|\/| _____ SEBİLÜRREŞAD Cild 10 - Unknown 272908 64614 17106 _____ Sebilürreşad Cilt Muhterem kari’lerin hatır-nişanıdır ki sekizinci ve dokuzuncu cildlerimizin ilk nüshalarında gaye-i amalimiz hakkında bir program çizmiş ve bu yolda sarf-ı mesai edileceği va’dinde bulunmuştuk. Maksad-ı yeganemizin müslümanların tenevvür ve intibahına aralarında samimi ve tezelzül na-pezir bir meveddet u uhuvvet te’sisine çalışmak olduğu şimdiye kadar intişar eden nüshaların tedkıkıyle tezahür eder. Görüyorduk ki Şark’ı istila eden kabus-ı cehalet kesif ve ezici sıkletiyle Alem-i essüf ahlaken acınacak bir halde bulunuyorlar. Garb ise her gün daha insafsız daha hain bir hücum-ı hun-harane ile Şark’a yükleniyor onu yutmak büsbütün ortadan kaldırmak emelini besliyor. Çünkü İslamlar terakkıyat-ı ilmiyyeye karşı bigane kalmışlar ferman-ı Yezdanisi’ni unutmuşlar cehalet ve la-kaydinin a’mak-ı müdhişesine gömülmüşler birbirlerine sarılarak Salib’in hücum-ı bi-emanına karşı bir sedd-i ahenin teşkil edeceklerine tefrikalarla bitab kalmışlar ihtiraslar istirkablarla zaif düşmüşler kal’a-i mevcudiyyetini yıkmaya müheyya olan düşmanların entrikalarına mefsedetlerine gafilane alet olmuşlar ve oluyorlar. Bir taraftan ümmeti tenvir ve irşad diğer taraftan tehlikeleri tasvir ve irae etmek icab ediyordu. Vüs’umuz yettiği kadar bu ümniye-i mübeccelenin te’minine sarf-ı makderetten geri kalmıyorduk. Sebilürreşad’ın millet-i İslamiyyeden gördüğü rağbet mazhar olduğu nevazişkar takdirat nail buyurulduğu iltifat-amiz teşvikat rehgüzar-ı azmine feyyaz u ziyadar huzemat-ı teşci’ saçıyor; o da tarik-ı mesaisinde daha ziyade bir itmi’nan ve ümidle va’dlerinin ifasına çalışarak ilerliyordu. Biz uzun asırların bar-ı sefaleti altında her gün bir sille-i nekbet ü felaket yiyerek göstermek ümniye-i peyamber-pesendiyle –aczimize bakmayarak– ferman-ı Sübhaniye imtisalen ortaya atılmıştık. Kat’iyyen kanaat etmiş ve yine ediyoruz ki müslümanların ma’ruz kaldıkları acı ve dil-hıraş felaketlerin sebeb-i hakıkısi cehalet vazife-na-şinaslık yek diğere karşı adem-i emniyyet ü meveddet istirkab ve ihtirasat gibi bir kavmi mevt-i kat’iye sürükleyen secaya-yı reziledir. Cehalet ve ihtiras yüzünden değil midir ki akvam-ı İslamiyye arasında müdhiş nifaklar vehamet-engiz teşettütler zuhur etmiş birbirlerinin kardeşi olan mü’minler yek diğerlerinin hasm-ı canı kesilmiş birbirlerini boğazlaya boğazlaya a’da-yı dine taarruz ve istila vesailini hazırlamışlardır. Fırkalar iftiraklar yüzünden mahv u nabud olmuş hükumat-ı İslamiyyeye dair tarihin köhne ve mensi sahifelerine gömülmüş birkaç satırlık yazıdan başka bir iz bir eser kalmış mıdır? Müslümanların cehaleti ve aralarında zuhur eden tefrika uruk-ı mevcudiyyetleri girivat-ı taassub u kin Sahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib etmemişlerdir. Efsus ki kesif bir sehabe-i cehl altında uyuşan millet-i İslamiyyeye en müdhiş felaketler bile intibah-bahş olamamış ve olamıyor. Furkan-ı Hakim İslamiyet’ten başka bir milliyet tanımadığı halde kalemrev-i hılafete göz diken a’da son zamanlarda İslamlar arasına bir de böyle bir tohm-ı şuriş-engiz attılar; Arnavudluk isyanı halinde nemalanan bu tohum filizlenerek nihayet Arnavudluk’la beraber bütün Rumeli’yi düşmanın mülevves çizmeleri altında çiğnetti. İslamların tefrikası fırkaların tehlikeyi göremeyecek kadar ihtirasat ve gaflete boğulmuş olmaları yüzünden Şark’ın rengin ve gunude ufuklarında birden bire bir tufan-ı kıyamet-engiz koparak bir seylabe-i bela gibi mes’ud ve asude muhitleri sarstı; ma’mureleri harabeye kaşaneleri viraneye ma’bedleri meyhaneye çevirdi. Bingazi ve Trablus fecialarıyla inleyen kalbler Rumeli ve Adalar’ın arz ettiği menazır-ı dil-hıraş huzurunda yeniden iltiyam-na-pezir yaralara uğradı ebediyyen parçalandı. Her gün yeni bir fecia-i hunine her saat başka bir tecavüz-i elem-agine hedef olan zavallı İslamların vaveyla-yı enin-darı arş-ı berini titrettiği halde cihan-ı medeniyyette heyhat ki bir ma’kes-i ihtisas bile bulamıyor. Balkanlar’da seller teşkil eden müslüman kanları salibiyyunun kanun-ı gayz u taassublarını itfaya kafi gelemedi. Evler soyuldu köyler yakıldı şehirler yıkıldı ma’mureler tahrib edildi gençler boğazlandı ihtiyarlar doğrandı çocuklar boğduruldu süngülerle karınlar yarılarak tüyü bitmemiş ma’sumlar didik didik parçalandı ırzları pay-mal edilen kadınlara kızlara meyhanelerde sakılik ettirildi de yine kaplandan müfteris şeytandan hain yılandan merhametsiz olan bu mahlukların naire-i kin ü taassubları sönmedi. Görülüyor ki şimdi de hain ve cani nazarlarını başka diyarlara sevgili yurdumuzun diğer buk’alarına dikmeye başlıyorlar. Cehlimizden tefrikamızdan aramıza saçtıkları kavmiyet tohm-ı felaket-engizinin semerat-ı meş’umesinden istifade etmek esaslarını ihzara çalışıyorlar. Bu haller bu facialar bizde cay-gir olan bir kanaati İslamlara kendilerinden başka hiç kimseden faide olamayacağı onların felaketlerini hatta can çekişmelerini medeniyet maskesine bürünmüş canilerin müsterih ve münşerih bir vicdanla la-kaydane temaşa belki de failleri teşvik edecekleri hakkındaki kanaati –maatteessüf– fi’liyat Bilemeyiz aramızdaki Avrupa’nın gafil perestişkarı zavallı dimağlar hakıkatin gösterdiği şu çehre-i fecia-nümadan mütenebbih oldular mı olacaklar mı?! Bu müdhiş ve kanlı sukuttan sonra olsun milleti sevk edecek yolu anlayabildiler mi anlayabilecekler mi?! Bu feci’ halin daha vahim daha korkunç safahata başlangıç olduğunu inkırazın asiyab-ı bi-emanında öğütülmek izmihlal-i kat’inin kanlı dişleri arasında büsbütün kemirilmek ihtimalinin arttığını hissettiğimiz bu kahhar akıbetin mel’un ve dehhaş vehametini titreyerek düşündüğümüz için dokuzuncu cildimizi teşkil eden nüshalarda milleti ikaz ümmeti ittifak ve bulunmuş olduğumuzdan evvelce çizilen programa tamamıyle riayet edilememişti. Maamafih programdan büsbütün inhiraf etmemek üzere mebahis-i ilmiyye felsefiyye ve ahlakıyyeye dair de birçok makaleler derc etmiş olduğumuz muhterem kari’lerin ma’lumudur. Muhabirlerimizin dokuzuncu cildin muhtevi olduğu nüshalarda münderic mektuplarında da Alem-i yoruz. Uğranılan felaket ağır zayiat pek müdhiştir. Fakat her ne olursa olsun halden me’yus atiden nevmid olmak ruh-ı İslamiyet’e münafidir. Biz eminiz ki müslümanlar ferman-ı Sübhanisine istinad ederek geceyi gündüze katmak suretiyle çalışırlar sevişirler aralarında uhuvvet-i diniyye icabatını tatbika gayret ederler bir kitle-i müşeyyede halinde birleşirler ilim ve ma’rifete sarılırlarsa şu korkunç gecenin bir subh-ı intibah ile teakubu me’mul toplanmak zayiatı telafi etmek mümkün belki de muhakkaktır. Millet-i İslamiyye Allah’ın inayeti milletin gayretiyle –inşaallah– şu meş’um leyl-i yelda-yı mesaib-engizden yakında kurtulur infilak-ı sulh ümid-bahş bir surette hal-i tabiiyi iade eder de biz de programımız dahilinde ve icab ettiği takdirde daha vasi’ bir mikyasda saha-i mesaimizde ilerleriz. Bu münasebetle Şark hakkında yazılmış bazı asarda arasıra tesadüf edilen bir yanlışı tashih etmeyi kendimize bir vazife addederiz. Avrupalıların bir takımı kendileri gibi insan olan bazı mahlukata teabbüd mertebesinde edilen ta’zimat hakkında gördükleri nümunelere aldanarak biz şarklıların da Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e maz. Müslümanlar vazife-i ibadeti ancak Halik’larına karşı Çünkü bu onlarca şirk-i mahzdır putperestliğin aynıdır. Vakıa biz müslümanlar Peygamberimiz Efendimiz hazretlerine şerifine karşı olan ta’zim ve muhabbetimiz de hiçbir mahlukun diğer mahluka karşı muhabbetiyle kabil-i kıyas değildir. Fakat bu itaat bu ta’zim bu muhabbet ile beraber hiçbir zaman Allahu teala ile aramızda vasıta-i tebliğ olan Hazret-i Resul’ün ma-fevka’l-beşer bir mevcud olduğu hiçbir müslümanın hatırına bile gelmez. Kur’an-ı Kerim’in müteaddid yerlerinde; “ Onlara de ki: Ben ancak sizin gibi beşerim; bana vahy olunur.” diye varid olmuştur. Hatta Esma’-i Şerife-i Muhammediyye’den biri “Abdullah” yani “Allah’ın kulu”dur. Kelime-i şehadetin cüz’-i sanisi de; “Ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu”dur ki burada Hazret-i Peygamber’in sav abdiyeti risaletinden evvel mezkurdur. Kemalat-ı nübüvvette müşahede eylediği hey’et ve azametin te’siriyle bütün a’zası titremeye başlayan bir A’rabiyi Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem; “ Kendine gel; ben de kadid lokmasıyla geçinen bir kadının oğluyum!” sözleriyle teskin etmişlerdi. Maamafih bu tevazu’-ı ulvi-i risalet-penahi de onun vacibü’l-itaa olduğunu tebliğ ettiği evamir ü nevahinin taraf-ı Hakk’tan olduğunu hiçbir müslümanın zihninden çıkarmaz. Zira ümmetin mürşididir hadisidir. Teklifat-ı ilahiyyeye itaati mahz-ı hayr Hazret-i Peygamber’e itaat vücubunu müş’ir olan ayat ve ehadis-i kerimeye hep bu nazarla bakılmak lazım geleceğini anlamak için atideki ayat-ı kerimeyi dikkatle okumak kafidir: “ Bir de Resul size her ne getirmiş ise onu alınız; sizi her neden nehy etti ise ondan da vazgeçiniz!” “Onlara de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tebeiyet ediniz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret etsin; Allah ise Gafur ve Rahim’dir!” Sen onlara de ki: “Allah ve Resul’e itaat ediniz! Eğer dinlemezseniz şübhesiz biliniz ki Allah kafirleri sevmez!” “ Sen onlara de ki: “Allah’a itaat ediniz! Eğer i’raz ederseniz Resul’ün emr-i tebliğde kendisine tahmil olunan mes’uliyet ancak kendisine emr-i itaatte de size tahmil olunan mes’uliyet ancak size raci’dir. Maamafih eğer ona itaat ederseniz hidayeti bulursunuz! Resul ise size karışmaz; onun vazifesi yalnız açıkça tebliğ etmekten ibarettir!” “Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz; Resul’e de ve içinizden ulü’l-emr olanlara da itaat ediniz! Bir şey hakkında aranızda niza’ ve ihtilaf zuhur ettiği takdirde eğer Allah’a ve yevm-i ahirete imanınız varsa o şey’i Allah’ın ve Resul’ünün hükmüne ihale ediniz!” Bu hususa müteallik akval-i nebeviyyeye de müracaat ettiğimizde atideki hadislere tesadüf ederiz: “ Ben ancak bir beşerim. Size dininize aid bir şey emr ettiğimde onunla amil olunuz. Kendi re’yimle de size bir şey emr edersem benim ancak bir beşer olduğumu biliniz!” “ Ben ancak sizin gibi beşerim. Zanda böyle dedi.” dedim mi yalandan Allah’a bir şey isnad etmekliğime Ashab-ı kiram bu nükteye tamamen vakıf oldukları için taraf-ı risaletten kendilerine emr olunan bir iş hakkında; “Acaba taraf-ı Hakk’tan mıdır yoksa Hazret-i Peygamber’in sav re’y ü ictihadı mıdır?” diye şekke düşüp de kendilerinin de onun hilafına bir re’yleri olduğu zamanlarda istizah ederlerdi. Eğer; “Bu emir Hakk’tandır!” cevabını alırlarsa bila-tereddüd itaat ve eğer re’y ü ictihad-ı nebevi olduğu cevabını alırlarsa kendi re’ylerini beyan ederlerdi. Ve; “ İşde onlarla müşavere et!” ayet-i kerimesinin mantuk-ı münifine tebean ba’de’l-müşavere re’y-i ashabın tercih edildiği de vakı’ olurdu. Nitekim Bedir Ashab-ı Kiram’ın re’yi tercih buyurulduğu gibi hurma aşısını ta’rif buyururlarken; “Biz bunu başka türlü yapıyoruz.” cevabı üzerine; “ Siz dünya işlerinizi daha iyi biliyorsunuz!” buyurmuşlardır. Görülüyor ki Hazret-i Peygamber’e itaat fikr-i vazifeyi hakıkatte Allah’adır. Peygamber’e itaatimiz bit-tebeiyyedir. Bu ayniyle vazifesini ifaya azm etmiş bir ordunun kumandanına ne bir neferin mes’uliyeti de kendine aid ise peygamber ile ümmetin mes’uliyeti de böyledir. “ Beni seven Allah’ı da sevmiş bana itaat eden Allah’a da itaat etmiş olur!” hadis-i şerifindeki ma’na da budur. Yoksa Hazret-i Peygamber amir-i mücbir değildir. Ümmete yalnız hakıkati vazife-i insaniyyesini açıkça tebliğ eder. Onları; “Doğru yol şudur eğri yol budur!” diye irşad eder. Ondan sonra mütabeat ve adem-i mütabeat hayr-ı mahzı kabul edip etmemek imana akıdeye yani mükellefin aklına mevdu’ kalıyor. Nitekim demin zikrettiğimiz hadis-i şerifi; “ Resule kim itaat ederse Allah’a da itaat etmiş olur. Her kim de itaatten ru-gerdan olursa kendi bilir. Zira Biz seni onların üzerine nigehban olarak göndermedik!” Sure-i Nisa ayet ayet-i kerimesiyle; “ Sen tezkir et! Zira müzekkirden başka bir şey değilsin! Sen onların üzerinde musaytır yani amir-i mücbir değilsin!” ayet-i celilesi ile sarahaten tefsir etmektedir. Vazife ve mükellefiyet fikri din-i İslam’da o kadar kavi bir esasa müsteniddir ki teklifden Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem dahi muaf değildir. Hatta din-i İslam Birinci müslüman metbu’ ve mürşid-i a’zamımız olan Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemdir. Hatta onun mükellefiyeti ümmetinden ağırdır. Ez-cümle gece yarıları uykudan kalkıp teheccüd namazı kılmak ümmetine vacib değil dururken onun velev cüz’i mikdarda olsun bıraktığı miras yine kendisinden rivayet olunan; “ Biz peygamberler zümresinin mirası kimseye kalmaz; bıraktığımız sadakadır!” hadis-i şerifine binaen vereseye verilmedi ve beytülmal-i müsliminde kaldı. Ümmeti gibi zat-ı risalet-penahinin de indallah mes’uliyetini mutazammın olan şu ayat-ı kerime şayan-ı ibrettir: “ İşte sen bu husus lece istikamet et! Onların arzularına tebeiyet etme ve onlara de ki: “Allah’ın inzal ettiği Kitab’a ben iman ettim ve sizin aranızda adaletle muamele etmeye me’mur oldum. Sizinle bizim aramızda Allah var! Bizim amellerimiz bize sizin de amelleriniz sizedir! Sizinle bizim aramızda niza’ ve husumete de mahal yok! Zira Allah bizi bir araya getirecek! Varılacak yer huzur-ı ilahisidir!” “ Sen onlara de ki: “Allah’dan başka ibadet ettiklerinize ibadet etmekten ben nehy olundum! Zira Rabbim’den bana beyyinat geldi; kezalik Rabbü’l-alemin’e karşı teslim ile emr olundum!” Sure-i Mü’min ayet “ Bir de ben müsliminden olmakla emr olundum!” . Sen onlara de ki: “Allah’a ibadetle O’nun rıza-yı barisi uğrunda dine hiçbir şey karıştırmamakla emr olunduğum gibi müslimlerin birincisi olmakla da me’mur oldum!” Kezalik onlara de ki: “Ben Rabbim’e isyan edersem pek büyük bir günün azabından korkarım!” “ Onlara de ki: Bana; ‘İlk müslüman sen ol ve sakın müşriklerden olma!’ diye emrolunmuştur!” “ Onlara de ki: Benim salatım Allahu zü’l-Celal içindir. Öyle Allah ki hiçbir şeriki yoktur! benim!” Vazife ve mes’uliyet fikirleri ne raddeye kadar kulub-ı ehl-i İslam’a nakş edilmek istenilmiş ki Hazret-i Peygamber’in her emr ü nehyi mahz-ı hikmet ve fermayiş-i Rabb-i bir akıde hasıl olmadıkça bir gayr-i müslim için iman ve ihtidaya talib olmak akla gelmez iken yine Hazret-i Peygamber’e mede okuyoruz. İşte ayet-i kerime: [ ] “Ey Nebiyy-i Mükerrem! Mü’min olmak isteyen kadınlar sana gelip de Allahu tealaya hiçbir şey’i şerik tutmamak sirkat etmemek zina etmemek çocuklarını öldürmemek başkasının çocuğunu kendi kocalarına isnad etmemek hiçbir iyi işte sana isyan etmemek üzere mubayaa etmek isterlerse onlarla mubayaa et ve Allah’dan onlar için mağfiret taleb et! Şübhesiz Allahu teala Gafur ve Rahim’dir!” Vazife ve mes’uliyetin ne kadar ağır telakkı edildiği şundan anlaşılır ki; “ Sana nasıl emr olunduysa öylece istikamet et!” mealindeki ayet-i kerimeyi havi olan sure-i şerife nazil olduğu zaman aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz: “ Sure-i Hud beni ihtiyarlattı!” buyurdular. Ve fil-hakıka mübarek sakallarına o tarihde hemen kır düştü. Kezalik Haccetü’l-Veda’ ile irtihal-i alilerine karib son hutbede Hazret-i Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem bütün ümmeti işhad ederek; “ Söyleyin; tebliğ ettim mi?” diye sual etmeleri ve; “Evet ya Resulallah tebliğ ettin!” cevabı üzerine; “Ya Rab; şahid ol!” diye bargah-ı ahadiyyete karşı tebriye-i nefs yolunda tevcih-i hitab etmesi hep vazife ve mes’uliyet fikirlerinin ağırlığını hissetmekten ve ettirmek arzusundan neş’et ediyordu. Elhasıl din-i İslam iktizasınca ibadet ve itaat yalnız Allahu Azimü’ş-şan’a mahsustur. Mahluka itaat ancak Allah’ın rızasına muvafık olmak üzere emr-i bi’l-ma’rufa ve kavanin-i şer’iyyeyi –ki bizim ahkam-ı medeniyyemizdir– tatbik etmek seye itaat edilmez. Nitekim hadis-i şerifde; “ Halik’a isyan etmek hususunda hiçbir mahluka batıldır ve saha-i İslam mahluku ma’bud tanımaktan külliyyen beridir. Beşinci Asr-ı Hicri Endülüs için bir silsile-i felaketle başlamış ve mütemadiyen feci’ ve hunin vak’ata meşher olmuştur. Şam’dan firar ve tahammül-güdaz mihen ü meşakka ma’ruz kalarak nihayet hafiyyen Endülüs’e girebilmiş olan Abdurrahman Hicret-i Nebeviyye’nin tarihinde İspanya’da Emeviye Devleti’ni te’sise muvaffak olmuştu. dar Endülüs irfan ve medeniyet huzur ve asayiş debdebe ve şevketin evc-i ulyasına suud eylemişti. Endülüs’ün o zamanki şükuh u terakkıyatına dair dördüncü asr-ı hicriden bahs ederken az-çok tafsilat vermiştik. Maatteessüf a’sar-ı müteakıbe Abdurrahman-ı Mutavassıt devrini bir daha arz edememiştir. İspanya’nın İslamlar tarafından istilası hengamında Vizigot rüesası İberik Şibh-i Ceziresi’nin şimalinde Astropa? Cibali’ne çekilerek ufak ve fakat müstakil bir hükumet teşkil etmiş ve Endülüs’ün tekrar zabt u istilasına nı tarassuda koyulmuşlardı. Endülüs İslamları saadet ve medeniyetin meratib-i balaterinine suud ettikten sonra refah u servet ezvak u tarabla necabet-i ahlakıyyelerini gaib ederek eski cündilik silahşörlük hamaset ü şecaat adalet ü fazilet yerine ten-perverlik ahlaksızlık ayş u işret cebanet ü ihtiras zulm ü teaddi gibi melekat-ı rezile kaim olmuştu. Abdurrahman-ı Mutavassıt zamanından i’tibaren zahiren pür-şükuh u şevket olan şekime-i devlet için için ahlaksızlık güveleriyle kemirilmeye başlamıştı. Sefahet derece-i nihayeye vasıl olmuş ve bunun netice-i tabiiyyesi olarak her türlü mezaya-yı nebile unutulmuştu. Saray-ı hükümdari eski necabet-i vakuranesine bedel bir meşheri ezvak ve sefahet halini almıştı. Makam-ı hükümdariye namzed olan şehzadeler tecrübe-dide sahib-i reviyyet ü fazilet ümera vü ulemadan ciddi ve şahane bir tahsil görerek bar-ı giran-ı saltanatı yüklenebilecek derecede bir iktidar u meziyet iktisabına çalışmaları şöyle dursun gece gündüz cevari ve bendegandan teşkil edilen bezm-i tarab u nuşda imrar-ı hayat eder ve bu suretle fıtri olan kuvve-i dimağıyyelerini de sefahetle na-bemevsim çürütürlerdi. Bu gibi halat neticesinde Emeviye hanedanı efradı necabet ü asalet-i ırkıyyelerini gaib etmiş idare-i hükumeti baziçe haline getirmişlerdi. İdaresizlik yüzünden ötede beride zuhur eden isyan ve ihtilal gittikçe kesb-i şiddet ve tevessü’ eylemişti. Merkez-i saltanatın hükm ü nüfuzu artık vilayata şerek Endülüs’ü baştan başa bir fitnezar-ı hunine çeviriyorlardı. Hicret’in senesinde on bir yaşında Kurtuba tahtına geçen Hişam kadınların en akıle ve müdebbiresi olan validesi Sabiha vezirlerin en hamiyetli ve en dirayetlisi bulunan dar icra-yı hükumet eylemişti. Fakat tarihinde evvela el-Mansur’un ve müteakıben validesi Sabiha’nın vefatları üzerine şiraze-i hükumet birden bire bozulmuş ümera isyana başlamış her tarafta fesad ve ihtilal fırtınaları kopmuştu. el-Mansur’un halefleri artık “hacib” ünvanıyle iktifa edemeyerek bizzat hükümdarlık sevdasına düşmüşlerdi. İhtirasat-ı denaet-karane hepsinin gözlerini kör etmiş ihtilal şekavet isyan ve hurub-ı dahiliyye ile Endülüs yanıp kavrulmaya başlamıştı. Beşinci asrın başlangıcında yani Hicret’in’üncü senesinde Kurtuba’da Hişam bin Hakem aleyhine hunin bir fitne zuhur etmiş ve ümera-yı asıyyeden Muhammed bin Abdülcebbar Hişam’ı ıskat ederek hükumeti gasba muvaffak olmuştu. Fakat Hişam’ın akrabasından ve hanedan-ı Emeviyye efradından Süleyman bin Hakem başına topladığı Berberilerle Muhammed bin Abdülcebbar üzerine hücum ederek Kurtuba tahtını kurtarmış ve tarihinde makam-ı saltanata oturmuştu. Süleyman ayş u nuş içinde perveriş-yab olmuş idare-i hükumetten aciz bir adam olduğundan az bir müddet sonra Kurtuba’da yine bir naire-i fitne iştial etmiş bu kanlı ihtilal esnasında Süleyman maktul düştüğünden Hişam bin Hakem Hişam’ın bu def’aki hükumeti pek az devam etmiş ve tarihinde zuhur eden Süleyman Berberi ile vaki’ olan muharebatta telef ü na-bedid olmuştu. Emeviye hanedanı Endülüs’de sene kadar hükümran olmuşlardır. Endülüs Emevileri tarihen asla afv edilmez bir hata-yı siyaside bulunmuşlar idi: Hengame-i istilada Astropa? Dağları’na çekilmiş olan Vizigotları şanlı devirlerinde külliyyen istisal edeceklerine bunlara bir eşkıya çetesi namıyle bakmış ve kendilerine asla ehemmiyet vermemişlerdi. Halbuki bilahare Endülüs dahilinde fitne ve fesad ihtilal ü tefrika tufanı koparak ümera-i İslamiyye birbirlerini boğmaya başlayınca kemin-i tarassudda fırsat-cu olan bu dağlı İspanyollar yavaş yavaş daire-i nüfuzlarını tevsi’ ederek Lyon Kırallığı’nı teşkil ettikleri gibi Navarra ve Aragon taraflarında da diğer iki küçük hükumet te’sisine muvaffak olmuşlardı. Endülüs’de zuhur eden dahili ihtilaller neticesinde saltanat-ı Emeviyye devrilmiş memleket inkısama uğramış ötede beride bir takım tavaif-i müluk türemişti. Bu halden istifade eden İspanyollar ise yavaş yavaş tevsi’-i mülke başlamışlar tavaif-i mülukü birbirleriyle cidale teşvik ve bazan bir tarafa muavenet etmek suretiyle bunları yek diğerlerine ezdirmiş kudret ü miknetlerini tezelzüle uğratmışlardı. Bit-tabi’ hurub u ihtilalat-ı dahiliyye bu asırda ulum u fünunun terakkıyatını da sektedar eylemişti. Kurtuba İhtilali’nde meşahir-i erbab-ı fenden pekçok zevat da katl-i amdan kurtulamamışlardı. Meşhur Ebu’l-Kasım Zehravi’nin de bu suretle katledilmiş olması ağleb ihtimaldir. Mütemadi kanlı isyanlar yüzünden beşinci asr-ı hicride Endülüs’de harika-nüma parlak dehalar zuhur edememiş ise de her hale rağmen ikinci derecede bazı zevat yetişebilmiştir. Dördüncü asırda muvaffakıyat ve neşriyat-ı ilmiyyesiyle da daha az bir parlaklıkla neşriyat-ı fenniyyeye devam etmiş ulum-ı tıbbiyye ve bilhassa ulum-ı riyazıyye tedrisatına ehemmiyet vermişlerdir. Meşahir-i etıbba ve hukemadan İbni Vafid’le tarih-i tabii ve coğrafya ulemasından el-Bekri beşinci asırda Endülüs’e şeref-bahş olan en parlak simaları arz ederler. Beşinci asırda Endülüs’de o derece meşhur ve makbul müellefat-ı azime te’lif edilmiş olduğu görülemiyor. Tarih-i tabii riyazıyat felsefe ve tababete dair bir takım asar te’lif edilmiş ise de kıymetleri bin-nisbe ikinci derecededir. Dördüncü Asır’da Emeviler tarafından tarh edilen hadika-i maarif bu devirde taravet-i lazimesini iktisab edemeyerek bu şerefi ilim ve ma’rifet nokta-i nazarından Endülüs’ün en parlak bir devri olan Altıncı Asr’a saklamıştır. erbab-ı fennin en bülend nasiyelerinden olan İbni Vafid Endülüs’ün en asil ve en kibar ailelerinden birine mensub olup Hicret-i Nebeviyye’nin’uncu senesinde Tuleytula’da mehd-ara-yı alem-i vücud olmuştu. Felsefe ve tababete son derece merakı olduğundan gece-gündüz hukema-i kadimeden Calinus ve Aristo gibi zevatın eserlerini tedkık ve tetebbu’ ederdi. Bu sayede fenn-i tıbda pek ileri gitmiş ve bilhassa edviye-i müfrede hakkında eslaf ve muasırlarına gıbta-bahş olacak bir iktidar göstermiştir. Bu hususa dair te’lif ettiği Kitabu’l-Edviyeti’l-Müfrede ünvanlı eserinde etıbba-yı kadimeden Calinus Galien ve Dioscorides gibi zevatın eserlerindeki mebahis-i mühimmeyi derc ü teşrih eylemiştir. Emir-i Tolun tarafından uhdesine rütbe-i vezaret tevcih olunmuştu. Kitabu’l-Hukema’ müellifi ile meşhur Kaziri Casiri müşarun-ileyhin tarih-i vefatını Hicret’in’nci senesine musadif olarak gösteriyorlar. İbni Vafid tababette edviye-i müfrede tertibi ve bilhassa usul-i tedavideki hazakat ü maharetiyle iştihar eylemiştir. Cemaleddin İbni Vafid’den bahs ederken diyor ki: “Müşarun-ileyh ağır hastaların tedavisi hususunda son derece basit bir usul ta’kıb eder ve en vahim emrazı bile kemal-i maharetle az bir müddet zarfında tedaviye muvaffak olurdu. Ağdiye ile tedavisi mümkün olan hastalıklarda ilaç isti’malinden son derece tevakkı ederdi. Hastaya beheme-hal tebe edviye-i mürekkebeye tercih ederdi.” İbni Vafid’in meşhur olarak isimleri ber-vech-i ati derc edilen beş kadar eseri vardır. Mücerrebat - Tedkıku’n-Nazar fi-İleli Hasseti’l-Basar el-Muğis Kitabu’l-Hukema’ müellifi diyor ki: “İbni Vafid’in Kitabu’l-Edviyeti’l-Müfrede ünvanlı eseri beşyüz yapraktan mürekkeb büyük bir kitabdır. Müşarun-ileyh bu kitabı te’lif etmek için yirmi sene çalışmıştır.” Kitabu’l-Edviye’nin bir kısmı “ Médicamentus Simplicibu s” ünvanı altında Latince’ye tercüme edilmiştir. İbni Vafi’din Kitabu’l-Visad’ının Latince’ye tercüme edilmiş bir nüshası İspanya’nın Escorial Kütübhanesi’nde mevcud ve numarada mahfuzdur. – Beşinci asr-ı hicride Endülüs’de iştihar eden ekabir-i ulemadan ve Mesleme’nin? telamizindendir. Ulum-ı riyaziyye ve tabiiyyede ve bilhassa tıbda ma’lumat-ı kamilesi vardı. Kitabu’lErkan ünvanlı eseri pek meşhurdur. Müşarun-ileyh de meşhur Ebu’l-Kasım Zehravi gibi müluk-i Emeviyyeden Abdurrahman en-Nasır tarafından Kurtuba’ya altı mil mesafede vaki’ gayet latif ve dil-ruba bir mahalde inşa edilmiş olan Zehra’ kasabasında tevellüd etmiş olduğundan bu namla iştihar eylemiştir. Endülüs asar-ı edebiyyesi bu kasabanın tasvir ü medayihi ile mal-a-maldir. Burası meşahir-i fudala-yı İslamiyyeden birçok zevatın maskat-ı re’si olmakla müştehirdir. Eazım-ı erbab-ı fenden Ebu’l-Kasım Ebu’l-Hasen Halef bin Abbas burada doğmuş oldukları gibi Adabu’l-Katib şarihi edib-i nezih Süleyman bin Muhammed el-Kirmani de Zehra’ Kasabası’nda tevellüd eylemiştir. Tarih-i fünun muharrirlerinden Mösyö de Slan de Slan Zehravi isminden aldanarak Ebu’l-Hasen Zehravi ile Ebu’l-Kasım Zehravi’yi birbirlerine karıştırmak hatasında bulunmuştur. Kurtuba’da tevellüd etmiş meşahir-i etıbba-yı İslamiyyedendir. el-Kirmani Kurtuba’da ulum-ı riyaziyye hendese ve tıbbiyye tahsil ettikten sonra tevsi’-i ma’lumat etmek üzere Şark’a azimet etmiş ve Harran’da fünun-ı riyaziyye ve tıbbiyyedeki noksanlarını bil-ikmal yine vatanına avdet eylemiştir. Endülüs’e geldiği zaman beraberinde Resailu İhvanu’s-Safa kitab-ı meşhurunun bir nüshasını da götürmüştü. Kirmani avdetinde Serkasta’da Saragosse ihtiyar-ı ikametle neşriyat-ı ilmiyyeye hasr-ı evkat eylemiştir. Müşarun-ileyh tedrisatla beraber bil-fiil tababette de bulunurdu. Tababetin bilhassa cerrahlık kısmında iştihar eylemişti. Kitabu’l-Hukema’ müellifinin haber verdiğine göre Kirmani doksan yaşını mütecaviz olduğu halde Hicret-i Nebeviyye’nin tarihinde vefat eylemiştir. Mesleme? Daru’l-İrfanı’nda perveriş-yab-ı kemal olmuştur. İşbiliyye’nin en necib ve en mümtaz hanedanlarından birine mensub ve a’yan-ı memleketten idi. Müverrih-i şehir İbni Haldun da bu hanedana mensubdur. Felsefe riyaziyat hey’et ve tababette iştihar eylemişti. Hicret’in tarihinde İşbiliyye’de irtihal eylemiştir. Müşarun-ileyh fezail-i ahlakıyye ve necabet-i tabiiyyesiyle müşarun bi’l-benan idi. İlmen ahlaken tabiaten fazıl ve haluk bir hakim olduğu teracim-i ahval müelliflerinin beyanat-ı müttefikasındandır. Endülüs’de vaki’ Tuleytula şehrinde tevellüd etmişti. Bilahare Kurtuba’ya hicretle Mesleme? İbni Abdun İbni Cülcül gibi eazım-ı erbab-ı fennin derslerine devam ederek tababet felsefe ve ulum-ı riyazıyye tahsil eylemişti. Kurtuba’da ikmal-i tahsil ettikten sonra vatanına avdetle Emir Zafir bin samimi nüdeması sırasına geçmiştir. Tefsir felsefe ve riyazıyattaki vukuf ve ihtisası husamasının bile taht-ı i’tirafında de ameliyat hususunda diğer muasırları kadar hazakat ve maharet gösterememiştir. Tarih-i vefatı Hicret-i Nebeviyyenin ’üncü senesine tesadüf eder ma’ruf olup Endülüs’de Mürsiye civarında ikamet ederdi. Felsefe tabiiyat ve tababette fevkalade bir iktidara malikti. Tıbbın tatbikatında hazakat ü maharetiyle müştehirdir. Beşinci asr-ı hicride Endülüs’de iştihar eden ulema-i fen arasında Ebu’l-Arab Yusuf bin Muhammed ile Ebu Muhammed Abdullah el-Azvi ed-Dehevi fünun ve edebiyatta mütehassıs Ebu Ca’fer bin Humeys Ebu’l-Hasen Abdurrahman bin Halif ed-Darimi Ebu Bekir Yahya bin Ahmed bin el-Hayyat ve el-Muğni müellif-i şehiri el-Katib Ebu Ömer Ahmed bin Muhammed bin el-Haccac gibi zevatı da ta’dad edebiliriz. Bunlardan İbni Hayyat Mesleme? Mektebi’nde ulum-ı riyaziyye tahsil ettikten sonra ilm-i hey’etle iştigale başlamış ve bu fenlerde asrının feridi olmuştu. Ümeradan Süleyman bin Hakem bin en-Nasır’a intisab ederek müşarun-ileyh tarafından rasadata me’mur edilmişti. İbni Hayyat aynı zamanda tababetle de iştiğal ederdi. Kurtuba’da zuhur eden fitneyi müteakıb Emir el-Mansur bin Yahya bin İsmail nezdine mazhar olmuştu. İbni Hayyat lutf u mürüvvetle muttasıf iltifatkar şefik bir zat idi. senesinde takriben seksen yaşına karib olduğu halde Tuleytula’da vefat etmiştir. Endülüs’ün en asil bir ailesine mensub olup Mürsiye’de tevellüd etmiştir. Ulum-ı tabiiyye ve tababette mütehassıs bir zat idi. Edviye-i müfredenin evsaf u havassına isimlerine suret-i isti’mallerine tarz-ı tertiblerine dair ma’lumat-ı mükemmelesi vardı. Endülüs’de yetişen nebatata dair Kitabu A’yani’n-Nebati ve’ş-Şeceriyati’l-Endülüsiyye ünvanı altında mükemmel bir nebatat kitabı yazmıştır. Kurtuba’da müddet-i medide Tarih-i irtihali Hicret’in’nci senesine musadiftir. el-Bekri’nin el-Mesalik ve’l-Memalik isminde kıymetdar bir coğrafya kitabı meşahir-i müsteşrikınden Mösyö de Slane tarafından elsine-i Garbiyyeye nakl ü tercüme edilmiştir. el-Bekri’nin bunlardan başka daha birkaç kitabı vardır. Meşhur İbni Baytar el-Bekri’den daima bir lisan-ı sitayiş ü minnet-dari ile bahs eylemektedir. Müşarun-ileyhin İspanya ve Afrika-yı Şimali’nin ahval-i coğrafiyye ahval-i iklimiyye ve hayvanat u nebatatına dair cem’ u te’lif etmiş olduğu eseri Avrupa’da pek ziyade meşhurdur. Endülüs Yahudilerinden Kaşdai? bin Şabrut? isminde bir adamın hafidi olup Serkasta’da tevellüd etmişti. Evvelce lisan-ı Arabi’yi suret-i mükemmelede öğrendikten sonra edebiyat ve belağat-i Arabiyye felsefe hey’et fizik musikı ve tababet tahsiline koyulmuştu. Mantık fünun-ı felsefiyye riyazıye ve hikemiyatta asrının feridi derecesini bulduktan sonra edyan hakkında tetebbuatta bulunmuş ve neticede ahkam-ı aliyye-i İslamiyyenin akl ü hikmete muvafakat-i kat’iyyesine hayran olarak ihtida eylemiştir. Ebu’l-Fazl bilahare Serkasta Emiri Ebu Ca’fer Ahmed bin Hud’un hizmet-i vezaret ve kitabetine ta’yin olunmuştur. En-Nasır Abdurrahman’ın vüzerasından adl ü tedbir seha ve kerem ilm ü edeble müştehir olan Ebu Amir Ahmed bin Abdilmelik’in ahfadından olup fünun ve edebiyatta şöhret-i şayiaya mazhar olmuştu. senesinde Kurtuba’da tevellüd etmiş ve tarihinde irtihal eylemiştir. Birçok müellefatı hutbeleri manzum parçaları vardır. Şu kitaplar asar-ı meşhuresindendir: Tevabi’ ve’z-Zevayi’ . Müşarun-ileyhin cedd-i ekberi de siyaset ve idare-i hükumette gösterdiği iktidar ve deha nisbetinde edebiyat ve fünunda meleke vü maharet sahibi idi. Asar-ı edebiyyesi edebiyat-ı Arabiyye müntesibini arasında gayetle kıymetdar ve makbuldür. Kendisine pekçok nevadir isnad edilmektedir. Rivayete göre Vezir İbni Şehid’in ceddi vaktiyle Şam’da baytarlıkla iştiğal edermiş. Abdurrahman en-Nasır vüzerasından “Hımar” lakabıyla meşhur İbni Cehur ile İbni Şehid arasında münafese ve rakabet var imiş. Bir gün İbni Cehur hasta olmuş ve İbni Şehid ziyaretine gittiği halde kabul olunmadığından hem İbni Cehur’un lakabına ve hem kendi ecdadının san’atına telmihan beray-ı mülatafe şu kıt’ayı yazarak tir: Ebu Amir Ahmed bin Ebi-Mervan bin Şehid de eş’ar-ı raika vü manzumat-ı rakıkasıyle müştehirdir. Şu kıt’a müşarun-ileyhe Milad’ın tarihinde vefat etmiştir. Endülüs’ün meşahir-i etıbbasından ma’dud olup edviye-i müshile ve mukıte hakkında el-Kemal ve Et-Temam ünvanlı iki kitap yazmıştır. Müşarun-ileyh beşinci asırda Mısır’da zuhur eden hemnamı derecesine suud edememiş ise de ikinci derecede ta’dad olunan ulema arasında mümtaz bir mevki’ işgaline muvaffak olmuştur. Ulum-ı tabiiyyedeki vukuf u iktidarı husamasının bile taht-ı i’tirafında idi. İbni Heysem’in ulum-ı riyazıyye ve ilm-i hey’ete de intisabı varsa da en ziyade ulum-ı tabiiyye ve tababette iştihar eylemişti. Asar-ı meşhuresi ber-vech-i atidir: Hata İbni’l-Cezzar fi’l-İ’timad - Kitabu’l-İktifa’ bi’d-Deva’ min-Havassı’l-Eşya’ - Kitabu’s-Sema’ . Yine Beşinci Asır’da Endülüs’de Abdullah bin Yunus namında bir zatın da tababet ve ulum-ı riyazıyyede iştihar eylemiş olduğu görülüyor. Abdullah bin Yunus’un bilhassa ilm-i hesabda pek derin vukufu vardı. Milad’ın’nci senesinde irtihal eylemiştir. Evet; gerek remz ve gerek başka bir suretle olan şu cifirlerde haber verilen şeylerin bazan vaki’ olduğu da vardır: Ben de Hazret-i Ali kerremallahu vechehu ve radıyallahu anh Efendimiz’e mensub olan cifirde şunları görmüştüm: Maa-haza cifir vasıtasıyle haber verilen şeylerin bazısı doğru çıkmakla cifirin de doğru esaslı ilme müstenid olduğunu muhtemel olan bir çok şeyleri haber verirse hiç şübhe yok ki haber verdiği şeylerin bir kısmı söylediği gibi çıkar. İşte ahbar-ı cifriyyenin vaki’ olanları da bu kabildendir. Eğer cifir hak olsaydı cifir vasıtasıyle haber verilen şeylerin hepsi mutlak surette vaki’ olurdu. Rumuza gelince: Bunda mecal-i tadlil daha vasi’ meydan daha geniştir. Zira bu huruf mevzu’ olmadığı birçok şeylere de sadık muntabık oluyor. Bunlar mahza ümerayı mülukü ve onlar çapında olan daha bazı kimseleri aldatarak onların mallarını kapmak yanlarında iyi görünmek için vaz’ olunmuştur. İbni Haldun’un Mukaddime si’nde Danyal Kıssası ile Bacerikı-i Sufi’nin melhamesinden zikr ettiği şeyi tabii okudun değil mi? Bundan evvel de sana söylemiştim: Tesadüfi olarak sadık olan bir kelime cühelayı aldatıyor da onlar da bu babda söylenen şeylerin hepsi sahih zannediyorlar. Evet; İbni Haldun’daki şeyi okudum. Ben de sana “harf ve zayiçe” ilmini bilen arkadaşım bir şeyhin başından geçen tıbkı buna benzer bir vak’a haber vereyim. Fakat bu –hiçbir kimseye söylenmesi caiz olmayan– esrardan olduğu cihetle benden duyduktan sonra sakın gidip de başka taraflara söylemeyesin! Buna kat’iyyen razi değilim. Vak’a şudur: Şark ümerasından …… ile haremi arasında –tasrihi gayr-i münasib– mühim bir mes’eleden dolayı niza’ vuku’ bulur. Yalnız şu kadar söylenebilir ki; emir hadd-i şedidi mucib olan bir fenalık irtikab eder. Bundan dolayı kadın emiri bir cezaya çarptırır. Emir bunun kim tarafından geldiğini bilmezse de kadından şübhe eder. Bunun üzerine emir yukarıda söylediğim şeyhi celb ederek zayiçe vasıtasıyle hakıkati keşf etmesini ister. Vakta ki şeyh zayiçeyi yapmazdan evvel icmalen kıssaya vakıf olur o zaman anlar ki maslahat ve menfaat emirin itham ettiği şeyden zaten masun bulunan kadını tebrie etmektedir. Bunun üzerine şeyh zayiçeyi i’mal edip hesab ettikten sonra o iş emirin kendi tabiatinden gelip kadın tarafından olmadığı zu’munda bulunur ve bir çok mal alarak oradan döner. Bu gibi batıl abes şeyleri tervic eden Şark’ın müluk ve ümerasına bak: Onların indinde bu gibi batıl şeyler revac bulduğu içindir ki her an izmihlale inkıraz vadilerine doğru yuvarlanıp gitmektedirler. Hem şu hakıkati iyi bil ki; bu gidişle onların müstakbeli geçen zamanlarından daha fenadır. Sonra bir de kendilerine ulum-ı sahihanın sünen-i kevniyyenin bahş ettiği ma’lumat ile istikbale hazırlanan Avrupa müluk ve ümerasına bak! Onlar her dakıka helak uçurumuna gittiği gibi bunlar da bilakis günden güne kuvvet izzet terakkı cihetinden daima nasıl ileri gittiklerini pekala görürsün. Remil de zayiçe ile cifir kabilinden mi? Çünkü ben seni görüyorum ki bu eşyayı tederrüs ediyorsun! Zayiçe a’mal-i hesab ve teksir-i hurufdan bir nevi’dir ki onunla gaybı bilmek umur-ı gaybiyyeye dair ihbaratta bulunmak kasd olunur. Bunu İbni Haldun simyanın füruundan sayıyor. Remil de zayiçe kabilindendir. Yine İbni Haldun’un beyanına göre remili amme-i münecciminden bir kavim istinbat edip –kendisinde amellerini vaz’ ettikleri maddeye nisbet ederek– adına hatt-ı remil demişler. Ümid ederim ki bunların batıl san’atlarının mahsulü hakkında İbni Haldun’daki tafsilatı okumuşsundur! Oradan anlaşılıyor ki bunlar bir san’at hem de batıl bir san’attır. Halbuki san’atla umur-ı gaybiyyeye muttali’ olmak mümkün değildir. Bu gibi amellerin alamet-i butlanından biri de bu amellerin cehaletin çok olduğu pazarlarda revac bulup da başka taraflarda kimsenin ehemmiyet vermemesidir. Bunun için İbni Haldun bu san’atların ehli hakkında şöyle diyor: “Kasaba ve şehirlerde bir sınıf insan vardır ki avamm-ı nasın umur-ı gaybiyyeyi bilmeye olan hırs ve teveccühünden bil-istifade bu gibi amelleri te’min-i maişet için adeta bir san’at ittihaz ediyorlar çarşı-pazarda göze çarpan meşhur mevki’leri zabt ederek oralarda dükkanlar açıyorlar sergiler kuruyorlar. Sabah ve akşam o kasabanın kadınları çocukları birçok da akıl zaif erbabı onların yanına gelerek kesb-i ticaretinde ne kadar kazanacağını me’muriyetinin terfi’ edip etmeyeceğini asker olursa ne zaman terhis olunup da memlekete gideceğini muaşeret adavet ve daha bunun emsali birçok şeyleri anlamak için kimisi remilci babaya nokta döktürür yani “remil” attırır kimisi de falcı kadına bakla saydırır. Bir kısmı da ayna ve suya bakarak zu’mlarınca orada müşahede ettikleri suver-i ruhaniyyeden haber verirler ki bunlara da “daribu’l-mendel” derler. Hasılı bu deccallerin hepsi kendisine mahsus olan san’atla onların metalibine şahsına göre cevap verirler; onlar da bu falcıların sözünü i’tikad edip giderler. Bunların cümlesi şehir ve kasabalarda şüyu’ bulan münkerattan olduğunda hiç şübhe yoktur. Çünkü Şeriat bunların hepsini zemm ü takbih eylemiştir. Bir de insanlar gaybı bilmekten mahcubdur; gaybı ancak Allah celle şanühu bilir!..” Tabii okuyup görmüşsündür ki bu saydıklarımdan başka bir de oyun kağıdına el içine bakmak gibi şu zamanlarda daha birçok falcılık meydana çıkmıştır. Ebi Ma’şer ve sairlerinin “ Kitabu’l-Buruc – Yıldızname ”si de bu saydıklarımda dahildir birisi bir şey baktıracak olursa o adamın kendi ismini anasının babasının ismini ebced hesabıyla hesab ederek bu mecmu’dan on ikişer on ğı gibi bırakıp kaç aded kaldı ise o adedin muvafık geldiği baba –mesela; sekiz kaldı ise sekizinci baba dokuz kaldı dair ma’lumat veriyorlar. İki kimsenin anasıyla babasının ne felaket geçireceği bir çıkıyor ki bu gibi ilim ve kitapların fesadına dair bundan başka bir delil aramaya hacet yoktur. Kitabın bablarında ashab-ı süada ve eşkıyayı fakıri ganiyi de müşahede ediyoruz. Aman birader; hezeyandan başka bir mahiyeti haiz olmayan bu gibi mebhaslere dair söylediğimiz yetişir! Rica ederim bu bahsi kapatalım da bundan sonra da asıl mevzuumuz olan mebhase –ictihad taklid bahsine– dair irad-ı kelam edelim. Muhakkıkın bu sözünü şeyh de kabul ederek gelecek muhaverede –ehemmiyeti derkar olan– ictihad ve taklid mebahisine dair müzakerede bulunacaklarını va’d edip ayrıldılar. Günlerce ağladık müteezzi emel-cüda; Akşamla karşı karşıya hem-derd ü matemiz. Bir zehr-i infial ile sızlar hep ukdemiz; Her yerde duyduk en acı bir sayha-i veda’… Duydukça hep o sayha-i mecruhu pür-azab Ref’ eyledik bu elleri mechul erikene; Feryad eden ibadını güldürmedin yine Mahzun duamız olmadı indinde müstecab. Gufran için açık kalan eller bütün harab… Ma’bedlerin meal-i sükutunda pür-fütur; Boşluklarında bir şeb-i matem yatar uyur; Eyler ümid o mahfel-i hacette iğtirab. Olsun Habib’in ümmeti makhur-ı iktirab Her yerde hak-i zillete düşsün hilal-i şan; Milyonla kulların yere geçsin… Sen ey türab Koynunda sık ve ez o muazzam ketibeyi! Dolsun bütün fecaat ü matemle hep zemin; Rahm etme sen evet yine ey Rabbü’l-alemin; Yer inlesin… semalara vursun bu hutbeyi… Yırtmak o şanlı rayeti Rabbim reva mı hiç? Kalksın muhitimizden o kabus-ı inhizam! Ey Zat-ı Kibriya bizi Sen kılma hasma ram! Her yerde titresin ol kızıl rayet-i behic… Beynimde kaynayan tutuşan saldıran yakan Bir anda yıktıran küreyi sonra yaptıran Bir şübhe bir “niçin ve nasıl?” var ki; varlığım Zevk-ı hayatı onda bulur… Çok mu yandığım?.. Bak şimdi “niçin”ler yağıyor arz u semadan Binlerce dimağlar yanıyor fışkırıyor can. Dün ebkem ü samit sanılan hadiseler bak Olmuş bugünün kürsi-i nutkunda muvaffak. Dün “süslü hayaller” denilen bir sürü efkar Canlandı bugün oldu bizim dara hükümdar! “Rü’ya görüyorlar…” diyerek uyku çekerken Dünya uyanıktı… Sana sensin yine rehzen! Lakin ne uyandın ne uyanmak diledin ah Bin türlü fecayi’ sana ba’s eyledi Allah. Her facia güldürdü seni mudhike sandın; Dehrin yüreğinden sırıtan şeytana kandın! Ey Rabb-i Müntakım hayır ey Rabb-i Alemin Gönlüm Sen’in huzur-ı Rahimi’nde: Bir “enin.” Kavi müslümanların başına tac-ı intibah Ben anlamam ve anlatamam başka türlü Şah! HİND YOLUNDA Kabinenin tebeddülüyle harbin devamı üzerine Iraklıların yüzü gülmeye başlamıştır. Her tarafta hayır dualar ianeler cem’ine teşebbüs edilmiştir. Bağdad Valisi Zeki Paşa hazretleriyle İane Komisyonu Reis-i Alisi Dağıstanlı Mehmed Paşa hazretlerinin ianat derci hususunda gösterdikleri himmet ü gayret şayan-ı takdirdir. Mesmuata nazaran vali paşa bizzat bin lira vermiştir. Nakıb efendi de yüz lira vermek suretiyle kendi semahat ve sehavetini meydana koymuştur. Kerbela’da da ianat dercine başlanmıştır. Bu gidişle on bin lira kadar bil-umum Bağdad Vilayeti’yle tevabiinden toplanabilir. Hıtta-i Irakıyye kabailinden Al-i Fitle? Kabilesi meşayihinden bazıları diğer kabile ile müşacere ve münazaa töhmetiyle bir müddetten beri Bağdad Hapishanesi’nde mevkuf bulunuyorlardı. Bunlardan biri Şeyh Mübedder ezZar’un hakıkaten Devlet-i Aliyye’ye millet-i Osmaniyyeye her sırası düştükçe nakdi muavenette bulunmaktan geri kalmamıştır. Ahiran bu zatın akrabasından Şeyh Müzehher’in sekiz yaşında bulunan “Abdü’l-Abbas” namındaki mahdumu malik ve boynunda hamil bulunduğu altın gerdanlığını retleri de müteakıben pederiyle akrabasının hapishaneden tahliye ve afvları hususunda teşebbüsat-ı muktezıyyeye tevessül eylemesi üzerine ma’fuv tutulmalarına dair irade-i seniyye şeref-sudur eyler ve bu vesile ile hem meşayih-ı muma-ileyhimin hem de cümlenin meserretini mucib olur. Yevm-i viladet-i Hazret-i Risalet-penahi mülabesesiyle Bağdad’da A’zamiye Nahiyesi’nde kain İmam-ı A’zam ve Hümam-ı Akdem hazretlerinin cami’-i şerifinde mevlud ve menkabe-i nebevi tilavet olunmuştur. Her sene gibi bu sene dahi evkaf müdiri tarafından da’vetnameler gönderilip A’zamiye’ye gidenlere et’ıme-i nefise ve şeker tevzi’ kılınmış ve bu vesile ile asakir-i Osmaniyyenin zafer ü nusretleri devlet ve milletin baka ve tealisi duaları ref’-i Bargah-ı Ahadiyyet edilmiştir. Yine bu hafta zarfında Bağdad’daki Musevi Hıristiyan cemaatleri tarafından kendi ma’bedlerinde asakir-i Osmaniyyenin dua-yı muzafferiyyetleri ber-averde-i zeban olunduğu gibi geçen hafta zarfında da Bağdad’ın Kerh cihetinde kain Şeyh Ma’ruf el-Kerhi hazretlerinin makam-ı alisinde muvahhidin-i İslam tarafından ed’ıye-i me’sure tilavet edilip Cenab-ı Hakk’tan zafer ü nusret ihsanı talebinde bulunmuşlardır. Bir Salı günü idi; Haydarabad şehri her vakitkinden pek başka bir manzara irae eyliyordu. O sabah bütün Hind’i Her Hindlinin çehresi o kadar me’yus o derece gam-nak daha fazla bir felaket haberi alacak telehhüfüyle titriyor idi. Cami’lerden çıkan halk Haydarabad’ın “Arsa-i Vesi”ine koşuyordu. Orada bir miting hazırlanmış gibi idi. Bir saat sonra on iki bini mütecaviz İslam Arsa-i Vesi’de toplanmış idi. Nısfu’l-leylden bir saat sonra gelen bir telgraf haberi Mirza Nasibullah Han tarafından müctemiine tebliğ edilmiş idi. Ajans Dayc ? namını alan Berlin Telgraf Ajansı Balkan namıyle yad edilen Osmanlı Avrupasında yüz binlerce İslam kadın ve çocuğun boğazlanmış olduğunu ihbar ediyordu. Aynı telgraf şu cümle ile nihayet buluyordu: “Balkan’da dört buçuk milyon İslam vardır. Onlardan Hıristiyanlık’ı kabul etmeyenlerin katl-i ammına kemal-i şiddetle devam olunmaktadır.” Bütün ahali; “İmdad Ya Resulallah!.. İmdad!..” diye feryada başlamışlardı… Artık hiç kimse kendisini zabt edemiyordu. Naimullah Han –ki mekatib-i İslamiyye müfettişidir– rakib olduğu fil üzerinde ayağa kalkmış da; “Ya Mennan! Muhammed ümmetine acı.. Ebu’l-Kasım Muhammed el-Mustafa! Yahşi imdadını yetiştir” diye bir mecnun gibi ağlaya ağlaya bağırıp dolaşmaya başlamış idi. Arsa-i Vesi’’da fevc fevc toplanmış olan muvahhidinin gayr-i iradi bir surette tekbir almaya başlamış olması pek mehib bir manzara arz eyliyordu. Meydanın bir köşesinde eş-Şeyh el-Ganiyyü’l-Mevla Han Kadiri dervişlerini toplamış zikr eylemeye başlamış idi: “Ya Kadir! Ya Kayyum..” Bu mukaddes elfaz iki bin Kadiri dervişinin hep birden ağızlarından kalblerinden çıkıyor ve fezalarda ruh-ı Muhammed’e mülakı oluyordu. Öyle ki; biz orada Balkan mezalim ü vahşetini görüyor idik. O levha-i hüzn ü elem gözlerimizin önünde vicdanımızın içinde idi… Biraz evvel telgrafhanelere çıkmış olan darülfünun talebeleri müctemiinin bulunduğu mahalle vasıl oldular. O gençler kendilerini zabt edemiyor ağlıyorlar idi. Orada kürsi-i hitabet yapılmamış idi.. Talebeler Hacı Kasım’ın fili üzerine çıkarak titremekte olan elleriyle Lahey’den varid olan sabah telgraflarını okudular… Telgrafın keşide edildiği mahal ile telakkı edildiği ihbarat arasında ne kadar bir tezad mevcud idi. “Osmanlı Avrupası’nda katl-i am devam ediyor. Geçen Salı gecesi –ki o gün Salı olduğu için bir hafta evvel imiş– Langaza’da cami’-i şerif içine doldurulmuş olan dört yüz on cami’-i şerifle beraber yakılmıştır. Kalkış Kasabası’nda tek İslam bırakılmamıştır. Manastır’dan ve Köprülü’den Selanik’e kadar seyahat eden acentemiz me’muru şimendüfer güzergahında yüz binlerce İslam cenazelerine tesadüf eylemiştir. Kadın cenazelerinin heman ekserisi uryan bir halde idi…” Talebeler artık ilerisini okumadılar okuyamadılar. Müctemiin arasında bu haber sür’atle intişar eylediği bir anda pek çok kişi kendinden geçmiş kendini unutmuş idi… Kadınlar; “Ya Fatımatü’z-Zehra! İmdad şeved!” diye bir çığlık kopardılar. Ağlamayan hiç kimseye tesadüf edilmiyor. İhbarat-ı telgrafiyyeyi okuyan talebelerden birisi ellerini kaldırarak; “Makam-ı Hilafet’i Ravza-i Muhammedi’yi muhafaza eylemek İslam’a farzdır!.. Ne için duruyoruz?” diye bağırınca her taraftan bir gulgule başladı. “İmdad!” sadaları arasında “İntikam!” nidaları daha yüksek çıkmaya Arsa-i Vesi’’de dehşetli tarrakalar husule getirmeye başlamıştı. Ye’s-i İslam’ın en mühim kısmını ise mes’elenin istenildiği mertebe açık olmaması teşkil eyliyor idi: Acaba muhterem Halife’mizin diyarında daha ne gibi fecialar vukua getiriliyor... O gün öğleden bir saat sonra müctemiin dağıldı. İngiliz me’mur-ı siyasisi Mister Bigger akşama doğru bir beyanname neşr ederek katl-i ammın ve bu hususdaki şayiat u On bir gün sonra rakib olduğum vapur beni arkadaşımla beraber Bombay karasularından Umman’ın sine-i siyahına doğru çekiyordu. Veyl İslam’ın başına ki ne felaketli saatlerimiz ziyaret eylemek idi. İşte bir ceride-i mübareke-i İslam huzurunda fet’i daha ziyade hadid ve gulguledar görmek ister idim. İlk arıyor idim. O sahifelerde neler neler… görmek isterdim. kadar edib ve şair var idi; onlar o muhterem simalar böyle bir günde ne hakk u salahiyetle ebkem idiler?... Hind’in ve bütün Alem-i İslam’ın tahsin ve ihtiramı üzerine olsun ki Mehmed Akif’in pak kalbinden temiz vicdanından kopan nale ve feryad asman-ı İslam’ı titretmeye kifayet eyliyor.. Allah Akif’den razi olsun.. Bugün Sebilürreşad sahayif-i mübarekesinin Alem-i İslam ve Hind’e ettiği hizmet büyüktür mübecceldir… Ben burada pek bi-kes ve yabancıyım… Pek az ulema ve ukala ile nail-i şeref-i mülakat oldum… Ve istediğim ma’lumatı edinerek din kardeşlerimin nazar-ı ıttılaına koydum. Tanin’de neşr ettiğim makalemde de bildirdiğim vechile Geçenlerde evrak-ı havadis-i İslam’da İslam intibahı hakkında bir makale musadif-i nazar-ı dikkatim oldu. Üç gün kadar gezdim. Hiç olmaz ise bu eseri yazan zat ile görüşmek dertleşmek istedim. Arzumu teşdid eden bir nokta da işbu eserin bil-cümle lisanlar ile Hind lisanına tercümesine ibtidar edileceği havadisi idi. Geçen Cuma günü sahib-i esere müracaat eyledim. Beni o zatın ikametgahına götüren adam sahib-i eser hakkında fazla bir ma’lumat vermemiş idi. Ben karşımda kendi yaşımda bir zat göreceğimi zanneylemekte nıma geldi ve doğruca iki elimi de ayrı ayrı öptü… Asabi ve hiddetli bir halde elleri titriyor idi. Gözlerinde ve bakışında fevka’l-gaye bir şiddet beliriyordu. Sebeb-i ziyaretimi iki kelime yemut hakıkatlerin sahayife geçirilmiş olmasını ister idim.” Dedim. İşte o sırada o parlak bakışlı genç Osmanlı müellifi ceraid-i İslamiyyenin neşr edilmiş olduğunu yazmış oldukları eserini bana verdi. İşte bu eser hakkında arz-ı ma’lumat eylemek iştiyakındayım… Eser “ İslam Kanından Derya-yı Medeniyy et” ve “ Salib Karşısında Hilal ” ser-namesi tahtındadır. Eserde mukaddimeye tesadüf eylemedim. Mukaddime yerine; “Hazret-i Ali ve Hazret-i Sa’d bin Ebi-Vakkas’a ve Bütün Ulema-yı Oturduğum yerde elli dört sahifesini okudum. Ve sonra sahibine hitab ettim: – Sana bin kere ihtiram.. Tekrar ellerimi öptü. Elli dört sahife beni ciddi teessüre gark eylemiş idi. Bu genç müellif bu ma’ni-dar ve mühim eserini bir takım sahnelere taksim eylemiş… Sahne diyorum; çünkü eser adeta bir tiyatro halindedir… Bu her yerde mevki’-i temaşaya vaz’ edilecek canlı adamlar oynayarak o fecaati temsil eyleyecekler… İslam Hilafeti ve Osmanlı saltanatı namına Avrupa medeniyetinin reva gördüğü haksızlık birer birer olanca hakıkatiyle gösterilecek. Salib namına ika’ edilen fesad ve zulüm sahnelerde gösterilmiştir. Bu eserin bil-cümle bilad-ı İslamiyyede temsili için bu genç müellif sarf-ı mesai eylemiş. Hindistan’da Çin’de Japonya’da Cava ile Mısır’da hatta Avrupa’nın biladında gösterilecek ve temsil edilecektir. Hind lisanlarına tercümesini min-gayri haddin ben der-uhde eyledim. Bu eser Alem-i İslam’ı layık olduğu mertebede uyandıracaktır. Bu genç müellife tekrar hitab eyledim: “Izahat isterim” dedim. Müellifin gözlerinde daha ziyade bir parlaklık belirdi: – kattir. Avrupa medeniyet namına Şark’ta ve Aksa-yı Şark’ta yanlışlıkla olsun katl edilen bir seyyahına bir misyonerine karşı yüz binlerce lira tazminat taleb eyliyor ve filolar hazırlıyor. Bugün o medeni Avrupa yedi yüz bin İslam na’şı karşısında görüyor musunuz nasıl ebkemdir? İşte bundan sonra da Avrupa sükut eylesin. Fakat İslam hiçbir vakitte sükut eylemeyecektir; daima söyleyecektir..” Müellif-i eser biraz durdu ve sonra daha gür bir sada ile; “Dört yüz milyon İslam’ın intibahı Küre-i Arz’da azim bir amil-i siyasi vücuda getirecektir” dedi. Ben bu sözü Halife diyarındaki bir adamın ağzından duymak oldu.. Müsaade taleb eyledim. Müellif ayağa kalktı. Tekrar bir evlad gibi benim ellerimi öperken: –Ah dedi. Avrupa Muhterem Diyar-ı Halife müellifinin gözlerinden akan yaşlar benim de gözlerimden akmaya başladı. Ey muhterem Halife Diyarı’nın muharrirleri! Biraz harekete geliniz gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak ma’sum çehrelerini Makam-ı Hilafet’e uzatan dört yüz milyon İslam’a acıyınız ve onları tarik-ı vahdet ü hakıkate isal ediniz… Ve anlatınız ki din-i Muhammedi’yi mahv etmek isteyenler ile medeni Avrupa müttefiktir. İslam dinine su’-i kasd var… İslam Ey İslam’ın kalem ve hakıkat sahibleri! Hilal şimdi sizden bir ümid bekliyor… İslam kardeşleriniz sizden ve bu intibahdan bir “ati” bekliyor… Onu nurlandırınız… Ve biz Hindular selamet-i din ve İslam namına bütün mevcudiyetimizi feda ederiz… Yalnız sizlerden nur isteriz… Ey İslam’ın büyük Akif’i! O kitle-i mübareke-i muvahhidin seni unutmayacaktır! Çünkü sen vicdanının nurundan onlara hisseler ayırdın şu’leler bahş eyledin! O büyük hitablarda devam et ve biz Hindliler de her yerde her halde sizler ile beraberiz!.. Eksiğimiz bir ümid ve bir nurdur; onu da sizlerin sebat ü metanetinizden azamet-i milliyyenizden sahib-i kudsi-i Hilafet’imizden bekleriz… İslam intibahından Hindular da bir “ati-i” mukaddese muntazırdırlar. Haydarabadlı VATAN DERDİ EVLAD ACISINDAN MUKADDEMDİR! Dünyada tek bir evladım ciğer-parem istinad-gah-ı refah u maişetim var: Mehmed Bey!.. Bunu hayatım kadar hatta daha ziyade severim. Onun ufak bir tebessümü bana dünyaları bağışlar! Evladımı gayet aziz ve müreffeh büyütmüştüm; naz u naim içinde beslemiştim. Çünkü tek bir evladım!.. Çünkü merhum zevcimin merhum yüzbaşının yegane miras-ı hayatı!.. Bu bir gün bana gelmiş. Gözlerine baktım ki “intikam” şerareleri sıçrıyor! Dedi: – Validem beni pek seversin; değil mi? Sana gayet ağır ve belki sence mala-yutak bir teklifde bulunacağım. Biliyorsun “Rumeli”… Ah!.. Maksadını derhal anlamıştım! Vaktiyle sallarla Rumeli taraflarına geçerek oralarını feth u teshir eden ecdadının hun-ı hamasetinden bir katre kan damarlarında dolaşıyor!... – Anladım dedim evladım maksadını! Ecdadının vefakar evladı olduğunu isbat etmek istiyorsun! – Allah razi olsun validem; müsaade buyurursanız o kanımın bir damlası ile düşmanın katarat-ı hununu dökmek namus-ı İslam yoluna ölmek istiyorum. Hem de “fedai” olarak gideceğim! İleride öten bando: Ey gaziler…… neşidesi terennüm ediyor. Tedarik ettiğim yüz sekiz arkadaşımla beraber iki güne kadar da hareket edilecek. Bana şimdiden hakkını helal et!... – Ruhum! Nafia Başkitabeti’ni oradan aldığın sekiz yüz guruş maaşı ne yapacaksın? – Valideciğim! Değil kitabet ve maaş dünyayı “namus-ı din” namına ayaklar altına aldım. Benim maaşım topraklar altında beyaban u sahralarda yatan dindaşlarıma haklarını helal ettirmektir!.. – Evladım; tek bir evladını bu körpe kuzunu nasıl terk edebileceksin? – Bunu terk etmeyeceğim. Bunu ve bu gibi ma’sumini düşmanın köpekleri ağzından kurtaracağım! Benim dimağımda yalnız bir his var: İntikam-ı İslam!... Eğer ben ölürsem evladımı arslan olarak yetiştir müslüman olarak terbiye et!... Bu maceradan sonra vardım gözlerini öptüm ve dedim: –Evladım! Ruhunu tedkık ettim. Merhum babanın aynı!... Bana sen müracaat etmezden evvel ben söyleyecektim. Fakat o ruh-ı hamasetin senden galeyanını görmek isterdim. Çok şükür ki bugün onu görebildim. Sana yerden göğe kadar hakkım helal olsun! Din yoluna gazi değil şehid olmak şerefini kazanmanı arzu ederim. Sana pek büyük muhabbet ve şefkatim var. Yüzüne bakmaya kıyamıyorum. Fakat ah evladım; din muhabbeti vatan sevgisi –gücenme– her şeye galebe ediyor! Bütün vesayanı ifayı taahhüd ederim. Buna mukabil benim de bir teklifim vardır: Allahını dinini zinhar unutma!... Balıkesir’e merbut küçük fakır bir nahiye olan Kebsud ahali-i muhteremesi cem’ u irsal ettiği gibi şerait-ı lazimeyi haiz on sekiz nefer de fedai göndermişlerdir. Muhterem Kebsudluların iane-i mezkureyi bin liraya iblağı taahhüd ettikleri de müstahberdir. Nevahi-i saireye kat kat tefevvuk eden dindar hamiyetli Kebsudluları tebrik ve bu babdaki müslümanca himmetlerine samimi surette teşekkür ederiz. Dün Romanya’dan gelmiş olan bir zat idarehanemize uğrayarak kalblerimizi pür-hun eden bir feciayı nakl etti ve bize kanlı göz yaşları döktürdü. Bu zat Tuna üzerinde şahidi olduğu bir vak’ayı şu suretle anlattı: “Rusya’dan Bulgaristan’a birçok askerle beraber levazımat-ı harbiyye gönderildiği ve bunları hamil olan vapurların Tuna’dan geçeceği şayi’ olmuştu. Biz de birkaç müslüman ve Romanyalılarla beraber görmek üzere Boğazköyü Kasabası’ndaki köprü üzerine gitmiştik. Fakat Rusya’dan Bulgarya’ya vapur geçeceğine Bulgarya’dan Rusya’ya müteveccihen üç vapurun gelmekte olduğunu gördük. Vapurlar köprüye yanaşınca birinci vapurda elli-altmış kadar İslam kadın ve kızları bulunduğunu müşahede ettik. Bu biçareler bizi görünce elleriyle birçok işaretler yaparak istimdad ve bunu hisseder etmez biçareleri içeriye tıktılar her tarafı kapadılar; artık bir daha görünmediler. İcra ettiğimiz tahkıkatta bu bedbaht kadınların Rumeli’den toplanılan İslam kızları olduğu ve hediye olarak Rusya’ya gönderildikleri anlaşıldı. Evvelce de daha bu gibi birkaç kafile i’zam edilmiş olduğuna dair de kanaat-bahş ma’lumat verildi. Vak’ayı temaşa ettiğimiz esnada yanımızda Romanya’nın Istra-Mangalya Kazası dahilinde Karaömer Kabayası? pirmarı müdiri ile daha birkaç Romen de vardı. Bunlar da müşahede ettikleri şu manzara-i vahşete karşı i’lan-ı nefretten kendilerini alamadılar. Londra’dan varid olan bir telgrafname şehir haricindeki mahallatından birinde büyük bir harik zuhur ederek tamam on sekiz saat devam etmiş ve hane tam’a-ı tu’me-i lehib olmuştur kişi yanmıştır kişi de açıkta kalmıştır. Kırım Şibh-i Ceziresi’nde kain Kerç Kasabası ahali-i İslamiyyesinden fabrikası te’sis eylemiştir. Bu fabrikada Türkiye ve Dağistan halıları gibi halılar dokunmakta ve kumaşlar üzerine zarif ve mahirane nakışlar işletmektedir. Çuha ve şayak tüccarından Reşad Efendi Kazan’da büyük bir şayak fabrikası te’sisine ibtidar eylemiştir. Bu fabrika kuvve-i elektrikıyye ile işleyecek ve her nevi’ yün kumaş makaronya fabrikası te’sis etmek üzere birkaç müslüman tüccarı yeni bir şirket akd etmişlerdir. Rusya memalik-i dahiliyyesinden Samara Cem’iyet-i sine hadim olmak üzere bir “marangoz daru’s-sınaası” te’sisine karar vermiştir. Mahadiş? Kazası’ndan Kupaş ? gazetesine muhabiri tarafından gönderilen bir mektubda mezkur kaza umur-ı ticariyyesinin tamamen müslümanlar eline geçtiği anlatılıyor. müslümanlarda bir tefevvuk görülmektedir. Mesela Mahadiş’de? müslümanların idaresi altında üç tane gaz ma’deni Rusya Müslümanlarında Maarif-perverlik – Kazan’da bir müslüman inas i’dadisi te’sisi için açılan iane defterine pek az bir müddet zarfında bin ruble iane kayd u derc edildiği Riç ? gazetesinde okunmuştur. Orski şehrinde sekiz sene evvel açılmış olan İslam mutalaahanesinden kitap istiare etmek suretiyle sekiz bin kişinin istifade eylemekte olduğunu Orenburg’da münteşir Vakit refikımız yazıyor. Kupaş ? gazetesinin beyanatına göre Moskova’da bir nerlerinden meşhur Şems Esedullahiyef cenabları tarafından etrafındaki arsa ile beraber otuz bin ruble lira mukabilinde bir bina iştira edilmiştir. Yazın bu bina kaldırılacak ve yerine dört katlı ve medeni memleket darülfünunlarındaki tiyatro ve konferans salonları gibi levazımı haiz muazzam bir müessese vücuda getirilecektir. Bunun için de Esedullahiyef tarafından ruble tahsis olunmuştur. Bu teşebbüsden dolayı muhterem Esedullahiyef cenabları pek ziyade layık-ı şükrandırlar. Bakü şehri İslam milyonerlerinden Aka Musa Nakıyof Efendi bugünlerde birçok hayratta bulunmuştur. Evvela Bakü Cem’iyet-i İslamiyyesi’ne mahsus kendi kise-i hamiyyetinden bin ruble sarf ederek muhteşem bir bina inşa ettirmiş ve Reyyani Mektebi’nde küçük İslam etfaline mahsus bir sınıf küşadı için bin ruble ihda eylemiştir. Bu def’a da Bakü’de yeni bir hastahane yataklı olacak ve elli yatağı münhasıran hasta nisvan-ı Kafkasya’da kain Barzen? Kasabası başkadısının hıristiyanları din-i İslam’a da’vet isnadıyla taht-ı muhakemeye alındığı Kafkasya matbuatında mütalaa olunmuştur. Türkistan kasabalarından Taşkend’de müslüman kızlarına mahsus bir mekteb-i ibtidai küşadına belediyece karar verilmiştir. Taşkend’de açılacak kızlara mahsus ilk mektep bu olduğu lamiyyesini takdir eder ve emsalinin tekessürünü temenni eyleriz. Buhara Medreseleri – Tercüman gazetesinin beyanına nazaran Buhara medreselerindeki talebe Buhara Başvekaleti’ne müracaat edip medreselerdeki usul-i tedrisin iyi olmamasından ve talebenin eline verilen kitapların matlub derecede te’min-i terakkıyyat eylememesinden bahisle şikayet etmişler ve medreselerde usul-i tedris ve ta’limin ıslahına taraf-ı emaretin himmet eylemesini rica eylemişlerdir. Orenburg’da münteşir Vakit gazetesinin istihbarına nazaran Asya-yı Vusta’daki Hive Hanlığı dahilinde sakin Yemut Türkmenleri bazı esbabdan dolayı isyan eylemişlerdir. Hive hükumeti mikdar-ı kafi kuvve-i zabıtaya malik olmadığından Rusya hükumetinin muavenet-i askeriyyesini iltimas eylemiştir. Rusya hükumeti bir mikdar süvari Kazak askeri sevk eylemiştir. Yemut Türkmenleri halis Türk cinsi olup Asya-yı Vusta’nın en cengaver ve müdhiş bir kavmidir. Mikdarı yüz binlerce nüfusa malik olan ve erkek ve kadını ser-a-pa müsellah olan bu kavmin arasında adem-i hoşnudi asarı zuhuru Rusya’yı endişeye düşürecek bir haldir. Dünyanın en metin ve çevik süvarisi olan Yemutlarda her ferdin la-ekal birkaç mavzeri ve dankası? vardır. İsyanın esbabı Türkmenlere aid arazinin Hive hükumeti tarafından mesaha edilmesine ve vergi tarh olunmasına teşebbüs olunmasıdır. Aksa-yı Şark’ta kain Vladivostok mevki’-i müstahkeminde on iki binden fazla İslam askeri bulunmaktadır. Bunların miyanında birçok İslam ümera ve zabitanı dahi vardır. Rusya İslamlarının binlerce evladı Vladivostok gibi gayet uzak ve şedaid-i hevaiyyeye ma’ruz bir kalede askerlik ettikleri halde hükumet İslamların ye kadar askerler için bir cami’ inşa ettirmemiştir. Vladivostok müracaat eylemiş ise de her def’asında cevab-ı red almıştır. Bu def’a kale kumandanı tebdil edildiğinden imam efendi yeni kumandana müracaat eylemiştir. Yeni kumandan ilkbaharda birkaç köhne kışlayı hedm ettireceğini ve bunun enkazıyla bir cami’ yaptıracağını beyan eylemiştir. de cami’ var cemaat yok kimi yerde cemaat var cami’ yok. Mümkün olsaydı buradaki cemaati tamtakır cami’lerden birini oraya nakl ederdik. Lakin maatteessüf buradan değil gökten inse faide yok. On iki bin askerin bir ibadetgah yaptıracak kadar haysiyet ü ehemmiyeti olmadıktan sonra onlara cami’ de fazladır! Cami’ler miskin müslümanlara layık değildir! Vakit muhabiri umur-ı müslimini rü’yet etmek üzere Pekin’de daimi bir mahkeme-i şer’iyye vücuda getirmek ve bir şeyhülislam ta’yin eylemek üzere bütün müslüman murahhaslarının bir araya toplanarak bir meclis akd ettiklerini yazıyor. Abonesi hitam bulan muhterem kari’lerimizin aboneleri tecdid edilerek gönderilmeye başlanmıştır. Devam-ı irsalatı arzu edenlerin abone bedelatını irsale himmet buyurmaları devam edemeyecek olanların lütfen bir kart ile beyan-ı ma’lumat etmeleri; -’uncu cild abone bedelinden veya kitap siparişinden borcu olanların da sene nihayeti olmak hasebiyle hesabatı kapatmak iktiza edeceğinden bugünlerde lütfen tesviye-i hesabata himmet buyurmaları bil-hassa rica olunur. AHLAK-I İSLAMİYYENİN ESASLARI Vazife bahsine hitam vermeden her halde mes’uliyet-i ahlakıyyeye mükellefiyete akla müstenid olan ve şu kadar ki balada şerh u tafsil ettiğimiz üzere iki derece üzere tecelli eden vazife tasavvuru hakkındaki mesrudat-ı sabıkamızı bir daha hatıra getirerek şunu da söyleyelim ki insanlardaki tefavüt-i terbiyye iktizasınca derece-i mükellefiyyetleri de mütefavit olmak icab ettiğinden –ehl-i ahiret ile ehlullahdan demin bahsettiğimiz sırada hafifçe işaret ettiğimiz üzere– vezaif-i diniyye-i ahlakıyyemiz de iki derecelidir. Vezaifin en aşağı derecesi ahara karşı “adl” nefse karşı “ruhsat”tır. Ma-fevk derecesi ise ahara karşı “ihsan” nefse karşı “azimet”tir. Bu müteahhirin-i felasifenin vezaifi “vezaif-i muzika” devoirs stricts ile “vezaif-i musia” devoirs larges diye tasnif etmelerine pek benzer. Bir müslim mükellef kendisine layık gördüğü mertebeye göre teaddiye karşı mukabeleye me’zun olsa bile daha yüksek bir mertebe-i ahlakıyye ehlinden mükellef addeder. Ehl-i adl ü ruhsat olanlar atideki ayetlerle amil olurlar: “ Ey akıl sahibleri! Sizin için kısasda hayat vardır. Bununla beraber umulur ki Allah’dan ittika edersiniz!” “ Her kim size teaddi ederse size ettiği teaddinin misliyle ona mukabele ediniz! Lakin Allah’dan ittika ediniz ve biliniz ki Allah müttekın ile beraberdir” “ Bir seyyienin cezası onun gibi bir seyyiedir. Lakin her kim rah-ı afv u salahı tutarsa ecri Allah’a kalır. Şübhesiz Allahu teala zulm edenleri sevmez” Ehl-i ihsan u azimet ise atideki ayat-ı kerime ile amel ederler: “ Eğer afv ederseniz takvaya daha muvafık bir iş yapmış olursunuz” “ Bir de onlar afv u safh ile muamele etsinler. Allah’ın size mağfiret ettiğini istemez misiniz?” Sure-i Nur ayet “ Siz eğer bir hayrı ızhar veyahud bir fenalığı afv ederseniz şübhesiz Allahu teala sahib-i afv-ı cezildir sizi afv eder; sahib-i kudret-i vasiadır size mukabele etmeye kadirdir.” “ Eğer onların düşmanlarına karşı afv ile muamele eder mukabele etmezseniz hatalarını setr ederseniz şübhesiz Allahu teala Gafur u Rahim’dir.” “ O müttakıler için ki yüsr hallerinde de usr hallerinde de infak ederler gayzlarını yenerler halkı afv ederler. Allah da zaten böyle muhsinleri sever.” “ Ya Muhammed! Sen onları afv et fenalıklarına mukabele etme! Şübhesiz Allah muhsinleri sever” Sahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib “ Allah’ın rahmeti eseridir ki sen onlara karşı mülayim davranıyorsun. Yoksa eğer dürüst sözlü katı kalbli bir kimse olaydın senin yanından dağılırlardı. O halde sen onları afv et ve onlar için istiğfar et” “ Afve sarıl iyiliği emr et cahillerden de yüz çevir” Furkan-ı Mübin ve ehadis-i nebeviyyenin ilahiyat ve hikemiyata aid olan parçaları Hicret-i Peygamberi’nin daha birinci asrından i’tibaren nazariyat-ı felsefiyye için pek zengin bir mevzu’ teşkil etmeye başlamışlardı. Asar-ı felsefiyye-i Yunaniyyenin lisan-ı Arabi’ye naklinden hayli zaman evvel Alem-i İslam’da bir hareket-i felsefiyye tevellüd etmiş olduğu muhakkaktır. Avrupalı tarih-i ulum müelliflerinden bazı zevatın cihan-ı İslamide fikr-i hikmetin zuhuruna menşe’ olarak kütüb-i felsefiyye-i Yunaniyyenin lisan-ı Arabi’ye nakli zamanını göstermeleri yanlış ve hata-alud bir iddiadır. Cenab-ı Haydar’ın hikemiyat-ı ilahiyye ve ahlakıyyesinden sarf-ı nazar edilse bile müşarun-ileyhin devr-i hilafetinde ğu şübhesizdir. İslam’ın kendisine mahsus bir felsefesi bir hikmet-i aliyyesi vardır. Felsefe-i İslamiyyenin menşe’ ve menba’ı da Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i nebeviyyedir. Yani hikmet-i İslamiyye prensipleri Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i peygamberide mündemicdir. Asar-ı felsefiyye-i Yunaniyye henüz Arapça’ya nakl edilmemiş olduğu bir zamanda sıfat-ı miyye arasında pek dakık mübahesat cereyan etmiş olduğu asar-ı eslafın tedkıkıyle tahkık ve isbat olunabilir. Bilahare kütüb-i kadimenin Arapça’ya nakli saha-i tedkıkı tevsia hizmet etmiş ve Alem-i İslam’da fünun-ı riyazıyye ve tabiiyyenin ki felsefe-i Yunaniyye ve Hindiyyeye kesb-i vukuf eden ulema-i İslamiyye mezahib-i muhtelife-i felsefiyyeyi tedkık ve tetebbu’ ederek hata-alud cihetleri meydana çıkarabilecek bir iktidar kesb etmişler muhtac-ı izah olan nikatı teşrih ve tafsile muvaffak olmuşlar mesail-i gamiza arasında bir rabıta-i esasiyye te’sisine sarf-ı makderet eylemişlerdir. Alem-i İslam’da harekat-ı fikriyyenin zuhur ve suret-i tevessüünün tedkık ve tetebbuu cidden şayan-ı ehemmiyyet bir mes’eledir. Asar-ı felsefiyyenin tercüme ve intişarı zamanına kadar güzeran eden müddet zarfındaki harekat-ı fikriyye büsbütün bir sima-yı hususiyyete maliktir. Bu devirde zuhur eden eazım arasında felsefe nokta-i nazarından en çok şayan-ı tetebbu’ olan zevat ulema-i Mu’tezile’dir. Erbab-ı muğlaka olmuştur. Mu’tezilin münakaşa ve mübahaselerini siyasi bir cihete yani imamet mes’elesine kadar ilerletmişler ve imam-ı meşruun alamat-ı farikasının ta’yini hususunda birçok mutalaat serd etmişlerdir. Mezheb-i İ’tizal Alem-i İslam’da zuhur eden mezheblerin en ehemmiyetlilerinden ma’dud olup ikinci derecede birçok şuabata inkısam etmiş vasi’ bir meslek-i i’tikadidir. Erbab-ı ederek fikirlerini geniş bir sahada ve oldukça serbestane bir tarzda cevelan ettirmişlerdir. İslam’da hayat-ı felsefiyye ulema-i i’tizalin himmetleriyle uyanmış ve bu mezheb felsefe-i eylemiştir. Hukema-i İslamiyyenin neşr-i asara başladıkları zamanlarda bile erbab-ı i’tizal mevki’-i felsefilerini muhafaza edebilmişlerdir. İbni Sina’dan evvel gelmiş olan ulema-i de Şehristani gibi bazı eazımın müellefatı ile kütüb-i kelamiyyede mezahib ve fırak-ı Mu’tezile hakkında oldukça tafsilatlı ma’lumat derc edilmiştir. Mebahis-i kelamiyye hakkında Alem-i İslam’da uyanan harekat-ı fikriyye riyasetinde Hasan-ı Basri hazretleri görülüyor. Hikemiyat-ı Furkaniyyeyi tedkık ve tefsir eden mebahis-i kelamiyye hakkında tetebbuat-ı amika ve mutalaat-ı dakıkada bulunan ilk ilm-i kelam alimi Hasan-ı Basri hazretleridir. Maamafih o vakitler henüz ilm-i kelam bir fenn-i müdevven haline ifrağ edilmemiş olduğundan mebahis-i kelamiyye bir usul ve bir metoda tevfikan tedris edilmiyor her bahis parça parça ayat ve ehadisin tefsir ve teşrihi sırasında Hasan-ı Basri tedrisatını fıkıh hadis ve ilm-i kelama hasr eylemiş idi. İlm-i kelam münakaşatı bir usul bir nizam dairesinde ve ilm-i adab ve münazara kavaidine tevfikan en evvel müşarun-ileyhin telamizi arasında zuhur etmiştir. Münakaşat-ı mezkureye ve bunun netice-i tabiiyyesi olarak zuhur eden fırak-ı muhtelife ve mezahib-i mütenevviaya dair mücmel ve fakat kat’i ma’lumatı Şehristani’nin asar ve müellefatında bulabiliyoruz. Fil-hakıka Şehristani Alem-i İslam’da uyanan ha rekat-ı fikriyye zuhur eden mezahib-i muhtelife hakkında kanaat-bahş ve şayan-ı vüsuk ve i’timad ma’lumat verebilmiştir. Şerh-i Mevakıf ve Şerh-i Makasıd gibi ümmehat-ı kütüb-i kelamiyyede mesalik-i erbab-ı i’tizale dair müdellel ve esaslı ma’lumat mündericdir. Fakat bunlar toplu bir surette olmayıp mebahis-i kelamiyye ta’kıb olunurken bir mes’ele hakkında fırak-ı muhtelife erbabının re’y ve mutalaaları ve bu babdaki istidlalleri bil-münasebe irad olunmak suretiyle teşrihata girişilmiş ve Ehl-i Sünnet ulemasının fırak-ı muhtelife erkanına karşı serd ettikleri i’tirazat ve edillenin zikriyle edebilmek hem vakte hem de yorucu bir tetebbu’a muhtacdır. Hasan-ı Basri i’tikadiyat ve ameliyatta paye-i fetvayı ihraz etmiş olduğundan herkes her türlü şübhelerini kendisine arz ederlerdi. İlk def’a meydan-ı münakaşaya atılan kaza kader ve sıfatullah mesaili olmuştur. Hasan-ı Basri cebr-i mu’tedil usulünü kabul ederek telamizine de bu akıdeyi ta’lim ederdi. Devr-i Haydar’da zuhur eden havaricle gulat-ı Şia’nın bir sürü safsatadan ibaret olan müddeayat-ı garibe ve mu’tekadat-ı acibeleri bir taraf edilirse mütefekkirin-i İslamiyye arasında ilk def’a kurcalanan mesailin kaza kader ve irade-i cüz’iyye gibi mebahis-i dakıka olduğu anlaşılır. Bu devrin mütefekkir dimağları üzerinde felsefe-i Yunaniyyenin hiçbir te’siri olmamıştır. Çünkü o vakit Alem-i İslam’da henüz asar-ı kadime mündericatına vukuf peyda edilememişti. Mezheb-i İ’tizal’in zuhurundan evvel “kader” mes’elesi münakaşat-ı mühimmeye yol açmış ilk def’a Hasan-ı Basri telamizinden Muid ve Ata bin Yasir namında iki zat bu babda serd-i mutalaata kıyam etmişlerdir. Bunlar kendilerine Kaderiyyun namı vermişler ve insanın hayır ve şerri kader hakkındaki neşriyatı efkar-ı umumiyyede pek çok heyecanı mucib olduğundan merkum hulefa-i Emeviyye’den Abdülmelik tarafından Hicret’in sekseninci senesinde salben van-ı Dımışkı ise Hişam bin Abdülmelik’in emriyle Şam’ın kapısına asılmıştır. Ebu-Mervan’ın efkar ve mülahazatını serbestane i’landan çekinmez hiçbir kayda riayete lüzum görmez bir şahıs olduğu anlaşılıyor. Ata bin Yasir ki ümmehat-ı muhteremeden Meymune hazretlerinin azadlı kölesi idi. İrade mes’elesinde erbab-ı tiyar ve iradesiyle yapmakta olduğunu i’lan edenlere evvelce “Kaderiye” ismi verilmişti. Kaderiyeler insandan sudur eden iyi kötü bütün ef’al ve harekatın halikı yine insanın kendisi olduğunu ta’lim ederlerdi. Bunlar zulüm şer küfür ve sair maasinin takdir-i ilahi ile olmadığını serd ve ityanla kaderi külliyyen inkar etmişlerdir. Erbab-ı i’tizal irade mes’elesinde Kaderilerin fikrini kabul etmişlerse de; “ Bu ümmetin mecusileri kaderilerdir.” hadisine ma-sadak olmaktan ihtirazen kendilerine “erbab-ı adl ü tevhid” ismini vermişlerdir. Mu’tezilin diyorlardı ki: “İnsan hakkında aslaha muraat etmek muti’ olan kullara hayır ile mükafat vermek Cenab-ı Hakk’a vacibdir ve bu vücub mukteza-yı adalettir.” Bu akıdelerine ünvanını veriyorlardı. Sıfat-ı ilahiyyeyi ahkam-ı zihniyyeden add yani zatullah dema sübutuna meydan vermedikleri cihetle de “ehlü’t-tevhid” namını alıyorlardı. Mezheb-i İ’tizal’in müessisi “Vasıl bin Ata” namında bir zattır. Vasıl Hicret’in sekseninci senesinde Medine’de tevellüd etmiştir. Kendisinin Beni Mahzum azadlılarından olduğu mervidir. Tarih-i vefatı’inci sene-i Hicriyyesine tesadüf eder. Vasıl Hasan-ı Basri’nin telamizinden idi. Mürtekib-i kebirenin mutalaada bulunduğundan Hasan’dan ayrılmış ve Mezheb-i lunurken bir şahıs gelerek müşarun-ileyhe hitaben: “Hazret-i üstad; zamanımızda bir cemaat zuhur etti ki günah-ı kebair irtikab edenleri tekfir ediyorlar. Diğer bir cemaat de; “Kafir olan bir şahsın taat ve ibadatı kendisine hiçbir faide vermediği gibi iman ile beraber ölürse ma’sıyet de muzır değildir.” iddiasında bulunuyorlar. Biz bunların hangisine i’tikad edeceğiz?” sualini irad etmişti. Hasan-ı Basri cevap vermeye hazırlandığı esnada tilmizanı miyanında bulunan Vasıl bin Ata ortaya atılarak: “Günah-ı kebair irtikab eden kimse ne mü’min ne de kafirdir. Küfür ile iman arasında bir menzilededir.” cevabını vermiş ve halka-i tederrüsden kıyamla mescidin direklerinden birine dayanarak etrafına toplanan halka bu babdaki mutalaasını anlatmaya başlamıştı. Bu esnada Hasan-ı Basri; “ Vasıl bizden ayrıldı” demiş olduğundan Vasıl ve tarafdaranına ondan sonra “Mu’tezile” namı verilmiştir. Vasıl o vakit başına toplanan halka bu babdaki fikrini şu suretle izah eylemişti: “Mü’min memduhdur; fasık ise medha müstehak olmadığından mü’min olamaz. Fakat fasık yani günah-ı kebair mürtekibi kelime-i şehadet getirdiği ve a’mal-i şer’iyyeyi ifa ettiği cihetle kendisine kafir de denilemez. Bila-tevbe vefat ederse ebediyyen duzahda kalır. Çünkü yevm-i ukbada insanlar biri ehl-i cennet diğeri ehl-i cehennem olmak üzere yalnız iki fırkaya ayrılmışlardır. Aralarında üçüncü bir fırka yoktur. Fakat fasıkın derekesi kafirin derekesi fevkınde olacağından bit-tabi’ fasıkın azabı da bin-nisbe hafif olmak icab eder.” Vasıl bilahare sıfat-ı ilahiyyeyi de inkar eylemiştir. Vasıl; “Vahdaniyet-i Rabbaniyyenin tahakkuku için sıfat-ı Yezdaniyyenin nefyi lazımdır.” diyordu. Sıfat-ı ezeliyye ile muttasıf bir “Allah” tasavvurunu Vasıl’ın zihni bir türlü kaplayamıyor ve diyordu ki: “Zat-ı Bari’ye bir sıfat-ı ezeliyye isbat eden kimse iki Allah vücuduna Vasıl’ın tilmizanı bu mes’eleyi teşrih için ber-vech-i ati üç delil irad eylemişlerdir: duğu kabul edilirse sıfat-ı mezkurenin ya hadis veya kadim olmaları icab eder. Hadis olurlarsa Zat-ı Uluhiyyet’in mahall-i havadis olması iktiza eder ki münafi-i vücubdur. Kadim olurlarsa teaddüd-i kudema’ lazım gelir. Halbuki Zat-ı zimdir. gayra muhtac olmaz. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’a zatının gayrı sıfat isbatına hacet yoktur. olduğundan Cenab-ı Hakk’ın zatına za’id olarak bu gibi sıfat ile kıyamı kabul edilirse Cenab-ı Akdes’in bizatihi nakıs olup gayr ile istikmal ettiğine kail olmak icab eder ki bunu hiçbir sahib-i fikr ü iz’an tervic edemez. Binaenaleyh Cenab-ı Bari gerçi Alim’dir Kadir’dir ilh… fakat kendisinin tur. Zat-ı Akdes-i İlahisi ma’lumata taalluku i’tibarıyle Alim makdurata taalluku i’tibarıyle de Kadir’dir. TANZIMATÇILIK İFLAS ETTI MI? Milletlerin ser-nüvişt-i tarihileri icabat-ı ruhiyyelerinin netayic-i kasriyyesinden bu netayicin teselsül ve teakubundan başka bir şey değildir. Her millet temayülat-ı ruhiyyesine icabat-ı ırkıyyesine an’anat-ı irsiyyesine göre idare edilmek ister. Bu bir ihtiyac-ı mübremdir. Esasat-ı mezkureden inhiraf gösterildiği anda bünye-i millette fecia-dar ihtilaclar elim sızılar başgösterir. Hastalık bütün vahamet-i buhran-engiziyle vücud-ı milleti sarsar zaif düşürür ve nihayet onu diğer hastalıklara da müstaid olacak bir zemin haline getirir. Esbab-ı maraz ta’yin hastalık hakkıyla teşhis edilmeksizin bünyenin isti’dadıyle pek de uygun olmayan sakım tedbirlere müracaata yanlış ilaclarla tedaviye kalkışılırsa hastalığın zevaline değil bilakis vehamet ve şiddet kesb etmesine hizmet edilmiş olur. Her millet kendi zihniyetiyle mütenasib teşkilat ister. Milletlerin teşkilat-ı idariyye ve ictimaiyyeleri zihniyetlerinin temayülat-ı ruhiyyelerinin an’anat-ı irsiyyelerinin mevludu değil midir? Ve öyle olmak icab etmez mi? Çünkü aks-i takdirde o millet için idame-i sıhhat belki de muhafaza-i hayat cidden müşkilat kesb edeceği muhakkaktır. Bu hal la-yetegayyer bir kanun-ı tabiidir. Bir millete başka bir zihniyete ayrı bir an’aneye malik ahval-i ruhiyye büsbütün farklı olan diğer bir milletin teşkilat-ı idariyye ve şebbüs olur mu? Böyle bir hareket o milletin bünye-i mukavimesini tehzil belki de mahv etmek gibi bir netice tevlid etmez mi? Bu gibi bir teşebbüsün netayic-i muzırrası takdir edilemeyecek kadar mahrum-ı iz’an olmak icab eder ki akıbeti bu derece karanlık ve tehlikedar bir işe bila-tereddüd girişilmek cesareti gösterilebilsin! Balçığa saplanmış bir milleti hüzale uğramış bir ırkı kurtarmak gibi necib bir sevda ile azim-karane ortaya atılan vicdanlar nevamis-i tabiiyyenin icabatından inhiraf etmek göz önünde bulundurmalıdır. Sahne-i tabiat bir dershane-i hikmet-amuzdur. Nafiz ve basiret-kar dimağlar burada her vakit bedayi’-i Samedaniyyenin gun-a-gun inceliklerini la-yetegayyer ve şayan-ı taklid kanunlarını bir nazar-ı ibret ve intibahla tetebbu’ edebilirler. Milletlerin tarz-ı ıslahat ve tanzimatını kayd eden sahayif-i tarih tedkık edilince görülüyor ki bir milletin hayat-ı ni deruhde etmek azmiyle ortaya atılmış olanlar kavanin-i tabiiyyeye tevfik-ı hareket hususuna ne kadar gayret göstermişlerse mesailerinde o derece mazhar-ı muvaffakıyyet olmuşlardır. Aks-i hal ise daima vahim ihtilaclara mühlik buhranlara meydan vermiştir. Silsile-i uzviyyatı tetebbu’ ettiğimiz zaman müşahede ediyoruz ki: Her hayvan yaşamak için teneffüse teneffüs teneffüs uzviyatın kaffesinde aynı tarz ve aynı bünyede tekevvün etmemiş hayvanın nev’ine tarz-ı maişetine muhitine göre tahavvülat-ı mühimmeye uğramıştır. İnsanlar rieleri esmak galsameleri haşerat da kasabaları vasıtasıyla teneffüs ediyorlar. Bir balık sudan çıkarılınca havasızlıktan derhal telef oluyor. Çünkü uzviyetiyle uygun olmayan bir muhit dahiline atılıyor. Halbuki balık su derununda teayyüş ettiği için uzv-ı teneffüsü galsame şeklinde tekevvün etmiştir. Cihaz-ı teneffüsün rie suretinde olmasını icab eden başka bir muhitte yaşayamaz; uzviyeti buna müsaid değildir. Aynıyle bir millet de mecbulat-ı ırkıyyesi an’anat-ı kavmiyyesi temayülat-ı ruhiyyesi hulasa kendi zihniyeti mentalité ile uygun olmayan teşkilat ve tanzimata tabi’ tutulmak istenilirse uzviyetini tevlid eden muhitten harice çıkarılmış balık gibi yaşayamaz. Latin ırkının zihniyeti an’anesi i’tiyadatı temayülatı başka Anglosakson ırkının da yine başkadır. Mezheb ihtilafından sarf-ı nazar aynı dine aynı akıdeye merbut olan bu rine tatbik edilecek olursa ihtimal ki onun badi-i sefalet ve azim farklar bu iki milletin zihniyetçe olan ayrılıklarından neş’et ettiği şübhesizdir. Acaba bu fark Şark ile Garb arasında daha derin daha uçurumlu değil midir? Dini an’anesi adat ve ahlakı temayülat-ı ruhiyyesi hatta derece-i tenevvürü büsbütün başka olan Şark’a gelişi güzel Garb’ın Garblılardan da bizimle mücaneset-i ruhiyye ve i’tiyadatı İngiliz ve Almanlardan daha az olan Fransızların her adetini her usulünü her nevi’ teşkilatını “aynen” tatbik etmeye çalışmak onları ale’l-amya taklide kalkışmak kanun-ı tabiati hiçe saymaktan başka ne Bizim için şayan-ı ibret değil midir ki; Fransa’da kardinalliğin kürsi-i haşmeti gıcırdarken Rusya Çarlığı saltanat-ı şekime-darını Ortodoksluk hissiyatının tehyiciyle tahkime çalışıyordu. Romanoflar hem saha-i intibaha atılan Islavların muazzam tacdarı hem de Ortodoks kitle-i azimesinin alem-şümul bir hami-i efhamı olmakla iftihar ediyorlar kitleyi kendi zihniyeti dahilinde metin ve sarsılmaz hatvelerle terakkıye tekamüle sürüklüyorlardı! Çünkü Fransızların zihniyeti o yolu Ruslarınki de bu yolu ta’kıb etmeyi icab ediyordu. Fransa dahilinde Katolikliği boğmaya çalışan eller Şark’da ağır ve kuvvetli pençelerle müfrit ve mutaassıb bir hıristiyan rolü oynamaktan çekinmiyorlardı. Şark’daki menafiin muhafazası Şark’daki nüfuzun devam ve tevessü’u “rönesans” evladlarının harice karşı dindar an’ane-perver bir kisve-i taassuba bürünmelerini iktiza ediyordu. Hatta bugün bile “Voltaire”in hafidleri “Félix Dantec”in muasırları menafi’-i siyasiyyenin te’mini için kanaat-i vicdaniyyelerini çiğnemekten kaçınmıyorlar. Şark senelerce ma’nasız harbler faidesiz şanlar arkasında koşa koşa nihayet bi-tab ü tüvan düşmüş pek tabii olarak visade-i istirahate dayanmaya mecbur kalmıştı. Millete yıkıcı] gazelleriyle türüdüler esatiri hikayeleri atalet-bahş hurafeleriyle derhal zavallı milletin ser-i balinine üşüşerek muttasıl ninni söylemeye onu hab-ı giran-ı gaflet ve sefahete daldırmaya çalışıyorlardı. Buna muvaffak da olmuşlardı. Halbuki bu esnada Garb saha-i terakkı ve faaliyyette alabildiğine ilerliyordu. Nihayet bir zaman geldi ki Garb’ın der ü divarı içinde kaynayan seylabe-i ihtirasatı muhafaza edemeyecek bir hale ma’ruz kaldı. Bu seylabe Şark’ı istila etmek Şarklıları boğmak için amansız hücumlarla bu diyarlara gafil la-kayd ve bütün ma’nasıyla merhametsiz evladları tarafından mütemadiyen hırpalanmak suretiyle makhur ve bi-kes inleyen bedbaht yurdumuza teveccüh etmişti. hurafat arasında boğulmuş atalet ve sefahet içinde küflenmiş yosun bağlamış olmakla beraber bu yurt Arş-ı Hilafet etrafında toplanmış ruhen vicdanen müttehid bir kitle-i azimenin kıblegahı idi. Din uğrunda her fedakarlığı göze alan ya şehid ya gazi gülbangıyle ölüme atılmadan ihtiraz etmeyen bu kitle-i müttehide ile çarpışmak tehlikeli görülüyordu. Birkaç tecrübe yapıldı. Bazan muvaffakıyetle neticelenmekle beraber bu tecrübeler çoğa mal olmuştu. Maamafih yeis getirilmedi başka yollar arandı. Nihayet iblis-pesend hud’alarla bu ittihadı bozmak o kitlenin bünyad-ı metaneti olan akıdeyi sarsmak esbabına tevessül edildi. Bu andan i’tibaren yurdumuza sürü sürü sulh orduları gönderilmeye başlandı. Bunlar milyonlar sarfından çekinmiyor nerede bir kalabalık şehir varsa cerade-i münteşire gibi oralara dağılıyorlardı. Her gittikleri yerde an’anat ve asabiyet-i ırkıyyemizin mezaya-yı necibe ve secaya-yı kavmiyyemizin tehzil ve sif olunamayan o ma’hud mekteplerini derhal açtılar. Bir taraftan da en yüksek makamata kadar sokularak ekabir arasına muzır tohumlar saçmaktan geri kalmadılar. Vezirlerimize mahrem-i esrar ricalimize hayır-hah birer müsteşar çocuklarımıza emin mürebbi kızlarımıza namuskar birer refika oldular. Hiç bıkmadılar yılgınlık göstermediler; geceyi gündüze katarak muttasıl çalıştılar. Nihayet mesailerinin semeratını ümidlerinin kat kat fevkınde olmak üzere iktitaf etmiş oldular. En parlak ve en bariz eseri mikrop yuvası olmak üzere tırnakları uzatmak suretinde tecelli eden bu meş’um terbiye Garb’ın bütün seyyiat-ı sefalet-aludunu ma’sum Şarklılara telkıhdan başka bir gaye gözetmiyordu. Garb’ın ilim ve mesabesinde kalmıştı. Yine bunların telkınatı neticesi olarak an’anat-ı milliyyeye asabiyet-i kavmiyyeye karşı –bu yolda terbiye alanlar arasında– derin bir nefret uyandı; millet hakır görüldü an’anelerle istihza edilmeye başlandı; “Türklük” kabalık ve barbarlık gibi kelimat-ı tahkıriyye sırasına geçti. Hey’et-i mecmua-i millet arasındaki revabıt çözüldü. Neticede memleketin tabaka-i münevvere! ve daha doğrusu mütegallibesiyle kitle-i asliyyesi yani millet arasında korkunç uçurumlar açıldı; derinden derine menfur ayrılıklar tehlikeli çarpışmalar başgösterdi!.. Tanzimatçılığın; milletin zihniyetini gözetmeksizin körü körüne Avrupa’yı taklid etmek gibi bir şekl-i acib alması ki şayan-ı imtisal nevamis-i aliyyeden olan; düsturunu unutan Garb-perestler “Les peuples ont le gouvernement qu’ils méritent.” kanunundan da gafil bulunuyorlardı. Şark’ı ve Şarkılerin zihniyetini ahval-i ruhiyyesini tefahhus zahmetine katlanmayanlar belki de böyle bir teşebbüsü abes görenler maatteessüf Garb’ın vaz’ ettiği kavanin-i ictimaiyye ve usul-i idareden de bi-haber bulunuyorlar; yalnız şeb-pere gözleri kamaştıran cila-yı zahirinin ateşin bir meftunu şuride bir mukallidi olmakla iktifa ediyorlardı. Zannediyorlardı ki Avrupa’yı körü körüne taklid etmekle onun suud etmiş olduğu derece-i bala-terine irtika etmek mümkün olacak. Ne vahi hülya! Tanzimatçılar miyanında hiç şübhe yok milleti kurtarmak aşkıyla titreyen birçok kalpler de vardı. Bunlar görüyordular ki Cendereli’nin [Çandarlı’nın] kurmuş olduğu teşkilat bilahare memleketin tevessü’u saltanatın tezayüd-i şükuh ve satvetiyle mütenasiben te’yid ve tahkim edileceğine maatteessüf büsbütün ihmal edilmişti. Daha sonra bilhassa Selim-i Sani devrinden i’tibaren lutu arttıkça teşkilat-ı kadimenin temelleri de oyulmaya başlanmıştı. Zaman geçtikçe tahribatın şiddet ve dairesi de tezayüd etmişti. Bünyad-ı saltanat çökmeye hazırlandığı bir zamanda Selim-i Salis yetişmiş Mahmud-ı Sani de taht-ı Hilafeti kemiren tufeyliyatı –Huda-pesend bir azm ile– temizleyebilmişti. Fakat bununla iş bitmemişti. Müşrif-i harab olan bina-yı saltanat ihtiyacat-ı asriyye ile mütenasib yeni teşkilat istiyordu. Tarz-ı kadimin ta’kıb ve idamesi suret-i muhakkakada memleketin inkıraz-ı kat’isini intac edecekti. Çünkü Garb bütün savlet ve dehşetiyle Şark’a yükleniyor onu boğmak bel’ etmek için kanlı dişlerini biliyordu. Vatanın sema-yı sükununda dolaşan tehlikeye karşı yeni teşkilat yapmak Garblılar gibi kuvvet ve insicam kesbetmek ticaret ve sınaatta ve bilhassa maarifde ilerlemeye çalışmaktan başka çare yoktur. Birçok tereddüdden sonra nihayet bu gayeye doğru yürümeye karar verildi ilk adımlar atıldı; fakat titreyerek! Esaslar kuruldu fakat metanetsiz enkaz ile ve sağlam olmayan bir zemin üzerine! En evvel zemini ihzar etmek teşkilatı muhitın kabul edeceği bir şekilde kitlenin i’timad ve hürmet ettiği eller vasıtasıyle kurmak lazımdı; bu yapılamadı. Rehgüzar-ı faaliyyette tesadüf edilecek girdablar uçurumlar bataklıklar evvelce tahmin olunmadı. Bu andan i’tibaren sunuf-ı millet arasında derin derin münaferetler anlaşılamazlıklar bütün şiddetiyle başgösterdi. Mektepler açılmış fakat medreseler unutulmuştu. Halbuki bu iki fabrika memlekete sürü sürü müstehlik yetiştiriyorlardı. Bunlar arasında pek korkunç bir uçurum açıldı. Mektep fabrikasının mahsulleri ne yapıyorsa medrese fabrikasının mahsulleri onun aksini telkın ediyordu. Birinin beyaz dediğine diğeri siyah sıfatını vermeyi bir vazife biliyordu. Çünkü biri çıkıyor diğeri iniyor; biri mevkiini terk ediyor diğeri o mevkie namzed bulunuyordu. Bu hal pek tabii olarak arada tehlikeli bir husumet için için bir kin ve nefret tevlid ediyordu. Biri milleti bir tarafa diğeri aksi cihete sevke başladılar. Biri maziden mevrus nüfuzuna istinaden kitleye hakim bulunuyor diğeri de nüfuz-ı hükumeti eline almaya çalışıyordu. Biri halkın ma’neviyatına ruhuna hakim diğeri maddiyatında ferman-ferma!.. Bu suretle açılan bab-ı cidal millete muayyen bir terbiye vermeye tabiatiyle müdhiş bir mania teşkil etti. Arada müttehid bir gaye bir ideal yoktu. Halk bir taraftan uyuşukluğa düşüyor diğer taraftan da an’anata olan merbutıyet azalıyordu. Her iki cereyan da müdhiş ve mühlik idi. Neticesi ise bugünkü hal-i felaket-iştimal! Şübhe yok ki bugün ma’ruz kaldığımız hunin ve müdhiş felaketlerin tertibat ve ihtihzarat-ı hazıraya aid birçok sebebleri vardır. Fakat en mühim ve en müessir sebebler daha derin ve daha yaşlıdır. Öteden beri yapılan teşkilat ve tanzimat halkın zihniyetiyle uygun bir tarzda te’sis ve tatbik edilse mektepler yapılırken medreseler unutulmasa bu iki fabrikanın aynı gayeye müteveccih aynı tarz-ı ta’lim ve terbiye görmüş unsur yetiştirmesi te’min edilmiş olsaydı hiç şübhe yok vatanın şimdi arzettiği manzara büsbütün başka bir şekilde olacaktı. Bugün muhtelif cereyanlar önünde bocalayan sefine-i devlet mahir kaptanları uygun mürettebatıyla mersa-yı maksuda doğru kemal-i azm ü metanetle ilerleyecekti. Ne çare ki böyle yapılmadı. Bir taraftan evlad-ı vatandan mühim bir kısmının yosunlu yuvalarda küflü hurafelerle sell-i dimağiye uğramalarına daha belalısı bu maraz-ı mühlikin memleketin en hücra köylerine kadar götürülerek en saf unsurlara telkıh edilmesine karşı la-kaydi gösterilirken diğer taraftan da zengin evladlarının ecnebi inlerinde milliyetlerini dinlerini unutturacak ve belki muhakkar gösterecek bir terbiye almalarına müsamaha gösteriliyordu. Bugünkü nesil yanlış ve taklidi tanzimatçılığın kurbanıdır; bundan şübhe yok! Fakat bu hakıkat tamamıyla anlaşılarak herkese intibah geldi mi? İşte burası şübheli! Çünkü tanzimatçılığın tarihçe-i zuhur ve rağbeti ve bugünkü cereyan gözönüne getirilince den kurtulamıyor. “Acaba tanzimatçılık iflas etti mi? Yoksa daha ziyade rağbet mi kazandı?..” MAKALESI MÜNASEBETIYLE Dersiamlar hocalar içinde bir mevki’-i mümtaz ve ihtiramı haiz sekiz-on zatın imzasıyla İşhad ve İ’tiraf ünvanı altında Alem-i İslam’a karşı ciddi fakat samimi bir lisan ile yazılan makaleyi Dersaadet hocalar mahafilinin bir beyannamesi gibi telakkı ederiz. İ’tikadıma göre hocaların böyle leri de mutazammın bir beyanname neşr etmelerine çoktan bir lüzum vardı. Çünkü yalnız Osmanlılık muhitinde değil belki Alem-i İslam’ın her tarafında Dersaadet hocalarına lunduğu ma’lumdur. Hocalarımızın şimdiye gelinceye kadar hep ilimsizlikle fikirsizlikle dine ve dünyaya karşı lakaydi oluna geldikleri gözümüzün önündedir. Fakat bütün bunlara karşı hocalarımızda ilmiyemizde görülen lakaydi bütün açık fikirli açık gözlü müslümanları hayretlere ilka ediyordu. olmayan bir zümreden oldukları hakkındaki i’tikad da gittikçe kuvvet buluyordu. Çünkü canlı ve meslek sahibi olanların kendilerine karşı atılan siham-ı taarruz ve edilen tenkıdleri; “Ya evet…” diyerek kabul ve i’tiraf yahud ma’kul ve mantıkı bir surette reddetmeleri lazım gelecekti. Fakat bunların hiç biri de yapılmıyordu. Buna göre o haklı tenkıdat ve hal böyle devam ettikçe mes’ele hocalığın sukutuyla neticeleneceği de şübhesiz idi… Fakat şimdi hal bir dereceye kadar değişti. İ’tiraf ve İşhad Beyannamesi ilmiye üzerine yağdırılmakta olan ithamatı tamamen değilse bile kısmen tahfif etse gerek. Çünkü ilmiyemiz bu beyannamesiyle i’tiraf-ı kusur ediyor. Hem de öyle ki arifane bir surette… Beyannamede büyük bir cesaret ve itmi’nan ile deniliyor ki: “… Biz hissemize düşen mevcudiyet-i ilmiyyeyi gösteremiyoruz. Fakat o ma’lumatı istihsal ederek bu mevcudiyeti göstermeyi iki yüzü mütecaviz bulunan muasırlarımızdan hemen hiç biri geri kalmaksızın hepimiz istiyoruz. İkrar ediyoruz ki; okuyup okuttuğumuz ilimler her nedense kendilerine verilen emeklerle mütenasib semereler vermediği cihetle milletin şu buhranlı zamanlarında mühim hizmetlerde bulunamıyoruz.” ameli faideler te’min edemediğine i’tikad ettiklerini alenen beyan ediyorlar. Şu hale göre bir faide-i ameliyyesi bulunmayan yahud emeğine göre bin-nisbe pek az müfid olan şeyler ile uğraşarak can ve mal sarf etmek kat’iyyen doğru olamaz. Binlerce müstaid gençlerin hayatlarında en kıymetdar zamanlarını bir de bunun üzerine milletin canı bahasına olan nakdini faidesiz neticesiz yolda izaa etmek ümenayı ümmet olan ulema-yı İslam için değil hiçbir mü’min ve hatta sahib-i iz’an kimse için tecviz edilemez. Bu hal bilerek yapılıyorsa millete dine karşı büyük bir hıyanet müdhiş bir cinayet irtikab ediliyor demektir. Yok bilmeyerek yapılıyorsa böyle su’-i isti’male meydan verildiğinden dolayı hepimiz bu mes’uliyetin bar-ı sakıli altında ezilmeye kesb-i liyakat ettiğimize kani’ olmalıyız. Fakat bizim burada ikinciden ziyade birinci şıkkı ihtiyar ğımız lazım. Beyannamedeki bütün i’tirafat bu hususta haklı olduğumuza delalet eder. Şu kadar var ki; bundan böyle ber i’tiraf ve işhadcılar üzerine yükletmek de doğru olamaz. Çünkü onlar bu azim vebali pek haklı surette üzerlerinden atıyor ve diyorlar ki: “… Bu halden müteellim ve mahcub olmakla beraber mesaimizin müsmir bir tarza ifrağ edilmesine de sed çekmiyoruz. Evet; i’tiraf ediyoruz ki ta’kıbine mecbur tutulduğunu Kurun-ı Vusta mahsulü usullerle hiçbir vakit müfessirin-i rine yetişemeyeceğiz.” bir hizmet-i milliyye ibraz edemediklerinden dolayı müteessir ve müteellim olduklarını alenen söyledikten sonra aynı zamanda her türlü ta’n u teşni’lere rağmen ıslahat-ı ciddiyye aleyhinde bulunmadıklarını da pek sarih bir surette i’lan ediyorlar. Hatta ıslahat-ı ciddiyye aleyhinde bulunmak değil bilakis bunu istedikleri arzu ettikleri halde rızaları hılafında olarak “Kurun-ı Vusta mahsulü usuller” ta’kıbine mecbur tutulduklarından efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeye karşı şikayette bulunuyorlar. Ve bu şikayetin de yerden göğe kadar haklı ve musib olduğu şübhesizdir. Demek oluyor ki hocalarımızı talebe-i ulumu faidesiz semeresiz neticesiz olan Kurun-ı Vusta mahsulü usulü ta’kıbe mecbur eden cahil bir kuvvet vardır. Demek oluyor ki ve binaenaleyh millet ile beraber dünya ve ahirette mes’ud olmalarına mani’ olacak kadar insafsız eller var. Demek oluyor ki İslamiyet’in müslümanların terakkı ve tealisini arzu etmeyecek kadar küçük mahluklar var… Acaba bu cahil kuvvet neden ibaret? Bu insafsızlar ile küçük mahluklar kimler?.. Bu suallerin cevaplarını da yine beyannamenin ma’nidar cümleleri arasında aramak lazım. Sözü yine i’tiraf ve işhadcılara bırakalım. Diyorlar ki: “Kendimizin de memnun olmadığımız bu haller sa’yimizin noksanından isti’dadımızın fıkdanından neş’et etmeyip her türlü salahiyetin fikr-i teceddüd ve ruh-ı teşebbüsden azade uhdelere tefviz edilmesi yüzünden ellerimiz bağlanarak beslediğimiz amal-i terakkı ve ıslahın her vakit akamete duçar edilmesinden ileri gelmektedir…” Fikrime göre şu fıkralar beyannamenin ruhu mesabesindedir. Onun için muhterem kari’lerin burasına ayrıca dikkat buyurmalarını tavsiye ederim. İ’tiraf ve işhadcılara göre meslek-i ilmide görülen fetret ve tezebzüb mukadderat-ı ilmiyyenin na-ehil ellere tevdi’ edilmekte bulunmasından ileri geliyor. Çünkü umur-ı ilmiyyenin zimam-ı idaresi ellerinde olan kimseler fikr-i teceddüdden ruh-ı teşebbüsden mahrum ehilsiz aciz adamlardır. Onun için gayur hocaların müstaid talebe-i ulumun her türlü teşebbüsat-ı ıslahat-perveraneleri amal-i hayr-hahaneleri akım kalıyor ve kaldırılıyor… ruh-ı teşebbüsden azade uhdelerine umur-ı ilmiyyenin idaresi tefviz olunan zevat kimlerden ibaret? Bunlar devair-i resmiyyenin hangisinde ve nerede barınıyorlar? Cevabını i’tiraf ve işhadcılardan isteriz… Bu zevat kimlerden ibaret olursa olsun kemal-i ihtiramla onlara deriz ki: – Anlaşıldığına göre siz zümre-i ilmiyyeden olacaksınız. Ben öyle tahmin ediyorum. Bir de sizin mübarek uhde-i mes’uliyetinize umur-ı ilmiyyenin zimam-ı idaresi tefviz olunmuş imiş… Cevabını bana değil de ileride Hazret-i Allah’a şimdi de vicdanınıza karşı i’ta etmek üzere size birkaç sual irad etmekliğime müsaade buyurunuz: – Mukadderat-ı ilmiyyenin uhde-i aliyyelerinize tevdi’ olunacağı zaman bu işin ehli olup olmadığınıza dair düşündünüz mü yahud bu me’muriyetin tevdiini –mesela– ni’met-i hayat gibi bir tevcih-i ma’sumane telakkı buyurdunuz da bu hususda düşünmeye mi lüzum görmediniz? birinci şıkkı ele alarak derim ki: Bu mühim dini işin uhdesinden gelebilmek ümidiyle ehil olduğunuza karar mı verdiniz? Yoksa kendinizde ehliyet mefkud olmadığını [olduğunu] bildiğiniz halde sırası gelmişken ruhunu çekiyormuş gibi sırf milletin parasını emmek hayırlı olacağına mı kail oldunuz? Hakk-ı alilerinde hüsn-i zannım galibdir; onun için – alem ne derse desin– bu ikincisini kabul edemem. Buna göre işte birinci şık kalıyor ki bundan her halde düşünce neticesi olarak sahib-i ehliyet olduğunuza karar verdiğiniz anlaşılıyor. Fakat lütfen dikkat buyurunuz işte işhad ve i’tirafçılar beyannamelerinde: “Sizin ehliyetsiz olduğunuzu” bütün Alem-i İslam’a karşı i’lan ediyorlar… Acaba siz buna karşı ne diyebileceksiniz? Red mi edeceksiniz; fakat bu laf ile yahud matbuata bir beyanname vermekle tamam olmaz; her halde fi’liyat ister. Yok fi’liyat elinizden gelmiyorsa artık biz ne diyebiliriz... Bir de i’tiraf ve işhadcılar medreselerimizdeki fünun-ı cedide dersleri hakkında diyorlar ki: “Şu biçare millet bu zaruretle beraber yalnız İstanbul medreselerinde fünun-ı hazıra tahsili için ayda guruş vermekten çekinmiyor. Fakat bu paralarla milletin arzusu vechile talebe-i uluma en müstahsen tarzda ta’lim-i fünun mümkün iken va esefa ki çaresi bulunamayıp talebe tahsilinden millet arzusundan mahrum bırakılıyor.” Demek ki bu dersler de iyi gitmiyor. Halbuki Ders Vekalet-i Celilesi’nin bunları hüsn-i idare etmek üzere yamaklar çıraklar kullandığını işitmiş idik… Hatta guya bunların acemilikle yaptığı yolsuzluklar hakkında tevali eden şikayet mektuplarına da ehemmiyet vermemiş inanmamış idik. Anlaşılıyor ki şikayetçilerin de hakları varmış… Sözü son def’a olmak üzere yine işhadcılara verelim: “Lakin şurasını iş’ar edelim ki biz düştüğümüz girdab-ı akametten şu Kurun-ı Vusta programını ta’kıbden bir kere kurtarılalım o vakit milletin kalbinin en derin köşelerinde ne kadar arzu-yı dindarane ne kadar amal-i terakkıperverane var ise hepsinin istihsaline kudret-i Samedaniyyenin bize bahşettiği kuvvetin müsaid olduğu hududun son derecesine kadar çalışırız…” Oh ne kadar tatlı emeller ne kadar güzel va’dler… Ey beslediğinizden dolayı sizi tebrik etmeyi vazife sayarız. Biz de sevgili ulemamızın böyle yüksek düşündüğünü görünce Alem-i İslam’ın terakkı ve tealisinden ümidvar olacağını da Fakat heyhat ki va’dlerinizi bizce muhal olan şeylere ta’lik ediyorsunuz Kurtarılalım... diyorsunuz; acaba sizi bu düştüğümüz girdab-ı akametten kim kurtaracak? Ümid ediyor musunuz ki bu hususda makamat-ı resmiyyenin yardımı olacak? Yahud –mesela– Meşihat’in Ders Vekaleti’nin faideleri dokunacak?... Heyhat yüz bin kere heyhat! Zaten neden ve kimlerden kurtulmak istiyoruz. Ben saf ve halis bir mü’min sıfatıyla mutmainnane derim ki: “Kurtarılalım…”ı bırakınız da yerine; “Kurtulalım…” deyiniz ve diyelim; kendimiz çalışalım başkasından beklemeyelim... MEDRESELERİN ISLAHI MESAİL-İ UMUMİYYEDENDİR Acaba medreselerin cilvegah-ı ifazası bulundukları envar-ı tına mensub olan efraddan velev bir tanesi olsun az çok nasibedar olmaktan hali kalabilir mi? Nedir o ruh-nüvaz te’sir ki gecenin mematı andıran samit karanlıklarından sonra aleme yeniden hayatlar müjde eden seher vaktinde azamet-i La-yezal’e karşı mebhut ve mütevekkil duran afakta bir minareden intişar eden “esSalatü ve’s-selam” nidasının ihtizazat-ı latifesi kalblerde uyandırır; yahud nedir o sekinetle memzuc heybet ve haşyet ki gündüzün gulgule-i faaliyyetinden sonra tam gurubu müteakıb acul fakat muciz bir surette guya kitab-ı hayatımızdan bir sahifenin daha hitama erip çevirildiğini ihtar ile intibaha da’vet eden “Allahu ekber” sadası bizde husule getirir! Müslümanlar şöyle dursun hatta bizle beraber yaşayan yerli ecnebi sair insanlar bile buradaki ulviyetten mütehassis olduklarını takdir etmiyorlar mı? O zaman ki Ramazan-ı şerif gelip cami’ler zeminden balaya kadar minareler mükevkeb sema-yı siyeh-fam içinde ser-a-pa nurlara müstağrak olur her sınıfdan yüzlerce halk huzur-ı Rabbü’l-alemin’de kandillerin mütemevvic fakat munis bir lisan ve bir cenan ile bir ilaha karşı ubudiyet ve münacat etmek yahud beşeriyete her dem müteveccih hitab-ı ilahi ve binaenaleyh bilmeyiz nasıl ve ne kadar büyük bir ruhun ayat-ı Kur’an iyyeyi kemal-i ihtirak ve istiğrak ile dinlemek veyahud vahy-i celil-i uluhiyyetin dekayık ve ahkamını sırr-ı verasetin iktiza ettiği azimet ve muvaffakıyetle izah ederek vukua gelen tebliğat-ı dindaraneden tenevvür etmek suretleriyle ve daha türlü türlü vesilelerle na-mütenahi füyuzat-ı ruhaniyyeye nail olurlar. Büyük küçük erkek kadın hiç birimiz müstesna olmamak üzere hepimizin bu anda zevk-yab olduğumuz cinnet derecesine varan bu neş’eden ecnebiler bile hayret etmiyorlar mı? Bunun menbaı neresidir? Anadolu’nun en hücra köylerinde kuşe-güzin-i istikrar olarak her türlü esbab-ı temeddünden mahrum ve adeta metruk ve mensi bir halde millete asker hükumete vergi yetiştirmeye uğraşan köylülerimize çocuklukta muallim büyüklükte sırdaş saadette enis felakette teselli zarurette nasır lüzumunda katib olan köy hocaları medreselerden yetişmiyorlar mı? Asırlardan beri binlerce mihnete meşakkate sabrederek kurşuna gülleye göğüs gererek birini savmadan biri daha musallat olan bunca düşmanların tecavüzatından din ve devleti korumak için hududa koşan er oğlu er askerlerimize –bu def’aki muvaffakıyetsizlik zerre kadar merdliklerini fedakarlık etmeyi kendilerine telkın edenler medreselerin mahsul-i ma’rifeti değil midir? Dahilde veya haricde imrar edilen hayatın meşruiyeti anlaşılmış olmak için mensubiyet-i diniyyeden sorulduğu zaman bu babda anasından dayesinden ve sair akraba ve muarefatından masal gibi toplayıp da nasılsa terbiye-i lazimeden mahrum kalmak yüzünden akıl erdiremediği için hazm edemediği ma’lumat sayesinde değil midir ki bu memleketin en mütemerrid dinsiz çocuğu bile kendini bir dine nisbet eder? Bu kadarı bile hin-i hacette kendine medar-ı bulunan bu ma’lumat onun muhitına nerelerden akıyor? Hulasa bu millet-i muazzamanın padişahlarından fütuhat ve sair muvaffakıyat ile rical-i hükumetinden metanet ve isabet-i icraat ile hakimlerinden adalet ve hakkaniyetle me’murlarından vazife-şinaslık ve istikametle temeyyüz edenler hep esas-ı faziletlerini ulum ve maali-i İslamiyyeye medyundurlar. Madem ki medreseler mevcudiyetimizde bu kadar girgin te’sirler icra ederek hayat-ı millimizin tar u pudıyla intisac ediyor ve bu suretle bünyan-ı vahdetimizin bir rükn-i kavisini teşkil ediyor ve madem ki milletin salahı bütün sınıflarının gidip bazılarının geri kalmasıyla mümkün olmuyor; o halde her ferd kendi mesleğinin selametinden mes’ul olduğu kadar arz olunan te’sirat-ı mütekabile zaruretinden dolayı başka sınıfların saadetinden de mes’ul olmak lazım gelir. mutalaatımızı mahza bir şime-i nezaket ve insaniyyet saikasıyla takdiren gerek bizi iltifatlara gark ederek “hürmetle selamlamak” ve gerek bulunduğumuz sınıfın “mukaddes” olduğunu ve “milletin en hür fikirli kısm-ı münevveri olması nuşin bir nefha-i ümmid” gibi “har” yahud “zehirleyen” sözlerle kalem yürüten zi-kudret ve nezih elleri kemal-i samimiyyetle sıkarız. Fakat demin arz ettiğimiz mülahazat nazar-ı dikkate alınınca idari ve siyasi pek çok sebebler tahtında terakkıyat-ı hazıradan geri kalan bununla beraber hala vazife-i diyanetini mümkün olduğu kadar ifaya çalışan sınıfımızı millete bu kadar zaman kanaat ve sebatla hizmetinden sonra sadece herkesten ziyade ıslahattan tevahhuş eden bir hey’ete veyahud bilmeyiz kimlerin “nazar-ı şefkat ve irfanına” müracaata ve münasebat-ı hazıra-i ictimaiyyemize nazaran faidesi olmayacak çıkmaz yollara delaletle şu hal-i esef-nakinde muavenetsiz bırakmak efkar-ı teceddüd ve terakkı ile meşbu’ olan sair sınıflar mütefekkirini için caiz görülebilir mi? Her meslekte bulunması vücub tahtında bulunan efrad-ı nakısaya gelince bunlar hakkında ulüvv-i cenab ve hüsn-i ahlakın istediği bunların da kan veyahud din ve vatan biraderlerimiz ve hiç olmazsa insan bulunmaları i’tibarıyle müstahak oldukları hem-cins muhabbetinin ilham edeceği vechile kendilerini irşadat-ı ilmiyye ile istikmale sevk etmektir. Cahillerin ulemaya karşı