ciddiyet bulamazsa yeni Türkiye’nin eski Türkiye’ye benzemediği iddiası nerede kalır? Yeni Türkiye’nin eski Türkiye’den farkı Yunanlılar gibi yalnız bol bol atıp tutmak iş sırası gelince fedakarlıktan çekinmek mi olacak?” Aynı makalenin biraz yukarısında acı fakat pek doğru şu satırları okuyoruz: “Her vesile ile haysiyet-i milliyyeden istiklal-i iktisadimizden yeni Türkiye’nin eski Türkiye’ye benzemediğinden bahsediyoruz. Buna karşı ecnebi gazetelerinin bize söyleyebilecekleri bir şey var besbelli akıllarına gelmiyor da söylemiyorlar fakat bit-tabi’ onu a’mak-ı vicdanımızda yakıcı bir sada-yı mu’ahaze gibi biz hissetmekten geri kalmıyoruz. “Haysiyeti olan istiklal-i iktisadisini muhafaza etmek isteyen bir adam gider de kendisini bu kadar hakarete ma’ruz bulundurur mu? Eline kalem alan rast gele bir gazeteci Fransa’da yazı yazmaya bizi nankörlük ithamıyla başlıyor. Ve söylediği en hafif söz bu oluyor. Asıl nankörlük bu satırları yazanlarda olmakla beraber kendi hatamız kendi… açıkçasını söyleyelim kendi hamiyetsizliğimiz neticesi olarak bu tahkırata hedef olduğumuzu inkar edebilir miyiz? Çünkü biz bütçemizi tevazün ettirmek için elimizden geleni yapmış olsa idik bugün tahkırat ve tecavüzata hedef olmayacak “Zaten bizim adetimizdir bir iş son dereceye gelmedikçe mütenebbih olmayız.” Cerihadar olmuş gurur-ı millinin acısıyla ortaya çırçıplak atılmış bu hakayık-ı intikadkaraneyi vely eden tasarruf ve vergi tedbiri bizce esas-ı i’tibar şayan-ı kabul görünmüyor; çünkü bunun kabulü devr-i sabıkın usul-i malisine kısmen rücu’ demektir. Aynı günün Sabah’ı da “Osmanlı Sermayesiyle Bir Banka Te’sisi” makalesiyle bir çare gösteriyor: “Bize şimdi ihtiyacat-ı acilemizi tesviyeye medar olabilecek bir vasıta lazımdır ki istiklal ve haysiyetimizi muhafaza edebilelim. Bizce bu vasıta milli bir banka hakıkı bir Osmanlı bankası te’sis etmektir. “Vakıa memleketimizde Osmani ve milli ünvanları tahtında bankalar mevcud ise de bunlar esasen ecnebi müesseseleridir. Şurasını yakınen bilmeliyiz ki ecnebi parası daima mensup olduğu devletin hariciye nezaretinin kesesi hiçbir ecnebi devlet o keseden istifade edemez. Demek ki memleketimizde mevcud olan Osmanlı namı altındaki şu iki banka bizim istiklal-i malimizi te’min edecek bir derecede değildir. O halde kendimiz hakıkı bir Osmanlı bankası yapmalıyız. Bu teklife birçok kimseler gülecektir. Ve vehle-i ulada bizde bir banka açacak para nerede diyecekler? Halbuki bizde dört beş milyon lira sermaye ile bir banka açacak kadar para olduğuna ben kaniim. Bu iddiamı isbat Bu bankalarda küşad edilen tasarruf sandıklarında Osmanlı parası olmak üzere üç milyon liraya karib bir para vardır. “Ma’lum olduğu üzere işbu tasarruf sandıkları yüzde iki buçuk üç faizle azamisi yüz elli lira olmak üzere para kabul eyliyorlar ki bu paralar da ancak ehad-ı nas tarafından mezkur sandıklara vaz’ olunuyor. Tüccarlarla zenginlerimizin bankalarda hesab-ı carileri mevdu’ akçeleri bu meblağa dahil değildir. Diğer taraftan emniyet sandığında her gün iki yakınen bildiğim şu mikdarları saydıktan sonra zannedersem fikrime artık kimse gülmez.” Fransızların farfaralığından şimdi pek modaya girmiş bir ta’bir ile “blöf yapmalarından” ürken İkdam refikımız birkaç gündür “İstikraz Dolayısıyla” başmakaleler yazarak hükumete bir nevi’ ric’at ta’biyesi teklif ettiği gibi yine “İstikraz Dolayısıyla” ittihad-ı İslam fikrinin tedkık ve tenkıdine de lüzum görüyor. Mesela geçen pazar günkü nüshasında “Serab m? Girdab mı?” ser-levhalı bir makalede şu mütalaaları görüyoruz: “Şu halde on üç asırdan beri alem-i İslam’ın serab gibi taraf ederek bu idari kesret içinde bir vahdet aramak lazım gelir ki o da zaten din-i mübin-i İslam’ın te’sis ve telkın ettiği hiss-i uhuvvetten başka bir şey olamaz. Çar-aktar-ı cihana dağılmış bir aile efradı beyninde cari olan yekvücudluk hissinin haricine çıkamaz. Yekdiğere uzatılacak dest-i mu’avenet alem-i İslam’ın terfihinden başka zamanımızda bir gaye-i ma’kuleye eremez. Arada bir mani’ yok iken bile vahdet-i siyasiyyeyi paydar etmeye kafi gelmeyen bu huzme-i musafahadan bugün deryaları ülkeleri aşarak adeta anasırla savaşarak vahdet-i siyasiyye te’sisi harikasını beklemek gafletinden alem-i İslam pek baiddir.” Bu mütalaat-ı ha’ifanenin şimdi i’lanına lüzum hissolunduğunu muharrir-i makale atideki satırlarla izah etmek istiyor: “Avrupa’nın Çin’e atıfla bir bela-yı asfer tasavvur edişi kabilinden olarak alem-i İslam’ın vüs’atine müsliminin hiss-i uhuvvetine bakarak kendisi için atiyen siyasi bir hatar tasavvur etmesi beca mıdır? “İşte bu mes’ele-i mu’dileyi bugün büründüğü rida-yı mübhemiyyetten tecrid suretiyle şekl-i hakıkısinde tasvir ve tesvid etmek hem ebna-yı vatana ifa-yı hizmet hem de hakkımızda perverde edilen zehabın sıkışıp kalmış olduğu daire-i mahdudeye bahş-ı ziya ve vüs’at edeceğine ve galat tefehhümleri izale eyleyeceğine i’tikad edenlerdenim.” Haydi bu mütalaat ile “ebna-yı vatana hizmet” edilebilsin diyelim; fakat hakkımızda perverde edilen zehabın takdir olunacağına “galat tefehhümlerin izale edileceğine” biz hiç de mu’tekid değiliz. Çünkü “galat tefehhüm” tabii olarak hasıl olmuş değildir. Belki Avrupalılar kendi işlerine geldiği Tahir Hayreddin Beyefendi emin olsunlar ki ittihad-ı nur-efşan mı olduğunu Avrupalılar bizim kadar ve belki bizden de ziyade bilirler. Onların bunu yalan yanlış ortaya sürmeleri bilmemelerinden değil belki ma’lum hikayede kurdun kuzuya yaptığı gibi zahiri bir bahane göstermek daha gayr-ı ma’kul ikinci birisi ortaya atılır. Bütün iş kuvvet ve zaaftadır. Zayıf kalındıkça kavileri delail ile iknaa uğraşmak beyhude zaman öldürmektir. mı Türkistan’da nim-istiklallerini muhafaza etmiş Buhara ve Hive hanlıklarının Rusya vilayeti haline ircaını taleb etmektedirler. Avusturya Bosna ve Hersek’i Japonya Kore’yi Bir Tatar gazetesinin dediği gibi Ruslar da şimdi “kuvvetlilik taslamak” istiyorlar. Geçen ağustosun’ünde Buhara’nın Rusya himayesi altına girdiğinin’ıncı sene-i devriyyesi olmak münasebetiyle Türkistan’ın merkezi olan Taşkend’de münteşir Türkistan Postası bir sürü makaleler yazarak daha ziyade vakit geçirilmeyip Buhara’nın Rusya’ya ilhakını tavsiye ve taleb etmektedir. Türkistan Postası makalelerinden birisinde şöyle diyor: “Biz seneden beri Buhara’ya rıfk ile muamele ediyoruz Buharalılar bu muamelemizden bizim zayıflığımıza kani oluyorlar. Artık biz de kavi olduğumuzu izhar ve isbat edelim. Buhara daha sene evvel mahvedilmek lazımdı. Fakat o zamanlar İngiltere bizim Afganla komşuluğumuzu sebep oldu. El-yevm İngiltere ile münasebatımız pek iyidir Aynı ceride diğer bir makalesine şu sözlerle hitam veriyor: “Japonya Kore’yi Avusturya-Macaristan Bosna ve Hersek’i Düvel-i Müttehide-i Amerika Liberya’yı ilhak ettiler. Türkiye İran zeminde dönüp dolaşıyor. Çarçabuk Buhara’yı mükalemata mahal ve zaman yok: Derhal Buhara’nın bir Rus vilayeti olduğunu i’lan ile orayı Türkistan vali-i umumisi zir-i idaresine almalıdır. Şimdi orada hakim geçinen adamlara gelince onları memleketlerinden sürüp çıkarmalı ve Kırım veya Kafkazya’da ikametgah intihabı için serbest bırakmalıdır. Buhara ilhakında bundan başka hiçbir iş yoktur.” Buhara aleyhine hazırlanan su’-i kastlardan bahsederken Vakit refik-i muhteremimiz kendi tarafından şu acı cümleleri ilave ediyor: “Rus muharrirleri Buhara’yı coğrafyadan tarihe geçirmeye uğraşırken o memleketin meşru sahibi olan Buharalılar kendileri acaba ne düşünüyorlar? Tabii onların ne coğrafyadan ne de tarihten haberleri var onlar rahat rahat pilav yiyor afyon yutuyor ve bol bol uyuyorlar.” Baban-zade İsmail Hakkı Bey’in “İkinci Irak Mektubunda” dahi şayan-ı tefekkür ve istifade birçok mütalaalar var. Ez-cümle atideki satırları kariinimizin ve ba-husus “men lehu’l-emr” olanların nazar-ı te’emmülleri önüne koymayı vecibeden bildik: “Vaktiyle hükumetin fıkdan-ı himmeti ile ma’kusen mütenasib olmak üzere Fransızların ve bilhassa Fransa ihracat-ı ecnebiyyesinden sayılan ruhbanın gayretiyle Fransızca bütün tabakat-ı halka kadar yayılmış olduğu halde Türkçe’yi tekellüm edenler nevadirden sayılabilir. Bu halden en ziyade müşteki olanlar –birçok mu’teberan ile vaki’ olan mülakatlarımdan anladığım vechile– yine Beyrut ahalisidir. Beyrut’un bütün sunuf-ı halkını terbiye-i ruhbandan kurtarmak edecek mektepler açmalıyız. Fransa bile Katolik tedrisatından yakayı kurtarmak için bu kadar çabaladığı halde bizim durmamız layık mıdır?” Eylül-i efrencide intişar eden Mısır gazeteleri bugünün düfü hasebiyle İngiltere aleyhine şedidü’l-me’al bendler neşrederek Britanya Hükumeti’nin ahde vefa hususundaki mübalatsızlığından müteessirane müteessifane bahsediyorlar. el-Liva refikımızın bu babdaki makalesinin mühim nukatını telhisan tercümeyi münasib gördük. Refikimiz diyor ki: “ tarihinde yine böyle Eylül’ün on dördüncü gününde bahti çekiliyor ve Tellü’l-Kebir mevkiinde Avrupalıları tul-i müddet eğlendirecek bir facia oynatılıyordu. İşte o günden beri Mısır aldığı zahm-ı ıztırab ile inliyor ve hufre-i izmihlale her saniye bir hatve daha tekarrüb ettiğini hissediyor. Çünkü Britanya Arslanı bu sevimli kıt’ada artık iyice yerleşmiş ve pençe-i hun-aşamıyla kavradığı Mısır’ın kanını emerek etini çiğneyerek uruk-ı hayatiyyesini koparmakta bulunmuştur. Zavallı Mısır her dakika hürriyetinden bir kısm-ı mühimminin gasbedildiğini görüyor ve sütü sağılarak yavruları aç bırakılan sağmal inek haline getirildiğini pekiyi anlıyor. “Fakat efsus ne yapılıyor? Zimam-ı hükumet yabancı ellerde... Bahriye mahvolmuş... Namından başka bir eser kalmamış... Umur-ı nafia taht-ı ihtikara maarif ayaklar altına alınmış adliye hasr u tazyik olunmuş maliye kendi isti’marlarına hadim bir alet haline getirilmiş hariciye gem ve yularlarıyla tehakküm eyledikleri umur-ı dahiliyyeyi istedikleri gibi idare ve sevk ediyorlar. “Bütün bu ahvale karşı Mısırlılar için kederlenmekten ve hayatına su’-i kast edenlere karşı bir şey yapamamaktan mütevellid acz içinde kıvranmaktan ve meva’id-i arkubiyyelerine suretiyle ihtiras-ı hayvaniyyelerine bir alet-i tatmin olmaktan başka bir şey kalmıyor. “Mısır işte böyle bir hayat-ı duzahinin mebdei olan Eylül’de libas-ı matemi giymiş ve Lord Dufferin’in ibtida hükm-i niyabı ve sonra kanun-i nizami tesmiye eylediği kuyud rasını unutmak bizim için müstahildir. Hatırat-ı müe’llimesi yüreklerimizi yakan Eylül’ünün on dördüncü gününü biz daima yad edeceğiz. Birtakım zelil alçak heriflerin işgalcilerle birleşerek Tellü’l-Kebir’de vatana indirdikleri darbe-i hainaneyi hiçbir zaman unutmayacağız. Beş dakikadan fazla temadisine lüzum görülmeyen bu mudhikenin bütün tertibatı artık bugün kesb-i vuzuh etmiştir. İngiliz askerine yolların nasıl açık bırakıldığı ve istirahat emri verilerek askerimizin nasıl iğfal edildiği hatta Sudan Fırkası’nın birkaç dakikalık müdafaası olmasa bu haileye harp ıtlakının bile caiz olmayacağı hakıkati bugün gün gibi meydandadır. “Fakat koca Britanya Hükumeti buralarda mı ya.. O yine ber-mu’tad bir harp kazanılmış gibi kumandan Wolseley’yi tebrik ve terfi’ etmiş ve hakkında bir muzaffer kumandana yapılan muamelenin aynını ifa ederek Graben ile yapmış olduğu tertibattan tamamiyle tecahül göstermiştir. Lakin alem-i medeniyyet istikrah eylediği bu cebinane entrikadan feryad etmiş ve hatta Fransa Konsolosu Ahmed Arabi ve arkadaşlarının mazhar-ı afv olmak şartıyla Mısır ordusunu hezimete uğratacak esbab ve vesaile delalet eylediklerini resmen raporunda beyan etmiştir. Zaten Arabi’nin vekil-i müdafi’i hükumet-i gasıbenin her türlü arzu ve temenniyatına rağmen hakıkat-i hali huzur-ı muhakemede izah etmiş ve şayan-ı dikkat ahvaldendir ki idam ile mahkumiyet kararı mücrim Arabi’ye tebliğ ve tefhimden yirmi dört saat mukaddem metin emr-i mahsusu sudur etmiştir. İşte işgal-i hazırın mukaddematını teşkil eden hadisat-ı mü’ellime. “Bu leimane entrikalar yüreklerimizi nasıl parçalamasın! Memleketlerimize böyle hilelerle girenler hala oturuyorlar... Vaadlerinde yaptıkları şeylerin hiçbirinde eser-i ciddiyyet ve hakıkat görülmüyor. Menafi’-i hasise-i zatiyye ta’kıb eyledikleri makasıd ve gayatın yegane in’itafgahıdır. “Mısır ancak İngilizlerin elinde kalmakla hayra intizar edebilir.” diye bar bar bağırdıkları zaman gözlerinde asar-ı vekahat görülür. Biz böyle sözlere hiçbir zaman inanmadık ve inanmayacağız kendimizden başka kimseden artık bir hayır ümid etmeyeceğiz. Vatanımızın kendine has öyle bir mevkii vardır ki büyük Britanya denizde karadaki kuvvetiyle onu sarsamayacaktır. Mısır’ı Kore’ye benzetenler pek aldanırlar. Osmanlı olan Mısır’da ecanibin mesalih-i mevcudesi kolay kolay yutulmasına esbab-ı mani’a teşkil eder. Mısır; Afrika’nın kapısı ve Bahr-i Sefid ile Bahr-i Ahmer’in ve aralarını vasleden kanalın sahili olduğu unutulmamalıdır. Hülasa havlihi Teala hatt-ı hareketimiz tamamiyle tekarrür etti. Yolumuzdan dönmek ve durmak bizim için artık müstahildir. Çünkü işgalcilerin memleketlerimize nasıl geldiklerini ve nasıl çıkacaklarını pek iyi bilir ve takdir eder bir kavimiz.” Osmanischer Lloyd gazetesinin Petersburg muhabir-i mahsusu Eylül tarihli gazetesine yazıyor: “Hükumet-i Osmaniyye’nin te’minat-bahşa beyanatına rağmen Rus efkar-ı umumiyyesi günden güne hükumet-i müşarun-ileyha aleyhinde bir cereyan alıyor. Nim-resmi bir ceride addedilen Rusya yine Bahr-ı Siyah’tan bir Rus gölü gibi bahsetmeye başladı. Hükumet-i Osmaniyye’nin donanmasını takviye eylemesi Bahr-ı Siyah’taki muvazene-i kuvanın galib [gaib!] olmasına sebep olmuştur. Binaenaleyh Rusya Bahr-ı Siyah’taki donanmasını takviye etmeye ve Sivastopol Nikolayef limanlarında terakkıyyat-ı ahireye muvafık zırhlılar inşa ettirmeye mecburmuş... Bu tedabirin serian En büyük ceraidden olan Russkoe Slovo gazetesi bu bendden bahsederken diyor ki: “Mösyö İzvolsky’nin politikası bizim şarktaki siyasetimizin sukutuna sebep oldu. Şarkta Rus politikası’dan beri bu kadar tenezzül etmemişti. Bugün Hükumet-i Osmaniyye hem Rusya hem Balkan Islav hükumatına karşı tehdidkar bir vaziyet almaya çalışıyor. Türk hülyalarının saha-i hakıkate çıkması için resmi Tanin Bahr-ı Siyah’ın bi-taraf bir deniz haline vaz’ını ve Rus donanmasının Bahr-ı Baltık’a gönderilmesini teklif eyledi. Bu teklif o kadar garib ve nalayıktır ki müzakereye bile değmez. “Yine bu gazetenin fikrince bir muharebe-i müstakbelede Osmanlı filosu müdafaasız bulacağı Rus sevahilini bombardıman edecektir. “Şu halde yine’teki felaket baş gösterecek. Çünkü o zaman da Rus Bahr-ı Siyah filosu zayıftı. “Türklerin maksadı Rusya’yı Belçika ve İsviçre derekesine düşürmek ve bir muharebe-i müstakbelede bizi harekat-ı bahriyye icrasından men’ eylemektir. Bu suretle hareket etmek için hükumet-i Osmaniyye Rusya’nın gurur-ı millisine vakıf olmamalıdır. Türkler acaba yine Rus sefirlerini Yedikule’ye hapseyledikleri zamanlarda mı yaşamakta olduklarını zannediyorlar? O zamanlar geçmiştir. Ve bir daha avdet etmeyecektir. Binaenaleyh Tanin’e yalnız bir cevap verilebilir ki bu da Rusların pek yakın bir zamanda Bahr-ı Siyah’ta kuvvetli bir zırhlı donanması vücuda getireceklerini söylemektir.” Russkoe Slovo gazetesi makalesini bitirirken bu hale mani’ olmak için Yunanistan dahi dahil olduğu halde bir ortodoksluk bütün hıristiyanların birleşmesini taleb ediyor. Şimdi bu makaleyi Rus diplomatlarının ilhamatıyla yazılmış olan bu makaleyi tedkık edecek değiliz. Yalnız şunu söyleyebiliriz ki Tanin’in bu teklifi Ruslar’ın kalbinde Türklere karşı medfun olan hissiyyat-ı garazkaraneyi ihya etti. Ve bir Osmanlı-Rus mukarenetine yegane tarafdar olan Mösyö mevkiini kendisinden daha azim-perver bir zata terk edecek. Devlet-i Osmaniyye: Fahr-i Ka’inat sa Efendimiz hazretleri’nin tevellüd-haneleri pencerelerine muallak perdelerin harab olduğu mesmu’-ı hilafet-penahi olduğundan tecdidi hususuna irade buyurulmuştur. – Yemen vilayetinde tekevvün eden deaviyi istinafen rü’yet ve tedkık salahiyetini haiz olmak üzere teşkil buyurulan Meclis-i Tedkıkat-ı Şer’iyye’nin vezaifine dair kaleme alınan nizamname layihasının şura-yı devletçe ta’dilat ve müzakeratı hitam bularak mazbatası makam-ı sadarete gönderilmiştir. – Hayal gazetesinin şe’a’ir-i diniyyeye mugayir resim derc etmesinden dolayı İdare-i Örfiyye Kararnamesi’nin’ıncı maddesine tatbikan mezkur gazetenin bu günden i’tibaren bila-müddet ta’tiline karar verilmiştir. – Sakarya köylerinden Karaağaç namındaki karyede bir Protestan mektebi vardır; orada Eylül’ün on yedinci günü Protestan vaizleri toplanıp kiliseler mektepler hakkında bazı müzakere yapacaklarmış. Bu ictimaa gerek burada bulunan gerekse İstanbul’dan gelecek olan birçok misyonerler iştirak edilecek olduğunu haber aldıksa da ictima merkezi olmak üzere neden böyle sapa bir köy intihab ettiklerini öğrenemedik. – Genç Mısırlılar Kongresi’nin sinden bahsederek Mısır’ın İngiltere’nin taht-ı himayesinde tegayyür-i ensale uğratılamayacağını beyan eylemiştir. Da’va vekili Şebbagı kapitülasyonlar mes’elesi hakkında beyanı mütalaat ederek bunların ibkasını şiddetle iltizam eylemiş ve muhtelit mahkemelerin Mısır’ın yegane istinadgahı olduğunu söylemiştir. Da’va vekili Refik İngiltere’nin idaresi altında okuyup yazmak bilenlerin mikdarı hal-i tevakkufta ve daima yüzde raddesinde kaldığından bahis ile tahsilin mecburiyetini teklif eylemiştir. Ba’dehu kongre erkanından Mısırlı bir kadın terbiye ve ta’lim-i nisvan hakkında sarf-ı mesai edilmesini şiddetle taleb eylemiştir. – Genç Mısırlılar Kongresi Eylül’ün’üncü günü Mısır’ın hakkında bir karar ittihaz edilmesini müteakıb ta’til olunmuştur. Kafkasya: t – Bakü’de çıkmakta olan Hakıkat refikımız numarasında münderic “Hak ile Han” makalesinden ötürü Rus Hükumeti tarafından ta’til olundu. Bunun üzerine Hakıkat muharrirlerinden ve Türk üdebasının meşhurlarından Ahmed Kemal Bey Güneş isimli ve aynı meslekli diğer bir ceridenin neşrine başladı. Güneş’in naşirleri hidemat-ı milliyyeleri ve gayretleriyle nam-dar Orucov kardeşlerdir. Cenab-ı Hak devam-ı muvaffakıyyet ve hüsn-i hizmet müyesser eylesin. Üç yüz milyon sahifelik bir Mecmua demekse müslümanlar; Şiraze-i ictimaı dindir. Yok rabıta başka varsa din var. “Bayram!” diye ey kucaklaşan halk Sen din ile payidar olursun; Din gitti mi tarumar olursun! Zulmet-i zalma-yı ademe nur-ı vücud ile infilak-bahş-ı cud-i mebde’-i evvel olan Vacibü’l-Vücud’dur ki bu cud-i vücud dahi ehadiyyet-i mutlakanın levazım-ı evvelinindendir. Mebde’-i evvelden sadır olan mevcudatın birincisi kendisinde asla şer mevcud olmayan –kaza-dır. Ancak nur-ı evvelin sutu’unda taht-ı hafada kalmış olan mahiyet “Mennan”ın küduret-i lazımesi bir müstesna teşkil eder. Ve bundan sonra şurur-ı lazımeye tesadüm eden ve nüfuz-ı kazaya ma’ruz kalan esbab tevali eder gider. Ma’lulat arasındaki sebeb-i evvelin “kader”dir ki bu da “halk”tan ibarettir. Yani kader ki zu-mikdar olan ecsam ve eşyanın mütelazımıdır bit-tabi’ halk olunan kaza-yı şuhuda gelen eşya Buna binaen Teala ve Tekaddes hazretleri buyurup şer; halk ve takdir nahiyesinde zikrolundu. Çünkü şer ancak zevatü’t-takdir olan ecsamdan neş’et eder. Yani mertebe-i kazada asla şer mevcud olmayıp mertebe-i kaderde zuhur eder. Ecsam mertebe-i kazadan olmayıp kendisinde ecsam-ı maddiyyenin tehassül ve teşekkül eylediği mertebe-i kaderden olduğu ve bu ecsam dahi menba’-ı şer bulunduğu için şer la-cerem mertebe-i kaderde olan halka izafe olundu. masında şürur-ı lazımeden evvel mahiyyat-ı mümkineye nur-ı vücud ifaza buyurulmuş ve binaenaleyh hayrın kasd-ı evvelin ile şerrin kasd-ı sanevi ile maksud bulunmuş olduğuna Ma-hasal: İfaza-i nur-ı vücud ile zulmet-i ademe infilakbahş-ı şuhud olan Vacibü’l-Vücud hazretleridir. Şürur-ı nasutiyye evvelen “kaza-i” İlahi’de mevcud olmayıp saniyen “kader”de neş’et eylemiştir. Binaen-ala-haza şürur-ı lazıme-i mahlukattan “Rabbü’lfelak” hazretlerinden istiaze emrolunur. Sual: Niçin “İlahi’l-felak” vesaire denilmeyip “Rabbi’lfelak” denilmiştir?.. Cevap: Hakayık-ı ilmiyyeden bir sırr-ı latife mübteni olan şu nükteye cevaben denilmiştir ki: Rab merbubun Rabbi’dir. Yani aralarında tezayüf vardır birinin vücudunu tasavvur diğerinin vücudunu tasavvura mütevakkıftır ki merbub kaffe-i halatında Rabb’den müstağni olamaz. NiteTARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ekim Beşinci Cild - Aded: kim ebeveynin taht-ı terbiyyesinde büyüyen bir çocuk hiçbir zaman bu merbubiyeti esnasında rabdan yani ebeveyninden Evkat-ı vücud ve ahval-i sübutunda bil-cümle mahiyyat-ı mümkine hiçbir hususta mebde’-i evvelin ifazasından müstağni olamamakla la-cerem “rab” lafzı zikrolunup “ilah” zikrolunmadı. Her ne kadar ef’alin kendisine ihtiyacı hasebiyle “ilah” dahi rab gibi muhtacun-ileyh ise de –merbub– “ilah”ın haysiyyet-i mahsusuna nazaran yani müstehakk-ı ibadet olmasına kıyasen zikrolunamaz. Çünkü merbubun ihtiyac-ı sarihi Yani merbub olan felak bir falika kendisinde icra-yı te’sir eden bir rabb-i mü’essire muhtac olup bu haysiyetle ma’buda muhtac değildir. Burada diğer bir işaret-i lafziyye vardır. rettir. Bu ayet-i kerimede mücerred iltica emrolunmuş olmağla husul-i kemalatın faiz-i hayrat olan Zat-ı Ecell ü A’la’ya değil kaile aid ve raci’ bir emir olduğu sabit ve aşikar olur ki bundan da kemalattan asla bir şeyin mebde’-i evvelden müntehil olmayıp bu kemalata müstaiddin veche-i kabulünü tevcih eylemesi lazım olduğu hakkındaki kelam-ı mukarrer karin-i tahkık olur. Hadis-i şerifinde dahi nefehat-ı eltafın ala-vechi’d-dehr daim olup inkıta’ ve tehallülün müstaiddin eser-i taksiri olduğuna met eylemesi lazım olduğu taarruzu icab ettiği ve sarf-ı himmet edilmeyecek olursa nefehat-ı eltafa nail olunamayacağı beyan buyurulmuştur ki ayet-i celileden istidlal olunan neticenin kelam-ı nebevi ile halefen isbatıdır. Bunun tahtında usul-ı celile ve kavaid-i hatiraya tenbihat-ı azime vardır ki tasrihe lüzum kalmaksızın erbab-ı ma’rifet tarafından fehm u iz’an olunur. Bu ayet-i celilede istiaze eden efrad-ı insaniyyeden bir ferdin nefs-i cüz’isidir ki istiaze ettiği şeyler dahi mertebe-i kaderde zuhur eden eşyanın şürur-ı lazımesidir. Ve şüphe yoktur ki bu şürur-ı eşyadan cevahir-i nüfus-ı insaniyyeyi en ziyade ızrar edenler nüfus-ı natıka ile beraber dahil-i ihab-ı beden olanlardır. Bunlar bir cihetle alat iseler de diğer cihetle vebal olurlar. Hem menfaat ve hem mazarrat tevlid edebilirler. Bunlar iki mühim rükn-i hayattır ki biri kuvve-i hayvaniyye diğeri kuvve-i nebatiyyedir. Bugün fizyoloji –ilm-i menafi’u’l-a’za– uleması dahi hayat-ı şahsiyyede hayat-ı nebati hazm imtisas deveran-ı dem teneffüs-i ifrazat temessül müzadd-ı temessül ve hayat-ı hayvani veya hayat-ı nesebi havass-ı hams fi’l-i asabi fi’l-i adali namlarıyla iki kuvve-i hayatiyye kabul eylemektedirler. Kuvve-i hayvaniyye gasık ve mütekeddir bir kuvve-i zulmaniyyedir. denin küduratından –maddenin menba’-ı şerr u zulmet olduğu zikrolunmuş idi– safi ve nakı ve cemi’-i suver-i hakayıkı kabule müstaiddir. Nefs-i natıkanın bu nuraniyeti kuva-yı hayvaniyyeden şehvet ve gazap ve tahayyül ve tevehhüm gibi herhangisinin kendisinde irtisamına teheyyü’ ettiği vakit zail olur ki bunlar nefs-i natıkaya haric ve muhitinden gelmekte olduğundan daima teceddüd eylemekte oldukları aşikar olur. Binaenaleyh nefs-i nurani-i insaniyyede kuva-yı hayvaniyyeden herhangisinin tevarüdüyle hasıl olan hey’at bir hey’at-i zulmaniyye olmağla yani ikbal eden bir zulmet olmuş olur. Bu suver-i hayvaniyyeden herhangisinin nefs-i natıka ile beraber ihab-ı bedene dahil olmuş olmasıyla sahife-i nefsteki teressümatı cevher-i nefse pek karib bir tarik ile iras-ı mazarrat edebileceğinden eamm olan şürur halk akabinde zikr u irad olundu. Her ne kadar vukub-ı gasıktan yani teveccüh-i zulmetten hasıl olan şer dahi şerr-i ma-halak cümlesinden olup ehass ile eamm kabilinden ise de bu ehass olan suver-i hayvaniyyenin nefs-i nurani-i beşere teveccühü mühim bir te’siri haiz olduğundan la-cerem zikrolunup hassaten bunun şerrinden istiaze ile emrolunmuştur; ta ki bunların pa-zede-i vaniden mir’at-ı nefs mücella tutulsun. Bu ayet-i kerimede kuvve-i nebatiyyeye işaret buyrulmuştur. Yukarıda arzolunduğu vech üzere hayat-ı şahsiyyenin Çünkü kuvve-i nebatiyye bunun neşv ü neması hususunda nasır-ı muhtelife ukdelerinden hasıl olmuş bir ukde mesabesindedir ki bu anasırın kaffesi yekdiğerinden infikak için bir münaza’a-i daimi içinde idiyse de mütekabilen vukua gelen tedir. Burada imtisas ki gazat ve mayiat ve mikropların sutuh-ı zevi’l-hayatı mürur ile dahil-i dem ve uzviyyet olmasıyla temessül ki mürekkebat-ı gıda’iyyenin cem’ ve iddihar-ı kuvvet ile müterafık olarak ensice ile hem-hal ve hem-terkib olması hadisat-ı kimyeviyyesine işaret olunmaktadır. Uzviyatta on sekizinci asr-ı miladi erbab-ı mesaisi önünde etrafı bir cidar ile mahdud ve lüzuci bir mayi’ ihtiva eden ve m.’de nüvesi dahi olduğu keşfolunan hucurat isbat-ı mevcudiyyet etti. Binaenaleyh bugün “nazariyye-i hücreviyye” hüküm-fermadır ki bunların ayrı ayrı ukdeler olduğu muhtac-ı Bu ukad-ı hayatiyyede nefs ve nefh-i ebedi kuvvet-i kuvve-i nebatiyyedir. Çünkü bu kuvvet bedenin cemi’-i cihattan yani eb’ad-ı selaseden tezayüdünü mucibdir. Sına’at-ı beşeriyyeden hiçbir şey yoktur ki bir cismin tezayüdü suretle icra-yı muamele edebilsin. Mesela demirci bir kıt’a-i hadidi tulen tezyid etmek isterse bit-tabi’ arz ve sihanından tenkıse mecburdur. Ya odur ki hariçten diğer bir kıt’a-i hadid Kuvve-i nebatiyye ise batın-ı bedene agziyeyi tenfiz ve bedeni cemi’-i cihattan tezyid etmekle kuvve-i nebatiyye her şeyden ziyade nefs ve nefha müşabihtir. Binaenaleyh neffasattan murad ukad-ı hayatiyyeyi her taraftan tenmiye eden kuvve-i nebatiyye olmuş olur ki bu halin dahi bil-külliye bedene nema-bahş olduğu vareste-i beyandır. Nefs-i insani ile kuvve-i nebatiyye arasında vasıta kuvve-i hayvaniyye olmakla kuva-yı hayvaniyye kuva-yı nebatiyyeden evvel zikrolunmuştur. Hülasaten denilebilir ki kuvve-i hayvaniyye ve kuvve-i nebatiyyenin nefs-i nurani-i insaniyyeye iras ettiği mazarratlar ala’ik-ı bedeniyyenin kesb-i kuvvet eylemesiyle melekut-ı semavat ve arzı ihatadan mahrumiyet ve nukuş-ı bakıyye ile adem-i intikaşa mahkumiyettir. Bu ayet-i celilede beden ve bil-umum kuva-yı beden arasındaki münazaat irade buyrulmuştur. Veyahud nefs ile beden arasındaki münazaaya işaret kılınmıştır. Evvela ayet-i kerimesinde tagazziden husule gelen şürur ve mazarrata işaret buyrulup bu ayet-i kerimede suret-i umumiyyede cümlesi irade olunmuştur. Burada Adem ile İblis arasındaki hased dahi şayan-i zikr görülen mevaddandır. Hülasa: Bu sure-i şerifede kaza-i İlahi’ye şirk-i keyfiyyet duhulü ve şirk evvelen ve bizzat maksud olmayıp saniyen ve bil-arz kasdolunmuş olduğu ve nefs-i insani için menba’-ı şer kuvve-i hayvaniyye ve nebatiyye ve ala’ik-ı bedeniyye bulunduğu beyan olunmuştur. Bu kuvvetler nefs-i nurani için her-dem tevlid-i vebal ve kelal eylemekte olursa onlardan i’raz edebilen ne hoş-haldir!!! Ve bunlardan müfarakat edip kemalat ile kesb-i ta’alluk edenlerin leza’iz-i ruhaniyyeleri ne azimdir.!!! Dün gece pek sevdiğim bir arkadaşımla evlerimize dönüyorduk. Vapurda karşımıza elli beş altmış yaşlarında kadar bir adam geldi. Arkadaşıma aşinalık etti oturdu. Ben bu zat kimdir bilmiyordum. Ancak arkadaşımın kendisine karşı takındığı tavr-ı hürmetten hüviyeti öyle “Neme lazım! Kim olursa olsun!” düstur-ı ihmaline kurban edilecek alel-ade adamlardan olmadığını anladım. Aradan üç beş dakika geçer geçmez karşımızdakinin kitap mütalaasına dalmasını fırsat bilerek arkadaşıma dedim ki: – Allah’ı seversen pek merak ettim bu adam kim? – Pek fazıl pek muhterem bir adamdır. Ulum-ı riyaziyyede birçok te’lifatı birçok tedkıkatı vardır. Vaktiyle kendisinden bir hayli ders almış idim… – Ha! Şimdi aklıma geldi. Birkaç kere bu zattan bahsetmiş – Evet ta kendisi! – Hariçte bir vazifesi var mıdır? – Hayır mütekaiddir. – Evinde neyle meşgul olur? – Evvelen mesleğine aid eserleri okumakla saniyen milletin adam olmasına dua etmekle… – Birinci meşgalesine diyecek yok lakin ikincisine aklım ermedi. Çünkü böyle dua-gulukta karar verecek olduktan sonra o kadar çalışmaya ne lüzum vardı? O şimdi öğrendiğini öğretmeli; okuduğunu okutmalı. – Doğru söylüyorsun ama okuyacak adam nerede? Yoksa eminim ki beş on kişi çıkıp bu zata: “Efendim şurada bir dershane açtık ulum-ı riyaziyye tedrisini de size bıraktık lütfediniz.” dese maa’l-memnuniyye kabul eder. Lakin ne faide ki yaşını başını alanlar okuyacak halde değil; gençler de okumanın lüzumunu anlamak için galiba ihtiyarlık devrinin kudumünü bekliyorlar! Yirmi sene kadar oluyor. Doğup büyüdüğüm bütün yerli sekenesini tanıdığım mahallemizde yeni bir adam görülmeye başlamıştı. Mahalle kahvesine hiç çıkmayan “kitapları tamam iki muhacir arabasıyla taşınan” bu yeni kiracı hakkında o kadar garib sözler söylenmişti ki zavallı adam zihinlerde adeta hırçınlığın titizliğin kabalığın bir timsali kesilmişti. Lakin doğrusunu söylemek lazım gelirse yeni kiracının melekiyeti temsil eden pak münevver siması bütün o şayiaları dinleyenlerin değil söyleyenlerin nazarında bile hükümsüz bırakıyordu. Bir Cuma günü üç beş arkadaş bu yeni kiracıyı ziyarete gittik. Adamcağız bizi gayet sevimli bir yüzle kabul etti. Yalnız kahve ikram edemeyeceğini söyledi: – Afvedersiniz refikam ihtiyar bir kadındır; iş görecek halde değil. Hizmetçimiz yok. Ben sizi bırakıp kahve pişirmekle meşgul olsam tabii onu da siz istemeyeceksiniz… – Aman efendim. Kahveyi her yerde içebiliriz. Lakin efendimizin meclisini bir yerde bulamayız... Hakıkat hane sahibinin üç çeyrek kadar süren musahabesi o kadar latif o kadar müfid o kadar yüksekti ki saatlerce devam etseydi usanmak şöyle dursun doyamayacaktık. Lakin daha beklemeye imkan yoktu; çünkü adamcağız sözünü bitirir bitirmez artık kendisini yalnız bırakmamız lazım geleceğini gayet açık bir lisan ile anlatmıştı. Biz bu mübarek zatın elini öpüp çıkarken ara sıra meclisinden istifade edebilir miyiz diye sorduk. Cuma günleri namazdan sonra bir saat kadar bizimle meşgul olabileceğini söyledi. Artık yeni kiracının hırçınlığı kabalığı hakkındaki rivayetlerin nereden meydan aldığı nazarımızda pek ayan idi: Hiç şüphe yok bi-çarenin hücre-i sa’y u irfanını mahalle kahvesine çevirmek taharriyat-ı hakimanesine hasredeceği kıymetli zamanını sebze piyasasından bahis ile geçirmek için akın akın geldiler istediklerini bulamayınca adamcağıza hücum ettiler. Arkadaşlarım demin işittikleri sözlerden o kadar mahzuz olmuşlardı ki evvelce ertesi Cuma için tertip etmiş oldukları eğlentiyi bin can ile feda etmişlerdi. Uzatmayalım birinci meclisten daha parlak olan ikinci musahabe üzerine şu adamdan ders okusak temennisi beşimizi de işgale başladı. Öbür ziyaretimizde elini öpüp çıkarken ayrı ayrı ricada bulunduk. – Çocuklar! Siz okumak istiyorsunuz.. Güzel arzu lakin benden okuyabilmek için birçok sıkıntıya katlanmak lazım ki ben sizde o tahammülü görmüyorum. Evvela ders zamanlarını ben ta’yin edeceğim. Bir de bu muayyen zamanlarda beşiniz birden hazır bulunacaksınız. Sonra söyleyeceğim sözleri can kulağıyla dinleyeceksiniz. Anlayamadığınız mebahisi anlamış gibi görünmeyeceksiniz yani tekrar tekrar soracaksınız. Hele ben hangi usulü hangi kitabı istersem bilai’tiraz kabul edeceksiniz. Bu şerait dahilinde okuyabilecekseniz başlayalım. Yoksa ne kendinizi yorun ne beni! – Başüstüne efendim hepsini kabul ettik. Hatta bir bu kadar teklifiniz daha olsaydı onu da kabul ederdik. Hamd olsun çocuk değiliz. Aklı başında adamlarız. Hiç efendimiz o kıymetli zamanınızı bizim menfaatimize feda etmek kadar büyüklük gösterirsiniz de biz çalışmazlık eder miyiz? – Pekala! Cuma günleri saat dokuzda Salı akşamları gece saat iki buçukta gelir bir saat okur gidersiniz. Erken gelmek yahud geç gitmek yahud bir akşam gelmeyip de onun yerine bir başka akşam gelmek gibi yolsuzlukları asla hoş göremem. İyi düşünün. zın evine gittik. Derse başlamazdan evvel seviye-i ma’lumatımızı anlamak için her birimize birkaç söz söyletti. – Çocuklar anlaşılıyor ki siz bir şeyler okumuşsunuz lakin pek iyi görülüyor ki bir şeyler anlamamışsınız! Ha! Şimdi o eski okuduklarınızı kamilen unutarak beni dinleyeceksiniz. Sizinle evvela hesaptan hem de hesabın ta başından başlayacağız… Filhakıka bizi hesabın başından başlatan hocamız a’dad hakkında öyle ma’lumat verdi ki anlamamak anladıktan sonra da hayran olmamak kabil değildi. dakika geç gitmiştik. Zira arkadaşlarımızın ikisi vaktiyle gelememişti. Hoca teahhürun sebebini haşin bir çehre ile sormaktan geri kalmamıştı. Dördüncü derste içimizden biri hiç gelemedi. Beşincide ise üç kişi buluşup gidebildik. İki arkadaşımızın biri derse başlandıktan yarım saat sonra diğeri ders bitmesine on dakikadan az zaman kala yetişebildi. – Anlaşıldı çocuklar! Siz dersten ziyade nasihat almaya muhtaç imişsiniz! Hani o taahhüdleriniz nerde kaldı? Hani siz hayrını şerrini tanır adamlar idiniz? Lakin kabahat sizde değil... Kabahat bende ki şimdiye kadar ettiğim tecrübelere kanmadım da hala bu memlekette adam arıyorum Hala sizin gibilerinin suret-i haktan görünmesine aldanıyorum! Doğru! Hayrınızı şerrinizi tanıyorsunuz... Lakin sizi hayra sevk için arkanızdan sopayı şerden men için de göğsünüzden dipçiği eksik etmemeli… Çünkü ilk terbiyeyi bu suretle alıyorsunuz… diğini söylemez mi!.. Hocanın sabrı sekineti büsbütün altüst oldu: – Ne demek! Dünyada daha neye kızılır? Ben sırf Allah rızası için size karşı bir taahhüdde bulundum; siz de sırf kendi menfaatiniz için bana karşı bir taahhüdde bulundunuz şimdi siz sözünüzde durmuyorsunuz yalancılık ediyorsunuz benim olanca intizamımı rahatımı bozuyorsunuz da hala meydanda kızacak ne var diyorsunuz! Haydi şuradan cehennem olun! Hocanın evinden süklüm büklüm çıktık. İki üç gün sonra ben yalnızca giderek derse devam etmek istedimse de kapıyı açan bile olmadı. şımızdan geçen şu macerayı aklıma getirdi. Ne yalan söyleyeyim öteden beri gayet nikbin olduğum halde az kaldı birçokları gibi ben de bedbin kesilecektim. Bakıyorum ayrı ayrı pek iyi adamlarız. Bizi medeniyette dünyalar kadar geride bırakan milletlerin efradında bizdeki büyüklükler yok. Sonra bakıyorum bir yere gelince bir hey’et-i rumuz. İşte bizim muhtac olduğumuz terbiye asıl bu ikinci terbiye olacak. Yukarıda arz eylediğim ayat-ı celile ve ehadis-i şerife ve ef’al-i nebevviyye ve icma’ ve ef’al-i sahabiyyeden ibaret edille-i şer’iyyeden gayet vazıh surette istinbat olunuyor ki: Zamanına göre bil-umum teferruatıyla a’danın kuvveti fevkınde veyahud ona muadil kuvve-i berriyye ve bahriyye ihzar ve i’dad etmek ve esbab-ı maddiyye-i cihada tamamiyle tevessül eylemek bütün ehl-i İslam üzerine farzdır. Hususiyle bu asırda cümle üzerine farz-ı ayndır: Fukaha-i kiram hazeratı diyorlar ki: A’da canibinden bil-fi’l muharebeye kıyam olunmadığı takdirde gerek bedenen ve gerek malen cihad ehl-i İslam üzerine farz-ı kifayedir. Fakat memalik-i İslamiyye’nin bir kıt’asına a’da tarafından bil-fi’l hücum vuku’ bulduğu surette a’da ile bil-fi’l muharebeye kadir olabilecek mikdarda memleketleri o mevkie civar olan ehl-i İslam üzerine cihad farz-ı ayn memleketleri mevki’-i harbe baid bulunan ehl-i İslam üzerine farz-ı kifayedir. Yani mesela Edirne cihetinden a’da hücum eylediği takdirde orada bulunan ordu ve ahali a’daya galip gelebilecek derece ise onlara cihad farz-ı ayndır. Yani umumiyetle onlar şer’an cihada mecburdurlar. Ve yine bu surette Edirne’ye baid olan Manastır İzmir Yanya Konya Bursa Ankara Haleb Şam Bağdad Yemen Erzurum’da bulunan ordu ve ahaliye cihad farz-ı kifayedir. Yani bu memleketler ahalisinden bazıları herhalde Edirne’ye giderek muharebeye iştirake şer’an mecburdurlar. Lakin a’danın hücum eylediği mevki’ ahalisi a’daya mukabele edemeyecek derecede iseler hem o mevki’ ahalisine ve hem de o mevkie civar olan memleket ahalisine ve onlar da mukavemet edemeyecek iseler diğer yakın olan memalik-i İslamiyye ahalisine onlar da müdafaa edemeyecek olurlarsa şarkan ve garben bütün İslamlar üzerine alettedric cihad farz-ı ayndır. Yani suret-i mezkurede Edirne’de bulunan ordu ve ahali a’daya mukabele edemeyecek iseler Manastır İzmir Yanya Konya Ankara Haleb Şam Bağdad Yemen Erzurum ve bütün memalik-i İslamiyye ordular ve ahalisi üzerine alet-tedric muharebe farz-ı ayn olur. Ve eğer onlar da mukabele edemeyecek olurlarsa şarkan ve garben küre-i arzda bulunan bütün ehl-i İslam üzerine muharebe farz-ı ayn olup cümleten a’da ile muharebe etmeye şer’an mecburdurlar. Şu halde suret-i mezkurede gerek Edirne ahalisi ve gerek sair vilayat ahalisi ve gerekse şarkan ve garben küre-i arzda bulunan ahali-i İslamiyye bedenen veya malen a’da ile muharebede tekasül göstererek hükumet-i sebebiyet verirlerse cümlesi adam öldürmek hınzır eti yemek şarap içmek; validesi ile zina etmek gibi pek büyük günah olurlar. Şu halde bu asırda hükumet-i İslamiyye ve Devlet-i Osmaniyye’nin kuvve-i bahriyyece duçar olduğu za’fiyetten tahlise çalışmak bütün ehl-i İslam üzerine farz-ı ayndır. Çünkü a’daya mukabele edecek derecede zırhlı tedarik ve iştirasına yalnız bir köy bir kasaba bir vilayet ahalisinin kuvve-i maliyyeleri kifayet edemeyeceğinden bütün vilayat ve kasaba ve köy ahalisi bu babda iane vermek ve hatta Hind’de Çin’de Rusya’da ve İngiltere’de Afganistan’da bulunan bilcümle ahali-i İslamiyye yardımda bulunmak şer’an lazımdır. Şuracıkta bir fırkası ifrat diğer fırkası tefrit suretiyle şer’-i şerifi yanlış telakkı eyleyen iki fırka-i cehelenin fikrinde temerküz etmekte bulunan zu’m-ı batılı reddetmek istiyoruz. Ehl-i İslam’dan bir fırkası: “Biz İslamlar doğru halis i’tikad ashabı olduktan sonra a’danın kuvvetine muadil değil onun pek dununda bulunan kuvve-i bahriyye ve berriyyeye malik olsak ve esbab-ı zahire-i maddiyyeye teşebbüs eylemesek bile Allahu Teala’nın inayetiyle a’daya galip geliriz. Ve hatta kumandanlarımız sağlam i’tikadda olsalar hal-i hazırda malik olduğumuz bu kadarcık kuvve-i bahriyye ve berriyye bize kafidir. Bununla en kuvvetli devlete ve hatta bütün Avrupa devletlerine avn-i Sübhani ile galip geliriz. Bizim hacet yoktur. Allahu Teala’nın inayeti bize kafidir.” zu’munda bulunuyorlar. Hakayık-i şer’iyyeye asla vukufu olmayan ve mübalat-ı diniyyesi bulunmayan cehele ve feseka güruhundan bir fırkası da: Ya mücerred cehaletinden yahud din-i mübin-i İslam adavetinden veyahud ehl-i İslam’dan bazılarında temerküz etmiş olan zu’m-ı mezkur din-i mübin-i İslam tarafından verilmiş olduğunu zanneylediğinden dolayı “Din-i Şu iki fırkanın işbu zu’mlarını red için deriz ki: Evvelen – Sure-i Enfal’in altmış ikinci ayet-i celilesindeki emr-i celili ile a’daya mukabele için onların kuvveti fevkınde kuvve-i bahriyye ve berriyye ihzar ve esbab-ı maddiyye-i cihada tevessül vacib kılındığı saniyen – Fahr-ı Alem Efendimizin hicretten i’tibaren bil-fi’l kuvvet ihzar ve esbab-ı zahire-i cihada tevessül eylediği ve hatta Uhud muharebesinde vücud-ı şerifine zırh giydiği salisen – Bu hususa pek çok ehadis-i şerife ile ehl-i İslam’ı tergıb ve teşvik eylediği rabian – Sahabe-i kiram hazeratının a’daya mukabele için onların kuvveti fevkinde bil-fi’l kuvvet ihzar ve esbab-ı maddiyyeye teşebbüs eylemekle beraber bu hususa icma’ ve ittifak etmeleri hamisen – Fukaha-yı izam hazeratının “Ehl-i İslam üzerine malen ve bedenen cihad farz-ı ayn veya farz-ı kifayedir.” demeleri bu iki fırkanın zu’mlarını redd u şer’iyye din-i mübin-i İslam yalnız ma’neviyattan ibaret bir din olmayıp maddiyatı da cami’ bulunduğunu ma’neviyat gibi maddiyata tevessül lazım olduğunu göstermektedir. aşikar olarak göstermekte iken fırka-i ulanın tefrit ve fırka-i saniyyenin ifrat ederek zu’m-ı mezkurda vaki’ olmaları cehalet veya cinnetten başka bir şey değildir. Bahsimize rücu’ edelim. Yukarıda arz eylediğim silsile-i tarihiyye bizlere gayet vazıh olarak gösteriyor ki Hulefa-i Emeviyye’den Abdülmelik ve Hulefa-i Fatımiyye’den Beni’l-Hasan Hulefa-i Osmaniyye’den Kanuni Sultan Süleyman zamanlarında olduğu gibi hükumet-i İslamiyye her ne zaman atalet ve sefaheti terk ederek kuvve-i berriyye ve bahriyyesini derece-i kemale isal eyledi ise Avrupalıları titretmiş ve cihangirlik derecesine suud etmiştir. Mısır’da Devlet-i Fatımiyye’nin Endülüs’te Devlet-i Emeviyye’nin Bağdad’da Devlet-i Abbasiyye’nin son zamanlarında ve İstanbul’da Devlet-i Osmaniyye’den Abdülhamid’in zamanında olduğu gibi hükumet-i İslamiyye her ne zaman atalet ve sefahete dalarak kuvve-i bahriyyesini zayi’ eyledi ise bu ziya’ kuvve-i berriyyelerini dahi te’sirsiz bırakmış olduğundan a’da canibinden vuku’ bulan taarruz üzerine mahv u munkarız olarak memleketleri taksime uğramıştır. Abdülhamid zamanında Hükumet-i Osmaniyye aynıyla maraz-ı mezkura mübtela olduğu için bütün bütün Avrupalıların boyunduruğu altına girerek el-iyazu-billah memleket taksime uğramak derecesine gelmiş iken devr-i meşrutiyyetin hululü Avrupalıların bu arzuları önüne büyük bir sed çekmiş oldu. Artık ta ilk teşekkülünden zamanımıza kadar hükumat-ı İslamiyye’nin geçirmiş olduğu bunca inkılabat bizim için “terakkı ve tedenni” tariklerini göstermekte büyük pek büyük bir ders-i ibret teşkil etmez mi? Şimdi ise lehü’lhamd devr-i meşrutiyyete nailiyetle biz Osmanlılar için tekrar terakkıye doğru hareket zamanı gelmiş olmağla evvelen tevarih-i eslafımızı nazar-ı im’andan geçirerek saniyen şu son zamanlarda Avrupalıların akıllara hayret verecek ve gözleri kamaştıracak derecelerde terakkılerini tefekkür ederek hükumetimizin düşmüş olduğu haziz-i noksaniyyet ve za’fiyyetten hareketle az zaman zarfında zirve-i tekemmüle suud ve irtikası çaresine bakalım. Bunun çare-i yeganesi şikak ve nifakı atalet ve sefaheti bırakarak olanca varlığımız ile kuvve-i bahriyyemizi ihya ve bir hükumetin iki kanadı mesabesindedir. İki kanada malik olan bir kuş istediği gibi tayeran ederek matlubuna vasıl olduğu gibi bu iki kuvvete malik olan bir hükumet dahi bu sayede maksuduna nail olur. Bir kanatlı kuş matlubuna vasıl olamadığı gibi bu zamanda kuvve-i bahriyyeye malik olmayan hükumet dahi a’danın esareti tahtından kurtulamayacağı cihetle asla teali ve terakkıye nail olamaz. rakkı ettirmek Avrupalıların esaretinden kurtulmak ve serbesti-i kamile nail olmak istiyorsak kuvve-i bahriyyemizi yakın zamanda tekemmül ettirmeye çalışalım. Sultan Selim-i Sani zamanında hükumetin himmeti ve ahalinin gayret ve yardımıyla bir kış mevsiminden yaza kadar kıt’a sefine-i harbiyye inşa eden ecdadımızın isrine gidelim onlar gibi sefain-i harbiyyemizi kendimiz inşa edemiyoruz bari iştirası di ve ma’nevi fevaidi vardır. Maddi faidesini arz eyledik. Ma’nevi faidesine gelince hükumetimizin kuvve-i bahriyyeye şiddetli ihtiyacı olduğu gibi bu yüzden memleketin menafi’-i kesireye nail olacağı dahi muhakkaktır. Demek oluyor ki bu cihet bir emr-i hayrdır. Halbuki sure-i Ma’ide’nin Emr-i hayr ve takvaya mu’avenet ediniz. üçüncü ayet-i celilesiyle umur-ı hayriyyeden olan cihete “muavenet” etmek üzere cümlemiz me’muruz. İ’ane-i bahriyyede bulunmağla emr-i İlahi’yi ifa etmiş oluruz. Bir de kuvve-i bahriyyenin tekemmülü için iane veren ve yardım edenler nazar-ı şeriatte ecr ü sevaba nailiyette fisebilillah cihad eyleyen mücahidler derecesindedir. Çünkü Fahr-i Alem Efendimiz İnd-i Sübhani’de nasın efdali nefsiyle malıyla fi-sebilillah cihad eyleyen mü’mindir. ve Fi-sebilillah muharebeye giden bir gazinin gerek az ve gerek çok esbab-ı seferini tehyie ve ihzar eden ve ona ianede bulunan kimse Allah yolunda gaza ve cihad etmiş gibidir. Yani esbab-ı seferini sevaba o dahi nail olur. Ve Yalnız başına bir kimse fi-sebilillah muharebeye giden bir gazinin esbab-ı seferini hazırlarsa ölünceye veyahud muharebeden avdet edinceye kadar o gazinin nail olduğu derece ve sevabın misline o kimse dahi nail olur. ve Bir kimse Allah yolunda muharebe eden bir mücahide arş-ı a’lasının gölgesinden başka gölge bulunmadığı günde kıyamet gününde o kimseyi gölgelendirir. İşbu ehadis-i şerife harbiyye vesair alat ve esbab-ı cihaddan ma’dud olan her şeyleri tedarik hususlarında mal ile ianede re’y ile delalette bulunan kimseler ecr ü sevabda fi-sebilillah bedenen muharebe eden mücahidler derecesinde olduğu beyan buyrulmaktadır. Bir de donanma için iane vermek din-i mübin-i İslam nazarında tatavvuan Hicaz’a gitmek nafile olarak fukaraya sadaka vermekten hayırlıdır. Çünkü fukaha-yı kiramdan sefine-i harbiyye gibi umur-ı cihaddan muhtaç olunan şeyleri bina ve tedarik etmenin sevabı tatavvuan hacca gitmenin nafileten fakire sadaka vermenin sevabından daha ziyade daha fazladır. Zira nasın eşedd-i ihtiyacı olan ve menfaat-i umumiyyeyi havi bulunan bir hususu vücuda getirmek birkaç fakirin ihtiyacını def’ etmek gibi menfaat-i umumiyyeyi mutazammın olmayan cihetten elbette hayırlıdır. Fakat zekat fitre gibi farz ve vacib olan sadakati umur-ı cihada sarf etmek caiz değildir. Çünkü Mülteka ve Damad da diyor ki “mescid medrese mektep gibi umur-ı hayriyyeyi ve köprü karakolhane sefine vesaire gibi umur-ı cihadiyyeyi vücuda getirmek için zekat ve fitre gibi temlike ve kabz-ı fakıre muhtaç olan sadakati sarf etmek caiz değildir. Lakin Damad Efendi diyor ki: Bu cihetlere zekat ve fitrenin sarf olunması dahi mümkündür şöyle ki: Bir kimse zekat ve fitresini evvela bir fakire vermeli saniyen o fakire zekat ve fitreden aldığı parayı mesela donanma ianesine sarf et deyu emretmeli. Eğer fakir kendi ihtiyarıyla o parayı donanma olduğu gibi o kimse zekat ve fitresini dahi ifa etmiş olur. Binaenaleyh bazı cehelenin anladıkları gibi donanma gibi emr-i hayra doğrudan doğruya zekat ve fitrenin sarfı caiz olmadığını mes’ele-i mezkure pek sarih surette beyan etmektedir. kemaliyle anlaşıldıktan sonra imdi ey İslamlar size pek büyük müjdeler vereceğiz gayet kolay amel ile pek büyük sevaba nailiyet yolunu öğreteceğiz: Evlerinizde oturduğunuz halde daima cihad etmek ve her sene tatavvuan hac eylemek ve her zaman fukaraya sadaka vermek sevabına nail olmak ister misiniz şu sırada hükumet ve memleketin en ziyade muhtaç olduğu kuvve-i bahriyyeyi ikmal için donanmaya mek a’da ile fi-sebilillah cihad etmek derecesinde sevabdır. Çünkü yukarıda arz eylediğim ehadis-i şerife bize bunu beyan eylemektedir. Bu zamanda donanmaya iane vermek her sene tatavvuan hac etmek ve her zaman fukaraya sadaka vermekten daha ziyade sevabdır. Çünkü İbni Abidin’den nakleylediğim mes’ele-i fıkhiyye bize bu hususu gayet vazıh olarak göstermektedir. Bu zamanda donanmaya iane daima hac daima cihad daima sadaka mesabesindedir. Çünkü bu hususa iane sadaka-i cariyye ve hayr-ı daimidir. Fahr-i Alem Efendimiz buyuruyor ki: “Vefat eyledikten sonra her insanın defter-i a’mali kapanır yalnız üç kimsenin defter-i a’mali kapanmaz: Birisi öldükten sonra salih oğlu veya saliha kızı kalan diğeri te’lif eylediği nafi’ bir kitabı kalan üçüncü de mescid medrese mektep köprü çeşme gibi bir sadaka-i cariyye ve hayr-ı daimi bırakan kimselerdir. Oğlu ve kızı salah-ı hal üzere bulundukça te’lif eylediği kitap ve yaptırmış olduğu mescid medrese mektep köprü çeşme intifaa salih olarak durdukça o kimselerin defter-i a’mali kapanmayıp daima a’mal-i mezkurelerinin sevabı yazılır.” Şu halde bir kimse donanmaya iane için on para verip de iştira olunan bir zırhlıdan o kimsenin on parası mukabilinde bir çivi isabet eylese o zırhlı muharebede isti’male kabil olup o çivi dahi onda bulundukça gerek hal-i hayatında gerek hal-i mematında o kimse bil-fi’l muharebe edercesine aled-devam ecr ü sevaba nail olur. Çünkü zırhlıdaki o çivi o kimsenin sadaka-i cariyyesi demektir. Çok zenginlerimiz var ki üzerlerine farz olan hacc-ı şerifi ifa eyledikten sonra iki üç dört beş altı hatta yedi defa ziyade ecr u sevaba nail olmak için Hicaz’a gidiyorlar. Halbuki anifen İbni Abidin’den nakleylediğim mes’ele-i fıkhiyye bu zamanda donanmaya iane vermenin sevabı tatavvuan Hicaz’a gitmenin sevabından fazla olduğunu beyan eylediği gibi donanmaya dahi beyan eylemektedir. Binaenaleyh fazla sevab arzu eden zenginler tatavvuan Hicaz’a gitmekten ise donanmaya Fahr-ı Alem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Bir aile ve bir familya halktan bir kimse fi-sebilillah muharebeye gidip a’da ile cihad ve gaza etmez veya onlardan biri bir iplik ya bir iğne veyahud buna muadil bir yaprak parçasıyla fisebilillah muharebeye giden bir gaziyi techiz ve ona iane eylemez ise yevm-i kıyametten evvel ind-i Sübhani’den o aile o familyanın başına bir bela-yı azim isabet edecektir. hadis-i şerifiyle umur-i cihadda bedenen ve malen iane ve yardımda bulunmayan hamiyetsiz kimseler dünyada musibet-i azimeye duçar olacaklarını beyan buyuruyor. Binaenaleyh memleket ve milletin son derece donanmaya ihtiyacı bulunduğu şu zamanda para iddihar edip de donanma ianesi vermeyen bazı zenginler bilmiş olsunlar ki millet nazarında onlar hamiyetsiz addolunacakları gibi hadis-i mezkur müfadınca taraf-ı Sübhani’den onlara pek büyük bir bela isabet edeceği muhakkaktır. El-hasıl böyle bir zamanda donanmaya ve hamiyetsizdirler. Ulum-ı aliyye ve ‘aliyye-i Arabiyye’nin her şu’besiyle tarih vesaire gibi ulum-ı mütenevvi’ada te’lif ettiği asar-ı adidesiyle bir zat-ı feza’il-simat olup Mardin na’ib-i esbakı fuzala-yı benamdan Seyyid Ömer bin Seyyid Muhammed Efendi’nin mahdum-ı fazilet-mevsumudur. tarihinde Mardin’de tevellüd ederek ma’lumat-ı ibtidaiyyesini vatanı ulemasından teallümden sonra Diyarıbekir Haleb Şam Mısır Dersaadet’te tahsilini ba’de’l-ikmal maskat-ı re’sine avdetle neşr-i ulum ve te’lif-i asar ile imrar-i hayat eyledi. tarihinde Bey Cami’-i Şerifi haziresine defnedildi seyyid-i sahihu’nneseb oldukları e’imme-i isna aşerden İmam Zeyne’l-Abidin hazretlerine müntehi olan şecere-i musaddakadan bil-vücuh müsteban olmaktadır. İsimleri atide muharrer müllefatından başka daha bir hayli asar-ı kıymetdar te’lifine muvaffak olmuşlarsa da hin-i vefatlarında pek küçük yaşta bıraktıkları mahdumları tarafından bit-tabi’ muhafaza olunamadığı cihetle ma’at-teessüf bazıları ziya’a uğramıştır. Elsine-i selasedeki eş’arından bilhassa eş’ar-ı Arabiyyesi daha rengindir. El-yevm ailesi tarafından elde edilebilen asarı ber-vech-i atidir. dad şair-i fazıl Ali Rıza Paşa namına ithaf eylemiştir. kelamdan Ebi’l-Hasani’l-Eş’ari ile Ebu Mansur Maturidi beynlerinde münazi’ün-fih mesailin hall u tevfikıne dairdir. Kübra’sı vardır. Teshir ve ma Eşbeha Zalik li’l-Hadis gelen fetvalardan ibaret olup ahiran cem’ u tertibine him met olunmuştur. niyye mesmu oldu. Cenab-ı Muvaffık müteşebbislerini mu vaffak bi’l-hayr buyursun amin. Ruslar Asya-yı Vusta’yı zabtettikleri zaman Türk hanlıklarından ler. Bunların velev sırf gölge halinde muhafaza-i istiklal etmelerine mühim bir sebep İngiltere’nin Hind hududuna Rusya’nın vusulünden kuşkulanması olduğu gibi diğer sebepler de yok değildi: Ruslar İngilizlerin Hindistan’da ta’kıb ettikleri himaye usulünü taklid ederlerse yerli ahaliye daha hoş görünmek ve aynı zamanda Buhara ve Hive’den asıl Rusya’ya idhal olunacak emtiadan gümrük alarak iktisaden lerden dolayı Buhara ve Hive hanları resmen istiklallerini muhafaza ettiler; ancak Rusya İmparatoru’nun Türkistan’da ma’ruf bir ta’bir ile “Ak Padişahın” himaye ve dostluğunu bil-kabul Rusya Hükumeti’yle müebbeden akd-i ittifak etmiş faraziyye-i hukukiyyesiyle mestur bir nevi’ mahkumiyete duçar oldular. Rusya ile mün’akid ittifakları mucebince Buhara ve Hive hanları hiçbir devlet ile münasebat-ı siyasiyyede bulunamazlar. Bu hanlıkların diplomasi umuru tamamen Rusya’ya bırakılmıştır. Hanların ancak umur-ı dahiliyyede az çok istiklal-i idareleri vardır. Lakin bu istiklal-i idare de sırf nazari ve hukukı olup hanlar Türkistan vali-i umumisinin ve payitahtlarında mukım Rus konsolosunun müsaadesini istihsal etmeksizin en adi bir harekete bile teşebbüsten korkarlar. Rusya’nın Hive’yi zabtında Hive Hanı henüz yirmi yaşlarına vasıl olmuş Muhammedü’r-Rahim Bahadır Han idi. Muma-ileyh ve payitahtı Rus askeri tarafından alınmak üzere olduğunu görür görmez şehirden kaçmış sonra Rus kumandanı General Kaufmann’a iltica ederek mahiyetini yukarıda muhtasaran anlattığımız ittifak muahedenamelerinden birini bi’l-imza Rusya’nın müsaadesiyle be-tekrar hanlık tahtına calis olmuştu. İşte bu zat geçen Ağustos-ı ruminin ’ncı günü Hive şehrinde vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin! Muhammedü’r-Rahim Han öldüğü zaman yaşında Birkaç ay evvel sağ tarafına nüzul isabet ettikten sonra o hastalıktan bir daha düzelemedi ve nihayet sekte-i kalbiyyeden gitti. Han Rusça bilmezdi. Avrupa ahval ve medeniyetinden bi-haberdi. Ancak Arabi ve Farisi lisan ve edebiyatına vakıftı şiir ile iştigali severdi. Kendi asarından müteşekkil bir divan-ı eş’arı mevcuddur. Merhumun iyi kalpli tarafdar-ı hak ve adalet olduğu meşhurdur. Memleketini pek eski zamanlardan kalma basit bir usul ile idare ederdi. Hergün sarayının kapısı önüne çıkıp meşgul olurdu. Tebeası hanlarına da’va ve şikayetlerini söyler Muhammedü’r-Rahim Han da müşfik bir baba gibi onları dinleyerek hükmeder ve hükmünü de derhal icra ettirirdi. Merhum Han Rusya’nın Kazak ordusunda ferik rütbesini haizdi; Rusya diğer bir devletle muharebe edecek olursa muahede-i ittifakiyye mucebince Rusya’ya . asakir-i mu’avine vermeyi müteahhid idi. Muhammedü’r-Rahim Han’ın yerine oğlu Seyyid İsfendiyar Töre Çar’ın müsaadesiyle Hive hanı i’lan olundu. Töre el-yevm yaşındadır. Alim ve terakkı-perver deniliyor. Avrupaca tahsil görmemiştir Rusça bilmiyor. Yeni Han Rusya Kazak ordusunda mirlivadır. Üç zevcesi ve Timur Gazi Töre adlı beş yaşlık bir de oğlu var. ve umum ehl-i İslam’a hayırlı ve mes’ud olmasını Cenab-ı Hak’tan dua eyleriz. Hive zabtında bulunmuş Rus zabitlerinden birisi merhum Han’a müteallık hatıratını Novye Vremya’da neşrediyor. Asya-yı Vusta Türk hanlarının fikir ve hayatlarını ve Ruslar’ın onlara nazar ve muamelelerini bildirmeye yarayacağından bazı kısımlarını aynen tercüme ediyoruz: “Askerimiz iki ay kadar Hive ve etrafında konakladı. İşsizlikten ve hayatın yeknesak oluşundan pek sıkılıyorduk. Posta hep gecikerek geliyordu. O zaman gazeteler şimdiki kadar modaya girmemişti. Yemek içmek pek pahalı idi. Zabitler can sıkıntılarını ayyaşlık ve kumarbazlıkla dağıtmaya çalışıyorlardı. Fakat eğlentilerimizden birisi de Han’a misafirliğe gitmek idi. İçimizden birisi çıkar: “Haydi gidip Han’ı ziyaret edelim” derdi. –“Pekala haydi gidelim!” Beş altı kişi toplanıp bir tercüman yakalar ve giderdik. “Bir defasında kuşluk zamanına rast geldik. Atlarımızı kapı önünde bırakarak saray me’murlarından birisine Han’ı görmek istediğimizi ihbar ettik. Bizi derhal halılarla döşenmiş bir taraçaya aldılar. Han bekletmedi. Hepimizle birer birer görüştü ve oturunuz dedi. Han uzun boylu şişmanlaşmaya sakallı idi; çehresinden iyi kalpli bir adama benziyor ve ara sıra yüzünde mültefit fakat mükedder bir tebessüm beliriyordu. bir şey belli etmemek istiyordu. “Yemeğe başladık. Asya-yı Vusta adetince ibtida yeşil çayla üzüm ve kavun verdiler; sonra çörekli yağlı bir koyun çorbası daha sonra şiş kebabıyla pilav ve nihayet bir nevi’ reçel getirdiler. Han da bizimle beraber yiyordu. Sofranın tabak takımı pek bayağı idi. Hatta etrafı kırılmış fincanlar bile vardı. Tuz pomada kutusuna doldurulmuştu. Han tercüman vasıtasıyla sofranın fenalığından i’tizar etti sarayımdan Ruslar her şeyimi aldılar dedi. “Ruslar Hive’yi aldıktan sonra Han’ın işi pek azalmıştı. Han artık en sevdiği meşgaleye ulema ile dini ve felsefi münazarat-ı dur-a-dura bol bol vakit buluyordu. Bundan başka derler ki Han tuhaf tuhaf koleksiyon toplamayı severmiş. Mesela türlü eczahane şişelerinden mürekkeb zengin bir koleksiyonu varmış!. “Ben Han’ı Üçüncü Aleksander resm-i tetevvücü alayında bir daha gördüm. Asya-yı Vusta han ve hanzadelerinin hepsini bir misafirhaneye doldurmuşlardı. On sene içinde Han çok değişmemiş ancak şişmanlaşmıştı. Seyahatinden Moskova’dan pek memnundu pür-heyecandı her gün yeni bir şey satın alıyordı. Şeref-müsulüne nail olduğum kısa bir müddet zarfında bile bana mübayaa ettiği eşyadan bazılarını göstermeye vakit buldu. Çalgılı tütün tabakası ve bir küçük kutu ki bir tarafına basılır basılmaz içinden yeşil bir kuş çıkıyor kanatlarını çırparak ötüyor sonra yine kutunun ğundan dolayı Han pek memnun görünüyordu. “Yeni Han İsfendiyar Töre’yi de gördüm. İsfendiyar Töre bizim Hive seferi esnasında doğmuştu. Ona tesadüfüm Japonya Muharebesi’nden az evveldir. Babasına benzer. Lakin hutut-ı vechiyyesi daha düzgün ve daha ince zayıfçadır. General Kuropatkin imparatorun iradesiyle o havalinin teftişine geldiği zaman Buhara Hanı’nın oğlu Alimcan Töre ve Hive Hanı’nın oğlu İsfendiyar Töre Çarcu’ya General’in istikbaline gelmişlerdi. Büyük ve müzeyyen bir çadırda “desterhan” hazırlanmıştı. General iki veliahdı kendi karşısına ve yan yana oturttu. Prensler diz dize oturdukları halde aksi taraflara bakıyorlardı: Birbirleriyle kavgalı imişler. Nizaın sebebini bilmiyorum. Kuropatkin barışmalarını teklif etti prensler kucaklaştılar lakin bu musafaha sırf resmi ve gayet soğuktu ve musafahadan sonra da iki Asya hanının veliahdları yekdiğerlerine kelime-i vahide söylemediler.” Ve bundan da bit-tabi’ hem General hazretleri hem de bu satırları yazan zabit efendi pek memnun kaldılar. Nasırüddin Şah İran’ı yalnız dahilen değil haricen de bitirdi. Günden güne tedenni ve inhitata uğrayan memleketin varidatı Nasırüddin Şah’ın ve etrafında bulunan haşeratın para bulmak tariki düşünüldü. O vakte kadar istikraz ne olduğunu bilmeyen İran’da felaket-amiz istikrazat kapıları açıldı. Bir hükumet için istikraz etmek ne sebeb-i itham ne de mucib-i şeyn olur. Bütün hükumetler ve hatta Fransa İngiltere Almanya ve Amerika gibi en ma’mur ve varidatları beş altı milyarlara baliğ olan memleketler bile istikraz ediyorlar. Fakat istikrazın bir memleket üzerinde felaket teşkil etmesi raz edilen paralar memleketin imar ve terakkısine badi olacak umur-ı nafiaya veyahud hükumetin muhtaç olduğu umur-ı tedafü’iyye-i milliyyeye sarf edilmeli saniyen: İstikraz parası ile yapılacak umur-ı nafia veya teşebbüsat-ı tedafü’iyyenin en lüzumlu ve ta’likı mucib-i felaket olacağı cümlece müsellem olan işlerden olmalı salisen: Edilecek istikrazın şeraiti öyle olmalıdır ki memleket için hayır ve menfaat yerine bela ve musibet kesilmesin. elde edilip de memleket için yollar mektepler yapılıyor: Tabii az vakit geçmez ki memleket yapılmış olan yollar ve mektepler sayesinde yeni bir hayat bulup ecanibden aldığı parayı iade eder ve yapmış olduğu yollar ve mektepler kendisi için kar olarak kalır. Fakat İran’da Nasırüddin Şah zamanında bu gibi şeyler kat’iyen düşünülmezdi. Sırf keyif ve israfat için yapılmış olan olursa olsun yalnız para elde edilmeye bakılırdı. İşte bunun devletlerinden istikraz ederek memleketin bütün menabi’-i servetini medar-ı hayatını istiklal-i dahiliyyesini ecanibin yed-i takyid ve tahdidine vaz’ etti. Zaten öteden beri dişlerini İran için bilemiş ecanib bu gibi bir fırsat intizarında idiler. İngiltere ve Rusya Tahran’da muhtelif namlar altında bankalar te’sis etmişlerdi. Şu bankalar ağır faiz ve tahammül-fersa şerait ile müstebidd-i bü’lhevesin paraya olan ihtiyacat-ı bi-nihayesini ref’ ediyordular. birçok imtiyazat inhisarat alıyordular. Akdedilen istikrazattan bir para bile ne umur-ı nafiaya ne de umur-ı tedafü’iyye-i milliyyeye sarf ediliyordu. El-an bile bütün İran’da “Tahran” ile “Şah Abdülazim” denilen mevki’ arasında bulunan ve yalnız on yedi kilometreden ibaret olan demiryoldan başka bir metre bile demiryol yoktur. Mektep namı taşımaya layık bir müessese-i irfaniyye yoktur. Kuva-yı berriyye ve bahriyyeden yalnız bir nam kalmıştır. Bütün alınan paralar müstebidin ve a’vanının keyf ü israfatına sarf ediliyordu. ve yalnız şark hükümdarlarına mahsus bir debdebe ve darat rupa şehirlerinde fuhşiyata ve sefahetlere sarf ederdi. Avrupalılar ise kendi aralarında riayet ettikleri kavaid-i ahlakiyye ve kavanin-i medeniyyeyi unutarak müstebidi okşuyordular. Bunlar düşünmüyordular ki şu debdebeler şu tantanalar İranlıların gözyaşları ile İran’ın baha-yı istikbali matbuat ve efkar-ı umumiyyesi Nasırüddin Şah’ı hükümdaran-ı şark arasında en basiretli en mütenebbih ve her nevi’ cehl ü ta’assubdan ari diye hakkında birçok medh ü senalarda bulunuyor ve hatta şarkın ihyasını şu müstebidden beklediğini söyleyerek Nasırüddin Şah’ı ta’kıb ettiği rah-ı bed-fercamda teşvik ve tahrik ediyordu. Halbuki şu müstebidd-i mütelevvin kendisi İran’ı satarak Avrupa’ya seferler seyahatler ettiği bir zamanda İranlıların Avrupa’ya tahsil-i ilm ve maarif için gitmelerini şedid bir surette men’ etmişti. Kimsenin Avrupa’ya kesb-i ma’rifet için gitmeye cesareti yok idi. Ve hatta Avrupa gazetelerinden matbuatından bir varakpare bile İran’a bırakmıyordu. vechile Rıza namındaki zat İran’ı şu müstebidden istihlas etti. Yerine oğlu Muzaffereddin Şah geldi. Bu zat taht-ı saltanata cülus ettiği zaman hemen sinn-i şeyhuhete vasıl olmuştu. Bütün ömrünü Tebriz’de kafes arkasında ve haremhanenin muhit-i atalet ve sefahati içinde geçirmişti. Hükumet ve idare ne olduğunu bilmezdi. Fıtraten za’ifü’l-mizac hasta fakat hoş-tinet ve nik-hah bir vücud edemezdi. Etrafını Emir Bahadır’lar gibi cahiller aldı. Umur-ı memleket daha beter hale düştü. başladı. Yukarıda beyan ettiğimiz vechile Rusya’da muhacir sıfatı ile birçok İraniler bulunuyorlar. Bundan maada İran ile Rusya arasında birçok alaik ve münasebat-ı ticariyye mevcuddur. Şu sebeplerden dolayıdır ki Rusya’da ru-nüma olan sirayet bilhassa Kafkasya ve Kafkasya’nın İslam matbuatı oldu. Şurası bilinmelidir ki Rusya İnkılabı’na kadar Rus Hükumeti Kafkasya müslümanlarına gazete risale mecmua gibi matbuat te’sisine kat’iyen müsaade etmiyordu. Müslümanların ellerinde vasıta-i neşr-i efkar olarak yalnız Rus lisanında neşredilen Kaspi adlı bir gazete var idi. Aciz şu gazetede muharrir idi. Ve Rus Hükumeti’nin i’mal ettiği şedaid arasında ne mümkün ise şu gazete vasıtasıyla müslümanların tenvir-i efkarına hizmet ediliyordu. Lakin daire-i nüfuzumuz pek mahdud idi. Zira Rus lisanında gazete okuyanlar müslümanlar arasında pek az bulunuyordu. Bereket olsun ki inkılab geldi. İnkılabdan bil-istifade hemen Bakü şehrinde evvelce Hayat sonra İrşad namında yevmiye neşredilen bir Türk gazetesinin te’sisine muvaffak olduk. İşte İran’da husule gelmiş olan tebeddülat-ı fikriyye ve tahavvülat-ı hissiyatiyyeye en evvel hizmet eden şu gazeteler oldu. Zira o zaman buki İran’ın birçok yerlerinde milyonlarca Türkler sakindirler. Bunlar Kafkasya Türkleri ile daimi ve sıkı bir alakada bulunuyordular. Bit-tabi’ Bakü’de Türk gazetesi intişar eder etmez bütün İran’ın dikkatini celb etti. Her yerde alınmaya ve okunmaya başladı. Bakü gazeteleri ise ister istemez Rusya’da yevmen-fe-yevmen kesb-i kuvvet ve şiddet eden inkılabın taht-ı nüfuzunda olarak efkar ve hissiyat-ı ahraranenin müslümanlar arasında nakledilmesine hizmet ediyordu. Bu sayede yavaş yavaş İran’ın ötesinde berisinde birtakım harekat başlandı. Ahali alenen izhar-ı na-hoşnudi etti. Tebriz’de başka yerlerde müstakıllen gazeteler intişarına şüru’ olundu. Kafkasya’dan birçok İraniler Kafkasya ahrarı ile vatanlarına avdet ederek fırsattan istifade çaresini istibdadın kaldırılmasını İran’ın ihyasını düşündüler. Geçenlerde Avrupa gazetelerine gelen İstanbul havadisi miyanında Osmanlı Bankası’nın Daire-i Maliyye ile muhaberatını Türkçe icra eylemesi Maliye Nazırı tarafından taleb olunduğu mezkur idi. Bankanın bu babda icbar olunduğunu yazan ecnebiler şu sırada böyle bir talebin intikam-ı şahsiden maada bir şeye hamlolunamayacağını iddia eylediler; delil olarak da Maliye Nazırı’nın istikraz mes’elesinden dolayı banka ile olan münazaatını “Türkiye Milli Bankası” denilen Sir Ernest Cassel Bankası’ının hey’et-i idaresine mensup ve nazır-ı müşarun-ileyh ile münasebat-ı dostanesi ma’lum olan bir İstanbul gazetecisinin Osmanlı Bankası aleyhindeki muhacemat-ı ahiresini gösterdiler. Lisan-ı resmi-i devletin tervicine müteallık olan böyle bir taleb na-be-mevsim görünmekle beraber tamamiyle haklıdır. Maamafih menafi’-i devlet için elzemiyeti aşikar olan bu taleb eğer ihtilafatın mevcud olmadığı bir zamanda vukua gelse idi te’siratı su’-i tefehhümden masun kalırdı. İgbirar-ı nefsaninin cereyan-ı umur-ı devlete te’siri hiç de caiz olmayan bir halet mağlubiyet hakkındaki iddiaya inanmayacağım geliyor. Her ne ise. Bu makalede bahseylemek istediğim şey lisan-ı Devlet-i Osmaniyye’nin lüzum-ı tervicine müteallıktır. Ma’lum olduğu üzere Osmanlı Bankası esasen bir müessese-i Osmaniyye değildir. Sermayesi gibi idaresi dahi ecnebilerin elinde olduğundan muamelatını Türkçe cereyan ettirebilmek fil-vaki’ banka üzerinde nüfuz-ı Osmaniyyet’i artırmak gibi iyi bir hal olmakla beraber icrasında hayli muhalefete tesadüf edilir. Halbuki devletin devair-i resmiyyesinden birinde birçok mevadd-ı mühimmenin muamelatı Fransızca cereyan edip gidiyor da buna cidden i’tiraz eden bulunmuyor. Bizde Fransızca isti’maline ibtila adeta bir illet olmuştur. Kendinizi “mükemmel Fransızca biliyor” diye tavsif ettirebilirseniz belki devletin sefaratından birine layık akıl ü dana bir diplomatı olmak üzere ileri bile sürebilirsiniz. Türkçe’de adamakıllı bir layiha-i siyasiyye tanzimine kuvve-i kalemiyyeniz kifayet edip etmemesinde hiç de beis yoktur. Bir iki satırlık der-kenar yazmakta bile bir iki yanlış yapan me’murin-i mühimme-i hariciyyemiz bulunduğu ma’lum olan garaibdendir; daha garibi bu me’murin-i mühimmenin müslüman olmaları ve ana lisanlarının Türkçe bulunmasıdır. Belki bir iki ufak devlet müstesna olmak üzere dünyada bizimkinden maada bir hükumet kalmamıştır ki onun hariciye nezaretiyle sefaratı arasında cereyan eden muhaberatı lisan-ı milliden başka bir lisanda cereyan eylesin. Bugün bizim Hariciye Nezaretimiz ile sefaretlerimiz arasındaki muhaberat Fransızca cereyan edip gitmektedir. Öyle “mükemmel Fransızca” bilenlerimizden ekserisinin yazdıklarını bir Fransız’a gösterseniz ibaratın tertibat-ı mantıkıyyesinde bozgunluk ve şivede gayr-i tabiilik olduğunu size söyler. Bundan dolayı olmak gerektir ki birçok levayih ve muhaberat ya ecnebi bir katibin veya hissiyat-ı Osmaniyyesi bir ecnebiden pek de ziyade bulunmayan kimselerin mu’avenet-i tesvidiyyesine muhtaç kalır. İmdi mahremiyeti elzem olan pek çok mevadd-ı resmiyyenin ceraid-i ecnebiyyeye aksi ihtimalini tabii görmek iktiza eyler. Bir Türk’ün diğer bir Türk’e sırf umur-ı resmiyye-i Osmaniyye’den dolayı Fransızca hitap eylemesinde ne mecburiyet-i mantıkıyye vardır bir türlü anlaşılamaz. Pek çok kimselerce ma’lum olmayan halattan bulunmak gerektir ki süferamızdan her birinin Hariciye Nezareti’ne ahval-i cariyye-i siyasiyye hakkında mülahazat ve istihbaratı havi göndermekte oldukları layihaların suretleri çıkarılıp beray-ı ma’lumat süfera-yı saireye gönderiliyor. Bedayi’-i icra’attan sayılan bu usul vakıa bazı düvel-i garbiyye hariciye nezaretlerinin tedbirlerini takliden vaz’ edilmiştir; maamafih ba’is-i menafi’-i tedabirden bulunduğu inkar edilemez. Suretleri beyne’s-süfera tedavül ettirilen bu layihalar hep Fransızca yazılmaktadır. Mektum tutulmasında zaruret-i kat’iyye bulunmayan muhaberat ve evrak düvel-i saire tarafından fevaid-i amme-i milliyyeyi te’minen neşrolunmak mu’taddır ki meşhur Mavi Kitap’lar Sarı Kitap’lar vesaireler hep münasebat-ı beyne’l-milele tealluku bulunan mevaddı havi olarak vakit-be-vakit neşrolunup durmaktadır. Bu neşr-i vesaik usulü neden ise bizde tatbik edilmek istenilmiyor. Nitekim hidemat-ı hariciyye tevcihatı dahi –usul-i müttehazenin hilafına olarak– neşrettirilmemeye başladı. Hatta meb’usanda devletin münasebat-ı hariciyyesine müteallık müzakerat icrasından bile istinkafa itiyad artmaktadır. Bu babda isabeti mütehabbeden hiçbirinin igbirarına vesile olacak mülahazat sarfından ictinabdır. Halbuki bu “zülf-i yare dokunur” iddiasıyla yalnız devletin münasebat-ı hariciyyesine müteallık olan mevadd-ı nazike hususi tutulmuş olmakla kalmıyor; bir de bu vesile ile devletin muamelat ve icra’at-ı hariciyyesi enzar-ı murakabe-i milletten mestur kalıyor ki bu hal usul-i meşrutiyyet ile kabil-i te’lif değildir. Osmanlılara mahsus nezaket-i cibilliyyeden birisi başka milletlerin vakar ve hissiyatına karşı tamami-i ri’ayet göstermek olduğundan vatanının nezaket-i mevki’-i siyasisini pekala bilen Hey’et-i Meb’usan’dan bile her mes’ele-i hariciyyemizin suret-i tedvirinin saklanmasına gösterilen meyil pek acibdir. Mahrem tutulması lat-ı siyasiyye elbette muhakeme-i ümmete vaz’ olunmalı ve süferanın levayih-i siyasiyyesi –zaruri görülen istisnalar veya ta’dillerden sonra– neşrolunmalıdır. Ta ki millet me’murin-i umur-i hariciyyesinin diplomaside olan iktidar veya muvaffakıyetlerinin derecatını anlaya ve onların ma’lumat ve muhakematı asılları olan Fransızca da mı neşrolunmalı yoksa tercümeleri yaptırılmak zahmeti mi ihtiyar edilmeli? İşte bir sual ki vürudu insanı müteaccib eder. Hayır efendim hayır! Mucibat-ı hamiyyeti temyizde yanılmayalım; sermayesi ve muamelat-ı hesabiyyesi ecnebi elinde bulunan bir bankanın hazine-i devlet ile olan muhaberatını Türkçeleştirmekten mukaddem devletin bir daire-i resmiyyesinin muhaberatını lisan-ı resmi-i devlette icra ettirelim; takdimü’l-ehem ale’lmühim yolunda bir tedbir olur. Muhaberat-ı beyne’l-milelin vasıta-i müttehazesi Fransızca bulunmakla beraber İngiltere’nin ekser hükumata hitab-ı muamelatının lisan-ı millide yani İngilizce’de olduğu ve vatanımızda mahza teshilat-ı cemile kabilinden bulunmak üzere evrak-ı varidesine bir de Fransızca tercüme rabt edip lakin tercümenin musahhah olduğunu tekeffül eylemediği ma’lumdur. Bu usule Amerika Sefareti dahi ittiba’ etmekle beraber Amerika Konsolosluğu muhaberatından bazıları sırf tesri’-i cereyan-ı maslahat emeliyle Türkçe yazılır imiş. Amerika’nın Dersaadet Sefareti’ne mensup bir zattan anlaşıldığına göre Amerika me’murlarının bu kabilden olan Türkçe muharreratına Hariciye Nezaretimiz Fransızca cevap verir nebi gazeteleri lisan maddesinde dahi bizi ifrat-ı asabiyyet-i milliyye ile tahtie etmektedirler! “Muallim Ehrlich tarafından keşfedilen Frengi ilacının tatbikat-ı ameliyyesi hakkında ma’lumat-ı kafiyye almak üzere geçende Almanya’ya azimet etmiş olan Doktor İbrahim Bey’in ehibbasından birine gönderdiği mektubun bazı fıkaratı ehemmiyet-i mahsusasına binaen derc edildi: “Size bundan evvel yazdığım vechile Almanlar fenn-i tıbbı esasından külliyen tebdil etmişler fenn-i tıbbı hayalat vadisinden kurtarıp hakıkı adeta riyaziye gibi kat’i bir fen haline ifrağ eylemişlerdir. İcad eyledikleri usul hususiyle Muallim Ehrlich’in icad eylediği nazariyyat ameliyyata tatbik olunuyor. “Yani Muallim Ehrlich yirmi seneden beri bakteriyoloji ve ilm-i ensice ve harekat-ı hücreviyye üzerine müteaddid nazariye meydana koymuş ve sekiz seneden beri bu nazariyatı maddeten isbata çalışmış ve muvaffak olmuştur. İşte Almanya’da mann bu mes’eleyi riyaziye gibi iki ile iki dört eder surette şişeler içinde göz önünde isbat etmişlerdir. Mesela vücuddaki bir hüceyreye hariçten mikrobun nasıl dahil olduğunu bu hüceyre ona ne suretle mukavemet eylediğini a’mak-ı bedende mikroplarla ensice ve hüceyratın ne alaim-i maddiyye gösterdiğini enzara koymuşlar! Fakat bu o kadar dakık o kadar müşkil ki benim gibi bir acizin değil diyebilirim ki henüz memleketimizde bu nazariyat bu tedkıkat hiçbir kimsenin kafasında yer bulmamıştır. Buna şüphe yok! “Muallim Ehrlich bir hafta mukaddem Almanya’nın Bahr-i Baltık sahilinde kain Königsberg şehrinde in’ikad eden Etıbba Kongresi’ne gitti. Bu kongre ancak Muallim Ehrlich’in keşfettiği nazariyat ve tatbikatın ve bu miyanede o nazariyat o tatbikat üzerine icad eylediği Frengi ilacının mevki’-i münakaşaya vaz’ı için in’ikad etmiş idi. Anlaşılıyor ya! Bugün alem-i fenn-i tıbda Muallim Ehrlich kadar bütün cihanın enzar-ı dikkatini celb etmiş bir alim yoktur. Mezkur kongre dört gün devam etti. İngiliz Fransız Alman Belçika garistan Sırbiye hasılı bütün Avrupa Amerika milel ve akvamının murahhasları vardı. İlk sözü Almanya’nın Breslau Darü’l-Fünunu emraz-ı efrenciye muallimi Doktor Neisser aldı. “Zira Breslau hastanelerinde beş yüz hasta üzerine Ehrlich’in ilacını üç ay tecrübe eden yegane muallim Neisser “Bundan başka Ehrlich’in nazariyatını senelerden beri tecrübe ile uğraşan yine Neisser idi. Neisser iki saat nutuk verdiğini beyan eylediler. Ba’dehu bil-cümle akvamın murahhasları bu ilacın kat’iyen asar-ı tesemmüm izhar etmediğini ve yirmi dört saatte Frengi mikroplarını telef eylediğini tasdik ettiler. Muallim Ehrlich bugün kemal-i şan u şerefle Frankfurt şehrine enstitüye avdet eyledi. Kongrede bil-umum etıbba Ehrlich’i alkışlara gark ettiler. Fakat zavallı Muallim Ehrlich elli altı yaşında olduğu halde çalışmaktan vücudunda takat kalmamış benzi soluk seksen yaşında gibi görünüyor! Koca dahi! Bu derecelerde fenn-i tıbbın dahisi olan Muallim Ehrlich’de zerre kadar kibir ve azamet yoktur. Gayet ama son derece nazik tatlı sözlü bir zattır. “Meşhur Frankfurter Zeitung gazetesi bir hafta sıra ile her gün bir büyük sahife makale neşrederek Muallim Ehrlich’in alem-i fendeki iktidarını i’lan eyledi. Berliner Tageblatt Kölnische Zeitung gibi büyük gazeteler dahi pek ziyade senakarane makalat neşretmişlerdir. “Gelelim bana: Bu acizi Muallim Ehrlich pek teveccühkarane kabul ederek kendi nazariyatından en mühimlerini öğrenmekliğimi kendisi teklif eyledi. “Ben fevkalade teşekkür ederek hemen verdiği emir üzerine Muallim Sachs nam zatın yanında bir mahal hazırladılar. Çalışmaya başladım. Ve Cenab-ı Hakk’ın lütuf u ihsanıyla tamamiyle öğrendim. Doğrusu Muallim Ehrlich ve Muallim Sachs ve Doktor Guggenheimer gibi zevat-ı maarifsimatın hakkımda gösterdikleri insaniyetin mahcubuyum. Bu enstitü L’Institut Royal olup Ehrlich’in idaresindedir. Almanya’ya ve bütün alem-i insaniyyete pek çok hizmet ediyor. Almanya Hükumeti de senevi yüz binlerce mark sarf ediyor. Halbuki bu enstitüye hiçbir ecnebi kabul edilmiyor. Muallim Ehrlich’i görmek üzere üç ay zarfında dünyanın her tarafından birçok etıbba geldiği halde Muallim hiç birisini görmüyor. Gelenler yalnız ismini züvvar defterine yazıp gidiyorlar. mi var ne de Muallim İstanbul’dan hiçbir tabib gelmediğini ve görmediğini bana söyledi. Şimdilik bu kadar yazabildim. Sonra daha tafsilat veririm.” – “Königsberg”te in’ikad eden kongreye canib-i hükumet-i seniyyeden murahhas gönderilmemesi cidden teessüfe şayandır. Frengi illeti en ziyade memleketimizi tahrib ve istikbalimizi tehdid eylemekte olduğundan bu illet hakkındaki keşfiyat vesaireye karşı en ziyade alakadar olanlardan biri de bizim olmaklığımız lazım gelir idi. Hal böyle iken yine her şey gibi buna karşı da la-kayd bulunuyoruz. Geçenki mektubumda Bulgar Hükumeti’nin burada bulunan leri yazıp muhterem Tanin ile kariin-i kiramın enzar-ı dikkatine vaz’ etmiş idim. Dakika geçmez ki Bulgaristan’da bulunan İslamlara gerek hükumet ve gerek Bulgar ahalisi tarafından tecavüz olunmasın. Türkiye Hariciye Nazırı Rıf’at Paşa ve Bulgaristan hey’et-i nüzzarından Lapçev tarafından yapılıp her iki hükumet tarafından tasdik edilerek mevki’-i icraya vaz’ olunan müftiler ve vakıflar hakkındaki i’tilafnamede altı ay zarfında Bulgaristan’da bulunan sancak müftileri intihab olunup içlerinden biri Sofya’ya başmüfti intihab olunmak bu başmüfti intihab olununcaya kadar guya Bulgaristan’da bulunan evkaf-ı tarihinde icra olunmak üzere emirler verilip hükumet-i hazıranın mürevvic-i efkarı olacak adamların müfti intihab olunmalarına gayret ve dikkat etmeleri de ayrıca mutasarrıf ve kaymakamlara emredildi. Daha ne dolaplar çevrilmek istenildi. rulan Kıbti müslümanlar dahi cebren intihaba karıştırılıp bunlar vasıtasıyla hükumet kendi istediği adamları yapmak cür’etine bile tasaddi etti ise de pek çok mahallerde bunlar biz hükumetin maşası olamayız diyerek hükumetin bu emrini reddettiler bizi her intihaba kabul ederseniz biz de bu vap verdiler. Ne ise intihablar yapıldı. Hükumet bütün kuvvetini Rusçuk Vidin Varna vesair bazı mahallerde genç münevver fikirli gençlerin gayret ve himmeti sayesinde alim ve fazıl adamlar müfti intihab edildiler. Lakin heyhat bunların tasdikleri birkaç mah geri atılıp ve nihayet Rusçuk Varna müftilerinin yerek tasdik edildi. Zira bunların içinde hükumetin işine gelmez daha birkaç sahib-i fazilet vardı. Biz i’tilafnamenin artık mevki’-i icraya vaz’ını bekler iken yukarıda yazdığım gibi iki gün mukaddem bila-sebeb Vidin müfti-i lahıkı Süleyman Rüşdü Efendi Bulgaristan Mezahib Müdiriyeti tarafından azledildiği kasabamıza telgrafla iş’ar edildi. Biz bunların hükumet-i hazıra zamanında müftilik makamlarında duracaklarına emin değil idik çünkü böyle hukuk-ı İslam’ı muhafaza eder adamlar Bulgaristan’da müftilik edemezler. Zira bura hükumeti idare-i müstebidde zamanında böyle alıştırılmıştı. Bizim en ziyade itimadımız Rıf’at Paşa ve Lapçev tarafından vaddı bir defa olsun mevki’-i tatbike konulmasında idi. Fakat maatteessüf bugün mukavele tanınmayarak hukuk-ı İslam’a da sebep Sofya’ya başmüfti yaptırmamak ve hukuk-ı İslam’ı müdafaa edecek gayur bir adam bulundurmamaktır. İşte bu gösterir ki Bulgaristan Hükumeti Hükumet-i Osmaniyye ile yapmış olduğu mukaveleyi icra etmezse biz zavallı Bulgaristan müslümanlarına neler yapmazlar? Şayet Hükumet-i Osmaniyye bu defa imzası altında yapmış olduğu bir i’tilafnameyi burada icra ettirmezse bizim halimiz artık Cenab-ı Hakk’a kalmıştır. Bulgaristan Hükumeti burada gerek evkaf-ı çalıştığı bir zamanda Der-i Aliyye’de Bulgar Eksarhhanesi payitahtın en mu’tena mahallinde Bulgarlar için bir makbere taleb ediyor. Bulgaristan’da bulunan bütün İslamların o güzel mezarlıklarından bir eser görebilirler mi? Her kasaba belediyesi bir bahçe yapmaya teşebbüs etti mi mutlaka Ve’l-hasıl biz Bulgaristan müslümanları elimizden geldiği kadar çalışıyor ve sesimizi işittirmeğe çabalıyoruz. Fakat heyhat duyan yok. Bu hususta ey muhterem Osmanlı gazeteleri gerek sizden ve gerek meşrut Hükumet-i Osmaniyye’den muavenet bekliyoruz. Muavenet Bulgaristan’da idare-i dahiliyyeye karışmaya değil İslamların hukuklarının muhafazası hakkındaki müracaatta bulunmaya da’vet ediyoruz. Bu da kolay olur zannederiz. “Başkaları için istemedikleri şeyi fevka’l-beşer bir hukuka malik imiş gibi kendilerine hoş görenlerin haline teaccübden kendimizi alamayız. Bir hıristiyan daha inlemeden te’ellümat eder iken beride bir İslam feryadı afakı tutsa bile yine kimse nazara almaz. Avrupalılar’ın en mühim gazetelerinde bu hadise için bir iki satırdan fazla yer tahsis olunmaz maamafih neticede yine ittihad-ı İslam’dan bahsolunur da mahazir ve muhataratı dai görülür de berikine hiç böyle bir şey nisbet olunmaz. Fakat varı yok eden ve yoktan varlık çıkaran kuvvetli bir siyasete karşı ne yapılabilir. Haksız olsalar bile madem ki kuvvetlidirler haklıdırlar haklı olsak bile madem ki zayıfız haksızız. Hakkın kuvvete galebe edeceği zaman daha pek uzak olduğunu unutmamalıyız. Bir müslümanın kardeşinden haberdar olması onun kederiyle mahzun ve süruruyla memnun olması gaye-i uhreviyyesini müttehid mu’tekadatını mütecanis yapan rabıtayı te’yid ve te’kıd edecek münasebatta bulunması neden çok görülüyor neden gözlere batıyor. Bundan edyan-ı saireye karşı bir şemme-i ta’assub çıkarmak nasıl muvafık-ı insaf olur o halde biz de böyle bir ma’na verir ve mukabele bilmisl suretiyle “ve’l-badi azlem” deriz. Biz akvamın te’lif-i kulubuna çalışır iken her türlü esbab-ı i’tilaf ve te’arüfün esasını teşkil eden ve medar-ı umran addolunan beyne’l-efrad tebadül-i menafi’e gayret eder iken Avrupa’nın; işittikleri havadisleri heva ve heveslerine ve işlerinin çıkarına göre şekilden şekle sokmaktan çekinmeyen birtakım muhteris muharrirlerin muhayyilelerinden başka bir yerde vücudu olmayan bir şey ile bizi ithama kalkışmasını delil-i insaniyyet addeylemek biliriz ki ne derecelerde muvafık-ı ma’delettir. Haydi ittihad-ı İslam mevcuddur diyelim bu Avrupa’yı ne derecelerde korkutabilir. İslamların ezimme-i mesalihi bugün Avrupalıların elinde bulunuyor. Pek az bir ekalliyet istiklalini muhafaza ediyor. Avrupa sulta-i kahiresinin ayırmakta olduğu ümem-i İslamiyye nasıl birbiriyle birleşmeye esbab-ı mucibe olmak üzere iki şeyden bahsediyor. Fikrimizce bu ikisine bedel bir şeyden bahsetmeli ve “Payitahtımızda bir harb-i Salibi yaptırmayız!” diyeceğine “Mu’telifimiz sını arzu etmeyiz.” demeli idi. Nafile yere Salib’i ve vatanperverlerin amaline mümaşatın ittihad-ı İslam’ı te’yid edeceğini dursun delalet ettiği vesveseler mucib-i istihza olur. Bahusus nim-resmi bir mahiyette addolunan Tan’ın bu sıralarda Devlet-i Aliyye’nin Afrika’daki mesaile müdahelatıyla Cezair ve Tunusluların guya gösterdikleri temayül ve buna karşı Hükumet-i Seniyye’nin irae eylediği müsaedata dair makalelerde ittihad-ı İslam mahzuruna karşı fikirleri hazırlamak ve bu fikri hiç olmaz ise Mısır vatan-perverlerine yapıştırmaya Tanin’in Eylül tarihli nüshasının’ıncı sahifelerinde “Mehmed Nafiz” imzasıyla ve Halide Salih Hanımefendi’nin romanı vesilesiyle bütün Osmanlı İslam kadınları hakkında “siyah kafesler arkasında asırlardan beri hayattan bilgiden; insanlıktan uzak hayvanca bir cehaletle mahsur olarak yaşatılan bu beyinsiz bu hissiz; bu idraksiz kadınlarımız içinde ciddi bir tahsil ve irfan derin bir tekemmül ve terbiye ile bir Halide Salih Hanımefendi çıkabilecekmiş” diye tahkırat yürütülüyor. Bu satırları yazanın Osmanlı olamayacağına bidayeten hükmettikse de imzanın Mehmed Nafiz olması muharririn bu hissiz bu beyinsiz analardan! doğma biri ve maatteessüf Osmanlı olduğunu anladık. Hemşirelerimiz Seviye Talip romanını yazan muma-ileyha Hanımefendi’den başka tekmil biz müslüman kadınlarının “beyinsiz hissiz idraksiz insanlıktan uzak ilh.” ta’birleriyle tezyif edilmemize susacak mıyız? Mehmed Nafiz’in bu kirli hislerini bu mülevves iftiralarını yüzüne fırlatıp da “Osmanlı kadınları senin bühtanından varestedirler. İnsanlık roman yazmakla tecelli etmez; bir Osmanlı hanımının alnı her vakit pak kalbi her vakit hubb-ı fezail ve insaniyet ile doludur!” demeyecek miyiz? Matbuatın serbestisinden ve bir romanın mevki’-i intişara vaz’ından bil-istifade kalbinden Osmanlı kadınlarına karşı beslediği teşni’ata cereyan veren “beyefendi”yi bu hareketinde sükutumuzla teşci’ mi edeceğiz? Hemşireler! Biz bu iftiralara dayanamayarak işte yazıyoruz. Evvela Osmanlı kadınlarını bu kadar üzen beye soralım ki kendisi beyinsiz hissiz dediği sürüden doğmamış mıdır? Bu ta’birleri sarf ederken Osmanlılıktan değilse anasından hemşiresinden haya etmemiş midir? Osmanlı hanımları! Biz öyle münasib sanıyoruz ki bu şeni’ sıfatları Nafiz’e verelim yüzüne atalım yoksa bu mülevves ve “Bakın İslam kadınları ne kadar hissiz ne kadar beyinsiz beslendiği muhtemel bir erkek yazıyor yine susuyorlar. Hakıkatte faa ederlerdi” denilecektir. Bu ikinci teşhire razı mısınız? Nafiz eğer bir Osmanlı idiyse ve yazacağı şey tenkıd-i muhık olacaktıysa milyonlarla İslam kadınlarını beyinsizlikle göstererek bizi bil-iltizam hor ve bigane bırakan erkeklere lanet ederek idare-i kelam etmeli idi. Fakat bu irşadat Osmanlı kalbi taşıyanlardan beklenir. Analarını duygusuz Hanımefendi’ye “yegane terbiyeli” ve diğer bütün Osmanlı Nafiz’e o müteaffin ağzını ve yüreğini açtıran ne imiş bilir misiniz? Saliha Hanımefendi’nin roman yazması pek iyi yazması. Hanımefendi’nin zümremizde yetişmesi şüphesiz tekmil Osmanlı hanımlarınca medar-ı iftihardır. Buna söz yok. Fakat anlamıyoruz niçin Halide Salih Hanımefendi gibi bir Seviye Talip romanı yazamayan; yahud onun gibi bir İngiliz mektebinden çıkmayan Osmanlı hanımları hayvanca cahil beyinsiz insaniyetsiz idraksiz oluyorlar? Adamlık Osmanlı lık midir? Roman yazmayan bir ecnebi müessesesinden oku mayan adam olamaz mı? Düşmanların bile medh ü senadan geri durmadıkları Osmanlı ordusunu bu kadar yüksek bir kalple ateşin bir hamiyet hissiyle büyüten; sütlerimizle besleyen biz kadınlar değil miyiz? Nafiz’in münharif gözleri bunu görmeyebilir. Nafiz “Osmanlı kadınlara” hayvanca cahil insaniyetsiz duygusuz demekle Osmanlılığı’nın anasını ninesini hemşi resini zevcesini taşlıyor. Padişahımızdan askerlerimizden ulemamızdan esnafı mızdan çocuklarımızdan rençberlerimizden hasılı köylü şe hirli Osmanlılarımızdan her birinin insaniyetsiz duygusuz beyinsiz kadınlar sütüyle beslendiği sabit oluyor. Bize kalırsa bütün Osmanlılığı tahkır için yıldır “Nafiz”den ağır söz söyleyen bir cür’etkar bu vatanda görülmemiştir. Bu hare ketiyle anlaşılıyor ki Nafiz Türkiye’nin evladı bura kadınları nın mahsulü değildir. Nafiz’in bu tahkıratına bilmem erkeklerimiz susacak mı? “Evet dediği doğrudur. Biz hissiz insaniyetsiz hayvan ana lardan doğduk.” diye teslim-i şena’at edecek mi? Zannetmeyiz. Biz kadınlığımızla ilk darbe-i meşrua-i müdafaayı Nafiz’in kırılası kalemine indiriyoruz. Erkeklerimiz de vazifelerini görsünler. Bu kirli gömlekten kendilerini içtikleri sütü takdis ettikleri Osmanlılık sıfatını tathir etsinler. Hemşireler! Kadınlar donanmamıza fedakarlık hususunda erkeklerden geri kalmamaya azmettik. Bu bir hiss-i ulvi eseri değil midir? Hissiz kadınlar böyle şey yaparlar mı? Aliye Emine Semiye Nigar Mihrünnisa Fahrünnisa Aişe Sıddika gibi ilh… hanımefendiler yetişti. Bu bir nişane-i terakkı değil mi? Erkeklerinin bir kısm-ı küllisi! “Kızlar kadınlar tahsil ve terbiye görürse ahlaksız olurlar.” i’tikadını besleyen bir muhitte teşviksiz vesaitsiz hüda-yı nabit yetişenlerimiz de gösteriyor ki biz kadınlar tekemmüle müstaiddiz. Bize her nevi’ esbab-ı teali bahş ve tatbik edildi de mi asar-ı terakkı gösteremedik; hissizlik insaniyetsizlik idraksizlik gösterdik? Biz kadınlar ekseriyetle magsubu’l-hukuk mazlumlarız. Terakkılerine sa’y edilmemiş ihmal olunmuş bir “unsur-ı mühimm”iz. Cennet bizim ayaklarımızın altındadır. Bize erkekler dest-i mu’avenet ve irşadlarını uzatırlarsa Osmanlıları evc-i kemale çıkarabiliriz. Bir kere bize tarik-ı tefeyyüzümüz gösterilsin. Me’asir-i kemalat irae edemezsek o vakit “hayvanlığımıza sun. Mektepsiz gazetesiz her türlü esbab-ı irfansız yaşatılan bu zavallı zümre-i nisa-i Osmaniyyet bu fakr u gafletten mes’ul değildir. Mes’ul hain müstebidlerdir. Binaenaleyh kadınlarmızın emr-i ıslahına aid yürütülecek tenkıdat kadınlar aleyhine balta sallamakla; onları hayvaniyete indirmekle değil rahm u irşadla müzeyyen olmalıdır. Siyah kafesler arkasında yaşadığımız mes’elesine gelince! Eğer garb medeniyeti çarşaflarımızı hayvani heveslere teslim-i iffet için terk ettirecekse biz o siyah kafesler arkasında “bakir bir ismet”le müsellahen mestur kalmayı zindanda değil cennette hayat-ı cavidani bileceğiz. Bir kere garbda şarkta “büyük faziletlerden sayılan meziyyat-ı nisa’iyye” düşünelim: Sadakat ve namus – hamiyet – terbiye-i evlad – evin hüsn-i idaresi değil mi? Bizi fersah fersah geçtiği söylenen garb kadınlarından bu mektepsiz bırakılan fakat her halde insaniyet adabını bilen bu Osmanlı kadınları namus ve hamiyet ve faziletlerinde bir adım bile geri kalmaz ve hatta onlara gıbta-bahş olacak emsal-i sadakat ve hamiyyet gösterir. Garbda vatanı için ölmeye hazır kadınlar varsa Türkiye kadınları da bu feyzden mahrum değildirler. Biz Osmanlı kadınlar erkeklerin bize öğrettiği kadar “terbiye-i evlad” emrinde de kusur etmiyoruz. Fakat roman yazamamışız. Ne beis var? Garbda bu bir kusur ise şarkta değil. Her kavmin kendine göre adab ve adatı vardır. Garb adatının hepsi şark adatına şarkınkiler hep garbdakilere uyar mı? Erkekler bize daha çok ta’lim etsinler. Biz de evladlarımıza daha ziyade telkın edelim. Bu husustaki iktidarla İngiliz Alman analarına yetişelim Avrupa’da fabrikalar anaları evden kopararak izbelere çekiyor. Bu yüzden terbiye-i evlad teşkil-i aile emr-i mühimmi Avrupa’da gide gide aksak mühlik bir yol alıyor. Bizde o fabrikalar olmadığı için Osmanlı hanımları evladlarını evlerinde Nafiz’in zindan farz ettiği haremlerde daha iyi terbiye edebilirler. Nafiz hayvanca cahil Osmanlı kadınlarından bahsediyor. “Hayvanca” sıfatını reddederiz. Bu sıfatı muhterem Osmanlı hemşirelerimiz kabul etmezler “cahil”e gelince evet garb kadınlarına nisbetle cahiliz. Fakat hamiyet-i Osmaniyye’nin sadakat-i ruhiyyenin lüzumunu idrak ve bu faziletleri hissetmez değiliz. Demek ki şarka mahsus his ve Evet nisbeten cahiliz. Fakat Osmanlı bayrağı Osmanlı namusu Osmanlı vatanı Osmanlı askeri deyince yüreklerimiz titremek hiss-i ulvisinden mahrum değildir. Demek ki hassasız müdrikiz. Evet nisbeten cahiliz. Roman düşkünü Beyoğlu seyyahları beylere karşı kurşundan toptan süngüden korkmaz vatan uğruna ölümden kaçmaz çelik sineler demir yürekli arslanlar yetiştirmesini ve yetiştirmenin farz olduğunu anlamamış hasta analar değiliz. Fakat ne yapalım ki bir ecnebi mektebinden çıkmamışız; ne yapalım ki roman yazamıyoruz. Düşünmeli ki Osmanlı kadınları bu meziyetlere sahip da doğdum diye kayıt tazeleyen erkekler arasında bu mukaddes hissi takdir edemeyen sefihler hissizler iki sene evvele kadar çok idi. Meziyyat-ı nisa’iyyeden evin hüsn-i idaresine gelince: Bu hususta Avrupa modasına düşkünlük belasına musab analar Osmanlı kadınları çok. Fakat erkekler değil mi? Hangi taraf hangi tarafı haksız çıkaracak. Evin iktisada tealluk eden bu faslından başka hususiyatı için lazım behre-i fenniye sahip değilsek kabahat sınıf-ı ricaldedir. Mektepler bilhassa kız ve kadın müessesat-ı ilmiyyemiz arttıkça Osmanlı hanımları ne hisli ne idrakli cevherler olduklarını bir kat daha isbat edeceklerdir. Vaktiyle hemcinslerimiz kadınlar askere giderler; muharebe ederler; yaralılara bakarlar; su taşırlar ordularda şarkı ve şiir söyleyerek neferleri teşci ederlerdi. Eski merakiz-i medeniyyede cevami’ ve medariste açıktan erkeklere hadis lisan tarih hukuk ahlak dersleri veren İslam kadınları değil mi idi? Bu tefeyyüz o devirlerde erkeklerin daha çok münevver daha az mutaassıb daha az kıskanç olmalarından sini kadınlar çekmiştir. Bunda bizim ne suçumuz var ki Osmanlı kadınları “insanlıktan uzak” sayılsın? Biz Osmanlı kadınları cehlimizi i’tirafla beraber hissiyyat-i ulviyye-i milliyye ve Osmaniyye’ye her vakit sahip olduğumuzu hele pek yüksek “insan ve hanım kalbi” taşıdığımızı söyleyerek müfterilere “hissiz idraksiz beyinsiz” sıfatlarını Ve şunu söyleyelim ki biz Osmanlı hanımları artık eski zaman hemşirelerimiz gibi askere gitmek neferlere bakmak orduda şiir ve musikı söylemek vazifeleriyle muvazzaf olmak lerden Maarif Nezareti’nden istiyoruz ki Osmanlı hanımlarının Nafiz’in inadına muttasıf olduğu hissiyyat-ı ulviyyeye refik olacak irfan vasıtalarını tezyid etsinler. Emin olalım ki yakın bir istikbalde Nafiz gibi insanlığı terbiyeyi romancılıkta arayanlar roman yazmayanı hayvan hissiz beyinsiz sanan bed-hahlar bu Türkiye’de doğmaz olacaktır. Bir Osmanlı sinesi böyle bir vücud emzirmeyecektir. Muhterem on milyon hemşirelere! Bu sözlerimiz üzerimize atılan çirkabı izale ve sizi de müdafaaya teşrik içindir. Yoksa Nafiz’le münazaraya tenezzül edecek hanım tasavvur edemeyiz… Rumeli Hisarı Muhadderat-ı İslamiyyesi Tarafından: Türkistan: – Rusya’nın müslümanlarla meskun vilayetlerinin cümlesinde olduğu gibi Türkistan’da da sırf müslümanlara mahsus olarak hükumet tarafından açılmış mekatib-i ibtidaiyye mevcuddur. Bunlara mahalli Rus mektepleri denilir. Mekatib-i mezkurede müslümanlara Rus diniyle Rus ruhunda ma’lumat-ı ibtidaiyye öğretilir. Lisan-ı milli fakat mu’tekadat-ı diniyye tedrisine hasrolunmuştur. Müslümanlar öteden beri çocuklarını mahalli Rus mekteplerine pek az verirlerdi; eski usul medreselerin hemen aynı olan sıbyan mekteplerini usul-i tedris nokta-i nazarından teşkilatı pek berbad olmakla beraber hiss-i dini ve milliyi muhafazaya hadim oldukları için bunlara tercih ederlerdi. Son sene zarfında yeni usul milli ibtidaiye mektepleri vücuda geldiğinden mahalli Rus mekteplerinin müdavimleri daha ziyade eksildi. Tutulan resmi istatistiklerden anlaşılıyor ki Semerkand eyaletinde mevcud birkaç mahalli Rus mektebinden geçen sene ancak dört müslüman çocuğu şehadetname almıştır; halbuki usul-i cedid-i milli ibtidaiyelerin beherinde yüz ila iki yüz çocuk tahsil ile meşguldür. Bu fark-ı azimi gören Türkistan vali-i umumisi mahalli Rus mekteplerinin ıslahı yani müslüman çocuklarının kesretle devamının te’mini çaresini araştırmak için bizzat kendi riyaseti altında bir komisyon te’sis etmiştir. Rub’ asırdan beri Türkistan’ın Ruslaştırılmasına sarf-ı gayret eden ma’ruf misyoner Astromov da işbu komisyon a’zası miyanında bulunurdu. Komisyon birkaç celse devam eden müzakeratı nihayetinde mahalli Rus mekteplerine mahsus muallimler ihzar etmek için bir darü’l-muallimin te’sisine ve lisan-ı tahsil esasen Rusça kalmak şartıyla Rusça’nın ehemmiyeti ahali tarafından tamamen takdir edilinceye değin bazı ma’lumat-ı fenniyyenin mahalli lehçe ile de ta’rif ve takririnin cevazına karar verilmiştir. Mahalli Rus mektepleri yerli müslümanların evladına mahsus olduğu halde komisyonun müzakeratına yerlilerden hiç kimse da’vet olunmamış ve bu babda yerlilerden hiç kimsenin re’yine de müracaat edilmemiştir. Kariinimiz yukarıdaki satırları okurken Hükumet-i Osmaniyye’nin mekatib-i umumiyye usulüyle Rusya’nın rehber-i hareket ittihaz ettiği mekatibin tefriki usulünü fikren elbette mukayese etmişlerdir. Bismillahirrahmanirrahim Sure-i ulada zikrolunduğu vech üzere “Rab” bi’n-netice terbiyeden ve terbiye dahi tesviye-i mizacdan ibaret idi. Çünkü bu mizaca isti’dad-ı beden husul bulmaksızın insanın teşekkül ve tekevvünü mümkün değildir. Bu isti’dad-ı mizac dahi ukul-i kasıra-i beşeriyyenin idraki fevkinde olan bir terbiyye-i latife ile husul-pezir olur ki kavl-i ilahisinde buna işaret buyrulmuştur. Derecat-ı terbiyyenin birincisi tesviyye-i mizacdır ki bir ve kuva-yı beden üzerine kahr u galebe ihsan olunmuştur. Beden bildiğimiz a’za-yı mahsusanın mecmuu olup kuva-yı bedeniyye dahi kuvve-i hissiyye hayaliyye vehmiyye fikriyye sem’iyye basariyye şemmiyye zevkıyye lemsiyye şeheviyye gadabiyye ve adelatı muharrik olan kuva-yı müddehare gibi kuva-yı hayvaniyyenin gerek zahirisi ve gerek batınisi olsun ve hazime dafia cazibe masike gibi şu’beleriyle beraber kuva-yı nebatiyyeden kuvve-i gaziyye bulunsun veyahud kuvve-i münmiyye ve kuvve-i müvellide olsun yani ihtilaf-ı ahval ve tebayün-i müte’allikat ve teşa’ub-i me’hazıyla beraber bil-cümle kuva-yı hayvaniyye ve nebatiyye nefs-i natıka-i ruhaniyye-i şerife-i kamilenin taht-ı tedbirinde makhurdur. Evvelen mizacı tesviye buyurup saniyen nefs-i natıkanın makhuru kılması hasebiyle Rab Teala ve Tekaddes hazretleri melik-i mutlaktır yani tedbirat-ı bedeniyye nefs-i natıkaya tefvize maliktir ve suret-i hakıkıyyede malik olan kendi malik olduktan sonra diğerini de malik edebilir. Bundan sonra cevher-i nefs-i insani mebadi-i müfarakasına müşahedesi ile iktisab-ı behcet ve husul-i üns-i kurbete müştak olur ki cibillet-i garizin nefs-i insanide hasıl ve sabit olan bu şevk ve arzu celaya-yı mukaddeseden kendisine ifazası ru’ olmasını talebe teşvik eder ki bu ifaza dahi nefs derecesine vasıl olmuş ise harekat-ı akliyye-i intikaliyye tarikıyle husul bulur. Veyahud kuva-yı batıniyyeden kiyyun ile Kassa[m]iyyun mesleklerine işaret edilmiştir. vukua gelir ki bunların kaffesi bu mebadi-i şerifeye karşı ibadettir. Binaenaleyh nefsi bu derecede müteabbid olup bu mebadi dahi ma’bud olur. Fakat ma’bud-ı bil-hak Allahu TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ekim Beşinci Cild - Aded: Teala ve Tekaddes hazretleri olmakla her vakit için bu mebadiye ayrı ayrı isimler verildiği aşikar olur. Mesela: Mizacın tekevvünü hasebiyle verilen isim “rab”dir. Kabz-ı nefs hasebiyle “melik” tesmiye olunmuştur. Nefsi sevk hasebiyle üçüncü isim de “ilah” olur ki sure-i şerifede mebadi-i şerife ile nüfus-ı natıka arasındaki teallukatın sunuf-ı derecatı bu isimde munkatı’ olmuştur. Bu mebadi-i şerifenin muhassalası vahib-i suver ve müdir-i taht-ı kürretü’l-kamer olan mebde’-i şeriftir. Bundan evvelki sure-i şerifede mebde’-i infilak olan yani mebde’-i vücud bulunan mebde’-i evvelden keyfiyet-i rife dahi vahib-i suver olan mebde’-i karibden edilecek istiazenin keyfiyeti izan ve derecat-ı ta’allukat tibyan olundu. Vesvas ika’-ı vesvese eden kuvvettir ki nefs-i hayvaniyi kabzasına almak hasebiyle kuvve-i mütehayyileden ibarettir. Mebadi-i şerife ile kesb-i ittisal etmeğe müştak olan nefsi natıkanın vechi bu mebadi-i müfarakaya müteveccih ise de maddiyat ve alayık-ı maddiyyat ile kuvve-i mütehayyile kendisini meşgul edecek olursa bu kuvvet onu tahnis yani aksi cihetine tahrik eder. Ve bilakis cezbeder. Ve bunun için hannas olur. Yani hannas ki kuvve-i mütehayyileden ibaret idi. Bu kuvvet-i nefsin matıyye-i ulası olan sudura ilka-yı vesvese eder. Çünkü nefs-i insaniyyenin müteallık-ı evvelini kalb olup buradan sair a’zaya kuva-yı hayatiyye intişar eyler. Binaenaleyh vesvese en evvel kalbde icra-yı te’sir eder. Cin istitar demektir. Nas ile insten müştak olmakla umur-ı zahire ma’nasınadır. Binaenaleyh cin umur-ı müstetire yani havass-ı batıne ve nas dahi havass-ı zahire olmuş olur. Mütenebbi divanını karıştıranlar şiirinde hikmeti ile hamaseti mezcettiği için Arab’ın en ma’ruf şairleri derecesine çıkarılan bu adam ile Emir Seyfü’d-Devle arasındaki münasebeti bilirler. Bizim Koca Ragıb Paşa merhumun hikmetiyle Nef’i’nin cezaleti şiddeti bir yere getirilir de aynı şaire verilirse işte size bir Mütenebbi! Yalnız bizim Nef’i harb ve darb tasvirinde gösterdiği kudreti hissiyyat-ı aşıkanesinin tercümanı olan gazellerinde de izhar edebilmiş iken öbürü bunu kabil değil yapamamıştır. Evet Nef’i divanında o kadar vecd-engiz o kadar rakık gazeller bulunabilir de Mütenebbi’de belki bir tanesi görülemez. Araplar kasidelerinde –bizim şairlerin ta’biri vechile– gazel tarh edeceklerse ona teşbib ismini vererek manzumenin baş tarafına geçirirler. İşte zavallı Mütenebbi’yi en ziyade sıkan öyle zannederim bu teşbibler olmuştur. Şair kendisinin duymadığı birtakım hisleri duyurmak mecburiyetiyle adi bir nazım derekesine indikten sonra bakarsınız birden bire yükseliverir: Çünkü artık doğrudan doğruya sanihat-ı fikriyyesini Seyfü’d-Devle Al-i Hamedan padişahlarının en fazılı en edibi olduktan başka pek büyük bir askerdir. Bu muhterem zatın me’asir-i irfan ve şecaati Mütenebbi’ye büyük büyük şiirler söyletmiştir. Zaten şairin en güzide eserleri vaktiyle Mısır’da hükumet eden Kafur İhşidi ile Seyfü’d-Devle hakkındaki kasideleridir. Üdeba-yı Arab Kafur için söylediklerini daha parlak buluyorlar. Zaten şairin kendisi de “Ben o kasideleri Kafur için söylemedim; Mısır ulemasına beğendirmek için söyledim.” dermiş. Mütenebbi Kafur’a takdim ettiği kasideleriyle kendisine bir vilayet verilmesini ister Kafur da zavallıyı oyalar dururmuş. Nüdemasından biri “Efendimiz bu adamcağızın matlubunu söylüyorsun! Bu herifin dünyada bir dikili ağacı yokken peygamberlik da’vasına kalkıştı. Ben tutar da koca bir memleketi eline verirsem uluhiyetini i’lan etmeyeceğine nasıl emin olabilirim?” cevabını vermiş. Mütenebbi’nin muasırlarından bir de Ebu Firas Hamedani vardır ki Arab’ın en büyük şairlerindendir. Kemal’in Cezmi’sinde görülen müfredi Ebu Firas’ın pek ma’ruf bir kasidesindendir ki emsaline az tesadüf olunur. Hatta Araplar “Şiir bir emir ile başladı. Bir emir ile bitti.” derler ki evvelkisiyle muallaka sahibi İmruu’l-Kays’ı ikincisiyle de Ebu Firas’ı kasdederler. Bir gün Mütenebbi Seyfü’d-Devle’nin huzurunda bir neşidesini okurken nahviyyundan İbn Haleveyh daha bir iki edib ile beraber Ebu Firas da bulunurmuş. Bu sonraki şairin kasidesini fena halde didiklemiş en güzel beyitlerindeki hikmetlerin nüktelerin başka yerlerden naklolunduğunu da söylenmeyecek sözler söylemiş. Seyfü’d-Devle de nasılsa bulunmuş. Şu kadar var ki Mütenebbi’nin: Sen heman eyle tekellüm razıyem düşname ben mısra’ından daha kuvvetli olan: tarzındaki tezallüm-i rakıki üzerine hemen pişman olarak şairini kucaklamış; nevazişlere iltifatlara ihsanlara boğmuş özürler dilemiş. Bu vak’ayı müteakıb Mütenebbi ufak bir manzume daha sonra büyük bir kaside ile Seyfü’d-Devle’ye teşekkürler eder. İkinci kaside: matla’ıyla başlar epeyce de sürer. Bu kasidenin aşağılarına doğru tamam on dört emr-i hazırın dizilmesinden husule gelmiş bir beyit vardır ki şöyledir: Kusurumu affet; na’il-i ihsanın olayım; bir çiftlik ver; beni yayan bırakma; mevkiimi i’la et; kederden kurtar; eski şerefimi iade eyle; atanı artır; bana karşı güler yüz göster; sevindir; her zaman mazhar-ı ihsanın olayım. gibi birtakım ma’nalar ifade ediyor. Şair bu beyte gelinceye kadar pek güzel sözler söylediği bütün şu emir sigalarından her birinin tazammun ettiği istirhama karşı: “Affettim; daima lütfumu göreceksin; Haleb civarındaki .... çiftliğini verdim; iki yağız at rükubuna tahsis olunacaktır; şeref-i kadimin kamilen masundur…” gibi mukabelelerde bulunmuş mecliste gayet zarif bir ihtiyar varmış. Mütenebbi’nin nail olduğu bu kadar ihsanı tabii çekemediği için: “Efendimiz herifin ne kadar mes’ulü varsa üşenmeden birer birer is’af buyurdunuz. Yalnız biri kaldı …” demiş. Seyfü’d-Devle: “Hangisi?” deyince: “Heş beş sigalarının akıbinde hih! hih! hih! diye gülecektiniz!” cevabını vermiş. Emir ihtiyarın bu zarafetini son derecede takdir ederek ömrünün son senelerini refah ile geçirecek kadar ihsanda bulunmuş. Meşhur Asma’i birgün Harunurreşid’in yanında imiş. Badiyeden bir Arap halifenin huzuruna çıkarak bir şiir inşad etmiş. Halife şiiri takdir yolunda veciz fakat müsecca’ iki üç cümle irad ettikten sonra “Sana şu kadar altın versinler.” demiş. Lakin Arap “Bir tanesini bile kabul edemem.” cevabını vermiş. Halife karşısındaki kebeli Arab’ın şu istignasını görünce hayrette kalmış; sebebini sormuş. – Ya ben okuduğum şiir için nasıl para alabilirim ki sizin o mensur sözleriniz benim zavallı neşidemden bin kat parlak düştü? Artık Harunurreşid’in gurur ve inbisatı tasvirlerin hatta tasavvurların fevkıne çıkacağını Arab’ın caizesini yüz misline çıkaracağını söylemeye lüzum yoktur değil mi? Asma’i diyor ki: – Bu kadar yaş yaşadım bu kadar ümera ile hulefa ile agniya ile düştüm kalktım da atiye saydı hususunda şu baldırı çıplak bedevi kadar bile maharet gösteremedim. Yazıklar olsun! Fransa’nın on dokuzuncu asır felasifesinden Victor Cousin – tarafından Adl ü İhsan ünvanıyla te’lif edilen eser-i hakimanede felsefe-i tarihe aid pek güzel parçalar vardır. Atideki sahifelerini enzar-ı kariine arz eylemek pek mevsimsiz sayılmaz. Kariin-i kiram birçok hakayıkı muhtevi olan bu suturu okurken hem müteselli hem de Victor Cousin diyor ki: yet fikri bil-cümle hukukun musaddak ve muhterem olacağı ve hürriyetin –ta’bir-i ca’iz ise– cevheri meydan-ı inkişaf ve alaniyete çıkacağı devrin hululüne kadar daima zihn-i beşerde kesb-i inbisat ve ittisa’dan hali kalmayacaktır. Hikmet-i tarih cem’iyyat-ı beşeriyyenin kimini i’la eden kimini girdab-ı inhitat ve helake düşüren inkılabat-ı azime arasından alem-i insaniyyetin gaye-i kemal olarak pişgah-ı hayalde duran bir cem’iyet halini almak üzere kademe kademe yaklaşmakta olduğunu bize gösteriyor. Bu gayeye vusul nihayet şahs-ı insaniyi ala’ik-ı esaretten külliyen azad edecek ve hürriyetin sath-ı gabrada sahib-i yegane-i kudret ve satvet olduğunu inba edecektir. Gaye-i hayali olan bu cem’iyet hiçbir vakitte suret-i mutlakada suret-pezir-i şuhud olamayacaktır. Zira herhangi bir gaye-i hayal alem-i vücuda hatve-zen olsa derhal letafet-i hayaliyyesi tenakus eder. Ancak bu noksan letafetle beraber yine imtizac ve intiba ettiği mevzuatta hüsn ü bahanın menşe ve menbaı odur. Bu gaye-i hayal cem’iyet-i hakıkıyyenin öyle bir şu’le-i nuranisidir ki edvar-ı bi-beka-yı dehr içinde yekdiğerini cem’iyeti kendi haiz olduğu azamet ve kuvvetten az çok behre-mend eder. hürriyyetle asude-nişin olur. Bu şekl-i hürriyyet insanların haline çesban kaldıkça payidar olur. İnsanlar zencir-i esaret altında en ziyade rencide olmuş zannettiğimiz devirlerde bile ma’na-yı mutlakıyla tahammül-fersa bir tazyike giriftar olmuş değillerdir. Zira her ne denirse densin cem’iyetin herhangi bir hali ancak o hale ma’ruz kalanlar rıza ve muvafakati ceden yüksek bir hürriyete talip olamayacaklarından istibdadın kaffe-i enva’ ve eşkaline esas esaret değil cehalettir. Henüz devre-i tufuliyyeti geçirmeyen mevcudiyetini yani hürriyetini henüz yalan yanlış hissetmeye bile vakit bulamayan akvam-ı kadime-i şarkıyyeyi bir tarafa bırakalım; insanların harekete ve kendilerini tanımaya daha yeni başladıkları devr-i şebab-ı alemde eski Yunanlılarda bile tıfl-ı nevzad-ı hürriyyet henüz pek na-tüvan iken yine daha kuvvetlisi daha faidelisi aranmıyordu. Lakin her nakısın cevherinde kesb-i kemale bir temayül-i fıtri mevcud olduğu için her şekl-i hürriyyet muvakkaten yaşar ve onun makamına bir şekil kaim olur. Ve bu ikinci şekil evvelkisini mahvetmekle beraber ruh ve ma’nasını tevsi’ eder. Zira şer mahvolur bakı kalan seyrinde daim olan hayrdır. Garibdir ki kurun-ı vustada insanlar kurun-ı kadimeden daha hür idiler. İnsan bey’ ü şirası yavaş yavaş hükümden düşmüştü. Bu mümkün zamanlarda behre-mend olduğu derecat-ı hürriyyete artık kanaat etmiyor. Ve onu ihtiyacına gayr-ı kafi gelen o daireler sanların tazyik-i esaretle ezgin olmadıklarının en celi bürhanı o hallere tahammül etmiş olmalarıdır. Kurun-ı vusta duş-ı run-ı vusta esaretine taarruz da işte bu iki üç asırda vaki’ olmuştur. Bir cem’iyetin eşkali kendi isti’dadına tevafuk ederse kat’an tezelzül kabul etmez. Ona her kim taarruza cür’et ederse kendini mahveder. Lakin bir cem’iyetin şekli devre-i kuktan fazlasını tasavvur ve taleb eyleyince cem’iyetin istinad-gah-ı bekası olan şey terakkısine bir engel hükmüne girince vaktiyle taabbüde şayeste görülen o şekl-i metinu’lesasa karşı fikr-i hürriyyetle onun lazım-ı gayr-ı müfarıkı olan muhabbet-i akvam zail olunca onu canlandıracak ruh ve hayattan artık mahrum kalan o heykel-i mahbuba her kim eliyle dokunursa derhal yıkıp hak-i helak ve izmihlale serer. Nev’-i insan işte böylece şekilden şekle girer inkılabdan seyrinde daim olur. Nev’-i beşerin de –bu alem-i mahsus gibi– maye-i beka ve hayatı mevt ve fenadır. Bu mevt ve fena bir halk-ı cedidin bir hayat-ı nevinin tohumunu havi olduğu bu nokta-i nazardan bakılınca artık muhibb-i nev’-i beşer olanları tedhiş edecek bir cihetleri kalmaz. Zira muvakkat fenaların ötesinde bir teceddüd-i daimi görürler. Zira o acıklı faciaların temaşa-giri olmakla beraber yine vekayiin tatlı bir hatime ile nihayet-pezir olacağını bilirler. Zira bir şekl-i cem’iyyetin sukut-ı can-hıraşını görürken sonraki şeklin –zevahiri her ne olursa olsun– sabıklarından daha iyi olacağına tamamen kani olurlar. Bir hakim-i hurde-şinasın medar-ı tesellisi ümidi akıdei saf ve halisi işte budur. Alem-i insaniyyetin geçirdiği buhranların mukaddematında pek elim birtakım alayim; pek feci hadisata tesadüf olunur. Şekl-i kadimi izale ile bir şekl-i cedidi kabule sai olan akvam nazarında bu şekl-i cedid sehayib-i şükuk içinde tecelli edeceğinden o hal-i nev-zuhurun bahşettiği mübhem ümidlerle arz eylediği amal-i dur-a-dur ile müteselli olmaktan ziyade bi-huzur olurlar. Zira her şeyin cihet-i selbiyyesi vazıh; cihet-i icabiyyesi mübhemdir. Hesabı kesilen; saha-i nisyana atılan mazi ma’lum iken bu kadar hararetle intizar ve arzu edilen ati muzlimdir. Bazı eşhasta reyb ü şekke; fıkdan-ı akıdeye müncer olan ızdırabat-ı ruhaniyye işte bundan darü’l-emanımız ise bil-cümle vekayi’-i tarihiyyenin esas-ı ma’nevisini; mevzu’-i hakıkısini bize keşfeden bize gaye-i hayale muvafık hakıkı ve daimü’l-beka cem’iyeti bir nazar-ı salim ve sahih ile görecek dideler bahşeden hikmettir. Evet aled-devam teceddüd eden eşkal içinde tecelli eden daimü’l-beka bir cem’iyet vardır. Her taraftan bu alem-i Bunu soracağımıza ta’kıb etmesi lazım gelen gaye-i kudsiyyeyi öğrenmeye çalışalım. İnsanların ne olacağı lehü’lhamd ne yapılmak lazım geleceği ma’lum olduktan sonra alem-i insaniyyetin ne olacağı varsın bize mechul kalsın. Maişet bil-cümle şedaidi; ahval-i beşeriyyenin daimi temevvücatı arasında bize rehber olmağa kafi fena bulmaz birtakım usul ve kavaid vardır. Bu usul ve kavaid pek basit olmakla beraber derece-i nihayede haiz-i ehemmiyyettir. Akıl ve temyizden en az hissedar olanlar bile –içlerinde bir insan kalbi varsa– bunları hem anlar; hem icra ve tatbik eder. Bu usul ve kavaid bu kadar besatet ve ehemmiyetleriyle beraber efrad ile cem’iyatın zirve-i ulya-yı terakkıyyata varmak Bunların birincisi adldir ki hürriyet-i insanın diğer insanların hürriyetine karşı la-yetegayyer bir riayetidir. İkincisi ihsandır ki adlin pek haşin olan muktezayatını asla bozmaksızın ta’dil taziyane-i tealisidir. Bunların herhangisi yok olursa alem-i adımlarla muntazaman yürür. Vaz’-ı kavaninde; kabul-i adat ve ahlakta; hatta her şeyden evvel fikirde; felsefede saha-i tahkıke celbedilecek gaye-i hayal işte bu olmalıdır. Geçen makalemde Fransız usul-i tahsilinin fenalığından ve memleketimizde senelerden beri müfid bir netice husule getiremediğinden bahsetmiş idim. Bu defa da Fransız usulü teakkub etmek üzere açılan liseler ile asıl muhtaç olduğumuz mektepleri mevzu’-i bahs edeceğim. Maarif Nezareti şüphesiz ki büyük bir hüsn-i niyyet ve cak liseleri açmaya karar verdi; fakat teessüf olunur ki bu kadar vasi’ hüsn-i niyyetle beraber milletin memleketin asıl muhtaç olduğu cihetlere ihtiyacat-ı kavmiyye ve medeniyyemize gurur ve istikbal-i millimize ihale-i nazar etmekte büyük kusurlar ika’ edildiği meydana kondu. Maarif Nezareti’nin liseleri küşaddaki başlıca nokta-i nazarı nazik ve bizce şayan-ı takdir ve emel olan böyle bir vazifeyi afiyetler ihzar edeceği gibi mektebe dahil olan gayr-ı müslim talebeler Osmanlılığa kat’iyen ısınamayacaklar ve binaenaleyh kalacaktır. Ecnebi ba-husus Fransız muallimler hiçbir vakit talebelerine Osmanlılık muhabbet-i vataniyyesi ve ittihad-ı anasır hissiyatı ilka etmeye gayret etmeyeceklerdir. Belki şarkta Fransız muhabbeti Fransa ibtilası husule getirmeye sa’y edeceklerdir ki Fransa için bu öteden beri arzu ve emel edinilmiş programın bir maddesidir. Bu hususta Suriye’de ve ba-husus Beyrut’ta ne kadar sarf-ı gayret-i mütemadi edildiğini bugün görüyor işitiyoruz. Fransa Hükumeti şarktaki Fransız mekteplerine her sene mühim bir bütçe ayırıyor buna sebep de Türkiye’deki ve şarktaki ahalinin ela gözlerine meftun oldukları değil ahaliyi her türlü ihtimalat-ı hayaliyyeye karşı Fransızlar için hazırlamak ve Fransa mahsulat ve ma’mulatı ve ticareti için ebedi mahreçler te’min etmek arzularıdır. Fransa’da böyle bir program mevcud iken Fransa memleketimiz umur-ı tedrisiyyesine istihdam edilmek üzere gönderilecek olan muallimleri hiçbir vakit şarka hakıkı muhabbeti bulunan ve Türkiye’de muhabbet-i vataniyye ve etmez. Biz bi-çare Türkler de binlerce liralarımızla Fransa arzusuna amaline hizmet etmiş olur beklediğimiz özlediğimiz terakkılere hem nail olamaz ve hem de beyhude vakit izaa etmiş oluruz. Esasen vatanın asıl muhtaç olduğu müteşebbis gayur sahib-i azm; maddi ve ma’nevi dinç metin i’tidal-i dem sahibi gençleri yetiştirmeye kat’iyen muvaffak olduğunu isbat edemeyen Fransız usul-i mektebiyyesinin daha devam ve tevsii ve Fransız muallimler eline tevdiiyle özlendiği düşünüldüğü gibi netice hasıl olamayacağını ümid ederiz ki Maarif Nezareti takdir eder zannederim ki pek yakında mevzu’i bahs liselerin te’sisinden sarf-ı nazar edildiğini işiteceğiz. Konya’da daha bilmem nerede henüz takunya ile mekatib-i lerin huzurunda ders alacaklar da birgün başımıza sinyor kesilecekler öyle değil mi? Bazı zevat takunya ile mektebe devam etmenin bir kusur olmadığını söyleyerek i’tiraz ederler. Halbuki mes’ele böyle değildir. Elbisenin tarz-ı telebbüsün temizliğin ahlak azim cesaret ve ba-husus terbiye üzerine pek mühim te’siri vardır. Bu sebebe mebnidir ki iyi mekteplerde talebeye elbise ve tarz-ı telebbüs ve nezafet numaraları ve mükafatları verilir. Biz asıl lisanımızı bütün memalik-i Osmaniyye’de suret-i mükemmelede tanıttırmak isteriz. Lisanın muhabbete ve hissiyata ne kadar vasi’ te’siri olduğunu inkar edecek kimse tasavvur edemem. Biz Suriye’de açtığımız bir lisede daha doğrusu ismi ile hiç mütenasib olmayan mekteb-i sultanide orada sakin ahaliye Osmanlıca öğretecek ve lisan sayesinde terbiye ve tahsil sayesinde onları Osmanlılığa merbut edecek yerde Fransızca öğretmeye kalkar isek ne kazanırız sözlerimden zannedilmesin ki Suriye’de Osmanlılık muhabbeti pek vasi’ değildir; bilakis zannedebildiğimizden pek vasi’dir; bunu bir misal olmak üzere söyledim. Suriye kıt’asında ahali Türkçe’ye az vakıf olduklarından halbuki memalik-i Osmaniyye’nin her köşesinde mütevakkıf olduğundan; Suriyelilerin de lisan-ı resmimizi bilmeleri kendilerinin en menfaatlerine hadim bir mes’eledir. Memleketimizde ticaretin muamelat-ı iktisadiyye ve maliyyenin daha sehil ve kolay bir tarzda cereyanı için Türkçe’nin şiddetle taammümüne ihtiyaç vardır. Dünyada memalik-i Osmaniyye piyasalarında iş yapmak kadar müşkil hiçbir piyasa yoktur. Piyasamızda her lisan kullanılır. Halbuki erbab-ı ticaretin bu kadar lisanı öğrenmeleri mümkünsüzdür. Bunun için tercümelere fazla me’murlar istihdam etmeye küçük tacir ise öteye beriye yalvarmaya mecbur oluyor ki bin-netice ticarette vakit nakittir denilen üssü’l-esas ve sür’at kayboluyor fuzuli masraflar müşkilatlar tevellüd ediyor. Alem-i ticarete girenler bilirler ki bu saydıklarım mühim ve şayan-ı dikkat şeylerdir. Eğer Avusturya’da Almanca’nın Amerika’da İngilizce’nin Rusya’da Rusça’nın ticaret aleminde bir lisan olarak kabul edildikleri gibi memleketimizde de Türkçe piyasayı işgal eder ise o vakit daha çok ve kolay işler görülebilir. Bu emele vusul de ancak mekteplerimizi çoğaltmak en ziyade Türkçe tahsiline i’tina etmekle kabildir. Yukarıdan beri yazdığım yazılarla elsine-i ecnebiyyenin adem-i tahsili tarafdarı olduğum zannedilmesin. Bilakis bir muhit-i akıl dairesinde ecnebi lisanlarına fevkalade muhtacız ve herkes bilir ki ben bunun en büyük tarafdarıyım. Mekteplerde talebenin muayyen saatlerde lisan dersi okumaları ve okuduklarından istifade etmeleri memleketimizin ehass-ı ihtiyacıdır. Hem şimdiki gibi yalnız Fransızca değil terakkıde çalışkanlıkta daha büyük hatveler atan milletlerin lisanlarını mesela Amerika ve İngiltere fünun ve terakkıyat-ı gilizce Almanya ve Avusturya terakkıyyat-ı hazırasından yiz. Avrupa mekatibinde Caugucvivans namı altında okutulan bu dersler mekteplerimizde hüsn-i kabul görmelidir. Bir memleketin mizan-ı terakkı ve tealisi mekatib-i ibtidaiyyesidir. Bütün cihana karşı saadet ve istirahati ile iftihar eden İsviçre Belçika mekatib-i ibtidaiyyeye medyun-ı şükrandır. Biz mekatib-i ibtidaiyyemizi ıslaha adamakıllı ıslaha kalkmadan başımızdan büyük işlere: Fransız liseleri küşadına kalktık. Maarif-i ibtidaiyyesi müterakkı olan memleketler dünyanın en müterakkı ve mes’ud memleketleridir. Biz terakkı etmek saadetlere nail olmak ve bu istediklerimize nail olabilmek için kuvvetli olmak istiyoruz; kuru istemek para etmez mekatib-i ibtidaiyyelerimize kuvvet vermeliyiz. Mekatib-i ibtidaiyyenin ehemmiyeti düşünebildiğimizden pek yüksektir. Maarif; Avrupa’ya mekatib-i aliyyeye mekatib-i i’dadiyyeye muallim yetiştirmek için Fransa’ya “École Normale” talebe gönderdi de mekatib-i ibtidaiyye muallimi yetiştirmek için İsviçre’ye yahud Almanya’ya neden talebe göndermedi. Mekatib-i ibtidaiyyemiz en mükemmel diye bayıldığımız mekatib-i ibtidaiyyemiz çocuklarımızın zihinlerini dimağlarını ağırlaştırıyor. Onlardan istikbalde büyük hizmetler beklemek hassalarını kaybettirmek için çalışıyor. Mekatib-i ibtidaiyyemizde hoca yok diyoruz da sili gören bir çocuk bir adam bizim idadi tahsili görenlerimizden daha muktedir iş yapar memleketin menafi’-i iktisadiyyesine hizmet eder kendine hür meslekler hazırlar. Vilayatta darü’l-mualliminler açıldı. Fakat bu darü’lmualliminler eminim ki mekatib-i ibtidaiyye usul-i tedris ve tahsiline vakıf olmayan zevat elindedir. Haydi bunlara vakıf kimse mevcud değildi de böyle oldu denilmiş; niçin şimdiye kadar ibtidaiyye muallimliği tahsili için Avrupa’ya talebe gönderilmedi. diri vakıf ellerde bulundukça hakıkı istediğimiz gibi muallimler yetiştirebiliyor. Tabii diğer darü’l-mualliminlerimizde böyle muktedir elleri bulmak için mekatib-i ibtidaiyye hususunda ilerlemiş olan memleketlerde tahsil görmüş ciddi gençlere ihtiyacımız olduğunu takdir etmeliyiz. Biz liselerden ziyade “École Professionnelle” denilen ihtisas mekteplerine; “École Primaire Supérieure” denilen yüksek dereceli mekatib-i ibtidaiyyeye ve rüşdiyyeye muhtacız. sadiyyesine hizmet edecek çalışkan ve hür meslekli uzuvlar yetiştirir. “École Primaire Supérieure”lar kafi derecede fünun ve bilinmesi lazım olan şeyleri öğrettikten sonra talebeyi ziraat ticaret sanayi teknik kısımlarına devam ettirerek namesi veriyor. Otuz üç sene değil kaç yüz seneden beri bizi müşkil mevkilere sokan avareliğimiz saadet ve yaşamaya vasıta-i müstakil teşkil eden sanayie; ticarete ziraate layıkıyla ehemmiyet vermemekliğimizdir cehalet ne kadar büyük kusur ise memlekete hiçbir faidesi olmayan ilim de bence öyle bir kusurdur. Memlekete me’mur değil erbab-ı teşebbüs ve servet nur-ı didesi olmuş oluruz. İstikbal bizim namlarımızı hürmetle yad eder. O halde bizim yapacağımız şey ana mekteplerinden başlayarak yukarı doğru yükselmektir her bucakta her yerde meliyiz. Senelerin hasıl ettiği bir tekamül-i tedriciye mazhar olan mekatib-i i’dadiyyemizi ciddi ama pek ciddi bir surette göre onlara birer ikişer senelik ihtisas sınıfları ilave eylemeliyiz. mevsim mektepleri küşad etmeliyiz. Millet nafi’ uzuvlar yetiştirecek müessesata nail olmak için düşünürken Nezaret-i Maarif iyi bir temizliğe mazhar olmalıdır. Yoksa liseler ile gösterilmek istenen teceddüd memlekete bir sürü iş yapamayacak sözcü adam getirecektir. Beyim! Yazdığın nameye baktım da bugün. Nazarımda lemean oldu o gün; Ki o gün sen bize teşrif ederek Nice sohbette bulunduk. Giderek: Bahs-i ahlak u edeble daldık O bahisten ne fazilet aldık... Sözümüz ilm ile irfan idi hep Çünkü bunlardı tealiye sebep. Arş-ı a’la-yı fazilet ister; Bu iki şehber-i ulviden eser. O mu’alla-yı meratibdeki ruh Mazhar-ı her-ni’am-ı feyz-i fütuh. Ne dilerse eder elbette zuhur Taht-ı emrinde tabiat me’mur. Öyle bir kahire olmuş galip Sanki olmuş bu cihana sahip! Ona tabi’ dere sahra derya Bu güneş ay bu kevakib dünya! Nisbet et bunlara bir insanı! Hiç kalır gözde fakat irfanı: Ebedi hakime-i alem-gir Dergehinde bu cihan abd-i kasir... Hadd-i zatında bu insan ne kadar Ne kadar aciz ü hayran ne kadar Lakin irfanı olunca tev’em Ser-füru etmeye mecbur alem! “Li-maallah”ı duyan zat-ı selim Feyz-i insaniyi eyler teslim... Ya “Kemal Bey” gibi bir farz edeyim Onu da zatına ben arz edeyim. Sanki insan bu zemin bu arzın: Ruhudur! Ahsenidir bu farzın. Çünkü hep ruy-ı zeminde görülen; Eser-i himmeti; zaten yoğ iken. Ne kemal varsa zeminde mevcud Sayesinde arıyor kesb-i vücud! Var tabiatte nice harikalar Var; fakat olmasa insan bu kadar Bu kadar müsmir ü mu’ciz mi olur? Nerde bu feyz ü kemalatı bulur? Sa’y ü insanı bütün kaldırınız Bırakın kürre-i arzı yalınız! Ne kemalatı kalır meydanda Mahvolur hepsi evet bir anda. Vahşet-abad olur artık bu zemin Hani firdevse müşabihti demin. Hasılı kendi bir aciz mahluk Ma’nen ulviyyetine bir had yok! Şunu tekrara lüzum var burada Kalmasın maksadımız bak arada. Şimdi biz herkese dersek ali Olamaz; çünkü bakılsa hali: Kiminin öyle fenadır ki nazar Baksa vicdanını nefret sarsar. O fena adama insan mı denir? Ona bir böyle sıfat mı verilir? Kimseye faidesi yok tenbel Mahv u ifnadır o tenbelce emel! Yediği içtiği cem’iyyetten Kime bir hayr umulur nekbetten. Hep onun bastığı yer virandır Cennet olsa o zemin nirandır! Bir vazife bilir insan akdes O da cem’iyyete hizmet. Herkes: Onu ifaya şitab eylemeli Çünkü ferdayı hesap eylemeli. O muin olmalı efrada bugün Ona hizmet ede efrad da bütün. Hangi cem’iyyete mensup ise ferd Onu ihya eder elbette o merd! Yoksa cem’iyyet[e] bir bar-ı giran; Olan abdal; görür ancak hüsran. Ma’rifet; millete bir şey vermek! Ya elinden vurup almak; ne demek? Ne olur sonra vatanda yerimiz? Mahv u berbad oluruz her birimiz! Bu vatanda bu saadet yerine Fakr u zillet gelerek digerine: Oluruz biz de nihayette esir; Ne de feryadımız eyler te’sir. Hafız u haris-i devlet millet: Sa’y ü san’atla ticaret servet!.. Çare yok başka cihanda bundan Sahib-i san’at olur insan olan! Müstefid eyler umumu onlar. Şark u garba edecek atf-ı nigah Bu hakıkatleri anlar billah!.. Biri ma’mure-i feyz-i servet Meskenetle biri dar-ı mihnet! Garbda cari olan akl u irfan Şarkta saridir atalet hezeyan!.. Eylemek cehl ile ruhu telvis Bu mudur ni’met-i Hakk’ı tahdis? “Bakıp etrafa da ibret alalım Bize layık mı ki atıl kalalım!” Bir de biz ilmi nasılsa mahdud Olarak anlamışız da mesdud Oluyor servet ü rif’at babı Bizce fakrın da budur esbabı. Nazariyyatını gördük mü biraz Oluruz kamil-i bala-pervaz. Halbuki “İlmile amil” gibi laf Bizde söylense de her halde hilaf Ameliyyatı mı? Heyhat nerde?.. Bulmalı çare bu müdhiş derde! Gaye-i fazılası servettir! Bu hakıkat yoluna gitmeliyiz! “Ederiz himmet ile kal’-i cebel Ömrümüz geçmese tenbel tenbel!” Hafız u haris-i devlet millet: Sa’y ü san’atle ticaret servet!.. Çare yok başka cihanda bundan Sahib-i san’at olur insan olan! Sıratımüstakım Mecelle-i Mu’teberesi İdare-i Aliyyesi’ne Balada mestur ünvanlar tahtında mecellenizin neşredegeldiği makalat ve ebhası kemal-i dikkat ile tetebbu’ ve mütalaa eden kari’lerinizden olmağla iftihar ettiğimi ba’de’lbeyan atideki mülahazalarımı min-gayr-ı haddin enzar-ı dikkat-i aliyyelerine vaz’ eylemeyi muvafık-ı maslahat görüyorum. Ali Şeyhü’l-Arab namında bir zatın bu ana değin on yedi hutbeyi mütecaviz ve Sıratımüstakım’in la-ekall on beş on altı sahifesini işgal etmiş olan bu müsecca’ hutbelerini mütalaa ettim. Hutbelerin birini okudukça belki diğerinde yeni bir bahis düşündürücü bir mütalaa görünür diyerek tali hutbelerine intizar ededurduğum halde aynı siyakta hutbeler tevali edip gidiyor. Mısır’da Hutbe ve Meva’iz-i Diniyye Encümenlerini teşkil etmekten birinci maksad aynı siyakta olan hutbelerden karar ve na-kabil-i te’sir u ifade müsecca’ münşeatları mutarede eylemektir. Ali Şeyhü’l-Arab Efendi’nin gücüne gitmesin evvelen hürriyet-i neşre saniyen kendisinin intikad muhiblerinden olması emeline i’timaden bu sutur-ı kalılemi kemal-i hüsn-i niyyetle tahrire cesaret ediyorum hatalarımı istirca’ ve delil Şimdi kadim hutbelerin ıslahı lüzumunu kabul eden her munsıf zat teslim eder ki her hafta okunacak hutbelerde yeni bir üslub yeni bir mevzu’-i ictima’i yahud ahlakı görülmelidir. Şimdiye kadar şuhur-ı Arabiyye ve mevasim-i diniyyeye münasib hutbeler ile Arapların Türklerin ezhanı haşivlendi. Bu şayan-ı dikkat bir haldir. Ali Şeyhü’l-Arab gibi zevat-ı muktedire bu mühimmeyi nazar-ı dikkate alırlar ümidindeyim. Artık bu esaret-i fikriyyeden reha-yab olmak sırası gelmiştir. Şu bahs-i celile dair Mısır’ın meşhur gazetelerinde acizleri ve diğerleri tarafından hayli makaleler neşredilmiş idi hamd olsun el-an bir yakaza-i fikriyye hasıl olup eski tarz hutbeler tedricen terk edilmeye başlanmıştır. Alem-i İslam’ın bir tarafı ileriye gider iken diğer tarafı geriye dönmesi yirminci asra layık bir tavır ve hareket değildir. Sadr-ı evvel-i ve eimmelere mahsus bir vazife-i diniyye idi: Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker mebahisinden maada her zamanda adeta neş’et ve tevellüd eden adatların hüsn ü kubhunu menafi’ u mazarrını şerh ile ezhanları tenvir bida’ ve rezaile karşı i’lan-ı harb ederlerdi. Sade a’yad ve mevasim-i diniyyeyi mülahaza etmek hutbeden maksud olan menafi’-i mühimmeyi te’min etmez. Sadr-ı evvel hatipleri gibi ahval-i hazırayı havadis-i siyasiyye ve ictimaiyyeyi mülahaza etmeli Peygamber ve hulefa hazeratı sade Cuma günleri hutbeleriyle iktifa eylemeyip etvari-i siyasiyyenin her birine münasib bir tavr u hareket ile nası cem edip irşadat-ı siyasiyye ve ahlakıyye ile ukulü teskıf efkar-ı ammeyi tagziye ederlerdi. Ehl-i riddenin vücub-i mukavemesinden Ebu Bekir hazretlerinin hutbeleri; cünud-ı İslamiyye’nin kesaib-i askeriyyenin ta’biyesinde Ömerü’l-Faruk’un hutbeleri harac ve cizyelerin cem’ u cibayesinde Osman’ın hutbeleri hüküm ve vesaya-yı harbiyyeyi mutazammın Ali bin Ebi Talib hazretlerinin hutbeleri nerede kaldı? Niçin onları nazar-ı dikkate almıyoruz? Müteahhirinin dökük sökük seci’lerini taklid etmekten tekrar etmeliyiz. Nice hutbeler var ki bir müessir ibaresi ile bahil şahih olan insanı müdhiş sahilik bir hale kalb eder! Ceban korkak ler var ki bir hutbe-i beliğası ile koca bir div-i istibdadı hak hürriyyeti teşyid eyler! Haccac bin Yusuf Irak vilayetine bir lisanı ile girdi mezahir-i saltanat ve übbehetten kamilen mücerred idi. Kendisi vali olduğu halde vaktinde olan halifeden ziyade mehib-i mer’iyyü’l-canib idi. kamilen irhab etti Eveska’da müştail olan fitneleri ihmad ile cümle havaric ve usatları te’dib eyledi işte hatibin vazifesi budur bulunduğu yerde arasında yaşadığı millette eseri de böyle olmalı. Usur-ı sabıkada hatibler şairler gazetecilik vazifesini işgal ederlerdi onların hutbeleri şimdiki menşurat-ı kanuniyyenin makalat-ı siyasiyyenin yerine kaim olurdu. Şimdi ise minber hutbeleri evrad-ı sufiyye ahzab-ı Şazeliyyenin yerini tutuyor… Cennetin vasfı cehennem zebanilerinin vazifesi kabir ve mahşer eşrat-ı sa’atten başka bir siret işitilmiyor cennetin kaç kapısı var kaç ağacı var her şahsın orada hur-i inlerden kaç zevcesi var cennetin toprağı miskten taşları duvarları yakut ve zebercedden olduğunu işittik... Anladık... Ezberledik... Lakin cennetin tarikı nedir? Ona vesile nedir? Mu’tereku’l-hayatta fevz-i esbabı nedir? Evrad ve ahzab okumak ile mi? Hayır. Kühuf ve mağaralarda yatıp kalkmak sabah akşam kuru tesbih çekmek ile mi? Hayır. Allah sade ahireti halk etmedi dünyayı yaratan da odur bazı ahmakların kavl-i me’surları: esasen batıldır tabiate musadimdir. ayet-i celilesi bu nazariyeyi tekzib eder esastan hedm eyler. Minber hutbelerimiz ehadis-i mevzu’a kısas-ı hurafiyye mesinden baş sallamasından telezzüz ediyorlar. Ahfeş’in keçileri çoğaldığından haberleri yok mu!! Şair-i beliğin dediği gibi mes’ele vazife-i diniyyeden bir san’at-i dünyeviyyeye tehavvül etmiş hatiblerimiz vaizlerimiz kalplerinde san’at mekanını hüsn-i ta’mir ile ihlas yerini harab u yebab bırakmışlar va esefa! Va hasreta! Bu sebeple değil mi ki hutbeleri akım kalıyor nüfus-ı nasta hiçbir hüsn-i eseri müşahede olunmuyor! Amir bin Abdi Kays hazretlerinin hikmet-i me’suresini nazar-ı dikkatimizden dur tutmayalım. sebebini Amir bin Abdi Kays veche-i diniyyeden şerh u izah etmediyse de fenn-i felsefede ulum-i tabiiyyede tenvim-i mıknatis müellefatlarından mukarrerdir işbu ulumda musannef kitaplara vakıf olanlar mes’elenin sırrını idrak ederler tenvim-i mıknatıside müsta’mel olan havass-ı mü’essirenin birisi lisandır lisanın nutk ettiği elfazda mezkur elfaz ve harflerin her birinin tahtında münderic bir ma’nalar var ki onlardaki hısas-ı ma’neviyye kalbden ruhtan müstemiddir. Gızanın cevdeti dirayeti cism-i insanide te’sirat-ı muhtelife maarif mütekellimin elfazında tecelli eder. Elfaz-ı mezkure aynı eser aynı kuvvet ile telebbüs eder. zof ve mürşidleri böyle söylüyor söyledikleri de ulum-ı hadise eyliyor: Bakınız İmam Gazali bu zaman hatib ve vaizlerinin hakkında ne söylüyor: da görelim. Şöylece: Mevzu’-i bahsimize gelelim: Hatib-i muhteremlerimiz cinaslara ve esca’lara ne sebepten aşık-ı müyettim oluyorlar? Tıbakların tefvizlerin cinas-ı tamların mutarreflerin mütemasillerin tahsin-i kelamda ne vakit zi-medhal olacaklarından hatiplerimizi haberdar göremiyoruz! Teessüfler olunur! elfazları tezyin ve tenmik eyleyeyim diye asıl murad olan ma’naları beliğ nükteleri siyak-ı cemilleri teşvih ediyorlar. Müsellemdir ki ibare beliğ oldukça te’siri daha ziyade olur lakin belagati seci’ ile müra’at-ı nazir ile tefsir eden kimdir? Bu fetvayı veren kim oluyor? Emam-ı enzarımızda İmam Ali’nin hutbeleri var cahiliyette İslam’da Arabü’l-Arbaların muhadramların müvelledlerin Emevilerin Abbasilerin beliğ meşhur hutbeleri var. Abdullah bin Muaviye Said bin Amr bin Said Sahban; Ziyad; Katari bin el-Füca’e; Süheyl bin Amr el-A’lem Halid bin Safvan; Vasıl bin Ata; ve emsallerini niçin tahaddi etmiyoruz? Demek istemem ki bunların cemi’-i hutbeleri esca’dan halidir. Mücerreddir; hayır. Bunların hutbelerinde esca’ da bulunur; sair muhassenat-ı bedi’iyye de bulunur; lakin amden gelmemiştir. Afven gelmiştir. Onlar seca’ı aramazlar; iltizam etmezler; siyak-ı kelam yin’den İbnü’l-Mu’tez vasıtası ile tedvin olunmuş iken Arab-ı Arbaların muhadramların münşeatlarında muhassenat-ı bedi’iyye nasıl bulunmuş? Bundan bir bürhan tecrid ve istihlas etmeli ki muhassenat-ı mezkure bedi’ fennini ezberlemek Bakınız İmam Zemahşeri bu sadedde ne türlü ifade-i meram eyliyor. Şunu da izafe edeyim ki Maliki mezhebinin bazı müellefatında esca’ hakkında bir iki re’y der-miyan edilmiştir; seca’ müraatının lüzumundan bahsolunmuştur; fakat bu re’yler gayr-ı müttefekun-aleyh kabilinden olduğunu unutmayalım; fehhüm edelim; okuyup da adetimiz üzere hasır altına çekmeyelim! Peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem seci’in tekellüfünü buğz ederlerdi tasannu’-ı kazib kabilinden addederler idi; buna da delilim şudur: Sahabe-i kiramdan Abdullah bin Revaha birgün müsecca’ bu cevapta bulunmuştur. Yine sahabe-i kiramdan Said bin Ebi Vakkas hazretleri Ömer namında olan oğlunu bir gün seci’ ile tehadüs ettiğini Beni sana ikrah ve buğz ettiren işte budur; sec’i ahvalinden sual etmeyeceğim. Seci’ tekellüf ile geleceği müsellemdir. Tekellüfün Kur’an-ı Kerim’de mezmum olduğu ayet-i celilesiyle sabittir. Daha ilerisini aramayalım; bu mikdar ile ben de muvakkaten lecek mülahazat çoktur; başka fırsatta yine şu bahs-i celili tahlile şitab eylerim; mukaddema beyan ettiğim üzere hatalarımı ve münakaşaya müstaidim; iftiharen söylemiyorum; iftihar Vacib-i Teala hazretlerine mahsustur. Kur’an-ı Kerim icmalen ve tafsilen insanın kaderini kendisine bildirmiştir. Cebr u tahakkümden ictinab eden Muzaffereddin Şah ahali arasında serzede-i zuhur olan şuriş ve ihtilale bir nihayet vermek ve ahalinin adl ü intizama hissettiği ihtiyacı okşamak niyeti ile kendi kendine bila-icbar meşrutiyeti i’lan etti. Şu hadise-i nageh-zuhur doğrusu erbab-ı tefekkür ve ashab-ı iz’anı düşündürdü. Zira İran gibi binlerce senelerden beri idare-i keyfe ma-yeşaya alışan; kanun adalet ne olduğunu kat’iyen bilmeyen bir devlette birdenbire vaz’ edilen usul-i ahkam-ı meşrutiyyetin nasıl tanzim ve tedvin edileceği ne surette tatbik olunacağı ca-yı tereddüd ve tefekkür “Hürriyet alınır verilmez!” cümle-i hakıkat-şi’arı işte kendisini bütün an’anesi ile İran’da gösterdi. Bir millet hürriyeti uzun bir zaman-ı tekamülden birçok mücahedelerden fedakarlıktan sonra almazsa o millet için hürriyeti idare etmek güç olur. Zira bu gibi bir muhitte hürriyeti layıkı vechile anlamak ğundan hürriyeti tanzim ve tedvin için dirayet ve maharet hayyiz-i vücuda gel[me]miş olduğundan ve bilhassa hürriyeti hıfz u himaye için lazım olan teşkilatın bulunamamasından hürriyet yerine memlekete mühlik bir maraz-ı herc ü merc arız olur. Halbuki İran’da hürriyetin verildiği zaman bu gibi teşkilat ve sınıf-ı mümtaze-i urefa ve ezkiya ve bilhassa hürriyeti hıfz u himaye için bir kuvvet mevcud değildi. O zaman İran’da ne kendisini bilen ne yapacağını isteyeceğini anlayan bir fırka; ne de öteden beri hürriyetin istihsali yolunda fedakarane çalışmış ve binaenaleyh atide de hürriyetin muhafaza yolunu düş[ünm]üş bir kuvvet var idi asırlarca ezilmiş bitmiş olan İraniler bit-tabi’ hürriyete terakkı ve tekamüle mütemayil ve bilhassa adalet ve intizama aşık idiler. Lakin bir şeyi bütün hissiyat-ı kalbiyye ile arzu etmek başka o şeyi elde ettikten sonra idare etmek yine başkadır. bi senelerce istihsal-i hürriyyet için bedel-i can ve mal etmiş olan hürriyeti idare etmek için meleke kazanmış ve bilhassa milletin ve milleti tehlike-i herc ü merciden halas için bütün bir kuvvet teşkil eden Cem’iyet’in millet-i Osmaniyye için ne kadar lazım ne kadar vacib olduğunu takdir edebilirler. Şurasını unutmayalım ki İslam her yerde aynı belalara; aynı felaketlere duçardır. Dünyanın bütün etrafında müslümanlar aynı istibdadın zir-i tehakküm ve tezallümünde ezilmekte idiler. Ve her yerde şu ahval-i umumiyye aynı neticeleri bahşetmişti. Yani her yere zulüm ve cehalet hükümran; her yerde memleketler perişan; her yerde ecanib musallat; her yerde ahali me’yus rü dalkavuklardan başka bir şey değildi. Bunların ekserisinde ne hubb-ı vatan ve ne hakıkı bir dindarlık var idi. Bütün alem-i İslam bir bozukluk müdhiş bir inhiraf-ı seyl-abi içinde yuvarlanıp gidiyordu. bir ruh-ı hayat; bir neş’e-i zindegi vermek güç pek güç; tasavvur olunduğundan daha güç bir teşebbüstür!! Böyle bir teşebbüsü yalnız bir kuvvet-i hakime; bir hey’et-i faale yapar. Öyle bir kuvvet ki gaye-i amalini düşünmemeye vasıl olmak için lazım gelen vesaiti bilir ve bu uğurda canını; malını fedadan çekinmez. Ah! Şu iki buçuk seneden beri vatanımızın duçar olageldiği felaketleri bir kere der-piş-i nazar ediniz! Hal-i tefessühte bulunan hey’et-i mecmua-i Osmaniyye kendisine bir ruh-i hayat bir neşve-i zindegi verilmek için i’lan edilen hürriyetin hemen bütün eczasını yekdiğerinden gayrısı gibi telakkı etti. İşte Yemen gailesi! İşte Mart Hadisesi; işte Arnavudluk; Makedonya; Atina ve el-an da devam eden Havran İhtilali… Filhakıka kabus-ı istibdadın ruhu hala da bizimle uğraşıyor; mülk ve milleti tahrike çalışıyor. Abdülhamid yıkıldı lakin Abdülhamid’in bıraktığı izler hala da çarpınıyor! Lakin binlerce şükürler olsun; bizde hürriyeti; mülk ve milleti muhafaza etmek için muhteşem; faal; ma’kul bir kuvvet vardır. Şu kuvvet yeniden Osmanlılığı tertib ve teşkil ediyor ve şu teşkilat ve tertibatını yeni ruh üzere vaz’ ediyor. Bütün ecza-yı Osmaniyye kuvve-i mezkurenin faaliyeti sayesinde yeniden yekdiğeri ile imtizac ederek daha mükemmel; daha yek-ahenk bir surette bir mihverin etrafında hareket etmeye başlıyor. Fakat bu kuvvet olmasaydı halimiz acaba ne olacaktı? Ecza-yı muhtelife-i Osmaniyye yek-diğerinden tecezzi ve ecanib musallat olacaktı. Bakınız iki zırhlı aldığımız için şu ecnebiler ne kadar gürültü; patırtılar yapıyorlar; ne kıyametler koparıyorlar! Lakin hamdolsun ki kuvve-i hakime bu cihette de kendisini ibraz ederek eski devirlere; eski kaidelere; ve bunların neticesi olarak ecanibin bu gibi hareketleri adet edip de başımıza bela kesileceklerine bir daha meydan verilmeyeceğine ecanibi bile ikna ettirdi. Lakin İran’da maatteessüf böyle bir kuvvet mefkud idi; ah! Zavallı İraniler! Böyle bir kuvvetin mefkudiyetindendir ki bunlar hürriyeti te’min için çarpınıyorlar çarpınıyorlar. Fakat maatteessüf na’il-i meram olamıyorlar! Ecanibin tasallutu gittikçe tezayüd ediyor. Memleket daimi bir herc ü merc içinde yuvarlanıp gidiyor! Bari şu memleketin saadeti dı!.. Bu zat hürriyeti kendi meyl ü hahişi ile verdiği için muhtemel ki hürriyetin ber-devam olmasına bezl-i himmet ederdi! Lakin maatteessüf Muzaffereddin Şah hasta; za’ifü’lcüsse olduğu için i’lan-ı meşrutiyyetten iki sene geçmeden vefat etti. İşte İran’ın bütün belaları; bütün felaketleri o günden başladı. Muzaffereddin Şah’ın yerine halef-i na-halefi olan Muhammed Ali Şah cülus etti. Bütün ömrünü Tebriz’de uşak oğlan ve kadın arasında geçirmiş bu zat kat’iyen ne terbiye ve ne ta’lim görmüştür. Hatta edebiyat-ı Farisiyye’den bile mahrumdur. Zahiri hemen Şah[s]even aşairinin derebeylerine benzer. Şişman bed-nazar bed-ahval ensesi bayağı bir kitle-i lahm teşkil eden şu mehib zatın simasında kat’iyen ne bir eser-i necabet ve ne bir alamet-i zarafet var! Guya bu adam iki yüz seneden beri hükümranlık eden bir aileye; bir silsileye merbut değilmiş! Konuşması; etvarı; harekatı hemen bayağı bir külhanbeyinin konuşmasını; etvar u harekatını anlatıyor şu adamın ne derecede adi; ne kadar kasiyyü’l-kalb olduğunu beyan için şu iki misal kafidir; Muhammed Ali kızdığı zaman daima vezir ve vükelasına en adi; yalnız Tebrizu’l-Vatana mahsus kelimat ile sövermiş! Meclis-i Milli’yi kurduğu zaman şüheda-yı hürriyyetten birisini tutturuyor ve kendi eli ile katlettikten sonra kendi huzurunda kafasının ve sinesinin derisini soyduruyor!.. şeklinde yazılmıştır. numaralı Sıratımüstakım’in Şuun kısmında Paris’ten “Gazeteler Hariciye Nazırı Mösyö Pishon’un Sadrazam Hakkı Paşa ile son mülakatında Tunus ve Cezayir’e müteallik mesailin hall u tesviyesi hakkında bilhassa ısrar eylemiş olduğunu yazıyorlar.” Bu habere Sıratımüstakım tarafından şu mütala’a-i muhtasara müteallık mesailin hall u tesviyesi diye mübhem ifade olunan husus bu iki müslüman memleketinin Fransa’ya ilhakının Makam-ı Hilafet’çe tasdiki demektir. Cezayir Sultan Mahmud-ı Sani zamanında Tunus da Hakan-ı Mahlu’ devr-i saltanatında bila-sebeb-i meşru’ Fransa devleti tarafından zabt u istila olunmuştu. Lakin Devlet-i Osmaniyye bu tasallutun meşruiyetini şimdiye değin asla teslim ve tasdik etmemiştir. Hatta fenalıklarını sayıp tüketemediğimiz devr-i istibdad bile buna cesaret eyleyememiştir. Binaenaleyh Hükumet-i Meşruta-i Meşruamızın böyle bir mükalemeye asla yanaşmayacağına emniyetimiz ber-kemaldir.” Biz bu satırları yazarken Fransa Hükumeti’nin Osmanlı calamakta olduğunu bilmiyor değildik hatta sekiz dokuz ay evvel hükumet-i Osmaniyye’nin Tunus-Trablus hududunun tahdidine muvafakatle bir nevi’ kapana tutulduğunu da öğrenmiştik. Zira o muvafakatı müteakib Tan gazetesi kendilerinin dedikleri gibi i’lerin üzerine nokta koymuş; Türkiye Tunus Hükumeti’yle tahdid-i hududa razı olarak Bardo Muahedenamesi’ni tasdik ve teslim eyledi demişti. O zamanlar güzel Marianne ile mülatefe ve mücamele devresi olduğundan Tan’ın makalesine karşı hiç kimse ses çıkarmamış cevap vermemişti. Lakin para yüzünden araya soğukluk girip mülatefe ve mücamele yerine münazaa ve müşateme kaim olunca eski hesaplar hep ortaya döküldü; hükumet-i cumhuriyye birtakım sudan sebepler icad ederek Tunus mes’elesinin kat’iyen hallini yani Tunus’un Devlet-i Osmaniyye ile her türlü münasebatının tamamen kat’ını talebe girişti. Tan Eylül-i efrenci tarihli nüshasında Hariciye Nezareti’nin bu babdaki efkarını şu satırlarla hülasa etmişti: “Eğer Mösyö Bompard’a Türkiye’nin Bardo Muahedenamesi’ni ve bilhassa Fransız me’murin-i siyasiyyesinin Tunuslular üzerindeki hakk-ı himayesini tanıyan altıncı maddesini tanımadığı söylenirse bu delaili reddetmek sefir tahdidi için bu sene başında Türkiye kime müracaat etti? Fransa’ya. Türkiye sefiri Hükumet-i Osmaniyye’nin bu mes’eledeki amal ve arzularını kime bildirdi? Fransa Hariciye Nazırı’na. Hududun tahdidini kararlaştıran İstanbul Sefareti değil midir? Eğer Bab-ı Ali hukukumuzu reddederse bütün bu müzakeratı tahdid-i hudud protokolünü Fransa’nın Tunus’ta oturan Resident Generali’nin mührünü havi olmasını reddetmeye mecbur kalacaktır. Eğer Türkiye on altıncı asırdan beri elinden çıkmış olan bir memlekette seneden beri bizim mevkiimizin ne derecede bulunduğundan ma’lumatı olmadığını beyan eyleyebilmiş ise de; artık bugün bizimle beraber hududunu tahdid ettiği aynı Tunus kıt’ası hakkında öyle bir şey söyleyemez; bununla beraber mes’elenin kat’iyen halli lazımdır. “Meserretle haber aldığımıza göre Hariciye Nazırı Mösyö Pishon İzmir Hadisesi’nden bil-istifade bu mes’elenin suret-i kat’iyyede hallini taleb etmeye karar vermiştir…” Sıratımüstakım’in yukarıda yazılı mütalaatını icab eden telgraf haberi işte bu makalede mevzu’-i bahs olan Pishon’un talebidir. Osmanlı hükumet-i hazırasının mürevvic-i efkarı tanılan Tanin istikraz mesailinde haysiyet-i milliyyemizi şiddetle müdafaaya çalışan bu muhterem refikımız her nedense Tunus mes’elesinde pek pes perdeden adeta zebunane ve epey saf-dilane müdafaatta ancak bulunabildi: “Tarihin bazı icabat-ı zaruriyyesi vardır ki bütün milletler ona münkad olmaya mecburdurlar. Genç Türkiye kendi vasi’ ve azim ülkesini ma’mur etmekle meşgul olduğu ve buna asırlarca çalışmak lüzumunu idrak ettiği bir sırada Afrika-yı Şimali’yi yeni baştan fethetmek gibi bir hülyaya kapılıp da kendisini Yunanlılar gibi gülünç edemez. Onun için Bardo Muahedenamesi’ni kabule bizi icbar etmekten ve buna muvaffak olmaktan Fransa maddeten hiçbir şey kazanmayacağı gibi bu kendisi için medar-ı iftihar olacak bir muvaffakıyet-i ma’neviyye de teşkil etmez. Bilakis büyük bir hata-yı siyasi olur. “Tan’ın son makalesine nazaran geçen sene Tunus hududunu tahdid ederken Fransa Hükumeti’nin işe karışmasını kabul edişimiz maddeten bir tasdik demek imiş. Tan bunu saf-derunane bir gafletle i’tiraf ediyor. Fransa Hükumeti’nin bize en dost göründüğü zaman bizim gafletimizden Tan’ın iddiasına rağmen biz yine inanmayız. Maamafih Hükumet-i Osmaniyye bu tahdid-i hudud muamelesinin Tu nus ve zevahiri muhafaza eylemiştir.” Başta kabul ve rızayı pek andıran bu sözler bereket versin ki nihayetlerine doğru Hükumet-i Osmaniyye’nin hiç olmazsa “zevahiri muhafaza” ederek bir kaçamak yol bıraktığını tebşir ile teselli-bahş oluyordu. İnsan Tanin’in bu makalesini okur okumaz derhal başına birtakım suallerin hücum ettiğini duyar: Bu tavr-ı za’f ve rızaya ne lüzum vardı? sene tahdid-i hudud edilmemekle Bardo Muahedesi’nin cahili kalmakla Devlet-i Osmaniyye ne kaybetmişti? Şimdi bütün bu gürültülerden sonra ne kazanıyor? – Siyasette aldatmaya adem-i tenezzül ne demek? Ve zaten Fransızlar aldatmadılar ki. Türkiye tahdid-i hududa razı olması hakkında yani “Fransa Hükumeti’nin bize en dost göründüğü zaman” Türkiye bu rızasıyla Bardo Muahedesi’ni kabul etmiş oldu; diye yazdılar; durdular. Biz okumadık görmedik Lakin maza-ma-maza: Şimdi bu sualin cevabını aramak bulmak için vakit geçmiştir. Bununla beraber yanlışlıkla girilmiş bu yolda daha ileri gidilmeyeceğine hala ümid-var ehemmiyetsiz vekayi’-i yevmiyye arasına saklanmış şu birkaç kısa cümle nihayet o ümidimizi de kırdı: “Trablusgarb-Tunus hatt-ı fasılının tefrikı için rekzi lazım gelen sütun ve ehramların Fransa Hükumeti ile bi’l-mü zakere tebligat olunduğu müstahberdir.” Trablusgarb-Tunus hududu Devlet-i Osmaniyye ile Tunus Emareti beyninde bi’l-müzakere ta’yin olunduğu gibi sütun ve ehramların inşasına da yine Devlet-i Osmaniyye ile Tunus Emareti arasında bi’l-müzakere ibtidar olunmalıydı. Halbuki mahalline icra olunan tebligatta Fransa Hüku meti veya sehv-i tertib yok ise artık “tahdid-i hudud muamelesinin Tunus ile Türkiye arasında vukua gelmesine i’tina edilerek zevahirin muhafazasına” bile lüzum görülmemiş ta’bir-i diğerle Bardo Muahedesi Hükumet-i Osmaniyye tarafından sarahaten kabul olunmuş demektir. Kanun-ı Esasi yedinci maddesinde düvel-i ecnebiyye sinden addeyleyip şu kadar ki muahede memalik-i Osmaniyye’den bir kısmının terkini müntic ise Meclis-i Umumi’de tasdikini şart koymaktadır. Kanun-i Esasi’nin birinci maddesi vilayat-ı mümtazeyi muhtevi ve yekvücud olmağla hiçbir zamanda hiçbir sebeple teferruk kabul etmez.” demektedir. Birinci maddeden Kanun-i Esasi değiştirilmeksizin ecza-yı memalik-i Osmaniyye’nin terki gayr-ı meşru’ olduğu ma’nası çıkarılmak mükün olmakla beraber diğer suretle tefsir ve izahı da gayr-ı kabil olmadığından; o madde üzerine tul u dıraz münazara olunabilse bile yedinci maddenin sarahatine karşı bir şey söylenemez: Hükumet-i icra’iyye herhangi bir ecnebi devleti ile eczası memalik-i Osmaniyye’den bir kıt’anın terkini müstelzim bir fiili icraya salahiyetdar değildir. Kaldı ki Tunus Emareti hukuk-ı beyne’d-düvelce Osmanlı dir? Bizim siyasi ve diplomatlarımızın alel-ekser mercii olan H. Bonfils’in “Hukuk-ı Umumiyye-i Beyne’d-düvel” kitabında müellif Fransız olduğu cihetle Tunus’un vaziyetine dair sarih bir ifadeye rast gelinmez. Bununla beraber Bonfi[l]s Tunus’tan bahsederken atideki mütalaayı beyan etmeden geçememiştir: “Kasr es-Said Bardo Mayıs ve elMersa Haziran Muahedeleri ile tahassul eden Tunus Protektorası dolaşıklı ve gayr-ı mükemmel bir ilhaktan olurdu. Birçok müşkilatın önü alınmış olurdu.” Beşinci Tab’ Madde Bu mübhem pişmanlığın esasını iyice anlayabilmek için diğer hukuk-ı beyne’d-düvel müelliflerini okumak iktiza eder. Mesela Türk ve müslümanları akvam-ı medeniyyeden addetmemek derecesinde adüvv-i İslam ve Türk olan de Martens bile Tunus’un ecza-yı memalik-i Osmaniyye’den olduğunu inkar edemiyor. Bir defa Fransızların ta’ıncı asr-ı miladiden beri Tunus müstakildir diye ortaya attıkları da’va-yı hami; vekayi’-i tarihiyye ile tamamen reddettikten sonra; Martens; Bardo Muahedesi’ni müteakib Tunus’un vaz’iyet-i beyne’d-düveli hakkında şöyle diyor: “Fransızların’deki istilalarından evvel Tunus’un hukuk nokta-i nazarından Devlet-i Osmaniyye’ye tabiiyeti şüpheden azadedir. Tunus Beyi ile Fransa arasında akdolunmuş Mayıs muahedesinden sonra Tunus artık Türkiye’ye değil Fransa’ya karşı nim-müstakil bir devlet halinde bulunuyor. Lakin; Osmanlı İmparatorluğu aksamından olup da nim-istiklal kazanan devletlerin cümlesi; düvel-i Avrupaiyye’nin mukavelatı ile vücuda gelmiş olduklarından; Fransa’nın Tunus’a münasebeti de ancak bu tarz şüphe edilmeyecek derecede kat’i olduğundan bu hükme Bardo Muahedesi’nin Avrupa devletlerinin cümlesince kabul ve tasdik edilmiş olduğu bizce mechuldür. Bab-ı Ali’nin geçen seneye kadar ne doğrudan doğruya ve ne de dolayısıyla o muahedenin vücudundan haberdar olduğunu ğer şimdi; bazı esbab-ı ma’kuleden naşi; muahede-i mezkurenin tasdiki devletçe muvafık-ı maslahat görülüyorsa; o zaman böyle gizli kapalı yollardan hareket olunmayıp; Kanun-ı Esasi’nin emir ve irae ettiği tarik-ı kanuni ta’kıb olunmalı; yani mecalis-i umumiyyeden geçmek ve hükümdarın tasdikine iktiran etmek üzere; Tunus’un Fransa’ya terki zımnında; Fransa ile bir muahedename akdedilmelidir... Bu kere Ramazan-ı şerifin birinci günü idi ki bir Japonyalı medresemize geldi. Odamda oturuyordum talebeden biri geldi dedi ki: “Bir Japonyalı kapıda bekliyor. Müslüman olmak istiyor.” “Çabuk gelsin!” dedim. Geldi fakat kıyafeti tam Çin kıyafeti idi; tam bir Çinli gibi tekellüm eder ve okuryazar. Sordum: “Nereden?” Dedi ki: “Ben Japonya’da Kobe merkez vilayetindenim; beş seneden beri Çin’de Hankou’da ticaret ile meşgulüm. Hankou Pekin’den garben şimendöfer ile üç gündür. Aciz oraya iki defa gittim. İki milyondan ziyade nüfusu vardır on üç cami’-i şerifi vardır. – Pekin’e kadar gelmenin esbabı nedir? dedim; Hankou’da ulema var talebe var. Orada müslüman dini ile müşerref olabilir idin... – Orası öyle; fakat maksadım biraz Türkçe ve Arapça teallüm edip Darü’l-Hilafe ile Mekke ve Medine’ye azimet arzusundayım diye cevap verdi. En şayan-ı dikkat nokta; ticaretini işini gücünü terk ile din-i Muhammedi’yi kabul ile her şeyi ihraz etmiş olmak i’tikadıdır. Nam-ı şerifleri de Ahmed Naci’dir. Memleketi olan Kobe’ye avdet edip kardeşlerini; peder ve validesini de din-i mübinimize da’vet etmek arzusundadır. Veffekallahu li-ma fihi’l-hayr. Şimdi oruç tutuyor salat-ı teravih kılıyor. Her ibadeti pek temkinli ve i’tina ile eda etmek için uğraşıyor. vardır. On bir seneden beri Çin memleketinde ticaret eder; şimdi mahall-i ticareti Pekin’den garben iki gün şimendöfer makamlığıdır. Bu zatın ismi Muhammed Fevzi’dir. Tahiran mutahharan din-i İslam ile müşerref olduktan sonra vatanına avdet eyledi. Kavline göre maksadı; umum teallukat ve akrabasını din-i Ahmedimize da’vet ve teşviktir. Bu zat-ı muhteremin fikri gayet ali ve son derece de hamiyet-i diniyyesi vardır; kendisi de agniyadan bulunduğundan Çin müslümanları için bir medrese inşa edip; bildiği fenleri ta’lim etmek fikrindedir. Çuçako’ya iki sene mukaddem gitmiştim. Orada bir medrese açmışlar idi; Çuçako’da pek çok ehl-i İslam vardır; beş cami’-i şerifi var; ah bu Çin müslüman kardeşlerimiz şu kadimcilik muhabbetini terk etseler ne büyük bir tebeddül olacaktır. On beş gün mukaddem Mukden’den medresemize şöyle bir mektup geldi: “Biz epeyce nüfusa baliğ büyük bir karye halkıyız; dört sene mukaddem din-i Nasara’yı kabul etmiştik. Fakat şimdi düşünüyoruz; bu dinde din-i veseniden büyük bir fark yok. Binaenaleyh; rica ediyoruz; reis-i İslam gelsin; bize din-i İslam’ı tefhim ve tebliğ etsin; hepimiz din-i İslam’ı kabul edeceğiz; diyorlar ...” Böyle şeyler nadirü’l-vuku’ değildir. Çin uleması ölüdür. Ve illa şu veseni alemi tebdil bil-İslam olurdu. Şimdi Çin gazeteleri hükumet-i mahalliye bazı ümera İstanbul’a gönderip siyasi ve ticari muahedeler akdetmesi lüzumundan kemal-i ehemmiyyetle bahsediyorlar. Devletimizin terakkıyyat-ı berriyye ve bahriyyeyi tanzimine muvaffak olduğu için fevka’t-tasavvur medh u ıtra ediyorlar. Buradaki müslümanlar Sıratımüstakım kari’leriyle sair bil-umum müslüman kardeşlerine selamlar eder ve kendilerini unutmamalarını rica ederler. Hive Han’ı Muhammedü’r-Rahim Han’ın vefatını; terceme-i halini; Rusya’nın son zamanlar Asya-yı Vusta hanlıklarını bitirmek emelinde bulunduğunu; Sıratımüstakım öteden beri kari’lerine bildirip gelmektedir. Rusya’da bir kısım efkar-ı umumiyyeyi gösteren ceraid muttasıl bu mes’eleye rücu’ ile bütün Türkistan’ın Rusya vilayeti haline ifrağını şiddetle taleb ediyorlar. Mesela; şimdi; Duma’da ekseriyet fırkası olan Oktobristler’in naşir-i efkarı Golos Moskvy Asyayı Vusta mes’elesine dair şöyle yazıyor: “Muhammedü’r-Rahim Han zamanında merhumun şahs-ı nüfuzu sayesinde Rusya-Hive münasebeti pek iyi gidiyordu. Rusya Hükumeti Hive mes’elesini unutmuştu. Lakin Han’ın vefatından müşkilat tevellüdü muhtemeldir. Biz Asya-yı Vusta siyasetimiz hakkında öteden beri merciinin nazar-ı dikkatini celbedegeldik. Veliahdın babası [gibi] sahib-i nüfuz olacağı şüphelidir. Binaenaleyh hanlıkta fitne ve fesad zuhur etmesi muhtemeldir. Bu fesad Buhara’ya sirayetle bütün Türkistan’da Rusya aleyhine bir hareket-i azime-i siyasiyye hasıl olabilir. Bunlardan kurtulmak için ancak bir çare vardır ki o da Buhara ve Hive hanlıklarını kat’i olarak Rusya’ya ilhak etmekten ibarettir. Belki iş bununla da bitmez ama bu takdirde hiç olmazsa Rusya’nın eli ayağı bağlı bulunmaz. “Bizim Petersburg’un oda siyasiyyunu Buhara ve Hive’nin Rusya’ya ilhakı İngiltere’nin hoşuna gitmez “Bu ürkeklik sırf vehimden neş’et ediyor. İngiltere Rusya’nın bu hareketinden mahzuz olacaktır. Zira kendisinin de elleri çözülür. O da Afganistan’ı ilhak eyler. Bu şerait dairesinde anlaşılan ilhak seneleri.” Avusturya Bosna-Hersek’i; Japonya Kore’yi ilhak etti. Rusya Buhara ve Hive’yi Fransa Tunus’u ilhak etmek peşinde dolaşıyor; İngiltere’ye Afgan’ı; belki de Mısır’ı peşkeş çekiyorlar. İlhak olunmak hastalığına mübtela ülkelerin hemen [hepsi] müslüman memleketleri. Türkiye’nin taksiminden çok bahsolundu; şimdi alem-i İslam taksim olunuyor. Golos Moskvy’nin tehdidlerine bizim kuvvetsiz müslüman ceraidi mukabele ile uğraşıyorlar. Lakin ne faidesi var? Kuvveti olmayanın hakkına; deliline kim kulak asar? Maamafih; hiç olmazsa biz kendimiz müslümanlar; şarklılar birbirimizi okuyalım; Vakit refikımız olup geçenden haberdar; lakin mütevekkil: “ Golos Moskvy Hive’de ihtilal çıkacağına tamamen kani’. Yoksa bu makale muharrirlerinin fitne ve fesadda tecrübeleri değilse bile acaba ma’lumat-ı kat’iyyeleri var mı? Herhalde Hiveliler her bir ihtimale karşı hazır bulunmalıdırlar. Zayıflar için filhakıka korkunç dakıkalar…” Tercüman ise ciddi ve mufassal cevaplar vermeye çalışıyor: “Çok sürer mi bilmeyiz vakıa bugün Rusya ile İngiltere devletleri yekdiğerine dost ve emniyetlidirler. Bunun ile beraber taraflarına çıkıp yurt tutup yerleşse Rusya hoşlanmayacağı gibi Rusya Devleti de Buhara ülkesine vali ve Afgan hududuna kaleler ve mühimmat mağazaları kursa İngilizler de hoşnud olmazlar zannederiz. “İşin siyasi cihetinden geçelim. İktisad ve ticaret babına gelince bugün Rusya Devleti akçe harc etmediği halde Rusya tebeası bütün Buhara ülkesinde bila-mani’ serbest her türlü ticaret etmektedir; bu hususta imtiyazları Buhara tebeasından daha ziyadedir. Türkistan valilerinin idaresi için Rusya hazinesi aldığından fazla kırk seneden beri yüz milyon ruble masraf tuttuğu ma’lumdur. Bu halde Buhara’yı Semerkand ve Fergana gibi vilayet haline irca hazine faidesi nazarından heves edilir bir şey değildir. “Hukuk ve şurut nokta-i nazarından bakılırsa Rusya’yı böyle haksız harekete da’vet etmek münasib görülemez; Avusturya ve Japonya misal tutulamaz. Çünkü Avusturya Osmanlı vilayetini; Japonya ise cümle devletlerin parmağı oynayan vilayeti mal edindiler. Buhara ülkesi bunlara kıyas olamaz. Çünkü ta merhum Emir Muzaffereddin Han zamanında Rusya ile Buhara Hanlığı arasında akdolunmuş ahidname mefhumunca hanlık Rusya’nın himayesine girmiş hükumat-ı ecnebiyye ile muhaberesini kesmiş ve bugüne kadar bu ahde sadakati ile Rusya Hükumeti’nin ve hükümdarının kemal-i emniyyetini kesbetmiş bulunuyor; şöyle ki Buhara ne Bosna’ya ne Kore’ye mukayese olunamaz. “Buhara ve Hive hanlıklarının Rusya himayesinde ve dahilen müstakil bulunmakları devletimizce nafi’ olmak ihtimalleri vardır. Siyasiyatta i’tidal en büyük devletlerce lazım ve nafi’ olduğu tarih derslerinde görülmektedir. “Gazetelerimiz Avusturya ve Japonya’yı emsal göstermeyip bugün dostumuz olan İngiliz Devleti’ni misal etse daha doğru olurdu. Hindistan’da İngiliz himayesinde yedi sekiz rajalık ve hanlık vardır ki bazıları Buhara’dan beş altı mertebe daha vasi’dir. İngilizler bunları yutmuyorlar vilayat yapmıyorlar. Bu hikmetin bir sebebi olduğuna şüphe mi var? “Hindistan müstemlekelerinde olsun muvakkat nüfuzlarında bulunan Mısır’da olsun İngilizler yalnız iktisadi ve siyasi faidelerini te’min ile iktifa kılmayıp ıslah-ı idare ve neşr-i maarif ile dahi uğraşıyorlar. Vakıa hami ve medeni bir devlet himayesine aldığı emaretlerin usul-i idaresini ıslaha ve maarif-i asriyyenin intişarına insaniyet ve medeniyet namına mükelleftir. “Yazılacak budur Rusya bu cihete dikkat buyursa hiç komşularını rakiplerini rahatsız etmeyip bütün alem-i insaniyyetin medh ü senasını mucib olur.” Doğru söylüyorsun ama ey mücahid-i muhterem Kendi feryadındır ancak ses veren feryadına Kimse duymaz aşinadan büsbütün hali diyar! Devlet-i Osmaniyye: – Kudüs’ten Sabah matbaasına şu telgraf çekilmiştir: “Rum manastırının vermiş olduğu üç yüz liraya mukabil Hazret-i Ömerü’l-Faruk Cami’-i Şerifi’nin bir kısmını aldılar. miştir. Hakıkati isterseniz mutasarrıf-ı sabık Subhi evkaf muhasebecisi Fahri ser-mühendis Vasfi Beylerden sorunuz. Kaviyyen melhuz olan mahzurun ref’i için serian muhakkiklerin “İmam-ı Sahretullah Mustafa Carullah Müderris İbrahim Şakir el-Hüseyin Halil en-Neşşaşibi Yusuf Alemi ulemadan Abdülkadir Sa’id ed-Dekkak Arif el-Vakt. Merci’in nazar-ı dikkati bu hadise-i garibeye şimdiye kadar elbette mün’atıf olmuştur. – Müstakil Kırgız Hanı Cihangir Han ahfadından Sultan Selim Giray Can Töre birkaç günden beri şehrimizde misafirdir. Müşarun-ileyh Petersburg Darü’l-Fünunu riyaziyat şubesinden mezun olup Birinci Duma’ya Ufa vilayetinden meb’us intihab olunmuştu. Sultan Can Töre el-yevm Ufa Medrese-i İslamiyyesi nazırı ve Rusya müslümanlarının yorulmak bilmez hadimlerinden birisidir. Birinci Duma’nın kovulmasını müteakıb meb’uslar tarafından Rusya ahalisine dağıtılan i’tiraznameye vaz’-ı imza etmiş güzide meb’uslardan bulunduğu için üç ay mahbusluğa mahkum olmuştu. Darü’l-Hilafet’i ziyaretlerinden dolayı memnunuz: Safa geldiniz! – Rus askerinin İran’ı işgaline karşı İran Hükumeti tarafından birçok defalar i’tiraz olunduğu halde hiçbir semeresi görülememişti. Bu kere İran müctehidin-i kiramı Rus askerinin vatanlarından def’ine çare olmak üzere Rus malının İran’da tahrimini Meclis-i Milli’ye teklif etmişler ve Meclis-i Milli bir hayli müzakereden sonra mes’eleyi hususi bir komisyona tevdi’ eylemiştir. Rus gazeteleri İran’da Rus malının tahrimi gayr-ı mümkündür diye iddia ediyorlar. Zira Rusya’da İran’a mensucat ve petrol idhal olunmayacak olursa İraniler çıplak ve karanlıkta kalacaklarmış... Rusların iddiası ifrat-perverane olmakla beraber büsbütün hilaf-ı hakıkat değildir. El-yevm memalik-i şarkıyyenin cümlesi Avrupa emtiasına karşı tahrim-i tam i’lan edemeyecek derecede Avrupalıların esir-i iktisadisidir. Çin: cal-i devlet huzurunda meclis-i meşrutiyyet küşad olunmuştur. – Çin Hükumeti ihtiyar me’murları azl ile yerlerine Avrupa’da tahsil görmüş genç me’murlar ta’yin etmektedir. Eskiler buna mukabelede bulunmak istemişler ve hatta İmparatoriçe’yi tehdide kadar kalkışmışlarsa da nihayet iktisab-ı muvaffakıyyet eyleyememişlerdir. Yeniler vezir-i a’zamlık makamına Türk-Tatar unsurundan olan General İvanushkay’ın is’adını taleb etmektedirler. – Çin’de çıkan müslüman gazetesine dair biraz ma’lumat vermiştik. Orenburglu Vakit refikımızın son gelen nüshalarından mezkur gazete hakkında bazı ma’lumat daha istiare ediyoruz: de Çin’in zayıf iken müstağrak-ı duyun olduğunu bunun borçtan dolayı te’minat makamında Avrupalıların Çin’e girip yerleştiklerini yazıyor ve Çin’in Avrupa esaretinden kurtulabilmesi kurtulması lazım olduğunu anlatıyor. Duyundan halası için Çin gazetesinin gösteridiği çare ianelerdir. milyon Çinli disini ihtar eden Çinli dindaşımız müslümanların bu ianeden ’inci nüshada Çin’in ticareti tamamen Avrupalılar yed-i inhisarına girip bittiğinden şikayet ediyor.’ıncı nüshasında Avrupalıların Hıristiyan ve Avrupalı olmayan akvamı esir ve hayvan gibi gördüklerini anlatarak Pan-Hıristiyanizm ve Pan-Avrupanizm hareketlerinden haber veriyor sonra eğer insan gibi yaşamak istersen Avrupalı olmayan akvamın cümlesi ve alel-husus sarı cinsten Ma’lumdur ki Türkler cins-i asferden i’tibar olunur. müslim ve gayr-ı müslimler birleşip; ilm u ma’rifeti artırmalıyız ve Avrupa’nın esaret-i siyasiyye ve iktisadiyyesinden kurtulmalıyız; diyor ve Biz şimdi kromla kirlenmiş pırlantaya benziyoruz.” Avrupa’ya borçluluk Avrupa’ya esaret bahisleri okunurken yaylalarında çıktığına değil bizim mavi Marmara kenarında yazıldığına zahib oluyor. Demek ki şarkın hastalığı her yerde bir. Lakin her halde bu müslüman Çin gazetesi bilhassa umur-ı iktisadiyyede bizden daha uyanık görünüyor. – – Yine Dozy diyor: “Bununla beraber bu tarz-ı rü’yet Muhammed sa’in şahsına münhasıran mahsus değildi. Hemşehrilerinden birçokları da kendisi gibi düşünüyorlardı. Yalnız Muhammed sa bir noktada hemşehrilerinden ayrılıyordu. O Allah’ın meb’usu olduğu i’tikadında bulunuyor ve kendisini o sıfatla takdim ediyordu. “Bu fikir ve i’tikada o nasıl varmıştı. Materyalizmin muahezesine çarpılmak tehlikesini göze alarak demeye mecburuz ki bu hadisenin izahını onun muztaribi bulunduğu marazda aramalıdır. Evvelleri ulema Muhammed’in hastalığının sar’a olduğu i’tikadında bulunuyorlardı. Fakat onun terceme-i halinin son muharriri “Sprenger” ki yalnız müsteşrik değil tıpta da doktordur Muhammed sa hastalığına “hysteria-yı adali” namını veriyor. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem bulunduğu dereceye vasıl olunca bu hastalığa bizim memleketlerimizde bazen kadınlarda daha ziyade nadir olarak erkeklerde tesadüf olunur. Hastalık hamlelerden feveranlardan ibaret idi. Hamle hafif olduğu vakit bu hastalığa has olan o tekallüs ve inbisat-ı adale arazları görülüyordu dudaklar ve dil titriyordu. Gözler bir müddet kah bir tarafa kah diğer tarafa dönüyordu. Baş adeta bir makine gibi kendi kendine hareket ederdi. Aynı zamanda baş ağrısından muztarib olurdu. “Hamle şiddetli olduğu zaman ise bilakis bir da’ü’l-cümud kaplardı teneffüsü kesb-i su’ubet ederdi.” Buradan aşağı olan birkaç sahifeyi gözden geçirenler Sultan-ı Enbiya Efendimiz hazretlerine hainane ve cuhudane bir suretle azv u nisbet olunan bu hastalığın avarız ve alamatı hakkında bir hayli tatvilat ve mükerrerat görürler. Bunları sırasıyla nakletmeye lüzum yoktur. Yalnız içlerinden daha iki fıkrayı yazıyorum ki ne kadar bi-insafane isnadda bulundukları tebeyyün etsin. “Arabistan’da humma-yı na’ibe maraz-ı hakim olup sıhhatin kaffe-i ihtilalatı humma ile müterafık bulunduğundan Muhammed sa’ın paroksizmaları hastalığın son derece alırdı yüzü solardı. Titrer ve ürperirdi. Ve nihayet yüzüne yuvarlanan büyük ter damlaları kıyamet-ı buhranın koptuğunu şehevani ve pek müteheyyicdirler. Muhammed sa de böyle hisler hayal-i hisler ve istiğraklar mevcuddur. Ve bu halde mukavemet etmeyebilirler. Maa-haza o fikirler bir nevi’ taravet ve ulviyete maliktirler.” Birçok kimseler bu evrak-ı fesadiyyenin muhtevi bulunduğu taarruzatın en müdhiş en ziyade sa’bü’l-müdafaa kısmı olmak üzere burasını irae ediyorlar kitab-ı ma’hudun en mühim noktası bu mahallidir diyorlar. Çünkü İslamiyet’in binası üssü’l-esası risalet-i Muhammediyye’dir. Risalet sıfat-ı celilesi her türlü i’tiraz ve ihtimalden azade kalmak lazımdır. Eğer bu suretle sıfat-ı mezkure tezyif edilecek olursa ona müterettib ve mütevakkıf bulunan erkan-ı diniyye bil-cümle usul ve furu’-ı İslamiyye kendi kendine çürüyecek temelsiz bina gibi yıkılıp gidecek. Öyle ya! Haşa sümme haşa sar’a ve cünun gibi illetle ma’lul olan bir resulün bir vazı’-ı şeriatin mübtela olduğu maraz-ı müstevlinin şekl-i haricisinden füru’-ı avarızından ibaret olacak dinin ne hükmü ne ehemmiyeti olabilir? TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ekim Beşinci Cild - Aded: Bunların zan ve zehablarınca bu da’va-yı batıla muhakemat-ı akliyye ile def’ olunamazmış belki ilel-i asabiyyede yed-i tula sahibi bir tabibe müracaat iktiza edermiş! Biz deriz ki evet fi’l-vaki bu takım süfeha-yı mücahirinin esas-ı metin-i mezkura taarruz etmekten garaz ve emelleri şüphesiz bundan ibarettir. Hatta mütercim-i bi-vayeye bütün ahkam-ı aliyye-i diniyyemizin mugayir-i hakıkat hurafat ve iğfalattan ibaret olunmasını iddiaya kadar cür’et veren de bu iftira-yı azimdir. Fakat erbab-ı ibtisara göre bu ifk u iftiranın def’inde asla suubet yoktur. Bu heriflerin bütün mesa’i-i şakavet-peymaları haybet u hizlandan başka bir netice vermeyeceği meydandadır. Akıl ve mantık haricinde olan isnadlar vazıhu’lbutlan olan ifk u iftiralar parlak hakıkatlere karşı daima muzmahil ve mütelaşidir. İlel-i asabiyye mütehassıslarına a’raz ve alaim iras-ı şübhe eylediği maddelerde müracaat olunur. rette bırakmış hükema-yı dünyayı takdir ve tebcile mecbur kılmış olan bir şeriat-i mükemmele te’sisine rasihan-ı ulema-yı akvamı suhan-veran-ı belagat-ittisamı en kısa bir suresini tanzirden aciz bırakan bir kitab-ı kudsiyyet-nisab tebliğine muvaffak buyrulan bir Zat-ı ma’ali-simat aleyhi ezka’t-tahiyyat hakkında bu türlü azviyata cür’et etmek hurşid-i cihan-taba sevad ve zulmet derya-yı bi-girana de- [ Duhan /-.] nazm-ı celilinin medlul-i münifi naet ve adem-i nezafet isnadıyla ve i’lan-ı cinnet eylemekten zerre kadar farkı haiz olamayacağı derkar ve bedidardır. Esatin-i hikmet ve meşahir-i erbab-ı siyaset sırasında ma’dud mesela Eflatun Aristoteles ve Napolyon Bonaparte ve Prens Bismarck vesaire gibi bir zat hakkında böyle bir reddüd olunur mu? Durun bir kere mütehassisin-i etıbbaya müracaat edelim bakalım onlar ne hüküm verecekler diye Bu halde asar-ı celile-i muhalledeleri güneşten parlak bulunan enbiya-yı izam ve mürselin-i fiham hazeratı haklarında bu tarzda bir küstahlık ibraz eden nadan-ı bi-iz’an adüvv-i mücahir-i ehl-i iman daha ziyade redd u takbihe şayan görüleceği vareste-i tibyandır. Bir adamın dirayet ve ma’rifeti yahud belahet ve cehaleti ondan sudur eden asar ile kendisinin akval ve ef’aliyle sübut bulur. Buhl ü semahet ve necdet ü cebanet gibi bütün evsaf-ı batınıyye böyledir. Bu halde bir maraz-ı akli yeceği emr-i aşikardır. Her müessirin asar ve avarızı ise ya bizzat muayene veya tevatüren nakil suretiyle kesb-i kat’iyyet edebilir. Kat’iyyü’s-sübut asar ve avarız ortaya sürülmedikçe verilen hükümler amiyane olacağı gibi asar-ı sabite hilafına hüküm vermek de hasmane ve anudane olduğunda tereddüd caiz değildir. Dozy’nin ulema dediği rahabin cizvit güruhuna müntesib a’da-yı din-i mübin Fahr-ı Alem Efendimiz hazretlerindeki vahiy halet-i mukaddesesini masru’iyet ta’bir-i fasidiyle te’vil ve tezyife yelteniyorlarmış. Fakat terceme-i ahval-i nebeviyyeyi en son yazan Sprenger yalnız müsteşrik olmayıp tababetle de müştehir bir doktor-ı mahir olduğu cihetle tedkıkat-ı lazımeyi! bil-ifa Resul-i Ekrem hazretlerinin haşa hysteria-yı adali illetiyle mübtela olduğunu meydana çıkarmış ve kitabına yazarak bunu bütün alem-i Nasraniyyet’te Binaenaleyh Dozy ve hem-paları zu’m-ı batılınca buna karşı bir diyecek kalmazmış mütecasir-i mezburun istihracını hakıkat-i mahza olarak kabul etmek lazım gelirmiş. Din-i İslam’ın a’da-yı mücahirini bulunan cizivitler İslamiyet aleyhinde bir hezeyan sarfedince diğer bir bed-hah tarafından da te’yid ve kabul edilince her ne mahiyette olursa olsun; artık o hezeyan hakıkat-i mahza olurmuş. Halbuki düşmanın düşman aleyhinde en adi ve taht-ı imkanda olan şeylerde bile ihbar ve şehadeti mu’teber olmaz. Dursun böyle esas-ı dine Hazret-i Seyyidü’l-Mürselin’e dair muhalat-ı akliyye kabilinden vaki’ bühtanları. Acaba o “Sprenger” dedikleri adam ne vasıta ile bu mes’eleyi meydan-ı alaniyyete çıkarmış? Kendisi bin üç yüz sene evvel dünyada bulunup da mizac-ı hümayun-ı risaletpenahiyi muayene ile mi teşhis-i illet etmiş? Yoksa asar ve alaim-i sabite tedkıkiyle mi ta’yin eylemiş? Çünkü başka tarik ile teşhis-i maraz imkanı olmadığı balada ihtar olundu. Müsteşrik-i merkumun terceme-i ahval-i nebeviyyeyi en son yazanlardan olması cihetle asr-ı peygamberiden la-ekall on asar ve alaime nazaran der-miyan olunabilir. Bütün dünyaca tevatüren mütehakkık bulunan asar ve alaim ise asabiyete fet ve dirayete ve te’yidat-ı Hazret-i Rububiyyet’e şehadet etmektedir. Zat-ı Risalet-penahi Efendimizin siyer ve şema’il-i şerifelerine vakıf olanlar bil-cümle ef’al ve akval-i seniyye ve bütün muamelat-ı hususiyye ve umumiyyenin intizam ve hayran oluyorlar. Şer’-i şerif u enverlerinin tafasil-i ahkamına ledünniyyat-ı ma’ali-gayatına agah olanlar vüs’-i beşeri fevkinde bulunduğunu idrakle te’sisat-ı rabbaniyye olmasını cezm u teyakkun ediyorlar. Hysteria-i adali dedikleri illetin asar ve avarızını ta’dad şeyin Hazret-i Resul’de vücudunu isbat etmek muhal-endermuhaldir. Buna imkan olmadığı halde ta’arruzat-ı garaz-karaneden ne hasıl olur? Bu suretle büyük şantajlık yürütmeye savaşan şeyatinü’l-ins ve’l-cinn her şeyden bi-haber olan sade-dilanı büleha-yı nası ıdlal edebilmek hevesiyle zuhur-ı vahy hengam-ı füyuz-bahşasında müşahed olan halat-ı kudsiyyetsimatı kalıptan kalıba dökerek arasına efsane katarak isnadına cür’et ettikleri illet-i asabiyyenin alaim ve asarına benzetmeye çalışıyorlar. Halbuki gayr-ı tabi’i olmak hususunda beyne-humada fi’l-cümle teşabüh bulunuyorsa da netaic hiresi ba’is-i hayat-ı cavidani olacak ilm u irfan diğerinin sakk u sebke girmeyecek bir alay halt u hezeyan olduğu meydandadır. Fakat bu dinsiz heriflerin uluhiyet hakkında bile bin türlü şüpheleri var iken nasıl olur da vahy-i ilahi halet-i kudsiyyesini zihinlerine kabul ettirebilirler. Bit-tabi’ zulumat-ı küfr u dalal içinde bocalayıp kalırlar. Nübüvvet ve risalet mahiyyet-i samiyye ve hasa’is-i aliyyesinden gafil bulunan bu makule sebükmağzan-ı enam yalnız Sultan-ı Enbiya Efendimiz hazretlerine karşı değil; bütün enbiya-yı izam efendilerimize türlü türlü ifk u iftiralarda bulunmuşlardır. Bu saldırmalarının menşe’-i hakıkısini keşf u ta’yin güç bir şey değildir. Çünkü müşarun-ileyhim hazeratının Vahdaniyet-i Sübhaniyye ve mükafat ve mücazat-ı uhreviyyeye dair ifadat-ı kat’iyyeleri bu tagı ve bagılerin meşreb ve hevalarına muvafık düşmezdi menafi’-i’acile ve şehevat-ı hayvaniyyelerini serbest bırakmazdı. Bina-berin avam-ı halkı mütaba’at-i enbiyadan tenfir garazıyla dillerine gelen hezeyanı savurdular. Nur-ı dırahşan-ı Rabbani’yi söndürmek hülyasıyla enfas-ı müntene-i baridelerini sarf u istihlakten geri durmadılar. Hala da durmuyorlar. Kisveden kisveye girerek agraz-ı mel’anekarilerini tervic ettirmeye yelteniyorlar. Fakat Allahu Zü’l-Celal hazretlerinin füruzan eylediği sirac-ı vehhac-ı hakıkat hiçbir zaman hiçbir vechile kabil-i intifa değildir. Kur’an-ı Azimü’ş-Şan –balada zikrettiğim– süfeha-yı merkuminin menşe’-i mücaseretlerini de zikr u beyan etmemiş değildir. Nasıl ki Sure-i Zariyat ahirindeki ayat-ı celilesini mülahaza edenlerin ma’lumudur. Bu makama aid ayat-ı saire de vardır ki enbiya-yı izama isnad-ı cünuna bais onların i’lan-ı vahdaniyyet ve beyan-ı ahval-i ahiret buyurmaları olduğunu gösteriyor. A’da-yı din-i mübinin bu makule ifk u iftiraları daha esna-yı nüzul-i Kur’an’ da vaki’ olup ayat-ı beyyinat ile def’ u zat-ı süfehaya mukabeleden müstağni kalmışlardı. Onların en ziyade uğraşıp müdafaaya mecburiyet hisseyledikleri nokta-i i’tiraz “Sprenger” ve “Dozy” makulesi heriflerin tamamen aksi ve külliyen zıddı bulunan diğer tavaifin serd u Bu takım mu’terizin de münkir-i nübüvvet bir alay feylesoflardan teşekkül etmiştir ki bunlar ma’na-yı hakıkı ve nefsü’l-emrisi üzere vahiy ve nübüvvete vakıf bulunmadıklarına mebni şeriat-ı İslamiyye’nin intizam ve mükemmeliyetini o esasa atfedemiyorlar. Belki naşiri olan Zat-ı Risaletpenahi hazretlerinin haiz oldukları kemal-i akl u dirayet ve fart-ı zeka vü siyaset sayesinde vücud bulmuş olmasına zahib oluyorlardı. Vakıa bu zann ü zehabın da butlanı emr-i aşikardır. Çünkü bütün peygamberan-ı cihan ve bil-cümle hükema-yı devran taraflarından neşr u te’sisi saha-i imkan bulamayan böyle bir şeriat-ı kamile saadet-i dareyni kafil ve bi-nazir bulunan böyle bir din-i ali yalnız başına bir zat tarafından nasıl tertip ve te’sis olunabilirdi. Çocuklarımızın okuduğu mektep kitapları hakkında evvelce birkaç söz söylemiş idik. Vakıa bundan yirmi otuz sene evvel okutulan kitapların bazıları artık bırakılarak yerine başkaları yazılmış başkaları kabul edilmiş ise de eskiye bakılınca epeyce bir şey sayılan bu yenilik bugünkü ihtiyacımız göz önüne getirildiği gibi anlaşılır ki hiçbir şey değildir. Evet elifbalarımız hayli ıslah edildi; ufak tefek hesap kitapları kıraat kitapları yazılmaya başladı; bunları kale almamak sahiplerine teşekkür etmemek pek nankörlük olur. Şu var ki efradı bizim kadar az okumuş bir millet için ibtidai kitaplarımızın hal-i hazırını kafi görmek hiç doğru olamaz. Askerimizi yeni silahlarla donatmak ne ise çocuklarımızın eline zamana göre yazılmış kitaplar vermek de ayniyle odur. Bizim yetiştiğimiz devirler geçti hem çoktan geçti! Nasıl geçtiğini burada tasvire kalkışmayacağız. Yalnız ciğer-parelerimizin kıymetli zamanlarını da öyle geçirmek farz-ı muhal olarak doğru bile olsa kabil olamayacağını bir kere daha hatırlara getireceğiz. Her baba evladını kendi okutacak kadar vakit yahud hususi bir hoca tutup okutturacak kadar para bulamaz. Maarif Nezareti de birkaç sene içinde hiç yoktan bir usul-i ta’lim icad edecek kadar muktedir muallimler yaratamaz. O halde ne yapmalı? İktidarı hamiyeti olanlar hem mektep çocukları için kitaplar yazmalı; hem de o kitaplardaki mebahisi çocuklara nasıl öğretmek lazım geleceğini gösterir eserler yani hoca kitapları meydana getirmelidir. En basit hakıkatleri te’yid için “Avrupa’da böyledir!” sözünü ilave etmek modası bir bid’at-i hasene ise biz de o sözü tekrar ederiz. ne çıkar? diyeceksiniz öyle mi? Çok şey çıkabilir. Nitekim çıktı: Çocuklarımızın en mühim eksiği ilm-i hal kitabı değil mi idi? İşte Halim Sabit Efendi kardeşimiz onu tamamladı. Şimdiye kadar hiç kimsenin yazmadığı bir ilm-i hali yazdı. Artık yedi sekiz yaşındaki yavrularımız yaşını başını almış ulema-yı kelamın bile kolay kolay anlayamayacağı yahud anlatamayacağı sıfat-ı zatiyye sıfat-ı sübutiyye bahislerini papağan gibi ezberlemek mecburiyetinde kalmayacak; artık çocuklarımız fıtrat-ı beşere tamamiyle mülayim bulunmasından daha açık bir ta’bir ile o fıtratın aynı olmasından dolayı sadeliği besateti temsil eden ahkam-ı şer’iyyemizi akaid-i esasiyyemizi birer muamma gibi telakkı etmeyecek. Hocalarımız ne yapacak? Evet hocalar da bu yeni kitabı okutmak için hiç güçlük çekmeyecek. Çünkü müellif eserini biri çocuklarımıza diğeri hocalarımıza mahsus olmak üzere levhalar tertip etmiş; muallimlere mahsus kısımda ise o levhalardaki hakaik zihinlere nasıl telkın olunacak layıkıyla göstermiştir. Bu yeni ilm-i hal Bab-ı Fetva’da müteşekkil Tedkık-i Mesahif ve Mü’ellefat-ı Şer’iyye Meclis-i Alisi’nin tasdikını takdirini kazandıktan sonra bütün mekatib-i ibtidaiyyede okutulmak üzere Maarif Nezareti’nce kabul olunmuş; sahibine mükafat-ı nakdiyye verilmiştir. Biz ne bahtiyarız ki temennilerimizin yavaş yavaş tahakkuk ettiğini görmeye başlıyoruz; çocuklarımız ne bahtiyardır ki böyle güzel bir esere malik bulunuyor. Halim Sabit Efendi ne bahtiyardır ki irfanının sa’yinin her taraftan şükran ile Es-Selamü aleyküm Sıratımüstakım’in numaralı nüshasında hutbelerime karşı uzun tenkıdi havi olan İbrahim Besim Efendi’nin mektubunu tamamiyle okudum. Muharrir-i muhtereme hususi mektupla mufassalan cevap yazdım. Esas-ı mes’elede aramızda mübayenet-i efkar yoktur. Ancak tasavvurat-ı efkarda olsa gerektir ki o da ehemmiyetten aridir. Çünkü maksadımız din ve vatana hizmettir. Başka emel değildir. Cevabımın Sıratımüstakım’de neşri icab eder ise idare-i aliyyenize takdim ederim. Her halde dine vatana hizmet edelim. Evc-i maarif ve kemalata i’tila için çalışalım geride kalmayalım. Ve minallahi’t-tevfik fi külli umur. Kendisiyle ancak iki üç defa görüştüğüm bir zat geçende yanıma gelerek dedi ki: – Ben bizim Osmanlı edebiyatını o kadar yakından tanımıyorum. Eskilerden hemen hiç birşey okumadım. Yenileri okumak istedim lakin hoşuma gitmedi. Demek istiyorum ki bu vadide çokluk mülahaza yürütmeye salahiyetdar değilsem de hesapça bizim lisan hal-i hazırıyla büyük büyük asar hususiyle asar-ı manzume ibda’ına müsaid olmayacak. – Büyük büyük eserlerden maksadınız nedir? – Avrupa üdebasının asarı gibi efkarı birer gayete doğru sürükleyip götürebilecek müellefat. – Vakıa bu söylediğiniz mahiyette henüz o kadar çok eserlerimiz yok. Lakin en büyük bir edibimizin dediği gibi kıllet büsbütün yokluk demek değildir. Eldeki mevcud-ı kalil kadar akım bir lisan olamaz. – Eğer mevcud-ı kalil ta’bir-i na-mu’ayyeni ile garb romancılarını takliden yazılan birkaç hikayeyi murad ediyorsanız pek yanlış düşünüyorsunuz. Ben bunları biraz okudum. Lakin kabil değil devam edemedim. Çünkü Paul Bourget’lerin Daudet’lerin Zola’ların acemi hem pek acemi bir kalem ile tercümesi lakin Türkçe olmayan bir lisana tercümesi Evet ben edebiyatımızı yakından tanımam. Lakin Türkoğlu Türk olmak i’tibariyle lisanımızı pekiyi bilirim. Yine o adat-ı milliyyemize hissiyat-ı milliyyemize kat’iyen bigane değilim. Halbuki eşimden dostumdan hangisine müracaat ettimse ne sağlık verdiği eserin lisanı Türk lisanı idi ne de tasvirine yeltendiği adetler hisler bizimkilerine benziyor idi. – Olabilir efendim. Romancılık bizde yeni açılmış bir çığırdır. Tabii bir mevcudiyet gösterebilmesi için zaman lazım. – Haydi bu mübtediliği kabul edelim. Lakin yeni açıldığını söylediğiniz çığır doğru değil! Bu yolda ne kadar çok giderseniz o nisbette sapa düşeceksiniz! – Hakkınız var efendim. O gibi eserlere aid mütalaatınıza tamamiyle iştirak ederim. Biz her lisanın bir şivesi olduğu gibi Türkçe’nin de kendisine has bir şivesi olduğunu cümleler evvela zihinde Fransız lisanıyla tertip edildikten sonra kağıda Türkçe nakledilmek pek maskara bir şey olacağını hele muhitimizi adat-ı milliyyemizi bilmeksizin yahud bilmez gibi görünerek yazılan eserlerin hiçbir zaman yerli malı sayılamayacağını çok söyledikse de kah kavaidcilikle kah taassubla kah müfrit bir muhafazakarlıkla itham olunduk durduk! Size garib bir vak’a nakledeyim: Edebiyat müntesiblerinden biri …’in romanlarından birkaçı hakkındaki mütalaamı sordu. Okumadım cevabını alınca hayrette kaldı. Bunda şaşacak bir şey yok: Ben o eserleri Türkçe diye okuyacaksam Türkçe değil; sırf bir eser-i san’at diye okuyacaksam Alphonse Daudet’nin Jack’leri Sapho’ları elbette bunlardan çok san’atlı. Bizde Türkçe roman yazılıncaya kadar bu yarım yamalak Fransızcamla Fransa romancılarını okumakta devam eder giderim cevabını verdim. “Garazkarsınız!” diyerek yanımdan çekildi. – Sizin yeni şiirleriniz de bir tuhaf gençlerden birinin gayr-ı matbu’ bir manzumesini okuyorlardı. Kulak misafiri oldum. Bir yerinde “Ne şey’e yarar?” cümle-i istifhamiyyesi vardı. Bu ne demek? “Neye yarar?” cümlesini anlarım lakin ne şey’e yarar demek hem de şey lafzındaki hemzeyi belli etmek garib olmuyor mu? dedimse de; vezin buna müsaid değildir tarzında mukabele ettiler. Demek siz nazmınızda – Evet efendim bizim nazmımız Acem vezinlerine tabi’ olduğu için her istediğimizi kolayca söyleyemeyiz. Şairlerimiz ekseriya zaruret-i vezn denilen hastalıktan vefat ederler! – İyi ya! Yalnız hecelerin adedini saysanız da bu külfetten kurtulsanız olmaz mı? Öyle işittim ki Abdülhak Hamid Bey’in parmak hesabıyla yazılmış tiyatroları varmış hem pek de güzel oluyormuş. – Evet efendim. Lakin Hamid Bey’in bu vezinden yalnız bir eseri var. Halbuki Acem evzanıyla yazılmış tiyatroları müstakil manzumeleri pek müteaddid. Bir de parmak hesabı Acem vezinlerinin te’min ettiği ahengi deruhte edemediği – Alışsanız ötekilerini de ahenkdar bulursunuz. – Pek doğru. Şu var ki Acem evzanını asırlardan beri emek verilen bir çığır kolay kolay bırakılır mı? Zaten aruzu bırakalım deseniz arkanızdan kimse gelmez. Meğer ki en muktedir şairlerimiz Acem evzanını büsbütün terk etsinler de bir yeni vezinde birçok eserler meydana getirsinler. Evet bu vezindeki noksan-ı ahengi telafi için yazılacak eserler fikir mazsınız. – Öyle işitiyorum ki Emin Bey isminde biri Türk Şiirleri ünvanıyla bu çığırda birçok eserler yazmış hayli de muvaffak olmuş... – Yazdığını biliyorum fakat muvaffakıyetinden haberim yok. Eserleri de size söyledikleri kadar çok değil. Maamafih hasise-i şairiyyetten fıtraten mahrum olan bu adam için kemal-i aczine bakmayarak başkalarının yapamadığı işi başa çıkarmaya çalışmak da tabii şayan-ı takdir bir harekettir. Sa’yi meşkur olmasa da kendisi indallah me’cur olacaktır. – Tuhaf söylüyorsunuz! Hem elinizdeki veznin darlığından şikayet ediyorsunuz hem de ötekini kabul taraflarına yanaşmıyorsunuz... – Efendim elimizdeki vezin vakıa dar. Lakin size söyledikleri kadar değil. Nitekim büyük şairlerimiz bu vezin ile pek güzel şiirler söylenebileceğini eserleriyle isbat ettiler. Zaten nesir varken nazım ile tebliğ-i hissiyyata kalkışmak bir nevi’ mirasyediliktir. Karihası zaruret-i vezn derd-i müzmini altında inleyen bizim gibi fukara-yı san’at ya haddini bilerek mirasyediliğe özenmemeli yahud Acem evzanından şikayet etmemeli! ma’lumdur: Ecanibin müdahelat-ı gun-a-gununa ma’ruz kalarak şu’unat-ı milliyyemizin kaffesinde istiklaliyet ve muhtariyetten mahrum kalmıştık hangi tarafa çevrilsek önümüzde ecanibin mümanaatı arkamızda da yine ecanibin tazyikını görüyorduk. İdare-i müstebidde bir taraftan ahaliyi mamak niyeti ile ecanibin bütün tazyikatını bütün tahkıratını kabul ederek her ne isterlerse icra ediyordu. Azıcık mukabele metanet gösterir ise ecanib rical-i devletin ahval-i ruhiyyelerine kemaliyle vakıf olduklarından birtakım “blöf”lerle tehdidatta bulunurlar nümayişler yaparlar ve bilahare olurlardı. Lorando ve Tubini denilen iki Fransız’ın İstanbul rıhtımı hakkındaki haksız müddeiyatları sem’-i kabule alınmadığından dolayı Abdülhamid’in dostu olan Abdülhamid’den külli maaş alan idare-i sabıkanın bütün an’anat-ı ruhiyyesine vakıf bulunan Fransız sefiri Konstan’ın iğvaatı üzerine kocaman Fransa Devleti’nin sefain-i bahriyyesi Midilli’ye kadar gelerek bir nümayiş yaptı; Yıldız titredi rical-i hükumet kendilerini kaybettiler. İki Fransız altı yüz senelik bir hilafet-i muazzama-i İslamiyye’yi istihkara muvaffak ve haksızlıklarını hak olarak gösterdiler! Rusya Hükumeti Bağdad şimendöferinin Almanlara verilmesini işitir işitmez Hükumet-i Osmaniyye’den kendisine de bir hisse taleb etti. Guya memleket taksim ediliyormuş da kendisi memleketin bir varis-i meşru’u imiş gibi kendi hakkını taleb ediyor! Abdülhamid otuz milyonluk halkı titreten o hükümdar-ı cebbar şimdi Moskof tehdidatı karşısında titreyerek Bahr-i Siyah sevahilinde atiyen inşa edilecek bütün şimendöfer imtiyazını Rusya Hükumeti’ne teslim etti. Hatta bundan dört sene mukaddem Rusya’nın dahili ve harici tehlikelere ma’ruz kalarak en buhranlı bir zaman geçirdiği esnada Rusya Hükumeti Osmanlı tarafından kat’iyen bir teşebbüste bulunulmayacağına dair te’min ettirmek için Abdülhamid Rusya’dan gelmiş bir askeri komisyonuna bütün orduları ve devair-i askeriyyeyi teftiş ettirdi. Daha neler daha neler!.. kin ecanibin tasallutu yalnız siyasiyat ve maddiyat üzere değil bütün ma’neviyatımıza kadar da tevessü’ etmişti. Biz Avrupalıları başka bir tinetten başka bir hamurdan yoğrulmuş yaratılmış addediyorduk. Onları insanlar arasında mümtaz diğer insanlardan ali necib bir mahluk gibi görüyorduk; Avrupalılar ne derse hak ve doğrudur! Avrupalılar ne iddia ederlerse muhıkk ve hakıkattir! Bir şarlatan Fransız gazetesinin yazısını ilhamat-ı asumani gibi kabul ediyorduk. Bütün efkar-ı hissiyyatımızı onlarınkine benzetmekte onlarınkine uydurmakta bir fahr mübahat duyuyorduk! İki Fransız kelimesi öğrenmiş bir Osmanlı şu kelimeleri kendi lisanı arasında kullanmakta bir zevk bir meserret hissediyordu. vam edip gidiyordu. Şu iki esaret yani siyasi ve maddi esaretle ma’nevi ve fikri esaret yekdiğeri ile imtizac ederek bütün kavmiyetimizi milliyetimizi diyanetimizi mahv ü nabüd etmekte idi. Bence ikinci esaret yani esaret-i fikriyye ve hissiyye daha mühlik idi. Zira tarihin verdiği tecrübeler üzerine bir kavim kendi şahsiyyet-i siyasiyyesini kaybederse şahsiyyet-i ma’neviyye ve fikriyyesi sayesinde yine yaşayabilir yeniden hakimiyyet-i milliyyeye nail olabilir. İşte İtalya bederse ona bir daha çare bulunmaz! Fakat bereket versin ki iki buçuk seneden beri şu iki türlü esaretten millet-i Osmaniyye bir muvaffakıyyet-i azime ile yakasını silkmektedir. Bugün esaret-i siyasiyyeden kurtulmuş olduğumuzu Avrupalılar bile kendi arzularına rağmen i’tiraf ve teslim etmektedirler. Buna en mu’teber ve en mukni’ şahid Avusturya Hariciye Nazırı’nın geçen gün Macar delegasyonu muvacehesinde kısm-ı a’zamını Türkiye’ye hasretmiş. Bilhassa iki madde üzerine beyan-ı fikir etmiştir: Evvela: “ senesi yaz vukuatından sonra Osmanlı Hükumeti yeni ve metin esaslar üzere teşekkül ettiğinden dolayı bütün Avrupa hükumetlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı şimdiye kadar ta’kıb ettiği mesleğin bütün bütün tebdil ve tagyir edilmesi lüzumunu Avusturya Hükumeti müttefik olduğu hükumetler ile beraber i’tiraf ve teslim ediyor.” demişlerdir. Tarz-ı diplomaside söylenmiş olan bu cümlenin ifade ettiği meram başka ve sade bir lisan ile beyan edilirse maksad şu oluyor: Bundan sonra hükumat-ı ecnebiyyenin Osmanlı Devleti dahili işlerine müdahalesi gayr-ı kabildir. Bunu i’tiraf ve teslim etmelidir. Bundan maada hükumat-ı ecnebiyye mazinin bırakmış olduğu bütün izlerden eserlerden an’anelerden ve teamüllerden de vazgeçmelidirler! Osmanlılıkta artık bu gibi şeylere tahammül ve sabra imkan yoktur! Avusturya Hariciye Nazırı’na söyleten ancak ordumuzdaki tanzimat ve teşkilatta ve memalik-i Osmaniyye’nin cihat-ı muhtelifesini sarsmış olan ihtilallerin suhuletle ve bir daha tekerrür etmeyecek surette iskatında ibraz ettiğimiz muvaffakıyetlerdir. Avrupa görüyor ki şu millet devr-i sabıkın gösterdiği gibi bitmiş ölmüş bir millet değildir. Bu millette daha birçok kuva-yı maddiyye ve ma’neviyye mevcuddur Viyanaları muhasaraya alan eslafın ahlafında kendilerini müdafaa hukuk-ı milliyye ve beşeriyyelerini hıfza kifayet edecek hamiyet ve isti’dad ber-devamdır. Ve yine Avrupalılar görüyor ki bu az zaman içinde ibraz ettiğimiz asar-ı hayat bizi yeniden şarkın gayr-ı kabil-i inhina bir unsur-ı kavisi edecektir! Şarkta sulhün devamı bütün akvam-ı şarkıyyenin yekdiğeri ile bir aheng-i tam içinde yaşamaları mes’ud olmaları yine bizim elimizde olduğunu Avrupalılar yeniden duydular ve duyup da bizim şeref-i nefsimizi haysiyet-i milliyyemizi okşamaya başladılar. Biz bugün müdahelat-ı ecnebiyyeye sabr u tahammül değil bizzat Avrupa hayatının Avrupa muvazenesinin şark ile garbda sulhün ber-devam olmasının en büyük esasıyız. Bu hakıkati bugün yalnız Avusturyalılar değil bütün cihan teslim ediyor. Esaret-i ma’neviyye ve fikriyyeye gelince gerçi şu esaretten de yine hamdolsun bu yolda da ilk kademeleri attık. İşin en tuhaf yeri burasıdır ki bizi bu yola sevk eden bizi herkesten ziyade taht-ı esaret-i ma’neviyye ve fikriyyelerinde ezmekte olan Fransızlardır! “Fransızlık” Osmanlılığa galebe çalarak bütün şu’unat-ı hayatiyyemize sirayet etmekte idi. Fransız lisanı Fransız edebiyatı Fransız efkar ve hissiyatı Fransız zevki evlerimizi ailelerimizi mekteplerimizi ve hatta zeka ve kalbimizin en hücra köşelerini bile teshir etmişler idi! Bu halin bu evzaın Osmanlılık ve bilhassa müslümanlık alemine fıtratına seciyesine ne derecede muvafık olup olmadığı mes’elesi en mühim mesail-i hayatiyyemizden birisini teşkil ettiği için uzun ve amik bir mübahaseye muhtaçtır. Şimdilik yalnız şurasına celb-i dikkat ediyorum ki el-yevm bütün Osmanlılık aleminde Fransızlığa karşı bir “reaksiyon” bir aks-i hareket müşahade edilmektedir ki bu da milliyetimizin teşekkül ettiğini kendimizi düşündüğümüzü hissiyat-ı milliyyemizin tekamül ettiğini gösteriyor. Bir kere bugünkü matbu’at-ı Osmaniyye ile bundan altı ay evvelki matbu’at-ı Osmaniyye’yi mukabele ediniz! Bundan altı ay akdem matbu’at-ı Osmaniyye fikir ve hissiyatça hemen Avrupa matbuatının bilhassa Fransız matbuatının esiri ayine-i aks-endazı idi! Şahsiyet kendine mahsus bir mevcudiyet… bütün bütün mefkud idi. Bugün bütün bütün aks-i hal icra-yı hükm ediyor: Fransız Hükumeti ile Osmanlı Hükumeti arasında istikraz mes’elesinden dolayı zuhur eden siyasi münakaşa matbuata geçti. lan matbuat-ı Osmaniyye Fransız matbuatının dehşetli muhacematına hafif bir surette mukabelede bulundu. Lakin münakaşa gittikçe şiddet kesbederek efkar ve hissiyat-ı milliyye galeyan etti. Bugün yalnız esas-ı mes’ele değil bütün Fransız hayatı medeniyeti tarz-ı ma’işeti matbuat-ı Osmaniyye tarafından şiddetli ve muhık bir tenkıde ma’ruz kalmıştır. Altı ay evvel kimse bunu kat’iyen hayaline bile getirmezdi. Ve mes’elenin en meserret-amiz en ümid-aver ciheti budur ki bir tarafta seyirci suretinde kalan diğer Avrupa matbuatı şu münakaşada hak ve hakıkati Osmanlı matbuatına verdiler; Osmanlı matbuatını Fransız matbuatından daha mu’tedil daha hak-perest gördüler. Doğrudan doğruya şu münakaşa Osmanlı matbuatının Fransız matbuatı üzerine büyük bir galebe-i ma’neviyyesi ile neticelendi. kantalarında gazete idarehanelerinde İstanbul’un ekseri ev ve konaklarda daima aylık me’muriyet açıkta kalmak maaşını artırmak tekaüdiyesini te’min ettirmek gibi mevzular üzerine konuşulduğunu işitir; Beyoğlu mehafilinde birahanelerde pastacı dükkanlarında klüplerde circlelerde ise söz muttasıl imtiyaz inhisar istikraz iştira yüzde şu kadar simsariye vesaire üzerinde dolaşır. Hey’at-ı ictimaiyyelerin hayat ve tekamülünde en mühim belki yegane amil amil-i hitlerinden birisi şüphesiz Kostantiniye şehridir. Bununla beraber garibdir; Türk tabaka-i münevveresi; hiç olmazsa; tezahürat-ı fikriyyelerinde cem’iyetlerin muharriki “fikir” ve hatta “ahlak” olduğuna mu’tekid gibi görünürler. Birçok vicdan-hıraş vekayi’ ve hadisat-ı iktisadiyye ile dolmuş ceridelerin başmakaleleri; on sekiz yaşlık kızlara yakışır bir idealism historic ile yazıldığı gayr-ı vaki’ değildir. Vekayi’-i yevmiyyeden istinbat-ı netaic eyleyerek serd-i mülahazat eden siyasi muharrirlerimiz cereyan-ı tarihiyi; iktisadi esaslara müstenid materialism historic nokta-i nazarından; asla tedkık etmezler. Tabaka-i münevveremiz efradının ma’işet-i zatiyyelerinde umur-ı iktisadiyyenin fevkalade ehemmiyetini müdrik olmadıklarını ve hayat-ı şahsiyyelerini kavanin-i netmem. Hatta memleketin hayat-ı umumiyyesinde de umur-ı Empirique bir nazarla görmüyorlar; denemez. Lakin mülahazat ve tedkıkat-ı ictimaiyye ve siyasiyyelerinde amil-i iktisadiyi bütün vekayiin müvellidi olarak piş-i tedkıke almadıkları aşikardır. Türkçe yazılmış tarihlerimiz ya birbirlerine asla eklenememiş bir sürü vekayi’-i müteferrika küfesi halinde bırakılmış yahud vekayi’-i mezkure gayet zayıf gayet ince bir “fikir” ipine dizilerek bir nevi’ tesbih yapılmıştır. İhtimal lakınin te’siratı olabileceğine zehab derecesinde saf-derunluk gösteren muharririn-i siyasiyyemiz bile yok değildir! Bu halet-i fikriyyenin hala aramızda devam edebilmesi tarihi maddi bir nokta-i nazardan tedkık ve tefehhüm meslek-i tarihisinin henüz Türkiye efkar-ı münevvere ashabı arasında gereği gibi intişar edememiş olmasından neş’et edebilir. Vakıa meslek-i mezkurun muktedası Karl Marx; Osmanlı edebiyatında en az tanılmış bir simadır. On dokuzuncu asır Avrupa efkarında pek amik izler bırakan bu muktesid-i hakim cem’iyetlerde meşhud bil-cümle tezahürat-ı ictimaiyye ve siyasiyyenin sebeb-i aslisi umur-ı iktisadiyyeden re fikrin efkarın vekayi’-i ictimaiyyeye te’sir-i hakıkısi yoktur. Fikir sebeb-i asli-i maddilerinden bazısı ile vekayi’ arasında ancak vasıta olabilir. Fikir ilca’at-ı iktisadiyyeden tevellüd eder. Fransa ihtilal-i kebirinde Montesquieu’lerin Rousseau’ların Voltaire’lerin Diderot’ların efkarını müessir gibi görmek sırf netice-i kasr-ı basardır; ihtilalin mü’essir-i hakıkısi Fransa’nın on sekizinci asırdaki vaz’iyyet-i iktisadiyyesi teşkilat-ı ictimaiyyesidir. Her bir hey’at-i ictimaiyyede birtakım sunuf mevcuddur. Bu sınıflardan beheri hayat ve maişeti gereği gibi te’min edebilmek için servet-i ictimaiyyenin kısm-ı a’zamına malik olmak ve bütün servet-i ictimaiyyeyi sınıf menabi’-i serveti vesait-i istihsal-i serveti ve kuvve-i hükumeti kendi elinde bulundurmak ister. Bir defa bunları ele geçirdi mi hey’at-i ictimaiyyenin servetine artık dilediği gibi tasarruf edebilir. Ve bu tasarruf da şüphesiz sınıf-ı mezkurun sırf kendi nef’ine göredir. Bundan dolayı sunuf-ı saire hayat ve maişette büyük bir müzayaka çeker. Müzayakadan kurtulmak için servet-i ictimaiyyeden az nasibedar ve kuvve-i hükumetten mahrum olan sunuf sınıf-ı hakime muttasıl taarruz ve hücumda bulunurlar; sınıf-ı hakimi bulunduğu zirve-i ikbalden devirip yerine kaim oluncaya kadar uğraşırlar. Tarih-i beşeriyyet sınıfların kavgasından başka bir şey değildir. Ve tarih-i beşeriyyette görülen bu kavga-yı sunuf da bütün zevi’l-ervahın hayatında meşhud kavga-yı hayatın bir hal-i hususisinden ibarettir. On sekizinci asr-ı miladinin nihayetlerine doğru Fransa’nın mutevassıt sınıfı burjuvazisi servet-i memleketi kuvve-i hükumeti yed-i inhisarlarında bulunduran asilzadegan ve ruhban sınıflarından almak için hareket-i şedidede bulundu; buna tarihlerde Fransa İhtilal-i Kebiri deniliyor. Krallık geniş kürklü ve ipekli mantosuyla sunuf-ı mümtazeyi örtmek müdafaa etmek istediğinden o da yıkıldı. Sınıf-ı mutevassıt hücumda yalnız kendi kuvvetine güvenemediğinden dördüncü bir sınıfı Paris’in yersiz yurtsuz gündelikçi hakıkı avamını yardımına çağırmıştı. İhtilali yapan asıl bu iki sınıftır ki bilahare servet-i milliyyeye hissedar olmak kuvve-i hükumete sahip bulunmak için bu iki sınıf arasında da bütün on dokuzuncu asır imtidadınca kavga devam edecektir. İhtilalden evvel gelip çoğu burjuvazinin ve biraz da asıl avamın müddeayat ve mutalebatını yazılarıyla aleme i’lan eden Montesquieu Voltaire Rousseau Diderot gibi siyasi muharrirler sonra esna-yı ihtilalde türeyip o müddeayat ve mutalebatı kemal-i şiddetle bağıran Mirabeau Danton Desmoulins Robespierre Marat gibi hatip ve siyasiler ihtilali hizmetçileri idi; yoksa bazılarının zannettiği gibi ihtilali bunlar icad etmediler. Yaşamak hem de bol bol rahat rahat yaşamak ihtiyaç veya arzu-yı fıtrisi ve bundan mütevellid niza’dır ki Fransa ihtilalini de diğer ihtilalleri de ihdas eylemiştir. Sözün kısası tarih-i beşeriyyetin muharriki mahfaza-i fikr u akl olan dimağ değil menba’-ı cu’ u atş olan mi’dedir… Marx ve tilmizanı maddiyyet-perestlikte ifrata kaçmış olabilirler lakin mi’desi olan hiçbir kimse inkara ictisar edemez ki tezahürat-ı şahsiyye ve ictimaiyyenin en kavi müessiri aç kalmamak doymak ve hatta biraz da israf etmek ve bu suretle yaşamak arzu-yı fıtrisidir. “Fikr”in velev müstakil bir amil-i ictima’i olduğu tasdik bile edilse “ihtiyac-ı maddi”nin ondan daha müstakil ve ondan daha kavi bir amil olduğu asla reddolunamaz. Herhalde şuna şüphem yoktur: Gerek tarihin tedkıkinde; gerekse bir siyasetin idaresinde materyalizmi kendilerine rehber ittihaz edenler idealizme kapılanlardan daha az yanılmış olurlar. Binaenaleyh; halkımızın terbiye-i siyasiyye ve ictimaiyyesiyle meşgul olanların bu dakıkayı nazardan kaçırmamaları şayan-ı temennidir. Halbuki kendi hey’at-ı ictimaiyyemiz içinde olsun diğer memalikte olsun pek büyük pek mühim vekayi’i siyasiyye ve ictimaiyye hadis olup geçtiği halde karanlıkta kalan efkar-ı ahalimiz ilim meş’aleleriyle lüzumu derecesinde aydınlatılmıyor; vekayiin tahliline sevaık ve avakıbının tedkıkine hakkıyla himmet olunmuyor… Bütün bu uzun mülahazat hatırıma Portekiz İhtilali münasebetiyle geldi. Portekiz’de ihtilal oldu kral kaçtı cumhuriyet epey mecruh ve maktul var… Bunların hepsi niçin? Bu kanlı rememiş Osmanlılar için tedkık ve tefekkürü pek ziyade şayan-ı guna münasebat ve müşabehet vardır? denilmesin: İberya Yarımadası’nda sakin akvam-ı cenubiyyenin; İspanyolların Portekizlerin hayat-ı iktisadiyye ve fikriyyelerinde ve bunlardan mütevellid hayat-ı siyasiyyelerinde; Balkan ve Asyayı Suğra’da sakin akvamın hiç olmazsa bir kısmına müşabehetleri ve hele Avrupa’nın münteha-yı garb ve şarkında kain devletlerin mukadderatında bazı muvafakatlar öteden beri bazı müdekkiklerin nazarına çarpmıştır: Soviseri’nin; İspanya ve Türkiye’den bir arada bahis nutk-ı meşhuru hatıra getirilsin. Bununla beraber İstanbul matbuatı Portekiz vekayiine dair bir sürü mütenakız mükerrer telgrafnamelerle kari’lerinin başlarını döndürdükten kralın kaçışına dair şairane birkaç parça tercüme ettikten –ha bazıları da ihtilalin sebeb-i aslisi olarak bilmem ne kasrının şeametini keşfeyledikten– sonra artık vazifeleri bitmiş kıyasıyla muahhar telgrafları üçüncü sahifeye atıverdiler. Gerçek biz kendiliğimizden Portekiz’i tedkık ederek şahsi etüdler yapacak iktidarda değiliz; lakin garblıların bu mevzulara dair asarından olsun istifade ile halka Portekiz zahmete bile katlanmaksızın; işin içinden çıkılabilirdi: Akvam-ı medeniyye matbuatının bu babda yazılmış ciddi ve temelli makalelerinden bi’l-intihab tercümeler edilirdi. Ve bu tercümeler kariine o bi-hesab ve karışık telgrafnamelerden daha faide-bahş olurdu. İşte bu düşüncenin sıhhatine kani’ olarak ihtilalin esbabını bilhassa umur-ı iktisadiyyede bularak yazılmış bir makalenin bazı aksamını aynen aşağıya tercüme ve naklediyorum: “Portekiz memleketi bir hayli müddetten beri müsterih ve mes’ud değildi. Bunun esbabı iktisadi ve siyasi olmak üzere ikiye ayrılabilir. İktisadi nokta-i nazardan Portekiz gayet bedbaht bir memlekettir. Hükumet sene-i miladiyyesinde halkın servetini artırmak arzusuyla fevkalade himayekar gümrük rüsumu vaz’ etmişti. Himaye usulü kendinden beklenen netaici vermedi. Gayet yüksek gümrük ta’rifesi vaz’ olunduğu halde Mesela mobilyadan yüzde resm alınıyordu! yine Portekiz sanayii terakkı etmedi. Lakin maişet pahalandı. Mesela Londra piyasasında litresi reise satılan petrol Portekiz’e ithal olunurken reis gümrük verdiğinden artık fakir ahalinin gaz satın alması imkan haricine çıktı. İktisadi rahatsızlık yalnız gümrük rüsumunun fazlalığıyla eşyanın pahalı olmasından da ibaret değildi. Portekiz lüzumundan fazla şarap müstahsilidir ama buğdayı ihtiyacına kifayet etmez. Buğdayın fiyatı yükselmesin diye hükumet fırınların mikdarını ta’yin ve tahdid eder ve fırınları da nezaret-i şedide altında bulundurur. Lakin bu tanzimat-ı garibenin neticesi maksadın tamamen ma’kusu çıkar: Ekmek fiyatı tenezzül etmedikten maada yüzde seksen nisbetinde terakkı bile eder. Bunun üzerine hükumet gayr-ı muntazar bir tedbire müracaat eyler: Seviye-i bahrdan metre yüksek olmayan arazinin bağ yapılarak üzüm kütükleri gars olunmasını men eder. Üzüm garsı men’ edilen araziye buğday ekilecek zannolunur. Lakin hükumetin emriyle hadisat-ı iktisadiyyenin tegayyürü mümkün olmadığından; bağcıların bir kısmı batar diğer kısmı fazla kazanır fakat yine de buğday ekilmez. Nihayet fukaranın maişetine gayetle su’-i te’siri olan bir tedbir-i iktisadiye daha başvurulur ki o da et ticaretinin tanzimine kalkışılmasıdır. Et fiyatı pek gali olduğu cihetle hükumet payitahtta et satışını bir mültezime ihale ederek belediye kasap dükkanları açar. Bunun neticesi olarak da etin fiyatı daha ziyade yükselir. Ve şimal eyaletlerindeki hayvanat besleyiciler zarar görür. En son zamanlarda servet-i milliyyeyi artırmak için şarap istihsal ve ticaretinin taht-ı inhisara alınması da düşünülür; fakat bu tasavvur kuvvede kalır. Vakıa ahval-i mezkurenin zararını gören hükumet adamları da bulunmuştur. Lakin bunların muvaffakıyetkarane dülü zaman bırakmamıştır. Filhakıka Portekiz’de parlman hayatı’den beri anarşi halinde devam etmiştir. Mesela senesi Mayıs’ında re’s-i kara geçen De Lima kabinesi ay zarfında dördüncü hükumet idi. Bu hükumetlerden birisi ancak üç hafta yaşayabilmişti! Bu tebeddülleri mucib olan şey kabine ve partilerin programlarındaki farklar olmayıp şahısların nizaından ibaretti. Mesela geçen sene muhafazakar fırkası re’s-i kara geçip beyannamesini neşrettiği zaman; ecnebi ceraidinden bazıları o beyannameyi radikallerin zannetmişlerdi! Hasılı Portekiz’de siyasi niza’lar prensiplere müstenid olmayıp siyasetle meşgul eşhasın menafi’-i zatiyyelerini ta’kıb etmelerinden ileri geliyordu. “İşte bu iktisadi ve siyasi sebeplerin te’siriyledir ki son Portekiz İhtilali husule geldi.” Portekiz ihtilalinin esbabını izah eden bu makale-i müterceme pek muhtasar pek na-tamam ve belki de biraz hatalıdır. Maamafih mezkur ihtilali azıcık anlamaya yine hizmet edebilir; bundan başka dikkatli okunursa bazı cihetlerinde bizim kendimiz için bile nafi’ düşünceler tevlid edebilecek noktalar yok değildir. Hissiyat-ı diniyye ve milliyyem bana bu satırları yazmaya cür’et verdi. Ciddi ve samimi bir lisan ile birkaç söz söylemek istiyorum. Rical-i sabıka küçüklerin sözlerini dinlemeye tenezzül etmezlerdi. Çünkü fikr-i istikbar onların her tarafını istila etmiş idi. Bir makam-ı aliyi işgal ettikleri zaman kendilerini la-yuhti addederler her türlü mel’aneti icra eylerlerdi. Fakat hamdolsun rical-i hazıra her sözü dinliyorlar hikmet-i idareye muvafık ve bi-hasebi’z-zaman tatbikinde faide melhuz olanları mevki’-i fi’le isalden çekinmiyorlar. Tabii siz de aynı hale tebeiyet edersiniz. Evvel-emirde umur-ı hayriyyeye muvaffakıyatınız için Cenab-ı Hakk’a tazarru ve niyaz ederim. Beyefendi Elbette düşünür bulursunuz ki bugün kıblegah-ı İslam olan bir kıt’a-i mübareke-i cesimenin emr-i idaresini devlet size tevdi’ etmiştir. Namınız tarih-i İslam’ın sahifelerini işgal edecektir. Vahdet-i İslam kaidesini vaz’ eden din-i mübin-i Şimdiye kadar o kıt’a-i mübareke nice vukuata cevelangah olmuş orada neler olmuştur. Nebiyy-i A’zam sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin te’sis buyurdukları din-i ali icabat-ı hikmet-gayatından olan ictima’-ı İslam’ın mahiyyat-ı siyasiyyesini maatteessüf sonraları kaybetmişiz o nur-ı hakıkatten bi-hakkın istifade edecek yolları bulamamışız; bugün üç yüz milyon nüfus-ı İslamiyye’nin kalbgahı olan bu kıt’a-i celiledeki ictima’-ı senevi-i İslam’ın guya birtakım zalemenin iddihar-ı servetine bir hizmetten ibaret zannını tevlid edecek haller zuhur etmişti. Buna en büyük şahid eslafınızdan bazıları müstesna olmak üzere gelip geçenlerin ma’lum olan harekat ve sekenatıdır ki ne büyük mel’anetler icra etmişlerdir; alem-i İslamiyyet’e ne büyük darbeler vurmuşlar; vahdet-i efkar-ı millete mani’ olacak ne mahirane tuzaklar kurmuşlardır; ve tarik-ı na-hemvarda celb-i nukud için zavallı hüccacı soyup soğana döndürmüşlerdir. Beyefendi Efkar-ı münevvere ashabından olduğunuzu söylüyorlar. Şu halde üç yüz milyon nüfus-ı İslamiyye’nin halife-i mükerrem tanıdığı bir zat-ı celilü’ş-şanın vekili sıfatıyla o makam-ı mu’allayı işgal etmekte olduğunuzu alem-i İslamiyyet ve millet-i Osmaniyye’nin sizden büyük büyük hizmetler beklediğini düşününüz. Siz orada tevzi’-i adalete ihkak-ı hakka me’mursunuz. Pek mukaddes bir nama nisbetle orada ifa-yı vazife ile mükellefsiniz. Nur-ı aynım Bin üç yüz küsür sene evvel tuluuyla cihanı müstağrak-ı envar-ı hikmet buyuran Nur-ı Cemal-i Mevla aleyhi ekmelü’t-tehaya Efendimiz hazretleri de o cay-ı mukaddeste icrayı hükumet buyurmuşlardır. Gözlerimizin nuru çihar-yar-ı güzin efendilerimiz dahi eser-i celil-i Ahmedi’ye iktifaen arz-ı hidematta bulunmuşlardır. Nice halifeler birçok valiler müteselsilen zamanımıza kadar idare-i umur için çalışmışlar. Bunların içinde zalim ve hain olanlar birer birer seyf-i intikam-ı ve rahim olanların mazhariyyat-ı vakıasını; sahaif-i ihtiramında yine bizlere okutuyor. Demek istiyorum ki bugün işgal ettiğiniz o vilayet-i celile makamı sair vilayatımız gibi değildir. Cihan-ı İslamiyyet’in merkez-i cazibesi olan bir yerdir. Bugün sizin her bir hareketiniz alem-i İslamiyyet’in her yerinde aks-endaz olur. Halife-i Ruy-ı Zemin Efendimizin orada vekili olmaklığınız i’tibariyle hidemat-ı vakıanızın netayici ona göre teayyün eder. Eğer hüsn-i hizmet ederseniz halife-i müslimin namına alem-i İslamiyyet’in her tarafında iyi neticeler hasıl olur. Zamanımız naziktir. Bugün inkılabımızın te’siriyle umum müslümanlar enzar-ı ihtiramlarını Makam-ı Uzma-yı Hilafet’e tevcih etmişlerdir. Bizden eser-i hayat ve adalet bekliyorlar. Alem-i İslamiyyet’e karşı gösterilecek eser-i hayat; bu sene sizin harekat-ı adilanenizden başka bir şey değildir eslafınızdan bazılarının orada ümmet-i İslamiyye’ye ettiği mezalim ve işkenceyi göz önüne getiriniz. Te’sirat-ı hariciyyesini teemmül buyurunuz. Duçar olduğumuz mesaibin menbalarından en büyüğünü bu düşüncede bulursunuz. Bu sene gelecek hüccac adalet merhamet sahabet asarını görsün Makam-ı Hilafet’e ısınsın. Azizim O hüccacı sakın hor görme: Onların tuvaleti yoktur. Meşakk-ı seferiyye te’siriyle üstleri başları temiz değildir. Zahir halleri gayet hoşa gitmez derecededir. Ama batın tuvaletleri yolundadır. Kalbleri temizdir. Allah Resulü aşkına yanıp vatanlarını ve evladlarını mallarını terk ile isar-ı hayat edercesine oraya koşup gelmişler ve geleceklerdir. Onların kalplerindeki ahval-i batıniyyeyi şerh edebilmek ancak zevk-i ma’nevi sahibi olmaya tevakkuf eder. Bunları i’zaz ve ikram ediniz. Arkalarını sıvayınız her birine nazar-ı muhabbet ile bakınız hukukuna riayet eyleyiniz; Emir-i Mekke hazretleri hakıkaten vücuduyla iftihar olunur bir zat-ı ali-kadrdır; Makam-ı Mu’alla-yı Hilafet’e olan hürmet ve muhabbet-ı fevkaladesi alem-i İslamiyyet’e mechul değildir. Onun vücudu orada sizin için pek faidelidir. Çünkü eslafı gibi zalim değil merhametli ve adalet-perverdir. Hicaz’da sefine-i muvaffakiyatınızın adeta buharı mesabesindedir. Elbirliğiyle tevzi’-i adalete çalışınız hüccac fazla para vermesin. Devecilerin parasını elinden kimse gasbetmesin. Cidde’de hüccac sahipsiz kalmasın. Orada vapurlara rahatça binmek hanlarda duçar-ı eza olmamak için ne yapmak lazımsa şimdiden güzelce düşünmeniz lazımdır. Her sene oralarda hüccacdan suver-i muhtelifede iane paraları cebren alınır birçok zalimler zıkkımlanırlardı. Şimdi onlara paydos borusu çalındı. Çar-aktar-ı alemden gelen hüccac bu zulümlerden kurtulduğunu asar-ı fi’liyyesiyle görsün. Makam-ı Mu’alla-yı Hilafet’e Şimdi Hicaz muhitinde bulunduğunuza göre her sene yüz binlerce hüccacın Mekke’de Arafat’ta esbab-ı ictimaını tabii tedkıke imale-i efkar ederseniz vahdet-i efkar-ı İslamiyye’yi vücuda getirecek esbabın ancak adalet olduğunu düşünürsünüz. Hikmet-i siyasiyye-i diniyyemizi kurcalarsanız namınızı tarih-i alemde hatt-ı zerrin ile yazdırmak arzusunda vardır. Hüsn-i niyyet sıdk-ı taviyyet sahibi olursanız Hazret-i Allah ve Cenab-ı Resulullah muin ve zahirinizdir. Buna zerre kadar şüphe etmeyiniz. Hilafet-i Muazzama-i İslamiyye’nin izdiyad-ı şan u şevketi dakarlıklar etmek istiyor. Bunu sair bilad-ı İslamiyye’den gelen hüccac-ı kirama suret-i hasenede bildirmeye ve onların da hüsn-i tedbir ile izhar-ı asar-ı fedakari etmelerine muvaffak olursanız hakıkaten bahtiyaran-ı ümmetten sayılırsınız. Donanmamızın takviyesi için onlar da fedakarlık etmeye kalplerinde bir duyguya maliktirler. Şu kadar ki bu mazhariyetiniz onlara her yerde adalet asarı göstermek eski yağmacılıktan onları muhafaza etmek ve hoşnudi-i tamlarını husule getirmek sayesinde vaki’ olabilir. lardır. Bir de arz-ı Hicaz’da büyük asar vücuda getirmeniz için şehir dahilindeki suların demir boru içine alınması ve Arafat ve Mina’da ve Mekke’de hüccacın ihtiyacatını def’ edebilecek derecede helaların tezyid-i mikdarı ve sokakların ciddi ve daimi surette emr-i tanzifine müstemirren i’tina olunması ve Cidde ve Yenbu’da hüccaca kurtlu ve senelerce kalmış sarnıç suyu içirmekten ise oralarda ihtiyaca kafi buharlı makinelerle tatlı su tedariki çaresine bakılması medreselerin ve mekteplerin ciddi bir surette ıslahı umum evlad-ı Arab’a maarifin ta’mimi irtişa’ ve irtikabın o havali-i mübarekeye dahi yaklaşmayarak umum me’murinin daire-i adalette icra-yı vazife eylemeleri ve umum cihanın müsellemi olan demiryolların vücud-pezir olabilmesi esbabının istihsal ve istikmali emrinde size pek çok sa’y ü gayret ve bezl-i himmet teveccüh ediyor. Zat-ı alileri elbette icabat-ı vazifeyi pek güzel takdir ve ihata buyurursunuz. Fakat bu ihtarat-ı hayr-hahanem; haşa zat-ı alinizi techil değil mücerred galeyana gelen hissiyat-ı diniyye ve milliyyemin mahsulüdür. Onun için hüsn-i nazarla görmeniz ulüvv-i fetanetiniz muktezası olabilir. Vatanımızın saadetine hizmet edenler iki cihanda aziz olsun. Ve minallahi’t-tevfik. Necef’ten: Bizim burada çalıştığımız gibi Darü’l-Hilafe’de de akvam-ı muhtelife-i İslamiyye’nin yekdigerleriyle tanışmasına birleşmesine ve bu sayede alem-i İslamiyyet’in terakkı ve tealisine çalışanlar olduğunu işitmekle son derecede memnun ve mesrur olduk. Ber-mukteza-yı zaman bugün üzerimize teveccüh eden en büyük fariza-ı İlahiyye müslümanları bu hal-i perişaniden kurtararak ikaz ve intibahlarına birleşmelerine terakkı ve tealilerine çalışmak olduğunu teslim etmeyen hiçbir mütefekkir müslüman yoktur. Bugün bizi bu hal-i mezelletten kurtaracak yegane çare ittihaddır. Aramızda rusu dinimiz din-i celil-i mukaddesimiz gidecektir. Müslümanları bu nifaka düşüren kimdir? Milyonlarca kardeşi birbirinden ayıran ayırdıktan sonra da yekdigerine düşman eden hangi zalimdir?.. Hiç şüphe yoktur ki bu hale sebep olanlar yine içimizden zuhur etmiş müslüman kisvesi altında menafi’-i şahsiyyelerini düşünmüş birtakım münafıklardır. Fakat her kim olursa olsun onu şimdi araştırmanın bize faidesi yoktur. Olan olmuş geçen geçmiş. Şimdi muahaze zamanı değildir. Birbirimizi çekiştirmekle bu hale geldik. Artık bunun devamına takat kalmadı. Bugün biz her şeyi unutarak uzun bir mazinin bütün nifak-amiz hatıratını hufre-i nisyana gömerek düştüğümüz girdab-ı mühlikten reha-yab olmak için elele vererek çareler düşünmeliyiz. Yatacak kuşe-i Biz bugünden i’tibaren hayatın bütün aram ve safasını terk ederek meydan-ı ictihada atılacağız geceyi gündüze katarak çalışacağız. Arzın bütün kıt’alarına yayılan bu perişan alemi ittihada da’vet edeceğiz. Bıkmayacağız usanmayacağız. Bu maksad-ı ulvi uğrunda canımızı fedadan çekinmeyeceğiz. Matlubumuzu istihsal için acelemiz yok. Bugün olursa memnunuz fakat olmazsa me’yus olmayız. Yarın öbür gün gelecek sene; hatta gelecek asır olsa da yine azmimize fütur gelmez. Ferdaları ümidle dolu bir millet ölmez. Damarlarında fikr-i istikbal cevelan eden bir ümmet nikbet yüzü görmez. On yıl oldu bu uğurda mücahede ediyorum. Gün geçtikçe şevkım artıyor. Şevkım arttıkça azmim kuvvetleşiyor. On yıl evvel ahad derecesinde isek bugün miat mertebesine çıktık. Yarın bunlar dağılacak her biri bir tarafa giderek kol budak salacak. Kim bilir benim gibi daha nice fedakarlar bu rezmgaha atılmışlardır. Biz bir fikiriz karargahımız dimağ-ı mız gibi Asya’nın buzlu dağlarında Arabistan’ın kızgın çöllerinde de hayatımızdan ruhumuzdan nişan var. raf taraf bugün zuhur edegelen hareketler ikaz ve intibaha delalet eder. Birgün bütün bu muhtelif kafaların sırat-ı müstakım-i zaman teslim-i hakıkat edeceğiz. Tedrici görülen her iş muvaffakıyetle netice-pezir olur. İnsan bir anda dağın tepesine yükselemez. Biz ilk buralara geldiğimiz zaman ne kadar müşkilata duçar olduk; bu asra göre terbiye görmek fikir almak sonra dinine milletine hizmet etmek için tarz-ı cedid mektepler açtık; gözü bağlı hocalarımız ahval-i aleme vakıf olmak için kıraathaneler küşad ettik gazeteler getirttik asar-ı nafia-i ilmiyye tedarik ettik; fikirleri hurafattan kurtarmak için ahkam-ı şer’iyyenin esasını ulum ve fünun-ı hazırayı ta’lim esbabına teşebbüs ettik. Fakat bütün o geceli gündüzlü mesaimize rağmen bizi fesad-ı akıde ile müttehem kıldılar çocukları mektebimize göndermekten men’ ettiler; kıraathaneye gelmediler cerideleri okumadılar; fakat bunlardan zerre kadar kalbimize fütur gelmedi ayet-i celilesini nazar-ı tefekküre alarak asla bu sözlerden perva eylemedik. Sonra yavaş yavaş maksadımız anlaşılmaya başladı; çocuklar mektebe gönderildi kıraathane ulema ile doldu cerideler elden düşmez oldu. Birkaç yıl evvel üç dört ulema gazete okuyorsa bugün binden fazla ulema ahval-i alemi muntazaman ta’kıb ediyor. Bu günler bayram münasebetiyle kıraathane tatil olacak diye şikayet ediyorlar: “Biz ta’til istemeyiz kıraathane kapanmayacak!” diyorlar. Bundan altı sene evvel üzerimdeki bütün ecnebi mensucatını çıkararak memalik-i İslamiyye’de dokunan libasları giydim. İki sene evvel Isfahan’da dokunmuş elbiseler getirterek bütün müctehidlere birçok ulemaya meccanen tevzi ettim; fakat kabul etmek şöyle dursun üzerlerinde kazara bulunan yerli kumaşları çıkararak frenk elbiselerini giydiler. Benim İslam libasıma “libas-ı Yehud” dediler. Ebeden me’yus olmadım. Sabreyledim. Ta o güne kadar ki ulemanın gözleri açılıp fikirleri uyanıp yerli kumaş giymesinin hikmetini takdir ettiler. Vaktiyle milliyetini mazisini şan ve şeref-i kadimini istiklal ve mevcudiyet-i milliyyesini hasılı bütün bu an’anat-ı mübecceleyi unutarak bir taklid bir esaret-i maddiyye ve ma’neviyye cahede-i milliyyet uğrunda rezmgah-ı hayata atılmış birer gazanfer-i hamiyyettir. Cenab-ı Hakk’a binlerce şükür olsun müctehidin ve ulema-yı kiram arasında bu ittihad ve ittifakı bu gayret-i teali ve faaliyyeti görmek lütfuna mazhar olduk. Haza min fadli Rabbi. Bundan daha iki sene evvel İttihad ve Terakkı Cem’iyeti kalbiyye husul ve te’sisine karar verdim. Çünkü ulema-yı Necef Osmanlılardan son derece müteneffir idi. Necef’teki ulemanın İran efkar-ı umumiyyesi üzerindeki te’sir-i fevka’ladesi rardan başka bir şeyi müntic olamazdı. Elhamdü-lillah bugün buna da muvaffak olduk. Bütün müctehidin-i kiram beyne’l-İslam her türlü nifak ve şikakın devamı müslümanları ve İslamiyet’i mahvedeceğinde müttefik bulunduklarından; olabilirsiniz. Arada teessüs eden bu münasebat-ı samimiyyenin delili gönderdiğim fotoğraftır. İnşallah İslamlar arasındaki nifak her tarafta böyle mübeddel-i vifak olur. Sıratımüstakım’in alem-i İslam kısmındaki makaleler mektuplar haberler burada çok güzel te’sirler yapıyor büyük bir ikaz ve intibahı mucib oluyor. Var olsun böyle İslam mücahidleri. Lütfen gönderilen nüshalar muntazaman varid oluyor. Daire-i vahdette selamet-i umum için kulub-ı muvahhidine feyz-bahşa-yı mes’adet olan Sıratımüstakım’in makalat-ı müfidesini inşaallahu Teala Arabi Farisi lisanlarına tercüme edip ma’na-yı tevhid ve ittihadı neşr ü ta’mim etmek i’tila-yı din ü millete vakf-ı vücud eden daileri için bir vazife-i mefharettir. Şimdi İran’ın istilası bütün fikrimizi tarumar ettiğinden hayat memat derdiyle uğraşıyoruz. Onun him bir merkez olan Necef-i Eşref’in ahvaline dair mektuplar haberler gönderirim inşaallah. Şimdi bütün ulema İran istilasıyla meşguldür. Rus askerinin Milli’den şiddetle taleb ettiler. Rus emtiasına karşı tahrim boykotaj i’lan olundu. Bu babda çekilen telgrafları leffen gönderiyorum. Cenab-ı Hak bütün müslümanlar arasındaki nifakı ref’ ile cümlesini yek-vücud ve yek-fikir eylesin. Bugünkü elim ahval nifak ve atalettendir. İnşallah bu gibi vekayi’; millet-i İslamiyye’nin tamamiyle intibahını mucib olur. Cümle kardeşlere selam… Meclis-i muhteremin iftitahından beri on ay oluyor ki biz meb’usan-ı milletin hüsn-i murakabeleri sayesinde Rus asakirinin İran memleketinden çıktığını ve müdahelat-ı mütevaliyye-i zalimanesinin nihayet bulduğunu mübeşşir haberin müterassıdı bulunuyoruz. Ferda-yı ıyd-i mes’udiyyetten beri gizli ve aşikare birtakım desiselerin temadisinden dolayı husule gelmekte olan kabine buhranları bu icra’at-ı mukaddesenin bir nevi’ mevanii olarak kalmıştır. Hala bugün yeni kabinenin bu işte lakayd kalmasını ve serian muhaberat-ı diplomatikıyyede bulunmamasını bir nişane-i bed-bahti addederiz. Bugün yarın geçiyor; fakat gün geçtikçe esas-ı kavim-i meşrutiyyet istiklal-i vatan ve belki diyanet-i İslamiyyemiz muhataraya düşüyor. Bu hale karşı ellerimizi bağlayarak oturmak teklifat-ı diniyye icabatından değildir. Artık intizarlar hadd-i nihayeti bulmuştur. Eğer hukuk-ı beyne’l-milel mer’i ve kavanin-i mevzu’ası mu’teber ise ne zamana kadar sükut ve ne vakte kadar intizar edeceğiz. Eğer nefsü’l-emrde hukuk-ı beyne’l-milel mücerred elfazdan ibaret ve hakıkatten ari ise elbette biz umum ulema ber-muktezeyat-ı ahkam-ı İslamiyye başımıza çare düşünmeliyiz. Dindarlığın ve vatan-perverliğin birincisi olan mücahede-i mini tavsiye eder. Ve Allah’ın avn u inayetini ve hüsn-i te’yidini dileriz. Acilen tevessül ile sebat ve ikdam buyurmanızı ve her halde netice-i hali serian ihbar buyurmanızı intizar ediyoruz. Telgraf-ı sabıkımızın cevabı hususunda İngiliz ve Rus sefirlerine verdiğiniz cevaba da sür’atle müntazırız. İnşallahu Teala. Meclisi-i Şura’ya Rusya hakkında muzır bir telgrafname verilmiş olduğu mesmuumuz oldu. Ayetullah Horasani huzuruna giderek mezkur telgrafnamenin intac edeceği akıbeti vahime üzerine nazar-ı dikkatlerini celb ve mazmununun Ebu’l-Kasım Şirvani Cenablarına! Konsolos Efendi’nin telgrafları mefhumumuz olduğunu kendilerine tebliğ buyurunuz. Protestolarımıza cevaben Rus askerinin hurucunu vaadetmiş bulunduklarını vesair düvel-i mütemeddinenin de muvafakatte bulunduklarını asayiş-i memleketin tekarrürü husul bulur bulmaz vatanımızdan çıkacaklarına dair verdikleri te’minatlarını unutmasınlar. Bugünkü bilad-ı İran taht-ı emniyyettedir. Ve her tarafta asayiş ve inzibat tekarrür etmiştir umum millet Rus askerinin çıkarılmasını istiyor ve bunun için kıyam ediyor. Çünkü sükut ile vakit geçirmenin akıbeti vahim olmasına mebni biz muhterem meclis ve kabinemizden ecnebi asakirinin ihracını Marglic’den: Ahali-i İslamiyye’nin mütedeyyin feraiz ve vecaib-i İslamiyye’ye riayetkar olan Çamlık livasının üç kazası merkezlerinde ve köylerinde bulunan dört beş medresenin her birinde yirmişer otuzar talebeye ulum-ı diniyye tedris olunuyor. Usul-i tedrisin tarz-ı kadim dairesinde cereyanından tekemmülat teehhürata ve fıtraten zeki olan talebenin kıymetli zamanları ziya’a uğramaktadır. Bu ali mesleğe münselik gençlerin az zaman zarfında feyz-yab-ı irfan ve bi-hakkın hissedar-ı kemalat-ı firavan olması maksad-ı terakkı-cuyanesiyle medarisin ıslahına tedrisatın tevsi’ ve teshiline teşebbüs ve Dersaadet’çe bu babda teşkilata tevessül olunduğu gazetelerde fart-ı şükranla görülmüştür. Çamlık bu usul-i mehasin-şümulün mazhar-ı füyuzatı olacak mahallerin birincilerinden olması arzusunda bulunduğundan bu cihetin nazar-ı i’tinaya aldırılması ve Marglic kasabasında der-dest-i te’sis bulunan Darü’l-Muallimin Hey’et-i Tedrisiyyesi’nin sür’at-i irsaline tavassutla bu dindar kitle-i ye’ye bu ahaliden de muallim yetiştirilmesi esbabının istikmali füyuzat-ı İslamiyye’nin rehber-i müniri ve o alem-i mukaddesin medar-ı mübahatı olan Sıratımüstakım’in te’sirat-ı celilesinden bir suret-i ümid-varanede muntazırdır. Bakı hüvallahü’l-azim. Bu hafta intişar eden numaralı Sıratımüstakım’de münderic Bulgurlu-zade Riza Beyefendi’nin birçok hakayıkı celbeyleyen şu: “Hafız u haris-i devlet millet: Sa’y ü san’atle ticaret servet kelimeleri olmuştur. Bu kelimatın her birinin haiz olduğu dekayık üzerine hayli müddet derin derin düşündüm. Garb ile şarkı mukayese ettim de halimize istikbalimize çok acıdım. Evet! Devlet ve millet sa’y ve san’atle ticaret ve servetle kaimdir. Fakat acaba bu hakıkati bizde anlayan kaç kişi vardır; halkımızdan maaşla yaşayanların kısm-ı a’zamı aybaşına kadar bütün cebindeki sarfediyor. Halbuki Avrupalılar hiç olmazsa maaşının yüzde onunu artırıyor. Biz maatteessüf tasarrufa alışmadığımız için hastalık vefat gibi hususatta ne yapacağmızı şaşırıyoruz. Avrupalılar de kusur etmiyor. Maaşla yaşamayan sınıfı ise ya süluk ettiği san’at ve ticarette behresiz olduğu için gayet bati adımlarla kaplumbağa yürüyüşüyle ilerlemeye çalışıyor. Yahud başladığı işi yarı yolda bırakıyor. Halbuki Avrupalılar ettikten sonra işe başlıyor. Ve rekabeti kırarak mevanii ezerek şimendöfer sür’atiyle yol alıyor zengin oluyor. Devlet milletten müteşekkil olmak hasebiyle millet servet sahibi oldukça devlet de zenginleşiyor. İnkılab-ı mes’udu müteakıb hemen her mahallede teşekkül eden ufak tefek şirketlerden pek çoğunun fesh-i muamele etmesi bizim için pek acıklı bir misal teşkil eder. Ya ticareti zül addedenlere ne demeli? Milletin zat ayda yüz kuruş artırırsa bundan ne hasıl olacağını layıkıyla takdir edememesinden neş’et ediyor. Hesap ediyor ki günde tasarruf ettiği tasarruf için tazyik altına girdiği meblağ ancak bin küsür kuruş gibi ehemmiyetsiz bir meblağdan han bankerliğini iktisab etmesi işte böyle yüzde on kadar cüz’i bir meblağın tasarrufuna ekseriyetle alışılmasından ileri gelmiştir. Bizim iktisadı takdir edemediğimizin sebebi almış olduğumuz fena bir terbiyenin te’siridir. Tedkık edilirse görülür ki muhatabınızdan yüzde doksan dokuzu sizi çıkmaz yola sevkediyor. Diyor ki: “Adam sen de! Para biriktirip ne olacak. Ölümlü dünya!” Evet! Ölümlü dünya. Doğru. Fakat ölümlü dünyada iktisada riayetle ağyara muhtaç olmamak kabil iken şuna buna ab-ı ru dökmek ne büyük cehalet ne büyük meskenet! Bugün biz de muktesid ticarete malik bir millet olsaydık istikraz için Avrupa’ya yalvarmazdık. Unutmayalım. emval ve evlad hayat-ı dünyanın zinetidir. Ahiret de zinet-i dünya ile kazanılıyor. Zengin olursak daha ziyade sadaka veririz. Eytama daha ziyade muavenette bulunuruz. Fukaraya daha ziyade yardımımız olur. Lakin halkımızın kısm-ı a’zamı şimdiki gibi fakir olursa durendiş olmazsa ne kendisine ne de memleketine vatanına muaveneti olmaz. ] Bazı ceraid-i İslamiyye’de ulema-yı Irani’ye karşı birtakım kaç söz söylemeye Hey’et-i İlmiyye mecburiyet hissetmiştir. Makam-ı riyaset-i ruhaniyye devre-i meş’um-ı istibdadın avakıb-ı vahimesini en evvel nazar-ı dikkate almış ve İran tealisi ancak meşrutiyette olduğunu takdir etmiştir. Meşrutiyetin husulü için her türlü müsamahatta bulunmayı müslümanların ve İslamiyet’in menafii icabından olarak telakkı etmiştir. Bunun içindir ki bu maksad-ı meşru’un husule gelmesi Bi-hamdillah İran Devleti bu mesai sayesinde na’il-i meşrutiyyet olmuştur. Ulema-yı kiram bütün ecanibin kurduğu entrikalar ve çevirdiği dolaplara karşı her türlü ifşa’at-ı kazibelerine rağmen birçok fedakarlıklar ile bu esas-ı mukaddesin vücud bulmasına muvaffak olmuşlardır. Bu muvaffakıyatımızı bize yakıştırmak istemeyen ecanib bize her türlü tahkıratta bulundular. Bazen mürteci’ bazen tarafdar-ı istibdad diye hey’eti Hatta en evvel münadi-i hürriyyet ve tarafdar-ı meşrutiyyet olarak çıkan Aga-yı Behbehani’nin katline sebebiyet verdiler. Böyle hey’et-i ilmiyyeyi tehdid ederek meşrutiyet ve adalet-perverliğinden udul ve inhiraf ettirmek istediler. yet-perverliğini tekrar eder ve hakkımızda vaki’ olan bil-umum Devlet-i Osmaniyye: – Ehemmiyetine mebni dün gece huzur-ı sami-i Sadaret-penahi’ye takdim eylediğim zirdeki telgrafnamenin neşrini rica ederim efendim. Vaktiyle milletten zabtedilip meşrutiyetin i’lanı üzerine hazineye iade olunan emlak-i müdevvereden Ceziretü’l-Arab’daki otuz küsur milyon dönümün birtakım şera’it-i muzırra tahtında yetmiş sene müddetle zahiren Necib Asfer Efendi’ye hakıkatte ecnebi bir kumpanyaya der-dest-i ihale olduğunu evrak-ı havadis yazıyor. Küşadına yirmi sekiz gün kalmış olan Meclis-i Milli’nin ma’lumat ve muvafakati olmaksızın hukuk-ı sarihamızdan otuz milyon dönümlük arazinin yetmiş sene müddetle ecnebi bir kumpanyaya i’tası aklen müsteb’ad ise de evrak-ı havadisin bu babdaki neşriyatı doğru ise muamele-i ma’ruzanın tehiriyle hukuk-ı milletin muhafaza buyrulmasını Osmanlı bir meb’us sıfatıyla taleb ederim. Necib Asfer Efendi namı arkasına saklanmış Frenklere yetmiş sene müddetle satılacak milyon dönümlük Osmanlı memleketi parçasının şera’it-i i’tasını ceraidde gördüğümüz zaman bu kadar mühim bir mes’elenin mecalis-i umumi nazar-ı tedkıkinden geçmeksizin hallolunmayacağına ve efkar-ı umumiyye-i Osmaniyye’nin iş hitama ermeden buna dair mutlaka istizahta bulunacağına emin idik. Kerbela meb’us-ı muhtereminin balada mestur telgrafnamesi hata etmediğimizi anlattı. Mir-i müşarun-ileyhe menafi’-i İslamiyye namına teşekkür olunur. – Geçen nüshamızda Cami’-i Ömer’in bir kısmı Rum manastırına satıldığından şikayetle Kudüs’ten Sabah refikımıza gönderilen bir telgrafname suretini inanılmaz bir haber diye derc etmiştik. Bu sefer matbuat idaresi o haberin doğru olmadığını gazetelere bildirmiş olduğundan biz de o tekzib-i resmiyi aynen aşağıya naklediyoruz. “Gazetenizde Hazret-i Ömeru’l-Faruk Cami’-i Şerifi’nin bir kısmı Rum Manastırı’na satıldığını ve bundan dolayı efkar-ı ahali galeyanda olduğunu mübeyyin bir telgrafname görülmesi üzerine Dahiliye Nezareti’nce Kudüs mutasarrıflığından sarrıflıktan gelen cevapta Hazret-i Faruk’a aid cami’-i şeriften bir kısmının Rum manastırına satıldığına dair olan telgrafname münderecatının sırf kizb u tezvirden ibaret olduğu bu fikri telgrafnamedeki imza ashabından başka ahali-i efkar hakkındaki fıkranın kat’iyen asl u esası olmadığı bildirilmekle tekzib-i keyfiyyet olunur.” Sabah gazetesine telgrafı keşide edenler mes’elede salahiyetdar bir zatın na’ibü’ş-şer’in muhalefetiyle de ihticac ediyorlardı. Hükumet ise yalnız mutasarrıfın ifadesine atfen tekzib-i vaki’i neşrediyor. Müşteka-anh olan zatın bu babda ne derece bi-taraf telakkı olunacağı muhtac-ı izah değildir. Gönül isterdi ki hükumet İslamların din ve tarihiyle alakadar olan bu mühim mes’eleyi tahkıkte yalnız mutasarrıftan şer’den; mervi olan esbab-ı muhalefetini istizah ederek efkar-ı umumiyyeye kanaat ve itmi’nan-bahş olur bir tekzibname neşredeydi. Maamafih Sıratımüstakım mes’eleyi hususi surette ta’kıb edecek ve bi-taraf menabi’den almaya gayret edeceği ma’lumatı kari’lerinin enzar-ı tedkıkine arz eyleyecektir. – İran memaliki dahilinde şuriş zuhur ederek asayiş-ı umumu haleldar olmaya başlayalıdan beri Hükumet-i Osmaniyye’nin İran’da bulunan tebeasının mal ve canını himaye etmek üzere hudud boyunda bazı askeri teşebbüsatta bulunulduğu ma’lumdur. Devlet-i Osmaniyye’nin bu hareketine karşı Rusya Devleti Bab-ı Ali nezdinde bazı müracaatta bulunmuş cevaben hareket-i vakıanın bir siyaset-i tecavüzkarane şeklini haiz olmayıp sırf tebea-i Osmaniyye’nin menafiini gözetmek ve ez-her cihet onları himaye etmek için olduğunu ve hükumet-i Osmaniyye’nin muallakta bulunan İran-Osmanlı hududunu bir suret-i kat’iyyede ta’yin u tahdid ederek bu gibi mesailin zuhuruna meydan vermemeye hazır bulunduğu bildirilmiştir. Bu husus hakkında Jön Türk diyor ki: “Aynı zamanda Hükumet-i Osmaniyye hem-hudud bulunduğu bir vilayetin düvel-i muazzama-i saireden biri tarafından işgalini kabul edemeyeceğinden Petersburg sefiri Turhan Paşa’ya Petersburg kabinesi nezdinde Rus asakirinin İran’da icra eylediği harekat hakkında istizahda bulunmasını iş’ar eylemiştir. Vuku’ bulan istihbaratımıza nazaran Petersburg kabinesi mebhusun-anh işgal ve harekat-ı askeriyyenin muvakkat olup sırf Rus tebeasını himaye etmek için olduğunu cevaben bildirmiştir. Diğer taraftan bize verilen te’minata göre İran gibi komşu bir devletin kuvvetli bulunması kendi menafiine daha ziyade elverişli olduğundan Hükumet-i Osmaniyye İran’ın menafiini te’min için mu’avenet-i lazıme-i kaviyyede bulunacaktır. – Londra Teşrinievvel Times gazetesi neşrettiği bir beyannamede cenubi İran’da arkası kesilmeyen karışıklıklar ve ticaretçe vuku’ bulan zayiattan sonra eğer bazı hadisat-ı mü’ellime vuku’ bulursa İngiltere’nin tedabir-i şedide ittihazına mecbur olacağı bildirilmiştir. Tedbir-i mezkura adem-i müdahale politikasına nihayet vermek ve şüphesiz Rusya dahi şimalde buna göre hareket eylemektir. İstikraz ancak mukaseme tamam olduktan sonra icra olunabilir. Hükumet hiç şüphesiz siyaset-i dahiliyyesine devam edecek ve fakat Rusya ile tamamen i’tilaf üzere hareket etmekten başka bir şey yapmaya muktedir olamayacaktır. Rusya: – Rusya’nın her tarafından toplanma birkaç yüz bin tüccar ve Volga ve Aka Nehirleri’nin mevki’-i telakısinde kain Nijniy Novgorod’ta Temmuz ve Ağustos aylarında panayır kurup alış veriş ederler. Müctemi’ tüccarın üçte biri Türk ırkının mütenevvi’ şuubatına mensup müslümanlardır. Burada ticaretten gayrı ihtiyacat-ı milliyye ve diniyyeye müteallık müzakerat da olur. Rusya’nın üç senelik devr-i hürriyyetinde “Rusya Müslümanları İttifakı” denilen teşkilat-ı siyasiyyenin kongreleri de in’ikad etmiştir. Panayır mahallinde cesim bir cami’-i şerif vardır. Salat-ı hamsede camiin içerisi allı yeşilli hil’at giymiş tüccar-ı Çağatayi; pek kocaman kalpağının altında yüzü görünmez Türkmen; küçük tüysüz külahı uzun zarif cübbesiyle mütefekkir ve pür-vakar İrani Türk gözü yüzü eli hiç durmaz faal cevval Kazan Tatarı… ilh. hıncahınc dolar. Her sene panayır mevsiminde Orenburg müftisi Nijniy imamına muavin olmak üzere iki imam daha ta’yin eder. Bu sene ta’yin olunan muavin imamlar Damolla Cihangir Hazret ile İmam Molla Abidullah Abdürreşid idi. Kazanlı refiklerimizden birinin yazdığına göre bu sene Nijniy’de toplanmış ahali-i müslime bu iki zattan pek memnun kalmışlar çünkü salat-ı Cum’a’yı müteakıb verdikleri vaazlarda muayyen bir program ta’kıb ederek ilim ve hünerin lüzumunu ihtiyacat-ı hazıra-i milliyyenin nelerden ibaret olduğunu sarahat ve intizam ile anlatmışlardır. Refikimizin muharriri mezkur vaazlarda bulunmuş olduğundan adi vaazlar değildi belki mukteza-yı ahvale göre düşünülüp söylenmiş müessir nutuklar idi...” Acaba Darü’l-Hilafe’nin de vaazlarını hazırlayıp söyleyen vaizler görmek nasib olabilecek mi? – Bakü’de Ali Paşa Hanif namında bir zat Doğru Söz ünvanlı bir gazete neşrine müsaade istihsal eylemiştir. Tebrik ederiz. – Petersburglu Nur refikımızın işittiğine nazaran Rusya’nın ikinci payitahtı Moskova şehrine yerli müslüman tüccarlardan Hacı Hüseyin Efendi fahri şehbender-i sani ta’yin olunacakmış. İnşallah Nur’un haberi sahih çıkar ve ahali-i müslimesi olan memalik-i ecnebiyyede bu usul-i müstahsen ta’kıb olunur. Devr-i sabıkta Devlet-i Osmaniyye’nin Moskova fahri baş şehbenderi Polakov isimli gayet zengin ve gayet ihtiyar bir Yahudi idi. Bereket bu adam geçen sene öldü. Müteveffanın Devlet-i Osmaniyye’ye münasebeti Türk-Rus muharebe-i ahiresinde Rus ordularına erzak müteahhidliği ederek milyonlar kazanmış olması ve bilhassa Kalas şehrini Rus şimendöferlerine gayet kısa bir müddet zarfında hutut-ı hadidiyye reketini teshil eylemesi idi... Rusya bu ciddi hizmete mükafaten muma-ileyhe büyük bir rütbe vermiş; Türkiye de –bilmeyiz neden?- fahri baş şehbender nasbeylemişti!.. – Rusya’da sakin müslüman kardeşlerimiz birkaç seneden beri iane cem ederek nihayet bir sene evvel Petersburg’un en şerefli mevakiinden birisinde büyük bir cami inşasına başlamışlardı. Cami’-i şerif biraz tecdid ile ihya olunmuş Semerkand’ın Emir Timur devri tarz-ı mi’marisinde olacaktır. Yıldız refikımızda kemal-i memnuniyyet ile okuduğumuza göre cami’-i şerifin binası artık hayli ilerlemiştir. Bu sene şiddetli kış basmadan duvarları ve hariciyye ile uğraşılacaktır. Birkaç milyona mal olup otuz milyon tebea-i İslamiyyesi olan Rusya Devleti’nin payitahtında oradaki müslümanların mevcud ve faaliyyetlerini temsil edecek bu ma’bed-i mukaddesin inşası sene-i hicriyyesinde hitama erecektir. Çin: – Çin’de Türkçe neşrolunan İli Vilayeti Gazetesi’nin beyanına göre Çin askerine muallimlik etmek üzere meşhur İngiliz generallerinden Lord Kitchener da’vet olunmuştur. Lord Kitchener Hindistan Sudan Mısır ve Transval’de büyük muharebeler etmiş muvaffakıyet kazanmış bir askerdir. Hindistan: – Hablu’l-Metin refikımız bu sene geçen senelere nisbeten daha ziyade mikdar müslümanların Kalküta Darü’l-Fünunu’na yazılmakta olduklarını haber veriyor. Bu genç müslümanların çoğu Hindliler ise de içlerinde Zebera Afgan ve İraniler de vardır. Hablu’l-Metin bu eser-i hayatın sebebini Türkiye ve İran vekayi’-i ahiresinde görüyor: Vekayi’-i mezkure her vazıhan meydana çıkarmıştır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ekim Beşinci Cild - Aded: Fransa’da demiryol amelesi terk-i eşgal etmiş sonra onlara Paris’in yer altı demiryolu işçileri elektrik tenvirat şirketi amelesi hatta taşçı ve dülgerler de katılmış; birkaç gün Fransa’da seyahat pek güçleşmiş; birkaç gece Paris’in büyük caddeleri büyük kahveleri tiyatroları karanlıkta kalmış elektriğin göz kamaştıran ziyasına alışkın Frenkler kör mum aydınlığıyla idare-i maslahat etmişler... Bütün bu havadisi gündelik gazetelerin telgraf sütunlarında alelacele okuyup geçtik. Fakat bilmem içimizden ne kadar kişi o vekayie lüzumu derecesinde ehemmiyet verdi? biçer. İstanbulluların çoğu “grev” denildi mi iki sene evvelki ufak tefek terk-i eşgalleri hatırlar. Umumi bir terk-i eşgalin kuvvet ve dehşeti iyice anlayabilmek için içinde bulunmuş olmak lazımdır. Ben maatteessüf o saadete mazhar olanlardanım. senesi Teşrinievvel terk-i eşgal-i umumisinde Rusya’nın merakiz-i mühimmesinden birinde bulunuyordum. Demiryol ve telgraf amelesi işlerini bırakır bırakmaz şehrimiz bütün dünya ile münasebatı münkatı’ bir cezire-i okyanusa döndü: Bir yere gidemiyorduk kimse gelemiyordu mektup gönderemiyorduk telgraf çekemiyorduk hiçbir taraftan haber alamıyorduk… Şehir evvelce mevcud zahire ve erzakı ile kalmıştı; gerek bu mevcud ve gerek civar köy ve kasabalardan at ve kızakla getirebilecek erzak ve zahire eşgalin üçüncü günü un bitiyor et bitiyor çay ve şeker bitiyor şayiaları şehri kapladı ve derhal bunların fiyatı fırladı. O aralık şehir işçilerinden bir kısmı da “grev” yaptı: Tramvaylar durdu; gaz ve elektirik fenerleri söndü; bazı dükkanlar kapandı; mahalli gazeteler çıkmaz oldu. Evvelce Rusya’nın diğer şehirlerinde ne olup bittiğinden haber alamıyorduk mahalli gazeteler kesilmesiyle artık şehirdeki vekayii de bilmez olduk. Sokaklarımız geceleri on beş yirmi seneden beri büsbütün unuttuğumuz gaz lambaları ile guya tenvir olunuyordu. Şehir maddi ve ma’nevi zulmete batmış demekti. Demiryollarla telgraf amelesinin ve birkaç yerli müessese işçilerinin terk-i eşgali şehrimizi hey’et-i ictimaiyyemizi derhal medeniyetçe yarım belki de bir asır evveline geriye çevirmişti. Çok geçmedi pek korkunç bir haber bütün şehri yıldırımla vurulmuşa döndürdü: Fırıncılar da terk-i eşgal ediyormuş... Demek ekmeksiz kalacağız aç kalacağız!.. Bu tehdid altında yirmi dört uzun saat titredik; ama bereket versin doğru çıkmadı. Eğer bu da doğru çıksa idi ve sonra “grev” de uzasa idi halimiz pek yaman olacaktı. Medeni memleketlerin şehirlerinde bütün hayat ve maişet taksim-i a’mal temeli üzerine kurulmuştur; öyle ibtidai cem’iyetlerde olduğu gibi herkes veya her aile kendi havayic-i zaruriyyesini kendi ihzar ve iddihar etmez. Evlerimizde yiyecek içeceğe dair hazırlığımız hemen hiç yoktu. Vakıa Rusya’nın terk-i eşgal-i umumisi beş altı günden fazla sürmedi ve ma’na-yı tammıyla terk-i eşgal-i umumi grev jeneral de olmadı; zira Rusya’da mevcud amelenin hepsi “grev”e iştirak etmek şöyle dursun yalnız bir san’atın mesela demiryollarının bil-cümle amelesi bile melenin mutalebatından birçoğunu kabul ederek “grev”i durdurmaya mecbur oldu. Avrupa hey’et-i ictimaiyyeleri birkaç gün süren bir demiryol ve telgraf grevine dayanamazlar. Medeniyet-i hazıra demiryol ve telgrafsız yaşayamaz. Teller ve raylar memleketlerin hakıkaten sinirleri ve damarlarıdır. Bu sinirler damarlar koptu mu memleket ölür. Demiryolların ve telgrafların bir gün işlememesi memlekete milyarlarla hesap edilecek ziyanı intac eder. Bu cihetle medeni devletlerden hiçbirisinin hiçbir hükumeti tasavvur olunamaz ki demiryol veya telgraf amelesinin bir haftalık umumi bir terk-i eşgaline karşı terk-i silah ve hatta terk-i mevki’ etmesin… Rusya hükumeti o metanet-i şiddetiyle ma’ruf Çarlık hükumeti Rusya’nın faaliyet-i iktisadiyyesi garbi Avrupa devletleri derecesinde olmadığı halde bile demiryol ve telgrafların umumiye karib terk-i eşgalini görür görmez pek çabuk yelkenleri suya indirmişti. Rusya İhtilali oluncaya kadar bazı mütefekkirler medeni ve muntazam memleketlerde mevcud hükumetlere karşı kıyamın artık gayr-ı mümkün olduğuna kani’diler. On dokuzuncu asrın rub’-ı evvelinde ve ortasında bütün Avrupa’yı barut dumanlarıyla kaplayan ihtilaller artık tekerrür edemeyecek deniliyordu. Çünkü hükumetlerin elinde iyi ta’lim ve terbiye görmüş askerle seri’ ateşli toplar mükerrer ateşli tüfenkler vardır. Hükumet aleyhine kıyam edecek ahali ise ne asker gibi ta’limli ve nizamlıdır ve ne de öyle mükemmel esliha ve ihtilallerinde pek çok iş gören barikatların bir hakıkat-i müsbete gibi mekatibde okutulan tarih kitaplarına bile girmişti; lakin yirminci asır ta ilk senelerinde bu zannı vekayi’le tekzib eylemiştir. Rusya İhtilali velev muvakkat olsun hükumeti-i çariyyeyi yendi. Gerçi ahalinin elinde seri’ ateşli top ve mükerrer ateşli tüfenk yoktu ama diğer bir kuvvet onların cümlesinden daha sağlam bir kuvvet vardı: Kuvve-i sa’y… Bugün memalik-i medeniyyede amele ordusu asker ordusundan bil-kuvve daha zorludur: Top ne kadar büyük çaplı olursa olsun ateşiyle nihayet bir yol amelesini terk-i eşgaliyle birkaç gün içinde bir memleketi yıkıp bir sınıf ahaliyi sermayedarları kapitalistleri mahvedebilir!.. Şimdi artık şehirlerin bir yığın kaldırım taşlarıyla kurşuna karşı barikat yapılmaya ihtiyaç kalmamıştır; memleketin bütün şimendöfer demirleri telgraf telleri ihtilalcilerin vasıta-i müdafaası olmuştur... Barikatlardan geçilebilir; fakat demiryolların inkıtaıyla hasıl olan mesafat nasıl tayyolunabilir? El-yevm amele ordularının terbiye ve intizamı da ekser memalik-i mütemeddinede hele zamanımız askerliğin vatanı olan Almanya’da asker ordularının terbiye ve intizamından pek de dun değildir. Alman amele orduları Bebel Zenker kumandası altında; Moltke ve Roon’un askerlerinden daha az maharetle hareket etmiyor. Demek geçen asırda kullanılan silahlardan daha müessir silahlarla mücehhez bir sınıf ahali var ki silahını iyi isti’mal edebilse hükumete daima galebe çalabilir. Lakin bu kavga nedir? Niçin bir sınıf ahali hükumetinden na-hoşnuddur. Bu hazırlıklara bu tertibata bu “grevlere” ne sebep var? şeklinde yazılmıştır. Medeniyet-i hazıraca bizden yüksek bizden ileride duran memalik-i garbiyye ahalisi arasında o medeniyet pek derin uçurumlar kazmıştır. Garb ahalisi yekdiğerinden gayet mütefavit birkaç sınıfa ayrılır. Fransa’nın bütün resmi duvarlarına “hürriyet müsavat uhuvvet” kelimeleri büyük harflerle kazılmış olmasına rağmen orada ictimai müsavattan eser bile yoktur; uhuvvet ise boş kof ma’nasız bir laftan hatta büyük bir şehre gidilse oranın beyi ağası rençberi arasındaki fark-ı ictima’i o kadar göze çarpmaz: Evleri yiyip eğlenceleri hemen aynıdır. Beyin ağanın ne otomobili vardır ne de yatı; rençber ise şöyle böyle kafasını sokacak bir kulübeye maliktir. Zaten beyin ağanın konağı da o kulübenin biraz daha büyükçesi biraz daha hallicesidir. Medeniyet-i hazıra hey’at-ı darını haliyle muhafaza etmemiş zenginler beyler ağalar yükseldikçe yükselmişler; fukara rençber işçi pek az terakkı etmiş hatta bazı cihetlerce düşmüş alçalmış; böylece ara açılmış derinleşmiş adeta bir uçurum olmuş; garbda şehir amelesinin ekseriyetle yeri yurdu yoktur; bütün gününü ya maden ocaklarında yeraltında su içinde titreyerek yahud fabrikalarda imalathanelerde cehennemi bir ateş önünde kavrularak geçirir; geceleri ise müteaffin ve ratib bodrumlarda başını rakı ile absent ile uyuşturarak guya uyur. Amelenin birçoğunda aile hayatı bitmiştir hayvan-ı natıka tür. Amelenin maaşı kendisini ancak günü gününe geçindirebilir. parçası gibi sefalet çamuru içinde sürünmeye mahkum kalıyor. maklarında elmaslar parlayan yüzükler günde birkaç defa değiştirilen beyaz gömlek kan fışkıran bir çehre istihza eder gibi dikilmiş durur. Sermayedar her gün iki üç yüz amelesini ferah ferah geçindirecek bir masrafla yaşar. Bunun hemen hiçbir işi yoktur. Yazı İsviçre’nin yaylalarında şimal denizlerinin deniz hamamlarında kışı İtalya’nın cenub sahillerinde Mısır’da yahud büyük şehirlerin tiyatro konser ve balolarında geçirir. En beyhude şeylere en çok para vermekten kaçınmaz bir gemisi birkaç otomobili vardır. Metresinin yalnız bir şapkasına sekiz on bin kuruş verir içlerinde banknot ile cigara yakmaktan lezzet alacak kadar budalalar bile bulunur… Bunların hayatları mütemadi zevk u safadır malik oldukları şirket eshamının temettü’ ve faizi bunları bila-ta’ab yaşatır gider… Amele bu mümessil-i sa’y nazarında ataletle serveti tecsim eden sermayedara bugün gayr-ı kabil-i itfa bir ateş-i gayz saçan gözlerini dikmiş onu yemeye hazırdır: “Şimdiki kıyam ve isyanların menba’-ı ruhisi aşağı sınıfların gözlerini kamaştıracak surette yüksek sınıfların izhar ettikleri debdebe ve sefahettir. Servetin te’min edeceği tasavvur olunan saadete bir atş-ı şedid sermayedarlara karşı muhrik bir hased vahşi bir kin işte bu menba’dan neş’et ediyor; darb-ı meselin dediği gibi biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar… Amele zaten sermayedarlara teskin olunamaz bir adavet besleyip dururken öteden birtakım muktesidler mütefekkirler çıktılar ve ona dediler ki: Bütün bu servet ü saman bütün bu debdebe ve haşmet bütün bu zevk u sefahet senin alın terinden senin sa’y-ı ta’ab-averinden çalınıp vücud bulmuştur. Sen işliyorsun fakat senin sa’yinin kıymeti tamamen ödenmiyor. Ve o ödenmemiş sa’y kıymetidir ki bu tığın halde açsın çıplaksın; onlar çalışmadıkları halde lüzumundan bin kere milyon kere fazla servetlerini nasıl sarf edip bitirmekte müşkilat çekiyorlar. Sen sa’yinin kıymetini tamamen te’diye ettirebilsen açlıktan sefaletten kurtulursun bu atıl sefihler de ortadan kalkar. Serveti halk eden sa’ydir. Sa’y mukabili olmayan servet semere-i sirkattir. Sen sa’y ile serveti icad ediyorsun; muhafazasını da bil; şimdiye değin çalınmış akçelerini de istirdad et; bu işlemeden yiyen; senin sırtında yaşayan tufeylileri sermayedarları ortadan kaldır; bunların hayatı senin gafletin hakkından bi-haber kalman sayesinde hala devam edebiliyor. Gafletten uyan; hakkını bil! Kanını emen tufeylilerden kurtul! – Lakin şimdi mevcud hükumetleri sermayedarlar ellerine geçirmişler re’s-i kara kendi hizmetçilerini oturtmuşlardır. İstibdad meşrutiyet cumhuriyet ne namlarla yad edilirse edilsin hükumat-ı hazıra sermayedarların amaline hadim onların menafiini müdafaaya me’murdur. Sermayedarlığın kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmak esaretten halas olmak istersen mevcud hükumetleri devir yerlerine erbab-ı sa’yin amelenin hükumetini kur! Zamanımızın hey’at-ı ictimaiyyeleri de sermayedarlık temellerine müsteniddir. Yalnız hükumetlerin tebeddülü de gaye-i matluba eriştirmez; hey’at-ı ictimaiyyelerin şekli taazzuvu tebeddül etmelidir. Köhne yıpramış zevali karib sermayedarlık hey’at-ı ictimaiyyesini ta temelinden yık yerine hakıkı müsavat hakıkı hürriyet hakıkı uhuvvet üzerine müstenid yeni cem’iyet-i iştirakiyyeyi bina et! Fakat bu azim inkılabın husulü için ittihad lazımdır; ameleler ey “Bütün dünyanın amelesi birleşiniz!” Ancak bu Bu nidayı bu da’veti eden muktesidin-i iştirakiyyun cem’iyet-i iştirakiyyenin te’sisine hizmet etmek üzere mütenevvi’ vesait irae etmişlerdi ki bunlardan birisi de umumi ta’til-i eşgaller “grev jeneraller” idi. Karn-ı hazırın ibtidalarına kadar ta’til-i eşgaller şimdi gördüğümüz ehemmiyet-i azimeyi henüz haiz olamamışlardı. Son senelerde ta’til-i eşgaller gittikçe sıklaşıyor. Rusya grevi bu silahın derece-i dehşetini yar u ağyara teslim ettirdi. Amele cem’iyetlerinin efradı rında mesela Saksonya’da efrad-ı ahalinin ekseriyet-i azimesi ameledir iştirakiyyundandır. Eğer amelenin ittihadı taazzuvu daha ziyade terakkı edip bütün memalik-i medeniyyede müştereken değil hatta yalnız bir memlekette hakıkı bir ta’til-i eşgal-i umumi yapabilir ve bunu bir müddet devam ettirmeye muvaffak olursa teşkilat-ı hazıra-i ictimaiyye eşkal-i hazıra-i hükumat derhal değişir. Şimdi hemen hergün öteden beriden istihbar olunan ta’til-i eşgaller bu inkılab-ı azimin pek çok gecikmeyeceğine alaim ve işarattır. Fırtına kopmadan ufkun en uzak kenarlarında kara kara bulutlar toplanır; görünür görünmez solgun şimşekler çakar; Biz şarklılar bu fırtınanın kopmasını istememeli miyiz? – Hay hay! Çünkü şark-ı mütefekkir bütün hayatında meftunı hak ve adalet kalmıştır. Adalet-i mücerredeyi gökten yere müncileri hep şarktan zuhur etmiştir. Zamanımızın servet ve saadetten mahrum meva’id-i kadime-i tesliyyet-bahşaya göstererek felaket-i ruz-merrelerini tehvine çalışanların imam-ı a’zamı tıbkı eskiden olduğu gibi yine bir şarklıdır bir Sami’dir. Saniyen garbın inkılab-ı ictima’isi şark ahalisine hiç olmazsa bir müddet serbest nefes aldırır; zira Avrupa sermayedarlığının geceli gündüzlü çalıştırdığı iki kölesinden birisi garbın amelesi ise diğeri de şarkın bütün ahalisidir… Konferans Teşrinievvel’in onuncu Pazar günü Beyoğlu’nda Odeon Tiyatrosu’nda alaturka saat dokuzda verileceği tuklar ve localar hıncahınc dolmuşidi: Osmanlılar İranlılar Tatarlar… Bütün akvam-ı muhtelife-i İslamiyye’ye mensup münevverü’l-fikr güzide zevat... Birçok zabitan-ı muhtereme-i Osmaniyye... Ermenilerden vesair akvam-ı şarkıyyeden bazı zevat... İngiltere ve Amerika baş tercümanları ve daha bazı sefaretlere mensup zevat... Bir hayli de ecnebi gazete muhbirleri… Konferans saat dokuzda başladı. Arada beş dakikalık bir fasıla ile gece saat bire kadar dört saat mütemadiyen devam etti. Huteba-yı kiram Kara Bey hazretleri tarafından birer birer huzzar-ı kirama takdim olunuyordu. Her biri tarafından mühim mühim nutuklar irad buyuruldu. Bütün derdler ortaya döküldü. Mes’elenin ehemmiyet-i fevka’l-adesine mebni bütün nutuklar aynen zabtolunarak ber-vech-i ati sırasıyla derc olundu: Muhterem kardeşler Bugün siz kardeşlerimizi buraya da’vet edişimizin sebebi ği ultimatomdur. İran’ın mazisi ve hal-i hazırı ve ona karşı beslenen fikirler Avrupaca ba-husus iki devlet-i muazzamaca öyle karışık bir mes’ele teşkil ediyor ki bu babda tenvir-i efkar için birçok izahat ve ma’lumat i’tasını mecburi ve elzem görüyoruz. Bundan dolayı bu meclisi tertip ederek İran ve şarkın ahvaline Avrupalıların desaisine vukufu olan kardeşlerimizden fikrimizi tenvir için birer konferans vermelerini rica ettik. İlk evvel irad-ı nutk buyuracak zat İran ulema-yı kiramından olup üç dört seneden beri inkılab içinde hayat geçiren ve büyük büyük hizmetler ifasına muvaffak olan ve Necef-i Eşref’teki hürriyet-perver mücahidlerin nümayendesi timsal-i fazl u hamiyyeti bulunan Hacı Şeyh Esedullah Efendi hazretleridir takdim ediyorum… Efendiler ruh-ı millet ve vatanı tecsim eden Necef uleması tarafından kürsi-i hitabete çıkarak birkaç söz söylemek Efendiler benim bu sözlerimi hemen hey’et-i kiramın tercüman-i efkar ve hissiyatı diye telakkı buyurmanızı rica eylerim. ramımız tarafından nutuklar irad olunacaktır. Bendenizin arz etmek istediğim şudur ki: Öteden beri Avrupa devletleri alem-i İslam’ın taassub ve cehalet içinde puyan olduklarını her zaman başımıza vurarak bizi ve dolayısıyla İslamiyet’i ve bütün müslüman alemini enva’-i töhmet ile itham ederler ve bu ithamatın kısm-ı a’zamını ulemaya tahmil eylerlerdi. Bu hali görerek müteessir olduğumuz cihetle bu mes’uliyeti üzerimizden kaldıralım ve İslamiyet’in ruh-ı esası adalet ve meşrutiyet olduğunu bütün cihana gösterelim dedik. Ve bunun üzerine mücahedata giriştik. Bu yolda bütün müşkilatı iktihama azmettik her türlü fedakarlığa amade olduk. Ne kadar mevanie duçar olduk fakat hiçbiri azmimizi kıramadı yolumuzdan bizi çeviremedi. Biz her türlü icabat-ı zamanı nazar-ı dikkate alarak Avrupa’dan gelen insaniyet ve medeniyet cereyanlarını istikbal ederek bütün mevcudiyetimiz bu hususta Avrupa bize dest-i muavenetini uzatacak her türlü teshilatı ibraz edecek; fakat maatteessüf bu zannımızın büsbütün aksi zuhur eyledi bütün çalıştıklarımız mahvolup gitti. Biz ne için bu kadar uğraşıyorduk? Biz istiyorduk ki vatanımız mahfuz kalsın milletimiz hür yaşasın. Lakin ecnebi entrikaları mesaimizi akım bıraktı. Ma’lumunuzdur ki İran milleti medeniyete ve insaniyete hizmet etmiş binlerce senelik kıdeme malik bir millettir. Mazide medeniyete hizmeti sebk ettiği gibi istikbalde de insaniyete çalışmaya amadedir ve mahza bunun için mücahedata kıyam etti. Bizler ne kadar çalıştık ki ecnebi boyunduruğu altına girmeyelim: Maatteessüf mücahedatımızı akım bırakmaya kalktılar. İran ne için mücahede ediyordu? İran hürriyetten adaletten başka ne istiyordu İran bu akıbete layık mı idi? Fakat taş uzaktan gelmez derler. Hakıkat öyledir. Biz İngiltere’yi dost hürriyet-perver zannediyorduk insaniyet-perver biliyorduk!.. Ne kadar aldanmışız! Koca hürriyetperver devlet! Ne olduğunu isbat etti! Bize bir ultimatom verdi: Üç aya kadar iğtişaşın önünü almazsak İran’a girecekmiş... Guya cenubda iğtişaş varmış! İşte İran vekayii göz önünde cereyan ediyor. Bütün dünya bilir ki cenubda ecnebi müdahalesini mucib olacak bir iğtişaş olmamıştır. Fakat maksad bellidir: İstiklalimizi mahvetmek. Vatanımıza taarruz eylemek istiyorlar. Lakin bu mütearrızlar ve bütün cihan bilmelidir ki İran ölmeyecektir İran esir olmayacaktır. Bunu bütün İran milletinin bütün İran ulemasının tercüman-ı efkarı olarak söylüyorum. Maamafih zannediyorum ki hürriyet ve istiklal uğrunda milyonlarca kurban veren ve vatanlarına bi-hakkın mehd-i hürriyyet ünvan-ı mefharetini kazandıran koca İngiltere millet-i necibi bu vahşete şı bir harekettir ki biz İngilizleri bu derekeden ali görmek bir kavim hiçbir zaman esaret altına giremez. Daima hür yaşamış milletimiz her türlü fedakarlığa hazırdır. Biz istiklalimiz uğrunda ölürüz kadınlara çocuklara varıncaya kadar. Bütün efrad-ı millet bu hususta yekvücud ve müttehiddir. Bermukteza-yı diyanet tek bir vücud kalıncaya kadar bütün millet düşmanla pençeleşir yine vatanını istiklalini terk etmez. dirler ki İran kan deryasına tahavvül etmedikçe her türlü istifadeden mahrum bir harabezara dönmedikçe düşman eline geçmeyecektir… Bunu müteakıb üdeba-yı İraniyye’den Hüseyin Daniş Bey irad-ı nutka başladılar: Efendiler girişmek ve bunun tarihçesini yapmak zaiddir zannederim. Çünkü tekmil an’anesiyle ilk devre-i ihtilalinden ta son devre-i tekamülüne kadar geçirmiş olduğu safahat sırasıyla gazetelere geçmiş ve müdakkikın müsteşrikın tarafından layıkıyla tedkık olunmuş delailiyle vesaikiyle derc ü ketb edilmiştir. Maziye aid yalnız bir şeyi zikredeceğim: Kıdemini eskiliğini!.. Beş altın bin senelik an’anelere karışan bir zamana bakacak olursak İran’ın pek kadim bir devlet olduğu tezahür eder. Bir milletin kıdemi olmak bir şeref-i mahsustur. Kıdem yaşamağa liyakatini isbat eder. Demek yaşamağa layık imiş ki yaşamış. Bir meziyeti olmayan komşuları arasında yaşamağa liyakati bulunmayan bir milletin pek çabuk muzmahil olduğunu tarih defaat ile isbat etmiştir. Şu kadar var ki o kıdemi teşkil etmiş olan bir devre vardır ki onu vücuda getiren bir safahat-ı tekamül mevcuddur. O esbaba mebnidir ki İran bu kıdemi ihraz etmiştir. İran’ın geçirdiği edvar arasında büyük inkılablar zuhur etti: Evvela nazaatı ve nihayet bugünkü hal ki bu dördüncüyü teşkil eder. Şu halde bu kadar muazzam bir hükumet Hindistan’a hakim olacak vesi’ kıtaatı ele geçirecek bir millet nasıl olmuş da bugünkü dereke-i inkıraza düşmüş? Buralardan bahse hacet yok. O edvarın sonra derece derece düşmesi ve bugünkü inkırazı vücuda getirmesi birçok esbab tahtındadır. etmeğe çalışmıştır. Yalnız şunu söyleyeceğim ki İran’ın kıdemi dediğimiz vakit bunda bir meziyet görüyoruz. Velev ki na-budiye mahkum olacak gibi görünürse de ayrı ayrı birtakım kuvvetler mevcuddur ki hüsn-i isti’mal ve tehyic ve teşvik mümkün olsa idi bir hey’et-i müctemi’a-i mütekamile mevcud olsa idi bugün hakıkaten İran’ın kendine layık bir mevkii bulunmuş olurdu. fatihler vakıa memleketi istila ve teshir etmişler; fakat “asimile” edememişler İranlılar milliyetlerini hiçbir kuvvete karşı terk etmemişler. Oraya gelen fatihler kılıçla muzaffer olmuşlar fakat ma’nen mağlub olmuşlar. Hakıkı galebe İran’da kalmış. Bir mes’ele var: İran’ın bundan sonra yaşaması mümkün olacak mıdır. İran birçok hatalarda bulunmamış desem yalandır. Asırlarca devr-i istibdad altında inledi. O devirde ahalinin gördüğü zulüm zekasını işlemeyecek bir hale getirmişti ki artık böyle dimağlardan büyük bir şey beklenemezdi. Siyaseten bir hata daha oldu: İran iki komşu devletin rekabetinden istifade hülyasında bulundu. Zannetti ki hep böyle kalacak yekdiğerine rakip bu devletlerin i’tilafları hiçbir zaman kabil olmayacak. Halbuki aksini vukuat isbat etti. Demek iki düşman dost olurlarmış. Bununla beraber istikbal için bedbin olmak istemem. Çünkü elverir ki bu kuvvetler yine icra-yı te’sir etmekte ve faal bir halde bulunmaktadır. Yoksa İran’ı şaşırtan bu nageh-zuhur vak’adır. İran düşünmüştür ki eğer istiladan kurtulursa hüsn-i idare ile hayatına bir intizam verebilecektir. Pek o kadar hatıra gelmezdi ki hariçten bu kadar mümanaat görsün. Bir mes’ele var: Bir milletin kadim olması ve mazide çok şeyler getirmesi medar-ı iftihar olmak üzere kafi değil. İlerisi yapacağı şey –nasıl ki yapmaya çalışıyor– enternasyonal bir hale gelmeye başka milletler gibi yaşamaya gayret etmektir. Avrupalılara yanaşarak o silsile-i düveliyyenin o familyanın Fakat geçmiş seyyiatı bir daha yapmamaya mütevakkıftır. Mesela: Avrupaca meşhur bir şey var: “Şarkta adalet tamamiyle icra-yı hükm edemez.” Bunun aksini isbat için adalete ta’lim ve terbiyeye birçok fezail-i güzide-i ictimaiyyenin tevsiine çalışmalı. Bir zaman gelir ki memleketi nasıl olurlar. Fakat her şeyi bilirim iddiasında bulunmak hatadır. Hususiyle “konstitüsyon” denilen şey garbdan geldiği cihetle mümkün mertebe ahalinin isti’dadı nisbetinde nutuklarla vesair vasıtalarla bunun zihinlere ilkasına lüzum vardır; halbuki pılacak olursa istikbalde de yaşar. Yalnız bir mes’ele daha var: Bazı mahallerden “Bize tezvir-i siyasi var mı yok mu? Bunu tedkık etmektir. Çünkü hariçten gelen ihtar-ı siyasiyi daima dinlemeliyiz siyasi nağmelere daima kulak asmalıyız. “Biz bildiğimiz gibi yaparız Bir de düşünmeli ki Sasaniyan müluku arasında Nuşirevan gibi bir padişah vardır. Dünyanın hiçbir noktasında asar-ı medeniyyet ufak bir iz göstermemiş iken bu padişah-ı adalet-perver memleketi mazhar-ı umran eyledi ve Peygamber-i Ahirü’z-Zaman bile kendisiyle iftihar etti. Böyle bir millet nan olabilir. İranilerin isti’dadını zekasını kimse inkar etmez. Yalnız tecrübesiz likleri var ve bu da ahlakın bozulması neticesi olarak hatalara düşülmüştür. Maamafih o da gittikçe Avrupa ile ihtilat sayesinde zail olacaktır. Bir millet ki hakkında buyurulmuştur. nevmid olamam. Bir mes’ele daha var ki İran için esbab-ı saadetten sayılır: Huni lisani ve ırkı olarak millet-i vahide olmasıdır. Bunun da büyük bir kuvvet teşkil ettiğini sami’in-i kiram hazeratı takdir buyururlar. Bir başka keyfiyet daha var ki İran’ın atisi için ümidbahştır. şairin hüsn-i ahlakı muhafaza etmeleri feza’il-i fıtriyyelerini her nevi’ taarruzdan masun bulundurmuş olmalarıdır. Bu aşairin ahlakı daha temizdir. Bu da bir kuvvet teşkil eder. Hüsn-i terbiyye ile bunlar güzel bir amil olabilir. Ve’l-hasıl –kısa keselim– bir memleket ki uzun bir kıdeme maliktir medeniyet ve insaniyete birçok hizmeti sebk etmiştir birçok üdeba şuara hükema yetiştirmiştir İslam’a ettiği hizmet de Arab’ınkinden eksik değil herhangi bir yolu ele almışsa tevsi’ etmiş kendi milliyet ve kavmiyetini ona derc ederek mal edinmiş; böyle bir milletin elbette yaşayacağına ümid-var bulunurum. Geçmiş hatalar yine bir daha düşmemek üzere bu hadisatı böyle olacağında ümid-varım. Bunu müteakib Debistan-ı Iraniyan müdiri Tevfik Beyefendi yine Kara Bey hazretleri tarafından sami’in-i kirama takdim olundu. Tevfik Bey: “Refik-i muhteremim Hüseyin Daniş Bey İran’ın ahval-i tarihiyyesinden hülasaten bahsettiler bendeniz bu babda biraz daha tafsilat vermek istiyorum. Şu kadar ki natuk olmadığım diye bir müddet mukaddime yaptıktan sonra İran’ın ta edvar-ı ibtidaiyyesinden başlayarak geçirdiği safahattan bahsederek ve her devirde yetişen hükümdarandan isimleriyle haber vererek bir musahabe-i tarihiyye yaptılar. Büyük bir ihata derin bir tetebbu ile binlerce senelik vekayii zihinlerde takrir edecek surette yazılan bu makale-i nefise-i tarihiyye bir mecmua-i ilmiyye sahayifini bi-hakkın tezyin eder olduğu halde burada samiinin müteheyyic endişe-nak hissiyatı üzerinde lazım gelen te’siri yapamadı bunun farkına varan Tevfik Beyefendi münasib bir yerinde keserek atideki cümlelerle mühim bir mes’ele üzerine celb-i enzar eyledi ve şiddetli alkışlara mazhar oldu: hiçbir zaman ecnebi boyunduruğu altına girmemiştir. Bunun da en mühim sebebi İran’ın bütün ma’nasıyla millet-i vahide olmasıdır. İran’da ihtilaf-ı anasır yoktur. Yegane bir unsur vardır ki o da İran milletidir. Efkar menafi’ ve gaye-i amal birdir. İttihad ve ittifakı daimidir. Vakıa bazen –cehlden naşi– aralarında ihtilaflar zuhur ederse de bu ahval-i dahiliyyeye münhasırdır. Hariçten bir düşmanın hücumu hissolununca bütün husumetleri bir tarafa bırakarak düşman karşısında yekvücud şeci’ fedakar bir kitle-i müttehide görülür. Ecnebi bir unsurun İran’da yerleşebilmesi mümkün değildir. Çünkü ecnebi girince zaid bir unsur olur. İran öyle zannolunduğu gibi birleşmesi kabil olmaz muhtelif perişan kuvvetlerden ibaret değildir. Bunları toplamak bir kelimeye bakar. Öteden beri İranlılar Necef’teki ulema-yı İslam’a merbut oldukları için ahali üzerinde onların büyük te’siri vardır. Bir kere o ulema-yı kiram diyecek olurlarsa bütün İran kıyam eder ve kanlarının son damlasına kadar düşmanla uğraşır. Maamafih maksadım bu değil İran her halde İran’a malik olacaktır. Çünkü diğer anasırın orada yerleşebilmesi kabil değildir. Tarih bunun şahididir. Kim isterse tecrübesini yapsın. Nice eazımlar fedakarlar yetiştiren İran yine o Bundan sonra millet-i İslamiyye’ye birçok hidemat-ı nafiası sebk eden Kürdistan-ı Irani Şeyhü’l-İslam-ı sabıkı fazıl ve mücahid-i muhterem Hasan Efendi hazretleri tarafından Farisice mühim bir nutuk irad buyuruldu. Umum samiinin lisana vakıf olamamasını nazar-ı dikkate alan fazıl-ı muhterem sözü mühim cümlelerle hülasa ederek alkışlar içinde Alim Can Efendi’ye terk ettiler. Alim Can Efendi münevverü’l-fikr genç saf ve sevimli simalı bu Tatar genci bu muhterem kardeşimiz de samimi alkışlarla istikbal olundu. Sami’in-i kiram hazeratı! –diye başladıBendeniz tafsilata girişecek değilim. Zira huteba-yı kiram hazeratı bu babda söylenecek sözleri kemal-i belagat ve talakatle söylediler. Ben ancak bu son günlerde İngiltere hükumeti tarafından gönderip üç aya kadar cenubi İran’da sükun ve asayiş tamamiyle takrir olunmadığı takdirde bizzat müdahale ederek muhtel olduğu farz olunan asayişi te’min etmek istediğini beyan etmesi daha doğrusu böyle bir vech-i zahiri göstererek mine’l-kadim izmar ettiği menviyatını tatbike kalkışması değil yalnız İslamları belki bil-cümle hiss-i insaniden behredar olan her ferd-i beşeri son derece müteessir ve münfail eylediği herkesin ma’lumudur. Biz Rusyalı İslam gençleri ise bütün İranlı kardeşlerimize but hatta yekvücud denilecek derecede müttehid olduğumuzdan tabiidir ki bu felaket-amiz haberden en ziyade müteessir olanlar cümlesindeniz. Bu teessür o dereceyi bulmuştur ki bugün İngiltere hükumetinin bu hareketini daha doğrusu İngiltere ve Rusya hükumetlerinin birleşerek binlerce senelerden beri payidar pek büyük ve şanlı maziye malik olan kocaman İran’ı ikiye taksim edip iltikam etmek istediklerini bütün mevcudiyetimizle reddettiğimizi gizlemeye muktedir olamayarak izhar ediyoruz. Evet insaniyete hizmet namı altında icra olunmak istenilen bu mezalim ve bu tahribattan bütün ruhumuzla nefret ve müsebbiblerine de la’net ederiz. Nasıl etmeyelim ki İran’ın cenubunda beş altı İngiliz menafi’-i rak milyonlarca ahali-i İslamiyye’nin ayak altında çiğnenip taht-ı esarete alınması Ruslarla hürriyet insaniyet ve uhuvvet namını taşıyan İngilizler tarafından arzu olunuyor. Hangi bir kaide-i hukukiyye var ki bu hareketi tecviz etsin? Hangi bir İslam namını taşımaya layık ferd var ki bu teşebbüsü tasvib eylesin? Bugün İran hükumeti çeteler teşkil edip ve onlara da milyonlarca tahsisat verip İngiltere ve Rusya dahiline dağıtmıyor ki böyle bir harekete müstahak olsun. Kendi memleketinin dıkları ancak üç senedir. Böyle bir hürriyeti kazanmak için Fransa milleti gibi sahib-i irfan bir millet tam bir asır uğraştığı halde bin-nisbe cahil olan İran kavminin üç sene zarfında hürriyet ve adaleti memleketlerinin bil-cümle nukatında te’sis ve tatbik etmedikleri ve edemedikleri vesile ittihaz edilerek başkaları tarafından zabt u istila edilmek gibi bir hareketi doğrusu vicdan-ı insaniyyet tecviz etmez. Şurası cay-ı tesellidir ki bundan sene evvelki İngiltere’nin Mısır hareketi bütün an’anatı ile meydanda bulunduğundan bire tevessülden sonra icab ederse son damla kanlarını akıtmak suretiyle mukabelede bulunurlar ümidindeyiz ve yegane çare de budur. Bundan maada bu hareket-i zalimaneye karşı tekmil alem-i İslam’ın la-kayd kalması imkan haricinde olduğu gibi diğer düvel-i muazzamanın da bu vak’aya karşı bütün bütüne iğmaz-ı ayn edemeyecekleri aşikardır. Bir daha tekrar ediyorum muhterem kardeşlerimizin tek bir ferd kalıncaya kadar vatan ve haysiyet uğrunda feda-yı can ederek müftehirane şarab-ı şehadeti nuş eylemeleri zelilane düşman ayağı altında ezilmeden yüz bin defa müreccahtır. Ve bil-cümle İranlı kardeşlerimizin de bu i’tikadda bulunduklarından eminim. Feylesof-ı şehir Ebu’tTayyib el-Mütenebbi: buyuruyorlar pek doğrudur. Şimdi aralarında bir derece ihtilaf olduğu zannolunan kabail-i muhtelife de o anda müttehiden hareket ederek müdafaa-i vatan için şitaban olacakları şek ve şüpheden varestedir. Hakıkı surette insaniyet ve adalet-perver olan devletlerin –eğer varsa– ila-yevmi’l-kıyam devam ve bekalarını ve böyle kat-i beşeriyyenin tahammülü haricinde olan enva’-i mezalimi zavallı ve zayıf insanlara tatbik etmekte bulunan düvel-i zalimenin bir an evvel mahv u izmihlallerini temenni ederek hatm-i kelam ederim. Sami’in-i kiramın hassas tellerine dokunan Alim Can Efendi’nin nutku alkışlarla teşci olunurken Abdürreşid Efendi hazretleri o senelerden beri alem-i İslam’ın intibah ve tealisi tedkık eden umum müslümanları yekdiğerinden haberdar etmeye çalışan bu uğurda hayatını bile fedadan çekinmeyen muhterem müslüman mücahidi mevki’-i hitabette tal’at-efza-yı mehabet olunca her taraftan alkış tufanı koptu. Hemen bütün sami’in-i kiramca aşinalığı bulunan ve belki şimdiye kadar yüzlerce binlerce hutbeler irad eden bu mümareseli hatip kemal-i heybetle selam verdikten sonra taşkın cevval nazarlarıyla etrafı bir süzdü. Sert ve heyecanlı bir Bugün dedi ortalıkta bir İran mes’elesi dönüyor ki benim fikrimce bu bir hayat mes’elesidir. Bugün İranlı kardeşlerimizin canlarına tasallut eden yırtıcı pençeli kartallar her Bunun için ben bu mes’eleye yalnız bir İran mes’elesi nazarıyla bakamayacağım. Belki bu; bütün hakıkatiyle bütün üryanlığıyla bir şark mes’elesidir. Bunun neticesi bütün şark alemine te’sir eyleyecektir. Bu bir mukaddimetü’l-istiladır ki bütün akvam-ı şarkıyyeyi düşündürse yeri vardır. Bugün medeniyet ve insaniyet namına dest-i tecavüzlerini uzatmaya teşebbüs eden bu aç devletler yarın zulm u gadrlarıyla bütün şarkı hayvan gibi esaret altında inletmek öldürmek mahvetmek için kadem-nihade-i musibet oluyorlar. Bunların siyaset-i zalimanesini bütün cihan bilir. Başkalarının mülkünde cüz’i bir mes’ele vaki’ olunca daima insaniyet namına ortalığa atılırlar ama kendi memleketlerindeki mezalimi görmezler. Çok değil daha geçen seneler Rusya’da payitahtta nefs-i Petersburg’ta Avrupa’nın ortasında on bin adam rülüyordu. İngiltere Sefareti’nin penceresi altında insan beni beşer kanları akıyordu da… insaniyet namına ses çıkaran görülmedi. Lakin şarkta bir adamın burnu kanarsa insaniyet namına kartal sürüsü gibi koşarlar. bilir misiniz? Ah işitmeyiniz hayattan nefret edersiniz. Hayvanlar bile hem-cinsine şarkta muavenet eder; fakat gaddar Ah o Hindistan’ın perişan aileleri! Sefil mazlum evladları! Yerden yurddan mahrum kalmışlar!.. Sokak köşelerinde inleyerek titreyerek ikmal-i mesaib eyliyorlar. Sokaklarda sürünür taşlar üzerinde yemek yer; örtüsü yok bir hasırdan bile mahrum. Yalnız müslüman değil Mecusi de böyle. Bugün İngiliz zulmünü anlayabilmek için Hindistan sokaklarını gezmek lazımdır. Her tarafta kanburlar a’malar dilenciler… Bi-nihaye! İngiliz’in tasallutundan evvel Hindistan böyle değilmiş. O naşir-i medeniyyet! geldikten sonra bu hale gelmiş. Bi-çarelerin kanlarını içmiş canlarını yakmış nesillerini kurutmuş nihayet böyle alil mariz bir unsur haline getirmiş. Ve böyle devam ederse daha bir asra varmaz Hindistan halkı mahvolmuş demektir. Bugün Hindistan ahalisi kan ağlıyor. Müslüman Mecusi… Hepsi hiçbir ferd yok ki İngilizlerden feryad etmesin. Kendi müstemlekelerinde medeniyeti insaniyeti düşünmüyorlar da başka memleketlere neşre teşebbüs ediyorlar. Ne kadar gülünç hareket!.. Lakin hiçbir şeyde ebediyet yok. Bütün saltanat-ı beşeriyye zevale mahkumdur. Hakim-i mutlak Allah’tır. Bugün milyonlarca insanları taht-ı zulmünde ezen hükumetlerin yarını belli değildir atisi karanlıktır. Ben bugün şarkta şark aleminde başka bir hayat görüyorum. Herkes mevkiinin zilletini anlamaya kendisini düşünmeğe başlamıştır. Bu bir intibahtır. Bugün benim vatanım Sibirya’dır bütün Sibirya’da yarım milyon müslüman yoktur. Fakat böyle olmakla beraber bugün gözlerini açmışlar ne yapıp yapıp da bu hayat alemine çıkmaya üzerlerinden bu ağır istibdad yükünü atmaya çabalamaktadırlar. Dört yüz seneden beri Ruslar’ın taht-ı esaretinde ezilmiş iken bugün hayat arıyorlar. Böyle bir kavmin şarkta hayat aradığı zaman on iki milyon ler mümkün değildir. Bugün her İrani’nin vazifesi ruhunu hayatını malını menalini… herşeyi feda etmektir. Bir İranlı zerre kadar bu hususta mümatale ederse o Hiç şüphe etmem ki bu tecavüz-i gasıbaneden yalnız kın en eski bir direği yıkılıyor demektir. Biz ne gibi bir harekette bulunursak daima –çocukları Çarşamba anasından korkuttukları gibi– bizi de ittihad-ı İslam yapıyorsunuz diye korkutmak istiyorlar. Biraz müslümanlar eser-i intibah gösterir göstermez: – A yirminci asırda böyle şeyler yakışmaz… derler. Bazıları da “yakışmaz” dendi ya hakıkaten yakışmaz zannederler. Halbuki kırkıncı asırda olsa yine onlar bu vahşetlerinden vazgeçmeyeceklerdir. Ben kat’iyen eminim ki İngilizler Rus’la ittifak ederler... Her ne kadar ayı ile fil geçinemezse de şikarı taksim hususunda uyuşmaları mümkündür. Fakat asıl hüner koyun olup da kendini yedirmemektir. Bu mezellet bugünkü şarka yakışmaz. İranlılar kendilerini yedirmemeye çalışmalı… Şiddetli alkışlarla bu nutuk dahi teşyi olundu. Bunu müteakib Kafkasya mücahidlerinden olup Paris’te ikmal-i tahsil eden ve Londra ile beraber hemen bütün Avrupa’yı dolaşan onların efkarına vakıf olan ve şark mes’elesi hususunda pek çok tetebbuat icra eyleyen muharririn-i kiramımızdan Ahmed Bey Akayef hazretleri Kara Bey tarafından takdim olunarak alkışlarla mevki’-i hitabeti teşrif ettiler. Efendiler Bendeniz İran’ın tarihine dair birçok tetebbuatta bulunduğum rüfeka-yı kiram bu babda hayli ma’lumat verdiler. Maa-zalik söze başlamadan evvel birkaç cümle ile hülasa etmeyi asıl mevzu’-i bahsimiz için muvafık görüyorum. Efendiler Hepiniz bilirsiniz ki cihan-ı siyaset birtakım erkan-ı düveliyye üzerine müesses olagelmiştir. Bu rükünler bu milletlerin mevcudiyetleridir ki ruh-ı umumi-i siyaseti teşkil eder. Bu hususta diğer akvam-ı sağırenin ehemmiyeti derece-i saniyye ve salisede kalır onlar hep bu ruh-ı küllden feyz alarak tir ki garbiler bugün o küllün mühim erkanını teşkil ederler. Asya’da da böyle mühim rükünler olagelmiştir. O akvam-ı mühimme arasında birisi de İranilerdir. manlarına kadar uzanır. Müverrihler İran için mevcud olmadığı bir zaman göstermemişlerdir. Müteakiben İran tarihi hakkında bir hülasa yapıldıktan sonra buyurdular ki: Abdürreşid Efendi biraderimiz birçok hakıkatler söylediler. Filhakıka Avrupalılar geliyorlar eziyorlar sonra da insaniyet namına geldik diyorlar. Ben Avrupa’da pek çok bulundum. Bir gün bir muharrire ile konuşurken bana dedi ki: – Siz hayalat arkasında koşan bir kavimsiniz. Biz rakınız... – Hakkınız var dedim fakat o hayalata da meydan bırakılmıyor bizi bıraksanız biz kahvelerimizde hanelerimizde oturur hayalatımızla imrar-ı ömr ederiz. Fakat bırakmıyorsunuz geliyorsunuz bizim çalıştığımızı alıyorsunuz. “Sen Mudhike-amiz bu hikaye büyük ve feci’ bir hakıkati havidir. Bugün Avrupa medeniyetinin aldığı renk tuttuğu yol bizi ezmeye onları mecbur ediyor. Efendiler; bir kere bunu bilelim ki bugün yemek içmek hasılı iyi geçinmek üssü’l-esas-ı hayattır. Bütün mücadeleler mübarezeler; kavgalar hep bunun üzerinedir. Siyasetin mihveri boğazdır. Şu halde Avrupa’nın bizi ezmeye çalışması tabiidir. Ne yapsın nasıl geçinsin? Bizim bir eyaletimiz kadar olan Fransa’da milyon ahali var tabii o arazi o kadar nüfusu iyi geçindirmeye kafi olamaz. Sonra İngiltere küçük bir adadır. milyon halk oraya toplanmıştır. Her kilometrede ahali var. Bunlar geçinmeye kat’iyen mecburdurlar. Bir taraftan bu icbar-ı tabii diğer taraftan ahval-i ruhiyyenin değişmesi yani yemeye giymeye fazla ehemmiyet verilmesi böyle bir politika takibine onları mecbur etmiştir. Bunlar bunu yapacaklardır. tır. Asıl İngiltere milyondur. Fakat bu milyon için çalışan kaç yüz milyon var. Başka müstemlekatı bırakalım yalnız Hindistan’ı nazar-ı i’tibara alalım. Orada milyon İngiliz tebeası var bir adama altı yedi kişi düşüyor. Bir adam altı kişinin efendisi sahibidir. Bir de var ki o bir adamın geçindiği levazımla şarkta yirmi adam geçinir. mut kafi. Siz çalışın kazanın bana verin. Ben Londra’da haşmetle darat ve debdebe ile sarf edeyim… bini İngiliz ise bini İslamlardır. Bu İslamlardır ki İngiltere’nin Hindistan üzerinde saltanat sürmesini tefevvukunu hakimiyetini te’min ediyor. Yarın emin olunuz ki bu İslamlar Hindilerle birleşirse Hindilerin şimdiki tuttuğu yolu tutarlarsa İngiltere’nin Hindistan’da Zaten Avrupa’da hayat-ı milel bitmiştir. Bütün mes’ele şarkıler üzerinde dolaşıyor. Bakınız bugün Avrupa efkar-ı umumiyyesini hangi mesail tere’nin… bütün kavgaları hep maşrık üzerine bilhassa müslüman postunadır. Evvela Avrupalılar aksa-yı şarka gittiler Çin’i parçalamak istediler. Fakat büyük ve müttehid olduğu sünü verdi. Sokulacak yer varsa zayıf İslam hükumetleri var ki bugün Avrupa’nın bütün düşüncesini bu teşkil eder. Bugünkü mesail-i siyasiyye işte: Fas Tunus Cezayir Makedonya Arabistan Afganistan Mısır Buhara İran… Başka mes’ele var mı? Bütün alemi işgal eden biziz. Ne oldu niçin biz böyle olduk! Yüz iki yüz sene evveline atf-ı nazar edersek bu hal yoktu. Bunun sebebi nedir? Bunun sebebini takdir ettiğimiz gündür ki alem-i İslam yaşamak liyakatini ihraz edecektir. Onlar çalışırken biz başka şeylerle meşgul olduk. Efendiler Bir millet bir kavim kendi hatasını i’tiraf etmezse terakkınin tealinin henüz ilk hatvesini atmamış demektir. Biz bütün hatalarımızı bütün geçmiş seyyiatımızı daima tekrar etmeliyiz ki gözümüz önünde bulunsun ve def’ine çalışılsın. Mazide ne gibi hatalarımız oldu? On altıncı asırdan sonra cihanda büyük bir tahavvül vukua geliyor. Avrupa bir sür’at-i berkıyye ile ileri gidiyor şark ise gerilemeye başlıyor. Avrupa düşündü ki bir milletin refahı saadeti hıfz-ı namusu ve şerefi için millet kuvvetli olmalı. Fakat öyle bir kuvvet ki önüne durmak mümkün olmasın. Yani maddi değil ma’nevi bir kuvvet ilim kuvveti. Böyle düşündükten sonra bunu elde etmeye çalıştı. Biz bıraktık. Muharrirenin dediği gibi göklerde gezdik hayalat gittiğini gördük. Bütün akvam-ı şarkıyye dehşet-amiz velvelelerle yekdiğerini müteakib başkalarının taht-ı esaretine düştü. Niçin böyle oldu? denemez zira böyle olmaması gayr-ı tabii. Hatta bendeniz sarahaten ve bütün teessüfat-ı kalbiyyemle söylüyorum daha sene evvel şarka atf-ı nazar ettiğimizde “Hala nasıl yaşıyor?” diye hayrette kalmıştım. Çünkü meydan-ı mübarezede müsellah olmayanların kat’iyen yenilmesi lazımdır. Mukadderat-ı İlahiyye kanun-ı fıtrat böyledir. ralarda biz Avrupa’ya gidip onun ruhunu efkarını anlayarak lazım gelen ve iyi olan cihetlerini şarka doğru yürütmeye çalıştık. Neticede büyük bir tahavvülat ve tebeddülat husule geldi: Alem-i İslam bir teyakkuz-ı hariku’l-ade ile bir mevcudiyet gösterdi. Anlaşıldı ki alem-i İslam öyle düşmanların zannettikleri gibi ölü değilmiş. Kendisinde bir ruh bir hayat varmış. Tabii biz Avrupa efkar ve hissiyatını nazar-ı i’tibara aldığımız için onların müzaheret ve muavenetini beklemeye hakkımız vardı. Onlara dedik ki: – Bizi idaresizlikle yetinizin tefevvuk ettiğini i’tiraf ettik alıyoruz. Böyle kemal-i hüsn-i niyyetle biz ahrar-ı İslam ahrar-ı Osmaniyye bunları maşrıka geçirdik. Fakat şimdi ne diyorlar? – Hayır siz müslüman oldukça adam olacağınız yok. Çünkü din-i İslam medeniyet-i insaniyyeye muvafık değil. Biz de diyoruz ki: – Sizin istediğiniz meşrutiyet adalet değil mi? İşte bu Kur’an-ı Celil bu şeriat-i garra meşrutiyetin adaletin insafın uhuvvetin ruhudur. Bunu da ulemadan başlayıp en ufak muharrirlerimize varıncaya kadar isbat etmeye çalışıyoruz ve isbat için de vesileler ararız. Sonra diyoruz ki: – Siz ey Avrupalılar bize dediniz ki: “Hüsn-i idareniz olsun parlamentonuz haysiyet-i milliyyeniz şeref-i milliniz olsun.” Bunun üzerine peki dedik Fransa İnkılab-ı Kebiri “hukuk-ı beşeriyye” diye birçok şeyler ediyoruz. Hüsn-i idare için tuttuğumuz yol sizinkinden gayrı değil. Şu halde sizin muavenetinizi istiyoruz. Bütün ulemanız söylüyor ki uhuvvet güzel mübeccel bir şeydir biz de beynimizde hakıkı bir uhuvvet te’sisine gayret ediyoruz. Vaktiyle öyle diyorlarken şimdi bakınız ne diyorlar bizim – Aman; Osmanlılar diriliyor yeniden hayat kuvvet iktisabına çalışıyor. diye azim telaşa düştüler. Birçok mes’elelerde Osmanlılar muvaffak oldular. Meşrutiyeti müteakıb zuhur eden mühim mühim vak’aları kemal-i muvaffakıyyetle neticelendirdik. Bunu gören Avrupalılar: – A bu nedir? Bu böyle giderse neticesi ne olacak?.. Fransa’nın en büyük gazetesi olan Tan bugünkü baş makalesinde Almanya’yı şark meslesinde daire-i ittihada da’vet ediyor. Almanya’yı ki kırk seneden beri aleyhinde bulunuyor ondan intikam almak fikrindedir. Diyor ki: – Ey Almanya biz birbirimizle rekabet edelim fakat şark mes’elesine bilhassa Türkiye mes’elesine gelince aramızdaki bu rekabeti unutarak müttehiden hareket edelim!.. caat ediyor. Ne oldu? Bu telaşa mahal ne? Para istedik vermedi. Şimdi Almanya’dan alacağız. Bunun için bu gibi tahrikatta bulunuyor. Bunu gördük de Avrupa medeniyetinden! Avrupa insaniyetkarlığından! cümlemizin kalbi me’yus oldu. Fakat unutmamalıdır ki Avrupa’da iki unsur vardır: Birisi hakim birisi mahkum. Hakimler kendi hükumetlerinin bekasını kuvve-i berriyye ve bahriyye hazırlayıp idame-i mevcudiyyet edebilmek. Emin olunuz ki Avrupa’nın o mahkum unsuru tamamiyle bizimledir. Onların bütün muhabbet-i kalbiyyeleri bize ma’tuftur. Bugün İngiltere hükumetinin verdiği ultimatoma Fransa’nın bize karşı tutmuş olduğu sapa yola Fransa ve İngiltere’nin ekseriyeti razı değildir. Bunu yapan insafsız hakimlerdir ki onlar kendi memleketlerindeki hak-şinas ve adaletperver zevatı eziyorlar. ci’a-i dil-suzu bendeniz en yakından görüyordum. Senelerce kavim Fransa’dan gelen cereyan-ı hürriyyeti istikbal ederek bir hayat yolu aradılar. Ve muvaffak da oldular. Şu kadar ki muhafazası kabil olmadı. Çünkü maatteessüf İran Osmanlı gibi değildir. Bir kere İran’da alınan hürriyeti hıfzedecek bir kuvvet yoktu. Saniyen İran’da teşkilat-ı milliyye ecanibin muhacematını men’ edecek dereceye varmamıştı. Emin olunuz ki bu Osmanlı memleketini kurtaran şanlı ordu ve büyük ali İttihad ve Terakkı Cem’iyeti’dir. Bu olmayaydı bu memleket asla belini doğrultamazdı. muntazama bizi bu sarsıntılardan kurtardı ve atiyen de kurtaracaktır Maatteessüf İran’da bu gibi teşkilat yoktu. Fakat İran’da da dahilen emin olunuz meşruta aleyhinde bir şey yoktu. tarafa gider. Eğer ecanib İran’ı kendi başına bıraksaydı vaz’iyet-i siyasiyye-i dahiliyyesi gayet terakkıye müsaid olduğu için yek-fikir yek-vücud bir millet bulunduğu için işi noktası burasıdır ki ecanib İran’ı kendi başına bırakmadı. manlı’nın şu halini görünce düşündüler: – Acaba yekdiğerine muttasıl yek-amal bu iki komşu millet bu sür’atle ileri giderse biz sonra ne olacağız? Haydi bırakmayalım… Rusya bir taraftan İngiltere diğer taraftan ihdas-ı müşkilata başladılar. İngiliz kurnaz entrikacı bir millettir. Daima başkalarını kendi menafiine vasıta eden bir kavimdir. Bunun taraftan İran’a karşı dost göründü: – Ey İran dedi biliniz ki ben mehd-i hürriyyetim. Ben nun için siz ki bugün hürriyet için çalışıyorsunuz ben sizin muavininizim… Bunun üzerine İran hürriyyet-perveranı İngiltere’ye sarıldılar. Halbuki onlar el altından Rusya ile ittihad edip daha ’de İran’ı ikiye taksim etmişler şimal kısmını Rusya’ya bırakmışlar cenubunu da kendilerine ayırmışlar. Böyle İran’ı tuzağa düşürdüler. Bir taraftan İngiltere hürriyete sevk etti diğer taraftan Rusya tazyikini ziyadeleştirdi. Halbuki iki devlet sefirleri de her gece görüşüyorlardı yarın ne yapacaklarını akşamdan kararlaştırıyorlardı. İşte asıl facia burada idi. Ulemayı müctehidin-i kiramı gördüler ki meşrutiyetin nümayendesi. Çünkü bütün ulema usul-i meşrutanın müslüman dinine muvafık olduğunu i’lan ettiler ve feda-yı can eylediler. Bugün meşrutiyeti idare eden İran’ın o büyük aileleridir. Ahali de zaten bunu istiyordu. Fakat her yerde her kavim edaniyi Ruslar buldular. Birçok paralar vererek ortalığı karıştırdılar. Bunun üzerine birçok şeyler oldu. Bilahare Mehmed Ali Şah parlamentoyu dağıttı. Parlamentonun dağılmasının planı her şeyi daha iki ay evvel Tiflis Kafkasya valisi tarafından kararlaştırılmış kaleme alınmıştı. Ve bu plan Tahran’da bulunan Rus miralayına gönderilmiş idi. Hatta bakınız miralay yazdığı bir mektupta ne diyor: “Namenizi aldım Mehmed Ali Şah’ın yanına gittim. Arzettim bu parlamentoyu dağıtınız dedim. Fakat şarkılerdeki korkaklığı gördüm cesaret etmedim. Ne buyurursunuz?..” Sonra cevap geldi: “Söyleyiniz İran Şahı’na eğer parlamento dağılmazsa Rusya’dan ümidini kessin. Muhalefet ettiği takdirde Rusya kendisini başka tarzda hareket etmeye mecbur görecektir...” Bakınız nasıl bir te’sir ile parlamento dağıldı. İşte İran’ın Meclis dağıldıktan sonra Tebriz’de olan vukuatı biliyorsunuz Settar Han’ın; Bakır Han’ın kahramanlıkları hepinize ma’lumdur. Bunlar mektep görmüş tahsil görmüş adamlar değil. Sırf bir muhabbet-i vataniyye ile ortaya atılmışlar. Bir buçuk sene muharebeden sonra nihayet meşrutiyet tekrar Şimdi bu sıralarda Rusya’nın aldığı vaziyet hakkında nazar-ı dikkatinizi celbederim. Bu vak’a ile Portekiz ihtilal-i ahiri nazar-ı dikkate alınırsa Avrupa’nın maşrık hakkında ne usul ta’kıb ettiğini ve kendisine reva görmediği hareketi nasıl reva gördüğünü anlarsınız. Geçen hafta Portekiz’de bir hareket-i milliyye oldu. Portugal pa’dadır. İhtilal çıktı ne yaptılar? “Bir millet ne isterse yapar!” dediler. Hiç ses çıkaran olmadı. Fakat İranlılar Mehmed Ali’yi hal’ etmek istedikleri zaman Rusya açıktan açığa müdafaaya kalktı. Bunlar senelerce müddet çaldıkları paralar ma’rifetiyle tahrikatta bulundular. Maamafih meşrutiyet galebe çalarak gittikçe takviyet buluyordu. Ma’lumunuzdur ki her yerde olduğu gibi burada da müslümanlar para için büyük bir ihtiyaçta bulundular. Para bulmazlar ya’dan başka devletlerden istikraz etmek hakkından mahrum. Rusya şimdi Fransa’nın bize vaz’ ettiği şeraitten daha ağır şerait vaz’ etti. Öyle bir kontrol koydu ki neticede memleket gidecekti. Tabii İran kabul etmedi. Etmediği için Rusya şiddetini artırdı. Her yerde askerini tezyid etti. Buna mukabil şimdi İngiltere de şiddetli bir ultimatom verdi. Bunun ne kadar mugayir-i hakkaniyyet olduğunu söylemek fazla. Fakat bir kere biz Osmanlılar düşünmeliyiz ki bu ultimatom hayyiz-i vücuda gelirse bizim halimiz ne olacak? En dikkat edilecek nokta burasıdır. Bendenizce bu taksim mes’elesi vücuda gelirse aynı zamanda Osmanlılığa ve dolayısıyla bütün alem-i İslam’a gayr-ı kabil-i ta’mir bir darbe vurulmuş olacaktır. Farz ediniz İran taksim edildi. Mıntıka-i nüfuz denilen nazariye mucebince Rusya Kürdistan ve Azerbaycan’ı ihata ediyor. İngiltere de cenub tarafından. Şu halde biz ne vaziyette kalıyoruz? Bizim bütün Anadolu Iraku’l-Arab Ceziretü’l-Arab Basra Musul Bağdad... hepsi düşmanın istilası Basra Körfezi’ne kadar kaviyyü’ş-şekime bir hükumet tarafından binlerce kilometre teşkil ediyor. Bu kadar vasi’ bir hududu muhafaza için yüz binlerce asker lazım. Acaba bizim kuva-yı harbiyyemiz vaz’iyet-i maliyyemiz böyle bir halde bulunmamıza müsaid mi? Olmadığı surette biz İran’ın taksimine razı olursak acaba ne vaziyette bulunuruz ne hale giriftar oluruz! merbuttur. İran taksim olununca bizim de mevkiimiz tehlikededir. Bendeniz bunu Osmanlı kardeşlerim için kemal-i kat’iyyetle arz ediyorum. Bir an evvel bu mes’eleyi düşünmek ve lüzumu derecesinde ehemmiyet vermek vacibat-ı hayatiyyedendir. Efendiler! münaferet salacak hiçbir kuvvet kalmamıştır. Demeli ki İran ne kadar saadet ve refahla yaşarsa biz Osmanlı memleketi de o kadar kuvvet ve saadet bulmuş oluruz. Fakat İran’a bu yolu bu tarik-ı halası açmak için kat’iyen bir teşebbüste bulunmalıyız bendenizce birçok kere sahaif-i matbuatta izhar-ı fikr ettiğim gibi bunun yegane çaresi Avrupa’da bulunan iki büyük ittifakların birine istinad etmeliyiz. Eğer bu yapılmazsa ne İran’a bir çare-i halas var bendenizin kana’at-i vicdaniyyemce ne de bize. Eğer bunu yapabilirsek birçok mesail-i dahiliyye ve hariciyyeyi halle muvaffak olacağız. Biz bu hakıkati iyice kafamıza yerleştirmeliyiz ki Avrupalılar bizim ela gözlerimiz için kat’iyen hiçbir menfaatlerinden vazgeçmeyeceklerdir emin olmalıdır ki kendiliklerinden kapitülasyonlar temettü’ vergileri… Hiç hiçbir şeye yanaşmayacaklardır; ta bizde de bir kuvvet ve o kuvvetin istinad ettiği bir hey’et görmeyince yan yana iki tacir biri Avrupalı biri Osmanlı. Bu vergi verir öteki vermez. Tabii o kendiliğinden hiçbir zaman vermeyecek. Budala değil a. Onlar pozitif bir kavimdirler. Her şeyde menfaat ta’kıb ederler ve ancak kuvvet mukabilinde hakıkati kabul ederler. Onun için değil midir ki bizim teşkilat-ı askeriyyemizden korkuyorlar. “Para veririm fakat bahriyeye askere sarf etme!” diyor. Abdülhamid’e vermiyorlar mıydı? İki buçuk milyar borcumuz var; onları veren kim? Fakat o vakit bilirlerdi ki bu para lüzumu yerine sarf olunmayacak. Bugün ise görüyorlar ki memleket keyfi idare olunmuyor. Japonlar da böyle değil miydi? Kapitülasyonlar bu zırıltılar onlarda da vardı. Fakat onlar kuvve-i berriyye ve bahriyyelerini tanzim ve takviye eyledikten sonra i’lan ettiler ki: “Biz bu esassız şeylerin cümlesini ref’ u fesh ettik bunlar gayr-ı tabii şeylerdir; hukukumuza tecavüzdür. Bunlar tamamiyle hükümsüz kalmıştır.” Bunun üzerine Avrupalılar baktılar ki gidip ta aksa-yı şarkta onunla muharebe yapmak uğraşmaya değmez. Hem neticede ne olacağı da belli değil. İster istemez kabul ettiler. Biz de bunu yapmak istersek –İran bizim hayatımıza merbuttur– biz de bir yere bir hey’et-i kaviyyeye istinad etmeliyiz. Zira yalnız başımıza bunu yapamayacağız. Herhalde bir yere istinad lazımdır. – Bu yer neresidir? Bunu herkes bilir. Ben hiç şüphe etmem ki onu bilmeyen kimse olsun. Herhangi Osmanlıya sorsam eminim ki o yeri hemen gösterecektir. Hürriyetten her şeyden belli oldu. Bugün Makam-ı Hilafet-i Kübra’nın birçok vezaifi ve mes’uliyeti vardır. Buraya çok ümidler bağlanmıştır. İşte birisi de İran’ı düşünmektir. Osmanlıların İran’ı düşünmesi kendini düşünmesi demektir. Onların hayatını te’min edersek kendimizi de te’min etmiş oluruz. İranilerin bizden budur. Çünkü Makam-ı Hilafet’in vazifesi budur. Onun için biz veche-i harekatımızı ta’yin ederek işe girişmeliyiz. Daha bir söz söyleyeceğim. Ben hayli zaman Avrupa’da bulunduğum için tamamiyle onların ruhunu bilirim. Onların perestiş ettikleri yalnız bir şey vardır: Kuvvet. Kuvveti olan bir milleti Avrupalılar sitayiş eder çünkü onlar maddiyatı sever. Bulgar ufacık bir millettir. Fakat cesur ve müteşebbistir düşünür düşündüğünü yapar yalnız üç dört sene zarfında yaptığını bir hatırdan geçirsek kafi. İşte böyle oldukları için Avrupa onları alkışlıyor. Ordumuz hürriyeti aldı. Alkışladılar. Mart’ta Bakü’deydim. “Bu Osmanlılar adam değilmiş!” diye Abdülhamid’e senakarlığa başladılar. Fakat sonra ordumuz geldi Abdülhamid’i hal’ etti; yine tebcilat yerleri gökleri tuttu. rürsem kendimi mes’ud addederim. Filhakıka tevazu’ mahviyet kendini yok etmek çok güzel bir fazilettir. – Fakat onun da sırası var makamı var. Yumruk mukabilinde yumruk gerektir. Bir tokat yiyince öteki tarafını çevir nazariyye-i Hristiyaniyyesi’ni Avrupa terk edeli asırlar oldu. Bugün yumruk siyasetidir. Hak ve hakkaniyet bugün yumruğa müsteniddir. Yumruk olmazsa hak tanılmaz. Siz ey muhterem vatandaşlarım üç milyon süngüye istinad ediniz; ne isterseniz yapalım Çin bizimdir diyelim Çin Moğol’dur Moğollar ise bizim babalarımızdır… Birçok sebepler yir’i Tunus’u alalım. Muntazam mükemmel kuvve-i bahriyyemiz olsun billahi’l-azim on gün sonra bütün Afrika-yı Şimali’yi rın ehemmiyetini düşünüp İran’ın hayatını kendi hayatımız gibi telakkı edip fedakarane başlarımızın çaresine bakalım. Tanin gazetesinde gördüm İran hakkında bir konferans verilecek diye i’lan olunmuş üç ay zarfında asayişi te’sis edemediği surette İngiliz tarafından istila edileceğine dair verilen ultimatomdan da gazeteler vasıtasıyla haber aldım. Bir fikir geldi hatırıma onu teklif için geldim. Evvelinde programda dahil değildim. Sonradan kendim talip oldum. Düşündüm. Mensup olduğum devletin Devlet-i Osmaniyye’nin Devlet-i Osmaniyye olmak i’tibariyle hukuk ve vezaifi olduğu gibi bir sıfatı da devlet-i İslamiyye’dir. Devlet-i Osmaniyye olmak sıfatıyla bu devlet kendi dahil-i memalikinde ne kadar edyan var ise himaye ettiği gibi devlet-i İslamiyye olmak i’tibariyle de umum küre-i arzdaki müslümanları himayeye borçludur. Çünkü devlet-i İslamiyye olması yalnız basit bir şekilde değil; devlet-i İslamiyye yani hilafet-i İslamiyye. Bu hilafet şimdiye kadar hiçbir taraftan muanedeye duçar olmadı. Hatta İngiltere’de bulunduğum zaman Mc Call namında bir papaz ta’riz ederdi ve diyordu ki: “Hilafet Osmanlıların olamaz hilafet ehl-i beyt-i Peygamber’indir.” Ona cevaben Times yazıyordu ki: “Hilafet bir Mc Call’in re’yine tabi değildir. Küre-i arzda ne kadar müslümanlar varsa hep Al-i Osman’ın hilafetini kabul etmiştir. Artık Mc Call’in söyleyecek sözü kalamaz.” Bu cevabı veren Times gazetesidir. yorlar mı? Burasının tedkıki bize düşmez. İran müslüman mı? Bize düşen budur. Müslüman kim? Avrupa tarafından mahkumiyetle yaşamaya mahkum olmuş bir millet! Bunu müslümanlar hiçbir zaman çekemez ve çekmemeli. Bunu çekmek Müslümanlığa şeyndir ve Hilafet’e ardır. Biz Abdülhamid’in sebebiyle otuz sene bu zilleti çektiğimiz yapan müslümanlar değil Abdülhamid ve avenesi idi. Avrupa da biliyordu fakat işine öyle geliyordu. “Alçak Türkler vahşi müslümanlar!” diye bizi sebb ediyorlardı. Biz hürriyetimizi aldık adam olduğumuzu göstermek için. Fakat görülüyor ki adamlık meydanına çıkışımızdan hiç memnun olmadılar. Ahmed Bey’in dediği gibi şurasını ben de tasrihe mecburum ki Avrupa’da bunu hoş görmeyen sınıf-ı hükkamda bulunan erbab-ı hükumetten gözü aç karnı doymaz haris heriflerdir. O milletleri bütün bütün kasdetmem. Çünkü o milletler birer yığındır. İçine girenler tedkık eder; fazıl-ı millet dedirtecek fazıl adamlar görür. Fakat nasıl Abdülhamid zamanında onlar bizi milletimizle yad ederek ta’n ve teşni’ ediyorlarsa biz de şimdi o hükumetleri tanır onları ithamda tereddüd etmeyiz. Avrupalılar gördü ki Osmanlılar hürriyeti kazandı İran da kazandı. Böyle beraber çalışırlarsa memleketlerindeki fevaid-i maddiyye ellerine geçemeyecek bundan başka bir de korku var: Memalik-i Osmaniyye ile İran Afganistan vesair memalik-i mani hatta şarkı Turani İrani varsa hepsi bir cisim teşkil eder de ittihad ederse belki Avrupa’yı da tehdid eder. Şu halde dümen elimizde iken alem-i İslam daha başını kaldırmadan bu ihtilalat devam ediyorken bunlar idaresini teşkil ve tanzime vakit bulmadan menabi’-i serveti vasıtasıyla meydan almadan İran’ı istila ederiz o vakit memalik-i Osmaniyye de muhasarada kalır. Zaten içinde anasır ve edyan-ı muhtelife de var. Ne vakit istersek tahrik ederiz. O halde evvela İran’ı istila edelim sonra memalik-i Osmaniyye kolaydır. – Üzerinize bir tehlike var da onun için düşünürsünüz… denecek. Estağfirullah; o fikirle düşünmüyoruz. Müslüman olmak i’tibariyle düşüneceğiz. Ama denecek ki: Yirminci asırda ittihad-ı İslam’dan diyanetten bahsetmek muvafık-ı medeniyyet midir? Ben yirminci asr-ı medeniyyeti tanımam. Ben on dördüncü asır bilirim. Yirminci asırdan maksad Hıristiyanların asrı ise ben ona “yirminci asr-ı vahşet” derim. Çünkü düvel-i Hristiyaniyye’de vahşetten başka hükümran olan şey yoktur. Çünkü onların nazarında medeniyet paradır. Hıristiyanlık çürüyor; medeniyet ilerliyor. Eğer medeniyeti Hıristiyanlık ileri götüreydi; o vakit anlardım. Fakat medeniyet gelince Hıristiyanlık kalmıyor. Nasıl olur ki zillet ta’lim eden bir din medeniyete hizmet etti denir? Tarih gösteriyor ki hürriyeti; Avrupalılar; Ehl-i Salib muharebatından sonra buldular. Ve müslümanlarla temasta bulunarak öğrendiler. Karşıma biri çıkar; der ki: – Hürriyeti kim i’lan etti? Fransızlar değil mi? Onlar afv buyururlar. Hürriyet-i beşeriyye; hukuk-ı ademiyyet denilen o hakkı i’lan etmeye lüzum görmek esasen dılar; kanunlarına koymazlardı. İslam kanununda ise hürriyet sıfat-ı asliyyeden; esaret ise sıfat-ı arızadandır; diyor ki bununla ulviyeti anlaşılır. Gayet müteheyyic bir tabiatım var. Hususan böyle mesailde kendimi zabtedemem saded haricine çıkarım. Müslüman memleketlerinin na’il-i hürriyyet olması Avrupa’nın de de gördük şimdiye kadar bir şey söylenilmiyorsa da sebebi var: Avrupa’da ittifaklar yapıp bir devletin mahvına gitmek şimdi kolay değil çünkü harb etmek için halktan izin almak lazım. Halk birkaç sarraf para kazanacak diye muharebeye gidemez. Zaten Avrupa bugün büyük bir mühlike-i sulh-i müsellah mesarifine halkın tahammül edememesidir– onu zir ü zeber edecektir. fesini bilir; biz devlet değiliz; fakat milletin vezaif-i hükumeti teshile çok yardımı vardır ne vakit hükumet bir teşebbüste bulunacak olursa ya ahali kendini sevk eder yahud gazetelerde kampanyalar açılır o suretle mes’ele tedkık olunur neticede işe girişilir; biz de o suretle hükumetimize anlatmaya çalışmalıyız; yine hükumet kendi vazifesini bilir; biz kendi kendimize hasb-i hal ederiz. Şimdi buna karşı biz ne yapmalıyız? Demin Ahmed Bey biraderimiz işaret yollu söyledi. Devletin vazifesi; şu devletçe düşünülecek olursa; deriz ki: İki hey’et-i düveliyyeden birine nadgah da bulmuş oluruz. Esbaba istinad şer’an lazım değil mi? – Hangisine temayül etsin devlet? Bu zahir. İran’ı yutmak – Canım İngiltere hakkında söz söylenir mi? Bizi kurtaran o değil mi? Ah bu o kadar feci’ hakıkatleri muhtevidir ki insan o kurtarışları o fasılları okusa: – Ah ne olaydı da kurtaramayaydı! der. Bir kere kurtardığı ma’lum değil. Kurtarmak istediyse kendi menafii için lüzum gördü. Nasıl kurtarmak ister? Onun menafiine hadim olalım her dediğini baş üzerine! diye yapalım. Ah İngiltere için o kadar fırsat var ki bunu takdir edememesine yanar insan. Bundan istifade edip de cihangir olmak kabil iken; eze eze alem-i İslam’ı kendisine düşman tanıttı. Bakınız İranlıların haline İngiltere’yi ümidgah ittihaz ettiler; o ise istilayı resmen tebliğ ediyor. Fransa’ya gelince onunla da boyumuzun ölçüsünü alıyoruz. O Fransa ki “Biz size hürriyeti öğrettik!” diyor o Fransa ki Rusya’da istibdadın takviyesi için on milyar frank; yani beş yüz milyon Fransız lirası verdi de hürriyet mid’in iade-i hükumeti kabil olsaydı da bu istikrazın beş on mislini taleb etseydi; hiç şüphe etmem ki bütün Fransız bankerleri kasaların ağızlarını açarlardı. Bugün mümkün mü Fransızca bilen oradan irfan alan bir adam o kavim hakkında muahezekar bir lisan kullansın. yır hayat-ı siyasiyyeyi hiçbir şey feda ettiremez. Muhafaza-i haysiyyeti onlar öğretmiştir halbuki sonra öğrettikleri adamdan namussuzluk isterlerse olur mu? yok. Şimdi ne kalıyor? Almanya. Biz biliriz ki o İttifak-ı Müselles’in birisi Almanya’dır. Biz eğer İttifak-ı Müselles’e temayül edecek olursak riyaset eden Almanya devletiyle anlaşmak lazım. Bununla anlaşmaya lüzum gösterişimiz ötekilerin –yani Avusturya ve İtalya– ehemmiyeti olmadığından değil. Onlar da en zengin en alim ve kuvvetli devletler… Fakat onlar oraya merbuttur. Onunla anlaşırsak hususiyle böyle İran üzerine… – Ama bu kolay mes’ele değil. Ben o kadar kolay görürüm ki… Almanya ile münasebatımızı düşünecek olursak… Birçok menafi’-i mütekabile vardır ki bizi yekdiğerimize takrib eder. Ama vaktiyle birçok menafi’-i iktisadiyye te’min etmiş! O Almanya aleyhindeki propagandacılar tarafından yapılıyor o te’min etmeyeydi İngiltere edecekti. Mısır’da iken ben; gazete yazıyordu: Almanlara Trablusgarb’da deniliyordu. Türkler de bu gürültüye iştirak ediyorlardı. Trablusgarb’ın lakırdısı ne vakit açılsa herkes serin bir kanla “Evet orası İtalya’nındır!” derdi. İtalya’ya bahşedilen bir şey Almanya’dan niçin sakınılıyor anlayamam. Niçin böyle muhakeme olunuyor? Çünkü Almanya politikası aleyhinde pek çok propaganda oluyor. Daima insanlar kendi muhakemesine der. Canım aklın ermezse başkasının sözünün doğru olduğunu nereden bildin? Şimdi Almanya alem-i İslam’a birkaç hizmet etti. Birisi bu Devlet-i Osmaniyye’ye ama istifade olunamadı o başka mes’ele. Alman bundan mes’ul değil. Bir kere Yunan Muharebesi’nde Devlet-i Osmaniyye’nin münferiden Yunan ile muharebe edebilmesi büyük bir muvaffakıyet. Muharebeden bir sene evvel “Devlet-i Aliyye Yunan’la muharebe edecek devletler de seyredecek” deneydi kimse kabul etmezdi kailinin çılgınlığına hükmederdi. Eğer Yunan başka bir devletin mu’avenet-i fi’liyyesine mazhar olsaydı kabil değil Abdülhamid muharebeye cesaret edemezdi. Bu bir. İkincisi Makedonya’nın taksimine devletlerce karar verildiği zaman bütün devletler muvafakat ettiler. Hatta bazıları da: Makedonya ayrılırsa İstanbul’u da Bulgar’a peşkeş çekeriz dediler. Bunun için o kadar çalıştılar ki önüne geçmek imkanı yok. Artık Makedonya gitti her şey kontrol altına giriyor… Yine Almanya mümanaat etti: Bizden infikakine razı olmadı. Makedonya kurtuldu. Sonra alem-i İslam’a ettiği muavenetlerin en büyüğü Fas mes’elesi teşkil eder. On yedi on sekiz sene evvel Fransa ulema ve siyasiyyunu Paris’te konferanslara başladılar. Her tarafa neşrettiler ki Fransa Marok Kıt’ası’nı istila-yı müsalemetkari tarikıyle istila edecek. Yani öyle bir Bunlar ise silahla gidecekler istila-yı müsalemetkarane diyorlar. Ma’lum a Mısır İngiliz işgali altında; birçok şeyler yapmak yük dikkatleri orada. İngiliz kendi yapacaklarına mani’ olmamak mal-i hahişle icabet etti. Müzakere ettiler ve bir neticeye vasıl oldular: Fransa Marok’u istila edecek İngilizler karışmayacak buna mukabil İngilizlerin Mısır’daki icraatına da Fransızlar şakk-ı şefe etmeyecek. Bunlar böyle istila-yı müsalemetkari bir politika ta’kıb edecekleri sırada Almanya İmparatoru Hamburg’tan bir vapura bindi birgün Tanca’da lenger-endaz-ı mehabet oldu. Baktı ki arzı taksim ediyorlar; gökleri mi bize bıraktılar? diye telaşı tabii idi. Hıristiyanların ta’birince gökleri diyorum. Çünkü onlarca Allah’ın mülkü semavattır. Bizim Allahımız –Bunlar taksim ederler; bize de kiliselerde dua etmek mi kalır… diye Almanya hazmedemedi. Çünkü adam yerine koymadılar onu. – Böyle mi?.. dedi; ben de muahedenizi hiçe sayarım. Tanca’da bir nutuk verdi. O nutukta İngiltere hakkında bir şey söylemedi yalnız “Müstakil bir padişahın memleketinde bulunuyorum!” dedi. Beni değil; Almanya Bu nutuk Avrupa’yı şaşırttı. Fransa altüst oldu. Delkase’yi düşürdüler. Fakat Almanya İmparatoru her devletin burnuna bir kanca taktı; sürükledi; sürükledi; el-Cezire’ye getirdi orada her devlet kendi hesabına kendi menafiine az çok bu i’tilafa yardım etmek istedi; hatta İtalya bile bu cihete temayül etti fakat Almanya o kadar kavi idi ki hiçbir noktasından vazgeçmiyordu. İstediği; o memleketin bekası; sırf müslümanlardan müteşekkil bir memleketin istilaya uğramaması. Bu muahedeyi orada devletlere mühürletti; ama Fas bundan istifade etti mi? Edemedi; fakat edecek inşaallah. Bu hilekar devletlere karşı hilekarane idare lazım. Lakin alem-i İslam bugün zaafiyet; gaflet içinde gidiyor; fakar inşaallah elbet istifade edeceğiz; istifadesinde Osmanlı müslümanları yardım edecekler. O zaman Abdülhamid devri idi; onun için Makam-ı Hilafet lazım geldiği gibi harekette bulunamadı; lakin bugün alem-i İslam’ın her cüz’üne dair vazifelerini ifa edecek. Benim teklifim şudur: Almanya şimdi bütün alem-i İslam’ın ümidgahı oldu; çünkü evvelce İngiltere idi; öyle diyordular: – İngiltere bulundukça müslümanların kılına zarar gelmez! Fakat şimdi o; Rusya ile ittifak etti alem-i İslam’ı parça parça etmek için. O şanlı Alman İmparatoru İkinci Guillaume’in çok şöhreti vardır alem-i İslam’da. Ben düşündüm ki ona demeli: – Sen bu kadar müslümanlara hizmette bulundun. Bu ların memleketlerini paylaşmaya kalktılar. İranlılar evvel Allah sonra senden ümidvardırlar… diye bir telgraf çekilmesini düşündüm. Devletler teşcie muhtaçtırlar. Alakadarları tarafından müracaat olunmalı. Çünkü Avrupa düvel-i muazzaması içinden menfaat-ı hususiyye sevkıyle ortaya çıkmak biraz mucib-i tereddüd olur. Görüyoruz ki Almanlar müteheyyic görünüyor. Eğer buradaki huzzar bi’l-ittifak yahud ekseriyetle böyle bir telgrafın çekilmesine karar verirlerse bir komite teşkil ederek ona havale edelim. Derseniz ki: Böyle a’saba tehyic verecek avam-pesendane lakırdılarla hissiyatı tehyic edip devleti müşkilata düşürecek yollara sevk etmeyin!.. dam bulunabilir. Bunun için derim ki: Biz bugün meşruti bir haldeyiz; istibdaddan çıkalı iki sene oldu; istibdadda alemin maskarası olmuş idik; şu iki sene zarfında gösterdiğimiz hayat ile kazandığımız haysiyet devleti sevk etmek istediğimiz tarikın tarik-ı ta’assub ve tehlike değil muhafaza-i şeref ve haysiyyet muhafaza-i hukuk tarikıdır; eğer sevk edebilirsek bugün Avrupa’nın karşısında her türlü izzet-i nefsten mahrum bir Abdülhamid değil; bütün haysiyetiyle; bütün izzet-i nefsiyle bir Osmanlı milleti vardır. Ya Osmanlılarda böyle yollara girecek kuvvet var mı bir milletin en büyük kuvveti kuvvet-i kalbdir. Üç yüz elli milyon – İyi ama yirminci asr-ı medeniyette taassub… Afv ederler yirminci asr-ı medeniyyet zannedenler taassubla hayetlerinde– idi ki İngiltere gibi bir devlet-i mütemeddinenin başvekili Lord Salisbury; bizim Teselya’yı istilamız üzerine “Bir kere haçın altında giren yer artık hilalin altına giremez!” demişti. O taassub değil de “Müslümanlar boyunduruğa giremez!” demek mi taassub?.. çalışan fedakaran-ı hürriyyetten ... Efendi’yi takdim ediyorum... Efendiler Ben Türkçe bilmem; affınızı istirham ederim. Türkçe öğrenmediğimiz Bugün biz siyasi bir şakavet önünde bulunuyoruz. Bu mes’eleye biz böyle bakıyoruz. Yani İslam’a karşı; buna karşı bir şey yoktur. Rusya ve İngiltere; küçük milletleri; bankaları doldurmak için ezmeye lüzum görüyor; Rusya Ermenileri Polonyalıları Musevileri… hep eziyor. Bize öyle geliyor ki bizim en büyük kabahatimiz gözümüzü şu tarafa; bu tarafa çevirmekle vakit zayi’ ediyoruz. Şimdi vakit gelmiştir ki memalik-i Osmaniyye’de yaşayan ne kadar millet varsa… Türk Arap Ermeni… ilh… bunlar için yalnız bir menfaat var: İttihad ve ittifak edip memlekette kendi menfaatlerini müdafaa ve muhafaza etmek… Biz çok küçük bir milletiz; fakat elimizden geleni yaptık; Kara Bey; Akayef vesair hürriyet-perveran ile bundan beş sene evvel el ele verdik; İran’da birlikte hareket ederek hürriyeti te’min ettik. Bunun için İran mes’elesi; insaniyet ve adalet mes’elesidir. Ve bu; Avrupa için en mühlik bir mes’eledir. Avrupa Şark mes’elesine başladı ve bugünlere getirdi; fakat bana öyle gelir ki bu mes’elede kaybedecek biz değil; yine Avrupa olacaktır. Bir sene evvel o taraftan geçtim Settar Han ve Bakır Han’a elimizden geleni yaptık. Ahalide gördüğüm fukaralık ve ittihadsızlık son derecede. Bununla iş bitmez. İş biter para adamız. Sözden değil; işten anlarız. Para var; iş var para yok; iş yok. deniyor. Doğru; fakat şu kadar milyon da hıristiyan var; ama el ele verdikleri yok. Onun için İran çalışmalı ki para toplasın ve ittihad etsin. Sonra ne gelirse Allah’tan gelir. Benim istikbalden çok ümidim var. İnşallah o parlak günleri görürüz. Lakin ittifak lazım. Şark milletleri için sıkı ve hakıkı bir ittihad ve ittifak çok lazım; ecnebiye karşı kendi çocukları için bu memleketi saklasınlar… Kara Bey: – Değil yalnız Osmanlılarca; İranlılarca dahi o derece sevilen hatib-i şehir muhterem Ömer Naci Beyefendi’yi takdim ederim… der demez Naci Bey sahne-i hitabette göründü. Öyle bir alkış tufanıyla karşılandı ki insan hayret eder. Alkışın devamından söze bir türlü başlayamıyor. İki eliyle birden teşekkür ediyor. Ve mahcubiyetinden elleri arasında yüzünü saklıyor. Birkaç dakika kemal-i şiddet ve samimiyetle alkışlar devam ettiğinden sonra bütün nazarlar samialar muhterem hatibe müteveccih oldu. Naci Bey kendine mahsus edasıyla suzişli bir lisanla başladı. Komşumuz bedbaht ve musibet-zede İran’ın geçirdiği eyyam-ı felaketin en elimini teşkil eden bir hadise medeniyet-perver; rafından işgali havadisi her tarafa aksetmesi üzerine burada dair bir fikir hasıl etmek için toplanılmış. Mes’ele yalnız geçtiğine nazaran iş böyle değildir. İki ruhu cem’ zamanı gelmiştir. Vatandaşlar “Bir millet batıyor” sözü iki kelime içinde kolayca söylenen bir mes’ele değildir. Bu söz içinde o milletin tarihi an’anatı namusu şerefi… hep vardır. dendiği vakit bütün bunlar mahvoluyor. Bu gurub-ı hunin Osmanlılığın karşısında; insafsızca gaddarane vaki’ oluyor. Vatandaşlar her şeyden evvel ümidle başlamak isterim. Zira ümidini kaybeden milletin yaşamaya hakkı yoktur. Felaketli günlerinde beraber bulundum kendimi felakete hissedar etmekle saadet buldum. Vatandaşlar bu taarruzu biz Osmanlılar filan ve falan ğu için protesto ediyoruz. Fakat bilseniz neler gördüm. Nelere temas ettim… Bunlar madlar bahşetti. Tafsil etmek kıymetdar gecenizi ifna etmek istemem. Ben evvelce orada mektep hocası idim. Sonra ikinci defa gittim. Gittiğim vakit mektebimin talebesinden on yaşında bir çocuk tanıyordum: Cemşid. Cemşid’in yetmiş beş yaşında bir babası vardı. Babası mücahidlerle beraber gitti ve öldü. Vatanını zalimlere gaddarlara karşı muhafaza ederken öldü. Vefatı haberi geldi: – Baban öldü; dediler. – Hayır dedi benim babam ölmez. – Öldü… – Ölmez; zira benim babam İran’dır. Bir milletin efradı böyle hissettikten sonra; bunlar muvakkat günlerdir. Hafız’ları; Sa’di’leri yetiştiren bir milleti öldürmek mümkün değildir. Hakimiyetle mest olan devletler bir şeyi unutmuşlar: Kendilerinden hakim bir şey olduğunu. Toplardan; tüfenklerden; ordulardan daha kuvvetli bir şey var: Fikir!.. Fikir doğduğu yerde elbet zulüm ölecek. Vatandaşlar; İngiltere Hükumeti kendi travisionunu kaybetmiş. Bir milletin mazisini kaybetmesi sukut etmesidir. Tarih bir Roma İmparatorluğu şevketinin azametle Avrupa’ya hakim olduğunu gösteriyor. Fakat onlar diğer akvamın hürriyetini veriyordular. İngilizler ise bugün yiyorlar. Bu İngiltere için sukuttur. Bir zamanlar İngilizler akvam-ı şarkıyyenin nokta-i istinadı sının ruhu hariçte istilayı terk etmek bu ise bütün bütün onun aksi. Bugün İngilizler; Rus ile hem-hudud yaşayacak kadar bir giriveye düşmüşler. Kan yiyenler; bağırsakların tevessüü kadar yerler ve sonra tefessüh eder ölürler… Eğer İngiltere Pasifik ise kasdı İran’ın saadetinden başka bir şey değilse niçin bizimle ittifak etmek istemiyor da Rusya ile ittifak ediyor? Seylab-ı felaket Asya-yı Vusta’dan yine bizim üzerimize geliyor. Onun için tekrar ederim bigane durmak mahvolmak demektir. Kendini darağacına veren bir hey’et-i müstebiddeyi tahkır eden Rudani böyle söylemişti: Şiddetli alkışlar dakıkalarca devam etti. Bunu müteakib Tunuslu Şeyh Salih Efendi hazretleri tarafından Arapça gayet fasih ve belığ bir nutuk irad buyuruldu. Bu da şiddetli alkışlarla karşılandı. Bu nutuk gelecek haftaya kalmıştır. Müteakiben Kara Bey tarafından huzzar-ı kirama teşekkürler edilmiş ve millet-i muhtereme-i Osmaniyye’ye mübeccel orduya İttihad ve Terakkı Cem’iyyet-i muhteremesi’ne ve Halife-i zi-şan hazretlerine muvaffakiyyat-ı kamile temenniyatında bulunularak konferansa nihayet verilmiştir. Büyük Almanya’nın ali-cenab imparatoru İkinci Guillaume hazretlerine memleketlerini istila-yı ecanibden muhafazada her ne zaman duçar-ı müşkilat oldularsa imdadlarına yetiştiğiniz müslümanlardan üç senedir meydan-ı civanmerdide hürriyet için kan dökmekte olan İranlılar ma’hud ultimatomla aziz ve mukaddes vatanlarını İngiliz istilasına ma’ruz görmekle münkesirü’l-kalb oldukları şu demde Makedonya ve Marok mes’elelerinde bütün alem-i İslam’ı minnetdar eden şanlı harekatınızı ve Selahaddin Eyyubi’nin kabrinde üç yüz elli milyonluk koca bir alem-i İslam’ın hukukunu muhafazada müzahiri olduğunuz hakkında verdiğiniz sözü tahatturla bu kere de ancak sizin muavenet ve müzaheretinizden ümidvar bulunuyorlar. İranlı ve Osmanlı müslümanlarından bir cem’-i azim ümidlerinin boşa çıkmaşeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. yacağından kat’iyen emin olduklarının ta’zimat-ı ihlaskaranelerine terdifen atebe-i imparatorilerine ba-telgraf arzına bizleri tevkil ettiler. Haşmet-me’ab! Bütün alem-i İslam’ın Allah’tan sonra en büyük ümidgahı olan Hilafet’in veche-i harekatına hüsn-i cereyan verecek ancak sizin ulüvv-i cenabınızdır. Zat ve aile-i imparatorileriyle koca Almanya milletinin saadetlerinin ebedi olması alem-i İslam’ın aksa-yı mütemennasıdır. Astarhanlı İdil refikımız inkırazı ta’rif ve taksim ediyor. Bu ta’rif ve taksim belki tamamen fenni değildir hatta bazılarınca pek sade saf-derunane bile görülebilir; bununla beraber biz İdil’in “İnkıraz Nedir?” makalesinden birkaç parçayı nakletmekte kari’lerimize faide var zannettik. “Tarihlerde bir sürü padişahlık devlet isimleri görüyoruz. O devletlerin de tıpkı şimdiki devletler gibi hayatı teşkilatı var imiş askerleri varmış ahalisi çokmuş. Sonra o devletler yeryüzünden kaybolmuşlar ahalisi ise başka devletlere tabi’ olmuş. Şimdi biz Rusya Tatarları öyleyiz: Hanlıklarımız münkarız oldu başka bir devlete mahkum ve muti’ olduk. Buna tarihte ‘devletlerin inkırazı’ denilir. Bu büyük bir afettir inkıraza duçar olan devletler muhakkar görülür. – Tarihte inkırazın bir başka türlüsü daha var. Ona ‘milletin lüğünü yani ismini dinini adetini kaybetmesidir. Bir halkın bir milletin başına bu afet gelse artık öldü bitti demektir. Bu evvelkinden daha beterdir. Milliyet inkırazının sebebi cehl fakr ve tedbirsizliktir. Bir millet dünyanın gidişinden haberdar olmazsa milliyetini muhafaza etmek için hayat kavgasında başkalarını yenecek kadar kuvveti bulunmazsa o millet mutlaka munkariz olacak bitecektir…” Vakit refikımız son nüshalarından birinin baş makalesinde şunları yazıyor: “Rusların muhafazakar ve irticaiyyunu son seneler Rusya müslümanları arasında biraz asar-ı hayat ve hareket gördüklerinden o hususta muttasıl yazıyorlar. “Gerçek başka milletlerde olduğu gibi Rusya müslümanları da azıcık hareket ediyorlar onlar da ölü değil canlı bir millettir. Atalet ise kabre gömülmüş mevtaya mahsustur. “Lakin bahsedilen hareket neden ibarettir? Mutaassıb Rus şovenleri meydandaki hakayıkı tagyir ile mugayir-i hakıkat şeyleri apaçık yazmaktan çekinmiyorlar!.. “Mesela Russkoye Znamya gazetesi Rusya’da Genç Müslümanlar Hareketi ser-levhasıyla yazdığı bir makalede Rusya’da Müslüman Kongresi yapan Topçu Başev ve muavinleri Rusya’ya gelmiş Genç Türklerdir. Bu kongreler ile Rusya’da ihtilal ihzar ediyorlar. Binaenaleyh bunlara karşı gözlerimizi dört açmalıyız… diyor. Bu gazetenin gördüğü rüyaya nazaran bu sene mevsim-i hacda Mekke’de toplanmış hacılar Rusya’yı müslüman taht-ı hükmüne almak için müşavere edeceklermiş ve bu hacılara Yahudilerle İngiliz de muavenette bulunacakmış!..” Vakit bu isnadların yalan olduğunu uzun uzadıya isbat ettikten sonra; makalesine şu sözlerle nihayet veriyor: “Biz müslümanların bu son senelerde; bizi Hıristiyan bayramlarında terk-i sa’y etmeye icbar etmezseniz mekteplerimizde evvelden olduğu gibi kendi dilimizle ders okumayı men etmezseniz diye ricalarımıza ‘ihtilal’ demek hiç doğru olur mu? Bir taraftan tecavüz olunursa ona karşı müdafaada bulunmak gayet tabii bir harekettir. Lakin bu müdafaa-i meşruaya ihtilal hazırlamak diye bühtana kalkışmak insafsızlığın galebesidir.” “Mahalle kahvesi!” Osmanlılar bilir ne demek? Tasavvur etme sakın “Görmedim nedir?” diyecek. Dilenci şekline girmiş bu sinsi caniler; Bu gündüzün bile yol vermeyen haramiler Adım başında dikildikçe piş-i azminde Felah-ı ümmeti imkan kalır mı ümmide? Evet dilenci sanır seyr eden kıyafetini; Fakat bir onluğa aguş açan sefaletini Görüp de rikkate şayan biraz sokulsa hemen Vurur zavallıyı ta kalbinin samiminden! Mahalle kahvesi hala niçin kapanmamalı? Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı! Hayır! Bu perde bu şarkın bakılmayan yarası – Ki levs-i hun-i habisiyle mülke yüz karası – Hayatımızda gediktir “gedikli” namıyle Açık durur koca bir kavmin ihtimamıyle! Sakın firengiye benzetmeyin fecaatini: Bu karha milletin emmekte ruh-ı gayretini! Mahalle kahvesi şarkın harim-i katilidir; Mahalle kahvesi halkın mezar-ı evvelidir. Zavallı ümmet-i merhume ölmeden gömülür; Söner bu hufrede idraki sonra kendi ölür. Muhit-i levsine dolmuş ki öyle manzaralar; Girince nur-ı nazar simsiyah olur da çıkar! Yatar zemin-i sefilinde en kesif eşbah Yüzer hava-yı sakılinde en habis ervah. Dehan-ı la’nete benzer yarıklarıyla tavan Kusar içinde neler varsa hatıratından! O hatıratı da zannetmeyin me’alidir Bütün rezail-i tarihimizle malidir. Neden mefahir-i eslafa kahredip yalnız Mülevvesatına mazimizin sarılmadayız? Sübat içinde mi geçmişti ömrü ecdadın? Hayır o cil-i necibin o şanlı evladın Damarlarında şehamet yüzerdi kan yerine Yüreklerinde ölüm şevkı vardı can yerine. Fakat biz onlara aid ne varsa elde yazık Birer birer yıkarak kahvehaneler yaptık! Bütün heyakil-i san’at yetiştiren şarkın Zemin-i feyzi nasıl şure-zara döndü bakın. Ne hastahanesi kalmış zavallı eslafın Ne bir imareti bitmiş elinde ahlafın. Kanalların izi yok köprüler harab olmuş Sebiller kurumuş çeşmeler serab olmuş! O kahraman babalardan doğan bu nesl-i cebin Ne girudar-ı ma’işet bilir ne kedd-i yemin! Azab içinde kalır sa’yi görse rü’yada! Niçin yorulmalı zaten “ölümlü dünya”da? Vücud emanet-i Hak doğru hem de cennetlik. Bu kahveler gibi cennet de müslimine gedik! “Hayat-ı aile” isminde bir maişet var; Saadet ancak odur… dense hangimiz anlar? Hayat-ı aile dünyada en safalı hayat Fakat o alemi bizler tanır mıyız? Heyhat! Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle; Evinde akşam otursan kemal-i izzetle; Karın çocukların annen baban kimin varsa Bulunduğun yeri bir halka resmedip sarsa Saray-ı cenneti lanende görsen olmaz mı? TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Kasım Beşinci Cild - Aded: Karın nedime-i ruhun; çocukların ruhun; Anan baban birer aguş-ı iltica-yı masun. Sıkıldın öyle mi! Lakin biraz alışsan eğer Feza kadar sana vasi’ gelir bu dar çenber. Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve? Gelin de bir bakalım… Buyurun işte bir kahve: Çamurlu bir kapı üstünde bir değirmi delik; Önünde tahta mı toprak mı? Sorma pis bir eşik. Şu gördüğüm yer için her ne söylesen caiz; Ahırla farkı: O yemliklidir bu yemliksiz! Zemini yüz sene evvel döşenme malta imiş… “İmiş”le söylüyorum çünkü anlamak uzun iş. O bir karış kirin altında hangi ma’den var. Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu duvar Mavun cilasına batmış tütünle nargileden; Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden. Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al Vücudu kapkara leylek bacaklı bir mangal. Şu var ki bilmeyen insan görürse birden eğer “Balıkcılın kara saçtan yapılma heykeli!” der. Kenarda peykelerin alt başında bir kirli Tomar sürükleniyor bir yatak ki besbelli: Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı Ki galiba güveden lime lime hep sırtı! Kurur bu örtünün üstünde yağlı bir mendil; Onun da üstüne raftan iner ki bir zenbil Sicimle kulpuna ilmikli çifte mestiyle Zaman zaman coşarak bir sema’ eder şöyle! Duvarda eski ocaklar kadar geniş bir oyuk Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz; Onun yanında kan almak için beş on boynuz. Demek ki kahveci hem diş tabibi hem perukar! Uzun lakırdıya hacet ne? İşte mosturası: Çekerken etli kemiklerle ayrılıp çeneden Sonunda bir ipe boy boy onar onar dizilen Zavallı dişleri sen mahya belledinse değil; Birer mezara işaret düşün ki her kandil! Üçüncü katta durur sade havlu bohçaları. Sağında cam dolabın hücre hücre bitpazarı. Duvarda türlü resimler: Alındı Çamlıbeli Kaçırmış Ayvaz’ı ağlar Köroğlu rahmetli! Arap Üzengi’ye çalmış Şah İsmail gürzü; Ağaçta bağlı duran kızda işte şimdi gözü. Firaklıdır Kerem’in “Of!” der demez yanışı Fakat şu “Ah mine’l-aşk”a kim durur karşı? Gelince Ezrakabanu denen acuze kadın Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhad’ın! Görür de böyle Rufai’yi: Elde kamçı yılan Beyaz bir arslana binmiş durur mu hiç dede can? Bakındı bak Hacı Bektaş’a: Deh demiş duvara! Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra. Birer birer oku mümkünse sonra ma’na ver... Hayır; hülasası kafi yekunu ömre sürer: Bedaheten kusulan herze-pareler ki düşün Epey zaman daha lazımdı yave olmak için! Oturmadan içi yağ bağlamış bodur masanın Yayılmış üstüne birçok kağıd ki oynayanın Elinde yağlı meşin zanneder görünce adam. Ya tavlanın kiri kabil değildir anlatamam. Harita-vari açılmış en orta yerde dama; Beyaz mı taşları yahud siyah mı hiç sorma! Hututu: Gayr-ı mu’ayyen hududu memleketin: Nazarda haylice idman gerek ki fark etsin! Deliklerindeki pislik leb-a-leb olsa yine Bakınca bunlara gayet temiz kalır domine. Delikli çekmece var ha! Demişbaş eşyadan; Yanında bir de kulaksız tekir... Unutma aman! – Asıldı bey koza! – Besbelli bak sırıttı aval; – Bacak elinde mi? – Kır Hamdi sen de dağlıyı al. – Ulan! Kapakta imiş dağlı... Hay köp’oğlu köpek! – Köp’oğlu kendine benzer uzun kulaklı eşek! – Sekizli onlu ne çektinse ver de oryayı tut. – Halim ne uğraşıyorsun? Bu çıkmaz işte kaput! – Çihar ü yek mi o taş? – Hiç sıkılma öldü dü-şeş! – Elimde yok mu diyor? Çek babam! – Aman şeş-beş! – Hemen de buldu be! Gelsin hesaplayıp durma! – Bi parti yendi ya akşam dikiz gelin kuruma! – Dü-beşle bağlıyorum. – Yağma yok! – Elindeki ne? – Se-yek. – Aman durun öyleyse: Penc ü yek domine! – Mızıkçı dendi mi sensin diyor bakın ağalar: Kırık mı söyleyin Allah için şu canım zar? – Kırık! – Değil! – Alimallah kırık! – Değil billah! – Yeminsiz oynayamazlar ki ah çocuklar ah! – Karışmasan işin olmaz değil mi? Sen de bunak! – Gelirsem öğretirim şimdi… – Ay şu pampine bak! Gelip de öğretecekmiş… Mezarcı Mahmud’a git! Bir üflesen gidecek ha… Tirit mi sade tirit! – Zemane piçleri! Gördün ya hepsi besmelesiz... Ne saygı var ne haya var. Eğer bizim işimiz Bu kaltabanlara kalmışsa vay benim başıma! – Herif belaya sokarsın dırıldanıp durma! – Mezarcı Mahmud’a git ha? Bakın it oğluna bir! Küfürbaz alçak edebsiz… Bu söylenir mi Bekir? – Yolunca terbiye verdin ya aferin Hasan Ağ’. – Bıraksalar beni çoktan marizlemiştim ya!.. – Mezarcı Mahmud’a ha? Vay babassının canına! Bunun yaşında iken biz büyüklerin yanına Okur da öyle girer hem ayakta beklerdik; Otur demezseler el pençe sade dinlerdik. Hayır bu böyle değildir demek ne haddimize! Evet desek bile derlerdi: Sus behey geveze! – Otuz yaşında idim belki annesiz dışarı Kolay kolay çıkamazdım: Döverdi çünkü karı! Bugün on altıyı doldurmamış yumurcaklar Odun yemez iyi bil ha! Geberse karşı koyar. Geçende dövmek için yoklayım dedim Kerim’i... Bırak! Eşek değilim ben deyip dikilmez mi! Dayak eşekler içinmiş adam dövülmezmiş… – Ya biz sözüm ona merkeb miyiz Bekir bu ne iş? Döverdiler bizi her gün de karşı koymazdık… Ben öyle terbiye oldum… Kolay mı insanlık? – Dokundurur mu ne mümkün eloğlu hiç adama? O müslümanları sen şimdi hey kuzum arama! Gürültüsüz oyun isterseniz gelin damaya: Zavallı açmaza düşmüş… Bakın hesaplamaya! Oyuncunun biri dalgın elinde taş duruyor; Öbür oyuncu da la-yenkatı’ bıyık buruyor. Seyircilerde de ses yok umumu müstağrak... Nedir ki tavr-ı tefekkürde var büyük bir fark: Kiminde el ayak asla karışmıyorken işe Kiminde durmayıp işler benan-ı endişe! Nasıl ki burnuna olmuş da fürce-yab-ı duhul Taharriyyat-ı amikayla muttasıl meşgul! Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam: Muhit-i daire şeklinde önce bir balgam Tükürdü; sonra boyundan uzun asasıyla Mümaslar çekerek koydu başka bir şekle! Ayak teriyle cilalanma tahta peykelere Külahlı fesli dizilmiş ki bir yığın çehre: Nasib-i fikr u zekadan birinde yok gölge; Duyulmamış bu beyinlerde his denen meleke! – Aman canım şu bizim komşu amma uğraşıcı! – Ne belledin ya efendim? Onun bir ismi Hacı! – Çocuğu ha mektebe verdim ha vermedimdi diye Sokak sokak geziyor... – Koymuyor mu medreseye? – Koyar mı hiç? Arabi şimdi kim okur artık? – Evet gavurcaya düştük de sanki iş yaptık! – Bina’ya üç sene gittimdi hey zamanlar hey!.. – Zaten ne kaldı? Hiçbir şey! – Mahalle mektebi lazımdır eski yolda bize; Sülüs nesih bitiyor yoksa hepsi… Keyfinize! – On üç yaşında idim aldığım zaman ketebe; Geçende sen ne bilirsin? demez mi bir zübbe! Dedim ulan seni gel ben bir imtihan edeyim Otur da yap bakalım şöyle bir kıyak temmim – Nasıl becerdi mi! – Kabil mi? Rabbi yessir’i ben Tamam beş ayda değiştimdi kalfamız sağ iken. – Nedir elindeki yahu? – Ceride. – At şu pisi. – Neden? – Yalan yazıyor oğlum onların hepisi. – Ya doğru yazsa asarlar… Ne oldu Volkan’cı Unuttunuz mu? – Bırak boşboğazlık etme Hacı! Şu karşıdan gözeten fesli işte ağzı kara! – Hayır demem o değil… – Durma sen belanı ara! – Canım latife yapar bilmiyor musun Ömer’i? – Biraz rahatsızım Ahmed yakın benim feneri! Duyuldu bir iri ses arkasından istiğfar… Meğer geğirti imiş! – Pek şifalı şey şu hıyar. Cacık yedin mi ne hikmet hazır hemen teftih... – Evet şifalı yemiştir... – Yemiş mi? La teşbih! – Günaha girme! Tefasirde öyle yazmışlar... Dayım demişti ki: Gördüm hıyar hadiste de var. – Hasan bizim yeni damad ne oldu anlamadık Görünmüyor? – Karı koyvermiyor: Herif kılıbık! – Evinde çan çan eden erkeğin de aklına şaş... Laf anlamaz dişi mahluku durma sen uğraş! – Kim uğraşır a babam; bunca yıllık ehlim iken Adam hesabına koymam bizim köroğlunu ben. Tavanın pervazı altındaki toprak yuvadan Bakıyor bunlara mahmur-ı ta’b hayli nazar: “Ya sizin bir yuvanız yok mu?” diyor anlaşılan Dişi erkek çalışan yavrulu kırlangıçlar… Sinin-i ahireye kadar din ile fen birbirinden ayrılmış iki muhalif tarik tutmuş idi. Din; bu kainatın mükevvini olmak üzere ezeli ve ebedi hayat hikmet irade-i külliyye ve kudret-i şamile sahibi bir mübdi’-i muazzamın vücudunu beşeriyete tebliğ ediyordu. Tabiiyyun denilen erbab-ı fennin efkarı başka tarzda idi. Bunlar mevcudatı madde ve kuvvet diye ikiye tefrik ederek havass-ı zahiremizle mevcudiyetlerini derk ettiğimiz eşyaya madde diyorlar maddelerin ne yoktan var ve ne de var iken yok edilemeyeceklerini ve yalnız hararet elektrikiyet vesaire gibi kuvvetlerin te’siriyle yalnız şekilleri i’tibariyle tebeddülat gösterebileceklerini beyan ediyorlardı. Kezalik hareket ziya mıknatısiyet elektrikiyet gibi kuvvetlere de kuvayı tabiiyye namını veriyor ve herhangi bir kuvvet ve mesela hareket kuvveti karşısında bir manie tesadüf ederek icra-yı fi’l edemeyince şeklen tebeddül ederek hararete kezalik şimendöfer lokomotiflerinde olduğu vechile bunun aksine olarak hararet kuvvetinin de harekete elektrikle müteharrik fabrika vesairelerde olduğu misillü elektrik kuvvetinin harekete elektrik lambalarında olduğu vechile elektriğin ziyaya ve’l-hasıl kuva-yı tabiiyyeden birinin diğerine tebeddül edebileceğini görerek kuvve-i tabiiyyenin yalnız bir kuvvetten şeraite göre bize muhtelif asar ibraz ederek esas bir iken muhtelif şekillerde görüldüğünü ve muhtelif namlarla yad olunduğunu bildiriyorlardı. Tabiiyyunun son zamanlara kadar muhafaza ettikleri efkara nazaran kainatı terkib eden maddelerin esası mine’l-ezel mevcud idi. Bi-şu’ur bi-hiss u muhakeme bi-irade olan kuvve-i tabiiyye kavanin-i mu’ayyene dahilinde kainatın mevadd-ı esasiyyesi üzerine icra-yı te’sir etmiş ve bu te’sirat neticesi olarak kainat bu şekle girmiş ve şimdiye kadar bu şeklinde o kavanin-i mu’ayyeneye tebeiyetle o bimuhakeme kuvve-i tabiiyye ma’rifetiyle idare olunagelmiştir deniliyordu. Ve kainattaki mevaddın hiçbir vakit maddelikten çıkamayacağı ilave olunuyordu. “Radyum” denilen madde-i hıred-fersanın keşfine yani birkaç sene evveline gelinceye kadar bu nazariyat mer’iyetini muhafaza etti. Fakat radyum keşfolununca alem-i fennin pek kıymetdar zannettiği bu nazariyeler zir ü zeber oldu. Çünkü kimyanın kabul ettiği esasa göre bir cisimden kendi kendine bir kuvvet intişar edemez. Zira yoktan bir kuvvet var olamaz. Bir cismin hararet ziya gibi kuva-yı tabiiyyeyi kendiliğinden neşredebilmesi o cismin bir cism-i aharla bi’lkimya bu suretle imtizac ve tahallül sırasında iki cisim zerratının birbirleriyle şiddetli delk ve temasına mütevakkıf idi. Ancak bu yolda zerratın hareket kuvveti kuvve-i mekanikiyyesi bize hararet-i elektriyyet vesaire şekillerinde arz-ı vücud edebilirdi. Halbuki radyum keşfolunduğu zaman bu cismin hiçbir imtizac ve tahallül-i kimyevi olmaksızın kendiliğinden ziya elektrik gibi kuvve-i tabiiyye şuaatı neşrettiği görüldü. Ortada hiçbir imtizac ve tahallül-i kimyevi yok idi. Bu hadiseyi letafet ederek esire daha doğrusu kuvvete inkılab ettiği yani radyum bir cisim iken zerratı kesb-i letafet ederek kuvvet haline girdiği erbab-ı fen tarafından beyan edildi. Ve bu hadiseden alınan ders-i mühim tevsi’ edilerek ecsamın; kuvve-i tabiiyyenin bir şekl-i mütekasiften başka bir şey olmadığı bir cismin zerratı kesb-i letafet ederek onun kuvvete ve kuvvetin de tekasüf ederek cisme maddeye münkalib olabileceği desi ezelden beri mevcud olmak lazım gelir. Mevcud olan ezeli ve bi-payan bir kuvvetin eşkal-i muhtelife tahtında tekasüfü bu kainatı vücuda getirmiştir. Ve yine bu kainatın o kuvvete rücu’ edebilmesi de mümkündür. Erbab-ı fennin mütalaatı bu noktaya geldikten sonra dinin vücud-i İlahi hakkında beşeriyete vaki’ olan beyanatıyla fennin nazariyyat-ı hazırası arasında yalnız bir fark kalıyor. “La mevcude cud kabul etmeyen bütün kainatın varlığı vücud-ı İlahi’den muktebes ve yine ona raci’ olacağını haber veren din Cenab-ı Hakk’ın sıfatını ta’rif ederken hayat ilim ve hikmet Tabiiyyun; kainatın vücuduna esas olan kuvveti tavsif ederken ezeli ebedi kudret-i külliyye sahibi gibi evsafı ona muhakeme ve bi’l-irade vücuda getirmediğini bu kuvvetin bi-şu’ur ve bi-hayat olarak kavanin-i tabiiyyenin sevkine tabi olmasıyla kainatın vücuda geldiğini söylüyorlar. İşte esas Bu kuvve-i muazzamanın hayat ilim ve hikmet ve onun neticesi olan irade sıfatıyla muttasıf olduğunu isbat edebilirsek bu kudret-i muazzama kainatı irade-i külliyyesiyle ve şey olamaz. Yok eğer bu kuvve-i muazzamanın hayat ilim ve hikmet irade gibi evsafı haiz olduğu isbat edilemezse o zaman bu bi-hayat ve bi-şu’ur kuvvet erbab-ı fennin dedikleri kuvve-i tabiiyyedir. Bu kuvve-i muazzamanın işbu evsafı fikrimizce bervech-i ati isbat olunabilir: Kuvve-i tabiiyye denilen şeyin muhtelif şerait tahtında bize muhtelif eserler gösterdiği eşkal-i muhtelifede bize göründüğünü evvelce zikretmiştim. Erbab-ı fen alemde kuvve-i tabiiyye haricinde hiçbir kuvvetin vücudunu kabul etmediklerine nazaran vücud-ı beşer üzerinde elimizi ayağımızı cazibe-i arziyyenin aksi istikametinde hareket ettiren bilen muhakeme eden irade eyleyen bir kuvvet bir kuvve-i hayatiyye mevcuddur ki biz bunu da kuvve-i tabiiyye denilen kuvvetin bir şekl-i mahsusta tecellisi gibi telakkı etmek mecburiyetindeyiz. Bu kuvvet; hareket-i bedeniyye harekat-ı dimağiyye vücuddan intişar eden hararet şekillerinde vücudumuzdan azaldıkça biz bu noksanı telafi mecburiyetinde kalıyoruz. Bunun için de birtakım mevaddı ekl suretiyle bedenimize idhal ediyoruz. Aldığımız ecsam-ı muhtelifenin bedenimizdeki ihtirakatı yani imtizac-ı kimyeviyyesi vasıtasıyla vücudumuzda hararet hasıl oluyor. Ve daha doğrusu hararet şeklinde kuvve-i tabiiyye husule geliyor. Sonra umumen karbon mürekkebatından olan bütün ecsam-ı uzviyye ve bunlar miyanında biz efrad-ı beşer bedenimizde hararet şeklinde tecelli eden kuvve-i tabiiyyeyi kuvve-i hayatiyye şekline kalb ve temsil ederek bu kuvve-i hayatiyyeyi; gayr-ı nakil bir mükessife demek olan dimağımızda teraküm ettiriyoruz. Sonra da bedenimizin her tarafına münteşir olan ve kuvve-i hayatiyyenin nakilleri mesabesinde bulunan a’sab-ı mu’ayyene vasıtasıyla hayatın mahsusatından olan harekat-ı maddiyye ve ef’al-i ma’neviyyeyi ecsam-ı uzviyye karbon cisminin öyle bir sınıf-ı mürekkebatıdır ki bunlar hararet ziya vesaire şekillerinde aldıkları kuvve-i tabiiyyeyi cihaz-ı mahsusları vasıtasıyla kuvve-i hayatiyye şekline kalb ve temsil etmekte ve vücudlarındaki dimağ vesaire gibi mükessifeler de bu kuvveti teraküm ettirerek cihazlarının haiz olduğu derece-i tekamüle göre neşv ü nema hareket his muhakeme irade gibi derece derece mütekamil olmak üzere kuvve-i hayatiyyenin asar ve alaimini kuvve-i hayatiyyeyi kuvve-i tabiiyye denilen kuvvetin bir şekl-i mahsusu addetmeyecek olursak erbab-ı fennin “uzviyetin mebdei” mes’elesinde uğradıkları müşkilat içinde kalırız. Filhakıka erbab-ı fen uzviyetin yani hayatın mebdei ne suretle başlamıştır; yani hayat mine’l-ezel mevcud bir cism-i uzvi ve hayatiden mi teşaüb suretiyle gelmiştir yoksa gayr-ı uzvi ve gayr-ı hayati cisimlerden mi başlamıştır? Bu mes’elenin hallinde duçar-ı müşkilat olmuşlar ve muhtelif nazariyata salik olmuşlardır. Halbuki umum erbab-ı fennin teslimi vechile küre-i arz bidayet-i tekevvününde mayi’-i nari halinde olduğundan üzerinde hiçbir cism-i hayatinin bulunması kabil değildi. Binaenaleyh bir şeyin yoktan var olamayacağı esasını kabul eden erbab-ı fen kuvve-i hayatiyyeyi de bazı şerait tahtında kuvve-i tabiiyye denilen kuvvetin gösterdiği bir şekl-i mahsustan ibaret addetmekte muztar kalacakları şüphesizdir. İşte bu noktalar mertebe-i yakıne vasıl olunca bütün kainatın menşe’ ve müntehası ve esas-ı vücudu olan kuvve-i muazzamanın; tabiiyyunun dedikleri gibi bi-hiss ü bi-şu’ur olmadığını bu alemi kavanin ve şera’it-i tabiiyyenin ilcaatına tevfikan mecburi ve bila-muhakeme tekvin etmediğini anlarız. Madem ki bu kuvvet ecsam-ı uzviyye denilen echize-i mahsusaya tealluk edince irade muhakeme ilim ve hikmet ve’l-hasıl hayat veya asar-ı ruhiyye gibi eşkal ve havass ibraz ediyor. Bu havassın esasları o kuvvette mevcud olmak tabiidir. Bu halde iradenin muhakemenin ilm ve hikmetin ve’l-hasıl kuvve-i hayatiyye veya ruhiyyenin menşe’-i aslisi menba’-ı küllisi de o kuvve-i muazzam olmuş olur. Kuvve-i hayatiyye veya ruhiyyenin tedkık-i esasına aid olan işbu mesrudattan çıkarılacak netice-i hakıkıyye şudur ki: Bu kainat; ezeli ve ebedi hayat ilim ve hikmet irade ve kudret-i külliyye gibi evsafı ve alemde kuvvet namına görülen her şeyi cami’ bir kudret-i muazzamanın kendi irade-i külliyyesiyle meydana koyduğu bir şekl-i mahsustan ibarettir. tamamen sıfat-ı İlahiyye ile mütecelli olduğu görülüyor. Bu alemde vücudun da Cenab-ı Hakk’a has olduğu ve umum kainatın mevcudiyeti mevcudiyet-i İlahiyye dahilinde ve ondan sadır bulunduğu da isbat edilmiş oluyor. Bütün diyanetlerin üssü’l-esası da budur. Bu esas nazar-ı muhakeme önünde tezahür ettikten sonra dinin beşeriyete ta’lim ettiği mu’tekadat-ı saire fennin ibdaatıyla pek kolay tevfik ve muhakeme edilebilir. Fakat bu makaledeki maksadım yalnız “vücud-ı İlahi” sadedinde serd-i mütalaat etmek ve bu mebhaste bütün esas-ı muhakematı; en hakıkı bir mi’yar olan fen noktasına istinad ettirmek olduğundan mebahis-i saireyi terk eyliyorum. A’sar-ı salifede yetişen ulema-yı dinin mu’tekadat-ı diniyyeyi zamanlarının terakkıyyat-ı fenniyyeleri nisbetinde delail-i akliyye ile isbata sarf ettikleri himemat nazar-ı dikkat önüne getirilir ve bugün mezahib-i saireye müntesib ceraid ve resa’il-i diniyyede dahi maddiyyunun hücumlarına karşı dinin müdafaası yolunda her gün sütunlar dolusu yazılar yazıldığı hatırdan çıkarılmazsa şu satırların muhterem gazetenizde bir mevki’-i kabul bulacağını ve maddiyyunun fenne müstenid neşriyatına karşı yine fen silahıyla dini müdafaanın ehemmiyeti teslim buyurulacağını ümid ederim. – – Darü’l-Hilafe ahali-i müslimesi beyninde emr-i celil-i maarifin neşr u ta’mimi mes’ele-i mu’tena-bahası senelerce millet-i necibe-i Osmaniyye üzerine bir kabus-ı bela gibi çökerek vadi-i inkıraz ve izmihlale sevk eden ve cihet-i cami’a-i elimini mucib olmuş olan devr-i istibdadı ta kökünden kal’ ve kam’ ederek terakkıyyat-ı aliyyeye kesb-i isti’dad eylemesi şevket ve azamet-i sabıkasını iadeye çalışan yeni Türkiye en büyük mesaildendir. Devr-i menhus-ı istibdad en müdhiş ve en büyük darbeyi maarife vurmuş ve teşnegan-ı ilm ü maarif türlü türlü mezalim ve i’tisafata hedef olarak kala-yı ilm ü ma’rifetlerini bazar-ı revac ve mevki’-i istifadeye vaz’ etmekten men’ olunmuştur. Vakıa hükumet-i müstebidde kaffe-i şuubat-ı devlete tedmiri olan yine maarif olmuştur. Çünkü böylece hareket eylemesi de kendi menafi’-i hasisesi iktizasından idi. Zira millet-i necibe-i Osmaniyye’nin maarifin terakkısi ile yevmen mine’l-eyyam tenvir-i efkar eyleyerek usul-i istibdaddan tahlis-i giriban eyleyecek vesait ve vesaile tevessül eylemesi derkar idi. Lakin devr-i istibdadın eyadi-i mezalim ve i’tisafatında bütün efrad-ı millet zebun kalmış ve Osmanlılık nam-ı mübeccelini taşıyan bil-cümle milel ve akvam şu ezilmenin netaicini hissetmekte bulunmuş ise de şu vadide ahali-i müslime kabil değildir. Zira ahali-i gayr-ı müslime hakkında icra olunan tahakküm ve istibdad zahiri bir surette vuku’ bulup pençe-i zülm ü istibdad bunların ma’neviyatına efkar ve hissiyatına ve kalb ve ruhlarına kadar te’sirat-ı sem-nakini ten daima havf u endişe eden ve tebea-i gayr-i müslimesini düvel-i muazzamanın taht-ı himayesine resmen bile terk etmiş olan hükumet-i müstebidde bunların kiliselerine ayin-i diniyyelerine lisanlarına mekatibine edebiyatına pek o kadar müdahale edemiyordu. Bunların duçar oldukları mezalim ve i’tisafatın asar-ı muharribesi maddi bir suret kesbederek kalblerine kadar nüfuz etmemiş olduğundan idrakiyle müşerref ve mübahi olduğumuz şu devr-i dil-ara-yı hürriyyette az zaman içinde kendilerini toplayabilirler. Ahali-i müslimeye gelince pençe-i zulm ü i’tisaf bunların ta a’mak-ı kalblerine kadar nüfuz etmiş olduğundan bunlar maddeten ma’nen cismen ve kalben mutazarrır olmuşlardır. Kuva-yı ma’neviyye ve maddiyyelerine halel tari olarak bunlarda fikr-i teşebbüs faaliyet azim metanet ve daha bu gibi secaya-yı aliyyeye isti’dad ve kabiliyet bırakılmamaya hasr-ı mesai edilmiş halbuki devr-i hürriyyetin bütün efrad-ı millete küşad eylediği meydan-ı vesi’-i mübarezede bu gibi evsaf-ı aliyye ve ber-güzideden istibdadın netice-i mü’ellimesi olarak mahrum kalmış olan bir unsurun mağlub olacağı derkardır. Binaenaleyh ahali-i müslime için bu gibi mahazir ve uyubatın bir an evvel ber-taraf ve izale edilmesi bir mes’ele-i hayatiyyedir. Bu ise yalnız metin ve sağlam esaslar üzerine tensik edilmiş muntazam mektepler vücuda getirilmek ve etfal-i vatan bu mekteplerde suret-i ciddiyye ve mükemmelede ta’lim ve terbiye olunmak suretiyle hasıl edilebilir. Şurası şayan-ı kayd u tezkardır ki bunca fedakarlıklar ihtiyarıyle elde edilmiş millete ve alem-i İslamiyyet’e birçok ümidler bahşeylemiş olan meşrutiyet-i Osmaniyye’nin beka ve devamı ve derece-i tekamüle suudu mücerred maarif-i umumiyyenin metin ve hakıkı esaslar üzerine vaz’ u te’sis ve tahkimine menuttur. Şurası piş-i nazar ve teemmüle alınmalıdır ki inkılab-ı Osmani bir inkılab-ı fikri olmayıp askeri siyasi ve binaenaleyh sırf havassa mahsus bir inkılabdır. Sunuf ve tabakat-ı millet ise eski hayat ve efkarında ber-devam olduğundan bu keyfiyet müstelzim-i tahazzür ve el-hak şayan-ı tefekkürdür. Ahalinin şimdi hürriyet ve meşrutiyete karşı izhar etmekte olduğu hissiyat ve ihtisasat-ı ulviyye mahza senelerden beri zebun-ı pençe-i zulm u kahrı olduğu istibdad hakkında beslediği münaferet ve infialattan münbais olup bu ise ila-nihaye temadi eyleyecek ve milletin ta a’mak-ı kalbine kadar kök salacak bir esas-ı kavi ve zeval na-pezir değildir ve sehlü’l-indiras ve tezelzüldür. Zira avam-ı nasın evham ve tahayyülatınca hürriyet ve meşrutiyet el-yevm Firavun’a karşı Hazret-i Musa aleyhisselamın yed-i beyzası hükmündedir. Avam-ı nas asırlardan beri maarifin duçar olageldiği bil-cümle derd ve ihtiyacata hürriyet ve meşrutiyetten çare-i acil bekliyor. Bunun husulü ise karib bir zamanda mümkün olamayacağından yevmen mine’l-eyyam bu halden avam-ı nas ye’s ve na-ümidiye duçar olacaktır. Bunun için avam-ı nasın efkar ve hissiyatını bir an evvel tenvire çalışmalıyız. Bu da maarif-i umumiyyenin metin ve muntazam esaslar üzerine miyye tenvir edilince ahali hürriyet ve meşrutiyetin fevaid ve muhassenatını vezaif-i medeniyyenin suret-i ifası neden yetin muvafık-ı meşru’iyyet ve her türlü terakkıyat ve tekamülata mazhar olmak için yegane tarik-ı silm ü saadet olacağını da bizzat takdir eyleyecektir. Binaenaleyh maarif-i umumiyyenin ma’kul ciddi ve ma-bihi’t-tatbik esaslar üzerine tensik ve teşkili derece-i vücubdadır. Hürriyet ve meşrutiyet şanlı ordu tarafından ihraz edilmiş ise beka ve devamı muhafaza ve tahkimi de mücerred bi-hakkın idare-i meşrutiyyete malik bulunan hür millete layık bir surette tensik edilmiş olan maarif-i umumiyye vasıtasıyla kabildir. Bir de maarif mes’elesi yalnız İstanbul ahalisine ve hatta bütün Osmanlılığa aid bir mes’ele olmayıp fevka’t-tasavvur bir mahiyet ve azameti haizdir. Takriben milyon müslimini muhtevi bulunan bütün alem-i İslam bu mes’ele-i mu’tena-bahaya alakadar bulunuyor. Altı yüz bu kadar seneden beri sine-i hamiyyet ve şecaatini ecanibe karşı gererek hariçten vuku’ bulan bil-cümle muhacematı def’ ve bilad-ı mukaddese-i İslamiyye’yi kanları bahasına hıfzetmiş olan Osmanlılar nazar-ı İslamiyyet’te fevkalade bir ulviyet ve kudsiyet kazanmış olmakla beraber payitahtları makarr-ı hilafet-i uzma olduğu için daima alem-i İslamca bir ka’be-i amal ve bir menba’-ı feyz u irfan addolunagelmiştir. Afrika’nın Asya’nın ve’l-hasıl bütün alem-i İslamiyyet’in ulema ve fuzala-yı zevi’l-ihtiramı vaktiyle bu merkez-i hilafette perveriş-yab-ı fazl ü kemal olmuştur. Devr-i mes’ud-ı hürriyyete gelince Fransa inkılab-ı kebiri Hıristiyan alemine ne kadar bir heyecan ve ihtisasat-ı şedideyi mucib olmuşsa inkılab-ı Osmani de alem-i İslamca o mertebe ve daha ziyade heyecan ve tahassüsat-ı şedideyi calib olmuştur. Paris ulema ve hükemasının ve meşahir-i üdebasının efkar ve hissiyatına müncezib ve te’lifatına ülfet etmiş olan milel-i garbiyye Fransız milletine hukuk-ı beşeriyyeyi bahşeden inkılab-ı kebirden sonra fevkalade galeyana gelmiş ve çeşm-i basiret ve ibretleri nasıl Paris’e mün’atıf ve müncezib olmuş idiyse bu kadar revabıt-ı maddiyye ve ma’neviyye ile Osmanlılığa merbut bulunan alem-i İslamiyyet’te ahrar-ı Osmaniyye ref’-i liva-yı hürriyyet edince çeşm-i ümid ve intizarı merkez-i hilafet olan İstanbul’a mün’atıf oldu. Rumeli’nde harekete gelmiş olan yeni bir cereyan umman-ı huruşan gibi cuşa gelerek büyük büyük dalgalarla Kafkasya silsile-i cibali Kırgız sahra-yı kebiri Nil-i ulya ve Sudan vadilerine kadar efrad-ı millet arasında efkar-ı cedide ve ihtisasat-ı aliyye uyandırdı. Herkes kendisinde bir hayat-ı nevin bir safa-yı kalb buldu. Ve bu mahsusat-ı aliyye neticesi olarak bir gıda-yı saf ve taze için Makarr-ı Hilafet’e nasb-ı enzar-ı ümid etti. Teşne-i ilm ü ma’rifet olan Tahranlı bir genç ruhunu ezen derdine bir çare aramak niyeti ile şedd-i rahl ederek Dersaadet’e maşiyen gelip de burada tahsil-i ilm u irfan için bir mektep taharrisi sevdasına düşmesi el-hak şayan-ı takdir olmakla beraber alem-i İslam’ın Dersaadet’le pek kuvvetli ma’nevi rabıtalarla merbut olduğuna bir delil-i celi değil midir? El-yevm tahsil-i ilm u ma’rifet sevdası ile bilad-ı İslamiyye’nin her taraftan İstanbul’a akın akın gelmekte ve bilad-ı mezkurenin her tarafından muallimler ve kitaplar taleb edilmektedir. üzere altı yüz seneden beri İslamiyet’i muhafaza ve şan-ı ulviyyet-nişanını aktar-ı cihana kadar i’la yolunda isar-ı nakdine-i vücud ve tebah-ı kavmiyyet etmek derecesine varıncaya kadar pek çok fedakarlıklar ihtiyar etmiş olan Osmanlılar ba’de-ma dahi hıfz-ı şan u şeref ve muhafaza-i vak’ u haysiyyet için alem-i İslamiyyet’in pişrev-i muktedası olmak mağbut-ı cihan olmaya cehd ü gayret eylemelidirler. Bu hizmet-i fahire ise yalnız alem-i İslamiyyet’e değil belki alem-i kısm-ı mühimmini teşkil ediyor bu ise gerek Dersaadet ve gerek bil-umum taşra mekatib ve maarifinin amm-ı terbiyye-i etfal usul ve kavaidine muvafık metin ve muhkem esaslar üzerine tertip ve tensikten ibarettir ve şu hakıkat zahir ve iyan olmağla muhtac-ı izah değildir. numaralı Sıratımüstakım’in Şuun kısmında Canet hadisesinden bahsederek bilahare buna dair ma’lumat-ı mufassala vereceğimizi vaad eylemiştik. İşte bugün o vaadimizi yerine getiriyoruz. Aşağıya derciyle kesb-i şeref eylediğimiz pek kıymetdar makale Afrika-yı Osmani-yi en iyi tedkık etmiş olan en iyi bilen parlak müstemlekat zabitlerimizden Cami Beyefendi’nin eseridir. Cami Beyefendi merhum Receb Paşa’nın Trablusgarb vali ve kumandanlığı esnasında Gat kaymakam ve kumandanlığında bulunmuş Trablusgarb’ın hinterlandında en mühim bir merkez olan Kavar’ın askeri ve mülki me’murlarıyla temasta bulunarak Fransa’nın şimali Afrika ve sahradaki siyaset-i müstemlekatını yakından ta’kıb eylemiştir. Cami Bey şimdi Meclis-i Meb’usan’ımızda Fizan meb’usu bulunuyorlar. Cami Bey’in işbu makalesi öyle asar-ı ecnebiyyeden tercüme veya toplama suretiyle vücuda getirilmiş asar-ı mukallededen olmayıp görülmüş yerler ve adamlar ve yaşanılmış ahval üzerine kaleme alınmış bir vesika-i mühimmedir. Binaenaleyh kari’lerimizin bu makaleyi lüzumu derecesinde bir ehemmiyetle mütalaa edeceklerine muharririne müteşekkir kalacaklarına kemaliyle eminiz. – Canet beş karyeden mürekkeb bir vahanın ismidir. Bu vaha Gat’ın cenub cihetinden başlayarak şimal-i garbi istikamette devam eden Tassili silsile-i cibali ile Tassili yaylasının cenub eteklerinde vaki’ Admar ovası namıyla ma’ruf vasi’ bir ovada kaindir. Admar ovası Tassili dağlarının cenub ve resanından inen vadileriyle Tevarıklarca pek makbul bir mer’a teşkil eder. Tassili silsile-i cibali ve bu silsileden teşaüb ederek cenub-i şarkiye doğru on ikinci tul dairesine kadar devam eden Tummo silsile-i cibali Bahr-ı Sefid sath-ı mailini Sudan ve Çad Gölü mailesinden tefrik eden hatt-ı taksim-i miyahı teşkil ederler. Canet Gat beldesine yüz elli kilometre mesafede vaki’ ise de cebelin ve iniş ve yokuşların menaatı ve sarplığı sebebiyle ancak kafileler bu mesafeyi altı yedi günde kat’ edebilirler. – Tahminen on bin kadar hurma ağacını havi olup beş karyeden ibaret olan Canet karyesinin bin-nefs hiçbir ehemmiyeti yoktur. Ancak Gat ve Merzuk beldeleri gibi Canet karyesi de Gadamis ve Trablus’tan Air tarikıyle Zinder ve Kano’ya giden kafile tariklerinin ve Gat’tan Haggar Tevarıklarının sakin olduğu nevahiye giden turuk ve maabirin güzergahında bulunduğundan alelade bir kervansaray olmaktan başka bir kıymet-i hususiyyesi yoktur. Sirte ve Gabis körfezleri sahilinden ve son asırlarda be-tahsis Trablusgarb’dan hareket eden kavafil-i ticariyye Gadamis ve Gat tarikıyle garben ve Merzuk tarikıyle şarkan giden yolları ta’kıb ederek Çad Gölü civarına ve bilhassa Sudan-ı garbi ve Nijerya havzasındaki memalik-i müttesi’anın başlıca bir ticaretgahı olan Kano beldesine müteveccihen hareket ederlerdi. Bu iki istikamet üzerinde MerzukKavar ve Gadamis-Gat-Air mevkileri birer kervansaray noktalarını teşkil ederlerdi. Bu kervansaraylarda yorgun develeri dinlendirmek ve yeni develer tedarik etmek ve yolcuların erzak ve mühimmat-ı seferiyyelerini tedarik etmek için kavafilin tevakkuf ve aram etmeleri yüzünden birer merakiz-i ticaret halini almışlardır. Canet mevkii ise Gat’tan Kano’ya giden tarik-ı müstakım üzerinde olmayıp Gat’tan Temassinin kuyusuna ve Tintarabin vadisine doğru garben büyük bir inhina hasıl eden ikinci tarik-ı ticaret üzerinde vaki’dir. Sahra mıntıkalarında birçok seneler kendini beklettiren yağmurların nedretinden dolayı Gat ile Air beynindeki şarkı tarikte suların fikdanı kafileleri birçok zamanlar garb yolundan harekete mecbur ettiği cihetle tüccar ve deveciler de bu suretle Canet’te bir müddet aram ederler. – Canet’in bizim dereceye kadar Tevarıklardan ve bunların hal ve vaz’iyet-i hazıralarından bahsetmek lazım gelir. Tevarıklar başlıca iki kısma ayrılır: Şimal Tevarıkları Cenub Tevarıkları; Şimal Tevarıkları iki büyük kabileden mürekkebdir: Haggar Tevarıkları Ezgar Tevarıkları. Haggar Tevarıkları’inci arz ve larından başlayarak şimale doğru devam eden büyük İgargar vadisinin garb tarafında ve Tuat ve Tidikelt nevahisinin kısm-ı cenubisindeki arazide hayme-nişin ve seyyar bir haldedirler. Fransızlar Tuat’ı zabt ve işgal ettikten sonra daima yağma-girlik ve çapulculuktan fariğ olmayan Tevarıklar Tuat kura ve nevahisini de rahat bırakmamaya başlamışlar ve nihayet Fransızlar da Haggarları te’dib maksadıyla yağmacıları ta’kıb ederek Haggar cibalini de istila etmişlerdir. O zaman vuku’ bulan ve netice-i kat’iyyeyi gösteren müsademeyi müteakib Haggarlar Fransa’ya itaate mecbur olmuşlardı. Ancak reisleri olan Şeyh Eteyssi Fransa tabiiyetini kabul etmeyerek terk-i vatan etmiş ve senesi davetim üzerine Gat civarına ailesi ve bazı efrad-ı kabilesiyle beraber hicret etmişti. Fransızlar öteden beri Haggarlar’dan husumet ve Ezgar Tevarıklarından hüsn-i kabul görmüş olduklarını disinin şarkından Tassili ve Gat civarı ile Fizan’ın kısm-ı garbisine kadar olan arazide sakindirler. Ezgarlar tarihinde hükumet-i Osmaniyye’ye arz-ı itaat ve taleb-i himayet ederek Gat şehrine bir bölük asakir-i Osmaniyye’nin ikamesini taleb etmişlerdir. O zamanlar –Sahra kabaili beyninde her vakit görülegeldiği üzere– Ezgarlarla Haggarlar beyninde zuhur eden azim nifak ve şikaktan dolayı yedi sene kadar devam eden tarafeyn gazve ve müsademelerinde Ezgar mağlub olmuş ve akıbetü’l-emr Haggarlar yedi yüz kişi hecin-süvar ile Ezgar’ın son ilticagahı olan Gat’a kadar hücum ederek Gat şehri surları dibinde Ezgarları duçar-ı hezimet etmiş olması üzerine o zaman Haggar şeyhi olan Ahnouhen hükumet-i Osmaniyye’ye müracaat ve dediğim gibi himayet taleb etmişti. Bu vak’a üzerine umum Ezgar Tevarıkları taht-ı tabi’iyyet-i Osmaniyye’ye girmiş ve Haggar ile Ezgar beynindeki muharebata da nihayet verilmişti. Ezgar arazisi dahilindeki bilcümle kura ve kasabat ki Gat el-Bereket Canet’ten ibarettir. Bunlar da bit-tabi’ Hükumet-i Osmaniyye’ye aid kalmışlardır. Yalnız bu kura ve kasabattan Gat merkez ittihaz olunarak kaymakam ve bir bölük asker burada ikame olunmuş diğer iki karye şeyhleri vasıtasıyla idare olunmuştur. Hükumet-i Osmaniyye Afrika ve Asya’nın uzak mahallerindeki memalikinin birçok mahallerinde olduğu gibi burada da hakimiyet-i fi’liyyesini te’yid edecek vergi ve tahrir-i nüfus vesaire gibi şeyleri de ihmal etmişti. Hatta Gat’ın ilk vergisini’de ben ilk defa olmak üzere bila-istizan tarh ve tevzi’ etmiştim. Bu beldeler ahalisi kendi şeyhleri ile Tevarık kabaili ise ayrıca şeyhleriyle idare olunurlar. Çad gölü civarı ve Sudan-ı garbi ve Nijerya cihetlerine kafileler gitmeye başladığı zamanlardan yani pek kadim zamanlardan beri Tevarık rüesasınca gelen ve geçen kavafil-i ticariyyeden yolcu ve seyyahlardan avaid nev’i-ma toprakbastı hakkı almak usulü vardı. Gat’ın işgali ve Gat kazasının teşkilinden sonra bu adet-i seyyi’enin ilgası lazım gelirken maatteessüf bunda gaflet olunmuş ve fena neticeleri görülmüştür. Bu avaidi de en evvel ben’te ilga etmiştim. Gat’tan ve Ezgar arazisinden geçmekte olan tüccar ve seyyahin mensup oldukları memleketlere ve vatanlarına göre Tevarık rüesası arasında taksim olunmuşlardır. Mesela Trabluslu bir tacir bir şeyhe ava’id-i maktu’asını veriyorsa Gadamisli bir tacir diğer bir şeyhe avaid verir. Ve aynı suretle bir İngiliz seyyah bir şeyhe avaid verirse Alman bir seyyah da diğer bir şeyhe avaid verir. İşte bu suretle Fransız seyyahini de Ezgar kabilesi şuubatı arasında en ziyade kesretli olan Ouraghen’lerin şeyhine avaid verenlerdir. Bu suretle Fransız misyonerleri torbalarla sinkobeş franklık sikkenin oralardaki yahate muvaffak olmuşlar ve Tassili cibalinin yüksek yaylalarını keşfe muvaffak olmuşlardır. Bu misyonerlere rehberlik ederek avaid alan Ezgar meşayihi Fransızların amal-i istilacuyanesine tamamen bigane olarak paralarını kabul etmişler ve ancak son senelerdeki kuvvetli müfrezelerin artık avaid vermekten müstağni olarak tüfenklerinin kuvvetiyle tehdidkarane bir surette zuhur etmeleri üzerine gözlerini açabilmişlerdi. gar arazisini seyahat edenlerden en meşhurları şunlardır: lerin göstermiş olduğu hüsn-i kabul avaid sebebiyle Fransızlara yukarıda dediğim gibi Ezgar dostluğu fikrini ilka etmişti. Fakat senesi Furo Tassili cibalinin cenub tarafına geçerek Admar ovasına indiği zaman Admar ovası dahilindeki Ezgarlardan Eménén kabilesi duçar-ı telaş olmuş ve Furo Canet’e uğradığı zaman Canet şeyhi de Gat’a gelerek hükumet-i mahalliyyeyi işten haberdar etmişti. Hükumet-i mahalliyye oraya bir sancak keşide ederek Canet’i askerce işgal etmek fikrine düştü ve bu hususa talip bir zabit olup olmadığını Receb Paşa aramaya başladı. Üç yüz yirmi Evvela Trablus’ta benim cenuba müteveccihen harekete hazırlandığımı haber alarak Fransız Kavar’ı işgal etmek niyetinde olduğumuza hükmettiler ve daha ben Fizan’a vasıl olmadan evvel Zinder’deki Fransız müfrezesi cebri yürüyüşle şimal-i şarkıye doğru çıkarak Kavar’ı işgal etti. Sonraları bizim hareketimizin Canet’i işgal maksadıyla olduğunu anlayınca Fransızların bizden daha evvel hareket edecek vesait-i müstahzaraları olmadığı ve ben Fizan’a vasıl olmuş bulunduğum için zamanın kendilerine müsaid olmadığını görerek işin tarafeynden müteşekkil bir hey’et-i muhtelite ma’rifetiyle tedkık olunması şartıyla bizim işgalimizi men’ ettirdiler. Ve bu maksadın istihsali uğrunda bir nümayiş-i bahri icra edeceklerini ve Midilli vak’asını tecdid eyleyeceklerini ve ben de Gat’ta emr-i ahire intizaran şimdilik Canet’i işgal etmemekliğim emrini aldım. İşte o günden i’tibaren bir Canet mes’elesi de hudus etti. Gat’a vusulümden bir müddet sonra Tugurt mevki’i kumandanı olan yüzbaşı Tushar kuvvetli bir müfreze-i askeriyye mir alarak sür’atle avdete mecbur olmuştu. O günden şimdiye kadar bu mes’ele sürükleniyor ve böyle sürüklenmekte olmasından ise Fransızlar –aşağıda söyleyeceğim sebeplerden dolayı– istifade ediyorlar. Yüzbaşı Tushar’ın ric’atinden sonra ve ben orada bulundukça Fransızlar Admar ovasının garb taraflarına kadar yanaşmışlar ve hiçbir mahalde yerleşmeyerek avdet etmişler ise de Canet’e hiç uğramamışlardı. Ancak senesi Mayıs ve Haziran’ı esnasında ki ben o zaman Fizan meb’usluğuna artık kabul olunmuştum Fizan’dan aldığım bir telgrafta bir Fransız müfreze-i askeriyyenin vehleten Canet’e duhulü ihbar olundu. Fakat Bab-ı Ali şiddetle Fransa’ya müracaat etti ve Fransa’nın da o zamanki bize karşı vaziyeti işi büyütmeye müsaid olmadığından hemen o müfreze geri aldırıldı. Bu vak’ayı o zaman Tasvir-i Efkar’a yazdırmıştım. Orada mufassal makaleler vardır. Arzu ederseniz Tasvir’in o zamanki numaralarını arayınız. Şu hikaye ettiğim hadise üzerine hükumeteyn beyninde –işin hall u faslı nihayet buluncaya kadar– bir tedbir-i muvakkat olmak üzere Canet’ten geçecek kavafil-i ticariyyenin Canet’e kadar asakir-i Osmaniyye tarafından ve ordan öteye Fransız müfrezeleri tarafından himayeleri tekarrür etmiş ve tarafeyn beyninde Canet bi-taraf bir nokta-i telakı olarak kalmıştır. – Fransızların Canet’e aid maksadları umumi bir maksadın bir fer’ini teşkil eder ki o da Afrika-yı Şimali Fransız müstemlekatını Kongo Fransız müstemlekatına en kısa tarik-ı berriden rabt etmektir. Cezayir Fransız müstemlekatı dudu cenubunda Haggar arazisine kadar müntehi olur. Bu cenubda Nijerya havzasına müntehi olur ki Air ve Zinder/ Jindir mevaki’-i askeriyyesi de dahil olmak üzere Fransız Sudan müstemlekatı dairesidir. Binaenaleyh Cezayir’i Kongo’ya rabtetmek için bu noktaları ta’kıb ederek evvelen cenuba ve sonra da Zinder’den i’tibaren şarka teveccüh etmek ve Çad gölünü şimalden dolaşarak Kanem ve Vaday tarikıyle Kongo’ya gitmek lazım gelir ki tabii pek uzun bir hatt-ı muvasaladır. Fransızlar biz-zarure şimdiye kadar bu hattı ta’kıb ediyorlardı. Fakat öteden beri Bahr-i Sefid sahilinden Kongo’ya gitmek üzere en kısa hatt-ı muvasalayı te’sis etmek maksadını ta’kıb ediyorlardı. Fransızların fikrine nazaran bu hatt-ı muvasala şöyle te’sis olunacak: Gabes – Temassinin – Canet – Jebado – Kavar – Kanem – Vaday – Kongo. İşte görülüyor ki bu hatt-ı muvasala bizim garb ve cenub-ı garbi ve bilahare de tamamen cenub hududlarımıza adeta mülasık ve hududlarımızı tazyik eden bir hattır. Yukarıda söylediğim gibi daha biz Trablus’tan hareket eder etmez Fransızlar Kavar’ı işgal etmişlerdi. Sonra da Canet’in muvakkat bi-taraflığını bize kabul ettirdikten sonra hemen Temassinin mevkiini yeniden işgal ettiler ve benim Gat’tan evvelce vaki’ olan ihbaratıma rağmen fi Temmuz ve Ağustos senesi evanında bizim nümayişlerimiz patırtılarımız arasında Gat’ın şimal-i garbisinde vadi-i Lehzi mevkiinde de bir bölük blockhaus vücuda getirdiler. Bu mevkii vücuda getirmek için teşebbüs edeceklerini ben üç yüz yirmi dört nisanında haber alarak hükumetimi ikaz etmiştim. Fakat dediğim gibi gürültüden bil-istifade Fransızlar hem Canet’e bir hatve yaklaşmış oldular ve hem de Ezgar arazisinde hakimiyet-i fi’liyye eserini te’min etmiş oldular. azim hatt-ı muvasala üzerindeki menzil noktalarından elde edilmesi lazım gelen yalnız Canet ile Jebado ve Vahi kaldı. Fransızlar Jebado ve Vahi’yi henüz fiilen işgal etmediler fakat senede birkaç defa müfrezeleri o civarlarda keşfiyat icra eder. Ve hatta senesinde orada Ezgar Tevarıklarıyla da oldukça mühim bir müsademe de ettiler. Fransızlar bu fikir ve maksada binaen bizim Trablusgarb hinterlandımızı Tassili ve Tummo silsile-i cibalinin şimaline kadar kabul etmekte musırrdırlar. Ve Trablus’un cenubunu böylece bi-muhaba kesip almak hususunda İngiliz-Fransız da’yı müteakib Afrika’daki münaziün-fih olan mesaile tealluk eden bu i’tilafnameyi dikkatle mütalaa edecek olursanız Fransızlara bu hususta hiç hak vermez. Fransızların bu hatt-ı muvasala te’sis fikrine inzimam eden derece-i taliyyede bir fikir ve maksad daha vardır ki o da sahra ticaretinin mecrasını Tunus’a ve Gabes’e tahvil etmektir. Şimdilik Trablus’tan Afrika’nın vasatına müntehi olan en mühim hatt-ı ticaret Gat’tan çıktıktan sonra Air ve Zinder tarikıyle Kano’ya giden hatt-ı ticarettir. Kano bugün Afrika’nın Londra’sıdır. Bu ticareti icra eden bizim Trabluslu ve Gadamislilerimizden eba ve ecdaddan müntakil bu zahmetli esfara alışmışlardır. Fransızlar evvela İngiliz Kano’suna karşı Fransız Jindir’ini ihya ederek rekabet etmek istedi. Bu teşebbüste mağlub oldu diğer taraftan Tunusluları Trablus tüccarlarıyla rekabet ettirmek ve bu suretle Tunus’la Nijerya arasında bir amed ü şod hasıl ettirmek istedi bunda da mağlub oldu zira Tunuslular bu zahmetli Sahra seferini göze aldıramadılar. Sonra Sahra ahalisinden ma’dud olan Tuatlıları Kano’ya gitmeye teşvik etti hatta mühim sermaye vererek ileri sevk etmek istedi bu da uzun boylu bir netice te’min etmedi. Yalnız Trablus ve Gadamisliler Sahra ticaretinin bütün mehalikine katlanan yegane bir unsur-ı ticaret olarak kaldılar. Şimdi şu son senelerde ta’kıb ettiği tarz-ı hareket bir yandan gerek kabail-i vahşiyyesiyle ve hatta gerekse asakir-i muntazama ve jandarmasıyla bizim tüccar kafilelerimizi vurmak ve yağma ettirmek diğer taraftan ise Kano’dan avdet etmekte olan tüccarımıza yolların adem-i emniyyetinden dolayı Tintarabin tarikıyle doğruca Temassinin ve Gabes tarikını ta’kıb edecek olursa hem kafilelerini askerle muhafaza edeceklerini ve hem de bir taraftan da gerek geçecekleri mahallerin ve gerekse Gabes’de her türlü rüsumdan ma’füv tutulacaklarını tebliğ ederek bu tarikı ihyaya çalışıyorlar. Tabii Canet’i de elde edecek olurlarsa artık Air’den Gabes’e gidecek kafile yolu da tamamlanmış olacak ve menzilleriyle esbab-ı istirahatiyle bizim yollarımızla rekabet edecektir. Daha şimdiden birkaç tacirimiz Gabes yolunu ihtiyara mecbur olmuşlardı. Fakat ben Gat’ta en ziyade Fransızların bu maksadını ta’kım edecek esbaba tevessül etmiş ve hecinli müfrezeler teşkil ederek yolları muhafazaya sarf-ı gayret etmiştim. Bugün de en ziyade çalıştığımız bu cihettir. Fakat Canet’in her halde bizde kalması şarttır. Canet yukarıda dediğim gibi bize siyaseten ve idareten merbuttur. Ve bu merbutiyet Ezgar’ın bize tabi olduğu tarihten beri mevcuddur. Canet meşayihini Gat kaymakamı ta’yin eder ve Canet’in bütün deavisi Gat mahkeme-i şer’iyyesinde görülmektedir. Gat’ta o zamandan beri bir vergi tarh edilmemiş olduğu ancak benim me’muriyetim zamanında ve öşür vermemiştir. Ve Fransızların da Canet üzerinde hiçbir hakk-ı fetih ve işgal iddia etmeye hakları yoktur. Zira oraya gelen Furo sivil bir kaşif olup oradan geçmiştir ki bu gibi ahval Afrika’da her vakit olan şeylerdendir. Bizim “ofisimiz” İngiltere’nin İran’a verdiği “ultimatom” hakkında şimdiye kadar beyan-ı fikr etmemiştir. Yalnız ara sıra vekayii hikaye ediyordu. Hatta bazen vekayiin hikayesinde lüzum görmüyordu; mesela geçenlerde Osmanlı ve bütün dünya matbuatına aksettiği halde muhterem “ Tanin ” o “vakıa”nın müşahedeye bile değerini bulmadı!.. Lakin; nihayet geçen salı çıkan nüshası her nedense İran mes’elesine bir başmakale tahsis eylemiştir. Biz bunu mal bulmuş mağribi gibi sevinerek hemen aşağıya naklediyoruz: “İran’da muntazam ve kuvvetli bir idarenin adem-i mevcudiyyeti bizce rahatsızlığı mucib olduğu meydandadır. Hududlarda asayişi te’min etmek için asker bulundurmaya mecbur olduğumuz gibi Osmanlı şehbenderhaneleri ve Osmanlı tebeasının hukukunu muhafaza için de şehbenderhanelerimizde ufak birer muhafaza müfrezesi beslemeye lüzum hissediyoruz. Bütün bunlar bit-tabi’ bizim için badi-i memnuniyyet ahval değildir. “İran ile aramızda asırlardan beri revabıt-ı iktisadiyye ve siyasiyye mevcuddur. Aynı zamanda her iki devletin birer devlet-i İslamiyye olması bu rabıtaların da fevkınde kuvvetli bir samimiyeti icab eder. Binaenaleyh İran’da sükun ve intizamın te’sisini terakkınin husulünü pek çok arzu eyleriz. Bundan başka İran’ın hükumet-i Osmaniyye aleyhinde hiçbir fikr-i husumet ve tecavüz beslememesi her halde İran’ın kuvve-i askeriyyesi hükumet-i Osmaniyye’nin kuvve-i askeriyyesi derecesine gelebilmek için pek çok senelerin güzeranı emniyyette olduğu da kabil-i inkar değildir. Cenubdan İngiltere’nin hissesini alması demek olacağı cihetle Bayezid’dan i’tibaren Basra Körfezi’ne kadar binlerce mil mesafede Rusya ve İngiltere münasebat-ı dostanemiz pek kuvvetli olduğu meydanda ise de her halde doğruyu söylemek icab ederse şark hududumuzda böyle iki kuvvetli komşu görmek bizim hoşumuza gidecek hadiselerden addolunamaz. “İşin içinde başka bir nokta daha var. Şark hududumuzda koca bir Azerbaycan kıt’ası bulunuyor. Bunun makarrı olan Tebriz üzerinde bir aralık Osmanlı sancağının da mevcelenmiş olduğu bugün ancak bir hatıra-i tarihiyye kabilinden yad edilse bile el-an mevcud ve gayr-ı kabil-i inkar bir hakıkat bir “vak’a” var ki onu bir hatıra-i tarihiyye gibi hayal nev’inden addetmek imkan haricindedir. Bu hakıkat Azerbaycan Türkçesi ile Azeri lehçesi ile Osmanlı lehçesi arasındaki karabet o kadar kat’idir ki birbirimizin lisanını pek kolaylıkla anlayabiliriz. Hatırat-ı tarihiyyeyi birer masal gibi la-kaydane dinlemek kabil olsa bile bizimle aynı kana malik olan bizim lisanımızı söyleyen kan ve din kardeşlerimizin hal ve akıbeti karşısında la-kayd kalmak nasıl kabil olur?” Kat’iyen kabil olmaz. Bu inkarda Tanin ile tamamen müttehidü’l-fikriz ancak bu suali müteakib refik-i muhteremimiz “Bu gibi mesail gayet nazik ve mühim olduğu cihetle bunlardan na-be-mevsim olarak bahsetmekteki mazarratı takdir ederiz ve bu gibi işlerin gazete sütunlarından ve miting yerlerinden ziyade diplomat kabinelerinde halledileceğine kani’ bulunuruz.” Ah işte burada fikirler inkısama uğruyor. Bizce boğazı sıkılan adamın ses bile çıkarmaması artık tamamen ölmüş olduğuna en kat’i bir delildir. Bir de hakimiyet-i milliyyeden en çok bahseden muamelat-ı kırtasiyyeye en ziyade düşman geçinen demokrat ve liberal Tanin’in bu derece “bürokrasi” müdafi’liği neden icab etti? Eğer her şey diplomat ve minister kabinelerinde halledilip bitecekse efkar-ı umumiyyeye hürriyyet-i kamile hürriyyet-i ictima’a… hasılı meşrutiyete ne lüzum var?.. Muhterem Sabah da “miting”den pek hoşlaşmamış: Cumartesi günkü pek uzun bir başmakalesi mitingte söylenen nutuklara epey dolambaçlı yollardan verilmiş cevabımsı bir şeydir. Bir tarz-ı alimane ile yazılmış bu makale nısf-ı evvelinde hat-ı fecayi’i anlattıktan sonra Rusya ve İngiltere’nin rollerini şöyle hülasa ediyor: “Bu ahval muvacehesinde Rusya ile İngiltere’nin uzaktan seyirci kaldıklarını zannetmemeli: Her ne kadar Petersburg nin İran’daki me’murları millet-i İraniyye’nin bu dahili işinde fırkalarla gayet sıkı münasebatta bulunmaktan çekinmemişlerdir. Bütün bu vukuat esnasında İngiliz me’murları hürriyet-perverlerin Rus me’murları da muhafazakarların – daha doğrusu mürteci’lerin– harekatı üzerine büyük te’sir hasıl etmişler adeta onları tahrik ve teşvik eylemişlerdir. Hürriyet-perverlerin muvaffakıyeti de İngilizleri muhafazakarların muvaffakıyeti de Rusları sevindirmiştir. Bununla beraber gatta bulunmaktan; yahud İran hükumetine müttehidü’lme’al notalar i’tasından da hali kalmamışlardır.” Bu vekayii mitingte Ahmed Bey’in nasıl izah ettiğini kari’lerimiz elbette hatırlarlar: Evet İngilizler hürriyet-perverlerin muvaffakıyetinden seviniyorlardı lakin makalede zannedilmek yahud zannettirilmek istenildiği gibi hürriyet-perverler sayesinde İran dirilsin kuvvet toplasın müstakil olsun diye değil asla değil belki gürültü ve karışıklık daha ziyade artsın da biz kolaylıkla müdahaleye ve taksime yol bulalım diye idi. Rusların muhafazakarları İngilizlerin hürriyet-perverleri tutuşu bir tanışık döğüşünden ibaretti. İşte onun de müttehidü’l-me’al notalar veriyorlardı. Sabah makalenin sonlarına doğru mevzuu tevsi’ ederek umumi bir kaide adeta bir düstur-ı siyasi vaz’ eyliyor: Hülasa olarak deriz ki bir millet kendi selametini hiçbir zaman haricden gelecek bir imdada rabtetmemelidir. Asayiş hemen iade edilir ve –hiçbir tarafı gücendirmemekle beraber– hariçten müdahaleye mahal olmadığı memleketin hal-i sükunuyla irae olunursa maksad hasıl olur. Almanya’nın şimdiki politikası bir müzaheretten ibaret bulunduğundan ranlı kardeşlerimize karşı beslediğimiz samimi muhabbet bizi bir kere daha şurasını beyana mecbur eder ki İran’ın selameti her zaman –fakat her zamandan ziyade belki şimdi– Bu mütalaa o kadar umumi ki “İran” ve “İrani” yerine “Türkiye” ve “Türk” konularak “Devlet-i Osmaniyye”ye hitaben de ayniyle söylenebilir. Kim bilir belki muharririn maksadı da “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla!”dır. Bununla beraber eğer hatıramız aldanmıyorsa aynı sütunlarda birkaç defalar hatta birçok defalar harici müzaheretlere mesela Devlet-i Osmaniyye’nin Avrupa mecmua-i düveliyyelerinden birine İngiltere ve arkadaşlarına okuyunuz! Avrupa matbuatının mütalaatı bit-tabi’ yek-ahenk değildir: Alman ve Avusturya ceraidi şiddetle mu’teriz; Fransızlar İngilizlere peyrev İngiliz matbuatının hakıkı hürriyet-perverleri na-hoşnud Ruslar mevcud i’tilaf ve müşavereye rağmen ürkmüş... İngiliz ve Ruslardan birer misal alalım. Manchester Guardian diyor ki: “İngiltere’nin cenubi İran teşebbüsatı şimalde Rusların harekat-ı gasıbanelerini tevsie hizmet edeceğinden korkulur. benziyor. Zaten cenubi İran’da adem-i asayişin devamı Rusya siyasetinin semeratıdır. İngiltere Rusya’dan ayrılıp müstakil bir siyaset ta’kıbine kalkışırsa İran ahvali sür’atle kesb-i salah eyler.” Novye Vremya İngilizlere cevap verir gibi homurdanır: “İngilizlerin şikayetlerine rağmen şu muhakkaktır ki cenubi reti seneden seneye terakkı etmektedir. Geçen beş ay zarfında ki İngiltere’nin şimdi kullanmak istediği şedid vasıta İngilizlerin cenubi İran’daki duçar oldukları zayi’at-ı hakıkıyyeden münbais değildir. Hem bu ma’lumatı biz değil Times’ ın Tahran muhbiri kendi gazetesine veriyor.” Zaten hep böyledir: Bir devleti taksim etmek isteyen devletler son demde birbirini parçalayacak hale gelirler; tıbkı bir kemik üzerinde hırlaşan köpekler gibi. – Alem-i İslam’ın kısm-ı a’zamını taht-ı hükm ü esaretinde tutan İngiltere’nin kuvve-i askeriyyesi hakkında bir fikir edinmek müslümanlar nevralarında hazır bulunan Alman meşahir-i münekkidin-i askeriyyesinden Miralay Gerke mezkur orduya şöyle bir kıymet biçiyor: “İngiltere ordusu Avrupa düvel-i muazzamasından başkalarının ordularıyla mukayese olunursa pek aşağı kalır. Avrupa muharebat-ı berriyyesinde ciddi iş göremez. İngiliz ordusu müstemlekat işlerine mesela Hindistan’da bir kıyamın bastırılmasına “Tibet”e sevkiyat icrasına hülasa gayr-ı medeni akvam ile kavgaya iyi yarar. Çünkü bu muharebatta kanlılık cür’et ve akıllılık lazımdır. Lakin büyük kıtaat ile muntazam müteavin harekata ki büyük muharebeler için elzemdir İngiliz ordusu hazırlanmamıştır. Son manevralarda her tabur kendi kendine hareket etti. İngiliz ordusu ayrı müstakil taburların bir araya toplanmasından tere’de askerlik terakkı etmemiştir. Zamanımız usul-i harbine ordusunun mikdarca azlığını da ilave edersek şu netice-i muhakkakaya vasıl oluruz: “İngiltere berri bir devlet-i harbiyye olmak haysiyetiyle haiz-i ehemmiyyet değildir.” Rusya: Rusya’da gayr-ı Rus akvamın kanuni ve gayr-ı kanuni olarak hukukundan bir kısmı tenkıs edilmiş bir haldedir. Rusya ahalisi tam hukuklu Ruslar ve nakıs hukuklu gayr-ı Ruslara münkasemdir; yani Rusya ahalisi hukukça müsavata malik değildir. Ameli tahdidat-ı hukukıyye kanunisinden daha ziyadedir. Son gelen Tatar gazetelerinden görüyoruz ki Demiryollar Nezareti Rusya’da demiryollar umuru ayrıca bir nezarete mevdu’dur gayr-ı Rus me’murları sırf gayr-ı Rus oldukları sizlikten bahseden bir Tatar refikımız şöyle diyor: “Rusya’da gayr-ı Rus milyondan fazladır. Bunları umum ahaliye müşterek olan demiryol me’muriyetlerinde medar-ı ma’işet bulmak tarikı seddolunuyor demektir. Gayr-ı Ruslar bu gibi muamelatı şimdilik yüreklerinde saklamaya mecburdurlar lakin müstakbelde bunun için Rusya Hükumeti’ne teşekkür etmezler: Milletlere zulüm iki tarafı keser bir bıçaktır.” – Kazan vilayetinin sırf müslümanlarla meskun bir sancağında geçen sene bir misyoner cem’iyeti açılmış idi. Cem’iyetin bu seneki ictima’-ı umumisinde Çar’ın tebrik-namesi okunmuş ve bir senelik sa’yinin semeresi ihtida etmek üzere bulunan bir Rus karısını men’ eyleyebilmek ve bir de kıyamet günü hakkında beş yüz kuruşluk risale bastırıp dağıtmaktan ibaret olduğu görülmüştür. Çar’ın tebrikine cidden liyakat kesbetmişler Sıratımüstakım Teşrinievvel’in’inci günü Edirne’de Selimiye Cami’-i Şerifi’nde imam-ı evvel Hafız Suzi Efendi hazretleri tarafından huzur-ı hümayun-ı hazret-i hilafet-penahide kıraat olunan ve cami’-i şerif-i mezkurda bulunan Siroz müfti-i sabıkı Fethullah Efendi-zade Es’ad Beyefendi tarafından zabtedilip risalemize ihda kılınmıştır: Pek azımızın ancak haberi vardır ki şu günlerde yirmi beş milyon dindaş ve nesildaşımız i’dam-ı milli tehdidi altında bulunuyorlar. Kurtulup kurtulmadıklarından haberimiz yok; çünkü Mösyö Brisson’ın ilk yevm-i riyasetinde ne biçim elbise giydiğini Sırp veliahdının derece-i harareti mi mi olduğunu tafsille haber veren “Osmanlı” “Milli” ve “İstanbul” telgraf ajansları; istikbal-i millimizi tehdid eden bu azim vak’aya dair kelime-i vahide bile iş’ar etmediler gündeliklerimizden hiçbirisi bu afeti işitmişe benzemiyor. Eğer menafi’-i hakıkıyye-i milliyyemizi anlar ve biraz yarını düşünebilir bir halk olsa idik Türk milletinin geçirmekte olduğu feciayı pek yakından ta’kıb eylemiş olurduk... Rusya hükumeti müslüman-Türk tebeasının din ve milliyetini yavaş yavaş izaleye hizmet edecek mekatib-i ibtidaiyye teşkilatını iki üç seneden beri hazırlayıp gelmekte ’inci günü açılan Duma Meclisi’nde ilk iş olarak müzakeresine başlandı en son gelen Petersburg ceraidinde müzakerenin nihayeti ve neticesi henüz mevcud değil. Fakat gerek Duma’nın teşkilatından gerekse bu satırları yazıncaya kadar okuduğumuz nutukların müfadından anlaşılıyor ki hak ve adalet tarafdarları galebe edemeyeceklerdir. Duma Meclisi Rusya’da sakin yirmi beş milyon Türk-müslüman kardeşlerimizin milli mekteplerini mahv ederek Türklük kitle-i muazzamasının en mühim bir parçasına hükm-i i’dam verecektir… Mekatib-i İbtidaiyye Kanunu’nun Rusyalı müslüman-Türklerin hayat-ı milliyyelerini tehdid eden belli başlı nukatı şunlardır: Açılacak mekatib-i ibtidaiyyede lisan-ı tedrisi ancak Rusça olacaktır. Mekatib-i ibtidaiyyenin muallim ve muallimeTARIH-İ TE’SISİ Temmuz Kasım Beşinci Cild - Aded: leri mutlaka Hıristiyan-Ortodoks olacaktır. Mekatib-i ibtidaiyyede ta’lim ve terbiyenin hedefi şakirdleri Rus milliyeti ruhunda büyütmektir… Rusyalı müslüman-Türkler milliyetleri aleyhine hazırlanan bu hücum-ı müdhişi evvelden haber alarak kuvvetleri nisbetinde müdafaa-i mevcudiyyete hazırlandılar. Birkaç senedir matbuat rical-i siyasiyye ulema ve münevveran mekatib-i ibtidaiyye-i milliyyenin muhafazası ve mekatib-i resmiyyeye lisan-ı millinin idhali için muktezi tedabire dair müzakerat-ı dur-a-durda bulundular. Bu müzakeratın en muahharı Duma’nın küşadından bir hafta evvel Orenburg şehrinde in’ikad etmiş üç bin kişilik büyük bir ictimada vukua geldi. İşbu ictimada iki meb’us birçok ulema vardı. Orenburg Ahundlarından Ebu Bekir Kabkay hazretleri ictimaa riyaset eyledi. Kazan meb’usu Sadreddin Maksudi Efendi’nin ki Paris Darü’l-fünunu hukuk şu’besi mezunlarındandır rine üç saat müzakereden sonra mukarrerat-ı atiyye ittihaz olundu: Yeni vaz’ olunacak Mekatib-i İbtidaiyye Kanunu’nun mekatib-i hususiyyeye dair kavaidi bizim dini ve milli mekteplerimize teşmil olunmasın; Evlad-ı İslam’dan şakirdi bulunan bil-cümle mekatib-i resmiyyede dinimiz ve dilimiz mutlaka okutulsun; Mekatib-i mezkurede Rus lisanından maada derslerin cümlesi talebenin milli diliyle tedris olunsun; Müslüman şakirdlerin ta’lim-i dinisine ta’lim-i lisan-ı millisine terbiye-i ahlakıyye ve diniyyesine müteallik din ve lisan-ı milli mualliminin ta’yini mektep meclisine a’za ta’yini okutulacak kütüb-i İslamiyye’nin intihab ve tasdiki gibi mesail idare-i ruhaniyye-i İslamiyyelerle bi’l-müzakere tekarrür ettirilmek suretiyle halledilsin. tidaiyye komisyonu reisine ve payitahtın mu’teber ceraidi Yukarıdaki dört nokta Rusya’da sakin Türk-müslümanlarının mekatib-i ibtidaiyye kanun-ı cedidi hakkında iki üç seneden beri devam eden müzakerelerinin netice-i mukarreresi addolunabilir. Bu cihetle Rusya müslümanlığının kanun-ı mezkura karşı aldığı vaziyeti gösteriyor demektir. Ve bu nokta-i nazardan pek mühimdir. Rusyalı kardeşlerimizin bahsetmekte olduğumuz Mekatib-i diklerini ve bunun bila-ta’dil tatbikinden ne kadar korktuklarını anlamak için salifü’z-zikr ictimadan üç gün sonra Orenburg’da münteşir Vakit gazetesinin yazdığı başmakalesinden bazı parçaları aynen aşağıya naklediyoruz: “Başımıza kara günler yaklaşıyor. Rus şovenleri elinde kalan üçüncü Duma bil-cümle müslüman çocuklarını dinsiz ana dilsiz milli ruhsuz mekatib-i resmiyyede ta’lim ve terbiye ettirmek yolunu hazırlıyor. Böyle mektepler Tatar oğlu yetiştiremezler müslüman da yetiştiremezler!.. “Eğer vakit geçmeden Duma ekseriyetinin kararını ta’dile muktedir olamazsak müslüman sıfatıyla neticeye başlayışımızın “Mes’eleyi Rus Hükumeti Rus milletinin ekseriyeti namına hallediyor. Bütün Rusya müslümanları bir ağızdan kendi menfaatlerini müdafaaya kıyam etmezlerse hiçbir netice “Bir milletin sesi işitilmez kendi başına yağan belalardan haberdarlığı bilinmez ise mikdarı velev yirmi yirmi beş milyon olsun onun arzu ve talebine aldıran olmaz. Eğer bütün millet birden söylerse sesi alemi titretir… “Şimdi artık milletimize söz söyleyecek vakit geldi yetti: Bize milli mektep din dersleri ve ana dili lazım mı mukaddes mi? Söylemeliyiz... Milli mektep ve ana dil talebi ve Volga sevahilinden Çin hududuna Kazan’dan Kafkaz’a kadar yayılmaz ise bu mukaddesatımızın lüzumsuzluğuna hükmetmiş olacağız… “İmtihan zamanı yaklaşıyor bakalım millet imtihanını nasıl verecek?” Evet biz de büyük Türk milletinin en fa’al ve en diri bir kısmı olan şimalli kardeşlerimizin imtihanını kalbimiz kasılmış nefesimiz tutulmuş bir halde bekliyoruz. Lakin o kardeşlerimizden biri çıkıp dese ki sizin meclis-i meb’usanınızda Osmanlı tebeası Rumlara Bulgarlara Sırplara alakadar mekatib-i umumiyye kavanini müzakere olunurken bu vatandaşlarınızın haric ez-hudud namdaşları ancak kalbi kısık nefesi tutuk beklemekle mi kalıyorlar? Yoksa bazı teşebbüsat-ı mü’essirede mi bulunuyorlar? Bilemeyiz bu suale pek muhıkk ve pek acı bir tekdir ve tevbih mündemic olan bu suale ne cevap bulabiliriz? Şiir ve hayalden başka hiçbir sermayemiz olmadığından Derd çok hem-derd yok düşman kavi tali’ zebun. mısra’-ı zelilanesi ile nefsimizi ve muhatabımızı avutmaya mı çalışıyoruz?.. – – Bizde büyük bir kusur vardır: Bizim arzumuz amalimiz mız iş ya mükemmeliyet ve fevkaladeliği ile bütün cihanı hayretlere düşürsün veyahud da hiç o iş yapılmasın. Zaten şu ikinci hal birincinin netice-i mantıkıyyesidir. Zira büyük ve fevkalade iş görmek için büyük ve fevkalade iktidar-ı maddi ve ma’neviye malik olmak iktiza eder. Halbuki bundan mahrum olduğumuzu maatteessüf i’tiraf etmek mecburiyetindeyiz… Sonra da büyük ve fevkalade iş göremeyince bütün bütün me’yus ve na-ümid oluyoruz ve hiç iş de göremiyoruz. Bizde elimizde bulunan ve el-yevm mevcud olan şeylerden istifade yolu kat’iyen düşünülmüyor. Biz yapalım. Yapamayınca elimizde bulunan ni’metlerden istifade etmek çaresinden de bütün bütün sarf-ı nazar ediyoruz. Misal olarak maarif-i ibtidaiyyemizi arz edebilirim: Bugün maarif-i ibtidaiyye mes’elesi bütün bütün unutulmuş gibidir. Zira biz istedik ki mekatib-i ibtidaiyyemiz Fransız mekatibi derecesinde mükemmel olsun. Unuttuk ki Fransızlar yalnız senesinde mekatib-i ibtidaiyye ebniyesi inşası böyle bir teşebbüs bizim iktidarımız haricindedir. İşte bundan dolayıdır ki mevcud mekteplerimizden bile sarf-ı nazar edilerek bunların ıslahı ikmali yolu düşünülmüyor. Halbuki bu yol düşünülürse maarif-i ibtidaiyyemiz birden bire Fransız maarif-i ibtidaiyyesi kadar ikmal ve ıslah edilmiş olmazsa da şimdiki ihtiyacatımızı def’ edecek derecede Filhakıka maarif-i ibtidaiyyenin ta’mim ve ıslahı için hangi avamil ve anasırın vücudu elzemdir? Mektep ne olduğunu neden ibaret bulunduğunu az çok düşünen bir zat bu suale cevap vermekte güçlük çekmez. Maarif-i ibtidaiyyenin ta’mim ve ıslahı için beş şeyin mevcudiyeti elzem olduğu aşikardır. Mekatib binaların mevcudiyeti Ahalide ilm u irfana temayül Etfalin mevcudiyeti Sarf edilen paraların kifayet edeceği Muallimlerin mevcudiyeti. Şimdi şu anasır ve avamili birer birer nazar-ı tedkıkten geçirelim; bakalım bunlar aramızda mevcud mudur değil midir? Aciz dört ay zarfında İstanbul’da bulunan bütün mekatib-i ye-i resmiyye ve hususiyyeyi dolaştım. Her birine dair ayrı ayrı tedkıkatta bulundum. Her mektebin hey’et-i tedrisiyyesine şakirdanın mikdarına ebniyesine ücret-i tedrisiyyesine aid ayrıca cedveller istatistikler yaptım işte şu cedavil ve istatistiklerin tedkıkinden hasıl olan netaic ve hakayıkı şurada vaz’-ı enzar ediyorum: Umum mekatib-i ibtidaiyyenin adedi dört yüze karib büyük bir yekun teşkil eder. Bil-farz İstanbul’da ahali-i müslimenin mikdarı beş yüz bin nüfus olmak üzere i’tibar edilecek olursa beher nüfusa bir mekteb-i ibtidai isabet eder ki bu nisbet memalik-i mütemeddinede müşahede edilen mikdar-ı nüfus ile aded-i mekatib arasında mevcud nisbete hemen hemen müsavi gibidir. Bir de diğer bir nokta-i nazardan tedkık edelim: Umum mekatib-i ibtidaiyye-i evkafiyye ve rüşdiyyede teallüm etmekte olan etfalin mikdarı .’a baliğdir. Şimdi İstanbul sekene-i müslimesinin mikdarı hakkında yukarıda kabul etmiş olduğumuz faraziyatı bu hususta da tatbik edecek olursak ve . nüfus arasında mekatib-i ibtidaiyyeye devam eden sıbyanın yekunu ahaliden on ikide birden fazla teşkil edemeyeceğini de yani .’yi tecavüz etmeyeceğini nazar-ı i’tibara alacak olursak sekene-i Darü’l-Hilafe etfalinin yüzde sekseninin mekatib-i ibtidaiyyeye devam etmekte olduğu görülür. Bu ise İstanbul’da maarif-i ibtidaiyyenin ne seviyede bulunduğuna bir mizan teşkil eder. Almanya Fransa Belçika ve İsviçre müstesna olduğu halde diğer Avrupa memalikinde tahsil-i ibtidai bu derece vasi’ değildir. Ve belki de birçok memalikte mesela Rusya İtalya Şimdi