vazifesi minnet-darane hürmet ulemanın cahillere karşı vazifesi terbiyet-karane merhamettir. Şunu da ilave edelim ki; bu makalelerin yazılmasına sebeb olan fıkranın bazı noktalarından arzu edilmeyen ma’naların yanlışlıkla anlaşılmış olmasından dolayı muharririnin afv-ı alilerini istirham ederiz. Bu suretle kendilerinin teessürüne sebebiyet vermiş olduğumuzdan dolayı biz de müteessiriz. BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA Beşinci Muhavere nihayetlerinde va’d ettikleri vechile– asıl mevzu’ları olan ictihad ve taklide dair mübahase ve müdavele-i efkar O garib kelimeyi senden işittiğim günden beri bugün için hazırlıklı bulunmak maksadıyle “usul” kitaplarının kalmadım; daima bu bahse dair tedkıkatta bulunmaktayım. Garib kelimeden maksadım da –bit-tabi’ senin de hatırında olması lazım gelen– Birinci Muhavere’de söylemiş olduğun şu sözlerdir: “Millet-i İslamiyyeyi ıslah edecek onları düştükleri girdablardan kurtaracak bir şey varsa o da mezheb yola sevk etmektir ki İslam’ın aslı da budur.” senin i’tikad ettiği gibi ben de i’tikad ediyorum ki: Eimme-i Erbaa radıyallahu anhüm hazaratı olmamış olsalardı bir kere “din” muhakkak surette elden giderdi. Binaenaleyh bunlara karşı ila-yevmi’l-kıyam bütün müslümanlar medyun-ı şükrandırlar. Tevhid-i mezahib ile bunların mezhebinden çıkmak neuzü billah “din”i terk etmek “din”den sıyrılıp çıkmak demektir ki bunu hiçbir müslüman irtikab etmez. Eimme-i Kiram radıyallahu anhüm hazaratının medh u senası hakkında seninle münazaaya girişmeyeceğim gibi onların fazl u irfanından hiçbir şeyi de olan fazl u irfanlarını ben herkesden ziyade takdir edenlerdenim. Lakin ben de bu babda bir kelime söyleyeceğim ki: Senin söylemiş olduğun o sözlerin batıl olduğu onunla tamamen anlaşılacak. Biliyorsun ki: İslamlar eimme-i kiram hazeratının bulundukları zamana nisbetle evvelce daha hayırlı idiler. Eimme-i Erbaa zamanındaki müslümanlar da –ki o zaman insanlardan şuna yahud buna taklid edenler pek az bulunuyordu– daha sonra yani insanların imamları enbiya makamına çıkardıkları zamanlardaki müslümanlardan daha iyi daha hayırlı idiler. Evvelce eimme-i kiram hazeratını kör körüne taklid edenler pek az olup herkes onların delilini taharri ediyordu. Fakat sonrakiler bu yolu ta’kıb etmediler. Bunlar bilakis delili terk ederek imamları peygamberler kadar yükselttiler. Hatta bu kadarla da kalmayarak hadis-i sahih müctehidin kavliyle amel edip senedinin sıhhatini mu’tekıd oldukları Nebiyy-i Ma’sum’un kelamını reddediyorlardı ki bu fiilleriyle imamlarını peygamberlerin de üzerine takdim etmiş oluyorlardı. Sonra yaptıklarında kendilerinin ma’zur olduklarını göstermek için de; “İhtimal ki müctehidin ictihadına muhalif olan bu hadis mensuhdur; ihtimal ki imamımızın Lakin hiç şübhe yok ki: Bu mukallidler taklid hususunda bu kadar gulüv göstermeleriyle eimme-i kiram müctehidin-i fiilleriyle müctehidine taklid etmekten de çıkıyorlardı. Çünkü eğer bunlar eimme-i kiram hazeratının adabını siretini sıhhatinde şübhe etmedikleri sünnet-i seniyyeye olan temessüklerini taklid etmiş olsalardı hükümde hata etmeleri hükmü cahil olmaları caiz olan gayr-i ma’sumun kelamıyla amel edip de buna karşı Nebiyy-i Ma’sum’un kelamını reddetmezlerdi. Halbuki bizzat eimme-i kiramın kendileri de –hadise muhalif geldiği takdirde– kendi kavillerinin terk olunmasıyla daima emr edip duruyorlardı. Hatta diyebilirim ki: Taklidde bu derece gulüv gösterenler bu amelleriyle bizzat “ Kur’an ”dan –ki mütevatir-i kat’i lardan bazıları ise İslam’da “babavat” kaidesini yerleştirmeye kadar cür’et gösteriyorlardı ki o da şudur: “Din”i doğrudan doğruya Kur’an’dan bellemek hiçbir kimse için caiz değildir. Çünkü “din”in racülü olan imamlardan fukahadan başkası Kur’an’ı anlamazlar; onu yalnız imamlar müctehidler anlar! Binaenaleyh onların her söylediklerini – Kur’an’a muhalif olsa bile– almak onlarla amel etmek vacibdir; muhalif geldiği vakit onların kelamını bırakıp da Kur’an ile amel etmek değil a dinin ahkamını Kur’an’dan anlamaya tasaddi etmek bile ale’l-ıtlak caiz değildir. Bu gibi sözleri fukahamızın bazıları bile söylemiştir. Bakınız fukahanın sözlerine: “Hiçbir ferd için şu helaldir bu haramdır; çünkü Allah şöyle buyuruyor Peygamber bu yolda emr ediyor; demek caiz değildir. Belki filan fakıh şöyle demiştir diyerek fukahanın sözüyle ta’lil etmelidir.” İşte gerek fukahanın gerek diğerlerinin bu gibi sözleri Yehud ve nasara indinde ahkam-ı Tevrat iyye ve İncil iyyeye ruhbanlardan başka kimsenin vakıf olması caiz olmadığı gibi bizde de bir sınıf-ı mahsusdan başkasının ahkam-ı Kur’an iyyeye muttali’ olması caiz olmadığını gösteriyor. Bu ise Yehud ve nasaranın bu babda isrine ittiba’ etmekten başka bir şey değildir. Halbuki bundan Cenab-ı Peygamber ümmetini tahzir etmiştir. Bu gibi haller Buhari-i Şerif’de mezkur olan; kavl-i şerifinin tamam-ı mısdakıdır. Hadisin ahirinde sahabe-i kiram tarafından; “Ya Resulallah! Yahudilerle nasara mı?” demeleri üzerine Cenab-ı Peygamber tarafından; “ Başka kim olacak?” istifham-ı inkarisiyle mukabelede bulunulmuştu. Yahudilerle nasaranın her işledikleri batıl değildir ki gittikleri yolda onlara ittiba’ etmek de batıl olsun! Maa-haza şurası da muhakkaktır ki; mezmum olan ittiba’ an-kasdin olan ittiba’dır. Halbuki müslümanlar hiçbir zaman Yehud ve nasaranın “babavat” ve emsali kavaidine ittiba’ etmek kasd etmemişlerdir. Müslümanlar bu babda yalnız delile ittiba’ etmişlerdir. Çünkü ictihaddan aciz olan kimseler üzerine başkalarına taklid ve ittiba’ etmek vacibdir. İşte müslümanların mukallidleri de taklidin vücubuna dair kendi ya; ictihaddan aciz olan kimsenin kendi fehm-i zaifiyle hükmetmesi bit-tabi’ caiz olmaz; şu halde acizler için en eslem tarik “din”i hakkıyla idrak eden kendilerinin anlayışlarına Hadd-i zatında mezmum olan bir fiilin faili de mutlaka mezmumdur. Şu kadar var ki; o fiili eğer yalnız kendisine mahsus olmak üzere ortaya koymuş ise zemm ü takbih de bit-tabi’ yalnız kendisine teveccüh eder. Yok böyle olmaz da onu bir meslek bir çığır olarak meydana kor sonra başkaları da o mesleğe süluk eder o çığırı ta’kıbe koyulursa o zaman iş başkalaşır. Hem o mesleğin hem de ona tebeiyet eden kimselerin vebali onun boynuna yüklenir. Eğer bir de o meslekte esasen kendisi de mukallid olursa o zaman daha çürük daha fena olacağından bırakıp atmaya ahra ve elyaktır. Müslümanların birçok yerde kendilerinden evvel geçen milletlerin gittikleri yolu ta’kıb etmeleri hakkında burada sözü uzatacak değilim. Çünkü bu şimdi bile cevher-i bahisden bizi meşgul kılmaktadır. Ancak şimdi sana taklid bahsine aid birkaç mes’ele arz edeceğim ki; onlar da vahdet-i asıl ve ruh-ı mes’eleye mukaddemat olacaklardır. – Saika-i ihtiyac ile vücud bulan ulum-ı kesbiyyenin mesaili iki kısma inkısam eder: Birinci kısmı herkes doğrudan doğruya delilinden kolayca anlayabilirler. İkinci kısma gelince; bu öyle değildir. Bunu doğrudan doğruya delilinden sirdir. Fakat yine her asırda bir takım efrad-ı mücehidin bulunarak onlar daima bununla iştigal bu ilmi beyan etmekle müctehidine ittiba’ ederler. Ulum-ı hakıkıyyeden hiçbir ilim yoktur ki kaffe-i mesaili ukul-i beşerin ekserisinin idrakinden yüksek bulunarak o mesaili idrak etmek hususunda yalnız bir zamanda gelen efrad kesb-i istiklal etsin de sair efrad-ı beşer onu anlamaktan aciz olsun. Çünkü bir millette her ne zaman –saika-i ihtiyac neşv ü nema bularak tekemmül eder. Tarih-i beşer iyice tedkık edilirse görülüyor ki: Bir milleti kendi aralarında ulumun terakkısini tevkıf edecek emraz-ı velkilerden daha müterakkıdir. Sünnet-i ilahiyye bunu icab ediyor ki bu da pek tabiidir. Zira sonrakilerin bidayeti evvelkilerin nihayetinden başlıyor. Şimdi şu hale bakıp da sakın; sünnet-i ilahiyye tebeddül ediyor yahud batıldır denemez; çünkü marizlar hakkında cari olan sünnet-i ilahiyye ile sağlamlar hakkındaki sünnet-i bir çocuk dünyaya getirir de onların neşv ü nema bulması tavrında iken birçok zaman geçtiği halde hala büyümediklerini müşahede edersek bununla nebatatın hayvanatın neşv ü neması hakkındaki kanun-ı ilahiyi inkar üzerine istidlal etmemiz sahih olamaz. Belki bu babda üzerimize lazım olan bir şey varsa o da onların neşv ü nemasını tevkıf eden marazı keşf ederek hal-i tabiilerine avdet etmeleri için mualece tertib etmektir. Yahu! “İlm-i din”e muvafık olmayan bu kaideyi nereden bulup getiriyorsun? Zira ben bu kaideyi ne bir kitabda gördüm ne de bir şeyhden işittim; bunu yalnız senden işitiyorum. Ben anlıyorum ki bu kaideyi sen ancak kendiliğinden çıkarıyorsun. Binaenaleyh bu kaide hakkında eğer bir “nakl-i sahih”in yok ise sana karşı bu kaideyi teslim etmem. Ben bu kaideyi mevcudat-ı kevnden kitab-ı kainattan aldım ki en büyük muallim en doğru kitap da odur. Hatta sen bile ilm-i sahih ancak mevcudatın şahid olduğu ilimler olabileceğini bundan evvel bana karşı teslim etmiş idin. Sana söylemiş olduğum bu kaideden “ilm-i elsine” gibi mesaili ma’dud delaili mahdud ilimlerden başkası haric kalamaz. Yalnız lügat elsine gibi ilimler bu kaideden onun bazısı ta’dad olunur onlara dair istatistik tutulur bundan sonra da o millet munkarız olursa görülüyor ki sonra gelenler için evvelce ta’dad edilen mikdarın üzerine ziyade etmek müteazzirdir. Eğer; “İlm-i din” de bu kabildendir dersen o zaman Şari’ sallallahu aleyhi ve sellemden “din”i nakl etmeye tealluk eden şey haric olmak suretiyle hem evvel gelen ulemayı hem de sonra gelen ulemayı ictihaddan men’ediyorsun demektir. Kezalik taklidden de men’ etmiş olursun. Zira ravi olan zat rivayet ettiği kimsenin mukallididir denemez. Çünkü taklid deliline vakıf olmadığı halde yalnız zatına karşı olan i’timad ile başkasının kavlini yahud re’yini kabul etmek demektir. Ben “din” mes’elesinin hepsi şari’den bit-tafsil mervi olduğuna kail değilim. Şari’den bit-tafsil mervi olanlar yalnız mesail-i külliyye ile bazı cüz’iyattır. İctihad kendisiyle ihticac sahih olup olmayanı temyiz ile nususun hin-i tearuzunda vech-i tercih ve daha –ilm-i usulde meşruh olan– buna mümasil bazı şeylerle cüz’iyat-ı saireyi istinbat etmektir. Öyle ise yukarıda söylemiş olduğum kaide “ilm-i din” hakkında sadıktır. Çünkü delili ile fehm etmek herkese kolay olan mesail yok mu? İşte o mesail şari’den menkul olanlardır. Ba-husus amelen menkul olan yahud hulasası amelen beyan olunan mesail. Bu mesailin edillesi de şari’den mervi olmasıdır. Zira risaleti i’tikad eden her kimsenin emr-i dinden olarak taraf-ı şari’den varid olan mesailin kaffesini bit-teslim ahz ü kabul ederek fazlasını da bu mesail ve bunda olan hikem ve esrarı ma’rifet sebebiyle fıkıhda hasıl olacak ahkamı arif olan kimselere bırakması vacibdir. Başlamış olduğum mukaddimeleri beyan ettikten sonra taraf-ı şari’den beyan buyurulan mesail-i diniyyenin mertebesiyle müctehidin-i kiram hazeratının istinbatından ahz ve kabul edilen mesailin mertebesini yakında sana izah edeceğim. Namaz oruç ve sair ibadatın keyfiyeti gibi “din”den olduğu şari’den amelen menkul olanları bila-vasıta herkesin anlayabilmesi mümkün ise de amelen menkul olmayıp da kavlen menkul olanları ancak müctehid vasıtasıyle anlayabilirler. Serd ü ityan edeceğimi va’d ettiğim mukaddemattan birisi de bu sözüne karşı cevap olacaktır. Binaberin onu da ikinci mukaddime olmak üzere şimdi zikr ediyorum: Kur’an’ı hadisi anlamak fukahanın yazdığı kitapları anlamaktan daha kolaydır. Zira Kur’an ile hadisin kelamı açık Arapça olduğu gibi üslubu da gayet fasihdir; kendilerinde acemlik şaibesi yoktur. Binaenaleyh iyi bir Arapça teallüm edip de müfredat ve esalib-i Araba vakıf olanlar Kur’an ile hadisi anlamakta fukahanın kitaplarını anlamak için çektikleri müşkilatın onda birine tesadüf etmezler. Çünkü kütüb-i fukahanın üslubu muhtelif olması bir çoklarındaki üslub ise zaten lügat-i fasihanın üslubundan uzak bulunması ıstılahat ve ihtilafatın kesreti ekserisinin de fehm ü idrak hususunda çetin olmaları gibi pek çok esbab dolayısıyla kütüb-i fıkhiyyeyi anlamakta pek ziyade müşkilata tesadüf olunur. Hem ne hacet! Cenab-ı Allah celle şanühu hazretlerinin kendi “din”ini kendi “şeriat”ini fukahadan a’lem; ve a’lem olduğu şeriatini de efsah-ı beyan ile kullarına bildirmek hususunda onlardan ziyade kadir olduğunu kim inkar eder? Kezalik Resul-i Ekrem sav Efendimiz’in murad-ı ilahiyi mahlukat-ı saireden a’lem olup bildiği şeyleri de herkesden ziyade beyana kadir olduğunu evamir-i ilahiyyeyi bi-hakkın tebliğ edip hiçbir şey bırakmadığını inkar edecek bir kimse bulunur mu? Zannedersem hiçbir müslüman böyle bir küstahlıkta bulunamaz. Zira her müslümanın bilmesi lazımdır ki Peygamber Cenab-ı Hak tarafından münzel olan şeylerin hepsini ümmetine tebliğ etmiş hiçbir şey bırakmamıştır. Nasıl tebliğ etmez ki; “Allah” bildirdiği şeylerin cümlesini kullarına tebliğ ve beyan edilmesini şayed tebliğ etmeyecek olursa “risalet”i tebliğ etmemiş olacağını beyan ediyordu. Mukallid: – Müctehidin doğrudan doğruya “Allah”ın “Peygamber”in kelamını anlamak iktidarını haiz olmayan tiler. Fukaha ise müctehidinin kelamını da anlamak isti’dadında olmayanlara bunların muradını izah ve beyan ettiler. “EZAN” HAKKINDA MA’LUMAT VE HALİSANE BAZI TEMENNİYAT Bir hey’et-i muktedire tarafından Dairetü’l-Maarif namıyla bir “Kamus-ı Külliyyat” vücuda getirilmekte olduğu hatta elli altmış formaya kadar basılmış ve basılmakta bulunduğu belki işitilmiştir. Bu hey’et-i güzidenin a’za-yı fa’ale ve muktediresinden olup Darüşşafakatü’l-İslamiyye’nin de erkan-ı tedrisinden bulunan muallim-i muhterem Mehmed den– haftada iki gün müşerref olurum. Benim için pek kıymetdar olan bu zamanlardan birinde müşarun-ileyh “ezan-ı Muhammedi” hakkında Türkçe’ye mütercem asar-ı Şarkıyyede topluca ma’lumat göremediklerini halbuki Encyclopédie de l’Islam namındaki eser-i Garbide bu hususda izahat-ı mufassala bulduklarını söylemekle beraber ta’birat tetebbuu için Türkçe bir me’haz olmamasından dolayı beyan-ı teessür eylediler. Elimden geldiği kadar tetebbuatta bulunacağımı ve ezana dair bulabildiğim ma’lumatı yazıp getireceğimi va’d ettim. Bilahare fazıl-ı muhterem Hacı Zihni Efendi hazretlerinin Kitabu’s-Salat’ı ile Ali bin Burhaneddin el-Halebi eş-Şafii’nin – Siretü’l-Halebiyye diye meşhur olan– İnsanü’l-Uyun fi-Sireti’l-Emini’l-Me’mun ünvanlı eserinden ve Eyyub Sabri Paşa merhumun Mir’atü’l-Haremeyn’inden ala-kaderi’l-istitaa verdiğim gibi Sebilürreşad ile de neşrini ve bu münasebetle birkaç söz söylemesini münasib gördüm. Ezan – Lügaten bildirmek ıstılah-ı şer’ide ise vech-i mahsus üzere i’lam demek olup sünen-i seniyye-i müekkede cümlesindendir ve şu kelimat-ı mübarekeden ibarettir: Allahu ekber Allahu ekber Allahu ekber Allahu ekber eşhedü en la-ilahe illallah eşhedü en la-ilahe illallah eşhedü enne Muhammeden Resulullah eşhedü enne Muhammeden Resulullah hayya ale’s-sala hayya ale’s-sala haydi namaza haydi namaza demektir. hayya ale’l-felah hayya ale’l-felah haydi felaha haydi felaha ma’nasınadır. Allahu ekber Allahu ekber la ilahe illallah. Sabah namazlarında “hayya ale’l-felah”dan sonra “namaz uykudan hayırlıdır” mealinde olan “es-salatü hayrun mine’n-nevm” cümlesi ilave olunur. Ezan okumaya “te’zin” denildiği gibi okuyana “müezzin” okunan yere mim’in kesri za’nın ve nun’un fethiyle “mi’zene” ta’bir edilir. Ezan namaz vaktinin girdiğini i’lam için okunduğu cihetle hulul-i vakitten evvel ve Arapça’dan başka bir lisanla yani ezan kelimatının tercümesiyle okunmaz. Müezzinin güzel sesli ve dik sadalı olması yüksekçe bir yere çıkıp teressülen yani fasılalı ve mahdud bir surette okuması ref’-i savta medar olacağı cihetle şehadet parmaklarının uçlarını kulaklarına asıl mahall-i da’vet olan “hayya ale’s-sala” nidasında yüzünü sağa “hayya ale’l-felah” nidasında sola çevirmesi bulunduğu mevki’-i mürtefi’den harim-i nası görebilmesi ihtimaline binaen müezzinin müttakı ve emin olması evkat-ı salatı bilip ezan okurken abdestli bulunması müstehabdır. Müezzinin esna-yı ezanda lakırdı etmesi hatta selam alması serhoşun fasıkın kaim olmayanın cünüb bulunanın ezan okuması mekruh olup delinin sabiyy-i gayr-i mümeyyizin gayr-i müslimin ezanı sahih değildir. Ezan farz olan namazların eda ve kazası için okunur; bayram cenaze vitir teravih istiska ve emsali farz olmayan namazlar için okunmaz. Vaktinde okunan ezanı işiten kimsenin –velev ki Kur’an okumakta bulunsun– durup dinlemesi ve tekbirat ile şehadetinde müezzine aynen ittiba’ ederek “hay’ale” cümlelerinden sonra ve sabah namazındaki “es-salatü hayrun mine’n-nevm”yı müteakıb yahud demesi lazımdır. Namaz bidayet-i İslam’da mefruz olup Mekke-i Mükerreme’de bazan cemaatle ve ale’l-ekser münferiden kılındığı halde onun nida-yı da’veti bulunan ezan müşrikinden yahud ikinci senesinde Medine-i Münevvere’de okunmaya başladı. Daha evvel; “es-sala es-sala” namaza namaza yahud; “es-salatü cami’a” cemaatle namaza denilerek cemaat-i müslimin mescid-i şerife da’vet olunurdu. Halbuki bazıları bu da’veti işitemedikleri cihetle cemaate yetişemiyorlardı. Buna bir çare bulunmak için huzur-ı Resulullah’da bir meclis-i meşveret akd edildi. Ashabdan bazıları; “Nakus” büyük ve küçük iki tahta olup büyüğüne nakus küçüğüne vebil denilir ve şimdiki çan makamında hıristiyan ma’bedlerinde darbolunurdu bazıları “şebbur” “tennur” vezninde olup nefir ta’bir edilen borudur çalalım dediler. Bazıları da; “Ateş yakalım yahud mescidin damına bayrak takalım.” Teklifinde bulundularsa da nakus ile şebbur çalmak nasara ile Yehud’un ateş yakmak ise mecusun adatından olduğu cihetle şeair-i İslamiyye miyanına idhali taraf-ı Risalet’ten kerih görüldü. Bayrak asmak da makbul-i peygamberi olmadı. Bu müşaverenin gecesi ashab-ı kiramdan Abdullah bin Zeyd hazretleri –ki Ensari-i Hazreci olup Gazve-i Bedir ile meşahid-i seniyyenin kaffesinde bulunmuş ve tarihlerinde yaşlarında olduğu halde irtihal ederek namazı Hazret-i Osman tarafından kılınmıştır– beyne’n-nevm ve’l-yakaza bir halde iken yeşil rida ve izar bağlamış ve eline nakus almış birini görüp: – Ya Ubeydallah elindekini satar mısın? diye sordu ve – Ne yapacaksın? sualine ma’ruz kaldı. Abdullah’ın: – Cemaati mescide toplamak için namaz vakitlerinde çalacağız demesi üzerine o zat; – Ben sana ondan hayırlısını ta’rif edeyim diyerek mescidin damına çıktı ve kelimat-ı ezanı okudu. Biraz tevakkufla o kelimeleri tekrar etti ve sonuna yakın “kad kameti’s-sala” cümlesini ilave eyledi. Cenab-ı Abdullah uyanıp sabah namazından evvel nezd-i peygamberiye gitti ve gördüğü rü’yayı zat-ı risalet-penahiye hikaye etti. Resulullah Efendimiz: – İnşaallah hak rü’yadır! İşittiğin kelimatı Bilal’e öğret! Onun sesi senden ziyade olduğu gibi güzeldir de. O elfaz ile Bilal-i Habeşi kelimat-ı ezanı Abdullah bin Zeyd’den öğrendikten sonra mescid-i şerif civarında ve Beni-Neccar’dan bir kadının uhdesinde bulunan yüksekçe bir evin damına çıkıp ilk def’a olarak sabah ezanını okudu. Bilahare mescid-i şerifin arka tarafına ezan okunmak Hazret-i Ömer yalnız izarını kuşanmış olduğu halde ridasını sürüyerek koşa koşa geldi ve: – Ya Resulallah! Seni peygamber bil-hak olarak ba’s eden Allah hakkı için Bilal’in söylediklerini rü’yamda gördüm! dedi. Sahabeden yedi ala-kavlin on dört yahud yirmi kişi de gelip aynı rü’yayı müşahede eylediğini haber verdi. Resulullah Efendimiz: buyurdu; ezan okunmak da sünnet-i müekkede hükmünü aldı. Ezanların mahall-i tilaveti olan minare ise ilk def’a olarak tarihinde ve Muaviye tarafından vali bulunan Mesleme bin Muhalled el-Ensari zamanında Amr bin el-As Cami’-i Şerifi’ne ilaveten inşa edildi ve bu minare üzerinde Mesleme bazan cami’ dahilinde i’tikafa girdiği cihetle gecenin sülüs-i ahirinden sonra hıristiyanların çaldığı nakus sadasından bi-huzur oluyordu. Bu hususda Şurahbil’e şikayetle; “Acaba şuna bir çare bulunmaz mı?” diye sordu. O da nakus seslerini bastırmak için nısfu’l-leylden sonra minareye çıkıp tulu’-ı fecre kadar uzatmak üzere ezan okumaya başladı. Sene Muahharan yani tarihlerinde ve Ahmed bin Tolun’un Mısır hükumetinde bulunduğu sırada böyle uzun uzadıya ezan okumak adeti lağv edildi. Müteaddid müezzin ta’yin olunup sabaha yakın minaratta tesbihat ve tekbirat getirilmesi ve zühd ü aşka müteallik kasaid okunması tarihinde Salahaddin-i Eyyubi’nin emriyle zikir ve tesbih yerine akaid-i Eş’ariyyeyi havi kasideler inşadı mer’i olup bu usul el-haletü hazihi Mısır ve Şam cami’lerinde bakı kaldı. Cuma günleri namazdan evvel ezan okunmak vakt-i saadette ve Şeyhayn-i Mükerremeyn zamanlarında cari değildi. Gerek Resul-i Ekrem gerek Ebu Bekir ve Ömer hazeratı minbere çıktıkları vakit kıraat olunurdu. Hazret-i Osman’ın zaman-ı hilafetinde nası ikaz için kable’s-salat okunmaya başladı. El-an Arabistan’da mu’tad olduğu üzere üç dört kişinin bir ağızdan ezan okuması da Emeviler zamanında icad edildi. “es-salat”a gelince; tarihlerinde Mısır Hükümdarı Melik en-Nasır Seyfüddin Kalavun’un emriyle Cuma ezanından evvel “sala verilmek” usulü vaz’ olundu. tarihinde ve Melik Salih bin Eşref’in zamanında akşam namazından maada bütün ezanların akıbinde “es-salat” okumak takarrur etti. Sabah namazlarında söylenilen “es-salatü hayrun mine’n-nevm” cümlesi ise bir sabah Hazret-i Bilal tarafından hücre-i saadet pişgahında irad olunmuş ve emr-i peygamberi Hazret-i Bilal sülüs-i ahirde okuduğu ezandan sonra hücre-i saadete gelir ve “es-salat” diye seslenirdi. Bir kere kendisine Resulullah’ın istirahat etmekte olduğu haber verilmesi üzerine; “es-salatü hayrun mine’n-nevm” diye iki def’a haykırdı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz uyanıp bunun da sabah ezanlarına ilavesini emir buyurdu. Rafiziyyü’l-mezheb olan “Al-i Büveyh”in mevki’-i iktidara gelmesine kadar bu usul devam etti. Onlar “es-salatü hayrun mine’n-nevm”i kaldırıp “hayya ala hayru’l-amel” dediler. Al-i Selçuk kesb-i kudret ettiği vakit bu cümle-i muhdese ilga edilip yine “essalatü hayrun mine’n-nevm” denilmeye başlandı. Bir de “tesvib” yani ihtar usulü vardır ki; o da ezandan sonra müezzinin namaza teşvikı havi bazı kelimat sarf etmesidir. Bunun sünnet ve bid’at olması muhteliftir. Sünniyetini söyleyenler Resulullah’ın rahatsızlığı esnasında Bilal’in ezan okuduktan sonra hücre-i saadete gelip; demesini ve; “Ebu Bekir’e söyle de namazı kıldırsın!” cevabını almasını işhad ederler. Bid’at olduğunu iddia edenler ise Hazret-i Ömer’in Mekke’ye vürudunda Ebu Mahzura’nın ba’de’l-ezan nezd-i halifeye gelip; deyişine karşı Cenab-ı Faruk’un; “Deli misin; okuduğun ezan yetişmiyor mu ki tekrar geliyorsun?” diye çıkışmasını gösterirler. Halbuki tesvib usulü Muaviye’nin ve Ömer bin Abdülaziz hazretlerinin müezzinleri tarafından icra olunduğu ve İmam Ebu Yusuf’un; “Mesalih-i müslimin ile meşgul olan emire; demekte beis yoktur!” dediği mervidir. Şu i’tibar ile müteahhırince müstahsen görülmüş ve bilad-ı İslamiyyenin ekserinde örf-i belde muktezasınca icra edilmekte bulunmuştur ki bizim cami’lerde “sal” çağırılması ve tekkelerde; “namaza yahu!” diye bağırılması bazı müslüman çarşılarında ise; “vakt-i salat ya müslimin” nidasıyla dolaşılması tesvib usulüdür. Vakt-i saadette ezan okuyanlar Bilal-i Habeşi Abdullah bin Ümm-i Mektum Ebu Mahzura Sahra Sa’d el-Karz hazeratı Ebu Mahzura gayet güzel sesli olup Huneyn Gazvesi’nden avdet edildiği vakit Mekke-i Mükerreme’ye ta’yin buyurulmuştu. Sa’d el-Karz da Ammar bin Yasir’in kölesi olup Mescid-i Kuba müezzinliğine nasb edilmiş ve Bilal’in Şam taraflarına azimetinden sonra Mescid-i Nebevi müezzinliğine getirilmişti. Yeni doğan bir çocuğa ad takılacağı sırada sağ kulağına ezan okuyup sol kulağına ikamet getirmenin mendub olduğu da kütüb-i şer’iyyede musarrahdır. – Cenaze namazında niçin ezan okunmaz? sualine muhatab olan bir zatın; – Onun ezanı doğduğu vakit kulağına okunur! cevabını verdiği de merviyat-ı zarifedendir. Derme çatma olarak toplayabildiğim şu satırların cem’ ve telfikı için icra eylediğim taharri ve tetebbu’ esnasında gayet lüzumlu bir şey’in fıkdanı ümmet-i merhumenin ne derece bais-i husranı olduğunu anladım. Erbab-ı fazl ü kemalin hatırlarına getirmek lazımsa arz edeyim ki o ehemm ü elzem olan şey; İslam’a aid bil-cümle kelimat ve ta’biratı huruf-ı heca tertibiyle havi olacak ve mufassal surette şerh ve izah eyleyecek bir “kamus-ı din” öyle mübrem bir ihtiyacın hala tehvin edilmemiş olması da bizim için pek büyük hüsran-ı mübindir. Maarife müteallik her ne aransa nedreti ve bi’n-netice mefkudiyet ve ma’dumiyeti dolayısıyla adem-i sırfı andıran memleketimizde tetebbuat-ı ciddiyyede bulunmak isteyenler bilhassa Garb lisanlarına vakıf olup da aradıkları bahsi o lisanlarla yazılmış kitaplarda kolaylıkla elde edebilen gençler her işte olduğu gibi dine müteallik mebahise dair topluca ma’lumat bulmak hususunda da duçar-ı müşkilat oluyor; bu müşkilatı iktiham edemeyenler hele Şark lisanlarına vukufu olmayanlar ise hikemiyat ve maali-i İslamiyyeyi frenk kitaplarından okuyup anlamaya mecbur kalıyor. Avrupalı dostlarımız ise hakayık-ı İslamiyyeyi gerek kasden gerek en basit nikatı bile anlayamadıkları cihetle gayr-i lar. Mesela: Es’ad Cabir Paşa’nın tercüme ettiği Hammer Tarihi’nin’inci sahifesinde şöyle bir ibare var: “Sultan Osman Edebali’nin nezdinde kaldığı bir gece kemal-i sabr ile ve ma’şukasının hayaliyle yatmış idi. Sabır bir Arab meselince fercin miftahıdır ve muhabbet de iklil-i şehadetin muadilidir.” Avrupa müsteşriklerinin en meşhurlarından olan Hammer cenabları “fa”nın ve “ra”nın fethiyle “ferah ve sürur” ma’nasını ifade eden “ferec” kelimesini galiba “ra”nın sükunuyla okumuş ve; “Sabır ferc-i nisa anahtarıdır” ma’nasını çıkarmış olmalı ki; “Bunun tercümesine cesaret olunamaz!” diye kari’lerine i’tizar edecek kadar nezahet! göstermiş. Senelerce Şark’da oturmuş ve birçok asar-ı Şarkıyyeyi tetebbu’ ederek bir de Osmanlı Tarihi yazmış bulunan bir frenk istemeyerek böyle bir münasebetsizlikte bulunursa yumurtlamazlar sonra da o cevahirleri! –zaruret-i ma’rifet rin uçurumlara yuvarlanmazlar mı?! tiğim– bu eserin lüzumu kudema-yı ulemaca hissedilip Arapça yahud Acemce olarak yazılmış muahharan Cengiz Hülagu Timur misilli Alem-i İslam’ın başına musallat olan ve hun-rizlikte Ehl-i Salib canavarlarını pek munis saydıran dahiyelerin kanlı muhacematı esnasında –birçok emsali gibi– mahv edilmiş yahud –binde bir ihtimal ile– zamanın dest-i muharribinden kurtulup rutubetli bir kütübhanenin tozlu bir rafında müebbeden kalebend olmuştur. Şayed benim görmediğim ve; “Gördüm!” diyeni işitmediğim böyle bir kitap varsa bile ondan da bugün istifade edebilmek mahdud bir sahaya ve ma’dud bir takım zevata münhasır kalır. Çünkü bit-tabi’ orada din-i celil-i İslam fünun-ı cedide nokta-i nazarından tedkık edilmemiş olacağı gibi Arabi yahud Farisi ile yazılmış bulunması da o lisanlara aşina olmayanları müstefid edemez. Binaenaleyh ihtiyac-ı hazıra göre yeniden bir eser-i mu’teber tasnifi fuzala-yı asrımızın uhde-i hamiyyetine terettüb eden vazifedir. Vakıa işin ehemmiyetiyle eserin cesameti onu meydana çıkarmanın müşkil olacağını hatıra getirir. Lakin kal’-ı cibale bile muktedir olan himmetü’r-ricale hangi suubet karşı durabilir? Farisi’yi kekeleyerek söyleyen Arapça’yı heceleyerek anlayan benim gibi bir aciz ezan hakkında birkaç sütunluk ma’lumat tedarikine muktedir olursa Hacı Zihni Efendi hazretleri ile Naim Ferid ve Akif Beyler gibi ve sair fuzala-yı hey’et-i fazıla acaba ne kadar hakayık ve maali bulup saha-i şekkül ederek mesela “abdest” kelimesinden başlayıp onun ne vakit ve ne suretle farz olduğunu farzıyeti hakkındaki nassı nasıl ve ne ile abdest alınacağını abdestin farzlarını sünnetlerini müstehablarını adabını su bulunmazsa ne yapılacağını abdestin measir-i diniyye ve menafi’-i sıhhıyyesini ve saire ve saireyi topluca yazıverse ondan sonra da faraza “ahiret” lafzını delail-i muknia ile izah eylese Sebilürreşad İdaresi de bunların neşr ü ta’mimine delalette bulunsa efrad-ı ümmetten her birinin ne derece müstefid olacağını ta’rife hacet yoktur sanırım. Hemen Cenab-ı Hakk şu emel-i halisin hayalden hakıkate ve tasavvurdan vukua gelmesine muvaffakıyet ihsan buyura. NE VAZIFEM! Vazifesizlik vazifeye karşı mübalatsızlık vücud içinde mefluc bi-ruh bir uzviyet demektir ki yokluğu öyle hail bir varlıktan ehvendir. Sen bu feci’ hakıkati hissen anlamak istersen mefluc kolunu boynuna bağlayarak taşımakta olan bir bedbahtı gör ve hal-i felaket-mealini kendisinden sor! ki mevki’-i uzviyyeti aynıyle böyledir. O timsal-i ataleti o heykel-i meskeneti vücud-ı cem’iyyet bir meyyit-i zi-ruh gibi beyhude yere taşır durur. İnsaniyetin bütün şümulüyle ma’na-yı kemali medeniyetin bütün ihtişam-ı ulviyyetiyle şa’şaa-i nazar-firib-i cemali olan İslamiyet’in bütün vezaif-i hayatiyyenin ruhu olduğunu söylersem neşr-i envar-ı vuzuhda güneşten parlak bir hakıkat ifade etmiş olurum. Bakınız mefharu’l-Ensar ve’l-Muhacirin yar-ı gar-ı Peygamberi cenab-ı Sıddik-ı A’zam radıyallahu teala anhın emaneti ta’zim vazifeyi tefhim emrindeki ulüvv-i ruhuna azamet-i vicdanına: Bir gün bir bahçeye girer; ağaçlardan biri üzerinde bir kumru görür. A’mak-ı ruhundan kopan dil-hıraş bir ah.. ile kumruya hitaben şu sözleri söyler: Ne mutlu sana ey kuş! Ağaçtan rızkını yer onunla gölgelenirsin. Ömrün bitince gideceğin yerde de vezaif-i hayatiyyenden sual ve hesab ıkab endişesini çekmezsin. Keşke Ebu Bekir de senin gibi ef’alinden gayr-i mes’ul bir kuş olaydı!” Yine o ruh-ı muazzamdan –endişe-i vazife ile– kopan eninlerden: “ İstedim ki yeşil ot olayım da benimle hayvanlar gıdalansın!” Hazret-i Faruk-ı A’zam’dan da; “ ! Keşke şu kuru buğday sapı ben olaydım! Keşke hiç bir şey olmasaydım! Keşke anam beni doğurmasaydı!” feryadları vicdan-ı insaniyyeti titretir. Bu hıred-suz temenniler bu can-şikaf feryadlar neden? Niçin vücudlarından peşiman oluyorlar? Neden varlıklarından şikayetler ediyorlar? Bunlar da insandı bunlarda da nefs-i beşeriyyet vardı. İhtirasat-ı beşeriyye infialat-ı nefsaniyye bunlara da hücum ediyor hükmüne ram etmeye serir-i bala-yı insaniyyetten bu cihan-ı tabiatin zemin-i behimiyyetine sürükleyip götürmeye otlatmaya bütün kuvvetiyle çalışıyordu. Fakat bunlarda maye-i insaniyyet musaffa cevher-i akıl tabdar ruh bidar idi. Bunlar mahrem-i sera-perde-i insaniyyet bunlar vakıf-ı esrar-ı hilkat bunlar birer gencine-i ma’rifet birer hazine-i fazilet idi. Tehacümat-ı nefsaniyye bu önünde sahile çarpıp da yüz bin parça olan deniz dalgalarını tanzir ediyordu. zailden masun kalan nasıye-i dırahşan-ı insaniyyetleri! Dünya hilkat o mahşer-i beşeriyyet içinde pek az. Hazret-i Kur’an -ı Hakim’in şu; “ Şan-ı Azamet ve Kibriyamız’a kasem ki biz nev’-i insanı ahsen-i takvim üzerine yarattık; tac-ı hilafetle tebcil ve tekrim ettik. Sonra –hikmet-i ezeliyyemizin muktezası olarak– esfel-i safilin-i hayvaniyyeye redd ü inzal ettik. Efrad-ı insan o haziz-ı behimiyyette şehevat-ı nefsaniyyelerine mahkum tul-i emellerine esir olarak kaldılar. Yalnız vefa-yı iman eden mekarim-i ahlak ve mehasin-i ef’al ile o haziz-ı behimiyyetten serir-i bala-yı insaniyyete yükselerek müşarun bi’l-benan olanlar müstesna.” ayat-ı celilesi bu hakıkati ne güzel tasvir ediyor! Sadr-ı İslam’ı teşkil eden Kurun-ı Selase mader-i insaniyyetin böyle binlerce evlad-ı kamillerine mehd-i vücud olmakla gerçekten bahtiyardır. Mesela sultanü’l-müctehidin ne dırahşan ruhsar-ı İslamiyyet! O ne gencine-i fazilet! O ne hazine-i hikmet! Usul-i fıkıh gibi miftah-ı Kur’an ve sünnet olan hikmet-i hukuk-ı İslam bu ka’be-i irfanın mizab-ı zekasından huruşan olarak koca bir derya-yı fıkıh vücuda getiriyor. Maişeti namına beytülmalden bir para almak şöyle dursun almamak vazifenin ne kadar tahammül-güdaz bir yük olduğunu anlatmak da’-i kadı’l-kudatı hayatı bahasına reddediyor. Ebu Ca’fer el-Mansur gibi serir-i istibdad ve tecebbürün de fevkıne çıkmağa çalışan bir halifeye zerre kadar boyun bükmedense dayak altında şehadeti bir saadet bir ni’met biliyor. Aleyhi sehaibü’r-rahmeti ve’l-gufran bir zaruret içinde boğulurken bir zenginin hin-i vefatında Beytullah’ı etkıya-i mücavirininden bir münasibine verilmek üzere vasiyet ettiği cesim bir meblağı; “Ben müttakı değilim; Allah’dan korkarım. Ehlini bulunuz veriniz!” diye arş-ı istiğnasına çekiliyor. Aman ya Rabbi! Bu ne ulvi mahviyet! Bu ne zehadet! Bu ne velayet! Libas-ı takva o kamet-i fazilete de layık görülmezse buna kim liyakat gösterebilir? MERKEZLILER ILE TAŞRALILAR MEĞER HEM-DERD DEĞIL İMIŞLER Taşrada hele İnegöl’de teceddüd-i muhasamattan beri ne İttihadcı ne İ’tilafçı ne de bi-taraf var. Bunlardan lehü’l-hamd hiç birisi yoktur. Yalnız Hilafet-i İslamiyye ve Saltanat-ı Osmaniyye’yi tasallut-ı a’dadan kurtarmaya mevkufun-aleyh vesait ve vesail ne ise onu iktidar nisbetinde tedarik ve ikmale el birliğiyle bezl-i gayret etmeyi kendisine vazife edinen bir kitle-i Osmaniyye ahali-i muhtereme vardır. Evet ahalimiz elden geldiği kadar çalışıyor ki asker kardeşlerimiz için kolsuz entari çorap don gömlek gibi elbiseye müteallik beş bini mütecaviz parça; bulgur tarhana fasulye ve saireden beş bin kıyyeyi mütecaviz mevadd-ı gıdaiyye; altmış iki bin guruştan fazla nakid; samanla dolu bin kırk dokuz harar bit-tedarik aid olduğu devaire sevk kılındığı gibi gönüllülerimiz dahi meydan-ı harbe koştu. Evet; ahalimizde vatan derdi vardır ki şimdilik kahvehanelerde oyunlar eğlenceler filanlar terk edildi hatta fi’l-i izdivac bile pek nadir olarak vuku’ buluyor. tahdis-i ni’mettir. Merkezli babalarımız kardeşlerimiz ana ve hemşirelerimiz velhasıl merkezin büyüğü küçüğü bütün halkı tahlis-ı vatan hissiyle mütehassis olup emel-i mukaddese vusul için bezl-i ma-hasal gayret ettiklerini gelen evrak-ı havadisde okuduk memnun ve müteşekkir olduk ve hasbe’l-mukteza kendilerini rehber ittihaz ettik ve kendimiz pey-rev olmaya çalıştık da marrü’z-zikr hıdemat husul buldu. Buldu ama merkezli rehberlerimize ittiba’ edemeyeceğimiz bir halet-i ruhiyyelerini gazeteler biz taşralılara bildirince hemen gevşedik. Dide-i guş-ı teessür olup hayli kesanca inkisar-ı eşvakı mucib olan hal ise ser-amedan-ı üdebadan bir zatın Dersaadet’e muvasalatı münasebetiyle şereflerine Dersaadet üdebası tarafından Beyoğlu’nda verilen zıyafettir. Rica ederim afv buyurun; bir edibe alelhusus “tacü’l-üdeba ve’ş-şuara’” vasfına bi-hakkın seza bir zatın şeref-i kudumu sebebiyle hem-meslekleri tarafından keşide olunan bir zıyafeti taşralılıkla beraber çok görecek derecede kadir-şinas değiliz. Ulemayı üdebayı tebcil ederiz; mesleklerinin muktezasında devam ettikleri müddetçe tebcil etmek dahi borcumuzdur. Zira mesleklerinin muktezası beni-nev’lerinin saadetini icab eden yolları ancak irae etmektir. Bu zevat-ı muhteremeye yalnız Dersaadet’in bir kısım ahalisinin değil belki bütün memleketlinin ibraz-ı asar-ı hürmet etmeleri cümle-i vezaif-i kadr-danilerindendir. Fakat herşeyin vakt-i merhunu ve mahall-i münasibi vardır. Yoksa vatan ser-a-pa matem içinde bulunduğu evlad-ı vatan kanlı yaşlar döktüğü içinde bulunduğumuz naire-i tehlikeden reha-yab olmak zımnında pişvamız bulunan üdebanın çeşme-i zeban-ı edebden ve hame-i hikmet-amuzundan dökülecek ab-ı zülal-i nasayiha dide-duz-ı intizar olduğumuz hengamda esasen havi olduğu her türlü zevk ve sefahet-haneler yüzünden öteden beri Darülhilafeti’l-Aliyye için leke sayılan Beyoğlu alemlerinde zıyafetler keşide ve ahkam-ı zevk icra edilmesi şampanyalar dir. Vatanın bir kısm-ı mühimmi pa-zede-i huyul-i a’da olmuş diğer kısmı tehlike ateşlerinde kavruluyor; evladının en değerli kısmı ma’rekelerde muharebe meydanlarında can versinler kan döksünler de diğer kısmı efkar-ı münevvere ashabı ünvanını haiz zevat zevk u safalar sürsünler; nasıl olur? İşte bu hal cidden Osmanlılığa şan-ı celil-i Osmaniye siyah lekedir. Buna hiçbir hakıkı Osmanlı nazar-ı hoşnudi riz. “Bu ziyafet vesilesiyle iane-i harbiyye olarak birkaç para toplanmış bununla vatana hizmet edilmiş! gibi cevaplar naire-i teessürümüzü söndüremez. Çünkü İstanbullular yalnız halas-ı vatan kaygısını çekip kaffe-i himemat ve efkarını bu gayeye hasr ettikleri haberleri taşralara öyle te’sirat-ı hasene bahş etti ki her taraf ahalisi ala-kaderi’t-taka kendilerine hürat hep o imtisalin netice-i mergubesidir. Şimdiki Beyoğlu alemleri nümune-i imtisalimiz olsun mu? Olursa vatana hizmet edilmiş olur mu? Olmuyorsa ye’sin husulü tabii değil mi? Gevşeklik ise ye’sin ilk te’siridir. Gevşeklik gösterenler malen bedenen fikren vatana hizmet edemezler! “el-Badi azlem herkes dileğiyle kalsın; onlar öyle siz de bildiğiniz gibi harekatta hür ve serbestsiniz; herkes istediği yolda devam etsin…” kılıklı teklif bir vechile ma’kul olamaz! Zira mütehalif harekat evlad-ı vatanın yek diğerine karşı buğz u adavetini ve bin-netice bab-ı husumeti açar. Halbuki matlub olan nifak değil ebedi vifaktır. SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI’NE Efendim! Darülhilafeti’l-Aliyye’de Müdafaa-i Milliyye Hey’eti’nin teşekkülü bize pek büyük ümidler bahşetti. Bu ana değin şu son üç asırlık bir zamanda la-kaydane hayat geçiren İslamlar Osmanlılar hayata kabiliyetleri olduğunu bu suretle isbat etmiş oldular. Bir taraftan erkeklerin diğer taraftan kadınların teati ettikleri hararetli nutuklar hele i’ta-yı ianede ibzal ettikleri fedakarlıklar bizi pek mütehassis etti. İslam milletinde yaşamak isti’dadı var olduğu anlaşıldı. Biz kulak misafiri bulunduğumuz bu tebeddüllere uzaktan seyirci kalamazdık. Nihayet beşinci def’a olarak Saraybosna ahali-i İslamiyyesi Hilal-i Ahmer İanesi namıyle ianeler toplamaya şitab eylediler. Şimdiye kadar yüz bin krona yakın bir meblağ toplamaya muvaffak oldular. Hala da imkanın müsaadesi nisbetinde bezl-i cehd eylemektedirler. Bosna İslamları; din kardeşlerinin bir muzafferiyetini işittikleri gibi kalblerinde bir sürur peyda olur onun te’siriyle cuşa gelirler; i’ta-yı iane değil isar-ı canı bile –din uğrunda– az görürler. İslamlar; bu hiss-i zafer ile sermest-i şadan oldukları halde geçenlerde üstad-ı muhteremimiz Manastırlı merhumun tullab-ı irfanından ve Bosna’nın ma-bihi’l-iftiharı üstad-ı muhterem Hacı Cemaleddin Efendi hazretlerinin Hünkar Cami’-i Şerifi’nde cemaat-i kübra huzurunda Cuma günü irad eylediği mev’ışeklinde yazılmıştır. za şayan-ı takdirdir. Onun te’sir-i ulvisiyle huzzar-ı kiram hep ağladılar. İslamiyet’in ulviyetine Hilafet’in masunü’z-zeval olduğunun tebşiratına dair kıraat buyurulan ayat-ı kerime ve ehadis-i şerifeyi tefsir buyurarak nice nice hakaik-ı İslamiyyeye kesb-i ıttıla’ edildi. Hele; ayet-i celilesinin tefsirinde tehlikenin “tefrika”cılıktan ibaret olduğunu bütün İslamların felaketleri hep tefrikacılıktan ileri geldiğini Hilafet’in de bu hale duçar olması yine bu sebebden neş’et eylediğini bir lisan-ı suzişle beyan buyurdular. Bunun üzerine ahali-i İslamiyye daha ziyade galeyana gelerek türlü türlü suretler ile iane dercine başlanıldı. Kimisi bir fincan alarak çarşıda gezdirir az müddet zarfında üç bin krondan ziyade iane toplanır. Gezdirilen fincanın kıymet-i esnafiyesi yüz on krona çıkar; teslim olur. Diğer biri bir kutu bir ikincisi seccade musanna’ baston eski bir para ile sokak sokak dolaşır yek diğerini müsabaka edercesine devam eder gider. Kadınlar da ibraz-ı hamiyyetten geri durmadılar. En büyük ailelere mensub hanımefendiler evleri dolaşırlar Hilal-i Ahmer için iane toplarlar. İşte; “Bir felaket bin nasihatten iyidir!” derler. Ya binlerce felaketin te’siri nasıldır? İşte biz Alem-i İslam şimdi bu haldedir. Başımıza bu felaket gelmeden uyanamadık! İnşaallah bundan sonra olsun uyanalım tefrikacılıktan dur olalım. Maazallah bu tefrika ile bu son İslam hükumeti de inkıraza mahkum olursa halimiz pek yaman olur. Allah Ümmet-i Muhammed’i tefrika belasından muhafaza buyurarak daima müttehid ve müttefik bir halde bulundursun! Amin! Gerek resmi raporlardan gerek ma’lumat-ı hususiyyeden Ordu-yı Osmani’nin bi-tevfikıhi teala harekat-ı taarruzıyyeye başladığı anlaşılmıştır. Bu münasebetle bugün Harbiye Nezareti’nde merasim-i fevkalade-i diniyye biye Nazırı Mahmud Şevket Paşa ile sair erkan ümera ve me’murin-i askeriyye hazır bulunacaklardır. Cenab-ı Hak selamet-i mülk ü millete ma’tuf olan duaların cümlesini karin-i kabul eylesin; amin! Bu hafta Çatalca’da oldukça mühim ve ciddi muharebeler vuku’ bulmuştur. Bütün hatt-ı harb üzerinde ordumuz bi-avnihi teala şiddetli bir hareket-i taarruzıyyeye başlamıştır. Sağ cenahda larına kadar kademe kademe düşmanı püskürtmüş düşman siperleri üzerine kahramanane hücum ederek siperleri ceğiz garbındaki fundalıklarda harb ederek düşmanı firara mecbur etmiş ve İnceğiz sırtlarını da taht-ı işgale alınmıştır. Kadıköy civarında gurub-ı şemsden sonraya kadar kuvvetli musademeler vukua gelmiş gayet mühim bir mevki’ olan Kadıköy düşmandan istirdad edilmiştir. İki Osmanlı tayyaresi de uçarak istikşafat yapmıştır. Bütün cebhe üzerinde tarafeyn kuvvetleri sıkı bir hal-i temasdadır. Harbiye Nezareti’nden Osmanlı Telgraf Ajansı’na tebliğ edilen rapordur: “Hamidiye Kruvazörü Draç’da Sırp ordugahını topa tuttuktan sonra Şengin’e azimetle orasını da topa tutmuştur. Sahilden ağır toplarla mukabele görmüş ise de bu topların ateşinden kat’iyyen müteessir olmamış ve bilakis Şengin’de bulunan yedi Yunan vapurundan birini gark ve altısını tahrib Ba’dehu kahraman İslam kruvazörü İskenderiye’ye gitmiş kömür aldıktan sonra yine Bahr-ı Sefid’de seyahate çıkmıştır. Muini Cenab-ı Hak olsun! Şeyhülislam Es’ad Efendi hazretleri Avrupa’da müslümanların müdafi’-i yeganesi bulunan büyük Fransız edibi Pierre Loti’ye sureti atide münderic mektubu göndermiştir: Mösyö Pierre Loti Cenablarına! Asalet-meab; Balkan hükumat-ı müttefikasının şu yirminci asr-ı medeniyette şeref-i insaniyeti leke-dar eden mezalim-i gun-a-gunu ta’dad ve tezkar ve hakk u hakıkatin müdafaası sadedinde mevki’-i refi’-i insaniyyetten ref’ ve i’la buyurduğunuz savt-ı bülend-i necibaneden dolayı kulub-ı ehl-i İslam’ın zat-ı asilanelerine karşı pek ziyade mütehassis olduğunun beyan ve iblağına müsaraat eylerim. Babıali’nin sulh hakkında Düvel-i Muazzama’nın tavassutunu kabul ettiği ma’lumdur. Bunun üzerine Düvel-i Muazzama hükumat-ı müttefikaya arz-ı tavassut etmiş müttefikler de uzun uzadıya müzakerelerden sonra tavassutu –Bulgar Telgraf Ajansı’nın tebliğine göre– ancak şerait-ı atiyye tahtında kabul edebileceklerini Düvel-i Muazzama’ya bildirmişlerdir: mek için Gelibolu Şibh-i Ceziresi hükumet-i Osmaniyyede kalmak üzere Malatra ile Tekfurdağı arasında bir hudud ta’yinini taleb etmektedirler. Edirne ve İşkodra da dahil olduğu halde bu hattın cihet-i garbiyyesinde kalan arazinin kaffesi hükumet-i Osmaniyye tarafından müttefiklere terk edilecektir. da müttefiklere terk edecektir. ta’yin edilmek üzere esas i’tibarıyle bir tazminat-ı harbiyye ve harbden sonra vuku’ bulan hususi zayiata bedel bir meblağ i’tasına muvafakat eylemesi meşruttur. Müttefikler tazminat-ı harbiyye hakkında cereyan edecek olan müzakerata da iştirak edeceklerdir. muahede-i sulhiyyede hükumet-i Osmaniyye dahilindeki tebealarıyle umur-ı ticariyyeleri ve Ortodoks kiliseleri ve hem-cinsleri olan Osmanlı tebeasına te’min olunacak imtiyazatın bir esasa rabtı hakkında müzakeratta bulunmak hakkını muhafaza etmektedirler. Harbiye Nezareti’nden tebliğ olunmuştur: “Yanya müdafiininin şan u şeref-i askerisi tamamıyle muhafaza ve bin-netice vazife-i askeriyyelerini ifa ettikleri ve teslimiyetleri akıbeti müellim ve şeref-i askeriyi muhil bir tarz ve şart dahilinde vaki’ olmayıp bunun hilafında vuku’ bulan işaat ve neşriyatın asl u esasdan kat’iyyen ari olduğu Yanya’da bulunan Es’ad Paşa’dan mevrud telgrafnamede beyan olunmuştur.” Selanik’den ceraid-i yevmiyyeye gönderilen bir mektubda okunmuştur: “Selanik’in müstevlileri şımarıklıkla insanlıktan çıkıyorlar; hala şehir içinde katl ettikleri biçareleri yakıyorlar… Geçen gece Kule kahveleri civarında Hızırbaba Mahallesi’nde bir hanede lar tarafından katl edildi bi-ruh cesedleri ateşe verildi. Katil canavarlar bu cesedden çıkan alevler karşısında şehr-ayin yaptılar. Mazlum şehidlerin cenazesi on beş bin müslüman tarafından kaldırıldı. Biçarelerin cenaze namazını kılacak cami’ bulamadılar. Bu koca çörçöp kitlesi nereye baş urdularsa Ehl-i Salib vahşileri tarafından men olunmuşlardır. Nihayet ma’sum şehidler barbarların hakaretleri altında dolaşmaktan Memleketlerini dinlerini müdafaa yolunda ölümden çekinenler günde bin def’a böyle ölüp dirilmeye mahkumdurlar. Yunan Kralının Katli – Yunan kralı Salı günü öğleden sonra Selanik’te Bulgarlar tarafından katl edilmiştir. Bazı haberlere göre de Yunanlılar ile Bulgarlar arasında katl-i am başlamıştır. İnşaallah canavarlar birbirini yiyeceklerdir. Tanassura İcbar – Selanik’ten Mart tarihi ile Neue Freie Presse gazetesine iş’ar ediliyor: “Osmaniye Cum’a-i Bala ve Petriç kazalarına mensub on dört nahiyenin Selanik’e gönderdikleri hey’et-i murahhasa konsoloslara müracaat ederek dinlerinin muhafaza edilmesini istirham etmişlerdir. Bulgarlar köylerde İslamları Hıristiyanlık’ı kabule mecbur ediyorlar. Aksi takdirde İslam ahali katl ü darb ediliyor. Tanassur edilenler kendi arzuları ile ve bila-cebr Hıristiyanlık’ı kabul ettiklerine dair bir varaka imza etmeye mecbur ediliyorlar. Kilise çanları çalındığı zaman kiliseye gitmeyen bu kabil cebri hıristiyanlar tehdid ediliyorlar.” Suriye gazetelerinde okunduğuna göre Şam’da mütemekkin Buharalılardan altmış kişi valiye müracaat ederek kendilerinin gönüllü sıfatıyle meydan-ı harbe i’zam olunmalarını rica eylemişlerdir. Grebene Kazası ahalisinden olup ticaret maksadıyle Amerika’nın Levalmaz? şehrinde ikamet etmekte olan altmış kadar İslam Osmanlılar tarafından üç yüz dolar iane gönderilmiştir. Çatalca Karargahı’nda Hindistan Hilal-i Ahmer Hastahanesi defterine züvvar tarafından kayd olunan kıymetli hatıralardan: “Hindli ihvan-ı dinimizin gönderdiği Hilal-i Ahmer Hastahaneleri’ni gezdim. Silah arkadaşlarımın emr-i tedavisinde gösterdikleri asar-ı hazakat ve şefkatten bil-cümle teferruat-ı hizmette ta’kıb ettikleri tarik-ı intizam ez-her cihet müstelzim-i takdir ü şükran oldu. Hastahanenin etıbba me’murin ve müstahdeminine teşekkürat-ı samimiyyeyi bütün Hindistan’daki eylerim.” “İnşaallah bu harb dolayısıyla birbirini tanıyan kardeşler bundan böyle de birbirini unutmazlar!” Ma’lumdur ki Trablus’da İtalyanlara karşı el-an mukavemet edilmektedir. Arab kabileleleri muharebeye devam ediyor; postalara rast getirdikleri yerde İtalyanlara hücum ediyorlar. Dehibat’tan Mart tarihiyle Hacı Cemal Efendi tarafından Matin’e çekilen bir telgrafta yeni bir muharebenin vuku’ bulduğu bildirilmektedir. Mezkur telgraf ber-vech-i atidir: “Dün Uceylat’a yeni bir hücum icra ettik. Askerlerimiz şehrin çarşısına kadar girmişlerdir. Düşman birçok zayiata duçar olmuştur. Askerlerimiz tarafından külliyetli erzak mühimmat ve esliha olmuştur.” İnşaallah Afrika İtalya’nın mezarı olacaktır. Trablusgarb’da Bi’ru’l-Ganem Kumandanı Trablusgarblı Şevkı ve Erzak Me’muru Hamid Şakir Efendiler imzasıyle Mısır’da çıkan eş-Şa’b gazetesine gönderilerek mezkur gazetede neşr olunan bir mektubda; “İtalyanların artık Trablusgarb’da büsbütün iflas ettiklerini görünce bazı kabail rüesasına hediyeler ve saire göndererek onları kendilerine lanlardan bazılarının talebi üzerine İtalyanlar Sirte Mısrata Zılleteyn Aziziye Uceylat Zaviye Terhune ve Garyan cihetlerine gitmek üzere birer kuvvet yola çıkarmışlar ise de bu kuvvetlerin esna-yı tarikde ve dağlık arazide Urbanın muhacematına ma’ruz kalarak bir iki müsademeden sonra birçok telefat verip duçar-ı inhizam olmalarından dolayı tedafüi bir vaz’iyet ahzına mecbur kaldıkları ve bundan müteessir olan İtalyanlar bazı yerlileri kabailin ikna’ına me’mur ederek kendilerini birçok nükud u hedaya ve beyannameleri müstashiben i’zam eylemişlerse de yolda milis askerlerinin bunları yakalayıp yanlarındaki esliha ile dört bin lira raddesinde nükudu zabt ve cümlesini tevkıf eyledikleri Sağkol Kumandanı eş-Şeyh Muhammed Suk’un iş’arından Urbandan birkaç kişinin geceleyin Züvvara’ya girip sekiz süvariyi katl ve birçok mevaşi iğtinam eyledikleri üç yüz kişiden hücum ile doksan deve iğtinam eyledikten sonra Uceylat’a hücum ile orada yetmiş nefer itlaf ve bir hayli mevaşi ve saire iğtinam eyledikleri bildirilmiştir. Mısır gazetelerinde okunduğuna göre Mısır Maarif Nazırı Haşmet Paşa Kahire’de mütehassısinden mürekkeb olmak üzere “Istılahat-ı Arabiyye Encümeni” namıyle bir hey’et teşkil etmiş bu encümenin mesaisi mektep kitaplarında şimdiye kadar isti’mal edilmekte olan ıstılahat-ı ilmiyye ve fenniyye-i ecnebiyye yerine Arabca ıstılahat vaz’ına ve ecnebi ism-i hasların bila-tağyir telaffuzunu te’mine masruf olacaktır. Bu hey’et ilk ictimaında münasebetdar bir şeklini kabul ve ibda’ için müzakeratta bulunmuştur. – Kazablanka’dan Mart tarihiyle çekilen bir telgrafnamede bildiriliyor: Cumartesi günü bir resm-i geçit esnasında Fransız askeri muzıkasına taşlarla taarruzda bulunulmuştur. Muzıkacılardan üçü hafif surette yaralanmıştır. Hadise bir Alman tüccarının hanesi önünde vuku’ bulduğu için haneye hücum edilerek tacirin hizmetindeki yerlilerden iki kişi tevkıf olunmuştur. Tevkıf edilen eşhas polis merkezine sevk olunmuşlardır. Zabıta bu babda icra-yı tahkıkat ediyor. Alman konsolosu hadiseden dolayı protesto etmektedir. ta’mimine son derece bir faaliyetle çalışmakta olan Rusların bugünlerde İran ulemasını da elde etmek için bazı desayis-i siyasiyyeye müracaat etmekte oldukları şehrimizde mukım tica’ tarafdarı müctehidlerinden Hacı Mirza Hasan Ağa’nın oğlu Mirza Mes’ud’un Tebriz’de mukım Rusyalı müslümanların umur ve hususat-ı diniyyelerini ru’yet ü temşiyet etmek üzere suret-i resmiyyede Rus konsoloshanesine imam ta’yin edilmiş olması da bu hulul-i muslihane teşebbüsatı cümlesinden imiş. Çünkü şimdiye kadar Rusya konsoloshanelerinde bu tarzda bir me’mur istihdam edildiği görülüp nükte-i siyasiyye ise iki şıktan hali değildir: Ya Kafkasya’da olduğu gibi ulema-yı İslamiyyenin Rusya hükumeti tarafından ta’yinine İraniler de alıştırılmak isteniliyor yahud İran ulemasının Rusya tarafdarlığını te’min edecek yeni bir rekabet zemini hazırlanıyor. Mirza Mes’ud’un pederi olup İran mürteci’lerinin ser-efrazanından olan meşhur Hacı Mirza Hasan Rusların teşvikı üzerine hükumet-i mahalliyye tarafından şeyhülislam i’lan edilmiş fakat İran’da şeyhülislamlık gibi bir mesned mevcud olmadığından sırf Mirza Hasan için böyle bir me’muriyet ihdasındaki ma’nasızlık ve garabet İran müctehidlerini heyecana getirmiş aleyhinde vuku’ bulmaya başlayan cereyanlara artık mukavemet edemeyeceğini anlayan Mirza Hasan da bu yeni rütbe-i ilmiyyeden ye mecbur olmuştur. Rusya’nın Duma reisi Romanof Hanedanı’nın üç yüzüncü sene-i devriyyesi münasebetiyle Duma salonuna eızze tesaviri ta’likını teklif eylemiş ve Duma’da bulunan fırak-ı siyasiyyenin bu babda icra edilecek ayin-i ruhaniye iştirak edip etmeyeceklerini sual etmiş idi. Novye Vremya gazetesinde okunduğuna göre Duma’daki İslam fırkası bu mes’eleyi müzakere için bir ictima’ akd ederek Duma Meclisi reisine atideki mektubu göndermeye karar vermiştir: Romanof Hanedanı üç yüzüncü sene-i devriyyesinin bir ehemmiyet-i aliyyeyi haiz bulunduğunu tasdik eden Duma hususunda riyaset-i aliyyenizden vuku’ bulan teklifi tasvib eylemekte ise de müteşebbislerin bu hususdaki merasime dini bir şekil vermek istemeleri üzerine İslam fırkasının esbab-ı ma’lumeden dolayı merasim-i mezkureye maatteessüf Ufa’da Medrese-i Aliyye-i Diniyye’ye müdavim talebe-i ulum efendiler programların münasebetsizliğine cihan-ı beşeriyyet saha-i tekamülde elektrik sür’atiyle ilerlerken medresede hala Kurun-ı Vusta usulünde fikir öldüren hurafelerle dimağlarının öldürülmesine mesailerinin heder olmasına artık tahammül edemeyerek derslere ve hocalara karşı fikri açık tehlikeyi görür seksen kadar talebe grev i’lan etmişler; dersler düzelmedikçe programlar dirayetle mümtaz muallimler ta’yin edilmedikçe medreseye ve derse devam edemeyeceklerini i’lan etmişlerdir. Büyüklerin uyumasına mes’ul dimağların hay u huy-ı ihtirasat peşinde koşmasına millet-i İslamiyyenin yürüdüğü müdhiş uçurumun dehşetine karşı bir sada-yı tahsin etmemek mümkün değildir. Uyumuşların uyanması kopacak kıyametin dehşet-i fecayi’-engizini görmeye şimdiden hazırlanmalı. Rusya hükümdar hanedanının üç yüzüncü sene-i devriyyesi münasebetiyle Rusya’da icra edilen şenliklere ve merasime Rusya müslümanları da iştirak etmişlerdir. Orenburg müftisi ile Zakafkaz şehri reisü’l-uleması müslümanlara hitaben bu vesile ile beyannameler neşr eyledikleri gibi Romanof Sülalesi müteveffa hükümdarlarının istirahat-i ruhları zatların dualarını kabul etmiştir! Rusya’nın nim-resmi gazetesi olan Russia gazetesi müslümanların gösterdikleri bu hareketlerden bahs ettiği sırada şu yolda idare-i lisan ediyor: “Rusya tebeasından olan müslümanlar Rusya’nın Rus olmayan diğer unsurlar arasındaki tebeası içinde en sadakatli ve en emniyetli halk teşkil ederler. Aferin; işte böyle olmalı; daima efendilerinin muhabbetini kazanmalı! Müslümanlar en korkunç günlerde Rusya’dan ayrıldılar Rus milleti ile beraber vatanın muhafazasına çalıştılar. Rusya’dan muhaceret eden müslümanların ekserisi fırsat elverince yine Rusya’ya dönüyorlar. Bu hal onların Rusya’da mes’ud olduklarına delildir. Müslümanlar yalnız Hilafet’e tabi’ oldukça mes’ud olmamışlardır. Ondan yakayı sıyırınca müstağrak-ı saadet olmuşlardır. “Müslümanların aziz vatanları olan Rusya’ya ve saltanat makamına olan muhabbet ve sadakatlerini burada zikr ederek devamını arzu eyliyoruz.” Vakit refikımızın istihbarına nazaran Bakü ağniya-yı İslamiyyesinden Hacı Zeynelabidin Tagıyef Efendi Bakü’de İslam kızlarına mahsus bir darülmuallimat te’sisi için ruble ihda eylemiştir. Müşarun-ileyh daha yakınlarda yüz bin ruble sarf ederek tirmiş idi. Yeni i’ta olunan meblağ-ı azim ile inas rüşdiyeye ve terbiye tedris edilecektir. Kafkasya’da İslam muallimeler yetiştirmeye mahsus bir müessese-i İslamiyye bulunmadığından allime tedarik olunamıyor idi. Zeynelabidin Efendi’nin bu himmet-i aliyyesi umum Kafkasya İslamları için fevkalade haiz-i ehemmiyyettir. Zaten son vakitlerde Kafkasya İslamları arasında maarife ve ba-husus gerek zükura ve gerek inasa mahsus mektepler te’sisine şedid bir muhabbet ve heves peyda olmuştur. Romanof Hanedan-ı Hükümdarisi’nin üç yüzüncü sene-i devriyyesi münasebetiyle Petersburg’a gelen Buhara emirine Rusya imparatoru tarafından ızhar olunan fevkalade asar-ı iltifat ve bu münasebetle neşr edilen beyanname-i mız ma’lumat-ı atiyyeyi i’ta ediyor: Buhara emiri maiyyeti erkanıyle beraber teşrifat arabaları ile “Çarskoye Selo” Sarayı’na gelip büyük salonda Rusya imparatoruna mülakı olmuşlardır. Her iki hükümdar maiyyetleri erkanını yek diğerine takdim eylemişlerdir. Resm-i takdimin hitamında her rin getirdiği hediyeleri gözden geçirmiştir. Mülakatı müteakıb sarayda keşide olunan büyük zıyafette emir imparatorun sağ tarafında ahz-i mevki’ eylemiş ve zıyafette başvekil merasim-i fevkalade ile saraydan avdet eylemiştir. İmparator Buhara hanına “aliyet”? ünvanını bahş etmiştir. Rusya imparatoru Buhara emirine hatt-ı destiyle yazılmış atideki nameyi göndermiştir: “Cenab-ı ali! pederim Üçüncü Aleksandr’ın isrine ıktifaen Buhara Emareti’ne karşı münasebat-ı dostane ve haseneyi idame etmek emel-i hassımdır. Buhara’da emn ü asayişin takarruru ve ticaret ve sanayiin terakkısi memnuniyetimi bais oluyor. Buhara Hanlığı sekenesinin ıslah ve terfih-i ahvali hususunda ibraz buyurduğunuz asar-ı gayret memnuniyetimi mucib olmuştur. Teveccühüme bir alamet-i zahire olmak üzere murassa’ çerçeveli bir kıt’a fotoğrafımı ihda eyledim. Zir-destanınızın bir kat daha terakkı ve refahı hususunda tedabir-i hakimaneye muvaffakıyetinizi eltaf-ı Huda’dan temenni ederim.” Hey’et-i tahririyyemizden Ferid Beyefendi’nin validesi hanım bu hafta içinde irtihal-ı dar-ı baka eylemiştir. Müşarun-ileyha asil ve necib bir aile erkanından ve salihat-ı nisvan-ı İslamiyyeden idi. Memlekete Ferid Bey gibi bir necl-i fazıl yetiştirmeye muvaffakıyeti ile’l-ebed hayır ile yadına vesile olacaktır. Cenab-ı Hakk merhumeyi mazhar-ı gufran ve Ferid Beyefendi ile efrad-ı ailesine de sabr-ı cemil _______________________________________________ Tesviye-i hesaba ve ceridenin intişarına himmet buyuran muhterem kari’lerimize bilhassa teşekkürler olunur. Kariin-i kiram bu hususda himmet gösterdikçe Sebilürreşad da her türlü fedakarlık ihtiyarından çekinmeyecektir. Sebilürreşad aile-i fikriyyesine dahil olan her müslüman o ailenin tevessüüne gayret etmek vazife-i vicdaniyyesiyle mükelleftir. Sebilürreşad bir müessesedir bir İslam müessese-i ilmiyyesidir ki terakkı veya tedennisi ile bütün müslümanlar alakadardır. Bizim gösterdiğimiz fedakarlığa kariin-i kiramın müslüman kardeşlerimizin himmetleri de inzımam ederse Allah’ın cektir. Allah çalışanlarla beraberdir. nımefendi hazretlerine.–İslam’ın tealisinden başka bir şey düşünmeyen Sebilürreşad hakkında lütfen ibzal buyurulan teveccüh ve muavenet-i aliyye-i kerimanelerine samim-i kalbimizden arz-ı teşekkürat-ı bi-payan eyleriz. ___________ “Oğullarım gidiniz de Yusuf’la kardeşini araştırınız; hem sakın Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz; zira kafirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kesmez.” Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak... Bilmem ki ölüm var mıdır ondan daha alçak! Dünyada inanmam hani görsem de gözümle: Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir” Davransan a... Eller de senin baş da senindir! His yok hareket yok acı yok... Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin. Kurtulmaya azmin ne için böyle süreksiz? Kendin mi senin yoksa ümidin mi yüreksiz? Atiyi karanlık görüvermekle apıştın! Esbabı elinden atarak ye’se yapıştın! Karşında ziya yoksa sağından ya solundan Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan. Alemde ziya kalmasa halk etmelisin halk! Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam kalk! Herkes gibi dünyada henüz hakk-ı hayatın Varken hani herkes gibi azminde sebatın? Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun. Ümmide sarıl sımsıkı seyret ne olursun! Azmiyle ümidiyle yaşar hep yaşayanlar; Me’yus olanın ruhunu vicdanını bağlar La’netleme bir ukde-i hatır ki: Çözülmez... En korkulu cani gibi ye’sin yüzü gülmez! Madam ki alçaklığı bir ye’s ile şirkin; Madam ki ondan daha mel’un daha çirkin Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i iman Nevmid olarak rahmet-i mev’ud-i Huda’dan Hüsrana rıza verme... Çalış... Azmi bırakma; Kendin yanacaksan bile evladını yakma! Evler tünek olmuş ötüyor bir sürü baykuş... Sesler de: “Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!” Lakin hani milyonları örten şu yığından Tek kol da “Yapışsam...” demiyor bir tarafından! Sahipsiz olan memleketin batması haktır; Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır. Feryadı bırak kendine gel çünkü zaman dar... Uğraş ki: Telafi edecek bunca zarar var. Feryad ile kurtulması me’mul ise haykır! Yok yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır! “İş bitti... Sebatın sonu yoktur!” deme yılma. Ey millet-i merhume sakın ye’se kapılma. Sahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib AHLAK-I İSLAMİYYENİN ESASLARI Bir de şu ehadis-i şerifeyi okuyalım: “ Afv yapılmaya en ziyade şayeste olan şeydir.” “ Şübhesiz Allah teala Afüvv’dür ve afvı sever.” : “ Musa bin İmran: Ya Rab Sen’in nezdinde kullarının en azizi kimdir? diye sordu. Muktedir olduğu zaman mağfiret edendir! cevabını aldı.” “ Her kim yevm-i kıyamette Bari teala tarafından bünyan-ı makamı i’la edildiğini derecatı ref’ olunduğunu isterse kendisine zulm edeni afv etsin kendisini mahrum edene versin kendisiyle görüşmek istemeyenle görüşsün kendisine fena söz söyleyene hilm ile mukabele etsin.” “ Yevm-i kıyamette kullar huzur-ı Bari’de durduğu zaman bir münadi; ‘Her kimin Allah üzerinde ecri varsa kalksın da cennete girsin!’ diye bağıracak. ‘Allah üzerinde ecri olanlar kimler imiş?’ diye sorulacak ve; ‘Nası afv edenler!’ cevabı verilecek. Bunun üzerine şu kadar bin kimse kalkacak ve muhasebeye uğramaksızın cennete girecek.” “ Kudret halinde afv eden kimseyi Allahu teala yevm-i usrette yani kıyamet gününde afv eder.” “ Afv kulun izzetini artırmaktan başka bir şey yapmaz. Öyle ise afv ediniz ki Allah sizi aziz etsin. Tevazu’ da kulun rif’atini artırmaktan başka bir şey yapmaz. Öyle ise tevazu’ ediniz ki Allah sizin mertebenizi yükseltsin.” “ Her kimin yanına kardeşi i’tizar ederek gelirse ister haklı olsun ister haksız özrünü kabul etsin; böyle yapmazsa havuz başına gelemez!” “ Her kim kendisine karşı kardeşi bir özür ile i’tizar eder de kabul etmezse haksız vergi tarh eden kimse kadar üzerine günah almış olur.” Tercüme ettiğimiz ayat-ı kerimeden vezaif-i adle temas edenlere dikkatle bakılacak olursa görülür ki seyyieye misliyle mukabele halinde de bir insan gördüğü muameleden başkasını yapmaya me’zun değildir. Zira zulm etmiş olur. Bu ruhsat ibzal edilirken “Umulur ki Allah’dan ittika edesiniz” “Allah’dan ittika ediniz ve biliniz ki Allah müstakımlerle beraberdir” ve “Allahü teala zulmedenleri sevmez” denildiğine bakılırsa bir müslüman Allah’ın sevmediği ve Allah’dan korkmaz kullar zümresine dahil olmamak için mümkün olduğu kadar azimet cihetine meyl etmeye kendi vicdanını sevk etmek vicdanını terbiye etmek iktiza eder ki iradeye tealluk eden bu terbiye-i aliyye onu nasıl olsa birinci mertebedeki zümre-i mükellefin miyanına idhale yol açar. Nitekim muhasebe-i nefse ıslah-ı kalbe tezkiye-i ruha i’tina eden müslümanlar şerre karşı şer ile mukabele şöyle dursun bir zulüm ve hakaret gördüklerinde işi Allah’a havale etmeyi tercih ederler ve zalime beddua etmeyi bile hatıra getirmezler. Bir malları sirkat olunsa onu ma’lum bir hadis-i şerif-i Nebeviye istinaden sarika sadakaten verilmiş addederek kalblerini onunla meşgul etmezler. Urafa-yı İslam’dan Rebi’ bin Haysem namazda iken gözünün önünde yirmi bin dirhem kıymetindeki bir atı çalınmış; ne namazını bozmuş ne de namazdan sonra aramak zahmetini ihtiyar etmiş. Sirkati haber alan bir takım kimseler nezdine gelip teselli vermeye başlayınca; “Ayol o atı herif çözerken benim gözüm görüyordu. Fakat ben o zaman daha ziyade sevdiğim bir şey Bunun üzerine bu zatlar sarika beddua etmeye başlamışlar. Rebi’ ise; “Bana kimse zulm etmiş değildir.” dedikten sonra; “O adam kendi nefsine zulm etti. Zavallının kendine ettiği yetmiyor mu ki ben de ona zulm edeyim.” demiş. Selef-i salihinden biri nezdinde de bir zat meşhur Haccac-ı Zalim’e zulmünden dolayı sebbetmiş ve şu dersi almış: “Onu söğmekte o kadar ileri gitme! Zira Allahu teala Haccac’a malına canına tecavüz ettiği kimselerden dolayı ceza tertib edeceği gibi Haccac’dan yana da çıkarak onun haysiyetine tecavüz edenlere ceza verir!” Bu zatın verdiği bu ders-i terbiye şübhesiz atideki hadis-i şerifin eser-i bereketidir: “ Bir kul zulme uğrar. Derken zalime o kadar söğer ki bu sebbi git gide zalimin mikdar-ı zulmüne muadil gelmekle de kalmaz de mazlumun tecavüz ettiği mikdardan dolayı zalimin ona mutalebe edilecek hakkı geçer ki [ ] bu mikdar-ı zaid kemalinin başka yerde hasıl olduğunu bilmiyoruz. Şeriat-i Muhammediyye’nin bu beyanatı vazıhan gösteriyor ki dinimiz esere egoismeyi hod-kamlığı kabul etmemiş ve isar altruisme esasını sunuf-ı muhtelife-i beşer arasında neşr ü ta’mim için en salim tarikı açmıştır. Hod-kamlığın düşmen-i bi-emanı olduğunu – “ Düşmanlarının en zararlısı iki canibin arasındaki nefsindir!” hadis-i şerifi şübheye mahal bırakmayacak surette isbat eder. Lakin şunu da ihtar etmek elzemdir ki hod-kamlığı reddetmek ve isarı hadd-i aksa-yı kemaline sol yanağını da çevir!” emrini kanun-ı ahlak olarak kabul etmemiştir ve bunda her halde isabet etmiştir. Zira bu sözün müeddası bir kanun-ı külli olmak hasailinden mahrumdur. Böyle kanunun evsaf-ı ulviyye ile muttasıf olan nefs-i insaniyi tezlil etmesinden kat’u’n-nazar –bütün insanlar şehevat ve ihtirasattan mütecerrid farz edilmedikçe– nizam-ı nev’-i beşer için müfid addedilememesi de zaruridir. Akvam-ı nasraniyyeden hiç biri tarafından hiçbir zamanda bu kanunun düsturu’l-amel ittihaz edilmemiş olması zaten kabiliyet-i tatbikıyyesi olmadığına burhan-ı celidir. Fil-hakıka insanlar melek değildir. Melek olduklarını farz edersek o halde de kendilerinden fenalık suduru gayr-i mümkün olacağından hayrata saik ve şürurdan sarif bir kanun-ı ahlakınin vaz’ı esasen abes olmuş olur. Elhasıl kanun-ı ahlakı insanlar içindir ve insanların bunca şehevat ihtiyacat ve ihtirasat-ı gun-a-gun arasında gerek kendilerinin gerek aharın fıtraten müteveccih oldukları gaye-i kemalata reh-zenlik etmeyecek ef’al ü harekatın tabi’ olduğu kanun-ı küllinin bilumum efrad-ı nev’-i beşerce makbul ve şayan-ı ittiba’ olması her halde cümlesinin fıtrat-ı müşterekesine muvafık olmasına mütevakkıftır. Bu da şübhesiz esas-ı akliye istinad etmedikçe mümkün olamaz. Din-i İslam kanun-ı ahlakısini bu esas üzerine bina etmiş ve fazla olarak bu esasın bilumum esnaf-ı beşer arasında taammüm etmesinin bütün ebna-yı Adem’in samim-i kalbinde mahkuk olmasının çaresini de ortaya koymuştur. MU’TEZİLIN Din-i Ahmedi’nin en bariz ve en derin seciyesi tevhide vermiş olduğu ehemmiyet-i azimedir. İslamiyet vahdet-i ilahiyye akıdesi demektir. Furkan-ı Mübin şirkten maada her türlü maasinin mazhar-ı afv-ı Samedani olacağını sarahaten beyan buyurmuştur. cümlesidir. Yani hukema diyor ki: Vahid-i hakıkıden asar ve Karn-ı Evvel’de zuhur eden mütefekkirin-i İslamiyyenin bilhassa sıfat-ı ilahiyye bahsiyle uğraşmış olmaları vahdet-i şesinden neş’et etmiş olduğu şübhesizdir. Erbab-ı i’tizalin bu babdaki mutalaatı mesail-i saire için de birer bab-ı intikad küşad etmiştir. Mu’tezile sıfatın nefyi hususundaki da’va-yı musırranelerini erbab-ı felsefenin tedkıkatına istinad ettirerek de isbata çalışmışlardır. Fil-hakıka hukema da erbab-ı i’tizal gibi sıfat Allah’ın zatının aynı olduğuna kail olmuşlar ve sıfat-ı zaideyi nefy etmekle beraber eserlerini isbat mecburiyetinde bulunmuşlardır. Hukema diyor ki: “Zat-ı Akdes her şey’e alimdir. Daire-i ne zaid bir vasıf değildir. Belki ma’lumat zata münkeşiftir. Yani kaffe-i ma’lumatın zat-ı ecell ü a’lasına münkeşif olması le de ilimdir.” Hukema diğer sıfat hakkında da aynı tarzda beyan-ı mutalaa eylemişlerdir. Hukema sıfatlar zat üzerine zaid olmamasına şu suretle istidlal ediyorlar: Sıfat zat üzerine zaid olurlarsa mümkünattan olmaları lazım gelir. Çünkü mevsufa muhtac bulunurlar. Mümkün olan her şey bir illete müftekırdır. Bu illet ya zat-ı vacib veya zat-ı vacibin gayrı olur. Eğer zat-ı vacibin gayrı olursa Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı kemaliyye ile ittisafında gayra muhtac bulunması iktiza eder ki bunun külliyyen batıl olduğu şübhesizdir. des’den umur-ı mütekessirenin suduru lazım gelir. Halbuki vahid-i hakıkıden ancak vahid sadır olabileceği müsbet bir hakıkat olduğundan bu şık da mümkün değildir.” [ ] Bir de bu şık kabul edilirse vahid-i hakıkınin hem fail hem kabil olması lazım gelir ki bu da aklen muhaldir. Erbab-ı i’tizalin pek büyük bir nüfuz kazanmış oldukları bu devirlerde Ehl-i Sünnet arasında kendilerine aklen mantıkan mukabelede bulunacak zevat mevcud değildi. Ulema-yı Ehl-i Sünnet bütün bu muhakemata karşı nakli edille serdiyle mukabele etmek istiyorlardı. Ulema-yı i’tizal Yunan felsefesine vukuf peyda ettikten sonra saha-i tedkıklerini pek ziyade tevsi’ etmişlerdir. Vasıl bin Ata’nın badi-i i’tizali olan mesail-i mühimmeyi halle çalışmışlar üstad-ı mezhebin bir şekl-i mübhemde görülen fikirlerini inkişaf ettirmişlerdir. Mu’tezilenin istihrac ettikleri netayic ekser-i nikatta akıde-i Ehl-i Sünnet’le tesadüm ediyordu. Bu musademede ilk zamanlarda galebe erbab-ı ve mantıkla isbat etmeye çalışıyorlardı. Ulema-yı Ehl-i Sünnet tevfikan tenvir edecekleri yerde nakliyat ve an’anatle mukabele etmek istiyorlardı. Bu halin netice-i tabiiyyesi olarak mu’tezilin mantığın safsatalarından bil-istifade ekser fikir ve mutalaalarını herkese kabul ettiriyorlardı. Ehl-i Sünnet erbabı gelirken nakliyat ile mukabele etmek istiyorlardı. Bu hal Eş’ari’nin zuhuruna kadar devam etmiştir. Evvelce Mezheb-i bu mezhebin butlanına kani’ olmuş bütün deha-yı ilmisiyle Ehl-i Sünnet akıdesinin te’yidine koyulmuştur. Eş’ari bu mücadelede erbab-ı i’tizali akıl ve mantıka tevfikan yine kendi silahlarıyle bi-hakkın mağlub etmeye muvaffak olarak akayid-i İslamiyyeyi müdhiş hücumlardan kurtarabilmiştir. Şeyh Ebu’l-Hasen el-Eş’ari sene-i Hicriyyesinde kadem-zen-i alem-i şuhud olmuştur. Eş’ari Şafii Maliki ve Hanbeli Mezahibi’nde bulunanların i’tikadda imamıdır. Hanefiyyü’l-mezheb olanların i’tikadda imamı ise Ebu Mansur Matüridi hazretleridir. Matüridi Semerkand taraflarında Ebu Hanife mezhebinin te’yidine çalıştığı esnada Irak cihetlerinde de Eş’ari’ye daha büyük ve daha ağır bir vazife teveccüh ediyordu. Fil-hakıka Abbasilerin edvar-ı evveliyyelerinde erbab-ı edebilecek hiçbir kimse göremediklerinden istedikleri gibi atıp tutuyorlar hulefa-i Abbasiyyeden bir çoklarını da tarafdar kazandıkları cihetle Ehl-i Sünnet müntesibinini amansızca ezmekten ictinab etmiyorlardı. Eş’ari erbab-ı i’tizalin galebe-i kamile ihraz etmiş oldukları böyle bir zamanda metin ve Huda-pesend bir azim ile ortaya atılmış ve hakıkaten şayan-ı takdir bir deha göstermek suretiyle akayid-i esasiyyeyi kurtarabilmiştir. Eş’ariler ile Matüridiler arasında da kırk kadar mes’elede ihtilaf varsa da mesail-i mezkure fer’iyata aid olduklarından her iki mezheb tarafdaranı da yek diğerlerine ızhar-ı hürmetten geri kalmamışlar birbirlerinin akıdelerini tezyif şevaibinden tenezzüh eylemişlerdir. Müteahhirin-i ulema-i İslamiyyeden Şeyh-zade Abdurrahim merhum Eş’arilerle Matüridiler arasında muhtelefün-fih olan mesaili Nazmu’l-Feraid ünvanlı kitabında cem’ ederek bu babda tedkıkat-ı mühimmede bulunmuştur. Eş’ari kırk sene kadar Mezheb-i İ’tizal’e intisab etmiş ve rüesa-yı Mu’tezile’den Cübbai’nin hizmetinde bulunarak mezaya-yı zile derecesine irtika eylemişti. Tarih-i Ebi’l-Fida’nın beyanına nazaran müşarun-ileyh tarihinde maskat-ı re’si olan Bağdad’da irtihal-i dar-ı baka ederek Meşreatü’z-Zevaya nam mahalde defn edilmiştir. Garibdir ki Eş’ari ve tarafdaranı akayid-i Ehl-i Sünnet’i te’yid için harika-nüma bir cesaret ve deha ile ortaya atılmış oldukları halde minnetdarlığa bedel Bağdad’da bulunan Hanbelilerin buğz ve husumetini celb eylemişlerdi. Hatta Hanbelilerden mutaassıb ve cahil bazı eşhas-ı sefile Eş’ari ve tarafdaranını küfür ile ithama ve demlerinin mubah olduğunu i’lana kadar varmışlardı. Bu derbederler bu kadarla da iktifa etmeyerek hazret-i şeyhin irtihalinde kabrini açıp cesedini ihrak edeceklerini bi-perva söylüyorlardı. Bir münasebetsizliğe meydan bırakmamak için müşarun-ileyhin Eş’ari’nin validesi reisü’l-Mu’tezile Ebu Ali Cübbai’nin taht-ı nikahında idi ve Eş’ari Cübbai’nin dest-i terbiyetinde perveriş-yab-ı kemal olmuştu. Eş’ari ile üstazı arasında cereyan eden bir mübahase neticesinde idi ki müşarun-ileyh Mezheb-i İ’tizal’den külliyyen rücu’ ederek Ehl-i Sünnet Mezhebi’ni iltizam etmiş ve bakıyye-i hayatını bu mezhebin te’yidine hasr eylemişti. Eş’ari ile Cübbai’nin muhavereleri şu suretle cereyan etmişti: Eş’ari – Biri muti’ diğeri asi ve üçüncüsü sağır olarak vefat eden üç birader hakkında ne re’yde bulunursunuz? Cübbai – Evvelkisi müsab ikincisi duçar-ı ıkab ve üçüncüsü de ne muakab ve ne de müsab olur. Eş’ari – Ya üçüncüsü Cenab-ı Hakk’a tezallüm-i hal ederek: “Ya Rab! Beni ne için hal-i sıgarımda imate ettin de büyümeye bırakmadın? Büyümüş olsaydım ben de belki mü’min ve muti’ bir kulun olurdum da şimdiki gibi fazl u Zat-ı Bari buna ne cevap verir? Cübbai – Sen büyüseydin asi ve binaenaleyh müstahıkk-ı azab olacaktın! Bu sebebden senin çocuk iken ölmekliğin hakkında hayırlı olduğundan sıgar-ı sinninde ruhun kabz olundu.” der. Eş’ari – Öyle ise ikincisi de; “Ya Rab! Madam ki benim de büyüyünce sana asi olacağımı bilirdin niçin beni de kardeşim gibi hal-i sıgarımda imate etmedin de şimdi azaba duçar ediyorsun?” derse buna ne cevap verilir? Eş’ari’nin bu son suali Cübbai’yi mebhut bırakmıştı. Çünkü Mezheb-i İ’tizal’e göre bu suale cevap i’tası gayr-i mümkün olduğundan Eş’ari hem üstazını ve hem Mezheb-i miyle Ehl-i Sünnet akıdesinin i’la ve te’yidine hasr etmiştir. Eş’ari’nin bir çok müellefatı vardır. Alem-i İslam ve bilhassa Ehl-i Sünnet müntesibini ebediyyen kendisinin minnetdarıdır. Mütefekkirin-i Mu’tezile usul i’tibarıyle felsefe-i akliyye rationalisme tarafdarı addolunabilir. Maamafih erbab-ı lere saplananlar da az değildir. Mesela fırak-ı Mu’tezile’den “İskafiye”ler Zat-ı Bari’nin ukalaya zulm etmeye kadir olmayıp çocuklara ve mecnunlara zulm edebileceği i’tikad-ı acibine kapılmışlardı. “Hişamiye”ler ise Hazret-i Osman’ın ne muhasara edildiğine ve ne de katl olunduğuna inanmayarak mütevatiren sabit olan bir vak’a-i tarihiyyeyi inkar etmişlerdir. Yine erbab-ı i’tizalden “Salihiye”ler ilim kudret irade sem’ ve basar sıfatlarının meyyitle de kaim olabileceği akıde-i mudhikesini ortaya atmışlardır. “Habitıye”ler de; “Alemin iki ilahı olup birisi kadimdir ki Cenab-ı Hakk ve diğeri muhdesdir ki Hazret-i Mesih’dir.” gibi hezeyanlarda bulunmuşlardır. Fırak-ı Mu’tezile’den “Hadebiye”ler ise tenasüha kail oldukları gibi her hayvanın da mükellef bulunduğunu i’tikad ederlerdi. Mezheb-i İ’tizal salikleri arasında bu gibi saçma sapan hezeyanlarda bulunanlar az değildir. Fakat şurasını da i’tiraf etmelidir ki Abbasilerin edvar-ı evveliyyesinde erbab-ı i’tizalin o derece nüfuz u kudret kesb etmeleri Ehl-i Sünnet ulemasının mükemmel ve muntazam bir usul-i mantıkı ile akıde-i esasiyyeyi müdafaaya adem-i bab-ı i’tizal arasında ilmen fazileten pek büyük mütefekkirler pek muktedir müttecirler yetişmiştir. Bu büyük simalar Alem-i İslam’ın terakkı-i fikrisine pek çok hizmet etmiş oldukları gibi Ehl-i Sünnet’i akaid-i esasiyyenin müdafaa ve muhafazası için bezl-i mesaiye mecbur bırakmışlardır. Erbab-ı i’tizal arasında Zemahşeri derecesinde müfessirin yetişmiş olduğu gibi hikemiyat ve felsefede pek derin bir deha göstermiş olan ekabirin bir çokları da bu mezhebe tarafdar bulunmuşlardır. Mu’tezilin kaza ve kader mes’elesinde; “Abd kendi fiilinin halikıdır; küfür zulüm şerr ve maasi Cenab-ı Hakk’ın takdiriyle değildir.” re’yini iltizam etmişlerdir. Vasıl diyordu ki: “Zat-ı Akdes hakim ve adil olduğundan kendisine küfr ve şer izafesi caiz değildir. Emr ettiği ve ibadına hükm ettiği şeyin hilafını irade etmesi ve bunun üzerine tecviz edilemez. Şu halde hayır ve şerrin iman ve küfrün taat ve ma’sıyetin faili insanlardır. Ef’al-i beşeriyye üzerine ceza terettübü de bundan naşidir.” Mu’tezilin te’yid-i müddea Uzama-i Mu’tezile’den Ebu’l-Huseyn ve etbaı; “İnsan ef’al-i ihtiyariyyesinin mucididir.” dedikleri gibi insanın kendi ef’alini icad etmesinde zaruret bulunduğunu da iddia eylemişler ve demişlerdir ki: “Herkes ale’l-ade yürümekte olan bir kimsenin hareketiyle mürte’işin hareketi arasında kezalik ihtiyarıyle minareye çıkan kimse ile kazara minareden sükut eden kimsenin hareketleri arasında bir fark bulunduğunu anlar. Bunlardan birinci nev’ hareketlerin ihtiyar ve devaiye müstenid olduklarını tasdik eder. Çünkü ihtiyar ve devai olmasaydı bu hareketlerin zuhura gelemeyeceğini takdir edebilir. Halbuki son iki hareket mürte’işle sakıtın hareketleri böyle değildir. Çünkü bu hareketlerde irade ve devaiden hiçbir şey yoktur. Ebi’l-Huseyn’den başka diğer mu’tezilin insanın kendi ef’alinin halikı olduğuna istidlalen; “Eğer insan ef’alinin halikı olmayıp da ef’al-i beşeriyye mahluk-ı ilahi olsaydı kaide-i teklif medh u zem sevab u ıkab gibi şeylerin kaffesinin batıl olmaları lazım gelirdi.” demişlerdir. Çünkü bir insan kendi fiilinin mucid-i müstakılli olamayınca ona; “Bunu yap şunu yapma!” tarzında emir ve nehiyde bulunmak aklen sahih olmaz. Hatta bi’sete bile lüzum kalmaz. Ve insanlar fiillerinin halikı olmadıklarından kendilerine peygamber göndermekten hiçbir faide hasıl olamaz. Erbab-ı i’tizal bu mes’elede te’yid-i müddea için bervech-i bala edille-i akliyyeyi serd etmiş oldukları gibi aynı zamanda nusus-ı şer’iyyeden de ihticaca kalkmışlardır. Gerek mu’tezilinin istidlalatına ve gerek Ehl-i Sünnet tarafından bu istidlalata verilen mukni’ cevaplara dair Seyyid Şerif Cürcani Şerhu Mevakıf’da tafsilat-ı lazime vermiştir. Erbab-ı i’tizal insandan sudur eden ef’alin mucid ve halikı kendisi olduğu akıdesini kabul etmiş olduklarından “tevlid” kaidesini vaz’ etmek mecburiyetinde bulunmuşlardır. Mu’tezile diyorlar ki: “Bir fiilin fi’l-i aharın tevassutuna muhtac olmaksızın failden suduru mübaşeret tarikıyledir. Fi’l-i aharın tevassutuyla suduru ise “tevlid” tarikıyledir. Çünkü kasda mukarin olmayan fi’l-i mürettebin izahı ancak bu suretle mümkün olabilir.” Tevlid bir insanın yaptığı bir işin başka bir işi müstelzim olması demektir. Mesela elin hareketi anahtarın hareketini tevlid eylediği gibi. Şu halde Mu’tezile’ye göre “elem” darbdan ve “inkisar” kesrden tevellüd etmiş oldukları için bunlar mahluk-ı Huda değillerdir. Rüesa-yı Mu’tezile’den Vasıl refah ve felaket sıhhat ve maraz mevt ve hayat gibi ahval-i hariciyyeye aid olan umurda “kader”i kabul ediyordu. Ta’bir-i digerle Vasıl cismani fatalizme tarafdar bulunuyordu. Fakat ruhani ve ahlakı fatalizmi şediden red ve inkar eylemiştir. Akaid-i İslamiyyeye dair neşr edeceğimiz bu makaleler “ el-Menar ” mecelle-i İslamiyyesi sahibi ulema-yı mütebahhirinden Şeyh Reşid Rıza Efendi hazretlerinin “ Emali-i Diniyye ” ünvanı altında mezkur mecellede neşr etmiş olduğu derslerden muktebesdir. Fazıl-ı müşarun-ileyh bu dersleri Mısır’daki Şemsü’l-İslam Cem’iyeti’nin verdiği bir karar üzerine mezkur cem’iyet tarafından haftada bir gün akd edilen vuku’ bulan rica üzerine derslerin hulasası el-Menar’da da neşr edilmiştir. Fazıl-ı müşarun-ileyh takrir etmiş olduğu bu derslerde akaid-i İslamiyyenin esaslarını teşkil eden en mühim mes’eleleri mevzu’-ı bahs ederek onları ayat-ı Kur’an şöyle demiş diğeri de böyle cevap vermiş.” gibi lüzumsuz kil ü kallerden tamamen ictinab ile basit bir surette akaid-i duğu bu dersleri mes’ele şekline ifrağ ederek onları yek diğerine karıştırmaksızın her birisini bir ser-levha altında ayrı ayrı izah ve beyan etmiştir. Fevaid-i külliyyeyi mucib olacağı mülahazasıyle tercüme ve iktibası münasib görülmüştür. da deveran eden sözler herkesin kulaklarını çınlatıyor. Evet herkes İslam’ın bulunduğu şu hal-i esef-iştimalden müştekidir. Bu böyle olduğu gibi mübtela olduğumuz bela-yı mübinin düştüğümüz husran-ı azimin ilacı eslaf-ı evvelinin asarına olduğunu da anlamayan hiçbir kimse kalmadı. Herkes diyor ki: “İslamları bu halden kurtaracak yegane çare her şeyi bırakarak din-i İslam’a iyi sarılmak olacaktır.” Öyle ise “din” nedir? Evvela bunu anlamak lazımdır. Ulemamız dini şu suretle ta’rif ediyorlar: “Din bir kanun-ı ilahidir ki; ukul-i selime erbabını kendi ihtiyarlarıyle hal-i hazırda tekmil-i havayic-i zaruriyyelerini istikbalde fevz ü necata hayat-ı sermediye nail olmalarını te’min edecek şeylere onları her zaman saadet ü selamete eriştirecek yollara sevk eder.” Evet; din öyle bir kanundur ki; aklı başında olup da kendisine ittiba’ edenleri hem dünyada hem de ahirette saadete erdirir. Pek a’la! Şimdi elimizi vicdanımıza koyup da düşünürsek bu ta’rif tam ma’nasıyle bize muvafık mı? Biz dünyada mes’ud muzaffer bir halde miyiz? Hayır! Bugün biz bütün ümmetlerden bil-cümle kabilelerden geride bulunuyoruz! O kadar ki bir devlet sahibi olmayan Yahudiler bile ilim servet uhuvvet-i milliyye ile yek diğerine olan irtibatlarıyla bize faiktirler. Hatta Hind’de bulunan veseni taifesi bile ulum u fünunda hıref-i sınayi’de zimam-ı idareyi iyi tutmak hususunda müslümanları çoktan geçmişlerdir. Halbuki müslümanlar adeden pek az oldukları bir zamanda bile her hususda onların üzerine seyyid hakim idiler. Daha yakın zamana gelinceye kadar da hiçbir veseni komşuları olan müslümanların vardığı gayeye vasıl olmak kudretini haiz değildi. Bir müslüman çıkıp da yüz veseniye karşı bir kere şiddetle sayha ettiği vakit o müslümanın ecdadından tevarüs ettiği asardan bakı kalan bazı mezaya sebebiyle o veseniler koşa koşa firar etmeye mecbur olurlardı. Ne kadar şayan-ı taaccübdür ki saadet ü selamete erdirmek dinlerinin mefhumunda dahil bulunuyorken bugün fevz ü felaha nail olmuş yahud saadet ü selamet yollarını anlamış tam ma’nasıyle istiklalini muhafaza etmiş hiçbir Binaenaleyh dinin ta’rifinin kendimize muvafık gelmemesi kendimizi o ta’rifin haricinde görmemiz delalet ediyor ki; biz daire-i dinden haric bulunuyoruz gittiğimiz yol din yolu değildir! Bu sözümle; bugün müslümanız iddiasında bulunanların hiç birisi de müslüman değildir! demek istemiyorum. Ben ancak şunu anlatmak isterim: Bugün her tarafta bulunan müslümanların hali gösteriyor ki müslümanların hey’et-i mecmuası dinin evet tabiatıyle saadet ü selamete müeddi fevz ü felahı müstelzim olan –nasıl ki dine karşı olan merbutıyetleriyle bizi sebkat eden ecdadımızı selamete eriştirmiştir– din-i kavimin ahkamından inhiraf etmişler dinin ta’yin etmiş olduğu hududun haricine çıkmışlardır. Dinin ta’rifi sarahaten gösteriyor ki: Din erbab-ı dini hem dünyada hem ahirette saadete isal eder. Binaenaleyh bizim dünyada saadet ü selamete adem-i vusulümüz saadet ü selametten bil-külliyye mahrumiyetimiz öbür saadete –ahiret saadetine– de vasıl olamayacağımıza el-iyazü billah ondan da mahrum kalarak dünya ve ahirette hüsran-ı azim içinde kalacağımıza bir delildir. Çünkü dinin ta’rifinde ehl-i dini saadete erdireceği tasrih edildiği halde bugünkü müslümanların dünya saadetinden mahrum bulunmaları hiç şübhe yok ki ala-vechi’s-sahih dine mütabeat etmemelerinden onun gösterdiği yolu gaib etmelerinden ileri gelmiştir. Eslaf-ı izam ile bizim aramızda yapılacak bir mukayese bu hakıkati pek açık bir surette anlatıyor. Maa-haza –mesela ind-i ilahide makbul rıza-yı Bari’ye muvafık olan salatın fuhşiyattan münkerattan nehy etmesi lazım olduğuna; zekatın fevaid-i ictimaiyyesine– dair beyanatta bulunurken bu ciheti daha ziyade tafsil edeceğiz. Dine muhalif olarak aramızda şüyu’ bulan ahkam ve akaid-i fasideden birisi de gerek avamm-ı nasın gerek havass-ı ümmetten geçinenlerin –kendimizle dinde bize muhalif olanları kasd ederek– “ Dünya onlar için ahiret de bizim içindir” diye daima dillerine dolamakta oldukları batıl sözlerdir. Halbuki bu i’tikadın ne kadar batıl olduğu sarahat-i Kur’an iyyeye muhalif olmasından ma’lumdur. Zira Cenab-ı Hakk; ayet-i kerimesiyle zineti tayyibat-ı rızkı müstakıllen mü’minler için kıldığını gösteriyor. Hatta demeseydi gayr-i müslimlerin de bu zinetten bir şey’e müstahak olacakları bilinmezdi. Dinimiz bu yolda emr ediyorken; “Bizi saadet-i dünyadan mahrum bırakan terakkımize engel olan dindir!” demek kadar cehalet olur mu? Ehl-i dinin zühd ü meskenette Kur’an-ı Kerim’e muhalefet etmek hususlarındaki ifratlarıyla evailde bulunan ruhbanların haline müşabih bir derekeye rucu’ etmelerinden büyük dine karşı daha ne gibi bir cinayet tasavvur olunur? Diyanet-i İslamiyye ile dünyanın izzeti serveti sultanı tev’emdirler; her ikisi birlikte irtifa’ ettikleri gibi yine her ikisi bir olarak inhitata yüz çevirirler. Servet neşr-i ulum saltanat bulunmadıkça dinimizi muhafaza etmek doğruya Kur’an’a muhalif olup da aramızda şüyu’ bulan bu gibi akaid-i fasidedir ki bizi bulunduğumuz şu vadi-i hızlana yuvarlayıp getirmiş millet-i İslamiyyeyi hak-i helake serivermiştir. BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA Yine vesaiti çoğaltarak daha şimdi söylediğim şeyden gaflet ettin. Ben diyorum ki: “Allah peygamber kendi muradlarını efsah-ı lisan ile beyan etmeye başkalarından daha ziyade kadirdirler. Bir de; “Hazret-i Peygamber’in sav beyanatı ümmete kafi değildir!” demek; “Allah’ın risaletini ümmete bi-hakkın tebliğ etmedi.” demektir. Pek a’la; şimdi bunu söylemeye kim cür’et edebilir? Teallüm-i Arabi’ye gelince: Erbab-ı ukule göre bu en kolay umurdandır. Bu babda fazla söze ne hacet! “Din”in daileri mürşidleri; Acemleri tahsil-i Arabi’ye sevk ettikleri zamanlar Acemlerden Lisan-ı Arabi’de gayet fasih beliğ şairler hatibler zuhur etmesi bu hakıkati izah etmez mi? Binaenaleyh Lisan-ı Arabi ahsen-i lügatten birisi yahud doğrudan doğruya ahsen-i lugat; ancak budur! Biz görüyoruz ki çocuklar; mekteplerde medreselerde hem tehzib-i ahlak hem selamet-i zevk hem de sühulet-i nutk i’tibarıyle Lisan-ı Arabi’den pek dun bir mertebede olan bir çok lisanları ta’lim ediyorlar. Şimdiki insanların zihinleri akılları gerek müctehidin zamanındaki insanların gerek onlardan sonra bulunan mesela Zemahşeri Şeyh Abdülkahir-i Cürcani Sükaki ve bunların emsali zevatın ezhan u ukulünden pek ziyade zaiftir; bunda kat’iyyen şekk ü şübheye mahal yoktur. Bu babda delil pek çok ise de ben bir tanesini zikr ile iktifa edeceğim: Gerek İstanbul’un Fatih Cami’-i Şerifi’nde gerek Mısır’ın Cami’u’l-Ezheri’nde yirmi sene tahsil-i Arabi ile uğraştığımız halde kelam-ı Arabiyi layıkı vech ile anlıyamıyoruz. Hocalarımızın kendi hocalarından telakkı edip de bize öğrettikleri şeylerden daha doğrusu sıra derslerinde ta’kıb edilen kitaplardan başka elimize Arabca bir kitap geçti mi dayanıp kalıyoruz da haşiye şerh aramaya sonra da o haşiyeyi anlamak için diğer bir haşiye taharrisine şitab ediyoru[z]. Rica ederim; hayatın hakkıyçün olsun sözü tekrar etmeye beni mecbur etme! Sana daha şimdi söylemiştim: Bu gibi haller ümmete arız olan bir maraz-ı ictimaidir ki buna mualece tertib ederek ümmeti bundan kurtarmak bizim üzerimize terettüb eden bir vecibedir. Ne zaman bu maraz-ı müzminin ilac-ı hakıkısine isabet edersek o zamandan i’tibaren bu maraz zail olup gider de insanların terakkısi hakkında cari olan sünnet-i ilahiyye bizim milletimizde de zahir olur. Nasıl ki hem lisanlarında hem de ulum-ı sairede ileri giden milel-i sairede bu sünnet-i ilahiyye bahiran görülmektedir seni kat’i olarak te’min ederim ki bir talebenin büleğa-yı Arabın her kelamını anlayacak derecede bir katib bir hatib olabilmesi için usul-i ta’limi güzel bilen bir kimseden beş sene Arabiyet görmesi kafidir. Lakin –maatteessüf– Fatih Cami’-i Şerifi’nde Mısır’ın o büyük Cami’u’l-Ezheri’nde dersiamlık yapanlar bu usulden bi-haber oldukları gibi kendilerinden olmayan ve fakat bu usulü bilen kimseleri de kabul etmezler. Eğer benim sözümü tasdik etmezseniz tecrübe edin! Hem bu vazifeyi kendim bizzat ifa ederim yahud hakkıyle ifa edeceğine kendim kadar emin olduğum bir kimseye sizi delalet ederim. Söylemiş olduğun bu şeyleri şimdi ne inkar edebilirim ne de teslim. Söylediğin şeylerin doğru yahud yalan olduğu bence ma’lum değildir. Binaenaleyh bunları bırakalım da bana diğer mukaddimelerini de söyle! Zira ben seni görüyorum ki aylarca mutalaasıyle zihin yorduğum mesailden büsbütün başka olan bir takım mes’eleler icad ediyorsun. Benim mutalaa ettiğim mes’elelere hiç yanaşmıyorsun bile. Rica ederim netice-i kelamda olsun tedkık ve mutalaasıyle meşgul olduğum mes’eleye bir münasebet getir de ona dair müzakerede bulunalım! üçüncüsünü de arz ediyorum: tebliğ etmiş olduğu din-i mübini hazır yazılmış ve daima aramızda okunan Kitab-ı İlahi’den ma’mulün-biha olan sünnet-i seniyyeden fehm ü istihrac etmekten aciz olsalardı Cenab-ı Allah celle celalühu o Kitap ve Sünnet’teki ahkam siret uyanık olmalarını emr etti: akaid-i diniyyesini berahin-i kat’iyye ile almalı; ahkam u adab-ı diniyyenin kendi maslahatine milletinin kaffe-i masalihine muvafık olduğunu iz’an etmeli. taklidi ta’yib ü tevbih eylemiştir. İşte şu ayetler de bu cümledendir: Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimeler ile muhatab olanlara kendilerini tarik-ı müstakıme hidayet edecek şeye nazar ve taklid etmekle ma’zur görülemeyeceklerini delil ve burhan ayet-i kerimeler delalet ediyor ki taklid ind-i ilahide kat’iyyen makbul değildir; mezmumdur. Eğer taklid bir kimse için özür teşkil edeydi –hak ile batıl beynini temyiz edecek nazara malik olmadıkları hüccet gösterilerek– bütün küffarın müşriklerin “hakk”a ittiba’ etmemek hususunda ind-i ilahide ma’zur olmaları binaenaleyh bu cihetten mes’ul tutulmamaları lazım gelirdi. Taklid “din”in usul ü akayidinde özür sayılmazsa da füru’-ı din böyle değildir; dinin füruatında taklid özür sayılır. “Din”in füruunu edillesiyle fehm edip anlamak usul ü akayidini burhan ile anlamaktan daha kolaydır. Çünkü füru’-ı dinin edillesi o füruun mu’temed bir tarik onda her halde berahin-i akliyye lazımdır. Madem ki gayet suubetli olan bir şey ile Cenab-ı Hak bütün insanları teklif ediyor onda taklidi –senin de i’tiraf ettiğin vech ile– özür saymıyor; o halde nasıl olur da kendisinde meşakkat olmayıp herkesin anlayabileceği bir şeyde füru’-ı dinde taklidi ma’zur görür? Bu akla mantığa muvafık mı? Evet kıyas ve re’y suretiyle mesail-i nadire istinbat etmek akıdeyi burhan ile anlamaktan daha müşkildir; fakat bu gibi mesail –aşağıda izah edileceği vech ile– öyle mes’elelerdir ki amel etmek hususunda müraat etmediği takdirde o mesaili bilmeyen fukaha da ma’zurdur. Sen de biliyorsun ki ma’ruf olan keyfiyetle namaz aded-i rekeatı oruç zekat hac gibi “din”den olduğu biz-zarure ma’lum olan mesail-i ameliyyenin hükmü tıbkı mesail-i i’tikadiyyenin hükmü gibidir. Bunun hepsi şari’den amelen tevatür tarikıyle menkul olduğundan anlamak hususunda hiçbir kimse külfet çekmez. Ancak mevzı’-ı mübahase mesail-i şazze ve nadiredir. lerinde sadık olup hükümde hata etmek ihtimalleri olmadığını müteaddid ayat-ı kerime ile te’yid eyledi. Binaenaleyh onlara ittiba’ edenler daima dinde basiret ü beyyine üzre olurlar. Halbuki müctehidin böyle bir şey ile te’yid edilmediğinden söylediklerinde hata etmeleri de caizdir. Onun için peygamberlerin kavlini bırakıp da onların kavlini [ ] ahz edenler basiret üzre olamazlar; her kim böyle olursa o kimse sebil-i Resulün gayrı bir yolda olduğu nassın hükmü ile sabittir. yan şeylerden sual etmekten kat’iyyen nehy olunduk. Sahih-i Müslim’de de şöyle buyuruluyor: üzerine nazil olduğunu beyan etmektedir. Sallallahu aleyhi ve sellem diğer bir hadisde de şöyle buyuruyor: Dikkat ediyor musun? Halbuki bu evamir ü nevahinin hepsi din ikmal olunmazdan ..! ayet-i kerimesi nazil olmazdan evvel idi; din ikmal olunmazdan evvel bu yolda me’mur olursak din ikmal edildikten sonra bu gibi evamir ile daha müekked bir surette me’mur olmamız evla olmaz mı? Lakin biz bu evamir ve nevahinin hepsine imtisal etmedik de kendiliğimizden bir takım mesail farz ederek onların hafi kıyas-ı celi nev’inden bir takım şeyler ile istidlal etmeye kalkıştık. Hem de garibi şu ki: Bunlar aklın salahiyeti dairesinde olmayan umur-ı ibadata tealluk ediyordu. Binaenaleyh bu suretle dini tevsi’ ederek onu Peygamber’in getirmiş olduğu şey’in az’af-ı muzaafı kıldık da müslümanları nass-ı Kur’an ile menfiyy olan “harec ve meşakkat” içinde bıraktık. Halbuki bu yolda hareket etmek için bazı fukahayı taklidden başka hiçbir delilimiz de yoktur. O fukaha ki söyledikleri Allah’ın Peygamber’in söylediğine sarahaten muhalif bile olsa yine onlara ittiba’ edilmesini üzerimize farz kıldınız!! Neuzü billah neuzü billah yahu! Ben seni mezheb-i zahiriden görüyorum. Sen kıyası inkar ediyorsun. Halbuki kıyas burada usul-i dindendir. Sen öyle zu’m ediyorsun ki eimme-i kiram hazeratı “din”e haricden yani dinden olmayan bir takım şeyler ilave ettiler; öyle mi? Yahu! Dur bakalım; biraz müsaade et! Ben bir kere kıyası inkar etmiyorum. Fakat ben de –ulemanın dediği gibi– demek istiyorum ki; umur-ı teabbüdiyyede kıyas olmaz! Yine diyorum ki; –akaid gibi– ibadatın da hepsi Hazret-i Peygamber zamanında tamam oldu kemal buldu. Binaenaleyh dinde akaide müteallik bir şey ziyade etmek hiçbir ferdin hakk u salahiyeti olmadığı gibi ibadata müteallik bir şey ziyade etmek de herkesin salahiyeti haricindedir. Çünkü i’tikadat ibadat o dindir ki hakkında buyurulmuştur. Kıyas ile Hanefilerin “istihsan” dedikleri umura gelince: Layık olan bunlar; muamelat gibi kaza gibi zamanın mekanın Ama Cenab-ı Hakk’ın razi olduğu i’tikad ile ibadat bit-tabi’ zamanın ihtilafıyle kat’iyyen muhtelif olamaz; onlar Asr-ı Nebevi’de nasıl idi ise şimdi de öyle olmak lazımdır. İşte eimme-i kirama ihtiram onların fazlını i’tiraf sevk ettikleri yola gitmek ile beraber vahdet-i İslamiyye hakkında beyan edeceğim re’y üzerine takdim etmek istediğim mukaddimelerin ’incisi de budur. Şimdi gelelim diğer mukaddimelere: taklidden nehy ederek taklidi haram kılmışlardır. Bu babdaki akval-i eimmeyi ileride sana okuyacağım. Neticeye gelince o da!... Muhakkıkın kelamını ağzında bırakarak Bana müsaade et! Artık zihnim bütün bütüne yorulup ağırlaştı. Bir de bu muhaverede öyle şeyler işittim ki onlar hiç kalbime bile hutur etmemişti. Rica ederim bana mühlet ver de delil makamında getirdiğin ayetlerin tefsirine serd ettiğin hadislerin şerhlerine müracaat edeyim. Gerçi her ne kadar vakit az kaldı ise de münazarayı itmam için kurban bayramından evvel tekrar gelirim. Çünkü maksad bayram günlerini sahrada geçirmektir. Bunu sen de yapıyor musun? Halbuki ben bizim ahalinin ba-husus eşraf-ı beldenin böyle ehl ü ıyal bayram günlerinde evlerini bomboş bırakıp da gitmelerini daima tenkıd ediyorum. Lakin ehl ü ıyali memleketin haricinde olur kendisi de kasabada bir vazife başında olup onları ziyaret için bu gibi fırsatlara intizar ederse o başka. Fakat sizin gibilere bu halleri pek münasib göremiyorum. Bundan sonra yakında yine birleşmek üzere ayrılıp gittiler. NE VAZIFEM? Endülüs –hani o bir zaman milyonlarca İslam’ı sine-i şükran u mahmidetinde tutan semadan inmiş bir firdevs-i cinan bir kişver-i tevhid bir cihan-ı umran u irfan şeklinde bi-nihaye medarisi darülfünunları üç yüz bin cami’i üç yüz bin minberi üç yüz bin hatibi ile yaşarken bugün tek bir müslüman görmekten memnu’ ve mahrum bulunan bed-baht Endülüs– meşahir-i fuzalasından asrının şemsü’l-uleması ıtlakına şayan bilhassa tefsir ve hadisde bir derya-yı bi-keran olan Kasım bin Sabit bin Hazm: Ebu Muhammed el-Avfi es- Serakusti hazretleri taraf-ı emirden da’vet olunur pederiyle birlikte gider. Emir müşarun-ileyhe meşihat-i İslamiyyeyi teklif eder; kabul etmez. Pederinin ilhah u ibramı da faide vermez. Fakat emirin nihayetsiz ısrarını görünce üç gün mühlet ister; gider secdeye kapanır; “ Allahım! Ben pek ağır mes’uliyeti pek müdhiş bir vazife-i mühimmenin kabulüne icbar u ikrah olunuyorum. Buna ölümü Zat-ı Ahadiyyeti’ne vuslatı tercih ettim; ruhumu kabz et!” duasını ref’-i Bargah-ı Samedaniyyet eder. Niyazı derhal mazhar-ı kabul olur. Aleyhi sehaibu’r-rahme Osmanlı tarihinden de nümune olarak la-yemut bir nasiye-i ulviyyetin bir sima-yı faziletin bir cihan-ı muzafferiyyetin zikri lazım gelirse ben bila-tereddüd “Kanije” fatih-i ebediyyü’l-iştiharı merhum Tiryaki Hasan Paşa hazretlerini gösteririm. En kısa ifade ile asrının bu Ebu Ubeydetü’l-Cerrah’ı birkaç bin Osmanlı dilaverleriyle kapandığı “Kanije” Kalesi’ni yüz binlerce Avusturya askerine karşı müdafaa ve nihayet o yarım milyonluk koca muhasır ordusunu başında haiben ve hasiren kaçırtır. Emsali ancak Sahabe-i Kiram’ın devr-i celil-i fütuhatında görülen böyle –ma-fevka’l-beşer denilecek derecede– bir harika-i muzafferiyyet sahib-i Haydar-şiyemine siz ne mükafat layık görürsünüz?.. Cenab-ı gazi-i a’zama taraf-ı devletten rütbe-i vezaret ile mütetevvic bir menşur-ı tekrim gönderilir. İmparator Ferdinand’ın galib-i kahharı bu tevcih-i vecihden memnun olur mu sanırsınız? Bilakis pek mahzun!.. Hatta pek dil-hun!!.. Acaib!.. Neden? Sebebini iyice anlamak için bir dakıka Kanije tarihini guş-ı vicdan ile dinleyelim: “Faizi der ki: “Bir gün paşa merhuma gittim. Çehresinde o derece alamet-i melal var idi ki kendini o günün onda biri derecesinde mahzun görmemiş idim. Bu halini neuzü şeklinde yazılmıştır. billah Dersaadet’çe bir vak’a hudusuna haml ettim. Sebeb-i kederini sordum. Cevabında; “Daha ne olacak! Kanije’de ettiğimiz cüz’i bir hizmete mukabil bize vezaret vermişler ve hatt-ı hümayun göndermişler. Halbuki Kanuni Sultan Süleyman merhum Makbul İbrahim Paşa’yı tefviz-ı tam ile vekalet-i mutlakasına ta’yin ettiği zaman yedine yalnız bir menşur i’ta eylemişti. Piyale Paşa merhum Sultan Selim hazretlerinin damadı bulunduğu ve muharebat-ı bahriyyede kaffe-i müluk-i nasaranın donanmalarına galebe etmek ve Sakız fethine nail olmak gibi bir çok muvaffakıyetleri görüldüğü halde kendisine vezareti çok görmüşler idi. Halife-i cüz’iyyeye mükafat olmaya başladı ve Devlet-i Aliyye’nin vezareti benim gibi kocamış fertutlara kaldı. Buna teessüf etmeyeyim de neye acıyayım?” demişti. Görüyor musunuz dünyada pek az kumandanlara nasib olan böyle bir feth-i mübine böyle ali bir vazifenin ifasına muvaffak olan o şirane sayhaları Kanije ufuklarını el-yevm titretmekte bulunan gazi-i a’zamın ulüvv-i ruhuna! Vazifeyi takdir ü takdis hususundaki ihtisasat-ı kemalat-perveranesine! Sübhanallah! İnsan bir o muzafferiyetin celalet ü azametini düşünüyor bir de bu sözleri işitiyor da idraki medid bir sekte-i hayrete tutuluyor. “Asrının belki birçok asırların mümtaz ve müstesna kahraman-ı şir-dili Tiryaki Hasan Paşa acaba insan değildi de insan kıyafetine girmiş bir melek miydi?” suali bi-ihtiyar lisandan dökülüyor! Eğer İslamiyet bu derece ulvi bir surette mü’min ve mu’tekıdlerine ta’lim ü tefhim etmekte olduğu “vazife”ye eslaf kadar hatta eslafın onda biri nisbetinde ahlaf da nazar-ı ta’zim ü tekrim ile bakmış yükselmek için derk-i esfel-i hırs u tamaa düşmemiş herkes kanun-ı hayatı bilip kemal-i had-şinasane çalışmış olaydı bugün Alem-i İslam hemen da umumi bir esaret bir mahkumiyete bedel liva’ü’l-hamd-i tevhid ü ittihad altında yek-pare bir muhit-ı hakimiyyet bir cihan-ı hürriyyet bir vücud-ı şevket ü azamet olarak hayat-ı Din-i fıtrat olan kanun-ı İslamiyyet [o] düstur-ı medeniyyet o mürebbi-i ruh o mürşid-i vicdan kendisine samim-i kalbiyle iman eden insanları mekteb-i irfanında işte böyle terbiye eder böyle haziz-ı beşeriyyetten arş-ı insaniyyete çeker çıkarır. Müslümanlar vazife-na-şinas iseler makbere-i cehalet ve meskenet içinde ölüleri tanzir ediyorlarsa o kusuru İslamiyet’te değil kendilerinde aramalıdır. Kanun meydanda; fakat itaat eden kim? Güneş her gün neşr-i envar ediyor; kaçarsa zararını hayatlarıyla öderler. Güneş yine o güneş; ziya yine o ziya! Zavallı insanlar; bedbaht müslümanlar! “ Siz zanneder misiniz ki biz sizi hikmetsiz faidesiz vazifesiz yarattık ve –nihayet– Biz’e rucu’ etmeyeceksiniz?” Sanki mühmel ve metruk olarak kapıp koyuverilmiş aranmayacak çağırılmayacak ef’alimizden sorulmayacak imişiz gibi her birimiz ser-a-pa canlı bir vazifesizlik bir atalet bir meskenet!... Bakınız şu hadis-i şerife şu haber-i sadıka şu müdhiş hakıkat-i müstakbeleye: “ İnsan öldükten sonra başına neler geleceğini ne şiddetli muhasebelere ne hevl-engiz muatebe ve muakabelere ma’ruz kalacağını bilse bir lokma ekmek bir yudum su boğazından geçmez; illa ağlayarak sine çak ederek!...” Sinende bir hazine-i hayat var; bunu sana kim verdi? Yoksa kendiliğinden mi? Hayır hayır! Bunu sana veren nereye sarf ettiğini soracak mu-şikafane hesabını isteyecek? “ Rabb”inin celal ü kibriyasına kasem ki biz onların hepsini bütün a’mal ü ef’allerinden mes’ul tutacağız!” şet-nak olmak üzere bir daha: “ Ferda-yı kıyamette herkesin defter-i a’mali eline verilecek. Mücrimler defterlerinin muhteviyatından korkarak elleri zangır zangır titreyerek halecan-ı kalbler çarpıntılar hafakanlar içinde onları alıp göz gezdirecekler. İşte o dakıkada can-hıraş bir feryad koparacaklar: ‘Vay başımıza gelenler! Eyvah... Bu nasıl defter!.. Dünyada işlediğimiz şeylerin en küçüğünden en büyüğüne kadar hiç birini kaçırmamış; hepsi yazılı hepsi mazbut!’ Ceza-yı amellerini de orada hazır bulacaklar. Hükm-i mücazat verilmiş iş bitmiş!. Allah hiçbir kimseye zulm etmez; herkesin çektiği kendi amelidir.” Ah… Ölüm; sen o dehşetli günün saha-i hevl-nakini görmeden bir türlü inanmak istemeyenler için ne esrar-engiz ne can-güdaz bir hicabsın! Evet! Görecekler fakat iş işten geçmiş bulunacak! “ÇELEBİ EFENDI’YE AÇIK MEKTUP MÜNASEBETIYLE HILAL-I AHMER” Geçenlerde muhterem Sebilürreşad’da Hilal-i Ahmer’e dede efendilerin de muavenet etmeleriyçün muhterem biraderimiz A. Ferid Bey tarafından bir açık mektup yazılmıştı. Bu açık mektubu gayet mühim ve müdafaa-i milliyye nokta-i nazarından fevkalade calib-i dikkat gördüğümden bu babda birkaç söz söylemek ve işin kadr ü kıymetini büyüklerimizin kulağına duyurmak istedim. Harb din ü milliyet için lazım ve farzdır. Refah u saadeti piyade mitralyöz süvari istihkam ve deniz kuvvetleriyle hazırlanmak kat’iyyen kafi değildir. En muvaffakıyetli zaferli muharebelerde bile yüzlerce binlerce yaralı ve şehid vermek zaruri belki galibiyetin lüzum-ı mübremindendir. Kuva-yı muzaffere ilerlerken daima geriye yaralılarını zuafasını terk eder. Mağlubiyet zamanlarında ise yaralılar ve zuafa düşmanın bi-rahm elinde ya tedavi edilir veya edilmez. Şu iki halde de Hilal-i Ahmer büyük amil olur. En büyük ve muvaffakıyetli harblerimizde hastalıktan binlerce insan telef oldu. Bu telefat kurşun yarası te’siriyle değil bakılamamak tedavi edilememek irşad edilememekten mütevellid idi. Hastalık yüzünden büyük ve müdhiş ordular çok kere zaif ve mütevekkil kalmışlardır. Buna mani’ olmak için de Hilal-i Ahmer bir teşkilattır. Demek müdafaa-i milliyye ve diniyyede Hilal-i Ahmer’in vazifesi gayet ulvi gayet mukaddesdir. Bir asker yaralandığı hastalandığı zaif düştüğü zaman canla başla bakılacağına kani’ olursa harbde daha büyük neş’e ile ilerler gözünde zafer dumanları daha çok tüter. Sıhhiye teşkilatı mükemmel olan milletlerde hastalık ve emraz-ı müstevliyye te’sir ü tahr[i]bini gösteremez; gösterse dahi gayet çabuk önü alınır. Çünkü Hilal-i Ahmer daima faaliyetle ordu alay fırka tabur arasında binlerce uzvu ile dolaşır; askere sıhhi nasayih verir nezafet tavsiye eder; ufak bir hastalık büyümesi me’mul bir sarilik görürse derhal mahv u ifnası çaresine tevessül eyler. Ordunun teşkilat ve tertibat u techizatına başlanırken sıhhiye ve Hilal-i Ahmer teşkilatına başlamak lazımdır. Hükumet bunu nazar-ı dikkate aldığı içindir ki tıbbiye mektepleri ve sıhhiye bölükleri teşkil eyliyor. Fakat her memlekette olduğu gibi sıhhiye hey’etleri bu hususda hiçbir vakit kafi gelemiyor. Hususi teşkilat ve te’sisat icab eder; memleketimizde Hilal-i Ahmer’in teşkili ve birçok hıdemat-ı nafia ibraz eylemesi bu ihtiyac-ı kat’iden neş’et eder. Hilal-i Ahmer ne kadar zengin olsa arzu olunduğu gibi Ahmer’e paradan ziyade bedeni muavenet lazımdır. İnsan demat-ı umumiyyeye vakf-ı hayat eden etıbba da ya imdada yetişir ya yetişemez; yetişenler kafi mikdarda olamaz! Gelelim doktordan ziyade muhtac olduğumuz hasta bakıcılara: Hasta bakıcılık gayet ince bir san’attir. La-ale’t-ta’yin sokakta yakalanan bir adamı yahud bir iki dersle bakıcılığa vakıf bir efendiyi hasta bakıcı yaparsak maksada vasıl olmuş olamayız. Bir ordu nasıl intizam ve terbiye ile yetiştirilir Hilal-i Ahmer teşkilatı i’tibarıyle dünyada en geri bir millet olduğumuzu söylersek canımız sıkılmamalıdır. Mısır ve Hindistan gibi memalik-i İslamiyyeden gelen Hilal-i Ahmer hey’etleri hem bizden daha muntazam hem adeden daha çoktur. Ta Hindistan’ın filan beldesinden Mısır’ın filan yerinden Hilal-i Ahmer’e hizmet edecek fedakar insanlar geldi de Konya’dan İzmir’den Adana’dan Haleb’den Diyarbakır’dan gelmedi. Buna da sebeb Hilal-i Ahmer’in hıdematı hakkındaki cehaleti ile bu babda evvelden beri hazır bulunmayışımızdır. Hilal-i Ahmer hıdematını hemen ifa edecek heyeat-ı müctemialar hey’et-i ictimaiyye içinde kuvvetler arayalım; onları hazırlayıp işbu vezaif-i insaniyyeyi onlara tevdi’ eyleyelim. Memalik-i hıristiyaniyyede bu vezaifi rahib ve rahibeler yapıyor. Şu son Balkan Muharebesi’nde yaralılara hastalara hizmet eden pek çok Salib-i Ahmer rahibleri gördüm. Rahibler müşahede ediyordum ki asker üzerinde bir te’sir-i ma’nevi de yapıyor. Asker yaralansa onun ağuş-ı ihtimamında tedavi olunacağını veya onun telkınat-ı diniyyesi ve dünyada iyi yerler hazırlanacağını ümid ediyor. Binaenaleyh rahib ve rahibelerin vücudu bile harbde Salib ordularına bir kuvvet bir ma’neviyet kazandırıyor. Manastır’da Sırplara aid Salib-i Ahmer teşkilatını tedkık ettim. Salib-i Ahmer’e aid gayet mükemmel sıhhiye arabaları hasta tezkereleri eczahane arabaları mutfak arabaları var. Bütün levazimat çoktan hazır edilmiş. Bunlara me’mur papaslar veya bunlara merbut me’murlar vazifelerini bilerek temizliyor yıkıyor beygirleri bakıyor sonra da yaralıları taşımakta kusur etmiyor. Daima iyi ve menafi’-i insaniyyeye hadim şeyleri kabulü lerin bir çok dede ve mürid ve mensubları var iken yani teşkilatımız esasen hazır iken yaralılarımızın müdafaa-i din ğimiz maali-i İslamiyyet ile hiç mütenasib değil zannederim. A. Ferid Bey Hilal-i Ahmer teşkilatı için yalnız Çelebi Efendi hazretlerine hitab ediyor. Ben daha ileri gidip bütün meşayih ve turuk-ı aliyyeye hitab edeceğim. Memleketimizde muhtelif tarikatler mensublarından eminim ki büyük bir Hilal-i Ahmer ordusu teşkil olunur. Manastır’da ve birçok yerlerde ulema ve meşayihdan birçoğu hengam-ı harbde “ilmiye taburları” teşkilatıyle uğraştılar. Ulema-yı İslam ta eskiden beri harblerde büyük birer amil-i müessir idiler. Bugün ulema ve meşayih ve dedegan orduya Hilal-i Ahmer vezaifi ifa etmek üzere girseler hem vazife-i asliyyelerini ifa ve hem zafer ü felah hakkında fikr ü ma’lumat telkın ederler. Ben tezahürat-ı hazıradan eminim ki turuk-ı aliyye mensubini bu mukaddes ve mühim teklifi hemen kabul edip şimdiden işe bütün etrafı ve şümulüyle başlarlar. Şeyh efendiler tekkelerde birer hasta bakıcılık dersleri açmalıdırlar. Bu dersleri mütemadiyen vermek üzere etıbba-yı hazika-i İslamiyyeden birçoğu fahriyyen talib olacağı gibi zannederim böyle bir teşebbüsü alkışlayacak olan Hilal-i Ahmer Cem’iyeti tabibe maaş dahi verecektir. Hasta bakıcılar dersinde liyakat ve kudret gösterenlerden birkaçı şeyh efendiler kisve-i ilmiyyesiyle Mekteb-i Tıbbiyye ve sair hastahaneler ameliyathanelerine gönderip cerrahlık ve tımarcılık hakkında ameli mümarese kesb ettirmelidirler. Şeyh efendiler ve tarikate mensub ulema-yı kiram dede efendilere sık sık va’z u nasayih ederek hastalara bakmak harb meydanlarında mecruhine koşmak icabat-ı diniyyeden ve turuk-ı aliyyenin hoş ve lazım göreceği şeylerden olduğunu malıdır. Şeyh efendiler öksüz çocukları tekkede yatmak ve iaşesi ve tahsili tekkece te’min edilmek üzere terbiye etmeli ve bunları Mekteb-i Tıbbiyye’ye eczacı ve tabib olmak üzere sevk eylemelidir. Tekkelerin bu hususdaki masarıfı hiç olacağı bedidar. Bu öksüz çocuk diplomasını aldığı zaman hem tekke hesabına fakır ahaliyi meccanen tedavi eder ve hem kendi hesabına da tabiblik edebilir. Şu şartla ki bu tekke tabibi harb zamanında bila-kayd ü şart kisve-i mahsusa-i lerine gidecektir. Dede efendiler harb zamanında Hilal-i Ahmer’in lüzum gördüğü mahallere koşacaklarından tekkeler boş kalacaktır. Hatt-ı harbe yakın mahallerde tekkeleri de hastahane haline sokmak ve oralarda yine şeyh efendiler sayesinde hastaları güzelce tedavi eylemek mümkündür. O vakit turuk-ı aliyye Hilal-i Ahmer ordusunun: Mevlevi alayı Rufai alayı Nakşıbendi alayı Kadiri alayı ve ilh… isminde muhtelif alayları veya fırka veya taburları olacaktır. Her alay her tabur mükemmel ecza arabaları hasta nakliye araba ve tezkereleri veya otomobilleri kisve-i ilmiyyeyi labis doktorları ecza[cı]ları cerrahları hasta bakıcıları ile meydan-ı harbde isbat-ı vücud eyleyeceklerdir. O vakit yaralılar ortada kalmayacak hemen tedavisiyçün müşfik ve har bir diyanet-perverin ağuşunu bulacak gözü arkada kalmayacak; o vakit bu vakıf hoca ve dede efendilerin nasayihı te’siriyle askerler arasında sari emraz yaşayamayacaktır. “Turuk-ı Aliyye Hilal-i Ahmer” ordusu masarıfatını Hilal-i Ahmer Cem’iyeti vasıtasıyle te’min eder. Bundan başka tarikat meşayih-ı kiramı müridlerinden ve mensublarından daima Hilal-i Ahmer ianesi toplamak için müşkil değil pek müsaid mevki’dedirler. Hilal-i Ahmer ianesini toplamak ve muhafaza eylemek ve Vezne-i Umumi’ye teslim eylemek üzere her tekkede “iane hey’eti” teşkil olunur. “Turuk-ı Aliyye Hilal-i Ahmer” hey’etleri sari ve mühlik hastalıklar bir şehir veya havalide te’sirini göstermeye başladığı zaman vücudunu ihsas edebilir. Mesela Çankırı ve Bolu’da pek mühlik tahribat icra eden frenginin önünü ancak dede efendiler hoca efendiler alabilirler. Hakıkaten mütedeyyin İslam olan mahall-i mezkure halkı hoca efendileri alim-i tıb olan bir doktordan daha iyi dinlerler. “Turuk-ı Aliyye Hilal-i Ahmer”i büyük yangın hareket-i arz gibi mesaibde de felaket-zedegana dest-i muavenetlerini uzatır onların hasta ve yaralılarını tedavi eylerler. Marmara Hareket-i Arzı’nda nitekim onların hıdematına pek çok lüzum göründü. Avrupa’dan Salib-i Ahmer’e mensub papaslar hıristiyan ve İslam ahalinin imdadına koşarken bizden hiçbir hoca efendi meydanlarda yoktu. O vakit oralarda seyahat eden bizler yalnız Hilal-i Ahmer’imizin ufak bir teşebbüsü karşısında mahcub olmuş mahkum mevki’inde kalmış ve bu memleketi idare edenler ve bu vatana hakim olanlar biz değil olduğumuza kanaat getirecek kadar ezilmiş idim. Cenab-ı Hak çalışanı seviyor. Cenab-ı Hak daima zamana ve ihtiyaca göre tedabir ittihaz etmemizi emir buyuruyor. Biz buna mukabil maatteessüf ellerimiz koltuğumuz altında bağdaş kurmuş kuru lafla oturuyoruz. Bizim dua ve niyazlarımız da Cenab-ı Hak indinde makbul olamaz. Çünkü esbab-ı zahiri olmadıkça dua ile iş görülemeyeceğini Şeriat-i Ahmediyyemiz bize söylüyor. Vatanı selamete çıkarmak dini pa-yı a’dadan masun bulundurmak için her sınıf halk uhdesine düşen vazifeyi ifa ederken tarikat-i aliyye-i muhtelife mensubinine de bil-fi’l müdafaa-i din ü vatan için akdem-i vezaif bu madde oluyor. ali bir mevki’ kazanan Veled Çelebi Efendi hazretlerinin ilk evvel bu teşebbüs-i mühimle cihan-ı İslam’ı vaye-dar edeceğini ümid eder ve diğer meşayih-ı kiram hazeratının teşebbüslerini müşahede eylemek isteriz. Maarif Nezareti’yle Evkaf ve sair nezaretlere mensub muallimleri de –hizmet-i askeriyye[den] müstesna tutulduklarına bedel– harb zamanında Hilal-i Ahmer’e sevk edilmelidir. Muallimleri Hilal-i Ahmer hizmetlerine hazırlamak için ta’til zamanlarında hususi dersler açılmalıdır. Maarif Nezareti böyle bir kanun neşr eylemekle müdafaa-i milliyye için muhkem ve esaslı bir istinad hazırlamış olur. Şunların Maarif Nezareti’nce nazar-ı dikkate alınmasını bütün hiss-i insanim BİR KARDEŞ HASBİHALİNE LÜZUM VAR Gayretli Tanin’in numaralı Mart nüshasında “Turanlının Defteri” hepimizce mübarek olan müslüman Türk Şarklı mahiyetlerini şimdiye kadar tesadüfün benden esirgediği bir ruşeni-i samimiyyet ile tavziha çalışıyor. Tekrarlamaya lüzum var: Ben şimdiye kadar bu mevzu’lar etrafında o kadar ruşen-dilane o kadar muciz o kadar nasfet-karane bir vaz’-ı nezih ile dolaşan kalemlere değil kaleme rast gelmedim azizim! Söyleyenler belki lüzumundan fazla oldu; fakat hep o yazılarda yazıcılarının da ne demek istediklerini anlamadıklarına delalet eden bir nişane-i iğlak ve teşviş vardı. Yürekleriyle sözleri arasındaki hayt-ı ittisalin pamuk alametler vardı. Ve nihayet bütün bunların valide veya zade-i bi-insafı olan bir eda-yı tesallüf bir tavr-ı bulhevesane vardı. İşte bu yüzden birçok yüzler ekşidi birçok yürekler titredi birçok safvetler bulandı… “Babil Kulesi” yeni bir lisan daha kazanmak bahtsızlığına uğradı. Bu tebelbül-i hevl-amize karışmak emeli; anlaşamazlığa Babil lügatine bir kelime daha ilave etmiş olmak korkusuyla meşbu’ idi; sustuk zaman geçti… Maalesef bizim söylediklerimizi bir de son hailenin ağzından işittikten sonra bazı mahafilde uzaktan uzağa bir tenebbüh ışığı görmedik değil; fakat pek kifayetsiz. Sizin defterinizde gördüğüm safha-i ruşende belki hadisat-ı ahirenin bir hisse-i ikazı vardır. Eğer varsa kardeşim bu da medar-ı imtiyazı olacak fevarık cümlesinden sayılır. Bu dilekten pek ümidliyim; sebebi de tekrar edip durduğum vasf-ı müşahhası “ruşen-dilliği”dir. Evvela müsaadenizle fikirlerinizi telhis ve tasnif edeceğim. Diyorsunuz ki: a- Biz son zamanlarda büyük bir ma’nevi hazine gaib ettik: Müslümanlık mefkuresi aksa’l-ğayatı yakın zamana kadar Türkler Arnavudlar Arablar Çerkesler Kürdler bütün ma’nasıyle bir millet-i İslamiyye teşkil ediyorken tabiatin ram olmayan kanunu nihayet galebe etti lisan ayırıcı mahiyeti gösterdi. b- Fakat bu kanuna ilk ram olan Türklerin gayrı müslüman unsurlar idi. Türkler bu hali görünce şaşırdılar kaldılar. c- Nihayet milliyet mefkuresi aksa’l-ğayatı onlarda da doğdu. Binaenaleyh Türklük Müslümanlık için bir i’tizal ise buna sebeb olan Türk değildir. O bu işte en sona kaldı. d- Fakat Türklük’te diğer milletlere karşı bir tecavüz ma’nası anlamaya sebeb yoktur. Madem ki milliyetin tadını onlar da tattılar; öbür dindaşlarının işlerine karışmazlar onlara hürmet ederler. e- Türk sıfatına layık her ferd Müslümanlık’a zeval bulmaz bir rabıta ile merbuttur. Dindarlar tabii böyle olacak. “Nasuti”lere laiklere gelince; Müslümanlık’ta onları da kendilerine bend edecek ali esaslar vardır. Bu nevi’ Türkler de kavi ve irtidad etmez bir müslümandır. f- Müslümanlık’a bir kuvvet-i ma’neviyye ve siyasiyye olarak bağlanmak bahsi benim mevzu’umun haricindedir. Ben hassasiyetin samimi hararetli ve saf cihetlerini muayene ediyorum. g- Nihayet ben müslüman olduğum kadar Türk Türk olduğum kadar müslümanım ve aynı zamanda Şarklıyım. Türk vatan-perverliği gayret-i İslamiyye ile beraber bir de Şark hamiyeti taşıyorum. Fakat bana; “Türklük Müslümanlık Şarklılık… Bunlardan en evvel hangisi için çalışır can verirsin” diye sorarlarsa bila-tereddüd; “Türklük için” derim. Bu tercihin sebebi de aşk-ı milliyyet değil hiss-i merhamettir: Türkler müslümanların en biçaresidir. tesanüdü için muzır bir şekilde kullanmamalıdırlar. Bu hüviyetimizin muktezası hakıkat-i eşyanın ifadesi menfaatimizin h– Türklük Müslümanlık Şarklılık hamiyet ve mefkurelerinin siyasi ma’nalarını “Avrupa ve Balkan vatan-perverliği” nükteleri izah edebilir. Şimdi kardeşim; evvela her bend-i fikri üzerinde bir müddet tevakkuf edeceğim. Sonra bu fikri zümreler arasında Ve nihayet bir muhassala ta’yinine çalışarak onun üzerine “hüsn-i tefahüm” binasını kurmak için uğraşacağım: a- Acaba Müslümanlık mefkuresini tamamen gaib ettik mi? Bu felaket ile karşı karşıya geldiğimizi isbat edecek vesaik kafi derecede midir? Çünkü ben “el-Müntede’l-Edebi” “Arnavud” “Çerkes” kulüplerinin teessüsünü değil Arnavudluk’ta görülen tezahürat-ı ahireyi Suriye’de esen bazı muhalif ruzgarları bile o mukaddes kusvanın tamamen elden çıkmış olduğuna delil-i kafi olarak kabul edemeyeceğim. Kulüplerin teessüsünde hiçbir fevkaladelik görmek “el-Müntede’l-Edebi” veya Çerkes Kulübü’nün bulunması bizde bir hiss-i tahassür ü istirkab değil bir meyl-i teşvik u terğıb uyandırmalı idi. Bunlarda bir ma’na-yı kuşe-giri bulmak Müslümanlık kusvasının alaim-i inhizalinden sayılacak bir mahiyet görmek doğru olamaz fikrindeyim. Bizim bildiğimiz ve gördüğümüze göre bugün hakıkı Türkler hakıkı Arablar hakıkı Kürdler… ilh. yine bir “millet-i olmayacak bir kanunu yoktur. Lisanın ırkın hissiyat-ı kavmiyyenin bir “millet-i İslamiyye” kusvasına idéal mani’ ve muzad olacak hiçbir isti’dadı yoktur. Bunlar senelerden beri nasıl hal-i muvaneset ü mualefette iseler bugün de öyle olabilirler. Tabiatin bu emele muhalif bir kanunu var idiyse niçin asırlardan beri ram oldu durdu? Siz; “Lisan ayırıcı mahiyeti gösterdi.” diyorsunuz. Ben lisanı; diğer bütün fevarık-ı müşahhasanın da ilavesiyle takviye ve tahkim ederek yine “ayırıcı bir mahiyette” görmüyorum. b- Bu bend birincinin bir istitale-i tabiiyyesidir. O halde şübhesiz aralarında ittisal var. Türklerin gayrı müslümanlarda bir hareket-i fevkalade görüldüğünü kabul etsek bile Türklerin anasır-ı İslamiyye arasındaki mevki’-i dakıkını derpiş etmemiz lazım gelir. Bu nükteye –kema hiye hakkuha– nüfuz edince artık bazı tezahürat karşısında şaşırıp kalmış olmalarına ma’na verilemez. Türk müteahhid bulunduğu nazik vazifeyi elinde tuttukça bütün müslüman kitleleri arasında bir vasıta-i iltisak bir “zamk” olduğunu da kabul etmeye ve bunun ilcaatını yüklenmeye mecburdur. c- Burada istitale-i fikriyye ber-devam. Bizim fikrimize göre Türk; Türklüğünü yeni öğrenmiyor. Bu yenilik İstanbul de hala İstanbul “Türk”ten yabancı bir ma’na anlardı. Fakat “Anadolu” Türklüğünü Osman Gazi’den beri hiç unutmamıştır. Lakin o Türklüğünü Müslümanlığa vakf etmiştir. Binaenaleyh biz bu nokta-i nazara göre Türklük’te Müslümanlık ve bu anlayışta beraber olmaya çalıştığımız Türklük’te… d- Yine bizim anladığımız Türklük’te diğer müslüman milletler için bir ma’na-yı tecavüz değil bir ruh-ı müzaheret vardır. Arablar Türkler… ilh. bütün müslümanlar milliyeti yeni tatmıyorlar. Yalnız “kevser-i din”deki lezzeti hiçbir meşrub-ı millide bulamadılar. Bu kanaatimiz bize Türklük ile diğer bir milliyet-i müslime arasında ma’na-yı tecavüz bulunmamasını hatıra getirmeyi bile lüzumsuz gösterir. e- “Türk sıfatına layık her ferd Müslümanlığa zeval bulmaz bir rabıta ile merbuttur.” Bu hakıkate iman eden bu akıde-i kudsiyyeyi i’lan eden kalb ve kalem şayan-ı tebcildir kardeşim… Yalnız “dindarlık” tediğiniz gibi anlatamadığınızı sizin de hissetmiş olmanıza kani’ olmak isterim. Müslümanlık hakkındaki ta’rifat ve tavsifatınız pek zinde. Şu kadar ki; Müslümanlığın ma’lum ve metbu’ olan akaidi efkar ve tahassüsat-ı aliyyesi ile dindarların da sizin “laik” ile anlatmak istediklerinizin de anlayamayacakları bir “mahiyet-i esrar-engiz” olmadığını ilaveye lüzum görürüm. Türklerin hiçbir vakit irtidad etmeyeceklerine ise sizin gibi kuvvetli bir imanım vardır. f- Bu bendde “Müslümanlığa bir kuvvet-i ma’neviyye ve siyasiyye olarak bağlanmak bahsini” mevzu’unuzun haricine çıkararak bu hareketinizi “Ben hassasiyetin samimi hararetli ve saf cihetlerini muayene ediyorum.” yolunda pek az anlayıcısı bulunan bir tavr-ı dakık-beyan ile ta’lil eder etmez zümerat-ı fikriyye arasındaki ittisali ani ve elim bir surette kırmış oluyorsunuz. Azizim; bu cihete nazar-ı saibinizi kemal-i ehemmiyyetle celb ederim. g- “Türk sıfatına layık her ferd Müslümanlığa zeval bulmaz bir rabıta ile merbuttur.” düsturunu bila-münakaşa kabul ettikten sonra yine Türk sıfatına liyakatin zaruriyatından olarak “müslüman olduğumuz kadar Türk” olduğumuzu düşünmeye meydan kalmaz. Yukarıki düsturda “Türk” kelimesinin yerine birer İslam unsuruna delalet eden mefhumları koyabiliriz: Arab Arnavud Kürd Laz… ilh. O halde “zeval bulmaz bir İslam rabıtası” ile merbut olan bu muhtelif urukun “zeval bulmaz milliyeti” ancak “milliyet-i İslamiyye” olabilir. Bundan fazla olarak bir de Şark hamiyeti taşımak re’yine gelince bu da Müslümanlığı bir nazar-ı muhit Sizinki ile araları pek çok açık olmayan nokta-i nazarıma göre: Bila-tereddüd vereceğiniz; “Türklük için…” cevabını; “Yine Müslümanlık için demektir. Çünkü Türklük Müslümanlık mütelasık mefhumlardır. Müslümanların içinde düşkün olanların imdadına yetişmek şime-i İslamiyet’tir. Eğer Arab kardeşlerimiz Türkler kadar muhtac-ı muavenet olsaydı ve onlara yardım etmek vesait ve vesailine sahib bulunsa tezası görürdüm.” suretinde tefsir imkanına kail olduğunuz müddetçe ben de tasdik ederim. Bu tarz tefsire mütemayil olduğunuza; “Bu tercihin sebebi de aşk-ı milliyyet değil hiss-i merhamettir. Türkler müslümanların en biçaresidir.” nüdüne muarız bir şekilde kullanmamalarını tavsiye ve bu lüzumu; “hüviyetimizin muktezası hakıkat-i eşyanın ifadesi menfaatimizin icabı” olmakla ta’lil ediyorsunuz. Azizim! “Türk milliyeti” fikri “milliyet-i İslamiyye” fikrinin tabi’i bulunmadıkça “milliyet-i İslamiyye” fikrinin metbuiyeti bir “akıde-i rasiha” mahiyetinde gösterilmedikçe bütün ta’lilleriniz ne kadar kuvvetli ve vakı’a mutabık olursa olsun hederdir. Filhakıka tavsiyenizi ta’kıb eden ta’lilat polad metanetini haiz delillerdir. Fakat bu çelik burhanlar; mücevher elmas da’valar ister. Sonuncu bend siyasiyyata müntehi oluyor ve bu tabiidir. buraya dayanır dayanmaz benim saha-i beyanıma sığamaz oluyor: Her türlü ma’nasıyle mesleğim o vadide yürümemi bi-hakkın men’ eder. Yalnız; “Müslümanlık Türklük Şarklılık” mefkure ve vatan-perverliğinin “Avrupa ve Balkan vatan-perverliği” kail bulunduğumu söylemekle iktifa edeyim. Bu anda da herkesten ziyade isabet-i re’yine i’timad olunabilecek olan Kemal Bey merhum bu hususda da bize pek hayır-hah bir mürşiddir. Mağfuru bir dinleyelim: “İstikbalimiz emindir. Çünkü İslamiyet vahdet-i kelimeyi emr eder. Cinsiyet ve lisan gibi avarız-ı dünyeviyyeyi vesile-i mevhumata vücud vererek mevcudatı vehm içinde bırakmayı burhan-ı dirayet addeden bazı mütesalliflerin zannı gibi buralarda Lazlık Arnavudluk Kürdlük Arablık devaisinin zuhuru muhal hükmündedir. “İstikbalimiz emindir. Çünkü şimdilik serd ettiğimiz mukaddematın elbette bir gün kelime-i vahide üzerine ictima’ edecektir. Bu halde madem ki kuvvette nisbette mevki’in kabiliyetinde halkın isti’dadında zamanımızın vatan-ı medeniyyeti olan Avrupa’ya kurbiyette ve hatta servette ma’rifette burası memalik-i İslamiyyenin kaffesine mukaddemdir. Bahs ettiğimiz Biliyorum; Kemal Bey’in bu düşüncelerini bugün için pek saf-derunane bulacak bir çokları vardır. Fakat ben merhumun bugünkü şerait dahilinde de isabet-i efkarına kani’im. Hasılı kardeşim; ufak-tefek muhtac-ı ta’dil bazı inhıraflarla beraber “Türklük” hakkındaki düşüncenizin ruh-ı İslamiyyet’i pek ziyade rencide edecek ifratlardan azade olduğu anlaşılıyor. O halde anlaşmamız pek kolay olacaktır. Ben herşeyden evvel koyu bir müslümanım İslam milletindenim. Siyaseten Osmanlıyım. Halis Türk olduğum için müslüman milletinin müslüman küllünün bir cüz’üne hizmet niyetiyle kavmimin terakkıyat-ı fikriyye ve ictimaiyyesine elimden geldiği kadar çalışırım. Fakat dinimin lisanı olan Arabca’ya vukufum olduğu için lüzum görür görmez Arab milletdaşlarıma da hizmetkar olurum. Kürd Laz Tatar Hindli Acem Çerkes Arnavud… müslümanlar da benden müslüman hizmeti hayr-hahlığı bekleyebilirler. Bu onların bir hakk-ı sarihi ve benim bir vazife-i necibemdir. İşte benim düşüncem de bu yolda… Aramızda gayr-i kabil-i nüfuz bir hark olmamalıdır zannederim müslüman kardeş… – – MÜHIM BIR MÜLAKAT Hindistan’ın Lucknow eyaleti ulemasından olup Hıtta-i Bağdad’a gelen Mulay Seyyid Necmüddin Hasan hazretleriyle görüşmek ve netice-i mülakatımı yazmak için Bağdad’ın yedi kilometre uzaklığında bulunan Kazımiye kazasına bil-iltizam gittim. Fazıl-ı müşarun-ileyh Hindistan uleması bütün Hindistan’ı baştan başa kaplamıştır. Müşarun-ileyh tarafından te’lif olunan asar yüzlerce cild teşkil eylediği halde el-an dinç ve faaliyet-i bedeniyyeye malik bulunuyorlar. Hindistan ahali-i İslamiyyesinin terakkı ve tealileriyle tenevvür-i efkarına vesile olan bu gibi ulema-yı müteyakkızanın gerek Osmanlılık gerek İslamiyet hakkında besledikleri fikri anlamayı ve bu fikirlerini bil-cümle Osmanlılara bildirmeyi büyük bir vazife bildiğim için alim-i müşarun-ileyhle uzun uzadıya konuştum. Verdikleri cevabı dahi aynen zabt etmeye son derece gayret ettim. S - Hindistan’daki müslüman kardeşlerimizin bize karşı olan hissiyatı ne merkezdedir? C - Daima iyi hayr-hahane samimanedir. Hind müslümanlarıyla beraber sair Hindistan’ın gayr-i müslim unsurlarının da hissiyatı sizin lehinizdedir. Vesile düştükçe Hilafet-i Muazzama-i İslamiyye’ye karşı hissiyat-ı sadıkanelerini ibraz etmekte kusur eylememişlerdir. Ellerinde olsa siyasi mani’ler haylulet etmese canlarını bile hükumet-i Osmaniyyeye feda etmeye amade ve müheyya bulunuyorlar. Bu hissiyatlarını Osmanlı–Rus Osmanlı–Yunan Osmanlı–İtalya Osmanlı–Balkan Muharebeleri’nde gereği gibi isbat ettiler. Hele Hicaz Demiryolu ianatının kısm-ı a’zamını Hindliler tarafından verildiği muhakkaktır. İngiltere hükumetinin Hindistan’da tatbik etmekte olduğu siyaset-i şedide Afgan’da Hind müslümanlarının böylece Osmanlılara karşı uhuvvet-karane bir muamelede bulunmaları kendileri için şimdi değilse bilahare az-çok mucib-i felaket olacağı kendilerince ma’lum ve müberhen olduğu halde yine her türlü maddi ve ma’nevi muavenette bulunmaktan çekinmediler. Osmanlılar ni takdir edecek hiçbir muamelede bulunmadılar. Ma’lum-ı alinizdir ki bu gibi muamelat ve hissiyat daima mütekabilen vuku’ bulur değil mi? Mesela Hindistan’ın her tarafında runüma olan kaht u gala esnasında Osmanlılar tarafından bize muavenet namına hiçbir şey yapılmadığı gibi taun esnasında da fakıru’l-hal ve bi-vaye kalan Hind müslümanlarının çoluk çocuklarına infak u tevzi’ edilmek üzere Osmanlı kardeşlerimiz tarafından bir para gönderilmedi. Bununla beraber el-an biz Hindistan müslümanları vazife-i hamiyyet ve S - Kendi nüfuzunu te’min ve tervic etmek için Devlet-i Aliyye tarafından Hindistan’da ne gibi vesail ittihaz olunmuştur? C - Bu sualinize ben nasıl cevap verebilirim? Esasen ben siyasi bir adam olmadığım gibi bu meslek dahilinde cereyan eden avamil ve müessirata dair vukufum da yoktur. Yalnız cevap olmak üzere şunu arz edebilirim ki; Osmanlıların Hindistan’daki nüfuzları siyasi değil dinidir. Çünkü sizin nüfuz-ı siyasinizi te’min edecek zeki fa’al muktedir ve lisan-aşina me’murlarınız konsoloslar olmadıktan maada Hindistan’da da imtiyazat-ı ecnebiyye namına İngiltere hükumeti tarafından gerek size ve gerek sair devletlere bir şey bahş olunmamıştır. Hatta diyebilirim ki; Osmanlı toprağında bulunan İngiliz me’murin-i siyasiyyesine o kadar çok hak te’minine muvaffak olmamışlardır. Zaten Osmanlılığın Hindistan’daki nüfuzunu daha ileriye götürmek için devlet ve milletinizce hiçbir teşebbüs icra edilmemiştir. Bir kere koca Hindistan’da Osmanlı me’muru namına yalnız Bombay şehrinde bir şehbenderiniz olup Hindistan’ın sair merakiz-i vilayat-ı mühimmesinde bütün devletlerin me’murin-i siyasiyyesi bulunduğu halde Devlet-i Osmaniyye’nin bir tek me’muru yoktur. Bu gibi yerlere fahri şehbender ta’yini dahi doğru bir iş değildir. Zira menfaat yerine mazarratı muhakkaktır. Bana kalırsa Devlet-i Aliyye Hindistan’ın mühim noktalarını teşkil eden Dehli Lucknow Allahabad Medaris Haydarabad Lahor Karaçi Bombay Kalküta şehirlerine birer muvazzaf şehbender ta’yin etmeli ve ta’yin olunan şehbenderlerin Arabi Farisi Urdu İngilizce lisanlarına vakıf olmalarına dikkat eylemelidir. Aynı zamanda bu şehbenderlerin hissiyat-ı diniyye ve İslamiyyeleri metin rasin olmalıdır. Başlarında şapka ve serhoş kimseler olmamalıdırlar. Bu şehbenderlere kafi vafi maaş ve tahsisat verilmelidir ki ancak bu sayede kendi devlet-i metbualarının şan u şerefini enzar-ı umumiyyede muhafaza edebilirler. Buna benzer sair teşebbüsattan da geri kalınmamalıdır. Mesela bugün Hind müslümanlarının en birinci darülfünunlarından ma’dud olan Aligarh müessese-i ilmiyyesinde Türkçe lisanı tedris edildiği halde el-yevm –mesmuatıma nazaran– İstanbul’da mekatib-i aliyyenin hiç birinde Urdu lisanı tedris edilmemektedir. Osmanlılarla Hindlilerin mukadderatı atiyen gayet mühim bir şekil ve mahiyet alacağına kani’ olursak her halde şimdiden Osmanlılar Urdu lisanını öğrenmek mecburiyetinde bulunuyorlar. Bu noktayı biz Hind İslamları layikıyle takdir ettiğimiz için işte Türkçe lisanını gençlerimize öğretmeye başladık. Bu ma’ruzatım eğer doğru değilse nokta-i nazarımı tashih buyurabilirsiniz. Bana kalırsa devlet ve millet-i Osmaniyye Hicaz Irak noktalarını şimdiki gibi ehemmiyetsiz bırakmamalıdır. Bu lıkla kabul ettirebilirler. Fakat hal-i hazırda ise bu iki noktaya beray-ı hacc ve ziyaret gelen müslümanlar ba-husus Hind Osmaniyyenin medayihini ta’dad edecekleri yerde bilakis su’-i siyaset ü kiyasetlerinden bahs etmeye mecburdurlar. Kendi toprağında bu kadar idaresizliklere malik olan Devlet-i Osmaniyye artık Hindistan’da te’min-i nüfuz edebilir mi? Her sene Hicaz’a Kerbela’ya Necef’e Bağdad’a milyonlarca ehl-i İslam amed-şüd eder. Bu müslümanlar içinde birçok Hindli bulunur. İngiltere hükumetiyle me’murlarının –zahiren– muamelat-ı muntazamalarına alışan bir Hindli Hicaz’da veyahud Irak’da me’murin-i Osmaniyye tarafından duçar olduğu enva’-ı felaket ve suubatı ne yolda telakkı etsin? Biçare huccac ve züvvar adımlarını Osmanlı toprağına basar basmaz gümrükçülerden tezkire me’murlarından o kadar fena muamelata mazhar oluyorlar ki hemen memleketlerine avdet etmeyi tercih ederler. Mekke’de ve Cidde’deki hane sahiblerinden sucular sakkalardan devecilerden mutavvifler tavaf verenlerden esna-yı rahda zavallı hüccacı soyan bedevi Urbanın elinden çektikleri eza ve cefanın hadd ü hesabı yoktur. Halbuki bu emakin-i mübareke başka bir hükumet elinde olsaydı hüccac ve züvvarın ayakları altına çuha döşemek suretiyle taltif-i hatırlarına çalışacaktı. Gerek Hicaz’da gerekse Irak’da hükumet-i Osşeklinde yazılmıştır. maniyye tarafından Urdu Lisanı’na vakıf ve hüccac ve züvvarla daimi temasda bulunan bir me’mur bile bulunmuyor. Bunlara jandarma terfik edilmiyor. Geçen gün daha Necef kazasının kapısında on Hindliyi Urban soydu. Buna hükumet-i mahalliyye ne yapabildi? İranlılarla Hindliler her sene buralara akın akın gelip külliyetli paralar sarf eyledikleri halde el-an istirahatleri hükumet-i mahalliyye tarafından te’min olunmamış ve hatve be-hatve mazhar-ı eza ve tahkır oluyorlar. Hasta olan hacılarla züvvarı tedavi için bir hastahane olmadığı gibi fakıru’l-hal olup da vefat eden züvvar ve hüccacın tedfin ü tekfinine de bakılmıyor. Hasılı bu inceliklere hükumet ve millet-i Osmaniyye bakmalıdır. Bu vesilelerle kendisini sair müslümanlara sevdirmeye çalışmalıdır. Bu hususata dair hiç olmazsa zat-ı aliniz hükumete bir rapor takdim ediniz. Hal böyle devam ederse Allah göstermesin günün birinde bu emakin-i mukaddeseyi kendi elimizle düvel-i mesihiyyeye teslim etmeye mecbur olacağız! S - Hindistan’da İngilizlerin muamelatından müslümanlar memnun mudurlar? C - Ben bu sualinize cevap veremem. Çünkü ben Hindistan’da sahib-i nüfuz bir adamım; açıktan açığa İngilizler hakkında nokta-i nazarımı söyleyemem. Fakat şunu arz edeyim ki; keşke hükumet-i Osmaniyye dahi zahiren İngiltere hükumeti kadar bir meslek ta’kıb etse de me’murlarının harekat ve sekenatını –kanun dairesinde– tahdid etse ve kendi menviyat-ı kalbiyyelerini ketm etmeye muvaffak olsalar. Hindistan’a teşrif ettiğinizde bu ma’ruzatımın hakıkatini layikıyle anlayacaksınız. Açıktan açığa İngilizlerin bir kusurunu görmeyeceksiniz. Çünkü gözünüze intizam ve mükemmeliyet asarından başka hiçbir şey ma’ruz olmayacaktır. Fakat kavanin-i mahalliyyeyi muamelat-ı hükumeti muamelat ve mevadd-ı iktisadiyyeyi müslümanların putperestlerin ahval-i ruhiyyelerini inceden inceye tedkık edecek olursanız o zaman İngiltere hükumetinin Hindistan’da ta’kıb ettiği tarz-ı siyasetine hakkıyle vakıf olursunuz. Bugün yalnız Bombay şehrindeki kaldırımlar üzerine gece vakti beş bin müslüman maa-aile yatmaktadırlar. Bu zavallılar aile teşkilinden mahrumdurlar. Çünkü fakr u sefalet yüzünden sokakta doğmuş ve sokaklarda bir gün ölmeye mahkumdurlar. Filhakıka Hindistan’da milyoner ve milyarderler vardır. Fakat günde yirmi para ile geçinenlerin de adedi milyonlara baliğdir. Hıtta-i Irakıyye ve tebea-i Osmaniyye bol ni’met içerisinde yuvarlandıkları halde hükumetin elinden vergilerin çokluğundan inliyorlar. Bir Hindli zürra’ın yüzde yetmiş beş nisbetinde vergi verdiğini bilmiyorlar. Böyle iken Hindistan fukarası bile Devlet-i Aliyye kendi tırnağından arttırdığı on parayı iane verdikleri halde el-yevm Hıtta-i Irakıyye zenginleri tarafından matlub derecede bir himmet eseri görülmüyor. Zannederim ki; bunlar bedeni muavenette bulunabilirler. S - Hindistan müslümanları arasında ihtilaf var mıdır? C - Yakın zamanlara kadar vardı. Fakat ahiran birbirimizle distan’ın her tarafında Şiiler Sünnilerle beraber bir yerde namaz kılarlar. Sünni Şii imamına Şii ise Sünni imamına namazda iktida eder. Buna hiç mani’ yoktur. Çünkü esasat-ı diniyyede hep biriz. Böyle yapmakla uhuvvet ve ittihadın husulüne muvaffak olduk. Hatta İngiltere hükumeti de bizi kuvvetli gördüğü için siyasetini evvelce aleyhimizde iken ahiran lehimize çevirmiştir. Ekser nüfusu müslüman olan Dehli şehrini İngiliz kıralı Hindistan’a makarr ittihaz ederek makarr-ı hükumeti putperestlerin merkezi olan Kalküta’dan oraya nakl etti. S - “Hind müslümanlarında yeni bir cereyan-ı efkar hasıl olmuştur.” diye işitiyoruz. Bunun mahiyet-i asliyye ve hakıkıyyesi hakkında bir iki söz sarf buyurur musunuz? C - Azizim! Bu babda size etrafıyle bir fikir veremeyeceğim. Çünkü uzun uzadıya görüşmek lazımdır. Yalnız sizi te’min ederim ki; hal-i hazırda Hindistan’da büyük bir cereyan vardır. Bu cereyan ise İngiltere aleyhindedir. Fakat biz müslümanlar mecbur olmadıkça bu cereyanlara karışmıyoruz. Bu cereyanı Hind putperestleri ihzar etmiş ve bu suretle İngilizleri beyhude yere gücendirmişlerdir. Esas-ı mes’eleye dair müslümanlarla Hind putperestleri arasında bir ittifak var ise de füruata dair büyük bir ihtilaf vardır. Aynı zamanda putperestlerle beraber tevhid-i mesai etmek Hind müslümanlarının menafi’ine uymaz. Elbette zemin ü zaman günün birinde İngilizleri Hindistan’dan çıkmaya –çıkarmaya– mecbur edecektir. İngiltere rical-i siyasiyyesinin büyük bir zühul ve hatada bulundukları ca-yı tereddüd bile değildir. Çünkü İran işlerinde Rusya’nın hile ve desayisine koca İran’ı bir virane haline çevirinceye kadar Sir Edward çalıştı. Rusya eğer Mavera-yı İran Şimendüfer Hattı’nı temdidle Hindistan’a kadar ulaştıracak olursa kemal-i sühuletle kuvve-i askeriyyesini İran’dan Hindistan’a günün birinde dökecektir. İhtimaldir ki Almanlarla da bir gün tevhid-i mesai etsinler. tehlike ve fenalığın nereden geleceğini takdir ettikleri cihetle hal-i hazırdaki İngiliz kabinesiyle çarpışmaktadırlar. Berikiler bir kabine teşekkül edeceğine şübhe yoktur. O zaman bit-tabi’ Şark ve İslam tarafdarı olan İngiliz ricali iş başına gelirler. düzelsin ve müslümanlar rahatça bir nefes almaya muvaffak olsunlar. Biz Hindliler ise daima İngilizlerin bu hatalarını yüzlerine çarpıyoruz. Bütün Hindistan matbuatı bu babda binlerce makaleler neşr etmişlerdir. Her halde müslümanların sözü meydana çıkacak ve sadakatleri İngilizlerce de takdir olunacaktır. tadır. İngilizlerde en ziyade sadık kalanlar ise Hindistan müslümanlarıdır. Fakat İngiltere Devlet-i Aliyye’ye İran’a karşı vaz’iyet-i hazırasını ta’dil edip de daha sağlam ve samimi bir siyaset ta’kıb etmeyecek olursa atiyyen Hind müslümanlarının da sadakat ve teveccühlerini gaib edeceğine söz yoktur. Bunu pek yakından idrak eden Hindistan’daki bu’alarına bildirmişlerdir. Zannedersem Hindistan’da başka bir tarz-ı siyaset ta’kıbine İngiltere devleti mecbur olacaktır.” Muhatabımın sözü burada hitam bulunca daha ziyade kendisini tasdi’ etmeyi muhalif-i nezaket bildiğimden aldığım ma’lumata kanaat ederek elini sıkıp yanından ayrıldım. Seyyid Necmüddin Hasan hazretleri Hindistan Şiileri üzerine azim bir nüfuza maliktir. Her sene Hindistan Şiileri tarafından akd olunan kongreye riyaset ediyor. Bu zat alim ve fazıl bulunmakla beraber gayet müttakı ve zahid ve son derece mütefekkir ve münevver bir zattır. Kendi vatandaşlarına hıdemat-ı ciddiyye ve müfidede bulunmakla cümlenin hürmet ü muhabbetini kazanmıştır. OSMANLILARA BİR HİTABNAME Londra’da İngiliz Lisanı’yla münteşir Hind Müslim ceride-i leri bu muhterem Hindli müslüman kardeşimiz tarafından gönderilen İngilizce matbu’ bir hitabnamenin tercümesidir: Bismillahirrahmanirrahim Müslüman kardeşler! Cenab-ı Hakk’ın avn ü selameti üzerlerinize olsun. Rabb-i Müteal sizleri hayatın en şedid mihnetlerine giriftar etmeyi irade buyurmuş. Fakat mutmain olunuz Nebiyy-i Muhterem aleyhi salevatullah hazretleri; buyurdular. “Eyyam-ı imtihan eyyam-ı sa’d ü ıstıfadır.” Hak tealaya tazarru’dan fariğ olmayın şu dakıka-i hevl-nakde Allah’ın Peygamber’in ve alemde bütün müslümanların sizden istediği şeyleri yapın ve unutmayın ki; “ Nusret Hak’tandır muvaffakıyet ise yakındır.” Hal-i hazır sizin eser-i sun’unuz değildir; belki Avrupa ye’cuc ve me’cucünün netice-i karıdır. Onlar ayaklarınızı dolaştırmak için ağ kurmuşlardır. Diyorlar ki: “İşiniz bitiktir; sukutunuzu men’ edecek ilac yoktur.” Fakat siz Cenab-ı Rabb-i Hakim’in yapacağı işlere muntazır olun. “Hezekiel”in dediği gibi: “Son günler gelmiştir. Ye’cuc ü me’cuca bazı şeyler hutur ediyor ve onlar redi’ bir tasavvur kuruyorlar.” Ey din kardeşleri! Hıristiyanlara hoş görünmek için elinizden gelen hiçbir şeyi diriğ etmediniz; fakat onlar yine razi olmadılar. Din-i hakkı yeryüzünden silip süpürmek istiyorlar. Nazarlarında en büyük cinayetiniz bu dine sülukünüzden başka bir şey değildir. Libya’yı Etyopya’yı Trablusgarb ve Bingazi Habeşistan “sursuz şehirler iklimine müsterihu’l-bal olan emn içinde yaşayanların memleketlerine gideceklerini” söyler gibi duruyorlar. “Sursuz şehirler” “müsterihu’l-bal” ve “emn içinde” kat bir surette ima ediyor. Filhakıka Kur’an-ı Kerim Mekke-i Mükerreme’yi bu vasıf ile tavsif etmiştir beledü’l-emin. Evet; ye’cuc ve me’cuc Mekke’yi Medine’yi havze-i nüfuzları içine sokmak istiyorlar. Halbuki sizler Beyt-i Atik’ın muhafızlarısınız. Onlar müslümanlar için hayır dilemiyorlar. Halbuki sizin menafi’iniz menafi’-i İslam ile birdir. Yine şeklindedir. mu’cize-i mebhusün-anhaya göre Hezekiel’in “Meshech ve Tubal”ın başprens[i] diye tavsif ettiği Moskof şimaldeki yerinden “zi-haşmet ordusunu” gönderdi. Bulgar onun elinde ancak bir alettir. Şu vakayi’ madem ki resul-i Beni-İsrail’in kelimat-ı mu’cize-karisini müeyyiddir biraderler emin olun ki ye’cuc ve me’cucun akıbeti de uzak değildir. Ey din kardeşleri! Ümidden imandan munkatı’ olmayın. Madem ki silaha sarılmakta muztar kaldınız elbet Allah’ın nusreti tecelli edecektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “ Duçar-ı zulm ü hakaret oldukları için silaha ve kıtale sarılanlara izin verildi. Allah muhakkak onlara nusret etmeye Kadir’dir. Ancak; Rabbimiz Allah’dır dediklerinden dolayı yurtlarından bi-gayri hakkın ihrac edilenler… ve Allah’a Aziz’dir… Kendilerine yeryüzünde mekan verdiğimizde namaz kılan zekat veren ma’ruf ile emr münkerden nehy edenler… ve akıbet-i umur Allahu teala hazretlerinindir.” Arnavudluk’ta Türkiye’de Makedonya’da binlerce erkek kadın mücerred; “Rabbimiz Allah’dır” dediklerinden dolayı evlerinden koğuldu. Fakat kardeşler; unutmayınız ki; “Allah ancak evamirine riayet edenlere yardım eder.” Avrupa’nın sahte medeniyeti size pek dil-ruba göründü. Bir memleket-i İseviyyede kalıverince hemen Avrupa adab-ı muaşeretine şakird-i mütehalik oluverdiniz ve bina-berin şimdiki hıristiyanlar gibi hamiyet-i diniyyenin yüksek ruhunu zayi’ ettiniz. Halbuki o ruh-ı hamiyyet eyyam-ı güzeştede sizin için bir sırr-ı muzafferiyyet idi. Zikr ettiğimiz ayet-i kerimenin işaret buyurduğu vechile Kavi ve Aziz olan Allah’dan isticlab-ı nusretin şerait-ı mühimmesinden olan namaz kılmayı zekat vermeyi ma’rufla emr etmeyi münkerden nehy etmeyi çoğunuz bıraktı. kardeşler; telafi-i ma-fat zamanı geçmiş değildir. Rabbimiz Tevvabu’r-Rahim’dir; ızhar-ı nedametle tevbe eden canlara ra’fet ü rahmetle mukabele eder. Müslüman olursanız nusret sizindir. Siz ey İslam orduları! Müsterih olunuz; zafer ve şöhret tacları sizi bekliyor. Önünüzde necib bir hizmet var; dininizi müdafaa edeceksiniz. İslamiyet tehlikede! Hilal eksiliyor! Bu son cihadınızdır! Hak yolunda can vermeye azm edin; toprak olun da yine teslim-i nefsi aklınızdan geçirmeyin! Cenab-ı Hak sizinle beraber olsun ve sizi ebedi muzafferiyat ile mes’ud etsin! SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI MÜDIRIYETI’NE Azizim efendim hazretleri hassa teşekkürler ederim. Sebilürreşad’ın baş sahifesindeki Mehmed Akif Efendi hazretlerinin mev’izaları burada gözden geçirenleri hayrette bıraktı. Hatta emir-i Mekke hazretleri de gözden geçirip fevkalade takdiratta bulundular. Arabca’ya bit-tercüme Hicaz gazetesiyle ta’mim olunmasını arzu buyurdular. Her tarafa irsal olunacaktır. Hind’e Çin’deki müslümanlara kadar gönderiliyor ve bu gibi eserlerin Alem-i sene hacca gelen Hindistan reisü’l-uleması bende-hanenizde misafir olmuşlardı. Fazıl-ı müşarun-ileyhin pederleriyle hukukum kadimdir. Bu fazıl sekiz yüz senelik bir aile-i kadime ve necibeden olmakla beraber Lucknow şehrinde ikamet ederler. Bu kere de harb ianesi ile İngiltere’yi protesto mes’elesinde pek büyük hizmetleri görülmüştür. Fazıl-ı ali daima bura ile muhabere eder. Geçen sene emir-i Mekke hazretleriyle de müşerref olmuşlardı. Onlara söylenecekler de söylenmişti. Afganistan’a da Hilafet-i Kübra’nın uğramakta olduğu gaddarane tecavüzat pek müessir bir surette “Allah devletimizin muin ü zahiri olsun. Cenab-ı Hak bu ümmet-i İslama merhamet buyursun muzaffer ve muvaffak buyursun.” duasından başka ne denir. Mekkemiz’de hala iane-i harbiyye vergisiyle iane-i saire devam eyliyor. Emir-i Mekke hazretleri esaslı ve daimi bir varidat bularak donanma ve iane-i harbiyyeye karşılık gösterdiler. Senevi varidatı mühim bir yekun tutmaktadır. Bakı gözlerini takbil ederek size huzur-ı Ka’betullah’da duacıyım. Faziletli Akif Efendi hazretlerinin ellerini takbil ederek takdim-i ta’zimat ederim efendim hazretleri. DÜNYADA NE KADAR MÜSLÜMAN VAR? Almanca mühim bir risale-i musavvereden Tasvir-i Efkar refikımız tarafından tercüme olunan atideki makaleyi ehemmiyetine mebni ber-vech-i zir aynen nakl ediyoruz: “Balkan fecayi’inin ateşin alaimi arasından Salib’in parlamakta olduğu görülmektedir. Balkanlar’daki hıristiyan hükumetleri Hilal’e ve bütün İslamların halifesi olan Osmanlı padişahına karşı bir din muharebesi açtılar. Bu muharebede her bir intizar ve tahminin fevkınde olarak tarafeyn-i muhasımeyn miyanında Osmanlılar İslamiyet şan ve asaletini muhafaza etti. Çünkü Osmanlılar hal-i galeyanda olan efkar-ı milliyyelerine bir de taassub-ı dinilerini karıştırmaktan tevakki eylediler. Fakat zannetmeyiniz ki hissiyat-ı diniyyeleriyle yek diğerine kaviyyen merbut bulunan İslamlar habidedirler. Son seneler zarfında ma’ruz kaldıkları tazyikat onları biribirlerine daha ciddi bir surette rabt etmiş ve Asya ile Afrika’da Türk ve Arab unsurları arasındaki tefrikayı tamamıyle izale eylemiştir. Abdülhamid’in ta’kıb ettiği fikr-i siyaset Dersaadet’te Hilafet’in tarsin ve takviyesine lüzum gösteren bir devirde bulunduğunu anlamış ve “İttihad-ı İslam” nazariyesini te’sis eylemiş idi. Hicaz Hattı ecnebi parasından on para bile ilave olunmadan sırf İslamlar arasında cem’ edilen ianeler ile Abdülhamid’in sukutu münakaşat-ı dahiliyye fırka münazaatı yek diğerini vely etti. Bunun neticesinde Dersaadet Balkan Muharebesi İslamları yine ittihada sevk eyledi. Düşmen-i müşterekin Muhammediyyunu tekrar birleştirdiği gibi kendileri ile gayr-i mü’minler arasında da yeniden bir nifak vücuda getirdi. Birçok kimseler tarafından su-i isti’male uğrayan ittihad-ı Duçar-ı tecavüz olan dindaşları için bütün dünyadaki Osmanlı padişahını buhranlı bir mevki’de gördüklerinden dolayı cümlesi dil-hun olmaktadırlar. Medeniyet-i Garbiyyenin esasını teşkil eden din ile hayat arasındaki farkı Şark bilmez. Onun için din hayat ve hayat da din demektir. Bir Şarklı hayat-ı yevmiyyesindeki en ehemmiyetsiz bir fi’lini bile hakayık-ı Kur’an’da arar ve ettirir: İslamiyet’i teşkil eden kitle-i azimenin en küçük bir uzvu mesabesinde olan Avrupa’daki İslamların tali’ ve istikbalinde bütün mü’minlerin alakadar olması bundan ileri geliyor. Asya’da ve Avrupa’da yalnız aynı usul üzere dua edilmekle geçilmeyip mehdden lahde kadar geçen safahat bütün İslamiyet üzerine mübteni bulunuyor. Büyük mikdarda tebea-i İslamiyyeye malik bulunan Düvel-i Muazzama’nın ne büyük bir tehalük ile tevazün-i kuvaya çalıştıkları görülüyor. Günden güne tezayüd eden Balkan devletlerinin arzu ettikleri vechile Devlet-i Osmaniyye tamamıyle munkarız olduğu anda zuhur edecek bir harik-ı hailin şerarelerini dünyanın her tarafına dağıtacağını her gün müşahede edilen ahval ve vuku’a gelen hadisat pek güzel isbat ediyor. Daha şimdiden birçok yerlerde tan’da Şarkı Bengal ve Pencab ahali-i İslamiyyesi mitingler akd etmekte protestolar yağdırmakta ve imparatorları olan ler. İhtimal büyük bir müstemleke-i İslamiyye sahibi bulunan Fransa devleti dahi yakında bu gibi hadisat karşısında kalacaktır. Arabistan’da ve hususiyle Yemen’de Osmanlı– olan şeyhler bile terk-i adavet ederek din düşmanına karşı muharebeye amade olduklarını bildirmişlerdir. Aynı hal Trablus’da vaki’ oldu. Bir zaman bu hal Arnavudluk’ta da görüldü. Osmanlı padişahının cismani sıfat-ı hükümdarisinden maada bir de sıfat-ı Hilafet’i haiz bulunduğu ve bu sıfatı gaib etmemek için menafi’-i devletten maada her şeyden evvel menafi’-i din ü imanı da sıyanete mecbur olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. İslamiyet’in cesim daire-i hayatiyyesi etrafında cismani değil ruhani bir rabıta mevcuddur. Bugün Alem-i İslam’ın kısm-ı a’zamı hakimiyet-i ecnebiyye tahtında bulunmaktadır. Balkan Muharebesi neticesindeki tebeddülatı bile nazar-ı dikkate almasak Devlet-i Osmaniyye en büyük İslam devleti olmayıp İngiltere Fransa Çin Felemenk ve Rusya en çok İslam tebeaya maliktirler. Almanya dahi Şimali Kongo Şimali Kamerun ve Şarkı Afrika sahilinde iki milyon İslam tebeaya maliktir. Pek tahmini olan mikdarlarının kayd-ı ihtiyat ile telakkı edilmesi şartıyle atideki liste Alem-i İslam’ın Alem-i Garb ile Avrupa teşkilat-ı düveliyyesi arasındaki münasebatını pek güzel irae etmektedir: Hıristiyan devletlerin taht-ı tabi’iyyetinde bulunan İslamlar: cem’an .. tebeası; Fransa’nın Afrika’da ??. Asya’da . cem’an tebeası; Almanya’nın Afrika’da ?.???.??? tebeası; tebeası Şimali Amerika Hükumat-ı Müttehidesi’nin Asya’da yani Filipin Cezayiri’nde . Felemenk’in Asya’da . tebeası; Rusya’nın Avrupa ve Asya’da ?.. tebeası; Avusturya-Macaristan Bulgaristan Romanya Karadağ ve saire gibi devletlerin . İslam tebeaları ve Okyanusya ile Amerika’da . İslam ahali vardır ki bunların mecmu’u . nüfusa baliğ olur. Düvel-i sairenin taht-ı tabi’iyetinde bulunan İslamlar: Afrika’da ? Çin’de ? Siyam’da . Formoza Adası’nda ??.??? nüfus olup mecmu’u ? İslamdır. Tabi’iyet-i Osmaniyyede bulunan İslamların Balkan Muharebesi’nden evvelki mikdarı Avrupa’da ??.?. ve Asya’da ?.. olmak üzere cem’an ? nüfus idi. Bundan başka diğer düvel-i İslamiyye kalır ki bunlar da Umman Necid ve saire gibi hükumetler olup tebeaları . kişidir. Sonra Afganistan’da . nüfusa maliktir. İran’ın . nüfus ile beraber hepsinin mecmu’u . nüfusa baliğ olur. Bu hesabdan bütün dünyadaki İslamların tahminen iki yüz otuz dokuz milyon nüfusdan ibaret oldukları anlaşılıyor. EHL-İ SALIBDEN BAŞKA MİLLETLERİN HAKK-I BEKASI YOK MU? Kabil’de münteşir Siracu’l-Ahbar refikımizin bir makalesinden: “Gazetelerin verdiği ma’lumattan öyle anlaşılıyor ki; eski Ehl-i Salib muhacematı daha çirkin ve hunin bir şekil milletlerinde kasablık hissiyatı da terakkıyat-ı maddiyyeleri nisbetinde artıyor. Bundan dolayıdır ki altı devlet-i muazzama mezhebdaşları olduğu için dört hükumet-i sağirenin Avrupa’da istedikleri gibi icra-yı mezalim etmesine ses çıkarmıyorlar. Şu zamanda Balkanlar’ın irae ettiği manzara insana eski Roma devirlerinde kanlı sahneleri hatırlatıyor. Bu kanlı tiyatronun aktörleri ise Avrupa rical-i siyasiyyesidir. Diyorlar ki; müslümanlar Avrupa siyasetini anlayamıyorlar. Mes’ele pek aşikar olmasaydı bu iddia kabul edilebilirdi. Fakat artık örtüler düşmüş ve serair-i siyasiyye bütün üryanlığı ile meydana çıkmıştır. Niçin devletlerden bir ikisi Osmanlı tarafdarı olmuyor? Ale’l-husus bütün azamet ü şevketini memalik-i Şarkıyye ve bilhassa Hindistan yüzünden te’min etmiş olan malı mı idi? Halbuki Devlet-i Osmaniyye’nin zaif düşmesi Boğazlar’ın açılmasını Boğazlar’ın açılması ise İngiltere menafi’inin hasarını mucib olacağı o kadar vazıhdır ki bunu Fakat ne çare! Avrupa siyasetini idare edenler herşeyden evvel müstakil bir Şark ve müstakil bir İslam memleketi bırakmamak politikasını tutmuşlar. Ehl-i Salib münferid olmak milletin yeryüzünde hakk-ı bakası yok mudur? Küre-i Arz’ın mecmu’-ı nüfusu bir buçuk milyara karibdir ki bunun ancak milyonu hıristiyandır. Diğer kısm-ı mühimmi ise hıristiyan olmayan milletler teşkil ediyor. Böyle bir aded-i gayr-i mütenasib arasında teferrüd iddiasına kalkışmak ma’kul bir hareket olabilir mi?” GAFİLLERE Şecaat mi olubdur bizlere bu ah u efganlar? Nedir burhan-ı te’siratımız mı çeşm-i giryanlar? Neden biz her zaman her lahza lezzet-yab-ı vahşani; Vatan uğrunda likin can-sipar olmakda ihvanlar? Nedir ihvan-ı dine yok meded bir naleden gayri; Kapanmış mı cehaletle ilahi akl ü im’anlar? Açıp pa-yı rakıbana vatan bir sadr-ı merdane Akar deşt-i sitemde zulm ile bin çeşme al kanlar! Cihan merdana himmetten evet lerzan olur her dem; Utanmaz mı mübarizgahdan bu kalb-i suzanlar? Yakın-i canbaz olan millet alır aguşa amalin Ne hasret bahrine Allah dalıp ahir müslümanlar; Hani mescidde ağlarken deyen; “Ya leyteni küntü” Açılmış arzu erbabına bak işte meydanlar? Eğer mahv olsa Türkiyet batar bi’l-merre Veli vermez semer hergiz o demde ah harmanlar! Evet bir müstakıl saydız bugün dam-ı felakette Bulubdur vakt-i fursat cehlimizden işte udvanlar! Nedir ahir kelam “mü’minuna ihve”den maksad? Okur la’net bize her lahzada ayat-ı Kur’anlar! Vatan ahir nefes-i can vermede bilmem ne gaflettir Yatıp toprakda ey efsus alem-gir sultanlar!... şeklinde yazılmıştır. Bu hafta Edirne’de hafif bombardımanlar devam etmiş topçu muharebeleri yapılmıştır. Bolayır’da muhafaza-i sükunet edilmiştir. Çatalca’da ilerlemeye başlayan kıtaat-ı Osmaniyye musademelerle bazen ehemmiyetlice muharebelerle Edirne yolundan yirmi kilometre kadar mesafe tayyine muvaffak olmuştur. Kuva-yı Osmaniyyenin mecbur etmiş haftanın sonuna doğru düşman üç fırkalık kuva-yı külliyyesiyle tecavüz etmek istemiş fakat kıtaatımız tarafından dilirane mukabele olunarak düşman telefat-ı külliyyeye duçar ve ric’ate icbar edilmiş müteakıben kuva-yı mühimme-i Osmaniyye harekete başlamıştır. Önümüzdeki hafta zarfında meydan muharebesinin vuku’u me’muldür. Cenab-ı Hak ordumuza nusret ve zafer ihsan buyursun. Osmanlı Telgraf Ajansı’nın ihbaratına nazaran düvel-i mütevassıtanın şerait-i sulhiyye esasları olmak üzere ihzar ve hükumat-ı müttefikaya tebliğ etmiş oldukları mukabil teklifat ber-vech-i atidir: arazinin müttefiklere terki. Bu araziden yalnız Arnavudluk müstesnadır ki bu kıt’anın hududu Düvel-i Muazzama tarafından tahdid edilecektir. yir-i Bahr-ı Sefid mukadderat-ı atiyyesinin ta’yinini Düvel-i Muazzama’ya terk ü tevdi’ eylemesi. kumat-ı müttefikanın tazminat-ı harbiyye iddiasında bulunmaması. Düyun-ı umumiyyenin munsıfane bir surette tevzi’ ve taksimi diğer mesail-i maliyyenin tanzim ü tesviyesi husasatıyle meşgul olmak üzere Paris’de in’ikad edecek olan maliye konferansı müzakeratına Balkan hükumetlerinin murahhasları dahi kabul edilecektir. Sofya hükumetine vaki’ olan tebliğatta bu şartların kabulünü müteakıb muhasamata nihayet verilmesi kaydı da mündericdir. Trablusgarb’da Züvara cihetinde bulunan Arab ordugahından İskenderiye tüccarlarından bazılarına yazılıp eş-Şa’b gazetesinde hulasası münderic olan bir mektubda Trablusgarb ahvali şu suretle tasvir ediliyor: Meydan-ı muharebede din ve vatanlarını müdafaa ile iştiğal etmekte olan mücahidlerin Neş’et Bey’in zamanından beri başladıkları tertibat-ı harbiyye günden güne mühim muvaffakıyetlere iktiran ediyor. Trablusgarb Sahrası’ndan meydan-ı muharebeye fevc fevc ehl-i İslam gelip ordugahlara şarktan garba bütün sahra ile Berka’ya kadar imtidad etti. Bil-umum mücahidler yek-dil ü yek-zeban olarak vatanı müdafaada devam etmeye ez-ser-i nev ahd ü misak ettiler. Vaktiyle İtalyanların eline geçen Arablardan altı yüz kişi eslihalarıyla beraber avdet ettiler. Yakında İtalyanların nezdinde bulunan bütün Arabların avdetlerine intizar ediliyor. Baş gösteren tefrika ve ihtilaf günden güne tezayüd ediyor. alay süvariden mürekkeb büyük bir kuvvet göndermişler ise de Arablar bu kuvveti her taraftan ihata ederek münhezimen ric’at ettirmişlerdir. İtalyanların bu vak’ada verdikleri telefatın mikdarı çoktur. Urfele ve Terhune musademelerinde Arabların sahile kadar ta’kıb ettikleri İtalyanlara verdikleri zayiat da az değildir. el-Ehram gazetesinin beyanına göre Berka Kumandanı Aziz Bey İtalyanlar hükumeti eline aldığı günden beri teşkil ettiği İslam Emareti namına varidat te’min etmek maksadıyle birçok iktisadi işlere çalışmaktadır. Aziz Bey Bingazi Ordugahı’nda ahiren büyük bir bina yaptırarak orasını daire-i hükumet ittihaz eylemiştir. Yine ordugahın yakınında tüccara mahsus yüz elli kadar mağaza ahval-i maliyyesine nisbeten pek fazla ücretler ile isticar etmişlerdir. Aziz Bey Sellum’dan Bingazi’ye kadar temdid ettiği telefon hattının ikmali ve askeri karargahların birbirine rabtı için bütün büyük merkezlerde telgraf müesseseleri inşa ettirmek üzere sarf-ı himmet ediyor. Bu maksada binaen Mısır telgraf mütehassıslarından birkaç kişiyi Bingazi’ye da’vet etmiştir. Muma-ileyh bunlara işin bidayetinde ayda sekiz lira maaş vereceğini va’d eylemiştir. Berka Muharebesi’nden sonra bütün Arablar la-yetezelzel bir irtibatla ittifak etmişlerdir. Londra’dan Mart tarihiyle çekilen bir telgrafta: “Uhuvvet-i İslamiyye Cem’iyeti” tarafından Cookstown Hall’da? akd edilen bir ictima’da müttefik hükumetlerin Balkanlar’daki İslamlar aleyhindeki teaddiyatından dolayı protesto ve Türkiye hakkında beyan-ı meveddeti mutazammın bir kararname kabul olunduğu bildiriliyor. Protesto beyan-ı meveddet!.. Kuru laflar… Te’siri olmadıktan sonra beyhude zahmet!.. Novye Vremya gazetesinde okunduğuna göre Romanof Hanedanı’nın üç yüzüncü sene-i devriyyesi şenlikleri münasebetiyle Petersburg Kışlık Sarayı’nda misafir bulunan Buhara emirine Rusya çarı tarafından iki atlı bir araba ihda olunmuştur. Buhara Emiri hazretleri Çar cenablarının bu iltifatlarından teveccühlerinden dolayı pek bahtiyar olsalar gerektir! Türkçe Meal-i Hakimi olunmak üzere malınızı infaka da’vet olunuyorsunuz. Sizden bir kısmınız buhl ediyor. Her kim buhl ederse ancak kendi nefsinden buhl etmiş olur. Allah Gani’dir. Siz ise fakırsiniz. Siz Allah’ın emrine arka çevirirseniz O sizi kahr eder; yerinize başka bir kavim getirir; sonra onlar sizin gibi hasis olmaz. Görüyor muyuz bu ayet-i celile ne diyor? Kimlere hitab ediyor? Bu andaki hitabı bu dakıkadaki itabı bize. Biz a’da-yı tevhid ile hal-i harbde bulunuyoruz. Yirminci asr-ı medeniyyetin kurun-ı ula vahşetiyle üzerimize saldıran Salibiyyun leri içinde tabakat-ı cahimi tanzir ediyor. Ciğer-pareleri nur-ı dideleriyle engizisyon işkenceleri ve namusları tüyleri ürpertecek bir vahşet-i hayvaniyye ile pa-mal-i şehvet eden mazlume hemşirelerimizin feryadları Arş-ı A’la’yı sarsıyor. Allah celle şanuhu malımızı canımızı feda ederek bunların bu bedbaht bu zavallı bu biçare mazlumların kemal-i ehemmiyyetle emr ü ferman buyuruyor. İçimizdeki hasis zenginleri de gösteriyor. Emrine arka çevirdiğimiz halde bizi kahr ederek yerimize başka bir kavim getireceğini sonra onların bizden ibret alarak buhl ü hıssette bize emsal olmayacaklarını haber veriyor. Sanki bugün hikmet-efza-yı nüzul olmuş değil mi? Bir de şu; “ Hasislik edenler hususiyle alemde buhl ü hıssetle emr edenler Allah’ın hazine-i fazl ü kereminden ihsan buyurduğu serveti gizleyenler her türlü kahr u gazaba müs[te]haktırlar. Biz küfran-ı ni’met edenler kerimesini im’an-ı nazarla okuyalım. Bu misillü azgın zenginler Allah’ın her türlü kahr u celaline avuç açmışlar belalarını bekliyorlar. Fakat musibet gelince yalnız onlara münhasır kalmaz. Yangın bir evden çıkar söndürülmezse bir mahalleyi yakar bir şehri hakistere çevirir. Cenab-ı Kur’an işte şu; “ Fitneden kaçınınız. Zira o yalnız zalimlere isabet etmekle kalmaz! O ateş zalim gayr-i zalim dinlemez; hepsini siler süpürür. Bilmiş olunuz ki Allah’ın şetli bir lisan-ı kahr u celal ile beyan ediyor! Hasislik bir hey’et-i ictimaiyye içinde emraz-ı ahlakıyyenin adeta veremidir. Verem nasıl ciğere yapışır kendini hissettirmeksizin ciğerden ciğere sıçrarsa işte hasislik de böyle sari bir maraz-ı ruhidir. Bakınız; cümle-i celilesi bu feci’ sirayet-i marazı ne kadar nükte-ver ne kadar ma’ni-dar bir lisan-ı belağatle anlatıyor! Hasis yalnız hıssiyetle kalmıyor alemi de kendine benzetmek fazilet-i cud ü sehayı öldürmeye bütün hırs-ı buhlüyle çalışıyor. Carullah Zemahşeri bu ayet-i kerimenin tefsiri münasebetiyle eshıyadan birinin bezl-i nükud ettiği kendine söylenen bir müfrit hasisin –guya kendi hazinesi yağma edilmiş gibi!– gözleri patlamak derecesinde fırladığını tepesine yıldırımlar benzediğini hayretle gördüğünü söylüyor. Lisan-ı hikmet-beyan-ı Rahmeten-li’l-alemin aleyhi’sSahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib salatü ve’s-selamdan şeref-sudur etmiş olan şu; “ Sakınınız hasislikten! Çünkü sizden evvelki insanlar hasislik yüzünden helak oldular. Şeytan onlara musallat oldu buhl ü hıssetle emr etti ti emretti başeğdiler. Mesavi-i ef’ali mefasid-i a’mali emr etti; o levsiyat-ı hayvaniyyeye daldılar gittiler. Sahihayn ve gayruhüma” Hadis-i şerif bahsimizi bir kat daha tenvir eden şümus-i hakayık-ı Muhammediyyedendir. Hakıkat! Hasislik kadar emraz-ı ahlakıyye içinde hayat-ı ictimaiyyeyi tehdid eden bir hastalık yoktur. İnsanı akrabasından hatta ebeveyninden bile ayırır; cem’iyet içinde vahdete vahşete mahkum eder. Bu müdhiş verem de bit-tabi’ zenginlerin vicdanına musallat olur. Zenginden zengine sirayet eder durur. Bir memleketin bütün zenginleri bu mülevves bu mühlik marazın pençesine düştü mü artık o memleketten el çek! O muhit-ı hıssetin saadetinden değil hayatından bile ümidi kes! Nitekim işte biz! Yarım milyon müslüman düşman kılıcına uğradı doğrandı. Birkaç hükumet birkaç saltanat vücuda getirecek derecede vesi’u’l-enha Rumelimiz elden gitti de bizim hasis zenginlerimizin bir kılı bile oynamadı. Sanki yürek değil taş kalb değil ahen! Onlar; milyonlarını bankaya yatırmak düşman İstanbul’a girerse ecnebi tabiiyetine girmekle meşgul. Sine-i şefkatinde doğduğu milletini südüyle ni’metiyle büyüdüğü vatanını bu derece soğuk kanlılıkla tahkır edenleri tabiiyetine kabul edecek bir ecnebi düşünüyorum da bulamıyorum. Çünkü ecnebilerden hiç birini milletsiz vatansız görmüyorum. Bunları defter-i tabiiyyete kabul edecek ancak yine kendileri gibi vatansız milletsiz olmak lazım gelir i’tikadındayım. Hele hazinelerini tevdi’ ettikleri bankalarda emin görmelerine hayret etmemek kabil değildir. Zavallılar! O emniyet ancak bu hükumet bu millet bu hayat sayesinde yaşar. Maazallah bu hükumet gider bu millet biter bu hayat sönerse sizin de ümidiniz mahv olur. Zanneder misiniz ki düşman o bankaların mahfuziyetine hükumet-i İslamiyye gibi riayet eder? İlk yağma edeceği işte o bankalardır. Veliyyü’n-ni’metleri bu yağmayı tahsin bile eder. Ne kadar doğru! Bir cem’iyetin yalnız fukarası meydan-ı hamiyyete gelir de ağniyası yan çizer kendi mahafil-i sefahet-perestanelerinde vur patlasın çal oynasın alemlerinde gezerler kimi de hazinesini böyle cem’iyetin hayat ve memat günlerinde bankalara götürmek suretiyle milletinden kaçırırsa artık ne beklersin? Yazık; koca bir mülk mücerred ağniyanın buhl ü hıssetleri sayesinde bad-ı heva elden çıktı; serir-i Hilafet-i İslamiyye’nin bir payesi daha kırıldı; nasıye-i İslamiyyet’e dört milyon müslüman kanından bir leke daha sürüldü. Bizim kendimize ettiğimiz cinayeti irili-ufaklı düşmanlarımız bir olup da yüz sene çalışsalardı yine yapamazlardı. Aferin biz müntehirlere sad aferin! MU’TEZİLIN Vasıl bin Ata’nın muasırlarından ve rüesa-yı Mu’tezile’den bulunan Amr bin Ubeyd Vasıl ile aynı zamanda Hasen-i Basri’nin halka-i tedrisinden i’tizal eylemişti. Amr ahval ve ahlakça şayan-ı tedkık simalardandır. Amr Ebu Osman künyesiyle ma’rufdur. Ceddi Afgan muharebatında esir olarak eyadi-i İslama düşmüştü. Kendisinin de BeniTemim azadlılarından olduğu mervidir. Müverrih-i şehir Mes’udi Amr bin Ubeyd hakkında sitayiş-karane bir lisan ta’dad etmektedir. Tarih-i vefatı Hicret’in - senesine musadifdir. Mes’udi Amr’dan bahs ederken diyor ki: “Amr bin Ubeyd zamanındaki mu’tezilinin en ma’ruf siması idi. Kendinden sonra gelen zevat arasında Amr’ı husufa uğratacak hiçbir kimse görülemiyor. Kader irade-i cüz’iyye ve tevhid-i Bari’ye dair birçok kitaplar yazmıştır.” Amr bin Ubeyd ile Halife-i Abbasi el-Mansur arasında samimi bir meveddet vardı. Ebu’l-Hasen Ali el-Mes’udi Ahbaru’z-Zaman ünvanlı eserinde bu hususda birçok menakıb-ı latife zikr ediyor. Mes’udi Amr bin Ubeyd’in Halife el-Mansur huzurunda Mürucü’z-Zeheb ve Maadinü’l-Cevahir namındaki tarih-i meşhurunda derc eylemiştir. Derin bir fikr-i hikmeti muhtevi olan bu parçayı ber-vech-i ati derc ediyoruz: Amr bin Ubeyd’in yüksek ve parlak fikirlerle meşbu’ asar-ı şi’riyyesi ve tevhide dair birçok kasaid-i müfide ve makaleleri vardır. Mes’udi Kitabün fi’l-Makalat fi-Usuli’dDiyanat ünvanlı eserinde Amr bin Ubeyd’in münazarat-ı kelamiyye ve münakaşat-ı hikemiyyesine dair tafsilat vermiş olduğunu Mürucü’z-Zeheb’de beyan ediyor. Amr bin Ubeyd el-Mansur huzurunda başka bir def’a da şu mealde bir kıt’a inşad eylemiştir: “Eyvah! Dünya cazibe-i muğfilanesiyle muvakkat misafirlerine ebediyet fikri vererek biçareleri oyalıyor! Halbuki zavallı yolcular düşünmüyorlar ki kondukları bu misafirhaneden az bir müddet sonra yine göç edeceklerdir! Unutmayalım ki acuze-i dehrin keminleri mühlik ezvakı zehr-aluddur! Dünyada sükunet ve huzur keşmekeşin hükumet ve saltanat ihtilal ve tecavüzün kabus-ı tehdidi karşısında daima titrer! Pek muvakkat olan dem-i asudegiyi figanlar vaveylalar ta’kıb eder. İster halim ve lütufkar ol ister şedid ve gaddar ol ne olursan ol hiçbir zaman seylabe-i şuunat önünde sürüklenmekten kurtuluş yoktur. İnsan dünyada felaket ve alamın refikı pençe-i bi-eman-ı ecelin hedefi benat-ı idbar-nüma-yı dehrin bir oyuncağıdır!” Şu parçalar gösteriyor ki Amr bin Ubeyd Schopenhauer kadar değilse de Ömer Hayyam derecesinde bed-bindir. Amr bin Ubeyd’in şöhret-i şayiasına rağmen mezheb ve mesleği hakkında verilen ma’lumat pek azdır. Şehristani Amr’ın usul-i mezhebiyyesini Vasıl mezhebinin aynı olarak gösteriyor. Yalnız “Vasıliyye” Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali vak’alarında yalnız ahad-i ferikayni la-bi-aynihi fıska nisbet ettikleri halde “Amriyye”ler tefsikı her iki fırkaya da teşmil eylemişlerdir. Zamanen birinci tabakada bulunan erbab-ı i’tizali müteakıb kütüb-i felsefiyye-i Yunaniyye Arabca’ya tercüme edilmeye başlanmıştı. Mu’tezilin bu kitapları derin bir vukufla mütalaa ve tedkık eylemiş olduklarından bu zamandan görülmeye başlamıştır. Bu sayede pek az bir müddet sonra her tarafta Mezheb-i İ’tizal’e tarafdar olanların adedleri günden güne çoğalmakta devam eylemiştir. Bu esnalarda fırka-i Mu’tezile riyasetinde Ebu’l-Huzeyl bin Hamdan el-Allafe’yi görüyoruz. Ebu’l-Huzeyl Hicret’in’inci senesinde tevellüd eylemişti. Felsefeyi Bağdad’da Vasıl’ın telamizinden Osman bin Halid et-Tavil namında bir zattan teallüm eylemiştir. Kendisinin Beni-Abdülkays azadlılarından olduğu rivayet olunuyor. Ebu’l-Huzeyl’in birçok asar te’lif etmiş olduğu muhakkaktır. Me’mun zamanında Bağdad uleması arasında zuhur eden ilm-i kelam münakaşalarında Ebu’l-Huzeyl daima taraf-ı galib riyasetinde görülüyor. Şehristani’nin ifadesine nazaran müşarun-ileyh yüz yaşında olduğu halde senesinde irtihal eylemiştir. Ebu’l-Huzeyl mütekaddimin-i erbab-ı i’tizalin sıfat-ı ilahiyyenin inkarı hakkındaki fikirlerini aynen kabul etmemiştir. O sıfatı tezahürat-ı zatiyyenin bir şekli gibi kabul ederek demiştir ki: “Cenab-ı Hak bir ilim ile Alim’dir ki o ilim kendi zatıdır; bir kudretle Kadir’[dir] ki o kudret kendi zatıdır; bir hayatla Hayy’dır ki o hayat kendi zatıdır.” Şu halde Ebu’l-Huzeyl’in fikrine göre “sıfat” büsbütün menfi bir ma’nayı yahud daha doğrusu yalnız zat mefhumunu “ Cenab-ı Hakk zatıyle Alim’dir yoksa ayrıca bir “ Zat-ı Bari bir ilim ile Alim’dir ki o ilim kendi zatıdır” Zahiren şu iki ifade arasında bir başkalık yok zannolunabilir. Fakat dikkat edilirse aralarında gayet dakık bir fark bulunduğu anlaşılır. Filhakıka Vasıl ve tarafdaranının sözleri külliyyen sıfatın inkarını müş’irdir. Halbuki Ebu’l-Huzeyl yukarıkı ifadesiyle bir zat isbat etmiştir ki; bi-ayniha sıfattır veya bir sıfat isbat etmiştir ki bi-ayniha zattır. İşte Ebu’l-Huzeyl’in kudema-i Mu’tezile ile aralarında olan fark da bu tarz-ı ifadeden neş’et etmiştir. Ebu’l-Huzeyl felsefesinin diğer aksamı da tahlil edilecek olursa bu derece şayan-ı dikkat incelikler görülebilir. Ebu’l-Huzeyl’in sıfat-ı Bari hakkındaki re’yinin efkar-ı felasifeden mülhem bulunduğu şübhesizdir. Filhakıka hukema-i kadime; “Cenab-ı Hak cemi’-i cihattan Vahid’dir. O’nda asla teaddüd yoktur. Sıfat ve zat ikisi birdir. Sıfat zat-ı zattır. Yani sıfat zat ile kaim-i maani değildir.” demişlerdi. Şu iki beyanat arasındaki tevafuk nazardan gizlenemeyecek kadar aşikardır. Ebu’l-Huzeyl’in irade-i ilahiyye ve irade-i insaniyye hakkındaki nazariyesi de şayan-ı dikkattir. Ona göre irade-i ilahiyye ilmin bir şeklidir. Filhakıka Ebu’l-Huzeyl demiştir ki: “Cenab-ı Hak bir irade-i hadise ile müriddir ki onun mahalli yoktur ve kelamullahın iki nev’i vardır. Birinciler için mahal tasavvur olunamaz. Mesela hilkat-i eşya “Kün” kelimesiyle vaki’ olduğundan bunun için mahal tasavvur olunamaz. Kelamullahın diğer nev’i te’sirlerini hasıl etmek için bir mahalde vaki’ olmaları icab eder. Emir nehiy istihbar bu nev’e dahildir. Ebu’l-Huzeyl’e göre istitaat bir arazdır. Bu araz sıhhat ü selamet-i bedenden ayrı bir şeydir. Ef’al-i kalbiyye ile ef’al-i cevarih arasında istitaat nokta-i nazarından bir fark vardır. İnsanda iradat ve ef’al-i kalbiyye biz-zarure serbesttir. Ebu’l-Huzeyl’in hilkat-i alem hakkındaki nazariyesi de oldukça nazar-ı dikkati calibdir. Müşarun-ileyh hilkat mes’elesinde felasife-i kadimenin ebediyet-i alem hakkındaki sözlerini ahkam-ı Kur’an iyyeye tevfika çalışmıştır. Ebu’l-Huzeyl mebde’ ve müntehasız bir hareket-i na-mütenahiyyenin vücuduna kail olamadığından hilkati alemin harekete ilkasıyle ve kıyam-ı kıyameti de hareket-i mezkurenin sükunete mütenahiyyenin vücuduna kail değilim. Harekat-ı mevcude elbette bir nihayet ve sükuna müntehi olur. Şu halde madde mine’l-ezel hal-i sükunette bulunduğu gibi ba’de’l-kıyame hilkatten ibarettir.” Ebu’l-Huzeyl insanın ancak dünyada tir ki: “Ahirette; ister ehl-i Cennet olsunlar isterse ehl-i Cehennem’den bulunsunlar insanların vaki’ olacak ef’al ve harekatı ıztırari ve gayr-i ihtiyari yani mahluk-ı Huda’dır. Zira fi’illeri dünyadaki gibi kendi kesb ü ihtiyarlarıyle olsaydı ları iktiza ederdi. Halbuki ahirette teklif yoktur. Maamafih ehl-i Cennet ve Cehennem’in fiil ve hareketleri ile’l-ebed devam etmeyecek ve bir müddet sonra munkatı’ olacaktır. Bu andan i’tibaren kendilerine bir nev’ baygınlık arız olarak humud halinde kalacaklardır. Fakat bu halette de yine ehl-i Cennet mütelezziz ve ehl-i Cehennem müteellim ve muazzeb olacaklardır.” Ebu’l-Huzeyl’in şu mutalaası Eflatun nazariyesine karibdir. Müşarun-ileyh namus-ı fıtri hakkında daha ziyade haiz-i ehemmiyyet bir fikir serd ederek demiştir ki: “Şerayi’ vürud etmemiş olsaydı bile halik-ı kainatı ve hüsn ü kubhu delile leyh bu hususda tecviz-i terahi ve tekasül müstelzim-i mücazat olacağından insanların mehasine ikdam ve kabayihden Ebu’l-Huzeyl’in iştihar ettiği asırda Mezheb-i İ’tizal rüesasından mevki’ ihraz etmişti. Nazzam Me’mun devrinde parlayan ekabir-i Mu’tezile’dendir. Me’mun Ebu’l-Huzeyl ve Nazzam gibi rüesa-yı Mu’tezile’yi huzuruna celb ederek mübahase ettirir ve bunların münakaşalarını istima’la telezzüz ederdi. Nazzam felsefe-i Yunaniyyeden bahis kitapları pek çok mütalaa etmiş ve Mezheb-i İ’tizal’e akval-i hukemadan hayli şeyler karıştırmıştır. Nazzam ilm-i kelam ve ilahiyatta Ebu’l-Huzeyl derecesine suud edememiş ise de ulum-ı tabiiyye ve hikemiyyede onun kat kat fevkıne çıkmıştır. Nazzam’ı şuabat-ı fünunun kaffesine vakıf ansiklopedistler sırasında ta’dad etmek daha doğru olur. Nazzam felsefenin derin ve muğlak mebahisini karıştırmış mesail-i ğamızanın ta’mikıyla uğraşmıştır. Cenab-ı Hakk’ı şürur ve kabayıhdan tenzih maksadıyle kudret-i Sübhaniyyeyi tahdid edecek derecede ileri gitmiştir. Nazzam Zat-ı Akdes’in kemal-i la-yetenahisi ve lütf-ı bi-payanı esasına istinaden kudret-i Bari’nin kabayiha taalluk edemeyeceğini iddia eylemiştir. Nazzam’ın bu fikri İstihsaniyye Optimisme meslek-i felsefisine pek yakındır. hükDiğer erbab-ı i’tizal ise; “Zat-ı Akdes şürur ve kabayıha kudretle vasf olunabilirse de bunları halk ile tavsif olunamaz ve ef’al-i mezkure kula isnad edilir.” fikrinde bulunmuşlardır. Halbuki Nazzam kudreti de selb eylemiştir. Hatta daha ileri giderek Cenab-ı Hakk’ın dünyada insanlara salahiyetleri olmayan şeyi işletmeye ve ahirette ehl-i Cennet ve Nar’ın sevab ve ıkabını tezyid veya tenkıs etmeye kadir olmadığını iddiadan çekinmemiştir. Nazzam diyor ki: Cenab-ı Bari hakıkatte irade sıfatıyle muttasıf değildir. Kendi ef’alinde irade ile vasf edilirse ef’al-i mezkureyi ilmine mutabık halk eylemek ma’nası anlaşılmalıdır. Allah’ın fi’il-i abdi mürid olması ise o fi’ilin amiri bulunmasından Din ancak ta’lim ile elde edilir. Sahabe-i Kiram dini Cenab-ı Peygamber’den bu tarik ile öğrendikleri gibi Cenab-ı Peygamber de “Ruhu’l-Emin”den bu yolda telakkı eylemiştir. Bir vakitler ta’lim kavl ile amel ile oluyordu. Fakat sonraları ta’lim de bir san’at oldu. San’at ise umranın medeniyetin terakkı etmesiyle kuvvet bulduğu gibi inhitata yüz çevirmesiyle de duçar-ı za’f olur. Bunun içindir ki; bizde bir vakitten beri umran ve medeniyetin günden güne duçar-ı za’f olmasıyla ta’lim de o kadar zaifledi o derece fena bir cereyan aldı ki o ta’lim ile dini anlamak ahkam-ı diniyyeyi Hiç şübhe yoktur ki din-i İslam din-i fıtrattır; ahkamını taakkul onu ihata ve idrak etmek i’tibarıyle eshel-i edyandır; nüfus-ı beşeriyyeye en muvafık en yakın bir dindir. İşte Cenab-ı Fahr-i Kainat Efendimiz’in; buyurması da böyle olduğuna en büyük bir şahid-i beliğdır. Bu babda fazla söze ne hacet! Asr-ı nübüvvette bir A’rabi gelip de yalnız bir celsede bir oturuşta ahkam-ı diniyyesini sahib-i dinden öğrenip gitmez mi idi? Halbuki bugün biz Cami’u’l-Ezher’de yirmi sene okuduktan sonra ruus –dersiamlık– imtihanı için ortaya atılan kimselerin ekserisini akaidde fıkıhda tefsirde bi-behre olarak çıktıklarını görüyoruz. Zavallılar Cami’u’l-Ezher’de yirmi sene –guya din dersi ile– vakit geçiriyorlar da yine dini anlamadan çıkıyorlar. Eğer ta’lim Ezher’deki usule hasr edilirse müslümanlar arasında nasıl ta’mim edilecek bu ta’lim ile müslümanların dinlerini anlamaları nasıl mümkün olacak? Her gün birçok kimselerin din-i İslam ile müşerref olduklarını gazetelerde görüyoruz. Şübhe yok ki bunların akaid ve ahkamını kolayca taakkul etmeleridir. Bunda hem ceraid-i Avrupiyye hem de ceraid-i İslamiyye ittifak ediyorlar. Bu böyle! Bir de şimdi din-i İslam safiyet-i evveliyyesini gaib etmiştir. Çünkü ahkam-ı İslamiyye millette hadis olan mesail-i fünun ile karıştırıldı kütüb-i İslamiyye dinden olmayan şeylerle dolduruldu. Eğer kainatın yek diğeriyle ittisal ve münasebeti arttığı şu zamanda din ile onun tabi’leri safiyet-i evveliyyesinde bildiğimiz hal üzre olsalardı ne harikalar zuhur etmezdi. Din ile mütedeyyin olanlar daima dinde basiret üzre olmadıkça din onları yukarıda söylediğimiz iki gayeye –saadet-i dünya saadet-i uhra– eriştirmez. Çünkü Cenab-ı Hak peygamberine hitaben; buyuruyor. Halbuki insan akaidini delail-i satıa berahin-i katıa ile– aba’ vü ecdada taklid ile değil –belleyerek onun doğruluğunu ancak o berahinin verdiği kanaat tine hem de milletinin kaffe-i mesalihine muvafık olduğunu sayılamaz. Hem de; nazm-ı celili sadık olacak nisbette iz’an ve ikan etmeli. Dinin akaid ve ahkamını bu suretle belleyenler nass-ı Kur’an isi ile Kavim ve kabilesinin aba’ vü ecdadının i’tikad ettiğinden dolayı i’tikad onların amel ettiği gibi amel eden ehl-i taklidin “din”i bu derece kat’i burhan ile bilmekten nasibi yoktur. Onlar yalnız aba’ vü ecdada üstaz ve meşayiha tabi’ oldukları cihetle metin gayr-i mütezelzil bir i’tikada malik değillerdir. Onun içindir ki Cenab-ı Hak ehl-i taklidi Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerlerinde ta’yib ve tevbih eylemiştir. İhtimal ki şu yolda bir i’tiraz varid-i hatır olabilir: Senin bu fikrine göre her ferdin –velev ki ümmi bile olsa– dinini ahkam-ı İslamiyyesini delil ile burhan ile bilmesi lazımdır. Halbuki bunu yalnız ulum-ı diniyye tahsili için ayrılan kimseler yapabilirler. Dini senin dediğin vech ile belleyebilmek onların –hem de pek azlarının– işidir. Binaenaleyh nasıl olur da senin ta’kıb etmek istediğin usul-i ta’lim ile –sanayi’ ve ziraat de beraber olduğu halde– ikan ve iz’an etmek nisbetinde din öğrenilir? Cevaben derim ki: Ulum-ı diniyye tahsili için ayrılanlar dini öyle kitaplardan bellemek istiyorlar ki o kitapları anlamak pek çok ulum ve fünunu hem de esalib-i ta’limin gayet fena olması cihetiyle onlardan pek az kimselerin fehm ü ikan edebileceği ulum u fünunu bi-hakkın fehm ü iz’an etmeye mütevakkıftır. Belki bu zavallılar bu suretle uğraşırlar mevcudat-ı hariciyyeye tatbikını bırakıyorlar. Evet; ben de size takrir edeceğim akaidi burhan-ı mantıkıyye ile okutacak olursam hiç şübhe yok ki bundan pek az kimse istifade edebilir. Lakin ben kıyas-ı iktirani kıyas-ı istisnai burhan-ı tatbik hulf gibi şeyler ile uğraşmayacağım. Ben arzu ediyorum ki takrir ve beyan edeceğim mesaili her işitenin anlayacağı bir ibare ile şerh ve onları ukul-i beşerin kabul edebileceği kulub-ı insaniyyenin mutmain olacağı delail-i vazıha ile nisbette kat’i olsun ki onlara i’tisam edip tutunanlar daima nur-ı ilahi üzre bulunsunlar; kainat oradan rucu’ etse bile yine onlar oradan yüz çevirmesinler. olan taklid-i mezmumdan kurtulmak için bu kadarı kafidir. Cenab-ı Hakk dini tashih-i akaid tehzib-i ahlak ıslah-ı a’mal için meşru’ kılmıştır. Binaenaleyh ulum-ı diniyyenin maksadı gayesi üçtür. Bunların içinden ilm-i akaid mebahisini de ulema üç kısma ayırmışlardır. Cenab-ı Vacibü’l-Vücud hakkında i’tikad edilmesi lazım olan. Enbiya-yı kiram rusül-i izam hakkında i’tikadı lazım olan. Alem-i gayb yani melaikenin şeyatin ve cinnin Cennet ve Cehennem’in… vücudu gibi bilinmesi yalnız sem’a mütevakkıf olan ahbar-ı diniyye hakkında tafsilen i’tikadı lazım olan. Sonra Cenab-ı Peygamber’in haber verip de dinde olması biz-zarure ma’lum olan namazın zekatın… vücubu; zina hamr kibir hasedin de haram olması gibi kendilerinde Binaenaleyh bu eşyayı i’tikad etmeyenler müslüman değildirler. Ulemanın ilm-i akaidi yalnız bu üç kaide üzerine kasr etmelerinin esbabı i’tikadı vacib olan sair şeylerin –kendilerine mahsus olan ahka[mı] bit-tafsil beyan edilen –ulumda bahs edileceğinden içindir. Bunların hepsi inşaallah mahallinde gelecektir. Vallahü’l-hadi ila-seva’i’s-sebil” MEDRESELERİN ISLAHI HAKKINDA Saltanat-ı Osmaniyye’nin tarih-i teessüsünden i’tibaren medreselerin hayat-ı milli ve fikrimiz üzerinde ne kadar hakim ve nafiz bir mevki’ işgal etmiş olduğu inkar edilemeyecek hakayıkdandır. Denilebilir ki; devletin izdiyad-ı şevketine teali-i satvetine rehber olan müterakkı medreseler olduğu gibi inkıraz ve felaketini intac eden de yine mütereddi medreseler olmuştur. Muhteşem Kanuni’nin şanlı orduları Macaristan ovalarında cevelan ederken İstanbul surları içinde birer gencine-i medreselerden doğan mevcat-ı esiriyye ulum-ı tıbbiyye riyazıyye hikemiyye usul-i fıkıh hadis ve tefsir gibi o asrın aliyye ve fünun-ı mütenevvia huzmelerini Irak badiyelerine Anadolu yaylalarına kadar neşr ediyorlardı. Mehafil-i medaris “dad” gavgalarıyle payitahtın huzur ve aramını ihlal yüzlerini Asya’ya çevirdikleri asr-ı felakete musadiftir. Medarisin ruh-ı millete olan te’siratını pek güzel takdir eden Köprülüler bir taraftan bünyad-ı saltanatı tarsine çalıştıkları gibi diğer taraftan da seviye-i fikriyyeyi yükseltecek kütüb-i aliyyeyi o meşhur kütübhaneye toplayarak enzar-ı tetebbu’a arz ediyorlardı. Medreseler hakıkı birer darü’l-irfan mevki’-i zi-şerefini muhafaza ettikleri müddetçe memleketin i’tilasına hadim sunuf-ı mütefekkireye menşe’ olmuşlar bu ünvana istihkakı gaib ettikleri günden i’tibaren de bünyad-ı mevcudiyyeti sarsan muzlim dimağların türemesine mahsus birer atalet-gede derekesine sukut etmişlerdir. Bir vakitler rical-i ilmiyye arasından makam-ı vekalete yetli bir veziri en büyük bir sadr-ı a’zamı oluyordu. Fakat yine bir vakitler geldi ki zarif bir zat tarafından söylenilen cümlesine cevaben; “Evet evet; en iyisi Trablusşamda çıkar!” yolunda mukabele edecek kadiaskerler bu cümleyi işittiği zaman ayet zannıyle; “sadakallahülazim” bastıran kara cahil şeyhülislamlar türedi. Hakıkati bila-tereddüd söylemek lazım gelirse i’tiraf etmelidir ki; üç-dört asırdan beri Osmanlı müslümanlarını hatta aktar-ı cihana dağılmış bütün millet-i İslamiyyeyi elim sefaletlere feci’ inkırazlara sürükleyen eşhasdan bir kısmı hiç okumadıkları halde medreseye intisab da’vasında bulunmuşlar kisve-i ilmiyyeye bürünerek efkar-ı nasa cehalet ve felaket tohumları neşr etmişlerdir. Medrese Isam ve Abdülgafur gavgaları içinde puyan ve ser-gerdan; “Arab niçin “hüma” dedi de “hüm” demedi?” gibi beyhude şeylerle dimağları öldürürken kürsi-i nasayiha suud eden dinden ahkam-ı aliyye-i diniyyeden bi-haber bir takım türüdüler; “Dünya mü’mine zindandır! Dünya için çalışmak ne lazım! Müslümana bir hırka bir lokma kafi!..” yolunda telkınatla halka atalet ve sefalet mikropları zerk ederken Avrupa darülfünunları eazım-ı ulema-i İslamiyyenin asar-ı ilmiyye hikemiyye ve fenniyyelerini tercüme tedris ve tevsi’ ile uğraşıyor nevamis-i fıtratı tetebbu’ ediyor gösteriyor; hulasa fermanına her ma’nasıyle inkıyad ediyordu. Memalik-i İslamiyyeye hücum eden misyonerler ise muhakemesiz ve cahil zihinlerde İslamiyet’in te’min-i saadete hadim bir din olmadığı hakkında kanaat tevlid edebilmek refah ve saadetini ileri sürüyorlar ve ekseriya muvaffak da oluyorlardı. Bu hali gören ta’kıb edilen yolda devam edildiği takdirde bir gün gelip korkunç bir uçuruma sukut edileceğini hisseden her müslümanın vicdan-ı imanisi şübhe yok ki elim halecanlarla titrer ve haykırmaktan çekinmez! Bazı müzmin hastalıkların tedavisi zehirli ilaclara ihtiyac gösterdiği gibi münevver ve zinde dimağlarda uyanan meyl-i fa’aliyyet ve lüzum vardır i’tikadındayız! “Medreselerin ıslahı mesail-i umumiyyedendir.” sözünü ortaya atan müderrisin-i kiram hazeratıyle hem-fikir bulunuyoruz. Bu kanaati perverde ettiğimiz içindir ki “ İ’tiraf ve ve bu mes’eleye karışmıştık. Medarisde Kurun-ı Vusta usulleriyle söndürülen binlerce dimağların atisini düşünmemek memlekete en nafi’ birer unsur-ı mütefekkir olarak yetişmeleri icab eden çalışkan bir kitle-i ma’sumenin atıl kalmasına karşı göz kapamak iktisab-ı ma’rifet arzusuyle medarisin zir-i sakfına koşan bu vatan evladlarının heder olmalarını lakaydane temaşa etmek mümkün müdür? Böyle bir lakaydi en büyük bir cinayet-i vicdaniyye olmaz mı?! Biz o kanaatteyiz ki sakım usullerle çarpışarak her türlü manialara rağmen mücerred gayret ve faaliyet-i şahsiyyeleri sayesinde bugün ilmiyye sınıfı arasında birer necm-i ümid gibi parlayan İ’tiraf ve İşhad cılara menşe’ olan medreseler techiz olunurlarsa çalışmaktan yılmayan talebe az zaman zarfında liyakatlerini gösterirler ve medreseler de hakıkı bir daru’l-irfan halini alırlar. Talebe-i ulum arasında –her sınıfda olduğu gibi– medarisi barınacak bir mesken addeden birkaç kimse bulunsa bile biz eminiz ki ekseriyet-i azime bir zamanlar der ü divarından huzemat-ı irfan inşia’ eden medreseleri hakıkı bir menba’-ı feyz telakkı ederek buralara ancak iktisab-ı kemalat emel-i alisiyle şitab ediyorlar. Medarisde ta’kıb edilen akım usullerle şimdiye kadar heder edilen zengin dimağlara acıyalım ve mütenebbih olalım. Çünkü lakaydide devam ederek bunlara günden güne yenilerinin inzımam etmesine meydan bırakmak hakıkaten afv olunmaz bir cinayet olur. Artık sakım usuller bırakılmalı müstaidd-i teali ateşin zekaların sönmesine rıza gösterilmemelidir! Düşünmelidir ki; tahsil-i ilim maksadıyle medarise koşan gençler de bu vatanın pek ma’sum öz evladlarıdır. Bunların terakkı veya tereddilerinden umum millet alakadardır. Talebe-i ulum için bir şah-rah-ı feyyaz küşadı zamanı daha ziyade teahhur edemez. Bütün şiddet ve hararetiyle mahsus olan bu ihtiyac bir an evvel tatmin edilmelidir. Bu gaye-i mübecceleye vusul için müderris efendilerin ruhen fi’len bir bünyan-ı mersus halinde ümniye-i mübecceleye müteveccih olmaları kafidir. El-yevm iki yüzü mütecaviz olan Dersaadet müderrislerinin İ’tiraf ve İşhad cılarla hem-fikir oldukları kanaatini sarsacak ortada bir emare yoktur. Dersiam efendiler arasında medarisin ıslahını arzu etmeyecek şimdiye kadar ta’kıb edilen yolların sekametini anlayamayacak bazı zevatın bulunacağı ihtimalini der-hatır etmek bile –zannımızca– pek haksız bir düşünce olur. Görülüyor ki müderris efendiler ıslahat lüzumuna kani’ talebe bu ihtiyacla çırpınmakta muhit-ı ictimai medarisin hal-i hazırından şiddetle müşteki memleketin sunuf-ı mütefekkiresi hardan çekinmiyor! Şu halde medreseler niçin hala ıslah edilmiyor ve edilemiyor. Bu hale karşı biz de Halim Sabit Efendi’yle beraber şu suali sormakta haklı değil miyiz?: Fikr-i teceddüd ve ruh-ı teşebbüsden azade oldukları halde umur-ı ilmiyyenin idaresini der-uhde eden zevat acaba kimlerden ibarettir? Niçin ve ne gibi bir emele tebean medarisin ıslahına bir mania teşkil ediyorlar? Bunlar ıslahat icrasına ehil iseler niçin teşebbüs etmiyorlar; değilseler ne fikre mebni fermanına imtisalen mevki’lerini ehil olanlara terk ederek mes’uliyet-i vicdaniyye ve itab-ı Rabbaniyyeden kurtulmak istemiyorlar? Yoksa bu lüzum hala his ve takdir edilemiyor mu? Medreselerin ıslahı mesail-i umumiyyeden olmakla beraber vazife-i ıslah ve tensikın mensubin-i ilmiyyeye aid olduğu azade-i iştibahdır. Bir millet ordusunun ıslahı da mesail-i umumiyyedendir. Fakat ordunun ıslahı hiçbir vakit bir mühendise bir tabibe veya bir din alimine tevdi’ edilemez. Bu vazifeyi ifa edecekler ordunun erkan-ı harbiyyesidir. Bir memleketin uruk-ı hayatiyyesi demek olan yollar ve şimendüferlerin inşası hususu da yine mesail-i umumiyyedendir. Fakat yapılacak yolların haritalarını yapmak vazifesi hiçbir vakit bir edibe veya bir zabıta me’muruna havale olunamaz. Bunu yapacak o işin ehli olan turuk ve maabir mühendislerinden başka kimse değildir. Umuma aid olan bir mes’elede her ferd o işin memleketin saadet ve selametini te’min edecek bir tarzda yapılmasını şikayet eder ve bağırabilir. Fakat o işin yapılması erbabına aid bir vazifedir. Medarisin ıslahını programların tanzimini derslerin tensikını icab eden kitapların intihab ve te’lifini bir mühendis bir tabib bir avukat bir muharrir bir edib hatta bir kahveci bir hammal isteyebilir ve istemek hakkıdır fakat medarisde okunacak ilm-i kelam dersinin ıslahını bir mühendisden hadis kitabının intihabını bir tabibden tefsir yazılmasını bir edibden ders programlarının tertibini de bir mi’mardan beklemek pek tuhaf olmaz mı? Bir milleti teşkil eden her ferd “kendi mesleğinin selametinden mes’ul olduğu kadar te’sirat-ı mütekabile zaruretinden dolayı başka sınıfların saadetinden de mes’ul” olduğu masını iyi yapılmasını ister ve bu maksadla bağırır çağırır. Fakat o işi yapmak o işle meşgul olanlara aid olduğunu da hiçbir zaman unutmaz! Umumi işlerde herkesin yapacağı şey gaye-i kemali gözeterek bu yolda ileri gidilmesini musırran taleb etmek hey’et-i ictimaiyye arasında o işin ifasını der-uhde etmiş olanlara ma’nen ve maddeten muavenet-i lazimede bulunmaktan Fakat yine tekrar edelim ki; işi görecek salahiyetdar ellerdir. Millet medaris-i ilmiyye için az-çok mühim bir tahsisat vermek suretiyle muavenet-i maddiyyede bulunuyor. Her sınıf mensubunu da müderrislerin ıslahı arzusunu ızhar suretiyle muavenet-i ma’neviyye tecelliyatını gösteriyor. Şu halde bir an evvel teşebbüsat-ı ıslahıyyeye mübaşeret de salahıyetdar başların en mübrem ve en mukaddes vezaifini teşkil etmez mi? Her türlü salahiyetin fikr-i teceddüd ve ruh-ı teşebbüsden azade uhdelere tefviz edilmesi yüzünden elleri bağlanarak beslemekte oldukları amal-i terakkı ve ıslahın duçar-ı akamet edildiğinden müşteki olan müderrisin-i kiram ne yapalım onlar yapmıyor ve yapmak isteyenleri de dinlemiyorlar demekle kendilerini tamamen kurtarmış olurlar mı? ve atılamamasından mütevellid mes’uliyet salahıyetdar makamata aid olmakla beraber bundan müderris efendilere de bir hisse düşmüyor mu? Biz evvelki iddiamızda ısrar ederek diyoruz ki: Müderris efendiler kendi hisselerine isabet eden mes’uliyetten kurtulmak tensik kitapları intihab ve keyfiyeti esbab-ı mucibeli bir layiha-i mufassala ile makam-ı aidine arz ve matbuat vasıtasıyle de milleti teşebbüslerinden haberdar ederlerse ancak o vakit tebrie-i zimmet etmiş ve mes’uliyetten kurtulmuş olurlar. Müderris efendiler tarafından fikr-i teceddüd ve ruh-ı teşebbüsden mahrum oldukları iddia olunan makamat da bil-mukabele; “Biz teceddüd ve terakkı tarafdarıyız ve bu hususda bir şeyler yapmak için hayli uğraştık. Fakat dersiam efendiler bize yar olmuyorlar; ıslahat namına yapılan şeylerin tatbikına çalışmıyorlar.” tarzında müdafaatla kendilerine atf edilen mes’uliyetten teberri etmek isterlerse ne denilecek! ve bunları ilzam için ne gibi delaile istinad edilebilecek? Ba-husus ki müderrislerden bir kısmının ıslahata tarafdar olmadıkları rivayeti de te’yid ediliyor. Hatta ıslah-ı medaris teşebbüsatının akım kalmasına sebeb de Kurun-ı Vusta usulleri arasında yuvarlanmaktan zevk-yab olan bu gibi adamlar olduğu söyleniyor! Fakat biz müderrisin-i kiram arasında bu ayarda insanlar bulunacağına inanmak istemediğimizden felaket-i umumiyyeden her ferde mevki’-i tertib yazılmış!!! edeceği hakkındaki kanaatimize ilaveten deriz ki: Madamki iki yüzü mütecaviz olan muasır dersiam efendiler hiç biri geri kalmaksızın medarisde bir inkılab-ı cabet-i fikriyye gösteriyorlar şu halde el birliğiyle bu gayenin te’minine niçin sarf-ı mesai edilmiyor? Müderrisin-i kiram peyam-beri bir azm ile ıslah-ı medaris arzusunu ızhar ederlerse her sınıfa mensub tabaka-i münevvere erbabının kendilerine zahir olacakları şübhesizdir. Dersiam efendiler bu ağır vazifeden kendi hisselerine isabet eden kısmını ifaya himmet ederler ve yine makam-ı aidi bir eser-i hayat göstermeyerek lakaydi-i sabıkında devam ederse bit-tabi’ o makamın ezici mes’uliyeti katmerleşir. Emin olmalıdır ki; ne kadar metin olursa olsun titremeyerek sarsılmayarak bu kadar ağır mes’uliyeti yüklenmek cesareti hiçbir makamda bulunamaz. Neyyir-i hakıkat en kesif sehabe-i zulmaniyi bile dağıtır; seylabe-i efkar karşısında köhne bünyadlar mukavemet gösteremez er-geç bir gün yıkılır gider. BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA VAHDET-İ İSLAMİYYE VE İCTİHAD Geçen muhaverede genç muhakkık tarafından serd edilen kelamlar ihtiyar vaizi meraka daldırmış idi. Çünkü ihtiyar bahsin bu kadar dağılarak hatır ve hayale gelmeyen mebahise yol açacağını zannetmiyordu. Onun için yalnız bir gün ortadan gaib olup o bir gün zarfında –evvelki muhaverede mukaddematını istidlal makamında– genç muhakkık tarafından serd edilen ayat ve ehadise müracaat ederek heman ikinci günün akşamı yine muhavereye avdet eyledi. Fakat bu def’a ihtiyar vaizin pek hiddetli olduğu yüzünde müşahede edilen eser-i gazabdan anlaşılıyordu. Bunun üzerine söze şu suretle başladı: Artık bu def’a yakayı ele vereceksin. Zira; “İslamlar arasında tahaddüs eden mezheb ihtilafları millet-i edecek delaile dest-res oldum ki o da şudur: İslamlar arasında mezahib-i muhtelifenin hüküm-ferma olduğu zamanlar millet-i İslamiyyenin tam ma’nasına genç olduğu bir zamana en kuvvetli olduğu asırlara tesadüf ediyordu. İslamlar o zaman daha kuvvetli idiler. Demek ki İslamların mezahib-i muhtelifeye ayrılmaları onların duçar-ı za’f olmalarına sebeb olmuyor. Bir de Avrupa milletleri din mezheb i’tibarıyle muhtelif müteferrik oldukları halde bugün onları en kuvvetli bir millet olarak görüyoruz. Şimdi şu deliller ile senin re’yin batıl olunca bit-tabi’ onun neticesi olan –kendi re’yine göre– vahdet fi’d-din tevhid-i mezahib fikri de batıl olur gider. Öyle olunca bizim gerek bu mes’ele –tevhid-i mezahib– hakkında gerek bunun tevabiinden olup da tatvile kal u kıle müeddi olan bab-ı ictihadı açmak mes’elesine dair tedkıkata girişmemiz faidesiz bir şey olarak kalıyor. Geçen meclisde isbat-ı müddea için zikr etmiş olduğun ayat-ı kerime ve ehadis-i şerifeye de müracaat ettim. İddia etmekte olduğun fikri isbat için onlar da kafi değildir. Çünkü onlarda senin muradına delalet etmeleri hususunda nizaa yol açacak vücuh-ı adide zuhur etti. Sonradan hatırıma bir takım şeyler geldi ki o ayetler ile hadisler müddeanı isbat etmiyorlar. Haydi bakalım! Şimdi buna da cevap vermek bu i’tiraz kapısını da kapamak elinden gelecek mi? Zaten marazın adetindendir ki daima sıhhat zamanlarında arız olur. Ne kadar maraz vardır ki onun tohumları daha gençlik zamanında iken doğar. Lakin kuvve-i mizaciyyenin ona galib gelerek bir zamana kadar onu def’ ve tenkil etmesi o marazın neşv ü nema bularak meydana çıkmasına mani’ olur. Fakat bilahare başka bir tavırda o maraz ya bizzat kendisi yahud başka bir marazın tohumları ribatı yapar. Bu kaide ulema-i tıbba göre eşhasda ulema-i Eğer ister isen bu babda daha ziyade tafsilata amadeyim. Sen tarihe muttali’ olsaydın bu kadarla iktifa ederek beni fazla söze mecbur etmezdin. Zira Tatarların kıyamının –ki şevket-i İslamiyyeyi tezelzüle uğratan en şiddetli sadme budur– başlıca sebebi Şafiiler ile Hanefilerin taassubundan başka bir şey değildir. Avrupalıların dinen mezheben muhtelif oldukları halde kuvvetçe herkesin fevkınde olmalarına gelince: Onlar dinde mezhebde ihtilaf ve tefrikaya düşmek yüzünden hasıl olan za’f ve izmihlalden nasiblerini daha evvel –dinin siyaset üzerinde icra-yı tahakküm eylediği zamanlar– aldılar. Fakat onlar din mezheb ihtilafı yüzünden duçar oldukları bu za’fın el-yevm gerek siyasetlerinde gerek ahkam-ı sairede din bir mahiyeti haiz değildir. Onlarca erbab-ı din Şark’ta Afrika’da müsta’mereler kazanmaya bir aletten başka bir şey değildir; görmüyor musun? Avrupa rical-i siyasiyyesi daima rical-i dini papasları memleket haricine tard ve ihrac ediyorlar. Son zamanlarda İspanya Fransa ve sair memleketlerde papaslara yapılan şeyleri gazetelerde okumadın mı? Pek a’la! Şimdi bu babda hükumat-ı İslamiyyenin de tamamen Avrupalıların isrine ıktifa etmeleri senin nazarında rical-i din sünen-i şeriatin sünnet-i tabiat üzerine seyrini onların daima yan yana yürümelerini te’min edecek derecede bir ıslah-ı diniye mübaderet etmedikçe –velevki bir zaman sonra olsun– her halde hükumat-ı İslamiyye de din kavanin-i tabiiyyeyi mecburiyyü’l-kabul olarak ikame etti; kavanin-i şer’iyyenin ikamesini de kendi ihtiyarımıza bıraktı. Binaenaleyh kendi ihtiyarımızla şu iki sünnetin –sünen-i tabiat sünen-i şeriat– beynini tevfik etmediğimiz takdirde . mühim erkanı şu ayet-i kerimede beyan edilmektedir. Geçen muhaverede söylemiş olduğum mukaddimeler hakkında münakaşa etmek için –o meclisden kalktıktan sonra– senin hatırına nasıl bir takım vecihler geldi ise benim de aklıma daha bazı mesail ve mukaddimeler geldi. Eğer müsaade ederseniz sana onları da arz edeyim. Artık şimdiye kadar serd etmiş olduğun mukaddime onların her birisi hakkında ileri geri cereyan eden münakaşalar cidden sabrı tüketti. Ben her şeyden evvel senin maksadına vakıf olmak arzu ediyorum. Binaenaleyh bana evvela maksadını söyle de arz etmek istediğin mesail ve mukaddimat-ı saire için de münasebet bekle! Onları da münasebet düştükçe söyle! Efendim şimdi biz münazara ediyoruz. Herşey bir usul tahtında olduğu gibi münazaranın da bir usulü vardır ki ona riayete mecburuz. İlm-i münazara uleması diyorlar ki: Esna-yı münazarada serd edeceği delilin mukaddimelerini terk etmek asıl bahsin dağılmasını ta’kıb olunan gayeden başka bir cereyan almasını istilzam eder. Hatta bu onlarca mustalah bile olmuştur ki pek tabii bir şeydir. Binaenaleyh geçen meclisde hatırıma gelmeyen ve fakat söylenmesi her halde lazım olan iki mukaddime daha var ki bunları da zikr etmeye müsaade etmenizi arzu ediyorum. “Şari’” ahkam-ı diniyyeyi beyan ederken felsefe ve ulemayı nazarın mesleğine süluk etmedi. Onlar kendi ilimlerindeki mesail için efradını cami’ ağyarını mani’ bir takım hudud vaz’ ettiler. Fakat “Şari’” böyle yapmadı. O ahkam-ı ameliyyeyi amelen beyan ettiği gibi kavlen beyan ettiği ahkamı da muhatablarının anlamasına örf ve adetlerine terk etti. buyurması da bunun bir delilidir. Sonra –hal-i seferde istikbal-i kıble gibi– kendisiyle amel olunmak re’y ve ictihada muhtac olan mesaili de muhatabının re’y ve ictihadına bıraktı. İşte Sahabe-i Kiram tabiin-i izam hazeratı daima bu yolu ta’kıb edip gelmişlerdi. Bilahare mezahib-i muhtelife hudus edince müctehidinin bazısı bir kısım ahkam hakkında Şari’ tarafından söylenen şeyleri ale’l-ıtlak kabul ederek diğer bazı ahkam için hudud ve ta’rifat-ı mantıkıyye vaz’ ettiler. Hem bu ta’rif ve tahdid mezheb hususunda vuku’ bulan hılafın en büyük sebeblerinden vaz’ etmiş olduğu hudud ve ta’rifi kabul etmeleri için insanları hata ettiklerini de hükm etmiyorlardı. Çünkü eimme-i kiram hazeratı bilir [ ] lerdi ki; Şari’ evamiri insanların anlamalarına tefviz ederek bu hususda pek ziyade tevsi’ etmişti. Bir de Şari’ ahkam-ı diniyyeyi beyan etmek hususunda felasifenin meslek-i tahdidine süluk etmiş olsaydı insanları harec ve meşakkat içinde bırakırdı; dininin din-i fıtri din-i umumi olması ümmi bir milletin içinde zuhur etmesi şeriatin “hanifiyyetü’s-semha” ile tavsif olunması sahih olmazdı. Belki o zaman onun dini felsefe-i nazariyye ehlinden bir taifeye mahsus bir din olurdu. Dinin şimdiki şekl-i hazırı ise sadr-ı evvelden sonra gelen ulemanın ortaya koyduğu bir şeydir. O zamana gelinceye kadar din hal-i besatatini safvet-i evveliyyesini muhafaza edip geldiği halde ondan sonra iş başkalaştı. Tevhid-i ilahiye dair idare-i kelam ederken “kem-i muttasıl kem-i munfasıl cevher araz devir ve teselsül” gibi birçok şeyleri ahkam-ı saireden bahs ederken de efradını cami’ ağyarını mani’ bir takım hudud ve ta’rifat zikr ediyorlardı. Bu suretle taksimatı çoğaltarak vuku’ bulmak ihtimali olmayan bir takım aksam-ı farazıyye icad belki muhal olan şeyleri bile zikr ediyorlardı. Dinin safvet-i evveliyyesini ne kadar gaib ettiğini anlamak şu sözler kafidir: “Bir kimse Mezheb-i Hanefi’ye mensub bir fakıh olmak için en aşağıdan yirmi sene yalnız fıkıh okuması lazımdır.” Halbuki senin de bildiğin vech ile esasen müddet-i teşri’ bile bu kadar bir müddetten ibarettir. Dinin tekmili akaide ahlaka adaba siyasete idareye ahkama taalluk eden erkan ve kavaidin hey’et-i mecmuası yirmi sene zarfında nazil olup bitmişti. Binaenaleyh bugün fıkıh namı verdikleri ahkam-ı zahireyi beyan etmek için bu yirmi sene müddetin hepsi değil onda biri bile sarf edilmemiştir. Cenab-ı Peygaber’in a’mal-i şahsiyyelerine taalluk eden hususat hakkında varid olan nususun ıtlakını anlamakta ihtilaf eden kimselere icazet vermesi her birisini anladığı gibi bırakması bu kaidenin sübutuna bir şahid-i beliğdır. Bakınız! Tarık’tan naklen İmam-ı Nesei şöyle rivayet ediyor: “Bir racül cünüb olmuştu. Bunun üzerine namaz kılmadı. Bilahare Cenab-ı Peygamber sav geldiği gibi bunu söyledi. Peygamber sav de; “İyi yaptın!” buyurdu. Daha sonra diğer birisi de cünüb olmuş. Fakat o teyemmüm ederek namazını eda etti. Peygamber sav geldiği zaman bu da yaptığı şeyin doğru olup olmadığını sordu. Cenab-ı Fahr-i Kainat Efendimiz buna da; “İyi yaptın!” cevabını verdi.” cemaatten ayrılıp da namaz kılmayan bir kimseye karşı; “Ya fülan! Niçin namaz kılmıyorsun?” demiş. O da cevaben; “Cünüb oldum; bununla beraber su da yok!” deyince; “Cenabetten kurtulmak için toprak kafidir!” cevabını vermiştir. Amr bin el-As da; nazm-ı celili ile istidlal ederek; “Cünüb olan kimse nefsi üzerine soğuktan korktuğu vakit teyemmüm etmek caizdir.” diye izin vermiştir. Halbuki Ömer İbni Ömer İbni Mes’ud’dan rivayet olunduğuna göre cünüb olan kimse teyemmüm edemezdi. Çünkü bu zevat-ı kiram nazm-ı celilinden “el ile yapışmak” ma’nasını anlıyorlardı. Sahabe tabiin müctehidin rıdvanullahi aleyhim ecmain hazeratından bu hususda varid olan asar pek çoktur. munu ictihad eylediği cihetle Harun Reşid’e bu yolda fetva vermişti. Bunun üzerine bir gün Harun Reşid hazretleri kan aldırdıktan sonra tekrar abdest almayarak namaza durmuş hare İmam Yusuf bundan haberdar edildiği halde namazı ri hamama gidip gusl eder ba’dehu Cuma namazını kılar. Cuma namazını ba’de’l-eda gusl ettiği hamamın kazganında bir fare ölüsü olduğunu haber verirlerse de Ebu Yusuf; “Ehl-i Medine’den olan ihvanımızın kavliyle amel etmiş oluruz” diyerek iade-i gusle lüzum görmemişti. Çünkü ehl-i Medine’nin ictihadına göre “kulleteyn”e baliğ olan su necis sayılmaz”dı. Fukaha-yı müteahhirin de bunları; “Ba’de’l-vuku’ taklid caizdir” suretinde intiza’? ettikleri kaidelerine irca’ ediyorlar. Bu fukahadan bir kısmı da bunları –velevki bir saat olsun– tagayyür-i ictihad ile te’vil ediyorlar. “İmamın re’yine mi yoksa me’mumun re’yine mi” i’tibar olunacağında fukahanın len biliyorsun. Binaenaleyh bu babda itale-i kelama hacet yoktur. ŞEHID EDİRNE Ey Edirne! Ehl-i İslama bir yürektin sen Nasıl oldun da durdun erkenden? Doğruluk haykıran minarelerin Ya nasıl şimdi kizbe boyun eğsin! Kubbelerden doğan güneş tevhid Bi-hesab ahteran-ı va’d ü vaid; Sönüvermiş mi bağteten evyah Görme ya Rabbi; sakla ey Allah! Zulüm zalam ile yek-dest olup Edirne’mize Atıldı. Bir avuç arslan da nur u nara karin Olan yüreklerinin savlet-i şehidesine Dayandı… Beyza-i İslam’ı eyledi tatmin! Senin Edirneli ruhunda ey şehid-i said Doğan ziya-yı mukaddes benim menarımdır! Senin menabi’-i hununda kaynayan tevhid Menazil-i ebediyyette çeşme-sarımdır! Ölüm celal-i akıdenle ser-nigun oldu; Hayata koş ebedi durma ey muazzam ruh Ne varsa hail olan vasla hep zebun oldu Şehidi arş-ı berininde bekliyor Sübbuh! Baykuşların elinde kalan ey güzel yuvam! Umk-ı dilimde inliyor avaz-ı intikam! Alemle hem-hayat olacak kinlerim benim Ben mü’minim cihana mezelletle gelmedim! Bir gün Edirne sen koğacaksın da çanları Allah’dan isteyip bulacaksın ezanları! Allah’a “en büyük” diyenin en büyük sözü: “Bil ey Edirne! Müslümanın sendedir gözü!” Günlerle haftalarla asırlarla çarpışan Canlar yetiştirir bilirim müslümanda kan! Ey Rabb-i Müstean! Ehl-i İslam’da yok mu bir iman? –Yoksa… her şey demek sarih ve ayan– Varsa ey Rabb-i Kadir ü Mennan! Müslümanlar neden hakır-i cihan?!.. SON BAKIŞI Gidecekler; analarının babalarının mezarını bırakacaklar evlerini tarlalarını terk edecekler Anadolu’nun müşfik ağuşuna sığınacaklar idi. Uzaktan mecruhların iniltisini andıran top sesleri olanlara ihtar ediyor haykırıyordu: Gidiniz... Gidiniz... Çiçekleri kan kokusu veren bedbaht Rumeli çocuklarından ebediyyen ayrılıyor. Artık bu ülkede müslüman yaşayamayacak! ristiyan canavarları müslümanları aç kurd gibi parçalıyor; kadın çocuk ihtiyar… hepsi kesiliyor; Salib susamış kan Köyden ayrıldıkları zaman meydan-ı siyasete götürülen ölüme mahkum kimseler gibi mütevekkil samit gidiyorlar zaman unutturmaz. İstikbal kim bilir bu tali’sizlerin başına daha neler getirecekti?.. Teessür ve heyecan içinde yürüdüler. Sersem dermansız bir halde yokuşu çıkıp tepeye vardıkları zaman müebbeden ayrıldıkları bir daha göremeyecekleri köye son def’a olarak baktılar. Bu akşam gurub pek latif idi. Top sadalarının geldiği yerde sanki dökülen kanların kırmızılığı aks etmiş gibi sema kıpkızıl bir renk bağlamış güneşi bu kan deryası içinde yuvarlak ateşin bir gülle gibi ağır ağır iniyor yuvasına çekiliyordu… Hazin bir sükut… Kuşlar susmuş… Bu sessizlik içinde köyün harab evleri yalnız kalmış olan zavallı cami’ yaprakları sararmış hasta ağaçlar… Bunların hepsi boynunu bükmüş yetim bir kız gibi ne kadar mahzun duruyordu! İçinde büyüdükleri evler onları besleyen tarlalar namaz kıldıkları cami’ hele mezarlıkta ölülerin kefenlerine sarınıp ayağa kalkmasına benzeyen beyaz mezar taşları Fatiha isteyen ölüler… Bütün bunlar düşman ayakları altında çiğnenecekti. Bu güzel tarlalar zemine ferş olunmuş yeşil bir kadifeye benzeyen kıymetli vadi köyün kenarından gümüş bir yol gibi ovaya doğru uzayıp giden dere uzaktaki laciverd dağlar sevimli tepeler… Hiç bu mübarek yurd bırakılır mıydı?.. Yarın düşman köyü aldığı zaman herşey yakılacak yıkılacak; ev cami’… hepsi mahv olacak bitecekti. Ne acı felaket!.. Güneş gurub etmiş esmer bir sis vadiye dağlara yayılarak yeryüzüne siyah bir peçe örtmüştü. Sanki tabiat bu güzel toprağı onların gözlerinden bile esirgiyordu. Hiss-i gurbetle mağmum müteessir anasından ayrılmış öksüz çocuklar gibi göz yaşları dökerek akşamın sisleri içinde tali’in sürüklediği mechul ufuklara doğru yola koyuldukları zaman köyün mezarlığından bir baykuş hazin matemler sadasıyle arkalarından acı acı haykırıyor ağlıyor onların kederlerine matemlerine iştirak ediyor idi… SİYASETE MÜTEALLİK ASAR-I İSLAMİYYE Müellifi: İbni Kuteybe Mısır’da matbu’dur. ti’d-Dünya ve’d-Din Arabca İbni Yakut yazma Fatih Kütübhanesi’nde. si’nde. nesi’nde. Mahmud-ı Sani zamanı müderrislerinden İstanbuli Mehmed Arif Hilmi Efendi yazma Fatih Kütübhanesi’nde. Bey İstanbul’da matbu’dur. nü’l-Emin Mahmud Kemal Bey yazma sahib-i eserin kütübhane-i hususisinde. Efendi yazma sahib-i eserin kütübhane-i hususisinde. Mehmed Sebzi Efendi yazma sahib-i eserin kütübhane-i hususisinde. Efendi yazma sahib-i eserin kütübhane-i hususisinde. Paşa yazma sahib-i eserin kütübhane-i hususisinde. Paşa biraderi Mehmed Paşa yazma sahib-i eserin kütübhane-i hususisinde. mukarreblerinden Hacı Mustafa Efendi yazma sahib-i eserin kütübhane-i hususisinde. ca Şeyh Ulvan bin Atıyye yazma Halis Efendi Kütübhanesi’nde. med Rüşdi Paşa yazma Halis Efendi Kütübhanesi’nde. Ahmed Hafız-ı Kütübü Efendi Kütübhane-i Umumi’de yazma. tübhane-i Umumi’de yazma. ma Fatih Kütübhanesi’nde. Kütübhanesi’nde. Hasen Ali bin Habib-i Maverdi Ayasofya Kütübhanesi’nde. MISIR MATBUATINDA OSMANLILIK Mısır’dan gönderilen Arabca bir mektubdan mütercemdir: Mısır matbuat-ı yevmiyyesi ikiye münkasemdir: Frenkçe ve Arabca. Frenkçe gazeteler içinde “ Nil ” Ceridesi istisna edilirse kaffesi de Osmanlı düşmanıdırlar. “ Progrès ” “ Journal Caire ” “ Bourse Egyptienne ” muttasıl Yunan borazanlığı ederler ve mesaib-i Osmaniyyeye müteallik halatı aykırıca mübalağa eyledikten başka yalancı telgraf ajanslarının yalan havadislerini halka yutturmaya çalışırlar. Çünkü bu yalanları mübalağaları halka yutturmak için bu gazeteler İstiklal-i yutmuşlardır. Müslümanlar arasında bu frenkçeleri okuyanlar Mısır paşa-zadelerinden asliyeti gaib etmiş olan takımdır. Şarklılığı unutmuş Garblılara benzemek istemiş olan bu takım mezkur frenkçelerin tezvirnameleri üzerine bina-yı fikr-i siyaset ederler. İngilizce ve Fransızca çıkan ve “ L’Égypte ” namında olan gazetenin sahibi Mısır ağniyasından olan ve Mısır’da Mason locaları reisi bulunan İdris Ragıb Bey’dir. Bu zat mezkur gazete için senede beş bin lira kadar masraf ediyormuş. Geçende birisi İdris Ragıb Bey’e “Niçin İslamiyet ve Devlet-i Osmaniyye’ye muzır makalat ve havadis yazıldığını” sormuş. O da; “Öyle şeyler yazıldığını görürseniz bana haber veriniz de tenbih edeyim yazmasınlar” demiş. Demek ki sahib-i ceride gazetesinin müslüman ve Osmanlı düşmanları tarafından yazıldığının farkında değil! Mısır’da pek münteşir olan Rum unsuru için de bazı gazeteler var ise de bu Rumcaların Yunan hevadarlığındaki gayretlerini tafsile hacet yoktur. Ceraid-i Arabiyyenin mühimlerinden olan el-Mukattam eskisi gibi şiddet-i sadakatle İngiliz hadimidir. Mısır’da mutavattın Suriyeli gayr-i müslim zevat tarafından idare olunur. Altı ay kadar mukaddem alevlendirilen “la-merkeziyye” usulünün daha doğrusu Devlet-i Osmaniyye’den nam-ı mezkur altında iftirak emelinin en şevkli mürevviclerindendir. el-Ehram dahi Suriyeli gayr-i müslim zevat tarafından çıkarılır. Bu gazete dahi i’tidal-i kadimini gaib etmiş ve “la-merkeziyye”cilikte hayli ileri gitmiştir. el-Ceride Mısırlı Ahmed Lütfi es-Seyyid namında bir zatındır. Guya bu zat “Mısır Mısırlılarındır” fikrine zahib olanlardan imiş ise de hakıkatte; “Mısır İngilizlerindir” düstur-ı menfaat-cuyanesine saliktir.” diyorlar. Kendisi müslüman ve fakat gazetesini yazanlar Suriyeli gayr-i müslimler imiş. Bu gazete umur-ı Osmaniyyeyi bir ecnebi gibi tenkıd ediyor. el-Müeyyed gazetesi İslam hadimi olmak üzere zuhur eylemişti. Esasen Müeyyed’i te’sis etmiş olan hamiyetli ve müslüman Mısırlılar idi. Muharrirliğe başlayıp gazeteye tamamıyle sahib olmuş olan Şeyh Ali Yusuf bilahare meslekten mesleğe girmiş ve dört seneden beri Yeni Osmanlılık’a etmedik teşniat bırakmamıştır. Menafi’-i hakıkıyye-i İslamiyyeden çok dem vuran bu gazete kadar beyne’l-müslimin tohum-ı nifak saçan bir gazete daha bulunmasa gerektir. Şeyh Yusuf’un aslı Kıbti imiş. Kendisinin mi pederinin mi şeref-i cenabları bir müddetten beri “es-seyyid” lafz-ı muhteremini namına ilave eylemektedir. Çünkü kendisine resmen siyadet tevcih buyurulmuştur. İşte siyadetin de rütbe tarzında verilebildiğine bir misal. el-Müeyyed’in Şamlı Ahmed İzzet Paşa el-Abid’e veya Saray-ı Ali-i Hıdivi’ye mürevvic-i efkar olduğunu söylüyorlar. Kim bilir daha nerelerin mürevvic-i efkarıdır. Sahib-i Müeyyed’in Mısır’daki halifecilerin ser-amedanından olduğu dahi mervidir. El-hasıl Yeni Osmanlılık kendisine be-gayet bed-hahane taarruzatta bulunan Müeyyed cilere karşı kalblerinde bir hiss-i mukabele besleseler gerektir. Zavallı eş-Şa’b gazetesini de zikr edelim. Mısır’da cidden hayr-hah-ı Osmaniyyet olan bu müslüman gazetesi cem’iyetleri dağıtılan Hizbü’l-Vatani efradına mürevvic-i efkar zannolunduğu için sıkı murakabe altındadır. Biraz serbesti kesb eylese ta’tili muhakkaktır. FUKARADA HAMİYET ZENGİNLERE LEVHA-İ İBRET Kanunisani’nin yirmisekizinci Pazartesi günü idi ki Balıkesir’in müttehid ve hamiyetkar nahiyelerinden olan Kebsud’a gitmiştim. Maksadım orada teşkilat-ı milliyye icra etmek ve iane derc eylemekti. Muvasalatım akşamı Reşadiye Mekteb-i İbtidaisi’ne ulema eşraf hamiyet-mendan-ı ahali büyük bir şevk ve hararetle toplandılar. Bit-tabi’ ahval-i hazıranın kendilerine izah edildi. Müctemiinde hasıl olan “galeyan-ı dini” bizi hemen o akşamdan i’tibaren ifa-yı vazifeye mübaşerete mecbur ettiğinden müzakerat-ı samimaneye bil-ibtidar evvel-emirde hamiyet-i diniyyenin tecelligah-ı kadimi olan köy ağalarının tezkirelerle da’vet olunması takarrur etti ve derhal tezkireler yazıldı. Kol kol çıkarılan adamlar merkez-i nahiyeye gelmeden vehamet-i zamanı anlayan köylülerimiz o halis müslümanlarımız o hakıkı Osmanlılarımız fevc fevc dökülmeye başladılar. Evvel-emirde şurasını arz edeyim ki ben fakr u zaruretini pek yakından bildiğim “Kebsud”dan nihayet nihayet “beşyüz lira” kadar bir meblağ yapabileceğimi tahmin ve Müdafaa-i Milliyye Balıkesir Şu’besi’ne de o yolda i’ta-yı te’minat etmiştim. Kebsud’da gördüğüm tezahürat bu tahminimin isabetsizliğini gösterdi ve bana şu kanaati de verdi: “Hamiyet servet ü saman nisbetinde değil vüs’at-i iman derecesindedir!” Komisyona müracaat eden köylülere ahval icabat-ı zaman muhtasaran anlatıldı ve dinen ianeye mecbur olduğunu da söylendi. Hadd ü payanı olmayan köylünün hamiyeti artık galeyana geldikçe geldi. Biz iane vermek için tehacüm eden müslüman kitlesinin gösterdiği birçok menazır-ı hamiyyet karşısında gah ağlamaktan gah ati-i vatanın her halde emin olacağını ümid etmekten ayrılamıyorduk. yolda kısa bir nutuk irad etti: – “Efendiler! Görüyorsunuz ki ihtiyarım alilim perişanım. Bunlara zamimeten bir de fakr u zaruretim var. Hatta yiyecek mahsule servet namına da bir şeye malik değilim. Fedai gitmek istesem kabul etmeyeceksiniz. Din ü devlet uğrunda –bütün ma-melekim olan– bir öküzümle bir keçimi rızaen lillah heba [hibe!] ediyorum ve yarın bunları kemal-i hürmetle ve adem-i mahsusla göndereceğim!” Meclisi derin bir sükut kaplamış ve herkes için için ağlamaya başlamıştı. Süleyman Ağa’yı layık olduğu mertebede tebcil ettik. Filhakıka Süleyman’ın öküzü keçisi de ferdası günü geldi. Derhal icabet ettiler. Adı “Servet” olan ve fakat son derece fakır bulunan bu karye med’uvları masa üzerine ödünç almış oldukları liraları saydılar döktüler. İş bu kadarda kalmadı. Ferdası günü yine o karyeden gelen bir sürü halk da komisyona müracaatle bizi muahazeye başladılar: – Biz müslüman Osmanlı değil miyiz? Bizi niçin da’vet etmediniz? Fakrımız varsa elhamdülillah dinimiz de var! para verdiler ve bizi hüngür hüngür ağlattılar. Dışarıdan bir feryad gelmeye başladı: – Benim de koynumda bir saatim var; Allah aşkına alınız! Saat konuldu kabul olundu! Bunu veren kim idi? Gayet perişan ve fakır bir Rumeli muhaciri!.. Hem de yeni gelmiş!.. karası –hiç teklif edilmeksizin– tam “elli yedi” lira iane verdiler. Altındaki onbeş liralık beygirini çekenler koyun sürülerini kemal-i hahişle iane edenler öküz sığır hayvanatını verenler de az değil… Fakır fakat müslüman köylüleri ikmal ettik; sıra kasabaya geldi. O kasabaya ki bütün esnafı dükkanlarını bırakarak ricde icra-yı faaliyet ve hamiyyet etmişti. Bunların ileri gelenlerini gece da’vet ettik. Tabii muhtasar bir hitabe verildi. Herkes cuş u huruşa geldi. O sırada bütün serveti otuz liralık manda ve arabasından ibaret olan Rençber Bostanoğlu Hacı Ali Ağa derhal ayağa kalkarak bu otuz liralık mandalarını ve arabasını ianeye verdi. Bunu diğer erbab-ı hamiyyet de ta’kıb etti. Hulasa öteden beri lehü’l-hamd ve’l-minne girememiş olan Kebsud kasabası da hamiyetini ızhar eyledi. küsur liraya baliğ olan ilk taksit Balıkesir’e gönderildiği gibi aradan birkaç gün geçtikten sonra bu para sekizyüz liraya nevahi içinde şimdilik birinciliği kazanan bu nahiye erbab-ı hamiyyet ve gayretten Hacı Bekir Ağa’nın –ki bu zat elli-altmış lira kadar bir iane de vermişti– ve diğer zevat-ı muhteremenin himmetiyle evsaf-ı matlubeyi haiz onsekiz nefer de fedai göndermiş ve saman çorap eldiven hırka… gibi eşya ve levazim-i askeriyyenin mikdarı ise bunlardan haric tutulmuştur. Namlarını hürmetle yad ettiğim Kebsud ahali-i muhteremesinden başka müdir-i muhterem Emin Beyefendi’yi de burada zikre mecburum. Çünkü bu zat-ı muhterem –ki halis müslüman yorulmak bilmez bir müdir-i fa’al ve muktedirdir– de komisyonun başında bulunarak gece ve gündüz çalışmış ve tarih-i İslam’a rengin sahifeler ilave edecek olan birçok fedakarlıklarda bulunmuştur. Fakr u zaruretlerinin sefaletlerinin derecesini burada tasvir etmekten haya ettiğim Kebsud köylüleri kasabalıları evliya-yı umurdan yalnız bir şey bekliyorlar: Metanet! Asırlarca Hilafet ve Saltanat-ı İsamiyye’ye payitaht olan bir İslam memleketi daha Salib’in eline düştü. İslam için yine bir kara gün! Aylarca çenber-i küfür içinde kalan Sultan Selim minarelerinden sabah akşam müslümanlar felaha da’vet edildi. Fakat va esefa ki cihan-ı İslam ölmüş… O da’vetler o sadalar sema-yı İslam’ın boşluklarında bir ma’kes bulamadı. Bağıra bağıra müezzinin sesi kısılmaya topların tarrakası kesilmeye mahsurinin kudret-i beşeriyyeleri tükenmeye başladı. Son günlerde bile sarstı. Artık tevhidin nefha-i Cennet’i çekiliyor Salib’in enfas-ı Cahim’i ortalığı kaplıyordu. Nihayet Rebiülahir’in ’nci Çarşamba günü müezzin son sabah ezanını okudu. Selim’in yüksek minarelerinden fezalarda “Allahü Ekber!” Hilafet şeh-bal-i hayatından haber bekliyordu… Boşluklarda Selim’in minarelerini arıyordu: “Edirne?.. Edirne?..” Cevab yok; semalar hamuş… “Edirne?.. Neredesin ey tac-ı muş çanlar afakı inletiyordu… Bu haftanın ibtidası Çatalca’da mühim muharebelerle geçti. Düşmanın nagehani hücumu üzerine cumlarını kırdıktan sonra bir müddet ta’kıb ederek düşmanı müdhiş zayiata duçar eylediği gibi bir hayli silah ve mühimmat da iğtinam eylemiştir. Çatalca ilerilerinde düşman kuva-yı külliyyesine tesadüfü ve Düvel-i Muazzama’nın tavassut notasının Babıali’ye i’tası üzerine ordu-yı Osmani tevkıf-i harekat eylemiştir. Notanın muhteviyatı Babıali’ce kabul edildiğinden ahval-i fevka’l-ade zuhur etmediği takdirde sulhün in’ikadı me’muldür. Trablusgarb’dan Tanin’e gönderilen bir mektubda beyan olunduğuna göre Trablus hükumet-i müstakıllesi teşkilatı merkezi Cebel-i Garbi olmak üzere dört mutasarrıflığa taksim edilmiştir: Cebel-i Garbi Sevahil Kıble Fizan. Jandarma teşkilatı teşkil edilmiştir. Muhterem mücahidler Afrika’da yeni teşekkül eden bu İslam hükumetini İtalya’nın hiç bir zaman ezemeyeceğini avn-i Hakk’a müsteniden te’min ediyorlar. Kafkasya: Bakü’den Şimali Rusya’da münteşir Türkçe bir gazeteye gönderilen bir mektubda Bakü İslamlarının ahval-i ictimaiyye ve siyasiyyelerinden bahs olunarak deniliyor ki: “Bakü’nün kısm-ı mühimmi İslamlar ile meskundur. Zaten şehir aslen bir İslam kasabası olup en işlek caddeler ve çarşılar İslam mağazaları ile ma’mur ve müzeyyendir. Bu mağazaların kapılarında Türkçe iri harflerle yazılmış levhalar vardır. Hatta şehrin en mu’teber bir caddesinin tarafeynini tamamıyle İslam ticaretgahları işgal etmektedir. Bakü’nün denilebilir ki üçte biri İslam kardeşlerimizin taht-ı tasarruf ve idaresindedir. Bakü İslamlarının ticaret aleminde gösterdikleri asar-ı terakkı cidden şayan-ı tebrik ve iftihardır. On onbeş sene evvel İran’dan amelelikle gelen İraniler miyanında teşebbüsat-ı şahsiyyeleri sayesinde mühim servetler iddiharına muvaffak olanlar da pek çoktur. İslamlar arasında birkaç petrol menba’ına malik milyonerler de eksik değildir. Maarif cihetine gelince; son senelerde buna fevkalade bir inhimak ve rağbet gösterilmektedir. Bakü’de i’dadi ve rüşdi derecesinde bir çok Rus mektepleri olmakla beraber pey-der-pey küşad edilmekte olan İslam mekatibin adedi de onlardan aşağı kalmıyor. Birçok müslüman gençleri Rus mekteplerinde ikmal-i tahsil ediyorlar. İslam mekatibin içinde en ehemmiyetlisi Mekteb-i Saadet’tir. Bu mektepte dini ve ictimai dersler verilmekte olduğu gibi Rusça’nın tedrisine de i’tina ediliyor. Yine Rusya İslam matbuatının beyanatına göre; Bakü alem-i ticaretinde büyük bir faaliyet ibraz etmekte olan İslam sermayedaranı gittikçe mesailerinin semeratını iktitaf etmekte ve Rus Ermeni müessesat-ı iktisadiyyesiyle bi-hakkın rekabet eylemektedirler. Mesela Şimali Kafkasya’daki en büyük dakık fabrikaları tedrici bir surette Kafkasya milyonerlerinden Bakülü Ağa Palakliyof’un taht-ı tasarruf ve Petersburg Moskova Novorasisk gibi Dahili Rusya’nın un ticaretiyle meşhur olan en mühim biladında Kaliyof ile boy ölçüşecek bir rakıbe tesadüf edilemiyor. Şimdiki halde Kaliyof’un İstavropol’da iki Kyorkofki’de bir Bakü’de dahi bir olmak üzere cem’an dört büyük un fabrikası ile daha birçok darü’s-sınaaları olduğu gibi Bahr-ı Hazar’da dahi bir hayli sefain-i ticariyyesi bulunmaktadır. Ahiren muma-ileyh bütün Kafkasya şimendüferleri istasyonlarında sevk edeceği zehairin muhafazasına mahsus olarak birer depo dahi inşa eylemiştir. Kaliyof ile rekabet icrası mümkün olamayacağını hisseden bazı Rus tüccarı muamele-i ticariyyelerini ta’til etmişlerdir. Çar tarafından Petersburg’da bulunan Buhara emiri cenablarına emir hazretleri de Rus mekteplerine tevzi’ olunmak üzere külliyetli bir mikdarda ianede bulunduğu gibi kendisinin Kafkasya’da Jeleznovodsk’da kain sayfiyyesini de valide-i tahsis ve teberru’ etmiştir. DÜVEL-İ MUAZZAMA’NIN TAVASSUT NOTASI Mart Pazartesi günü Düvel-i Muazzama süferası tarafından hükumet-i seniyyeye tevdi’ edilen nota metninin suret-i mütercemesidir: Zirde vazı’u’l-imza Avusturya Macaristan İngiltere Fransa Rusya Almanya ve İtalya sefirleri tavassutu kabul etmiş olan hükumet-i seniyyeye beyan ile kesb-i şeref ederler ki: Düvel-i Muazzama zirde hulasa edilen mukaddemat-ı sulhiyye esaslarını düvel-i muharibeyne teklife mutabık kalmışlardır: Evvelen – Saltanat-ı Seniyye’nin Avrupa’daki hududu edilecektir. Hududu ve usul-i idaresi devletlerce ta’yin edilecek olan Arnavudluk’dan maada hatt-ı mezkurun garbında kain arazi Türkiye tarafından hükumat-ı müttefikaya terk edilecektir. Saniyen – Adalar Denizi’ndeki Adalar Mes’elesi’nin keyfiyet-i halli devletlerin kararına mevdu’ olacaktır. Salisen – Türkiye Girid’den kat’iyyen feragat edecektir. Rabian – Devletler tazminat-ı harbiyye talebinde müsaadekar bulunamazlar ve hükumat-ı müttefikanın düyun-ı Osmaniyyeye ve uhdelerine terk edilecek arazinin taahhüdat-ı maliyyesine iştirakleri hususunun nasfet dairesinde tesviyesi keratında hazır bulunmalarını kabul ederler. Salifü’z-zikr mukaddemat-ı sulhiyye esaslarının kabulü anında muhasamatın hitam bulması iktiza eder. Mart Risalesi bila-müddet ta’til edilmiştir. Softalığa İ’lan-ı Harb makalesinden dolayı mezkur makalenin muharriri hakkında ta’kıbat-ı kanuniyye icrası der-desttir.” Sebilürreşad – Şu buhranlı zamanda sükuna ne kadar muhtac olduğumuzu takdir etmeyecek kimse yoktur zannında halkını düşman addederek diğer kısmı onlarla harbe da’vet edecek kadar vatansızlar da varmış! Vatan evladlarının hepsi birbirlerinin kardeşidir; bilenler bilmeyenlere öğretmekle mükelleftir. Medreseleri yıkmak değil yapmak lazımdır. Ortalığa zehirler saçmak şerareler sıçratmak hakaretler savurmak –vatanı menafi’-i vatanı düşünmeyenler için– pek kolaydır. Fakat insanın bir de hakime-i vicdanı vardır. Onun huzurunda olsun biraz titremelidir. “Softalar” ta’biriyle tahkır edilenler de bu vatanın öz evladlarıdır. Memleketin menafi’i düşünülüyorsa talebe-i uluma acımalı medreselerin alaiminden sayılamaz. Talebe-i ulumun telaş etmesine ve bu gibi sözlere ehemmiyet vermesine mahal yoktur. Memlekette fesad ika’ına çalışanlara karşı “tedabir-i mania ve kahire” ittihazından çekinmeyeceğini i’lan eden hükumet elbette vazifesini ifa edecektir. Tercümesi “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım?” ___________ Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı! Nur istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! “Yandık!” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun! Esmezse eğer bir ezeli nefha yakında Ya Rab o cehennemle bu tufan arasında Toprak kesilip kum kesilip alem-i İslam; Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnam! Bizar edecek korkuyorum Cedd-i Hüseyn’i En sonra Salib ormanı görmek Haremeyn’i! Bin üç yüz otuz beş senedir arz-ı Hicaz’ın Ateşli muhitindeki suzişli niyazın Emvacı huruş-aver olurken melekuta; Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükuta! Sönsün de İlahi şu yanan meş’al-i vahdet; Teslis ile çöksün mü bütün aleme zulmet? Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran iman Olsun mu beş on sersemin ilhadına kurban? Enfas-ı habisiyle beş on ruh-i leimin Solsun mu o parlak yüzü Kur’an-ı Hakim’in? Ya Rab bu ne hüsrandır İlahi bu ne zillet! Mazlumu nedir ezmede ezdirmede ma’na? Zalimleri adlin hani öldürmedi hala! Cani geziyor dipdiri... Can vermede ma’sum! Suç başkasınındır da niçin başkası mahkum? La-yüs’el’e binlerce sual olsa da kurban; Eyvah! Beş on kafirin imanına kandık; Bir uykuya daldık ki: Cehennemde uyandık! Madam ki ey adl-i İlahi yakacaktın... Yaksaydın a mel’unları... Tuttun bizi yaktın! Küfrün o mülevves eli ayatını sildi: Binlerle cevami’ yıkılıp hake serildi! Kalmışsa eğer bir iki ma’bed o da mürted: Göğsündeki Haç küfrüne fetva-yı müeyyed! Dul kaldı kadınlar; babasız kaldı çocuklar; Bir giryede bin ailenin matemi çağlar! En kanlı şena’atle kovulmuş vatanından Milyonla hayatın yüreğinden gidiyor kan! Na-hak yere feryad ediyor: Acize hak yok! Yetmez mi musab olduğumuz bunca devahi? Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlahi! SEBILÜRREŞAD MU’TEZİLIN Rüesa-yı İ’tizal arasında cevdet-i irfan ve vüs’at-i tetebbu’la şöhret-yab olan Nazzam felasife-i kadimenin eserlerini derin bir vukufla tedkık eylemiştir. feylesoflarının efkarına kapılarak diyor ki: İnsan hakıkatte ruhdan ibaret olup beden ruhun kalıb ve aleti olmaktan başka bir şey değildir. Görülüyor ki Nazzam’ın bu fikri felasifeden tabiiyyunun arasına daha ziyade mütemayildir. Nazzam’ın “Ruh bir cism-i latifdir ki gül suyunun güle tereyağının süte susam yağının susama sereyanı gibi tekmil bedene saridir.” sözlerinden kendisinin ruhu gayet rakık ve bedenin bil-cümle aksamına sari bir madde gibi kabul ettiği anlaşılıyor. Nazzam’ın hilkat mes’elesindeki fikri de az-çok garabetten ari değildir. Müşarun-ileyhin şu sözlerini okuyalım: “Cenab-ı Hakk bil-cümle mahlukatı el-an bulundukları halet üzere def’a-i vahidede halk ve icad eylemiştir. Fakat bunları hal-i hafada bırakarak saha-i kainatta tedricen ızhar eylemektedir. Yani mahlukat arasında görülen takaddüm ve taahhur zamanı vücud ve hudusda olmayıp belki mevcudatın kemmundan zuhur etmelerindedir. Tenasül de bu zuhurdan başka bir şey değildir. “Hakıkat-i halde ebu’l-beşer ile bil-cümle ensali yevm-i hilkatten beri mevcuddurlar. Çünkü kainatta hilkat ancak bir def’a vaki’ olmuştur. Ondan sonra diğer bir hilkat vuku’u mümkün değildir.” Ta’mik-ı fikr edilirse Nazzam’ın hilkat hakkındaki bu mezhebi cismani bir determinizme müncer olduğu anlaşılır. Filhakıka Nazzam’a göre tabiatte iradi yalnız bir te’sir vardır ki o da insanın te’siridir. Bundan başka alemde görülen her şey her hadise bir lüzum bir sebeb neticesinde zu[h]ura gelir. Havaya atılan bir taş bir müddet kendisini fırlatan elin verdiği te’sire tabi’ olarak hareket eder. Fakat taşı def’ eden kuvvetin te’siri her an tenakus ederek nihayet onu ileri götüremeyecek bir hale gelir ve o vakit taş kendisinden gayr-i kabil-i infikak olan kuvve-i tabiiyyenin siklet ve cazibenin te’siriyle yine arza sukut eder. Nazzam aynı zamanda ecsamın ila-gayri’n-nihaye inkısamı mes’elesiyle de uğraşmış ve neticede –cumhur-ı mütekellimin tarafından kabul edilen– cüz’-i la-yetecezzayı Nazzam elvan tuum revayih ve bunların emsali arazların cisim olduğunu iddia etmiş ve cevherin maddenin a’raz-ı müctemiadan mürekkeb olduğu fikrini ortaya sürmüştür. Nazzam’ın iştiğal ettiği mesailin muğlakıyetine bakılırsa kendisinin vüs’at-i irfan ve cesaretini i’tiraf etmemek mümkün olamaz. Nazzam bir mütefekkir olduğu kadar da bir mütebahhir bir hakim idi. Hikmet-i tabiiyyedeki tedkıkatı vukuf-ı felsefisine geniş bir saha-i tefekkür açmıştır. Nazzam fünun-ı mütenevviada ve bilhassa ulum-ı tabiiyyede derin ve vasi’ bir iktidara malik olduğunu göstermiştir. Müşarun-ileyh aded-i muhbirin la-yuhsa dahi olsa tevatürün yine kizbe ihtimali olacağı re’yinde bulunmuştur. Nazzam Şia’ya mütemayildir. Hazret-i Ali’nin imameti hakkında taraf-ı Risalet’ten tebliğat vuku’ bulduğu halde bilahare bunun ketm edilmiş olduğunu iddia eylemektedir. Fakat Nazzam’ın bu iddiası mukarin-i hakıkat addedilemez. Çünkü taraf-ı Risalet’ten açıktan açığa böyle bir nass ve tebliğ şeref-varid olsaydı Cenab-ı Haydar’ın bununla ihticac etmesi göre amel edecekleri şübhesizdi. Fırak-ı İ’tizaliyye hakkında daha esaslı ve daha vasi’ bir ma’lumat edinebilmek için saha-i tedkıkı biraz daha tevsi’ ederek en ma’ruf rüesadan olan Ebu’l-Huzeyl ve Nazzam’la beraber diğer ekabir-i Mu’tezile’nin efkar ve mütalaalarını da tetebbu’ etmek icab eder. Ulema-i i’tizal arasında Nazzam ve Ebu’l-Huzeyl derecesinde şöhret-i ilmiyyeye malik zevat az değildir. Filhakıka ulema-i Mu’tezile bin-nisbe pek az bir zaman zarfında mesail-i mütenevvia hakkındaki taharriyat ve tedkıkatlarını pek ileri götürmüşler ve Alem-i dır. Bunlardan Bişr bin el-Mu’temer vüs’at-i irfan selaset-i beyan rasanet-i muhakeme ile iştihar etmiş efazıldandır. Felsefe ve hikemiyatta derin ve vüs’atli bir kudret-i muhakemeye malikti. Tevellüd Nazariyesi’ni ilk evvel meydana çıkaran Bişr’dir. Bişr’in Tevellüd Nazariyesi müteahhirin-i Mu’tezile arasında pek çok münakaşat zuhuruna sebeb olduğu gibi ilm-i ahlak ulemasını da haylice işğal eylemiştir. En ziyade badi-i münakaşa olan cihet esbab-ı hariciyyenin bir fail-i mürid ve muhtarın fiil ve hareketini ne suretle ta’dil edebileceği ve mes’uliyetini ne yolda azaltacağı mes’elesinin halli olmuştur. Bişr Tevellüd Nazariyesi’yle beraber ortaya ilm-i kelamda haiz-i ehemmiyyet olan diğer iki mes’ele-i muazzama daha atmıştır. Bu iki mes’eleden biri hal-i tufuliyyette vefat eden çocuklara ahirette ne yolda muamele edileceği ve diğeri de şerayi’a vukufu olmayan insanlar hakkında eltaf-ı Bişr birinci mes’ele hakkında demiştir ki: “Cenab-ı Hakk tıfl-ı na-baliğı ta’zibe kadirdir. Maamafih onu ta’zib edeydi zalim olurdu. Fakat hakk-ı Bari’de böyle söylemek müstahsen olmadığından demelidir ki eğer Zat-ı Akdes o çocuğa azab ederse demek oluyor ki o çocuk büyüdüğü zaman azaba müstahak olacak a’mal-i seyyie işleyecekti de onun olan İstihsaniyye Mesleği’nden Optimisme uzaklaşmıştır. Filhakıka Bişr demiştir ki: Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu vardır ki eğer onu ızhar edeydi ru-yı arzda bulunan insanların cümlesi imana gelirdi. Fakat bu lütfun ızharı Zat-ı Bari üzerine vacib olmadığı gibi ibadına aslah olana riayet etmek de vacib değildir. Cenab-ı Hakk’a vacib olan kula kudret ve mektir. Bişr’in mezhebi Huzeliyye ve Nazzamiyye Mezhebleri’ne nisbetle daha az metin ve daha az yüksektir. Ma’mer bin Abbad es-Sülemi namındaki zatla Mezheb-i ği’ne yaklaşmıştır. Ma’mer demiştir ki: “Cenab-ı Hakk yalnız ecsamı halk eylemiştir. Zat-ı Bari ecsamdan başka bir şeyi halk etmez. A’razı da ecsam ihtira’ eder. Bu ihtira’ ya tab’an olur ateş ve güneş gibi ki biri ihtirakı ve diğeri harareti ihdas eder veya ihtiyaren vukua gelir hayvan gibi ki hareket ve sükunu göre “vücud” ve “adem” dahi a’razdan ibarettir. Şu halde vücud ve ademin de doğrudan doğruya mahluk-ı ilahi olmaması lazım gelir. Ma’mer’e o kadar garib nazariyat serd etmiştir ki bunların bazılarına saçma sapan sözler namını vermekte tereddüd edilemez. Mesela Ma’mer’e sıfat-ı ilahiyyeyi külliyyen inkar ettikten maada diğer erbab-ı İ’tizal’e muhalif olarak Cenab-ı Hakk’ın kendi nefsini bilmediğine de hükm etmiş ve demiştir ki: Cenab-ı Hakk kendi nefsini bilmiş olsa alimle ma’lum arasında bir fark bulunmak icab edeceğinden Zat-ı İlahi’ye senaiyet istinad edilmiş olur. Ta’bir-i diğerle Cenab-ı Hak kendi nefsini bilse alimle ma’lumun ittihadı lazım gelir; bu Yine Ma’mer diyor ki: İnsanın gerek mübaşeret cihetinden ve gerek tevlid tarikıyle iradeden gayrı bir fi’ili yoktur. Hareket ve sükun hayır ve şer olarak insandan sadır olan her fi’il irade-i ihtiyariyyesine müsteniddir ve bu istinad mübaşeret tarikıyle olup tevlid tarikıyle değildir. Ma’mer şu mutalaayı felasife-i kadimenin [ ] efkarından istinbat ettiği netayice ibtina’ eylemiştir. Filhakıka felsefe-i kadime erbabı hakıkat-i insaniyye hakkında muhtelif mütalaat serd eylemişlerdir. Bazıları demiştir ki: Hakıkat-i insan cesed değildir; belki cesedin gayrı bir cevherdir ve nefsiyle kaimdir. Mütehayyiz ve mütemekkin değildir; lakin cesedin müdebbiridir ve onun cesed ile alakası tedbir ve tasarruf alakasından başka bir şey değildir. Görülüyor ki felasifenin; insanın cesedle alakası tedbir ve tasarruf alakasından ibarettir yolundaki hükümleriyle Ma’mer’in insanın iradeden gayrı fi’ili yoktur hükmü arasında pek açık bir karabet vardır. Ma’mer Cenab-ı Hakk’ın kıdem ile vasf olunamayacağı fikrinde bulunduğundan diyor ki: Cenab-ı Hakk’a kadim denilemez. Çünkü “kıdem” takaddüm-i zamaniye delalet eder; Vücud-ı Bari ise zamani değildir. Din insanlar için ilahi bir nur olduğu gibi akıl da o nurun ziyasıdır. O nuru parlatacak onu lemean ettirecek olan da ancak akıldır. İmana gelince; o da şari’ Cenab-ı Peygamber tarafından haber verilen şeylerin hepsinin hak olduğunu aklın tasdik etmesidir. Binaenaleyh din-i İslam ile akıl tev’emdir kardeştir. Eimme-i kiram hazeratı da din-i İslam’da muhalif-i akl aklın muhal gördüğü hiçbir şey bulunmadığında edilen kaideye göre zahiren akla muhalif olarak bulunması muhtemel olan nukul-i sahihanın her halde te’vil edilerek aklın kabul edebileceği bir vech-i sahih üzere tahric edilmesi lazımdır. Eğer böyle olmasaydı akıl ile imanın bir arada bulunması müstahil olurdu. Kur’an-ı Kerim’in bütün hitabatı bahusus kazaya-yı her halde ilim taleb edilen– mesail-i i’tikadiyyedeki hitabları yalnız akladır. Evet; Kur’an-ı Kerim daima erbab-ı ukule hitab ediyor. İşte bunun içindir ki müşrikleri zanna temessük ettiklerinden dolayı Kur’an şu suretle ta’yib ediyor: Sonra imanın sadık doğru olmasını da burhan getirilmesine ta’lik ediyor; burhan getirilmedikçe yalnız imanın lisanen söylenen şeylerin ehemmiyeti olmadığını i’lan ediyor: Dinin akla ta’lik edildiğini aklı olmayanın dini de olmayacağını gösteren ayat-ı kerime ehadis-i nebeviyye o kadar çoktur ki burada onları ta’dad etmek bile bizim için imkan haricindedir. Zaten bu gibi ayetler her gün okunur yahud işitiliyor. İşte ben de sözü bu babda varid olan ayetlerden başlıyorum: Bu mealde varid olan ayat-ı kerime pek çok olduğu gibi bunların ekserisi de alem-i tabiatte zahir olan kudret-i Fatır’a orada tecelli eden hikem ve esrar vasf edildikten ümem ve akvamın ahvali beyan olunduktan sonra getirilmiştir. Şurası da zahirdir ki Kur’an’da varid olan “elbab”dan “nüha”dan maksad da akıldır. Kezalik bu gibi mevzı’larda lel-i saireye mahsus olan kütüb-i mukaddeseyi de nazar-ı tedkık ve mutalaadan geçirdim. Fakat onlarda bu gibi ayetlere hiç tesadüf etmedim. Bir millet ki onun kitabı bu gibi ahkam-ı aliyyeyi havi dininin aslı bu ulvi hakıkatler ile malidir o milletin evham ve hurafattan en uzak bir millet olması hakayıka en ziyade mütemessik bulunması lazımdır. Çünkü dini kitabı bu gibi ahkam ile memlu olan millet kendisince yakın hasıl olup kanaat gelmedikçe hiçbir şeyi kabul etmez hakkında berahin-i katıa ikame edilmeyen şeylere kat’iyyen ru-yı iltifat göstermez. İşte bunun içindir ki: Müslümanlık safiyet-i evveliyyesini muhafaza ettiği zamanlar müslümanlar da böyle idi. Lakin vakta ki usul-i ta’lim bozuldu fesada yüz tuttu cehalet galebe etti Kur’an yalnız teganni için musikı dinler gibi dinlemek için okunur oldu onda olan maani-i dakıkayı hiç kimse tedebbür etmemeye hiçbir mütefekkir nazar-ı i’tibara almamaya başladı o zamandan i’tibaren –kendilerine komşu olduğumuz kendileriyle ihtilat ettiğimiz ümmetlerde yerleşip de onların mahv ü helakini tesri’ eden– evham ve hurafat orduları üzerimize hücum ettiler. Bu evham ve hurafat bizden evvel geçenleri nasıl mahv u harab etti onları vadi-i hızlana çekip getirdi ise bizi de öylece helak uçurumlarına doğru sürükleyip getirdi. Onların aklına nasıl te’sir etti ise bizim de ukul ve medarikimizi mevki’-i bala-terinden dereke-i pestiye indirdi aklın olanca meziyetini mahv ve ifna etti. Bunun neticesi olarak nazarlar zaifledi efkardaki nizam ve intizam muhtell oldu umran ve medeniyetimiz sukut edip gitti. Ne kadar şayan-ı teessüf ki: bize sonradan sirayet eden bu maraz-ı müzminin bu mikrop ordularının asıl sahibleri bu maraz-ı mühlikten şifa-yab olup yakayı kurtardıkları halde biz hala tahlis-i giribana muvaffak olamadık onların umran ve medeniyeti alabildiğine terakkı ederek intizama girdiği halde biz hiçbir şeyimizi ıslah ederek bir devre-i intizama giremedik. BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA VAHDET-İ İSLAMİYYE VE İCTİHAD “Din”in usul-i esasiyyesi akaid-i sahiha tehzib-i ahlak ve edebü’n-nefs rıza-yı Bari’ye muvafık düşecek tarzda –Cenab-ı Hakk’ın bildirdiği– ibadat ile hıfz-ı dima’ hıfz-ı a’raz hıfz-ı emval gibi beyne’n-nas cereyan edecek olan muamelata taalluk eden kavaid-i umumiyyeden ibarettir. Halbuki bu usul ve kavaidin hepsi zaman-ı Peygamber’de sav ikmal edilmişti. Bunun içindir ki Haccetü’l-Veda’da; ayet-i kerimesi nazil oldu. Hele akaid ile ibadat kat’iyyen ziyade ve noksan kabul etmeyecek derecede itmam edildiğinden her kim bu hususda bir şey ziyade yahud noksan ederse o kimseye; Müslümanlığı tağyir ederek başka bir din ihdas ediyor nazarıyle bakılır. Ahkam-ı muamelata gelince: Bu da daha o zamandan letin hukukta müsavatın vücubu bağy ü i’tidanın ğışş u hıyanetin tahrimi bazı cerayim için de lazım gelen hududun ta’yini kavaid-i meşveretin vaz’ı gibi fezail-i usulün kaffesi Şari’ tarafından takrir edilerek umur-ı cüz’iyyedeki şeylerde ülü’l-emre –ki mukteza-yı zaman ümmete aslah olan şeyi bil-müşavere takrir eden ehl-i ilm ehl-i adlden olmaları şer’an vacib olan ulema rüesa hükkamdan ibarettir– tefviz edilmişti. Sahabe-i Kiram ra hazeratı bu gibi ahkamı Cenab-ı Peygamber tarafından hakkında hiç nas vaki’ olmaksızın anlıyorlardı. Nasıl ki hadis-i Muaz da bunu te’yid etmektedir. Ma’lumdur ki Muaz bin Cebel Yemen’e gönderilir iken Hazret-i Fahr-i Kainat sav tarafından; “Orada ne ile hükm edeceksin?” diye vuku’ bulan suale; “ Kur’an’a hadise bakarım; onlarda bulamadığım takdirde kendi re’yim ile hükm ederim!” cevabını vermiş aleyhis’s-salatü ve’s-selam Efendimiz de bunu tahsin eylemişti. İşte hadis-i Muaz şudur: Hatta nakl olunuyor ki; Sahabe-i Kiram bir şeyde ümmetin maslahat ve menfaatini gördükleri vakit hemen onunla –velevki sünnet-i müttebaaya muhalif bile olsa– hükm ederlermiş. Sahabenin bu suretle hareket etmelerinden anlaşılıyor ki asl olan ahkamın cüz’iyat ve furu’u ile amel etmek değil belki kendisinde maslahat ve menfaat bulunan şey ile amel etmektir. Sahabe-i Kiram bunu bildikleri için o yolda hareket etmişlerdir. Müslim Ebu Davud Nesai Hakim Beyhakı İbni Abbas’dan naklen şöyle rivayet ediyorlar: Hazret-i Peygamber da talak-ı selase bir talak hükmünde idi. Halbuki Hazret-i Ömer; buyurarak bunun hilafını iltizam eylemiş yani üç talak saymıştı. Bunun hilafına olarak Hazret-i Peygamber’den sav sadır olan hüküm de şu suretle beyan ediliyor: “Beyhakı’nin ihracına göre İbni Abbas diyor ki: “Rükane zevcesini bir meclisde üç def’a tatlik eyleyip bunun üzerine pek ziyade mahzun olmuştu. Rükane’ye Peygamber sordu: “Nasıl tatlik ettin?” “Üç def’a!” “Bir meclisde mi?” “Evet!” “Öyle ise bir kere tatlik etmişsin demektir. Binaenaleyh istersen rücu’ edebilirsin!” Bunun üzerine Rükane tekrar rucu’ etti.” Bu babda zikr edilecek şevahid pek çoktur. ber-i vahide takdim ettiler. Hanefilerin istihsan namı verdikleri re’y de kendi indlerinde kıyasa mukaddemdir. Zaten istihsan kendisinde ümmetin maslahat ve menfaati sabit olan şey demektir. Ben böyle anlıyorum. Maahaza fukaha-yı Hanefiyyenin müteahhirleri buna “kıyas-ı hafi” ünvanı veriyorlar ki bundan maksadları gerek muhaddisin gerek ulemayı saire tarafından; “Kendinizden dine bir asıl bir rükün ziyade ettiniz; re’yi sünnete takdim ettiniz!” diye aleyhlerinde vuku’ bulan ta’n u teşni’den kurtulmaktır; yoksa hakıkaten kıyas olduğu için değildir. Eğer hakıkaten kıyas olsaydı muhaddisin ulema bunların üzerine re’y ile teşni’ etmezlerdi. Halbuki ulema ve muhaddisin tarafından; “Kendi re’y-i hodunuzu sünne[t]e takdim ediyorsunuz!” diye Hanefilere karşı pek çok ta’n u teşni’ yağdırılmıştır. Bir de hafi olan bir şeyi kıyas-ı celi üzerine takdim etmek sahih olmazdı. Maahaza ta’n u teşni’den kurtulmak için böyle kaçamak yolu arayacaklarına Hazret-i Ömer’in ameli sahabenin de MÜNACAT Akşam… Gelir ufuklara hep sünbül-niyaz?; Mahzun bakışlı zahideler hepsi ordadır. Hacat eden dudakların üstünde toplanır. Köy yollarında gaşy eden avare bir huzur Göklerde şam ilahesi bir hoş dua okur Dinler pür-ihtizar onu akşam ve kainat. Koynunda malikane-i alamı söyleyen Ufkun şikeste gülleri na-gah olur tebah. Hep serpilir muhite o güldeste-i hüzün. Giryan bakışlarında yanar penbe bir günah.. Vadilerin hayal ile dolmuş füsununu Göllerde nuş eden kuğular mest ü na-tüvan. Kurmuş şeb-i elem göğe tak-ı sükununu Altında gölgeler hep o akşamlı karvan. Mai dudaklarında terennümler ağlayan Rakid sular sevahil-i hacette lal ü mest. Dökmüş kebud vechini emvaca asuman Son şu’leler kamışların altında hep şikest. Diz üstüyüz bak işte bu dergah-ı sayede El açtık arş u ferşine gufran u rahm için; Her şey niyaz eder bu hazin vakt-i giryede; Aç Bargah-ı afvını ey Rabb-ı hakk u din! Dağlar rüku’ eder sana göller niyaz eder; Gür zemzematı çeşmelerin eyler ibtihal. Billur yanaklarında akan saf şelaleler Gufran yolunda göklere bir nağme-i melal. Gel dinle kainatını her akşam üstü Sen; Ey Rabb-i Zü’l-celal-i avalim büyük ilah; Duymaz mısın erikene birden kopup esen Feryad-ı pür-tazarru’u ey Halik-ı felah. Sensin bu hasta aleme bir melce’-i ümid! Mihrab-ı rahmetinde niyaz eyleyenlere Dök Kevser-i şarabını ağlatma na-ümid. Ver şah-bal-i hışmını çıksın o göklere; Dinin liva-yı haşmeti gülsün o aşina Onsuz cihan-ı hüsn ü maabid yetim olur; Çıksın semalarında o yüksek diyarına; Çıksın yeter değil mi bu matem büyük Gafur? OSMANLILAR ULUM U FÜNUNA HIZMET ETMESİN Mİ? Geçenlerde sevk-ı tesadüfle elime Fransızca bir kitap geçmişti. Kitap Şark’dan medeniyet-i İslamiyyeden bahs ediyordu. Şöyle bir karıştırdım: Müellif kitabında cihan-ı medeniyyete ithaf ettikleri muhalled ve la-yemut eserleriyle beşeriyet-i mütekamileyi ebediyyen minnetdar bırakan mütefekkirin-i İslamiyyeden bir lisan-ı nezahet ve sitayişle bahs etmiş Liva-i Muhammedi altında ittihad eden akvam-ı muhtelifenin yetiştirebildiği yüksek simaları tahlil ederek her kavmin medeniyet-i İslamiyyeden ne nisbette hissedar olduklarına dair mühim tedkıkatta bulunmuş. Kitabı büyük ve meraklı bir i’tina ile okumak lüzumunu hissettim. Mukaddimede Emeviler’e Abbasiler’e Büveyhiler’e Selçukıler’e Fatımiler’e velhasıl bil-cümle hükumat-ı İslamiyyeye bir nazar-ı seri’ atf edilerek bunlardan her birinin maarif ve medeniyet-i İslamiyyeye olan hizmetleri veciz birkaç satırla teşrih ve müddeayat her birinde yetişen büyük müelliflerin ebed-nümun eserlerinin işhadıyle te’yid edilmiş. Hüviyet-i vicdaniyyemde derin bir hiss-i gurur ve iftihar uyandıran bu sahifeyi minnetdar nazarlarla süzdüm. Fakat birkaç satır aşağıda gözüme çarpan yazılar bir an evvel duyduğum gurur ve iftiharı dağıttıktan başka sanki okuduğum kelimelerin her harfi kızgın birer çivi olmuş da beynime saplanmış gibi yakıcı bir acı hissettim ve elim sızılar altında kıvrandım. Kitabın bu zehr-nak satırları bizden Osmanlılardan bahs ediyordu. Müellif akvam-ı İslamiyye arasında ulum ve fünuna en az hizmet eden kavmin Osmanlılar olduğunu söylüyor ve te’yid-i müddea için de Osmanlı müelliflerinin ancak birkaç zattan ibaret olduğunu ortaya sürüyordu. Acaba bu adam haklı mı idi? Şübhe yok ki hayır! Fakat zihnime hücum eden bu suale kalben hayır cevabını vermek hid bulamıyorum. Evet ben eminim ki Osmanlı maarifi de zann u iddia edildiği kadar züğürt değildir. Bu diyar-ı tar u marın çorak ve unutulmuş muhitinde Bedreddin Simaviler gibi sosyolog hakimler gelmiş bu tali’siz yurt Ali Kuşçular ve Gelenbeviler gibi birçok efazıla me’men-i inkişaf olmuştur. Bir harika-i deha ve fazilet olan Bedreddin satıh-bin müverrihlerimizin yanlış ithamatıyle istihale etmiş bir sima-yı bülenddir. Bugünkü nesil ise bir vakitler milletimiz arasında muvakkaten parıldayıp ebediyyen uful eden bu gibi ali zekaların vücudundan bi-haber bulunuyor. Eslafının asarına karşı bizim kadar lakayd kalmış bir millet yoktur zannederim. Ecdadı miyanındaki mütefekkir dimağları unutan eslafının mevrusat-ı ilmiyyesini metruk ve mühmel bırakan bir millet istikbale emin ve ümid-var nazarlar fırlatmak hakkından mahrumdur. Acaba iddia edildiği vechile Osmanlı diyarı hakıkaten ilim ve ma’rifet hususunda o kadar çorak mı geçmiş? Metruk ve mensi kütübhanelerde ecdadımız tarafından bizim gibi lakayd evladların pişgah-ı tetebbu’ ve gayretine ithaf edilmiş kıymetdar eserler yok mu? buatın semeratını işhad ederek bu suallere yüzümüzü kızartmayacak bir cevap vermek mümkündür. Fakat hazain-i eslaf yalnız İstanbul ve İzmir’de mi medfundur? Anadolu’nun küflü ve yosunlu köşelerinde ihmal edilmiş matmure-i nisyan kim bilir daha ne kadar eserler var? Ahlafın kadir-na-şinaslığı yüzünden taşı düşmüş duvarı yıkılmış makberelerde cesedleri gibi hüviyet-i ilmiyyeleri de adem karanlıklarına karışmış ne kadar büyük efazıl yatıyor? Bunları tanımamak bulmamak bugünkü nesl-i mütefekkire ebedi bir şeyn [yüz] kızartıcı bir ar olmaz mı? Fakat bunları kim arayacak kıymet-i ilmiyyelerini takdir ederek bize kim tanıttıracak? Tarihimizi milletimizi bu ağır ve ezici Ma’lum-ı fazılaneleridir ki bibliyografi ayrıca bir ilimdir. Her ilimde olduğu gibi bibliyografya ilminde de ihtisas lazımdır. Böyle bir ihtisas da ancak o ilme karşı derin ve zeval-na-pezir bir aşk perverde edilmek ve o suretle çalışmakla müyesser olur. Asar-ı münteşireniz yediyüz tarihinden beri mülk-i Osmanide yetişen eazım-ı müellifin hakkındaki tetebbuat-ı amikanızın şahidi henüz intişar etmeyen müellefatınız da Osmanlı bibliyografisine olan vukuf ve ihtisasınızın la-yemut delilleridir. Fakat saha-i mesainizin İstanbul ve civarı mevaki’e hasrı maksadı tamamıyle te’min edebilir mi? Anadolu içerilerinde de hususi umumi pek çok kütübhaneler vardır. Buralarda da kim bilir ne kadar kıymetdar eserler medfun bulunuyor. Anadolu’da vukuf-kar bir dimağın icra edeceği tetebbuat eslaf-ı kiramdan bize şimdiye kadar isimlerini bile duymadığımız kim bilir ne kadar büyük ve mensi dehalar tanıttıracak? Bugünlerde Evkaf Nezareti’nin İstanbul kütübhaneleri hakkında şayan-ı takdir mühim bir teşebbüsde bulunduğu evrak-ı havadisde görülüyor. Payitaht kütübhaneleri hakkındaki bu tasavvur-ı musib daha farklı bir surette vilayat kütübhanelerine de teşmil edilirse Evkaf Nezareti’nin sütun-ı muvaffakıyatına bir levha-i iftihar daha ilave edilmiş olacağı şübhesizdir. Fakat iklim-i Osmaninin menatık-ı muhtelifesinde matmure-i nisyan olan asar-ı İslam’ın ihyası şimdiye kadar tanıttırılması Osmanlıların zannedildiği gibi ulum ve fünuna bigane kalmamış olduklarının yar u ağyar nazarında isbatı zat-ı alileri gibi bu hususda bi-hakkın mütehassıs olan zevatın himmetine mütevakkıf değil midir? Bu yolda bir seyahat-i tetebbu’iyye icrası için vazife-i resmiyyeniz tabii bir mania teşkil ederse de bütün tarih-i ilmisine bir milletin şeref ve haysiyetine aid bir hizmet-i mübeccele için –ne kadar büyük olursa olsun– şahsi fedakarlıktan çekinmeyeceğinize eminim. Bu emniyet ve kanaattir ki rakım-ı hurufa tekaüdlüğünüzün talebiyle bu işe hasr-ı himmet buyurmanız gibi bir ricada bulunmak cesaretini bahş ediyor. Maarif ve haysiyet-i milliyye namına vuku’ bulan şu temennide memleketin bütün sunuf-ı mütefekkiresi de benimle hem-kalb ü hem-lisan olduğunu kanaatle arz edebilirim. Efrad-ı millet arasında vazife-i resmiyyenizi ifa edebilecek zevat pek çoktur. Fakat ihtisasa mütevakkıf olan bu işin hüsn-i suretle netice-pezir olması ancak sizin himmetinize mütevakkıftır. Daima rehber-i harekatınız olan; Mısra’ını bilmem bu vesile ile de tekrar edelim mi? HİND YOLUNDA Osmanlılar muharebeye tekrar karar vermeleri üzerine bütün Hindistan İslamlarının teveccühlerini kazanmaya muvaffak olmuşlardır. Hatta Haydarabad Dekken Eyalet-i Müstakıllesi’nde menfaati iane-i harbiyyeye verilmek üzere bir fil yarışı ora hakim-i müstakılli Nüvvab Osman Ali Han –Nizamülmülk Asaf Cenk Bahadır lakabıyle mülakkab ve Hazret-i Ebu Bekir Efendimiz’in sülalesindendir– hazretlerinin riyaset-i alileri altında teşekkül etmiştir. Yarışa iştirak etmek için Hindistan’ın her tarafından a’yan ve ümera Haydarabad şehrine gelmişlerdir. Mezkur yarıştan hasıl olan temettu’-ı safi yirmi iki bin İngiliz lirası raddesinde bir meblağ olduğunu da “ Müşir-i Deke n” –Haydarabad’da yevmi olarak Hindistan’ın Tepeyale eyaletinde de bir müsamere-i fevkalade eyalet-i mezkurenin müstakil Hindu hakimi tarafından tertib edilmiş ve orada satılan yemek içmek ve sairenin safi hasılatı Osmanlı iane-i harbiyyesine terk olunmuştur. Tepeyale hakimesi bizzat huzzara meyve satmaya tenezzül ettiğinden yalnız müşarun-ileyhanın sattığı eşyanın kıymeti bin beş yüz İngiliz lirası kadar bir meblağ teşkil etmiştir. Buna mümasil iane vesailinin Hindistan’da hesabı yoktur. Vesail ve vesait-i şetta ile bize iane vermekten asla çekinmiyorlar. Bombay İslam tacirleriyle alış verişçileri Avrupa tahta sandıklarıyla çuvallarını bundan sonra muntazaman Pise Ahbar gazetesi yazıyor. Hepsinden ziyade haiz-i ehemmiyet ve i’tina olan atideki karar olsa gerektir. Bu teşebbüse ön ayak olanlar ise Hindistan’ın Aligarh Darülfünunu talebeleridir. Mezkur kasabada nefs-i darülfünunda tab’ ve intişar olunan Aligarh gazetesinin beyanına nazaran umum Hindistan müslümanlarına hitaben Urdu lisanıyle pek mufassal bir beyanname darülfünun-ı mezkur muallimin ve müteallimleri tarafından kaleme alınıp muntazam bir iane-i harbiyyenin verilmesi teklif edilmiştir. Mezkur iane derci için ayrıca bir nizamname tahrir ve tertib edilerek ianata her tabakanın iştirak edebilmesi taht-ı te’mine alınmıştır. komisyonuna verilmesi şart ittihaz kılınmıştır. Her şeyden evvel fukara ve müstahıkkına verilecek olan sadakatın da Osmanlı Balkan Muharebesi devam ettikçe mezkur iane sandığına verilmesi rica olunmuştur. Hasılı bu nizamnamenin Hindistan’da yaşayan bilcümle anasır ve tabakat-ı İslamiyyeye bir harb vergisi –ianesi– tarh edilmiştir. Mezkur gazetenin beyanatına bakılırsa mezkur projenin tatbik ve ta’kıbi yüzünden bir sene zarfında on beş milyon projenin Hind müslümanlarınca kabul olunacağını ve istenilen nükudun cem’ine kemal-i hahişle teşebbüs edileceğini Aligarh gazetesi beyan ediyor. Keşki bizde de böyle teklifler projeler cem’iyetler teşekkül etse de muntazam bir iane-i harbiyyeyi milletimize kabul ettirmeye muvaffak olsalar. Osmanlı millet-i necibesi bu hususda Hindistan müslümanlarına iktida ve ıktifa eylemeyi –kendi menfaat ve bakaları için– mukaddes ve lazimü’l-ittiba’ bir vazife-i nazife bilmelidirler. Çünkü ancak bu suretle devletimizin şerefini milletimizin namusunu vikaye edebiliriz. Fransızlar vaktiyle Almanları sevgili Parisleri’nden ancak böyle bir himmet ve hamiyet sayesinde çıkarabildiler. Esasen cüz’i ve tedrici –ve fakat muntazam bir vergi suretiyle cem’ ve cibayet olunmak şartıyle– verilecek olan iane-i harbiyyeye millet kemal-i arzu ile iştirak eder zannındayım. Bu vergi on beş sene kadar milletin her ferdinden alınıp alat ve edevat-ı harbiyye ile donanma mübayaasına hasr u tahsis olunmalıdır. Az bir müddet sonra teklifsiz zahmetsiz milyonlarca lira biriktirmeye ve biriktirilen mebaliğ ile gitgide kuvvetli bir donanmaya metin ve mücehhez ordulara malik olarak pek müsalemet-karane bir halde isbat-ı mevcudiyyete muktedir olacağız. İhtimal ki bizim bu teşebbüs-i vatan-perveranemiz sair aktar ve memalik-i İslamiyyede bulunan onlar da bizim imdad ve muavenetimize koşarlar. Hakan-ı sabık “Hamidiye Hicaz Demiryolu”nu böyle bir himmet ve teşebbüs sayesinde meydana getirip nafi’ ve müfid bir eser meydana getirmedi mi? Hindistan matbuatını bu sırada en ziyade işgal eden mesail-i mühimmeden biri de Suriye’de hasıl olan cereyandır. Suriyelilerin bu hususda pek ileri gitmekte olduklarını munsihane bir lisan ile beyan ediyorlar. Evet Hind matbuatı bu babda pek bi-tarafane ve sadıkane bir surette nokta-i nazarlarını dermiyan etmekte ve bil-umum Osmanlıların menfaat ve terakkılerini arzu etmektedirler. Ahiren Suriye’de hüküm-ferma olan cereyan sair Memalik-i Osmaniyye’ye fena suretle sirayet etmeye başlamıştır. de sirayet eder. Esasen bu cereyanı buralarda da kabul ve terakkı ettirmek için müteaddid avamil ve müessirat dahi vardır. Fakat netice i’tibarıyle ben bunu iyi bir şey görmüyorum. Zira maksad ıslahat talebinden ibaret olsa ben bu teşebbüsü bütün kuvvetimle alkışlarım. Fakat maatteessüf iş o kadarla kalmayacaktır. Birden bire perde-i hafa arkasında me’mul etmediğimiz daha başka şeylerin arz-ı endam etmeyeceğini bize kim te’min edibilir? Bağdad Ahvali: Efkar-ı umumiyye burada mefkud bir halde adeta a’yan ve eşrafın arzusuyla kaimdir. Hükumetin hal-i hazırı aristocracy bir tarzda devam edip duruyor. “Democracy” olsaydı o zaman hem efkar-ı umumiyyenin husulü hem de umum zuafa ve fukara-yı milletin arzusu yerini bulurdu. Avam takımında asla efkar-ı siyasiyye yoktur. Onlar yalnız meşrutiyetin göze çarpacak surette faidesini görmek istiyorlar. Meşrutiyeti de adaletten ve fukara-perverlikten başka bir şey bilmiyorlar. Hükumet bunların arzu ve emellerini pek sühuletle meydana getirebilir ve her türlü tegallüb ve teferru’unun da önünü almaya muktedir olur. Nazım Paşa merhum Bağdadlılarla Hıtta-i Irakıyye ahalisini memnun edebildiler. bir muvaffakıyet te’min edebilsin. Şimdiye kadar ise müşarun-ileyh şöyle göze çarpacak bir şey yapmamışlardır. Bunun sebebi tabiidir ki devletin milletin bu sıralarda muharebatla pek meşgul olduklarından neş’et etmiştir. Kabil-i görülen işler beyninde büyük bir fark vardır. Yalnız hal-i harbde bulunuyoruz diye büsbütün iş görmemek de doğru değildir. Halbuki müşarun-ileyhe verilen salahiyete bakılırsa pek azim işler te’minine kolaylıkla muvaffak olurdu. Bugün Hindiye Süddesi ameliyatı muattal bir halde devam ediyor ki bu gidişle gelecek seneye kadar da Hille’ye su isale edilemeyecek ve zavallı ahali büsbütün mahv ü perişan olacaklardır. Zaten şimdi de Hille ahalisi fakr u zaruret yüzünden dilenmeye başlamışlardır. Senede bin lira kadar bir varidata malik olup da hanesi daima gelen geçenlere açık bulunan zevat bu sene susuzluk yüzünden arazilerinden beş lira bile kazanamadıklarından dolayı evleri barkları yıkılıp perişan oldular. Aynı zamanda Hıtta-i Irakıyye aşayiri de bir ikisi de müstesna olmak üzere hükumet-i mahalliyyeden pek hoşnud değildirler. Bunun sebebi ise kendilerinden fazla tahsil ve cibayet olunan vergilerden münbaisdir. Bu arz eylediğim şeyler Vali Zeki Paşa’ya aid değil ise de her halde ref’ ve Mesela “ ez-Zühur ” –Bağdad’da haftada üç def’a Arabca-Türkçe lisanlarıyle intişar eden bir ceridedir– gazetesinin beyanatına bakılırsa henüz muharebe ianesiyçün teşekkül eden komisyondan bir faide hasıl olmamıştır. Bunun mes’uliyeti valiye tahmil edilmek isteniliyor. Komisyon evvelce vali paşa hazretlerinin riyaset-i alileri altında teşekkül etmişken ahiran müşarun-ileyh komisyonun Dağıstanlı Muhammed Fazıl Paşa hazretlerinin riyasetleri tahtında teşekkül etmesini tensib buyurmuşlardır. Fazıl Paşa şahsen ihtiyar olmakla beraber pek fa’al gayur namuslu vatanperver bir zat ise de maatteessüf komisyondaki sair arkadaşlarında kendisi kadar faaliyet eseri mevcud bulunmadığı cihetle bu ana kadar bu iane komisyonundan beklenilen muhassenat hasıl olmamıştır. Hıtta-i Irakıyye azim ıslahata muhtacdır. Hatta diyebilirim ki ıslahat değil teşkilata eşedd-i ihtiyacı vardır. Burada herşey hal-i ibtidai ve tabiide kalmıştır. Alman şimendüferi de eski hızını gaib etmiştir. Mühendislerinden birkaçı bu arada Berlin’e ve Avrupa’ya gittiler. Bağdad’ın Kerh cihetinde te’sis ettikleri istasyonda muvakkat dekovil hattını temdid ile ucunu Şatt – Dicle kenarına kadar isal etmişlerdir. Şimendüfere lazım olan alat ve edevat vapur ve mavnalar vasıtasıyle bu noktaya getirilerek cerr-i eskale mahsus “vinç” aleti vasıtasıyle sahilde arabalar derununa vaz’ edilir ve o suretle icab eden mahallere anbarlara konulur. Bu ana kadar kumpanya altmış bin liralık kadar arazi ahali ile şirketin murahhası Meissner Paşa arasında emlak fiyatından dolayı ihtilaf hasıl olmuştur. Ahali arazilerini fahiş bir fiyatla satmak istedikleri halde kumpanya aşırı fiyat vermek istemiyor. Yalnız araziyi değerinden iki kat fiyatla bir zatın gevşemesi üzerine hükumet tarafından ihtilafat-ı mezkurenin halli ve arazi-i mezkurenin muayenesiyle değerlerinin takdiri için bir komisyon teşkil etmiştir. Şimendüfer kumpanyası tarafından istasyon ittihaz olunacak yerde şimdilik Alman tarzında müteaddid anbar depo idarehane liyata nezaret edenlere mahsus ebniye-i mezkure civarında saz ve kamıştan ma’mul muvakkat barakalar çadırlar da kurulmuştur. Tesviye-i türabiyye ameliyatı yirmi beş kilometreye kadar olunacaktır. Bana kalırsa bu bataetle üç seneye kadar şimendüfer hattı Haleb’e yetişemeyecektir. ahvali hakkında herkesin ağzında ya havadis veya beyan-ı mütalaat dolaşıp durmaktadır. Fakat mevsuk olan havadise bakılırsa Kirmanşah Eyaleti’ne Tahran’dan beş yüz kişilik bir jandarma kuvveti i’zam edildiğinden oralarda şimdilik asayiş hüküm-fermadır. Kirmanşah hakimi olan Prens Ferman-ferma cebr ü şiddet siyaseti ta’kıb etmekle zavallı ahaliye oldukça rahat yüzü göstermeye muvaffak olmuştur. Yar Muhammed Han’ın kurşunla itlafından sonra Salaruddevle o havaliyi terk ile İran’ın nikat-ı şimaliyyesine göçmüştür. Salar’ın maiyyetinde evvelce olduğu kadar bir izdiham ve kalabalık yoktur. de ayrıca her sene iki bin beş yüz lira bir tahsisat vermeye ye amade olduğunu Salar’a tefhim ve kendisinin her türlü şeraret ve bağavetten vazgeçip Avrupa’ya gitmesini teklif etmiş ise de henüz bu gibi hayr-hahane ve munsıhane sözlerin o gibi kafalara te’sir edecek zamanı gelmemiş olmalıdır ki el-an Salaruddevle Esterabad hududunda asi bir halde evkat-güzar olmaktadır. Rusya hükumeti kendi menfaatini te’min için boş beyinli Salar’ı keyfe ma-yeşa’ evirip çevirmektedir. Mesmuata nazaran İran hükumet-i hazırası gerek Rusları ve gerek İngilizleri itma’ edebilmek için ötekine “Kafkas–Culfa” berikine de “Hürmüz–Hürremabad” şimendüfer Hürmüz’de bir de iyi bir neftyağı ma’deni vardır ki Rusya’nın gazyağına min-haysü’n-nefase kat kat faiktır. Bu ma’den ise İngilizler tarafından birkaç sene evvel imtiyazı na vaz’la satılmak üzere buralara sevk ve isal olunmakta ve Bağdad–Kirmanşah tarikıyle de İran’a gönderilmektedir. Ziya ve fiyat noktasından bu yeni ma’den Ruslarınkine tamamıyle rekabet eylemektedir ve ihtimal ki ileride de Rusya’nın ticaretine sekte iras edecektir. ULEMA-YI KİRAMIN DEVLET-HANELERİNDE İSTİRAHATLERİ MİLLET CEHALETTEN KURTULAMAZ lürreşad ” gibi bir mecmua-i diniyyeyi maatteessüf burada mütalaa eden pek az bulunuyor. Bura ahalisi bilmem ki neden hep uykudayız. İ’lan-ı harbden beri millet-i İslamiyyeyi tenvire çalışanlar pek az. Buraca ilim ve faziletleri müsellem olan müderrisin-i kiramdan yalnız Hacı Süleyman Efendi ve İsmail Efendi namında iki zat-ı muhterem Cuma günleri cami’lerde va’z u nasihat ediyorlar ve tehzib-i ahlak için cidden çalışıyorlar. Diğer ulema ise maatteessüf hep sükut ediyorlar. Cevami’in cümlesinde birer vaiz bulunsa her günden sarf-ı nazar Cuma günleri birer saat bil-umum cevami’de va’z u nasihat etseler ve bu da bir adet hükmünü alsa fena mı olur? Bu iki zatın nasayihı da bir kulağımızdan girip diğer kulağımızdan çıkıyor. İstifade edenlerimiz pek ender. Mesela; “Hal-i harbdeyiz; Allah’a yalvaralım tevbe ve istiğfar edelim askerlerimizin muvaffakıyetleri için dua edelim!” diye bar bar bağırıyorlar da hiç birimiz dinlemiyor. Cami’den çıkınca hemen kahvelere koşuyor lu’biyattan ve saireden vazgeçmiyoruz. Allah bize akıl ve insaf versin. Bir vilayet ahalisi böyle yaparsak başka yerlerde neler yapmazlar? Maamafih arz ettiğim vechile bil-umum cevami’de ulemamız va’z u nasihat eder ve bu da Cumaları adet hükmüne girerse sefahetlerin yüzde seksen derecede önü alınmış olur fikrindeyim. Sebilürreşad’da i’lan edilen seyyah-ı şehir Abdürreşid rini okudum. Alem-i İslam’ın hele Çin dahilindeki müslümanların ahvaline o derece müteessir oldum ki şu teessürü kalemim ta’rifden acizdir. Şu teessüre bir de vatanın ahval-i müessifesi inzimam edince insanın çıldıracağı geliyor. Bizim yani Anadolu İslamlarının ekseriyeti köylülerimiz teşkil ettiği gibi bu ekseriyetin ahvali de Çin İslamlarının ahvalinin aynıdır; ulum-ı diniyyeden bi-behre. Eğer bir istatistik tutulması şu cehaletin izalesini yalnız hükumetimizden bekliyoruz. Her şeyi hükumetten beklemek bir tabiat hükmünü almış. Maamafih hükumetin maarife olan hizmetini de cehaletimiz eseri olarak beğenmiyor tenkıd ediyoruz. Mesela hükumet burada darulmuallimin sanayi’ ziraat mektepleri küşad etti. Ahalimizden hangisine sorarsanız bu mekteplerin lüzumsuz olduğunu hükumetin beyhude masraf etmekte bulunduğunu söylemekten çekinmezler. Biz ilim ve ma’rifetin tekamül ettiği şu zamanda acaba ne vakit aklımızı başımıza alıp da cehaletimizi izale edeceğiz? Acaba ne vakit Japonlar gibi millet mektepleri yaparak evlad-ı vatanı ta’lim ve terbiye edeceğiz? Bu hususda ulemamızın bir kısmı hatta ekserisi indallah mes’uldür. Ulema-i kiram köylerimizi kasabalarımızı dolaşsalar köylülerimizi millet mektebi için ahaliyi teşvik etseler ve hükumetten yalnız muallimini isteseler mümkün değil midir? Evet bence mümkündür. İlmin saadeti cehlin felaketi tevlid edeceğini anlayan bir köylü elbette çocuğunun ta’lim ve terbiyesi için her fedakarlığı icra edecektir ve çocuğu olmayan bir köylü millet mekteplerine ianede bulunanların dareynde ne gibi mükafata nail olacağını anlarsa elbette bir fedakarlıkta bulunur. Mesela; yüz elli haneli bir köyün mutlaka yüz fakır çocuğu bulunur. Beher çocuk için senevi harman bir lira nakid veya ona mukabil hınta verilmesi lazım gelse senede yüz lira mektep ianesi toplanabilir ki o mektebin biri beş yüz diğeri üç yüz guruş maaşla iki muallimin masarıfını te’min eder. İşte beher karyede veyahud iki karyede bir böyle millet mektepleri küşad etmek ve hükumete de; biz varidatını te’min ediyoruz; siz de iki muallim gönderin demek mümkündür. Fakat bunu daire-i imkana getirmek için ulema-yı kiramda gayret faaliyet ister. Ulema-yı kiramın devlet-hanelerinde Hükumet de bütün evkatını maarife hasr edemez! Soruyorum: Acaba bizim halimiz ne olacak? İnsaf edilse de Koca Rumeli elden gitti! Anadolu ahalisi cehaletten kurtarılsa! Garib bir vak’a arz edeyim: Burada İttihad Kulübü’nün küşadı sırasında bir de İttihad Mektebi açılmış ve muallim masrafı kulübün a’zası tarafından te’min edilmiş idi. mektep üç sene kadar devam ettiği halde hükumet-i sabıka zamanında kulüpler kapanınca zavallı mektep de kapandı. Çünkü masarıfını te’min eden olmadı. Kulüp kapandı ve fakat erbab-ı hamiyyetin kesesi de mi kapanmalı idi? Cem’iyete dahil olmak bir cürüm ise mektebe iane vermek de mi bir cürüm idi? Eğer buradaki ulema biraz gayret ve erbab-ı hamiyyete müracaat etselerdi şu mektep kapanmaz ve zavallı evlad-ı vatan da tahsil-i ilimden mahrum kalmazdı. zat-ı fazılanelerine müracaat ve bil-umum ulema-yı kirama hitab ediyorum: Ey ulema-yı kiram! Milleti ikaz edin! Milletin cehalet ve ataletini izale için bir cem’iyet teşkil edin! İçinizden intihab edeceğiniz vaiz ve nasihleri masarıfını cem’iyet vermek şartıyle köylere kasabalara göndererek milletimizi cehaletten kurtarın! Millet mektepleri te’sis için ahaliyi teşvik ve tergıb edin! Teşkil edeceğiniz cem’iyet-i hayriyyeye nakden muavenet ve fedakarlıkta bulunacak erbab-ı hamiyyet bulunur! Ey ulema-yı din! Her türlü müşkilata göğüs gererek seyahat edin! Anadolu’nun en hücra köşelerine kadar gidin! Yalnız hükumete Maarif Nezareti’ne gözlerinizi dikmeyin; onları vazifelerine bırakın! Sizin bu suretle yapacağınız fedakarlığın elbette mükafatını görürsünüz! İsimleriniz tarih-i letimiz cahil kalmasa idi veyahud şimdiye kadar cehaletin yüzde altmışı izale edilmiş olsa idi kıtaat-ı ecnebiyyedeki ale’l-husus Çin’deki İslam kardeşlerimiz için yine size karşı feryad ve onlar için sizden istimdad edecektim! Ne çare ki biz cahiliz! Ey müdir-i muhterem! Şu ma’ruzatımı ulemaya isma’ ettirir ve bir cem’iyet-i hayriyye te’sisine muvaffak olursanız milletin cehaletini düşündükçe kan ağlayan benim gibi bi-çareleri pek mesrur etmiş olursunuz! DÜNYADA NE KADAR İSLAM VAR? numaralı ve Mart tarihli muhterem Sebilürreşad ’da Tasvir-i Efkar’dan ve onun tarafından da bir Alman risalesinden menkul “ Dünyada Ne Kadar İslam Var? ” ünvanlı şayan-ı dikkat bir bend vardı. Bu bendi herkes gibi ben de kemal-i ehemmiyyetle okudum. Mezkur makale dünyadaki ehl-i İslamın umumu mecmu’u nazarda bu hatanın ne kadar bi’z-zarure ihtiyar edilmiş kizblerle mali olduğu görülür. Bil-umum ehl-i İslamın nüfusu her halde bu mikdardan pek fazladır. senesinde Paris’de intişar eden Revue de l’İslam ünvanlı mecmua nüfus-ı umumi-i ehl-i İslamı milyon göstermiş ise de bu da doğru addedilemez. Harita-i aleme bir göz gezdirmek kıtaat-ı muhtelifedeki edyan erbabını kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate almak bize ehl-i Din-i Mübinin mikdarının milyondan her halde noksan olmadığını gösterir. Bütün Afrika’yı Asya’yı sonra Avrupa ve Avustralya adalarını kavrayan İslamiyet’in mensubini bundan aşağı olamaz; ben bu hususda bütün varlığımla iddia ederim. Cihanda nüfus-ı İslamiyyenin noksanlığını can ve gönülle leri İslamların kemmiyet ve keyfiyet i’tibarıyle kadrini ıskat etmeye bil-iltizam ve muttariden çalışmaktadırlar. Bu sa’y bir gayret-i mutaassıbanedir. Garb ne kadar medeniyet diye bağırsa onun ruhsuz kokmuş kalbi yine Şark’a karşı kin duyar. Fart-ı taassub her şeyi emr eder. Binaenaleyh biz hiçbir vakit Avrupa ulemasından muharrirlerinden nüfus-ı bütün ma’lumatlar hep yanlış hep noksandır. Esasen dünyada nüfus-ı İslamiyyeyi Garb’dan hıristiyanlık alimlerinden öğrenmeye kalkmak kadar düşkünlük tasavvur edilemez. Biz “kendimizi filandan öğrendiğimize göre” demeye cesaretten maatteessüf sıkılmıyoruz. Senelerin teraküm ve tefessüh ettirdiği atalet bizi kendimize sahib etmekten kendimizi kendimize tanıttırmaktan men’ etmiştir. Biz İslamiyet Alemi’nin kalbi vazifesini görüyoruz. İslamların en mazhar-ı terakkı ve tekamül olanı biziz. Bundan başka Merkez-i Celil-i Hilafet’te sırf umur-ı İslamiyye men her hususda olduğu gibi İslam nüfus ve mevcudiyetine de alakadar olamadık. Nüfus-ı İslamiyyeye dair Meşihat’in tahkıkatına müstenid elde mufassal sahih vesikaların mevcud olmaması kayıdsızlığımızın pek bala fakat çok acı burhanıdır. tahrir eylesinler. Bab-ı Meşihat bu iş ile her şeyden ziyade alakadardır. Bana kalır ise Meşihat-i Celile her şeye tercihan böyle esaslar üzerine mesaisini tanzim eylese daha muvafık olur. “İstatistik fenn-i siyasettir.” diyorlardı. Halbuki bana kalır ise istatistik her şeydir. Elde istatistik olmadan hareket etmek karanlıkta her şeyi görmeye benzer. Bab-ı Meşihat bu husus için erbab-ı vukuftan bir komisyon ta’yin etmelidir. Bab-ı Meşihat me’murlarından bu babda erbab-ı vukuf yoksa sivillerden askerlerden serian erbabını toplayıp işe başlamalıdır. Bu fa’al komisyon bütün fedakarlık kudret-i cevvaliyyeti ile hareket eylemelidir. Sakınmalı ki adem-i intizam adem-i ıttırad-ı sa’y atalet uyku burada da kendini göstermesin. Komisyon yalnız nüfus-ı İslamiyyeyi öğrenmeyip aynı zamanda onların ahval-i etnoğrafyaları vatanları lisanları din ve mezhebleri vaz’iyet-i iktisadiyyeleri hakkında ma’lumat almalıdır. Müstakil olanların eşkal ve idare-i hükumatı serveti kudreti vüs’at-i arazileri müstakil olmayanların hangi hükumete tabi’ olduğu ne vechile ecnebi zir-i idaresine düştüğü tebea olduğu halde servet ve mevki’-i ictimaisi imtiyazı ne idiği hakkında ma’lumat istihsal eylemelidir. medeniyyesi kudret-i iktisadiyyesi ve bil-umum İslamların kudret-i maarif ve vukuf-ı dinileri ve mezahibi nazar-ı dikkate almalıdır. Bab-ı Meşihat’te müteşekkil gayet fa’al komisyon bu ma’lumatı vesait-ı muhtelife ile elde eder: yapacak bir mevki’dedirler. Sefirler de nezdlerindeki hükumet leri elde bir rehber olur. ve ulemadan. El-haletü hazihi Alem-i İslam’da bir teyakkuz-ı vecid bir asar-ı hayat ru-nüma olduğundan bu vechile arz-ı hizmet edeceklerin adedi az olmasa gerektir. bunlar miyanında dünyanın her tarafından pek çok ulemayı ehl-i din hakkında iktitaf-ı ma’lumat eyleyebiliriz. yesindeki tarz-ı medid-i sa’yden. yah ve muharririnin asarına rehber ittihaz edilmek ve muhtac-ı te’yid nikatı tedkık ve tahkık olunmak üzere müracaat olunmalıdır. Makam-ı Mualla-yı Meşihat böyle mühim bir eser vücuda getirmekle hakıkaten büyük bir işin ilk adımını atmış olur. Biz bugün ne yapmak istiyorsak bilemiyoruz. Şimdiki vukufsuz ve yavan halimizle bilerek bir şey yapmamızın da imkanı yoktur. Adımlarımızı emin ve metin atmak istiyor bir çukura uçuruma yuvarlanmadan bütün yolları bilerek yürümek emelinde isek bu kıymetli eseri hemen vücuda getirmelidir. Nüfus ve ahval-i İslamiyyeyi pek doğru ve emin olarak hulasa eden bu kıymetli eser pek azim rağbetlere mazhar olacaktır. Elsine-i İslamiyyeye tercüme olunarak kitap gibi tab’ edilip füruht olunsa yüz binlerce nüshası sarf olunacaktır ki hasılatı donanmaya ve evlad-ı müsliminin terbiye ve ta’limine hasr olunur. Bu vechile de umur-ı millet ve hükumete ve umur-ı hayriyyeye hizmet edilmiş olur. Arz ettiğim teşebbüsün kadri gayet bala-ter olup bu eser zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi’nin kütübhanesinin en kıymetli en nadir ve elzem bir kitab-ı mu’teberi olmalıdır. Bunun başında yüksek ve müstesna simalar görünmek hülislam Efendi hazretleri şu teşebbüs-i hayrı pek muvafık görerek lütuf ve muavenetlerini hiçbir vakit diriğ buyurmayacaklarına hiçbir müslim şübhe etmez. Haşiye: Hakayık ve maali-i İslamiyyeye dair ulema-yı din ile Şark ve Garb’ın muharririn-i meşhuresi tarafından yazılan asar ve makalat-ı muhtelifeyi yirmi seneden beri cem’ ve telfik ederek “ Müntehabat-ı Hakayık ve Hikemiyyat-ı teşkil eden bu eseri yukarıdan beri bast ve temhid kılındığı vechile çalışılacak olursa onların hizmetine tevdi’ ederim. Edirne’nin sukutu üzerine Rumeli’nin istihlasından kat’-ı ümmid eden Babıali artık emr-i vaki’i kabul etmek mecburiyetinde kaldığını anlayarak harbe nihayet vermek isteyen Düvel-i Muazzama’nın tavassut teklifatını bila-tereddüd aynen kabul etti. Müttefikın Ehl-i Salib ise bütün Rumeli’yi istila ederek kanları ile kanmayarak İslam’ın ebedi büyük düşmanlarıyla beraber bütün bütün nur-ı İslam’ı söndürmeye azm ettiklerinden düvel-i mutavassıtanın teklifatına bala-pervazane şerait der-miyanıyle cevap verdiler. Alem-i İslam’da başlayan harekat-ı intibahkaraneden ati için endişeye düşen İngilizler Afrika’da Avrupa’da devletü’l-hilafeye ve dolayısıyla Alem-i İslam’a indirdiği darbe ile müslümanların faaliyet ve ümidlerini inkisara uğratmak istedikten sonra bu def’a baş gösteren diğer bir tehlikeyi Islav istilasını da durdurmak üzere öteden beri müdhiş rakıbi olan Almanya ile i’tilaf ederek bu kadar felaketlere duçar ettiği devletü’l-hilafeyi şimdi himayeye mecbur oldu. Öteden cihanın diğer bir kutb-ı azimi olan Almanya da yine aynı tehlikeye karşı kendi baka-yı hayat ve menfaati namına Osmanlılığı müdafaaya azm etti. Netice-i ahvalin ise yakında anlaşılacağı tabiidir. Hilafet-i İslamiyye ve Saltanat-ı Osmaniyye bugün şu iki devletin karalar ve denizler hakimi Almanya ve İngiltere’nin Ey büyük peygamberin küçük ümmeti sayısız efradı! Halini düşün; utan yerlere geç! İslam’ı zilletten kurtarmadıkça onun şan-ı bülendini iade etmedikçe yaşamak sana haramdır! Traveler Uncayg er gazetesinde münderic Mart-ı Efrenci tarihiyle Üsküp’ten yazılmış hususi bir mektubdan müstahrecdir: “… Şimdilik size doğru bir tahmin ile söyleyebilmekliğim gayr-i kabildir. Yalnız şu kadar diyebilirim ki sade Kosova’da .’i kadın ve çocuk olmak üzere . Arnavud katl edilmiştir. Geylan kazasında Üsküp’te Debre’de Prizrin’de ve Loma’da tamam köy ihrak veya suver-i saire ile tahrib olunmuştur. Aynı ahval Yakova İpek Verizoviç Priştine Kosova ve Kumanova’da da vuku’ bulmuştur. Bütün bu haller her türlü takdir ve tasvirin fevkinde inanılmayacak bir derecededir!.. Bu zulümleri görmekten ise görmemeyi ölmeyi tercih ederim. Keşki ben de öleydim de görmez olaydım! Arnavud ruhanilerinden biri başına gelen felaketleri anlatıyor. Zavallının hanesi hakıkı bir yetimhane olmuş. Bu zat sade Sırp ve Karadağlılar’ın irtikab ettikleri vahşetleri anlata anlata bitiremiyor. Kefal’da Malti’de Poka’da Zadrina’da ve daha sair mahallerde iki yüzü mütecaviz aile kamilen mahv u ifna edilmiştir. Bu zavallıların her biri de ayrı ayrı birer suretle akıbet-i feciaya ma’ruz kalmıştır. Kimisi kurşuna dizilmiş kimisi tiğ-ı helakten geçirilmiş bazısı asılmış altına ateşler yakılarak diri diri alevler içinde can verdirilmiştir. Zavallı bir kadıncağız da kazığa bağlanarak kızgın ateşler üzerinde mahv edilmiştir.” Rahmet-i İlahiyye Burhanları İnsanların Akıde-i İlahiyyelerine Bir Nazar Uzun Günlerde Ruze Kavaid-i Fıkhiyye namlarıyla intişar eden dört risalenin mündericatı usul-i İslamiyyeye külliyyen muğayir ve nusus-ı katıaya muhalif olarak tarih-i edyan mürevviclerinin İslamiyet aleyhine sarf ettiği efkar-ı sehifeyi te’yid ve tervic yollu bir takım küfriyyat ve ebatilden ibaret olduğu gibi eimme-i din ile ulema-i müfessirin hazeratına erbab-ı inkarın ağızlarına yakışır ta’n u teşni’i muhtevi bulunduğundan ve müelliflerinin bu suretle ehl-i İslam’ı iğfale tasaddi ettikleri anlaşılmakla resail-i mezkurenin her nerede varsa toplanılması Makam-ı Meşihat’ten Dahiliye Nezareti’ne “Hissiyat-ı İslamiyyeyi rencide edecek makalatı havi olduğundan mukaddema hükumet-i askeriyyece ta’til edilmiş olan İctihad gazetesinin yerine hakk-ı kanuniden bil-istifade neşr edilen Cehd gazetesi dahi tesettür-i nisvan hakkında emr-i şer’i bulunmadığını ima eder bir tarzda beyanatı mündemic bulunmasına mebni bila-müddet hükumet-i askeriyyece ta’til ve müessisi Abdullah Cevdet Bey’in de bila-istizan tekrar risale çıkardığı takdirde idare-i örfiyye haricine tard ve teb’idi takarrur ettiği” İstanbul Muhafızlığı’ndan Makam-ı Meşihat’e bildirilmiştir. Şiilik aleminde büyük bir nüfuz sahibi olup İran harekat-ı ahraranesinde pişva-yı erbab-ı hamiyyet olan müctehidinden merhum Molla Muhammed Kazım-ı Horasani ile Abdullah-ı Mazenderani’nin el-yevm makamını işgal etmekte bulunan Akay Hacı Muhammed Seyyid Mustafa Kaşani Alem-i İslam’ın geçirmekte olduğu buhran-ı hazır dolayısıyla Hablü’l-Metin gazetesiyle bir beyanname neşr eylemiştir. Bir hiss-i ali-i din-darane ve hamiyyet-mendanenin tercüman-ı beyanı olan bu fetvayı ehemmiyetine binaen ber-vech-i ati aynen nakl eyliyoruz: “Bil-cümle ihvan-ı dinin nazargah-ı dikkatine: Düvel-i hıristiyaniyyenin ruh-ı Peygamber-i Zişan’ı müteessir edecek surette merakiz ve bilad-ı İslamiyyeye karşı icra eylemekte oldukları muhacemat-ı mütevaliyyeden erbab-ı dinin yüreklerinden kanlar sızdığı böyle bir sırada sükutu der-uhde etmiş bulunduğumuz vazife-i şer’iyye ve mes’uliyet-i diniyye ile gayr-i kabil-i te’lif gördüğümüzden hükm-i alisince ihvan-ı dinimize hitab ediyoruz. Rusların İran’da ve İtalyanların Trablusgarb’da yaptıkları fecayi’ ile abede-i Salib’in ma-fi’z-zamirleri artık tamamıyle anlaşıldı. Bu cihetle bugün müslümanlara karşı haykırarak kendilerini beyza-i İslam’ı müdafaaya da’vetle hem dil-i mecruh-ı müşterekimize bir reşaşe-i tesliyyet vermek hem de asar-ı teheyyüc ve teyakkuzlarını tezyid etmek istiyoruz. Ta ki onların himmet ve hamiyetleri sayesinde İslam’ın şu cism-i mutahher-i zahm-darı biraz ifakat bulsun bir derya-yı huruşan içinde çabalamakta olan şu keşti-i zaif bir sahil-i necata yanaşabilsin! Evet fırak-ı İslamiyye arasında senelerden beri hüküm-ferma olan ihtilaf ve tenafür maatteessüf beynlerindeki o kırılmak bilmez ilahi rabıtayı bozdu ve bundan dolayı hepsi de perişan olarak düşmanlarının taht-ı esaretine düştüler. Re’s-i kar ve idarede bulunan zevatın asırlardan beri muhafaza-i vatan ve din hususunda meşhud olan tekasül ve müsamahaları neticesinde ise birçok memleketlerimiz mukaddesatımız eyadi-i a’daya intikal eyledi. Endülüs Cezair Tunus Fas İran ve sair memalik-i İslamiyyenin uğradığı bu felaketler a’da-yı dine o kadar cesaret verdi ki bugün de Alem-i İslam’ın en büyük bir hükumeti olan Osmanlıların payitahtını tehdid ediyorlar. Biraz kendimize gelelim: Seyyiat-ı mazıyyenin netayic-i mü’limesinden olan hal-i hazırdaki mehaliki nazar-ı ibret ve intibah ile görelim; el ele vererek memalik-i İslamiyyenin bakıyyetü’s-süyufunu olsun müdafaaya azm edelim. Artık hamiyet-i İslamiyyemizi el-ıyazü billah! Salib’e çiğnetmemek istiyorsak Devlet-i Osmaniyye’nin malen ve bedenen muavenetine şitab etmeliyiz.” Hindistan: Lucknow’da Hindistan Cem’iyet-i Hayriyyesi tarafından geçenlerde umumi bir ictima’ akd edilmiştir. Hindistan’ın atisi nokta-i nazarından bir ehemmişeklindedir. şeklindedir. yet-i mahsusayı haiz olan bu ictima’da birçok mübahesat ve müzakerat cereyan etmiş bilhassa Reis-i Cem’iyyet Şafi Hind müslümanlarının saha-i siyasiyatta gayr-i müslim Hindlilerle teşrik-i mesai etmeleri lüzumundan bahseylemiştir. Muma-ileyh irad eylediği nutukta; “İngiltere’nin taht-ı himayesinde ve meşrutiyet esasatına mübteni bir Hind hükumet-i mümtazesi husulüne çalışmak bütün Hindlilerce bir gaye-i emel olmalıdır.” demiş ve yakın zamanlarda Hindistan’da şayan-ı dikkat bazı harekat ve hadisat-ı siyasiyye vücuda geleceğini ima etmiştir. İctima’a Hind müslümanlarının Makam-ı Hilafet-i Celile’ye olan merbutiyet-i ma’neviyyelerinden ve İngiltere’nin muharebe-i hazırada ta’kıb ettiği mesleğin Hind müslümanlarının hissiyatını rencide eylediğinden bahisle ve daha buna mümasil tezahürat-ı uhuvvet-karane ile nihayet verilmiştir. Hind ulema-yı İslamiyyesi tarafından zekat-ı mefruza ve sadakat-ı sairenin hal-i harbde Devletü’l-hilafe’ye iane tarikıyle i’tası caiz olacağına dair bir fetva-yı şerif-i şer’i ısdar edilmiş ve müştür. Fetva-yı şerif-i mezkur ber-vech-i atidir: “Her kimin zimmetinde zekat veya sadaka olup da bunları Osmanlı Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne i’ta eylerse zimmeti beri ve üzerinden vacib sakıt olur.” Kuveyt’te umur-ı hayriyyeye hasr-ı mesai eylemek üzere Kuveyt Emiri Şeyh Mübarek es-Sabah’ın mahdumu Emir Nasır’ın riyaseti altında ezkiya-yı şübbandan mürekkeb “el-Cem’iyyetü’l-Arabiyye” namında bir cem’iyet teşkil edildiği ve cem’iyetin ahali tarafından fevkalade bir surette mazhar-ı teveccüh olarak az bir müddet zarfında cem’iyet sandığına giren teberruatın rupyeye baliğ olduğu el-Mısbah gazetesinde okunmuştur. Maskat’ta münteşir el-Alem Mecmuası Sahibi es-Seyyid Muhammed Ali eş-Şehristani’nin mesai ve teşvikatıyle mahall-i mezkurda “Cem’iyyetü’l-İttifak” namı altında bir cem’iyet-i hayriyye-i madde üzerine müretteb programının ahali-i İslamiyyenin terakkı ve terbiyye-i zihniyyesine hizmet edecek surette tanzim edilmiş olduğunu Bağdad’da münteşir el-Mısbah refikımız yazıyor. Brezilya’da mukım tebea-i Osmaniyyeden bazıları ve bilhassa el-Cedid gazetesi sahibleri Necib Tarrad ve Faris Necib Efendiler tarafından cem’-i ianat hususunda fevkalade ibraz-ı gayret edilmekte olduğu haber alınması üzerine bu kere Maliye Nezareti’nce Brezilya Şehbenderliği vasıtasıyle kendilerine beyan-ı takdirat olunmuştur. Filipin ahali-i İslamiyyesinin Makam-ı Akdes-i Hilafet-i Uzma’ya karşı olan merbutıyet-i diniyyeleri hasebiyle kendilerine i’tikadat ve ibadat ve ahlak-ı İslamiyyeyi ta’lim etmek üzere bir muallim i’zamı hakkında ahali-i mezkure namına vekil-i mutlakları Macor John B. Phil tarafından vuku’ bulan müracaat Meşihat-i Celile’ce şayan-ı is’af görülerek erbab-ı fazl u kifayetten ve me’murin-i ilmiyyeden Geylani-zade Seyyid Muhammed Vecih Zeyd Efendi’nin muallimliğe intihabı tensib edilmiştir. Çin’den ayrıldığı zamandan beri Mançuri Kıt’ası’nda bir hayli asar-ı terakkı müşahede olunuyor. Ebvab-ı ticareti ecnebi sermayedaranına küşade bulunan bu kıt’ada Alman ve İngiliz tüccarı büyük büyük müesseseler vücuda getirdikleri gibi bit-tabi’ Rus tacirleri de bu yolda gayretten geri kalmamaktadırlar. Vakit gazetesinin son posta ile gelen nüshalarında Moskof erbab-ı ticaretiyle beraber Mançurya’ya bir çok İslam müteşebbislerinin de gitmiş olduklarından bahs olunarak bunların faaliyet ve netice-i mesaileri hakkında şayan-ı dikkat ve memnuniyyet bazı ma’lumat veriliyor. Mançurya’da müslüman tüccar az zaman zarfında Ruslarla ve hatta sair Avrupalılarla rekabete başlamışlar ve bir çok mağazalar depolar vücuda getirmişlerdir. Mançuri’de bugün manifatura ve hazır elbisecilik ticareti tamamıyle müslümanların eline geçmiş olduğu gibi Harbin’de en işlek ve zengin caddelerin tarafeynini de müessesat-ı İslamiyye işgal etmektedir. Harbin’de bulunan müslüman ailelerin mikdarı seksen kadar olup kendilerine mahsus kütübhaneleri ve sair müessesat-ı diniyye ve medeniyyeleri de vardır. Tutulan istatistiklere nazaran Harbin İslam Kütübhanesi’nden geçen sene sekiz bin kişi istifade etmiştir. Bu kütübhanede Rusça ve Tatarca olarak iki bin cildi mütecaviz üç bin ruble kıymetinde kitap mevcuddur. Geçen sene mezkur kütübhane menfaatine tertib olunan bir müsamerede dahi bin ruble zenginleşmektedir. Mezkur kütübhane yirmi beş gazeteye de abone olup bunlar miyanında Novoye Vremya ve Russkaya Slava gazeteleri de bulunmakta iken muharebe-i hazırada bu Rus gazetelerinin hissiyat-ı İslamiyyeyi rencide edecek tarzda neşriyatta bulunmaları hasebiyle gelecek seneden zete getirtilmesine karar verilmiştir. Alem-i İslam’a dair bir çok şayan-ı i’tibar ve müfid havadisler veren Arabca rufekamızdan birinin müstahberatına nazaran Nanking zümresini teşkil etmektedirler. Bunlar Nanking’in ahali-i sairesine nisbetle dahi ilmen ve fikren daha ali bir seviyede bulunduklarından hükumet-i mahalliyye devairi müstahdemini ve mekatib muallimini miyanında ekseriyeti ihraz ediyormuş. Yalnız şehr-i mezkurun sair merakiz-i İslamiyyeden bu’diyeti hasebiyle kısm-ı a’zamının din-i mübine aid ma’lumatları pek noksan imiş. Lakin bu hali nazar-ı dikkatten dur tutmayan kısm-ı münevver bilhassa son Çin mıyle bir cem’iyet teşkil etmişlerdir ki bu cem’iyetin hedef ve mesleği evlad-ı müslimine ruh-ı İslamiyyet’e muvafık bir terbiye vermektir. Cem’iyet-i mezkurenin el-yevm nefs-i Nanking’de on bini mütecaviz a’zası ve Hankou ve Shanghai ve Sichuan vilayetlerinde de şuabat-ı mahsusası bulunmaktadır. Bundan başka cem’iyet cihat-ı sairede dahi ibraz-ı fa’aliyyet edebilmek için mu’teberan-ı İslam ile teati-i efkar eylemektedir. Cem’iyet-i mezkurenin programını şöylece icmal etmek mümkündür. ve bundan istifade yollarının iraesi zımnında Çin lisanıyle muharrer bazı resail-i matbuanın şehir ve köylerde ahali-i lerle izahı ve her şeyden evvel Nanking Vilayeti meb’uslarının maslahat ve menafi’-i İslamiyyeyi tervic edecek zevattan diyye küşadı Arabca’nın ta’mimiyle ahaliye hakıkat-i İslamiyyenin beyanı ve hakıkı müslümanların teksiri. duçar oldukları zaruretlerinden tahlisi ve müfrit bir taassubla me’luf bulundukları bazı adat ve ahlak-ı seyyienin mahvı. kifayetten olanların intihabı. Bu makasıd-ı aliyyenin husulüne kemal-i dikkatle çalışılmakta ve asar-ı fi’liyyesi de zuhur etmekte olmasına nazaran Çin müslümanlarının az müddet zarfında mazhar-ı terakkı olacakları me’muldür. BABIALI’NİN CEVABI NOTASI Nisan tarihinde Dersaadet’te bulunan Düvel-i Muazzama süferasının kıdemlisi olan Marki Pallavicini cenablarına tevdi’ edilen cevabi notanın tercümesidir: “Zat-ı şevket-simat-ı Hazret-i Padişahi’nin zirde vazı’u’l-imza Hariciye nazırı Avusturya-Macaristan İngiltere Fransa Rusya Almanya ve İtalya sefir-i kebirleri hazeratının tevdi’ etmiş oldukları Mart tarihli müşterek nota mündericatına kesb-i ıttıla’ eylemiştir. Hükumet-i seniyye-i Osmaniyye sulhün fevaid ve menafiin takdir eylediğinden süfera-yı müşarun-ileyhimin mensub oldukları Düvel-i Muazzama canibinden hükumet-i Osmaniyye nihayet vermek üzere icra edilen tavassut-ı dostaneyi kabulde tereddüd etmemiş idi. Hükumet-i seniyye-i Osmaniyye aynı temayülat-ı sulh-perverane ile mezkur notada teklif olunan esasat-ı ibtidaiyyeyi hey’et-i mecmuasıyle kabul eder ve sulhun iade-i teessüsü emrini Düvel-i Muazzama’ya havale eyler.” MÜTTEFİKLERİN CEVABI NOTASI Bulgar Telgraf Ajansı Sofya’dan tebliğine göre müttefikler tarafından Mart tarihinde vaki’ olan teşebbüs-i düveliye Nisan’da i’ta edilen cevabi notadır: Sulhun akdini te’min ve devletlerin teşebbüsatını teshil zımnında hükumat-ı müttefika teklif edilen şerait-ı sulhiyyeyi kuyud-ı atiyye ile kabul ederler: hudud gibi telakkı edilmeyerek yalnız müzakerat-ı sulhiyyeye esas teşkil edecektir. olmadığını ümid etmekle beraber Arnavudluk hududu hakkındaki tasavvuratı şimdiden bilmek isterler. cek teferruata aid nikat mesail-i maliyyeyi halletmek üzere teşekkül edip müttefiklerin de iştirak eyleyeceği hey’et tarafından tedkık olunacaktır. dirinde muhasamatın terkine muvafakat ederler.” Sebilürreşad İdarehanesi Babıali Caddesi’nde Kütübhane-i Askeri karşısındaki daire-i mahsusaya nakl olunmuştur. Sebilürreşad kari’lerinin her nevi’ kitap siparişlerini kabul ve sür’at-i mümkine ile göndermek üzere bir de kütübhane şu’besi açmıştır. Sebilürreşad Kütübhanesi bir tarafdan asar-ı mühimme-i nafia neşrine devam edeceği gibi diğer tarafdan da kütüb-i nafia-i münteşirenin beyne’l-müslimin neşr ü ta’mimine vesatat edecektir. Binaenaleyh bil-umum müslüman kardeşlerimiz İstanbul’ca kitap ve risaleye aid her nevi’ siparişlerini Sebilürreşad Kütübhanesi vasıtasıyle yapabilirler. bedel-i mukarreri nakden veya posta pulu olarak gönderildiği takdirde sipariş heman ifa olunur. Türkçe Meal-i Hakimi Rabbin’in şan-ı adalet ve merhametine hiç de layık değildir ki ahalisi el birliğiyle hayat-ı cem’iyyetlerini ıslaha çalışırken mücerred şirkleri sebebiyle yurdlarını mahv u perişan etsin. Sünnet-i ilahiyyenin –hayat-ı beşer namına– len-yetegayyer bir düstur-ı ezeli ve ebedisi olan bu nazm-ı kerimi piş-i im’an ve ibtisarına alan her nazar-ı hakim tenahi şanından olmayan azamet ve kibriya-yı Hakk’ın istiğna-yı tevhid derece merhamet-güsterane himaye ve sıyanetine bakar da engüşt ber-dehan-ı hayret olur. rine riayetkar oldukça insanca birbirlerine merbut olarak muslihane fa’alane müterakkıyane yaşadıkça müşrik de olsalar yine Cenab-ı Hak o mülevves i’tikadlarını yüzlerine çarpmaya intikam almaya kat’iyyen tenezzül etmez; onlara lütfen müsamaha ve müsahele buyurur. İşte bu ulvi bu alihane hakıkate bir şahid-i diğer: “ Eğer Cenab-ı Hak insanları şirkleri sebebiyle muahazeye tenezzül etse yeryüzünde gezer hiçbir canlı mahluk bırakmazdı. Lakin bundan şanı münezzeh ve müteali olduğu cihetle onların bu azim cinayetlerini ecel-i müsemmasına vakt-i muayyenine kadar te’hir buyurur.” Eğer şirk ve küfr insanlar için bais-i ihlak olaydı silsile-i hayat-ı beşer saika-i kahr-ı ilahi ile daha ilk halkasında kopar giderdi. Eğer şirk ve küfr mucib-i kahr u dimar olaydı yeryüzünde ona da iman denmez belki ikrah tesmiye olunurdu. Hukuk-ı ilahiyyenin mebnası imhal ve istiğnadır. Çünkü o hukuku sahib-i kahirinden nez’ edebilecek hiçbir kuvvet yoktur; vakt-i muayyeni gelince o hukukun istifası mukteza-yı meşiyet-i ilahiyyedir. Hukuk-ı ibadın ise nezd-i Hak’da zerre kadar müsamaha ve imhal mevki’i yoktur. İnsanlar muamelelerinde isaet ve hıyanete yek diğerine ezaya zulme adavete husumete hukuk-ı cem’iyyet ve uhuvvetlerini ayaklar altına almaya başladı mı tepelerine kahr-ı ilahi iner; onların ne lafzi İslamları ne de ma’nasız imanları intikam-ı ilahiye karşı siper olamaz. Hayat insanlar için bir meta’-ı müsteardır. Bu meta’ı muhafaza etmek insanların hakkıdır. Bu hakkın sübutu ise şerait-ı lazimesinin vücuduna mütevakkıftır. Şart olmazsa meşrut da olmaz. Binaenaleyh hayat da kalmaz. Madem ki yaşamaya mecburdular madem ki cem’iyet demek yığınlar sürüler demek değildir o halde cem’iyetin şerait-i ictimaiyye ve kavaid-i medeniyyesi olmak la-büddür. hayatiyyesidir. Hayat-ı cem’iyyet daima teceddüdden daima ğuna nazaran o kavanin-i ıslahıyye de daima teceddüd ve tebeddüle ma’ruzdur. Bunu uzun uzadıya tafsil etmekten medeniyet-i hazırasını göstermek kafidir. Memleketlerinin le bütün mevcudiyetleriyle çalışmakta olan Avrupalılar üç asırdan beri bizi Viyana burçları üzerinden indirerek Macaristan’dan Sırbistan’dan Bulgaristan’dan nihayet işte işte bütün Rumeli’den kovalaya kovalaya İstanbul surları altına kadar getirdiler. Cenab-ı Hak buna ses çıkarmadı; bizim İslamiyet da’vamızı nazar-ı i’tibara almadı. Çünkü Zat-ı Ecell ü A’lası bize ihsan buyurduğu Kur’an-ı Kerim gibi bir ekmel-i Sahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib kavanin-i insaniyyeti bir ecmel-i desatir-i medeniyyeti biz ma’rifeti emr ederken biz cehaleti; o faaliyeti tavsiye ederken biz atalet ve sek[i]neti o serir-i izzet ve şevketi gösterir bizi o Arş-ı Mualla’ya çıkarmaya çalışırken biz derk-i esfel-i zillet ve ihtikarı tercih ettik. celle şanühu emirlerine bu mertebe tesami eden hayatlarından usanmış ölüme doğru koşmakta yek diğerine rekabet eden biz lafzı-murad müslümanları salahı bir felaket fesadı mahz-ı saadet i’tikad eden biz garib mahlukları halimize bırakır düşmanlarımızın ellerini bağlamazsa elbette haklıdır mukteza-yı adaletidir. Şu “muslihun” nazm-ı ezelisine ma-sadak olacak ahlakan irfanen ve ef’alen ne gibi bir şahid-i salahımız var? Mevcudiyetimize gayr-i reşid bir sabavet-i milliyye ünvanı verilse yeri yok mudur? Bütün ihtiyacat-ı hayatiyyemizi Avrupa fabrikaları te’min eder tepemizden tırnağımıza kadar bizi giydirir kuşatır yedirir içirir techiz ve teslim eder. Şimendüferlerimizi yapar ma’denlerimizi işletirken biz de onları min-tarafillah hıdemat-ı şakkamıza tahsis olunmuş bendeganımız sanırken yine onların zulm ü gadrinden cevr ü kahrından memleketlerimizi istilalarından şikayetimiz ne kadar garibdir değil mi? Onların yoklukları bizim yokluğumuz vücudları ise yine bizim ademimiz… Ne faci’ tenakuz! Avrupa sizin köhne hanenizi en bedi’ bir tarz-ı mi’mari üzerine yapsın döşetsin dayatsın sizi en nefis kumaşlarıyla giydirip kuşatsın sadr-ı azamete oturtup önünüze bir de mükemmel sofra kursun sonra karşınızda el pençe divan dursun!.. Bunu mu istiyorsunuz? Haydi siz Avrupa’nın yerinde olunuz da yapınız bakayım!?.. ğiyle ıslah-ı cem’iyete ihya-yı milliyete i’mar-ı memlekete çalışmadıktan sonra sizin lafzi İslamiyetiniz hiç de para etmiyor; ne kadar şikayet etseniz Bargah-ı Uluhiyyet’e yetişemiyor; sünnet-i ilahiyye icra-yı ahkamında zerre kadar bile “Ne yaptın? vardı!” cevabını veriyor. MU’TEZİLIN Ma’mer’in panteistlere olan temayülatı ekabir-i Mu’tezile’den Semame bin Eşreş en-Nemiri tarafından ikmal edilmiştir. Müverrihin arasında pek ziyade ma’ruf olan Semame hulefa-i Abbasiyyeden Me’mun’un pek ziyade mazhar-ı muş ve Hicret’in’ncı senesinde müşarun-ileyhin emriyle habs olunmuştu. Semame Hicret-i Nebeviyye’nin’üncü senesinde irtihal eylemiştir. Mes’udi’nin rivayetine göre Semame fıtraten fekahe-gu ve müstehzi bir zat imiş. Semame hilkat mes’elesinde diyor ki: Alem tab’an Cenab-ı Hakk’ın fi’lidir. Yani alem Halik’ın fi’l-i ihtiyarisinin eseri olmayıp belki Halik’tan bil-ıztırar sadır olmuştur” Semame’nin bu sözü felasifenin; Cenab-ı Hakk mucib bizzattır mucib bil-ihtiyar değildir yolundaki kavillerinin aynıdır. Semame hukema gibi kıdem-i aleme kaildir. Filhakıka Zat-ı Bari mucib bizzat olursa alemin de kendi zatı gibi kadim olması icab eder. Semame ef’al-i mütevellidenin faili olmadığına kaildir. Bu hususdaki mutalaası ber-vech-i atidir: Ef’al-i mütevellideyi sebebinin failine isnad etmek mümkün değildir. Çünkü bu isnad bazan bir fi’ilin meyyite isnadını müstelzim olur. Mesela bir adam diğer bir şahsa bir ok atsa ve ok şahs-ı mezkura vasıl olmadan evvel oku atan adam birden bire vefat etse ve ok bu adam öldükten sonra hedef olan şahsa vasıl olsa fi’ili sebebinin failine isnad meyyite isnad olmuş olur. Yani şahs-ı mezkuru itlaf eden kimsenin bir meyyit olması Semame bu gibi daha bir çok efkar serd eylemiştir. Mesela demiştir ki: Ma’rifet nazardan mütevelliddir ve ma’rifet de sair mütevellidat gibi failsiz bir fi’ildir. Ma’rifet vücud-ı şer’den mukaddem vacibdir. Semame istitaat bahsini de karıştırmış ve; “İstitaat aletin afattan selameti ve cevarihin sıhhati demek olup kable’l-fi’ildir.” re’yinde bulunmuştur. Mezheb-i İ’tizal’e tenasüh nazariyyesi Nazzamiyye müntesiblerinden Muhammed bin Hait ile Fazl-ı Hadebi namında Bu herifler felasife-i kadimeden bazılarının ortaya atmış oldukları tenasüh nazariyyesini pek kaba bir surette tasvir ve Alem-i İslam’a idhal gayretinde bulunmuşlardır. Fırak-ı Mu’tezile müntesibleri arasında “Haitıyye” ve “Hadebiyye”ler kadar saçmalayan hakıkat-i İslamiyyeden büsbütün uzaklaşan bir fırka yoktur. Bunların beyanat ve i’tikadları akıl ve mantık ilhamatı Şer’-i Mübin telkınatı olmaktan ziyade milel-i kadime esatir ve hurafatına müstenid bulunduğu görülüyor. Mesela haitın biri kadim ve diğeri hadis olmak üzere iki ilah bulunduğu hakkındaki küfriyyatı İran-ı kadim dininin Hürmüz ve Ahrimanlarını hatırlatmaktadır. Bunların hayvanatın da mükellef oldukları hakkındaki akıdeleri nazariyye-i tenasühün o kadar kaba bir taklididir ki garabetine karşı gülmemek kabil değildir. Mesela Muhammed bin Hait ve Fazl-ı Hadebi demişlerdir ki: “Cenab-ı Hakk mahlukatı bugün bulundukları dünyadan başka bir alemde akıl baliğ sahih ve salim olarak halk eylemiş ve onlarda kendi ma’rifetini ve kendiye ilmi yaratmış ve kendilerine verdiği her guna ni’ama mazhar etmişti. Bilahare bu mahlukatın kaffesini kendilerine verdiği ni’metlere karşı şükür ile mükellef kıldı. Bazıları emr edilen şeylerin cümlesini da bazılarını ifa ve bazılarında tecviz-i kusur ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk bunlardan evamirine muti’ olanları bulundukları dar-ı naimde ibka eyledi; büsbütün isyan edenleri nar-ı cahime gönderdi. Evamirin bazısına itaat ve bazısına isyan edenleri ise dünyaya çıkararak kendilerine – derece-i isyanlarına göre– hayvan veya insan suretinde birer cism-i kesif giydirdi. Yeryüzündeki hayvan ve insanların şekillerindeki ihtilaf günahlarının mikdarıyle mütenasibdir. Ma’sıyetleri az taatleri çok olanların suretleri güzel elemleri ekall olur. Bilakis ma’sıyetleri çok olanların da suretleri çirkin bulunur. Hayvan günahkar kaldığı müddetçe dünyada bir suretten diğer surete inkılab ve tenasühdan hali kalmaz. tevfik olamayan hezeyanları mütefekkirin-i erbab-ı İ’tizal’in de hedef-i teşni’ ve takbihi olmuştur. Haitıyye ve Hadebiyyeler dalaletle mahkum olmuşlardır. İbni Hait rü’yetullah bahsinde hem ehl-i İ’tizal’den hem de Ehl-i Sünnet’ten ayrılmıştır. Bu mes’ele hakkında diyor ki: “Rü’yete dair varid olan haberler akl-ı evvelin rü’yetine haml edilmelidir. Akl-ı evvel bil-cümle mübdeat ve mevcudatın evvelidir. Kıyamette görülecek de akl-ı evveldir. Yoksa vahibü’l-akl olan Zat-ı Bari’nin rü’yeti muhaldir. Akl-ı evvel suver-i zattan ifaza olunur. Hazret-i Peygamber’in; hadis-i şerifinde vaki’ olan akıldan murad da akl-ı evveldir.” mutalaalarında görülen rasanetten eser bile yoktur. Hicret-i Nebeviyye’nin tarihinde irtihal etmiş olan eazım-ı ulema-i Şafiiden Seyfüddin Amedi Haitıyyeleri küfür hı vardır.” yolundaki hezeyanlarıyle şirke düşmüşlerdir. Bu heriflerin efkarı esatir-i kadime ile meşbu’ olup hurafat-ı mezkureyi az çok ta’dilatla İslamiyet’e idhal etmeye yeltenmişlerdir. Binaenaleyh bunların mütalaatında akıl ve mantık aramak zulmette nur taharrisi kadar abesdir. Salifü’z-zikr Bişr’in telamizinden Ebu Musa Isa bin Subh el-Mezdar namında bir zat da bazı mesailde üstazına muhalefetle “Mezdariyye” fırka-i İ’tizaliyyesini te’sis eylemiştir. Ebu Musa zühd ve ibadetle meşgul olduğundan kendisine “Rahibü’l-Mu’tezile” ismi verilmişti. Ebu Musa ber-vech-i ati üç mes’elede üstazından ayrılmıştır: tiyle iki failden vuku’u caizdir. nan ve rü’yet-i Bari’ye kail olan kafirdir. belki ondan ahsenini ityana kadirdirler. Nazzam’ın telamizinden Esvar namında bir zat da birkaç mes’elede Nazzam’a muhalefetle “Esvariyye” fırka-i İ’tizaliyyesini te’sis eylemiştir. Esvar’ın muhalefet ettiği en mühim mesail ber-vech-i atidir: ademini bildiği şeye kudreti taalluk etmez. ki insan ahad-i zıddeyne kadirdir zıdd-ı ahara da kadir olur. Ebu Ca’fer el-İskaf tarafından te’sis edilen mezheb tarafdaranı da; Cenab-ı Hakk ukalaya zulm etmeye kadir değildir; lakin sıbyan ve mecanine zulm edebilir diyorlar. İskafiyelerin şu türrehatlarında bir hikmet bir esas aramak abesdir. Buna hezeyandan başka bir nam verilemez. Bahusus nass-ı Furkanisine de tamamıyle muhaliftir. Ca’fer bin Harb namında iki kimse; “Hadd-i şürb üzerine olan nasdır.” sözleriyle İskaf’dan ayrılmışlar ve “Ca’feriyye” fırkasını te’sis eylemişlerdir. Geçen makalelerde dinde basiret üzre bulunmanın lüzumundan basiret fi’d-dinin de usul-i İslamiyyeden olduğundan dinde basiret üzre olmadıkça din insanları kendisinden maksud olan iki gayeye –dünya ve ahirette mes’ud olmak gayesi– isal edemeyeceğinden bahs etmiştik. Sonra kitab-ı azizin taklid ve ehl-i taklidi nasıl zem ve takbih eylediğini de anlattık. Şimdi de mes’eleyi daha ziyade izah edeceğiz ki takliddeki hatar-ı azimi bilmeyenler onun mazarratını anlasın da dinini fehm ve idrak hususundaki meserreti ziyadeleşsin. Bir de bazı kitaplarda mukallid müctehidden efdal olduğunu gördüğü zu’m-ı fasidinde bulunan ihvanımız nazarında da hak ve hakıkat tamamıyle tebeyyün etsin. Maamafih söyledikleri şayan-ı kabul olan ulemadan biri çıkıp da bu kelimeyi –mukallidin müctehidden efdal olduğunu– sarf edeceğini zannetmem. Öyle ya; eğer bu söz sahih olsaydı cerad-ı münteşire gibi dağılmış olan bu muhtelit insanların –ki hepsi mukalliddir– eimme-i müctehidinden efdal olması lazım gelirdi. Hayır hayır! Bu kavlin sıhhati şöyle dursun sahih olmadığı gibi ne akla ne de nakle hiç birisine muvafık değil; onlar ile adeta çarpışıyor. İlmi tahkır cehli tafdil ediyor. Baksanız a! Ulema mukallidin imanında bile ihtilafa düştüler: Ekser-i muhakkıkın bilhassa mütekaddimin mukallidin bazı ulema bu kavil üzerine icma’ bile nakl ederek bunu da pek çok ayat-ı Kur’an iyye ile istidlal ettiler: ... Yani; bab-ı i’tikad gibi Kadi Beydavi merhumun beyanına göre ikan; nazar ve istidlal ile şek ve şübheyi nefy ederek muhkem sabit la-yetezelzel bir ilim hasıl olmaktır. Halbuki mukallidin bundan nasibi yoktur. Onun bildiği şeyler de itkan olmadığı için daima mütezelzeldir. Sonra ulema mukallidin imanının adem-i sıhhati hakkındaki müddealarını doğrudan doğruya nazar ve istidlal Bir de mukallidleri tevbih ma’razında zikr edilen şu ayet-i kerimeler ile istidlal olunuyor: Bu nev’ ayetler pek çoktur; Kur’an-ı Kerim’in akla hitab ederek dini de akla ta’lik ettiğine dair yukarıda söylemiş olduğum ayetler de bu cümledendir. budur. Eğer yüzümüzü biraz imtihan ve tecrübe tarafına doğru tevcih edecek olursak görürüz ki; mukallidin imanı daima tezelzül ve ıztıraba belki de zeval ve inkılaba ma’ruzdur. Sihir verdiği kanaat neticesinde –aba vü ecdada yahud başka bir kimseye taklid ile değil– Hazret-i Musa’ya iman eden seharayı görmüyor musunuz? Onları Firavun azab-ı şedid ile ölümle tehdid ettiği zaman ne cevap verdiler: Bakınız ki; Hazret-i Musa’ya delil burhan neticesi olarak belki de [ ] muhakkak olan azab-ı şedide nasıl mukabele ediyorlar; kendi nefisleri müdhiş bir azaba ma’ruz oluyor da yine imanları kat’iyyen muztarib olmuyor; ölüme razi oluyorlar fakat i’tikadlarından dönmüyorlar. Sonra bir de Hazret-i Musa’nın getirdiği şeriati gösterdiği mu’cizeleri anlamaksızın mahza kendi milletlerinden olduğu kendilerini azabdan –esaretten– kurtardığı için kör körüne Hazret-i Musa’ya iman eden Beni İsrail’e bakınız! farkı biraz teemmül etmek mukallidlik mertebesinin ne olduğunu pek vazıh bir surette gösterir. Bir sual: Biz avamm-ı nası görüyoruz ki her ne kadar onların zihinlerine şekk ü şübhe ilka edilse yine onlar i’tikad ve iman ettikleri dinden kat’iyyen rucu’ etmiyorlar onları Cevab: Avamm-ı nas dinden olmak üzere i’tikad edip de öylece amel ettiği bir şey hakkında –velev ki o şey batıl olup din ile hiçbir suretle alakası olmasa bile– kendi akran ve emsalinin kelamını telkınatını kabul etmez. Lakin kendisini şek ve irtiyaba düşüren akran ve emsali olmaz da ilmini salah-ı halini mu’tekıd olduğu bir kimse olur ise o zaman hiç şek ve irtiyabda vaki’ olmayarak hemen onun sözünü kabul ediverir. Diğer bir sual: Bütün ulema ve suleha bir araya gelse yine vücud-ı ilahi hakkında avamm-ı nası şek ve şübheye düşüremezler. Cevab: Allah’ın vücudunu i’tikad etmek insanda fıtri bir mutlaka istidlale ihtiyac bile olmadığına kaildirler. Lakin hangi bir avam olursa olsun sulahadan yahud ulemadan bir zat tarafından kendisine bir akıde-i faside ilka edildiği zaman onu kabulde hiç tereddüd bile göstermez; bahusus o akıde için şimdiye kadar müslümanlar arasında şuyu’ bulan bir şübhe de olursa… Mesela; sulaha yahud ulemadan biri çıkıp da avama; “Allah filan nebiyi yahud filan veliyi yeryüzünde kendisinin vekili mahlukatı üzerine mutasarrıfı kıldı.” Onun iradeleri Allah’ın iradesi gibidir: yahud; “Allah filan kimseye hulul etti!” yahud; “…üzerinde oturuyor.” “Peygamber Allah’ı bizim yek diğerimizi görüp konuştuğumuz gibi gördü konuştu; kelam-ı ilahiyi savt ve huruf ile işitti” yahud; “Allah kainat halk edilmezden binlerce sene evvel mevcud olmuş olduğu gibi i’tikad ederek bunlarda kat’iyyen şek ve şübhe etmez. Ne hacet! Ben bunu bizzat avam-ı nas arasında tecrübe ettim. Vakta ki müslümanlar arasında cehalet pek ziyade taammüm etti: O zaman ulema-yı müteahhirin iman hususunda mukallidin küfrüyle hükm etmek müslümanların azim bir kısmının tekfirini badi olacağını nazar-ı dikkate alarak mukallidin imanının sıhhati ile fetva verdiler. Fakat onlar da ale’l-ıtlak; “Mukallidin imanı sahihdir.” demediler. Belki akaidini bi-hakkın belleyerek o akıde hakkında kendisini ne kadar teşkil etseler yine şek ve şübheye düşmeyecek kendi taklid ettiği kimse de dahil olduğu halde bütün alem o i’tikaddan rucu’ etseler kendisinin çevirilmek ihtimali olmayacak bir surette o i’tikadın hak doğru olduğunu cezm etmek şartıyle imanının sıhhatine hükm ettiler. Cevhere Lakin şurası da hafi olmasın ki; nazar ve istidlale kadir olanlar üzerine nazar ve istidlalin vücubunda kudreti var ğunda ulemanın ittifakı vardır. Binaenaleyh hulasa olarak diyebiliriz ki: Mukallid ikiden hali değildir: Ya kafir yahud nazar ve istidlali terk ettiğinden dolayı asidir. Meğer ki nazar ve istidlale hiç kadir olmayacak derecede zaifu’l-akl baidü’l-fehm ola. mukaddematı üzerine varid olan her şübheyi de reddederler. Bu red ve isbatın ehl-i nazarın tarikati mesleği üzerine olması şart da değildir. raber taallüm eden ve fakat kendilerinden delil ikame edemeyen ulema-yı kiram. Bunlar kalbleri mutmain olacak reyb ve şübheden uzak bulunacak derecede delili fehm ve kadir değillerdir. Binaenaleyh bunlar hem delilde hem de medlulde mukalliddirler. Bunlar şek ve şübhe dalgalarının mecralarından kendilerini şübheye düşürecek vadilerden uzak bulundukça her türlü şükukdan emindirler. Maamafih bu gibi şeylere ma’ruz kaldıkları zaman da maunet-i çıkamazlar. hib-i yed olan zevat-ı kiramdan öğrenenlerdir. Şu kadar var ki; öğrendikleri şeyleri delil yahud burhan ile değil yalnız olan emsile ve şevahid-i zahire ile öğrenirler. Mesail-i i’tikadiyyenin –hepsine değil belki– bazısı üzerine ikame edilen delaili icmalen fehm edenler de bu zümredendir. İşte bu sınıfın sağlam bir akıdeye malik olurlar da taklid etmiş oldukları kimse o i’tikaddan rucu’ etse bile kendilerinin rücu’ etmeleri yen şek ve şübheye düşmezlerse bu kimseler inde’l-müteahhirin racih olan kavle göre mü’mindirler. gördükleri işittikleri zavahirden akval ve ef’alden başka İslamiyet hakkında hiçbir şey bilmeyenlerdir. Bunlar akaidi ulema-yı arifinden almadıkları onlardan belleyip öğrenmedikleri cihetle daima müşekkikinin şükuküne ma’ruzdurlar. Bir de bunlar mü’min de değildirler. Bu sözümle gözlerini bürüyen kesif bir perde-i cehaletle ilim meclislerini göremeyen bu avam sürüsünün hepsi kafirdir. Onlara müslüman muamelesi yapılmaz demek istemiyorum. Belki ben –te’vil edilmeyecek derecede sarahaten i’tikad-ı sahiha muhalif kelam sarf ettiğini görüp işitmedikçe– bi-hususihi hiçbir ferdi bile tekfir etmem. Lakin ben imtihan ve tecrübe ile vicdan ile nakl-i sahih ile biliyorum ki; şek ifade eden bir kelime ile onların bin danesine i’tikadlarından sual etmiş olsam hiç birisi de sahih bir cevap bulup da söyleyemezler. Bunun sebebi ise lisanlarında za’f olduğu için değil belki kalblerinde temerküz eden bir marazın neticesidir ki o da maraz-ı cehldir. Şunu da hatırımızdan çıkarmayalım ki; bu cehalet kadınlarda erkeklerden daha ziyade daha şiddetlidir. Çünkü kadınlarda –başkalarına ahkam-ı diniyyeyi ta’lim edip öğretecek nisbette– din alimeleri bulunmuyor. Fakat erkekler bunlar kadar değildir. Onların müteallim sıfatıyle cami’lere medreselere mekteplere müdavemet etmeyenleri bile yine kadınlar kadar cahil değildirler. Bunlar hiç olmazsa ulema meclislerine muhavere ve müsamere olan yerlere devam ederek onlardan dine ahkam-ı İslamiyyeye aid bir şeyler öğrenebiliyorlar. Hatta bu gibi yerlere çokça devam edenler mesail-i diniyyeden başka daha bir çok mes’eleler de öğrendikleri vardır. Lakin kadınlar ahkam-ı İslamiyyeyi büsbütün cahildirler. Biz kadınlarımızın mesail-i ictimaiyyeyi bilmediklerinden şikayet edip duruyoruz da usul-i İslamiyye mesail-i diniyyeyi cahil olmalarından gaflet ediyoruz. Hiç birimiz kadınların mesail-i diniyyedeki cehaletlerini nazar-ı i’tibara bile almıyoruz. Halbuki kadınların usul-i diniyye erkan-ı vellüd etmektedir. Bir kere sağlam bir surette akıdesini bilmeyen kadının nikahı sahih değildir. Pek a’la! Nikahı sahih olmayınca onunla olan muamele de zina olur; ondan olan çocuk da bit-tabi’ veled-i zina haram-zade olur. Bunun içindir ki Kur’an bu mefasid-i azimeden şiddetle nehy ediyor: üzerine vacibdir. İmam-ı Gazzali de İhyau’l-Ulum’da şöyle diyor: “Yevm-i kıyamette düşman olarak erkeğe yapışacak olanların en birincisi bizzat kendi kadını ile kendi evladı olacaktır. Bunlar derler ki: “Ya Rab! Sen bundan bizim hakkımızı al! Zira bu bize haram yediriyor bilmediğimizi ise hiç öğretmiyordu!” Fukahamız da diyor ki: “Kadının muhtac olduğu umur ve mesail-i diniyyeyi öğretmek erkeğin üzerine vacibdir. Eğer erkeğin kendisi de bundan aciz olursa –o mesaili sorup öğrenmesi için– kadını ulemanın o mesaili bilenlerin yanlarına göndermesi vacib olduğu gibi bunun aksine hareket –kadını gitmekten men’ etmek– de haramdır.” Eğer biz kadınların namusunu iffetini kemalini ev işleri ve hey’et-i ictimaiyyeye karşı olan vazifelerini hakkıyle ifa etmelerini istersek onlara dini ta’lim etmemiz onlara İslam terbiyesi vermemiz va’z u nasihatle onların kalblerine havf-ı mübecceleye nail olmak mümkün değildir. Binaenaleyh her ferdin üzerine vacib olan bir şey vardır ki o da: Kadına pek büyük bir ehemmiyet vererek hemen bugünden i’tibaren onları okutmaya bed’ etmek herkes bildiği şeyleri ehl ü ıyaline öğretmek bu suretle kadınlara da akaid-i İslamiyyeyi belletmektir. Bir gün esna-yı musahabede hiçbir dine i’tikadı olmayan bazı hıristiyan gençleri dediler ki: “Biz dinsiz olduğumuz cihetle daima erbab-ı dini yahud dinin bazı ahkam ve kazayasını tenkıd eder dururuz. Fakat biz gençler bir meclisde toplanıp da böyle din yahud rical-i din aleyhinde idare-i kelam ederken o meclise kadınlarımız da gelecek olursa o zaman –onların i’tikadını da ifsad etmemek için– hemen sükuta mecbur oluruz. Gerek din gerek erbab-ı din aleyhinde kat’iyyen söz söylemeyiz. Zira kadının i’tikadı bozulduğu gibi namus ve iffeti de kalmaz. Sonra muhafaza-i rın namus ve iffetini muhafaza edecek perde ancak dindir ri yüzünden tevellüd edecek mehazir! Şu halde kadınlara da ta’lim ve terbiye ile dini ahkam-ı İslamiyye ve mesail-i rimize farzdır. Mütercimi MEDARİS-İ İLMİYYE ne gibi tekrar edile gelen ve felaket-i ahire dolayısıyla ıslahat-ı umumiyye ihtiyacatı miyanında şiddetle hatıra gelen meslek-i ilmiyyenin tezebzübat-ı hazırası hakkında alem-i matbuatta bir müddetten beri şayan-ı arzu olmayacak şekil ve keyfiyette cari mübahesat-ı na-layika meslek-i mezkurun muhiblerini dil-hun aduvlarını perde-birun ettiği için ictihadat-ı mütebayine ashabı arasındaki açıklık az zamanda derin ve mühlik bir uçurum halini aldı. Bu hal yek diğerin haline adem-i vukuf ile zavahirden istihrac-ı ahkam eylemek sevdasından veyahud ahlak-ı atılanemizde mütemerkiz laf ile dünyaya nizamat vermek ibtilasından neş’et ettiğini yazılan yazıların zımnında münderic halat-ı ruhiyyeyi anlayanlar pek a’la bilirler. Bu abd-i aciz medaris hayat-ı hususıyyesine bil-fi’il iştirakimle bu meslek hakkında efkar-ı müstahsalemi serde kendimi sahib-i salahıyyet addederek mübahasat-ı cariyyeye bir lahıka ilave etmek niyetindeyim. Alem-i İslam’ın hükumet-i ahiresi olarak İklim-i Rum’da teessüs eden Osmanlı Devleti hükumet-i sabıka-i İslamiyyenin tevdi’ ettiği vakit o müesseseler bugünkü gibi yalnız ulum-ı darü’t-teallümü olmakla maarif-i umumiyyeyi bi-hakkın temsil ediyordu. El-yevm hal-i harabisiyle ma’muriyet-i sabıkasına mersiye-han olan medaris derunundaki kütübhaneler mündericatının tedkıkinden de müsteban olacağı vechile o zamanlar medarisde ulum-ı şer’iyye dürus-i müdevveneden bir şu’be olup fünun-ı saireye de aynı derecede ehemmiyet verilir ve mesleğinde mütehassıs tabibler riyaziler hey’et-şinaslar yetişerek maarif milleti müessesat-ı saireden müstağni kılardı. Bilahare fünun-ı tabiiyye ve riyazıyye memalik-i Garbiyyede keşfiyat-ı cedide ile tevessü’ ettiği halde medaris-i İslamiyye bu terakkıyata bigane kalmış olduğundan bir çok zaman sonra hissolunan ihtiyac-ı teceddüd mekatib küşadına badi olmuş ve işte ancak bu sebebledir ki maarif-i Osmaniyye şirazesinden çıkarak bir daha da tarik-ı salime dahil olamamıştır. Medaris-i İslamiyye terakkıyat-ı asriyyeyi ta’kıb ve teceddüdat-ı tedriciyye ile beraber yaşasa idi şübhesiz teceddüde ihtiyac görülmeyecek ve bugün memleketimizde yek diğerine “hükm-i i’dam” vermek derecesinde amal ve ahlak-ı mütebayine perverde eden o iki unsur-ı irfan karşılaşmayacak idi. Mekteplerin küşadından sonra fünun-ı cedide ünvanı verilen tabiiyat ve riyaziyat medaris talebesinin daire-i tederrüsatından tayy ü ihrac edilerek kendilerine yalnız ulum-ı şer’iyye bırakıldığı halde garibdir ki “hikmet” namıyle hikmet-i tabiiyye ve hey’etin nazariyat-ı sabıkasını havi garabet mecmualarının tedrisi fünun-ı müdevvene-i atikanın bir abide-i sermediyyü’l-kararı olmak üzere ibka edilmiş idi. İşte bu ve bunun gibi terbiye-i fikriyye ihtilafatı memlekette açılmış olan iki nevi’ bab-ı tedrisi yek diğeriyle anlaşamayacak bir hale getirdi. Bugün memlekette üç aded maarif idaresi görüyoruz: Maarif-i Umumiyye Nezareti Ders Vekaleti Tedrisat-ı Askeriyye olan Ders Vekaleti İdaresi tahtındaki meslek-i ilmiyye talibini olduğu kabil-i inkar değildir. Milletin mürebbi-i ma’neviyatı olan bu meslek müntesibini her türlü esbab-ı istirahate malik hükumetin ihtiramına nail istikbalinden emin olması hakaret istikbal olarak sefalet-i ebediyye içerisinde puyan olurken bunlardan millet için hizmet beklemek hem insafsızlık hem de abes olur. Medarise intisab eden talebenin heman kaffesi taşralıdır. Bu biçareler taşralarda maarif namına ne varsa ve onlardan ne kadar hisse-mend olabildilerse onunla İstanbul’a geliyorlar. Geldikleri zaman yaşlarının pek küçük yahud pek büyük olmasından yahud ma’lumat-ı ibtidaiyyelerinin noksanından bazısı medarisdeki hemşehrilerinin cereyanına tebean heman kısm-ı küllisi fakr u sefaletten naşi bir hemşehrinin yahud medrese müderrislerinin tensib ettiği bir sahib-i hücrenin yanına “çömez” giriyor. “Oda hocası” munsıf raber derslerini de muntazaman müzakere ediyor. İnsaflı değilse talebeyi kendi hemşehrilerinden veyahud cemaat-i kesire meftunlarından bir ahbabının dersine devam ettirerek hocanın iktidarı talibin istifadesi hatıra bile gelmiyor. Hangi surette olursa olsun talebe oda hocasının yemeğini pişirmeye mangalını yakmaya hatta çamaşırını yıkamaya mecbur olduğu gibi odaya gelecek misafirlere damen der-miyan-ı hizmet olmak sabah akşam semaver yakıp çay demlendirmek gibi hıdemat da talebenin vazaif-i ruz-merresinden ma’dud bulunuyor. Şurasını da hatırdan çıkarmamalı ki ahiren imaretlerin lağvından mukaddem vakıf tarafından imarete merbut medrese ahalisi kuvvet-i dimağ için lazım gelen gıdalarını ve bu halden ancak memleketten parası gelenlerle şuhur-ı selasede teraküm ettirdiği akçeyi sarf edenlerden bazısı istinkaf eylerdi. Talebenin senesi sene-i kameriyye ve ta’tili de –hangi mevsime rast gelirse gelsin– şuhur-ı selasedir. Ta’tilin şuhur-ı selaseye tesadüfü talebenin kura ve kasabata dağılarak mukabele kıraat ve mev’iza icrasıyle ahali-i İslamiyyenin sadaka-i fıtır ve zekat olarak verecekleri parayı toplamak ve ta’bir-i mahsusuyle “cerretmek” hikmetine mebni olduğu ma’lumdur. Ahiren lağv edilen kurban ve mevlud ta’tillerinin haddinden fazla uzun olması da yine bu sebebe binaen Talebe kaza naibinden aldığı “tavsiyename” ile köyün birine maşiyyen gidecek kağıdı muhtara verirken istiskal görmemek ve isticlab-ı merhamet etmek için boynunu büküp tavr-ı tezellül irae edecek muhtar talebenin kıyafetine baktıktan sonra; “Bizim hocamız da vardı ama hele bir ağalarla konuşalım” diye lütfen ru-yı