gelelim mekatib-i ibtidaiyye ve rüşdiyyedeki muallimlerin adedine; bunların yekunu’e baliğ oluyor. Yani takriben beher talebe başına bir muallim isabet eder. Halbuki memalik-i garbiyyede mesela en müterakkı ve en mütemeddin olan Fransa ve Almanya’da beher talebeye bir muallim isabet eder. Mekatib-i ibtidaiyyece ihtiyar olunan mesarife gelince mesarifin yekun mikdarı şehriye olarak kuruşa baliğ oluyor. Bu yekun ber-vech-i ati teşekkül ediyor: Maarif ve Evkaf Nezareti tarafından mekatib-i ibtidaiyye-i evkafiyyeye sarf olunan Mezkur mekatibde ücret-i tedrisiyyeden husule gelen Maarif Nezareti’nce zükur ve inas rüşdiyelerine sarf edilen Şimdi şu meblağ aded-i talebeye taksim edilecek olursa beher talebenin şehri on bir kuruş ve senevi yüz otuz iki kuruşa mal olduğu tebeyyün eder. Lakin bu mes’eleye dair sunuf-ı mekatib arasında büyük bir fark vardır. Şöyle ki: Mekatib-i ibtidaiyye-i evkafiyyede beher talebe şehri beş kuruşa mal olduğu halde mekatib-i rüşdiyye-i inasiyyede bir talebe ve mekatib-i rüşdiyye-i zükuriyyede bir talebe kuruşa mal oluyor. Şu halde bizde beher talebe senevi kuruştan kuruşa kadar bir meblağa mal oluyor demektir. Diğer memalikte ise bu mikdar frank ile frank beyninde tehallüf ettiği halde bu mikdardan yalnız muallimin maaşatı te’diye olunmayıp muallimin ve müteallimine mahsus ayrı ayrı kütüphaneler te’sis vesair levazım-ı tedrisiyyenin istikmaline de kifayet etmektedir. Halbuki İstanbul mekatib-i ibtidaiyye ve rüşdiyyelerinde bu gibi müessesat ve levazımattan eser bile yoktur. Mektep binalarına gelince: Ma’lum olduğu üzere mekatib-i rüşdiyye-i resmiyyeden kısm-ı a’zamı emakin-i emiriyyeye yerleştirilmişlerdir. Mekatib-i ibtidaiyye-i evkafiyye bu binalardan birçoğu müşrif-i harab olup kabil-i istifade bir halde değilseler de her merkezde o merkezde bulunan mekatib talebesini istiaba kafi binalar intihab edilerek cüz’i bir masrafla ta’mirat-ı lazıme icra olunduğu takdirde mükemmel ve kabil-i istifade bir hale ifrağ edilebilir. Yukarıda İstanbul ahali-i müslimesi beyninde maarif-i anasır kamilen mevcud ve müheyyadır. Yani İstanbul sekenesi maarife gayet mütemayil ve müncezib olduğu gibi bu emirde sarf edilen para ve mikdar-ı muallimin derece-i kifayede ve mektep binaları hazır ve amadedir; yalnız esas mes’ele işin şekil ve suretindedir. Yani kaffe-i vesait ve zemin müsaid olmasına rağmen bundan layıkı vechile istifade edilemiyor. İşte burada bu adem-i istifadenin sebeb-i asli ve hakıkısini bulmak için işin yalnız cihet-i maddiyyesini tedkık ceğiz. Acizleri dört yüze karib mekatib-i ibtidaiyyeyi devr ü teftiş eylediğim esnada mekatib-i ibtidaiyye-i evkafiyye ve rüşdiyye muallimininin ibraz-ı asar-ı hamiyyet ve fedakari etmekte ve bi-hakkın ifa-yı vazife eylemekte olduklarını bizzat müşahede ile muallimin-i merkumeyi tebcil ve takdir eyledim. Muallimin-i merkumenin yüz yüz elli ve fevkalade olarak tel nezafetten ari ve soğuk mektep köşelerinde sabahtan akşama kadar talebeyi ta’lim ve tedris ile iştigal eylemeleri almakta oldukları cüz’i maaş mukabilinde sade bir maişetle eser-i hamiyyet ve fedakari değil midir? Doğrusu bu gibi şerait-i gayr-ı münasibe tahtında ifa-yı vazifeye herkes muktedir olamaz. Faraza her gün Üsküdar’dan kalkıp saat dörtte Eyüp’e kadar gelerek vazifesi başında isbat-ı vücud eden darü’l-muallimattan neş’et etmiş ve senelerce yüz yüz on kuruş maaş mukabilinde muallimelik etmekte bulunmuş olan bir muallime nazar-ı insaf ile muhakeme edilsin. Cem’iyet-i ictimaiyyeye olan bu vazifesinden dolayı ne derecelere kadar izhar-ı asar-ı hamiyyet ve fedakari eylemekte olduğu inkar edilebilir hakıkatlerden midir? Bu muhaddere büyük bir hamiyet ve sadakatin timsal-i müşahhası yad edilmeye el-hak layık değil midir? Bir kere inas mekatib-i bunların her türlü vesait-i teshiniyye ve istirahatten mahrum oldukları ve talibat ve muallimat-ı İslamiyye’nin neler çektikleri görülür. Esna-yı devr ü teftişte bazı muallimlere tesadüf eyledim ki bunlar şeyhuhetleri hasebiyle iktidarsızlıklarını ekser vakitlerini çocuklarla birlikte imrar etmiş oldukları cihetle çocuklardan bir türlü müfarakat edemeyeceklerini müteessirane bir lisan [ile] beyan ediyorlardı. İşte bu bir hiss-i vazife ve san’attır. Bunu takdir eylemelidir. Mekatib-i mezkure hey’et-i ta’limiyyesi ekseriyetle vazife-şinas ve fedakardırlar. Vukuf ve ma’lumatlarına gelince bu mekatibde muallimlik edecek derecede vukuf ve ma’lumatları da vardır. Bunlar feza’il ve mehasin-i ahlakiyye ile mütehalli oldukları halde bu evsaf-ı mümtazelerinden layıkı vechile istifade olunamıyor. Çünkü usul-i tedris ve ta’lime bi-hakkın vakıf değildirler. Fakat bu kusur yalnız bunlara mı münhasırdır? Hayır bu mahzur mekatib-i Osmaniyye’nin cümlesinde mevcuddur. Darü’l-muallimin ve darü’l-muallimatta bile şimdiye kadar ahval-i tedrisin neden ibaret olduğu bilinemiyordu. Şimdi ise hamden sümme hamden bu mahzurun ref’i çaresine tevessüle karar verilmiştir. Atide usul-i tedris hakkında ariz ve amik bahsedilecektir. Ahalinin maarife fevkalade bir meyil ve irtibatı vardır. Ve buna delil ise Dersaadet’te mekatib-i rüşdiyye ve ibtidaiyyenin mikdarı gittikçe tekessür eylemesidir. Adedi kırk üçe baliğ olan mekatib-i rüşdiyye-i hususiyyeden her birinde hadd-i asgari olarak elli ve hadd-i a’zami olarak beş yüzü mütecaviz talebe mevcuddur. Bu mikdar da ahalinin maarife olan meyil ve muhabbetini gösterir. Mekatib-i mezkurede ücret-i tedrisiyyenin mikdarı şehri on kuruştan altmış kuruşa kadar tahallüf ediyor. İstanbul ahali-i müslimesinin ahval-i maliyye ve iktisadiyyesi nazar-ı dikkate alınacak olur ğurda her türlü fedakarlığa katlanmakta oldukları görülür. Ücret-i mezkure fahiş olmakla beraber bu mekatibin hey’et-i tedrisiyyesini teşkil eyleyen zevatın ekserisi sırf sevk-i hamiyyet ve hizmet-i vatan arzusuyla vazifelerini fahri olarak ifa ediyorlar. Bu zevat miyanında ez-cümle zabitan ve fedakarlıklarından dolayı bunlar şayeste-i teşekkür ve mahmedettirler. Bu gibi zevatın hamiyet ve fedakarlıkları ve ahalinin kendilerinden teşkil etmiş oldukları maarif encümenleri sayesinde birçok evlad-ı vatan kesb-i ilm ü irfan etmektedir. Etfalin seviye-i iktidar ve zekası hususuna gelince etfal-i merkume zarafet–Ainesse nezaket–Délicatesse zekavetçe– lerinden bulunan Fransız Alman ve İngiliz çocuklarından tefrik edilemezler. Bunlar bir aşiretten koca bir imparatorluk teşkil etmiş olan ve etrafında bulunan bil-cümle akvam-ı mütemeddine ve gayr-ı mütemeddineyi taht-ı inkıyada ve ve nüfuz ve satvet-i hükumeti aktar-ı aleme tanin-endaz-ı celadet olmuş olan ecdad-ı ma’ali-nejadlarının ahfad ve encalidirler. merkumenin ahval ve evsafı nazar-ı im’ana alındıkça mekteplerin haline teessüf etmemek elden gelmiyor. Ben mekatibi devr u teftiş ederken yeni Türkiye’nin atisini İslamiyet’in zekavet-i fıtriyyelerini hüsn-i isti’mal etmek lazım gelirken bilakis bu bi-çareleri rutubetli harab ve güneş yüzü görmez binalar içinde vesait-i teshiniyyeden ve nezafetten ari yerlerde soğuk ve kuru tahtalar üzerinde gördükçe hallerine ağlamamak elden gelmiyor. Bu binalar mektep olmaktan ziyade bir işkence mahalli bir hapishane ıtlakına daha layıktırlar. Etfal-i merkume muntazam ve hıfzu’s-sıhhaya muvafık rutubetten ari binalar derununda usul-i cedid üzere ta’lim ve tedris olunarak akıl ve dimağları perveriş-yab edilecek yerde fena bir usul-i tedris neticesi olarak akıl ve zekaları kuvve-i müfekkireleri ibtal ve nahif vücudları tahrib olunuyor. Bu gibi mekatib[de] alet-tedric ikmal-i tahsil ile zimam-ı mukadderat-ı milleti yed-i temşiyyete alacak hükumet-i meşrutamıza münasib efkar-ı münevvere sahibi müstakillü’r-re’y ve müdebbir zevat yetiştirilmeyip bilakis mahdudü’l-fikr za’ifü’l-akl ve her türlü esaret ve istibdada meyyal bir sürü heyula ve aceze vücuda getiriliyor. Atide usul-i tedris hakkında mufassalan beyan-ı fikr u mütala’a edileceği cihetle şimdilik itnab-ı kelamdan sarf-ı nazar eyledim. Fakat etfal-i müslimenin isti’dad ve kabiliyet-i fıtriyyeden mahrum olduklarına dair mevcud olan fikr u zehaba karşı bütün mevcudiyetimle protesto ederim. Bunları zekavetsiz ve kabiliyetsiz gösteren mekatib-i hazıramız talebenin birçoğuna derslerine dair sualler sordum. Evvela benden sıkıldılar ve bilahare gördükleri müşfikane muamele üzerine serbestçe cevap vermeye başladılar ve tarafımdan dersleri hakkında verdiğim tafsilat ve izahatı pek çabuk ahz u zabt ettiler. Kütüb-i ahlakıyyede “istikamet” şöyle ta’rif olunur: ve nizamat-ı mevzu’anın gösterdiği yola gitmek ve ebna-yı cinsinin hukukunu muhafaza etmek ahdinde sahib-i vefa olmak demektir. muamelatta tükenmez bir sermayedir. İstikamet sahibi mes’uliyet ve mahcubiyetten korkmaz; çünkü onları dai olan yollarda bulunmaz. Her zaman alnı açık serbest gezer serbest söyler; sözü her yerde mer’i ve mu’teber olur. olamasalar bile bir vakit aç kalmazlar sevilirler aranırlar hüsn-i zan ile kabul olunurlar. Kur’an-ı Kerim’de esteizu-billah ayet-i celilesi mantuk-ı münifine tevfikan istikamet üzere harekete mecburuz. Emr ü nehyde istikamet üzere olmaklığımız ve hudud-ı şer’iyyeyi tecavüz etmemekliğimiz yani doğruluktan ayrılmamaklığımız ferman-ı İlahi’nin cümle-i icabatındandır. Cenab-ı Risalet-penah-ı A’zam sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz yani sure-i Hud beni ihtiyarlattı buyurdular ki sure-i celile-i Hud’da yüz on ikinci ayet-i celilede bu emr-i ali-i Sübhani maksud-ı Hazret-i Nebevileri olduğunu muhaddisin müfessirin beyan ettiler. Bu hadis-i münif-i Muhammedi; hakıkat-ı istikamet esasına ma’tuftur. lü’l-aline esteizu-billah nazm-ı bedi’i delalet ediyor. “Müstakim ol Hazret-i Allah utandırmaz seni.” E’azım-ı erbab-ı din istikamette Cenab-ı Hakk’ın rızası vardır dediler. Rızaullaha mazhariyet ise iki cihan saadetini Bir insan bu esası kendine rehber ittihaz ederse bahtiyar olur. haini demektir. Zira kendi menfaati[ni] cem’iyyet-i beşeriyyenin mazarratında arayanlar müstakım olmayanlardır ki onlar da haindirler. hadis-i alisi bu hakıkati mübeyyindir. İnsanın kalbinde fikr-i istikamet temerküz ederse cem’iyet-i beşeriyye elbette ondan faide görür; mesela bir me’mur mensup olduğu daireye vakt-i mu’ayyeninde gelip gitmeye mesalih-i devleti kemal-i istikametle ifaya me’mur ve mecbur olduğu halde hususat-ı keyfiyyesini vezaif-i resmiyyeye takdim eder de işinin başına geç gelir veya vakt-i mu’ayyenden evvel vazifesi başından tebaüd ederse veya ara sıra hiç gelmezse o kimse şerru’n-nastır; şerru’n-nas ise haindir. Bir de o kimse evvelemirde hilaf-ı emr-i İlahi hareketi i’tibariyle nefsine zulmetmiş saniyen hukuk-ı devlet ve millete tecavüz eylemiş olur. Emr-i devamda te’min-i intizam için bir me’murun karşısında iki rehber vardır. Birincisi Allah korkusudur. Çünkü hikmetin başı Allah korkusudur. İkincisi geç gelir erken gider veya hiç gelmezse maaşından icra edilecek kıstu’lyevm endişesidir. Allah’tan korkmayan kuldan hiç korkmaz. Fakat eline geçecek paranın azalmasından korkar zira onun dini imanı para mezhebi vatana hukuk-ı devlete millete hıyanettir. Balada arz ettiğim vechile kalbinde hakıkat-i istikamet temerküz etmiş bir me’mur şöyle düşünür: Hazine-i devletten bana şu kayd u şart dahilinde hizmet etmekliğim için bir maaş tahsis olunmuştur. Bu hizmet bir vedi’a-i mukaddesedir. Mücerred ihmal ve tekasül eseri olarak vaktiyle hizmetimin başında bulunamazsam maaşımın o bulunmadığım zamana mahsus olan kısmı benim için meşru’ olamaz. Çünkü ben emrolunduğun hizmette doğruluk göster ferman-ı İlahi’sine karşı iyi bir harekette bulunmamış olacağım. Emanete hıyanetten başka bir şey intac etmeyen bu hale cür’et edemem. Hususi işlerim evkat-ı mu’ayyene-i resmiyyenin haricine kalsın ben işimin başına vaktiyle gideyim istikamet üzere çalışayım yani ifasını deruhte eylediğim hizmet-i mukaddeseyi kema hiye hakkuha hüsn-i ifaya sai olayım der. bulunmazsam maaşım kesilir tarz-ı ma’işetim haleldar olur korkusuyla hareket eylerse ondan hayır gelmez. Bizler ki efrad-ı milletteniz; milletimizin saadeti için çalışmakla mükellefiz: Kalbimize fikr-i istikameti yerleştirmeli. Ona göre çalışmalıyız. Ceza korkusuyla çalışmak mesleğini tutanların hayvandan farkı yoktur; onlar kendilerini milletten addetmesinler. Ne vakit ki kalbimizde bu esas cay-gir olur o zaman vatanımızın saadeti sür’atle tecelli eylemeye başlar. Kezalik ticaretle me’luf olanlar meslek-i istikamette sabit oldukça görülür ki kadr ü şerefi ve i’tibar-ı malisi gün-begün tezaüf eder aksi hali iltizam edenler mahv u perişan olur gider. Hazret-i Haydar-ı Kerrar radıyallahu anh el-Gaffar Efendimiz bir gece umur-ı müslimin ile iştigal üzerinde iken hane-i saadetlerine muttasıl olan bir zat ma’ruzat-ı hususiyye Efendimiz önlerinde yanmakta bulunan çerağı söndürür. Diğer bir çerağı şu’lelendir[ir]ler. O zatın ifadesini dinlerler. Mufarakat edeceği sırada Cenab-ı Ali sonra yaktığı çerağı söndürür evvelki söndürdüğünü tekrar yakar. Her halinde bin hikmet müşahede olunan Cenab-ı Murtaza’dan o zat: Her iki çerağın şu’lesi aynı ziyaı veriyordu birini söndürüp diğerini yakmakta ne maksad olabilir diye cür’et-nüma-yı su’al oldukta ka’be-i ilm u hikmet Cenab-ı İmam: Bu ilk söndürdüğüm çerağın yağını beytü’l-mal-i müslimin bana verdi ki geceleri umur-ı ibad ile meşgul olduğum zaman bunun şu’lesinden müstefid olayım. İkincisi ise kendimin olduğundan hususat-ı zatiyyemi bunun şu’lesi altında görüyorum. Siz bana zatıma aid bir husus için müracaat ettiğinizden kendime mahsus çerağı yaktım. Zira beytü’l-malin verdiği yağı ma vudı’a-lehinin gayrıya sarf yüzünden mes’uliyet-i ma’neviyye zuhur edeceğini düşündüm hikmeti budur buyurmuşlardır. Bize ne güzel bir ders-i hikmet ve hakıkat teşkil eder bir kıssa-i latife. Sevgili vatanımız erbab-ı istikamete cilvegah oldukça tebşirat ve inayet-i İlahiyye’den hisse-mend olacağımız ve muazzez memleketimizin her tarafını bu sayede envar-ı adaletle münevver edeceğimiz tabiidir. Cenab-ı Hak mukaddes vatanımızın teali-i şan u şevketine hizmet eden erbab-ı istikametin adedini tezyid ve içimizde menafi’-i hususiyyesini menafi’-i mu’azzeze-i vataniyyeye takdim edenlere ve menfaatini mazarrat-ı umumiyyede arayanlara salah-ı hal ihsan buyursun temenniyat-ı halisesini tekrar ile makaleye nihayet verdim. Bakınız validemin koltuğunu minderini Şu küçük hurdalı eşyayı o sevdiklerini Onların hepsini – bir bir – taşıdım nale-künan Öperek koklayarak… Şimdi bu hicranla dolan Bu perişan odaya ... İşte şu karşımda duran – Yirmi beş; belki otuz yıl kadar evvelce bana Kendi fikrince bulup aldığı fersude-lika – Yazıhaneyle onun rayiha-i şefkatini Dağıtıp ruhumu her gün ezerek kuvvetini Bitiren parçalayan işte bu eşyanın ben Arasında düşünüp ağlıyorum ye’simden!.. Ne kadar da havanın halime uygun hali Her taraf hüzn ile bir samt-ı hazinle mali Kapamış çehre-i eflaki mükedder; meftur Bir siyahımsı bulut sanki tabiat… mahmur Ve derin gizli eninlerle düşen baranın Dinliyor tabtaba-i samtını dalgın dalgın. Odanın her yerini hüzn ile bi-tab u tüvan Gezen enzarıma bir çeşm-i meraretle bakan Hepsi mahrum-ı emel boynu bükük öksüzler Gibi bir vaz’-ı teessürle tefekkür-perver Görünen kalbimi tahrik eden eşyadan – bir Cay-ı aram bir aguş-ı sahin ü tahir Bir penagah-ı samimi arıyormuş gibi – ah Dönüyor saplanıyor hep kapıya tir-i nigah Hayır hayır… Ne zaman bir teessürüm kederim Olup da şöyle hafice sulansa didelerim Ser-i felaketimi okşayıp seven… her an Temas-ı nerm ü latifiyle derdimi uyutan Uyutmaya çalışan nazlı bir yed-i eşfak Yed-i muhabbetini – yok yok – artık açmayacak! Hayır zavallı bela-keş yürek hayır artık Çocukça zerre kadar hükmü olmayan ufacık Bir arzumu görünce olanca rahatını – Bütün hayatını dünyasını saadetini – Fedaya mahva müheyya – rakık ü müstağrak – Nazarım bir ta’ab-ı muhtazar-ı hicranla Dönüyor pencereye… İşte yağan baranla – Koca bir yazda kuraklıkla solup hasta düşen Ve bütün tozlara topraklara müstağrak iken Şimdi artık o ağırlıkları silkip savuran – Şu garibana gülümser gibi karşımda duran Baygın eşcarda onlarda da bir şey arayıp Bulmayan dide-i hasret oralardan da kayıp Gidiyor ta denize… İşte bayırlar tepeler Bir sükun-ı elem-alud-ı menazır-puşun Zir-i hüznünde derin bir keder-i hamuşun Bar-ı samtıyle eninler saçıyor bi-derman Dök ey tabiat-i mağmume durma dök dök sen Dumu’-ı kalbini zira bu türlü girye-fiken Bu türlü gamlı menazır bu reng-i hüzn ü keder Melal-i kalb-i hazinimle pek tevafuk eder. Siham-ı kahrına çarhın ben işte amacım Ben ah gözyaşına her dakika muhtacım Bu sakitane sirişki deva-yı gam sayalım Seninle şimdi beraber… Beraber ağlayalım. Bir ay kadar evvel Rusya’nın Paris sefaretine nakl-i me’muriyyet eden Mösyö İzvolsky aksa-yı şark inhizamını müteakib Rusya siyaset-i hariciyyesini idareye başlamıştı. Müşarun-ileyh Rusya Hariciye Nazırlığı’nda beş sene bulundu. Demek şark İslamı’nın son buhran ve inkılablarında Rus diplomasisini çeviren İzvolsky olmuştur. Selefi Kont Lamsdorf zamanında Rusya’nın yüzü yakın şarktan ziyade uzak şarka müteveccihti. Ruslar iktisadi ve siyasi menfaatlerini Balkanlardan Anadolu’dan boğazlardan değil Mançurya’dan Kore’den Muhit-i Kebir sevahilinden bekliyorlardı. Bundan başka Rusların garbi komşuları birçok söyleyerek hatta resimler bile yaparak onları “sarı tehlike”den pek ziyade ürkütmüşlerdi. Ruslar karibü’l-hulul bu afetin önünü almak için sarıların yerlerini zabtedip kuvvetlerini kırmak vu bu İslav ve hıristiyan hücumuna muvaffakıyetle karşı koydu. Ruslar sarılar yerinden pılıyı pırtıyı toplayıp geldikleri gibi geri gitmeye mecbur oldular. İzvolsky vatandaşlarının buralarda yapabileceği işler çok kalmadığını görerek Rusya diplomasisinin faaliyetini uzak şarktan yakın şarka; yani öteden beri Rusların zafer şan u şeref kazandıkları Türkiye İran ve havalisine nakletti. Bu cihetle Mösyö İzvolsky’yi biraz tanımak onun a’malini bir parça öğrenmek biz müslümanlar için elzem zannındayım. Lakin yakın maziyi hele bir mazi-i siyasiyi doğru dürüst bilebilmek; hemen hemen gayr-ı kabildir. Gerçi vekayi’-i muazzama meydanda ise de onları ihdas eden müessirlerin birçoğu henüz mesturdur. Seneler geçer mezkur müessirlerin tezahüründe mahzurlar eksilir ortaya birtakım ifşaat ve vesaik çıkar işte ancak o zaman İzvolsky’nin Hariciye Nazırlığı hengamında Rusya’nın diplomasi tarihi sıhhatle tedkık edilebilir. Şimdi bizim yazacaklarımız mutlaka hatalı ve eksik olacaktır. Kont Lamsdorf’ın Mösyö İzvolsky’ye bıraktığı miras-ı siyasi kıskanılacak gibi değildi: Mağlub bir ordu ihtilal içinde bir memleket hiç de hayır-haha benzemeyen komşular nihayet biraz uzakta hasmına muhib dünyanın iki büyük devleti Fransa Cumhuriyeti Çarlar saltanatının müttefiki idi vakıa Rusya ile Avusturya-Macaristan arasında Balkan umuruna dair bir i’tilafname mevcud idi lakin yalnız Fransa’nın kuvveti bütün bu Rusya’ya gayr-ı müsaid kuvvetler hey’at-ı mecmuasına tevazün edemezdi; Avusturya-Macaristan ise; Balkanlardaki hareketine mani’ olmak içindir ki Rusya’nın elini ayağını bir mukavele ile bağlamaya lüzum görmüştü; yani Rusya ve Avusturya’nın Balkan umurunda i’tilafları menfaatlerinin zıddiyetinden neş’et etmişti. Hasılı Rusya’nın cihan sahne-i siyasetindeki mevzii parlak değildi; bununla beraber büsbütün vahim idi de denilemez: Avrupa-yı merkezi devletleri Rusya’nın en buhranlı zamanlarında bile zaafından ramına sadık kaldı. Almanya gayet i’tina ile bi-taraflığını sakladı. Türkiye İttifak-ı Müselles’e olan meyl-i tabiisini meydana vurmakta belki biraz cesaret gösterebilmiştir fakat o da bundan fazla bir şey yapmadı. İngiltere ve Amerika devletlerinin Japonya muhabbeti ise Ruslara doğrudan doğruya Maa-zalik İzvolsky makam-ı nezarete geçer geçmez Rusya’nın bütün dünyada ve hele Avrupa’da vaz’iyet-i siyasiyyesini tehlikeli bularak ve alel-husus İttifak-ı Müselles kümesinden pek ziyade korkarak hemen müttefikler aramaya çıkmıştır: “Muhafaza-i tevazün için Rus-Fransız ittifakını yeni bir amil-i kavi ile sağlamlaştırma lüzumu aşikardı. Bu yeni amilin meydan-ı intihabı gayet mahdud idi. Rusya’nın fakına sokulacak devletin mutlaka çok paralı ve alel-husus kavi donanmalı olması şart idi. Avrupa’da ise bu şeraiti haiz ancak bir devlet vardı: İngiltere.” İzvolsky – Novye Vremya Eylül ğerle İttifak-ı Müsenna’yı İttifak-ı Müselles’in taarruzundan sıyanet için üçüncü bir müttefik aramaya kalkışması ve şerait-i lazımeyi haiz olmak üzerine Büyük Britanya Devleti’ni bulması Rus siyasi muharrirleri tarafından öne sürülmüş bir nazariyedir. Halbuki biraz yukarıda izah ettiğimiz vechile Rusya tehdid ve tehlikeye ma’ruz değildi. İzvolsky İttifak-ı Müsenna’yı teslise teşebbüs ederek Rusların dediği gibi te’sis-i muvazeneye çalışmıyordu; bilakis Rusya’nın birçok zırhlılarla beraber aksa-yı şarkta Muhit-i Kebir’in dalgaları altına gömülen şeref ve nüfuzunu yakın şarkta ta’mir ve iadeye yarayacak bir vasıta arıyordu. Zaten Mançurya felaketinin ferdasında Rus matbuatının en muhafazakar ve şoveninden en terakkı-perver ve hür-endişine kadar cümlesi hükumetlerine bunu tavsiyede yek-fikir ve yek-avaz şöhret etmiş ve Rusya’da i’lan-ı meşrutiyyetten akdem Çar hükumetine taarruz kasdıyla Fransa ve Almanya’da gazete çıkarmış bir zat Peter Struve “Büyük Rusya” ünvanlı bir makalesinde şöyle diyordu: “Artık bilmeliyiz ki büyük Rusya’yı deniyetinin te’sir-i hakıkısine müsaid bir kıt’aya tevcih etmek o kıt’a ise bütün Karadeniz havzasıdır.” Russkaya Mysl mecmuası – Lakin Rusya kuvvetini Rusya medeniyetinin te’sir-i hakıkısine müsaid ve asırlardan beri Rus askerinin zafer ve şan meydanı olan Karadeniz havzasına tevcih ederse hiç şüphe yok ki Avusturya Almanya ve belki de İngiltere’yi önüne çıkmış bulacaktı. Hatta Novye Vremya ’lar Peter Struve’ler “Büyük Rusya” yolunu göstermeye başlar başlamaz Almanya matbuatı cevap vermekte asla gecikmemişlerdi; mesela Kayser’in yakın müşavirlerinden mesail-i şarkıyyedeki ihtisasıyla şöhret-şi’ar Profesör Schiemann Kreuzzeitung’da “Eğer Rusya yakın şark etrafında pek çok dönüp dolaşırsa sonunda Allah esirgesin bir Rus Alman harbinden korkulur.” Tarzında şedid ve barid bir ihtara bile lüzum görmüştü. İzvolsky ecdadı tarafından açılmış “Büyük Rusya” yoluna girdiği halde İttifak-ı Müselles’in muhakkakan kuracağı pusulardan sağsalim kurtulmak İttifak-ı Müsenna’ya bir arkadaş daha katmak istedi: Er-refik sümme’t-tarik!.. Bu uzun ve tehlikeli tarikte refik olacak kimsenin Novye Vremya’nın dediği gibi zengin ve sağlam olması hakıkaten elzemdi. Lakin daha birkaç ay evvel Rus düşmanının dostu olan İngiltere bu refakate nasıl razı olabilirdi? Japon muharebesi esnasında Rajdistonsky donanmasının pek korkak kumandanları Şimal Denizi’nde balık avlayan zaman herkes Japon-Rus Muharebesi’nin bir Rus-İngiliz muharebesiyle budaklanacağını bekleyip durmuş iken o adem-i emniyyet ve adem-i muhabbetin bu kadar çabuk mübeddil-i muhadenet olacağını kim bekleyebilirdi? Maamafih vekayi’ meydanda: Rusya ve İngiltere Fransa’nın delaletiyle barıştılar hatta çarçabuk dost bile oldular: “İngiltere’nin Fransa ile akdettiği Fas ve Mısır mukaveleleri “ayı ile balinanın takarrübüne tabii bir köprü olmuştu fakat azime mevcud idi: Herkes bilir ki şöyle bir on sene evvel Rus-İngiliz takarrübündan bahsedecek diplomatı çıldırmış diye parmakla gösterirlerdi. İzvolsky müşkilattan ürkmedi ve kısa bir müddet içinde sa’yinin semeresini topladı. Tabiidir ki bu i’tilaf akdolunurken Hariciye Nazırı yakın zamana kadar Rusya’nın menafi’-i hayatiyyesinden addolunan bazı hususattan keff-i yed eylemek iktiza ediyordu. Bunlar arasında lerinde uyuşmadan Rusya ile İngiltere’nin i’tilafından bahs bile abes idi. Ağustos Mukavelenamesi akdolundu. Rus-Fransız-İngiliz İ’tilaf-ı Müselles’inin husulünü daire-i imkan Rusya’nın en mu’teber bir ceridesi tarafından başmakale olmak üzere yazılmış baladaki satırlar İ’tilaf-ı Müselles’in parçalanmış alem-i İslam’ın kanıyla bereketlenmiş olduğunu açıktan açığa gösteriyor. Evet İngiltere-Fransa i’tilafı Afrikayı Asya-yı İslami’nin taksiminden neş’et etti. avamil intibah-ı İslam ve Cermenliğin şark-ı İslamiyye’de kazanmakta olduğu nüfuz olmuştur. Bu hususları evvelce “Almanya İngiltere Türkiye ve Alem-i İslam.” – Sıratımüstakım numara medar-ı bahs etmiş olduğumdan burada tekrarına lüzum görmüyorum. Ağustos Mukavelenamesi’nin mevadd-ı aleniyyesi yalnız merkezi Asya’dan yani İran Afgan ve Tibet’ten bahsederek buralarda İngiltere ve Rusya’nın daire-i nüfuzlarını vaz’iyet-i mütekabilelerini tahdid ve ta’yin ile iktifa ediyordu; mevadd-ı mezkureye nazaran mukavelenin yakın şark umuruna yani kısmen Avrupa’da bulunan Türkiye işlerine tealluku yoktu. Binaenaleyh İzvolsky bu makale ile Rusya’yı sigorta etmiş demekti. Halbuki İzvolsky’nin asıl maksadı yukarıda söylediğimiz vechile İngiltere’yi İttifak-ı Müsenna’ya bi’l-idhal iktisab-ı kuvvet ederek şark-ı karib meydanında düşürüp kırdığı zafer iklillerini buralarda bir daha kazanmaktı. Ağustos Mukavelenamesinin mevadd-ı hafiyyesi olup olmadığından henüz haberdar değiliz. Ancak Asya-yı merkezi i’tilafının akdinden biraz sonra Rusya Balkan siyasetinin hem kesb-i faaliyyet ettiği hem de tarzını değiştirdiği meydandadır. Evvelce Rusya diplomasisi Balkan yarımadasında Avusturya-Macaristan’a ayak uydurup Murschtag programı dairesinde hareket ediyordu sonraları Londra ile ağız birliği edip elele gittiğini gördük. Lakin Mösyö İzvolsky Bahr-i Siyah havzasında fiili olarak ne kazanmak istiyordu? Buna dair birçok söz oldu: Bazılar Boğazlar’ın açılmasını dediler; bazılar Hünkar İskelesi siyasetinin iadesini dediler; bazılar da –mesela Duma minberinde şiddetli tenkıdatıyla hariciye nazırı ne istediğini kendisi de iyice ta’yin edemiyordu dediler… Rusya Hariciye Nazırı’nın Türkiye aleyhine beslediği amalde vuzuh-ı tam olup olmadığını henüz bilemeyiz; zira o amalin kısm-ı a’zamı kuvvede kalmıştır. Ancak Mösyö İzvolsky’nin şark-ı karibde büyük pek büyük bütün o aksa-yı şark mağlubiyetlerini unutturacak kadar nafi’ Mançurya sahralarında Çin denizlerinde Rusya siyaset ve askerliğine sürülmüş kara lekeyi izale edecek kadar parlak bir muvaffakıyet kazanmak istediği şüphesizdir. programına pek ehemmiyet vermemeye başlayınca Avusturya-Macaristan Hariciye Nezareti de müstakil ve serbest harekete kendini haklı gördü. İzvolsky daha bir şey yapmaya vakit bulamadan evvel Aehrenthal şimdi rakip olan eski dostunun önüne geçerek ma’hud sancak şimendöferi projesini ortaya attı. Bunun üzerine Rus matbuatı kıyameti kopardılar; Aehrenthal Rus-Avusturya Mukavelesi’ne riayetsizlik gösterdi bizim hariciye nezaretimizle konuşmadan uzlaşmadan hareket etti artık Murschtag programı Avusturya tarafından yırtılıp atılmış oldu dediler durdular. Lakin doğrusunu söylemek iktiza ederse Murschtag i’tilafının nakzında dan atılmıştı; bu hakıkati Mösyö Melikov Duma’nın Mart celsesinde İzvolsky’nin yüzüne karşı söylemiştir: “Bizim Hariciye Nezareti o esnada Murschtag’da mün’akid Rus-Avusturya i’tilafı akıntısından Rus-İngiliz i’tilafı cereyanına geçerek Balkanlarda daha faal bir siyaset ta’kıbine başlıyordu. Bu tahavvülün mebdei senesi Ağustos’una kadar çıkar. O hengamda imparatorların “Sevine Monde” mülakatı vaki’ olur. Prens Bülow ile Nazır İzvolsky orada tul müddet konuşurlar. Makedonya’da ıslahat-ı adliyyenin Almanya ve Avusturya diplomasisinin iknaına çalışılır…” Duma’nın üçüncü devre-i ictimaiyyesinin altmışıncı celsesinin zabıtname-i resmisi. – Sahife Demek senesi Ağustos’undan i’tibaren Rusya ve lunduğu tarih Makedonya işlerinde Türkiye’nin istiklal ve tamamiyyet-i mülkiyyesine en muzırr olan “ıslahat”ın tatbik ettirilmesine Rusya ve İngiltere ile birlikte çalışıyorlar ve maksadlarına Avusturya ve Macaristan ile Almanya’yı da Aehrenthal ise delegasyonlarda irad ettiği pek ma’ruf nutku ve Sancak şimendöferi teşebbüsatını resmen i’lan eyledi. O esnalarda Türkiye Sultanı ıslahat-ı adliyyeye bir türlü ruy-ı rıza göstermiyordu. renthal arasında iki üç sene sürecek ve nihayet İzvolsky’nin mağlubiyet-i kamilesiyle nihayet bulacak siyasi düello başladı. Düello meydanı Balkan yarımadası ve Karadeniz havzası idi. Düellonun müsebbibi ise bunca zamandır bütün garb kavalyelerini cezb u teshir eden o güzelim şark idi. Bina-berin İzvolsky-Aehrenthal nizaının safahatını seyretmek şarklılar için lazımdır. Gelecek makalenin zemini işte o düello ve netayici teşkil edecektir. Bana kongrenizin riyaset-i fahriyyesini teklif gibi büyük bir şeref bahşetmenize karşı o kadar müteşekkirim ki derecesini ta’yinden lisanım acizdir. İngiliz milletinden olduğum halde Mısır gençlerinin hakkımda muhkem bir i’timad beslediklerine bu da’vet en celi bir bürhandır. Ne faide ki ta’kıb etmekte olduğunuz maksada daha büyük bir azim ile hizmet edebilmek için böyle ihtiyar değil genç olmalıydım. Şimdi elimden gelecek hizmet çizmiş olduğunuz programa tamamiyle iştirak etmek; bu programı kabul ettirmek sır’a aid mes’elelerde benim ne İngiltereli ne de Avrupalı olmadığımı belki azm ü itmi’nanda sabit bir hemşehriniz olduğumu bir kere daha bütün aleme anlatmaktır. Pekala bilirsiniz ki benim Mısır mes’elesindeki re’yim bu girerek şimdiye kadar kalmaları için çevirdikleri dolapları çıkıp da kendimi Mısırlı gösteriyorsam hiç şayan-ı teaccüb görülmemelidir. Ben’de hükumetimize karşı sizi pek çok müdafaa ettiğim halde İskenderiye Hadisesi’nin zuhurunu men’ edemeyerek ye’simden esefimden hüngür hüngür ağlamıştım. Bu acıklı zamanlardan sonra Hizb-i Vatani’nin iki kere canlandığını gördüm. Birincisi şimdiki hidivin hükumete geçtiği sıralarındadır. O vakitler hidivin kalbi hamiyetle vatan-perverlikle dolu idi ara sıra bana esrarını tevdi’ ederdi. Lakin çok geçmeden Lord Cromer’in tazyikıyle himmetine zaaf geldi. İkincisi de sizin genç hatibiniz Mustafa Kamil Paşa’nın hin-i zuhurundadır. selamladım ikisinde de dest-i muaveneti uzattım. Lakin kuva-yı bedeniyyem yavaş yavaş eksildiği için seyr ü seferden feragate mecbur oldum. Davetinize icabetle Paris’e kadar gelişim benim için iki katlı bir bayram oluyor; çünkü ben bu memlekette şebabımın en güzel devirlerini geçirmiştim. Ahval-i siyasiyyenizi nasıl bulduğuma gelince: Görüyorum ki bugün kuvvetli bir buhran geçiriyorsunuz. Ancak bu buhranın şiddeti öteden beri zihnimi işgal edenler derecesinde değildir. Mısır’da hissiyat-ı vatan-perveranenin ölmediğine hayatta bulunduğuna kendisini kahretmek için icad olunan müşkilatı iktiham eylediğine –bizim İngiliz hükumetinin mezalimine tazyikatına rağmen– otuz seneden beri Hizb-i Vatani’nin bekasından büyük delil olamaz. Hiç şüphe yoktur ki hürriyet devri gelecektir; hiç şüphe yoktur ki Mısır’ın istikbali Mısır gençlerinin göstereceği sebata şecaate bağlıdır. Sakın me’yus olmayınız. İngilizler size zulüm ediyorlarsa emin olunuz ki bu hal devam edemeyecektir. Mısır tarik-ı terakkıde birçok ilerledi. Mahiyeti cihan-ı mütemeddinin nazarında tecelli etti. Artık Asya’nın yahud Afrika’nın ta içerilerine gömülüp hariçten hiçbir ümidi kalmayan hükkamın idare-i keyfiyyesi altında inleyip duran memalik-i ba’ide hakkında reva görülen muameleyi Mısır’a tatbik etmek kabil olamaz. Zaten Avrupa size karşı böyle bir muamelenin tatbikine mesağ göstermez. Onun için aklınızı başınıza alınız. Şunu da biliniz ki sizin bu hareketiniz gibi azim bir hareket ancak kurbanlar şehidler vermekle semeredar olabilir. Hürriyetinize nail olmak için hem vatandaşlarınız arasındaki mücahedatınıza hem memalik-i ecnebiyyedeki harekatınıza devam etmekten başka çare yoktur. Ukubat-ı siyasiyyeyi istihfafa nefislerinizi alıştırınız; kongrenizi hür memleketlerin payitahtlarında akdediniz. Elbette Avrupa sizinle bizim aramıza girerek bir hüküm verecektir. Eğer azminizde sebat eder iseniz siz da’vanızı kazanırsınız; biz İngilizler de taht-ı tasarrufumuzda olmayan bir memlekette kanuna muhalif vesaite müracaat ıztırarında kalarak haysiyetimize hiç muvafık olmayan bir derekeye indiğimizden dolayı utanmaya mecbur oluruz. Mısır Avrupa kanun-ı düvelisinde musarrah olduğu i’tiraf edildiği vechile bir vilayet-i Osmaniyye’dir. Onu memalikimize leyh hükumet-i Osmaniyye mevcud oldukça Mısır’daki mevkiimiz mütezelzil olmaktan kurtulamayacaktır. Benim şu re’yime muhalefette bulunanlar için yalnız Avrupa haritasına bir de Bahr-ı Sefid sahilindeki memleketlere atf-ı nazar etmek kafidir. Zira o zaman görülecektir ki Süveyş Kanalı’na hakim olan Mısır bütün milletlere hususiyle müsaade etsin. Şarkın Hind denizlerine çıkacak kapısının anahtarını bu devletin eline teslim etmek kendi ticaretleri ne İtalya ne Fransa ne de Almanya buna asla razı olamaz. Zaten bir gün gelecek ki Almanya’nın Akdeniz’de bir iskelesi bulunacak. O halde Almanya İngiltere’nin diğer Avrupa devletlerine yaptığı gibi şarka giden yolunu kesebilecek bir harp mevkiinin İngiltere’de kalmasına razı olur mu? Hatta kanı galeyana geldikten kuva-yı harbiyyesi kemal bulduktan sonra Türkler için Hilafet-i İslamiyye’nin en güzel bir parçası olan Mısır vilayetinden vazgeçmek kabil olabilir mi? Hayır hayır! Mısır’ın istikbali asla yalnız İngiltere’nin elinde olmadığı gibi İngiltere memalikine iltihakı yahud İngiltere himayesi altında kalması da kat’iyen muhaldir. mizin hakimlerimizin münevverü’l-fikr olanları mevkiimizin vehametini hakkıyla takdir ediyorlar. Lakin bu kısım ekalliyette kalıyor. Asıl sevad-ı a’zam içlerinde Meclis-i Umumi a’zası da dahil olduğu halde siyaset-i hariciyyeye karşı cehl-i mürekkeb içinde bulunuyorlar. Hakimlerimiz mevkiimizin vehametini kanuna muhalefetini i’tiraf ederek haysiyet-i milliyyeyi cerihadar etmeyecek dökülen paraları zayi’ eylemeyecek bir tarik bulsalar işin içinden çıkmak arzusunu besliyorlar. Kezalik umera-yı askeriyyemizin ileri gelenleri biz Avrupa devletlerinden herhangisiyle olursa olsun bir deniz muharebesinde bulunacak olursak Nil vadisindeki halk bize karşı adavet besledikçe Mısır’da yerleşip kalmamız pek müşkil olacağını kestiriyorlar. Mısır’a aid mesailde efkar-ı umumiyyemiz aldanıyor da Nil vadisi tamamiyle bizim muhafaza mecburiyetinde bulunduğumuz bir hakk-ı meşru’umuzdur zannediyor. Onun için hiçbir nazır yahud hiçbir fırka reisi yoktur ki Mısır’daki ikametimiz için ne kadar uzak olursa olsun bir had ta’yinine yanaşsın! Rical-i siyasetimiz kendilerinde garazdan hali sarih bir hatt-ı harekete ta’yin etmek için iktiza eden şecaati göremediklerinden Almanya ile bir harp zuhurunu men’ edemeyeceklerini de anladıklarından Mısır’ı terk etmemekle Mısır’da yerleşip kalmak arasında mütereddid bulunuyorlar. Bu yerleşmekteki muhatarayı Mısırlıların kalbini kendi taraflarına celb etmek onları nizam-ı hazırdan memnun eylemek suretiyle atlatmak cihetine çalıştılar. Hatta Lord Cromer gaflette o kadar ileri gitti ki Mısır’da bir hizb-i İngilizi te’sisine bile kalkıştı. Bundan başka’de mansıbını irsi bir surete kalb etmek hülyalarına bile daldı. Lord Cromer öyle tevehhüm ediyordu ki Hizb-i Vatani’nin bir planı kullanması neticesidir. Yoksa Mısırlılar kendisine mütemayildir. Fakat hadisat-ı ma’lume bunun aksini gösterdi. Edward’ın tensibiyle Cromer’i istihlaf eden Gorst Mısırlılar tarafından ibtida memleketlerine hürriyet verecek zannolunmuş den ileri gelmiş idi. Halbuki bunlar dipsiz hayalattan başka bir şey değildir. İngiltere Hariciye Nezareti’nin velev bir an de söyleyebilirim. Gorst’un’de aldığı ta’limatın kaffesi Hidiv ile birleşerek Hizb-i Vatani’yi yalnız bırakmak cihetine ma’tuftur. Zira öyle zannolunuyordu ki Hidiv’in İngiltere ile birleşmesi hizib haricindeki ahaliyi beri tarafa çevirir de İngilizler Mısırlıların muvafakatiyle orada yerleşir kalırlar. Kral Mısır’da Hind’de Arabistan’da el-hasıl bütün şark-ı İslami’de müslümanların reisi hamisi olur hülyasını besliyorlardı. Nitekim Hidiv’in Melik Edward’ın evamirine münkad bir emirü’l-mü’minin olmasını da sayıklamışlardı. Kanun-i Esasi’ye gelince bu cihet çokluk i’mal-i fikri mucib olmamıştır. Hatta Edward Hidiv’e Kanun-i Esasi bahsini karıştırdığı göndermişti. İngilizin sonunda Mısır’a vermek istediği şey meclis-i şuranın biraz daha tevsi’-i salahiyyetinden başka bir şey değildir. Yoksa hariciye nezareti hakıkı bir meşrutiyeti hiçbir zaman hatırına getirmemiştir. Nitekim vukuatı hatırlardadır ki müdahele-i harbiyyemiz hükumetimizin Kanun-i Esasi’yi tasdik etmemesinden neş’et etmiş idi. Artık kimse ümid etmez ki Hariciye Nezareti yirmi seneden beri bu kadar hileler dolambaçlı yollar tutmuşken kalksın da İngilizlerin çekilmesini ilk in’ikadında teklif edecek bir hür meclis akdine muvafakat etsin. Mısırlılar halefinin Lord Cromer’den daha hürriyet-perverane siyaset ta’kıb edeceğini tahmin hususunda da aldandılar. Evet Gorst şarklılara karşı büsbütün haşin değildir. Arapça söyler Arapça konuşur ahali ile şahsi münasebat-i hasenede bulunur. Fakat zaktır. Zaten kalbi hırs-ı istibdad ile doludur. Tamam on altı sene Lord Cromer’in idaresi altında idman peyda etmiştir. El-hasıl Cromer ile arasındaki fark birisi maksada tatlı sözlerle diğeri tehdidlerle varmak ister. Görmüşsünüzdür ki bu adam kendisine tevdi’ olunan siyaseti hüsn-i idare ederek Hidiv’in kalbini zahiren olsun İngiltere’ye imaleye muvaffak oldu. Nasıl ki bu işin başa çıkmasında menfaat-i hususiyye mütalaa eden ufak bir darb-ı İngilizi teşkiline de muvaffak olmuştu. Bundan başka zavallı Hizb-i Vatani kendi sevgili reisi Mustafa Kamil Paşa’nın vefatı gibi bir musibete de giriftar olmuştu. Eğer Genç Türkler’de ayaklanarak İstanbul’daki kendilerine yutturulmak istenilen bu sahte hürriyeti kabul ederlerdi. Lakin inkılab-ı Osmani üzerine Mısır’daki müslümanlar ne olursa olsun İngilizlerin memleketlerinde daha bir müddet kalmalarını hoş göremez oldular. Şimdi bunların nazarında İngilizlerin çekilmesinden başka bir şey yoktur. kasının bir müslüman memleketinde asla yürüyemeyeceğini ne vakit kestirdiği anlaşılamaz. Zira inkılab-ı Osmani’nin bidayetinde öyle tevehhüm etmişti ki yeni Osmanlı hükumeti Mısır’daki mevkiinin kanuni bir şekle konması hususunda kendisine yardım edecektir. Nitekim bu maksada Sadrazam Kamil Paşa vasıtasıyla çalışıyor idi. Lakin Kamil Paşa’nın sukutuyla İngiltere’de [Türkiye’deki?] nüfuzumuz tezelzüle uğradı. Daha sonra İngiltere’nin’daki hareket-i irticaiyyeyi teşci’ eylemesi bu nüfuzu büsbütün alt üst etti. Sir Gorst gördü ki müslümanlardan kendisine temayül eden fırka-i naçiz büsbütün bitiyor muvazene usulü için Kıbtileri istihdama karar verdi. Bunun üzerine Boutros Ghali Paşa’yı vezir i’lan etti. Mısırlılar içinde bu şerefe en ziyade müstahak olan bu zat olduğunu ileri sürdü. İki Hizb-i Vatani arasında hilaf ika’ için ilk irtikab olunan cinayet budur. Su’-i tali’ neticesi olarak bu siyaset na’il-i muvaffakıyyet oldu. Ben Mısırlıların ittihada fevkalade muhtaç oldukları böyle bir sırada şu tefrikanın husulüne cidden teessüf ederim. Lakin tutmuş olduğu siyasetin Boutros Paşa’nın katli suretinde temessül eden neticesi işi meydana koydu. Kezalik müslüman muarızlarını irza kabil olamayacağını Gorst’a anlattı. Müslümanların kalbini işgal eden hissiyat-ı hakıkıyye-i hürriyyet ve istiklal ile İngiltere siyasetini te’lif etmek kabil olamayacağı layıkıyla tecelli etti. Bunun üzerine İngiltere hükumeti müslümanlara adavetini izhar etti. Artık Acemistan’da olsun Arabistan’da olsun İstanbul’da olsun Mısır’da olsun vel-hasıl her yerdeki müslümanların hayrını istemez oldu. İşte Mister Roosevelt ile Edward Grey’in tedbir ettikleri desise buradan neş’et etti. Burada desise ta’birini kullanıyorum. Zira olanca vuzuhuyla meydana çıkmıştır ki İngiltere Hariciye Nezareti bu Amerikalı’yı istihdam etmiştir. İnsan bu desisenin iç yüzünü bilmek için Cemahir-i Müttefika reis-i sabıkının arkasında bulunup ona müslümanları cerihadar eden sözleri telkın eyleyen Protestan cem’iyetlerini derhatır etmek icab eder. Nitekim İngiliz misyoner cem’iyetleri de Londra’da Edward Grey ile bu suretle davranmışlardı. Edward Grey Roosevelt’in nutuklarını daha irad olunmadan bilir idi. Şimdi İngiltere siyaseti Türkiye’de Acemistan’da Mısır’da müslümanların ilerlemesine mümanaat esası üzerine mübtenidir. Sakın bu siyasete i’timad etmeyiniz. Ben genç Türkiye’yi hatta dünyadaki bütün müslümanları İngiltere’den tahzir bir şey gelmez. Kalbim kederle doludur. Çünkü hükumetimin şarktaki hasmane siyasetini gayet kerih görmeme rağmen etmedim. Lakin size karşı deruhte ettiğim vazife şunu sarahaten söylemeye beni mecbur ediyor ki bize karşı düşman muamelesinden başka bir muamelede bulunmanız sizin için hata-yı mahzdır. Zira liberallerin muhafazakarların Edward Grey’in sözlerini kabul etmesi delalet ediyor ki sizi mevaid sonra bizden şiddet adavet maddi ma’nevi ukubet politikası göreceksiniz. Yani su’-i tali’leri sevkiyle zir-i hükmümüze giren Hindlilerin vesair akvamın uğradığı akıbete uğrayacaksınız. Bilmem bu sözlerim Hidiv hazretlerinin kulağına gidecek mi? Maamafih onun nazar-ı dikkatini bu sözlere celb ederim. Kendi kadim vatan-perverliğini memleketi için Lord Cromer’in hilafına olarak kemal-i şecaatle çalışmakta olduğu zamanlarında şahsına olan ihlasım saikasıyla serd ettiğim delilleri der-hatır etmesini rica eylerim. Şurasını da sarahaten bildiririm ki Cromer’e olsun İngiltere Hariciye Nezareti’ne olsun bu inkıyad politikasını ta’kıb ettikçe hazin bir neticeye varacaktır. Çünkü onlar kendisine daima hıyanet edecek kendisi de İngilizlerin esareti altındaki Hind racaları derekesine inecektir. Ben bu sözlerimi eski dostum Şeyh Ali Yusuf’a kezalik biz İngilizlerde hüsn-i niyyet tevehhüm ederek memleketlerinde yerleşmemiz politikasına hizmet eden bütün Mısırlılara tevcih ederim. Mısırlıların hepsine derim ki: Sakın bize aldanmayınız. Biz sizin için mes’ud bir hayat matbuat ne serbesti-i tedris ne de hürriyet-i şahsiyye beklemeyiniz. Bizim Mısır’da yerleşmekten yegane maksadımız memleketinizi işleterek mahsulünü fabrikalarımızda kullanmak Sudan’daki müstemlekatımızın terakkısine sarf etmektir. Artık bizim desiselerimize kapılır niyetlerimizin mahiyetini hala anlayamazsanız hiç ma’zur görülemezsiniz. Çünkü hakıkat olanca vuzuhuyla karşınızda duruyor. Kalkıp da kendi istiklalinizi kendi ellerinizle yıkmayınız. Hizb-i Vatani’ye karşı da nasihatim budur: fırsat düştükçe müddet-i işgal için bir had ta’yin etmeyi çekmeye da’vet ediniz. Bundan size bir zarar gelmez. Çünkü biz sizin memleketinizin sahibi değil yabancısıyız. Her gün her vesile ile İngilizlerin size tehakküm için hiçbir hakk-ı meşru’u olmadığını bize ihtar etmelisiniz. Şunu da anlatmalısınız ki siz bizim zir-i hükmümüzden çıkmaya bin can ile müştaksınız. Bize karşı olan adavetinizi size hiç faidesi olmayacak birtakım ihtilallerle değil belki milel-i sairenin esaretlerinde bulundukları akvama karşı hissiyat-ı ahraranelerini politikasına harb-ı iktisadi ile İngilizlere boykotaj yapmakla başlayınız. Zaten memleketinizde birçok ecnebiler var. Yalnız onlarla birleşiniz. Yalnız onlarla muamelede bulununuz. Başka milletlerle ittifak ediniz lakin sakın bizimle birleşmeyiniz. Bizim adaletimize asaletimize insaniyetimize güvenmek pek beyhudedir. İyi biliniz ki bunlar sizi nazarımızda bir kat hakır düşürmekten başka bir netice vermez. Sizin için bize karşı kemal-i muvaffakıyyetle kullanacak bir silah vardır ki o da memleketinizi işgal zaman-ı sulhta bizim için bir bela zaman-ı harbde ise daha müdhiş bir muhatara olduğunu bize anlatmaktadır. kazandığı para yaktığı muma değmeyeceğini anlar anlamaz; siz memleketinizi tesellüm edeceksiniz. Bundan sonra size Türkiye’deki vatandaşlarınızla dindaşlarınızla malik olmak i’tibariyle hak sahibidir. Bu i’tibar ile Mısır’ı himaye vazifesiyle mükellef olduğu gibi Hilafet i’tibariyle de dininizi himayeye mecburdur. Zaten fermanlar istiklal-i dahilinizi tekeffül etmiştir. Devlet-i Aliyye tabiiyeti sayesinde elde ettiğiniz merkez-i siyasiyi kendi menafiinize hadim etmelisiniz. Bir gün gelecek –pek de uzak olmasa gerektir– Sultan Avrupa devletleriyle ittifak ederek İngiltere’den vaadini ifa talebinde bulunacaktır. O zaman İngiltere hükumeti de kuva-yı berriyye ve bahriyyesine Mısır’daki menafi’-i maliyye ve ticariyyesine; kezalik Mısır’ı istimlak tarafdarı olan fırkanın hırsına rağmen teslim-i hakka mecbur olacaktır. İnşaallah o günleri yakında görürüz. İşte sizin halis bir dostunuzun hissiyatı temenniyatı bu merkezdedir… Japonlar’ın umera-yı askeriyyesinden dünyanın en ma’ruf kumandanlarından olan Mareşal Oyama ne yapıyor? Ben bundan mukaddem dahi pek çok kereler Japonların ahlak-ı milliyyeye ziyadesiyle i’tina etmekte olduklarını ayrıca şerh u beyan etmiştim. Bu defa da bu ahlak-ı milliyyenin muhafazası lüzumunu iltizam edenlerden biri ve belki en birincisi olan Mareşal “Oyama” Cenabları hakkında bazı Mareşal Oyama’nın kim olduğunu ve nasıl adam olduğunu Rus-Japon Muharebesi’nde bütün cihan bilmiştir. Şimdi ben bu adamın hal-i hazırdaki işgalatından biraz ma’lumat vermek istiyorum. Mareşal Oyama şimdi bir mektep müdürüdür hem de leyli mektebin müdürü. Müşarun-ileyh cenablarının bu vazifeyi kendi isteğiyle iltizam etmesi ne gibi bir fikre mebni olabileceği cüz’i bir mülahaza ile anlaşılabilir. Fakat ben daha ziyade izah etmek için biraz da tafsilat vermek istiyorum. Koca Mareşal-Müşir çocuklara nezaret belki doğrudan doğru çocuklar terbiyesini ihtiyar ederek bu suretle milletine millet ve vatan evladı yetiştirmek istiyor. Haftanın altı gününü mektepte geçiriyor. Geceleri de yine mektepte yatıp kalkıyor umum zadegan evladıyla fukara evladını beraber terbiye ediyor: Elbiseleri müsavi yemek içmekleri beraber yatakları aynı derecede. Müşarun-ileyh cenabları da aynı elbisede onlar ile beraber haftada bir kere de hane-i devletlerine det ediyor. Haftada bir gün ailesi yanında bulunuyor ve eyyam-ı tedrisiyyede bütün hafta mektepte bulunur. Koca mareşali görmek ve mülakat etmek için iki defa mektebe gittim bir defa da tramvayda tesadüfi olarak gördüm kendileri mareşal çocuklarla beraber jimnastik oyununda bulunuyordu. Bu adam koca bir asker kumandanı olduğu halde böyle bir mektep müdürlüğü vazifesini ne için iltizam ettiğini kendine sorduğumda biraz sükutu müteakib tebessüm ederek dedi ki: “Tama’karlıktır fakat birkaç senede bin sekiz Oyama yetiştirmek istiyorum. Bakınız şu müşarun-bi’l-benan olan bir müşirin bugünkü vazifesine! Mucib-i hayret değil de nedir. Ben de kendileriyle beraber diyeceğim: Bu tama’karlıktan başka bir şey değildir. Fakat keşke bizde de böyle tama’karlar zuhur etse idi ne hoş olurdu. Maatteessüf demeliyiz bizim müşiran-ı izam içlerinde Oyama gibi muktedirleri olsa bile bu gibi bir vazifeyi vatan ve millet menfaatini istikbalini mülahaza ederek kabul ederler mi idi? Büyüklük kolay değil bizim ma’zul şeyhülislamlarımız kazaskerlerimiz bilmem kimlerimiz… Hepsi dolgun maaş ile mezar nöbetçiliğini ihtiyar ediyorlar. Canları sıkılırsa kendileri gibi ma’zulin ile biraraya toplanarak tavla ile bilmem ne ile vakit geçiriyorlar maaşlarını ecnebi bankalarına tevdi’ ederek ne millet hayır görür ne de kendileri nihayet bir gün bu cihandan çekilip gidiyorlar. Bunlardan istifade edeceğiz diye millet bekleye dursun. – Bari milletten maaş alıyoruz hiç olmazsa rıza’en-lillah tedris edelim diyecek biri olsa... o da yok. Halbuki ağzımıza cennetten bahsetmek ve cennete doğru gitmek sözler ümidler de yok değil. Hizmete gelince hiç olduğu gibi taat ve ibadette de o kadar acele edenlerimiz gözükmüyor. Kaşgar Çin memleketindendir. Çin’in teşkilat-ı siyasiyye ve iktisadiyyesi yakın zamana kadar Avrupa’nınkine benzemezdi. Kanun ve nizam valilerin şahsıyla mütebeddildi. Lakin bu yakınlarda ıslahat icra ederek Avrupa usulüyle ta’zim-i [tanzim-i ?] memleket teşebbüsünde bulunuyorlar lakin tamamen muvaffak olamıyorlar. Zira erbab-ı ilm ü ma’rifet azdır. Bir seneden beri bizim havalide her şehre birer mekteb-i dırıyor. Kaşgar ahalisi pek cahildir: Dört milyona karib bu müslümanların yeni yazılmış kitapları gazeteleri risaleleri matbaaları yoktur. Kemal-i teessüfle beyan ederiz ki ulemamızda dahi henüz din vatan ve millet endişesi yoktur; ulemamız vakıf iradıyla te’min-i ma’işet ederek imam ve hatib olmaktan başka bir şey düşünmüyorlar. Kaşgar uleması imam ve hatiblerden başka bir kadı bir müfti ve bir de A’lem’den ibarettir Kaşgar’da şeyhülislam yoktur. Kadı müfti ve A’lem’in işi hakimlik yani müddei ve müddea-aleyh arasında ihkak-ı hak eylemek ve buna mukabil onlardan para almaktır; bu rü’esa-yı millet ahval-i milliyyeye dair asla kaygı çekmezler… Çince okutulan mekatibde; müslüman çocuklarına terbiye-i diniyye ve milliyye vermek üzere hiçbir muallim ta’yin olunmamıştır. Ne ulema ve ne agniya arasında muallim ta’yini lüzumu henüz anlaşılmamıştır. Hal böyle devam ederse Kaşgar ahalisinin akıbeti hakkında parlak ümidlerde bulunulamaz. Maamafih ahali tab’an gani [gabi ?] değildir. Müdakkikler çocuklarımızın zekasını medh ediyorlar. Lakin yazık ki onları düşünen istikbali milleti tefekkür eden yoktur… Sıratımüstakım – Ahval-i ictimaiyyenin tenkıdi ıslahat-ı Yukarıda münderic mektup ahval-i mahalliyyeyi pek karanlık renklerle tasvir ediyorsa da biz bunu arzu-yı şedid-i lerimizin ati-i ziyadarından asla nevmid olmuyoruz. nin İran’da insaniyet ve hukuk-ı beyne’d-düvele mugayir olan hareketini alem-i medeniyyete karşı protesto etmek cihan matbuatında tanin-endaz oldu. Miting hey’eti Almanya Rusya-İngiltere harekat-ı gaddaranesine karşı karşı Almanya’ya teleri şark-ı İslami’ye izhar-ı muhabbette bit-tabi’ kusur etmediler. Hatta bazıları mesela Post mezkur mitingi efkar-ı şu satırları yazdı: yesinden istifadeye şitab eylemeli ve İran’ın taksimine asla müsaade etmemelidir. hareketini tasvib ettikleri halde asıl kabinenin mürevvic-i efkarı olmak iktiza eden hürriyet-perver matbuat miting üzerine öteden beri devam eden tenkıdatını teşdid eyledi. Mitinge İngilizler kadar belki onlardan daha ziyade kızan buatı oldu. Muhafazakar Rus gazeteleri hemen her gün mitingten bahsettikleri halde hınçlarını alamıyorlar. Hatta bazıları mitingin ehemmiyetini eksiltmek için Yahudiler teşebbüsüyle mün’akid olduğunu öne sürüyorlar; bazıları da Şii ve tebride çalışıyorlar. Nasrani muharrirlerin iki mezheb-i getiriyor. Bizim güleceğimiz geliyor ama şimal komşularımız cidden hiddetli: “Bu mitingin şekl-i zahirisi Acemistan’ın kesb-i intizam katına i’tiraz etmekti; lakin birtakım hatib ve arz-ı halciler yığını olan bu ictimaın maksad-ı hakıkısi Almanya’ya izhar-ı muhabbetten ibaretti. Mitingi Yahudiler elinde bulunan bir gazete toplamıştı... ilh.” Hiç de ciddi bir gazetenin başmakalesine yaraşmayacak bu saçmalardan sonra Novye Vremya hariciyesini pek çocuk zannettiği Osmanlı rical-i devletini şu sözlerle kandırmak “Osmanlı hükumet-i hazırası başında bulunanlar Rusya’nın sırf altın dostluğuna Avusturya ve Almanya’nın sahte senedlerini tercihe meyyal görünüyorlar. Lakin bu da nihayet kendilerinin bileceği bir iş.” Bizim nazırlar bu Petersburg gazetecisinin zannı kadar her şeyden bi-behre bulunsalar bile Rusya’da sırf altının hiç tedavülde bulunmayıp her işin kaime ile kaim olduğunu olsun göremezler miydi sanki!.. Gördüğümüz vilayet gazeteleri arasında vazifesini en iyi telerinin vazifesi i’tikadımıza göre İstanbul gündeliklerinin siyasi makalelerinden fikir ve şekil ödünç alarak vilayet halkının kafasını pek de anlayamayacakları ve hele hiç istifade edemeyecekleri alimane yazılmış siyaset-i cihan-şümul bendleri ile şişirmek değildir. İhtiyacat-ı mahalliyyeden görüp anlayıp bahsederek her yazıdan okuyuculara bir hissei menfaat bahşetmektir. Biz bu yolda yazıları ancak Eskişehir’de buluyoruz hatta Eskişehir’in siyasi makaleleri de sırf söz ola diye siyasetfüruşluk etmek için olmayıp bir maksad ta’kıb edilerek yazılıyor. Bakınız mesela Mestan İsmail Beyefendi’nin aşağıya bazı kısımlarını naklettiğimiz başmakalesine: “Anadolu Rumeli gibi iki mail satıhtan asırlarca İstanbul’a akan servet sellerinin öteye beriye sıçrayan bazı serpintileri müstesna olmak üzere hepsi denize Marmara’dan pek çok geniş ondan hayli derin olan sefahet deryasına dökülerek kaynamış gitmiştir. “İnsanlığa yükletilmesine tarihin hayret edeceği garib bir taahhüdle öteden Rumeli beriden Anadolu bi-çareleri şu Bizans kibarlarını beslemek hem bir yetim bir dul bir kötürüm gibi beslemek için ömürlerini günlerini telef ettikleri halde mümkün değil bu aç kibarları doyuramıyorlardı. “Bizim onlara verdiklerimiz bir harac mıydı bir sadaka mıydı bilmem; fakat öyle bir teamül halini almıştı ki: Her nemiz olursa İstanbulluların ağızlarına atmak –bizce– bir vazife elimizde her ne bulurlarsa çekip almak –onlarca– bir hak sırasına girmişti. “Onların bizde yalnız hakları vardı; lakin buna mukabil hiçbir vazifeleri yoktu. Biz çalışıp çabalayıp bütün kazandığımızı kendilerine teslim edeceğiz onlar da dört başı ma’mur yaşayacaklardı. Biz onların iradları mıydık davar sürüleri miydik arpalıkları mıydık; neler idik? Burası kat’iyen belli değildi. “Biz kazanalım; başkaları yesin. Biz hayvanlıktan bir parmak ileri gitmeyelim; tek başkaları adam olsunlar! kaidesi çapulculuk yağmacılık devrine aid rezaletlerdendi. Meşrutiyetin bizce anlaşılabilir ma’nasını da ‘Yağma yok!’ ta’birinin yok! demektir. “Öyle ise bize mektep muallim vermediğiniz halde getirin bakalım şu maarif tahsisatını! dediniz mi tahsisat yerine bu cevabı alırsınız: Yağma yok!.” Nasıl hükumet böreği etrafına yığılanlar sabık olsun lahık olsun hepsinin kulaklarına küpe edilip asılacak kadar cevherli sözler değil mi? Devlet-i Osmaniyye: Feva’id ve muhassenat-ı kesire te’min eyleyeceği lede’lmüzakere tebeyyün eylediği cihetle Bosna’da bir İslam bankası te’sisinin cevaz-ı şer’iye mukarin olup olmadığı istiftasını mutazammın Şevval tarihiyle müverrah ve Fahreddin Demiroyk imzasıyla mümza olarak Makam-ı Celil-i Fetva-penahilerine bil-vürud beyan-ı mukteza-yı şer’isi zımnında Fetvahane’ye havale buyrulan ariza mütalaa edildi. Ma’lum-ı ali-i şeyhü’l-İslamileri olduğu üzere mezkur bankaya tevdi’ ve ikraz ve idane ve tebdil veya suver-i saire ile bırakılan ve alınan mebaliğ hususunda mesail-i şer’iyyesine tevfik-i muamele olunduğu ve ez-cümle idane ve istidanede hasıl olacak nema ilzam-ı ribh yani fukaha-yı kiramın beyan buyurdukları turukun birisiyle devr-i şer’i icra edildiği takdirde meşru ve helal olur ol babda. Rusya: – Taşkend’de Türk casusları diyerek Arabı polis tevkıf eylemiş. Ba’dehu bunları yerli müslümanlardan birisi büyük bir para vererek kefalete almış. Bunu haber veren Vakit refikımız şu mütalaayı ilave ediyor: “Türk casusları burada ne gezer! Olsa olsa bedel toplamaya gelmiş aç adamlardır…” Taşkend’de bu Arapların tevkıfinden biraz evvel; Arabi kıyafetinde üç İngiliz casusu tevkıf olundu diye de bir haber vardı. Çin: – Çin’de Türkçe çıkan İle Vilayeti Gazetesi muharriri Abdülkayyum Efendi kardeşimize Hakan-ı Çin tarafından hizmetini tergıben bir gümüş madalya i’ta olunmuştur. Samimiyetle tebrik ederiz. Londra’da sakin İslamlar tarafından akdolunan bir ictimada daki askerini çekmesi için İngiltere hükumetinin Rusya nezdinde Sabah gazetesine Londra’dan yazdıklarına göre şark ahvali hakkında hükumetlerinin ta’kıb ettiği siyasetten İngilizlerin bazıları hiç de memnun değildir. Çünkü İngiltere bu hareketiyle tıpkı Fransa gibi şarkta nüfuzunu kaybediyordu ki bundan İngiliz ticareti menafii müdhiş zararlara uğramaktadır. başka hiçbir menfaat te’min edememiştir. Zira şarklılar Ruslar’ın ta’kıb eylediği Panislavizm politikasından pek ziyade nefret ederler ve Rusların i’mal-kerdesi olan bütün sanayie hafi boykot yaparlar. Hiçbir şarklı kendilerinin düşman-ı biemanı olan Ruslarla İngiltere’nin müttefikan hareketini nazar-ı hoşnudi ile göremez. Binaenaleyh Ruslara karşı aldıkları vaz’iyet-i baridaneyi İngilizlere de teşmile kendilerinde bir mecburiyet hissederler. Çünkü bir millet hiçbir hükumet düşmanının dostuna nazar-ı la-kaydiyle bakamaz. Bu hallerden şarkta en ziyade istifade eden ve edebilecek olan şüphesiz Almanya’dır. Almanlar basiretkarane politikaları sayesinde nüfuzlarını menfaat-i iktisadiyye ve siyasiyyelerini günden güne İngilizlerin ziyanına olarak tevsi’ etmektedirler. Her ne kadar Standard vesair hükumet tarafdarı gazeteler hükumetin harekatını tasvib ve şarklıları Türklerle Acemleri takbih ve tenkıdde pek ileri gidiyorlarsa da liberal matbuat bilakis hükumeti şiddetle tenkıd ederek şarklıların bu hareketlerinde yani İttifak-ı Müselles’e temayül eylemelerinde haklı oldukları ve bu hallere sebep ise Rusya-İngiltere kumeti’ne verdiği ultimatomu bütün bütün muzır addetmektedir. Çünkü liberaller bu ultimatomun İttifak-ı Müselles ve Türkiye’nin İttifak-ı Müselles’le beraber hareket ederek bil-fi’l müdahale ile İran’ı himaye etmelerine bais olacağına kani olmakta ve bu sebeple İngilizlerin şarkta bir hezimet-i siyasiyye ve iktisadiyyeye uğrayacağına hükmetmektedirler. – Bu haftanın yevmi gazetelerinde Azerbaycan’da Sünninin Tahran hükumeti askeri tarafından katledildikleri haberini okuduk. Rus matbuatı ise matbuat kısmımızda münderic olduğu vechile Sünni-Şii nizaını ortaya çıkarıp vahdet-i fikriyyeleri gittikçe kuvvetleşen bu iki öz kardeşi birbirine düşürmeye çalışıyorlar. Bu iki hadiseyi yan yana korsak vazıh bir netice elde ederiz. Şöyle ki: Ruslar zabtetmek istedikleri memalik-i rak maksadlarına vasıl olmak isterler. Bunun emsalini müteaddid yerlerde gördük. Mesela: senesi Rusya hükumeti Kafkasya’daki müslüman ve Ermeniler arasındaki cüz’i ihtilafı alevlemiş ve bir sene devam eden ve binlerce hanümanı mahv eden bir muharebe şekline tahvil etmiş idi. Buhara’da duğundan İran’da dahi vahim bir neticeye varması muhtemel olan bir Sünni-Şia nifakı çıkarmaya çalıştığı şüphesizdir. Muvahhidin müteyakkız ve agah bulunsunlar. Şimdiye kadar mektep kitapları içinde en ehemmiyet verilmeyen bir şey varsa o da ilm-i hal kitapları idi. Öteden beri bellenilen bir usulden azıcık ileriye doğru gitmeyi düşünmek zaid ve lüzumsuz görülüyordu. Oldukça tahsil görenlerin bile anlamakta müşkilat çekecekleri bir ilm-i hal kitabı kör değneğini beller gibi mekatib-i ibtidaiyyeden tutunuz da ta aliye kadar kah mülahhas kah mufassal namlarıyla tedris ettirilir ve zavallı çocuklarımıza papağan-vari aynı şey hiç anlamadan tekrar tekrar ezberlettirilerek sersemleştirilirdi. Neticede din-i celilimiz hakkında hiçbir fikir hasıl edemeyen birçok gençler yetişir ve bi-çarelerin acınacak halleri bütün alem-i İslam’a dağ-ı derun olurdu. İşte nesl-i ahir çocuklarının ma’lumat-ı diniyyelerinin noksan kalmasına en mühim sebep teşkil eden şu ciheti nazar-ı dikkate alan Sıratımüstakım ceride-i İslamiyyesi hey’et-i tahririyyesinden Halim Sabit Efendi işbu mahzuru ber-taraf etmek üzere Ameli İlmihal namıyla büsbütün başka fevkalade nafi’ bir tarzda ve gayet sehlü’l-fehm bir kitap yazmış ve Maarif Nezaretin’ce mükafat-i nakdiyyeye mazhar olarak mekteplerde okunmak üzere ders programına idhal edildiği gibi Bab-ı Celil-i Fetva Tedkık-i Mü’ellefat-ı Şer’iyye Meclis-i Alisi’nden dahi büyük takdirlere nail olmuştur. Kitap talebe ve muallimlere aid olmak üzere iki kısımdan mürekkebdir: Talebeye mahsus olan kısım çocukların anlayacağı mevzular olup sırf Türkçe bir lisanla yazılmış levhalardan ların çocuklara ne suretle ilka edileceği vazıhan gösterilmiştir. Bundan başka tab’ına da son derece i’tina kılınmış ve pek nefis kağıda basılmıştır. Kap kağıtları gayet güzel zarif renkli ve çiçeklidir. Her sahife süslü çerçeveler içine alınmıştır. Hasılı çocukların muhabbet ve şevkini celb için şimdiye kadar mektep kitaplarında görülmeyen nefaset-i tab’ cihetine de son derecede i’tina edilmiş ve taklidlerine meydan vermemek üzere her nüsha naşirlerinin mühürleriyle tahtim olunmuştur. Eğer bizde evladının istikbalini düşünen babalar talebesinin fikir almasını isteyen muallimler varsa onlara hitaben şu kitabın bir kere gözden geçirilmesi rica olunur. Kitap Sıratımüstakım idarehanesi tarafından neşredilip Hakkaklar’da Şark Kütüphanesi merkez-i tevzi’ ittihaz olunmuştur. Talebeye mahsus kısmın fiyatı muallimlerin paradır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Kasım Beşinci Cild - Aded: Aldığımız mektupların birinde deniyor ki: “Bir zamanlar memlekete kolera gibi veba gibi müstevli bir hastalık gelince fedakarlık yapılarak para ile hafızlar tutulur ve memleketin etrafı devrettirilirdi bugün İstanbul’da civar vilayetlerde koleradan epeyce telefat olduğu rivayet ediliyorken hiç öyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sıratımüstakım hükumete bu eski fakat dindarane usulü ihya etmesini tavsiyede bulunsa büyük bir hayır Evet böyle bir eski usul vardı lakin hiçbir vakit dindarane değil idi! Hükumet-i sabıka mevkiini tahkim için millete savlet eden felaketlerden bile istifade etmek isterdi yoksa sari hastalıklara karşı nizamat-ı sıhhiyyeyi tamamiyle tatbikten başka bir tedbir olamayacağını pek a’la bilirdi. Yıldız’da yüksek sesle tilavet edilen Buhariler hastalığı def’ etmek için değil sade-dil halkın hissiyat-ı diniyyesini okşayarak hulus-kar bir padişaha ihlas celbetmek için idi. Yoksa bir taraftan ta Rusya hududundaki koleranın gölgesinden ürkerek sarayında en sıkı tedabir-i tehaffuziyyeyi ifa ettiren; diğer taraftan külhanlar dolusu kütüb-i diniyyeyi cayır cayır yaktıran adamın Buharilere salavat ve selamlara zerre kadar ehemmiyet vermeyeceğini azıcık düşünenler pek kolay kestirebilir idi. hastalık varsa izalesi için tababetin tavsiye edeceği tehaffuzi şifai tedabirden başka yapılacak bir şey yoktur. Esasen bir köylünün bile yakınen bilmesi icab eden bu basit hakıkat bizi öteden beri pek çok aldattıkları için hala olanca vüzuhuyla gözümüze çarpamıyor! Şeriat-i garra-yı İslamiyye’nin tababete ne büyük bir mevki’ verdiğini hepimiz biliyoruz da sonra iki üç riyakarın sözüyle yine o şeriate istinad ederek en celi hakıkatlere karşı Hazret-i Peygamber “Cenab-ı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki devasını da vermiş olmasın. O halde o devayı aramalısınız.” buyuruyor. Tababetten başka bir şey olmayan ber’den o devanın dua kitaplarında aranması lazım geleceği gibi bir işaret yahud bir tasrih ise asla vaki’ olmamıştır. Ne hacet! Suret-i kat’iyyede tahrim ettiği şarabı hazık bir tabibin sözü üzerine tahlil eden; tababeti alel-ade san’atler derecesinde tutmak şöyle dursun tahsili farz-ı kifayedir diyen bir din-i semavi nasıl olur da etıbbanın vazifesine müdahale eder? E’azım-ı eslafın terceme-i hallerini eserlerini okurken pek çoklarının tabib olduklarını zamanlarındaki terakkıyat-ı tıbbiyyeyi tamamiyle ihata etmiş bulunduklarını görmüyor muyuz? Hükema-yı İslam’dan tababetle uğraşan yalnız İbni Sina ile Ebu Bekr Razi değildir. Pek çok ekabir-i ümmet aklın naklin bu san’at-i celileye verdiği mevki’-i hürmeti hakkıyla takdir ederek fevkalade çalışmışlar bulundukları asra göre fevkalade yararlıklar göstermişlerdir. Bir zamanlar tababetin okuryazar fırka için tahsili mecburi fünun sırasında bulunduğuna ise medreselerimizin yıkı tekrardan maksadımız okumakla üflemekle hastalık müdavatına kalkışmak zannedildiği gibi dindarane bir usul olmadığını bizim dinimize asla böyle bir şey sığmayacağını söylemektir. Kur’an-ı Kerim hastalara ölülere okumak için nazil olmamıştır. Kur’an’ daki şifa cehelenin anladığı gibi değildir!.. Fıkra meşhurdur ya: Arabinin biri uyuza tutulmuş develeri za karşı en me’sur duaların katran kadar müessir olamayacağını söylemiştir. Hazık tabiblerimiz koleraya karşı en nafi’ bir tedbir-i şahsi varsa o da yiyeceğe içeceğe yani “himye”ye dikkatten vekkilen alallah– pisboğazlıktan geri durmuyor! Doğrusu tevekkülü pek iyi anlamışız! Allah aşkına olsun din-i halis ile riyayı birbirinden ayıralım; mahz-ı hayat olan şeriat-i İslamiyye’yi cehaletimize meskenetimize hamakatimize bir hüccet gibi irad edip durmayalım. Lübb-i şeriati Kitabullah’tan siret-i Resul’ü hadisten alamayacaksak Kitabullah ile sünnet-i Resul ile amil olan hakıkı müslümanları pişva ittihaz edelim. Yoksa din ile aralarındaki mesafe bu’dü’l-maşrıkayn olan cehele-i cemaate yahud hazele-i ümmete uyacak olursak koleralar vebalar hakkımızda ayn-ı rahmettir! Bu babdaki beyanatımı iki kısma tefrik ile evvelen mekatib-i rüşdiyye-i resmiyye ve saniyen mekatib-i ibtidaiyye-i evkafiyye hakkında bast-ı mütalaat eyleyeceğim. Mekatib-i rüşdiyyeden bir kaçı mesela Eyüp Beylerbeyi Feyziye rüşdiyeleri müstesna olarak mütebakısinin bulunduğu binalar vasi’ ve kabil-i istifade bir haldedirler. Fakat bunlar da her sene cüz’i bir masraf ihtiyarıyle muhafazası mümkün tutmuşlardır. Bu binaların bazısında akıntılar hasıl olmuş kiminin duvar ve sakıfları çatlamış olduğundan ta’mir ve termim olunarak bunlardan istifade kabil ise de bütün bütün müşrif-i harab olmuş olan birkaç mekteb-i rüşdiyye için de müsaid ve mükemmel binalar cüz’i masrafla bi’s-suhule tedarik olunabilir. Bu husus Maarif Nezaretince asla da’i-i müşkilat değildir. Mekatib-i ibtidaiyye-i evkafiyyeye gelince ma’lum olduğu üzere Dersaadet’te mevcud bu nevi’ mekatib on iki merkeze münkasemdir. Merakiz-i mezkurenin havi oldukları mekatibin adedi hadd-i a’zami olarak kırk bir ve hadd-i asgari olarak on altıdır. Bu mekteplerin kaffesi tarih-i Osmani’nin azamet ve şanına birer timsal-i mücessem ve şahid-i bi-misildirler. Bunların arasında öyleleri vardır ki tarih-i te’sisi ta zaman-ı mes’adet-iktiran-ı Hazret-i Fatih’e kadar yükseliyor. Osmanlı İmparatorluğu’nu vücuda getiren ve Osmanlılığın nam ü şan-ı ulviyyet-nişanını i’la eyleyen rical-i devletin kim bilir kaçı bu mekteplerde yetişmiştir. Bu binaların kıymet-i tarihiyyesi bunları hal-i aslilerine ve tarz-ı mi’marilerine halel getirmeksizin sıyanet ve hüsn-i muhafaza eylemek bir milletin vezaif-i mukaddese-i vataniyyesi ve gayr-ı kabil-i istifade bir hale gelmiş ise de talebesini isti’aba kafi ve yalnız biraz ta’mir ve tevsie muhtaç olan diğer birçokları da ruh-ı millet gibi metin ve kaimdirler. Bunları ala-halihi terk etmek bunlardan istifade çaresini düşünmemek tarih nokta-i nazarınca doğrusu gayr-ı kabil-i afv bir hatadır. Bu mekatibden ne suretle istifade edilmek lazım geldiğini eserimize ber-tafsil beyan eyleyeceğimden şimdilik bu kadarla iktifa ettim. Şimdi buraya kadar bast ü temhid etmiş olduğumuz mülahazatı mücmelen tekrar ile deriz ki “İstanbul sekene-i müslimesi beyninde maarif-i umumiyyemizin tensik ve ıslahı metin ve mükemmel esaslar üzerine te’sisi için iktiza eyleyen bil-cümle anasır maddeten ve ma’nen mevcud ise de bu anasır bir hane inşası için evvelce olan tertipsiz bir surette birbiri üzerine yığılarak bir küme halini kesb etmiş levazımat-ı inşaiyyeye müşabih olup bu levazımat-ı inşaiyyeyi bir aheng-i tam ile yekdiğerine mezcetmek için nasıl mahir bir mimara ihtiyaç messeder ise anasır-ı mezkureyi de öylece bir aheng-i teselsül ile yekdiğerine mezcederek istifade edebilmek için fevkalade samimiyet-i ciddiyye ve maharet-i vukuf-ı kamile ile çalışacak erbab-ı hamiyyet lazımdır. usul-i ta’lim ve tedris hemen bundan iki yüz sene mukaddem memalik-i garbiyyece ta’kıb olunan “skolastik” yani usul ve kaide-i atikadan başka bir şey değildir. O tarihten beri fenn-i tedris ve terbiyece hayyiz-ara-yı husul olan terakkıyat ve tekamülden İstanbul mekatibi bütün bütün bigane ve mahrum kalmıştır. Skolastik usulünün ruh ve esasını kuva-yı beşeriyyenin kaffesinden kat’an li’n-nazar mücerred kuvve-i hafızaya istinad etmekten yani bir ders ezberlemekten yüz seneden beri Avrupa’da birçok dahiler yetişerek skolastik usulünün ne derece muzır ne kadar bi-sud ve muhalif-i tabiat ve muhrib-i vücud ü dimağ olduğunu isbat ettiler. Ve alet-tedric “psikoloji” yani “ilm-i ahval-i ruh” ve “fizyoloji” yani “ilm-i ahval-i vücud” veyahud “ilm-i vezaifü’la’za” nam fenlerine istinad ederek “pedagoji” yani “ilm-i ta’lim ve terbiye-i etfal” fenn-i mühimmini vücuda getirdiler ki bugün Avrupa’nın kaffe-i terakkıyyat ve tekemmülatına masdar olan bu fenn-i celildir. Maatteessüf mekatib-i Osmaniyye şu tahavvülat ve tecelliyat-ı azimeden bi’l-külliye mahrum bulunuyor. Eski skolastik usulü burada mine’l-kadim ta’kıb ve tatbik olunageliyor. Bu usul-i sakım millet-i necibe-i Osmaniyye’nin terakkıyat ve tekamülatına ve saadet ve refahiyetine ve’l-hasıl her türlü esbab ve vesail-i medeniyyesine hail ve kuvve-i müdrike kuvve-i müfekkire kuvve-i mantıkıyye ve kuvve-i tenkıdiyye gibi kuva-yı beşeriyyeyi halik olduğundan evlad-ı vatan tab’an ve fıtraten mümtaz bulundukları kuva-yı dimağiyye-i akliyye ve kalbiyyeyi bu usulün netice-i seyyi’esi olarak kaybederek adeta birer makine veya papağan derekesine tenezzül ediyor. Mekatibin ahval ve hususat-ı sairesi de buna makıstir. Bir kere bir mektebe gidip bir sınıfa dahil olunuz göreceğiniz şey bir şamata bir kıyam çocuklar verilen bir emir üzerine derhal ayağa kalkıyorlar. terbiyye neticesi olmak üzere çocukların şahsiyet ve ma’neviyetleri mahvolup gidiyor. Bütün simalar kafalar yeknesak olarak avan-ı tufuliyyet ve şebabete mahsus olan beşaşetten şetaretten bile eser kalmıyor. Şu sun’i vaziyete karşı insan ne yapacağını bilemiyor: Teaccüb mü etmeli yoksa teessüf mü? Bu mektepler mahall-i tedris midir; yoksa tabur alayları mıdır? Acizleri şu halleri gördüğümde ağzımdan bila-ihtiyar “İstibdad ve irtica için ne müsaid bir zemin ne den şey muallimin sınıfta ahzeylediği tavr-ı mütehakkimane ve mütegallibanesi oldu. Yazan bozan konuşan sual eden hep muallimdir. Bu hal ise ta’kıb edilegelen meslek-i sakım-i tahsil ve terbiyyenin bir netice-i garibi ve gayr-ı münfekkidir. Ders ta’lim ve tefhimden değil esasen telkın ve telhimden dedüktif yani kavaid ve usul-i umumiden teferruat ve cüz’iyat Osmaniyye’de an’anatıyla caridir. Elifba’dan bed’ ile sarf ve nahv-i Osmani Arabi Farisi hesap coğrafya hendese ve elsine-i ecnebiyyeye varıncaya kadar kaffesi şu usul üzere tedris olunuyor. Mesela ahval-i ism bir terkib-i izafiyi zamirin envaını beyan eden muallim çocuklara rehber olup “endüktif” usulü üzere talebenin anlayabileceği basit bir surette serd-i makal edecek yerde birtakım ta’birat-ı mühimme ve ıstılahat-ı acibe deric bir kaideyi bir misali irae ediyor. Talebe anlayamıyor. Lakin ikinci günü not almak niyetinde bulunan cevap i’tasına mecbur olduğundan bu kaideyi daha muğlak ve müşkil bir kitaptan anlamayarak misalleriyle ezberliyor. Ve biçare bu kavaidi papağan gibi tekrar ediyor. Fakat cevap verirken konuşur gibi yavaş yavaş veremeyip anlayamadığından papağan-asa kekeleyerek söylüyor. Bu aralık talebeden ezberlemiş olduğu dersi başka suretle ta’rif eylemesini ve kendiliklerinden misaller irad etmelerini talep edecek olur iseniz biçare gözlerini açıp size mütehayyirane bir surette bakıyor. Çünkü okuduğu şeyden bir şey anlayamamış ki size lisanı döndüğü kadar anlatabilsin. Öyle hallere tesadüf ettim ki acımamak kabil değildir. Çocuk dört sene mektebe devam etmiş olduğu halde hala bir gazeteyi serbestçe kıraat edemiyor. Mekatib-i ibtidaiyyede “usul-i savti”den eser bile yoktur. Günlerce haftalarca aylarca hatta yıllarca “b” üstün “b” esre diye durup kalmış ve hoca her ne kadar ta’lim etmiş ise onu ezberlemiş. İşte bütün ma’lumat-ı ibtidaiyyesi bundan ibarettir. Muallim efendi ise evvelce tam altı ay elif be te ilh. diye öğretmiş sonra senelerce çalışır ki bu öğrettiğini çocukların zihinlerinden çıkarsın ve bunların birer isim olup usul-i kıra’atçe diğer bir surette telaffuz edilmesi lazım geleceğini çocuğa anlatsın. Bir de mekatib-i ibtidaiyye ve rüşdiyyede sırf Türkçe yazılmış kitaplar okutturulmuyor. Muallimler işte bu sebebe mebni talebe takririni ve alet kitaplarında yazılmış şeyleri anlamıyor. Rüşdiyenin ikinci sınıfında talebeden biri ilm-i halden irad olunan bir suale cevaben “canib-i du. Acizleri “canib-i İlahi” “inzal” “mukaddes” kelimelerinin ma’naları ne olduğunu sual ettim. Sınıfta çocuklardan hiçbirisi bu sualime cevap vermeye muktedir olamadı. Coğrafya dersinde diğer bir talebe küre-i arzın kendi mihveri etrafında hareket etmekte olduğundan bahseylediğinde elimde bulunan bir kitabı irae ile bu kitabın mihveri neresi olduğunu sordum. Çocuk kitabın cildidir dedi. Diğer bir sınıfta coğrafya dersi esnasında şakird “mıntıka-i şimali” “mıntıka-i garbi” diye cevap veriyordu. “Mıntıka” nedir diye sordum. Talebeden bazısı “mıntıka” soğuk diğerleri “sıcak” ve kimisi de “asuman”dır diye cevap verdiler. Aynı hal hesab hendese derslerinde de vaki’ oldu. Şu ilimler garip bir surette ta’lim ve tedris ediliyor. Asla tatbikat cihetine dikkat ve kılınıyor. Ez-cümle mekatib-i ibtidaiyyede şakirdana ilm-i hesabdan haneler gösterilirken ahad aşerat miat diye telkın olunuyor. Halbuki çocuk bunların ne olduklarını bilmiyor ve üç haneli bir rakam yazdırdıkta şu rakamda kaç aşerat kaç miat olduğunu sorduğunuzda cevap vermekten aciz kalıyor. Çocuk a’mal-i erba’ayı ve bunların mizanını usulen kaideten güzelce öğrenmiş fakat a’mal-i erba’a üzerine bir mes’ele mesela: Sekiz arkadaş bir bağa girip nısfı beşer diğer nısfı da dörder elma almışlar. Acaba bunların hepsi kaç elma almışlardır? diye soracak olsanız cevap veremiyorlar. Çünkü mes’elenin kışrında dolaşılıp lübbüne nüfuz edilememiştir. Mekatib-i rüşdiyyeden birinde ikinci sınıfta hesap dersinde bulundum. Muallim efendi siyah tahta üzerine boydan boya erkam yazmış talebeye okumasını emretti. Çocuk tahtaya bir göz gezdirdi papağan gibi ezberlemeye alışmış kulakları dolmuş olduğundan derhal ahad aşerat miat elf milyon milyar trilyon katrilyon kentrilyon ilh. diye okumağa başladı. Hayret ettim çünkü acizleri Petersburg Hendese-i Aliyye Mektebi’nde bulunduğumdan o erkamı birdenbire okuyamayacağımı vicdanen i’tiraf etmek mecburiyetinde rek hemen çocuktan bir senede kaç dakika olduğunu sordum. Şakird mütehayyir kaldı. “Öğretmediler efendim.” dedi. Muallim efendi ise geçen sene imtihan esnasında gelmiş olan hey’et-i mümeyyizenin hesap dersinde talebeye ta’dad-ı erkam bahsinden başka bir şey sormamış olduğu ve bu bahsi bilmeyen talebeye sıfır vererek sınıfta kalmalarına sebep olduğunu ve işte bu sebebe mebni bu sene ta’dad-ı erkam bahsine pek ziyade dikkat edildiğini söyledi. Arabi Farisi Fransız lisanlarının ta’lim ve tedrisinde şu usul-i sakım daha şiddetli bir surette ta’kıb olunuyor. Tatbikat ciheti külliyen metruk kalmıştır yalnız kavaidin zabtından ne hasıl olur! Bir de Fransızca; mekatib-i rüşdiyyenin yalnız son sınıflarında haftada iki defa tedris edilmekte olduğundan bundan asla istifade olunamıyor. Madem ki Fransız lisanının tedrisine ihtiyaç vardır şu halde ya ciddi bir surette ta’lim ettirilmeli veyahud mekatib-i rüşdiyyeden bu dersi tayyedip mekatib-i taliyyede vasi’ bir mikyasta gösterilmelidir. Elde mevcud program mucebince rüşdiyelerde Fransızca haftada tice hasıl etmez. İlm-i ahlak ilm-i eşya ma’lumat-ı medeniyye derslerine gelince bu ilimler de hemen ezber usulü üzere ve talebenin anlamayacağı bir tarzda ta’lim olunduğundan sarf olunan evkat ve masraf nisbetinde bir istifade olunamayıp “nakş ber-ab” kabilinden olarak şakirdanın huceyrat-ı dimağiyyelerinde mutantan ve müşa’şa birtakım elfaz ve ta’birat menkuş olmaktan başka bir netice hasıl olmuyor. Haccac zabıta me’muruna yatsıdan sonra şehri dolaşarak kimi sarhoş görürse boynunu vurmasını emretmiş. Ne kadar fazla kafa keserse efendisinin yanında o kadar fazla i’tibar kazanacağını bilen bu haydut hemen o akşamdan paçaları sıvayarak bucak bucak sarhoş aramaya başlamış. Herif memleketin ötesini berisini dolaşırken bir de bakmış ki: Üç delikanlı iki tarafa yalpa vurarak gidiyor; bir mahalle çocuğu da bunları dalga gibi her taraftan kuşatmış “Yuha!” gülbangiyle teşyi’ ediyor! Me’mur hemen delikanlıları tevkıf ederek: “Siz kim oluyorsunuz ki emir hazretlerinin fermanına isyan cür’etinde bulunuyorsunuz? Söyleyin bakalım!” deyince içlerinden biri şu beyti okumuş: Haşimilerden olsun Mahzumilerden olsun kimse yoktur ki gelip de babamın önünde boyun eğmesin. Ben bütün eşraf ve kabailin malına kanına tasarruf eden bir adamın oğluyum. Anlaşıldı: Bu oğlan mutlaka Emirü’l-Mü’minin’in pek yakın akrabasından olacak… Ya sen kim oluyorsun bakalım diye ikincisine sorunca o da şu kıt’ayı inşad etmiş: Ben han-ı in’amı hiç tükenmeyen bir adamın oğluyum. Babamın tenceresi her zaman kaynar; bir gün ocaktan inse ertesi günü yine çıkar; gece gündüz yanan bu ocağın ziyasına doğru halk akın akın gelir; bir kısmı ayakta bir kısmı oturmuş olduğu halde o ateşin etrafını kuşatır. Galiba bu da asil bir hanedana mensup olacak… İlişmeye gelmez… Bunları anladık fakat sen kimsin sualini üçüncüsüne tevcih edince o da şu beyti söyler: Ben o adamın oğluyum ki dönmez bir azim ile safların muharebede atlar geri dönmek istese bile babamın ayakları üzengiden asla ayrılmaz. Mutlaka bu oğlan da serdarın çocuğudur… Zabıta me’muru sarhoşların üçünü de bir yere kapayarak sabahleyin vak’ayı Haccac’a anlatır. Haccac üçünün de huzuruna çıkarılmasını emreder. Meğerse bunların birincisi hacamatçı oğlu ikincisinin babası baklacı Araplarda sırf kuru bakla pişiren aşçılar vardır üçüncüsününki de çulha imiş! Haccac çocukların fesahatine hayran olarak meclistekilere demiş ki: Gördünüz ya evladınıza edebiyat öğretiniz. Vallahi edib olmasalardı şimdi bunların üçünün de boynunu vururdum. volski olmuştu: Murschtag programının ruhundan ayrılıp Makedonya “ıslahatı” tekamülünde Saint James kabinesi amaline takarrüb etmişti; hatta Almanya’yı ve Almanya vasıtasıyla Avusturya-Macaristan’ı da yedmek ümidinde idi. Aehrenthal hamleye maharetle karşı kodu: Sancak Demiryolu fikrini ortaya çıkardı; Makedonya’da “ıslahat” yapılması razı olur gibi görünmüş “adliye ıslahatına” asla yanaşmamıştı. Demek oluyor ki Aehrenthal bu ilk çatışmada hasmının hamlesini hiçbir zararsız savuşturduktan başka İzvolski’nin sol kaburgasına Sancak yolundan ibaret bir demir darbesi muvaffakıyetsizliği Devlet-i Osmaniyye menafi’i nokta-i nazarından ehven-i şerreyn idi. Makedonya’da “ıslahat-ı adliyyenin” hayyiz-i fi’le vusulü vilayet-i selaseyi merkez-i saltanatına bağlayan revabıt-ı siyasiyyenin artık tam kopacak bir raddeye gelmesi demekti. Vakıa Sancak şimendöferi de Avusturya-Macaristan’ın Balkan hakimiyet-i müstakbelesi etmekten başka bir şey değildi. Fakat Hükumet-i Osmaniyye’nin Balkanlarda müstakbelen melhuz Avusturya-Macaristan lav muhatarasından ürkmesi daha tabii ve daha ma’kul idi. gayretine asla kesel vermedi hemen ikinci hamleyi etti: Aehrenthal’in Sancak Demiryolu’na karşı onu kesip giden Tuna-Adriyatik hattı projesini öne sürdü. Peki demek istedi madem ki siz Alman ve Macarlar Bosna-Hersek’ten Sancak Boğazı’nı aşarak Selanik’e sarkmak istiyorsunuz biz İslavlar da krallık Sırplarını Osmanlı Sırplarını ve Karadağlıları birleştiren bir İslav hattıyla boğazın mahrecinde önünüze çıkarız ve sizi “Sırplığın merkezi olan” Kosova’ya asla Lakin gariptir ki Mösyö İzvolski bir taraftan Aehrenthal rem-i esrarı ittihaz ederek en gizli düşüncelerini ona açmaktan çekinmiyor: “Aehrenthal’in Sancak Demiryolu vasıtasıyla Kanunisani’de çaldığı galebeden sonra Rusya Hariciye Nazırı Avusturyalı refiki ile en mahrem mükalemata girişiyor. Bu mükalemenin mevzuu pek mühimdir: İzvolski ve Aehrenthal Türkiye’de vukuu muhtemel umurdan mesela Abdülhamid’in vefatından sülale-i hükümdarinin sukutundan şekl-i hükumetin tebeddülünden Türkiye’nin taksiminden bahsederler… Rusya imparatorunun senesi Mayıs’ında Reval’de Kral Edward’la mülakatında dahi mevadd-ı mezkureden bahsedilmiş olsa gerektir. senesi Haziran’ında Hariciye Nazırımız Avusturyalı hasmına bir muhtıra gönderiyor. Aidemémoire guin ve bu muhtırasında Adriyatik demiryolu ivazına Sancak hatt-ı hadidine razı olduktan fazla eğer Avusturya-Macaristan Boğazlar’ın açılmasına muvafakat ederse mezkur devletin Bosna ve Hersek ve hatta bazı şerait dairesinde Yenipazar Sancağı üzerine hukuk-ı aliyyesini tasdik teklifinde bulunuyor…” Melikov’un yukarıda mezkur nutkundan hemmiyetli an işbu efkarın zaman-ı mübadelesidir. Çünkü bu esnada Devlet-i Osmaniyye’nin hayat ve mematı mevzu’-i bahstir. Bu fevkalade mühim mükalemeyi ilk önce sezip mübhem bir surette aleme ifşa eden Times gazetesi olmuştu. Times Ağustos nüshalarından birinde Bosna-Hersek ve Yenipazar’ın Avusturya-Macaristan’a tamami-i mübadele-i efkar vaki’ olduğunu ve hatta Rusya Hariciye Nazırı’nın Avusturyalı arkadaşına bu babda - Haziran tarihli bir muhtıra bile vermiş bulunduğunu iddia eylemişti. Londra ceride-i mu’teberesinin bu haberi sahih çıkarsa Rusya Hariciye Nazırı İslav menafi’-i umumiyyesine hıyanet etmiş demek olacaktı. İslav efkar-ı umumiyyesi galeyana geldi. Rusya Hariciye Nezareti; “İstihbarat Kalemi” vesatatıyle vaki’in resmen tekzibine bile kalkıştı. Lakin bu kizb-i resminin ömrü de her yalan gibi pek kısa sürmüştür: Petersburg’ta tekzib ile uğraşılıp dururken ma’lumat-ı mühimmeyi bizzat Mösyö İzvolski’den alıp onun siyasetini müdafaaya kalkışan bir zatın makalesi Fortnightly Review nam müdafi’i Rusya Hariciye Nazırı’nın Boğazlar’a mukabil Bosna-Hersek ve Yenipazar sancağını sattığını zımnen i’tiraf ediyordu. Lakin bizce İngiliz mecmuasında münderic i’tirafatın en mühim ciheti bizzat pazarlık olmayıp pazarlık esnasında mevzu’-i bahs olan Türkiye’nin taksimi mes’elesidir. Melikov’un yukarıda mezkur nutkunda bu pek mühim mübadele-i efkarın vech-i muhtasarı mevcud idi. İngiliz mecmuasında Aehrenthal Abdülhamid’in ecel-i kaza ile vefatını müteakib hasıl olacak anarşi hengamında Avusturya-Macaristan’ın Selanik’e inmek ve İstanbul Boğazı’na sefain-i harbiyye göndermek hakkı mahfuz olduğunu ihtar etti. Rusya Hariciye Nazırı buna mukabil; Sultan’ın sahneden çekildiğini haber alır almaz Karadeniz filosu kumandanına der-akab ceyş noktalarını tutmak ve icab ederse İstanbul ve Beyoğlu’na da asker dökmek emrini vereceğinin Avusturya Hariciye Nazırı’na cevaben arzını kendi sefirine sipariş eyledi. Unutulmamalıdır ki mübadele-i efkarın İngiliz mecmuasında Bu birkaç satır okunulur okunulmaz derhal görülüyor ki geldiği bir noktadan hikayeye başlamıştır. Baron Aehrenthal’in; durup dururken bu kadar korkunç ve azim vekayi’-i müstakbeleyi gaybdan haber verircesine der-miyana kalkışması garip gelir. Mevzu’-i bahs Sancak ve Adriyatik demiryolları iken; mükalemenin Türkiye taksimi vadisine dökülmesi için elbette diğer bir saike ihtiyaç vardır. Eğer Mösyö Melikov’un tahmini yanlış değil ise yani Reval Mülakatı’nda hakıkaten Türkiye taksimi hakkında mübadele-i fikr edilmiş ise Aehrenthal’in sözü bir dereceye kadar anlaşılır: Türkiye taksimini düşünen Rusya ve İngiltere’ye bir cevap demek olur. Bununla beraber inkılab-ı Osmani’den biraz evvel cereyan etmiş bu esrarengiz mükalemenin ve netaicinin karanlık noktaları henüz bakıdir: İngiltere Rusya veya Avusturya-Macaristan Türkiye’de hazırlanan vekayii bu kadar vuzuh ile nasıl biliyorlardı. Bunun leh veya aleyhinde ittihaz-ı tedabir ettiler mi? Ettilerse te’siri oldu mu? İzvolski ve Aehrenthal’in bu müzakereden matlubları ne idi? İzvolski bunu ifşa ile ne kazanmak istedi? İnkılab-ı Osmani esnasında nasıl hareket ettiler. Bahsettikleri tedabir-i askeriyyeye kim ve ne mani’ oldu?.. ilh. Bu suallerin cevabı bence tamamen mechul olmakla beraber şu ma’lumdur ki hadise-i müterakkabe kısmen vukua geldi: Devlet-i Osmaniyye şekl-i idaresini tebdil etti ve Abdülhamid sahneden çekildi. Bunun üzerine İzvolski hemen Aehrenthal’in yanına Buchlau’a koşar; sonbaharın yağmurlu ve soğuk bir gününü Eylül iki rakip sobalı küçük bir odada mükalemat-ı siyasiyye ile geçirirler. Söz arada kalır yalnız vekayi’ meydana çıkar: Eylül’ün sekizinde Ferdinand Bulgaristan krallığının ilan edileceğini nazırlarına ba-telgraf bildirdi. Eylül’ün yirmi ikinci günü Bosna-Hersek’in Avusturya’ya ilhakı i’lan olundu. O aralık lakin edemez; zira rakibi Aehrenthal “Buchlau Mülakatı”nda Bosna ve Hersek ivazında Boğazlar’ın açılmasına razı olur gibi görünmüş ise de dostları Pişon ve Grey buna muvafakat etmezler; hele Paris’te İzvolski’nin bütün dünyayı alt üst edebilecek ta’vizat talebinden pek korkarlar. Gerçi Londra’da bir konferanstan bahsolunur lakin ne Berlin ve ne de Viyana konferans sözünü işitmek bile istemez. Hasılı Mösyö İzvolski Avrupa merakiz-i hükumetinde birçok uzun haftalar mekik gibi dolaştığı halde hiçbir şey kazanamadan “elindeki kozları yol boyu ekip dökerek” haib ü hasir Petersburg’a makam-ı nezaretine avdet eyler. Görülüyor ki Rusya Hariciye Nazırı ikinci hamlesinde birincisinden daha az tali’lidir. Bu sefer cenubi İslavlığı ikiye ayıracak bir demiryol layihasıyla da kalınmıyor iki koca eyalet büyük bir memleket Devlet-i Osmaniyye taht-ı hakimiyyetinden çıkarılmak suretiyle İslavlıktan koparılmış oluyor. rının bir gün olup da kesb-i istiklal eyleyerek İslav kitle-i azimesine iltihak eyleyeceklerinden emindirler; lakin iki başlı Habsburg kartalının pençesine geçmiş İslavlardan hiç olmazsa uzunca bir müddet için kat’-ı ümid etmek lazım geliyor. Bütün bu zayiata ta’vizen hiç olmazsa Boğazlar’ı açabilmiş olsa idi! O da yok… Bosna ve Hersek darbesi üzerine İzvolski sersemledi sendeledi. Herkes onu artık düşecek zannetmişti. Fakat Petersburg sarayı daha doğrusu başında çariçe valide bulunan bir saray hizbi kuvvetü’z-zahr oldu. İzvolski kendini topladı ve hasmına bir hamle daha edecek kadar kendinde kuvvet buldu. “İlhak” İslavlar kadar Türkleri de kızdırmıştı. Genç Türkiye’nin ferda-yı zaferinde Avusturya-Macaristan’dan gördüğü bu hareket-i gayr-ı muhalasat-karane Avrupa düvel-i merkeziyyesinin tarafdar-ı istibdad olması hikayesine munzam olarak İstanbul’da zimamdaran-ı umuru coşturmuştu. Genç Türkler ilhakı meslekleri aleyhinde bir hareket gibi telakkıye pek meyyal idiler Avusturya-Macaristan’ın; Bosna ve Hersek’i ilhak etmesi genç ve ihtiyar Türklere husumet veya muhabbetten değil Cermen-İslav niza’-ı tarihisinin mecburiyyü’l-husul bir safhası olduğunu o zamanlar İstanbul’da demekti. Bundan başka İngiltere ve Fransa Genç Türklük tarihinde bir hayli hatırat-ı muhadenet bırakmışlardı. Fransa ve İngiltere’nin devr-i Tanzimat’taki müzaheretleri terakkıperveranın hafızalarında menkuş olduğu gibi mahbes ve menfada ömür geçirenlerin şükran-ı şahsileri de hürriyetperver denilen garb devletlerine müteveccihti. Hasılı İngiliz ve Fransız muhabbeti Genç Türklüğün an’anesindendi İngiltere ve Fransa ise İttifak-ı Müselles’in rakipleri Rusya’nın dostları idi; İngiltere ve Fransa’ya karşı beslenilen hiss-i muhadenet merkezi Avrupa devletlerinden adem-i emniyyet Genç Türkleri bütün o mazi-i harb ü cidale rağmen Rusya’ya dır: İstihsal-i hürriyyet ve istirdad-ı meşrutiyyet için Balkanlara çıkan Türk ahrarı Rumeli’nin İslavlarında ve alel-husus Bulgarlarında vefa ve samimiyet görmüşlerdi. İstibdad aleyhine açılmış harpte Genç Türkler bazı Bulgar rü’esası ile mesela Sandanski ve Panitsa akd-i ittifak eylemiş gibi idiler. edecek oldu: Türkleri Balkan İslavları ile birleştirip Cermen ve Macarlara karşı koymak istedi. Genç Türklere Avusturya-Macaristan’ı hukuk-ı sarihalarını gasıb hükumet-i cedidelerinin kesr-i haysiyyet ve nüfuzuna sayi’ ve nihayet Selanik’e kadar Avrupa-yı Osmani’nin cihet-i şarkıyyesini kat-ı istila-karanesini durdurmak için bütün Balkan sekenesinin elbirliğiyle müdafaaya kıyam etmelerinden gayrı çare olmadığını söylettiriyordu. Balkan İslavlarına da mabeynlerindeki müddet için adüvv-i mazi ve istikballeri olan Türklerle bile hoş geçinmeye katlanarak vatanlarına yabancı Cermen ayağı bastırmamaya ve hatta iktiza ederse bu uğurda harpten bile kaçınmamayı tenbih ettiriyordu. Türklerden ve İslavlardan bu nesayihe kulak asanlar bulundu. Sırplar bugün yarın Avusturya-Macaristan’a i’lan-ı harb edeceklermiş gibi gürültü ettiler. Bazı Türkler de Devlet-i Osmaniyye’nin taht-ı riyasetinde bir Balkan ittihadı husulü mümkündür hayal-i hamına kapılarak bilmeden İslav makasıdına alet oluyorlardı. Bereket versin ki Osmanlı rical-i hükumeti ve Genç Türklüğün ekseriyeti Avusturya-Macaristan düşmanlığını boykot ilanından daha ileriye götürmediler. Sırpların cengaverliği de Belgrad sokaklarında pek çok patırtılı nın mu’avenet-i biraderanesinden emin olmadıkça birkaç gün içinde kendilerini sıkıp mahvedebilecek Avusturya-Macaristan’la harbe giremezlerdi. Rusya Hariciye Nazırı bir taraftan Balkan akvamını Avusturya-Macaristan aleyhine tergıb kını ne Türkiye’nin ve ne de diğer bir Avrupa devletinin hod-be-hod tasdik edemeyeceklerini zira Bosna ve Hersek’in Avusturya ve Macaristan işgal-i askerisi altında bulunması Berlin Muahedenamesi mukarreratından olup bu kararı ancak bir Avrupa konferansı bozabileceğini ve binaenaleyh bir konferans akdi lüzumunu iddiada ısrar eyliyordu. Halbuki biraz yukarıda söylediğimiz vechile Viyana ve Berlin de konferans sözünü işitmek bile istemiyordu: Madem ki Avusturya-Macaristan otuz seneden beri taht-ı işgal-i askerisinde bulundurduğu Osmanlı vilayetlerinin ilhakını i’lan etti bu babdaki müzakerat ancak Avusturya-Macaristan ile Bab-ı Ali arasında cereyan etmelidir başka devletlerin buna müdahaleye hak ve salahiyetleri yoktur diyorlardı. İzvolski’nin Sırpları teşvikte biraz ileri gitmesi üzerine derhal Almanya İmparatoru ve Avusturya Veliahtı’nın mülakatı vaki’ olarak Alman kavminin ahde vefasından bahsedildi ve Avusturya-Macaristan ile Almanya arasında mün’akid muahede-i kadimenin bir Rus-Avusturya harbi vukuunda Almanya’nın muavenete mecburiyeti fıkrası neşrolundu. Rusya’ya bir nevi’ ültimatom verildi. Mart . İzvolski Avusturya ve Almanya harbini göze aldıracak kadar kuvvetli değildi: Bosna ve Hersek’in ilhakını tasdik konferanstan feragat ve Sırbiya’ya tavsiye-i akl u sükunet etti… Petersburg’da nokta-i istinad bulamayınca Sırbistan’ın heyecan ve şiddeti pek çabuk mübeddel-i sükunet oldu. O aralık Türkiye’de Mart vakıası zuhura gelmekle Babıali de hiç olmazsa bir an evvel gavail-i hariciyyeden kurtulmuş olmak için konferanstan falan vazgeçerek Bosna ve Hersek ilhakını cüz’i bir ta’viz-i mali mukabilinde tasdike ve boykotajın kat’ına müsaraat eyledi. El-hasıl İzvolski ile Aehrenthal’in bu son tutuşmalarında Rusya Hariciye Nazırı tamamen yenilmiş ve Rusya diplomasisinin şeref ve haysiyyeti pek ağır yaralanmış idi. Bazı Rusların dediğine bakılırsa Rus siyaset-i hariciyyesinin böyle acı bir muvaffakıyetsizliği tarihinde enderdir. Mart mağlubiyetinden sonra Mösyö İzvolski’nin hayat-ı siyasisi hitama ermiş denilebilir. Bununla beraber İzvolski makam-ı nezareti daha bir buçuk sene kadar muhafaza eder. Hatta bu müddet zarfında evvelce olduğu gibi faaliyet ve şiddetle değil ihtiyat ve sükunetle yine Balkanlar’da bir şeyler yapmak Balkan ittifakı hayalini idameye çalışmak vessü’ ümidlerini beslettirir; ba-husus Bulgarlara yalnız Avusturya’dan değil Rusya’dan da bir hayli menafi bekleyebileceklerini anlatıp Ayastefanos Muahedesi’ni “Büyük Bulgaristan”ı hatırlatır. Ve aynı zamanda Devlet-i Osmaniyye müdiran-ı umurunu Osmanlı efkar-ı umumiyyesini Osmanlılar da dahil olmak üzere teessüs edecek Balkan ittifakı fikrine alıştırmak için uğraşır. Lakin bütün bu mesai pek beyhudedir! Bir iki senelik vekayi’ Avrupa-yı Osmani’nin hayatına en mühlik anasır İslav devletleri olduğunu Türkler nezdinde tebyin eylemiştir. Şimali İslavlar arasında birkaç seneden beri tekrar şiddetli kaynamaya başlayan ittihad-ı Sofya’ya Türkiye İmparatorluğu’nun burnu ucuna gelip şamatalı nümayişlerde bulunuşları artık kör olanların bile gözünü açmıştır. İslav tehlikesinin netice-i tabiiyyesi olarak – diğer esbabın da inzimamıyla– hükumet-i Osmaniyye Balkan siyasetinde İslavlardan gayrı anasıra Sırplara Rumenlere ve hatta son zamanların bazı emaratına bakılırsa Rumlara bile istinad lüzumunu hissetmiştir. Demek İzvolski’nin bu son teşebbüsatı da Cermenlerin yani Avusturya-Macaristan ve Almanya’nın İstanbul’da te’yid-i nüfuzlarından gayrı bir semere vermemiştir. oldu. Rusya’nın aksa-yı şarkta kaybettiği menafi’ ve şerefi şark-ı karibde ta’mir edemedikten başka diğer mağlubiyetler diğer mahcubiyetler daha yüklendi. Büyük Rusya ihdas sör Şiman’ın dedikleri çıktı: Bizans yolunda Avusturya Çesarı ric’ate mecbur kaldı. Eski dostu Fransa yeni refiki İngiltere ümidi derecesinde muavenet etmediler edemediler… İzvolski Aehrenthal karşısında yalnız kalmış gibi idi. “Yaşasın mağluplar!” tarihin en yalancı nidalarındandır. Mağlubun dostu sena-karı yoktur: Evvelce İzvolski’yi yakın şark meydan-ı zaferine gitmek için tergıb edenler mağlubiyetini müteakib yüz çevirdiler. Rus efkar-ı umumiyyesi Hariciye Nazırı’nın aleyhine döndü. İzvolski Hariciye Nezareti’nden çekilmeye mecbur oldu. Birçok siyasileri ezen mes’ele-i şarkıyye onu da nihayet kırıp atmıştı… Pekin’den: Pekin’de dört mektep vardır. Bu mektepler Pekin müftisi Vav Van Ahund’un Dersaadet’e gidip hakan-ı sabıkın iltifatına mazhar olarak ikinci nişan-ı Osmani ile tezyin-i sadr ederek Pekin’e avdetinde teessüs etmişti. Demek bunların hayatı üç senelik bir müddet-i kalileden ibarettir. Nişan-ı zi-şan-ı Osmani’nin hürmet ve heybetine iclalen olunmuş dört ay zarfında bir mekteb-i ibtidai ile bir mekteb-i rüşdi inşasına muvaffakıyet hasıl olmuştur. Fakat mektepler yeni usul kaidesine tevfikan levhalar ve sandalyeler mutantan surette icra olunmuştu. Fakat mekteplerin şu hal ve kıyafeti Pekin’deki otuz iki camiin imamlarını ve hatib ve ulemasını ve müezzin ve hademelerini son derece igzab ediyor cedid demektir. Kendilerinin tefsirine nazaran “hudusu” yani bid’at demektir. Bu “hudusu” mes’elesi yavaş yavaş etrafa yayıldı. Tevcihte bid’at var diye herkes kızmış söğünüyorlardı Fakat müfti hazretleri hiç kendi bildiğinden şaşmıyordu doğru maksuda yürüyordu. İki mektep için Çin lisanı ve ulum-ı cedideye vukufu olan muallimler alındı ve lazım olan hademeyi de ilhak ettiler her ne ise mektepler küşad olundu muallimleri dahi derse mübaşeret eylediler lakin mekteplerin varidat ve maaş verecek bir menbaı yoktu ne yapsınlar düşündüler taşındılar; ne yapalım piyango ihdas edelim dediler. Lakin hükumetin haberi yoktu. Nihayet ayda dört yüz riyal hasılat verecek altı bin piyango bileti çıkardılar fakat ulema buna karşı geldi: Riba faiz “hudusu haramu” diye sebb ü şetm ve küfr ü hezeyan ile meşhun mektuplar Van Ahun rah-ı maksuda doğru yemin ü şimalden gelen gürültüye kulak asmayarak ilerliyordu. Piyango hasılatından Hadmen ve Saliha ve Tutsi mekteplerinin ihtiyacat-ı zaruriyyeleri ve muallimlerin maaşatı tesviye olunuyordu. Hatta Vav Van Ahun’un amcası Yi birinci ma’nasına Ahun cenablarına dahi hakku’s-sükut olarak yirmi riyal veriliyordu. Zira bu millet rüşvetsiz bir şey yapamaz… Nihayet ulemanın kıl ü kali çoğaldı. Ashab-ı ama’im olan fuzala-yı kiramın delalet-i hayriyyesiyle hükumet-i vesniyyeye iş’ar-ı keyfiyyet olundu hükumet-i vesniyye ulema-yı İslamiyye’den daha munsıf imiş ki piyangoyu men cihetine gitmedi yalnız bir “Si Piyav” ma’nası imparatorun müsaadesi ile ihdas olunmuş ve piyango demek imiş şu ibareyi kaldırınız da neşrediniz dedi bizim müslümanlar ise peki o ibareyi kaldırırız demişler fakat yine kaldırmadılar öylece çıkarmaya devam olundu. Yine ulema-yı fuhul sükut edemedi hükumete ediyor düşman hiç sükut eder mi? Yine jurnal verirler. Zavallı mekteplerin kut-i la-yemut olan menba’-ı varidatı “tenata” men’ ve piyango alat ve edevatı müsadere ederler ma’hed-i ilmü’s-siniyyü’l-İslami olan mektepler sağa ve sola bakarak mahzunane ve menkusu’r-re’s bir hal-i perişanda kalıverirler; ulema-yı mütebahhirin artık gayet mesrur olmuşlar. Şimdi eşraftan üç zat-ı muhterem altı yüz riyal iane bulunduğumuz mekteplerin havayic-ı zaruriyyeleri def’ ediliyor sair mektepler ise an-karib nesiyyen mensiyyen olacak. Hamdolsun ulum-ı diniyye mektebine ziyan ve zarar gelmedi. Zira bunun varidatı mekteplere merbut değil fakat ulum-ı diniyye yerine de yeni usulümsü bazı levhalar ve tahtalar mevcud olduğundan maazallah pek müstekreh görüyorlar. Ba-husus tecvidli Kur’an-ı Kerim okunmasını hiç Geçenlerde bir nebze ihbar ettiğim Cem’iyet-i İslamiyye dahi dağıldı zira böyle cem’iyetler bid’at ve hudus imiş rahmetullahi ala İslami’s-Sin bakınız şimdi Çin Meclis-i Meb’usan’ı üzere üç yüz kişiye baliğ bir cem’iyet vardır. İçinde bir ferd-i vahid müslüman yoktur. Fakat meclisin itmam ve ikmali yedi seneden sonra hitam olacak imiş inşaallah yedi seneye kadar siyasi bir müslüman bulurlar!.. Bugün sahaif-i tevarih-i aleme atf-ı nazar-ı dikkat olunur vakitler Sedd-i Çin’den Berrü’l-Mısr’a kadar olan memalik-i vesia-i dünyaya ferman-ferma olan hükümdaran-ı izamın memalikine tesmiye olunur idi. Asıl İraniler ki bu kıt’anın vasatında kain olanlar yani şimdiki İran memalikinin ahalisidir. Tab’an meftur oldukları şecaat ve cengaverlik sayesinde daima kendi sancakları altında yaşamaya alışmış ve şir-i hurşidden başka bir devlet-i ecnebiyyenin sancağı altında uzun müddet yaşamamışlardır. Kurun-ı ula ve vustada bir taraftan İskender bir taraftan Cengiz istilası ve diğer taraftan tava’if-i müluk tegallübü o mehd-i ulya-yı ulema ve medeniyyet olan kıt’a-i Iraniyye’yi baştanbaşa bir harabe-zara çevirmiş ve ahalisi ise son nefese kadar müdafaa-i milliyyet etmişler ve en sonra defe’at-ı adide ile istirdad-ı istiklale muvaffak olup hükumat-ı müstakıllelerini vücuda getirmişlerdir. zerinde te’sis-i daire-i hükumet eyleyen tava’if-i müluk zamanında manının bir hükümdar-ı pür-ihtişamı olan Yavuz Sultan Selim olmuş ise de bu mağlubiyet azm-i cesuranesine te’sir etmemekle beraber cesaret-i tab’ını bir kat daha tezyide medar olmuş ve az zamanda tevsi’-i daire-i nüfuz eyleyerek Tebriz şehrinde te’sis-i daire-i hükumet edip İranilerin ne derece faal ve cesur olduklarını muasırlarına isbat eylemiştir. Safevilerin son hükümdarı olan Şah Sultan Hüseyin’in zamanında bir taraftan Afganilerin Isfahan’ı muhasara ve diğer taraftan Rusların Tebriz’i zabtı ve ihtilalat-ı dahiliyye hükumet-i Safeviyye’yi münkarız etmiş ise de mü’essis-i sani-i hükumet-i Iran olan Nadir Şah Afşar’ın bir gayret-i cesuranesi sayesinde Afganileri memleketten ihraç ve Ruslar dahi tard edilmiştir. Her yerde alem-i insaniyyetin bir hami-i ali-cenabı denilen lunan Rusya’da işti’al eden na’ire-i ihtilali teskine teşebbüs etmeyip de müdafaa-i hürriyet uğrunda dört seneden beri feda-yı can eden İranileri son defa olarak verdiği nota Valencia limanına asker çıkarmak suretiyle tehdide teşebbüs etmesi alem-i insaniyyetin ne derece hamisi olduğunu kürei arza isbat etmiştir! Bugün İran’da mühim bir iğtişaş mevcud olmadığı gibi şimdiye kadar tarafeynin her ikisi yani istibdad ve meşrutiyet tarafdarları daima ecnebilerin hukukunu muhafaza etmişlerdir ki bu mes’eleyi bütün Avrupa bilhassa İngiliz ve Rus gazeteleri dahi tasdik etmişlerdir. İngiliz tebealarının hukukunu muhafaza için değil mahza tevsi’-i memalik için karşılarına gelen herhangi bir milletin şeref-i milliyyetini pay-mal etmekten çekinmiyorlar. İngiltere Rusya düşünmelidirler ki alem-i İslam’ın yani üç yüz milyonluk bir kitle-i cesimenin enzar-ı dikkatleri İslamiyet’in yed-i yesar ve yemini olan Osmanlı ve İran hükumetlerine ma’tuftur. Bunların herhangi birisinin istiklal ve tamami-i mülkisine vuku’ bulacak bir taarruz umum İslamlara olunmuş nazarıyla bakılacaktır. Asya-yı cenubi ve şimalide mütemekkin yüz milyon müslüman düvel-i metbualarının zulmünden ve bilhassa İran’a vuku’ bulan bu tecavüzlerden son derece muğberdirler. aleni bir taarruzdan vazgeçmelidir. Yoksa iyice bilmiş olsunlar ki İraniler son nefese kadar müdafaa-i milliyyete karar vermişler ve ölmeyi ecnebi bayrağı altında yaşamaya tercihe karar vermişlerdir. İran ancak bir harabe-zara döndükten sonra ecnebi eline geçebilir yoksa İran Mançuri sahrası İngiltere ve Rusya’ya mezar olacaktır. Muharririn-i kiram hazeratı şu mektubumu mecelle-i garranızın bir köşesine dercetmenizi rica ederim: Fazilet-me’ab üstad-ı muhterem Ahmed Midhad Efendi hazretlerinin şan-ı İslam’ı kat kat i’la eden asar-ı güzidelerini mütalaa ile bahtiyar idim. Bu defa Darü’l-fünun-ı Osmani’deki Tarih-i Umumi ve Tarih-i Edyan derslerinin mütalaasına da muvaffak oldum. Başka asarında olduğu gibi Hazretü’l-Üstad bu takriratında da cadde-i müstakımeyi ta’kıb ediyor. Maamafih esna-yı mütala’ada zihnime çarpan iştibahları huzur-ı alilerine takdim ediyorum. Def’i de hamiyet-i pederanelerinden me’muldür. den teb’id edilerek Medayin-i Salih taraflarında ikamet etti ve Mısrilerden bir kızı tezevvüc etti deniliyor. Sahih-i Buhari ’de ise: Henüz sütten kesilmemiş iken valide-i macideleri Hazret-i Hacer’le beraber Mekke-i Mükerreme’ye geldiği ve büyüdüğünde orada tavattun Amalikalardan tezevvücü rivayet edilmiş. Kerim’de başkaca tasvir ediliyor. Kur’an-ı Kerim ise Samiri diye zikrediyor. İşte şu mes’elelerde Kur’an-ı Kerim ve esahh-ı kütüb diye i’tikad ettiğimiz Sahih-i Buhari haberlerine ne diyeceğiz? Kahire’de münteşir el-Liva refik-ı muhteremimizin baş makalesinden: edenler biz ahval-i siyasiyyemizin fenalığından şikayet ettiğimiz zamanlar öyle tevehhüm ediyorlardı ki umur-ı iktisadiyyemiz düzelmiştir; kezalik Mısırlıları mes’ud etmek onlara hürriyeti kamile vermek İngilizlerin aksa-yı amali olduğu için artık biz yerlilerin mesail-i siyasiyyeye umur-ı ta’limiyyeye karışmamız hiç icab etmeyecektir. gilizlerin sayesinde erbab-ı felahatin mütemetti’ olmakta bulunduğu servete nail olduktan başka herkes kimsenin inkar edemeyeceği bir surette hürriyet-i şahsiyyesine malik olmuştur. nımızdan çıkmalarını istedikçe bu sözleri söyleyerek bizi susturmak maarifi terakkı ettirmek hususundaki azimlerimize mani’ oluyorlardı. Pek a’la! Bugün ne söyleyecekler? Hürriyet kelimesini ağızlarına alamazlar. Çünkü o zaman müdhiş bir sual karşısında bulunacaklar. Öyle ya İngilizler hürriyeti hapsettiler. Hatiblerin muharrirlerin mevkiini alabildiğine müşkilleştirdiler. Cem’iyetleri tehdide başladılar. Hiç kimse için yeni nizamlar iktizasınca mahbese atılmak korkusu olmaksızın düşündüğünü serbestçe söyleyebilmek Bunlara hürriyet nerede diye soracak olsanız cevaptan aciz kalırlar. Zira hürriyet öyle bir sır ki kimse bunu faş edemeyecek meğer ki erkan-ı matbu’attan olup da mahkemelerde sürünmesini gazetesinin kapanmasını yahud ahaddan olup da mahbese tıkılmasını göze aldırmış olsun. Demek ne bunların te’sis ile iftihar ettikleri hürriyetin ne de getirdiklerini makam-ı mübahatta söyledikleri saadetin aslı yoktur. Çünkü hürriyeti mahveden kendileri oldu. Saadete gelince hürriyetin bulunmadığı yerde onu aramak zaten abestir. Bu adamlar servetten de bahsedemeyeceklerdir. Çünkü o zaman yine müdhiş bir sual karşısında kalacaklar. Evet memleketin serveti bitirilmiştir. Şehirler alabildiğine zarurete düşmüş tacirler çiftçiler fakir olarak herkes İngiliz istilasının hırman-ı zaruretten başka bir netice vermediğini yakınen anlamıştır. İşte tüccarımızın kısm-ı a’zamı iflas ettiği gibi çiftçilerimiz ağır borçlar altında inliyor. Büyük büyük ticarethanelerin birçoğu harab olduğu gibi birçoğu da harab olmak üzere bulunuyor. Biz bütün bu meşhudat içinde saadetten bir şey göremiyoruz. Lakin onlar İngilizlerin saye-i istilasında mes’ud olduk diyorlardı! Lord Cromer’in dostu olduklarını kendilerinden işittiğimiz o İngiliz yardakçıları nerede kaldılar? Gelsinler de bugünkü hali görsünler. Bizim hürriyet-i şahsiyyemizi selb ederek meydandaki fenalıklardan şikayet etmemize mecal bırakmayan bir şey varsa o da İngilizlerin memleketimize girmesidir. Zaten biz ler de buradan geliyor. Bugün sabit olmuştur ki İngilizler vaadlerinde vefa etmiyorlar verdikleri ahdi tutmuyorlar Avrupa devletleri bu hulf-i va’adi nazar-ı i’tibara alacak olurlarsa artık Mısır’ı terk etmek için İngiltere’ye teklifte bulunmalıdırlar. Zira İngilizlerin çekilmeleri bu memleket için elzemdir. Çünkü onların Mısır’a girmeleri ne hürriyet vermek için ne de memleketi zengin etmek için olmayarak sırf kendi menfaatlerini düşünmek bizi esir etmek fakir etmek için olduğu olanca vuzuhuyla meydana çıkmıştır. Biz bu kadar zamandır sabrettik. Ecanib de sabrettiler. Lakin meydandaki fenalıklara sabredip durmak hem bizim hem de ecanib için hatadır. Kırım Tercüman’ı refik-ı muhteremimizden: Yeni değil eski bir mes’eledir; tantanalı değil ama neticeli mes’eledir. Geçen yazın Yeni Tasvir-i Efkar ile Sıratımüstakım sahifelerinde hayli ve kızgın bir surette lisan bahisleri görülmüş Beyefendi diğer taraftan sade yani Türk dilini Kazanlı Ayaz Efendi İshaki ileri sürüyorlar kurcalıyorlar idi. Bahisler o derece ciddi ve hararetli idi ki Nazif Beyefendi Basra valisi nasbolunup yoldan Tasvir-i Efkar’a gönderdiği mektupların birinde Mısru’l-Kahire’nin Avrupalı kibar mahallesinin ismi “Heliopolis” olduğu ve Yunanca olan bu kelimenin Türkçesi “Beldetü’ş-Şems” olduğunu söyledikten sonra gülümseyerek “İsteyenler Güneşili diye tercüme edebilirler” ibaresini Saadetlü Beyefendi’nin bu latifesi latife olmak ile beraber tam bir hakıkattir: “Rumili” “İçili” denildiği gibi Heliopolis’e “Güneşili” demek vazife-i edebiyyedir. İster İstanbullu bil “Hurşid Abad” yahud “Beldetü’ş-Şems” sureti verilmek cinayet-i edebiyyedir. Ağır gelmesin: İmanımdır. makale neşretti. Süngü gibi sipsivri adlanmış ve yazılmış bu makale Güneş muharriri Ahmet Kemal Bey’i kıpkızıl kızdırıp “Sende din var mı?” makalesi ile cevaplandırdı. Lisan mes’elesi yeni değil eski bir mes’ele olduğundan meydan meydan tekrar bahsini gerek görmüyoruz. Tarihin başından beri kendini bütün dünyaya bildirip gelen ve bildirip gidecek elli milyonluk yurdun kendi dili olduğunu ve bunun da Türk dilinden bir dil olamayacağını inkar faide vermez; inkar eden bulunursa güneşi inkar etmiş olur. Pek heves edenler biraz vakit daha “güneş” yerine “hurşid” ya ki “şems” diyebilirler. Bu satırları okuyan güzel ama “iki büyük şair” ile bunların ne münasebeti var? diyecektir. Biz de amelce şu satırların bağlaması olarak ma’lumunuz olan iki büyük şairi size tekrar takdim edeceğiz… Biri Kemal biri Mehmed Emin; biliyorsunuz değil mi? Merhum Kemal büyük Kemal çelik gibi keser evet ateş gibi işler ve yandırır “şivesi” ile havas biraz kişileri fikirlendirdi diriltti; Makriköyü’nden Sarıyer’e kadar birleşmiş mübarek kıt’ada iskan edenlerin fikir ve dilini terbiye vicdanlarını işletti. Fakat heyhat ancak bu kadar! Lakin büyük Kemal’in kalemi Türkçe kesilmiş olaydı bugün Türkler hem Schiller’e hem Byron’a malik olmuş olurlardı. Kemal merhum ağızdan ağıza gönülden gönüle dağlar aşıp saraylardan çadırlara geçip ta Moğolistan’a kadar işleyip büyük bir cinsin sebeb-i kemali olabilirdi. Bu geçti şimdi ümid ve bekle[?] ve en büyük işiniz yazılarınız olacaktır. Yaradan’ın size emanet ettiği “dili” cümleye verip gitmek borcunuzdur. Eğer bir satırı yazmayıp bir sözü söylemeyip kaldırsanız bütün ulusu karşısında borçlu kalırsınız! Tanrı’mız size çok vermiş; biz de sizden çokça istiyoruz bekliyoruz. Atalarımız demişler: “Yiğit aşı yiğit karnında kalmaz.” Size Huda vermiş; kalkmak [kalmak!] ihtimali var mı? Devlet-i Osmaniyye: Meclis-i Umumi-i Osmani’nin Bu Seneki Devre-i İn’ikadiyyesinin Küşadı Münasebetiyle İrad Buyurulan “Muhterem A’yan ve Meb’usan Meclis-i Umumi-i Millimizin üçüncü devre-i ictimaını dahi bi-inayetihi teala idrak ile resm-i küşadını icraya muvaffakıyetimden dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena eder ve a’za-yı meclise beyan-ı hoş-amedi eylerim. Meclisin ikinci devre-i ictimaiyyesi intizam ile hadd-ı tabi’isine vasıl olduğu gibi bu devre-i ictimaiyyenin ve bundan sonrakilerin dahi menafi’-i devlet ve memlekete en ziyade hadim bir şekl-i kemalde güzar eylemesini ve vatan-ı mukaddesimizin mesai-i hamiyyet-karanenizle yevmen feyevmen vezaif-i muazzeze-i me’murenizde muvaffakıyetinize dua ederim. Feyz-i meşrutiyyetin inayet-i İlahiyye ile hergün daha ziyade efkar-ı ammede müstakar olduğunu ve bil-cümle Osmaniyan’ın bu usul-i meşruaya terettüb eden ni’am-ı hürriyyet ve uhuvvetin derecat-ı aliyyesini tefehhüm ederek ona layık bir surette mesai-i biraderane ve vatan-perveranede terahi etmediklerini görmekle karirü’l-ayn olmaktayım. Tarihimizde kere azimet ve ikametim esnasında bu hakıkat-i celile nazarımda bir kat daha tecelli ederek fahr u mübahatim mütezayid oldu. Her ne cins ve mezhebden olursa olsunlar aynı muhabbetle sevdiğim bütün Osmanlı evladımın uhuvvet-i kamile nin berat-ı necatıdır. Bu cümleden olarak hizmet-i mukaddese-i askeriyyenin umum Osmanlılara tatbik ve ta’mimi aralarında silah arkadaşlığı gibi bir rabıta-i cedide ihdas ederek hak-i pak-i vatanın müdafaasında birleşen efrad-ı muhtelifenin teşkil eyledikleri ordu şanlı ecdadımızın ünvanlarına layık hayru’l-halef olduğunu daha şimdiden göstermiş ve efradın hüsn-i amizişleri aynı hiss-i intizam ve inzibatın münkadı olmaları ve ta’lim ve terbiye-i askeriyyece terakkıyat-ı seri’aları her türlü takdirin fevkinde görülmüştür. Seyyidler karargahına asker evladım arasına giderek bizzat müşahede eylediğim şu terakkıyat inayet-i Rabbaniyye ile atimizi te’min edecek pek mühim bir esastır. Hamiyet-i fıtriye-i Osmaniyye kuva-yı bahriyyemizin tezyidi hususunda dahi tecelli-saz olarak i’ane-i milliyye ile alınan süfün-ı harbiyye bu cihetçe de bir terakkı husule getirmiştir. Berren ve bahren kudret ve miknetimizin tezayüdü sulh ve asayişin muhafazası hususundaki amalimizin en kuvvetli kafilidir. Kosova ve Manastır vilayetlerinin bazı cihetlerinde geçen devre-i me-i askeriyyeyi icab ettiren ve hissiyat-ı pederanemi cerihadar eden vekayi’ lehü’l-hamd asayişin iadesi ve ba’d-ezin daha ziyade te’min-i intizam eyleyecek tedabir-i inzibatiyyenin teyessürüyle neticelenmiş ve el-yevm Havran Sancağı’nın bazı havalisinde harekat-ı asayiş-şikenaneye karşı icra olunup hitamı kuvve-i karibeye gelmiş bulunan tedabir-i askeriyye dahi aynı netice-i haseneye iktiran etmekte bulunmuştur. İşbu tedabirin ittihazındaki zaruret ve mecburiyet nezd-i şahanemde ne derecede mucib-i teessür ye’yi te’yid suretiyle neticelenmesi de o derecede müstevcib-i memnuniyyettir. Memleketin terakkıyat-ı maddiyye ve ma’neviyyesi hususunda vesait-i maliyyenin imkanı derecesinde sarf edilen gayret daha şimdiden irae-i semerat eylediği gibi ihtiyacat-ı ammeye vukuf ve sa’yiniz irşadatıyla atiyen sarf edilecek mesainin maksad-ı umran ve terakkıyi pey-a-pey derecat-ı kamileye isal eyleyeceğinden ümid-varım. Geçen devre-i ictimaiyyeden kalan kavaninin ikmal-i müzakeratı ve bu devrede hükumetçe teklif edilecek olan kavanin layihalarının tesri’-i icabatı bu maksadı teshil edecektir. Birtakım ihtiyacat-ı mübreme ve mühimmenin si’a-i hale te’hir olunamaması ve varidat-ı devlet bir terakkı-i mutarrid bazı menabi’-i cedide-i varidatın henüz hayyiz-i husule gelememesi sene-i atiyye için dahi bütçemizde sene-i haliyyedekinden az ve fakat mühim bir açık ihdas ederek istikraza müracaat lüzumunu idame etmiştir. Devletimizin istikbal-i malisindeki isti’dad-ı vüs’atten kat’iyen emin olmakla beraber açığın mümkün mertebe dun olması vücubu daima nazar-ı dikkatte bulundurmalıdır. Az vakitte tevazün-i malinin husulüyle daha vasi’ bir mikyasta mesarif-i müsmire ve esbab-ı umraniyyeye hasr-ı himemat olunabilmesi ise ehass-ı temenniyyatımdır. Devletlerle münasebatımız dostanedir. Şeref ü haysiyet mayarak hukuk-ı meşruamızı vikayeden ibaret bulunan meslek-i haricimiz kemal-i i’tina ile ta’kıb edilmektedir. Bu mesleğin te’min edeceği sulh ve müsalemet sayesinde vatan-ı mukaddesimizin her an tarik-ı feyz ü tealide kat’-ı mesafat edeceğine emin olarak bu babdaki mesai-i vatanperveranenizin müsmir olmasını Cenab-ı Bari’den niyaz ve ruhaniyet-i Peygamberi’den istimdad eyler ve Meclis-i Umumi’nin açıldığını beyan ederim.” Nutk-ı hümayunun kıraatini müteakıb Şeyhü’l-İslam Musa Kazım Efendi tarafından dua edilmiş ve müteakıben zat-ı Hazret-i Padişahi sürekli alkışlar arasında müzakere salonunu terk buyurmuşlardır. – Cami’u’l-Ezher tullabını matlablarını istihsale muvaffak olabilmek maksadıyla Tunuslu Şeyh Tahir Ezheri kıyam ve ta’til-i tedrisata teşvik ettiğinden dolayı bit-tevkıf hapsedilmiştir. Hapsedildikten sonra Mısır Hükumeti Fransa konsolosuna müracaat ederek müşarun-ileyhin memalik-i Mısriyye’den teb’id olunmasını iltimas etmiştir. Konsolos Hükumet’in bu arzusuna i’tiraz etmediğinden Şeyh Tahir Tunus’tan maskat-ı re’si bulunan Gabes’e teb’id olunacağı muhtemeldir. Mısır’da sakin Tunusluların bil-ittifak bu tedbire karşı Hayat harekettir; sükun mevti gösterir. Cami’u’l-Ezher’de son zamanlarda zuhura gelmeye başlayan hadisat Ezher tullabına nihayet zamanın te’siri dokunmakta olduğunu gösterir ki mucib-i memnuniyyettir. Hükumet-i Mısriyye’nin hareket-i hukuk-şikenanesi ise hem pek soğuk hem de metbuuna karşı büyük bir hürmetsizliktir. Buna pek çok teessüf ederiz ve Tunuslu vatandaşlarımızın muvaffakıyetini dileriz. – Londra’dan Sabah refikımıza yazıyorlar: “Bütün alem-i İslam’ın müttehiden İngiltere’yi raber hareketinden dolayı protesto için mitingler akdeylemeleri bura rical-i siyasiyyesinde bir te’sir-i hafi husule getiriyor. İlk defa istanbul’da Odeon’da akdedilen mitingten dolayı münfail olan liberallerden maada bütün İngilizleri yekdiğerini müteakib İran’da Liverpool’da mitinglerin tevalisi epeyce düşündürüyor. Mısır’dan Hindistan’dan gelen haberler ise bütün bütün endişeyi mucib oluyor. Bu sebeple burada efkar-ı umumiyyenin bir kısmı şarkta İngiltere menafiinin gittikçe tenakus etmekte ve Almanların kesb-i nüfuz eylemekte olmalarından İran’ın mukasemesi lüzumundan bahsediyor diğer kısmı ise liberaller ile beraber İttifak-ı Müselles’in ve Türkiye ile beraber bütün alem-i İslam’ın İran’ın mukasemesine kat’iyen müsaade edemeyeceklerini ileri sürerek hükumetin harekatını tasvib etmemekte aksi takdirde tar olacağına kani olmaktadır. – İran kabaili askerden de mevcud bulunduğu halde bizim tarafa tecavüz etmek istemişlerse de asakir-i Osmaniyye tarafından bi’l-mukabele münhezimen ve telefat-ı külliyye ran Sefareti vasıtasıyla teşebbüsatta bulunmuş ise de esnayı tecavüzatta İran askeri bulunmayıp yalnız kabail tarafından Geçen hafta bi’l-münasebe Rusya diplomasisinin Sünniler diğini yazmıştık. İşbu vak’a-i müessifenin de Rusya ifsadatı semeresi olduğuna hiç şüphe etmiyoruz. Rusya: – Geçen haftaki nüshamızda “Bir musibet-i milliyye” diye Rusya’da Türk müslüman kardeşlerimizin başına inmekte olan saika-i müdhişeden bahsetmiştik. Müslüman mekteplerinde Türk lisanının ve din ta’liminin tenkıs ve izalesi için tanzim edilen layiha-i kanuniyyenin müzakeresine Duma Meclisi’nde başlandı. Cereyan eden müzakeratın hitamını henüz öğrenemedik. Osmanischer Lloyd’un Petersburg muhbiri Bir Alman gazetesinin muhbiri. Bir Türk gazetesinin değil! müslüman meb’uslarından Sadri Efendi Maksud’un nutku hülasasını gazetesine haber vermiş olduğundan onu aşağıya tercüme ve naklediyoruz: “Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki Rusya Hükumeti ve Rus Milliyyet-perveran Fırkası Çar’ın daire-i hükumeti dahilinde mütemekkin olan ve Rus olmayan cins kavm-i muhtelifi Ruslaştırmağa çalışıyor. Rus matbuatı düvel-i ecnebiyyeye kendileriyle hem-millet olmayanlara karşı ahrarane bir politika ta’kıb etmelerini tavsiye eylerken kendi hükumetlerine mayı teklif eyliyorlar. Hükumet bilhassa anasır-ı müslimeye karşı pek şiddetli bir surette hareket ediyor. Halbuki Rusya’da sakin milyon müslüman Çar’ın daima en sadık bir tebeası olarak kalmıştır. Bu müslümanlar iki buçuk asır Ruslara hakim oldukları halde yine onların lisanlarına kanunlarına adetlerine mezheplerine asla tecavüz etmemişlerdir. Halbuki siz Rus tarihinin bu uzak faslından bahsederken “barbarların boyunduruğu altında geçen bir devir” diyorsunuz. “Fakat bu barbar boyunduruğu Rusya’nın medeni Rusya’nın müslümanlara reva gördüğü muamelattan daha ziyade şayan-ı tahammüldü. “Bizim pür şan u şeref mazimiz tekrar doğmayacak. Müslümanlar hiçbir zaman amal-i istiklal perverde etmiyorlar. “Biz adatımızı milliyetimizi dinimizi muhafaza etmek şartıyla vatan-ı müşterekimizde müttehiden çalışmayı tercih ediyoruz. Biz hem Rusya’nın sadık tebeası hem dinimizin fedakar bir mültezimi kalacağız. Rusya Hükumeti’nin ta’kıb eylediği politika ise unsurumuzun kamilen mahvolmasını intac edecektir. Fakat gerek hükumet gerek tarafdarları şurasını artık kat’iyen anlamalıdır ki: “Biz müslüman doğduk… Müslüman yaşıyoruz. Vücudumuzda son bir nefes kalıncaya kadar müslümanlığımızı muhafaza edeceğiz. “Müslüman meb’uslarından Kazan Vekili İsa Efendi Yenikey dahi aynı mes’ele üzerine Duma’da uzun bir nutuk “Rus meşahir-i rical-i siyasiyyesinden birisi siyasi kavgalarda zaten insaf unutulur eğer mevzuu mektep mes’elesi olur ise kavga büsbütün zalimane olur” demişti. Yeni kanun layihası gayr-ı Rus akvamı milliyetlerinden tecerrüde emrediyor… Mektebin mürtedler yapıp çıkardığı bu kimselerden vatan ve devlet istifade edemez. Yüzde kırkı gayr-ı Rus olan bir memlekette böyle bir usulün tatbiki devlet için zarar-ı azim tevlid eder. Biz bu mütalaat-ı saibeyi komisyonlarda tamamen dinletemedik. Ruslar arasında birçok ehl-i insafın vücudundan haberimiz var. Lakin Duma’daki komisyonlarımız adl ü hakkaniyetten kaçındılar. Ruslaştırmak siyaseti devam ederse Rusya’nın vahdeti tehlikeye düşer…” Rusyalı kardeşlerimiz mektep mes’elesinin istikbal-i millilerine derece-i te’sirini kemaliyle müdrik olduklarından Duma’daki Müslüman Fırkası’nın takviye ve te’yidine elbirliğiyle çalışmaktadırlar. Fırka a’zasıyla mübadele-i fikr etmek üzere müslümanlarla meskun kıtaattan birtakım zevat Petersburg’a vürud etmekte olduğu gibi Volga Havzası Sibirya eyaletleri Türkistan ve Kafkasya’nın bilad-ı müteaddidesinden birçok mazbata ve telgrafnameler gelmektedir. Bunların ekserisi büyük büyük mitinglerde edilen müzakerat ve verilen karar neticesi olarak gönderilmektedir. – “Teşebbüs-i şahsi” sözü artık birçok sene evvelki kadar herkesi korkutmuyor. “ Servet-i Fünun ”un’inci nüshası bu pek muhtaç olduğumuz şeyin yüzünden Karakoncolos maskesini kaldırdı. Hatta Meclis-i Meb’usan reisi beyefendi bile evvelsi günkü nutk-ı iftitahisinde “teşebbüs-i şahsinin ismini bir parça değiştirip “fikr-i teşebbüs” diyerek tasvib ve medhetti. Artık biz de teşebbüs-i şahsi sahiplerini takdir ve tebrike cesaret edebiliriz. Hal-i hazırda mevcud İslam akvamı arasında teşebbüs-i şahsi cihetiyle en ileri gidenler şüphesiz Rusya’ya mahkum kardeşlerimizdir. Onlarda ciddi esaslı bir teşebbüs-i şahsi bir faaliyet-i teşebbüslerine “Credit Lyone” ile rekabet edecek bir müessese-i maliyye ihdasına kalkışmak suretiyle başlayıp sonunda hiçbir şey yapamaksızın açık ağız kalmıyorlar. Küçükten başlıyorlar. Müslüman hey’et-i ictimaiyyelerinin yüzde doksanla hesap olunacak ekseriyet-i azimesi köylü rençber olduğundan El-yevm Rusya’daki müslüman köylerinin bir haylisinde borç cem’iyetleri te’avün cem’iyetleri mevcuddur. Bunların sermayeleri çok değil fakat gördükleri iş pek çok. Borç cem’iyetleri gittikçe işlerini büyütüyorlar. Mesela Tercüman refikımız “Kutlumit” köyünün Müslüman Ufak Borç Cem’iyeti hakkında şu ma’lumatı veriyor: Eski Kutlumit köyündeki müslüman Ufak Borç Cem’iyeti ziraat işlerinin terakkısi için devlet bankasına bin ruble kredi açtırmış. Evvelkiler ile beraber şimdi devlet bankasında bu cem’iyetin bin ruble i’tibarı olmuştur. Bir köy halkı için bu büyük muvaffakıyettir. Muttasıl büyük siyasetten hariciye nazırları imiş gibi bahseden vilayet refiklerimiz biraz da bu gibi mesail-i hayatiyye muktezi çareleri az çok gösterseler ne olurdu!.. Hindistan: – Gündelik gazetelerde göründüğüne nazaran Hindistan’da tazyikat ve taharriyat devam etmektedir. Geçen hafta zarfında birçok kasabalarda silah ve bombalar keşfolunmuştur. Gizli ihtilal teşkilatının eserlerine birbirine uzak mahallerde tesadüf edilmektedir. Bu hal hareket-i riyor. Vakya’da rü’yet olunacak bir da’vaya me’mur olan müdde’i-i umumi ihtilalciler tarafından telef edilmek korkusuyla vazifesi başına gelememiştir. Vatanımızın en ziyade muhtacı olduğuna iman edercesine kani’ bulunduğumuz Türkçe ulum-ı diniyye külliyatı tedvini kaziyesi Sıratımüstakım hey’et-i tahririyyesince muazzez bir emel-i vatan-perverane olmak üzere telakkı olunmuş ve bazı gençlerimizde maatteessüf asarı meşhud olan maraz-ı dininin ciddi ve esaslı bir surette tedavisi için tamamiyle ma’kulata müstenid olan ve efkar ve tabayi’-i selime kam-ı celilesini herkesin anlayabileceği bir tarzda beyan ve tetebbuunu teshile hizmet ciheti dini ve ilmi ceride olan Sı ratımüstakım Zühd ve takvaları müsellem olan bazı zevat-ı mutereme ve hatta bu babda salahiyetdar bir zat-ı ali-kadr vakit geciktirilmeksizin hemen işe başlanmasını tavsiye ve ihtar eylemiştir. Hey’et-i tahririyye vazifenin ehemmiyetini uzun uzadıya tedkık ettikten sonra bu mebrur hizmeti mücahedat-ı diyanet-perveranesiyle temeyyüz eden Halim Sabit Efendi’ye münasib görmüş ve muma-ileyh dahi avn ü inayet-i Bari ve mühimmeyi deruhte ederek bi-mennihi’l-kerim bir süllem-i saadet olacak külliyatının ilk kademesini teşkil eden birinci cüz’ünü vücuda getirmiştir ki bu eserde mekatib-i ibtidaiyyenin birinci senesinde tedris esası gözetilmiştir. Mekatibimizde terbiye-i diniyyeye hakkıyla i’tinayı nazar-ı dikkatten dur tutmak istemeyen Maarif Nezareti’nin dahi bu yolda bir eser vücuda getirilmesi arzusunu ta’kıb eylediğinden haberdar olan Halim Sabit Efendi eserini Maarif Nezareti’ne takdim eylemesi üzerine kitap beray-ı tedkık terbiyyeye vakıf bulunan zevat-ı muhteremeye tevdi’ olunur. Bu güzide hey’et eserin her cihetini tedkık eder. Bütün ma’nasıyla matluba muvafık bulur. Maamafih nezaret beray-ı ellefat-ı Şer’iyye Meclis-i Alisi’ne de gönderir. Meclis-i Ali dahi kitabı tahsin ve takdire cedir görerek büyük ve kıymetdar teveccühler gösterir ve hatta her sahifesi meclisin mühr-i resmisi ile tahtim ve bazı kuyudat-ı müfide zamm ü ahkam-ı diniyyede salahiyetdar bir merciin tasdik ve tasvibini haiz olmasından dolayı büyük bir ehemmiyet iktisab eylemiş olan şu ilm-i hal muallimin ve evliya-yı etfalin celb-i rağbetlerini te’min ettiği kadar mektep kitaplarını kendilerine hasr daiyesinde bulunan ma’lum birkaç kitapçının dahi enzar-ı hırs u tama’larını da’vet eder. Ez-cümle Tefeyyüz Kütüphanesi sahibi Parsih Efendi mü’ellif-i eser Halim Salim Efendi’den hukuk-ı te’lifiyyeyi iştiraya talip olur. Fakat din-i İslam’a tealluk eden bir esere aid hukuk-ı te’lifiyyeyi bazı mülahazata mebni kendisine devretmeyi Sabit Efendi münasib görmez itizar eder. O sırada bazı zevat sahib-i esere müracaatla Parsih Efendi’ye adem-i devr halinde ünvan-ı esere şebih bir isim ile başkasını neşrederek ta’mim-i faidesine mani’ olacağını ve hatta Kütüphane-i olmak üzere tab’ ettirdiği Yeni Elifba’sına nazire olmak üzere müellifleri miyanında yine Cevad ismini muhtevi Tefeyyüz Kütüphanesi’nin Y eni Usul Elifba-yı Osmani namıyla bir eser neşretmiş olduğunu der-miyan ederler. Ve Hakk-ı Te’lif Kanunu’nun bu kabil tecavüzata karşı kuyud-ı mani’ayı muhtevi bulunmadığını ileri sürerler. Şu kadar ki İlmihal ’in dini bir eser olması ve Parsih Efendi’nin kendi ismiyle tab’ ettireceği eserini alem-i İslam’a takdim ve ibrazdan has be’n-nezake mütehaşi bulunmak icab edeceği mülahazası nim-tehdid mahiyetinde bulunan şu nasihatle amil olmaya mani’ olur ve bu eseri Sıratımüstakım’in alem-i İslam’a ithaf eylemesi hey’et-i tahririyyece arzu olunur. Fakat çok geç mez Tefeyyüz Kütüphanesi bildiğimiz ilm-i hal kitaplarından toplama ve Ameli İlmihal namına bir kitabı kaydının ilavesi ve mü’ellif-i eser olmak üzere de A. N. imza-yı mektumu ve mekatib-i ibtidaiyye programına resmen idhal gibi bir sarahatini muhtevi bir ilmihal kitabı neşreder. Resmen programa dahil bulunan Ameli İlmihal’e intizar etmekte bulunan taşraya Ameli İlmihal Kitabı diye binlerce nüsha sevk eder. Bu eserin menafi’-i maddiyyesini değil mücerred menafi’-i ma’neviyyesini iktitaf arzusunda bulunan ceridemiz hey’eti muhtelif mahallerden aldığı mektuplar münderecatından bu arzusuna taban tabana zıd olmak üzere kendi yüzünden Ameli İlmihal namıyla Parsih Efendi’nin eseri sürülmekte ve aziz yavrularımızın emr-i istifadesi işkal edilmekte olduğunu anlayınca bit-tabi’ müteessir olur. Hatta Halim Sabit Efendi biraderimiz bu teşebbüsümüzün şu suretle aksi semereler husule getireceği endişesine inzimam eden hukukunu muhafazada adem-i kifayetini takdir eylediği ahkam-ı kanuniyyemizin iras eylediği fütur ile eserinin maba’dine devamdan sarf-ı nazar eyler. Bunun üzerine maarif-i memleketi rahnedar eden bu kabil kitapçıların tahdid-i tecavüzlerine medar olmak üzere ceridemizde açılması tensib olunan sahifelere tavti’e olarak saf bir emel-i diniyi boğmak nüshanın kabında mevzu’-i bahs edilmiş ve bu ilm-i halleri yekdiğere karıştırmaktan tevakkı olunması ve maamafih muhakemeten dahi ta’kıb-i hak olunacağı ihtar edilmiş idi. mek derecesinde hadim bulunduğu meslek icabınca da muhterem tutulması muktezi hukuk-ı gayrı pay-mal hususunda kendisinde kuvvet ve iktidar bulan da’va vekilinin irşadatı olmalıdır ki ashab-ı asarı bu kabil müzahamelerle bizar ederek vatan-ı azizimizde mesai-i irfan-perveraneyi akım bırakmak isteyen şu cesur kitapçıya deka’yık-ı kanuniyyenin te’min eylediği fercelere iltica hissini vermiş ve vekili vasıtasıyla sıkılmadan idarehanemize atideki varakayı göndermiştir. Muhterem Efendim hazretleri; Sıratımüstakım’in kabında “İhtar” ser-levhalı satırları müvekkilim Parsih Efendi’nin gösterdiği lüzum üzerine okudum. meziyyet-i hiç-a-hiçtir. Bir usule tabi’ olmayan müsabaka Efendi’nin adı Ameli İlmihal Kitabı Halim Sabit imzalının adı Ameli İlmihal’dir. yurulmuş. Münderecatına bakmaya vakit yok. Fakat işte daha amelilikle pek a’la münasebetdar. Bundan dolayı da’va edilecekmiş. Bu iddiada bir hakıkat bir şemme-i hakıkat varsa da’vaya hacet yok. Her kime yanlış yollanmış ise –yanlış ise– tebdili kolay. Ve bu tebdili talep hakkı yalnız yalnız o kitabın o şerait dahilinde gönderildiği kimsedir. Binaenaleyh bu ihtarın tekerrürü halinde ilm-i hal ism-i umumi olduğuna göre aleyhinize tarafımızdan ikame-i da’va olunacağı ilh… Artık bu derece cür’ete karşı verilecek cevabı efkar-ı umumiyyeye bırakıyoruz. nan kuvayı türlü türlü şeylere sarf ederler. İ’mal-ı fikri müteakib tabakatını iddia ile müteselli olurlar. Herhangi bir mes’elenin edemezlerse ileride tamamiyle halline muvaffak olacaklarına dair yine gizli bir ümid beslerler. İnsanların bu fikri terakkıyat-ı medeniyyenin menşeidir. Emr ber-aks olaydı bugünkü terakkıyat peygule-i hafada kalırdı. Zira bir şeyin mümkün yahud muhal olduğuna kable’t-tedkık vukuf müteazzir olduğundan insan için bu yolda hareket zaruridir. İnsan saha-i tedkıkatta icale-i efkardan sonra mümkün ise neticeye te’min-i vusul değil ise azminden nükul eder. Muhal zannolunan nice şeyler bu suretle silsile-i mümkinata idhal edilmiştir. Eğer insan o zannın taht-ı te’sirinde kalmış olaydı emr ber-aks olur idi. Görülüyor ki insan cevelan ettiği saha-i müdrikata bir had ta’yin edildiğini istemiyor. Her vadide kendisini mutlaku’l-i’nan görmek istiyor; fakat üstadından musaraa san’atını tahsil ettikten sonra san’atın mektum bir noktası kalmadığına zahib olarak üstadını meydan-ı müsara’aya da’vet eden pehlivan-ı mağrur gibi adeta tabiata tahaddi ediyor; bilmediği bir oyunla sırtı yere gelmek ihtimali olduğunu derhatır etmiyor. Vakıa kendisinde saha-i hakıkatin habaya-yı muzlimesini tenvir edecek bir nur bir ziya yok değil; fakat o sahanın vüs’ati onu tenvir edecek ziyanın kuvveti ne kadardır? İşte mes’elenin asıl halledilecek ciheti budur. Hakim-i ezeli elbette göstereceği cür’eti ilm-i ezelisiyle muhit idi. Herşeyi mikyas-ı mahsusuyla ölçüp biçen herşeyin mikdar-ı hakıkısini o mikyasa göre ta’yin eden kudret-i fatıranın suret ve ma’na da şüphe edilemez. miş olan kuvvete istinaden sırr-ı hilkatte kamin illet-i gaiyye türlü türlü i’tikadata zahib oldular. Şerayi’-i enbiyaya mu’tekid olanlar bu mebhasta kıbel-i şari’den telakkı ettikleri haber-i sadıkı bila-tereddüd kabul ile gerek avamilin gerek kendilerinin hulkundaki illet-i gaiyyeyi anladılar; dağdağadan Mesleklerinde yalnız mukteza-yı akla mütabaat edenler kah insanın hakıkat-i zatiyyesinde sırr-ı hilkatinde pek büyük hikmetler mülahaza ederek erbab-ı şerayi’in bu mebhastaki hakayık-ı fenniyyenin te’siriyle o i’tikaddan fersah fersah uzaklaştılar. Mesela bir zaman deniliyor idi ki: Küre-i arz merkez-i alemdir eflak şemsiyle kameriyle kevakibiyle arzın tufeyliyatı mesabesinde olup daima onun etrafında döner yeryüzündeki tahavvülatı hasıl eder. İnsan alem-i asgar “microcosme” kainat alem-i ekber “macrocosme”dur. Alem-i ekberde ne varsa onun bir numunesi de alem-i asgarda mevcuddur. Alemde meşhud olan bu faaliyet mahdum-ı ka’inat olan nev’-i beşer içindir. Zira illet-i gaiyye-i hilkat odur. kadları asırlarca devam etti. Kendilerinden sadır olan ef’al ve asarın kaffesinde bu i’tikadın azim te’siri görüldü. İdrak-i beşer fabrikasından çıkan ma’mulatın kaffesi bu i’tikadın müfad-ı mücmelini havi bir damga ile damgalandı. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Kasım Beşinci Cild - Aded: Bu i’tikadın arz ve semaya aid olan şıkkını bir tarafa bırakalım acaba insana aid olan kısmı yanılmış mı idi? Bunun cevabı aşağıki satırlarda görülür. Te’akub-i edvar ile ulum u fünun terakkı etti. Nazariyeler değişti. Bizi cevanib-i erba’amızdan muhit olan atlas-ı gerdun mikraz-ı fikr ü endişe ile kesildi. Onun maverasında na-mütenahi bir saha göründü. Ecram-ı semaviyyenin cesamet-i hakıkıyyeleri ta’yin edildi. Feza-yı bi-intihaya kum tanesi gibi serpilen la-yü’ad vela yuhsa avalimin içinde arzdan milyon kere büyükleri bulunduğu anlaşıldı. Bu hakayık meydana çıkınca küre-i arz olduğu yerde donakaldı. Alem-i fikr ü nazarda zuhur eden bu inkılab küre-i arzı mevki’-i bülendinden düşürdü. Bir köy muhtarı köyün en muazzam bir siması iken bir gün padişah o köyden geçecek olursa muhtarın ne ehemmiyeti kalır? Güneşin yanında idare kandili ne ise padişahın yanında köy muhtarı da odur. İşte bu hakayıkın inkişafından sonra küre-i arz da asırlardan beri kendisine tevcih edilmiş olan şereften tecrid edildi. Kemal-i azametle mütteka-pira-yı sadr-ı iclal iken fukara-yı çile-keşan gibi şemsin etrafında dönmeye eski gururunun neticesi olan me’asim-i sabıkasından ta’ib ve müstağfir olmaya başladı. Küre-i arzı evc-i ala-yı ikbalden haziz-i safil-i idbara indiren kim? Şüphesiz onun üzerinde zuhur eden eczası onun eczasından müstear kendisi onun ni’metiyle perverde olan karşı şükrana bedel küfran ile mukabele etti. Acaba kendisi ne oldu? Kendisi ne olduğunu o da bilemedi. Daha mı büyüdü? Yoksa büsbütün mü küçüldü? Anlayamadı yalnız i’tikad-ı kadimin bu herc ü merc-i anisi alem-i insaniyyetin tefekküratını başka bir istikamete sevketti. Müdrike fabrikasından çıkan ma’mulat-ı fikriyyenin damgası değişti; çünkü insanlar na-mütenahi alemlerin içinde arzlarıyla falanlarıyla zerre kadar bile kalmadıklarını anladılar. Evet na-mütenahi bir alem! Onun içinde zerre kadar mevkii olmayan bir arz! O zerre dörde taksim olunduktan sonra rub’undaki sunuf-ı mevalid arasında bir de insan! Öyle bir insan ki kendi da’vasına nazaran hülasa-i ekvan! Cism-i aleme can! Muhit-i esrar-ı kün fekan! Garip da’va acib hülya! olanlar böyle düşündüler kendilerini tevlid-i ye’s edecek derecede hakır naçiz gördüler. Tatlı hülyalar bitti. kuk etti. İnsanın bu hakayıka vusulden sonra nefsini hakır görmesi pek müstahsen olur idi. Fakat mesela her düşünen şarih-i Mesnevi Sarı Abdullah Efendi gibi düşünse ondaki maye-i saadet her düşünende olsa! Bakınız Murad-ı Rabi’ zamanında mesned-i riyaseti yani şimdiki Hariciye Nezareti’ni pir-i muazzam eserinin birinci cildinde ne diyor: “Ruy-ı zemin arş-ı a’zamın merkezinde merkez-i daire-i azimede nokta-i mefhume-i pergar ve feza-yı vesiin miyanında habbe-i hardala ve dane-i simsim mikdarı farz olunmuştur. Ve habbe-i mezkurede kendi mikdarını bil ve aklını cem’ edip dünya ne şey’-i hakır olduğun mülahaza kıl! Aceb değil midir ki bunun gibi bi-mikdarı üleşemeyip beray-ı mülk-i daveri saltanat ü serveri bir dane-i hardal için askerler çekilir alemler açılır başlar kesilir kanlar dökülür. Ve enva’-ı küstahi ile Halık bi-çun unutulur! “Ve nice feraine peyda olup da’va-yı rububiyyet kılur. Eyvah ü diriga! Bu kudret ü azameti müşahade etmiş iken cebhe-i ubudiyyet ve nasiye-i meskeneti zemin-i itaat ve Hazretin eser-i güzininden teberrüken buraya naklolunan şu satırlar munsıfane teemmül edilecek olursa kendisinin kainat insan hakkında nasıl bir fikre sahip olduğu sözlerinin hükmü ictimai ne büyük bir hakıkati tazammun ettiği bu nazariye ile iman ve i’tikadına nasıl kuvvet verdiği görülür. Sonra bu hakayıka bir başkası da vakıf oluyor. Lisan-ı şeriatle lisan-ı hikmetin başka başka şeyler olduğunu temyiz bu nazariyatı hakayık-ı diniyye ile te’lif edemediğinden bünyan-ı iman ve i’tikadını zir ü zeber ediyor. Birçok kimselerin zulmet-abad-ı küfr ü ilhada bu kapıdan girdiklerini görüyor. Eazım-ı din-i mübinin bu hakayıka vakıf olmadıklarına zahib olarak onların zamanında bu hakayık mekşuf olsa idi behemehal i’tikadlarında azim bir tebeddül vücuda getirir idi gibi telkın-i mahz-ı şeytani olan bir zann-ı batıla kuvvet veriyor. Bi-çare onu bilmiyor ki e’azım-ı din-i mübin o hakayıkı bizden iyi bilirler idi. Onların bildiği daha nice hakayık vardır ki onlara isnadı cehd eden gafilin bin sene daha yaşaması farz olunsa meslek-i sakım ve fikr-i akıminden rücu’ etmedikçe anlamak değil hatta vücudundan haberdar olmak ihtimali yoktur. O hakayık nedir? O gibi adamlara bu gibi hakayıktan bahsetmek domuzun boynuna mücevher kılade takmak gibidir. Sunuf-ı mahlukattan kaffesinin kendi fıtratına muvafık bir gızası vardır. Beygirin önüne et arslanın önüne ot konacak olursa her ikisi de başını öte tarafa çevirir. Dimağı maye-i inkar ile meşbu’ olan bir kimseye bu gibi hakayıktan bahsetmek kelimenin bütün ma’nasıyla abestir. Bunda teaccüb edecek hiçbir şey yok. Zira mü’essir-i vahidden kabiliyyat-ı mütefavite hasebiyle asar-ı muhtelife zuhuru tabiidir. Mesela güneşin nuru hakıkat-i vahide olduğu halde bir şükufe-zara aks-endaz olsa nazra- pira çiçekler mezbeleye aksetse tahammül-fersa kokular hasıl olur. Halbuki kabahat güneşin nurunda değil o nurdan kabiliyyat-ı mahsusalarına göre münfa’il olan tabayi’-i muhtelifede. Bunun gibi bazı hakayık da eşhasın isti’dadlarına göre kah maye-i İslam ü iman kah esas-ı küfr ü tuğyan oluyor. Filhakıka öyledir. Bal arısıyla eşek arısı aynı ezhardan usare-çin oldukları halde usare-i vahide birinde nuş-i can diğerinde niş-i can-sitan oluyor. Keza her iki nevi’ geyik aynı otu yedikleri aynı suyu içtikleri halde bu ot bu su birinde bir mahiyet-i habiseye iktiran ediyor. Birinde müşk-i nab oluyor. Her iki nevi’ kamış aynı toprakta bittikleri aynı sudan feyz aldıkları halde birinin içi bomboş diğerinin içi şekerle memlu oluyor. Sevk-i kelam bize şiraze-i bahsi kaybettirdi. İstitradi birçok sözler söyletti. Bahse rücu’ edelim: Yukarıda bu hakayıkın inkişafıyla insan kendisini hakır gördü demiş idik. İnsanın kendisini naçiz görmesi fi nefsi’lemr müstahsen iken nokta-i nazarın ihtilafı hasebiyle bu fikir pek çok şeyleri berbad ettiğinden ondaki istihsan heba oldu. Eğer bu yolda düşünenler makam-ı rububiyyete karşı bulundukları mevki’-i ubudiyyette nefislerini hakır görmüş olaydılar hakk-ı ubudiyyeti eda bu tenezzül-i maddileriyle mertebe-i kemal-i asliye irtika etmiş olurlar idi. Münkir-i edyan olanlarda ise ne fikr-i rububiyyetten ne de fikr-i ubudiyyetten eser kalmamış olduğundan mukayese-i maddileri neticesinde bir taraftan insaniyeti mevki’-i bülend-i tekriminden yet derecesine çıkardılar. İfrat ve tefriti cami’ olan bu ve bu gibi fikirler pek fena neticeler verdi hala da vermektedir. Alem-i tabiatin füshat-i bi-payanı ne olursa olsun hadis-i kudsisi müfadınca esrar-ı İlahiyyeden bir sır olan insanın kainattaki mevkiine mevki’-i bülend-i tekrimine hakıkat-i zatiyyesine asla te’siri yoktur. ki bir kat daha i’tila eder; fakat hakıkat-i zatiyyesinden gafil olarak kendisini maddiyat ile mukayeseye kalkışacak olursa alem-i tabiatta kendisi için cüz’ün la-yetecezza kadar bir mevki’-i teayyün bulamaz. Maddiyetinden sarf-ı nazarla hakıkat-i zatiyyesini nazar-ı i’tibara alacak olursa ihata-i ma’neviyyatına saha-i la-tenahinin kafi gelmediğini görür. Zira kasıdda evvel icadda uhra olan odur. Maddiyyundan başka bütün felasife insanın bu heykel-i mahsusten ibaret olmayıp onda tecelli eden latife-i Rabbaniyye’den ibaret olduğunu kabul ediyorlar Ruh tenahi olsun ister na-mütenahi olsun hakıkat-i insaniyyenin onunla mukayesesi kat’iyen sahih olamaz. Evet! İmtidad ve samdan başka bir şey olmayan diğer bir hakıkatle mukayesesi o mukayeseye göre takdiri ne vechile sahih olabilir? Çünkü her iki mahiyetin havas ve keyfiyat-ı mahsusalarında bi-vech-i ma münasebet yoktur ki hatta mukayeselerine Hazret-i Şeyh-i Ekber buyuruyor ki Yani evsaf-ı rububiyyetle ittisafı tebe-i ubudiyyette kıyamı i’tibariyle de dünyada ondan zelil bir şey yoktur. İşte insan böyle bir berzah-ı cami’dir. Yalnız bu i’tibar ile onun büyüklüğünden küçüklüğünden bahsolunabiliyor. Başka suretle bahsolunamaz. Biraz uzunca söyledik. Fakat bu gibi muhakemat-ı sakımenin daire-i şümulü yalnız ashabına inhisar etse idi bundan hiçbir mahzur tevellüd etmez idi; ancak bu gibi yanlış fikirler bazı kimselere pek çok aza’imi istisgar pek çok maaliyi istihkar ettirdiğinden ta’miri gayr-ı kabil tahribata sebebiyet veriyor. Ne demek haz ederiz. Kendileri hakkında muhtelif efkara zahib olan insanlar alem hakkında da türlü türlü i’tikadata zahib oluyorlar. Mesela kimi bu alemi hayr-ı mahz kimi de şerr-i mahz olmak üzere telakkı ediyor. Kimi ölmek yaşamaktan iyidir diyor. Kimi de aksi kaziyeyi iltizam ediyor. Hülasa her biri bir şey söylüyor. Dünyanın takdir-i mahiyyeti hakkında beyne’l-hukema birkaç meslek vardır. Biraz da onlardan bahsedelim; fakat bu meslekler ne olursa olsun yine dünyayı sevmeyen hemen yok gibidir. Hele Schopenhauer kavl ü fi’linde tevafuk olmayan bu feylesof dünyayı bu kadar fena gördüğü halde en iyi görenlerden ziyade sevmiş sonra da herkesi dünyadan tenfir için söylemedik söz bırakmamış şair ne güzel söylemiş: Bu mesalik-i muhtelife erbabı alem hakkında şu yolda beyan-ı fikr ediyorlar: Eğer Cenab-ı Hak latif ve hakim ise avalim-i mümkinenin bazısını bazısına tercih hususunda behemahal kendisi için bir sebeb-i kafi olmak lazım gelir. Avalim-i mümkineye tercihen halk ettiği bu alemin halkında onun ebda’-ı mümkinat olmasından başka ne gibi bir sebep tasavvur olanabilir? Binaenaleyh bulunduğumuz şu alem avalim-i mümkinenin ebda’ı ahseni demektir. Malebranche ile Leibniz’in alem hakkındaki fikirleri bu merkezdedir. Bunların mezhebine “istihsaniyye-i mutlaka” diyorlar. Bu mezhebi mutlak olarak kabul etmeyip onu bazı kuyud ile takyid edenler de vardır ki bunların mezhebine “istihsaniyye-i izafiyye” yahud nisbiyye denir. Bu mezhebe salik olanlar diyorlar ki: Alam ve ekdarı bu alemden daha az bir alemin halkı da kudret-i ilahiyyeye nazaran mümkün idi. Eğer Cenab-ı Hak böyle bir alem halketmiş olaydı şimdiki alemden daha iyi bir alem mevcud olur idi. Madem ki Cenab-ı Hak avalim-i mümkinenin içinde bu alemi halk etmiştir şu halde avalim-i mümkinenin ahsenini halk etmiş demektir. Eğer meşiyyet-i ezeliyyesi tealluk etmiş olaydı kemal-i zatisinin muktezasına daha muvafık bir başka alem yaratabilir idi. Lakin avalim-i mümkinenin ahsen ve ebda’ını halketmek Cenab-ı Hak için vacib değildir. Çünkü bunda tahdid-i meşiyyet vardır. Bir de Cenab-ı Hak na-mütenahi sıfat-ı kemaliyye lat-ı gayr-ı mütenahiyyesine nazaran yine dun bir derekede kalması tekemmül i’tibariyle ondan başka daha birçok avalimin silsile-i mümkinat dahilinde bulunması lazım gelir idi. Bina-berin içinde bulunduğumuz bu alem avalim-i mümkinenin ebda’ı değildir. Yalnız vücudu bi’l-vücuh ademine müreccah olan “iyi” bir alemdir. İşte Fénelon ve Bossuet gibi hükemanın alem hakkındaki fikirleri de budur. Bu i’tikadın nakızini iltizam eden “istikbahiyye” mesleğine salik olan feylesoflar başlarında Schopenhauer olduğu halde: Alem avalim-i mümkinenin ebda’ı değil akbehi eşna’ı diyorlar. Müddealarını te’yid için de atideki delilleri Hayat azab-ı daimiden ibarettir. Dünyada ferd-i aferide yoktur ki eyyam-ı güzeşte-i hayatının iadesini suret-i mutlakada kabule razı olsun. Behemehal onda birçok ta’dilat icrasını fikri i’tikadı istikbahtan başka bir şey değildir. Meraret-i hayatın tekemmül-i uzviyle mebsuten mütenasib olduğu fennen sabittir. İnsan ne kadar tekemmül ederse hayattan duyduğu azab da o nisbette tezayüd ediyor. Bakınız hayattan en ziyade bizar olanlar e’azim-i dühattır. Demek ki tekemmül denilen şey de fi hadd-i zatihi fena bir şey imiş! Bundan başka idame-i hayatımız aşk ifna-yı hayat-ı gayr gibi iki esasa tevessülle mümkün oluyor. Halbuki bir arslan bir koyunu parçalayacak olursa bir kere arslanın duyduğu lezzeti bir kere de koyunun çektiği azab ve zahmeti düşünmeli! A’zam-ı leza’iz denilen “aşk”a gelince zevi’l-ervahın duçar olduğu mesaibin en müdhişleri bu menba’dan tereşşuh eylemektedir. Aşk denilen şey aklı ifsad bünyan-ı se’at-i insaniyyeyi esasından berbad ediyor birçok fecayie sebebiyet veriyor. Bunların kaffesi beka-yı nev’iye hizmet etmek bu alem-i ibtilaya kendi gibi birtakım bedbahtanı getirmek içindir. Tabiat bütün mahlukatı kendisince mültezim olan gayata doğru kemal-i dürüştiyle sevk ediyor… Onlar da bu bi-rahmane Hayatın azab-ı daimi olduğunu atideki misal daha vazıh bir surette isbat eylemektedir: Yaşamak denilen şey hareketten mücahededen ibaret olup bunun her ikisi de bir ezadır. Şu halde daimi bir hareketten başka bir şey olmayan hayatımız da mahiyeti i’tibariyle bir eza demektir. Bundan başka dünya bir meşiyet-i mübremenin hükmüne tabi’dir. Meşiyet denilen şey de esasen mutlak yani her türlü kuyud-ı akliyye ve saireden azade bir kuvvettir. Şu halde meşiyet rabıtasızlığın hiçliğin müradifi gibi bir şey demek olacak. Madem ki alemde hüküm-ferma olan kuvvet de bir meşiyet-i mübremeden ibarettir. Demek o da bu mahiyette bir müessirden başka biri değildir!! “Hartmann” “istikbahiyyun”un alem hakkındaki bu fikirlerini nev’ima ta’dil ederek o meşiyet-i mübreme ile beraber şu’ur-ı nefsiden mahrum diğer bir esasın daha vücuduna kail oluyor. Onun i’tikadına göre bu esas kendi kendisinden haberdar olmayan bir fikir olup ifa ettiği vazifede meşiyet-i ma’hude tarafından tehiyye ve ihzar edilen gayr-ı muntazam mevaddı hal-i intizama irca’ etmek imiş. Hartmann’ın mesleğine “istikbahiyye-i izafiyye” diyorlar. Hartmann bu nazariyesine zere iki esasın vücuduna kail oluyor. Anasır-ı mükevvenesi i’tibariyle alem mümkünatın eşna’ı değil belki mümkünün “ebda’ı”dır diyor fakat alelekser hüsniyatı kubhiyatına galip olduğu cihetle ademini vücudundan evla görüyor. Bu feylesof alemin kıymet-i hakıkiyeyyesi neden ibaret olduğunu göstermek için tarihi üç devre taksim hayır ve şerrin muvazene defterini tanzim ediyor. Alem-i insaniyyetin saadete vusul ümniyesiyle bir hayal-i batıl arkasında koştuğu fakat hemen saadeti elde edemediği devreye hayal ve dalal devresi diyor. Putperestlerin kaffesini cami’ olmak üzere Hazret-i İsa’nın zaman-ı zuhuruna kadar geçen ezmineyi birinci devre Bu devrede insanlar saadeti huzuz-ı nefsaniyyelerinde yeryüzünde tecelli eden güzelliklerde aradılar. Fakat huzuz-ı nefsaniyyenin aldatıcı güzelliğin geçici olduğunu görüp tarik-ı hataya salik olduklarını anladılar. “Hartmann” Hıristiyanlığın zuhurundan ezmine-i müteahhireye kadar geçen zamanları ikinci devre i’tibar ederek diyor ki: Hıristiyanlar saadeti ahirette kendilerine mev’ud olan cennette bulacaklarına i’tikad ettiler. Fakat ulum ve fünun bu i’tikadlarındaki butlanı isbat ettiğinden onlar da fikirlerinin doğru olmadığını anladılar. Üçüncü devre devre-i müteahhirindir. Müteahhirin saadetin terakkıyat-ı fenniyye ve medeniyyede bulunabileceği i’tikadına zahib oldular. Fakat ulum ve fünunun refah ve saadeti tezyid değil birtakım amali ihtirasatı teşdid ettiğini görüp yanlış fikre zahib olduklarını teslimde muztar kaldılar. Ulum ve fünunun terakkısi cümle-i asabiyyenin hassasiyetini arttırıyor. Bu da insanlarda daha ziyade hayattan bizar olmaya bir isti’dad-ı mahsus tevlid ediyor. Müteahhirin bu hali görüp hatalarını anladılar ulum ve fünunun medeniyetin terakkısinden nefret etmeye başladılar. Hartmann bu üç nazariyeden şu neticeyi istihsal ediyor. Saadet denilen hayal-i bime’alin anka-yı mağrib gibi bu alemde vücudu yoktur bu alemden başka bir alemin vücudu ise vehmiyat-ı sırfa kabilindendir. Binaenaleyh serab-ı muğfilden başka bir şey olmayan bu hayat idamesi için çekilen zahmete meşakkate değmez!! dair ictihad-ı aklile istihsal olunan netayic bundan ibarettir. Akıl buradan öteye de geçemez. İstikbahiyyuna verilen cevapların hülasası şudur: Filhakıka dünyada büsbütün fenalığın vücudu yok değildir. Hayatın cefası safasına galiptir. tenasib olduğu da cay-ı inkar değildir. Fakat bununla kainatın zat-ı hayatın kubh-ı mahz olması ademlerinin vücudlarına müreccah bulunması lazım gelmez. Vakıa hayatın rükn-i aslisi hareketten mücahededen ibarettir. Fakat her hareketin her mücahedenin insanı suret-i mutlakada ta’zib etmediğini alemde ta’zibden ari birçok harekatın mevcud olduğunu “ilm-i ruh” isbat ediyor. Tabiatın mahlukatı bir gayeye doğru sevk ettiği de doğrudur. Tabiatın mahlukatı sevk ettiği gayet kendisince mültezim olan maksaddır. Tabiat maksadına hizmet emrine mütabaat edenleri hiçbir zaman mükafatsız bırakmamıştır. Sevki dürüştane değildir. Beka-yı nev’i beka-yı şahsi için ifa ettiğimiz vezaif-i tabiiyyenin zımnındaki lezzet tabiatın bu vezaifi hüsn-i ifa ettiğimizden dolayı bize mükafatıdır. Bu vezaifi yoluyla ifa edemezsek onun zımnında bir acı duyarız ki o da mücazatıdır. Bu hayattan başka bir hayatın adem-i mevcudiyyetine gelince onun vücudunu tasdik edenlerin ellerindeki delail maddiyat dairesinden ileri geçemiyor. Ona istinaden bu mebhasta yürütülecek muhakematta isabet-i kat’iyye yoktur. Bu mes’eleyi ancak metafizik halledebilir. İşte istikbahiyyuna karşı bu ve buna mümasil birtakım cevaplar veriliyor. Bana kalırsa istikbahiyyunun efkar-ı mahsusalarını eğlence nev’inden okumalı; bu efkar red için ihtiyar-ı zahmete bile değmez. Çünkü gerek alem gerek hayat hakkında serd edilecek mülahazat her şeyden evvel i’tikada sonra da dimağın suret-i teşekkülüne her bünyenin isti’dad-ı mahsusuna tabi’ olduğundan akli olmaktan ziyade zevki bir mes’eledir. Fakat istikbahiyyenin da’valarında aklen reddedilecek noktalar da vardır. Mesela “istikbahiyye-i mutlaka” alemin kubh-ı mutlak olduğunu iddia ediyor. Bu iddianın mantıken reddi muktezidir. Çünkü iddia gayet beyyin bir tenakuzu muhtevidir. Bunlara demeli ki: Siz alemin kubh-ı mutlak olduğunu yor? Sizde bu fikrin husulü için behemehal alemde bir hüsn görmüş olmanız lazım gelir. Çünkü her şey zıddıyla münkeşiftir. Eğer siz alemde bir hüsn görmemiş olaydınız kat’iyen onun kubhuna dair bir fikir peyda edemez idiniz. Peyda ettiğiniz kubh fikri alemde hüsnün vücudunu müeyyid delil-i yeganedir. Madem ki fikr-i kubhun fikr-i hüsn ile teayyünü zaruridir. Şu halde alemin kubh-ı mutlak olduğu hakkındaki Kubhun vücudu münafi’-i hikmet olduğu hakkındaki Madem ki hüsnün vücudu kubhun teayyünüyle sabit oluyor şu halde kubhun vücuduna değil belki ademine i’tiraz etmeniz lazım gelir idi. Bil-farz Cenab-ı Hak hüsnün ta’yinini size havale etmiş olaydı onu neye nisbeten teayyün ettirebilir idiniz? Hüsnün teayyünü için kubhun vücudu şart-ı la-büdd hükmündedir. Haydi bunu da bir tarafa bırakalım. Kubhtan sarf-ı nazarla teayyün ettireceğiniz bu hüsn-i muhale hüsn ğiniz bu hüsnün mahiyetini neye nazaran takdir ederdi? Sizin hüsnünüzden ne ma’na anlayabilir idi? Binaenaleyh siz kubhun ademi şöyle dursun lüzum-ı vücuduna kail olmalısınız. Hatta onu mevziinde hüsn bile görmelisiniz! Sizin gerek dünyanın kubh-ı mahz gerek dünyadaki kubhun münafi-i hikmet olduğu hakkındaki i’tirazatınız kat’iyen gayr-ı variddir. İşte verilecek cevap budur. Bundan ötesi herkesin tecelli-i mahsusu demektir. Demek ki alem istikbahiyye-i mutlaka mezhebinin iddiası gibi kubh-ı mutlak değil imiş! Demek ki dünyada teayyün-i mahiyyat nokta-i nazarından hüsn lazım ise kubh da lazım imiş. İ’tikadımca alem ef’al ve enzara göre her iki sıfatla getirelim: Ateşe karşı ahzedeceğimiz vaziyete nazaran ateş bizim için iki mahiyet-i mütezaddeyi ahza müsteid bir maddedir. Kışın mangal kenarında ellerimizi tatlı tatlı ısıtıp durur olursak ellerimiz acı acı yanmaya başlar. Demek hakıkat-i vahideden ibaret olan ateş ona karşı ahzedeceğimiz vaziyete nazaran bizim için iki muhtelif mahiyete iktiran ediyor ki bunlardan biri ihrak diğeri teshindir. Teshin tabiatımıza mülayim geldiği için bit-tabi’ ona hayr deriz istihsan ederiz. İhraka gelince o da tabiatımıza muvafık gelmediği için ona da şer deriz istikbah ederiz. Ateşin mahiyet-i mahsusasına gelince ona bir şey demeye hakkımız yoktur. Dünya da tıpkı böyledir. Fenalık suret-i mutlakada onun zatında değil ef’al ve efkar i’tibariyle ona o mahiyeti aldıran Dünyayı kabih gören felasife ma’zurdur. Çünkü ayarı pek de dürüst olmayan akıl dürbünü ile hakıkat ancak bu kadar görülebilir. Yukarıda söylendiği vechile dünyayı bir hakim-i müslim de fena görür. Fakat her iki nazar beyninde sera ile Süreyya mabeyni kadar fark vardır. Te’yidat-ı semaviyyeden istiğna sırf aklın delaletine iktida kemal-i mev’uda vusul için istihkar-ı nasutun neticesi de ebedi ebediyyü’d-devam olan saadet-i uzma-yı ahirettir. İki nokta-i nazar arasındaki fark-ı azime gelince dünyayı fena gören feylesoflar alemdeki fenalığı kudret-i fatırda kemalin fikdanına hamlediyorlar. Halbuki hükema-yı İslamiyye tamamiyle bu fikrin aksini iltizam ederek her şeyin halkında akl-ı beşerin ihata edemeyeceği birçok hükm-i hafiyye mevcud olduğunu kabul ile alemde zerre kadar abes bir şey olmadığına kail oluyorlar. Görülüyor ki şu iki i’tikad tamamiyle yekdiğerinin zıddıdır. ayet-i celilesinin sırr-ı füyuzuna mazhar olanlar o nurun ianesiyle hakıkati görmekte müşkilata uğramazlar. Bir kitabında diyor arif-i ekber Sa’di: Bana bir boş boğaz isnad-ı fesad etmişti. Yüreğim hayli sıkılmıştı herifin sözüne Aklıma geldi fakat hazret-i şeyhe gitmek Anlatıp mes’eleyi arz-ı şikayet etmek Beni sevk etti bu ilham huzur-ı pire Başladım –el öperek– mes’eleyi takrire. “Yakışır mıydı ki Sa’di gibi bir ehl-i dile Muslihiddin bilinirken adı müfsid denile? Bu ne bedbinlik azizim bu ne şiddetli maraz Bu ne düşmanlık efendim bu ne dehşetli garaz! Ben ki nazmımda edip aleme tedris-i felah Eyledim nesrim ile ademe te’min-i salah Söyleyip herkese: Yek-diğere uzv olduğunu Açtım insanlara dünyada uhuvvet yolunu Vahdet-i fıtratı isbat ederek cümlesine Rehber oldum beşerin şöylece birleşmesine Bu kadar sa’yime karşı bana müfsid mi denir? Yoksa bir merd-i fedakar mücahid mi denir? Söyle ey pir-i mükerrem! Bunu –lutfet de– bana” Diyerek istedim o merd-i Huda’dan fetva. Eyledi arif-i Rabbani-i hikmet-perver Bir tebessüm ederek şöylece isar-ı güher: “Sen salahında devam eyle ki halin evlad! Sana müfsid diyenin fikrini etsin irşad. Eline geçmesin isnadına işhad edecek Bulmasın hiçbir işinde sana isnad edecek. Kavl-i na-layıkını fikr ile mahcub olsun Hüsn-i ef’alini görsün sana meclub olsun. Görmeyince o senin tavr-ı sülukunda hilaf Ne kadar olsa muarız yine eyler insaf. Olmadıkça sesi pek tiz ya pek çoku aşağı Yed-i mutrible çekilmez kirişin hiç kulağı. Görmesin dersen eğer dest-i musahhih guşun Geçmesin perdesini nağme-i cuş-a-cuşun! Kıssadan hisse gerekse bunu fehmetmelidir: Her kim eyler ise mu’tad salah-ı hali Kimse etmez ona perverde husumet meyli. Mihr-i ihsanın eden zıllini daim memdud. Zir-i adlinde kılar herkesi mutlak hoşnud. Mısır’ın hamiyetli vatan-perver şairlerinden biri son zamanlarda Vataniyyeti isminde manzum bir eser neşretti ki mevzuu son iki senelik hadisat-ı siyasiyyenin başlıcaları idi. Müellif eserinde Hizb-i Vatani’nin te’sisiyle başlıyor merhum Vatandaşlarına artık vüzerayı agniyayı medhetmekle vakit geçirmeyerek hamaset yolunda tehyic-i hamiyyet yolunda şiirler söylemelerini tavsiye ediyor. Eserin mukaddimesinde Hizbu’l-Vatani reisi Muhammed Ferid Bey ile bu hizb-i muhteremin lisan-ı hali olan elİlm ceridesinin başmuharriri Abdülaziz’in sözleri de var. İngilizler matbuat hakkında gayet şiddetli kanunlar vaz’ ederek haricine çıkanları cinayet mahkemesine sevk ettikleri için bu eser intişar eder etmez evvela kitabın müellifini aradılar; lakin bir türlü bulamadılar çünkü başına şapka giyerek Fransa’ya kaçtığı işaa edilen müellif cübbesiyle sarığıyla olduğu halde İstanbul’a gelmişti. Ferid Bey ise Avrupa’da bulunduğu için tabii tutulamamıştı. Yalnız Abdülaziz’i tutarak mahbese attılar. Artık ma’hud el-Müeyyed sahibi Ali Yusuf’un ahrar-ı Mısır’a karşı ne şiddetli lisan kullanacağı hükumet hakkında da ne müdahinlikler edeceği pek kolay tahmin edilebilir. Abdülaziz mahkum olmazdan evvel Hizbu’l-Vatani kendisine Mısır’ı terk edip istediği yerde kemal-i emniyyetle oturabilmesi a ölse bile vatandan ayrılmayacağını söyleyerek bu parayı kabul etmemiştir. Kitabın müellifi Şeyh Ali el-Gayati isminde fazıl hamiyetli bir genç şairdir ki idarehanemize gelerek bizi huzuruyla müşerref ettiği gibi aşağıdaki kasidesini okuyarak cümlemizi ağlattı: Bugün beşerin hayat-ı fikriyyesine bir nazar-ı tedkık atfolununca görülür ki bir kısım insanlar ile diğer bir kısım Bunun sebebi şüphesiz ki birtakım esbab-ı ictimaiyyedir. Asıl zıddiyet ise şera’it-i hayattadır; siyasi cereyanları menfaat galvanometreleri ta’yin eder. Bugün insanlar yaşıyor fakat el-an tabiatın kavaninine mağlup bir halde! Onunla her dakika çarpışıyor fakat her dakika mağlup düşüyor. Ezmine-i kable’t-tarihiyyeden beri asırlar geçtiği halde hala beşeriyet el-hükmü li-men galebe kaide-i tabiiyyesinin mağlup ve zebunu! Hala şerait-i ictimaiyyesini bir türlü değiştiremiyor. Nasıl değiştirebilsin ki mihanik-i semavide bile bu büyük kanun hüküm-ferma! Cihetleri muhtelif kuvvetlerden büyüğü küçüğünü mahveder. Sünnet-i ilahiyye değişmez; diyen Kur’an-ı Mübin bu hakıkati ne güzel bildiriyor!.. Zaten bugün bütün mütefekkirinin taht-ı tasdikindedir ki insan tabiatın kavaninini lağv edemez ta’dil eder!.. Fakat bu ta’dil yok mu onun suret-i icrası o kadar muğlak ki bugünkü beşer bu derin mes’eleyi bir türlü halledemiyor!.. Hala tahdid-i teslihat gürültüleri neticelenmiyor!.. Hala Lahey Sulh Konferansı’na erkan-ı harblar gidiyor?.. Hala siyaset kuvvetin acze galebesi diye tefsir ediliyor!.. Hala insanlar hiç olmazsa rekabet-i iktisadiyye ile birbirini yemeğe çalışıyor! Ve’l-hasıl ortada müdhiş bir kavga bir mücadele-i hayat var!.. Öyle bir mücadele-i hayat ki alemin bütün mukadderatına hükmediyor!.. Fakat bu müdhiş sahnenin en kanlı safahatını şark ile garb arasında açılıp da bir türlü doldurulamayan korkunç uçurumlar teşkil ediyor!.. Bu mücadele-i hayatta mağlup olmak istemeyen yani yaşamak isteyenler çarpışmak için kuvvet hazırlamalıdırlar. Böyle bir halde en büyük kabahat bilir misiniz nedir muhterem kari’ler?: Zayıf düşmek!.. Çünkü bu öyle bir kavga-yı menafi’ ki buradaki velvele-i türlü sada-yı istimdad sema-yı siyaset içinde kaybolup gidiyor!.. Kari’lerimiz şüphesiz bu sözlerden mes’elenin nereye kısım aciz beşeriyetten maksadımız Avrupa siyaset-i zalimesinin mağlub-ı pençe-i iktidarı olan zavallı alem-i İslamiyet’tir!.. Onun ceriha-i kalbine kendinden maada ağlayacak kimse yoktur!.. Beşeriyetin en sefil kısmı şark ahalisidir. Onların hayat-ı esiraneleri bütün erbab-ı vicdanın yüreklerini sızlatacak bir haldedir. Evet alem-i İslam ta kalbinden hastadır. Onu tesliye edecek sözlere o kadar muhtaçtır ki… Çünkü teselli de bir şifadır. Yanan yüreklere biraz su serpilir. Müslümanların dertlerine yalnız dindaşları mı iştirak ediyor sanıyorsunuz! Hayır sevgili kari’lerim; bütün alem-i insaniyyet!.. Bütün erbab-ı vicdan!.. Size buna dair parlak bir misal göstereyim mi? Bugün Cambridge darülfünununda bu isimde bir kitap neşrolunuyor. Bugün alem-i İslam dünyanın kendisine yabancı gibi gelen bir köşesinden bir nevha-i şikayet bir feryad-ı nalan duyuyor! Bu bir İngiliz kalemidir? Bu kalem bir kalbin tercümanıdır. Bu kalp bir insan ruhudur. Bu ruh bir müslüman vicdanıdır. Nasıl? O zavallı İran’a pençe-i siyasetini uzatıp parçalamak tebeadan birisi! Fakat onun fevk-i re’sinde bir İngiliz bandırası dalgalanmıyor beyaz nur-ı vicdan renginde bir liva-yı Evet… İran İnkılabı!.. Bu nefis kitabın sahib-i muhteremini tanımak istiyorsunuz?.. Sizi uzun bir müddet merakta bırakmak istemem… İhtimal ki kari’lerimizden bazıları onu muhterem Cambridge Darülfünunu Arabi Muallimi Mister Brawn cenablarıdır!.. Sıratımüstakım’in bundan evvelki nüshalarından birinde Halil Halid Beyefendi bir makale-i fazılanelerinde Tarih-i Eş’ar-ı Osmaniyye mü’ellif-i şehiri İngiliz müsteşriklerinden Sir Elias John Wilkinson Gibb’in kitabını tanzim eden bu sima-yı mübeccelden bir mikdar bahis buyurmuşlardı. Kendilerini tanımayanlar varsa Sırat’ımızın dördüncü cildine müracaat buyurmalarını tavsiye ederiz! Mister Brawn cenabları şarkı o kadar çok tedkık etmiş onun bütün serairini o kadar derin bir nüfuz-ı nazarla görmüş onun cerayih-i kalbine onun alam-ı ruhuna o kadar tamamen iştirak etmiştir ki hararetli bir üslub ile yazılmış olan kitabını okurken insan kendisini ateşin bir hiss-i takdir Bu kitap İngiliz siyaset-i kahiranesine karşı bi-perva bir protestodur! İngiltere devlet-i fahimesinin çehre-i azametine karşı bir hak gibi patlayarak bağırıyor!.. O her türlü kavaid-i insaniyyetle istihza eden tarz-ı hareketi öyle şiddetli bir surette tenkıd ediyor ki vicdan-ı beşer Hele kitabın tab’ındaki nefasete kim olsa hayran olur... Bu kenarı yaldızlı kitabın a’la cild kabı üzerinde beyaz bir yer bırakılmış ortasına etrafı acemkari işlenmiş “payende bad meşruta-i Iran” cümlesi yazılmış. İnsan bu cümleyi okurken müellifin bu temenni-yi ulvisine bütün ruhuyla iştirak ederek bağıracağı geliyor!.. “Payende bad meşruta-i Teselli de bir şifadır!.. Ah İran!. Müellifin ona öyle bir alaka-i kalbisi öyle bir halde mutlaka bir defa okunsun derim. Vatandaşlarımızdan birkaç erbab-ı hamiyyet çıkar da onu Arabi’ye Farisi’ye Türkçe’ye tercüme ederlerse umum alem-i İslam’ı kendilerine minnetdar kılmış olurlar!.. Kitabın ilk yaprağını açıyorsunuz; karşınızda büyük bir sima bir sima-yı muazzam büyük bir vicdan bir vicdan-ı dir!.. Bir sükut-ı mütefekkirane ile kendisini temaşa ediyorsunuz!.. O kollarını bağlamış size keskin bir nazar-ı ulviyyetle bakıyor gibidir!.. Enzarının in’itaf-ı ulvisi karşısında sizi bir te’sir-i ruhani yorsunuz... Fakat o adeta sizden evvel davranarak kollarını açmış geliyor... Mukaddimeden evvel manzum bir ithafnamesi var... Onu okurken Mister Brawn ile birlikte ağlıyorsunuz!.. O size diyor ki: Mukaddimeden evvel bir ihtar: Size ikinci bir cild vaad ediyor birincisi Şah Sultan Ahmed’in tahta geçmesiyle nihayetleniyor… Şimdi mütehalikane mukaddimeye bir nazar-ı tedkık atfediyorsunuz. Türkçe hurufat ile yazılmış altı mısralık Farisi bir beyit: Yanında İngilizce tercümeleriyle beraber… derhal okuyorsunuz: Müellif diyor ki: “Bu beyitler vefat etmezden pek az evvel Trabzon hapishanesinde Mirza Ağa Han Kirmani tarafından yazılmıştır.” Bu şehid-i hürriyyeti kalben takdis ettikten sonra kemal-i merakla mukaddimeye göz gezdiriyorsunuz… Mister Brawn diyor ki: “Hadisat-ı asrın mükemmelen tedkık ve bi-tarafane tenkıdi hususundaki müşkilat nokta-i nazarından ona bir “tarih” ünvanı vermeye cesaret edemedim. Halbuki hakıkatte hemen öyle gibidir. Yalnız ben en evvel oldukça değeri bulunan havadisi ölçüp tartmaya cem’ ü tanzim etmeye ve kemal-i safvetle istihrac ettiğim bir neticeye göre muktedir olabildiğim bir şekle sokmaya çalıştım. Bu bir hakıkat-perverliktir... Fakat hakıkat ekseriya ameli bir surette düşünülürse vuku’-i hale mutabık olsa bile mevadd-ı müteferriasının tefsirinde ve bundan edilen istidlalattaki hükümlerde o kadar büyük bir ihtilaf-ı efkarı mucib olur ki… Delil ancak tevafuk için bir esas olduğu zaman müsmir olabilir. Bu kitabı yazarken şu üç esası hiçbir zaman nazar-ı dikkatimden dur tutmadım: – Dünyada ıttırad değil tahavvül en ali bir kanun ve en şayan-ı arzu bir haldir... – Bu dünyada her şeyin kendisine mahsus bir nokta-i tekemmülü vardır ki ona kendi havass-ı mahsusası sayesinde yetişilebilir. Başka bir şeyin evsaf-ı mefruzasıyla değil... – Gerek eşhasta gerek milletlerde bir cüz’-i farıkın sukutu külliyetin inkırazını mucib olur ki bu bir şerdir. Bu nazariyat sairleri gibi birtakım hususi müdrikat-ı felsefiyyeden fikriyyedir ki herkes tarafından yalnız kabul değil temsil bile edilmişlerdir. O suretle ki bunlar aid oldukları mes’ele-i umumiyyeye bir reng-i sarih verirler!. Zaten bunlar kabil-i tecrübe olmaktan ziyade ruhen müntehab şeylerdir. Bazı milletler öyle derler ki: “Acemistan geri kalmış bir memlekettir; kendi ahalisi orasını ma’mur edemez oraya Avrupa hükumetlerinden biri girmeli –ya Rusya veya İngiltere– o viran memleketi bir gülistana çevirmelidir. Ama Acemler bu işe razı olsun olmasın ona bakılmamalıdır.” Ben öyle hissediyorum ki Acemistan –o gülzar-ı şark– mahvolduktan sonra ne orada şimendöferler te’sisi ne maden ocakları ne gaz kuyuları ne hapishaneler küşadı ne bir saadet-i maddiyye hiç hiçbir şey ne fikren ne ma’nen o ziya’-yı elimi dünyaya telafi edemez!.. uzun sürecek olursa oraya müncer olur. Tecrübe bunu gösteriyor ki zayıf milletlerin Avrupa düvel-i muazzamasından biri tarafından “muvakkat!” namı altındaki işgali “ebedi olmayan” ma’nasına kullanılır!.. Ufak milletlerin kıymetleri hakkındaki münakaşa bu mukaddimeyi pek ziyade tevsi’ edebilir. Lakin onlar ki Fakat heyhat!.. Bugünlerde onlar pek çoktur! bu kıymeti inkar etmek tesna ırklar bizim hüsn-i teveccühümüze gereği gibi liyakatı haizdirler. Çünkü onların ecdadı cins-i beşerinin servet-i fikriyye ve san’atkaranesine büyük hizmetler ettiler. Onların haber-i izmihlali bütün Avrupa mehafillerinde galeyanlar uyandırmalıdır. Fakat diyebilirim ki şöhret-i maziyyelerine hürmet olunmak hususunda Acemler de bugün en eski memleketler içinde eskiden beri aynı hududları muhafaza etmiş şayan-ı hayret bir derecede mütecanis geçirdikleri sergüzeştleri daima mülahazakar eski ecdadlarına fevkalade müşabih bir milletle meskun olmak üzere yalnız İran kalmıştır. gollar Tatarlar ve Türklerin pa-yı istilaları altında çiğnenmiş gide gide zalim beyler elinde idare olunan ufak ufak hükumata inkısam etmişti. İşte bu dakıka şimdiye kadar kaybolmuş olan bütün kuva-yı hayatiyyesini birden toplamış derince dalmış olduğu hab-ı memattan tekrar uyanmış ve yeni bir millet halinde hayata doğmuştur. Ben burada İranlıların alem-i siyasette oynadıkları rollerden ziyade te’sirat-ı fikriyyelerinden bahsedeceğim.” Müellif bunun üzerine Zerdüşt’ün mezhebinden Manes’ten Mazdak’tan Babek’ten Mukanna’dan Babiler’den Acemlerin din-i İslam’a olan te’sirlerinden bunun Afrika’daki asarından bahsederek Firdevsi’nin Hafız-ı Şirazi’nin Şeyh Sa’di’nin Ömer Hayyam’ın nam-ı mübareklerini zikrettikten İbni Sina’nın yad-ı ulvisini de bunlara terdif ettikten sonra: hadis-i şerifini zikrediyor. Sonra onların evsaf-ı milliyyelerinden söze girişerek: Acemlerin zekalarından sür’at-i intikallerinden şirin edalarından latif musahabelerinden sadakat ve muhabbetlerinden vefa ve cefakarlıklarından ve’l-hasıl bütün mezayayı cibilliyye-i insaniyyelerinden bahsediyor... Kendilerine garazkarane isnad edilen her türlü fenalıkların ne gibi menbalardan teraşşuh ettiğini bir bir gösteriyor. “Yalnız saray halkıyla görüşenler şüphesiz Acemler hakkında bed-bin olurlar” diyor… ruhiyyelerine dair öyle beliğ misaller gösteriyor ki insan bu necib milletin evsaf-ı hulkiyyesi karşısında mebhut kalıyor!.. Müellif burada diyor ki: “Böyle bir kitabı daha birçokları benden daha iyi ve esaslı bir surette yazabilirlerdi… Lakin heyhat ki onlara Sa’di’nin bu beyti tatbik olunabilir: Yahud bu meşhur mısraa ma-sadak derler: Sonra bu kitabı yazarken elindeki vesaiti zikrediyor: “Hususi dostlarımdan evrak-ı havadisten mavi ve beyaz kitaplardan daha birçok yerlerden aldım...” diyor... Acem lisanı hakkında –ecnebi kari’lere kolaylık olmak için– bir fikir veriyor... Ünvan terkibatını izah ediyor!. Kitabın hin-i te’lifinde yardımı dokunan zevata –bilhassa Acem dostlarına– teşekkür ediyor... Ve nihayet mukaddimenin sonunda: “Ben bu kitabı vatandaşlarım nezdinde zavallı İranlılar lehine bir cereyan onların kalplerinde bu zavallı millete bir teveccüh uyandırmak fikriyle yazıyorum. İslam’a hizmet etmek en büyük emelimdir. Bu emel beni o kadar hararetlendiriyor ki kari’lerime de heyecan bahşedeceğinden eminim… Arzumda muvaffak olursam benim için ne büyük bahtiyarlık…” diyor. Artık bundan sonra asıl kitaba girişiyor!.. İlk babları en büyük mücahidin-i İslam’dan Seyyid Cemaleddin Afgani hazretlerinin terceme-i ahvaline hasrediyor… Siz ise bu kadar tehacüm-i hissiyyat arasında kendinizi biraz yorulmuş görüyor ve muhteviyatını da ikinci bir defada okumak için bırakarak şimdi yalnız resimleri görmek istiyorsunuz… Yaprakları birer birer açarken şanlı şühedanın ruh-ı neciblerine birer Fatiha ihda ederek hepsini deruni bir sayha-i meserretle kalben alkışlıyor. Bu kanlı sahnenin kanlı eşhasını bir sayha-i nefretle karşılayarak a’mak-ı ruhunuzdan kopup gelen bir gayz-ı istikrah ile çehre-i menhuslarını görmemek ma’lumat verebildik… Bu kitabı nasıl ne için yazdığını anlattık… Gelecek hafta ne fikirde bulunduğunu inkılabı ne suretle telakkı ettiğini ve bunların esbabını mufassalan anlatacağımızı va’dediyoruz. Bismillahirrahmanirrahim Ey mü’minler! Hepiniz Allah’ın habl-i metinine din-i celil-i lerine itaat nehiylerinden ictinab ediniz hiçbir zaman ayrılmayınız kalbleriniz ruhlarınız daima sımsıkı birbirinize bağlı olsun! Allah ve Resulü’ne itaatle aranızda her türlü nizaı çekişmeyi terk ediniz. Siz bütün mü’minler kardeşsiniz kardeş gibi geçinmelisiniz. Eğer niza’ eder kavgaya tutuşursanız dağılırsınız sonra rüzgarınız esmez olur. Yeryüzünde bir hükmünüz kalmaz düşmanlarınızın zulm ü kahrı altında mahvolur gidersiniz… Bunun için aranızdan fitneyi fenalığı kaldırmaya çalışınız. Beladan azabdan çok korkunuz. Zira bela gelince yalnız fenalara zalimlere erişmekle kalmaz iyilere de zararı dokunur bir kaçınızın uğruna bütün ümmet mahvolur. perişan eder. Müslümanlık daha ilk kurulduğu zamanlarda Allah bize doğru yolları gösterdi: Rahat yaşamak kimsenin zulmü altında ezilmemek beladan kurtulmak isterseniz böyle yapınız dedi ama söz dinlemez de kendi nefsinize uyarsanız o vakit akıbetiniz fena olur. Ne rahat yaşayabilirsiniz ne de başkalarının zulmünden kurtulabilirsiniz gece gündüz Allah’ın azabı üzerinizden eksik olmaz dünyanız zindan içinde geçtiği gibi ahiretiniz de hayırlı olmaz… di bizi bu imtihan dünyasına saldı. Allah tarafından olan bu nasihatleri bize söylemek anlatmak için vasıta olan zat Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hep bunları bize anlayacağımıza göre anlattı gerek sözüyle gerek işiyle nasıl yapmak lazım geleceğini bize gösterdi vazifesini tamam edince: “İşte dedi ben artık vazifemi bitirdim söylenecek sözleri söyledim yapılacak şeyleri yaptım İslam binasının temelini size kurdum ben artık gidiyorum bu binanın muhafazasını size bırakıyorum işte bundan sonra bu din-i celilin hamileri hafızları sizsiniz. Siz eğer el ele vererek bu gösterdiğim yolu ta’kıb ederseniz bütün cihanda aziz olursunuz İslam’ın da şan u şevketi dünyaları kaplar bu suretle insanların hidayeti kolaylaşır yeryüzünde fesad kalmaz insanlar matlub olan gaye-i kemale erişirler ben de ümmetimin insanların nun olurum siz hepiniz kardeşsiniz hepiniz bir vücudsunuz; ve ile’l-ebed böyle kalmalısınız; eğer –maazallah– bunu unutur hevanıza uyar tefrikaya düşerseniz biliniz ki başka milletler sizi esarete alır onların hükmü onların zulmü altında ezilir mahvolursunuz. Sizin bu perişanlığınızdan din-i İslam da zarar görür. O vakit Allah’ın azabı üzerinize çöker artık sizin için ne dünyada felah ümidi kalır ne ahirette. Öyle hüsran içinde mahvolup gidersiniz. Benim ruhum da sizin bu halinize ağlamaktan kurtulmaz. Bunun için size tavsiye edeceğim en birinci şey bütün ümmetim el ele vererek kalplerini sımsıkı yekdiğerine bağlamaktır…” Bunun üzerine müslümanlar ne yaptılar? Yaptıklarını tarih gösteriyor: Hepsi liva-yı Muhammedi altına toplandılar Allah’ın ve Resulü’nün sözünden asla harice çıkmayarak müslümanlığın şan u şerefini yükselttiler dünyaları fethettiler küfür ve dalaletle karanlıkta kalan memleketleri iman nuruyla aydınlattılar. Milyonlarca insanları esaretten zulümden kurtardılar öyle bir İslam hükumeti kurdular ki adaleti el-an dillerde döner. O zaman İslam memleketlerinin uzunluğu dünyanın bir ucundan diğer ucuna ta mağrib-i aksadan Çin’e Tonkin’e kadar giderdi genişliği ise Kazan’dan başlayarak hatt-ı istiva altındaki Serendip’e kadar tutardı. Bakınız dünyanın ne kadar yerini müslümanlar himayesi altına almışlar! Bu geniş hudud içindeki kıt’alar memleketler bütün müslümanlarla dolmuş idi. Müslümanların buralarda yıkılmaz bir saltanatları bir şevketleri vardı. Hükumetin başına büyük büyük padişahlar geçerek hemen bütün yeryüzünü met yüzü görmez sancakları hiçbir yerde toprağa serilmez sözleri hiçbir kimse tarafından geri çevrilmezdi. Metin kaleleri bir sıraya dizilmiş dağlar gibi omuz omuza vermiş gider. Ovalar tepeler müslümanların eliyle yetişen her türlü ekinlerle ağaçlarla ormanlarla otlarla örtülmüş bulunurdu. En sağlam kaideler üzerine kurulmuş son derece ma’mur son derece muntazam olan şehirleri ahalisinin san’atlarıyla hünerleriyle yetiştirdiği ulemasıyla hükemasıyla bütün dünyaya karşı iftihar ederdi. Müslümanların Akdeniz’de Şab Denizi’nde Bahr-i Muhit-i Hindi’de öyle bir satveti bir kuvveti vardı ki karşısına kimse çıkamazdı. Başka dinde olanlar müslümanlara boyunlarını eğer müslümanların faziletleri adaletleri karşısında el bağlar hürmet ederlerdi. Müslümanlar bu mertebeye nasıl eriştiler; hep ittihad sayesinde. Ellerinde Allah kanunu dillerinde tevhid lafz-ı mübareği yüreklerinde din aşkı millet muhabbeti olduğu halde dağları denizleri çölleri aştılar. Şarkın en hücra bir köşesinde bir müslümanın kalbi incinse bütün dünyadaki müslümanların vücudu sızlardı. Dünyanın bir tarafında bir müslüman hakaret görseydi bütün cihan-ı İslam kükremiş bir arslan gibi ortaya çıkar kardeşlerini müdafaa ederdi. Müslümanlar bi-nihaye akvamdan mürekkeb oldukları halde ezelden bir ümmet bir aile bir vücud imiş gibi aralarında hiçbir ayrılık gayrılık görmezlerdi. Buradaki müslümanın duygusu ne ise dünyanın öbür ucundaki müslümanın duygusu da o idi. Milyonlarca müslüman hep bir türlü düşünür hep bir noktaya bağlı bulunurdu. Bütün yüreklerdeki fenalıklar hasedler tama’lar garazlar mahvolmuş herkes İslam’ın ilerlemesini milletin yükselmesini düşünürdü. Herkes elinden gelen iyiliği esirgemez malıyla canıyla kanıyla Müslümanlığa çalışırdı. Sırası gelince bütün malını millet uğrunda feda eder kendi liva-i Muhammedi altına girer meydan-ı cihada koşardı. Hiçbir müslüman diğerinin hatırını kırmaz ırzına yan bakmaz malına göz atmaz idi. Her biri kendinden büyüğüne itaat küçüğüne şefkat gösterirdi. Amiri kendinden yaşça ilimce küçük olsa da amir olduğu için halife tarafından gönderildiği Peygamber’in bütün vesayasına riayet olunurdu ümmetin ceği hakkında hutbeler okunur yapılacak işler kararlaştırılır herkes hissesine düşen vazifenin ifasına bütün varlığıyla can atardı. diktiler. Sada-yı tevhid ile bütün asumanı çınlattılar. Fakat sonraları müslümanlar her nedense Kur’an’ ın ahkamını tutmakta gevşeklik göstermeye başladılar. Aralarındaki rabıtaya zaaf arız oldu yüreklerinde hamiyete bedel hased tama’ yer tutmaya başladı ittihad tefrikaya yüz tuttu. Müslümanlar arasında dinden başka cinsiyet yok iken her kavim cinsiyet iddiasına kalkıştı. Başlarındaki hakimlerin her biri meye müslümanlar arasına nifak saçmaya koyuldular. Bunun üzerine müslümanlar bir biriyle çarpışmaya başladı. Bunların yüzünden millet ne kadar zararlara uğradı. Bir taraftan efrad diğer taraftan umera milleti perişan ettiler. Doğru yolları bırakarak israflara zevk u safalara daldılar. Bu uğraşmalardan ulum ve fünunun ilerlemesi durdu. Gitgide san’at ticaret ziraat geriledi. Cehalet ortalığı kaplamaya başladı fakr u zillet yüz gösterdi. Biz böyle birbirimizle uğraşırken Avrupa ilerliyordu; bizden aldıkları ilimleri fenleri ileri götürüyorlardı. O zevk ile o israf ile milletimizin zenginliği gidince üzerimize zillet ve meskenet çökünce ecnebiler tasalluta başladı. Hep el birliği ile karşı durmak lazım gelirken kendi elimizle ecnebileri müslüman memleketlerine soktuk. Sonra akıbet ne oldu? Akıbet müslüman memleketleri ecnebiler eline geçti. Koca bir İslam alemi parçalandı. O şan u şevketleri söndü. Endülüs müslümanları mahv u perişan oldu. Hindistan müslümanları esaret altına girdi. Tunus gitti Cezayir gitti Fas gitti Türkistan Buhara Kırım Kazan… İşte ne hale geldiler daha sonra Mısır neler çekiyor. Romanya’da Bosna’da Bulgarya’da Girid’deki müslümanlar ne oldu! Kaç milyon idi şimdi kaç kişi kaldı! Bunlar ne oldu? Hep tefrika yüzünden mahvoldular! Sürüden ayrıldıkları darlaştı. Şimdi müslümanların bugünkü haline erbab-ı hamiyyet kan ağlıyor. Bizi bu hale düşüren hep tefrika hep nifak ve şikaktır. Artık bu kadar zillet bu kadar meskenet elverir bundan sonra millet uyanmalı okumalı bu felaketlerin hep tefrika yüzünden geldiğini anlamalı da ona göre çaresine bakmalı. Zaman artık tefrika zamanı değil. İttifak zamanıdır birleşmek zamanıdır. Şimdi Allah’ın lütfu bize teveccüh etti. Her zaman bu fırsat ele geçmez. Bu fırsatı kaçırmamalı bundan istifade etmeli. Geçen geçti. Olan oldu. Şimdi matem tutacak esef edecek kederlenecek zaman değildir. Matem ölüyü diriltmez esef geçmişi geri getirmez keder musibeti def’ etmez. Selametin anahtarı varsa yok[sa] iştir. Hülasa yükselmek için doğruluktan hüsn-i niyetten başka merdiven yoktur. Korkmamalı korku helaki ta’cilden başka bir ce vermez. Kur’an’ -ı Kerim’in hükmü bakıdir ebedi bir hayata mazhardır. Elverir ki biz ona ittibaa niyet edelim. Artık müslümanların geçirdikleri bu felaketlerden ibret alarak uyanmalı bütün tefrikalardan vazgeçmeli. Bütün mü’minleri kardeş bütün bu topraklarda yaşayanları vatandaş bilerek el birliğiyle yükselmeye çalışmalı bilişmeli tanışmalı. Eski kütüklere yeni iyi ve meşru’ filizler aşılamalı. Ümid ederiz ki bu sözlerin yürekten söylendiğine bütün müslümanlar u tamaları terk ederek hepsi habl-i celil-i ilahiye yapışırlar; son derece bir ittifak ile sımsıkı bir ittihad ile birbirlerine bağlanarak hep birlikte terakkıye çalışırlar; Allah’ın ve Resulü’nün o emrini yerine getirmeye gayret ederler. Bunun biz Osmanlı müslümanlarınca da ehemmiyeti var zira müsavat-ı hukuk olursa milyon müslümanTürk kardeşlerimiz Rusya idare-i hükumetine karışarak siyaset-i dahiliyye ve hariciyyesine icra-yı te’sir edebilirler… sene-i miladiyye Teşrinievvel’inde ihtilal ve ta’til-i eşgal yapılıp İmparator’a umum Rusya ahalisinin hukuk ve hürriyeti tasdik ve teslim ettirmiş idi. Lakin birkaç ay sonra ekseriyetin cehl ü itaatine müstenid hükumet-i Çariyye çarçabuk kendini toplayarak evvelce verdiklerini geri almaya koyuldu; ahaliye verilmiş hukuk ve hürriyetlerin ötesini berisini kesip kırparak inkılabdan evvelki haline döndü. En çok hukuku nez’ olunan ahali müslümanlardı; onların meb’us kasya’da Kazan havalisinde eksiltildi. Hasılı müsavat-ı hukuk hürriyet-i siyasiyye sırf boş laftan ibaret kaldı. Bununla beraber yakın zamanlara kadar teferruat-ı umurda otuz milyonluk müslüman kitlesinin lüzumsuz tazyikat ve tahkırat kımız Vakit’in atideki makalesi Rusya hükumetinin bu yolda nerelere kadar ilerlediğini açık gösteriyor: “Rusya müslümanları hükumete o kadar sadakatli vatana o kadar muhabbetlidirler ki bunu düşmanları bile inkar edemezler. Bu asırların vekayiiyle müsbet bir hakıkattir. Müslümanlar Rusların her kısmı her sınıfı ile dost geçinmişlerdir; hatta kendilerine karşı pek fena muamelelerde bulunulmuş hissiyat-ı diniyyelerini cerihadar etmiş misyonerlere bile mukabele-i bil-misl yapmamışlardır. Müslümanlar hiçbir hareketlerinde kanun-ı mevzu’ haricine çıkmamışlardır. Hükumetin kuvve-i müdhişesine karşı mugayir-i kanun hareketleriyle bu yolda muvaffakıyetler kazanamayacakları ma’lum ise de bir milletin sayısı birkaç on milyonlara baliğ koca bir milletin iğtişaşı kavi bir hükumetin başına bile hayli mühim bir gaile açmış olur. İğtişaş olursa ondan istifadeye kalkışanlar yol gösterenler iğtişaşı idameye uğraşanlar elbette bulunur. Müslümanların sabır ve sükunetini isbat için son senelerin vekayiini göz önüne getirmek kafidir: Bütün Türkistan ve Kırgızistan müslümanları Duma’ya meb’us intihabı hakkından mahrum idiler. Müslümanlar buna sabır ve sükunetle mukabele ettiler. Müslüman arazisi Rus muhacirleriyle dolduruldu yerli ahalinin te’min-i ma’işetine hiç kulak asılmadı. Buna karşı da müslümanlar sabrettiler. Beş on binlerce mahalle mekteplerimize muallim yetiştirmek yok. Bu darü’l-muallimin ve darü’l-muallimatı kendi paramızla açmak istiyoruz da yine müsaade olunmuyor. Buna da sabrediyoruz… Belediye meclislerine a’za intihab hakkımız tenkıs olunmuş. Bu hususta istinad-gahımız sabır!.. Kilise mekteplerine misyoner cem’iyetlerine hazine-i devletten pek çok ianeler veriliyor hazine-i devlet ise Rusya’da sakin bil-cümle ahalinin parası demektir... Müslümanlar Rusya’da Ruslardan sonra en ziyade nüfuslu bir halk olduğundan onların da böyle ianelerden hissedar olmaya hakları şüphesizdir. Bununla beraber onlara beş para verilmiyor onların parası onların aleyhine çalışan mektep ve cem’iyetlere veriliyor. Yine müslümanlar bir şey demiyorlar sabrediyorlar!.. Böyle esaslı mes’elelerden sarf-ı nazar edelim de ufak şeylere bir göz gezdirelim: Onlarda bile bizim kalbimizi paralayacak hissiyatımızı incitecek harekattan çekinilmiyor. Mesela Petersburg’ta bir cami yapacak olduk Rus me’murları ve alel-husus Rus ruhanileri bin türlü mevani’ ihdasına çalıştılar. Ufa’da müslümanların kesretle bulundukları bir şehir ki idare-i ruhaniyyeleri de oradadır yapılacak bir “ahali evi”nin Arap tarz-ı mi’marisinde inşasına mümanaat ettiler! Hasılı her hususta bize dini ve milli cihetlerden karşı duruluyor. Müslümanların biz-zarure kendi hukuk-ı milliyye ve diniyyelerini müdafaa ile uğraşarak terakkıyat-ı umumiyye-i beşeriyyeye hizmetten geri kalmıyorlar…” El-Liva refik-ı muhteremimizden: ra Mısırlılar iyice anladılar ki İngiltere siyasiyyunu nazarında vaadin hiç kıymeti yoktur. İngilizler memleketimize müstevli oldukları zaman maksadımız Mısır’ı istimlak değildir. Ancak hükumet-i Mısriyye’nin istiklalini muhafazadır. Bu maksad hasıl olunca çekilip gideceğiz demişlerdi. Halbuki otuzuncu sene bitiyor da hala vaadlerini ifa edecekler. Zaten onlar bu vaadi çoktan unuttular da ellerini Mısır’ın yarısı değilse bile her halde o kıt’adan bir cüz’ olan Sudan’a uzattılar. heyecanına karşı hükumet-i Mısriyye’nin diğer taraftan hükumetin mezalimine karşı milletin İngiltere işgaline ihtiyacı olduğunu ileri sürdüler. Daha sonra kendilerinin Mısır’dan çekilmesi Mısırlıların kendi kendilerini idare edebilecek bir seviyeye yükselmesine mütevakkıf olduğunu der-miyan ettiler. Biri birini nakzeden bu iddiaların altından şarklıların bir hükumeti idare kabiliyetinde olmadığını Müslümanlığın medeniyet-i garbiyye ile tevfik edilemeyeceğini meydana koyarak kendilerinin ila maşaallah Mısır’da kalacaklarını tasrihe kadar vardılar. Bugün işitiyoruz ki vaktiyle biz Mısırlılara karşı edilen ahdler vaadler İranlılara karşı da diriğ edilmiyor. Evet İngilizler İran’ın cenubuna sokulduktan sonra “İngiltere hükumeti İran’ın ne toprağına ne de istiklaline göz dikmiş değildir. Maksadı İran hükumetinin nüfuzunu iade Biz bu rakık sözleri senesinde duymuş lakin’de gerek Lord Cromer’in gerek başkalarının lisanından büsbütün zıddını işitmiştik. Demek İranlılar da bizim musab olduğumuz tehlike karşısında bulunuyorlar. Biz iyice öğrendik ki İngilizlerin vaadlerine ahdlerine güvenmek şu’a’-i şemse sarılıp da semaya çıkmaya benzer! Şimdi refik-ı mesaibimiz olan İranlı kardeşlerimize şunu tavsiye ederiz ki bizim musab olduğumuz felaketten ibret alsınlar da el ele vererek cenubdaki İngiltere’nin şimaldeki Rusya’nın çekilmesine çalışsınlar. Vaadini ifada bu kadar ağır davranan İngiltere nasıl tehdidini miadından evvel ika’ ederek Cenubi İran’a girdiyse öylece kendisinden de sözünü yerine getirmesi talep olunmalıdır. Hürriyet uğrunda vatan uğrunda kanlarını döken Mısır matbuatı bugün Avrupa’da altı yüzden fazla Mısırlı talebe tahsil-i ulum ve fünunda bulunduğundan bahsederek bunların birkaç sene sonra birkaç bine varacağını vatanlarının kendilerinden büyük büyük faideler göreceğini yazıyorlar. Hele bu talebenin içinde zengin evladlarının ekseriyeti teşkil etmesi ileride büyük büyük teşebbüsatta bulunulacağına bir zımandır diyorlar. Öyle temenni ederiz ki memleketin istikbaline hadim yahud hakim olacak bu gençler Avrupa’daki tahsil senelerini kendilerinden ümid olunan beklenilen bir surette geçirsinler geceyi gündüze katıp çalışsınlar da vatanlarına oralardan şeyler ecnebi bir lisan ile bilad-ı garbiyyenin terakkıyat-ı fevka’t-tasavvuruna memalik-i şarkıyyenin alabildiğine inhitatına dair bir yığın laftan ibaret kalacaksa buna dindaşlık vatandaşlık namına teessüfler ederiz. Devlet-i Osmaniyye: Fakirlerimizin meskenetine zenginlerimizin buhlüne cebanetine baktıkça müteessir olduktan başka vatanın atisi hakkındaki parlak ümidlerimiz sönmek derecesine geliyor. Bereket versin ki arada sırada gördüğümüz bazı istisnaat bize yeniden bir cesaret veriyor. Şimdiye kadar en hayırlı en muazzez maksadlar uğrunda binlerce liralar sarf ettiği halde isminin bilinmesini istemeyen bir zat-ı muhterem beş on gün evvel Japonya’ya ikmal-i tahsil için üç talebe gönderdi. Rusya-Port Arthur tarikıyle gidecek olan bu efendiler şimdi yolda bulunuyorlar. Avrupa’ya fevc fevc talebe gönderiliyorken şarkın en müterakkı en ciddi bir kıt’ası olan Japonya’ya –ba-husus hükumetçe münasebat-ı hasene te’sis edilmek istenilen böyle bir devirde– talebe gönderilmesindeki isabet aşikardır. Şu ulüvv-i cenabından dolayı zat-ı müşarun-ileyhi en samimi bir surette tebcil ederek en uzun bir ömür ile muammer ve böyle bir teşebbüsat-ı hayra mazhar olmasını temenni eyleriz. – İmam İstanbul’daki rical-i hükumet ile müzakere ederek aradaki ihtilafı izale etmek Yemen’de kan dökülmesine meydan verilmemek için bir hey’et gönderiyormuş. Mısır matbuatı on gün evvel Süveyş’e vasıl olan bu hey’etin i’zamını iyi bir nazarla görüyorlar da Hükumet-i Osmaniyye’nin haysiyeti hakimiyeti nokta-i nazarından kabul edemeyeceği birtakım metalibde bulunmazsa netayic-i hasene istihsal edileceğini söylüyorlar inşaallah içlerinde San’a Yemen naib-i fazılları gibi meb’uslar bulunan bu hey’et maksud olan hizmeti ifaya muktedir olurlar. – İstanbul’dan Petersburg’un Novye Vremya gazetesine çekilen bir telgrafnamede şöyle deniliyor: “Hükumet-i Osmaniyye valilere bir ta’mim dağıtarak Cezayirli ve Tunusluların ba’dema Fransa taht-ı himayesinde tanılarak ona göre muamele edilmesini emreylemiştir. Bu emir Türkiye ile Fransa arasındaki istikraz müzakeresinin muvaffakıyetsizlikle neticelenmesini müteakib i’ta olunmuştur. Osmanlı Hükumeti senelerce süren mükalemat-ı siyasiyyeye rağmen şimdiye kadar Fransa’ya bu hakkı teslim etmemişti. Şimdi buna ru-yı rıza göstermesi istikrazın adem-i muvaffakıyyetinden naşi dil-gir olan Fransa efkar-ı umumiyyesini tatyib içindir.” – İstanbul gazetelerinde buna hiç de benzemeyen nim-resmi bazı haberler görülmüştü. Acaba o haberler mi doğru idi yoksa bu telgrafnamenin münderecatı mı? Bu babdaki efkarımızı birkaç defalar yazmış olduğumuzdan yalnız suali tekrar ile iktifa ediyoruz: Doğru mu? Rusya: – Rusya Meclis-i Meb’usanı’nda müzakere edilen Mekatib-i İbtidaiyye Kanunu’nun milliyetlerini mahvedecek istikbal-i dinilerini tehdid eyleyecek bir mahiyette olmaması için Rusyalı müslüman kardeşlerimizin açtıkları cihad-ı milli hala devam ediyor. Bir taraftan Duma’da bulunan müslüman meb’usları irad-ı nutk ediyorlar; diğer taraftan bütün ahali-i müslime bulundukları mevaki’de büyük büyük mitingler akd ile kabine reisine Meclis-i Meb’usan reisine mekatib komisyonu reisine telgrafnameler arizalar gönderiyorlar miting akdiyle hükumete müracaatta köylüler şehirlilerden hiç geri kalmıyor. Geniş Rusya’nın her tarafından gelen bu kavi avaz-ı i’tiraz ve zar-ı dikkate almak mecburiyetini hissetmişlerdir. Petersburg’un büyük ceridelerinden Retch’in istihbarına göre haiz-i ekseriyyet olan Oktobrist Fırkası şovenliğine rağmen ekser talebesi müslüman olan mekatibde dört sene kendi ana lisanlarıyla yani Türkçe tedrisata müsaade olunmak üzere kanunun ta’dil ettirilmesine lüzum görmüştür. Azm-i ciddi sebatlı ve müttehid hareketlerinin netayici[ni] görmeye başlıyorlar demektir. Sebat ve devam kardeşler muvaffakıyet bi-iznillah sizindir. Lakin müslümanların böyle eser-i hayat göstermelerinden birtakım ceraid asla hoşnud olmuyorlar. Bir Rus gazetesi son faaliyetlerinden şikayetle şöyle yazıyor: “Müslümanlar ittihad ediyor! Meclis-i Meb’usan’da Rusya müslümanlarının hayatıyla alakadar bir mes’ele müzakereye konuldu mu bu müslümanların cümlesi o müzakereye gayet faalane karışmak lüzumunu hissediyorlar. Geçen sene yevm-i ta’tilin ancak Pazar günü olması kanun[u] mevki’-i müzakereye konulmuştu derhal Kazan Orenburg Ufa Troyski ilh. şehirlerinin ahali-i müslimesi bir ağızdan bunun aleyhine şiddet ve heyecan ile protesto ettiler. Şimdi Duma tedrisat-ı ibtidaiyye kanunuyla meşgul; yine bil-cümle Rusya müslümanları harekete geldi. Bütün bu vekayi’ memleketimizin en faal en zi-hayat bir unsuru müslümanların olduğunu açık gösteriyor. Rusya’da yeni usul-i idarenin vaz’ından beri müslümanların tenbel hayatı tamamen değişti. Azim bir faaliyet göstermekte olduğu gibi diğer müslümanlarla birleşmeye de çalışıyorlar. Ve müslümanların bütün bu faaliyetlerine en çok hizmetler eden mükemmel ceraididir.” – Rusya Dahiliye Nezareti’nin neşrettiği resmi istatistike nazaran sene-i miladiyyesinden bugüne kadar elli bin hıristiyanın din-i mübin-i İslam’la müşerref olmuş olduğu anlaşılıyor. Her sene on bin hıristiyan ihtida eylemiş demektir. Fevkalade mesrur olarak izdiyadını Cenab-ı Erhamürrahimin’den istid’a eyleriz. – Kafkasya’nın Bakü şehrinde sakin İran tebeası büyük bir miting akdederek dir. – Kırım’ın merkez-i idaresi olan Akmescid’de birkaç mu’teber müslümanın evleri taharri olunmuştur. Yalta Sancağı’nda birkaç mektep ile muallimlerinin evleri de taharri ve teftiş olunup İstanbul basması kitaplar kamilen müsadere olunmuştur. Akmescid şehrinde kain müslüman rüşdiyesi kapatılmıştır. Mekteb Cem’iyyet-i Hayriyye idaresinde idi. İçinde yüzü mütecaviz müslüman çocuğu okuyordu. Binası yeni usul-i tedrisi mükemmel esbab-ı tedrisiyye son derece sistem üzerine idi. Kaspi refikımızda okuduk ki Akmescid rüşdiyesinden gayrı daha yedi müslüman rüşdiyesi hükumetin emriyle seddettirilmiştir. Çin hududunda kain Gulca şehrinde müslümanlar tarafından açılmış mektebi hükumet kapattırmıştır. Kırım’da Yalta sancağında müslüman mekteplerinde teftiş ve taharri vaki’ olarak Türkçe ders kitapları toplatılmıştır. Orenburg nevahisinden İmankul’da medrese-i İslamiyye zabıta tarafından sedd ü bend olunmuştur. Afrika-yı İslami: – Fizan sancağının Tibu Reşade kaymakamlığının cenub cihetindeki Sahra-yı Kebir güzer-gahını zabt u işgal eden Fransız kıt’a-i askeriyyesi üzerine geçenlerde Fransız askerleri ile vaki’ olan müsademede Darfur havalisine ric’at eden Vaday kıt’asının hakim-i cedidi külliyetli Tibu ve Darfur kabaili ile kuvvetini tezyid ederek yeniden tecavüz eylemiştir. Hücum pek na-gehani ve şiddetli bir surette vukua gelmiş olduğundan Fransız askeri üç yüzü mütecaviz telefat vererek mevaki’-i mezkureyi terke ve ric’ate mecbur olmuştur. Fransızların bu defaki ric’ati Vadaylıların cesaretini ve havali-i mezkuredeki nüfuzlarını takviye ve tezyid ettiğinden yeniden Fransız mevakiine hücuma hazırlanmaktadırlar. Fransız askeri Canet istikametinde Tunus hududuna doğru eyyam-ı ahirede zabt u işgal eylemiş oldukları mevakii tahliye ve blokhavz tertibinde inşa eylemiş oldukları karakolları kaymakamlığından merkez vilayete vuku’ bulan ihbarat ile dahi teeyyüd eylemektedir. Vadaylıların ekserisi Gıra ve Martini tüfenkleriyle mücehhezdirler. Kabailin Fransızlar aleyhindeki bu kıyamı Fransız asakirinin hiçbir hakka mebni olmayarak o havalide alet-tevali ilerlemekte olmalarından ve Senusi meşayihinin ahali-i mahalliyyeyi tahrik eylemelerinden Vaday hakim-i cedidinin Fransız asakirine karşı vaki’ olan galebesi Fransızlara tebeiyet ile nakliye vesair hidematta bulunarak Fransız müfrezelerinin sahra cihetine vaki’ olan harekatında hidemat-ı fevka’l-ade ibraz eden Abir mıntıkası Tevarıklarının dahi Fransız daire-i itaatinden çıkarak Vadaylılara geriye ric’atleri hususu dahi kesb-i su’ubet eylemiştir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Aralık Beşinci Cild - Aded: Buhara’dan şu son günlerde alınan ma’lumat-ı mevsuka bir intibah-ı maarif-perveraneyi bir teyakkuz-ı ulemayı müeyyeddir. Yeni usulde mekteplerin açıldığını hariçten muallim celbiyle ta’lim ve tedrisata mübaşeret olunduğunu mektep ve ta’lim aleyhinde vaz’ olunan tekayyüdat-ı şedidenin ref’ olunmakta bulunduğunu Buhara-yı Şerif’ten varid olan mektuplar göstermektedir. Geçen sene bir eser-i sehv yahud bazı din ve millet düşmanı hainlerin tezvirat ve teşvikatı neticesi olarak mektep ve ta’lim-i ibtidai aleyhine ulema-yı kiram tarafından verilen fetvalardan dolayı hemen evlad-ı İslamiyye’yi zalamı cehlden kurtarmakta olan mektepler kapanmıştı. Mektep ve ta’lim tarafdarlarının küfürlerine hükmolunmuş ve katillerine kadar varılmıştı. Bir kısmı da memleketten tard; mektep ve ta’limden terakkıyat-ı İslamiyye’den bahsedecek olanlara da ağır cezalar tertip olunmuştu. Hülasa vicdan-ı İslamiyye ve insaniyyenin hiçbir suretle kabul edemeyeceği harekat; bütün an’ane-i fecaatiyle Buhara-yı Şerif’te o ma’den-i aleyhine olan şu hareketleriyle Buhara uleması ve umerası alem-i İslam’ı eseflere yeislere boğmuşlardı. kanun-ı İlahi ve Peygamberi’ye muhalif fetvalarıyla o ulema vicdan-ı İslamiyye’de muhakeme olunmaya başlamışlardı. Hele o din perdesi altında bin türlü vesveseler ile saf-dil ulema-yı kiramı iğfal eden menfaat-perest herifler o üç yüz milyon İslam kitle-i vahidesinin vicdanında ilel-ebed muhakeme olunacaklarını tel’in ile cezalanacaklarını düşünmediler. Terakkı ve teali-i İslamiyye’ye sed bağlamakla kavanin-i aldılar. Yine kendilerini hami-i din olarak gösterdiler. Bütün muhit-i safımızı vücud-ı mülevvesleriyle ifsad eden habbeyi kubbe gören; rakiplerin düşmanların huzurunda din-i mübinimize karşı kizb ü iftiralar katarak İslamiyyet’e şeyn getirmeye kadar cesaret gösterdiler. İnsan böyle din perdesi altında tikleri zararlarını düşündükçe piş-i çeşminde Hazret-i Zü’lCelal’in sıfat-ı kahharanesi tecelli-yab olduğunu görüyor. Evet bu tecelliyat insana teselli veriyor bir gün mutlaka o mübarek sıfatın zebunu olacaklarını ve ondan kat’iyen fürce-yab-ı firar olamayacaklarını insan düşündükçe teskin-i gayz ediyor. Bi-hamdillah Buhara ulema-yı muhteremesi de işin farkına vardıklarını hakıkati anlamakta olduklarını ve birtakım hain-i vatan u millet olan İslam düşmanları tarafından iğfal edildiklerini hissetmeye başlamışlar. Geçen sene vaz’ olunan şiddet ve tekayyüdat tedricen zail olmakta bulunmuştur. Müfsidlerin de tezviratı kargir olmamaya başlamıştır. Hatta bazıları ceza-yı sezalarını bulmakta oldukları cümle-i müstahberat-ı mevsukadandır. Böyle bütün safahat-ı hayatiyyelerini amal-i harisane uğrunda geçiren erbab-ı fesadın saha-i faaliyetten mecburen çekilmekte bulundukları Buhara’ca büyük bir intibah sayılır. Demek Buhara’da “insan-ı hakıkı” tefrik ve temyiz olunmaya başlamıştır. Ümid ederiz Buhara ulema-yı kiramı bundan sonra böyle menafi’-i şahsiyye-i hasiselerini menafi’-i umumiyye-i İslamiyye’ye tercih eden din ve millet düşmanlarının mel’anetlerine şeytanetlerine firifte olmazlar ve onların tezvirat-ı ha’inanelerine kapılmazlar. Güruh-ı fesedenin menafi’-i hasiseleri icabatı olarak ortaya neşr ettikleri telkınat-ı hainanelerini hazerat-ı ulema-yı zevi’l-ihtiram bizzat teftiş ederek hata ve savab olduğunu takdir ve temyiz ederler. Çünkü bir kere fark u temyiz olunmayarak birçok hatalar vuruldu. Müslümanları dağdar etti. Bütün kulub-ı ümmet-i Muhammediyye Buhara ulemasını muaheze ve muhakeme etti. Alem-i İslam Buhara ulema-yı hazırasının ilmiyle fikriyle terakkıyatıyla medeniyetiyle namını cihanda tanıttırmış olan Buharilerin o muhterem eslaf-ı teali-perverin ahfadı olduğuna şüphe etti. Çünkü muhterem ulemanın geçen seneki harekat-ı mümana’at-karanesi o necib eslafın o büyük ecdadın ahfadına yakışacak bir surette değildi. büyük bir intibah büyük bir ibrettir. Buhara uleması emin olmalı ve suret-i kat’iyyede anlamalı ki bütün harekat ve olmakla o icraattan alem-i İslam bi-haber kalmıyor. Belki bütün icraat ve muamelat inceden inceye alem-i İslam’da tahlil olunarak teftişat-ı amika icra olunduktan sonra vicdan ve lisan-ı İslami’de muhakeme olunuyor. Buhara’da ulema tarafından verilen bir fetva ulema tarafından olan bir hareket ceraid-i İslamiyye vasıtasıyla neşrolunarak piş-i enzarı alem-i İslami’ye vaz’ olunur ve o suretle muhakeme edilir. Bu alem-i İslam’ın muhakemesi yalnız Buhara ulemasına mahsus değildir; tekmil garbdan şarka kadar mümted olan bu memalik-i İslamiyye uleması bu teftişat bu muhakematın taht-ı te’sirindedir. Ulema için bu muhakemeden kurtulmak murakabesini nazar-ı dikkate alsınlar ve ona göre her türlü muhakemesi kıyamete kadar bakı olduğu gibi ferda-yı ruz-ı cezada huzur-ı Hazret-i Vahidü’l-Kahhar’da da muhakeme olunacaklarını unutmasınlar. Sa’di o cihan şairi üstad-ı hakıkat Tasvir ediyor şöylece bir levha-i ibret: Şehrin daracık bir sokağından geçiyordum Baktım ki ahali kapamış yolları durdum. – Bir vak’a mı var yoksa görülmekte mi bir iş? Nerden bu kadar halk gelip böyle birikmiş? Kabildi savuşmak diyerek dön nene lazım! Lakin beni koyvermedi bir türlü merakım: Gördüm ki: Temevvüc ediyor bir birikinti Her mevcesinin pey-rev-i cuşanı inilti. – Basma omuzum çöktü herif! – Böğrüme vurma! – Ezdin çocuğu! – Kakma be ya hu! – Hadi durma! – Nerden bu belalı yere geldim de tıkıldım. Yol ver çıkayım. – Baksanız a ben de sıkıldım. Tarzında şikayetler eden bir sürü insan Bir daire-i nakısa şeklinde huruşan. En öndekiler: Cism-i zaruri müteharrik Evsatta kalanlar da değil kendine malik. En arkadaki saff ise şayan-ı temaşa: El önde omuzlarda ayak yerde mi? Haşa! Parmaklarının uçlarıdır hake dayanmış Gözler açılıp görmek için gerdan uzanmış! Dirsekle itilmekle epey sadme geçirdim Gayret! diyerek halkı yarıp ön safa girdim Oldu o zaman piş-i nigahımda nümayan: Bir kalb-i şikeste gibi bir mescid-i viran Ahlak gibi sakfı harabeyi nişane Ezhan gibi takı: Örümceklere lane Cümle kapısı: Bab-ı adalet gibi mesdud Nakş-ı deri: Medlul-i hamiyyet gibi na-bud Otlar yetişip hak ile mestur eşiğinde Olmuş eser-i himmete bir makber-i zinde Divarı bekayası olan bir iki kerpiç Yerde başucunda dikilip durmada bir piç Sinnen küçük amma ne büyük fitne-i ber-pa Olmakta elinde koca bir balta hüveyda Vaz’en oluyor hale göre heykel-i bidad Halen ise: Müstakbele ısmarlama cellad Pişinde bükülmüş beli bir pir-i cihan-did Tutmuş kulağından çocuğu etmede tehdid Bir elle çekip guşunu indirmede birçok Diğer el ile re’s-i havadarına yumruk Hiddetle köpürmüş deheni saçmada düşnam Eyler çocuğun –sebb ile– te’dibine ikdam: – Ey kahbe dölü! Ben sana verdim ise balta Kalkış mı dedim mescidi yıkmak gibi halta? Söyle a katır! Böylece bir herze yedim mi? Ormandan odun kes getir oğlum? Demedim mi? Evden dağa doğru gideyim der de çıkarsın Sonra gelerek camie divarı yıkarsın! Hay çıkmaz olaydın ev içinde gebereydin! Örterdi senin aybını yer kabre gireydin! Vaki’se de masnu’ ise de kıssası ravi Sığdırmış onun zımnına bir hayli fehavi Ez-cümle diyor: Bir işi na-ehline verme Divarı yıkar sonra şerik olma o cürme Bir de bunu ifham ediyor: Ey yed-i mukbil! Avcundaki ser-rişte-i bahtın yerini bil! Tali’ sana vermiş ise bir tişe-i kudret Yoksa zedeler guşunu ser-pençe-i tekdir Beynin ezilir indiği dem müşte-i takdir! senesi yaz esnalarında bana Pan-İslamizm hakkında bir konferans vermek ricasında bulundular o zaman darü’l-fünun ekspansiyonistleri Cambridge’i ziyarete gelmişlerdi; bu konferansta ittihad-ı İslam’ın mevcudiyetine şüpheler ediyor onu bir müslüman dostumun ta’birince Times’ın Viyana muhbiri tarafından keşfolunmuş bir garibe kabilinden adeta saçma bir boşboğazlıktan ibaret gibi bir şey diye ta’rif ediyordum. Şimdi hala bu Pan-İslamizm ta’birinin açtığı daha doğrusu Pan-İslamizm denince garbda bir ma’na-yı ta’assub ihtiva eden dini bir ittihad zannolunurdu. Fakat şüphesiz ki bu İslam ittihadı Pan-Slavizm yahud Pan-Cermanizm veyahud British Emperyalizm’den daha az mutaassıbanedir. Zira evvelen: Tecavüzi değil tedafüidir. Saniyen: Daha az ma’kul olan bir ırk iştiraki üzerine değil daha ziyade ma’kul olan bir “akıde” iştiraki üzerine mübtenidir... Yine hiç şüphe yoktur ki hadisat-ı ahire milel-i müslime arasındaki hiss-i uhuvvet ve iştirak-i menafi’i husule getirmiştir nasıl ki Trades Unions Ticaret İttihadları’nın faaliyetleri Usta Cem’iyetleri – Masters Unions teşkiline bir sebeb-i fa’il olduysa bu ana kadar mevcudiyetlerini muhafaza eden müstakil hükumat-ı İslamiyye’nin de Avrupa devletleri tarafından ya ayrı ayrı veya müttefikan siyasi tazyikler görmesi; bu birbirlerinden bi-haber gibi duran dağınık hükumetleri derhal dalmış oldukları gaflet uykusundan uyandırmış ve hep birden kendileri üzerine çökmek üzere bulunan tehlike-i umumiyyeyi gözleri önüne getirmiş ve tedricen fakat gayr-ı kabil-i ictinab bir suretle onları bir nevi’ tekafül-i ten bahsederken biz o ta’biri böyle bir ma’naya alıyoruz. Alem-i İslam’ın intibahı –ki bu son otuz kırk sene zarfında nazar-ı dikkati az veya çok calib bir surette ve gerek siyasi gerek dini bir şekilde Türkiye’de İran’da Mısır’da Fas’ta Kafkasya’da Kırım’da ve Hindistan’da tezahüratını göstermiştir– şüphesiz Japonların Ruslar üzerine olan galibiyeti neticesinde daha ziyade şiddet ve sür’at kesbetmiştir zira bu muzafferiyet onlara isbat etmiştir ki müsavi bir suret mücehhez ve müsellah oldukları halde Asyalılar meydan-ı harbde her zaman Avrupa’nın en dehşetli ordularına mükemmelen karşı durabilecek bir iktidarı haizdirler. Lakin bu intibah daha çok evvel bir zamanda başlamıştır. Kemal Bey taraflarından ibtidar olunan Türkiye hareket-i ıslahiyyesi Meşrutiyeti’nin te’sisiyle zirve-i kemaline çıkıyor. Osmanlı-Rus Muharebesi’nin o karanlık günlerinde duçar-ı za’f oluyor. Ve Sultan Hamid’in idare-i zalimesi altında da büsbütün boğularak ezilmiş gibi görünüyor ki birden kerleri tarafından tahribinden tam bir ay sonra hiç beklenilmeyen kıyam-ı mes’ud Temmuz İnkılabı ile neticelenerek parlak bir çehre-i hürriyyetle bedidar oluyor.’de olan Mısır hareket-i milliyyesi de henüz sönmekten pek uzaktır. Bu son birkaç sene zarfında birçok kereler zinde bir hayatın kuvvetli emarelerini göstermişlerdir! Meşrutiyet’in Muzaffereddin Şah tarafından Ağustos’da te’sisiyle –gaye-i kemaline vasıl olan ve her ne kadar bir müddet darbe-i irtica’iyyesiyle tevkıf edilmiş bulunan İran ihtilali tezahürat-ı hariciyyesine bakılırsa daha çok zaman evvel kendini göstermiştir.’deki tütün ve tenbaku [tönbeki] sule getirmiştir. İşte halkın bu hiç intizar olunmayan bir surette adem-i memnuniyyetini beyan için ateşler püskürmesi ondan beş altı sene evvel –kitabın bu faslında kendisinin tercüme-i halini yazmak kasdında bulunduğum– şayan-ı dikkat bir zat tarafından vukua getirilmiş bir keyfiyettir. Burada karşımıza gayet çatallı bir mes’ele çıkabilir; büyük adamlar mı büyük harekatı husule getirirler? Büyük hareketler mi büyük adamları vücuda getirirler? Her halde bunların ikisi de birbirlerinden gayr-ı kabil-i tefriktir. Ve milel-i müslimenin ittihad ve hürriyete doğru olan hareketlerinde Seyyid Cemaleddin kadar sarih bir rol oynamış kimse yoktur. O Cemaleddin Afgani ki büyük bir kuvvet-i tab’ nilmez bir azim ve cesaret hitabet ve kitabette harikulade bir fesahat manzara-i hariciyyesinde muazzam olduğu kadar kavi bir cazibe sahibi bir zattır; o aynı zamanda feylesof muharrir hatib gazeteci fakat hepsinin fevkinde siyasi idi: Meftun-ı kemalatı olan temaşa-giranı nazarlarında büyük bir vatan-perver ve siyaset-şinas hilaf-giranı arasında da tehlikeli bir muharrik addolunurdu. Vakit vakit memalik-i İslam’ın ekserini büyük devletlerin pay-i tahtlarını ziyaret etmiş şarkta ve garbda zamanının rü’esa-yı siyasiyyesiyle bazen dostane ekseriya hasmane bir surette pek sıkı münasebatta bulunmuştur. Terceme-i hali için icab eden malzeme-i tahririyye her ne kadar pek çok ise de hemen ekserisi Arapça’dır buradaki terceme-i hali pek muhtasardır. Maddiyyuna Reddiye’sinin Arapça tercümesinin başına geçirilen mukaddimeden alınmıştır; Esasen’de Haydarabad’da Beyrut’ta neşrolunmuştur. ’de vefatından sonra kaleme alınan diğer bir terceme-i hal Corci Zeydan’ın Meşahir-i Şark kitabının ikinci kısmındadır. Sahife bu kitap da’de Mısır’da neşrolunmuştur; daha pek yakınlarda Mısır hazine-i edebiyyesi el-Menar onun faalane ve pür-vuku’at meslek-i hayatının bütün safahatını musavvir yeni ve mebzul vesikalar neşrediyordu ve hala da ediyor. Cemaleddin’in en büyük ve en ali refiki Mısır müfti-i a’zamı Şeyh Muhammed Abduh’tur müşarun-ileyh şüphesiz en büyük mütefekkirin-i duğu halde Seyyid Cemaleddin’e “üstadım” demekle iftihar ederdi. İlk evvel tarihlerinde Mısır’da buluştular; o tarihten pek vasi’ ve şayan-ı i’timad mevad vardır; lakin bundan evvelki hayat ve ser-güzeşti için yalnız tek bir haber ve ma’lumatımız vardır ki biraz zayıf olmakla beraber şu müşkilatı arz eder ki Afganistan’ı mahall-i tevellüdü ve devre-i şebabının sahne-i güzeranı gibi gösterdiği halde bütün Acemler hatta İran’a dair işlerde en büyük bir sahib-i kelam olan General Houtum Schindler tarafından bile tasdik olunuyor ki Seyyid Afganistan’da Kabil yakınındaki Esadabad’da değil Acemistan’da Hemedan kurbundaki Esadabad’da doğmuştur; ki böyle bir halde kendi beyanatı mucebince Cemaleddin İranlı olduğu halde kendini Afganlı diye göstermiştir; çünkü kısmen sünni bir müslüman addolunabilmek retle İran hükumeti tarafından tebeasına karşı gösterilen lutf ve himayetin pamuk tırnaklarından kurtulabilmek kabil olabilirdi denilebilir. Kendi rivayetine nazaran Seyyid Muhammed Cemaleddin Afgani sene-i hicriyyesinde Kabil mülhakatından “Kanar”da tevellüd eylemiştir; pederleri Seyyid Safder hazretleri idi ki müfessirin-i izamdan Seyyid Ali Et-Tirmizi sülalesine intisab ediyordu; bu suretle silsile-i necibeleri Peygamber’in hafidi bulunan el-Hüseyin İbni Ali lerinde pederi Afganistan’ın payitahtı olan Kabil’e azimet etmişti; Cemaleddin henüz çocukken büyük bir zeka ve sür’at-i ki pederi onu taht-ı terbiyesine aldı. Bundan sonra on sene kadar süren müddet-i tahsiliyyesi dahiline almış bilhassa sarf ve nahv-i Arabi’de ilm-i lisan ve beyanın bütün şu’abatında kezalik tarih ve ilahiyyat-ı İslamiyye’nin bütün füruunda tasavvuf mantık ve felsefede ilmi nazari fizik ve metafizikte riyaziyatta hey’ette tıpta teşrihte vesairede yed-i tula sahibi olmuştur. On sekiz yaşında Hindistan’ı ziyaret etmiş orada bir sene ve birkaç ay kadar kalmış; ve bu müddet zarfında Avrupa ulum ve fünunundan bazı şeyler öğrenebilmiştir Hindistan’dan ifa-yı hac etmek üzere Mekke’ye azimet etti; oraya gidinceye kadar hoş günler geçirdi nihayet’te belde-i mukaddeseye vasıl oldu. Sonra tekrar memleketine döndü. Ve orada Dost Muhammed Han’ın hizmetine girdi. Ve ona amcazadesi ve damadı Ahmed Şah tarafından işgal edilen Herat seferinde refakat etti. Dost Muhammed’in vefatında yerine Şir Ali geçti h. m.. Veziri Muhammed Refik Han’ın ihtarı üzerine yeni Emir üç biraderini Muhammed A’zam Muhammed Aslam ve Muhammed Emin’i tutarak hapsetmek istedi; Seyyid Cemaleddin ise birincinin maiyetine girmişti bu üç kardeşin her biri kendi vilayetlerine kaçtılar dahili bir muharebe baş gösterdi nihayet Muhammed A’zam ve yeğeni Abdurrahman son emir pay-i tahtı işgal ettiler. Ve Abdurrahman’ın pederi bulunan Gazne’de mahbus Muhammed Efdal’i zindandan çıkararak emir i’lan ettiler maamafih onun da emirliği çok sürmedi bir sene sonra vefat etti. Yerine Muhammed A’zam geçti... Cemaleddin’i kendine baş vezir yaptı. Onun idare-i hükumetindeki maharet ve vukufu sayesinde vereceği nasihatlere göstereceği tedbirlere tevfik-i hareket ederek daire-i hükumeti dahilinde bulunan memaliki hüsn-i idareye muvaffak olabilirdi fakat teallukatına olan hasedinden ve onlardan birini istihdama adem-i rızasından dolayı yanına kendi oğullarından en genç ve en tecrübesizini aldı. Bu esnada rakıbi Emir Şir Ali Kandehar’ı işgale devam etmekte ve orada halen pederinin teveccüh-i mahsusunu celbetmek hammed A’zam’ın oğullarından biri ve kendi yeğeni tarafından duçar-ı hücum olmakta idi. Bu genç muhacim adamlarından rılarak yalnız kalınca derhal etrafı kuşatılarak Şir Ali’nin generallerinden biri olan Yakup Han tarafından esir edildi. Bunun üzerine Şir Ali tekrar cesaret bularak muharebeye daha ziyade şiddet vermiş. Ve kendisine nakden ibzal-karane muavenetlerde bulunan İngiltere’ye dayanarak nihayet biraderi Muhammed A’zam ve yeğeni Abdurrahman Han üzerlerine galebeye muvaffak olmuştu. Ki bunlardan birincisi Acemistan’da Nişabur’a kaçmış ve orada birkaç ay sonra terk-i hayat etmiş diğeri de Buhara’ya kaçarak kurtulabilmiştir. Maamafih Seyyid Cemaleddin Şir Ali’nin himayesi altında yine Kabil’de kalabilmiştir. Zira Emir onun nesl-i necibine ve ahali üzerindeki şahsi te’sirine hürmet etmiştir. Lakin bir müddet sonra memleketi terk etmeyi ihtiyata daha muvafık bularak tekrar ifa-yı hac etmek üzere Emir’den izin aramış ve istihsal de etmiştir. Lakin bu izin şu şartla i’ta olunmuştu ki Acemistan tarikıyle geçmekten sarf-ı nazar edecekti. Zira orada Emir A’zam ile buluşmak korkusu vardı. Bu şarta tevfik-i hareket ederek Mekke’ye müteveccihen Hindistan’dan yola çıktı h. m.. Orada Hindistan hükumeti tarafından izz ü ikram ile kabul olundu. Maamafih müslüman efkarı rüesasıyla görüştürülmedi; kendisi daima sıkı bir nezaret altında bulunduruldu ve vürudundan bir ay sonra hükumet onu gemilerinden birine irkab ile Süveyş’e gönderdi; bunun üzerine ilk defa olmak üzere Kahire’yi ziyaret etti. Orada kırk gün kaldı: Bu müddet zarfında büyük el-Ezher Darü’l-Fünunu’na devam eder talebe ve muallimlerinin ekseriyle musahabelerde bulunur içlerinden en güzidelerine de kendi ikamet-gahında mev’izeler verirdi. Buralarını şair-i muhteremimiz Akif Beyefendi Sırat’ın evvelki nüshalarında mevzu’-i bahs etmişti. Biz de tekrara lüzum görmedik; cild numara Mekke’ye gidecek yerde Seyyid Cemaleddin İstanbul’u ziyarete karar verdi ki orada Sadrazam Ali Paşa ve Osmanlı pay-i tahtının en ileri gelen eşrafı tarafından pek ziyade hüsn-i kabul gördü. Muvasaletinden altı ay sonra “Encümen-i Daniş”e a’za intihab olundu ve Ramazan’ında Darü’l-Fünun Müdiri Hoca Tahsin Efendi merhum tarafından talebeye bir mev’ize tertib etmesi rica olundu evvela o kadar iyi Türkçe bilmediği esasına istinad ederek i’tizar etti ise de nihayet razı oldu nutkunu kopya ederek Safvet Paşa’ya –ki o zaman Maarif-i Umumiyye Nazırı idi– Şirvanizade’ye Zabtiye Nazırı ve Münif Paşa’ya gösterdi. Hepsi de beğendiler efsus ki o zamanın şeyhülislamı bulunan Hasan Fehmi Efendi Seyyid’e pek hased ediyor nüfuzunu kırmak için vesileler bulmağa çalışıyordu... Hazret memleketin ekabir-i rical-i siyasiyyesi ve gazetecileri de hazır bulunduğu halde muazzam ve mümtaz bir meclis huzurunda nutkunu irad ettiği zaman şeyhülislam hatibin mezhebinde sapıklık olduğunu gösterecek bir kelime bulabilmek için son derece sarf-ı gayret ediyordu Mart . Seyyid Cemaleddin İstanbul’u terk ettikten sonra Mısır’a geldi. Esasen maksadı Mısır’da az bir müddet kalmak idi; lakin nasılsa Rıza Paşa kendisiyle görüştü iktidarına hayran kaldı kendisi için hükumetten şehri bin kuruşluk bir maaş bir zairi ihraz için!.. Sıyt-ı şöhretini işiten talebeler akın akın etrafına gelip toplandılar. Ve kendilerine kendi ikamet-gahında mev’izeler vermesi için ibram ettiler. O da İslam’ın ilahiyat felsefiyatına hukukuna fıkha hey’et ve ilm-i batına ve’l-hasıl mesail-i diniyyenin en mühmellerine dair heyecanlı vaazlar verir onların i’la-yı efkarına çalışırdı: Bu suretle şöhret ve nüfuzu Mısır’da gittikçe ziyadeleşmeğe başladı: Ve yavaş yavaş talebesini muhtelif mevzularda muhtelif şekilde edebi felsefi dini siyasi makaleler yazmaya teşvik ile san’at-ı tahrirde kesb-i mümarese ettirmeye sarf-ı gayret etti! Bu suretle Mısır’da birçok muktedir muharrirler yetişti Muhammed Paşa Mustafa Paşa Vehbi ve daha birçoklarıdır. Lakin şimdiye kadar Seyyid’in himematı sayesinde genç ve muktedir muharrirlerin mikdarı süratle arttı... Maamafih burada da bazı yerlerde hased ve husumetler uyandırdı bir yandan eski usul mutasavvıflar felsefe tahsilini giliz General Konsolosu Mister Vivian daha sonra Lord onun faaliyet-i siyasiyyesinden kuşkulanarak o vakitler hidivin makamına geçen Tevfik Paşa’ya icra-yı nüfuz ile kendisinin refik-ı sadıkı Ebu Turab ile birlikte Mısır’dan ihracını emrettirmeye muvaffak olabildi. Bu Eylül’ünde vaki’ oluyordu. Bunun üzerine Seyyid Cemaleddin tekrar Hindistan yolunu tuttu. Dekkan’da Haydarabad’da ihtiyar-ı ikamet etti. Dekkan ki yukarıda söylediğimiz gibi Maddiyyuna Reddiye’sini o vakit orada yazdı; Farisi olan aslı’de taş basmasıyla tab’ olundu. ’deki Genç Mısırlılar hareketi –ki Seyyid Cemaleddin onu ilk evvel gaye-i emel edinmişti– hidivin istibdad ve tecavüzatını tahdid ecnebi müdahale ve teftişini men’ maksadına mübteni idi. Arabi Paşa’nın isyanı İskenderiye’nın topa tutulması Tellü’l-Kebir muharebesi ve İngiliz patlamazdan evvel Cemaleddin Hind hükumeti tarafından Haydarabad’dan kaldırılarak Kalküta’ya götürülmüş ihtilal bitinceye kadar orada tevkıf edilmiş ve artık Mısır milliyyetperveranı mağlup olduğu zaman Hindistan’ı terk için kendisine müsaade edilmişti evvela Londra’ya geldi orada birkaç gün kaldı sonra Paris’e gitti orada üç sene kadar ikamet etti. Paris’te kendisine refik-ı efkarı ve muhibb-i sadıkı Şeyh Muhammed Abduh iltihak etti . Mısır İhtilali’ne medhaldar olmak töhmetiyle memleketinden teb’id olunmuştu. Vüska!.. Daha çok siyasi ve son derece İngiliz aleyhinde! Tarih-i Bidari-i Iran’a nazaran Ebu Turab aslen müctehid-i a’zam Ağa Seyyid Muhammed Tabataba nezdinde idi; sonradan Seyyid’e şiddetli bir muhabbet bağlayarak artık hiç onun yanından ayrılmadı. Fransızca Le lien Indissoluble ünvanını da taşıyan bu gazetenin –ki’ıncı nüshadan i’tibaren– Paris’te Rue Martel’de tab’ olunuyordu. Elimde tek bir nüshası vardır ki ’inci numarasıdır. Temmuz tarihini havidir; bundan anlaşılıyor ki gazete o senenin Mayıs’ında te’sis olunmuştur. ’inci numarası sonuncusu oldu zira İngiliz hükumeti hücumlarının şiddetinden derhal telaşa gelerek ve gittikçe artan te’siratından gazetenin Hindistan’a duhulünü men’ etti. Hatta mevcudiyetine de bir nihayet vermek için belki de başka çarelere de tevessül etti; Paris’te iken oldukça Fransızca öğrenmeye muvaffak olabilen Cemaleddin mütalaatını Avrupa matbuatında neşretti ve İslam ve Fünun hakkında Renan ile felsefi bir münakaşaya girişti; İngiltere Rusya Türkiye Mısır hakkındaki siyasi makaleleri derhal İngiliz matbuatına geçer ve bunlar zamanın İngiliz müdiran-ı umur-ı siyasiyyesi tarafından şayan-ı dikkat olduğu kadar dehşetli bir şahsiyete malik addolunurdu!.. Buna rağmen Cemaleddin bu buhranlı devre esnasında Londra’ya geldi . Lord Randolph Churchill Sir Drummond Wolff ile mülakat etti. Hatta öyle zannederim ki Lord Salisbury bile onun Sudan’da zuhur eden Mehdi gailesi ve bilhassa –Mister Wilfrid Blunt’ın hikayatından da müsteban olacağı vechile– onunla uyuşabilmek çareleri hakkındaki nokta-i nazarını anlamak arzusunda bulunuyordu. Urvetü’l-Vüska’nın kapanması üzerine Seyyid Cemaleddin Paris’i terk ile Moskova ve Saint Petersburg’a azimet etti . Orada pek müsaade-kar bir kabule mazhar oldu ve dört sene kadar ikamet etti. Bu müddet zarfında Çar’a icra-yı nüfuz ederek Kur’an vesair kütüb-i diniyyenin tab’ına müsaade istihsal etmekle Rusya müslümanlarına pek büyük hizmeti dokundu. Seyyid Cemaleddin daha Rusya’nın pay-i tahtında ikamet etmekte iken Nasırüddin Şah onu sık sık ziyaret ediyor fakat ihtar-ı kraliyi bilmiyordu. Halbuki bir müddet sonra vekil yapacağını bildiriyordu... Fakat o Paris sergisini görmek arzu ettiği bahanesiyle gitmek istemedi. Nihayet muhibbi Şeyh Abdülkadir el-Mağribi’nin ihtaratına rağmen Şah’ın ibramatını yenemedi Şeyh ona diyordu ki: “Sen nasıl oluyor da öyle bir mevki’de ifa-yı hizmet etmeye hazırlanıyorsun; mezheb-i sünniyi cebretmek mi istiyorsun? Fesübhanallah!” Seyyid cevap veriyordu: “Pek saçma bir surette ve onun tarafından mecnunane!” Lakin hiçbir zaman Şah’a refakat etmedi. Ve onun yanında bir müddet etvarında kendisi için mucib-i şübhe bazı tahavvülat nazar-ı dikkatini celb etti. Avrupa’ya dönmek için ruhsat aradı; matlubu reddolundu... O da bunun üzerine Şah Abdülazim’in dergahına gitti. Artık Şah’a karşı olan husumeti i’lan olunmuştu; nutuklarında yazılarında daima onun aleyhinde idare-i kelam etti. Hal’ini tavsiye etti etrafına birçok müridler topladı. Bunların mistan’ın ilk meclis-i millisi zamanında Adliye’de icrayı hakimiyet eden Şeyh Ali el-Kazvini ki Bağ-ı Şah mahbusininden biri olup Şah’ın ateş-i gazabına en ziyade duçar olan mazluminden biriydi. Sonra İstanbul’da Farisice çıkan Ahter’in naşir vekili Mirza Ağa Han ki Şeyh Ahmed Kirmani Sonra Mirza Rıza Han Kirmani ki Mayıs’da Şah’ı katl ile aynı senenin Temmuz’sinde Tahran’da salb olunmuştu. Bir de Mirza Muhammed Ali Han Tahrani ki mezahibi red için bir Reddü’l-Mezahib eser yazmıştır. Nihayet Şah onu memleketten çıkarmaya karar verdi. Son iltica ettiği yere cebren duhule cür’et etti ve tevkıfine atlıyı me’mur etti. Öyle bir zamanda ki hasta bir halde yatakta idi. Bunlar ona Türkiye hududuna kadar refakate me’murdular; bu hareket Seyyid’in meftunu olanlar arasında büyük bir infial uyandırmış; ve son bablardan anlaşılacağı vechile Nasırüddin Şah’ın’da katline bais olan esbabdan en kuvvetlisini teşkil eylemiştir. Seyyid Cemaleddin’in İran’dan bu seferki ihracı tarihini bilmiyorum. Lakin senesinin nihayetlerine yahud senesinin evailine doğru olsa gerektir. sonbaharında Londra’da idi; ona bir da’vet üzerine Prens Malkum Han’ın Holland Park’taki evinde rastgeldim. Ev ona bu muazzam diplomatın Şah ile olan münazaasına kadar Acemistan sefarethanesi olmuştu; Seyyid ismindeki babda beyan olunacaktır. Londra’da bulunduğu müddetçe birçok mülakatlarda bulundu. “Acemistan’da terrör icra-yı hükm ediyor” ser-levhası altında Şah’ın ef’al-i keyfiyyesine şiddetli hücumlar eden muhtelif siyasi makaleler yazmaktan geri durmadı. ’de Seyyid tekrar İstanbul’a gitti ki hayatının son beş senesi burada geçti; Sultan Hamid’in teveccüh-i şahane!sine mazhar olmuştu; Sultan onu her gördüğü zaman Şah’a karşı olan i’tirazatını artık kesmesi lüzumunu bildirirdi. Diyordu ki “Acem sefiri beni her görüşünde mes’eleyi açıyor. Birinci ve ikinci defalar hiçbir şey demedim fakat artık üçüncü defasında bu babda icra-yı nüfuz etmeyi vaad ettim. Seyyid cevaben dedi ki: Halife-i asrın emrine itaaten nun üzerine sultan tasdik-karane ilave etti; “Hakıkaten İran Şahı senden pek korkuyor!” Bu korku hadisat-ı ahirenin göstereceği vechile pek de bi-esas değildi. Nasırüddin Şah’ın Mayıs’da Mirza Rıza-yı Kirmani tarafından katli üzerine şüphe ilk evvel pek haksızca Babiler üzerine düştü sonra sıra Seyyid Cemaleddin ve ba’dehu rufeka-yı kiramından Mirza Ağa Han ve Şeyh Ahmed Kirmani Cebirü’l-Melik Hacı Mirza Hasan Han’a geldi ve bu dördünün Acemistan Hükumeti’ne teslimi Türkiye’den talep edildi. Son üçü tutularak Acemistan’a iade olundular ve aşağıda Nasırüddin Şah’ın katline aid bahislerde görüleceği vechile hepsi de Tebriz’de gizlice telef edildiler. Seyyid Cemaleddin’e gelince sultan onu iadeden istinkaf eylemişti. Milliyet mes’elesi tam zamanında ortaya çıktı. Zira hakıkaten Afganlı olsaydı kimin himayesine girecekti. Belaya bakınız ki İngiltere’nin!.. Zira Afganistan’nın hariçte siyasi vekilleri yoktur; Afganistan tebeasının muhafaza-i menafi’ini vekaleten hami-i hükumet İngiltere Devleti tekeffül etmiştir maamafih Seyyid hakıkaten Afganlı olmadığından veyahud bunca zamandan beri aleyhine i’lan-ı buğz ü nefret ettiği bir devletin kucağına velev ki muhafaza-i nefs için bile atılmayı her nedense münasib göremediği için adeta kendini Hamid’in eline teslim etti. Fakat sultan yukarıda dediğimiz gibi onu İran’a teslimden Afrika-yı İslami’yi bir baştan öbür başa kadar tutmaya çalışan Fransa dayinler hücumu kabusundan bir türlü kurtulamıyor; Asya-yı İslami’yi mabeynlerinde bölmeye uğraşan İngiltere ve Rusya ise Hind Çin ve Türkistan müslümanlarının intibahı korkusuyla daima bi-huzurdurlar. Eskiden Avrupalılar muttasıl “sarı tehlike” var diyerek onu bahane ittihaz ederek Çin’e Hind-i Çini’ye Japonya’ya saldırıp duruyorlardı. Nihayet dedikleri geldi çıktı: Japonya başlarına hakıkaten bir “sarı tehlike” çıktı; Çin de bugün yarın Japonya’dan daha müdhiş –şaka değil milyonluk bir halk bir alem...- bir “sarı bela” olacak... Japonya dayağından sonra Ruslar dillerine “yeşil tehlike”yi doladılar. “Yeşil tehlike” alem-i İslam’ın başta halifeleri olmak üzere şanın yeşil sancağı altında birleşip asırlardan beri kendilerini soyan ezen tahkır eden zengin zalim fakat artık nokta-i kemalinden tenezzüle başlamış Avrupa’ya karşı hareket ederse Avrupalılar için cidden korkunç bir “yeşil tehlike” olur. Lakin yazık ki alem-i İslam hala pek müteferrik pek müteşettittir. Husemamız “İttihad-ı İslam”ı “yeşil tehlike”yi ancak habbeyi kubbe yaparak görüyorlar ve müslümanlara vesile-i ta’arruz olmak üzere böyle mübalağa ve i’zam ediyorlar biz de bundan ibret-bin olarak Japonların “sarı tehlike”yi boşa çıkarmadıkları gibi “yeşil tehlike”yi vehm ü hayal aleminden saha-i hakıkate çıkarabilsek... Lakin bu zillet ve meskenetimizle hiç mümkün mü?.. Maamafih alem-i gibi gömülü yatan azim kuvvetleri ve o kuvvetlerden guya faide-mend olmaya uğraştığımız düşmanlarımızın yazılarından öğrenelim de pek kurumuş kanımıza bari biraz hareket gelsin... Türkistan’da Rusya idaresinin dikkatsizliği ihmali yüzünden ahali-i müslime istiklal sevdasında bulunuyormuş Osmanlılarla münasebetdar imiş. “İttihad-ı İslam” irşadatı gittikçe tevessü’ ediyormuş. Bu davaları Rus gazetelerinden birisi uzun uzadıya tafsilata girişerek şöyle ballandıra ballandıra anlatıyor: “Türkistan’ı zabt ettiğimizden beri yarım asırdan ziyade zaman geçtiği halde altı milyon müslüman nüfusa malik bu memleket nim-müstakil iki hanlığıyla beraber Rus valilerine tabi’ bu hanlıklar Rusların gözüne amma da batıyor ha! Rusya’dan tamamen ayrı kendi kendini idare ederek yaşayıp gidiyor. Rusya’da merakiz-i hükumette bu geniş ülkenin mukadderatıyla meşgul olan hiç yok gibidir. Halbuki Türkistan’ın yalnız pamuk mahsulü milyon ruble milyon lira kadardan fazlaya baliğ oluyor. Devlet bankasının yalnız Hokand şehrindeki senevi alış verişi milyon ruble milyon lira kadarden fazladır. “İktisad ve ticaretçe bu kadar ehemmiyetli olmasına rağmen ne hükumetimiz ne de ahalimiz Türkistan’ın mevcudiyetinden bile gereği gibi haberdar değildir. Türkistan idaresinde muayyen muntazam bir meslek ve hareketimiz görünmüyor. “Son zamanlara kadar Türkistan idaresinin böyle şarkiyane oluşu Rusya’nın menafiine muhalif olmakla beraber memleketimizin vahdet ve azametine bir zarar tevlid edemez ve binaenaleyh gayr-ı mahsus kalabilirdi. Zira yerli ahalinin hatırasında Rus silahının parlakı muzafferiyatı henüz pek zi-hayat idi; ahali kavi ve galip fatihlerin önünde kemal-i huşu’ ile rüku’ eyler idi. Bu rüku’ kelimesini ma’nayı mecazisiyle değil ma’na-yı hakıkısiyle almalı; yakın zamanlara kadar Türkistanlı bir adam Rus’un bir çavuşu geçerken bile ayağa kalkıp başını eğmeye mecbur tutuluyordu. Lakin artık bu zamanlar geçti. Aksa-yı şark mağlubiyeti sızlık Asya-yı Vusta’da Rus isminin heybet ve şanını mahvetti. Diğer cihetten alem-i İslam’ın intibahı Türkiye ve İran’daki vekayi’ Türkistan’ın ahali-i müslimesine de te’sir eyleyerek gözlerini açtı Asya kıt’asının ta kalbinde oturan çevresi kardeş müslüman ülkeleriyle muhat olan Türkistan-ı Rusi artık kendisinde mücahid cenkçi İslam’ın daraban-ı nabzını hissediyor... “Türkistan’ın hakayık-ı ahvali resmi ‘asayiş ber-kemaldir’ zemini üzerinde kara noktalarla musavverdir Türkistan’ın eski kapalı hayatı iki demir yol şiryanıyla giren mü’essirat-ı Sinn-i rüşdlerinde memleketin Rusya tarafından fethini görmüş olan nesl-i kadim şimdi sahne-i hayat ve faaliyyetten çekilmiştir. Nesl-i ahir eskiler gibi Avrupa ve Rus medeniyetlerinden korkup kaç[mı]yor Rusya ve Avrupa ile münasebat-ı yor. Lakin teessüf olunur yani Ruslar şayan-ı teessüf buluyorlar ki yerli ahalinin Avrupa medeniyeti ile revabıtı ve münasebatı onların Avrupalılığa ve Rusya Devleti’ne olan yabancılıklarını izale etmiyor. Yani Hıristiyan ve Rus olmuyorlar. Avrupa usul ve keşiflerinden Türk ve müslüman kalarak tan’da Rus ve müslüman anasırı beynindeki adem-i ünsiyyeti biganeliği görmeden geçemezler. Bu halde Türkistan’ın altı milyonluk müslüman ne gibi gaye-i hayalilere maliktir? Terakkıyi ne cihete gitmekte tasavvur ediyorlar? Bu halkın ahval-i ruhiyyesi nasıldır? “Me’murinimiz bu ve buna mümasil mesailin halliyle asla uğraşmıyor. sene-i miladiyyesinde sene-i hicriyyesinde Fergana’da bir şahsın tevabi’iyle hükumet aleyhine kıyamı eyaletin amir ve me’murları için kat’iyen beklenilmedik bir şey olmuştu. Bu vak’adan sonra ahali-i müslimenin ahvalini tedkık lüzumu anlaşıldıysa da yine ciddi bir surette fikr-i ta’kıb ile tedkıkatta devam eden amir ve me’murlarımız bulunmadı. Türkistan’daki me’murlarımızın cehl ü gafleti bazı hususatta muhayyeru’l-ukuldür. Mesela bütün Türkistan’da müslümanların mektep ve medrese denilen bini mütecaviz darü’t-tedrisleri mevcud olup bunlarda bini mütecaviz müslüman çocuk ve gençleri okuyordu. Bu mektep ve medreselerde neler okutulduğundan mektep ve medreselerin müdir müderris ve muallimleri kimler olduğundan ne gibi makasıd ve gayata bu darü’tta’limlerin alet bulunduğundan merkezi ve mahalli me’murin-i hükumetimizin hiçbirinin zerre kadar haber ve ma’lumatı yoktur! “Halbuki yukarıda dediğimiz vechile bu mektep ve medreselerde yüz bini mütecaviz Rusya tebeası okumaktadır... “Bu gibi ahval ve şerait dahilinde idare edilen Asya-yı Vusta vilayetlerimizde “ittihad-ı İslam” fikrinin telkın ve neşrolunuşuna teaccüb etmek na-bemehaldir. “Nesl-i kadim hanlar zamanının şiddet ve zulmünü gördüğü müteakib gördüğü adl ü merhametten memnun kalmıştı iki tarz-ı idarenin ihtilafını tamamen müdrik idi. Fakat nesl-i ahir rü’esa-yı ruhaniyyenin te’sir ve telkıni sayesinde hanlar zamanını idealize ediyor. Hayali fakat nazar-firib renklerle boyayarak görüyor; Rus Hükumeti’nin ef’al ve harekatına mümkün zannediyorlar. Ba-husus Buhara ve Hive’nin bekası bu imkana delil gösteriliyor. Propagandacılar Rusya’nın Buhara ve Hive’yi ilhaka gayr-ı muktedir olduğunu söyleyerek bu i’tikadı kuvvetleştiriyorlar. “Türkistan’da ittihad-ı İslam fikrinin naşirleri yerli ulema ve meşayih hususiyle Kazan Tatarları ve bir de hudud haricindeki memalik-i İslamiyye’den gelenlerdir. İttihad-ı ve alel-husus Devlet-i Osmaniyye’yi fevkalade kavi göstererek ahalinin efkarını tağlit ediyorlar. İttihad-ı İslam neşriyatının en mühim bir merkezi İstanbul’da Genç Türk fırkası tarafından te’sis edilmiş “Asya-yı Vusta’da Ta’mim-i Maarif Cem’iyeti”dir. “Bu olsa olsa birkaç ay evvel üç beş gencin sırf İstanbul’daki Buharalılar arasında ta’mim-i maarif kasdıyla teşkil ettikleri küçük ve pek mütevazı cem’iyet olacaktır. Bunun ittihad-ı rimiz yoktur. Hele Genç Türklerin ittihadı-ı İslam fikrini ta’kıb eden cem’iyetler te’sis etmek şöyle dursun o misillü cem’iyetlere hüsn-i teveccüh göstereceklerini bile ümid edemiyoruz. “Asya-yı Vusta’da Ta’mim-i Maarif Cem’iyeti”nin bastırdığı neşr-i fikr resail ve evrakı Asya-yı Vusta me’murları tarafından müsadere olunmuştur! “Türkistan’a demir yol hututunun temdidi Türkistanlıların diğer müslümanlarla münasebatını teshil ve tezyid etti. Şimdi Türkistan müslümanları hacca pek çok gidiyorlar yolda Türk propagandacıları tarafından işleniyorlar ve Türkiye’den evlerine makasıd-ı mu’ayyene ile yazılmış çizilmiş yapılmış birçok kitap risale ceride harita ve resimler taşıyorlar resimler arasında Halife-i İslam olan Türkiye padişahının bütün alem-i İslam üzerine açılmış Peygamber’in yeşil sancağı elinde olduğunu; yahud küre-i arzı eli altında tutmakta bulunduğunu gösterir tasvirleri vardır... Biz bu gibi resimleri ve bu ruhta haritaları şimdiye kadar asla görmedik. Ancak Rus gazetesinin bu sözlerinden istifade ile bu gibi tasvir ve haritalar yapacak adamlar inşaallah bulunur... “Türkiye’den Asya-yı Vusta’ya müşevvikler muttasıl geliyorlar. Bu sene türbe-i Peygamberi miftah-karı denilen bir adam gelip bir hayli dolaştı. Ne maksadla dolaştığını me’murlarımızdan hiçbir kimse bilmedi ve bilmek istemedi. Müşevviklerin muttasıl gelmelerine kavi bir delil! “Evvelleri Türkistan’ın mektep ve medreselerinde yalnız Kur’an ve şeriat okutulduğu cihetle menafi’-i devlete mugayereti görünmezdi. Lakin bilahare bu eski usul mektep ve medreseler yerine geniş programlı yeni usul darü’t-ta’limler kaim olmaya başladı. Usul-i tedrisin tekemmülüyle yerli halkın ni’met-i maariften daha vasi’ bir mikyasta müstefid olmalarına memnun olmak lazımdır. Lakin teessüf olunur ki bu işe Kazan Tatarları karıştı; Kazan Tatarları her tarafta olduğu gibi Türkistan’da da müslümanların mürebbi ve muallimliği ve müslüman muhtariyetinin naşirliği rolünü ifa ediyorlar. Türkistanlıların Kazan Tatarlarının teşebbüs ve iştirakiyle bu sene müslüman çocuklarının ta’lim ve terbiyesi ta müslümanlara mahsus maarif nezareti vücuda getirmekti. Bereket versin bu sefer hükumet-i mahalliyye biraz açıkgözlülük göstererek bu teşebbüse mani’ oldu. Buna mümanaat olundu ama hala yerli mektep ve medreselerin muallimlerinden birçoğu Kazan Tatarlarıdır. Bu Tatarlar yerli çocuklarına daima fikr ü nazarlarını telkın ile uğraşıyorlar da buna kimsenin aldırdığı yok. “Bu memleketi idare etmek yalnız orada asker ve me’mur bulundurmak demek değildir. İdare edilecek memleketi her şeyden evvel öğrenmek bilmek lazımdır. Bu tenbihi Osmanlı me’murları da hatırlasa fena olmaz. İngilizler’in Hindistan idaresinde esas ittihaz etmiş oldukları bu kaideyi en az nazar-ı dikkate alan biziz Hayır bu doğru değil; o şerefi Osmanlılar hiç kimseye bırakamayız... Türkistan me’murları arasında mahalli lisana vakıf olanlarımız pek az. Türkistan’da siyasetimiz sırf bir idare-i kırtasiyyeden ibarettir. Bu böyle devam ederse sonu ağlanılacak gibi bir hal olacaktır; lakin son pişmanlık faide vermez.” Nihayet tercümeyi bitirebildik. Tarafımızdan ilave edilecek yalnız bir çift söz kaldı: Okuyunuz ve düşününüz... Memalik-i mütemeddinenin cümlesinde bir usul-i müstahsen vardır makarr-ı idare olan şehirde bir devlet kitabhanesi bulunur. Bu kitabhanede insan eski ve yeni kitap ve risalelerin pek çoğunu ve hele o memlekette münteşir kütüb ve resailin hemen cümlesini bulabilir. Bu nevi’ kitabhaneden Londra’nın “Britanya Müzesi Kitabhanesi’ni” Berlin’in “Kitabhane-i Kralisi’ni” Paris’in “Kitabhane-i Millisi’ni” kitap kitapları pek çok masraflara katlanarak iştira ederler ama memlekette münteşir yeni kitapları edinmek için hemen hiç masrafsız iyi bir usul tutarlar: Memlekette kitap risale gazete beyanname ilanname... ilh. basan her matbaacı bastığı şeyin iki veya üç nüshasını devlet kitabhanesine göndermeye kanunen borçludur. Bu kanun ile tabi’e düşen vergi gayet cüz’i olduğu halde kitabhane-i devlet memlekette münteşir bil-cümle asara malik olur. Yukarıdaki satırları gündelik gazetelerden birisinde birkaç gün evvel okuduğum bir fıkra üzerine yazdım. Fıkrada şöyle deniliyor: Bayezid Kütübhanesi’nde yeni eserler hiç yok. Kütübhanelerimizin kütüb-i atika müzesi halinden çıkarılıp peyderpey neşredilen asar-ı müfide ile tezyin edilmesi lazım. Merciin nazar-ı dikkatini celb ederiz. Garbda müttehaz usulün suhulet ve muhsenatını tanıdığım kitabhane müfettişlerinden bir zata bir buçuk sene evvel arz etmiştim de “Aman ne iyi ve ne kolay hemen biz de öyle bir usul koyalım” demişti. Bir buçuk sene geçti fakat hemen konacak usul ve kaidenin galiba vakt-i merhunu daha yetişmedi. Acaba biz de bir şeyin yayılması için mutlaka kolay olmaması karışık ve müşkil olması mı lazımdır?.. Faziletlü Efendilerim; Kendisine Sıratımüstakım göndermekte olduğum memleketimiz ulemasından muhterem bir zat bana gönderdikleri bir mektuplarında Sıratımüstakım’e dair bazı mütalaat irad buyuruyorlar. Muhabir-i muhteremin mütalaalarını pek mühim nelerine vaz’ etmek istiyorum; işte yazdıkları: “Din ve felsefe ulum ve hukuktan bahis denilen Sıratı müstakım ’in lazım derecede ehemmiyetli mebahis-i diniyyeye giriştiği görülmüyor; bazı nüshaları manzurum olmadığından “Şeyh Cemaleddin Afgani İslam memleketlerinin salahı olmazsa memalik-i İslamiyye’nin hiçbir vasıta ile ıslah kabul etmeyeceğini zahiri bir salah görülse bile onun payidar olamayacağını dava kılar idi. Müşarun-ileyhin şakirdi Şeyh Muhammed Abduh hazretlerinin fikri de aynı olmuş olsa gerektir ki bütün ömrünü hurafat ve evham ile muharebe ederek geçirdi; ve İslam dinini medeniyet-i cedideye tatbik “Şeriat-i İslamiyye’de mevcud mesailin bir haylisi elyevm tedkıke muhtaçtır. Mesela Riba mes’elesi: İşbu mes’ele halledilmeden müslümanlar banka açmaya muvaffak olamazlar; Mektup Teşrinievvel tarihli olduğundan Makam-ı Meşihat’in bu babdaki fetvasından mukaddem demektir. muvaffak olurlarsa bile medrese görmemiş sarıklı avamın taarruzundan emin kalamazlar. Bu yalnız bir misaldir nazirleri ise pek çoktur. Sıratımüstakım gibi bir mecelle kısm-ı dinisinde bu gibi mesail ile meşgul olsa elbette pek münasib olurdu. “Ma’lumunuz olsa gerektir ki asar-ı İslamiyyemizde ruhlarına gıda bulamayan birçok gençlerimiz hatta bazı ihtiyarlarımız bile asar-ı garbiyye mütalaasına mecburiyet hissetmektedirler. Darü’l-Hilafe’de çıkan dini ilmi ve edebi bir risalenin bu gibi kimselerin ruhlarına gıda olabilecek mevad Muhabir-i muteremimin sözleri burada bitti. Benim mesail-i diniyyede ihtisasım yoktur. Ancak alem-i İslam’da gördüklerim sahib-i mektubun mütalaatını te’yid eder surettedir: Eğer din-i fıtri-i İslam etrafını kaplamış üzerine yapışmış evham ve hayalattan tasfiye olunup hal-i asli-i pakine vam”ın müslimini el-an sevk etmekte oldukları yolun nihayeti kadsızlık” diğerine “zaaf fakr ve esaret” yazılmıştır... Allahu Teala’ya hamd ü şükr olsun ki alem-i İslam son zamanlarda yeni bir kuvve-i hayatiyye izharına başladı. İran’da Hind’de Mısır’da Kazan’da bir eser-i intibah ve faaliyet meşhuddur: Dinin mesail-i asliyye ve fer’iyyesiyle hayat-ı hazıra mukabele edilerek istihrac-ı netayice çalışılıyor. Fakat şayan-ı teessüftür ki alem-i İslam’ın bu faaliyet-i umumiyyesinde Darü’l-Hilafe’nin mevkii pek küçüktür... İstanbul terakkı-perveranı terbiye-i esasiyyelerindeki noksan-ı ciddiyyetten naşi en mühim avamil-i ictima’iyyeden olan tezahürat-ı diniyyeyi tedkıke onunla iştigale lüzum görmüyorlar; büyüklerde mesail-i diniyyeye karşı sathi bir reybilik tatlı bir hafif-meşreblik vardır. İstanbul’un ulema-yı dini ise –alel-ekser– medeniyet-i hazıranın ruh ve esasıyla pek az iştigal ediyorlar. Hasılı Darü’l-Hilafe erbab-ı tefekkürü aynı hedefe müteveccih olmayan ve binaenaleyh ara sıra tesadüm eden bir faaliyet-i dimağiyye ile biri diğerinin netice-i sa’yini telef ve mahvediyor ki bundan alem-i İslam’ın terakkısi hayli sektedar oluyor. Eğer temyizimde hata etmiyorsam Sıratımüstakım ; zaman-ı te’essüsünden beri bu iki cereyan-ı ma’kusu te’life çalışmıştır. Şeyh Muhammed Abduh gibi eazımın efkarından yat-ı hazırada dahi kafil-i saadet olduğunu göstermeye ve binaenaleyh din-i İslam’ı iyi ve doğru anlatmaya uğraştı. Din-i İslam’a ehl-i İslam’a ciddi ve amik bir muhabbetin verdiği şecaatle “ictihad” gibi “ihtilaf-ı mezahib” gibi “hukuk-ı nisvan” gibi nazik mesail-i asliyyeyi bast u izahtan çekinmedi. Bu suretle alem-i İslam’da bazen ifadatıyla istişhad olunacak derecelerde mühim bir mevki’ tuttu. Maamafih mecelle-i muhteremede fer’iyata asıllardan ziyade yer verildiği ve hatta ara sıra avamın efkarına mümaşat lüzumu bile hissedildiği kabil-i inkar değildir. Ve bu nokta-i nazardan muhabir-i muhteremim tenkıdatında tamamen haklıdır. Acaba mesail-i fer’iyyeden ziyade asıllarla uğraşmak mümkün olamaz mı?.. Hayat; şer’iat-i İslamiyye’den birtakım mesailin hallini şiddetle talep etmekte olduğundan acaba onların müzakeresine olsun girişilemez mi?.. Mesela muhabir-i muhteremimin hatırlattığı riba mes’elesi –ba-husus fetva-yı ma’lumdan sonra– şerh u izah edilip müslümanların faaliyet-i iktisadiyyelerini zincirleyen birtakım tereddüdler Mesail-i nazike-i şer’iyyenin müzakeresi avamın teşviş-i fikrine bais olup fitne ve fesadı intac eyleyebileceğinden daha sükunetli zamanlara ta’liki evladır zehabı zannımca hatadır; zira zaman geçip gidiyor geçtikçe de alem-i Kaybedilen her gün ehl-i İslam’ın zararınadır. Bu zararın vebali ise ulema-yı İslam’ın boynunadır. Vesselamu ala meni’t-tebea’l-hüda. Sıratımüstakım – Filhakıka medeniyet-i hazıra müslümanlara birçok mesailin hallini teklif etmektedir. Şurasını açık söylemeliyiz ki biz hiçbir vakit dinimizin ıslaha medeniyet liz. Şayet ıslahtan maksad Şeriat-i garra-yı İslamiyye’ye sonradan karıştırılan bid’atleri hurafeleri kaldırıp atmak ise buna diyeceğimiz yoktur. Zaten hakıkı Müslümanlığın nasıl olmak lazım geleceğini şimdiye kadar birçok kereler söyledik sırası düştükçe tekrar söylemekten geri durmayız. madığı halde sonradan giren bid’atleri vehimleri söküp atmak tahayyül edildiği kadar kolay olmayacak; hatta bunların arasında öyleleri var ki bid’at olduğunu söylemek bile her zaman için tehlikeden salim olmuyor. Medeniyete gelince: Medeniyet-i hazıranın saadet-i beşeri te’min edemediği bundan böyle de asla edemeyeceği o medeniyetin merkezindeki ictimaiyyunun na-mütenahi i’tirafatıyla muahezatıyla sabit olduktan başka bir nazar-ı im’an bu hakıkati görmekte hiç güçlük çekmez. Bu alemde bir medeniyet-i sahiha bir medeniyet-i fazıla varsa o da hiç şüphe yoktur ki medeniyet-i İslamiyye’dir. Medeniyyet-i İslamiyye’nin saadet-i beşeri kafil olamayacağına küre-i arzın her tarafına dağılmış üç dört yüz milyon müslümanın sefalet-i hazırasını hüccet makamında irad etmek doğru olamaz. Cehalet gibi meskenet gibi atalet gibi cebanet gibi nifak gibi her biri bir cem’iyetin izmihlalini intac eden rezail bugün akvam-ı İslamiyye arasında alabildiğine teammüm etmiş ise Müslümanlığın ne kabahati var? Şeriatin ilme izzete sa’ye şecaate vahdete ne yüksek paye verdiğini kim inkar edebilir? Eğer din ile medeniyeti tevfikten maksad müslümanlara medeniyet-i hazırayı olduğu gibi kabul ettirmek ise imkansızlığıyla beraber doğru bir hareket değildir zannederiz. Yok alem-i İslam’ı şeriatin çizdiği daire-i medeniyyete idhal etmek murad ediliyorsa bu niyetteki azamete kudsiyete her zaman baş eğeriz. Şu mülahazamızdan garb medeniyetini asla nazar-ı iltifata almayacağız gibi bir zan hasıl olmasın. Biz o medeniyetin mikyas-ı şeriate muvafık gelen taraflarını almakta hiç tereddüd etmeyiz. Zaten hikmeti fazileti nerede bulursak kendi malımız gibi istirdada me’zunuz daha doğrusu bununla me’muruz. Hakıkat alem-i İslam’daki inhitattan inhizamdan başlıca me’sul olacak bir fırka varsa o da ulemadır. Çünkü bunlar vazifelerini hakkıyla ifa etmiyorlar çünkü bunlar avamı cağını dünya için çalışmayan dindaşlarının fevc fevc diğer milletlerin zebun-ı tahakkümü kaldığını ahval-i alemden bihaber olan avama anlatmıyorlar. Ulemamıza füru’ ile uğraşmasınlar demiyoruz lakin usulü hiçbir zaman ihmal etmesinler diyoruz. Hele merkez-i Hilafet’teki ulemaya terettüb eden vazife ne büyük! İlan-ı hürriyetten beri hepimiz anladık ki dünyanın dört köşesindeki müslümanların azıcık aklı başında olanları bütün nazarlarını buraya buradaki rical-i dine dikmişlerdir. Sahib-i makalenin dediği gibi artık ulemamız medeniyet-i hazıranın ruhuyla esasıyla bu kadar az meşgul olmamalı çok uğraşmalıdır. O medeniyetin iyi tarafları ma’kul tarafları zaten Müslümanlığa münafi olmadığından Müslümanlığın bekası ise bizim de komşularımız derecesine gelmemize menut olduğundan bundan böyle sözlerinde yazılarında vaazlarında halkı efkar-ı halkı ona göre hazırlamalıdırlar. Bu hususta hükumetin uhdesine de gayet mühim bir vazife düşüyor. Elinde diploması olmayanları tababetten men’ eden hükumet nasıl oluyor da vaizlerden bir icazetname bir ehliyetname sormuyor? Tabib efradın emraz-ı cismaniyyesini müdavat için çalışıyorsa vaiz de cemaatin ruhunu kurtarmakla uğraşıyor demektir. Bize öyle geliyor ki ikincisinin vazifesi birincisinden kıyas kabule etmez derecede mühimdir ağırdır. Pekin’den Aldığımız Arapça Bir Mektuptan: vası da o taassubu söküp atmaktan başka bir şey değil... Evvelce size Ramazan’da din-i İslam’ı kabul eden Japonyalıdan bahsetmiş idim. Azıcık aklı insafı olan anlamakta sıkıntı çekmez ki yeni müslüman olan bir adama oruç gayet ağır gelir. Eğer o adam hakıkı surette mazhar-ı hidayet olmamış ise gündüzün yemek içmek gibi havaic-i zaruriyyeden nasıl men’-i nefs eder? Kezalik beş vakitte muntazaman nasıl namaz kılabilir? bu iki rükn-i mühimmini de kabul etti. Saimler ile beraber oruç tutmaya cemaat ile beraber namaz kılmaya başladı. Şüphe yoktur ki Cenab-ı Hak salatı hakıkı müslüman ile müraiyi mütevazı ile mütekebbiri ayırmak için farz kılmıştır. Nitekim buyurmuştur. Ben Çin müslümanlarına bilhassa onların sarık taşıyanlarına teessüfler ederim. Çünkü bunlar İslam’ı alabildiğine tas’ib ederek hiç farkına varmadıkları halde hem kendileri mahvoldular hem de başkalarını mahvettiler dini zu’mlarınca o kadar incelttiler ki ortada din namına bir şey kalmadı. Naci hakkında biz bunun Müslümanlığına kolay kolay inanmayız. Bakalım imanı halisen li-vechillah mıdır. Yoksa başka bir maksadı mı vardır? demeye başladılar. Bu şüphe pek gariptir. Zaten bu kavmin garip adeti vardır: Hayra ait umurda daima mütereddid bulunurlar da şerre dair işlerde derhal hüküm verirler. Sübhanallah! Ramazan’ı sıyam ile beş vaktini imam arkasında namaz ile geçiren bu müslümandan daha ne bekliyorlar? Haktan sonra dalalden başka ne olabilir? Müslümanlığı bu kadar güçleştirmek nereden geliyor? Halbuki buna ne Allah’ın ne de Peygamber’in kat’iyen rızası yoktur. Kendilerine dedim ki: Ey ulema-yı kiram görüyorsunuz ya Muhammed Naci alenen şehadet getirerek İslamiyet’i kabul etti. Gözümüzün önünde namaz kılıyor oruç tutuyor. Dediler ki evet bizimle beraber orucuna namazına devam etmekte ise de içini ne bilelim. Doğrusu şüphe etmekte kendimizi haklı görüyoruz. Bunlara din-i İslam’ı yabancılara sevdirmek ile emreden ehadis-i şerifeyi irad ettiğim halde hiçbir te’sirini göremedim. Sonra kalkarak Muhammed Naci’nin odasına gittim. Kendisini Müslümanlık’ta sebat için teşci’ etmekte olduğum bir sırada da talebeden biri gelerek bu yeni müslümana gayet ağır sözler söyledi. Ben o derecede müteessir oldum ki nutka mecalim kalmadı. Nihayet ona gelen herif Japonyalı’ya medresemizden çıkarak başka bir yere gitmelisin cevab-ı kat’isini verdi. Allah gabavetin belasını versin. Taassubu mahvetsin. O aralık Muhammed Naci benden Kansu Türkistan-ı Çini ulemasına bir mektup istedi. Maksadı bu zavallı müslümana karşı bigane durmayarak dinin fevaidinden kendisini müstefid etmelerini rica etmek idi. Yoksa onlardan ne mal ne de mansıb istemiyordu. Koca müslüman emr-i ilahisine imtisal ediyordu. Ulema-yı İslam’dan esrar-ı şeriati öğrenerek vatanına dönünce hemşehrilerini hidayete sevk edecek idi. Bundan başka Merkez-i Hilafet’e gitmek oradan Kur’an’ ın mahall-i nüzulü olan hak-i pak-i Hicaz’a sefer etmek Cenab-ı Peygamber’in ravza-i ulyasını ziyaret eylemek emellerini besliyordu. Ben kendisine İstanbul’a gidince orada dindaşlarından pek büyük bir hüsn-i kabul göreceğini tebşir ettiğim zaman ne derecelerde münbasit olduysa oturduğu medreseden çıkaracakları zaman o nisbette mükedder oldu. Bi-çarenin benzi attı lisanı tutukluk peyda etti. Ben ondan ne kadar utandım ise o da benden o kadar utandı. Lakin hakıkate hiç yanaşmayan televvün en birinci tabiatları olan buradaki ulemaya ne yapabilirdim? Yazıklar olsun ki din bu kadar semih iken şeriat bu derecelerde vasi’ iken onu ne hale getirdik! Müslümanlık bugünkü müslümanların lehinde değil aleyhinde bir hüccettir. Bu rezaletlerin menşeini tedkık edersek kör körüne taklide sarılmaktan eskimiş bid’atleri dört el ile tutmaktan başka bir şey olmadığını görürüz. Hazret-i Peygamber buyururken ulemamızın bu hali nedir? Artık Muhammed Naci’nin yanından ne büyük bir hacaletle kaçtığımı söylemeğe lüzum yoktur. Vallahi biz selef-i salihin ahlak-ı kerimesini kaybettik. Bugün onların ne fena ne cahil bir halefi oluyoruz! Muhammed Naci’nin istediği mektubu yazarak kendisine vermek üzere tekrar medreseye gittim ise de zavallıyı yerinde bulamadım. Çünkü ben dönünceye kadar bi-çareyi odasından çıkarmışlar. Ah bu Muhammed Naci’yi görmüş olaydınız! Ne zeki ne fatin bir zat idi. Zaten bütün Japonların fezail-i fıtriyyesi hepimizce ma’lumdur. Asıl belayı teşdid eden cihet müslümanların başındaki mürşid va’iz tanılan adamlardır. Bunlar halkı daima eskiye sevk edip duruyorlar. Ecdadı taklid en büyük bir meziyettir diyorlar. Vakıa eşraf arasında vücuh arasında hayra intibaha meyledenler de yok değil. Böyleleri müslümanların hal-i sefaletini gördükçe ahlar çekiyorlar. Ben bunlara İstanbul’daki harekatı söyledikçe oradaki dindaşlarının sa’y ve faaliyete doğru yol almaya başladıklarını hikaye ettikçe görüyorum ki büyük bir sürur izhar ediyorlar... Sıratımüstakım – Çin ulemasının Japonyalı muhtediye karşı gösterdikleri muamelenin bayağılığını eda edecek bir kelime bizim lisanda yoktur başka lisanlarda da olmasa gerektir! Bunların kendilerine mürşid-i enam payesi vererek zavallı müslümanların başına bela kesilmesi hakıkaten ağlanacak Kur’an-ı mübin eskiye sarılmak ecdaddan kalma adata kör körüne bağlanmak yüzünden birçok cem’iyetlerin tarumar olduğunu birçok insanların nur-ı hakıkate karşı göz yumduğunu natık olup dururken nasıl oluyor da doludizgin gidiyoruz anlaşılamıyor! Evvela Müslümanlığı sonra müslümanları hakkıyla tedkık eden bir hakim “Bahr-i muhit-i garbinin kenarındaki bir müslüman ile sedd-i Çin’in altında oturan diğer bir müslümanın haline baksanız ikisini de aynı göreneğe esir hem de azad kabul etmez bir şevk ile esir görürsünüz. Evet sada-yı i’tirazını işitirsiniz!” diyor. Bu ne acı bir hakıkattir! Müslümanlar bir taraftan bu tefrit ile mahvolup dururken son zamanlarda daha mühlik bir ifrat meydan almaya başladı: Yenilik her şeyde yenilik! Evet oturmak kalkmak yemek içmek selam vermek gibi şeylere varıncaya kadar her hususta yenilik! Yüzde doksanımız şuun-ı aleme karşı ama-yı sırf içinde kalmış; yanı başındaki milletler ne yapıyorlar ne ediyorlar hiç görmüyor da hala eskiliğinden bir şey feda edemiyor. Yüzde onumuz ise o şuunun şa’şaasından o kadar medhuş olmuş ki eskiyi baştan başa yıkıp atmadıkça kurtulmak kabil değildir itminanını besliyor. Düşünmüyor ki atmak istediği o eskilerin içinde kendi mevcudiyeti de dahil! Biz ne zaman eskiyi fenalığından dolayı atmak yeniyi de lüzumundan iyiliğinden dolayı almak isteyeceğiz bilmem. yerine sehven yazılmıştır. Şark Garb Bugün devletler arasında cari olan siyaset alem-i İslam’a büyük bir ehemmiyet atfediyor. Buna sebep de olsa olsa memalik-i İslamiyye’nin tenavülü kolay yutulması latif lakin hazmı gayet müşkil lokmalardan ibaret olmasından başka bir şey değildir. Bazı muharrirler bizi küre-i arzda müteferrik surette yaşamakta olan müslümanları ittihada saik bir vahdet-i İslamiyye te’sisine çalışmış olmakla itham ediyor. Halbuki bu ittihad siyasiyyunun evhamından başka bir şey olamaz. Müslümanların celb-i kulubu için Avrupa devletlerinin birbiriyle uğraşması böyle bir ittihadın ademine en kavi bürhandır. Zaten nukat-ı nazarın gayatın ihtilafı ki bugün aktar-ı muhtelife-i alemde bulunan müslümanlara iş güç olmuştur onları ittihada muvaffakıyetten alıkoyacak yegane manidir. Evet İslav ittihadı için bir ittihad diyebiliriz; zira cinsiyet esası üzerine müessestir. Cinsiyet her ne kadar rabıta-i diniyye kadar kuvvetli olamazsa da bu milletler hemen hemen bir toprakta yaşamakta oldukları için günün birinde hayal etmekte oldukları ittihadın tahakkuk ettiğini görebilirler. Halbuki alem-i İslam alabildiğine dağınık olduğu gibi birleşmesi de o kadar müşkildir. Öyle ise bu telaşlar neden ileri geliyor? Evet İslav ittihadının kuvveden fiile çıkması mümkündür. Çünkü İslavların her biri müstakildir hürdür menfaatleri birleştiği zaman ittifak edebilirler. Lakin böyle bir hal alem-i İslam için nasıl ümid olunabilir –inayet-i Hak ile masun kalan bir ikisi müstesna tutulduğu halde– bütün akvam-ı yor?!. başlı sebep. Lakin onlar başları sıkıldıkça yine ittihad-ı İslam sözünü ağızdan bırakmazlar. Ya hu! Artık bizi kendi halimize bırakınız. Akvam-ı İslamiyye’nin birbirlerine karşı bir nazar-ı meveddet atfetmelerini cinayet suretinde telakkı ederek intikama kalkışmayınız. Zira onlarda bu nazardan başka bir şey bırakmadınız. Halbuki hissiyyat-ı kalbiyyeye tahakküm kimse için kabil olmamak lazımdır. Siz zanna kapılıyorsunuz zan ise yakınin hakkın huzurunda hiçbir mevki’ tutamaz. Bizim asıl anavatan ana ata ili Anadolu’dur. Makedonya falan ile uğraşırken çokluk Anadolu’yu unutuyoruz. Tabiatımızdır: Memleketin bir yeri hastalanmadan hıfzu’s-sıhhasına riayet etmeyiz; hastalandıktan sonra tedaviye çalışmak meye kalkışırız; ama bu tedavide bile hemen daima geçe kalmış oluruz: Hasta şifa bulmaz ancak hasta ile meşgul olurken diğer taraflar da hastalığa tutulur. Şimdilik borç para bulmak Rumeli çetelerini susturmak Avrupa efkar-ı umumiyyesini oyalamak Girid mes’elesini şöyle bir pamuk ipliğiyle bağlayabilmek o kadar zamanımızı alıyor ki Anadolu umurundan Anadolu ihtiyacatından bahsolunsa o hele şöyle bir dursun diyoruz. Çoğumuz bu Anadolu hakkındaki efkar ve mütalaatı “Anadolu var imiş ya yok imiş ne umurun” düsturuyla hülasa olunabilir. Lakin Anadolu’dan gelen seslere biraz kulak versek pek acı hakıkatler duyarız. Ekseri arkadaşları gibi dalkavuk olmayan Eskişehir gazetesi son nüshasında bakınız neler yazıyor: kişehri hikaye edelim: Otuz altı bin nüfusu bulunan ve en muhtelif insanlarla meskun olan birçok yabancı amele iş arayanlarla kimdir necidir nerelidir hırlı mı şerli mi olduklarını Allah’tan başka kimsenin bilmediği adamlarla taşacak derecede dolan on bin hanelik koskoca Eskişehir kasabası sırf kazalığının cezası olarak iki tek topu topu iki tek polisle idare olunmaya mahkum edilmiştir. Ey pay-i taht ahalisi! Ey vilayet ve liva sakinleri! Biz de sizin gibi ademoğullarıyız hepimizi yaratan Allah bir hepimizi idare eden hükumet bir iken şu sizin imtiyazınıza bizim yoksulluğumuza sebep ne? Hırsızlar malımızı çalıyor mütecavizler başımıza vuruyor da daha ziyade taarruzlarına uğrarız korkusuyla hükumete şikayet edemiyoruz. Çünkü: Taarruz edenlerin azgınlığı mahalli hükumetimizin de cılızlığı karşımızda tecessüm ettikçe şikayetlerimize karşı hükumetimiz haydin işinize gidin Allahınızı severseniz benimle eğleniyorsunuz diyecek sanıyoruz! Eğer vay budala aptal herifler vay! demezseniz ziyanı yok hatırınız için sizinle beraber biz de: Yaşasın müsavat! diye bağrışıverelim!.. Lakin siz de: “Ey sakinan-ı bezm-i vatan yad edin gehi Gurbet esiri derd ü bela mübtelaların!” Hem biz garibler nev’inden olduğumuz bes beraber! olduğumuz rivayet edilen siz kardeşlerimiz değil düşmanımız bile ağlar! Sivrihisarlı bir köylü de Beyanülhak refikımıza Anadolu’nun derdlerini yaralarını şöyle anlatıyor: “Koca Anadolu bir baştan bir başa hudayi nabit bir halde büyüyüp meyve veriyor asker veriyor. Vergi veriyor veriyor veriyor... Zavallı ahali verdiklerinin yüzüne mukabil acaba bir tane semere görüyor mu?? Şu sözleri yazarken Mevlana Celaleddin Rumi’nin Mesnevi-i Şerif’ indeki hatıra gelen bir hikayeyi söylemeden geçemeyeceğim. Bir ailenin elinde sütü bol bir inek var imiş. Nice zaman bu aile o ineğin sütüyle geçinmişler yemişler içmişler. Nihayet bir gün inek hastalanarak ölmeye yüz tutmuş. Şifa-yab olması için ineğin kendi sütünden bir parça içirilmek lazım gelmiş. Fakat sahibi sütten vazgeçemiyor. Zavallı inek lisan-ı halle sahibine yalvarıyor da diyor ki: Behey efendi! Şimdiye kadar ben kavi ve zinde bir halde idim. Sütümle seni ve çocuklarını besledim. Benim yüzümden bu kadar sene geçindin. Ne olur ki: Benim şu hasta zebun ölüme mahkum bulunduğum bir zamanda beni yine benim sütümle tedavi ederek şu ma’ruz kaldığım ölümden kurtarsan??... Böyle boyun eğerek yalvaran ineğin döktüğü hüzün gözyaşları o mütemerrid merhametsiz iyilik bilmez sahibine te’sir etmek şöyle dursun bir cür’etkarlık sayılarak bi-çare La-teşbih bizim Anadolu da altı yüz senelik bir hükumet-i Osmaniyye’nin eski bir sütlü meyveli bir emekdarıdır. Bu zavallı emekdar yine içinde çıkan meyvesinden sütünden servetinden bir parça hisse-mend olmasını istiyor. İstiyor ama hangisini evvel isteyeceğini de şaşıran zavallılar eli koynunda meb’usanımız hükumetimiz bize hangisini evvel münasib görürse onu versin diyecek kadar çeşm-i ümid ve Bu zavallı ahali hakıkaten şaşmış şaşırmıştır. Hastalarına doktor çocuklarını okutacak muallim servetlerini nakledecek yol mal ve canlarını hıfzedecek zabıta... Lazım hepsi lazım...” Sabah refikımız ikide birde Hariciye Nezareti’ni sıkıştırıyor: “Niçin yalnız kalıyorsunuz? Niçin Avrupa’da müteşekkil devlet kümelerinden birisine girmiyorsunuz?” diyor. Son nüshalarından birinde yine bu pek sevdiği mevzuu ele alıp şöyle yazıyor: “Son kırk sekiz saat zarfında varid olan politika havadisinden bize tealluk edenler şu iki maddeden ibarettir: Girid Meclis-i Millisi’nde Yunan Kralı namına yeni bir şekilde sadakat yemini edilmesi Yunanistan’la Bulgaristan arasında bir i’tilaf-ı siyasi akdedileceği rivayetinin teceddüdü. Makalenin altında D. K. imzası var Ben zannediyordum ki harici siyasetimize aid bu gibi mesail mevzu’-i bahs olduğu zamanlarda Girid Meclis-i Millisi a’za-yı hıristiyaniyyesinin nümayişleri yahud Yunanistan-Bulgaristan mukarenet-i muhtemelesi gibi teferruat kabilinden mevaddı esas-ı tedkıkat ittihaz etmek büyük bir hatadır; ne Yunanistan ne de Bulgaristan Bahr-i Sefid ve Balkan işlerinde büyük bir re’ye malik değildirler. Biz büyük re’y sahibi olan devletler arasındaki mevkiimize bakmalıyız şurasına kat’iyen kani olmalıyız ki hukuk ve menafiimizin mahfuziyeti o mevkie merbuttur. Osmanlı siyasetinin “istikamet”i geçen sene gazetemizde mevzu’-i bahs edilmiş ve –bu babda yazdığımız makalelerde– Bahr-i Sefid politikasında mevki’ ve re’yi kuvvetli ola rak devletlerin menafii ile menafi’-i Osmaniyye arasındaki müşabehet gösterilmiş idi. Harici politikaya aid umurda matbuatın hükumete zahir olması mecburiyeti o zamandan beri bizi bu mes’ele-i esasiyye ile iştigalden men’ etti. Fakat şimdi vukuat mes’elenin yeniden mevki’-i tedkıke vaz’ına mecburiyet hasıl ediyor. Bugüne kadar hiçbir tarafa karşı ta’ahhüdat-ı kat’iyye altına girmemiş olduğumuz halde Avrupa’da hemen hiç kimse “bi-taraf” olduğumuza inanmıyor diğer taraftan “bitaraflık” politikasının –bizim bulunduğumuz mevki’de– kabil-i tatbik olmadığını ve menafiimizin icabatı behemehal devletimizin “siyaset-i umumiyyede ta’yin-i mevki’ eylemesine lüzum” gösterdiğini tecrübe isbat ediyor. Bu halde harici siyasetimizin istikameti –yahud “muayyen bir istikametten mahrumiyeti”- mes’elesi yeni baştan tedkık edilmelidir. Meclis-i Milli’de iki güne kadar açılacak mübahase-i umumiyye böyle bir tedkıke pek muvafık bir vesiledir. Bir buçuk seneden beri teferruatla iştigal ediyoruz: Balkan muvazenesi Girid mes’elesi istikraz mes’elesinin safahatı bunların cümlesi teferruattan ma’duddur? Cümlesi de –bize nisbetle– siyaset-i umumiyyenin te’sirine tabi’ ve o siyasette tuttuğumuz yahud tutacağımız mevkie merbuttur. Şurasını kat’iyen anlamalıyız ki Balkanlar’da Bahr-i Sefid’in şimal-i şarki ve cenub-ı şarki havzalarında Anadolu hududunda Bahr-i Ahmer’de İran hududunda Basra körfezinde başka başka politikalar ta’kıb edemeyiz. Böyle “mahalline münhasır” siyasetlerin neticesi her yerde başka başka zarar husule getirmekten başka bir şey olamaz. Bizim siyasetimiz “birkaç” olamaz ancak “bir” olacaktır. Muhtelif muhitlerde ta’kıb eylediğimiz hatt-ı hareket bir “aheng-i umumi”ye tabi’ bulunmalıdır. Tedkık etmeliyiz ki acaba şimdi öyle midir? Bugün Avrupa’da biri İngiltere’nin diğeri Almanya’nın riyaset-i ma’neviyyesi altında iki hey’et-i düveliyye vardır. Üçüncü bir hey’et-i ittifakiyye yahud i’tilafiyye teşkil etmek kalmak da menafiimize mugayirdir bu halde hangi tarafla hem-dest-i vifak olacağımızı artık bila-tereddüd ve kat’i bir surette ta’yin etmeliyiz.” memleketimize daha faideli ise ona dahil olmalıyız demekten den sanki birisini diğerine tercih etmiyor tercihi Hariciye Nezareti’ne bırakıyor fakat makale biraz daha dikkatle okunsa hele aynı muharririn bu mevzua dair evvelce yazdığı makaleler de karşılaştırılsa İ’tilaf-ı Müselles’e tekarrüb tavsiye edildiği derhal anlaşılır. Demek Sabah gazetesi Devlet-i Osmaniyye’nin hal-i infiradından hoşlaşmıyor İ’tilaf-ı Müselles’le birleşmeyi Babıali’ye tavsiye ediyor... Rusya Fransa İngiltere ile dost olmak ve binaenaleyh Almanya Avusturya-Macaristan ve İtalya’ya muhalif bir vaziyet almak... İyi ama. Eğer hatırımızda yanlış kalmamış menafi’-i Osmaniyye’ye hiç de muvafık olmayan efkarını en ziyade vuzuh ile Osmanlılara öğreten ceride yine Sabah şekli değişir mi diyeceksiniz; lakin Rusya’nın orta ve yakın şark siyasetleri asırlar geçiyor da yine değişmiyor. Eğer telgraflar yanlış havadis dağıtmıyorsa bugün Rusya cenub ve garb İslavlarını kışkırtmakla İran’ı taksim etmekle tebeası müslüman ve Türkleri Ruslaştırmak için en kat’i tedbirleri kullanmakla meşguldür böyle bir devletle her şeyden evvel müslüman olan Devlet-i Osmaniyye bilemeyiz nasıl müttefik olabilir. Fransa’ın bütün kuva-yı zindesi Afrika-yı şimalinin yarısını yutmak. Yutulanları hazmetmekle uğraşıyor buraların bir kısmı hukuken ecza-yı memalik-i Osmaniyye’dendir; diğer kısmındaki bil-cümle ahali de dinen ma’nen Halife-i İslam’a merbut müslümanlardır. Fransa’nın Afrika’da ileri attığı hatvelerin her biri menafi’-i İslamiyye’yi çiğniyor. Fransa’nın ta ihtilalinden beri bugüne kadar “Bahr-i Sefid politikasında mevki’ ve re’yi menafi’-i Osmaniyye’ye” müşabih değil tamamen muhaliftir: Yunanistan’ın teşekkülüne en çok hizmet eden Hidiv-i Mısr Mehmed Ali’yi Sultan Mahmud aleyhine ayaklandıran Cezair’i Tunus’u hukuk-ı beyne’d-düvelde –eğer varsa– her türlü kavaidine tamamen zıd olmak üzere sırf kaba kuvvete istinaden gasb eyleyen Suriye’nin bir gün olup da pişmiş elma gibi ağzına düşeceğini ümid ederek ağzı açık bekleyen Giridlileri himaye eden hep o Fransa’dır. Böyle bir Fransa’ya dest-i ittifak uzatmak nasıl mümkündür aklımız ermez. Kaldı İngiltere... İngiltere ile dostluk maziden sarf-ı nazar şimdi Mısır’dan el çekmek Basra Körfezi’ne Fırat ve Dicle havzalarına ve bunlar arasında bulunan bütün Ceziretü’l-Arab’a –ki makamat-ı mukaddese-i İslamiyye de oradadır– alem-i İslam’da haiz olduğu nüfuzunu büsbütün mahvetmek bahasına satın alınabilir. Mısır hidiviyetinin dünya yüzünden kalkmasına Osmanlı padişahı –ki Halife-i İslam’dır– Mısır hidivi derekesine inmesine razı olursak İngiltere yalnız dostumuz değil hamimiz bile olur. Sultan-ı mahlu’ Ermeni vakıası münasebetiyle İngiltere tarafından sıkıştırıldığı zaman “Ben bir hidiv olarak hükümdar kalmaktan ise sultanı müstakil olarak tahttan inmeyi tercih ederim.” demiş imiş. Şimdi Osmanlıların cümlesi vatanlarının hakimidir. Acaba bunlardan hiçbirisi vatanlarının istiklalini tahdid eden böyle bir hamiyi kabul eder mi? Zaten İ’tilaf-ı Müselles’in esbab-ı teşekkülünden birisi belki de birincisi memalik-i İslamiyye’yi taksim Hilafet-i İslamiyye’nin kuvvetini kesretmek maksadıdır. Aleyhimizde kurulmuş bir ittifaka a’za olmak bilemeyiz nasıl bir siyasettir? Rus matbuatının gayr-ı Rusları yiyip bitirmek vahi siyasetine mürevviclik edenleri ikide birde Rusya’da sakin müslüman kardeşlerimiz üzerine saldırıyorlar. Bu matbuat Türklerinin yüzlerini okşamakla sırıtıp kanacak kadar çocuk olmadıkları anlaşıldığından beri Novye Vremya ve refiklerinin gerek Devlet-i Osmaniyye ve İran’a gerekse Rusya tebeası ehl-i İslam’a karşı saldırışları arttıkça arttı. Ahalisinin yüzde doksanı Türk ve müslüman olan Orta Asya bu mahir siyasilerin en ziyade gözüne batan bir dikendir. Kırımlı Ter cüman refik-ı muhteremimizin Novye Vremya’nın son taarruzlarına mukabil “Makasıd-ı Garibe” ünvanıyla yazdığı ma’kul ve şeci müdafaatı aşağıya aynen naklediyoruz: Novye Vremya son nüshalarından birinde Taşkend’den yine şekva yazılmış lakin boş şekva. Müslüman mektepleri pek çok imiş! Türkistan dairesindeki müslüman mekteplerinde on beş bin mektep yüz bin şakird olduğu halde bunlara nezaret eden yok imiş. Nasıl yok? Türkistan müslümanlarına idare-i şer’iyye verilmedi vakıfları ve mektep ve medreseleri hükumet idaresinde Ostroumov otuz kırk seneden beri Asya-yı Vusta’da müslüman mektepleri müfettişliği sansörlük misyonerlik ederek müslümanların hayat ve hareketini merakiz-i hükumete Eğer aç kalmış me’murlar asilzadeler varsa daha me’murlar nasb edilsin müslümanların muradı ancak “okumak-bilmektir.” Bazı mektepler nizama konmuş suret-i tahsil ıslah ve tanzim edilmiş buna şükretmeli şikayet değil hükumetin vazifesi olan ıslahatı müslümanlar kendileri icra ettiler ve ediyorlar. Fena iş mi ettiler? Okuyup yazmak hesap etmek kitaplar defterler hep Rusya’da matbu aferin barekallah demeli şikayet etmek ayıptır. Rusya müslümanlarının teali ve terakkısine çalışmaya borçludur. Neşr-i medeniyyet mesleği unutuldu mu? Ha yerli müslümanlar arasında gözü açık Kazanlılar yani Nogaylar varmış bunlar olmazsa daha güzel olacak imiş! Böyle şeyleri utanmayıp nasıl yazıyorsunuz? Demir yollar bütçeler telgraf ve telefonlar işleyen bir zamanda siz halkları kazığa bağlamak mı istiyorsunuz? “Türkistan’a Medine-i Münevvere’den bir adam gelip gitmiş.” İsterse on adam gelip gitsin fenasını tutmak ihraç etmek hükumetin elinde değil mi? Dünyanın her tarafı açılmış bir zamanda böyle kıskançlık ayıptır gülünçtür. Asya’nın ortasında iki de hanlık Buhara Hive var imiş. müslüman ahali bunlara muhabbet ediyormuş. Müslümanlar bunlara adavet husumet etmeye borçlu değildir Rusya’ya sadık olmaya borçludurlar hem sadık bulunuyorlar. Müslümanların göğsünü yarıp karıştırmaya ne lüzum var. Rusya himayesinde iki hanlık var; bunlar kimin başına bindiler ki ikide bir sakız gibi çiğniyorlar? Devlet-i Osmaniyye: – Bulgar ve Rum Osmanlılar arasında şıp duruyorlar. Patrikhane’yi bazı Bulgar meb’usları ziyaret ettiler. Bazı Rum meb’usları Eksarhhane’ye gidecekler. Eksarh cenabları bu teşebbüsten memnuniyetini izhar etti. Patrik cenabları da tabii daha az memnun değildirler. Bu vekayiin hudusundan biraz evvel Yunanistan ile Bulgaristan’ın En ziyade ittihad-ı anasır tarafdarı bir Türk gazetesi bile bu “tesadüf”ten hoşlaşmadı. Bulgarlar kızdı. Acaba ittihad-ı anasır bu ve buna mümasil şekilde mi vücud bulacak? Böyle olursa ittihad ile beraber ihtilaf da tevellüd ediyor demektir. – İngilizlerin Kahire’den çektirip bizim İstanbul gazetelerinin bila-tedkık derc eyledikleri telgraflara nazaran Mısır Milli Fırkaları İngiltere aleyhine ahaliyi tehyicde devam ediyorlarmış lakin ahali bunlara kulak asmıyormuş Hidiv İskenderiye’den Kahire’ye giderken pek çok alkışlanmış imiş İngiliz me’mur-ı mahsusu Eldon Gorst yakında Mısır’ı terk ediyormuş bugünlerde ma’ruf Lord Kitchener Sudan-ı Mısri’de seyahate gidiyormuş... Eğer bu haberler hep bir araya getirilip azıcık düşünülürse Milli Fırka ahaliyi tehyic ediyor diye bin-nisbe yumuşak idareli Gorst’u kaldırıp yerine ağır elli bir asker olan Kitchener’i koyacaklar ve Mısır’ı sıktıkça sıkacaklar... – Kosova Selanik ve Manastır vilayetlerinden idare-i örfiyye ref’ olundu. Sırp Bulgar matbuatı bunu pek ziyade memnuniyetle telakkı etti. İstanbul ceraidi bundan pek az bahsetti. Yalnız Tanin memnun olmuşa benzemedi. Ekser ahalisi müslüman olan Arnavudluk’ta idare-i örfiyye devam ederken silah toplanırken Avrupalılar Sırp ve Bulgarlar İstanbul matbuatı Acaba efkar-ı umumiyye mi? hep memnundu. Sıra Sırp ve Bulgarlara gelince Avrupalılar Sırp ve Bulgarlar hiddetten ateş saçtılar hükumet de ref’ini muvafık-ı kiyaset ve siyaset buldu. Fakat acaba Sırp ve Bulgarlar elinde bulunan silahlar da Arnavudluk’ta olduğu gibi toplanabildi mi? Toplanamadıysa silahça Rumeli’de müslümanlar ziyanına bir adem-i tevazün hasıl olmadı mı? – Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin serir-i saltanata cülusu münasebetiyle Mısır Hükumeti halife-i müşarun-ileyhin tuğrasıyla müveşşah gümüş nikel sikkeler darbettiğini Maliye Nezareti’ne yakında meydan-ı tedavüle çıkarılacak bu paradan bir mikdar vürud ettiğini Mısır matbuatı bir tebliğ-i resmi üzerine yazıyor. – Bu nam ile Siroz’da İslamiyet’in ve maarifin terakkısine hadim bir gazete intişara başlamıştır. Tebrik – Geçenlerde Avrupa’dan gelen telgrafnamelerde Devlet-i Osmaniyye’nin Reşt şehbenderhanesine bazı tahkırat ika olunduğu Hoy ve Salmas şehbenderine tecavüz vukua geldiği haber veriliyordu. Tanin refikımız bu babda menba’-i mevsuktan alınmışa benzeyen ma’lumat-ı atiyyeyi i’ta ediyor: Hoy ve Salmas vak’aları hakkında aldığımız tafsilat-ı sahihaya göre Şehbender Sa’dullah Bey bazı teftişattan avdet ederken üzerine beş mavzer fişengi endaht edilmiş ise de hiçbiri isabet etmemiştir. Vak’ayı müteakib Sa’dullah Bey hemen hükumete müracaatla mütecasirlerin te’dibini talep etmiştir. Müşarun-ileyhin taleb-i vaki’i derhal is’af olunarak Halil namında biri tevkıf edilmiştir. Merkum şediden duçar-ı mücazat edilecektir. Geçenlerde “Reşt” şehrinde Osmanlı şehbenderhanesine vuku’ bulan tecavüz hakkında edilen işa’at üzerine icra eylediğimiz tahkıkatta vak’anın şu suretle cereyan etmiş olduğunu anladık: Osmanlı tabi’iyetinde bulunan birinin tevkıfi lazım geldiğinden tevkıf olunarak şehbenderhaneye getirildiği sırada merkum rüfekasından biri tarafından kurtarılmak ister ve bu suretle tecavüzatta bulunur ve böyle mütecavizane surette şehbenderhaneye kadar gelir ise de bit-tabi’ o da derdest olunarak hükumet-i mahaliyyeye teslim olunur. hilerinde yegane samimi dostları olan bir devlet-i İslamiyye’nin mümessil-i resmilerine reva gördükleri bu gibi muamelatın sebep ve illeti Reşt Hoy ve Salmas’ın mevki’-i coğrafileri ma’lum olmazsa hiç anlaşılmazdı. Mevaki’-i mezkure Rusya hudud ve civarındadır... Öteden beri izah edegeldiğimiz üzere Rusya İran siyasetinin şu anda en mühim bir esası her ne suretle olursa olsun Osmanlı ve İranlı müslüman kardeşleri birbirlerinden soğutmak birbirlerine adüvv kılmaktır. Buna vüsul için birtakım akılsız adamları şüphesiz kullanıyorlar. Rusya: – İstihbarat-ı hususiyyemize göre Kazan medreselerinde okuyup ikmal-i tahsil eden talebe-i ulumun Kazan vilayeti cevami’-i şerifesinde imam olmalarına mümanaat edilmeye başlanmıştır. Kazan medreseleri en ziyade ıslah edilmiş medaris-i İslamiyye’den oldukları cihetle onlarda kesb-i ilm ile feyz-yab olmuş kimselerin dindaşlarına rehberlik etmeleri Rusya Hükumetince zararlı addolunuyor! Dahiliye Nazırı’nın inhasıyla Rusya müslümanlarından kısm-ı a’zamının tabi’ olduğu Kazan Orenburg idare-i ruhaniyyesinin ve bu idare-i ruhaniyyenin ihtiva ettiği memlekette kain müslüman mektep ve medreselerinin teftişi zımnında rical-i devletten bir zatın taht-ı riyasetinde bir hey’et-i teftişiyye teşkiline irade-i imparatori sadır olmuştur. – Orenburg müftisi Muhammed Yaver Efendi Sultanof hazretlerinin hidmet-i fetvada sene bulunmaları hatırası olmak üzere Ufa şehri müslümanlarının bir “darü’l-muallimin” açmak fikrine geldikleri Rusya müslüman ceraidinde görüldü. Muvaffak olmalarına elbette duacıyız. Ancak şimdiye kadar “darü’lmuallimin” hakkında birkaç defalar edilen teşebbüslerin Rusya hükumetinin mümanaatıyla gayr-ı müsmir kaldığını hatırlayarak ümid-var olamıyoruz. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Aralık Beşinci Cild - Aded: Sıratımüstakım’in siyasiyata menafi’-i İslamiyye-i Osmaniyye nokta-i nazarından baktığını şimdiye kadar yazdıkları menafiin iktiza ettirdiği derecede meşgul olur. Cihanda olup geçen vekayi’-i siyasiyyenin cümlesine atf-ı nazar lüzumunu hissetmediği gibi siyaset-i dahiliyye ve hariciyye-i Osmaniyye’nin de her cihetinden tafsilen bahsine ihtiyaç duymaz. Hele siyaset-i dahiliyyenin feriyatına girişip küçük münakaşata tenezzülden be-gayet müctenibdir. Siyaset-i dahiliyyemiz alel-ekser bu ictinabı işkal eylediğinden Sıratımüstakım alem-i İslam’ın en mühim cüz’ü olan vatanımız işlerini umur-ı amme-i İslamiyye arasında mevzu’-i bahs etmeyi tercih edegelmiştir. Maamafih Halife-i Resulullah tarafından idare edilen vatan-ı Osmani’de umum müslümanlarca şayan-ı dikkat ve te’emmül vekayi’ hadis olursa onları ayrıca ve ber-tafsil bast u teşrih etmeyi dahi Sıratımüstakım vezaifinden addeder. Bu hafta Meclis-i Umumi’mizde başlanan Hükumet-i Osmaniyye’nin siyaset-i umumiyye müzakeresi ve bu müzakerede tutulan usuller ictihadımızca o nevi’ vekayi’-i mühimmeden ma’duddur. Memleketimizde iki buçuk sene evvel kabul ve i’lan olunan şekl-i idare tarz-ı meşrutiyyettir; iki buçuk seneden beri Devlet-i Osmaniyye hukuken ve fiilen bir devlet-i meşrutadır. Meşrutiyet-i Osmaniyye’de bir zat ile iki hey’et millet-i Osmaniyye’yi temsil eder. Millet-i Osmaniyye’yi temsil eden zat Zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi hey’etler ise Hey’et-i A’yan ve Meb’usan’dır. Terkiblerinden Osmanlı Devleti’nde “kuvve-i hakimiyyet” Pouvoir suepréme tehaddüs eden bu üç unsurun millet-i Osmaniyye’yi vech-i temsilleri aynı değildir: Bu üç unsurun birincisi olan zat-ı hükümdari sıfat-ı celile-i hilafeti haiz olmak cihetiyle şeriat-i İslamiyye’nin ta’yin ettiği usul dairesinde velayet-i ammeyi haizdir; bundan başka zat-ı hükümdari sultan ve hakan olmak haysiyetiyle birçok asırlardan beri devam ederek tekarrür ve teeyyüd etmiş bir Türk an’anesi tebea ve memleketini temsil ve adeta tecsim eder. Turanilerin büyük kadim hukuk-ı esasiyye nazariyelerinin tamami-i tatbiki bugün meşruti bir devlet olan Japonya’da meşhuddur. –Hey’et-i Meb’usan milletin yet-i milliyyeden iktibas eder.” – Hey’et-i A’yan’a gelince onun “kuvve-i hakimiyyet”te yer bulabilmesi ancak hükümdarın ta’yini suretiyledir; yani Hey’et-i A’yan bil-vasıta milletin vekili mümessilidir; “kuvve-i hakimiyyeti” a’la derecede haiz olan hükümdar kendisinde kuvveti asla tenkıs etmemek üzere kuvve-i hakimiyyetinden Hey’et-i A’yan’ı da istifade ettirir. Devlet-i Osmaniyye-i Meşruta’da mevcud kuvve-i hakimiyyetinin şu pek muhtasar tahlili derhal gösterir ki anasır-ı selaseden en zaifi ziya-yı hakimiyyete ay gibi sırf in’ikasen nail olanı Hey’et-i A’yan’dır. Bu hakıkati Kanun-ı Esasi’nin sathi kıraatinden bile bis-suhule istihrac edebiliriz. Fakat “kuvveti hakimiyet-i milliyyeden iktibas eden” meb’uslar ile kuvveti şer’-i şeriften ve an’ane-i tarihiyyeden alan hükümdarın kuvve-i hakimiyyetteki mevzilerini Kanun-ı Esasi’yi bit-tedkık ta’yin gayetle müşkildir. Ve bu müşkilat Meclis-i Umumi’nin nutk-ı iftitahiye cevabı münasebetiyle bu hafta vazıhan meydana çıktı. Bazı kimseler müşkilatın menbaını esasların ihtilafında görerek ta’mikini faidesiz bulabilirler ve bu nazar belki de doğrudur. Lakin hukuk-ı esasiyyemizin az çok ciddiyetle tedkıkine girişildi mi bu müşkilin halli iktiza edecektir: Umur-ı hukukiyyede Ariza-i cevabiyye münasebetiyle bu mes’elenin hudus etmiş olduğunu anlamak için Hey’et-i A’yan ve Hey’et-i Meb’usan’ın ariza-i cevabiyye müzakeresini hatırlamak kafidir: Hükümdar Meclis-i Umumi’yi bizzat açmış ve nutk-ı iftitahisini Sadrazam Paşa tarafından Meclis-i Umumi’ye hitaben okutturmuş idi. Hükümdar nutk-ı iftitahisinde memleketin siyaset-i umumiyyesinden bahsediyordu. Meclis-i Umumi’nin her iki hey’eti bu nutk-ı iftitahiye cevap verecek oldular; lakin Hey’et-i A’yan ve Hey’et-i Meb’usan’ın nutk-ı tahiyi bir vesika-i siyasiyye suretiyle telakkı etti. A’yan nazarında nutk-ı iftitahi hükümdar ağzından hükumetin daha açık bir ifade ile kabinenin ifadesinden başka bir şey değildi. Bunun böyle olduğunu garbi Avrupa devletlerinin bazılarında cari usul ve teamülle istişhad ediyordu. Bu ictihad doğru veya yanlış olabilir lakin her halde sarihtir: Gayr-ı mes’ul olan hükümdarın akval ve ef’ali mes’ul nazırlarındır kabinenindir; binaenaleyh onlar her bir kavl veya fi’l-i hükümdariden dolayı muaheze ve muatebe olunabilirler. – Lakin Hey’et-i Meb’usan’ın nutk-ı iftitahiye nazarı asla kesb-i vuzuh eyleyemedi. Reis-i meclis bu nazarı hukuki ve manıkı bir surette ta’yinden pek uzak bulundu meb’usların ekseriyeti –nutk-ı iftitahiye ariza-i cevabiyye ihzar eden komisyonun bi’l-cüme a’zası da dahil olmak üzere– nutk-ı iftitahinin mahiyetini ta’yin edememiş veya etmeye lüzum görmemişti. Komisyon a’zası yekdiğerinin fikrini nakzedecek ifadatta bulundular: Bazılarına göre ariza-i cevabiyyede siyaset-i umumiyyeden kabineyi tasvib veya tenkıd kasdıyla bahsolunuyordu; yani ariza-i cevabiyyeye ve binaenaleyh nutk-ı iftitahiye bir mahiyet-i siyasiyye isnad edilmiş oluyordu. Bu halde her ikisi birer vesika-i siyasiyye demekti ve bu suretle A’yan’ın ictihadına iştirak olunmuş olunuyordu. – Fakat bazılarına göre ariza-i cevabiyyeyi yazmaktan maksad ancak izhar-ı nezaket ve hürmetti; nutk-ı iftitahinin okunması da ariza-i cevabiyyenin takdimi de merasim-i teşrifattan ibaretti; hasılı ne ariza-i cevabiyye ve ne nutk-ı iftitahi mahiyet-i siyasiyyeyi haiz olmayıp vesaik-i siyasiyyeden ma’dud değildi. Bu tarz-ı tefekkür A’yan’ın nazarına külliyen ma’kus idi. Komisyonun ve onunla beraber yürüyen ekseriyetin nazarındaki bu adem-i vuzuhu ilk önce Hey’et-i Meb’usan’ın en dakık hukuk-şinası olan zat-ı muhterem halli iktiza eden bir mes’ele-i müste’hirenin vücudunu iddia ederek meydana çıkardı; mes’ele-i müste’hire nutk-ı iftitahi ve ariza-i cevabiyyenin mahiyyet-i siyasiyyeyi haiz olup olmadığının bir esas olmak üzere ta’yini mes’elesiydi. Mes’ele bu suretle bir dereceye kadar tavazzuh ettikten sonradır ki komisyon reisi teamülün nutk-ı iftitahi ve ariza-i cevabiyyeyi sırf merasim-i teşrifattan addettiğini cevaben söyledi. Lakin komisyon reisinin bu beyanatını ariza-i cevabiyyenin münderecatı tamamen tekzib ediyordu; zira ariza-i cevabiyye nutk-ı iftitahide mezkur mevadd-ı siyasiyyeden hemen cümlesine alelekser veriyordu. Hükümdarın nutku ve meb’usanın cevabı muhteviyat-ı siyasiyyeleri ile meydanda durup dururken bunlara sırf vesa’ik-i teşrifattır demek onların muhteviyatını ma’nadan ari boş laflar derekesine tenzil etmekti. Ma’nasız sözler yazmakla imate-i vakt etmeyi ne hükümdara ve ne de Meb’usan’a isnad caiz olamazdı. Maamafih gariptir ki nutk-ı kabul edilmiş gibi göründü. Böyle kabul etmiş görünmekle beraber ariza-i cevabiyyenin muhteviyat-ı siyasiyyesini kemal-i dikkatle okumaya ve hatta bazı ifadelerini sırf ehemmiyet-i siyasiyyesinden dolayı tashihe de lüzum hissolundu. Hasılı Hey’et-i Meb’usan’ın nutk-ı iftitahi ve ariza-i cevabiyyeye ne guna bir mahiyet isnad ettiği vazıhan anlaşılamadı. Bu müphemliğinin fikrimizce asıl sebebi yukarıda zikredilen mes’ele-i müste’hireden akdem diğer bir mes’ele-i müste’hirenin halledilmemiş bulunmasıdır: Hükümdar ile Meclis-i Umumi’nin vasıta-i mükalemesi olan nutk-ı iftitahi ve ariza-i cevabiyyenin mahiyyet-i siyasiyyesi olup olmadığını araştırmadan evvel hükümdar ile Meclis-i Umumi’nin ve hatta Meclis-i Umumi’yi ecza-yi esasiyyesine bit-tefrik hükümdar ile Hey’et-i Meb’usan ve A’yan’ın vaz’iyet-i mütekabilelerini münasebat-ı mütekabilelerini ta’yin etmek iktiza ederdi. Eğer Hey’et-i A’yan’ın ictihadı vechile meşrutiyet-i Osmaniyye’de hükümdarın Meclis-i Umumi mükalemesi İngiltere’de olduğu gibi bir faraziye fictiondan ibaret olarak kabul edilirse Hey’et-i Meb’usan’ın tarz-ı hareketi kavaid-i meşrutiyyetimize muhalif olmuş olur Hey’et-i Meb’usan da tıpkı Meclis-i Umumi’nin diğer kısmı gibi nutk-ı iftitahiyi kabinenin hükümdar ağzından yazılmış bir beyanname-i siyasisi olmak üzere kabul eyleyerek ona göre bir vesika-i siyasiyye Lakin bazı muharrirlerimizin zannettiği gibi meşrutiyet yek-tarz değildir. El-yevm mevcud bazı meşruti devletler vardır ki onlarda nutk-ı iftitahi ve mukabelesi sırf bir resm-i hoş-amedi ve temenni-i muvaffakıyyet ile ona mukabil arz-ı selam ve teşekkürattan ibarettir. Bazı meşruti devletlerde bu şeklin zuhuru keyfi gelişigüzel olmayıp muhit-i ictima inin te’siri neticesidir. Vakıa o memleketlerde cay-gir olmuş an’ane-i milliyye hükümdarın mevziini pek yükseklerde bulunduruyor. Hükümdara karşı velev ki yalnız me’murları olan nuzzarı muaheze kasdıyla olsun söylenecek sözler o muhit-i mahsus-ı ictima’ide hoş görünmüyor. Ve binaenaleyh ne hükümdarın nutk-ı iftitahisinde ve ne de Meclis-i Umumi’nin cevabında siyasetten asla bahsolunmuyor. Hükümdar sonra nüzzar ile daha serbest konuşmaya başlıyorlar. Bu şekl-i meşrutiyette mevki’-i hükümdarinin pek yükseklerde bulundurulmak istenildiği aşikardır. Bizim Hey’et-i Meb’usan bilhassa muhit-i millimizin te’siratından dolayı bu şekle takarrüb ettiyse de şeklin tevlid ettiği esası açıktan açığa kabule cesaret edemedi zannındayız. Eğer esası kabul etse Osmanlı meşrutiyetinde hükümdarın mevkiini kuva-yı hakimiyyeti haiz diğer anasırın mevkileriyle bir seviyede görmemiş olacaktı. Bir defa esası açıktan açığa kabul edemedikten sonra o şeklin icabatına da tamamen tatbik-i hareket eyleyemedi: Ariza-i cevabiyyesinde ma’nayı mutazammın değildir diyerek siyasiyattan bahse kalkıştı ve böylece tenakuz ve mübhemiyete girmiş oldu. Demek oluyor ki Kanun-ı Esasimizde hükümdar mevkiinin sarahatle teayyün etmemiş olması yahud muayyense bile muhit-i ictimai ve millimizle tamamen ahenkdar bulunmaması yek-nazarda ehemmiyetsiz gibi görülen ve fakat biraz ta’mik olunursa şekl-i müstakbel-i hükumetimiz için büyük bir ehemmiyeti haiz olan işbu şekil mes’elesini tevlid eylemiştir. Biz burada mes’elenin ancak vücudunu ihtar ederek biraz da tahliline çalıştık. Halli Kanun-ı Esasi’nin ıslah ve muhafazasına me’mur kuvvetlerin vazifesidir. Dumas Fils’in La Dame Aux Camélias’ını hepimiz biliriz; daha doğrusu müellifi yalnız bu te’lif-i güzini delaletiyle tanırız. Nasıl Fuzuli’nin enin-i ruh-i giryanı üç beş gazelinde duyulur; Şeyh Galib’in hüviyet-i şairiyyeti Hüsn ü Aşk’ının en parlak bir iki safhasında görülürse Dumas Fils’in kudret-i bülendi de bu eserinden anlaşılır. Sa’di ünvanlı bir hasb-i hale Dumas Fils’in eseri hakkında mütalaa beyanıyla başlamak size garip geliyor değil mi? Halbuki ben ne zaman Sa’di’yi ansam arkasından Dumas Fils’i ne vakit Dumas Fils’i tahattur etsem yanı sıra Sa’di’yi bila-ihtiyar düşünürüm. Birbirinden asırlarla dünyalarla ayrılan bu iki büyük fıtratı nasıl oluyorda yan yana getiriveriyorum öyle mi? Anlatayım? Bundan yirmi beş otuz sene evvelki rüşdiyelerimiz şimdikilerden pek çok değil biraz hallice idi. Yani o vakitler de okuturlar fakat öğretmezlerdi; şimdi de okutuyorlar fakat öğretmiyorlar. Şu var ki eskiden daha çok şeyler okuturlar ta’bir-i sahihiyle daha çok şeyler ezberletirlerdi! Biz de mektep programındaki kitaplar miyanında Gülistan’ı –beşinci bab müstesna olmak şartıyla– bab bab okumuş ezber etmiş Artık Sa’di’nin yaşını başını almış adamlar için yazdığı o muazzam eserden sekiz dokuz yaşındaki çocukların ne kadar zevk alabileceğini söylemeye hacet yoktur. Her hikayeyi okur; evvela kırık ma’nasını verir sonra tahlil-i sarfisini nahvisini yapar; daha sonra mefhumunu su gibi söylerdik. Lakin kıssadan hiçbir hisse çıkaramadığımız gibi hiçbir keyif de duyamazdık. Öyle ya! Evlerinde “Bir padişahın üç oğlu varmış...” diye başlayarak kışın uzun gecelerini cabasıyla idare eden cinli perili masalları dinlemeye alışmış kafalar iki üç satırlık hikayeden ne anlayacak! kalan bazı hikayeleri beyitleri hatırlamaya hatırladıkça o zamana kadar yabancısı bulunduğum bir neşveyi duymaya başladım. Üç beş sene daha geçince eserin büyüklüğünü hakkıyla takdir eder oldum. Ziya Paşa merhum Harabat Mukaddimesi’nde İran şairlerini birbiriyle mukayese eder de nihayet “efser-i fazilet”i Sa’di’ye verir. Merhumun bu hükmü bilhassa: Bir kimse okursa Bustan’ı Anlar o zaman nedir cihanı. Tarzındaki tavsiyesi Sa’di’nin bu ikinci eserini de okumak birçok acı fakat doğru sözler işittiğim Ispartalı Hakkı’nın “Senin için Bostan’ı okumamış olmak adeta rezalettir!” gibi tezyifleri o hevesi artık azim derecesine getirdi. Bu kitab-ı mübini kim bilir kaç defa hatmettim! O vakte kadar okumadığıma kim bilir ne kadar pişman oldum! Bostan’ın kısm-ı a’zamı birkaç beyti ancak meşgul eden küçük hikayeleri beni saatlerce düşündürürdü. Ben eserdeki azamet-i san’ati görür fakat bu san’atin sırrını bir türlü anlayamazdım. Nihayet garblıların bilhassa Fransızların edebiyatını da biraz anlamak için o lisandaki ma’ruf eserleri okurken La Dame Aux Camélias’ya sıra geldi. Müellif kitabının baş taraflarında diyor idi ki: “Hakıkat üzerinde işlemekte olduğum bu kadar ufak bir mevzu’dan o kadar büyük neticeleri çıkarmak isteyişim benim olduğuna kani olanlardanım: Çocuk küçük fakat kendisinde koca bir insan mündemic; beyin daracık lakin müfekkireyi fezaları muhit.” Şu satırları okur okumaz Sa’di’deki sır san’atını anladım: Demek büyük büyük hikmetler ibretler göstermek için uzun uzun vak’alar tertip etmeye lüzum yokmuş; her gün görülen her gün görüldüğü için hiç nazar-ı dikkati celb etmeyen hadiseler bir lehaza-i im’an önünde na-mütenahi mevzu’lar teşkil edebilirmiş! Mesela Avrupalılarca dünyaya gelen şairlerin Homer’den sonra en büyüğü tanılan Firdevsi’yi ne yapayım? Altmış bin beyitlik Şehname’si Bostan’ın yedi sekiz beyte varan iki hikayesi kadar insaniyete hizmet edebilmiş midir? Sa’di’yi çekemeyen muasırlarından biri: “İyidir ama yalnız mev’ize vadisinde güzel sözler söyler; yoksa Firdevsi gibi harb ve darb tasvir edemez.” demiş. Sa’di bunu işitince: “Ayol ben sulh adamıyım!” cevabını vermiş. Halbuki müşarun-ileyhin ceğini gösterir eserleri de yok değildir. senesi nihayetine doğru seretan-ı fekkiye yakalanmıştı. Hastalık enseye de sirayet etti. Mart’de Seyyid azim-i dar-ı beka oluyordu; cenazesi debdebe ve ihtifalat-ı layıka ile kaldırılarak Nişantaşı civarında Şeyhler Mezarlığı’nda vedi’a-i hak-ı gufran kılındı. Ekser Acemler tarafından iddia ve ekser Türkler tarafından reddolunuyor ki o mevt-i tabi’i ile ölmedi; Sultan’ın mabeyn adamlarından Ebulhüda isminde biri tarafından dudağından bir nevi’ zehirli madde ile telkıh olunmuştu ki zahiren seretana benzeyen bir halet-i maraziyye gösterdi... El-ilmü indellah! alem-i İslam’a muasırlarının hepsinden ziyade icra-yı te’sir etmiş bulunan bu büyük adamın tarik-ı hayatı pek kısa bir surette nihayet buluyordu Cemaleddin’in tarihini yazmak bu son seneler zarfında zuhur-yafte olan bütün şark mesailini bu münasebetle Afganistan’ı Hindistan’ı ve daha büyük bir derecede Türkiye’de Mısır’da Acemistan’da bilhassa bu son memalikte muhtelif suretlerde el-an bir kuvve-i hayatiyye halinde bulunan te’siratının netayicini yazmaktır. Vekayi’-i hayatının kuru bir tasviri onu bize tamamiyle gösteremez; onun meslek hayatını bi-tarafane tasvire çalışmak ve bildiğimden hiçbir şeyi gizlememek ve hepsini söylemekle beraber pekala mutmainnim ki bu babı ileriye kadar okuyan vatandaşlarımın ekseri onu gayesine vasıl olabilmek vasız ve tehlikeli entrikacı diye telakkı edeceklerdir efkar-ı siyasiyyesini ve bunları hararetlendiren derin ve ateşli tasavvuratını münakaşaya girişmezden evvel bu adamın daha sarih bir surette resmini çizmek ve bir suret-i mücmelede Meşahirü’ş-Şark nihayetinde bahsolunan hususiyyat-ı şahsiyyesine dair ma’lumat vermek isterim. O görünüşte bir Hicazlı Arap gibi parlak siyah gözlerle esmer çehreli düzgün yapılı sağlam ve tendürüst idi; kasirü’l-basar olmasına rağmen enzarı nafizdi; ve gözlük taşımak maya mecbur idi. Saçlarını kesmeyip uzun bırakır İstanbul uleması kıyafetinde giyinirdi. Pek az hatta ale’l-umum günde bir defa yemek yerdi. Hakıkı bir Acem gibi mütemadiyen çay içerdi; hatırı sayılır tütün içenlerdendi de! Hatta tütünün cinsine o kadar ehemmiyet verirdi ki ekseriya kendi satın alırdı. Birçok Asyalılar gibi büyük cigaraları ufaklarına tercih ederdi alıyordu. Kendisine Nişantaşı’nda bir ev ihsan olunmuş İstabl-ı Amire’den atlarla araba verilmişti umumiyetle gündüzleri evde oturur araba ile çıktığı zaman ekseriya yalnız Kağıthane’ye veya akşama doğru İstanbul’un sair eğlence yerlerine giderdi. Kendisini ziyarete gelenleri en mu’teberinden en adisine kadar nezaket ve insaniyetle kabul ederdi lakin bilhassa rüteb-i aliyye ashabına iade-i ziyarette terahi gösterirdi; nutkunda vazıh ve beliğ idi; ifadesi muhatabının seviye-i iktidarına göre idi; adi kaba kelimatı kat’iyyen tip sıfatıyla şarkta ancak bir misli bulunabilir. Sözlerinde daima ağır ve ciddi idi. Jestlerle havai musahabelerden hoşlaşmazdı. Hayatında pek muttakı idi; dünyanın şeylerine hiç rağbet etmezdi; tehlike karşısında cür’etkar ve bi-perva serbest ve vefakar fakat ateşin-mizac herkese karşı haluk büyüklerle olan münasebatında gayet hür bir tabiatte idi; öyle deniliyor ki Mısır’dan çıktığı zaman Süveyş’e cebleri boş gelmişti. Acem konsolosu refakatinde birtakım Acem tacirleri de beraber bulunduğu halde ona hediye veya ödünç suretiyle para teklif ettiler kabul etmedi! “Onları kendiniz nerede olsa kendine yiyecek bulur.” dedi. Kuvve-i fikriyyesi sür’at-i idraki şiddet-i temyizi o derecede idi ki insanın lakırdı söylemezden evvel ne düşündüğünü adeta okumaya muktedir gibi görünürdü; kendisini dinleyenleri teshir için şayan-ı hayret bir mıknatısiyet-i ruhiyyeye malik idi; ma’lumatı pek vasi’di; bilhassa felsefe-i kadimede felsefe-i tarihte tarih ve medeniyet-i İslamiyye’de ve bil-cümle ulum-ı sızca’yı adam akıllı bir muallim olmaksızın üç ay zarfında okuyup tercüme edecek kadar öğrendi! Arap Türk Acem Afgan dillerini iyi bilirdi. Biraz da İngilizcesiyle Rusçası var tamamiyle lakayddı; pek çok da kitap okurdu. Meşahirü’ş-Şark’taki terceme-i halin sonları tasavvurat-ı siyasiyyesini icmal ederek şu suretle neticeleniyor: “Hayat ve ef’alinin bu icmal-i muhtasarından şöyle bir fikir iktitaf olunabilir ki bütün harekatının ona teveccüh ettiği gaye bütün ümidlerinin etrafında döndüğü mihver İslam’ı tevhid etmek ve bütün dünya müslümanlarını bir halife-i muazzamanın himayesi altında bir İslam imparatorluğu dahilinde toplamaktan ibaretti buna çalışmak için bütün gayretlerini sarfetti bu gaye için dünyasını terk etti onun için evlenmedi onun için hiçbir san’ata girmedi şimdi ise ictihadında muvaffak olamadı; vefatından sonra gazetelerde ötede beride muhtelif mevzularda yazdığı makaleler hususi mektuplar ve ta’riznamelerinden bir de “Maddiyyuna Reddiyesi”nden başka efkar ve amalini tersim eden hiçbir yazılmış eser bırakmadan gitti lakin şakirdan ve muhibbanının yüreklerinde canlı bir kuvvet bıraktı onların gayret damarlarını uyandırdı kalemlerinin uçlarını keskinleştirdi; böylece bütün şark onun mesaisinden istifade etti ve hala da ediyor!” El-Menar sahibi Seyyid Muhammed Reşid Rıza Seyyid Cemaleddin’in kaleminden çıkma üç tane şayan-ı zikr vesaik neşretti ki bunlar hem müşarun-ileyhin tabiatını hem bu kitabın mevzu’-i bahsini teşkil eden Acemistan vekayiinin hudusuna olan te’siratının derecesini gösterir. Bu vesaikten birincisi Samarra mücdehidlerinden birincisi olan Hacı Mirza Hasan Şirazi’ye hitaben gönderdiği mektuptur ki bunda bu büyük hoca bütün imtiyazına karşı durarak bu suretle Acamistan’da millet veya avam-perveran ile birlikte İran kuvve-i ilmiyyesini temsil etmek için bir hatve-i teşebbüs atmaya da’vet olunuyor; diğerleri ise Ziya’ü’l-Hafıkayn namında bir Arap risale-i mevkutesine gönderilmiş Şubat ve Mart tarihli iki makaledir ki ikisi de zamanın Acemistan ahvalinden bahsediyor; naşiri bunların her birine mebzul mülahazat ilave ediyor ki bunları mektubun şeçme parçalarıyla birlikte tercüme edeceğim... Zira hepsini buraya nakletmek biraz uzun olur. “Seyyid Cemaleddin’i pek iyi tanıdım onu ve senelerinde çok kere görmüştüm. İlk defa Londra’da tesadüf ettiğim zaman senesi ilkbaharı idi; o vakit henüz Amerika’dan gelmişti; zira orada Amerika tabiiyetine girebilmek ümidiyle birkaç ay kalmıştı. Daha sonra aynı senenin Eylül’ünde bir daha Paris’te buluştuk; orada tanıdığım birkaç Mısır milletçileri ile birlikte yaşıyordu onu çoktan beri görmek istiyordum. Niyet ettiğim bir Hindistan ziyareti hakkında fikrini almam lazım geliyordu; zira oraya gitmekten maksadım Hind müslümanlarının bir cem’iyet sıfatıyla olan şera’it-i ictimaiyyelerini diğer müslümanlarla olan münasebatını hareket-i ıslahiyyeye karşı kendilerindeki name gibi bir şey almak bu suretle Hind rical-i İslamiyyesiyle görüşebilmek icab ediyordu... Bugün o zamanki ruzname sahifelerini açınca bunları görüyorum: “ Eylül – Sabuncu hususi katibim Şeyh Cemaleddin zaman üzerinde şeyh elbisesi vardı; şimdi ise İstanbulin biçiminde bir elbise giyinmiş idi. Maamafih kendisine pek de fena yakışmıyordu; birkaç Fransızca kelime öğrenmişti. Başka değişik bir şey yoktu; söz Hindistan üzerine ve benim orada müslümanlara karşı i’timad kazanabileceğime dairdi Seyyid diyordu ki “İngiliz olmanız işi bozuyor zira herkesin canı yanmış! Hafiyelerden el-aman diyor!” Kendisi bile Hindistan’da kaçmıştı; biraz nüfuz kazanabilen bir şeyh derhal tutularak keçe külah edilir veyahud şu veya şu suretle Andaman adalarına gönderilirdi; “Halk sizin onların hayrını istediğinizi anlayamayacak sizinle konuşmakta pek ihtiyatkar davranacaklardır! Fakat bunu fakir halk yapar şeyhler ve beyler değil.” dedi. Benim için Haydarabad’ı en münasib bir yer gördü; zira orada sığınacak yer çok olduğu için İngiliz Hükumeti’nden o kadar korku yoktu. Bana dedi ki “Dostlarıma hususi mektuplar oranın gazetecilerine de tavsiyenameler gönderebilir hal ve mevkiinizi izah edebilirim.” Ben ona İngiltere politikasının hal ve mevkiini anlattım dedim ki “İngiliz boyunduruğuna dayanabilmek için Hind müslümanları pek kavi bir ittihada malik olmalıdırlar.” Seyyid cevap verdi: “Eğer İngiltere’de de kendileri lehine hareket edecek adamlar bulunduğunu bilseler buna cesaret edebilirler zira onlar yalnız kendilerine lakırdı söylerlerken hiç gülmeyen me’murları görmüşlerdir.” Eylül – Sabuncu ile Cemaleddin kahvaltıya geldiler; bütün gün konuştuk... Şeyh beraberinde yazdığı mektupları getirmişti ki bunlar benim için pek büyük bir kıymeti haizdi kendi kavim ve ailesine aid mühim birtakım hususiyat serd etti. Afganlıların Sami oldukları fikrini kemal-i şiddetle reddetti. Memlekette Hindistan’ın şimal sekenesi gibi Aryaniler oturuyor dedi. Lakin kendi ailesi an-asl Araptır hatta efradı arasında eben an-ceddin lisan-ı Arab muhafaza olunmuştur; Cemaleddin Arapça’yı pek mükemmel konuşur. Tarihten de bahsetti. O zaman ona “Rüzgar ve Kasırga” namındaki şiirimi okudum. Katip Sabuncu Şeyh’e tercüme etti. Cemaleddin “Hindistan’ın felaketlerine iştirak eden bir Şeyh’in bana verdiği mektuplar çok işime yaradı gördüm ki halk arasında fevkalade bir i’tibarı vardır. Kalküta’da dimağları hürriyet fikirleriyle meşbu’ ve Panİslamizm’e bütün mevcudiyetleriyle sarılmış Hindli talebeler vardı; Hindistan’ın şimal merakizindeki keyfiyet aynı idi! Cemaleddin İngiliz idaresinin şiddetli bir muarızı idi fakat bir i’tilaf husulü kabil göründüğü zaman en küçük bir taassubu bile terk edebilirdi. Bunu’te Avrupa’ya döndüğüm zaman anladım. O ilkbahar onu tekrar Paris’te buldum. Dostum Şeyh Abduh ile birlikte Rue des Rozes sokağında bir evin en üst katında Urvetü’l-Vüska ceride-i Arabiyyesine idarehanelik hizmetini gören sekiz kadem murabba’ında ufacık bir odada yaşıyordu. Hindistan seferimdeki muvaffakıyetimden pek memnun rica etti; o zaman General Gordon’un Hartum me’muriyeti dolayısıyla İngiltere ve Mısır’da büyük bir heyecan vardı; Mehdi’ye bir hey’et-i sulhiyye gönderilmesi bu suretle Gordon’un geriye çekilmesi için kendi nüfuzundan istifade olunmasını teklif ettim derhal böyle bir tasavvura yardıma rıza gösterdi; yalnız İngiliz Hariciye Nezareti’ne emniyeti yoktu. Bu babda Gladstone ile görüştüm; o da mes’eleyi hüsn-i rızasıyla telakkı etti; o kadar ki iş kabineye arz olunacak kadar ehemmiyet kesb etti. Lakin işin sulhen halli tarafına Foreign Office yanaşmak istemiyordu ve teklif reddolundu. Ertesi sene’de Gladstone nezaretten çıkıp da dostum Lord Randolph Churchill Hindistan müsteşarlığına ta’yin olununca derhal Cemaleddin’i İngiltere ile İslam arasında bir i’tilaf akdetmek üzere Londra’ya Churchill ile müzakereye da’vet ettim; o da davetime icabet etti ve üç dört ay kadar kah Karabübet kah Londra’da yanımda misafir kaldı. O zaman onu tamamiyle tanımak fırsatına nail oldum. Onu en mu’teber dostlarımın bilhassa Churchill ve Drummond Wolff’un nezdlerine idhal ettim; ikisiyle de ne konuştukları mükemmelen mazbut bir halde hala yanımdadır; bir an oldu ki Cemaleddin İstanbul’a hususi bir me’muriyetle giden şeklinde yazılmıştır. Wolff’a refakat etmek orada Abdülhamid’in ittihad-ı İslam tarafdaranı olan mukarrebini sayesinde müzakerata icra-yı nüfuz ederek Mısır’ın tahliyesiyle İngiltere’nin Rusya aleyhine Türkiye Acemistan ve Afganistan ile ittifakı esaslarını hazırlamak gibi bir fikre düştü: Fakat bu ne bedbahtlık idi ki Wolff bile yanına Cemaleddin’i de beraber aldığından dolayı dolayı me’muriyetinde birçok müşkilata tesadüf ettiği gibi sonunda da tamamiyle sukuta mahkum olmuştur. Bu ihtilaf-ı efkar Seyyid’in İstanbul’da entrika çevirmek istediği zehab-ı umumisinden hasıl olmuş bir şeydi!.. Bunun üzerine Seyyid ne yapacağını bilmez bir halde birkaç hafta daha Londra’da kalmış sonra büyük bir perişanlıkla Moskova’ya gitmiş orada Katkov ile muarefe peyda etmiş derhal muarız ordugaha geçmiş İngiliz aleyhine bir Rus ve Türk’ün Birçok seneler Cemaleddin’i nazardan kaybettim. Nihayet kendisini Sultan Hamid’in baş gözdelerinden biri sıfatıyla çesi duvarına karşı bir yerde misafirhanede yatıp kalkıyordu; muvasalatımdan birkaç gün evvel muayede münasebetiyle Saray’da vuku’ bulan merasim-i tebrikiyye esnasında mülakat-ı Şahane’ye mazhar! olmuştu; mabeyncilerden biri onu bırakmak istemeyince Cemaleddin mu’tadı olan salabet-i tab’ıyla bir alim ve seyyid olmak haysiyetiyle herkesten ziyade o hakka malik bulunduğunu söyleyerek ileriye yürümüştür; bu mes’ele Sultan’ın nazar-ı dikkatini celb eylemiş ve onu tahtının arkasında hadım ağalarından biriyle birlikte ayakta durdurmuştur. Ben derim ki bu onun tab’ına pek muvafıktı zira o resmi şeyleri pek demokratça istihfaf ederdi zaten kendisi de İstanbul’a ilk geldiği zaman Şeyhülislam Ve’l-hasıl her ne kadar Sultan’ın gözünde ise de Hamid bütün misafirlerine yaptığı gibi bunu da sıkı bir nezaret altında tutuyordu . da kızım da beraber bulunuyordu; bizi gördüğünden dolayı pek ziyade mahzuz oldu; zaten bütün bütün bir oda işgal ediyordu; etrafında hepsi de ilmiye sınıfından birçok dostları vardı. Bizi görünce derhal istikbalimize koştu; beni iki yanağımdan öptü; kızımı merasim koltuklarından birine oturttu; bize kahve çay ikram etti; ve oturduğumuz müddetçe –her zamanki mu’tadı vechile– yarı Fransızca yarı Arapça musahabeleriyle bizi eğlendirdi! Bana kemal-i serbesti ile her şeyden bahsetti. Öyle zannederim ki öteki misafirleri yalnız Tükçe biliyorlardı. Ertesi gün Beyoğlu’ndaki otele gelerek ziyaretimizi iade etti. Sultanla görüşmemi pek arzu ediyordu ben de elime fırsat geçiremediğime pek teessüf ediyordum; lakin o zaman mülakat mes’elesi pek zordu; mabeyncilerle uzun uzadıya anlaşmak lazım geliyordu; benim ise beklemeye vaktim yoktu; çünkü Mısır’dan İngiltere’ye gitmek üzere yola çıkmıştım. birçok şeyler söyledi; orada yarı mahbus yarı misafir gibi teveccüh-i şahane nüfuzunu arttırıyordu. Hiç olmazsa ağzına mühür vurmuyordu; o her zaman serbest söylemiştir!.. Onu o vakit görebildiğime pek memnunum. Zira ondan sonra zavallı pek bedbahtane günler geçirmişti. Sultan’ın müneccim-başısı Şeyh Ebulhüda kendisine hased ederek nazardan düşürmeye muvaffak oldu. Maamafih Cemaleddin sonuna kadar Nişantaşı’nda oturdu. Benim kendi zihnimde kat’iyen şüphe yoktur ki İran şahının katlinde Seyyid Cemaleddin pekala medhaldar idi. Zira o sulu sütten bir ihtilalci değildi onun için ölümüne de zehrin sebep olduğuna mid’e bar oluyordu; lakin şurası muhakkak ki son günleri hazin oldu. Şeyh Muhammed Abduh’un söylediklerine nazaran gözden düştükten sonra dostları yavaş yavaş onu bırakarak çekildiler; Cemaleddin artık misafirhanede dostlarından kimse kalmadığını gördü; yalnız tek bir sadık hizmetçinin kolları arasında teslim-i ruh etti; bu hizmetçi bir hıristiyan yerine farkı ile Hey’et-i A’yan ve Hey’et-i Meb’usan ariza-i cevabiyye komisyonları zat-ı hazret-i padişahinin en mühim ve en ma’nidar ünvan-ı zi-şanları olan halifelik sıfatının ariza-i cevabiyyede zikrini her nasılsa unutmuş oldukları cihetle celse-i umumiyyelerinde A’yan’dan Şerif Nasır Bey ve meb’usandan Tevfik Efendi taraflarından ihtar olunup ittifak-ı ara ile zikrine karar verilmiştir. Meclis-i Meb’usan’da bunun üzerine cereyan etmiş müzakere hayli ehemmiyetli olduğu için ceride-i resmiyye-i hükumet olan Takvim-i Ve kayi ’den aynen aşağıya naklediyoruz: şu baştaki Zat-ı Hazret-i Padişahi’ye olan hitabı “şevketme’ab” ta’birini nezaket-i milliyyemizle mütenasib bulmuyorum. Biz Osmanlılar şiarından olarak daima hükümdarlarımızı büyük görmek isteriz. Vakıa her millet hükümdarını büyük görür fakat şarklılar başka türlü görür alel-husus yalnız padişah değildir. Bir de halifedir. Binaenaleyh bunun “şevket-me’ab efendimiz” suretinde yazılmasını teklif ederim. Reis – Hakkı Paşa bir “efendimiz” kelimesinin ilavesini teklif ediyor. Kabul ediyor musunuz? kabul edildi efendim. Tevfik Efendi Çankırı – Efendim şevket-me’ab efendimizin nutk-ı hümayunlarında bize hitap buyururken “muhterem a’yan ve meb’usan” diye ve fıkra-i ulası da hakıkaten diyanet-perverane bir surette yazılmıştı. Bu da gösteriyor ki padişah-ı meşrutiyet-perver efendimiz cidden meşrutiyetin nigehbanı olup şu hey’et-i aliyyeye ibraz-ı hürmet ve nezaket buyuruyor. İkincisi dahi “Bi-inayeti teala Meclis-i Milli’nin resm-i küşadını icraya muvaffakıyetinden dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena eylerim” diye halifelik sıfatını dahi bi-hakkın göstermiş oluyor. Buna karşı biz cevabımızda “şevket-me’ab” diyerekten hitap ediyoruz. Reis – “Efendimiz” dedik efendim. Tevfik Efendi – Hatta “şevket-me’ab-ı hilafetnisab efendimiz” demelidir. Çünkü zat-ı şevket-simat millet-i Osmaniyye’nin padişahı olduğu gibi bütün İslamların da halifesidir. Bunlar gösterilmek lazımdır. Kanun-ı Esasi de bu merkezdedir. Arif İsmet Bey Biga – Şevket-me’ab ta’birine “efendimiz” ta’birinin de ilavesi arzu buyuruluyor. Tevfik Efendi biraderimiz diğer bir ta’birden daha bahsediyorlar. Biz bu ariza-i cevabiyyeyi yazarken düşündük muhatabımız Zat-ı Hazret-i Padişahi’dir. Zat-ı Hazret-i Padişahi tabii aynı zamanda İslamların da halifesidir. Eğer Zat-ı Hazret-i Padişahi’ye aid olan elfaz-ı ihtiramiyyeyi uzun uzadıya burada yazmak lazım gelse “Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn Sultanü’l-berreyn ve’l-bahreyn” gibi birçok ta’biratın hepsini ta’dad etmek lazım gelir. Kanun-ı Esasi mucebince zat-ı şahane İslamların halifesi olduğu ma’lumdur. Yazsanız da halife yazmasanız da halife. Şevket-me’ab efendimiz ta’biriyle makasıd-ı hürmet tamamiyle ifa edilmiş olur. Sonra efendim rica edeceğim eğer hususat-ı sairede böyle kelimeler üzerinde oynayacak olursak beyhude vakit zayi’ edilmiş olur. kelimelerden değildir. Ziya Bey Sivas – Efendim nutk-ı hümayun birinci fıkrasının salise-i ictimaiyyesini küşad buyurduklarından dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena ediyorlar. Buna mukabil ariza-i cevabiyyede üçüncü devre-i ictimaiyyesini küşad ile iltifat-ı celil-i şahaneleriyle vayedar-ı neşat u ibtihac buyurmuş olmalarından dolayı teşekküratını arz eder. Şuraya südde-i seniyye-i mülukanelerine yahud atebe-i seniyye-i şahanelerine teşekküratını arz eder denilirse daha sarih olur. İkinci fıkraya aid mütalaatımı sonra söylerim. Bedri Bey İpek – Cümlenizin ma’lumudur ki insanlar kuvveti daima avn-i İlahi’den alır. Her şeyin kuvveti avn-i ki “hakimiyyet-i milliyyede iktisab ettiği kuvvet” deniliyor. Bunun yerine “inayet-i Sübhaniyye’ye istinaden” desek daha Ömer Fevzi Efendi Bursa – Efendim şevket-me’ab kelimesi yanına efendimiz kelimesi kabul olundu. Fakat Tevfik Efendi biraderimizin teklifi re’ye konulmadı. Madem ki Kanun-ı Esasi’mizden kaffe-i ehl-i İslam’ın halifesi ve Osmanlıların padişahı olduğunu kabul ettik. Kanun-ı Esasi’de kabul ettiğimiz bu elkabı ta’zim suretiyle buraya yazmak münasib olur. Çünkü denildi ki ariza-i cevabiyye bir hürmet-i mahsusadan ibarettir. Kabinenin icraatına tealluk etmeyecek. Sırf padişahımıza hürmet olacak. Bunun için padişahımızın bize yazdığı iltifata bakmalı ki “muhterem a’yan ve meb’usan” diyor. Padişah-ı Zi-şan tarafından bize böyle elfaz-ı ta’zimiyye ibzal olunduğu halde bizim tarafımızdan neden bu kadar hafif geçiştirelim?.. Fuad Hulusi Bey Trablusşam - ... Diğer rüfeka-yı kiram tarafından arzu edildiği vechile makam-ı celil-i hilafetpenahinin haiz olduğu sıfat-ı hilafet de ibare arasında zikrolunmak teklif ediyorum. Lütfi Paşa Gümüşhane – Diğer rüfekanın ma’ruzatını tasdik ile beraber birinci fıkrada ikinci satırda şahane ta’biri zikrediliyor. Halbuki şahane kelimesi müteaddid mahallerde zikrolunduğu cihetle birinci fıkradaki şahane kelimesinin hilafet-penahi suretine tahvilini teklif ediyordum. Reis – Zannederim hilafet hakkında sözler söylendi! Encümene havale edelim. Onlar münasib bir yerini bulurlar derc ederler. Efendim bunu kabul ediyor musunuz? Kabul olundu efendim. Bu suretle sizin de arzunuz yerine getirilmiş olur. Hilafet-penah kelimesinin münasib bir fıkraya derc olunmasını tasvib ediyor. Memalik-i İslamiyye’nin kısm-ı a’zamını zabtedip aksam-ı mütebakiyyesine diş bilemekte olan İ’tilaf-ı Müselles devletlerinin Devlet-i Osmaniyye ile iştirak-i hakıkı-i menfaatleri kabil olmadığını müslüman kardeşlerimize öteden beri acizane ihtar edip gelmekteyiz. Rical-i devlet hükumetin ef’al ve amalini sarahat-i tamme ile neşr ü i’landan münasebat-ı düveliyyeyi daima bir sütre-i muhadenet ile kapalı göstermeye meyyaldirler. Bizim hükumet de gayet haklı olarak umum devletler ile hüsn-i münasebette bulunduğunu alel-husus matbu’at-ı ecnebiyye İttifak-ı Müselles’e meyelanını miyorsa Devlet-i Osmaniyye’nin tamamiyet-i mülkiyyesine tezayüd-i kuvvet ve refahına tarafdar Avrupa devletlerinin tahmininde Sıratımüstakım hata etmiyor demektir. Meb’usan-ı muhteremenin vaz’iyet-i resmiyyeleri beyan-ı efkar ve mütalaatta hey’et-i icraiyye erkanı kadar mümsik ve muhteriz davranmalarını icab ettirmez. Her memleketin meb’usları gerek siyaset-i dahiliyye ve gerekse siyaset-i hariciyyeye dair muttali’ oldukları vekayii doğruluğuna kani’ bulundukları fikir ve mütalaaları gayet serbestane zikr ü ityan eylerler. En nazik mesail-i hariciyyeye dair Meclis-i Meb’usan kürsisinden irad olunan bir nutuk bile ancak o meb’usların ve tarafdarlarının tarz-ı tefekkürüne delalet eder. Bazen olur ki İtalya Meclis-i Meb’usan’ında İtalya’nın müttefiki Avusturya aleyhine en ağır sözler söyleniyor ve bu sözler Avusturya-İtalya ittifak ve muhabbetine bir te’sir-i amik icra etmez. Hiçbir netice-i maddiyyeyi iltizam eylemez. Fransa sosyalistlerin Rusya istibdadı Rusya ittifakı aleyhine Bourbon Sarayı’nda ittifakın akdinden beri ardı arası kesilmeksizin devam eden taarruz ve hücumları ittifakı hiç de gevşetememiştir. Ancak meb’usanın ekseriyeti herhangi bir devlet aleyhine çevrilirse ancak o zaman o devletle olan münasebata te’siri vaki’ olabilir. Pazartesi günü Meclis-i Meb’usan-ı Osmani’de siyaset-i hariciyye-i düvelden uzun uzadıya bahsolundu. Kütahya meb’us-ı muhteremi Ferid Bey İ’tilaf-ı Müselles’in menafi’ ve makasıdı menafi’-i Devlet-i Osmaniyye’ye uygun olmadığını vazıh ifadelerle anlattı. Menafi’-i Osmaniyye’nin tamami-i muhafazası İttifak-ı Müselles’e takarrüble kesb-i suhulet edebileceğini işrab etti... Bu cihetten Ferid Bey’in nazarı hükumetin Avrupaca tefsir olunan tarz-ı siyasetine muvafık demektir. Ferid Bey hükumeti ancak maksadını tamami-i te’min için vesaiti iyi ihzar edememiş olmakla tahtie eyledi. Sıratımüstakım hükumetin mesleğinden efkar-ı siyasiyyesinde yanılmadığını görerek ne kadar müftehir oluyor hib-i iktidar bir zat tarafından nazariyat-ı siyasiyyesinin sarihan te’yid olunduğunu görerek de o kadar şevk-yab olmuştur. Bina-berin meb’us-ı muhteremin nutkunun bazı aksamını kari’lerimize arz eylemeyi bir vecibe addediyoruz: Siyaset-i hariciyye olmak üzere meşrutiyetin ilanından beri yekdiğerini vely eden kabinelerin düsturunu tedkık edecek olursanız bunların daima yekdiğerine muvafık meslek ta’kıb etmekte olduklarını müşahede edersiniz ki o meslek de Devlet-i Aliyye’nin müsalemet-perver bir unsur-ı medeni olmak üzere alemde ahz-ı mevki’ eylemesine çalışmak; hiçbir zaman kendi hududları haricinde amal-i siyasiyye perverde etmemek bil-cümle devletlerle münasebat-ı haseneyi sini muhafaza eylemek cihetlerine ma’tuf bulunduğu bu siyaseti kabinemiz i’lan ettiği gibi Hey’et-i Milliyye’mizi teşkil eden Hey’et-i Meb’usan da müteaddid defalar tasvib ve tasdik etmiştir. Bizce haiz-i ehemmiyyet olan siyasetin ne suretle tatbik edilebildiğini ve acaba bu meslekte devam eden Hey’et-i İcraiyye’nin bu maksadına vasıl olup olmadığı mes’eledir. Bir meslek ne kadar sahih ne kadar salim olursa olsun eğer icraatında ve tatbikatında o mesleğin icab ettirdiği netayice vusul mümkün olmazsa faidesiz kalır. İcraatı tedkık edecek olursanız icraatte daima bazı cihetlerden bazı devletler hakkında daha ziyade bir temayül zahir olduğunu müşahede buyurursunuz. Ve bu da gayet tabiidir. Zira hükumetin beyan ettiği meslek-i diplomasi vasıtasıyla kendisinin bil-cümle devletlere karşı i’lan edeceği bir siyasettir. Fakat diplomasi alemiyle iştigal edenler bilirler. Bununla beraber devletlerin menafi’-i coğrafiyyelerinden menafi’-i mahsusalarından dolayı aralarında bir dereceye kadar mefaatleri yekdiğerine tearuz edenler bulunacağı tabiidir. Binaenaleyh hükumet şu mesleği izhar ve irae etmekle beraber Balkan siyasetinde evvel-emirde Bulgaristan ile daha ziyade hüsn-i münasebat devam ettirmek onlarla hatta mümkün bir hükumet teşkil eden Yunanistan hükumetiyle onun mukabili olmak üzere biraz daha ahval-i siyasiyyemizin burudetini siyaset bilhassa bir cihetten Bulgaristan’ın ta’kıb eylediği hatt-ı hareketten neş’et eylemiştir. Buradaki ma’ruzatı evvelemirde şu suretle arz u takyid etmek isterim ki alel-umum Balkan dahilinde bulunan ve muhtelif akvam ve anasıra mensup bulunan tebea-i Osmaniyye’nin her ne suretle olursa olsun hariçten vezan olan siyasi rüzgarlara tabi’ bulunduğunu muhalifi bir fikir der-miyan etmiş oluruz. Bu nokta-i nazardan diyorum ki alel-umum Bulgaristan siyaseti meşrutiyetın met-i Osmaniyye’yi iğfal edecek bir siyaset ta’kıbine başlamıştır vaktiyle Bulgaristan ne tasavvur ediyordu? Ta Ayastefanos Muahedesi’nden beri daima mevki’-i fi’l ü tatbike vaz’ etmek istediği büyük Bulgaristan fikrini tevsi’ için devr-i sabıkta icbar ile tehdid ile çeteleriyle bombalarıyla orada bulunan efkar-ı ahaliyi kendi lehine çevirmek ve efkar-ı ahali daha ziyade dindarane bulunduğu cihetle vesait-i ruhaniyye ve cebren ve kahren maksadına i’male etmek cihetini tasavvur ediyordu. Vakta ki meşrutiyet i’lan olundu o zaman tasavvur ettiler ki meşrutiyete muhabbet gösterirler ve meşrutiyeti aynı suretle tebcil ettiklerini i’lan ederlerse Türkler onlara bütün bu kendi matmah-ı nazarlarını teşkil eden vilayetler dahilinde daha ziyade bir serbesti daha ziyade bir hürriyet verirler ve o serbesti ve hürriyet sayesinde neşr ü metin müsavatı ve hükumetin adaleti tahtında daha ziyade neşr ü tatbike fırsat bulabilirler. İşte bu nokta-i nazardan Bulgarlar meşrutiyeti der-akab bizimle beraber alkışlamaya başladılar. Fakat icraatları hiçbir suretle bununla tevafuk etmedi. Bilakis eski programları tanzim etmek eski mekteplerini daha ziyade ıslah etmek Maarif Nezareti’nin avuç avuç gönderdiği müfettişlerin gözü önünde yine Makedonya’daki emellerini izhar ve Makedonya’daki amal-i müstakbelelerini ta’lim ve tedrisle iştigal ettiler. Biz buna karşı ne yaptık? Asıl Balkan’da siyaset-i Osmaniyye’yi tehdid eden Bulgar unsuruna karşı onların bu iğfalatına kapılarak i’lan-ı muhabbet ettik. O zaman düşmanımız tabiatı ile Rumlar oldu. Efendiler bu Rumlarla Osmanlı Hükumeti bilhassa unsur-ı ğüm ihtilafı arz etmezden evvel burada en büyük kusurun yine Rum vatandaşlarımızda olduğunu söyleyeceğim. Filhakıka yine Rum vatandaşlarımızdır ki kendi hayal-perverlikleriyle kendi siyaset-i sakımeleriyle Osmanlı siyasetini gayr-ı muhık olarak ve her ikimizin menfaatine mugayir olarak kendi aleyhlerine tebdil etmişlerdir. Sokrat’ın dediği gibi Adalar Denizi sahilinde kurbağalar şeklinde tevazzu’ etmiş olan Rum vatandaşlarımız kendilerinde öteden beri neşv ü nema bulmuş hayallerini hakıkate feda edemediler. Onlar da bizi rencide edecek cerihadar edecek harekatta bulundular. İstanbul’dan da bahsettiler. Bilhassa Rum matbuatı bu hareketleriyle hem kendi milletlerine gayet muzır bir tarik-ı siyaset tevcih ettiler hem de iki unsuru – ki Balkan’da müttehid olmaları menafi’-i hakıkıyye-i Osmaniyye’yi Halbuki Rum vatandaşlarımız düşünmeli idiler ki bilhassa şu yaşadığımız asır içinde bir milletin saadeti için tevessül etmesi lazım gelen çarelerden en birincisi vadi-i iktisadda terakkı etmekti. Onlar buna asırlardan beri alışmış bir millet ratorluğu dahilinde uhuvvetle faaliyetle kendi faaliyyet-i fıtriyyelerini daha ziyade tevsi’ ederek bu memlekete hem de kendilerine hizmet etmek tarikı mevcud iken onlar hep bu hakıkatleri terk ederek yalnız siyasiyat ile hem de vahi siyasiyat bulundukça Rumlar için daima istikbal mevcuddur. Kozmidi Efendi – Düşünüyoruz ve kabul ediyoruz. Siyasiyat-ı hariciyyemizde Osmanlı Devleti’nin diğer hududlarına tealluk eden cihetler Osmanlı kabinesinin icraatı ne merkezdedir? Meşrutiyet’in ibtidasında memleketimiz üzerinde öteden beri müesses politikaları tervic ve idame etmek sıyla hükumet-i Osmaniyye ile münasebat-ı hasenelerini kaybetmiş bulunan bazı devletlerin teşvikat ve temayülatının Osmanlı Hükumeti üzerindeki amallerinin muvafık olduğunu hiçbir zaman iddia etmeyeceğim. Bilakis belki amal-i muzırralarının sevkine tebaiyetle devam ettik. Bidayet-i Meşrutiyyet’te geçen gün ariza-i cevabiyyede de söylendiği üzere hürriyyet-perver devletlere gösterdiğimiz meftuniyet ne idi? Osmanlılar meşrutiyetin neşvesiyle zannediyorum ki siyaset-i hariciyyede lazım olan i’tidali tamamiyle kaybederek bir cihete –hatta menfaatlerini unutmak suretiyle– temayül etmeye başlamıştı. O temayülatın asarını burada da gördük. Bizim memleketimizin muhtelif sahaları bazı ecnebi devletlerin zaten oralarda mevcud bulunan nüfuzlarına terk ve tevdi’ edilmek teşebbüsatına kadar ilerilendi. Linç mes’elesini hatırlatıyorum. Irak kıt’ası ki orada Hindistan dolayısıyla İngiliz nüfuzu senelerden beri mevcud bulunuyordu. Biz orada yine Hükumet-i Osmaniyye’nin icraatını nüfuzuna mukabele etmek için İngilizlere imtiyazlar bahşetmeye kalktık. Halbuki oradaki kabileler Almanya’nın ismini bile bilmez. Fakat orada İngilizlerin nüfuzunu konsoloslarını bayrağını hatta konsolos muhafızlarını gözleri önünde gören kabail mevcud iken biz siyasetimizde bu cihetlere dostluğuyla o cihetlere kadar temayül ettik. Bendeniz hükumetin siyasiyat-ı umumiyyesini tenkıd ediyorum demiyorum. Biz bil-umum devletlerle münasebat-ı hasene perverde etmeye mecburuz. Ben demiyorum ki bu devletlerle derhal münasebatımızı burudete tahvil edelim. Fakat bizim siyasiyatımızın düsturumuzun ikinci bir şıkkı vardır ki bu da her şeyden evvel şan u şevket-i devleti menafi’-i Osmaniyye’yi muhafaza etmekti. Bu şık birinciden mukaddemdir. Binaenaleyh bu derece-i ifrata varmamalı idi. Fakat ahalimiz bu bir devlete istinad etmişti. İdare-i sabıkayı devirince onun tekmil icraatını da devirmek icab eder zannolunuyordu. Ve bunun neticesi olmak üzere bu temayülat vuku’ buldu. Fakat hükumet bunu yapmamalı idi. Hükumetin vazifesi ahalinin vazifesinden pek büyüktür. Çünkü devletin idare-i umuru onlara muhavvel ve mevdu’ idi onlar bu hareketlerinden mes’uldür. Seyyid Bey İzmir – O maziye aiddir. Ferid Bey – Efendiler eğer maziye aiddir diyerek bu gibi seyyiatımızı hatiatımızı irae ve izhar etmezsek hiçbir zaman akıllanamayacağımıza emin olunuz. Geçende Sadrazam Paşa hazretleri beyanname-i alilerinde Fransız Devleti’nden bahsettiler. Fransa Devleti’yle olan münasebatımız evvelce de arz ettiğim vechile münasebat-ı hasene olduğunu bulunduğunu söylüyorlar ve bu suretle asırlardan beri müesses bir siyaseti tervic ettiklerini ima etmek istiyorlardı. İyi biliniz ki ilk ibtida münasebat-ı hasene peyda etmeye başladığımız muz devlet ilk ibtida siyaset-i Osmaniyye’yi kendi hilelerine feda etmek kendi maksadı için Avrupa’nın içerilerinde bisud dolaştırmaktan başka hiçbir netice istihsaline bakmamış daima hilekarlığa devam etmiş ve daima kendi menfaatine menafi’-i Osmaniyye’yi mahvetmeye uğraşmıştır. Efendim bu fikirde Meclis-i Meb’usan’da kişinin içinde yalnız ben olabilirim. Fakat bu infirad hiçbir zaman hakk-ı kelamımı iskat edemez ve ben bu milletin vekili olmak haysiyeti hiç mes’uliyetinize tealluk etmez. Şimdi efendiler şu suret-i siyasetimizle hatta ifrata kadar vararak bu devletlerin bize göstermiş bulunduğu ve bu devletlerle mü’telif bulunan diğer bir devletin ki onun da siyasiyyat-ı Osmaniyye ile derece-i münasebeti ayrıca tafsilden müstağnidir. Bu mü’telif devletlerin muhabbeti ihtimal ki dikten ve sonra kendi programımız olmak üzere bil-umum devletlerle münasebat-ı hasene perverde etmeyi esas-ı siyaset vaffakıyetimizi gösteriyor... Hadim-i millet efendiler Es-selamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühu! Aziz kardeşlerim; insaniyet namına bir Allah hürmetine ma’ruzatım için mu’teber Sıratımüstakım’in bir kenarında yer vermenizi rica ederim. Biz aciziniz Devlet-i Osmaniyye tebeasından olarak Rusya içerisinde Rostov-Don şehrinde çoluk çocuk sahibi bir küçücük esnaf parçasıyız. Dört beş sene evvel’te Rusya içerisindeki ihtilalde bizim dükkanımız malımız Ruslar tarafından yağma edildi Yahudiler ile bir sırada olduğundan harab ve perişan oldu. Kıyamet gününün bir parçası gibi şiddetli tehlikeli oldu. O sırada bizimle beraber mütezarrır olan diğer düvel-i ecnebiyye tebeaları kendi konsoloslarına müracaat edip Ruslar tarafından yağma edilen malların paralarını çarçabuk aldılar. Biz de devletimizin şehbenderine bu hususta arz-ı hal verdik. Şehbender Efendi dedi ki: Oturduğun karakol idaresinden protokol yani mazbata alıp bana getiriniz. Biz de resmen protokol yazdırıp getirdik. Şehbender Efendi Petersburg’a sefire gönderdi. O günden i’tibaren hiçbir cevap falan yok. Yok yok... Ah nedir bu müslümanlar!.. Ne iken ne olmuşlar. Meskenet bütün etrafımızı kaplamış. Halis dinimiz bütün taklid kesilmiş. Hükumetimizin ulemamız bütün mukallid olmuş. Ah ah!.. Bizim nazarımızda dinsiz sayılan ecnebi devletleri kendi milletlerini muhafaza ediyorlar. Bizim hükumetimiz Şehbender Efendimiz hiç milletine nazar edip dikkat etmiyorlar. Sade pasaport parasını almaktan başka şey düşünmüyorlar. Milletin muhafazası şöyle dursun ellerinden gelse zarar yaparlar. Şahıslarından başka şey bilmezler. Menfaat-perestler siz milletvekilisiniz ne için bizi muhafaza etmiyorsunuz denilse hemen darılıyorlar. İltifat yok insaniyet yok merhamet yok bu şehbender efendiler ecnebi memleketlerinde acaba ne için oturuyorlar. Ah ah!.. Kalbim parçalanıyor. Benim için şurası zor geliyor ki iltifatsızlık gayretsizlik himmetsizlik dinsizlikle halis dinimize leke sürüp müslümanların i’tibarını eksiltmeye hariçteki İslamları Darü’l-Hilafe’den soğutmaya sebep olmuşlar. Diyelim ki devr-i sabıkta öyle şimdi niçin böyle? İstanbul’dan yeni gelmiş Şehbender Efendi’ye gittim işbu ahvali söyledim. Yine eski hamam eski tas yine eski fikir eski kafa. Milletine iltifat yok. Pasaport parasını almasını güzel bilir. Pasaportumuzu baktı cezası ile beraber altı ruble teslim ettik. Buralara şehbender efendi olarak milletini muhafaza edecek insaniyet-perver millet-perver bir şehbender efendiyi ne vakit göreceğiz? Yaş yani genç hükumetimizden millet-perver terakkkı-perver me’mur fikri açık imam gönderildiğini ne vakit göreceğiz? Ah bu belalardan ne vakit kurtulacağız? Ah bu hallere nasıl vicdan tahammül etsin?.. Donanma ianeleri her vakit insaniyet-perver adamlar tarafından millet yoluna teslim olunuyor. Biz de donanmamız gönderememizin sebebi ehl ü ıyalimiz çoluk çocuğumuzun gündelik masrafından arttıramayışımızdır. Yukarıda [beyan] ettiğim sebepten dolayı ancak geçiniyoruz. Şikayet olmasın; Allah’ın kazasına razıyız. İlla aziz milletimiz için bahriyemize yor. Ah ah ne yapalım ne gönderelim diyerek Donanma Cem’iyeti komisyon a’zalarına Sıratımüstakım vasıtasıyla iki tane eski para gönderiyorum. Üzerlerinde “La ilahe illallah Muhammedun Resulullah” yazılmış olduğundan başkaları için değersiz olsa da benim kendim için şu kelimelere nazaran pek kıymetli paralarımdır. Kalbimden halis sevdiğim yegane mamelekimi donanma ianesi için gönderiyorum. Yerine teslim etmenizi rica ederim bundan sonra hükumet bizi muhafaza ederse biz de hükumete yardıma hazırız. Müdir Eşref Edib Efendim Allah rızasına Peygamberimiz hürmetine halis dinimiz hürmetine i’lan ediniz azizim. Yazmaya muktedir değilim; fakat mecbur olup yazdım. Afv ediniz kalemimi yürek kanıma batırıp yazdım. Bu mektuba yazılmış gönderilecek paraları Rusya postası kabul etmedi şunun için elimizde kaldı kolayını bulursak göndereceğiz. Sıratımüstakım – Bu saf ve samimi satırlara bir şey diyoruz. Es-selamü aleyküm! Çocuklarımızın hal-i hazırımızla mütenasib sade bir lisan muhtaç oldukları müsellem-i enamdır. Bu ihtiyaca doğru atılmış lim Sabit Efendi hazretlerinin te’lif buyurdukları Ameli İlmi hal ’in bura zükur ve inas mekteplerinde vücudundan eser bile yok. Din-i celilimizce mühim böyle bir eser mercilerinin tasdik ve tasvibini haiz olduğu halde Maarif-i Umumiyye Nezareti’nin taht-ı mes’uliyyetinde olan mekteplerimizde hala şunun bunun ilm-i halleri okutturulmasına bilmem ki ne demeli?! Biz zannetmeyiz ki İstanbul ve taşra maarif nezaretleri ve Bab-ı Celil fetvaları ayrı ayrı olsun. Binaenaleyh merciinin nazar-ı dikkatini celble Ameli İlmihal’in ta’mim-i tedrisi esbabının istikmaline sarf-ı himmet buyurulması müsterhamdır efendim. Siyaset-i hariciyye müzakere olunurken Hükumet-i Osmaniyye’nin siyaset-i hariciyyesinde “bil-umum devletlerle hüsn-i münasebet ve muhadenet” düsturu esas olarak hemen bütün meb’uslar tarafından kabul edildiği halde bazı meb’uslar bu düsturun haricine çıkmamak üzere mevcud zümrelerden birisine temayül mümkün ve hatta müfid olacağını Bey İttifak-ı Müselles’in menafiini menafi’-i Osmaniyye’ye muvafık gördü. Daha doğrusu İttifak-ı Müselles’in makasıd ve menafii Osmanlı Devleti’nin mesail-i hayatiyyesinde lehimize olmadığını anlattı. – Zohrab Kirkor Efendi ise bilakis başlarında İngiltere olan İ’tilaf-ı Müselles’e doğru temayül eyledi. Mihran Efendi’nin sahib-i imtiyaz ve müdiri bulunduğu Sabah ceride-i Osmaniyyesi D . K . imzalı baş makalelerinde aylardan beri siyaset-i hariciyye-i Osmaniyye’nin pek sıkı bir bi-taraflık une stride reutralité muhafazasına tarafdar olmadığını yazageldiğinden bit-tabi’ bu fırsattan bil-istifade derhal “Harici Politikamız” diye bir baş makale ile söze karıştı. Yine nihayetine D. K. imzası mevzu’ bir makalede Ferid Bey’le Zohrab Efendi’nin İttifak tarafdarı oldukları izah edildikten ve Sadrazam Paşa’nın beyanatına rağmen Devlet-i Osmaniyye’nin siyaset-i kadime ve tarihiyyesi bir siyaset-i bi-tarafi değil belki bir siyaset-i i’tilaf bir siyaset-i mevcud iki büyük hey’etten hangisine yakınlaşmak “Bizce daha büyük bir emniyet husule getirebilir?” mes’elesinin tedkık ve münakaşasına girişilerek şöyle deniliyor: “Dün Meclis-i Meb’usan’da Ferid Bey bir nazariye teşrih etti: Mevki’-i coğrafiyi nazar-ı dikkate alması neticesi olmalıdır ki donanmamızın Balkan politikasını ve siyaset-i umumiyyedeki vaz’ını yekdiğerinden ayırarak tedkık etti; bu nazariyede biraz daha ileri giderek bakan Bahr-i Sefid Anadolu hududu Bahr-i Ahmer ve Basra Körfezi işlerini ayrı ayrı tedkık edenlerimiz dahi vardır. Burası ictihada merbut bir maddedir. Zann-ı acizaneme kalırsa bütün bu muhitlerdeki hukuk ve menafiimizin masuniyeti başka başka tertibat-ı siyasiyyeye değil hey’et-i umumiyyesi i’tibariyle bir politikaya merbut olmalıdır. Hatta hariçle iktisadi ve mali münasebatımızı bile siyaset-i umumiyyemize rabt etmek mecburiyetindeyiz. Vakıa Bahr-i Sefid’deki hukukumuz bir tertibe Balkan muhitinde istatüko diğer bir tertibedir. Basra Körfezi’ndeki mevkiimiz de üçüncü bir tertibe rabt edilirse her birinden daha büyük faideler husul-pezir oluyor gibi görünür. Fakat bu mevzii tertibler büyük sadmelere dayanamazlar hariçten vaki’ olacak ilk ciddi hamle karşısında kül gibi dağılırlar. Her muhitte yahud hayat-ı milliyyemizin her safhasına aid işde muhal kabilindendir. Emin irtibatlar nisbeten az faideli ise de kendimizi aldatmamak için böyle umum siyasetimizi – hukuk ve menafiimizin hey’et-i umumiyyesini– ihata eden Bu esaslar kabul edildiği halde mes’ele şu suale inhisar eder: El-yevm mevcud iki büyük hey’etten hangisine yaklaşmak bizce daha büyük bir emniyet husule getirebilir? Kariin-i kiramın “Hukuk ve menafiimizin hey’et-i umumiyyesi ta’birinin ta’mik ettiği ma’nayı nazar-ı dikkate alarak tedkıkata girişmelerini rica ederim; o halde Kütahya meb’us-ı muhteremiyle hem-efkar bulunmakta beni ma’zur görürler.” Muharrir efendinin en ziyade nazar-ı dikkat-i kariini celb etmek istediği “hukuk ve menafiimizin hey’et-i umumiyyesi” maddesini pek çok evirip çevirerek düşündük. Fakat bir türlü D. K. Efendi’nin Kütahya meb’us-ı muhteremi ile hemefkar olmamaktaki ma’zeretinin sebebini anlayamadık. Siyaset-i Osmaniyye önüne hallolunmak için mevzu’ mesail-i diplomatikiyyeyi tefrik etmeksizin En bloeda piş-gah-ı mütala’amıza aldık; lakin böyle bir kavrayışlı nazarda bize “hürriyyet-perver devletlerin” Bahr-i Sefid’deki hukukumuza mevkiimize Rusya’nın Karadeniz havzasındaki Balkanlardaki Boğazlardaki vaziyetimize hayır-hah olduklarını göstermemekte neticesidir. Pek medidü’l-basar olduğu “teammük eden gibi ma’nalı ta’birler isti’maliyle isbat eden D. K. Efendi hazretleri nafiimizin hey’et-i umumiyyesinin” müdafaa ve muhafazası mümkün olacağını şerh ve isbat eylese kariin-i kiram kendilerini ma’zur gördükten başka birçok kimseler de fikr-i saiblerine mize cidden muvafık bir cereyan-i fikri hasıl olmuş olurdu. Jön Türk refik-ı muhteremimiz A.A. imzalı gayet samimi ve vatan-perverane bir makale ile siyaset-i Osmaniyye’ye ecnebi nüfuzunun yalnız nüfuzunun değil takdiratının bile karışmamasını karıştırılmamasını şiddetle talep ediyor gayet haklı olan bu mütalebatı izhar ve aks-i halde memleketimizin maazallahu Teala uğrayacağı afat ve devahiyi “Muhterem Edirne meb’usu Rıza Tevfik Beyefendi nutuklarında buyurdular ki: “Lehistan’ın da bir meclis-i meb’usanı vardı!..” Evet Lehistan’ın da bir meclis-i meb’usanı vardı. Ve bu meclis-i meb’usan nihayet Lehistan’ın başına afet oldu şanlı ve necib Leh milletinin üzerine hala kurtulamadığı dahiye-i taksimi getirdi. Zira o meclis te’sirat-ı ecnebiyyeye ma’ruz mes’uliyyete güvenerek vatanlarının menafi’-i hakıkıyyelerinden ziyade ecanibin faidesine hizmet ediyorlardı. Bu suretle Lehistan’ın Meclis-i Umumi’si ecanibin elinde oyuncak olmuştu Lehistan Meclisi umur-ı memleketin darü’l-meşvereti olmaktan ziyade ecnebi entrikalarının meydan-ı müsara’ası olmuştu. yaseti yoktu. Hemen daima te’sirat-ı ecnebiyyeye kapılıyordu. Lakin eski idareyi deviren yeni Türkiye’nin vatan-ı mu’azzezimizde her türlü te’sirat-ı ecnebiyyeyi kökünden söküp atması lazımdır. Bu Türkiye için bir hayat ve memat mes’elesidir zira usul-i meşrutiyyet fevkalade nazik bir makinedir. Eğer bu makinenin çarhları arasına gayet küçük bir nüfuz-ı ecnebi parçası sıkışıverirse Huda-nekerde bütün makine bozulur ve memleketin hayatı münkati’ olur. Bu cihetle muhterem Rıza Tevfik Bey’in ihtarı şayan-ı teşekkürdür.” Bu mukaddimeden sonra A. A. Bey Edirne meb’us-ı muhtereminin istikraz ve Rıza Nur Bey mes’elelerini ecanibin ne dedikleri ne diyecekleri nokta-i nazarından tedkıkine le diyor: “Menfi babalarımız” “kaybedilmiş hüsn-i teveccühler”den pek müteessirdirler o hüsn-i teveccühlerin iadesini temenni ediyorlar; lakin o hüsn-i teveccühlerin menafi’-i memlekete uygun olup olmadığını hiç müzakere etmiyorlar en çok endişeleri “Acaba hudud haricinde ne denilecek?” mes’elesidir. Bu halet-i ruhiyye fena ve tehlikelidir. Meclis-i Umumi’mizde en ziyade düşünülecek şey ecanibin ne diyeceği değil memleketimizin hakıkı menafiidir.” Jön Türk’ün bu mütalaatına fart-ı hamiyyeti milliyyetperverlikteki şiddeti ma’lum olan Tanin refikımız iştirak etmemezlik edemezdi; hemen karıştı: “Siyaset-i dahiliyyemizle siyaset-i hariciyyemizin şiddet-i irtibatını tasdik etmekle beraber hiçbir zaman kabul etmeyeceğimiz bir nokta vardır ki o da siyaset-i dahiliyyemizi tenkıd ederken ecnebilerin fikirlerini medar-ı isbat olarak zikr ü beyan etmektir. Rıza Tevfik Bey’in hiss-i hamiyyeti buna mani’ olacağına kaviyen kani’ olduğumuz halde bir kısım muahezatını bu suretle yürütmüş olmasını hararet-i mübahase arasında bir eser-i zühul olarak telakkı etmekte muztarrız. Siyaset-i dahiliyyemiz bizimdir. Buna bir ecnebinin müdahaleye hakkı yoktur. İstersek fena yaparız istersek nasında birbirimize fena yaptınız! Çünkü falan ecnebi böyle diyor sizi takbih ediyor demeye dilimiz varmamalıdır. İstikrazı yapmadık da Fransa’yı darılttık tarzındaki hücumları bir Osmanlı Meclis-i Meb’usanı’nın şan u haysiyyetine hiçbir vechile layık göremeyiz. Bir millet bit-tabi’ öteden beri sevdiği hürmet ettiği diğer bir hükumeti darıltmamalıdır. Fakat bundan evvel düşüneceği bir nokta daha vardır ki o da kendi şeref ve haysiyet-i milliyyesidir. Bunu müdafaa umumen tahsin ü takdir edilmek lazıme-i hamiyyettir.” Söylemeye hacet var mı? Sıratımüstakım gerek A. A. Bey’in gerekse Hüseyin Cahid Bey’in pek musib olan şu mütalaalarına tamamiyle iştirak eder. El-Liva refik-ı muhteremimiz İngiltere Başvekili’nin İran hakkındaki nutkunu hülasaten söyledikten sonra diyor ki: Siyasi olmasa dinleyenleri mutlaka güldürmesi tabii olan bu gibi nutuklara şaşmamak elimizden gelmez. Görgüsü aklı az olan bir adamın etrafına siyasi tuzaklar nasıl kurulur; biz pekiyi biliriz. Zaten İngilizler bizim zavallı memleketimize de aynı sözleri söyleyerek girmişlerdi. İşte lar. Acaba İranlılar da bizim aldığımız nasibi mi alacaklar?.. Bir memlekete ecnebilerin emriyle hareket eder bir zabıta girer de bu hal o memleketi istila için mukaddime olmaz mı? Balkan mes’elesi gözümüzün önünde duruyor. Eğer Cenab-ı Hak devletin imdadına yetişerek i’lan-ı hürriyyet eden o hamiyetli kahramanları yaratmış olmasaydı bugün Makedonya ya i’lan-ı istiklal edecek yahud komşu hükumetler tarafından taksim olunacaktı. Bugün İran umur-ı idare ve zabıtası İngiliz zabitlerinin elinde bulunursa nasıl olur da buna müdahale denilmez? Tabii bunlar uzun etekli lüzumunda istenildiği gibi te’vil edilir birtakım kavanin-i idariyye de vaz’ edecekler. Dünyada hangi millet vardır ki kendi umuruna bir ecnebi tarafından karışılmasını müdahale telakkı etmesin müdahale edenleri su’-i niyyet ashabından görmesin? Ba-husus menfaat-i hususiyyenin ma’bud addedildiği böyle bir devirde ki bulsalar maksadlarına vusul için bütün insaniyeti koyun boğazlar gibi boğazlayacaklar! geçmeyecek olursa İngilizlerin kendi menfaatlerini himaye velce i’lan ettikleri hüsn-i niyyetle te’lifi gayr-ı kabil garip bir tehdiddir. Evet İngiltere cidden İran’ın menfaatini istiyorsa Tahran Hükumeti’ni böyle tehdide müracaat etmeksizin de iktina’ edebilirdi. Kavinin zaife karşı kullanacağı lisan-ı tehdid aşikar bir adavetten başka bir şey değildir. Bunun için İranlılar ma’zurdurlar. Kendilerini nasıl levm edebiliriz?.. El-hasıl İngiltere Başvekili’nin nutku zahiren vaadi lakin batınen tehdidi mutazammındır. İranlılar iyi düşünsünler. Devlet-i Osmaniyye: – Necef-i eşreften atideki telgrafnameyi alarak kemal-i sürur ile okuduk: Muhammed Rahim Belbele Bad-Kubeli Muhammed Rahim Efendi gibi hakıkı mücahidin alem-i tilaf ve za’f-ı müslimin zail olarak onların yerine ittihad ve kuvvet-i muvahhidin hasıl olur ve bu sayede alem-i İslami rikabını fekk ile istiklalini bulur. Allah mücahidin-i İslamiyye’yi azminde kavi makasıdında muvaffak bi’l-hayr eyleye! – Iyd-i Adha münasebetiyle zebh edilecek kurbanlar esmanının donanma-yı Osmani zebh-i kurban sakıt olup olmayacağı hakkında vaki’ olan istifta üzerine fetvahaneden verilen müzekkerede udhiyede vacip olan eyyam-ı nahrda iraka-i dem olup bu da halis hakkullah olduğu cihetle zebh etmeksizin kurbanın aynını veya bedelini tasadduk vacibi iskat etmeyeceği ve ancak zebh edilerek vacib edadan sonra cülud ve lühumunu ve ol cülud ve lühum bedellerini ve vacib olmayıp müteveffa ebeveyn ve akraba ve teallukat ve ehibbaya veya suver-i saire ile tatavvu’an zebh edilecek kurbanların kezalik bedelatını emr-i hayr-ı mezkura i’ta caiz ve meşru olduğu ve üzerine zebh-i kurban vacib olup da eyyam-ı nahrde vacibi eda etmeyip kasden vaktini fevt eden gani kimselerin zebh edeceği kurbanın bedelini tasadduk etmesi lazım olacağı ve maamafih vacibi vaktinde ifa etmediğinden naşi ol kimselerin günahkar ve asim olacakları ifade edildiği Bab-ı Meşihat-i Ulya’dan bildirilmiştir. – Ba’dema Tunus’tan sair memalik-i Osmaniyye’ye vürud edecek bil-cümle eşyadan meclis-i mahsus-ı vükelaca verilen karar mucebince yüzde on bir gümrük resmi alınması daire-i aidesine tebliğ edilmiş ve ta’mimen me’murin-i rüsumiyyeye iş’ar-ı keyfiyyet edilmiştir. Bu havadisi Sabah gazetesinden aldık. Hükumet Tunus hakkında Fransa ile hiçbir müzakere cereyan etmemiş olduğunu “statüko” muhafaza edildiğini üç gün evvel Meclis-i Meb’usan’da Hariciye Nazırı’nın ağzıyla resmen beyan etmişti. O halde bu tehavvül ne oluyor? – Bazı meb’usan hükumat-ı Osmaniyye’nin Trablusgarb’daki faaliyet-i iktisadiyyemizden adem-i emniyyet izhar eylediğini burada söylediler. Hükumet-i Osmaniyye bu adem-i itmi’nanı redd ü tekzib ediyor. Böyle bir adem-i emniyyetin vücuduna sebep olmak üzere Trablusgarb’daki faaliyetimizin memalik-i Osmaniyye’nin aksam-ı sairesinden fazla olduğu gösteriliyor. Bu faaliyet-i sini ümid eylerim. Arzumuz Hükumet-i Osmaniyye’nin tamamiyet-i mülkiyyesini muhafaza etmek ve Trablusgarb’ın daima Hükumet-i Osmaniyye’ye tabi’ olduğunu görmekten hasebiyle buraya sair ecnebi nüfuzunun adem-i duhulü bizim için lazımdır. Diğer taraftan Trablusgarb terakkıyat-ı mütemadiyyeye mazhar olan Tunus ve Mısır arasında bu lunduğundan menafi’-i servetinden istifade etmeksizin hal-i hazırıyla kalamaz; terakkı ve tekamül etmesi lazımdır. Biz bu terakkı ve tekamülün Osmanlı sermaye ve mesaisi ile vukuunu arzu eder yalnız memalik-i ecnebiyyeden gelecek muavenetler arasında İtalya’nın da müzaheratı bulunmasını Rik’a yazılı satırlar dikkatli okunsun. Meclis-i Meb’usan’da bu mes’ele mevzu’-i bahs olduğu zaman Hariciye Nazırımız “Hukukumuza mugayir bir şey söylenilmedi” buyurdular. Haydi diyelim ki öyle olsun. Sadrazam Paşa hazretleri daha ileri giderek “Tunus”ta İtalyanların çokluğunu faaliyyet-i iktisadiyyelerini anlattılar. Bu ne demekti bilemeyiz: Eğer Tunus bizim ise bir misal-i mukni’ olamaz; eğer Tunus’ta fiilen mevcud hukuken mefkud Fransa himayesini o zaman sorarız; Acaba Marquis de Saint Giuliano Cenabları “Tunus” hakkında “Montecitorio” kürsisinden “Bu memlekete ahval-i coğrafiyyesi hasebiyle bizden gayrı ecnebi nüfuzunun adem-i duhulü bizim için lazımdır. – Cezair ve Trablus arasında bulunduğundan hal-i hazırıyla kalamaz...” diyebilirler mi? Türkistan: – Hive Hanı Muhammedü’r-Rahim Bahadır Han’ın vefatını ve yerine kaim olan mahdumu İsfendiyar Bahadır Han hazretlerinin terakkı ve dar eylemiş olduğunu evvelce yazmıştık. Vakit refikımızın son gelen nüshasında Han hazretlerinin tahta ku’udunu tebeasına fermandan İsfendiyar Han’ın cidden memleketin terakkı ve tealisini ister ahval-i alemden haberdar münevverü’l-fikr bir zat olduğunu istihrac kabildir. Ferman şöyle başlıyor: “Her şeye kadir ve her şeyden yüksek olan Cenab-ı Allah’ın merhameti sayesinde biz babalarmızın tahtına oturduk. Bina-berin Cenab-ı Allah’a şükren halkımızı mes’ud edip Allah’ın emrini yerine getirmiş olmak için biz memleketimizde ahkam-ı şer’iyyeyi tahkim etmeyi kendimizin adil bir hakim olmamızı ve halkımız üzerine yüklenmiş ağır ve yolsuz nizam ve kaidelerin lağvını lazım görüyoruz. Ahaliyi mes’ud edecek adaleti cay-gir eyleyecek ziraat ve ticareti terakkı ettirecek tedabire tevessülle onları kuvveden fiile çıkarmak şetini ıslah edebilecek yeni tertip nizamlar vaz’ etmektir. Bu maksada erişmek için hanlığımızın hayat ve maişetine alakadar olan adamları ba-husus erbab-ı şeriati müfti kadı ve reisleri ve büyük me’murları bana muavenete da’vet ediyorum.” Bu umumi mukaddimeden sonra Han hazretleri hazine hesabına fukara-yı ahaliye öteden beri tahmil edilmiş olan angaryayı ve angaryacıların hizmet-i bedeniyyeden başka hazineye vermekle mükellef oldukları senevi kuruş mikdarı vergiyi ilga ediyor. Kezalik memurinin halkı icbar ettikleri bila-bedel hizmeti kaldırıyor. Memurinin yalnız maaşlarıyla malarını da emrediyor. Sonra vergilerin muvafık-ı adl ü insaf olarak tevzi edileceğini umur-ı nafia ile uğraşılacağını vaad eyleyerek icraatı vezirine tahmil ve “Cenab-ı Hak alem-i İslam’ı makasıd-ı hayriyyesine eriştirsin!” duası ile fermanına nihayet veriyor. Biz de tarafımızdan Han hazretlerinin duasına kemal-i hulus ile “amin” deriz... – Hudud civarında dolaşan İran kabailinin Osmanlı toprağına tecavüzlerine mani’ olmak için hudud bekleyen Osmanlı askerinin arttırılmasına karar verildiğini gündelik gazeteler yazıyor. – Salmas ve Urmiye civarında İranlı ve Osmanlı kardeşleri birbirlerine düşürmek üzere Ruslar ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Bazı vekayi’-i mü’essifeyi geçende yazmıştık. Bu hafta zarfında Petersburg Ajansı ’nın dağıttığı telgrafnameler Osmanlıları müstevli ve İranlıları Osmanlılardan bizar göstermek istiyorsa da bütün bu haberler Rusların askerlerini İran’da tutmak ve İran ile Devlet-i Aliyye arasını açmak için uydurdukları şeylerden ibarettir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Aralık Beşinci Cild - Aded: Ey ihvan-ı din! İslam güneşinin ilk doğduğu şu makam-ı mukaddesi ziyaret için dünyanın her tarafından toplanan cemaat-i müslimin! Biliniz ki yeryüzünde mevcud milyonlarca ehl-i İslam’ı yekdiğerine bağlayan rabıta kalplerini birleştiren nazarlarını bir noktaya cezb eden kuvvet hiç şüphesiz “uhuvvet-i İslamiyye”dir; o uhuvvet ki Kur’an-ı Kerim onu te’yid ile amirdir. Binaenaleyh böyle mübarek bir günde böyle mukaddes bir makamda bu emr-i celil hakkında ne söylense azdır. Kardeşliğimiz kesb-i samimiyyet ettikçe hayatımız kuvvet bulur; rabıta-i uhuvvetimiz gevşedikçe izmihlalimiz baş gösterir. Şu halde bugün en ziyade çalışacağımız şey müslümanlar arasındaki kardeşliği te’yid ve takviyedir. Zira ancak o sayede felah bulabileceğiz. Onun için kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkatinizi celb ederim. guş-i can ile dinleyenler me’muldür ki mazhar-ı felah olurlar… Bilelim ki: Ber-mukteza-yı hikmet-i Rabbani avalimde zuhur eden inkılabat ümmetlerin ahvalinde vukua gelen tebeddülat şu sahra-yı acayib-i cihanda la-yenkati’ yekdiğerini ta’kıb eden bu kadar müteselsil garip vekayi… Hakıkaten hayret-bahşa-yı ukuldür. Bilhassa bizim şu son vakitlerde birkaç sene zarfında başımızdan geçen vukuat ve ahval… Ki fikr ü mülahaza edecek olursak kan ağlamamak mümkün değil!.. Nasıl girdablara doğru yuvarlanmakta olduğumuzdan haberimiz yoktu uzun ve karanlık bir gecede yolunu şaşırmış avareler gibi gittiğimiz yeri bilmiyorduk. Fakat elhamdülillah bu akabatı atlattık; bu elemli bu korkunç zamanlar bu hayat ve memat dakikaları geçti şimdi biz onları gafletle mali sevabık-ı ahvalimizin netayicinden terakkıyat-ı atiyyemizin mukaddematından sayalım da bütün o geçmiş hataları unutarak bütün o büyük kusurlardan günahlardan tevbe ederek kaffe-i muamelat ve tedabir-i umurumuzda kanun-ı hikmet-i İlahiyye üzere kurulmuş şeriat-ı garra-yı Ahmedi ve urve-i vüska-yi Muhammedi’ye temessük edelim sarılalım. Kat’iyen bilmeliyiz ki terakkı edebilmek evc-i şan u şevkete yükselebilmek düşmanların şerrinden tecavüzünden kurtulabilmek beynimizde muhkem bir uhuvvetin samimi bir muhabbetin vücuduna vabestedir. Eğer böyle maddi ve ma’nevi bir rabıta-i kaviyye bulunmazsa ne kadar akil ve müdebbir bir insan ne kadar mübeccel bir kavim olursa olsun yalnız kalınca tefrikaya düşünce değil bir devletin umurunu çevirmekten aciz kalacağı gün gibi aşikardır. Avrupa hükemasından ve meşahir-i siyasiyyunundan biri bizim fariza-i haccı ifa için bütün aktar-ı arzdan gelip Mekke-i Mükerreme’de ictimaımızı muhakeme muvazene ederek demiştir ki: “Eğer ehl-i İslam eda-i hac maksadıyla vuku’ bulmakta olan ictimalarından bi-hakkın istifade edeydiler dünyada İslam milletinden başka bir hükumet tasavvur olunamazdı.” Her ne kadar aramızda şu ictimaın esrar ve menafiinden gafil ve cahil bazı kuteh-bin: “Bu kadar zahmet ve meşakkatlere katlanarak hac etmede ne faide vardır?” gibi sözler ler akval-i hükema ve efkar-ı ukala ile muvazene olunur ise zerre kadar i’tibar ve kıymeti olmadığı tezahür eder. Ey istitaat-i mal ü bedene malik fikr ü basiret ile rah-ı Hakk’a salik muhterem kardeşler! Ey fedakaran-ı İslam ey Hak yolunda canlarını mallarını feda eden bu kadar zahmet ve meşakkatleri ihtiyar eden dağları deryaları geçerek şu makam-ı mukaddesi ziyaret için bütün aktar-ı arzdan koşup gelen hüccac-ı zevi’l-ibtihac! Ey ihvan-ı din-i mübin! Sizler ki herbiriniz cema’at-ı muvahhidin ve milel-i muhtelife-i müslimin tarafından birer meb’us-ı murahhas meziyetiyle ser-firaz hamiyyet-i milliyye ve sadakat-i diniyye ile mümtazdır; bugün şu ictimaın sırr u hikmetini takdir ederek rabıta-i uhuvvet ve ittihadı dakika fevt etmeden vücuda getirmeye bezl-i himmet ü makderet etmek her biriniz için farzdır. Saniyen: İdare-i meşruta-i şer’iyye müessisi Halife-i Resul-i Rabbü’l-alemin Emirü’l-Mü’minin Hadimu’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn şevket-simat Efendimize kendiniz tarafından asaleten kavm ü kabileniz tarafından vekaleten itaat ve sadakat-i diniyyede bulunmak vacibdir. Salisen: Herkes kendi iktidarı derecesinde ber-muktezayı hamiyet-i İslamiyye ve gayret-i milliyye izhar-ı mürüvvet diyyede bulunmak lazımdır. Rabian: Bu vazife-i mukaddesenin ehemmiyyet-i diniyye ve dünyeviyyesini nazar-ı i’tibara alarak umum ehl-i İslam’ın hayat-ı maddiyye ve ma’neviyyesine hizmet emeliyle halimizi istikbalimizi düşünerek basiret gözlerimizi açarak fikirlerimizi tedavüle kusurlarımızı yekdiğerimize ihtara çalışmak en mühim vazifemizdir. Her ne kadar gerek burada bulunmak şerefine mazhar olanlardan ve gerek din kardeşlerimizden uhuvvet ve ittihad-ı olunamaz ise de bu muhterem millet-i necibeyi hiçbir zaman gevşemesine meydan vermemek için gece gündüz çalışmak kar-aşina umeramızın hamiyetli ayan ve eşrafımızın vazife-i mukaddeseleridir; daima onlara va’z u nasihat ederek yol göstermek uhuvvetin menafi ve fevaidini anlatmak ulemayı fiham ve huteba-yı kiram hazeratının vecibe-i diniyyeleridir; ümmetin ihtiyacatını te’min için icab eden muavenat-ı nakdiyyeden geri durmamak dinini takdis eden milliyetini muhterem tutan her ferdin seve seve ifa edeceği bir borçtur. Delail-i akliyye ve nakliyye ile müberhendir ki bizim camiler mescidler ve tekkelerimiz Cumalar ve cemaatlerimiz efrad-ı ehl-i İslam’ın ictimaları ulema-yı fihamın müzakere-i mahsusaları ve pişvayan-ı ümmetin akd-i encümen etmeleri Bütün lisanlardan sadır olan “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” lafz-ı mübarekinden dahi ma’lumdur ki bizim gerek bu makam-ı mukaddeste ve gerek sair zaman ve mahalde gaye-i amalimiz hedef-i kalbimiz birdir bizim her sene buraya toplanmamızdan maksad o evamir-i Sübhaniyyesini yerine getirmek teali-i İslam gibi bir semere-i celile ve faide-i muaccele vücuda getirmek milel-i muhtelife-i İslamiyye arasındaki her türlü ihtilafat ve münazaatı tefrikaları ber-taraf ederek yeryüzünde mevcud bütün ehl-i İslam’ı yekvücud bir hale getirmektir. Yalnız hacc-ı şerif değil belki kaffe-i evamir-i İlahiyye bizleri ittifaka tefrikadan ictinaba ahd ü misakımızı teşyide delalet etmektedir. Dünyevi uhrevi esbab-ı necatımızı te’min her türlü fevahiş ve münkerattan men’ eden namazı ve sair erkan-ı İslamiyye’yi mülahaza edecek olursak herbirinde nice nice mezaya-yı ilmiyye münceli olduğu herbirinin gerek halimiz gerek istikbalimiz için nasıl birer hısn-ı hasin-i emanet nasıl birer kal’a-i metin-i selamet oldukları şems-i taban gibi tezahür eder. Maarifi neşretmek irfan-ı ümmeti yükseltmek basar u basireti nurlandırmak gibi mesai-i aliyye kalbinde iman yerleşen bütün ehl-i tevhid için farz değil midir?.. Hiç şüphe yoktur ki bizim esasat-ı İslamiyye ve ibadat-ı diniyyemiz pek çok hükm-i hafiyye-i İlahiyyeyi şamil ve saadet-i maddiyye ve ma’neviyyemizi kafildir. Fakat sad hezar efsus ki uzun bir müddet umur-ı mehamm-ı siyasiyyemiz birtakım kasıru’l-fehm na-ehillerin hain-i din zalimlerin yedi tegallübüne geçerek su’-i isti’mal edilmiş o müstebidlerin arzu-yı şehvanileri hırs-ı behimaneleri tama’-ı dünyevileri hasılı menfaat-i şahsiyyeleri… Menafi’-i umumiyye-i İslamiyye’yi ayaklar altında çiğnetmiştir; o derece ki esasat-ı mezkurenin mecari-i asliyyesi zayi’ olmuş gitgide evvelki ittihad ve ittifaka bedel beyne’l-müslimin şiddetli husumetler zuhura gelmiş türlü türlü bid’atler çıkmış Kur’an’ ın emrettiği bütün ahkam-ı celile arkaya atılmış uhuvvet husumete her tarafta zillete her tarafta esarete mahkum olarak akıbet şu hal-i perişaniye duçar olmuş!.. Şimdi dünyadaki nüfusun rub’u derecesinde olan üç yüz milyon müslüman beş on milyon küçük bir Avrupa devleti kadar ehemmiyeti kalmamıştır. Ah ne kadar fırsatları zayi’ ettik! Ne kadar büyük menfaatleri elden kaçırdık! Bakınız asr-ı evaildeki müslümanların haline: vasfına layık bir avuç şüce’an-ı İslam zamanın en şedid musibetlerine dehrin en tahammül-güzar meşakkatlerine göğüs gererek meydan-ı mübarezeye girmişler dünyanın kısm-ı a’zamını nur-ı iman çok diyar-ı şirk ve dalali füyuz-ı tevhid ile gül-zar-ı medeniyyet haline ifrağ eylemişler bu suretle dünyada şerefe ahirette saadete mazhar olmuşlardır. Biz ise o kahraman ecdadın ahfadları olduğumuz halde bugün zillet ve meskenet içinde hayat sürüklüyoruz. Dünyanın her tarafında efrad-ı milletimiz var adedi üç yüz milyonu geçiyor fakat hayvan sürüsünden farkımız yok. Nifak ve şikak cehalet ve ataletle zillete düştük za’f-ı diyanet fikdan-ı emanetle perişan olduk; nur-ı şevketimiz söndü esir olduk vatanımız harabe-zara döndü zelil olduk; haysiyetimiz ayaklar altında çiğnendi meskenetten başka bir mevcudiyet gösteremedik!.. Endülüs Tunus Fas Mısır Hadramut Cava Hind Kazan Kırım Türkistan ve Dağıstan gibi birçok memleketlerde milyonlarca ehl-i İslam ecnebilerin pa-mal-i hakareti olmuş sürükleniyor. Tefrika yüzünden mahvolup gittiler. Ne cehalet ve gaflet!.. Ne zillet ve meskenet!.. Bizi bu nifaka düşüren kimdir? Bizi bu hale getiren nedir? Bütün selamet yolları kapandı mı? Bizi bu girdabtan tahlis edecek hiçbir yed-i rahim yok mu? Topraklara mı münkalib oluyoruz? Namımız sahife-i alemden mi siliniyor? Şevketimiz mezarlara mı gömülüyor?.. Memleketlerimiz dünyanın sülüsünü geçmiş nüfusumuz kopmuş diyanetten udul şeh-rah-ı selametten ru-gerdan olmuşuz! Yekdiğerimize zahir olacak yerde herbirimiz birer tarafa çekilmiş; zillet ve atalet içinde inkırazımızı bekliyoruz!.. Ey şanlı ümmet! buyuran kimdir? Bu ehadisin hükmü ne oldu? Cesed-i vahid olduğumuz halde ne için bir tarafımız hasta olur da; diğer tarafımız ondan bi-haber kalır? Va-esefa… Bu gaflet; bu cehalet nedir bu fikdan-ı hiss u gayret ne vakte kadar devam edecek? Yevmen-fe-yevmen tekarrüb etmekte olan an-ı izmihlalimizi ne için düşünemiyoruz? Maarif yok teavün yok muavenet şöyle dursun birbirimizin gözünü çıkarmaya bakıyoruz!.. Bu ne haldir?.. İttihad için Allah bize ne fırsatlar bahşetmiş fakat istifade eden kim? İttihad için elimizde hac gibi azim bir vasıta var. Yazıklar olsun ki bunun kıymetini takdir edemiyoruz hiç ni’metten istifade edemeyerek aciz ve gafil girdab-ı felakete yuvarlanmaktayız!.. Geliniz kardeşler dide-i basiretimizi açalım ahval-i pürtaksiratımızı bir kere gözden geçirelim kendi kusurumuzu kendimiz i’lan ve ifşa edelim bu ihtiyari körlükten vazgeçelim menafi’-i zatiyye ve ağraz-ı şahsiyyeleri ortadan kaldıralım!.. Bu hubb-i cah hubb-i riyaset bizim bütün amal-i hayatımızı mahvetmiştir. Eğer bizdeki şu gaflet bu hal ile giderse istikbalimiz karanlıktır memleketlerimizi istila saltanat ve hilafetimizi tahrib duracak bir şeyimiz yok. Biz bunlara karşı bir kal’a-i ittihad teşkil edemezsek akıbetimiz vahimdir. Maazallah azim rahnelere mühlik sadmelere giriftar olacağız ehl ü ıyalimiz evlad u ahlafımız esaret badiyelerinde perişan hakaret girdablarında ser-gerdan olacaklar. A’da-i dinimiz bununla iktifa etmeyip amal-i siyasiyye-i bed-hahanelerini o derecelere isal etmek isterler ki: Bugün yüzlerimizi gözlerimizi sürmekte olduğumuz hak-i pak-i haremeyn-i muhteremeyni dahi taht-ı tasallutlarına geçirerek ne’uzu-billah Ka’be-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhara ve sair makamat-ı mukaddese ve mübarekelerimizi de yıksınlar viran etsinler hayvanlarına ahır yapsınlar. Bizler şu netayic-i dehşet-nak ve avakıb-ı hevl-nake dahi kemal-i sükunetle iğmaz-ı ayn edecek miyiz? Acaba sahihu’l-iman olan bir müslüman bu gibi mezelletlere karşı da feda-yı can edemeyecek mi? Bu kadar hamiyet-i milliyye bu kadar gayret-i diniyyemiz kalmadı mı? kelam-ı salabet-nişanını gece ve gündüz söylediğimiz halde bir kere olsun fiilen isbat edemeyecek miyiz? Bu denaet bu mezellet bu meskenetin de fevkinde bir hayasızlık tasavvur olunabilir mi? Bakınız! Bir avuç Yahudiler dünyada hiçbir yerde karargahları olmadığı halde bile “Siyonizm” namında bir cem’iyetleri var. Bizim elhamdü-lillah makarr-ı saltanat ve makam-ı hilafetimiz var. Rusların “Pan-İslavizm”leri Almanların da “Pan-Cermanizm”leri var daha nice nice panizmler ittihadlar var. Biz umum ehl-i İslam için uhuvvet-i diniyyemizi te’kid edecek bir “Pan-İslamizm” teşkil edersek fazla mı olur? Yoksa bizler beni ademden değil miyiz?.. Din-i mübin-i İslam’ın başka dinlere nisbeten uhuvvete evfak olduğunu ecnebiler dahi ikrar ve i’tiraf etmektedirler. Şu halde kaffe-i ehl-i İslam’ın diğer milletler yanında bu kadar tedenniye uğramaları nedendir? Bu inhitata sebep nedir? Ah kardeşler! Bakınız bütün Asya’da sakin müslüman kardeşlerimiz ne haldedir! Zillet içinde esaret altında kalmışlar lar iki üç büyük Hıristiyan hükumetin taht-ı esaretinde mağdur ve mahkum kalmışlar. Bakınız gaflet bizi ne hallere getirdi?.. Ey din kardeşleri! Sakım fikirler büyük mehaliki vahim netayici mucib olup da akıbetimiz de azab-ı elim ve nar-ı cahim olmasın… Ey hüccac-ı zevi’l-ibtihac! Ey bütün aktar-ı alemden tedarikat-ı azime ile her sene fevc fevc kafile kafile gelmekte sırrına mazhar olmakta olan muhterem hacı kardeşlerimiz! Bizim menfaatimizden Cenab-ı Hakk’ın ima buyurduğu menafiden murad tecdid-i akd-i uhuvvet ve te’yid-i ahd-i ittihaddır. Şu halde bizler ne had ve uhuvvet-i İslam’a dair bir kelime olsun söylemiyoruz. Ne gaflet ve meskenet ne zillet ve sefalet!.. Bunu ta’rif edecek bir lisan bulunmaz bunu izah edecek bir kalem görülmez. Muhterem kardeşler! Bu hab-ı gafletten gözlerimizi açalım bizim gibi insan kervanlarına bakalım! Alem-i insaniyyet yevmen-fe-yevmen değil belki saat-be-saat terakkı ve teali ederek fersah fersah yol almakta bizler ise hukuk-ı milliyye ve diniyyemizi muhafazadan aciz kalmaktayız. Biz de ma-yı fikrimizi kaplayan bu sehaib-i gafleti kuvvetli pençelerimizle yırtarak yükselelim. Uhuvvet-i diniyyeye sarılarak ahd u misak edelim; yekdil yekzeban ve yekvücud olarak ünvan-ı mefharet-nişan-ı mü’minin olan hakk-ı meşruumuza kesb-i istihkak edelim… Eğer bekamızı istersek bilmeliyiz ki bunun için yegane çare ittihad-ı İslam emr-i muazzamıdır. Selametimiz için bin türlü tedbirlere teşebbüs etsek yine bunun gibi bir tedbir-i musib bulamayız. Hayatımızın bekası dinimizin kıyamı buna vabestedir. Din ü millet uğrunda vatan yolunda terakkı ve medeniyet peşinde fedakarane can-siperane sa’y u gayret edelim. Eğer bu suretle sa’y u gayret edersek istikbalimiz emindir parlaktır fakat maazallah aramızda yine o nifak ve şikaklar devam ederse artık bu rezm-gah-ı hayatta yaşamak bizim için mümkün olmaz. Düşmanlar bizi ezecekler çiğneyecekler mahvedecekler. Ve nihayet bir gün şu alem-i hayatta hiçbir nam ü nişanımız kalmayacak. Bu güzel memleketler bu dil-ruba vatan düşmanların eline geçecek!.. Bu azametli camiler kiliselere bu mehabetli minareler çanlara tahavvül edecek mukaddes Kur’an’ ımız ayaklar altına çiğnenecek mübeccel dinimiz yeryüzünden kaldırılacak böyle derya-yı küfr ü dalale gark olarak ağlaya ağlaya feryad ede ede her şeye veda ederek bu dünyadan çekileceğiz. Bu günleri görmemek için her türlü nifakı terk ederek birleşmekten maarifi neşrederek uhuvvet-i İslam ve ittihad-ı millete bütün mevcudiyetimizle çalışmaktan başka bir çare yoktur. Binaenaleyh hüccac-ı kiram efendilerimize beyan-ı Bizim için ehemm-i mühimmattan olan bir şey var ise o da şu makam-ı Hilafet-i kübraya olan rabıta-i ma’neviyye ve maddiyyemizi te’kid ve te’yid için bu makam-ı mukaddese-i Hicaziyye’de bir medrese-i İslamiyye-i umumiyyemiz olmasıdır. Burada te’sis olunacak medreseye cihanın her köşesinden ehl-i İslam evladı celb olunarak halis İslam ruhuyla terbiye ve ta’lim olunur ahval-i zamana vakıf ve her umura arif muktedir zatlar dirayetli hatipler yetiştirilir ba’de’t-tahsil memleketlerine giderek diyanet-i İslamiyye’ye bi-hakkın hizmet olunursa matlaba vusul için büyük bir yol açılmış bulunur. Bizim böyle bir teşebbüsümüz mukteza-yı din-i mübinimizdir. Bunun mukteza-yı zaman diye hiç kimse tarafından hedef-i i’tiraz olamayacağı şüphesizdir. Vukuu mutasavver olan mehalik ve inkırazdan dahi bu suretle tahlis-i giriban edebileceğimiz tahakkuk eder. Tekrar diyebiliriz ki: Bizim saadet-i dareynimiz hayli zamandır vesavis-i şeytaniyye saikasıyla beynimizde vaki’ olan şikak u nifak ve tefrika beliyyesini kemal-i metanet ve sür’atle lazıme-i millet-i İslamiyye’den olan ittifaka ittihada uhuvvet ve muhabbete tebdil edelim. Bu hususta cüz’i tereddüd gösterecek sahib-i belahetin vücudu bile tasavvur olunamaz zannederim. Ey muhterem kardeşler şu sene-i mübarekede bu mukaddes makam ile şeref-yab oluşunuzu bir mukaddime-i ikbal addederek şurada verilecek kararımızın ta’mim ve intişarı yolunda kemal-i hulus ve neşat-ı tam ile çalışalım. Kürei arzın her cihetinde bulunan mümin kardeşlerimize tebliğ-i meram hususuna elimizden geldiği kadar ihtimam edelim. Bizler i’tikaden mü’min-i muvahhid olduğumuz gibi tehaffuz ve tedafü’ fikr-i alisinde de kavlen ve fiilen müttehid olalım. Gerçi ittihad-ı İslam ezhan-ı ehl-i imanda mine’l-ezel mevcud ise de asıl maksud ittihadın yalnız zihinde bulunması değildir biz yekdiğerimize teavün tenasurda bulunarak te’ati-i efkar ile kavlen ve fiilen temas ederek dünyanın her hangi tarafında olursa olsun bir mü’min kardeşimizin hukukuna tecavüz olununca kaffemiz birden ref’-i avaz edelim onun hakkını müdaafaya koşalım. Bunu muaveneti te’min larını açalım. Ol zaman bizim şu ictimaımız şu kararımız bir vakt-i merhununda umum ehl-i İslam’ın yegane hamisi hadimü’l-haremeyni’ş-şerifeyn şevket-meab Efendimizin hilafet-i meşrua-i meşrutasını müluk-ı fiham ve düvel-i izam ricaline dahi resmen tasdik ettirerek tabi’iyyet-i ma’neviyyemizi makam-ı hilafet-i kübraya rabt ederiz. Zat-ı şevket-simat Efendimiz Mehmed Han-ı Hamis hazretleri sul-i Rabbü’l-alemin olduğu cihetle; kaffe-i ehl-i iman havas ve avam bütün ehl-i İslam Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’yi merkez-i hilafet-i uzma i’tikad ederek; emr-i alilerine inkıyad ve itaat etmeyi farz-ı ayn bilmelidir. Devlet-i İran Fas ve Afganistan Buhara ve sair emarat-ı İslamiyye… Kaffesi merkez-i hilafet-i uzma ile müttefik ve müttehid olarak menafi’-i umumiyye-i İslamiyye’yi a’da-i din-i mübine karşı can-siperane müdafaa ve muhafaza etmeleri şer’an ve aklen lazımdır. Eğer yalnız İran Devleti Hükumet-i Osmaniyye tama’ını tevcih edemezdi. Bu suretle ittihad-ı İslam’ın husul-pezir olması yalnız mü’minler için muvahhidler için değil belki umum alem-i yenin yegane hamisi olacağı muhakkaktır. Fakat ittihad et-i umumiyyesi tammü’l-a’za bir cisimdir. Halife-i Resul-i Rabbü’l-alemin başı ise diğer emaretler de en mühim birer uzvudur. ulema-i ümmet asakir-i İslamiyye vesair efrad-ı müslimin hep o vücud-ı muazzamın eczasıdır. Bir uzuv duçar-ı ıztırab olunca nasıl bütün a’za ondan hisse-yab-ı elem olursa bir İslam ferdinin duçar-ı hakaret olması bütün o muazzam alemi harekete getirmelidir. Ehl-i imanın kaffesi emr-i celiliyle mükellef hitabıyla muvazzaf nass-ı celili mucebince dahil-i defter ve kur’asız askerdir. Şu halde hitab-ı hikmet-nisabına muvafık mukabelede bulunmak hukuk-ı İslam’ı muhafaza edebilmek için esliha-i cedide tedarik ederek onun isti’malini öğrenelim ve azim himmetlerle her türlü fedakarlıklara hazır olalım. Düşmanlarımızın hareketlerinden bi-haber kalmak onların hilelerini anlamamak siyasetlerine akıl erdirememek ne diyanetimize muvafıktır ne de insanlığa! Belki bu mahz-ı cehalet ve ayn-ı dena’et ve rezalettir. Onun için gözlerimizi açarak cihanı öğrenelim el ele vererek mak istersek yaşamanın yolunu bilelim. Böyle zillet ü meskenet dir. Atalet ölümdür. Hayat ise hareketten ibarettir. Onun Bismillahirrahmanirrahim Hakıkati beyan ederim: Tahkıkan bu mektup nerede mevcud bulunur nerede mer’i tutulursa tutulsun ruh-ı şer’-i Ahmedi’ye bir da’vet ve taraf-ı ümmetten bütün bu kanun-ı mübine iman eden ve icabatına göre tevfik-i amele çalışan mü’min-i salihine –her nerede tulu’ etmiş her nerede kemalini bulmuşlarsa– bütün ulema-yı İslam’a bir istigasedir; ve arzu ederim ki bu istigase onların içinden hepsine birden olsun vakıa onlardan yalnız birine hitap olunmuştur. Ya halifetü’l-ümme! Ya şu’a-i nuru’l-eimme! Ya imadet-i bina’ü’d-din! Ya şer’-i şerifin beyanına muhtass sahib-i lisan Hacı Mirza Seyyid Muhammed Hasan Şirazi hazretleri! – Allah senin sayende da’va-yı hakkı muhafaza ve kefere-i şerirenin fesadından İslam’ı emin bulundursun! Allah seni bu vekalet-i muallaya tahsis etti ki İslam’ın hüccetü’l-ekberi olasın!.. Seni cem’iyet-i salihin içinden intihab etti ümmeti şer’-i münire tevfikan murakabe inanını senin ellerine emanet etti. Bu vasıta ile onların hukukunu himaye ve kalblerini şükuk ve dalaletlerden vikaye edesin!. Bütün beşeriyeti sana teslim ve zira ki sen varis-i enbiya oldun onların bar-ı menafi’ini senin duş-ı ihtimamına tevdi’ etti ki ümmet dünyada refaha nail ahirette de saadet-i ebediyye ile şadman olsunlar diye!.. Serir-i hakimiyyeti sana ta’yin eyledi sana ümmeti üzerine rüchan ve nüfuz ihsan etti ki memleketi halas ve müdafaa edesin onları evvelce gitmiş oldukları yollara delalet eyleyesin!. Tahkıkan en alisinden en adisine kadar yerli veya hayme-nişin asil veya gayr-ı asil raki’ dizleri sacid bedenleriyle senin bu hakimiyet-i ruhaniyye-i aliyyen altına girmişler üzerlerine düşen her hadise-i nageh-zuhur karşısında ruhları sana müteveccih kendilerine çöken her felakette gözleri sana merkuz bir halde refah u saadetleri senden necat u selametleri sende emn ü ümidlerinin husulü yine sende olduğuna mu’tekiddirler.” Bundan sonra muharrir Acemlerin bunca zamandan beri çektikleri zulümlerden “Beytü’d-Din” dedikleri memleketlerinin kefere ve ecanib tarafından bey’ ü istila edildiğinden ve lakin bunların sırf bir reisin fıkdanından dolayı kendilerinin gafil müteferrik ve zaif bulunmalarından ileri geldiğinden ve İslam’ın saadetine tealluk eden işlerde reis ve rehberleri nazarıyla baktıkları ve bakmaya haklı bulundukları “müctehidden hiçbir işaret ve hareket-i irşadiyye gelmediğini gördüklerinden i’timadları haleldar olmaya bu suretle duçar-ı ye’s olarak mırıldanmaya başladıklarını yazıyor “Onlar öyle düşünüyorlar ve düşünmekte haklıdırlar ki” diyor onları hep birden birleştirecek söz sana aiddir; karar verecek olan hüccet her halde senindir senin emrin nafizdir. Senin hükmüne kimse i’tiraz etmeyecektir ve onların gelecektir. “Binaenaleyh Allah’ın ve onların düşmanlarının kalplerini korku ile doldurarak onları kafirinin şerrinden sakla her taraftan üzerlerine çöken perişanlık ve sefaleti mahv u izale et ve onları bu takat-fersa hayattan daha vasi’ ve ehvenine yükselt; böylece iman sadıkıni tarafından müdafaa ve himaye ve İslamiyet i’la ve tebcil edilmiş olur.” Ve bir fıkra-i mu’terizeden sonra devam ediyor: Ya halife-i kadir! Tahkıkan Şah’ın ahvali mütelevvin ahlakı fasid idraki nakıs kalbi mütefessihdir. Memlekete hüküm ve mesalih-i ümmeti idareye kabiliyetli değildir; büyük küçük bütün işlerin dizginini Peygamber’e alenen ta’n ve teşni’ eden kanun-ı İlahi’ye muvazabet etmeyen nüfuz-ı ruhaniyi bir dereke-i hiçiye indiren ulema-yı dini zemm ü tel’in abidin ve zahidine gayz u nefret eden sadat-ı kiramı istihfaftan vaizine cem’iyet-i beşeriyyenin en alçak bir ferdi gibi su’-i muameleden çekinmeyen rezil bir serbest mütefekkirin eline teslim etti; Frengistan’dan avdet edeliden beri dişleri arasına mülevves parçayı alıyor alenen şarap içiyor kafirin ile düşüp kalkıyor fuzalaya karşı i’lan-ı husumet ediyor. İşte onun ahlak-ı şahsiyyesi böyledir. Lakin buna ilaveten memalik-i Irani maden ocakları oraya giden yolları bunları hudud-ı memlekete isal eden turuk ve ma’abiri İran’ın her tarafında bir şebeke teşkil edecek olan bu harici muvasala damarları iki yanına inşa olunmak üzere bulunan han ve oteller bağçeler etrafındaki tarlalar gibi bütün hazain-i servetiyle birlikte dinimizin düşmanlarına satıyor. Sonra Karun Nehri’ni ve menbaına pek yakın yerlerde sahilleri üzerinde inşa olunacak otelleri bunlara mülhak olan bağçe ve çayırları Ahvaz’dan Tahran’dan giden yolun etrafındaki han ve bahçe ve tarlaları… Kezalik tenbakuyı ve başlıca zer’ olunduğu merakizi yetiştiği araziyi kolcularının taşıyıcı ve satıcılarının nerede olursa olsunlar bütün mesakinini de beraber sattı. Aynı suretle bütün İran’da şarap olan bütün dükkan i’malathane ve ezgihaneleri üzerine de vaz’-ı yed etti! Sabun mum şeker vesaire i’malathanelerine de aynı hal oldu; sonra bir de banka… Bankanın ne olduğunu bilirsen kim bilir sana nasıl gelir? Bilir misin banka ne demek? İnan-ı hükumeti düşman-ı İslam’ın eline terk etmek; milleti bu düşmana esir etmek onları ve bütün malikane ve nüfuzu harici düşmanlara teslim etmektir. Ondan sonra da bu cahil hain milleti sırf bir hezeyandan lafların muvakkat bir zaman yani yüz seneyi tecavüz etmeyecek kadar kısa bir müddet için olduğunu iddia eyledi! Aman ya Rabbi! Bu öyle bir delil ki zaafı bütün hainlere hayret verir! Sonra da Rusya’ya sükut ve rızasına mukabil terk edilen Bari rahat durmaya rıza gösterseydi bilhassa Reşt Mir Taberistan ırmaklarını bunlara aid olan bütün evler hanlar tarlalarla beraber Enzali-Horasan yolunu takdim etti lakin Rusya bu takdime karşı burnunu çevirdi böyle bir hediyeyi kabulden istiğna etti çünkü o bu i’tilaflar ilga olunmadan Horasan’ın ilhakı ve Azerbaycan ile Mazenderan’ın en kavgalı düşmanın eline tamamen teslim etmek içindi. “Ve’l-hasıl bu cani İran eyaletini devletler arasında mezada koydu Hazret-i Muhammed ve alinin sallallahu teala aleyhi ve sellem makarrı bulunan memalik-i İslam’ı yabancılara satıyor lakin tabiatının adiyeti zekasının noksanı hasebiyle cüz’i bir meblağa ufak bir kıymete satıyor! Denaet ve hisset hıyanet ve cinnet ile bir yere gelirse işte böyle bir netice verir!” “Ve sen ya hüccet! Bu ümmete imdada kıyam etmek tirmek bu günahkarın elinden çekip kurtarmak istemezsen memalik-i İslam pek yakın bir zamanda ecnebiler eline düşecek onlar memleketi istedikleri gibi idare edecekler istediklerini yapacaklardır. Eğer sen bu fırsatı kaçırırsan ve sen hayatta iken maazallah böyle bir hal olursa geriye mecelle-i zaman olan tarih sahifelerinde pak bir eser bırakmış olmazsın. Pekala bilirsin ki İran uleması ve ümmet fikirleri ezilmiş kalpleri dalmış olduğu cihetle kıyam için yalnız senden bir söz beklerler onun sayesinde na’il-i necat olacaklar ve saadet göreceklerdir!.. Nasıl olur ki Allah’ın kendisine bu kadar büyük bir kuvvet ihsan ettiği bir kimse bunu isti’malde çekik davranır veyahud herkesi hal-i intizarda bırakır?” Bilir ve görür bir adam sıfatıyla cenabınıza te’min ederim ki Osmanlı Hükumeti sizin böyle bir teşebbüse gayretinizden pek memnun olur ve bunda size yardım eder. Zira o pekala haberdardır ki Avrupalıların Acemistan hükumetine müdahale etmesi kendi memalikine bir tahkır te’sirini haizdir; hatta İran’ın bütün nüzzar ve umerası senin tarafından böyle bir kelime-i da’vetten pek mesrur olurlar; zira onlar tabii bu yeniliklerden pek bizardırlar bu muzır i’tilaflardan tabiatlarıyla nefret ederler bu i’tilaflar ki sizin gayretiniz onları ilgaya bir fırsat verecek ve bu belki de şimdiye kadar tasvib ve tasdik olunmuş olan seyyi’at-ı ihtirasın önünü alabilecektir. Her şey senden; sende yine sendedir. Ve sen hem indellah hem indennas her şeyden mesulsün!” Şüphe yoktur ki halifetü’l-ümme! Sanadid-i fasıkınin o alim kamil fazıl Hacı Molla Feyzullah Derbendi’ye ne yaptıklarını tur ki bu hain mel’unlar o alim zahid adil müctehid Hacı Seyyid Ali Ekber Şirazi’ye neler yaptılar ve’l-hasıl pekala öğrenmiş olmalısınız ki memleket ve dinlerini müdafaa edenlere katl ü darb suretiyle bukağı veya kızgın demir cezasıyla ne müdhiş işkenceler ettiler; o fazıl genç Mirza Muhammed Rıza-yı Kirmani o mürted Eminü’s-Sultan tarafından zindanda telef edilmiştir . Kezalik o ali ve fazıl Hacı Seyyah Mahallati ma’lumatlı ve kamil Mirza Furugi asil ve iktidarlı Ali Han irfanlı ve fazıl İ’timadü’s-Saltana vesairleri hep onun zulmüne kurban olmuşlardır! Benim kendi hikaye-i halime nankör zalimin bana yaptıklarına gelince… Sefil benim ağır hasta bir halde Şah Abdülazim’in dergahından zorla çıkarılmamı emretmiş tasavvuru kabil olamayan hakaretler zilletler reziletler içinde kar ortasında pay-i tahta sürüklendim. Hem bütün bunlar ben soyulduktan sonra oluyor! Biz Allah’a raci’iz yine ona ric’at edeceğiz!.. Bunun üzerine sefil herifler beni hastalığıma bakmayarak bir eşya arabasına bindirdiler. Her tarafıma zincir vurdular; ve kış mevsiminde karlar arasında acı keskin rüzgarlar ortasında bir bölük atlı beni Hanikin’e isale me’muren refakat ettiler… Derhal valiye bir mektup yazdı benim Basra’ya sevk olunmamı rica etti zira bilirdi ki beni yalnız bırakmış olsaydı hemen sana ya Halife! koşup gelecek onun yaptıklarından seyyiesiyle memalik-i İslam’ın başına neler geldiğini ve daha neler geleceğini sana izah edecek ve iman-ı salih selameti lam’ın imdadına koşturacaktım. Zira o bilirdi ki bir kere seninle buluşunca artık onun için makamında kalmak ihtimali mahvolacaktı artık memleketin viranına milletin harabına keferenin yüz bulmasına çalışamayacak idi!.. Fakat onun bu hareketi enzar-ı ammede pek mücrimane ve denaetkarane göründü. O suretle ki umumi bir isyan baş gösterecekti; bu ve Babilik mezhebine salik olanların hukukunu muhafazaya hasr-ı can eden din-perveranın vatan-perverane gayretlerini sünnetsiz olduğumu bile neşretti. Zavallı müslümanlık! Bu ne zaaf! Bu ne korkaklık! Nasıl kabil olabilir ki fürumaye bir serseri rezil bir mecnun müslümanları memleketleriyle beraber ufak bir kıymete cüz’i bir meblağa satsın ulemayı istihfaf etsin nesl-i Peygamberi’ye bi-edebane muamele etsin al-i Ali’den gelen sadata bu suretle cevr ü eza etsin? Bu fenalığı kökünden koparacak müslümanların infial-i gazubanelerini teskin edecek reis-i enbiyaullah sallallahu aleyhi ve sellem nesl-i necibinin intikamını alacak bir el yok mudur? “Kendimi huzur-ı alilerinden uzak görerek şikayetimi beyandan Ali Ekber Basra’ya geldiği zaman vukuat ve ahvalden alam ve felaket-i ümmetten bahis bir mektup yazmamı ibram etti ben de Cenab-ı Hakk’ın senin elinle bir şey yapacağını bildiğim küm ve rahmetullahi ve berekatuhu!..” Filvaki Cemaleddin’in ümid ve intizarı boşa çıkmadı zira anlaşıldığına göre müctehid-i a’zam Hacı Mirza Hasan Şirazi’ye o “meş’um imtiyazın geriye alınıncaya kadar tütün verdiren o mektuptur… Milletin na-hoşnudluğuna bir şekl-i tasdik veren bu suretle onu Şah ve Eminü’s-Sultan ve hükumat-ı ecnebiyye ve ashab-ı imtiyaz üzerine galebeye muvaffak eden de o fetvadır… Ve bütün bunların en son netayici Nasırüddin Şah ile Eminü’s-Sultan’ın dehşetli katilleri ve ancak ilmiye ile ahalinin ittihadları üzerine kabil olabilen mütevali meşrutiyet mutalebatı ve son dört sene zarfında bütün Acemistan’ı sarsan nageh-zuhur ihtilallerdir ki aşağıki sahifelerde bu ihtilallerin tarihi çizilecektir!.. Seyyid Muhammed Reşid tarafından bu mektuba ilhak edilen mülahazat şayan-ı zikr olup ber-vech-i atidir: “Bu mektup Acemistan ahalisi üzerinde kavi bir nüfuz-ı ruhani sahibi olan büyük alime bir heyecan ve ruh-ı vatanperveri ti’malini men’ eden bir fetva ısdar eylemiştir. Ulema bu fetvayı ziya gibi sür’atle neşretti ve millet buna o derecede boyun eğdi ki öyle deniliyor: Fetvanın Tahran’a muvasaletinden bir gün sonra Şah bir nargile kalyan aradı ona dediler ki “Sarayda tenbaku kalmadı hepsi dağılıp atıldı” şah hayretle bunun sebebini sordu; müctehid-i a’zam Hacı Mirza Hasan Şirazi’nin fetvasını haber verdiler; “Evvela benden ne için izin aramadınız?” dedi. “Bu dini bir mes’eledir ona aid şeylerde böyle müsaadelere yazı ilga ile İngiltere’ye tazminat olmak üzere yarım milyon pound hediye ederek gönlünü almaya mecbur oldu. İşte bu suretle Seyyid Cemaleddin tütün imtiyazıyla mektupta gördüğünüz sair imtiyazatı lağv ettirerek Acemistan’ı bir İngiliz hüsn-i neticeyi elde etmiştir. İşte hakıkı adamlar işte hakıkı ulema böyledir! dır; hem o kadar ki hükumetin şeklini bile değiştirerek onu mutlakadan meşruta usulüne irca eylemiştir; belki bu hadise ulemaya ilk nişane-i ibrettir ki iş onların elindedir. Halbuki yalnız Cemaleddin bu inkılabın birinci muharriki nasıl ki Mısır inkılabının da sebeb-i evveli idi onun kurduğu cem’iyet Tevfik Paşa’ya fikr-i terakkıyi o vermiştir; müşarun-ileyh Seyyid Cemaleddin ve tarafdarlarına tahta geçmeye muvaffak olursa bir meb’usan meclisi küşad ile sair birçok ıslahatı yapacağını vaad eylemiştir lakin politika işlerine ordu girince planı hiçe indirdi… Ulemanın; İran’a ecnebi müdahalesini men’ için izhar ettikleri –onun tarafından idare ve sevk olunan– himmetleri yalnız ilmiye ile ahalinin kuvveti padişahlarınkini kat kat geçebileceğini göstermedi Nasırüddin Şah’ın katli ihtarın ma’nasını da değiştirdi; katilin Seyyid Cemaleddin’in rüfekasından biri olduğuna dair bir cereyan-ı tevatür husule getirdi. Seyyid yalnız reis-i müctehidin ve ulemayı Şah ile vekiline karşı durmaya teşvik ile onları aleyhlerine kaldırabilmekteki muvaffakıyetle iktifa etmedi Basra’dan Avrupa’ya gitti onları yazı ve nutuklarıyla da işgal etti. Orada Arapça ve İngilizce çıkan Ziya’ü’l-Hafikayn namında aylık bir ceride te’sis veya te’sisine yardım etti ki onlar her birine pek ma’ruf olan Seyyid veya Hüseyni Seyyid imzasıyla İran’a dair makalelerle yazdı. Mısır hakkındaki mülahazatı da en mühim mevzularından birini teşkil ediyordu. Acemistan’a dair olan makalelerinde hükumet ve Şah’ı pervasızca tenkıd etti. O kadar ki Londra’daki Acemistan vekili onunla uyuşabilmek çarelerini aradı ve kendisine mühim bir miktar para teklif ederek İran hakkında artık söz söyleyip yazı yazmamasını te’mine çalıştı. Lakin Seyyid cevap verdi “Beni hiçbir şey susturamaz illa Şah gebertilmeli karnı deşilmeli naaşı toprağa emanet edilmeli!” İşte bu sözlerdeki keskinlik Şah’ın katilinin Seyyid Cemaleddin’in rüfekasından biri olduğu rivayetine en çok reng-i sıhhat verdi!” Naşir sözlerine netice vererek diyor ki: “Burada Ziya’ü’lHafikayn ’a yazdığı bazı parçaları nakledebiliriz o suretle ki hatırası ebedileşsin… Bu Mart’de neşrolunan risale-i mevkutenin ikinci nüshasında yazdığı şeydir ki ulemayı Şah’ın hal’iyle milletin icabat-ı menafi’ine göre tevfik-i harekete teşvik ediyor.” Muharririn söylediği makale İran’ın en ileri gelen ulemasına hitaben yazılmıştır ki isimleri sıra ile ber-vech-i atidir: Ser-müctehid Kerbelai Hacı Mirza Muhammed Hasan Şirazi Hacı Mirza Habibullah Reşti Hacı Mirza Ebulkasım Kerbelai Hacı Mirza Cevad Tebrizi Hacı Seyyid Ali Ekber Şirazi Hacı Şeyh Hadi-i Necmabadi Mirza Hasan Aştiyani Sadru’l-Ulema Hacı Aka Muhsin Irakı Hacı Şeyh Muhammed Taki-i İsfahani Hacı Molla Muhammed Taki-i Bucnurdi vesair adları zikrolunmamış ulema… Seyyid Cemaleddin evvela Avrupa devletlerinin hırs-ı likeyi gözleri önüne getirip büyülttükten sonra bunun meş’um netayicine en birinci mukavemeti teşkil edeceklerin ulema olduklarını der-miyan ediyor “Onların Hindistan ve Mavera-yı Ceyhun gibi neredeki nüfuzları hükümdarlar tarafından tazyik ve kesredilmiş ise Avrupalılar oranın memleket nı daha çabuk yed-i tasarruflarına geçirmişlerdir; hatta Afganistan’ın vakit vakit İngiliz hücumlarına karşı mukavemette gösterdiği gayret sırf oradaki mollaların semere-i ictihadlarıdır” diyor. Ondan sonra Nasırüddin Şah’ın idaresini şöyle tasvir ediyor: “Vakta ki bu engerek yılanı bu günahkar adem İran saltanatını elde etti keyfi emr ü nehyleriyle hakimiyet-i müstebidanesini icra saha-i cevr ü zulmünü tevsi’ etmek maksadıyla tedrici tedrici ulemanın hukukunu tehdide; i’tibarlarını tenzile nüfuzlarını taklile başladı. Bunun için birçoklarını matrud gibi memleketten dışarıya sürdü bazılarını bulundukları yerlerden alarak her türlü istibdad ve su’-i isti’malatın makarrı bulunan Tahran’a getirtti orada onları zillet dan temizlenmişti. Artık meydanı geniş buldu milleti istediği gibi ezdi memleketi alabildiğine viran etti her türlü a’mal-i şen’iyyenin daire-i mesavisinden geçti her türlü rezaile alenen iğmaz-ı ayn etti fukara ve zaruret-dide-ganın kan terle kazandıkları paraları dul ve yetimlerin gözyaşlarına bakmayarak ellerinden zorla çekip aldı kendi hevesat-ı redi’e ve ibtizalat-ı hayvaniyyesine sarf etti. Zavallı İslamlar! “Sonra deliliği bütün eşkaliyle ziyadeleşince rezil bir mecnunu kendine vekil intihab etti . O vekil cebretmediği bir din haysiyetini kesr etmediği bir şahıs bırakmadı. Ve bu günahkar adam pek az sonra eline vasi’ bir salahiyet geçirdi bu azim kuvveti dini yıkmaya müslümanlarla harp etmeye sarf etti cibilliyetinin süfliyetinden tabiatının denaetinden dolayı memleketi cüz’i bir meblağa satmak istedi. Bunun üzerine Frenkler artık hıtta-i Iran’a bila-harb ve mukavemet temellük zamanı geldiğini farz ile meşhed-i fuzunu mahvolmuş tasavvur ettiler ve hepsi memleketin bir parçasını boğazlarına yuvarlamak hırsıyla ağızları açık koştular. O zaman hak batıla karşı gazabından ateş püskürerek kalktı her serkeş zalimin boynunu eğdirerek gayretini kırarak onu bir hamlede ezdi… Doğru söylüyorum: Siz ey rü’esa-yı kiram! Siz azminizle İslam’a şan verdiniz nüfuzunu “Bütün ecanib öğrendi ki sizin nüfuzunuz gayr-ı kabil-i mukavemet sizin mukavemetiniz gayr-ı kabil-i iktiham sizin sözleriniz gayr-ı kabil-i tecahüldür. Ki siz arzın tuzusunuz. Ahaliyi “tefessühten” muhafaza edersiniz. Lakin şimdi tehlike daha büyük mevki’ daha müşkildir; zira iblisler gördükleri zararı telafi için ittifak ettiler şimdi maksadlarına vusule daha haristirler bu racül-i asime bütün ulemanın memleketten mirleriniz ancak ordunuzdaki zabitan sayesinde bir mevki’-i tatbik bulabilir halbuki onlar ulemadan sudur eden hiçbir emre muhalefet edemezler. Onların kıllarına dokundurmak duya Avrupalı zabitan getirmelisiniz. dediler. O bu mecnun-ı haine nümune olmak üzere teklif ettikleri gibi İngiliz hassa-i kralisinin kumandasıyla Rus Kazak alayının kontrolünü arz ettiler. Bu suretle bu kafir ile bi-din müşavirleri ecnebi zabitan getirmeye çalıştılar Şah cinnet-i müzminesi du! Aman ya Rabbi! Hamakat ve hıyanet bir yere cinnet ile mübini ilgaya ve Beytü’s-Selam’ı hiçbir hamlede bulunmadan son gayretini bile sarf etmeden ecnebiler eline vermeye çalışıyorlar!.. Ey mürşidin-i ümmet! Bu rezil firavunu yerinde bırakır erike-i belahetinden icra-yı hükme devamına tahammül eder onu bulunduğu mevki’-i ali-i dalaletten hal’ etmeye isti’cal etmezseniz artık her şey bitmiştir tedavisi pek güç telafisi gayr-ı kabildir.” Makale bundan sonra Şah’ın hal’inden bahsediyor: “Bu icrası güç bir şey değildir” diyor umumi hoşnudsuzluğu ve o meş’um tütün imtiyazı aleyhine vuku’ bulan kıyamda ulemanın millet üzerindeki te’siratını bu fikrin sıhhatine delil gösteriyor. Naşir Muhammed Reşid İran’da ulemanın husule getirdiği te’sir-i azime dair bir not ilave ediyor bunda İslam’ın saadeti için ulemanın hükumetten bir ücret veya maaş almamalarının ne kadar lazım olduğuna dikkat ediyor öyle istinbat ediyor ki: Ulema müstakil olmadıkça yani şimdiye kadar olduğu gibi ta’lim tedris ve irşadda kut-i yevmilerini tedarik için beylere padişahlara dayanmaya mecbur bulundukça İslam felah bulamaz!” diyor… Son zikrolunan makale yukarıda ismi geçen Ziya’ü’l-Ha fikayn Şubat nüshasındadır; her ne kadar bundan evvelki Bu makale Acemistan’ın hal-i sefalet-iştimalinden sunuf-ı hükumetin memleketi yavaş yavaş boşaltan halkın büyük bir mikdarını menfalara sürükleyen zulüm yolsuzluklarından bütün şu’abat-ı idarede hüküm süren rüşvet ve fesadattan hükumet ve devair-i hükumatın satıldığından kanunların fikdanından her türlü zulüm ve işkencelere meydan verildiğinden ücretleri verilmeyen serseri askerler arasındaki adem-i haydutlukla geçinen dolayısıyla bir hal-i müsalemette san’atlerde “Hükumet şer’-i mübini hetk ve tahrip etti idare-i medeniyyeden nefret ve istikrah ediyor kavaid-i mantıkıyye ve zevk-i selimden bi-haber hepsini herşeyi istihfaf ediyor yalnız luyor yalnız cebr