kabul gösterecek mektep odasına misafir olan talebeye kim bilir hangi hastalıktan ölen bir yeni gelinin yahud öksürüklü bir ihtiyarın vakıf yatağı getirilecek her iftarda bir aileye misafir olup karnı sıcak yemek gördüğü için ailenin mazisine haline dua ile vazife-i şükranı ifa eyleyecek evkat-ı hamsede cami’-i şerifin müezzinliğini gününden bayram sabahına kadar gelecek olan sadaka-i fıtır ve zekatlara avuç açacak yani köyde ise odada veya cami’ önünde bekleyecek kasabada ise “fıtra pazarı” olarak mütearef olan meydan veya büyük caddenin bir kısmında –elleri cebinde olmamak şartıyle– gezinecek avucuna kıstırılan paraları “Tekabbelallah!” ile takdis edecek bazı göreneksizlerin kahvehane ortasında; “Hoca; üç guruşun varsa bir çeyrek vereyim!” gibi pazarlıklı tasadduklarına derunu “la-havle”ler çekerek kızarmamaya gayret edecek yani bütün cer aleminde olduğu gibi pişkinlik gösterecek cemaat-i müslimin tarafından hocanın talebeliğine hürmeten! verilen paraları der-ceb ile bir müddet maşiyyen gidecek sonra vapurun anbarında yahud şimendüferin üçüncü mevki’inde uşaklar hammallar ameleler ayak satıcıları gibi avamın en pes perdesiyle omuz omuza seyahat edecek cek… cek… de orta halli bir adama bir ay kifayet etmeyecek olan para Bunlara mukabil memalik-i Garbiyyede medaris-i diniyye talebesinin istirahatine edilen i’tina ile her sene memlekette göz önüne getirilirse ulema-yı dinin izzet-i nefsine vakar ve haysiyetine ne derece i’tina edilmek lazım geldiği halde nasıl şayan-ı telehhüf vadilere saptığımızı maatteessüf anlarız. Bizde sarığın meskenet ve sefaletle kuvvet-i imtizacını anlamalı ki tese’üle çıkan bir fakır evvelen başına bir sarık sarmayı ihmal etmiyor. O şayan-ı hürmet şayeste-i tebcil kisvenin enzar-ı umumiyyede bu derekeye tenezzülüne bais olan yegane amil hükumetin himayesine adem-i nailiyyet değil midir? Leyli mekteplerimiz var ki talebeye maaş veriyor medaris-i diniyyemiz var ki sadaka-i millete avuç açıyor!!... Bütün bu fecayi’-i hayatiyyeye rağmen mesleğinde bi-hakkın mütehassıs ulemanın yetiştiğini görmek de bizim tabakat-ı aliyatı işgal eden efazıl-ı ulemadan birçoğunun hayat-ı maziyyesi tahkık olunsa meydana nice şayan-ı ibret sergüzeştler çıkar. Medarisin hal-i hazırıyle ıslahı mes’elesine gelince; bu fikirde olanlara soracağımız bir-iki şey var: Bugün medrese denilen binalar acaba nedir?.. Medrese mi? Hayır! Çünkü lebe pansiyonu mu? Belki!.. Bu müesseselere medrese namı verilmesi içerisinde ders okunduğu zamanlardan kalma galat bir ünvandır. Müntesiblerine de –yalnız ulum-ı şer’iyye okudukları halde– talebe-i ulum nam-ı umumisi verildiği gibi. El-yevm medrese müderrisleri kendi hanelerinde ikamet ettikleri halde medresenin inzibatından mes’ul olmak gibi garib bir vazife ile mükellef olup ders ile kat’iyyen alakaları yoktur. Hatta “müderris”lik rüteb-i ilmiyyeden bir rütbedir ki icab edenlere tevcih olunur. Devr-i Hamidi’de beşikteki hatta rahm-ı maderdeki çocuklara müderrislik tevcih olunduğu vaki’ idi. Acaba medrese binaları talebe ikametgahı olmak i’tibarıyle şerait-ı mahsusayı haiz midir? Evvelen: Bunlar vaktiyle İstanbul’un en hevadar ve en tenha mahallerine yapıldığı halde bugün en kalabalık ve gürültülü mevki’lerde kalmışlardır. Saniyen: Hücreler kamilen tahtani ve altları bodrum olduğundan rutubetten hali değildir. Salisen: Yarım arşın arzında ratıb taş duvar ve mukassi kubbeler altında ziyadan hali hücrelerin üzerine icra edeceği su’-i te’sir bir talebe için iki üç misli tezauf eder. Medreselerdeki feyz-ı tahsile gelince; eyyam-ı maziyyemizi tahatturla bunu biz de i’tiraf ederiz. Fakat bu hal oradaki esbab-ı istirahatin mükemmeliyetinden değil bilakis medrese hücrelerinin birer çilehane mahiyetini haiz olmasındandır. Kainattan tecerrüd edercesine böyle muzlim yerlere sokulmak safiyet-i zihn için iyi çare ise de buradan çıkan erbab-ı ilmin mübareze-i hayatiyyede ne dereceye kadar faaliyet gösterebildikleri ef’al-i maddiyyeleriyle sabittir. Medaris ıslahatını ulemanın kendisinden beklemek lazım geldiği zira mesleğin inkılabını o mesleğin büyükleri yaptığı fikri dermiyan ediliyor. Ortaya bu fikir atılmazdan beş sene mukaddem Ders Vekaleti ıslah-ı medaris kaziyyesini zaten düşünmüş ve fi’liyatına da teşebbüs etmiş idi. Evvelen Harbiye Nezareti’yle bil-müzakere birçok zaman evvel lağv edilmiş bulunan kur’a imtihanı iade edildi. Islahata imtihandan başlamak gibi aksü’l-amelleri tevlid edici bu icraat hakkında fazla söz söylemeyi münasib görmüyorum. Kur’a imtihanı bütün şiddetiyle tatbik edildiği sırada medreselere “ulum-ı cedide” idhal edilmesi zira bir zamanlar olduğu gibi medarisden şimdi dahi mütefennin zevat yetişmesi müsteb’ad olmadığı düşünüldü ve çok vakitten beri sukut-ı ebediye mahkum olan medaris-i azime derunundaki dershaneler bu fi’l-i hayra zemin ittihad edildi. Medreseler semt i’tibarıyle dershanelere rabt olunarak “ulum-ı cedide” tedrisi için bir program tertib olundu ve ekabir-i ricalin huzuruyle mutantan bir resm-i küşad icra edildi. Bu resm-i küşadda söylenen nutukları istima’ edenler medarisde cidden bir hayat-ı nev başladığına inandılar. Dershanelere küçük büyük her talebe devam edebildiği halde devam etmeyenler için bir kuvve-i cebriyye isti’mal edilmiyordu. Ders olarak hesabdan a’mal-i erbaa gösterildiği halde hendeseye beraber başlanıyor coğrafya okutulup tarih hatıra gelmiyor Arabi’den bir hayli ders görmüş efendilere kavaid-i Osmaniyye ve Farisi’den gaflet ediliyordu. Bu dershanelere bütçede tahsisat olmadığı için tanzimat-ı dahiliyyesi adimü’l-imkan kalıyor talebe kuru hasır üzerine Vehle-i ulada muallimine maaş vermek mümkün olmadığından hamiyyeten devam edecek fahri muallimler ta’yin daha doğrusu tedarik olunuyor; mesela fahriyyen devama rıza gösterdiği için on sekiz yaşında bir efendi yirmi sekiz yaşında talebesi bulunan dershaneye muallim kabul olunuyordu. Hendese dersiyle kat’iyyen alakası olmayan bir dersiam efendi o dersin muallimi oluyor Lisan-ı Arab üzerine yazılmış kadim hendese kitaplarını mütun şüruh ve havaşisiyle dershaneye getirip onların münakaşasına başlıyor. Mesela “zaviye” veya “hatt-ı müzevva” ta’birlerinden hangisinin mesi ma’na-yı mutabıkıde mi yoksa ma’na-yı mecazide mi hutut-ı esasiyyesini teşkil ediyordu. Medresede ikametim esnasında bir oda komşusunun coğrafya dersini müzakere ediyordum. Kitabda; “…Yunan Denizi Venedik Körfezi... ilh.” ibaresi vardı. Dürus-ı Arabiyye’yi münakaşa ile okumaya alışan ve fünun-ı cedidenin o yolda okunduğunu gören zavallı talebe “Venedik” kelimesinin evvelindeki “vav”a ilişti. İki ism-i hass arasında “vav-ı atıfe”nin lüzumunu binaenaleyh buradaki “vav”ın “atıfe” olup bu körfezin olsa olsa “Nedik” Körfezi olması zaman miyanemizde badi-i mülatafe olmuştu. Ertesi seneler alınan tahsisat ile dershanelerde tanzimat mualliminde tensikat yapılmaya çalışıldığı gibi ikinci üçüncü sınıflar da teşkil olundu. Talebe devama mecbur edilip mubassır vazifesiyle muvazzaf fakat müfettiş lakabıyle mülakkab me’murlar ta’yin kılındı. Bununla beraber mümeyyiz olarak imtihanları teşrif eden zevat Allah için söylesinler Arabca derslerinin tensikı namına müddet-i tedrisiyye tahdid kitapların ismi ta’yin “Arabi sınıf imtihanı” namıyle bir imtihan ihdas olundu. Tefsir hadis dersleri resmen ilave ve “hikmet” olarak “Kadi Mir” yerine diğer bir köhne kitap vaz’ edildi. Sınıf imtihanıyle kur’a imtihanının aynı talebeye tatbikındaki hikmeti kimse anlayamadı. Talebe-i ulum tahsil-i ali müntesibi i’tibar edilerek mükellefiyet-i askeriyyesi te’cil edildiği ve sınıf imtihanında iki üç sene muvaffak olamayınca terkın-i kayd edilerek asker olacağı tabii iken eskiden kalma kur’a imtihanının –hem de müddet-i nizamiyye-i askeriyye üç seneye tenezzül ettiği halde altı sene müddetle– tatbik edilmesi gibi akla mantığa sığmayan bir keyfiyeti anlamak isteyen bulunsa da biz anlamamakta ısrar ederiz. seyirci kaldı zannolunmasın. Fatih Cami’-i Şerifi’nde akd olunan birkaç ictima’ Direklerarası’nda ihtiyacat-ı asra vakıf zevatın iştirakiyle tertib olunan bir konferans kezalik Şehzadebaşı İttihad ve Terakkı Klübü’nde talebe-i uluma mahsus müteselsil konferanslar Cem’iyet-i İlmiyye’nin Beyanü’l-Hak’a aks eden efkar-ı aliyyesi teşkil edilen “Islah-ı Medaris Encümeni”nin müctehid yetiştirmekten bahis bala-pervazane beyannamesi gibi beliğ fakat gayr-i maddi teşebbüsat da ulemanın hissesine düşmüştü. Amal-i hayr-hahanenin vasıta-i ifhamı olan bu sözler bile serab gibi bir hadise-i hevaiyye olarak geldi geçti!.. Zavallı meslek-i ilmiyye gördüğü tatlı rü’yanın bile neş’esine doyamamıştı!.. yaptığı teceddüd! Bu hey’et-i muhteremeden bundan fazla ki: Darülhilafe’deki Arabi tedrisatı bir asırdan beri elim bir sukuta mahkum olup kur’a imtihanının birinci def’a lağvıyle bugün maa’l-hüzün ve’l-esef alamat-ı inkıraz arasında çırpınmakta bulunmuştur. Fatih Bayezid Süleymaniye Cami’-i Şerifleri’ndeki tedrisatın otuz kırk sene evvelki halini bilenler bugün cevami’-i mezkureyi gezerken ağlıyorlar; nasıl ki biz de sekiz on sene evvelini idrak etmekle dil-hun olmaktan kendimizi alamıyoruz. Vaktiyle hücresine daha doğrusu çilehanesine kapanan bir talebe okumaya niyeti varsa yalnız bir şey düşünüyordu: Tahsil-i ulum-ı şer’iyye. Bugün ise kur’a imtihanı dershane kitli vakitsiz imtihanlara hazırlanmak arasında pür-halecan bir hayat-ı derbederane geçiriyor. Biz meslek-i celil-i ilmiyyenin sukutunu ber-vech-i bala mesrudat-ı müteselsilemiz dairesinde anladık. Başka türlü anlayan varsa izah edilsin de hakıkat-i hali biz de öğrenelim! Hatib-zade SIHHATIMIZI DÜŞÜNELIM Bir milletin hayatı ziraat ile ticarete merbuttur. Ticaret ziraate ziraat de adama muhtacdır. Bizim memleketimizin çiftçi yatağı olduğu düşünülürse ziraati hakır görmemek icab eder. Ekip biçmenin de adam ile derece-i saniyyede hayvana muhtac olduğu şübhesizdir. Son muharebeye kadar var yok ziraate ehemmiyet verilmek istenildi. Fakat bir nokta düşünülmedi ki; o da kuvvetli kanlı canlı insanlar büyütmek çiftçiler yetiştirmek idi. Anlaşılmadı ki; ısıtma frengi milleti mahv etmeye devam ettikçe gün olur ki sabanı sürecek pulluğu kullanacak tohum atacak ekin biçecek kollar hatta insanlar aranılır. Denilmedi ki: Kavi müslüman ırkı bu derdlerin boyunduruğu altında kaldıkça zaifler ve Garb’daki bazı kavimlerin haline düşer. Emin olalım; bizi mahv etmek için kapımıza kadar gelen bir harici düşman varsa ondan daha müdhiş daha tehlikeli Harici düşmanı berbad etmek dahildeki düşmanları öldürmekle olur. Muharebe meydanına düşman-ı harici karşısına frengiden a’zası dökülmüş ısıtmadan benzi solmuş karnı şişmiş cılız asker göndermek harice karşı ayıb ise dinen de günahdır. Tab u tüvanı daha trene binmeden kesilmiş bir askerden gözlerinde fer kalmamış sıska bir neferden ne beklenir!? Babasına köyüne veda’ ederken fersiz gözünden sarı benzine dökülen derin birkaç damla yaş ısıtma hararetinden çatlamış dudaklarını ıslatıyor da biçare delikanlı uçuk renkli dudaklarını henüz kurumamış zann ediyor o ümid ile koşup geliyor. Ah! Zavallı genç; hastahaneye gönderilecek yerde cihad meydanına sevk olunuyor rahat döşeğinde yatacak yerde ayakta sürükleniyor. Omuzundaki mavzer kendisine büyük bir yük oluyorken koca bir milletin hayatı sırtına yükletiliyor. bir tarafa meyl etmiş şimdi omuzunun biri de aşağıya sarkıyor. lu’nun o mukaddes ve ma’sum yurdun ta en hücra noktalarına kadar sevk olunan frengi ırkımızı mahva çalışıyor da biz onu mahva yeltenemiyoruz. Daha hala “yel”dir diye ehemmiyet verilmeyen bu derd babadan oğula geçe geçe çoğalıyor da henüz; “Bu köyün havasının te’siridir” deyip geçiriyoruz. Frenkler bu derdin ocağı kendi memleketleri olduğu halde bu hakıkati inkara çalışırlar. Biz ise derdi sonradan kazandığımız halde güzel mülkümüzü frengi ocağı mı yapmak istiyoruz? Bugün de uyanmaz derdimizi anlamak Anadolumuz’un o mübarek İslam yurdunun hemen her yerinde bütün kuvvetiyle ırkımızı sarsan ısıtma için Avrupalılar: Medeniyet düşmanıdır diyor. Kendi medeniyetlerinin neden ibaret olduğunu şu son muharebede pek güzel anladık. Hiç olmazsa şimden sonra hak sahibi olmak hak kazanmak yetiştirelim. “Islah-ı nesl-i feres” için koşular tertib olunuyor da “ıslah-ı ırk-ı beşer” için neden teşebbüsde bulunulmuyor? Her memleket şehir kaza köy ahalisi neden böyle koşular yarışlar tertib edip toplanan para ile kendilerini dört taraftan kuşatan bataklıkları kapamaya çalışmıyor? Onların da kapanmasını hükumete terk edersek böyle buhranlı zamanda karımız değil zararımız olur. Bu sırada bununla meşgul olmaktansa hükumete ianede bulunmak düşman karşısındaki askerimize muavenet etmek efdaldir denilecek olursa cevaben diyebiliriz ki: Şu sırada edilecek teşebbüslerin birisi akım kalmaz. Zira millet hakkında nafi’ bir iş görmek için her ferd galeyandadır. Hep yürekler aynı his ile çarpıyor. Maksad vatanın hayatını kurtarmak değil mi? Bugünkünü asker kurtarıyorsa yarınkini kurtarmak da ahaliye düşer. Düşmanlarımızın aza kanmadıklarını az şeyle doymadıklarını bize pek yakın komşu oldukları için anladık. Bu gözleri doymaz iştihaları kapanmaz haydudların yarın elimizde kalanı almak için hücum etmeyecekleri ne ma’lum! [ ] için hazır hal-i galeyanda iken çalışalım. Çünkü uyku devri geldi mi zaten uykuya müştakız; uyur kalırız da yine çanların bizi uyandırmak için en yüksek yerlerde harekete geldiğini görürüz. Uyanırız fakat çi faide.. Birkaç gün için… Demiri sıcak iken döğmek fidanı yaş iken eğmek kar-ı akıldır. Demir soğuduktan sonra çekiç ve örs bir iş göremez; fidan büyüyüp ağaç olduktan sonra sıra baltaya gelir. Yazılarımı herkesin anlaması için oldukça sadeleştirdim. Onlar süs için değil anlaşılmak için okunmalıdır ki maksad hasıl olsun. Muhterem kari’lere ısıtma ve frengiyi bunlara karşı kullanılacak en te’sirli deva ve tedbirleri de başka makalelerle bildiririm. Tevfik Allah’dan tebliğ bizden sa’y-i beliğ de bütün milletten beklenilir. MÜSLÜMANLARA BIR HITABE Bunu bilmem zavallı vatandaşlarım işittiniz mi? Bu öyle bir fecaat ki zikri bile insanı dehşetinden boğuyor dimağı yırtıyor ve tırmalıyor… Yunanlılar İzmir yoluyla İstanbul’a girecekler ve muazzam cami’imize Salib’i takacaklarmış!.. Fakat ne kadar acı olsa da hakıkati i’tiraf etmek yine bir büyüklüktür: Bu gidişle pek muvaffak olmayacaklar da değil!.. Kim ümid ederdi ki; bir Bulgar bir Yunan Edirne ve Selanik’i alsın.. Selimiye ve Kasımiye’nin minarelerinde şimdi hilal yerine Salib hüküm-ferma olsun.. Biz bu kadar felaketten sonra biraz olsun mütenebbih olabildik mi? Ne gezer! Millet tam ma’nasıyle zenginiyle fakıriyle fedakarlığını maddeten ve ma’nen yaptı mı? Kat’iyyen hayır! O halde ölü gibi bi-hiss ü bi-fikr duran bu milletin göğsüne basarak Bugün otuz milyonluk bir İslam saltanatı üç buçuk Yunana bahren esir ve münkad… Bir Averof bir zamanlar İslamlığın ecdadımızın şehname-i azamet ve iclalini beyaz ve nihayetsiz sinesinde yumuşak dalgalarıyla semen-fam köpükleriyle yazan Akdeniz şimdi Yunanlıların kabza-i hükm ü teshirinde Homeros’un neşidelerini terennüm ediyor Venizelos’un Bizans emellerini Anadolu’nun ma’sum ve bakir sahillerine fısıldıyor… Bu niçin biliyor musunuz zavallı vatandaşlar? Sadece evvela gayret ve taassub-ı millileri; saniyen bizim vatanımızda müslüman yurdunda bile her gün her vesile ile yüzümüze fırlattıkları gayz ve kin oklarıyla isbat ve i’lan eyledikleri servet ve iktisadiyattaki hakimiyetleriyle oluyor. Neden küçücük bir Yunanistan’ın ehemmiyetsiz bir donanması bu muazzam devleti taht-ı tegallübünde inletsin? Bunun sebebi pek aşikardır: Bizde o küçücük Yunanistan kadar gayret-i milliyye ve vataniyyenin bulunmaması ve yine onun kadar servet ve iktisadiyata sahib olmamamız… Fakat işin en acı hatta en kanlı ve giryeli ciheti nedir biliyor musunuz benim bedbaht vatandaşlarım? Onların iktisadiyatlarını bizim vücuda getirmemizdir. Evet; onlara o servet ve iktisadı binaenaleyh o kuvvet ve kudreti biz veriyoruz: Bütün müslüman paraları servetleri münhasıran Yunan Bulgar ve sair ecnebi ellerine gidiyor; hem niçin? Bizim aleyhimizde top tüfenk ve zırhlı siparişi için… Bizim bu halimiz kendisini öldürmek için kendi silahını veren zavallı adamın haline pek benzer… Bunun için vatandaşlar bu fenalığa bir nihayet vermek lazım. Buna hem dinen hem millet ve vatan namına mecburuz… Çünkü vatandaşlar dindaşlar anlayınız ki İslam parasıyla İslam servetiyle Müslümanlık yıkılıyor ve çiğneniyor… Eğer Yunanlılara paramızı kaptırmazsak onlarla hiçbir zaman alış veriş etmezsek paramız her zaman müslüman keselerinde devir ve tedavül ederse o vakit yüzde yüz emin olun ki vatandaşlar vatanımızdaki Eleniyetlerin hepsi iflas eder asıl Yunanın da kuvvet-i iktisadiyyesi sıfıra iner… Bugün artık anlamalıyız ki; bir müslümanın on parasında bile bütün müslümanlığın bütün millet ve vatanın bir hakk-ı meşru’u var… Çünkü o para Müslümanlık’ın haricine çıkmazsa müslüman elinden başka bir ele gitmezse yani bütün sarf edilen ve toplanılan paralar İslam ellerinde bulunursa Müslümanlık’ın beytülmali o kadar zenginleşecek ve milletin umumi müesseseleri mektepleri medreseleri darülfünunları fabrikaları orduları ve donanmaları o kadar kuvvetlenecek terakkı ve tekamül edecek ve o zaman Müslümanlık o kadar başını yukarılara yükseklere kaldırmış olacak… Bilakis bir müslüman elindeki en hakır parayı bile Müslümanlık’tan harice kaçırırsa fırlatırsa atarsa emin olsun ki o parayı Müslümanlık’ın beytülmalinden o meşru’ ve milli hazineden çalmış kadar gasb etmiş kadar büyük ve alçak bir günah bir haram işlemiş olacaktır… Zira o para artık ebediyyen Müslümanlık’tan çıkmış ve bütün hakk-ı meşru’unu beytülmalin servetinin bir parçasını başka ellere ecnebi diyarlara hem de kendi aleyhine kullanılmak için verilmiş bulunacaktır… Buna ise dinen ve şer’an kat’iyyen cevaz olmadığı gibi kimsenin de hiçbir müslümanın da hakkı yoktur. Bilakis herkes bütün millet mütemadi çalışmalarıyla beytülmalin hazinesini çoğaltmakla mükelleftir.. Yoksa ondan çalıp ona vereceği yerde onun hakkını başkalarına vermekle değil… Bunun için milletinin dindaşlarının mes’ud ve müreffeh olmasını zenginleşmesini ve vatanının hıristiyan memleketleri kadar hatta onlardan daha ma’mur ve muazzam daha kuvvetli ve hakim olmasını bu zavallı kimsesiz metruk ve yetim İslam diyarının da Müslümanlık’ın ulviyet ve kudsiyetiyle yükseklik ve mübarekliğiyle azamet ve şevketiyle Allah’ın kendisindeki haklılığı ve şer’iliğiyle mütenasib ve müteradif bulunmasını ve bu kadar büyüklüklere yakışacak surette İslam medreselerine darülfünunlarına mekteplerine fabrikalarına ordu ve donanmalarına umran nafi’a ve medeniyetlerine malik ve sahib olmasını isteyen büyük vicdanlı yüksek ve münevver fikirli müsbet ve hakıkı ilimli Müslümanlık’ın şu bedbaht ve acıklı adeta ölüm kadar feci’ ve hazin olan hal-i perişanisine ağlayan kalbli alimlerimiz hocalarımız herşeyden evvel halka bunu anlatmalıdırlar… Cami’lerdeki vaazlar bilhassa bu sırada hemen münhasıran buna beytülmalin meşru’ haklarının gasb edilmemesine masına dair olmalıdır. Ve bu mes’ele Müslümanlık’ın fakr u sefaletten kuvvet ve kudretsizlikten cehl ve umransızlıktan nuz ki milletin bütün münevverlerine ve bilhassa cihet-i ilmiyyeye hoca efendilere savm u salat kadar farz-ı ayndır… Bunu yapmayan bir alim dini milli ve vatani bir haram lükten bu inkıraz tehlikesinden ancak medreseler mektepler fabrikalar donanmalar kurtaracaktır… Bu ise herşeyden evvel milli iktisadiyatla milli istihsal ve istihlak ile te’min edilecektir. Parasız medrese mekteb donanma olur mu? Medreselerimiz neden böyle bedbaht ve perişan? Mekteplerimiz neden böyle metruk ve viran? Ordu ve donanmamız neden böyle pür-acz ü nalan? Hep parasızlıktan değil mi? O halde bunda düşünülecek daha ne var?.. Herşeyden evvel dindaşlar milletdaşlar arasında milli bir iktisad ve servet te’sisi milli bir istihlak ve istihsal milli bir ahz ü i’ta teşkili bugün taht-ı vücubdadır… Eğer bundan sonra da yine Müslümanlık beytülmalinin millet servetinin hukuk-ı meşruasını vatani vicdanımıza ve ruhumuza!.. Haram olsun o ecnebi düşman meta’larına sarf edilen müslüman paraları!.. Aynı zamanda şunu da düşünelim ki bizim bütün ihtiyacatımızı te’min edecek hatta kadın ve erkek moda ihtiyaclarını bile tesviye edecek İslam ticarethanelerimiz var… Hiç olmazsa Avrupa malları satan İslamlardan o ecnebi meta’larını da alalım ki Avrupa iki katlı ticaret etmesin… Çünkü biz hem Avrupa malı alıyoruz hem de ecnebi ticarethanelere vela kabil olduğu kadar müslüman malı istihlak edelim yine müslüman istihsalatına çalışalım ve İslam’dan gayrı ellere paralarımızı kaptırmayalım… Bu mes’ele-i diniyye milliyye ve vataniyye hususunda muhterem Sebilürreşad’ın cihet-i ilmiyyemizin hoca efendilerin halkı dindaşları ve milletdaşları tenvir etmeleri için bilhassa nazar-ı dikkatlerini celb ederim… HİND YOLUNDA Bugünlerde Bağdad’da yeni bir cereyan hasıl olmuş gibi görünüyor. Cereyan-ı mezkurun Suriye’den gelmiş olduğuna şübhe yoktur. Suriye ve Dımaşk gazeteleri başta el-Müfid el-Muktebes oldukları halde bu fikri tervic elBelağ e r-Re’yu’l-Am ve daha bir iki gazete müstesna olarak adem-i merkeziyyeti takbih ediyorlar. ve ıslahat namı altında adem-i merkeziyyetin bi’l-ehass Suriye’de tatbikını taleb etmek suretiyle bu cereyanın bütün Memalik-i Osmaniyye’de umumiyetle Ceziretü’l-Arab’da neşv ü nemasına çalışıyorlar. Beş altı ay evvel Suriye ve Dımaşk matbuatı hakkında Beyrut’tan geçerken pek derin bir tetebbu’ neticesinde nokta-i nazarımı mufassal bir makale ile Sebilürreşad’a bildirmiştim. Mezkur makaleyi mutalaa edenler şübhesiz Suriye matbuatının maksad ve mi’yarlarıyle hangi cem’iyetlere hizmet ettiklerini kolaylıkla anlamışlardır ki burada tekrarına hacet yoktur. Ben hiçbir fırka ve cem’iyete mensub değilim yalnız Osmanlıyım. Herşeyi bi-tarafane tedkık ediyorum. Binaenaleyh hiçbir cereyana kapılmayarak Sebilürreşad ceride-i le-i kalem etmeyi bir vazife bilirim. Sebilürreşad’ın büyük fedakarlığına karşı tedkık ve tetebbu’ ettiğim hakayık-ı ahvali neşr etmek suretiyle her Osmanlının her müslümanın fikrini tenvire mecburum. Bu mukaddimeden maksadım şu ki: Bu makale-i acizanemi mutalaa edenler beni hissiyatına kapılmış ve her şeyden bi-haber bir kimse zannetmesinler. Ben öyle hakayıka vakıfım ki bildiklerimi kağıd üzerine koyacak olursam gerek Suriye’de ve gerek Irak’da ıslahat bahanesiyle ortalığı velveleye verip her gün yeni avaze ve gürültülerin husulüne yardım ve hizmet edenlerin mahiyetleri anlaşılır kolaylıkla foyaları meydana çıkar. Fakat ne çare ki mes’elenin bu kadar vuzuhla teşrihine zaman müsaid değil. Bunun bildiklerimin cümlesini –dallarıyla budaklarıyla– ortaya dökmemeye gayret ediyorum. Zevk ve feraset-i sahihaya malik olan erbab-ı vicdan benim ne demek istediğimi pek güzel anlayacaklardır. Vaktiyle “Dreyfus” mes’elesinde Émile Zola “ İtham Ederim ” ser-levhası altında mezkur mes’elenin bütün eşkal-i mübheme mahiyyat-ı mesture ve hakıkıyyesini meydana koyduğu misilli ben de bu cereyanın teşrih etmek istiyor isem de hayfa ki hal-i hazırımız bu gibi gavamız ve esrarın inkişafına mani’ olduğundan tartılı söz söylemeyi umumun menfaatine daha muvafık buluyorum. Suriye ve Irak’ın esaslı ve mühim ıslahata muhtac olduğu şübhesizdir. Zaten hükumet-i Osmaniyye bu ana kadar buralarda bir mevcudiyet göstermemiş ve böylece Memalik-i Osmaniyye’yi sahibsiz bırakmıştır. Bundan dolayıdır ki el-yevm Rumeli’nin başına gelen felaketin bir gün sair memalikte ru-nüma olmasından endişe eden kıtaat-ı saire ahalisi şimdiden kendilerini sıyanet ve muhafaza için lazım gelen vesail ve esbabın ihzarına çalışmak istiyorlar. Fakat ne yolda bu istedikleri şeyi elde etmeyi bilmiyorlar. Bilakis etmiş olduklarını bir gün bütün vuzuhuyle göreceklerdir. Islahatı herkes taleb edebilir. Fakat memleketi anarşiye sevk edecek ve nüfuz-ı ecanibi tezyide vatanın parçalanmasına hizmet eden avamil ve müessirattan tevakkı ve mücanebet etmek de aynı zamanda lazımdır. el-Müfid ve el-Muktebes gazetelerinde madde madde neşr olunan bazı Suriyelilerin matalibini okuyanlar güzelce anlamışlardır ki bu mevadd-ı münderice ile ıslahat değil ancak istiklal talebinde bulunuyorlar. Hükumet-i merkeziyye veyahud bi-ibaretin uhra Babıali’nin salahiyeti son derece tahdid edildiği gibi zat-ı Hazret-i Padişahi’ye de yalnız bir hakk-ı hakimiyyet-i mahdude ve cüz’iyye terk edilmek bir fark ve tefavüt bırakılmamaya yeltenilmiştir. Bugün eminim ki Suriyelilerin bütün bu metalibleri hükumet-i Osmaniyye tarafından is’af edilecek olursa ileride Suriye’nin Memalik-i Osmaniyye eczasından infikakine ve en ufak bir gürültü neticesinde bu mukaddes toprağın Fransa devletinin eline geçmesine yardım edilmiş olacaktır. Hükumet-i Osmaniyye gerek Suriyelilerin gerek bil-cümle Osmanlıların metalib-i meşrualarını kale almalı ve saadet-i ebediyyelerini teşkil edecek surette “tevsi’-i me’zuniyyet” usulünün o muhitlerde bi-hakkın tatbikına himmet etmelidir. Ta’mik neticesinde Suriye’de en münevver bir tabaka varsa hıristiyan unsuru olduğuna şübhe edilemez. Bu vatandaşlarımız Fransa Rusya Amerika ve sair Avrupa devletleriyle misyonerleri tarafından –vaktiyle bizim gaflet ve cehaletimizden Bunlar saika-i tabiatle daima ecnebileri muazzam ve muntazam görmekle alışıp hissiyatları buna mütemayil olmuştur. Suriye müslümanları ise kabil-i inkar değildir ki hıristiyanlar derecesinde müterakkı ve mütekamil bir halde bulunmadıklarından bit-tabi’ onlara karşı te’min-i hüvviyet ve mevcudiyyet edemeyeceklerdir. Daha şimdiden Fransa’nın nüfuz-ı maddi ve siyasisi pek mahsus bir surette tecelli eden bir yerde adem-i merkeziyyet usulünün tatbikinden sonra nüfuz-ı mezkurun hadd-i kusvayı bulamayacağını kim iddia edebilir? Mısır’daki İngiltere hükumetinin vaz’iyetini görüp orada anen fe-anen ta’kıb eylemekte oldukları siyaset ile Mısır ve Sudan’ı İngiltere müstemlekatına zamm ü ilhak fikrinde bulunduklarını açıktan açığa müşahede eden Suriyeliler acaba bu ana kadar ders-i ibret alamadılar mı?! Marakeş’in Fransa’ya İran’ın Rusya ve İngiltere pençelerine ne vesile ile iliştiğini gören Suriyeliler Suriye’nin cism-i devletten infikakine kail olurlar mı?! mevki’ ve nüfuz etmesine karşı Irak ahalisi seviye-i mahdude-i haliyyeleriyle birkaç gün sonra bu hale mani’ olabilecekler mi?! Hıtta-i Irakıyye’nin her tarafında münteşir bulunan kabail ve aşaire vesail-i müteaddide ile vaktiyle paralı parasız silah tevzi’ eden İngiltere ahiren Trablusgarb ahali ve kabailinin İtalya’ya karşı vuku’ bulan mukavemetlerinden endişe-nak olmuş ve o tarihden i’tibaren vaktiyle dağıttığı silahları para ile tekrar mubayaa ve istirdada kalkışmıştır ki İngiltere’nin bu hareketini açıktan açığa tetebbu’ ve müşahede edenlerce ta’kıb eylediği meslek-i na-hemvarın ne olduğu ahiren anlaşılmıştır. olunan bir başmakalenin mazmunu el-an müfekkiremde mahfuzdur. Makale muharriri –ki İngiltere siyasiyyununun başında sayılmazsa her halde idadındadır– diyor ki: “Hıtta-i Irakıyye ileride Hindistan’dan ziyade İngiltere için haiz-i ehemmiyyettir. “Mezopotamya–Irak” öyle müstesna ve giran-baha bir mücevhere benziyor ki huri kadar güzel tasavvur olunan İngiltere müstemlekatının kulağına küpe olmaya şayandır. İngiltere devleti her devletten evvel Irak’ta konsulato te’sis ederek buraya masarıf-ı fevkalade ihtiyarıyle me’murin-i siyasiyye ta’yin etmiştir. Bunca maddi ve ma’nevi fedakarlıktan sonra İngiltere devleti hıtta-i Irakıyye’deki nüfuzunun mahv u izalesi tasavvuruna karşı lakayd kalamayacaktır” Merhum Nazım Paşa zamanında bu makale Times’a geçmişti. Unutmamış olsam zannederim ki Nazım Paşa’nın azline sebebiyet veren en birinci avamil sırasında İngiltere sefirinin sık sık protestoları da dahil idi. Cemal Bey ise Nazım Paşa’nın isrine tamamıyle bu hususda nibe bir engel olmuştu. Bu sözlerden yegane maksadım bu ki; el-yevm hıtta-i mecmuasından ahali için bir faide terettüb etmez. Yalnız den tevsi’-i me’zuniyyet kavaidinin te’sisini istemekte Irak ahalisini ma’zur görüyorum. Evet; hıtta-i Irakıyye ahalisi beyninde bugün Mısır’da olduğu kadar bir tenevvür-i efkar bir mevcudiyet-i maddiyye ve ma’neviyye hüküm-ferma bulunsaydı ihtimal ki ileride kendilerini idare etmeye muktedir olurlardı. Yoksa halet-i hazıralarıyla iddiaları arasında büyük bir fark ve mübayenet olduğu kendi munsıflarının bile taht-ı i’tiraf ve tasdikındadır. Binaenaleyh Bağdad’da neşr olunan kasidler –ki bir nüshasını aynen gönderiyorum– beyannamelerin neşri hiç de münasib değildir. Bilakis ahali ile hükumet arasında ihtilaf husulüne yardım eder. Zavallı avamm-ı nası kendi efkar ve ağraz-ı şahsıyyelerine kurban etmek isteyenlerde azıcık vicdan olsaydı bu gibi şakşaka ve safsatalardan tebaud ederlerdi. el-Misbah –Bağdad’da intişar eden üsbui küçük bir gazetedir– gazetesinde okunduğuna göre Basra a’yan ve eşrafıyle Talib Bey’in konağında tecemmu’ edip hükumet-i mahalliyyeye göndermişler imiş. Bu havadisin sekam ve sıhhatine vakıf olmamakla beraber Basra ahali ve eşraf-ı mahalliyyesinin hüsn-i niyyetlerinden eminim. Seyyid Talib Beyefendi öteden beri vazaif-i mühimme-i resmiyyede bulunup sinin-i vefire esnasında fevkalade tecrübe görmüş dur-endiş bir zattır. Devlet ve millete mazarratı dokunacak ve ecnebilerin amalini tervic edecek bir şeyi elbette hükumet-i metbuasından taleb ettiği ve edeceği bir şey varsa her halde mantıkı ve meşru’dur. Müşarun-ileyh Basra’yı ve hatta bütün hıtta-i letten fekkettirecek adem-i merkeziyyeti taleb eylemediğine kanaatim vardır. Fakat ihtimal ki Bağdadlılar Talib Beyefendi hazretlerinin talebinde bulunduğu nesnenin mahiyetine künhüne layıkıyle vakıf olmayarak habbeyi kubbe göstermek Valisi ve Dördüncü Ordu Müfettişi Müşir Mehmed Zeki Paşa hazretleri şu yakınlarda her türlü su’-i tefehhümleri büsbütün ref’ ve izale etmek için Basra’ya kadar kısa bir seyahat vuzuhıyle taayyün eder ve me’mul ederim ki bu vesile ile Bağdad kahvehanelerinin peykelerinden mütehassıl olan ve kafa patlatmaktan başka bir faide bahş etmeyen laklakıyata da nihayet verilir. Suriye müfsidlerinden olup ötede beride serseriyane ve sefilane imrar-ı hayat eden Reşid Matran namında bir sefil ikide birde Ceziretü’l-Arab ahalisini istiklal talebinde bulunmak için teşvik ve terğıbi muhtevi beyannameler göndermek suretiyle herkesin fikrini zehirlemek istiyor ki bu sözlerin ukala-yı millet ve kavm üzerine zerre kadar bir te’siri haiz değildir. Bu makule beyannamelerden Bağdad’a da gönderilmiş ve merkumun hem-paları idadında bulunanlar tarafından da alkışlandığı söylenmektedir. Her ne esbaba mebni ise devlet ve milletimizin böyle buhranlı ve düşmanla pençeleştiği bir sırada Vali Zeki Paşa cebr ve şiddet siyasetini ta’kıb etmeyi münasib görmediğinden bu gibi işaat ve tervicatta bulunanların hadlerini tefhim eylemeyi vakt-i merhununa ta’lik eylemişler ise de maatteessüf bu nezaketten hisse almak istemeyen bazı arsızlar gittikçe mel’anetlerinde devam eylemektedirler. Bu fikirlerin bu sadaların merkezi menşe’i Mısır’dır. Gayat-ı şahsıyye ta’kıb edenlerin cümlesi orada toplanarak hafi bir komite teşkiline teşebbüs ederek her vesile ile bilad-ı Arabiyyeye beyannameler risaleler manzum ve mensur ve fakat heyecan-amiz bir takım kasideleri göndermekle iştigal eyliyorlar. Ahiran buraya bu gibi beyannamelerden birçok nüshalar gönderilmiştir ki her nasılsa birini bir ahbabımın nezdinde görüp son fıkralarını aynen istinsah ettim. Bu beyannameyi gönderenlerin maksadları Ceziretü’l-Arab’da büyük bir fesad ocağını iş’al ile sulh ve müsalemet içinde yaşamakta olan biçare ahali kabail ve aşairi fenalık ve ifsadata sevk etmektir. Bu sözlerini bazan gayet gizli ve imalı surette ara sıra da açıktan açığa meydana fırlatmışlardır. Git gide maazallah Türklerle Arablar arasındaki muhadenet ve meveddet ref’ ve zail olacağından günün birinde dehşetli ve gürültülü bir surette azim ve gayr-i müterakkab bir hadise-i ihtilaliyye kopacağından korkuyorum. Mezkur beyannameden başka bir de mevadd-ı müteaddideyi muhtevi olan küçük bir risalenin de Mısır’dan gönderildiğini muhibbim bana haber verip risaleyi de okutturdu. Risalenin mevzu’u nizamnameden başka bir şey değildir. Ancak bu nizamnamenin mevaddını ta’kıb ettiğim vakit ıslahat talebi için kaleme alınmayıp bilakis bir hükumet-i müstakıllenin teşkiline elzem olan mündericatı havi olduğunu anladım. Adresleri ise Kahire Posta Sandığı Numara olup kendileriyle muhabere etmek isteyenlerin ise buraya müracaat ve mektup yollamaları beyan edilmiştir. Risalenin kabına da ve bu mıştır. Beyannamenin kabında ise ki son fıkraları ber-vech-i atidir: Baladaki cümleleri dikkatle okuyanlarca artık Mısır’da teşekkül eden bu hafi cem’iyetin komitenin fikri layıkıyle anlaşılmıştır. Şimdilik bu cem’iyeti teşkil edenlerden bahs etmek doğru değildir. Çünkü eşhas ile şahsıyyata girişmek ceridemizin mesleğine muhaliftir. Bununla bu cem’iyet-i hafiyyeye mensub eşhasın Mısır’da Suriye’de ve hatta Irak’ta kimler olduklarını benim gibi herkes bilir. Evet işte bu vahi bahanelerle Ceziretü’l-Arab içinde ateş-i şikak u nifakı tutuşturmak arzusundadırlar. Kendilerine gelince ta Mısır’dan vakayi’-i ahvale seyirci ve nigeran kalmak nıyle böylece Arablık – Türklük mes’elesiyle uğraşıp koca Mısır Kıt’ası’nı baştan başa ihtilale çevirip en sonra İngilizlerin müdahaleleriyle İskenderiye şehrinin bombardımanına sebebiyet verdiler. Ahval kesb-i sükunet edince İngilizler A’rabi Paşa hem-palarını Seylan Adası’na nefy ve teb’id ettikten sonra toplarıyla askerlerini Kahire’nin en mürtefi’ bir noktası bulunan kaleye çıkardılar. Islahatı pek güzel bahane Hal-i hazırda değil ise atiyen Mısır ile Sudan’ı kendi müstemlekatına zamm u ilhak edeceğine şübhe yoktur. Bana kalırsa bütün bu gürültü ve patırtıların arkasında mutlaka bir ecnebi parmağı dönse gerektir. Zaten biz müslümanlar para ve cah düşkünü olduğumuz için değil memleketimizi dünyayı bile satmaya amadeyiz. Bunun aksi sabit oluncaya kadar ben bu fikrimde sebat edeceğim. Bağdad’da münteşir ez-Zühur gazetesi de benim müddeayatımı te’yid etmiştir ki bu fıkrayı muhtevi olan nüshasını idareye gönderiyorum. ÇİN’İN HAZIRLIĞI Son zamanlarda bu taraflarda ittihad-ı Şark fikri büyük muvaffakıyetlerle ilerliyor. Her nerede buna aid söz çıkarsa herkes onu büyük bir ehemmiyet ile dinliyor herkes onu kuvveden bir fiile isal için sarf-ı gayret ediyor herkes kendi arasında “Asya İttihadı” namında mahfi ve son derece de mühim bir programı muhtevi bir cem’iyet vücuda geldi. Tüccarlar ticari münasebat te’sisi için ricalarda bulunuyorlar muharririn mecmualara buna aid makalat-ı mühimmeyi neşr ediyorlar. Avrupa diplomatlarından mütenevvi’ zevatın evrak-ı mahfiyyesi neşr olunuyor. Hususan Çin Mes’elesi Moğolistan İhtilafı burada büyük bir ihtimam ile ta’kıb olunuyor. Rusya ve Çin beyninde harbin yakında başlayacağını bile söylüyorlar. İşittiğime göre Çin Talebeleri Cem’iyeti el-an on bir bin a’zası vardır tarafından burada bulunan Çinlilere bir intibahname tevzi’ olunarak cümlesinin vatanın emrine hazır bulunmalarını emr eylemiştir. Aynı zamanda Japon ümera-yı askeriyyesinden pek çokları harbin başlanmasıyla oraya hareket etmeye söz vermişlerdir. Zaten şimdi de Çin ordusunda kadar muhtelif sınıflara mensub ümera-yı askeriyye istihdam olunmaktadır. Bunlar kendi arzuları ile oralara kadar sefer etmişlerdir. Bunların cümlesi Rus–Japon Harbi’ne iştirak etmiş orada da büyük Aynı zamanda “Asyagıkay” Cem’iyeti bu son vakitlerde büyük büyük işler görüyor. Japonları intibaha da’vet emrinde adeta büyük fedakarlıklar gösteriyor. Türlü perdeler altından dehşetli propagandacılık ediyorlar. El-hasıl bizim lileri dehşetli uyandırmıştır. Çinliler artık; “Biz sizi kurtaracağız” diyorlar. Bundan iki sene evvel Şark’ın meşruti ikinci imparatorluğu biz iken o zaman ihtilal inkılab kanlarına boğulmuş bi-derman gördüğümüz Çin bugün bizi kurtaracağından bahs ederse halimize acınır. Görünüz işte bu Çinliler neler yapıyorlar. Biz mukaddemat-ı hukuk-ı tabiiyyeyi bile anlamadan cildlerle kanunlar yazıp tercümeler edip odamız içinde tanzim-i alem ile zihin yorarken onlar fi’liyyat ile bizi geçip gidiyorlar. Tuhaftır ki bizde her kabine riyaset-i umura geldikçe bir sürü kanun layihaları hazırlar onların fi’liyyata çıkmasından evvel kendisini gaib eder. Diğer kabine de hakeza. Bu vechile memlekette kanun çok lakin hiç biri ile iş görülemiyor. Zannederim biz de artık Çinlilerden ibret alırız. Koca milyonluk yeni cumhuriyetin şayan-ı imtisal şeylerini görmeliyiz. Şimdiki Çin Cumhuriyeti’nin kanunları son derece vazıh ve muhtasardır. Ekserisi eski Çin kanunlarından ibarettir. Kanunculuk Japonya’da da gayet muhtasar ve iyidir. Muhakemat ekseriyetle adat ve ahkam-ı tabiiyyeye istinaden icra olunur. Hükkamın hukuk-şinaslığını değil hak-şinaslığını nazar-ı Bizde de biraz şu usulü kabul etseler biraz eski kanunların meydanda mevcud desatirin de tatbik edilmesine gayret etseler zannederim daha fi’li ve daha müsmir iş görmüş olurlardı. Sadedimden harice çıkıyorum… Vatandaş ve dindaşlarıma bu son günlerde bura matbuatında Çin ahvali hakkında gördüğüm bazı şeyleri nakl etmek isterim: Artık Çin–Rus harbi her gün beklenilecek bir hale geldi. Çinlilerin harbe hazırlanmaları artık herkesin gözü önündedir. Bu harb iki devletin harbi olmayıp Rusya ile Vasati Asya milletlerinin harbi haline girmesi ihtimaldir. Çünkü Çin vaizleri yalnız Çin şehir ve köylerini dolaşıp va’z etmekle iktifa etmiyorlar; milel-i sairenin ekseriyetle bulunduğu vilayetlerde de ızhar-ı mevcudiyyet ediyorlar; onları da Çinliler ile müttehiden istibdad altından kurtulmaya esaretin menhus tırnaklarını kırmaya da’vet ediyorlar. Vaizlerin bu tarz va’zları her ne kadar Rusya Moğolistan’ı taht-ı himayesine aldığından beri devam ediyorduysa da şimdi had bir şekil kesb etmiştir. Çinliler galib geleceklerine şimdiden emin bulunuyorlar. Evvela Rusya’nın Aksa-yı Şark’da hazırlıksız bulunmasından saniyen Balkan mesail-i cariyyesinin gidişinden salisen Rus ahrarının hazırlıklarından rabian Rus mevaki’-i müstahkemesini Ruslardan daha a’la tanıdıklarından Rusya’nın bu def’a Japonlara mağlub olduğundan daha fena bir surette mağlubiyete duçar olacağını ümid ediyorlar. Rus malı her tarafta boykot olunuyor. Rusya ve Çin arasında mevcud çay ve tütün gibi en büyük ticaretler hep sekteye uğramıştır. Amele ve tüccar galeyandadır. Memleketeyn hududundaki şehirlerin ticareti artık tezelzül içindedir. Bilad-ı mezkurede herkes Japonya’nın Çin’le müttefikan hareket edeceğini zannediyorlar. Rusların her nevi’ nevakısından istifade etmek harekat ile teşvik olunmakta hükumet ve fırkaların cümlesi müttefikan milleti ikaza sarf-ı gayret etmektedirler. Bütün Çin şimdi elektrikli bir zil gibidir. Bütün Çin’i harekete getirmek dan adi hammallara kadar cümlesi harb türküsü çağırıyor. Çin’in her tarafı harbi faaliyettedir. Şehirlerde köylerde sabahdan akşama kadar gönüllü alayların boru sesleri tüfenk ta’limleri işitilmektedir. Küçük köylere varıncaya kadar her yerde harb kulüpleri namında millete harekat-ı harbiyyeyi ta’lim için kulüpler jimnastik cem’iyetleri te’sis olunmuştur. Mezkur kulüp ve cem’iyetlerin hedefi harb için milis askeri harbi ta’mim etmek istikbalde Almanya gibi harbi tanır ve bilir bir nesil yetiştirmektedir. Haberlere göre şimdi Şimali Mançurya’da yüz bin neferden mürekkeb bir ordu hükumetin her emrine amade bir haldedir. Bu kadar da gönüllü neferatı yine Mançurya’da bulunmaktadır. Mezkur gönüllü harekette şöyle bir şarkı teganni ettiklerini söylüyorlar: “Al kılıcı eline; yürü ecnebi gasıbların üzerine. Mahv et şeyatin-i mel’uneyi; işte o zaman vatanının eski şa’şaasını yeniden görebilirsin” Bu satırları burada İngilizce münteşir Japan Advertiser gazetesinin Mart tarihli adedinde münteşir başmakalesinden da yüklendikten sonra bir de utanmadan kızarmadan Arnavudluk tahtına namzedliklerini bile i’lan ediyorlar. Sabık Selanik Kumandanı Tahsin Paşa ve saire El-hasıl böyle acıları böyle ibret-amiz şeyleri gördükçe gözümün yaşı kuruyor. Hele İstanbul’dan aldığım ve gençlerimizin halini musavvir mektuplar bütün bütün beni üzüyor. Ben zannediyordum ki şimdi çekmekte olduğumuz felaketler bizi uyandırır; halbuki maatteessüf bizim adam olacağımız yok!.. Tokyo Sulha muntazırız. Bulgarların artık hiçbir taraftan hücum etmeyeceklerini Tanin gazetesi istitlaat-ı mahsusasına istinaden te’min ve birkaç güne kadar mütareke akd olunacağını da ümid ediyor. Zaten biz müslümanlar sulh-perveriz; Düvel-i Müttefika gibi harb-cu asayiş-i cihanı kalardaki kırk elli milyon liramızı alır İslam ve Hilafet için feda ederiz. Birkaç gün içinde eli silah tutar güçlü kuvvetli yüz binlerce asker toplanır; bütün cihanı dehşet içinde bırakabiliriz. Fakat biz sulh-perveriz asayiş-i cihanı ihlal etmeyiz. Bu kadar sulh-perver bir millet elbet Avrupa düvel-i muazzama-i nasarasının teveccüh ve sıyanetine mazhar olacaktır! Onun için sulhun akdini kemal-i itmi’nan ile ümid edebiliriz. Yalnız istediğimiz “şerefli bir sulh”dur! Sulh-perverlikte bu kadar fedakarlığımıza karşı Avrupa bunu nazar-ı dikkate almaz mı? Elbet almağa mecburdur!.. Tanin’in istihbarına göre me’muriyetlerinde askerinin duhullerinden beş gün sonra Prens Kostantin ile maiyyetindeki ümerayı şehrin namazgah cami’ine da’vet etmişler [ ] cami’i Yunan bayraklarıyla tezyin etmişler ve Prens Kostantin’e cami’in mahfeli yanında bir mevki’ tahsis ederek orada Yunan asakirinin nusret ve muzafferiyeti ve Yunan kralının afiyeti için dua etmişlerdir. Bu zevat rast geldikleri müslümanları da bu merasime da’vet etmişlerdir. Prens Kostantin kendisine edilen bu tabasbusa rağmen teşekkür makamında hiçbir söz sarf etmemiş ve hitam-ı merasimde çekilip gitmiştir. Ya Rabbi! Bu haller nedir? İslamiyet bitiyor mu? Yoksa tasfiye mi ediyorsun? Ya Rabbi; yeryüzünde adedimiz üç dört yüz milyon olmasın üç dört yüz kişi olsun; yalnız kalblerinde nur-ı iman muhabbet-i İslam bulunsun. Bütün İslamla beraber Edirne’nin can çekiştiği manda Edirne’nin ferda-yı sukutunda Kahire’de mutantan muhteşem bir düğün icra olundu. Hidiv-i Mısır hazretlerinin kerimeleriyle Sadr-ı esbak A’yan Reisi Ferid Paşa hazretlerinin mahdumları Celaleddin Paşa’nın on yedi bin altın mehr-i müeccel ve üç bin altın mehr-i muaccel ile merasim-i riyye ile a’yan reisi için düğünün azamet ve tantanası nisbetinde ebedi bir şeyn olacak bu muhteşem izdivac merasimi hakkında Kahire gazetelerinde görülen ber-vech-i ati tafsilat müslümanların nazar-ı intibahına tarihin sine-i ibretine tevdi’ olunur: “Merasim-i izdivaciyye Mart’ın’üncü günü Kahire’de bas Hilmi Paşa nazırlar aile-i hidiviye mensub prensler ve Saray-ı Hidivi erkanı hazır olduğu halde Mısır kadısı efendi tarafından bizzat tanzim edilmiş ve merasimin hitamında civar kalelerden yirmi bir pare top endaht olunmuştur. Müteakıben Hidiv nezdindeki zevat ile beraber Kubbe Sarayı’ndan mufarakatle Abidin Sarayı’na azimet etmiş orada zifaf alayının vüruduna muntazır olmuştur. Zifaf alayı mukavelenin hareket etmiştir. Gerek Kahire ahalisinden bir çoğu ve gerek hınc denilecek surette bir kalabalık teşkil etmekte idi. Güzergahın bütün nikatında asker bir vaz’-ı ihtiram almıştı. Birçok yerlerde musika terennüm-saz oluyordu. Gelini hamil olan araba ser-a-pa altın yaldızlar içine müstağrak olup altı cins Fransız kadanası tarafından cerr olunmakta idi. Arabanın nında valideleri ve hemşireleri Prenses Fethiye ve Lütfiye Hanımlar ahz-ı mevki’ etmişlerdi. İkişer atlı diğer üç müzeyyen saray arabasıyla beş landoda damadın hemşireleriyle Saray-ı Hıdivi’ye mensub nisvan bulunuyordu. Gelin alayı kemal-i debdebe ve tantana ile nihayet Abidini Meydanı’na vasıl olmuştur. Meydan mükemmelen tezyin olunmuştu. Gelin arabasının vürudunu müteakıb asker selam vaz’iyeti almış muzika terennüme başlamış ve arabalar sarayın büyük kapısından içeriye dahil olmuştur. Geceleyin yapılan tenevvürat pek parlak olmuş ve bir cemm-i gafir tarafından temaşa edilmiştir. Saray-ı Hıdivi’nin bütün cebhesi bazı hutut-ı mi’mariyye teşkil etmek üzere tertib edilen elektrik lambalarıyla münevver idi. Abidin Meydanı’nın müntehasında Hidiv’in isminin ilk harfleri elektrik ziyasıyla tersim edilmiş ve bunların etrafına binlerce elektrik lambasından mürekkeb dil-firib tezyinat ilave olunmuştu.” Ahiren Kafkasya vali-i umumisinin hastalanması bunun üzerine Tiflis büsatıyla Şah Abbas Mescidi’nde müfti şeyhülislam hazır bulundukları halde Moskof vali-i umumisi cenablarının iade-i sıhhatleri hakkında dualar tilavet edilmiş ve bu husus vali-i umumiye iblağ edilmiştir. Vali de bütün müslümanlara samimi teşekküratını ızhar eylediğini telgrafla tebliğ eylemiştir. Moskof valisi artık hiç merak etmesin. Madem ki kendisinin iade-i sıhhati hakkında müftinin şeyhülislamın mazbata-i duaiyyesi huzur-ı ilahiye takdim olunmuştur; “mucebince” iradesi çıkacağı tabiidir! – el-Ehram gazetesinde mutalaa olunduğuna göre Yemen’de Seyyid ninde cari muharebata nihayet verilmiştir. Musalaha Cizan kasabasında İmam Yahya ile Seyyid İdris’in murahhasları tarafından vaki’ olan müzakere neticesinde akd olunmuş ve üç maddeden ibaret şeraitı her iki tarafça kabul edilmiştir. Şerait-ı mezkure ber-vech-i atidir: – Seyyid İdris’in “Ezd” “Meşiret? “Nazir” “Alkam” ve “Gafir” kabailini İmam Yahya’ya terk etmesi; – Seyyid İdris’in “Eflah” ve “Hamnisin” kıt’aları’ndan külliyyen feragat eylemesi; –Seyyid derhal tardını taahhüd eylemesidir. Seyyid İdris ile mülakat etmek üzere San’a’dan hareket eden Vali-i Vilayet Mahmud Nedim Bey Turua’ya? muvasalet ederek önlerinde musika bandosu bulunduğu halde asakir-i Osmaniyye tarafından istikbal olunmuş ve oradan Asir’e müteveccihen hareket eylemiştir. Petersburg’da münteşir Müslüman gazetesinin Kalküta muhabir-i mahsusunun iş’arına göre; son günlerde Kalküta’da Hind müslümanlarının akd eyledikleri büyük bir ictima’da hükumet-i Osmaniyyenin mahvına kadar yürümek isteyen Balkan müttefiklerinin talebleri aleyhinde şiddetli nutuklar irad olunarak protestolar yapılmıştır. Hindistan’ın muhtelif mevaki’inde vaki’ olan ictima’lara Devletü’l-Hilafe’nin hal-i hazırına karşı indirilmekte olan darbenin bütün müslümanlar üzerinde icra-yı te’sir edeceği cihetle bil-cümle Alem-i İslam’ın buna karşı müttehiden mukavemet eylemeleri hakkında şedid ve müheyyic nutuklar irad edilmiştir. Orenburg’da münteşir Vakit gazetesinde okunmuştur: “Hindistan müslümanlarının me’mul edildiği gibi büyük bir na-hoşnudi ile karşılanmıştır. Hind müslümanları Hindistan için muhtariyet-i idare talebine başlamışlardır. Balkan hadiseleri münasebetiyle İngiltere’nin bilakis ta’kıbde musır davranması İngiltere’yi mehlekeye doğru götürmüştür. Hind müslümanları taleb etmekte oldukları muhtariyet-i idareyi te’min etmek için her suretle teşebbüsatta bulunacaklardır.” Tercümesi “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ___________ Olmaz ya... Tabi’i... Biri insan biri hayvan! Öyleyse cehalet denilen yüz karasından Kurtulmaya azmetmeli baştan başa millet. Kafi mi değil yoksa bu son ders-i felaket! Son ders-i felaket neye mal oldu? Düşünsen: Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden! Son ders-i felaket ne demektir? Şu demektir: Gelmezse eğer kendine millet gidecektir! Zira yeni bir sadmeye artık dayanılmaz; Zira bu sefer uyku ölümdür: Uyanılmaz! Coşkun koca bir sel gibi daim beşeriyyet Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet. Dağlar uçurumlar ona yol vermemek ister... Lakin o ne yüksek ne de alçak demez örter! Akvam o büyük nehre katılmış birer ırmak... Elbet katılır... Hangisi ister geri kalmak? Bizler ki bu müdhiş bu muazzam cereyanla Uğraşmadayız... Bak ne kadar çılgınız anla! Uğraş bakalım yoksa işin hey gidi şaşkın! Kurşun gibi sür’atli denizler gibi taşkın Bir çağlayanın menba’-ı dehhaşına doğru Tırmanmaya benzer yüzerek! Başka değil bu. Ey katre-i avare bu cuşun bu huruşun Ahengine uymazsan emin ol boğulursun! Yıllarca asırlarca süren uykudan artık Silkin de: Muhitindeki zulmetleri hep yık! Bir baksan a: Gökler uyanık yer uyanıktır; Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır! Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet... Ey devr-i cehalet sana düşmekle bu millet Bir hale getirdin ki: Ne din kaldı ne namus! Ey sine-i İslam’a çöken kapkara kabus Ey hasm-ı hakıkı seni öldürmeli evvel: Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el! Ey millet uyan! Cehline kurban gidiyorsun! Allah’tan utan: Bari bırak dini elinden... Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen! Lakin ne demek bizleri Allah ile iskat? Allah’tan utanmak da olur ilm ile... Heyhat!! ___________ “ Allah’ın kullaSEBILÜRREŞAD MU’TEZILIN Rüesa-yı Mu’tezile arasında iştihar eden eazımdan birisi de Amr bin Bahr el-Cahız nam zattır. Cahız fesahat ve belağatte mümtaz hikmet ve felsefede mütebahhir bir zat olduğundan sihr-i beyanıyla her ruhu teshir edecek bir iktidar ve meziyeti ha’iz idi. Hulefa-i Abbasiyye’den Mu’tasım ve Mütevekkil zamanlarında Basra’da iştihar eden fudala miyanında Cahız bir sima-yı hususiyyete mazhar olmuştu. Ekabir-i ulema-i Mu’tezile’den Nazzam’ın hizmetinde perverişyab olduğu cihetle mezheb-i İ’tizal’i ondan ta’allüm eylemişti. Cahız’ın birçok müellefatı olduğu mervidir. Kitabü’l-Emsar ünvanlı eseriyle Kitabü’l-Hayavan namındaki eserleri meşhurdur. Cahız’ın kitaplarından bazıları Avrupa lisanlarına nakil ve tercüme edilmiştir. Kitabü’l-Hayava n’ın bir nüshası Almanya’nın Hamburg şehri kütübhanesinde mahfuz olduğu gibi bir nüshası da İspanya’nın İskoryal Kütübhanesinde mevcuddur. Van Vloten tarihinde Cahız’ın Kitabü’l-Beyan ve’t-Tebyi n ünvanlı bir eserini Leid’de tab’ ve neşr eylemiştir. Cahız bütün manasıyla bir ansiklopedist cami’u’l-ma’arif addolunabilir. Her şeyden her ilimden az çok bahsetmiştir: Edebiyat ilm-i beyan felsefe ilm-i kelam coğrafya ve tarih-i tabii gibi fünuna dair birçok asar ve resail te’lif eylemiştir. Müellefatında zamanının hayat-ı edebi hayat-ı dini ve hayat-ı ictima’isine dair pek esaslı ma’lumat vermiştir. Müşarun-ileyhin edebiyattaki vukuf ve melekesi sezavar-ı takdirdir. Manzumelerinde fikr-i hikmetle meşbu’ bir selaset-i beyan bir cezalet-i ifade görülüyor. Şu parça Cahız’a Müverrih-i şehir Mes’udi Cahız’dan bir lisan-ı sitayişle bahs ederek diyor ki: Zamanındaki fudala-yı mü’ellifin arasında Cahız ka’bında diğer bir zat görülemiyor. Mü’ellefatı kariin ruhunu tenşit fikrini teshir edecek bir selamet ve nezaheti cami’dir. Asar-ı Cahız mü’ellifine ebedi bir nam kazandıracak bir deha-yı san’atkarane ile tahrir ve uslub-i edebiyyenin en bedi’ hututuyla tezyin edilmişlerdir. Cahız asrında görülen nühüf[t]e-i fikriyye üzerinde pek derin ve şayan-ı dikkat te’sirat bırakmıştır. Kendi zamanında ve müteakib asırlarda birçok mü’ellifin Cahız’ın asar ve efkarının tenkıd ve teşrihiyle uğraşmışlardır. Bunların tedkıkatından istihrac olunabilen netayice nazaran Cahız’ın oldukça nafiz ve rakık bir fikre müdakkık ve şamil bir nazara malik olduğuna hükmedilebilir. Cahız’ın sair erbab-ı İ’tizal’den ayrılmış olduğu başlıca nikat şu sözlerden istihrac olunabilir: Cahız diyor ki: “İlmin kaffesi zaruridir. Hiçbiri ef’al-i ibaddan ma’dud olamaz. İlim bir lüzum-ı tabiiden tevellüd eder. Bizim hiç birimizde irade yokdur. Bizim fi’ilimizi irade etmemiz adem-i sehvden yani o fi’ilimize alim ve gayr-ı sahi olmamızdan ibarettir. Gayrın fi’ilini irade etmemiz ise nefsin ona meyelanı demekdir. asliyyelerinden nebe’an eden bir takım temayülata malikdirler ecsamın tabayi’-i muhtelife ve asar-ı mahsusası vardır. Cevherin in’idam ve fena-yab olması mümteni’dir. Mütebeddil olan ancak a’razdır. Halbuki cevahir hali üzere bakı olup asla fena-yab olmazlar.” Cahız’ın şu sözleri iyice tahlil edilirse felasife-i meşhureden Laypniç’in Leibniu Monad Monade usul-i felsefiyyesine yani kaffe-i mevcudatın terkibinde fa’al ve gayr-ı fani bir cevher-i basit dahil olduğu hakkındaki nazariyeye pek ziyade karib olduğu anlaşılır. Cahız ehl-i nar hakkında ortaya pek garib bir akıde atarak demiştir ki: “Ehl-i nar ebediyyen cehennemde mu’azzeb olmazlar. Belki tabi’at-ı nara münkalib olurlar. Ateş ehlini kendisine cezb eder. Yoksa ehl-i narı Cenab-ı Hak cehenneme felasife-i tabi’iyyeye pek yakındır. Cahız kemal-i galebe ve şöhretle mezahib-i İ’tizal’i ta’lim ettiği asırda Cahız Hicret’in ’nci senesinde irtihal etmiştir el-Kindi de felsefe-i İslamiyye esaslarını atmakla uğraşıyordu. Yine bu asırda Bağdad’da uzama-yı Mu’tezile’den Ebi’l-Hüseyin bin Ebi Ömer ve el-Hayyat’ın da pek ziyade yeti haiz enfüsi subjectif bir nazariye te’sisine çalışmıştır. Ebu’l-Hüseyin demiştir ki: “Ma’duma hal-i ademinde –sabit ve mütakarrir ma’nasına olarak- şey’ ıtlak olunabilir. Zevat-ı ma’dume-i sabite hal-i ademlerinde sıfat-ı ecnas ile muttasıfdırlar. Binaenaleyh cevher ve araza hal-i ademlerinde cevher ve araz ıtlak olunabilir. “Vücud” şey’e zaid bir vasıf olduğundan zulmet ademde bile zulmettir demek caiz olur.” Cahız irade-i Bari hakkında şu fikirde bulunmuştur: “İrade-i Cenab-ı Hakk’ın gayr-ı mükrih ve gayr-ı karih olmasıdır. Cenab-ı Hakk’ın kendi ef’alinde iradesi onları ber-vefk-ı murad halk etmesidir. Ef’al-i ibad hakkında iradesi ise onlar Sıfat-ı ilahiyyeye dair Cahız mütala’a-i atiyyeyi serd etmiştir: “Cenab-ı Hakk’ın semi’ ve basir olması sem’ ve basarın müte’allaklarına yani mesmu’at ve mubassarata alim olması demek olup kendisinde sem’ ve basar sıfatları bulunur demek değildir.” Cahız “Hayır ve şer’; kaffe-i ef’al; mahluk-ı beşerdir” hükmüyle insanın kendi ef’alinin halikı bulunduğu i’tikadında olduğunu anlatmıştır. Cahız’ın Kitabü’l-Hayavan’ı garaib ve nevadir ile malamaldir. Müşarun-ileyh fezail-i irfan ile mütehalli meşahir-i üdeba ve ulemadan olmakla beraber gayet çirkin ve kerihü’l-manzar de lokma göz olmasıdır. Çirkinliği münasebetiyle hakkında garib fekaheler rivayet ediliyor. Tabakatü’l-Etibba’da Yuhanna bin Masiveyh’in tercüme-i halinde şu satırlar görülüyor: Cahız Tabib Yuhanna ile beraber bir gün vüzeradan birisinin maidesine da’vet olunurlar. Esna-yı taamda sofraya balıkla süt getirilir. Tabib bunları birbiri arkasına yemekden tevakkı eder. Cahız der ki: “Balığın tab’ı sütün tab’ına ya muzad veya muvafıkdır. Muzad ise deva olması mukarrerdir. Muvafıksa farz ederiz ki yediğimiz bir nevi’ gıda imiş o halde ne mazarrat terettüb eder?” Tabib Cahız’a hitaben: “Ben seninle mantıkda cedel yürütmeye muktedir değilim. Benim tıbbım bunları birbiri arkasında yemekden men’ ediyor. Binaenaleyh yiyemeyeceğim.” Cahız ise mantığına tebe’an balıkla sütü ekl etmiş. Ertesi sabah Cahız’a felc gelmiş! Zavallı ahir-i ömrüne kadar “Bu felc kıyas-ı fasidimizin bir neticesidir” diye izhar-ı telehhüf edermiş. Cahız son zamanlarında felcle beraber mesane hastalığına da uğramıştı. Ziyaret edenlere karşı ekseriya şu kıt’ayı Şu kıt’a da Cahız’ındır: Mezheb-i İ’tizal Basra’da iki ma’ruf sima ile bir seciye-i mahsusa iktisab etmiştir. Bu iki zattan biri Hicret’in’ncü senesinde vefat eden Muhammed bin Abdülvehhab el-Cübba’i diğeri de bunun oğlu ve şakirdi Ebu Haşim Abdüsselam’dır. Ayrı ayrı birer fırka müessisleri olan Cübba’i ile mahdumu arasında sıfat-ı ilahiyyeye dair zuhur eden münakaşat gayetle dakık mübahasata yol açmıştır. Mezheb-i İ’tizal’in en ma’ruf erkanından olan Ebu’l-Hüzeyl; “Allah bir ilimle alimdir ki o ilim kendi zatıdır” diyerek sıfat-ı ilahiyyenin zatının aynı olduğunu anlatmak istemişti. Halbuki Ebu Haşim bu mütala’ayı biraz vahi bularak sıfat-ı ilahiyyeyi zatının halat-ı muhtelifesi gibi telakkı etmekdedir. Fakat Ebu Haşim’e göre bu halat yani sıfat kendi kendilerine ne mevcuddur ne de ma’lumdur. Bunlar ancak zat-ı Bari ile beraber mevcud ve ma’lum olabilirler. Şu halde Ebu Haşim nazarında sıfatın zat-ı Bari’yi bilen için bir vücud-ı enfüsiye sübjectif malik bir nevi’ halattan ibaret olmaları demiştir ki: “Cenab-ı Hak ne sıfat-ı ilmin icabıyla ve ne de alimiyeti iktiza eden bir haletle değil mücerred zatıyla alimdir. Cenab-ı Hakk’ın semi’ ve basir olmasının ma’nası zat-ı Bari Hayy’dir kendisinde afet yokdur demekdir.” Cübba’i’yi fırak-ı Mu’tezile’den temayüz ettiren başlıca mesail ber-vech-i atidir: Hak bu irade-i hadise ile müriddir ve onunla mevsufdur. hallede olmayan bir fena ile fani olur. mütekellimdir ki onu cisimde halk eder. O kelamın mütekellimi onu fa’il ve halik olandır sıfat-ı kelam kendiyle kaim olan ve kendiye hulul eyleyen değildir. siz vefat ederse muhalled fi’n-nar olur. yi’e ve istihzar etmek yani mükellefe lütuf ve ona eslah olan şey’e ri’ayet etmek Cenab-ı Hakk’a [v]acibdir. Evvelce arz edilmiş olduğu üzere Cübba’i’nin telamizinden Eş’ari hazretlerinin üstazına muhalefetle mezheb-i ehl-i sünneti i’laya kıyamı zamanına kadar erbab-ı İ’tizal meydan-ı mücadeleyi boş bulmuş ve istedikleri gibi atıp tutmuşlardı. Din-i ilahi birdir. Onda teferruk ve ihtilaf asla caiz değildir. Çünkü din beşeriyeti mes’ud kılmak için vaz’ olunmuştur. Sa’adet ise ancak ictima’da vahdettedir. Tefrikda dağılmakda değildir. Her kim insanın manasını anlar kainattaki tasarrufunu müşahede ederse yakınen bilir ki insan münferid muhtelif değil belki müctemi’ mü’telif bir surette yaşamak ma’işet-i insaniyyesini o yolda te’min etmek meşhurunun manası da ancak budur. Demek ki kavanin-i tabi’iyyenin icabatı olarak beşeriyetin sa’adet ve selameti muktezasına muhalif olarak gelse idi o zaman sa’adet değil şakavet ni’met değil mihnet olurdu. Pekala! Şimdi din-i cahil tasavvur olunur mu? Beşeriyetin birinci derecedeki ictima’ı aile ictima’ından bunların evladlarından teşekkül etmiştir. Hazret-i Adem hiç şübhe yok ki bir nebi-i zi-şan idi. Bu cihetle bu ufak cem’iyeti ahkam-ı diniyyeyi Cenab-ı Hak’dan telakkı ve onları idare ediyordu. Hazret-i Adem’in evladlarından bazısı ise fısk u fücura meyl ile pederinin göstermiş olduğu doğru yoldan saparak kardeşini öldürdü. Bunun neticesi olarak bit-tabi’ cem’iyette olan vahdet de bozuldu. İşte o vak’a üzerinedir ki dine muhalefet dinin gösterdiği tarik-ı vahdetten inhiraf etmek Bundan sonra beşeriyette ictima’ın dairesi gitgide tevessü’ ederek şu’beler kabileler kavimler mi[lle]tler haline geldi. Bit-tabi’ her kavme Cenab-ı Hak nebiler gönderiyor onlar da kabilelerine emr-i ilahi olan tevhidi ta’lim nizam-ı ediyorlardı: Tarik-ı sa’adet olmak üzere Cenab-ı Hakk’ın kullarına beyan edip gösterdiği dinde ehl-i dinin ihtilaf ve tefrikaya düşerek mezahib-i müte’addideye ayrılmaları bu suretle her mezheb erbabı mezheb-i ahara ittiba’ etmeyi küfür ve dalalet sayarak –velev ki te’vil ve tahrif ile olsun– kendi mezheblerine nusret onu tervice çalışmaları da bütün edyanın afeti sebeb-i za’afı olmuştur. Çünkü bu gibi haller erbab-ı dini şakavete hizy ve hüsrana sevk ederek dinin izmihlali bi’l-külliyye faidesinin gitmesiyle nihayet buluyordu. Vakta ki –kanun-ı irtika muktezasınca– nev’-i insanı bütün zısıyla ittisal ve münasebet peyda etmesine kesb-i isti’dad eyledi o zaman Cenab-ı Hak bu kitle-i azimenin nizam ve ahkamı havi olan din-i ahiri; din-i İslamı –lütf-i ilahi olarak– bahşetti. Din-i İslam’ın yegane maksadı beşeriyetin sa’adet ve selameti kendisinde mündemic olan tevhid idi. Bunun içindir ki İslam’ın kitabı olan Kur’an insanları dinde –ümem-i salifenin cem’iyetlerini mahv u perişan ederek onları sonra gelenlere mesel ve ibret kılan– ihtilaf ve tefrikaya düşmekden pek şiddetli bir surette nehy ediyordu. Bu makalenin baş tarafındaki ayet-i kerimeye elbette dikkat edilmiştir. Görülüyor ki enbiyaların cümlesinin lisanıyla gönderilen din-i kerime pek kat’i bir surette tasrih etmekdedir. Evet sarahat-ı Kur’an iyye’den anlaşılıyor ki; dinin usulünde menafi’-i şahsiyye mu’amelatın da mihver-i mesalih-i umumiyye üzerine deveran etmesi hususundaki kava’id-i umumiyyesinde ihtilaf ve tefrikaya düşmek asla caiz değildir. Ama nazm-ı celiline gelince: Bu vakı’ı beyan içindir. Hem bu ezmine ve emkine i’tibarıyle tegayyür eden mesalih ve menafi’in ihtilafıyla muhtelif olan füru’-ı ahkama mahsusdur. Belki bu gibi ahkam zaman ve mekanın tegayyürü menafi’ ve mesalihin ihtilafı gibi esbab bulunduğu zaman şeri’at-i vahidede bile tegayyür eder. şeyleri tahkim etmek şeri’at-i İslamiyyenin usulünden olmuştur. Binaenaleyh bu gibi füru’attaki şeyler ihtilaf ve tefrikadan ma’dud değildir. Çünkü bu surette arazda olan bir tagayyürdür yoksa hakıkat ve cevherde değildir. Evet suret ber-tağayyür olsa da hakıkat ve manada celb-i menfa’at def’-i mazarrat üzerine ittifak vardır ki: Zaten dinin ruhu da budur. Bununla muhabbet ziyadeleşir ülfet tenemmüv eder ehl-i din şiya’-i muhtelifeden kurtularak cism-i vahid olur. Cenab-ı Hakk’ın insanları nehy etmiş olduğu şey teferruk-ı hakıkıdir. O teferruk-i hakıkı ki; bir dine mensub olan insanları muhtelif fırkalara ayırarak nefislerinde yek-diğerlerine karşı buğz u adavet hisleri uyandırır onlar da bu hissin neticesi olarak yek-diğerini tel’ine mukateleye kadar varırlar sonra da bu amelleriyle dine nusret ediyoruz zu’munda bulunurlar. Bilmezler ki din-i ilahi bunların hepsinden beridir. Kur’an bu teferruku o kadar zemm ü takbih eyledi ki hakkında ... nass-ı ezelisi varid oldu. Hem bu babda başka delile ne hacet! Cenab-ı Hakk’ın bu gibi teferruka düşenlerden her hususda nebiyy-i zi-şanını tebri’e etmesi bunların dinden rıza-yı Bari’den ne kadar uzak olduklarına en vazıh bir delil değil mi: Hulefa-yı Raşidin ulema-yı sahabe e’imme-i selefin ekabiri rabıta-i diniyyeyi hilaf ve şikak ile çözülüp dağılmakdan şiddetle muhafaza vahdet-i İslamiyyenin temezhüb ile Bunun içindir ki; bir bid’at zuhur ettiğini gördükleri gibi onu hemen dibinden keserler fitne uyandıracak bir şey sivrilip çıkınca kökünden kal’ ederlerdi. E’imme-i kiram hazeratı da müteşabihattan te’vil-i Kur’an’dan sual eden kimselere daima kelam-i galiz ile zecr ve meşakkatin bürkanı olan hilafet fitneleri ile İslamiyet’in başına birçok musibet geldi. Hulefa ve ulemanın müluk ve ümeranın belaları her tarafa ta’ammüm etti. Müslümanlar mezahib-i muhtelifeye inkısam ederek nass-ı celilinin te’vili onlarda zuhur etti. Bunlardan bazıları o kadar ileri gittiler ki müşrikin-i saireden ziyade dinden ahkam-ı Kur’an iyyeden uzaklaştılar. Bu cihetle aralarında naire-i harb alevlenerek kanlarını emmek bünyan-ı mevcudiyetlerini hedm etmek şevket ve sultanlarını za’if düşürmek isteyen düşmanlarına kendileri mu’in ve zahir oldular kendi elleriyle felaketlerini hazırladılar. Bu babda misal olarak iki fırka-i azime –Ehl-i Sünnet ile Şi’a– yı tahsis bi’z-zikr ediyorum. Kendisinde gayret-i İslamiyye olan dinin hakıkatini arif bulunan her hangi bir ferd bu iki fırkanın tarihini nazar-ı mütala’adan geçirdikçe kalbi parça parça olmamak gözlerinden kan ile karışık su akmamak kabil midir? Çünkü aralarında hilafa sebeb olan şey vakti geçmiş kendisinde savab zuhur etmesinden kat’iyyen bir faide me’mul değil tenazu’ ve tekatu’a hiç değeri yok bir takım mes’ele-i fer’iyyeden ibarettir. Eğer her iki fırka insaf edip de Kur’an-ı kerim’in üzerlerine farz kıldığı –ki bunu her iki fırka da iz’an ediyor– mu’amele-i uhuvveti yek-diğerlerine karşı ifa etselerdi o zaman her fırka diğerine karşı kalkışmak mudarabe ve mücadeleye girişmek hususunda pek de isti’cal göstermezlerdi. Eğer bunlar Kur’an’ın gösterdiği tarika süluk etselerdi hiç şübhesiz hak ve hakıkat açık bir surette meydana çıkardı. Allah nebiyy-i zi-şanına –müşrikin ile münakaşa ederken– şu yolda hüccet getirmesini emr ediyor: Bakınız! Cenab-ı Peygamber bu emr-i ilahiye istinad ederek müşrikine karşı kendi nefsini mü’minleri suçlu onların gittikleri yolun da doğru olmamak ihtimali olduğunu söylüyor. Bu emr-i ilahi muktezasınca müşrikini tarik-ı hakka da’vet ederken gayet mülayemet gösteriyor. Hakkı işitmekden onları tenfir etmemek için müşrikinin şirkine amel tesmiye ediyor onu zemmi müş’ir bir kelime ile tavsif bile etmiyor. Bununla da iktifa etmeyerek kendisiyle mü’minlerin hakka da’vet etmek hususunda gösterilen şu mülayemet mezheb niza’ları yüzünden yek-diğerine karşı savurdukları çirkin kelamlar arasında –düşünülecek olursa– ne kadar azim fark vardır. Müslümanlardan biri diğerinin söylediği şeyde bir hata görecek olursa onun üzerine dünyalar dolusu ta’n ve teşni’ yağdırır onu reddetmek onu tadlil ve tekfir etmek için birçok kitaplar te’lif eder. Bilahare öbürüsü de mukabele bi’l-misle mecbur olur da bu suretle her birisi hakıkatten te’ami ederek arada hakıkat zayi’ olup gider. Sonra iki tarafın da yardımcıları zuhur ederek fitne büyür musibet ta’ammüm ediyor. Bugüne gelinceye kadar müslümanlar arasında bu hal devam edip geldiği gibi hala da devam etmekdedir. Bundan sonra olsun bize tevfik ihsan et! Yek-diğerimizle boğuşmakdan ziyade hakıkati görecek bir kalb ver Allahım! Cenab-ı Hak ehl-i kitabı da tarik-ı hakka şu yolda da’vet etmesini peygamberine emr etmişti: [ Kezalik şu suretle onlara mülatafe ve mülayemet göstermesini de emr ediyordu: Hatta bu kadarla da kalmayarak onlara büyük büyük va’adlerde te’minatta bulundu: İslamiyet’i kabul ettikleri takdirde kendilerine iki misli ecir verileceğini kabul etmeyip de kendi dinlerinde kalırlarsa yine onlara bir fenalık olmayacağını bizim menafi’imize olan onların da menafi’ine mazarratımız için olan onların da mazarratına olacağını onların canlarını mallarını ırzlarını namuslarını da kendimizin gibi muhafaza edeceğimizi va’ad etti. Şimdi hakka’l-insaf düşünürsek Allah deyip dururken bu dine mensub olan kimselerin yek-diğeriyle en fena bir surette mücadele etmeleri yek-diğerini tekfir ve tadlil eylemeleri sahih olur mu? Hakk’a yemin ederim ki: Eğer bizim kavmimiz bida’ ve hur[a]fatı parçalayıp dağıtmak hususunda Kur’an’ın ta’rif ettiği nehc ü tarikat üzerinde dolaşsalardı fenalık elbette tevessü’ etmezdi. Fakat –maa’t-teessüf– böyle yapmadılar. Mübahaseyi; mücadeleye mudarabe ve mukateleye vardırdılar o mücadelelerin neticesi olarak da bütün alem-i İslamın başına iltiyam na-pezir yaralar açtılar. Biz hala yek-diğerimizle bir mu’arefe hasıl edemedik bulmadık! Zaten şimdiye kadar ta’kıb etmekde olduğumuz usul-i ta’lim ile müslümanlar beyninde hakıkı bir kardeşlik te’sis etmek de kabil olamazdı. Şübhe yok ki bu uhuvveti şimdi ta’kıb etmek istediğimiz ta’limi ta’mim etmekle elde edebileceğiz şurasını bilmek lazımdır ki: Bu ta’lim İslamiyet temezhübün zıddı olduğunu mucib-i tefrika her şeyin olacakdır. Çünkü İslamiyet milletleri cem’ etmek onları bir araya toplamak için gelmiştir. Halbuki temezhüb toplu olarak yaşamakda olan milleti fırkalara ayırarak onları mahv u perişan etmekden başka bir şeye yaramaz. Sonra bizim ta’lim etmek istediğimiz i’tikada gelince: O da İslamiyetlerine i’timad olunan Müslümanlık tam manasıyla kendilerinde tecelli eden zevat-ı kiramın icma’ ettikleri şeylerden başka bir şey değildir. Bu zevat-ı kiramın ihtilaf ettiği ne kadar mes’ele var ise onların hepsi de İslamiyet’in mevkufün-aleyhi olmayan mesailden ibarettir. Bu cihetle o mes’elelerdeki ihtilaf sair mesail-i ilmiyyede olan ihtilaf gibi olmak vacibdir. Fitne ve fesad uyandırmak suretiyle mücadeleye mudarabeye sebeb olmadığı gibi mezheb de ihdas etmez. Mesela: Müslümanlar Cenab-ı Allah’ın alim olup yerde gökde olan zerrattan hiçbir şeyin ilm-i ilahiden haric olmadığında etmişlerdir. Bu hususda herkes müttefikdir. Fakat bu ilim zat-ı ilahi üzerine zaid bir sıfat-ı vücudiyye mi? Yoksa zatının aynı mı? Yahud aynı da değil gayrı da değil mi? İşte burada Halbuki hakka’l-insaf düşünülecek olursa bu bahis dinden ziyade felsefeye yakın felsefeye aid olduğunda tereddüd etmeye bile mahal yokdur. Zira bu mes’eleye dair ne Kur’an’da ne hadisde hiçbir şey zikr edilmediği gibi selef-i salihinin asarında da böyle bir şey varid olmamıştır. Şu halde bu gibi esasa ta’alluk etmeyen bir mes’elede vuku’ bulan yokdur. Sonra hilafet mes’elesi: Müslümanlarda görülen inhiraf ve zelelin hepsine illetü’l-ilel olan müslümanları parça parça edip yek-diğerine düşman-ı bi-eman kılan ancak bu mes’ele olduğu halde bu da –yukarıda da söylediğimiz vechile– dinin usul ve erkanından değildir. Binaenaleyh bu mes’elenin de ihtilaf etmeye sonra buradaki ihtilafı da mukateleye kadar vardırmaya hiç değeri yokdur. Ben bu makalelerimde –müttefekun-aleyh olan mesaili anlamak kendisine mütevakkıf olmadıkça– mesail-i hilafiyyeyi kat’iyyen zikr etmeyeceğim gibi mübtedi’anın şübhelerine de dalmayacağım. Çünkü bunlar ezhan-ı za’ifede takılıp kalır da sonra onları ifsad ve imate eder. Bizden evvel bu gibi şeyleri karıştırıp ortaya çıkaranlara ne yapdığını şübhe yok ki anladık. Halbuki onlar ilim amel cihetinden bizden daha ileri idiler. O kadar ki cema’atimizi onların cema’atine kadınlarımızı onların kadınlarına kıyas etmek değil ekseriya ulemamız bile onların avamı ile kıyas olunmaz derecede bizden dalmak onları çıkmaz yollara sevk etti. Belki ihtilaf tefrikaya sebeb olan bu ekavili tarik-ı müstakımden sapıtan bu şübheleri ammeye serd ve ityan etmek hiçbir kimse için caiz bile değildir. Her kim mesail-i hilafa vakıf olmak isterse onun üzerine vacib olan –eğer nazar ve istidlal erbabından olursa– delilin kavisine ittiba’ etmekdir. Yok bu iktidara malik olmaz nazar ve istidlal ile delilin kavisini za’ifinden temyize kadir bulunmazsa o zaman cumhura taklid etmesi bununla beraber i’tikad ettiği şeyde kendisine muhalif olanları tekfir etmemesi arada olan hilafı uhuvvet-i imaniyyeye mani’ kılmaması lazımdır. Bu hususu müzakere yahud mükatebe eylediği vakit de mesalih ve menafi’lerini müzakeredeki kardeşlik mesleklerine süluk etmesi lazımdır. Sünni Şii Mu’tezili Vehhabi…! Bunların hepsi de müslümandır. Hepsinin imamı Kur’an peygamberleri Muhammed aleyhisselamdır. Binaenaleyh cümlesinin bir kardeş gibi olmaları vacibdir. Her kim bu kardeşlikden ayrılırsa onu linetle güzel mu’amele ile o muhite cezb etmek ona karşı fena barid mu’amelelerde bulunarak kardeşlik muhitinden tenfir etmemek de vacibdir. İşte Müslümanlığın mü’minlerin yolu budur. Biz bu yolu ta’kıb etmeye başladığımız gibi necat bulmamız muhakkakdır. Nasıl ki ta’kıb ettiğimiz zamanlar necat bulup selamete ermiştik. Eğer bu yolu ta’kıb etmezsek felaket günden güne ziyadeleşerek mahv u helakimizi daha seri’ bir surette hazırlamış olacağımıza da kat’iyyen şübhe edilmesin! Mütercimi şeklindeki Nuh Suresi . ayete telmih BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA VAHDET-İ İSLAMİYYE VE İCTİHAD Artık bunun üzerine daha ziyade ihtiyar-ı sükut etmek elimden gelmez. Çünkü sen bu hususda pek kıyam ediyorsun. Halbuki fukaha-yı izam Hazret-i Ömer’in kelamını te’vil ve ondan müte’addid cevaplar veriyorlar. Hatta Allame Sübki de bu zümrede dahildir. Allame Sübki diyor ki: “En güzel cevab Hazret-i Ömer’in kelamı aynı lafzı tekrar eden kimseler hakkındadır. Zira evvelce bir ağızda söylenen talakat-ı selase ile her üçü de ika’ ediliyor saymıyorlardı. Belki böyle yapan kimsenin bundan maksadı te’kid olduğunu tasdik ediyorlardı. Bilahare bu yüzden pek çok fesad zuhur ettiğinden maslahat te’kid olduğunu tasdik etmeyerek üçünü de ika’ı icab ettiği cihetle o suretle hareket edildi.” Ömer Cenab-ı Peygamber’in söylediği hadisi nesh edecek bir şeye destres olmuştur.” Sübki’nin cevabını söylüyorsun da İbni Hacer’in Sübki’yi reddettiğini niçin zikr etmiyorsun? Sübki’nin cevabını gördüğün gibi bit-tabi’ İbni Hacer’in Sübki’yi ne suretle reddettiğini de görmüşsündür! Yoksa birçok te’vil ile beni aldatmak mı istiyorsun?! “Onların mezhebleri te’kid iddia edenleri hemen tasdik etmekdir. Velev ki fıskda fesadda haddini tecavüz etse bile yine onlar bu iddiada bulunanları tasdik ederler” diye Sübki’yi reddetmiyorlar mı? destres olmuştur kavillerine gelince: lafzı bu Hazret-i Ömer’in o ameli re’y ve ictihad neticesi idi. Nasıl ki hadisin evvelindeki İbni Abbas’ın kavli de buna delalet ediyor. Bu babda bundan daha sarih bir şey var ki o da Ebu Davud Tavus’dur: “Ebu’s-Sahba’ denilen bir racül vardı. Bu zat ki: Biliyor musun? Hazret-i Peygamber sa ile Ebubekr’in zamanlarında bir de Hazret-i Ömer’in evail-i hilafetinde bir kimse medhulün-biha olmayan zevcesini üç def’a tatlik ederdi de onu bir talak kılarlardı. İbni Abbas cevap verdi: Evet bir kimse medhulün-biha olmayan zevcesini üç def’a tatlik ettiği halde onu bir talak hükmünde kılıyorlardı… Fakat vakta ki Hazret-i Ömer insanların bu hususda daimi bir şerde vaki’ olduklarını bu yüzden büyük büyük fesadlar zuhur ettiğini gördü kavliyle böyle yapan kimselere talak-ı selasin vuku’uyla hükmetti.” de kılarlardı” ta’birleri şübhe yok ki bunun icma’ olduğuna delildir. Hazret-i Ömer’in kavli ise talak-ı selasenin vuku’uyla hükmetmek kendi ictihadı olduğunu ifade ediyor. Nasıl ki Sübki’nin ibaresi de buna delalet etmekdedir. İbni Abbas ile Sahba’nın kelamlarında gayr-ı medhulün-biha cereyan eden bir vak’a için olması da caizdir. İşte medhulün-biha hakkındaki hadis-i Rükane bir de hadis-i sahihin mutlak bırakılması buna delalet ediyor. Bazıları hadis-i Tavus talak-ı selasi bir talak hükmünde kılan Peygamber sav olduğuna delalet etmez ihtimal ki bu yalnız etraf-ı ba’idede vuku’ bulduğu halde ulemadan olanlar bu mes’ele hakkında bu suretle ictihad etmişlerdir zu’munda bulunuyorlarsa da bu bir zu’m-ı sehif ihtimal-i za’ifden başka bir şey değildir. Çünkü lafız bunu kabulden men’ ettiği gibi hadis-i Rükane de bunun usul ve erkanını hedm ediyor. Onların indinde da’va-yı icma’da bundan daha zahir bir lafız olamaz. Bakınız! İbni Kayyım el-Cevzi ne diyor: “Asr-ı sa’adette asr-ı Sıddik’da asr-ı Faruk’un evvellerinde bir ağızda söylenen talakat-ı selase talak-ı vahid kılınmış idi. Çünkü insanlar bu asırda talak hususunda Allah’dan ittika ederler idi vakta ki takva’llahı terk edip Kitabullah ile tela’uba kalkıştılar gayr-ı meşru’ surette talakda bulunmaya başladılar; artık onların kı tahfif edenler daha ağır ceza ile cezalandılar. Buna mebni Hazret-i Ömer talak-ı vahidde gördüğü mefsedeti terk etmiş ve li-ecli’l-maslahati talakat-ı selase addetmiştir…” Hadid ve gazub bir tavır ile Hazret-i Ömer kendi re’y ve ictihadını sünnet ve icma’a takdim etti diyecek kadar bir cesareti sana kendi ictihadın mı verdi?! Yemin ederim ki: Vicdanım muhakkak surette seninle muhavereyi kat’ etmemi arzu ediyor. Lakin ben her halde perde altında gizlemek istediğin şeyleri anlamak kalbinde beslediğin emellerin hepsini istihrac etmek müslümanların fikirlerini tevhid dinde ıslahat diye tahayyül ettiğin şeyin hakıkatine vakıf olmak istiyorum. Hem ben öyle görüyorum ki: dinde manda küre-i arzda fiten ve fesad ika’ına badi olacak müslümanları birbirine düşürecek cehennemi bir ateşten başka bir şey değildir. Kemal-i hilm ve sükunetle Nefsine tevfikat di hallerine bırak onlara yaklaşma! Gözlerini de aç! O zaman me’muldür ki tarik-ı hidayete irşad edecek bir hadiye tesadüf edersin de nardan kurtulursun! Hem şu hakıkati de Ömer şöyle söylüyor” demedim. Ancak benim söylediğim şeyler rivayetinin sıhhati müsellem olduğu cihetle e’imme-i erba’a ve sairleri tarafından rivayeti daima ahz olunan İbni Abbas ra hazretlerinin kavlidir. Fukahanın te’vil etmelerine gelince: Bunun sebebi de şudur: Ma’lumdur ki fukaha bir takım usul ve kava’id vaz’ ederek bunları imamlarına isnad ve bu usul ve kava’idin guya onların usulünün fer’leri olduğunu da isbata çalıştılar. Halbuki ben bunun hilafını iddia ediyorum. Benim indimde böyle olduğu gibi e’imme-i kiram rahimehümu’llah lerine tatbik ettikleri kava’id-i nazariyeden başka bir şey değildir. Ancak usulün vazı’-ı evveli olan İmam Şafi’i’den menkul olan şey bit-tabi’ bunlardan haricdir. Benim en ziyade ta’accüb ettiğim şey de Allame Veliyyullah-ı Dihlevi’nin bu makamdaki söylemiş olduğu sözlerdir. Dihlevi’nin söylediği eğer kısa bir şey ise bana da söyle. Yok uzun ise o sözleri havi olan kitabı bana ta’rif et! Dihlevi’nin beyanatı kısadır. Kitaplarının EVVELA ERKEKLERIMIZI ÖRTELIM… Osmanlı Avrupası’nda feveran eden fecayi’ ve fezayihin en akıle-feza bir tecelligahında epeyce müddet yanıp kavruldukdan sonra Dersaadet dediğimiz mübarek payitahtımıza kavuştuğum zaman yine bu sütunlarda “ Niçin bütün sokaklarımız çıkmaz olmuş? ” ünvanıyla intişar eden bir hasbihalde demiştim ki: “Evet bunda kimsenin şübhesi kalmadı: Bu memleket topdan tüfekden her şeyden evvel irfan ister. Biz Avrupa’nın satvet-i ilmiyyesi karşısında böyle pest-paye kaldıkça dünyanın kuva-yı maddiyyesi elimize teslim olunsa yine onlarla boy ölçüşemeyeceğiz boğulup kalacağız. Hamden li’llah memleketimiz bu hakıkatin pişgahında olsun ihtilafa düşmedi bir ittifak-ı tam ile “cahiliz öğrenmeye ihtiyacımız var” dedi. Lakin bundan ilerisi için binlerce başlı ejder-i ihtilaf boynunu uzattı: Kimi “Şunu öğrenelim şöyle olalım.” Diyor; kimi “Hayır o öğrenilecek şey değildir. Zamanı geçti. Necat öbür tarafdadır” da’vasını müdafaa ediyor kimi “İkinizde de isabet yok kurtulmak isterseniz bizim sözümüzü tutunuz” diye haykırıyor ve bu silsile-i ihtilafat teselsül vadilerine sürükleniyor nihayet bu niza’-ı kıl ü kal-amiz hiçbir semere-i hilaf doğuramayarak akamet-i mutlakaya mahkum oluyor. “Cism-i vatanın muhtelif cihetlerine muhtelif istikametlerde saplanan bu da’valar iki muhassala-i kuvaya irca’ olunabilir: mak üzere muhtelif cihetlerde fakat aynı istikamette memleketin ruh-ı terakkısi üzerine musallat olmuştur. Musallat olmuştur diyorum; çünkü mevlud-i mihanikisi; bir ataletten bir adem-i hareketten ibarettir. Biraz daha açık söyleyelim: Bu iki kuvvetten biri “din” namına ref’-i liva etmiştir. Eğer müdafaasını deruhde ettiği mahiyet-i mukaddeseyi iyi anlamış olsaydı karşısındaki mukavemete galebe edecek ve atalet harekete münkalib olacakdır. Bizde bu “fıkdan-ı idrak” ve bu “ifrat”; “ta’assub” ile ifade olunuyor. “İkinci kuvvet bütün bütün serbaz ve mu’anniddir. “Teceddüd” namına birinciye mu’akis bir veche-i te’sir tutmuş gidiyor. Fakat derece-i zindegisi ötekinden fazla olmadığından –bereket versin– müvellid-i hareket olmuyor. Bu hareket Bizim nokta-i nazarımıza göre müsbet ve salim bir hareket ancak bu kuvvetlerin mütevazi yek-cihet icra-yı te’sir etmeleriyle tekevvün edebilecektir. Ne zaman “din” namına rılanlar birbirlerine munis bir “hadd-i i’tidal”e yaklaşırlar ve müştereken ifa-yı amel ederlerse o zaman müstakım bir hareket başlayacak ve cism-i vatan şeh-rah-ı necata doğru ilerleyecekdir. Ve işte o zaman bütün bugünkü çıkmaz sokaklar çıkar olacakdır ve illa fela.” Evet bugün de bütün kuvvet-i imanımla tekrar ediyorum: Ve illa fela; bu te’aküs-i bi-huşane devam ettikçe bir tezamün-i zi-şu’ura terk-i kuvvet etmedikçe kainatın seyr-i umumisine isyan etmiş bir derbeder hüviyetinde atıl ve batıl sürüneceğiz! Memlekette adilane düşünenlerin ümid-bahş bir kemiyette yeis-şiken bir keyfiyette bulunmalarına rağmen ehil na-ehil her tezahüre karşı “mutavi’ bir vaz’iyet” ahz etmiş olmaları; yukarda ta’rif ettiğim her iki kuvveti kendi mişvar-ı na-hemvarında serbest bırakıyor. Her iki butlan alabildiğine coşuyor coşuyor. Bu coşkunluk devam ede ede bir gün hiçbir ma’sum tanımayarak hepimizi boğacak. Tanımayacak; çünkü: Mutava’at-ı sakinane ismet ve sadakate münakızdır! “Bütün bütün serbaz ve mu’annid” dediğim “teceddüd emeli” pek büyük pek vazıh bir kuvvet-i inzariyyesi olan son zamanlardan kendine de bir hisse-i ibret ve i’tidal çıkarabilmeli şu vatanın bi-hakkın hayırhahı olduğunu isbat edecek selamet emanet dirayet eserleri gösterebilmelidir. Maatteessüf kuvvet-i basar ve basireti muhtelif seviyelerde bulunan birçok zevi’l-ukula danışıyoruz. Hiç biri tutulan haşin ve buğz-efza yolun bir akibet-i mes’udeye namzed olduğuna vicdanını işhad edemiyor. Hiç biri halisane ve li-vechi’llah neşr-i envar eden bir menba’-ı “ictihad” ile karşı karşıya bulunduğuna kail olamıyor! Çünkü bu aziz vatanda “izzet-i din”; “izzet-i nefs” mes’elesidir. Onunla pek çocukcasına oynandığını görenler pek çabuk yaralanır i’timad ve emniyet hislerini pek çabuk gaib ediverirler. leler bir teşrih-i cismani görmekde olan vatanımızın hitam-ı ameliyatta evca’ ve alamının imtidadına yeni yeni teşrihlere muhtac olmasına meydan bırakmamak için şimdiden icra olunan hazırlanan “ruhani teşrihler” gibi telakkı olunabilir: Şübhesiz bu telakkı bu istihzar gayet doğrudur şayan-ı takdirdir. Fakat ma’nevi teşhisler teşrihler; bir ehliyet-i kamile yacak mıyız? Onlar bizi ne kadar iyi tanıyorlar ne kadar hakimane bir minhac-i hulul ile ciğerlerimize kadar sokuluyorlar. Osmanlı Avrupası’nı elimizden alan son Balkanlar Harbi değil senelerin mücahedat-ı mütekasifesidir! Ötekileri bırakalım da licam-ı Hamidi; ağızları serbest bırakır bırakmaz cevf-i mi’demizden kemal-i tehalükle köpürerek tesettür” mes’elesini biraz mevzu’-ı meram edelim: Ben bu arzunun illet-i aksasını; memleketimizin her şeyini müdafaaya müekkil olan kuvvete mensub bir uzv-ı zi-şu’urdan şöyle dinledim: – Sokakda giderken dikkat ediyorum; mülkiyesi askeri hocası hacısı genci ihtiyarı; bir kadın gördüler mi ona temas etmek için bir inhina-yı şehevi ile istikamet-i hareketlerini gaib ediveriyorlar. Efendim bir milletin ki aklı belinden aşağı olur ondan ne hayır umulur?! malı. Bizim aklımız belimizden aşağıya düşeli çok zaman geçti. Bu derdimizi saklayacak hiçbir yerimiz yok. Zaten saklamak inkar etmek; devamına kail olmak demekdir. Tesettür aleyhdarlığının; bu meyelan-ı hayvaninin derece-i şahsiyetlerde mazhar-ı kabul ve inkişaf olduğuna bakılırsa o aleyhdarlık ile bu ifrat ve mahrumiyet arasında büyük bir alaka bulunduğuna kail olmak imkanı kolaylaşır. Hem buna başka bir sebeb de bulunamıyor. Tesettür-i şer’i; müslüman kadınlarının hangi nevi’ tekamülüne mani’ olmuştur? Okumalarına yazmalarına mı terbiyelerine mi ahlaklarına mı sa’adetlerine mi vazifelerine hukuklarına mı nelerine?... Her şeyden evvel bu gösterilmelidir. Tesettür-i meşru’ İslamiyet’in her zamanında her mekanında mesine de mani’ olmadı. Kadınlığın “urza-i tecavüz-i rical” olmasına mani’ oldu vakar-ı niseviyi kemal-i metanetle muhafaza etti ve nihayet her müslümana sıhhat-i nesebine kanaat fazileti verdi! Kadınlarımızı tesettürden kurtaracağız diye uğraşan işsiz efendiler bu gayretlerini birkaç inas ibtidai mektebi küşadına tahsis etselerdi gaye-i aksaları olan arzu-yı “ta’ayyün”e daha kesdirme daha müstakım bir yoldan gitmiş olurlardı. Müslüman kadınlığının bugünkü inhitat-ı ictima’isini görenlerin saff-ı evvelinde biz de bulunuyoruz. Fakat bu inhitat delilimiz de tarih-i İslam’dır tecrübe ve hadisattır. İşte bunun kail olunca her halde bu aleyhdarlıkdan başka bir gaye beklendiğine kanaat ıztırarında kalıyoruz. Bize diyebilirler ki: Avrupalılar tesettür aleyhindedir. Onlar aklı başında adamlardır. Biz onların re’yine tabi’iz. Bu tarz-ı ictihada diyeceğimiz yok. Müctehidleri Avrupa’yı amiyane taklidin cezasını biraz daha görsünler. Fakat memleketin ma’sum ehl-i İslam’ın huzur-ı imanını ihlal etmekden çekinsinler. Yok mutlaka bütün müslüman kadınlarının küşade-lika sokaklara dökülmesini istiyorlar ise evvela kendileri ve kendi hem-meşrebleri başlarını örtsünler. Evet bu en ma’kul ve vakı’a mutabık bir tarz-ı tesviyedir. Kadınlarımızı açalım fakat erkeklerimizi örtelim. DÜŞMAN İÇIMIZDE “Her hastalığın bir devası vardır. Hastalığın ilacı ele geçince Allah’ın izniyle şifa bulur.” Hadis-i şerif. Uzakdaki acıklı felaket levhalarını musibet sahnelerini görmek için dur-bin lazımdı. Şimdi pertevsıza bile hacet kalmadı. İşte düşman çizmeleri altında uzanıp yatan Rumeli’nin o mazlum İslam diyarının en derin köşelerinden kopup gelen boğuk sesler bize Anadolu’nun da bu tenbelliğe kurban olacağını anlatmak istiyor. Hiç şübhe yok ki düşman askeri ordumuzu nasıl mağlub ettiyse me’murları da me’murlarımızı doktorları da doktorlarımızı öylece alt etti demekdir. Dört seneden beri anladık ki herkes aynı iş ile uğraşırsa hiçbir şey meydana gelmiyor. Fakat her kişi kendi sarılmak doktor iken politika ile uğraşmak politikacı iken doktorluğa yeltenmek hevesi mülkümüzde türeyeliden beri çekmediğimiz sıkıntı görmediğimiz hakaret kalmadı. Sel gibi akan kanlar içinde yüzdüğümüz binlerce vatandaşın süngüler altında inlediğini kıvrandığını duyup gördüğümüz zaman da gözümüzü dört açmazsak yaşamaya hakkımız kalır mı? Kendi dilimizle yüreğimizle cevap verelim: Kalmaz ve kalamaz düşmanlarımızın Rumeli sınırımızı Midye ile İnöz arasında çizmek istediklerini işitince canımız sıkılır. Frengi bize “koca bir Osmanlı mezarlığı” taslağını çizer hazırlarken yüzümüzde azıcık olsun korku eseri gözükmüyor. Hükumet asker düşmanlarımızla uğraşıyor. Onları kendi hallerine bırakalım da biz de içeriden çabalayalım. Evvela: Anadolu’ya mektep kadar hastahane muallim kadar doktor lazımdır. Çünkü orası hastadır. Hasta vücudda sağlam beyin bulunmaz. Derdli adam derdsiz kafa taşımaz. Derdlinin beyni vücudu kadar çürük olur. Bunu bilmeyenlerimiz öğrensin bilenlerimiz öğretsin duymayanlarımız duysun ve duyursun bilelim öğrenelim. Bakınız ben evbaş düşmanı her karış toprağında sayısız şehid yatan şirin memleketimizden gidermek savmak koğmak Konya Adana Sivas Musul Bağdad Basra Haleb Beyrut Kudüs Zor Şam Bitlis Van Diyarbekir Yemen Harput Erzurum Ankara gibi büyük yerleri daire daire ayırarak her dairenin ortasında dört doktorluk birer depo anbar binayı satın almak veya kiralamak şartıyla bulundurmalıdır. Bu anbarda frengiye karşı veya ilaclarının hangisi te’sirli ise ondan sandıklarla getirtip birikdirilir. Bu daire yediye parçalanır. Hafta yedi gün olduğu için hergün birer tarafa ilac göndermek hem kolay hem de vakitli olur. Yedi parçadan her biri içinde elbet birçok küçük şehirler köyler büyük şehirler bulunur. Küçüklere anbar hizmetini görmek lunur. Sonra gelecek küçük şehirde biri gezici birisi bekleyici olmak şartıyla iki doktorluk bir mu’ayene ve aşı yeri açılır. Bundan sonra da istenilen yere doktor gönderilsin ona biz karışmayız. Bu depolar arasında gidiş geliş saatlik yollarda araba günlük yollarda en adi cinsden otomobil ile te’min olunur vapur veya şimendüfer bulunursa elbet iş yeğinleşir. Bu yapılırsa dediğimiz depolarda birkaç sene sonra kuşpalazı çiçek aşısı şu’beleri açılır. Daha ileride her şu’beye baytar da ilave olunabilir. Hastahaneler ilave etmek de paralı olduğumuz zamana bırakılır. nelerinde frengili hastalar için birer koğuş bırakılır. Belediye doktorları burada bulunacak hastaları ilaçlar. Şehire komşu küçük şehirlerle köylerin ahalisinden yakalananlar köy muhtarları müdürler kaimmakam ve mutasarrıflar ma’rifetiyle hemen hastahanelere gönderilir yahud bir gezici doktor hastaları şeçip şehire gönderir. ginlerden birisi en aşağıdan hasta alacak bir evini vatan birikdirilir. Yine hastalığından şübhe olunanlar veya edenler hastahanelere derdi savıncaya kadar yatmak üzere gelirler. belediye doktorlarının birleşmesiyle elde edilecek dört beş hey’et ilaclarıyla aletleriyle beraber Anadolu’da gezdirilir. Hey’etlere lazım gelirse jandarma daha çok lazım olursa asker de verilir. Gidecekleri şehir ve köylerde eğer doktor var ise ondan yoksa müdir muhtar gibi başta olanlardan hastaları sorup soruşturur burada hastaların çok olduğuna göre birkaç gün hafta veya ay kalırlar az ise bir doktoru orada bırakarak kendileri yakın şehir ve köylere gider. Orada da işlerini bitirirler diğer hey’etler de başka yerlerde iş görürler. Daha intizamlı olmak için her hey’ete gezecekleri yerler bildirilir. Bu hey’etlerin her birine her sene doktor mektebi son senesi talebesinden arzu eden birkaç efendi de gönderilir. Hey’etlerin yanında altı ay çalışanlar frengi hastahaneye yardımcı alınır. Bir sene bulunanlar hey’et a’zası ta’yin olunurlar. Bu hey’etlerin cümlesi İstanbul’da bir büyük cem’iyete bağlı bulunurlar. O cem’iyet hey’etlerin her birisinden alacağı haberleri hastaların adedini ilaçlatıp şifa bulanların sayılarını gündelik gazetelerle veya frengi illetini savacak komisyon menfa’atine haftalık çıkaracakları bir gazete rir. Pek büyük hizmeti görülen doktor veya talebe efendiler Avrupa’ya da gönderilerek hastahane mu’ayene me’murları yetiştirilir ve “İlmi Çin’de bile olsa arayıp öğreniniz” buyuruğu yerine getirilir. Bundan büyük Peyamberimizin de ruhu şad olur. Ulu Tanrımız da uyandığımızı görerek belayı başımızdan def’ eyler. da vazifelerinde dikkat etmeleri bu söylediğim dört çareden hangisi yapılırsa yapılsın hastaların da vatanını sevdiğini milletine hizmet etmek istediğini göstermek ve hem kendileri derdden kurtulmak hem memleketi kurtarmak için dakıka geçirmeyip doktorlara koşmaları lazımdır. Ummam ki bunlardan çekinecek bir yürek Osmanlı sinesinde çarpsın. Böyle bir yüreği Osmanlılar göğüslerinde değil mendillerinde bilen taşımakdan sakınır çekinir ve utanırlar sanırım. SIYASETE MÜTEALLIK ASAR-I İSLAMIYYE Ubeydullah el-Belhi. Ayasofya Kütübhanesi’nde. el-Yemeni. Ayasofya Kütübhanesi’nde bul’da matbu’dur. Kütübhanesi’nde. lis Efendi Kütübhanesi’nde. lik-i Mısır Kayıtbay namına mü’ellefdir. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. Es’ad Efendizade Mehmed Şerif Efendi. Yazma. Halis Efendi Kütübhanesi’nde. dim olunmuştur. Beşiktaş’da Yahya Efendi Kütübhanesi’nde. Yazma. di. Yazma Fatih Kütübhanesi’nde. med-i İsfahani. Yazma. Fatih Kütübhanesi’nde. med-i Şiraz. Yazma. Fatih Kütübhanesi’nde. ma. Halis Efendi Kütübhanesi’nde. mesi. Köprülü Kütübhanesi’nde. Efendi Efendi devr-i Kanuni vüzerasından İbrahim Paşa namına mü’ellefdir. ma. hammed bin Mahmud el-Hatib Arabca Yazma. Abdülkadir-i Bağdadi. Yazma. müddin-i Mancınıkı. Yazma. Salim bin Talha. Mısır’da matbu’dur. Yazma. Halis Efendi Kütübhanesi’nde. ma. Ataullah Efendi. Yazma. Halis Efendi Kütübhanesi’nde. Türkçe Allame Bosnevi Mehmed Efendi. Yazma. Sultan Murad-ı Rabi’’a takdim edilmiştir. Halis Efendi Kütübhanesi’nde. Kemal bin Hacı İlyas. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. bin Ebi Zeyd el-Hindi. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. Şeyh Eşrefi. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. rabca İbni Ebi el-Eş’as. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. Habli. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. Ebu’l-Hasan Muhammed es-Suhreverdi el-Bağdadi. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. Kafici. Yazma. Ayasofya Kütübhanesi’nde. Efendi. Sultan Murad-ı Salis’e takdim olunmuştur. Yazma. Halis Efendi Kütübhanesi’nde. namına mü’ellefdir. Ebu’l-Hasan Ali el-Ahvazi. Sultan Ahmed namına mü’ellefdir. çe Yazma. Şehid Ali Paşa Kütübhanesi’nde. Kütübhanesi’nde. Kafti. Halis Efendi Kütübhanesi’nde. tif Kıvamüddin san Efendi. Kütübhane-i Umumi’de. Efendi Kütübhanesi’nde. Muzaffer bin Mehmed. Eyyubi namına mü’ellefdir. Sa’id-i Herevi. Yazma. Abdullah. Arabca Hekimoğlu Ali Paşa namına tarihinde te’lif olunmuştur. AFGANISTAN EMIR ABDURRAHMAN HAN Kabil’den Kandehar’a azimetim esnasında Türkistan’dan Herat’a gitmesi için Serdar Abdülkuddus Han’a emir vermiştim. Çünkü: Muhammed Eyüb Han’ın Herat’ı lüzumu derecesinde mahfuz bırakmadığını biliyordum. Abdülkuddus Han dört yüz nizamiye süvarisi dört yüz piyade ve iki cebel topu ile Herat’a yürüdü. Şehrin muhafızı askerimin önünü kesmek için ufak bir müfreze i’zam eylediyse de bu müfreze müsademe esnasında bozulduğundan Abdülkuddus Han Herat pişgahına vasıl oldu. Muhafız şehirden çıkıp harb etmeye cür’et gösteremediğinden muhacimlere karşı durmak için her gün bir müfreze asker gönderiyor gelen asker de Abdülkuddus Han’ın ma’iyetine Şa’ban’ı ibtidalarında Abdülkuddus Han şiddetli bir hücum ederek Herat Kal’ası’nı tasarrufuna aldı. Abdülkuddus Han Emir Dost Muhammed Han’ın büyük biraderi Sultan Muhammed Han’ın mahdumudur. İngilizlerin Kabil’de bulunduğu sırada müşarun-ileyh Taşkend’e gelmiş ve benim yanımda ikamet ve mu’ahharan Semerkand’a azimet eylemişti. Kabil’e gideceğim esnada bir mektup yazmış vüruduma muntazır olmasını bildirmiştim. Başka bir yerde de bildirildiği üzere mu’ahharan müşarun-ileyhi Serdar Muhammed Server Han ve Serdar Muhammed İshak Han ile Türkistan hükumetine ta’yin etmiştim. Hala Serdar Abdülkuddus Han sadık ve mu’temed adamlarımdandır. Abdülkuddus Han’ın Herat’ı aldığı hal-i firarda bulunan Eyüb Han’a haber verilince müşarun-ileyh Horasan tarafına firar ederek Meşhed’e gitti. Feramurz Han’ı süvari piyade topçu kumandanlığına ta’yin eyleyerek Herat’a gönderdim. Kendim de Kandahar’da teheyyü’at-ı lazımede bulunduktan sonra Kabil’e azimet ettim. Ahund Abdürrahim isminde bir molla vaktiyle beni tekfir etmiş şimdi de korkusundan Hırka-i Şerif’de tahassun eylemişti. Öyle murdar köpeğin böyle mübarek bir yerde kalması layık olmadığından tahassungahından çıkarttım ve kendi elimle öldürdüm. Kandahar’dan Kabil’e avdetimde sadık me’murum Pervane Han ile oğlum Habibullah Han’ın –hala emir-i Afgan hazretleri– gıyabımda ettikleri hizmetlerden memnun oldum. Vakı’a oğlum henüz küçükdü. Lakin sinninden büyük benim tarafımdan nutuklar irad etmiş her hususda Pervane ve Mirza Abdülhamid hanlar ve sair müşavirin-i mahsusa eylemiş Kabil’de bulunmayışımı ganimet bilerek iğtişaş çıkarmak Muhammed Eyüb Han’ın hezimetiyle Herat’ın zabtından sonra peder ve ecdadımın hükumetine tamamıyla nail olmuştum. Fakat kendimi Afganistan hükümdar-ı müstakilli bilmek için yapılacak daha bazı işler vardı. Evvelce de bildirildiği üzere her ahund her molla ve her kal’a sergerdesi kendisini bir padişah farz ediyordu. İki yüz seneden beri gelip geçen Afgan hükümdarları da bunlara karşı la-kayd davranmışlardı. Çünkü Türkistan ve Hezare beyleriyle Galcai sergerdeleri Afganistan ümerasından kuvvetli memleketinde icra-yı adalet edemez idi. Zulüm ve te’addi o dereceye varmıştı ki kesilmiş kadın ve erkek başları kızgın saclar üzerine konulup ateşin te’siriyle sıçradıklarını temaşa etmekle eğlenilirdi. Bundan daha vahşetkarane mu’amelat varsa da kari’inin teneffürünü mucib olmamak için yazmadım. Her sergerdenin her me’murun her şehzadenin hatta bi’z-zat Afgan hükümdarının ma’iyetinde tüfenkle müsellah hırsız ve katil çeteleri müstahdem idi ki bu çeteler yolcuların tacirlerin zenginlerin mallarını yağma ederler sonra da efendileriyle aralarında paylaşırlardı. Fasl-ı atide beyan olunacağı üzere bu hususda fevka’l-ade himmet sarf ettim ve Sadu ve Dadu namında iki çete reisinin tenkili için birçok zahmet çekdim. Hatta birkaç def’a askerimi bozmuşlardı. Bunlardan birini tuttukdan sonra demir kafese koydurup Letebend Dağı’nın tepesine habs ettirdim. Mollaların çoğu din ve mezhebe sığmayacak ilkaatta bulunur ve bu akaid-i sehife ile millet-i İslamiyyenin inkırazına çalışırdı. Mesela derlerdi ki: İnsan çalışıp çabalamamalı başkalarıyla harb ederek ellerindeki malı almalı! reislerinin bu sahte padişahların bu yalancı peygamberlerin vücudunu ortadan kaldırmak lazım geliyordu. Fakat izale-i vücudları da pek kolay olmayacakdı. Zira on beş senelik harb ve darb neticesinde bana itaat ettiler. Aşağıki fasılda bu dahili muharebatı anlattıkdan sonra vekayi’-i saireyi tafsil eyleyeceğim! manı bulunan bazı herifleri ortadan kaldırmak lazım geliyordu. Bunu yapdığım için de ekser cühela ve garazkaran beni takbiha başladılar. Hala da devam ediyorlar. Fakat harekatım cabbarane olsa da zaruri idi.. Sair memalik-i mütemeddinede de bunun gibi pek çok haller vuku’ bulmuş oraların hükümdarları memleketlerinin ahalisiyle uğraşmış durmuştur. İngiltere’de bile Karigerler iğtişaş çıkarmakda hükumet de onları basdırmakda yüz sene kadar vakit geçirmiştir. Memleketimin ahalisi az müddet içinde o kadar medeniyet kesb etti ve o derece terakkı gösterdi ki birçok zenginler gerek gündüz gerek gece kalem-rev-i hükumetin her tarafında serbest serbest gezip dolaşabilmekdedir. Bundan dolayı cidden iftihar ederim. Halbuki İngiltere’nin taht-ı idaresinde bulunup Afganistan ile hem-hudud olan memalikde bir kimse yanına epeyce muhafız almadıkça henüz bir adım atamıyor. HIND YOLUNDA Adem-i merkeziyet tevsi’-i me’zuniyet metalibi altında burada yavaş yavaş bir de Arablık-Türklük mes’elesi arz-ı endam etmekdedir. Bu cereyanın menba’ı menşe’i Mısır ve Suriye’dir. Zaten bu yeni bir şey değildir. Yirmi seneden evvel esası kurulmuş ve her yere dal-budak salmış bir keyfiyettir. Bir hilafet ve saltanat-ı Arabiyye teşkili arzusu ilk önce Mısır’da ve Mısır’dakilerde hasıl olmuşidi. Vaktiyle bu maksadın husulü için büyük zahmetler külfet ve meşakkatler ihtiyar olunduğu bu gibi vekayi’i ta’kıb edenlerce ma’lumdur. Evet Mısır’da büyük bir zatın riyaseti altında vasi’ ve a’zaları oldukça mühim ve sahib-i şöhret kimselerden mürekkeb olmak üzere bir cem’iyet-i hafiyye teşekkül etmiş ve cem’iyet-i mezkure için Ceziretü’l-Arab’ın hemen her tarafında şu’beler te’sis olunmuşidi. Yemen’e Hicaz’a Suriye ve maksadı tefhim için hey’etler i’zam matbu’ beyannameler tevzi’ edildi. Bu uğurda binlerce lira sarf olundu. Ecnebi bir hükumet tarafından da bu hey’etlere mu’avenet olunup Yemen’e kolaylıkla amed-şüd etmeleri için de Aden –Bahr-i Ahmer’de kain bir mevki’dir– bir merkez ittihaz ve ta’yin edilmişidi. Birçok kabail ve aşair rüesalarına hususi ve mufassal mektuplarla hedaya-yı semine ve nefise dahi takdim edildiği derece-i sübut ve bedahete vardı. Fakat o zaman Hükumet-i Hamidiyye pek uyanık ve tetik bulunduğundan bu gibi cereyanların önünü almak için daima müsta’idd ü müheyya olduklarından cem’iyet-i mezkure pek az bir zamanda sönüp mesa’ileri büsbütün neticesiz kaldı. Hiç unutmam Mısır’da “ es-Sa’ika’“ –ki Türkçesi yıldırım demekdir– gazetesi sahibi Mısırlı Ahmed Fuad Efendi vaktiyle bu cem’iyetin pek nüfuzlu a’zalarını tanımış ve bu vesile ile reislerinin kim olduğunu da keşfe muvaffak olmuş ve en sonra günün birinde bir kaside-i hicviyye neşr etmek suretiyle foyalarını meydana koymuşidi. Kaside-i mezkure tam Mısır hidivinin cülusu gününde Kahire’de tevzi’ edildiğini müteakib naşiri zannolunan Ahmed Fuad Efendi derhal me’murin-i zabıta tarafından taht-ı tevkıfe alınarak evrak-ı istintakiyyesi cihet-i adliyyeye teslim olunmuş ve bir buçuk senelik habse mahkum edilmiştir. Kasidenin matla’ı olan – – Şu iki beyitten hidiv hazretlerinin hiciv ve tahkırini mutazammın olduğunu Mısır müdde’i-i umumisi –o esnada bu vazifeyi Hamdullah Paşa namında birisi işgal ediyordu– bir takrir ile Adliye Nezaret ve Riyaseti’ne bildirip mezkur kasidenin naşiri hakkında ta’kıbat-ı kanuniyye icrasını taleb eyledi. Zavallı Ahmed Fuad müddet-i mahkumiyetini bitirdikden sonra çıkdı. Fakat kendisini serbest olarak bu dünyada artık yaşatamayacaklarını pek yakından idrak eylemesi üzerine günün birinde ansızın vapura binip soluğunu Dersaadet’de ve Zabtiye kapısında aldı. O vakit Zabtiye Nazırı Şefik Paşa idi. Ahmed Fuad keyfiyeti baştan aşağı tafsilatıyla an’anatıyla ayrı bir ariza ile hakan-ı sabıka nazır vasıtasıyla bildirdi. Netice-i iradeye kadar Fuad Efendi Zabtiye kapısında bir müddet taht-ı tarassudda bulunduruldu ise de en sonra ihtilattan memnu’ bir halde Sultanahmed’de kain Mehterhane’nin mer’iyyü’l-hatır dairesine gönderilip habsine mevsum olan gazetesini çıkarıyor. Fakat kendisine bir lutf-i mahsus ve bi-ibaretin uhra hakk-ı sükut olmak üzere Hidiviyet-i Mısriyye tarafından bir mikdar tahsisat verilmekdedir. Fuad’ın yazmış olduğu takrir ihtimal ki bugün hakan-ı mahlu’un jurnal sandıkları içinde bulunmakdadır. Çıkarılıp bi’l-etraf tedkık edilse işbu cinayatın hakıkati derhal anlaşılır. Bu hikayeyi benimle beraber o esnalarda aynı dairede mevkuf bulunan Ahmed Fuad anlatmışidi. Binaenaleyh halife olmak isteyenin kim olduğu anlaşıldıktan sonra buna yardım edenlerin kimler olduklarını da biraz tavzih etmekliğim icab etti. Başlıca bu cereyanı Lord Cromer’le Mısır Hükümeti’nde müstahdem olup daima İngilizlerin amalini tervic etmeği mukaddes bir vazife telakkı eden Suriye hıristiyanları hazırlamışlardı. Bu suretle bütün Ceziretü’l-Arab’da fesad ve nifak tohumlarını saçmak istiyorlardı ki ancak bu bahane ile orasını Fransa ve İngiltere nüfuzu altına sokmak istiyorlardı. Mezkur cem’iyete şu’ara hutaba vu’az muharririn ve erbab-ı matbu’attan bir kısmı ve mel’anetten geri kalmıyorlardı. Bu cereyandan bi’l-etraf haber alan Abdülhamid eşhas-ı vak’ayı az bir müddet içinde bildiği cihetle mesa’ilerini boşa çıkartmak için İbnü’r-Reşid nişanlar –hatta cariyeler– ihda eylemekle emellerine hatime çekdi. Vakta ki Meşrutiyet i’lan olundu derhal an’anat-ı kavmiyye ta’kıbi bahanesiyle kendi makasıd-ı na-meşru’alarını tervic etmek isteyenler İstanbul’da Beyoğlu’nda Cem’iyetü’l-Aha’i’l-Arabi ünvanıyla bir Arab cem’iyeti teşkil eylediler. Bu cem’iyete Şefik el-Müeyyed Bey’le emsalinin edildi. Bu cem’iyetle ona mensub olanların efkar-ı gayr-ı müstakımeleri az vakit içinde anlaşıldığı cihetle tabi’atıyla zeva’l-pezir olarak kulübleri kapandı. mürevvic-i efkar ve lisan-ı hal ittihaz eylediler. Bu cem’iyet gizli olarak şunun bunun fikrini tesmim ile uğraşıp durdular. Bu kadarla da iktifa etmeyerek en sonra Paris’de ve Avrupa’nın bazı payitahtlarında propagandada bulunmaya başlayarak tahsil için oralara giden gençleri kendi fikirlerine Mısır’daki el-Müeyyed el-Mukattam el-Umran ve buna benzer sahib-i imtiyazları ale’l-ekser İngiliz-perest ve hidiv tarafdarı bulunan gazetelerde bu fikri tervic ile bu ana kadar Şu son zamanlarda bu fikri gereği gibi tervic için bi’l-hassa Suriye’den Bağdad’a bazı kimseler i’zam olundu. Gönderilenler hıtta-i Irakiyye’nin köylerini kabailini dolaşıp herkesin fikrini zehirlediler. Bazı yerlerde ru-yı kabul göremeyerek koğuldular. Bu ifsadat ve telkınat-ı seyyi’e neticesi olarak bazı beyannameler açıkdan açığa tevzi’ edildi. Gizlice kırmızı mürekkeble basılıp öteye beriye atılan tehdid-amiz bazı varak-parelerde; Arablar Türkler aleyhine kıyama tergıb olunduğu halde hükumetçe bu hallerle bu cereyanların teskini için hiçbir teşebbüs icra edilmeyerek bi’l-aks erkan-ı hükumet seyirci sıfatı takınmışlardır ki cidden bence pek garib görünmekdedir. Bu beyannamenin suretini atiyen neşr etmekle kari’in-i kiramın fikrini tenvir için oldukça hizmet edecekdir. [ Kaidü’l-Isabeti’l-Hamra’ Bu beyannameyi okuyanlar hıtta-i Irakiyye’de saçılan şikak tohumlarının netice-i mahsul ve semerinin ne olacağını anlarlar. Bu zehirler hep Suriye ve Mısır’da teşekkül eden cem’iyat-ı fesadiyye tarafından buralara yaldızlı kağıtlara sarılı bulunduğu halde gönderilmiş ve tervicine de fesad-ı ahlaka malik ve bütün dünyada bir dikili ağaca malik bulunmayan herifler ta’yin olunmuştur. Bunlar sellemehü’s-selam kabail ve aşair beyninde bu fenalık tohumlarını serpip gidiyorlar. Hamd olsun Bağdad mütefekkirleriyle vatanperver gençleri üzerine bu telkınat asla icra-yı te’sir etmemiştir. Bu vatan evladları bu telkınatın netayic-i meş’umesini bilirler larda ne suretle ecanib nüfuzunun revac bulduğunu basiret gözüyle müşahede ettikleri için bu gibi tesvilat-ı şeytaniyyeye kapılmamaya karar vermişlerdir. Din-i mübin-i İslam İslamiyet Türklük Arablık tanımaz bütün akvam ve anasır-ı İslamiyyenin hukukunu te’min ve tevhid eylemiştir. Cami’a-i İslamiyet’te ihtilaf-ı kelime yokdur. Abd-i Habeşi ile seyyid-i Kureyşi diyanet ve İslamiyet gözünde hukukları müsavidir. Ben bazı eblehlere sade ve basit fikirlilere acıyorum. Çünkü desais-i ecnebiyyeye kurban olmakdan tehaşi etmiyorlar. Bu gibi ifsadatta bulunanlara Hükumet-i Meşruta-i Osmaniyye tarafından birçok iyilikler yapıldığına da eminim. Fakat bu nankörler meşru’ bir ni’metle iktifa etmiyorlar. Koca bir memleketi ülkeyi menafi’-i hasiselerine feda etmek istiyorlar ki bu hallere dayanmak gayr-ı kabildir. Rusların geçen sene Tebrizlilere Horasanlılara Fransızların zavallı istiklallerini muhafazaya kalkışan Faslılara İtalyanların Trabluslulara neler ettiklerini kendi gözleriyle görüp kulaklarıyla işiten Arab kardeşlerim acaba el-an bir ders-i Vallahi billahi dinime imanıma vicdanıma namusuma yemin ederim ki bu şakşakalar arkasında ecnebi eli oynuyor. Bu telkınatın cümlesi ecnebilerin mahsul-i mesa’ileridir. Bulanık suda balık avlamak isteyen ecanib Huda-ne-kerde memalik-i vesi’amızı istila ettikden sonra biz müslümanlara merhamet etmeyeceklerdir. Büyüklerimize kadınlarımıza ciğer-parelerimize acımayacaklar bizi yakıp kavuracaklardır. Cami’lerimizi ma’abid ve mesacidimizi emakin-i mukaddesemizi kilise haline ifrağ eyleyeceklerdir. İşte Rumeli’de cereyan eden vekayi’-i meş’ume akvalime nesayihime bir şahid-i adildir. Va esefa ki garazkarlar bed-hahlar hissiyat-ı görmek istemiyorlar. Bi’l-aks o gibi vekayi’-i mühimmeyi vatandaşlarımıza göstermek sem’ine isal etmek arzusunda değildirler. Halbuki hükumetçe tevsi’-i me’zuniyet usulunün tatbiki taht-ı karara alınmış ve verilen kararın bir kısmının mevki’-i Babıali tarafından verilmiştir. Memleketin te’ali ve terakkısini arzu edenler mecalis-i umumiyyeye fa’al ve münevverü’l-fikr fazıl ve genç a’zalar intihabına çalışmaları lazım gelir ki bu suretle arzu ettikleri ıslahatın projesini hazırlayabilsinler. edecekler mi? Bağdad: ALMANLAR HAKIKATI ANLADILAR FAKAT GEÇ! Geçenlerde Babanzade İsmail Hakkı Bey’in Tanin gazetesinde Almanlar lehinde yazmış olduğu makaleyi bura gazetelerinde bugün okudum. Yani Almanya’nın her tarafında tercümesi neşr olundu. Hem de büyük bir alkışla telakkı olundu. Osmanlıların lehinde yazılan makaleler bizim nasıl mahzuziyetimizi mucib oluyor ise Almanlar lehinde yazılan makaleler de tabii Almanları mucib-i mahzuziyeti oluyor. Bu gibi neşriyatlarla Almanların hissiyatını okşamak bizim için mucib-i memnuniyet olacağına şübhe etmemelidir. Bugün Almanlar etmiş oldukları hatayı gereği gibi tanıdılar. Bize yalnız Osmanlı-İslam dostumuz demekle işin bitmeyeceğini fi’liyatla menfa’atlerini muhafaza edebileceklerini iyice anladıklarından tedricen ve fi’ilen lehimize çalışmaya başladılar. Panislavizm tehlikesini bu derece telakkı etmeyen Alman ve Avusturyalılar şimdiye kadar ta’kıb ettikleri politikanın doğru olmadığını ancak Osmanlı ve İslam kavimleriyle el ele vererek her iki tarafın menfa’at ve bekasını kafil bir politika ta’kıb olunacak olur ise rah-ı selamete vasıl olunacağını anladılar. Eyvah ki geç anladılar. Elden kaçırılanı tekrar elde etmek için bundan böyle lehimize olarak politikalarını çevirmeye mecbur kaldılar. Vakı’a ber-vech-i peşin kendi menfa’atlerini düşünerek fi’liyata başladılar ise de bundan bizim de pek müstefid olacağımıza şübhe etmemelidir. Bizim Demiri tavında dövmelidir derler. Asıl şimdi sulh mes’elesi devrinde bunların bize epeyce yardımı olur. Bu muharebeden ders-i intibah alarak kendimizi tahlisa uğraşacağımızı bunlara neşriyatımızla anlatmalı. Fransa Darülfünunu’nda vuku’ bulan vak’a bunların pek hoşuna gitti. Osmanlı-İslamlar bundan böyle yüzlerini Fransızlardan çevirecekler Almanlarla iştirak edecekler diye sevindiler. Almanya’da hiçbir Osmanlı yokdur ki en büyük meclisde bile hüsn-i kabul görmesin. Vakı’a beş parmak bir değildir. Hakkımızda fena fikir taşıyanlar da varsa da bunlar pek mahduddur hem de cühela takımıdır. Mesela evvelisi gün bir hatib tarafından bir konferans verildi. Gitmek arzusunda idim. Lakin her nasılsa bir mani’ zuhur ederek kendim gidemedimse de diğer birini gönderdim. Avdetinde: “İyi olmuş ki gitmedin. Çünkü mutlaka herifle boğaz boğaza gavga ederdin. Tekmil İslam Osmanlılar aleyhinde söylemediği fenalık kalmadı. Hem de o derece ki esna-yı nutukda Almanlardan bile bazıları salonu terk ederek gittiler. Söylediğini bir amele bile söylemez. Çünkü amelenin ma’lumatı ondan ziyadedir.” dedi. Yani diyeceğim bu gibi adamlar dahi varsa da mikdarı pek azdır. Ve’l-hasıl fikirleri hemen umumiyetle denecek derecede lehimizdedir. Bugün Biterfeld’de Parsavan Balonu bir Osmanlı komisyonu tarafından tecrübe ve kabul olunduğunu bura gazetelerinde okuduk. Almanların sevincini görseniz… Çünkü balon hatta onda birini bile vermeyiz. Lakin Osmanlılar istedikleri kadar hatta zeplin dahi istemiş olsalar onu da veririz.” Hatta vaktiyle tetebbu’at komisyonu burada iken Kont Jepelin İstanbul’da bir jepelin balonu tersanesi inşa etmesini nutkunda söylemiş idi. Belki hükumet bura hükumetine müracaat edecek olsa Frederikshafı’nda bulunan tersaneye tevsi’-i ma’lumat etmek üzere birkaç talebe kabul ettirebilir ki ileride bizim için faideden hali değildir. Çünkü bundan böyle balon muharebelerde büyük bir rol oynayacakdır. Bizim de şimdiden işe mübaşeret eyleyerek balon i’mal etmek Selanik’de mevcud İslam muhacirin için burada büyük bir faaliyetle i’ane toplanmakdadır. İştirak eden pek çokdur. Bendeniz de elimden gelen teşvikatta kusur etmiyorum. Naim Bey’in Ahlak-ı İslamiyye’nin Esasları makalesinden birincisini Almancaya tercüme ettim. Doktor Çodi Bey mükemmel buldu. Ve Almanca cümlelerinin tanziminde mu’avenetini diriğ etmeyeceklerini va’ad ettiler. Yalnız neşr olunması müşkilatı var. Bakalım neye karar vereceğiz. “ Asya Tehlikede ” ünvanlı gönderilen risale aslı ile beraber vasıl oldu. Almancaya tercüme ettim. Bura gazetelerinde veya risale şeklinde neşr olunacakdır. Bu babda bura gazeteleri muhbirlerinden biriyle görüştüm. İttihad-ı ırk-ı asfer tabii Asya akvamı için menafi’i intac eder bir madde ise de Avrupalılar bunun meydana çıkmak imkanı olmadığını çünkü Asya akvamı henüz böyle bir fikr-i kemale malik olmadıklarını beyan etti. Bir de dedi ki: “Asyalılar her neye teşebbüs ederler ise hakıkı bir ateşle başlarlar. Lakin bu alev bir barut alevi gibi olup çabuk söner. Bundan ma’ada Asyalılar her şeyi büyültmeye alışmış olduklarından böyle bir kadar Avrupalılara karşı bir gözdağı olduğu i’tikadından kurtulamayacaklardır. Maamafih her hangi bir işde sebat edilecek olursa hüsn-i neticeye isal olunur. Lakin Asyalıların sebatı yokdur.” Bize bi’l-fi’il bunun aksini isbat etmek sebatkar olduğumuzu göstermek düşer. Hindistan muhabir-i mahsusumuz Tevfik Bey Bağdad’dan Bağdad Vilayeti defterdarı birkaç gün evvel her mes’uliyeti uhdesine alarak Südde ameliyatını deruhde eden İngiliz kumpanyasına beş bin lira vermek suretiyle hem mezkur ameliyatın bir an evvel ikmaline hem de bu hareketleriyle devlet ve milletimizin şan ve şeref-i iktisadi ve umranisini muhafaza etmeye muvaffak olmuşlardır. – Asayiş ve sükun bu esnada gereği gibi hüküm-fermadır. Cehaletten mütehassıl bazı dedikodulara –ki Bağdad kahvehanelerinin mahsulüdür– nihayet verilmiştir. – Vali Muavini Ömer Lütfü Beyle Bağdad Jandarma Müfettişi Cemal Paşa bazı tedkıkat ve tahkıkatta bulunmak üzere Basra’ya kadar bir seyahat icra etmişlerdir. – Vakt ü zamanında yağmurların yağmamasından dolayı zürra’ın yüzü gülmemekde ve bu yüzden memalik-i ecnebiyyeye ticaret için hububat ihracatında devam eden muhtekir tacirler zehayir-i mevcudeyi anbarlarına kapatıp zahire fiyatının yükselmesine sebebiyet vermişlerdir. Zavallı ahali Vali Zeki Paşa’ya hallerini arz ve şikayet etmeleri üzerine dahildeki zehayirin ehven fiyatla satılmasıyla şimdiden civar mahallerden zahire celbi esbabına hükumetçe tevessül edilmiştir. – Beray-ı ziyaret atebata azimet eden Peştkuh Valisi Emir Ceng Bağdad’a mu’avedet ederek amed-şüd esnasında kendisine hükumet-i mahalliye canibinden hürmet-i fevka’l-ade Kahire’de çıkan el-Ceride’nin Trablusgarb mücahidleri miyanında bulunan muhabiri Bukbuk nam mevki’den mezkur gazeteye Efrenci Nisan’ın on üçünde şu telgrafı çekmiştir: “Dün sabah bizim pişdarlarımızın mevki’lerini İtalyanlar dört tayyare ile teftiş ettiler. Bu tayyarelerin nüzulünden yarım saat sonra muhtelif alaylardan mürekkeb olmak üzere bir İtalyan kuvveti huruc hareketine başladı. Bunlar henüz beş yüz metre ilerlememiş idiler ki bizim tarafımızdan mukabele olundu. Dört saat devam eden şiddetli bir muharebeden sonra İtalyanlar adet-i me’lufeleri üzere kaçmaya başladılar ve kaçarken arabalara mecruh yüklediyorlardı ki bu arabaların mikdarı on beş idi. Bizim mücahidlerden ikisi şehid oldu ve beşi hafif surette yaralandı. Bir fotoğraf makinesi ettik.” Nisan tarihiyle Roma’dan varid olan bir telgrafnamede: “Merg ahalisinin silahlarının toplattırılmasına başlandığı bedevilerden birçoğu erzak ve mühimmatını terk ile firar eyledikleri Merg ve Tomlata kabaili rüesasından birçoğu İtalya hükumetine arz-ı teslimiyet eyledikleri mezkur iki şehir arasında telgraf muhaberatı te’min olunduğu” bildirilmekdedir. Tahran’dan Rus gazetelerine çekilen bir telgrafnameye nazaran nim resmi bir gazete olan Aftab muhafaza-i istiklal için İngilizlerle i’tilaf politikasının İran siyaset-i hariciyyesinde esas ittihaz edilmesini tervic etmekde imiş. Geçenlerde bir İngiliz yüzbaşısını katl ettiklerinden dolayı te’diblerine teşebbüs edilen Boyer Ahmed Kabilesi ile Bahtiyarilerden mürekkeb olan hükumet müfrezesi arasında bir müsademe vuku’ bulmuş ve Bahtiyarilerin mağlubiyetiyle neticelenmiştir. Ural vadilerinde mütemekkin olan akvam-ı İslamiyye arasında terakkı ve temeddün emellerinin yürümeye başladığı bazı asarından istidlal olunmakdadır. Ez-cümle şimdiye kadar oralarda göçebe halinde imrar-ı hayat etmekde olan İslam kabilelerinden bazılarının hükumete müracaatla iskanlarını taleb eylediklerini Şimali Rusya matbuatı haber veriyor. Kırgızlarda okuyup yazmak için büyük bir hareket meşhud olmakda muallimler vasıtasıyla birçok gazete ve risaleler celb etmekdedirler. çalışmak üzere Kazan erbab-ı hamiyyeti “Neşr-i Maarif” namıyla bir cem’iyet teşkil eylemiştir. Bu cem’iyetin tertib edilmiş olan nizamnamesi beray-ı tasdik Rusya hükumetine tevdi’ olunmuştur. gazete neşrine başlanmıştır. Duma’da İntihab Kanunu’nun müzakeresi esnasında Müslüman fırkası namına nazar-ı dikkatini bi’l-hassa atideki mevadda celb etmiştir: Kırgız Ovası Türkistan ve Mavera-yı Hazar vilayatı gibi Türklerle meskun olan mahaller tamamıyla hakk-ı intihabdan mahrum bırakılmıştır. Bunun için buralardaki ahali kendi malik bulunmuyorlar. İntihab Kanun-ı hazırı Kafkasya müslümanlarının hukuk-ı intihabiyyesini o kadar tahdid etmiştir ki koca Kafkasya kıt’ası bu kanun mucebince ancak Rus olmayan milletler tefrik olunarak müstakil birer daire-i duçar-ı ziya’ oluyor ve bu hal arzu ettiği takdirde İslamlardan bir kişiyi bile meb’us çıkartmayacak surette Dahiliye nazırına vasi’ salahiyet ve vesileler bahşediyor. Bakü’de Babayef ve Şerifoflar neft ve su boruları vaz’ı için “Diyanet” namında bir şirket teşkil etmişlerdir. Bu şirkette birçok Müslüman hanımları da a’za bulunacakdır. Yakın zamanlara kadar Rusya Hükumeti hiçbir ecnebinin Türkistan’a duhulüne müsa’ade etmez idi. Son senelerde bu memnu’iyet kısmen kaldırılarak ecnebi erbab-ı ticaret ve sanayiinin oralara gitmesine me’zuniyet verilmiştir. Bundan bi’l-istifade iki Fransız taciri Türkistan’da bir müessese-i ticariyye açmışlar ve bir hayli arazi iştirasına koyulmuşlardır. Rusya’daki müslüman gazetelerinin beyanına göre: Afganistan’ın hayat-i siyasiyye ve ictima’iyyesinde şayan-ı dikkat ve takdir bazı harekat-ı terakkı-perverane görülmekdedir. Birkaç seneden beri nisbi bir esas üzerine vergi tarh ve tahsiline i’tina edilmekde olduğundan bu sayede Afganistan’ın varidatı da pek ziyade tezayüd eylemiştir. Mu’amelat-ı rusumiyye oldukça taht-ı küçük kasabalara kadar temdid ve tevsi’ edilmiştir. Büyük şehirler arasında telgraf hututu temdid edilmiş olduğundan merakiz-i mühimmenin hepsi Kabil şehriyle telgraf te’ati ediyor. Kabil’de aynı zamanda İngiliz hutut-ı telgrafiyyesi de bulunmakdadır. Usul-i idare-i siyasiyye ve ictima’iyyede de bazı tahavvülat vücuda getirilmiştir. Evvelce memurine maaşat verilmeyerek bunlar ancak ahaliden alacakları aidat mikdarda maaş i’ta olunmakdadır. San’at ve ticaretin millileştirilmesi hakkında da bazı tedabire tevessül olunuyor. Milli sanayi’in inkişafını gösterecek en büyük eser Kabil’deki top ve tüfenk i’malathanesidir. Bu fabrika haftada iki top ve tüfenk ve bunlara yetişecek kadar mermiyat ihzar edecek kabiliyettedir. Hiref ve sanayi’in tekemmülü için her sene birçok san’atkarlar İngiltere darussına’alarına gidiyorlar. Maarif ve hususat-ı sairede dahi bazı asar-ı teceddüd gösterilmekde olduğu gibi Afganistan Hükumeti şimendüferler temdidi mes’elesiyle de uğraşmakdadır. MÜTAREKE Osmanlı Telgraf Ajansı’nın resmen i’lanına göre Osmanlı ve Bulgar orduları arasında şifahen takarrur eden şerait-i atiyye dahilinde ta’til-i muhasemat edilmiştir: onuncu gününe kadar ta’til edilmiştir. mez ise müddet-i mezkure bi’l-müzakere temdid olunabilecekdir. her iki ordu beyninde bir mıntıka-i bi-tarafi te’sis olunacakdır. yek-diğerini saat evvel haberdar edecek ve bu müddet haberin diğer tarafa isal edildiği günün akşamı saat sekizden Bulgar Ordusu’na Maarız Körfezi ile Karadeniz sahilinden erzak ve me’kulat getirilmesine Osmanlı Donanması tarafından mümana’at olunmayacakdır. Geçenki nüshamızın şuun kısmında münderic bazı fıkarat nasılsa hey’et-i idare ve tahririyyenin nazar-ı tasvibinden geçmeden derc edilmiş bulunduğu cihetle beyan-ı ANCAK EL BIRLIĞI İLE ÇALIŞIRSAK KURTULURUZ. Bugün vatanın ne acıklı bir mevki’de bulunduğunu söylemeye hacet görmüyoruz. Hiçbir müslüman yoktur ki meydandaki felaketlerden yüreği yanmasın! Fakat felaket karşısında apışıp kalmak ye’se düşmek atiden ümidi kesmek bu acılardan daha büyük bir felakettir. Hem öyle bir felaket ki bakıyye-i vatanı düşman ayakları altına milleti adem çukuruna sürükleyecek! Felaketlerimizin başlıca sebebleri timaimizin çığırından çıkmış olmasıdır. Bu yaraların tedavisi memleketin kabus-ı cehaletten kurtarılması milletin ticareten san’aten ahlaken tekamül ve terakkısi için muhterem kari’lerimiz ne düşünmekte iseler nihayet üç hafta zarfında mektupla bildirsinler. Bunu kendilerinden istirham ederiz. Siyasetle asla alakadar olmamak üzere memlekette ilmi iktisadi lunan zevatın da isimlerini tahriren ceridemize bildirmeleri ayrıca niyaz olunur. Tercümesi Allah’a Allah’ın peygamberine itaat ediniz; bir de sakın birbirinize düşmeyiniz; sonra korkak kesilirsiniz şevketiniz de elinizden gider. Hükumet-i İslamiyye bir zamanlar tulen ta mağrib-i aksadan Çin hududundaki Tongin eyaletine arzan şimaldeki Kazan’dan başlayarak Hatt-ı İstiva’nın altındaki Serendib’e kadar imtidad eden koca bir alemi saye-i himayesine almış tün müslümanlarla meskun idi. Müslümanların buralarda her türlü tegallübden asude bir saltanatları bir şevketleri vardı. Hükumetin başına büyük büyük padişahlar geçerek az bir parçası istisna edilmek şartıyla bütün Küre-i Arz’ı istedikleri gibi idare ederlerdi. Askerleri hiç bir zaman hezimet yüzü görmez sancakları hiç bir yerde toprağa serilmez sözleri hiç bir kimse tarafından geri çevrilmezdi. Metin kaleleri müstahkem burcları müselsel dağlar gibi omuz omuza vermiş gider; ovalar tepeler müslümanların eliyle yetişen her türlü ekinlerle ağaçlarla ormanlarla otlarla örtülmüş bulunurdu. En metin kava’id-i umran üzerine kurulmuş son derecede ma’mur son derecede muntazam olan şehirleri ahalisinin sanayi’iyle bedayi’iyle yetiştirdiği ulemasıyla hukemasıyla bütün dünyaya karşı i’lan-ı mübahat ederdi. yetiştiği gibi bu iki münteha arasındaki kıt’alarda hikmet tıb hey’et hendese ve sair ulum-ı akliyyede tebahhur etmiş rüsuh kazanmış erbab-ı fenden geçilmezdi. Ulum-ı şer’iyyeyi kale almıyoruz; çünkü o milletin bütün tabakatında te’ammüm etmiş idi. Bir Abbasi halifenin sözüne karşı Çin’in en büyük fağfuru boyun eğer Avrupa’nın en büyük imparatoru titrerdi. Kurun-ı Vusta’da Mahmud-ı Gaznevi Melikşah-ı Selçuki Salahaddin-i Eyyubi Şark’da Timurlenk Garb’da Fatih Sultan Mehmed Sultan Selim Sultan Süleyman gibi padişahlar yetişmiştir ki bugün bu adamlar maziye karışmış olmakla beraber zaman ebediyyen onların hatırasını onların asarını mahvedemeyecekdir. Müslüman donanmasının Akdeniz’de Bahr-i Ahmer’de Bahr-i Muhit-i Hindi’de her türlü rekabetten masun bir satveti vardı ki yakın zamanlara kadar devam etmişti. Dinen kendilerine muhalefette bulunanlar kuvvetlerine karşı münkad oldukları gibi huzur-ı faziletlerinde de hürmete mecbur idi. Bugünkü müslümanlar yine o müslümanlardır oturdukSEBILÜRREŞAD ları memleketler babalarından kalan yine o memleketlerdir. Adedleri üç yüz milyondan aşağı değil. Bu milletin efradı kalblerinde kökleşmiş olan aka’id-i diniyyeleri icabınca mücavir bulundukları akvamdan daha şeci’ ölüme karşı gitmek hususunda daha seri’ oldukdan başka hayatı istihfaf etmek hayatın batıl bir yığın alayişine ehemmiyet vermemek gibi meziyetlerde herkesden ileridedir. Ellerindeki Kur’an aka’idi bürhan mukabilinde kabul etmek kapılanları evhama tebe’iyyet edenleri tezyif eylemekde bütün milleti feza’il-i ahlaka sıfat-ı kerimeye da’vet etmekdedir. Bina’enaleyh müslümanlar dinlerindeki metin esaslar yeye en müsta’id istikamet-i ahlaka en karib bir millettir. Sonra nefislerinde şan ve şerefe bir ihtisas gördüklerinden ve bütün alemin fevkınde bir makam-ı refi’a yükselecekleri ellerindeki Kitab-ı Mübin’in meva’id-i sadıkasından olduğundan başkalarının nüfuzu altına girmeye kat’iyyen razı olamazlar. Böyle bir nüfuz-ı ecnebiye inkıyad etmek hiç birinin hayalinden geçmez; isterse o nüfuz son derece şedid yahud son derece de hafif olsun. Bundan başka aka’id bağı bütün müslümanları bir uhuvvet dahilinde sımsıkı birleştirdiği ecanibin boyunduruğu altına geçmesini kendi için bir sukut kendi için bir esaret suretinde telakkı eder. Din sayesinde na’il oldukları ma’arifin nefislerinde rüsuh bulması şan ve şevketlerinin zaman-ı şebabında ulum u fünundan nasibleri gayet yüksek olması sebebiyle müslümanlar kendilerini kabiliyet-i ilm hususunda bütün akvamdan Lakin bütün bu hakayıka rağmen müslümanlar tevakkuf ettiler. Daha doğrusu bir zamanlar alemin üstadı iken bugün ma’arifde sanayi’de bütün akvamdan geri kaldılar. Memleketleri parçalanmaya ecnebilerin eline düşmeye başladı. Halbuki kendilerine muhalif olan akvamın nüfuzuna arz-ı esaretini silkip atmak bu hususda her satvete her şevkete karşı durmak dinlerinin en büyük rüknü idi. Dünyada mevcud ümmetlerin devletlerin hepsi ister ki bütün alem dinde cinsiyette kendine tabi’ olsun. Biz böyle bir harekette bulunmuyoruz. Avrupalılar hem bu maksadı ta’kıb ediyorlar hem de sonra bunu ta’assub sayarak bize isnad ediyorlar. Halbuki mezmum olan bir ta’assub varsa o da muhalif dinde bulunanların hukukunu paymal etmek yahud onlara ezada bulunmak yahud onları tebdil-i dine icbar eylemekdir. Müslümanlık bunların kaffesini men etmiştir. Acaba müslümanlar ibad-ı salihinin Arz’a varis olacağı hakkındaki va’d-i ilahiyi mi unuttular? Yahud şuun-ı İslamiyyenin günün birinde bütün şuun-ı aleme galib olacağından gafil mi oldular? Yahud Cenab-ı Hakk’ın i’la-yı kelimesi uğrunda Cennet’e mukabil mallarını canlarını sattıklarından zühul mü ettiler? Hayır hayır! Aka’id-i İslamiyye kulub-i müslimine hala temellük etmekde hala iradata hakim olmakdadır. Aka’id-i diniyye ve feza’il-i şer’iyye nazarından avam da havas da hala birdir. Evet ulum u fünuna karşı bu taksir iktisab-ı kuvvet hususundaki bu fütur bir takım esbabdan neş’et ediyor ki en büyüğü hükumete talib olanlar arasındaki ihtilafdır. Bid-defe’at söylemiş idik ki müslümanlarda dinden başka cinsiyet yokdur. Binaenaleyh müslümanlara hakim olan eşhasın te’addüdü bir kabiledeki reislerin bir kavimdeki sultanların te’addüdü demekdir. Her birinin maksadı her birinin gaye-i hareketi başka başka olan bu reisler bu sultanlar zir-i idarelerinde bulunan halkı birbirine hasım göstererek sonra birbirine galebe çalmak için vesa’il hazırlamakla meşgul ederler. Bir kısım diğerini makhur eder. Münaza’at-ı dahiliyyeye pek benzeyen bu muharebeler ulum u fünunun terakkısi şöyle dursun müslümanların vaktiyle ihraz ettikleri nasibe-i irfandan bile zühulünü icab eder. Nihayet şu meydandaki zaruretler ihtiyaclar hadis olur. Daha sonra kuvvete za’af intizama halel gelir vahdet tefrikaya giriftar olur. Ümera bir tarafdan [ ] ahad diğer tarafdan birbiriyle uğraşırlarken yabancıların ta’arruzundan kimsenin haberi bile olmaz. racak hiç bir rakıb bırakmamış oldukları bir zamanda müslüman ümerasının yüzünden millet böyle zararlara uğradı. Sonraları bu ümeranın kalblerinde hırs tama’ iyice kökleştiği mecd ü şerefe doğru giden yolları büsbütün bırakarak emaretin yalnız ismiyle saltanatın yalnız elkabıyla kana’at etmeye ve bu beyhude ünvanların icab ettiği sathi nümayişler da kalmayarak ellerindeki fersude meta’ın bekasız ni’metin devamı için diyanet cinsiyet hususunda muhalifleri bulunan ecnebilere dehalet ettiler de onları kendi milletlerine karşı silah gibi kullanmaya kalkıştılar. Hind’deki saltanatını kökünden yıkarak o enkaz üzerine İngilizlere bina-yı hükumet kurduran bunlardır. Bütün memalik-i ların bir sürü batıl emelleri koca bir alemi za’f meskenet uçurumlarına doğru sürükledi. Bunların yapmış oldukları fenalık ne büyükdür! Yalnız nefsani ezvakını düşünen yalnız hevesatıyle meşgul olan bu sefihler milletin rabıta-i cami’asını kırarak cem’iyeti tefrikalara düşürdüler; ulum ve fünunun seyrini tevkif ettiler; sına’at ticaret zira’at gibi umur-ı nafi’ada fetret husule getirdiler. Lakin Allah dünyaya hırsın menafi’-i hasiseye tehalükün belasını versin! Bu hırsın bu tehalükün ne büyük zararlarını çekmekde ne yaman akıbetlerini görmekdeyiz! Herifler Kelamullah’ı arkaya attılar; en büyük fera’izden olan bir farzı inkar ettiler; düşman memleketlerinin kapısında bekleyip dururken kendi aralarında ihtilafa başladılar. Halbuki el birliğiyle o müşterek düşmanı def’ etmek için aralarındaki her türlü esbab-ı niza’ı bırakarak ittihad eylemeleri Acaba hırs u tama’da bu kadar ileri gitmeleri bir takım umur-ı hasisede birbiriyle müsabakaya kalkışmaları kendileri bulundukça ömür süren bir hasretten öldükden sonra da ebedi bir hüsran ile sermedi bir nedametten bir de arkada kalarak hiç bir zaman sahife-i eyyamdan silinmeyecek bir su’-i şöhretten ibaret! Hakk’ın izzetine adlin azametine yemin ederim ki müslümanlar kendi haline bırakılsa vahdete sa’ik olan aka’id-i sahihalarıyla içlerindeki ulema-yı amilinin irşadatı sayesinde ruhları az zaman zarfında birbirine kaynar ahad-ı millet pek çabuk daire-i i’tilafa girer. Lakin yazıklar olsun ki içlerine bütün sa’adeti emir yahud melik ünvanında arayan bu müfsidler girdi. Evet herifler emir yahud melik namını alsınlar da isterse emr u nehyin mahall-i tatbikı olmayan bir köye emir olsunlar… müluke hulefaya karşı huruc eden bu süfeha-yı ümmettir ki milleti bu hale getirdi; kimse kimseyi tanımaz üç kişi aynı gayete tevcih-i hareket edemez oldu. Daima ittifak üzere bulunmak hükumet-i İslamiyyeyi te’yid için te’avünden ayrılmamak diyanet-i Muhammediyyenin en metin rüknüdür bu akıde müslümanlarca o aka’id-i evveliyye cümlesindendir ki herkes bilir; kimse ne bir hocadan sormaya ne bir kitabdan aramaya hacet görmez. Millet-i İslamiyyenin bugünkü hali erbab-ı hamiyyete kan ağladıyor. Arada evsafını saydığımız süfeha-yı ümera olmasaydı şarkdaki müslüman garbdaki dindaşıyla şimaldeki cenubdaki ile birleşerek umumu birden aynı nida-yı da’vete; “Lebbeyk!” der koşardı. Müslümanlar hukuklarını sıyanet için intibahdan başka bir şey’e muhtac değildir. Evet efkar uyanmalı ki herkes milletin hukuku nasıl müdafaa olunacağını bilsin; bu maksadı te’min için icabında ihvan-ı diniyle birlikde kıyam etsin; milletin başına gelen felaketlerin tefrikadan teşettütten olduğunu iyice anlasın da rabıta-i kadimi te’yide ona göre çalışsın. Zaman artık tefrika zamanı değildir; ittifak zamanıdır vahdet zamanıdır. Elinize geçen fırsatları fevtetmeyiniz iğtinam ediniz. Matem ölüyü diriltmez; esef geçmişi geri getirmez; keder musibeti def’ etmez. Selametin miftahı varsa yoksa iştir. Hülasa yükselmek için doğrulukdan hüsn-i niyetten başka merdiven yokdur. Korku helaki ta’cilden başka bir işe yaramaz. Ye’s himmetsizlik esbab-ı helakdendir. Sakın hitabına muhatab olmayınız! fırkasına girmekden sakınınız. Kur’an ölmemiştir ebedi bir hayata mazhardır. O’na müraca’at edin O’nu hakem ittihaz eyleyin. Me’muldür ki ümera-yı müslimin kendilerinden evvel geçenlerin halinden telafiye çalışır. Me’muldür ki bu cihan-ı tefrikayı vahdete sevkedecek sayha en şevketli en kuvvetli kıt’anın sine-i gayretinden feveran eder. Şübhe etmeyiz ki böyle mukaddes böyle mübarek bir himmeti olur. MU’TEZILIN Ulema-yı Mu’tezilin birçok nikatta yek-diğerlerine muhalefette bulunarak ber-vech-i ati yirmi kadar fırkaya ayrılmışlardır: laf’dır. bin Hani en-Nazzam’dır. Abbad es-Sülemi’dir. bih el-Muzdar’dır. en-Nümeyri’dir. vati’dir. hız’dır. Amr el-Hayyat’dır. hammed el-Ka’bi’dir. bin Abdülvehhab el-Cübba’i’dir. selam’dır. şir’dir. Mezheb-i İ’tizal birçok nikatta mesalik-i felsefiyyeye yaklaşmıştır. Ulema-i Mu’tezile’nin sıfat-ı ilahiyyeyi inkar etmelerine mukabil Sıfatiyyun namı altında diğer bir mezheb zuhur etmiştir ki bunlar sıfat-ı ilahiyyenin zatının gayrı olduklarını hususda merdüm-perestiye anthropomorphisme düşecek kadar ileriye gitmişlerdir. Bunlara Müşebbihe namı verilir. Müşebbihe zat-ı Bari’yi haşa mahlukata teşbih ve hadisata temsil eylemişler ve birçok fırkalara ayrılmışlardır. Fırak-ı mezkureden Müşebbihe-i Kerramiyye mezhebinin müessisi olan Muhammed bin Kerram Sicistan taraflarından zuhur ederek Suriye’ye gelmiş ve mezhebini oralarda neşr ü ta’mim eylemiştir. Muma-ileyh hicret-i nebeviyyenin’nci senesinde vefat etmiş ve Kudüs’de defn olunmuştur. Mu’tezile’nin kader ve irade hakkındaki akıdelerinin büsbütün zıddını kabul eden diğer bir mezheb daha zuhur etmiştir ki bu mezheb erbabına da Kaderiyyun mukabili olarak Cebriyyun ismi verilmiştir. Cebriyye mezhebi erkanının en meşhur siması Cehm bin Safvan namında bir İrani’dir. Cehm mezhebini ilk evvel Tirmiz şehrinde neşr ü i’lana başlamış ve bilahare her tarafda kendisine birçok tarafdarlar bulmuştur. Müessis-i mezheb Cehm bin Safvan Emeviler zamanında Salim bin Ahvez el-Mazeni tarafından katledilmiştir. Cehm demiştir ki: “İnsan hiçbir şeye kadir değildir ve asla kudret iradet ve ihtiyarı yokdur. Cenab-ı Hak sair cemadatta ef’ali nasıl halk ederse insanda da o suretle halk eder. İnsanın iyi kötü her türlü ef’ali ıztıraridir. Bu ef’al üzerine terettüb eden mükafat ve mücazat da bu ef’al-ı ıztırariyyenin netayic-i ıztırariyyesinden ibarettir.” Görülüyor ki Safvan ve tarafdarlarının fikrine göre insan ef’al ve harekatında bila-ihtiyar işleyen kurulmuş bir makineden başka bir şey değildir. Bu makine bir def’a kurulunca kuran zatın takdir ettiği zamana kadar; ta’yin edilen surette bila-ihtiyar hareket eder ve buna mecburdur. Cebriyyun sandan sudur eden bi’l-cümle ef’al ve harekatın ıztırari ve kasri olduğuna kani’ olmuşlardır. Cebriyyun insanın hüküm ve takdir-i ezeliye göre ef’al-i hasene veya kabiha icrasına mecbur olduğu fikrinde bulunduklarından zımnen fatalizm mesleğine sukut etmişlerdir. Cebriyye’nin pek bayağı olan mütala’aları Mu’tezile’nin tahlilat-ı dakıkalarıyla kabil-i kıyas bile değildir. Fırak-ı İ’tizaliyye tedkık edilirse mütefekkirin-i Mu’tezilenin başlıca şu beş mes’elede Ehl-i Sünnet’e muhalefet etmiş oldukları anlaşılır: batı; niyye ile olduğu ve insanlarda hürriyet-i kamile bulunduğu; “Sen onlara de ki: Hakkı bildirmek Allah’dandır. İsteyen “Her kim “İnsan ancak çalışdığı şeyi rüsül olmasa bile insanların akıl ve istidlal tarikiyle halık-ı kainatın vücuduna kani’ olabilecekleri; Mezheb-i İ’tizalin tarihçe-i zuhur ve tekamülünün mütala’a ve tedkıkinden netayic-i atiyyeye destres olunabilir: Tabaka-i ulayı teşkil eden erbab-ı İ’tizal mücadele ve münakaşalarını sırf dini ve kelami bir şekilde yürütmüşler ve müdde’alarını eylemişlerdir. Bu tabakada bulunanlar sügur-ı şer’iyyeyi zahiren tecavüz etmemeye mütemayil görünmüşlerdir. Felasife-i kadime-i Yunaniyye’nin asarı Arabca’ya tercüme edildikden sonra ortaya atılan ekabir-i Mu’tezile bu mezhebe bir şekl-i felsefi vermek istemişler ve zat-ı mutlak vahdet-i mutlaka fikirlerine saplanarak Cenab-ı Bari’yi tenzih edeceğiz mütala’asıyla nususa mugayir girivelere düşmüşlerdir. Bu tabakada bulunanlar felasife-i akliyyun sınıfına Mu’tezile arasında üçüncü bir tabaka daha türemiştir ki bunları akliyyun sınıfına ilhak etmek mümkün olamadığı gibi tabaka-i ula erbabı miyanında ta’dad etmek de pek muvafık olamaz. Bunlar Mu’tezile’nin basit fikirli ve dine ri’ayetleri mefkud efradından müteşekkildi. Gulat Şia Hululiyye ve Müşebbihe gibi bunları da kaba fikirli esatir-perest hurafe-gu bir sınıf-ı mahsus gibi kabul edebiliriz. Şurasını munsifane i’tiraf etmelidir ki mezheb-i İ’tizal erbabı arasında cidden alim ve mütebahhir pek çok mütefekkirler yetişmiştir. Bunlar sayesindedir ki İlm-i Kelam teessüs etti. Yine bunlar sayesindedir ki Eş’ariler gibi e’azım yetişerek akıde-i Ehl-i Sünnet’i edille-i akliyye ve mantıkıyye ile te’yide muvaffak oldular. Bunların kat’i ve metin mantıkları olmasaydı Cebriyyun alem-i İslam’ı daha o vakitlerde baştan başa bir atalet-gedeye bir sefalethaneye çevireceklerdi. Nasıl ki Ehl-i Sünnet mezhebinin Kaderiyye ile Cebriyye arasında bulmuş olduğu hadd-i i’tidali tamamıyla idrak ve ihata edemeyen bir takım derbeder cahil türüdülerin kader hakkındaki yanlış ve muzır telkınatları a’sar-ı ahirede müslümanlardaki ruh-ı faaliyet ve mesa’iyi fikr-i vazife ve tedbiri esasından çürütmüş onları atıl sefalet-zede fikr-i teşebbüs ve tedbirden mahrum bir sürü cemadat derekesine indirmiştir. Cebriyye mezhebi mes’uliyet-i ibadı kaldırdığı gibi fazilet hubb-ı sa’y gibi şeyleri de kadere rabt etmiş ve ilm-i ahlak esaslarını büsbütün sarsmıştır. Fil-hakıka bu mezhebe göre madem ki insan ef’al ve harekatında mecburdur. Mukadder olan ne ise be-hemehal o olacakdır ve abd öyle yapmak mecburiyetindedir. Aksini ef’alden naşi azab ve itaba duçar olması zulm-i sarih olacağından üzerine asla mes’uliyet teveccüh etmemek icab eder. Çünkü kendinden sadır olan ef’ali bi’l-ıztırar yapmıştır. Ef’alinde mükreh ve muztar olan bir şahsı fazilet-i hulkiyyesinin noksan veya fıkdanından naşi itham etmek haksızlık olur. Madem ki insan neye teşebbüs ederse etsin ne kadar sa’y ve gayrette bulunursa bulunsun mukadderat ne ise öyle olacakdır. Bi-hude yere çalışmak ne lazım! Arka üstü yatıp kaderin tecelliyatına intizar etmek daha doğru bir hareket olmaz mı?!... la’alarıyla bu müdhiş vartaya doğru sürüklerken erbab-ı ederek insanın kendi ef’alinin fail-i mutlakı olduğunu iddia ediyorlardı. Eş’ari gibi e’azım akıde-i Ehl-i Sünnet’i şu ifrat ve tefritten kurtararak hadd-i i’tidal ve tarik-i salimi bulmamış olsalardı muhtelif cereyanların vehamet-engiz safahat tevlid edecek bir renk iktisab etmesi muhtemeldi. Maamafih Cebriyyun akıdesinin bugünkü müslümanların kısm-ı a’zamında hakim-i yegane olduğunu; alem-i İslam’ın arz ettiği feci’a-nüma manzara-i sefalete bakarak i’tiraf ve kabul etmemek kabil olamaz. AKAID-I İSLAMIYYE Demiştik ki: Iman aklın ahkam ve kazaya-yı diniyyeyi tasdik etmesinden ibarettir. Ama bu tasdik bazısında cezm bazısında da zan tarikiyle olur. Yine bundan evvelki makalelerimizde söylemiştik ki: Akıl envar-ı dinin ziyasıdır. Dinde aklın muhal gördüğü mümteni’ addettiği hiçbir şey bulunmamak vacibdir. Zaten cami’lerde medreselerde mekteplerde tedris edilmekde olan tevhid kitaplarının ekserisi akıde-i İslamiyyenin ber-vech-i ati şu üç esası bilmekden ibaret olması üzerine bina edilmiştir. Binaenaleyh kütüb-i tevhidde daima bu üç esasdan bahs edilegelmiştir. tahil caiz olan şeyleri bilmek. leri bilmek. mın vücudu gibi sem’ ile sabit olan şeyleri bilmek. bir hüküm olduğu gibi şimdi işaret ettiğimiz kütüb-i akaidin mebni-aleyhleri olan vücub istihale cevaz da hükm-i aklinin nevi’leridir ki cüz’iyyatın kaffesi bunlara rücu’ eder. Bunun içindir ki beyan edeceğim mesail-i diniyyeyi ıstılahat-ı ahd ettiğim halde bu makalede aklın hükümlerini beyan etmeye mecbur oluyorum. nı bilip onların beynini tefrik etmeyen kimse akil değildir.” Ben şu üç kelimenin –vacib müstahil cevaz– mefhumunu her işidenin anlayabileceği bir tarzda gayet sehil bir ibare ğim. Bazı ulema bunları ma’lumun kısımları yapmışlar ise de Senusi hükm-i aklinin aksamından saymıştır. Üstaz-ı muazzam Şeyh Muhammed Abduh’un Tevhid risalesindeki tahkıkatına göre müstahilin hakıkati yokdur ona ma’lum denilmesi mecazdır. Bunun için biz de bedihiden başlayarak onu misaller ile izah edeceğiz. Hiç şübhe yok ki insan mekansız bir cisim tasavvur etmeye kadir değildir. Yani her cisim mutlaka feza-yı mevhumdan kendi mikdarı kadar bir yer işgal etmekdedir. Binaenaleyh ben elime bir cisim alırsam elimde olan mesela o cismin bir mekanda bulunduğunu aklın hükm etmesi cazim kat’i bir hükümdür ki kat’iyyen intifayı kabul etmez. İşte hükm-i aklinin bu nev’ine vücub-ı akli denildiği gibi mahkumün-bih olan şeye de vacib deniyor. Öyle ise her cisim için bir mekan bulunması aklen vacibdir. İntifası mekanın bulunmaması mümkün olmadığı gibi akılda ademi de mutasavver değildir. Bir cisim an-ı vahidde hem hareket ediyor hem de duruyor denilse hiç şübhe yok ki bunu işidenlerin kaffesinin aklı bu da’vanın yalan olup li-zatihi gayr-ı kabil-i sübut olduğunu birden bire hükm eder. Çünkü akıl an-ı vahidde bir cismin hem var hem yok olmasını tasavvura kadir olmadığı gibi bir anda bir cismin hem müteharrik hem sakin olmasını da tasavvura kadir değildir. İşte hükmün bu nev’ine istihale tesmiye olunur. Üzerine istihale ile hükm olunan şeye de –mesela: burada bir cismin an-ı vahidde hem müteharrik hem sakin olması– müstahil ve muhal-i akli denir. Ben desem ki cebimde şimdi bir elma var; şübhesiz akıl olan her ferd hükm eder ki bu kavlin mefhumu sabit ve mütehakkık olmak caiz olduğu gibi asıl ve esası olmayan bir söz olması da caizdir. Evet herkesin aklı hükm eder ki bu sözün doğru olması da caizdir yalan olması da! İşte bu hükme de vücudu kat’an mümkündür. Gerek ahmak gerek zeki şurada zikr etmiş olduğumuz misallerde kat’iyyen şek ve irtiyab da vaki’ olmaz. Çünkü bizim irad etmiş olduğumuz misaller bedihidir. Onları anlamak hususunda nazar ve istidlale hacet yokdur. Yalnız nazar-ı akli ve istidal ile ma’lum olup da başka bir suretle bilinemeyen şeylerde bu ahkamda dahildir. Lakin delil-i sahih için her halde bi’z-zarure ma’lum olan bedahete olsun isterse pek çok i’mal-i fikre tevakkuf etsin! Pek çok le hemen istihalesine hükm edeceği şeye misal olmak üzere de “tercih bila-müreccih”i gösterebiliriz. “Tercih bila-müreccih” kelimesi Cenab-ı Allah’ın vücudunu hudusdan muhdesata müşabehetten münezzeh olduğunu veran etmekdedir. Mütekellimin bu kaziyyeyi akliyyatta da müstahilat-ı bedihiyyeden sayıyorlar. Nasıl ki hissiyatta da böyledir. Çünkü terazinin iki tarafı da ağırlıkda vezinde bila-fark mütesavi geldiği zaman –bir tarafına bir cismin vuku’u yahud havanın tahriki gibi bir müreccih bulundıkça– bir tarafı diğer taraf üzerine tercih etmek mümkün değildir. Kendisinde her halde pek çok i’mal-i fikr edilmesi lazım olanın misali de yine “tercih bila-müreccih”den gelir. İşte biz de buna misal olmak üzere alemin hudusünü getiriyoruz. Hayvanatın nebatatın şahısları gibi hudusünü sonradan var olduğunu bi’z-zat gözlerimizle müşahede etmekde olduğumuz yahud hudusünü müşahede edemediğimiz şeylerin hepsi de cümle-i avalimdendir. Çünkü biz alemi akıl kendisine mahsus olan ahkam-ı selaseden birisiyle üzerine hükm etsin diye akla terk ediyoruz. Bit-tabi’ kainat hakkında akıl mez. Zira müstahil demek vücudu mutasavver olmayan bir şey demekdir. Halbuki alem kat’iyyen mevcuddur. Sonra bu alem üzerine aklın vücub ile hükm etmesine; bu alemin vücudu vacibdir demesine de hiçbir tarik yokdur. Çünkü vacib demek akıl kendisinin yok olmasını tasavvur edemez demekdir. Halbuki bu alemde hiçbir mevcud yokdur ki akıl onun yok olmasını kabul etmesin! Akıl görmüş olduğumuz bu avalimin yok olmasını da kabul eder. Onun için alemin ademini kabul etmeye bir mani’ yokdur. Nazar-ı akılda vücud ve ademi mütesavi olan her şey ise mümkündür. Binaenaleyh alem de mümkündür. Mümkün olan bir şey bulunduğu zaman her halde onun vücudunu ademi –ki mümkine nisbetle bunların her ikisi de müsavidir– üzerine tercih eden bir müreccihin de lüzumu zaruridir. Zira biz isbat ettik ki mümküne nisbetle vücud ile adem mütesavidir. Bir müreccih bulunmadıkça ehadühümayı ahara tercih etmek ise tesaviyi nefy edip kaldırmakdır. Bu surette vücud ile ademin an-ı vahidde hem mütesavi hem gayr-ı mütesavi olmaları lazım gelir. Bu ise tenakuz-ı muhaldan başka bir şey değildir. Binaenaleyh alemin vücudunu ademine tercih eden bir müreccihin lüzumu her halde muhakkakdır. Tercih ile mesbuk olan her şey bila-şübhe hadis ve belki hudusün bundan başka ma’nası bile yokdur. Öyle Fi’il ise ancak hadis olarak ta’akkul edilir. Bir fi’il ki hadisdir. Onun mef’ulü de hadis olacağında hiç şübhe yokdur. Binaenaleyh alem de bila-şübhe hadisdir. Hudus-i alem üzerine daha başka tarikler ile de istidlal edilirse de burada onlardan bahs etmeye hacet yokdur. Vacib-i akli ile müstahil-i akli her ikisine de kudret-i ilahiyyenin ta’alluk etmemesi hususunda müşterekdirler. Evet bunun her ikisine de kudretullah ta’alluk etmez. Çünkü kudretin vazifesi icad ve i’damdır. Halbuki vacibin vücudu li-zatihidir. Bu ise kadimdir. Kadim olan bir şeyin ademi de muhaldir. Müstahil de li-zatihi müntefi olan şeydir. Eğer bulunması mümkün olaydı zaten müstahil olmazdı öyle ise Cenab-ı Hak kendi zatı gibi li-zatihi vacibin i’damına yahud an-ı vahidde bir şeyi hem var hem yok hem sakin hem müteharrik kılmak gibi bir muhalin icadına kadirdir denemez. Böyle denemediği gibi “kadir değildir” de denemez. Çünkü bu kudretin vazifesinden değildir ki bu gibi şeyler kudrete Celaleddin-i Süyuti gibi bazı zevat kudretin ma’nasından gaflet ettikleri cihetle nass-ı şerifini şu yolda tevcih etmeye çalışıyorlar: “Külli şey’in mefhumunun umumundan zat-ı ilahi aklen haricdir. Binaenaleyh Cenab-ı Hak zatı gibi bir Allah halk etmeye kadir değildir” Halbuki Celal-i Süyuti düşünmüyor ki bu te’vile esasen ihtiyac bile yokdur. Zira “külli şey’in”deki umum kudretin ta’alluk edeceği kadardır. Zat-ı ilahi onda dahil değildir. Mesela ben şu odanın içinde olan her şeyi görüyorum dediğim vakit bu sözümün umumunda esvat ile revayih dahil değildir. Çünkü görülmek onların şanından değildir ki görülebilsinler. Maamafih gözümüzün esvat ile revayihi adem-i idraki onun hakkında nasıl noksan değilse kendi gibi bir Allah’ı halka kadir olmaması da kudret-i ilahiyyeye bir nakısa iras edemez. bah ederek bunları yek-diğerinden tefrik ve temyiz edemiyorlar. Bununla beraber de ulum-ı akliyyeyi itkan derecesinde tederrüs edenlerden başkası kolay kolay iştibahdan yakayı da kurtaramıyorlar. Mesela: Farz ediniz ki ortaya şöyle bir sual atıldı: “Hurma ağacının elma vermesi aklen caiz mi yoksa muhal mi?” Şübhe yok ki bir kısım insanlar derhal muhaldir cevabını vermekde tereddüd göstermezler. Halbuki akıl hurma ağacından “belhhurma koruğu” denilen meyvenin zuhurunu tasavvur ettiği gibi elma denilen meyvenin zuhurunu da tasavvur eder. Buna aklen hiçbir mani’ yokdur. Lakin bu adeten vaki’ değildir. Binaenaleyh elmanın hurma ağacından zuhuru aklen değil ancak adeten mümteni’dir. Sonra Cenab-ı Hak hurma ağacından elma çıkarmaya kadir mi? Denildiği zaman: Evet kadir Lakin adetullah o yolda cari değildir diye cevap veriliyor. Fakat hurma ağacını an-ı vahidde hem var hem de yok etmeye kadir mi? Denildiği zaman hayır! Cevabı veriliyor. Binaenaleyh muhal-i akli ile muhal-i adi arasındaki fark pek vazıhdır. Şu mesrudattan anlaşılıyor ki bir şeyin istihalesi bedihi olmadıkça yahud dair aklen hükmetmek doğru olamaz. Bunlardan ma’ada olup da vücuduna adet cereyan etmeyenler ise ikiden hali değildir. Vücudunu iktiza eden illetin mefkud olması yahud sünen-i kevne muhalif bulunmasıdır. Binaenaleyh onlar nefsinde mümkün adeten muhaldir. den diğer bir ağacın meyvesi gibi meyve verdirecek esbaba destres oldukları gibi bir fasileden olmayan –elma ile hurma gibi– eşcarda da diğer bir esbab-ı tabi’iyyeye destres olmaları binaenaleyh bu suretle hurma ağacından elma zuhur etmesi caizdir. Hatta bu telgraf denilen alet vasıtasıyla bir dakıka kadar bir zaman zarfında Çin’den Amerika’dan haber almakdan dünyanın bir ucundaki insanın öbür ucundaki daha ziyade akla yakındır. Bulunduğumuz zamana nisbetle pek yakın olan bir zamanda etraf-ı ba’idede bulunan insanların yek-diğeriyle konuşacakları akla bile gelmez hatta söyleyen olsa bile hande-i istihfaf ile karşılanacağı muhakkak nin öbür ucundaki ile görüşüp konuştuğu görülürse hurma ağacından elmanın zuhur etmesi aklen niçin caiz olmasın? Buna ne mani’ vardır? Bu bahsi de şimdilik bu kadarla iktifa ediyoruz. BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA VAHDET-İ İSLAMİYYE VE İCTİHAD Muhakkık Dehlevi’nin sözünü nakl ediyor: “Benim bulup anladığıma göre fukahanın ekserisi öyle zu’m ediyorlar ki Ebi Hanife ile Şafii rahimehüma’llah arasındaki hilafın mebnası Kitab-ı Pezdevi ve emsalinde mezkur olan usul üzeredir. Halbuki ancak hak olan bir şey var ise o da o usulün ekserisi fukahanın kavli üzere ihrac olunmuş bir takım usulden ibaret olmasıdır. Sonra hass mübeyyendir vazıhdır. Ona beyan lahık olmaz. Ziyade neshdir amm da hass gibi kat’idir. Kesret-i rüvat mucib-i tercih değildir. Gayr-ı fakihin hadisi ile –o hadis sebebiyle bab-ı re’y kapandığı zaman –amel vacib değildir şart ile vasfın mefhumuna asla ibret yokdur. Emrin muktezası vücub-ı kat’idir ve bunların emsali söylenmekde olan mesail-i usuliyye yok mu?– İşte bunların hepsi benim Bununla beraber bunların Ebi Hanife ve sahiblerinden rivayeti de sahih değildir. Bir de Pezdevi ve diğerlerinin yapdığı gibi bunları muhafaza bunların aleyhinde vuku’ bulan i’tirazata cevap vermek tekellüfünde bulunmak –ki mütekaddiminin istinbat hususundaki san’atlarındandır– bunların hilafını muhafaza onların aleyhinde vuku’ bulan değildir. Şimdi şu mesrudatımı misaller ile izah edeyim. Mesela: Fukaha hass kat’idir ona beyan lahık olmaz tarzında bir asıl bir kaide vaz’ ettiler. Fukaha bu yolda vaz’ ettikleri aslı nazm-ı celili ile hadis-i şerifindeki fi’il-i mütekaddiminden çıkarmışlardır. Mütekaddimin rüku’ ve sücudda ayet-i kerimeyi beyan ve tefsir ediyor. Binaenaleyh rüku’ ve sücudda itmi’nan farzdır dememişlerdir. Fukaha mütekaddiminin böyle yapdıklarını görünce “hass mübeyyendir ona beyan lahık olmaz” kaidesini vaz’ ettiler. Fukahanın bu kaidesi üzerine yine mütekaddiminin nazm-ı celillerindeki fi’illeriyle i’tiraz edildi. Çünkü Cenab-ı Peygamber’in nasiyesi üzerine mesh etmesini ... ayet-i kerimesine beyan ve tefsir kıldıkları gibi diğer ayet-i kerimelere de beyan lahık olmuştu. Vaz’ ettikleri kava’idi bu suretle vuku’ bulan i’tirazdan sıyanet için –kitaplarında mezkur olduğu vechile– cevap vermek tekellüfünde bulunuyorlardı. Sonra fukaha tarafından mevzu’ olan “amm da hass gibi kat’idir” aslına gelince; bunu da mütekaddiminin ayet-i kerimesini hadis-i şerifi ile kezalik hadis-i şerifini hadis-i şerifi ile tahsis etmediklerinden çıkarmışlardır. Bilahare fukahanın bu kaideleri üzerine de ayet-i kerimesiyle şeklinde yazılmıştır. kelimesi yoktur. kelimesi yoktur. maksad ancak şat ile onun ma-fevki olduğu beyanat-ı peygamberi mek için de tekellüf ediyorlardı. Kezalik “Gayr-ı fakihin rivayet ettiği hadis ile bab-ı re’y münsedd olursa onunla amel etmek vacib değildir.” Yolundaki kaide de mütekaddiminin “hadis-i mısrat”ı terk etmelerinden muhrecdir. Bu kaideyi vaz’ ettikden sonra bunların aleyhine “Kahka hadisi bir de nasiyen yemek savmı ifsad etmeyeceği hakkındaki hadis ile cevap vermek tekellüfünde bulunuyorlardı. Yukarıdan beri zikrettiklerim gibi daha pek çok şeyler vardır ki erbab-ı tetebbu’a hafi değildir. Mütetebbi’ olmayanlara ise işaret değil tafsilat bile kafi gelmez…!” Şurası hafi değildir ki bu kava’idin ekserisi e’immenin kelamını tashih muhalifleri olan fırak-ı saireyi red kitab sünnetle amel etmeyi terk etmekden i’tizar için vaz’ olunmuştur. Şimdi bunun hepsini teslim etmemiz sahih olur mu? Bu racül –Dehlevi– hiç şübhe yok pek dehşetli usul bilen bir alimdir. Lakin mezheb-i Hanefi üzerine pek muta’assıbdır. Bu asl-ı mezheb-i Hanefi’dendir. Fakat körkörüne taklidde durmayarak her sınıfa im’an-ı nazar ettiğinden kendisine ilim kapısı açıldı da dininde basir bir alim-i usuli oldu. Bu risalenin ismi el-İnsafü fi Esbabi’l-Hilaf’dır. Mukaddimelerine dair mübahase etmemeye ne kadar azm ettiysem azimetimi fesh edecek bir takım yeni sözler bulup geliyorsun. Bu suretle meclis uzayıp gidiyor. Binaenaleyh madem ki ilm-i füru’ ile ilm-i usulü de sikanın ibtal ettiğini söyledin. Şu halde maksadını beyan mukaddimatından hasıl olan neticeyi izhar etmezden evvel her ikimizin de irad-ı kelam etmesine müsa’ade etmiyorum. Çünkü bu suretle mübahaseyi uzatmak yukarıda arzu etmediğini söylediğin karışıklığa bahsin dağılmasına mevaddı olmakdan başka bir işe yaramaz. Rica ederim maksadını söyle! Ben istiyorum ki bütün müslümanları Hulefa-i Raşidin zamanındaki Sadr-ı Evvel müslümanlarının gittikleri yola sevk edelim. Çünkü Cenab-ı Peygamber kendisiyle Hulefa-i Raşidin’in gittikleri yola temessük onların siretine gayet sıkı sarılmamızı onların gittikleri yola muhalif olarak dinde ihdas edilen her şeyi terk etmemizi emretti. Akaide gelince: Zati Kur’an hem kendisine hem de onu söyleyen zatın risaletine bürhandır. Bit-tabi’ buna Peygamberin sa ahlak adab ilim ameldeki sireti de muzaf kılınır. Kur’an nübüvvet sabit olunca biz de akaidimizi felsefe ile karıştırmayarak Kur’an’dan alır ve bunun üzerine de Kur’an’ın istidlal hususunda süluk ettiği tarik ile istidlal ederiz. Çünkü felasife-i Yunaniyye gibi Allah’ı yalnız akıl ile bilmek mının ahkam-ı hilkate süneni[ni]n sünen-i tabi’ate muhalif olmasının adem-i imkanını anlarız. Zira bunların hepsi –ayet-i sabıkanın işareti vechile– Cenab-ı Hak tarafındandır. Sahibinin kafir olduğuna rücu’ edinceye kadar müslüman sayılmayacağına dair icma’ olmayan mesailde bize muhalefet edenleri de ma’zur görürüz. Ahlak ve adab hususunda da kitap ile sünnetteki kaide-i vıfenin ruhaniyyatta düştükleri tefrite; zühd ve takva tevazu’ cud ve seha hususunda tenbellliği zillet ve meskeneti nefse ihanet ve ta’zibi elinde avucunda bulunan her şeyi gayet vazıh bir lisan-ı Arabi ile nida ediyor: Çalışmakla nefsin aziz ve kerim olmasıyla iktisad ile emrediyor. Ruhaniyyat hususunda bu kadar ileri giden mutasavvıfeye ayırmayan ekser mütefakkihenin düştükleri tefrite de bakmayız. suretle halefin selefinden bi’l-ittifak nakletmeleriyle dinden olduğu bi’z-zarure ma’lum olan şeyler ile bütün müslümanların amel etmeleri vacibdir. Besmeleyi cehr etmek yahud okumak vakt-i rüku’da rüku’dan doğrulurken ellerini kaldırmak yahud bunların aksini iltizam etmek kezalik bayram tekbirleri gibi muhtelefün-fih olan ile bütün müslümanların amel etmesi vacib değildir. Her ne kadar bunların bazısını fukaha vacib saymışsa da muhayyerlik vardır. Binaenaleyh bir kimse delil ile yahud kendi haline muvafık gelmesiyle bir şeyin rüchanına kail olursa onunla amel eder. Onun üzerine vücuh-ı tercihden bahs vacib değildir. Çünkü onunla amel hususunda müslümanların ihtilaf etmeleri o mes’elenin zaruriyat ve feraiz-i diniyyeden olmadığına delalet eder. Bu babda kendisine muhalif olanları ta’yib etmeye de hakkı yokdur. Zira amel olunup olunmamasında herkes muhayyer bırakılmıştır. Salat-ı id vitr gibi yerlerde evla olan –hilaf bulunduğu cihetle her ne kadar bir mescidde bir vakitte e’imme ta’addüd etmezse de– me’mum imama ittiba’ etmelidir. Hulasa: Onlardan fi’ili sabit olanları işler terki sabit olanları terk kendisinde nakil muhtelif olanları da ihtiyat heva ve hevesatımızla meyl etmemekle beraber muhayyer kalırız. Onların sükut ettikleri şeylerden biz de sükut ederek onlar hakkında kıyas icra etmez orada kendi re’y-i hodumuzla amel etmeyiz. Madem ki onlar hıyar-ı ümmettir onların söyledikleri şeyler üzerine nasıl ziyade edebiliriz? li gayet iyi yapdı. Bunun gibi herkes de kendisince sahih olan ehadis-i kavliyye ile amel eder hem bu hilaf fi’d-dine alamet kılınmaz. Çünkü muhayyerun-fih olan kısımdandır. Eğer vacib olsaydı sahabe tabi’in onunla ameli terk etmezlerdi. Eğer sahabe ile tabi’in amel etmiş olsalardı o zaman bi’l-amel sabit olurdu ki bunun da hükmü yukarıda geçti. Refiklerden birisine bir tarafda bulunmak va’ad etmiştim. Va’ad ettiğim zaman hulul etmek üzeredir. Binaenaleyh şimdi gitmek istiyorum. İnşaallah yarın tekrar avdet ederim. Bunun üzerine her ikisi de ayrılıp gittiler. BATAKLIKLAR bizde ısıtma çekmeyen yok gibidir. İnsanı dünyaya geldiğine bin kere pişman eden bu hastalığı cümlemiz biliriz çekeriz. Fakat ehemmiyet vermeyiz. Hepimiz ısıtmanın bataklık yerlerde çok olduğunu duyar ve söyleriz. Lakin bunun aslı ne olduğunu hiç birimiz düşünmeyiz. Bereket versin ki birkaç sene evvel İtalyanların ısıtmadan canları yandı da bunun aslını astarını arayıp taradılar. İnce eleyip sık dokudular. Nihayet görünüşte birbirine yabancı olan “ısıtma sivrisinek ve bataklık”ları birleştirdiler. Bu birleştirmenin sebebini dilimizin döndüğü kadar biz de anlatalım: Bütün hastalıklar nasıl sebebsiz olmaz ise ısıtma da öylece sebebsiz hasıl olmaz. Onun da kendine mahsus tohumu vardır ki insanın kanında yaşar. Bu tohum kandan dışarı kabil değil çıkamaz. Öyle ise elbet onu vücudumuzdan alıp başka yerlere götürmek için ortada bir taşıyıcı lazımdır. Ulu armud ağaçlarına küçük kuşlar yüksük otu tohumunu getirip nasıl bırakıyorlarsa sivrisinekler de bizden alacakları tohumları götürüp başkasının kanına öylece bırakırlar. Karınlarını doyurmak için kanımızı emerler. Elbet tohumlar seçilip kalmaz. Onlar da karınlarına dolar. Bir başkasının kanını emmek için dolaşırlar. Bizden kalkıp komşumuzun üstüne konarlar. Tohumu da onun kanına bırakırlar. Isıtma ile sivrisinek burada birleşti. Şimdi de bataklığın bunların arasına neden karıştığını söyleyelim: Sivrisinekler bataklıklar: –Etrafı sazlık bodur çok yapraklı ağaçlık olan yosunlu durgun sular havuzlar içerisinde su toplanmış yalaklar sivrisinekler için en güzel beşik en rahat döşek olurlar. Ana sinekler yumurtalarını durgun sular içerisine bırakıp günü bodur ağaç yapraklarının altına sinerek geçirirler. Kendilerini yağmur fırtına ve rüzgardan saklayacak koruyacak ağaçlar sivrisineklerin bulunduğu yerlerde toprağın yaşlığından havanın hoşluğundan pek ziyade yetişirler. Gece oldu mu dişiler hemen bataklığa yakın olan evlere pencerelerden kapılardan ateşsiz ocak bacalarından girer ve tohum dağıtmağa mikrop üleştirmeye başlarlar. Dişiler dedim çünkü erkek sinekler çiçek emmekle geçinirler. Zaten çiftleştikden sonra pek az zaman yaşar arkalarında bir bölük Sivrisineklerin epeyce yetişmeleri tohum dağıtacak üleştirecek mikrobu bir yerden bir yere taşıyacak hale gelmeleri yüksek olmayacakdır. Yüksek yerlerde az çok rüzgar eser sinekler uçup gezmeye muvaffak olamazlar. de bulunacakdır. Su durgun olacak rüzgarların değmeyeceği yerlerde birikecekdir. Su birikintilerinin büyük veya küçük olması sivrisinekler için zararlı değildir. balık ve bunun gibi sinek yavrusu yiyen hayvanlar bulunmayacaktır. Şu üç şart da şuradan çıkıyor ki: Yüksek yerlerde oturanlarda almayan eteklerde hastalık bütün kuvvetiyle yüz gösteriyor. Hatta evin yüksek katında yatanlarda ısıtma görülmüyor. Alt kattakiler ateş içinde bulunuyor. Ağaçlarla sazlarla kuşatılmayan bataklıklar ne kadar olsa rüzgar alacağından yine sivrileri barındırmıyor. Akar sularda rinkintinin büyük küçük olmasına gelince; sivrisinekler koca bir bataklıkda nasıl çoğalırlarsa bir havuzda hatta bir araba tekerleğinin açtığı olukda bir bardak suda öylece barınır ve çoğalırlar. Sonra balıkların bulunması da sivrisinekler için elbet tehlikelidir. Sineklerin çoğalmasına gelince; bir dişi sivrisinek yazın veya def’a yumurtuyor. Her yumurtlayışta veya yüz yavru çıkarıyor. Senede veya yahud sivri yetiştiriyor. Bu hesabca bir bardak suya on sivrisinek yumurtlasa . veya . yavru meydana geliyor. Bir araba tekerleğinin açtığı oluğa dişi yumurtlarsa . veya . ; bir havuza dişi yumurtlarsa . veya . ; bir bataklığa dişi yumurtlarsa . veya . yahud . sivri sinek hasıl olur. Bir de düşünelim koca bir bataklığa kaç yüz veya bin sivrisinek dişisi yumurtlar. Böyle düşünceye yorgunluk akla durgunluk verecek kadar sayısı çok olan sivrisineklerin bini bir bataklığa yumurtlasa . yavru meydana çıkar. Şimdi bir de memleketimize göz gezdirelim. Böyle bin değil birkaç bin veya milyon sivrisinek barındırıp büyütecek kaç bin bataklık görürüz. MERHUM HOCA HALIS EFENDI Mülkü tarac eyleyip hüsran hüsran üstüne Millete iras eder noksan noksan üstüne. Bir tarafdan memleket namus u irfan gitmede Bir tarafdan gelmede fıkdan fıkdan üstüne. Mülk ü millet vermede kurban kurban üstüne. A’za-yı vücudu olan alemlerin ve ecza-yı dimağı bulunan alimlerin derd-i zıya’ıyla –bit-tahsis altı yedi aydan beri– firaş-ı ihtizara serilen zavallı vatan birkaç hafta evvel de Halis Efendi merhum gibi bir cihan-ı fazilet bir müfekkire-i ma’rifet gayb etti yani mariz ciğerlerinde kanayan kühuf-ı te’ellüme ilaveten yeni bir dağ-ı teessür açıldı ve mağz-ı mütemeyyi’indeki hücerat-ı idrakin biri daha kapandı! Mart’ın’nci Pazar günü sabahı idi ki okuduğum bir gazete ders vekil-i sabıkı Halis Efendi’nin dün vefat ettiği cihetle bugün Fatih Cami’i’nde namazı ba’de’l-eda türbe-i şerifesine defn olunacağını haber veriyordu. Bu kara haber piş-i nazarımda tekasüf ederek matemi bir sütre şeklini aldı. Etrafımı karanlık görmeye başladım. Çünkü ilim ve ma’rifet güneşi ebediyyen gurub etmişti. Yetim çocuklar gibi boynum bükülüp bila-ihtiyar gözyaşlarım döküldü. Zira kemal ve fazilet babası sermedi bir gurbete çıkıp gitmişti. O hal-i melal içinde iken bir gece evvel görüp de ta’bir ve te’vil edemediğim bir rüya hatırıma geldi. Alem-i menamda mektebin müdüriyet odasında oturmuş ve merhumun derslerine vekalet eden Hoca Tahsin Efendi hazretlerinin okuduğu . nazm-ı kerimini dinlemiştim. Meğerse raziye ve marziyye olarak ibad-ı rahman ve ravza-i rıdvana duhulü emr olunan nefs-i mutma’inne Üstad Halisu’l-cenanın ruh-ı itminanı imiş. Kalkdım merhumun da müessis ve muallimlerinden bulunduğu Darüşşafaka’ya gittim. Oradaki hazin çehrelerden hazretin na’aşını ihtiva eden tabutun erkence –hatta mektebe ma’lumat verilmeden– kaldırılıp seng-i musallaya bırakıldığını anladım. Biraz sonra Darüşşafaka hey’et-i idare ve ta’limiyyesiyle sekizinciden beşinciye kadar olan sınıfların talebesi Fatih Cami’i’ne doğru yürüyorduk. Yolda gördüğümüz hüzün-engiz ve ibret-amiz bir levha bizi hem bütün bütün teessüre hem de ekabir-i İslam’ın kadir-şinaslığı hususunda azim bir tehayyüre düşürdü. Bir asırlık bar-ı hayatın duş-i tahammülüne yüklenmesinden raki’ane bir tavır almış ve beyaz sarığı ile ak sakalının birleşmesinden sima-yı fazileti nurani bir daire içinde kalmış olan Üstad-ı muhterem Tikveşli Yusuf Efendi hazretleri bir eliyle şemsiyesine diğeriyle hizmetçisine istinad ettiği halde zade-i irfanının yani mücaz-ı mümtazı bulunan Halis Efendi merhumun cenaze namazını kılmaya gidiyordu. Hürmet o üstad-ı kamile gıbta o şakird-i fazıla! Öyle namazını kıldıktan sonra cami’-i şerifden çıkdık. Kadrini seng-i musallada bilip ey Bakı! Durup el bağlayalar karşına yaran saf saf Tasvirini indirir surette –na’aşın mahmul bulunduğu– seng-i musalla pişgahına dizildik. Tabutun üstüne ve Ka’be-i Mükerreme puşidesinin altına Cem’iyet-i Tedrisiyye-i İslamiyyenin kırmızı atlasdan ma’mul sancağı –mu’ahharan– örtülüp o mahmil-i mükerrem –evvelki sadeliğine nisbeten– biraz tezyin edilmişti. Ya dünyanın her tarafında münasebetsizlik eksik olmuyor. Yahud münhasıran bizim memleket münasebetsizlerden kurtulamıyor! Tamam cenaze namazına durulacağı sırada zühd-i huşk erbabından olduğu gılzet-i vechiyyesinden anlaşılan ve herze-vekilliği gündeliğe kullanan birisi etrafındakilere Diye söylenmeye kalkıştı. – Efendim! Şurada bir yetim mektebi var adına Darüşşafaka derler. Vaktiyle bir cem’iyet-i hayriyye teessüs ederek o mektebi vücuda getirmiş Hoca Efendi merhum da cem’iyet a’zasından ve mektep müessislerinden olduğu için hizmetinin şükranesi olmak üzere o cem’iyet-i hayriyyenin bayrağı tabutunun üstüne örtüldü dedim. Ne ise namaz eda ve tezkiye ve du’a ifa edildi. Merhumun eytam-ı irfanı olan mektep çocukları muhterem hocalarının tabutunu omuzlarına değil başları üstüne kaldırdılar. O bar-ı kıymettarı biraz fazla taşımak emeliyle türbe-i şerifenin Karadeniz kapısından girmek üzere şadırvan avlusunun dışından dolaştılar. Kıymet-i ilmi takdir ile mahfaza-i fazileti başlarında götüren bu hazin kafileye hoca-i merhumun gerek müstefiz-i tedrisatı gerek müstefid-i musahebatı olan zevat-ı muhlisa da iltihak ediyor ve –ta’bir caizse– tabutun kolları kapanın elinde kalıyordu. Sureta mucib-i te’essüf hakıkaten badi-i teşekkür olan bir şey varsa o da: Cenaze alayını teşkil eden zevatın para koparmak maksadıyla ihtiyari gelmiş yahud nümayiş olmak üzere ıztırari gönderilmiş kimselerden değil hasbeten li’llah gelen ve ilim ve fazilet ne demek olduğunu bilenlerden Deste-i gül gibi tabutu gidip elden ele Oldu mevdu’-ı yed-i mağfiret-i Sübhani Evet Fatih Türbesi haziresine girildi senelerce rahle-i tedris ve kürsi-i meva’iz üzerlerinde natık bi’l-hak olan o vücud-ı muhterem makam-ı vapesinine indirilip bedi’a-i Rabbaniyyesini inzal eyleyen Rabb-i rahimin merhamet-i gufran-penahına tevdi’ edildi. Ruhu çarh-ı aşka pervaz eyledi Cismine gerçi mezar oldu zemin Yerde yattıkça vücud-ı kudsü Ruhu olsun asmanda kam-bin Halis Efendi merhum; ihata-i ilmiyyesi i’tibarıyla fezayı fezail hele edebiyat-ı Arabiyyede allame-i bi-muadil idi. Nısf asra yakın bir müddet zarfında gerek cevami’de gerek mekatibde neşr-i ulum ederek birçok şakird yetiştirmiş ve şakirdlerinin üstaziye irtika eylediklerini görmekle iftihar etmişti. Tedrisatı ne kadar muhakkıkane ise muhadaratı da o nisbette mülatıfane idi. İktidar-ı ilmisine rağmen son derece mütevazı’ davranır muhatabı velev ki bir aciz olsun onunla müzakerede bulunurdu. Hatta bir def’a abd-i acizden bir mes’ele istizahına tenezzül göstermiş Hicaz’da putperestliği neşreden Amr bin Luhay’ın ismini sormuştu. Bahr-i vesi’ ma’lumatından birer katre olabilecek bazı asar bırakmışsa da en mühim ve en nafi’ eseri: Medarisin ıslahıyla talebe-i umuma [uluma!] fünun-ı cedide tedrisi hakkındaki teşebbüsü idi. Va esefa ki ders vekaleti esnasında başlanılıp intizama konulamayan bu teşebbüs merhumun tekaüdünden sonra büsbütün acib bir şekil aldı ve –merci’-i alisinin afvına iğtiraren söylemeye cesaret edeceğim ki– emr-i tedrisat çoluk çocuk elinde kaldı. Keşki merhum sağ olsa ve tekaüd edilmemiş bulunsaydı da başladığı hayırlı işi hüsn-i neticeye isal etseydi. Sadedden çıkmayalım. Üstad-ı merhumun tercüme-i hali Darüşşafakaca yazılmak takarrur etmiştir. İhtisas-ı ilmisi hakkında ise hem-mesleği olan ulema-yı kiramdan bi’l-hassa ders şeriki bulunan Tırnovalı Mehmed Efendi hazretlerinden ma’lumat-ı kafiyye beklenir. Meslekdaşları arasında hasbe’l-beşeriyye kendisinden hoşlanmayanlar varsa bile Allah rızası için ifa-yı şehadetten geri durulmamalıdır ki büyüklerin hayat-ı ilmisine dair verilecek ma’lumat iktisab-ı irfan hususunda küçükler için şevk ve gayret uyandırır ve ulemanın tekessürüyle ilmin terakkısine badi olur. Ben şu perişan lakin samim-i ruhumdan huruşan olan sözlerle hisseme düşen vazifeyi ifaya çalıştım. Daha fazlası daha salahiyetdar olan zevat-ı fazılanın himmet ve gayretinden Bakı Cenab-ı Hak medfen-i müşarun-ileyhi envar-ı gufran ile mali ve hayru’l-halefi olacak urefa-yı İslamiyyeyi teksir BEYNE’L-İSLAM MÜŞTEREK LISAN sından Şeyh Abdülaziz Çaviş Efendi hazretlerinin Darülhilafe’de ba’s-i hakayıka başlayan “ el-Hidaye ”lerinin ikinci nüsha “ Es’ile ve Ecvibe ” faslından bana fazla bir meyl-i tevakkuf ve endişe veren şu mühim mes’eleyi evvela cevabıyla beraber tercüme edeyim: “Sual: Türk memleketlerinde Çin’de ve bu gibi yerlerde Cuma günleri hutbe Arabca okunuyor; halbuki dinleyenlerin çoğu yahud hepsi Arabcayı anlayamıyorlar. Hutbeden garaz ise müslümanları ma’ruf hayırlı işlere teşvik ve tergıb etmek onlara dünya ve ahiret sa’adetini ihzar edecek en doğru en kesdirme yolu göstermekdir. O halde Cuma hutbesi; memalik-i gayr-i Arabiyyede niçin Arabca’nın gayrı bir lisan ile lisan-ı mahalli ile okunup da sami’lerin istifadesi te’min olunmuyor? Bundan başka her müslime ahkam-ı dinin esrarına tamamıyla ıttıla’ hasıl edip Müslümanlığını mahz-ı taklid olmakdan kurtarmak için Arabca’yı güzelce öğrenmek derece-i vücubda mıdır?” Cevab- Ne Kur’an -ı Kerim’de ne de ehadis-i sahihada hutbenin Arabca olmasını icab eden bir şey yokdur. Hatta Arabcasını bilmiş olsun– Kur’an-ı Kerim’i Arabca’dan başka bir lisan ile tilavete bir aralık cevaz bile vermişti. O halde hutbeye hiç söz yokdur. Fikrimize gelince: Arabın gayrı akvamda Arabca okunan hutbelerden faide yokdur. Çünkü bu hal Cuma hutbesinin sebeb-i farziyeti olan gayeyi ortadan kaldırıyor. Şu kadar ki bugün müslümanların ahvalini amik bir nazar-ı im’an biraderanenin inkıta’ını görüp de –kemal-i intibah ile– buna bir sebeb arayanlar; ehl-i İslam arasında anlaşmaya medar olacak bir lisan bulunmamasını bugünkü halet-i feci’anın menşe’i olarak kabul ederler. Eğer müslümanlar Kur’an -ı hakim’in lisanını öğrenmeye çalışmış olsalar hiç olmazsa az çok onunla meşgul olmuş bulunsalardı bugünkü perişanlığa duçar olmazlardı. Çok def’alar gördük: Bir Mısırlı bir İranlı yahud bir Türk ile bir Afganlı bir Hindli bir Cavalı yahud bir Arab ile bir araya geldiler mi Allah’ın “Din-i İslam” ile birbirlerine kardeş yapdığı bu ademler müşterek bir lisan ile mütekellim olamamak yüzünden yek-diğerlerine yabancı ve uzak bir vaz’iyette kalıveriyorlar. Görüyoruz: Bunların içinden memleketlerine müstevli olan hıristiyan milletlerinin reva gördükleri mezalim ve alam ile dolu olan yüreklerini din kardeşine açmak ona derdini dökmek için ateşlenip durup da bu arzuya imkan-ı husul bulamayan dilini oynatamayan hep müslüman kardeşlerdir. Fukahadan bazılarının: “Namaz ancak Arabca Kur’an la kılınabilir. Hutbe de ancak ların hikmeti işte bu mes’ele olmalıdır. Bugün [a]mal-i nasraniyyenin taht-ı hükm ve nüfuzunda bulunan müslümanların ahvaline ıttıla’-ı kamili bulunanlar ehl-i imanı birbiriyle anlaştıracak tanıştıracak bir lisana pek ziyade muhtac olduğumuzu bilirler. Ehl-i İslam tenasur ve te’avün ile me’mur ve buna ihtiyacı pek çok iken lisanlar arasındaki tebayün değil te’avüne hatta mübadele-i ara ve efkara derdleşmeye bile mani’ oluyor. Biz gördük: Fransa hükumeti müslümanları sair din kardeşlerinden ayırmak için Arabcayı o havaliden kaldırmak istiyor ve onun yerine İslamiyet’in bir çok asırlar evvel adem-i lüzumuna mebni üzerine bir hicab-ı lağv çekdiği Berberiye lisanını ikame etmek için elinden geldiği kadar çalışıyor. Bu lisanı öğretmek için her türlü masarıfa katlanıyor. Fransa bu gayretlerine mukabil Arabca’ya açtığı harbde muzaffer de oldu: Artık Cezair lehçesi Arabca’dan Fransızca’dan Berberiye lisanından mürekkeb bir halita haline gelmiştir. Bazı yerlerde de Arabca’ya hemen hemen tesadüf olunamaz. Binaenaleyh bugün müslümanlar lisan-ı Kur’an ı birbirleriyle sarmaşmak anlaşmak için bir vasıta-i mukaddese-i ve te’yid etmeye son derece çalışmalıdırlar. Bu onlara en büyük bir fariza-i hayatiyye olarak teveccüh eder. Şimdi biz bu kadar zaruretler karşısında Cuma hutbesinin Arabca’dan gayrı lisanlarla okunmasını ibaha edersek müslümanların tanışmak anlaşmak için ellerinde yegane bir aletleri olan onları bir noktaya toplamak için pek mühim bir kuvvet i’dad eden “müşterek lisan” mes’elesini ihmal etmiş oluruz ve bu suretle bütün bu ulvi gayeler elden çıkar. Maamafih fikrimizce hatib hutbesini Arabca okuduktan sonra muhatabı olan halkın lisanına tercüme etmelidir. Ta ki faide ta’ammüm etsin gaye te’min olunsun. Bi’l-hassa milel-i gayr-ı Arabiyye’nin Arabca’ya vakıf olmadıkları böyle bir zamanda bu tercüme pek ziyade şayan-ı i’tinadır. Ancak bütün müslüman hükumet ve ümmetlerinin de lisan-ı şerif-i Kur’an’ın ta’mimini bir fariza bilerek ona göre çalışmaları lazımdır. Bir sa’y-i sebatkar sayesinde nihayet bir zaman gelir ki bütün müslümanlar Arabca öğrenmiş olurlar. Sadr-ı İslamda hal böyle idi. Artık bu gaye hasıl olunca gerek Kur’an -ı Kerim gerek hutbeler yalnız Arabca okunmakla iktifa edilir.” Bir tarafdan Şeyh hazretlerinin bu sa’ib ve neffaz cevaplarını mütala’a ve tedebbür ederken diğer tarafdan son günlerde bazı ciddi kalemlerin de bu tarz-ı tefekkür ile az çok hem-cereyan görünen efkar ve mülahazata masdar olduğunu hatırladım. Bir zamanlar kavval olmakdan ziyade fa’al olmak isteyen ve bunun için bir hırs-ı istıtla’ ile her tarafa başvuran zümreye mensub olanlarımızı İsviçre’den gönderdiği ciddi hayati mektuplarıyla tatyib ve irza eden İkdam sahibi Ahmed Cevdet Bey; bu sefer de Viyana’dan şöyle bir nida-yı irşad ile isbat-ı rüşd ve sedad ediyor: “Mütefekkirin-i İslam arasında vasıta olacak lisan bence Arabca’dır. Her müslüman memleketinde bu vasıtaya müracaat kolaydır. Fakat Urduca ve Türkçe böyle değildir. Cava’daki bir müslüman Arabca’yı tahsil etmek çaresini bulabilir. Türkçe’yi bulamaz. Cezayir’deki bir müslümana da Urduca’yı öğretemezsiniz. Binaenaleyh müslüman mütefekkirinin Avrupa’daki üç büyük lisandan biriyle Arabca’yı mükemmelen tahsil etmesi lazım gelir. Mütefekkirin-i İslam arasında müşterek bir lisana ihtiyac vardır. Ötede beride görülen memalik-i saire müslümanlarıyla konuşmak pek güç oluyor. Onun bildiği bir lisan-ı ecnebiyi siz de bilirseniz a’la fakat bunun tesadüf etmediği de çok vaki’dir.” Bu satırlarla Şeyh hazretlerinin efkar ve mülahazatı arasındaki mukarenet pek vazıhdır. Arabca’nın umumiyet ve hususiyet tahsili mes’elesinde görülen fark ikinci derecede ve ehemmiyetsiz bir mes’eledir. Ruh anlaşmak ve tanışmak Türk Yurdu’nda bazı kaygısız ifratcılara nümune-i i’tidal olan muhterem Gökalp Bey de lisan bahsinde: “… Maamafih İslam lisanları ıstılahlarını Arabi yahud Farisi’den almakla beyne’l-milel vazifelerini ifa etmiş olmazlar. Bu ıstılahlar her lisanda başka cezrlerden teşkil olunursa matlub olan vahdet hasıl olmayacağı için lisanın beyne’l-mileliyyeti eksik kalır. Bundan dolayıdır ki diğer İslam lisanlarının kabul etmiş olduğu yahud kabul edebileceği ta’birleri arayıp bulmak suretiyle ıstılah vaz’ etmemiz lazım gelir. Bu maksadı te’min için her lisanda ıstılah vaz’ıyla meşgul cem’iyetler teşekkül etmeli ve bu cem’iyetler mu’ayyen zamanlarda beyne’l-milel ıstılah mu’temerleri suretinde toplanmalıdırlar.” Yolunda mütala’alar yürüterek seri’ ve metin hatvelerle Şeyh hazretlerinin “gaye”lerine doğru ilerliyorlar. Bundan başka fikirleriyle ihticac olunabilen bir takım zevat-ı fazıla ile olan müşafehatımızdan da “Arabca”nın lisan-ı müşterek-i İslam olması gayesine doğru tevcih edilecek mesa’inin isabet ve meşkuriyetine kemal-i kanaat hasıl ettim. Şimdi iş bu mes’elenin de emsal-i adidesi gibi yalnız Avrupalı kağıd ve mürekkeb tüccarına para kazandırmakla kalmamak şartıyla matbuat-ı ciddiyyede kemal-i ehemmiyetle mevzu’-ı bahs edilerek en salim bir tarzda hemen destgah-ı amele tevdi’ olunmasındadır! TALEBE-I ULUMDA HAREKET-I FIKRIYYE: Geçen hafta zarfında talebe-i ulum efendiler tarafından selerden gönderilen bu mektupların mealinde bir vahdet görülmekdedir. Fecayi’-i ahirenin bütün talebe-i ulum arasında bir eser-i intibah tevlid ettiği anlaşılıyor. Bu taşkın fakat dağınık cereyanları tevhid etmek için Sebilürreşad bu ünvan ile bir sütun tahsis etmiştir. Talebe-i ulum efendiler tarafından gerek şimdiye kadar gönderilen mektuplar gerek ba’dema gönderilecekler tamamıyla bu sütuna derc olunacakdır. Sırası gelince Sebilürreşad da inşaallah bu hususda beyan-ı mütalaatta bulunacakdır. TALEBE-I ULUM ARKADAŞLARIMLA HASBIHAL Bu sıralarda görüyoruz ki herkes meslek-i mukaddesimizin dan bahs ederek boğucu bir lisanla sada-yı i’tirazı yükseltiyor. Bilgisizliğimize karşı açıkdan açığa i’lan-ı harb ederek medreselilerin kabiliyet ve isti’dadsızlığına bila-istisna hükm di biz bu gibi dayanılmaz ithamat-ı muharribeye karşı ne gibi vaz’iyet almalıyız ne türlü hareket ta’kıb etmeliyiz ve nasıl bir sed çekmeliyiz? İşte bu hakıkati talebe-i ulum arkadaşlarımla bir hasbihal yapmak istiyorum. Biz bu kadar isnad ve ithamatın bar-ı sakıli altında çiğnenir ket eder bütün gün kıymetli vakitlerimizi kıl ü kal ile geçirir medeniyet-i hazıranın icab ettiği fünun-ı mütenevvi’adan bi-haber olarak imrar-ı evkat etmekde musır olacak isek hiç şübhe etmeyelim ki inkırazımız muhakkakdır. Arkadaşlarımıza terettüb eden vazife gayet büyük ve mukaddesdir. Dini durduran yaşatan ancak medreselilerdir. Millet-i İslamiyye nazarında bir mevki’-i bülend ihraz eden şan ve şerefleri eflake uruc eden eslaf-ı izamımızı millet-i İslamiyyenin maddi ma’nevi terakkı ve te’alisine hizmet ederek şahane mes’udane yaşamışlar ve yaşatmak için bir azm-i kavi ile gece gündüz çalışmışlar sa’y-i mütemadide bulunmuşlar. Bu sayede millet-i İslamiyyeye unutulmaz hatıralar bi’l-hassa ahlafa asar-ı güzide terk ve teberru’ etmek suretiyle kendilerine minnetdar bırakmışlardır. Rica ederim biz bu eslafın ahlafı olmak i’tibarıyla terakkı nokta-i nazarından nasıl bir derecede olmamız icab eder? Daha fazla bilgi daha ziyade kemal ve daha başka asar iktiza etmez mi? Teessüf sad-hezar te’essüf ki bu fazlalık şöyle dursun onların asarını anlamayız ve anladamayız. Hele şurası şayan-ı tezkar ve teessürdür ki: Bizim bu ataletimiz bu hareketsizliğimiz ma’azallah meslek-i ilminin tamamıyla sukutunu intac ettiği gibi din ve vatanı elim felaketler kaplayarak millet-i İslamiyyenin zaten ma’ruz kaldığı faci’aların teselsülüne meydan vermiş olacak. Bu hal ise Allah muhafaza eyleye bünye-i devleti temelinden yıkacakdır. Arkadaşlar! Vatan azim felaketler geçiriyor alem-i İslam ayaklar altında Salib’in mülevves çizmesiyle parçalanıyor. mel’unanesi karşısında ağlaya ağlaya arz-ı endam ediyor. Doğrusu biz bunlardan herkesden ziyade mes’ulüz. Çünkü alem-i İslam nazarında büyük bir mevki’ işgal eder ve nafizü’l-kelim bulunan ulema-i selefin mahall-i fazilet ve hikmetinde aram-nişin oluyoruz. Bunun için ahali-i İslamiyye bizim telkınatımızla bizim fikrimizle perverde ve alude olmuştur. Bizler ise maatteessüf o bi-çarelerin terakkı ve tekamülüne medar olacak seviye ve irfanlarını yükseltecek bir derecede bulunamadığımızdan lazım gelen hizmet-i diniyye ve vataniyyeyi layıkıyla ifa edemedik. San’atın ziraatin ticaretin tarikini ma’rifet ve bilginin lüzumunu öğretemedik. Herkesce müsellemdir ki hocaların telkınatını ehl-i İslam derhal kabul eder. Sözlerini dinler eğer biz medreseliler ulum ve fünunla mücehhez bir ordu olur isek –nitekim vaktiyle olmuştur– vereceğimiz ruhlu fikirlerle pek çabuk bir zamanda felaket-i hazıra telafi edilir şevket-i İslamiyye paydar olur. Haydi sevimli meslekdarlarım! Kanlı canlı arkadaşlarım! Hayat gösterelim. Terakkı ve te’alimizin esbabına teşebbüs edelim. Evvelen hoca efendilerimizin ta’kıb edegeldikleri kurun-ı vüsta usulünün lağvı için müttefikan adem-i hoşnudi ve olamayacağı tamamen tahakkuk ettiğinden bu hususda ta’assub ve ta’annüd gösterecek bir arkadaşımı tasavvur edemem. Binaenaleyh görüşelim tanışalım anlaşalım… GÖRMEK İSTEMEYENLERIN NAZAR-I İNSAFINA! lah-ı medaris hakkında hayli müddettir bütün matbuatta ve be-tahsis “ Sebilürreşad” mecmu’a-i İslamiyyesinde dur u dıraz münakaşalar edildi muhakemeler yürütüldü. Mesleğimiz –hal-i hazırda olduğu gibi– atiyen de bu tezebzübden bu intizamsızlıkdan salaha doğru yüz tutmaz tutması için teşebbüsat-ı ciddiyyede bulunulmazsa selamet-i din sa’adet-i vatan namına intizar edilen semerat-ı nafi’anın ıktitaf edilemeyeceği ve bugünkü mevcudiyetimizin er geç ziya’a uğrayacağı bir lisan-ı tam ile anlaşıldı. Anlaşıldı fakat ne oldu? Netice neye müncer oldu? Bir hiçe!.. Evet hiçe diyoruz. Çünkü öyle olmasa idi maddi ma’nevi mes’uliyeti uhdelerine almış bulunanlar üzerinde zerreten-ma icra-yı te’sir etmiş velev cüz’i olsun hissiyatlarını tahrik etmiş bulunsa idi bu ana kadar az çok bir eser-i faaliyet ibraz etmeleri lazım gelirdi. Maatteessüf bu böyle olmadı. Şimdi niçin olmadı veya olamadı? diyerek tabii bir sualin irad edildiğini farz ediyor mukabeleten yine kendimiz deriz ki: Evet bu vazife-i mühimme en evvel Ders Vekalet-i Aliyyesi’nin uhdesine muhavveldir. Bu hususda ne yapmak ne yapılmak lazım gelirse bir an evvel ifa etmeleri kendileri Acaba iş bu kadar ile bitiyor mu? Yoksa vazife başka yere teveccüh ediyor mu? Buna da pek tabii olarak diyeceğiz ki: Evet ediyor. Kime ve nereye? Ders-i am efendilerimize! Onlar ne yapıyorlar? İşte mes’elenin başlıca ruhu burada! Ders-i am efendilerimizin ne yapdıklarını ne yapmak edilemez zannındayız. Çünkü: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” derler. Binaenaleyh ders-i am efendilerimizin ef’al ve harekatına bakar ta’kıb ettikleri vadiyi piş-i im’ana alırsa neticenin neden ibaret olduğunu kolaylıkla elde etmiş oluruz. Doğrusu ya bu hal-i la-kaydiye karşı te’essüf etmemek elden gelmiyor. Rica ederiz fikrimiz su’-i tefsire akıl ve hayale gelmez te’vile uğradılmasın maksadımız tahkır tezyif değildir. Bi’l-aks hakıkati i’lan etmekdir. Hem de öyle bir hakıkat ki: Artık kesb-i kat’iyyet etmiş ve derece-i sübuta vasıl olmuştur. Binaenaleyh ders-i am efendilerimizi gençlik namına vazifelerini ifaya ta’kıb ettikleri sakım usulleri terke da’vet ediyoruz. Yazık değil midir ki: Biz gençler ötede beride bir takım resail-i gayr-ı mergubelerde sahte softa diyerek tahkıre tezyife ma’ruz kalalım? Doğrusu ya bu tahkıratın biz gençlere zerre kadar şümulü olamayacağını bu hususda ma’sum ve bi-günah bulunduğumuzu alem-i İslamiyet’e karşı i’lan eder gayr-ı müdrik münekkidlerimizi de insafa da’vet etmek isteriz. Ve’s-selamü ala men’ittebe’a’l-hüda. Talebe-i ulumdan: Usturumcalı Salih Zeki Uşaklı Şükrü Tevfik A. Zeki Kamil Ömer Faruk Haşim Ali Rıza İzmitli Sıdkı Bursalı Vasıf Hilmi Kafkasyalı Abdülhamid İzmidli Rıza Tahsin Marmarisli Mehmed Ispartalı Ali Fevzi Karahisarlı Mehmed Halis İnegöllü Yusuf Ziya Abdurrauf Ahmed Hamdi İzmirli Ali Akif Rizeli Hafız Abdurrauf Hafız Mustafa Nuri Kirmastili Hasan Mihaliçli Mustafa Nuri Adapazarlı Ali Manisalı Ahmed Nail Denizlili Sadeddin Ahmed Tahir Mustafa Sıdkı Emrullah Rizeli A. Necdet Ispartalı Ahmed Nuri İnözlü Mehmed Nail Ahıshalı Ömer Lütfi Yozgadlı diğinden yüz elli talebe namına Bahr-i Siyah Başkurşunlu Medresesi Bevvabı Atinalı Ali Haydar. Osmanlı Ajansı vasıtasıyla vaki’ olan tebliğ-i resmiye göre: Osmanlı ve Bulgar orduları beyninde evvelce takarrur eden ta’til-i muhasamat şerait-i sabıka dahilinde olarak mah-ı hal-i Rumi’nin yirmi birinci günü vakt-i zuhruna kadar temdid edilmiştir. Hindistan muhabir-i mahsusumuz Bağdad’dan yazıyor: Şamiye’de bulunan Al-i Fetele Şeyhi Şeyh Meyder Fir’avn hazretleri afv-ı şahaneye uğradıktan sonra kendi arazi ve ziraatine avdet edip sair aşair ve kabail rüesasını nezdine da’vetle kendilerine müessir bir lisan ayrıca da i’anat-ı harbiyyede bulunmayı da teklif ettiği gibi daire-i sadakatten ayrılmamalarını da tefhim eylemiş ve bu suretle hükumete karşı olan ihlas ve sadakatini bi-hakkın isbat eylemiştir. Kalemiyle konferanslarıyla efkar-ı aliyesiyle Sebilürreşad ceridesi vasıtasıyla bi’l-umum Osmanlıları daha doğrusu bütün müslümanları hab-ı giran-ı gafletten uyandırmaya çalışan Mehmed Akif Beyefendi’nin kavmiyet aleyhindeki meşhur şi’iri bu kere ceridemizden bi’l-iktibas ez-Zuhur gazetesi tarafından ilave suretiyle suret-i mahsusada tab’ ve meccanen tevzi’ olunmuştur. Nüshasını gönderiyorum. Bu meşhur şi’irin nazmen Arabi ve Farisi’ye tercüme ve tab’ı mutasavverdir. Trablusgarb’dan “ eş-Şa’b ” gazetesine yazılır: Şehr-i halin on beşinci gününden on dokuzuncu gününe kadar muhtelif mevki’lerde urban ile İtalyanlar arasında mühim müsademeler vuku’ bularak urbanın muzafferiyetiyle neticelenmiştir. Zuvara ve Seydi Abdüssamed müsademelerinde İtalyanlardan üç zabit ve iki yüz nefer ve Aziziye ve Uceylat mevki’lerinde vuku’ bulan müsademat neticesinde de üç yüzü İtalyan yüz ellisi Habeşli olmak üzere dört yüz elli nefer telef olmuştur. Arabların merakiz-i harbiyyesinin teşkilatı hitam bulup kuva-yı umumiyye kumandanlığı eş-Şeyh Süleyman elBaruni Efendi deruhde etmiştir. Merakiz-i mezkuredeki erzak ve cebehane iki seneye kifayet eder. Ayın yirmi ikisinde mücahidler sevahil kumandanının emriyle Uceylat’a hücum ederek İtalyanlardan altı yüz Habeşlerden üç yüz ve İtalyanlara yüz çuval un üç yüz çuval arpa ve yüz elli çuval şeker ile on dört kılıç ve bir hayli esliha ve mühimmat iğtinam edilmiştir. Arablardan ise yalnız yirmi şehid ve kırk mecruh düşmüştür. Bu müsademe esnasında İtalyanların tarafını iltizam eden Uceylat belediye reisi katl edilmiştir. Bu vak’ayı müteakib İtalyanlar Seydi Abdullah istihkamatından büyük bir kuvvet ile çıkarak altı yüz metrelik bir mesafeye ilerlemişlerse de orada urbanın pek müdhiş kuvvetini görmeleriyle hiçbir hareket yapmadan derhal arkaya dönerek istihkamata dahil olmuşlardır. Telaşlarından beş bin fişenk ile kırk kutu konserve ve bir çok çanta terk etmişlerdir. Mezkur gazetenin Derne muhabiri Nisan-ı Efrenci tarihinde yazıyor: Dün tulu’-ı şems ile beraber Tobruk’da Duryanta cihetlerini istikşaf ederken dört tayyare görünerek akıbinde İtalyanlardan büyük bir kuvvet istihkamlarından çıkıp beş yüz metre ileriye gitmişlerse de orada tesadüf eyledikleri urban ile icra ettikleri müsademe neticesinde münhezimen ric’at eylemişlerdir. Maktulleri on beş arabaya tahmil edilmiştir. Urbandan yalnız iki şehid ve beş mecruh düştü. Bu müsademede Arablar İtalyanlardan bir takım fotoğraf alat ve edevatıyla kırk liralık banknot ve beş tüfenk ile birçok erzak iğtinam eylemişlerdir. Tahran’dan bildiriliyor: “Eyalattan alınan haberler pek endişe-bahştır. Salarü’d-Devle Esterabad civarında kuvvetli tahşidat-ı askeriyyede bulunmuştur. Şah-ı sabıkın da yakında geleceği bildiriliyor. Rus asakiri Benderces’e vasıl olmuştur. Kürdistan-ı İrani’de büyük bir galeyan hüküm-fermadır. Buradaki Kürdlerin vahim iğtişaşlar çıkarmalarından korkuluyor. Harbiye Nazırı Müstevfi’l-Memalik icrası takarrur eden Avrupa seyahatini te’hir eylemiştir.” Rusya Ziraat Nezareti’nin Kazaklara aid araziden Akmolla Yedisu Sir-i derya Simi ve Özel kazalarından müfrez bin dönümlük kadar araziye Rus muhacirini iskanı hükumetçe takarrur etmiştir. Halbuki asıl arazi sahibleri olan Kazaklara bırakılan mahallerin mikdarı muhacirlerin iskanına tahsis olunan yerlerden daha az olup ancak bin dönümden ibaret bulunmakdadır. Orenburg valisi İslam cem’iyat-ı hayriyyesinden birkaçına suret-i resmiyyede tezkireler göndererek varidat ve masarıfatın suret-i ahz ve sarfını mübeyyin birer rapor tanzim ve irsal etmelerini taleb eylemiştir. Dahili Rusya kasabalarından Çirmef’de Hikmetullah Seyyid Battal namında sahib-i hamiyet bir müslüman Edirne’nin sukutunu haber alınca kemal-i teessüründen revolverle intihara tasaddi eylemiş olduğunu Tatarca gazeteler yazıyor. Hikmetullah Efendi’nin cerihası oldukça ağır ise de hayatı tehlikede değildir. Matbu’at-ı ecnebiyyenin ihbaratına göre: Afgan asakiri İngiliz usulünde ta’lim ve terbiye görmüş olup en son sistem tüfenk mitralyöz ve seri’ atışlı toplarla mücehhezdirler. Kuva-yı askeriyyesi vakt-i hazarda beheri neferden müteşekkil piyade taburuyla beheri neferden mürekkeb fırka süvariden ve sahra ve cebel topundan ibarettir. Bunlardan başka Afganistan ordusunda mitralyöz telgrafçı istihkam ve saire bölükleri de mevcuddur. Hal-i seferide bin kadar asker çıkarabilir. Nasih ve mensuha dair hutbe namıyla yedi sahifelik bir risale dağıldığını gördük. Misyonerlerin eser-i tertibidir gaflet olunmaya. Bu ünvan ile geçen haftaki nüshamızda memleketi düşmüş olduğu elim ve feci’ mevki’den kurtarmak için imanıyla vicdanıyla bütün mevcudiyetiyle bu vatana merbut olan zevatın ne düşünmekde iseler nihayet üç hafta zarfında mektubla Bunlar bilahare teşekkül edecek hey’et-i mütefekkire huzurunda kıraet ve telfik edilerek milletin ve hükumetin enzar-ı intibahına arz olunacağı gibi memleketin kabus-ı cehaletten kurtarılması milletin ticareten san’aten ahlakan tekamül ve terakkısi Vatanda ilmi iktisadi ictima’i bir subh-ı felahın doğmasına mütehassir bulunan gerek payitahtta gerek taşradaki bi’lumum kari’lerimizin mütala’alarını göndermeleri bu uğurda çalışmak azminde bulunanlar da isimlerini bildirmeleri rica olunur. MÜESSESAT-I ILMIYYEDEN MEKATIB VE MEDARIS mi’-i şerifede veya cevami’ ittisalinde te’sis edilen mekteplerde ta hususi haneler bile ekseriya tedrisat için mevaki’-i münasibe addolunurdu. Ulum-ı tabi’iyye felsefiyye ve tıbbiyye ise ale’l-ekser bimaristanlar dahilinde ta’lim edilmekde idi. Maamafih bimaristanlar haricinde de tababet ve ulum-i hikemiyye ve riyaziyye tedrisi için ayrıca mektepler te’sis edilmiş olduğu muhakkakdır. Mühezzibüddin bin ed-Dahur’un kendi konağını ulum-ı hikemiyye tedrisine mahsus bir mektep olmak üzere vakfeylemiş olduğunu görmüştük. Ekabir-i ulemanın halinde idiler. Fakat buralara her isteyen giremezdi. Derslerinde hazır bulunmak için be-heme-hal sahib-i hanenin müsa’adesini istihsal etmek icab ederdi. Tedrisat-ı aliyyeye mahsus büyük medreselerin inşasına Me’mun zamanında başlanılmış olması muhtemeldir. Fil-hakıka Me’mun’un Nisabur’da bir medrese te’sis ve inşa eylemiş olduğuna dair tarihde bir kayıd vardır. karvansaraylar tekke ve imaretlerde icra edilen tedrisat ekseriya hadis tefsir fıkıh ve kelam gibi sırf ulum-i diniyyeye aid bulunurdu. Ulemanın kendi hanelerinde verdikleri dersler ise mütehassıs bulundukları fünuna göre tahavvül ederdi. Büyük medreselerdeki dürus-ı aliyye bütün şu’abat-ı ulumu şamil bulunurdu. Bimaristanlar dahilinde te’sis olunan mektepler ise tedrisatını sırf ulum-ı tabi’iyye tıbbiyye ve felsefiyyeye hasrederlerdi. Mebani ve medaris-i aliyye te’sis edilmeden evvel ulema derslerini ya cami’lerde veya kendi hanelerinde veyahud hususi dershanelerde i’ta ederlerdi. Büyük Türk hekimi Farabi derslerini ekseriya kendi hanesinde okuturdu. Müşarun-ileyhin on bin kadar talebesi bulunduğu mervidir. Efahim-i ulemadan Fahreddin-i Razi sine gider ve müşarun-ileyhi bir hayvana irkab ederek ders vereceği cami’e kadar götürürlermiş. Bir haldeki; hazret sokaklardan geçerken sanki askeriyle bir kumandan mürur ediyormuş gibi yollar kapanır ortalık hıncahınç insanla dolarmış! Razi derse gittiği vakit teyemmünen rikabında beheme-hal fukaha ve talebeden iki yüz üç yüz kadar zevat kendisini teşyi’ etmeyi i’tiyad edinmişlerdi. Tedris ile meşgul olan ulemanın şöhret ve fazilet-i ilmiyyeleri ne derece şayi’ ise halka-i irfanlarına koşan şakirdanın mikdarı da o nisbette çok olurdu. leri adeta birer ordu teşkil ederlerdi. Tabib-i şehir Ebubekir Razi’nin şakirdlerinin şakirdleri de kendisiyle beraber aynı zamanda tedrisatta bulunurlarmış. Fihrist müellifi Mehmed bin İshak’ın beyanına göre Razi derse başladığı zaman kendi etrafına müntehi şakirdan toplanır ve bunların etrafında müntehi şakirdandan en müsta’idlerinin talebeleri ictima’ eder üçüncü derecedeki şakirdler de ikinci kısım talebenin en müsta’idleri etrafına toplanırlarmış. Vuku’ bulan bir suale üçüncü halkada cevap verilemezse ikinci halkaya ve orada da halledilemediği takdirde mes’ele bi’z-zat Razi’ye arz olunurmuş. Bu büyük ve meşhur alimlerin derslerinde yalnız talebe bulunmazdı. Ekabir ve ulemadan birçok zevat da iktibas-ı feyz için halka-i tedrise can atarlardı. Hatta hulefa ve umera bile bu gibi meşahirin derslerinde bulunmakla iftihar ve teberrük ederlerdi. Ekabir ve ağniya kendi çocuklarına hususi mu’allimler ta’yin ederek hanelerinde okuttururlardı. Mu’allimlerden her biri yalnız mütehassıs bulunduğu fenni ta’lim ederdi. Bu sebebden meşahir-i ulemadan ekserisinin şu’abat-ı ilmiyyeden herbirini ayrı bir zattan tederrüs etmiş oldukları görülüyor. Bazen de peder kendi evladını okutur ve mütehassıs bulunduğu fende oğlunu kendine halef yapmaya çalışırdı. Pederlerinin halka-i irfanında iktisab-ı feyz ederek meşahir sırasına girmiş pek çok e’azım tanıyoruz. Sabit bin Kara ailesiyle Avrupalılar arasında Avenzoar namı altında iştihar eden İbni Zühr ailesini bu miyanda gösterebiliriz. İslamın mebna-yı esasisinden olan fariza-i hac da intişar-ı uluma pek çok hizmet ederdi. Ifa-yı fariza maksadıyla arz-ı Hicaz’a koşan muvahhidin Mekke ve Medine’de alem-i İslam’ın her tarafından gelmiş birçok e’azım-ı ulemaya mülakı olarak bu vesileden bi’l-istifade iktisab-ı feyze şitab ederlerdi. Bu sayede memalik-i İslamiyyenin bir tarafında intişar eden bir kitaba keşfedilen bir esere ertesi sene ekalim-i İslamiyyenin her cihetinde kesb-i vukuf edilirdi. Meşahirden ekserisi Hicaz’da bir iki sene ihtiyar-ı mücaveretle mütehassısı bulundukları şu’be-i ilmin tedrisine hasr-ı mesa’i ederlerdi. Her tarafdan ziyaret-i Ka’be maksad-ı peyamber-pesendanesiyle arz-ı Hicaz’a koşan mütefekkirin bu derslerde hazır bulunur avdetlerinde vatanlarına yeni bir hamule-i irfan götürürlerdi. mezdi. Ekseriya pek çok zevat Endülüs’den veya Asya-yı Ulya’dan kalkarak Mısır’a veya Bağdad’a koşar buralarda ği pek çok vaki’ olmuştur. Kadı Ebu’l-Kasım Fahreddin-i Razi’nin derslerinde bulunmak üzere Mağrib’den kalkarak Asya-yı Vüsta’ya kadar ihtiyar-ı seyahat eylemişti. Tahsil-i ilim ve ma’rifet için sinninin ilerlemiş olması bir mani’a teşkil etmezdi. Bir dahi-i fıtrat olan İbni Sina henüz pek genç bir sinde tedrisata başladığı zaman şakirdanı miyanında ak sakallı ve pederi yaşında birçok zevat bulunuyordu. Bağdad Kurtuba Kahire Nisabur ve Semerkand gibi büyük şehirlerde medaris-i ilmiyyenin te’sisinden sonra ilmi seyahatler büsbütün artmış en uzak ve en hücra mahallerden binlerce şakirdan bu darü’l-irfanların ağuş-ı kemalat-nisarına şitab etmişlerdir. Alem-i İslam’da ve bütün cihan-ı ma’rifette ebed-nümun bir nam-ı bülend ihraz etmiş olan Nizamülmülk altmış bin dinar sarfıyla Bağdad’a Dicle kenarında meşhur-ı alem olan Medrese-i Nizamiyye’yi Hicret’in’inci senesinde te’sis ve inşa eylemişti. Nizam’ın maarif-i İslamiyye ve terakkiyat-ı tarihiyye; birer elvah-ı muhallede gibi devren ba’de devr mefahir-i maziyyeyi enzar-ı ihtiramkar-ı müstakbele nakl ü arz eylemektedir. Medrese-i Nizamiyye ikmal edildikten sonra burada Şirazi’ye tevdi’ edilmişti. Medrese-i Nizamiyye’nin ilk müderrisi müşarun-ileyhdir. Bilahare Ebu’l-Kasım Ebu Hamid Gazzali Sühreverdi gibi e’azım da bu darü’l-irfanda kürsi-i tedrise şeref-bahş olmuşlardır. Nizamülmülk daha evvel Nisabur’da ve yine aynı namda diğer bir medrese inşa etmiş ve müderrisliğini İmamü’l-Haremeyn Ebu’l-Me’ali’ye tevcih eylemişti. Nizam’ın Şam Diyarbekir Irak Horasan ve Semerkand taraflarında da müte’addid medaris ve imaretler inşa ve te’sis eylemiş olduğu muhakkakdır. Al-i Sebüktekin’den Nasr bin Sebüktekin tarafından inşa olunan Medrese-i Sa’idiyye de birçok seneler neşriyat-ı ilmiyyesiyle riyasetinde bulunmuş olan Medrese-i Beyhakiyye hadis ve bi’l-hassa ilm-i tefsirde pek mümtaz ve pek mütebahhir e’azıma menşe’-i feyz olmuştur. Ebu İshak İsferai’nin medrese-i meşhuresi ise binlerce nevvar ve fazıl dimağları ağuş-ı kemalatında perverde eylemiştir. Müluk-ı Atabegan’dan Nureddin Zengi’nin Şam Haleb Hama Humus ve Ba’albek gibi şehirlerde birçok mekatib medaris daru’l-hadis ve imaretler inşa ve te’sis eylemiş olduğu tarihen mazbut-ı hakayık cümlesindendir. Nureddin maarif ve medeniyet-i İslamiyyenin te’alisine Nizam kadar hizmet etmiş ve o derece bir şöhret kazanmış olan ekabirdendir. Nureddin’in zir-i cenah-ı feyzinde perverişyab-ı kemal olan Salahaddin-i Eyyubi de neşr-i maarif ve icra-yı ma’delette müşarun-ileyhi ta’kıb eylemiştir. Salahaddin’in Kahire Kudüs İskenderiye ve sair biladda te’sis etmiş olduğu medreselerde yüz binlerce e’azım iktibas-ı feyz ü kemal etmişlerdir. Eyyubiler yalnız Mısır dahilinde yirmi beş medrese inşa ve te’sis eylemişlerdi. Bu medreselerde her türlü ulum ve fünun tedris olunurdu. Medaris-i mezkure miyanında Salahaddin’in bina-kerdesi olan Medrese-i Nasıriyye neşrettiği hidemat-ı ilmiyesiyle hıtta-i Mısriyye’yi senelerce gark-ı envar eylemiştir. Dördüncü asr-ı Hicri evasıtından zamanımıza kadar şöhret-i ilmiyyesini –az çok ta’dilatla– muhafaza etmiş olan el-Ezher ise Mısır’ın yegane bir menba’-ı irfan-penahı olmuştur. Ezher’in ağuş-ı feyz-barında perverişyab-ı kemal olan e’azım arasında cidden mümtaz ve nadir zekalar da yetişmiştir. Meşhur Makrizi kendi zamanında Mısır kıt’asında yetmiş kadar medrese bulunduğunu söylüyor. Şöhret-i ilmiyyesiyle iştihar eden darü’l-feyzlerden biri de Esterabad Medresesi’dir. Bu medrese de bir zamanlar cihan-ı ma’rifete pek büyük e’azım yetiştirmiştir. Endülüs kıt’asının büyük şehirlerinde ve bi’l-hassa İşbiliye Tuleytula Kurtuba Gırnata ve Malaka’da müte’addid medaris ve mekatib te’sis edilmişti. Yalnız Gırnata’da darülfünun bulunduğu mervidir. Endülüs’ün aksam-ı sairesiyle Mağrib-i Aksa taraflarında ve Asya’nın havza-i İslamiyana dahil bulunan cihetlerindeki medaris-i ilmiyyenin adedi ta’dad olunamayacak kadar çoktu. Medeniyet-i İslamiyyenin edvar-ı şa’şaa-darında te’sis edilmiş olan medaris ve mekatib-i ilmiyyenin yalnız esamisi kaydedilecek olsa sütunlar doldurmak kari’e bu husustaki mesa’i-i cihan-pesendaneye dair bir fikir verebileceği cihetle bu kadarla iktifa ediyoruz. Fen-şinasan-ı İslamiyye ilm-i nebatata pek ziyade ehemmiyet vermişlerdi. Etibba-yı İslamiyye nebatatın havass-ı tıbbiyyelerinin tetebbu’u münasebetiyle bi’l-fi’il ilm-i nebatatla da iştigal eylemişlerdir. Eminü’d-devle ibni Tilmiz’in edviye-i müfredeye dair yazmış olduğu meşhur Akribazine ’si bu hususda pek güzel bir nümunedir. Nebatiyyun-ı İslamiyyeden İbni Cülcül’i birinci tabakada ta’dad edebiliriz. Müşarun-ileyh Diskoridis’in nebatat kitabına yazdığı zeyl ile ilm-i nebatatta ne derece vasi’ bir iktidara malik olduğunu göstermiştir. İbni Cülcül’in kitabında nebatiyyun-ı kadimece mechul olan birçok nebatat isimleri ve bunlara dair tafsilat mündericdir. Fakat nebatiyyun-ı İslamiyyenin ser-name-i mübahatı desine mebni kendisine Nebati ve Aşşab namları verilmiştir. Müşarun-ileyhin la-yemut asarından birini teşkil eden el-Cami’u fi’l-Edviyeti’l-Müfredeti ünvanlı kitabı ilm-i nebatatta nadiru’l-emsal bir eser-i kıymetdardır. Eyyubilerden Melik Kamil fazilet ve kemalatının hayran ve takdir-hanı olduğu İbni Baytar’ı Nebatiyyun-ı Mısriyye riyasetine ta’yin eylemişti. İbni Baytar bu vazifenin ifası esnasında Mısır’da mükemmel bir nebatat bahçesi vücuda getirmişti. İbni Usaybi’a Uyunü’l-Enba’ fi Tabakati’l-Etibba’ ünvanlı eser-i meşhurunda müşarun-ileyhden bahsederken diyor ki: “İbni Baytar’la birlikte Şam civarında nebatat toplamaya çıkdığımız zaman müşarun-ileyh ilm-i nebatattaki ma’lumat-ı vasi’asıyla beni hayrette bırakmıştır. İbni Baytar; taharriyatımız esnasında eline geçen her nebatın Yunanca ve Arabca isimlerini söyler ve her biri hakkında Diskoridis ve Calinos’un ta’riflerini ve ekser nebatiyyunun hatalarını ve her nebatın hassalarını ve nerelerde hasıl olduğunu ta’dad ederdi.” Meşahir-i etibba-yı İslamiyyeden Reşidüddin-i Suri de fenn-i nebatatta harika-nüma bir iktidar ile mümtaz idi. Kitabü’l-Edviyeti’l-Müfredeti ünvanlı eseri la-yemut müellefat-ı muhallededendir. Müşarun-ileyhin fenn-i nebatata son derece merakı olduğundan devre-i hayatının kısm-ı a’zamını dağlarda nebatat taharriyat ve tedkıkatıyla imrar eylemiştir. Reşidüddin tarihinde irtihal eylemiştir. Tabakatü’l-Etibba müşarun- ileyhin tercüme-i hali sadedinde diyor ki: “Reşidüddin’in ilm-i nebatata son derece vukufu vardı. Müşarun-ileyh nebatat taharrisi için birçok seyahatlerde bulunmuştur. Ma’iyyetinde her nevi’ boyaları hamil bir ressam bulunduğu halde Cebel-i Lübnan ve Suriye’de nebatat taharrisine çıkmıştı. Bu seyahatte müşarun-ileyh nebatı bi’zzat arar bulur ve ressama göstererek ke’s toviç ve etaminlerinin renkleri ve adedleriyle kemal-i i’tina ile resmini yaptırırdı. Her nebatın bir def’a hal-i taravette iken bir def’a da kemale erdiği zaman ve üçüncü def’a da kuruduğu vakitte olmak üzere üç def’a resmini yaptırır ve bu resimlerin altına nebatın evsaf ve havassına dair ma’lumat-ı lazımeyi derc ederdi.” Reşidüddin’in enva-ı nebatı cami’ mükemmel bir bahçesi vardı. Kaziri Casiri nebatiyyun-ı İslamiyyeden Muhammed bin Ali hakkında izhar-ı sitayişten kendini alamamıştır. Fil-hakıka Muhammed bin Ali’nin fenn-i nebatta ma’lumat-ı vasi’ası olduğu gibi tababette de ihtisas-ı tammı vardı. Guadix Prensi’nin hizmet-i tababetinde bulunurdu. Kaziri’nin beyanına göre müşarun-ileyh nebat taharri ve tedkıki maksadıyla birçok memleketler gezmiş senelerce kırlarda bayırlarda dolaşarak ikmal-i tetebbu’at eylemiştir. Muhammed bin Ali eline geçen nebatat-ı nadireyi hıfz ve cem’ ederek bunları bi’z-zat yetiştirmeye sa’y ederdi. Bu suretle Prens’in sarayı ittisalinde gayet mükemmel bir nebatat bahçesi vücuda getirmişti. Mezkur bahçede her nevi’ nebat ve çiçek yetiştirmeye çalışır ve bunların evsaf ve havassına dair tedkıkat-ı daimede bulunurdu. Alem-i İslam’da tedkıkat-ı nebatiyye ile iştihar etmiş daha pek çok e’azım vardır. Ta’dad ettiğimiz şu birkaç zat bu hususta birer enmuzec olmak üzere zikredilmişlerdir. Geçen makalede vacib mümkün müstahilin ma’nalarını olduğunu mümkünün nazar-ı akılda vücud ve ademi mütesavi olduğu cihetle bila-müreccih bir tarafı tercih etmek mütesaviyeynden birini diğerine tercih demek olup bu ise muhal olduğundan vücudunu ademine tercih edecek bir müreccihe her halde muhtac olduğunu anlatmıştık. Şimdi de diyoruz ki: Mümkinat cümlesinden olan bu alemin vücudunu ademine tercih eden müreccih her halde vacib olmak lazımdır. Bunu da izah edelim. Ma’lumdur ki mümkün olan bir şeyin vücudunu tercih etmek onu icad etmek demektir. Bir şeyin mucidi ise her halde o şeyden başka olmak lazımdır. Halbuki mümkünden başka bir mevcud arayacak olursak yalnız vacibi buluruz. Çünkü müstahil mevcud değildir. Binaenaleyh mümkünün vücudunun müstenid olduğu şeyin ancak vacib olması ta’ayyün ediyor. Bir şeyin mucidi her halde o şeyin gayrısı olmak lazım diyoruz. Evet bu pek bedihi bir mes’eledir. Çünkü bir şey kendi nefsini icad edecek olsa vücudda o şeyin kendi nefsi üzerine mukaddem olması lazım gelir. Zira mü’essir eserinden tab’an mukaddemdir. Binaenaleyh bir şeyin mucidi kendisinin gayrı olmayıp da nefsini kendi icad ettiği farz edilecek olursa o şeyin kendi vücudundan evvel bulunmasını ta’bir-i aharla an-ı vahidde hem mevcud hem ma’dum olmasını kabul etmek iktiza eder. Bu ise bi’l-bedahe muhaldir. Sual: Bu dediğiniz şey ancak mümkünün cemi’-i mümkinata şamil olan tabi’atına nazaran sahih olur. Halbuki bizim için başka suretle mülahaza etmek de vardır. Mümkinatın bazısı diğer bazısını icad etmiştir. Binaenaleyh mümkünün be-heme-hal vacibe istinad etmesi lazım gelmez. Cevab: Size karşı mümkinatın hepsi hakkında delil ikame etmedik bizim getirdiğimiz delil ancak o mümkinatın cüz’-i evveli hakkındadır. Madem ki mümkinatın bazısı diğer bir kısmını icad etmiştir diyorsunuz o halde oraya nakl-i kelam ederiz. Bu suretle gide gide kelam cümle-i mümkinattan olduğu halde en evvel bulunan cüz’e müncer olur. Zira siz de teslim ediyorsunuz ki mümkün hadisdir. Bir şeyin kendi nefsini ihdas edebilmesi de müstahildir. Öyle ise suret-i kat’iyyede ta’ayyün ediyor ki cüz’-i evveli ihdas eden muhdis her halde vacibdir. Çünkü biz vacibden evvel mümkün olamayacağını isbat ettik. Binaenaleyh matlub da sabit oldu. Ulemadan bir kısım kainatın halık-ı zi-şanı olan vacib te’ala hazretlerinin vücudunu i’tikad etmek insanlarda fıtri olduğuna zahib oldular. Hatta bir kısmı da yalnız insanda değil bütün hayvanatta bile bu i’tikadın fıtri olduğuna kail oldular. Bunlar diyorlar ki: Vücud-ı Bari’yi i’tikad bütün hayvanatta fıtri bir şeydir. Zira bir kedinin arkasından vurulsa yahud her hangi bir hayvan çağrılsa o hayvan mutlaka vurulduğu yahud çağrıldığı tarafa bakacaktır. Bu delalet ediyor ki; her fi’ilin mutlaka bir fa’ili her hadisin bir muhdisi olacağı onun fıtratında da merkuzdur. Bunu fıtri olarak bildiği A’rabi’ye Allah’ın vücuduna delil var mı? Denildiği zaman A’rabi şu cevabı veriyor: “Devenin gübresi deveye ayak izlerinin bırakdığı asar da oradan mutlaka bir daima mü’essirine delalet etmektedir. O halde idrak-i beşerin haricinde olarak bu kadar yıldızlar ile müzeyyen olarak müşahede etmekte olduğumuz semavat her türlü hayvanat ve nebatat ile tezyin edilen arz emvac ve telatumu ile insanlara neş’e veren bunca buhar denizler ırmaklar alim ve habir olan bir zat-ı ecell ü a’lanın vücuduna delalet etmez mi?” Ulemadan bu mezhebe –vücud-ı Bari’yi i’tikadın fıtri olması mezhebine– süluk edenler daha ziyade ta’mik ederek vücud-ı Bari’yi i’tikadın insanlarda fıtri olduğunu istikra’-i tarihi ile de istidlal ettiler: Zira hiçbir ümmet hiçbir kabile yoktur ki kainat için bir ilah alem için bir mucid bir muhdis mutlaka bir mucid olduğunu i’tikad etmiş. Gerek akvam-ı mütemeddine gerek milel-i vahşiyye bu i’tikad üzerine hepsi Cezair-i Bahr-i Muhit sekenesinde bile bu i’tikad mevcuddur. Kur’an-ı Kerim’de varid olan şu ayet-i kerime de; ki enbiya-yı kiram tarafından kavimlerine hüccet makamında söylenilmiştir: Buna delalet etmektedir. vücudunda mı şek var?” kavillerine cevap olarak ümmetleri tarafından “ Siz de ancak bizim gibi insansınız” demeleri delalet ediyor ki: Onlar Allah’ın vücudunda kat’iyyen şek etmiyorlardı. Belki onların şübheleri yalnız nübüvvette idi. Çünkü bunlar kendileri gibi bir insanın Allah ile kulları arasında sefirlik elçilik ile imtiyaz etmesini cevap verdiler. Bu mes’elenin daha ziyade tavzihi inşaallah aşağıda gelecektir. Şurası muhakkaktır ki: İlm-i akaidin en mühim mes’elelerinden birisi de Allah ile insanlar arasında vesatet mes’elesidir. Bu vesateti yalnız tebliğe kasr etmek iki emri şamildir. Birisi; bütün ümmetleri helak eden veseniyet tohumlarını kat’ edip koparan tevhid diğeri de; insanları zulümattan nura ihrac eden nübüvvettir. Evet bu vesatetin yalnız tebliğe maksur olduğunu söylediğimiz gibi tevhid ile nübüvveti ğuna gelince: Bunlar da hiçbir akıl şek ve şübhe bile etmez. Sual: İnsanlardan bazıları kainat için bir sani’-i hakıkinin vücudunu inkar etmektedirler. Şu halde nasıl olur da sani’-i alemin vücudunu i’tikad insanlarda fıtridir denilebilir? Cevab: Bu ancak bir şirzime-i kalileden ibarettir. Nasıl ki Allame-i Taftazani gibi fuhul-i ulema-yı kiramımız da: “Bir şirzime-i kalile istisna edildikten sonra bütün insanlar sani’-i alemin vücudunda ittifak etmişlerdir. O şirzime vücud-ı sani’i kail olmuşlardır. Maamafih bunun bedihiyyü’l-butlan olduğunda hiç şübhe yoktur” buyurmuşlardır. Allame-i Taftazani’nin ibaresinin de delalet ettiği gibi ulema-yı kiram da bu şirzime-i kalileyi edille-i nazariyye ile reddetmişlerdir. Bu i’tikad alemin vücudunu ademine tercih edecek bir fa’ile muhtac olmayıp tesadüf ve ittifak neticesi mevcud olmasını müstelzimdir. Bu ise Allame’nin de söylediği gibi bedihiyyü’l-butlandır. Bu istilzam batıl olunca bi’z-zarure bunun melzumu da batıl olur. gal edenlerden olup da sani’-i alemi münkir olanlar tesadüfe de kail değillerdir. Onlar tesadüfü daha şiddetli bir surette kail iseler de hepsi kail değillerdir. Sahih ve daha kuvvetli bir cevap olmak üzere deriz ki: Bu şirzime-i kalilenin aklına maraz isabet etmiş de onları –bu akıdelerine nisbetle– mu’tedil olan fıtratın mizacından çıkarmıştır. Evet ecsam maraza mübtela olduğu gibi akıl da bazen maraza duçar olarak fıtrat-ı mu’tedilenin iktiza ettiği bir surette veza’ifini eda edemez. Görülmüyor mu ki safravi olan zata bal acı geliyor! Ahvel bir adedini iki görür. med Abduh hazretleri de bu suretle cevap vermişlerdir ki bundan iyi bir cevap tasavvur olunamaz. Akıl i’tibarıyla insanların en büyüğü olan bazı felasifenin de vücud-ı Bari’yi inkar etmesi bu cevabı kabulden kat’iyyen men’ etmemelidir. Çünkü kavi olan bir cisme maraz tari olarak a’zasının bir kısmı veza’ifini ifadan atıl olup kısm-ı sairi yine kavi olarak kaldığı gibi akla arız olan maraz da aklı bu hale getirir. Hikmet-i cedidede sabit olduğu vechile her nevi’ idrakat bazen şu merkezin bir kısmına arız olduğu halde diğer bir kısmına arız olmaz. Ulum-ı tabi’iyye uleması bunu keşfetmeleriyle bu merakize arız olan marazı turuk-ı cerrahiyye ile mu’aleceye muvaffak olmuşlardır. Bunun içindir ki bazı insanlar vasıta-i idrak olan merakizin kısm-ı dimagısine arız olan tağayyür-i demeviyyeden dolayı erkam-ı hesabiyyeden bir kısmını unutuyor da mu’alece-i cerrahiyye ile mu’alece edilerek şifa-yab oluncaya kadar o erkam-ı hesabiyyenin bulunduğu mes’ele-i hesabiyyeyi halletmeye kadir olamıyor. Kezalik şurası da mertebe-i sübuta vasıl olmuştur ki bazı insanların dimağında olan merakiz-i ederek idrak hususunda a’kal-i ukalaya tefevvuk ediyor. Sonra bazı mecnunlar görülüyor ki kendilerinden hesab ve cebire aid en müşkil bir mes’ele sual edildiği zaman o mes’eleden bedahetle cevap veriyorlar. Halbuki o mes’ele en cevval en zeki bir riyaziden sual edilse onu halletmek için saatlerce zamana muhtac oluyor. Hulasa-i kelam: Sani’-i alemin vücudunu i’tikad beşerin garaiz ve fıtratında mevdu’ bulunduğu sabit olmadığı takdirde bunu berahin-i nazariyye ile isbat ederiz. Çünkü sani’-i alemin vücudunu i’tikad fıtrat ve tabi’at-ı beşerde bulunduğunu isbat edecek berahin-i nazariyye pek çoktur. Makalenin baş tarafında irad ettiğimiz şeyler de işte bu cümledendir. Mütercimi MÜSLÜMANLARA İKINCI HITABE Geçenki yazımda milli iktisadiyyattan bahsetmiştim. Bu defakinde de onun en mühim bir şu’besi olan İslam arazi ve emlakinden onların lüzum ve suret-i hıfz u himayesinden bahsedeceğim. Evvela size şunu haber vereyim ki İslam diyarı dediğimiz şu yetim ve perişan yurdun her cüz’ünün müslüman elinden çıkıp hıristiyan ellerine girmesi için her yerde Anadolu’nun her köşesinde müte’addid cem’iyetler var. Ben bunların icraatını Sebilürreşad’ın sevgili sütunlarında muntazaman derc ederek İslam arazi ve emlakinin hıristiyanlara ecnebilere nasıl geçmekte olduğunu ve bunun Müslümanlığın hayat ve mevcudiyeti için nasıl bir tehlike bulunduğunu arz ğıracağım. Bugün emin olunuz ey benim uykulu