ü şiddet kanunluk ediyor! Kılıç kamçı kızgın demir saltanat ediyor kan dökmekten hoşlanılıyor edepsizlikte şeref bulunuyor dul ve yetimleri emlakinden mahrum etmekten büyük lezzet tasavvur olunamıyor!.. Bu memlekette emniyet yoktur! Sekenesi istibdadın dişlerinden kurtulmak için kaçmaktan başka çare bulamıyorlar Acemlerin beşte biri Türkiye ve Rusya’ya kaçtılar oralarda hammal süpürgeci çöpçü sucu olarak çarşı ve sokaklarda gezdikleri görülür. Lime lime olmuş elbiseleri mahzun tavırları ve maişetlerinin darlığına rağmen yine hayatlarını kurtarmış olduğu için Cenab-ı Hakk’a şükrederek selametlerinden neş’e-yab oluyorlar… Hükumet ve peyrevanı evvelce “saraya rüşvetlerle” sarfettikleri parayı tekrar bulmak koydukları sermayenin karını toplamak için bütün o “gayr-ı mahdud” salahiyetleri esnasında yapılmadık hiçbir mecnunane fiil hiçbir amel-i şeni’ veya müdhiş bir zulüm bırakmadılar; kadınları saçlarından astılar erkekleri yabani köpeklere paralattılar kulaklarını tahta duvarlara mıhladılar; yahud burunlarına bir zincir taktılar ve zavallı maktulü bu acıklı halde sokak ve pazarlarda dolaştırdılar!.. En hafif cezaları kıbaç dayağı ile kızgın demirdir.” Naşir ilave ediyor ki: Başka bir mektup görmüş değil fakat tanlarının her ikisinin de birden hal’lerini tavsiye ediyor bunun bir kimsenin pabuçlarını çıkarmak kadar kolay bir şey olacağını söylüyormuş! Cemaleddin tarafından dostlarından isimsiz birine yazdığı tarihsiz bir mektuptan çıkarılan bu hülasa Tarih-i Bida ri-yi Bu mektup aslen Farisidir tercümesi ber-vech-i atidir: “Bu mektubu mahbus olduğum cihetle dostlarımı görmekten mahrum bulunduğum ne hayatım ve ne de necatım de öldürüleceğimden endişe-nak olmadığım halde aziz dostuma yazıyorum: Adeta esaretimden seviniyorum ölümü bekliyorum. Zira benim cisim benden kurtulmak içindir milletimin hayatı için kurban olacağım. Yalnız şuna keder ediyorum ki ektiğimi biçecek kadar yaşayamadım. Ve arzu ettiğim hedefe tamamen yetişemedim… Tig-ı zulm bana şark milletlerinin intibahını göstermeye müsaade etmeyecek dest-i cehalet bana şark milletlerinin boğazlarını yırtarcasına hürriyet! diye bağırdıklarını işittirmeyecek… Kendi düşüncelerimin tohumunu efkar-ı milletin kabiliyetli toprağına ekebilseydim!.. Ne olurdu ki bu faideli ve semeredar tohumlar saltanatın çorak ve batak toprağında kaybolmayaydı!.. Bu toprakta ektiklerim büyümedi; bu nankör zemine neler dikti nasihatlerimden hiçbirisi şark hükümdarlarının kulaklarına girmedi cehalet ve hodgamlıkları onları sözlerimi kabulden men’ etti; Acemistan’dan ümidlerim vardı lakin mesaimin semeresi olarak aleni celladı gördüm! Birçok vaad ve tehdidlerle beni Türkiye’ye da’vet ettiler beni böylece hapse tıkıp bu zincirlere koydular. Lakin hiçbir defa düşünmediler ki haberciyi mahvetmek haberi mahvetmek demek değildir; düşünmediler ki varaka-i zaman kelime-i hakkı hıfz eder!.. Her halde muhterem dostum bu mektubu aziz Acem dostlarıma onların peyrevanına gönderiyorum bu haberi kendilerine aynen nakledersin: – Sizler ki Acemistan’ın kemale gelen bir mahsulüsünüz. Sizler ki Acemlerin intibahı için kemal-i gayretle kuşaklarınızı sıktınız ne hapsolmaktan ne boğazlanmaktan korkmayın! Acemistan’ın cehaletiyle me’yus olmayın! Sultan’ın icra’at-ı vahşiyanesinden ürkmeyin! Son derece sür’at ve şiddetle büyük bir gayret ve himmetle çalışın çabalayın! Tabiat refikiniz Halık-ı tabi’at muininizdir! Seyl-i teceddüd sür’atle şarka doğru akıp geliyor! Binayı vekillerini tutup atmaya değil binayı kökünden yıkmaya çalışın! değil asıl maniaların kendilerini mahva çalışın! Yalnız onlardan kendinizi sakınmaya çalışırsanız fena manialar arkasından başkalarını da getirir. Bu maniaları yerinden oynatıp atmaya çalışın sair milletlerle olan dostluklarınıza onlar engel olurlar!.. da gaflet uykusundan başkaldırarak çalışmaya başladıklarına atideki nutuk delalet ediyor: Çerkes Teavün Cem’iyeti a’zasından Süleyman Beyefendi tarafından irad buyrulup Sıratımüstakım’e derc olunmak üzere idarehanemize gönderilen bu nutuk şu i’tibar ile haiz-i ehemmiyyettir. Binaenaleyh Çerkes kardeşlerimizi tebrik eder ve teali-i İslam ve Osmani yolundaki teşebbüslerinin müntic-i muvaffakıyyet olmasını Cenab-ı Hakk’tan temenni ederiz. Efendiler. Teyemmünen ve teberrüken bugün resm-i küşadı icra kılınan bu şu’be iade-i hürriyette İstanbul’da küşad edilmiş olan Çerkes Teavün Cem’iyeti’nin Adapazarı şu’besidir. O cem’iyet hükumet-i seniyyece musaddak talimatnamesinde gösterildiği üzere Çerkesler arasında vezaif-i diniyyeyi mekarim-i ahlakı kavaid-i meşrua-i meşruta ve medeniyyeyi ta’mim ve ta’lim münasebat-ı ticariyye sana’iyye ve zira’iyyeyi te’sis ve terakkı ettirerek menafi’-i maddiyye ve ma’neviyyeyi ahvalini muhitini tarihini lisanını mebhas-ı tevarih-i beşeriyyesini adat ve ahlak-ı salifelerini meydana çıkaracak ve Çerkeslerin adat-ı kadimelerinden olan silahşörlüklerini bir derece daha ileriye götürecektir. Muhaceret ve lisanca mugayeret hasebiyle lisan-ı Osmani’yi bilmeyen ve yetim ve bi-kes ve şurada burada garip kalan Çerkes çocuklarını da gözeterek lisan-ı Osmani’yi ta’lim ve bunun için icab eden yerlerde mektepler te’sis etmek akdem-ı amal-i hayır-hahanelerindendir. şu şu’be-i intibah-aver elindeki program mucebince bu gibi umur-ı hayriyyenin çarelerini bulmaya çalışacaktır. Çerkesler namına olan bu teşebbüsten hiçbir vakit şiraze-i vahdet-i Osmaniyye’den iftirak gibi bir ma’na istihrac olunamaz. Çerkesler hin-i muhaceretlerinde bu millet-i muazzama-i Osmaniyye’den görmüş oldukları kardeşlikleri bi-nihaye insaniyetleri unutmamışlardır. Kezalik Çerkesler de buna mukabil vekayi’-i salifede silahlanarak ve o millet-i necibe ile müttehiden davranarak umumun elsine-i sitayişinde bulunmaya layık yararlıklar göstermişlerdirler ki bunu da o millet-i muhtereme unutmamıştır. Bu uhuvvet-i mütekabile bidayetten nihayete kadar böyle cereyan edegelmiş hiçbir vakitte mecra-yı safvetini şaşırmamıştır. Nasıl şaşırsın ki bu uhuvvet-i hakıkıyye dest-i ezel ile bağlanmış üzerine de mühr-i ebediyyet vurulmuştur. Binaenaleyh bunun etrafında öyle bir vahime hiçbir vakitte pervaz edemez. Vakıa Çerkes kavmi dünyada en ziyade zayiata uğrayan akvamdan biridir. Bunun esbab-ı adidesi vardır: Ez-cümle Rusya devletiyle Kafkasya’da vaki’ olan muharebat-ı medidede ve onun netayic-i tabiiyyesinden olan muhaceretteki zayiat binihayedir. Şunu bilhassa tekrim ile yad ederiz ki Abdülmecid Han merhum muhaceret-i umumiyyede muhacirine pek şefkatperverane himaye kapılarını açmıştı. Lakin onu ta’kıb eden hükumetin zaman-ı idaresini yed-i istiklaline geçirmiş olan Fuad ve Ali Paşalar o kapıları sedd ü bend ettiler. O hakan-ı zi-şanın hudud-ı şer’iyyesini taşımış olan esaretin men’i hakkındaki ferman-ı hümayununu ayaklar altına aldılar onun hilafını tervic eylediler ulema-yı muhacirinin bu babda resmen vuku’ bulan şikayatını dinlemediler. Müteaddid imzalar altında mükerreren gazetelere yazdığımız feryadnameleri nazar-ı i’tibara almadılar hatta e’azım-ı üdeba-yı Osmaniyye’den Ziya Paşa merhumun Zafername Şerhi’ndeki reddiyat ve takbihatına gözlerini yumdular kulaklarını tıkadılar. Binaenaleyh bu babdaki bütün mes’uliyet-i maddiyye ve ma’neviyye evan-ı meşrutiyyete gelinceye kadar müteselsilen o rical-i istibdada aittir. Zira bu gibi umurun hall ü tesviyesi hükumete aid vezaiftendir. Nitekim el-yevm hükumet-i meşrutamız vuku’ bulan müracaatımız üzerine derhal esareti suret-i kat’iyyede men’ etmişlerdir. Bir de Çerkeslerin Rumeli’nden çıkarılması mes’elesi vardır ki bunun hakıkati de bütün vuzuhuyla şimdi tezahür etmiştir. Bu kavm-i cengaver Rumeli’nde şimdi mevcud olan eşkiya çetelerine meydan-ı cevelan bırakmak için oradan asakir-i a’daya ve gerek insanları etfal ve nisayı samanlıklarda dide-i mukavemetkari orada mevcud oldukça bu şimdiki cereyanlara cevelanlara kolay kolay imkan bulunamayacaktı; binaenaleyh o ihraç muamelesi mugayir-i nezahet herhangi bir sebebe istinad ettirilmiş ise hiç şüphe yoktur ki batıldır muhalif-i hakıkattir. Şayan-ı eseftir ki: Çerkesler ulum ve maarif ve sanayi ve ticaretçe her unsurdan geri kalmıştır alam-ı muhaceret mugayeret-i lisan ve iskan hususunda duçar oldukları müşkilat ve esbab-ı saire bunu icab etmiştir. Şimdi cem’iyet köylerde mektepler küşad ederek ve bir dikkat-i mütemadiyye altında bulundurarak kendilerinin ilm ü irfanını anasır-ı saire derecesine isale çalışmak istiyor. Binaenaleyh bu gibi vezaif-i insaniyye ve müşkileyi duş-i ihtimamına almış bulunan cem’iyetimizi nazar-ı istihsan ile alkışlamak ve muavenetine iştirak etmek her Osmanlının uhde-i hamiyyetine düşen bir borçtur. Osmanlılık hasayis-i celilesinden bulunan ulüvv-i cenab bunu muktezidir. Ta’limatnamemizde gösterilen silahşörlük ta’limlerinin zamanı geldiğinde anasır-ı saire delikanlıları dahi arzu ettikleri halde maa’l-iftihar kabul edileceklerdir. Zaten Kafkasya’da lıları bizim ile aynı elbiseyi iktisa ederler ve bizimle beraber silahşörlük ta’limleri yaparlardı. Kardeş gibi yaşardık. Burada ise artık yek-vücud olduğumuzdan şimdiki uhuvvetimiz elbette daha şirin daha dilfirib şivelerle tecelli edecektir. Efendiler! Hiçbir gönül yoktur ki fıtrat-ı zekiyyesindeki ulviyetini meydana çıkarmak istemesin. Bahadırlık ricalin ziynetidir. Cenab-ı Hak insanı öyle halk buyurmuştur bunu terk etmek feza’il-i racüliyyetten tecerrüd etmek demektir. Bundan dolayı ümid ederiz ki bu maksad-ı ulvide anasır-ı saire dilaverleri dahi bizimle beraber olacaklardır. Biz de kendilerinden ticaret sanayi’ hususunda muavenet talep edeceğiz ve işte böyle menafi’ ve muavenet-i mütekabile-i uhuvvetkari ile terakkı ve teali etmek emelindeyiz. Bütün milel-i sairenin terakkıyat ve füyuzatına atf-ı nazar-ı dikkat olunsun! Bunların bir muavenet-i mütekabile ile vücud-pezir olduğu derhal tecelli eder. İşte biz de bütün samimiyetimizle anasır-ı Osmaniyye’nin öyle el ele vererek çalıştıklarını görmek isteriz. Biz öyle düşmanlarımızın arzu ettiği gibi cehalet Gerek dahilen ve gerek haricen terakkıyatımıza sed çekmek kalacaklardır: Gerek dahilen ve gerek haricen bizim salah ve felahımızı arzu edenler hak taifesidir ki onlar daima nail-i salah ve felah olacaklardır: Bakınız devletimizin ordumuzun şan u şevketi günden güne terakkı ediyor donanmamız denizlerde dalgaları yararak ta’limler icra ediyor. Arslan yürekli yavrularımız harp şarkıları söyleyerek vazifelerini ifaya çalışıyor. Dinleyiniz size bir donanma şarkısı okuyayım: Gideriz cenge denizlerde düğünler yerine Salınır bayrağımız zinet-i dilber yerine Vatanın uğruna kanlar saçarız zer yerine Tutarız sevgisini sinede mader yerine Bu anadır ki bize ders-i siyaset verdi Seviniz yekdigeri dedi uhuvvet verdi Parladı tali’imiz gökteki ahter yerine! El ele verdi teali için efrad-ı vatan Baş başa verdi terakkı için evlad-ı vatan Koşuyor cenge beraber bütün ahfad-ı vatan Seviyor birbirini hepsi birader yerine! Doğdu afakımıza bunca mefahir birden Bir vücud oldu heman cümle anasır birden Çıktı eflaka kadar sıyt-ı asakir birden; Ürkütür dehşetimiz düşmanı asker yerine! Biz ki Osmanlılarız şanlı düğünler yaparız Vatanın şanı için kanlı düğünler yaparız Vatana can veririz canlı düğünler yaparız. Saldırır askerimiz cenge gazenfer yerine! Koruruz bu gemilerle bu vatan maderini Madere karşı adüv hiç açamaz gözlerini Yakarız sonra onun biz de heman her yerini Çünkü barut tüter bizlere anber yerine! Barbaros namı gezdi bu denizlerde bütün Şanlı yadı okunurdu o ağızlarda bütün Gezeriz biz de onun gezdiği izlerde bütün Taşırız merkadini sinede rehber yerine! Turgut o şanlı kapudan gibi biz de yaşarız Düşmana karşı Piyale gibi biz de koşarız Bize kurşun atanın haline elbet şaşarız Biz ki sine açarız gülleye güller yerine! vatan için her an feda-yı cana hazır olarak kemal-i sürur ile çalışıyorlar. Bir de hey’et-i muhteremenize bir hakıkat-i tarihiyyeyi hülasaten arz etmek isterim: O da Avrupa’nın şa’şaa-dar olan terakkıyat ve tekemmülatı esas i’tibariyle medeniyet-i Vaktiyle Avrupa’da böyle san’atlerden medeniyetlerden eser bile yok iken Bağdat’ta Gırnata’da şa’şaa-paş olan medeniyet-i İslamiyye Avrupa terakkıyat-ı hazırasını ihzar ve i’dad eylemiştir. Oralarda açılan medaris ve mekatibe Avrupalılar çocuklarını göndererek medeniyet ve ulum ve sanayiin füyuzat ve kemalatından istifade eylemişler; bir hamule-i ilm ü irfan ile memleketlerine avdet etmişler; ve bu suretle esasat-ı ictimaiyye ve medeniyyeyi ve ulum-ı tıbbiyye ve tabiiyyeyi velhasıl Avrupa’nın terakkıyat-ı hazırasının bütün temellerini memleketlerine götürmüşlerdir. Hatta e’azım-ı ulema-yı İslamiyye’den zevatın asarını lisanlarına nakl ü tercüme etmişlerdir. Şu beyanatım sahaif-i tevarihin sutur-ı beliğasının natık olduğu gayr-ı kabil-i redd ü ibtal birtakım hakıkatlerdir. Şu Osmanlıların kabiliyet-i ictimaiyye ve medeniyyeden mahrum oldukları yolunda vuku’ bulan beyanat ve işaatı kendiliğinden merdud ve mecruhtur. Zira söylediğim vechile bu bir hakıkat-i tarihiyyedir. Fakat ne çare ki o medeniyet-i İslamiyye şimdi münkariz olmuş Avrupalıların o zamanki vaziyetini şimdi biz iktisab etmişizdir. Artık biz de müttehiden çalışacağız. Çünkü hürriyet demek böyle cem’iyetlerin el ele vererek çalışmaları demektir. Hasail-i ulviyye-i hamasetkarımızı ilm ü irfan ile techiz eyleyeceğiz. en yüksek makamata çıkarır. Bir şair-i şehirimizin bu ma’nayı havi şu sözleri bir nidayı hatif gibi daima kulaklarımızı çınlatacaktır: Bu bir meydan-ı hamiyyettir ki ulüvv-i cenabı magbut-ı cihan olan bütün Osmanlıların ve alel-husus Çerkes dilaverlerinin şayan-ı temaşa müsabakalarını şanlı şanlı suretlerde tasvir edecektir. Bu bir tecelli-gah-ı ma’alidir ki afakından tulu’ edecek measir-i memduha-i insaniyyeyi ahlafa göstermek Efendiler! Şimdi hemşehrilerim hakkında yazdığım ufak bir manzumeyi kıraatle sözüme hitam veriyorum: Manzume: Bir bahadır kavmdir herkes tanır Çerkesleri. Şimdi yükselmek dilerler işte çıktı sesleri: Yerde mi kalsın sürünsün öyle ali bir neseb Güldürüp dursun mu her dem kendine na-kesleri. Yükselin ey kavm-i ulvi yükselin Kafkaslılar! Siz de tedris eyleyin etfale nafi’ dersleri. Şu’le-i feyyaz-ı irfan eylesin ruşen bizi Kalmasın etrafımızda cehl-i muzlim sisleri. Bu teavündür bütün millet eden milletleri. Bu teavün bu hayat adem eden bi-kesleri. Şanlı şanlı kanlı dağlarda koşan ecdadınız Bekliyor ikdam u gayret yad edin o kesleri Davranın her hale karşı siz de tahsil eyleyin Gezdirin efkarınızda böyle şanlı hisleri! Merd olan eyler icabet böyle ali seslere Fehm eden takdis eyler böyle ilmi hisleri. Artık fedaiyan-ı hürriyyete yad-ı cemilimizi takdim ile beraber hür Osmanlıların i’tila-yı şan u şerefi duasıyla hatmi kelam ederim. Geçen gün Yenikapı’da Makriköyü’ne gidecek treni beklediğimiz sırada riyaziyyundan bir arkadaşın vesatetiyle tesadüf diye bizim ilmihalin çocuklar için faide-bahş olup olmadığını sordum. Bilmemezlikten gelerek: – Hangi ilmihal?.. dedi. – Bizim matbaada basılan Halim Sabit Efendi’nin Ameli İlmihal’i… – Görmedim. – Nasıl olur ya mektepler için kitap intihab eden komisyonda bulunduğunuz halde… – Bütün kitapçılara yazılmıştı birer kitap göndermeleri – Fakat bizimkini görseydiniz çok beğenirdiniz zannederim. – Neden? Bizim kabul ettiğimiz fevkaladedir. – Artık “fevkalade” demeyin de “mevcudların ahseni” deyin. Çünkü şimdiye kadar mektep kitapları içinde en az ehemmiyet verilen ilmihal kitaplarıdır. Öteden beri bellenilen sakım bir usulden azıcık ileri gidilmesi düşünülememiştir. Onun için alel-ade bile olmasında şüphe ederim. – Yok yok yanlışınız var. Bizim intihab ettiğimiz kitabın müellifi pek muktedir zattır. Hatta biz yazacaktık fakat bunu görünce hacet kalmadı… – Demek siz o eski usulün sakametini kabul etmiyorsunuz. – Hayır etmiyorum. – Lakin rica ederim; doğru söyleyiniz; bizim Ameli İlmi hal ’i hakıkaten hiç mi görmediniz; yoksa gördünüz de mi beğenmediniz?.. – Görmeğe lüzum hissetmem. Nasıl olacağını anlıyorum. Azizim emin olunuz ki bu hususta zerre kadar başkalık göstermek faide yerine zarar tevlid eder. – Bu kadar kat’i hüküm olur mu ya? – Evet olur. Çünkü ben on on beş senelik tecrübe mahsulü olmak üzere söylüyorum. Sizin ise bu babda tecrübeniz yoktur çünkü muallimlik etmemişsiniz değil mi?.. – Evet muallimliğim yoktur fakat bedahete karşı tecrübeye lüzum var mı? Maamafih Halim Efendi kardeşimiz beş altı senelik tecrübe de etmiştir. – Burada muallimliğini işitmedim. – Burada değil memleketinde etmiştir. Maa-haza mes’eleyi pedagoji nokta-i nazarından muhakeme edelim. Bizim düşüncemiz beş altı yaşında bir çocuğa ilmihal diye mutlaka sıfat-ı zatiyye ve subutiyyeden farz ile vacibin tefrikinden başlamak lazım gelmez. Ona ibtida gayet sathi ve ameli bir surette anlayabileceği şeyleri belletmeli. Sonra sene-be-sene tedrici bir surette ilerletmeli. – Gördüm bu dediğiniz tarzda bazı kitaplar. Türkçe olsun diye ta’rifleri bozmuşlar; esastan çıkmışlar ahlakiyatı da karıştırmışlar. Halbuki ta’birat-ı şer’iyye asla değişemez. – Ya çocuk anlamazsa?.. – Varsın anlamasın. Zaten çocukta hassa-i tefekkür hassa-i ezberlesin kafidir. İleride onların ne demek olduğunu da anlar. – O ta’birat o ıstılahat çocuğun anlayacağı zamana bırakılsa da idrakati nazar-ı i’tibara alınarak anlayabileceği şeyler bellettirilse daha iyi olmaz mı?.. – Siz hakkı teslim etmiyorsunuz. Dediğinizi dersiniz. Böyle şeylerde sahib-i re’y erbab-ı ihtisastır. Hakku’l-insaf düşünülürse yedi sekiz kişiden mürekkeb bir hey’et-i mütehassısanın etmek epey bir cesarettir. – Doğru söylüyorsunuz. O noktadan düşünecek olursak bizim kitabı da on altı kişiden mürekkeb Meclis-i Maarif ile Bab-ı Fetva’da müteşekkil Meclis-i Tedkık-i Mü’ellefat-ı Şer’iyye kabul etmiştir hem de maa’t-takdir. – Lakin onlar muktedir zevat-ı kiramdan olmakla beraber tecrübe-dide değildirler mekatib-i ibtidaiyye muallimliğinde bulunmamıştırlar. Hem bizce onun ehemmiyeti yoktur. Nezaret kendisi alel-usul bir kitabı tavsiye eder fakat onu kabul edip etmemekte maarif müdiriyetleri muhtardır. – O salahiyeti ve onun sebebini ve ondan hasıl olan netayici biliyorum… Ben demiyorum kabule mecbursunuz. Eski usulün devamı imate-i evkattan başka bir şeye yaramaz olduğunu arz etmek istiyorum siz bir hey’et-i mütehassısadan bahsettiniz de ben de onun için hey’et-i müteaddideyi anmaya lüzum gördüm. – Azizim her şeyi erbabına bırakmalıdır madem ki bu vazife maarif müdiriyetlerine kitap intihabı komisyonuna aiddir onlar yapacağını bilir… – Bildiği içindir ki çocuklarımız dinin mahiyetinden bihaber kalıyorlar. O zamana kadar sükut eden bizim riyazi muallimi arkadaş: –Ne söylersin yahu dedi biz az mesail-i şer’iyye mi biliyoruz vallahi camideki “Halebi”cilere taş çıkarırım. – Evet din teyemmümden ibaret ise size “fakıh” ıtlakı vacibdir. Azizim; biz işte dini böyle birtakım mesail-i mutasavvereden bette kaldı. Din yalnız saadet-i uhreviyyeyi değil saadet-i dareyni mucibdir. O halde felsefiyat ve ictimaiyyat-ı diniyyeyi de belleyebilmek için etfal-i müslimini hazırlamak lazımdır. Yoksa bu gidişle ati korkuludur. Bu hale sebebiyet veren hep o nazariyesidir. Beş yaşında bir çocuk bismillah der önüne farz ile vacibi tefriki mes’elesi çıkar. Delil-i kat’i veya zanni ile subutu gel de çocuğa anlat bakalım bunu fark edecek idrak elbette o sindeki çocukta yoktur ve olamaz. İşte bu kadar senelik tecrübeli usullerin netayici! Havaşi kalesi içinde kalan talebe-i ulumun sarf okurken ilm-i beyan dinlemesi ne ise mekteplerde bi-çare masumların da delil-i kat’i ve zannisi odur. Kusuru yalnız medreselere yükletmemeli mektepler de Az kaldı Makrıköy’de inecek iken Ayastefanos’u boylayacaktık. Muhterem efendiler Münebbih-i muvahhidin mürşid-i ihvan-ı din olan Sıratımüstakım nurü’l-hüdadır. Nüzzarını zevke kariinini vecde müstağrak eden bu ayi ne-i Furkan-nüma bu mecelle-i revan-bahşa uşşakının saff-ı nuhustininde kaim bir müridinizim. Vazife-i tilmizanemi icra emeliyle geçenlerde şu’unat-ı vataniyyemizden bahis ve mühim Dırac’dan mersul arizamın risale-i şerifenize derci derece-i vücubda olduğu halde neşr buyurulmaması esbab-ı maniadan münbais olduğuna mutma’inü’l-vicdan idim. nanım. Mezkur mektup muhteviyatının şimdilik bir kısmını ber-vech-i zir be-tekrar arz u tizkar ederim: Mahall-i mezkur muzafatından Kurbin nahiyesiyle kurayı mülhaka ve mücaviresi ahalisi meşihat-ı İslamiyye’nin müzaheretinden mahrumiyetleri hasebiyle savlet-i müdhişe-i rehabine tul-i müddet mukavemet edemeyerek nihayet mağlup ve melul bi’z-zarure bugün da’-i tersa ile musab ve ma’lul olmuşlarsa da Osmanlıların hasisa-i imtiyazı olan evsaf-ı merdanegi ve hak-şinasiyi henüz zayi’ etmemiş olduklarından necat ve ifakatleri de kaviyyen me’muldür. Bu zavallılar müstehakk-ı himmet ve seza-var-ı himayet ve acilen muhtac-ı ilac-ı hakıkattir. Cenab-ı Halıku’d-da’ ve’d-deva merci’-i a’idinin derhal ittihaz edeceği şüphesiz olan tedabir ve mesaisini müsmir deva-yı şifa-bahşasını müessir buyursun. Fevaid-i İslamiyye ve Osmaniyye’nin husul ve te’minine ala kadri’t-taka hizmet ve muavenet her muvahhid da netaic-i nafia husulüne avn-i İlahi ile vasıta olur isem canıma minnet-i azim bir ni’met bilirim. Selam-ı mahsus ile tevfikat-ı Sübhaniyye’ye mazhariyetinizi temenni ederim… Bakü’de yeni bir refikımız daha doğdu: Yeni Füyuzat. Allah uzun ömürlü etsin! Evvelce Türk ediblerinin en büyüklerinden Ali Bey Hüseyinzade Füyuzat ünvanıyla bir risale neşretmişti fakat o Füyuzat’ın ömrü bir seneyi tecavüz edememişti. Şimdi onun yerine yine namdar Türk üdebasından Ahmed Kemal Bey Yeni Füyuzat’ını ikame ediyor. Yeni Füyuzat ma’na-yı tammıyla Türktür bütün Türktür… Füyuzat Türklüğün bugünkü merkezi olan İstanbul şivesiyle yazıyor. Münderecatı edebiyat ve siyaset. İktisadi ve zanır sanırız. Fikr-i siyasisi müslüman ve bütün Türktür; Türkler arasında ayrılık gayrılık olduğuna kail değil; İslam’ın kuvve-i tevhidiyyesine tamamen mü’mindir. Müslümanların bünyan-ı mersus gibi yekpare olmalarına talip. Türk dilinin birleşmesini istiyor. Edebiyatta asıl olarak İstanbul şivesini alıyor. Namık Kemal’den Midhat Cemal’den nümune-i eş’ar ve edebiyat getiriyor. Hasılı darü’lharbde din ve dilimize bu iki rükn-i vücud ve istiklalimize hizmet ediyor. Tekrar devam ve bekasına dua ile kari’lerimize münderecatından bir iki nümune gösterelim siyasi bir makalesinden: Ruslar İran Şahı’nı Herat üzerine teşvik ve tahrik edince rat’tan İran Şahı’nın muhasarasını bozmaya muavenet ettiler. ların elinde birer alet-i menfaat!.. Onların tahrikıyle senesinde iki müslüman milleti Herat üstünde birbirinin kanını ref’ ettiler. Lakin biraz zaman geçti yani’da yine o devletlerin tahrikıyle Herat üzerinde Afgan ile İran boğuşmaya başladı. Afgan İran Osmanlı sıra ile bir cergede bitişik komşu üç müslüman devlettir. Bu üç devletin tarihini ehl-i idrak olan bir müslüman ağlamadan okuyamaz. O tarafta Afgan ile İran rafta Sultan Selim ile Şah İsmail üç il tamam mezheb üzerinde milyonlarla müslümanların kanlarını dökerler biri birini vururlar kırarlar ahiri bi-tab düşerler; komşular gelirler Kafkaz’ı alırlar Buhara’yı alırlar Hive’yi alırlar Afgan’ı alırlar… Alırlar alırlar! Biz de nihayet bugüne düşeriz. Tarihe bakarsak görürüz ki biz müslümanlar bütün ömrümüzde biri birimizle vuruşmuşuk!.. Ya ecnebiler elinde alet olmuşuk yahud özümüz bir bahane icad etmişik! Gah Sünni-Şia mes’eleleri gah Faris-Türk davaları gah Osmanlı-Arap münazaaları!.. Hasılı Cenab-ı Hak esbab-ı münazaayı yeryüzünden göğe çekse biz biri birimizi boğmak için özümüz sebep halk ederiz!.. Efsus!.. İşte tarihimizde Herat mes’elesi gibi mes’elelere maatteessüf çok tesadüf olunur! Terane-i Vatan İranlı kardeşlere hediye olunmuş bir manzumeden: Vatan elden gidiyor. Bize feryad ediyor. Yetiş imdada diyor. Yürü feryadına gel: Vatan imdadına gel! Anamızdır anamız! Anadan da yücemiz. Bu vatandır hocamız. Yürü feryadına gel: Vatan imdadına gel! Sürüden olma cüda: Kurt eder sonra cefa! Ya ölen!.. Ya ki yaşa! Yürü feryadına gel: Vatan imdadına gel! Yaşa İran yaşa sen! Olma viran yaşa sen! Bizde var kan yaşa sen! Yürü feryadına gel: Vatan imdadına gel! Devlet-i Osmaniyye: – Tunus ve Cezayir’den hicret ve Suriye’de tavattun eden muhacirinin altı sene müddetle hizmet-i askeriyyeden muaf tutulması hakkında bir karar ittihazı için Sadaret tarafından Şura-yı Devlet’in nazar-ı dikkati celb edilmiştir. Rusya: – Rusya müslümanlarının milliyet temelleri olan mekteplerine taarruz edildiğini ve müslümanların da buna şayan-ı hayret bir şiddet ve intizam ile mukabelede bulunduklarını birkaç haftadır yazıp geliyoruz. Geçen hafta dediğimiz gibi müslümanların izhar ettikleri hayat ve faaliyet mütearrızları düşündürmeye başladı. Rusya Meclis-i Meb’usanı’nda ekseriyet fırkası olan Oktobristler mekatib-i ibtidaiyye kanun layihasının müslümanlar menafiine tadilini taleb mecburiyetini hissettiler. Ve Meclis-i Meb’usan’ın ekseriyeti bu ta’dilatın şeklinde yazılmıştır. kabulüne mütemayildir. Lakin müslümanlar bu kadarcık ta’dilat ile kanaat etmiyorlar. Arkalarında yekvücud otuz milyonluk bir kitle-i müslümanın mevcudiyetini onbinlerce mektup ve telgrafnameler binlerce ictima’ ve kararlarla duyan bu muhterem mücahidler hakk-ı milliyyetlerinin daha ziyade muhafazasını istiyorlar. Hatta bir aralık buna da muvaffak oluyor gibi görüldüler. Meclis-i Meb’usan “Müslüman Maksudi cenablarının fıkra-i ta’diliyyelerini bile kabul etti. Fakat muhafazakarlarla şovenistler bunun üzerine pek çok gürültü edip tarafdarlarını meclise toplayarak maddeyi yetle redde muvaffak oldular. Cihad devam ediyor. Hak elbette nihayet galebe edecek. Müslüman kardeşlerimizi teşcie kalkışmayı küstahlık buluruz. Zamanımızın en kavi silahı olan fikir ve sözü alem-i İslam’da şimdiye kadar görülmedik bir maharet ve faaliyetle isti’mal ediyorlar. Sağ olsunlar. – Rus gazetelerinde yazıldığına nazaran bugünlerde Kars kalesi içinde Rusların Osmanlılarla Kars için ettikleri muharebelerini hatırlatmak üzere yapılmış bir abidenin resm-i küşadı münasebetiyle büyük şenlikler yapılmıştır. Kafkasya’da hükümdar kaymakamı olan zat ile rü’esa-yı ruhaniyye hazır bulunmuşlardır. Kars muharebatına dair müteaddid konferanslar verilmiştir. – Rusyalı müslüman kardeşlerimiz için en mühim mesailden birisi “hürriyeti diniyye” esasının tamami-i kabul ve tatbikidir. Gerçi bazı hürriyet esasları Rusya Kanun-ı Esasisi’nde mev’ud ise de o esasları tanzim eden kavanin henüz mefkuddur. İki sene evvel hürriyet-i diniyyeyi ta’yin eden kanun layihası Meclis-i Meb’usan’ca kabul olunup Meclis-i A’yan’a tevdi’ olunmuştu. Bu kere A’yan’da mezkur layihayı tedkıke me’mur komisyon ictima’-i evvelisini akdetmiş ve a’zadan bir papazın hiddet ve şiddeti üzerine derhal ta’til-i müzakerat etmiştir… Rivayete göre papaz efendi hiddetinden iskemlesini yere vurup kırmış ve hürriyet-i diniyye aleyhine pek ziyade bağırıp çağırmıştır. Binaenaleyh layihanın kabul olunması gayr-ı melhuzdur. Tahran gazetesinin yazdığına göre İran’ın cihet-i şimaliyyesinde Rusların ahaliyi tahrikat ve teşvikatı hala devam ediyor. Birtakım erbab-ı fesadı kahr u tenkil etmek bahanesiyle her tarafa Rus bayrağı çekilmiştir. İran’ın haysiyet-i milliyye ve istiklaliyyesine mugayir bu gibi harekatın ber-taraf edilmesi maksadıyla İran Hariciye Nezareti’nden Rus Tahran Sefareti’ne edilen i’tirazlardan bir semere-i muvaffakıyyet hasıl olmuyor. – Orenburg idare-i ruhaniyyesinin teftişine kemal-i i’tina ve dikkat ile devam olunuyor. Müfettişler idare-i ruhaniyyeden gayrı Ufa şehrinde kain mekatib-i İslamiyye’yi de teftiş ediyorlar. Müderris ve muallimlere uzun uzadıya muharrer sualler gönderip serian cevap verilmesini talep eyliyorlar. Hokand şehrinde müslüman mektepleri teftiş olunuyor. Müfettiş efendiler hiçbir kanun veya nizama müstenid olmadığı halde Türkistan’da muallimlik eden Kazan Tatarlarını muallimlikten ihraca teşebbüs etmişlerdir. Guya Kazan Tatarları ittihad-ı İslam ve Türklerin birleşmesi efkarını neşrediyorlarmış!.. Kostanay şehrinde Nogay Yak Mahallesi imamı Said Zübeyri Efendi hazretleri aleyhindeki müfteriyata kulak asan hükumet me’muriyetinden ihraç etti. Taht-ı idaresinde altı muallim ile idare olunan üçyüz şakirdli medresesi ta’til-i tedrise mecbur olmuştur. Menzile şehrinde müslümanların “Saadet” ve “Millet” ünvanlı kitaphaneleri polis tarafından sedd ü bend edildi. Afrika-yı İslami: – Afrika kıt’asının kısm-ı şimalisi hemen kamilen ahali-i müslime ile meskundur. Kur’ an-ı Kerim ile lisan-ı Arab bu karalar ülkesini asırlardan beri temdin ve tenvire çalışmaktadır. Haritaya bakılırsa Sahra-yı Kebir ve Sudan’ın her tarafında az çok bozulmuş Arapça memleket ve şehir isimleri görülür. Sırf tercüme ve taklid ile harita çizen ve coğrafya kitabı te’lif eden coğrafiyyunumuz ekseriya o kelimatın aslını tedkıke lüzum görmeyerek Latin hurufatı yerine Arap harfleri koyarak yanlış isimler yazarlar. “Vaday”ın Arapça “el-Vadi” olduğuna “Dar-Fur” “Dar-EsSıla” gibi memleket isimlerindeki “dar”ın “darü’l-İslam” ve “darü’l-harb”daki ma’naya geldiğine dikkat edenlerimiz pek azdır. Hele Avrupa matbuatından eşhas isimlerini naklederken “Tajdin” “Samori” “Dudmurah” der alırız. Bunların asılları ne hangi din ve mezheptendir. Hiç temyize lüzum görmeyiz!.. Paris’ten gelmiş tegrafname ve gazetelere bakarak Fransızların bu memalik-i İslamiyye’ye taarruzlarını “medeniyetnisar” Fransızlara adeta hak verircesine katlolunmuş çavuş ve onbaşılarının isimlerini de adeta acırcasına yazarız. Fakat memleketlerini istiklallerini müdafaaya çalışan müslüman sultanlarının ve onların taht-ı kumandanlarında bulunan mücahidin-i İslamiyye’nin vücudunu bile haber vermeyiz vermeye lüzum görmeyiz yahud akletmeyiz “Bedeviler” der geçeriz… Mesela bakınız Osmanlı ceraidinden birinde Afrika-yı İslami’ye edilen taarruza dair nasıl ma’lumat veriliyor: “Paris’ten dün gece varid bir tegrafnameye göre Vaday ve Maslata emirlerine tabi’ ve mevcudu i’tibariyle Fransızlardan fazla bir kuvvet ile kaymakam Mol’ün kumanda ettiği bir Fransız nişancı müfrezesi arasında Kanunisani-i efrencinin dokuzuncu günü bir müsademe-i şedide vuku’ bularak Bedeviler zayiat-ı kesire ile ric’ate mecbur olmuşlardır. Muharebe Maslata’nın merkezi olan Terecle kurbunda vuku’ bulmuştur. Fransızlardan da zayiat ehemmiyetli ise de Fransa müstemlekat nezareti bu babda henüz ma’lumat vermemiştir. Maa-haza kaymakam Mol ile mülazım Joly’nin ve çavuş Bal’in maktuller miyanında bulunduğu mervidir.” Oradaki dindaşlarımızı düşünmüyor acımıyorsak kendimizi de mi düşünemiyoruz kendimize de mi acımıyoruz? Bu vekayi’ Trablusgarb’ın cihet-i cenubiyyesinde arazi-i dahiliyyesinde oluyor: Rus ve İngilizler İran’ı taksim ile memalik-i İslamiyye’yi amuden ikiye ayırdıkları gibi Fransızlar da Sahra ve Sudan’ı ediyorlar. İran’ın taksimi memalik-i Osmaniyye’yi şarktan kuşattığı gibi Sahran ve Sudan’ın işgali de memalik-i Osmaniyye’yi cenubdan kuşatıyor… Evvelce Sultan Hasan Sultan Taceddin Sultan Beşir namlarında din kardeşlerimiz taht-ı idaresinde bulunan Sudan-ı şarki Vali Forno Vali Merlen kaymakam Mol isimlerini taşıyan Fransız me’murları zir-i hükmüne geçiyor… Makam-ı hilafet bu küçük sultanlardan yalnız hürmet ve muhabbet bekleyebilirdi onlar hükümran iken Darü’l-Hilafe’nin hudud-ı cenubisine taarruz edecek olmazdı; lakin şimdi büyük bir cumhuriyet-i nasraniyye memalik-i İslamiyye’yi Akdeniz’e doğru sıkıştırdıkça sıkıştıracaktır. Afrika-yı İslami istiklalini henüz silah-be-dest olarak kemal-i şecaatle müdafaa ediyor. Bu son hadisede dahi Fransızların en liyakatli müstemlekat zabitlerinden bir kaymakamı ve yüzlerce neferi kaybettirtti. Lakin bin türlü vesait-i tahribiyyeye malik Fransızlara karşı bu mücahidinin himmet-i diniyyesi akıbetü’l-emr mağlup olacaktır. Bu mağlubiyetin vebali ise hala alem-i İslam’ı tanzime muktedir olamamış evliya-yı alem-i İslam’ın duşuna yüklenecektir. Hindistan: – “Divide et yasettir. Roma senatosu bunu tatbik ederdi. Machiavelli prenslere bunu tavsiye eylemişti. İngiltere’nin cihanı zabtında bu düstur çok hizmet etmiştir. Şimdi Hindistan’da soyulmaktan kurtulmak için biraz alaim-i faaliyyet görülmesiyle büyük Britanya’nın yine bu hain silaha müracaat ettiği anlaşılıyor. Hindistan’ın nüfusu takriben üç yüz milyondur. Bu üç yüz milyondan iki yüz milyonu mütecaviz Hindular seksen milyona yakın müslüman on iki milyon Buddi ve mütebakısi edyan-ı saire tabiinidir. Avrupalıların tasallutundan evvel şibh-i cezire hakimleri müslüman-Türkler idi. Müslümanlar adetçe Hinduların nısfından eksik olmakla beraber din-i Muhammedi’nin şerafetinden eski hakimiyetin te’siratından dolayı ehemmiyetleri Hindulardan hiç de eksik değildir. Sinin-i ahirede Hindular arasında istiklal ve hürriyet efkarı münteşir olduğu cihetle İngilizler müslümanlara de pek mümkün olduğu için her türlü vesaite bil-müracaa Zaten İngilizlerin Hindistan’a hükmederek o cennet gibi memleketin sayıp tükenmek kabil olmayan hazain-i servetinden bir sebep edyan-ı muhtelife arasında mevcud dini ihtilaf ve niza’lar Britanya kuvve-i zabıta ve askeriyyesi vasıtasıyla mani’ olmalarıdır: Eğer İngilizler Hindistan’ı terk ederse Hindularla müslümanlar birbirine girecek o mübarek kıt’ada kan sellerle akacak imiş!.. Bu iddiayı milel-i saire nazarında tefek vekayiin de İngiliz telgraf ajansları tarafından pek ziyade mukteziyatıdır ve fil-vaki’ İngilizler bu vazifelerinde asla kusur etmezler. Bu hafta gündelik ceraidin neşrettikleri telgrafnameler de bu kabildendir. Müslümanların Kurban Bayramı münasebetiyle Kalküta’da bir inek zebh etmek arzusu üzerine mak istemişler imiş; ve şu hadise büyük bir mukateleyi mucib olmuş imiş. Hadise netayicine dair İngiliz menbaından çıkıp etrafa dağılan telgrafnamelerin suretleri ber-vech-i atidir: Londra Kanunievvel – Kalküta’da mukım İslamlar Iyd-i Adha esnasında Hindular mahallesinde bir inek zebhini tasavvur eylemektedirler. Bu münasebetle Hindularla İslamlar arasında bir münazaa vukuu muhakkak addediliyor. Londra Kanunievvel – İslamların bir ineği kurban olarak zebh etmeye teşebbüs eylemleri üzerine Hindliler tarafından vaki’ olan taarruzda İslam vahim surette yaralanmıştır. Kalküta – Kurban bayramı münasebetiyle İslamlar tarafından bir ineğin zebhi hakkında vuku’ bulan teşebbüse karşı Hinduların mukavemet ve mümanaatı üzerine şiddetli bir mücadele vukua gelmiştir. Polis münazaayı teskin edemediğinden bölük süvari müdahaleye mecbur kalmış ve kısa bir mukavemetten sonra iki taraf askere karşı gelemeyerek dağılmıştır. Bu mücadele esnasında kişi mecruh olmuştur. Sükunet teessüs eylemişse de İslamlar tecemmu’ etmekte devam ediyorlar. Karışıklık esnasında birkaç mağaza yağma edilmiştir. Üç telgrafname birbiri arkasından dikkatlice okunursa nasıl bir yed-i hıyanetin bu vekayii ihzar ile hayyiz-i fi’le isal ve nihayet işaa ettiği bi’s-suhule anlaşılır… TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Aralık Beşinci Cild - Aded: Selamün aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu. Evkat-i ferağımda seve seve mütalaasıyla lezzet-yab olduğum ceridenizin beyne’l-müslimin te’sis etmekte olduğu tearuf ve teellüfe ettiği hizmetin derecesini size bildirmeyi zaid görürüm. Tevali-i a’sar zulm ü cehalet içinde ümmet-i Muhammediyye’nin uğradığı mevt-i hissi ve akliden sonra hakayık-ı lub-ı meyyitede rekz ü tesbit için Sur-i ba’s ü nüşuru memleketimizde en evvel nefh edenler diyebilirim ki siz oldunuz. çok şeyler bulunduğunu isbat ettiniz. Rabbim zahir ve muininiz olsun. Görüyorum ki sizin bu sa’y-i payidarınız biraz daha geniş bir saha bulsa kabr-i nisyana gömülmüş defa’in-i eslafı ihyaya bahr-i gafletin dibine atılmış cevahir-i hakayık-ı Fikr-i kasıranemce bu vadide atacağımız en mühim hatve tefsir ile hadise doğru olmalıdır. Bereket-zade İsmail Hakkı Beyefendi’nin mefhar-ı asr olan o fazıl ve allame-i bi-hemtanın Envar-ı Kur’an’ı hayat-ı İslam’a leb-teşne olan gönüllerinize reşha-paş olup dururken her harfi hırz-ı can olmağa seza olan o sahayif-i güzinin her nedense bir müddettir Sırat’ın sütunlarından gaybubetiyle gönüllerimiz mahzun oluyor. Her şeyden evvel bu kitab-ı celilin neşrine devam etmenizi niyaz edersem bu cür’etimi küstahlığa değil hüsn-i niyyetime kalbimde dinmek bilmeyen aşk-ı Kur’an’ a bağlarsınız zannederim. Hadis-i şerife gelince buna dair henüz bu mecelle-i celilenizde bir şey görünmemesini hakıkaten bir noksan addederim. Kitab ve sünnet dinimizin en mühim iki me’hazı menbaı olduğu için Sırat sütunlarında bunlara birer kısm-ı mahsus açmanız erbab-ı himmetin mesai-i dindaranesine müracaat etmeniz lazımdır. Bu yolda sarf edeceğiniz emekler –ümid ederim ki– heder olmaz. Size her taraftan muavenete koşacak erbab-ı ilm ü diyanet eksik olmaz. Ne tefsirde ne hadiste te’ammuk iktidarını haiz olmadığımı yakınen bildiğim halde hiç olmazsa tercüme ile olsun size yardım edeyim diyorum. Zebidi’nin Buhari’yi ihtisaran tertib ettiği et-Tecridü’s-Sarih li-Ehadisi’l-Cami’i’s-Sahih nam eser-i mübarekini vakit buldukça tercüme edip size gönderirsem elbette reddetmezsiniz. Müellif mukaddimesinde diyor ki: “Ashab-ı hadisin pişvası asrının evhaddi İmam-ı Kebir Ebu Abdillah Muhammed bin İsmail bin İbrahim Buhari hazretlerinin Cami’u’sSahih ’i şüphesiz İslam’da tasnif edilen kitapların en büyüğü en müfididir. Ancak ehadis-i mütekerriresi ebvab-ı muhtelifede müteferrikan irad edilmiş olduğundan herhangi babda olan bir hadis-i şerifi insan ararsa adeta bulmaktan vazgeçecek derecede meşakkat çeker. Hazret-i Buhari’nin bundan maksadı turuk-ı hadisin kesretini hadisin derece-i şöhretini anlatmaktır. Bizim maksadımız ise asl-ı hadisi beyan etmekten derece-i şöhretini beyan etmek maksudumuzun haricindedir. Zira o kitab-ı mukaddeste her ne var ise cümlesinin sahih olduğu ma’lum ve müsellemdir. İmam Nevevi rahmetullahi aleyhin Şerh-i Müslim mukaddimesinde de lifeyi birbirinden uzak müteferrik bablarda zikreder. Çoğunu da en münasib olmak üzere zihne tebadür eden babda zikretmez. Bundan dolayı turuk-ı rivayeti cem’ etmek ve bir hadis için zikrettiği tariklerin cümlesiyle birden vüsuk ve itmi’nan kesbeylemek talib-i hadis için müşkilleşir. Yine İmam Nevevi diyor ki: “Müteahhirin-i huffaz-ı hadisten birçoklarını gördüm ki bu yüzden hataya duçar olarak sahihinde mevcud ve fakat zihne tebadür eden mevaki’de gayr-ı mezkur olan bazı ehadisi Buhari’nin rivayet ettiğini tekrardan hali olarak tecrid etmeyi arzu ettim. Hadisi zahmetsizce zabta kolaylık olmak için de esanidi hazfettim. Tekerrür etmiş bir hadise sıra gelince ilk defasında kayd ve isbat sonrakisinde faideli bir ziyade varsa o ziyadeyi de ilk defasındaki rivayete ilave ve faideli bir ziyade yok ise zikrinden sarf-ı nazar ettim. Bazen olur ki bir hadis evvelen muhtasaran rivayet edilir de sonraları diğer bir rivayetle daha mufassal ve evvelkinden fazla mevaddı havi olarak irad olunur. İşte böyle yerlerde birinciyi terk ederek faide-i zaidesinden dolayı ikinciyi yazdım. Bir de Buhari hadisleri içinden yalnız müsned ve muttasıl olanlarını zikrettim. Maktu’ veya muallak olanlarına ilişmediğim gibi hadis ile tealluku olmayan ve içinde aleyhi’ssalatu vesselam Efendimiz hazretlerinin nam-ı şerifi zikrolunmayan ahbar-ı sahabe ve tabi’ini de terk ettim. Mesela Ebu Bekir ile Ömer radiyallahu anhüma hazeratının Sakıfe-i Beni Sa’ide’ye gitmelerine ve orada beynlerinde cereyan eden mükalemeye dair olan hikaye ile Ömer radiyallahu anh hazretlerinin katli kıssası ile sahibeyn-i kerimeyni yanına defnolunması hakkında Hazret-i Aişe radiyallahu anhadan Osman radiyallahu anha bi’at kıssası ve Zübeyr radiyallahu anhın düyununu vermek üzere oğluna vasiyeti gibi şeyleri hazfettim. Bir de her hadiste ravisi olan sahabinin ismini yad ve Buhari ism-i sahabiyi hangi lafz ile zikretmiş ise alel-ekser o lafzı muhafazayı i’tiyad ettim. Mesela imam-ı müşarun-ileyh bazen “an Aişe” bazen “an İbni Abbas” bazen “an Abdullah bin Abbas” diyor. Kezalik bazen “İbni Ömer” dediği gibi bazen “Abdullah bin Ömer” diyor. Bazen “an Enes” bazen de “an Enes bin Malik” diyor. Kezalik bazen “an fülan ani’n-nebi sallallahu aleyhi ve sellem” bazen “kale kale Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem” bazen de “inne’n-nebi sallallahu aleyhi ve sellem kale keza ve keza” lafızlarıyla hadisi sevk ediyor. İşte bu gibi elfazı irad etmek hususunda müellife tamamen mutabaat ettim. Şayet bu kitapta elfaz-ı Buhari’ye muhalif elfaz bulunursa nüsha ihtilafından neş’et etmiştir.” Sahib-i eserin eser hakkında bu sözleri mahiyetini derece-i kıymetini layıkıyla ta’rife kafidir. Kendiliğimden fazla bir söz ilave etmek istemem. Yalnız ehadis-i şerife-i nebeviyyeyi Türkçe’ye nakletmeyi vesile-i size takdim edeceğimi vaad ederim. Ancak bu va’d-i mukayyedimi muhtaç olduğumu şimdiden beyan etmeyi elzem görüyorum. Zira değil cevami’ü’l-kelim ve faslü’l-hitab olan menba’-ı vahy ü hikmetten sudur eden akval-i seniyye-i Cenab-ı Risalet-penahi’yi herhangi lisandan herhangi bir ibareyi diğer lisana naklederken kuvvet ve revnakı bir dereceye kadar zail olduğu erbabınca ma’lumdur. Halbuki edilecek tercümelerin ala-kadri’l-imkan aslına karib olmasını şive-i lisan-ı Osmani’ye mutabık olmakla beraber asl-ı şerifteki kuvvetten metanet-i edadan imkan müsaid olduğu derecede nasibedar olmasını gönlüm arzu eder. Binaenaleyh arz edeceğim tercümelerin sakatatını ihtar edecek zevat-ı kirama müteşekkir olacağım gibi daha güzel bir ibare ile tercümeye muvaffak olup mahsul-i karihalarını tenezzülen i’lam edecek hüsn-i selika ashabına da ayrıca arz-ı minnetdari ederim. Bu gibi ihtaratı tercümeye şekl-i kat’isini vermeye hadim olacaklarından adeta hırz-ı can addedeceğim. Ve minallahi’t-tevfik. Sıratımüstakım . Ahmed Naim Bey kardeşimize bütün cihan-ı İslam namına teşekkür ederiz ki bu kadar ulvi bu kadar mukaddes bu kadar nafi’ bir hizmeti üzerlerine alıyorlar. Vakıa iş gayet ağırdır. Lakin kendilerinde kudret-i yet vardır ki şu üç meziyetin tevfikten mahrum kalması kabil değildir. Cenab-ı Hak buyurmuyor mu? İnşallah şu sahifeler bugün başlanan emr-i hayrın kemal-i muvaffakıyyetle bittiğini de görür. Bismillahirrahmanirrahim diğerinde Diğer rivayette Ömer bin el-Hattab radiyallahu anhdan şöylece dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemi işittim buyuruyordu ki: Amellerin derece-i kadri ancak niyetlere göre olur. Herkesin nasibi de ancak niyet ettiği şeye göredir. Artık nail olacağı bir dünya veya nikah edeceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa hicreti Allah’ın ve Resulü’nün rızası için değil sebeb-i hicreti olan şey içindir. Bir rivayette zamm-ı ya’ ile diğerinde de zamm-ı ya’ ve feth-i sad ile Diğer Diğer rivayette bina-yı mechul ile . - Tercüme Aişe radiyallahu anhadan şöylece rivayet olunuyor: Haris bin Hişam radiyallahu anh Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden “Ya Resulullah sana vahiy nasıl gelir?” diye sordu. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Ahyanen bana çıngırak sesi gibi gelir. Bana en ağır geleni de budur. Benden o hal zail olur olmaz meleğin bana söylediğini iyice bellemiş olurum. Ahyanen melek bana bir diğini iyice bellerim. Aişe radiyallahu anha der ki: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemi soğuğu pek şiddetli günde kendisine vahiy nazil olurken görmüşlüğüm vardır. İşte öyle soğuk bir günde bile kendisinden o hal geçtiği vakitte şakaklarından şapır şapır ter akardı.” Diğer nüsha . Diğer nüshada . Diğer rivayette . Bir rivayette diğerinde bir diğerinde de . Diğer bir rivayette cim’im . Diğer nüshalarda fa’sız olarak . Diğer yoktur. Diğer bir rivayette varid olmuştur ki “vücud-ı şerifindeki etleri titrediği halde” . Diğer bir rivayette tenin zammıyla Diğer nüshada . Diğer nüshada diğerinde de mechul olarak lafz-ı ce- - Tercüme Ümmü’l-mü’minin Aişe radiyallahu anhadan şöylece dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ilk vahiy başlangıcı uykuda rü’ya-yı saliha yani sadıka görmekle olmuştur. Hiçbir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi vazıh ve aşikar zuhur etmesin. Ondan sonra kalbine yalnızlık muhabbeti ilka olundu. Artık Cebel-i Hira’daki gar içinde halvet-güzin olup orada ehlinin nezdine gelinceye kadar tehannüs yani teabbüd eder ve yine azıklanıp teabbüde giderdi. Sonra yine Hadice nezdine avdet edip bir o kadar zaman için yine azık tedarik ederdi. Nihayet Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme bir gün Gar-ı Hira’da bulunduğu sırada emr-i Hak yani vahiy geldi: Şöyle ki ona melek gelipİkra’yani “Oku” dedi. O da “Ben okumak bilmem” cevabını verdi. Zat-ı akdes-i risalet-penahi buyurur ki: “O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine İkra’dedi. Ben de ona ‘Okumak bilmem’ dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı.” “Sonra beni bırakıp yineİkra’dedi. Ben de ‘Okumak bilmem’ dedim. Nihayet beni yine alıp üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp dedi.” Bunun üzerine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem vahyolunan bu ayat-ı kerimeyi bit-telakkı korkudan yüreği titreyerek döndü ve Hadice binti Hüveylid’in nezdine girerek “Beni sarıp örtünüz beni sarıp örtünüz” dedi. Korkusu zail oluncaya kadar vücud-ı mübarekini sarıp örttüler. Ondan sonra Hazret-i Resul sallallahu aleyhi ve sellem vuku’-i hali Hadice’ye naklederek “Kendi nefsim için korktum” dedi. Hadice radiyallahu anha: “Öyle deme Allah’a kasem ederim ki Allahu Zü’l-Celal hiçbir vakitte seni utandırmaz mahzun etmez. Çünkü sen akrabana bakarsın işinden aciz olanların ağırlığını yüklenirsin fakire; kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın misafiri ağırlarsın hak yolunda zuhur eden havadis ve mühimmatta halka yardım edersin.” Bundan sonra Hadice radiyallahu anha Hazret-i Resul-i Ekrem’i sallallahu aleyhi ve sellem birlikte alıp amcazadesi Varaka bin Nevfel bin Esed bin Abdi’l-Uzza’ya götürdü. Bu zat zaman-ı cahiliyyette dini Nasraniyyet’e dahil olmuş bir kimse olup İbranice yazı bilir ve İncil’den meşiyyet-i ilahiyye tealluk ettiği mikdarda öte beri yazar idi. Bir de Varaka gözlerine ama tari olmuş bir pir-i fani idi. Hadice radiyallahu anha Varaka’ya “Amcam oğlu dinle de bak kardeşinin oğlu ne söylüyor” dedi. Varaka: “Ne var kardeşimin oğlu?” diye sorunca Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem gördüğü şeyleri kendisine ihbar etti. Bunun üzerine Varaka dedi ki: “Bu gördüğün Allahu Teala’nın Musa sallallahu aleyhi ve selleme tenzil ettiği namus-ı ekberdir yani sahib-i sırr-ı vahydir. Ah keşke senin da’vet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke ber-hayat olaydım.”. Bunun üzerine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da: “Evet zira senin gibi vahiy tebliğ etmiş hiçbir kimse yoktur ki düşman peyda etmesin. Şayet senin da’vet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim.cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmedi Varaka vefat etti. Ve fetret-i vahy vuku’ buldu yani bir müddet için vahiy inkıtaa uğradı. Şair-i meşhur Bağdadlı Cemil Sıdkı Efendi’nin el-Müeyyed ceridesinde iki makalesi görüldü. Birisinde şeriat-i gar ra-yı yığın hayalat-ı şairane ile hücum ediliyor; diğerinde evlad-ı Arab ellerindeki lisan-ı fasihi bırakarak avam lisanını tervic etmeye da’vet olunuyor. Avamın konuştuğu lisan mazbut olmadığından bunu kavaid-i sabite altına almak için bir de fenni usul gösteriliyor. Şu teklif Arapların lisanında bir teşettüt binaenaleyh millet arasında tefrika ihdasına sebep olacağı için Mısır Suriye Irak kıt’alarındaki müslüman mu harrirler hepsi birden Cemil Sıdkı’nın aleyhine kalktılar. Hatta öyle diyorlar ki Bağdad’daki ulema da ayaklanarak kendisini Hukuk Mektebi’ndeki Mecelle muallimliğinden az lettirmişler. kalesini görmüş lakin okunmaya yahud mukabelede bulunmaya liyakatini görememiştim. Ancak şu günlerde feylesof Şibli Şemil Cemil Efendi’nin müdafaasını deruhte ederek el-Mukattam ceridesiyle Osmanlıların Mısırlıların bu husustaki re’yini sorduğu için biz de birkaç söz söylemek naden girişiyor ki Cemil Efendi’nin kendisi tarafından gönderilmiş olması pek muhtemel bulunan bu mektupta meşrutiyet-perver bir meb’usun delaletiyle Hille meb’usu Mustafa Efendi meşrutiyet-perver bir vali Nazım Paşa tarafından Cemil Efendi’nin azledilmesini pek fena görüyor. El-Mukattam ceridesi Cemil Efendi’nin makalesini okumadığını pek galeyana geldiğini ileri sürerek Şibli Şemil’in sözlerinin altına gayet şiddetli mülahazalar yürütüyor. Şemil bana bu mes’eledeki re’yimi yazmak teklifinde bulununca Cemil’in el-Müeyyed’deki makalesini okudum. Gördüm ki muharrir nass-ı Kur’an ile sabit olan bir hükme nadda bulunuyor. Hatta tarzında tasvir ettikleri cennet ibaresiyle Kur’an’ ın da mevzu’at-ı beşeriyyeden olduğuna telmihte bulunuyor. İşte makalesinden size aynen naklolunan birkaç parça: “Kadın yalnız bir cihetten değil birçok cihetten mazlumdur. Bir kere mazlumdur. Çünkü talak yalnız erkeğin elindedir. Bilemem nikah için kadının rızası aranıyor da neden ayrılırken hiç onun muvafakati sorulmuyor. Sonra mazlumdur: Zira erkek kardeşinin aldığı mirasın ancak yarısına varis olabiliyor. Daha sonra mazlumdur. Çünkü kendisi yarım insan şehadeti yarım şehadet addolunuyor. Evet mazlumdur; çünkü kocası kendisi üzerine üç karı daha alabildiği halde o bir başka kocaya daha varamıyor. Mazlumdur; çünkü yaşadığı müddetçe bi-çareyi hava almaktan erkeklerle ihtilat ederek o sayede hayat denilen mektepte öğrenilecek hakıkatlere muttali’ olabilmekten men’ edecek bir kesif örtü altında gömülmüş bulunuyor. Müslüman kadını yalnız dünyada mazlum değil ahirette de böyledir. Çünkü namaz kılan erkek ahirette yetmişten yetmiş bine kadar huriye nail olabileceği halde namaz kılan kadın yalnız kocasıyla kalabilecek. Halbuki suretinde tasvir ettikleri cennette kocası kendisini istemeyip de başka hurilerle düşüp kalktığı bir sırada elbette kadın da başkalarını isteyebilir...” Cemil Efendi’nin makalesinden ayırdığımız şu bir iki cümle baştan başa şeriate karşı tehekküm Kur’an-ı mübine karşı i’tirazdır ki Allah’a Peygamber’e inanan bir mü’minden suduru mümkün değildir. Zaten İstanbul’da bulunup da Cemil Efendi’yi tanıyanlardan birçoğu bu adamın hiçbir din lerdi. Maamafih ravilerin doğru sözlü zevattan olmasına rağmen bu sözleri yazamazdım. Çünkü akıdelerindeki kuvveti yakınen bildiğim birçok halis müslümanların başkaları tarafından tekfir olunduğunu çok defalar gördüm. Lakin yukarıda naklettiğimiz ibare sahibinin müslüman olmadığını göstermeğe kafidir. Bu sözleri söyleyen adamın küfründe müslüman fakıhlerinden hiçbiri tereddüd etmez. Zira saydığı mes’elelerin hepsi nass-ı Kur’an ile sabittir. Yalnız ta’rif ettiği surette bir tesettür ile hurilerin mikdarı istisna edilmelidir. Cemil Efendi’nin şu müstesnaları da şeriate nisbet etmesi Kur’an ile hadisin kara cahili olmasındandır. Evet böyle bir şeyin ne Kur’an’ da ne de ehadis-i sahihada aslı yoktur. Hadiste her erkeğin cennette iki karısı olacağı varid olmuşsa da böyle yetmiş veyahud yetmiş bin hurili hadisler ancak mevzu’ ehadis neşriyle töhmetli birtakım adamların rivayatıdır. Cemil Efendi’nin muhakkirane mütehekkimane i’tirazda bulunduğu ahkam hükumet-i meşrutanın düsturu’l-ameli olan kavanin-i şer’iyye cümlesindendir. O şeriat ise Kanun-ı Esasi mucebince Devlet-i Osmaniyye’nin din-i resmisi olan şer’iat-i İslamiyye’dir hükumetin vaz’ ettiği Meclis-i Meb’usan’ın tasdik eylediği Matbuat Kanunu hükumetin himayesine mecbur olduğu din-i resmisine değil mevcudiyetini tasdik etmiş olduğu edyan-ı saireye bile böyle mütehekkimane hücuma müsaade edemeyeceği gibi meşrutiyet-i Osmaniyye de Zehavi imzasıyla neşrolunan böyle bir makaleye muvafakat edemez. Artık neşrindeki fenalığı bildikten sonra şu sözlere tarafdar çıkanlar meşrutiyete karşı cinayet işlemiş kavanin-i mevzu’asına ri’ayet icab eden muhit-i hürriyyetin haricine çıkmış demek olurlar. Eğer Cemil Efendi kanunun şeriatin hududu haricine çıkmak hususunda biraz akla hikmete tabi’ olaydı hakkında verilecek hüküm hususunda merhametkarane davranmak lazım gelirdi. Lakin böyle bir adamdan hikmet akıl gibi şeyleri nasıl beklersiniz ki zu’munca ıslahına çalıştığı bir kavmin dininde Kitabı’nda sabit olan ahkamı takbihe kadar varıyor. Bu tecavüze de mahza o Kitab’ı o dini bilmediğinden cür’et alıyor. Hikmet akıl öyle iktiza ederdi ki bu makaleyi neşretmezden evvel akıbeti düşünecekti de hüsn-i kabul göremeyeceği kat’i olmasa bile pek muhtemel olan bu sözlerin nası heyecana getireceğini bu yüzden hem kendisinin müteezzi olacağını hem de söylediği şeylerin hadd-i zatında nef’i farz olunsa bile hiç kimseye müfid olamayacağını anlayacaktı. Zaten bu sözler dinin esasından butlanına kanaat olmadıkça nasıl kabul olunabilir. Halbuki kabulü suretinde de milletin bir herc ü merc içine düşmesini ırzın malın ibahasını müeddi olur ki şu halde makalenin faide-i mevhumesi zararına galib olur demektir. Eğer Cemil Efendi milletin salahını istemekle beraber müslümanlar bu dinde bulundukça ıslah olunamazlar fikrini besliyorsa kendisi için ma’kul olabilecek hareket ya kavmini bu dini bırakarak ilhad-ı mutlaka sevk etmek yahud başka bir dine teşvik eylemekten ibarettir. Yok müslümanların müslüman kaldıkları halde ıslahı kabil olacağına mu’tekid ları fenalıkları yine dine muhalif olarak terk ettikleri iyilikleri göstermek olabilir. Yoksa bir kere Cenab-ı Hak buyuruyor ki diye bir ayet okumak bir kere de ayat-ı Kur’an’ ı “... tarzında tasvir ettikleri” imasıyla mevzu’at-ı beşeriyyeden addetmek akla hikmete sığar şeylerden değildir. Cemil Efendi’nin azli mes’elesine gelince evvela bu makaleyi yazıp yazmadığı kendisinden sorulmalı eğer ben yazdım derse o zaman esas-ı şeriati inkar eden bir adamın Mekteb-i Hukuk’ta Mecelle okutamayacağı tabii olduğundan hükumet bu vazifeden kendisini azletmelidir. Bağdadlılar da çocuklarının ma’sum zihinlerine şeriatin ahkamındaki adalet hakkında şüpheler telkın edecek böyle bir adamı azletmek şer’i huzuruna çıkınca Cemil Efendi’nin şeriate karşı tehekkümü talak ta’addüd-i zevcat veraset hakkındaki ahkam-ı şer’iyyeye zulüm isnadı tahakkuk edince kendisinin küfrüne eğer karısı müslüman ise ayrılmasına hükmetmek hakimin vazifesi olur. Devletin şeriati budur. Hiçbir akıllı tasavvur olunmaz ki müslümanlığa mu’tekid olmadığı ahkam-ı İslamiyye’yi muvafık-ı adl görmediği takdirde bile şeriat hükumetin şeriati oldukça bu hükmün icrasını muaheze edebilsin. Öyle ya Mısır’daki kanun-şinaslardan bazısı memlekette mer’i olan ahkam-ı kanuniyyenin birçoğunu tenkıde şayan görüyorlar da o kanunların kanuniyeti muteber oldukça ahkamını tenfiz ettiğinden dolayı hükumeti muaheze edemiyorlar. Evet nasın Cemil Efendi’yi döğmek sövmek mahvına yürümek malını yağma etmek gibi harekatta bulunmalarına yine kat’iyen mesağ gösterenlerden değiliz. Çünkü halkın küfrüne yahud büyük bir günah işlediğine hükmolunan adamlar aleyhine kıyamı hükumetin nüfuzunu kıracağı gibi memlekette asayiş intizam bırakmaz halka düşen vazife bu gibilerini görünce yüz çevirmektir. Zaten fenalığı kerih görmek vecibedir ki adab-ı umumiyyenin feza’il-i insaniyyenin muhafazası bu suretle kabil olabilir. Erazili alkışlayan millet alçalır. Böylelerini tahkır eden millet ise yükselir. Nitekim dolayı milleti arasına böyle yüz karasıyla çıkmak ne büyük bir haysiyetsizlik olacağını kadrini ne derekelere indireceğini gözünün önüne getirince intihardan başka çare bulamamıştı. Ta’zime istihkakı olmadığını bildiği adamları alkışlayanlar mebzulen bulunan bir millet bu rezile-i ictimaiyyeyi terk etmedikçe terakkı edemez. Evet hürriyet-i fikriyyeye hürmet etmek aklın ilmin en büyük esbab-ı terakkısindendir. Lakin Cemil Efendi mes’elesi böyle değil ki. Cemil Efendi ortaya bir delil koyarak mezahibden birine yahud bir re’y-i ilmi serd ederek bir mes’eleye i’tiraz etmiş değildir. O dinlerine taarruz ederek bir milleti kavanin-i mer’iyyesine karşı huruc ederek bir hükumeti tahkır etmiştir. Feylosof Şemil Arap muharrirleri arasında fikrindeki mamıştır. Bu sebepten müslümanlar kendisinin istiklal-i fikrisine hürmette bulunurlar. Hem zannetmem ki Cemil Efendi’nin bu sözleri Şemil’in hoşuna gitsin. Feylosofun hoşuna gidecek hareket ya halis bir müslüman olduğunu söylemek yahud olmadığını i’tiraf ederek edeb dairesinde milletin hissiyat-ı diniyyesini cerihadar etmeyecek bir surette efkarını bildirmektir. Hele Cemil Efendi’nin zulüm isnadında bulunduğu bir şeriatin ahkamını talebeye tedris vazifesiyle muvazzaf olmasını feylesof hiç hoş görmese gerektir. Cemil Efendi’ye lazım olan bu vazifeyi bırakıvermek idi: Feylesof “Spencer” Almanya İmparatoru’nun verdiği nişanı kabul etmemişti. Çünkü kendisi harbin kat’iyen aleyhinde bulunduğu halde imparatorun harbin devamına en büyük tarafdar olduğunu biliyordu. Hükumete düşen vazifeye gelince Cemil Efendi’yi halkın hücumundan muhafaza ederek hakkında verilecek hükmü muhakeme neticesinde cürmün sübutundan sonra vermektir. Bu hususta avamın havassın hissiyatına tebeiyet doğru değildir. Çünkü efradın hevesatı ihtirasatı için had yoktur. Eğer hükumet hürriyet-i şahsiyyeyi hakkıyla muhafaza etmeyecek olursa meşrutiyet kalmaz memleket harab olur. Biz burada Cemil Efendi’nin şüphelerini red ile uğraşacak değiliz. Menar’ın mücelledatına tefsirine müracaat edenler elverecek kadar izahat bulabilrler. Şimdi Cemil Efendi’ye halisane birkaç söz söylemek isteriz: Hadisat-ı vakıa yazmış olduğun makalenin pek bedihi bir neticesidir. Bizim memalik-i Osmaniyye ahalisi adat-ı diniyyelerine alenen muhalefette hakarette bulunmaya tahammül edemezler. Böyle bir harekete karşı din namına huruc ederler. Sen felsefeye ulum-ı tabiiyyeye edebiyyeye meraklı bir adamsın. Ahkam-ı diniyyeden bahsetmeği erbabına bırak. Millete yapabileceğin bir hizmetle uğraş. Üstad merhum derdi ki Şeyh Muhammed Abduh “Bir ümmetin akım kalmasını tevlid eden esbabdan biri de efradının yapamayacağı kabiliyet gösteremeyeceği işlere sarılıp asıl müste’id olduğu şu’abat ile iştigal etmemesidir.” Sen de zekanı açık ibareli hafif ma’nalı avamın çocukların lifine sarf etmiş olsaydın kezalik iyi bildiğin fenlere aid kitaplar yazaydın hem müfid hem de müstefid olurdun. İnşallah bundan sonra o yolda hareket edersin. Beş ay mukaddem Beyrut’ta bulunduğum zaman bervech-i mu’tad dersten dönerken İstanbul gazetelerini okumak Terakkı Cem’iyeti kulübüne girmiştim. Kulüb’ün mütalaa salonunda gazeteleri karıştırırken Tanin gazetesinde üstaz-ı muhterem Musa Kazım Efendi’nin makam-ı meşihati ihraz eylediklerini okuyup pek ziyade memnun olmuştum. Evet pek ziyade. Zira Darü’l-Fünun sıralarında iki seneden fazla üstaz-ı muhteremin rahle-i tedrislerinde bulunduğumdan umumca müsellem ve ma’ruf olan ilm u irfanlarıyla beraber ne kadar dur-bin hür-endiş ve efkar-ı aliyye sahibi bir zat olduklarını re’yü’l-ayn müşahede eylemiş gibi idim. Binaenaleyh bir gün gelip de re’s-i kara geçecek olurlarsa cehliye olmasına ramak kalmış olan ilmiyemizde ıslahat-ı esasiyye tealisine pek büyük hidemat-ı nafiada bulunacaklarına ümidim ber-kemal idi. İşte üstaz-ı muhteremin şeyhülislam olmaları benim bu tatlı ümidimin sabah-ı infilakı olduğundan ben de neş’e-i sürur ile dil-sir oldum. Vakıa bu meserretim boşa çıkmadı bir hafta sonra gelen Tanin numaralarının birinde “Meşihat-i Ulya’nın Mühim Bir Kararı” ünvanı altında bundan sonra zaman-ı sa’adette olduğu gibi hutbelerin hal ü zamana muvafık ve mutabık surette ve ahalinin anlayabileceği bir tarzda okutturulması taht-ı karara alınarak bu kararın icrası için erbab-ı ihtisastan mürekkeb bir komisyon intihab olunduğunu okudum. Bunun üzerine artık kalbimde hasıl olan meserretin ta’rifinden acizim. Zira benim Makam-ı Meşihat’ten beklediğim ıslahatın en mühimmi ve en birincisi şu hutbeler mes’elesi idi. Vakıa bu hutbeler mes’elesi pek mühimdir. Zira hutbelerimiz daha doğrusu hutebamız hakkıyla ıslah ve ğil tekmil alem-i İslamiyyet’te mühim bir te’siri ve İslamların terakkı ve tealileri için pek büyük faidesi olacağı vareste-i Yine bundan üç ay mukaddem şu neş’e-i meserretle ser-mest olarak Beyrut’tan İstanbul’a avdet ettiğim zaman en birinci işim cevami’-i kebirenin birinde eda-yı Cum’a ile beraber ıslah olunan zemin ü zamana muvafık tam ma’nasıyla fasih ve beliğ olan hutbeyi işitmekti. Ne güzel tesadüf! Bindiğim Rus Kumpanyası vapuru üçüncü Eylül’e müsadif Cuma günü sabahı İstanbul’a vasıl olarak beni nar-ı intizardan kurtarmıştı. Ba’de’l-istihmam doğru cevami’-i kebireden birine gittim. Gittim ama iki aydan beri sabırsızlıkla bekleyip de şimdi istima’yla mütelezziz ve müstefid olmak arzusunda bulunduğum halde karşımdaki hatibin “Elhamdü-lillah” lafz-ı celilini kendisine mahsus bir şive ile üç defa tekrar ettikten sonra nağamat-ı müteselsile-i sabıkayı teganniye başlaması üzerine birdenbire şaşırdım kaldım. Her ne kadar vehle-i ulada kulağıma inanmamak istedimse de bilahare silsile-i nağamatın tevalisi üzerine başka türlü tevcihe koyuldum. “Hutbe ve hutebayı ıslah ve tadil etmişler; bir tanesini de evladımıza mazinin numunesi olarak ulü’l-ebsara ibret kalmak üzere ibka eylemişlerdir” diye hükmettim. Bundan sonra her Cum’a sırasıyla başka camileri gezmeye başladım. Ve bu güne kadar büyük küçük onu mütecaviz camide bulundum. Nihayet hepsini de maalesef aynı halde gördükten sonra gayr-ı ihtiyari olarak Ömer İbnü’l-Haris’in “ Eskiden yaparlar söylemezlerdi; sonraları hem söylerler hem yaparlardı; şimdi Ne olurdu huteba-i kiram hazeratı hutbenin hitab demek olduğunu hitabda ise her kavim ve milletin kendi lisanlarıyla hitab eylemek gibi ayet-i kerime ve pek çok ehadis-i nebeviyye muktezasınca lazım ve farz olduğunu düşünseler zemin ü zamana muvafık Arapça mukaddimelerle müterafık Türkçe olarak hutbeler okusalar bilhassa kolera illet-i müdhişesinin şiddetle hüküm-ferma olduğu şu günlerde hatiplerimiz Cum’alarda nezafet ve tehaffuzun lüzumunu her derdin devası olduğunu alem alem-i esbab olup esbaba teşebbüs biz müslümanlar lahu aleyhi ve sellem Efendimizin ne derecede riayet ettiklerini ahalimize lisan-i münasible anlatsalar da şu illet-i müdhişenin def’ u izalesine hizmet etseler... Salat-ı Cum’a’yı suret-i sahihada eda ettiklerinden maada vezaif-i İslamiyye’nin en mühimlerinden biri olan vazife-i nasihati de üzerinde ahaliye ilka edeceği bir hutbe gazetelerin sahifeler dolusu yazılarından ve hey’et-i nasihanın tek tük ifa ettikleri nasihatlerden daha müessir bin kere daha ziyade müfid olurdu. Ahalimizin kısm-ı a’zamı gazetelere nazar-ı istikrahla bakarlar değil avamımız talebelerimiz hatta Darü’l-Fünun talebelerimiz beyninde bile “Gazeteler birer safsata yığınından Bir de hutbelerde riayet olunması lazım gelen nokta zeminden ziyade zamandır. Zira birinin tedariki mümkün olduğu halde diğerinin gayr-ı kabildir. Bizde her nasılsa bu zamana riayet etmek de yoktur. Buna bir şahid olarak mücahid-i muhterem Abdürreşid İbrahim Efendi hazretlerinin Kurban Bayramı’ndan sonra intişar eden numaralı Sıra tımüstakım ’de münderic hutbe-i beliğalarını irad edebilirim. Üstaz-ı muhteremin yazdığı hutbe hakıkaten beliğdir pek münasib ve muvafıktır. Lakin bir ay evvel yazılmış olsa hüsn ü belagati bin kat ziyade olur idi. Şu hutbe-i müfide Sıratımüstakım’in’üncü numarasında yazılıp da o numaradan birkaç yüz nüshası belde-i tayyibeye gönderilmiş olsa yahud Arabi ve Farisi lisanlarına da tercüme ve ayrıca tab’ olunup Arafat’ta hüccac-ı kirama tevzi’ olunmak üzere irsal olunmuş olsa ne olurdu? Şüphesiz ki o zaman her şey olurdu ve başka türlü bir te’sir icra ederdi. tenebbi’nin: kavl-i hakimanesini tekrardan başka bir diyecek bulamıyor. Sıratımüstakım. – Abdürreşid Efendi hazretleri ve Sıratımüstakım bu babda lazım olan ve elden gelen vezaif-i hamiyyeti ifa etmişlerdir. Şu kadar ki bu kabil umur-ı mü himme tedir müslümanların tevhid-i mesai ve ibzal-ı fedakarisine mütevakkıftır. Meşihatin hutbeleri ıslah teşebbüsüne gelince o beylik teşebbüsattan olduğu cihetle gazete sütunlarına geçmekten başka fiili bir semeresine intizar olunamaz. – – Ma’lum ya tütünlerimiz gibi edebiyatımız da Fransız inhisarı altındadır. Fransız edebiyatından gayrı edebiyattan bahis bile edemeyiz Bir iki hafta evvel resimli bir gazetemizin yeni ölmüş Tolstoy’ya dair bir şeyler yazdığını işitir işitmez pek sevindim; kendi kendime: Tütün rejisine mu’terizler çıktığı gibi edebiyat rejisine karşı da ihtilalciler türemiş lel-acele satın aldım. Doğrusunu söylemek lazım gelirse gazeteyi alıp okumadan evvel bir şeye çok merak etmiştim: Rus edebiyatından tamamen bi-haber sandığım Türk gençleri nasıl oluyor da Rus mütefekkir ve ediblerinin en büyük ve en derin ve en karışıklarından birisi hakkında bu kadar çabuk makalat-ı tenkıdiyye ve edebiyye yazabiliyorlar? Gazeteyi alıp Tolstoy makalelerine şöyle bir bakınca merakım daha ziyade arttı adeta mütehayyir kaldım: Tolstoy - Buhran-ı Ma’nevi Safahatı... - Felsefe-i İctimaiyye... Oh pek derin şeyler! Gayet tatlı bir pastayı çabuk bitirmek korkusuyla yemeye kıyamayan bir çocuk gibi bu tetebbuat-ı amikayı okumak lezzetini mümkün olduğu kadar te’hir ederek resimleri seyre başladım. Lakin bu resimler biraz keyfimi kaçırdı; üç resimde iki yanlış vardı: “Tolstoy Zevcesiyle Yolda” denmiş halbuki Tolstoy’un yanındaki hiç de zevcesi değil hemşiresi... Sonra “Zevcesiyle Yan Yana” denmiş halbuki bu da zevcesi değil kızı... Hem canım ne kadar dikkatsizlik: Tolstoy’un şekil ve kıyafeti her iki resimde hiç değişmiyor da zevce resmin birinde yetmiş yaşlık bir koca karı diğerinde yirmi yirmi beş yaşlık bir hanım! Pek felsefi pek ictimai pek tenkıdi ve pek derin olacağını ser-levhalarından anladığım ilk makalenin muharririni bir türlü öğrenemedim: Köprülü-zade ... Ötesi okunmuyor adam akıllı isim yerine bir kargacık burgacık bir şey basılmış!.. dum. İbtida şairane ve dumanlı bir mukaddime bast olunuyor; sonra Tolstoy’un “İkrarü’z-Zünub”una muharririn kavlince “İ’tirafatı’na” başlanıyor. Ben de i’tirafatıma başlayayım: Mukaddimedeki pek kalabalık pek karışık laflardan açık hiçbir ma’na çıkaramadım. Lakin asıl ehemmiyetli cihet benim ma’na çıkarıp çıkaramamaklığımda değil; Köprülü-zade Bey’in bu umumi ve mübhem sözleri nasıl bir tedkıkat ve tetebbuat neticesi olarak yazdığını anlamaktadır. Mesela Köprülü-zade Bey’e sorulsa ki: “Makalenizin aksam-ı sairesinden sarf-ı nazar yalnız şu mukaddimedeki hükümleri verebilmek cevap verirler? –Yoksa birkaç Fransız münekkidinin efkarını mı sahiplerini söylemeksizin tercüme ve tekrar ediyorlar? “İkrarü’z-Zünub”... Lakin burada Rus muharririnin Rusça yazdığı bir eserinin Fransızca ismini yazmakta ne ma’na? Rusça bilmiyorum Fransızca tercümesinden okudum demek mi? –Fakat beyefendi sormak ayıp olmasın ama İ’tirafat’ın Fransızcasını okudunuz mu? Okudunuzsa ve Fransızca okuduklarınızın ma’nasını anlıyorsanız lafzen şu satırlarınızın ma’nasını izah buyurur musunuz? “Kahraman-ı eser ‘Leon Nikolayevich’ gibi Tolstoy da zengin ve pür-şeref bir hayatın bütün saadetlerini yaşadıktan sonra kalbinde derin bir boşluk gaye ve ma’na-yı hayatı anlayamamaktan mütevellid bir ıztırab duymuş ölümün yakınlaştığını bütün meraretiyle hissetmişti: “-Artık ma’nen yaşamağa muktedir olamayacağım! “Tolstoy’dan başka biri olmayan ‘Leon Nikolayevich’ ruh-i marizinin bu iştika-yı feci’ini dinlerken artık hayatın kendisi için hiçbir ma’nayı müfid olmadığını düşündü... ilh.” –“İ’tirafat” bir otobiyografi değil midir ki böyle kahraman-ı eserden bahse lüzum görüyorsunuz? Tolstoy’un küçük ismi Leon babasının ismi Nikolay değil midir ki Tolstoy’dan başka biri olmayan diyorsunuz?... Biraz daha ilerleyelim. Tolstoy’un a’sabı ruhu keskin bir neşterle teşrih olunarak efkar-ı ahlakıyye ve diniyyesi zamanımızın diğer büyük zekalarının efkarıyla bil-mukayese tenkıd olunuyor: “Tolstoy’un duçar-ı ihtilal olan muvazene-i asabiyyesi kesb-i sükunet ve tevazün etmek için kuvvet yalan riya fenalık gibi şeyler üzerine müesses olmayan ve doğrudan doğruya vahdetten iyilikten aşktan gaye-i hayaliden tebean eden bir dine muhtaçtı. İ’tikadat’ın umumiyetle gülünç olduğuna kani’ olmakla beraber ? bir dinin adem-i mevcudiyyeti halinde ma’na-yı hayatın na-kabil-i hall bir muamma haline geleceğini iddia ediyordu Nietzsche’nin “din-i kuvvet”ine Raskin’in “din-i hüsnüne” karşı Tolstoy’un vaz’ etmek istediği bu din adeta bir din-i tabii bir “din-i rahm ü şefkat” idi.” –Pardon beyefendi bu mukayese ve netayici de Tolstoy Nietzsche ve Raskin’i okuyarak bizzat mı buyurdunuz? Değilse menbaınızı göstermek zahmetinden niçin çekindiniz? Fakat bu kadarcık mı ya? Daha aşağıda yine muharrir beyin kendi netice-i tetebbuatı olarak Tolstoy’un felsefe-i tahkık ve keşf için Tolstoy’un hangi eserlerine müracaat ettiniz?” suali artık pek nakaratı andıracağından ondan vazgeçip Köprülü-zade Bey’in Tolstoy’un ahval-i ruhiyye ve dimağiyyesi hakkındaki efkarını öğrenelim: “Kavi bir bünye-i dimağiyyeye metin ve muhkem bir müfekkireye muntazam ve esaslı ma’lumat-ı ilmiyyeye malikiyetten mahrum ruhunu terakkıyat-ı asriyye ile istinas ettirmediği için mütereddid ve bed-bin olan Tolstoy hayatının bütün safahatında şek ve tereddüdden zaaftan kurtulamamış; hele safahat-ı buhranı esnasında bu zaaf ve tereddüd adeta cinnet mertebesine yükselerek onu intihar edecek bir hale getirmişti.” Daha küçük iken rüşdiyede bir arkadaşım vardı. Yazısı benden pek de iyi değildi. Bununla beraber odasında altına de merak ettim ve arkadaşıma sordum: Ayol sen bunları nasıl yazabiliyorsun? –Ben yazmıyorum be! Sahaflarda şurada burada satın alıyorum sonra altına imzamı atıyorum işte o kadar... Şehabeddin Süleyman Bey’in “Tolstoy – Şahsı” makalesini okuduğum zaman rüşdiyedeki arkadaşımın şu sözleri hatırıma geldi. Sakın yanlış anlaşılmasın: Arkadaşıma benzeyen Şehabeddin Süleyman Beyefendi değil ondan evvelki makalenin sahibi Şehabeddin Bey zaten makalesinin başında “Esasları Fransızca’dan” diye kendisini sigorta ediyor artık pervası yok; fakat makalesiyle arkadaşına pek ziyade mu’ziblik etmiş oluyor “Tolstoy – Şahsı”nın en son cümlesi şu: “Tolstoy Fake’nin dediği gibi mahdudü’l-ma’lumat mütecaviz mu’tedil merhametli bir mecmua-i tezad hülasa bir hasta bir nim-mecnundur.” Köprülü-zade Bey’in yukarıdaki tahlil-i ruhisiyle bunun ne farkı var?: Köprülü-zade Bey’in makalesinde şahsi satırlar hiç yok mu? –Hay hay! İsterseniz işte misali: “İhtilal-i kebir esnasında milletleri esaretten tahlis için kendi menafi’-i hususiyyesini feda ederek bütün Avrupa hükumet-i mutlakasına set-i beyne’d-düvelde “parayı” amil-i esasi olarak kabul eden bir hükumete beyan-ı i’timad edecek derecede tefessüh-i ahlakıye duçar olmuşken... ilh.” –Pek gündelik gazeteler mi kokuyor diyorsunuz?– Geçelim. Şimdi biraz da ciddi konuşalım: “Eskiler” ara sıra intihalden çekinmezlerdi; en parlak delili İkdam’ın Paris muhabiri... Bu miras-ı edebiden besbelli “yeniler” de kuru kalmamışlar. Doğrusu bu iyi değil adeta fena: Edebiyatta “intihal”in –Türkçesini söyleyelim– “çalma”nın devamı hayat-ı edebiyye –lisan-ı halleriyle– tutulmazsanız istediğiniz kadar çalın! der gibi duruyorlar. Sonra Allah esirgesin bu illet “nesl-i hazır”dan “ensal-i atiyyeye” de intikal eder; sonra sonra “fecr-i ati” adeta bir “gurub-ı kat’i” olur... Köprülü-zade Bey’in makalesinde ihtimal pek faideli şeyler de vardır. Fakat ben burada makalenin muhteviyatını tedkık etmek istemiyorum. Benim yalnız iki maksadcığım var: Birisi makalenin kısm-ı a’zamı menba’ gösterilmeden ve belki de iyice anlayamadan edilen tercüme ve iktibaslardan kısaca bir istizah: – Efendim epey iktidarınız var çok da çalışıyorsunuz bununla beraber niçin usul-i intihale müracaatla su’-i misal olmaktan çekinmiyorsunuz? Yoksa memlektimizde sahte gösterişleri samimiyetsizlikleri kafi değil mi sanıyorsunuz?.. Bu şayan-ı dikkat adam hakkında daha birçok şeyler yazılabilir... Bu adam beliğ bir dil ve kalemden başka bir vasıta-i maddiyyesi olmayan bu seyyar hoca bu vasi’ ve mütebahhir alim fikrindeki basiret-i siyasiyye ile ma’lumat-ı tiği– ateşin ve ruhi bir hubb-ı İslam’la mezcetmiş olan bu adam nasıl sevk edeceğini pek mükemmel bildiği hatta Avrupa ve Asya’nın bütün siyasiyat mütehassıslarına tasdik ettirdiği kuvvetlerini harekete ilka etmekle padişahları tahtları üzerinde titretti rical-i siyasiyyenin en iyi tanzim olunmuş planlarını alt üst etti... Evvelce söylendiği gibi ne kadar’de münhezim edilmişse de el-an kendisini tanıttırabilecek bir kuvvet teşkil eden Mısır hareket-i milliyyesini husule getirenlerin birincisi o olduğu gibi İran İnkılabı’nın ba’is-i aslisi de o olup bugünkü mesaisidir ona medyundur... Müstakil hükumat-ı İslamiyye’ye de üzerlerine çökmek üzere bulunan büyük tehlike-i felaketi ilk evvel göstererek Avrupa düvel-i muazzamasının tecavüzat-ı mütemadiyyesine karşı durabilmek için seri’ bir tihad-ı İslam’a olan hareket-i intibahiyyeyi ilk evvel husule getiren odur... Onun içindir ki kendisine –evvelce ta’rif ettiğimiz üzere– İttihad-ı İslam’ın Banisi dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız... Efkarının derece-i vüs’atini idrak edebilecek kadar zeki ve onları müdafaaya şitab edecek kadar heyecan-ı vatan-perveriye malik bir padişah bulabilseydi şüphesiz daha çok şeyler yapabilecekti!.. Hodgam ve zalim bir müstebid olan yalnız kendi nüfuz-ı şahsisini ezvak-ı maddiyyesini düşünen Nasırüddin Şah’tan kısa bir işkenceden sonra ümidini kesti! Türkiye Sultanı’ndan pek büyük ümidleri vardı. Bugün İran’da bile sahib-i nüfuz tarafdarları bulunan hakıkı bir hareket ve Türkiye Sünnileriyle Acemistan Şiileri arasında canlı bir hareket husule getirdi bu i’tilaf Osmanlı Halife’sinin Acemler Şiiler Şahı’nın da Türkler tarafından tanılması esası üzerine mübteni olup bu iki büyük müslüman fırkaları beynindeki mevani’i izaleye icra-yı te’sir etti. Zira o iki devleti de tehdid eden tehlikeyi kemal-i sarahatla görüyordu boş münazaalar hatta bazen silahlı nifaklarla uğraşacak yerde müşterek düşmana karşı müttehiden hareket etmek için sarf-ı gayret lüzumunu derk etti! Ancak bu suretle ufk-ı siyasetlerini karartan felaketten kurtulabilmek ümidleri vardı; birçok sahib-i nüfuz müctehid ve mollalar bu maksada hizmet ediyorlardı; lakin vakta ki bunlar son İran İhtilali’nde kısmen kendi intihab ve muhabbetleri kısmen de zaruret neticesi olarak hareket-i meşrutiyetperveraneye atıldılar; Haziran’ına kadar huzurunda o menfur meşrutiyet kelimesini tefevvühe kimsenin cesaret edemediği Sultan Abdülhamid onlarla olan bütün münasebatını kesti; ve askerlerinin şimal-i garbi hududlarından tecavüzüne müsaade ederek onları bir kat daha müşkilat ve mevani’ içine attı şimdi artık Türkiye’de tulu’ eden yeni ve parlak devre üzerine Cemaleddin’in fikri belki daha vasi’ bir saha-i muvaffakıyyet bulabilir!.. Cenova Darü’l-Fünun’u müdiri Mösyö Edmond Monte Paris’te kain College de France’da İslamiyet’in hal ve atisi hakkında bir konferans vermiştir. Muma-ileyh konferansında akvam-ı İslamiyye’de yavaş yavaş uyanan temayülat-ı hürriyet-perveraneyi mevzu’-i bahs etmiş ve Cycle gazetesi muharririnden birine beyanat-ı atiyyede bulunmuştur: şünüyorum. Bana sorduğunuz bu mes’ele cidden karışıktır. Binaenaleyh bu babda müteaddid cevaplar vermeme müsaade ediniz. Çünkü mes’ele-i İslamiyyet bize muhtelif eşkal ve safahat irae ediyor. zırasıdır. Pek yanlış bir zehab ile hal-i atalette olduğu iddia olunan alem-i İslamiyyet bugün bilakis büyük bir faaliyet ve feveran bir alemdir: Bir taraftan Türkiye Mısır ve İran ki orada terakkı ve temeddüne karşı temayül ve inhimakat pek celi olarak kendisini gösteriyor; diğer taraftan İngiltere Fransa ve Yeni İrlanda müstemlekatı müslümanları işbu müstemlekatta aynı arzu-yı maarif ve tenevvür İslamları daha ziyade tahsil ve hürriyet talebine sevk ediyor. Fakat Latin İhtilali’nin te’siriyle yeni bir istikamet-i siyasiyye alan Devlet-i Osmaniyye istisna edilecek olursa diğer memalik-i İslamiyye’deki bu meyl-i teceddüd mühim gayr-ı mu’ayyen nokta-i in’itafı mechul birtakım temenniyattan fikrimce alem-i İslamiyyet’in bedenine yeni bir madde-i hayatiyye dahil olmuştur ki günden güne bütün a’zasına yayılıyor. Bu madde-i hayatiyyeye gelince o da medeniyet-i cedide yani bizim medeniyetimizdir. Ve bu medeniyet mazisi ne olursa olsun kendi şekl-i temeddünü ne tarzda bulunursa bulunsun her millet üzerinde ister istemez icra-yı te’sir eder. Binaenaleyh bu madde-i hayatiyye bir kere bir cisme dahil olunca hiçbir şey onu bu cisimden ihrac edemez. Milel-i İslamiyye’nin günden güne medeniyet-i hazıranın cereyan-ı tabiisine tabi’ olacakları bana aşikar gibi görünüyor. Milel-i mezkureden ekserisinin bilerek bilmeyerek yaptıkları hareket de bundan başka bir şey değildir. Bu husus onlar için zaten hayat memat mes’elesidir medeniyet-i cedidenin cereyanı gayr-ı kabil-i mukavemettir. Buna karşı durmak isteyen mutlak ezilir. Bugün münevver müslümanlar bu hakıkate muttali’ olmuşlardır ve onların hüsn-i misal olması sayesinde kendilerinin birçok vatandaşları şehrah-ı terakkıyat-ı cedideye dahil oluyorlar. Ben alel-ekser müslümanlarla bizzat münasebatta bulundum ve bu münasebatta gayet iyi hatıralar saklıyorum. Pek iyi tahsil görmüş pek iyi yetişmiş olarak tesadüf ettiğim Türkler ve Mısırlılar hakkında hürmet beslerim hatta müslümanlar Tabakat-ı mutavassıta-i İslam arasında peyda ettiğim münasebet ve aşinalara pek merbutum. Bunların arasında Fas’taki revabıtım ayrıca şayan-ı dikkattir. Gayet basit bir hayat süren bu müslümanlar bize pek yabancı bir tarz-ı tefekküre malik olmakla beraber öyle hasais-i güzide-i ahlakıyyeye sahiptirler ki biz o hasaisi medh u tebrikle beraber nefsimize tatbik hususunda pek ihmalkar kalırız. Bu münasebetle kendilerinin misafir-perverlik sadakat-i mutlaka vesaire gibi evsaf ve mezayasını yad etmek isterim. Hizmetimde Faslılar kullandım. Ve kendilerinin bana karşı en müşkil zamanlarında tamamen muhafaza-i sadakat ve samimiyyet ettiğini gördüm. Kezalik bunu unutmam. Şu ifadata hatime vermeden evvel bir kelime söyleyeceğim. etmeğe muvaffak olanlar için o ruh pek güzel; pek şayan-ı muhabbettir. Siz onu bir defa öğrendikten sonra size hiçbir şey onu unutturamaz. Tanin Sahib-i makalenin ifadesiyle de teeyyüd ettiği vechile alem-i İslam’da umumi bir intibah hasıl olduğu medeniyetin vücub-ı iktibası tahakkuk eylediği kabil-i inkar değildir. haberdar olanlar bu fikrin bu maksadın günden güne teammüm eylediğini görmekle mübahidirler. İnşaallah kariben fiiliyat Bugün Avrupa’nın en büyük mütefekkirlerinin de nazar-ı dikkatten dur tutmadıkları neşriyat-ı mütevaliyyeleriyle daima ammenin enzar-ı muhakemesi önüne koymak istedikleri bir hakıkat vardır ki o da medeniyet-i hazıranın gayr-ı münker olan fevaid-i la-tuhsasıyla tufeyliyat-ı muhribe gibi o fevaide müstevli olanları muhit olan rezail-i bi-payanıdır düşünmeleri heva-perestane bir daireden öte geçemeyen pek çok kimseler nefse hoş zevke mülayim gelen bu rezaili mütehalikane ahza mütemayil bulunuyorlar. Ciddiyat bahsine gelince orada hatveler pek ağırlaşıyor. Biz temenni ederiz ki alem-i İslam asla bu hakıkati nazar-ı trole tabi tutsun! Avrupa’dan memleketimize gelen fezailin efrad-ı maiyyeti rezail alayları teşkil etmesin! Alem-i İslam bugüne kadar safvet-i ahlakıyyesini fıtrat-ı selimesini muhafaza etmiştir. Bir kere harab olduktan sonra ta’mirine imkan mutasavver olmayan bu cevher-i cihan-bahanın hüsn-i muhafazasına son dereceye kadar i’tina edilmeli sıvanmalı medeniyete doğru ciddi hakıkı bir yoldan gidilmeli. Garb medeniyetinin iktibasından daima Japonlar tarafından ta’kıb edilen hatt-ı hareketi gözümüzün önüne getirmeli bu yolda onları kendimize delil ittihaz etmeliyiz. Avrupa’nın atisini sarsmakta olan mehalik-i ictimaiyyenin merşad-ı alem-i İslam’da dahi maa-ziyade baş göstereceğine şüphe etmemelidir. REIS-İ MUHTEREMİNİN kası’nın bazılarımızca henüz sarihan ma’lum olmayan bir sıfat-ı mabihi’t-temeyyüzünü Halil Beyefendi’nin Meclis-i Meb’usan’da irad ettiği nutkun bazı aksamı izah eyledi: “O İttihad ve Terakkı Cem’iyeti namını ben üzerimde taşıyorum. Bu suretle bu milletin içine dağıldığı vakitte bu hakimiyeti acaba o millet hüsn-i suretle sevk edebilecek mi muntazam ve muayyen bir kitle halinde toplayarak acaba o hakimiyete bir maddiyet memleketin selametini te’min edecek bir maddiyet vermek kabil olabilecek mi idi? İşte bu bizim memleketimizde düşünülecek bir mes’ele idi. Hususiyle Kanun-ı Esasi’nin ta’dilinden sonra. Anasır-ı saire zaten kendi cem’iyyat-ı hususiyyelerine öteden beri sahip oldukları için onlar hakkında bu endişe varid olamazdı. Zira onlar öteden beri kendi cem’iyetlerine hükumetin bahş etmiş olduğu birtakım imtiyazatın te’siriyle daima kendi hey’et-i ictimaiyyelerine aid olan işleri müctemian görmeye alışmışlar ve bu suretle birçok cem’iyetlere ötedenberi sahip olagelmişlerdi. Bundan dolayı o hakimiyetten dolayı olan hisselerini muntazaman ifa edebilmeleri hakkında hiçbir endişe yoktur. Fakat biz müslümanlar acaba bu hakimiyeti bizim retinde muhafaza edebilecek mi idik? Bu memleketin hakimiyetine bir şekl-i muayyen ve maddi vererek o suretle bir nüfuz-ı kanuni halinde hakimiyet-i milliyyeyi bu memlekette Eğer bu mes’ele fasledilmemiş olsa idi efendiler hükumet bugün hükumetsizlik içinde olurdu. Zira Kanun-ı Esasi’yi ta’dil ederek hükumeti bu Meclis-i Meb’usan’a rabt ettik. Bütün milletin amalini toplayıp ve o amale hakimiyetin icab ettirdiği bir şekl-i muayyen vererek bu Meclis-i Meb’usan zaten öteden beri cem’iyet halinde bulunduğu için onlar hakkında bu endişe varid olamazdı. Fakat biz müslümanlar zaten öteden beri cem’iyet yapmaya değil iki kişi bir yere gelmeye men’ edildiğimiz için bit-tabi’ bizde fikr-i ictima’ pek mefkud bir halde idi. Çünkü her şeyi Saray’dan bekliyor hareket edecek bir cem’iyetimiz yok idi. Binaenaleyh İttihad ve Terakkı Cem’iyeti bir fırka-i siyasiyye bir cem’iyet-i siyasiyye haline inkılab ederek memleketin içinde bugün göz önünde bulunan ve günden güne terakkısi hasebiyle deminden dediğim gibi dolayısıyla memleketin hükumetsizliğe gitmesini men’ edecek bir vazife-i mühimme suretiyle her gün teşkilatını büyütmekte olan İttihad ve Terakkı Cem’iyeti müslümanların hakimiyetini Efendim işte onun için ben şu açık alnımla bu memleketin necatının İttihad ve Terakkı’nin kuvvetinde olduğunu ve müslümanların yani bu memleketin ekseriyetindeki hakimiyetin memleketin menafiine muvafık surette isti’mal edebilmesi rekkeb bir şekilde idare edebilmesi için İttihad ve Terakkı kuvvetinin bu memlekete lazım olduğunu daima memle ketime vatandaşlarıma söyleyeceğim. Bu kürsinin önünde bulunsam da söyleyeceğim arkasında olursam da söyleyeceğim. Çünkü ben memleketin selameti bunda olduğunu şimdiki halde bu memlekette hakimiyeti dağıtmamak ve bu memlekette –yine tekrar ediyorum– ahaliyi hükumetsizlikten kurtarmak için buna kaniim. Ve böyle dediğim gibi daima da bu açık alnımla bağıracağım.” Bu sözler gayet ma’nidar ve doğrudur. Biz bu doğru sözlerin her türlü ibhamdan ari bir surette fırka reisi tarafından Cem’iyet ve Fırka-i Muhteremesi herkesten ziyade müslümanlara lazımdır ve el-yevm efradının mensub oldukları din bu lüzumun en celi delilidir. İttihad ve Terakkı böyle bir lüzuma tekabül etmese yahud hangi lüzuma mukabil teessüsünü sarahatle anlayamamış olsa beka-pezir olamazdı. Çünkü i’tilaf-ı alem-i kevnde vücud bir netice-i lüzumdur; ve muhit ile imtizac ve i’tilaf edemeyen vücudlar fenaya mahkumdur. Bina-berin Cem’iyet veya Fırka efradından bazıları bu hakayıktan bi-haber iseler muhterem reislerinin şu mühim beyanatını ta’mik ve tefekkürle mütalaa buyursunlar!.. Çin’den: Zat-ı alilerinize nüsha İle Vilayetinin Gazetesi’ne irsal eyledim. Şu kuşe-i zulmette neşredilmekte olan bu gazeteciği mütalaa ederek bazı ehemmiyetli sözlerini Sıratımüsta kım ’de derc eylemenizi rica ve tevakku’ ederim. olan Gere Çincesi Huvershek şehrinde çıkmaktadır. İle Gazetesi vilayetin Çince gazetesinin matbaasında tab’ olunuyor. Çince vilayet gazetesi her gün çıkıyor çünkü hurufat ve makine ile tab’ olunuyor. Mezkur gazetenin başmuharriri Yang-Tong-Ling isimli bir asker generalidir. Bu zat Japonya’da dalet ve merhameti sever insanoğlu insan ve Moğoloğlu Moğollukta ber-karar bir zat-ı ali-cenabdır. General Yang-Tong-Ling’in memleketimize gelmesi henüz üç yıl oldu. Gelir gelmez evvelen mektep ve askerlerin cümlesini intizam tahtına aldı; ba’dehu menafi’-i ahaliyi gözetip Hıtayca ve Türki müslümanca birer gazete neşrettirmeye başladı. Müslümanca gazetenin muharriri benim bir doğma kardeşim Kazanlı Abdulkayyum Efendi el-Hafza’dır. Başta muharririn Rusya tebeasından olmaması meşrut idi; lakin Çin tebeası müslümanlar arasında muharrirlik edebilecek bir adam bulunmaması üzerine biz-zarure Abdulkayyum Efendi’yi aldılar. Şimdi hamd olsun İle Gazetesi epeyce devam ediyor ve inşaallah ileride daha iyi olur. Bir de efendim zat-ı fazılanenizden aşağıki iki sualime cevap vermenizi rica ederim: Evvelen bizim Gulca şehrinde bir imam gazete okuyan adamın imameti caiz değil namazı fasiddir demiş. Bu imamın da’vasına delil olabilecek bir şey kütüb-i şer’iyyede bulmak kabil midir? – Saniyen sure-i Nas’te mezkur cin ecsam-ı latifeden diye bazı kimselerin iddia etmekte oldukları cin midir yoksa başka bir şey mi? Müfessirin-i mu’tebere nasıl tefsir buyurmuşlardır? Bakı selam ve uhuvvet... Sıratımüstakım ma’lumat verip gazeteleri gönderen Carullah Efendi kardeşimize teşekkür ederiz. İle Vilayeti Gazetesi’nden evvelce de bahsetmiş ve bazı mevaddını Rusya’da çıkan refiklerimizden dercde inşaallah devam ederiz. Çin’de sakin müslümanTürk kardeşlerimize hidemat-ı ciddiyyede Kazanlı kardeşlerimizi ve alel-husus Abdulkayyum Efendi’yi samimiyetle tebrik eyleriz. Allah sa’ylerini meşkur ve müzdad buyursun! Sorulan mes’elelere gelince; gazete okuyan adamın imameti caiz olup olmayacağı gibi bir mes’eleyi kütüb-i şer’iyyede aramak o mukaddes eserleri maazallah birer herze mecmuası suretinde telakkı etmektir. Daha doğrusunu isterseniz kütüb-i fıkhiyyemizde musarrah şera’it-i imameti haiz beş on zat bulunsa bunların içinden gazete okuyanı fazla bir meziyeti alem-i İslam hakkında fazla bir vukufu haiz olacağı Sure-i Nas’teki cin ise mahlukat-ı gayr-ı mer’iyyedendir. Mahiyetini diğer insanların bilmediği na-mütenahi alemler mahluklar gibi ancak Cenab-ı Hak bilir. Bir ay evvel İstanbul’dan bir Frenk gazetesine çekilen telgrafnamede Yemen’de iğtişaşat-ı ciddiyye baş gösterdiği ve bu iğtişaşatın mühim bir isyan şekline geçmesi pek muhtemel olduğu bildirilmiş ise de Osmanlı efkar-ı umumiyyesi bu güne kadar Yemen vekayiinin mahiyet-i hakıkıyyesinden habersiz kalmıştı. Bereket versin hükumat devairine yakın duran bir gazete geçen Pazar günkü nüshasında Yemen’e dair bazı ma’lumat-ı mevsuka vererek ezhan-ı umumiyyeyi te’min etmek vazifesini deruhte eyledi: “Bayramda devairin ta’til edilmiş olmasından mes’elede en ziyade doğru ma’lumat verecek olan Türkçe gazetelerin çıkmamasından dolayı yayılmış olan bir sürü şayiat İngiliz gazetelerinin verdikleri gürültülü havadislerle büsbütün kabarıyor bu şayialar doğru mudur? Şüphesiz ki değil. Doğru olmadığına tamamen emin bulunduğumuz için hepsini ayrı ayrı kaydetmeye lüzum görmüyoruz. Dün Dahiliye Nezareti’nden ma’lumat-ı sahiha almak üzere icra-yı tahkıkat eyledik. Nezaret’te şayan-ı dikkat bir ma’lumat yoktur. Esasen asıl haber alınması matlub olan mahallerdeki telgraf hututu kırılmış olduğu için doğru ma’lumat alınması kabil olamamıştır yalnız Dahiliye Nezareti dün telgrafla tekrar ma’lumat talep etmiştir. Bugün yahud yarın Yemen’de hal ve mevki’ hakkında sarih vazıh ma’lumat alınması belki de kabil olacaktır. Her halde biz Yemen ahvalinde mucib-i endişe bir şey olamayacağı fikrindeyiz çünkü hükumete karşı isyanın pek de kolay olmadığını neticenin yine kendi aleyhlerine çıkacağını isyan edecek olanlar da anlamışlardır. zannederiz.” Bir aydan beri ortalıkta bir sürü mucib-i endişe şayiat varken Dahiliye Nezareti’nde şayan-ı dikkat bir ma’lumatın yokluğu garip görünebilir. Lakin bu fikdan-ı ma’lumat hakıkı olmaktan ziyade siyasi olsa gerektir. Bizde zaten siyasetşinaslığın en yüksek derecesi her şey patlak verinceye kadar kapalı tutmaya çalışmak değil midir? Her ne ise nimresmiye benzeyen bu bendin nihayetleri i’timad-ı nefsten mütevellid öyle bir nikbinlik mahsulü insan oraları okurken garabeti falan unutarak hükumetin hiçbir isyana mahal vermeyecek kadar her tarafta satvet ve şevket sahibi olduğuna adeta inanıyor fakat yazık ki gazete idare-i tahririyyesinin küçük bir kusuru bu i’tikadı pek çabuk bozuyor: Baban-zade İsmail Hakkı Bey’in Irak’tan yazdığı “Tüfenkler Omuzda Eller Sapanda” mektubunu hiç olmazsa aynı nüshaya derc etmemek kabil değil miydi?.. “Semave’den aşağı istihza tezyif tahkır tecavüz ve tehdid artık sarahat kesb ediyor. Her tesadüf eden adam asker ne oldu diye sorduktan sonra bu askerle mi bize çıkacaksınız diyor. Bir diğeri “ Hükumet nerede?” dedi geçti. Veyahud şu; Bu şahıs derhal gemicilere “Niçin beni geçirmek için bu kadar geciktiniz” diye tekdire başladı. İstanbul’dan beri refakatimde getirdiğim Hacı Emin Ağa Türkçe jandarmalarımıza hitaben: “Bu herif zorla mı geçmek istiyor. Öyle ye çalıştı. Herif “Vallahi geçirmezseniz ben de geminize yol vermem” diye gemiye kürek vesaire hizmetini ifa eden sırıkları zabta kalktı. Jandarmalarından birinin kabadayılık damarı tutup bu muhalefet-i fi’liyye üzerine tüfengine davranayım dedi. Vay sen misin tüfenge davranan! Herif derhal tüfengine fişengini sürdüğü gibi biraz evvel lütfen geçirmiş olduğumuz Arap da sırıtarak şükrane makamında fişengini sürdü. Ve hep bize doğru nişan aldılar. Öteden beriden birkaç herif daha geldi. Müsellah bir cemm-i gafir hasıl oldu. Ve el-Abes kabilesi şeyhlerinden Şefic ve Acil namında iki şeyhin adamlarından bulunan bir şahıs –ki ismi Matir olduğunu öğrendim– aynı zamanda gemimize bir ceza tertip eyliyor idi. Arkadaşları tavassut ettikleri etme eyleme deyip teskine çalıştıkları ve “ haydi bin” diye gemiden gerek zabtiyeler gerek gemiciler yalvarmaya başladıkları halde Matir: Ne ben bineceğim ne de siz yürüyeceksiniz. Bu iki zabtiye mutlaka şurada karaya çıkacaklar. Ben binip geçeceğim” diyor idi. Nihayet heriflerin karıları da geldiler. Matir’i kandırdırlar. O da gülerek “Ne ise!” dedi ve Hamd isminde diğer bir arkadaşını zevcesiyle beraber bindirip geçirdi. Kendisi ise nihayete kadar inat edip binmedi de binmedi.” Satırları okuduktan ve alel-husus müşahedattan müstenbit: “İstanbul kari’lerine demek isterim ki Irak’ta asayiş ber-kemaldir diye gazetelerde havadis okurlarsa kat’iyen Nasihatini de dinledikten sonra artık “Hükumete karşı terih olmak hiç mümkün mü ve hatta caiz mi? Devlet-i Osmaniyye: – Evvelisi hafta ta’til olunmuştu. Geçen Salı günü tekrar intişarına müsaade olunduğundan dolayı çok memnun olduk. Divan-ı Harb arada sırada bazı ceraidi ta’til ediyor. Ve idare-i örfiyye cari olan bir şehirde Divan-ı Harb kararıyla gazete ta’tili tamamen kanuni bir harekettir. Buna hiçbir kimsenin hiçbir diyeceği olamaz. Ancak Divan-ı Harb’e gazeteden müşteki bir ecnebi devlet olmamalıdır. Hiçbir vakitte hiçbir suretle ecnebi bir devletin umur-ı dahiliyyemize ve binaenaleyh hürriyet-i matbu’atımıza karışmak hakkı yoktur. Umur-ı dahiliyemize müdahale olunduğu anda istiklalimiz mahv olmuş olur. Mahiyeti müdahaleden başka bir şey olmayan ecnebi şikayetlerine kulak asar görünmek müdahale-i ecnebiyyeye meydan vermek olur ki bu hatayı irtikab eden her hükumet me’muru bila-şübhe mes’uldür. “Jön Türk” refikımızın ta’tilinde bir ecnebi devleti sefirinin müdahalesi vaki’ olduğu söylendi ve resmen hükumet tarafından tekzib olunmadı. Bu halde bin müşkilat ile istihsaline çalıştığımız istiklal-i devletimize yine darbeler indirilmeye başlandı demektir. Devlet-i Osmaniyye’nin Avrupa devletleri derecesinde müstakil bir devlet olmasına şimdiye kadar mümanaat eden esbabdan bazıları Osmanlıların kusurları netayicinden değilse de bazıları muhakkakan istiklal-i millilerini takdir ve müdafaada izhar eyledikleri acz ü bazılarının bu mes’ele üzerine Hariciye Nazırı’ndan istizahta bulunacakları müstahberdir. Hukuk-ı milliyyemizi hakkıyla müdafaaya muktedir olmalarını Cenab-ı Hak’tan temenni eyleriz. – Arnavudluk’ta li-maslahatin ta’kıb olunan siyaset Rumeli’nin diğer bazı cihetlerinde bazı te’sirat ile gevşetilip tatbik-i kavaninde bir derece adem-i müsavat eseri zahir olur olmaz netayici kendini göstermekte geç kalmadı: çok mu’teberan tarafından Kanunievvel’in biri tarihiyle Dahiliye Nezareti’ne telgrafla bir müracaat ve istirham vuku’ bulmuştur. İki ay zarfında Bulgar komiteleri işi gücüyle meşgul ahaliden on bir müslümanı vahşiyane bir surette şehid eylemişlerdir. Çeteler Kanunu’nun tatbikinden vazgeçilmesi çekilmesi eşkiyanın kırlarda serbestçe dolaşmalarına meydan vermekten başka bir şey intac etmemiştir. Karatava’da şehid edilen değirmencilerle cerh edilen on iki yaşındaki çocuğun felaketi Bulgar komitelerinin faaliyet-i cinayetkaranelerine en son bir delildir. Müslümanlar ziraat ve ticaret çare-saz olmak üzere bir taraftan kendilerine silahlarının iadesi diğer taraftan gayr-ı kafi görülen ahkam-ı kanuniyyenin ta’dili talep ve istirham olunmaktadır. Bu saltanatın asıl sağlam temellerini iyi ta’yinde hata olunmamasını Allah’tan niyaz eyliyoruz. Garbın Balkanları en sathi tedkık edenleri bile Devlet-i Osmaniyye’nin Balkanlar’da teehhür etmezlerken biz bu bedihayı görmemezlikten gelirsek akıbeti Allah esirgesin pek vahim olur. – Meclis-i Meb’usan’da Hariciye Nazırımız ve Sadra zam Paşalar taraflarından şiddetle reddolunan İtalya’nın Trablusgarb hakkında beslediği amal-i istilakarane İtalya gazeteleri tarafından sarihan bildirilmektedir. “Milan’da çı kan” ve Hariciye Nezareti’yle münasebeti olan Corriere Della Sera gazetesi Devlet-i Osmaniyye tarafından Trablus garb’da İtalya menafiine muvafık hareket edilmediği halde Avusturya Almanya ve Amerika menafiinin inkişafını teshil olunduğunu yazıyor ve İtalya’nın Trablusgarb’daki hukuku ! –dikkat buyurulsun: Menafi’-i iktisadiyyesi değil “huku ku”- düvel-i saireninki ile kabil-i kıyas olmadığını iddia ede rek o hukukun muhafazası için İstanbul’daki İtalya sefirinin şiddetli hareketini tavsiye eyliyor. – Hakan-ı Mahlu’dan kalma arazi-i hükümdarinin Necib Asgar namında bir adamın arkasına gizlenmiş ecnebilere tul-i müddetle ve muhteremi Abdülmehdi Efendi’nin bu babda makam-ı sadaret-i uzmaya çektiği telgrafnamede memnuniyetimizi Beyrut efkar-ı umumiyyesi de bu imtiyazın tamamen aleyhindedir. Vilayet Meclis-i Umumisi imtiyazın adem-i i’tasını ba-telgrafname Dahiliye Nezareti’nden temenni eylemiştir. Bosna ve Hersek: – Bosnasaray’da İslamlar tarafından neşredilmekte olan Müsavat gazetesinde mütalaa olunduğuna nazaran Bosna Maarif-i İslamiyye Komisyonu vuku’ bulan bir ictima’da Türkçe tedrisat için İstanbul’dan yeni usulde kitaplar celbine ve Türkçe’nin teshil-i ta’limi için de tedrisatta Berliç usulünün ta’kıb edilmesine karar vermiştir. – Bosna ve Hersek’in iltihakından sonra Avusturya-Macaristan hükumetinin oraya hususi bir kanun-ı esasi vaz’ ettiği ma’lumdur. Bu kanun-ı esasi mucebince Bosna ve Hersek kıt’asının Saray şehrinde ictima’ eder bir nevi’ meclis-i meb’usanı mevcuddur. Mezkur meclise birinci reis olmak üzere Bosna İslamlarının hukuk ve hürriyetini müdafaa ile kesb-i iştihar etmiş Firdevs Ali Bey ta’yin olunmuştu. Müşarun-ileyhin fücceten vefatı üzerine Safvet-Beg Başagiç’in ta’yin edildiği istihbar olundu. Safvet Bey lisan-ı mader-zadı olan Boşnakça’dan maada Türkçe ve Almanca’ya da aşina; Viyana Üniversitesi’ni ikmal ile doktor ünvanını kazanmış nazım ve nesir olarak asar-ı müteaddide sahibi bir zat-ı fazıldır. – Rusya’nın İran’ı ting akdolunduğunu evvelce yazmıştık. Bu kere mezkur mitingin Fransızca muharrer beyannamesi Tahran’dan idarehanemize geldi besbelli diğer Osmanlı ceraidi idarehanelerine gönderilmiş olacak ki Tanin refik-ı muteremimiz mukarrerat-ı mezkurenin baştan ahirine kadar tercümesini Pazar günkü nüshasında derc-i sütun eyledi. Biz bu beyannamenin yalnız bir parçasını aşağıya naklediyoruz: “Müşkilata rağmenişe başladık. Memleketimizin bazı nukatında zuhur eden iğtişaşatı teskine çalıştık. Asi kabaili te’dib Erdebil Karacadağ ve Zencan gibi şuriş yatağı olan yerleri daire-i itaate irca’ için kuva-yı askeriyye tertib ettik. Şayan-ı dikkattir ki bu şurişler ecnebi entrikalarının netayicinden başka bir şey değildi. Bu entrikalar Dareb Mirza mes’elesinde ayan oldu. İğtişaşçı meşhur Rahim Hanzade samimiyye de bunun bir delil-i diğeridir. bule nailiyetle rahat rahat fesad tertibine fırsat-yab oldukları zikrinden kendimizi alamadığımız hususattandır. hürriyyet-i İran’ı daha beşiğinde ihnak için bahaneler icad etmiş olması sehlü’l-fehm mevaddandır. Lahey Sulh Konferansı’nı açtıran Rusya ile istiklal-i aleme çalıştığını söyleyen hürriyyetin doğar doğmaz katl-i am gibi bir feciaya uğraması şayan-ı ibret elvahtandır! ederek asılsız bir nota ile bizi tehdid ediyor biz de alem-i medeniyyetin guş-i hakkaniyyetine feryadımızı eriştirmek hakkına malikiz. hissiyyat-ı elimemizi idrak eden her ferd şu buhran-engiz zamanımızda bize muin ve müzahir olacaktır. El-yevm mazisi pek parlak tarihi otuz asrın güzariş-i şeref-averiyle müzeyyen bir kavmin mahv u ifnası gibi gaddarane bir tasavvur var! nasıl oluyor da İngiliz ve Rus hükumetlerinin başında bulunan üç dört haris şahsın keyfine teslim ediliyor? Birkaç kişinin hırsını teskin için milyonlarca masumun hayat ve istiklali feda ediliyor. mek istenilen bir kavm-i ma’sumun imdadına da’vet eder. tatbikine çalışanlara bütün muhibban-ı insaniyyetin ruy-ı infi’al göstereceğine ümid-vardırlar. namuslarını muhafaza için can-siparane ikdamattan geri kalmayacaklardır. lakadar bulunduğunu İngilizler hatırdan çıkarmasınlar! İran’a vurulacak her darbe kalb-i İslamiyyet’e de temas edecek ve müslüman tebeası olan İngiltere’nin mevkii müşkilata uğrayacaktır. ki hakkımızdaki tahkır ve taarruzları bizi menafiini takdir etmedikleri bir ittifaka sevk u isal edecektir. metlerinin kuvvetini ezmeye çalıştıkça İslamiyet’in kuvvetini tezyidden başka bir netice elde edemeyeceklerdir. Bir kavmin kuvvet-i tedafü’isi ibrazına mecbur olduğu mukavemetle mütenasiben artar. Rusya : – Bakü’de Oruc Oruczade tarafından Rusça Vostok Şark ünvanlı bir gazete çıkarmak için imtiyaz talep olunmuştur. Petersburg’ta Rus lisanıyla müslüman menafii ve makasıdına hizmet edecek bir ceridenin kuvveden fiile ihracına sa’y olunmaktadır. Hukuk-şinaslardan Şah Ahmedov ceridenin bin lira sermayeli bir şirket teşkiline teşebbüs etmiştir. Bu şirketin hisse senedatı münhasıran Volga havzasında Asya-yı Vusta’da Kafkazya ve Sibirya’da bulunan müslümanlara satılacaktır. – Asya-yı Vusta’da ahalisi hemen kamilen müslüman-Türk olduklarından orada Rus kuvvetini arttırmak Rus hakimiyetini te’min etmek için Rusya hükumeti senelerden beri muhacir gönderiyordu. Lakin bu muhacirlerin birçoğu gittikleri gibi geri dönüyorlardı çünkü oradaki iklim ve tarz-ı ma’işet ile bir türlü ülfet edemiyorlardı. Hele son zamanlarda göçebe Türk akvamı da ziraate başladıklarından arazilerinin ta’yin ve tahdidlerine de lüzum görülmektedir. Bu sebeplerden dolayı bazı Rus gazeteleri Asya-yı vusta’yı Rus muhacirleriyle kolonize etmek ve Ruslaştırmak artık müstahil olduğunu yazıyorlar. – Kuban Eyaletinde sakin olup şimdiye kadar asker vermeyen müslümanlardan ayrıca müslüman Kazak alayları teşkiline teşebbüs olunmuştur. Bu alaylar sırf müslüman efraddan mürekkeb olup Hıristiyan Kazaklarla karıştırılmayacaktır. – Evvelce Hükumet tarafından kapattırılmış olan Esterhan’da münteşir Bürhan-ı Terakkı refikımızın tekrar intişarına müsaade olunmuştur. Yeni nüshası geldi sevindik ehl-i İslam’a nafi’ hidematta muvaffakıyetini temenni ederiz. – Almanların “Bağdad” şimendöferine mukabil ona rakıb olmak üzere Rus ve didini düşünmektedirler. Bunun ilk projesi Afganistan’ı yarıp geçen bir hat ile Rusya’nın Asya-yı Vusta ve İngiltere’nin Hindistan hututunu ilhak şeklinde zuhur etmişti. Buna muvaffakıyet hasıl olmadı. Şimdi Kafkazya hututunu İran ve Belucistan vasıtasıyla Hind hututuna ilsak tasavvur olunuyor. Hattın İran kısmı Bakü’den Bahr-i Hazar yalısını ta’kıb ederek Reşt’e gelecek sonra Tahran ve Kirman’dan geçerek Belucistan’daki Nuşki şehrine vasıl olup orada Hind hututuyla birleşmiş olacak eğer bu hat inşa olunursa Avrupa ile Hint arasında müddet-i seyahat yarı yarıya eksilecek. Avrupa postası Avrupa seyahatleri Lehistan’dan Rusya’dan İran’dan geçip Hindistan’a karadan gidecekler. Potsdam mülakatından beri bu teşebbüse daha ziyade faaliyetle çalışılıyor. Zira rivayata göre Almanya hükumeti “Hanikin” den geçen bir iltisak hattıyla Bağdad ve İran yollarının birleşmesi şartı altında Rus ve İngilizlerin bu teşebbüs-i azimine muvafakat eylemiştir. Lakin Rusya tüccarının bir kısm-ı mühimmi ve alel-husus İran pazarında manifatura ticaretini hemen hemen yed-i inhisarlarına almış olan Moskova manifatura fabrikacıları bu demir yolun Alman ve İngiliz rekabetine meydan vereceğini düşünerek yapılmaması re’yinde bulunuyorlar. Rusya ticaret borsalarının ehemmi olan Moskova Borsası erkanı bil-ictima’ Rusya hükumeti’nin bu teşebbüse tarafdarlık etmemesini talebe karar vermişlerdir. Manifaturacılar bu hattın aleyhinde bulunuyorlarsa da demirciler köprücüler neftçiler vapur ve şimendöfer kumpanyaları hattın yapılmasını şiddetle talep ediyorlar. Ve çünkü Rusya-Hindistan hattının inşası el-yevm siparişe pek muhtaç olan Rusya demir sanayiine birçok ray ve vagon yaptıracağı gibi bilahare Kafkazya neft madencileriyle cenubi Rusya maden kömürcülerine büyük bir müstehlik olacaktır. Ba-husus Rusya Hindistan demir yolunun açılması Avrupa-Hindistan ticaret cereyanını kısmen Rusya’ya çevirerek Rusya’nın vesait-i nakliyye ticaretine büyük bir vüs’at ve terakkı te’min edecektir. Bu demir yolun bütün alem-i İslam’a ve hele Devlet-i Osmaniyye’ye te’sir-i azimi dokunacağı şüphesizdir. Bununla beraber bizim ceraidde tafsil ve vuzuh ile bundan bahsedenler görünmüyor. Halbuki gerek Avrupa matbuatında gerekse Rusya’nın müslüman matbuatında “İran hatt-ı kebiri” bu ayların en büyük bir mes’ele-i iktisadiyye ve siyasiyyesini teşkil etmiştir. Hatt-ı mezkurun memalik-i Osmaniyye’ye bir Rus gazetesinin hattın aleyhdarlarına karşı temhid ettiği bir delili şöyle bir okumak kafidir: “Ma’lum ve mevcud Bağdad yolundan başka şimdi Türkiye hükumeti Sivas-Van-Süleymaniye hattının imtiyazını da bir İngiliz kumpanyasına Chester’e verdi. Bir Alman şirketi Trabzon-Erzurum-İran hattının projelerini hazırlıyor. Ve bu projelerden sarf-ı nazar şimdi bile İngiliz ve Alman malı İran’a Türkiye’den transit olarak geliyor Dicle üzerinde seyr ü sefer eden vapurlar hududa kain Hanikin’e kadar bi’s-suhule mal taşıyorlar.” Demek oluyor ki Türkiye’den geçip gelen malı Rusya’ya çevirmek şarkı Anadolu hutut-ı hadidiyyesinin ve ba-husus Bağdad hattının ehemmiyeti tenkıs edilmek isteniliyor. Zikre hacet yoktur ki Bağdad hattı Avrupa ile Hind arasında yegane bir vasıta-i nakliyye-i berriyye olsa bundan en çok kazanacak biz Osmanlılarız. İran hatt-ı kebirinin siyasi ve askeri netayicini tedkıkten sarf-ı nazar yalnız cihet-i iktisadiyyesine böyle acele bir göz atmak; bizce derece-i ehemmiyetini takdire kafi olsa gerektir. Maamafih bu hattın semerat-ı muhtemelesine yalnız Osmanlılar değil bütün müslümanlar menafi’ nokta-i nazarından bakacak olursak iş hayli değişir. Bugün müslümanların tearüfüne en ziyade hizmet eden şey Avrupalıların alem-i İslam’a girip yaptıkları her türlü vasıta ve istihbar ve nakildir. Eğer ittihad-ı İslam hazırlanıyorsa buna pek çok hizmet eden avamilden birisi de hiç şüphesiz Avrupalıların icad ve inşa ettikleri demir yollarıdır. Binaenaleyh alem-i İslam’da muvasaleyi teshil ile müslümanları yekdiğerine yakınlaştıran her bir vasıta menafi’-i İslamiyye’ye muvafıktır. Mes’eleye bu noktadan bakan Orenburglu Vakit refikımız Rusya-Hind demir yoluna tarafdarlık etmekte pek haklıdır. – Müslüman İdare-i Ruhaniyyesi’nin makarrı olan Ufa’ya İdare-i Ruhaniyye teftişine gelmiş olan hükumet me’murları şimdi medaris-i mühimmenin teftişine başlamışlardır. Medariste bilhassa tarih ve coğrafyanın suret-i tedrisini ehemmiyetle tedkık ve tahkık ediyorlar. Rus kitapları içinde İstanbul basması zuhur ederse derhal nota alıp memalik-i ecnebiyyede matbu kitapların talebeye verilmesindeki esbabı soruyorlar. Müfettişler arasında birisi Antakyalı bir hıristiyan Arap’tır. Mumaileyh bazı Suriyeli hıristiyanlar gibi Rusya mekteplerinde tahsil ederek Petersburg Sansür Komitesi’ne me’mur olmuş eşhastandır. Antaki Efendi Arapça ve Türkçe kitapları okuyarak başmüfettişe muhteviyatını anlatıyor. Medrese talebesini dair isticvab ediyorlar ve verdikleri cevaplardan Türkiye’ninki mi Rusya’nınki mi daha mufassal okutulduğunu ve hangisine daha ziyade tevcih-i muhabbete çalışıldığını anlamak makta idi. Ma’lumat ünvanlı bu haftalık risale müfettiş efendinin telkıni ile İdare-i Ruhaniyye reisi tarafından fesh u ilga olunmuştur. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Aralık Beşinci Cild - Aded: da mervidir. Diğer nüshada ra’nın fethiyle diğer rivayette vayerine Ayat-ı kerimenin - Tercüme Cabir bin Abdillah el-Ensari radiyallahu anhüma da hadis-i sabıkı rivayet edip diyor ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem fetret-i vahyden bahsederken söz arasında buyurdu ki: Bir gün yürürken bir de gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hira’da bana gelen melek sema ile arz beynin de bir kürsi üzerinde oturmuş. Pek ziyade korktum evime dönüp “Beni örtün beni örtün!” dedim. Bunun üzerine Al lahu Teala hazretleri ayat-ı kerimesini inzal etti. Artık vahiy kı zıştı ve ardı kesilmedi. Diğer nüshaya göre diğerine göre de . Diğer nüshada . Ekser rivave bir rivayette zamm-ı ayn ile varid olmuştur deki zamir de zamir ise Hazret-i Resul-i zi-şan’a racidir. Diğer varid olmuştur. Ayet-i kerimesi hakkında İbni Abbas radiyallahu anhümadan şöylece dediği rivayet olu nuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem tenzil olunan ayat-ı kerimenin zabtı yüzünden güçlük çeker ve bundan dolayı çok kereler mübarek dudaklarını tahrik ederdi. Bunu söylerken İbni Abbas radiyallahu anhüma “İşte bak Resu lullah sallallahu aleyhi ve sellem dudaklarını nasıl tahrik edi yor idiyse ben de sana öylece tahrik ediyorum” da demiş. Bunun üzerine Allahu Teala hazretleri ayat-ı kerimesini inzal etti. “ Kur’ an’ ı senin sadrında cem’ edip onu okuyabilmen bize aid dir.” Lisan-ı Cibril ile “ Kur’an’ ı sana o kuduğumuzda onu dinle ve sükut ederek ona kulak ver” “ Ondan sonra da onu dürüst okumanı biz te keffül ederiz.” demektir. İşte bundan sonra Resulullah sal lallahu aleyhi ve selleme ne zaman Cibril aleyhisselam na zil olursa dinlerdi. Cibril aleyhisselam gidince getirmiş ol duğu ayat-ı kerimeyi o nasıl tilavet etmiş idiyse Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem de öylece tilavet e derdi. Diğer rivayete göre dal’ın - Tercüme Yine İbni Abbas radiyallahu anhümadan şöylece dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem halkın en cömerdi idi. En cömerd olduğu zaman da Ramazan’da olduğu zaman idi. Cibril aleyhisselam Ramazan’ın her gecesinde zat-ı şeriflerine mülakı olur kendisi ile Kur’an-ı Ke rim ’i müdarese ve müzakere ederdi. İşte bundan dolayı Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ibzal-i hayrda maniaya uğramayan mübarek rüzgardan daha cömerd idi. : : Hemzesiz olarak da o- Diğer nüshalarda Diğer nüshada diğer rivayette de Diğer rivayette . Diğer Diğer nüshalarda yalnız . Diğer rivayette Diğer nüshada diğer rivayette de . Diğer nüshalarda . Diğer rivayette Bir rivayette diğer rivayette . Diğer nüshada diğer rivayette de Di- Bir rivayette diğerinde de Diğer rivayette . Diğer nüshada Diğer rivayette Diğer diğerinde de Diğer Diğer rivayette Diğer rivayette Diğer rivayette. Diğer rivayette . Diğer rivayette yalnız Diğer rivayette Diğer nüshada yalnız . Diğer rivayette Diğer nüshalarda . Diğer nüshada . Diğer rivayette diğerinde diğerinde ise . Bir rivayette’dir ki nın faili . Diğer rivayette . Bir diğerinde bir diğerinde de . Diğer nüshada varid olmuştur ki sıhhate akrebdir. Diğer bir rivayette de . Bir rivayette diğerinde de fa’nın teşdidiyle . Bir nüshada. Za-i mu’ceme ile da diğer rivayette de Diğer rivayette . Diğer rivayette Diğer rivayette . Diğer rivayette . Diğer rivayette Diğer rivayette Bir bir rivayette diğerinde de diğerinde de Diğer nüshada bir rivayette de Diğer rivayette . - Tercüme Yine İbni Abbas radiyallahu anhümadan şöylece dediği rivayet olunuyor: Ebu Süfyan İbni Harb bana haber verdi ki gerek kendisiyle ve gerek küffar-ı Kureyş ile Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin “Hudeybiye sulhuyla” akdeylediği mütareke müddeti içinde ticaret için Şam’a giden bir Kureyş kafilesi içinde bulunduğu sırada Kayser-i Rum Herakl tarafından da’vet olundu. Ebu Süfyan ile rüfekası Herakl’ın nezdine geldiler. O zaman Herakl İlya yani Beytü’l-Makdis’de idi. Uzema-yı Rum yanında iken Kayser bunları çağırdı. Ba’dehu bunları huzuruna celb ve tercümanın gelmesini emretti. Tercüman “Peygamberim diyen bu zata nisbeten en yakın olan hanginizdir?” diye sordu. Ebu Süfyan “Nisbeten en yakınları benim.” dedi. Bunun üzerine Herakl: “Onu bana yakın getiriniz. Arkadaşlarını da yakına getiriniz. Lakin arkasında dursunlar.” dedi. Ondan sonra tercümanına dönüp dedi ki: “Bunlara söyle ben bu zat hakkında bu adamdan bazı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse tekzib etsinler.” – Ebu Süfyan der ki: “Vallahi arkadaşlarım yalanımı ötede beride söylerler diye utanmasaydım onun yani Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında yalan uydururdum.” Ondan sonra bana ilk sorduğu şu oldu: “Sizin içinizde nesebi nasıldır?” “Onun içimizde nesebi alidir” dedim. “İçinizde bu sözü ondan evvel söylemiş hiçbir kimse var mıydı?” dedi. “Yoktu.” dedim. “Aba ve ecdadı içinde hiçbir melik gelmiş midir?” dedi. “Hayır.” dedim. “Ona tabi’ olanlar halkın eşrafı mı yoksa züefası mıdır?” dedi. “Halkın eşrafı değil züefasıdır.” dedim. “Ona tabi olanlar artıyor mu yoksa eksiliyor mu?” dedi. “Eksilmiyorlar artıyorlar.” dedim. “İçlerinde onun dinine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı irtidad eden var mıdır?” dedi. “Yoktur.” dedim. “Şu dediğini demezden yani davetten evvel hiç yalanını tutmuş mu idiniz?” dedi. “Hayır.” dedim. “Hiç gadr eder mi? Yani nakz-ı ahd eder mi?” dedi. “Hayır gadr etmez ancak biz şimdi onunla bir müddete kadar mütareke halindeyiz bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz.” dedim. –Ebu Süfyan dedi ki: “Kendiliğimden bir şey katmaya imkan bulacak bu sözden başkasını bulamadım.”– “Onunla hiç mukatele ettiniz mi?” dedi. “Evet ettik.” dedim. “Onunla mukatelatınızın netayici nasıldır?” dedi. “Aramızda tali’-i harb nevbet iledir. Kah o bizi ızrar eder kah biz onu ızrar ederiz.” dedim. “Peki size ne emrediyor?” dedi. “Bize yalnız Allah’a ibadet ediniz. Hiçbir şeyi ona şerik etmeyiniz. Dedelerinizin ibadet ettiğini terk ediniz diyor. Bize namazı sadakayı yani zekatı sıdk ve afafı sıla-i rahimi emrediyor.” dedim. Bunun üzerine tercümana dedi ki: “Ona söyle nesebini sordum. İçinizde ali neseb olduğunu beyan ettin. Peygamberler de zaten böyle kavimlerinin ashab-ı ensabı hiçbir kimse var mıydı diye sordum da hayır dedin. Ondan evvel bu sözü söylemiş bir kimse olaydı bu da kendisinden evvel söylenmiş bir söze peyrev olmak sevdasına düşmüş bir kimsedir diyebilirdim diye düşünüyorum. Aba ve ecdadı din. Aba ve ecdadından bir melik olaydı bu da babasının mülkünü istirdada çalışır bir kimsedir diye hükmederdim diyorum. Bu da’vasına kıyam etmeden evvel onun hiçbir yalanını tutmuş mu idiniz diye sordum. Hayır dedin. Ben meyi irtikab etmemiş iken sonradan Allah’a karşı yalan söylemeye cür’et edemezdi. Ona tabi’ olanlar halkın eşrafı mı yoksa züefası mıdır? diye sordum. Ona tebeiyet edenler züefa-yı nas olduğunu söyledin. Etba’-i rüsul de zaten onlardır. Ona tabi’ olanlar artıyor mu yoksa eksiliyor mu diye sordum. Artıyorlar dedin. İman keyfiyeti de ahkamı tamam oluncaya kadar hep bu minval üzere gider. İçlerinde onun dinine girdikten sonra beğenmemezlikten dolayı mucib olduğu inşirah; kalbe karışıp kökleşince böyle olur. Hiç gadr eder mi diye sordum. Hayır dedin. Peygamberler de böyledir gadr etmezler. Size ne emrediyor diye sordum. Yalnız Allah’a ibadet edip ona hiçbir şeyi şerik etmemeyi size emrettiğini ibadet-i evsandan sizi nehyettiğini; kezalik namaz ve sadaka zekat ile sıdk u afaf ile emrettiğini söyledin. Eğer bu dediğin doğru ise şu ayaklarımın bastığı yerlere o zat-ı kerim malik olacaktır. Zaten bu Nebiyy-i zişanın zuhur edeceğini bilirdim. Lakin sizden olacağını tahmin etmezdim. Onun nezdine varabileceğimi bilsem zat-ı şerifiyle mülakat için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım arz-ı hürmet ederek ayaklarını yıkardım.” Ondan sonra Herakl Dıhye radiyallahu anh ma’rifetiyle Busra Emiri’ne gönderilen ve onun tarafından da Kayser’e adam onu Herakl’a verdi. O da okudu. Mektub-ı şerif: diye yazılmıştı ki meal-i alisi şudur. “Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın abdi ve resulü Muhammed’den sallallahu aleyhi ve sellem Rum’un büyüğü Herakl’a. Tarik-i reşad ve hidayete ittiba edenlere selam olsun. Ba’de-za seni da’vet-i İslam ile yani müslüman olmaya da’vet ederim. Daire-i İslam’a gir ki selamette kalasın ve Allahu Teala sana ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen fakir çiftçilerin günahı senin boynunadır. – Ebu Süfyan der ki: Herakl diyeceğini dedikten ve mektub-ı şerifin kıraatini bitirdikten sonra yanında gürültü çoğaldı sesler yükseldi. Biz de yanından çıkarıldık. Arkadaşlarımla yalnız kalınca onlara dedim ki “İbni Ebi Kebşe’nin yani Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in işi hakıkaten azamet peyda etmektedir. Baksanız a Beni Asfar meliki ondan korkuyor. Artık Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin galib geleceğine ta Cenab-ı Hak İslam ve inkıyadı kalbime idhal edinceye kadar yakınim ber-devam oldu.” Şam Nasarasına piskopos ta’yin edilen İbnü’n-Natur da Herakl’dan bahisle der ki: Beytü’l-Makdis’e geldiği zaman günün birinde pek ziyade gam-nak göründü. Umerasından bazıları ona “Senin halini başka türlü görüyoruz.” dediler. –İbnü’n-Natur der ki Herakl nücuma bakar kehanete aşina kimse idi.– Bu suale ma’ruz kalınca onlara “Bu gece nücuma baktığımda Hitan melikini zuhur etmiş gördüm. Bu ümmet içinde sünnet olanlar kimlerdir?” diye sordu. “Yehud’dan başka sünnet olan yoktur. Onlardan sakın endişe etme. Dahil-i kalemrevin olan şehirlere yaz oradaki “Yahudileri katletsinler” dediler. Derken Herakl’ın huzuruna Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme dair isal-i habere me’mur olarak Gassan Meliki tarafından gönderilmiş bir adam getirdiler. Herakl o adamdan havadis alınca “Gidin de bu adam sünnetli midir değil midir? bakın.” dedi. Baktılar ve sünnetli olduğunu bildirdiler. Sonra gelen adamdan kavm-i Arab “Sünnetli midir” diye sordu. “Sünnet olurlar.” cevabını aldı. Bunun üzerine Herakl “Bu ümmetin meliki yani Roma’da ilimce kendi naziri olan bir dostuna bir mektup yazıp Hıms’a gitti. Hıms’tan ayrılmadan o dostundan Hazret-i Nebi sallallahu aleyhi ve sellemin zuhur ettiği ve zat-ı şerifinin nebi olduğu hakkındaki re’yine muvafık bir mektup geldi. Müteakiben Herakl Hıms’ta kain bir kasrına uzema-yı Rum’u da’vet ederek kapıların kapanmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıkıp: “Ey Rum cemaati! Bu zata diye ibtida eder. Bu takdirce meal-i alisi şöyle olmuş bi’at edip de felah ve rüşde nail olmayı ve mülkünüzün payidar olmasını istemez misiniz?” diye hitab etti. Cemaati yaban eşekleri kadar süratle kapılara doğru kaçıştılarsa da kapıları kapanmış buldular. Herakl bu derece nefretlerini görüp imandan me’yus olunca “Bunları geri çevirin.” diye emretti. Ve onlara dönüp: “Deminki sözlerimi dininize olan şiddet-i temessükünüzü öğrenmek için söyledim. Bunu larını memnuniyetlerini beyan ile kendisine ta’zimen secde ettiler. Herakl’ın imanı hakkındaki son haber de bundan Medine-i Münevvere’den hin-i kudumumdan bu ana kadar talebe-i ulum efendilerin tedris programlarının şayan-ı teessüf ve intizamsızlığından bu kadar sene ulum-ı Arabiyye madıklarından ve halbuki lisan-ı Arabi’yi değil yalnız talebei ulumun belki umum Osmanlıların öğrenmesi lazım geldiği halde hala bu tekasülün devamından bahsederek acizlerinden de bu yolda beyan-ı mütala’a etmekliğimi arzu eylediler. Böyle mühim bir mes’ele hakkında beyan-ı mütala’a etmek her ne kadar iktidarım haricinde ise de hiç olmaz ise bu hususta bir çığır açmış oluruz fikriyle şu makale-i naçizanemi takdim ediyorum. Umarım ki muhterem mecellenizin bir köşesine derc edersiniz. Bakı mesai-i meşkurenizin devamını niyaz ile hatm-i kelam eylerim. yerine - - Sıhhat ve afiyetiniz için daima duada bulununuz. Hıfz-ı sıhhat bize hayat ve sıhhatimizin muhafazası için lazım gelen kavanin ve kavaidi öğretir. Yemekte içmekte ve muhtelif hususatta i’tidal ve tahareti tavsiye eder. Hıfz-ı sıhhat kaidelerini ta’kıb etmek temiz ve i’tidal-perver olmak bütün vazifelerini layıkıyla icra hususunda kesb-i isti’dad ve kabiliyet etmektir. Sahih ve salim bir vücuda malik olmak sahih ve salim bir ruha malik olmaktır. Mevcudiyet-i bedeniyye ve fikriyyesi sahih ve salim olanlar en büyük felaket noksaniyet-i maddiyye ve fikriyyedir. Yani gerek a’za-yı bedeniyye ve gerek havass-ı ruhiyyesinden birinin nakıs olması veya na-tamam bulunmasıdır. Bir insan cereyan-ı havaya ma’ruz bulunursa nezle olur hastalanır. Havası bozulmuş ve sonra değişmemiş bir odada oturursa sıhhatine muzır hava teneffüs eder. İyice yanmamış bir kömürün neşrettiği gaz ile dolu bir odada oturursa zehirlenir. Sıcakta kalarak veya çok çalışarak vücud iyice kızıştıktan ve terledikten sonra ziyade soğuk bir su içerse ölüme ma’ruz olur. Yemekten sonra hamama girerse başına kan çıkarak bayılır. İşte daha bu gibi birçok hususat vardır ki insan onlardan sakınmazsa sıhhati bozulur. Sıhhati bozulunca aheng-i hayat da bozulur. Aheng-i hayat bozulunca insan hasta olur. Ve hastalığın neticesi de tabii bir insan için vahimdir. Kanuni Sultan Süleyman hazretlerinin atideki beyitleri sıhhatin kadr ü kıymetini tebcil eden eş’ar-ı güzidedendir. Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi Saltanat didikleri ancak cihan kavgasıdır. Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi. Hakıkaten insana her şeyden ziyade sıhhat lazımdır. Vücudun bir noktasına bir parça hastalık arız olsa bütün a’zalar feryada başlar. İnsan o hastalık gidinceye kadar dünyasından bıkar. Şeyh Sa’di hazretlerinin şu beyitleri dahi şayan-ı takdirdir: Eğer bir uzva bir derd gelirse diğer uzuvlarda da karar kalmaz. Bir hadis-i şerifte: “Emn ü afiyet iki büyük ni’mettir ki çok kimseler onun kadrini bilmezler ve şükrünü ifa etmezler.” buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte de: “Allah’tan daima afv u afiyet isteyiniz. Yakınden yani ba’de’l-iman insana afiyetten büyük bir ni’met verilmemiştir.” buyurulmuştur. Bütün bu kadar hadislerden sıhhat ve afiyetin insanlar hati yerinde olmayan bir kimse hiçbir iş göremez. Vazifelerini ni’metten mahrum olmak hem de en büyük felaket olan hastalık ve emraza mübtela bulunmaktır. Binaenaleyh her şeyden evvel sıhhat ve afiyetin muhafazası insanların en büyük vazifelerindendir. Sıhhati muhafaza etmek için elde en harekat ve faaliyetinde yemek ve içmek vesair hususatta daima i’tidalden ayrılmamak lazımdır. İfrat-ı harekat a’zaları yorar. Tefrit ise insanı atalete kesalete uyuşukluğa sevk eder. Mesai-i fikriyyenin ifratı dahi dimağı fikri taassuba duçar eder. Tefriti ise hamakati gabaveti mucib olur. Beden ve fikrin adem-i ahenginden ahlak da mutazarrır olur onlarla beraber ahlak da bozulur. Oburluk veya son derece Sıhhatin muhafazası için i’tidalden başka bir çare daha vardır ki o da taharet ve nezafettir. Taharet ve nezafet din-i hastalıklar pislikten adem-i taharetten ileri gelir. Taharet deyince ne kadar lazım ise tababetçe ve hıfz-ı sıhhatçe o kadar lazımdır. Kur’an-ı Celil’in’üncü sahifesinde sure-i Bakara’nın’inci ayetinde: buyurulmuştur. Allahu Teala temizlik yapanları sever. Keza: Kur’an-ı Kerim’in’inci sahifesinde sure-i Maide’nin altıncı ayetinde: buyurulmuştur. Allahu Teala size müşkilat göstermiyor bilakis size olan ni’metlerini şekkür etmelisiniz... Hakıkaten Cenab-ı Hak bu din-i mübinin saliklerine taharet gibi bir emr-i celili emretmekle büyük bir lütuf ve inayet-i sübhaniyyede bulunmuştur. Çünkü insan taharet sayesinde her türlü hastalıktan kurtulduğu sıhhat ve hayatını layıkıyla muhafaza ettiği gibi aynı zamanda bedenin bu taharetini fikir ve ahlakça da hüsn-i te’sirini görür. Çünkü; beden sıhhatte oldukça fikir ve ahlak da sıhhatte olur. Bundan başka daima vücudca temizliğe alışan fikir ve ahlakça da temizliğe alışır. Vücudundaki fenalıkları def’e alışan fikir ve ahlakındaki fenalıkları da def’e alışır. Ve bu sayede maddi ma’nevi bedenini ruhunu ve ahlakını tasfiye etmiş olur. Bir hadis-i şerifte: Nezafet imandandır.” buyurulmuştur. Nasıl ki bir insanın zahiri temiz olduğu zaman batını da öylece temiz olursa batını temiz olduğu zaman o nisbette zahirinin de temiz olmasına çalışır. Ruh ile beden daima birbirine te’sirden hali kalmaz. İşte bu hadis-i şerif de bunu isbat ediyor. İmanı olan yani batınını tasfiye etmiş olan kimselerin ziyadesiyle taharet ve nezafete dikkat ettiklerini gösteriyor. Diğer bir hadis-i şerifte ise: “Nezafet imanı da’vet eder.” buyurulmuştur. Bu hadis-i şerif de yukarıdaki mütalaatı isbat etmektedir. Zahirini temizleyen batınını da temizler demektir. Diğer bir hadis-i şerifte de: buyurulmuştur “Allahu Teala tahirdir tahareti sever; naziftir nezafeti sever.” Bütün bu mütalaata binaen insan daima sıhhatini muhafaza etmeye i’tidalden ayrılmamaya taharet ve nezafete dikkat etmeye mecburdur. Ekser memalikte muayyen bir devre-i tarihiyyede bütun ve umur-ı siyasiyye ve ictimaiyyeye müessir ve hakim bir mes’elenin vücudu meşhuddur. Mesela bugün Avusturya ve Macaristan hayat-ı siyasiyye ve ictimaiyyesinin en müessir amili milliyet nizaıdır. Rusya ve İrlanda’da mes’ele-i zira’iyye Almanya ve Fransa’da amele mes’elesi o yeri tutar. Eğer Devlet-i Osmaniyye’nin asr-ı hazır hayatı tedkık edilecek olursa mes’ele-i hakimenin unsur veya daha doğru bir ta’bir ile milliyet mes’elesi olduğu tebeyyün eder. Fikr-i acizanemce hayatta hakayıkla ru-be-ru gelmekten korkulmamalıdır. İğfal-i nefs veya iğfal-i gayr daima hüsranı mucib olmuştur. Hakayık-ı vekayi’i olduğu gibi görmemek yahud görmemezlikten gelmek o hakayıkı tagyir etmez. İşte bu i’tikadım neticesi olarak anasır veya denildiği gibi ittihad-ı anasır mes’elesi hakkındaki mülahazatımı Meclis-i Umumi’de geçen müzakere münasebetiyle serbest ve vazıh arz u beyan etmek istiyorum. Meclis-i Umumi bu seneki devre-i ictimaiyyesine toplanır toplanmaz ilk amel-i siyasisinde unsur mes’elesi mühim bir mahal tuttu: Hükümdar nutk-ı hümayununda: “Her ne cins ve mezhepten olursa olsun aynı muhabbetle sevdiğim bütün Osmanlı evladının uhuvvet-i kamile içinde yaşamaları ve teali-i vatan hususunda aynı hissiyat ile mütehassis bulunmaları şüphe yok ki bu devlet-i azimenin berat-ı necatıdır.” buyurmuştu. Meclis-i A’yan ariza-i cevabiyyesinde mes’eleyi açmaya lüzum görerek: “Bu büyük hakıkatin kat’i bir itminan ile ezhan ve vicdan-ı umumda yer tutması ve bu suretle anasır-ı muhtelifenin yekdiğerine ve cümlesinin mader-i vatana inhilal kabul etmez bir rabıta-i kaviyye ile bağlanmaları halen ve atiyen gayetü’l-gaye mühim ve bunun yegane çare-i husulü i’tikadımızca evlad-ı vatanın mekatib-i tişmeleri madde-i mu’tena-bahasına menut bulunduğuna ve ilk terbiye ve tahsil aile mektebi demek olan ana kucağında başlayıp bilahare mekatib-i umumiyye ve hususiyyede tevsi’ edildiğine binaen bir taraftan vatana hayırlı evlad yetiştirecek ümmehat-ı müstakbele-i Osmaniyye’nin muttarid terbiye ve tahsillerini te’min edecek nehari ve leyli muhtelit kız mekteplerinin ıslah ve teksiri diğer taraftan mekatib-i zükur-ı etfal programlarının müfid neticeler verecek surette ıslah ve tanzimi vecaib-i umurdan olmakla...” diye çerek: “Vatan-ı mukaddesimizde saadet-i umumiyyenin esbab-ı husulünden en mühimmi kitle-i devleti teşkil eden sunuf ve anasır-ı muhtelife miyanelerinde uhuvvet ve meveddet-i hakıkıyyenin kesb-i kuvvet etmesi keyfiyeti olup istinas ve ihtilat-ı daimi ile müterafık bulunan hizmet-i muvazzafe-i askeriyyenin bütün Osmanlılara teşmil ve ta’mimi bu ümniyenin sür’at ve emniyetle husulünü mucib mü’essirat-ı aliyye-i emr-i müdafaasında birleşen efrad-ı muhtelifenin teşkil eylediği ordu-yı Osmani’nin icra kılınan bu defaki manevralarında görülen terakkıyat ve intizamdan mütehassıl memnuniyet ve mahzuziyet-i seniyyelerine meb’usan tamamiyle Meclis-i Umumi’nin fevkalade mühim olan bu mes’eleye dair der-miyan ettiği mütalaa ve arzuları pek ciddi teemmüle muhtaçtır. Hatt-ı hümayun ve ariza-i cevabiyyelerin tedkıkinde ilk evvel göze çarpan şey her üç vesikanın esasen mayundan mesul hey’et-i vükela ma’nası hukuken sarih olmayan “uhuvvet” ta’bir-i hasisini daha vazıh kelimelere tercih etmiştir. Meclis-i Meb’usan’da “uhuvvet” “meveddet-i hakıkıyye” “istinas” “ihtilat” ta’birlerini kullanarak “ittihad” kelimesinin artık ıstılah halini almış olan ma’nasını tamamen tazammun edemeyen “birleşmek” fiilini bile ancak “hak-i pak-i vatanın emr-i müdafaasına” hasr eylemiştir. Gerçi Meclis-i A’yan da “ittihad” ta’birini kullanmıyor ve hatta “ittihad”ı ifade etmek istediği “anasır-ı muhtelifenin yekdiğerine ve cümlesinin mader-i vatana inhilal kabul etmez bir rabıta-i kaviyye ile bağlanmaları” cümlesiyle ta’birde mündemic fikrin kuvvetini biraz tenkıs dahi eyliyorsa da “yeknesak bir terbiye” “muhtelit kız mektepleri” “muayyen ve müfid programlı mekatib-i zükur” isteyerek maksadının “ittihad”dan başka bir şey olmadığını tasrih ediyor. El-hasıl ifadelerde ve ihtimal efkarda bile bazı tefavüt bulunmakla beraber vesaik-i mezkureden nihayetü’n-nihaye müstenbet olan gerek nutk-ı hümayundan mes’ul hey’eti vükelanın gerekse Meclis-i Meb’usan ve A’yan’ın ve alelhusus Meclis-i A’yan’ın tebea-i Devlet-i Osmaniyye’den olan anasır-ı muhtelifenin ittihadına talip olmalarıdır. Kuvve-i teşriiyye ve icraiyyenin şu fikri ne derecelerde musib olduğunu takdir edebilmek için “ittihad-ı anasır” terkibinin tazammun ettiği ma’nayı ta’yin etmek iktiza eder. cinsten olan eczası ma’nasına gelir. Tebea-i Osmaniyye’nin mecmuu bir küll teşkil ettiğine nazaran o küllün eczası olan Türk Arap Rum Ermeni... ilh. birer unsur olur. İttihad-ı anasırdan murad işte o Türk Arap Rum... ilh. unsurlarının birleşmesidir. Lakin ittihad-birleşmek kelimesinin böyle insan kümelerine izafesiyle ne denilmek istediğini anlamak pek kolay bir şey değildir. Unsurların ittihadı birkaç türlü tasavvur olunabilir: Havassı muhtelif olan anasır adeta kimyevi bir imtizac ile “imtizac” eyleyerek unsurluklarına has havassı kaybedip havass-ı mahsusa-i cedideyi haiz yeni bir milliyet vücuda getirirler; Her bir unsur şahsiyet-i milliyye ve diniyyesini tamamen muhafaza ettiği halde bir hey’et-i camia-i ma’lumeden infikakte min-külli’l-vücuh zarara uğrayacağına kanaat hasıl eylediğinden hey’et-i mezkure dahilinde kalmayı ister; Anasır-ı muhtelifeden herhangi birisi; diğer anasıra ez-her-cihet faik ve galip olmasından naşi kendi milliyet din ve medeniyetini diğer anasıra kabul ettirir yani onları “temsil” eyler fakat bu halde “ittihad-ı anasır” değil belki “tevhid-i anasır” vukua gelmiş olur. Bizde “ittihad-ı anasır” denildiği zaman bu üç nevi’den acaba hangisi murad ediliyor? Kuvve-i teşriiyye ve icraiyyemizce matlub ittihad-ı anasıra her unsurun muhtariyet-i kavmiyyesini kamilen muhafaza etmek üzere bir hey’et-i siyasiyye dahilinde yaşamaları ma’nasını vermek müşkildir. Hele Meclis-i A’yan nazarında şüphe edilemez; zira efrad-ı Osmaniyye’ye ta ana kucağından muhtelit ve leyli kız mekteplerine lüzum göstermek başka hiçbir suretle te’vil olunamaz. Bu cihetle kuvve-i teşriiyyemizin ve alel-husus Meclis-i A’yan’ın ittihad-ı anasıra “imtizac” veya “temsil” ma’nasını vermek istediği zannolunur ve zaten bu ikisinin gayrı bir ma’na verilecek olursa anasır-ı muhtelifeye “muhtariyet” teslim ve kabul edilmiş olur. “Muhtariyet” fikrine devr-i meşrutiyyet ibtidalarında galip efkar-ı umumiyyenin nasıl bir nazarla baktığı henüz hatırlardadır. O zamanlar ve hatta şimdi bile bir kısım halk “muhtariyet”i inkısam ve inhilalin mebdei addediyor. Lakin memalik-i Osmaniyye’de sakin akvam-ı muhtelifenin sili mümkün müdür? Bugün Avrupa’da bir millet-i vahide gibi görünen hey’et-i cıyla tehassul etmiştir: Mesela İspanyollar belli başlı Selt Romalı Vizigot Yahudi Arap nesillerinin terekkübünden vücuda gelmiştir; bugünkü Fransızlar da Selt Grek Romalı Cermen kanı vardır; Ruslar İslavlarla Fin ve Türk nesillerinin muhassalasıdır. Fakat her üç milliyetin teşekkülünde bazı farklar olmakla beraber imtizacdan ziyade temsil icrayı fi’l ettiği şüphesizdir. İspanya’da Roma medeniyeti ve Roma medeniyetinin bilahare benimsediği Katolik mezhebi Selt ve Gotları yoğurup İspanyol şahsiyet-i milliyyesini ihdas eylemiştir. Böylece hadis olan İspanyol milliyeti sonra her türlü vesaiti insafsızca kullanarak Yahudi ve Arapları bel’ ve temsil etmiş bel’ ve temsile muvaffak olamadığı unsuru mahv veya tard eylemiştir. Bu ikinci devrede dahi Arap ve Yahudilerin İspanyollara bazı te’sirat-ı ırkiyyede bulundukları muhakkak olmakla beraber İspanyol milliyetinin bunları temsil ettiği aşikardır. Fransız milliyetinin tehassülünde “imtizac” kelimesinin isti’mali belki daha doğru olabilir; fakat bugünkü Fransız milliyetinin anasır-ı asliyyesi birçok te’sirat-ı tarihiyye ile asırlarca kaynayarak ancak “imtizac” edebilmiştir. Rus milliyeti günkü Ruslar fikir lisan ve medeniyetçe tamamen İslavdırlar. Diğer milletleri mesela İngiliz Alman ve hatta Amerikanları tedkıke girişsek yine “imtizac”dan ziyade “temsil”in liyetlerin teessüsünde o milliyetin anasır-ı asliyyesinden hiçbirisinin tefevvuk ve galebesi olmaksızın mütekabil te’sirat-ı mütesaviyye neticesi “imtizac” olduğunu kabul etsek bile henüz fikr-i millinin bir sevk-i tabi’iden ibaret bulunduğunu pek uzak bir mazide başlayıp te’akub-ı a’sar ile husul-pezir olmuş olan bu hadise-i tarihiyyenin fikr-i millinin be-gayet müteyakkız bulunduğu asrımızda sonraki istikbalde tekerrürüne milliyetler efradını arttırmakta muhitini genişletmektedir fakat bu hadise en cami ma’nasıyla medeniyeti galip olan bir milliyetin süllem-i medeniyyette kendinden pek aşağı kalmış anasırı bel’ ve temsil etmesinden başka bir şey değildir. Acaba anasır-ı Osmaniyye arasında diğerlerini temsil edebilecek kadar medeniyetçe kavi bir unsur var mıdır? –Eğer yok ise anasır-ı muhtelife-i Osmaniyye ittihad edip bir “milliyyet-i cedide” ihdas edebilirler mi? Türkler din-i İslam’ın verdiği kuvvet ve iktidar-ı azimden bil-istifade devr-i kudret ve kemallerinde bazı anasırı müslümanlaştırmaya ve bu vasıta ile Türkleştirmeye muvaffak olmuşlardı. Lakin devr-i inhitatta bu faaliyet-i mühimmeleri lan Anadolulu bazı anasır-ı gayr-ı müslime kavmiyet-i asliyyelerine rücu’ eylediler. Ortodoks kilisesinin kavi zamanlarında Rumlar Ortodoks mezhebindeki kavimleri kilise vasıtasıyla hayliden hayliye Rumlaştırmışlardı. Fakat “asr-ı milliyyet” denilen’uncu asr-ı miladide bu Rumlaşmış hıristiyanlar da eski kavmiyetlerini arayıp buldular. Ve hatta bazıları te’yid-i milliyyet uğrunda dini i’tizalden bile çekinmediler. Demek oluyor ki memalik-i Osmaniyye’de medeniyetçe en kavi olan Türk-Müslüman ve Rum-Ortodoks unsurları anasır-ı saireyi temsile teşebbüs etmişler ve evvelce bir dereceye kadar muvaffak bile olmuşlar ise de teşebbüslerini gayesine kadar isal eyleyememişlerdir. Bu muvaffakıyetsizliğin esbab-ı muhtelifesinden birisi muhafazakarlıkta temsil siyasetinde menfaatleri Türklerle müşterek olan Rumların da cereyan-ı umumiye kapılıp fikr-i milliye fazla ehemmiyet vererek Türkler aleyhine isyan eylemeleri ve böyle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki iki kuvve-i muhafazakarane arasına nifak ve niza’ girmiş olmasıdır. İ’tiraf olunmalıdır ki Rumların isyanından beri Devlet-i Osmaniyye’de ne Müslüman-Türkler ve ne de Ortodoks-Rumlar bir buçuk asır evvelki mevki’-i iktidarı bir daha haiz olamamışlardır. Türk ve Rumların temsil rolünü deruhte edip onların yerine kaim olacak kadar kavi diğer anasır da zuhur etmemiştir. Binaenaleyh on dokuzucu asr-ı miladinin ortalarından i’tibaren “temsil” siyaseti metruk kalmıştır. Hatta zann-ı acizaneme göre asr-ı mezkurun ortalarında kemal-i debdebe ile i’lan olunan hatt-ı şerif ve hümayunlar kuvve-i hakimiyyeti haiz Türklerin artık “temsil”de adem-i iktidarlarını resmen tasdik ve i’tiraf eyleyerek “temsil” makamına “imtizac” ikame etmek şey değildir. “Devr-i Tanzimat”ta maksad-ı esası anasırın “imtizac”ı etmekti. Lakin tarih gösteriyor ki Tanzimat imtizacı te’min edemedi. Saltanat-ı Osmaniyye tehallülde devam etti. Mazide “imtizac”ın husul bulamaması istikbali mahkum etmeyebilir; mazide anasır-ı muhtelifeye tamami-i müsavat ve hürriyeti kafil bir meşrutiyet-i idare mevcud değildi anasırın te’lif-i imtizacına hadim müessesat-ı tedrisiyyemiz faaliyyet-i dür. “İmtizac”ın adem-i imkanına tarihimizden getirilecek delil zaif görülse bile memalik-i Osmaniyye’de sakin anasır-ı mevcudeyi göz önüne getirip bir lahzacık ciddi düşünecek ve düşündüğümüzü söylemekten çekinmeyecek olursak bundan böyle de “imtizac”ın adem-i imkanını i’tiraf eylemeye mecbur oluruz. Tebea-i Osmaniyye’den olan anasırın tarihi an’anesi dini münasebatı amal ve hayali tarz-ı tefekkürü şekl-i maişeti seviye-i medeniyyeti o kadar yekdiğerinden farklıdır ki bunların “imtizac” suretiyle ittihadını tasavvur bile gariptir. Kosova ovasında çiftçilik eden bir hıristiyan Sırp ile Necid çölünde hal-i bedavette yaşayan bir müslüman Arab’ın ne gibi nokta-i teması olabilir? Bunların ne guna “ittihad”ı imtizacı mutasavverdir? Sorarım: Hiçbir müslüman ittihad-ı anasır uğrunda şahsiyet-i muayyene-i diniyyesinden zerre kadar fedakarlıkta bulunabilir mi?.. Unutulmamalıdır ki din-i İslam sırf salikininin ahlakını tasfiye saadet-i uhreviyyesini te’min için münzel vesaya-yı ahlakıyyeden ibaret olmayıp beni beşerin dareynde saadetini kafil olmak haysiyetiyle dünyadaki ef’al-i ferdiyye ve ictimaiyyesini de tanzim eyleyen bir din-i ekmeldir: Din-i İslam tam bir medeniyettir. Kezalik Rum veya Bulgarların el-yevm iyi teayyün etmiş bir sima-yı millileri Hıristiyan-Avrupa medeniyetine dahil bir şekl-i medeniyyet-i mahsusaları vardır. Bunlar o sima-yı milliden o şekl-i medeniyyetten hiç ayrılmak isterler mi? Pek vasi’ olan memalik-i Osmaniyye’de iki medeniyet hayat ve cihana nazarı yek-diğerinden pek farklı iki felsefe-i hayat çarpışıyor... Bunların imtizacı hiç kabil midir? Kabil değilse hangisi diğerinin galebesine muvafakat eder? Devr-i Tanzimat’ta “imtizac” zannolunan şey esasen anasır-ı muhtelife-i Osmaniyye’yi Fransız medeniyetiyle “temsil” ettirmekti. Bu imtizacın en maddi tecellisi “Mekteb-i Sultani” denilen Galatasaray Lisesi’dir. Buraya ve bunun teaddüd edecek emsaline dahil olan ensal-i atiyye Fransız lisanı Fransız medeniyetiyle yoğurularak ittihad-ı anasıra hadim yeknesak ve muttarid terbiye görecek ve Rumluğunu Bulgarlığını Araplığını... ilh. unutarak “vatan-ı Osmani’ye” sadık –fakat Fransız medeniyetine tabi’– “Osmanlı vatandaşlar” olmak üzere yetişecekti. Lakin netayic-i maddiyyesi ne oldu? – Bulgar ihtilalinde Bulgaristan istiklaline en çok çalışanlarla Bulgar beyliği erkan ve ricalinden bazılarının mekteb-i sultaniyye terbiyet-gerdesi olduğu görüldü!.. Bu böyle iken a’yan-ı kiramın arzu ettiği yeknesak ve muttarid nehari ve leyli ümmehat-ı müstakbele-i Osmaniyye veya aba-yı müstakbele-i Osmaniyye mekteplerinden de müfid neticeler çıkmasından şüphelenmeye pek haklıyız. El-hasıl zann-ı acizane göre memalik-i Osmaniyye’de artık “temsil”in dir. Şu tahlile nazaran ittihad-ı anasırın husulüne hadim zannolunan “temsil” ve “imtizac” tariklerinin artık mesdudiyeti anlaşılıyor. Mesdud bir tarikten yürümeye çalışmak abesle yemizin “ittihad-ı anasır”a “temsil” veya “imtizac” ma’nasını vermek istemelerinde dahi tereddüde düşülür; ve bu suretle kuvve-i teşriiyye ve icraiyyemizin ve bir kısım efkar-ı umumiyyemizin “ittihad-ı anasır” talebinde isabet edebilmeleri vermeleri iktiza eder. Acaba o ma’na nedir?.. Şarkta ve ba-husus Mısır’da ecnebi imtiyazları yavaş yavaş ehemmiyetsiz kalıyor geçenlerde Der-saadet İtalya Sefiri’nin hadisesi münasebetiyle Tan gazetesi bu mes’eleden haylice bahsedip kapitülasyonlar aktar-ı şarkıyyede ila-maşaallah yan-ı ahvalden anlaşıldığına göre iş renkleşiyor: Fransa ile kuva-yı asabiyyesi inhilal ediyor meşhur olan hürriyet ve hamasetini birdenbire unutuyor. Mısır’da bu hakıkati te’yid edecek yeni bir hadise zuhur etmiştir. La Dépêche Égyptienne namı ile Arapça Fransızca Derroja ve müdir-i mes’ulü Mösyö Jack Darcila bu hafta Mısır’dan ikisi de menfi olarak teb’id edilmişlerdir. Mösyö Alban Derroja Fransız tebeasından olduğundan cümle ecnebi ve yerli ahali bu karardan dehşet-i amikada kalmışlardır. Gazetenin müdir-i mes’ulü Mösyö Darcila İspanya hükumeti tebeasından olduğundan mezkurun nefyi hükumet-i metbu’asının zaafına hamlolunmuştur. Nefy hadisesinin sebebi ise ber-vech-i ati icmal olunur: Mösyö Alban Derroja –ki “Agrégation” şehadet-i ulyasına hamildir– Mısır hidivine karşı bir risale-i intikadiyye neşredip zaten İngilizler bu muharrir-i kebirin onlara daima tevcih ettiği dan Hidiv’e müvecceh olan intikad fırsatından istifade ederek burada İngiltere mu’temed-i siyasisi olan Sir Gorst Londra Hariciye Nezareti’ne ba-telgraf iş’ar eder Hariciye Nezareti dahi Paris Hariciyesi ile bil-muhabere Léntente Cordiale namlı İ’tilafı muktezasınca Mösyö Alban Derroja’nın nefy ve te’bidine karar verilir. Ve bu karar Kahire’de Fransa’nın Konsül Generali’ne ba’de’t-tebliğ icraat-ı resmiyyeye şitab olunur. Aynı muamele gazetenin müdir-i mes’ulü İspanya tebeasından olan Mösyö Jack Darcila’ya tatbik olunur. Ma’lum ya Lord Cromer Mısır’da iken ecnebilerin imtiyazlarına haylice teaddi etmişti imtiyazat-ı mezkure ise on dört devlet-i ecnebiyyeye merbut ve müteallik olduğundan bunların cümlesini ikna edememiş ise de İngiltere yine me’yus kalmamıştır. ne türlü tebzir ve hükumetin mesned ve vazifelerini ne keyfiyet nebileri bundan böyle nefy ile tehdid eyliyor tehdidini ikaa muktedir olduğunu son hadise ile isbat ediyor. Fransızlar; Cumhuriyet Hükumeti ile iftihar ederler iken Cumhuriyet onları tahcil ediyor kendi emrine malik bir hükumet olduğunu tekzib ediyor ve bu vesile ile de kapitülasyon tesmiye ettikleri imtiyazat-ı ecnebiyye ehemmiyetsiz kalıyor! Acaba Tan gazetesi bu hadiseye ne ma’na verir? Geçenlerde Dersaadet İtalya Sefiri’nin hadise-i ma’lumesi münasebetiyle neşrettiği fusul-i barideyi unuttu mu? Nerede şimdi o himaye-i kazibe? La Dépêche Égyptienne gazetesi hala Kahire’de neşrolunuyor. Mösyö Eltiben Richie hazretlerinin kalemi ile tahrir olunmaktadır ve aynı mesleğinde devam etmektedir. Meşhur mesel muktezasınca gayur ve munsıf zatlar her yerde ve her anda mevcuddurlar. Arab’da neşrettiği desaise Devlet-i Aliyye’mizin ve ba-husus Hakkı Paşa hazretlerinin ve kabine erkanının enzar-ı sakıbelerini tevcih ederiz. Mısır’da Avrupalılar son hadise münasebetiyle hükumetlerinden başka bir kefalet-i siyasiyye ve kanuniyyeden bahsediyorlar. Tecennüs mes’elesi bisat-ı bahse vaz’ olunmuştur: Mısırlılar ile ittifak edip evvelen bir meclis-i niyabi husule getirip ba’dehu Mısır cinsiyeti ile tecennüs etmeyi tercih eyleyen haylice Avrupalılar re’ylerini gazete sütunlarında sarahaten Mösyö Alban Derroja geçen Cuma günü Kahire’den akşam üzeri İskenderiye tarikıyle Marsilya’ya ve oradan Paris’e azimet etmiştir. Kahire istasyonunda sekiz bin kişi ile azim bir ihtifal ile tevdi’ olunmuştur; “Yaşasın Mösyö Derroja! Yaşasın hürriyet! Yaşasın Mısır yaşasın Nasyonalistler!” feryadları semaya çıkmıştır şimendöferin uğradığı olunmuştur. Bugün Cuma günü Mösyö Darcila dahi Marsilya tarikıyle vatanı olan Barselon’a gidiyor: Bu zatların cümlesi Mısırlıların samimi ehibbalarından ma’duddur. Alban Derroja’nın bir beliğ cümle-i me’suresi ile hatm-i güftar eyliyorum: “Ben Mısır’da Mısırlıların dostu idim. Avrupa’da min eylerim.” Postanın vakti yakın olduğundan bu kadarcık ile iktifa eyliyorum. numara ile neşrolunan Sıratımüstakım gazetesinde “Bulgaristan Müftülükleri” ser-levhasıyla acizane yazmış olduğum makalemde Bulgaristan müftilerinin şimdiye kadar geçirdiği safahat-ı elimeden bahsederken Bulgaristan Kraliyeti’ni tasdike mukabil adeta memleketimize bedel olarak nail olduğumuz protokol ahkamınca bir baş müftiliğin ihdası ve o baş müftinin de mukadderat-ı İslam’ı siyanet edebileceği gibi bir yed-i fazilete tevdii hususunda ne türlü hareket olunmasını tavsiye ederek demiştim ki “Sofya’da olacak baş müfti her türlü hukuk ve mebani-i İslam’ın müdafaa ve siyanetini kafil ve umur-ı şer’iyye ve hukuk-ı medeniyye ve siyasiyyeye vakıf kar-aşina bir zatın müftilerimiz içinde olmaması bizi düşündürmekte olduğundan Bulgaristan’da doğmuş ve fakat İstanbul’da tahsil-i ulum eylemiş ve bilahare ya nüvvab veyahud hukuktan şehadetname almaya muvaffak olmuş sahib-i vicdan zevattan birisi sancak müftilerinin sin” heyhat ki böyle ali-cenab bir zat çıkıp da meydana atılamadı. Ben ümid etmem ki koskoca bir Bulgaristan’dan otuz seneden beri böyle birçok zevat yetişmiş olmasın. Her halde vardır. Fakat bit-tabi’ bu gibi zevat aylak değillerdir. On on beş lira maaş sahibidirler. Yerlerini rahatlarını bırakıp da birtakım mezahim-i guna-gun içine atılmak istemezler. Çünkü onlarda da bizim gibi uyuşmuş Türk kanı vardır. Bir daima ecdadımız eslafımızla tefahür edenlerdeniz; ve fakat hala-be-hala da fedakarlığı kimseye vermeyiz.. Hatta Japonların yüksek adamlarının ma’ali-i millet yolunda Rusya’da Çin’de tese’ül ve şunun bunun kapısında hizmetkarlık ettikleri gibi fedakarlıklarını işittik mi? Pek hoşumuza gidiyor. Bunun için Japonları kendi hasa’il-i ber-güzidemize pek muvafık buluyoruz. Buluyoruz da yakın zamanlarda umumen İslamiyet’i kabul edeceklerini mağrurane söyleyip duruyoruz. Gerçi Japonlar İslamiyet’e meclub ve mahbub oldukları görünüyor. Fakat bizim a’malimiz kendilerine soğukluk veriyor. Çünkü bizim kitaplarımızın bize emrettiği tekalif-i müstahsene ve feza’il-i ahlakiyyenin adem-i tatbikinde her gün teannüd gösterdiğimizden onlar da beht ü hayret içinde kalıyorlar. Ya Hu! O küçük gördüğümüz dünkü Bulgarlar değil. Böyle bizim gibi bir baş müfti namıyla ve aynı zamanda elli lira maaşla Sofya’ya gelmekten çekinmek binbaşı veyahud kaymakam rütbesinde bir Bulgar tekaüd zabiti Türkiye’nin en hücra bir köşesinde hatta yirmi beş hanelik bir karyesine gidiyor da milletine hizmet olmak üzere muallimlik ediyor. Biz ise rahatımız münselib olmasın diye Sofya’ya bir baş müfti olarak gitmek istemiyoruz. Her ne hal ise oradan geçelim. Hükumeteyn beyninde akdolunan mukavele mucebince sancak müftilerinin intihab ve tasdikinden sonra müfti ve müfti vekillerinin bir baş müfti ayırmaları için Bulgaristan Mezahib Nezareti’nden varid olan bir tahrirat-ı umumiyye üzerine işbu mah-ı halin sekizinci günü bil-umum müftiler Sofya’ya toplandılar. Birçok zamandan yani sancak müftilerinin intihablarından beri halk beyninde baş müftiliğe layık bir adam aranıyor ve ancak iki şahıs bulunabiliyordu. Bunlardan birisi beş altı seneden beri Sofya müftiliğini işgal eden Şumnulu Hocazade Muhyiddin Efendi diğeri de el-yevm Vidin müftisi Süleyman Rüşdi Efendi idi. Müfti ve müfti vekilleri işbu iki zat hakkında iki cereyan arasında kaldılar. Cereyanın birisi Muhyiddin Efendi’yi iltizam ediyor. Ve diyor ki baş müftide aranması lazım gelen üç sıfat ve meziyet vardır. Birisi kendisinde ma’lumat-ı vasi’a-i fıkhiyye ikincisi namus ve istikamet üçüncüsü hiç kimsenin elinde alet olmamak için metanet-i tab’ u ahlaka malik olmak. İşte bu üç meziyeti kendisinde cem’ eden bir müfti var ise o da Muhyiddin Efendi’dir. Diğer cereyan ise bu üç meziyetin fevkınde bir meziyet arıyorlardı ki o da faal ve cevval olmak. Onu da Süleyman Rüşdi Efendi’de olduğunu göstermek istiyorlardı. Fakat dünkü baş müfti intihabı bize gösteriyor ki re’ye karşı re’yle Hocazade Muhyiddin Efendi kazanmıştır. Muhyiddin Efendi’yi yakından tanıdığım için söyleyebilirim ki cidden alim fazıl müstakım muttakı bir zat-ı faziletsimattır. Şimdi milletin kendisinden en evvel beklediği işlerden birisi Bulgaristan’a müfti yetiştirmek yollarını bulup muvaffak olmaktır. Çünkü yine tekrar ederim ki bütün Bulgaristan’da mevcud otuz dört müftinin içinde Arapça kitaplardan mesail-i şer’iyye istihrac etmek şöyle dursun Türkçe kitaplardan bile bir şey çıkaramayan müftilerimiz mevcuddur. Fil-vaki’ doksan yüz frank maaşla olan müftilikleri gözü önüne getirip de uzun boylu çalışacak adam az bulunur. Evvel-emirde sancak müftilerinin maaşları iki yüz ve kazalarda olan müfti vekillerinin maaşları da yüz elli franga garistan’da müftilik edecek talipleri yalnız mederese tahsiliyle bırakmayıp mekteb-i hukukta dahi okutmak teşebbüsatında bulunmak lazımdır. Çünkü Bulgaristan müftilerinin en birinci vazifesi hukuk-ı milleti aramaktır. Halbuki hukuk-ı şahsiyyesini müdafaadan aciz bir adam hukuk-ı milletle nasıl uğraşır. Hülasa-i kelam temel metin olmadıkça üzerine inşa edilecek ebniyeden her vakit korkulur. Ve mine’llahi’t-tevfik. Efendim acizane olarak zikredeceğim bazı hakayıkın sizce ma’lum olduğuna emin isem de tekrarı o hakayıkın ehemmiyetini tezyid eder zannımdayım. Ma’lum-ı alinizdir ki bugün Osmanlı hükumetinin ve alem-i İslam’ın istinad-gahı Cenab-ı Hak’tan sonra Osmanlı ordusudur. Ordudan da maksad efraddan ziyade zabitandır. Zabitan ordunun dimağıdır. Bir dimağ vazifesini ne kadar mükemmel ifa ederse a’za-yı saire makamında olan efradımızdan da büyük büyük hizmetler beklenebilir. Fakat dimağa teşbih ettiğim bu hey’et-i mütefekkire İslamiyyet ve bulunduğu muhitin tasvib etmeyeceği birtakım ef’ale teşebbüs ederse bir hey’et-i nafiadan ziyade hey’et-i muzırra olacağı bedihidir. Kana’at-i vicdaniyyem Osmanlı ordusu maddiyatı ıslah ve ikmal edildikten sonra Alman ordusuna tefevvuk eder. Fakat bir şartla o da zabitanın ıslahat-ı ma’neviyyesidir. Pek fena bulduğum ve ziyadesiyle müteessir olduğum bir iki hali zikredersem işin vehameti kendisini gösterir. Süvari ve topçu zabitanımızdan bazıları gazinolarda ve kafeşantan denilen sefahethanelere arkasında süvarisi olduğu halde geliyor. Efendi oyuna veyahud işrete başlıyor. Gazino avlusunda hayvanlarla nefer bekliyor. Hem bu intizar yarım saat bir saat değil efendinin insafına kalmış. Sabahtan akşama veyahud gece yarılarına kadar. Burada sorulacak sualler var. Acaba millet o hayvanları o gibi zabitlerin sefahetlerine hizmet için mi Macaristan veya Rusya’dan satın almıştır yoksa bir gün din ve vatan ile hukuk-ı müslüminin müdafaasına ve şevket-i İslamiyye’nin te’yidine hizmet için mi? Sonra acaba saatlerce ayak üstünde avlunun taşları üzerinde bir an evvel askerlikten kurtulmayı isteyen neferciğin hissiyatı ne merkezdedir? Tabiidir ki kalbinden –her ne kadar cahil olsa da– hiss-i takdir ve tahsin geçmiş belki nefret duygusu. Efendim bu yazdığım mübalağa değil belki noksandır ve ayn-ı hakıkattir. Bu gibi ahvali bizzat anlamak için esfel-i mahal olan kafeşantana bizzat girdim. Ordu kumandanlığı da neden sonra bu inhimakı takdir etmiş de kumandanlığa yakışmayacak bir suretle –tavsiye suretiyle– men’ine kalkışıyor. Nezaketi müsellem olan bu mes’ele hakkında merci’-i aidinin kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkatini celb ederim. Tıp Fakültesi’nin son zamanlarda mazhar olduğu intizam ve mükemmeliyeti görmek anlamak için bir defa olsun bu bina-yı muhteşemi gezmek kafi ise de dahili teşkilatını görmeyenlere tasvir edeyim: Evet vasi’ kaloriferlerle mücehhez ziyadar dershaneler gayet nazif alat ve edevatı mükemmel laboratuvarlar uzun münevver koridorlar. Yetmişi mütecaviz san’atkarane yapılmış temiz mermer masalar ile müzeyyen cesim teşrihhane güzel tarzda inşa olunmuş sıhhi ameliyat ve konferans salonları hülasa her bir cihette pek çok asar-ı teceddüd. Bu tezyinat ve intizamı görüp takdir etmemek elden gelmez. Fakat nazara hoş tarzda münakis olan güzellikler arasında maatteessüf her nedense göze çarpmayan yalnız bir ukde-i siyah-ı mülevves... Ki güvercinlerin pislikleriyle müzeyyen hasırla mefruş asar-ı nezafetten mahrum bir darü’l-a’mal neresi olsa beğenirsiniz? İşte size idare me’murlarının nazarlarından dur olan bir mecma’!! Değil bir ecnebi hatta bir vatandaşımıza bile burası ibadethanemizdir demekten istihya edilecek derecede na-hoş çirkin bulunan şu manzarayı Mahmud Şevket Paşa hazretleri fakülteyi teşriflerinde görmüş olsalar idi –namaz-gah olmaktan başka kabahati olmayan– bu mevki’de behemehal layık olduğu derecede temizliğe mazhar olacaktı. Teessüf olunur ki bugüne kadar pisliğini muhafaza eden mahal temiz binada kirli bir leke gibi arz-ı vücud ediyor. Görünüşte pek ehemmiyetsiz fakat hakıkatte halk indinde ciddi bir te’sir-i sehharane bahşeden bu gibi hususatta tekasül pek mantıkı olmasa gerek esasen birkaç kırık camın takılması temiz bir keçe serilmesi gibi pek cüz’i masraf cek?!! Yoksa o mevki’-i ictima’a vazifedar olanların isbat-ı vücud etmedikleri nazar-ı dikkate alınarak güvercinlerin iskanına tahsis olundu da biz mi bilmiyoruz!!! Sıratımüstakım – Ziyaret edilmeyen türbeler harab sahipsiz kalan haneler viran olur. Bugün yaşadığımız şu devir bir devr-i meşrutiyyet olduğunu ma’na ve medlulü ne olduğunu doğrusu ya anlayamıyoruz. Eğer meşrutiyet lafzı akla gelen her bir hususu ifa ise ona diyecek yoktur. Yok meşrutiyet yapılacak bir işin bir şart dahilinde yapılması ise ona aklımız erer. Bina-berin asıl maksaddan evvel böyle uzun sözler yazmak için gördüğüm bir tablonun verdiği ıztırab-ı deruni sebep olmuştur. Evet Selanik’te mecma’-ı nas olan ve Çarşı Kapısı namıyla müştehir bulunan bir mahalde ta’lik edilmiş bir tablo gördüm. Bu tabloda bir zamanlar halife-i müslimin namını taşımış ve milletine ettiği hidematını tarihlerde okumuş olduğum Sultan Selim-i Salis hazretlerinin resmi mevcud idi. Gerçi böyle bir padişahın resmini havi tablodan bir şey çıkmaz diyeceksiniz. Bendeniz de fi’l-hal öyle derim. Fakat o zat-ı mübarekin etrafında teker teker dizilmiş ve her üçü bir araya cem’ olunmuş Cevriye İkbal Gülter namıyla isimleri zirlerine yazılmış nisvan-ı İslam fotoğraflarını ala-mela’i’n-nas teşhir etmek mukteziyat-ı meşrutiyyetten midir. Ba-husus birinin baygın bir halde arkası üstü serilmiş saçları dökülmüş ve Sultan Selim hazretleri baş ucuna getirilmiş bir manzaranın böyle ahad-ı nas arasında ibrazı İslamiyet ile kabil-i tevfik midir. Buralarını anlayamıyorum. Rica ederim ma’kul düşmeyelim. Doğrusu şu hal şe’air-i İslamiyyet’e yakışmıyor zannederim. Bakı neticeye intizar eylemekteyim efendim. Hukuk Mektebi’nden Veli Efendi isminde bir zat-ı muhterem de polise ihbar-ı keyfiyyet etmiş ise de bir semere görülememiştir. Bir tablo dört beş günden beri memerr-i nasta teşhir edilmektedir. Bu gece de tiyatrosu oynanacaktır. Sıratımüstakım – Şu mektubun altına kendimizden bir şey ilave etmeyeceğiz. Çünkü Selanik vilayeti şimdiye kadar pek haklı olan bu ihtarı haiz olduğu ehemmiyetle mütenasib bir surette telakkı etmiş ahlakın insafın icabını yerine getirmiştir zann-ı kavisini besliyoruz. Bazı kimseler Tanin’in memlekete faidesinden ziyade ziyanı dokunduğunu iddia ederler. Baban-zade İsmail Hakkı Bey’in “Irak Mektupları” Tanin’de basılmadan evvel bu ğü muhakkaktır. İsmail Hakkı Bey’in bu mektupları Cahid Beyefendi’nin bütün hata-yı siyasilerini afv ettirebilecek kadar memlekete faidelidir; o mektuplar bize tamamen mechul bir memleketimizin bir iklimimizin ahvalini ahval-i esefiştimalini bildirdi. Gözlerimizi açtı. Birkaç parlak medeniyet doğurmuş muhteşem birkaç saltanatı doyurmuş koca Irak’ta hakimiyetimizin tehlikede olduğunu tamamen anlattı. Bakınız mesela son mektuplarından birisinde ne mühim sözler söylüyor: Basra’ya gelince bu havalide Basra kadar havası bozuk ve bununla beraber Basra kadar ehemmiyet-i ticariyye ve siyasiyyeye malik ve memalik-i Osmaniyyece en uzak ve mehcur olduğu için ihtimal ki en mühmel ve metruk bir mevki’ yoktur. Kim ne derse desin son otuz sene zarfında eylemiştir. Aşar’da en evvel göze çarpan şey beş altı büyükçe vapur. Fakat hepsinin bayrağı İngiliz. Basra’nın hangi cihetine baksanız İngilizliğe müteallik bin türlü şey derhal nazar-ı ibret ve teessürünüze çarparak İngiliz tırnağının bu memleket etine ne derece nüfuz ve hulul etmiş olduğunu hissedersiniz. Sözlerde muhaverelerde bile en adi bir hammal kendi şivesine uydurarak tasrif ve tasarruf ediyor. Bir taraftan Kuveyt diğer taraftan Muhammere’den i’tibaren Şattü’l-Arab’ın sahil-i yesarına düşen memalik-i İraniyye’de ferman-ferma Şeyh Hazal vasıtasıyla İngiliz Basra sancağını adeta bir demir çenber içine almış sıkıştırıyor. Mütemadi muttasıl bir tazyik ile avucu içine almaya çalışıyor. O derecede ki tamamiyle tedkıkatını ileri götüremediğim bir rivayete göre el-yevm Şattü’l-Arab’ın gerek Muhammere cihetinde ve mesela Abade mevkiinde ve gerek Basra cihetinde bulunan birçok Arabana İngiliz tabiiyetini veya himayesini bile bahşetmeye başlamış. Maamafih İran toprağındaki hulul ve nüfuzu daha şedid olduğu için bu rivayet o cihet hakkında daha kavidir. Her iki takdirde Devlet-i Osmaniyye için bunun zararı aşikardır. Zira Şattü’lArab’ın öbür yakasında bulunan urban-ı mahmiyye her vakit Şatt’ın Osmanlı cihetine geçerek haiz oldukları himayenin sevk ve teşvikıyle enva’-i gavail ihdas edebilirler. Ve ediyorlar. Nehir tathir olunsa el-yevm nev’ama İngiliz inhisarında bulunan medhal-i nehrden hasıl olan tefevvuk ve imtiyaz zail olacak. Bu liman piş-gahında lenger-endaz olan vapurların bütün şamandıraları İngilizlere aiddir. Bir fener dubası var ki o da İngilizlerindir. Ve İngiltere hükumeti diğer kumpanyalara fener mevkiini ve suyun sığ olmayan cihetlerini bu lütfunu istediği vakit diriğ etmek hakkını haizdir. Ve bu suretle bir Osmanlı vapurunu bil-vasıta duhulden men’ edebilir. Hayret-ender-hayret! Bizim Fenarlar Kumpanyası’nın böyle en mühim bir limanınımız medhalinde feneri yok sabih dubası yok. Hükumetimiz neden neden bu idareyi orada bir fener bulundurmaya ve bu yüzden olsun bu havaliyi ecnebi nüfuzundan azade kılmağa icbar etmiyor? Bu noktada bir dakika ihmale mahal yoktur. Maamafih İngilizler el-yevm Basra’yı ve bütün Irak’ı körletecek diğer teşebbüsatta bulunuyorlar ki önünü alel-acele almadığımız takdirde akıbeti pek vahim olur. Ma’lum olduğu üzere Linç Kumpanyası Muhammere’de Şattü’l-Arab’a dökülen Karun nehrinde dahi seyr-i sefain hakkına maliktir. Bu günlerde bir İngiliz şirketi Karun’un kısm-ı ulyasında gayet zengin bir petrol madeni imtiyazını miyyetle ibtidar ettiği için nehr-i Karun bir ehemmiyet-i mahsusayı iktisab eyledi. Şimdi İngilizler Muhammere’nin biraz aşağısında İran toprağında ve Şattü’l-Arab üzerinde yepyeni bir İngiliz şehri bir İngiliz limanı vücuda getiriyorlar ki az zamanda Bakü ve emsaline yetişeceği ağleb-i ihtimaldir. Petrol vasıtasıyla vaki’ olan bu nüfuz ve hulul-i ticari ve siyasiden maada İngiltere berren dahi şose inşa etmek ve nakliyatı icra eylemek hakkını istihsal etmiş olduğundan elyevm Bağdad ve Hanikin tarikıyle ihtiyacat-ı hariciyyesini tedarik etmekte olan İran’ın bizim ile hem-hudud olan cihatı ve Hamedan havalisi kamilen Karun nehrinin harac-güzarı olacak ve Bağdad ile Basra idhalat-ı ticariyye nokta-i nazarından büsbütün körlenip kalacaktır. Şu halde bir taraftan Bağdad-Hanikin şimendöferini bir an evvel inşa etmek diğer taraftan Basra’nın liman haline ifrağıyla oradaki ticareti teshil etmek farz-ı ayndır. Hal böyle iken Basra’da hala eşya-yı ticariyyeyi isti’ab edecek derecede gümrük antrepoları yok. Emval-i ticariyye meydanda güneşe rutubete yağmura ma’ruz... Başlanmış bir iki gayr-ı kafi binanın bile inşaatını himmi ecnebi olan tüccarın şikayatını ve sefaretlerin bile müdahalatını istilzam ettiği gibi memleketin terakkı ve inkişaf-ı tamm-ı ticarisini sektedar ve varidat-ı rusumiyyeyi dahi zarar-ı külliye duçar eyliyor. Binaenaleyh başlanmış binaların ta’cele ve ekide verilmesi la-büd görünüyor. İşte bir sürü mevani’ ki Basra’nın layıkıyla terakkısine mani’ bir de fikdan-ı asayiş ve müşevveş bir nüfuz ve müdahele-i hariciyye vardır ki bu cihetleri ehemmiyeti hasebiyle inşaallah gelecek mektupta bildiririm. Eğer bütün bu ahval efkar-ı umumiyyemize Meclis-i Umumi’mize ve nihayet hükumetimize ma’lum olduğu halde yine kımıldanmazsak yine müncemid kalarak hiç aldırmazsak artık bu memleketi idare etmek işinin eri olmadığımızı hakıkaten isbat etmiş oluruz. Lord Kitchener’in Mısır’ı ziyaret etmesine Avrupa matbuatınca verilen ehemmiyeti bizim yerli ceridelerimiz vermedi. Zira İngilizlerin bugünkü siyasetlerindeki şiddeti doğrudan doğruya Mısırlılar çektiği için bunlar işin daha ilerisine gidilebileceğine ihtimal veremiyorlar. Avrupa gazetelerine gelince bunlar Kitchener hakkında öyle birtakım zanlar besliyorlar ki hey’et-i mecmuası Lord’un da Mısırlıların istiklale ehliyeti olmadığını İngilizlerin Mısır’da ebediyen yerleşip kalmakta haklı olduğunu iddiadan başka bir garaz beslemediğine delalet etmektedir. Her ne kadar meslekleri arasındaki ihtilafa rağmen Avrupa gazeteleri Avrupalıların İngiliz işgali yüzünden bir musibet içinde bulunduğumuzu anlamış olmalarına delalet etmekte ise de onlar bu musibetin derecesini kabil değil anlayamazlar. İngilizler lardır. Nitekim müracaat etmedikleri hiç bir vasıta-i şiddet kalmamıştır. Lord Kitchener memleketimize sırf ziyaret maksadıyla geldiği için “Sir Gorst”un siyasetine iştirak etmek yahud o siyaseti tenkıd etmek salahiyetini haiz değildir. İşin gayeti Mısır’da gördüklerini ya tahriren hükumetine bildirecek yahud avdetinde şifahen anlatacaktır. Lakin eğer böyle ise yük bir hata ediyor. Zira Lord Mısır’da ancak birkaç gün oturabilecek ki bu kadar kısa bir zaman zarfında işler hakkıyla öğrenilemez. Zaten Lord bir ziyafetten çıkıp birine giriyor. Bundan başka İngiliz dostlarıyla yerliden sevdiklerinden başkasıyla mülakatta bulunmuyor. Hazır olduğu cem’iyetlerdeki adamların da bir kısmı nezakete riayetle bir kısmı da sırf muttasıf olduğu nifakın müdahenekarlığın sevkıyle Lord’un huzurunda Mısırlıları İngiliz işgalinden memnun gösterirler. Bu gibi cem’iyetlerde tabii başkaları kalkıp da Kitchener’in yüzüne karşı hakıkati söylemeyi adaba muhalif görürler. O halde Lord Kitchener Mısır’da cereyan eden ahvali hakkıyla nereden öğrenebilecek; sonra İngiltere Hükumeti bunun müşahedatına nasıl i’timad edebilecek? İngilizler bu memleketlerde senelerce bulundukları halde ahval-i mahalliyyeye aid olmak üzere burada birçok para birçok esbab-ı refahiyyet bulunduğundan başka bir şeyden haberdar olmuyorlar. Çünkü ahali ile ihtilat etmedikleri gibi zavallılara hiç ehemmiyet vermiyorlar. ması hakıkatin mechul kalmasını icab ediyor. Lord Kitchener de birçok zamanlar memleketimizde oturmuş olmakla beraber bize aid az çok ma’lumat edinememiş olanlardan biridir. Farz edelim ki vaktiyle Mısır’ı iyi anlamış olsun; lakin burada bulunmayalı beri işler o kadar değişmiştir ki şu kısa müddet zarfında ahvali kabil değil ihata edemeyecektir. Zaten Lord’un her işi hakkıyla öğrendiği İngiltere’ye de Mısır’ın artık iade-i sulh ve sükun etmiş olmak hasebiyle Kanun-ı Esasi’ye istiklale ehliyet gösterdiğini yazsa bile hükumet bu teklifi hasıraltı edecek değil midir? Gözlerimiz ile gördük ki Mısır’ın İngiltere müsta’meresi halinde kalmasına tarafdar olanlar bize ihtilal çıkarmak için silah mühimmat tedariki gibi hiç hatırımıza gelmeyen hangi kavmiyete mensub olursa olsun bütün ecnebilere karşı adavetle itham ettiler; yalan iftira torbasında ne varsa hepsini birer birer çıkarıp üzerimize doğru fırlattılar. Lord Kitchener bunların hepsini pekala bilir. Lakin şüphe yoktur ki hükumet nezdinde mevkii bu derecelerde yüksek olan bir adam söyleyeceği sözün evvel-emirde hüsn-i kabule mazhar olmasını düşünür; yani dinlenmeyecek sözü söylemez. Lakin eğer Lord Kitchener harbde olduğu kadar siyasette de azim sahibi ise kezalik söyleyeceği haklı bir sözün hükumet tarafından kabul edilmemesi milletin nezdindeki i’tibarını tenkıs etmeyeceğine kail ise memleketimizi işgal edenlerce aleyhimizde söylenen sözlerin mahiyetini münafıklardan müdahinlerden değil erbab-ı namustan tahkık ederek meydandaki iftiraları tekzib etmek elbette kendisi için bir vazife olur. Biz Lord’dan bugün ne hayır bekliyoruz ne de şer. Ne zaman ya kendi re’yini yahud kendisiyle görüşenlerin re’yini görürsek o zaman tedkık edip bir hüküm veririz. Yoksa şimdiki halde Lord bizce tenezzühe çıkmış bir seyyahtır ki Mısır’ın latif manzaralarını tabii güzelliklerini temaşa için gelmiştir. Evet o manzaraları o güzellikleri ki İngilizlerin eser-i sun’u olmayıp sırf dest-i hilkatin karıdır. Sıratımüstakım kari’lerine ma’lumdur ki bir buçuk aydan beri Rus Meclis-i Meb’usanı Rusyalı müslüman kardeşlerimizin sat-ı ibtidaiyye kanun layihasının müzakeresiyle meşguldür. Müzakere esnasında azlıklarını ikdam ve gayretleriyle tazmine çalışan müslüman meb’usları müdafaa-i hukuktan asla geri durmadılar; her biri birkaç defa ciddi ve mühim nutuklar söylediler. Ez-cümle Kazan meb’usu Sadri Efendi’nin bilhassa Alekseyev namında bir Rusun taarruzatına mukabele olmak üzere irad ettiği nutuk Müslümanlık ve Türklük nukat-ı nazarından pek şayan-ı dikkat olduğundan bazı aksamını aşağıya naklederiz. Alekseyev şöyle demişti: Müslümanların da mekatib mes’elesinde amal-i siyasiyyeleri var. Mülümanlar tedrisat-ı ibtidaiyye komisyonunda mekatib-i ibtidaiyyede Arapça’nın tedrisi lüzumundan bahsettiler; çünkü Kur’an Arapça yazılı imiş. Sonra da Türkçe okutulmalı imiş. Bilirsiniz ki Arap lisanı bizim Tatarlar için lisan-ı mader-zad değildir. Arapça’nın tedrisini istemeleri ancak Türkçe dedikleri de Osmanlı Türklerinin dilidir. Bunu öğrettirmekten maksadları da ecnebi Türklerle birleşebilmektir. Hasılı Tatarların bu mutalebatı sırf makasıd-ı siyasiyyeden neş’et ediyor... Sadri Efendi nutkunun ibtidasında maarif nazırı vekilinin şöyle devam etti: Alekseyev zannediyor ki biz müslümanlar ittihad-ı bulunuyormuşuz. Bu münasebetle ben bu iki mühim mes’ele hakkındaki fikrimi meydana koymak istiyorum. Efendiler hepiniz biliyorsunuz ki Rusya’da yirmi milyonu mütecaviz ehl-i İslam var lakin bunların hepsi aynı nesilden olduğu belki cümlenizin ma’lumu değildir. Evet Rusya müslümanlarının hepsi adeden pek az Kafkazya dağları sükkanı müstesna olmak üzere cümlesi bir nesilden TürkTatar neslindendir. Bunların aynı nesilden olması öyle bir vak’a-i tarihiyyedir ki Alekseyev’in itirazı buna hiçbir te’sir kelimenin tahtında Türk-Tatar ma’nasını da murad etmiş oluyoruz. Müslüman kelimesi bu anda ahalimizin ahval-i ruhiyyesine daha muvafık ve Türk-Tatar kelime-i mürekkebesinden daha sehilü’t-telaffuz olduğundan onu tercihen isti’mal etmekteyiz. Bana takaddüm eden hutebadan birisi bu Türk-Tatar milliyeti fikrini guya bizim halka neşretmekte olduğumuzu cümleten Türk-Tatar olduğu ilmen musaddaktır. İşte size Rusça bir etnoğrafya haritası... Bu haritayı ne ben ve ne de benim arkadaşlarım yapmadı. Bu haritada mavi renkle gösterilen bir saha var ki üstünde Türk-Tatar yazılmış; bu saha kızıl boyalı İslavlardan sonra Rusya’nın sathında en ziyade yer işgal ediyor. Yine bu haritada Türk-Tatar nam-ı umumisiyle yad olunan akvamın esma-yı hususiyyeleri de sayılmış Cuvaşlar Sartlar Tacikler Kırgızlar Berçiler Türkmenler Nogaylar Taratçılar Kırımlılar Karaçaklar ve Yakutlar... Tekrar ediyorum efendiler bu haritayı Meclis-i Meb’usan’ın Müslüman Fırkası tersim etmedi bu ne Meclis-i Meb’usan ve ne de Müslüman Fırkası mevcud olmadığı bir zamanda sırf tedkıkat-ı ilmiyye neticesi olarak tersim olunmuş bir haritadır. Hakıkat böyle apaşikar iken eğer biz komisyonlarda yahud müzakerat-ı umumiyyede Rusya müslümanlarının cümlesi aynı nesilden aynı lisan ile mütekellimdirler dersek bundan Pan-Türkism propagandistliği çıkarmak bilemem doğru olur mu? Türklerin ittihadı bu günlerde vukua gelmekte olan hadise değildir. Pek uzak bir mazide olup bitmiş bir vakıadır. Birçok asırlar evvel Cengiz Han’ın fütuhatı neticesi olarak umum Türkler birleşmişti. Rusya müslümaları bazılarınızın zannettiği gibi Tatar değil Türktür. Zaten Tatar kelimesi orduları hep Türk idi. Cengiz ve evlad-ı ahfadından kalma asar-ı atika Rus hazain-i evrakında mevcud ordu hanlarının fermanları saf Türkçe muharrerdir. Bu cihetle Rusya’da sakin müslümanlar Türkoğlu Türktürler cümlesinin lisanı birdir Türkçe’dir. Ancak ehemmiyetsiz bazı şive farkları var. Bir Kazan Tatarı Kırgızlar arasına giderse ilk gününden i’tibaren pek kolay konuşup anlaşabilir. Türkistan’dan gelen bir Sart hiç zahmetsiz bizimle mükaleme eder nitekim geçen sene Buhara Emiriyle tercümansız konuşabilmiştim. Hasılı Rusya müslümanları dinen hep müslüman cinsen hep Türktür. Pan-İslamism demekten maksadınız ne olduğunu iyice anlayamıyorum. Eğer ru-yı zeminde bulunan müslümanların cümlesi bir din ile mütedeyyin demek ise bu bir vak’a-i hakıkıyyedir. Hem öyle bir vak’adır ki bunu inkara mecal olmadığı gibi buna itirazdan da bir netice hasıl olmaz. Lakin bu birçok asırlardan beri vaki’ bir şeydir. Bunun için ayrıca propagandaya lüzum ve ihtiyaç yoktur. Din bil-cümle müslümanları çoktan tevhid etmiştir. Eğer bu vekayi’ bazı kimselerin hoşuna gitmiyorsa onun için bize hiddet etmesinler Rusya’da bir kısım halkın aynı nesil ve dinden olmasında kusur bizim değil tarihindir. Alekseyev’e söyleyeceklerim bu kadar. Bazı kimseler bizim milli edebiyatımız olup olmamasında mütereddid bulunuyorlar: Kendi lisanlarında mektep istiyorlar ama acaba edebi lisanları var mı? diyorlar. Ben bu cehle teaccüb ediyorum. Cümleniz bilmeli idiniz ki Türk-Tatar edebiyatı da tıpkı Rus edebiyatı gibi eski ve zengin bir edebiyattır. Edvar-ı ahirede bu edebiyatın terakkısi biraz sekteye uğramıştır lakin edebiyat-ı Türkiyye öyle kadim abidelere maliktir ki ulema-yı garb tedkık ederken mütehayyir kalıyorlar. Orhun mahkukatını Kutadgu Bilig’i Mir Ali Şir Nevai’yi Babür Han’ı elbette işitmişsinizdir. Bu gibi asar yetiştiren bir kavme milli edebiyatınız var mı? Edebi lisanınız var mı? demek ne demektir? Cezayir’in Fransızlara Resmen Terki – İstanbul’dan Avrupa gazetelerine çekilen bir telgrafnameye nazaran Babıali Cezair ahalisini artık resmen Fransa Cumhuriyeti tebeası tanımıştır. Ancak pek eskiden memalik-i saire-i şahaneye hicret etmiş olan Cezairliler tebea-i Osmaniyye hukukunu muhafaza ediyorlar. Biz Cezair’in resmen Fransa’ya terk olunacağı haberlerini birkaç defa yazarak efkar-ı umumiyyenin buna dair tenvirini merci’-i mahsusundan kerratla rica etmiş ve bir defa da vükela-yı milletin bu mühim mes’ele hakkında nazar-ı dikkatini celbe lüzum görmüştük. Şimdiye kadar ne Hariciye Nezareti’nden vazıh ve sarih bir ma’lumat tereşşuh etti; ve ne de meb’usan arasından bu mes’eleye merak eden bir zat bulundu. Herkes gibi biz de biliyoruz ki Cezair bir asra yakın bir zamandan beri fiilen Fransa idaresindedir. Bir asra yakın bir zamandan beri Cezairli din kardeşlerimiz Fransa Devleti’nin tebeasıdır hatta Fransa Cumhuriyet olduktan sonra da bu zavallı müslümanlara ehillik sitoinlik hakkı verilmemiş cümlesi tebea halinde bırakılmışlardır. Bununla beraber bir asırdır resmen tasdik edilmediği halde bu günlerde tasdiki neden icab etti? İstikraz mes’elesinde Fransızların izhar ettikleri nezaket ve muavenete teşekkür mü? Yoksa... Herhalde hükumet-i meşrutadan böyle hediyeler beklenilmiyordu... TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ocak Beşinci Cild - Aded: aleyhi ve sellemin şöyle buyurdukları rivayet olunuyor: lem Allah’ın Resulü olduğuna şehadet namaz kılmak zekat vermek hac etmek Ramazan orucunu tutmak. Diğer rivayatın kiminde ; kiminde şek sigasıyla varid olmuşEbu Hureyre radiyallahu anhdan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurdukları rivayet olunuyor: besidir. - Tercüme Abdullah bin Amr radiyallahu anhümadan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurdukları rivayet olunuyor: Müslim diliyle elinden müslümanlar selamette kalan kimsedir. Muhacir de Allah’ın nehy ettiğini terk edendir. - Tercüme Ebu Musa el-Eş’ari radiyallahu anhdan şöylece dediği rivayet olunuyor. “Ya Resulallah! Müslümanların hangisi efdaldir?” diye sual ettiler. “Müslümanlar dilinden elinden selamette kalandır” cevabını verdiler. Diğer rivayette . Abdullah bin Amr radiyallahu anhümadan rivayet olunuyor ki Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme biri “İslam’ın en hayırlısı hangisidir?” diye sordu. “İt’am-ı ta’am ve tanıdığına tanımadığına selam edersin” cevabını verdiler. - Tercüme Enes bin Malik radiyallahu anhdan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurdukları rivayet olunuyor: Hiçbiriniz kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz. - Tercüme Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurdukları rivayet olunuyor: Nefsimi yed-i tasarrufunda tutan Allahu Zü’l-Celal’e kasem ederim ki hiç biriniz ben ona pederinden de evladından da daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz. Enes radiyallahu anhdan da baladaki hadis-i şerif aynen rivayet edilmiş olup şu kadar ki sonunda yani “Pederinden evladından ve bütün halktan daha sevgili” ziyadesi vardır. Yine Yine o rivayetinde . den sonra vardır. Yi- - Tercüme Yine Enes radiyallahu anhdan Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu mervidir: Her kimde üç şey bulunursa halavet-i imanı tadar: Allah kimseyi sevmek fakat yalnız Allah için sevmek; Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yine küfre dönmekten ateşe atılacakmışcasına hoşlanmamak. Yine Enes radiyallahu anhdan Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu mervidir: ra buğz etmektir. ] Diğer rivayette teşdid-i fa ile Diğer rivayette yalnız . Diğer rivayetlerde yalnız Diğer rivayette . - Tercüme Ubadetü’bnü Samit radiyallahu anhdan ki Bedir’de hazır olanlardan ve Akabe gecesinde biat eden nükabadandır şöylece dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem çevresinde ashabından bir cemaat mevcud olduğu halde buyurdu ki: “Allah’a hiçbir şeyi şerik edinmemek sirkat etmemek zina eylememek evladınızı öldürmemek kendiliğinizden uyduracağınız hiçbir yalanla kimseye bühtan etmemek hiçbir emr-i ma’rufta bana isyan eylememek üzere bana biat ediniz. Yani benimle ahd ediniz. İçinizden sözünde duran olursa ecrinin ihsani Allah’a kalsın. Bu dediklerimden birini yapıp da ondan dolayı dünyada duçar-ı ikab olursa bu ikab ona kefarettir. Bunlardan birini yapıp da yaptığı fiili Allahu Teala setrederse işi Allah’a kalır. İsterse onu afv eder. İsterse ona ikab eder.” Biz de bu şart üzere ona yani Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme biat ettik. Yine o rivayette Diğer nühada sülasiden . - Tercüme Ebu Sa’id Hudri radiyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Çok sürmez müslümanın en hayırlı malı tehaddüs edecek fitnelerden dininin selameti namına firar etmek üzere dağ başlarında birikmiş yağmur suyu başlarında güttüğü davarlardan ibaret olur. Diğer rivayette Yine o rivayette . - Tercüme Aişe radiyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabına emrettiği zaman daima ellerinden gelebilecek amelleri emrederdi : “Ya Resulallah! Biz senin gibi değiliz. Allahu Teala senin olmuş ve olacak günahlarına meydan vermemiştir.” derlerdi de asar-ı gadab vech-i mübarekinde belirecek kadar kızar ve ondan sonra: “En ziyade sahib-i takvanız Allah’ı en çok bileniniz benim.” buyururlardı. Diğer rivayette . Kezalik Buhari’nin diğer tarikten riva- Diğer rivayetlerde bir rivayette de - Tercüme Ebu Sa’id Hudri radiyallahu anhdan Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Ehl-i cennet cennete ehl-i duzah duzaha girdikten sonra Allahu Teala azze ve celle: “Kimin kalbinde bir hardal tanesi ağırlığınca iman varsa ateşten çıkarınız.” diye ferman buyuracaktır. Bunun üzerine bu gibileri simsiyah kesilmiş oldukları halde çıkarılıp nehr-i hayat içine atılacaklar ve orada sel uğrağında kalan yabani reyhan tohumu nasıl süratle biterse öylece biteceklerdir. Görmez misin bu ot ne güzel sapsarı olarak ve iki tarafına salınarak çıkıyor? Sa’nın zammı dal’ın kesri ve ya’nın teşdidiyle cem’dir. Diğer dir ki zamir-i müfred ya Ömer Yine Ebu Sa’id Hudri radiyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor. Uyuduğum esnada halkı gördüm bana arz olunuyorlar. Üzerlerinde gömlekler vardı. Bu gömleklerin kimi memelere varıyor kimi daha kısa idi. Ömer bin el-Hattab da bana arz olundu. Üzerinde eteklerini yerde sürüklediği bir gömlek vardı. “Ya Resulallah! Bunu ne ile te’vil ettin?” diye sordular. “Din ile.” cevabını verdiler. Tunusi Tanin ceride-i mu’teberesinin Kanunievvel’e müsadif ’üncü numarasındaki “Islah-ı Medaris” ünvanlı makaleyi okuyup herkes gibi ben de pek ziyade sevindim. Zannediyorum ki bu mes’ele-i mühimme ulema-yı kiram ve esatize-i betmiştir ve bu hafta neşrolunacak Sıratımüstakım Te’arüf-i Müslimin ve Beyanülhak gibi dini ve ilmi mecellelerimizin kıymetdar sütunları bu babda ulema-i be-namımızın gevher-nisar kalemleriyle yazılmış makalat-ı müfideyi ihtiva edecek ve o sütur-ı aliyye miyanında bu fakirin yazdığı cümel-i adiyye hiçbir kıymet ve meziyeti haiz olmayacak. Bununla beraber şu unsur-ı İslam’ın naçiz bir uzvu olmak sıfatıyla bu babdaki temenniyatımı fikrimi yazmaktan bir türlü zabt-ı nefs edemedim. Evvelen: Bir an ihmal ve te’hiri caiz olmayan bu vazife-i mühimmeyi bit-takdir ifası için zevat-ı muktedireden mürekkeb bir komisyon intihab eylemelerinden dolayı üstad-ı muhterem Musa Kazım Efendi hazretlerine an-samimi’l-kalb teşekküratımı takdim ediyorum. Saniyen: Komisyon a’za-yı muhteremesinin lazım gelen bil-cümle esbaba tevessül ederek deruhte ettikleri bu ağır ağır olmakla beraber pek ali ve mukaddes ve tekmil alem-i muvaffakıyyet-i tamme istihsal eylemelerini Cenab-ı Hak’tan temenni ediyorum. Bu komisyonun geçende hutbelerin ıslahı için teşkil olunan komisyon gibi hiçbir netice elde etmeksizin dağılmamalarını te’min ıslah programını tanzimden sonra tatbikini teshil ve tesri’ hususunda ne gibi esbab ve mukaddimatın istihzarı lazım ise kaffesini tehyie eylemek komisyon a’za-yı kiramıyla beraber üstaz-ı muhteremin de en birinci yapacakları rim. Komisyonun teşkili hususuna gelince; bu babda Hikmet gazetesinin’inci numarasında neşrolunmuş “Şeyh Mihr-i Din Arusi” Efendi hazretlerinin fikrine tamamiyle iştirak ediyorum. Evet komisyona intihab olunan zevat-ı kiramın diyorum ki bu kadar mühim bir ıslah programını tanzim için ancak yedi kişiyle iktifa olunmamalı idi. Bu komisyonun a’zası la-ekall otuz kişi olmalı. İstanbul’daki Mahmud Esad meb’usu” Beyler gibi esatize-i kiram hazeratı da intihab olunmalı bir de Mısır Fas Hindistan ulemasından ıslahın lüzumunu takdir eden efazıl ile Kazan ulemasından Alim Can el-Barudi Musa Bigiyef gibi şarkın bil-cümle müessesat-ı teşrik olunmalı idi. Bu miyanda Şam Beyrut vesaire gibi kendi vilayatımız ulemasını da unutmamak icab ediyordu. Bu suretle pek çok fuzala-i İslam’ın iştirakiyle yapılacak program daha vasi’ ve daha müfid olurdu. Ve bunun böyle yapılmasında fazla bir külfet ve zahmet de yoktur. Çünkü diyar-ı ba’idede ve bilhassa memalik-i ecnebiyyede bulunan zevatın bizzat hazır olmaları biraz müşkilatı badi olacak olursa o zaman yalnız bil-vasıta efkarlarının istihzarıyla ruz kalacakları müşkilatı istisgar edip gelenleri de bulunurdu. sinde olmazsa bile esasen ikiye tefrik olunarak bir kısmında veyahud tali ve ali namlarıyla taksim olunduktan sonra kısm-ı alisinde tedrisat lisan-ı Arabi üzere olmalıdır medrese bet ve hitabete muktedir olmalıdırlar. Böyle olmaları bizim için dinen ve siyaseten lazımdır. Ve yapacağımız mehamm-ı umurdandır. Dinen lazımdır; çünkü esas-ı dinimizi teşkil eden ayat-ı Kur’aniyye ile ehadis-i Nebeviyye’yi hakkıyla anlayıp mutazammın oldukları hakayık-ı ulviyye-i na-mütenahiyyeden istifade edebilmek ancak bu sayede olabilir. Siyaseten de lazımdır; çünkü bugün maalesef Ceziretü’l-Arab kıtalarının bize irtibatı pek zaif ve gevşektir hatta hemen hemen elimizden gitmek üzeredir. Bugün ortada “Araplık ve Türklük” mes’elesi maatteessüf mevcuddur. Hem de kemal-i dehşetle hüküm-fermadır. Bunu i’tiraf etmeyerek “Böyle bir şey yoktur bu ancak iki taraftan da üç dört bed-hah serserinin işaa ettikleri haberdir” demek bir hakıkat-i zahireyi setre çalışmak ve bu suretle kendi kendimizi aldatmaktır. Bunun böyle olduğu birkaç haftadan beri Baban-zade İsmail Hakkı Bey Efendi’nin Tanin sütunlarında neşrettiği vukuat ve vesaik ile sabittir. numaralı Sıratımüstakım’deki Muhammed Me’mun Efendi’nin makale-i Arabiyyesi de bunu te’yid ediyor. Evet hakıkat bu merkezdedir. Buna sebep olan da yine biziz. Çünkü biz o koca Suriye kıtasına ateş-i isyan birdenbire parladıktan sonra yirmi otuz tabur askerle gider ve muvakkaten o ateşi itfadan sonra bunu büyük bir muvaffakıyet addederek tekrar döner geliriz. Oralarda muntazam mektepler küşad ve muktedir hatib ve vaizler irsal edip onların kalplerini teshir ederek bir daha isyan etmeyecek bir surette rabt etmeyi düşünmüyoruz yahud düşünüyoruz da yapmıyoruz. Halbuki Avrupalılar tekmil Suriye’yi zabtetmişler büyük şehirlerden başlayıp ufak köylere varıncaya kadar mektepler hastahaneler matbaalar te’sis etmişler. Fransızların Almanların var hatta en garibi şurasıdır ki Rusya hükumeti de kendi memleketindeki köylerin pek çoğunda mektep olmadığı halde bizim Cebel-i Lübnan’daki bazı köylerde mektepler küşad ettirmiş. Bu devletlerin bunca fedakarlıklarından maksadları nedir? Maksadlarının ünvanı pek mübeccel: İnsaniyete hizmet! Mu’anven ise bunun taban tabana zıddı. Bunu her Osmanlı biliyor ve her hamiyetli yürek bunun için kan ağlıyor zannederim. Şu halde biz bu hakıkatleri i’tiraf edelim ve esaslı ıslahata başlayalım. Muktedir hocalar ve muallimler yetiştirip oralara gönderelim. Bir tek Fransız tebeası olmadığı halde on beş on altı milyon Arap tebeası bulunan memalik-i Osmaniyye’de lisan-ı Fransevi üzerine tedrisat olunan Mekteb-i Sultani bulunsun hatta bununla da iktifa olunmayıp yegane çare-i necat vesile-i terakkı tedrisatın Fransızca olmasından olunsun da... Tedrisatı lisan-ı Arabi üzerine icra olunacak velev bir tek mekteb-i sultani olmasın. Evet niçin olmasın? Hiç olmazsa niçin medreselerimizde tedrisat lisan-ı Arabi üzerine olmasın? Binaenaleyh şimdiki komisyonun teahhüd ettiği vazife pek büyük ve pek ağırdır. Hatta din ve vatanın ma-bihi’nnecatıdır. Komisyon a’za-yı muhteremesi bu babda pek uzun ve derin düşünüp tedabir-i esasiyye ittihaz ve acıklı yaralarımıza yegane merhem olacak esbaba tevessül etmezlerse o zaman koca Mütenebbi’nin: dediği gibi işimiz noksan ve tedabirimiz na-tamam olmuş olur. Bugünlük şu kadarla iktifa ederek ma’ruzatımın diğer kısmını atiye terk ediyorum. Servet-i millimizin mevki’-i iktisadimizin tealisini millet-i Osmaniyye’yi teşkil eden kaffe-i sunuf-ı halk iki buçuk seneden Temmuz büyük gününden beri hep temenni ediyor. Bunun için gazetelerimiz yüzlerce makaleler yazdı; hatiblerimiz alimlerimiz pek çok şeyler söyledi konferanslar verildi. Milletin Osmanlılığın bu kadar arzusuna hahişine rağmen birkaç ufak ve ehemmiyetsiz teşebbüsten maada hiçbir hayat-ı iktisadiyyemizde hareket görülemedi. Esasen böyle bir gayretin hareketin görülmesi de muhal ve mümteni’ idi çünkü senelerden beri uyuşuk bir cereyanın hayatın pençesinde inleyen halktan bağteten böyle bir kudret cevvaliyet beklemek ne kadar abes idi. Ati-i iktisadimizi bir muhit-i müsaid ve kudret dahilinde yaşatmak için esaslı tedbirlere müracaat etmek ihtiyacını hissediyoruz. Her hususta kesb-i kuvvet ve miknet etmemize vasıta-i müstakil olan servet-i milliyyenin bir mevki’-i rasinde tekarrür etmesi maarife maarif-i ibtidainin müstesna ve gösteriyor. Bizim hepimizin ağzından düşmeyen bir söz var: Bu memleket ziraat memleketidir. Evet bu memleket ziraat memleketidir. İstikbali de ancak ziraatle kaimdir. Bu halde atimizin servet menbaımızın esaslı bir rüknünü teşkil eden hiçbir vakit ağzından düşmeyen ziraate esaslı ciddi bir surette ehemmiyet vermeliyiz. Ziraatten istifade etmek ve servet-i millimizi tezyid eylemek Hükumet-i cedide vakıa çalışıyor her tarafa ziraat me’murları muallimleri gönderiyor. Halkı usul-i cedideye teşvik da yine esaslı ve metin bir surette muvaffakıyet istihsal edemiyor. Her işe başlarken kökünden esasından başlamalıdır. Yazacağım şeylerle ziraat me’murlarının muallimlerinin lüzumu olmadığını iddia etmek istediğim zannedilmesin. Bu memlekette ziraatin terakkısine ciddi hizmet etmek istiyor isek yeni yetişecek ensali yeni usul-i ziraatin faidesini takdir ederek ve vakıf olarak işe başlarsa ziraat fen muallimleri me’murları da muavenet eder ise işte o vakit ziraat için ciddi çalışılmış demektir. Binaenaleyh esas köy maarifidir. Köylerde usul-i cedid ziraati takdir edecek dimağlar yetiştirmez Köylere böyle ziraate vakıf muallimleri yetiştirmek için bir fabrika lazım. Bu fabrika darü’l-mualliminlerdir. İleride daha tevessü’ edeceğine şimdi bir darü’l-mualliminin çıkardığı otuz talebeye bedel yüz otuz talebeye muallime şehadetname vereceğine hiç şüphemiz olmayan darü’l-mualliminlerde vasi’ mikyasta ziraat dersi tahsil edilmesi ancak Hal-i hazırda darü’l-mualliminlerimizde ziraat dersi okunmuyor demek hatadır. Lakin maatteessüf okunan ve az zaman tahsis edilen ziraat derslerinden iş görülebilecek istikbal-i ziraatimizi te’min edebilecek kadar istifade beklenilmesi de imkan haricindedir. Darü’l-muallimin-i ibtidailerde ziraat dersi kaffe-i ulum-ı tabiiyye dürusu ile karışık olarak ancak haftada üç saat son sınıfta iki saat okunuyor. Bu halde ziraate ne kadar az ve ehemmiyetsiz zaman düşeceği nazar-ı dikkate alınsın! Ziraati bugün epey terakkılere mazhar olmuş olan Fransa ziraatin ve usullerin ıslahına köy ve ibtidai mekteplerinden başlayarak şimdiki mevkiine çıkabilmiştir. Bugün Fransa’da mekatib-i ibtidaiyyede ziraat başlı başına mecburi ve mühim bir derstir. Bizim değil mekatib-i ibtidaiyyemizde darü’l-mualliminimizde bile esaslı bir ders değildir. Vakıa bu sene darü’l-muallimin-i rüşdiyyelerde ziraate ayrı saatler tahsis ediliyorsa da bize lazım olan köylüdür; biz köylüye ziraatin kolaylıklarını öğretmeyip kasabalıya öğretir memlekete daha ziyade servet istihsal eden köylülerimizdir. Yoksa köylerde rüşdiye mektepleri mi açacağız? Darü’l-muallimin-i ibtidaiyyelerde ziraat gayet sehil ve ameli ve tecrübeli bir surette tedris edilmeli fazla ve lüzumsuz nazariyattan sarf-ı nazar edilmeli müstakil ve mühim bir ders sırasına konmalı ders saatleri tezyid olunmalıdır. Fransa’da askerlere mahsus ordu tedrisatına mahsus gayet müfid ameli ve tecrübi ufak ziraat risaleleri yapmışlar. Bunlar ve Amerika’da bu şekilde tertip edilen ziraat kitapları esas bir ziraat programı çizmelidir. Program çizmek kitap yapmak muallim ta’yin etmek hiçbir vakit kafi değildir. Alat ve edevat lazım. Mektebin bir süthanesi olmalı burada sütçülüğe mahsus her türlü alat-ı cedide mevcud bulunmalı. Talebe aletin isti’malini bildiği gibi mahall-i füruhtunu ve fiyatını da bilmelidir. Darü’l-mualliminlerde en mükemmel felemenk peynirlerinden gravyer peynirinden kama peynirinden kaşkaval peynirine kadar her cins peynir yapılmalı. Ziraatin ve sanayi’-i zira’iyyenin her kısmına dair tatbikı ma’lumat verilmeli numune tarlalarında ziraat ve böcekçilik mektebinde muayyen saatlerde talebeyi işgal eylemelidir. Ufak modelleri her gün ellerinde mekteplerinde bulunan alat ve edevat-ı zira’iyyeyi numune tarlalarında çiftliklerinde idare etmeye sevk eylemelidir. Darü’l-muallimin-i ibtidaiyye ziraat derslerinde kuvvetli bir program tatbik edilmek lazım gelir. Ziraat-i umumiyyeye ziraat makinelerine sanayi’-i ziraiyyeye iktisad-ı ziraiyye ye dair ayrı ameli ve tatbikı “kur” denilen dersler te’sis ve teşkil olunmalıdır. Üç senelik bir tahsilde bunların en faideli bir surette tedris edilmesi gayet kolaydır ve tecrübe edilmiştir. Burada bir i’tiraz varid olur: Ziraat muallimleri bulunamaz. Bu i’tiraz hiçbir vakit doğru olamaz; ziraat-i ameliyyat mekteplerinden mezun istediğimiz kadar muallim bulabiliriz. Olmasa bile el-an ulum-ı tabiiyye ve ziraat okutmakta olan muallimleri tatil esnasında iki üç ay bir merkeze toplayarak ameli ziraat dersleri hakkında ma’lumat verir ve tecrübeler yapabiliriz. İstersek bunun için darü’l-mualliminlerde bir senelik ziraat şubesi de açabiliriz. Darü’l-mualliminlerden neş’et edip köylere dağılan hocalar talebeleri mükemmel ziraat adamı olarak yetiştirecekleri gibi köyün eski çiftçilerine nasihatler konferanslar musahabeler verecekler ve bir iki alatın tecrübesini yaparak ve alatın kolay ve ucuz ve veresiye alınmak usullerini göstererek az zaman zarfında usul-i cedide-i zira’atin taammümüne hizmet edeceklerdir. Şu halde yek nazarda anlaşılacak ki bir köy hocası ziraat mualliminden pek mühim ve ziyade hizmet görebilecektir. Hükumet ne kadar tahsisat alsa her köye bir ziraat muallimi ta’yin edemez. Hatta kazaya bile edemiyor. Koca bir sancakta düşünülsün ki bir ziraat muallimi hangi köylüyü kandırsın hangi köylüye hizmet etsin edebilsin. Şu kadar var ki darü’l-mualliminler ziraat dersi için mühim bir tahsisata ihtiyaç gösterir. Zannederim ki sultanilere liselere binlerce liralar sarf edilirken memleketin esasından bu ders için tahsisat-ı kafiyye diriğ edilmez. Şimdiye kadar bir me’mur fabrikası olmaktan başka bir şey olmayan ve teşebbüsten kudret-i sa’yden mahrum başka uzuvlar yetiştirmeyen usul-i tahsilin memlekette daha ziyade tevessüüne hizmet edecek yerde köylerimizin fikirlerini göreneklerini tashih eylesek bize ekmek yediren karnımızı doyuran hükumete askerin ve verginin en büyük kısmını hususta pek büyük bir iyilik etmiş oluruz. Ziraatte az zamanda epey terakkılere nail olan Romanya Bulgarya vesaire hep maariften maarif-i ibtidaiyyeden vaffak olan Fransızlar mektepleri ibtidaileri için ziraati mecburi kılmışlar ve ibtidailere mahsus birçok ziraat kitapları vücuda getirmişlerdir; Amerika’da ziyaret eylediğim köy mektepleri hemen bir ziraat mektebi halindedir; idman ve teneffüs zamanları ziraat ameliyatları ile geçmekte ve köylülere dünyanın en hür ve mukaddes mesleği ziraat olduğu takdir ettirilmektedir. Bugün bir Amerikalı çiftçi bütün mevcudiyetiyle Büyük fenni bir çiftçimizin Vallahi bu memlekette ziraat olmazsa terakkı olmaz. dediği gibi emel edindiğimiz gayeye doğru yürümek vasıl olabilmek için darü’l-muallimin-i ibtidaiyyelerde köylerde ziraate fevkalade ehemmiyet vermemiz lazım geldiğini tekrar ederiz. Şanlı ordumuza gelen nice askerler köylerinden memleketlerinden ümmi geldikleri halde okumuş yazmış olarak avdet ediyorlar; genç zabitlerimizin teşekküre borçlu olduğumuz bu sa’ylerini bütün mevcudiyetimiz ile takdir ederiz. Ordumuz bir mekteb-i irfandır. Biz de orduda askerlerimize ta’lim-i askerlik ve dilaverlik öğrettikten başka terbiye-i fikriyyeye de hizmet ediyoruz. Fakat şimdiye kadar nazar-ı dikkate alınamamış unutulmuş bir mes’ele var ki hayat-ı ictimaiyye ve iktisadiyyemiz nokta-i nazarından gayet mühim: Ordularda ziraat tedrisatının te’sisi. Bugün Avrupa’da ziraatte ne kadar müterakkı memleket var ise askerlerine bilhassa köylü askerine ziraat okutur. Onları fenni mükemmel bir çiftçi olmak üzere hazırlar. Ordularında ziraat dersleri te’sis eden hükumetler az zaman zarfında ziraatte zı’f derece terakkılere mazhar olduklarını görmüşlerdir. Askerlere gece ve müsaid zamanlarda ziraat dersleri verilir. Askerler darü’l-fünunlarda ziraate dair verilen konferanslara götürülür. Kışlalarda ziraat hakkında ameli ve tecrübi konferanslar verilir. Yalnız sözle değil konferansçı yanına bir de bahsedeceği makineyi alarak öyle konferans verir. Tatbikatını ameliyatını gösterir. Askerler fenni çiftliklere götürülür. Askerler ziraat mekteplerini ziyaret ederler. Avrupa’da ziraat mektebinde tahsil etmiş muhterem bir arkadaşım bana hikaye ederdi: Her pazar her tatil günü mektebimize askerler gelirdi. Biz askerleri bütün talebeler alır mektebimizin her tarafını gezdirir süthanede ahırlarda böcekhanede hayvanat-ı ehliyye kümeslerinde tarlalarında bahçelerde ziraat makineleri üzerinde ma’lumat vererek onlar bizimle beraber ameliyata başlarlar. Çalışırlardı. Askerler diyebilirim ki askerlikte ameliyat ve alat ve edevat-ı cedide-i ziraiyyeye ma’lumat hususunda hemen bizim kadar sahib-i ma’lumat olurlardı. Memleketimizin her tarafından ordulara gelip az zaman zarfında okumak yazmak öğrenen hilkaten zeki ve çalışkan askerlerimiz ziraat mekteplerine numune tarlalarına ziraat tedris edilen mekteplerimize gönderilse ziraat muallimlerimiz ziraat mütehassıslarımız büyük ve muvaffakıyetli çiftçilerimiz kışlalara da’vet olunarak –ki her Osmanlı bu vazifeyi maa’l-memnuniyye kabul eder– tatbikı konferanslar sohbetler te’sis edilse istihsal-i servet eylememize yegane vasıta çare olan ziraatimiz elbet daha ileri gider daha büyük feyzler gösterir elbet köyüne avdet eden asker babasına yeni aletin menfaatini anlatır. Hiç olmazsa yüzde otuzu kabul ettirir. Üsküdar Dolmuşu ünvan-ı kıdem-perverini Senelerden beri hıfzetmiş olan tekneleri Bilmeyen yok gibidir memleket efradından Hepsi yad etmededir vasfını ecdadından Görünür tehlikedir her biri lakin ağreb Kalafatsız boyasız minderi yok; üstü açık Çatlamış tahtaları: Yağlı çamurla bulaşık Menba’-ı ab-ı kaza rakibe her lahza dibi Yanlarından boşanır kirli su şellale gibi Yelkeni eski çuval belki kamıştan direği Bağlı iskarmozu iplik ile ekli küreği Muziyane döşeme tahtası vasi’ mesken Köhne armozları birçok haşerata me’men Cem’ ü nakl ettiği ezdada bakıp da demeli: Keşti-i Nuh-i Nebi’nin ufacık bir modeli Kaç asırdan beri akvama deruni sergi Feyz-i amiziş ona sanki ezelden vergi Fikr-i tevhid-i anasır ile hadim hepsi Getirir bir araya Ahmed ile Mardiros’u Dinlemez hiç denizin mevcini; hatta lodosu Geçirir karşıya Avram ile Bakkal Bodos’u Eskiden kahveye çıkmazken ahali sakınub Bunun olmakta idi dahili guya ki kulub Sıkışır sathına millet de temas eyler idi Sanki birleşmek için vaz’-ı esas eyler idi Bunların iskelesi piş-gehinden bir gün Mütefekkir geçiyordum vapura binmek için – Mülkün ahengi niçin böyle bozuk gitmededir Yine her yerde şikayetçi zuhur etmededir Bulamazsın arasan kimsede memnuniyyet Müslüman la’net eder gayr-ı müsülman la’net Çoğumuz lafz-ı hamiyyetle çalım satmadadır Yutmuyor halk fakat kendini aldatmadadır Yok iken doğru dürüst bir ufacık mektebimiz Bahs-i irfandan da Felatun-i zamanız hepimiz Ekseri tecrübesiz na-ehil ellerde umur Adem-i tecrübeden her işimiz gark-ı fütur Yok mu bir çare? diyordum ki kapansın uçurum. Yürü İstanbul’a haydi bir adam istiyorum! Diye bir sayha işittim de tevakkuf ettim Sonra görmek emeliyle sese doğru gittim: Bir kayıkçı alarak üç kişiyi teknesine Müterakkıb daha bir müşterinin binmesine Bir adam ha! diye haykırmada. Kalkıp gidecek Bir adam!.. İşte bu bi-çareyi dil-şad edecek Vapur İstanbul’a etmiş idi tevcih ben ise Düşünüp dalmış idim bahr-i amik ye’se Bir adam istemede bak şu zavallı kani’ O biri bulmaya –nadirse de– yoktur mani’ Vatanın öyle fakat kaht-ı ricali var ki Bu adamlar ne vakit bizde zuhur eyleyecek Mülkü himmetleri gülzar-ı sürur eyleyecek Bunları memlekete bahş ile ey Rabb-i ibad Şu harabe vatanı bari sen eyle abad Hasb-i haliyle tazarru’ ediyorken baktım: Gelmişiz köprüye herkes gibi ben de kalktım Buhara-yı Şerif’te usul-i savtiyye tarzında açılan mekteb-i cedid tekrar kapattırılmıştır. Geçen sene ulema hazeratı tarafından –hakıkat hakkıyla anlaşılamadığından– fetvalar verilerek mektep kapattırılmış ve bunun üzerine alem-i İslam Buhara ulemalarından müessir ve dilgir olmuştu. Nihayet ulema hazeratı mektebin lüzum ve ehemmiyetine vakıf olmaya başladıklarından bu hususta kendilerinin din ve İslamiyet düşmanları tarafından aldatıldıklarının farkına vararak verdikleri fetvayı geri aldılar. Hatta hizmet-i şeriat-i garrada mühim bir mevki’ işgal eden A’lem-i Buhara Gıyas Mahdum Efendi hazretleri mektebin küşadına tekrar çalışmaya başlamışlar ve müftiyyü’l-İslam Abdürrezzak Efendi hazretleri de bu sene mektebin ikinci defa küşadına memnuniyetlerini bile izhar etmişlerdi. Bu iki zat-ı muhterem Buhara’da din-i celil-i İslam muhafızı olduklarında hiç şüphe yoktur. Gerek mevkian ve gerek ilmen en büyük rütbeleri haiz zevat-ı muhteremedendirler. Buhara zevat-ı ilmiyyesinin ekseri bu iki zatın peyrevi bulunuyorlar. yenin küşadı için temenniyatta bulunmuşlardı. Hatta mekteb-i mezkurun aleyhine enva’-i iftiraları ileri sürerek kapanması let hainlerinin tardına kadar varmışlardı. mektebin açılmasına bu kadar ibzal-i mesai etmeye başlamışlar olmayan Mir Payan Nizameddin kendisine hami-i din süsünü vererek mektebin kapanması için teşebbüsatta bulunmuş mektebin kapanması için muallim-i muhterem Mükemmeleddin Efendi’nin nezdine göndermiş olduğu me’muru vasıtasıyla: “Eğer mektebe bir daha ayak atacak olursa suret-i hafiyyede beynini patlattıracağım. Evini falanını yağma ettireceğim daha bilmem neler yapacağım.” gibi adeta bir eşkiya çete reisinin ağzına yakışır vahşiyane hainane sözler ile tehdid etmiş. Buhara kadı kelanını ve Damolla Dost dedikleri ahmakın birini kendisine tarafdar ittihaz ederek nihayet mektebi şimdilik kapatmıştır. Din ve İslamiyet perdesi altında böyle cahil bir adamın bu derecelerde icraatına Buhara ulema ve fuzalası acaba ne nazar ile bakıyorlar? İşte biz bunun akıbeti ve neticesini görmeye dört göz ile muntazır bulunuyoruz. Çünkü Buhara hükumet-i müstakillesinin bütün an’anat-ı idaresi ulema ile şer’-i şerif-i Ahmedi ile idare olunmaktadır. Düşünmeli ki şeriat-i garra-i Muhammediyye hale ederse o memleketin hali ne olur. O ümmetin istikbali ne olur? Buhara’nın bu hal-i perişanide bu hal-i harabide bulunması bütün alem-i İslam için gayet teessüflü bir vakıa teşkil ediyor. Ey Buhara’daki din kardeşler! Bugün yirminci asr-ı medeniyyette beşeriyetin bu kadar terakkıyatı karşısında bizim mekteb-i ibtidaiyye kavgasıyla yuvarlanmamız ayıptır den utanmazsanız bari muhitinizden düşmanlarımızdan utanınız. Düşmanların rakiplerin bu kadar terakkıyat-ı medeniyyesini görmeyerek harfini “elif” tarzında mı yoksa “a” suretinde mi telaffuz edelim? diye niza’ çıkarmamız ayıptır. Feylosofun biri “Bir kavim inkıraz izmihlale kadem koyduğu zaman esbab-ı inkıraz ve izmihlalini kendisi tehiye eder” demiştir. Acaba bu nazariyenin ameliyatını biz mi göstereceğiz?.. Ey dindaşlar! Artık yetişir. Böyle devam edecek olursak mutlaka bilmelisiniz ki harita-i cihandan nam u nişanınız mahvolacaktır. Daha çoktan değil geçenlerde sizin de intibahınız haberini işitmekle müftehir bulunan alem-i İslam’ın karşısına bugün ne yüzle çıkacaksınız?.. Ey dindaşlar! Ecdad-ı izamınızı Buhara’nın şeref-i kadimini o mevki’-i ilmisini düşününüz. Bugünkü taassub ve cehaletiniz ile nasıl o mübarek ecdadın ahfadı olmak iddiasında bulunacaksınız. Nasıl bu niza’ ve cidal-i hamakatkarane siniz? Ey muhterem kardeşler! Bir taraftan esir olmaktayız mülk vatan... Hepsi hepsi gitmektedir. Diğer tarafında kendi aramızda bütün alemin istihza ve temessuhunu mucib olacak böyle niza’larda bulunursak vay bizim halimize! sını maarifin teammümünü İslam’ın terakkısini mucib olacak mektebi kapatmak gibi birtakım cahil heriflerin gösterdikleri cür’et-i cahilanelerinden dolayı terakkı-perveran-ı İslamiyye’den olan fehametlü Emir Abdülahad Han hazretlerinin ve ulema-yı zevi’l-ihtiramın nazar-ı dikkatlerini celbetmeyi zimmet-i fariza-i İslamiyyemiz biliriz. Hadim-i millet muteber Sıratımüstakım idare-i behiyyesi’ne Geçenlerde ictima’ edip sonra su’-i tali’den teehhür ve ta’tile uğrayan cem’iyyet-i İslamiyyemiz yeniden hayat buldu. Şimdi ve fi-maba’d medresemizde in’ikad etmek üzere karar ve hüküm verildi cem’iyetin a’zaları zeki ve münevver fikirli muallimin ile mekatib-i aliyye telamizinden mürekkeb olup seksen beş zattır cem’iyet arefe günü ba’de’z-zuhr tecemmu’ edip Çince nutuklar ve hutbeler irad etmeye başladı yedi sekiz polis de daima etraftan tecessüsler ediyordu bu cem’iyeti yeniden toplayıp arada i’tilaf husule getirinceye kadar dilimizin suyu kurudu ulemadan birisi arefe gecesi medreseye geldi: “Bu cem’iyet İslamiyet’e muhaliftir fesad fi’d-dindir bunun içine ulema girmesin imanımızı zayi’ ederiz.” yolunda birçok bağırdı çağırdı; fakat sadrına şifa verecek bir cevap bulamayınca kema cae zeheb geldiği gibi gitti. Acaba böyle bir cem’iyetin neresi fesad oluyor? Şimdi biraz ileri gelen zevat düşünmektedir. Öyle bir düşünmek ki ağlarcasına. Hususan şimdi Meclis-i Meb’usan üç seneye takarrüb eylemiş olduğu dolayısıyla daha ziyade düşündürüyor en zenginlerden ve sahib-i nüfuzdan Mezkevan bu zat ümmi olduğu halde avamın hocasıdır. Sa’yi meşkur olsun son derecede sa’y u gayret ediyorlar bakınız ne söylüyor bu zat: – Geçenlerde bil-vasıta Meclis-i Vükela ile Meclis-i Meb’usan’ın mukaddimesi olan meclisi seyrettim de müslümanlardan bir ferd göremedim dedim ki birimizin aleyhine bir hüküm sadır olsa hunşan sultan da irade ve mucebince ferman buyursa biz müslümanlar ne yapacağız? Sonra bizi bizim hukukumuzu müdafaa edecek kim var? İyisi mi şimdi mevcudiyetimizi gösterelim. Her fedakarlığa katlanalım ma’lumatlı adamlar yetiştirmeye sa’y edelim ve illa kendi kendimize mahv u perişan olacağız. Maazallah din-i Muhammedimizi de kaybederiz... Cem’iyet şimdi az ise de fimaba’d çok artacaktır. Sen merak etme... Dedi. Bendeniz de himmetlerini takdir ve tahsinden sonra sebat ü devam eylemesini rica ettim. Şeriate muhalif zerre kadar bir bid’at yahud bir şemme-i fesad mevcud olmadığını ifade eyledim. Ağladı acizi de ağlattı. Görseniz bu zat-ı şerif ne hamiyet-i mücessemedir böyle sinni küçük olduğu halde!.. Cem’iyet-i İslamiyye’nin maksadı ise üç büyük kısım teşkil etmektir: Cem’iyet-i ilmiyye cem’iyet-i ticariyye cem’iyet-i ziraiyye . Her vilayette birer şube te’sis edilecek bir de cem’iyete mahsus haftalık bir ceride olacaktır. çok çalışmak arzu ediyorlar. Bugünlerde Çinlilerin uzun saçlarını kesmek hevesine düştüler. Medresemizin talebesinden yedi tilmizin saçlarını kestiler aman ya Rab ne kadar büyük fedakarlıktır!.. Zira yirmi otuz seneden beri en kıymetli olan saçını kat’ etmek kadar himmet tasavvur olunur mu? Bazı mekteplerin umum talebesi saçını kestiler fakat Maarif Nazırı tarafından “Şimden sonra kesenlerin ceza-yı nakdiye duçar olacakları cezaya muktedir değil ise üç gün su hamallığı ile ceza göreceklerini” havi bir emirname sadır oldu gazeteler ise nazır-ı müşarun-ileyhi son derecede zemm ü kadhta devam ediyorlar Japonya’dan avdet eden mekatib-i aliyye telamizi gerek müslüman olsun gerek mecusi olsun saç kesmek hususunda müslüman ulemasının mukteda-bih olmasını arzu ediyorlar inşaallah müslümanlar çok terakkı ve teali edeceklerdir fikirleri alidir. Beş gün mukaddem Ay Kayav ceride-i İslamiyyesi’nin müdiri Muhammed Salih cenabları nezd-i acizaneme geldi Sıratımüstakım’in bazı makalatını tercüme etti hususan Rusya’daki din kardeşlerimizin ahvaline dair havadisleri yazdı. Büyük bir faidedir ki Çin müslümanlarını ikaz eder ve bundan ibret alırlar. Bir de bizim devlet-i aliyyemizin sebeb-i hayatı olan Meclis-i Meb’usan’ın küşadına ön ayak olan zevat-ı kiramdan bazılarının isimlerini derc etti Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa Enver ve Niyazi beylerin evsaf-ı hamide ve mücahedat-ı milliyyelerini uzun uzadıya yazdı. Bunların mücahedatlarını temsil ederek Çinlileri uyandırmak Asırlardan beri derin uykulara dalan Çin müslümanları Darü’l-Hilafe’deki inkılab üzerine kımıldanmaya başladılar. Gün geçtikçe bu kımıldanma bu hareket ciddileşiyor. Bu azametli ve mazisi şanlı ümmet inşaallah yakında şeref-i kadimini lere ehemmiyet vermiyor. Beş on günde bir Sıratımüsta kım ’den başka makarr-ı hilafet-i uzmadan ne bir ceride ne bir haber geldiği yok. Hep ecanib vasıtasıyla ma’lumat alınıyor. Onlar da işlerine geldikleri gibi havadisleri veriyorlar. Ne kadar teessüf edilecek haller. Bura müslümanlarının hilafet-i celileye karşı pek samimi muhabbetleri pek kavi raları düşünmüyor. Cenab-ı Allah bütün ümmet-i Muhammed’i Sıratımüstakım Mecelle-i Muhteremesi İdare-i Aliyyesi’ne: Es-selamü aleyküm ve rahmetullah – Sıratımüstakım’inizin ’inci adedinde Yemen ve Irak havadisini kemal-i hüzn ü teessür ile ba’de’l-mütala’a “La havle vela kuvvete alıp şu satırcıkları tastir eylemekten başka hüznümü teskin edecek bir çare bulamadım. Hikmet-i meşhuresi var ya; ona binaen bu sadede müteallik Mısırca bazı havadis ve mülahazatımı izafe edeyim de mekten elbet mahrum olmayız. Mısır’da ahiren teceddüd eden şayi’at-ı muhakkakanın birisi şu ki: “Cem’iyyetü’lİttihadi’l-Arabi” namını hamil haylice alemler sancaklar i’mal olunup sim ü zer ile menkuş ve müzerkeş olan bu bayrakların bir kısmı yakınen Mısır’da tertib olunan “programı” tenfizen aktar-ı Arabiyye-i Osmaniyye’ye tedricen gönderilmekte olduğu karain-i sabıka ve lahıka ile sabittir. Bunlardan maksad sarih ve zahir olduğundan şimdilik bu kadarcık ihtar ile iktifa etmeyi münasib görüyorum. Havaric ve hain-i za’imleri teşvik ve teşci’ hükumet-i Osmaniyye’nin memalik ve vilayatında emn ü asayişi ihlale ve gayet muhataralı netayici tevlid edecek bu havadise sade hükumeti değil bil-umum alem-i İslam’ın enzar-ı intibahlarını celbeylerim! Karanlıkta oynayan İngiltere parmaklarını mülahaza ve müşahede eden var mı? Mısır’da zuhur eden bazı mecellat-ı diniyye sahiplerinin bu işde medhali olduğu dahi te’kiden rivayet olunuyor. Mısır’da muhkemce tedbir olunan bu desiselerin ne vakit önü alınacak! El-yakaza el-yakaza ya Beni Osman! Sıratımüstakım. – Ecanib tazyikatından bir türlü yakasını sıyıramayan her taraftan sıkıştırılan maazallah büyük bir muhasara ve muhataraya ma’ruz edilmek istenilen ehl-i yet ve gayretle çalışacağı bir sırada bu gibi tefrika-amiz harekata teşebbüs etmek göz göre göre dam-ı inkıraza atılmak demektir. ferman-ı sübhanisindeki gavamız ve hikmeti bütün akvam-ı İslamiyye’den ziyade anlaması ve tatbik etmesi lazım gelen Arap kavm-i necibinden böyle bir hareket beklenemez. Me’muldür ki bu teşebbüs birtakım garazkar din ü millet düşmanlarının tesvilat-ı tefrika-cuyanesidir. Maamafih hayat-ı İslam’a su’-i kasd daiyesinde bulunan bu kabil münafıkınden esasen muntazar olan bu gibi tasavvurat ve teşebbüsat-ı leimaneye karşı evliya-yı umur müteyakkız bulunmalıdır. Mısır’da çıkan gazetelerden biri İstanbul’daki muhabirinden aldığı bir mektup üzerine “Kerek” hadisesini yazıyor. Lakin öyle mübalağalı bir surette yazıyor ki okuyanlar Devlet-i Osmaniyye gayet büyük bir muhatara içinde kalmış İstanbul hükumet-i merkeziyyesi şaşırmış hatasını ancak fırsat elinden gittikten sonra anlayabilmiş hatta iş o dereceyi bulmuş ki Arap kabilelerinden bir kısmının yahud bütün Arabistan’ın ayaklanmasını intac eden fitne ateşlerini bastırmaktan devlet izhar-ı acz etmiş zannedeceği geliyor. Bu gazete Osmanlı me’murlarına vazifelerinde ihmal tekasül atfederek böyle me’murları kullanan hükumete tuhfeler yağdırıyor. Bizim asıl makaleden anlamadığımız cihet sahibinin Kerek hadisesini Adana mes’elesine benzetmesidir. Evet muharrir bu iki hadise arasındaki büyük farkı unutuyor da bu gibi vak’alar hükumetçe haber alınmazdan evvel meydana geliyor tarzında sözler söylüyor. Galiba muharrir memalik-i Osmaniyye’de zuhur eden bütün vukuatı din perdesi altında göstermek isteyen Avrupa matbuatı gibi Kerek hadisesine de böyle dini bir şekil vermek azminde bulunuyor. birçok mes’eleler karşısında bulunduğu diğer taraftan erbab-ı tığı bir sırada zuhur eden Adana hadisesiyle bu Kerek vak’ası arasındaki vech-i şibh acaba ne olsa gerektir? Kerek hadisesi şüphe yoktur ki hükumetçe oralarda icra’at-ı ciddiyyede şebbüsün neticesidir. te’dib için ordusunu gönderdi; ordu bir muzafferiyet-i kamile halinin elindeki silahlarını toplayarak o zamana kadar yazılmayan nüfusu yeniden yazarak ıslahata başladı. Bu suretle eskiden hükumetin nüfuzunu duymamış kanun nizam ne demek olduğunu anlamamış daha doğrusu o meş’um devr-i istibdadda rical-i hükumetten cebanet na-bemehal mürüvvet görmüş olan kabileler artık işi anladılar. Pekala! Eskiden şehirlerinden emin olmak için reislerine paralar atiyeler dağıtılan bu asi kabileleri ıslah için hükumet evvel-emirde satvetini göstermeden oralarda asayişi te’min etmeden ne yapabilirdi? Diyorlar ki bütün Araplar el birliğiyle hükumete karşı ayaklanmışlar yüz elli bin silah ile ortaya atılmışlar; hükumet bu kuvvete karşı ne yapacak? Şu sual doğrusu hatırı sayılacak kadar gülünçtür. Bu kadar Arab’ın birden isyana muntazam askerine bile karşı koyabilecek bir hükumet-i muntazama için şu kadar Arap asilerini te’dib etmek kabil değil midir? Hükumet ne yapabilecek diye soruyorlar öyle mi? Evet bir şey yapmayacak sade şunu yapacak ki bu isyanı kökünden kazımak için Arnavudlara Havranlılara gönderdiği muntazam ordusunu buraya da gönderip isyanın ne demek olduğunu bunlara anlatacak. Çünkü bu gibi hareketlere karşı müsamaha etmek hiçbir tedbir yapmayıp eli kolu bağlı durmak rahmetli hükumetin karı idi. Ey Arapların menafiini müdafaa da’vasında bulunan muharrirler siz bir ağızdan demelisiniz ki: “Ey hükumet-i adile millete karşı vezaifini unutan bu gibi rum bıraktığını hatırına getirmeyen kabile reislerini vurmakta hiç tereddüd etme onları tenkil hususunda süratli davran. Ta ki biz de Arap memleketlerini bundan böyle mamur mütemeddin Arap gençlerini lisan-ı fasih ile mütekellim mütefennin görelim. Ta ki bütün millet-i Arabiyye adil hükumet-i meşruta sayesinde eski şan u şerefini istirdada muvaffak olsun. Hükumete ta’riz oklarını yağdıran bu gazeteye gelince ona da deriz ki: Sen bu şiddetli tenkıdatında pek ileriye gitme. Asıl i’tirazatını bizim sözlerimizi dinlemezler anlamazlar diyecek olursan pekala ya hükumet bu adamlara anlayamadıkları şeyi nasıl anlatsın?.. Osmanlı matbuatını gözden geçirenler muhalif namı verilen fırkanın bilir bilmez i’tirazdan başka bir şey yapmadığını anlarlar. Meclis-i Meb’usan’da bu fırkaya dahil olan a’zadan biri ayağa kalkıp saatlerce söz söylüyor. Fakat sözlerinde bidayet nihayet gözetmiyor. Garip garip intikadlar serdediyor. Mesela Arnavudlardan Rumlardan Bulgarlardan bahsederek hükumetin bunlara karşı adl ü ihsan dairesinde muamele etmediğini ileri sürüyor. İyi ama hükumet ne yaptı ki muhaliflerin bu kadar i’tirazına hedef oluyor? Evet hükumet isyan eden yahud memlekette ecnebilerin tahrikatına alet olan müfsidleri te’dib ediyor. Diyorlar ki Arnavudluk’taki Bulgar Rum unsuru hükumet me’murlarından zulüm gördükleri uğrunda mallarını canlarını feda etmekte oldukları maksaddan bir türlü yüz çevirmezler. Kim iddia edebilir ki Makedonya’daki Bulgarlar Rumlar Sofya’yı Atina’yı unutsunlar da bütün nazarlarını İstanbul’a çevirsinler? Bu sözlerin hepsi ma’nasız birer hezeyandır. Zaten meşrutiyetin ilanını müteakib gerek Makedonya’da gerek sair yerlerde bulunan bu iki unsurun Kanun-ı Esasi’yi kendi fasid batıl emellerine yükselmek için birer merdiven makamında kullanmak istedikleri gün gibi anlaşıldı. Sakın bu sözlerimden şu unsurların Kanun-ı Esasi’nin kendilerine bahşettiği hukuktan mahrum bırakılmalarını istiyorum gibi bir şey anlaşılmasın. Haşa çünkü biz müslümanlar hıristiyan olsun ne olursa olsun bütün küre-i arzdaki rın hiçbir hakkını yemeyiz. Kendilerine hiçbir zulümde bulunmayız. Ancak şu muamelemize ayniyle mukabele isteriz. Vakıa bu unsurlar hükumet-i sabıkadan zulüm gördüğü için eskiden bir dereceye kadar ma’zur idiler. Lakin bugün hiç özür bulamazlar. Zira yeni hükumet bütün anasıra hukuk-ı mütesaviyye vermiştir. Hükumetin ihlasına en açık delil ise kendisine karşı isyan eden akvamı müslüman yahud Hıristiyan demeyip hemen te’dib etmesidir. Nitekim Arnavudluk mes’elesi meydanda duruyor. O halde hükumetin harekatını intikad edenler ne istiyorlar? Bütün isyanlara karşı göz yumsun da memleket tarumar olsun mu diyorlar? Rusya müslümanlarının son senelerde izhar etmekte oldukları asar-ı hayat Rusları adeta endişeye düşürmektedir. Evvelce mevcudiyetlerinden bile habersiz görünen Rus matbuatı şimdi alel-umum müslümanlarla ve alel-husus müslümanların Rusya’da sakin olanlarıyla pek çok uğraşmaya başladı. Birkaç hafta evvel bir Rus gazetesinin İslamlar hakkındaki efkar ve mütalaatını tercüme ile nazar-gah-ı kariine arz eylemiştik. Bu hafta yine Novye Vremya’da gördüğümüz diğer bir makalenin naklini faideli buluyoruz: “Müslümanların idare-i ruhaniyyelerini teftiş etmek üzere Dahiliye Nezareti me’murlarından birkaç kişi Petersburg’tan Ufa ve Orenburg vilayetlerine gönderildi. Ufa ve Orenburg idare-i ruhaniyyesinin hakimiyet-i ma’neviyyesi Rusya’nın Avrupa ve Asya’daki memleketin kısm-ı a’zamını şamildir hükumetin resmi ilanına göre bu teftişten maksad vafık bir revişte ıslahı arzusuyla tedkıkidir. Müfettişler idare-i ruhaniyyeden maada müslüman mektep ve medreselerinin teftişine de me’mur edilmişlerdir. Ma’lumdur ki son senelerde müslüman mektep ve medreseleri sırf dini şekillerinden çıkıp yavaş yavaş ma’lumat-ı umumiyye i’ta eden dershaneler haline geçiyorlar. Tebeamız müslümanları idare edebilmek için onların hayat ve ahvalini iyice öğrenmekliğimiz la-büddür. Biz evvelden beri bu mühimmeyi nazardan dur tutarak çok zararlara uğradık. Gayr-ı Rus tebealarımızın ahvalini ancak tehdid-amiz bir vaziyet aldıklarından sonra tahkıke lüzum gördük! Küçük kavimlerde hiss-i milliyyet kesb-i kuvvet edip hükumetimizin başı üstünde gök gürlemeye şimşek çakmaya başlamadan akdem onların ahvalini düşünmeye bile üşeniyoruz. Geç olsun da güç olmasın; teftiş me’murlarımıza haydi Allah muvaffakıyet ihsan etsin! Lakin hükumetimiz Volga nehrinden İran ve Çin ile hem-hudud Türkistan’a kadar yayılmış müslüman tebeamızın tarz-ı ma’işetlerini hayat-ı ma’neviyyelerini ihtiyacat-ı fikriyyelerini yirmi otuz sene evvel Finlandiya’yı bilmemesinden daha ziyade bilmiyor. Lakin müslümanlarla Finlandiyalılar arasındaki azim bir fark gözden kaçırılmamalıdır. Müslüman tebeamız gibi Türk cinsinden olan Finlandiyalılar ancak üç buçuk milyon nüfusa malik oldukları halde müslüman Türkler on sekiz milyonu mütecavizdirler. Bizim tebeamız olan ehl-i İslam adedce Osmanlı İmparatorluğu müslümanlarından hiç de eksik olmayan adeta bir saltanattır. Bu azim kitle-i İslamiyye’ye hakim olabilmek için her şeyden akdem onu tedkık ve tahkık eylemek lazımdır. Bizim hükumetin en büyük kusuru tebeası ahvalinden tamamen bi-haber bulunmasıdır. Bu bi-haberlik müslümanlar hakkında derece-i a’zamisine vasıl olunuyor. Henüz pek yakın bir zamanda hükumetin gözü önünde Volga havzasının ufak Türk unsurları Tatarların te’siriyle resmen müslüman ahali denilen mütecanis ve sıkı bir kitle-i müttehide haline geldi! Daha elli sene evvel bu havalinin putperest unsurları İslamiyet’e o kadar düşman idi ki mahkemelerde yemin için hükumet me’murları tarafından uzatılan Kur’an’ ı çiğniyorlardı; bununla beraber hükumet bunları resmen müslüman tanımakta ısrar ve inat ediyordu. Hükumetin ama ve cehline bundan daha parlak delil olabilir mi? İşte bu ve buna benzer hatalar Volga havzasında işi değiştirdi. Biz Ruslar kendimiz bu putperestleri Kazanlı Tatarların aguşuna attık Kazan Tatarlarının onları müslümanlaştırmaları ve Tatarlaştırmaları fermanı sadır olur olmaz bu putperestlerin on binlercesi müslüman oldular. Bu hadise eski siyasi hatalarımızın semerelerindendir. Yirminci asr-ı miladi memalik-i İslamiyye’nin asırlarca süren nevm ü ataletten teyakkuz ve intibahı asrı olmakla kesb-i iştihar etmek üzeredir. Rusya devleti bilhassa Türkiye’de vukua gelmekte olan hadisat-ı mühimmeyi asla gözden dur tutmamalı ve Türkiye vekayiinin birçok milyonlara baliğ tebea-i müslimesine te’sir-i mühimmi olduğunu kat’iyen unutmamalıdır. Rusya müslümanları inkılabımızın ibtidasından beri muttasıl muhtariyet-i medeniyyelerinden bahsediyorlar. Biraz gülünç gibi görünen bu fikir hükumetin en ciddi bir surette nazar-ı dikkatini celbe şayandır. Lakin müslümanların istedikleri bu muhtariyet-i medeniyyenin neden ibaret olduğunu Duma Meclisi’nde oturan Müslüman Fırkası politikacılarının ağızlarından öğrenmeye çalışmak mahz-ı hatadır. Müslümanların ciddi ihtiyaçları ancak bea-i müslimenin mütalebatını Rusya Devleti’nin menafiine muvafık bir mecraya vaz’ etmek kabil olur. Bu nokta-i nazardan Dahiliye Nazırı’nın teşebbüsünü takdir ederiz. Görülüyor ki hükumetimiz de nihayet Petersburg’ta oturup geniş Rusya’nın iyi idaresi mümkün olmadığını anlamaya başlamıştır. Rusya müslümanlarının hayatını tedkık için durbin değil hurdebine ihtiyaç vardır. Doğrusu bu tenbih bizim Osmanlı hükumetine de pek haklı olarak tevcih edilebilir. Bizim evliya-yı umur hiç şüphesiz Rusya zimamdaranı kadar da memleketlerinden haberdar değildirler. Memleketi sırf ezbere idare edip gidiyorlar. Ufa’da kain İdare-i Ruhaniyye-i İslamiyye Rusya müslümanlarının hayat-ı ma’neviyye ve fikriyye ve medeniyyelerinin merkezidir. Rusya müslümanlarının imamları muallimleri bu merkezde imtihan edilerek vazife-i ruhaniyye ve ta’limiyyelerine kesb-i istihkak etmiş addolunurlar. Yalnız şu kafidir. Buradan fikr ü nasihat ahz u telakkı eden imam muallim ve mürşidler ahali-i müslime ile sakin Rusya’nın bir kısm-ı vesi’ine dağılarak cami ve mekteplerde kaffe-i ehl-i İslam’ın birleşmesi ve bütün dünya Türklerinin ittihadı efkarına hizmet ediyorlar; ve aynı zamanda henüz din-i İslam’a dahil olmamış putperest Türk kabailini de müslümanlaştırıyorlar. Ufa İdare-i Ruhaniyyesi İstanbul’un Genç Türkleriyle daimi münasebat ve muhaberatta bulunuyor. Yukarıdan beri muharrir cenabları hakayıkı istediği gibi evirip çeviriyordu. Lakin işte burada apaçık bir yalanı hiç sıkılmadan rıyla münasebetleri hiç yoktur. Bu İdare-i Ruhaniyye’nin fikr ü meylini anlamak için a’za-yı kadimesinden Abdürreşid gazete tahrir ve neşretmekle uğraştığını söylemek kafidir. Rusya sabık erkan-ı harbiyye miralaylarından Prens Kropotkin el-yevm Londra’da devlet hükumet ve din gibi bilcümle müessesat aleyhine anarşik neşriyatta bulunmaktadır; binaenaleyh bütün Rusya erkan-ı harbiyyesi anarşisttir. Ufa’ya giden teftiş komisyonu müslüman mektep ve medreselerini de teftiş ederek oralarda neler ve nasıl okutulduğunu öğrenecektir. Petersburg’ta henüz bu hususata dair ma’lumat-ı tamme mevcud değildir. Yalnız şu kadarı biliniyor ki mekatib ve medaris-i mezkurede bütün Türk akvamının lisanlarını tevhide hadim Osmanlı Türkçesi öğretiliyor. Osmanlı İmparatorluğu tarih ve coğrafyası okutuluyor. Mektep kitaplarının ekserisi de İstanbul’da tab’ olunmuştur. Bazı mekteplerin talebesine Osmanlı mekteplerinin üniforması bile giydirilmektedir. Şark-ı cenubiye gidildikçe müslüman darü’t-tedrisleri hakkındaki ma’lumatımız eksiliyor. Bir derecede ki Türkistan mektep ve medreselerine dair lüman muhtariyet-i medeniyyesini” ortaya çıkaran Kazan Tatarlarının taht-ı terbiyyetinde yüz bin müslüman çocuğunun okumakta olduğu muhakkaktır. Asya-yı Vusta’da ittihad-ı birkaç defa yazmış olduğumuz halde hükumet-i merkeziyyemizin nazar-ı dikkatini celbe henüz muvaffak olamadık. Bu propaganda henüz hal-i tufuliyyettedir: Büyüyünceye kadar önü alınmalıdır. Yoksa tehlikeli olur.” Birkaç asırdan beri alem-i İslam’ın efendisi olan milel-i Nasara bizden daha iyi biliyor ki ehl-i İslam’ın ekseriyet-i azimesi henüz gaflet uykusunda mışıl mışıl uyumaktan başka bir şeyle meşgul değildir. Bu ekseriyet-i azimenin fikr-i siyasisi maatteessüf mahallesinin köyünün nihayet şehrinin küçük kavgaları hududundan ileriye geçemiyor. Mukaddes bir dinin sağlam siyaset-i diniyyesi bu uyuşmuş kafalardan birkaç asır evvel uçup gitmiştir. Onlar şimdi sırtlarına yüklenmiş iktisadi ve siyasi bar-ı esareti kani’ ve şakir taşıyorlar. Bunları bilmekle beraber esareti daha ziyade teşdid etmek zahiri bir surette olsun muhafaza-i istiklal edebilmiş düvel-i İslamiyye’yi de parçalayıp yutmak için alem-i İslam aleyhine her gün bir iftira uydurmaktan asla hali kalmıyorlar. Ortada taksim olunacak İran ve Türkiye var. Bunların vücudunu izale için mevcudiyetlerinin alem-i medeniyyete tehlike olduğunu öne sürmek istiyorlar: Türkiye’nin bugünkü hakimleri olan Genç Türkler “ittihad-ı İslam” irşadatıyla bütün alem-i İslam’ı Avrupa aleyhine kaldırıp dünyayı alt üst edecekler imiş!.. Rusya müslümanlığının en mühim merkezi olan Kazan’da müslümanlık aleyhine intişar eden bir Rus gazetesinin Viyana muhbiri Genç Türklerin ittihad-ı İslam neşriyatından bahsederek bakınız ne herzeler yumurtluyor: “Rusya Duması’nda söylenen nutukları okuyanlar müslüman efkar-ı umumiyyesinin son senelerde pek çok değiştiğine artık şüphe edemezler. Rusya müslümanlarını böyle Türkiye inkılabıdır. Bu iki hadise-i mühimme; unutulmuş zannedilen ittihad-ı İslam fikrini pek kavi meydana çıkardı Japonyalılar; “Asya Asyalılar içindir” demişlerdi. Şimdi bu şiar “döviz”in sadası Kalküta’dan Cebelü’t-Tarık’a kadar aks-endaz oluyor... Genç Türkler Avrupa’da kuvvetlerinin azlığını görür görmez bütün müslümanları birleştirmek fikrine düştüler. Şimdi Genç Türklerin mürşidleri alem-i İslam’ın her köşesine dağılmışlar tarih-i İslam’ın en muşa’şa zamanlarını müslümanlarının nazarlarında zengin elvan ile tersim eyleyerek ittihada ve “küffar”dan ahz-ı intikama teşvik eylemektedirler. Müslümanlar dinleri iktizasınca bugün ehl-i İslam’ı kardeş kıyas eylemekte olduklarından bu irşadat bi’s-suhule zemin-i kabul buluyor. Müslümanlar pek yakın bir istikbalde hakim-i cihan olacaklarına ümid-vardırlar. Bu hayalat siyaset-i hakıkıyye ile meşgul kafaların bir tebessüm-i müstehziyanesinden başka bir şeyi layık değil gibi görülüyorsa neticesi vahim olur. Genç Türkler Rusya müslümanları ihtilale teşvik ediyorlar. Maksadları Rusya’yı Karadeniz yalılarında koğmak Kafkazya İran ve Türkistan-ı Kebir’i istila eylemektir. Genç Türklerin böyle bir maksad ta’kıb ettiklerine en kavi delil bir Genç Türk’ün Doktor Karabey’in Paris’te neşrettiler. Karabey’in sözleri ehemmiyetle telakkı olunmaya şayandır. Zira Karabey Türkiye’nin Asya kıtasındaki arazisinde bir adamdır. İran’da Genç İran Fırkası’nı te’sis eyleyerek Genç İran ve Genç Türkiye’yi yekdiğerine takribe çalışanların biri de yine o Karabey’dir. O Karabey Paris’teki nutkunda şöyle demiştir: “Rusya ile İngiltere İran’ı taksim fikrinde bulunuyorlar. Biz Türkler hiçbir zamanda buna müsaade etmeyeceğiz. Biz İranlıların Rusya veya İngiltere boyunduruğu altına girmekten ederse silahla İran’ı müdafaa edecektir. Biz İngilizlerden korkmuyoruz. Onlar karaya gemi ihraç edemezler. Zaten İngiliz gemileri Alman korkusuyla Bahr-i Şimal’e demirlenmiştir. Rusya’nın Karadeniz bahriyesinden de korkmayız çünkü yakın zamanda Rusya’nın Karadeniz filosu bizim kuvve-i bahriyyemizin nısfı derecesinde kalacaktır. Sekiz yüz binlik ordumuzla Rusya’yı Kafkazya’dan püskürtebiliriz. Rusya kuvve-i berriyyesi Japonya ve Almanya Avusturya hududlarına dağılmak mecburiyetinde bulunacağından Anadolu hududunda bizim kuvvetten aşağı bulunacaktır. Lakin galebemizin kat’iyetini te’min için ilk önce Volga Kafkaz ve Türkistan ahali-i müslimesini hazırlayacağız... Onlar otuz milyondur. Lehlilerin Yahudilerin Finlandalıların da bize muin olacaklarına eminiz. Biz Rusya ile muharib iken onlar da kıyam eyleyeceklerdir...” Doktor Karabey biraderimizin Kafkasya’yı istila etmek Rusya müslümanlarını ayaklandırmak gibi bugünkü günde hayal-i mahz olan planlar kurmakla fikir ve zamanını heder etmeyeceğini muhakkıkan biliyoruz. Farz-ı muhal olarak bir an için Doktor’un bu gibi hayallerle uğraştığını tasavvur bile etsek hayalatını aleme i’lan eyleyerek kendi kendine ihanet edeceğine ve aleme bir vesile-i hande ve istihza vereceğine bir türlü kani’ olamayız. Hasılı alem-i İslam’a karşı muttasıl tekerrür eden iftiraların bir katmerlisi de Doktor Karabey’e – Makam-ı Celil-i Meşihat tarafından medaris-i ilmiyye programlarının ihtiyacat-ı hal ü zamana tevfikan tertib ve tanzimi için Meclis-i Maarif a’zasından Baban-zade Naim Bey İstanbul meb’usu Mustafa Asım Aydın meb’usu Abdullah Karahisar-ı Sahib meb’usu Kamil Bayezid müderrislerinden Şevket Rasadhane-i Amire müdiri Fatin ve Kazanlı Halim Sabit efendilerden mürekkeb bir komisyon-ı mahsus teşkil olunmuştur. Komisyon haftada iki defa Fetvahane’de in’ikad ederek ıslah-ı medaris hakkında Eslafın o kadar fedakarlıklar himmetler sarfıyla ahlafa müebbed birer yadigar-ı irfan olmak üzere te’sis ettikleri medreselerimizin son zamanlarda kasden reva görülen bakımsızlık yüzünden ne hale geldiğini söylemek pek acı bir hakıkati anlatmak demektir. Eğer mekteplere edilen himmet o kadar kifayetsizliği ile beraber medreselere de sarf edileydi şüphe yok ki vaktiyle her biri bir darü’l-fünun olan her biri birçok sahib-i meslek nihrirler yetiştiren bu muazzam müesseseler inhitatın bu derekesini olsun görmezdi. Medreselerden adam yetiştirmek pek kolaydır. Çünkü medrese hayatına alışmış talebe-i ulum umumiyetle gayet çalışkan gayet metin adamlardır. Nitekim medrese görmüş medresede çalışmaya alışmış talebe mekteplere girince – buradaki tahsil o kadar bozukluğu ile beraber nisbetle daha hallice olduğundan– behemehal bulunduğu sınıfın ya birincisi yahud ikincisi oluyorlar. Bab-ı Meşihat’in medreseleri ıslah için bir hey’et teşkil etmesini hususiyle bu hey’eti irfanı hamiyeti faaliyeti cümlemizce müsellem olan zevattan intihab eylemesini an-samimi’l-kalb alkışlarız. Hey’et vazifesini ifaya başlamıştır ancak gerek talebe-i ulum efendiler gerek medrese ahvalini bilen kari’lerimiz bu hususta elzem gördükleri icraatı mütalaalarıyla beraber bildirecek olurlarsa hey’et-i ıslahiyyeye muavenet etmiş hatta Sıratımüstakım sahifelerini açık bulacaklardır. – Ankara’da birkaç muhtekir sarraf var. Bunlar şehirlileri köylüleri adeta kendilerine esir etmişler sebze ve yemiş gibi ufak tefek şeyler satan ve sermayesi birden üç nihayet dört beş liraya kadar bulunan ve bir aile riyaseti de duş-i tahammülünde olan bir esnaf faizle mesela bir lira almak müddetten noksan olduğu için para ikraz etmediği gibi yüzde beşten aşağı da faiz kabul etmiyor ve borç senedi yapılırken bir liranın içinden bir kere otuz kuruşunu altı aylık faiz diye ber-vech-i peşin çekip alıyor müddet gelince borçlu aldığı yetmiş kuruş yerine yine lirayı veremiyor bit-tabi’ senedin tecdidine kıyam olunuyor. Sened tecdid edilirken sarrafa otuz daha veriliyor. Borcun altmış kuruşu bir senelik faize gidiyor bir liradan borçlu elinde kırk kuruş kalıyor. İşte o misillü ufak sermayeli esnafı himaye etmek ve kendilerini o gibi muhtekir ve gaddar sarrafların insafsızlığından kurtarmak ve bir lirayı bir kuruş faizle vermek ve hasıl olacak faizin seneliği kaç kuruşa baliğ olursa onu dahi bila-tefrik-i cins ü mezheb memleketteki eytam ve eramilin muhtaç oldukları levazım-ı zaruriyyeyi bit-tedarik kendilerine cem’iyet namına hediye edebilmek maksadıyla Cem’iyet Sandığı namıyla bir sandık teşkili Ankara’da İttihad ve Terakkı Cem’iyeti’nce bit-te’emmül mezkur sandığın sermaye-i ibtidaisinin dahi iane suretiyle cem’ ü ihzarı tasavvur olunarak derhal cem’ ve ianata başlanmış ve kaza ve livalardaki ashab-ı hamiyyete de müracaat edilerek otuz lira kadar bir para tedarik edilmiştir. Afrika-yı İslami: – Paris’ten çekilen bir telgrafnameden anlaşılıyor ki Fransa Meclis-i Meb’usanı’nda Vaday hadisesi üzerine nüzzardan bir istizah vaki’ olarak müzakerat icra edilmiş ve müzakeratın nihayetinde müstemlekatın mahfuziyetini taht-ı te’mine alması tavsiyesiyle kabineye beyan-ı i’timad olunmuş yani Fransa meb’usanı Fransa hükumetini Afrika-yı İslami’de daha ziyade şiddetle harekete da’vet ediyor ve o havalide kain müslüman hükumetlerinin büsbütün ortadan kaldırılmasını istiyor. Vaday hadisesi yalnız Fransız meb’uslarının tul müddet müzakerelerini değil bizim en ileri gelen rical-i siyasiyyemizden “İttihad ve Terakkı” Fırkası Reisi Halil Beyefendi’nin de Matin gazetesi muhabirlerinden birisiyle uzun uzadıya konuşmasını intac eylemiş imiş. Biz bunu İzmir’de çıkan gazetecisine söyledikleri: “Bazı gazeteler Fransız asakirine tecavüz eden Vaday aşairinin silahlarını Trablusgarb tarikıyle tedarik ettiklerini Türkiye’nin tahrik ve iğvaatı neticesi olarak yerlilerin bu silahlarla techiz edildiklerini iddia yollu neşriyat-ı bed-hahanede bulundular. Bu güft ü gular pek gülünç ve efsane kabilinden şeylerdir. Bu vesile ile bazı ceraid “Pan-İslamizm” teşebbüs ve harekatından yeniden bahsetmeye başladılar. Fransızlar bu ta’birin Avrupa’da birinci defa olarak esbab-ı siyasiyyeye mebni isti’malinden hiç şüphesiz duçar-ı hayret olacaklardır. “Pan-İslamizm” kelimesinin Türkçemizde ta’bir-i mukabili mevcud bile değildir. Filhakıka İslamiyet yalnız bir mezhebden ibaret değildir; o kaffe-i milel-i İslamiyye arasında rabıta-i uhuvvet ve meveddeti teşkil eder. Binaenaleyh İslamlar beyninde teavün ve iştiraki herhangi bir Avrupa hükumetine karşı idare edilen bir hareket-i umumiye suretinde telakkı etmek bit-tabi’ muvafık olmaz. “Pan-İslamizm” teşebbüsatı suretinde tefsir ve telakkı edilen ef’al ü harekat sadece bir emr-i dini ve ma’nevidir. Fransa İngiltere gibi hükumat bu hususta bir mahiyet-i siyasiyye atfederek duçar-ı şübhe olacaklarına bunu kemal-i hayr-hahi ve memnuniyetle telakkı eylemelidirler. Şark ahvaline iyiden iyiye vakıf bulunan İngiliz muharrirlerinden biri “İslamiyet hakıkı bir teavün ve uhuvvet üzerine müesses bir meslek-i ulvidir!” demiştir. Türkiye yeniden fütuhat ve tevsi’-i arazi arzusunda değildir. Devlet-i Osmaniyye’nin yegane arzu ve emel-i hassı tekmil İslamların mensub oldukları hükumatın zir-i himaye ve sahabetinde mazhar-ı refah ve saadet olmalarından ibarettir. edilmesi pek haksız bir hareket olduğunu bir daha tekrar ediyorum. Bazı gazeteler tarafından bu babda ileri sürülen tevehhümler mektedir.” Menteşe meb’us-ı muhtereminin hamiyet-i İslamiyyesi bizce kemaliyle ma’lumdur. Hamiyet-i İslamiyyesi’ni pek aşikar gösteren nutkunu evvelki hafta büyük bir meserretle derc-i sütun eylemiştik. Baladaki beyanatının da mahza o hamiyet saikasıyla sudur ettiğine asla şüphemiz yoktur. Bununla beraber Halil Bey’in diplomatlığı “Pan-İslamizm kelimesinin Türkçemizde ta’bir-i mukabili mevcud bile değildir.” diyecek kadar ileri götürmemesini gönül arzu ederdi. Ba-husus ki –geçen nüshamızda münderic olduğu üzere– Rusya Meclis-i Meb’usanı a’zasından bir müslim bi-mehaba “İttihad-ı İslam”dan bahsedebiliyor... Rusya: – Çistay şehri ahali-i İslamiyyesi şehrin belediye meclisine müracaat ederek cami binası için yer terkini rica ettikleri halde ricaları is’af olunmamıştır. Ana lisanıyla tedrisatın lağvedilmemesini ricaen Duma Meclisi’ne telgrafname çektiklerinden dolayı Beva sancağı ahalisinden tahkıkata girişilmiştir. Aşkabad şehri civarındaki Annav isimli Teke Türkmen köyünü Rus polisleri muhasara ederek evleri taharri olunmuştur. Kadınlar çocuklarını alıp sahraya kaçmışlar. Esbab-ı taharri mechuldür. Kafkazya’da Keçe şehrinde müslümanların “Medrese” nam kitap dükkanında taharriyat icra olunmuş fakat mugayir-i kanun hiçbir şey bulunamamıştır. – Ahali-i müslimenin faaliyet-i diniyyelerine mukabele için Rusya’nın şark eyalatında misyoner teşkilatı takviye ve tahkim olunmaktadır. – Mekatib-i ibtidaiyye tedrisatından bahis kanun layihası Rusya Meclis-i Meb’usanı tarafından bazı ta’dilat ile kabul olunmuştur. Aldığımız hususi ma’lumattan anlaşılıyor ki Rusyalı müslüman kardeşlerimizin bu babdaki ictihadları semeresiz kalmamıştır. Petersburg’tan gelen mektupta bu mes’eleye dair şöyle deniliyor: “Tedrisat-ı ibtidaiyye mes’elesinde müslüman meb’usları vatandaşlarının hukukunu cidden müdafaaya muvaffak oldular. Layiha-i kanuniyyeye müslümanlar faidesine olmak üzere atideki ta’dilat-ı mühimmeyi icra ettirdiler: Evvelen; mektatib-i ibtidaiyyenin dört senelik müddeti tahsiliyyesinde lisan-ı tedris ana dili yani biz müslümanlar her sancakta bir mekatib-i ibtidaiyye meclisi teşkil olunması mukteza-yı kanundur müsaade edecek olursa dört seneden fazla müddet-i tahsiliyyesi olan mekatib-i ibtidaiyyede bile lisan-ı milli lisan-ı mahsus olarak tedris edilebilecektir. Salisen: Sırf dini i’tibar olunan mekatib-i ibtidaiyye ve taliyye ve i’dadiyye kanun-ı mebhustan haric kalmıştır. Asıl işbu mekatib-i diniyye ki Rus müslümanlarının mekatib-i milliyyesini teşkil eder.” Rusyalı kardeşlerimiz kanun layihasını menafi’-i milliyyelerinin dolayı tebrik olunmaya şayandırlar. Ancak müdafaa-i din ve milliyyet cihadları bununla hitam bulmuyor. Layiha-i kanuniyyenin kanun halini iktisab etmesi için Rusya’nın meclis-i a’yanı demek olan şura-yı devletinden geçmesi ve sonra da Çar’ın tasdikine iktiran etmesi iktiza ediyor. Gayretli kardeşlerimizin bu mevani’ karşısında dahi haklarını kema yenbaği müdafaa edebilmeleri için avn-ı İlahi’yi istid’a eyliyoruz. Çin: – Çin’de meşrutiyet kavanini ihzar lüman prens olduğunu Rusya müslüman gazeteleri yazıyor. – Osmanischer Lloyd’un istihbarına göre ilkbaharda İran’ın Rusya ve İngiltere arasında taksimi hakkında mükalemat cereyan etmekte imiş. Londra’da Devlet-i Osmaniyye Petersburg sefirinin Bab-ı Ali’ye bu babda birkaç rapor göndermiş olduğu şayi’ olmuştur. – Avrupalıların resmi şikayetlerini en çok mucib olan bir mes’ele İran’da te’min-i asayişe muktedir jandarmanın adem-i vücududur. Hükumet jandarma tanzim ve tensikı için İtalya’dan muallim celbetmek istemişse de İngiltere ve Rusya buna muvafakat etmemişlerdir... Şimdi İsveç’ten celbi tasavvur olunuyor. Makasıd-ı esasiyyelerine hoş gelmeyeceğinden belki buna da razı olmazlar. Evvelki hafta çıkan nüshamızda münderic “Hasbihal- ” ser-levhalı ve “La” imzalı makalenin birkaç yerinde mürettib sehvi vardır. Bunlardan ekserisinin karine ile tashihi mümkün ’ıncı sahifenin birinci sütununun on ikinci satır başına dizilmiş “mütekebbir” kelimesi makalenin müsveddesinde kat’iyen mevcud değildir. Saniyen mezkur sütunun nihayetinden olan “hamiyetsizlikleri” “samimiyetsizlikleri” olacaktır. Abdullah bin Ömer radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ensardan bir kimsenin yanından geçiyordu. Ensari; kardeşine haya hakkında nasihat ediyordu Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ona ilişme. Haya imandandır” buyurdu. Yine Abdullah bin Ömer radiyallahu anhümadan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Halk ile Allah’tan başka Allah olmadığına ve Muhammed’in Resulullah olduğuna şehadet salatı ikame zekatı Bunu yaparlarsa hakk-ı İslam ile mutalebe olunanlar müstesna olmak üzere bu dünyada kanlarını yani canlarını mallarını benden korurlar. Ahirette hesaplarını görmek ise Allah’a aiddir. - Tercüme Ebu Hureyre radiyallahu anhdan şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme: “Amelin hangisi efdaldir?” diye sordular. “Allah’a ve Resulüne iman.” buyurdu. “Ondan sonra hangisi?” dediler. “Allah yolunda cihad.” buyurdu. Yine “Ondan sonra hangisi?” diye sordular. “Makbule geçmiş hac.” cevabını verdi. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ocak Beşinci Cild - Aded: dır. Diğer rivayette yalnız . Diğer rivayetlerde Diğer nüshada ikinci defada sakıt - Tercüme Sa’d bin Ebi Vakkas radiyallahu anhdan şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem birtakım kimselere dünyalık veriyordu. Bu Sa’d da oturuyordu. Derken Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem içlerinden en ziyade beğendiğim birini bıraktı bir şey vermedi. Bunun üzerine: “Ya Resullallah! Fülanı niçin bıraktın? Vallahi onu ben mü’min görüyorum.” dedim. “Öyle deme. Müslim de.” buyurdu. Bir müddet sustum. Nihayet o adam hakkındaki ilmim bana galebe etti de dayanamadım yine sözümü tekrar ederek: “Fülanı niçin bıraktın? Vallahi onu ben mü’min görüyorum.” dedim. Yine “Öyle deme. Müslim de.” buyurdu. Ben yine sustum. Lakin yine o adam hakkındaki ilmim bana galebe etti. Dayanamadım da sözümü tekrar ettim Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem yine o sözü tekrar ettikten sonra buyurdu ki: “Ey Sa’d! Bir adama Allah onu yüzü koyun ateşe atmasın diye başkasını daha ziyade sevdiğim halde ata ve ihsanda bulunduğum olur.” : Diğer rivabir diğerinde de bir üçüncüsünde de dördüncü rivayete göre . Diğer - Tercüme olunuyor: Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bana cehennem gösterildi. Bir de gördüm ki ehl-i cehennemin ekseri kadınlardır. Onlar küfrederler.” “Bunun üzerine: “Ya Resulallah! Allah’a mı küfrederler?” diye sordular. Cevaben buyurdu ki: “Onlar kocalarına karşı küfran ederler. İhsana karşı küfran ederler. Birisine dünya dünya oldukça ihsan etsen de sonra senden hoşuna gitmeyen bir şey görse ben senden bir hayır görmedim der.” ziyadesi Ebu Zerr radiyallahu anhdan şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir kere bir adamla söğüştük de onu anasından dolayı ayıpladım. Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem bana buyurdu ki: “Ey Eba Zer! Onu sen anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen içinde henüz cahiliyet sıfatı kalmış bir kimsesin. Zira dostanınız sizin öyle kardeşlerinizdir ki Allahu Teala onları sizin yed-i mülk ve kudretinize tevdi’ etmiştir. Her kimin eli altında kardeşi bulunursa ona yediğinden yedirsin giydiğinden giydirsin. Onlara güçleri yetmeyecek zahmetli bir iş yüklemeyiniz. Şayet yükleyecek de olsanız yardım ediniz.” - Tercüme Ebu Bekre radiyallahu anhdan şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim: “İki müslüman kılıçlarıyla karşılaştıkları zaman katil de maktul de cehennemdedir.” buyuruyordu. “Ya Resulallah! Katil böyle. Ya maktule ne oluyor?” diye sordum. “Maktul arkadaşını öldürmeye haris idi.” buyurdu. : Diğer nüshada . Diğer rivayette . - Tercüme Abdullah bin Mes’ud radiyallahu anhdan şöyle dediği rivayet olunuyor: Ayet-i kerimesi nazil olduğu zaman Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin ashabı: “Hangimiz zulmetmemiştir?” dediler. Bunun üzerine ayet-i kerimesi nazil oldu. Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Münafıkın alametleri üçtür: Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği vakit sözünde durmaz. Kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyanet eder. - Tercüme Abdullah bin Amr radiyallahu anhdan Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Dört şey her kimde bulunursa halis münafık olur. Her kimde bunların bir parçası bulunursa onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar da kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyanet etmek söz söylerken yalan söylemek ahd ettiğinde ahdini tutmamak husumet iddia ve murafa’a zamanında haktan ayrılmaktır. Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Kadir Gecesi’ni taatle geçirse geçmiş günahları mağfur olur. Diğer rivayette . Diğer nühsada . Diğer nüshada hemzenin . Diğer rivayette elifsiz olarak . Diğer Diğer rivayette . - Tercüme Yine Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Allahu Teala ve Tekaddes hazretleri kendi yolunda cihada çıkan hakkında “Onu evinden çıkaran şey yalnız bana iman ve peygamberlerimi tasdik ise nail olduğu ecir ve ganimetle salimen yurduna geri getireyim veyahud cennete idhal edeyim” diye tekeffül etmiştir. Ümmetime meşakkate bais olacağını bilmesem hiçbir müfrezeye rekabet etmekten geri kalmazdım. Allah’a kasem ederim ki Allah yolunda katlolunup dirilmeyi ondan sonra yine katlolunup dirilmeyi ondan sonra yine katlolunmayı isterdim. Yine Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: “Her kim Ramazan’da imanı sebebiyle ve fazl-ı İlahi’yi umarak teravih vesaire gibi namaz kılarsa geçmiş günahları mağfur olur.” : Yine Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: “Her kim Ramazan orucunu imanı sebebiyle ve fazl-ı İf’alden emr-i hazırdır. Bir riYine Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: “Bu din ayn-ı yüsrdür. Hiçbir kimse yoktur ki bu din hususunda güçlüğü iltizam etsin de ona mağlup olmasın ve amelden kesilmesin. Öyle ise ortalama gidin matlubunuz olan ameli hüsn-i ifa edemediğiniz vakitte ona yaklaşmakla Yol alırken sabah akşam seferinden biraz da gece yürüyüşünden Buhari’de atideki ziyade de vardır: : . Diğer rivayette . Diğer nüshada burada kelimesi sakıttır. Di- Diğer rivayette . Rivayet-i sairede yoktur. Diğer rivayette - Tercüme Bera bin Azib radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem Medine’yi du. Ve on altı on yedi ay Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kıldı. Halbuki kıblesinin Beyt-i Muazzam’a doğru olmasını da arzu ederdi. Ka’be’ye müteveccihen ilk kıldığı namaz ikindi namazı oldu. Bir cemaat de onunla birlikte kıldılar. Ondan sonra birlikte namaz kılanlardan biri namazdan çıktı. Mescidin birinde bulunan bir cemaate namazdalar iken yolu uğradı. Onlara: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Mekke’ye doğru namaz kıldığıma Allah için şehadet ederim.” deyince namazlarını bozmadan oldukları gibi Beyt-i Şerif’e döndüler. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldıkları sırada Yahudilerle diğer ehl-i kitab ondan hoşlanırlardı. Beyt-i Şerif’e doğru yüzünü döndürünce bu fiiline canları sıkıldı. Bera bin Azib radiyallahu anh bu hadiste diyor ki: Kıble tahvil edilmezden evvel Beyt-i Makdis kıblesine doğru namaz kılarak vefat etmiş katlonunmuş kimseler de var O zaman Allahu Teala hazretleri ayet-i kerimesini inzal etti. Bir rivayette teşdid ile diğerinde de bir diğerinde ise . - Tercüme Ebu Sa’id Hudri radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim buyuruyordu ki: “Bir kul müslüman olur da İslam’ı sağlam olursa Allahu Teala hazretleri evvelce kendisinden sadır olmuş her seyyiesini tekfir eder. Yani örter. Ondan sonra sıra kısasa yani mükafat ve mücazata gelir. Bir hasene ondan yedi yüz kat hasene ile bir seyyie yalnız kendi misli derecesinde seyyie ile karşılanır. Meğer ki o seyyieyi Allahu Teala afv ede. Geçen haftaki Sıratımüstakım’de münderic yirminci hadis-i şerifin tercümesinde adeta maksudun hilafını müş’ir denilecek ve artık zavallı mürettiblere bile tahmilli mümkün olmayacak bir hatada bulunduğumdan dolayı kariin-i kiramın afvını niyaz ederim. Bu da hadis-i şerifin ikinci satırındaki kelimesini sükun-ı mim ile okumak gibi bir zühuldan neş’et etmiştir. Doğru okuyuşa göre ise tercüme böyle olacak: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabına emrettiği zaman daima ellerinden gelebilecek amelleri emrederdi. O zaman ashab-ı kiramı “Ya Resulallah! Biz .... ilh. Bu ihtar ve tenbihi eden zat-ı muhterem üstadımız ElHac Mehmed Zihni Efendi hazretleridir. Akval-i şerife-i risalet-penahinin mezaya-yı aliyyesini nakilde bu abd-i acizin kalemini ve anlamakta kari’lerimi hatadan siyanet buyurmak hususunda üstad-ı müşarun-ileyhin bu delalet-i dindaranelerine tilmizane arz-ı şükran eylerim. Geçen hafta medreselerimizin ıslahında en birinci nazar-ı men lisan-ı Arabi üzere olmasından ibaret idüğini yazmış ve bu cihetin lüzumunu isbata çalışmıştık. Bu hafta ise ıslah olunacak medreselerimizde okunması lazım ve elzem olan mun taht-ı i’tirafında bulunan fıkıh tefsir hadis fenlerinden başka tarih-i İslam hikmet-i teşri’ usul-i fıkh tarih-i edyan coğrafya-yı Osmani tarih-i asr-ı hazır felsefe siyer-i nebevi _________ ve teracim-i meşahir-i İslam fenlerinden ibarettir. Bunlardan başka yarım yamalak Fransızca hesap hendese cebir hikmet-i tabiiyye kimya gibi fenlerin de medreselerimizde okunması tarafdarı değilim. Zira ulum-ı diniyye mütehassısı olacak hocalarımız fakıh müctehid müverrih olabilirler. Ama mühendis ve kimyager olamazlar. Olmak isterlerse hendese ve ulum-ı tabiiyye mekteplerine girerler. Medrese talebelerimiz ise mekatib-i ibtidaiyyede okudukları mukaddimat-ı fünun ile iktifa edip medreseye girdikten sonra kısm-ı talisinde sarf ve nahv-i Arabi hitabet inşa belagat fenlerini tahsil ederek kısm-ı alisinde yukarıda ta’dad ettiğim uluma hasr-ı evkat eylemelidirler. Evet böyle olmalı çünkü bir adam hem ilahiyyundan hem riyaziyyundan hem tabiiyyundan olamaz. Taksim-i a’mal kaidesine riayet olunmalı. Bizim ser-tac-ı ibtihacımız olan eslaf-ı kiram hazeratı da böyle idiler. Muhammed bin İsmail bir muhaddis Ebu Hanife bir müctehid Sibeveyh bir nahvi İbn Rüşd bir filozof... ve ilh. idi. Geçen sene Meclis-i Meb’usan’da bütçe müzakeresi esnasında Boşo Efendi’nin maliye nazırına “Madem ki maliye nazırısın her şeyi bilmelisin” yollu gayr-ı mantikı ta’rizine karşı muhterem Cavid Beyefendi hazretleri “Her şeyi bilmek iddiasında bulunan bir adam varsa o mecnundur” cevab-ı müskiti ile mukabelede bulunmuş idi. Pek doğru bir söz. Fünun-ı mezkureye gelince ulum-ı diniyye mütehassısı ve koca millet-i İslamiyye’nin rehberi olmak isteyen her ferd bilmeyen bir zat Sünnilik ve Şiilik Eş’ari ve Maturidilik taassubundan kurtulamaz. Binaenaleyh tarih-i İslam mufassal bir surette her türlü ifrat ve tefritlerden ari bi-tarafane bir muhakeme ile ta’lim olunmalı. Hikmet-i teşri’ bilinmedikçe hakayık-ı İslamiyye’nin kudsiyeti ve mesail-i diniyyenin ulviyeti layıkıyla fehm ü idrak olunamaz ve bu kudsiyet ve ulviyeti him ve ta’limden aciz hatta kendi iman ve i’tikadında mertebe-i taklidi gayr-ı mütecaviz olur. Usul-i fıkh ise isminden de anlaşıldığı üzere ulum-ı mahsusa ile ta’lim ve tedris olunmazsa edille ve ahkamın ahvali mechul kalır. Onlar mechul kaldıkça istidlal ve taklidde hufre-i cehl ü zulmette sürüklenir Şerh-i Akayid ile Dürer’de gördüğümüz mesail-i i’tikadiyye ve fer’iyyenin haricinde bir şey söyleyeni tekfir ve tel’in ederiz. Bu suretle hadi olacağımız yerde de dall ve mudill ve bütün beşeriyete karşı har u zelil oluruz. Medreselerimizde tarih-i edyan da okunmalı ki bu sayede her şey gibi dinlerin de birçok edvar-ı tekamüliyye geçirdiklerini ve bizim kabul ve tasdik ettiğimiz hakayık-ı İslamiyye’nin birçoğu pek eski hakıkatler olup bundan otuz kırk asır mukaddem Mısırlılar ve Çinliler tarafından da kabul olunmuş hakayık-ı ezeliyye olduğunu ve el-yevm beyne’lmüslimin kökleşmiş birtakım hurafatın ne zamandan kalma şeyler olduğunu bilelim de din-i mübin-i Muhammedi’nin ne kadar ulvi ve mukaddes hakayık-ı ezeliyyeyi müştemil ve evham hurafattan müberra bir din-i tabi’i olduğunu müslümanlara belki bil-cümle insanlara anlatalım. Tarih-i Osmani ile coğrafya-yı Osmani’nin bir Osmanlı hocası için lüzumu hakkında söz söylemek bile abestir. Binaenaleyh bu hususta ufak bir şey arz etmekle iktifa edeceğim: O da şu ki geçen yaz ta’til mevsiminde Beyrut’ta bulunduğum zaman Avrupa haritası almak için Yesuiyye mektep ve matbaasına gittim orada bizim Suriyemiz hakkında yapılmış mükemmel haritalar ve pek mufassal yazılmış coğrafya kitapları gördüm. Bununla kalsa ne ise halbuki daha ziyade canımı sıkan şeylere de tesadüf ettim. Cümleden biri mezkur mektebin kütüphane nazırı olan ihtiyar bir papazın coğrafya-yı Osmani ve bilhassa Suriye kıt’ası hakkında pek mufassal ve etraflı ma’lumat sahibi olduğunu öğrenip dilhun oldum. Ecnebi bir papaz bizim memleketimizi bizden daha ziyade bilsin de biz niçin bilmeyelim ve hocalarımız niçin bilmesinler? Eğer biz bu gaflet ve müsahelemizde devam edersek koca Suriye kıt’asının elimizden tamamen gideceğine emin olalım. Rusya Hükumeti kıt’a-i mezkurede yüzden fazla mektep küşad etmiş niçin? Bizim için mi? Hayır Suriye kıt’asını zabt u istila için bunu kendisi de Asr-ı hazır tarihini bilmeyen ise bu yirminci asr-ı medeniyette yaşamamak demektir. Bunu da bilmeliyiz ve medreselerimizde de okutmalı bu sayede diğer akvam-ı mütemeddinenin son bir asır zarfında ne derece terakkı ettiklerini ve şimdiki mertebe-i kusvaya vusul için ne gibi esaslar ittihaz ettiklerini öğrenelim de o yolları ahalimize anlatalım. Ve Avrupa papazlarının ne gibi mekteplerde tahsil edip bizim memleketimizi elimizden kapmak için ne derece akıllara hayret-bahş olan hiyel ü desaise müracaat ve bu yolda ne kadar fedakarlıklarda bulunduklarını da öğrenmiş oluruz. Hiç olmazsa onlardan ibret almaya çalışırız. Zira bizler milel-i kadime ve hazıranın ahval ü harekatına bakarak tezekkür ve i’tibar eylemeye Cenab-ı Hak tarafından me’muruz. Siyer-i Nebevi ile meşahir-i İslam’ın terceme-i hallerini zabt u hıfz edip ef’al ve etvarımızı onların harekatına tatbike çalışmış olsak şüphesiz ki bu yirminci asrın Alman ve müslüman olup sireten ve fi’len olmadığımızdan dolayıdır ki mezelletin bu derekesine indik. Cenab-ı Peygamber’in ve emsali akval-i münifeleri mazmunuyla amel eylemeyi terk edip de Müslümanlık yalnız bir kısım vacibatı ifa etmekten ibaret lete giriftar olduk. Hadis ve tefsir fenlerinin hakkıyla tedris olunması için Mısır ve Beyrut gibi yerlerden ehil olan zevat-ı muhtereme celbolunarak bu dersler onların yed-i iktidarlarına tevdi’ olunmalıdır. Yoksa bizim burada her cümleye belki her kelimeye kırık kırık ma’na vererek tercüme eylemeye adetlenmiş hocalarımızın uhdelerine tahmil olunur ve onlar da eskisi gibi Kelamullah yerine Tefsir-i Kadi Ehadis-i Nebeviyye yerine Kastalani ibarelerinin tahlil-i sarfi ve nahvisi ile uğraşırlarsa o zaman elbette bu iki fenn-i celilden matlub gaye hasıl olmaz. Felsefe ve onun aksamından olan ilm-i ahval-i ruh ve zira ilm-i ahval-i ruh bilinmedikçe tarik-ı ta’lim ve terbiyye hakkıyla bilinmez mantık okunmadıkça söylenen sözler muhatabda na-kabil-i zeval bir te’sir icra edecek kadar kuvvet ve kat’iyeti haiz olamaz. Halbuki bizim hocalarımız hem muallim hem de vaiz olacaklardır. Hatime-i makal olarak komisyon a’za-yı muhteremesinin müdekkikane bir sa’y-ı mütemadi neticesinde muvaffakıyat-ı tamme istihsal eylemelerini temenni ederim. Hicri Efendi Hoca’yı görmüş olmasanız bile öyle zannederim vasıl olan bu zatın öyle menkıbeleri söylenir ki bunları dinleyen etmemek kabil olamaz. Arab’ın eski naşirleri arasında o meşhur Makamat’ıyla kendisine gayet yüksek bir mevki’ te’min eden Hariri eğer dünyaya asrımızda gelmiş olsa idi hikayelerinin unutulmaz bir kahraman-ı muhayyeli olan Ebu Zeyd Süruci’yi bırakır Hicri hocayı alırdı. Makamat’ı okumuş olanlar Ebu Zeyd Süruci’yi bilirler; Ebu Zeyd Süruci’yi bilenler de Hicri hocayı görmedik demesinler! evinde gördüm. O zamanlarda ise Hafız’ın Dediği gibi ben de ilim öğrenmek; adam olmak merakı vardı Paşa’nın mahdum-ı edibi Enis Bey beni görünce: “Pek vaktinde geldin. Hicri Hoca burada şimdi yemekten kalktı. İçeri gelsin de seni takdim edeyim.” dedi. Üç beş dakika sonra oda kapısından yetmiş beş yahud seksen yaşlarında uzunca boylu geniş alınlı esmer bir zat girdi ki pek çukurlaşmış iki göz evinden fışkıran nazarları parlak değil hatta yakıcı idi! Enis Bey beni kendisine tanıtmak istediği sırada Hicri Hoca sofrada başlamış olacağı latif bir hikayeyi ikmal ile meşgul idi. Vak’a esasen güzel olmakla beraber Hicri onu meraklılara has bir talakatle o kadar hoş tasvir ediyordu ki dinleyenler için meshur olmamak imkanı yoktu. Bahis bir müddet sonra edebiyata intikal etti. Hicri münasebet düşürerek –bilmiyorum hangi Mahmud Paşa için yazdığı– bir Türkçe kasidesini sonra Feyz-i Hindi’nin matla’ıyla başlayan neşide-i arifanesine yazdığı Farisi tahmisini daha sonra Mütenebbi’nin: Şikayetiyle girişen şiirine söylediği Arabi tahmisini birer birer okudu. İnşad gayet güzel idi; lakin kendince müntehab olan beyitleri izah için bulduğu hatıra hayale gelmez nükteler misaller daha güzel idi. Enis Bey bir aralık sırasını getirerek: “Efendimiz Akif sizden okumak istiyor ne buyurursunuz?” dedi. – Benden okumak için birçok külfete katlanmak lazım. Evvelen sabit bir yerim yok. Şimdi buradayım ama akşama nereye konacağımı ben de bilmiyorum. Saniyen ihtiyarlamışım kitaplarla çokluk uğraşamıyorum. – Efendimiz kitaba hacet var mı? Siz başlı başına bir külliyyat-ı ulumsunuz! Hiç olmazsa haftada bir gün için bir mahal tahsis buyurun. Bendeniz oraya gelirim. Alacağım ders musahabenize münhasır kalsa yine kafi. – O halde pekala! Üsküdar’ın yukarı taraflarında Harmanlık derler bir meydan vardır. O meydanın ortasındaki kahveye Cuma günleri gelir beni bulursun. Ben o kahveye hayli taşındım. Fakat yalnız değildim. Merhumu sevenler sohbetten fazlından müstefid olmak isteyenler de İstanbul’un en hücra köşe lerinden kalkarak –Yunan ma’budlarının Olimp tepesindeki ictimaı gibi ta Nuhkuyusu’na kadar şedd-i rahl ederlerdi. Hicri Hoca bilmem nedense iki üç ay sonra ders mahallini değiştirmek lüzumunu hissetti. Bana Üsküdar’ın içeri tarafından bir konak gösterdi. Bir iki defa gittim. Lakin hocanın mihman olduğu bir haneye tufeyli devam etmek bana pek ağır geliyordu. Hususiyle ders öyle bir zamana tesadüf ediyordu ki ya bidayetinde ya ortasında yemeğe kalkmamak mümkün olamıyordu. Bereket versin ki hayale gelmeyen bir vak’a zuhura geldi de artık dershaneyi değiştirmeye mecbur olduk. Hane sahibinin sofrada iki üç misafiri vardı. Esna-yı musahabede söz Sa’di’nin külliyatındaki hezl kısmına intikal etti. Ben Sa’di fıtratta bir hakimin bu gibi bayağılıklara tenezzül etmeyeceğini o ağıza alınmaz sözlerin mutlaka birer isnad olması lazım geleceğini iddia ettim. Herkes bir şey söyledi. Hicri merhum “Evet! Ben de o gibi küçüklükleri Sa’di’ye yakıştırmak istemem. Yalnız insanları yüksek düşünmek Mevzu’-i bahs olan hezeyanlar Sa’di’den de sudur etmiş olabilir. Bunları ruhani bir hastalığın te’siriyle karihanın bozulup çok mütalaalar yürüttükten sonra bahse ufak bir latife ile hatime vermiş olmak için dedi ki: “Ne hacet! Dest-i kudretten çıkan asara bakıyor musunuz? akrepler de yaratmıştır!” Sofradaki misafirlerden biri Hicri’nin maksadı gayet açık bir latife olduğunu anlamamış olmalı ki hocaya derhal imansızlığı giydirdi! O zamana kadar hiddetini görmediğim Hicri birdenbire tehevvür kesildi. Nazarları hasmını eritecek kadar ateşlendi. –Sözünü geriye al! Ben senin iki yaşın kadar bir ömrü hakayık-ı dini tahkık ile geçirdim. Elhamdü-lillah bugün öyle halis bir müslümanım ki şeriatin yüksek hikmetlerini bir tarafa bırak bildiğim necasete müteallik ahkamını bile senin dedenin çürük imanıyla değişmem!.. O günden sonra Hicri’den okuyamadım. Çünkü bu sefer de beni bilmem hangi paşanın yalısına da’vet ediyordu. hem de merhumun yad-ı rahmetine vesile olmak için bazı menkıbelerini fıkralarını hikaye ederiz. Mehmed Akif Ahdi olmuştu Cenab-ı Ömer’in Asr-ı asayişi nev’-i beşerin. O büyük adem o faruk-ı celil O adil-perver o bi-misl ü adil Olmasın kimse diye gark-ı fütur Nefsine etmiş idi men’-i huzur. Suk u bazarı gezer de bizzat Beldede eyler idi tahkıkat. Ettiğinden tebaiyyet Hakk’a Heybeti lerze verirdi halka Kamçı elde görününce oradan. Sıvışırdı revişi na-hak olan Bazı etfal-i Medine bir gün Toplanıp bir yere eğlenmek için Oynuyorlardı ferih ü dil-saf; Sesleriyle doluyordu etraf; Dem-i şadi ki çocukluk demidir Zevkınin ruh-ı sabi mahremidir. Hande-bahşende oyunlar kamalar Koşmalar zıplamalar sıçramalar Yorulup kan ter içinde kalmak Oturup bahr-i gubara dalmak O dem-i pür-tarabın neş’esidir Devr-i şeyhuhet onun teşnesidir. O çocuklar da bu yolda oyuna Gidiyorlardı dalıp da boyuna. “Arkadaşlar! Savuşun geldi Emir!” Diye haykırdı da kaçtı derhal Etti ta’kıb onu yekser etfal. Yalınız İbni Zübeyr Abdillah Oldu adab ile üstade-i rah Nasbedip dide-i ta’zimi yere Muntazır kaldı selam-ı Ömer’e. Onu gördükte halife böyle. “Sen niçin kaçmadın oğlum! Söyle.” Diyerek sordu o sabit çocuğa: Ne cevap verdi bakın yavrucuğa: “Kaçmaya çünkü bahane ma’dum Siz adil sahibi bense ma’sum.” Necef-i eşref hey’et-i ilmiyyesi ve müctehidan-ı izamı hazeratı tarafından suret-i fevka’l-adede olarak İran millet-i neşrolunmuş ve telgrafla Tahran Şura-yı Millisi’ne bildirilmiştir. Umera ve serdaran-ı izam ve rü’esa-yı aşayir ve bilumum tabakat-ı millet-i İslamiyye-i Iraniyye’ye selam-ı vafiri mahsusumuzu takdim ederiz. Memleketin iğtişaşat-ı dahiliyyesini bahane ederek cenub ve şimalden istiklal-i Iran’ın mahvına esas-ı İslamiyyet’in hedmine doğru gelmekte olan din-i İslam düşmanlarının yed-i şerrinden memalik-i İslamiyye’yi tahlis ve abede-i Salib’in her türlü teşebbüsatını akım bırakmak katıbe-i müslimin ve mütedeyyininin ehl-i kıble ve tevhidin fariza-i zimmetidir. ye olup istila-i küfrü ve zehab-ı beyza-i İslamiyye’yi mucibdir. Binaenaleyh ashab-ı şeriat-i mutahhara ve bil-umum tabakat-ı millet memalik-i İslamiyye’yi ecanib-i küffarın her türlü teşebbüsatından tahlis etmek çarelerine bakarak devletin evamirine tevfik-i hareket etsinler. ebediyi istilzam edecek olan bil-umum nifak ve şikak ve ağraz-ı şahsiyyeyi ve kavga-yı dahiliyyeyi bırakarak çare-i necat-ı ve rahmetullahi ve berekatuhu. lazım gelen yerlere tebliğ olunmuştur. Son gelen İran ceridelerinden anlaşıldığına göre bu fetva gerek tabakat-ı millete ve gerek matbuat-ı mahaliyyeye amik bir te’sir icra etmiştir. Alem-i İslam’ın ciğer-gahına doğru hücum etmekte bulunanlara karşı İran’da bulunan din kardeşlerimizin kulubunda fetva-yı mezkur pek büyük te’sir icra etmiş ve amik bir hiss-i nefret uyandırmıştır. Bu hafta ajanslar vasıtasıyla Tahran’dan gelen telgraflar da bu hiss-i nefretin tezayüd etmekte olduğunu te’yid ediyor. teren eazımın mehd ü mezarı olan mukaddes bir vatan artık alem-i İslam’a elveda etmektedir. Asya kıt’a-i cesimesinde zuhur eden ve o kıt’a-i mübarekeyi zabt u teshir eden İslamiyet bugün bir kıt’a-i mühimmesini kaybetmek üzere bulunuyor. Kainatta her şeyin bir mebde’ ve nihayeti bulunduğu gibi alem-i İslam’ın tahammül ve sabrının da bir nihayeti vardır. Sabır ve sükun artık haddini bulmuştur. Bu zulümlere bu teaddilere bu haksızlıklara ne vakte kadar tahammül edeceğiz? Düşünmeli ki İslamların vatanı nereleri idi. Portekiz memleketinden Filipin cezayirine kadar Çad Gölü’nden Ural Dağları’na kadar olan memalik-i vesia bizim vatanımız lik-i vesia hep sabır ve sükun ile gitmiştir. Bugün de mühim bir parçası hemen “El-Firak ey alem-i İslam!” demek üzeredir! Alem-i İslamiyyet bu memalik-i vesianın birer birer gitmesiyle yalnız aksam-ı vatanından cüda olmamıştır bazı memalik de yalnız hukuk-ı hükümranisinden mahrum edilmemiştir. Belki vatanı mülkü rakiplerin düşmanların eline gitmekle izzeti şerefi hürriyeti hülasa bütün fezail ve kemalat-ı manlarının esiri ve hademesi olarak kalmıştır. Birkaç düzine Avrupalının sefahetini işretini te’min edecek bir alet olarak kalmıştır. Hangi kanun-ı medeniyyet hangi vicdan-ı insaniyyet kabul eder ki otuz milyonluk bir kitle-i insaniyye birkaç Flemenklinin istirahatini te’min etmek için o kıymetdar Cava’sını bütün maadin ve mücevheratını havi olmak üzere terk etsin. Üzerinde de hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği kavanin-i gayr-ı meşruanın taht-ı te’sirinde ezilerek hey’et-i zalimenin keyf ü safasını te’min edecek hidemat-ı şakkada bulunsun. Artık dünyada zulmün haksızlığın bu derecesi de görülmemiştir. Tarih-i milel araştırılsın tetebbu’ edilsin; hilkat-i kainattan bu ana değin hiçbir millet bu derecede zulüm görmüş müdür? Bu derecede haksızlığa duçar olmuş mudur? Bugün üç yüz milyon kitle-i İslamiyye’nin iki yüz elli milyonu Avrupa süfehasının taht-ı tazallüm ve tahakkümündedir. Bunca din kardeşlerimizin hepsi evet hepsi enva’-ı zulm ü cefaların rengarenk tahakkümlerin altında yuvarlanıp gitmektedir. Bil-umum biz me’aşir-i İslam bilmeli ve anlamalıyız ki Avrupa’da hukuk-ı milel ve kavanin-i meşrua yoktur. Hep göz boyası olan hayal ve masallardan ibarettir; hürriyet müsavat insaniyet de yoktur. Milel-i saire ve bilhassa biz Bugün yalnız bir alet-i sefahet olarak kalmışız. Eğer hukuk hürriyet müsavat-ı umumiyye dedikleri şeyler olsa idi bugün Avrupa hey’et-i düveliyyesinin zir-i tahakkümünde ezilmekte olan iki yüz elli milyon kitle-i İslamiyye’den Avrupa’nın muhtelif parlamentolarında beş bin kadar İslam meb’usunun bulunması lazım gelirdi. Bugün bani-i hürriyyet ve mü’essis-i meşrutiyyet namını taşıyan bir devetin yüz kırk milyon tebea-i İslamiyyesi’nden kaç tane meb’usu vardır? Bedihiyattandır ki bir kavim bir millet mazisini halini istikbalini nazar-ı i’tibara alarak düşünmezse mahv u muzmahil olur. Bütün Avrupa milel-i hakimesi bunu i’lan edip durmaktadırlar bu esas üzerine hükumetlerin temelleri kurulmuş bunun için meşrutiyet meydana çıkmıştır. Bu böyle bir kaide-i muttaride iken neden millet-i İslamiyye bundan bu kaideden müstesna tutulmalıdır? Neden bunların toplanıp istikballerini düşünmeleri hasb-i hal etmeleri Avrupalıları bu kadar korkutuyor; derhal İslamiyet aleyhine kuva-yı cebriyye isti’maline kadar varıyorlar; bütün alem-i Nasraniyyeti “Pan-İslamizim” dehşeti basıyor. Millet-i İslamiyye takarrübünden hasb-i halinden bu kadar telaş göstermek ve bunun vücud-pezir olmamasına bu kadar çalışmak millet-i İslamiyye’nin mahvını istemek demektir. Çünkü bir millet hayat-ı ictimaiyyesini atisini meşveret etmedikçe düşünmedikçe tefekkür etmedikçe mahv u na-bud olacağı şüphesizdir. Halbuki meşveret cem’iyet ve uhuvvet üssü’l-esas-ı İslamiyyet’tendir. On dört asır mukaddem müslümanlara bu ta’lim olunmuştur. Müslümanlar bununla me’mur olmuşlardır. Ahkam-ı İslamiyye bunun üzerine müessestir. Fera’iz-i diniyyeden hac salat bununla kaimdir. Buna taarruz etmek din-i İslam’a taarruz etmek demektir. Dinimizi İslamiyet’imizi adatımızı ahlak-ı milliyyemizi her türlü taarruzattan masun bulundurmak için biz mutlaka ictima’lara meşveretlere muhtacız. Çünkü hiçbir millet bizim gibi müteferrik bir halde kalmamıştır. Bizim gibi muazzam olduğu halde bizim kadar yek-diğerinden mütecezzi bir millet tasavvur edilemez. Adeta her ferd-i İslami yalnız şahsıyla kaim olarak kalmıştır. Bugün bir Faslının bir Cezayirliden bir Cezayirlinin bir Mısriden bir Mısrinin bir Anadoluludan bir Anadolulunun bir İranlıdan bir İranlının bir Afganiden bir Afganinin bir Buharalıdan bir Buharalının bir Hindliden bir Hindlinin bir cezayir-i mavera-yı Hindi’de bulunan İslam’ın hayat-ı milliyye ve ictimaiyyesinden kat’iyen haberi yoktur. Halık’ımızın Peygamber’imizin dinimizin buna kat’iyen müsaadesi yoktur. Bu ahval-i esef-iştimalimiz ta’limat-ı İslamiyye ve Kur’aniyye’ye bütün bütüne muhaliftir. Ümmetin perişanlığı fetvası İranlı kardeşlerimiz için şayan-ı imtisaldir. – Kanunievvel-i ruminin ’üncü perşembe günü Buhara Emiri Abdülahad Bahadır Han hazretleri irtihal-i dar-ı beka eylemiştir. Müşarün-ileyh hazretleri el-yevm pek ender kalan İslam tacidarlarından idi. Gaybubet-i ebediyyesinden müteessir olmuş olanları ta’ziye eyleriz. Merhumun terceme-i hal-i muhtasarı ber-vech-i atidir: Emir Abdülahad Han Mangıt sülalesinin beşinci hükümdarı olup sene-i miladiyyesinde tevellüd etmiştir. Pederi Muzaffereddin Han’ın yerine senesi Teşrinisani’sinde Buhara emiri oldu. Kendisi Muzaffer Han’ın küçük oğlu ise de büyük biraderi Abdülmelik Han pederi zamanında i’lan-ı ta’yin edilmiş ve pederini istihlaf eylemiştir. Rusya Devleti daha Muzaffereddin Han zamanında Buhara’yı istila ile taht-ı himayesine almış bulunuyordu. Binaenaleyh Abdülahad Han tam müstakil bir hükümdar değildi. Hanlık tahtına hak ve veraset ile beraber Rusya İmparatoru tarafından tasdik edilmek suretiyle calis olmuştur. Abdülahad Han zaman-ı emaretinde Petersburg’a daim muti ve sadık kaldı. Ve Rusya himaye ve vesayetini ilga zımnında hiçbir teşebbüste bulunmadı. Ve zaten bulunsa da bir semere iktitaf edemeyeceği muhakkaktı. Abdülahad Han memleketi umur-ı medeniyyesine biraz hizmet edebilmiştir: Rusya telkınatıyla esareti ilga etmiş ve işkenceli idamları ve tahte’l-arz hapishaneleri kaldırmıştır. Buhara-yı Şerif’te bir aded muntazamca bir mektep küşad etmiştir. Vergilerin cibayetini az çok ıslaha muvaffak olmuştur. Zamanında Buhara ticaretçe hayli terakkı etmiştir: Eğer Abdülahad Han isteyebilse idi muhiti daha çok hidemat-ı nafiada bulunmasına müsaid idi. Abdülahad Han Asya’nın en büyük zenginlerindendi; Buhara ticaretinin bir kısm-ı azimini elinde cem’ etmişti. Servetinden din kardeşlerini epey istifade ettirmiştir. Petersburg’ta el-yevm inşa edilmekte olan cami’-i şerife üç yüz bin ruble sarfıyla arazi mübaya’a ettiği gibi inşası mesarifine de beş yüz bin ruble ile iştirak eylemiştir. Hicaz demir yoluna yirmi üç milyon kuruş hediye etmiş idi. Servetinden metbu’u Rusya’ya dahi faide dokunmuştur. Rusya-Japonya muharebesi hengamında Rus donanmasına bir buçuk milyon ruble iane ettiği gibi teberruat-ı sairede de bulunmuştur. Abdülahad Han Rusya’nın Kazak ordusunda birinci ferik rütbesini haiz idi. – Merhum Abdülahad Han’ın yerine büyük mahdumu Mir Alim Can Kure Emir Alim Han ünvanıyla Buhara tahtına calis olmuştur. Kanunievvel tarihiyle Buhara’dan keşide olunmuş bir telgrafname mealine nazaran Emir Alim Han’a biat merasimi Buhara ahalisinin sürur-ı vecdini istilzam eylemiş ve gayet şa’şalı geçmiştir. Cenab-ı Hak emir-i cedidi muvaffak bi’l-hayr eylesin amin. – Buhara Emiri’nin vefatı üzerine Rumca Tahidromos gazetesi derhal Rusya Hükumeti’nin Buhara nim-istiklalini lağv ile Buhara’yı zamime-i memalik ettiğini haber vermiş ise de bütün alem-i İslam’ın teessür ve teessüfünü mucib bu haber hamden-lillah teeyyüd etmemişti. Son günlerde aynı haberin bir daha şüyuunu kemal-i teessürle müşahede ediyoruz. Rusya Hükumeti’nin Asya-yı Vusta müslüman hanlıklarına pek de hoş nazarla bakmamakta olduğunu birkaç aydan beri kari’lerimize bildirip gelmekte idik. Bu cihetle bu haberin tahakkuku ihtimal haricinde değildir; el-hükmü li’lgalib! Bununla beraber Buhara istiklalinin devamına henüz ümidimiz münkatı değildir:..! Buhara Emiri’nin Vefatı Ve İstanbul Matbuat-ı Osma- – Eğer Monako Prensi ölmüş olsa Darü’l-Hilafet’te çıkan matbuat-ı Osmaniyye haftalarca makaleler terceme-i haller hayatından hikaye ve masallar yazmış birçok resim ve şekiller yapmış olurdu. Alem-i İslam’ın sayısı ona vara mayan tam müstakil veya yarım müstakil tacidarlarından bir Türk hükümdarı vefat ettiği halde Darü’l-Hilafe gündelik lerinin ekserisi bir sürü bi-sud ajans telgrafnameleri arasında üç satırlık küçük hurufatlı bir telgrafname ile geçiştiriverdiler. Ancak Sabah refik-ı muhteremimiz bu vak’ayı bir baş makaleye değerli buldu. Matbuat-ı Osmaniyye’nin bizce de fevkalade şayan-ı ta’accüb olan bu kayıdsızlığından müta hassıl te’siratını kazanan bir kardeşimiz matbaamıza gönderdiği bir varaka ile şöyle izhar ediyor. Sabah Gazetesi ser-muharriri D.K. Efendi hazretleri ce ride-i mu’teberelerinin Kanunievvel tarihli numaralı nüshasında yazdıkları bir baş makalede Buhara’nın ahval-i siyasiyyesine dair tafsilat verdikten sonra Bakü’de münteşir Güneş gazetesinden bir makale nakledip sonuna da aşağı daki cümleleri ilave ediyor. Novoye Vremya’nın beyan ettiği arzular şimdiye kadar Rusya diplomasisince iltifattan mahrum kaldığı gibi ba’de ma da Petersburg kabinesinin bu meslekten ayrılmayacağını ve –binaenaleyh– Buhara imtiyazatının ufak bir sekteye bile duçar edilmeyeceğini kaviyen ümid ederiz. Temenni ederiz ki hakim-i cedidin ilk işi Buhara’nın idare-i dahiliyyesince yesiyle beraber menafi’-i siyasiyyesi de bunu istilzam eder. Rusya’ya karşı taahhüdatını kemal-i hulusla ifa etmekte o lan Buhara ahali-i İslamiyyesi’nin intizam ve terakkıyatıyla her şikayeti –ve her ihtirası– men’ eylemesi halisane arzu olunur. Bu babdaki tebşirat Osmanlılık aleminde daima me serretle telakkı edilecektir.” Tekmil alem-i İslam için pek kıymetdar olan şu yuka rıdaki cümleleri yazdıktan sonra yine birinci sahifesinde Emir-i merhum Abdülahad hazretlerinin gaybubet-i ebediy yesinden müteessir olan Buharalı kardeşlerini ta’ziye ile beraber halefi olacak Mir Alim Can hazretlerinin memle kete nafi’ hizmetlere muvaffakıyetini temenni ediyor. teşekkür ve mahmedet ise Tanin İkdam Yeni Gazete gibi müslüman ve Türk gazeteciler tarafından bu babda hiçbir şeyler yazılmayarak yalnız telgrafları nakletmekle iktifa olunması o derece teessüf ve teessüre sezadır. Gönül arzu ederdi ki bu gibi müslüman ve Türk geçinen gazetelerimizde de bu babda uzun uzadıya baş makaleler yazılsın ve Rus Hükumeti tarafından vukuu muhtemel tecavüzata bütün alem-i İslam yacakları izhar olunsun. – Darü’l-Hilafe’de mevcud bil-umum Buharalılar Sultanahmed civarında kain Buhara Tekkesi’nde Emir Abdülahad Han’ın vefatından dolayı ictima’ ederek Buhara ulema ve vüzerasına Emir’in vefatını ta’ziyet mülk ve vatanın muhafazasını tavsiye yollu bir telgraf göndermişler. Ta’ziyeden dolayı teşekkür ve muhafaza-i istiklal-i vatana çalışacaklarını vaad ve beyan zımnında Buhara Kuşbeyi reis-i nüzzarından telgraf almışlardır. – Buhara’nın “Hol Yayan” dedikleri Aşağı Saray’ı muhterik olmuştur. Ateş akşam saat’dan Salı günü saat vakt-i zuhra kadar devam etmiştir ateşin devamına sarayın etrafında bulunan cephanelerin tutuşması yardım etmiştir. Bu saray Buhara hazinesinin en kıymetdar eşyasını havi olduğundan adeta şarkın en büyük İslam müzesi zayi’ olmuş gibidir. Bilhassa gayet kıymetdar halıları muhtevi olan kısım tekmil yanmıştır. Emir-i merhum Abdülahad Han’ın sene-i hicriyyesinde resm-i küşadı icra olunmak üzere elyevm Petersburg’ta inşa ettirmekte olduğu cami’-i şerife mahsus yaptırmış olduğu kıymetdar halı da muhterik olmuştur. Hasarat-ı ma’neviyye pek büyük olup hasarat-ı maddiyye altı buçuk milyon kuruş tahmin olunmaktadır. Vilayet Gazetelerinin Alem-i İslam Umuruyla İştigalleri Vilayet gazetelerimiz Frenk ceridelerinin bitmez tükenmez siyasi makalelerinin kopyalarını kopya etmekten artık yavaş yavaş vazgeçiyorlar. Nazar-ı dikkatlerini nihayet alem-i doğru yola en evvel girenlerdendir. numaralı nüshasında “Rusya’da Mekatib-i İslamiyye” ser-levhasıyla şu satırları okuduk: Rusya memalikinde bulunan mekatib-i İslamiyye hakkında nazar-ı dikkat ve teessüfü celbedecek tekayyüdat-ı şedide essir oluyoruz: Vakıa her hükumetin kendi hudud-ı mülkiyyesi dahilinde bulunan alel-umum mekatibde icra kılınacak tedrisata nezaret etmek hakkıdır. Çünkü: Mektepler terbiye-i fikriyyenin menbaıdır. Çünkü: Mekteplerde icra kılınan ta’lim ve tedrisin hissiyat-ı beşeriyye üzerindeki te’siri gayr-ı kabil-i suhuletle tebdile zafer-yab olacağına ihtimal vermek gayr-ı ca’izdir. Hiç şüphe yok her hükumet siyaseten bu “çünkü”leri düşünür ve menafi’-i memlekete muzır tedrisata mahal kalmamak programları tedkık eder. Lakin... Evet lakin tedkıkat ve teftişat-ı mezkure hiç bir vakit daire-i tabiiyyesini tecavüzle vicdana tahakküm derecesine kadar isal edilemez. Edilirse zulümdür. Zulmün encamı da ma’lumdur. Rusya Hükumeti’ni mekatib-i İslamiyye hakkında bu kadar tahammül-şiken tazyikata sevkeden en mühim ve en müessir sebep: Alem-i İslamiyyet’in kıble-gah-ı teveccühü olan Osmanlı hükumetinin inkılab-ı ahiridir. Rusya bu inkılabı kendisi için fal-i hayr addetmiyor. Rusya bu inkılabın kendi memalikinde bulunan otuz milyonu mütecaviz nüfus-ı İslamiyye üzerinde de bir fikr-i Ruslaştırılması için sarf-ı mesai olunuyor. Rusya’nın bu babda ne derecelere kadar muvaffak olacağını bilemeyiz. Yalnız şu meslek-i siyaset bize cihangirlik daiyesinden kurtulamayan Rusya’nın alem-i İslam hakkındaki tasavvurat ve menviyatını pek sarih olarak gösteriyor. Bugün Rusya’nın boyunduruğu altında yaşayan ve akvam-ı saireden ziyade hükumet-i metbu’alarına itaat ve izhar-ı fedakari eden o zavallı din kardeşlerimizin şu hal-i girye-me’ali bizim için şayan-ı dikkat ve ibret bir levha-i müessiredir. Bu hal hakimiyet-i siyasiyyesini kaybeden akvam-ı yedir. Bütün bu seyl-i fecaatin önünü almak bize bizim gibi gerek ma’nen gerek maddeten makam-ı Hilafet’e merbut olan ehl-i İslam’a aid bir vazife-i mukaddesedir. Bizim için kurbiyet bu’diyet yoktur. Velev ki küre-i arzın münteha-yı hududunda olsun inleyen bir müslümanın avaze-i hazini bizim samim-i ruhumuzda aks-i te’sirler husule getirmelidir. Getirmezse ati vahimdir. Vaktiyle hükumet-i Abbasiyye Endülüs’te icra-yı saltanat eden hükumet-i Emeviyye’nin izmihlali için Frenk hükümdarlarından Şarlman’a hediyeler göndermiş fikr-i rekabetle hissiyat-ı diniyyesini unutmuş idi. Zavallı Endülüs ihsan göreceği yerden udvan görüyordu. Aynı hal Ehl-i Salib muhacematında da vaki’ olmuştur: Avrupa’dan akın akın memalik-i rane mukavemet eden mücahidin-i İslamiyye’ye makam-ı Hilafet’i işgal eden Abbasiler tarafından muavenet edileceği yerde mağlubiyetleri temenni olunuyordu. Muhtelif diyarlarda muhtelif ırklara mensub Frenkler hükm-i dine itaaten bir bayrak altında feda-yı hayata koşarken alem-i İslamiyyet’te sevda-yı saltanatla bir tefrika-i mühlike hüküm-ferma idi. Fakat nihayet ne oldu? Da’iye-i teferrüdle ne yapacağını şaşıran hükumet-i Abbasiyye de bir taraftan ihtilafat-ı dahiliyyeye diğer taraftan istila-yı ecanibe maruz kalarak kemnam oldu gitti. Hülasa alem-i İslamiyyet’te ne vakit duygusuzluk ne vakit yek-diğerinin ahvaline karşı biganelik hasıl olmuş ise neticesinden gunagun vehametler zuhur etmiştir. Bir kısım Türk-Osmanlılar muttasıl “ittihad-ı anasır”a çalışıyorlar. Ve bu gaye-i hayaliye vasıl olmak için bazı fedakarlıklardan da çekinmiyorlar. Lakin vekayi’ kendisine mahsus san’at ve şöhretiyle bu penbe hayal bulutlarını dağıtmakta asla kusur etmiyor. Mesela bakınız Neyyir-i Ha kıkat ’ten alıp bütün İstanbul gazetelerinin bastıkları şu mektup numunelerine: Benim sevgili validem Zannederim ki benim iki haftalık sükutum sizi rahatsız etti. Bana i’timad ediniz ki bundan naşi kabahat benim değildir valideciğim. Zira bilirsin ki her fırsattan istifade ettikçe hemen size yazıyorum fakat bu fırsatlar pek nadir ele geçiyor... Anneciğim ben asker arkadaşlara askerlerden maksad eşkiyadır çok mektup yazıyorum bir yere konar konmaz arkdaşların mektubunu yazmak üzere rica üzerine rica... Hiç birisini reddetmiyorum ne kadar çok olsa yazıyorum. Türkler bizden ila verest mesafededirler. Her gece uzaktan yangınlar müşahede ediyoruz. Bulgar köylerini hep yakıyorlar Türkler Bulgarları bila-merhamet bila-aman öldürüyor kesiyorlar... Bed-baht millet! Serbestisini pek pahalıya ödeyecektir. Tarlaların mahsulatı yanmış... Ah! Ne müdhiş mebzuliyet... Eğer her sene burası böyle ise bir vakit gelecek ki Bulgaristan mahsulü Rusya’yı geçecek! Şimdi bu mahsulün çoğu ziyan olup gidiyor. Valideciğim bilsen bir gün gelecek buraları ne cennet olacak!.. Şu mektuba dikkat edilir ise anlaşılır ki Bulgar çocuklarını hep eşkiyalık haydutluk için okutuyor. Ve ancak bu maksada vusul için terbiye ediyorlar. Ne vasi’ hayaller!! Bir gün gelecek bu güzel mahsullü yerler evet Bulgaristan olacak. Zihi tasavvur-ı batıl zihi hayal-i muhal... Aynı kitabın on sekizinci sahifesinde bir temrinden: “Anacığım haydut olduğuma ağlama... Me’yus olma... Evet haydut ihtilalci oğlun seni müteessir ediyor... Yarın sakit Tuna’yı geçince belki sen de genç olacak ve beni kucaklayacaksın... Valideciğim sen beni kahraman bir erkek kalbi ile doğurdun bu kalp valideciğim düşmanın baba ocağında büyüdüm birinci sütümü orada emdim. Sen beni orada emzirirken siyah gözlerini o sevimli sahalara doğru atfederdin... Değil mi biraderim ve pederim benim için siyahlara büründüler. Ah kahraman fedakar anneciğim beni avf et artık senin oğlun silahını omuzladı ilerliyor. Bir avaz-ı milli ile dinsiz düşmanın karşısına gidiyor.” Bulgar çocuklara mekteplerde Bulgar papazlarının hükumet me’murlarının girmesini teftiş etmesini arzu etmediği bu mekteplerde Türkleri dinsiz düşman diye öğretiyorlar. Bu memlekette ekseriyyet-i azimeyi teşkil eden bir millet vatandaşlarının kendisine “dinsiz düşman” diye hitap eylediğini hazmederse mektepleri teftişten vazgeçer ise yazık o millet-i hakimeye!.. Aynı kitabın elli yedinci sahifesinde: “Onların ma’denden ma’mul kavalları İstanbul’dan Sırbistan’a kadar işitildi...” Bulgarların bir garip i’tikadları var. Bir vakitler İstanbul’a kadar gitmişler Ayastefanos’ta hükumet etmişler!! İşte bu cümle o vakitki Bulgaristan hakimiyetini sanki gösteriyor. Evet o vakit Bulgarların düdüğü İstanbul’dan Sırbistan müntehalarına doğru ötüyormuş. Bu mektup numuneleri; memalik-i Devlet-i Osmaniyye’den Selanik şehr-i şehirinde ihtimal ki tebea-i Devlet-i Osmaniyye’den Semerciyef Efendi’nin matbaasında matbu’ ve Mirciyef Efendi’nin Osmanlı Bulgarlarının rüşdiye mekteplerine mahsus kavaid kitabında münderic imiş!.. refikımızdan bahsetmiştik. Bu hafta kari’lerimize yine Bakü’de yeni çıkan Necat refikımızı tanıtmakla müşerrefiz. Bakü’de birkaç seneden beri yegane vesile-i necat olan ilm ü ma’rifeti müslümanlar arasında neşir maksadıyla Necat Maarif Cem’iyeti teşekkül etmişti. Geçen Kanunievvel’in nihayetinde Maarif Cem’iyeti’nin vasıta-i neşr-i efkarıdır. Mesleğini kari’lerimize bildirmek için risalenin mesleğinden bahis ilk makalesini aynen pek cüz’i olan şive farkını bile li-kasdin muhafaza ederek; aşağıya naklediyoruz: Necat gazetesi müslümana hizmet için neşrolunan bir gazetedir. Cemi’ müslüman alemine ve alel-husus biz Za-Kafkaz müslümanlarının hal ü etvarına nazar eden her şahıs asanca anlar ki müslüman gazetesinin ne mesleğe zahib olması icab eder müslüman gazetesinde neden bahsetmek lazım gelir. Hakıkatte müslüman aleminin her tarafına bakanda gözümüze görünen cehalet nefsaniyet ta’assub-ı cahilane adavet garaz-ı şahsi alem-i medeniyyetten bi-haberlik ulum ve fünuna kem-meyyallik ve gayrısı olur. Bu vahşi halinde bile sakit kalmışuk ki bu gaflet bize bile sirayet ediptir ki guya biz küre-i arz ahalisinden hesap olmuyoruk guya bize terakkı ve teali lazım değil refah-ı hal ve hayat bize haramdır. Bu haletimiz bize bahşettiği netice de elbette vahşiyet hakaret ve dalaletten başka bir şey olabilmez. Şu emraz-ı milliyyemizin sebepleri ise –ulum ve fünunun olmaması ta’lim ve terbiye-i milliyyemiz zamane iktizasınca gitmemesi ahlakımızın bozkunluğu vesairedir. Böyle olan surette tabiidir ki bu halette yaşayan bir millete hizmet etmek niyetinde olan her gazetenin amal ve arzusu mensubu olduğu milletin necatı terakkı ve tealisi refah-ı hal ve hayatı olabilir. Ta’lim ve terbiyeye geldikte biz müslüman arasında asırlarca deveran eden bir akıde-i batıla sayesinde hemişe sohbet ta’lim ve terbiyeye gelende hayalimize zükur taifesinin ta’lim ve terbiyesi gelir halbuki bizim elimizde: Hükm-i kat’imiz var. “Necat” Maarif Cem’iyeti’ni ta’lim ve terbiye mes’elesine bu nokta-i nazardan baktığından Necat gazetesi de bu ma’nada hall-i mes’eleye sa’y edecektir. Ta’lim ve terbiye-i milliyeye geldikte meydana lisan ve edebiyat mes’elesi atılıyor. Her millet iki şey ile kaimdir: Biri lisan diğeri edebiyat. Lisan ve edebiyat milletin milliyetini hıfzeder. Eğer millet lisan ve edebiyatını mahvetse o vakit özi de mahvolar. Lisan ve edebiyatını hıfzeden millet saadet üzere yaşayıp hemişe terakkı ve teali etmektedir. Buna göre her bir millete ve ez-an cümle biz müslümanlara da lisan ve edebiyatımızı hıfzetmek vacibdir. Biz Za-Kafkaz Azerbaycan Türkleri isti’mal ettiğimiz dil ve alel-husus imlamız ulum ve fünun neşrine ta’lim ve terbiyeye gayr-ı müsaid olduğu cümleye aşikardır. Şarkı Za-Kafkaz şive ve imlasında yazılan bir kitabe bir makale garbi Za-Kafkaz’da işlemiyor. Hemçünin garb tarafın şive ve imlası şarkın işine yaramıyor. Bir müslüman çocuğu mektebe gelip ta ikmal-i tahsil edince Arap ve Farisi dillerinden başka nice imla öğrenmesi lazım gelir çünkü her muallimin her müellifin ve daha doğrusu her kalemin bir imlası var!.. Böyle perakende olmanın ta’lim ve terbiye işlerinde ne kadar zahmet ve meşakkati ulum ve fünun intişarına ne kadar mümanaatı var. Erbabının ma’lumudur. Buna binaen Necat gazetesi tevsi’-i edebiyyatımız lamız hakkında da var kuvvesini sarfetmekten çekinmeyecektir. Terbiye-i milliyye kemale yetmek için millette bir nice saslar insanın ruh ve kalbini ucaldar insanı hidemat-ı fevka’l-ade kabiliyetine teyürdür. Böyle hidemat-ı fevka’l-ade hangi taifeden zuhur etse elbette o millette bir ma’neviyet bir metanet-i kalbiyye peyda eder ki bu metanet-i kalbiyye milletin hayat ve bekasına sebeptir. Böyle ihtisasat-ı aliyye sanayi’-i bedi’a vasıtasıyla mümkün olduğundan Necat gazetesi bu babda da ne kadar kuvvet sa’yini diriğ etmeyecektir. Hemçünin Necat gazetesi alem-i İslam’ın hayat ve güzeranına dair mes’eleler mülahazasına girişip mümkün olan kadar ma’lumat verecektir...” Görülüyor ki Necat da diğer rüfekası gibi müslüman Türklüğün mübeşşir-i necat olan pişdarlarındandır. Allah maksadına muvaffak eylesin! şeklinde yazılmıştır. Devlet-i Osmaniyye: – Topkapı Saray-ı Hümayunu’nda Hırka-i Şerif Dairesi için Sultan Mehmed Merhum zamanında üzerleri sarac esnafının sırma ile işlediği ayat-ı kerime ile müzeyyen Hereke mensucatı dine ferman buyurmuşlardır. Bunların masrafı ceyb-i hümayundan – Mısır matbuatından bazılarının dediğine göre İngiltere Mısır’da pek büyük tebeddülat icrasını tasavvur ediyormuş. Bu tasavvurun tatbiki halinde İngilizler Mısır’da tamamen yerleşip orasını da adeta Hindistan haline getireceklerdir. Tasavvurun bazı nukatı şunlardır: berriyyesi umum kumandanlığı merkezi Kahire’ye nakledilecek ve bu münasebetle Mısır’a bin asker sevk olunacaktır. Lord Kitchener’in seyahatindeki maksadlardan birisi de Mısır Hükumeti nezdine bazı Hindistan hükumetlerinde olduğu gibi bir İngiliz müşaviri ikame etmekten ibaret imiş. – Tahran’da münteşir Iran-ı Nev refikımızda okuduk. Zeyldeki telgrafı Necef’te mukım e’azim-i müctehidin-i şi’iyyeden olan Şeyh Muhammed Kazım Horasani Şeyh Abdullah Horasani ve Şeyhü’ş-Şeri’a İsfahani İran hududundan Tahran’a İran Hariciye Nazırı’na göndermişlerdir: “Osmanlı me’murları Bağdad vilayetinde mukım İran tebeasının hepsinden amele-i mükellefe namıyla bir vergi almaktadırlar Iraniler ecnebi oldukları için başka ecnebiler gibi mu’ahedat-ı resmiyye mucebince bu nevi’ tekaliften azadedirler. Li-haza ısrar ve rica olunur ki Iranileri şu haksız tazyikattan halas yolunda sarf-ı mesai ve ikdamat olunsun.” Fikr-i acizanemizce bugün alem-i İslam’ın en şedid ihtiyacı türlü hususattan be-gayet ictinab lazımdır. Kapitülasyon denilen mu’ahedat-ı kadimenin neden münbais olduğunu müctehidin-i kiram-ı şi’iyye hazeratı elbette bizden iyi bilirler. Bina-berin düvel-i İslamiyye miyanında o gibi muahedatın mer’i olmayacağını ra’na takdir buyururlar. Teferruat-ı umura aid bu gibi hususatta İranlı din kardeşlerimiz o yolda va’z u nasihat buyururlarsa şüphesiz muhadenet-i İslamiyye’ye daha çok hizmet eylemiş olacaklardır. – Basra Körfezi’nden Suriye sevahiline kadar mümted Basra Bağdad Musul Suriye vilayetleriyle Zor ve Kudüs müstakil sancaklarının aksam-ı mühimmesini teşkil eden arazi-i vesia-i Osmaniyye’nın Necib Asfar namında Suriyeli bir adamı öne sürerek Frenk ve Yahudilerden muhtelit bir şirket tarafından satın alınmak istenildiğini ve bunu menafi’-i esasiyye-i vataniyyeye külliyen münafi olduğunu risalemizde birkaç defa yazmış ve nüzzar-ı kiram ile vükelayı millet olan meb’usan-ı muhteremenin nazar-ı dikkatlerini celbeylemiş mes’eleyi nazar-gah-ı efkar-ı umumiyyeye vaz’ eden muhterem Sabah refikımızdan gayrı matbuat-ı Osmaniyye’nin bu babda beyan-ı mütala’adan müctenib davranmalarına teaccübümüzü de izhardan çekinmemiştik. Matbuat-ı Osmaniyye hala bu mes’ele üzerine efkar-ı umumiyyeyi tenvirden müstağni davranıyorsa da vükela-yı milletin mes’eleye layık olduğu derecede ehemmiyet atfetmiş olduğunu görerek memnun oluyoruz. Evvela Kerbela meb’us-ı muhteremi Abdülmehdi Beyefendi Sadrazam Paşa hazretlerine müracaatla Necib Asfar şirketine bu arazi-i vesianın i’tasındaki mahazir hakkında Sadrazam’ın nazar-ı dikkatini celbetmişti. Bu kere Haleb meb’us-ı muhteremi Nafi’ Paşa hazretleri Meclis-i Meb’usan’da bir takrir vererek arazi-i mezkurenin Necib Asfar şirketine ihalesindeki mazarratı tafsil ü izah buyurmuşlardır. Hemen münhasıran müslümanlarla meskun bu pek geniş Osmanlı arazisine dair mezkur takrirde gayet mühim ma’lumat verilmiş olduğundan bazı aksamını kariinimizin pişgah-ı te’emmüllerine vaz’ etmekten kendimizi alamıyoruz. “Bu arazinin vüs’ati iki küçük hükumetin arazisi mesaha-i sathiyyesine muadil bulunduğu ve yüz milyon dönümden aşağı olmadığı gibi’dan senesine kadar cemi’ ve tahmis ile ta’yin olunan varidat-ı mutavassıta yani doksan bin lira hakıkat-i halde dun olup varidat-ı sahihanın birkaç kat fazla tutacağı kanaat-bahş olacak berahin ile sabittir... Son elli altmış sene içinde iskan edilmiş ve hakan-ı sabık zamanında vergiden askerlikten vesair tekalif-i emiriyyeden müstesna tutulmak ve mahsulat-ı seneviyyenin yüzde üçü nisbetinde ücret-i arz namıyla hazine-i hassaya bir ücret te’diye etmek şartıyla ellerindeki arazi iğfalen veyahud tehdiden bedelat-ı hakıkıyyesinin yüzde onuna belki beşine muadil bir kıymetle alınmış olan yarım milyon kadar fukara ve aceze-i zürra’ bundan sonra bit-tabi’ her nevi’ tekalif ile mükellef tutulacakları gibi tırnaklarıyla kazdıkları gözyaşlarıyla rine ücretini tezyid etmek ve kıymet-i sahihaya faiz ilavesiyle taksite rabt etmek gibi üstesinden gelemeyecekleri ahvale tabi tutulmaları yolunda mukavelede münderic şerait ve salahiyet bu bi-çareleri çoluk çocuklarıyla şirketin dam-ı esaretine düşürmek ve bunları adeta terk-i vatana veyahud hal-i şekavetkaraneye irca etmek ve bilahare bunları te’dib caktır ki bu halin hangi siyaset-i dahiliyye ile te’lif olunabileceği muhtac-ı te’emmüldür. şecek olan “arz-ı mev’ud” dedikleri Kudüs ile Şam ve elCezire arazisine teşne olan “Siyonist” Musevi Cem’iyet-i rekkeb bir şirket olup bu şirketin Osmanlı ünvanıyla muanven ve kavanin-i haliyye ve müstakbele-i Osmaniyye’ye tabi olacağı vakıa meşrut ise de bu şart rakabe-i arza ve şirketin muamelat-ı müteferri’asına münhasır kalacağını ve arazi haricinde ta’dilat-ı urbandan mukatelat ve mücadelattan dolayı tazminat ile te’minat-ı hayatiyyeye dair mutalebat ve emval-i menhube hakkında müddeiyat gibi hasr ü ta’dadı mümkün olmayan ve müdahaleye sebep olabilecek olan vukuat ve müşkilatı istilzam eyleyeceğini nazar-ı dikkat ve ehemmiyyete almak vükela-yı millete aiddir. zam gibi ukudun her biri başka başka ahkam-ı hukukiyye ve kanuniyyeye tabi’ iken bunların hiçbirini tazammun etmeyen bu mukavele sinin-i kadimede senevi bir bedel-i maktu’ mukabelesinde bir vilayetin yahud Iranilerin usul-i metrukesine tevfikan pişkeş mukabelesinde bir iklimin ciheti ve esaret-i zenciyyenin hüküm-ferma olduğu devrede Amerika’da bir çiftliğin içindeki halk ile bi-aynihi müşabih olan ve bir icare-i tavile ve müşevveşe ile arazi-i vasi’anın menafi’-i gibi görünen muamelenin mahiyeti evrakında Meclis-i Meb’usan’a tevdiinde tamamiyle tezahür eyleyecektir. Linç mes’elesinde Meclis-i Meb’usanca nazar-ı dikkate alınan mazarrat-ı siyasiyye bu acı mes’eleye nisbetle hiç hükmündedir. Bu arazi-i cesimeye aid hakayık ve ma’lumata ve menafie mütedair ve mecalis-i umumiyye ve idariyye-i mahaliyyenin raylarına müstenid mütalaat vilayat valilerinden sorulmaksızın tanzim olunan bu mukavelenin memalik-i Osmaniyye’nin sekenesine tehiye ve ihzar edeceği darbe-i mü’ellimenin te’siratını takdir eden vilayat gazeteleri etmiş oldukları gibi Beyrut’ta intişar eden bazı gazetelerin rivayatıyla meb’usandan bu şirkete iltihak ve onunla ittifak etmiş bulunanlar olduğu zan ve zehab-ı batılı da meydana çıkmış ve efkar-ı umumiyyede heyecanı badi olmuş iken Şura-yı Devlet hey’et-i umumiyyesince hala Necib Asfar’la tecdid-i müzakeratla tezyid-i teessürata sebebiyet veriliyor.” Türkistan: – Birkaç günden beri ceraid-i yevmiyye Türkistan’da müdhiş bir hareket-i arzın vukuua geldiğini haber veriyorlar. Ceraid-i yevmiyyenin kari’lerine hatırlatmayı unuttukları fevkalade şayan-ı teessüf bir şeyi derhal haber verelim. Hareket-i arziyyeye uğrayan yerlerin sükkanı ekseriyetle müslüman kardeşlerimizdir. Eğer kendi nefsimiz kaygısı başımızdan aşmış olmasa idi bu felaketzede kardeşlerimize muavenette bulunmak üzere teşebbüsat-ı dadır ki Messina afet-zedeganının muavenetine bütün akvam-ı Hristiyaniyye şitab etmişti. Hatta yanılmıyorsak İstanbul ceraidinden de bazıları bu muavenete iştirak eylemişti. Halbuki bu sefer Türkistan’da Messinalılardan ziyade duçar-ı felaket olan adem evladları hakkında izhar-ı teessüf eden müslüman Türk ve Osmanlı ceridesine henüz rast gelmedik; acaba dindaş ve hem-ırk oldukları için midir? Telgrafların ihbaratına göre hareket-i arzın merkezi Isık metre murabbaı bir arazi dahilinde icra-yı te’sir etmiştir. En çok hasar-zede olan yerler Virni Prezevalski ve Taşkend şehirleridir. Hareket-i arz dakika devam etmiştir. Hareket-i arz hey’et-i umumiyyesiyle pek şedid idi. Hele Kanunisani-i efrenci gecesi nısfu’l-leyle sekiz dakika kala başlayıp dakika devam eden darbe fevkalade şiddetli olmuştur. Vefeyat ve hasaratın mikdar-ı hakıkısi henüz ma’lum değilse de gayet azim olduğu tahmin olunmaktadır. Telgrafların verdiği perakende ma’lumata göre Virni’de birçok haneler harab olup aile meskensiz kalmış ve tezelzülat-ı arziyyeden pek korkmuş olan birçok bi-çareler de tahte’s-sıfr on derece bürudete katlanarak açıkta bulunmayı tercih etmekte göl kaim olmuştur. Civar arazide büyük ve derin çatlaklar müşahede olunmakta ve bazı taraflar çöküp bazı taraflar yükseldiği görülmektedir. Bu afatın verdiği havf ve dehşetten birçok kimselerin şuuruna halel gelmiştir. Mikdarı kesir fakat gayr-ı ma’lum Kırgızlar Türklerin en saf ve en mütedeyyin bir nesl-i azimi telef olmuşlardır. Dağlık köylerde rar eden eşhas kamilen kaybolmuşlardır... bir kısmı. Bu kadarı bile insanın tüylerini ürpertmeye kafidir. Bu afata duçar olan bil-cümle adem evladlarına ve alelhusus din ve dil kardeşlerimize son derece acıyoruz. Fakat mu’avenet-i maddiyyede bulunmak maatteessüf elimizden gelmiyor.! Rusya: – Kazan vilayetinin Mamav sancağındaki müslüman köy imamlarından dört zat hükumet tarafından azlolunmuştur. Bunlardan birisi Osmanlı donanmasına iane toplamış imiş. Diğer birisi bir hıristiyan kızının ihtidasına vesatet etmiş imiş. Öbürlerinin esbab-ı azli henüz ma’lum olamamıştır. – Rusya’da sakin müslüman kardeşlerimizin ekseriyeti Volga havzası dahili Rusya Sibirya ve bir kısım Türkistan makarrı Ufa olan Orenburg müftiliğinin hükm-i şer’isi altındadır. Müftilik bir mahkeme-i şer’iyyedir; bu mahkeme-i şer’iyye on binlerce mahalle ve zaret ve hükmeder. Orenburg mahkeme-i şer’iyyesi Rusya Mahkemenin reisi müfti olup a’zaları üç kadidir. Mahkemenin zaman-ı te’essüsünden beri gerek müslümanlara ve gerekse Rusya hükumetine nef’i dokunmuştur. Evvelleri müfti ile kadileri Kazan vilayeti imamları intihab ederek hükumet tarafından tasdik olunurdu. Bilahare intihab yerine hükumetin ta’yini kaim olmuştur. İşte bu müftilik makamını yirmi beş seneden beri Hacı Muhammed Yar Mirza Sultanov işgal etmektedir. Bu zat el-yevm yaşındadır. Kendisi Ufa vilayeti Mirza Zadeganlarındandır. İbtida Rus i’dadi mektebini ikmal ederek Kazan Darü’l-Fünunu’nun hukuk şu’besine girmiş ve fakat bitirmeden hizmet-i askeriyyeye dahil olmuştur. Askerlikte birkaç sene bulunup mülazım-ı sani iken istifa etmiş ve sulh hakimi olmuştur. Görülüyor ki Rusya müslümanlarının kısm-ı a’zamının elyevm umur-ı şer’iyyelerini idare eden zat asla müslüman ta’lim ve terbiyesi almaksızın sırf Rus mekteplerinde okumuş bir sabık Rus zabitidir. Muma-ileyh bundan yirmi beş sene evvel Kazanlı ma’ruf misyoner İlminski’nin tavsiyesi üzerine İmparator Üçüncü Aleksander tarafından müslümanların müftisi nasb u ta’yin olunmuştur. sene süren müftiliği zamanında müfti Sultanov hazretlerinin dindaşlarına ne gibi hüsn-i hizmeti dokunduğunu Rusya’da münteşir Türkçe refiklerimizin makalelerinden okuyup istihrac edemedik. “İdil” refikımızdaki bir makaleden Müfti hazretlerinin Rusya hükumetinden muhtelif tarihlerde büyük rütbeden beş altı nişan birkaç altın ve gümüş madalyalar almış olduğunu ve son zamanlarda Rusya müslümanları arasında intibah-ı fikriden sonra olacak birkaç defa hizmetinden isti’fa etmiş olduğunu öğrendik. Vakit refikımızda ise şu satırları okuduk: “Müfti-i hazret elli senelik hayat-ı me’muriyyetinin yarısını sarık ve cübbeli geçirdi. Hizmeti müslümanlar için de hükumet için de ala kadri’lhal faideli oldu. Ala kadri’l-hal diyoruz çünkü Ruslardan bir kısım halk müslüman umuru aleyhinde hükumete daima telkınat-ı bed-hahanede bulunduğu gibi bizzat müslümanlar da hayat-ı siyasiyye ve milliyyece pek aşağı derecede “Yirmi beş sene hizmet etti de müslümanlara ne faidesi dokundu?” diye sormaya pek de haklı olamaz. Maamafih bu müftinin müslümanlara hiç de faidesi dokunmamış değildir. Vakti geldiği zaman onları da söyleriz... Rusya müslümanları yirmi beş sene hizmet etmiş müftilerine sene-i devriyye şenliği yapmak hazırlığını görürken bile medhte pek semih davranmıyorlar davranamıyorlar. Biz bunları okurken bir müslüman muharririnin bir liyan Efendi hakkında yazdıklarını hatırladık. Birkaç satırını aşağıya aynen naklediyoruz. Rusyalı müslüman kardeşlerimiz okuyup bu iki reis-i dinin fikren mukayesesini yaparlarsa beyhude zaman kaybetmiş olmazlar: “İzmirliyan Efendi İstanbul patrikliğine Sason vak’a-i mü’essifesinden sonra geldi. Hakan-ı sabık patrik intihab müsaade etti. Patrikliğe İzmirliyan Efendi intihab olundu o zaman tabii yazmaya söylemeye imkan yoktu fakat işitmiş edilince Ermeni cemaatine ve kiliseye ve kavanine ve hükumete karşı ifa ettiği sadakat yemini ile bu yemin üzerine edeceğini te’yid ederken ırz u can ve malın emin olmadığı bir memlekette hükumete karşı sadakatten bahsetmek hükumeti aldatmak olacağını ve sadakatin idrak olunan in’ama mukabil bir hiss-i vicdani olduğunu ve sadakati ihsas edecek in’amın zuhuru ümniyesiyle yemin ettiğini söylediği haber alınmıştı... Patrikliğinin tasdiki biraz teehhüre uğramış bilahare tasdik olunarak huzura kabul edilmişti. Yine o zaman İzmirliyan Efendi’nin huzurda irad ettiği nutukta intihabattan bahsederek bu bahsin Hakan-ı Sabık’ı hiddetlendirmiş olduğu da rivayet olunmuştu... İzmirliyan Efendi istifaya mecbur edildi. Evi basıldı Kudüs’e nefyedildi. Senelerce “Dünyada metanet-i fikriyyesini hiçbir türlü amal ve vicdanından ayrılmamış yalnız doğruluğu pişva-yı hareket ve maksad-ı hayat bilmiş nezahet-i ruhiyyeyi her türlü alam ve ekdar-ı dünyeviyyeye her türlü mezahim ve mesaib-i suriyye-i hayatiyyeye rağmen her türlü saadetin fevkınde addetmiş bir zat olmak üzere görmüş bilmiş olduğum namına hürmet gösterdim ve vefatı haberini alınca büyük bir zatın insaniyet-i alemden gıyabı üzerine hissolunan amik bir teessüre düştüm. İzmirliyan Efendi’nin uzun seneler menfada kalması mahrumiyete katlanması menfasından kurtulması ve kendisine karşı hiss-i takdir ve şükran beslediğinde şüphe olmayan Ermeni milletinin refah ve servetle te’min olunabilcek her türlü istirahat-ı dünyeviyyeyi bu zat-ı muhterem hakkında te’min etmesi kabil ve mümkün iken hatta paraya nazar-ı hakaretle bakan İzmirliyan Efendi’nin bu cihete küçük bir nazar-ı dikkat bile atfetmemiş olduğuna eminim. Bütün ef’al-i hayatiyyesinde uzvi ve tabii ef’al ve harekatında vazifeye mesleğe nezahet-i ruhiyyeye salabeti vicdaniyyeye vel-hasıl kainata ve milletine karşı etvar ve muamelatında bunun kadar nefsine hükmetmiş canı temiz bulundurmaya amal ve ihtirasat-ı tabiiyye ve dünyeviyyeyi ayakları altında ezerek muvaffak olmuş bir zat-ı enderdir.” – Orenburg şehrine yarım milyon ruble sarfıyla büyük bir medrese-i ruhaniyye te’sis ederek vefat etmiş olan Ahmed Bay Hüseynov hazretlerinin yevm-i vefatı münasebetiyle medrese-i mezkurede merhumun ruhuna dua edilmiştir. Dua meclisinde bütün a’yan ve eşraf-ı memleket bulunduğu gibi müslüman medreselerinin teftişine me’mur büyük hükumet me’murları da hazır bulunmuşlardır. Hazirunun cümlesine Ahmed Bay’ın terceme-i halini muhtevi Kadi Rızaeddin hazretlerinin bir eser-i kıymetdarı hediye olunmuştur. – Bakü’nün meşahir-i ağniyasından Murtaza Muhtarov hazretleri “Necat” Cem’iyet-i İslamiyyesi’ne mükemmel bir matbaa hediye eylemiştir. Avrupa: – Rusya Çarı Nikolay ile Almanya Kayzeri Wilhelm’in Potsdam Mülakatı’ndan sonra sıntı hissolunmaya başladı. Bunlardan bizce en ehemmiyetlisi Rusya ve Almanya’nın şark mesailinde uyuşur gibi görünmeleriyle bunun aksi darbesi olmak üzere Rusya ve İngiltere arasının açılmasıdır. Bu haftanın gündelik gazeteleri bu mesailden uzun uzadıya fakat karma karışık bahsettiler. Vaziyet tavazzuh ettikten sonra inşaallah biz de kariinimize ma’lumat vermeye çalışırız. Şimdilik söyleyeceğimiz söz şark ahvalinin ve şark ahvaliyle yakından alakadar Avrupa devletlerin kemal-i faaliyyet halinde bulunması ve eski münasebatın tebeddül ve tehavvüle meyil göstermesidir. – Rusça gazetelerde okunduğuna göre İran Meclis-i Meb’usanı’nın en müteneffiz a’zasından Takı-zade hazretleri Darü’l-Hilafe’ye müteveccihen Tahran’dan hareket ederek Urmiye’ye vasıl olmuştur. Oradan Rusya tarikıyle İstanbul’a gelecek ve bir ay kadar seyahatten sonra yine Tahran’a avdet eyleyecektir. Kendisiyle beraber Avrupa ve İstanbul mekatibinde okutmak üzere bir hayli etfal-i a’yanı getirmekte imiş. Takı-zade hazretleri Osmanlı ve İran müslüman devletlerinin yakın zamanda gayet kavi bir habl-i metin-i uhuvvetle yekdiğerine merbut olacaklarına da mutmaindir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ocak Beşinci Cild - Aded: : Diğer rivayette meçhul sigasıyla Diğer rivayette . Mansubdur. Diğer rivayette Bir nüshada kelimeleri sakıttır. Aişe radiyallahu anhadan rivayet olunur ki: Yanında bir kadın var iken Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem onun nezdine girdi. “Bu kadın kimdir?” diye sordu. Aişe radiyallahu anha: “Fülancadır.” dedi. Ve kıldığı namazları anlatmaya başladı. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem müdavemet ediniz. Yoksa vallahi siz usanmadıkça Allah usanmaz.” buyurdu. Aişe radiyallahu anha der ki Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin en ziyade sevdiği din yani taat sahibi tarafından devam üzere yapılanlar idi. diğer ikisi de böyledir. Enes radiyallahu anhdan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: “La ilahe illallah” deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır yani iman bulunan kimse cehennemden çıkacaktır. “La ilahe illallah” deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca hayır yani iman bulunan kimse cehennemden çıkacaktır. “La ilahe illallah” deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca hayır yani iman bulunan kimse cehennemden çıkacaktır. yoktur. Diğer rivayette Diğer nüshalarda . Diğer rivayette . Diğer rivayette . - Tercüme Ömer bin Hattab radiyallahu anhdan rivayet olunuyor ki Yehud’dan bir kimse ona: “Ya Emire’l-mü’minin; sizin Kitab’ınızda okumakta olduğunuz bir ayet vardır ki biz Yahudilere nazil olmuş olaydı yevm-i nüzulünü bayram ederdik.” demiş. Ömer radiyallahu anh: “Hangi ayettir o!” diye sormuş. Yahudi: cevabını vermiş. Bunun üzerine Ömer radiyallahu anh demiş ki: “Biz bu ayet-i kerimenin nazil olduğu günü de yeri de hakkıyla biliyoruz. Bu ayet-i kerime Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve selleme bir Cuma günü arefede vakfede kaim iken nazil olmuştur.” : : Diğer rivayette bina’-i mechul üzere . Yine o rivayette . Diğer rivayette yalnız . Diğer rivayette . Diğer rivayette - Tercüme Talha bin Ubeydullah radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Necid ahalisinden saçı başı darmadağın fakir bir kimse huzur-ı Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme geldi. Uzaktan sesini karmakarışık duyuyor ve fakat ne söylediğini anlamıyorduk. Nihayet yaklaştı. Meğer İslam’ın ne olduğunu soruyormuş. Bu sualine karşı Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bir gün bir gece içinde beş namaz.” buyurdu. Adamcağız: “Üzerimde bu namazlardan başkası da olacak mı?” diye sordu. “Hayır. Meğer ki tatavvu’ edesin yani kendiliğinden kılasın. cevabını verdi. Ondan sonra Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Bir de ramazan orucu” buyurdu. Adamcağız yine: Üzerimde bundan başkası da olacak mı? diye sordu. O da: “Hayır. Meğer ki tatavvu’ edesin.” cevabını verdi. – Talha radiyallahu anh der ki Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem zekatı da ona söyledi. Adamcağız yine: “Üzerimde bundan başkası da olacak mı?” diye sordu. Yine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır. Meğer ki tatavvu’ edesin.” cevabını verdi. Bunun üzerine yine Necidli fakir: Vallahi bundan ne artık ne eksik bir şey yapacak değilim” diyerek ve arkasını dönerek gitti. Bunu duyunca Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Eğer doğru söylüyorsa felah buldu.” buyurdu. Diğer rivayette . Lam Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Her kim imanı sebebiyle ve fazl-ı İlahi’yi umarak bir müslüman cenazesi arkasından gidip de üzerine namaz kılıncaya kadar ve defninden feragat edilinceye kadar beraber bulunursa iki kırat ecir ile döner ki kıratların her biri Uhud dağı kadardır. Her kim o cenaze üzerine namaz kılar da defnolunmazdan evvel dönerse yalnız bir kırat ecir ile dönmüş olur. Abdullah bin Mes’ud radiyallahu anhdan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin: “Müslümanı sövmek fısk onunla katletmek küfürdür.” buyurduğu rivayet olunuyor. Diğer rivayette - Tercüme Ubade bin Es-Samit radiyallahu anhdan rivayet olunuyor ki Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Kadir Gecesi’ni haber vermek üzere hane-i saadetinden çıktı. Derken müslümanlardan Kadir gecesini haber vermek üzere çıkmıştım. Fülan ile fülan kavga ettiler de Ona dair olan bilgi ref’ olundu. İhtimal ki de hakkınızda bu daha hayırlıdır. Artık siz Kadir Gecesi’ni yirmiden sonraki yedinci veya dokuzuncu veya beşinci gecelerinde arayınız.” : Eldeki Buhari Diğer rivayette . Diğer riva - Diğer rivayette . Eldeki Buhari nüsha - Diğer rivayette yoktur. Hem merfu’ hem diğer rivayette Diğer rivayette . - Tercüme Ebu Hureyre radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir gün Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem halka gözükmüştü. Yanına biri gelip: “İman nedir?” diye sordu. “İman Allah’a ve meleklerine Allah’a mülakı olmaya yani ru’yetullaha ve peygamberlerine inanmak kezalik öldükten sonra dirilmeye inanmaktır.” cevabını verdi. “Ya İslam nedir?” dedi. “İslam Allah’a ibadet edip hiçbir şeyi O’na şerik katı eda etmek Ramazan’da oruç tutmaktır...” buyurdu. Ondan sonra: “İhsan nedir?” diye sordu. “Allah’a görüyormuşsun gibi ibadet etmektir. Eğer sen Allah’ı görmüyorsan şüphesiz o seni görür.” buyurdu. “Kıyamet ne zaman?” dedi. Bunun üzerine buyurdu ki: “Bu mes’elede sorulan sorandan daha alim değildir. Şu kadar var ki kıyametten evvel zuhur edecek alametlerinden haber verebilirim. Ne zaman satılmış cariye efendisini doğurur dilsiz deve çobanları yüksek bina kurmakta birbiriyle yarışa çıkarlarsa o zaman kıyamet kopar ki bunun vakti Allah’tan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir. Ve ondan sonra Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem ayet-i kerimesini tilavet buyurdu. Derken gelen adam arkasını döndü gitti. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Onu çevirin.” diye emrettiyse de izini bulamadılar. Bunun üzerine buyurdu ki: “İşte bu Cibril aleyisselamdır. Halka dinlerini öğretmek için geldi.” Ahmed Naim Muhterem hocalarımız beyninde ıslah-ı medaris mes’elesi öteden beri mevzu’-i bahs oluyordu. İslamiyet’in müslümanların atisiyle pek ziyade alakadar olan şu mes’ele i’lan-ı hürriyyeti müteakib ehemmiyetiyle mütenasib bir tarzda tazelenmeye başladı. Talebe-i ulum da kendilerinin tahsilleri hayatları istikballeri nokta-i nazarından pek mühim olan şu mes’eleye karşı bigane kalamazlardı. Fakat aralarında henüz muntazam bir teşkilat bulunmadığından arzularının meydana gelmesi için teşbbüsat-ı müsmire ibraz edemiyor ve ne yolda hareket etmek lazım geldiğini bilemiyorlardı. Nitekim o zamanlar talebe-i ulumun teşebbüsüyle devr-i sabık ders vekilinin tebdili şu gizli arzuların bir netice-i fi’liyyesi olmak üzere telakkı olunabilir... Şanlı Hürriyet Ordusu’nun İstanbul’a duhulünü müteakib şu ihtiyaç gerek hocalarımızca gerek talebe-i ulumca daha pürüzsüz daha vazıh bir surette anlaşıldı... Artık merci’-i aidinin Bab-ı Meşihat’in bu mes’eleye karşı la-kayd kalması imkan haricinde idi. İşte bunun üzerinedir ki sabık Şeyhülislam Hüsnü ve ders vekili Halis Efendiler tarafından daha birçok dersler ilave etmek suretiyle ders programlarında bir nevi’ tebdilat icra edildi... Şu tebdilat ıslah-ı medaris nokta-i nazarından pek suri bir hareket olmakla beraber ileriye doğru bir hatve olduğunu teslim etmemek insafsızlık olur. Fakat efkar-ı umumiyye hocalar talebe ileriye doğru atılmış olan bu hatveyi kafi görmediler. Zaten hakları da vardı. Çünkü bunlar medarisce hakıkı bir ıslahatın vukuuna muntazır bulunuyorlardı. Bu tebdilat ise hakıkı bir ıslahat değil suri bir şeyden ibaret idi. Talebe-i ulum bununla çoktan bıkmış usanmış oldukları hayat-ı tahsiliyyelerinde zerre kadar hayırlı bir inkılab husule gelmiş olduğunu görmediler. Hep o eski tefessüh etmiş hayatları devam edip gidiyordu diğer taraftan derslerde de hiçbir tehavvül ve terakkı görülmüyordu usul-i tedris de hep o eski usul idi. Fen derslerinden de istifade edilemiyordu. Çünkü bu dersler de bütün ma’nasıyla intizamsız gidiyordu. Hülasa bütün şu tebeddülat talebe hayatında bir kargaşalık tevlidinden başka hiçbir Hocalar da memnun olmadı. Çünkü hocalar şu tebeddülatta kendileri için cüz’i olsun faideli bir hisse olmadığını gördüler. Bundan maada uhdelerine tatbiki gayr-ı kabil bir program tahmil olunmuş idi ki bu da onların vicdanlarını yakıp kavuruyordu... gerek talebe-i ulum bu tebeddülata ıslahat nazarıyla bakamadılar kalplerinde de bir itmi’nan göremediler. Yine bütün arzularıyla hakıkı bir ıslahata muntazır kaldılar. Zaten bu defa makam-ı mu’alla-yı meşihati terakkı-perver mütefekkir bir zat-ı ali –Musa Kazım Efendi hazretleri– darisin ıslahatı lüzumunu onlar kadar takdir onlar kadar arzu ediyordu. Çünkü kendisi de o medreseler muhitinden yetişmiş fakat fikriyle irfanıyla terakkı ve teali etmiş bulunduğundan medreselerde ders programlarında talebe-i ulum hayatında bulunan bütün hataları bütün noksanları daha ziyade takdir buyuruyordu. Bir de fazla olarak esas mes’elede olan bu hataların bu noksanların İslamiyet’in atisi Binaenaleyh bu babda lazım gelen ıslahatı yapmak için kemal-i safvet ve hulusla ilk fırsatı müterakkıb bulunuyordu. Nihayet geçenlerde hal ü zaman ile ihtiyaç ile mütenasib bir tarzda medaris-i İslamiyye’nin ıslahı için ba-emr-i celil-i meşihat-penahi encümen-i mahsus teşkil olunduğu görüldü. Şu teşebbüs-i mühimmin bil-umum talebe-i ulum mehafilinde medreselerde kemal-i meserretle alkışlanmakta olduğu mun değil belki ahval-i zamana az çok muttali’ aklı başında bil-umum mü’minin ve müsliminin an-samimi’l-kalb buna öyle bir mübremiyet-i kati’a kesbetmiştir ki bunu anlamamak gözümüzün önünde memleketimizde cereyan eden vukuattan zerre kadar haberdar olmamak icab eder. Görülüyor ki alem-i İslam’ın her tarafında hatta her köşesinde bir eser-i intibah bir hareket var. Müslümanlar artık kendilerini dostlarını kardeşlerini tanımaya başlamışlardır. Bu inkar olunamaz bir hakıkat-i mahza halini almıştır. Bütün buna rağmen biz Osmanlı müslümanları hele hocalarımız ve talebe-i ulumumuz dar-ı İslam’da ve merkez-i Hilafet olan bir memlekette bulunduğumuz halde şimdiye kadar olduğu gibi bundan böyle de gafil bulunur isek alem-i İslam’a karşı afv olunmaz büyük bir mes’uliyet altında kalırız. Bizim bütün hatalarımız bütün kusurlarımız alem-i İslam’ın her tarafında acı te’sirler bırakıyor: Bugün iyi kötü hiçbir hareketimiz alem-i İslam’ın nazar-ı teftiş ve tenkıdinden gizli kalmıyor. Hele medreselerimizin perişanlığı ruhsuzluğu hik tenkıdlere uğruyor ki insan bunları işittikçe mahcubiyetinden ne diyeceğini bilemiyor. Fakat i’tiraf etmeliyiz... Biz Osmanlı hocaları talebemiz tenkıde hırpalanmaya o kadar şayanız ki mazide halde İslamiyet ve ulum-ı İslamiyye nokta-i nazarından pek büyük ehliyetsizlikler gösterdik. Bunların hiçbirisini de gizlemek elimizden gelmez. Çünkü hepsi de meydanda... Hepimiz biliyoruz ki Osmanlı müslümanların kılıcı pek keskin idi. Bu sayede pek çok fütuhata nail oldular birçok akvam-ı muhtelife Hükumet-i Osmaniyye’nin zir-i himayesine girdiler. Bunu müteakib ekseriyet i’tibariyle müslüman olmayan bu akvamdan bazıları yavaş yavaş kendiliklerinden din-i mübin-i İslam’a ısındılar ve çok geçmeden Müslümanlığı resmen kabul ettiler. Bunlardan kavmiyetlerinin mütehammil olduğu isti’dad-ı ilmileri ve merakiz-i kize gelerek medreselere dahil olur ders programlarında mevcud ulum-ı İslamiyye’yi öğreniyorlardı. Sonra memleketlerine avdet ederek kavimlerine ta’lim-i din ediyor hiç olmazsa Müslümanlığın canlı bir numunesi olarak İslamiyet’in oralarda kökleşmesine sebep oluyorlardı. Fakat memalik-i meftuhanın merakize uzak olan köşelerinde bu hiss-i tederrüs hakkıyla uyanamadı. Bu sebeptendir ki Müslümanlık da o yerlerde tamamen teessüs edemedi. Merakizden oralara gidip ta’lim-i din edecek bunu kendisi için bir vazife bilecek hamiyetli bir kimse de bulunmuyordu. Onun için din bu gibi yerlerde tamamiyle kökleşemedi. Gevşek kaldı. Bunun yüzündendir ki başımıza birçok belalar geldi ve gelmektedir. misal teşkil ederler. Şöyle ki onların din-i mübin-i İslam’ı kabul etmelerinde –bit-tabi’ hükumetin diyemem çünkü fethetti– fakat hocalarımızın zerre kadar te’sirleri olamadı. Bidayeten böyle olduğu gibi nihayeten oralarda İslamiyet’in esaslı bir tarzda yerleşmesi hususunda da hiçbir hizmetleri görülemedi. Arnavudluğun müslüman Türklük alemine komşu olan kısmında bir dereceye kadar görenek ile Arnavudluğun fıtratında mevcud safvet ve hulus ile din-i mübin-i komşuluktan mahrum olan tarafları –ki ekseriyet i’tibariyle cenub Arnavudları– vaktiyle İslamiyet’i nasılsa kabul etmiş bulundukları halde bugün bu babda pek az terakkı etmişlerdir. ğu halde ruhları terbiyeleri o kadar başkadır ki orada İslamiyet’in Hıristiyaniyet’e karşı kat’iyen mağlup olduğuna hükmetmek pek kolay gelir. Geçenlerde arkadaşlarımdan bahriyeye mensub gözü fikri açık Arap kavm-i necibine mensub muhterem bir imam efendi Donanma-yı Osmani ile beraber icra etmiş olduğu seyahatindeki müşahedatını yanarak yakılarak anlatıyordu: – Evet azizim diyordu artık oraları Rumlaşmış... Rumlaşmış da değil adeta Yunanlaşmış... Oralarda İslamiyet değil Osmanlılıktan da eser yok... Yunanca adeta lisan-ı resmi hükmünü almış; herkes Rumca konuşuyor Rumca yazıyor. Bütün muamelat Yunanca... Ahval ve adat adab-ı mu’aşeret hep başka başka olmakla da Arnavudca değil Rumca... Camiler kapalı harab mektepler medreseler yok; hoca namı taşıyanlar da avam-ı nastan farksız... Diğer taraftan bu muhit İslamiyet’ten pek az haberdar olmağla beraber ülfet ve imtizacları kat’iyen gayr-ı kabil birtakım tarikatler ile mal-a-maldır ki işte İslamiyet namına şu tarikatlerden başka hiçbir şey oralara idhal edilmemiş; esası Dıraç havalisinde olan birçok Arnavud köyleri vaktiyle tamamen İslam iken sonraları kamilen dinini zayi’ etmiş ve oralarda bulunan Rum rahiplerinin teşvikatıyla Hıristiyanlığı kabul eylemişlerdir. Bu halin o havalide mütemadiyen tevessü’ etmekte olduğu da rivayet olunuyor. Trabzon vilayeti dahilinde birçok köy ahalisinin de Hıristiyanlığı kabul ederek –mesela– Yorgi veled-i Ömer Nikolay veled-i Abdullah... deyü yad edilmekte oldukları söyleniyor. Hükumeti hayli zamandan beri işgal etmekte olan Cebel-i Düruz ahalisi de vaktiyle hakıkı İslam idiler. Fakat gitgide cehalet yüzünden tarik-ı dalale saptılar İslamiyet’i unuttular. Sair urbanın hali de hemen buna karibdir. Aralarında İslamiyet’in ancak ismi var. Irak taraflarında bulunan kabail ve aşairin ahvali de pek tuhaf... Bunların da İslamiyet ile az alışverişleri olduğu anlaşılıyor... Maamafih hallerine bakmadan bil-umum urban kendilerini hakıkı bir müslüman zannederek bir Türk gördükleri zaman “Nasrani” demeğe cesaret ediyorlar. Demek oluyor ki biz bunlar ile beş altı yüz seneden beri beraber bulunduğumuz halde kendimizin hak müslüman olduğumuzu bunlara anlatamamışız. Acaba kabahat kimde? Anlayamayanda mı yahud anlatamayanda mı? Anadolu içlerilerinde de müdhiş bir cehalet hükümferma. Ahalinin dinden İslamiyet’ten haberi pek az... Mektepler perişan camiler harab... Buralarda din görenek ile tevarüs tarikıyle gelmiş bir şey... Yoksa ta’lim ile esaslı bir tarzda bilinmiş ma’lumat kabilinden değil eğer ora ahalisinin fıtratlarındaki safvet ve necabet bulunmaya idi bu kadar azim bir ihtimamsızlığa karşı oralarda dinden İslamiyet’ten eser bile kalmaz ahali hayvaniyet derekesine inmiş olurdu. Bereket versin ki ahalimizde olan safvet-i kalbiyye bir dereceye kadar yolsuz taşkınlıklara meydan vermiyor. Zaten İstanbul İzmir Selanik... gibi ecnebiliğin galebesiyle kavmiyetimize mahsus o safvetin zail olduğu yerlerde dine olan merbutiyetler hayli gevşemiştir denilirse hata edilmiş olmaz zannederim. lümanları –bazı muvaffakıyetler müstesna olduğu halde– alem-i yapamamışızdır. Munsifane düşünecek olur isek bunu inkar edemeyiz. Maatteessüf mazide olan şu ihmalimizin neticesi olmak üzere bugün öyle bir mevkideyiz ki Müslümanlığa karşı cidden saf ve samimi yüzlerce seneden beri kendi memleketimizde yaşayan akvamı mukaddes İslamiyet bayrağı altında toplamaya muktedir olamıyoruz. Her gün serzede-i zuhur olan ahval-i mü’essife buna büyük bir misal teşkil ediyor. Arnavud kardeşlerimizin gürültüleri Arap kardeşlerimizin ser-keşane muameleleri... Öyle bir iki günde bir iki ayda husul bulmuş bir vak’a-i aniyye değildir. Bu vak’aların hepsi birer neticedir ki esbabı senelerden beri hazırlanmış büyük bir ihmal ve kayıdsızlığımız ile terbiye ve perverde edilmiştir. Fakat bugün bu kusurlarımızdan bil-umum Osmanlı milleti mes’ul olamaz. Milletin kabahati yoktur. Çünkü millete vekalet eden hükumet var. Hükumet de ayrıca müstakil ve hususat-ı İslamiyye’den mes’ul olmak üzere teessüs eden “Daire-i Meşihat”a tevdi’-i umur etmiştir. Binaenaleyh mazide olan bütün bu ihmalimizden la-kaydlıklardan Bab-ı Meşihat mes’uldür. Yoksa saf ve samimi olan o bi-çare Arnavudları Müslümanlığa çoktan alışmış fakat hakkıyla terbiye ve tehzib görmemiş urbanı Anadolu Türklerini... Mes’ul tutmak muvafık-ı adl ü insaf olamaz. Bab-ı Meşihat zir-i himayesinde bulunan akvamın arasına vakit ve zamanıyla mezaya-yı İslamiyye ile muttasıf gaye-i mu vechile telkınat-ı mütemadiyyede bulunmuş ola idi hiç şüphesiz ki bugün kardeşler arasında tekevvünü pek çirkin görülen şu kabil ahval-i mü’essife karşısında bulunmazdık. Fakat maamafih Bab-ı Meşihat o vakitler bu hakıkati takdir edemiyordu. Ulemamız hocalarımız da büsbütün başka bir alemde puyan oluyordu. Medreselerimizde olan talebe-i ulum lafzi münakaşalar ile ibare tahlili ile vakit geçiriyor ruh-ı İslamiyyet’i ilham edecek ulum-ı İslamiyye’den mahrum kalıyordu. Bunlar böyle gafil kaldıkça memleketin diğer taraflarında gizliden gizliye İslam’ın gövdesi baltalanıyordu. Büyük bir vak’a-i mü’essifeye ma’ruz kalmadıkça bundan hiçbir kimsenin haberi bile olmuyordu. niyye dahilinde gerek haricinde ahali-i İslamiyye’yi ma’nen kendisine rabtedememiştir. Hatta memleketimizin birçok yerlerinde din-i mübin-i İslam resmen kabul edilmiş iken mücerred Bab-ı Meşihat’in ihmali yüzünden oralarda kök tutamamıştır. Hele memalik-i ecnebiyyede bulunan İslamlar makam-ı meşihatin ismini bile işitmemişlerdir der isek hata etmiş olmayız. Ne denilirse denilsin Bab-ı Meşihat bil-umum ahali-i ma’nevi ihraz edememiş; belki din perdesi altında fakat bugün muamelatı bozuk adi devair-i hükumetten bir daire mesabesinde kalmıştır. O müessese-i azimenin başında bulunanlar kemal-i hazakatle kemal-i ciddiyyetle düşünerek alem-i İslamiyyet’i aheste aheste olsun bir tarik-ı terakkıye İslamiyet’e mahsus saf ve temiz bir medeniyete sevk ve tevcih edememişlerdir. Bi-hakkın alimlik ünvan-ı mübeccelini kazanmış olan Molla Hüsrevler Hızır Beyler ile pek kuvvetli bir ma’nasıyla fakıh-i müttakı denilmeye hak kazanmış olan Zenbilli Ali Efendiler ve emsalinin bile faziletleri şahıslarına ilimleri pek az bakı kalmakla zamanlarına münhasır kaldı. Pek cüz’i fakat esaslı ve dur-endişane bir düşünce ile bütün alem-i İslamiyyet için dini bir merkez-i umumi halini almak isti’dadında bulunan şu müessese bu efazıl ile de halefleri ile de hiçbir feyze nail olamadı. Kulub-ı müsliminde bu makama karşı ayrıca mümtaz bir his uyanmadı. Orada yetişen orada geçinen alimler fazıllar... Hep bir hakim bir me’mur olmaktan fazla dahi bir muallim-i İslam olmak şerefini ihraz edemediler. Hiçbiri hiçbir zaman İslamiyet Acaba niçin Bab-ı Meşihat’in şu birkaç asırlık hayatını hep mütemadi bir muvaffakıyetsizlik ta’kıb ediyor? Tarih-i te’essüsünden asırlar mürur ettiği halde niçin İslamiyet’e hiçbir hizmeti dokunamıyor? Niçin bu müesseseden alem-i bulunmak icab eder. Fikr-i acizaneme göre bunların bütün esbabı bir noktada meslek-i müstakım ta’yin edememesinden ibarettir. dete sevk edecek ahlak-ı beşeriyyenin tehzib ve tasfiyesiyle düşünemedi. Açık ta’bir ile uhdesine isabet eden vazifesini hüsn-i ifada kusur etti. sıyla İslamiyet’i temsil eden ulema yetişemedi. Alem-i İslam’ın leri tarihe kaydolunabilecek birçok ulema birçok feylosoflar mütefekkirler yetiştiği halde bizim Osmanlılık aleminde mazide ve halde hatırları sayılacak büyük bir mütefekkir-i ruh-ı hikmetiyle tecelli edecek bir zemin-i müsaidi bizim muhitimizde bulamadı. Biz her şu’be-i ilmin pek mebzul olan cihetlerinde uğraştık durduk. Herkesin umumiyetle bildiği şeyleri bildik; herkesin yazabildiği şeyi yazdık. Yoksa hiçbir ilmin hiçbir ciheti bizim muhitimize mahsus şayan-ı zikr yüksek bir terakkıye mazhar olamadı. Ulum-ı İslamiyye’yi bir defa gözümüzün önüne getirelim: İlm-i tefsir ilm-i hadis usul-i fıkh fıkıh kelam... Hepsi Osmanlı Türklerinin ahz ettiği kavimde ne idi ise sonra bizde de hep öyle kaldı. Bize biz Osmanlılara geldikten sonra fazla bir terakkı eseri görülemedi. Bizde mümtaz bir müfessir mümtaz bir muhaddis yetişemediği gibi akıl ile fikir ile pek ziyade temasta bulunan usul-i fıkh fıkıh kelam fenlerinde de ayrıca müşarun bil-benan olan kimseler yetişemedi... Ulum-ı İslamiyye bize dahil olmakla terakkı etmek şöyle dursun bilakis her biri birçok cihetten mahdud bir daire çok eksiğiyle hep seleflerinin tarz-ı te’lif ve ta’limini taklid ettiler. Tabiidir ki mukallid pek nadir olarak taklidini bihakkın bi-hakkın taklid icrasına muvaffak olamazlar. Amelde demiyorum yan bir ilim ebeden terakkıye mazhar olamaz. Filhakıka biz ulumun sanayiin ticaretin... Bütün şu’belerinde ekseriyet i’tibariyle büyük bir ehliyetsizlik göstermiyoruz değil belki her işimizde maharetsizlik ibraz ediyoruz. Her işte olan muvaffakıyetimiz daima yarımdır. Bütün meydana çıkar. Bu hakıkatın setri imkan haricindedir. Bunlar müsellem olmağla beraber şu muvaffakıyetsizliklerimizi düşmanlarımızın yaptığı gibi doğrudan doğruya isti’dad-ı fıtrilerimizdeki kusura rabt u isnad edivermek de sahih olamaz. Cenab-ı Halık’ın mahiyet-i insaniyye ve bil-umum beni beşer için bir hassa-i mümeyyize olmak üzere bahş ü man bir kavim ve milletin mahrum edilmiş olması kat’iyen kabul olunamaz. Zaten arada sırada bu kavmin bazı pek muvaffakıyyet-i azime ile ifa ettikleri de görülüyor. Bu babda bize denilebilecek ve bizim de inkarına muktedir olamayacağımız müte’essifane tasdike mecbur kalacağımız bir hakıkat vardır ki o da bizim isti’dad-ı fıtrimizin başka akvama nisbeten zerre kadar noksanı olmamasından belki bunun bizde pek az tecelli ve inkişaf etmiş olmasından meliyata en ziyade mukarin olan isti’dad-ı kesbi bizlerde henüz bi-hakkın münkeşif olamamıştır. Anlaşılıyor ki cevdet-i fikriyle hikmetiyle kesb-i imtiyaz etmiş parlak simaların tarih-i Osmani-i İslami’de görülememesini kavmimizin isti’dad-ı kesbisinde olan noksana tahmil etmekten başka çare yoktur. Öteden beri Osmanlılık aleminde milletin efkar ve hissiyatını okşayarak tahrik edecek gayr-ı mahsus bir tarzda terakkı ve teali ettirecek bir müessese mevcud değil idi. İşte bunun içindir ki bugün bizim muvaffakıyetsizliğimizin yegane sebebi olan isti’dad-ı kesbimiz hakkıyla inkişaf edemedi kör kaldı. İşte bunun içindir ki her işimizde muvaffakıyetsizliği muvaffakıyetsizlik ta’kıb etmekle me’yus oluyoruz. Fakat bütün bu hallerin mes’uliyeti pek uzak olan bir maziye aid olmakla beraber bütün günahları bizim üzerimize yüklendi; bütün bu belaları biz çekiyoruz. O uzak maziden i’tibaren aba ve ecdadımızın efkar ve ezhanı usul-i İslamiyyet’e muvafık fakat ma’kul vasi’ yani bir hedef-i saadete isali kat’i bir yol dahilinde terbiye ve tehzib edilmiş ola idi biz bugün hiçbir vechile seviye-i muhitimizden aşağıda kalmış olmazdık bizim bugün yüzümüz ak alnımız açık olurdu. İslamiyet de şu mahdud muhit dahilinde cılız zaif bir halde sıkışıp kalmazdı. Bugün İslamiyet’in bütün afakı tenvir bütün alem-i insaniyyeti müteveccih olduğu saadete isal etmekte olduğunu görmekle müftehir olurduk. Fakat teessüfler olsun ki bu hakıkatler mazide anlaşılamadı; mazide bu nokta-i nazardan hiçbir şey düşünülemedi. O zamanlar mukadderat-ı İslamiyye uhde-i hamiyyetlerine tevdi’ olunan zevat-ı kiram ani olan satvet ve şevketlerine aldandılar mağrur oldular. Bu şevket ve satvetin bekasını devamını te’min edecek bir tarik-ı müstakım çizip de seleflerini aminen ve salimen saadete sevk edecek bir müessesei Bab-ı Meşihat bir mü’essese-i İslamiyye idi. Fakat mazide hiçbir zaman istikbal-i İslam nokta-i nazarından kendisi ye buna şahiddir. Medaris-i Osmaniyye de Bab-ı Meşihat’e merbut ve mantıken onun emeline hadim olmak lazım gelen birer müessese-i ta-i emeli bulunmadığından tabii medreselerden de büyük hayırlar ümid etmemek lazım geliyordu. Maa-zalik pek çok değilse bile medreselerimizden hayli faideler görüldü. Bu dimağı bozulmuş bir vücudda arasıra ma’kul hareketler görülmesi kabilinden din-i mübin-i buyurduğu lütf u inayetten ibaret idi. Türk millet-i İslamiyyesi Osmanlılık ünvanı altında bir muntazam denilecek fakat kısmen Arapların kısmen de Maveraünnehir’in usul-i tedrisleri üzerine müesses darü’l-ulumları yok değildi. Medrese-i Semaniyye bu müesseselerin en muntazamları sırasında olarak gösterilebilinir. Tarihte isimleri görülen bugüne kadar da eserleri tedavül etmekte bulunan ulema işte şu medreselerin yetiştirdiği büyüklerdir. Hakıkaten bu medreselere o zaman için hayli mükemmel hayli muntazam denilebilirdi. Bununla beraber Endülüs Maveraü’n-nehir medreselerine rekabet edebilecek Maveraü’n-nehir medreseleri binaca bir dereceye kadar da tahsilce; Endülüs medreseleri ise muayyen bir hedef gözetilerek tertip edilmiş vasi’ ma’kul programları i’tibariyle o zaman silsile-i terakkınin kat’ ettiği en son noktada bulunuyorlardı. Bizim Osmanlı medreseleri ise her iki cihetten Endülüs ve Maveraü’n-nehir medreselerine nisbeten geride idi. Bir kere binalarının olanca meziyeti yalnız sağlam olmasından kara yağmura karşı içindekileri barındırabilmesinden ibaret bulunup sıhhat hayat cihetleri asla nazar-ı dikkate alınmamış tiyaç ile mütenasib bir tarzda vücuda getirilmiş sayılamazdı. Usul-i tedris ise ta öteden beri bozuk gayr-ı muntazam idi. Demek oluyor ki ders programlarında usul-i tedris cihetlerinde akl u fikre ihtiyac ve ilcaat-ı zamaneye kat’iyen ehemmiyet verilmemiş ve ders programı tanziminde gelişigüzel muvakkat kısa dar bir düşünce sevkıyle bir dereceye kadar Araplara Acemlere ve Maveraü’n-nehirlilere taklidden başka hiçbir cihet nazar-ı i’tibara alınmamış idi. kat’u’n-nazar hemen zamanımıza kadar olduğu gibi devam etti. Hala da öyle fakat daha intizamsız bir surette devam edip gidiyor... Evvelce arz edildiği vechile medreselerimizin idarece teşkilatça olan bütün kusurları mahsus inkarı gayr-ı kabil birçok netaic-i fi’liyye tevlid etmiştir ki hayat-ı ictimaiyyemiz ahlakımız dinimiz fikrimiz doğrudan doğruya bunlardan müteessir olmuştur. Öteden beri –ekseriyet üzere– bu medreselerde terbiye gören erbab-ı tahsilin ahval-i umumiyyeleri tedkık ü tahlil edilecek olur ise her şeyden evvel derhal şu neticelere destres olunur: – Bu medreseler alel-ekser müdavimlerini menkulata şiddetle rabtederler; menkul bir şeyin düşünülüp tecrübe edilip bulunan bir şeye racih yani usuliyyunun ta’birleri vechile naklin akla mukaddem olduğu hissini verirler. Onun için bunlarda kitaba kitabın elfazına muhtemelatına... pek ziyade ihtimam olunur. Kitap tedkık olunur tahlil edilir. Oradan daha dakık daha gizli ma’nalar çıkarılmak istenilir düşünülür. Fakat kitabın haricine ibarenin haricine çıkılamaz. Git gide bu kitaplar nazarlarda kudsiyet kitaba bütün bütüne merbut olup kalır. Buna karşı aklın fikrin tecrübenin ihtiyacın ehemmiyeti kalmaz. Kitaba esir olur... Hatta hadis bazı eserler vardır ki bunlara din-i mübin-i sil imiş gibi bir mevki’ verilmek istenildiği görülmüştür. Son zamanlarda Kitab’ın Sünnet’in de o derece rağbetle tedavülde bulunmamasını işte şu sebebe atfedebiliriz. dan Sünnet’ten asar-ı eslaftan başka bir ma’na anlaşılmak lazım geldiği kolaylıkla meydana çıkar. Kitap esaretinin neticesi olmak üzere cevvaliyet-i fikriyye; hassasiyet-ı zihniyye yavaş yavaş sönüyor. Daire-i idrak darlaşıyor. Ortalığa muzlim bir ama-yı taklid çöküyor. Bir ilim bir san’at bir kavimden diğer bir kavime intikal ettiği surette ekseriyet üzere daha ziyade terakkı ve tealiye mazhar olmakta iken ulum-ı İslamiyye bize intikal etmekle bulunduğu halden daha fazla bir kemal kesbedemedi. Belki bir dereceye kadar tedenniye bile ma’ruz kaldı. İşte bizde görülen şu müstesna hadiseyi de fikirlerimizde olan durgunluğa atfetmek daha ma’kul görünüyor. Tabii bu haletin hayat-ı ictimaiyyemize maişetimize te’siri olmamış değildir. Ale’l-amya aba ve ecdadın asarına iktifa ne hususta olursa olsun teşkilat-ı kadimeye tarafdarlık yahud kör körüne her şeyde başkasına taklide çalışmak... Hülasa bil-umum ahvalde meşhud olan fikr-i ihtira’dan kendimize kendi düşüncemize münasib bir hatt-ı hareket ta’yin edebilmekten mahrumiyetimiz de şu fikir durgunluğunun bir netice-i tabiiyyesi olduğuna şüphe edilemez. – Bizim medreselerde herkes okuyor çalışıyor ezberliyor... Hoca olacağım diyor bunu biliyor. Çünkü bu az olsa da maddi bir menfaat ile alakadardır. Fakat bunun ötesini hocalığın sonunu hoca olmayla ne yapacağını düşünemiyor. Akıl fikir hocalığa kadar eriyor da arka tarafı maba’de’t-tabi’iyyat gibi muzlim kalıyor. Okumak medreselerde çalışmak hoca olmak içindir; fakat hoca olmak niçindir? cevabı taharri edilecek olur ise yek-diğeriyle mütenakız iki cevaba dest-res olunur. Evvelce hali nazar-ı tahlilin önüne vaz’ edelim. Bugün hocalık icazet almak ile başlanır. Rüus fıkh... fenleri üzerine yazılan birer ikişer eseri tedris etmekle de hitam bulur. Evsaf-ı mümeyyizesi elsine-i mahsusadan vass-ı farikasındandır. hem diğeri apaşikar menfaatlere merbut. Muallimlik me’murluk ki uzaktan yakından dine istinad eder. Binaenaleyh bu nevi’ me’muriyeti haiz olanlar mutlaka din namına icra-yı vazife ederler. Bu vazifeler dinidir mukaddestir; mukabillerinde sevab ümid olunur. Bu vazifeler bir vazife-i resmiyyedir mukabillerinde para alınır. para kıyafetinde meydana çıkar. Muallimlik hakkında da az çok düşünelim. Bugünkü ta’birimizce dersiamlık müderrislik namlarını alan bu nevi’ muallimlik de bayağı hendese hesap Fransızca... muallimliklerinden pek de fazla bir mahiyeti haiz değildir. Bir mektep muallimi hesap hendese... öğretir. Bir dersiam da sarf nahv... ta’lim eder. Bir muallim tekaüd edildiği gibi bir müderris de beş on senede sırasıyla birkaç kitabı okutup çıkardıktan sonra icazet verir işten çekilir. Zaten gayr-ı muntazam bir hayatın bar-ı sakıli altında senelerce uğraşmış artık tab u tüvanı kesilmiş ihtiyarlaşmış olduğundan kar gibi beyaz saçı beyaz sakalı ile kahve bazen cami köşelerinde ölüme muntazır kalır. dinin istikbali nokta-i nazarından şayan-ı kayd hiçbir ciheti meşhud olamaz. Ne acıklı bir hayat ne zayi’ bir ömür!.. Şimdi maziye irca’-ı nazar edelim. O muhteşem mazi ki mukaddes tanıdıkları meslekleri uğrunda insanların ma-bihi’n-necatı ma-bihi’s-sa’adeti bildikleri maksadları uğrunda can-siperane sa’y ü gayret eden yine bu uğurda feda-yı can etmeyi en sevimli vazife bilen rüsul-i kiramı enbiya-yı Yine azametli mazi ki hak hakkın i’lası uğrunda pek uzun zamanlar sa’y ü gayret edip her türlü zahmetlere meşakkatlere katlanan tarih-i insaniyyette büyük inkılablar hazırlayan himü’s-selam piş-i enzarımıza tecelli ettirir. Yine o muhteşem mazide ki hakkın Kelimetullah’ın i’tila ve tealisi uğrunda feda-yı can edercesine çalışan Ebu Bekirleri Ömerleri Osmanları Alileri Sa’d bin Ebi Vakkasları Ebu Ubeydeleri Ebu Zerrleri Süfyan-ı Sevrileri Ebu Hanifeleri Malikleri... rıdvanullahi teala aleyhim ecmain görürüz. Tarihin kaydettiği yüzlerce binlerce e’azım-ı İslamiyye’nin zahirde muhtelif görülen meslekleri netice i’tibariyle hep bir noktada ictima’ ediyordu. Müfessir muhaddis fakıh hakim... hep aynı hedefe erişmek için çalışıyordu. Meslek-i zahiri muhtelif fakat meslek-i batını hedef bir idi. Herkes i’layı Kelimetullah’ı teali-i İslamiyyeti’i saadet-i insaniyyeyi kendisi için münteha-yı emel biliyor. Ne yapılırsa yapılsın işte şu mukaddes emele erişmek için yapılırdı. me’murluktan ibaret bir hocalık mevcud değil idi. Mazide ancak Müslümanlık mevcud idi. O zamanın Müslümanlığı da ne kadar tahlil edilirse edilsin hiçbir vechile altından sap sarı bir altın ile çırçıplak bir muallimlik meydana çıkmaz. O zamanlar muallimlik saadeti beşeriyye için sağlam emin muvaffakıyetli bir yol i’tikad olunuyor; büyük küçük herkes bütün beni beşerin o yoldan giderek saadet-i matlubeye erişmesi için aklının fikrinin erdiği kadar kemal-i safvet ve ciddiyetle mütemadi bir sa’y ü faaliyette bulunuyordu. İşte o zamanın Müslümanlığı işte o zaman müslümanlarının münteha-yı emeli!.. – Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak hazretlerinin hiç tahsil ve terbiye görmemiş kimseler içinde bile büyük dahiler yetiştirdiği pek çok defalar görülmüş şeylerdendir. Gerek yalnız Hazret-i Allah’ın lütf-ı mahsusu gerek zekavet-i fevka’l-adeye inzımam eden sa’y-i mütemadi neticesi olarak bizim medreselerden de ara sıra ilim fikir ahlak takva... i’tibariyle hayli büyük kimseler zuhur etmemiş değildir. Fakat bizim bu müessese-i irfanımızda yetişen büyüklerin bütün büyüklükleri şahıslarına münhasır kalmıştır. O büyüklükten millet millet-i İslamiyye müstefid olamamıştır. O büyüklük bizim ilmimizde terbiyemizde hayatımızda bir inkılab-ı mes’ud hazırlayamamıştır. Bizim ilm-i tefsir ifta ilm-i celil-i fıkh usul-i fıkh... için büyük meleke sahibi alimlerimiz mütehassıslarımız yok değil terakkı kıymet-i ilmiyyesi i’tibariyle asar-ı eslafa faik bir eser meydana getiremedi. Halbuki eskiden böyle değildi. Bir zatın büyüklüğünden şahsından ziyade mesleği milleti müstefid oluyordu. Ebu Hanife Ebu Yusuf Muhammed bin Hasan hazeratı Irak’ın büyük fukahasından idiler. Fakat bunların büyüklükleri kendilerine münhasır kalmadı. Irak mekteb-i fıkhisinde ictihadda büyük bir inkılab husule getirdiler. İçtihad bu zevat-ı kiram ile evc-i bala-yı terakkıye vasıl oldu. İmam Buhari bir muhaddis idi. Çalıştı çabaladı nihayet ilm-i hadiste büyük bir terakkınin husule gelmesine sebep oldu. İmam Zemahşehri ulum-i Arabiyye mütehassısı müfessir idi. Şu iki ilmi mezcederek ilm-i tefsirde büyük bir inkılab büyük bir terakkı bir tarik-ı terakkıye dahil oldu. eskiye nisbetle de fena. Bizde belli başlı ilmi bir terakkı meşhud olamıyor terakkı değil birçok cihetten tedenniye bile uğramışız. Şu fenalıklarımızı nereye atfetmeli esbabını nerede aramalı? Bütün bu kusurlarımızı düşmanlarımız İslamiyet’e hamletmek istiyorlarsa da bunun yanlış olduğu pekala meydandadır. Binaenaleyh bunun esbabını uzaklarda değil yine kendimizde yine kendi medreselerimizdeki teşkilatın kusurunda aramak icab eder. Evvelce arz edildiği vechile bizim medreselerimiz İslamiyet’in geniş olan dairesi dahilinde ma’lum bir gayeye doğru ni bilir kimseler yetiştirememiş hala da yetiştiremiyor. Bunun Ma’aliler... gelmedi. Bu halimiz böyle devam edecek olursa bundan sonra da gelmek ihtimali yoktur. Hep şu zebunluk değil hep o medreselerdeki idarece teşkilatça tedris ve tederrüsçe olan kusurlarımıza aiddir. Yoksa ne düşmanlarımızın dediği gibi dinimizde bir kusur var ne de isti’dad-ı fıtrimizde... – Muhitimizin icabatından mı bilmem nedendir Türk ırkında zaten aleme hatta kendine karşı bir lakaydlık mevcud olduğu şüphesizdir. Terbiye ve ta’limin uyku hastalığı gibi olan bu hastalığı imate hiç olmazsa taklil etmesi icab ederken bizim medreselerimizin terbiyesi tarz-ı hayat ve maişeti bu fena tabiati bilakis bizde tenmiye ve tezyid ediyor. Hüsn-i tefahhusumuz büsbütün sönmüş gibi oluyor. Etrafa karşı aleme karşı bigane kalıyoruz. Ne var ne yok hiçbir şeyden haberimiz yok. Yapılan işler faidemize mi zararımıza mı ondan bi-haber bulunuyoruz. Filhakıka mutasavvıfinde de bir nevi’ lakaydlık bulunuyor. Fakat onların lakaydlığı tam yerinde... Diyelim ki kalbin fikrin meşguliyeti bunu iktiza ediyor. Hocalara gelince onlar hakkında bu nazariyeyi tatbik etmek de mümkün değil. Çünkü kalpler bomboş fikirler durgun başka bir şey bulunmak lazım gelirdi. Fakat böyle olmuyor... Demek ki bizim bugünkü medreselerimizin terbiyesi fikirlerimizi uyandıramıyor. Artık şu kayıdsızlığımızdan dolayı kendimizin mesleğin bil-vasıta milletimizin ne kadar mutazarrır olduğunu söylemeye hacet yok... Bizim medreselerimizin tarz-ı terbiyyesinde bunlardan başka mesleğimiz için hayatımız için zararlı olan daha pek çok noksanlarımız olacağı şüphe[siz]dir. Fakat bu zikredilenleri şöyle birdenbire evveliyattan olarak nazarlara çarpıyor. Öyle ki az çok basireti olan kimseden bunları setretmek Zaten biz mesleğimizin terakkısini tealisini arzu eder etmek sonra onun telafisine çalışmak iktiza eder. Bu hastalık hakkıyla teşhis edilmedikçe suret-i mükemmelede tedavisi kabil olmaz. Onun için biz de noksanlarımızı bilemez yahud i’tiraf etmek kadar olsun ibraz-ı basiret edemez isek bizim için onlardan kurtulmak mümkün olamaz. taharri bazı noksanlarımızı ortaya koymaya çalıştım. Niyetim Binaenaleyh meslekdaşlarımın şu yazdıklarımı –acı da olsun– hüsn-i niyyetime bağlamaları lazım gelir... Vücuda getirilen ve sevk-i ihtiyacla mevcud her şeyin mutlaka bir gayeti vardır. Gayeti olmayan her şey abestir. Bir iş gayeti için yapılır. Bir şey gayeti için mevcud olur. Her şeyde her işte asıl matlub gayettir. Dünyada büyük küçük bütün meşagil-i hayatiyye hatta ibadetler bile matlub olan gayeti ta’kıb için icra edilen birer hareketten ibarettir. Gayetler pek az mütefavit olmakla beraber onlara erişmek için icra edilen hareketler o kadar muhteliftir ki aynı gayet bazen müsbet bazen menfi bir fiilin neticesi olur. Her kavim her millet hatta her ferd tasavvur ettiği gayete vusul zamanca kısa zahmetçe az olanıdır. Mesela birisi muayyen bir gayete erişmek için yüz saat vakit sarf ediyor –farz edelim– beş zahmet ile matluba vasıl oluyor. İşte bu misalde şu iki kimsenin ta’kıb ettikleri yollardan birincisi en uzun ikincisi en kısa olmak üzere farz eder isek o gayeti talep edenler ların arasında aynı gayete erişmek için birçok kimselerin çizdiği daha yüzlerce yollar mevcud olacağı da muhakkaktır. Yolların uzunluğu kısalığı bit-tabi’ sarf edilen fikirler tecrübeler… ile ve bunların da mürur eden zaman ile mütenasib olması iktiza eder. Bu halde en elverişli olan yol en yenisi olmak lazımdır. Bir gaye-i ma’neviyyeye erişmek için ittihaz olunan yola “program” ıtlak olunur. Bu halde program gaye-i ma’neviyye-i matlubeye isal eden yol demek oluyor. Binaenaleyh program gayete göre tertib olunmak lazım gelip gayetin programa göre tebeddül etmemesi gayetin program için kurban edilmemesi icab eder. Burada iki şey meydana çıktı: Gayet program… Bunlar kalelerin iki unsurudur ki bütün sözlerimiz uzaktan yakından şu iki kelimenin ma’naları etrafında dönüyor. Denildi ki program gayete göre tertip edilmek lazımdır. Bu halde medreselerimizin programına dair söz söylemekten evvel medreselerimizin teessüsünde olan gayeti bilmekliğimiz icab eder ki bundan sonra o gayete göre program taharri etmenin sırası gelmiş olur. Memalik-i İslamiyye’nin her tarafında birçok medreseler bulunduğu ma’lumdur. Müslümanlar nerede yerleşmişler kette müslümanlar tavattun etmiş bulunsun da oranın merkez bir yerinde medrese bulunmasın bu kabil değildir. Demek ki medreseler İslamiyet alemi dahilinde olan bir lunmaya idi alem-i İslamiyyet’te bir tek medrese bile görülemezdi. Demek ki medreseler bir mü’esse-i İslamiyye’dir. bir “gayet” bulunacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bu medreselerin teessüsünde bir gayet bulunmak icab eder. Acaba bu “gayet” nedir? Tabii biz bu gayeti halde arayamayacağız. Çünkü evvelce de arz edildiği vechile gerek bugünkü medreselerimizin ders programlarını aklen mantıken tahlil ile elde edilecek netice gerek o programları bil-fi’l ta’kıb edenlerin ahvalini bil-müşahede tedkık ile erişilecek neticeler esas-ı İslamiyyet’le kabil-i te’lif bir halde değildir. Binaenaleyh gaye-i hakıkıyyeyi taharri etmek için tarihin usul-i İslamiyye’nin yardımıyla mutlaka pek uzak bir mazide taharriyatta bulunmaklığımız etmekliğimiz lazım geliyor. Maziye irca’-ı nazar edilirse silsile-i medarisin gittikçe bir tarz-ı mahrutide inceldiği hatta noktaya müntehi olduğu görülür. Bugün yüzlerce binlerce medreselerde yine o kadar çok müderrisler vardır. Fakat maziye doğru gidildikçe yavaş yavaş medreselerin müderrislerin adedleri azalır bir noktaya gelinir ki medreselerin müderrislerin silsilesi münkatı’ olur. Bu zaman müderrislik Fahr-i Ka’inat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat Efendimiz hazretlerinin zat-ı nübüvvet-penahilerine ve medresede ol hazretin bulunduğu yere münhasır olup kalır. Resul-i Ekrem Efendimiz’in nübüvvetlerini müteakib birinci me’muriyetleri insanları kelime-i tevhide da’vet etmek yani i’la-yı Kelimetullah eylemek oldu. Peygamberimiz Efendimiz şu vazife-i mukaddeselerini ifada hepimizin bildiği vechile fevkalade sa’y ü gayret buyurdular; bu uğurda insanın tahammül edebileceği her türlü meşakk ve mezahime katlandılar. Hazret-i Allah’ın izniyle daima muvaffakıyet hasıl oldu. Ehl-i imanın adedleri tezayüd ediyordu. Fakat her mü’min iktidarı nisbetinde i’la-yı Kelimetullah için o hazrete yardım etmeyi kendisine bir vazife biliyordu. Görülüyor ki şu vazife-i mukaddesenin ifasına ol hazret başlarında bulunduğu halde bil-umum mü’minin iştirak ediyor her mü’min kendi iktidarı nisbetinde i’la-yı Kelimetullah dı. Şevket-i İslamiyye bi-hakkın teessüs etti. “Devr-i tekalif” başladı. İ’la-yı Kelimetullah bil-umum mü’mininin vazifesi olmakla beraber tekalifin bazıları umumi bazıları hususi idi. Fakat bütün tekalif-i umumiyye ve hususiyye taabbüdi ictimai ahlakı olmak üzere üç noktada toplanıyordu. Bunlar da bir tarz-ı mantıkı ve şer’ide tahlil edilecek olursa netice ne vesile olan “tasfiye-i ruh ve terbiye-i insaniyyet” noktasına müntehi olduğu görülür. saniyeti hedef-i saadete tevcih ve isal etmek için min-tarafillah taabbüdi ahlakı ictimai tekalif vaz’ edilerek ruh-ı beşer tasfiye ve insaniyet terbiye edilmeye başlandı. Fahr-i Ka’inat Efendimiz hazretleri peyderpey tevarüd eden tekalifi ehl-i imana “tebliğ” ve keyfiyetlerini “ta’lim” eyler ve bunların suret-i icra ve tatbikleri hususunda “nümune-i saniyeti saadet-i mutlakaya isal etmek için icra buyuruluyordu. Demek burada gaye-i karibe “tasfiye-i ruh ve terbiye-i Şu vezaif-i selaseden vazife-i tebliğ şüphesiz zat-ı nübüvvet-penahiye mahsus idi. Kalan iki vazife ise bit-tabi’ Risalet-penah Efendimiz’e mahsus olmamak icab ederdi. Zira o Hazret ebedi yaşayacak değildi. Fakat din-i mübin-i İslam kıyamete kadar devam edecek olduğundan ta’lim ve numune-i bakı kalması lazım geliyordu. Lakin bu vazifeler umum ashab-ı kirama tahmil edilemezdi. Çünkü ta’lim için şüphesiz lar miyanında kendine lazım ve haline vaki’ olan şeyleri bilmekle beraber ilim ile iştigal etmeyenler de bulunurdu. Binaenaleyh vazife-i ta’lim tabii sahib-i ilm olanlara tahmil edilecekti. Mukteda-bih ve numune-i imtisal olmak vazifesi de Sahib-i şeriat Efendimiz’in tensisi vechile i’la-yı Kelimetullah vazife-i mukaddesesi gibi bil-umum ashabın üzerinde bulunuyordu. Fahr-i Kainat Efendimiz irtihal buyurmakla vazife-i tebliğ hitama erdi. Fakat İslamiyet’in ila ahiri’d-devran devamı matlub olduğundan bit-tabi’ i’la-yı Kelimetullah vazifesi bakı kaldı. Onun için ashab-ı kiram ve bil-umum mü’minin bu uğurda canlarını fedaya maddi olarak mütemadi bir mücahedede bulundular. Bununla beraber ashab-ı kiram ta’lim ve mukteda-bih olmak vazifelerini de bi-hakkın ifa buyurdular. Çünkü i’la-yı Kelimetullah ile başlayan İslamiyet ancak tasfiye-i ruh ve ıslah-ı nefs ederek insaniyeti müteveccih olduğu nokta-i saadete isal etmekle tamam olacağından bu vazifelerin bi-hakkın ifa edilmeleri de zaruriyat-ı İslamiyye’den vesile olan tasfiyye-i ruh ihtiyacı daim oldukça bunu te’min eden vazifeler de bakı kalır. Devr-i ashabda böyle güzeran oldu. Vezaif mütedahil olmakla beraber her sahabi kendi hissesine isabet eden vazifesini Devr-i tabi’in başladı. Devr-i ashabda bulunan bütün vezaif bakı idi. İ’la-yı Kelimetullah vazifesine ekseriyet üzere evvelce olduğu gibi yine bil-umum mü’minin iştirak ediyordu. Fakat ta’lim ve mukteda-bih olmak vazifeleri artık ulema-yı tabi’in beyninde tekarrür etti. Çünkü ashabla tabi’inin seviyeleri bir olamazdı. Filhakıka mü’min mü’minin mir’atıdır. Daima yek-diğerine iyilik hususunda numune-i imtisal olur daima yek-diğerine hakla sabırla tevaside bulunur. Fakat ta’lim ve mukteda-bih olmak vazife-i müştereke olamaz. Çünkü ilme tevakkuf eder. Ma’lumdur ki ilim öyle herkese şamil olacak kadar mebzul değildir. Binaenaleyh bu vazifeler ulema-yı tabi’ine münhasır kaldı. Ashab-ı kiram ulema-yı tabi’in umuma karşı numune-i nin bildikleri mesail hususunda bunlara müracaat ile istifade ederlerdi. Fakat bu; ta’limin umumi bir sureti idi. Bunun diğer bir cihet-i hususiyyesi de vardı. Şöyle ki gerek ashabdan gerek tabi’inden vakitleri halleri isti’dadları müsaid olan kimseler ulema-yı ashab ve tabi’inin sohbetlerine mülazemet eyler ulum-ı İslamiyye ve mezaya-yı İslamiyye’yi teallüm ederlerdi. İşte şu suretle başlayan ta’lim ve teallüm şimdi görmekte bulunduğumuz medaris silsile-i mahrutisinin en küçük en ince halkalarını teşkil eder. Fakat bütün şu ta’lim ve teallümler evvelce de bit-tahlil arz edildiği vechile ancak bir gayete erişmek için icra buyuruluyordu. Ki o da “saadet-i mutlakaya vesile olan tasfiye-i ruh ve terbiye-i insaniyyet”ten ibaret idi. Tabiin devrinin sonlarından i’tibaren ta’lim ve teallüm kesb-i intizam etmeye başladı. Bu intizam gittikçe tezayüd ediyordu. O vakitler ders programları ilm-i tevhid ulum-ı Kur’aniyye hadis ve fıkıhtan ibaret idi. Alel-ekser her ilmin ayrı ayrı mütehassısları bulunurdu. Nadir olarak şu ulumun hepsini kendi nefsinde cem’ edenler de yok değildi. Talebenin bazıları bu derslerden hepsini cem’ etmeye sa’y ü gayret eyler; bazıları da hepsinden lüzumu mikdarı öğrendikten sonra daha ziyade müsta’id olduğu şu’be-i ilmde kesb-i ramı gaye-i matlubeye eriştirmek hususunda tamamen kafi Sonraları memalik-i İslamiyye’nin hududu pek ziyade tevessü’ etti. Kalbleri dimağları esatir ve hurafat ile memlu birçok akvam daire-i İslamiyyet’e dahil oldu. Ahali-i İslamiyye milel-i muhtelife ile ihtilat etmeye başladı. Ahval-i rafları müstesna olduğu halde sair taraflarda sabıkan arz edilen ders programı kafi gelmez oldu. Fikr-i aciziye göre bunun da iki türlü sebebi vardı: halif olanlar ulum-ı akliyye ve felsefiyye ile iştigale başlamış olduklarından ilm-i tevhidin birçok mebahisini vesair aralarında muhtelefün-fiha olan mesaili felsefe nokta-i nazarından mütalaa etmeye başlamışlardı. Vukua gelen mübahaselerde bunlar ulum-ı felesefiyyenin yardımına müracaat ederek ekseriyet üzere te’min-i galebe ediyorlardı. Bir zamanlar galibiyet tamamen muhalifin tarafında kaldı. Bu sıralarda idare-i hükumet bile muhalifinin eline geçti. Muhalifinin karşılarında bulunan ehl-i sünnet ekseriyeti teşkil etmek ve taraf-ı hakta bulunmakla beraber seslerini çıkaramıyorlardı. Çünkü evvelce kuvve-i ilmiyyelerini sonra da kuvve-i maddiyyelerini kaybetmişlerdi. Fakat bunlar ulü’l-azmden idiler. Bütün bu ahvale karşı me’yus olmadılar. Kemal-i hazm ve ciddiyyetle bunun esbabını taharri etmeyi kendileri için bir vazife-i diniyye bildiler. Netice-i taharrilerinde şu mağlubiyetin sebebini ders programlarında buldular. Demek ki zamanın ahvalin tebeddülüyle ders programlarının da ona göre tebdili lazım geldiği halde o yapılmamış idi. Binaenaleyh artık o elde bulunan program ile de gaye-i matlubeye yani saadete vesile olan tasfiye-i ruha erişmek mümkün olmuyordu. Nefsü’l-emrde o program gaye-i matlubeye isal için kafi asr-ı saadette asr-ı ashab ve tabi’in devrinin evvellerinde bu kifayet etti. Sonra da kifayet edecekti. Fakat bu program bir tarik-ı mücerredden ibaret olup bunun gösterdiği düsturlar den vukua gelebilecek küçük bir i’tiraz küçük bir hücum buna mani’ olabilirdi. Çünkü bu yolun muhacimlere mütearrızlara karşı henüz bir müdafi’ ve muhafızı yok idi. Nasıl ki sonraları bu hal-i esef-nak vukua geldi; ehl-i sünneti derin derin düşündürdü. Binaenaleyh ehl-i sünnet tarafından mevcud ulumun etmek üzere ders programına ayrıca ulum-ı felsefiyye derslerinin net de felsefe ile iştigale başladı. Ekabir-i ehl-i sünnet felsefeyi usul-i İslamiyye desatir-i İslamiyye nokta-i nazarından mütalaa ve tarik-ı hakkı müdafaa ediyorlardı. Bu suretle muhaliflere karşı olan mağlubiyetten kurtuldular ve hakkın ulviyet ve galibiyetini meydana koydular. ziyade tevessü’ etti. Müslimin; etraf-ı memalike dağılmaya başladılar. Bu suretle merkezden tebaüd edenlerin lisanlarında olan ciyadet batnen ba’de batnin kayboluyordu. Hatta bunlar Kitab ve Sünnet’in kıraat ve fehminde duçar-ı müşkilat olmaya başladılar. Diğer cihetten an-asl Arap olmayan müslümanlar da bu hususta şüphesiz isti’cam etmiş Arap müslümanlardan ileri değildiler. Halbuki Kitab ve Sünnet’i okuyup anlamak ve Arapça yazmak ihtiyacı kat’i idi. Binaenaleyh bu babda sarf ve nahv fenlerinden isti’ane edilmek lüzumu hissedildi. Bu suretle bunlar da ders programına idhal edilmiş oldu. Vakıa kifayet etmedi; fakat lisan-ı tekellüm gittikçe fenalaşıyor onun için Arapça’nın inceliklerini anlamak kabil olmuyordu. Bundan dolayı meani beyan bedi’... gibi sair ulum-ı Arabiyye’nin de ders programına ilhak edilmesine lüzum görüldü. maksad yine o eski maksad idi; gayet yine yine evvelki gayet idi. dayet-i te’essüsünden i’tibaren esas mahfuz kalmakla beraber şa’üb etmesi suretiyle birçok kalıplara girmiştir. Fakat bütün bununla beraber o asr-ı saadette asr-ı ashabda teayyün eden gayet hiçbir tebeddüle uğramamıştır. Medreselerin tarihinde şu gayeti tebdil edebilecek hiçbir şeye tesadüf edilemez. Binaenaleyh İslamiyet bakı kaldıkça bugün de yarın da kıyamete kadar medrese namında olan müesselerin gayeti: tasfiye-i ruh ve tehzib-i ahlaka hizmet edecek kimseler yetiştirmekten Medarisin gaye-i te’essüsleri tahlil edilecek olursa iki unsurdan mürekkeb oldukları görülür. Biri tasfiye ve tehzib sinin mukaddimesi kabilinden olduğu vareste-i izahtır. Çünkü saadet tasfiye ve tehzibin neticesi kabilinden bir şeydir. Kitab ve Sünnet’ten birçok nusus bu mütalaayı te’yid ediyor. Saadet bir mahiyet-i gayr-ı mütecezziyyeden ibaret ise de asarının yekdiğerini ta’kıb eden iki alemde tecellisi nokta-i nazarından saadet-i dünyeviyye saadet-i uhreviyye namlarıyla ikiye ayrılır. Saadet-i uhreviyye de saadet-i dünyeviyyenin neticesi kabilindendir. Onun için burada ayrıca mevzu’-i bahs ittihaz edilmelerine lüzum yoktur. Bu halde asıl bahsimizin mevzuunu teşkil edecek bir nokta kalıyor ki o da “tasfiye-i ruh”dan ibarettir. Tasfiye-i ruh ta’birinden de anlaşıldığı üzere en gizli en müphem bir şeye yani ruha aid olduğundan ne kadar müşkil ne kadar dakık bir mes’ele olacağı şüphesizdir. Zaten şu meslekler birçok tarikler meydana gelmiştir. Tabii biz burada o mesleklerin o tariklerin hepsini arz edecek değiliz. Fakat bütün bu meslek bütün bu tariklerin en sonu yani tasfiye-i ruh hakkında mevcud silsile-i mesalikin tarihen en muahharı ve en ma’kulü usul-i İslamiyye üzerine müesses “meslek-i İslami”dir. Evvelce de arz edildiği vechile medreseler ihtiyac-ı İslami üzerine teessüs etmiş bir müessese-i İslamiyye’dir. Binaenaleyh medreselerimiz için mesalik-i terbiyye ve tasfiyyeden bit-tabi’ meslek-i İslami kabul edilmek lazım geleceği şüphesiz olur. Meslek-i İslami iki esas üzerine müessestir. Bunlardan biri kabil-i te’akkul yani ma’kuldür. Diğeri gayr-ı kabil-i te’akkul yani menkuldür. Ma’kul olanı ahlakıyat ve muamelattır. Ahlakıyat insanın kendine gayra hey’et-i ictimaiyyeye karşı İslamiyetçe Bina-berin ders programlarında ilm-i ahlak bulunmak icab eder. Ahlakıyat ve ilm-i ahlak başlıca üç nevi’ vazife üzerine müessestir ki Vazife-i ma’rifet ve iman Vazife-i fi’l Vazife-i terktir. Bunlardan her biri müsbet ve menfi olarak ahlakın esasları bundan ibarettir. Bu üç vazifelerden birinci vazife Halık’a diğerleri ise mahluka karşı ifası mecburi olan vazifelerdir. Halık’a karşı olan vazife-i ma’rifet ve iman ki ilm-i tevhid ve akaidin mevzuunu teşkil eder. Bu halde medreselerimizin ders programlarında birinci ders olmak üzere: Yazılmak iktiza eder. Fakat bunun hakkıyla anlaşılması Binaenaleyh ders programında Da bulunmak icab eder. Bu ilim daimi bir cedel-gahtır. Hiçbir hak mücadeleden başka suretle kazanılamadığı gibi müdafaa edilemedikçe muhafazası da kabil olamaz. Bu halde hakk-ı mahz olan mu’tekadat-ı İslamiyye’nin de muhaliflerine karşı müdafaa edilmesi vacib olur. Eslaf-ı kiram bunun için vaktiyle felsefeye müracaat etmişlerdi. Fakat şimdi bu kafi değil. Çünkü ihtiyacat-ı zamaniyye daha başka bir hale girdi. Beyne’l-milel ihtilatlar tezayüd etti. Bugün din-i mübin-i İslam’ın müdafaası için sair edyanı bilmeye ve onun edyan-ı saire arasında nasıl bir mevki’-i mu’alla ihraz etmiş olduğunu anlamaya ve bunun için beyne’l-edyan bir mukayese yapmaya ihtiyac-ı şedid vardır. Bu ise ancak Tarih-i Edyan ve Mukayese-i Edyan Dersleri ile tamam olur. İşte bu suretle felsefeye tarih-i edyan ve mukayese-i edyana müstenid ve mu’tekadat-ı İslamiyye’nin müdafaasına hadim olan Dersi meydana çıkmış olur. ki bunlardan birincisi ulum-ı felsefiyyenin şuabatından bir şu’bedir ki sırf nazariyat-ı ahlaktan bahseder. İlm-i ahlak nazari bir şu’be-i felesefiyye olduğu gibi felsefiyatın en mühim kısmını teşkil eden ilmu’r-ruh ve ilmu’n-nefs ile de şiddet-i merbutiyyetleri vardır. O derecede ki adeta ilm-i ahlak-ı nazari ilmu’r-ruh ve ilmu’n-nefsin bir neticesi gibidir. Bu halde ilm-i ahlak-ı nazari de bunlardan ayrılamaz. Binaenaleyh ders programında: Dersleri de bulunmak icab eder. İlm-i mantık hikmet ve felesefenin mukaddimesi kabilinden olduğu ma’lumdur. Binaenaleyh ders programına Dersi de ilave edilmek lazımdır. da ilm-i teşrihle pek samimi bir münasebet ve merbutiyeti bulunduğu ma’lumdur. Onun için ders programına Dersleri de dercetmek icab eder. İlm-i teşrih tarih-i tabi’iden beşere müteallık olan neticesi i’tibariyle bir ilm-i müstakil suretinde meydana çıkıyor ise de mukaddimeleri i’tibariyle yesi vardır. İşte bu sebepten dolayı ders programına: Dersleri dahi yazılmak iktiza eder. İlm-i ahlak-i ameli nazariyat-i ahlakı tatbik etmek için lazım gelen usulleri bildirir. Bu usuller akli ve nakli olmak üzere ikiye ayrılır. Usul-i akliyye sırf akıl ve tecrübe üzerine müstenid bir usuldür. Bu küçük insanlara yani insanın doğduğu günden on sekiz yirmisine kadar teklif olunur. Bu usul ilm-i terbiyyenin mühim bir mebhasını teşkil eder. Vesair bahisleri fenlerinden isti’ane eder. Bu halde ders programlarında: Dersleri de bulunmak iktiza eder. Usul-i akliyye ve nakliyye bu akıl ve nakil üzerine müstenid bir usul-i İslamiyye’dir ki ahlak-ı İslam namıyla yad ve sabavet devrini geçirmiş olanlara karşı tatbik olunur. Ahlak-ı İslam siyer-i Nebevi menakıb-ı kibar-ı İslam ayat-ı Kur’aniyye’den ve ehadis-i Nebeviyye’den isti’ane eder. Menakıb-ı kibarın daha iyice anlaşılması onların tanılmasıyla kabil olup bu ise ya kendilerini ya terceme-i hallerini bilmekten başka bir şey ile mutasavver değildir. Tabii eslaf-ı kiramın kendilerini görüp bilmek mümkün değil. Bu halde terceme-i hallerini işitmek lazım gelir. Muhakemat-ı akliyye ise aklı ve fikri başında olan herkeste mevcuddur. Hele ulum-ı akliyye ve felsefiyye ve ulum-ı riyaziyye ile bil-iştigal akl u fikrinde idman yapmış kimselerin muhakemeleri daha ziyade cevval olur. Binaenaleyh ders programlarına ayrıca: Ahlak-ı İslam – Siyer-i Nebevi – Teracim-i Ahval ve Menakıb-ı Kibar-ı İslam – İlm-i Tasavvuf Dersleri de ilave edilmek lazım gelir. Bu usuller gerek akli olsun gerek akli ve nakli olsun cihet-i tatbikıyyeleri o kadar güçtür ki buna pek az kimseler muvaffak olurlar. Bu adeta bir san’attır ki büyük bir isti’dada sürekli bir idman ve terbiyeye tevakkuf eder. rükn-i esasıdır. Burada muvaffakıyet için en evvel bu usulleri mak sonra bir garaz ve ivaz mukabilinde bulunmayıp ancak muhabbet-i insaniyyeden dolayı li-vechillah olmak isti’cal etmemek sabr u sebat eylemek... gibi birçok şerait mevcuddur. Bu usullerin yegane vasıta-i tatbikleri “telkın”dir. Telkın Telkın-i zahiri va’z u nasihat kitap suretlerinde telkın-i batıni de numune-i imtisal olmak tarzında tecelli eder. Bu halde va’z u nasihatin esasını teşkil eden usul-i hitabet ve kitap için lazım olan kitabet ve her ikisinin mevadd-ı ibtidaiyyesi kabilinden olan lisan ve teferruatı hakkında ayrıca dersler bulunmak iktiza eder. Her iki telkınin insanlar üzerine büyük bir te’siri olduğu ma’lumdur. Hele telkın-i batıni yani başkasının ittisafı matlub olan sıfat ile bizzat muttasıf olmak daha ziyade muvakkardır. Zaten Fahr-i Ka’inat Efendimiz hazretlerinin vezaif-i selase-i Nebeviyyesi’nden birisi bundan ibaret idi. Evvelce de arz edildiği vechile vazife-i tebliğ zat-ı nübüvvet-penahilerine mahsus idi. Fakat kalan ikisi bi-tarikı’l-irs uhde-i ulemaya intikal etti. İşte ulemanın verese-i enbiya olması bundan neş’et etmiştir. Fakat varis-i Nebevi olabilmek için şüphesiz bu mukaddes mirasları hamil bulunmak iktiza eder. Va’z u nasihatin müessir olmaları için de birçok şartlar vardır. Mesela muhatabın kendi lisanıyla fasih ve beliğ olarak samimi bir surette icra edilmek zaman ve zemin nazar-ı dikkate alınmak muhatabın ahval-i ruhiyyesini anlayarak göz önünde bulundurmak... derslerden de ziyade ehemmiyet verilmesi lazım gelen nokta burasıdır. Ahlak-ı İslami’nin gösterdiği usulleri talebenin kemal-i muvaffakıyetle nefslerinde sonra da başkalarında tatbik edebilmeleri medreselerimizin ruhunu teşkil eder. Medreseden mezun bir hoca hakıkı bir mürebbi en ciddi bir mübeşşir ve münhi olmalıdır. Evvelce de arz edildiği vechile medreseler bunun için teessüs etmiştir. Hey’et-i ictimaiyye de olan hizmetleri bu nokta-i nazardandır. Medreselerimizde bu gaye-i teessüs bulunmaz ise zerre kadar ehemmiyetleri kalmaz. Medreselerimizde ne okunursa hep bu gayeye erişmek için okunmalı. Çünkü ulum-ı diniyye amel onlar da ehemmiyetten sakıt olurlar. Çünkü vasıta-i ta’ayyüş olmayan bir ilim bir gaye-i şerife ve aliyyeye de isal etmez ise eğlence kabilinden abes olur. Bugün medaris binalarının teşkilat-ı dahiliyyelerinin tarz-ı hayatlarının şu nokta-i nazara ne derece muvafık olup olmadığını takdir etmeyi kariin-i kiramın enzar-ı müdekkikanelerine terk ediyorum. Ahlakiyat ve buna müteallik olan dürus hakkında hülasa-i fikr bundan ibarettir. Bir de “muamelat” kısmına gelelim. Muamelat insanların ahval-i ictimaiyye ve hayatiyyelerinin adl ü hak dairesinde intizam üzere cereyan etmesi mızdan da anlaşıldığı üzere ilm-i fıkhın muamelat kısmı nakle müstenid olmakla beraber kamilen ma’kuldur. diğeri cihet-i ma’kuliyeti. Birinci cihet i’tibariyle Kitab ve Sünnet’e ikinci cihet i’tibariyle de hikmet-i teşri’iyyesini yani ahkam-ı muamelatın hüküm ve mesalihini bilmeye tevakkuf eder. Bu kavanin-i şer’iyye kavanin-i mevzu’a ve kavanin-i garbiyye ile mukayese edilirse daha ziyade vuzuhla anlaşılır. Binaenaleyh bir dereceye kadar bu kanunları bilmeye tevakkuf eder. Bundan maada ilm-i fıkhın muamelat kısmına aid bazı mebahisin ilm-i iktisad ile alakadar olduğu da şüphesizdir. Bu halde ders programına: Kavanin-i mevzu’a ve Kavanin-i garbiyye ve Mukayese – Derslerini de zammetmek icab eder. Tasfiye ve terbiye hakkında meslek-i İslamiyyet’in ikinci esası gayr-ı kabil-i teakkul yani teabbüdi olduğu arz edilmişti. Bu umur-ı teabbüdiyye ibadat keffarat ukubattan Sadık’ın haberiyle sabittir. Tecrübe de bunu te’yid eder. Fakat nasıl ve ne suretle yardım ettiği akıl ile idrak olunamaz. Keffarat ukubat feraiz ahval-i ictimaiyyeye müteallik olup mücazat hall ü fasl suretleriyle bil-vasıta tehzib-i ahlaka hizmet eder. Fakat bunların da keyfiyet-i meşru’iyyetleri akıl ile idrak olunamaz. nevi’ mechuliyet vardır her hadisenin her şeyin hakıkat ve hikmetini anlamak hulyasına düşen bazı ezhanın bunlar üzerinde saplanıp kalmak ihtimali mevcuddur. Binaenaleyh bu ahkam-ı şerifede olan hüküm ve mesalihi bil-izah şu mübhemiyet ve mechuliyeti kendi hududu dairesinde azaltmaya gayret etmek icab eder. Bu halde ders programına: Bahisleri de ilave edilir. İlm-i fıkhın usul-i fıkha olan şiddet-i merbutiyyeti de ma’lumdur. Onun için ders programına Usul-i Fıkh Fenni de idhal edilmek lazımdır. İlm-i celil-i fıkhın ilm-i tevhidin Kitab ve Sünnet’e istinad vesair ulum-ı İslamiyye’nin de onlardan isti’ane etmekte olduğu ma’lumdur. Bu halde Kitab ve Sünnet’i bilmek lazım gelir. Kitab ve Sünnet Arapça bulunduğundan onları anlamak mutlaka lisan-ı Arabi bilmeye tevakkuf eder. Lisan-ı Arabi bilmek de ulum-ı Arabiyye’nin bilinmesiyle olur. Bu halde ders programlarına: Ulum-ı Kur’aniyye – İlm-i Hadis ve teferruatı – Ulum-ı Arabiyye ve şuabatı Derslerini de ilave etmek iktiza eder. Bir de ulum-ı İslamiyye’nin ayrı ayrı tarihleri vardır ki bunlar öğrenilmedikçe o ulum hakkıyla bilinmiş olmaz. Binaenaleyh ders programına: Ulum-ı İslamiyye’nin Tarihi De yazılmalıdır. Ve bir de mensub olduğumuz millet-i İslamiyye’nin mazisine haline dair ma’lumat edinmek de taht-ı vücubdadır. Bu halde: Tarih-i İslam Coğrafya-yı İslam Dersleri de ilave edilmek muktezidir. Kur’an-ı Kerim’de Arz’a hele Sema’ya aid birçok ayat bulunduğu ma’lumdur. Bu ayetlerin ma’nalarını tefsirlerini bi-hakkın anlamak için: Bilmek lazımdır. İlm-i hey’et ve kozmoğrafya fenni de ekser mebahisi i’tibariyle: Ulum-ı Riyaziyye den isti’ane eder. Bu halde şu dersler de programa tabiatleriyle dahil olurlar. Arz edildiği vechile medrese talebesinin gayet ulvi semavi bir meslek ta’kıb etmek üzere terbiye edilmek icab ettiği halde şu süfli dünyada yaşamak geçinmek hey’et-i ictimaiyyeye dahil olmak ihtiyacından vareste kalamayacakları tabiidir. Onun için talebe-i ulum da medreselerden me’zun olanlar da aleme hadisata daima gördüğü nebatata karşı hemcinslerine ve onların hal ve mazilerine karşı lakayd kalamaz. Zaten Hazret-i Allah da bunlar hakkında tefekkür Kimya – Hikmet-i Tabiiyye – Nebatat – Coğrafya – Tarih... Fenlerinden de az çok müstefid olmaları icab eder. nokta-i nazarından tertib ve tanzim edilecek ders programı şundan ibaret olsa gerek. Şu dürus gaye terbiye ve hayat i’tibariyle üç sınıfa ayrılır. Birinci sınıf ki gayete en karib olan ilm-i tevhid ve akaid kelam ulum-ı Kur’aniyye ilm-i hadis ve teferruatı ve onların hal ü zaman ile mütenasib bir tarzda ilerlemesi ve bu meslek erbabının kendisiyle mücehhez bulunmuş olması... nundan derslerden ibarettir. Üçüncü sınıf ki hayat nokta-i nazarından icab eden derslerdir ulum-ı riyaziyye coğrafya ulum-ı tabiiyye... gibi. Filhakıka ikinci üçüncü sınıf dersleri nokta-i nazara göre muhtelif olmayla beraber hayat i’tibariyle tedahül edebilecekleri şüphesizdir. üzere üç sınıfa ayrılıyor. Bunlardan isti’dadi ve hayati derslerin tedahül ettikleri görülüyor. Bu halde medreselerin iki kısma ayrılmaları iktiza eder. Bunlardan birinci kısmında badisi öğretilir; memleket ve millet için ma’lumat-ı mutavassıta erbabı yetişir. Bunlardan isteyen kimseler ikinci kısma dahil olabilirler ki burada münhasıran ulum-ı İslamiyye okunur; mütehassısin ve erbab-ı ulum için mahrec olur. Fakat ulum-ı İslamiyye’nin dairesi pek ziyade vasi’ olduğundan bir insanın bütün ömrünü sarf ettiyi surette ihataya muvaffak olamayacağı muhakkaktır. Binaenaleyh ikinci kısım medreselerin birinci ve ikinci senelerinde yeknesak bir tahsil gördükten sonra eslaf-ı kiramın yaptığı gibi herkes müsta’id olduğu bir şu’be-i ilme mülazemet eder. Ve o ilimde kesb-i seneleri ulum-ı Kur’aniyye ilm-i hadis ve teferruatı usul-i fıkh... dersleri i’tibariyle birkaç şu’beye ayrılmak iktiza eder. etmiş olur. Her müslüman elinden geldiği kadar din-i mübin-i İslam’a hizmet etmek mecburiyetindedir. Her müslüman kudreti yettiği kadar emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker ile tevasi bil-hak tevasi bis-sabr ile va’z u nasihat ile mükelleftir. Fakat şu mükellefiyetin kudret-i iktidar ile mütenasib bir tarzda tezayüd edeceği de şüphesizdir. Bu halde me’zunin-i medresenin hocaların ulemanın vazifeleri de sair müslimine nisbeten daha mütezayid olmak lazım gelir. Onun için ulema-yı kuka ayrıca bir imtiyaza malik olamazlar. Nasıl ki zekat-ı şer’i bir nisbet dahilinde farz olup İslamiyet nokta-i nazarından on bin lira-yı Osmani zekat veren ile bir lira-yı Osmani zekat veren kimselerin beyninde bir fark yoktur. Çünkü kadar. Bununla beraber on bin lira zekat veren bir kimse millete büyük bir yardım etmiş olur. Ulema-yı İslamiyye de İslamiyet’in pişdarı insaniyetin mürebbisidirler. Mevki’-i ma’nevileri gayet yüksektir. Fakat bu mevki’ ma’nevidir. Onun için menafi’-i maddiyye imtiyazat-ı hukukiyye te’min edemez. Binaenaleyh talebe-i ulumun ve ulema-yı kiramın tese’ül ma’nasında olan cerr ile te’min-i ma’işet etmeleri ahaliden din namına para çekmeleri ettikleri hizmet-i diniyye mukabilinde bir menfaat-i maddiyye ümid etmeleri tecviz edilemez. Zaten evvelce arz edildiği vechile ulema-yı kiram hey’et-i beşeriyyenin terbiye ve tasfiyesiyle muvazzaf olduduklarından vazifeleri icabı beyne’n-nas muhterem ve nüfuz sahibi olmaları icab eder. Halbuki öteden beri edilen tecrübeler maddiyye ümid edenler mazhar-ı ihtiram ve sahib-i nüfuz olamazlar. Onun için muhterem ulemamızın hizmet-i mukaddeseleri menfaat-i hasisa ile telvis edilmemek lazım gelir. Ma’lumdur ki alem-i insaniyyet maddi ve müsbet nazariye ta’kıb etmek hususunda hayli ilerliyor. Bu halin gittikçe terakkı ve tekamül ettiği görülüyor. Vaktiyle menfaat alel-ekser menabi’-i ma’neviyyeden istihsal edilirken son günlerde ancak menabi’-i maddiyyeden istihsal edilebileceği yenlere müstehlik ve baş belası nazarıyla bakılıyor. Bu nazariye gayet büyük hatvelerle ileriye doğru gidiyor. Bu nazar ilerledikçe müstehliklerin müstahsiller nazarında ne derece menfur olacakları tabiidir. Zaten şu mes’eleden dolayı alemin başka köşelerinde birçok gürültüler olduğu da ma’lumdur. Uzak bir atide olsun böyle bir hale ma’ruz kalmaktan etmeksizin bir tarik-ı selamet taharri edilmek lazımdır. kariin-i kiramın kabul buyuracaklarını bile idim. Talebe-i ulum insaniyetin mürebbi ve müncisi olarak yetiştirilmekten başka eslaf-ı kiramımızın yaptığı gibi bir de hey’et-i ictimaiyyenin hayata iştirak eden bir uzv-ı müstahsili olmak üzere terbiye edilmeleri lüzumunu da arz eyler ders programına daha bazı ameli hayati dersler ilave ederdim. Fakat görüyorum ki efkarda büyük bir küşayiş bulunmakla beraber bu ihtiyaç hakkıyla inkişaf etmemiştir. Muhterem meslekdaşlarım ümid ederim ki yakın bir zamanda ihtiyaç yüze çarpmadan bu hakıkati takdir ve keşfederek ıslah-ı medarisin son ve fakat üçüncü bir hatve-i terakkısini de Hazret-i Allah’tan niyaz ederler. Kazanlı Halim Sabit : Diğer rivayette Bir rivayette diğerinde Bir rivayette yalnız . Diğer rivayette . Bir rivayette diğerinde . DiBir riyoktur. Bir rivayette sakıttır. Numan bin Beşir radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Kulağımla işittim. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyordu ki: Helal bellidir. Haram da bellidir. Ancak ikisinin arasında helal mi haram mı çok kimselerin bilmediği şüpheli şeyler de vardır. Şüphelerden sakınan kimse ırzını yani haysiyetini de dinini de kurtarmış olur. Şüpheli şeylere dalan kimse ise beylik koru etrafında davarlarını otlatan çoban gibi çok sürmez içeriye dalabilir. Gözünüzü açın. Her mülkün kendine mahsus bir korusu vardır. Allah’ın da yeryüzündeki korusu haram ettiği şeylerdir. Haberiniz olsun: Cesedin içinde bir lokmacık et parçası vardır ki iyileşirse bütün cesed iyileşir bozulursa bütün cesed bozulur. İşte o et parçası kalbdir. Diğer nüshada . mecde meczum ve o nüsmerfu’dur. Mecrur olarak da zabtolunkelimeleri de böyledir. Elziyadesi yoktur. Nüs- - Tercüme olunuyor: Abdülkays elçileri Bahreyn taraflarından Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna geldikleri zaman: “Siz kimlerdensiniz?” yahud “Nerenin elçi TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Ocak Beşinci Cild - Aded: lerisiniz?” diye sordu. “Biz Rebia kabailindeniz.” dediler. “Hoş geldiniz. Allah sizi utandırmasın pişman etmesin.” buyurdu. Bunun üzerine: “Ya Resulallah! Biz sana yalnız şehr-i haramda gelebiliriz. Bilirsin ki aramızda muzır kabailine mensub küffardan şu Arap cemaati vardır. O halde bize kestirme bir şey emret. Geride kalanlara haber verelim de onunla cennete girelim.” dediler. İçkileri de sordular. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara dört şey emretti. Dört şeyden de nehyetti. Onlara yalnız Allah’a etmek ne demektir?” diye sordu. “Allah ve Resulü a’lemdir” dediler. “Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Resulullah olduğuna şehadet namazı ikame zekatı eda etmek Ramazan orucunu tutmak ganimetin humsunu vermektir.” buyurdu. Kezalik onları dört şeyden yani sırlı yeşil desti ile kabak ve oyulmuş hurma ağacından yapılmış veya zift sıvanmış kap içinde hurma veya üzüm şarabı kurmaktan nehyetti ve: “Bunları belleyin de geride kalanlarınıza haber veriniz.” diye emretti. – İbn Abbas radiyallahu anhümanın oyulmuş hurma ağacından yapılmış kap kara sakız sıvanmış kap dediği de mervidir. dir. Ömer radiyallahu anhdan da hadisi şerifi rivayet olunuyor ki kitabın evvelinde zikrolundu. Ancak burada ’ dan sonra ziyadesinden sonra hadisin bakiyesi serdedilmiştir ki ma’na-yı şerifi: “Artık her kimin hicreti Allah’ın ve Resulü’nün rızasına mebni ise hicreti Allah ve Resulullah içindir. Nail olacağı bir dünya veya nikah edeceği bir kadından dolayı da hicret etmiş… kelimesi yoktur. Diğer dir ki mercii nüsah-ı mevcudeden sakıt gibi görükelimesidir. Ebu Mes’ud radiyallahu anhdan Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Bir kimse iyalini hasbeten-lillah yani ecrini umarak dır. Cerir bin Abdillah el-Beceli radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme namazı ikame etmek zekat vermek her müslümana nasihat eylemek üzere biat ettim. Nasb ve cerri caizdir. Yine Cerir bin Abdillah el-Beceli radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemle gelip: “Ya Resulallah! Sana müslüman olmak üzere biat edeceğim.” dedim. Şart ettiği şeyler miyanında her müslümana nasihat etmeyi de şart etti. Ben de bu şart üzere biat ettim. Muhammed Ferid Vecdi yalnız Mısır’ın değil bütün alem-i Bu muhterem gencin “Müslüman Kadını” “Hadika-i Fikriyye” namındaki iki mühim eserini Sıratımüstakım sahifelerinde okumuştuk. Hatta Müslüman Kadını ayrıca kitap şeklinde de basılmıştı. Müellifin ilk eseri olan Müslümanlık’la Medeniyet’ini yedi sekiz sene evvel tercüme etmiş idim. O zaman için neşri kabil olamayan bu kitap devr-i hürriyyetin kudumü üzerine meydana çıkarılmalı idi. Lakin bunu da evvelki eserler gibi evvela tefrika suretiyle neşretmek daha muvafık olacak idi. Onun için hayli zamandan beri Sırat sahifelerinin maba’dli bahislerden azade kalmasını bekliyorduk. Şimdiki halde Naim Bey kardeşimizin hadis-i şerif tercümelerinden başka maba’dli eserimiz olmadıktan maada muhterem kari’lerimizin birçokları tarafından Ferid Vecdi’nin şu eserini de Sırat sahifelerinde görmek arzusu gösterildiğinden eskiden yapılan tercümeyi biraz daha sadeleştirerek bu haftadan i’tibaren parça parça neşre karar verdik. İnşallah ötekiler gibi bunun da ikmaline muvaffak oluruz. ________________ birinci hadis-i şerife MÜSLÜMANLIK’LA MEDENİYET Cenab-ı mü’ellif eserinin başına geçirdiği ilahi bir dibaceden sonra maksada şöyle giriyor: Bugün hiçbir şarklı için gizli değildir ki garb ile şark arasındaki münasebat hususiyle asr-ı hazırın son kısmında tarihçe misli görülmedik bir dereceyi bulmuş; bu yüzden her tearüfe mübeddel olmasını icab edecek kadar yek-diğeriyle beynlerinde fitne ateşlerinin alevlenmesine badi oluyordu ki bu da medeniyet-i müstakbelenin metalibine külliyen münafi bulunan ayrılığı icab ediyordu. Evet şark ile garb arasındaki münasebat büyüdüğü gibi günden güne büyümektedir. Bir halde ki şark memleketleri garbın gunagun sanayiine emtiasına adeta sergi kesildi; her lisandan her milletten insanlarla doldu. Acaba münasebetin dır yoksa ikisi için de faideli midir? Orasını tedkık edecek değiliz. Çünkü bu mes’ele kitabımızın sadedi haricindedir. Biz belli başlı bir iş için uğraşacağız ki o uğurda çalışmak her halde zaruridir. Şimdi bakalım o iş ne iş hem neden bu kadar zaruri oluyormuş. İşte bu emr-i mühim Avrupalılara Müslümanlığın hakıkatini mahiyetini anlatmaktan din-i İslam’ın insanlar olduğunu isbat etmekten başka bir şey değildir. Zaruri olması şundan ileri geliyor ki bugün garblılar azimleri faaliyetleri sayesinde cihan-ı İslam’ın büyük bir kısmı üzerinde nüfuz saltanat sahibi oldular. Bunlar Müslümanlığın hakıkatinden gafil kalarak bu hususta kendi muharrirlerinin o hakıkate taban tabana zıd olmak üzere savurdukları hezeyanlara inandıkça tabiidir ki zir-i tahakkümlerindeki akvam-ı İslamiyye’nin diyanetlerini o akvamın ukulü efkarı için ağır bir yükten elim bir kayddan başka bir surette telakkı edemezler. Hatta dinlerine ilişmemeleri sırf hissiyat-ı vicdaniyyeyi muhterem tanımak istemelerinden; bir de ulum-ı hazıra müstakbelde Müslümanlığı da yola getirir ümidini beslemelerindendir. Bugün kısa akıllılar tarafından uydurulduğu halde avamın kabul ettikten başka üzerine bir sürü evham bir yığın hezeyan daha kattığı öyle bid’atlerimiz var ki beşeriyet müteneffir medeniyet külliyen münkerdir. O halde kemal-i hürriyyetle söyleyebiliriz ki Avrupalılar bizde şi’ar-ı İslam namına bu gibi maskaralıklardan başka bir şey görmedikçe Müslümanlığa müslümanlara isnad olunan töhmetleri tasdikte ma’zurdurlar. Biz Avrupalılara dinimizin hakıkatini anlatacağımızı Müslümanlığın bütün saadetlere medar-ı yegane olduğunu öğretebileceğimizi nasıl ümid ederiz ki bunların din perdesi altında gördükleri hareketler sokaklarda davulların bayrakların arkasında atılan na’ralardan mevlid günleri Mısır’ın birçok mahallerindeki akla edebe sığmaz rezaletlerden binlerce seyirciye karşı koca koca halkalar teşkil edilerek zikir namına iki tarafa yalpa vurup bağırmalardan el-hasıl tafsili bizi sadedden çıkmaya mecbur edecek kadar uzun sürecek bayağılıklardan başka bir şey değil? Hal böyle iken dinimize kusur bulanları töhmet isnad edenleri muaheze edebilecek miyiz? Herifler bu su’-i tefehhümde ma’zur değil midirler ki şu saydığımız fenalıklar ukala-yı ümmetin gözleri önünde yapılıp dururken hiçbiri bu rahneyi kapamak için kendinde bir meyil görmüyor? Halbuki bu gedik yalnız avamı dalale; vebale sürüklemekle kalmıyor; belki o pak olan akıde-i tevhidi de telvise kadar varıyor. Bu ise öyle bir musibettir ki maazallah bir kere basit zihinlerde kökleşirse bir daha sökülmesi pek müşkil olur. manları o kadar sür’atli bir tealiden sonra bu derecelerde korkunç bir sukuta sevk eden sebepler aranılacak olursa sünnetler atılarak bid’atlere tebeiyet edilmiş olmaktan başka bir şey görülemez. Eğer zemin daha fazla söze müsaid olaydı kari’lerimize gösterirdik ki tek bir bid’at ancak hurdebin-i mil-i muzırranın iltihakı sayesinde ne kadar büyüyor; hem bu avamil bir kere kökleşti mi artık milletleri bitiren emraz-ı yor? Evet bu hastalık her ne kadar dışardakilerin kendisini öldüremeyeceklerini anlamadıkça başını çıkarmayan yılanın a’razı asarı bir nazar-ı müşahid için gizli kalamaz. şarklının uhdesine iki vazife terettüb ediyor: kım garazkar muharrirlerin kendisine isnad ettiği hezeyanlardan avam-ı nas tarafından seyircilerin gözü önünde yapılan beyinsizliklerden külliyen münezzeh olduktan başka alemde saadet-i hakıkıyye için medeniyet-i hakıkıyye için bir kanun bir zabit varsa ancak din-i İslam’dır. İşte şu hakıkat büyük feylesoflar gibi herkes bu din-i mübini hürmetle muhabbetle telakkı etsin. Bu vecibe tali’in feyzine mazhar olan evlad-ı millete ecnebi lisanları öğrenmek mecburiyetini tahmil eder. yesinde simsiyah bir leke gibi durup azıcık aklı olanların hande-i istihzasını celbeden bid’atleri kaldırmalıdır. Şu ikinci vazife birincisinden daha mühimdir. Ümmetin salahı bekası buna vabestedir. Ümid ederiz ki hastalık vehametini artırarak müdavatı imkansızlaşmadan bu ciheti nazar-ı dikkate alırız; yoksa akıbet vahim mes’uliyet pek azimdir. Aleyhi’s-salatu vesselam Efendimiz buyuruyorlar ki: – Ma’ruf ile emr münkerden nehyetmelisiniz. Yoksa Allah üzerinize öyle fitneler musallat edecektir ki karanlık gece parçaları gibi aklı başında olanları bile şaşırtacaktır.” Şu fikirler dört senedir zihnimde dolaşıp duruyordu. Ben ise o zamanlar henüz vatanıma hizmet edebilecek bir çağda idim. Onun için bundan büyük bir hizmet göremediğimden Müslümanlığın hakıkatini anlamaya medar olacak ne gibi tedkıkat varsa yorulmak bilmez bir azim ile çalıştım. Nihayet şu mukaddes vazifenin kısmen olsun ifasına muktezi kuvveti nefsimde kısmen olsun görmeye başladım. İşe Fransızca bir kitap te’lifiyle başladım; eserimde müfterilerin Müslümanlığa attıkları bütün töhmetleri reddettim; delail-i hissiyyeye hakayık-ı ilmiyyeye istinad etmek suretiyle Müslümanlığın medeniyet-i hakıkıyyenin ruhu olduğunu daha doğrusu beşeriyetin gaye-i amali kuva-yı akliyyenin hedef-i alü’l-ali bu dinden ibaret bulunduğunu alem-i insaniyyette husule gelen bütün terakkıyatın diyanet-i Muhammediyye’ye yaklaşmaktan başka bir şey olmadığını isbat ettim. Te’lifimi bitirir bitirmez iki vecibeyi birden ifa etmiş olmak Başladığım işi başa çıkarmak için birçok güçlüklere katlanışım bu uğurdaki iştigalatımı kaybettiğim menfaatin yahud şöhretin telafisi şeklinde telakkı ederek müteselli olmak maksadım berahin-i ilmiyye ile şunu anlatmaktır ki İslam öyle müslümanların unutmak istedikleri yahud yan çizdikleri bir din değildir; Müslümanlık fünun-ı hazıranın hakayık-ı felsefiyyenin muarız geleceği bir din olmadıktan başka bu fenler bu hakıkatler İslam’ı bir kat daha te’yid eder müslümanların darlar bulacaktır yoksa bu gibilerden i’raz görecek tebaüd görecek değildir. Artık müslümanların şimdiye kadar hastalıklarına karşı göz yumarak çare aramaktan geri durdukları elverir. Panzehri koynunda taşıdığı halde ağzını asüman-ı hülyadan yağacak baran-ı evhama açan derdinin o mevhum yağmurla temizlenip gideceğini sayıklayan sersemler gibi olmayalım! Bu ümmetin aklı başında olanlarına ayıp değil midir ki din-i dat içinde gizlensin de kendileri nazariyyat-ı felsefiyye payesi verdikleri bir yığın dışı yaldızlı efkar-ı beşeriyyeye kapılıp kalsınlar? Halbuki bütün o efkar ile yanı başlarında dururken üzerine perde-i nisyan indirmek istedikleri ayat-ı hikmeti mukayese etmek lazım gelirse aradaki fark ufacık çocukların efkarıyla iki yüz sene yaşayarak alemi şu’un-ı alemi tedkık etmiş bir hakimin efkarı arasındaki tefavütten tasavvur olunamayacak kadar büyük görülür. Acaba Ceziretü’l-Arab sekenesi üzerinde kısa bir müddet hüküm-ferma olarak vahşetin huşunetin müntehasında bulunan bu kavmi zalam-ı cehl ü rezailden sabah-ı medeniyyet ve fezaile çıkaran bu sırr-ı a’zam bu kanun-ı muhkem nedir diye anlamak için hiçbir mütefekkir şarklı kendinde bir şevk duymaz mı? Elimizdeki mektep ma’lumatı kadir olamayacağımız bu sırr-ı acibi bu inkılab-ı garibi istiknaha sevk etmeyecek olduktan sonra biz şark gençleri için ulumun faidesi ne olabilir? Rub’-ı asrı geçmeyen bir müddet zarfında bütün bir ümmetin dereke-i vahşetten seviye-i medeniyyete yükselmesi imkanını gösterir bir hali acaba tarihin şimdiye kadar okuduğumuz kısmında görebildik mi? Arapların yirmi üç sene zarfında mazhar oldukları o müdhiş inkılab nedir? Bu iş öyle basit bir tefekkürle sathi bir nazarla ihata edilecek görülebilecek kadar adi midir? Ümmet-i Arabiyye Müslümanlığın zuhurundan evvel herkesin bildiği vechile müteaddid kabilelere müteferrik fasilelere ayrılmıştı ki her kabile diğerine karşı beslediği kini husumeti ecdadından miras bulmuştu. Aralarında her zaman kanlı muharebeler baskınlar yağmalar eksik değildi ne gediklerini kapayacak bir vahdet ne de kelimelerini tevhid edecek bir rabıta yoktu. İ’tikad cihetinden putperestliğin en safil derekesinde idiler. Adat ahlak nokta-i nazarından lardı. Hallerini ıslah edecek kanunları istikballerini zamin olacak nizamları mevcud değildi. Perişanlıkları sefaletleri o derecede idi ki Buhtunnasr gibi Keyhüsrev gibi İskender gibi fatihler dünyayı fethetmiş iken bunların memleketlerinde Aleyhi’s-salatu vesselam Efendimizin bi’setlerinden yirmi sene geçtikten sonra bunlar ne hale geldiler? Evet kelimeleri birleşti veche-i azimetleri birleşti. Tehzib-i ahlaklarını zamin terakkılerini kafil bir kanuna sahib oldular. Babalarından miras buldukları o zamana kadar ülfet ederek tapınırcasına sarıldıkları bütün adetlerini bıraktılar. Putperestlik zulümatından nur-ı tevhide çıktılar. O çöllerin o vadilerin ortasından kalkarak küre-i arzın her tarafına envar-ı medeniyyet götürdüler. Erkan-ı adaleti insaniyeti te’sis ettiler. Bilad-ı alemin kısm-ı a’zamına en adaletkar en mu’tedil bir hakimiyet ile hakim oldular el-hasıl sair milletler cehalet vadilerinde dolaşır dalalet karanlıklarında çabalanır dururken bunların devletleri bütün alemin devleti oldu. olduğu inkılab-ı müdhiş! Halbuki evvelce binlerle sene geçmiş de bunlar bulundukları mevkiden bir karış olsun ileri gitmemişlerdi. Acaba bu kadar hakaika rağmen hiçbir akil tasavvur olunabilir mi ki bu sür’atli terakkı muhkem birtakım kavanin temdin edici birtakım esaslar olmadan husule gelebilir tasavvurunu beslesin? Hiçbir mütefekkir tahayyül olunabilir mi ki bu kanunları bu esasları Aristo Likörg Solon gibi adamlar tarafından vaz’ olunan bugün bir şeyi ıslah ederse yarın birçok şeyi ifsad eden birtakım basit hikmetlerle kaidelerle mukayeseye kalkışsın? Asla! Ya Rabbi müslümanlar artık dinlerindeki esrarı görmüyorlar ondaki bedayii teemmül etmiyorlar. Sen onlara sermedi dininin ebedi kanununun hakayıkını idrak için azim ver. [Müellif başladığı işin muvaffakıyetle hitamı için dua ettikten sonra diyor ki:] Müslümanlık hakkında söze başlamazdan evvel birkaç mukaddime serdetmeyi zaruri gördük. Bu mukaddimeler zamandan bu ana kadar insan üzerinde sahib-i nüfuz olmak sında asırlardan beri süren cidal ile daha birçok şeylere dair kari’lerimize umumi bir fikir verecektir. Bu suretle kitabımızı okuyanlar maksadımızı anlamak için uzun uzadıya tedkıke muhtaç olmayacak; Müslümanlığın medeniyet-i hakıkıyyenin ruhu olduğunu medeniyetin ancak Müslümanlık’la yahud o din-i mübinin bazı nususuyla kaim olacağını hissi bir surette görecektir. Kariin-i kiram garb ulemasının sözleriyle çokça istişhad ettiğimden dolayı beni afv buyurmalıdır. Çünkü ben dinin doğruluğunu onların kelamıyla istidlal etmek istemedim bunu hiçbir vakit de kabul etmem. Zira Müslümanlık bu derekelerden çok yüksektir. Benim maksadım son asırlarda Avrupa afakına hakim olarak garblıları zulmetten aydınlığa çıkaran kavanin-i medeniyyenin kavanin-i İslamiyye’ye nisbetle güneşten bir şua denizden bir damla olduğunu göstermektir. - - Vücudun hıfz-ı sıhhat ve tababeti olduğu gibi ruhun da yani fikr ü dimağın da hıfz-ı sıhhat ve tababeti vardır. henkdar bir surette tenmiye edebilmek için mümkün olduğu kadar ibtilanın zuhuruna mani’ olmalıdır. Zira ibtila ruhun fikrin hakıkı bir hastalığıdır. Hıfzu’s-sıhha kaidelerine riayet edenlerin o daire dahilinde hareket eyleyenlerin pek çok emrazdan kurtuldukları gibi ilm-i ruh mantık ve ahlakın gösterdiği hıfz-ı sıhha-i ahlakıyye veya fikriyyeye riayet edenlerin de fena adetlerinden muzır i’tiyadlarından mühlik viyyenin de sıhhatini muhafaza ettikleri şüphesizdir. Vücud hasta olduğu zaman o hastalığı tedavi ve teşfiye bize ifrat ve tefritlerin inhimak ve ibtilaların tedavi ve teşfiyesini öğretir. Mesela; bizi hiddete getiren esbaba devamdan Bir ayyaş işretin zıddı olan fazileti iktisab ederse meyhaneye gidip rakı içmekten kurtulabilir. Eğer i’tiyad ve ibtilanın birden bire terkleri mümkün olmazsa yavaş yavaş terk etmeye ve onlara mukavemet etmeye eğer bu hususta kendimizde atalet hissedersek gittikçe çoğalan bir cehd ü sebatla fazihati terkle fazileti iktisaba çalışmalıyız; ve fazaihin tekrar rucu’ etmemesi için de daima onları nezaret altında bulundurmalıyız. El-hasıl maddiyatımızı kuvvetlendirmek için çareler olduğu gibi ma’neviyatımızı kuvvetlendirmek için de çareler vardır. Her gün insan tekamülat-ı maddiyye ve ma’neviyyesi uğrunda neler yaptığını aklının hissinin iradesinin san’atının mesleğinin tekemmülü uğrunda ne gibi harekatta bulunduğunu kendi kendisine sormalı ve irtikab olunan hatalar kusurlar ve noksanları bir yere yazmalı ve bunların bir daha tekerrürüne meydan verilmeyeceğine cehd ü meli ve noksan olan evsaf ve hasaili kazanmaya çalışmalıdır. mızın idaremizin terbiye ve tenmiyelerinin çarelerini bildiriyor. Ve her ne suretle olursa olsun sa’yin iktisab-ı fezailin maddiyat ve ma’neviyatımızı ıslah edecek yegane çareler olduğunu gösteriyor. İyi refakat iyi mütalaat dahi bizi aynı neticeye sevk ediyor. Franklin isminde ahlakiyyundan meşhur bir alim on üç ahlak-ı hasenenin kazanılmasını kendisine vazife edinmiş idi ki bunlar i’tidal kanaat sükut intizam karar sebat sadelik sınaat sadakat adalet temizlik Ufak bir defterin her sahifesinin baş tarafına bu on üç faziletten birisini yazmış. Sonra her bir sahifeyi amudi yedi sütuna ayırmış her sütunun başına haftanın isimlerini yazmış her hafta bu faziletlerden birisine nezaret ve tekayyüdde bulunurmuş. Her akşam irtikab olunan kabahatten ictinab edermiş. Mesela bu hafta i’tidale riayet eder gelecek hafta kanaate sırasıyla böyle bir senede bu on üç fazileti dört defa tekrar edermiş. İşte Franklin bu sayede ahlak-ı hasenenin fezailin pekçoklarını tahsil etmiş ve en büyük dahiler sırasına geçmiştir. Bu hareket tıpkı bir bahçevanın bahçeden fena otları söküp atarak nebatatı muhafaza etmesine benzer. Saniyen siyasiyatta “Ayır hükmet” kaidesini tatbiktir. Hakıkaten insan fezailin hepsini birden kesbedemez. ları birtakım kısımlara ayırıp da her birisini ayrı ayrı kazanır veya terk ederse muvaffakıyet kolay hasıl olur. Hülasa vicdanımız daima bize terk etmeye mecbur olduğumuz hataları kazanmaya muhtaç bulunduğumuz sıfatları gösterir. zaili bildirir. Sebat ve metanet sayesinde pek çok fezaili kazanmak ve pek çok rezaili dahi terk etmek veya onlara duçar olmaktan mahfuz bulunmak mümkündür. Ahlakıyyun dahi bit-tecrübe huylardan birini terk edip diğerini iktisab etmenin mümkün olduğunu irae ve isbat etmişlerdir. “Can çıkmayınca huy çıkmaz” ta’biri külliyen mugayir-i hakıkattir. Ahlak ve kavanin-i ahlakıyye ruhun hassaları kuvvetleri değildir. İnsanın insanlığın hassa ve meziyetleridir. Bilakis ruhun hassa ve kuvvetlerinin sevk ü idaresi için lazım gelen kavanin ve kavaiddir. Bunlar ise viladi olmayıp kesbidir. Terbiye ahlak-ı haseneyi ruhta temerküz ettirmek onları huyu kazanmak veya terk pek kolaydır. Fakat çalışmaksızın de hiçbir fazileti hiçbir güzel huyu kazanamaz. Ve yine sa’y ü sebat etmeksizin hiçbir rezaili hiçbir fena huyu da terk edemez. Hülasa; ahlak ve fezailin mecmuu ancak sa’y ile tahsil ile kesbedilir. Şu son senelerde Buhara ülkesi şu geniş İslam memleketi dahilen ve haricen birçok gailelere felaketlere ma’ruz bulunuyor. Yakın uzak uhuvvet ve meveddetle meşbu olan alem-i İslam bu gaileleri bu felaketleri görüyor gördükçe de müteessir ve müteessif oluyor. Çünkü bu kıt’ada bulunan üç buçuk milyon kadar müslümanlar vaktiyle İslamiyet’e hizmetler eden eazımın eazım-ı İslamiyye’nin ahfadı bulunuyorlar. O ecdad-ı kiramın ahfadı ahlafı bugün muzlim bir vadiye derin bir uçuruma doğru yuvarlanıp gitmektedir. Mütefekkirin-i İslam bu halin bu gidişin ne kadar vahim neticelere müncer olacağını takdir ediyor görüyor binaenaleyh Buharilere pek acıyorlar. Fakat o felaket-zede Buhariler gavga-yı izz ü cah ile teassubat-ı müfritane ile yekdiğerinden alınacak intikam ile sermest-i gurur olmuş İslamiyet’i medeniyeti ulum ve fünunu hülasa bütün fezail-i bütün fezail-i beşeriyye ile muttasıf zannetmekte böyle derin bir gaflet içinde hufre-i inkıraza sürüklenip gitmektedir. Siyasiyyun-ı İslamiyye’den Elkas Mirza nasibe-i tefekkürden mahrum bi-çare müslümanları düşünürken demiştir ki: Buharalılar da bir gün kendilerinin ahval-i perişanilerini anlayarak pişman olurlar fakat vatanı istikbali mahvettikten ehemmiyeti olmaz. Bugün irtikab edilen seyyiatın cezasını yarın Buhara’nın ma’sum evladları çekecekler. İnleyerek zillet ve hakaret içinde sürüklenerek ikmal-i hayat edecekler. Mümkün müdür bugün Buhara ricali uleması birbiriyle uğraşsınlar hali hiç nazar-ı mülahazaya almasınlar menafi’-i şahsiyyeleri peşinde koşsunlar. Atiyi hiç düşünmesinler de sonra yine yaşamak daiyesinde bulunabilsinler?.. İstikbali düşünmeyen ümmet için yaşamak yoktur. Bir asır evvelki ecdadımız istikbal-i İslam’ı düşünmüş olsalar mamış olurduk. Bundan yarım asır evvel mütefekkirin-i İslam’dan birinin mevsim-i hacda bir ictimaın lüzumunu dermiyan etmesinden tekfirine kadar varılmamış olsa idi biz bu hale düşmemiş olurduk. İşte bizim bütün musibetlerimiz elemlerimiz hep eslafımızın istikbali düşünmediklerinden müfrit bir taassub içinde kaldıklarındandır. Zaten Hazret-i Kur’an bize diye bütün mesaib ve felaketlerin semerat-ı ef’alimiz olduğunu beyan buyurmuştur. Milletlerin esbab-ı millete gelen zulüm kendi cehlinin cezasıdır” demiştir. rınki Buharilerin istikbalini mahvedici gaddarlardır demekten nefsini zabtedemiyor. Çünkü Buhara’nın tehlike-i istikbaliyyesi her taraftan evet her taraftan ru-nüma olmakta dan müteesir bulunmaktalar iken Buhariler hala mevki’lerini anlayamadılar. Rekabet-i hasise-i şahsiyyeden ma’nasız cahilane taassubattan kurtulmadılar. İki senedir Buhara dahilen karışık müzebzeb bir halde bulunuyor. Her gün bir niza’-i şahsiye her gün bir fitne-i feci’aya Buhara sahne oluyor. Kitle-i müttehide-i İslamiyyet’i ayıran tarumar eden “Sünnilik-Şiilik” taassubu yüzünden Buhara herc ü merc oldu. Yüzlerce ehl-i iman ehl-i tevhid hak-i helake serildi hanümanlar söndürüldü adeta kurun-ı vusta vahşetleri icra edildi; neticesi hiçe müncer oldu Buhara’nın atisi tehlikeye ma’ruz bırakıldı uzaktan atfolunan enzar-ı rakıban doğrudan doğruya Buhara’ya nüfuz etmeye başladı. Diğer taraftan vilayat ve nevahi-i Buhara’nın bazı taraflarında zulmün kavanin-i keyfiyyenin artık takat-fersa bir hale geldiğinden iğtişaşat baş göstermeye başladı. Hatta doğrudan doğruya Rus idaresi ve Rus hakimiyeti tercih olunmaya başladı ve suret-i aleniyyede bile istenildi. Buhara Rus Konsolosu’nun müdahalesine kadar işi vardı. Biz Buhara memleketinde mütemekkin halis müslüman kardeşlerimizin hamiyet-i müsellemelerinden bu harekatı beklemiyoruz. Belki düşmanların alem-i İslam’ın her tarafında telakkı ederiz. Bugün İran’da Afganistan’da Fas’ta bulunan rüesa-yı İslamiyye ve müdiran-ı umura düşmanların vermekte oldukları paralar çevirmekte bulundukları dolaplar hep alem-i İslam’ı yutmak çiğnemek emeli ile yapılmakta olduğuna kim şüphe eder? İşte bu siyaset-i ifsadiyye bu tezvirat bugün Buhara’da da icra olunmaktadır. Maazallah bu yüzden Buhara hazır bir lokma olarak yutulmak tehlikesine ma’ruz kalacaktır. Buhara şehr-i şehiri ulemanın taassubuyla me’murinin menfaat-i hasisesiyle her gün bir cidal-gah oluyor. Ordulardan toplardan tüfenklerden daha kuvvetli daha müessir olan “medeniyet”in Buhara’ya sokulması istenilmiyor. Fakat medeniyet değil Buhara’da bulunan beş altı menfaatperest hasislere azametli milletlere bile galebe çalmış ve aleyhine gidenleri zir ü zeber etmiştir. Medeniyet-i hakıkıyyenin hamisi Cenab-ı İlahi’dir. Buhara menfaat-perestleri medeniyet-i hakıkıyyenin mekatib-i medeniyyenin intizamat-ı cedidenin Buhara-yı Şerif’e duhulüne mani’ olmak için ne kadar taassub ibraz ederlerse etsinler ne derece tekfiratta tezviratta bulunurlarsa bulunsunlar yine o medeniyet kemal-i ihtişam ve vakar Uluğ Beylerin Farabilerin İbni Sinaların… zamanını iadeye çalışır. Fakat bugünkü ma’nasız taassublar mekatib-i cedide aleyhine icra olunan kıyamlar Buhara istiklalini vatanını mülkünü tehlikeye ilka tasallut-ı ağyarı da da’vet edeceğini de hatırdan çıkarmamalıdır. Bu tefrikalar bu cahilane taassublar bugünkü Buhariler için şeyndir istikbalde mucib-i la’nettir. Şu son senelerde Buhara haricen de büyük bir tehlike karşısındadır. Bütün Rus matbuatını “Buhara Mes’elesi” ehemmiyetle işgal ediyor Buhara’da olan habbeleri kubbe olarak gösteriyorlar. İlhakını vird-i zeban ederek hükumetin nazar-ı dikkatini celbediyorlar. Hatta Rusya Hükumet-i medeniyyesinin taht-ı himayesinde böyle vahşi ibtidai bir memleketin bulunması Rusluk için bir ar olarak telakkı olunmaktadır. Buhara’da cereyan etmekte olan taassubat artık Rusların da canını sıkmaktadır. onun netayicinden şu sahifelerde bahsetmekten maksadımız hissiyat-ı İslamiyye ve vataniyyeye mağlup olup Buharalı kardeşlerimizin ve bilhassa hükümdar-ı cedid Emir Alim Han hazretlerinin nazar-ı dikkatlerini Buhara’nın acıklı esefli haline celbetmek içindir. Biz Buhara’nın ıslahat-ı medeniyye ve ilmiyyesini tahsil-i ali görmüş münevverü’l-fikr Emir-i Cedid hazretlerinden bekliyoruz. Ümid ederiz ki mülkün milletin refah u saadetine terakkı ve tealisine medar olacak mekatib-i cedidenin matbuat-ı mahalliyyenin küşadına ve tekessürüne himmet buyururlar. Çünkü avan-ı şebabının en kıymetli vakitlerini Avrupa merakiz-i medeniyye ve lüzumunu bi-hakkın takdir buyurduklarına kanaat-i kamilemiz vardır. İşte alem-i İslam Buharalı kardeşlerinin sırf terakkı ve tealilerine hizmet etmeyi sabırsızlıkla Emir-i Cedid hazretlerinden bekliyor. Buharalıların terakkı ve tealisi ve o memleket-i vasi’anın gerek dahilen gerek haricen hiç kimse bundan mutazarrır olmaz Rusların da Buhara’daki istifadeleri çoğalır cihet-i teneffu’ları tezauf eder. Çünkü Buhara’da ıslahat icra edilirse üstad muallim yine Ruslar olacaktır. Buhara’daki ma’adin-i vefire yine Ruslar sayesinde çıkarılacaktır. Hülasa Rusların menafii kat kat tezauf edecektir. Binaenaleyh hamiyet-i İslamiyye uhuvvet-i diniyye icabatından Buhara’nın terakkı ve tealisine mecd-i kadiminin lim Han hazretlerinden rica ve ümid eder muvaffakıyatlarını Cenab-ı Allah’tan temenni eyleriz. Yemen kıt’asının cihat-ı şarkıyyesinde Suud ve havalisinde mütemekkin ve Zeydi mezhebine salik olan İmam Hamidüddin ve onun vefatı üzerine oğlu İmam Yahya ve avenesi Yemen’in taht-ı idare-i Osmani’de bulunan Cibal kısmına sinin-i adideden beri tecavüz ve bir aralık merkez-i vilayet olan San’a’yı istilaya kadar tesaddi eylemeleriyle hükumetçe bid-defa’at kuva-yı askeriyye sevk ile def’ ü tenkil edilmişlerken yine fırsat buldukça tecavüzden hali kalmamaları o havalide istikrar-ı emn ü asayişe mani’ ve ahalinin huzur u rahatını salib olduğundan ve yeniden sevkıyyat ve harekat-ı askeriyye icrasına da o sıralarda imkan görülemediğinden kıt’a-i mezkurede te’min-i asayişe medar olmak üzere Yemen’in Cibal ve Tihame kısımlarının bi’t-tefrik iki vilayete taksimiyle Cibal kısmının valiliğine San’a’da ikamet etmek üzere muma-ileyh İmam Yahya’nın ta’yini ve mahallince me’murin-i şer’iyye ve mülkiyye ve zabitanın nasbı kunundan mesarif-i mahalliyye çıktıktan sonra fazla kalırsa merkez-i saltanata gönderilmemesi ve San’a’da bir miktar kuvve-i muhafaza bırakılarak ordu merkezinin Menaha’ya nakli yolunda hükumetçe bazı mukarrerat ittihaz edilip bir kanun-ı mahsus ile kuvve-i teşri’iyyeye teklif olunmuş ise de Yemen vilayeti taksimat-ı tabiiyye i’tibariyle Cibal ve Tihame lup Cibal kısmında mukım ve Zeydi mezhebine salik olan muma-ileyh İmam Yahya’nın ancak Cibal’de sakin Zeydiler üzerinde nüfuzu cari ve Tihame ve Asir cihetlerinde mukım ve ekseriyeti Şafii mezhebine mensub bulunan kabail ile beynlerinde mezheben ve mesleken ihtilaf mevcud olmasıyla Cibal kısmında tatbik edilecek bu usul ile Yemen kıt’asının aksam-ı sairesinde te’sis ve takrir-i asayiş mümkün olamayacağı nazar-ı te’emmüle alınarak ba-husus o sırada Asir cihetlerinde Seyyid İdris namında birinin zuhuruyla gerek Asir ve gerek Yemen’in Tihame cihetlerinde sakin kabail ve aşayiri kendine inkıyadda ahd ü peyman ettirip bazı mevakii hasr u tazyik ve yolları sedd ü kat’a kıyam etmesi de bu mülahazatı te’yid eyleyerek Yemen mes’elesinin o yolda hall ü faslı mümkün olamayacağı anlaşılmasıyla Yemen kıt’ası hakkında hükumet-i icraiyyece tedabir-i esasiyye askeriyye icrasını mani’ ahval de zail olmasıyla hükumetçe Yemen ve Asir için bil-cümle levazım ve mühimmatıyla yeniden kuva-yı kafiyye-i askeriyye tertip ve sevk ve Yemen vilayetinden bit-tefrik müstakil mutasarrıflık haline ifrağ olunan Asir mutasarrıflık ve kumandanlığına Mirliva Süleyman Paşa ve Yemen vali ve kumandanlığına da salahiyet-i vasi’a ile Mirliva Mehmed Ali Paşa ta’yin ve sevahilin muhafazası nin vürudunu müteakib Lihye ve Zehre cihetlerindeki kabail te’dib ve mesdud olan Hucur ve Hacce Kunfuda ve Abha yolları küşad ve civardaki kabail dahi rehineler vererek taht-ı itaate idhal edildi. Ancak Hükumet-i Seniyye’nin esas maksadı sefk-i dimadan ictinab ile cümle-i memalik-i Osmaniyye’den olan havali-i mezkurede ahalinin mizac ve ihtiyacına muvafık ıslahat icrası ve merkez-i itaatten huruc etmiş olan kabailin ni’met-i adaletten te’min-i istifadeleriyle Hilafet-i İslamiyye ve Hükumet-i Osmaniyye’ye irtibatlarının ve bu suretle memlekette huzur u asayişin tevsikı kaziyesi olduğundan bir taraftan da iraka-i demden ictinaben muma-ileyh Seyyid İdris daire-i salaha da’vet edilerek kuvve-i seyyare kumandanı Said Paşa ile Asir mutasarrıf ve kumandanı Süleyman Paşa kendisiyle mülakı olmuşlardı. Muma-ileyh de o sırada Makam-ı Hilafet-i Uzma’ya arz-ı sadakat vadisinde bulunarak nam-ı nami-i hilafet-penahiye hutbe kıraat ettirdiği gibi tekalif-i emiriyyenin istifasında ve telgraf hududunun temdidinde de hükumete va’d-i mu’avenetle asarını bil-fi’l ibraz etti. Asir kıtasınca şu suretle vukuatın önü alınması ve Yemen’in Cibal kısmında da o esnada da İmam Yahya tarafından sevkiyat-ı askeriyyeyi icab edecek harekat-ı tecavüzkaranenin adem-i zuhuru hasebiyle hükumet-i seniyye ta’kıb ettiği maksad-ı adaletkariye bilmüsaleme vusul için harekat-ı askeriyyeden sarf-ı nazarla Yemen ve Asir’deki kuva-yı munzamadan topçu ve mitralyözleri kıt’a-i mezkurenin mizac ve ihtiyacına muvafık tedabir-i ıslahiyyeye vechile Yemen ve Asir kıtalarında ahkam-ı şer’iyyenin tamami-i kim-i şer’iyyeden sadır olan ilamlar üzerine der-akab infazı niyet-i kamile ve kısas i’lamlarının da Daire-i Celile-i Meşihatçe bila-te’hir tedkıkatının ifası zımnında icab edenlere evamir-i lazıme i’ta ve ahkam-ı şer’iyyenin sür’at-i tatbikini te’min için cihet-i şer’iyyeden Yemen’e bir de hey’et-i tedkıkiyye-i şer’iyye ta’yin ü i’zam olundu. Yemen ahalisinin derece-i fakr u ihtiyacı nazar-ı dikkate alınarak o havalide öteden beri istifası mu’tad bulunan ve mikdar-ı senevisi seksen bin liraya baliğ olan rüsum-ı müteferrika dahi mücerred bir muamele-i re’fetkari olmak üzere Meclis-i Umumi kararıyla afv edildi. Ahalinin ni’met-i maariften te’min-i istifadeleri için mekatibin teksir ve ıslahı nazar-ı dikkate alınarak geçen sene otuz üç ve bu sene yirmi bir zükur ve bir inas ibtidai mektebi küşad ve evvelden mevcud olanlar muallim ve maaşlarının tezyidi suretiyle ıslah ve San’a’daki inas mektebi mektebinin de küşadı esbabına ve Hudeyde’de bir numune mektebi te’sisine tevessül olundu. Umur-ı nafia dahi nazar-ı ehemmiyyetten dur tutulmayarak bu sene zarfında San’a’dan Menaha’ya kadar sekiz yüz kilometre yol inşasına başlandı. Memleketin husul-i ma’muriyyet ve terakkıyyatını te’mine vasıta-i yegane olacağı derkar bulunan Hudeyde ve San’a demir yolunun ve Cibana limanının inşası tekarrür etti. Ziraatin ıslahı için Dersaadet’ten Hudeyde’ye lüzumu kadar çift alat ve edevatı Ahali’nin menafi’-i memleketten istifadelerini te’min ve hükumete irtibatlarını teşyid eylemek ve kıyafet-i milliyyelerini de muhafaza etmek üzere yerliden jandarma tabur ve bölükleri teşkil edildi. Sadat ve meşayih-i mahalliyyeden ileri gelenlerin hükumetçe maaş tahsisi suretiyle ikdarları nazar-ı dikkate alındı. Bacil’de vaki’ cami’-i kebir ta’mir ettirildi. Hudeyde ve Bacil arasında gelip giden askerin ve yolcuların te’min-i istirahatleri Yemen kıtasınca ihlal-i asayişe dahl-i küllisi olan kaçak esliha idhalatının men’iyle inzibat-ı mahallinin takriri için Yemen sevahiline evvelce üç ganbot isra ve iki senbuk inşa kılındığı gibi ahiren de ayrıca iki ganbot gönderilmiş ve on senbukun daha tedariki ve sevahilde icab eden nukatta blockhauslar ihdası der-dest bulunmuştur. Hükumetçe şu suretle memleketin i’mar ve ıslahına ve ahalinin temdin ve terfihine aid tedabir-i ciddiyyeye ibtidar ve bu yoldaki tevessülat ihtiyacat ve icabat-ı mahalliyyeye tevafuk edecek tedabir-i saire-i ıslahiyye ile de tevsik ve ikmal edileceği sırada Asir’deki Seyyid İdris bir emaret teşkili fikriyle yeniden harekete ve İmam Yahya dahi kabail-i muti’aya hükumet aleyhine tahrik ile taht-ı idare-i Osmaniyye’de bulunan mahallere ve San’a üzere tecavüze kıyam eylediğinden muma-ileyhimanın harekat ve tecavüzat-ı ahirelerinin derecatıyla Hükumet-i Seniyyece ittihazına müsaraat olunan tedabirin mahiyeti dahi ayrıca beyan u tafsil olunur. Asir mutasarrıflığından alınan telgrafnamelere nazaran Seyyid İdris’in kendisine münkad olan kabaile altı aylık erzak ve esliha ve cebhaneleriyle hazır olmalarını i’lan ve taraf taraf adamlar sevkıyle halkı isyana da’vet ve Cizan’dan Abha’ya efrad-ı cedide ve müstebdelenin gelip gitmesini men’ eylediği anlaşıldığı gibi Yemen vilayetinden gelen telgrafnamelerde de Seyyid-i muma-ileyh ahalinin silahlanarak emrine hazır olmalarını i’lan ve tenbih ve El-Kuz’daki kaçak esliha ve cebhaneyi nezdine celbeylediği ve dört zabit ile beş nefer askerin Sabya’dan geçerken tevkıf edildikleri ve ler toplanmakta ve rehine aldığı kabaile müdir ve naibler ta’yin ederek kısasa ve kat’-ı yede devam edilmekte olduğu ve Abha’nın Cizan ve Kunfuda ile tarik-ı muvasalası munkatı’ olarak oradaki kuvvetin mahsur bulunduğu ve İdris’in Yemen Tihamesi’nde de ifsadata kalkışarak Zerenglilerin fikrini zehirlediği ve Lihye ile Midi arasındaki telgrafların kat’ına teşebbüs eylediği ve el-yevm rüsumat idaresi muhafaza me’murlarının İdris’in gönderdiği eşkiya tarafından kaldırılarak mahall-i mechuleye götürüldükleri ve meb’usandan Ali Süveyda Efendi’yi esna-yı rahta der-dest ettirerek en-Nazire namındaki cebele teb’id eylediği bildirilmiştir. Asir mutasarrıflığından Kanunievvel tarihinde çekilip bu kere vürud eden telgrafnamede de Abha bir aydan beri mahsur olup tedafüi harblerin devam etmekte olduğu velhaletü hazihi iki bin kadar tahmin olunan muhasırine mevaki’-i ba’idedeki urbanın da iltihakları muhakkak idüğü ve den ahdler talep eylediği izbar kılınmış olduğu gibi mutasarrıf-ı muma-ileyh tarafından Cizan müfreze-i askeriyyesi kumandanlığıyla Cizan kaymakamlığına gönderilip sureti posta ile bu kere nezarete vürud eden tahrirat mü’eddasında dahi Abha merkezince urbanın taarruzat ve tecavüzatında mucib-i endişe bir hal olmayıp bütün Asir ahalisi toplansa onlara karşı bi-avn-i Huda müdafaa imkanı mevcud ve aylarca yiyecek zahire ve cebhanenin müdehhar idüğü ve olduğu bazı kabail ile İdris’in adamları arasında zıddiyet ve nifak girmiş olduğu anlaşılmıştır. Cibal ahvaline dair Yemen vilayetinden vürud eden telgrafnamelerde de İmam Yahya tarafından Taiz meşayihine hitaben bir varaka tahrir ve irsaliyle kendileri cihada da’vet ve jandarma ve asakir-i milliyye efradının kanı heder addedildiği ve muahharan El-Huda ve Perim cihetlerine bini mütecaviz eşkiya da sevk olunmasıyla kuva-yı kafiye-i askeriyye tertip kılınarak vuku’ bulan musademede eşkiya altmış üç maktul ve yüz on üç mecruh vererek münhezimen firar ettikleri ve asakir-i şahaneden de kırk neferin mecruh ve şehid düştükleri Hacce’nin sevkü’l-hasibden nakl-i erzaka me’mur müfreze ile eşkiya arasında vuku’ bulan musademede dahi eşkiyadan onunun maktul ve yirmi beşinin mecruh olduğu ve eşkiya tarafından Vaizat’ta birtakım kuranın rına Umran cihetlerine ve diğer bazı kaza ve nevahiye çeteler tertip ve sevk edildiği vasi’ mikyasta olan bu tertibattan maksadı San’a-Hacce ve San’a-Taiz yollarını kat’ ile umumi bir isyan vücuda getirmek olduğu ve Lihye ve Hacce yolunun da kapalı bulunduğu ve San’a’nın her taraftan muvaredatı Cibal’deki mevaki’-i askeriyyenin birbiriyle ittisalatı munkatı’ olarak o havalideki kura ahalisinin ailelerini ve mallarını kaçırıp harbe hazırlanmakta oldukları iş’ar edilmiştir. Tafsilat-ı muharrereden anlaşılacağı üzere gerek İmam Yahya’nın gerek Seyyid İdris’in menviyatı Yemen ve Asir kıt’alarına icra-yı tahakkümden ibaret bulunduğu şüpheden vareste olduğuna ve hükumet-i seniyyece sefk-i dimaya meydan verilmemek emelinde bidayet-i mes’elede bir tedabir-i anifiyyeye müracaat ve bu maksadı istihsal için Mirliva Said Paşa Asir mutasarrıflık ve kumandanlığıyla edilmekle beraber İmam Yahya’nın tevsi’-i daire-i fesadıyla harekat-ı tecavüzkaranede devam eylemekte bulunmasına binaen hükumetçe dahi ira’e-i satvet ile def’-i mazarrat esbabına mübaderet zaruri görülerek her türlü levazım ve techizatıyla tabur asakir-i şahane ile beş batarya top ve mitralyöz bölüğünün bit-tertib sevkıne mübaşeret olunmuş ve bi-tevfikihi teala erbab-ı şekavetin kariben def’ ü tenkiliyle asayiş-i mahallinin te’mini ve netice-i icra’atta havali-i mezkurece lüzum görülen ıslahatın tatbikine devam olunması mukarrer bulunmuştur. Necef’ten: Avrupa ceraidinin neşriyatına nazaran İslam rü’esa-yı ruhaniyyesine birtakım eşhasın isnadat ve iftiraatta bulunduğu anlaşılıyor. Böyle na-hak makaleler neşriyle ulema-i kiram hazeratına olarak insafsızlıkla kemal-i adavetlerini ve ağraz-ı şahsiyyelerini ve münezzeh olan makamat-ı ulviyyeyi lekedar edip amme-i müsliminin o makama olan rabıta ve muhabbetlerini kesmek istiyorlar. Nur-ı afitabın şuaını böyle perdelerle setretmek mümkün olmadığını hatırlarından çıkarıyorlar. Safahat-ı tarihiyyeye göz gezdiren her bir sahib-i hamiyyet tasdik eder ki her ne zaman bir kavim bir millet tarafından terakkı ve temeddüne doğru hatve-endaz olunmak istenildiği zaman rüesa-yı ruhaniyyeleri mani’ olduğu halde İslamlarda sa-yı ruhaniyyeleri olmuştur. Buna İran kıt’a-i cesimesinde müctehidin-i kiram hazeratının kanı olması da büyük bir şahiddir. Hal böyle iken meşrutiyet-i Iraniyye’nin terakkı ve tekemmülüne hiçbir türlü razı olamayan ecnebiler İranlılarda serzede-i zuhur olmaya başlayan vatan ve milliyet fikrinin en ziyade müctehidin-i kiram hazeratı tarafından neşrolunmakta olduğunu görerek pek ziyade kuşkulanmaya başladılar ve birtakım hamiyetsiz alçakları da kendilerini katarak her vesileden bil-istifade ulema’-i kiramın ahali üzerinde olan nüfuz ve te’sirlerini kırmaya çalıştılar. Müctehidin-i izam hazeratının makam-ı müniflerine eliyazu-billah küffardan rüşvet ahzetmek gibi pek büyük bir bühtan isnadına kadar vardılar. Bunların kaffesine rağmen Necef vesairede bulunan rüesa-yı da ne dereceye kadar fedakarlıklar ibraz ettilerse bugün de o nev-zad-ı meşrutiyyetimizin idame ve bekası için aynı fedakarlıkla belki ziyadesiyle sarf-ı gayretten bir an geri durmayacaklardır. Zira onlar dağınık ve zaif olan hükumet-i İslamiyye’nin takviye ve tahkimini kendi uhdelerine lazım ve vacib bilmişlerdir ve bu uğurda icab ederse kendi haysiyet-i zatiyyelerinden bile vazgeçerek ila-maşaallah çalışmaya ahd ü peyman eylemişlerdir. Binaenaleyh o makamat-ı aliyyeye garazkarane zife-i mukaddese-i vicdaniyye bilerek şu satırları karalayıp Sıratımüstakım mecelle-i mu’teberesine dercolunmak üzere gönderiyorum. Bugün Kanunisani-i efrenci Pazartesi İstanbul’dan aldığım adedli Sıratımüstakım nüshasında İzmir’de münteşir İttihad nam gazeteden naklen Paris’in Matin ceridesinde neşredilmiş bulunan son mükalememin İttihad Fırkası reisi ve Menteşe meb’usu Halil Bey’e nisbetle tercümesi bulması ile beraber isim ve hüviyetim mukaddime-i mükalemede sarahat-i tamme-i kat’iyye ile ta’yin edildiği halde Bey’e nisbetle tercüme ve derceylemesindeki ma’nidarlık aşikardır. Londra Cami’-i şerifi işini ibtida ileri sürdüğüm sırada eylemek istediğini Sabah’ta okumuş ve o gazeteye bir mektup yazarak hayr-ı ammeye müteallik olan ve umum nazarında mes’uliyet-i kebireyi icab edecek halattan bulunan bu hususta işin mürevviclerini haberdar eylemiş ricada bulunmuş cevap bile alamadım. Anlaşılıyor ki mezkur gazete bazı mertebe agraz-ı şahsiyyeye kapılmıştır teessüf olunur. Sıratımüstakım başkasına nisbet edilen mükaleme-i mezkure-i acizinin iktibasından sonra kendi tarafından da bazı mülahazatta bulunuyor da: “Halil Bey’in diplomatlığı Panizlamizm kelimesinin Türkçemizde mukabili mevcud değildir diyecek kadar ileri götürmemesini gönül arzu ederdi” diyor. Kelamın kail-i hakıkısi sıfatıyla buna ben cevap vermeliyim. İttihad-ı İslam ile Panizlamizm ayrı gayrı şeylerdir. Birincisi liva-yı Muhammedi’yi takdis eden akvam-ı muhtelifenin tevhid-i kulubuna hadim olur. Binaenaleyh mahiyetinde bir maksad-ı insaniyyetkarane mündemictir. Halbuki Panizlamizm bir maksad-ı siyasi ile Avrupa’da icad olunmuştur ki İslamiyet’in ma’kulata müstenid bir müessese-i mukaddese olduğunu anlayamayan garbiyyun nazarında medeniyet-i hazıra asar-ı hasenesine karşı ihdas edilmiş ve muta’assıb batıl mezhebiden lakkı edilip gitmektedir. Mükalemem doğru ve tamamiyle tercüme edilmiş olsa idi Sıratı müstakım’in bu i’tirazına hiç de mahal kalmazdı zannederim. Zira mükalemenin aslında bu farka dair işaret dahi var idi. Garblılar arasında Panizlamizm’den ne kadar çok bahsolunuyorsa biz de o nisbette Panizlamizm dedikleri şey bir ankadır ki onu biz tanımayız diye muttasıl haykırmalıyız. Temkin ve ihtiyat üzere söz irad etmek ile ecanib muvacehesinde sahte diplomat tarzında mırıldanmanın farkını bilen bir Osmanlı sıfatıyla bu tavsiyede bulunuyorum. OSMANLI MÜSLÜMANLARINA Muhterem bir zat dün bana bir vak’a nakletti. Bir mes’ele ki bütün Osmanlı alem-i İslam’ının cidden düşünmesi lazım. Bugün bir kasabada bir mes’ele halledecek bir fakıh kalmadığı gibi köylerimizde bir ilmühaber okuyacak imamlarımız yoktur. Evet köylerimizde şeair-i İslamiyye telkıni zarurat-ı diniyyenin ta’limi vezaif-i mezhebiyyenin ifası için mirici bir maraz-ı ictima’idir. Bizde teşkilat-ı ilmiyye pek esassızdır. Tanzimatın ilanından evvel biraz tedkık edilirse köy imamlarının birer mevcudiyet-i resmiyyesi var imiş. Bugün yalnız pek çok nizamat-ı nafia gibi Düstur sahifelerinde ebeden uyumaya mahkum birkaç perişan maddede birkaç imam vazifesi meşhud ise de bu da nakş ber-ab kabilindendir. Bu mes’ele pek ta’mik edilmeye muhtaçtır. Derin Muhit-i Atlasi kadar na-yab bir ka’rı var. Ben bunun şimdi karşısında bir indihaş-ı haşyet-alud ile titriyorum. Daha on sene evet on sene sonra köylerimizde mezheb namına din namına ma’lumat-ı zaruriyyeyi bile bilen adam kalmayacaktır. Bugün mutaassıb muttakı dindar görünmekle fahr eyleyenlerimiz şu azim hadise-i ictimaiyye karşısında la-kayd kalmasalar pek hoş olur. Eslafın bu husustaki müessesatıyla teşebbüsat-ı din-perveranelerini hatırdan çıkarmamalıdır. Bizde selatin-i izam hazeratından maada vüzera eşraf ağniya-yı ümmet bile tarik-ı hayra süluk ile fahr eylemişlerdir. En müstebid en zalim ve hatta Rüstem Paşalar gibi değersiz adamlar bile bu an’ane-i ecdada hürmet ile medreseler yapmışlar mektepler açmışlar bunları derecata taksim ederek tedrisat-ı mezhebiyyeyi bir esas-ı salime rabteylemişlerdir. Eslafın şu eser-i güzinini biz [ ] tarihinden sonra bozulmuş görüyoruz. İmamlık birer cihet olmaktan ziyade köyün ihtiyacat-ı medeniyyesinin mercii imiş. Lakin bilahare cehalet her halimizde hüküm sürünce bu vezaif külliyen ihmal edilmiş. Nihayet öyle bir hale gelmiş ki köyün çü şu en sefil bir cerrar daha doğrusu köyün başına postalık olmuş fazla bir mahluk addedilmiştir. Halbuki iş böyle değildi. Bizde ilm ü irfanın takdir meziyeti pek bala-ter iken ahalimizin şu ihmal-i irfanı takdirsizlikten ziyade onları yed-i kahrına alan cehlin eseridir. Şimdi bunun ıslahı bütün beklemekte olduğumuz ıslahat ve teşkilat-ı ictimaiyyemizin akdemi ulasıdır. Zira: Osmanlı hıristiyanlarından birinin köyüne giriniz veyahud hıristiyan ve İslam beraber yaşadıkları köylere bakınız size bir hüzn-i sari gelir kalbiniz bir vaveyla-yı me’yusane ile çırpınır. Çünkü mutlaka papaz efendinin bir mevki’-i ihtiramı bir kıymet-i zatiyyesi vardır. Ahali onun vazife-i ruhaniyyesini takdir eder. Ona bir nazar-ı ihtiram ile bakar… Daha ziyade söylemek istemiyorum. Yalnız takdir ediyorum ve gıbta eyliyorum. Şu halde bizim müslümanlar ne yapmalıdır. Birincisi – İmamlık bir vazife olmalıdır. Üçüncüsü – İmamların bir merci’-i ruhanileri olmak şarttır. Dördüncüsü – Bu mes’ele için biraz toplanıp düşünmeliyiz. Arnavud lisanının Latin hurufuyla tahririne mesağ-ı şer’i olup olmadığına dair Makam-ı Ali-i Meşihat-penahi’ye ahiren takdim edilen istifta-name zahrına bil-havale Fetvahane-i Alice yazılan derkenar suretidir: “Muhammed” imzasıyla takdim olunup havale buyurulan husus hakkında Tiran kazası ulema ve ahali-i İslamiyyesi taraflarından keşide olunan telgrafname ve Sinop meb’usu Hasan Fehmi Efendi canibinden mu’ta takrir üzerine mabihi’n-necat-ı mü’minin ve nasb-ı ayn-ı müslimin olan Kur’an-ı Latifü’l-Beyan ve Furkan-ı Celilü’l-Ünvan’ın huruf-ı mürekkebe-i Arabiyye’nin gayrı huruf ile tahriri cevaz-ı şer’iye hi yazılsa sıfat-ı celile-i Kur’aniyye’yi iktisab etmeyeceği mu’teberat-ı fıkhiyyede mansustur. Ve her mü’min için mertebe-i ma’lume mikdarı teallüm-i Kur’an-ı Kerim etmek farz-ı ayn olduğu gibi etfal-i müsliminin kıra’at-i Kur’an-ı Kerim’i teallümü dinen lazım mıdır sualine “Evet” diye cevab-ı tasdikten başka söz söyleyecek müslimin-i mu’tekıdin miyanında ferd-i aferide tasavvur olunamayacağı bedihiyattandır. Huruf-ı Arabiyye’nin tahsili be-gayet sehl olduğu erbabınca ma’lum olmakla beraber evlad-ı vatanın eşkal-i huruf-ı Arabiyye’yi müddet-i kalilede öğrendikleri dahi çeşm-i şükran ile hemen meşhud olduğundan tahsil-i mezkura usret isnadı o tahsilin nasıl olabileceğini henüz öğrenmeyip kendisini zümre-i muharririnden farz ve addeden bazı kesanın zanniyat-ı gayr-ı vakıfanesinden münbais hati’at-ı azimedendir. Neşr-i maarifin maniini amiyane olarak huruf-ı diniyye ve resmiyyemizin usret-i tahsilinde aramaktan ise köylülerimizin mektepsizliğinde ve kasaba ve şehirlerimiz mekteplerinin lığında aramak daha doğrudur. Huruf-ı Arabiyye’nin Arnavud lisanında kifayetsizliğine gelince: Arnavud ulema-yı muhteremesinden ve erbab-ı tecrübeden bazı zevat-ı fezailsimat tarafından kaleme alınıp müşahede olunan “Elifba”da huruf-ı Arabiyye üzerlerine vaz’ olunan işarat-ı mahsusa ile asvat-ı müteaddide-i matlube tahsil ve bu suretle lehce-i lisan tekmil edilmiş olmağla usul-i mezkura tevfikan Arnavud mekteplerinde tahsile ihtimam olunduğu halde maksud hasıl olacağından dinen ve maslahaten kabulünde asla bir beti olmayan Latin hurufunu kabul evlad ve etfal-i muvahhidini dinen tahsile mecbur olduğu huruf-ı Arabiyye’den başka bir de Latin hurufunu tahsil mecburiyetine sevkedeceğinden tahsilde teshil zannedilen şey ya ma’kusen tasa’ubattan buriyyette olan huruf-ı Arabiyye’nin kuşe-i nisyanda bırakılmasını badi olacaktır. Şıkk-ı evvel henüz ibtida-yı tahsilde bila-faide iza’a-i evkatı mucib ve şıkk-ı sani ise evlad ve etfal-i İslamiyye’nin hem Kur’an-ı Mübin kıraatini teallümden ve hem de huruf-ı Arabiyye ile tahrir ve imla edilmiş birçok asar ve ulum-ı mevruse-i İslamiyye’yi tahsilden mehcuriyeti müstelzim olup her halde mefasid-i diniyye ve mahazir-i şettadan gayr-ı hali olmağla bir şeyin fiilinde mazarrat ve mefsedet havfı bulundukça onda menfaat ve maslahat melhuz olsa bile terki fiile tercih olunacağı kavaid-i esasiyye-i şer’iyyeden bulunduğundan bu surette zikrolunan Latin hurufunun kabulü ve mekatib-i İslamiyye’de tedrisi asla mukarin-i cevaz-ı şer’-i ali olamayacağı “Gurre-i Rebi’-i Evvel sene ” tarihli tezkire ile arz u ifade edildiği kayden müstebandır. Geçen senesi Rusya müslümanları nezdinde sal-i dehşet ü felaket diye yad edilecektir. Son altı ay zarfında bi-çare müslümanların başına felaket yağdı durdu: Veba afet-i müdhişesini mekteplerin seddi gibi bir musibet ta’kıb etti; sonra Asya-yı Vusta’daki müslümanların emlaki ellerinden alındı Buhara Emiri Abdülahad Han irtihal etti. Ve daha sonra Türkistan zelzelesi binlerce müslümanı melce’siz bıraktı. Türkistan’da zelzele henüz hitam buldu halbuki şimdi yeniden tezelzülat vukuundan havf u endişe edilmektedir. Kanunievvel evahirinde tahaddüs eden zelzele Rusya’da vuku’ bulan harekat-ı arziyyenin en müdhişiydi; bunun ika’ ettiği tahribatın derecesi henüz gereği gibi ma’lum olmamış kişiyi ifna ettiği tahakkuk eylemiştir. On bin kişinin de ne olduğu belli değildir. Bi-çare müslümanların yegane servet ve medar-ı ma’işetini teşkil eden mevaşinin kısm-ı küllisi zelzele neticesi olarak telef olduğu gibi o esnada hüküm süren bürudet-i müdhişe açlık ve fırtına da hayvanat arasında pek çok telefata sebebiyet vermiştir. Zelzeleden evvel zengin olanlar şimdi dilenmek mecburiyetinde bulunuyorlar; binlerce aileler tahte’s-sıfr yahud derece bir soğuk var net edilmezse bu bi-çarelerin kısm-ı küllisi açlıktan tebah olup olup gidecektir. Valideler çocuklarını emziremediklerinden zavallı sabilerin yüzlercesi her gün uful edip duruyor. Rusya hükumeti afet-zedeganın imdadına yetişmek için sarf-ı mesaiden geri durmuyorsa da lüzumu kadar para yetiştiremiyor. Zira yüz kadar köyü kamilen ihya lazım geldiği gibi afetzedegana tevdi’ edilmek üzere binlerce mevaşi mübayaası zumu kadar para yoktur. Afet-zedegan melce’siz aç bi-ilac ve hatta çırçıplak olup böyle bir sefalet şimdiye kadar işitilmiş değildir. Afet-zedegan bir mevt-i muhakkaka ma’ruz bulunuyor. Rus müslümanları afet-zedegan için iane cem’ine başlamışlar ve Rusya’da ulema-yı İslam’ın reisi bulunan Bayezidof Efendi’ye her yerden birçok ianat vürud etmeye başlamıştır. Müslümanlar kardeşlerinin imdadına yetişmek için pek çok fedakarlıklarda bulunuyorlar. Bundan yirmi üç sene evvel de Türkistan’da müdhiş zelzeleler vuku’ bulmuştu. Rus müslümanlarının o zaman Türkistan’a bir para bile göndermedikleri ve şimdi ise her türlü fedakarlıklara şitaban oldukları nazar-ı dikkate alınırsa hüsn-i te’avün ve tenasurun Rus müslümanları arasında ne kadar çabuk yerleştiği tahakkuk eder. Petersburg’tan Osmanischer Lloyd’da yazılıp tercümesini balaya derc ettiğimiz mektuptan da anlaşılacağı üzere takriben on gün tevali eden zelzeleler Yedisu vilayetini ve Evliya Ata şehir ve havalisini tekmil harab etmiştir. Rusya gazetelerinde görülen tafsilat insanı dehşetlere ilka ediyor. derece-i bürudette me’vasız aç çıplak kalanlar din kardeşimiz müslümanlar ve Türkler olduğundan bizim için icra edeceği te’sir daha müdhiş olacağı vareste-i izahtır. Bugün iki yüz kadar müslüman köy ve kazasının yalnız enkazı kalmıştır. Birçok yerleri sular basmıştır. Dağlar parçalanmış birçok dağ kütleleri şehirlerin köylerin üzerine yuvarlanmış müdhiş telefat ve felaketlere sebebiyet vermiştir. zaklara fırlamış birçok yerlerde arazi yarılmış binlerce Türkistan’da bulunan kardeşlerimiz son derece müdhiş bir felakete ma’ruz kalmışlardır. Rusya Hükumeti de felaket-zedelerin imdadına yetişmek üzere birçok teşebbüsatta bulunmuştur. İmparatoriçenin taht-ı riyasetinde iane cem’i için fevkalade bir komisyon teşekkül etmiştir. İmparator elli bin ruble ianede bulunmuş ve bütün Rusya’da iane cem’ olunmasını emretmiştir. Rusya’nın her tarafında ve bilhassa müslümanlar arasında iane cem’i için son derece gayret gösterilmektedir. Rusya’nın her tarafından birçok kadınlar kızlar mecruhların sargılarını sarmak olduklarını yine Rusya gazeteleri yazıyor. Hülasa felaketzedelerin muavenetine imdadına yetişmeyi herkes kendisine bir vazife-i insaniyye biliyor. Biz daha evvelki nüshamızda bu babda bazı ma’lumat vererek izhar-ı teessür etmiş şu kadar ki halkımızın ahval-i olduğunu nazar-ı i’tibara alarak iane teklifatında bulunmaya cesaret edememiştik. Fakat geçen gün Beşiktaş’ta bir müslüman mektebi muallimlerinden hamiyetli bir zat tarafından aldığımız mektup bize büyük ümidler bahşeyledi. Görülüyor ki bu millet-i muazzama arasındaki kardeşlik muhabbeti pek samimi pek alidir. Ne kadar sıkıntılı bir zamanda olduğumuz halde yine felaket-zede kardeşlerimize muavenette bulunmak istiyoruz çocuklarımız gündeliklerinden artırarak yersiz yurtsuz kalan kardeşlerine muavenete şitab ediyor. Hamiyyet-i milliyyeleri bütün alem-i İslamca şöhret-şiar olan Osmanlı müslümanlarının bu musibetzede kardeşlerine mümkün olduğu kadar yardım ve muavenette bulunacaklarına hiç şüphemiz yoktur. Zaten bu bir insaniyet mes’elesidir. Fransa seylab-zedeganına Messina felaket-didelerine muavenette bulunan bütün ashab-ı hamiyyetin erbab-ı insaniyyetin ve melcesiz kimsesiz kalan bi-çarelerin imdadlarına yetişmeleri muktezayı Biz bu felaket-zede kardeşlerimize muaveneti te’min rebilecek gündelik gazetelerimizdir. Fransa seyl-abında Messina hareketinde ceraid-i yevmiyyemiz oldukça mühim tunları açarak cem’-i i’anata başlamalıdır. Biz Sırat namına bugünden i’tibaren bir defter açarak cem’-i i’anata başlıyoruz. Kari’lerimizin kemal-i tehalükle muavenete şitab edeceklerine emniyetimiz ber-kemaldir. Toplanan mebaliğin muhafazası için Emniyet Sandığı ile görüştük. “Asya-yı Vusta Felaket-zedeganı” namına orada muhafaza edilecektir. Bir de konferans tertibini düşündük. Gerek muharrirlerimizden gerek sair huteba-yı kiram tarafından bu konferansa yevmi gazetelerle ayrıca i’lan edeceğiz. Sonra bir de nüsha-i mümtaze neşretmeyi kararlaştırdık. Ve hakıkaten bir nüsha-i mümtaze olması için elden geldiği kadar gayrette bulunulacaktır. Kendilerine müracaat ettiğimiz e’azım-ı mü’ellifin kemal-i samimiyyet ve memnuniyyetle bu teklifatımızı kabul ettiler. İnşaallah on beş güne kadar bu nüsha-i fevka’l-adenin yetiştirileceği ümid olunur. Son istihbaratımıza göre Bab-ı Celil-i Fetva’da Şeyhülislam Efendi hazretlerinin taht-ı riyasetlerinde teşekkül edecek bir komisyon-ı mahsus tarafından felaket-zede kardeşlerimiz cak mebaliğ komisyonun irae edeceği mahalle tevdi’ olunacaktır. Felaket-zede kardeşlerimize şu hengame-i ıztırablarında vuku’ bulacak muavenetler şüphesiz ki alem-i İslam’da büyük bir hiss-i şükran uyandıracaktır. Kari’lerimizin şu vecibei tammemiz vardır. Sıratımüstakım Ceride-i İslamiyyesi’ne Telgrafların ana yurdumuz olan Isık Göl taraflarından getirdiği kara haberlerin şu büyük ve biricik Türk hakanlığının payitahtında yakacak bir bağır yaş döktürecek bir göz bulamaması bu milletin dirilmesini düşünenleri pek acı ve derin düşündürecek bir musibet olurdu. Hamd binlerce hamd olsun ulu Tanrı’ya ki birçok öz varlığını cihana rahmet bilen ve kendisini yeryüzünde tek gören bilgiç taslaklarını Türk ırkının vücudundan bi-haber kaldırır iken bir Türk mektepceğizinin ufak bir sınıfını; “Altay” “Kırgız” “Isık Göl” gibi henüz birkaç aydan beri gönüllerine koymuş beyinlerine sokmuş oldukları sevgili isimlerle münasebetdar bir kara haberden müteheyyic olmuş bir melek safvetinin bütün nuraniyyetiyle ellerini o bahtı kara ırkdaşlarına uzatmıştır. melfuf pusula vechile takdim olunur. Payitaht-ı velveledarın bir köşeciğinde gömülü kalan bu hadise-i vicdaniyye halen pek mütevazı ve bi-sada ise de netayic-i müstakbelesini düşünenleri sevinç gözyaşlarına gark etse yeri vardır. Bazı vicdan kardeşlerimizin tuhfeleri de evladlarımızın “Çoban armağanı çam sakızı”na terfik edildi. İki yüz kırk buçuk kuruşa baliğ olan şu naçiz meblağın candan yürekten teessüratımızla beraber bizi doğuran o illere isalini niyaz eyleriz. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Şubat Beşinci Cild - Aded: Bismillahirrahmanirrahim Diğer rivayette . Bu rivayetteki’nın müş’ir olduğu zan ve şek bu hadisin Ebu Hureyre radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Meclisin birinde Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem huzurundakilere söz söylerken nagehan bir Arabi geldi ve “Kıyamet ne zamandır?” diye sordu. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem sözünü kesmeyip devam buyurdu. Oradakilerin kimi kendi kendine: “Arabi’nin ne dediğini işitti. Ama sözünden hoşlanmadı” kimi de: “Belki işitmedi.” dedi. Nihayet Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem sözünü bitirince: “Kıyameti soran nerede?” gibi bir lafız ile sual buyurdu. Arabi: “İşte ben ya Resulallah!” dedi. Bunun üzerine: “Emanet zayi’ edildi mi kıyamete intizar et.” buyurdu. Yine Arabi: “Emaneti zayi’ etmek nasıl olur?” diye tekrar sorunca: “İş ehli olmayana tevcih edildi mi kıyamete yoktur. Maamafih rivayeti de vardır. merfu’dur. Bir olup yine merfu’dur. Diğer olup mansubdur. Abdullah bin Amr radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: leyhi ve sellem geri kalmıştı da bize sonradan yetişmiş idi. O sırada namaz vakti girmiş biz de abdest alıyorduk. Ayaklarımızı mesheder gibi az su ile yıkamaya başladık. Bu hali görünce gayet yüksek ses ile iki veya üç kere: “Cehennemde yanacak ökçelere yazık!” diye nida buyurdu. Eldeki nüshalarda bir vav ziyadesiyle - Tercüme Abdullah bin Ömer radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ağaçların müslüman gibidir. Nedir o? Söyleyin.” Oradakiler kırlardaki ağaçları saymaya daldılar. –Abdullah bin Ömer der ki: “Bunun hurma ağacı olduğu benim de hatırıma geldi ise de söylemeye utandım. Ondan sonra: “Ya Resulallah bize söyle nedir?” diye sordular. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem “Hurma ağacıdır.” cevabını verdi. . Diğer nüshada . Eldeki Diğer rivayette harf-i nidasız olarak yalnız Bir rivayette diğerinde yalnız bir diğerinde ise . Diğer rivayette yalnız . Diğer rivayette . Diğer rivayette nun-ı cem’ ile . Diğer rivayette müfred Diğer rivayette nun-ı cem’ ile . El- Bir rivayette’dan aşağısı yoktur. Enes radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir kere oturduğumuz sırada deve üstünde biri gelip devesini mescidin kapısında çökerttikten sonra bağladı. Ondan sonra “Hanginiz Muhammed’dir?” diye sordu. Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem ashabı arasında dayanmış oturuyordu. “İşte dayanmış olan şu beyaz kimsedir.” dedik. Adamcağız: “Ey Abdülmuttalib’in oğlu!” diye hitap etti. Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: “Seni dinliyorum.” buyurdu. “Ben sana bazı şeyler soracağım soracaklarım pek ağırdır. Gönlün benden incinmesin.” dedi. “Aklına geleni sor!” buyurdu. “Rabbin ve senden evvelkilerin Rabbi aşkına söyle bütün halka seni Allah mı gönderdi?” dedi. “Evet.” buyurdu. “Allah aşkına söyle bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?” dedi. “Evet” buyurdu. “Allah aşkına söyle senenin bu ma’lum ayında oruç tutmayı sana Allah mı emretti?” dedi. “Evet.” buyurdu.” Yine “Allah aşkına söyle bu ma’lum olan sadakayı zenginlerimizden alıp da fukaramıza dağıtmayı sana Allah mı emretti?” dedi. Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem buna da “Evet.” buyurunca adamcağız: “Sen ne getirdin ise ben ona iman ettim. Kavmimin geride kalanlarına da elçi benim ben Sa’d bin Bekr kabilesinden Zımam bin Sa’lebe’yim.” dedi. - Tercüme Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir adama bir mektup verip Bahreyn ulusuna teslim etmesini emretti. Bahreyn ulusu mektubu Kisra’ya isal etti. Kisra onu okuyunca yırttı. – Ravi der ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Kisra ile kavmine parça parça olsunlar diye beddua etti. - Tercüme Enes bin Malik radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir mektup yazdırdı. Yahud yazdırmak istedi. Dediler ki: “Ya Resulallah! Onlar yani muhatab olanlar bir mektubu mühürlü olmadıkça okumazlar.” Bunun üzerine gümüşten bir mühür edindi ki nakşı “Muhammed Resulullah” idi. Bu mührün yed-i şerif-i risalet-penahideki beyazlığı hala gözümün önündedir. - - Eldeki nüshalarda - Tercüme Ebu Vakıd Leysi radiyallahu anhdan rivayet olunuyor ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem huzurunda ashabı olduğu halde mescidde otururken karşıdan üç kişi geldi. veccüh etti. Birisi de gitti. –Ravi der ki: Bu iki kimse huzur-ı risalet-penahide durup içlerinden biri bilahare halkadan bir aralık bularak oracıkta oturdu. Diğeri ise hazirunun arkasında oturdu. Üçüncüye gelince arkasını dönüp savuştu. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem meşgul olduğu kelamdan fariğ olunca buyurdu ki: “İsterseniz bu üç kişinin halini size haber vereyim. İçlerinden biri Allah’a sığındı. Allah da onu barındırdı. Diğeri de utandı. Allah da ondan haya etti. Öteki ise yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi.” Hayat nedir bilir misin? Hayat daimi bir harp ile namütenahi fecayidir ki dehşetinden çocukların saçları ağarır; mehabetinden iklil sahibi azametli başlar eğilir. Bu ma’rekede malikin memluktan asilin soysuzdan alimin cahilden hakimin sersemden hiç farkı yoktur; hepsi müsavidir. Daha doğrusu hayat bir çeşme-sar-ı hunindir ki kenarına sokulmak göğsü gerdikten birçok felaketleri sineye çektikten sonra alabileceği nihayet bir yudum sudur bari o cür’a saf olsa! Heyhat o kadar mühlik zehirlerle bulaşıktır ki içenleri hiçbir deva hiçbir müdavi kurtaramaz. Hayat-ı beşer nedir bilir misin? Aded-i eyyamı az; lakin alamı gayet çok bir devredir ki bu kısa müddetin imtidadınca raklarına siper olur kalır. Ne metin kalkanlar ne kat kat zırhlar ne müstahkem kal’alar ne müşeyyed bazular kendisini himaye edemez. Araz cevherden nasıl ayrılmazsa bu şedaid bu mesaib de doğduğu günden i’tibaren insandan hiç ayrılmaz olur. İnsan doğar; sinn-i şebaba gelir; ihtiyarlar; halbuki bu muhacimler kendisini bizar etmekten bir an olsun geri durmazlar; şiddetlerini asla kaybetmezler. Zavallı beşer o hale gelir ki “Keşke hayvan olsaydım da şu mertebe-i refi’a-i insaniyyete yükselmek ve medeniyette böyle asırların nasiyesindeki saçları ağartacak bar-ı girani altında dağların belini bükecek kadar elim şedaide ma’ruz kalmasaydım!” demeye başlar. Ey insan sen melek değilsin ki nefsani hevesatın ilcaatıyla onun avakıb-ı elimesinden vareste kalasın; hayvan değilsin ki hayatın te’siratına ekdarına karşı la-kayd olabilesin. Seni yaratan Fatır-ı Zül-Celal sana şu iki mertebe arasında öyle bir mevki’ vermiş ki eğer o mevkiin hakkını gereği gibi eda edecek olursan melekler hadim-i amalin felekler kemine-i paye-i iclalin olur. Yok vazife-i insaniyyeni olursan öyle safil bir derekeye düşersin ki behaimin en bayağısı bile süfliyetin zilletin bu derecesinden istikrah eder. takdir ederek şanına layık olacak mertebe-i kemal ve rif’ate teali için lazım gelen kabiliyet ve isti’dadı sana vermiştir. Dest-i kudret samim-i kalbine akıl denilen bir ziya tevdi’ eylemiştir ki o nur-ı mübini kendine rehber ittihaz edecek olursan önündeki karanlıklar sıyrılır; üzerindeki zincirler sökülür gider. Piş-gah-ı dehşetinde görmekte olduğun şedaid mesaib beyhude yere seni ta’zib etmek yahud feryad ettirip dinlemek için yaratılmış değildir belki seni düşmüş olduğun mezlakadan kaldırmak sukuttan helakten kurtarmak içindir: Evet gözlerinin önündeki dehşetler yahud amalini altüst eden ma’kusiyetler seni saadetten men’ için yaratılmış birtakım akabat olamaz onun için kendisini haylazlıktan men’ eden babasını şefkatsizlikle itham eden asi evlad gibi olma! Sakın ha! – Şu serçe yavrusuna ne kadar şefik ise Cenab-ı Hak kullarına ondan daha şefiktir. Hadis-i şerif” Evvelki makalemizde demiştik ki: İnsan alem-i melekuta yükselerek hiçbir karihanın tasavvur edemeyeceği hiçbir hayal-i şairanenin yetişemeyeceği meratib-i bülendi ihraz etmeye müstaiddir. Bu hakıkat sence sabit olduktan sonra acaba şu bulunduğun camid toprak halinden sıyrılarak o menşe’-i zi-hayat-ı nura yükselmek için sana ne gibi esbab lazım geliyor. Düşündün mü? Yoksa gökten melekler inerek eteğine yapışsın da seni kudumüne amade duran o menazil-i şan u rif’ate doğru çekip göndersin mi diyeceksin? Eğer bunu bekliyorsan Halık-ı Zül-Celal’in sana bu kadar mevahib-i uzma tevdi’ buyurmuş olmasında ne hikmet kalır öyle mevahib ki eğer paranın üzerindeki yazıyı nakşı teftiş için attığın ani bir nazarı buna da atfetmiş olsaydın samim-i fu’adında ömrün oldukça saysan binde birini tüketemeyeceğin bir hazinenin vücudundan haberdar olurdun. Bir hazine ki en halis altınları en kıymetdar mücevherleri gözünden düşürür de seni bir alem-i hestide azamet-i fıtratınla mütenasib bir paye-i bülend taharrisine ister istemez sevk eder. Seng-i kübekteki bir mahlukun öyle birtakım umur-ı hasiseye bir yığın a’mal-i rezileye velev bir an için olsun hatırında yer vermek asla caiz olamayacağını nazar-ı im’anına arz eder: Hadis-i kudsi. Ey insan! Nefsin sana karşı perde-puş olmuş da göremiyorsun. Mezaya-yı mefturenin en muazzamından cüda bulunuyorsun! Hiç sen fıtratındaki bir mahluka yaraşır mı ki şairlerin hezeyanlarına kapılasın da onlarla birlikte zamanı mekanı zemmedip durasın geçmişe geleceğe olmuş olacağa mersiyeler okuyasın? Sen fıtratındaki bir mahluka yakışır mı ki iki para için o levmlere saldırasın; yahud bir iğne için arkadaşının gözünü oyasın; yahud bir kadeh şarap için arkandaki hırkayı satasın. Nedir bu gaflet? Nedir bu sermesti? Daha doğrusu nedir bu cansızlık! Eyyamını birtakım mesaibin şedaidin hayalinden ürkmek suretiyle heder ediyorsun? Himmetini irfanın şöyle dursun hayvanın bile kabul etmeyeceği bir yığın evham uğrunda bitiriyorsun! Oturduğu yerden asümanı bütün ecramıyla kevakibiyle hakdanı olanca havarıkıyla acaibiyle muhit olan bir vücudun şanına şeyn değil midir ki irtikab edeceği bir şenaat yahud ağza alacağı bir fezahat için bütün o mevahib-i uzmayı paymal edecek kadar safil bir dereke-i zillet ve meskenete düşsün; sonra bu ihmalinin avakıb-i elimesi nazarında tecelli ederek onu dalmış olduğu ölüm uykusundan uyandırmaya başlayınca korkudan tekmil sinirleri mafsalları tir tir titresin de evladının matemini tutan acıklı kadınlar gibi feryada başlasın gözlerinden ateşli yaşlar döksün; lakin yine basıra-i im’anını ibret-bin etmek taraflarına yanaşmayarak sırf bu cehaleti sebebiyle mertebe-i bülend-i aslisine yükselmek kabiliyetini kendisinden nez’ etsin? Ey insan! Senin mesaib dediklerin hakıkatte Hakim-i Cebbar’ın yed-i inayetinden başka bir şey değildir ki seni fıtratında merkuz bulunan o kadar secaya-yı ulviyyeye rağmen mucib-i hacalet bir dalal ve isyan içinde yaşamak saikasıyla düşmüş olduğun mezar-ı ataletten kaldıracak; veche-i azimetini hilkatinden maksud olan gaye-i bülende doğru çevirecektir. Evet; seni bir camid topraktan yarattığı halde en yüksek paye-i kemale çıkarmak isteyen Halık-ı Zül-Celal sana üç tane amil teslit etmiştir ki her birinin istilzam ettiği suubetleri düşünür esbabını müsebbebatını nazar-ı im’ana alacak olursan gece gündüz aradığın iştiyakından ölüm haline geldiğin saadetin yanı başında gözlerinin önünde olduğunu görürsün. Artık o zaman maksad-ı muazzamına vusul için sana onun çizdiği tarik-ı müstakımi gösterdiği kanun-ı kavimi ta’kıbden başka bir şey kalmaz. Bakalım o üç mühim amil ne imiş? Evet bunlar tabiat ile biat cism-i insaninin aslıdır ki saadet-i maddiyyesi ona merbut olduğu gibi rahat-ı cismaniyyesinin menbaı da odur. Yaratıldığı günden i’tibaren ortasına atıldığı bu maddi alem-i karşılar. O ise Linye’nin dediği gibi çıplak her türlü alet-i müdafaadan mahrum bir haldedir. Güneş zavallıyı hararetiyle toprak rutubetiyle gök yağmurlarıyla karlarıyla çöl bad-ı semumlarıyla kasırgalarıyla hayvanat-ı vahşiyye dişleriyle tırnaklarıyla bizar eder durur. İnsan bu kadar müessirat arasında her taraftan birçok muhacime ma’ruz bulunur ki ne mevcudiyetini himaye edecek bir siperi ne de kendisini bu dehşetlerden masun bulunduracak bir penahı yoktur. Eğer insan da kuva-yı idrakiyyesi mahdud olan sair hayvanat gibi olsa idi lemha-i basar mikdarı bile yaşayamazdı. Lakin Allahu Zül-Celal insanı bütün tabiata karşı ihraz-ı galebe edebilecek birçok mevahib ile meftur ettikten sonra bu muhit-i hevl-engiz içine atmıştır. Onun için kendisini kum olmadı himmeti gevşemedi. Onların hepsini silah-ı fikriyle def’ etti. Velev bir an için olsun kendisini düşmanlarından masun bulunduracak birtakım sanayi’-i evveliyye ihtira etti. Vikaye-i nefsi için bulduğu vesaiti yavaş yavaş terakkı ettire ettire bir vakitler mağaralarda oturan ağaç kökleriyle ağaç yapraklarıyla yaşayan insan artık evler yapar toprakları sürer oldu. Lakin insanın şu himmeti; şu hareketi sükuna atalete mahkum olmamak için Cenab-ı Halık-ı Hakim’in takdir-i ezelisi icabı olarak tabiat kendisini ta’kıbden bir an bile hali kalmadı: –Onun için insan bir eser vücuda getirdi mi tabiat o eseri daha muhkem bir hale getirsin diye hemen hücum etti. İşte tabiatla bizim aramızdaki bu cenk hala devam edip gelmektedir. Şu harb-i mütemadinin netayicinden olmak üzere insan terakkıyat-ı maddiyyede o mertebelere vardı ki bugün Londra gibi Paris gibi merakiz-i medeniyyetteki havarık-ı san’at garaib-i icad ve ma’rifet bir şarkıye söylenmiş olsa zihnine sığdıramayacağı için söyleyeni cinnetle ithama kalkışıyor. Maddiyattaki bu terakkı bit-tabi’ ma’neviyatça da azim bir tealiyi istilzam etti. Çünkü irtika-i maddi kuva-yı akliyyenin a’maliyle mümkün olabilir. Bu kuvvet ise bütün fezail-i beşeriyyenin esasıdır. Allah için olsun bakınız şu bizim ecdadımızın belaya mesaib dedikleri şeyler nasıl olmuş da insaniyeti terakkıye refahiyete sevk etmiş nasıl olmuş da beşeri kendisine rağmen tavr-ı behimiyyetten çıkararak mertebe-i insaniyyete yükseltmiş! Fikr-i insaniyi saadet ve refahiyeti esbabını taharriye yegane saik olduğunu gördükten sonra bu mesaibi zemmetmek bizim için doğru olur mu? Tabiatın mesaibi elinden feryad ile iktifa ederek o mesaibin hücumunu ya büsbütün def’ yahud hiç olmazsa ta’dil için vesait aramamak bize ayıp değil midir? Bulutların arasındaki azametli yıldırımları yakalayarak zelil ve muhakkar bir surette yerin dibine geçirmek fikr-i beşeriyyetin yed-i iktidarında olur da bizim fellahlarımıza kemal-i aczlerinden yakalarını paçalarını yırttıran ufacık bir pamuk kurdunun hasaratını tahfif için bir çare ibda’ etmek nasıl o kudretin haricinde kalır? Akvam-ı garbiyye afat-ı tabiata karşı basiretkarane hareketle meftur olmuşlar. Onun için tabiatı daima tarassud altında bulunduruyorlar. Bir hadise zuhur etti mi derhal ya külliyen izalesi yahud ta’dil-i hasarı için elbirliğiyle çareler arıyorlar. Hem de bu hususta hiç azimlerinden dönmüyorlar. Zira biliyorlar ki hayat-ı maziyyelerini kafil olabilen esbabı ihzar eden fikr-i beşeri hayat-ı atiyyelerini zamin olabilecek vesait ibdaına da kadirdir. İşte garblılardaki o müdhiş terakkınin esbabından en başlıcası budur ki o sayede bugün mevkii yüksek bir adamın zillette kalanlara tahakkümünü andırır bir tahakküm ile bütün cihan-ı şark üzerinde mütehakkim kesildiler. Bu en kuvvetlisi en müessiri olup evvelkisinden ancak ma’nevi olması haysiyetiyle ayrılır. Herkes kendi nefsinde hisseder ki vicdanı mevcudiyetini çekiştirip duran birtakım hevesata amale temayülata meydan-ı cevelandır. Bu uğurda ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bunların te’sirini iptal etmek gayr-ı kabildir. Evet o hevesat mahsusatın tabi olduğu kavanine münkad değildir ki mizan-ı i’tidal ile tartılabilsin. O temayülat tahdid kabul etmez ki insan bil-ıztırar sürüklenip gittiği noktayı görebilsin; kezalik o amal ahkam-ı kanaate baş eğmez ki bir noktada tevkıfine imkan mutasavver olabilsin. Böyle olmadıktan başka Halık-ı Hakim zaten bu avamil-i ma’neviyyenin bütün kuyuddan bütün hududdan azade olmasını irade buyurmuştur: Hatta kendilerine tevdi’ olunan ruh-ı hareketin sevkıyle onlar insanın samim-i fu’adında tesadüm eden emvac-ı müteakise şeklini alırlar. Hem öyle tesadüm ederler ki muhit-i mevcudiyyeti dahilinde olduğu halde manzarası insana dehşet vermekten geri kalmaz. Karşındaki ağacın gölgesinde barınan şu yırtık gömlekli sefilin haline bak zavallının zahirdeki sükununu sükun-ı batınisine delil zannedebilir misin? Yahud bulunduğu sefalet-i hali vicdanını birtakım yüksek emellerden hülyalardan men’ eder diyebilir misin?.. Asla en mütemeddin bir milletin erike-i hükumetine kurulmuş bir hükümdar-ı mua’azzamın hatırından geçen ihtisasatı infialatı tamamiyle içinden geçirmeye o fakırin şu hali asla mani’ değildir. Avare beşer gözünü açar açmaz kendisini küre-i arz üzerinde gördü. Halbuki mahdud bir cisim içinde gayr-ı mahdud bir mahiyet yahud bir avuç kalb içine sıkıştırılmış bir umman-ı bi-nihayet olduğu için eşya-yı mahdudeden birine rabt-ı kalb etmeye yahud kainat-ı meşhudeden birine bel bağlamaya muktedir olamadı; yahud pek muvakkat bir zaman duymakta olduğu bahr-i huruşanı geçebilmesi için kendisine onun bir sefine olamayacığını görür görmez bırakarak başkasını aradı. Evet insan ezelden beri aram-ı ruhunu taharri edip durdu. Onu bulmak için her yola saptı; her cereyana karşı geldi; her çöle her vadiye daldı. Her tepeyi her akabeyi aştı. Bu müdhiş himmetler arasında karşısına çıkıp geri çevirmek olan kuvvetin mahiyeti hakkında bir kat daha vukuf verdi. Bu suretle gittikçe hatasını tashihe muvaffak oldu. Taharriyat-ı sabıkasıyla ele geçirdiği neticeden biraz daha yükselince yine tarik-ı azmine birtakım hailler manialar dikilerek aradığı gayetin daha yüksekte olduğunu ona anlattı. El-hasıl bu suretle aşağılarda dolaşıyorken nazarı birdenbire yukarılara doğru yükselmeye başladı. Artık amal-i ruhu bir zaman kendisini şu hakdandan ayırmazken şimdi nigahı semalara tealluk eder oldu. Şu ikinci amilin insanı mü’essirat-ı behimiyyeye inkıyad etmekten sıyanet hususunda büyük bir te’siri vardır ki eğer kalırdı. Ondan başka ulum-ı ahlakıyyenin te’lifine mebahisi tenvi’ine pek çok yardımı olan bu amil el-an beşeriyetin tehzibine hizmet etmektedir. Üçüncü amile gelince: Bu ikincisinin neticesidir. Başlı başına bir amil olarak kabul etmemiz gerek nev’ gerek ferd den dolayıdır. Birçok defalar demiştik ki insanın kainat-ı saireden medar-ı latının tasavvur olunabilen her türlü hududdan vareste bulunmasıdır. Hayvanat ise böyle değildir. Çünkü berikiler sabit umumi birtakım kavanine kavaide mutidirler ki onun haricine ne çıkarlar ne de çıkabilirler. Şu hakıkat bilindikten sonra Allah aşkına olsun bana söyleyiniz ki hasaisi her türlü kayıddan azade olan insan hayatında onu kendisine rağmen bir nokta-i i’tidale sevk edecek temayülatını bir hadd-i vasatta durduracak umura tesadüf etmiş olmasa idi hali nereye varırdı? Tabii ya mevcudiyeti büsbütün mahvolur; yahud kalsa da bir cereyanın sevkıne mahkum olurdu ki kendisini bir gaye-i saadete sevk edecek zanneylediği o cereyan nihayet hufre-i helake sürüklerdi. Farz edelim ki bir adam saadet servettedir i’tikadında bulunuyor vicdanında buna bir had bir gayet ta’yin etmiyor. Şimdi o adamın önüne bir mani’ çıkıp kendisini biraz tevkıf ederek bin sene yaşayıp servet toplasa yine ümid ettiği gayete varamayacağını malen zamanın Karun’u olsa da halen yine mes’ud olamayacağını anlatmasa bütün hissiyat-ı ratarak idrakatını her türlü kayıddan azade bırakan Cenab-ı Hak o idrakatın karşısında birtakım da mevani’ halk etmiştir ki bu manialar onu ifrattan alıkoyacaktır. Nitekim tefritten men’ için de birtakım saikler yaratmıştır. Biz bu saikleri iki evvelki makalede söyledik. Metalibinde i’tidali gözetmeye bütün istediği şeylerde beni nev’iyle rekabeti müzahamesidir. Bu müzahame iki büyük kısma ayrılır. Birincisi efrad-ı cem’iyyetin ikincisi cem’iyetlerin birbirleriyle müzahamesidir ki buna tenazü’-i beka derler. emr-i azim öğretmiştir ki hayat-ı ümemin medar-ı nizam u devamı onlardan ibarettir. Hakkında gafil olmamaktır. Çünkü kavanin-i hayat mucebince bir haktan gaflet o hakkı külliyen iskat eder. Kavaid-i adli bilmektir. Çünkü insan zulmedecek olursa ebna-yı nev’inin adavetini kazanacağından dolayısıyla fena bir akıbete giriftar olarak hukukundan mahrum kalır. Bütün insanlara hürmet etmektir. Bu üç emr-i azim efrad arasındaki muamelatın rüknü olduğu gibi ni’met-i istiklal ile mütenaim olan büyük milletlerin medar-ı intizamı da bunlardır. Zira bir millet-i müstakılle komşularıyla müsabakayı ihmal edecek olursa ötekiler ileri giderek berikini esbab-ı hayatiyyesinden mahrum bırakırlar. Hem bu hareketleriyle hiç ona zulmetmiş olmazlar. Belki kendisine fıtratın tevdi’ ettiği hasaisi ihmal ettiğinden dolayı asıl zalim beriki addolunur. Muhtelif cem’iyyat-ı beşeriyyenin ahvalini tedkık edenler müsabakanın pek garip asarına muttali’ olurlar. Emr-i saniyi teşkil eden adle gelince: Bunun bir cem’iyetteki hasaisinin edna derecesi hukukun namusun emniyet-i mütekabile altında bulunması bunlara saika-i hevesat cem’iyyetten ibaret olan gaye-i müşterekeye doğru el birliğiyle yürümek için efrad arasında vücudu elzem bulunan vahdete vifaka karşı emniyet-i mükabelenin ne kadar te’siri olacağı izah istemez. Adaletin netayic-i hasenesi hakkında maddi bürhan isteyenler mazideki hazırdaki cem’iyetlerin ahvalini tedkık etsinler. Nev’-i insanı teşkil eden bütün efrada karşı ihtirama gelince bu his hangi millette tesessüs ederse tenazü’-i bekanın te’siriyle o millete doğru tevcih olunan silahların şiddetini ta’dil eder. Saadetlerine tama’ eden komşularının süngülerini körletir. Hırslarını gayzlarını o dereceye kadar ta’dil eder ki millet bu sayede kuvveti azameti sebebiyle hasıl ettiği itmi’nandan daha büyük bir itmi’nana mazhar olur. Nazende hıraman iniyorsun yine hake Bahtın kararıp uğramasın nar-ı küsufe Layık görecek çok seni bir sine-i pake Bir şeyden evet olmayaraktan mütehaşi Etrafını okşar gibi hoş bir inişin var Sakit müteessir mütehassis mütelaşi! Lakin bu sefalet-geh-i gamda ne işin var? Doğdun büyü aguş-ı vefasında fezanın Olsun cevelan-gah-ı safa-averin afak Etsin o senin zevk-i hayalatını tatmin Beyhude şitabın deveranın halecanın Üstünde ne varsa eritip mahvediyor bak Meyletme şu pis toprağa –bi-şübhe– erirsin! Okumaktan maksad fikri dimağı terbiye etmek düşünebilmeye muhakeme edebilmeye layık bir meziyet vermek ve cem’iyet-i beşeriyye içinde mes’ud yaşayabilmek iş yapabilmek terbiyeden memleket ve vatandaşlar da istifade eylemiş ise okumaktan beklediğimiz menfaat hasıl olmuş demektir. Anlıyoruz ki okumak ve yazmak denilen haslet bilmeye öğrenmeye medeniyet aleminde yaşamaya bir vasıtadır. Yoksa bizzat okumak hiçbir şey için müfid değildir. Terbiye-i fikriyyenin temeli esası terbiye-i bedeniyye olduğunu herkes takdir eder. Salim ve sağlam olmayan bir dimağın terbiyesi sağlam kuvvetli dinç şetaretli bir dimağa nisbeten gayet güçtür. Terbiye-i fikriyyede de en büyük amil terbiye-i bedeniyyedir. Terbiye-i fikriyyeyi nasıl bir sa’y ve kudret ile ileriye götürür isek terbiye-i bedeniyyeye de aynı derecede i’tina eylemeliyiz ki terbiye-i fikriyyemizden yat-ı bedeniyyeye ehemmiyet verilmeden ilerleyen bir terbiye-i fikriyeden hasıl olacak ni’met hiçbir vakit külfet ile kabil-i mukayese olamaz. Vücudu gibi dimağı da güzel terbiye edilen çocukları ellerine alan muallimler her çocuğun isti’dadını nazar-ı dikkatten dur tutmamalıdırlar. Henüz teşekkül etmekte ve kendini tanıyabilmekte tekamülatını biye terbiye-i umumiyyedir. Çocuğu idrak edecek isti’dadını liyakatini izhar eyleyecek bir seviyeye is’ad etmeye sarf-ı mütemadi-i gayret eylemeli terbiye-i umumiyyeye mazhar olunca onda idrak his ve kabiliyet tecelli edince malıdır. Bir çocuğa isti’dad ve meslek ve iş yapmak hissini verecek muallimlerdir. Muallimlerin alem-i siyasette hayat-ı soflardan biri: “Terbiye-i etfali bana havale etsinler ruy-ı alemin hayat-ı hazırasını az zamanda değiştireyim…” demiştir. Bu söz atılacak bir felsefe değil gayet mühimdir. Bugün hayat-ı siyasiyye ve iktisadiyyede Avrupa’da bir mevki’-i heybet kazanan Almanya şimdiki muhkem terakkıyatını saadetini mektepleri muallimleri sayesinde bulmuştur. Hangi memleketi nazar-ı dikkate alacak olur isek vakıf oluruz ki: Terakkıyat ve kuvvet ve manzume-i düveliyye miyanında servet ve vesait-i servetini te’min eden ziraat ticaret ve sanayi’ sayesinde mevkiini tahkim eylemiştir. Bir milleti teşkil eden efradın her biri şu saydığımız üç müvellid-i servetten birinin birer şu’besinde cidden çalışmakta ise şüphe yoktur ki memlekete nafi’ semereler servetler hasıl olmaktadır. Nüfusuna nisbetle çok servet istihsal eden memalik tabiidir ki kuvvetli metin hükumetler teşkil ediyorlar. İşte bu nukat-ı esasiyyeyi nazar-ı dikkate alarak genç ve gayur muallimler her derslerinde her fırsattan istifade ederek çocuğun dimağına müvellid-i servet olan şu üç maddeyi hakketmelidir. Çocukları öyle hazırlamalı onlara öyle metin bir terbiye-i fikriyye vermelidir ki çocuk hayattan gaye zira’at yahud ticaret veyahud sanayi’ olduğunu mutlaka takdir etmiş olsun. Ziraatin sanayiin ticaretin alem-i medeniyyette gördüğümüz füyuzatın hepsini vücuda getirdiğini ulum ve fünun hükumetler kuvvetler ordular donanmalar debdebeler bugün hep bunlar için çalıştığını çocukların talebelerin anlayabileceği bir tarzda kabul ettirmelidir. Talebeye ziraat ticaret ve sanayi’den yalnız bahsetmek kafi değildir. Bunların tecellisine kuvvetlenmesine hadim olacak bazı mevad vardır ki onları da nazar-ı dikkate almak bir muallim için behemehal icab eder. Şimdiye kadar mekteplerimizde muallimlerimiz hayattan gaye teşebbüs-i şahsi ile ziraat ticaret ve sanayi’ içinde yaşamak olduğunu bildirmedikleri ve fena bir surette terbiye ettikleri için mektepleri bitirenler ya temiz ve rahat ve tenbel meden mahkum-ı zeval oluyorlardı. Nice mekatib-i rüşdiyye ve ibtidaiyyede ikmal-i tahsil eylemiş talebeler gördük ki bugün hayat-ı memleketi düşünmek değil mevcudiyetini düşünmekten aciz; asar mütalaa ederek vatanın ve san’atın terakkısine hizmet etmek değil elif ile be’yi güzelce birleştirmekten bir satır imlayı on dakikada yirmi yanlışla yazmaktan aciz bunları hep devr-i sabıkın kabahati olarak kabul edersek de bundan sonra devr-i sabık yoktur; atiyi dinç ve genç muallimlerden bekliyoruz. Bizim mekteplerimizden çıkanlar hür yaşayamıyorlar. Koltuk değneğine aharın muavenetine ihtiyaçları olduğunu yor. Bu da fena bir terbiyenin neticesidir. Muallimler çocuklarımızı bir şey öğrenmek için değil cem’iyet içinde yaşayabilmek için değil sınıflardan geçirmek dirler. Hatta bunu izah yollu dersine çalışmayan talebelere “Çalışmıyorsun sonra sınıftan dönersin ha!” gibi ihtarlar veriliyor. Halbuki mektepten terbiyeden maksad aldığı terbiyeden hem nefsini ve hem hemcinsini mütenaim etmek ve teşebbüs-i şahsi sahibi adamlar yetiştirmektir. Almanya’daki yeni mektepler denilen kız mekteplerinin müessisi addolunan Doktor Leitz diyor ki: “Bizim mekteplerimize devamdan maksad diploma almak değil hayata hazırlanmaktır.” Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim inde yani insan her şeyi kendi sa’yinden beklemeli buyuruluyor. Bu işte teşebbüs-i şahsiden başka bir şey değildir. İslamiyeti’mizin sene evvel emrettiği şu madde bugün İngiliz Alman İsviçre mekteplerinde esas-ı terbiyye olmak üzere tatbik edilmektedir. Fransa meşahir-i muharririninden Demolins tarafından uzun uzadıya bahsedilen teşebbüs-i şahsi “initiative privée” kat ise de biz onun kadrini kıymetini bilmemişiz. Herkes sa’y-i zatiyyesi ile çalışmaya gayret eder ise; hayatı ehass-ı amali yalnız bundan ibaret ise o memleket bahtiyardır. Şurası nazar-ı dikkate alınmalıdır ki genç talebelerde her şeyden evvel vatan muhabbeti hissi doğdurmalıdır. Vatan muhabbeti hakkında talebeye his verecek muallimlerdir. Bunun hakkında uzun uzadıya ileride bahsedecek isem de şurada da söyleyeyim ki insanlar evvela vatanlarını fevkalade sevmiş olmalıdırlar. Çünkü vatanlarını sevmeyen adamlar vatanlarını imar için vatanlarının teali ve terakkısi için çalışmazlar. Çıplak ve pis memleketlerin ahalisine bunlar vatanını seviyor demeye insan tereddüd eder. Vatan muhabbeti olmayan ahali ne ziraatte ne ticarette ve ne de san’atte büyük terakkılere mazhar olamazlar. Onlar umumiyetle tenbeldir. Görüyoruz ki tarik-ı terakkı ve iktisadide letler vatanını çok sever ahaliye maliktir. Binaenaleyh bu hususta nokta-i nazar muhabbet-i vataniyye olmalıdır. Hak ve vazifeye hüsn-i i’tina ve sebat bir insan için yegane medar-ı tefeyyüzdür. İşte şu saydığımız malzeme bir muallimin elinde olduktan sonra iyi anlayan iyi düşünen ler yetiştirilebilir. Şu vechile fikri inşa olunmuş bir talebenin bir gencin zübde-i amali: Teşebbüste sahib-i azm ü iktidar olmak; namus ve haysiyet dairesinde para kazanmak; başlı başına ziraate ticarete sa’y sayesinde yükselmek teali eylemek; ticaret san’at ziraat vazife hak kuvvet metanet işte hep bunlardan Şurası da şayan-ı ehemmiyyettir ki hayat-ı iktisadiyye ve ictimaiyyemizi müdhiş girivelere sevk eden me’mur olmak hissinden bütün gençleri nefret ettirmeli onlara insanca yaşamak için lazım gelen bütün kuvvetleri vermelidir. Mekteplerimiz bu kuvvetleri bu hisleri veremez ise emin olalım ki ati şa’şaadar değildir. Mazisi gibi atisini de ali görmek vimlerine hasretmelidirler. Mihr-i münir-i İslamiyyet’in ufk-ı Batha’dan lem’a-paş-ı ulviyyet olduğu zamanlarda idi ki: Tarih-i alemde hakıkaten pek büyük bir sahife açılmış idi... Mihver-i hakıkısinden inhiraf etmiş olan eski mezhebler ta temelinden sarsıldı; asırlardan beri rehavet içinde imrar-ı hayat etmekte bulunan zeki fatin kavm-i Arab’da büyük bir faaliyet görüldü; hakıkı parlak bir medeniyet evvela şark ufuklarını sonra Afrika’nın cihat-ı şimaliyyesini sonra da Avrupa’nın münteha-yı garb-ı cenubisini tenvir eyledi. Evvelleri medeniyetten kemalattan mahrum olan Araplar İslam ile teşerrüf ettikten sonra öyle parlak muvaffakıyetler öyle şanlı muzafferiyetler kazandılar ki: Yunanilerin Iranilerin Romalıların asırlarca çalışıp çabalayıp da meydana getiremedikleri mazhariyetlere pek seri bir surette nail oldular. İşte; bu suretle İslamiyet haziz-i cehl ve nadanide boğulmakta bulunan milletleri devletleri bulunmakta oldukları merkez-i süflilerinden kurtarmak refah ve saadetlerini te’min etmek ile meşgul olup az bir müddette küre-i arzın cihat-ı muhtelifesine dallar attı ve İslam ile müşerref olmazdan evvel damarlarında kurumuş olan kanlar cevelan etmeye başladı. Bu suretle onlara yeni bir hayat bir hayat-ı cavidani bahşeyledi… Tarih-i İslam’ın şanlı sahifeleri o zamanlarda birçok fütuhat ve galebat ile dolmaya başladı. Koca İspanya’nın Tarık bin Ziyad tarafından fethi vel-hasıl tarih-i İslam’da gösterilen birçok muvaffakiyat hasıl olarak İslamlar yeryüzünde hakim-i mutlak olmuşlar idi… Fethettikleri bilad ve şehirler ahali-i gayr-ı müslimesi hakkında zulüm ve i’tisafı reva görmeyip bilakis onlara birçok kaideleri üzerine temelini kuran İslam hükumetleri pek az bir müddet zarfında savlet-i şecaat-mendaneleriyle birçok memaliki yed-i teshirlerine geçirmişlerdir… O zamanlarda İslamlar yalnız kuvve-i maddiyyelerini tezyid ile meşgul olmayıp kuvve-i ilmiyye kuvve-i ma’neviyyeleri de kuvve-i maddiyyeleri nisbetinde tezayüd etmekte ve birçok keşfiyat ve ihtira’atta bulunmakta idiler. Tababet kimya hendese cebir ve bunlara mümasil birçok fünun-ı hazıra-i medeniyyenin kaşif ve muhteri’leri Araplar olduklarını kimse inkar edemez. Şu yirminci asırdaki medeniyet-i muşa’şa’a sırf medeniyet-i İslamiyye’nin daha vasi’ bir mikyastaki halidir. O halde alel-umum cem’iyet-i beşeriyyenin edvar-ı cehalet ve vahşetinde nur-ı irfan ve medeniyet-i sahiha ile gözlerini açan İslamlardan başka kimse olmamıştır… Evvelleri cehalet ve neticesi olan ihtiras ve kabus-ı hayat içinde imrar-ı hayat eden ümmetler İslamiyet’le teşerrüften sonra gözleri nur-ı irfan kalbleri hakıkı bir iman asr-ı medeniyet mutantana ve muşa’şa’ası İslamiyet’e medyundur... devam ede ede bir gün geldiği adedi yüz elli iki yüz milyonu geçti... Fakat sad-hezar teessüf ki o vakitten sonra İslamlar dinlerine adem-i temessüklerinden evamir-i İlahiyye’ye ittiba’ etmemelerinden daha birçok esbabdan dolayı İslamlar terakkı etmeyip bilakis tedenniye doğru hatve-endaz oldular!!! Bunların bu tedennilerinden bil-istifade Avrupalıların na’iyyeyi benimsemeye başladılar… İslamların kurmuş oldukları esas üzere Avrupalılar medeniyeti i’lan edip nazarlarında taammüm ve intişarı kuvve-i maddiyye ve ma’nevisini pek ziyade tenkıse uğrattı ve bu cihetle Avrupalılar da mal bulmuş mağribi gibi zavallı İslamların boyunlarına rıbka-i esareti geçirdiler. İşte şu ana kadar çekmekte olduğumuz zillet ve sefaletler ta o vakitki hataların eser ve nişaneleridir… Şu mukaddime-i tarihiyyeden sonra şimdi asıl maksada geliyoruz: Alem-i İslam ta bidayetten şu ana kadar iki devir geçirmiş üçüncüsünü de şu bir iki sene zarfında geçirmeye başlamıştır ki onlar da: Bu üç devirden ikisini yukarıda arz ettim; şimdi de üçüncüsü olan intibah ve teyakkuz devrine gelelim: Alem-i İslam’ın intibahı Temmuz sene’ten i’tibaren yani Osmanlıların ayaklar altında pa-mal olan hukuk-ı şahsiyye ve umumiyyesinin istirdad ve meşrutiyet-i Devlet-i Aliyye’nin Hilafet-i muazzama-i İslamiyye’yi cami’ bulunması cihetle meşrutiyet-i idarenin i’lanı alem-i İslam’da pek büyük bir intibahın husulüne yardım etmiştir… başladılar. Terakkı ve tealinin en birinci unsuru olan ittihad alem-i İslam’da kendisini yavaş yavaş göstermeye başladı… Her tarafta İslamlar kendilerini istila edip bir maraz-ı sari gibi teammüm ve intişar eden hab-ı giran-ı ataleti bırakarak artık bidar olmak istiyor. Bugün biz İslamların iki emelimiz vardır: mak. cisinin husulüne mütevakkıftır. Birincisi tahakkuk etmedikçe Biz müslümanlar efrad-ı İslamiyye’nin her nerede bulunursa bulunsunlar bir millet-i müterakkıyye olmasını arzu ediyoruz. Diğer milletler nasıl zengin olmuşlar ise sanayi’ ve maarife nasıl intisab etmişlerse müslümanların da onlar dukları memleketlerde nasıl kaffe-i hukuka mutasarrıf iseler müslümanların dahi öyle mutasarrıf olmalarını arzu ediyoruz. Bugün Avrupa hükumatının taht-ı tabi’iyyetinde bulunan müslümanları iktisaden harab olmuş görmek istemiyoruz. Gönlümüz arzu ediyor ki; onlar da fabrikalara destgahlara darü’s-sına’alara malik olsunlar. Şimdiki gibi çırçıplak kalmasınlar. Halet-i sefaletten kurtulsunlar bir hayat-ı mes’uda ve cavidaniye vasıl olsunlar. Çünkü bu tehi-destlik yüzündendir ki akvam-ı İslamiyye kendi memleketlerinde dahi hükumet-i metbu’alarına karşı bir vaz’iyyet-i muhtereme almaktan uzak bulunuyorlar. Hatta Cava gibi yerlerde birtakım kuyudat altında imrar-ı hayat ediyorlar. İşte; bunları da şimdiye kadar yaşamış oldukları hayat ile yaşamak kabil değil… Bu sebepten dolayı alem-i İslam’ın her tarafında ta Asya’nın şarkında kain olup azim ve ulu dağlar vasi’ ve mürtefi yaylalarla muhat bulunan ve pek yakın bir zamana kadar ebvab-ı münasebatını cihan-ı medeniyyete mesdud bırakan o eski ve haşmetli ve Mongol İmparatorluğu tahtında yaşayan İslamlardan tut Hindistan’ın en hücra köşelerinde yaşayan İslamlara varıncaya kadar hep ittihad-ı mim-i maarif ile de boyunlarına ta’lik olunan rıbka-i esareti atacaklarını hissediyorlar. İşte bu terakkı ve tealinin en büyük bir delil-i kat’isidir. Fazıl-ı şehir ve üstaz-ı muhteremimiz Abdürreşid İbrahim Efendi hazretlerinin buyurdukları gibi “Dünyada en mühim bir mes’ele varsa o da hayat mes’elesidir. rer birer keşfolunmaya başlandı.” Eğer bu intibah ve teyakkuz alem-i İslam’da devam edecek olursa bidayette malik olduğumuz medeniyet ve terakkı teali ve tekamülün belki on katına nail ve bu suretle dareynde said ve bahtiyar olacağımız bedihidir… Dokuzuncu asırdan onuncu asr-ı hicri nihayetine kadar alem-i İslam birçok felaketler musibetler beliyyeler geçirmiş; kısm-ı mühimm-i vatanı kaybederek taraf taraf kaviyyü’ş-şekime hükumetleri istiklalleri elden kaçırmıştır bu edvar-ı seyyi’e bil-umum İslamları dağdar etmiş ve tarih-i İslam’ın en hazin sahifelerini işgal etmiştir. Ta’dadından tahririnden kalem haya edecek tahatturu bir müslümanın kalbini tarumar fikrini perişan gözlerini seyl-ab-ı sirişk istila edecek kadar İslam memleketleri İslam hükumetleri hep bu a’sar-ı menhuse içinde nam u nişanı harita-i cihandan silinmiştir. Felaket yalnız bununla kalmamıştır. Secaya-yı İslamiyye’den olan ilim medeniyet izzet-i nefs şecaat hamiyet-i miş. Cehl vahşet zillet meskenet hamiyet-i cahiliyye gibi beşeriyeti milliyeti kavmiyeti İslamiyet’i mahvedecek birtakım evsaf-ı hasise alem-i İslamiyyet’i baştanbaşa kuşatmış muzlim bir hufreye sürüklemiştir. Fakat on dördüncü asır evailinden beri alem-i İslam bulunduğu mevkiini anlamaya ve mezaya-yı milliyyesinin iadesi ümid olunur ki a’sar-ı menhuse artık bir daha avdet etmeyecek bir surette elveda ederek vücud-ı İslami bundan sonra şifa-yab olmaya başlar. Muvaffakiyyat-ı sabıkasını mazi-i velvele-darını bütün an’anatıyla iade eder. dikkate alacak olursak müdhiş bir felaketi geçirdikten sonra şu asr-ı saadet-hasrın evailinden beri bir hareketin bir intibahın bir hiss-i ulvinin müslümanlar arasına sokulmaya başladığını görerek devr-i cedid-i mes’udun alem-i İslamiyan ve istikbal-i İslam için verdiği ümidlerin te’siriyle mübahi ve müftehir bulunuyoruz. Bahr-i Muhit-i Atlasi’den Bahr-i Muhit-i Kebir’e kadar imtidad eden memalik-i İslamiyye’de bulunan ümmet-i Muhammediyye’nin şu son yirmi otuz senelik hayat-ı ictimaiyye ve siyasiyyelerini terakkıyat-ı fikriyye ve hissiyyelerini edvar-ı maziyyelerine nisbeten mukayese edecek olursak gayet ulvi neticelere hatta bazı cihetlerce kıyasın kabul edemeyeceği neticelere dest-res oluyoruz. Günden güne bu tebeddülat Müslümanlık arasında tevsi’-i daire etmektedir ve an-karib tekmil hıtta-i İslamiyye’yi daire-i ittisa’ına alacaktır. İşte bugün an’anat-ı maziyyesiyle fak-ı İslamiyye’de şöhret-şiar fakat edvar-ı seyyienin zebunu olarak kalan ve şu asr-ı harika-nümunda bile bir eser-i hayat teceddüd göstermeyen eskiliğinde muannid olan Buhara sair İslam kardeşlerine iştirak etmiştir. Cenab-ı Allah mücahidlere ümmeti mahv u izmihlalden kurtarmak uğrunda her türlü fedakarlığı icradan çekinmeyen büyük hamiyetperverlere meded-res oldu; münevver mütefekkir terakkıperver hissiyat-ı İslamiyye ile mütehassis bir emiri gönderdi; Nebiyy-i zi-şan’ın kelam-ı hikmet-nisabının ulviyetini göstermiştir. Fil-vaki Buhara mahv u münkariz olacak bir halde millet bir inad-ı gaflet içinde yuvarlanıp gitmekte olduğu bir zamanda emir-i cedid fehametlü Emir Alim Han hazretleri calis-i taht-ı saltanat olmuşlar Sıratımüstakım’in kısm-ı mahsusunda gösterilen ıslahat-ı esasiyyeyi i’lan ederek ümmet-i Buhara’yı bir mevt-i muhakkaktan kurtarmışlardır. Buhara mütefekkirininin istikbal-i vatan ve milletten ve gaye-i gaflet-i ümmetten mütehaşi bir surette çektikleri ıztırabat-ı deruni Abid bin El-Ebras’ın: Dediği gibi hileden ari bir surette Buharilerin şa’şaadar bir istikbale bir istikbal-i terakkı ve tealiye doğru atacakları hatvelere mani’ olacak tuzaklar bundan sonra inşaallah ref’ olunmuştur. Fehametlü Emir-i Cedid hazretlerine vatanın ümmetin refah saadetini mucib olacak ıslahat-ı esasiyye kanunundan dolayı arz-ı teşekkürat ederek milletin seviye-i irfanını teali ettirecek olan mekatib ve matbuatın küşad ve teksirine feramin-i hümayunlarının diriğ buyurulmamasını alem-i İslam namına rica ederiz. Hiç şüphe yok ki bugün Buhara teşne-i ilm ü irfandır. cedide ve lisan-ı mader-zad üzerinde olan matbuat-ı mahalliyye olduğunu elbette zat-ı hümayunları da takdir ederler. Maal-mesar istihbar olunduğuna göre Buhara-yı Şerif dahilinde mevcud saraylardan biri muntazam bir mektep şekil ve tertibine ifrağ olunmak üzere mi’mar-ı mahsusuna evamir-i emiri tebliğ olunmuştur. Bu mektepte leyli olacak fukara çocukları mesarif-i lazımesi taraf-ı hükumetten tesviye olunmak üzere meccanen terbiye ve ta’lim olunacakları bildiriliyor. celerde terakkı-perver münevver ve mütefekkir bir İslam emiri bulunduklarını göstermekte olduğundan bil-umum Buharalı vatandaşları devr-i mes’ud ile tebrik ve fehametlü Emir-i Cedid hazretlerinin serir-i saltanatlarında ömür ve afiyet mucib olacak hidematta muvaffak olmaları duasıyla hatm-i makal ederim. Hükumet-i Seniyye ile Bulgaristan beyninde zuhur eden mi’ce kabul ve tasdik olunan ve mer’iyet-i ahkamına bilistizan rulan protokol ve ona merbut mukavelenamenin suret-i mütercemeleriyle Hey’et-i A’yan’ın ol babdaki kararnamesi suretleridir. Hükumet-i Seniyye ile Bulgaristan beyninde zuhur eden da imza edilmiş olan mukavelename ile Devlet-i Aliyye ile Bulgaristan arasında imza edilen protokol ve ona merbut mukavelenamenin suret-i mütercemeleri Meclis-i Meb’usanca tedkık ve tasdik edilmek üzere makam-ı sadaretten batezkire-i samiyye gönderilmesi üzerine evrak-ı mezkure Hey’et-i Umumiyye kararıyla Hariciye Encümeni’ne havale olunarak mebhus mukavelenamelerin kabulü tensib olunmuş ve Hey’et-i Umumiyye’ce hafiyen cereyan eden müzakere neticesinde mezkur mukavelename ile protokol ve merbutunun ekseriyetle kabulüne karar verilmiş olduğu beyanıyla Hey’et-i A’yan’ca da tedkıkatta bulunulmak üzere evrak-ı mezkure suretlerini havi risale-i matbua-i musaddaka suret-i musaddakası Meclis-i Meb’usan riyasetinin Rebiülahir sene ve Mayıs sene tarih ve on yedi numaralı tezkiresi ile irsal edilmiştir. İşbu tezkire-i varide ile melfufu bulunan protokoller ile mukavelename Meclis-i A’yan’da kıraat olunarak evvel-emirde Hariciye Encümeni’ne lede’l-havale bu babda encümence kaleme alınan mazbata ile evrak-ı saire Hey’et-i A’yan’da lede’l-mütalaa de gösterilen suver-i i’tilafiyye ile hall ü tesviyesine Hükumet-i Seniyye’yi mecbur eden ahval muhtac-ı izah olmamasıyla kabul ve tasdiki Hey’et-i A’yan’ca da iki re’ye karşı ekseriyetle tasvib edilmiş ve Bulgaristan’ın bugün taht-ı işgalinde bulunan kıta hududu dahilinde olarak hal-i cedid-i siyasinin tanınması ve hudud üzerinde yirmi kadar nukat-ı münazi’ün-fiha bulunup bunlardan dolayı atiyen müşkilat tahaddüsü melhuz olduğundan bu cihetin dahi bir suret-i te’miniyyeye rabtolunması hususlarında kuvve-i icraiyyenin tan beyninde akdolunan protokolün altıncı maddesinin ibtidasında üçüncü maddesinde denilecek iken ikinci ve yine madde-i mezkurenin fıkra-i ahiresinde protokolün üçüncü maddesi denilecek iken beşinci ve işbu protokolün Fransızcasının mezkur maddesinin aynı fıkrasında kezalik üçüncü yerine beşinci yazılmış olduğu görülerek tashih edilmiş olduğundan kuvve-i icraiyyece de ol vechile tashihat icrası lüzumu tezekkür kılınmış olmağla bu babdaki protokoller ile mukavelenamenin ve müteferriatının suret-i musaddakalarının muamele-i lazımesi ifa olunduktan sonra ceride-i resmiyye derilmesine karar verildi. Hükumet-i Seniyye ile Bulgaristan Hükumeti beyninde akd ü imza olunan protokol tercümesi suretidir: Muharrir-i imza Devlet-i Aliyye Hariciye Nazırı - Nisan sene tarihinde Dersaadet’te imza olunan ve metni atide münderic bulunan protokolün muhteviyatı Hükumet-i Seniyye namına olarak tasdik eder. Protokol Devlet-i Aliyye ile Rusya Hükumeti beyninde Mart sene tarihinde “ad referandum” suretiyle Petersburg’ta met-i Seniyye namına hareket eden Hariciye Nazırı Rıf’at Paşa hazretleri ve diğer taraftan Bulgaristan Hükumeti namına hareket eyleyen Ticaret ve Ziraat Nazırı Mösyö “Liyapçef” arasında zirde muharrer i’tilafat akdolunmuştur. Madde : Bulgaristan Hükumeti mezkur protokol ahkamına kesb-i ıttıla’ ederek ona tamamiyle muvafakat ve Berlin Muahedenamesi’nin Rusçuk-Varna demir yoluna müteallık olan onuncu maddesinin birinci fıkrasından münbais her gune metalibden Hükumet-i Seniyye’ye karşı feragat eylediğini beyan eder. Hükumet-i Seniyye dahi Devlet-i Aliyye ile Rusya Hükumeti arasında Petersburg’ta imza edilen protokolün üçüncü maddesine tevfikan Bulgaristan ve Şarkı Rumeli’ye karşı Eylül – Teşrinievvel sene tarihine kadar mevcud olan kaffe-i metalib-i maddiyyeden feragat eyler. Maamafih mezkur protokolün üçüncü maddesinin son fıkrası “Nizamname-i dahili ve merbutatıyla “par le Règlement Organique et ses annexes” kelimelerinde hitam bulacak ve buna satır başı olarak “Bulgaristan Hükumeti Rumeli-i Şarkı vergisi mukabili olan kırk milyon frank üzerine Eylül – Teşrinievvel sene tarihinden i’tibaren işbu protokolün tasdiki tarihine kadar yüzde beş faiz te’diye edecektir.” fıkrası Madde : Cemaat-i İslamiyye’nin ve evkafın suret-i tensikıne müteallik olan melfuf suret-i tesviyye işbu zamanda mezheb ve serbesti-i ayin ve ibadet te’min edilecektir. Bunlar mezahib-i saireye mensub ahalinin haiz oldukları aynı hukuk-ı medeniyye ve siyasiyyeden istifadede devam edeceklerdir. Cevami’-i şerifede halife-i müslimin sıfatıyla nam-ı nami-i hazret-i padişahiye hutbe kıraatine devam edilecektir. Evkaf-ı müstesnaya gelince Bulgaristan Hükumeti nihayet üç ay müddet zarfında bir idare komisyonu teşkil edecek ve bu komisyon alakadaran tarafından der-miyan olunacak metalib ve müddeiyatın hak ve savaba mukarenetini tedkık eyleyecektir. Madde : Bulgaristan Hükumeti Hükumet-i Osmaniyye’nin posta ve telgraftan dolayı olan metalibi için posta pulları malzeme ve saireye mukabil yüz on bin frank te’diyesini taahhüd eder. Madde : Bulgaristan ile Rumeli-i Şarkı’de kain Fenerler seksen bin üç yüz yedi frank te’diye edecek ve bu suretle Fenerler İdaresi’nin kaffe-i matlubatına tesviye-pezir olmuş nazarıyla bakılacaktır. Madde : Bulgaristan Hükumeti Babıali’nin idare-i sahihaya müteallik metalibinin hak ve savaba mukarenetini bit-teslim Hükumet-i Seniyye’ye dört yüz elli dokuz bin dokuz yüz otuz dokuz buçuk kuruş te’diyesini taahhüd eyler. Madde : İşbu protokolün üçüncü maddesinden beşinci maddesine kadar olan maddelerinde musarrah mebaliğ-i muhtelifeden frank olarak tesviyesi meşrut olan mebaliğ işbu protokolün tasdikinden i’tibaren on beş gün zarfında beher frankı kuruş resmi kambiyo hesabıyla Dersaadet’te tesviye olunacak ve Rusya ile Devlet-i Aliyye beyninde mün’akid protokolün üçüncü maddesinin fıkra-i ahiresinde musarrah faizler aynı şeraitle aynı müddet zarfında te’diye kılınacaktır. Madde : Nakliyat ile zabtolunan malzeme vesaireden ve bir de - Eylül sene tarihinden i’tibaren Petersburg’ta mün’akid protokolün üçüncü maddesinde musarrah kırk milyon franktan kumpanyaya isabet eden hissenin tesviyesine değin işgal olunan hutut üzerinde işletme tazminatından dolayı Bulgaristan’ın doğrudan doğruya Şark Şimendöferleri Kumpanyası’na olan düyunu Bulgaristan Hükumeti’yle Kumpanya arasında bil-ittifak tesviye ve tanzim kılınacaktır. Madde : Hükumet-i Seniyye ile Bulgaristan Hükumeti beyninde mevcud ve Petersburg Protokolü’nün beşinci maddesinde musarrah olan mesail-i muallaka balada beyan olunduğu vechile faysal-pezir olmuş olduğu cihetle Hükumet-i Seniyye Bulgaristan’ın hal-i cedid-i siyasisini tanıdığını beyan eyler. Madde : İşbu protokol tasdik olunacak ve tasdiknameleri sür’at-i mümkine ile ve nihayet bir ay zarfında Dersaadet’te mübadele edilecektir. İşbu protokol - Nisan sene tarihinde iki nüsha olarak Dersaadet’te tanzim kılınmıştır. A[elif]. Liyapçef Rıfat Muharrir-i imza işbu protokol ahkamının tamamiyle birri’aye garistan Hükumeti’nin tasdikini mübeyyin bu yolda bir beyanname Hükumet-i Osmaniyye ile Bulgaristan Hükumeti beyninde merbut olan ve aynı tarihte imza edilen mukavelenamenin tercümesi suretidir: Muharrir-i imza Hariciye Nazırı - Nisan sene tarihinde Dersaadet’te imza olunan ve atide münderic bulunan mukavele-i merbuta muhteviyatını Hükumet-i Seniyye namına olarak tasdik eder. Madde : Sofya’da bir baş müfti bulunacak ve müfti-i muma-ileyh Bulgaristan’daki müftilerin şer’-i şerife müteallik umur-ı mezhebiyye ve hukukiyye için Makam-ı Celil-i Cenab-ı Meşihat-penahi ve Bulgaristan Mezahib Nezareti’yle vuku’ bulacak münasebatına vesatet eylecektir. Baş müfti emr-i intihabı icra için suret-i mahsusada ictima’ edecek olan Bulgaristan’daki müftiler tarafından ve miyanından müntehib sıfatıyla iştirak edeceklerdir. Bulgaristan Mezahib Nezareti baş müftinin intihabını Sofya’daki Devlet-i Aliyye Komiserliği vasıtasıyla Makam-ı Mualla-yı Cenab-ı Meşihatpenahi’ye tebliğ edecek ve taraf-ı ali-i meşihat-penahiden müfti-i muma-ileyh bir menşur ve umur-ı me’muresini ifa ve bu babda kendisi dahi Bulgaristan’ın diğer müftilerine aynı me’zuniyeti i’ta edebilmesi için bir mürasile gönderilecektir. Baş müfti Ahkam-ı Şer’iyye Dairesi’nde Bulgaristan müftilerinin muamelatını ve müessesat-ı mezhebiyye ve hayriyye-i lerini nezaret ve teftiş altında bulundurmak hakkını haiz olacaktır. Madde : Müftiler Bulgaristan müslüman müntehibleri tarafından intihab olunur. Baş müfti intihab olunan müftinin şer’an matlub olan kaffe-i evsafı cami olup olmadığı bittahkık muvafık bulduğu halde iftaya me’zuniyeti havi muma-ileyh namına menşur i’tası lüzumunu Bab-ı Meşihat’e şur ile beraber ahali-i müslime beyninde icra-yı ahkam-ı şer’iyye için me’zuniyeti havi icab eden müraseleyi i’ta eder. Müftiler daire-i me’muriyyetleri dahilinde ve lüzum görülen mahallerde işbu mukavelenamede muayyen vezaifi mahalli müftilerinin doğrudan doğruya nezareti altında olarak Şu kadar ki bu intihabı baş müftiye tasdik ettirmeleri meşruttur. Madde : Müftilerle vekillerinin azli me’murin-i hükumet hakkındaki kanuna tevfikan vuku’ bulacaktır. Baş müfti veya tevkil ve terhis edeceği me’mur bir müftinin veya bir müfti vekilinin azli hakkında Tedkık-i Ahval-i Me’murin Komisyonunca karar verileceği zaman komisyon-ı mezkurda bulunmaya da’vet edilecektir. Maa-haza baş müftinin veya me’murunun re’y ve mütalaası meclis-i mezkurda sırf bir mahiyet-i diniyyeyi haiz olan şikayatın takdirince esas teşkil edecektir. Bir müftinin veya bir müfti vekilinin azli varakasında halefinin yevm-i intihabı ta’yin kılınacaktır. Madde : Müftiler tarafından isdar olunan hüccet ve bunları ahkam-ı şer’iyyeye muvafık bulduğu takdirde tasdik edecektir. Ahkam-ı şer’iyyeye adem-i tevafukundan dolayı tasdik edilmeyen hüccet ve i’lamlar bunları veren müftilere şerif yeniden tedkık ü fasl edilecektir. Ahkam-ı şer’iyyeye tevafuk etmediği anlaşılan veyahud Bab-ı Fetvaca tedkıki alakadaran tarafından talep edilen hüccet ve i’lamlar baş müfti canibinden Makam-ı Celil-i Meşihat-i Ulya’ya gönderilecektir. Madde : Baş müfti icabı takdirinde nikah talak vasiyet veraset vesayet vesair mevadd-ı şer’iyye ile emval-i eytamın ve tebliğat-ı mukteziyye ifa edecektir. Bundan maada müfti-i muma-ileyh mesalih-i mebhuseye dair olan şikayat ve müsted’iyatı tedkık ve ahkam-ı şer’iyyeye nazaran ne yapılmak lazım geleceğini daire-i aidesine iş’ar eyleyecektir. Müftiler tinin başlıca vezaifinden biri de onlardan hesap talep etmek ve buna müteallik hesap defterlerini hazırlatmaktır. Evkaf hesabatına müteallik defatir Türkçe tutulabilecektir. Madde : Baş müfti ve müftiler inde’l-hace Bulgaristan’daki maarif-i umumiyye meclislerini ve mekatib-i İslamiyye’yi ve medreseleri teftiş ve lüzum görülen mahallerde mektepler ihdası zımnında teşebbüsat-ı lazıme icra edeceklerdir. Baş müfti lüzum var ise maarif-i umumiyye-i İslamiyye’ye müteallik umur ve mesalih için daire-i aidesine müracaat edecektir. Bulgaristan’da kain mekatib-i İslamiyye ve cevami’-i şerifenin muhafaza ve idaresi için Bulgaristan bütçesinde bir meblağ-ı kafi tahsisine devam olunacaktır. Madde : Bulgaristan’da bulunan emlak-ı mevkufenin hüsn-i muhafazasına dikkat ve i’tina olunacak ve bir mecburiyet-i mübremeye mübteni ve kavanin ve nizamat-ı mer’iyyeye muvafık bulunmadıkça mebani-i diniyye veya hayriyyeden hiçbiri hedmedilemeyecektir. Esbab-ı mübremeden naşi mebani-i mevkufeden birinin istimlakı icab ettiği takdirde bu binanın mebni bulunduğu mahalle nisbetle aynı kıymeti haiz diğer bir arsa irae edilmedikçe ve bir de binanın kıymeti tesviye olunmadıkça buna teşebbüs olunamayacaktır. Esbab-ı mübremeye mebni istimlak olunacak olan emlak-ı mevkufenin kıymetleri olarak te’diye olunacak mebaliğ Bulgaristan’da kain mebani-i mevkufenin ta’mir ve termimine ve lüzum görünecek mahallerde diğer müessesatı diniyyenin inşasına tamamen sarf u tahsis kılınacaktır. Baş müfti bunlara müteferri’ hesabatı tedkık etmek ve her gune su’-i isti’malat vukuunu men’ eylemek vazifesiyle mükelleftir. Madde : İşbu mukavelenamenin imzasından i’tibaren altı ay müddet zarfında Bulgaristan Hükumeti tarafından baş müftinin dahi bi-hakkın dahil olacağı bir komisyon-ı mahsus ta’yin olunacak ve bu komisyon zaman-ı teşekkülünden veya onlara mensub ashab-ı hukuk taraflarından vaki’ olan metalibi tedkık ve tahkık vazifesiyle mükellef bulunacaktır. Komisyonun mukarreratını kendilerince mucib-i hoşnudi addetmeyecek olan alakadaran mehakim-i aide-i mahalliyyeye müracaat edebileceklerdir. nüsha olarak Dersaadet’te tanzim edilmiştir. Rıfat A[elif]. Liyapçef Muharrir-i imza mukavele-i merbuta ahkamının tamamiyle bir-riaye icra olunacağını beyan eder. İşbu beyanname Bulgaristan Hükumeti’nin tasdikini mübeyyin bu yolda bir beyanname ile mübadele olunacaktır. Müsellem-i şeyh ü şab ve ma’lum-ı ulü’l-elbabdır ki fukaha-yı kiram ve ulema-yı akaid-i İslam’ın ve kelam-ı saadet-encamları mefhumunca zümre-i ehl-i iman için bir metbu’ ve imam lazım ve vacibdir. Zira a’zam-ı erkan-ı dinden olan Cuma ve Bayram namazları gibi birçok ibadat-ı mühimmenin sıhhatinin mevkufunaleyhi bir metbu’ ve imamın mevcud olmasıdır. İmamet dahi suğra ve kübra namlarıyla ikiye münkasemdir. Evkat-ı salatta mihraba geçen küçük imamdan evvel ref’-i re’s ile ona muhalefet edenin ruz-ı cezada ceza-yı sezası başının himar başına tebeddül ve tahavvülü hadis-i şerifiyle müsbet olunca makam-ı hilafete geçen büyük denin cezasının cesametini isbat akl-ı ukalaya tefviz olunmuştur. Binaen-ala-zalik mukaddema Meclis-i A’yan’da tebea-i Osmani terkibinden “tebea” kelimesinin terk ve adem-i terki mevzu’-i bahs olduğu zaman adem-i terk cihetini zıddının zuhuru mucib-i esef olduğu gibi a’za-yı gayr-ı müslimeden dem-i terki cihetinin iltizamı cem’iyet-i İslamiyyece mucib-i tefekkür olmuştur. Hasbünallahu ve ni’me’l-vekil. Maamafih bu mes’ele-i mühimme-i diniyye ve siyasiyye ruhu’l-İslam edenler bu terkin istikbalde İslam’a ne derece mazarrat-ı azime lar? Haşa sümme haşa!.. Bizim gibi yüz binlerce İslam bu mes’elenin intizarında olduklarını ümid ederim. vazife-i imamet ifa eden Hafız İdris Efendi’nin tilavet-i Kur’an-ı Kerim’deki maharetini hüsn-i edasını tavsif ve Cuma günü salat-ı fecrden sonra sure-i Yasin kıraat edeceğini tebşir eylemiş idi. Cami’-i şeriften bir çeyrek kadar bu’du olan fakirhaneden vakt-i fecrde tarik-ı Fatih’e revan oldum. Kıztaşı civarındaki cevami’-i şerife minarelerinde ezan-ı Muhammedi okunuyordu. Düşündüm: Ya Rab müezzinler ne bahtiyar kullarındır böyle bir havada ücret namına belki de bir hiç mukabilinde vazife-i mukaddeselerini kemal-i hahişle ifa ediyorlar ne olur Evkaf Nezareti kısm-ı küllisinin henüz akçe hesabıyla tesviye olunan ve mikdarları gayet cüz’i bulunan hademe-i evkaf maaşatını tensikan hadd-i nisabına iblağ etse ve hakk-ı teka’üdden istifadelerini te’minen maaşlarından a’idat-ı teka’üdiyye tevkıfiyle hal-i şeyhuhetlerinde kendilerini ve ba’de’l-vefat evlad-ı zükurü olmayanların ailelerini fakr u zaruretten sefaletten tahlis eylese!.. dedim ve bu temenni-i halisanemin ind-i İlahi’de mazhar-ı hüsn-i kabul olması için bütün ef’ali ismi gibi hayra müncer olması eltaf-ı Sübhaniyye’den müsted’a olan Evkaf Nazırı’nın bu emr-i hayrın te’min-i husulüne de muvaffakıyeti için ezan-ı Muhammedi’den istiane eyledim. Aynı zamanda Kıztaşı harik mahallindeki sokakların çamur deryası halinde ve geçilemeyecek surette olduğunu görüp müteessir oldum ve güç hal ile cami’-i şerife vasıl olabildim. Millet-i İslamiyye’nin medar-ı fahr u mübahatı olan ulema-yı kiram ve talebe-i zevi’l-ihtiram ile mali olan o nurani ulvi manzara cami’-i şerifte salat-ı fecre icra-yı imametten sonra sure-i Yasin tilavet eden Hafız İdris Efendi’nin meharic-i hurufa riayet hususundaki i’tina-yı mahsusuna savtındaki letafetine edasına cidden hayran oldum. İlm-i tecvidin olacaklardır. Bu lüzumu kendilerine suret-i halisanede tavsiye ederim. M. N. Beyrut’ta münteşir er-Re’yü’l-Amm refik-ı muhteremimizde sa’id-i beliğayı aynen naklediyoruz: Muharremü’l-haram Cuma günü Emir-i Cedid Seyyid Emir Alim Han hazretleri vali bulundukları Kermine vilayetinden Buhara’ya muvasalet etmişler. Adat merasim-i mahalliyye şehri velvelelere gark olmuştur. Muharremü’l-haram’ın on elviye ve mülhakatta bulunan ayan eşraf ulema ve me’murine Buhara ahalisi sokaklara dökülmüş saray-ı hükümdari olan Erik meydanlığı hıncahınç dolmuştur. Ulema vüzera a’yan eşraf Rus me’murin-i siyasiyyesi cümleten saraya dahil olarak kable’z-zeval saat’da merasim-i cülusiyye icra ve hükümdar-ı cedid Emir Alim Han hazretlerine resm-i bi’at ifa olunmuştur. Bu merasimi müteakıb Buhara’nın ıslahat-ı esasiyyesine aid beyanname-i emiri kıraat edilerek hazır bi’lmeclis olanların nazar-ı dikkatleri celbedilmiş ve böylece merasime iki saat sonra nihayet verilmiştir. Saat’de Vezir-i A’zam Nasrullah Pervaneci tarafından Erik Meydanı’nda bulunan bil-cümle me’murin ve asakirin muvacehesinde lerek müteakıben vezir-i müşarün-ileyh ve mukarrebinden Muhammed Yunus hazeratı tarafından uzun ve beliğ nutuklar terakkı-perveranesi teşrih ve tavzih hilafında hareket edenlerin mücazat-ı şedideye ma’ruz kalacakları tefhim edilmiştir. Beyanname nüsah-ı matbuasının bil-umum Buhara vilayat şehir ve kasabalarına irsali ve ahaliye ta’mim ve tefhim olunması tensib olunmuştur. Bu suret-i matbua henüz idaremize vasıl olamadığından aynen nakledemedik. Gelecek nüshalarda inşaallah tercüme ederiz. Fakat başlıca kısımlarını Buhara’dan aldığımız mektuplar ihtiva etmekte olduğundan ber-vech-i ati naklediyoruz: Bil-umum me’murin-i hükumetin şimdiye kadar emirlere takdim etmekte oldukları hedayanın lağvı mehakim-i şer’iyyenin ıslahı ahaliden alınan mahkeme ve mühür paralarının ta’dili memleketin turuk-ı umumiyyesinin ta’mir ve tanzimi şose yollarının teksiri köprülerin ta’miri medaris ve mesacidin ta’miri mekatib-i ibtidaiyyenin ıslahı her tarafça mekatib-i ibtidaiyyenin küşad ve teksiri vergilerin ta’dili. Bu ahalinin menfaat-i külliyyesini mucib olacak bir surette cedvel-i mahsus ile gösterilmiş ve neticede paradan ziyade ahali ve tebea nezd-i hükümdaride kıymetdar bulunduğu zikredilmiştir. Umur-ı ticariyyenin serbestisi umur-ı askeriyyenin ıslah ve tanzimi asakirin kanun dairesinde ahzı. Müsinn ve hasta neferlerin silk-i askeriden ihraç ve istibdali ma’aşat-ı askeriyyenin müreffehen geçinecek bir surette tezyidi me’murin-i şer’iyye ve mülkiyyeden şikayet edeceklerin ve mağdurların doğrudan doğruya Hazret-i Emir’e müracaatı… gibi mevadd-ı mühimme-i esasiyyeden ibaret olan beyannamenin tatbiki valilere me’murin-i şer’iyye askeriyye ve mülkiyyeye tefviz olunmuştur. İcra ve tatbikinde tekasül gösterenlerin müebbeden me’muriyetten tard ve mücazat-ı şedideye giriftar edileceklerine dair tenbihat ile beyanname hitam bulmaktadır. Bil-umum ahali bu beyannameden son derece memnun olarak Emir-i Cedid hazretlerinin ömür ve afiyeti için sevinç gözyaşları dökerek duada bulunmuşlardır. Bundan sonra mahbusin-i siyasiyye ve adiyyeden nefer tahliye edilmiştir. Fehamet-me’ab; Vatan-ı Osmani’nin her zerre-i haki ne mertebe mukaddes rece aziz ve muhteremdir. Girid’de gayr-ı müslim tebea-i asiyyesinin unsur-ı İslam aleyhine reva gördükleri mezalim ve i’tisafat kalb-i milleti cerihadar edecek bir hal-i tahammül-fersaya varmıştır. Düvel-i erba’a-i hamiyyenin teahhüdat ve te’minat-ı mükerreresine rağmen cezirede bulunan otuz bini mütecaviz zavallı ahali-i müslime bugün bil-fi’l her türlü himaye ve sahabetten ve kaffe-i hukuktan mahrum olarak her dakika mevtin tehdidi altında gayet elim bir hayat imrar etmektedir. Katl-i nüfus ve nehb ü garet ve emakin-i mukaddeseye ve mekabire ve muhadderata taarruz gibi fezayih ve cinayatın her gün birer suretle teşdid-i şena’at eylemesi oradaki bi-çareganın fil-hal Cenab-ı Zül-Celal’den gayrı bir halaskarları kalmadığına delalet ediyor. Mahza Osmanlılığın Girid’de beka-yı şan u şerefi ve teşyid-i asar-ı fi’liyyesi için her türlü zulm ü tazyike karşı bunca seneden beri mücahidane sebat ederek vatanın hakıkı evladı olduğunu isbat eylemiş olmaktan başka nezd-i ağyarda bile bir kabahati olmayan unsur-ı İslam’ın böyle mehlekelerde bırakılmasına millet-i necibemizin kat’iyen razı olmadığı ma’lum-ı daver-i efhamileridir. Allah aşkına olsun o biçare kardeşlerimizin umum millet-i Osmaniyyece muhterem olan can ve ırz ve mallarının ciddi ve fiili bir surette taht-ı te’mine alınması esbab-ı acilesine kemal-i ehemmiyyetle tevessül buyurmanızı bi-hasebi’l-vekale niyaz u istirham eylerim ferman. gelen gazeteler müdhiş bir surette tasvir eylemektedirler. Zelzelenin şiddetine ma’ruz kalan Prjivalski şehri son zelzelede haricle irtibat ve alakası büsbütün münkatı’ olarak etrafı derin hendekler vadiler olmuştur. Hiçbir taraftan şehre duhul için yol kalmamıştır. Birçok yerler muzlim hufreler haline münkalib olmuştur. Yerler yarıldığı vakit müdhiş sadalar tanin-endaz olmuş sular taşlar cevv-i havada epeyce yükselmiştir. Binlerce ahali şu şiddet-i şitada geniş vasi’ kırlarda sahralarda çadırlar altında imrar-ı hayat etmektedirler. Ahaliyi dehşet ve felaket son derecede istila etmiştir. Rusya hükumeti felaket-zedelere muavenet etmek üzere fedakarlıklar türlü izale edilemiyor. seden Darü’l-Hilafe müslümanları felaket-dide kardeşleri hakkındaki hissiyyat-ı kalbiyyelerini anlasınlar! Bütün Rusya cem’-i i’anat ile çalkalanıp durduğu halde Merkez-i Hilafet’te unutulup gitti bile. Böyle azim bir felaket karşısında Darü’l-Hilafe’de çıkan gündelik gazetelerin ve kari’lerinin bu kadar la-kayd kalmaları hem ırk ve dindaşlık şöyle dursun; vilayattaki gazeteler iane defterleri açarak erbab-ı hamiyyeti teşvik etsinler. Bu felaket-zede kardeşlerimiz menfaatine bir konferans vermek istediğimizi geçen hafta yazmıştık. Bu konferansın ram kısmen taht-ı karara alındı. Gelecek hafta bütün tafsilatıyla Sıratımüstakım’in nüsha-i fevka’l-adesi de o geceye yetiştirilmesi mukarrer olduğundan ihda-yı asar buyuracak zevat-ı kiram bir haftaya kadar yazdıklarını idarehanemize göndermeleri rica olunur. Halil Halid Kamil ve Edhem Nejad Beylerden de nüsha-i fevka’l-adeye mahsus birer eser irsal buyurmaları temenni olunur. Asya-yı Vusta felaket-zedeganı için Tepedelenli-zade Kamil Bey tarafından bir lira-yı Osmani ile kahyaları Osman Tevfik Efendi tarafından bir mecidiye gönderilmek suretiyle “Hanya’dan bugün varid olan bir telgrafnamede kasaba-i mezkurede galeyana getirilen ve heva-yı ihtilal ile sermest olan hıristiyanlar tarafından yine bir İslam’ın katline teşebbüs edilmiştir. Zavallı mazlum bin müşkilatla ölmekten kurtulabilmiş ise de tehlikeli surette mecruhtur. Resmo cinayeti aldım. Orada dört müslümandan biri kadın olmak üzere ikisi şehid düşmüş ikisi de ağır bir surette ve muhtelif yerlerinden yaralanmışlardır. Girid’in mi Yunan’ın mı hamisi oldukları bir türlü anlaşılamayan Düvel-i Muazzama cezire ahvaline nazar-ı dikkatle bakıp tedabir-i ciddiyye icrasına müsaraat etmezlerse bu cinayatın daha müdhiş bir surette tevali edeceğine şüphe yoktur. Maamafih Girid üzerinde tekevvün eden her hadise-i hunin biz Osmanlılara kanlı birer ders-i ibret olmalıdır. Evvel ve ahir cezire üzerindeki hukuk-ı mukaddese-i hakimiyyetimizle mazlum İslam kardeşlerimizin muhafaza ve himayesi bize müterettibdir. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Şubat Beşinci Cild - Aded: : : : ile bir ma’nayadır. Ravinin şekki bu iki lafızdan Diğer nüshalarda yalnız . Bazı ritarzındadır. Ebu Bekre radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Haccetü’l-Veda’da devesi üzerinde oturdu. Devesinin dizginini bir adam tutuyordu. “Bugün hangi gündür?” diye sual etti. Sükut ettik. O derecede ki isminden başka bir isim ile tesmiye edecek zannettik. “Kurban günü değil mi?” buyurdu. “Evet” dedik. Sonra: “Bu ay hangi aydır?” diye sordu. Yine sükut ettik. O derecede ki isminden başka bir isim ile tesmiye edecek zannettik. “Zilhicce değil mi?” buyurdu. “Evet” dedik. Bunun üzerine buyurdu ki: “Kanlarınız mallarınız ırzlarınız bu belde içinde bu ayda bugünün hürmeti kadar yek-diğerinize haramdır. Hazır olanlarınız gaib olanlarınıza bunu tebliğ etsin. Zira olabilir ki hazır olan kimse kendisinden daha anlayışlı bir kimseye tebliğ etmiş bulunur.” diğerine göre nun Diğer rivayete göre . - Tercüme Abdullah bin Mes’ud radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem vaaz ve nasihat hususunda bize bıkkınlık gelmesin diye halimize bakıp ona göre gün ve saat kollardı. - Tercüme Enes bin Malik radiyallahu anhdan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin “Kolaylatın güçleştirmeyin müjdeleyin kaçırmayın” buyurduğu rivayet olunuyor. Eldeki nüsyoktur. Muaviye radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunu yor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim buyu ruyordu ki: “Allahu Teala her kimde hayır murad ederse dindeki anlayışını artırır. Ben yalnız taksim ederim. Veren kazası zuhur edinceye kadar emr-i İlahi’ye mütabaat üze re sabit-kadem olup duracak ve kendilerine muhalefet e denlerden zarar gelmeyecektir. Abdullah bin Ömer radiyallahu anhın baladaki hadis-i şerifi ber-vech-i ati naklettiği de rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanında idik. Bir hurma göbeği getirdiler. Buyurdu ki: “Ağaçların içinden bir nevi’… ilh.” Abdullah bin Ömer radiyallahu anh bu rivayette: “Bir de baktım ki oradakilerin en küçüğü benim. Onun için sustum sözlerini de ziyade ediyor. rivayeti de - Tercüme Abdullah bin Mes’ud’dan Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: da Allah tarafından kendisine mal ihsan olunup da Hak yolunda onu ihlake taslit edilen kimse ile kendisine hikmet tercümesidir. Kamus tercümesinde: “ rumman vezhurma göbeği ve hurma binisi dedikleri nesnedahi derler.” diye mazbuttur. kimsedir. diğer bir rivayette Abdullah bin Abbas radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem beni kucaklayıp: “İlahi ona ilm-i Kitabı öğret!” diye dua buyurdu. Diğer rivayette . - Tercüme Yine Abdullah bin Abbas radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Mina’da sütresiz olarak namaz kıldırdığı sırada dişi bir merkebe rakiben karşıdan geldim. O zaman sinn-i büluğa yaklaşmış idim. Saflardan birinin önünden geçip merkebi otlasın diye salıverdim. Ondan sonra safa girdim bu yaptığıma kimse ses çıkarmadı. Mahmud bin er-Rebi’ radiyallahu anhın: “Beş yaşımda bir kovadaki sudan ağzına alıp yüzüme püskürdüğünü der-hatır ederim.” dediği rivayet olunuyor. Bazı nüshalarında . Bazı nüshalarda zal-i mu’ceme Bir rivayette diğerinde ise . Diğer riva- Diğer rivayette . Diğer rivayette . Elyoktur. Ebu Musa el-Eş’ari radiyallahu anhdan Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilim toprağa düşen bol yağmur gibidir. Bu toprağın kimi temizdir suyu kabul eder de çayır ile bol ot yetiştirir. Kimi kuraktır. Suyu üstünde tutar da Allahu Teala halkı onunla faidelendirir. Ondan içerler. Hayvanlarına su verirler ekin ekerler. Bu yağmur diğer bir kısım toprağa daha isabet eder ki düz ve kaypaktır. Ne suyu üstünde tutar ne de çayır bitirir. Allah’ın dinini öğrenip de Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilimden faide-mend olan ve bunu bilip başkasına bildiren kimse ile bunu duyduğu vakit başını bile çevirmeyen ve Allah’ın benimle irsal olunan hidayetini kabul etmeyen kimse böyledir. ziyadesi vardır. Diğer rivayette - Tercüme Enes bin Malik radiyallahu anhdan Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: zinanın çoğalması kıyamet alametlerindendir. Diğer rivayette . Diğer rivayette - Tercüme Yine Enes bin Malik radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Size öyle bir söz söyleyeceğim ki benden sonra hiçbir kimse onu size söylemeyecektir: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim buyuruyordu ki: “Kıyamet alametlerinden olmak üzere ilim azalacaktır. Cehl çoğalacaktır zina şayi’ olacaktır. Kadınların mikdarı kesret erkeklerinki kıllet bulacaktır. Bir derecedeki elli kadının yalnız bir bakanı olacaktır. Diğer rivayette . - Tercüme Abdullah bin Ömer radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim “Uykuda nıklık asarının ta tırnaklarımdan sızdığını duyuyorum. İçtikten sonra artığımı Ömer bin el-Hattab’a verdim.” buyuruyordu. “Ya Resulallah! Bunu ne ile te’vil ettin?” diye sordular. “İlim ile.” cevabını verdi. Hangi beliğ natıka-perdaz vardır ki İslam’ın azameti hakkında söze başlasın da nihayet acz-i tamından dolayı mecbur-ı şikayet olmasın havsala-i beyana inmek derecelerinden pek müteali olan bu makam-ı ulvinin hakkını vermekteki noksan-ı zahirini görmesin? Hangi büyük hakim vardır ki bu din-i kavimin gözleri kamaştıran bedayiini tasvire kalkışsın da kendini bu bahs-i bi-giranda racil görmesin? Hem ezeli hem ebedi olan bu lahuti kavaninin serair-i ahkamını anlamaya anlatmaya zafer-yab olabilmek için insanda ne ali bir kariha ne vasi’ bir irfan ne azim bir ıttıla’ bulunmak lazımdır! Ve o kavaninin ki üzerinden devirler asırlar durmayıp geçiyor da o yine olduğu gibi duruyor; herem bilmiyor yaşlandıkça taravet-i nev-civanisi artıyor. Zaman bir taraftan onun duş-i nazeninine libas-ı teceddüd giydiriyor. Asırdan asıra nesilden nesile bir yadigar-ı muhalled olarak kalıyor. Azamet-i şanını da Cenab-ı Hak kimlerin basiretini nur-ı irfanla tenvir etmiş kimlerin asuman-ı fikrinde hakıkat güneşleri tulu’ ettirmişse ancak onlar takdir edebilir. hürriyyet ile kemal-i istiklal ile söyleriz ki: İslam insanların mahza oraya varmak için yaratıldığı fıtrat-ı beşer hasisa-i taharriye mahza o noktayı bulmak için mazhar olduğu derece-i ulya-yı kemaldir. Daha doğrusu İslam insaniyetin o gaye-i amalidir ki beşer kendisi için aksa-yı emanı tekemmülü hep onu araştırmakla meşguldür. İşte insaniyet la-yenkatı’ tavırdan tavıra girer; devirden devire intikal eder. Hep o sa’bü’l-menal olan gaibini bulmak için uğraşır durur. Bir kere de onu bulsa artık bütün arzularına veda ederek samimi bir huzur-ı kalb içinde ebediyen yaşayacak. Evet İslam hükemanın varamadan helak oldukları ulemanın mahiyetini idrak edemeden paymal-i fena olup gittikleri o gaye-i kemaldir. İslam o kanun-ı akvem o nizam-ı a’zamdır ki hayat-ı faniyye ve sermediyyedeki saadetlerini te’min etmesi her iki alemdeki hallerinin medar-ı salahı olması yurulmuştur. Hem de edyanın hatimesi zamanın efser-i saadeti olmak üzere akl-ı insaninin devre-i münteha-nümaya reside olduğu bir vakitte ihsan buyurulmuştur; ta ki insanlar arasında hak ile natık adl ile hakim bir hüccet-i ilahiyye olsun bize şah-rah-ı hüdayı alenen göstersin de nik ü bedi temyiz çağında bulunan insan için artık o hüccet-i katı’ayı terk etmeye sebep bulunamasın; ibtaline kudret tasavvur olunamasın. haberi olmaksızın birçok hizmetler görmüştür. Binaenaleyh nusus-ı kerimesinin saha-i akılda kemal ve vuzuh ile cevelanı şu’a-ı şemsin safiha-i ab üzerindeki cereyanından daha kolaydır. Tecaribin delaletiyle teeyyüd etmiş hiçbir kaide havassın kuva-yı müdrikenin şehadetiyle teessüs eylemiş hiçbir nazariye yoktur ki insaniyetin terakkısinde bina-yı medeniyyetin tahkim ve tezyininde eseri görülsün de sonra o kaide yahud o nazariye ayat-ı Kur’aniyye’den ehadis-i Nebeviyye’den birinin aks-i savtı olmasın. Bir halde ki onları gören ulema-yı arzın şan-ı insaniyyeti diyanet-i İslamiyye’nin hakıkatine tecrübi mahsus hüccetler Şu mülahazalara istinaden söyleyebiliriz ki hangi tarik Zira onu yıkmakla medeniyet-i insaniyyeyi ruhun terakkıyat-ı ma’neviyyesini yıkmak meydandaki ilmi ameli bu kadar nususu desatiri mahvetmek insanları ilk edvar-ı vahşet ve cehalete irca’ eylemek arasında hiç fark yoktur. Bu ise bütün kainatın el ele verdikleri halde bile başa çıkaramayacakları bir iştir. Öyle ise asr-ı hazır-ı medeniyyetteki kavaninin diyanet-i nizin önünde bir damla mesabesinde kalacağını bi-havlihi teala isbata şüru’ edelim. Şimdi bu maksada vusul için en kestirme yol evvela medeniyet-i hazıranın esaslarını söylemek sonra bu esasların usul-i İslamiyye’den bir cüz’ bulunduğunu göstermektir. Hey’et-i ictimaiyyenin vücuda geldiği günden i’tibaren tarih-i alemin tefasilini araştırır nazar-ı im’an ile teemmül edersek vekayi’-i mü’ellimenin yek-diğerini müteakib piş-gah-ı tedkıkimizden geçtiğini görürüz. Birçok harp faciaları mesaib levhaları mefasid-i ahlak nümuneleri birer birer tecelli eder. Hırs u tama’ın şehevat-ı behimiyyenin türlü nifak ve vahşet kisvelerine bürünerek kanların dökülmesine çocukların yetim kalmasına hanumanların sönmesine sebebiyet verdiği; daima alemde tegayyür-na-pezir olan yaşamak için dövüşmek boğuşmak kanunu icra-yı hükm eylediği el-hükmü li’l-galib kaziyesinin cümle akvam u milel beyninde bi-hasebi’l-fıtra mer’i ve cari olduğu görülür. Alem-i insaniyyetin mine’l-kadim çektiği bu cefalara karşı yalnız bir ah-ı serd çekilir. Yalnız ara sıra bazı akvamda –müstesna olarak– saadetin arz-ı didar-ı beşaşet ettiği şerayi’-i İlahiyye’nin hüküm-ferma olduğu evkat ve emakinde bu bar-ı sıklet-bahşa-yı beliyyatın tehaffüf ettiği anlaşılır. Lakin heyhat bu şeriatlere çok zaman ittiba’ edilmiyor nusus-ı katı’aları az zaman sonra –birçok amal ve ağraz-ı şahsiyye avarızına uğrayarak– tahrif ediliyor. Zulümat-ı mefasid arasında gahice lemean eden bu sitare-i nevvar-ı saadet bir müddet sonra yine uful ediyor. Tarih-i insaniyyeti işte böyle hep mihnet ü cefa levayihi hüzn ü keder ve hıkd-ı muzmer tesaviri işgal ediyor. İnsan bunları görünce adeta beni nev’inden istikrah hatta kendisinden bile nefret edeceği gelir. Lakin nazar-ı im’anı biraz daha i’la edip de tarih-i nev’-i beşere diğer bir cihetten bakılsa bunca insanı bunca meşakk u ıztırabat-ı hayatiyye-i rağmen– ileriye doğru sevk etmek şanından olan diğer bir kanun-ı la-yetegayyer-i hayatinin mevcud olduğu ve bunca sıkıntıların hep o kanunun te’sir-i terakkı-bahşasıyla husule geldiği şerefe ulüvv-i menzile bila-mezahim nailiyet kavanin-i sabite-i hilkate münafi bulunduğu müşahede edilir. Merkez-i pest-i sathiyyetten evc-i refi’-i tahkıke çıkılsa vehle-i ulada nazara çarpan o keşmekeş-i tedafü’ün hep o kanun-ı azim-i terakkınin asar ve efa’iline tabi’ derece-i saniyyedeki kanunların te’siriyle vücuda geldiği “Su bulanmadan durulmaz” misdakınca saha-i alemin mütemadiyen bu suret-i feci’ada sarsılması hep insanları ahlak ve adatını ta’dil etmek ahlak-ı behimiyyelerindeki hubs ü şirreti tathir eylemek hikmetine mübteni olduğu tebeyyün eder. Bu hakıkat –hususan bu asırda– i’tiraz götürmeyen mevadd-ı sabitedendir. Erbab-ı fikr ü nazar bu sözü tasdikte asla tereddüd göstermezler. Vehleten tasdik etmeyi menafi-i ihtiyyat addedenler de biraz istikra ile yine evvelki zümreye iltihak ederler. Zira edvar-ı tarihiyyenin her birinde alemin başına çöken siyah bela-yı mesaibden herhangisi tedkık edilse neticesinde hasıl olan menafi’-i maddiyye ve ma’neviyyenin evvelki ve o mesaibe karşı biraz evvel sirişk-i te’ellüm döken kimseyi biz-zarure meserretlere garkeyler. Biz bu muhtasar eserde te’sir-i efa’iliyle insanı zulmet-i cehaletten ruşen-seray-ı envar-ı medeniyyete sevk eden bu gibi vekayi’-i ictimaiyyeyi bit-tabi’ tedkık edemeyeceğiz. Ariz u amik tetebbuata lüzum gösterecek olan bu kabilden mevad di’atımızla sağırü’l-hacm bir eser yazmak hakkındaki – ilk niyetimizi bozmuş oluruz. Şu kadar ki amme-i nev’-i beşerin gerek efradı gerek hey’et-i ictimaiyyesi beynindeki bu tedafü’ ve tenazü’-ı hukuk ve menafi’den bahsetmek mesail-i uzma-yı ictimaiyyeyi bir nebzecik olsun sermaye-i makal eylemek hakayıkı nazarlarda tecessüm ettireceği ve edille ve berahin-i ikna’iyyemizi daha ziyade tenvir edeceği cihetle bu gibi şeylerden ala tarikı’l-ihtisar bahseylemeyi münasib görürüm. Şöyle ki: İnsanın ekl ü şürb ve mesken gibi zarurat-ı hayatiyyeden sonra en ziyade hissettiği ihtiyac-ı mübrem beni nev’inden bir kısmı ile beraber yaşamak. Hal-i ictima’ ve temeddünde evkat-güzar olmaktır. İnsan bir tarafından bi-hasebi’l-fıtra azade-serane bir maişeti hiçbir kayıd cudun rıbka-i tahakkümünde kalmamayı arzu eder. Diğer taraftan da bu ma’işet-i azade-serane pek az bir zaman içinde mahvını intac edeceğini bildiği için ihtiyacat-ı hayatiyyesini tehvin etmek müddet-i bekasını daha ziyade temdid eylemek için bu meyl-i fıtrisini ta’yin etmeye hürriyetinin bir kısmını feda eylemeye acz-i zatisini bir hey’et-i ictimaiyyeye dolayıdır ki ulum-ı ictimaiyye ile iştigal eden hükema insanın kendisine rağmen ictima’ ve temeddüne alışmış olduğuna müttefikan hükmetmektedirler. İnsan yemekten içmekten bir koğukta barınmaktan nasıl müstağni olamazsa efrad-ı beni nev’inden bir cemaate iltihaktan da öylece müstağni olamaz. Tarih-i beşerin nakşettiği elvah-ı şur u fiten kütüb-i siyerin dide-i ibtisara arz eylediği vekayi’ hep bu iki haslet-i beşeriyyenin biri zati ve tabii diğeri arız ve zaruri olan bu layıkı suret-i ma’kulede tahdid edilememekten neş’et eylemiştir. Efrad-ı nev’-i beşer beyninde görülen ve görülecek olan tefaul ve tearuz hep bu iki halet-i mütezadde beyninde merkez-i i’tidali bulmaktan ibaret olan gaye-i emeli ta’kıb gibi büyük bir sebebe müsteniddir. Tarih-i alemdeki hadisatın kaffesi ma’işet-i ser-bazanenin kavaidini makam-ı insaniye layık olacak vechile tahdid ile halet-i ictimaiyyenin gelmiştir. Alem-i insaniyyet hala bu iki kaide beynindeki hadd-i fasılı bulabilmek için bin türlü keşmekeşlerle dağdar olup durmaktadır. Şu kadar ki şu son iki asr-ı medeniyyet edilen azim fedakarlıklar sayesinde bu hadd-i fasıla takarrüb hususunda kurun ve a’sar-ı salifeye tefevvuk ve ihtiyar olunan meşakk ü meta’ib-i can-fersa neticesi olarak feza-yı medeniyyete akıllara veleh verir bir sür’at-i hariku’l-ade ile perr ü bal açmak hususunda diğerlerinden temeyyüz eder. Ulum-ı ictimaiyye erbabının kaffesi bugün Avrupa ve Amerika’da gördüğümüz asar-ı terakkı ve temeddün hep mevzu’-i bahsimiz olan nokta-i i’tidalin ser-menzil-i saadet-averine yaklaşmak için bezl-i iz’an ü can ederek ihtiyar edilen külfetin yegane semeresidir demekte müttehidü’l-lisandırlar. Avrupa halkının canlar feda ederek birçok kıymetli mallar telef ederek biribirinin kanını dökerek bunca a’sar-ı fetretten sonra ancak saha-i kurbete yanaşabildiği bu nokta-i mıdır? Onun yüzünden göklerde aradığımız şahid-i nazende-i terakkı yanıbaşımızda değil midir? Onu uzaklarda arayıp durmakta ma’na ne? O bizim avucumuzun içindedir de ahmaklar gibi yüzüne bakarak istifade edemiyoruz. O ni’met-i saadetten behre-yab olmak için Avrupalıların çekmeye mecbur oldukları zahmetlerin hiçbirini çekmeye ihtiyacımız yoktur. Ona tealluk eden hakayık ve telkınat-ı diniyye zaten hepimizin mahfuzudur. Yapmadığımız yapmaktan üşendiğimiz bir şey varsa o da yalnız bildiklerimizi bellediklerimizi tedebbür ve teemmüldür. Din-i mübinimizin bize telkın ettiği o hakayık-ı ulviyyeyi cüz’ice düşünsek mucebince amel etsek az zaman içinde garba yetişir sür’at-i terakkımize alem-i medeniyyeti ikinci defa olarak hayran ederiz adeta dehşetlere ilka ederiz. Ma’lum ya yine bu telkınat-ı diniyyemiz bundan on üç asır evvel yirmi üç senelik bir müddet-i kalile zarfında tarih-i insaniyyete nazaran lemhatü’l-basar denilecek bir an-ı seri’ü’l-mürur içinde kavm-i Arab’ı hal-i vahşetten aksa-yı medeniyyete isal ederek ruy-i zeminin en büyük en kavi hükumetleri olan Roma ile İran’ı o kof çürük medeniyetleriyle beraber sarsmış yıkmıştı. Mösyö Viaud’nun “sa’adat-ı dünyeviyyenin en tatlısı” diye yad ettiği Mösyö Bastien’ın “Her türlü terakkıyyat-ı beşeriyyenin asıl ve esası” diye medh ede ede bitiremediği şair-i şehir Victor Hugo’nun “Ruh-ı insaninin her halde teneffüs etmesi vacib olan heva-yı saf-ı saadettir” tarzında tahdis-i mehasini ile terennüm eylediği bu merkez-i i’tidal nedir? Her türlü kuyuddan bil-külliyye azade her türlü revabıttan münfek olmak mıdır? Hayır. Bu serhadd-i ifrattır. Hürriyetin bu türlüsü bize lazım değil. Bu hürriyet hayvanlara mahsus olup onlar bundan dolayı hiçbir vakitte mahsudumuz olamazlar. Bizim aradığımız bütün felasife-i akvamın taharri ettiği serbestlik insanın kaffe-i hasais-i murakabesini bila-mani’ ve la-mezahim isti’mal edebilmesinden ve cem’iyet-i beşeriyye a’zasından birine sairlerinden gelecek mazarratı men’ edecek bir şeriat-i adileye tabi’ bulunmasından ettikleri günden beri ta’kıb ettikleri hal-i asli-i mu’tedil ve makbulüne ircaa çalıştıkları hürriyet de işte budur. Hükm ü kaza adl ü beka daima seyf ü sinanın keskin uçlarına merbut olduğu ezmine-i kadimeden sonra şekil ve sureti büsbütün değişmekle beraber yine aranan serbesti-i efrad-ı beşerin mahiyeti budur. Daima istenilen bir şeriat-i adilenin ağraz ve amal-i beşeriyyenin fevkinde olarak umuma icra-yı ahkam eylemesidir. Biz bu madde-i mühimmeyi kavaid-i celile-i İslamiyye’ye tatbik etmezden evvel –tefasil-i mes’eleye evvelinden ahirine kadar kariinimizi vakıf etmek milel-i mütemeddinenin bu babda ne gibi kavaid-i esasiyye vaz’ ettiğini anlatabilmek nev’-i beşerin ibtida-yı hilkatten beri ne yolda çalıştığını anlatacağız ki mebahisimiz bir suret-i ma’kule ve muttaridede yekdiğerini ta’kıb edebilsin. makale-i sabıkada izah eylemiştik. Filhakıka insan üzerinde şiddet-i te’siri müşahede olunan hissiyat-ı cibilliyyeden biri de budur. Bundan hiçbir ferd istisna edilemez meğer ki – vaktiyle ekser-i akvamda müşahede olunduğu üzere– safvet-i vicdanını nur-ı basireti itfa edecek kedurat-ı evham ve zünun-ı batıla ile ihlal etmiş olsun. Şu kadar var ki hürriyet-i hayvanat demek olan bu hayat-ı ser-bazane insanın ancak ictima’ ile menafi’ ve feva’id-i uzması saha-i husule gelecek birçok hasais-ı amelden sakıt kılacağından bu hasaisi feda etmeye insan biz-zarure mecbur olmuştur. Lakin bir mekten evla olduğu bit-tecrübe sabit ve terakkı-i nev’-i beşer buna menut bulunduğu bir emr-i gayr-ı münker olmakla beraber yine her ferdde az çok mevcud olan hubb-i teali ve tasallut birtakım su’-i isti’malata meydan açarak halet-i ifratın seyyiatından reha-yab olan akvamı dereke-i tefrite indirmiştir. mış ve neyl-i maksad için her türlü vesaite müracaat edilmiştir. Bu vesaitin en kuvvetlisi hissiyat ve hissiyatın en metin ve payidarı hiss-i diyanet olduğundan alem-i beşere tasallut etmek arzusunda bulunanlar ekser edyanı maksad ve emellerine göre tahrif ve ukul-ı nası tağlit ederek kalplerini elde etmek için nusus-ı asliyyeyi tebdil etmişlerdir. Alem-i bu hakimiyeti su’-i isti’mal ederek nev’-i beşeri şehrah-ı terakkıden en ziyade alıkoyan rüesa-yı ruhaniyye olmuştur. Bunlar akl-ı beşerin en cüz’i harekatına varıncaya kadar nazar-ı dikkatten dur tutmazlardı. İçine düştüğü girdab-ı helakten tahlis-i nefs için biraz debrendi mi? derhal önüne din namına türlü yalanlar ihtira’ ederek o hareketin önüne sed çekerler kuvve-i akliyyeyi ürkütürler tutacağı yolu şaşırtırlardı. Bu şaşkınlıyla cadde-i istikameti bırakıp da sağa sola davrandı mı? günün birinde o yoldan da hakıkate muttali’ olur korkusuyla yine önüne geçerek yürümekten ilerlemekten men’ ederler içinde bulunduğu girdab-ı haile tekrar ilka ederlerdi. Bu hal asırlarca devam etti. Bu müddet-i medide zarfında söz daima makam-ı riyaseti ihraz eden işbu mudillin-i nev’-i beşerin sözü ve nehiy daima onların emr ü nehyi idi. Lakin bu hal uzun uzun karnlar devam etmekle beraber yine akıbet çar u naçar tebeddül etti. Kavanin-i hakime ve sabite-i terakkı insanı o hal-i mezellette çok zaman daha emr ü nehyi yed-i inhisara alan o rüesanın sözlerini dinlememeye gösterdikleri şiddetlere ika eyledikleri tehdidlere rağmen yine akl-ı selimin tenvir eylediği tarik-ı savabı ta’kibe başladılar. Diyanet-i hakkanın nur-ı hidayetini itfa ederek alemi zulümat-ı cehalete düşüren iki günlük bir hayat-ı mütevakkıte içinde körlenmiş kalplere hüküm-ferma olmak olduğu günden i’tibaren beşeriyet o kadar süratle terakkı etmeye öyle harikalar göstermeye başladı ki piş-gah-ı azametinde vakf-ı enzar edenlerin aklı durur. Kayd-ı istib’ad-ı rehabinden tahlis-i giriban edilmeye başlandığı günden beri Avrupa’da biri siyasi diğeri dini iki hey’et-i idare zuhur etti. Bu idare beyninde bit-tabi’ tahaddüs eden nizaı anlatmak nice canların telefine bais olan daiye-i tefevvuk keşmekeşlerinin dehşetini enzar-ı kariinde tecessüm ettirmek için cildler dolusu yazı yazmak iktiza eder. Nihayet bu son iki asr-ı medeniyyette akvam-ı mütemeddinenin bazısı rıbka-i diyanetten –ta’bir-i digerle erbab-ı diyanetin pençe-i tasallutundan– reha-yab olduğu gibi öbür hey’etin de münasebetsiz ahvalinden tahlis-i giriban eyledi. Terakkı-i hakıkı için matlub olan nokta-i i’tidale artık tekarrüb etti. Etti ama neden sonra? Böyle bir netice ancak nasiye-i gabra avarız-ı herem yadıktan sonra istihsal edebildi. Artık asr-ı medeniyyet uleması sermest-i meserret olarak cildler dolusu kitaplarıyla bu ni’met-i Cibril’e medayihiyle terennüme ve başlarına gelen evvelki mesaib hep rü’esa-yı dine alel-amya ittiba ve inkıyaddan yanlış –hiçbirini tefrike lüzum görmeksizin– kaffe-i edyana her taraftan taarruza başladılar. Buna dair o kadar çok yazı yazdılar ki milyonda birini burada zikr ü irada kudretimiz müsaid değildir. Kendi dinlerinin artık mahv u inkıraz yolunu tuttuğundan istidlal ederek kaffe-i edyanı izmihlal ile tehdid ediyorlar. Lakin neden sonra ne faide ki bu ni’met-i uzma-yı saadete nailiyetle –Avrupa deycur-ı cehalet içinde yuvarlandığı zamanlarda nur-ı hidayeti şems-i taban gibi etraf-ı aleme pertev-nisar olan– din-i İslam’a takarrüb isti’dadını Din-i mübin-i İslam bütün rub’-ı meskunun İran ile Roma gibi iki devlet-i azimeye ferman-ber olduğu bir asırda zuhur etti. Şa’şa’a-i nazar-rüba-yı İslam o tarihlerde hakim-i alem olan bu iki medeniyetin füruğ-ı azametini söndürmek üzere saadet-i hakıkıyyenin haddan-ı bi-imtinanını bütün saha-i gabraya yaymak üzere maşrık-ı Batha’dan tecelli etmişti. Bu iki medeniyeti bir kere göz önüne getirelim. Birincisi gavail-i dahiliyye ve hariciyye ile zaten sarsılıyordu bünyan-ı şevketi –metanet-i suriyyesine rağmen– zaten yıkılmak üzere bulunuyordu. İkincisi ise debdebe-i şükuh ve satvetini henüz kaybetmemiş azamet-i sabıkasını muhafaza etmiş akvam-ı mücavereyi muttasıl na’re-i tehdidiyle titretiyordu. Memleketleri zabtediyordu hasılı medeniyet-i sabıkası henüz payidar idi. Lakin bu medeniyet nasıl bir medeniyet Bakınız ne diyor? “Romalıların kavanini nasıl şeyler idi? Bunları icmalen söylemek lazım gelirse deriz ki bunlar kanun şekline bürünmüş vahşet ve kasvetten başka bir şey değildi. Roma’nın şecaat; cengaverlik tabassur intizam-perverlik vatana muhabbet gibi fezail-i ahlakıyyesi ise ayniyle hırsızların haydudların fezailine mümasil idi. Vatan-perverliği ise libas-ı vahşeti iktisa etmişti. Bir surette ki Romalılarda mala son derecede hırs ve muhabbetten ecanibe karşı nihayet mertebede kin ve husumetten insana yakışan şefkat ve merhamet hissinden bil-külliyye mahrumiyetten başka bir şey görülmezdi. Roma’daki azamet ve fazilete gelince yalnız aktar-ı alemde zulmetmekten kılıç sallamaktan esir-i harb olanları ta’zib etmekten esirleri hayvan gibi istihdam eylemekten ma’sum çocuklarla aciz ihtiyarlara zafer arabalarını çektirmekten başka bir şey değil idi.” Bu münasebetten bil-istifade bu sözleri nakledişimiz mahza İslam’ın ilk devre-i tecellisinde büyüdüğünde medeniyetin ne merkezde olduğunu kari’lere anlatmak ve İslam’ın rinin –bazı ukul-i kasıra ashabının zannettiği gibi– öyle sair medeniyetlerden iktibas edilmemiş olduğunu isbat eylemek atiyyede bu da’vamızı Avrupa esatin-i ulemasının sözleriyle de isbat edeceğiz. Akvam-ı mütemeddinenin terakkıyat-ı akliyye ve ahlakıyyelerine esas olmak üzere serbesti-i mutlak ile levazım-ı seyyie-i ictimaiyyenin hadd-i i’tidaline ne suretle vasıl olduklarını ve ekser hükemanın bu nokta-i i’tidali kaffe-i edyanın nususuna münafi zannederek bir müstakbel-i karib ğına hükmeylediklerini balada izah etmiştik. Biz ise İslam’ın bu sınıf-ı hükemanın medar-ı mefhareti olan alem-i garbı muhtevi olduğu bu kabilden saadat şimdiye kadar Avrupa’da hasıl olanlara kıyas edilecek olursa hakıkatin hayale nisbeti kadar farklı olacağını edille-i hissiyye ile isbat edeceğiz. Bugünkü günde alem-i medeniyyeti bu kadar şa’şaa ve celaletle ihata eden bu bina-yı azim-i saadetin deaim ve erkanı üç şeydir ki bunlar sebat ve istikrar peyda etmeden o bina-yı revnakdar-ı muazzam vücuda gelmemiştir. Bunların birincisi hasais-i nefsiyyenin kuyud-ı müz’ice ile tahdid edilmemesi üçüncüsü ulum ve maarifin bila-mani’ neşr ü ta’mimi. Bu üç esasın her birinden ala-vechi’l-icmal bahsederek bunların kavaid-i İslamiyye’nin bir kısmı olduğunu isbat edelim. Muhterem Müdür Beyefendi ta bidayet-i intişarından beri tuttuğu meslek-i müstakımini muhafaza ederek efrad-ı ümmeti tenvir eyleyen Sırat mecmuasının din-i mübinimize ve memlekete sebk eden hidemat-ı ber-güzidesinin her zaman takdir-hanı olmaktan kendimi alamam. Dekayık-ı hayat-ı İslamiyye’yi bütün ma’aliyyat-ı diniyyemizi vakıfane bir surette tahlil ederek bir kısım safsata-perdazan-ı halka verdiğiniz dersler unutulmayacak büyüklüklerdendir. Her makalesi bir hikmet-i ictima’i ve dinimizi teşrih ile alem-i İslam’ı tenbih ve ikaz eyleyen muharrerat-ı kıymetdarınız arasında asar-ı manzumedeki ciddiyet-i mevzu’a bir numune-i nadirü’l-misal olan şair-i nezihü’lbeyan Mehmed Akif Bey’in şiirlerini öteden beri seve seve okur ve bu kıymetli fazilet derslerinin müteferrik sahifelerde dağınık kalmasına bir türlü kail olamazdım. Çünkü bu şiirler nazımının ifadesi gibi bir aczin giryesi değil belki en hem kariini ağlatır. Hayat-ı ictimaiyyemizin bazen feci’ bazen mudhık sahnelerini bütün vuzuhuyla gösteren bu “sahife”ler bu kıymetdar parçaların ahiren tab’ edilmekte olduğunu haber alınca bilseniz ne kadar sevindim. Tehzib-i ahlak ve tenzih ve vicdana hadim olan bu eserin matbaanızda tab’ıyla şübban-ı vatana bir hizmet-i fahireniz daha oluyor ki alem-i irfan ve matbuatımıza karşı gösterdiğiniz bu eser-i kadir-şinasiden naşi sizi bütün kalbimle tebrik eder ve her ne kadar bir kıymete malik değilse de melfuf makalem de Sırat sahifesinin bir köşesine sıkışmasını temenni ile arz-ı ihtiramat eylerim efendim. vam-ı garbiyyenin havass-ı fikriyye ve hissiyyeleri arasında külli farklar mevcuddur. Bu hususta iklimin mu’tekadatın terbiye-i etfalin tarz-ı maişet ve ictimaın görgünün te’siratı Şark mahsulü olan her şeyde bir nezahet bir sadegi ve besatet mevcuddur. İnsanlarımız hayatımız eşyamız el-hasıl bütün mevcudiyet-i kavmiyyemiz bir safiyet-i tabiiyye ile mümtezicdir. Bu tabiiliğimizin te’siriyle olmak gerektir ki neşv ü nüma-yı uzvimiz tekamülat-ı dimağiyyemiz de yolunda vicdaniyat ve ahlakıyat-ı ictimaiyyemiz ise bir hal-i mükemmelliyettedir ihtirasat-ı medeniyyenin tevlid ettiği fesadat-ı ahlaktan münezzehiz. Merhamet hem-cinse muavenet sıdk u ihlas ulüvv-i cenab semahat şecaat kanaat maiyyemizdendir. Acaba böyle me’asir-i aliyye ile mütehalli olan bir kavm-i necib bu hasail-i ber-güzidesini muhafaza etmek şartıyla garbın hangi tekamülat-ı ictimaiyyesine mazhar olamaz. Terakkiyat-ı medeniyyesi i’tibariyle hem-ayar olan bir aksa-yı şark hükumetiyle bir aksa-yı garb hükumetini nazar-ı dikkate alsak ne görürüz? Birisinde fezail-i mütenevvia-i ahlakıyye ile muttasıf bir kavmin terakkıyat-ı esasiyye-i medeniyyesi diğerinde kerahet-i ictimaiyye içinde puyan bir milletin medeniyet-i şekli ve surisini değil mi? Biz şarklılar düstur-ı terakkıyyatımızı garbdan ziyade şark medeniyetinde arasak maaliyat-ı ahlakıyyemizin o pak ve lekesiz olan mehasin-i vicdaniyyatımızın sükun ve huzuzatı içinde daha metin daha esaslı ve tabii bir terakkıye mazhar oluruz. Bu terakkıye vusulümüzün belli başlı esasatından amillerinden birisi de fikrimce hayat-ı askeriyyemizdir. Çünkü askerliğimiz bir mekteb-i terbiyyetimiz olacaktır. Maarif sanayi’ ziraat ticaret gibi bir memleketin anasır-ı hayatiyye ve medeniyyesinin terakkıyatı senelerin mahsul-i mesaisidir. Bizde rüşeym-i maarif kışlalarımızda atılacak mahsulü de vatanımızın aktar-ı muhtelifesinde toplanacaktır. Bu memleketin muhlis vatanın muhyisi olan hey’et-i zabitanımız terakkıyat-ı müstakbelemizi kafil olacak en kıymetli bir uzv-i millimiz olacaktır. Maarifimizin noksanı daha doğrusu fikdanı sebebiyle biz şarklılar fikirden ziyade hisle yaşar bir unsuruz. Madem ki milletimiz bir millet-i müsellahadır. Madem ki askerlik denilen bu mekteb-i terbiyyete girmekte bir mükellefiyet-i amme mevcuddur bu terbiyet-gah-ı milliye fikren bedenen zaif olarak giren her ferd-i millet tenevvür-i fikre burada mazhar olacak; ictimai dini ahlaki dersleri bu mukaddes ocakta görecek ve memlekete faideli bir uzuv olmak kabiliyetini burada iktisab edecektir. Şu halde terakkıyat-ı müstakbelemizin en mühim esas kışlalarımızdadır ki uhde-i hamiyyetlerine müterettib bu vazife-i kıymetdarı da elbet bil-umum zabitanımız tamamen takdir etmişlerdir. Bizde kur’a neferi hayat-ı askeriye dahil olduğu zaman terbiye-i bedeniyyesi terbiye-i fikriyye ve hatta terbiye-i diniyyesi bu mevcudiyette şark ikliminin bahşettiği öyle bir isti’dad-ı fıtri meknuzdur ki bir himmet bütün bu bahşayiş-i tabiiyi malik bulunmayan bu kur’a neferini medeni bir adam haline sokmaya kafidir. Neferde her şeyden ziyade terbiye-i fikriyye ve ictimaiyye ciheti nakıstır ki hamiyetli zabitlerimizin bu dakıka-i ictimaiyyeye atf-ı ehemiyyet edeceklerinde şüphe yoktur. Görgünün maarifin noksanı Anadolumuzun kısm-ı a’zam-ı havalisini hala kurun-ı vustada yaşatmaktadır. Kısm-ı a’zamı bu kurunda yaşayan acemi neferatımız ve maarifi takdir ederek memleketine avdet eder ve öğrendiği dersleri muhitine zerk eyler ve perde-i cehl ile gözleri kapalı kalan gafilin-i ümmeti intibaha da’vet ederek onları teşebbüsat-ı zirai sınai ve maarifiye sevk edebilirse işte o zaman seri’ hatvelerle terakkımize imkan müsaid olur her sene istibdal olan efrad mehma-emken okuyup yazma ve biraz hesap öğrenmiş olarak memleketlerine avdet ederse beş on senede külli bir eser-i terakkı göstermek kabil olur. Yoksa maarifimizin terakkısini nezaretin mektepler küşad etmesinden; çocukların okuyup yetişmelerinden beklersek daha epey senelere ihtiyaç var demektir. El-hasıl ahval-i hazıramız i’tibariyle kışlalarımız birer mekteb-i terbiyyet olmalı ümmi nefer orada ma’lumat-ı hayatiyye ictimaiyye ve zira’iyye edinmeli ve bütün millet feyz-i terakkıyi buradan almalıdır. Salabet-i diniyye ve asabiyet-i kavmiyyeleriyle şöhretşiar kavm-i ekrad efazıl-ı ulemasından bir zat-ı fezail-simat olup ulemadan Molla Hüseyin sulbünden Hizan’da mehdara-yı şühud olmuştur. beyti ma-sadakınca daha avan-ı tufuliyyetinde ru-nüma olan eser-i zeka mukaddir-i ilm ü irfan bulunan pederinin nazar-ı dikkatini celbeylediğinden çocuğunu alıp adet-i müstahsene-i İslamiyye’ye tebean izdiyad-ı feyz ü rif’atine vesile-cu olmak ümniye-i dindaranesiyle meşayih-i maarifnişandan sahib-i Ma’rifetname İbrahim Hakkı’nın huzur-ı feyz-nuşuruna götürerek iltimas-ı dua eyledi. Çocukta eser-i deha gören şeyh-i müşarun-ileyh de arkasını sığayarak deavatında bulundu ki filhakıka atide görüleceği vechile bu üç cümle-i duaiyyenin bil-cümle ahkam ve tecelliyatına bi-tamamiha mazhar oldu. Ba’dehu müsaade-i sinn ile derya-yı tahsile dalarak Hizan’da Molla Abdurrahman’dan ilm-i fıkh ve Divan-ı Ha fız Bitlis’te Molla Ramazan Hazvini’den biraz cüz’iyat okuyarak Halenzi’de Molla Mahmud’dan Mesabih-i Şerif ve Müküs’de Molla Muhammed Kefnasi’den bazı ulum kıraat ve Hizan’a avdetle Molla Abdülhadi el-Arvasi’den ahz-i ilm ü ma’rifet etti. Ba’dehu Hoşab’a giderek Molla Hüseyin’den Şerh-i Şemsiyye ve Havaşi’ni ve Cezire-i Ömeriyye’ye rıhletle Şeyh Ferruh’den ilm-i kelamı bil-itmam Hoşab’a gelerek Molla Hasan Molla Abdüsselam Molla İsmail gibi fuzaladan bir müddet telemmüz eyledi. Biraz sonra İmadiye’ye gidip Kürdistanca reis-i zümre-i ulema olan müfti-i belde Molla Mahmud’dan tekmil-i nüsaha muvaffak olup Hizan’a dönerek “Meydan” namıyla ma’ruf medresede tedrise başladı. Beş sene sonra Siird’e nakl-i mekanla Medrese-i Fahriyye’de bir taraftan neşr-i ilm ü fazilet bir taraftan te’lif-i asara bezl-i himmet eyleyip otuz sene bu vechile imrar-ı hayat buyurdu ki el-yevm Kürdistan ulemasının kısm-ı a’zamının selasil-i icazetleri bu zata müntehidir. Evlad ve ahfadının ekseri de isr-i pedere salik fuzaladandırlar. Her hafta Kur’an-ı Azim’i hatmetmek şartıyla muvazıb-ı Furkan-ı Kerim idi. Tarikat-ı aliyye-i Kadiriyye’den müstahlef olup tarik-ı mezkuru e’azım-ı rical-i Kadiriyye’den Seyyid Ahmed er-Reşidi hazretlerinden ahz u istihlaf etmiştir. İşte bu vechile Peygamber-pesendane bir surette güzarende-i evkat iken tarihinde azim-i gülşen-saray-ı beka olarak Siird’in canib-i şarkısindeki mekan-ı mürtefi’de vedia-i hak-i fena kılındı. Asar-ı tahriraneleri ber-vech-i atidir: Tabsıratü’l-Kulub fi Kelami Allami’l-Guyub Muhtasar mucez bir tefsir-i nefistir. Tefsirun ahar Sure-i Kehf’e kadar bir tefsir-i kebir olup ikmale muvaffak olamamışlardır. Ziya’ü Kalbi’l-Aruf Tecvid resm ve ferş-i huruf hakkında olup manzumdur. Şerh ala Manzumeti’ş-Şatıbi fi’t-Tecvid. Mahsulü’l-Mevahibi’l-Ehadiyye fi’l-Hasais ve’ş-Şema’ili’l-Ahmediyye. Te’sisü Kavaidi’l-Akaid ala ma Seneha min Ehli’zZahir ve’l-Batın mine’l-Ava’id. Mülahhasü’l-Kavatı’ ve’z-Zevacir. Kitabun fi Usuli Fıkhi’ş-Şafi’i. Kitabun fi Usuli’l-Hadis. Zübdetü ma fi Fetava’l-Hadis. Muhtasaru Şerhi’s-Sudur fi Şerhi’l-Mevti ve Ahvali’l-Kubur. Minhacü’s-Sünneti’s-Seniyye fi Adabi Süluki’s-Sufiyye manzumdur. Nebzetün mine’l-Mevahibi’l-Medeniyyeti fi’ş-Şathiyyati ve’l-Vahdeti’z-Zatiyye. Nehcü’l-Enam fi’l-Akaid manzum lugat-ı Arabiyye üzeredir. Nehcü’l-Enamü’l-Kürdi manzum lugat-ı Kürdiyye üzeredir. Şerhun ala Kasideti’l-Hemziyye . Risale Sagıre fi’l-Ma’füvvat. Kitabun Ezharu’l-Gusun min Me’kulati Erbabi’lFünun. el-Kamusü’s-Sani fi’n-Nahv ve’s-Sarf ve’l-Me’ani. Risale fi İlmi’l-Mantık. Risale fi’l-Mecaz ve’l-İsti’are. Risale Manzume fi İlmi Adabi’l-bahs ve’l-Münazara. Risale fi’l-Vaz’. Manzume fi Mevlidi’n-Nebi sallallahu aleyhi ve sellem. el-Manzumetü’z-Zümürridiyyeti Nazmu Telhisi’l-Miftah. Bosna ve Hersek mes’elesinden dolayı hükumet ile Avusturya-Macaristan beyninde zuhur eden ihtilafın suret-i halline dair tanzim edilen ve Meclis-i Umumi’ce kabul ve tasdik olunup mer’iyet ahkamına bil-istizan irade-i seniyye-i Hazret-i Padişahi şeref-sudur buyurulan protokol ile Hey’eti A’yan’ın ol babdaki kararnamesi suretleridir: Bosna ve Hersek mes’elesinden dolayı Hükumet ile Avusturya-Macaristan beyninde zuhur eden ihtilafın suret-i halline dair tanzim edilen protokol Safer sene ve Şubat sene tarihinde Hariciye Nezareti’nin izahnamesiyle beraber taraf-ı Sadaret’ten ba-tezkire Meclis-i Meb’usan riyasetine gönderilmiş ve riyaset Rebiievvel sene ve Mart sene tarihli tezkiresinde mezkur protokolü Hey’et-i Meb’usan tasdik ettiğinden bahisle Hey’et-i A’yan’da dahi tedkıki lüzumunu beyan ederek Meclis-i Meb’usan Hariciye Encümeni takririnin suret-i matbuasını evrakla birlikte i’ta eylemiştir. Şehr-i cari-i kamerinin on altıncı gününde vaki’ Mart-ı ruminin yirmi beşinci günü vükeladan olan ve diğer me’muriyetlerde bulunan a’yan dahi dahil olduğu halde Hey’et-i A’yan’ın kaffe-i a’zası ictimaa da’vet olunarak icabet eden zevattan hasıl olan ekseriyet üzerine evrak-ı mezkure kıraat olundu. Meclis-i Umumi’ce tasvib ve taraf-ı Hazret-i Padişahi’den tasdik olununcaya kadar mezkur protokol kaideten layiha halinde addolunmak ve binaenaleyh nizamname-i dahilinin yedinci maddesinde levayih için mastur olan usule tevfikan evvel-emirde bir encümene tevdi’ edilmek lazım geldiğinden ayandan Hariciye Nazır-ı Sabıkı Tevfik Paşa Şura-yı Devlet Reis-i Sabıkı a’yandan diğer Tevfik Paşa yine a’yandan Zihni Paşa ve Musa Kazım Efendi ve Mehmed Said Paşa ve Süleyman Paşa ve Mavroyani ve Abdülhalim Beyler ve Buhur Efendi ta’yin-i esami suretiyle verilen ara neticesinde ekseriyet kazanmalarıyla müşarün-ileyhimden mürekkeb ve Tevfik Paşa’nın taht-ı riyasetinde olmak üzere nizam-ı dahilinin otuz sekizinci maddesine tatbikan bir encümen teşkil edilmiş ve encümenin kaleme aldığı takrir diğer evrak ile birleştirilerek zat-ı sadr-ı a’zami hazır olduğu halde şehr-i cari-i ruminin yirmi altıncı Perşembe günü hey’et-i umumiyye-i A’yanda tedkıkat ve işbu Cumartesi günü dahi tekrar müzakerat icra olunmuştur. Bosna ve Hersek’in kendi memalikine ilhakını Avusturya Devleti geçen bin dokuz yüz sekiz senesi Teşrinievvel’inin altısında ne suretle i’lan etmiş olduğu ma’lum bulunduğu gibi buna mukabil bizim taraftan vuku’ bulan teşebbüsatın da ne gibi şeylerden ibaret olduğu Hariciye Nezareti Vekaleti’nin takririnde bildirildiğinden burada dercine lüzum görülmemiştir. Meclis-i Meb’usan’ın muamele-i tasdikıyyesine esas olan Hariciye Encümeni takriri hey’et-i A’yanca mebna-yı karar olmak mahiyetini haiz bulunduğundan evvel-be-evvel onları irad etmek la-büddür. Encümenin beyanat-ı esasiyyesi atiyyü’l-beyan maddelerdir. Evvela Kamil Paşa Beyannamesi’nde Bosna ve Hersek mes’elesinin ta’viz-i mali ile faslı hakkındaki fıkrayı Meclis-i Meb’usan alkışlarla telakkı etmiştir. Saniyen hey’et-i cedide idare-i devleti eline aldığı zaman selefinin siyasetini ta’kıb ederek Kamil Paşa kabinesinin tanzim ettiği protokol mevaddından bazılarını menafi’-i devlete daha muvafık surette tashih ettikten sonra müzakeratı neticelendirmiştir. Salisen devletlerce edilmiş bulunan mes’ele-i ilhak ahiren Rusya Devletince resmen dahi tasdik olunmuştur. Encümen işbu üç maddeyi beyan ile beraber memleketin eşedd-i ihtiyac ile muhtaç olduğu sail-i muallakanın halliyle müşkilat-ı siyasiyye-i mevcudenin kesb-i şiddet ve vehamet etmesine mahal bırakılmaması lüzumunu ihtar ve bin-netice Kamil Paşa Beyannamesi’nin ta’viz-i mali mukabilinde tesviye-i mes’ele olunmasına dair fıkrası esasen Meclis-i Meb’usan tarafından kabul edilmiş olduğu nazar-ı mülahazaya alınıp ona göre bir karar verilmesini teklif etmiş ve Hey’et-i Meb’usan da protokolün ahkamını tasdik eylemiştir. Hey’et-i A’yan Encümeni takririnde Meclis-i Meb’usan’da verilen kararın tasdikini zaruri görmüş ve tecdid-i mu’ahedat zımnında Avusturya Devleti tarafından der-miyan kılınan vaadin sair düvel-i muazzama umur-ı mütemmimeden olduğunu ihtar eylemiştir. Bu mes’ele hakkında Meclis-i A’yan’ın alacağı vaziyet üç suretten biri olmak lazım gelir. Biri protokolü kabul etmek diğeri reddeylemek. Diğeri dahi müsaade-i imkana göre ta’diline çalışmaktır. Milletler için terk-i memleket vecibe-i mülkdari ile kabil-i te’lif bir hal bulunmadığından ve hususan Kanun-ı Esasi’nin birinci maddesi memalik-i Osmaniyye’nin hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik kabul etmeyeceğini gösterdiğinden Hey’et-i A’yan bu maddelere ve Kanun-ı Esasi’nin altmış dördüncü maddesinde mastur olan vezaifine istinaden kendisini devletin tamamiyet-i mülkiyyesini muhil olan mes’ele-i ilhakı kabul etmemekle mükellef ve badi-i nazarda red cihetini muhtar görmüştür. Fakat red mücerred husul-i maksada kafi olamayacağından taraf-ı muhalifin emr-i ilhak lunması semere vermediği halde devlet ya kendi kuvvetine letin muvafakat-ı fikriyyesi mevcud olduğu takdirde ona mak emr-i tabi’i ise de esbab-ı şettadan dolayı muhalif-i fi’liyye imkanı mefkud olduğundan bize müsaid devletler bulunduğu halde hatt-ı hareketimiz onların muvafakat-ı efkarlarından olmayacağı müsellemdir. Meclis-i Meb’usan Hariciye Encümeni takririnin mukaddimesinde bin sekiz yüz yetmiş yedi sene-i miladiyyesinde vuku’ bulan muharebeden evvel Rusya ile Avusturya arasında mün’akid bir ittifakname-i hafi rara alındığından ve muharebeden sonra in’ikad eden Berlin Kongresi ise kıt’ateyn-i mezkureteynin Avusturya tarafından kılındığından bahsediyor. Mevzu’-i bahs olan ittifak-ı hafi ve Berlin Kongresi’ndeki karar-ı düveli ma’lum ise de mezkur kongre devleteyn beynindeki ittifak-ı hafinin mahiyetini tagyir etmiş yani Bosna ve Hersek kıtalarının Avusturya Devleti tarafından işgaline mahiyet-i muvakkata vermiş olduğundan Berlin Muahedesi ve onun hükmünü tafsil eden bin sekiz yüz yetmiş dokuz mukavelesi daim oldukça hukukumuz masun ve Avusturya’nın teşebbüsat-ı ahiresi de onu isbata kafi olmağla zikrolunan mukaddimenin medlulü tebri’e-i hareketimiz için sebeb-i sahih olamaz. Binaenaleyh Avusturya Devleti aleyhine ve bizim lehimize diğer devletlerin mu’avenet-i fikriyyeleri görülmemiş ise münhasıran bu madde bizim için medar-ı bera’et olmak lazım gelir. Bu bahis üzerine tedkıkat cereyan eder iken zat-ı sadr-ı a’zami Kamil Paşa hey’eti a’zası tarafından ziri mümza olarak tahrirat-ı telgrafiyye müsveddesi irae etmesiyle ondan ve sadr-ı müşarun-ileyhin ve Hariciye Nezareti Vekaleti’nde bulunmuş olan Gabriel Efendi’nin verdikleri izahattan anlaşıldığına göre Avusturya Devleti emr-i ilhakı bize ve diğer devletlere tebliğ etmesi üzerine İngiltere Fransa ve Rusya devletleri taraflarından konferans vasıtasıyla hall-i mes’ele tarikını devletlere teklif eylemekliğimiz ihtar olunmuş ve konferansa evvelden mukarrer bir programla girilmemekte mahzur mütala’asıyla bizim taraftan da düvel-i selase-i müşarunileyhime ve onlardan haric bulunan diğer devletlere zikrolunan müsveddeye tevfikan tebligat icra edilmiş ise de Avusturya Devleti konferans teklifini adem-i kabulde ısrar etmesiyle devlet-i selase-i müşarun-ileyhim tahvil-i efkar eyleyerek devlet-i müşarun-ileyha ile doğrudan doğruya i’tilaf etmekliğimizi tavsiye ettiklerinden Hey’et-i Meb’usan Hariciye Encümeni’nin hatime-i takririnde muharrer olduğu üzere hey’et-i sabıka-i vükela tarik-ı münferid olarak ta’viz-i maliyi Sadaret’le Hariciye Nezareti Vekili ve Avusturya Sefiri hükumet-i metbu’aları tarafından usul ve nizamı vechile me’zuniyet-i lazımeyi haiz oldukları halde protokolün mevadd-ı muhteviyyesini kararlaştırarak imza eylemiştir. Ahval-i meşruha nazar-ı mülahazaya alınarak icra edilen müzakerat-ı adide neticesinde Meclis-i A’yan Meclis-i Meb’usan’ın kararını tasdik etmeyi emr-i ıztırari addetti. Fakat bu mecburiyet-i elimeye mukabil bir dereceye kadar faide-i mütekabile olmak üzere ya bir konferans vasıtasıyla veyahud devletler beyninde notalar teatisiyle karar-ı vaki’ tasdik-ı düveli tahtına alındığı esnada Berlin ahidnamesinin Rumeli’de vaki’ vilayat ile Asya-yı Osmani’de bulunan vilayat-ı şarkıyyeye dair olan yirmi üçüncü ve altmış birinci maddelerini mülga addetmekliğimizin beyan u i’lanı ve bir de protokolün altıncı ve yedinci ve sekizinci maddeleri bizce fevaid-i mütala’asıyla teklif ve istihsal olunmuş ise de Avusturya Hükumeti bu üç maddede münderic hususata muvafakat-ı fi’liyyesini diğer devletlerin tasdiklerine ta’lik etmekle feva’id-i melhuza kabul-i umumi-i düveli hasıl olmadıkça hükümsüz kalacağından başka yine bu üç maddede bize tahmil olunan şerait bazı nukat-ı nazardan mahzuratı dahi müntic olacağından mevadd-ı mezkurenin ilgası istisvab olunmuş ve zat-ı Sadr-ı A’zami protokolün Avusturya Hükumeti si’nin salifü’l-beyan yirmi üçüncü ve altmış birinci maddelerinin lağvı taht-ı imkanda olduğunu fakat protokolde münderic ve zikri mesbuk olan üç madde bizim talebimiz üzerine diğer taraftan kabul olunmuş ve bu da müşkilatla husul bulmuş olduğundan istenilirse bir nota ile bunların geri alınması kabil olacağını ve protokolün tebliği tekarrür ettiği halde Hey’et-i A’yan’ın mülahazatı nazar-ı mütala’aya alınarak icabına bakılacağını beyan eylemiştir. Bu halde zikrolunan protokolün irade-i seniyyeye dahi iktiranı halinde alel-usul ilanıyla muamelat-ı müterettibesinin ifası kuvve-i icra’iyyeye havale olunur. Bosna ve Hersek gibi asırlarca havza-i mülk-i Osmani’de bulunan kıt’aların iftirakı kararını tasdike iştirakinden dolayı Hey’et-i A’yan hissettiği teessüf-i amika ilaveten gerek Kanun-ı Esasi’nin birinci maddesine ve gerek altmış dördüncü maddesinde kendisine verilen vazifeye binaen şurasını etmekliğimiz ve o yolda haricen muin ve müttefikler bulmaklığımız sevki kabil kuvve-i askeriyyenin vücududur. Binaenaleyh bugünden sonra istitaat-ı maliyyemizi her şeyden evvel bu emr-i mühimme sarfetmek farz-ı ayn hükmünde bulunduğunun dahi kuvve-i icra’iyyeye ihtarına ve protokol ile sair evrakının ba-tezkire-i riyaset taraf-ı sadarete gönderilmesine hal-i ictinabda kalan bir re’y ve muhalif bulunan diğer bir re’ye karşı ekseriyetle karar verilmiştir. Hükumet-i Osmaniyye canibinden tanzim olunan beyannamenin tercümesidir: Muharrir-i imza Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Hariciye Nazırı Şubat sene tarihinde Dersaadet’te imza olunup metni zirde muharrer bulunan protokolün münderecatını Hükumet-i Osmaniyye namına olarak tasdik eyler. Hükumet-i Seniyye ile Avusturya ve Macaristan hükumet-i müşterekesi beynlerinde muallakta bulunan bazı mesaili bil-ittifak fasl u tesviye etmek arzusunda bulundukları cihetle muharririn-i imza Sadrazam fehametlü devletlü Hüseyin Hilmi Paşa hazretleriyle Hariciye Nezareti Vekili atufetlü Gabriel Noradunkyan Efendi hazretleri ve Avusturya ve Macaristan fevkalade ve murahhas Büyükelçisi asaletlü Johann Marquis Pallavicini hükumet-i metbu’aları tarafından usul ve nizamı vechile me’zuniyet-i lazımeyi haiz oldukları halde mevadd-ı atiyyeyi kararlaştırmışlardır. Birinci Madde: Avusturya ve Macaristan Hükumeti kadim Yenipazar Sancağı hakkında Berlin Muahedenamesi ve Dersaadet’te mün’akid Nisan sene tarihli mukavelename ret-i sarihada feragat ettiğini beyan eder. Avusturya ve Macaristan hükumet-i müşterekesinin Bosna ve Hersek hakkındaki kararı aleyhine canib-i Babıali’den mat-ı müte’akıde beyninde mevcud sair bil-cümle ahkam veya mukarrerat fesh u ilga edilerek yerlerine eyaleteyn-i mezkureteyn hakkında mevcud her gune ihtilafın beynlerinde faysal-pezir olduğunu ve karar-ı mezkurla Bosna ve Hersek’te tahaddüs eden hal-i cedidin Hükumet-i Seniyyece suret-i kat’iyyede tanınmış bulunduğunu mübeyyin ve müeyyid bulunan işbu protokol kaim edilmiştir. Üçüncü Madde: An-asl Bosna ve Hersek ahalisinden olup el-yevm memalik-i Osmaniyye’de bulunan –işbu protokolün hin-i tasdikinde tarafeyn-i akıdeyn beyninde teati olunacak notalarda zikrolunan eşhas müstesnadır– ve bir de an-asl memalik-i Osmaniyye’nin aksam-ı muhtelifesi ahalisinden olup Bosna ve Hersek’te seyahat tarikıyle veya muayyen surette ikamet eden tebea-i Osmaniyye kema-kan tabi’iyyet-i Osmaniyyelerini muhafazaya devam eyleyeceklerdir. Bosna ve Hersek ahalisinden olup eyaleteyn-i mezkureteynde sakin bulunan sükkan kema fi’s-sabık Bosna ve Hersek kavaninine tevfik-i hareket ederek memalik-i Osmaniyye’ye hicrette serbest olacaklar ve memalik-i Osmaniyye’ye geldiklerinde tebea-i Osmaniyye sıfatıyla kabul edileceklerdir. Gerek bunlar ve gerek Bosna ve Hersek ahalisinden olup el-yevm memalik-i Osmaniyye’de bulunanlar Bosna ve Hersek’te kain emlaklarını keyfe ma yeşa tasarruf ve bizzat veya şahs-i salisler ma’rifetiyle idare eylemek hakkını haiz olacaklardır. Şurası mukarrerdir ki an-asl Bosna ve Hersek ahalisinden olup hicret etmemek fikriyle ba’de-ma memalik-i Osmaniyye’ye azimet edecek olan kesan hakkında memalik-i Osmaniyye’de Avusturya veya Macaristan tebeası misillü muamele olunacaktır. Dördüncü Madde: Bosna ve Hersek’te sakin olan veya muvakkaten ikamet eden ahali-i İslamiyye’ye kema-kan serbesti-i mezheb ve serbesti-i ayin-i ibadet te’min edilecektir. Bil-cümle nüfus-ı İslamiyye mezahib-i saireye mensub bilcümle Bosna ve Hersek ahalisinin haiz oldukları aynı hukuk-ı mülkiyye ve siyasiyyeden istifadede devam edeceklerdir. Cevami’-i şerifede Halife-i Müslimin sıfatıyla nam-ı nami-i Hazret-i Padişahi’ye hutbe kıraatine devam edilecektir. Hukuk-ı evkafa kema-kan riayet olunacak ve ahali-i İslamiyye’nin rüesa-yı diniyyeleriyle olan münasebatına asla makam-ı meşihat-i İslamiyye’ye tabi olacaklar. Reis-i Ulema’nın menşuru canib-i meşihatten i’ta kılınacaktır. Beşinci Madde: Devlet-i Aliyye Arazi Kanunnamesi ahkamı mucebince Hükumet-i Seniyye’nin Bosna ve Hersek’te emlak-i muhtelifeye mutasarrıf bulunduğu bir hükm-i karar ile dahi mertebe-i sübuta vasıl olmuş olmağla Avusturya ve Macaristan hükumet-i müşterekesi işbu protokolün tasdikı tarihinden i’tibaren on beş gün zarfında emlak-i mezkurenin bedeli olmak üzere Dersaadet’te Hükumet-i Seniyye’ye altın olarak iki buçuk milyon lira-yı Osmani te’diye etmeyi taahhüd eyler. Altıncı Madde: Avusturya ve Macaristan Hükumeti işbu protokolün tasdiki tarihinden i’tibaren iki sene zarfında Devlet-i Aliyye ile Avrupa hukuk-ı düveli esası üzerine bir ticaret muahedenamesi akdetmeyi taahhüd eyler. İşbu muahedename Babıali’nin sair ticaret muahedatı aynı esas üzerine akd ve mevki’-i tatbikine vaz’ olundukta mer’iyyü’licra olacaktır. Buna intizaren Avusturya ve Macaristan Hükumeti zarfında memalik-i Şahane’de rayic üzere alınan resm-i gümrüğün yüzde on birden on beşe iblağına ve atiyyü’z-zikr beş maddeye yeniden inhisarlar vaz’ına petrol sigara kağıdı kibrit küul ve oyun kağıdı veyahud bunlardan istihlak rüsum-ı munzaması istifasına muvafakat eder şu kadar ki aynı muamelenin aynı zamanda ve bila-fark ve istisna memalik-i saire idhalatı hakkında tatbik olunması meşruttur. müesses yüzdesi nisbetinde Avusturya veya Macaristan mevaridatından olan eşya tedarikine mecburdur. Şu kadar ki hin-i iştirada piyasanın hal ü mevki’ine tevafuk etmesi ve vi’lerden eşya için son üç sene zarfında kayd u işaret edilmiş olan fiyatların hadd-i vasatisi dahi nazar-ı i’tibara alınmak lazım gelir. Şurası mukarrerdir ki şayet Devlet-i Aliyye salifü’z-zikr beş madde üzerine yeni inhisarlar vaz’ edecek yerde bunlara istihlak rüsum-ı munzaması tarhına karar verecek olur ise işbu rüsum-ı munzama memalik-i Osmaniyye dahi aynı derecede tarh kılınacaktır. Yedinci Madde: Devlet-i Aliyye’nin posta hizmetinde haiz olduğu hakk-ı hükümraniyi tasdikan Avusturya ve Macaristan Hükumet-i müşterekesi el-yevm ecnebi postahaneleri mevcud olmayan mahallerdeki Avusturya ve Macaristan postahanelerini işbu protokolün tasdikini müteakib lağvetmeyi taahhüd ettiği gibi memalik-i şahanede postahaneleri mevcud olan düvel-i saire bunları lağvettikçe kendisi dahi memalik-i Osmaniyye’deki sair postahanelerini lağvetmeyi taahhüd eyler. Sekizinci Madde: Babıali memalik-i Osmaniyye’de uhud-ı atika usulüne hitam vermek ve yerine hukuk-ı düvel usulünü vaz’ eylemek maksadıyla alakadar olan düvel-i muazzama müzakerat icrası fikr ü niyetinde bulunduğu cihetle Avusturya ve Macaristan Hükumeti Babıali’nin işbu niyatının hak ve savaba mukarenetini bit-tasdik bu hususta kendisine muavenet-i kamile ve samimiyyede bulunacağını şimdiden beyan eyler. Dokuzuncu Madde: İşbu protokol tasdik olunacak ve tasdiknamelerin teatisini müteakıb mer’iyyü’l-icra olacaktır. Tasdiknameler sür’at-i mümkine ile nihayet işbu protokolün tarihinden i’tibaren iki ay zarfında Dersaadet’te teati olunacaktır. adet’te iki nüsha olarak tanzim olunmuştur. Muharrir-i imza işbu protokol ahkamına tamamiyle riayet edileceğini ve muhteviyatının harfiyen icra olunacağını beyan eder. nin tasdikini havi olacak olan bu yolda bir beyanname ile mübadele edilmek üzere tanzim olunmuştur. Muhterem Efendim Arz-ı ihtiram ve takdim-i selam ederim Sıratımüstakım gazetesi himmetinizle Ömer Efendi Yamaoka namına bu vakte kadar gelmişse de maatteessüf bugüne kadar okuyup da istifade eden olmamış. Lakin bizim vürudumuzdan beri ta’lime mübaşeret ettiğimiz birkaç Japon talebeleri hamd olsun şimdi yavaş yavaş okumaya ve lügatler vasıtasıyla tercüme etmeye başladılar. Teessüf olunacak bir hal varsa o da Rusya Hükumeti’nin muhterem mecmuaya her vakit taarruz etmesi ve Rusya vasıtasıyla gelen adedleri kesip biçip göndermesidir. Ezan-cümle ’inci nüsha hiç gelmediği gibi’uncu nüshanın da son bir yaprağı nakıs vürud etti. Vürudumuzdan bir hafta sonra buraya bugüne kadar gelmiş asar-ı matbua-i İslamiyye’yi toplayarak Asya-GıKay Cem’iyeti’nin salonlarından birini kütüphane yaptık. Cem’iyetin genç a’zalarından yine bir kaçı yakın vakitte Osmanlı lisanı ta’limine başlayacaklardır. Binaenaleyh bundan sonra kari’leriniz daha tezayüd edecektir. Bu son günlerde cem’iyet-i muhterememiz Day-to yahud Şems-i Tali’ namıyla bir jurnal neşrine mübaşeret etti. Birkaç vakit sonra bir kısmını Osmanlı şivesinde neşredeceğiz… Sair matbuat-ı Osmaniyye’ye dahi cem’iyetimizin adresini takdimle gazetelerini irsal etmelerini rica etseniz pek memnun olurduk. Tokyo fi Kanunisani sene Dünya yüzünde daima büyük tebeddüller vukua gelmiştir. Eski zamandan beri cereyan eden ahvale bakılırsa büyük vekayi’ ile harita-i alemin vaziyeti değiştiği gözlere çarpar. Bundan sonra öyle mühim vak’alar tehaddüs etmeyeceğini kimse iddia edemez. Bugün Avrupalıların büyük bir tebeddül bekledikleri yer Asya kıtasıdır. Çin’in beş yüz milyon halkıyla Hindistan’ın üç yüz milyon ahalisi daha şimdilerde uyanmaya başladıklarından birgün tamamiyle uyandıkları halde büyük vak’alara intizar edilmek lazım geleceğini teslimde kimse tereddüd etmez. Japonya teyakkuzu Asya’da ilk adımdır. Japonların Ruslara galebesiyle bir yandan Çinliler bir yandan Hindliler uyanmaya başlamışlardır. Avrupalıların bu ana kadar Asya ahalisine tehakkümleri Asyalıların hayat-ı hususiyyelerinden ötürüdür. Avrupalıların müracaat ettikleri vesait-i maddiyye ve ma’neviyye Asya ahalisinin ma’lumu olunca onların da ilerledikleri Japonya hareketiyle sabittir. Asya’nın pek gecikmeyecek olan teyakkuz-ı umumisine karşı Ruslar halde ilk önce bu iki devlete teveccüh edecektir. Çin’de deruni olarak bir terakkı hasıl olduğu gibi Hindistan’da dahi zahiri bir terakkı vardır. Bu milletleri [şu] ana kadar tefrikaya düşüren şey felsefe-i diniyye ile milliyet mes’eleleridir. Üçüncüsü de ihtilaf-ı elsinedir. Çin ve Hindistan’daki Budilik ve Brahmanlık bu halkın ma’neviyatı üzerine hüküm-ferma olduğundan ecnebi tahakkümü bu dinlerin i’tikadat ve teşkilatında kendisine da Avrupalıların duhulüne yardım etmiştir. Lisandaki ihtilaf da buna munzam olmuştur. Bugün Hindistan’da ve Çin’de söylenen lisanlar o kadar muhteliftir ki bir memleket ahalisinden biri diğerinin lisanını anlamamaktadır. Japonyalılar Avrupa’ya talebe gönderdikten sonra Avrupalıların gerek felsefe-i fikriyyelerine gerek teşkilat-ı siyasiyyelerine vakıf olmuşlar ve taraf-ı mukabile dayanmak ancak o tarafın kullandığı vesaite müracaatla kabil olacağı hakıkatinden ya ahalisine vaziyetlerini düşündürmüştür ki bu da pek tabiidir. Mesela altı milyonluk bir Flemenk Devleti otuz milyon Cava ahalisine hakim olup kalmıştır. Yukarıda dediğimiz gibi bu ahval ila yevmi’l-kıyam böyle kalamaz. Mutlaka Asya’da büyük vak’alar zuhur edecektir. Amerika darü’l-fünunu muallimlerinden Mösyö John Mott bu mes’eleler hakkında asar-ı mühimme te’lif etmiş şimdi de konferanslar vermeye başlamıştır. John Mott bu vekayiin zuhura geleceğini tasdik ediyor. Ve istikbale karşı adeta pek endiş-nak görünüyor. İnkılabat-ı atiyyeye karşı John Mott Hıristiyanlığı düşünüyor yedi sekiz yüz milyon halkın teyakkuzu ile kopacak kıyametlerden hareketlerden ürküyor. Muma-ileyh dünya alt üst olmamak gayret edilmesini tavsiye ediyor. John Mott medeniyetin bütün iyiliklerini faziletlerini Hıristiyanlığa atfediyor. Ve terakkıyat-ı maddiyyeye nail olan Asya ahalisi Hıristiyanlık’la ülfet etmezler ise medeniyeti anlamak onlar için kabil olamayacağını Mösyö John Mott bu hususta ifrat-ı gayrete varıyor. Evvel-emirde şunu söylemek lazım gelir ki bu ana kadar Hıristiyan misyonerlerinin Asya’da sarfettikleri gayretten hiçbir netice hasıl olamamıştır. Hıristiyanlığı kabul edenler ender olup onların da bir irtibat-ı i’tikadileri bulunmadığı yalnız beş on kuruş dünyalık için suret-i zahirede hıristiyan oldukları yine misyonerlerin ifadesinden anlaşılıyor. Bir de fezail-i medeniyyenin sırf Hıristiyanlığa müstenid olduğu delilsiz bir da’vadır. Fezail-i medeniyye denilen şey fezail-i ahlak ise her dinde ahlakı faziletler vardır. Hiçbir din katl-i nüfusu hetk-i namusu gasb u sirkati beni nev’e fenalığı tecviz etmez. Medeniyetlerin ahiri olan medeniyet-i bir medeniyettir fezail-i ictimaiyye için vaz’ ettiği usul ve kavaidin pek çoğu şimdiki medeniyet-i aleme nice mebahiste esas teşkil etmiştir. Hükumet-i İslamiyye’nin kuvvetli zamanlarına bir kere bakalım. İslamiyet’in medeniyeti sayesinde değil midir ki müslüman olmayan akvam hep yerlerinde bırakılmış medeniyet-i hazıranın Avrupa’da bir kaide olarak kabul ettiği bazı tazyikata bile İslamiyet tenezzül etmemiştir. ğildir. İslamiyet’in kendine mahsus fezail-i ictimaiyyesi olmasa yeni milletleri de yurtlarında bırakarak onları himaye etti. Avrupa hukuk müelliflerinden bir zat “İslamiyet’in hami-i edyan olduğuna Türkiye’deki milel-i muhtelifenin bekası kadar kuvvetli bir delil olamaz. Neden Avrupa’da milletler kalmadı? Binaenaleyh Türkiye’de ve memalik-i İslamiyye’de serbesti-i vicdana Avrupa’dan pek ziyade dikkat edilmiştir” sözleriyle teslim-i hakıkat ediyor. Brahmanlık ve Budiliğe gelince bu dinlerin esas-ı i’tikadiyyat ve felsefesi de Mösyö John Mott’un kavlini tekzib ediyor. John Mott neşr-i Hristiyani’ye lüzum göreceğine Avrupa düvel-i mütehakkimesine başka bir felsefe tavsiye etmeli idi. Demeli idi ki: “Asya akvamının uyanıp kendine geleceği muhakkaktır. Bu adamlar da beni beşerin a’zasındandırlar. Onlar ile münasebette bulunan Avrupa akvamı daima hakşinaslık ve fazilet üzerine muamele etmelidirler. Onları hukuk-ı beşeriyyetten istisna etmemeli mevki’ ve şeref-i ademilerini tanımalıdır. Daima fazilet-i ictimaiyye göstererek onların muhabbetlerini celbetmelidir. Avrupa ile Asya arasında fikr-i insaniyyette iştirak hasıl olursa artık Avrupa’nın korkusu kalmaz.” Asya ve Afrika akvamının hukukuna riayet edilmedikçe onlar bit-tabi’ Avrupa’ya düşman olacaklar bir gün gelecek ki o sekiz dokuz yüz milyon halk intikam lüzumunu hissedeceklerdir. Mösyö John Mott endiş-nak olmakta haklıdır. Yalnız gösterdiği çare bir çare-i mü’essir değildir. Çünkü o çare ne hakıkate muvafıktır ne de kabil-i tatbiktir. Efkar-ı Hristiyaniyye Avrupa’daki akvam arasında bile bir vesile-i menfaat-i siyasiyye ve tefevvuk-ı millidir. Ondan başka bir saik yoktur. Hele Avrupa’nın Asya’daki siyasetinde Hıristiyan dinine tatbikan hareket ediliyor diye bir iddia hiç dermiyan olunamaz. Avrupalılar müsavat-ı beyne’l-beşeri Hıristiyanlığa atfetmek isterler ise Asya’daki politikaları bu iddialarını hiç isbat edemez. Çünkü Avrupa’da tatbik ettikleri kavaid-i hukuku Asya’daki akvama teşmil etmekten kaçınıyorlar. Diyanetten muktebes olan kavaninin ise bu gibi istisnaları olamaz. Yeni İkdam – İngiltere’de bir Balkan Komitesi bulunduğunu ve bu Komite’nin mukaddema Makedonya işlerinde Türkiye aleyhinde pek çok teşebbüsatta bulunmuş olduğu ma’lumdur. Türkiye’de meşrutiyetin gayr-i muntazar surette teessüsü üzerine memalik-i garbiyyede Osmanlılara tarafdar pekçok kimseler meydanda görünmeye başlayınca İngiltere’deki Balkan Komitesi dahi İttihad ve Terakkı Cem’iyeti ile akd-i rabıta-i dosti eylemek mesleğini ittihaz eyleyivermiş idi. Maamafih bir zamandan beri memalik-i garbiyyenin bazılarında Türkiye menafiine muzır neşriyata meydan verildiğinden oralarda efkar-ı ammenin böyle tebeddül-i seri’i üzerine Balkan Komitesi dahi yine eski meslek-i ma’lumuna rücu’ alaimini göstermiştir. Sıratımüstakım risale-i mu’teberesinin geçmiş nüshalarına müracaat olunursa Balkan Komitesi’nin bundan beş ay mukaddem Londra’da akdeylediği ictima’-i umumi-i senevide okunan layihasının meali ile mazi ve haldeki meslek-i sahihini müş’ir tafsilat-ı mühimme görülür. Balkan Komitesi’nin reisi parlemento a’zasından ve ashab-ı servetten Mösyö Baxton bu defa me’muriyet-i hafiyye-i siyasiyye ile Sofya ve İstanbul’u ziyaret için Londra’yı terk eylemiştir. Muma-ileyhin me’muriyet-i hafiyyesinin gazetelere daha mebadide aksetmesi onun fikr u mesleğine muhalif olan bazı siyasiyyunun tedabir-i akılesinden olsa gerektir. Mösyö Baxton öteden beri Bulgaristan’ın büyük bir muhibbi olduğunu gösteregeldiğinden Hükumet-i Osmaniyye dilebilir ise de pek mevsuk bir menba’dan teraşşuh eden ma’lumata nazaran bu ziyaretin sebebi büsbütün başkadır. Mösyö Baxton böyle bir siyasi me’muriyetle İstanbul’a gitmeyi Londra Sefaret-i Seniyyesi me’murlarından bir zat ile birlikte tasavvur ve tertip eylemiştir. vukua gelen bir tavsiye üzerine İngiliz Hariciye Nazırı Sir Edward Grey cenabları Mösyö Baxton’un “misyon-ı politik” yani me’muriyet-i siyasiyyesini icra eylemesine hususi ve nim-resmi surette muvafakat göstermiştir. Zahir-i hale bakılınca bu İstanbul ziyareti Devlet-i Osmaniyye maksadına hamlolunabilir. Bu gibi turuk-ı mu’avvece ile umur-ı muazzamanın tarik-ı matlubda cereyan edebileceği tefekkür-i dakık ashabınca batıl bulunduğundan ve me’muriyet-i siyasiyye işinin tasavvur ve tertibinde amal-i şahsiyye tervicinin umur-ı milliyyeye hizmet maksadından ziyade mündemic olduğu göze çarptığından bu husus hakkında Meclis-i Meb’usan-ı Osmani a’zasından siyaset-i hariciyye zi’ne ve Yemen’e müteallık hadisatın zikrinde İngiliz ceraid-i mühimmesinin ittihaz ettiği tarz-ı lisanın pek de hüsn-i niyyete mübteni olmadığı görülüp durur iken meslek-i sabık-ı siyasisi ma’lum olan bu genç zatın tezyid-i münasebat-ı dostane zımnında İstanbul’a gitmesi oldukça garip görünür. Balkan Haftada iki defa çıkan Eskişehir refik-ı muhteremimiz ba’de-ma – Kanunisani’den i’tibaren– Hakıkat: Anadolu Sesleri namıyla her gün intişar edecektir. Muvaffakıyetini temenni ederiz. Hakıkat maksadını şu sözlerle hülasa ediyor. “İstanbul’un mütebessim ve raksan muhitinden devşireceği taze ve nermin hayalleri demir kollarıyla Anadolu’nun kabuslu kasvetli köşelerine serperek şenlendirmeye çalışmak ve o harabelerden toparlayabildiği feryadları iniltileri götürüp payitahta silkerek şetaretlere biraz da matem katmaktır. Birbirinin aynı sayılmalarına rağmen gayrı gibi davranan bu iki zıddı barıştırmak bakalım müyesser olacak mı? Tevlid ettikleri naleleri görünce acaba neş’eler kaçmayacak mı! Hizmet ettikleri neş’eler karşısında naleler artmayacak mı? Hakıkat yanık bağırlardan kopup gelen acı acı Anadolu Sesleri ile meydanda bulundukça ince duygulu bazı kulakları “Derd ağlatır aşk söyletir.” – Donanma-yı Osmani’nin terakkı ve tealisine medar olmak üzere zekatın ianeye i’tası caiz olup olmayacağı hakkında Donanma-yı Osmani Mu’avenet-i Milliyye Cem’iyeti tarafından vuku’ bulan istifta üzerine zekatta niyet ve fakıre temlik lazım ve müzekki olan kimsenin malından zekatını Cem’iyeti tarafından iane kasası başında bir fakır müslim bulundurularak müzekkiler canibinden zekat olmak niyetiyle tefrik edilen mebaliğ ma-dunu’n-nisab olarak bit-tav’ ol fakıre temlik ve i’ta ve fakır-i mezkur malik-i nisab olmamak kasasına teslim etmesi mukarin-i cevaz-ı şer’-i ali olacağından tezayüd ve tealisi cidden derece-i lazımede bulunduğu emr-i gayr-ı münker olan Donanma-yı Osmani’ye bu suretle de ianede bulunan müslimin hem farz-ı zekatı eda etmiş hem de başkaca na’il-i ecr-i cezil ve şayeste-i mükafat-ı uhreviyye olacakları Fetvahane-i Ali’den cevaben beyan olunmuştur. Muhtelif mahallerde zuhur eden bir nur gibi İslamlar ervah ve hakaik i’tibariyle müttehiddir. İslamlar “Kaza-i şehvet” “imza-i gadab” “lezzet-i hayaliyye”den ibaret olan lezzat-ı dünyeviyyede değil celal-i hazret-i lahutiyye ile mütehalli olarak envar-ı samedaniyye-i kudsiyyeden bile iktibas-ı feyz etmede bir müslim kardeşini unutmazlar kendilerine arzu ettikleri şeylerin mislini kardeşleri için de arzu ederler. Binaenaleyh Asya-yı Vusta’daki kardeşlerimize ianeye delaletle İslamlığa aid bir vazifeyi yaptığınızdan dolayı tebcil-i celil-i risalet-penahiye nailiyetiniz muhakkaktır. va’d-i samedanisine binaen elbet bizim de bir meserretli günümüz olacağını arz ile o kardeşlerimize naçizane gönderdiğim on beş Fransız lirasını isal buyurmanızı niyaz eylerim efendim. Türkistan’da ahiren vukua gelen ve günlerce tevali eden harekat-ı arziyyeden binlerce din kardeşlerimizin mahv u tebah binlerce İslam ailelerinin melcesiz aç ve bi-ilac imdad ve muavenete muhtaç olduklarını Cerman ceraidinde kemal-i teessürle okumuş idik – muhterem Sırat’ın bu hafta gelen nüshasında ise bu can ve hanuman-suz felakete ma’ruz kalan zavallı din kardeşlerimize te’min-i mu’avenet için Sıratımüstakım namına bir iane defteri açıldığını nazar-ı şükran ile gördük. Binaenaleyh bu afet-zede ihvan-ı dinimizin yet ve İslamiyyet olduğundan bera-yı tahsil Berlin’de bulunan zabitandan ianeten dercedilen iki yüz on üç mark postaya teslim ve i’ta-yı ianede bulunan hamiyet-mendanın esamisini mübeyyin cedvel leffen takdim kılındı. Şu naçiz meblağ şu kış ve kıyamette karlar üstünde perişan kalan müslüman kardeşlerimizden hiç olmazsa birkaçının birkaç günlük tehvin-i zaruret ve sefaletine medar olursa yine bizim Hamiş: Keyfiyet-i i’aneden henüz haberdar olamayan hamiyet-mendanın i’ta edecekleri meblağ bilahare takdim edileceği ma’ruzdur. Verni’den: Yer altında hissolunan birinci hareket tamam beş dakika devam etmiştir. Ondan sonra birbirini müteakıb vaki’ olan hareketler ahaliyi son derece korkutmuştur. Bu defaki tezelzülat-ı arziyye büyük bir daire dahilinde vaki’ olarak Türkistan-ı Çini’deki Gulca şehrine kadar imtidad etmiş ve oraları duçar-ı hasar eylemiştir. Dağlarda ve ovalarda arşın eninde arzında çatlaklar husule gelmiştir. Her yerde olduğu gibi burada dahi zelzeleden ne kadar taş ve topraktan olan ebniye var ise yıkılmış yalnız tahtadan inşa olunanlar kalmıştır. Ahali hal-i heyecandadır. Birinci gürültü hasıl olunca ahali gece derece soğuğa bakmayarak çırçıplak oldukları halde evlerinden köçelere kaçmışlar. Yalnız Verni şehrinin üzerinde adam telef ve adam mecruh olmuştur. Eyalette ise olanların mikdarı’e baliğ olmuş Hasarat-ı maddiyye gayet büyüktür. Ticaret münkatı olmuştur. Her yer bir harabe-zar halini kesbetmiştir. Birçok aile halkı mesken ve me’vasız kalmıştır. Yalnız Verni’de açıkta kalanların adedi’e yakındır. Yerin hala arasıra teprenmekte olması ahalinin duçar olduğu havf u dehşetin izdiyadına bais olmaktadır. Birçokları korkudan deli divane olmuştur. Ahali kafile kafile yurtlarını terk edip kaçıyorlar. Birçok adamlar köçelerde arabalarda yatıyorlar. Hasıl-ı kelam felaket-zedeganın ahvali gayet perişandır. Bir yandan muavenet olmayınca bunların iva ve iaşesi mümkün olmayacaktır. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Şubat Beşinci Cild - Aded: : Diğer rivayette . - Tercüme Abdullah bin Amr bin el-As radiyallahu anhümadan rivayet olunuyor ki: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Haccetü’l-Veda’ esnasında halk sorup öğrensin diye Mina’da durdu. Yanına biri gelip: “Bilemedim de kurban kesmeden tıraş oldum” dedi. “Kurbanını kes. Günahı yok” buyurdu. Diğeri gelip: “Bilemedim de remyden evvel kurban kestim” dedi. “Remy et. Günahı yok” buyurdu. Nebiyy-i Mükrerrem sallallahu aleyhi ve selleme o gün takdim ve te’hir edilmiş birşey sorulmadı ki cevabında: “Yap. Günahı yok” buyurmasın. - Tercüme Ebu Hureyre radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem bir kere: “İlim kabzolunacak yani kaldırılacak cehl ü fiten zuhur edecek ve herc çoğalacaktır” buyurdu. “Ya Resulallah! Herc nedir?” diye sordular. Murad-ı alisi katl imiş gibi elini münharifen Gayn’ın fethi şın’ın sükunu yoktur. Üç i’rab ile mervidir. . Diğer rivayette zamirsiz olarak . Bazı nüshalarda . Hemze’nin Esma binti Ebi Bekr radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Küsuf zamanında Aişe radiyallahu anha nezdine namaz kılarken gittim. “Bu halka ne oluyor? Neden korkuyorlar?” dedim. Gökyüzüne doğru işaret etti. Bir de baktık ki halk namaza durmuşlar. Aişe radiyallahu anha: “Sübhanallah!” dedi. “Bu bir ayet-i azab mı?” diye sordum. Başıyla “Evet” diye işaret etti. Bunun üzerine ben de namaza durdum. Ve baygınlık gelinceye kadar kıldım. Böyle olunca başıma su dökmeye başladım. Müteakiben Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a hamd ü sena ettikten sonra buyurdu ki: “Cennet ve Cehenneme varıncaya kadar bana göstermedik hiçbir şey kalmadı ki bu makamda görmüş olmayayım. Bana vahyolundu ki siz kabirlerinizde Mesih-i Deccal yüzünden çekilecek imtihanlara benzer yahud ona karib bir imtihan geçireceksiniz. Ölmüş kimseye: ‘Bu adam yani Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki ilmin ne raddededir?’ diye sorulacak. Mü’min veyahud sahib-i yakın olan kimse: ‘O zat-ı şerif Muhammed’dir. O zat-ı şerif Allah’ın Resulü’dür. Bize ayat-ı beyyinat ile hidayet getirdi. Biz de davetine icabet ve isrine mütabaat ettik. O zat-ı şerif Muhammed’dir’ diyecek. Ve bu söz üç kere tekrar olunacak. Ondan sonra o kimseye: ‘Öyle ise yat da rahatına bak. O zat-ı şerifin nübüvvetine yakınin olduğunda şüphemiz kalmadı’ denilecek. Yok münafık ise veyahud kalbinde şek varsa o suale karşı: ‘Ben ne bileyim? İşittim halk bir şeyler söylüyordu. Ben de söyledim’ cevabını verecek.” : Bazı nüshalarda yoktur. Bir rivayette Diğer rivayette . - Tercüme Ukbe bin el-Haris radiyallahu anhdan mervidir ki: İhab bin Uzeyr’in kızını tezevvüc etti. Derken yanına bir kadın gelip: “Ukbe’yi de tezevvüc ettiği kadını da ben emzirdim” dedi. Ukbe ona: “Senin ne beni emzirdiğini ne bunu söylediğini bilmiyorum” cevabını verdi. Ve hayvanına binip Medine’ye huzur-ı Resullullah sallallahu aleyhi ve selleme gitti. Keyfiyeti sordu. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Nasıl olur ya? Bir kere bu söz söylenmiştir” buyurdu. Bunun üzerine Ukbe o kadından müfarakat etti. O da başka bir kocaya vardı. Bir rivayette . Eldeki Bu- Bir rivayette yalnız diğerinde Bir rivayette hemzesiz olarak yalnız . - Tercüme Ömer bin el-Hattab radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Ensardan bir komşum ile beraber Beni Ümmeyye bin Zeyd kabilesi içinde ikamet ediyordum. Bu kabilenin ikametgahı Medine’nin Avali denilen semtindedir. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin nezdine nöbetleşe zaman o gün vahiy vesaireye dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı. Ensari arkadaşım bir defa nöbetine tesadüf eden günde diye sordu. Fena halde ürktüm. Yanına çıktım. “Büyük birşey hadis oldu” dedi. Medine’ye inip Hafsa’nın yanına girdim. Baktım ki ağlıyor. “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem sizleri yani zevcat-ı tahiratı tatlik mi etti?” diye sordum. “Bilmiyorum” dedi. Ondan sonra Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanına girdim. Ayaküstü durduğum yerde: “Zevcelerini tatlik mi ettin?” dedim. “Hayır” buyurdu bunun üzerine ben de “Allahu ekber” demişim. Diğer rivayette . Diğer rivayette . - Tercüme Ebu Mes’ud Ensari radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme biri gelip: Ya Resulallah! Fülanca bize namaz kıldırırken o kadar uzatıyor ki adeta namazı terk edecek gibi oluyorum. Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemi hiçbir mev’izede o günkü kadar gazablı görmedim. Buyurdu ki: “Ey nas! Sizde tenfir hasleti vardır. İçinizden halka namaz kıldıran olursa hafif tutsun. Çünkü cemaatin içinde hastası zaifi iş güç sahibi olanı var.” : Bir rivayette vav ile diğerinde ise fa ile . - Tercüme Zeyd bin Halid Cüheni radiyallahu anhdan rivayet olunuyor ki: Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden biri lukatayı yani yitik malı sordu buyurdu ki: “Bağını yahud kabını kılıfını belle. Sonra bir sene ötekine berikine ta’rif et. Ondan sonra onu kullan. Ondan sonra sahibi çıkarsa yine ona ver.” O adam: “Yitik deve de böyle mi?” diye sordu. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem o kadar gazab etti ki yanakları yahud yüzü kızardı. Ve: “Ondan sana ne? Su tulumunu ayağındaki markubünü o beraber taşır. Sırası gelince su başlarını bulur ağaç yapraklarından otlar. Onu sahibi buluncaya kadar kendi haline bırak.” buyurdu. “Ya yitik davara ne buyurursun?” dedi. “O ya senindir ya kardeşinindir ya kurdundur.” buyurdu. : Bir rivayette elifsiz olarak . Bir rivayette . - Tercüme Ebu Musa el-Eş’ari radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir kere Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden hoşlanmadığı bazı şeyler soruldu. Bu gibi sualler çoğalınca gazab etti. Ondan sonra: “İstediğinizi sorunuz” buyurdu. Birisi kalkıp: “Benim babam kimdir?” dedi. “Baban Huzafe’dir” buyurdu. Bir diğeri kalkıp: “Ya Resulallah! Benim babam kimdir?” dedi. “Şeybe’nin azadlısı Salim’dir” buyurdu. Ömer bin el-Hattab radiyallahu anh vech-i risalet-penahideki gazab asarını görünce: Ya Resulallah! Biz Aziz ve Celil olan Allahu Teala’ya tevbe ediyoruz” dedi. - Tercüme Enes bin Malik radiyallahu anhdan rivayet olunuyor ki: Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem bir söz söylediği zaman iyice anlaşılsın için üç kere tekrar ederdi. Kezalik bir kavmin yanına gelip selam verdikleri zaman da üç kere selam verirdi. yoktur. Ebu Musa el-Eş’ari’den Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Üç kişinin ikişer ecri vardır. Biri ehl-i kitabdan olup da hem kendi peygamberine; hem de Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme iman edendir. Diğeri abd-i memluktür ki hem Allahu Teala’nın hem de efendilerinin hakkını eda ettiğinde o da iki ecre nail olur. Üçüncüsü öyle bir kimsedir ki nezdinde tasarruf edebileceği bir cariye bulunur da onu te’dib ama pek mükemmel te’dib eder ta’lim hem de pek mükemmel ta’lim eder. Ondan sonra onu azad edip tezevvüc eder. İşte böylesinin de iki ecri vardır. lile çalışan rüesa-yı ruhaniyyenin müracaat edeceği en birinci vasıta nüfus-ı beşeriyyeyi hukuk-ı tabiiyyesinden mahrum bırakmak; insanları fıtratın kendi payına tevdi’ etmiş olduğu hasisaların en büyüğünden tecrid etmek; sonra o hukuku o hasais-i mübecceleyi doğrudan doğruya kendi yed-i tasarruflarına alarak hevesleri ceberutları hangi noktaya mütemayil ise oraya sürmekten ibaret olmuştur. Meşhur Larousse’in dediği gibi “Kör körüne inanacaksın!” sözü milletleri teşkil eden efradın her biri üzerinde hakim bir kanun-ı umumi idi. Bu kanunu tenfiz edenler her kimde ruhunu bağlayan bu zencir-i giran-ı esaretten kurtulmak lik töhmetiyle mahkum ettikten sonra üzerine afarozlar yağdırarak ya vücudunu yakıp külünü savurdular yahud hayvanların bile tüylerini ürpertecek gunagun işkencelerle ta’zib ettiler. Bu adamlar kendilerinde cem’iyet-i beşeriyye üzerinde hakk-ı vesayet iddia ederek çocukların terbiyesini üzerlerine aldılar. Zavallı ma’sumların elvah-ı sade-i hayallerine din namına büyüdükten sonra onları kendi idarelerine tabi’ kendi maksad-ı fasidlerine hadim birer alet-i bi-şuur haline getirecek bir yığın evham bir sürü kavaid nakşettiler. Saadet yahud şekavet-i ebediyyenin bunların idaresine bunların meşiyetine bağlı olduğunu çocukların zihinlerine iyice yerleştirdiler. Artık insanlar mürebbilerinden ihtira etmiş olduğu kalıba döküldü. Zaman zaman bir sada-yı vicdani kendilerini rıncaya kadar intiba’ eden o telkınat ile o evham ile perverde olmuş kalplerinin en derin köşelerinden kopan bir nida: “Sakın ha! Bilmiyor musunuz? Siz de ne can olacak ne vicdan. Size lazım olan aldığınız telkınatı kör körüne icradır.” demeye başladı. mahkum oldu. Lakin tabiat-ı beşeriyye buna tahammül edemediği hatırat dalgalandı; sineler kin ile hiss-i intikam ile doldu; cem’iyetler tefrikaya düştü. İnsanlar kulubun galeyanıyla konup hadisatın inkılabıyla indirilen bir kazanın altındaki odun parçalarına döndü. Artık bir sürü kanlı ihtilaller zuhura geldi ki ne tasavvura ne hayale sığmayan bu herc ü merc tarihe biraz vukufu olanların ma’lumudur. Cem’iyet-i beşeriyyeyi kayd-ı esaretten kurtaran savletler baş göstermezden evvel insanlar henüz leyle-i zulmani-i dalal içinde çalkanıp dururken Halık-ı Hakim inayet-i İlahiyyesi’ni yalçın kayaların arasında çorak vadilerin ortasında yaşayan ümmet-i Arabiyye’yi hücum-ı batıla karşı ebediyen masun kalacak kadar muhkem birtakım kavanin-i hikmet ile tehzib cihetine tevcih etti. Murad-ı İlahisi de bu ümmet-i vahşiyyeyi yelda-yı cehalette kalmış milletlere karşı hakıkati Hakim-i Cebbar’ın lisan-ı bülendiyle tebliğ edecek erbab-ı tuğyanı Kadir-i Kahhar’ın yed-i intikamıyla te’dib eyleyecek bir millet-i muazzama haline getirmek idi. İşte milletler ilm-i ezeli-i kudrette kendilerine takdir edilen derece-i irfan ve medeniyeti ihraz ile kesb-i sükun ettikten müslümanların ma-bihi’l-kıyam-ı ekvan bir sırr-ı a’zam-ı hilkat mecmu’-i hakaikı muhit bir kenz-i mahfi-i hakıkat olmak üzere i’laya çalıştıkları kelime-i ulya-yı dini tedkıke tehalük gösterdikten sonra anladılar ki: Canlar vererek kanlar dökerek dünyalar dolusu şeda’id iktiham ederek vasıl oldukları hakaik o tealim-i İlahiyye’nin bir suret-i mün’akisesinden başka bir şey değilmiş: Asr-ı hazır ulemasının mübahi oldukları bütün nazariyyat-ı Mekke Medine vadileri arasında yükselen bir suret-i bülendin sadasından başka bir şey olmadığını mezahib-i felsefe ne söylediğine bakalım: Müslümanlık evvela ayet-i kerimesiyle saniyen – Cenab-ı Hak devr-i cahiliyyete mahsus olan tekebbürü asaletle tefahürü Müslümanlık vasıtasıyla aradan kaldırmıştır. Zira tır. İndellah en büyük adem en müttakı olan ademdir” hadis-i şerifiyle müsavata en metin bir esas vaz’ etmiştir. kabileye nisbet gibi esbab-ı imtiyazdan birine dayanarak bir kimsenin diğerine karşı fazl ü rüchan iddia edebilmesi imkanı ebediyen kalkmıştır. Müslümanlık medar-ı temayüz olarak ancak a’mal-ı fazılayı fezail-i aliyyeyi tanımıştır. Yoksa kuru tefahüre söze hiçbir kıymet vermemiştir. Cenab-ı Hak buyuruyor. Maamafih bunun takvanın zahirdeki ef’ale ibadata bakarak hükmolunabilecek mahiyetlerden olmadığı bunların hepsi abidin kalbinde kökleşip Hak’tan başkasının ma’lumu olmayan bir akıde-i batıladan dolayı mahvoluvereceği dinen sabittir. Nitekim Kur’an-ı Mübin’de nehyi varid olmuştur. Cenab-ı Peygamber ise buyuruyor. A’mal-i salihanın kabulü yahud reddi yalnız Cenab-ı Halık’a mahsus olduğu cihetle din-i İslam başkasında görülen takvanın makbuliyetine yahud merdudiyetine hükmetyerine mek hiç kimseye caiz olmayacağını ihtar ediyor. Bu takva karsa bile yine hükmü Halık-ı Hakim’e bırakmak lüzumunu ta’lim ediyor. Cenab-ı Peygamber buyuruyor. Din-i İslam müslümanlardan hiçbir sınıfın huzur-ı şeriatte haysiyetçe en aşağı tabakadan bir müslümana tefevvukunu te’min edecek hiçbir imtiyaz vermemiş tanımamıştır. Bilakis bargah-ı rahmeti herkese bir surette açmış herkesin o kapıdan kemal-i serbesti ile girmesine müsaade etmiştir. Hem bu duhul için Kitabullah ile sünnet-i Resul’den başka delile hacet bırakmamıştır. Yalnız bu kadarla da iktifa etmeyerek başkalarını saadet-i ebediyyeye yahud şekavet-i sermediyyeye sevk edebilmek daiyesinde bulunmaktan sair efradın haiz olduğu bir hakkı kendisine isnad etmek derekelerine düşmekten de bizi son derece tahzir eylemiştir hadis-i şerifleri insanı böyle bir girive-i helakten tahlis için bir melekü’s-siyane kadar lütf u himayeti mutazammın cevami’ü’l-kelim-i Ahmediyye’dendir. Din-i İslam şu hakıkati ekiden beyan etmiştir ki ruz-ı cezada bat-ı zatiyyesinden başkası onu ga’ile-i azabdan tahlis edemez. Büyük bir aileye mensub olan bir müteneffizin himayesinde bulunmak bais-i necatı olamaz. Cenab-ı Ahkemü’lHakimin buyuruyor. Cenab-ı Resul-i Rabbü’l-Alemin va’z-ı mü’essiriyle hanedan-ı risalet efradının bile kendi amellerinden başka hiçbir şeyden ümidvar olamayacağını tebliğ buyuruyor. efrad-ı beşer ales-seviyye muhatab tutulmuştur. Hitabat-ı lef ettiği şeylerin kaffesiyle en küçüğünü de mükellef ediyor. Taraf-ı celil-i nübüvvetten buyuruluyor. İşte bu kavaid-i metine sayesindedir ki ümmet-i Muhammediyye efradı şeriatten başka hiçbir kayıd ile hasais-i nefsaniyyesini mukayyed görmez. O kanun-ı ekmelin haricinde kendisine edilecek telkınat-ı muzırraya asla kulak vermez. Mizan-ı terakkı ve teali elindedir. Kimsenin delalet ve irşadına boyun eğmeye mahkum olmaz. Zira bilir ki yaptığından mes’ul-i yegane kendisidir. Kendisini sevk u a’malini ona atfedemez. Uhuvvet-i beşeriyye revabıtı bu gibi metin esaslarla payidar o[la]bilir. Efradın müsavat-ı hukuku böyle fikirlerle te’yid olunabilir. Bu gibi kavaid-i İslamiyye sayesinde sevadd-ı a’zam bir ta’ife-i kalilenin ağzına bakarak her ne derse her nereye sürüklerse kör körüne uymaktan kurtulurlar. Bu gibi kavaid sayesinde müsavat-ı beşeriyye kendini gösterir. Müsavatın netaici ise pek büyüktür. Hukuk ve vacibatın bilinmesi vattır. Müsavat adalet-i hakıkıyye ile ümmetlerin kanını kurutan kemiklerini kıran adalet-i kazibenin beynini tefrik için en doğru bir mizandır. Napolyon “Müsavat gerek akvam gerek efrad beyninde adaletin menbaıdır.” Feylesof-ı şehir “Konderse” de “İnsanlar beyninde müsavat-ı tabiiyye– ki hukuklarını tanımak için tir. Bu bahsimize hitam vermezden evvel şurasını ihtar edelim ki Avrupa akvam-ı mütemeddinesinin el-yevm behremend olduğu müsavat pek o kadar eski bir şey değildir. Geçen asrın evahirinde pek çok fedakarlıkla ancak bunu dan beri Avrupa akvamından bazısında teessüs eden müsavat-ı medeniyye akvam-ı saire beyninde tedricen intişar etmektedir” sözüyle kendi zamanında bu ni’metten bütün Avrupa’nın henüz behre-mend olamamış olduğunu ima ediyor. Bize gelince tahdis-i ni’met için ayet-i kerimesini tilavet etsek hakkımız yok mudur? Feyz-i meşrutiyyete nail olduğumuz günden beri hayat-ı Osmaniyye’ye tealluk eden iki esaslı mes’elenin halli için pek çok fikirler sarf olundu; pek çok makaleler yazıldı: Biri bı zulümat-ı istibdaddan henüz çıkmaları sebebiyle sırf kendi muhitlerini biliyorlar muhitlerini düşünüyorlar. Muhitlerine aid beyan-ı efkar icale-i aklam ediyorlardı ki tabii bu bir hakıkat değildi belki hakıkate isal edecek yolları araştırmaktan başka şeyler olduğunu zannediyorlardı. İki üç seneden beri vuku’ bulan tesadüm-i efkar neticesinde bunların yek-diğerine bigane olmadığı belki biri birinin mütemmimi lazım-ı gayr-ı müfarıkı olduğu peyderpey anlaşılmaya mekatible medaris beyninde umum ve husus min-vechin olduğu tezahür etmeye başladı: İşte bu hakıkatin inkişafa yüz tutması dailerinde de bu babda acizane birkaç söz söylemek şevki uyandırdı. Şöyle ki: Ahkam-ı İlahiyye’nin gereği gibi tebliğ ve ifhamı emr-i celil-i Sübhanisi’nin icra ve ifası ancak fünun-ı cedide ile kabil olabileceğinden İslamiyet nokta-i nazarından fünun-ı cedide tahsili zaruret sırasına geçmiş olduğunu der-piş ederek eslaf-ı kiramın yaptığı gibi fünun-ı hazıra –lüzumü kadar– medaris programlarına idhal edilmeli. Usul-i tedris ve idare hususunda yapılan tecrübeler neticesinde metü …” diyerek alınıp medarisin emr-i tedris ve idaresi tanzim ve ıslah edilmeli binaenaleyh medariste tedrisat taksim-i a’mal kaidesine tevfikan icra edilerek her ders mütehassısına tevdi’ edilmeli ve maarifte olduğu gibi dört devreye taksim edilmeli: Devre-i ula ibtidai; devre-i saniyye rüşdi; devre-i salise i’dadi; devre-i rabi’a ali darü’l-fünun şuabatı. Köylerde ve küçük kasabalardaki medariste yalnız devre-i ula vilayattan maada olan büyük kasabalarda ula ve saniye vilayatta ula saniye ve salise. Dersaadet’te ula saniye salise ve rabia tedrisatı ta’kıb edilmeli. Devre-i ulada ulum-ı Arabiyye ve şer’iyyenin en mücmel metinleriyle darü’l-muallimin-i ibtidainin en mühim dersleri ameli surette tedrisi edilmeli devre-i saniyyede ulum-ı Arabiyye ve şer’iyyenin mufassal metinleriyle darü’l-muallimin-i rüşdinin en mühim dersleri yine ameli surette tedris edilmeli. Devre-i salisede ulum-ı Arabiyye ve şer’iyyenin şerhleriyle darü’lmuallimin-i alinin en mühim dersleri ameli ve nazari surette de tedris edilmeli. Devre-i rabi’ada darü’l-fünunda ihtiyacat-ı hazıraya göre muhtelif şu’beler açılarak her şu’bede kıraat tefsir hadis edebiyat kelam hikmet usul fıkıh hukuk siyaset ilh. gibi ulum-ı şer’iyye ve fünun-ı akliyyenin hakayık ve dekayıkı nazari bir surette tedris edilerek müteaddid mesleklerde erbab-ı ihtisas yetiştirmeli. Müddet-i tahsil: Devre-i ula köylerde ve küçük kasabalarda senede altı ay okunmak üzere altı senede tedris edilmeli. Zira köyler ve küçük kasabalar ahalisi maişetlerini te’min binaen bu gibi yerlerde altı nihayet yedi aydan ziyade tahsil kabil olamayacağından iki senelik dersleri üç senede tedris etmeli. Gerçi mekatibin on senede kat’ edilen bu mesafenin on dört seneye iblağını çok görenler olur ise de bundan az bir zaman zarfında hakayık-ı İslamiyye’yi tahsil mümkün olamayacağından bu mütalaa doğru olamaz. Kezalik medariste yakın zamanlarda on dört sene zarfında ancak ulum-i şer’iyye tedris olunabilmesine nazaran fünun-ı cedide ilave edildiği surette bu müddetin az geleceği fikrinde bulunanlar da olabilir ise de bu fikir de doğru olamaz. Çünkü müddet-i tahsilin dokuz aya iblağı derslerin erbab-ı ihtisasa tevdii talebe-i ulumun istikbalinin te’mini usul-i tedrisin ıslahı müderrisinin terfih ve ikdarı gibi ıslahat-ı mühimme sayesinde on dört senenin baliğan-ma-belağ kifayet edeceği şüphesizdir. Devre-i ulaya duhul için ibtidai tahsili şart ittihaz edilmeli. Medreselere bila-kayd u şart talebe kabul edilerek ibtidai görmemiş olanları ibtidai mektebi bulunan yerlerde mekteb-i bına göre ya medrese dahilinde yahud ona muttasıl bir mahalde ibtidai şu’besi veya ibtidai mektebi teşkil edilmeli. Bu suretle ibtidai tahsil gördükten sonra medrese tahsiline mübaşeret ettirilmeli ve her devrede birer icazetname vermeli. bul etmeli. Devre-i uladan icazetname alanlar isterler ise ibtidai muallimi olmalı; isterler ise bila-imtihan devre-i saniyyeye girebilmeli. Devre-i saniyyeden icazet alanlar isterler tihan devre-i saliseye girebilmeli. Devre-i saliseden icazetname alanlar kezalik isterler ise derecelerine göre bir mesleğe süluk etmeli; isterler ise Dersaadet’teki devre-i rabi’a darü’l-fünun şu’belerinden birine bila-imtihan girebilmeli. Yalnız talip ziyade olur ise müsabaka imtihanı icab eder. Bu ıslahatı yapmak ve bu programı ta’kıb etmek için Meşihat Evkaf ve Maarif Nezaretleri tarafından hem ahengi umumi-i medeniyye hem de ahval-i ruhiyye-i milliyyeye vakıf umur-dide mücerrebü’l-ahval ve münevverü’l-efkar zevattan mürekkeb bir meclis-i kebir teşkil edilerek bu meclisin mukarreratı suret-i fevka’l-adede nazar-ı dikkat ve i’tinaya alınmalı. Bu babda iki tarik tasavvur olunabilir: Biri kestirme fakat çetin; diğeri biraz uzun fakat kolay ve tabii. Birincisi: Selatin-i izam ve ashab-ı hayrat taraflarından terk ve teberru’ edilen evkafın mürur-i ezman ve tebeddül-i ahval ile meşrutun-lehleri bil-külliyye değişmesi ve bin türlü tahavvülata uğrayarak gayr-ı kabil-i ıslah bir hale gelmesi hasebiyle ne vakıfların vakfiyelerde gösterdikleri şerait-i mufassala ve müteferriaya ne de din ve milletin tealisine hizmetten ibaret olan şera’it-i mücmele ve asliyyeye riayet edilemediği ve vakfiyelerinde mevcud şera’it-i fer’iyyenin bi-tamamiha tatbiki bundan böyle de mümkün olamayacağı ve ehven-i şerrin gayr-ı izafi olması mülahazasıyla hiç olmaz fa’ına sarfı caiz olduğuna dair fetva-yı şerife istihsali mümkün olduğu takdirde bil-umum varidat-ı evkafı tevhid ederek aslisini yerine getirmeli. Bursa’mızda pek çok evkaf var. Hiçbir vakıfın vakfiyesinde der-miyan ettiği şeraite bi-tamamiha riayet edilmiyor ve edilemez de. Mesela birtakım medreselerin vakfiyelerinde “Benim medreseme müderrisi olan zat dersi medresemdeki dershanede okutmalı ilh.” gibi birçok şerait var; nihayetinde de vakfiyesindeki şeraite harfiyen riayet edilmesi hakkında birçok te’kidat var. Halbuki şimdiye kadar dersler medreselerde değil cami’-i kebirde tedris olunagelmiştir. Çünkü enfa’ böyle olması idi. Demek ki şart-ı vakıfa harfiyen riayet ne şimdiye mümkün olabilmiş ne de bundan sonra olabilecek. Anlayamadığımız esbabdan dolayı bu tarik mümkün olamadığı surette mesarifat-ı evkafı ıslah ve ta’dil ile medarisi hal-i aslisinde lerdekilerini –bilhassa Dersaadet’tekilerini– hıfzu’s-sıhhaya muvafık surete ifrağ etmeli. Müteaddid medrese olmayan yerlerde tabii dershane veya cami’-i şerif gibi bir mahalde tedris olunur. Müteaddid medaris mevcud olan yerlerde – Bursa gibi– ulum-i Arabiyye ve şer’iyye cami’-i kebirlerde; fünun-ı cedide ise münasib bir mevkide lüzumu mikdarı dershaneyi havi te’min-i maksada kafi mükemmel bir darü’t-tedris fi’s-sabık beytutet ve mütalaaya hasredilmeli. Kezalik müteaddid medrese olmayan yerlerde ibtidai maaşıyla darü’lmuallimin-i daha ziyade müderris muavini göndermeli. Yalnız müderris aynı zamanda müdir olduğundan kendisinin iradı veya maaşı gönderilen muavinin maaşından halde farklı olmalı. Müderris ulum-i diniyye muavin de fünun-i dünyeviyye tedris etmeli. Bu ise pek kolay ve basit bir şeydir. Çünkü medrese hazır talebe hazır muallimin biri hazır; fazla olarak yalnız bir muavin ta’yiniyle bir de program ıslahı mes’elesi kalıyor Müteaddid medaris mevcud olan yerlerde ise arz olunduğu vech üzere fünun-ı cedide tedrisatı için te’sis oluncak darü’t-tedriste her ders mütehassısına tevdi’ edilerek saat tedrisat icra edilmeli ve mümkün mertebe muallimler dersiamlardan meydana gelir. Çünkü medreseler yatakhane ve mütalaahaneler hazır –yalnız biraz ta’mir ve ıslah lazım– ulum-ı Arabiyye ve şer’iyyeyi tedris edecek müderrisler hazır fünun-ı cedidenin bazı kısımlarını müderrisler tedris edebileceklerinden mualliminin bir kısmı da hazır; hey’et-i mecmuası te’min edeceği istifadeye nisbetle hiç hükmünde olup büyük bir fedakarlığa arz-ı iftikar etmez. Yalnız evkafın ıslahıyla mekatib-i ibtidaiyye tahsisatının bu cihete ifrağı te’min-i maksada hemen kafi gibi görünür. Zira madem ki tahsil-ibtidai dinidir ve binaenaleyh anasır-ı gayr-ı müslimeye hisseleri veriliyor anasır-ı müslimenin hisseleri de salifü’l-arz Meclis-i Kebir’e tevdi’ edilebilir. Aynı zamanda Maarif Nezaret-i Celilesi’nin taht-ı teftişinde bulunacağından semerat-ı nafia iktitaf edileceği muhakkaktır. Bir taraftan mevcudu bu suretle ıslah etmekle beraber diğer taraftan da medrese mektep olmayan yerlerde bu tarzda darü’t-tedrisler açmaya teşebbüs ve mübaşeret etmeli ki –şimdiye kadar olduğu gibi– teşebbüsatımız akım kalmasın. medaris ıslah edilmiş olur hem de bad-ı heva denilecek derecede ehemmiyetsiz bir meblağla darü’l-mualliminlere darü’l-fünunlara nail olacağımızdan pek kolay pek seri bir surette ta’mim-i maarif edilmiş olur ki –ta’bir-i amiyane ile– küçük bir taşla büyük iki belki daha ziyade kuş vurulmuş olur. Eslaf-ı kiramımızın iltizam ettiği bir tarzda ıslah-ı medaris edilmiş olur. Çünkü eslafımız hiçbir vakit dememişler; ve fünun-i cedidenin şekl-i asli ve ibtidaisi bulunan fünun-ı atikayı eski Yunanca’dan Arapça’ya; tercüme ederek ulum-i şer’iyye tedrisatı arasına koymuşlar; ulum-i şer’iyyede olduğu gibi fünun-i akliyyede de yed-i tula sahibi ve alem-i İslam’ın medar-ı iftiharı olmuşlar ve bu suretle hikmet-i atika erbabı tarafından şeriat-i İslamiyye’ye vuku’ bulan ve vuku’ bulacak olan zünun ve evhamı esasından kal’ ederek berahin-i akliyye ve kavanin-i fenniyye ile de tarsin-i kavaid-i İslamiyye eylemişlerdi. Bu cihetle biz de eslafımızın açmış olduğu şahrah-ı teceddüd ve tealiyi bularak gözleri kamaştıran hakayık-ı münevvere-i İslamiyye’yi enzar-ı ka’inata arz etmiş oluruz. Halbuki maatteessüf son zamanlarda medarisin sinin-i medidede yetiştirdiği bu kadar kiyorlar ahir ömürlerine kadar havayic-i zaruriyye-i beşeriyyelerini düşünmekten kurtulamıyorlar ve hakkıyla neşr-i ulum-i diniyye tebliğ-i ahkam-ı İlahiyye ve husema-yı dine fünun-ı hazıra lisanıyla mukabele edemiyorlar. Pek kolay ve seri bir surette ta’mim-i maarif edilmiş olur: Çünkü geçenlerde manzurum olan bir istatistike nazaran memalik-i Osmaniyye’de mevcud medarisin adedi üç bine baliğ oluyor. Vasati olarak la-ekall ellişer talebe tahmin olunabilir ki yüz elli bin talebe eder. Zaten medariste yetişen talebenin yüzde yetmişi mahalle ve köy imamı ve ibtidai muallimi; onu mekatib-i taliyye ve aliyye muallimi; onu hakim müfti ve müderris; onu da terk-i meslek ederek me’mur esnaf rençber olmak üzere tahmin edilebilir. Binaenaleyh yalnız hazırdaki medaris ıslah edilir edilmez her sene matluba muvafık mesail-i diniyye ve feniyyeye vakıf birçok ibtidai muallimi yetişmeye başlayacaktır. Çünkü ulum-ı Arabiyye ve şer’iyyeye vakıf dimağı tahsil ile me’luf birçok talebe mevcuddur ki cüz’i bir himmetle mükemmel naatkar köy hayatına mütehammil efkar-ı umumiyyeye muvafık münevverü’l-efkar birçok imam ve muallim yetişecektir. Köylerin kısm-ı a’zamı küçük olması gibi birtakım esbaba binaen imam başka muallim başka olmak mümkün değildir–: İşte bu sayede sür’at ve suhulet-i fevka’l-ade ile neşr-i ulum ve ta’mim-i maarif hasıl olacak; ve bi’n-netice bütün Osmanlı anasırı efradı beyninde aheng-i intizam runüma olarak Osmanlılık alemi birden bire parlayarak; alem-i Ve minellahi’t-tevfik. Geçen hafta içinde neşrolunan Tasvir-i Efkar nüshalarının birinde Taksim Kışla ve Ta’limhanesi’nin Maliye Nezaretince bedel-i mislinden nisbetsiz derecelerde dun meblağ-ı cüz’i mukabilinde elden çıkarılmakta olduğuna dair bir makale vardı. Biz bu havadisi kayd-ı ihtiyat ile telakkı etmiş ve kanunen aranması iktiza eden maslahattan ari ve gabn-i fahişe mübteni muamele-i feragiyyenin kıymet-i hukukiyye ve kanuniyyesi olamayacağını takdir ederek sıdk-ı habere mızın neşriyatı maatteessüf mesmuatın sıhhatini gösterdi. Ve şu yolsuz muamelenin birkaç güne kadar emr-i vaki’ler miyanına idhal olunacağını bildirdi. Ki bu neticeye ne kadar teessüfler izhar etsek yeri vardır. Vakıa refikımız ferağ-ı mukarrerin maddi ve ma’nevi birtakım esbab-ı mücbireye mübteni bulunduğunu beyan ederek mukavelenin zahiren cazib görülen şeraitini ballandıra ballandıra izah ediyor ve bin-netice emr-i ferağı pek tabii ve şayan-ı tervic buluyor. Fakat mütalaat-ı mesrude ne derecelerde isabete karindir. tedkık ve te’emmüldür. Biz refiklerimizin makalelerini aynen nakletmek ve varid-i hatırımız olan mülahazatı dahi zeylen tenebbü’ ve tedkıke muvaffakıyetlerini teshile çalışacağız. Tasvir-i Efkar refikımız diyor ki: Gazetelerin verdikleri haberlere nazaran iki seneden beri şayiasıyla mesami’-i ahali alıştırılmış olan Beyoğlu Topçu Kışlasıyla karşısında bin murabba’ metre vüs’atinde bulunan meydan bin lira bedel ile bir şirkete satılarak muamele-i feragiyyesi icra olunmak üzere bulunuyor. Bizim ahd-i sabavetimizde “çengi” denilen bir sınıf nisvan var idi. Velime loğusa ve hitan cem’iyetlerinde ekabir konaklarına celb edilir; haremlerde eski adat ve an’anatımızı temsil eder oyunlar icra eylerler idi. Bu bir nevi’ milli ve münhasıran haremlerde oynandığı için nisvanımıza has tiyatro idi. Burada çengiliği ta’rif edecek değiliz. Yalnız oyunlarından gayet ibret-amiz olan “Satar Ali Oyunu”nu şu bizim ahd-i cedidde bir misli daha bulmak ihtimali olmayan maliye nazır-ı iktisad-müzahirimizin ilm-i servete müteallık me’asir-i “bey’-i emakin ve arazi” kaidesine müşabih gördüğümüz için anlatmak isteriz: Bu tuhaf bir oyundur; bir mirasyediyi temsil eder. Ali Bey isminde bir gence pederi birkaç bin kese nükud ile birçok emval ve akar terk ederek vefat eder. Gaybubet-i pederle gamgin olan beyefendiyi tesliyet lazım gelir. Hasbe’l-insaniyye etrafına o vakte kadar kendisine ma’lum olmayan birçok evidda toplanır. Beyefendiye pederinin acısını unutturacak surette eğlenceli fıkralar hikayeler naklinden başlarlar; “anberiye”lere “arak”lara alıştırırlar. Nihayet zamanın hüsn ü an ile meşhur olan nazendegan-ı nisvanıyla tertib-i bezm-i işrete nöbet gelir. Bu sırada “afet-i devran” vasfına şayan olan bir “mahbube-i fettan”ın dam-ı zülfüne giriftar olan Ali Bey sevdiğinin her arzusunu yerine getirmek yolunda evvela nukud-ı mevcudeyi tüketir saniyen pederden müntakil ticaret gemilerini satar. Hasılı çiftlik gibi han hamam gibi ne kadar mevrid-i irad varsa birer birer elden çıkarılır. En sonra oturdukları konağın mefruşatı ve müteakiben konağın kendisi satılır beyefendi üzerindeki libasıyla kalır. Fakat bir iki sene imtidad etmiş olan bu devre-i zevk ü safa Ali Bey’e bir tabiat-ı saniyye olur. Bir türlü eğlencesiz duramaz. Düşünür taşınır bir gün daha sefahetini te’cil ve hakıkat-i halde sefaletini ta’cil eden bir çare-i iş ü nuş keşfeder. Miyan-ı ahbabda evvela sırtındaki samur kürkü saniyen belindeki “Prior” saati şal kuşağı salisen Hind zertarisi kaftanı pembezar gömleği. Zer-endude başlı uçkuru nihayet hilali dona kadar hepsini birer birer satar. O halet-i üryani ile sermest ve rüsva olarak mahbubesinin aguş-i nazına atılarak teslim-i ruh eder. Buna Satar Ali ıtlakının sebebi: Çünkü içlerinden biri “dellal” rolünü alarak: Ali Bey üzerindeki libası birer birer çıkardıkça dellal: “Satar Ali kürkünü satar Ali kaftanını!.. Satar Ali şalını” diye yad u ta’dad etmesidir. Oyunu’na benzemektedir. Meb’usan-ı millet Maliye Nazırı’nı evvelki devre-i ictimaiyyenin nihayetinde bazı çiftlikler ve işe yaramayan zırhlılar ve kar-ı kadim tunç ve bakır toplar gibi şeyler dolayısıyla terhis etmiş idi. Bu terhis tabii usul-i meşrutiyyete tevfik-i muamele maksadıyla yani işe bir şekl-i kanuniyyet vermek içindi. Fakat onun zımnında bir de mes’uliyet tahmil etmiş idi. Bu mes’uliyet ise satılmasına müsaade ettiği şeyleri değeriyle satmak ve her suretle nef’-i hazineyi gözetmek ve bir ihtiyac-ı mübrem olmadıkça bunları satılığa çıkarıp da yok bahasına verecek kadar tenzil etmemek ve hususen ve hususa erbab-ı hatkarın dam-ı tezvir ve iğfaline düşmemek kuyudunu mutazammın olmak lazım gelirdi. Maliye Nazırı ise küçük büyük on beş yirmi kıt’a süfün-i ahenini fakat bin liraya sattı. Alan bezirganın sökmek masrafını çıkardıktan sonra yüzde yüz kar ettiği te’minen rivayet edilmektedir. Hatta aynı elimizde bulunan torpido geçerlerden birinin makine kısmını bin liraya sattığını söylüyorlar. Toplarda da böyle alel-acele muamele-i bey’iyyeye mübaşeret edildiğinden me’mul olan istifade hasıl olamadı. Az kaldı İzmit’teki aba fabrikası da bin liraya satılacak olan Mahmud Şevket Paşa’nın teyakkuzu mani’ olmasa idi. Bu fabrika şimdi Almanyalı bir bezirganın fakat doksan bin lira fazla bir bedel ile taht-ı tasarrufuna geçecekti. Çünkü Maliye Nazırı’nı erbab-ı fetanet ve kiyasetten olan bazı hemşehrileri meyeceğine ve durdukça devlete ziyanı mucib olacağına ikna eylemişti. Bir taraftan da Alman bezirganla bin liraya pazarlığa girmişti. projesi teşkil eyliyordu! Bu ne vasi’ amale cilve-gah idi. Lehü’l-hamd mes’ele henüz hal-i ibtidaide iken Tasvir-i Efkar tarafından istihbar olunarak hükumeti ikaz etti. Muamelenin şeklini değiştirdi. Nihayet şimdiki halde hab-ı imhale yatırmaya muvaffak oldu. Fakat imhalin vakt-i merhun gözetmek gibi tarz-ı ihmalde bir nevi’ iğfal olduğuna ihtimal verenler varsa da buna cür’et edecek kadar menfaat-ı zatiyye bahadırları bulunamayacağına da i’timadımız ber-kemaldir. Çünkü Ceziretü’l-Arab’ın el-yevm bulunduğu hal-i iğtişaştan decektir. Devletin ise her gün bir türlü ihtilal ile uğraşacak vakti olsa da bu hallerin tevali ve devamı bi-şübhe mülkün izmihlaline müncer olacaktır. Şimdi de Taksim Kışlası’yla Meydanı’nı satmaya nöbet geldi! Ne garip hal! Dünyanın her tarafındaki payitahtlar büyük şehirler daima vasi’ meydanlar teşkil etmek memleketin manzarasını taltif ile beraber hıfz-ı sıhhate hizmet eylemek yolunda milyonlar sarfederken biz eslafın yadigar-i himmeti olan meydanlarımızı satmaya kalkışıyoruz. Bir taraftan da şehri tezyin etmediğinden edemediğinden tutturarak Şehr-Emaneti’ni devair-i belediyyeyi ithamda bulunuyoruz. Acaba böyle elde mevcud ve her türlü tezyin ve istifadeye müsaid olan muamele-i feragiyyesinin ferdasında liicabin kabil olmayacağı muhakkak bulunan bu meydan-ı mühimmi maa kışla bin liraya satacak yani Satar Ali Oyunu’nu tanzir edecek kadar hükumet paraya muhtaç mıdır? Namus-ı millet ve memleket namına kasem ederiz ki değildir! Hele Taksim Kışlası!.. Evet hele Taksim Kışlası! İşte bu kışla Nizam-ı Cedid’in mucid-i münferidi ve bu ictihadının akıbet mağdur ve şehidi olan Selim-i Salis’in Üsküdar’da lası kadr ü şerefindedir. Evvela amm-i şehidinin başlayıp itmam edemediği ve hatta o yüzden itmam-ı hayat ettiği Nizam-ı Cedid’in ikinci sai ve muvaffakı olan Mahmud-ı Sani’nin askerliği temsil ettirdiği birinci kışlasıdır ki bu devlet-i muazzama ile ile’lebed bekasını namus ve haysiyet-i askeriyye kafil olmak lazım gelir. İndinde askerlik kadar bir ni’met-i ulviyye mutasavver olmadığına tamamiyle emin olduğumuz Mahmud Şevket Paşa hazretleri müessis-i Nizam-ı Cedid olan bir padişahın nişane-i zaferini –ki her seng-i divarı fikr-i askerinin tahaccür etmiş bir timsal-i iftiharıdır– sattırmaya nasıl muvafakat edebiliyor? Ba-husus bu kışlanın müessisi o padişah-ı ali-cah olmakla beraber banisi ehaddan mütemevvil bir sahib-i hamiyyettir ki hiçbir cebr ü şiddete hiçbir havf u ukubete karşı fidye-i necat maksadıyla değil mücerred Yeniçeriliği olarak kesesinden inşa ve padişahına ihda eylemiştir. Bu zat ise Tekfur Dağı A’yanı olan merhum Çelebi Ağa’dır. Hatta binayı yaptırırken çalışanlara medar-ı şevk olmak Seksen yaşında böyle bir pir-i hamiyyet-semirin şükrane-i zafer suretinde olan bu takdimesini satmak namus-ı askeriyi satmakla beraber değil midir? Huda’ya kasem ederiz ki buna hamiyet-i Osmaniyye mesağ veremez. mayan bu alışverişi bu gibi muamelatta kemal-i rüsuh ile meşhur olan bir zatın ekabir-i me’murinimiz nezdindeki delaleti netice-i salimeye iktiran ettirmiştir. Halbuki henüz mesafe-i ferağ inkıta’-pezir olmamıştır. “Salim” addedilen vesatet “rahm-i maderde itmam-ı hayat eden” cenin-i sakıt gibi cehd ü sa’y edenlerin hayf u hüsranıyla neticelenmek muhakkaktır. muhafaza-i meşrutiyyet yolunda feda-yı can eden şüheda-yı hürriyyetin nasıl kıymetdar bir medar-ı tezkarı ise Taksim Topçu Kışlası dahi askerliğin bais-i şeref ve iftiharı olmakta o kıymet ve meziyeti haiz ve çünkü ikincisi seyf-i celadetin a’maliyle te’min-i meşrutiyet ve meşveret edenlerin tebcil-i namları için ik’ad olunmuş olduğu halde birincisi seyf-i satvetin tedafüi ve tecavüzi kudret-i kahıranesini temsil için dem denilse caizdir. Tarih-i askerimizi şekliyle cismiyle şanıyla şerefiyle enzar-ı ahlafa isal etmek şanından olan böyle bir bina-yı muazzamı beş on altın hatırıyçün satan milletin ne şan u şerefi kalır ne haysiyet ü namusu! Veyl o kavme ki beş on günlük medar-ı zindegani istihsali haysiyet-na-şinas ola. Tasvir-i Efkar Bundan üç dört gün evvel Tasvir-i Efkar gazetesinde Taksim Kışla ve Ta’limhanesi’nin Maliye Nezareti’nce satılmak üzere bulunduğuna dair bir makale vardı. Makalede hükumetin böyle her malı satıp elden çıkarmak yolunda bir meslek tutmasına esef izhar ediliyor. Hükumetin hali gafil miras-yedilere teşbih olunuyor bu yolda birçok lakırdılardan sonra hükumetin şu hareketine karşı sükut eden gazetelere de ta’riz olunarak bu sükut bir menfaat-i zatiyyeye hamledilmek isteniyordu. Tasvir-i Efkar’ın seng-i ta’rizine uğrayan gazetelerin hiçbiri bu sözlere aldırmadı. Tasvir-i Efkar Maamafih Tasvir-i Efkar bu makalesine bir ehemmiyeti mahsusa atfetmiş olmalıdır ki bilhassa o nüshayı bazı zevata meb’uslara gönderdi. Bu sırada taşralara da irsal etmiş olacak çünkü dün Edremit’ten şu telgrafı aldık: On beş kelime cevaplıdır Dersaadet’te Tanin Müdiri Cahid Beyefendi’ye Tasvir-i Efkar’ın numaralı baş makalesi gözbebeğimiz Maliye Nazırı’na alenen ve zirindeki tasvirat-ı mühimme-i müstehcene vatanın müdafii milletin tercümanı olan sevgili Tanin imize zımnen müftereyattır. Müteessiriz. Teessüratımızın ref’i galeyanımızın teskini için hakıkatin izahına muntazırız efendim. Bu telgrafname sineğin küçük ve ehemmiyetsiz de olsa mide bulandırabileceği hakkındaki sözleri bizim nazarımızda tekrar isbat etti. Şu zatların telgraflarına hususi surette cevap vermek kabil idi. Fakat Edremit’te hasıl olan su’-i te’sirin Tasvir-i Efkar’ ı ve sahibini bilmeyenler nezdinde başka taraflarda da hasıl olabileceğini düşündüğümüzden mes’eleyi alenen efkar-ı umumiyye muvacehesinde şerh ü izah etmeyi menfaat-i umumiyye-i memlekete daha muvafık bulduk. Taksim Kışlası ve Ta’limhanesi’nin satılığa çıkarılması hakkındaki i’tirazın bugün der-miyan edilmesine karşı izharı hayretten başka yapacak bir şey yoktur. Bu i’tiraz başka bir gazeteden sadır olsa idi bu kadar garip gelmezdi. Fakat sahibinin aynı zamanda meb’us da olması bütün bütün mucib-i hayret oluyor. Çünkü o meb’us-i muhterem bu sözleri Meclis-i Meb’usan’da cihet-i askeriyyeye aid olup bil-müzayede tedricen füruhtu mukarrer olan emlak arazi ebniye ve arsalar için re’y verdiği sırada söylemek iktiza ederdi. senesi fevkalade bütçesi açılıp da tedkık edilecek olursa görülür ki hükumet kuvve-i askeriyyemizi memleketin şan u şerefinin icabatı derecesine çıkarmak için birtakım mesarif-i fevka’l-ade-i askeriyyeye lüzum hissetmiştir. Adi bütçenin fevkınde tanzim edilen bu fevkalade bütçe için de fevkalade varidat bulmuştur. İşte bu fevkalade varidat arasında Harbiye Nezareti’ne aid olup da satılacak emlak arazi ve arsalarla Hazine-i Hassa’dan cihet-i maliyyeye devrolunan çiflikler dahi dahildir. Tasvir-i Efkar’ın bugün muaheze etmek istediği Maliye Nazırı o zaman kabineye dahil değildi. O zamanki kabine memleketin selameti namına böyle düşünmüş ve fevkalade mesarif-i askeriyye için böyle fevkalade varidat aramıştı. Hatta şayan-ı dikkattir ki o zaman hükumet bütün bu satılacak emlak arazi ebniye ve çiftlikler için yalnız altı yüz bin lira tahmin etmişti. O zaman bütçe komisyonu mazbata muharriri olan şimdiki Maliye Nazırı Cavid Bey bu kadar emlakin altı yüz bin liraya satılması caiz olamayacağını söyleyerek bu altı yüz bin lirayı dokuz yüz bin liraya çıkartmıştı. Cavid Bey nezarete geçtiği zaman bir emr-i mukarrer karşısında bulunuyordu. Hükumet de Taksim Kışlası ve Ta’limhanesi gibi kıymetdar bina ve arsanın şehir dahilinde bulunmasında hiçbir hikmet mutasavver olmadığından bunların füruhtuyla kışlanın şehir haricine çıkarılması mucib-i muhsenat olacağını düşünmüştü. Binaenaleyh kabul edilen senesi Fevkalade Bütçe Kanunu mucebince hükumet bu emlaki satmaya me’zun değil mecburdur. Bundan hasıl olacak paranın yeri vardır ve muayyendir. Asker için sipariş verilmiş masraf edilmiştir. Bu masraf ne ile kapanacak? Bittabi’ varidat hanesindeki paralarla. Şu izahattan anlaşılır ki Taksim Ta’limhanesi ve Kışlası niçin satılıyor? demek hele bir meb’us için gayr-ı kabil-i afv bir eser-i gaflettir. Bu meb’us aynı zamanda bir de gazeteci olur ve künhüne muttali’ olması icab eden mes’eleyi böyle tahrif ederse artık ne deneceğinin ta’yinini kari’lerimize bırakırız. Maliye Nazırı bu kışla ve arsayı satıyor çünkü kanun mucebince bu suretle hareket etmeye mecburdur. Satılmazsa mes’uldür. gelince bütçe ahkamını icraya başlayarak kışla ile Ta’limhane’nin satılık olduğunu talib olanların Maliye’ye müracaat etmelerini i’lan etti. Bazı talibler müracaat ettiler. Teklifleri muvafık görülmedi. Müzayede tecdid ve temdid edildi nihayet en muvafık teklifte bulunan Hey’et-i Maliyye ile i’tilaf husule geldi. Birkaç güne kadar da ferağ icra edilmek üzere olduğunu haber alıyoruz. Gizli kapaklı muamele yapıldığı kimseye haber verilmediği müzayede icra olunmadığı yolundaki iddia ve telkınat da tezvir ve iftiradan başka bir şey değildir. Çünkü kışla ile arsanın satılık olduğu fevkalade bütçesinden beri i’lan edilmiştir. Cümlenin ma’lumudur. Bir i’lan üzerine talib zuhuru Mes’elenin hakıkatini bu suretle anlattıktan sonra şimdi de kararlaşan füruht şeraitini izah edelim. Satılan yerlerin mesaha-i sathiyyesi yüz elli iki bin metre murabba’ıdır. Bunun elli iki bin metre murabba’ı yol bahçe ve meydan olmak üzere ifraz edileceğinden şirkete yüz bin metre murabba’ı arsa kalacaktır. Hükumet bunları üst üste beher metre murabba’ı dört liradan füruht ediyor. Fakat şirket yol ve kaldırım yapmak bahçe te’sis etmek için yüz bin lira masraf ihtiyarıyla taahhüd ettiğinden hakıkat-i halde bir metre murabba’ını beş liraya almış demek oluyor. Şirket bu arsayı alınca yolları meydanları ve bahçeleri yaptıktan sonra dört beş yüz bin lira sarfıyla binalar vücuda getirecek oralara şeref vererek talib olanlara arsalar satacaktır. Hükumet arsayı suret-i kat’iyyede şirkete satıp parasını alarak işin içinden çekilmekten ise şirketin melhuz olan menfaatine iştirak etmeyi düşünmüş ve dört yüz bin liranın yüz bin lirasını hisse senedi şeklinde almayı münasib görmüştür. Bu iş için sekiz yüz bin lira sermaye ile bir şirket teşekkül edeceğinden hükumet şirketin karına sekizde bir nisbetinde ortak demek oluyor. Hisse senedatının fiyatı terakkı ederse bu yüzden de ayrıca bir kar husule geleceği tabiidir. Taksim Kışlası da bu arsa içinde dahil ise de diğer bir kışla yapılıncaya kadar yani iki sene hükumet kışlayı kullanacak ve bundan dolayı kira vermeyecektir. Şirket ise arsanın ferağ harcını arazi vergisini vereceği gibi inşa edeceği dört beş yüz bin liralık emlakin de vergisini ayrıca te’diye edecektir. Demek oluyor ki hükumet peşin olarak üç yüz bin lira alıyor. Yüz bin liralık hisse senedi ahz ediyor. Bu suretle karın sekizde birine iştirak ediyor. Aynı zamanda dört beş yüz bin liralık emlak inşasına sebep olarak bu emlakten vergi alınmasını da te’min eyliyor. Memlekette emsali olmayan muntazam mükemmel caddeler ve mahalleler teşkil ediyor. Yalnız satılan yerin değil etrafının da kıymetini şerefini artırıyor. Eğer Tasvir-i Efkar satılan bedelini ucuz görüp de daha fazla veriyorsa henüz vakittir buyursun. Tanin li delil ve müstenedi mesarif-i fevka’l-ade-i askeriyyeye tekabül etmek üzere cihet-i askeriyyeye aid olup bil-müzayede tedricen füruhtu mukarrer olan emlak arazi ebniye ve arsaların muamele-i bey’iyyelerini icraya Maliye Nazırı’nın me’zuniyetine dair olan madde-i kanuniyyedir. Biz bu maddede ehemmiyeti sair arsa ve ebniye efradıyla makıs olmayan Taksim Kışla ve Ta’limhanesi hakkında sarahat-i mahsusa tahattur etmiyoruz. Mahall-i ictihad olmak dolayısıyla nezaret için me’zuniyetin buna da teşmili mes’elesini cay-ı te’emmül buluyoruz. rülse veya kanunda sarahaten bu Kışla ve Ta’limhane’nin bey’ine me’zuniyet bulunsa bile işbu müsaade Beytülmal’e aidiyeti derkar olan emval-i mezkurenin gabn-i fahiş ile ferağı ruhsatını tazammun etmez. Binaenaleyh bedel-i misilden dun bir meblağ mukabilinde ferağ iznin te’min eylediği salahiyetten haric kalır. farz olunsa bile vücuda getireceği akid lüzum-ı kanunu ifade etmez. Zira hükumete aid emvalde maslahattan ari tasarrufatı şekilde hükumetimizin bir hükumet-i İslamiyye olmasına göre meclis de muktedir olamaz. Gerek hükümdarın ve gerek meclisin tasarrufatı maslahata menut olup muamele-i merviyyede leyh ferağ bedel-i misilden dun bulundukça Beytülmal için hakk-ı da’va mahfuzdur. liye Nazırı’nın havf-ı mes’uliyyet dolayısıyla imkan görememekte olduğu iddiası doğru olamaz. Şimdiye kadar ahval-i mümasilede böyle bir mecburiyet ve mes’uliyetten bahsolunmamıştır. Nitekim Meclis-i Umumi’den geçmiş ve iradesi ru olan nazır için lazımü’t-tenfiz bir şekil almış olan İspirto Kanununu mevki’-i tatbika bir an evvel vaz’da böyle bir mecburiyet hissedilmemiştir. çıkarmak lazım geliyorsa Beytülmal için müzayaka hali tecelli etmiş olacağından yapılacak şey ferağı bedel-i misil ile pek ziyade dun bulunduğunu Tanin refikımız de ima ediyor. cudumuzun elden çıkarılmasını iltizam eder bir dereceyi bulmuş ise yani iktisaden bu derekelere kadar sukut etmiş ten başka yapılacak bir şey kalmamış oluyor. Şu halde yarın müzedeki asarı öbür gün Hazine-i Hümayun muhteviyatını da elden çıkarmaya hazırlanmalıyız. memiş olması noksan bedel ile ferağ için salahiyet bahşeder bir özür telakkısine ahkam-ı kanuniyyemiz mani’dir. maz. Zira tahminin de lazımü’l-ittiba’ usul-i şer’i ve kanunisi vardır. Nitekim tahmin-i mücerred üzerine Meclis’te müzakere cereyan eder iken henüz vazife-i nezareti deruhte etmemiş olan Cavid Beyefendi’nin delaletiyle böyle bir tahmin dahi bil-istitrad beyan ediyor. olunan karar ile vücuda gelmiş olması hasebiyle kat’iyet ifade edeceği mütalaası da şayan-ı kabul görülemez. Zira hukuk ve menafi’-i ammeyi muhil ve maslahattan ari hiçbir karar emr-i vaki’ teşkil etmez. Ammeye aid bir zararın kadim olsa bile izalesine gayret lazım geleceği ahkam-ı esasiyyemizdendir. olacağı keyfiyetinin mal-i mirinin noksan bedel mukabilinde ferağı için bir özür teşkil etmesi pek garip bir mütalaadır. Bizim bildiğimiz böyle bir hal vukuunda haricde kışla tedarik edilir ve bedel-i müzayede bedel-i misil raddesine vasıl oluncaya kadar müzayedeye devam olunur. Buna karşı talib zuhuru için kaç sene beklenir i’tiraz-ı mütehakkimanesini ki şayan-ı tecviz görülmemelidir. hükm-i kanuni ifade edemeyeceği cihetle hakk-ı hükumetin mebi’den veya mefruğdan inkıtaını müstelzim olmaz. Şüphesiz ki bu hak daima aranacak ta’kıb olunacak ve bir ecnebi şirkete devir halinde de mes’ele-i siyasiyye şeklini alacak ve daha doğrusu millet için daimi bir üzüntü ve müz’ic bir çıbanbaşı olacaktır. İşte buralarını nazara alır topların sefain-i atikanın füruhtu muamelesinin netaicinden memlekete hiç olmaz ise bu suretle bir hizmet ifasına muvaffak oluruz. Yoksa böyle mevcudumuzu bedel-i misilden dun olarak elden çıkardıktan ve her zaman için elemini hissedeceğimiz zayiata kendimizi uğrattıktan sonra ferağda kabul ettirdiğimiz şartlar böyle istifadelidir şöyle nafidir diyerek asel-i hitan ile kendi kendimizi avutmaya kalkışır isek pek acı bir istihza-yı tali’e mazhariyetle gülünç vaziyette kalırız. Bugün memleket ittihad ile terakkı edecek buna hepimiz kaniiz. Hep gördüğümüz terakkıyatı büyük büyük ittihadlar şirketler vücuda getiriyor. kete birçok hizmetler görüyor. Ahiren haber aldığımıza göre Manastır Darülmuallimin talebeleri ve mezunları bir cem’iyet vücuda getirmişlerdir. Bu cem’iyet hakkında fazla temdihatta bulunmayarak yapacağı Darülmuallimin mezunları ve müdavimleri arasında rabıta-i meveddet ve uhuvvetin te’sisi; mektebi ikmal edenlerin ve mektebe devam edenlerin her türlü ihtiyacat-ı ma’neviyyelerine yardım ve muavenet eylemek hayvanat-ı ehliyyeye şefkatle muamele etmek ve etmeye teşvik eylemek ziraat aleminde mühim hizmetler gören kuşlar ve hayvanat-ı saireyi teleften vikaye ve ziraate muzır olanları mahveylemek; kuşlarla en çok münasebette bulunan küçükler olduğu cihetle a’za-yı cem’iyyet daima küçük mektep talebeleri leketi pek çok menfaati olan ağaçları telef edenleri bu halden vazgeçirmek için vesait-i münasibeye müracaat eylemek ve kabil olduğu kadar her sene ağaç gars etmek ve küçük talebelere gars ettirmek ve talebe ormanları vücuda getirmek cem’iyete dahil olan köy muallimleri ve köye giden Darülmuallimin talebeleri umumiyetle ahaliye yeni usul ziraati ve alat ve edevat-ı cedideyi ve ziyade para kazandıracak usul-i ziraati tavsiye etmek ve ahaliye sohbetler ve konferanslar vermek; terbiye-i bedeniyye esaslarını bütün mekteplerimize kabul ettirecek esbaba tevessül ve genç muallimlere daima buna teşvik edici teşebbüsatta bulunmak ve riyazat-ı bedeniyyenin hepsini kabul ve icra ve Darülmuallimin dahilinde bir oyun koleksiyonu vücuda getirmeye sa’y eylemek; Darülmuallimin’de ve gerek umum mekatib-i zeleri teşkiline himmet bu sayede yeni usul-i terbiyye vesaitini şade mükemmel bir kütüphane vücuda getirmeye gayret ve tevessül eylemektir. Bu cem’iyet-i terbiyeviyye ve ziraiyyenin Darülmuallimin talebe ve mezunları ve Darülmuallimin’den mezun olmayıp a’zadan iki zatın tavsiyesiyle diğer muallimin dahi a’zası olabilirler. Bil-cümle erbab-ı maarif ve hamiyet dahi cem’iyetin a’za-yı fahriyyesinden olabilir. Cem’iyetin riyaset-i fahriyyesi Manastır Valisi Reşid Paşa hazretleri ve Manastır Maarif Müdiri Zekeriya Zihni Beyefendi tarafından kabul buyurulmuştur. Cem’iyetin bir hey’et-i idaresi vardır. Re’y-i am usulü ile vuku’ bulan intihabda riyasete dar-ı mezkur muallimlerinden Osman Ferid Bey ve talebeden Süleyman Sabri Hasan Salim ve Abdülkerim Efendiler a’zalığa intihab edilmişlerdir. A’zadan birisi muhabere me’muru diğeri idare me’murudur. Cem’iyetin daha şimdiden iki yüz a’zası vardır. Manastır civarında mükemmel bir orman yetiştirilmeye teşebbüs edilmiş ve birçok mevaki’den muavenet görülmüştür. Cem’iyet şu vechile ifa-yı vezaif edecektir. Köylerde kasabalarda bulunan ibtidai muallimleri merkez ile daima muhabere ederler. Merkez-i idarenin bilmesi lazım gelen teceddüdat-ı terbiyeviyye ve ziraiyyeyi bu vechile öğrenir ve istedikleri kitap tohum kimyevi gübre alat ve edevat siparişi verebilirler. Köylerde kasabalarda gerek talebelerle ve gerek münferid gezilirken tesadüf edilen taş toprak maden ağaç orman mahsulü hububat haşerat hayvanat çiçek ot müstehase asar-ı medeniyye numune koleksiyonlardan münasib mikdarını vesait-i münasibe ile merkeze gönderirler. Cem’iyet merkezi icab eylediği zaman tatbik ve kabul edilen en son mekatib-i ibtidaiyye usullerini haricdeki meslekdaşlarına risaleler beyannameler veyahud ceraid ile bildireceği gibi topladığı numune ve koleksiyonlardan ne kadarını hıfz ve ne kadarını mekatib-i ibtidaiyye müze ve numunehanelerine yolladığını ve hangi köy mualliminin ziraate dair çok ve müfid konferans verdiğini ve ne kadar alat ve edevat ve tohum ve sun’i gübre celb ettiğini aynı vesait ile i’lan eder. Her sene nihayeti vuku’ bulan bir ictima’-i umumide –ki Temmuz ibtidasıdadır– cem’iyet bütün a’zasını merkeze da’vet eder o gün bir sene zarfında görülen işleri mutazammın rapor kıraat edilir. Herkes fikrini beyan eder. Bu ictimada bulunmayan a’zaya da ictima’-ı umumi müzakerat ve netaici bildirilir. Aynı günde hey’et-i idare intihabatı da icra edilir. Cem’iyetin maksadına nazaran iyi hizmetler yapanlara mükafatlar verilir. Her arzu eden cem’iyetin bir nizamnamesini bir mektup veya kart ile atideki adresten talep edebilir: Manastır Darülmuallimin Talebe Cem’iyeti Riyaseti’ne Makam-ı Celil-i Meşihat-penahi’den: “Her emr-i meşru’ ve ma’kulü ifa etmek ve her türlü fenalıktan mücanebet eylemek üzere yek-diğerinize muavenet ediniz” mealinde olan le bir emr-i celil-i Kur’ani’nin şeref-nazil olduğundan kat’-ı nazar edildiği takdirde bile insanların birbirine muavenete şitab etmeleri mukteza-yı tab’-ı insanidir. Zira; hayat-ı insaniyye ancak bu suretle kaimdir. Çünkü çoktur ki bir adamın bunları yalnız başına tedarik edebilmesi dar sade olursa olsun– vücuda gelmesi için binlerce kimselerin sarf-ı mesai eylemelerine ve yekdiğerine muavenet etmelerine mütevakkıftır. Levazım-ı saire de buna makıstir. Şu halde; ahval-i adiyyede bile emr-i te’avünün esbab-ı medeniyye-i insaniyye ve levazım-ı hayat-ı beşeriyyeye üssü’l-esas olduğu bila-şek sabittir. Ahval-i fevka’l-ade zuhurunda ise bu emr-i celilin bir kat daha kesb-i ehemiyyet ederek lazım-ı mahiyyet-i insaniyye hükmünü alacağı beyandan müstağnidir. Binaenaleyh böyle bir hal vukuunda bütün insanların bu emr-i ali-i dini ve cibilliye ittibaa behemehal müsaraat etmeleri en mukaddes bir hizmet-i diniyye ve en büyük bir vazife-i insaniyyedir. bulunuyoruz. O da şu sırada Türkistan’da serzede-i zuhur olan tezelzülat-ı arziyyeden yüzlerce kasaba ve kuranın harab olması ve bu yüzden nice insanların mahvolup gitmesi ve binlerce ahali-i müslime ve gayr-ı müslimenin nafaka ve süknasız kalması ve bi-hikmetillahi Teala bu seneye kadar emsali nadiren görülmüş olan şedaid-i şita’iyyenin de şu felaket-i uzmaya inzimam eylemiş bulunmasıdır. Zavallı Türkistan ahalisinin başlarına gelen bu felaket-i uzmayı işitip de müteessir olmayacak ve yüreğinde derin bir acı hissetmeyecek ve bu bi-çarelerin muavenetine şitab eylemeyecek bir sahib-i vicdan tasavvur olunamaz ümid-i kavisindeyiz. A’mak-ı kalbimizden gelen şu ümid-i kavi saikasıyla bu felaket-zedeganın düçar oldukları alam ve ıztırabatı mümkün olduğu kadar izaleye medar olmak ve bu suretle büyük bir vazife-i diniyye ve insaniyye ifasına mübaşeret etmiş bulunmak için Daire-i Meşihat’te taht-ı riyaset-i acizide “Türkistan İane Komisyonu” namıyla bir encümen teşkil edilmiş ve bu babda icab eden iane biletlerinin tab’ını dahi Tanin ceride-i mu’teberesi sahib-i imtiyaz ve ser-muharriri ve İstanbul Meb’us-i Muhteremi Hüseyin Cahid Beyefendi hasbe’l-hamiyye fahri olarak deruhte eylemiştir. Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye’de olduğu gibi her vilayet ve liva ve kazada dahi nüvvab-ı şer’in riyasetleri tahtında birer iane komisyonu teşkil edilecek ve biletlerden mikdar-ı kafisi Merkez-i Hilafet’te ianeye iştirak edecek ashab-ı hamiyyete i’ta olunacak ve bir kısmı da taşralarda marü’z-zikr teşekkül eyleyecek Bütün dindaş ve vatandaşlarımızın sür’at-i mümkine ile bu emr-i hayra iştiraklerinin taht-ı te’mine alınması ve cem’ edilecek iane akçesinin peyderpey Makam-ı Meşihat’e irsal olunması lüzumuna dair bil-umum nüvvab-ı şer’-i şerife batelgraf tebliğat-ı mukteziyye ifa edilmiştir. Bu teşebbüsat-ı hayriyyemizin bütün Osmanlılar tarafından kemal-i şevk ile hüsn-i telakkı edileceğini ve i’ta-yı i’anata şitab olunacağını ümid eder ve tevfikat-ı Samedaniyyesi’ne ve imdad-ı ruhaniyyet-i Cenab-ı Risalet-penahi’ye mazhariyetimizi niyaz eylerim. Şubatın birinci salı günü akşamı Direklerarası’nda Şark Tiyatrosu’nda “Kırım Talebe Cem’iyeti” tarafından Türkistan felaket-zedeganı menfaatine olarak bir konferans verildi. Evvelden beri i’lan edegeldiğimiz vechile Sıratımüstakım risalesi de inşaallah bu emr-i hayr için diğer bir konferans vermeye hazırlanmaktadır. Müsamere-i mezkureden Şark Tiyatrosu salonunun tamamen dolmamış olduğunu kemal-i esefle müşahede ettik. Böyle bir emr-i hayra müsamerede söz alan Hikmet ceride-i pek muhık olarak ihtar buyurdukları üzere yedi yüz bini mütecaviz nüfus-i İslamiyyesi olan İstanbul’un daha ziyade tehalükle iştiraki muntazardı. Bu intizarın boşuna çıkmasından mütehassıl alam ve teessüratımızı Halife-i Zi-şan Efendimiz hazretleri tarafından felaket-zedegan kardeşlerimize bu vesile ile ihda buyurulmuş olan on bin kuruşun tebşiri pek çok tenkıs etti. Ümid olunur ki müslüman kardeşlerimiz sevgili Halife’lerinin gösterdiği yolu ta’kıbde gecikmezler. Müsamerede sırasıyla Meclis-i Meb’usan a’zasından Mustafa Asım Efendi Darülmuallimin Müdiri Satı’ Beyefendi gazetemiz muharrirlerinden Akçuraoğlu Yusuf Bey müşarün-ileyh Hilmi Bey Muallim Vahyi Bey söz aldılar. Hutbeler arasında hamiyet ve masumiyetin timsali olan bir çocuğun kalpağıyla Gürcü asilzadelerinden Hasan Ali Bey’in veliahd-ı saltanat Yusuf İzzeddin Efendi hazretleri tarafından ihda buyurulmuş kıymetdar bir saati müzayedeye konarak yirmi beş lira kadar iane toplandı. Mustafa Asım Efendi hazretlerinin sefalet ve teavüne dair beliğ bir nutkundan sonra Satı’ Beyefendi gayetle kadim asar-ı nefise-i İslamiyye’yi sinematoğrafla irae etti. Ekserimizin cehlimizden dolayı bilemediğimiz o cevahir-i san’atı görerek hissiyat-ı İslamiyye ve muhabbet-i milliyyemiz galeyana geldi. Sonra Akçuraoğlu Yusuf Beyefendi tarafından sureti atideki nutuk irad edildi. Muma-ileyhi müteakıb Şehbender-zade Hilmi Beyefendi teavün ve tenasura dair cidden müessir bir hutbe ile nihayetinde Türklerin vahdet ve menşeini izhar edip istikbalden nevmid olmamalarını teşvik ve tergıb eyleyen Özdemir’in asıl ana lisanımızla yazılmış bir şiirini okudular. Daha sonra muallim-i muhterem Vahyi Beyefendi tarafından ahlak ve ictimaiyata dair nafi’ bir konferans i’ta edilip bu müsamere-i milliyye-i hayriyyeye nihayet verildi. Akçuraoğlu Yusuf Bey’in Nutku Efendiler: Asıl mevzu’-i bahsime girmeden akdem benden evvel söz söyleyen hatib-i muhteremin tasvirini gösterdiği Kurtuba Cami’-i Şerif-i Kebiri Şimdi her ne kadar buna kilise deniliyorsa de benim nazarımda daima camidir. bir hatıramı tecdid etti; ki o babda bir söz söyleyip geçeceğim. Bundan dört beş sene evvel Kurtuba’yı ziyaret ettiğim zaman o cami’-i kebire girmiş ve kabartma İslam yazıları arasında kurşun kalemle muharrer bir ayet-i celile okumuştum; ayet-i celile şu idi: Esteizü-billah Ayet-i kerimeyi yazan zat tarihini de koymayı unutmamış olduğundan benden dört gün evvel Mağribi bir İslam kardeşimiz ziyaret etmiş. Şimdi asıl mevzuuma geleyim: Türkistan zelzelesi vukua geleli bir buçuk ay oldu. Gündelik gazeteler garba aid bir sürü lüzumsuz telgrafnameler arasında şehir isimleri yanlış yazıldığı halde bu zelzeleye dair gayet muhtasar ve karışık ma’lumat verdiler. Bu gazetelerin hemen hiçbirisi felaket-zede kıtanın müslüman ve Türklerle meskun olduğunu izaha lüzum görmediler. Zelzele hakkında mufassal ma’lumat verip afet-zedeganın müslüman ve Türk olduğunu ilk önce ihtar eden Karşıyakalı bir ecnebi gazetesi Osmanischer Lloyd oldu. Söylemeye bile hacet yoktur ki bu zavallı kardeşlerimize muavenet ve yardımdan bahseden bir gündelik gazete bulunmadı. Ancak vukuatın haftasında çıkan usbui bir müslüman mecellesi bu garabeti nazar-ı dikkate alıp gündelik arkadaşlarını tenkıde lüzum görmüştür. Filhakıka bir iki sene evvel Messina zelzelesinden musab olanlar faidesine matbuat-ı Osmaniyye’de efkar-ı umumiyye-i Osmaniyye’de daha doğrusu İstanbul muhitinde teessür husule gelmiş; yazılar yazılmış hatta usbui bir mizah gazetesi bir nüsha-i fevka’l-ade neşrine bile lüzum görmüştür. Eğer hatıram yanılmıyorsa Meclis-i Meb’usan da o afetzedelere külli bir meblağla yardıma şitaban olmuş idi. Henüz zikrettiğim usbui Ceride-i İslamiyye’nin hafif tenkıdi zahiren en az umulan birkaç menba’dan ianatı intac etmişti. Beşiktaş’ın küçük bir mektebi Darüşşafaka talebesi Berlin’de tahsil ile meşgul zabit kardeşlerimiz bil-fi’l ianeye başlayarak bu emr-i hayra pişdar oldular. Daha sonraları Makam-ı Meşihat-i Ulya-yı İslamiyye’de bir iane komisyonu açıldı. Meşihat’in bu teşebbüsü şayan-ı tebcildir. O makama cidden layık bir hiss-i dini-i uhuvveti Bunu kemal-i memnuniyyetle müşahede ederiz; fakat zetecileri muharrirleri üdeba ve şuarası hasılı İstanbul cem’iyetinin efkar-ı münevvere ashabı denilen kısmı bu ianeye hemen hemen bigane kaldı. Messina felaket-zedeleri maın bile müteşebbisleri Darü’l-Hilafeli müslüman kardeşlerimiz değil Darü’l-Hilafe’de misafir Kırımlı Türk kardeşlerimizdir. Bu hamiyetli zatlara tebrik ve teşekkür ederim. Lakin Osmanlıların önayak olmuş olduklarını görselerdi Türkistanlı kardeşlerimiz daha çok sevinirlerdi. Zaten efendiler bizim İstanbul efkar-ı münevvere ashabı denilen takım öteden beri şarka ehemmiyet vermemekle ma’ruftur. Yalnız şarkın mesaibine değil şarkın bil-cümle vekayiine bigane kalmaktan hazzeder. Türkistan zelzelesinin vukuu sıralarında Buhara Emiri Abdülahad Han hazretleri vefat etmişti. Müşarün-ileyh hakkında da gündeliklerimiz – Sabah müstesna– birçok bi-lüzum bi-sud telgraflar arasına sıkışıp görünmez olmuş iki satırlık bir telgrafnameden başka yazılacak bir söz bulamamışlardı; yahud bulmak lüzumunu hissetmemişlerdi. Buhara neresi? Buhara’nın hanı kimdi? Hayatında neler yaptı? Buhara’nın alem-i İslam’da vaziyeti nedir? Tarihi nasıldır? Diğer memalik-i İslamiyye ile ne münasebatı vardır?.. Bunların izahına lüzum görmediler bunların izahında faide bulmadılar. Halbuki yine muhterem Sıratımüstakım’in muhık bir tenkıdi vechile Monako Prensi yahud Almanya’nın bir sürü küçük hükumetçiklerinden birinin taht-nişini ölmüş olsaydı matbuat-ı Osmaniyye belki haftalarca meşgul olur resimli gazetelerimiz belki birkaç tasvirinin Osmanlılara iraesine lüzum görürdü. Efendiler Şarka olan bu biganeliğin sebepleri acaba nelerdir? Benim hatırıma şöyle birkaç sebep geliyor doğru olup olmadığını siz düşününüz. Evvelen: İstanbul efkar-ı münevvere ashabını yetiştiren mekatibde memalik-i İslamiyye ahvaline öteden beri lüzumu kadar ehemmiyet verilmiyor. Alel-umum matbuat-ı Osmaniyye’de şark ahvalinden bahis pek azdır. Devr-i meydana çıkan asarın hemen hiçbirisinden şarka dair ma’lumat alınamaz. Bu o kadar garip acınacak hatta gülünecek bir şekil almıştır ki şimdi ismini hatırlayamadığım bir müellifin resmen mekatib-i i’dadiyyede tedrisi kabul olunan Tarih-i Asr-ı Hazırı’nda üç yüz şu kadar sahifenin iki yüzünden fazlası sırf Fransa ahvaline hasredilmiş mütebakı sahayifinden çoğu Avrupa milel-i sairesi ahvalinden bahsederek ancak birkaç sahifesi o da Frenkler nokta-i nazarından Devlet-i Osmaniyye’ye tahsis edilmiştir. İran Afgan Hindistan Türkistan ahvali asla yoktur. Tarih-i muasırda acaba bunlara aid hiç nazar-ı dikkat-i Osmaniyye’yi calib vekayi’ geçmemiş midir? Saniyen efendiler bizim efkar-ı münevvere ashabı şimdi matbuatı ellerinde tutanlar şark ve alem-i İslamla meşgul olmaktan adeta utanırlar. Medeni Avrupa varken şark göz atılmaya düşünülmeye hiç değer mi? Sonra Allah esirgesin bize Avrupalılar henüz Avrupalılaşmamış barbarlıktan taassubdan kurtulamamış demezler mi? Hani şu hacdan gelirken gördüğümüz uzun pis kokmuş elbiseli Asyalılarla nasıl uğraşılır? Ama İtalyanlar Messinalılar onlar başka! Tarantella oynarlar traviataları var bal maskeleri var!.. Salisen: Biz garbın gözüne girmek isteriz garbın hüsn-i teveccühünü kazanmak isteriz. Bir gazetecinin dediği gibi Avrupa aile-i medeniyyesi içinde yer tutmak isteriz. Bunun melluk etmeliyiz. Şark ile uğraşmakta ne faide var? Onlardan ne menfaat gelecek? Rabian: Efendiler garbdan korkuyoruz. Şarkla çok meşgul olursak bizi birtakım efkar-ı siyasiyye ile itham ederler. Memleketimize de bundan netayic-i muzırra hasıl olur. Eğer Avrupa’nın gözüne girer Avrupa’nın teveccühünü celb edersek her türlü şaibe-i taassubdan masun kalır ve memleketimizde rahat rahat yaşarız. Efendiler bu esbabın birincisini tedkıke bile lüzum görmem. O yalnız yüzlerimizi kızartır. Ancak şunu kemal-i memnuniyyetle söylerim ki bugün şu mecliste o sebebin vindim. Sa’y u gayretini pek ziyade takdir ve şahsına büyük bir ihtiram beslediğim Darülmuallimin müdir-i gayuru Satı’ Bey asar-ı İslamiyye numunelerini memleketimizde böyle ahalimize birinci defa olmak üzere göstererek ve medeniyet-i Efendiler şark ile uğraşmaktan utanmak sıkılmak o kadar titrediğimiz Avrupa teveccühünü kazandırmaya asla hizmet etmez. Garblıların kadir-şinas olanları milletlerini takdir ve tebcil edenlerini muhterem görürler. Bir gazeteci bir muallimin meşhur İngiliz racül-i siyasisi Palmerston’un bir Fransızla muhaveresini nakletmiş idi. Fransız İngiliz’e demiş: “Ben eğer Fransız olmasaydım İngiliz olmayı isterdim.” Palmerston cevap vermiş: “Ben İngiliz olmasaydım; İngiliz olmak isterdim.” Avrupa’ya müdara ile temellukla yaranmak yahud Avrupa’dan korkmakla Avrupa’nın istemediği şeyleri yapmamakla hiddet ve gazabını celb etmemek gayet sade-dilane adeta çocukcasına düşünceler neticesidir. Bu tarz-ı tefekkür-i siyasiye inkılabı müteakib Şura-yı Ümmet muharrir-i siyasisi “siyaset-i hissiyyat” adını takarak hayli alay etmiş Bey Agayef bir sıra makalelerle bu çocukça diplomatlığın kaç para edeceğini anlayanlara iyiden iyiye izah etti. Efendiler iyi bilmelisiniz ki vekayi’-i tarihiyyede avamil-i esasiyye sırf ihtiyaç ve menafi’-i maddiyyedir. Öyle ictinablarla müdaralarla temelluklarla münasebat-ı beyne’d-düvele kat’iyen icra-yı te’sir edilemez. Devletlerin muvazenesi mekanikte olduğu gibi sırf bir muvazene-i kuvadır. Avrupa’nın hoşuna gitmek istersek zaif olmaya hiçbir kuvvet göstermemeye nihayet tamamen eline geçmeye katlanmalıyız. Avrupa’dan ihtiram görmek istersek kavi olmalıyız. Avrupa bize isnad ettiği kuvvetlilerden hazzetmek fikrini kendinin hissiyatından çıkarıyor. İsmi hatırımda kalmamış Avrupalı bir diplomat hovarda bir lisan ile “Benim milletim bazı kadınlar gibi kuvvetli adamları sever.” demişti. Son zamanlarda Japonlara gösterilen ihtiram bunun bir delilidir. Efendiler hatırıma Yunan esatirinden bir hikaye geliyor: Yunan müşriklerinin mabudlarından bir dev zemine ayak bastıkça kuvvet alır artık yenilmez olurmuş. Bizim zeminimiz zemin-i şarktır. Bizim şarkla münasebetimiz arttıkça biz şarka dayandıkça yenilmez oluruz. Şu sözlerimden şark ile münasebetimizin derecesini ve o babdaki efkarımı biraz mübhem bile olsa inşaallah anlamışsınızdır. Efendiler hayatımda en ziyade şair san’atkar olmadığıma teessüf ettiğim günlerden birisi şüphesiz bugündür. Eğer sözün te’sir-i sehharanesini sami’lerimde gösterebilseydim şimdi sözlerimle sizin kalplerinizin en nazik tellerine dokunur binlerce fersah uzaklarda şimalin soğuk karları üstünde evsiz barksız aç cerihadar ana babalarını kardeşlerini kaybetmiş zavallı dindaş ve kan kardeşlerimizin hayatını tasvir eder öyle müessir feci’ levhalar çizerdim ki siz onları adeta görür duyar yed-i şefkat ve merhametinizi samimi ve sıcak aguş-ı uhuvvetinizi onlara açardınız. Efendiler felaket ve saadet kadar insanları birleştiren tevhid eden bir şey yoktur. Siz o sıcak yaşlar akan çehreleriniz şimalli kardeşlerinize ma’nen sarılır onların o kokulu elbiselerini unutur kucaklaşır öpüşürdünüz. Efendiler şair olmadığıma teessüfüm kadar Osmanlı şairlerinin bu andaki sükutuna da müteessifim. Bunların bir kısmı bilmem ne vakit o bitmez tükenmez kadın aşkından biraz kaba söyleyeyim kadın etekliği yanından kurtulup daha başka daha yüksek mevzulara teali edecekler. Fakat içlerinde sefalet-i beşeriyyeyi uhuvvet-i milliyye ve insaniyyeyi iyi duyan yüksek kalpler de bugün niçin susuyorlar. Ben henüz genç iken gençliğimin saf ve temiz yüreğiyle o müessir mısraları ağlaya ağlaya birçok defalar tekrar etmiş adeta ezberlemiştim. O zamanın genç vicdanları “Verin zavallılara!” emr-i şefkat ve merhamete koşuşmuşlardı. Şimdi Türklüğün beşiği bir felaket-i azime ile parçalanır da neden o şairin büyük kalbi feryad etmiyor. “Şikeste” dediği “Rebab”ının kalpleri nur-ı hayra sevk eden sesleri bugün işitilmeyecek olursa ne vakit işitilecek? Şairler bu bizim cıvıldaşdığımız ovalara inemezler. Lakin Osmanlıların o büyük şairi Hisar’ın romantik bayırlarına ilişmiş fildişi yuvasından da müessir nagamatını hassas kalplere pek yakında o kalb-i müşfik “Sis”ten sıyrılmış sandığı İstanbul’a yalnız İstanbul’a değil; bütün ali-cenab vatanına o mecruh ve na-tüvan anamız Türkistan’ın feci levhalarını tasvir edecek ve yine nida eyleyecek: “Sizin de kalbiniz elbette acır değil mi? –Verin Verin şu zavallılara yoksul kalan şu eytama” Türkistan ahali-i İslamiyyesi din kardeşlerimizin li-hikmetin duçar oldukları felaket-i müdhişe hakıkaten kulub-i hamiyyet-i İslamiyye’yi dağdar ve müteessir etmiş olduğu derkar olmağla bu babda bu havalice de i’anat-ı seri’aya medar olup bir şu’be-i hamiyyet-perverinin küşadına intizarımız ber-devam iken lehü’l-hamd Fi Kanunisani sene tarih ve numaralı nüsha-i alilerinizde maa’l-ibtihac manzurumuz olan fıkra-i ahiresince felaket-zedegan için iane cem’ine ibtidar edildiği maa’t-takdir tahrik-i hamiyyete bir vesile-i yegane olarak telakkıye şayan görülmüş ve ol vechile maa-aile taraf-ı bendegiden dahi melfuf pusulada muharrer kuruş bit-tedarik idare-i alilerine takdime müsaraat kılınmış olmağla muktezasının ifasını talep ve temenni eylerim efendim. Bütün alem-i İslam’ı dilhun eden Türkistan felaket-i azimine dair matbuatta görülen telgraflar üzerine felaketzede din kardeşlerimize muavenette bulunmak esbabına tevessül olunmuş ise de bir vasıtanın lüzumu derkar idi bu kere vurud eden numaralı Sıratımüstakım risalesinde bu husus için ceride-i mu’teberede bir sütun açıldığı ve akçenin muhafazası için Emniyet Sandığı ile ayrıca görüşüldüğü ve bir risale-i mümtazenin dahi neşredileceği görülmekle böyle bir emr-i hayra Sıratımüstakım’in tevessül etmesi cidden şayan-ı takdir ü ta’zim görülmüş ve tabur arkadaşlarımla ve birtakım rüfeka-yı kiramıma bil-müraca’a naçizane olarak dercedilebilen melfuf pusulada müfredatı arz edildiği vechile beş aded lira-yı Osmani’nin –gerçi hiç mesabesinde rehane namına ve postaya teslimen takdim kılınmış olmağla keyfiyet vusulünün iş’arını diler ve ihtiramat-i fa’ikamın kabulünü TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Şubat Beşinci Cild - Aded: Bir rivayette lafzının iskatıyla yalnız . - Tercüme Abdullah bin Abbas radiyallahu anhümadan rivayet olunuyor ki: Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem kadınlara vaazımı duyuramadım zannıyla yanında Bilal olduğu halde erkek saflarından çıktı. Kadınlara vaaz ederek onlara sadaka vermeği emretti. O derece te’sir etti ki kadınlar kulaklarındaki küpeyi parmaklarındaki yüzüğü çıkarıp atmağa başladılar. Bilal de onları eteği içinde topluyordu. diğer rivayette ise yerine denilmiş ise de’den musahhaf gibi görünüyor. Eldeki Diğer rivayetde . La Ebu Hureyre radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir kere: “Ya Resulallah! Kıyamet gününde senin şefaatine en ziyade layık olacak kimdir?” diye sordum. Resulullah sallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ya Eba Hureyre! Hadis bellemek için sende gördüğüm hırsa göre bu hadisi senden evvel kimsenin bana sormayacağını zaten tahmin ediyordum. Kıyamet gününde halk içinde şefaatime en ziyade layık olacak kalbinden yahud içinden halis olarak la İf’al babındandır. Diğer rivayette sü yı sülasiden rivayet edenlere göre . Bir ri Abdullah bin Amr bin el-As radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim buyuruyordu ki: “Allahu Teala” ilmi kullarından birden nez’ etmek suretiyle değil ulemanın ruhunu kabzetmek suretiyle kabzedecektir. Nihayet hiçbir alim kalmayınca halk cahil birtakım kimseleri kendilerine reis edinirler. Bunlara öteberi sorulur onlar da ilimleri olmadığı halde fetva verirler de hem kendileri dalalete düşerler hem halkı idlal ederler. yoktur. Diğer rivayette . Diğer rivayette . Eldeki Buhari yoktur. Bazı nüshalar müennes olarak Yine o nüshalarda yine . Tecrid’in matbu nüskelimesi yok ise de asıl Buhari nüshalarında mevcud Ebu Said Hudri radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve selleme kadınlar: “Ya Resulallah! Vaazını dinlemek için erkeklerden bize yol kalmıyor. Kendiliğinden bize gün tahsis et” dediler. Resulullah sallahu aleyhi ve sellem onlara miad olarak bir gün ta’yin etti. Kadınlar huzur-ı risalet-penahisine geldiler. O da onlara vaaz etti. Bazı şeyler emretti. Buyurduğu sözler nesini kendinden evvel ahirete yollasın da bu hali ona cehenneme karşı siper olmasın” sözü de var idi. İçlerinden biri: İki tanesi de öyle değil mi! dedi. “İki tanesi de öyledir” buyurdu. Ebu Hureyre radiyallahu anhdan varid diğer rivayette mukayyed olarak “Sinn-i buluğa varmamış üç evlad” denilmiştir. Eldeki Buhari nüsha- - Tercüme Aişe radiyallahu anhadan rivayet olunuyor ki Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem: “Her kim hesaba çekilirse azab edilmiş olur” buyurmuş. Aişe radiyallahu anha der ki: “Allahu Teala buyurmuyor mu? dedim de: “Bu senin dediğin arzdır. Yoksa her kim ince hesaba çekilirse helak olur.” buyurdu. Ayet-i Kerime’nin me’al-i alisi: “… İşte onlar da kolay bir muhasebeye çekilirler.” Vallahu a’lem Eldeki Buhari Eldeki Buhari nüshalarında yoktur. Eldeki Buhari nüshalarında Bir rivayette Eldeki Buhari nüshalarında yoktur. Bazı rivayette Bina’-i mechul ile rivayeti de vardır. Ebu Şureyh radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Feth-i Mekke’nin ertesi günü Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden bir söz işittim ki onu söylerken kulaklarım duydu kalbim belledi. Gözlerim de gördü. Allah’a hamd ü sena ettikten sonra buyurdu ki: Mekke’nin hürmetini beyan eden Allahu Teala’dır. İnsanlar değildir. Ondan dolayı Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse mak helal değildir. Artık Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem uğrunda Mekke’de mukateleye ruhsat varmış gibi davranırsa ona: “Allahu Teala yalnız Resulüne izin verdi. Size derecesine döndü. Bu dediklerimi burada hazır olanlar gaib olanlara tebliğ etsin. Bu hadis-i şerifin Buhari’deki lafzı da tarz-ı rivayeti de başka türlüdür. Buhari’deki ibare aynen ber-vech-i atidir: Ali İbni Ebi Talib radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim. Buyuruyordu ki: “Benim ağzımdan yalan söylemeyiniz. Her kim benim ağzımdan yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.” Asıl Buhari’deki hadis-i şerifin tercümesi: Rib’i bin Hıraş Ali İbni Ebi Talib radiyallahu anhın şöyle dediğini rivayet ediyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Benim ağzımdan yalan söylemeyiniz. Her kim benim ağzımdan yalan söylerse cehenneme girsin.” - Tercüme Seleme bin El-Ekva’ radiyallahu anhın şöyle dediğini rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim buyuruyordu ki: “Benim söylemediğimi her kim bana isnad ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.” Nun’un fethiyle tefe’ül babından emirdir. Diğer rivayette - Tercüme Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Benim adımla adlanınız. Lakin benim künyemi yani Ebu’l-Kasım künyesini isti’mal etmeyiniz. Şu da ma’lum olsun ki her kim beni rüyada görürse hakıkatte beni görmüş olur. Zira şeytan benim suretimde temessül edemez. Bir de her kim benim ağzımdan bilerek yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın. Fıtratın insana tevdi’ eylediği hasaisin en büyüğü en müessiri şüphesiz kuvve-i akliyyesidir. Yukarıda söylemiş a’mal ile meftur olarak yaratılmamış bilakis beka-yı mevcudiyyetinin dünyaya getirilmiştir. Ancak bu mahrumiyete mukabil kendisine ma’lumatıyla mütenasib olmak üzere artan bir kuvve-i akliyye verilmiştir ki insanı her türlü sevk-i tabii ihtiyacından vareste bırakan bu vedia onu yavaş yavaş vahşet karanlıklarından çıkararak medeniyet ziyalarına doğru sevk etmiştir. Şu kadar var ki bu hasisa-i uzmada –ancak Halık-ı Hakim’e ayan olan bir hikmet-i gamızadan dolayı– diğer hasais-i aliyye gibi kendisini tahakkümü murakabesi altında zebun ederek vazifesini ezelden beri vaz’ edilmiş olan kanuna göre ifadan alıkoyan bir sürü manialarla mezahimlerle muhat olmuştur. liyye dediğimiz bu mevhibe-i kübraya atfettikleri nigah-ı tecessüs kadar şiddetli bir nazarı mevahib-i saire-i insaniyyeden hiçbirine atfetmemişlerdi. Zira biliyorlardı ki beşerin yegane silahı olan bu kılıç bir kere kınından sıyrılırsa artık karşısında ne vehim orduları durabilecek; ne de hayal bulutları. Onun için olanca şiddetleriyle bu vedia-i nurani üzerine yüklenerek insaniyeti böyle en muazzam bir hasisa-i binazirinden mahrum bıraktılar. Hatta din namına söylenen sözleri anlamak için bu kuvveti i’mal etmek küfrü mucib olur fetvasını vermek derecelerine kadar vardılar bu artık tazyikin bu ifratın akıbet-i elimesi olmak üzere insanlar zulmet-i cehlin o derekatına indiler ki tarih kendi yüzünü kızartan o levhaları bize pek şiddetli bir lisan-ı intikam ile tasvir ediyor! kim tarafından hatemü’l-enbiya Hazret-i Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem ilham olunduğu sıralarda milletler bu halde idi! Evet akvam-ı saireyi murakabeleri altına alan rüesa-yı din ümmetlerine karşı: “Sakın ha! Ziya-yı aklı rehber yınız. Çünkü din akla külliyen münafidir.” diye bağırırken Cenab-ı Resul-i Emin ashabına etbaına doğru dönerek Din akıldan ibarettir akıllı olmayanın dini de yoktur.” buyuruyordu. Kezalik öbür taraftaki şirzime-i gulüvv ü tuğyan mahkumlarına karşı: “Ey nunuz. Çünkü yanılır da akla uyarsanız gazab-ı İlahi’yi celbetmiş olursunuz.” dedikleri bir sırada medeniyet-i hakıkıyye vazı’ı Cenab-ı Peygamber ashab-ı güzinine riyyet-i ezeliyyesini istihsal etmiş kendisini ihata eden esaret zincirlerinden kurtularak insaniyetin mürşid-i hakıkısi olmuştur. Bir zamanlar ibadat-ı zahiriyye ve ta’at-ı cismaniyye efrad-ı büyük medar-ı rüchan kuvve-i akliyyeden ibaret kalmıştır. Nitekim aleyhissalatu vesselam Efendimiz buyuruyor. Za’f-ı akli sebebiyle her türlü ifrata tefrite düşmek ihtimaline ma’ruz olduktan sonra insanın harekat-ı cismaniyyesi Öyle ya böyle bir adam umuru mevaziinin gayrı mevakie vaz’ edecek; eşyayı mizan-ı hakıkısinden başka bir mizan ile tartacak bir vazife teklif olunduğu zaman zulmü adl; adli ise zulüm telakkı etmiş olmasından dolayı o vazifeyi su’-i isti’mal edecek. Zaten salah takva da’vasında bulunanlardan birçoğunu görmüyor muyuz ki mahza akılsızlıkları yüzünden yerine ile Beyhaki milletlerinin memleketlerinin başına bela kesiliyorlar. Bir kabile halkı huzur-ı Peygamberi’de bir adamı sena hususunda pek ileri gidince aleyhissalatu vesselam Efendimiz “Aklı nasıldır?” buyurmuşlar. “Ya Resulallah biz sana o adamın a’mal-i hayriyyede ibadette olan tekaddümünden bahsediyoruz. Sen ise bize onun aklını soruyorsun.” demişler. Cenab-ı Peygamber – Ahmak cehaleti sebebiyle bir facirden ziyade fenalık Hakk’a derece-i kurbları akılları nisbetinde olacaktır.” buyurmuştur. duğu paye-i bülend. Lakin akvam-ı medeniyye kanlar dökerek canlar vererek zandılar biliyor musunuz? Evet şu meydandaki me’asir-i medeniyyet şevket kuvvet maddi vesail-i refahiyyet dünyevi birçok vesait-i saadet hep bu kuvvetin kemal-i hürriyyetle Larousse diyor ki: “Cem’iyyat-ı beşeriyyenin zaman-ı tufuliyyetinden bu ana gelinceye kadar beşeriyetin maddi ma’nevi ahlaki bütün terakkıyatına sebeb-i yegane hiç şüphesiz aklın tazyik-ı esaretten kurtulmasıdır.” Biz şu kuvve-i akliyyenin kayd-ı esaretten kurtarılması zamanımızdan pek uzak bir şey olmamakla beraber birçok kanlı muharebelerden ateşli mücadelelerden sonra mümkün olabildiğini kari’lerimizin nazarında isbat etmezden evvel bahsimize hatime vermemek istiyoruz. Larousse diyor ki. “Ta Protestanlığın zaman-ı zuhurundan Fransa İhtilali’nin nihayetine kadar geçen müddet zarfında aklı zencir-i esaretinden kurtarmak isteyenlerle o kuyudu idame etmek arzusunu besleyenler arasındaki muharebeler tali’-i harb kah bir tarafa kah diğer tarafa dönmek şartıyla devam edip gitmiştir. İşte mazideki hurafattan kamilen yüz çevirerek müstakbel için yeni bir saha-i irfan vücuda getirmek ta’mire başladı. Nesl-i hazırın ta’limi mes’elesi de en mühim bir meşgale oldu. Bize gelince: ayet-i kerimesini makam-ı şükranda tertil ile bahsimize hüsn-i hatime veririz. – Es-selamu aleyküm!.. – Ve aleykümü’s-selam hazret! Safa geldiniz kaybettik sizi nerdesiniz? – Nerede olacağız? Karakollarda emniyet-i umumiyyelerde… – Hayrola! Biraz canınız da sıkılmış gibi görüyorum… – Yok şahsım için sıkılmam yalnız millet namına beyan-ı teessüf ederim. Biz Darü’l-Hilafe’ye darü’l-eman diye buraya sığındığımız halde burada gördüğümüz muamele bizi duçar-ı teessüf ediyor düşündürüyor. – Hayrola! Bir su’-i tefehhüm olsa gerek. – Belki. Dinleyin de hükmünüzü kendi kendinize veriniz: Dün akşam saat on bir henüz eve gelmiş geceliklerimi giymiştim. Derken kapının çıngırağı vuruldu. Aşağı indim. Kapıyı açtım. Baktım yağmurluğa sarınmış yüzü gözü iyi görünmez cüsseli bir zat. – Ne istersiniz efendim? dedim. – Ayasofya Merkezi’ne teşrif eder misiniz? dedi. Ha anladım ki gelen polis imiş. – Şimdi sıcaktan geldim müsaade ederseniz yarın geleyim. – İkinci defadır geliyorum size zahmet ama beraber gelmenizi rica ederim. Tabii emre mütabaat lazım giyinerek yola revan olduk. O önden biz arkadan eski zabtiye kapısına geldik. Kapıdan girer girmez birçok hatırat-ı maziyye canlandı. Vaktiyle de ben burada kalmıştım. Lakin ne kadar da pislenmiş ne kadar da harabe-zara dönüşmüş. Ben o basık tavanlı mazlumların yaşlarıyla çürümüş tahtalı binanın yıkılmış olduğunu zannediyordum. Merdivenleri çıktık birkaç kapıdan geçtik nihayet bir odaya geldik. Odada sivil bir me’mur geziniyor sobanın arkasına odun yığmakta olan hizmetçiye: “Hayat mes’elesi bu!” diye söyleniyor. Anlaşılan soğuktan şikayet ediyor. Çünkü o gün kar fırtına ortalık dehşet idi. Odacının beceriksizliği de canını sıkıyordu: “Dikkat et yangın çıkaracaksın” diye söyleniyordu. Odadan girilince bir parmaklık var o sırada odadan çıkmakta olan bir polis “Şöyle oturun” diye bize parmaklık haricinde yani kapı arkasında bir yer gösterdi. Kapının açık durmakta olan kanadı dizime temas ediyordu. Biraz oturduk. Baktım ki bize bir şey soran moran yok. Dedim: – Kimse yok mu burada halimizi öğrenelim?.. Ayakta gezinmekte olan sivil efendi cevap verdi: – Muavin bey içeridedir görürsünüz… Yine sükut. Bekledim bekledim yarım saat oldu. Hiçbir şeyler yok. O sivil me’mur da çıktı. Derken o polis neferi geldi: – Efendi buyurunuz!.. dedi. Kalktım polisin arkasından yürümeğe başladım karanlıkça bir koridordan geçtik üçüncü bir odaya girdik. Baktım evvelki sivil me’mur yine burada geziniyor bu sefer: – Buyurun!.. Dedi. Şimdiki oda öteye nisbetle biraz genişçe oldukça muntazam. Pencerenin yanında bir yer gösterdi oturduk. Tekrar sordum: – Kimseyi görebilecek miyiz?.. Yine cevap verdi: – Muavin bey yemeğe gitti şimdi gelir… Tabii bunun üzerine ila-maşaallah oturarak yine sükuta daldık yarım saat kadar geçer geçmez bizi posta eden polis efendi geldi: – Buyurun efendi! Diye önüme düştü. O önden ben arkadan gidiyoruz merdivenden iniyoruz. – Nereye gidiyoruz? dedim. – Emniyet-i Umumiyye müdiri istiyormuş sizi oraya götüreceğim. Resmi elbiseli polis efendi ile Emniyet-i Umumiyye yolunu tuttuk. Eski zabtiye kapısından çıktığımız zaman gece olmuş saat bire gelmişti. Nihayet Emniyet-i Umumiyye Müdiriyeti’ne geldik. Geldik ama kapıdaki nöbetçi “Kimseler yok dedi. Bizi posta eden efendi: – Öyle ise burada oturacağız dedi. Dar bir merdivenden yukarı çıktık. Merdiven başında bir odaya girdik. Oda sıcaktan cehennem gibi olmuş. Bir efendi muttasıl sobaya odun atıyor. Yarım saat kadar oturduktan sonra orada bulunan polis efendilerden biri: – Merhaba hoca efendi! Dedi. Biz de “Merhaba” diye mukabele ettik. Yine eski sükut başladı. Biraz geçti tecdid-i vudu’ lazım geldi müsaade Bir yarım saat daha geçti. O sırada ezanlar okunmaya başladı. Bayezid’in muhrik sesli müezzinleri beni müteessir etti. Kalbim bir tuğyan-ı teessürle coşmak isterdi. Ah onun lisanına aşina bir muhit olsaydı mesela Bayezid’in yüksek minberi kenarında o azametli kubbenin tek tük hafif ziyalı kandilleri altında kendi kendime şöyle bir sahife Kur’an okuyabilseydim… Galeyan-ı ruhum ancak o vakit sükunetyab olabilirdi. Zaten Darü’l-Hilafe’nin ezanları her zaman beni böyle müteessir ediyor. Sibirya’nın soğuk ovalarında Türkistan’ın çorak sahralarında Çin’in ıssız dağlarında Japonya’nın yeşil bayırlarında her yerde bütün şarkta benim kulaklarım bu sesi işitir benim ruhum bu zevki hisseder: – Allahu Ekber Allahu Ekber! Tefekküre dalmış idim. Çıngırağın “dırrrrr…” diye şiddetli sesi beni hab-ı tefekkürden ikaz etti. Bu yakaza yalnız bizde değil bütün polislerde görüldü. Biri dedi: – Galib Bey; koş!.. Hemen sarı bıyıklı ve az sakallı bir efendi koştu. Odadakiler konuşmaya başladılar: – Galib Bey kendisi ben onu vuruşundan tanırım… – Canım o belli… – Hele hele dur bakalım… Dırrrrrr... – Koşun!.. Diyerek üç polis birden yerinden sıçradı. Çıktılar odada galda ısıtmakta olan efendi diğeri de köşede yazı yazmakta olan zat; bir de ben üç kişi. Yine sükuta daldık. On dakika kadar geçti. Çıkan polisler birer birer gelip yerlerine oturmaya başladılar. Bizi posta eden polis efendi geldi oturdu. Nihayet sarı sakallı efendi de geldi masanın başına geçti. Bana karşı bir vaz’iyet-i mahsusa şöyle ciddi bir hakim ciddi bir müstantık gibi. Kalemi eline alarak tozlu hokkaya götürdü bana da şöyle bir bakarak: – Mahall-i ikametiniz?.. sordu. – Dizdariye!.. dedim. – Sokağın adı? – Bilmiyorum. Oradan bir polis söze karışarak bağırdı: Fazıl Paşa… Öteden bir ikincisi: Hayır Mehmed Paşa… O ihtimal ikisini de yazdı. – Hane numarası? – Bilmiyorum. – Bu evin hane numarası yok mu? – Defterlerde varsa vardır fakat bizim kapıda öyle şeyler yok. – İsm-i aliniz Abdürreşid İbrahim Efendi değil mi? – Evet! – Te’arüf-i Müslimin muharrirlerindensiniz değil mi? – Evet! – Eh efendim teşrif buyurabilirsiniz… – Nereye? – Gidebilirsiniz… Ben de ayağa kalkarak kemal-i teessürle: – Teessüf ederim bu halinize!.. dedim. Evimin numarasını öğrenmek sürüklediniz!.. – Galib Bey isti’fa-yı kusur ediyor… Yok isti’fa-yı kusur etmiyor “Kusura bakmasın” diyor. – Tekrar beyan-ı teessüf ederim!.. Polis efendi ellerini oğuşturarak: – Efendim kabahat Galib Bey’de değil… Hayır efendim hiç kimsede değil!.. Ben de bu sırada kapıdan çıkmakta idim. Eve geldim oturdum saat üçü çaldı. Çoluk çocuk ağlaşıyor. Teskin ettim. Biraz Kur’an okudum. – Güzel bir hatıra! Cild-i evvelini ikmale muvaffak olduğumuz “Alem-i İslam ve Japonya’da İntişar-ı İslamiyyet”e Merkez-i Hilafet’te güzide bir mükafat!... Ah ki lebrizin iken kainat Sen yine ey yar misal-i hayat Burka-i mahfiyyete girmektesin; Didemi haybetle çevirmektesin! Ka’be-i didarını hulya ile Rahlini şedd eyledi bin kafile; Mevkib-i enzara fakat sedd-i rah Oldu o estar-ı kesafet-penah. Perde senin emr senindir bürün.. Ben ne derim tek bana gahi görün. Ey bana dünyayı haram eyleyen Ey bana dünyayı makam eyleyen; Çalkanıyor bim ile ümidde Sabrını seyret dile nevmidde Çoktan olurdum hele makber-güzin Olmasa alemdeki feyzin mübin. Ömr benimçün bir ağır bar iken Serde sefer gailesi var iken Sen beni tuttun bana verdin sükun Buldu huzurunla teselli derun. Oldu şebabım gibi hep mün’adim. Ah o yıllar ki enisin idim. Bezm-i kemalinde geçen demlerim. Yadıma geldikçe figan eylerim. Yadıma geldikçe dedim gafleten Gittiği yok hatır-ı avareden Olmasa eğlencem o hoş hatırat Ben bu kadar eyleyemezdim sebat. Ey beni insanlığa irşad eden Ey bana tavrıyla edeb öğreten; Ey bana ahlak nedir gösteren Ey bana bin ders-i meali veren; Sen bana bir misli yok üstadımın [üstadsın] Sen bana üstad-ı Huda-dadısın [Huda-dadsın]. Ben senin etvarına hayran olur Ben seni dinim gibi ulvi bulur Öylece takdis ederim daima. Bende hüner sorma o devletli yok. Ehline hürmet arıyorsan o çok. Hiç demedim hem de demem neyl var… Dilde ala yok yalınız meyl var. Varsa hilafım onu Allah bilir. Meyl-i ala var onu isbat için Meyl-i derunum sana kafi bugün. Meyl-i ala var diye fahr eylemem Meyl değildir yalınız mültezem. Kesb-i ala etmeli insan olan Meyil yetişmez yalınız bir zaman. Çünkü ala guşiş-i nam [tam] istiyor; Durmasın ol kimse ki nam istiyor. Yok yere sahba-yı emel dolmuyor Sa’y-i beliğ eylemeden olmuyor. Hab ile olmuşsa leyalin sabah Yok o seherden sana bir inşirah. Günler olursa güzeran zevk ile Meyl-i ala nafile bir gaile! Olmalı encüm gibi şeb-zinde-dar Kim ki ma’aliye eder intizar. Nefse huzuzatı haram etmeli Azm fakat azmini tam etmeli. Sineden amali bütün silmeli Maksad-ı hilkat ne imiş bilmeli. Varmalı ol gayete kim ictihad: Olmalı atıl yaşayış irtidad. Nerde ise cevher-i feyz almalı Olsa da bi’l-farz deniz dalmalı. Hatve-i ikdamı metin atmalı. Dağları vadileri oynatmalı! Seyl-i huruşan gibi cuş etmeli Mani’a gördükçe huruş etmeli. Dönmemeli haile çatmak ile: Himmet olursa sökülür dağ bile! Çıktı mı bir kerre yola gitmeli Durmamalı tayy-i mekan etmeli. Durmaya gelmez ki zaman durmuyor Devr ediyor hem sana hiç sormuyor Durmaya eğlenmeye meydan mı var Arkadaşın eylemiyorken karar? Merhale mahrumu değildir tarik Olsa şu ömrün sana ni’me’r-refik Rah-ı ma’aliye çıkan durmasın Yoksa oturmakla emel kurmasın! Er yolunun yolcusu da er gerek; Her yiğidin karı değil dönmemek. Hasılı merd olmalı azmeyleyen Hatırına gelmemeli rahzen. Kalb gerek yağsa bela yılmasın Sine gerek dağ gibi sarsılmasın. Öyle ya olsun mu ala sahibi Canını pek tatlı bilen zen gibi? Bister-i izzette geçen ömrden Faide ümmid edemem hiç ben; Kesb-i vukuf etmek için ademin Dide-i im’anı açık durmalı; Herkes uyurken uyanık durmalı. Fikrine kar [dar] gelmeli de hakdan Olmalı pervaz-gehi asuman. Ruhu şu eflaki bütün yarmalı Matla’-i aslisine dek varmalı. Olmalı efkarına aşık midad; Kalmalı ruşen ona mebde’ ma’ad. Nüsha-i kübra deniyor ademe Mazhar imiş hem koca bir aleme; Anlamak ister nasıl olmuş muhit. Sendeki irfan-ı adimü’l-misal Sendeki idrak o parlak kemal Bunları elbette yakınen bilir; Kadrini iclal değil maksadım Öyle bir adem daha ben olmadım. Ben kimim evsafını icmal kim? Doğrusu yoktur o kadar cür’etim. Anlatabilmek seni mümkün müdür? Anlamış olsam yalınız elverir. Zatına ey merd-i hakayık-şinas Yol bulamaz değme tasavvur kıyas Halime koyver ki beni dolmuşum! Merdüm idin dide-i ahbabda Şu’le idin meclis-i ashabda Söyle niçin zulmete kaçtın aziz? Böyle neden olmalı merdüm-giriz? Elverir artık bu kadar ihticab Bir görün ey nur ki halim harab! Aşık-ı hicran-zedenin derdi çok; Derdine derman olacak ferd yok; Her nereye baksam olur ru-nüma: Ye’simi teşdid edecek bir bela. Leyl-i mesaib gibi muzlim günüm Gel de elimden tutuver düşkünüm! Tayfına kani’ değilim sadece Olsa kudumün ne olur bir gece. Nerdesin ey yar-ı cela’il-penah. Hangi magarib sana aram-gah? Ruh sebük-seyr eden sen var iken Şimdi ağır bir yüke girmiş beden. Uzleti ettin edeli ihtiyar Kuşe-güzin olmaya verdim karar. Alem-i vahdette bütün hatıram. Hatıran ey yar-ı ilahi-şiyem. Tayf-ı latifin gelerek gizlice Ruhumu pür-cuş kılar her gece! Sonra o cezbeyle geçer gündüzüm Görmez olur bir yeri artık gözüm. Bak haberim yok meğer olmuş bahar. Eylemiş afakı bütün lem’a-dar! Kisve-i hadraya bürünmüş cihan Didede hem-reng-i sema hakdan. Feyz ile meşbu’ bütün kainat. Aleme gelmiş yeniden bir hayat. Fıtratı bidar görünce nigah Sandım açılmış seher-i intibah! Sema safa-yı ruha bir misal-i lem’a-bardır; Zemin ikinci bir hayat içinde cilvekardır. Saba da nefha nefh-i sur ile hem-iktidardır: Sera’ir-i nüşur her taraftan aşikardır! Çemen çiçekleriyle ol zaman ki mevcedardır Gören sanır köpüklü bir latif cuy-bardır. Yemine bak yesara bak nukuştur nigardır Riyazdır hıyazdır feza-yı lale-zardır Kenar-ı selsebildir menah-ı bi-karardır. Şu cuş-ı feyzden nasib alan ne bahtiyardır! Gönül nasıl durur ki dem dem-i tarab-medardır: Bahardır bahardır bahardır bahardır! Tasvir-i Efkar’ın Tanin’e cevabı: Tasvir-i Efkar – Hükumetin gerek Taksim Kışlası ve gerek Ta’limhanesi gibi kıymetdar binaları satılığa çıkardığından hiçbirimizin haberi yoktu. Fakat en garibi Beyoğlu’nun müntehasını şehir dahili addetmek ve onda da bir hikmet tasavvur edememek fıkrasının bir kaziye-i müselleme şeklinde esbab-ı mucibe-i bey’den add ü irad edilmesidir. Dünyanın en büyük millet-i müsellahası olan Prusyalıların payitahtına zannederim bu defaki Avrupa seyahatlerinde Cavid Bey de uğramıştır. Vakıa müessesat-ı sarrafiyyeleri devr ü ziyaretten vakit bulamamaları melhuz ise de Berlin’in emakin-i askeriyyesi de öyle göze görünmeyecek gibi hücra yerlerde değildir. Binaenaleyh insan görmemek için gözünü kapamadıktan sonra her kim olsa görür. Müşarun-ileyh hazretlerinin yerinde biz olsa idik bu gibi menafi’-i askeriyyeyi daima taht-ı vücubda tutarak tekemmülat-ı harbiyyesine bu mes’elede ikaz ederdik. Çünkü Berlin’deki askeri kışlalarıyla ta’limgahlarının bulunduğu yerler şehir içinde ve etrafındaki şedadi binalara nazaran arsalar fevkalade kıymettedir. Hatta Blade Rocher Bankası’na metre murabba’ında bir pavyon ilavesi için komşusunun bahçesine bin lemiş olduğu meşhurdur. Maamafih Taksim Kışlası Beyoğlu’nun re’s-i mahallatında bir bina-yı muhteşemdir ki yar u ağyara karşı miknet-i askeriyyemizi temsil ile Avrupa’da ikinci bir millet-i müselleha olan Osmanlılara Nizam-ı Cedidi Asakir-i Mansure-i Muhammediyye namıyla icad ve tevdi’ etmiş olan Sultan Mahmud-ı Sani’nin ma’nen ve maddeten şeklen ve şarkan kıymetdar bir yadigarıdır. Hükumet-i Osmaniyye maazallahu Teala dereke-i iflasa inmiş olsa bile böyle bir kıymet-i tarihiyyeyi haiz bina-yı askerisini bir alayın birkaç aylık levazımına kifayet edebilecek beş on altına değil cihan hazineleri mukabilinde feda etmemek iktiza eder. Zannımıza kalırsa Cavid Bey Londra’ya da gitmiş idi. Londra’ya gidenler City’yi elbette ziyaret eder. Ba-husus İngiltere Bankası’nın kain olduğu bir mahaldir. İşte o City’de ahşab ve haylice cesim ve bununla beraber gerek mi’mariyat ve gerek letafet nokta-i nazarından adeta sakıl addolunacak bir bina var. City’de ise arsaların beher metresi larla indirasdan muhafaza etmektedir. Çünkü bir kıymet-i tarihiyyesi bir an’ane-i milliyyesi vardır. Tanin – “Şu izahattan anlaşılır ki Taksim Ta’limhanesi ve Kışlası niçin satılıyor? Demek hele bir meb’us için gayr-ı kabil-i avf bir eser-i gaflettir. Bu aynı zamanda bir de gazeteci olur ve künhüne muttali’ olması icab eden mes’eleyi böyle tahrif ederse artık ne deneceğinin ta’yinini kari’lerimize bırakırız.” Tasvir-i Efkar – Izahat denilen şey “Kışla ve Ta’limhane’nin şehir dahilinde bulunmasında hiçbir hikmet mutasavver olmadığı” kaziyye-i gayr-ı müsellemesidir. Onun cevabını Aynı zamanda hem gazeteci hem de meb’us olmamış olsa idik belki bu hakıkati söyleyebilmekte duçar-ı tereddüd olurduk. Binaenaleyh “tahrif” kelimesi beyan-ı hakıkatte değil ihfa-yı hakıkatte isti’male salihtir. Refik-i muhteremimize hürmetimiz vardır. Çünkü evlad-ı vatanın terbiyeten ma’rifeten hamiyeten edeben irfanen hüsn-i iştihara malik evladlarındandır. Bu cihetle “tahrif”in tazammun ettiği ma’nayı da onun müsnedün ileyhini de düşünerek isti’mal etmeleri lazım gelir. Bu takdire göre “tahrif”te tasavvur ettikleri ma’nayı tamamiyle kendilerine iade ederiz. Biz muharrif ve binaenaleyh müfteri değiliz. Çünkü tahrif min ciheti’l-ma’na Biz sakımeden tenzih-i nefs ederiz. Tanin – “Müzayede tecdid ve temdid edildi. Nihayet en muvafık teklifte bulunan hey’et-i maliyye ile itilaf husule geldi. Birkaç güne kadar da ferağ icra edilmek üzere olduğunu haber alıyoruz.” Tasvir-i Efkar – Müzayedenin tecdid ve temdid edildiğini yani tekerrürünü isbat etmek lazım gelir. Saniyen birkaç güne kadar ferağ icra edilmek üzere olduğu rivayeti biz de Fakat me’mul etmeyiz ki Defter-i Hakani Nezareti bu muamele-i ferağiyyeyi öyle hod-be-hod icra edip de bir millet-i muazzamanın mefahir-i askeriyyesinden bir mühimme-i tarihiyyenin izaasına cesaret edebilsin. Eğer ederse aşk olsun. Tanin – “Şirket arsanın ferağ harcını ! arazi vergisini ! vereceği gibi inşa edeceği dört beş yüz bin liralık emlakın da vergisini ayrıca te’diye edecektir.” Tasvir-i Efkar – Ne Mürüvvet! Ne semahat! Ne kerem… Acaba hükumet niçin ferağ harcını avf etmemiş? Niçin arazi vergisini almak gibi bir hasislik gösterecekmiş. Bahusus beş yüz bin liralık emlakın vergisi ne kıymet teşkil eder ki istifaya değeri olsun. Hakıkaten şu yukarıki temhidat ebleh-firibaneye bakıp da hayret etmemek kabil değildir. Bu ne tuhaf şey ferağ harcı vermek arazi vergisi te’diye etmek emlakın vergilerini gayr-ı melhuze gibi telakkı edip de kimi müsterih etmek Tanin – “Hükumet peşin olarak bin lira alıyor. Yüz bin liralık hisse senedi ahz ediyor ve bu suretle karın sekizde birine iştirak ediyor.” Tasvir-i Efkar – İşte yukarıda ashab-ı mütala’aya balmumu yapıştırmalarını tavsiyede bulunduğumuz bahsin hikmeti bu idi. Cavid Beyefendi bin lirayı o zaman az görmüş düşünmüş taşınmış buna bin lira daha zam etmeli demiş. Nihayet Taksim Kışlası’yla Meydanı hatıra gelmiş. Onu düsturu’l-iktisad nakden elde edilecek meblağa i’tibar ve liralık hisse senedatını dahil-i hesab etmemiş. nakid ve bin liralık tahvil ile reside-i hüsn-i hitam olmuş. Allah bayi’ olan hükumet-i muazzama-i Osmaniyye’de müşteri olan Salem ve Menasche Efendilere de hayırlı etsin. Hüseyin Hilmi Paşa’nın sadareti esnasında Macaristan’dan bir hey’et-i sarrafiyye bu mahalli iştira için yedi yüz elli bin lira bedel i’ta ve hükumet-i Osmaniyye’ye cüz’i bir faizle ayrıca üç milyon lira ikraz etmeyi teklif eylemişse de o vakit Harbiye Nezareti tarafından suret-i kat’iyyede reddedilmiş Tanin – “Eğer Tasvir-i Efkar satılan bedelini ucuz görüp de daha fazla veriyorsa henüz vakittir buyursun.” Tasvir-i Efkar – Tasvir-i Efkar yesar ve iktidarca tarafeyn-i akıdeynden olmamakla beraber henüz menzile-i Ta nin ’e vasıl olacak kadar bahtiyar olmadığından bu hıyar-ı şirayı refikine terk ile keff-i yedi ihtiyar eder. Bu hafta çıkan Sıratımüstakım refikımız Taksim Kışla ve Ta’limhanesi’nin füruhtuna dair Tasvir-i Efkar ve Tanin tarafından yazılan makaleleri aynen naklettikten sonra altına kendi mülahazatını da ilave ederek bu işin aleyhinde bulunuyor. Sıratımüstakım refikımız işi “mantık” ile muhakeme ediyor. Fakat mantık öyle bir yoldur ki sizi nereden hareket ederseniz ona göre bir neticeye götürür. İlk aldığınız istikamet yanlış olursa varacağınız nokta da aradığınız hakıkatten pek uzak bulunur. İşte Sıratımüstakım refikımızın bu mes’eledeki hatası bundan ibarettir. Faraza diyor ki: Bu Kışla ve Ta’limhane’nin bey’ine me’zuniyet bulunsa bile emval-i mezkurenin gabn-i fahiş ile ferağı ruhsatını tazammun etmez. çıktıktan sonra ta’kıb ettiği istikamet pek doğrudur. Fakat ne çare ki daha ibtidasından yanlış yol tutmuştur. Çünkü evvel-emirde mes’elede “gabn-i fahiş” bulunduğunu isbat etmesi sonra bütün o sonraki güzel kıyasların suğra ve kübraların neticelerin hükmü nazar-firib bir serab olmaktan öteye geçemez. Sıratımüstakım’in bütün muhakemesi dönüp dolaşıp gabn-i fahiş mes’elesine geliyor. Görülüyor ki bütün i’tirazların temel taşı budur. Bu temel taşı ise hayalden ibaret! Faraza diyor ki: çıkarmak lazım geliyorsa yapılacak şey ferağı bedel-i misil den pek ziyade dun bulunduğunu Tanin refikımız da ima ediyor. Burada “mantık” bütün mantıksızlığa varmıştır. Çünkü biz bedel-i misilinin pek ziyade değil alel-ade dun bulunduğunu bile ima etmedik. Bu bahis için üç sahife yer tahsis eden refikımız hangi sözlerle bu imayı yapmış olduğumuzu Satılacak yer için verilen meblağı bedel-i misilden dun bulsa idik hiçbir zaman bunun satılmasını tervic etmezdik. Arsayı alacak şirket bir metre murabba’ına beş lira sarf edecektir. Arsanın parça parça elden çıkarılması için seneler geçeceğinden toptan verilen yüzbinlerce liranın faizi de bir taraftan fiyata inzımam eyleyecektir. Diğer taraftan karın sekizde birine hükumet iştirak edecektir. Binaenaleyh biz bu fiyatı pek muvafık buluyoruz. Bilmem kimin Hilmi Paşa sadaretinde yedi yüz bin lira teklif ettiğine dair Tasvir-i Efkar tarafından ilk makaleden bir rülmediği için sükut geçilen rivayeti bu gabn-i fahiş iddiası münasebetiyle tahattur ettiğimizden bu noktadaki hakıkati de bildirelim. Evvela Cavid Bey’e sorduk. Böyle bir tekliften haberim yoktur dedi. Hilmi Paşa kabinesinde ilk Maliye Nazırı olan Rıfat Beyefendi’ye sorduk. Böyle bir şey bilmiyorum cevabını verdi. Bunun üzerine Hilmi Paşa’yı gördük öyle bir iş vardı. Fakat benim zamanımda değil Kamil Paşa vaktinde edip anlayalım dedi. Ali Rıza Paşa’yı bulduk bir gün Meclis-i Vükela’da Kamil Paşa’nın bir istikraz teklifiyle karışık olarak Taksim Kışla ve arsasının füruhtu hakkında bir talep vuku’ bulduğundan bahsettiğini Meclis-i Vükela’da müzakere cereyan ettiğini fakat Taksim için teklif olunan meblağın üç yüz bin lira mı yoksa daha ziyade mi olduğunu tahattur edemediğini söyledi. Meşrutiyetin ilk zamanlarında Türkiye için imtiyaz yağması devresi hulul edeceğine zahib olan ne kadar kapkaç takımı varsa hep şehrimize dökülmüşlerdi. Bunlardan biri de böyle bir teklifte bulunmuş olacak. Ciddi bir müracaat olsa idi Kamil Paşa kabinesi tarafından yahud muahharan Hilmi Paşa kabinesi tarafından bir neticeye iktiran ettirilirdi. olduğunu i’lan ettikten sonra bu müracaat tekerrür eylerdi. Görülüyor ki refik-ı muhteremimiz muamelede gabn-i fahiş bulunduğuna dair olan nokta-i nazarımızdan maadasını tamamiyle mantıkı ve muvafık-ı hakk u hakıkat buluyor. Teslim-i hak yolundaki şu hüsn-i niyyete teşekkür ederiz. Artık kaide-i münazara icabınca gabn-i fahiş hakkındaki da’vamızı isbat bize düşüyor. Refikimizi ikrarıyla ilzam edeceğiz yani Kışla ve Ta’limhanenin kıymet ve makadir-i hakıkıyyesini mevzu’-i bahs etmeyerek refikımızın beyan eylediği makadir ve kıymetin kabulü halinde bile muamelede gabn-i fahiş bulunduğunu isbat eyleyeceğiz. Refikimiz ferağı tekarrür eden arazinin mikdarını bin metre murabba’ı ve beher metre murabba’ın kıymetini beş lira olarak kabul ediyor. Bu mikdar ve kıymeti esas ittihaz edersek mecmu’-i arazinin bedel-i mislini bin lira buluruz. Akarda gabn-i fahiş nisbeti humstur Mecelle’de sarihtir. Bu meblağın humsu bin lira eder. Tenzil halinde elde bin lira kalır ki şu meblağ bedel-i ferağ farz olunsa ferağın gabn-i fahiş ile yapıldığı anlaşılır. Halbuki yüz bin lirası hisse kağıdı olmak üzere dört yüz bin liraya ferağın tekarrür ettiğini yine refikımız haber veriyor. bin liraya tefvizde gabn-i fahiş bulunursa dört yüz bin lirada gabn-i fahiş yoktur demek nasıl bilmeliyiz ki doğru olabilir. muamelesinde mü’essirat-ı kanuniyyeden olamaz. Fakat buna karşı refikımız ihtimal ki şu bin metre murabba’ından elli iki bin metre murabba’ının ihtiyacat-ı amme tir. Bu ihtimali de tedkık edelim: Maliye Nezareti’nin bugün muhatı bulunduğu zaruret-i mübreme ile halkın ihtiyacat-ı medeniyyesini mukayese suretiyle tahakkuk edecek maslahat üzerine terk muamelesinin cevazı kanunen şayan-ı nazar olmakla beraber tercihi halinde bile terk olunacak kısım elli iki bin metre murabba’ından yor şu hesap ile elde yüz bin metre murabba’ı kalıyor ki yine refikımızın beyan eylediği kıymete göre beş yüz bin lira tutar. Humsu olan yüz bin liranın tenzili halinde kalacak olan dört yüz bin lira tam gabn-i fahiş derecesinde noksan bir bedel-i ferağdır. Refik-i muhteremimizin bize karşı tahdidde bulunduğu Makalenin tarz-ı tahririnden muharrirce noksan bedel esas ittihaz olunarak ona göre müdafaada bulunduğuna delalet eder kara’in görmüş ve bu kara’inin hey’et-i umumiyyesini bu noksan bedel için bir ima telakkı eylemiş idik. Refikimiz zahib olduğumuz maksadı şimdiki makalesiyle sarahaten nefyettiğinden ve sarahat mukabelesinde delalete ta’dad mecburiyeti ber-taraf olmuştur. Maamafih refikımızın tahaddi-i mütehakkimanesine karşı makale-i sabıkasından tıyla ta’dadını münasib görüyoruz: vid Bey’in bile nazar-ı dikkatini celbederek bedelat-ı umumiyyenin mehma emken dokuz yüz bin liraya iblağ edildiğinin Tasvir-i Efkar’ın taaruzuna karşı istitraden beyan olunmasındaki sa’ik. teberri. dolayı i’tizar. duğu halde bedel-i misli bulamamış olduğunu dolayısıyla olan hasb-i hal. hissesi olmak üzere dört yüz bin lira mukabilinde ferağın tekarrür ettiğini beyan. dırım ve bahçe te’sisi için lüzum-ı sarfı tekarrür eden yüz bin liraya ve mesarif-i ferağiyye ve vergilere iştiraki tabii bulunduğundan burası meskutun-anh bırakılarak beher metre murabba’ına beş lira isabet etmekte olduğunu iddia. Muhterem Maliye Nazırımız Cavid Beyefendi hazretlerinden Taksim’deki arsalar kıymetine nazaran bu arazi parça parça satılırsa tutacağı meblağ hakkında iki sene mukaddemki tahminleri sorulacak olursa kaviyen ümid ettiğimiz vechile alacakları cevap; mantıkı mülahazalar diye tavsif olunan mütalaalarımızdan şüphesiz ki refikımız için daha kana’at-bahş olacaktır. Maamafih bugün müşarun-ileyhin de mütalaaları ne merkezde olursa olsun bi-garaz ehl-i vukufun raporu neşrolununcaya kadar Taksim Kışla ve Ta’limhanesi’nin dört yüz bin lira mukabilinde ferağına gabn-i fahişe mukarin muamele nazarıyla bakmakta ma’zurdur. Fuhul-i ulema-i Osmaniyye içinde ihata-i ilmiyyeleriyle müşarü’l-benan olan Fenari Molla Hüsrev Molla Hayali Hocazade İbni Kemal Ebussuud Zenbilli Molla Lütfi gibi birinci tabakayı teşkil eden fuzala-yı be-namdan sonra ikinci tabakayı teşkil eden zümre-i ulemanın el-hak mütemeyyizlerinden fazıl edib zü-fünun bir zat-ı fazilet-simattır. tarihinde Rumeli Yenişehiri’nde tevellüdle ma’lumat-ı ibtidaiyyesini “Taş Mektep” namıyla yad edilen darü’t-ta’limde ba’de’l-ikmal arzu-yı tahsil-i kemal ile bir hayli seyahatten sonra Mekke-i Mükerreme’ye gidip yedi sene mücaveret ve dil-hahı gibi o belde-i mukaddesedeki efazıldan ulum-ı aliyye tahsiline bezl-i makderet ederek bu vech ile Huda-pesendane mazhar oldu. Bu avan-ı feyz-iktiranda sadat-ı Nakşibendiyye kübrasından Yekdest Hoca Ahmed Cüryani’den ahz-ı feyz-i tarikat eyledi. Ba’dehu İstanbul’a avdetle mahza ifa-yı vezaif-i şer’iyye nech-i şer’-i şerif ihkak-ı hak ve temşiyet-i umur-ı ibad-ı Rabbü’l-felak eyleyip bu vazife-i mühimmeyi de ifadan sonra Cami’-i Şerifi’nde ulum-ı aliyye tedrisiyle beraber bir taraftan da te’lif-i asara sa’y ü himmet ve bu yolda güzarende-i evkat iken [ ] tarihinde dar-ı bekaya rıhlet etti ve kütüb-i mevcudesini kable’l-vefat Fatih Karakolhanesi arkasında bina-kerdesi olan kargir kütüphaneye vakf u teberru’ etmişti. Kendisi de kütüphanesi avlusunda defin-i hak-i gufrandır. Yakın zamana kadar erbab-ı mütala’aya açık olan bu kütüphane [ ] tarihindeki hareket-i arzdan sakatlandığı için havi olduğu kitaplar Kütüphane-i Umumi’ye nakledilmiştir. Maatteessüf bugüne kadar asarından hiçbirinin tab’ına himmet olunmadığından haiz olduğu kudret-i ilmiyyesi derecesinde beyne’l-ulema iktisab-ı sıyt u şöhret edememiştir. Kütüb-i mevcudesi arasında destres olabildiğim müellefatı ber-vech-i atidir: Hadis-i Kudsi Şerhi’ne Dair Eser-i Ali Tefsir-i Kadi Havaşisi’nden Isam’a Haşiye Şerh-i Makasıd’a Haşiye Mir’at’a Haşiye Bircendi’ye Haşiye Tasdikat’a Haşiye Hüseyniye’ye Haşiye Kul Ahmed’e Haşiye Adab-ı Miri’ye Haşiye Kadızade’nin Çağmini Şerhi’ne Haşiye Taşköprü’ye Haşiye asından geçirdiği kütüb-i adideden pek çoğuna da ta’likatı olduğu müşahede olunmaktadır. – – Şu son senelerde alem-i İslam’ı baştanbaşa tedkık tetebbu’ edecek olursak her tarafça bir intibahın bir hareketin cereyanını görüyoruz. Bu cereyan şimdiye kadar tarih-i kil edecektir. On dördüncü asr-ı hicri devre-i cedid-i İslamiyyan’ın mebde’i olduğunu müslümanların ataleti terk ederek şahrah-ı terakkı ve tealiye hatve-endaz bulunduğunu nesl-i ati tarih sahifelerinde okuyarak takdir ve tebcil edecektir. Bahr-i Muhit-i Atlasi’den Bahr-i Muhit-i Kebir’e kadar ayrı ayrı tetebbu’ ve edvar-ı maziyyeleriyle şu asır içindeki hayat-ı hazıralarını mukayese edecek olursak mutlaka bir bulunduğunu derhal i’tiraf ederiz. Fas’ın tarihinde tesadüf edilmeyecek vukuat geçiriyor. Milletine sarf edecek olan mesaiyi şahsına keyfine sarf eden Mevla Abdülazizleri idare başından kovuyor vatanı yutmak hevesine düşen ecanibe bir hiss-i nefret hasıl oluyor kuvve-i askeriyyenin tanzimi ıslahat-ı umumiyye-i memleketin husulü için birtakım teşebbüsat-ı nafiada bulunuyor. Vatan ve memleketin muhafazasına aid fedakarlıklardan çekinilmiyor. Mevla Abdülhafiz gibi terakkı ve teali-i İslam tarafdarı olan bir zat-ı muhtereme biat ediliyor. Merkez-i Hilafet ile sıkı revabıt idamesi düşünülerek el-Cezire Muahedesi’ne rağmen din kardeşliği hiss-i ulvisiyle tanzim-i idare-i askeriyye yesinde hemen harita-i cihandan Fas’ın mahvolup gideceği bir zamanda Merkez-i Hilafet donanmalarının o Mağrib-i Aksa’da bulunan din kardeşlerini bir mevt-i muhakkaktan kurtarmak için koştuğu Fas Hükumet-i İslamiyyesi’ni ihya ederek taht-ı cenah-ı Hilafet’ine aldığı tahattur ediliyor. Ve bunun ihyası için samimi emeller ibraz olunuyor. Yine bu asır içinde Cezayir müslümanları on üçüncü asr-ı hicrinin nısf-ı ahirinden beri Fransızlar tarafından tatbik edilmekte olan kavaninin kendilerini ne gibi bir varta-i felakete sevk edeceğini anlamış bulunduklarından hukuk-ı meşrualarının takım tedabir-i muslihanede bulundular. Birçok mekatibin küşadı için sarf-ı mesai ederek Fransızlardan sirayet etmiş ve etmekte bulunan ahlaksızlığın önünü almaya gayret etmektedirler. Tunus Emaret-i İslamiyyesi’nde asar-ı intibah daha ziyade meşhuddur. Şu asr-ı terakkıde muntazam mekteplerin matbaaların küşadı efkar-ı umumiyye-i İslamiyye üzerine güzel bir his uyandırmaya başlamıştır. Çad Gölü havzalarında olan hükumat kabail-i İslamiyye’nin şu son günlerde göstermekte oldukları celadet ve şecaat Sahra-yı Kebir İslamlarını bir timsah derekesinde görmeyenlerin gözünü kamaştıracak bir surette olduğundan oralarda bulunan din kardeşlerimizde de mutlaka bir intibahın vücudu muhakkaktır. Yine Nil vadilerinde yaşayan Mısırlı kardeşlerimizin şu asır içinde görmüş oldukları terakkıyat rüchaniyeti kazanacak bir raddededir. Ba-husus Mısır’ın tahlisi zımnında cereyan etmekte olan hissiyat-ı vatanperverane büyük takdirlere seza-vardır. Bilhassa Mısır matbuat-ı İslamiyyesi’nin terakkıyatı değil Mısırlıları belki alem-i İslam’ın kısm-ı mühimmini tenvir etmiştir. Hizbu’l-vatanilerin ibraz etmekte oldukları hamiyet-i İslamiyyet’in ve vatana göstermekte oldukları mesai ve kıt’a-i mübarekede intibah-ı İslam’ın ne kadar ileri gittiğini irae etmektedir. Rusya İslamlarının şu karn-ı mes’udda terakkıyat ve tekemmülata doğru atmış oldukları adımlar ne kadar süratli olduğu vareste-i izahtır. On beş yirmi senede vücuda getirdikleri binlerce mekatib-i muntazama müessesat-ı ilmiyye akıllara hayret verecek bir tarzdadır. Bunca müeessesat mekatib hep kise-i hamiyyet-i milliyyeden olmuştur. Hazine-i hükumetin hiçbir muavenet hiçbir müzaheretiyle vücuda gelmemiştir. Adedi yirmi bini tecavüz eden müessesat-ı ilmiyye; yine hamiyyet-i milliyye ile idare olunmakta ve günden güne taht-ı intizama konulmaktadır. Diğer taraftan yüzlerce matbaalarla Rusya İslamlarının intibahı için ne kadar ceraid ve resail neşretmekte olduğunu bir kere tefekkür edecek olursak bu; Rusya’daki din kardeşlerimizin arasında sokulmuş olan intibahın ne derecelerde azim bulunduğunu derhal teslim ederiz. Yine on dördüncü asır evailinden beri İran’da hükümferma olmakta olan intibahın neticesi değil midir ki İranlı kardeşlerimiz beş sene kadar memleketin ıslah ve intizamını mucib olacak olan meşrutiyet için kan döktüler. İslam’ın yen camileri medreseleri top ile yeksan etmeye kadar cür’et gösteren Muhammed Alileri koğdular. İran matbuat-ı İslamiyyesi’nin siyat-ı İslamiyye ile memlu makaleleri sair matbuat-ı İslamiyye’den ziyade olduğundan İran zemininde olan intibah pek ulvi bir surettedir. Bilhassa İran ulema-yı İslamiyyesi’nin fikren terakkı ve intibahları hayli şayan-ı memnuniyyet bir tarzdadır. Fikren pek çok terakkı etmişler. Hatta mücahidin-i hürriyyetin pişvaları ekseriya ulema bulunmuşlardır. Bugün bile ecanibin her türlü ta’arruzat-ı hukuk-şikenanesine karşı memleketi vatanı istiklali hürriyeti muhafaza ve sıyanet etmek üzere İran’da vücuda gelen ve gelmekte olan harekat; hep o hey’et-i ilmiyye vasıta-i aliyyesiyle husul bulmaktadır. Yine şu asr-ı mes’ud içinde Afgan hükumet-i İslamiyyesi’nin tekamül-i medeniyyeye hatve-endaz olduğu müşahede olunacaktır. Dahi-i muhterem emir-i merhum Abdurrahman Han’ın vasiyet-i hakimanesine tebeiyyet gösteren Habibullah Han hazretlerinin devre-i hükümdarisinden beri Afganistan’da hafi aleni husule gelen ve ruh-ı İslamiyyet ile meşbu olan intibahın cevelanını görüyoruz. Darü’l-Hilafe’ye karşı olan temayül-i şedidin cereyanını Afgan kavminde ve hükumetinde daha müessir bir surette leket azade kalmış olsa idi bugün Darü’l-Hilafe’ye karşı olan merbutiyeti daha başka bir şekilde bulunurdu. Maamafih Afganistan ıslahat muallimlerinin ve müdirlerinin Darü’l-Hilafe’den gitmiş zevat-ı muhtereme bulunmasından günden güne terakkı teali-i vatana olan sarf-ı mesailerinden bu hükumet ve memleket-i İslamiyye’de olan Eskiden beri İslamları ittihad-ı İslam ve İslamiyet politikalarıyla ezmek kıvrandırmak isteyen muhasamat-ı adideleriyle varmıştır. Hülyaları ümidleriyle çırpınan dur-bin-i siyasetlerini ren vesile-i siyasetleriyle İslam hükumetlerini taksim eden Avrupa diplomatları hala mı ittihad-ı İslam sözlerinde tezvirat-ı şedide-i hanuman-suzanelerinde sabit-kadem olup duracaklar?.. Hala mı cami’a-i Nasraniyyet’e gizlenip zavallı ma’sum saf kalpli İslamları ittihad-ı İslam politikalarıyla ezecekler?.. hall ü tesviyesi zamanında İslamiyet’in me’luf olduğu secaya-yı ulviyyeyi taassub mugalatatıyla boğan İslamlar ezelden beri mutaassıb barbar bir millet-i ser-gerdedir demekten çekinmeyen Avrupa diplomatlarının bu derece zulm ü gadrları neden neş’et ettiğini şimdiye kadar anlamayan bir müslüman ve bazı insaniyet hissiyat-ı ber-güzidesiyle damarları kaynamış beyinleri taharri-i hakıkat ve insaniyyette yıpranmış müstesna Avrupa misyonerleri de kalmamıştır. Rus hükümdaran-ı cihan-didelerinden tut da ta Napolyon Bonapart’lara kadar; sirayet eden İslamiyet’e tecavüz politikası el-an devam etmekte ve sırası düştükçe re’yü’l-ayn müşahede edilmekte olduğu halde biz İslamlara “alem-i insaniyyet vücudları sarsılmayan efsunkar Avrupa diplomatlarına söyleyecek bir söz bulamıyorum da “bu dünya size de kalmaz” demeyi münasib görüyorum. Rusların hükumdar-ı zi-şanı Deli Petro’nun nesayih-i hükümdaranesi hatırlarda menkuş olduğu gibi tarihlerde de mevcuddur. Deli Petro’dan sonra selefi [halefi] olan İkinci Katerina’nın Avusturya İmparatoru İkinci Joseph ile vaki’ olan müzakerat ve muhaberatı meydandadır. Öteden beri İslam hükumetlerinin en şevketli ve azametli sayılan Devlet-i Aliyye’ye karşı beslenen fikirler güdülen hisler ma’lumu i’lam kabilinden olduğunu bildiğimizden ara sırada ittihad-ı İslam’ı vesile-i fırsat bilerek hafi hafi oynanmakta olan “ittihad-ı Nasraniyyet” komedyasına bir türlü aklımızı erdiremiyoruz zann-ı vahisinde bulunan Avrupa hurde-bin siyasiyyunu emin olmalıdırlar ki artık İslamlar alem-i insaniyyet için çalışan dostlarını yakınen vazıhan anlamışlardır. Ve anladıklarındandır ki taassub-ı vicdaniyyelerini icab ettiren; bu halat-ı müessifeye karşı avaz-ı istimdadkarane-i ma’sumanede ağlamakta kalbleri ateşin feryadlarla titremekte vicdanları mahviyetkarane indirilen darabat-ı ciğer-suzaneden dolayı bir daha dinmemek üzere günden güne kanamakta hatta cerahatlanmaktadır. İttihad-ı İslam maksadıyla ezilmekte olan zavallı İslamlarda ittihad-ı efkar bile husule gelemeyecektir!.. Avrupalıların; bu ithamat-ı mütevaliye-i dostane!lerine dayanamayıp o gün her dakika hatta her lahza te’sirat-ı şedide-i mahrumiyyet-karanelerinden İslamların ölümle hayat arasında çarpıştıklarını Avrupalılar ilhamat-ı insaniyyet-perverane re meyeceği ulviyet-i vicdaniyyelerini medeniyet toplarıyla kuvvetleriyle ezilen İslamlara açarak gösterseler de artık yelerine tecavüzü vicdanen insaniyeten redd ve kabul etmeseler; şüphesiz harekat-ı insaniyyet ve vicdanlarıyla bütün kürre-i musanna’a üzerinde mütavattın ve mütemekkin olurlar. Hiç olmazsa haksızlığın cezasız kalmayacağını Avrupa diplomatları kafalarına sığdırsalar dünyaları velvele-i medeniyyetle sarsmak için te’ab olunan beyinlerini bir parça yorsalar da anlasalar ati için vücudu unutulmaz bir hazırlıkta bulunmuş olurlar. Yukarıdan beri söylediğim düşünceleri bana ilka eden his çektiklerimizin gırtlağa kadar geldiği hatta şu zamanlarda gırtlağı da tecavüz ettiği içindir!.. Avrupalılar İslamların tarihlerini okuyup da mı; bu feryad-ı gayr-ı muhikkanelerinde ateş-feşan-ı gayret oluyorlar?.. Aceb! Endülüs Devlet-i İslamiyyesi’ni kan selleri içinde boğmak emel ve gayretiyle ortaya atılıp işe başlayan ve sonunda muvaffak olan İspanyol mezalimine karşı mehabet ve saltanatıyla oldukça ortalığa velvele-resan-ı dehşet olan Osmanlı hükümdarlarından Sultan Yıldırım Bayezid’dan Endülüs Devlet-i İslamiyyesi’nin talep ettiği mu’avenet-i İslamiyye mi icra olunabildi?.. Melibar hükümdarı Sultan Ali’den sonra taht-ı hükümdariye geçen Bibi hükümdarının Hamid-i Evvel zamanındaki mütalebatı mı is’af olundu? Eğer bu mütalebat icra edilse idi bugün Hindistan’da İngiliz Fransız Portekiz boyundurukları altında günden güne takatleri kalmayan vicdanları kararan kalpleri neşr-i zehr-nakla kanatılan Hindliler Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin taht-ı hükümranisinde bulunacaktı! Vah esefa ki!.. İttihad-ı İslam’a benzeyen ittifak-ı İslamiyye’ye tarihlerde pek az tesadüf edilir. Mağrib sultanı Sultan Muhammed’in Sultan Mustafa-yı Salis’e gönderdiği hedaya-yı nefise ve mukabilen nail olduğu hedaya-yı cemileye tekrar bir nişane-i teşekkür olmak üzere Cezayir valisi vasıtasıyla Devlet-i Osmaniyye’ye gönderip de ve Cezayir valisi tarafından getirilmeyen zırhlıları tarih-i Osmani bir hatt-ı zerrin ile yazacak ve Cezayir vali-i habaset-aludunu da dünyalar durdukça isa’et-i ahvaliyle tel’in edecektir! karşı hiç denecek mertebede gayret-i dindaranede bulunan Binaenaleyh tarihlerin bile nadiren tesadüf ettiği ittihad-ı lıların ittihad-ı İslam’ı ikide birde zikretmeleri insanı hayretlere gark ediyor!.. Eğer İslamlarda ittihad-ı İslam’a yanaşan Bundan böyle ittihad-ı İslam’ın İslamlarda vücudunu görmek bir hayal-i ham şekline munkalib olduğunu pekala larını dostluğa insaniyyet-perverliğe tebdil etseler de bütün diyerek büyük bir nefes almış olsalar fena olmayacak! Bugün Avrupalıların isr-i hareketlerine kapılan o vadide fikirlenen Bulgarlar da antereslerine vurulan bir darbe-i ticariyyeden dolayı ağızlarını cehennem külhanı gibi açtılar Bulgaristan’da bütün İslamları yutmak kavurmak istiyorlar; bu celi hakıkatler karşısında insanın yüreğinin bağı kuvarıyor! Türkiye ile akdolunması beklenen ticaret muahedesinin duçar-ı sekte olduğunu ve Bulgarların menafi-i zatiyyelerine muvafık bir surette halledildiğini gören Bulgarlar küçüğünden büyüğüne kadar bir burkan-ı hevl-nak gibi ağızlarından ateş fışkırtıyorlar; bu mes’ele-i ticariyyeden dolayı balta asacak balta vuracak istinad-gah taharrisinde devam ederek muhasemat-ı şedidelerini zehr-nak yılanlar gibi rast geldikleri Rusçuk Rüşdiye Müdiri’yle Vidin Rüşdiye Müdiri’ne vurulan darbe-i ihanet hatırlarda olduğu gibi bugün de aciz Dobriç Rüştiye Müdiri’ne de aynı sille-i te’dib atıldı! Evet! Bulgaristanlı bulunduğuma aid evrak-ı resmiyye tedarik edilip maarif ministerliğinden tasdik olunup gelinceye kadar bir emr-i müfettişane ile azledildim. Sene başında mekteb-i rüşdiyyemizi teftişe gelen bir Bulgar müfettişinin söylediği vechile Ben Türkiye’den Dobriç’teki İslamları propaganda için gelmiş ve birçok İslamları propaganda ile bütün mevcudiyetimle teaccüb etmiştim. yet taslıyorlar da gizli gizli perde altında Makedonya’da çevirdikleri entrikaları kimseler görmüyor zann-ı vahisinde bulunuyorlar! Milliyet Hıristiyaniyet fikirlerini insan gelip Bulgarlarda görmeli öğrenmelidir!.. Mekteplerinde milliyet derslerini pek acıklı bir surette tedris ettiren adeta İslamları bir vahşi hayvan mertebesinde öğreten Bulgarlar emin olsunlar ki İslamlarda bu fikirlere vakıf olmayanlar kalmamıştır! Bulgar mekteplerinde muallimlerin Bulgar çocuklarına verdikleri milliyet ve ta’assub-ı hissiyyeden dolayıdır ki sokaklarda rast geldikleri İslamlara “Gajal” tahkırlerini bilaperva yağdırıyorlar!.. Aklı başında addedilen bir Bulgar gospodine “Bulgarlarda “Bulgarlar insaniyet sever insaniyet için canını verirler” cevabını alırsınız! Hayf!.. Hangi insaniyet?.. Bulgar milliyet ve edyanının muhassalası olan insaniyet mi? Yoksa fikren vücudu tasavvur edilen insaniyet-i hakıkıyye mi? İnsan bir türlü akıl erdiremiyor! Eğer Bulgarlar insaniyet-perver adamlar ise şeklinde yazılmıştır. boğulan” İslamlar diye İslamlara reva gördükleri isnadat-ı garibelerinden vazgeçerler. azzama olduğunu ne kadar söylesek boştur; lakin zaman takdir ve ta’yin edecektir. garların otuz kırk seneden beri hakimane yapageldikleri zulm ü işkenceden neş’et etme bir haslet-i memduhadır. İslamlar pek iyi biliyorlar ki din-i İslam zulmü işkenceyi haksızlığı bir İslam’ın irade ve arzusuna bi-gayr-ı hak uzatılan dest-i tecavüzü kat’iyen kabul etmez; bunun için harekat-ı vakıalarında ma’zur görülmeleri muvafık-ı şime-i vicdandır. Dünyada peygamberler bile milletler kavimler arasında vukua gelecek hak ve batılı tefrik etmek için gelmiş yoksa milletlerin kavimlerin başlarına birer kethüda olmak için değil! Bu hakıkatleri iki kere iki dört eder kadar iyi bilen İslamlar Bulgaların harekat-ı adl-şikenanelerine karşı şikayetlerini ref’-i bargah-ı Ehadiyyet eyleyecekleri gibi çin-i cebin Binaenaleyh eğer Bulgarlar Bulgaristan’da mutavattın ve mütemekkin İslam vatandaşlarıyla güzel güzel geçinmek görüşmek isterlerse; onların hukuk-ı diniyye ve milliyyelerine riayet etmeli ve ondan sonra İslamlardan hüsn-i mu’aşeret ve vatandaşlık beklemeli aksi takdirde hareketlerinde muvakkat bir zaman için hürdürler. Hem de Bulgarlar Bulgaristan’da huş etmemelidirler. Zira Bulgaristan İslamlarında ittifak ve ittihad ettirecek fikirler hisler öldürülmüş mahvedilmiştir!.. Koca bir kitle-i İslamiyyet ve insaniyyet mertebe-i behimiyyete kadar indirilmiştir. Bir müddetten beridir her ne sebebe mebni ise ceride-i muhteremeniz Abdürreşid İbrahim Efendi hakkında na-reva ta’rizatta bulunmak mesleğini iltizam ediyor. Olmayacak şeyleri i’zam ederek konferanslarından bir iki cümleyi yahud kelimeyi alarak onu bir mes’ele şekline koyarak şahsiyat celle-i muhteremeniz “Cem’iyyet-i İlmiyye-i İslamiyye’nin naşir-i efkarı” olmak hasebiyle mesleğinde lisanında başka bir büyüklük başka bir ciddiyet görülmesini hasbe’l-İslamiyye arzu ederiz. Temsile çalışılan şahsiyet-i ma’neviyye beyne’l-İslam pek muhteremdir. Bütün İslamların bu şahsiyet-i ma’neviyyeye karşı olan ihtiramlarını tezyid edecek esbabı te’min etmek mecelle-i muhteremeniz için en birinci vazife şeklinde yazılmıştır. olmak lazım gelir. Bunun içindir ki risale-i muhteremeniz bütün rüfekanızdan ziyade bir lisan-ı nezahet bir meslek-i ciddiyyet sahibi olmalıdır. Halbuki böyle olur olmaz ta’rizlerle; yine kendiniz gibi yine cümlemiz gibi bir haysiyete bir kalbe malik olan hem-nev’inize hem-mesleğinize alenen tezyifi reva görmekle iştigal edecek indinde haysiyet-i beşeriyyenin büyük ehemmiyeti olan zevat nazarında her halde cedir-i takdir görülmez i’tikadındayız. Bize geliyor ki bu hal devam ettikçe temsiline çalışılan şahsiyet-i ma’neviyye-i muhteremenin Cem’iyyet-i İlmiyye-i İslamiyye’nin mevkii küçülecek ona karşı ihtiramlar azalacak sonra vusulüne çalıştığınız hepimizin çalıştığı gaye akım kalacaktır. Şüphesiz ki zararı yine hepimize aid olacaktır. Mesleğinize muvafık görmediğiniz her fikri her sözü tenkıd edebilirsiniz; fakat şahsi ta’rizat hiçbir zaman sahayif-i kıymetdarınızda yer bulmamalıdır. Bugün Reşid Efendi hakkında gunagun ta’rizata Beya nülhak bir mecla oluyor halbuki bu zatın alem-i İslam’a ettiği hizmetler gayr-ı kabil-i inkardır. Hüsn-i niyyeti ise bütün alem-i İslam nazarında muhakkak ve müsellemdir. Müdafaasına çalıştığı alem-i İslam’ı karış karış gezmiş yüzlerce akvam-ı İslamiyye-i şarkıyyenin hal-i perişanisini bizzat görmüş onun için hepimizden ziyade yüreği yanmış sırf alem-i İslam’ın intibahı için yegane bu maksad-ı muazzezle her şeyi açıktan açığa mevzu’-i bahs etmek bütün hastalıklarımızı tamamiyle teşrih ederek dertlerimize çareler aramak fikrinde. Ulemayı tenkıd ediyorsa vazifelerini; vazife-i tebliğiyyelerini ifa için harekete getirmek maksadıyladır. Madem ki hüsn-i niyyeti vardır madem ki maksadı samimidir. Şu halde sözlerinde bir kusur olursa bizim de ona karşı hüsn-i niyyetle samimiyetle ihtaratta bulunmamız hep birlikte ki refikımız hepimizden iyi takdir eder ümidindeyiz. Bahusus ki bizler hem-meslek bulunuyoruz evamir-i celilesi daima vird-i zebanımız bulunuyoruz… Hasılı böyle ta’rizler tahkırler her halde iyi bir şey değil. Vezaif-i asliyye ve mu’azzezemizi sektedar ediyor. Görecek Zaman ihtilaf zamanı değildir. Derdimiz büyüktür. Müslümanları bitiren mahveden hep bu su’-i tefehhümler anlaşamamazlıklar olmuştur. Onun için el ele vererek kusurlarımızı samimiyetle ihtar ederek hep birlikte asr-dide dertlerimiz Türkistan felaket-zedeganına bir mu’avenet-i milliyye-i Osmaniyye olmak üzere Bab-ı Meşihat’te teşekkül eden komisyon-ı mahsusuna şimdiye kadar vürud eden ve Kırım talebesinin verdiği konferans münasebetiyle taraf-ı Hazret-i Padişahi’den ihsan buyurulan kuruş dahil olduğu halde Bab-ı Meşihat’ten medaristen ve talebe-i ulumdan ve efrad-ı asakir-i Osmaniyye vesaire tarafından gönderilen mebaliğ otuz beş bin kuruşu geçmiştir. Her taraftan ianeye şitab olunmaktadır. Taşralarda komisyonlar teşkil ile cem’-i i’anata başlanmıştır. Şu kadar ki gündelik gazetelerimiz bu babda layıkıyla ma’lumat vererek hissiyat-ı larından bu vazife haftalık ceraid-i İslamiyye’nin duş-ı gayretine kalmış ve bu münasebetle biraz teehhür etmiştir. Bu hafta aldığımız umum vilayat gazeteleri İstanbul matbuatının göstermekten esirgediği hissiyat-ı uhuvveti elden geldiği kadar ibzal etmişlerdir; bu muhterem rüfekamıza bütün alem-i İslamiyyet ve insaniyyet namına teşekkürler ederiz. Sıratımüstakım Ceride-i İslamiyyesi’ne Es-selamu aleyküm; Türkistan felaket-zedeganı için bil-cümle matbuatın ahaliyi vecibe-i te’avüne da’vet ehemm-i vezaiften iken ihtiyar-i sükut eyledikleri halde risale-i mu’tebereleri bu emr-i hayra tavassut eylediği son gelen nüshasında maa’l-memnuniyye okunmuştur deyip bu babda rüfekanıza tekaddümünüzden sizi tebrik ve karşıki sahifede alelinfirad esamileri muharrer bulunan kesan namına yüz otuz kuruş ba-posta irsal ediyorum vusulünde ahz ve muamele-i lazımenin icrası rica olunur bakı duasıyla. Asya-yı vusta felaket-zedeganı için idare-i aliler ma’rifetiyle tertib edilen iane-i milliyye ve diniyyeye süvarisi bulunduğum Barika-i Zafer ganbot-ı hümayunu umum zabitanı tarafından ihda edilen üç adet Osmanlı lirası ba-posta takdim kılınmış olmağla vusul-i ilm ü haberinin taraf-ı senaveriye tesyarı mercudur. Efendim. Meblağ-ı mezburun otuz kuruşu sefinemiz müteahhidi Mustafa Hariri Efendi tarafından takdim olunduğu ma’ruzdur efendim. Türkistan ahali-i İslamiyyesi din kardeşlerimize maa-aile tarafımızdan yüz yirmi kuruşa bu kere hamil pusula Salih Ağa yediyle irsal kılınmağla lütfen kabul buyurulmasını Türkistan’da Kanunievvel nihayelerinde vukua gelen zelzele sebebiyle oralarda bulunan müslüman kardeşlerimizin pek çokları taşlar topraklar altında kalarak bir kısmı telef bir kısmı mecruh olarak otuz derece soğuklar içinde aç biilac kaldıkları bu perişan kardeşlerimizin imdadlarına koşmak bütün müslümanlara vacib olduğundan biz Ödemiş ahalisi elimizden geldiği kadar müfti efendinin riyaseti altında müteşekkil komisyon gayretiyle yardım ve ianeye şitab ediyoruz. Faziletlü Efendim hazretleri Ba’de’s-selam Türkistan felaket-zedeganı ianesi olmak üzere ve ashab-ı hamiyyete müracaatla cem’ edilen bervech-i bala altı yüz yirmi üç kuruş idarehanelerine takdim edildi. Sıratımüstakım’in gelecek nüshasında dercedilmesi müsterhamdır efendim. Piriştine’de Bir Darü’l-Ulum-ı İslam Piriştine’de Mısır’ın meşhur Cami’ü’l-Ezher medrese-i aliyyesine müşabih bir darü’l-ulum vücuda getirilmesi esbabına teşebbüs edildiğini memnuniyet-i azime ile istihbar ediyoruz. Bu husus için ahali-i mahalliyyenin mütehayyizan-ı ashab-ı arifanı ictima’ ederek icra-yı müzakerat etmişler ve Arnavudluk kıt’a-i fesihesinin böyle bir değil bir çok müessesat-ı aliyyeye ihtiyacı bulunduğunu teslim ederek haiz-i fazl-ı tekaddüm olmak üzere evvel-be-evvel böyle bir darü’lirfanın Priştine’de küşad edilmesne karar vermişler ve ittihaz olunan karardan teyemmünen Makam-ı Ali-i Hilafet’e de arz-ı ma’lumat edilmiştir. Bu medrese-i aliyye zaten heveskar-ı ma’rifet olan ahali-i mahalliyyenin i’anat-ı civanmerdaneleri ile vücuda geleceği gibi Cenab-ı Şevket-meab-ı Hilafet-Penahice dahi bezli mürüvvet olunacağı mevsukan istihbar kılınmıştır. Darü’l– ulum-ı mezkurun tedrisatı icabat-ı asra tevfikan tamamiyle tarz-ı cedidde cereyan edecektir. Teşebbüsat-ı vakıa-i ma’rifet-perveranelerinden dolayı Priştine ahali-i kiramını tebrik eder ve şu şevk-i kemalat-piranın bütün Arnavudluk için bir mukaddime-i fevz u felah-ı sahih olmasını temenni eyleriz. Rumeli Zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi Arnavudluk’a icra-yı seyahate karar verdikten sonra bu darü’l-ulum-ı İslamı tahatturla bu babda ma’lumat-ı lazıme talep buyurmuşlardır. Bu ma’lumat üzerine darü’l-ulumun mesarif-i inşaiyyesini kamilen Zat-ı Hümayunlarının deruhte buyuracaklarını irade ve: kelam-ı mülukanesiyle o zamana kadar lazım gelen istihzaratın ikmalini ferman buyurmuşlardır. senesi Muharrem’inin birinci salı günü hicri sene başı olmak münasebetiyle Kap şehrinde beyne’l-müslimin merasim-i mahsusa icra olunduğu gibi onu vely eden Cuma günü nefs-i Kap’da Cami’ü’l-Müslim namındaki cami’-i şerifte eda-yı farizayı müteakib akdedilen büyük ictima’da “Nuru’l-Berdham” müderris-i muhteremi üstad Hacı Mahmud Efendi hazretleri bir mev’iza-i beliğa irad ederek Halife-i Müslimin hazretlerine dualar etmiş ve hulul eden senenin bütün alem-i İslam için müstelzim-i yümn ü saadet olması temenniyatını terdif eylemiştir. On gün sonra cami’-i şerifte vuku’ bulan ikinci ictima’ daha parlak ve müessir olmuştur. Kur’an-ı Azimü’ş-Şan tilavetiyle vecde gelen kalblere eda-yı salattan mütehassıl te’sirat-ı latife-i ruhiyye de inzimam ederek cemaatte gayr-ı kabil-i tasvir bir hassasiyet görülmüştür. Halife-i Muazzam-ı mikneti ve bilad-ı İslamiyye’nin taarruz ve şematet-i a’dadan masuniyet ve mahfuziyeti ve gerek Zat-ı Hilafet-simat-ı Hümayun’un ve gerek efrad-ı hanedan-ı hilafetin rıza-yı Sübhani’yi isticlaba muvaffakıyetle dareynde said olmaları ed’iyesi cemaat tarafından heyecanlı hassas aminlerle karşılanmış ve ictimaa iştirak eden Kap şehrindeki umum mekatib-i dimiz çok yaşa” sadaları ile alkışlanmıştır. Merasimin hitamında umum huzzara şekerler şerbetler takdim ve azim bir hazz-ı ruhani ile ictimaa nihayet verilmiştir. Moskova’da meşahir-i ağniya-yı İslamiyye’den Salih Bay Yerzin Kanunisani’nin yedinci gün vefat etmiştir. Merhumun kur servetten seksen bin ruble kadarını umur-ı hayriyyeye sarf olunmasını vasiyet etmiştir. Allah rahmet etsin. TARIH-İ TE’SISİ Temmuz Mart Beşinci Cild - Aded: . Buradaki şek Buhari’nin yahud nın ma’lum olduğuna göre nın ma’lum olduğuna Bir rivayette . Eldeki Buhari nüshalarında Bu da diye rivayet olunmuştur. Eldeki Bu- Bir nüshada Bazı nüshalarda yalnız . Bazı nüsmükerrerdir. Yine Ebu Hureyre radiyallahu anhdan Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet olunuyor: Allahu Teala fil beliyyesini yahud katl beliyyesini Mekke’den men’ etti de ahalisine Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile mü’minleri musallat etti. Bununla beraber haberiniz olsun ki Mekke benden evvel hiçbir kimse helal olmayacaktır. Biliniz ki o yalnız benim için bir günün bir cüz’ünde helal olmuştur. Biliniz ki bu saatte benim için bile haramdır. Dikeni kesilmez. Ağacına balta vurulmaz yitiğini kimse el uzatıp alamaz. Meğer ki sahibini aramak hayırlısına nail olur: Ya kendisi için diyet verilir ya maktulün ehli için kısas yapılır. Bunun üzerine Yemen ahalisinden biri gelip “Ya Resulullah! Şu buyurduklarını benim için yaz” dedi. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Ebu fülan için yazınız” buyurdu. Derken Kureyş’ten bir zat: “Ya Resulullah? Şu saydıklarından izhiri istisna et. Zira biz onu evlerimizin inşasında kabirlerimizin binasında kullanıyoruz.” Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “İzhir müstesnadır.” buyurdu. Eldeki Buhari nüs- Eldeki Buhari nüshalarında yalnız . Bir rivayette yalnız . Abdullah bin Abbas radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellemin son hastalığında ağrısı iştidad edince “Yazı yazacak şey getiriniz de size öyle bir kitap yazdırayım ki ondan sonra hiç delalette kalmayasınız.” Ömer radiyallahu anh “Şüphesiz Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin ağrısı galebe etmiştir. Elimizde ise Allahu Teala’nın Kitab’ı vardır. O bize yeter.” dedi. Bunun üzerine ihtilaf zuhur etti. Gürültü çoğaldı. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem de “Yanımdan gidiniz. Benim yanımda niza’ olmaz.” buyurdu. Bir rivayette . Siga-i Diğer rivayette . - Tercüme Ümmü Seleme radiyallahu anhanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir gece Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem uyandı da: “Sübhanallah bu gece nice azab imtihanları nazil oldu. Nice rahmet hazineleri de açıldı. Hücrelerdeki hatunları yani ezvac-ı tahiratı uyandırınız da biraz ibadet etsinler dünyada nice giyinik kadınlar vardır ki ahirette çıplaktırlar.” buyurdu. Diğer rivayette . Diğer rivayette . - Tercüme Abdullah bin Ömer radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ahir hayatında bir kere bize yatsıyı kıldırırdı selam verince kalktı da: “Bakınız bu geceden sonra ne olacak? Bu geceden i’tibaren gelecek yüz sene başında bu gün yeryüzünde olanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır.” buyurdu. Bir rivayette . Bu Abdullah bin Abbas radiyallahu anhümanın şöyle dediği rivayet olunuyor: Bir gece Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin zevcat-ı tahiratından teyzem Meymune binti el-Haris radiyallahu anhanın evinde kaldım. Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem o gece nöbeti olmak dolayısıyla nezdinde idi. Nebiyy-i mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem yatsıyı kıldırdıktan sonra evine gelip dört rekat kıldıktan sonra uyudu. Sonra kalktı da: “Çocukcağız uyudu mu?” yahud buna benzer bir söz söyledi. Ondan sonra namaza durdu. Ben de sol tarafında durdum. Beni sağ tarafına geçirip beş rekat ondan sonra da iki rekat kıldı. Ondan sonra uyudu. O kadar ki horultusunu duydum. Ondan sonra namaz kıldırmağa çıktı. Bir rivayette diğer nüshada ise . - Tercüme Ebu Hureyre radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Halk: “Ebu Hureyre çok hadis rivayet eder” derler. Halbuki Kitabullah’ta iki ayet olmasaydı hiçbir hadis nakletmezdim. – Ebu Hureyre bu sözden sonra: ayet-i kerimelerini okuyup derdi ki: “Muhacirin kardeşlerimiz çarşılarda alışverişle ensar kardeşlerimiz de emval ve emlakleri için çalışmakla meşgul iken Ebu Hureyre boğazı tokluğuna Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme mülazemet eder ve onların hazır bulunamadıkları mes’elelerde hazır bulunur onların belleyemedikleri sözleri bellerdi.” : . Diğer Eldeki Buhari nüshalarında . Buha- Bir rivayette ha’sız olarak yalnız . Bir rivayette ha’sız oladiğerinde - Tercüme Yine Ebu Hureyre radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Resulullah sallallahu aleyhi ve selleme: “Ya Resulallah! Senden birçok hadis işitiyorum. Unutuyorum” dedim. “Futanı yay” diye emretti. Yaydım. Eliyle bir şey avuçlayıp futanın içine atar gibi yaptı. Sonra: “Topla” diye emretti. Futayı topladım. İşte ondan sonra artık hiçbir şeyi unutmadım. Eldeki Buhari nüshalarında . Diğer rivayette . - Tercüme Yine Ebu Hureyre radiyallahu anhın şöyle dediği rivayet olunuyor: Nebiyy-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden iki kaplık gelince onu eğer neşredersem benim şu boğazım kesilir. Cerir bin Abdillah el-Beceli radiyallahu anhdan rivayet olunuyor ki: Nebiyy-i Muhterem salllallahu aleyhi ve sellem ona Haccetü’l-Veda’da: “Halkı sustur da dinlesinler” diye emretmiş halk sükut ettikten sonra da: “Benden sonra biri birinin boynunu vurur kafirlere dönmeyiniz” buyurmuş. nez’ etmeyi kurmuş; onunla müsabaka imtihanına girmiş! Hem de kazanacak? Yaş kırkı geçince insan kıştan pek müteessir oluyor. Hay gidi gençlik hay! O zaman hiç müteessir olmaz idik. Kar yağdığı gün şehr-ayin icra eder idik şimdi de hemen matem ediyoruz. Otuz bu kadar sene evvel yine böyle şiddetli bir kış olmuş idi. Merhum biraderime kardan bir arslan yapması ca bir arslan yaptı hatta havuçtan dili kömürden gözleri de var idi! Hakıkı arslan gibi bir vaz’-ı mehabet almış gayet azametli bir heykel olmuş idi. O gece şiddetli bir lodos esti. Sabahleyin baktım ki arslandan eser yok. Dünyada daha ne kadar kardan arslanlar var ki güneşin istitarından kuvvet alarak heykel-i camidlerini sahihten arslan zannediyorlar. Sıkı bir lodostan sonra onların da mahiyeti anlaşılır! Meşhur Lavoisier elmasın kömür olduğunu isbat etmiş elmas belki de elmastan daha kıymetdar olduğunu isbat etti. Böyle giderse mübareğin tozunu sürme diye çekeceğiz. Ekabirden birine sevad-ı a’zam nedir? diye sormuşlar. Hazret kendi mertebesinden cevap verip “Ehl-i haktır; velev bir kişi bile olsa.” demiş. Birisi bana sevad-ı a’zam nedir diye soracak olsa ben de kendi mertebemden “Şu aralık leb-a-leb dolu bir kömürlükten başka bir şey değildir” demekte tereddüd etmez idim! falı açmakta zihnimden bu gibi fikirler geçirmekte olduğum sırada oğlum Ahmed: Misafir geldi dedi. Buyursun demeye kalmadı odadan içeri kardan bir adam girdi. Gelirken düşmüş Bu dünya hakıkaten çekilir bela değil; ne yazında lezzet var ne de kışında cefadan hali bir dakıkası bile yok. İnsan behemehal bir şeyle müteezzi; kendinde bir şey olmazsa beni nev’inin ekdarıyla muztarib. Gazeteler mecmua-i mesaib. Okusan bir türlü okumasan bir türlü. Öteden gala beride veba şurada katil burada intihar. Avrupa’da velvele Asya’da zelzele. Hülasa hiçbir yerde rahattan eser yok vesselam! Şu halime bak! Misafirim bu sözleri söyledikten sonra mangalın başına geçti sigarasını tellendirdi. Yarım saat kadar konuştuk. Fikrine sükun geldi. Kendisine dedim ki birader sen hala dünyanın gamından kederinden bahsediyorsun. Halbuki dünya dediğin şeyin vücudu yok. Şikayet ettiğin dünya için suver-i hayaliyyeden başka bir şey değildir diyorlar. Böyle aslı faslı olmayan bir şeyden ne şikayet edip duruyorsun? Bu latifem üzerine misafirim dedi ki: Vallahi birader ister hayal olsun ister hakıkat! Ben bu ezayı çektikten sonra benim için ikisi de müsavidir. Çünkü ikisi de nefsimde aynı te’siri icra edecek değil mi? Şu halde hakıkat olmuş ne zarar? Hayal olmuş ne faide? Söz buraya geldikten sonra arkasını almak mümkün olamadı. Bu mes’ele hakkında iki üç saat kadar müdavele-i efkar ettik. Beynimizde cereyan eden bu mübahase de bana şu makaleyi yazdırdı. Alem-i harici denildiği zaman bu’d-ı mücerredi dolduran ecram-ı semaviyye küre-i arz küre-i arz üzerindeki sunuf-ı mevalid daha umumi bir ta’bir ile imtidad mukavemet levn rayiha lezzet vesaire gibi a’raz-ı evveliyye ve saneviyyeyi havi bizden haric bir vücud ile müteayyin a’yan-ı müstakılle murad olunur. Acaba bizim bu suretle vücuduna kail olduğumuz mevcudat-ı hariciyye namını verdiğimiz şeylerin nefsü’l-emrde vücudu var mıdır yok mudur? Mesela nu söylemiş; İndiyye gelmiş i’tikada tabi’dir demiş. Laedriyye şekk-i mutlak aleminde puyan olmuş. Hülasa her biri bir şey söylemiş. Biz bu dedikoduların birinden bahsetmeyeceğiz yalnız bir meslek-i sahih-i felsefi olan Fikriyyun’un bu mes’eledeki efkarını bu bahse esas ittihaz edeceğiz. Fikriyyun bizim mevcudat-ı hariciyye namını verdiğimiz şeylerin vücudunu ceffe’l-kalem inkar ile bunların kaffesi bizim his ve idrakimizle kaim suver-i zihniyyeden başka bir [şey] değildir diyorlar. Hatta bu mesleğin pişvayanından meşhur Berkeley vücud ile idrak şey’-i vahidden ibarettir. “Esse est poercipi” demiş. Fikriyyun diyor ki: Maddede müteayyin olan levn rayiha lezzet sada melaset huşunet vesaire gibi muhtelif arazların fi nefsi’l-emr maddede mevcud olmadığı; bizim hissimize nazaran teayyün ettiği fennen sabittir. Biz haricde vücudu olmayıp müdrikemizde tecelli eden birtakım halata mevcud namı veriyoruz; vicdanımızın bu i’tikad-ı cazimiyle eşya-yı hariciyyenin vücuduna hükmediyoruz. Halbuki nefsü’l-emr vardır. Yalnız bu i’tikad ile eşya-yı hariciyyenin vücuduna hükmolunamaz. Mesela uykuda iken sahife-i hayalimizde olan bazı halat alel-ekser o kadar beyyin o kadar ceyyid oluyor ki insan eşya-yı hariciyyenin vücuduna hükmettiği cuduna hükmediyor. Hatta kendisinde bu gibi halat vukua gelen bir naimin bir marizin uyanmaması ifakat bulmaması farz edilecek olursa biri rüyasının diğeri hulyasının hakayık-ı sabiteden olduğuna alem denilen şeyin kendilerine karşı teayyün eden suver ü eşkal-i vehmiyye ne ise onlardan hükmettiğimiz alem-i harici namı verdiğimiz şey de istimrarına mebni vicdanımızın kat’iyen mevcudiyetine hükmettiği suver-i zihniyyeden başka bir şey değildir. Nitekim hakim-i meşhur Leibniz de bu fikre zahib olarak “Bizim müdrikat-ı hariciyye namını verdiğimiz şeyler yekdiğerine merbut bir rü’ya-yı müstemirden başka bir şey değildir.” Fikriyyun diyorlar ki biz eşyanın bizden haric bir vücud doğrudan doğruya nasıl münkeşif olabilir? Çünkü eşya-yı hariciyye ile aramıza a’sab merakiz-i dimağiyye falan gibi vasıtalar hulul ediyor. Bunlar eşyanın doğrudan doğruya nefsimizde tecellisine inkişafına mani’dir. Felasifenin ekseri eşyanın vücud-ı haricisini inkar ile beraber bizdeki ihsasatın illet-i mucibesi olmak üzere bir cevherin yani maddenin vücuduna kail oluyorlar. Halbuki madde nedir? Madde denilen şey bizimle kaim olan ihsasatın tebliği ifadesi için esas ittihaz ettiğimiz bir faraziye-i mütehayyeleden başka bir şey değildir. Erbab-ı fünun maddede birtakım havassın yahud a’razın vücuduna kail oluyorlar. Bu hassaların kaffesi imtidad kuvvet ta’birleri tahtında cem’ olunabilir. Maddenin zatında teayyününü kabul ettikleri bu hassalara “a’raz-ı evveliyye” diyorlar. Esasen maddede mevcud olmayıp madde vasıtasıyla nefs-i natıkamızda tecelli eden daha doğrusu müdrikemizde mütecelli olduğu halde maddede müteayyin gibi görünen hassalara da a’raz-ı saneviyye namını veriyorlar. Sada rayiha lezzet levn vesaire gibi Mesela yeryüzündeki insanların bir anda şu’le-i hayatları muntafi olsa maddenin a’raz-ı saneviyyesi de insanlarla beraber mahvolup gider. Madde bizim kendisinde tahayyül ettiğimiz a’raz-ı taliyyenin kaffesinden tecerrüd yalnız kuvvet redde hareket eder. Berkeley ile diğer bazı feylesoflar imtidadın da bizdeki lamise ve basıra hislerine karşı ta’yin eden bir nisbet-i zihniyyeden başka bir şey olmadığını iddia bakıldığı zaman nasıl olur da murabba’iyet kağıdın zatında beyazlık nazırın nefsinde müteayyin olabilir? İmtidad denilen şey ki havass-ı saneviyyeden olan bir hassanın bir şekl-i digerinden başka bir şey değildir; ne vechile havass-ı evveliyyeden olabilir? İmtidad yekdiğerine muttasıl ve aynı zamanda müteayyin olan eczanın hal-i terkibde teayyünü demektir ki bu da zihnin bir nokta-i nazarından başka bir şey değildir hem olamaz da! hal böyle iken nasıl bir hakıkat-i hariciyye olmak üzere kabul edilebilir? El-hasıl imtidad suver ve ihsasat-ı kesirenin vahdet-i müte’ayyine suretinde tecellisi demek olduğundan vücud-ı harici ile mevcudiyeti teslim edilemez. Gelelim maddenin kuvvet adem-i kabiliyyet-i nüfuz gibi hassalarına. Eşyada vücuduna kail olmak istediğimiz bu hassalara gelince onlar da eşyadaki hassa-i mukavemet gibi nefsimizle kaim nefsimizin bir hali olan ihsasatın bizce nefsimizden haric gibi tahayyül olunan teayyün-i zatisinden başka bir şey değildir. Binaberin zihnimizin suver-i muhtelifesinden başka bir şey olmayan teayyünleri ne vechile mümkün olabilir? Şu hale göre madde denilen şey ya bir vücud-ı mevhum yahud ihsasatımızın rüsubu mesabesinde olan bir emr-i mechul demek olur. Madde denildiği zaman biz yalnız ihsasatımızı vücuda getiren o ihsasatı vücuda getirmek için muktezi olan havassı kendisinde cem’ eden bir emr-i mechulden başka bir şey tasavvur edemeyiz. Bir de biz maddenin vücuduna kail olursak onun ruh ile münasebatta bulunabilmesini ne suretle kabul edebiliriz? Çünkü birinin mahiyeti tamamiyle ötekinin zıddı olduğundan bu iki mahiyet-i mütezaddenin yekdiğeriyle teellüfü gayr-ı mümkindir. Maddenin vücudu kabul edilecek olursa birçok müşkilat zuhur ediyor. Felsefeyi bu müşkilattan kurtarmak için maddenin vücudunu inkardan eslem bir tarik yoktur. Binaenaleyh biz de maddenin vücudunu inkar etmeliyiz vesselam. Fikriyyundan bazıları burada tevakkuf ediyorlarsa da bazıları i’tirazlarını daha ileriye götürerek nefs-i natıkada husul-i ihsasat için hiçbir sebeb-i haricinin vücuduna kail olmuyorlar. Bunlar diyorlar ki: Zihinden haric herhangi bir şey’-i mechulün vücudu isbat edilemez; böyle bir şeyin vücudu isbat edilse bile hakıkatine ilim lahık olamaz. Doğrudan doğruya ilmimiz şuurumuz lahık olan ihsasat dururken onun haricinde başka bir şey aramaya ne lüzum var? Çünkü arasak da ona ilmimiz lahık olmak mümkün değil. Binaenaleyh mesaimiz heba olmuş olmaz mı? Bu şey’-i mechulü aradan çıkarıp da yalnız ihsasatımızla iktifa etsek ne kaybetmiş oluruz? Madde hakkında böyle bir faraziye serd etmek akıl için bir takyid bir tazyik demektir. Zira madem ki “hakıkat bizim bilmediğimiz” bilemeyeceğimiz bir şey oluyor şu halde ma’lumat-ı beşeriyye hemen hemen kıymetini ehemmiyetini kaybediyor yahud kaybedecek dereceye geliyor. Halbuki dikkat edilecek olursa görülür ki zihin haricinde teayyün-i zatisi iddia olunan o hakıkat de tasarrufat-ı akliyye neticesi olup vücud zihin fikirlerinin bi-tarikı’n-nefy sübutunu tasavvurdan başka bir şey değildir. Fikriyyun mesleklerinin başlıcası Kant Berkeley Fichte Stuart Mill meslekleridir. Kant’ın mesleği tamamiyle fikri değildir; onda meslek-i hakıkiyyundan da bir şemme de vardır. Kant mavera-yı mahsusatta bir cevher-i ma’kulün Nouème vücuduna kail olarak diyor ki biz bu cevher-i ma’kulün yalnız mevcudiyetini biliriz; mahiyeti hakkında bir şey bilemeyiz. Ma’lumatımız bizim eser-i tertibimizdir. Mesela ihsasatımızda bu’d şeklini teayyün ettiririz. Sonra ihsasatımızı vahdet cevher illiyet vesaire gibi umur-ı ma’kulenin ianesiyle birbirine rabt ederek bu suretle ma’lumat namını verdiğimiz şeyleri vücuda getiririz. mahsusatta bir mevcuda kail olarak mesleğine Hakıkiyyun mesleğinden bir şemme izafe ediyor. Berkeley’e gelince o da ihsasatımız için bir illet bir müessir kabul ederek diyor ki: Mavera-yı mahsusatta bir mevcud teayyün ediyor! Fakat bu mevcud madde değil halık-ı a’zam ruh-ı alem olan Cenab-ı Hak’tır. Zat-ı uluhiyyeti her vicdanda hazırdır daimiyyü’t-tebeddül olan menazır-ı tabiati suver-i hadisat-ı kevniyyede tecelli ettirerek bütün kalpleri nev’ama hitab-ı ezelisine mazhar kılar. Fichte’ye gelince bu feylesof daha sade daha veciz bir faraziye serd ediyor. Fichte’nin bu faraziyesi Kant’ın nazariyesinde bil-kuvve mündemicdir. Kant faraziyesinde: Ruh eşyayı teşkil eder. Fakat bu ihsasat ona başka bir menba’dan gelir diyor. Fichte de diyor ki: Akıl halık-ı ka’inat olmasaydı alem-i tabiat ne vechile onun emrine ram olabilir idi. İhsasat fikre münkad olmak için behemehal onun eser-i icadı olmak lazım gelir. İşte bi-zatihi kıyamı mefruz olan mevcud şuura gayr-ı müstenid gariri bir faaliyet ile kendisindeki ihsasatı yine kendisi vücuda getirir. Fail ikiye ayrılır. Suver-i eşyaya mütemessil olur yani nefs-i natıkanın teayyün edebilmesi teayyin olur. Hülasa alem tamamiyle fikrin eser-i halk u tekvinidir. Hume ve Stuart Mill faraziyat-ı ma-fevka’t-tabiiyyeyi külliyen reddediyorlar. Husul-i ihsasat için zihnin ne dahilinde ne de haricinde bir illet-i mü’essire aramıyorlar. Bunların fikrince fikr-i illiyyet ancak daire-i ihsasat dahilinde kabil-i tatbik olup onun haricinde asla haiz-i ma’na değildir. Alem-i harici müctemian mevcud olan yahud birtakım kavanin-i muttaride mucebince tevali ve te’akub eden ihsasattan Stuart Mill diyor ki: Herhangi bir şey ihsasatımızdan biri vasıtasıyla vicdanımızda teayyün etmemiş olsa bile biz onun mevcudiyetine kail oluruz. Zira o şeyi teşkil eden ihsasat henüz vicdanımızda teayyün etmemekle beraber ihsasat-ı mümkinedendir. Henüz vicdanımızda teayyün etmemiş olan bir şeyin mevcudiyetine kail olmaklığımız ihsasatın imkan-ı daimisine kail olmak demektir. Binaenaleyh alem-i harici demek gerek bizim vicdanımızda gerek beni nev’imizle sahib-i his olan mahlukat-ı sairenin vicdanlarında teayyün eden hissiyyat-ı mümkine-i müstemirreden başka bir şey değildir. Biz burada Kant Fichte ve Berkeley’nin nazariyeleri hakkında bir şey söylemeyeceğiz. Esas bahsi tenvir dan yürüteceğiz. Bu feylesof mevcudat-ı hariciyye bizdeki ihsasattan ibarettir diyor. Esas bahse girişmeden evvel zihin ile haric ve nefsü’l-emr kelimelerinin ne gibi ma’naları tazammun ettiğini Ulema-yı İslamiyye diyor ki: Zihin insandaki kuvve-i müdrikedir. Bazı kere bu lafız ile mutlaka idrak ve mücerredattan başka bir şey de murad olunur. Vücud-ı zihni yalnız zihinde mevcud olup haricde vücudu olmayan şeylere müstakil ile mevcud ve müteayyin olan eşya-yı hariciyyenin her türlü i’tibarat-ı akliyyeden ari bir surette tahakkuk eden vücud-ı zatilerine de vücud-ı nefsü’l-emri denir. Haricin de mücerrede gibi büsbütün daire-i idrakten haric şeyler murad olunur. Bazı kere de zihnin teveccüh-i mefruzundan ta’bir-i digerle ihata-i mümkinesinden haric şeyler murad olunur. Alemde hiçbir şey zihinden haric değildir. Fakat zihnin teveccüh-i mefruzundan haric pek çok şeyler vardır. Bunların teveccüh-i zihniden haric olmaları vücud-ı nefsü’lemri kıtası kable’l-keşf zihnin teveccüh-i mefruzundan haric fakat vücud-ı nefsü’l-emri ile mevcud idi. Çünkü öyle olmasaydı keşfedilemez idi. Zihnin teveccüh-i mefruzundan haric olmakla beraber zihinden haric değil idi. İşte bu misal ile zihin haric ve nefsü’l-emr kelimelerinin beynlerindeki fark tamamiyle anlaşılmış olur. Stuart Mill mevcudat-ı hariciyyede nazar-ı i’tibara alınan bu ciheti ihsasata bit-tatbik: Herhangi bir şey ihsasatımızdan biri vasıtasıyla vicdanımızda teayyün etmemiş bile olsa biz onun mevcudiyetine kail oluruz. Zira o şeyi teşkil eden ihsasat henüz vicdanımızda teayyün etmemekle beraber ihsasat-ı mümkinedendir diyor. Yani zihnimizin teveccüh-i mefruzundan haric olan şeylere ihsasat-ı mümkine demek istiyor. Stuart Mill’in herhangi bir şey ihsasatımızdan biri vasıtasıyla “vicdanımızda ta’yin etmemekle beraber” sözü ihsasatın bir illet-i hariciyyenin te’siriyle husulünü tazammun ediyor ise de biz bunu ta’birdeki noksana haml ile münakaşadan sarf-ı nazar edeceğiz. Çünkü Stuart Mill ihsasat haricinde bir illetin vücuduna kail değil. Nefsimizde teayyün eden bir his kendisinden evvel teayyün etmiş olan diğer bir hissin eseridir diyor ki bu da nev’ama illiyetin tahakkunu ne kendi cinsinden olan ihsasattır demek teselsülü mucib olduktan başka bir şeyin kendi vücuduna tekaddüm etmesi yahud vücuduna illet olması gibi butlanı beyyin bir fikri de tazammun eder. Şu hale göre Stuart Mill’in ihsasat-ı müteayyine veyahud mümkine dediği şeylerin kaffesi bir illet-i hariciyye eseri olmak lazım geleceği biz-zarure tahakkuk eder. Zira ihsasat-ı mümkineye kail olunca mümkünün tarafeyni müsavi olduğunu da kabul zaruridir. Çünkü bir mümkünü dereke-i imkandan derece-i vücuda irtika ettirmek için bir mü’essirin haricinin vücudu la-büddür. Ta ki o mü’essir-i harici mütevazinü’t-tarafeyn olan imkan terazisinin vücud kefesine dirhem gibi te’sir ederek onu ağır bastırabilsin. Hülasa bir müessir-i harici olmadıkça herhangi bir mümkünün vücud derecesine irtikası aklen mümteni’dir. Fakat gerek Stuart Mill de gerek onun mesleğinde olan Fikriyyuna karşı der-miyan edilen i’tirazların en kuvvetlisi saha-i vücudda henüz his ve hayat sahibi mahlukatın tekevvününden evvel bütün mevcudat-ı hariciyyenin vücud-ı nefsü’l-emrilerle mevcud olmalarının fennen sübutudur. Bu senelerden beri fezada seyyale-i nariyye halinde seyretmiş; üzerinde birçok tahavvülat vuku’ bulmuş sonra teberrüd ederek üzeri kabuk bağlamış; sonra cemad sonra nebat sonra hayvan en sonra da insan zuhur etmiş. Eğer bütün mevcudat bizim tasavvurat-ı zihniyyemizden ibaret olup kendi vücud-ı haricileri ile mevcud olmasaydı küre-i arz ile eşya-yı saire ne suretle mevcud ve sübutu fennen muhakkak olan bu kadar tahavvülata nasıl mahal olabilir idi? Bundan başka sahib-i hiss ü hayat mahlukatın ve bunlar miyanında insanın zuhuruyla onda tecelli eden ilk hissin tecellisi de behemehal bir illet-i hariciyyenin eseri olmak lazım gelir. Zira o zaman insanda hiçbir his müteayyin değil idi ki hatta kendisinden sonra teayyün edecek hislere illet olabilsin! eseri olduğuna kat’an şüphe yoktur diyerek bununla vücud-ı harici-i eşyaya istidlal ve Stuart’ın suver-i zihniyye nazariyesini reddediyorlar. mühimmeyi sufiyye-i kiram hazeratı kaddesallahu esrarahum tamamiyle hal buyurmuşlar. Onların bu mebhastaki efkar-ı dakıkalarını ber-tafsil beyan etmek lazım gelse bu makalenin beş on misli bir makale vücuda gelir. Fakat biz bahsi başka bir nokta-i nazardan yürüteceğiz; sırası geldikçe hazerat-ı sufiyyenin bir iki sözünü de nakledeceğiz. Yirmi üçüncü defa tab’ edilmiş olan bir eser-i felsefinin senesi tab’ olunan nüshasında şu ibare görülüyor: Mahsusat hakıkat-i halde zihnimizden haric değildir. Eğer öyle olaydı bizim için doğrudan doğruya onları idrak mümkün olamaz idi. Felasife ihsasatın zihinden haric olduğunu kabul etmez. Yalnız onların zihinde mevcud olan hakayıka tevafukunu kabul eder. Hazret-i Şeyh-i Ekber Fususu’l-Hikem’in hikmet-i ulviyye faslında buyuruyor ki Muhakkık-ı kamil Bosnevi Abdullah Efendi de şöyle tercüme ediyor: “Allahu Teala insan-ı kamilde esma-i ilahiyyesinin kaffesini yani insandan haric olan alem-i kebirin hakayıkını icad etti. Eşya-yı hariciyyenin insanda suver ve eşhası değil hakayıkı mevcuddur. İnsanda mevcud olan bu hakayık suver-i eşya için nüfus-ı natıka mesabesindedir. Eşya-yı hariciyye bu nüfus-ı natıka ile mevcuddur. İnsan-ı kamil alem-i kebirin zübdesi olmak i’tibariyle onun cemi’-i hakayıkını cami’dir.” yor. Bizim bahsetmek istediğimiz mes’ele ise asıl şudur: Yani eşyanın vücud-ı haricisi var mıdır yok mudur? Kütüb-i sufiyyenin kaffesinde alel-husus Fususu’l-Hikem’in mevazı’-ı adidesinde “Eşya kendi vücuduyla ma’dum vücud-ı Hak ile mevcuddur deniyor. Sufiyye’nin bu sözü vicdanı tamamiyle tatmin ediyor Hakıkati anlaşılabilmek şartıyla. Zira Fikriyyun’un bütün mesaliki bu düstur-ı hakıkatte mündemictir. Bunu anlayabilmek için Descartes’ın “Düşünüyorum binaenaleyh varım.” sözünü ele almak lazım. Çünkü gerek nefs-i natıkanın gerek onda mütecelli olan suver-i hariciyyenin vücudunu isbat için hiçbir feylesof bu kadar metin bir söz söylememiştir. Berkeley’in “Vücud idrakten fazlı Descartes’ındır. Descartes’ın bu sözünü almaktan maksadımız da nakızinin tazammun ettiği mefhumdan istifade etmektir. Bu sözün nakızindeki mefhum-ı muhalife göre düşünmeyen bir şeyin kat’an mevcud olmaması lazım geliyor? Acaba hakıkaten öyle mi? Evet hakıkaten öyle. Çünkü tahakkuk-ı vücud için vücuda şuur lahık olmak la-büddür. buna karşısında demek de doğru değildir. Fakat ne çare: bir ayine ister ki tahakkuk edebilsin. O ayine de idraktir. Çünkü vücud idrak ile mütehakkıktır. şahs-ı müdrike göre mevcuddur. Şahs-ı müdrikin nefsinde haric gibi mülahaza ettiği eşya-yı hariciyye onun idrakiyle müteayyindir. Descartes’ın sözünün mefhum-ı muhalifini alacak olursak kıyameti o mefhumun içinde buluruz. Mesela bugün ruy-ı arzda şu’le-i eşya-yı hariciyyenin teayyününe mir’at olacak hiçbir hakıkat kalmaz bina-berin mevcudat da ma’dum hükmünü alır. Bu nasıl lakırdı! Biz bir iki sütun yukarıda eşyadaki vücud-ı nefsü’l-emriye kail olmuş idik; şimdi de maddiyeti i’tibariyle alem-i tabiattaki mevkii cümlenin ma’lumu olan insanın ruy-ı arzdan kalkması farz olunsa kıyamet kopar diyoruz. Yukarıda öyle burada böyle demek tenakuz değil de nedir? Tamam ben de bu i’tiraza muntazır idim. Çünkü asıl hakıkat bu i’tirazdan sonra tahkık edecek. Yukarıda: Nefsü’l-emr bir şeyin her türlü i’tibarat-ı zihniyyeden ari olarak tahakkuk eden vücududur demiş idik. Şimdi eşyayı “objectif” yani zatında müteayyin gibi görünen a’razdan birer birer tecrid ile tasavvur etmemiz lazım gelse acaba tasavvur edebilir miyiz? Ve tasavvur ettiğimiz o şey a’razından tecerrüd etmeden evvel teayyün eden şey’iyyetle yine teayyün edebilir mi buna cevaben diyebilirim ki: Ne o şeyi a’razından tecrid ile yine o şey olmak üzere tasavvur edebiliriz; ne de o şey a’razından bit-tecerrüd bizce ma’lum olan şey’iyyetiyle teayyün edebilir. Hakıkat böyle olunca eşyanın vücud-ı nefsiyyü’l-emrisi de tapayı atar. Pekala yeryüzünde insanın zuhurundan evvel vukua gelen tahavvülatı dolayısıyla tabakatü’l-arz fennini inkar mı edeceğiz? Acele etmeyelim! Onların birini inkar etmeyeceğiz; hepsini tasdik edeceğiz fakat hakıkati başka bir kisvede göstereceğiz. Evet bu tahavvülatın hepsi vuku’ buldu. Fakat o tahavvülata mahal olan şeylerin yine nefislerinde tahakkuku yok idi. Onların kaffesi bir vücud-ı müdrike karşı müteayyin sözü papağan gibi tekrar edilmeyip bunun ne demek olduğu anlaşılırsa o zaman bu hakıkat kolayca anlaşılır. Ve illa Descartes’ın bu sözünü anladıktan sonra Sufiyye’nin “Eşya kendi vücuduyla ma’dum Hakk’ın vücuduyla mevcud” demekten maksadları ne olduğunu anlamaya isti’dad hasıl olur. İşte eşyanın avarız-ı evveliyye ve saneviyyesinden bit-tecerrüd ilm-i İlahi’de teayyününe nefsü’l-emr derler. Yoksa nefsü’l-emr denildiği zaman onu bir i’tibar ile takyid edecek olursak o derhal nefsü’l-emrlikten çıkar suret-i zihniyye haline gelir. Eğer bizim nefsü’l-emrimiz nefsü’lemr-i felsefi ise hiçbir zaman nefsü’l-emr-i hakıkı olamaz. Yok ulema-yı İslamiyye’nin ta’rif ettikleri nefsü’l-emr ise o zaman hakıkı bir nefsü’l-emr olur. O ta’rif de şudur: Bu nefsü’l-emrin tasavvuru bizim daire-i idrakimizden haricdir. Onun ne olduğunu ne olması lazım geleceğini tasavvur edemeyiz etsek de bilemeyiz. Demek ki vücud-ı nefsü’l-emri denilen şeyin de eşyada tasavvuru bir farz-ı akli asıl nefsü’l-emr ise hakıkatte suver-i eşyanın külliyat ve cüz’iyatını havi olan ilm-i İlahi demek tecelliyyat-ı İlahiyye’ye mazhariyeti bizi eşya-yı hariciyye bur ediyor ki… A’raz-ı saneviyyenin bize karşı vücudları olmadığı gibi eşyada mutasavver olan ve fikrimizce bit-tabi’ birtakım a’razdan da vücud-ı İlahi’ye karşı ne vücudu ne de teayyünü vardır. Bina-berin eşya bi-zatihi ma’dum vücud-ı Hak ile mevcuddur. Nitekim Hazret-i Şeyh-i Ekber Kelime-i Şu’aybiyye fassında ayet-i kerimesiyle bu hakıkati beyan buyuruyor. Şarih-i muhakkık da hülasaten şöyle diyor: Alem her nefeste müteceddiddir. Zira zatıyla ma’dum vücud-ı Hak ile mevcuddur. Hak ebeden aleme mütecellidir. Tecelli-i evvel aslına rucu edince alem ma’dum tecelli-i sani ile tekrar mevcud olur. İki tecelli beynindeki sür’at-i ma’dum sonra tekrar mevcud olduğu anlaşılamaz. Descartes’ın: Le monde nesufesiste que parce que. Dieu le conserve et sa conservation est une création continuée. Yani alem ancak Cenab-ı Hakk’ın hıfzıyla kaimdir. Cenab-ı Hakk’ın alemi bu suretle hıfzetmesi de onu anen fe-anen yaratması demektir” sözü tamamiyle bu hakıkati natıktır. Şu hale göre eşyanın vücud-ı zihni ile mevcud olduğuna kail olsak bizden evvel sübutları bunu kabule mani’. Vücudı harici olarak kabul etsek birçok değil belki bütün a’razının bizimle kıyamı da buna mani’! Şu halde ne yapmalı işin yoksa vücud-ı zihni mi? Buna felsefe nokta-i nazarından cevap verecek olursak peştemal ile tesettür-i germabe mesel-i meşhuruna nazire yapmış oluruz! Şu halde a’yan –ki hakayık-ı mümkinatın ilm-i İlahi’deki suver-i sabitesi demektir– bunlar hem zihinden hem de zihnin teveccüh-i mefruzundan haricdir. Biz bunların sübutunu tahlil-i akli ile yani eşyayı avarız-ı evveliyye ve saneviyyesinden zihnen tecrid ile her türlü i’tibarattan mücerred olarak tasavvurdan sonra bir dereceye kadar anlayabiliriz. Fakat asla hakıkatlerini bilemeyiz. Bizim eşyayı bu vechile avarızından tecrid ile tasavvurumuz bize hakayık-ı a’yanı –fakat kesif bir perde altında– gösterir. Eşya-yı hariciyye dediğimiz şeylerin bizden evvel mevcud olmaları fennen suret-i kat’iyyede sabit olmakla bu tasavvurdan sonra bunların bu suretle mevcudiyetleri bir vücud-ı müdrike karşı teayyün etmiş olmak lazım geleceğini kabulümüz de zaruri hikmetini alır!!. Ba’dehu eşya-yı hariciyyenin bu suretle olan teayyün-i zatilerinin kendilerinden olmayıp ve vücud-ı müdrikin hakıkatindeki teayyünattan mün’akis yani o vücuda nisbeten “Subjedif”; zati eşya-yı mevcudeye nisbeten de onun aksi “Objedif” olduğu tahakkuk eder. Bu hakıkati bir dereceye kadar anlayabilmek için yine eşyanın a’raz-ı saneviyyesine nakl-i kelam lazımdır: Eşyanın a’raz-ı saneviyyesi onların zatında gibi göründüğünden vehle-i ulada hakıkatin öyle olduğuna hükmederiz. Fakat mes’eleyi tedkık eyledikten sonra onların eşyada değil nefsimizde müteayyin onunla kaim olduğunu anlarız. Mes’eleyi şaibe-i hululden kurtarmak için şunu da düşünmek lazımdır: Her ne kadar eşyadaki a’raz-ı saneviyye nefsimizde müteayyin nefsimizle kaim ise de nefsimiz bu a’razın biriyle müteessir değildir. Mesela biz eşyadaki kırmızı sarı renkleri görürüz. Halbuki bu renkleri idrak eden kuvvet ne kırmızıdır ne de sarıdır. Keza eşyadaki melaset ve huşuneti de idrak ederiz. Bu a’razı müdrik olan kuvvet ne katıdır ne de yumuşak! Bu avarızın kaffesi kavabil-i mümkinedeki isti’dad muktezasının kendilerinde zuhurudur. O isti’dadatı zuhur ettiren kuvvet de bizdeki müdrikedir. maa’l-farık suretiyle– hemen buna benzetilebilir. Bu hakıkat mehma-emken anlaşıldıktan sonra denebilir ki: Tecelliyat-ı runu eşya-yı hariciyye için vücud-ı nefsü’l-emri suretinde tahayyül etmek bizim için zaruridir yoksa hadd-i zatında eşyada ne vücud-ı nefsü’l-emri vardır ne de a’raz-ı evveliyye ve saneviyye! Bunların kaffesi Cenab-ı Hakk’ın teayyünat-ı ezeliyyesiyle a’yan-ı mümkineye tecellisinden ibarettir. Nitekim savamit ve cevamidin bütün a’razı onlardaki isti’dadın bizdeki kuvvetle zuhurundan bizdeki kuvvetin de onlardaki isti’dada te’sirinden başka bir şey değildir. Halbuki saha-i hakıkate girince bu sözler de i’tibarat-ı zihniyye Bazı kimselerin buradan cür’et alarak hakıkat-i vücud namına cür’et ettikleri birtakım türrehat gayet dakık olan bu bahsi anlamadıklarından yahud anlamış olmak zu’munda bulunduklarından münbaistir. O bazı miyanında belki ben de dahilim Netice – Eşyanın vücud-ı nefsü’l-emrileri diye tasavvur etmek istediğimiz şey ilm-i İlahi’deki sübutlarından başka bir şey değildir. Cenab-ı Hak o teayyünatı vücud-ı harici suretinde idrak edecek mahlukatı yani bizi yarattıktan sonra tecelliyat-ı gayr-ı mütenahiyyesine mazhar olan bu saha-i tenahi-i napeziri nazar-gahımızda tecelli ettirdi. Bina-berin nefsimiz de o miyanda dahil olduğu halde bizim eşya namını verdiğimiz teayyünatın kaffesi fi nefsi’l-emr ma’dum ve vücud-ı Hak ile mevcuddur. Onlara mevcud deriz: Hakk’ın müstemirren ifaza-i vücud etmesiyle! Ma’dum deriz: O ifazanın inkıtaıyla hepsinin peygulekümuna gitmesiyle! Artık Maddiyyun işi yoksa maddenin bil-kimya imhası olmadığını iddia etsin. Maddeden ileri geçemeyen bir nazar zaten bundan ilerisini de göremez. Hülasa-i kelam cevamid ve savamitin bi-nefsiha teayyünlerine hemehal bir idrake karşıdır. Halbuki saha-i tekvin şu’le-i idrak-i beşerle tenvir edilmeden evvel cevamid ve savamitin bizce teayyün-i zatileri denilen vücud ile müteayyin oldukları madem ki delail-i fenniyye ile sabittir onların da la-cerem bir vücud-ı müdrike karşı teayyün etmiş olmalarını kabul etmek bizim için zaruridir. ayyün-i zatisinin de o vücuda karşı tahakkukunu cezm sonra da o tahakkuk-ı vehmiyi nefsinden ıskat ederse kendisinin kiminle kaim kiminle mevcud olduğunu anlar. İclayı bedihat olan kendi nefs-i mevhumunu nasıl delilden müstağni olarak cezm-i kat’i ile cezmederse onun menşe’-i teayyününü de öylece delilden müstağni olarak cezmeder. Hükema bu saha-i tenahi-i napezire pay-endaz-ı duhul olmuşlar ne kadar menzil kat’ edebildilerse oraya bir alamet rekz ederek adına meslek demişler. Bu alametlerin beynlerinde nisbi mesafeler vardır fakat füshat-sera-yı hakıkate kıyamete kadar böyle alametler rekz edilse o saha-i la-tenahi yine olanca azametiyle nazar-ı hayret önünde tecelli eder. Bedene göre gıda ne ise kuvve-i akliyyeye göre ilim odur. Beden nasıl yerden yetişen birçok mevaddı temsil ederek nema buluyorsa kuvve-i akliyye de öylece haricden aldığı birtakım ma’lumatı birtakım ilmi nazariyatı temsil sayesinde büyüyor yükseliyor. ruhaniyye her şeyden evvel ilme hücum ederek gerek onu gerek tarafdaranını teşnie terzile başlamışlardı hatta ilmi yanına yaklaşmak caiz olmayan bir levs suretinde göstermişlerdi. Meşhu r Larousse Kamus-i Ulum’unda diyor ki: “Lakin bunlar ilmi meyvesini yiyenleri öldüren şecere-i mel’une olmak üzere telakkı ediyorlardı.” Evet bu adamlar ilme öyle bir hücum gösterdiler ki murakabeleri altında yaşayan insanlar için ilmin adını anmak bile muharremattan oldu. Maa-mafih bununla kalmadılar: Kudemanın felsefesini hikmetini kendi vehimleriyle hayalleriyle te’lif edilebilecek bir hale getirinceye kadar tahrifata uğrattılar nihayet o felsefeler o hikmetler öyle çirkin bir kıyafet aldı ki nazar-ı akl bu ucubenin önünde müdehheş olur kalır! Rü’esa-yı ruhaniyye kendilerinde bitmez tükenmez bir dukları için bunun haricinde ne varsa hak ve hakıkatten haricdir kabul eden de zındiktır hükmünü vererek mahkumu tasavvuru akıllara dehşet verecek en metanetli yürekleri dehşetlere düşürecek bir yığın işkenceler altında öldürürlerdi. Bu suretle ilmin terakkısine çalışmış olmak töhmetiyle birçok hükemayı mahvettiler. İlmin tarihini tetebbu’ edenler büyük büyük ibretler görürler. karşı olan temayül durdu. Lakin kavanin-i hayat bu gibi nareva harekat aleyhine bir hüccet ikame etti ki o hüccet-i natıka da cehaletin hurafatın efkara hakim olması evhamın hayalat-ı batılanın revaç bulması idi. Nihayet ihtirasat-ı behimiyye temayülat-ı insaniyyeye galebe çaldı. Kaviler zaiflere çullanarak onları bütün hukuk-ı tabiiyyelerinden bütün menaim-i hayatiyyelerinden mahrum bıraktı. İşte bu herc ü merc bütün harekat-ı insaniyyete hakim kesilmiş artık seylab tepeleri aşmış bıçak kemiğe dayanmıştı. Bunun üzerine ilmi esaret-i cehennemiyyesinden kurtarmak için dahili ihtilalat o hunin mukatelat meydan aldı ki tafsili tarihe biraz vukufu olanların ma’lumudur. hazretlerine ilahi birçok hakayık nazil olduğu her türlü kuyud-ı esaretten azade bir ilm bir medeniyet-i hakıkıyye aleyhi’s-salatu vesselam Efendimiz’e vahy buyurulduğu bir sırada milletlerin hali bu derekede idi. Diyanet-i İslamiyye geldi. İlmin ayağındaki zincirleri boyunundaki laleleri kırdı attı; ilmin herhangi kayd ile olur ise olsun takyidi yahud hangi had ile olur ise olsun tahdidi bir zulm-i elim olacağını takrir etti. Hadis. Din-i İslam Kur’an Kerim’de nass-ı celile Halık-ı Hakim’in lisanından şu hakıkati tebliğ ediyor ki Fatır-ı Mutlak’ın Resul-i güzinine ancak envar-ı ulum ile tenvir-i fikr etmek tetebbu’-i ma’kulat bilir. Hem Kur’an bu kadarla iktifa etmiyor. Belki taleb-i Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: varid olmuştur. ulum ve maarif-i hakıkıyye kapılarını açmış bu ulum ve maarifin iktisabı için ihtiyar olunan mesainin en büyük ibadet olduğunu insanlara bildirmiştir. Hazret-i Peygamber “En büyük ibadet taleb-i ilmdir. İnsanın bir saat ilim ile meşgul yerine ile Maverdi olması altmış sene ibadetle vakit geçirmesinden hayırlıdır.” buyuruyor. Müslümanlık ilmi ne bir memlekete ne de bir millete hasretmemiştir. Belki nevadir-i irfan u ma’rifeti hangi iklimde hangi ümmette bulursak almak için bize emretmiştir. hadisleri ma’lumdur. Binaenaleyh hiçbir müslüman için bir hikmeti mahza i’tikadca kendisine münafi olan bir menba’dan sudur etmiş olmasına bakarak kabul etmemek asla caiz olamaz. Belki o hikmetin hikmet olması şan-ı insaniyyeti sebeptir. Hazret-i Peygamber “ – Hikmeti hangi kapta görürsen almaktan geri durma zarfın sana hiçbir te’siri olamaz.” buyuruyor. Kur’an’ ı kemal-i tedebbürle tilavet edecek olursan insanı men’ eden birçok ayetler görürsün. İşte Hakim-i Cebbar diyor. Kainata nazar-ı im’an atfetmekte kusur edenleri tarzında ilzam ederek erbab-ı fikri ibrete da’vet buyuruyor. Bedayi’-i hilkati tedebbürden keff-i nazar edenleri suretinde inzar ediyor. caba evvelin ve ahirin insanları şöyle dursun cemadatı bile harekete getirecek bu kadar ayat ile ilmin şanını i’la eden Müslümanlığın derecesine varabilmişler midir? Hem bakalım zamanımızdaki hürriyet-i ilmiyye asr-ı hazırdan pek uzak bir devirden mi başlıyor? Hayır. Fransa’nın eski Hariciye Nazırlarından hem en büyük kimyagerlerinden “Bertlo” diyor ki: “İlim ancak iki yüz elli seneden beri na’il-i hürriyyet olabildi.” Biz Osmanlılar çok teessüf olunur ki sevgili mukaddes vatanımızı daha iyi tanıyamıyoruz. Tanımamayı ve bilmeyerine yazılmıştır. Suyuti farkıyla. meyi bir kusur olarak kabul etmez isek bile öğrenmek amalini taşımamanın müdhiş bir kusur olduğunu i’tiraf ederiz. Sahibi ve hakimi olduğumuz bu memleketin birçok şeylerini gariptir ki ecnebilerden öğreniyoruz. Anadolu ahval-i ticariyye ve ziraiyyesine dair ecnebilerin neşrettiği bir eseri gördük mü hemen onu açıyor okuyor ve istifade eylemeye çalışıyoruz. Çünkü bizim bigane kaldığımız halde onların menfaatleri iktizası öğrendikleri şeylere bizim hiç vukufumuz yok… İngiltere’de bir Cem’iyyet-i Ticariyye ve Sermayedaran meşhur bir mütehassıs bir profesör pamuk hakkında Anadolu’da tahkıkat ve tedkıkat-ı ilmiyye ve ticariyyede bulunmak üzere gönderiyor; bizim en büyük bilgiçlik taslayanlarımızın bile vakıf olmadıkları bir hamule ile memleketine avdet ediyor… Sonra biz bu faidedar ma’lumatı görünce hemen gazetelerimizle neşre çalışıyoruz. Pamuk mes’elesi bir misal olabilir. Daha bu yolda onlardan öğrendiğimiz pek çok şeyler vardır. Maa-haza onların yanlış öğrendikleri bazı şeyleri biz de yanlış kabul ediyoruz memleketimizi başka türlü tanıyoruz. Yanlış manlış bu vechile biraz ma’lumat alıyor isek de bazı ehemmiyetli ve esaslı şeyler var ki bunlar hakkında ecnebiler edemiyoruz; bu gibi şeylere vukuf uzun ve medid ve muhtelif mevaki’de edilen tecrübe ve dikkatlere menut… İşte bunların birincisi iklim ve tehavvülat-ı hevaiyye mes’elesi… Bir mahallin iklimi hakkında istihsal-i ma’lumat eylemek o memlekete alaka ve nisbet cihetiyle pek mühimdir. Teessüf edilir ki memleketin her taraf iklimi hakkında ma’lumatımız olmadığı için hiçbir tarafında bir teşebbüs-i mahsus göstermek için bir heves ve faaliyet ibraz edemiyoruz. Zaten elimizde memleketin ekalimini ve tehavvülat-ı hevaiyyesini gösterir bir muntazam kitap ve eser bir istatistik yok ki… Memleketimizin coğrafyasını Fransızca’dan tercüme ettiğimiz ne kadar gülünç olur ise iklim cedvelleri neşrini de oradan bekler isek o kadar ayıp olacaktır. Alat-ı cevviyye ve hevaiyyenin iklime hizmetinden başka ahaliyi medeniyete teceddüde terakkıye düşünmeye Avrupa gibi yükselmeye sevk eylemek için külli ve cüz’i menafii vardır. Alaim-i cevv-i-heva rasadhanelerinin ziraate de nihayetsiz hizmetleri bulunuyor Osmanlı vatanının zengin ve ma’mur olması için hep takdir ediyor ve anlıyoruz ki ziraatin yeni ve fenni usulde terakkısine lüzum vardır. Yeni usul ziraat birçok hazırlıklara muhtaçtır; o hazırlıklar olmadan birdenbire olmuş meyve beklemek kabil olamaz. Bu hazırlıklara nail olan ve her köye varıncaya kadar iklime vakıf olan Avrupalılar buna kani’ olmuyorlar da “istasyon agronomikler” vücuda getiriyorlar. İstasyon agronomikler hizmetlerini ancak köylülerin sa’yi sayesinde köylünün iklim cedvelinden istifade ediyor. Yoksa hakıkaten istifade için nihayetsiz istasyon agronomiklerin vücudu muktezi olur. Bizim memlekette muntazam rasadat-ı hevaiyye ve cevviyye yapan bir müessese yoktur. Avrupa’nın istasyon agronomiklerine mümasil olmak üzere vücuda getirilen nümune tarlalarımız her ne kadar rasadata çalışıyorlar ise de te’min ederim ki semere-i meşgaleleri çok nakıs ve istifadesizdir. Muntazam iklim bilinmeden ziraat-i fen me’murlarının çalışması pek de mümkün değil; birçok hususatta vereceği nasihatler runun nasihatinden istifade edemeyen çiftçi fenne hasım olur. Yalnız ziraat değil tababet ve sanayi için de iklimi bilmek tanımak pek lazımdır. O halde bu mühim vazifeyi kim deruhte ve icra edecek?!.. Kim mi?.. İbtidai mektepleri köy mektepleri talebe ve muallimleri!..Evet: Bu mu’tena vazifeyi cem’iyet-i beşeriyye rüşdi muallimleri ve onların talebesi ifa eyleyecektir. Köy mekteplerinde bu vazifenin hüsn-i ifası için köy muallimleri fabrikası olan ibtidai darü’l-mualliminlerinde behemehal mükemmel bir alaim-i cevviyye rasadhanesi mevcud olmalıdır. “Muallim talebeler” rasadat hakkında ameli ma’lumat-ı istihsal ve bugün tahsilleri esnasında alat ve edevat-ı hevaiyye ve feva’idi ile kesb-i ünsiyyet eyledikten sonra köye gidince ora ahval ve iklimini anlamayı bir mecburiyet-i mutlaka olarak hissedecekler adeta alat-ı hevaiyyesiz ve rasadatsız geçirdikleri anları bir yoksuzluk içinde yaşamış addedeceklerdir. Evvelce çıkmış veyahud bil-imtihan muallim nasbolunmuş muallimlere de bu hususta ünsiyet hasıl ettirmek lazım! Buna da çare vardır; mekteplerin tatili esnasında darü’lmualliminlerde verilmektedir; binaenaleyh muallimler ta’tili merkezlerde darü’l-mualliminlerde geçiriyorlar. İşte bu esnada hoca efendilere muntazaman ve münavebe ile hepsine rasadatı ta’kıb ettirmeli ve cümlesine kuyudat-ı hevaiyyeyi havale eylemelidir. Bunları köyleri dolaşan ve esasen pek işleri olmayan maarif müfettişleri de mümkün mertebe muallimlere ta’lim edebilir. Rasadat ve kuyudat-ı hevaiyyeye alışan muallim efendiler küçük talebesini de bu işe alıştırarak onlara havale ve terk edebilirler. Daru’l-mualliminlerde talebe nasıl münavebe ile bu hususta çalışıyor ise kendi çocukları da öyle çalışır ve öğrenirler. Bunlara evvela muallimleri iştirak ederler ise de bilahare çocuklar başlı başlarına meydana çıkarabilirler. Esasen bu güç bir iş değil gayet sade bir şeydir. Bu memleketin hilkaten zeki olan çocukları rasadatı pek çabuk öğrenirler ve alat-ı hevaiyyeye büyük bir muhabbet hasıl ederler. Bu yolda çalışırlar ise bir müddet sonra köylerimizin en hücra mahallerinde mükemmel iklim cedvelleri göreceğiz ve köylülerimiz bu netayic-i rasadatı bir ihtiyaç gibi telakkı edeceklerdir. Kasabalı köylü ahali bu rasadattan hiçbir şey anlamaz denilebilir; mektepte bu vechile terbiye edilmiş gençlerden sarf-ı nazar huda-yı nabit yetişmişler bile bununla ülfet ederler. Geçen sene Alasonya Hususi İ’dadisi müdiriyetinde bulunduğum esnada tuttuğumuz rasadatın cedvellerini muayene ti; her an gelir her hafta gelir rasadatı muayene ederlerdi. Hele talebe alat ve edevata karşı meclub edilir; meclub oldukları kadar da kayd hususunda sahib-i meleke ve vukuf edilir. Her gün tutulan rasadat-ı hevaiyye muntazam ve matbu bir cedvele kaydolunmalı; bu cedvellerin her hafta vasatisi yapılmalı. Biri bir kütükte mektepte hıfzedilmeli. Diğerini maarif idarelerine veyahud bu işlerle uğraşması hükumetçe tensib edilecek mahalle muntazaman göndermeli. Bu mu’tena vazifeyi köylüler meydana getirdikten sonra mekatib-i rüşdiyye ve i’dadiyyenin ve kasaba ve şehirlerdeki kebir mekatib-i ibtidaiyyenin daha büyük bir mikyasta Avrupa’nın her tarafında her köşesinde bu yolda istasyonlar mevcud ise de maatteessüf daha bizim en büyük şehirlerimizde muntazam rasadat görülmemiştir. Her gün bizi korkutan teşebbüsümüzü kıran bu maddeyi meydana getirmek için icab eden ilmi şu vechile pek sade ve ameli ve mümareseli olarak elde edebildik. Şimdi rasadhane alat ve edevatını tedarik ve ta’yin etmek kaldı… Rasadat-ı cevviyye için bizim kullanacağımız alat ve edevat öyle pahalı şeyler değildir. Pek ucuzdur. Bunları tedarik eylemek için para değil teşebbüs ve hüsn-i niyyet lazımdır. Maarif Nezareti bunları peyderpey alarak köy mekteplerine tevzi’ ve hocalara ve mekteplere verilecek mükafat ve hediyeleri bunlardan intihab edebilir. Mekatib rasadhaneleri Maarif Nezareti tarafından te’sis edildikten başka az bir teşvik ve tergıb ile bunu vücuda getirebilecek pek çok ahali vardır. Fakat iyi bir teşvik semeredar bir sa’y lazım. Maarif Nezareti bu hususta da pek alakadardır; muallimleri şevke ve gayrete getirici verilen bir teşvik neticesi olarak muallimler de köylüleri bir ümid ve şevk ile teşvik ve nihayet muvaffakıyet elde ederler. Alaim-i cevviyye rasadhaneleri üç derece üzerine te’sis olunabilir. Biri alelade ikincisi mutavassıt üçüncüsü a’la rasadhanelerdir. Bunlar için sarfedilecek para ile alınacak alat ve edevatı sıra ile zire derc ediyorum. Alelade İçin: Aded Kuruş Mikyasü’l-hevai Mikyasü’l-harare Mikyasü’l-matar Mikyasü’r-rutube Mutavassıt İçin: Aded Kuruş Mikyasü’l-heva a’la Mikyasü’l-harare A’zami mikyasü’l-harare Asgari mikyasü’l-harare Mikyasü’l-rutube Mikyasü’l-matar Mikyasü’l-tebahhur Radyometre Pagoskop A’la İçin: Aded Kuruş Mikyasü’l-heva muharrir Mikyasü’l-harare muharrir Mikyasü’l-harare ispirtolu toprak için A’zami mikyasü’l-harare Asgari mikyasü’l-harare Mikyasü’l-rutube Mikyasü’l-matar Pagoskop Mikyas-ı tebahhur Mikyas-ı riyah Aktinometre Radyometre Zelzele-nüvis sismograf Yazdığım fiyatlar perakende fiyattır. Toptan vuku’ bulacak mübayaalarda yüzde yirmi beşten ziyade tenzilat yapılacağı şüphesizdir. Böyle toptan siparişlerde edevat üzerindeki rakam ve yazıları Türkçe olarak yaptırılabilir. Köylerimiz için alel-ade gösterilen alat pek muvafık ve kafidir. Bunlarla atideki rasadatı icra ve ümidimizden fazla istifade te’min eyleriz: Tazyik-i heva güneşte hararet-i heva gölgede hararet-i heva düşen yağmurun mikdarı vuku’ bulan rutubetin derecesi toprağın harareti rüzgarın şiddeti ve vezanı takribi ahval-i eyyam. Biz Osmanlıların bir tabiati var ki hemen her şeyin yükseğini a’lasını birden yapmayı teemmül ederiz. Her şeyin a’lası iyidir; fakat kabil-i tatbik olmak şartıyla! Köyler için tertip ettiğim şu heva edevatını kafi görmeyenler belki bulunur lakin şunlarla iş görerek el-haletü hazihi şehirlerimizden daha mükemmel ve onların vasıl olamadığı bir rasadı icra edersek köylerimiz köylülerimiz için bir şeref olmaz mı? Ümid ederim ki kari’lerimden birçoğu bu alattan istifade etmeği düşünecektir. Böyle vatan-perverlere teceddüd-perverlere lazım geldiği kadar ifa-yı hizmet eylemeyi vazife addederim. – – On dördüncü asr-ı İslami’de Afganistan’ın ve Afgan kavm-i necibinin intibah ve tekamülü sair memalik-i İslamiyye tekamül ve temeddününe nisbeten daha ulvi daha sevimlidir sırf ruh-ı İslamiyyet ile metbu’ bir tekamül-i medeniyyettir. Muhiti ve hem-civarı olan hükumat-ı İslamiyye’nin esbab-ı tedenni ve inkırazının tetebbuundan on üçüncü asr-ı hicri seyyiat ve mesaibinden hisse-mend olmaktan mütehassıl bir intibahtır. Garbın çirkin ve mülevves safahatından yirminci asr-ı medeninin bil-umum ahlaksızlığından muarra bir medeniyet-i İslamiyye’nin Afganistan’da husule getirmekte olduğu intibah ve terakkıyat bizce daha feyizli daha mucib-i rüchandır. Afganistan’ın İslamiyet ve diyanet ile meşhun olan tekamül-i medenisi; ittihad-ı İslam’ın rükn-i esasisinden birini teşkil edeceğine hiç şüphe yoktur. Çünkü mu’aşir-i İslam’ın tekamül ve terakkıyyat-ı medeniyyesi garbın efkar-ı faside ve adat-ı sefihanesinden ne nisbette dur olursa o nisbette tevsi’-i daire ederek serian mucib-i intibah-ı umumi olur. Salabet-i diniyye ve İslamiyyemizi rahnedar edecek olan efkar-ı medeniyyet bizi yalnız hak-i helake sürüklemekten başka bir şeye yaramaz. İslam’ın edvar-ı terakkı ve temeddününü garb ve şarkın celadet-i decek olursak o vakitler ehl-i İslam’ın salabet-i diniyyesi celadet-i zatiyyesi kadar olduğunu derhal tasdik ederiz. Temeddün-i lam hep hep garbın efkar-ı fasidesinden seyyi’at-ı ahlakiyyesinden vareste kalarak din-i mübinimize temessük kavaid-i milliyye ve İslamiyyemize riayet ile serian hasıl olacağı azade-i izahtır. diniyyeleri rahnedar olmayacak bir surette olan terakkı ve tealileri muvafık-ı ruh-ı İslamiyyet olduğundan yarın bütün azamet haşmetiyle tulu’ edecek olan ittihad-ı İslam’ın rükni kaviminden birini de elbette Afgan medeniyet-i İslamiyyesi teşkil edecektir. Son vakitlerde Afganlılar taassubat-ı mezhebiyyenin teşettüt-i vamil-i müessireden biri olduğunu da idrak etmeye başlamışlar eskiden beri Sünnilik-Şiilik tefrikasından dolayı Afganiler adavet-i mahsusa neticesi olarak bu iki millet pek çok iraka-i demde münazaat-ı mezhebiyyede bulunmuşlar ve bundan dolayı tarih-i İslam’da siyah sahifeler vücuda getirmişlerdir. Edvar-ı maziyyede alem-i İslamiyyet’i tarumar eden böyle feci vukuatın tahatturu iz’ac-ı kulubdan başka bir şeye yaramaz. Bi-hamdillah bugün Afganilerin Darü’l-Hilafe’den aldıkları hissiyat-ı İslamiyye neticesi olarak eskiden cay-gir bulunan adavet-i mezhebiyyeden feragat ettikleri hatta İranlı kardeşlerini varta-i felaketten kurtarmaya azmettikleri görülüyor. lılar namına olarak serd ettiği beyanatı Kalküta’da münteşir Englishman İngilizman gazetesi neşrederek ondan İran gazeteleri dan ber-vech-i ati arz edelim: “Alem-i İslam’ın şu son senelerde olan teyakkuz ve intibahına nazar-ı basiret ve hakıkat ile bakacak olursak derhal yen sebk etmemiştir. İngilizlerin Iranilere karşı mücerred bir ultimatom tebliğ etmeleriyle alem-i İslam’da husule gelen galeyan heyecan intibah-ı İslam’ın vücuduna açık bürhan-ı katı’dır. Mezkur ultimatom tebliği münasebetiyle ilk Darü’lHilafe’de akd-i meclis ederek Sünni Osmanlıların Şii Iranilere müzaheret ve uhuvvet göstererek İngilizlerin harekatını şiddetli surette protesto etmeleri ve avaze-i şikayeti ayyuka kadar çıkarmaları müslümanların calib-i nazar-ı dikkati olmuş ve Afganlıları da ikaz etmiştir. Bil-umum müslümanlar; Darü’l-Hilafe’nin bu teşebbüsünden mütenebbih olarak gafletten uyanmaya ittihad ve iştirakin lüzumuna kail olmaya başlamışlardır. Bütün müslümanlar her türlü ihtilafat ve münazaatı bırakıp el birliğiyle yekdiğere muavenet ve müzaheret ederek İslamiyet’in başına gelecek musibetlerin def’ine çalışmayı vücub derecesinde telakkı etmişlerdir. Afganistan ahali-i İslamiyyesi de komşusu Irani kardeşlerinin vakit böyle kapalı siyaset kullanmamıştı. Bu defa alem-i niyyede bulunması yine müslümanları bir seyirci olarak kalacaklarını düşünmesinden ileri gelmiştir ki burada pek çok yanılmıştır. Bilhassa Afganlıların komşularının imdadına yetişeceklerini asla zannetmiyordu. rak söylüyorum ki Afganiler hiçbir vakit Irani kardeşlerinin mağdur ve mazlum olmalarına ruy-ı rıza göstermezler. Daima ma’nen maddeten muavenete amade bulunduklarını te’min ederim. Bir zaman gelecek ki İngilizlerin Ruslar ile olan ittifak ve i’tilaflarından nadim olacaklarına hiç şüphem yok. Hatta diyebiliyorum ki bu i’tilaf Hindistan’ın kapılarını Ruslara açmaktır. Afganistan İran işlerine bigane değildir. ten ve işin netayic ve avakıbına intizar etmekten başka bir şey değildir. Afganistan işin fena olacağını hissettikçe ortaya atılacaktır. Ve o vakit rakipler takat getirmelidirler. İngiltere devleti hangi kuvveti ile İran yaylalarında bulunacaktır. Bila-mehaba söylüyorum ki İngiltere’nin İran yaylalarına sevk edeceği kuvve-i harbiyyesi bir blöften ibaret olduğunu tecrübe ederek söylüyoruz. Transval Muharebesi delil-i sanimizi teşkil ediyor. Madem ki Iraniler müslümandır biz Afganlıyız. Mukteziyat-ı din ü iman olarak Iranilerin imdadına yetişeceğiz. Asabiyet ve hamiyet-i İslamiyyemiz kardeşimiz Iranilerin ziya’-ı hukukuna ve mağduriyetine daima mani’ olur ve olacaktır müslümanlar üzerine olan tecavüzatı men’ etmek her müslümanın fariza-i zimmetidir. İngiltere dahisi “Gladstone” elinde Kur’an-ı Azimü’ş-Şan’ı alarak parlamentoda “Bu kitap memalik-i İslamiyye’nin taksimine mani’dir” diye salibiyyuna çoktan haber vermiştir. Ruslar İran’da bakı kaldıkça emniyet ve i’timad etmeyeceğiz. İran memleketi tecavüzat ve taarruzat-ı ecanibden masun kalmayacak olursa Afganistan’ın kıyamıyla ve muharebat-ı müttefika-i mütevaliyye ile “Hind” ve “Tibet”in tezelzüle uğrayacağından korkuyorum. Hatta diyebilirim ki tecavüzat-ı ecanib Osmanlı İran ve Afgan devlet ve milletlerinin kıyamını mucibdir. Sair aktar-ı ya’da olan din kardeşlerimiz de bu men’-i tecavüzata iştirak edecekler ve bu dairenin haricinde kalamayacaklardır.” Bundan sonra serdar-ı a’zam Iranilerin Ruslara karşı tuttukları mesleği tenkıd ederek diyor ki: Iraniler kadın libası giymişler. Ne vakite kadar sabır hilim göstereceklerdir. Böyle sabır hilim ile İran’ın vehameti günden güne tezayüd edecektir. Iraniler bilmeli idiler ki Ruslar bu sükunetten kerlerini de geriye çekmeyeceklerdir. Afganiler siyaset işlerine cahildirler; fakat böyle zillet meskenet ve hakareti kat’iyen hazmedemeyecek hasayis-i ber-güzideye maliktirler. müctehidleri fetva-yı cihadı verecek olurlarsa bizim de ulema ve mollalarımız o fetva-yı münifin Afgan kavmine olan şümulünü te’yid tasdike müheyya bulunuyorlar… Japonya’dan: Hürmetlü pederimiz! Çoktan mektup yazamadığım için affınızı istirham ederim son derecede meşguliyetimizden bir türlü vakit bulamadık. Maamafih bizim kalplerimiz daima sizin iledir. Cem’iyetimiz reisi Ohada ellerinizden bus eder. Mahdumlarınızın Tokyo’ya teşrifleri bizim için gayet büyük şeref oldu. Cem’iyetimiz a’zalarından her birinde o günden i’tibaren bir eser-i hayat müşahede olundu her işimizde ciddiyet görüldü. Mescid için tedarik ettiğimiz arsanın bir kenarına kendimize mahsus bir idarehane bina ettik orada tecemmu’ ediyoruz her işimizi orada görüyoruz bir tarafını lisan-ı Türki ta’limatına mahsus mektep yaptık evladlarınız birkaç Japonları ta’lim ediyorlar şu suretle hem ta’limat-ı diniyye hem ibadetimiz nunuz. Hiç olmazsa bir derece kendi yuvamıza baş soktuk demektir. Şimdi siz de biraz himmet etseniz de mescidimizi bir meydana çıkarsak sonra artık Japonya’da İslamiyet’in esası kuruldu demek olurdu. İhvanımızın kaffesi ellerinizden bus eder. Fi maba’d adresimiz doğrudan doğruya kendi idaremize olacaktır: Tokyo – Akasaka Umani Machi numara Bugün birinci defa olarak kendi idarehanemizde ictima’ ettik; bu mektubu dahi size o cem’iyet ağzından yazıyorum. Tokyo Japonya Oğlunuz Nakano Kanunisani ’inci Kanunisani tarihinde anarşistlerden on iki adama rinde birisi kadındır. Reisleri Kotoku Denchiro namında gayet alim bir adam olup bu babda yazmış olduğu eserleri dahi pek çok imiş. Bunların idama mahkum edilmeleri için Tokyo’da ahali galeyan ederek mitingler yaptılar nihayet bu yirmi altı kişiden hepsi idama mahkum iken kişi Mikado fermanıyla afv olunarak müebbed kal’a-bend oldular. Bu vak’a Japonlar bizim tarihimizde bu gibi bir vak’a yoktur diyorlar. Bu anarşistler kamilen Amerikalılar alakadar olup yalnız Mikado’yu değil belki umum hanedan ile me’murin-i hazıranın kaffesini öldürmek fikrinde oldukları sabit olmuştur. Japonya’da bundan kırk elli sene mukaddem bizim feslerimiz biçiminde kırmızı fes giyerlermiş buna da “Turkobu” Türk kalpağı derlermiş. Şimdi de köy ihtiyarlarında nadiren bulunurmuş. Bundan Japonlar Türkler ile münasebat-ı kadimeler olduğunu söylüyorlar. Zaten ahlak kamilen Türk-müslüman ahlakıdır. Bir gün hanemizde bulunmakta iken biri geldi bizi sordu; buyurunuz dedik. Japonlarda nadir görülür uzun boylu göğsü açık ayağında beyaz çorap üstünde takunya kesb-i mu’arefe ettikten sonra dedi: –Sizin teşrifinizi gazetelerde okudum son derecede memnun oldum. Ben Reşid Efendi ehibbasından parlemento a’zası Sasakiyim hoş geldiniz; safa geldiniz. Bizim parlementoya geliniz görünüz. Biz de çok memnun oluruz. Siz de genç adamlarsınız görmekle büyük istifade edersiniz. Biz her cihetten sizin muavenetinize hazır ve amadeyiz. Tercüman lazım olursa gezmek için refik icab ederse hep biz ifa-yı hizmete hazırız. Bizim elimizden gelen şey size karşı vazifemizi yapmaktır. Şu suretle Sasaki cenabları bize izhar-ı uhuvvet ettiler. Ba’dehu biz parlementoya da vardık Hariciye Nazırı Kamura cenablarının izahatını dinledik. Siyasi-i şehir Kamura’nın lisanında talakati hiç yokmuş. Fakat sonra ayağı takunyalı başı açık sırtında Japon elbisesi ile biri kürsi-i hitabete geldi iki saat kadar söz söyledi. Tercümanımızın ifadesine göre o kadar güzel söz söylermiş ki bütün parlemento ricali hayret ederlermiş. Zaten hal ve etvarından belli idi. Başvekil Kaçora dahi mecliste bulunuyordu. Gariptir ki: Japonlarda en büyük adamlar en adi elbisede bulunuyorlar. Takunya milli elbise gibi gayet sade bulunuyorlar; hülasa Avrupa’dan kılık kıyafete dair hiçbir şey almamışlar. Burada müşahedatımızı fi maba’d peyderpey mufassal surette yazarız. Sıratımüstakım kari’lerine arz ederiz. Şimdilik cümle ihvan-ı dinimize: “Es-selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu.” Rusya: Kaç seneden beri Rusya müslümanlarında görülen hareket ve faaliyeti söndürmek için hükumet pek çok vesait Geçen sene Kırım’daki İslam rüşdiyelerini kapamış ve Türkiye’de tahsil görüp Rusya’da muallimlik edenlerin bir kısmını mekteplerden kovmuş bir kısmını da memleketten sürmüştür. Türkistan’da açılan mekatib-i İslamiyye’de Kafkasya’dan Kazan’dan vesair bilad-ı muhtelifeden celbedilen muallimleri hükumet Türkistan’dan çıkartmıştır. Bunun üzerine hükumete müracaat edip esbabını sual eden müslümanlara hükumet Türkistan’da muallim olacak efendilerin Türkistanlı bulunması bir şart-ı a’zam olduğunu beyan etmiştir. Türkistan hakkında yapılan bir nizamnamede: Rusya’nın diğer yerlerinden gelen müslümanların Türkistan vilayetlerinde mülk almaya hakları olmadığı kaydedilmişlerdir. Rusyalı bir Nemse; bir Leh bir Ermeni bir Gürcü hakk-ı temellüke malik bulundurulduğu halde müslümanlar ile Yahudiler bundan mahrum bırakılmıştır. Mezkur nizamnamenin diğer bir maddesinde de: “Yerli müslümanlar kendi aralarında olan işleri kadılar mahkemesinde halledilecek fakat Türkistanlı bir müslüman ile Rusya’nın diğer bir vilayetinden olan bir müslüman arasında zuhur edecek işler kadılar şeriat ile halletmeyip Rus mahkemelerinde hallolunacaktır” kaydı yazılmıştır. Hükumetin böyle bir nizam ve kanun tertip etmesinden maksadı Rusya’daki İslam kardeşlerimizi yek-diğerinden tefrik etmektir. Bu hafta Rusya’dan aldığımız gazetelerde birtakım yeni tazyikat daha okuyup müteessir olduk. – Kazan’da Profesör Ralisisky’nin teklifi üzerine Kazan Zadeganları Cem’iyeti hükumete müracaat ederek: “Hıristiyan’dan maada milletler mekteplerinde muallimlik edeceklerin Ruslardan olması için kanunda ayrı bir madde vaz’ edilmesinin” talep olunmasını taht-ı karara almıştır. Bugraslan kasabası civarında Arsay nam karyede kişi zükur ve kadın resmen din-i İslam’ı kabul edip zükur ve kız çocuklarına hususi bir ev kiralayarak bir muallimden zarurat-ı diniyyeyi öğretiyorlardı. Geçen Kanunisani nihayetlerinde mezkur karyeye bir polis jandarması gelip mektep çocuklarını kovup çıkarmış muallimi de polis komiserine göndermiştir. – Bakü’de neşredilen yevmi Güneş refikımız şehir natçalnikinin belediye müdirinin emriyle kapatılmıştır. Sebebi ise natçalnikinin fikrince muzır olması imiş… Tiflis sansürünün ma’rifetiyle yine Bakü’de haftada bir def’a neşredilen Hilal kapanmıştır. – Bu hafta muharrirlerimizden birisine Kırım’dan yazılan bir mektupta; Yalta ve etrafındaki köylerde polis jandarmaları pek çok müslümanların hanelerinde İstanbul’da basılan ne kadar kitap gazete mecmua varsa hepsini toplayıp götürdükleri bildiriliyor. Kazan’da Kanunisani ahirlerinde Tatarca yapılacak bir müsamere-i edebiyyeye vali ruhsat vermemiş ve sebebini beyan etmemiştir. – Rusya’nın mühim merkezlerinden birisi addolunan Kiev şehrinde gittikçe müslümanların tezayüd etmesi orada bir cami’-i şerifin yapılmasına sebep olmuştur. Kiev’te cami te’sisi fikri çoktan beri doğmuş ise de birtakım sebeplerden dolayı bugüne kadar tehir edilmişti. Şimdi aldığımız habere göre Şubat ibtidalarında camiin binasına başlanmıştır. Oradaki din kardeşlerimizin bu teşebbüslerini takdis ile muvaffakıyetlerini temenni ederiz. – Bir hafta kadar evvel gündelik gazetelerin Vyatka eyaletinde bir Tatar medresesi kapatılmıştır diye yazdıkları haberin Rusyalı müslüman kardeşlerimizce teessür-i azimi müstelzim bir vak’a-i mühimme olduğu son gelen Tatarca gazetelerden anlaşılıyor. Volga havzasında sakin müslümanların en büyük medarisinden birisi de Vyatka eyaletinde “Bubi” köyünde kain bir medrese idi. Köyün bütün hayatı o medreseye münhasır gibi idi. Zaten Rusya Müslümanlığının merakiz-i tedrisiyyeleri alel-ekser köylerdir. Bu dereceye kadar İngiltere’nin darü’l-fünun teşkilatını andırır Bubi medresesinde usul-i hazıra ile ta’lim olunan sunuf-ı de kışın mutarriden dersler ta’kıb olunuyordu. Yaz olunca medrese darü’l-muallimin ve darü’l-muallimat halini iktisab ediyordu. Medresenin müderrisleri ta’til münasebetiyle mekteplerini bırakıp Rusya’nın her tarafından gelmiş muallim ve muallimelere usul-i tedris öğretiyorlardı. Bir de medresenin yaz ve kış devam eden yaşlılara mahsus dersleri de var idi. Geçen Kanunisani’nin’uncu günü ortada hiçbir sebep yok iken Rus me’murin-i zabıtası tarafından işbu medrese kapatılmış ve bil-cümle müderris ve muallimleri tevkıf olunmuştur. – Kanunisani’nin’inci günü Kazan eimme ve ulemasının en mu’teber ve meşhurları olan Damolla Alim Can el-Barudi ve Damolla Abdullah Abanay hazeratının evlerinde polis tarafından taharriyat icra edilip evrak-ı mevcudeleri zabt ve müsadere olunmuştur müşarün-ileyhim Rusyalı müslümanların terakkıyat-ı fikriyyelerine en ziyade hizmet eden zatlardır. Damolla Alim Can otuz sene çalışarak el-yevm Kazan’ın en büyük medresesi olan Medrese-i Muhammediyye’yi inşa ve ikmal eylemiş; ve beş sene evveline kadar medresenin müdirliğini ve hadis ve tefsir muallimliklerini ifa etmiştir. Rusya inkılabı zamanında milletdaşlarının harekat-ı hürriyyet-perveranelerine mürşidlik etmişler diyerek sene-i miladiyyesinde salifü’z-zikr Damolla Abdullah ile beraber Kazan’dan şimali Rusya’ya dört sene müddetle nefy olunmuştu. Cezayı istilzam eden mürşidlikleri hükumetin müsaade-i resmiyyesi ile çıkardıkları risale ve ceridelerdi. Fil-vaki o hengamda Damolla Alim Can ed-Din ve’l-Edeb ünvanlı din felsefe ve ahlaktan bahis bir risale-i nim-maha tahrir ve neşretmiş Damolla Abdullah da Azad ismiyle bir ceride-i milliyye-i siyasiyye çıkarmıştı. Müşarün-ileyhim menfalarından memalik-i ecnebiyyeye seyahat müsaadesi alarak memalik-i Osmaniyye’ye gelmişlerdi. Darü’l-Hilafe’de bulundukları zaman Musa Kazım Efendi Ahmed Midhat Efendi gibi fuzala ile mülakat ederek ilm ü irfanlarını tasdik ettirmişlerdi. Damolla Alim Can’a ilm ü fazlını takdiren Halife-i zaman tarafından ikinci rütbeden nişan-ı mecidi dahi ihsan buyurulmuştu. Müddet-i nefyleri hitam bulunca Alim Can ve Abdullah hazeratı tekrar Kazan’a avdet ettilerse de mahallelerinde imamlık ve medreselerinde müderrislik etmeye hükumet-i mahalliyye tarafından müsaade olunmadı. Bu suretle izhar olunan adem-i emniyyet son zamanlarda daha ziyade teşeddüd etmiş olacak ki taharriyat ve müsaderata bile lüzum görülmüştür. – Esterhan vilayetinde yüzde Kazan vilayetinde yüzde Orenburg’ta Samara’da Kırım’da Ufa vilayetinde ; Bakü vilayetinde Kotayis vilayetinde Dağıstan’da Kars vilayetinde Tirsky vilayetinde Kafkasya’da Akmolinsky’de Zakaspisky’de Semerkand’da Semirçinsky’de Sirdarinsky’de Uralsky’de Fergansky’de diğer Asya-yı Rusi’de yüzde İslam mevcuddur. Bu hesapça Rusya’da milyon müslüman vardır. – Orenburg Belediyesi Maliye Komisyonu bu seneki reselerine verilegelen iki bin beş yüz rubleyi bu sene vermemeye karar vermiştir. “İslamların medreseleri dinidir eğer okuyabilirler” demiştir. – Buhara’nın yeni emiri Türkistan felaket-zedeganına yirmi beş bin ruble lira ihsan etmiştir. Rusya imparatoriçesi Buhara Emiri’nin bu ianesini işitince müşarün-ileyhin bu derece cömertliğinden pek müteessir olduğunu ve muhtaçlara olan şefkat ve merhameti için pek çok teşekkürler ettiğini telgrafla emir hazretlerine bildirmiştir. |/\|