milletdaşlarım Anadolu Irak ve sair mütebakı İslam ocakları yavaş yavaş hıristiyanların ecnebilerin ellerine geçiyor. Sevgili Anadolu’nun Konya’sında birçok çiftlikler arazi Almanların elinde kıymetli Irak’ın Bağdad ve Basra’sında en güzel ve en münbit ovalar İngilizlerin havze-i hükmünde bulunuyor. Bunlara karşı gözlerinizi açmayacak elinizdeki arazi ve emlaki bunlara kaptırmadıktan ma’ada elinizden çıkanları da istirdada teşebbüs ile muvaffak olmayacak sonra Müslümanlığın te’ali ve terakkısi servet ve şevketi namına bu zavallı İslam diyarını birçok yerlerinde hakim bulunan hıristiyanların elinden kurtarmayacak mısınız? Ne garibdir ki Müslümanlık kendi yurdunda kendi ocağında kendi sinesi üzerinde Hıristiyanlığın zebun-i mahkumu bulunsun!.. Evet benim bedbaht vatandaşlarım bu bir faci’a fakat hakıkat!... Gözlerinizi dört açınız. Kulaklarınızı ikaz ediniz vicdanınızı dinleyiniz. Müslümanlık kendi diyarında bile Hıristiyanlığın önünde ric’at ediyor. Hıristiyanlar müslümanları eziyor. Müslümanlığın sinesinden kaptıkları paralarla emlak ile onu çiğniyor ve bütün müslümanları Hıristiyanlığın şevket ve te’alisi uğrunda garbdaki hakimiyetini ve tefevvuk-ı maddisini şarka da nakl ü teşmil ederek bu zavallı metruk ve yetim İslam diyarını da büsbütün çiğnemek uğrunda kullanıyor. Ah aziz dindaşlar bu faci’a dünyanın hiçbir yerinde hiçbir milletinde görülmemiştir. Hiçbir millet hiçbir din kendi mezarını kendi eliyle kazmamış kendi boynunu kendi itaat ve inkıyadıyla başkaların boyunduruğuna geçirmemiştir. Bu zillet ve feca’at bize mahsustur. Biz hem milliyetimizi hem dinimizi kendi sefalet-i ruhiyye ve ahlakıyyemizle kendi muzla başkaların ecnebilerin hıristiyanların kahhar ve hain ayakları altında çiğnetiyoruz. Hocalarımız alimlerimiz cehalet ve şimesizlik dolayısıyla dinlerini milliyetlerini müdafaa edemiyor münevver geçinen gençlerimiz ecnebilerin hıristiyanların; müslüman ruh ve ahlakını Müslümanlık seciye ve hasletini ulüvv-i cenab ve atıfetini Müslümanlık harekat ve faaliyetlerini ifsad ve ihlal etmek tevkıf ve men’ eylemek inhilal ve tefessühe uğratmak için kurdukları tuzağa kör ve budala bir ahlaksızlıkla düşüyor.. Bu suretle her tarafdan Müslümanlık eziliyor şekil alıyor. Hem din ve milliyet hem de müslümanlar arasındaki beyne’l-mileliyyet mahv olup çürüyor. Ve bu halde de bütün Müslümanlık kendi eliyle kendi ayağıyla Hıristiyanlığın taht-ı hakimiyetine giriyor. Bu girmenin ahlaki ve dimaği cihetleri olduğu gibi ictima’i ve iktisadi suretleri de var. Ben burada birinci cihetleri başka bir makaleye ta’lik ederek ikinci şıkkı tahlil edeceğim ve bütün mes’uliyetleri meydana fırlatacağım. Bugün bir faci’a daha doğrusu bir zillet ve sefalet var. O da yavaş yavaş Müslümanlığın kendi diyarında bile Hıristiyanlığa zebun ve mahkum olması… Bu nasıl oluyor? Şöylece sessiz ve sadasız yani ictima’i ve iktisadi olarak… ve te’aliye müsta’id yerlerden tedricen çekiliyor harabelerde yerleşiyor daha doğrusu tünüyor… Bu suretle Müslümanlık oralardan ric’at ederek medeni ve iktisadi mevki’leri Hıristiyanlığa terk ediyor. Oraları müslüman diyarından olduğu halde İslamlık’tan bir alamet bulunmuyor. Ve bu suretle Müslümanlığın servet ve emlaki arazi ve emvali beytü’l-mal-i Müsliminden eksilerek ecnebilerin hıristiyanların kiliselerin kasalarına hazinelerine akıyor. En nihayet hıristiyanlar efendi müslümanlar hizmetçi oluyor… Efradı sefil ve perişan olan her gün her vasıta ile izzet-i nefisleri haysiyet-i şahsiyyeleri başkaların ellerinde bulunduğu için çiğnenen tahkır edilen bir milletin en aziz hissiyat-ı diniyyesi kendisine düşman bir dinin ihtişam ve hakimiyeti önünde mütemadiyen tahkır edilen salikleri olan bir dinin inkıraz ve inhilalden kurtulmasının imkanı yoktur. Dinler milliyetler ancak izzet-i nefsle kendi gururlarıyla onlara verilen ehemmiyet ve te’ali ile yaşar. Yoksa kendi din ve milliyetinin gerek bi’l-vasıta ve gerek bila-vasıta her türlü tahkırlere zilletlere mahkumiyetlere tahammül eden bir milletin dini elbette tamamen şimesini gayesini makasıd ve veza’ifini kaybeder.. İşte biz maatteessüf şimdi bu haldeyiz. mahkum ve zebun.. Dinini milliyetini yükseltmeyen hey’et-i ğın kuvvet ve şevketi ihtişam ve nüfuzu nerede Müslümanlığın acz ü ihtiyacı nerede?.. Geçen hitabemde söylediğim gibi insanların ve milletlerin hüküm ve kudreti para ile olduğu gibi dinlerin medeniyetlerin de şevket ve te’alisi ancak servetle ticaret ve bulununca Müslümanlık hiçbir zaman Hıristiyanlığın hakaret boyunduruğundan kurtulamaz.. Müslümanlığı iktisaden mağlubiyetlere uğratan biziz. Bizim evliya-yı umurumuzun lümanlığın menafi’-i hayatiyyesini himaye etmiyor. İlmiyyemiz vazife-i irşadiyyesini yapmıyor halkımız kör gibi hareket ediyor. Neticede İslam arazisi emlaki elden çıkıyor. Mesela İstanbul’un Beyoğlu Kadıköy Haydarpaşası İzmir’in Kordun’u Frenk mahallesi ve ilh… yerler adeta sırf hıristiyan şehri haline gelmiş gibi… Bunun sebebi müslümanların hıristiyan seyl-i iktisadisi önünde mütemadiyen ric’at etmesidir. Fakat düşünmüyor muyuz ki nasıl bu yerlerde Müslümanlık ortadan çekilerek orada sırf Hıristiyanlık kaim oluyor aynıyla diğer yerlerde de memleketlerde de Müslümanlık mağlub olunca oraları yine Hıristiyanlığın eline geçerek Müslümanlık’tan nişane kalmayacak ve bu hal te’akub ve tevali ede ede nihayet bu İslam diyarında müslüman istiklalinden müslüman iktisad ve medeniyetinden eser kalmayacak ve bütün müslümanlar ve Müslümanlık yavaş yavaş ortadan kalkmış bulunacaktır. Milletler ve dinler bulundukları yerlerde malik oldukları emlak ve arazi ile servet ve sermaye ile mütenasiben kuvvet ve nüfuza sahib olurlar. Emlak ve arazisi elinden çıkmış servet ve iktisaden iflas etmiş bir millet ve dinin yaşaması ve bulunduğu yerde kalabilmesi mümkün müdür? Hani Macaristan’daki Sırbistan’daki Yunanistan’daki Romanya’daki bu İslam diyarında Hıristiyanlık pek güzel yaşıyor. Hatta Müslümanlığa hakim oluyor. Sebebi; iktisad emlak ve arazi nokta-i nazarından tefevvuktan başka bir şey değildir. Eğer biz böyle gidersek bu yegane müstakil İslam devletinin akıbeti de o zavallı ecza-yı vatanın felaketinden başka bir şey olmayacaktır. En nihayet buraları da Hıristiyanlığın hakimiyeti altına girerse artık İslamlığın nefes alacak bir penceresi kalmayacak yavaş yavaş İslam şime ve seciyesi bozularak İslam ahlak ve ruhu tefessüh ederek ma’azallah ya bütün din ve milliyetimizle beraber edeceğiz yahud Hıristiyanlığa Bu pek feci’dir fakat hakıkattir. Ve bunun başka türlü olmasının da ihtimali yoktur. İktisaden mahkum ve mağlub olan hiçbir millet ve hiçbir din yaşayamaz. Çünkü iktisadi mağlubiyeti ictima’i siyasi ve askeri mağlubiyetler ta’kıbeder. beleri… Çünkü bir milletin ictima’i milli siyasi ve askeri ameli ve medeni kuvvetini ancak ve ancak iktisadiyatı teşkil eder. İktisadiyatsız ictimaiyat medeniyet milliyet din olmaz. Hepsi mahkum-ı sukut ve inkırazdır… İşte bütün müslümanların ve Müslümanlığın hal-i hazırı. Binaenaleyh yegane çare: Tehlikenin pek yakında olduğunu görerek hocalarımız va’izlerimiz köy ve mahalle dindaşlarına acıyarak Müslümanlığa yapmış bulunacağı cinayet ve hiyaneti küfr ü isyanı nazar-ı dikkate alarak dinen ve şer’an mecbur bulunduğu halkı irşad ve himaye vazifesini vicdanında ruhunda bir güneş gibi hissederek vazife başına koşmalı… Cami’lerde köylerde mahallelerde her yerde fakat kemal-i sükut ve vakar ile müslümanların ecnebilerle kat’iyyen alış veriş etmemelerine ecnebilerle ne kadar muhtac olursa olsun kat’iyyen emlak ve arazi satım terhin mu’amelesi yapmamalarına ecnebilerle her türlü mu’amelat ve münasebat-ı iktisadiyyeyi kat’ etmelerine onları kazandırmaya değil belki onlardan kazanmalarına lerine dair hem hakıkatleri felaketleri hem de dini ve vatani vazifeleri hakları mecburiyetleri anlatarak va’az ve nasihatler vermeli sonra bu işi ta’kıb ederek hiçbir zaman arkasını kesmeyerek yorulmayarak yılmayarak aylarca senelerce uğraşarak İslamları bu türlü harekete mecbur etmelidir… Hitabe başında söylediğim gibi hıristiyanların İslam arazi ve emlakini almak için aralarındaki cem’iyetlerden onların yaptıkları işlerin istatistiklerinden ve bütün hıristiyanların bu hususa dair ittihad ve iştirakinden hatta buna dair yerli ve Osmanlı hıristiyanlardan bazılarıyla ecnebilerin iştirak ve i’tilafından Avrupalıların da bu işte yerlilerle müttehid olduklarından müdellelen vesaikle bahsedeceğim ve bütün hakıkatleri meydana koyarak din ve milliyet vazifemi yapmaya çalışacağım.. Bu hakıkatlere felaketlere tehlikelere göz yumup da bu dini ve vatani vazifeleri ifa etmeyecek hocalarımızı va’izlerimizi köy ve mahalle imamlarımızı teşhir edeceğim.. Hükumetimizi milli ve düveli vazifelerine çağıracağım.. Ve bu hususta kat’iyyen yılmayacağım ve korkmayacağım.. ve medeniyyeten iktisaden emlak ve arazi i’tibarıyla hiç olmazsa kendi diyarında Hıristiyanlığın boyunduruğundan kurtarmayacak büyüklere zenginlere hocalara yüz bin teessüf olsun!.... MESALIK-I İLMIYYE Evvelki makalemi medaris-i ilmiyye ile müntesiblerinin mahkum olduğu ahval-i esef-iştimale hasrederek bu hususta şayan-ı ibret safhalardan bazılarını arz etmiştim. Bu def’a tedkıkat ile o vadide vücuda getirilen asar-ı gafletten bahsetmek Din-i mübin-i İslam sa’adet-i dareyni kafil olduğu cihetle ahval-i medeniyye ve secaya-yı ahlakıyyemizin nazım-ı esasisi Kur’an-ı Kerim ile edille-i saire-i şer’iyye olup millet-i şer’iyyeye karşı icabı vechile birer vaz’iyet almaktan hali olamaz. Fil-hakıka mezahib-i saire ashabı arasında din bir emr-i vicdani i’tibar edilip her şahsın hüviyet-i ma’neviyyesinden harice çıkamadığı ve ruhban sınıfı ancak riyaset-i ruhaniyye ile vazifedar olduğu halde ulema-yı İslamiyyenin uhde-i faziletinde pek başka veza’if takarrur eyleyerek şu’abat-ı hükumet bile müteşerri’inin mu’avenetinden vareste kalamamıştır. Bu keyfiyet bir hakıkat-ı kat’iyye olduğu halde ulemaya olan ihtiyacın mahiyet ve kemiyeti bizde nasıl bir mikyas mevaki’ işgal ettirilip ettirilmediği kaziyyesi ehemmiyetle şayan-ı nazar olsa gerektir. Talebe-i ulumdan bir efendinin “nasara” dediği gün ile lebe cem’ etmek ebeveyni için zübde-i amal oğulları Fatih kubbesi altında tahta döğmek hoca efendi için maksad-ı aksa dahi kendisine kadar gelmiş olan silsile-i tedris talebesi ederken vücuda gelen ittihad-ı amal medarisi her şeyden evvel bir ders-i am mahreci haline getirmiştir. Bir Arabi aliminden pek çok hizmet beklenebildiği halde hakim olmaya bile tenezzül etmeyen alimler bidayet-i İslam’dan beri görülegelmiştir. Hatta ruus imtihanına mükerreren girdiği halde muvaffak olamayıp da kendisini medreseye vakfederek tarik-i dünya ve ta’bir-i mahsusuyla “kudema-yı la-yüflihun” zümresine dahil olanlar bugün bile eksik değildir. Okumak okutmak okurken tefeyyüz okuturken tekemmül etmek ilmin zevkini almış kimseler için adeta bir gıda-yı ruh hükmünde ise de bir ilmin salikini ikmal-i nüsah ettikten sonra umumiyetle tedris sevdasında olursa ma’lumat-ı müktesebelerinin tatbikat-ı fi’iliyyesi lafzı murad olmaktan bir hatve ileri geçemez. Muhatabının istifadesini te’min edebilmek hatta izhar-ı fazla muktedir olmak müstesna bir yenler şübhesiz hayru’l-halef yetiştirmek bahtiyarlığına nail olurlar. Bi’l-aks müdakkık bir müellif mütetebbi’ bir müftü adil bir hakim beliğ bir va’iz cevval bir avukat olmak gibi mu’allimlikten büsbütün ayrı isti’dadlara malik olanlar vazife-i ta’lime heves ettikleri surette hem kendilerinin hem de talebenin hayatını zehirlemekten başka bir şeye muvaffak olamazlar. İki talebeye icazet veren nihrirlere mukabil vasat derece ilim ile birkaç yüz talebe yetiştiren hocalar görülmüştür. Kezalik sehhar bir natıkaya malik oldukları halde talebenin dimağına hiçbir şey ilka edemeyenler de nadir değildir. Kürsi-i tedriste mahv ü remad olan bu zekaların mahiyeti hiç olmazsa makam-ı aidince takdir edilerek turuk-ı lazımesine sevk edilse alem-i irfana mütahassıs birçok uzuvlar ilave edilmiş olur zannındayım. Ne çare ki kimlerden ne beklenmek iktiza ettiğini takdir eyleyecek bir devre-i Mesela: Mücaz efendiler için “Medresetü’l-va’izin” namıyla bir sınıf küşad olunuyor. Bu sınıfın küşadından maksad alem-i İslam lisanıyla hizmet edecek zevat yetiştirmek olduğu halde buraya alınan talebede yalnız ehliyet-i ilmiyye aranıp kuvve-i nutkiyye cerbeze-i ifade vüs’at-i kariha gibi şeyler hatıra gelmiyor. Hatta içerideki tedrisatta bile bu yolda bir emel ta’kıb edilmiyor. Halbuki esna-yı kabulde ufak bir mu’ayene ve programa bazı ilavat ile şera’it-i matlubeyi ha’iz talebe yetiştirmek güç bir şey değildir. Talebeden ruus imtihanında muvaffak olamayanlarla şöhreti istirahata feda edenlerden kısm-ı küllisi kendilerini mekteb-i nüvvaba namzed addederler. Mekteb-i Nüvvab; duhul imtihanının ciddiyeti ve tedrisatının mükemmeliyeti terin işgal eder. Denilebilir ki hiçbir mekteb-i aliye tahsil edeceği ders için bu kadar kuvvetli hazırlanmış talebe alınamıyor. Bununla beraber me’zunin-ı nüvvabın işgaline müstahık oldukları mevaki’ kendilerine diriğ edilerek ma’lumatlarından Evvelce teşkilat-ı adliyye görmeyen kazalarda mahkeme-i nizamiyye riyaseti de uhdelerine muhavvel olduğu halde bugün kendilerine yalnız mahkeme-i şer’iyyeyi idare etmek kalmıştır. Garibdir ki Adliye Nezareti teşkilatıyla kuzata yalnız mahkeme-i şer’iyye hakimliği bırakırken Mekteb-i Nüvvab’a hukuk dersleri namıyla “Kanun-ı Ceza” ve “Usul-i Cezaiyye” gibi mehakim-i cezaiyyede kale alınmayacak mu’amelat hatta “Hukuk-ı Düvel” ve “İktisad” gibi mehakim-i cezaiyye ve hukukiyyede bile meydan-ı tatbikata çıkamayan nazariyat-ı ictima’iyye dersleri tatbikat bulamayacağından sarf-ı nazar bunların tedrisinde ta’kıb edilen tarik-ı ihtisar ile tatbikatına zaten meydan bırakılmayacağı anlaşılıyor. Bununla beraber kuzatın mehakim-i şer’iyye dairesinden harice çıkmamaları fikrinde olduğumuz zannolunmasın. Kadılar fıkıhtaki vüs’at-i ma’lumatlarıyla ve vakıf oldukları lisan-ı Arab sayesinde icra edebilecekleri dur u dıraz tetebbu’at ile –zaten kava’id-i fıkhiyyeden müstenbat olan– ahkam-ı hukukiyyemizin yegane mütahassısıdırlar. Mekteb-i Hukuk ile Mekteb-i Nüvvab’da okunan Mecelle dersleri mukayese edilecek olursa aralarında pek büyük fark görülür. Nüvvab’da Mecelle tedris eden mu’allim ahkam-ı fer’iyyeyi daima usule irca’ ile o asla teferru’ eden mesaili an’anatıyla muhakeme edebildiği halde hukukta ancak i’dadiden neş’et etmiş ve fıkhın ma’na-yı hakıkısini Mecelle’nin birinci maddesinden öğrenmiş talebe muvacehesinde Mecelle mu’allimlerinin mevki’i cidden müşkil bir vaz’iyet alıyor. “ Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye ” sırf bir kanun tederrüsünden istifade beklenemeyeceği tedrisat-ı hukukiyyede kesb-i kat’iyyet etmiş mesaildendir. Kanun-ı Ceza’dan evvel “Hukuk-ı Cezaiyye” Usul-i Muhakemat-ı Cezaiyye Kanunu’ndan evvel “Usul-i Cezaiyye” Usul-i Muhakemat-ı Hukukiyye Kanunu’ndan evvel “Usul-i Hukukiyye” Kanun-ı Ticaret’ten evvel “Hukuk-ı Ticaret” okunmak ne kadar lazım bilmek de o kadar zaruridir. Zaten ceza ve ticaret nazariyatını görenler onlara dair kavanini şerhiyle okuyup ezberlemeye ve ahkamını tamamen bilmeye mecbur olmayıp nazariyat hükmüne müracaat ederler. İşte aynıyla fıkıh ve usul-ı fikıh da Mecelle’ye göre nazariyat mevki’inde kalarak Mecelle bu nazariyatın muhassalası olan kanun demek oluyor ki bir fıkıh alimi Mecelle maddelerini bilmese bile bir mes’ele-i hukukiyyeyi fıkhen hallederek hükm-i Mecelle’ye bila-müşkilat rabt eyleyebilir. Bir kanun için evvelce hazırlanmadan onu meşruhan okumaya başlamak te’min-i maksada hiçbir vechile kifayet etmeyeceğinden ma’ada silsile-i mevaddan ibaret bulunan bir mecmu’ayı pek mükemmel bilenler bile onun alimi değil ancak bir hafızı olurlar. Icab-ı zaman ile Mecelle’nin bazı mevaddı tağyir edilerek yerlerine akval-i fıkhiyyeden müftabih diğer kaviller vaz’ edilecek olsa o mevadd-ı cedide – erbabı tarafından şerh edilinceye kadar– fıkıha gayr-ı vakıf hükkama mübhem kalacaktır. Bugün Mekteb-i Hukuk’ta usul-i fıkıh okutuluyor. Edille-i şer’iyyeden istinbat-ı ahkam eylemek tariklerini gösteren bu ye okutmaktaki hikmeti halledemeyenlerden birisi de biziz. Yüz yirmi sahifelik Türkçe bir usul-i fıkıhı Arabca bilmez bir talebeye okutmaktan bilmeyiz ki ne bekleniyor! Hulasa: “Hukuk” ile “ceza” hakimleri ayrı birer şu’be gibi menabi’-i muhtelifeden yetiştirilmedikçe bizde tevzi’-i adalet kaziyyesi pek nisbi bir mahiyette kalmaktan kurtulmayacaktır. Hükumat-ı garbiyyenin kavanin-i medeniyyesi bizde olduğu gibi nakliyata değil bi’l-aks akliyata mübteni olduğu halde hukuk ve ceza sınıfları hükkamının ancak ha’iz olacakları evsaf ile mesleğin bir şu’besinde ihtisaslarını te’min nokta-i nazarından bu iki sınıfın ayrı yetiştirilmesi fikri oldukça meydan almış ve hatta İtalya’da tatbikatına başlanmış olduğu halde bizde tabi’at-i maslahatın zaten icab ettirdiği bu keyfiyetin ehemmiyeti hala layıkıyla takdir edilemiyor. Tekrar edelim ki bir hukuk me’zunu mesail-i cezaiyyenin müşkilatını elsine-i ecnebiyyenin i’anesiyle iktiham etse bile Mecelle mevaddına doğrudan doğruya temas etmeyen mesail-i hukukiyyenin hallinde Avrupa Kanun-ı Medeni-Code Civilları hiç bir vechile imdadına yetişemez. Medarisin mahrec olduğu bir mekteb-i ali de darülfünunun “Ulum-ı ‘Aliye-i Diniyye” şu’besi idi. Geçen sene bu şu’benin de i’dadi me’zunlarına hasredildiğini maatta’accüb haber aldık. Bu şu’benin cümle-i tedrisatından olan tefsir hadis kelam usul gibi dersleri anlamak Arabi’de behre-i kamile sahibi olmaya tevakkuf eder zanneylerdik. Bizim bedihi bildiğimiz bu şey büsbütün ber-aks zuhur etti. Kelam ve usul dersleri Türkçe okunacak imiş acaba tefsir ile hadis hangi lisana mal edilecek? Buraya alınan talebe-i ulumda bazı cihetlerce noksani-i ma’lumat görülüyor ise duhul imtihanında o ma’lumat taleb edilebilir idi. Maarif-i Osmaniyye’nin bir derd-i deva na-pezir ile ma’lul bir uzvu zannedilen tarik-ı ilmiyye hakkında bizim nokta-i nazarımız ıslahattan ziyade te’sisat cihetine ma’tuftur. Garbın binlerce müessesat-ı irfanı bizim için ma bihi’l-iktibas olamayacaksa niçin onlardan daha mükemmelini meydana getiremiyoruz? Garb ulema-yı edyanından yüzlerce müsteşrik yetişerek memleketimize sahib vicdanımıza hakim olmak Avrupa’yı bize bizi Avrupa’ya tanıtmak Avrupa’nın İslamiyet hakkındaki efkar-ı fasidesini tashih etmek gibi hidemat Fransızca konuşarak çıkanlar garb ile tanışıyorlar da kendi din ve vatan kardeşlerimiz olan Suriye Irak Hicaz Yemen Mısır ahalisiyle anlaşamıyoruz? Ruhban-ı nasara her zaman akdettikleri kongrelerde Hıristiyanlığın tevessü’ü hakkında kim bilir ne gibi mukarrerat ittihaz ederek icra-yı fi’iliyatına da teşebbüs eyledikleri halde Ka’be-i Muazzama etrafında her sene ictima’ eden yüz binlerce hüccac niçin lisan-ı Kur’an ile yek-diğerinin derdini anlayamıyor?!..... Maarif-i sabıkamızın tarih-i mücessemi olan medreseler artık menba’-ı feyzini leyli darülfünunlara terk etmelidir. Öyle darülfünunlar ki talebe fasihu’l-lisan Arab hademe ve mubassırlardan Arabca’dan başka bir kelime işitmediği müddetçe tedrisat da kamilen Arabca ta’kıb olunarak şimdiki tercüme usulu kat’iyyen terk edilmelidir. Elsine-i ecnebiyye tedrisatında pek doğru olarak takarrur etmiş bir kaidedir ki her lisan yine kendi kelimeleriyle ta’allüm olunup diğer bir lisanın mu’avenetine muhtac olmamak iktiza eder. Binaenaleyh Arabca da yine Arab lisanıyla tedris edilecek olursa hem tercüme usulünde gaib edilen zaman kazanılmış hem de lisanın bütün şive ve hususatıyla öğrenilmesi taht-ı te’mine alınmış olur. Turuk-ı ilmiyyenin kaffesine lazım olan sarf nahiv edebiyat okunduğu müddetçe fünun-ı şettaya dair de hayli ders görülmesi kabil olup bundan sonra ayrılacak şu’belerde hakim müftü va’iz feylesof müstağrib gibi İslamiyet’i hem tahkim ve müdafaa hem tevsi’ edecek zevat-ı muktedire yetiştirmek cihetine bezl-i himmet edilir. bunlardır ki hususiyat ve teferru’atın kaffesi bu emellerin etrafınde tecemmu’ etmedikçe bu mesleğin tarik-ı salaha doğru hatve-endaz olduğunu görmek nasib olamaz. Geçen haftaki muhterem Sebilürreşad’ın bu sütunlarında ders-i am efendilerimizin ta’kıb ettikleri usul-i sakım hakkında Uşşakı H. İsmail Hakkı ve iki yüz imzayı havi münevverü’l-efkar arkadaşlarımız tarafından serdedilen mütala’at manzurumuz oldu. Doğrusu meslekdaşlarımızın şu hareket-i ikbal-cuyanelerinden mübahi ve müftehir olmakla mes’elenin en amik ve dakık noktasına kesb-i ıttıla’ etmiş ve mesleğimiz namına sa’y u gayrette bulunmuş olduklarından kendilerini alkışlayarak biz Sultan Ahmed Talebe-i Ulumu ve Dershane müdavimini de bütün mevcudiyetimizle fikirlerine azimlerine maaliftihar iştirak ettiğimizi yegane tercüman-ı hissiyatımız olan Sebilürreşad mecmu’-i İslamiyyesi vasıtasıyla i’lan ederek bu hususta biz de mütala’amızı beyana tasaddi ile deriz ki: Vaktiyle maarif-i İslamiyyenin mehd-i zuhuru olan medreselerde bugün ma’rifet namına hiçbir şeyler görülmüyor.. Yazık alem-i İslam’ın bu meslek erbabından daha doğrusu bizlerden şiddetle ümid ve intizar ettiği menfa’atler tatlı gayeler husul-pezir olmamakla beraber biz gençlerin ma’sum dimağları ateşin zekaları etrafımızı istila eden daire-i sekametin kıl ü kal noktasında sönüp gidiyor. Toprak altında kalmış demir parçası gibi çürüyor. Sonra ne millete ne devlete hatta kendi nefsimize de faidemiz olmuyor. Biz teşnegan-ı ma’rifet medresenin sine-i feyzine atılırken pek tatlı ümidlerin husulü için ve netice i’tibarıyla şu tali’siz milletin nura irfana olan ihtiyacını izale maksad-ı hayrını ta’kıben menba’u’l-irfan olan medreselere atıldık.. Oh ne kadar tatlı emel.. Ne gonca-i hayal.. Fakat bu arzularımız vücud bulmadığından müteessir ve müteessifiz. Lakin bu fikrimizde sabit-kademiz bu emel-i hayrın hayyiz-ara-yı husuliyçün her taşa baş uracağız… Binaenaleyh merci’-i aidimiz ve üstad-ı kiramımızdan bir parça insaf dileriz! Yazık değil midir ki on sene i’lal ile idgam ile illetler ile uğraşalım da esas maksad olan hadis tefsir usul-i fıkıh ilm-i kelam gibi ulum-i aliyyeye bi-gane kalalım. Hala o kurun-ı vüstanın bitmez tükenmez kıl ü kalinin ihtizazat-ı meş’umesiyle çalkanalım. yüzünden esas maksadı gaib ederek semt-i mechule vadi-i rah-ı hevlnake doğru alabildiğimize gitmişiz de bugünkü dereke-i tedenniye tenezzül etmişiz. Artık bu nazariyata fatiha çekmek zamanı çoktan hulul ettiğinden terakkı ve te’alimiz ci’-i aidimizden dört gözle bekliyoruz… Biz de bu vatanın evladlarıyız! Niçin mahrum-ı maarif bulunalım? Ve niçin ta’riz ve takbih altında inleyelim? Ve yine niçin mezelletle dıyk-i ma’işetle rutubethanelerde çürüyelim? Bizler ufak hamule-i irfanımızla çare-i necatımızı üç noktada görüyoruz: Birincisi: Dersaadet’te mevcud olan medarisi başka bir hale ifrağ edip varidatından hevadar bir mevki’e büyük bir müessese vücuda getirmek suretiyle hayatımız sıhhatimiz taht-ı te’mine alınmalıdır. Zira hal-i hazırdaki medarisin kabil-i sükna olmadığı belki kuvayı tahrib ezhanı teşviş dimağı muhtel eylediği ve bunun netice-i tabi’iyyesi olmak üzere talebe-i ulumdan bir çok rutubet kurbanı gittiği herkesin ma’lumudur. da: Tedris edilmekte olan fünun-ı Arabiyye’nin her birine aid ayrı ayrı mütehassıs ta’yin edilmesidir. Mesela ilm-i sarfa son derece vukufu olan zevat-ı kiram kaç sene tedrisile mükellef ise o müddet-i mu’ayyene zamanında yalnız ilm-i sarf tedrisiyle meşgul olmalıdır. Ve fünun-ı saire mütehassısları da bu minval üzere ta’yin edilmelidir. Zira iki karpuz bir koltuğa sığamayacağından bu hususta edille serdine lüzum görmüyoruz. Üçüncüsü: Tedrisat-ı Arabiyye’den maksad şübhesiz ulum-i aliyeyye kesb-i vukuf etmektir. Bu ise kıl ü kal ile şüruh ve havaşiyle hasıl olmaz. Belki kaziyesince her fenden birer metin intihab etmek ve bu metinlerin na kanaat-i tamme hasıl ettiğimizin şera’it-i selaseyi merci-i aidimizin nazar-ı basiretine vaz’ ederiz. ARTIK SÜKUT ETMEYECEĞIZ… Afak-ı İslamiyyeyi istila eden kesif bulutları zulmetleri dağıtmak mahvetmek acaba mümkün değil midir? Zulümat leti yırtması kabus-i cehaletten tahlis-i giriban etmesi muhal midir? Evet bu suallere şu cevap verilir ki desatir-i riyaziyye derecesinde kat’idir: Millet-i İslamiyyeye mürşid mürşidi yetiştirecek darü’l-irfan lazımdır. Mürşid kelimesiyle darü’l-irfan terkibinin tazammun etttiği ma’ani-i hakıkiyyeyi biraz tedkık edecek olursak ne elim bir maraza ne müdhiş bir uçuruma ne hevl-engiz bir girdab-ı felakete düşmüş olduğumuzu teslimde gecikmeyiz. Tarih-i medeniyyet eslaf-ı izamımızın nasıl çalıştıklarını şeh-rah-ı terakkıde ne derece muhayyeru’l-ukul hatve-endaz olduklarını pek ra’na gösteriyor. Kurun-ı vüstada Avrupalılar “skolastik” batağı içinde yuvarlanırken İslamlar bir taraftan ayat-ı Kur’an iyye ve ehadis-i şerifeden müstenbat kütüb-i diniyye ve felsefiyyeyi tedvin ediyorlar diğer taraftan da ulum ve fünun-ı nafi’a-i ecnebiyyeyi tercüme millet-i edecek asar-ı muhallede vücuda getiriyorlardı. hitata uğramasının sebebi nedir? Şübhesiz ki o terakkiyatı şeklindedir. sından ileri gelmiştir. Ceziretü’l-Arab’dan ser-zede-i zuhur olarak çar-aktar-ı cihanı envar-ı ma’rifet ile tenvir eden İslamlar bugün ilim ve fensizlik yüzünden her yerde esarete mahkum oluyorlar. larının müfid bir şekle ifrağı talebenin muntazam bir hayata nail olması ile şu tedenniyat-ı müdhişe-i ma’neviyyeden kurtulmak mümkün olur. Medreselerin ıslahı yalnız kurun-ı vüstadan kalma programın ta’dili ile mümkün değildir. Ulum ve fünunda terakkiyat-ı fevka’l-adeye mazhar olmuş olan milletlerin Fransızlar ve Almanların felsefe ve mantıkları tercüme edilse hadis ve tefsir okutmak için ulema-yı fuhul ve aliyye tedris olunsa acaba matlub olan faideyi semereyi Anadolu’nun hücra köşelerinden ihtiyar-ı gurbet eden teşnegan-ı maarif İstanbul medarisindeki usul-i sakım ve larını derhal görüyorlar. Anadolu’nun latif ab ü havasına alışan bir talebe İstanbul’a geldikte havadan ziyadan mahrum bir medrese vücudu yıpratan dimağı küflendiren rutubetli bir oda görüyor. Zavallı talebe memleketinden ebeveynin ağuş-ı şefkatinden ayrılırken perverde ettiği amal-i mes’udeye muhrib-i hayat olan bir kubbe altında nail olamayacağını derk ve teyakkun ediyor. Fakat tahammül-fersa olan bu gibi ahvale de katlanmak mecburiyetinde bulunuyor. Çünkü fakr u zaruretten ihtiyacat-ı ma’neviyyesini başka türlü tatmin edemiyor. Bi-çare milletin kesesini devletin hazinesini ızrar etmeden muvafık-ı hıfzu’s-sıhha müessesat-ı ilmiyye vücuda getirmek pek kolay olduğu halde maatteessüf alakadaran düşünmüyor ve yahud düşünmek istemiyor. Her türlü takayyüdat-ı sıhhiyye ve asar-ı hayatiyyeden mahrum olan yüz yetmiş medreseyi muhafaza etmekte millet-i İslamiyye için bir menfa’at tasarruf etmek abesdir. Acaba bu medreselerin bedeliyle İslamiyet’in şan ve şerefiyle mütenasib üç dört tane mebani-i cesime vücuda getirmek mümkün değil mi? Bugün inşa edilmekte olan muhteşem darü’l-mu’allimin binasının kıymeti zannedersem otuz bin liradan fazla değildir. Daima muhafazakar mevki’inde bulunan zimamdaran eser-i faaliyet gösterip ni’am-ı celile-i diniyye ile millet-i İslamiyyeyi nasibedar etmeyecek mi? Şu duçar olduğumuz felaketten mütenebbih olup çare-i halas ve necatımızı te’min edecek vesaite müracaat etmeyecek mi? Riyaset-i ilmiyyeyi nefs edemiyorum: Ey evliya-yı umur; üstad-ı muhteremin şu sözlerini tekrar ederek diyorum ki: Ecdadımızla beraber bütün alem-i ten kurtarmayı Cenab-ı Hak ve Nebiyy-i zi-şan emrediyor. Tekrar ediyorum şu hal-i esef-iştimalden kurtulmak için mükemmel program muntazam medreselere ihtiyac var… Bunlardan sonra düşünülecek bir mes’ele var ise o da muktedir mu’allimler intihab etmek medreselerin idaresini birer “pedegoji” mütehassısına tevdi’ etmektir. İdare vazifesini deruhde edenlerin yalnız ulum-ı Arabiyyede ihtisasları olması kafi değildir. Ta’lim ve terbiye mütehassısı olmaları da lazıme-i ıslahattandır. Talebi-i ulumdan: Fikren ruhan yükselmek ihtiyacı bizde ne derece ileri vardığını felaket-i ahiremiz bütün varlığıyla saha-i aleniyyete koydu. Bir millet için yaşamak feyz-yab olmak necata ermek mutlaka ilim ve irfana hizmet etmekle etmenin çaresini arayıp bulmakla mümkinü’l-husul olduğunu bize pek ayan bir surette anlattı. Fakat bu hakıkati anladık idrak edebildik mi? Bunun da cevabı menfi değildir. Evet umum değilse de ekseriyet i’tibarıyla az çok bir eser-i intibah bir fikr-i taharri husule geleceği pek tabi’idir. Çünkü bin dersden ise bir musibet yeğdir derler. Binaenaleyh nagehani bir surette ma’ruz kaldığımız şu felaket-i uzmanın netayic-i meş’umesinden ye’se düşerek azmimize halel getirmeyelim. Nevakısımızı hatiatımızı bi-perva söylemekten çekinmeyelim. Kemale kemalata ermenin çaresini arayıp bulalım. Bulmak sa’adet bizi der-aguş etsin aheng-i umum-i millimizde tam bir cereyan husule gelsin. Tarih bizi tevbih ve takbih değil tevkır ve takdis etsin. Bir iki gün mukaddem pek yakından tanıdığım genç mütefekkir parlak bir zekaya malik bulunan talebe kardeşlerimden birisi hasbe’l-lüzum hücre-i aciziye geldi. Beyan-ı hoş-amediden sonra ruhumda te’sirat-ı amika icrasından bir an hali kalmayan ıslah-ı medaris mes’elesini mevzu’-ı bahs ittihaz ederek kendisine dedim ki: –Bugünlerde mesleğimiz hakkında sütun-ı matbu’atta yazılan yazıları edilen münakaşaları görüyor mütala’a ediyor musunuz? Küçük bir vakfe-i teemmülden sonra müteessirane bir vaz’iyetle: –Tebyin-i hakıkat zımnında neşredilegelen o gibi makalat-ı mühimmeyi görmek nazar-ı tedkık ve tetebbu’dan geçirmek ben ve benim gibi gençlere henüz nasib olmuş şeylerden değildir. Binaenaleyh bu hususta beyan-ı fikr etmemekte ma’zur görüleceğimi ümid ederim. Muhtasar fakat körpe bir dimağdan kopup ortaya atılan şu bir iki cümle musahabe ve muhaveremizi epeyce bir müddet duçar-ı ta’til etti. Beni diğer bir istifhamın iradına muztar bıraktı. Çünkü bahsimizin tenevvür ve tavazzuh etmesi daha bir takım hakaikin inkişafına hizmet edeceği zann-i kavisini tevlid ediyordu. Nihayet sabrım tükenerek dedim ki: –Demek ki sen ve senin gibi gençler hayat-ı ictima’iyyeden mahrum felaket-i mütevaliyyeden ise bütün bütün bi-haber olarak yaşıyorsunuz. Şu halde ta’kıbine mecbur tutulduğumuz usul-i tedrisin kurun-ı vüsta mahsulü olduğuna dair henüz ma’lumatınız olmadığı anlaşılıyor. Öyle ise bu hafta intişar eden Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesini size takdim edeyim de hücrenizde mütala’a eder ve nasıl bir emraz-ı müdhişenin taht-ı te’sirinde yaşadığımızı anlamaya gayret edersiniz olmaz mı?.. Bu def’a küçük bir tebessümle cevabını pek ziyade ihtisar ederek yalnız: –Okutturmuyorlar! Kelimesini irad etmekle iktifa eyledi. Muhatabım tarafından makam-ı cevabda irad edilen “okutturmuyorlar” kelimesinin mebni-aleyhi i’tibarıyla ruhumdan hissettiğim ıztırab ve teessürün netice-i tabi’iyyesi olarak: – Sizin gibi gençleri teceddüde doğru sevk edecek bu gibi asar-ı mühimmeyi mütala’a etmekten alıkoyan avamil ve müessiratı niçin ezip kırmıyorsunuz?.. Tarzında üçüncü bir istifham ile muhatabımın başını ağrıtmak mecburiyetinde kaldım. Teessürümün derece-i şiddetini hisseden genç dimağ sözlerine kemal-i me’yusiyetle ibtidar ederek dedi ki: – Ben ve benim gibi gençleri yed-i kahrına almakta hiç de fırsat fevt etmeyen avamil ve müeessiratı bir suret-i münasibede –yani hukukumuzu müdafaa etmek ve hükm-i kanundan dan haric değildir. Maa-haza daha bir müddet-i muvakkate sabretmek lüzumunu hissediyorum. Çünkü her ni’meti istihsal etmede isti’cal göstermemek akıl ve hikmetin kabul ettiği hakıkatlerdendir. Binaenaleyh son söz olmak üzere söylemeden çekinmeyeceğim ki: Bizdeki avamil ve müessiratın en mühimmini teşkil eden bir şey var ise o da feyzyab olmak felaha ermek emel-i safiyanesiyle akşam sabah rahle-i tedrisi etrafında saf-beste-i ihtiram olup hürmetle selamladığımız mürebbilerimizdir…. Dedi ve muhaveremiz şu suretle hitam-pezir oldu. Şimdi muhtasar fakat pek feci’ bir manzarayı irae eden şu muhaveremiz pek sarih bir surette anlattı ki: Gençlik hiçbir vakit hiçbir zaman eski dimağların vereceği terbiye-i ta’assuba karşı ser-füru etmek tarafdarı değildir. Fakat bu hususta ibraz edeceği fedakarlığın henüz zamanı vürud etmediğine kail bulunuyor. Ve sönmüş bir ümid ile makam-ı aidinden lazım gelen teşebbüsatın vuku’una intizar ediyor. SON EZAN Bir asra doğru koşan müddet-i hayatının bütün mezahim ve alamı bütün huzuz ve şetareti; ona bir ak sakal bir de pak yürek kazandırmıştı… Bu iki mübarek hazinenin nigehban-ı sit ü şerefi olan gözleri aynı zamanda onlardaki felsefe-i kudsiyyeyi muhite tebliğ eden iki revzen-i şifakara benzer idi. Kenarlarından taşan ma’na-yı safvet ve hulusu okuyabilenler bir an için olsun sa’adet ve felaketin şi’r-i imtizacını tecsim eden bir timsal-i zinde mevcud bulunduğuna kani’ olmak isterlerdi. Onun bütün sa’adet-i hayatını iki mukaddes kelimede teksif etmek pek kabildir. Iman ve ezan. Imanındaki kudret ve metaneti anlamak isteyenler büyük yorgunluklara namzed olmazlar. O “el-hamdülillah mü’minim müslümanım yüreğimde nur-ı iman var!” diye i’la-yı kelime-i iman ederken bütün zalam-ı şükuk ve evhamı eriten bir ma’neviyet-i münevvereye bürünür. Yedi yaşından i’tibaren başladığı ezan idmanları en nihayet onu murad-ı selimine erdirmiş sema-peyvest bir minarenin müezzinliğine is’ad etmişti. On beşinci sal-i hayatından bed’ eden bu meşgale-i nura-nur o günlerde altmışıncı sene-i devriyesine kavuşmak için hazırlanıyordu. Altmış senelik müezzin! Kendi huzur-ı vicdanında mazhar-ı tebrik ve tes’id olduktan sonra insanlardan beklediği iltifat; yalnız o kadarcık bir şey idi. Evet ona “Altmış senelik müezzindir. Pek mübarek bir zattır.” diyebilsinler işte o kadar.. Ak sakalın sırr-ı vücudunu yalnız sa’adette mi aramalı onun reng-i kefenisinde felaketin de bir hisse-i amiliyyeti yok mudur? Felaketsiz sa’adet mi olur pekala vardır. İhtiyarın bütün macera-yı mesaibini de şu iki kelimenin sine-i cehennemisine defn ediverelim: Zulüm ve küfür… O kırk sene kadar evvel Servi’den hicret ederken bu iki ta’birin eda ettiği ma’nalardaki huşunet-i akurayı pek acı bir surette tatmış ve ondan sonra hayatın bütün elemlerini bütün sükutlarını onlarla izaha karar vermiş idi. Muharebe i’lan edilir edilmez gönüllü yazılarak hududa koşmak istedi. Fakat altmış senelik minaresinden bir türlü ayrılamadı. Onun lahuti makamından semavipayesinden gönüllere sekinetler yağdırmak da bir nevi’ gönüllülük olacağını düşündü. Ruh-ı Bilal’i şad edecek bir sada-yı bülend Şehir muhasara edildikten sonra “zulüm ve küfr”ün sile-har-ı kadimi olan ihtiyar müezzinin hal ve tavrındaki fevka’l-adelik herkesin nazar-ı dikkatini celbe başlamıştı. Onun ezanlarında cuşan olan ma’na-yı sebat ve metanet her vakitkinden ziyade beliğ ve satvetli idi. Diğer taraftan kaç kereler onun ezan okurken ağladığını görenler bulundu: Metanet-i hazine.. Günler geçiyor şehrin etrafındaki hırs-ı iftiraz gittikçe kuduruyor gittikçe saldırıyordu. Mahsurin ezanların sekinetkar telkınat ve ilhamatıyla bütün heyecanlara bütün korkulara galebe çalarak emin ve vakur müdafaa ediyorlardı. Son günler yaklaştı. Son emeller de çoştu. Muhasırlar ümide kavuşmak için ümidsizliğin ayağına düşmüşler onun tavsiye ettiği savlet-i mecnunane ile bütün bütün kudurmuşlardı. Mahsurinin ab ü tab-ı hamiyyet ve himmeti de o nisbette yükselmişti. Cennet ile cehennemin bu tesadüm-i müdhişi pek ateşin ve hunin oluyordu. Gök gürlemelerini tanzir eden top sesleri en soğuk kanlı yüreklerde bile yıldırımlar tekvin ediyordu! Son günlerde Edirne’nin cebhe-i kamer-tabında bir şeyler okumaya başlayan ihtiyar müezzin; o sabah ber-mu’tad boyalı değneğini koltuğuna alarak odasından çıktı minareye kadar olan mesafeyi ezanın mukaddes kelimeleriyle tenvir ederek kat’ edebiliyordu. Ona bugünlerde bir hal gelmişti: Yürürken otururken kalkarken hasılı her an ezan okumak şüne düşüne merdivenlerden çıkmaya başladı. Fakat onu yukarıya doğru çeken ona bir gençlik şitabı tavsiye eden bir kuvvet vardı. Adımlarını sıklaştırdı bir heyecan-ı iman ile yükseliyordu. Nihayet altmış senelik makam-ı kudsi-famına erişti. İhtiyar gözlerinin bütün nüfuzunu bir araya toplayarak Edirne’yi mütehassirane müştakane süzdü. Ondan sonra kalbini dinlemeye başladı. Çünkü orada bir feveran bir kan vardı bir yangın vardı. Bu yangının ne demek istediğini anlamak okşuyor ondan neler duyduğunu soruyordu: – Nen var söyle bu aramsızlık neden bu coşkunluk neden bu yangın neden?.. – ………… – Söyle diyorum senin bütün mes’udiyetlerini bütün felaketlerini yüklenen ben değil miyim. Aramızda ayrılık var mı? Bu beyaz renk senin kıymetli yadigarın değil mi? – Söyle lisana gel insafa gel seni hak yoluna da’vet ediyorum bu coşkunluk neden? Kalb cevabını gözlere tevdi’ etmişti. Hıçkırıkları müteakib beyaz sakal gözyaşlarıyla ıslandı. En samimi bir cevaba mazhariyetin verdiği sekinet ile başını kaldırdı: “Edirne ey cami’lerin türbelerin sultanların minarelerin ve minaremin tac u tahtı olan Edirne! Senden ayrılacak mıyız? Seni bizden gasb edecekler mi? Zulüm ve küfür seni de seni de mi ey harim-i İslamiyet seni de mi solduracak?!..” Minarenin ta dibinde patlayan gülleden başka cevap veren olmadı. Kalblerden başka söyleyen yok. İhtiyar bu menhus cevaba tel’inkar bir nazar fırlattı hitabesine devam etti: – “Hazret-i Muhammed öldüyse Tanrısı bakıdir” diyen bu dinin e’azımındandır. Edirne gidiyorsa ezanı bakıdir: “Es-salatu hayrun mine’n-nevm” diye bağırırken bütün alem-i İslamın harhara-i menamını işitir gibi oldu. Biraz durdu Osmanlı toplarının velvele-i ra’d-pesendi ile gönlü okşandı.. devam etti: Sonra hemen merdivenlerden koşa koşa indi. Senelerden beri “zulüm ve küfr”e mukabele için odasının bir köşesinde beklettiği dedeler karı kılıncını kuşandı süngü süngüye çarpışan kahramanlara iltihak etti. O ak sakalıyla pak yüreğiyle yetmiş beş senenin bu iki hızane-i cihan-kıymetiyle düşmanlarına zulüm ve küfre saldırırken lisanından da: – Allahu ekber Allahu ekber… Kelimeleri coşuyordu! Abdüllatif Nevzad HİND YOLUNDA KAVMIYET-NIFAK VE ŞIKAK TOHUMLARI ra hakem ol!” sözlerinden ibarettir. Diyebilirim ki bir cihan-ı ma’nayı muhtevi olan baladaki temsilden biz zerre kadar hisse ve ibret alamamışızdır. Evvelki makalelerimin birinde Arablık-Türklük mes’elesinin nereden nebe’an ettiğini ve bunun esbab-ı gayr-ı ma’kulesini avamil ve müessiratını birer birer arz ve beyan etmişidim. Kari’lerin hatırlarında olsa gerektir ki bu mes’ele yirmi beş seneden evvel ecnebi bir hükumetin teşvikat ve ilkaatıyla Mısır’da başgöstermiş ve bir hilafet-i Arabiyye te’sisi için propagandalar propagandacılar beyannameler suret-i hususiyyede hissiyat ve vicdanları kalemleri zelakat-ı lisaniyyeleri para mukabilinde satın alınan adamlar suver-i muhtelife ile isti’mal olundular. Aden’e Yemen’e Hicaz’a va’adler verildi. Andlar içildi vesikalar te’ati edildi. Fakat o zamanki teşebbüsatı her nasılsa yine zemin ve zaman ile müteşebbislerin ihtirasat ve ahlaksızlıkları akım bıraktı. Aynı zamanda millet-i necibe-i Araba mensub olan dur-bin ve hakayık-şinas birçok rüesa-yı kabail ulema-yı a’lam eşraf-ı kiram edilen mesa’iye söyletilen lakırdılara ehemmiyet verip parmağının oynadığını ve o gibi yaldızlara bürünüp şakşaka-i lisaniyyeden başka bir şey olmayan beyanatın zehr-alud bir nesne olduğunu hakkıyla ta’yin ve teşhis eylemişlerdi. el-Aseli kumpanyasının himmetiyle tekrar meydan almaya başladı. Gitgide yine iş Mısır’daki fesadcıların eline düştü. Bu sefer ise evvelkinden daha ziyade faaliyetle ifsadatta bulundular. Bu sari illet az müddet sonra Paris’e İsviçre’ye tahsil için giden bilad-ı Arabiyye talebeleri içine –İzzet Holo’nun parası sayesinde– sirayet etti. Derhal Arabların hukuk-ı mağsubesini komitelerle cem’iyetlerin amal-ı na-meşru’alarını tervic için Mısır’da ve Suriye’de münteşir ma’lumü’l-garaz gazeteler mürevvic-i efkar ittihaz olundu. Arnavudların kıyamıyla yeni kabinenin ser-i kara gelmesi üzerine Hükumet-i Osmaniyye za’afa duçar olunca bu fikirde bulunanların yüzü gülmüştü. Çünkü bulanık suda balık avlamak isteyenler için bundan daha iyi bir fırsat tasavvur olunamazdı. Hükumet umum millet düşman-ı bi-eman ile pençeleşmekte tan istifade etmek emeliyle Suriye içinde bir velvele koparıp çılgınlığın enva’ını irtikab eylemekten haya eylemediler. gün sonra adem-i merkeziyet perdesi altında istiklal-i idari ve dahili talebinde bulundular. Bunu taleb edenler ukala-yı millet olmayıp yalnız hırs ve heves peşinde koşan birkaç serseriden başka değildirler. Esasen bu hallere gürültülere en ziyade meydan verenler vaktiyle oralarda bulunan valilerdir ki Beyrut Vali-i sabıkı Edhem Bey başlıca ahaliye teşvikat ve tergıbatta bulunmaktan kendisini men’ edemedi. Bereket versin ki şi’ar-ı takva ve diyanet-i İslamiyye ile taban tabana muhalif olan icraat-ı ahiresinden ahali-i Müslime büsbütün kendisinden yüzçevirmek mecburiyetinde kaldıklarından azlini mucib oldu ve kendi rüfekasına iltihak için hemen Mısır yolunu ölçtü. Osmanlı kabinesi ise şu sonuncu inkılab üzerine Mısır’a meslekdaş olanların iltihak eylemesiyle İstiklal-i Arab Komitesi yeniden kesb-i faaliyet etmeye başladı. El altından bunlara her türlü mu’avenette bulunan el-Müeyyed gazetesi sahib-i imtiyaz-ı sabıkı ve hal-i hazırda hıdivin lütfuna uğramak sayesinde Vefaiye Tarikatı seccade-nişinliğiyle siyadet ! lakabına nail olan Şeyh Ali Yusuf –ki şimdi es-Seyyid Ali Yusuf olmuştur– ve ona mümasil mukrazlar peyderpey beyannameler kasideler mensur ve manzum risaleleri basdırıp bilad-ı Arabiyyeye göndermekten feragat etmediler. Bu kadarla da iktifa etmeyerek beray-ı vazife İstanbul’dan Arabistan’a gönderilen bazı ahlaksızları elde ederek öteye beriye kabailin çokça bulunan mahallere i’zam etmeyi unutmadılar. Fakat hamd olsun Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun bu yaygaracıların gürültülerinden hiçbir fena te’sir ve mazarrat hasıl olmamış ve bi’l-aks kendi su’-i niyyet ve ve tinetlerini meydana koymaktan başka bir şeye muvaffak olmadılar. Bugün hıtta-i Irakıyye’nin ve hatta cihan-ı İslamiyet’in en birinci bir rüknü olan Bağdad nakıbü’l-eşrafı hazretleriyle bütün efrad-ı ailesi vücud-ı zi-cudlarıyla daima alem-i müctehidin-i kiramı sadat-ı izam rüesa-yı kabail ve aşair-i zevi’l-ihtiram daha doğrusu aklı başında bulunup da kendisini tanıyan ahali-i sadıka ve millet-i necibe tamamıyla bu alçak yaygaracıların teşebbüsat-ı le’imane ve müfsidanelerinden beri ve bi-zar bulunmaktadırlar. Evet bu heriflerin dumanlı havada sağlam bir meta’ ve hulya peşinde dolaşmadıklarını her çocuk bile anlamıştır. Nitekim balada arz eylediğim zevat-ı kiram müfsidlerin efkar-ı sehifelerine la’net-han olduklarından ma’ada aynı zamanda bu sefillerin rağmına olarak kendi vazife-i diniyye ve milliyyeleri olan veza’ifi ifa etmekten geri kalmadılar. Şöyle ki bu esnada hasıl olan her türlü su’-i tefehhümlerin dım etmek bütün küre-i arz müslümanları üzerine bu sırada farz ve vacib olduğuna dair olan fetava-yı sariha-i şerife hıtta-i Irakıyye’deki nakıb hazretleriyle Sünni Şii ulema ve müctehidleri hazeratı tarafından ısdar olunmuştur. Bağdad Valisi Zeki Paşa hazretleri ise fetava-yı mezkurenin tab’ıyla meccanen umum bilad-ı İslamiyyeye irsali lüzumunu tensib eylediler. Gelecek hafta postasıyla göndereceğim makaleye leffen mezkur fetvaların matbu’ nüshasını Fetava-yı mezkurenin istihsaliyle imza ve temhiri için hıtta-i Irakıyye va’izi Kürdistanlı Şeyh Hasan Efendi’nin de az zahmet ve vazife-şinaslığı sebkat etmediği gibi ez-Zühur ceride-i feridesinin sahibi Şeyh Reşid Efendi’nin de ma’nevi fedakarlığı şayan-ı teşekkürdür. dan eser bile yoktur. Fakat makasıd-ı şahsiyyelerini umumun zarar ve ziyanıyla te’min etmek isteyen birkaç sefil herif ise alemi dünyayı gürültüye boğmak için ötede beride erbab-ı namus ve haysiyeti lekelemek ve onları hiç olmazsa bu suretle kendileriyle birleştirmeye –akl-ı kasırlarınca– mecbur edebilmekten çekinmiyorlar. Şunu da arz edeyim ki bugün hıtta-i Irakıyye’nin hali –evvelce de mufassal makalelerimde arz eylediğim gibi– şayan-ı dikkat ve merhamettir. Hakıkaten bu memleket o kadar güzel ve reşk-aver-i cihan olduğu halde devlet tarafından müstahık olduğu nazar-ı teveccühe nail olmamıştır. Askerlik mülkiye ziraat nafia maarif hasılı her şey burada noksan ve hatta hal-i ibtidaide kalmıştır. Mahrumiyet ve mahdudiyet Osmaniyye’den her hususta geri kalan hıtta-i Irakiyye –ki Bağdad ve Basra vilayetleridir– bugün her şeye muhtacdır. Burada zannıma kalırsa ıslahat değil yeniden teşkilat elzemdir. Hükumetin milletin şan ve şerefini ecnebiler nazarında sıyanet edecek memleketi ecnebilerin atideki tama’ ve nüfuzundan tahlis etmek için ciddi hakıkı fevka’l-ade ve ani ıslahatın icrası vacibdir. da kalmamak şartıyla kemal-i sür’at ve faaliyetle hemen kuvveden fi’ile çıkarılmalıdır ki hükumetin ahaliye karşı olan hüsn-i niyyetinden herkeste bir emniyet hasıl olsun. Buralara gönderilecek valilere salahiyet-i mükemmele ve tevsi’-i me’zuniyet-i hassa ve kuvvetlerini hükumet-i merkeziyye bahş eylemeli ve aynı zamanda kendilerini mes’ul tutmalıdır. Bir de Bağdad’da yetişip hüsn-i ahlak tecrübe ve iktidar sahibi olan evlad-ı vatanı emsallerine tercihan hizmet-i hükumetle me’muriyetlerde kullanmaya hükumetimiz esirgememelidir. Bundan başka kabailin emr-i iskanlarıyla ziraat ve felahatla iştigallerine büyük himmet sarf olunmalıdır. Tahsil neticesinde teşebbüs-i şahsi ve arak-ı cebin ile tahsil-i ma’işet edebilecek surette mekatib-i resmiyye ve milliyyenin te’sisine valilerimiz çalışmalıdır. Bana kalırsa buralarda asakir-i resmiyyeden başka –elyevm Hindistan’da ve Afrika’daki Avrupa müstemlekatında cari bulunduğu usul dairesinde– müdafaa-i milliyye alaylarının teşkiline bu babda –millete hükumetimizin de zahir olmasına şiddetle ihtiyac hissetmiştir. Hasılı elimizde avucumuzda kalan şu birkaç avuç toprağın muhafaza ve sıyaneti rek millet ve gerek devlet ma’an çalışmalı tevhid-i ahenk ve mesa’i eylemelidir. Kavmiyet cinsiyet da’vasına gelince bu bid’atten başka bir şey değildir. Seyyid-i Kureşi ile abd-i Habeşi İslamiyet nazarında birdir. – Selman-ı Farisi hakkında– buyuran peygamber-i zi-şanımızın isrine daima ıktifa etmeliyiz. kelimat-ı beyyinatı bu gibi vahi ma’nasız cinsiyet unsur gürültülerine büyük bir mani’ teşkil etmiyor mu? Kavmiyet iddiası neticesinde istiklaliyet lisan zırıltıları akıbinde yerlerini yurdlarını gaib eden Arnavudlardan azıcık ve felaketlerden biraz ders-i intibah almaklığımız lazım gelmiyor mu? Ah din namus vatan namına evlad ve ahfadımızın menfa’atine olsun bu incir çekirdeğini dolduramayan beynimizde ayrılık gayrılık tohumunu ekmekten başka bir şeye hizmet etmeyen bu safsatalardan velev ki muvakkat bir zaman için olsun vazgeçelim. Dinime imanıma yemin ediyorum ki bu sözler beyannameler kasideler tantanalar altında ecnebi eli yabancı parmağı dolaşıyor. Bu memleketi bi-hude yere yangın yerine çevirmeyiniz. Harab etmeyiniz. Allah’tan korkunuz. Peygamberden sıkılınız. Nesl-i atinin la’netine kendinizi ma’ruz bırakmayınız. Bağdad: Hasan Rıza Paşa’nın Kanunievvel nihayetlerine doğru bir gece vakti Es’ad Paşa’nın hanesinden çıkarken katledildiği ve bu babdaki raporun posta ile takdim olunduğu ve erkan-ı harbiye kaymakamlarından Mahmud Kamil Bey’in hayatta olduğu makam-ı Sadaret-i Uzma’ya mevrud telgrafnamede suretle vuku’-ı zıya’ı Babıali’de mucib-i teessür ve teessüf-i azim olmuştur. Aylarca mahrumiyet içinde ve Cavid Paşa kolordusu ile icra-yı harekat ettikten sonra nihayet Avlonya’ya gelen ve oradan bu merd ve kahraman zabite de kıymış Avlonya’dan ayrılırken arkasından attıkları kurşunlar ile vatanperver mücahidi şehid eylemişlerdir. Niyazi Bey bu vatanın en sadık en namuslu bir siması Paşa gibi onun da kurban olup gitmesi kalb-i millette unutulmaz yaralar açmıştır. Cani pençelerin akıttığı gazi kanları yerde kalmaz. Millet-i İslamiyyeye altı yüz seneden beri nan ve ni’metiyle perverde oldukları Hükumet-i Osmaniyye’ye ri Yunan süngüleri Karadağ hançerleri altında inleyerek çekiyorlar. Fakat pek yazık ki bu sefil hainlerle beraber birçok namuslu ve hakıkı Arnavudlar da yandı gitti. Bombay ahali-i İslamiyyesinin Müdafaa-i Milliyye için iki yüz bin İngiliz lirası verdikleri ve meblağ-ı mezburu Maliye Nezareti’nin emrine hazır bulundurdukları nezaret-i mezkureye iş’ar edildiğini Jön Türk gazetesi yazıyor. Ufa Medrese-i Osmaniyyesi şakirdanı mektep programının ta’dil ve ıslahı talebini havi hey’et-i idareye takdim ettikleri kırk imzalı bir len otuz beş talebe mektebi terk etmiştir. Kafkasya şehirlerinden Piyasikorsak kasabası ahali-i İslamiyyesi Lermenof caddesi üzerinde bir cami’-i şerif inşası için hükumetten ruhsat istemişlerse de belediye reisi başrahibin mütala’asını ba’de’l-istifsar mezkur caddede Ortodoks kilisesi olduğundan ve kilise kurbünde bir cami’ inşası Ortodoksların hissiyat-ı mezhebiyyelerini rencide edeceğinden bahisle cevab-ı red vermiştir. Yani Türkçesi kilise olan yerde cami’ Hive’den Vakit gazetesine gönderilen bir mektubta oradaki evkaf-ı İslamiyyenin ashab-ı hamiyyeti yeis ve kederinden ağlatacak bir halde olduğu kemal-i suzişle tasvir olunmaktadır. Aidat-ı seneviyyeleri bütün Hive evlad-ı müslimininin tahsil ve terbiyeleri masarıfatına kifayet edecek kadar mühim olan bu evkaf-ı İslamiyye bir takım meşayihin eyadi-i istifadesine birer me’kel tasavvur ve tahayyül etmekte olan bu şeyhler ve keyfema yeşa bu müessesat-ı hayriyyeye tasarruf ediyorlar. Cami’lerin medreseler ve sair mebani-i mukaddesenin günden güne harab olup gitmesini nazar-ı i’tibara bile almıyorlarmış. Çin hükumeti tarafından Dunkan Vilayeti ahvali hakkında tahkıkat icrasına me’mur edilen Çinli müslüman müfettişlerinden Çik-Yolalik namında bir zat ahiren Mart’ın ikinci günü Urumçe kasabasına muvasalat etmiş ve orada ahali-i İslamiyyeye hitaben bir nutuk irad eylemiştir. Mahalli Türkçesine tercüme edilerek ahaliye dağıtılan bu nutukta Çin müslümanlarının henüz bir devre-i terakkıye giren Çin hükumetine müzaheret etmeleri menafi’-i mahsusaları muktezasından olduğu beyan olunduktan sonra İslamlar arasında lüzum-ı ittihada dair de ber-vech-i ati idare-i efkar edilmektedir. “Biz müslümanlar bir takım cüz’iyyattan dolayı yek-diğerimizle ihtilaf ediyoruz. Halbuki bu niza’lar ihtilaflar bizi en faideli şeylerden mahrum bırakıyor. Dunkan ahali-i İslamiyyesi bugün Şek-Çu ve LuÇu namında iki kabileye ayrılmakla beraber hakıkat-i halde aynı kavimdirler. Hepsi de şeri’at-i vahide-i İslamiyyeye salikdirler. Bir takım münafıklardır ki aralarında böyle senlik benlik da’valarını uyandırarak onları za’if düşürmek ve istifade etmek istemişlerdir. Böyle fitne-engiz ve felaket-aver telkınata ehemmiyet vermemeli elbirliğiyle kendi menafi’imizi müdafaaya çalışmalıyız. Şayed biz ittihad ve ittifak edemezsek sonra ecnebiler bizi mağlub edecek hepimizi hayvanlar gibi kullanacaklardır.” Cezayir ahali-i müslimesinin öteden beri hukuk-ı siyasiyyeden tamamıyla mahrum oldukları ma’lumdur. Bu mahrumiyet hukuk-ı medeniyyede dahi aynıyla caridir. Yani Cezayirliler intihabat-ı siyaseten hem iktisaden mahkum bulunuyorlar. Bugün bahsettiğimiz Beni Haşim kabilesi oldukça mühim bir kitle teşkil eder. Vaktiyle yani harbinde Cezayir’de hissedildiği iddia olunan bazı alaim-i isyaniyye vesile ittihaz edilerek birçok kabilelerin arazisi zabt ve müsadere olunmuş idi. Beni Haşim kabilesi de bu miyanda duçar-ı ukubet olmuş ve beş yüz bin dönüm mikdarındaki arazisi zabt ve müsadere olunarak kendilerine çölde bir mikdar arazi tahsis edilmişti. Müsadere olunan arazide hükumet tarafından müsta’mirler yerleştirilmiş ve fakat i’marı için lazım gelen kulları bulabilmek olmuştur. Beni Haşimiler da’vet-i vakı’aya icabet etmişlerse de onların burada meşgul oldukları bir sırada ellerindeki araziye de tecavüz vuku’ bularak mücavir kabail eline geçmiştir. Bunun üzerine Beni Haşimler idare-i mahalliyyeye bi’l-müracaa iade-i hukuk talebinde bulunmuşlar. Şu kadar var ki sinin-i vefireden beri sarf ettikleri mesa’i şimdiye kadar maatteessüf semere-bahş olamamıştır. Me’vasız melce’siz kalan bu bi-çareler hükumet-i merkeziyyeye de müracaat ettikleri halde isma’-ı merama muvaffak olamıyorlar. Umur-ı zebun kalırlar. DÜVEL-I MUAZZAMA NOTASI Düvel-i muazzama süferası namına süferadan en kıdemlisi olan Avusturya ve Macaristan Sefiri Marki Pallaviçini tarafından Perşembe günü zevali saat on birde Hariciye nazırına tevdi’ olunan notanın suretidir: “Zirde vazı’u’l-imza Avusturya-Macaristan İngiltere Fransa Rusya Almanya ve İtalya sefirleri; düvel-i muazzamanın sulh esasatını muhtevi olarak düvel-i müttefikaya i’ta eyledikleri notanın cevabını almış ve müttefikın tarafından esasat-ı mezkurenin kabulünü sened ittihaz ederek onları derhal muhasamatı terke ve sulh müzakeratı için murahhasları rını Hükumet-i Seniyye’ye ihbar ile kesb-i şeref ederler ve mensub bulundukları hükumetler tarafından Devlet-i Osmaniyye’ye dahi aynı tebliği ifa ile tavzif edilmiş olduklarından BABIALI’NIN CEVABI Osmanlı Ajansı’nın istihbaratına nazaran Hariciye Nazırı Said Halim Paşa’nın Cumartesi günü saat yedide süferanın kıdemlisi bulunan Avusturya Sefiri Marki Pallaviçini’ye i’ta ettiği cevabi notadır: “Vazı’-ı imza Hükumet-i Osmaniyye’nin Hariciye nazırı Avusturya-Macaristan İngiltere Fransa Rusya ve Almanya süferası hazeratı tarafından Mayıs tarihinde vuku’ bulan tebligat-ı müşterekeye kesb-i ıttıla’ eylemiştir. Cevaben Hükumet-i Osmaniyye’nin bu tebliği nazar-ı dikkate alarak devletlerin muhasamatı terk ve müzakerat-ı sulhiyye için murahhas hususlarındaki tekliflerini kabul eylediğini süfera hazeratına beyan ile iftihar eder. Hükumet-i Osmaniyye sulh murahhaslarını ta’yin etmiş olduğu gibi murahhasların mahall-i ictima’ı olmak üzere kendi tarafından Londra’yı intihab eyler.” Said Halim ZULMETTEN NURA Hey’et-i tahririyyemiz erkanından güzide bir zekaya inzimam eden sebatkar bir sa’y ile garbın me’asir-i fünununu şarkın hafaya-yı irfanıyla uzlaştıran fazıl-ı muhterem M. Şemseddin Beyefendi’nin önümüzdeki hafta şu karanlık günlerimizde ati için bir meş’al-i hüda olabilecek derecede revnakdar ve feyyaz Zulmetten Nura ünvanlı bir eser-i mühimminin ZULMETTEN NURA Felaket-i hazıranın gösterdiği lüzum ve ihtiyac üzerine fazıl-ı muhterem Şemseddin Beyefendi tarafından tahrir edilip müdakkık ve nafiz bir nazar feyyaz bir zeka ile ictima’i ve dini sukutlarımızı teşrih halasımız çarelerini taharri eden Zulmetten Nura ünvanlı ve dört yüz sahifeye yakın kıymetdar kitabın mukaddimesidir: Fikri sukutlarımız ictima’i derdlerimiz o kadar elim o kadar mütenevvi’dir ki bunları teker teker düşünen bir dimağın ateşin buhranlar içinde yanıp kavrulmaması kabil değildir. Fil-hakıka şu bed-baht yurdun hangi tarafına bakılsa nazara hunin bir sahne-i feca’at sönük bir levha-i sefalet çarpar. Hangi bucağına gidilse ma’nen maddeten mariz ve kötürüm bir kitlenin enin-i can-hıraşından başka asar-ı hayat duyulmaz. Milleti kemiren hangi yaranın üzeri açılmak olduğu görülür. Uzak ve karanlık yılların sürüklediği yığın yığın felaket molozları altında didinen bugünkü tali’siz neslin seylabe-i zamanın müdhiş hücumlarıyla umman-ı ademe yuvarlandığını gören hisseden bir ruh ne elim vicdan sızıları ne feci’ hüsran azabları çeker. O sızılar bu azablardır ki felaket-i ebediye mahkum edilmiş gibi didindikçe balçığa saplanan kıvrandıkça gayya-yı inkıraza biraz daha gömülen bir kitlenin efradı olmak i’tibarıyla bana şu satırları yazdırıyor. Evet; şanlı bir milletin zelil ve muhakkar evladı dinç ve zinde bir feyfa-yı sefalet olan bed-baht vatanımızı gezmelidir. Bugün en şirin en bakir parçaları Balkan şakılerinin kanlı çizmeleri altında sürüklenen yurdun aksam-ı mütebakiyesini zavallı Anadolu’yu gezip dolaşacak olursak yüreklerimiz parçalanmadan dönebilir miyiz? Fil-hakıka en büyük şehirlerden en küçük kasabalara en kalabalık beldelerden en izbe köylere varıncaya kadar hiçbir kulübe hiçbir köy hiçbir belde hatta hiçbir şehir bulunmaz ki orada ilim yoksulluğunun hükümran olduğuna ictima’i derdlerin buhran devresine girmiş bulunduğuna kanaat edilmesin! Bu derdler bugün tedavi edilmez o yaralar ihtimamkar ve mahir ellerle vaktiyle sarılmazsa hastalık müzmin yara da büsbütün kangren haline gelir. Yurdun Avrupa ve Afrika’daki uzuvlarına tatbik edilen ameliyeler sonra hem de pek yakın biz zamanda Asya’daki parçaya kalb-i vatana da tatbik edilmek istenilir. Kalbi hançerlenen beden ise yaşayamaz! çözülmelidir ki tedavileri çareleri aranılabilsin. Gizlenen bir hastalığın şifa-yab olması şöyle dursun mürur-ı zamanla bütün bütün vehamet-engiz bir devreye gireceği muhakkaktır! Mevcudiyetimizi kemiren varlığımız bünyadını sarsan ve nihayet bizi bugünkü feci’ çukura sürükleyen marazların başlangıçları pek geridedir. Fakat zaman geçtikçe bu feci’alar artmış daha korkunç daha elim safhalar geçirmek suretiyle muttasıl derinleşe derinleşe bugüne kadar gelip çatmıştır. Maamafih bütün bu fenalıkların yegane bir menba’ı bütün bu hastalıkların tek bir sebebi bütün bu felaketlerin müstakil bir amili vardır bu menba’ kurutulur o sebeb izale edilirse hastalıklar da tedricen şifa-yab olmak isti’dadını alabilir. Evet emraz-ı ictima’iyyemizin yegane menba’ı cehl sefalet-i milliyyemizin hakıkı sebebi cehl bütün felaketlerimizin en müessir amili yine cehldir. Kitle tenvir edilmedikçe halkın fikri açılmadıkça yanlış cereyanların önü alınmadıkça ümid-i felah beslemek kadar abes bir şey olamaz! Cehl sebebiyle değil midir ki: Cihanın en münbit ovalarını en mahsuldar obalarını en feyyaz nehirlerini havi olan Anadolu bugün bir harabezar-ı sefalet halinde bulunuyor. Cehl sebebiyle değil midir ki: Ticaret-i bahriyye-i aleme merkez-i ihracat olmak isti’dadını ha’iz olan limanlarımızda Osmanlı bayrakları mevcedar olacağına yer yer ecnebi sefineleri ecnebi bayrakları dolaşıyor. Yine bu korkunç düşmanın kabus-ı belası yüzünden değil midir ki: Anadolu’nun sine-i metrukünde kıymetdar ve mebzul ma’denler bi-payan ve zengin hazineler gömülü olduğu halde üzerinde yaşayan sürü sürü mahlukat açlıktan telef oluyor! Yine bu menfur illet icabatı değil midir ki: Bi-çare köylülerimiz senelerce didinerek çırpınarak üzüldükleri halde kut-ı la-yemutlarını bile tedarikden aciz kalıyor semere-i mesa’ilerini ecnebilerin muhteris cebleri bel’ edip gidiyor! Yine cehl saikasıyla değil miydi ki: Bir vakitler umur-ı devlet ve inan-ı saltanat voyvoda kızı Şekerpare gibi işvekar fettanların dest-i nermin ü çalakinde bir oyuncak olmuştu. Yine cehl sebebiyle değil miydi ki: Bir Cinci Hoca bütün memleketi kasıp kavuracak bir iktidar ve nüfuz kazanmış erazil-i eşhasdan bir cami’ kayyımı Seyyid Mustafa namıyla halkı başına toplamış Orta Cami’de bir sürü müteseyyid ve şeyhlerin başına geçerek korkunç ve rengarenk bir Ye’cuc ve Me’cuc alayıyla memleketi harabezara çevirmişti!.. Yine cehl sebebiyle değil miydi ki: Ayasofya va’izliği makamını gasb eden İspirizade gibi cahil ve sefil bir derbeder taht-ı saltanatı sarsacak kadar bir kudret kazanmış ve devletin mihver-i siyasetini altüst etmişti!... Yine cehl yüzünden değil miydi ki: Evbaşan-ı eşkıya tarafından İstanbul kadısı intihab olunan Deli İbrahim namında bir serseri millete milyonlarla liraya mal olan asar ve müessesat-ı medeniyyeyi Sa’dabad’ın rengin ve şükufedar hadikaları ihrak ve tahrib için i’lam-ı şer’i ! vermiş halk bu i’lamı bütün kuvvetleriyle alkışlamış vaktin padişahı bile –rızası hilafında olarak– dinden bi-haber bir mecnunun şeri’at namına imzaladığı kağıdın icra-yı ahkamını irade etmek mecburiyetinde kalmıştı! Yine cehl sebebiyle değil miydi ki Vehhabiler Irak’ta meşhed-i Hüseyin’i Necef’te merkad-ı Murtaza’yı Mekke’de Harem-i Şerif’i Medine’de Ravza-i Mutahhara’yı yağma ve tahrib ederken hadim-i Haremeyn sıfatını ha’iz olan Makam-ı Hilafet yeniçerilerin itaatsizliği ulemanın def’ine kadir olamamıştı. Memleketin uluları ve bi’l-hassa Şeyhü’l-İslam Topal Ataullah ve Sadaret Kaymakamı Köse Musa gibi le’im mel’unlar esasları henüz kurulan ve bu gaileyi ber-taraf edeceği muhakkak bulunan Nizam-ı Cedid’i takviye edeceklerine bi’l-aks yıkılması esbabını araştırmışlar bu gayeye vusul için en alçak mel’anetleri irtikabdan çekinmemişlerdi. Vehhabilerin Haremeyn’i Rus ve Avusturya ordularının da memleketi istilasına başlıca sebeb askerin intizamsızlığı halkın cehaleti olduğu halde bir takım serseri derbederler kürsilerde bi-çare ahaliye: “Cenab-ı Hak tevfikini bizden aldı ne olacak! Cünud-ı Müslimin Frenk adetleriyle ta’lim görürlerse böyle olur. Haremeyn-i Muhteremeyn’i yağma ederler!..” yolunda zehirler saçıyorlar memleketi daha korkunç ve daha vahim uçurumlara sürüklüyorlar ışıldamaya başlayan çerağ-ı ümidi söndürmeye çalışıyorlardı. Halbuki bu gibi derbederlerin tensibiyle harbe başlamak harb planlarına tevfik-ı hareketle çığırından çıkmış olan intizamsız ordumuzu tarumar ediyordu! Cehlin ta’assub nikabına bürünen bu şekli memleketi da ise cehlin bu nev’ine diğer bir şekl-i nevini de inzimam etti: Avrupa’nın envar-ı medeniyeti karşısında kamaşan gözler memleketi kurtarmak için dimağları ilim elleri san’at ve ticaret hazineleriyle doldurmak icab edeceğinin farkında olmadılar. Memleketi sahil-i selamete çıkarmak için Avrupa’nın kısım beyinsizler milliyeti çiğnemek mukaddesatı yıkmak Avrupa şapkası giymekle bu gayeye vasıl olunacağını zannettiler. Bu ikinci cereyan da evvelkine inzimam ederek hareket-i Her iki cereyan da cehlin mevludu idi. Fakat maatteessüf birisine dindarlık! diğerine de teceddüd! namı verildi!... Bu cereyanlardan evvelkisi bi-çare milleti sıklet ve kesafeti tevali-i sinin ile artan boğucu bir kabus altına soktu. Yıllarca asırlarca süren derin bir uykuya daldırdı! Bir halde ki vakit vakit fakat sık sık zuhur eden bir Sefil Davud bir Topal Receb bir Kara Çavuş Mustafa bir Bektaş bir Kabakçı Mustafa bir Kandıralı Mehmed… ve nihayet bir Kıbrıslı Vahdeti bir Kör Ali kasırgası bu umman-ı ta’assubu çoşturdu coşturabildi. Sarp kayalara çarptırarak muttasıl ezdirdi parçalattı!... hiyyesini hiss-i fedakarisini silip süpürdü. Şaşkın bir hale çıkmaz bir yola soktu!.. Sebeb: Yine cehalet!... Biz bu kitabda bu cerihaları deşmek o yaraları açmak mucib oldukları felaketleri teşrih etmek vatanı bütün bütün batmadan kurtaracak yolları taharri etmek istedik! İhtimal bazen yanıldık. Fakat hayatından kıymetdar namusu kadar mu’azzez dini kadar mukaddes olan vatanının kanlı kefenlere bürünen heyula-yı alili karşısında yanan bir dimağın mahsul-i midir? AKAID-I İSLAMIYYE Geçen makalelerden anladık ki bu alem mümkündür. “Mümkün”ün nazar-ı akılda vücud ve ademi müsavi demek olduğu cihetle vücudu zatının muktezası değildir. Binaenaleyh bu “alem” var olabilmek için be-heme-hal vücudunu ademine tercih edecek bir “müreccih”e muhtac ve o “müreccih” de her halde vacibü’l-vücud olması lazımdır. kainattır ki ona lisan-ı şeri’at “Allah” celle celaluhu namı veriyor. İmdi vacib olduğu sabit olunca mümkinatın cümlesine mübayindir. Cenab-ı Hak hiçbir hususta mümkinata benzemediği gibi cümle-i mümkinattan ona mümasil ve müşabih olan da yoktur. Zira bir suretle –mesela: Hey’ette yahud levnde yahud mikdarda yahud tahayyüzde yahud herhangi bir sıfatta– mümkinata benzemiş olsaydı hiç şübhe yok ki zat-ı Bari de onlar gibi mümkün olurdu. Kat’iyyen vacib olmazdı. Halbuki berahin-i kat’iyye ile sabit oldu ki zat-ı Bari vacibdir. Binaenaleyh bütün mümkinata mübayin hiçbir şeyde onlara müşabih mümasil olmadığı da ta’ayyün etmiş oldu. yerine yazılmıştır] Bu ayet-i kerime tenzih nass-ı Allah hiçbir şeye benzemez” tenzih-i mutlakı ifade “Ben insanları cinleri ancak beni ma’rifet için halk ettim” [Zariyat kelimesi daha önce yazılmıştır] ayet-i kerime- “Allah işitir bilir” [ancak ayette yerine kelimesi bulunmaktadır] kavl-i celili de teşbih-i mücerredi Tenzih-i Bari’yi icmalen i’tikad etmek hususunda şimdi zikretmiş olduğumuz şey kafidir. Lakin ulema-yı kiram bu makamda icmal ile iktifa etmiyorlar. Bu bahsi daha ziyade tafsil ediyorlar. Onların salik oldukları tafsilattan bir kısmı da kıdem beka kıyam bi’n-nefs muhalefetün li’l-havadis vahdaniyet bahislerini zikretmektir. Senusi bunları zikrederek bunlara sıfat-ı selbiyye namı verdiği gibi ondan sonra gelenler de bu hususda Senusi’ye ittiba’ etmişlerdir. “Muhalefetün li’l-havadis” yani Cenab-ı Hakk’ın hiçbir şeye benzemediğini biz şimdi beyan ettik. “Kıdem” ki ezeliyet yani vücudunun ibtidası olmamak ma’nasınadır. Bu da Vacibü’l-vücud’un levazımındandır. Çünkü vacib vücudu zatının muktezasıdır. Onun gayr-ı mevcud olması düşünülmez. Gayr-ı mevcud olması aklen mutasavver değildir” diye ta’rif ediyor. Binaenaleyh ezeliyet “vacib”in mefhumunda dahildir. Böyle olduğu halde Cenab-ı Hak hadistir. Ezelde yok idi denilirse hiç şübhe yok ki bu kavl Cenab-ı Hak vacibdir vacib değildir ma’nasına olur bu ise tenakuzdur bi’z-zarure muhaldir. - Beka ve Ebediyet Beka-i ebedi yani nihayeti olmamak ma’nasının vacib mefhumunda dahil olması kıdem ma’nasının duhulünden [ metinde yerine kelimesi bulunmaktadır] kelime-i ezelisinde mündemic olan azher olduğu muhakkaktır. Binaenaleyh varlığının ahiri olmamak Bari te’ala hazretleri hakkında vacib fena ve zeval mümteni’dir. Şan-ı ilahide kıdem zatının vücubu ile hudusün muhal olması beka sıfatına delildir. Çünkü kıdemi sabit olan şeyin ademi bi’l-bedahe muhaldir. Madem ki ezelde Cenab-ı Hakk’ın ma’dum olmasını farz etmek muhaldir. O halde vacibü’l-vücud olduğunu cezm ettikten sonra kendisine adem tari olacağını farz etmenin muhal olduğu bi-tarikı’lZat-ı Bari te’ala ile sıfat-ı hakıkiyye ve i’tibariyye-i ula sabit olmuş olur. Ademi mutasavver değil diye kat’iyyen cezm etmiş olduğu şeyin ademini tasavvur etmesini akla teklif etmek teklif-i ma-la-yutaktır. Bu adeta bir şeyin halet-i vahidede hem ma’dum hem mevcud olduğunu tasavvur etmesini akla teklif etmek gibidir. Bu nasıl bi’l-bedahe muhal de o derece muhaldir belki akıl çok kere mümkün üzerine bile adem tasavvur etmekten aciz oluyor. Senusi “kıyam bi’n-nefs”i “Bir muhassıs ve bir mekana muhtac olmayandır” diye tefsir ediyor ki lazımı ile tefsirdir. “Kıyam bi’n-nefs”in ma’na-yı aslisi “Bi’z-zat sabit olmaktır” yani vücudu vacib olmaktır. Çünkü kıyam lügatte tahakkuk ve sübut ma’nasına ıtlak olunur. Cenab-ı Hakk’ın vacibü’l-vücud olup bir “müreccih”den bi-zatihi müstağnı olduğuna dair berahin-i kat’iyye geçti. Kadim olduğuna dair olan berahini de şimdi söyledik. Zatı kadim olduğu gibi zatına vacib olan sıfatın hepsi de kadim olmak her halde vacibdir. Eğer böyle olmasa intifa’ kabul etmeyen şeyin –ki vacibdir– evkattan bir vakitte müntefi olması lazım gelirdi. Bu ise muhaldir. Şu izahat ile sabit oldu ki Cenab-ı Hak zatında olduğu gibi sıfatında da hiçbir “müreccih”e hiçbir “muhassıs”a muhtac değildir. Bu gibi şeylerden kat’iyyen müstağnidir. Cenab-ı Hakk’ın mekana muhtac olmadığını şu suretle şey ise hadisden bi’z-zarure müstağnidir. Nasıl ki: buyurulmuştur. Bir de mekanda müstakar olan şeyin mikdar-ı mahsus ile mahdud olması vacibdir. Mikdar sahibi olan bir şey ise hadis olmak lazımdır. Çünkü mekadir için bir nihayet olmadığı cihetle sahib-i mikdar kendi mikdarını mekadir-i saireye tercih edecek –bir “müreccih”e muhtaçtır. Bu da pek zahir bir şeydir. Zamana gelince: Şeyh el-Eş’ari’nin kelamından da anlaşıldığı vech ile bu bir emr-i vehmiden ibaret olduğu için bunu Cenab-ı Hak’tan nefy etmeye hiç de hacet yoktur. Dedik ki: Vacibü’l-vücud hazretlerini bir mekan ihata etmez o kat’iyyen bir mekan ile mahdud değildir. Çünkü Allah hakkında tahayyüz muhaldir. Şimdi de diyoruz ki; madem ki böyledir Cenab-ı Hakk’ın eczadan mürekkeb olmaması da lazımdır. Bunun üzerine delil: Eğer Cenab-ı Vacibü’l-vücud için ecza farz edilirse o eczadan her birisi vücudda zat-ı Bari üzerine mukaddem olurdu. Çünkü cüz’ kül üzerine tab’an mukaddemdir. Böyle olunca zat-ı Bari’nin mecmu’u hadis olmak lazım gelir. Zira eczanın vücudu ile mesbuk oluyor. Vücud ile mesbuk ise hadisden başka bir şey değildir. Bir de vücudu eczasının vücuduna tabi’ olurdu. Halbuki vacibin vücudu mukteza-yı zatı olduğu kadim olması her halde labüd olduğu yukarıda geçti. Vacibin ancak vahid olacağına gelince; bunun da delili NIYAZI Geldim huzur-ı şanına açtım da kalbimi Sensin onun da hazini gir cennetin gibi. Gir tac u taht u şevketin hep ordadır senin; Sağken mataf-ı izzetin mevtinde meşhedin. Al bayrağın şafak kefenin nurlu türbene Geldim cihandan isterim ben şemsi meş’ale! Yok yok; bütün nücum u şümusuyla asman Kursun makam-ı ruhuna kudsi bir aşiyan! Yazsın müebbeden kamerin dest-i hayreti; Dehrin lika-yı hayfına: Bir haklı meşhedi! SIVRISINEK VE TAKSIM-I A’MAL Allah’ın büyüklüğünü kudretini anlamak için en küçük mahlukatı dikkatle teşrih etmelidir. İşte o zaman o pek küçük vücudların isti’ab edemeyeceği esrar ve hakayık insanı büht ü hayret içinde bırakır. Koca Fars şa’iri Sa’di’nin dediği gibi: Cihan kitabını okumak hilkatin inceliklerini öğrenmek ları tahdid eden yüce dağlardan okyanuslardan esrar-ı hilkati takdir etmek iledir ki Halik’ın kudreti Allah’ın ulviyeti ölçülür. Ben bir tekini anlatayım siz de başkalarını onunla mukayese ediniz. Sivrisinek iki kanadlı sinekler sınıfından hortumuyla beraber yedi buçuk veya on milimetre uzunluğunda bir hayvandır. Ağzında tam yedi tane iğnesi vardır. Bunların kimisi yalnız deriyi deler kimisi kanı emer bir kısmı da bütün bu a’zayı bir gılaf gibi setre me’murdur. Bu yedi parçanın iki tarafında ve gözlerin önünde iki tane de tuğ göze çarpar. Bu tuğlar dişide az erkekde çok tüylü olur. Boyunda üçer parçadan mürekkeb iki aded tükürük torbası mevcuddur ki bunlardan birisi kanı sulandırıcı yağ eritici kanın pıhtılaşmasını men’ edici bir zehir ifraz eder. Bunların arasından geçen bir ince boru evvela bir anbara girer. O da mide ile birleşir. Midenin arkasında “Malpiki boruları” denilen uzuvlar ahz-ı mevki’ eder. Bunlar da bizim böbreklerimiz gibi vücuda muzır şeyleri dışarı atmaya me’murdur. Bundan sonra bağırsaklar gelir. Onlar da fetha-i şerciyyede nihayetlenir. Sivrisineğin kanı içeri taraftan sırtına yağlı bir damar içinde deveran eder. Nefes alması da her halkasında bulunan deliklerle te’min olunur. Tuğlar hiss-i lems ile vazifedardır. “Hal böyle giderse yaşamamız kabil değildir” denildiği zaman herbirimiz derin birer göğüs geçirerek: Biz ne yapabiliriz ki bizim elimizde ne var ki? gibi ma’nasız cevapları tekrarlarız. İşte bakınız bir sivrisineğin Vücudunda bile vazifeler üleştirilmiştir. Ne hacet zaten ulu Tanrı’mızın her işinde bu taksim gün kadar aşikardır. Acaba büyük Yaratan istese bir tek alet ile bir hayvanı yaşatamaz mı idi? İstese yaşatırdı dilese onu da yapmak elde idi. Lakin o alet yıpranınca ta’mir edecek yamak bulunmazdı. Ve’l-hasıl bir aletin çürümesiyle hayvanın da ölmesi lazım gelirdi. “Allah bir karıncasından bile vazgeçmez”in ma’nası bir kenara çekilip miskin miskin bekleyen mahluka Allah-ı zu’l-celal rızık gönderir demek değildir. Tenbellerimiz bunu böyle tefsir ediyorlar. Bu rılması onun çok zaman yaşamasını te’min için değil midir? Onun ayrı ayrı a’zalarını yaratıp dolaşsın bölsün de öyle yesin bir çok zaman da ömürler sürsün diye salıvermemiş midir? Eğer rızkını ayağına gönderecek olsaydı bunlara ne lüzum vardı. Allahu te’ala bir karıncasından bile vazgeçmez ama bu şartla vazgeçmez. Yoksa anlamak istediğimiz gibi tenbel beslemek Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğüne yüceliğine tenbeller tarafından sürülmek alçaklığında bulunulan kara sürüleni değil süreni sürmek isteyeni karartır bir lekedir. Öyle ise kıymetli vaktini kahve peykelerinde yaslanıp uyumakla milletin mazisinden atisinden saçma sapan dem vurmakla heba eden ey Müslüman genci kalk davran uyan arkadaşını da uyandır! Arabanı koş ona da çapa kürek yüklet. Gidiniz şu karşı yardan bir araba taş toprak getirip önünüzde çiğneyip geçtiğiniz düşman doğuran hastalık büyüten bataklığın yosunlu sinesine dökünüz. İşte size mekle cami’ yaptırmış arkadaşını uyandırmakla da halka va’az etmiş kadar sevab kazanacaksın. Hele bütün köylüyü teşvik edersen en büyük mücahid Allah’ın en sevgili kulu olacaksın. Adetin ni’metten kaçmak mıdır ki la-kayd bulunuyorsun? Değilse niçin duruyorsun? – Yeter! Büyük Allahım yeter. Artık adl-i ilahini göster! Küçük bir sivrisineğe bir insan düşmanına duygu verip de bizim aklımızı duygumuzu elimizden alma! Onun göze görünmez tuğlarına his sokmaya kadirsin. Bizim parmak kalınlığında sinirlerimize de azıcık olsun can ver! Daha ölmedik Allahım! Ölünceye kadar çekdiğimiz sıkıntıyı hissettiğimizi de dilemez misin? “Sahib-i ilm ü irfan nazarında küçük bir sivrisinek büyük bir cihan büyük bir alemdir.” ÜSTAD-I EKREM HATTAT NAZIF BEY Bir millet ne kadar felakete duçar olur ise olsun nazarında dahi ve muazzam çehreleri hiçbir vechile sönemez. Hususiyle böyle zamanlardadır ki o simaları daha iyi hatırlar alkışlar. Nazif Bey de bu çehrelerden biri olduğundan bu sahifeler ve burada münderic iki eseri eminim ki onu hiçbir zaman unutturmayacaktır. Mehmed Nazif Bey Kırım’dan Rumeli’ye hicret etmiş olan Mustafa Efendi’nin sulbünden tarihinde tevellüd eyleyerek pederi ile beraber avan-ı tufuliyyetinde İstanbul’a gelmiştir. O zaman terk-i diyar edenlere hakıkaten şayan-ı takdir bir surette bezl olunan cemileler sırasında küçük Nazif Efendi Enderun-ı Hümayun’a kabul olunmuştur. Bir taraftan Nazif Efendi burada iktisab-ı ta’lim eylediği gibi hattatlık mesleğinin ilk çeşnisini de buradan almıştır. Hırka-i Şerif Dairesi’nin dehlizinde hocasının rahlesi önünde yazı yazdığı yeri bi’z-zat kendisi bana göstermiş idi. Genç yaşında iken matba’a hattatlığı ile uğraşmaya başlayarak bu sebebden Enderun’dan infikak eylemiştir. Enderun’un tarz-ı hayatı Nazif Bey’in hayat-ı adiyyesine değil hayat-ı san’atkarisine hulul ve nüfuz eylemiştir. Enderun’un teenni kemal-i nezaket zarafet gibi ahvali muma-ileyhde görülmez. Fakat asar-ı hattı o kadar asil zarif ve o kadar san’atkaranedir. Bununla beraber Enderun bu asabi-haslet zata rıfk ile mu’amele küçükle küçük büyükle büyük olmak gibi insaniyet-perverane huyları aşılamıştır. Hele Enderun’un bazı adatı kendisinde yer tutmuştu: Sofrada daima acele ile yemek yerdi. Gerek bir te’sire tabi’ olsun gerek olmasın Nazif Bey’in söyleyeceğim huyları bundan ibaret kalmaz. İsrafı hiç sevmez birçok ahvalde cömerd olduğu halde bazen esirger. Maamafih bu esirgemek tabi’i olmaktan ziyade ekseriya mahsul-i tefekkürdür. Nazif Bey’in sadeliğe meyli çok idi. En ziyade beğenilen bir hasleti vardı ki o da dininde dürüst mesleğinde sebatkar ve çalışkan idi. Bir de şu tuhaf huyu vardı ki dediğinde hükmünde inadkar inadında sebatkar Nur-ı zekavetle parlayan gür kaşlı bir alın ile geniş sakallı mahmur ve müdevver bir çehreye aziziye kalıblı ve siyah bir fes giyerek buna orta boylu tıknazca bir gövdeyi ilave eder iseniz Nazif Bey’in tam bir heykeli hayalinize çıkmış olacaktır. Bu çehrenin gözleri ölçer biçer her şeyi tartmaya kadirdir. Bu gözler siyahlığı ile değil belki mühendis olmaları i’tibarıyla be-namdır. Bu kafa tenasübü ile değil aklıyla zekasıyla büyüktür. Öyle bir zeka ki yalnız kamışın mahdud çizgileriyle birçok güzellikleri tatbik etmeye kadir değil birçok meçhulleri de keşfe muktedirdir. Bu kafanın sonra destgahı ne kadar mükemmeldir muhkemdir. Bu bodur ve çevik iki el bu simayı daima döndürür… Hulasa bu şahıs bir mahluk-ı zi-fünundur. Bir şahsın gerek mesleğinde gerekse hayatında caygir-i nüfuz olan işbu seciye ve amilleri nazar-ı dikkate aldıktan sonra müşarun-ileyhin hayat-ı san’atkarisine devam edelim. Nazif Bey genç yaşında iken “tahminen tarihlerinde” üstad-ı şehir Şefik Bey merhumdan sülüs ve nesih “rabbi yessir elif-be fe kaf” yazarak yalnız müşarun-ileyhden bu kadarcık iktitaf-ı san’at eylemiştir. Mahlukatın hepsine şamil olan kanun-ı tekamülün Nazif Bey’de de bulunması tabi’idir. Evail yazılarıyla evasıt yazıları arasında insan dehşetli fark görür. Fakat bu fark dediğim gibi hocasının himmetiyle göreneğin te’siriyle değil belki müşarun-ileyhde mevcud olan zekavet ve kudret-i tersimin sevkiyle vücuda gelmiştir. Bundan dolayıdır ki muma-ileyhin yazıları bir şekl-i hususide ve daima asil kalmıştır. Bununla beraber matba’alardaki mümarese ve iştigallerin bir hattatın eserleri üzerinde terakkı adımlarını tesri’ etmesi de Burada Nazif Bey’in birinci devre-i san’atkaranesi hem de yalnız sülüs ve nesihe münhasır kalmak şartıyla hitam bulur. Şimdi ikinci devresine gelelim: Pederim Hattat Rıza Efendi ile Nazif Bey musika-i hümayunda görüşmüşlerdi. O zaman pederim Sami Efendi’den ta’lik ve tuğra müzakere etmekte olduğundan Nazif Bey’i de müşarun-ileyh hattat-ı muhtereme götürmüş ve takdim eylemiş idi. İşte Nazif Bey’in ikinci devre-i san’atı bu zamandan i’tibaren başlar. San’atkar bu zamanda orta yaşında bulunur - . Şayan-ı dikkat bir surette celi yazısını çizmeye ve dekayıkını anlamaya başlar. Şimdi bakarsanız onda meyl-i taklid evvelkinden fazladır. Maamafih şahsiyetini de hiçbir zaman gayb etmez. Öğrendiği bununla kalmaz. Sami Efendi’den “ta’lik” de yazar “divani” yazılarını görür. “Tuğra”nın tarz-ı keşidesini anlar. Artık san’atkar çok zenginleşmiştir. Her nevi’ çizgilerle kağıda güzellikleri geçirmeye muktedirdir. Yalnız eli değil gözleri de iktisab-ı terbiye eylemiştir. Çünkü onda şekiller münhaniler çizgiler artık çoğalmıştır. Fakat Nazif Bey bu ikinci devr-i dehhaşı Sami Efendi’ye borçludur. Nazif Bey’in Sami Efendi’ye yanaştıktan sonra gösterdiği muvaffakiyetlerde bilinsin ki Sami Efendi’nin himmeti te’siri vardır. Sonra Sami Efendi’nin Tecarib-i adide-i san’atından Nazif Bey’ ne kadar istifade etmiştir. Bir gün pederimle beraer ziyaretine gitmiş iken Sami Efendi’nin: – Nazif bunları hep benden öğrendi– yollu telmihi haklı görülmek zaruridir. Bununla beraber Sami Efendi Nazif Bey’deki kudret-i san’ata dehaya hayret ettiğini alenen söylerdi. Merhum-ı muma-ileyhin litoğrafideki maharetinden de bir parça bahsedelim. Matba’a-i amire’de Hattat İzzet Efendi rik’a yazısına bir şahsiyet-i nevin verdiği zamanlarda Nazif Bey de bu mesleği sevmiş ve İzzet Efendi’ye peyrev olmuş mamış ise de litoğrafide “taş basması” muma-ileyhle aynı derecede bulunmuş ve harita tahririnde Nazif Bey teferrüd eylemiştir. Bunun içindir ki erkan-ı harbiyye-i umumiyye haritaları müşarun-ileyhe yazdırılır ve orada bir me’muriyet-i mahsusası vardı. Ali Şeref Paşa’nın tersim ettiği adi haritalarda Nazif Bey’in tertiblerine uzun keşidelerine bakıp da hayran olmamak elden gelmez. San’at-ı hatta bu kadar müteferrid ve muvaffak olan zatın yazı hakkındaki fikirlerini mütala’alarını cem’ ve tahlil etmek lüzumlu ve faidelidir. Nazif Bey yazıda kalemin harekat-ı müte’addidesine dikkati tavsiye eder. Ve hurufatın kelimelerin desimilimetre derecesinde ölçü ve biçimlerine vakıf idi. Bundan başka her zerresini bildiği bu kelimeleri bir ziyetleriyle tersim ve tertib ederdi. Bundan dolayıdır ki Nazif Bey’in yazıları zü’l-vecheyndir. Kusursuz güzeldir. Ama bazı yapdığı şeyler beğenilmeyebilir. Buna kimsenin itirazı olamaz. Esasen bu bir zevk mes’elesidir. Nazif Bey yazıyı ta’lim ederken pek canlı ta’rif eder ve eşya-yı hariciyyeden tecrid edilmiş olan harflerimizi yine eşya-yı hariciyye ile temsil eder idi. Mesela: – Ta’lik yazısında “başta ayın” bir papağan kaflı addedilir bir “be”nin ucu bir arının gerisine benzetilir. “Cim”in karnı bir yumurta teşkil eder. Ortada “fe” kapalı bir başta ayın demektir. Hele “mim”in kuyruğu damlamak üzere bulunan bir ince su yoluna ne kadar benzer. Tarik-ı temsilin fenn-i terbiyede mevki’-i mühimmi nazar-ı i’tibara alınırsa Nazif Bey’in bu ta’rifleri hakıkaten şayan-ı takdirdir. Bahusus ki hüsn-i hat gibi güzelliği mücerred eşkale sıkıştırmak suret-i tedris pek nafi’ olur. Eğer tedkıkat-ı ilmiyyesi müsa’id olsaydı Nazif Bey bu hususta yeni bir çığır açabilirdi. Bir akşam Nazif Bey’in evinde hüsn-i hattan bahsediliyordu. Sözüm sülüs ile celinin nikat-ı tefrikına dairdi. Nazif Bey “celi sülüsün aynı olmalıdır” fikrinde olduğunu söyledi. Ben ise zaten söz başım olan Rakım’ın o dahi-i san’atkarın celide vaz’ ettiği tıknazlık esasını ve yerine göre yaptığı altı noktalık nun ve iki buçuk noktalık vavlarını zikrettim. Muma-ileyh fikrinde sabit olduğunu ve maamafih Rakım gibi bir mütefennin san’atkarın vaz’ eylediği esasların da vahi olamayacağını serd ve ityan eylemiş idi. Bundan tahminen bir sene geçmiş idi bir akşam yine evine gittik. Fakat zavallıyı son zamanlarında serzede-i zuhur olan göğüs ve kalb ağrıları pek ziyade muztarib ediyordu. Daha aradan bir buçuk ay geçmedi. Zaten kendisini arasıra yoklayan bad-ı semum-ı nüzulün yine ismiyle sevdiği latif bir bahar gününde “evail-i Şubat Pazar” ruh-ı nezihi Allah’ına kavuştu. Ve cesed-i mağfiret-nakşı da Yahya Efendi haziresine medfun-ı hak-i ıtır-nak oldu. Rahmetullahi aleyh rahmeten vasi’aten. ZAVALLIYIZ RUH VE HAYAT ISTIYORUZ Bir darb-ı mesel bir atasözü var: “Öksüz çocuk kendi göbeğini kendi keser.” Biz de –elhamdü li’llah– yetim öksüz olduğumuzu anlamaya çalışıyor ağlamaya başlıyoruz. Sebilürreşad rehber-i necatımız ma’kes-i efkarımız oluyor. Elimizden tutmaya bu girdab-ı felaketten kurtarmaya çabalıyor. Binlerce teşekkür. Temenni edelim ki sa’yimiz temadi etsin Allah muvaffakiyet versin. Evet hakıkaten öksüz imişiz. Bütün düşünceleri kendi mesleklerinin terakkısi te’alisi olacak hiçbir şey esirgemeyerek gece ve gündüz çalışacak üzerlerine farz-ı ayn olan borcu ifaya kendi şerefleri kendi namusları kendi hayatları evvel ders kesmekbir sene evvel izin vermek –güya– yükden kurtulmak kahve peykelerinde enfiyeler te’atisiyle laf ü güzaf ile evkat-güzar olmak. İşte muhterem üstazlarımızdan bir kısımlarının halleri! Mukdim mütefennin mütehassıs olanlar ise gözlerini dışarıya dikmişler. Bir an evvel icazet verip medreselerle derslerle kat’-ı alaka etmek. Mekteplerde fetvahanede ve sair resmi dairelerde mu’allimlikler ile me’muriyetler ile sadrnişin-i emel en baş düşünce. Bunları yine kendilerinin afvlarına mağruren yazıyorum. – Canım daha ne istiyorsunuz? Maaş dershaneler muvazzaf mu’allimler tedrisatı tanzim için feslilerden de bir komisyon. Bunlara bu ni’metlere karşı ağız açmak nankörlük değil de nedir? Haricde olanlara bu yaldızlı hablar belki de bila-tereddüd hükmettirecek i’tikad ettirecek ki: Kadir na-şinaslıkta küfran-ı ni’mette bulunuyoruz. Fakat eminim ki bir talebe arkadaşımla görüşecek olanlar şu bir aylık Sebilürreşad’ı görenler bi’l-hassa’ncı sayılarını gözden geçirenler Ez-cümle senenin dokuz ayında ayda altmış yedi küsur guruş verilen paranın elbise ekmek aş kitab… hangisini te’min edeceğini düşünür. Bir de mekatib-i leyliyyeye sarf edilen tahsisatı talebe-i mevcudesine taksim eder isek acaba yüzümüz kızarmaz mı? Çamaşır yıkamak yemek pişirmek çömezlik etmek gibi çekilen çileler caba. Dört duvar ile muhat bir dershane tasavvur edelim. Bir tarafa iki sandalye ile bir mu’allim kürsüsü bir tarafa da “grev”lerle meydana gelen saç bir soba vaz’ edin. Buna dershane derler ise siz de inanın bu sene müdür ve mubassır efendiler için bir cam dolab ile dört ayaklı bir masa ilave edilmiş idi. Bir de talebenin devamını te’min için kocaman defterler. Büyük müesseseleri değil beğenmediğimiz kendi mekteplerimizi dershanelerimizi görür isek bunlara bilmem nasıl dershane deriz? Mu’allimlere derslere gelince; vazife-perver mu’allimlerimiz yok değil. Fakat… ilerisini o mu’allim efendilere soralım. Yalnız şu dört senelik tedrisattan nümune olarak bir ders göstereyim. Birinci sene; mebadi-i hendese ikinci sene; muhtasar hendese üçüncü sene; tekrar muhtasar hendese dördüncü sene; küçük hendese. Anlıyoruz istidlal ediyoruz ki gelecek sene de mini mini hendese okuyacağız. “Benim oğlum bina okur döner döner yine okur” bu da atalar sözü değil mi? Gelelim komisyona; a’za-yı muhtereme kendi tahrir etmek istedikleri kitapları okutmak ve açılan mu’allimlikleri aralarında taksim etmek. Zannederim ruznamelerinin mevadd-ı mahsusasını bunlar teşkil ediyor. Mesela geçen sene ancak sekiz forma kadar çıkmış ve okunmuş bu sene muharebe vesilesiyle tab’ı belki de tahriri duçar-ı inkıta’ olmuş bir cenin el-an programda yer tutuyor. Talebe için lunduğu halde –müellefi de komisyonda– her nasılsa kadro harici kalıyor. Hukuk ve edebiyattan me’zun bir mu’allim hıfzu’s-sıhha mu’allimliğini de deruhde ediyor. İntihab-kerdeleri olan bir kitabın ibare tashihatıyla vakit geçiriyor. Mesail-i tıbbiyeye Şunları söylemekten maksadım kimseyi incitmek değil hakıkati sahibsizliğimizi bildirmek istiyorum. Ey hamisiz zavallı talebe arkadaşlarım! Artık anladık değil mi? Bizi düşünen iyiliğimiz için cenah-ı re’fetini açan der-ağuş eden bulunmadıktan başka haricden seng-i ta’riz ve tecavüz dahilden nazar-ı la-kaydi ve tesamüh!... Ne mi yapalım? Medreselerimizin hal-i hazırıyla ıslah olunamayacağına yatağından uzaklaşalım. Mesela Adalar’da yahud Alemdağı kurbünde her türlü ihtiyacatımızı kafil asrın terakkiyatıyla mütenasib bir medrese-i azime bir daru’l-irfan isteyelim. Teşkilatını idaresini muktedir zevata tevdi’ ettirelim. Tedrisat husulü neye tevakkuf eder ise kanun dairesinde taşkınlık göstermeyerek fazla gürültü patırtıya meydan vermeyerek bi’l-hassa ittifaktan ayrılmayarak kitle-i vahide halinde teşebbüs edelim. Eslaf-ı izamın biz müştakkın-i ilm için terk ettikleri la-tuhsa evkafı gözlerine sokalım. Sızlanalım yalvaralım ağlayalım bağıralım çağıralım ne yapmak mümkün letten inhiraf etmemek şartıyla– yapalım. Ta ki o taş yürekler erisin o hissiz kalbler çarpsın. Desinler ki: Ne istiyorsunuz? Diyelim ki: Ruh hayat istiyoruz. Buffon garbın bu ateşin dimağı bir eserinde: “Deha medid bir sa’y sebatkar bir tetebbu’dur” diyor. Ne kadar doğru bir hakıkat! Cihanın en feyyaz dimağları en nevvar zekaları ancak bir sa’y-i medid bir tetebbu’-ı ta’b-na-pezir sayesinde mevki’-i bülend-i dehaya irtika etmemişler midir? O mes’ud milletler ki harim-i irfanlarında sa’y ü sebatın faziletkar timsallerini mebzulen yetiştirirler şübhe yok ki terakkıden tekamüle tekamülden sa’adete i’tila eder giderler. Esasen bir milleti yükselten ve yaşatan e’azımı değil midir? Alem-i İslam’ın edvar-ı dura-dur-ı te’alisini araştıralım. Garbın huzemat-ı leme’adar-irfanını tahlil edelim göreceğiz ki o devirlerin şan ve şevketi bu huzmelerin envar-ı medeniyyeti mu’ayyen ve feyyaz dimağlarda doğmuş ve oralardan Asırların yığdığı hakister-i nisyan altında İslam’ın parlak devirlerini yaşatan İbni Sinalar İbni Heysemler İbni Rüşdler Ebu’l-Vefalar Farabiler Biruniler Tusiler ve Uluğ Beylerin mının tarih-i uluma hakkedilmesine sebeb Arşimid ismine mukareneti olmadı mı? Kurun-ı vüsta’nın karanlık zamanlarını aydınlatan Galileler tanıtan Gausslar Fransız irfanına bir iklil-i nevin bahşeden Puankareler değil midir ki mensub oldukları milletlerin namına ebed-nümun abideler rekz eylemişlerdir. Şark kurun-ı maziyyede bu gibi dehalar yetiştirmek hususunda ne kadar semahat göstermişse garb da a’sar-ı müteahhirede o derece feyz ibraz eylemiştir. Garb on sekizinci asırdan beri bu zengin zekalara her gün yenilerini ilave ettiği halde maatteessüf eski feyz-i veludunu gaib eden şark pek az semahat gösterebilmiş yetiştirdiği simalar ancak birkaç bülend nasiyeye inhisar eylemiştir. Ser-levhamızla oldukça uzak devirlerden beri şarklılarca pek az munis olan o medid sa’yin bir nümunesine o sebatkar tetebbu’un bir mahsul-i muhalledine karşı hissettiğimiz tebcil-i minnetdariyi i’la etmek istiyor maarif-i tanıtmak emelinde bulunuyoruz! Ruhumun aşk-ı tahsil ile didindiği bir zamanda yani henüz mektep sıralarını işgal ettiğim maziye karışan senelerin birinde idi ki üstad-ı muhterem Salih Zeki Beyefendi’nin tarih-i riyazıyatın alem-i İslam’a aid olan aksamı hakkında tetebbu’atta bulunduklarını ve yakında bir eser neşredeceklerini işitmiş sevincimden muhteris bir genç şevkiyle çırpınmıştım. Zamanlar geçti seneler maziye karıştı fakat tebşir edilen kitabın intişar ettiği duyulmadı. Tahammül-suz bir şübhe zaman zaman içimi kemiriyor duyduğum haberin sıhhatine dair zihnimde mübhem bir tereddüd uyandırıyordu. Ben gençliğe mahsus bir hırs-ı aculane ile kitabın bir an evvel çıkmasını istiyor ve gittikçe sabırsızlanıyordum. Halbuki bu derece mühim bir eserin yazılabilmesi medid ve ta’b-na-pezir bir hayat-ı sa’y-i tetebbu’a mütevakkıf idi. Ben ise bu hususu hiç de düşünmüyordum. Nihayet istibdadın karanlık ve korkunç günleri uful etti. Hay u huy-ı ihtirasat tufanı koptu didişmek devresi başladı. Ben hala kitabın intişarına intizar ediyordum. Fakat zaman geçtikçe bu ümid de mütemadiyen sönüyor kuvvetini gaib ediyordu. Öyle ya! Memleket menfur ihtirasların şahsi emeller peşinde koşarken medid bir sa’y sebatkar bir tetebbu’a katlanarak bir kişver-i ilm ü irfan küşad etmek muhit-i şuriş-darımızdan beklenilir şey miydi?! Evet beklenilirmiş! Evet bir millet arasında kendisinin duş-ı mes’uliyetine yüklenen ve senelerce devam eden muzlim ve uyuşuk bir devrin seyyi’atını sermest ve mahmul-i heyca senelerin levsiyat ve ihtirasatını nesl-i atinin mizan-ı tenkıd ve nefrininde tahfif edecek güzide zekalar olabilirmiş!.. Şu anda dest-i tekrimimi işgal eden Asar-ı Bakıye gösteriyor ki üstad-ı muhterem Paris’te ikmal-i tahsil ederek senesinde vatanına döndüğü tarihten i’tibaren nafiz bir deha sebatkar bir sa’y ile mu’ayyen bir mefkureye doğru çıkarmaya azmetmiş devr-i istibdadın mahmul-i havf ve esrar karanlık günlerinde de devr-i hürriyyetin tufan-ı ihtirasatı arasında da muttasıl uğraşmış çalışmış bu her iki devrin boş ve mühmel bıraktığı kütübhane-i milliye muhalled bir silsile-i asar hazırlamış imiş! Hürmet bu zekaya tebcil o azme!... Asar-ı Bakıye’nin birinci cildini elde ettiğim zaman mektep sıralarından beri beslemekte olduğum bir hırs-ı mütekasifle okudum ve o zaman üstad-ı muhteremin bu kıymetdar eseri meydana getirmek için ne kadar müt’ib ve müz’ic bir hayat-ı sa’ye katlanmış olduklarını düşünerek evvelce göstermiş olduğum sabırsızlıkta ne kadar haksız olduğumu anladım ve Buffon’u ilmin bu şöhret-gir simasını bir daha tasdik ettim: Evet deha medid bir sa’y sebatkar bir tetebbu’dur!.. Hazret-i üstad kurun-ı müstakbelenin enzar-ı hayret ve tebciline arz ettikleri bu silsile-i muhalledeyi ne suretle ve ne maksadla meydana getirmişler? Bunu Asar-ı Bakıye’ nin mukaddimesinde kendilerinden dinleyelim: Riyazıyun-ı şarkıyyenin ne yapmış olduğunu takdir edebilmek ye kadar ilerlemiş olduklarını bilmek iktiza ediyordu. Evet! Arablar ve ale’l-umum şarklılar Yunanilerden ne aldılar? Burasını bilmek icab ediyor idi ki garblılara ne verdiler? sualine cevap vermek mümkün olsun. İşte bunun üzerine kadim Yunaniler nezdinde mütedavil olan riyazıyatın tarihini tedkıke başladım; ve bir kaç meşhur mü’ellifin tarih-i riyazıyatını muntazaman okudum. Fakat bu eserlerin hiç biri bana lazım olan tafsilatı i’ta etmiyordu. Zira bunların münderecatı bazı tarihler ile kontrando ve muhtıralardan hulasa edilmiş ma’lumattan ibaret idi. Binaenaleyh Paris’de tanıdığım bir iki zata müracaata mecbur oldum. Bunlar bana riyazıyat-ı Yunaniyyeye dair ma’lumat-ı vesi’asıyla müştehir bir zatı tavsiye ettiler. Bu zat Paul Henri idi. Muma-ileyh Yunan hey’eti ile Yunun hendesesi üzerine taharriyat-ı amikada bulunmuş ve bu iki fenne dair ayrı ayrı birer cild tahrir eylemiş idi. Gerek bizim Batlamyus dediğimiz “Ptoleme” Mecisti’sini gerek Oklides hendesesini metn-i Yunanilerinden tedkık etmiş idi. Bir seneden ziyade bir vakti bu eserlerin mutala’a ve tedkıkine ve bugün kat’iyyen defn edilmiş olan hey’et-i kadimede kesb-i mümareseye hasr eyledim. Bundan başka medeniyet-i şarkıyyede bir az da Hind çeşnisi olduğu rivayet edildiğinden Sanskrit lisanı üzere yazılmış kütüb-i riyazıyyenin de tercümelerini tedkık etmek iktiza ediyordu. Hamd olsun! Burada da Mister Karen ve Mösyö Rode ile diğer bazı zevatın asarı imdadıma yetişti. Bu gibi ma’lumat-ı evveliyyeyi istihsal ve istihzar ettikten sonra idi ki sene-i maliyesi evailine doğru kütüphaneleri yeniden ziyarete vasıl-ı maksudum olan tedkıkatı icraya başladım. Bazı zaruri fasılalardan sarf-ı nazarla üç sene devam ederek bu tedkıkatımı muntazaman kayıd ve zabt eylediğim gibi bu sırada benden evvelce riyazıyata aid mü’ellefat-ı şarkıyyeye dair Avrupa erbab-ı danişi tarafından yazılmış olan kontrandolar ile muhtırat ve makalatı da birer birer gözden geçirdim. Şimdi ehibbamdan pek muhterem bir zatın ısrarı üzerine bu mazbutatımı neşr ediyorum. Fakat öyle müselsel ve muttasıl bir tarih-i riyazıyat yazacak değilim. Vakıa böyle bir tarih zeka-yı beşerin şarkda riyazıyat gibi bir şu’be-i mühimmede ta’kıb ettiği tarik-i terakkıyi göstereceği cihetle pek mühim olursa da bu terakkıyata vekayı’-ı medeniyyenin de dahl ü te’siri olacağına ve o zamanlar bu yolda yazılmış bir tarih-i medeniyet mevcud olmamasına nazaran yazılacak eserin –emsali delaletiyle sabit olduğu üzere– farazıyattan ve bina-berin indi tasavvurat ve muhakemattan hali olamayacağı şüphesizdir. Bilakis riyazıyatın her bir şu’besine dair muhtelif zamanlarda yazılmış olan ümmühat-ı kütübü esas ittihaz ederek ulema-yı şarkıyyenin riyazıyat-ı kadime-i Yunaniyye üzerine ne ilave ettiklerini ve bunları garblılara ne raddede teslim eylediklerini göstereceğim. Maksadım tumturaklı ibareler ile riyazıyun-ı şarkıyyenin mefahirini yazmak ve bu vesile ile şarklıların hissiyat-ı hod-pesendanelerini okşamak değil. Belki asırlardan beri kütüphanelerde medfun bulunan kütüb-i riyazıyyenin muhteviyatını meydana koyarak gençlerimizin nazar-ı intibahlarını açmaktır. İşte bu maksadla yazmış olduğum şu eseri; tab’ında sühulet olmak üzere; dört cilde taksim ve hakim-i riyazi Ebu’r-Reyhan Biruni’ye ithafen Asar-ı Bakıye tevsim eyledim. Bugün neşrine muvaffak olduğum cild müsellesat-ı müsteviyye ve küreviyyeden bahis olduğu gibi peyderpey neşr edilecek olan diğer cildler de hesab ve cebire hey’et ve zice hendese ve mahrutıyata aid olacaktır. Bundan başka her cilde o cildde isimleri zikrolunan meşahirden herbirinin hayat-ı ilmiyye ve asar-ı riyaziyye ve hey’iyyesine dair en sahih ve en kat’i ma’lumat da zeyl edilecektir. Asar-ı Bakıye vaktiyle İslamların fennin terakkiyatına olan hizmetlerini riyazi ve kat’i bir tetebbu’la enzar-ı ibret ve hayretimize arz ediyor. Mazinin şanlı günlerini iade için evvelki İslamlar gibi derin bir aşk la-yetezelzel bir sebat ile çalışmaktan başka çare olmadığını gösteriyor! Evet mazi-i silsilesi bi’l-hassa ulum-ı riyaziyye mütehassıslarının ruhunu okşar ve ancak onlarla müşafehe edebilir. Fakat meşahirin hayat-ı ilmiyye ve asar-ı riyaziyye ve hey’iyyesine aid zeyle derc olunan ma’lumattan herkesin bir nazar-ı ibret ve intibahla Üstad-ı muhterem bu kıymetdar eserleriyle kütübhane-i millimizin en derin bir boşluğunu imla ettikleri için cihan-ı rakmışlardır. Elim sızılar hissederek i’tiraf etmeye mecburum ki bizde maatteessüf la-kaydi ile istikbal edilen bu la-yemut eser; Avrupa’da büyük bir şevk ve hürmetle karşılanacak ve müsteşrikler için en doğru ve en feyyaz bir menba’-ı tetebbu’ olacaktır. MEDRESELERI ISLAH EDECEK ELLER NELERLE UĞRAŞIYORLAR Medreselere bakılmıyor matlub olan ıslahat yapılmıyor diye her taraftan şikayet olunuyor. Bu şikayetin ne kadar na-be-ca olduğunu anlatmak ıslah-ı medarisi duş-i inhisaşeklinde yazılmıştır. rına alanların ne kadar faaliyet ve iş-güzarlık gösterdiklerini bildirmek için şimdilik atideki vak’anın nakli münasib görülmüştür: Bundan dört beş ay mukaddem dershane mu’allimlerinden birisi rahatsızlanır. Doktorların tavsiyesi üzerine kendisi Ders Vekaleti’ne beyan-ı hal edilerek Ders Vekaleti emriyle bir vekil ta’yin olunur. Ders dört beş aydan beri vekil tarafından muntazaman okutulmakta iken günün birinde dershane müdüriyetine mu’allim-i muma-ileyh hakkında bir azilname gelir. Müdür hayrette kalır mubassır şaşar. Fakat hikmetinden sual olunmaz. Madem ki Ders Vekalet-i Aliyyesi’nden azil hakkında tezkire-i mahsusa var tebliğ çaresiz teessürle mahcubiyetle azil emr-i celili tebliğ olunur. Vekile merak olur sebebini anlamak ister. Bir gün Ders Vekaleti’ne gider makamlarında ders vekili efendi hazretlerini görür sual eder: –Efendim falan efendiyi azletmişsiniz sebebini anlayabilir miyiz? Ders vekili efendi hazretleri birden bire intikal edemez: –Ya öyle mi? der evrakını bulalım… Çağrılan katib efendi evrakı getirir. Aranır nihayet bulunur mes’ele anlaşılır: – Evet oğlum sebebi anlaşıldı: Şu kadar aydan beri ne kendisi ne de vekili devam etmemiş. Onun için azli lazım gelmiş. – Efendim bu adem-i devam nereden anlaşılmış? – Komisyon Islah-ı Medaris Komisyonu yahud Encümen-i Mu’allimin bize gönderdiği takrirde müfettiş raporuna atfen öyle diyor. – Efendim zat-ı aliniz o raporu gördünüz mü? – Hayır komisyondan gönderilen takrirler miyanında bu azil takriri de gelmiş biz de uzun boylu tedkık etmemişiz kabul etmişiz… – Efendim bunda bir hata olsa gerek. – İhtimal… – Çünkü vekaletin kabul olunduğu zamandan beri muntazaman derse devam edildiği bir emr-i muhakkaktır. – Sizden öyle ümid olunur her halde bir yanlışlık olmalı maatteessüf iyice tahkık etmeden komisyonun sözüne – Olabilir efendim her şeyi birer birer görmeye vaktiniz müsa’id olmaz. Elverir ki ma’iyyetiniz mu’temed olsun!.. Maamafih lütfen tahkık buyurulsa izhar-ı hak ve adl namına muvafık olur zannederim. – Ne demek? Tahkık etmeden bırakır mıyım? Hemen katib efendi çağrılır komisyona gönderilir: – Komisyona git… efendinin azli hakkında tezkirede beyan ettikleri raporu görmek istediğimi söyle! Katib efendi gider birkaç dakıka sonra gelir: – Efendim şimdi işleri varmış!... – Biraz bekle oğlum. – Peki efendim. Bir çar-yek yarım saat üç çar-yek bir saat geçer. Ne gelen var ne giden. – Ne oldu efendim? Katib efendi tekrar çağrılır ikinci def’a komisyona gönderilir… Birkaç dakıka sonra cevap gelir: – Acelesi yok dediler. Efendim!... – …… Ashab-ı mesalihden olan zat bu ahval karşısında duçar-ı hayret olur beklemeye vakti müsa’id olmadığından bu müte’azzım komisyonun makam-ı amiriyyete karşı bu derece kayıtsızlık gösterilmesinin ma’nasını anlayamaz. Ve bu kadar yüksekten atan komisyonu görmeyi merak ettiğinden mahallini sorar. Bi’z-zat kendisi gider. Çifte kapılı odaya girince bir düzüneye yakın zevatın odayı doldurduğunu görür. İki köşede ve ortalarında üç sarıklı ve sakallı hoca efendiler. Sağ tarafta zihnen meşgul olan ciddice bir zattan başka soldaki koltuklarda ve arkalarını kapıya vermiş sandalye üzerinde bulunan dört tane delikanlı sivil beyler bir de genç zabit; cem’an yekun: Ashab-ı mesalihden olan zat yanlış odaya girmemiş olduğunu anlamak için: – Islah-ı Medaris Komisyonu burası mıdır? diye sorar. Sandalyede oturan sivil genç beylerden birisi cevap verir: – Burasıdır! Reis mi desem a’za mı desem katib mi desem… diye müracaat eden zat hayrette kalır. Meclis namına ilk söze ağaz ettiği için reis olduğu zannolunur. Hey’etin sinnen en küçüğü bulunduğu cihetle katib olması melhuz halkada bulunduğu bir zat olduğu anlaşılıyor. O halde sözü bu zata tevcih etmek lazım geldiğini teyakkun eder ve sorar: – … Efendinin azli hakkında burası bir karar ısdar etmiş ne gibi vesikaya müsteniden bu kararı verdiğini anlamak üzere geldim. – Ma’lumatımız var fakat bugün işimiz olduğu için şimdi bunu tedkıka vaktimiz yok. – Bu da iştir ve zannederim ki o kadar tedkıka da ihtiyacı yoktur. Her gün toplansanız iyi fakat ehemmiyetsiz bir cevap gelmek muvafık değildir. – Bil-farz vesika olmasa sanki ne lazım gelir? – Ne lazım geldiğini kanun ta’yin etmiştir. Umur-ı hükumet keyfe kalmamıştır. – Beş aydan beri devam etmemiş. – Vekili devam etmiş. – Bizce ke-en-lem-yekün hükmünde. – Niçin? Ders Vekaleti’nin ta’yin ettiği vekil sizce nasıl keen-lem-yekün hükmünde olurmuş? – Ders vekili bize haber vermeden kendi başına iş yapmış. – Demek Ders Vekaleti ne yapacaksa size haber vermeye mecbur? – Öyle ya! O bizim icra me’murumuzdur!...? – Acayib! Bunu bilmiyordum. Öyle ise bu hatasından dolayı ders vekilini mes’ul tutmanız icab eder!.. Öteden a’zadan bir zat: – Mes’ele nedir ya hu! Ben o gün bulunmadım. Elbette azil için bir rapor olacaktır. Raporu bulup gösterelim olsun bitsin. Yine o gün bulunmayan a’zadan bir diğeri raporlar dosyasını almak üzere gidecek olur. İlk söze ağaz eden reis mi desem katib mi desem a’za mı desem zat: – Efendim acelesi ne? diye gidecek olan zata hiddetlice bakar. O zat bir kavis çevirdikten sonra sandalyesine oturur. Gelen zatın bu hal karşısında büsbütün hayreti artar. A’zadan bazısı hala mes’eleyi anlayamıyor. İlk söze ağaz eden zat geleni ismiyle azlolunan mu’allimi de “medreseler hakkında yazdığı makalede bize yamak çırak diyen” sıfatıyla tanıttırır. Gelen zat ne denilmek istenildiğini anlayarak cevap verir: – Efendim muharrir yazdığı makalesinde mütala’at-ı umumiyyede bulunmuş hiçbir şahıs ta’yin etmemiştir. Halbuki siz sözü üzerinize almak ferasetinde bulunmuşsunuz. Gelen zat azlin esbab-ı ledünniyyesini ancak o zaman derk eder. Çünkü ilk söze ağaz eden zat Ders Vekalet-i Aliyyesi’nin kendisinin icra me’muru olduğunu söylememiş miydi. A’zalara karşı aldığı tavr-ı hakimiyet-i bala-pervazlığının ne derece olduğunu göstermemiş miydi? Şu halde Daire-i Meşihat’ta şeyhü’l-İslama kadar çıkmasak bile her halde müsteşarın fevkinde bir nüfuz sahibi olduğu fikrini veren bu genç beyin “Ders Vekaleti yamaklığı” ta’birinden kuşkulanması pek tabi’i olmak icab etmez mi? Artık bu halde kanun nizam araştırmaya ne lüzum var. Azlediverirsin gider. Ders vekili veya Ders Vekaleti heyeti itiraz edebilecek değil ya! Zihninde bu muhakemeyi yürüten zair artık fazla durmaya hacet görmez. Tekrar ders vekili efendi hazretlerine gider ma-vaka’ı hikaye eder ve der ki: – Komisyonun Ders Vekaleti’ne gönderdiği takrirde beyan edilen raporun bugün bulunması icab eder. Ders vekili efendi hazretleri de tasdik eder: – Evet bu işe ben de merak ettim. Her halde bugün neticelendireceğim. Komisyon da’vet olunur. Hey’etiyle umumu Ders Vekaleti’ne gelir. Bir taraftan Ders Vekaleti a’zalarından bir kısmı diğer taraftan bütün komisyon a’zaları toplanır. Dosyalar ortaya dökülür. Yüzlerce kağıd birer birer gözden geçirilir. Aranır aranır komisyonunun Ders Vekaleti’ne gönderdiği takririn beyan ettiği öyle bir rapor yok. Vakı’a dershane müdürlerinden gönderilen umumi cedveller var. O miyanda vekilin de iki dersde bulunamadığı mezkur. Fakat diğer bulunmayanlar hatta üç dört ders bulunmayanlar hakkında yapılan kısta’l-yevm mu’amelesi bunun hakkında da yapılmış. Asıl azil takririnde beyan edilen rapordan bir alametler yok. Bir saat sonra mu’allim vekili ders vekiline gözükür: – Ne oldu efendim? – Raporu arıyoruz. Biraz daha bekleseniz… Bir çeyrek yarım saat üç çeyrek geçer. A’zadan bazıları tek tük gidiyor. Fakat alakadaran rapor taharrisiyle meşgul. Nihayet saat on bire gelir. Akşam oluyor. Bütün evrak aranır. Bir şeyler yok. Ümidler münkatı’ fakat tabi’i içeride bir şeyler konuşulur. Komisyon a’zalarının bakiyyesi de somurtarak çıkıp giderler. Ders vekili ve bir iki a’za kalır. Mu’allim vekili neticeyi anlamak üzere ders vekilini tekrar görür: – Efendim raporu bulabildiniz mi! – Hayır bulamadık. Fakat boş bir rabtiye buldular. Anlaşılan zayi’ oldu zannında bulunuluyor. – Demek ki buradan evrak da zayi’ olmanın ihtimali var? – Hayır yok. Fakat bir kere soralım dendi. – Kime. – Medaris müfettişi… Efendi’ye onun tarafından böyle bir rapor verildiği zannolunuyor. – Demek ki raporun mevcudiyeti zanna kaldı. – Zarar yok böyle bir raporun verilmiş bulunmadığı hakkında bana da kanaat geldi. Amma kanaatimi te’yid yapayım. Ferdası müfettiş efendi çağrılır. Müfettiş efendi yemin eder. Sonra?... Sonrası iş fena. Garazkarlık pek aşikareleşti. Komisyonda ilk söze ağaz eden reis mi desem katib mi desem a’za mı desem zat telaşta. Şimdi buna bir kulp takmak lazım. Ne yapmalı ne yapmalı? Evet dershanenin müdürlerini çağırmalı bir def’a daha defteri tedkık ettirmeli. Belki kenarda köşede birkaç gün daha adem-i devam çıkabilir. Müdür efendi da’vet olunur. Fakat müdür efendi iki dersden başka bir adem-i devam tahattur edemediğini iki saat adem-i devamın da li-ma’zeretin olduğunu söyler. – Hele hele bir daha şu defteri tedkık et bakalım. Üç gün sonra evvelki li-ma’zeretin iki na-mevcude defterin ka’r-ı nayabından bir na-mevcud daha inzimam eder. Olur üç. Fakat azil için bu da kafi değil. Artık uğraşmaktan vazgeçiliyor. Çünkü ne yapılsa bir kulp takılamayacak. Garaz bütün üryanlığıyla tezahür ediyor. İyisi mi mes’eleyi tatlılıkla kapamalı. Büyükler için hatayı i’tiraf bir şeref olduğu cihetle suleha-yı ümmetten olduğu müsellem bulunan ders vekili efendi hazretleri de i’tiraf-ı hatada bir beis görmez. Afv u safh da yine büyüklük şanından olduğu için komisyondaki bazın bu cür’etini de zühul ile tavsif ederek afv eder. Yalnız hatanın suret-i tashihinde müşkilata duçar olunur. – Evet oğlum bir hata olmuş. Nasılsa komisyon bir zühulde bulunmuş. Şimdi şu hatayı tashih etmek istiyoruz. Lakin yeniden bir mu’allim de oraya göndermiş bulunduk. Açık bir yer yok ki onu oraya nakledelim de …. Efendi’nin mu’allimliğini iade edelim. Maamafih bir haftaya kadar bir çaresine bakarız. Mu’allim vekili arkadaşının me’muriyet aşklısı olmadığını bildiği için: –Efendi bir çaresi bulunmasa da olur. Yalnız siz kimsesiz medreselerin bi-çare talebe-i ulumun zimam-ı idaresini ötekinin berikinin keyfine terk etmeyin de… – Oğlum ne diyeyim… Allah cümlemizi ıslah eyleye!... – Amin!... HİND YOLUNDA CIHAD HAKKINDAKI FETVALARI zündeki müslümanlar için bir ders-i intibah oldu. Bizi kendi halimize bırakmayacaklarını ve her gün bir bahane ile yerlerimizi yurdlarımızı elimizden almak isteyen Avrupalıların fikrini herkes anladı. O halde biz de düşmanlarımıza karşı maddeten ve ma’nen hazır ve amade bulunmaklığımızın iktiza ettiği anlaşılmıştır. Avrupa’daki İttifak ve İ’tilaf kitleleri sayesinde muvazenet-i siyasiyye nasıl ki daimi bir surette masun ve mahfuz kalmış ve hiçbir Avrupa devleti diğerine tecavüz edemez bir hale gelmiştir müslümanlar –hatta bi’l-umum hükumat-ı şarkiyye– için de böyle grupların teşkili elzem olduğu bedihiyattan addolunmaya başlamıştır. Şarkta bir ittihad esasının te’sisi zannolunduğu kadar güç ve müşkil bir iş değildir. Dinen mezheben müttehid olan müslümanlar siyaset noktasından olmasa bile her halde dini ve ahlaki bir surette ittifak etmeye mecburdurlar. Bu mecburiyet bugün değil pek çok senelerden evvel hissolunmuşidi. Bu uğurda çalışanların hadd ü hesabı yoktur. Safevilerden sonra İran tahtını bir müddet için işgal eden Nadir Şah bile bu ihtiyacı vaktiyle his ve idrak eylemiş ve Şi’i Sünni ulemasını bir araya getirip mezahib-i İslamiyyenin tevhidini düşünmüş ve tam tasavvuratını kuvveden fi’ile çıkarmak üzere iken bağteten hayatına hatime çekilmişidi. Böylece binlerce mütefekkirler bu ümniyenin husulüne çalışa çalışa gelip geçmişlerdir. En sonra Seyyid Cemaleddin Afgani bütün memalik-i İslamiyyeyi dolaştığı esnada bu fikri müslümanların beynine sokmaya sa’y ve gayret etmiş ise de bu fikrin akım kalmasına vaktiyle İngiltere Fransa Rusya devletleri tarafından hakkıyla teşebbüs olunmuş ve ahiren Seyyid-i müşarun-ileyhin İstanbul’da kalmasıyla memalik-i olunmuş ve buna da hakan-ı sabık muvafakat etmişidi. Bununla beraber Seyyid-i merhum İstanbul’da rahat oturmayarak daima tasavvuratının tahakkuku için kemal-i faaliyetle uğraşıyordu. O esnada İran Şahı Nasırüddin kendi mevki’-i şahisini tahkim ve tarsin için Şi’ilerle Sünnilerin ittifak etmesine büyük bir hail teşkil etmek istediğinden vücudunun ref’ ve izalesi hususu Seyyid tarafından düşünüldüğünden ahiren Seyyid’in ta’limatı üzerine Mirza Rıza namında olan fuzala ve ahrar-ı İraniyye’den biri Dersaadet’ten hareketle Tahran’a giderek Nasırüddin’in hayatına hatime vermiş ve bu suretle koca mani’i ortadan kaldırdıktan sonra kendi hayatını da bu uğurda feda eylemişidi. Nasırüddin’in vefatıyla ittihad-ı İslam yine tekemmül etmedi. Çünkü diğer mevani’ yerinde duruyordu. Bi’l-aks bu hususta ibraz-ı faaliyet eden Seyyid-i müşarun-ileyhin zehirlenmesiyle vefatı ve o fikirde bulunan İran ahrarının da Muzafferüddin Şah tarafından Tebriz’de i’damları üzerine mesa’i-i mezkurenin cümlesi sönüp gitti. Çok geçmeden Mısır’da Mısırlı Mustafa Kamil Paşa ile Mısır müftüsü ve Seyyid’in en birinci tilmizi Şeyh Muhammed Abduh bu mesleğe salik olarak konferanslarıyla makaleleriyle va’az ve irşadatlarıyla ittihad-ı İslam için yeni bir çığır açmak istediler. Tabi’idir ki Mısır’ı taht-ı işgal-i askerisinde bulunduran İngiltere Devleti vatan-perver Mısırlıların teşebbüsatını akım bırakmak için son derece çalışmayı vazife bildi. Hizbü’l-Vatani namıyla Mısır’da teşekkül eden cem’iyetle efradına hatve başında müşkilat ika’ etti. Ta şu son senelere kadar daima gazetelerini ta’tile muharrirlerini tevkıfe çalıştı. O kadar ki nutuklarıyla kalemiyle fevka’l-ade mücahedatta bulunan Şeyh Abdülaziz Çavış’ı bile defa’atle habs ü tevkıf ettiği halde meramına nail olamadığından bilahare muma-ileyhi terk-i yar u diyar etmeye mecbur eylemişidi. Hasılı nasyonalistlerin ittihad-ı İslam hususundaki mesa’i-i cemilelerini semeresiz bırakıncaya kadar maddi ve ma’nevi teşebbüsattan zerre kadar geri kalmadı. En sonra Mısır reis-i nuzzarı olan Kıbti Butros Gali Paşa’yı Süveyş Kanalı’nın müddetini temdid etmek ve bu suretle İngilizlerin amalini tervic eylemek arzusunda bulunduğunu anlayan vatanperver “Verdani” kendi hayatını tehlikeye koymak suretiyle Butros Paşa’nın katline tasaddi etmeye mecbur oldu. Bu vak’adan sonra gerek İngilizlerin ve gerek Mısır hükumetinin keyfi tazyikat ve ta’kıbat-ı mütemadiyyesinden bizar olan Hizbü’l-Vatani rüesa ve a’zaları birer birer İstanbul’a Avrupa’ya muvakkat bir zaman için hicret eylediler. ların tenvir-i efkarına hizmet etmek isteyen Çaviş’i Kamil Paşa’nın esna-yı sadaretinde İngilizler derdest edip Mısır’a götürünceye kadar uğraştılar. Hulasa bunca tevali-i felaket ve musibet akıbinde Mısır’daki mütefekkirinin çekilmeleri üzerine Mısır’da ittihad-ı Hamd olsun bu fikr-i mukaddes Avrupa’da kesb-i revnak etmedi ise de ortadan büsbütün de gaib olmadı. Belki den daha ziyade bir faaliyet ve ciddiyetle ulema-yı a’lam ve sadat-ı kiram ve fuzala-yı be-nam hazeratını işgal eylemiştir. Hakıkaten hıtta-i Irakiyye sair ekalim ve aktar-ı İslamiyyeden ziyade bu emr-i mühim için elverişli bulunuyor. Buraya her sene yüz binlerce amed-şüd eden züvvar-ı İslamiyyeye mes’elenin mahiyeti kolaylıkla tefehhüm edilebilir ki avdetlerinde onlar da elde ettikleri fikri vatandaşlarına güzelce anlatacaklardır. Bizi ulemamızı bu fikre sevk eden en birinci amil ve müessir olsa olsa Balkan hükumatının bize karşı ittihad ve ittifak edip Rumeli’de Arnavudluk’ta Adalar’da beş yüz bine yakın müslümanları katl-i am etmeleri keyfiyetidir. Ulemamız anladılar ki bizim artık ittihad etmekten başka bir çaremiz kalmamıştır. Zaten müslümanlar beyninde bugün olduğu kadar ister ahlak ister mezheb noktasından olsun o kadar mübayenet yoktur. Olsa dahi bizi ittihad ve uhuvvete şeklinde yazılmıştır. vifak ve ittifaka da’vet eden Furkan-ı mübin beynimizdeki cüz’i ihtilafatın ref’ine hizmet ve yardım eder. Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesinin muhterem başmuharriri ve bütün Osmanlıların –daha doğrusu– müslümanların şa’ir-i şirin-zebanı Mehmed Akif Beyefendi’nin Sebilürreşad ’a derc edilen ve her müslümanın hun-ı hamiyyet ve hamasetini tahrike hizmet eden meşhur kasidesi ahiren Bağdad’da haftada üç def’a intişar eden Türkçe Arabca ez-Zühur ceridesine ilave olmak üzere tab’ olunup meccanen tevzi’ olunmuştur ki burada da te’sirat-ı mükemmele bahş eylemiştir. Şunu demek isterim ki Avrupalılar Hıristiyanlar bizi tazyik ettikçe bizi ittihad-ı İslam’a sevk etmeye mecbur ederler. Memalik-i İslamiyyenin birbirine merbut ve müselsel bir halde bulunmasına bakılırsa kendi efkarımızı icabında birbirimize anlatmayı esasen teshil edecek vesaite malik bulunduğumuzu tasından birleştikten sonra aramızda ihtilaf-ı kelime kalmayacak ve bundan böyle bize karşı sırf amal ve ihtirasları için hücum eden Avrupa hükumetlerine karşı ancak bu suretle mukavemet ve elimizde atalarımızdan miras kalan kendi öz toprağımızı muhafazaya muktedir olacağız. Vaktiyle vesait-i mükemmeleye asla malik olmayan müslümanların ittihad ve uhuvvetle hüsn-i ahlak sayesinde rub’-ı meskunu zabt ve vekayi’den niçin kendimize bir ders ayırmayalım? Demek ki biz de aklımızı başımıza toplayıp ahlakımızı tashihe dinimize olarak bu dünyada yaşamaya muvaffak olacağız. Aks-i takdirde günün birinde –ki o kadar da uzak değildir– istiklalimize el-veda’ demekte muztar kalacağız. Hasılı ittihad ve uhuvvet-i İslamiyyenin te’sisiyle ona peyrev olmaktan başka bugün bizim için başka bir çare-i salah ve necat kalmamıştır. Bu ittihadı kendi hukukumuzu muhafaza için ihtiyar edeceğiz. Yoksa ecnebilere hücum ve Bunun da en birinci programı Kur’an -ı mecid ile ehadis-i nebeviyyedir. Zaten bundan daha iyi bir program tasavvur olunmaz. Yalnız Avrupalılaşmak fikri yerine müslüman olmak fikir ve hissini ta’kıb etmeliyiz ki ahlakımızı ancak bu vesile ile tashiha muvaffak olabiliriz. Bunun husul-pezir olmamasını Sünni ve Şi’i ulemasının lüzum-ı difa’ ve vücub-ı mu’avenet ve cihad için müttefikan hatt-ı destleriyle tahrir ve tahtim eyledikleri fetava-yı şerifeyi göstermek kafidir. Bu fetvalar sırf ahkam-ı fıkhiyye ve evamir-i ilahiyyeye müsteniden tahrir olunmuştur ki her müslüman buna gerden-dade-i itaat ve Bu fetvaların istihsaline en ziyade sa’y ü gayret edip vazife-i mevdu’asını belağan ma belağ ifa eden hıtta-i Irakiyye va’izi Kürdistanlı Şeyh Hasan Efendi’nin bu babdaki teşebbüs ve faaliyeti cidden şayan-ı teşekkürdür. Bu ünvan teessüf bir iğne ucu kadar vazifelerini ifa etmedikten başka ahali beyninde fitne ve fesad tohumlarını arasıra saçmaktan başka bir teşebbüste bulunmamışlardır. Bana kalırsa Daire-i Meşihatle Evkaf Nezareti muvakkat bir müddet için tevhid-i mesa’i edip bu hususatın tanzif ve tathiriyle beytü’l-mal-ı müsliminden ve evkaftan şuna buna bad-ı heva para vermemek için bir çare-i kat’iyye düşünmelidirler. Bir memleketi bir alim bir va’iz bir mürşid bir hatib icabında yetimize düşman beslemekte ne ma’na vardır? Fetava-yı mezkurenin derhal tab’ı için makam-ı celil-i vilayetin teşebbüsatına karşı teşekkür etmemek elden gelmez. Cidden Mehmed Zeki Paşa hazretleri kendi ma’lumatları tahtında fetvaları tab’ ettirerek tevzi’i için de bi’z-zat nezaret etmek fikrinde bulunmuşlardır ki sair memalik ve aktar-ı mesini arzu buyurmuşlardır. Fetava-yı mezkurenin bir nüshasını buyurulacaktır ki hadd-i zatında şayan-ı ehemmiyettir. Sebilürreşad Fetvalar inşaallah gelecek hafta derc olunacaktır. “KELIMETULLAHI TE’ALA’YA DAIR HUTBE” Hindli Rahmetullah Efendi merhumun beyanına göre değin ahali-i Hindiyye’nin ayin ve mezheblerine İngiltere rahibleri tarafından itale-i lisan-ı ta’arruz olunmadığı gibi Protestanlığa da’vet için bir teşebbüs de görülmemiş idi. O vakitten i’tibaren mezheb-i mezkurun neşr ü ta’mimine mübaşeret olunmuş ve hatta din-i İslam aleyhine kütüb ve resail neşr ü işa’a ve mecma’-ı nas olan mahallerde din-i Mezahib-i muhtelife-i Nasraniyyete mensub misyonerler memalik-i Osmaniyye’ye dahi pazen-i duhul olmaya başlayalı hayli zaman olduğu halde açıktan açığa ehl-i İslam’ı da’vete cesaret edemeyip yalnız teba’a-i Osmaniyye’den bulunan milel-i muhtelife-i nasaraya ta’lim-i Nasraniyet bahanesiyle siyaset-i Osmaniyye’ye muhalif efkar telkın etmek ve memleketin hücra mahallerinde de el altından bazı efrad-ı müslimini ıdlale çalışmak ile iktifa ediyorlardı. Gerçi cennet-mekan Fatih Sultan Mehmed Han hazretlerinin üzerine kuvvet ile mukabelenin imkansızlığına kanaat hasıl eden Papa İkinci Piyus - müşarun-ileyhe bir da’vetname takdim etmiş ise de bu bir def’a-i münferideden gelmemiştir. Halbuki Meşrutiyet-i Osmaniyye’nin i’lanından beri daha henüz beş sene mürur etmeksizin Hey’et-i Ruhbaniyye memleketimizde dahi müslimini alenen da’vete meydanı müsa’id görmüş olmalıdır ki “Hutbe” ünvanı altında yerden mantar biter gibi birden bire bir takım imzasız da’vetnameler dağıtılmaya ve ehl-i İslam Nasraniyet’e da’vet edilmeye başlanmıştır. Gerçi bunların hadd-i zatında cevaba değer yeri yoktur. Lakin yine Rahmetullah Efendi’nin beyanından anlaşıldığı üzere Hindistan’da bir müddet avamm-ı nas neşredilen resaile ve şifahen icra edilen nesayihe ehemmiyet vermemiş ve ulema tarafından cevaba da tasaddi olunmamış ise de mürur-ı eyyam ile hüsn ü kubhu temyizden aciz olan cehele-i ahali üzerinde su’-i te’sir hasıl edeceği mülahazası müşarun-ileyhi bu yolda cevap i’tasına ve rehabin ile mübahase getirmiştir. Bunlar muhtelif lisanlara tercüme olunup alemin her tarafına neşredilmiştir. Bu mülahaza bizim memleketimiz hakkında dahi varid olabilir. Gerçi vaktiyle misyonerlerin memalik-i Osmaniyye’ye duhulüne müsa’ade edilmesi üzerine vuku’ bulan bir Allah’a inanmak için bile bin bir delil taleb etmekte iken üç olduğuna onları ikna’ etmek nasıl mümkün olur” denilebilir. Lakin bu söz hakıkı olmaktan ziyade şa’iranedir. Çünkü memleketimizin her tarafı payitaht ile merakiz-i vilayat gibi olmayıp hücra mahaller ahalisini cehl istila etmiştir. Misyonerlerin nasıl bi-çare etfal-i müslimini toplayıp kendi fikirlerine göre terbiye ve dinlerini telkın ettiklerini görmek için bir kere Suriye çöllerine gitmek ve nasıl hoca kıyafetinde karye be-karye dolaşıp Nasraniyet’i ta’lime çalıştıklarına muttali’ olmak için uzak vilayetlerimizi dolaşmak kafidir. Ale’l-husus bu def’a neşredilen hutbelerde hep ayat-ı celileye istinad edilmekte ve kimin tarafından neşrolunduğu anlaşılmamak için imza vaz’ından bile ictinab olunmakta bulunduğundan oldukça okur yazar kimseler içinde bile bu neşriyata kanaat edecek ademler bulunması müstahil değildir. Bu babda hem hükumete hem de efrada müterettib bir takım veza’if vardır. Hükumet misyonerler tarafından imzasız bir takım risaleler neşredilip bunlarda ayat-ı kerimeye yanlış ma’nalar verilerek ahali-i İslamiyyenin iğfaline çalıştığından bahsile umumun nazar-ı dikkatini celb etmelidir. Bu risalelerin neşrini resmen men’de onların ta’mimine hizmetten başka bir faide tasavvur edemem. Efrada isabet eden vazife de kendileri erbab-ı mütala’adan olmadıkları halde o türlü resail ellerine geçtikçe ehline müracaat ederek butlanını anlamaya çalışmak ve erbab-ı mütala’adan iseler Nasraniyet’e dair ma’lumat-ı mükemmele ahzi için bu babda yazılan reddiyelere müracaat etmektir. Nasraniyet aleyhine hem bi’z-zat nasara mütefekkiri hem de ehl-i İslam tarafından elsine-i muhtelifede pek çok reddiyeler yazılmıştır. Bize en ziyade münasebeti olanlar Rahmetullah Efendi’nin Müdafaalar ıdır. Acizleri de Şeri’at-i İslamiyye ve Mister Carlyle nam eserde bir fıkra-i mahsusa sahife - derciyle Nasraniyet’in muhtasaran usulünü iraeye çalışmış idim. Nasraniyet’in üssü’l-esası olan “insanullah” fikrinin butlanına dair de İngilizceden tercüme ettiğim Din-i İslam nam eserde sahife - bir fıkra vardır. Hutbe’ nin bir fıkrasında müsliminin nasara kitaplarını tedkık ve mütala’a etmedikleri makam-ı serzenişte beyan ediliyor. Ben bu i’tirazı pek muhık buluyorum. Evet! Tarik-ı tahsilimizde en ziyade muhtac-ı tashih olan cihetlerden biri de zamanki mezahib-i batılayı red için yazılmış eserleri ta’kıb olup memleketimizin hemen her tarafına hulul etmiş bulunan bir mezhebe asla ehemmiyet vermeyerek birkaç kelime tedkıkat icrasını ulema-yı kirama tavsiye edişimiz mücerred “Nasraniyet” denilen dinin ne gibi safahat-ı tarihiyye geçirerek bugünkü hale geldiğini ve medeniyetin en yüksek derecesine vasıl olan ve hemen alemin her tarafını taht-ı idarelerine almak üzere bulunup beş yüz milyon nüfusu tecavüz eden bir halkın ne türlü şeylere i’tikad etmekte bulunduklarını nazar-ı ibret ile görmeleri ve avamm-ı nası da tahzir etmeleri maksadına mebnidir. Yoksa hutbe-i mezkurede da’vet olunduğu üzere nasara ile bahse girişmek bi-faidedir. Sadr-ı İslam’dan bu ana gelinceye kadar bu yolda edilen teşebbüslerden hemen hiçbir faide istihsal edilmemiştir. Bunun da sebebi İslam ile nasraniyet beyninde bir mikyas-ı müşterek bulunmamasıdır. Çünkü din-i İslam’da esas akıldır ale’l-husus milel-i gayr-ı müslime ile mübahasatı hep edille-i akliyyeye müsteniddir. Ehl-i İslam “ Tarik-ı ilahiye edille-i akliyye ile mev’iza-i hasene ile da’vet et; muhaliflere de ahsen-i vücuh eyle” ayet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere istidlalin meratib-i selasesi ile mübahase ederler. Nasraniyet’te ise akıl için bir haz ve nasib olmayıp her türlü i’tikadat ve mübahasat nakle müsteniddir. Nasraniyet sırf i’tikad edilmesi lazım gelen bir sırdır. Bu halde bir edebilecektir. Haydi farz ediniz ki bunlar bahse tutuşmuşlar dince de nasraniyet müdafaacısının her türlü ifadatı gayr-ı ma’kul olduğu meydana çıkıp bahsi gaib etmiş bundan çıkacak Nasraniyet’in vera-yı akılda bir şey olduğu akıl ile ulviyeti değil mi? Böyle nice bin kere teşebbüs edilerek akım kalmış bir bahsi tekrar etmekten ise Resul-i Ekrem hazretlerinin yaptığı gibi onları ibtihale da’vet edip işin içinden çıkmak daha evladır. Mübahele ayetine bakınız Biz bu def’a onlarla mübahasenin bir faidesi olacağından değil belki bazı ayat-ı celileyi kendi hevalarına uydurmaya kalkışıp yanlış ma’na vermelerinden dolayı ifadeleri merdud olduğunu makam-ı müdafaada göstermeye lüzum hissediyoruz. Maamafih sadede şüru’dan evvel Nasraniyet’in İslam’a değil nasaranın ehl-i İslam’a karşı ha’iz-i rüchan olduklarını maalhicab i’tirafa mecburuz. Onlar ellerinde bulunup hiçbir akl-i selimin kabul etmeyeceği bir dini aleme kabul ettirmek dıkları halde biz ehl-i İslam bir din-i fıtrat olduğunu Renan gibi husama-yı dinin bile teslim-kerdesi olan bir din-i mübinin kadrini i’la edecek bir halde bulunamıyoruz. İşbu din-i celilin ulviyetiyle mütenasib bir kavmin eline geçmemiş olması şayan-ı esef ahvaldendir. Gerçi hakıkat her vakit hakıkat olup hiçbir vakit perde-i gubar ve nisyan ile setr olunamayacağından din-i İslam’da bulunan nice hakayık ümem-i mütemeddine tarafından kabul edilmekte ise de bu sırada onların şekil ve libası değiştirilmekte ve İslam ile hiç alakaları kalmamaktadır. Renan’ın bir sözünü burada tekrardan kendimizi alamadık. “Les religions ont a autant de valeur que les peuples qui les profersns sement.” Bu hutbelerde bütün mu’tekadat-ı nasraniyyeyi ayat-ı Kur’an iyye ile isbat etmeye yelteniliyor. Bir kere ulemasından olmadıkları bir dinin kitab-ı mukaddesini kendi hevasıyla tefsire kalkışmak büyük bir cür’ettir. Gerçi her hangi bir kitab-ı mukaddes bütün alemin malı olup hiçbir kavmin veya bir kimsenin ona hassaten temellük iddi’asına salahiyeti yoksa da hiç olmazsa o yolda tefsire kalkışanlarda buna ehliyet bulunmak ve bi-tarafane hareket etmek lazım gelir. Bizim hatibde veya hatiblerde ise şartların ikisi de mefkud olduğu görülüyor. Çünkü ayetlere yanlış ma’na vermek ehliyetsizlikten değil ise ihanettir ki daha fenadır. Saniyen tarafgirane hareket edildiği de kendi işlerine elverdiği zannında bulundukları ayatı nazar-ı i’tibara alıp diğerlerini meskutün-anh bırakmalarından anlaşılıyor. Onların bu hareketi adeta namaz kılması ihtar edilen bir kimsenin kelimeleriyle istidlal ederek namazın Kur’an-ı Kerim’de memnu’ olduğunu iddia etmesine ve alt tarafını kıraet etmesi teklif olunduğu halde de “Ben Mekke hafızı değilim” demesine benzer. Hatib-i nasrani madem ki o kadar ayetlerden bahsediyor her müslimin hiç olmazsa günde beş defa tekrar ettiği sure-i celile-i İhlas’ı da nazar-ı i’tibara almalı ve bunda Cenab-ı Hakk’ın valid ve mevlud olmadığına dair ayetleri görmeli değil mi idi? O halde nass-ı Kur’an i’ye istinad ettirdiği bir hutbesinde “Ey ibadallah fil-hakıka kelimetullah Mesih’in evvel pederin vücudunun bulunmasına mütevakkıf olan tenasül-i hayvani ma’nasında olmazsa bütün oğulluk müstahil değildir” demekden biraz mahcub olması lazım gelirdi. Bir de Yad et ol vakti ki Cenab-ı Hak –Ey Meryem’in oğlu İsa insanlara benimle validemi Allah’dan başka olarak dedi ki: Ya Rab seni tenzih ederim. Benim öyle bir şey söylemeye hakkım yoktur. Eğer ben öyle bir şey söylemiş isem sen onu bilirsin. Sen bende olan şeyleri bilirsin ama ben sende olan şeyleri bilmem. Bütün mugayyebatı bilmek ancak sana aiddir. Sen bana her ne emretmiş isen ben onlara ondan başka bir şey söylemedim. Sizin ve benim rabbimiz olan Allah’a ibadet ediniz dedim. Ben onların içinde bulunduğum müddetçe onların harekatına muttali’ idim. Vakta ki sen beni teveffa eyledin sen onlara rakıb ve nazır oldun. Sen her şeye şahidsin mealindeki ayet-i celile elbette bizim Hıristiyan dostumuzun nazar-ı dikkatinden kaçmamıştır. Acaba bunu meskutün-anh bırakmak muvafık-ı insaf ve bi-tarafi midir? O halde kendisinin diğer bir hutbesinde pek yanlış olarak “ Siz kitabın bir kısmına inanırsınız da diğer kısmını inkar mı edersiniz” ayetini mukabeleten ityan ederiz. Bu hutbede hatibin alem-i İslam’a kabul ettirmek istediği şey İsa’nın ibnullah ibnullahın da bi’z-zat Allah olduğu ve tecessüd ile insan kıyafetine girerek Meryem’den doğduğu hususlarından ibarettir. Bunları isbat için ityanına cür’et ettiği delil de ayet-i kerimesiyle ayetidir. O kadar çok şeyleri bu ayetin neresinden çıkarıyor? Derseniz “kelime” lafzından istinbat ediyor. Çünkü Mesih kelime-i ilahiyye-i ezeliyye imiş Kelime Allah’ın zatı imiş Allah’ın zatında imiş. Bunun da delili kelime lafzı müennes olduğu halde birinci ayette ona raci’ olan “ismuhu” zamirinin müzekker olması imiş. Nasıl istidlali beğendiniz ya. Bundan daha garibini söyleyeyim: Kelime Hazret-i İsa’ya mahsus olup başkasına ıtlak olunmaz imiş. Hatta hatib bu fikrini izhar olan kelime lafzının medlulü Mesih’e has olup gayrıya ıtlak olunmaz” diyor. Bu kadarla da iktifa etmeyerek cür’eti o derece ileri götürüyor ki: “Adem’e yahud semavata yahud arza yahud onlarda bulunanlara kelimetullah der miyiz? Hiç şübhe yok ki haşa ve kella diye cevap verirsiniz” deyip bizim vereceğimiz cevaba da karışıyor. Fe-sübhanallah cür’etin bu derecesi hiçbir yerde görülmüş değildir. Acaba bizim hatib-i nasrani “ Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem ve Bahr-i Muhit mürekkeb olup ona yedi deniz daha imdada gelse yine kelimetullah tükenmez” bir de “ Rabbimin kelimelerini yazmak meksizin deniz tükenir velev ki bir o kadar daha imdad getirelim” ayetlerinden gafil midir? Lehlerine delil taharrisi için Kur’an’ın her tarafını karıştıran bir hatibin bunlardan gafil olacağını zannetmem. Mücerred sade-dilanı bu suretle iğfal etmek ümidi onlardan iğmaz ettirmiştir. Amma yalancının mumu yatsıya kadar yanar imiş ve birkaç gün sonra müftereyat-ı vakı’a eski paçavra gibi atılır birkaç kişinin fikrini tahdiş etmek bile bir faidedir. Çünkü bir senede on kişiyi iğfal mümkün olsa on senede yüz kişi yüz senede bin kişi bin senede on bin kişi iğfal edilmiş olur. Böylelikle bir gün gelir ki bütün ehl-i İslam onların fikrine Ey ihvan-ı din! Rukabamızın ne kadar uzun hesablar düşündüklerini ne kadar metanetle hareket ettiklerini görüyorsunuz ya! İşte azim ve sebat böyle olur. Bunun binde hatta milyonda biri bizde bulunsa idi halimizde epeyce bir tahavvül husule gelirdi. Şimdi size “kelime” lafzının ıstılah-ı Kur’an’da ne demek olduğundan bahsedeyim. Kelime ne Allah’tır ne de İsa’ya mahsustur. Belki bütün mevcudat-ı hariciyyeye kelime denilir. Hatibin intihab ettiği ayetlerde müfred getirilmesi kelimat-ı olmasına mebnidir. Halbuki diğer ayetlerde cemi’ sigasıyla getirilmiş ve kelimatullahın hadd ü ihsada efzun olduğu beyan buyurulmuştur. Mevcudata “kelime” ıtlak olunmasının sebebinde vücuh-ı adide beyan olunmuştur. Birincisi bi’l-cümle mevcudatın “kelime-i kün”den hasıl olması hasebiyle sebebin ismini müsebbibe ıtlak kabilinden mecaz-ı mürsel olmasıdır. Lakin bizim hatib-i nasrani bu tevcihe razı olmuyor. Çünkü bu surette “kelime-i kün”den hasıl olan melek insan hayvan cemad nebat hasılı her şey “kelime” olmak lazım geliyor. Bu ise onun işine elvermiyor ve bize de fikrini kabul ettirmek istiyor. delalet ederse a’yan-ı mevcudat da mucidi olan zat-ı ecell ü a’la hazretlerine ve esma ve sıfatına bi-hasebi zatihi ve meratibihi delalet eder. Bu münasebetle kelime lafzı a’yan-ı mevcudata ıtlak olunmuştur. Bilmem bu tevcihi beğenecek mi? Lakin burada da kelime lafzı bir ma’na-yı amde kullanıldığından beğenmeyecektir. Üçüncü tevcih şudur ki mevcudat-ı hariciyye esma ve sıfat-ı Sübhaniyyenin mertebe-i butundan mertebe-i zuhura hurucu demek olduğundan “kelime” yad olunurlar. Çünkü kelime-i lafziyye nefs-i insaninin meharicden mürur ve zuhuru sırasında vaki’ olan ta’ayyünat-ı lafziyyeden ibarettir. Nefs-i insani ise sıcak hava ihracıyla soğuk hava idhalinden olduğu gibi esma ve sıfat-ı ilahiyye dahi butundan zuhura çıkmaya talibdir. Onların bu vechile zuhura gelmesinden de mevcudat-ı harice husule geliyor. Bu müşabehetten dolayı onlara kelime ıtlak ediliyor. Zaten ıstılahat-ı sufiyyede bu müşabehete binaen mevcudat-ı hariciyyeye “nefsü’r-rahman” denilmektedir. Elbette bu teşbihi bizim hatib hiç beğenmeyecektir. Çünkü ehl-i İslam’dan olur olmaz kimseler bile bu teveccühün zevkine varamayacaklarından onun hiçbir zevk almaması evla bit-tariktır. Hatib-i nasrani da’vasını ayat-ı Kur’an iyye ile isbat ettiğine kanaat hasıl eyledikten sonra İncil ile de isbata kalkışıyor. Fakat İncil’in ehl-i İslam nazarında dahi şayan-ı vüsuk ve hüda ve Allah’tan münzeldir diye hakkında şehadet ettiği mes’ele herkesin ma’lumu olup nice bin def’a tekrar edilmiş linden olarak birkaç kelime söylememiz lazım geliyor. Evet biz de tasdik ederiz ki Kur’an’ın şehadet ettiği bir İncil vardır. Lakin o kitap vaktiyle zabt olunmadığından dolayı zayi’ olmuştur. Şimdi nasaranın ellerinde mevcud enacil-i erba’adan kenise tarihi olarak yazılıp adedi üç yüzü tecavüz eden kitaplar az münakız olmak üzere intihab edilmiş dört kitabdan ve hatta bunların el-yevm mevcud olan nüshaları nüsah-ı asliyye olmayıp nüsah-ı mütercemeleridir ve onların da en eski nüshaları olmayıp oldukça muahhar zamanlarda yazılmış nüshalarıdır. “Tashih-i Enacil” Cem’iyeti’nin tahkıkat-ı tarihiyyesine göre bunlara sonradan bazı cümlelerin ilave edildiği de tahakkuk eylemiştir. Gerçi enacil hakkında şu birkaç kelime makali mucib olacağı gibi bunlar zaten halledilip kat’iyyet kesb eylemiş mesail-i tarihiyyeden bulunmakla ve herkesin de ma’lumu olmakla tafsiline girişilmemiştir. “Kelam ibtidada mevcud idi ve kelamullahın nezdinde idi ve kelamullah idi” deniliyor. Bir söz her kimden sadır olursa olsun bizim onu intikada salahiyetimiz vardır. “Kelam ibtidada mevcud idi” demekten maksadı ezeli idi demektir. Sonra “Kelamullah’ın nezdinde idi” cümlesi kelamın Allah’dan başka bir şey olduğunu yani kelam ile Allah beyninde isniniyyet bulunduğunu ifade ediyor. Halbuki “Kelamullah idi” cümlesi kelam ile Allah beyninde ittihad-ı harici bulunduğunu ve ikisinin şey-i vahid olduğunu irae eyliyor. Şu halde beyninde tenakuz vardır. Elbette mütenakızayndan birinin sahih olmaması lazım gelir. Biz müsliminin i’tikadına göre kelam sıfat-ı ilahiyyedendir ve zatının gayrı olmadığı gibi aynı da değildir. “Allah mütekellimdir” denilirse de “Allah kelamdır” denilmez. Hem de “Kelam” başka şey mevzu’-ı bahsimiz olan “kelime” de başka şeydir. Ayat-ı kerimeden anlaşılan İsa aleyhi’s-selamın kelimatullahdan bir kelime olmasıdır. İncil’den nakledilen cümleler ise Kelam olduğu hakkındadır. Hatib-i nasrani yek-diğere mütenakız olan kelimetullahın zatı olduğu Allah’ın zatında mevcud bulunduğu da’valarının sabit olduğuna kani’ olarak ikinci bir da’va serdine kıyam ediyor. “Ba’dehu o Allah’ın zatından ibraz ve Meryem’e retinde aramızda sakin oldu” diyor. Biz sual ederiz: Allah olan kelimenin İsa’da tecessüdü bi’l-külliyye mi yoksa bi’l-cüz’iyye midir? Eğer bi’l-külliyye ye ise Allah’ın tecezzisi lazım gelir. Allahu te’ala ise hasr ve tahdidden de tecezziden de münezzehtir. Hazret-i hatib tecessüd akıdesine bu i’tirazın varid olacağını evvelden biliyor ki “kelime-i ezeliyyenin Mesih’de tecessüdü belki zatta hasr ve tecezzi diye vehm olunur” diyor ve bu sual-i mukaddere ne yolda mukabele ediyor biliyor musunuz? “Bu cümle ile beraber her hıristiyan tecessüde hasrsız ta’addüdsüz ve tecezzü’süz i’tikad eder” diyor. Herkes bu yolda i’tikad etmesine rağmen yine bizim sualimiz varid olur. Elbette nasaranın tecessüd akıdesine salik olmalarının sebebini ve bu babdaki delillerini de bilmek istersiniz. Bizim hatib biri nakli diğeri akli olmak üzere iki delil getiriyor. delil-i naklisi yine Yuhanna İncil i’nde münderiç “Ve Kelam ten olup” cümlesidir. Balada verdiğim izahata nazaran bu delil ehl-i İslam’a karşı isbat-ı müdde’a edemez. Onun için delil-i aklisine nakl-i kelam edelim. Delil-i akliye işaret için “acaibat işleri ve ölüleri diriltmek gibi garaib gösterdi” diyor. Yani mu’cizat-ı İseviyyeyi delil getiriyor. Evet! Biz müslimin Hazret-i İsa’nın bir takım mu’cizat ibraz buyurduğunu kabul ve tasdik ederiz. Lakin bu mu’cizeler onun Allah değil belki peygamber olduğunu gibi yedinden mu’cizeler sadır olan diğer zevatın da Allah olması lazım gelirdi. Hem de Hazret-i Musa’nın asayı ejdere tahvil mu’cizesi Hazret-i İsa’nın ihya-i meyyit mu’cizesinden daha hariku’l-adedir. Çünkü meyyit ile hay beynindeki müşakele asa ile ejder beynindeki müşakeleden daha ziyadedir. Halbuki Hazret-i Musa’nın Allah olmadığında tarafeyn müttefiktir. Şu halde hatibin isbat ettiği delilin takribi tam değildir ve hükm-i müdde’ayı ifadeden kasırdır. Hazret-i İsa’nın Allah olduğu hakkında isbat edilen delillerin butlanından kat’-ı nazar ona uluhiyet isnadından bir takım mehazir de tevellüd eder ki onlara ima etmeden geçemedim. var oldu. Yer içerdi tıfl iken büyüdü şebab devrini geçirdi nihayet nasara i’tikadınca Yahudiler yedinde salben katlolundu. Bu sırada kaçıp gizlenecek yer aradı. Hin-i salbında teessürat-ı şedide ibraz etti. “ İlahi ilahi beni niçin terk ettin” diye tazarru’ etti. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki İsa hadis mümkün ve müteğayyir olamaz. Müteğayyir daim olamaz. Hem de akvamın en acizi olan kavm-i Yahud’un elinde aciz kalıp kendine bir melce’ arayan Allah’ın aczine hayretten başka ne denir? Ve keza tarafeynin taht-ı tasdikinde olduğu üzere Hazret-i zaman-ı salbında tazarru’ ve münacatı batıl olur. Bundan başka İsa öldükden sonra defn olunmuş cehenneme semavata çıkmış kadir-i mutlak babanın sağ tarafında oturmuş olduğuna i’tikad ediliyor. Acaba İsa katlolunduğu vakit bütün kainat ilahsız nasıl devam etti. Halbuki Cenab-ı Hak alemin halikı olduğu gibi hem de hafızıdır. Semavata çıkdıktan sonra kadir-i mutlak babanın sağ tarafında oturması akıdesine de nazar-ı dikkati celb etmek isterim. Sağ tarafında bulunmak beynlerinde ayrılık gayrılık isbat etmez mi? Şu halde ta’addüd kendiliğinden meydana gelir. Hatibimiz meydan-ı münazarada ityan-ı edille ve berahin akaid-i nasaranın müteşabihattan olduğunu beyan ve müteşabihatın te’vilini ancak Allah’ın bildiği hakkındaki ayet-i celileyi ityan ve bizi te’vilden ve mübahaseden tahzir ediyor ve nihayet iman bi’l-gaybe da’vet eyliyor. Kur’an-ı Kerim’de olan ayat-ı müteşabihe ile Nasraniyet’teki esrar-ı mezhebiyye beyninde fark-ı azim vardır. Bu babda müteşabihata dair tafsile girişmek tatvili mucib olacağından arzu edenler usul-i fıkıh kitaplarına müracaat edebilirler. Ayat-ı müteşabiheden maksad delil-i hariciden kat’-ı nazar ma’nası sahih olduğu halde edille-i hariciyyeye nazaran akla tevafuk etmeyen ayetlerdir. Mesela ayeti müteşabihattan addolunuyor. Delil-i hariciden kat’-ı nazar eder isek bunun bir ma’na-yı sahihi vardır ki “Allah’ın yedi onların yedine faiktir” demektir. Lakin delil-i hariciye bakılırsa “yed” kelimesi el ma’nasınadır eğer elden maksad bizim bildiğimiz insan eli gibi el ise Cenab-ı Hakk’a nezzehtir. Onun için bunun elbette başka bir ma’nası bir mahmil-i sahihi olmak lazım gelir. O ma’nayı beyan için şeri’atte bir nas varid olmadığından hakıkatini bilmiyoruz. Şu halde ben Cenab-ı Hakk’ın yedi olduğuna i’tikad ederim fakat o yedin vasfı mechulümdür. Mütekaddimin-i ulema bunun böylece kabulüyle iktifa etmişler ve fakat müteahhirin bunlara turuk-ı eda-i murada tevfikan birer ma’na vermişlerdir ve mesela yedden maksad kudrettir demişlerdir. Zaten beyne’l-Arab yed kelimesi ala tariki’t-tecevvüz kudret ma’nasında kullanılır. Acaba esrar-ı Nasraniyye denilen şeyler de böyle mi? Mesela Yuhanna’nın İncil i’nden naklettiğimiz “Kelam Allah’ın nezdinde idi Kelam Allah idi” deniliyor burada iki cümle vardır ki yek-diğere mütenakızdır. Her türlü delilden kat’-ı nazar etsek hatta başka bir dünyaya gitsek yine bunların kadır. İşte o esrar denilen şeyler hep böyle tenakuzlardan sonra bunların bir olduğunu iddia etmek dahi tenakuz değil midir? Sonra Allah’ı yeryüzüne indirip insan kıyafetine sokmak alam ve ekdar çekdirmek nihayet öldürtmek bunlar hep müteşabih midir yoksa batıl mıdır? Maamafih nasara müdafaacıları müteşabihat lafzını bir kere öğrendiler ya bundan sonra her nereye gitseniz hep bu sözü işiteceksiniz. Hatibimiz ayat-ı müteşabihattan isti’aneye kalkıştıktan sonra Allah’ın Hazret-i Musa’ya ateşte ve çalıda ve duman ve tütün direğinde görünmesinden de istimdada şitab ediyor. Halbuki nass-ı celil-i Kur’an iden anlaşıldığına göre Hazret-i Musa Allah’tan görünmesini istemiş ise de cevabını aldıktan sonra Cebel-i Tur’a tecelli-i ilahi vuku’ bulunca dağ sıtmaya tutulmuş gibi tir tir titremeye başlamış ve Hazret-i Musa bu halin müşahedesinden kendinden geçmiş. Tecelli başka şey rü’yetu’llah da başka şeydir. Hatib-i nasrani da’valarının sübut bulduğuna kanaat hasıl ettikten sonra “Ey Müslimin!” diye ehl-i İslama tevcih-i hitab ederek “kelime-i ilahiyye sizi nar-ı cehenneme ve helak-ı ebediye sevk eden şeytanın iştirakinden tahlis için tecessüd etmiştir. İmdi sizi tahlis için gelmiş olan zatı size bir tökez ve Allah’ın şedid gazabından kurtulmanıza bir hail ve engel yapmayınız” diyor ve teslis-i ekanime ve kelimenin tecessüdüne eyliyor. Ey hatib-i nasrani! Ehl-i İslam’da size bi’l-mukabele şöyle söylerse gücenmeyiniz: “ Ey Hıristiyanlar sizinle beynimizde müşterek olan kelimeye geliniz: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim yek-diğerimizi Rab ittihaz etmeyelim.” Ey Müslimin! “ Eğer nasara sizin şu da’vetinize “ Şahid olunuz biz müslimiz deyiniz” Biz bu babda söylemesi lazım gelen şeyleri tamamen söylememekle beraber makalemizi epeyce tatvil ettik. Bu babda tafsilat arzu edenler balada beyan ettiğim kitaplara ve daha sair mufassalata müracaat edebilirler. Hatib risalesinin nihayetinde tarik-ı haktan görünerek “Hemen Allah beni ve sizi savaba ve re’y-i sedide tabi’ olmaya muvaffak etsin” diye dua ediyor. Onun savab ve re’y-i sedidden maksadı ne olduğunu bildiğimiz halde sözünün sarahatine binaen biz de bu du’aya “amin” deriz. Ve’s-selamü ala meni’t-tebe’a’l-hüda Mahmud Es’ad Düstur-ı harekatımız olan Kur’an -ı celil diyor ki: “Size tecavüz edenlere karşı siz de o tecavüzün aynıyla tecavüzde bulununuz!” Madem ki bugün düşmanlarımız misyoner cem’iyetleri teşkil ederek i’anelerle Müslümanlık aleyhinde risaleler tertib ve meccanen neşrediyorlar; bizim de aynı silah ile mukabelemiz hem tabii hem de bir emr-i dinidir. Biz vüs’ümüzün yettiği kadar neşriyat gibi on binlerce yüz binlerce nüsha basdırarak meccanen dağıtmak kudretimizin fevkindedir. Bu kabil fedakarlıklar elbirliğiyle olur. Beş yüz kişi kırkar para verse bu hutbeden on bin nüsha basılır ve meccanen dağıtılır. Kuru teessürden bir şey çıkmaz. Bu hutbeler hakkında birçok mektuplar aldık. Fakat aynıyla mukabelede bulunmak için beş guruş vermek henüz hiçbirimizin aklına gelmedi. Tercümesi “Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiği zaman; ‘Biz ıslahtan başka bir şey yapmıyoruz’ derler. Gözünü aç iyi bil ki: Onlar yok mu işte asıl müfsid onlardır; lakin farkında değiller.” ___________ Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti Şimdi inmiş zanneder mutlak şu müdhiş ayeti! Ey vatansız derbederler ey deni kundakçılar! Milletin az çok duran bir dini bir namusu var. Şimdi nevbet onların... Yansın da onlar öyle mi? Tarumar olsun bütün bir Müslümanlık alemi! Ey haya namında bir hissin vücudundan bile Pek haberdar olmayan yüzsüz hayasız! Bak hele! Arkasından taklak attın en deni bir şöhretin; Düştü takken çıktı cascavlak o kel mahiyyetin! Bir külah kapmaksa şayed bunca hırsın gayesi; Kendi namusun olur ergeç onun sermayesi. Yoksa namusuyla vicdanıyla halkın oynama... Sonra kat kat nasiyenden sarkacak birçok yama! Bir kızarmaz çehre bulmuşsun ya ey cani bürün; Hem bütün dünyayı ifsad eyle hem muslih görün! Kendi ırzından cömert olmaksa mu’tadın eğer; Kendi malindir senin hakkın tasarruf kim ne der? Milletin lakin henüz ma’sum olan evladına Verme bir mel’un temayül mübtezel mu’tadına! Biz ki her mevcudu yıktık gayesiz bir fikr ile; Yıkmadık bir şey bıraktık... Sade bir şey: Aile. Hangi bir bünyanı mahvettik de ıslah eyledik? Bunların ta’miri kabil... Olsa ciddiyyet sebat; Lakin Allah etmesin bir düşse şayed ailat En kavi kollarla hatta kalkamaz imkanı yok. Kim ki kalkar der onun hayvan kadar iz’anı yok! Aili bir inkılab olsun! diyen me’yus olur; Başka hiçbir şey kazanmaz sade bir .... olur! Çünkü çıplak inkılabatın rezalettir sonu... Ey deni kundakçılar biz sizde çok gördük onu! Bir de halkın dini var sık sık ta’arruzlar gören. Hale bak: Millette hissiyyatı oymuş öldüren! Dini kurban etmeliymiş mülkü kurtarmak için!.. Tut da hey sersem bu idrakinle sen alim geçin! Her cemaatten beş on dinsiz zuhur eyler bu hal Pek tabi’idir. Fakat ilhadı bir kavmin muhal. Hangi millettir ki efradında yoktur hiss-i din? En büyük akvama bir bak: Dini her şeyden metin. Düşme ey avare millet bunların hızlanına. Vakıfız biz hepsinin pek muhtasar irfanına: Şark’a bakmaz Garb’ı bilmez görgüden yok vayesi; Bir kızarmaz yüz yaşarmaz göz bütün sermayesi! RUHULLAH’A DAIR HUTBE Zemin ve asumanın nuru olan Allahu te’alaya hamd ü sena olsun. Ol Allah ki insanı hame’-i mesnundan yaratmış ve ona kendi ruhundan nefh eylemiştir. Amma ba’d Nasara rüesa-yı ruhaniyyesi tarafından ehl-i İslam’ı da’vet için neşredilen hutbelerden Kelimetullah’a aid hutbeyi evvelki makalemizde teşrih ve lazım gelen makalemizde Ruhullah’a aid hutbe ile meşgul olacağız ve bit-tabi’ bunda da tarik-ı ihtisarı ihtiyar edeceğiz. Hatib bu makalesinde İsa’nın Allah olduğunu isbat için “Ruhullah” ünvan-ı celil-i lazımü’t-tebcilinden istimdada kalkışıyor. Şeri’at-i İslamiyyede enbiya-yı kiram hazeratından bazılarına ta’zim makamında birer ünvan i’ta olunmuştur. Ez-cümle Adem Safiyyullah Nuh Neciyyullah İbrahim Halilullah Musa Kelimullah olduğu gibi Hazret-i İsa’ya da Ruhullah denilir. Bu ünvanlar içinde bir rüteb-i teşrifiyye araştıracak olur isek hatemü’l-enbiya Muhammed Mustafa –aleyhi ezke’t-tahaya– hazretlerine verilen “Habibullah” ünvanı cümlesine tefevvuk etmez mi; hadis-i kudsisi icabınca muhabbet sebeb-i hilkat-i kainattır. Bundan başka “Ruhullah” ünvanı İsa’nın Allah olduğuna değil olmadığına delalet eder. Çünkü bu ta’bir iki kelimeden eden çocuklar bile takdir eder ki izafet iki şey beyninde olan bir nisbeti ifade eyler. Hatib mu’tadı üzere iddiasını nass-ı Kur’an ile isbata kalkışıyor ve yine ayet-i celilesini esas ittihaz ederek “makam-ı Mesih’i ve şahsiyetini teşrih eden bu ayat-ı Kur’an iyye ne güzeldir zira bunlar Mesih’in Allah’tan sadır olan bir ruh olduğunu tasrih ederler” diyor. Biz de hatibin bu sözlerine tamamen iştirak ile beraber ilave ederek deriz ki: Şu makalemize ünvan ittihaz edilip nezd-i eden ayet-i kerimesi ne güzeldir. Zira ediyor. Hatib nazar-ı dikkatinizi bu ayetteki “ Allah’tan sadır olan ruh” cümlesine da’vet ederim” diyor. Ben de nazar-ı dikkatinizi mezkur ayet-i celiledeki “ kendi ruhumdan” cümlesine da’vet ederim. Acaba Hazret-i İsa’ya aid ayetteki ruh kelimesi Allah’a raci’ olan zamir-i gaibe muzaf kılındığı halde insana aid ayetteki ruhun zamir-i mütekellime muzaf kılınmasında gayet dakık bir nükte rakık bir his ile anlaşılacak bir tercih yok mudur? Bunun da sebebi derkardır. Çünkü insanlar içinde Hazret-i İsa gibi nice enbiya-yı ret-i mevcudat olan bir Nebiyy-i Zi-şan vardır. Hatib-i Nasrani buradan i’tibaren izhar-ı garabete başlıyor: “Ulema-i İslam bu ayetin medlulüne vakıf olunca bu hususta tereddüd ve tevarruta duçar oldularsa da akıl ve zamirlerine Kur’an’ın –Mesih ruhullah’tır– kavlini mülayimleştiren bir tefsir istinbat ettirmişler ve aynı vakitte onu insan kılmışlardır” diyor. Ulema-i İslam’ın tereddüd ve tevarruta düştüklerini hatibe zannettiren şey atiyen görüleceği üzere Hazret-i İsa hakkındaki ayetlere hakıkı ve mecazi bir takım ma’nalar vermiş olmalarıdır. Halbuki ayat-ı celile-i Kur’an iyyyenin ibaresinden ma’nalar istinbat etmek turuk-ı eda-i murada tevfikan onlardan müte’addid hükümler çıkarmak müfessirin-i izam hazeratının her yerde mu’tadıdır. Ayat-ı Kur’an iyyenin lafzan veciz ma’nen vesi’ olduğunu ulum-ı İslamiyyede ta’ammuk etmeyen ve hatta bi’l-iltizam bildiğinin hilafını iddia eyleyen bir hatib-i nasrani nasıl takdir edebilir? Halbuki “ Hazret-i İsa hakkında duçar-ı ihtilaf olup efkar-ı guna-guna zahib olanlar yok mu” “ İşte asıl duçar-ı tereddüd ve tevarrut olan onlardır” “ Onların hakk-ı ali-i İsevide bir ilmi veya i’tikad-ı cazimi olmayıp evham ve zununa kapılmaktadırlar.” Hatib fıkra-i sabıkasında “aynı vakitte onu insan kılmışlardır” diyerek ulema-i İslam’a ta’riz etmek istiyorsa da onu insan kılan yalnız ulema-i İslam değildir. İncil bile insan kılıyor ve “şimden sonra ibnü’l-insanı kudretin sağında oturmakta… göreceksiniz” diyor. Bizzat nasara onu insan kılmıyorlar mı? Hatta hatibe İsa nedir? diye sual etsek “Tam insandır” demekten çekinmez! Şu kadar ki bu cümleyi yalnız olarak ityan etmeyip “İsa tam Allah tam insandır” şeklinde ityan eder ki asıl tereddüd ve tevarrut diye buna derler. Çünkü tam Allah ise kadim vacib her türlü sıfat-ı kemaliyyeyi cami’ olmak tam insan ise hadis mümkün birçok ihtiyacata ma’ruz bulunmak lazım gelir ki bunların bir yerde ictimaını elbette akl-ı selim kabul etmez. Hatib ulema-i İslamın tereddüdlerinden falandan dem vurduktan sonra “hep ictihadlarına ve istidlalat-ı akliyyelerine rağmen bu ayetin netice-i tabi’iyyesinden kurtulamamış” olduklarını beyan ediyor ki netice-i tabi’iyyeden maksadı bi’s-suhule anlaşılacağı vechile İsa’nın Allah olmasıdır. Müfessirinin bu netice-i tabi’iyyeden nasıl kurtulamadıklarını siz de anlamak istersiniz değil mi ya? Beyzavi tefsirinde ruh kelimesinin Cenab-ı Hakk’a raci’ olan zamire muzaf kılınmasının sebebini beyan sadedinde hatibin ta’biri üzere “Zira onda gerek asılca ve gerek cevherce vasitın vesatatı olmaksızın re’sen Allah’tan sudur eden ruh vardır. Zira emvatı ve kulub-ı beşeriyyeyi ihya eder” demiştir. Razi dahi “Çünkü aleme kendi dinlerinde vahibü’l-hayattır” demiştir. tezyid etmiş imiş. Zira bu sıfatlar hiçbir nebiye veya melaikeye Hatibin sözlerini hatve be-hatve ta’kıb ederek bunun neden böyle olduğunu anlamaya çalışalım. Hatib “bu iki fazıl alimin” ifadesinden uluhiyet-i İseviyyeye üç delil istinbat ediyor ki: Evvela vasitın vesatatı olmaksızın kendisinde re’sen Allah’tan sadır olan bir ruh bulunması saniyen emvatı; salisen kulubü ihya etmesidir. Fakat der-akab ölüleri diriltmiş bazı peygamberler bulunduğunu tahattur ederek ihya-i emvat hakkındaki delilinden nükul etmekle delilleri ikiye iniyor. Acaba biz diğer delillerin de dan da nükul eder mi? Bir hatib-i nasranide o kadar insaf bulunacağını ümid etmem. Bununla beraber biz vazifemizi Biz bit-tabi’ ifadatımızı hatibimizin isrine tebe’an ayat-ı Kur’an iyyeye ve müfessirin-i izamın ifadatına binaen ve “ Yad et ol vakti ki: Rabbin meleklere ben kuru balçıktan müteğayyir kara balçıktan beşer halk edeceğim dedi.” “ Ey melekler! Ben onun hilkat ve hey’etini ta’dil ve tesviye ve ruhumdan nefh ettiğim vakit ona secde ediniz” Sure-i Hicr Beyzavi terkibinde “ruh” kelimesinin zamir-i mütekellime muzaf kılınmasının sebebi sure-i Nisa’daki ayet-i kerimesinde beyan olunan sebebin aynı olduğunu söylüyor ki hatib tarafından balada irad olunduğu üzere onda bir vasitın vesatatı olmaksızın re’sen Allah’tan sadır olmasından ibarettir. Öyle ya! Adem’dir. Hazret-i İsa’yı nasıl erkek tavassutu olmaksızın “kün” emriyle halk eylediyse Hazret-i Adem’i dahi hiçbir insanın tavassutu olmaksızın öyle bir emir ile türabdan halk eylemiştir. dur İsa’nın uluhiyetini icab ederse Adem’in de uluhiyetini Diğer bir ayet-i celile daha: “ Ol Allah ki her şeyi haiz olduğu isti’dada muvafık ve hikmet ve maslahata mutabık olarak ahsen bir surette yarattı.” “ Ve insanın hilkatine çamurdan başladı.” “ Ba’dehu onun zürriyetini bir ma’-i za’ifden meniden kıldı.” “Ba’dehu insanın hey’etini ta’dil ve tesviye ile ona kendi ruhundan nefh etti” “ Ve size kulak gözler kalbler verdi. Siz ise pek az teşekkür edersiniz.” Beyzavi bunun tefsirinde de diyor ki: Ruhun nefs-i ilahiye muzaf kılınması insana şeref vermek içindir. Bir de insanın halkı pek acib olduğuna ve hazret-i rububiyyete bir nevi’ münasebetinden dolayı şanı ali bulunduğuna işaret içindir. Hatta bu sebebe mebni “nefsini bilen rabbini de bilmiş olur” Bunlardan başka ayet-i celilesi füyuzat-ı Sübhaniyyenin umumiyetini irae ve zemin ve asumanın ve belki bütün cihanın nur-ı ilahi ile müstenir olduğunu Hatib efendi! Nasıl! Bu delillere bakarak Adem’in uluhiyetine mi kail olacaksınız yoksa İsa’nın uluhiyetinden mi vazgeçeceksiniz? Zannımca hiç birini yapamayacaksınız. Çünkü diyanetiniz birincisine çocukluktan beri aldığınız yanlış bir terbiye-i fikriyye ikincisine mani’dir. Hatib-i nasrani uluhiyet-i İseviyye hakkındaki delillerinin kulub her şeye kadir Ruhullah’a hastır ve İncil’de ona veladet-i saniyye ta’bir olunmuştur…. Ruhullah’tan yani Allah’tan başka hiçbir kimse insanın tabi’at-ı beşeriyye-i şeriresini tabi’at-i semaviyye-i salihaya tebdil etmeye muktedir değildir” diyor. Evet! Biz de tasdik ederiz ki “ Sen istediğin kimseyi ihda edemezsin; lakin Allah dilediğini Sıratımüstakıme ihda eyler” ayet-i kerimesi mucebince hidayet ancak Hak’tandır. Şu kadar ki insanlara rah-ı hidayeti göstermek üzere Hazret-i Musa ve İsa ve Muhammed aleyhimü’s-selam gibi bir takım enbiya-yı izamı ba’s kılmış ve insanlardan hidayet-i Sübhaniyyeye mazhar olanlar doğru yolu kabul ederek kalbleri tahvil olunup sırrına nail olmuşlardır. “ Attığın vakitte hakıkaten atan sen değil idin belki Allah atmıştır” ayet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere bunların kaffesinde enbiya-yı izam hazeratı bir vasıta olup muhavvilü’l-kulub ve’l-ahval olan ancak vacib te’ala ve tekaddes hazretleridir. Enbiya-yı izam içinde Hazret-i İsa kendi yedinde zuhur eden acaib-i ahvalin halik-ı hakıkısi olsa idi yedindeki asanın mahiyet-i cemadiyyesini ejder mahiyetine kalb ve tahvilde dahi Hazret-i Musa’nın halik-ı hakıkı olması lazım gelirdi. Biz o ciheti bir tarafa bırakarak ihya-yı kuluba vasıta olmakta en ziyade muvaffak olan hangi peygamber olduğunu tedkık etmek isteriz. Hazret-i İsa’ya yalnız on iki kişi Hatemü’l-enbiya hazretleri ise yirmi sene zarfında ashabının yüz binlere ve hatta milyonlara baliğ olduğunu görmüş ve haccetü’l-veda’da onlardan yüz yirmi bin kişi ile birlikde ashabını tedkıka girişecek olursak tesadüf edeceğimiz fark Midhat Efendi merhumun Müdafaaları nda yine nasara kitaplarından naklen beyan olunan ashab-ı İsa içinde Ebubekir Ömer Ali Ebu Ubeyde Ebu Huzeyfe gibi bir zata acaba tesadüf olunabilir mi? Hazret-i İsa kendi ashabına “Bu gece cümleniz benim hakkımda sürçeceksiniz” diyerek tevkıf şeklinde yazılmıştır. Bu ibareye ait metindeki anlam “Fakat Allah olunacağı gece kendisinden yan çizeceklerini haber vermiş ve fil-hakıka ol gece “cümlesi onu bırakıp kaçmışlardır” Kilisenin temel taşı olan Butros mu’allimine “senin ile beraber ölmek lazım gelse bile seni asla inkar etmem diyerek” ekiden söz verdiği halde horos ötmeden onu üç def’a inkar ve hatta “bu dediğiniz adamı tanımam diyerek bed-du’a ve yemin eylemiştir.” Bir bunu düşünmeli bir de kırk kişi tarafından katline karar verilen Resul-i ekrem hazretlerinin yatağına yatıp nefsini nefs-i hümayun-ı nebevi ne daha ziyade merbutiyet gösterdiklerini ehl-i insaf elbette takdir buyururlar. Bundan sonra hatib “ey ihvan-ı kiram” diye ehl-i İslam’a tevcih-i hitab ederek “Eğer Mesih’in şahıs ve evsafına dair söylenmiş olanların cümlesini bi’l-icmal nazar edecek olursanız hepsini dahi gayr-ı mütenahi olan zatın celal ve rif’atiyle aynı seviyede bulursunuz” diyor. Biz de deriz ki: Ey sevgili hatib niçin bu kadar teğafülden geliyorsunuz ve niçin muhatablarınızı bu kadar gafil addeyliyorsunuz? O gayr-ı mütenahi olan zatı “ Ona benzer bir şey yoktur” diye tavsif eden Kur’an -ı Kerim’de onun celal ve rif’atiyle aynı seviyede olmak üzere hiçbir kimse ve hatta habib-i muhteremi hakkında bir şey bulmak mümkün müdür? Kur’an -ı Kerim’in tevhid kitabı olduğunu sizin gibi muktedir bir zatın bilmemesine imkan verilemez. “Ve eğer onun hakkında bir yerde Ruhullah denilse ve ahar yerde naksa delalet eden bir sıfat yahud makam isnad edilmiş olsa idi uluhiyetini reddetmeye bir sebebiniz olurdu” diyorsunuz. Elbette nakstan maksadınız onun uluhiyetine mugayir bir sıfat veya makam demek olacak. Şu halde diğer ayat-ı celileden kat’-ı nazar “Mesih Allah’ın kulu olmaktan istinkaf etmez” ayet-i kerimesine ne diyeceksiniz? Hem neden bizi Kur’an -ı Kerim’de delil taharrisine mecbur ediyorsunuz? Hazret-i İsa’nın veya her hangi bir hadisin Allah olamayacağına bedihetü’l-akl şahid değil midir? Kur’an -ı Kerim’de buna mugayir bir şey bulunmaz ya! Faraza bulunsa bile akıl ile naklin te’aruz ettiği yerlerde aklı tercih ve nakli te’vil etmek kava’id-i esasiyye-i İslamiyyeden olduğunu bilmeli değil misiniz? Sonra “farz edelim ki gayr-ı manzur olan Ruhullah nev’-i beşere insan suretinde görünmeyi ve bir tıfıl gibi doğmayı kasd etmiştir” diyerek faraziyat vadisine dalıyorsunuz. Bilmelisiniz ruh bir emr-i ilahidir. kendiliğinden hiçbir şey kasd edemez. Hazret-i İsa’ya ruhundan nefh etmeği kasd eden Mürid-i Hakıkı te’ala ve tekaddes hazretleridir. Bu mu’ameleniz muhali farz kabilindendir. Gerçi kaidesince bazen bir mes’ele-i hükmiyyeyi istinbat için faraziyat vadisine gidilir. Ez-cümle “ Eğer arz ve semada Cenab-ı Hak’tan başka ilahlar olsaydı onlar fesada ma’ruz kalırlardı” ayet-i kerimesinde bir netice-i hükmiyye istihsaliyçün bir emr-i batılın vücudu farz edilmiştir. Halbuki sizin batıl olan faraziyenizden maksad diğer bir batıl netice istinbat etmekten başka bir şey değildir. Haydi hatırınıza ri’ayeten faraziyenizde sizi ta’kıb edelim “acaba münasib beli hatta vacib değil midir ki onu doğuran kadın insan tohumu olmaksızın ona hamile kalsın” diyorsunuz. Balada muharrer ayet-i celilesinde beyan buyurulduğu üzere Cenab-ı Hak her şeyi nasıl halk eylediyse elbette enseb ve ekmeli odur. Ama vücubdan bahsiniz doğru değildir. Zira Allahü te’alaya hiçbir şey vacib olmaz. Hatta size haber vereyim ki insan tohumu olarak tevellüd eden efradın ruhu dahi Cenab-ı Hak’tandır. Eğer dediğiniz cihet vacib olsaydı bütün insanların anası erkek tohumu olmaksızın hamil kalmak lazım gelirdi. Ve yine haber vereyim ki insan tohumu olmaksızın halk edilmek Hazret-i lah Hazret-i Havva’yı insan tohumu olmaksızın yarattığı gibi Hazret-i Adem’i de hiç yoktan yaratmıştır. Bu ise Cenab-ı Hakk’a göre zor bir şey değildir. Acaba İsa’yı babasız yaratmakla mak onlardan daha hariku’l-adedir. Daha ince düşünür isek Adem’in rahm-i mader gibi bir mudik ıztırabtan yetişmemesi ona bir nevi’ rüchaniyet i’ta etmekdedir. Ey ihvan-ı din! Hatib-i nasrani buraya değin İsa’nın uluhiyeti hakkındaki müdde’ayatını hep eserden müessire lerinin ne kadar çürük şeyler olduğunu muhtasaran esere intikal tarikına ve delil-i ani suretine süluk ediyor ve burada üç delil ityan ediyor. Birinci delilinde “Ruhullah olan bu insanın secayası nasıl olması vacibdir? Her cihetle kuddus olması vacib değil midir? İşte Mesih’inki tam böyle olmuştur” diyor. Yani “Eğer İsa Allah ise kuddus her türlü me’ayibden müberra olmalıdır. Ve fil-hakıka İsa kuddustür. Binaenaleyh Allah’tır” demek istiyor. Şurasını ihtar edeyim ki hatibin me’ayibden maksadı hudus imkan ihtiyac gibi uluhiyete mugayir ve beşeriyete elzem olan sıfatlar değildir. Çünkü bunların kaffesi Hazret-i İsa’da mevcud ise de hatibin nazarında uluhiyetine mani’ değildir. Bunlar esrar-ı diniyyedendir müteşabihattandır. Hasılı anlaşılmaz bir şeydir. Belki o İsa’nın me’asiden mukaddes olduğunu kasd ediyor ve evvel-i emirde “Zira evvellerinden ahirlerine kadar cemi’ nev’-i beşer peygamberleri siret-i hasene sahibi Allah’a karşı hata etmişler ve mütenevvi’ kusur ve günahlar işlemişlerdir” diyerek bir kere diğer enbiya-yı zi-şanı asi ve günahkar addeyliyor. Bu mes’elede ehl-i İslam ile nasara i’tikadı beyninde fark-ı azim vardır. Ta’mik etmek isteyenlerin mufassalat-ı kelamiyyeye müracaatı lazım gelir. Biz de her iki tarafın i’tikadatını ve bi’l-hassa nasaranın peygamberan-ı izam hazeratına ne gibi me’asi isnad ettiklerini bazı asarımızda göstermiş idik. burada yalnız hatibi ta’kıb ile iktifa edeceğiz. Diyor ki: “Ama Mesih ne fikren ne kavlen ne amelen ve ne de sehven asla günah ve hatada bulunmamıştır.” Hatib efendi! Mu’asırlarının Hazret-i İsa hakkında “hem yer hem dediklerini tasdik eder misiniz? Bir de yabancı bir kadının “ayaklarını başının saçıyla silip ürek hoş rayihalı yağla yağlaması” hakkındaki fikrinizi anlayabilir miyim? Resul-i ekrem hazretleri ise Mekke’nin fethinden sonra Mekke kadınlarından bi’z-zat bey’at almayıp Hazret-i Ömer’e havale buyurmuş idi. Bundan sonra “Nitekim lütf u ihsan ve hakk u ta’lime aid her nevi’ a’mal-i salihayı icra etmiş” diyorsunuz ki bunu teslimde kimse tereddüd etmez. Fakat “hepsinden ziyade alem fidyeye muhtac olduğundan onu kendinin kıymetli kanıyla halas etmek hususunda te’ehhur etmemiştir” diye işaret ettiğiniz vak’anın bundan dört bin sene mukaddem Hindistan’da meydana gelen bir akıde olup oradan Nasraniyet’e fürce-yab-ı duhul olmuş bulunduğunu tedkıka niçin iltifat buyurmuyorsunuz? Biz burada makalemizi daha ziyade uzatmamak için fidye mes’elesinin tedkıkine girişmeyeceğiz. Diğer asarımızda buna dair ma’lumat verdiğimiz gibi ileride icab ederse yine tekrarından çekinmeyiz. Bunların hepsi ne ise ne! Lakin “acaba akl-ı insani Mesih’in izhar ettiği salah ve kemal-i kudsiyetten daha ziyadesini tasavvur edebilir mi?” fıkranıza ne diyelim? Canım hatib efendi! Siz bütün erbab-ı ukulün aklını mehdden lahda kadar Hazret-i İsa’nın tesavir ve heyakiline karşı zanu-be-zemin-i ta’abbüd olup “acaba İsa yarım Allah mıdır yoksa tam Allah mıdır” cümlelerini kendilerine bir fikr-i sabit İdee fixe ittihaz eden kimselerin aklına mı kıyas ediyorsunuz? Haydi farz edelim ki Cenab-ı Hakk’ın kudsiyeti hakkında Kur’an -ı Kerim’de mevcud ayat-ı beyyinatı ve bi’l-hassa sure-i Rahman’ı okumadınız veya nazar-ı i’tibara almadınız; Nasraniyetiniz icabınca olsun Hazret-i İsa’nın bir kelamını niye nazar-ı i’tibara almadınız? Kendisine “Ey kerim mu’allim” diye hitab eden bir reise “niçin bana kerim diyorsun? Birden yani Allah’tan gayrı kerim yoktur” diye cevap vermemiş midir? Bu gibi şeylere ne Allah ne de Hazret-i İsa razı olur. olmalı? Bu kudretin haddi neye baliğ olmalıdır? Bu kudret mutlaka bi’n-nefs Allah’ın kudreti misillü gayr-ı mahdud bir kudret olmalıdır. İşte Mesih’in kudreti tam böyle idi.” diyor. Bizim hatib burada İsa’nın Allah olduğunu isbat edeceğim derken Allah’ın misli olduğunu isbat ediyor. Muvahhid olduğunu musunuz? Mesih’in kudreti tam Allah’ın kudretinin misli olduğunu ne ile isbat ediyor biliyor musunuz? Evvela ölüleri dünyaya geldiğini üç sahife yukarıda kendisi beyan etmiş mu? Saniyen; birçok mu’cizeler icra etmekle. Halbuki diğer makalemizde beyan ettiğimiz üzere ve kendisinin de i’tiraf edeceği vechile mu’cizat icra eden diğer peygamberler de gelmiştir. Salisen kalbleri ihya etmekle. Buna dair lazım gelen zatında hayata malik olduğu misillü oğula dahi böylece kendi zatında hayata malik olmayı vermiştir” Madem ki hayata malik olmayı peder vermiştir elbette o hayat kendinden değil gayrıdandır. Acaba bütün insanlara hayata malik olmağı veren de o değil midir? “Zira vakit geliyor ki kabirde olanların cümlesi onun sadasını işitecekler ve hayır işleyenler hayat kıyametine şer işleyenler ise mahkumiyet kıyametine çıkacaklar”. Fil-hakıka ayet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere Sur’un sesini işitenler kıyamete geleceklerdir. Sur’a nefh eden kimdir? Biz diyoruz ki Hazret-i olsun iş onda değil o kuvveti o salahiyeti kimin verdiğindedir. Hatib efendi buna bir cevap verir misiniz? Hem size rica ederim ayat-ı İncil iyyeyi ta’dad ederken niçin diyerek gittiğinizde adedini atladınız. Bilmez misiniz ki adedler birer birer artar. Yoksa o aded işinize gelmedi mi? Sizin işinize gelmediyse bizim işimize geliyor. Çünkü şu sualime cevap veriyor. Kitabınızın bir kısmına inanıyor da diğer kısmına inanmıyor musunuz? Ayat-ı Kur’an iyyede yaptığınız gibi burada da hakıkati setr etmek mi istiyorsunuz? Fakat düşünmeli değildir. Haydi onu da biz ityan edelim. “Ve Adem oğlu olduğu biz de tasdik ederiz ki Hazret-i İsa Adem oğlu olduğu için kendinde bir kuvvet yoktur.’dır ve ona mu’cizat icrasıyçün Allah salahiyet vermiştir. Eğer vermese verirse Sur’a da nefh eder ve herkes onun sesini işitir ve yine salahiyet verirse hükmeder şefaat eyler. Celaleddin-i Rumi hazretlerinin dediği gibi bu sadalar bu nidalar kimin ağzından çıkdığına bakma; o salahiyeti i’ta eden zat-ı ecell ü a’laya bak. Biz sizi evvelki makalemizde ... ayeti mucebince beynimizde müşterek bu gibi ahkama da’vet etmiş idik. “İsa ardıma çekil ey şeytan zira Allah’ın olan rabbe secde kılasın ve yalnız ona ibadet edesin diye yazılmıştır” demedi mi Biz de size diyerek İsa’nın bu sözünü tekrar ediyoruz ve keza İncil’de Hazret-i İsa’nın peygamberliği tasdik olunuyor. “Ve bu iki günden sonra oradan çıkıp Celile[ye] gitti zira İsa kendisi bir peygamberin kendi vatanında i’tibarı yoktur diye şehadet etti” deniliyor. Siz de biz müslimin gibi burada kalsanız ve İsa’yı kendisinin de kabul etmeyeceği uluhiyet makamına çıkarmasanız ve mütedeyyin iki alem alem-i İslam ile alem-i Nasraniyyet beyninde bu ihtilafı kaldırsanız olmaz mı? Siz İncil’de gördüğünüz peder ve oğul gibi ta’birlere ma’na-yı hakıkılerini veriyorsunuz. Siz erbab-ı enacil olduğunuz da Cenab-ı Hakk’a bütün insanların babası ıtlak olunmuştur. “Pederiniz muhtac olduğunuz şeyleri siz kendisinden taleb etmezden evvel bilir” “Ey semavatta olan pederimiz şeri’at-i İslamiyyede esma-i ilahiyye tevkıfiyyedir şeri’atte var olmayan bir isim veya sıfat Allah’a isnad olunamaz. Lakin bütün insanlar onun oğlu olmak lazım gelir. Şimdi size bir sual varid olur. Peder ta’birinin diğer insanlar hakkında ma’nası mecaz mıdır? O halde İsa hakkında da mecaz olur. Eğer İsa hakkında hakıkat ise –cem’ beyne’l-hakıkat ve’l-mecaz lazım gelmemek için– diğer insanlar hakkında da hakıkat olmak icab eder. Hal böyle iken babalığı ve oğulluğu niçin İsa’ya hasr ediyorsunuz ve niçin bunlara hakıkat ma’nası vererek hakıkatten inhiraf eyliyorsunuz? Bu delilinizin nihayetinde: “Yevm-i ahirde ölüleri kıyam ettirmek ve binlerce senelerden beri etleri çürümüş cesedleri yeniden saha-i vücuda getirmek Mesih’in bu kuvvetinin kuvve-i ilahiyye olduğunun en büyük mezahiridir” diyorsunuz. Evet! Bu kuvvet gerek İsa’dan gerek İsrafil’den sadır olsun kuvve-i ilahiyyenin mezahiri olduğunda şübhe yoktur. Yalnız bu değil ya her hangi zerreden sadır olan her kuvvet kuvve-i ilahiyyenin mazharıdır. Lakin bununla o mazharların Allah olması lazım gelmez. “Acaba akl-ı insani bundan daha büyük bir kuvvet tasavvur edebilir mi?” diyorsunuz. Evet tasavvur eder Hiç yoktan onları yaratmak muahharan ba’s ve ihyadan daha büyük bir kuvvettir. Üçüncü delil-i ani: “Ruhullah olan bu insanın makamı nasıl olmalıdır? Her halde bu makam en a’la olmalıdır. Mesih’in makamı böyle idi” Yani İsa Allah ise makamı da en büyük makam olmalıdır. Mesih’in makamı ise budur. Binaenaleyh Allah’tır… demek istiyor. Makamının ulviyetini ve günahları için keffaret olmak üzere takdim ettikten sonra üçüncü günde ölülerden kıyam edip semaya uruc ve arş-ı a’la-yı ilahiye ku’ud etti” diyor. Biz de ilave edelim ki “duçar-ı alam ve ekdar olduğuna çarmıha gerilerek öldüğüne ve defnedildiğine” inanılıyor. Bunların kaffesi beşeriyet makamıdır ki fevkinde çok makamlar vardır. Semaya uruc etmesi de ona mahsus olmayıp bu makama nail olan diğer peygamberan ve bi’l-hassa sahib-i mi’rac aleyhi’s-selam vardır ki “makam-ı mahmud” sahibidir. O makam-ı mahmud ancak şefaat-i kübra sahibi olan zat-ı hazret-i Muhammediye mahsus olup enbiya-yı saire hazeratı dahi o makam sahibine dehalete mecburdurlar. Onun ulviyyet-i makamı hakkında bir fikir edinebilmek nazar-ı i’tibara almalıdır. Hatib Pavlos Resulün Felipilolara risalesinden naklen “İsa el-Mesih’de bulunan efkar hemen sizde dahi bulunsun” diyor. Bunu pek tabi’i buluruz. Elbette bir peygamberin ümmeti onun fikrine malik ve isrine salik olmalıdır. Keşke ümmet-i tinde bulunduğu halde Allah’a müsavi olmayı şikar saymadı” cümlesi calib-i dikkattir. Dikkat edilecek şey Allah’a suret lah’a müsavat iddiasına ne diyelim? Elbette muvahhidlikle Hatibimiz mu’tekadat-ı Nasraniyyeyi izahtan sonra hutbesinin nihayetinde “Ey sevgililer” diye ehl-i İslam’a hitab ederek “Görüyorsunuz Kur’an’ın Mesih’e i’ta ettiği cemi’ lakablar bi’l-cümle fi’l ve ameller onun uluhiyetine delil-i katı’dır” demekten çekinmiyor. Halbuki ifadat-ı sabıkamıza nazaran kitab-ı tevhid olan Kur’an-ı Kerim’e böyle bir iftirada bulunmak büyük bir cür’ettir. Bundan sonra “İmdi ona Biz ehl-i İslam Hazret-i İsa’ya Kur’an ve İncil’de beyan olunduğu üzere bir nebiyy-i zi-şan olmak üzere iman etmişiz ve fakat “ İzn-i ilahi olmaksızın nezd-i ma’nevi-i Rabbanide kim şefaat edebilir” ayet-i kerimesi mucebince asıl tevekkülümüz Allah’ın kuvve-i kadiresinedir. Size de bu yolda hareket etmenizi tavsiye eyleriz. Ama siz kabul edip etmemekte muhtarsınız. Ey sevgili hatib! Öyle teslis gibi akıl ve fikre uymayan şeylerden vazgeçseniz olmaz mı? Cenab-ı Hakk’ın azamet ve kudret-i gayr-ı mütenahiyyesi öyle evlad-ı Adem gibi bir mahluk için kendisini feda etmekten Yahudiler gibi insanların en za’ifi ve yedinde duçar-ı alam ve ekdar olmaktan cehenneme gitmekten bala-terdir. Onun kimseye ihtiyacı yoktur. Cümle mahlukat ona arz-ı ihtiyac ederler birdir şerik ve naziri yoktur. Çoluğa çocuğa ihtiyacdan varestedir. Allahü te’alanın şanına nakısa getiren bu gibi akıdelerden vazgeçerseniz beynimizde imkan-ı i’tilaf hasıl olur. Biz de size hutbenizin nihayetinde münderic vesayayı tevcih ederek deriz ki: Ey sevgililer “kalblerinizi katılaştırmayıp kulaklarınızı sağırlaştırmayınız. Zira bugün önünüzde iman ve tevbe için fırsat var ise de belki yarın bu fırsatı bulmazsınız. Zira belki hadimü’l-lezzat ve müferriku’l-cema’at ölüm sizi yıkıp yer size bu makalenin her tarafını veyahud işitmiş ve okumuş olduğunuz sair şeyleri sormakta idiğini anlarsınız. Hemen Allah size iman ve takva ihsan eyleye. O her şeye kadir ve bi’l-icabet cedirdir” Gedikpaşa Mayıs Mahmud Es’ad MÜESSESAT-I ILMIYYEDEN KÜTÜBHANELER Alem-i İslam’da büyük kütübhaneler te’sisine ikinci asr-ı Hicri’de başlanılmıştır. Bu devirde yazılan asarın hemen ekserisi ahkam-ı diniyyeye vukuat-ı tarihiyyeye eş’ar ve durub-ı emsale aid olup ceylan derileri veyahud adi deriler veya bu gibi şeyler üzerine yazılmışlardı. nın ne derecelerde ileri gitmiş olduğuna teşkil olunan kütübhanelerin vüs’at ve zenginliğine dair bir fikir edinebilmek quatremer ile asr-ı hazır e’azım-ı fuzalasından Hindli Süleyman-ı Şibli hazretlerinin eserleri tedkık edilmelidir. Fil-hakıka mütefekkirin-i İslamiyye miyanında kütübhane te’sisi fikri son derece ta’ammüm etmiş ve hemen her hanede binlerce kitaplardan müteşekkil bir kütübhane bulunmak ihtiyacat-ı zaruriyye hükmüne girmişti. Mesela meşahir-i ulemadan Ebu Amr bin el-Ula’nın kitapları evinin tavanına kadar dayanacak derecede cesim bir kitle teşkil ettiği meşhurdur. Daha Emeviler devrinde Halid bin Yezid el-Cabir ve Cafer Sadık’ın haneleri kütüb-i fenniyye ile mali kendi te’lifatı olan kitapların adedi iki yüzü mütecaviz bulunuyordu. Bu kitapların birçoğu tarih-i tabi’iye felsefeye tababet ve kimyaya aid idi. Resmi ve umumi kütübhanelerin zenginliği ise insana hayret verecek bir derecede idi. Ulum ve fünunun bugünkü terakkiyatına vesaitin mükemmeliyetine san’at-ı tıba’atin bahşettiği sühuletlere rağmen el-yevm dünyanın en zengin yegane darulkütübü olan Paris Kütübhanesi’nde iki milyon sekiz yüz bin kadar kitap mevcud olduğu halde Ehl-i Salib barbarları tarafından ihrak edilen Trablusşam Kütübhanesi’nde üç milyon kitap bulunduğu ecnebi müverrihlerin bile taht-ı i’tirafındadır. Kahire’de Fatımilerin inşa ettiği kütübhane büyük salondan ibaret ve iki milyon kadar kitabı cami’ idi. Hakim-i şehir Nasirüddin-i Tusi’nin tavsiyesiyle Hülagu tarafından Merağa’da te’sis edilen kütübhanede ise dört yüz bin cild kitap bulunduğu muhakkaktır. Kurtuba’da Hakem Kütübhanesi’nin muhteviyatı da yine bu mikdara baliğ oluyordu. İnsan bu rakamların delalet ettiği kitapları bunların nasıl bir azim ve himmetle te’lif edildiklerini ne derece masarıf ihtiyarıyla istinsah ve cem’ olunduklarını düşündükçe saatlerce vakfegir-i hayret ve takdir olmaktan kendini alamıyor! Kütübhanelerin tekessürüyle ve memalik-i İslamiyyenin her tarafına intişarı üçüncü asr-ı Hicri’de başlar Fil-hakıka bu asırdan i’tibarendir ki bilad-ı vasi’a-i İslamiyyenin her tarafında hususi ve umumi birçok kütübhaneler teessüs etmiş olduğu görülüyor. Üçüncü asrın nısf-ı ahirinde Müstansır inşa ettiği mektep te’sis eylemişti. Bağdad kütübhaneleri hulefa-i Abbasiyye’nin lunabilir. Harun er-Reşid tarafından te’sis edilmiş olan Beytü’l-hikme Bağdad kütübhanelerinin anasıdır. Beytü’l-hikme bilahare Me’mun zamanında daha ziyade bir şöhret kazanmış daha ziyade zenginlemiştir. Bu kütübhanede asar-ı Arabiyyeden ma’ada Rumca Hindce Süryanice ve Farsça yazılmış pek çok ve kıymetdar kitaplar mevcud idi. Beytü’l-hikme sade bir kütübhane değildi. Burası aynı zamanda tercüme istinsah te’lif ve tedris ile meşgul olan e’azımın da makarr-ı ictima’ı idi. Kitapların mütala’ası için müracaat eden zevat hususi mütala’a salonuna girer ve istediği kitabı alarak mütala’a ve tedkık edebilirdi. Beytü’l-hikme’ye nezaret hususu ayrıca bir me’mur-ı mahsusa tevdi’ edilmişti. Bu me’mura “sahib-i beytü’l-hikme” ünvanı verilirdi. Me’mun zamanında beytü’l-hikmeye devam eden e’azım arasında Musa Biraderler Muhammed bin Musa el-Harezmi hey’et-şinas-ı şehir Yahya bin Ebi Mansur-ı Mavsili ve Fazl bin Nevbaht gibi erbab-ı fen pek ziyade iştihar eylemişlerdi. Al-i Büveyh’den Bahaüddevle’nin veziri hiss-i maarif-perverisiyle ma’ruf Sabur bin Erdeşir Bağdad’a beytü’l-hikme tarzında ikinci büyük bir kütübhane daha te’sis eylemişti. tarihinde te’sis edilen ve on binden ziyade kitabı cami’ olan bu kütübhane maa’t-teessüf Selçukilerden Ertuğrul’un Bağdad’a girdiği esnada kazaen muhterik olmuştu. Pek kıymetdar asar-ı nadire ile mali olan bu darü’l-kütübün mahv ü tebah olması ulum ve fünun için pek müellim zayi’at-ı azimedendir. Bu suretle mahv olan kütübhaneler daha pek çoktur: Altıncı asr-ı Hicri’de Nisabur’da zuhur eden bir ihtilal esnasında yüz binlerce asar-ı ilmiyye ile mali beş kadar kütübhane kamilen yanıp mahv olmuştu. Leon Afriken Leon Africain vaktiyle Fas ve Marakeş’te pek çok kütübhaneler bulunduğunu beyan ettiği halde bugün oralarda o derece meşhur tek bir kütübhane kalmış olduğu bile meşkukdür. Beni Hafs ümerasının diyar-ı Mağrib’de otuz altı bin cildden mürekkeb bir kütübhane teşkil etmiş olduklarına dair tarihte bir kayd vardır. Demek ki bu kütübhane de kanlı ihtilaller suzişli muharebeler esnasında mahv olup gitmiştir. Endülüs kütübhaneleri Bağdad darü’l-kütübleriyle bihakkın rekabet edebilecek kadar zengin ve kesretli idiler. Kaziri Casiri Endülüs’de kütübhaneleriyle meşhur birçok şehirler ta’dad ediyor. Endülüs kıt’asında ilk kütübhaneleri te’sis eden zat müluk-ı Emeviyye’den Hakem bin Nasır’dır. Hakem’in Kurtuba Sarayı’nda teşkil etmiş olduğu kütübhane müte’addid salonlardan mürekkeb idi. Kitaplar aid oldukları fenlere göre kısım kısım ayrılmış ve suret-i mükemmelede katalogları tertib edilmişti. Hakem’in kütübhanesinde bulunan kitapların dört yüz bin cildi mütecaviz olduğu İbni Haldun tarafından beyan edilmekdedir. Yalnız şi’ir ve edebiyata aid olan kitapların katalogları cild kitap teşkil ediyordu. Hakem kütübhanesinin te’sisini müteakib bu yolda daru’l-kütüb teşkili Endülüs’ün her tarafında zaruri bir ihtiyac halini almıştı yalnız Gırnata’da yetmiş kadar umumi büyük kütübhane te’sis edilmişti. Hususi kütübhanelerin mikdarları hakkında da bunlara kıyasen bir fikir edinmek kabildir. Müluk-ı Fatımiyye’den Aziz Billah’ın Mısır’da te’sisine muvaffak olduğu Hızanetü’l-kütüb hakıkaten bir gencine-i edilmiş olduğu Makrizi’nin cümle-i rivayatındandır. Teracimü’l-hükema müellifinin ifadesine nazaran bu kitaplardan on sekiz bini fünun ve felsefeye aid olduğu gibi birçok da alat-ı hendesiyye ve rasadiyye bulunuyormuş!... Va hayfa ki birer gencine-i irfan olan bu ve emsali kütübhaneler Mısır’da zuhur eden ihtilaller neticesinde kamilen mahv olmuşlardır. Bu kitaplardan bir kısmı Nil’e atılmış bir kısmı da cildlerine tama’an çöle götürülerek cildleri sökülüp alınmış ve içleri kumlar içine bırakılmışlardı. Rüzgarlar bu kitap kütleleri üzerine kum yığarak birer tepe haline getirmiş olduğundan bunlara Tellü’l-kütüb namı verilmişti. Bilahare Hakim Biemrillah Mısır’da daru’l-hikme namı altına daha büyük ve daha mükemmel bir kütübhane te’sis eylemiştir. Daru’l-hikmenin mütala’a salonlarına kıymetdar halılar ferş edildiği gibi kapı ve pencereleri de müzeyyen perdelerle mükellef bir hale konulmuştu. Daru’l-hikmenin bir nazır ve müte’addid hafız-ı kütübleri vardı. Bu me’murlar kitapların muhafazasına daru’l-hikmenin nezafetine bakmakla mükellef idiler. Daru’l-hikme bi’l-cümle erbab-ı mütalaaya küşade bulundurulurdu. Burada kitap istinsah etmek isteyenlere kağıd kalem ve mürekkeb gibi levazımat kamilen meccanen verilirdi. Ekabir-i ulemanın daru’l-hikme dahilinde münazarat ve mübahasat-ı ilmiyyede bulunmalarına da mesağ vardı. Daru’l-hikmede bulunan kitapların adedi yüz bini mütecaviz olduğu muhakkaktır. Daha sonra Salahaddin-i Eyyubi de Mısır’da kütübhane te’sis eylemiştir. Suriye’de büyük ve resmi kütübhaneler teessüsü Nureddin Zengi zamanına müsadiftir. Müşarunileyh Şam Haleb Hama Humus Ba’albek ve sair şehirlerde Hazain-i Nuriyye namı altında birçok kütübhaneler te’sis eylemişti. Nureddin’in dershane-i feyyazında perverişyab-ı irfan olan Salahaddin-i Eyyubi de bu hususta müşarun-ileyhin şasına muvaffak olmuştur. Yakut-ı Hamavi’nin Mu’cemü’l-Buldan ünvanlı eserinden anlaşıldığına göre Horasan kıt’asında da vaktiyle pek zengin ve müte’addid kütübhaneler mevcud imiş. Müşarun-ileyh pek çok istifade etmiş olduğunu kemal-i minnetle yad ettiği Mervü’ş-Şahcan şehrindeki on kadar kütübhane hakkında dur u dıraz ma’lumat vermektedir. bin Mansur’un kütübhanesi de pek kıymetdar ve pek nadir asar-ı ilmiyye ve fenniyyeyi cami’ bulunduğu hazret-i üstadın müellefatındaki beyanatından anlaşılıyor. Nam-ı irfan-ittisamları alem-i İslam’ın şa’şaa-i iftiharına birer huzme-i mübahat bahşeden e’azım-ı fuzalanın hususi kütübhanelerinin zenginliği de cidden mucib-i hayret bir derecede idi. Mesela; İbni Cezle vefat ettiği zaman Kayrevan’da bıraktığı kitaplar yüzlerce deve yükü ağırlığında idiler. Bağdad’a reisü’l-etibba ta’yin olunan Eminü’d-Devle ibni et-Tilmiz’in kütübhanesi de zenginliği ile iştihar eylemişti. Eminü’d-Devle’nin hususi kütübhanesinde yirmi bin cildden ziyade asar bulunduğu mütevatirdir. Meşahir-i ulema ve üdebadan Asma’i’nin hanesinde kitaplardan geçecek mahal bulunamazdı. Beşinci asırda yaşayan Emir Mübeşşir bin Fatik’in hususi kütübhanesinde her hangi fenne dair olursa olsun aranılan kitabın bulunmaması kabil değildi. Kendisi bütün ömrünü bu kitaplar arasında mütala’a ile imrar eylemiştir. Hususi kütübhanesiyle müştehir Muvaffak bin Matran kitap gece gündüz İbni Matran’ın kütübhanesi için asar-ı nadire kütübhanesinde bi’z-zat istinsah ettiği asardan ma’ada on bin cild kitap bulunmuştu. Ebu’l-Muzaffer bin Mu’arrif de zengin bir kütübhaneye malikiyetle iştihar eylemişti. Müşarun-ileyh bütün kitaplarını gayet müzeyyen bir surette teclid etmeyi i’tiyad edinmişti. Kitap cem’i hususunda en çok masraf sından Mongol Tarihi müellif-i şehiri Reşidüddin mümtaz bir mevki’ işgal eder. Müşarun-ileyh kütübhanesine cem’ etmiş olduğu kitapların yalnız istinsah ve teclidi için altmış bin dinar yani . frank sarf etmiş olduğu meşhurdur. Kıymetdar ve zengin kütübhaneleriyle iştihar eden ekabir miyanında Hicret-i nebeviyyenin tarihinde vefat eden Teracimü’l-Hükema müellif-i fazılı Cemalüddin bin el-Kafti birinci tabakada ta’dad olunabilir. Kütübhane-i irfan-ı beşeriyete Teracimü’l-Hükema gibi a’sar te’akub ettikçe kıymeti de o nisbette artan bir eser-i muazzam yadigar ederek cihan-ı ma’rifeti kendisine ebediyyen minnetdar bırakmış olan Cemalüddin bütün hayatını bu kıymetdar kitaplar arasında geçirmiş mütala’atına ve tedkıkat-ı ilmiyesine mani’a teşkil eder havfıyla izdivac bile etmemişti. Vefatında elli bin dinar kıymetinde tahmin edilen kütübhanesini Haleb emirine vasiyet ve terk eylemiştir. Cemalüddin müluk-ı Eyyubiyye devrinde mesned-i vezarete nail olmuştu. Müşarun-ileyh Teracimü’l-Hükema’dan başka Mısır Kıbtilerinin ve müluk-ı Selçukiyyenin de mükemmel birer tarihlerini yazmıştır. Fihrist müellif-i şehiri Muhammed bin İshak ile “ Uyunü’l-Enbiya fi Tabakati’l-Etibba ” ünvanlı eser-i meşhur muharriri İbni Ebi Usaybi’a’nın da gayet zengin birer kütübhaneleri bulunduğunu zan ve tahmin edebiliriz. Fil-hakıka Fihrist ve Tabakatü’l-Etibba gibi mükemmel eserlerin meydana konulabilmesi be-heme-hal gayet zengin birer kütübhane sahibi olmaya mütevakkıftır. metleriyle iftihar edilen bu kadar hazain-i ma’rifetten bugünkü müslümanların elinde kalabilmiş olan mikdar bi’n-nisbe pek az ve adeta hiç mesabesindedir. Alem-i İslam bu gibi cihan-kıymet hazinelerinin ziya’ına ebediyyen eşk-riz-i teessür olsa becadır. Zengin ve meşhur kütübhanelerden ekserisi mahv olmuşlar veyahud sırf saika-i cehl ü ta’assubla yok edilmişlerdir. Trablusşam Mısır Endülüs Bağdad ve Nisabur kütübhaneleri esna-yı harb ve cidalde mahv edilmişlerdi. Hülagu’nun Bağdad’a Berberilerin Mısır’a hücumları maarif-i İslamiyye için nasıl bir felaket kasırgası olmuş ise Ehl-i Salib derneklerinin Suriye’ye tehacümleri de o kadar ve belki onlardan daha ziyade tahribat-ı ilmiyye intac eylemiştir. Hülagu Bağdad’a girdiği zaman kitapların bir kısmını kerpiç makamında isti’mal ederek hayvanlarına ahır ve yemlik yaptırmış ve kısm-ı mütebakısini de Dicle Nehri’ne doldurmuştu. Ehl-i Salib ise Trablusşam’ı zabt edince Kont Bertram cihan-ı Hıristiyaniyet’in bu lekeli kahramanı üç milyon kitabı havi olan meşhur kütübhaneyi kamilen yaktırmıştır. Kütübhanelerden bazıları da sırf eser-i kin ve intikam veya saika-i cehl ü ta’assubla mahv edilmişlerdir. Yusuf es-Sebti altıncı asr-ı Hicri’nin nihayetlerine doğru Bağdad’da vasi’ bir meydan dahilinde saika-i garaz ve ta’assubla Abdüsselam’ın kitaplarının yakdırıldığını bi’z-zat görmüş olduğunu kemal-i suzişle rivayet ediyor. Yanan kitaplar arasında İbni Heysem’in ilm-i hey’ete dair olan müellefat-ı aliyyesi de bulunuyormuş! Aynı felakete daha ziyade müdhiş daha ziyade amansız olmak üzere Endülüs kütübhaneleri de ma’ruz kalmışlardır. Muvahhidin’den Yusuf saika-i cehl ü ta’assubla asar-ı fenniyye ve felsefiyyeyi kamilen mahv etmeyi azmeylemişti. Bir haldeki meşhur İbni Zühr ailesinden başka hiçbir kimse hanesinde bu gibi kitaplar bulundurmaya cesaret edememişti. İspanyolların Endülüs’ü istilaları cihan-ı ilm ü irfana eşk-abe-i hunin dökdürecek feci’alara dehhaş felaketlere ta’mir ve Endülüs’e girdikleri zaman ellerine geçen kitapları kamilen yakmış kütübhaneleri hak ile yeksan etmiş asar-ı medeniyye namına ne gördülerse kaffesini yakıp yıkmış bir vakitler dülüs haşyet-engiz bir harabe-zar-ı cehl ü ta’assuba çevirmişlerdi. Avrupa müelliflerinden Kond Conde’un i’tiraf ettiği üzere İspanyolların Endülüs’de yalnız umumi meydanlarda yaktıkları kitapların mikdarı bir milyonu tecavüz ediyordu. Müverrih Fleşir Flechir Kardinal İksimenes İximenes’in; gayetle müzeyyen ve müzehheb cildlerine bile acımayarak; kendi eliyle elli binden ziyade kitap yakmış olduğunu söylüyor?!... Müdhiş yangınlardan bi-eman tahriblerden kurtularak son asıra kadar intikal edebilen asar-ı fenniyye-i İslamiyye de bugün maa’t-teessüf hakıkı varislerinin ellerinde bulunmuyorlar. Sefih ve kadir na-şinas varisler gibi kıymetlerini takdir ve muhafaza edemediğimiz yüz binlerce hazain-i Fransa’da Paris İspanya’da İskorpal Almanya’da Leid Avrupa’nın sair biladındaki müessesat-ı ilmiyyeler bu gibi asar-ı aliyye-i İslamiyye bakayasıyla mala-maldir. Şark kütübhanelerinde kalabilmiş olan kıymetdar kitaplar da yüzlerce liralar feda edilmek suretiyle bulundukları mahallerden aşırılarak Avrupa kütübhanelerine götürülmektedir. Kıymeti takdir ve muhafaza edilemeyen mevrusatın be-heme-hal bir gün kadir-şinas ellere geçmesi umur-ı tabi’iyyedendir. Munsıfane düşünülürse bu hususta şayan-ı tevbih ve nefret olan Avrupalılar değil miraslarını hüsn-i muhafazaya i’tina ile onlardan istifade etmeye çalışmayan şarklılardır!... Muhkem ve müteşabih: Herhangi bir lisanda varid olan kelam iki kısımdır. Bir kısmı nususdur ma’nası gayet açıktır. Kendisinde kat’iyyen mütekellimin ondan muradı ne olduğu sehil bir surette anlaşılır. Bir kısım kelam vardır ki onlar libas-ı icmal ve ibhamı bürünerek gelirler yahud mecaz ve kinaye tarikiyle varid olurlar. Bu cihetle başkalarına da benzediklerinden kendilerinden maksud olan ma’nalar gizli kalır da o ma’ani-i maksudeyi herkes anlayamaz. Belki o ma’ani-i maksudeyi ancak o kelam-ı müştebih yahud kelam-ı müteşabih hangi duğu lisanın müfredatını terakibini esalibi rüsuh derecesinde alim olan zevat anlayabilir. Hatta yalnız o lisanı o ilmi bilmek de kafi değildir. Bununla beraber o ilim o mevzu’ red ebnayı tevellüd ettikleri ümmühata ilhak etmek zihnine kolay gelsin. Şimdi bunu bir misal ile izah edelim. Mesela: Nahviyyun Fi’l; üç zamanın birisine mukarin başlıbaşına anlaşılan bir ma’naya delalet eden lafızdır. Fi’il lafzı nahviyyun indinde bu ma’naya geldiği gibi bazen ma’na-yı lügavisi olan “hades” ma’nasında da ıtlak olunur. Binaenaleyh bir kimse ıstılahat-ı nahviyyeyi kezalik lügati bilmeyecek olursa o lisanda –nahviyyun lisanında– görmüş olduğu “fi’il” lafzından maksud ne olduğunu anlamak hususunda dalalette kalır. Ondan ne ma’na murad olunduğunu anlayamaz. Fakat o ilimde o lisanda meleke ve rüsuh sahibi olanlar o kelamı fennin kava’id-i umumiyyesine muntabık olan şeye sarf ederek o kelamdan maksud olan ma’nayı anlamakta güçlük çekmezler. O hususta dalalette kalmazlar. Bu makalenin balasında zikretmiş olduğumuz ayet-i kerime gösteriyor ki: Kur’an-ı Kerim’de bir takım ayat-ı muhkemat var. Onları anlamak hususunda akıl kat’iyyen şaşmaz doğrudan doğruya onların ma’nasını anlar. Onlar kitab-ı kerimin din-i mübinin aslıdır. Müteşabihat namı verilen sair ayetler de asl-ı din olan muhkemata rücu’ eder onların üzerine haml olunurlar. İşte Kur’an-ı Kerim’de varid olan muhkemattan birisi zat-ı cenab-ı akdes hazretlerinin tenzihi hiçbir şeye benzemediği hakkında varid olan ayet-i kerimeleridir. Atideki ayet-i kerime de muhkem ile müteşabihin her [] Şunlar da ayat-ı müteşabihattandır: Bu gibi müteşabihattan olan ayat-ı kerime Kur’an -ı azimin bir kısmına inanıp da diğer bir kısmına kafir olan kimseleri yalnız hevalarına ittiba’ ederek bila-ilm insanları tecsime diğer bir kısmı da hulul mezhebine zahib oluyorlar. Cenab-ı Hakk’ın –haşa– cisim yahud ecsama hulul ettiğine kail oluyorlardı. Bu iddia-yı fasidlerini de müteşabihat ile Cehennem hakkında –mesela– varid olan ayetler gibi kendileriyle alem-i gaybdan haber verilen bazı ayetler de müteşabihattandır. . Bazı ulema diyor ki: Cennet cehennem; bunların eşkali içlerinde olan şeyler kezalik sair umur-ı kıyamete melaike cin ve şeyatin göklerin yedi kat olması arş kürsi gibi alem-i gayba dair Kur’an-ı Kerim’de ne kadar ayet varid olmuş ise bunların hepsi de müteşabihattandır. Çünkü bu ve bunların emsali şeylerin künh ve hakıkatini Allah’tan başka kimse bilmez. Bazen bu gibi şeylerin te’vilini ilimde rüsuh bulanlar da bilirler. Kur’an’da varid olan müteşabihat ile pek çok kimseler fitneye düştükleri gibi onları bila-ilm te’vil etmek ile de nası fitneye düşürdüler. Hatta o kadar ki: Müteşabihatı anlamak hususunda yoldan çıkarak dalalette kalanlar sıfat-ı ilahiyye hakkında varid olan ayetler ile kendilerini dalalete düşürenlerden daha çoktur. “Batıniyye” taifesinin tarihine ale’lhusus Mısır’daki “Ubeydiyyin”in bu asırda meydan alan “Babiyyin” “Bahaiyyin”in du’atına; propagandacılarına vakıf olanlar için bizim burada icmalen söylediğimiz şeylerin tafsili pek vazıh bir surette tebeyyün eder Şimdi zikrettiğimiz şeyden anlaşıldı ki: Müteşabihat iki kısımdır. Bir kısmı hem insanlara hem de Cenab-ı Allah’a celle celaluhu ıtlak ve nisbet edilen sıfat şuun ve eşyadır. Evet insanlara ıtlak edilen –mesela: sem’ basar yed fevk … gibi– bir takım sıfat vardır ki Cenab-ı Hakk’a da ıtlak olunuyor. Sonra –mübaya’a infak… gibi– yine insanlara nisbet edilen bazı şuun var ki Cenab-ı Bari’ye de nisbet edilmekdedir. olan şeylerdir ki Cenab-ı Hak onların bazısını alem-i şehadette gördüğümüz bu alemde bir naziri olarak diğer bazısını da hiç nazir ve şebihi olmayarak halk etmiştir. Bu gibi eşyaya iman edip inanmak gayba iman etmektir. Bu ise her “din”in esası rükn-i asilidir. Evet her dinde bu mi’yar-ı yakındır. Şu kadar var ki diyanet-i İslamiyyede aklın istihale ve muhal olması ile hükmettiği şeye hiçbir ferd olarak bulunan şeyleri te’vil edip onu akla tatbik ve tefvik etmek vacibdir. İslamiyetleri ile iftihar olunan müslümanlar dinin usul-i esasiyyesi berahin-i akliyye ile müeyyed olup dinde varid olan sair şeylerin de o berahine reddedileceği- [ Bakara /] ayet-i kerimesinde de mev’udünne her hususta berahin-i akliyye mi’yar kılacağına icma’ ve Ehl-i tevhidin elsine ve kitaplarında iştihar ettiği vechile sıfat-ı ilahiyyeye dair varid olan ayat ve ehadis-i müteşabihe hakkında müslümanlar iki mezhebe ayrılmışlardır. Mezheb-i Selef Mezheb-i Halef. raber o zahirin iham ettiği aklen muhal olan teşbihden Cenab-ı Vacib-i akdes hazretlerini tenzih etmek. Bunlar diyor ki: Cenab-ı Hakk’a nisbet edilen elden sağ ve soldan arş üzerine oturmaktan ve daha bunlara mümasil olan şeylerden maksud olan ma’nayı ancak Cenab-ı Allah bilir. İşte bu mezhebe –selef mezhebine– ulema mezheb-i tefviz namı veriyor ve eslem olan mezheb de budur diyorlar. varid olan kelimatı esalib-i lügatin muktezası olan mecaz kinaye tarikleriyle te’vil ederek o kelimatı kava’id-i tenzihe tenzih-i Bari hakkında varid olan nukule muvafık olan bir vech bir suret üzerine tahric ediyorlar. Nakil ile akıl beynini tevfik ediyorlar. Bunların mezhebine ulema mezheb-i te’vil namı veriyor a’lem ve ahkem olan da budur diyorlar. Kendisinde ihtilaf etmemek vacib olan bir şey var ki o da: Bu gibi ayat-ı kerimeler kat’iyyen abes faidesiz olarak gönderilmemiştir. Bir de bunlar ukul-i beşerin fevkinde onların anlayabilmeleri gayr-ı kabil de değildir. Belki bu ayet-i kerimeler kelam-ı Arab’daki uslub üzerine gelmiştir. Ne hacet! Bu müşabehatın faidesi olarak hiçbir şey olmasa yalnız şu kafidir: Bu ayat-ı kerime “ervah” üzerine –onları ricsden tathir ile alem-i akdese cezb edecek– haşyet-i ilahiyye azamet-i Sübhaniyyeye kuvve-i iman ifaza ediyor. Selika-i Arabiyye akıde-i sahiha-i marziyye sahibi olan kimseler ayet-i kerimesini okuyup yahud işittiği gibi azamet-i ilahiyyenin her tarafı muhit olduğunu dünya ve ma-fiha ona nisbetle zerre kadar bile haiz-i ehemmiyet olmadığını anlamakta zerre kadar güçlük bile çekmez. İsterse o kimse Allah’ın da celle celaluhu bizim elimize müşabih olmayan bir eli bir yemini olduğunu; yer üzerine kabz semavatı tayyedip dermek o elin o yeminin vazifesinden olduğunu bila-teşbih ve la-temsil ettiğini o kevnde avalim-i ulviyye ve süfliyyenin şu’unu ile yalnız zat-ı Bari infirad ederek başkası için kat’iyyen bir iş bir kesb emr nehy zarar menfaat gibi şeyler olmadığını temsil için geldiğini i’tikad etsin. Bu ayet ayet-i muhkemeden olan kavl-i şerifinin ma’nasındadır. Ma’nanın libası olan ibaratın ihtilaf etmesiyle ma’na-yı vahidin asarı da vicdanlarda muhtelif olacağını te’sir i’tibarıyla enva’-ı kelamın en beliği ziya ve nur i’tibarıyla en çoğu temsil tarikıyla varid olan kelam olduğunu hiçbir ferd Lisan-ı Arab’ın zevkine varan lisanda bu gibi ta’birat olduğunu bilen her kimse –hatta sabiler bile– bu gibi ayetleri okudukları zaman Cenab-ı Hakk’ı mahlukatına teşbih etmek kat’iyyen hatır ve hayallerine bile gelmez. Çünkü lisanda bu gibi ta’biratın vuku’u eksik değildir. Mesela: Şu daire bu memleket yahud falan kabile filan kimsenin elindedir. Amr Zeyd’i yüzük gibi parmağına takmış istediği gibi çeviriyor derler. Bundan bit-tabi’ o memleketin o kabilenin o dairenin … hakıkaten o adımın elinde olması lazım gelmez. Belki bu kelam adamın azametini kudretini nüfuzunu temsil Kur’an-ı Kerim’de ehadis-i sahihada varid olan bu nevi’ müteşabihattan maksad nusus-ı muhkeme ile akıl ile sabit olan akaidi takrir olduğunu celal ve azamet sıfatlarını zikretmekle nüfus-ı beşeriyyeyi şürur ve kabayihden alıkoymak onları sıfat-ı cemaliyye ile açık ve emin yerlere cezb etmek olduğunu idrak edenler hiç şübhe yok ki zikr-i ilahiyi duydukları zaman kalbleri havfullah ile dolan zikr-i ilahi ile kalbleri mutma’in olan mü’minler idadına dahildir. Her kim bu hakıkati bilir mülahaza ederse hiçbir müteşabih onu iştibaha düşürmez. İsterse müteşabihatı Allah’a tefviz etsin isterse te’vil! Muhakkıkınden birçokları tasrih ediyorlar ki: Cenab-ı Hak üzerine ıtlak olunan sıfat-ı sübutiyyenin hepsi müteşabihattandır. Çünkü bu ancak sem’ ile ma’lum olacak şeye mahsustur. nab-ı Hakk’ın kendisiyle mümkinatı icad ve i’dam ettiği sıfat rına gelmekten pek yüksektir. Binanealeyh nerede kaldı ki bu ma’naya delalet etmek için lafız vaz’ etsin de o lafız da hakıkaten o ma’na üzerine delalet etsin! İmam-ı Gazzali pek doğru söylüyor. Çünkü “kudret” lafzı insanda olan ma’naya vaz’ olunmuştur. Halbuki insandan ne icad sadır olur ne de i’dam. Zira bütün hükema ve ukala ittifak ediyorlar ki kudret-i beşer ancak mevcudda tasarruf eder. Diğer ma’naca olan müteşabihata gelince; ahkam akla şeri’atte mukarrer olan usule muhalif olmaz. Bununla beraber o babda nusus da kat’i olursa onun zahiri üzerine iman ve tasdik etmekle mükellefiz. Her halde onu olduğu gibi kabul etmeye mecburuz. Buna dair tafsilat –inşaallah– sem’iyyat bahsinde gelecektir. Şu son günlerde ma’ruz olduğumuz felaketler pek feci’ haletler dolayısıyla derdlerimizi noksanlarımızı az çok hissetmeye başladık. Bu kadar emraz-ı mütenevvi’a arasında gayet mühim olan ıslah-ı medaris mes’ele-i mu’tena-bihası da tabi’i unutulamaz. Bunun matbuat sütunlarında da mevzu’-ı bahs ve münakaşa edilmekte bulunduğunu ma’a’lmesar görüyoruz. Maa’t-teessüf bu öyle bir şey ki vakit vakit zuhur ediyor. Velveleli sözler pür-tumturak lafızlar tantanalı sesler husule getirdikten sonra yine kuşe-i nisyan ve atalete çekiliyor. Netice bir “hiç”ten ibaret kalıyor. Hatta geçen sene bu abd-i aciz tarafından yine bu sahifelerde “Medreseler hala bir yoluna konmadı” ser-levhası altında ulema-yı İslama hitaben: “Eğer siz bu medreseleri müderrisler tedarik etmez zamanımız terakkiyatıyla mütenasib dersler ilave eyleyerek hakıkı bir darülfünun haline koymaz milletin rehber-i selamet pişvayan-ı hidayeti olacak va’izler zavallı ümmet-i İslamiyyenin puyan olduğu zulmet-i cehl ü na-daniyi meş’ale-i irfan ve faziletleriyle tenvir eyleyecek mürşidler yetiştirmez iseniz emin olunuz ki gittiğimiz yol uçurumdur” diyerek halin vehametini bu perişan fakat samimi sözlerimle göstermeye çalışmışbendenizi müteakib kardeşim “H. Feyzi” Efendi de muktedir kalemiyle saha-i matbuata atılarak bu hakıkat-amiz feryadıma terakkı ve te’ali ile titreyen teşnegan-ı ilm ü faziletin a’mak-ı vicdanından kopup gelen bu feryadlar bu ciğer-suz eninler mes’uliyeti uhde-i dirayet ve iktidarlarına alanların kalblerinde ufak bir eser-i ihtizaz ve intibah hasıl etmemiştir. Yine olanca fecaat vehametiyle görüyoruz ki hey’et-i ilmiyyemiz gaddar-ı cehaletin açtığı rahneler ile harab. Beş senelik bir zamanda –ki bize bir asır kadar gelmiştir– hiçbir emelimiz hiçbir matlubumuz husul bulmadı. Kemal-i meraret ve esef ile söyleyelim ki her daire biraz olsun eser-i faaliyet gösterdiği Meşrutiyet’ten hisse-i intifa’ aldığı halde merciimiz bir takım esassız işlerle meşgul oldu. Medarisimiz hakıkı ve ciddi teşkilata mazhar olamadı. Pek tabi’i sathi bir ta’dilat ve bir iki şeyin ilavesiyle medreselerimiz ıslah edilmiş sayılamaz. Evet şa’şaa-i irfanını zayi’ eden şiraze-i intizamdan çoktan çıkan bu şure-zar-ı atalette birden bire eski ihtişam ve debdebesiyle feyyaz bir hayat-ı ma’rifet vücuda getirmek pek kolay bir şey değildir. Pek ziyade müşkildir. Fakat hiç olmazsa daha mevcudiyet ve kıymetini gaib etmemiş iken –maa’t-teessüf bu gidişle edecek– bir köşesinde olsun ifaza-i nur-ı irfan edilmeye başlanılamaz mıydı? Mazide olduğu gibi istikbal ve halde de bir masdar-ı irfan haline konulamaz mıydı? Alem-i İslam’ın merkezi olan Darülhilafe’de intişar eden bu muhterem ceride ile bağırdığımız olanca avazımızla haykırdığımız halde ilmi ve dini müesseselerimiz hala acı ve feca’at-engiz hallerini muhafaza ediyorlar. Bu öyle bir haldir ki müsebbiblerine eslaf ve ahlafın tel’inini celb edecektir. Hadisat-ı elime-i ahirenin esbab-ı hakıkiyyesini taharri kirin-i ilmiyye bu babda yine gevher-nisar kalemleriyle ve şiddetli bir lisan ile bahsetmeye başlayınca alakadaranı belki bu def’a olsun bu silsile-i makalattan bir hisse-i intibah alır azıcık müteessir olur ümidiyle biz talebe-i ulum na-şekibane Eyvah! Ne kadar aldanmışız? Bu kıymetdar yazılar medreseleri artık ıslah edin diye haykıran bu kalemler uruk-ı faaliyet ve hamiyetlerini tahrik eylememiş hiç te’sir etmemiştir. Görüyoruz ki her şey eski hamam eski tas. Yazık değil midir: Medarisde kurun-ı vüsta usulleriyle o sakım tarz-ı tedris ile iktisab-ı feyz-i irfan için medresenin ağuşuna atılan biz gençlerin meş’ale-i hayatları söndürülsün? lebeler” bilmem ne türlü namlarla tahkır tezyiflerine la-kaydane temaşa etmek meslek-i ali-i ilminin haziz-i hakarette Ey muhterem meslekdaşlarım! Ey her türlü hakk-ı himayeden mahrum zavallı kardeşlerim! Bizler bu kadar acı tahammül-güdaz bunun hedef-i dane-i tahkırine ma’ruz kalır kıymetli vakt-i azizlerimizi hay huy ile tazyi’ eder zamanın icab ettirdiği ulum ve fünundan bi-behre kalırsak daha pek çok tahkırata ma’ruz kalacağımıza şübhe etmeyelim. Korkarım mesleğimiz de sukut edecektir hem de maazallah dini de milleti de sürükleyip götürecektir. Ey hem-derd hem-meslek arkadaşlarım! Artık olanca uryanlığıyla anlaşıldı ki: Üstadlarımız bize acımıyorlar bize bakmıyorlar bizim istediğimizi vermiyorlar. Taşrada İstanbul’da hepimiz ittifak ederek hakkımızı taleb uğrunda atılacak her türlü seng-i isnad ve levmi nazar-ı i’tibara almayarak çalışalım. Mesleğimizin teali ve terakkısi esbabına tevessül edelim. Rica ederim biraz da fi’liyat gösterelim. Hamiş: Lütfen muhabbet-i ilmiyyem hamiyet-i diniyyem saikasıyla karaladığım yazılarım su’-i telakkı edilmesin HİND YOLUNDA HIND MÜSLÜMANLARI - İNGILIZLER kadar bir cereyan peyda olmuş ise de buna Hind müslümanlarının nefs-i Londra’da İngilizler aleyhinde çalışmak ve onların nüfuzlarını kırmak ve fırsat düştükçe onlardan ahz-ı intikam etmek ve bu suretle İngilizleri zaif düşürmek için müteaddid ve hafi komiteler teşekkül etmiş idi. Bu komitelere mensub olup bunca vakitten beri kemal-i faaliyetle İngilizleri hayran bırakacak surette mesaide bulunanların cümlesini Hindli ve fakat Hindu –Hind’in put-perest unsuruna mensub– oldukları ve içlerinde hiçbir müslüman bulunmadığı cihetle lı-Balkan Muharebesi’nin husulüyle-bi-çare zavallı bi-günah İslamların Salibiyyun tarafından pek vahşiyane ve gaddarane –tarih-i insaniyette emsaline tesadüf olunmadığı– bir surette katl-i am edilmeleri üzerine Hind müslümanlarının kalbinde İngilizlere karşı pek ani bir hiss-i nefret ve istikrah hasıl oldu. Hindistan vali-i umumisine Dehli’de –hal-i hazırda Hindistan’ın makarr-ı hükumetidir– resmi bir günde muhteşem alayla hükumet konağına zevcesiyle beraber azimü’l-cüsse bir fil sırtına rakib oldukları bir vaz’iyet-i mahsusa-i resmiyye ile gittikleri esnada etraftaki cesim ebniyelerden üzerlerine bir bomba atılmış ve her ikisinin mecruhiyetlerine sebebiyet verilmişti. Atılan bombanın vuku’ bulan tecavüzün bir müslüman tarafından kasden icra edilmiş olduğuna el-an Hindistan’daki Mütecaviz bu ana kadar her türlü taharriyata rağmen elde edilememiştir. Hindistan hükumeti bu işin failini hükumete ettiği halde zerre kadar bir ipucu bulamamıştır. Evet Hind müslümanları artık Salibiyyun’un mezaliminden müslümanlara hükumat-ı İslamiyyeye hususuyla Devlet-i Aliyye ve Millet-i Osmaniyye’ye karşı ittihaz ettikleri vaz’iyet-i hainane tasavvurat-ı leimaneden müteneffir oldular. Bundan dolayı Hindistan’daki İngilizler aleyhine türlü türlü mesaide bulunmayı elzem gördüler. da elime geçti–dan Hindistan müslümanlarının teşebbüsat-ı fi’iliyyelerine tamamıyla vakıf olacaksınız. Anlaşıldığına nazaran Hind İslamlarıyla put-perestleri –Hinduları- beyninde İngiltere’nin dahili ve harici siyaseti hakkında ihtilaf-ı efkar yoktur. Bi’l-aks nokta-i nazarları tamamıyla birbirlerine ma’tuf ve müşabihdir. Layıkıyla tenevvür-i efkara malik olup şuun-ı kavmiyye ve milliyyelerini bi-hakkın ifa ve oraya çoktan beri kesb-i istihkak etmiş olan Hindlilerin er geç İngiltere’yi –ki tamamıyla din ve kavmiyet örf ve adatça aralarında hiçbir vechile bir münasebet ve müşabehet bulunmuyor– kendi memleketlerinden çıkmaya ve yahud çıkarmaya mecbur eyleyeceklerdir. Mükemmel muntazam darülfünunlarda ulum ve fünun-ı cedideyi kavanin ve hukuk-ı düveli siyaset ve ilm-i idareyi Hindistan’da tahsil ve tekmil edenlerin adedi mahdud olmayıp hadd-i matlubdan ihtimal ki ziyade ve fazladır. İngiltere hükumeti bu fazıl gençleri –sırf vatanperverlik töhmetiyle– küçük vazifelerde istihdam eyliyor. Hindistan’da mülkiye ve askeriye me’murları içinde bülend bir paye ihraz eden bir sıb-ı aliyye ve meratib-i celile İngilizlere münhasır kalmış gibidir. Halbuki zeka ve nezafet-i fıtriyyece Hindlilerin İngilizlere olan rüchan ve tefevvukları apaşikar ve gayr-ı kabil-i bak şeref ve iftiharı ihraz etmek için nefs-i Londra’da icra olunan müsabaka imtihanlarına Hindliler de arasıra iştirak ettiklerinde İngilizleri alt edip de mükafatı elde eyledikleri çok def’a vaki’ ve meşhud olmuştur. Bununla beraber bir Hindli ister İslam ister put-perest olsun ilmiyle faziletiyle istikametiyle iffet ve şerefiyle İngilizler nazarında bunlar yalnız kendileri için süd verecek bir inek vergi vermeye yük taşımaya ubudiyet izharına mahkum bir kavim bir millet telakkı olunuyorlar ki bu hale bu nokta-i nazara bu ta’abbüdi muamelata insan şöyle dursun hayvanların bile dayanamayacakları tabii bir keyfiyettir. Beyazlık esmerlik İngilizlik Hindlilik İngilizler için büyük bir mes’ele halini almıştır. Bir İngiliz mülazım-ı sanisi –ki dirayeten vazifeten Hindliler üzerine hiçbir tefevvuku yoktur– Hindistan’da ta’yinatıyla beraber elli iki İngiliz lirası nisbetinde bir maaş aldığı halde aynı vazife ve hizmette bulunan bir Hindli’ye ancak sekiz lira verilmektedir. Sonra sakal bırakacak olursa kendisinden ayrıca bir sakal vergisi de alıyorlar. Terfi’ keyfiyetine gelince def’a terfi’ hakkı vardır ki bu saadet ve bahtiyarlık hakkına hiçbir Hindli malik değildir. Hindliler askerlikte ölünceye kadar mülazım-ı sanilik rütbesinde kalmaya mahkumdurlar. Vezaif-i mülkiyyeye gelince; fevka’l-ade dirayet ve hüsn-i betini kazanan bir Hindli me’murun en son terakkı edeceği bir paye ise kaza kaymakamlığıdır. Ondan öteye bir adım bile tereffu’ edemez. Çünkü ettirilmez. Maa’t-teessüf Hindiller İngilizler kadar kanun nazarında da müsavat-ı hukuka malik değildirler. Bir Hindli bir İngilizi öldürürse katliyle ihrakına derhal hükmolunduğu gibi katilin şerik-i cürmü olacak kimseler velevki yüz kişi olsunlar cümlesi i’dama ve asıldıktan sonra da ihraka mahkemelerle dürmesini teşkil eden de’avide zannolunmasın ki tahkıkat ve ta’mikat icra olunur. Bi’l-aks ufacık delil ve emare yüzlerce bi-günah ve ma’sum Hindlilerin i’dam ve itlafı için beleğan ma belağ kifayet eder. “Hindliler artık bıkıp usandılar. Gazeteleriyle konferanslarıyla cem’iyetleriyle bu yolsuzlukları İngilizlere anlatmaya ve kendi hukuk-ı sarihalarının yüzde birini olsun kendilerine verilmesini taleb ettikleri halde İngilizlere bir türlü isma’-ı meram edemediler. Çünkü gurur ve nahvetin evc-i a’lasına nı metalibini bir sinek vızıltısı kadar bile telakkı etmeyerek muamelatını günden güne teşdide kalkıştı. Buna karşı yapılacak görülecek iş Hindlilerin de cebir ve şiddet vesaitine müracaat etmeleri keyfiyeti kalıyordu ki on beş yirmi seneden beri evvela put-perestler buna tasaddi edip gizli cem’iyetler hafi komiteler teşkil etmek suretiyle İngilizler aleyhinde hergün fırıldak çevirdiler –en sonra mukabeleden aciz kalan ve Kalküta’da hükumetleri büsbütün zaafa duçar olan İngilizler ahiren İngiltere kralının Hindistan’a gelmesiyle orada Hind İmparatorluğu tacını giymesi akıbinde irad eylediği resmi bir nutukta Dehli şehrini –ki evvelce de Hindistan’da icra-yı ahkam eden İslam imparatorları tarafından payitaht ittihaz olunmuş ve bu ana kadar Hindistan tarihinde büyük bir mevki’ ihraz etmiştir– umum Hindistan için yeni bir makarr-ı hükumet ittihaz olunduğunu Bu vesile ile müslümanlara da bir cemile yapılmış oldu. Leffen gönderdiğim vesikaya nazaran Hind müslümanları diler. Çünkü İslamiyet’i incitmekteki mesaisini pek yakından hergün müşahede eyledikleri için dam-ı iğfale kapılmak istemediler. Hele şu son zamanlarda Hindistan’da icra ve tatbik ettiği mezalim-i fevka’l-adeden hilafet-i İslamiyyeye karşı ittihaz ettikleri vaz’iyet-i füsunkaraneden müteezzi olan ve kendilerini meydan-ı harbe gitmekten alenen ve kuvvetlerini doğrudan doğruya göstermek için onlar da bir cem’iyet-i hafiyye teşkiline teşebbüs eylemişlerdir ki bu vesika maksadlarını ifham eyliyor. Vesika-i mezkurenin bütün mevaddını tercüme etmeyi muvafık-ı hal ve kal göremediğim için en mu’tedil noktalarını kariin-i kirama bir fikir verebilmek için aynen tercüme ediyorum: “İngilizleri memleketimizden çıkarmak zamanı hulul etmiş ve çoktan beri zamanı bile geçmiştir. Kendi memleketimizin şuunatını idare edecek kadar biz de –Hindliler de– akıl zeka ve dirayet ilim ve ma’rifet nakid ve servet vesail ve vesait hasılı her şeye mebzulen malikiz. Bunun için gayet hafi bir komite teşkiline de muvaffak olduk. Bu komiteye ve icabı halinde servetlerini canlarını bile kendi istiklalleri uğrunda feda eyleyeceklerine yemin ettiler. Bu sözlerinde azimkarane merdane sebat edeceklerine emniyet-i kamile hasıl olmuştur. Çünkü bunlar ileride tarihimizde büyük bir nam ve şeref ihraz edeceklerini anlıyorlar. İhtimal ki ahlafımız bunun için som altından heykeller rekz edip bu suretle tealileriyle istirahatlerini te’min için varlıklarından geçenleri bu suretle takdir ve takdis edeceklerdir. sıbla iltifat ve teveccühle aldatamayacakları gibi kendilerini darb ve habs ile eza ve işkence ile nefy ü teb’idle müebbed kürek ve pranga ile hatta i’dam ve ihrakla bile tehdide muvaffak olamayacaklardır. Çünkü bu şeylerden korkmadıkları cihetle bu komiteye dahil oldular. Bu şeylere duçar olacaklarını vaktinden evvel bildiler de öyle dahil oldular. Bu komiteye mensub olduktan sonra vezaif-i mukaddesesini ihmal edenlerle sırrımızı düşmana satanların sezaları katldir. Binaenaleyh bizde bizim komitemize mensub ahlaksız çürük bir ferd yoktur. Hep vatanperverlik ilim ve fazilet hissiyat ve ahlak silahlarıyla mücehhez bulunuyorlar. Bir zamana kadar İngilizleri tek tek…. edeceğiz. Fail elde edilmezse tabi’i bir ipucu elde edilse bile hakıkati söyleyecek ve komitemizin namına bu vazife-i mevdu’asını ifa etmiş olduğunu ikrar ve i’tiraf edecektir. bu işe teşebbüs edenleri komiteyi izhar ve ihbar etmeyecektir. Çünkü edemeyecektir. Biz öyle sağlam metin azimkar sebatlı ve namuskar adamlar cem’ ve intihab eylemişiz ki kendilerinden her suretle eminiz. Binaenaleyh bu komite bir taraftan terrör diğer taraftan Amerika’ya Avrupa’ya her sene iki bin talebe tahsil için gönderecek ve daha şimdiden Hindistan’ın idare-i atiyyesi usul ve kanun yazılmakta olduğu gibi her me’muriyet için de bir şahs-ı muhterem intihab olunmuştur. Günün birinde nasıl ki Fahr-i Alem Efendimiz bir sabah dağ başına çıkıp da da’vet-i hakkasını min tarafi’llah meb’us olduğunu halka beyan ve i’lan eylediler biz de ani olarak müsellah mücehhez müstaid ve amade bir hal-i vaz’iyetle birden bire ortaya atılıp “Hindistan Hindlilerindir” sada-yı mehibini i’lan ve ….. düşmanlarımızı ya denize döküp def’ veyahud şemşir-i abdarımızı kirli kanlarıyla bulaştırıp gaddar hayatlarına hatime çekmek suretiyle şeref ve haysiyetimizi tarih nazarında muhafaza ve intikamımızı istirdada Allah’ın avn ü inayetiyle Peygamber-i Zi-şan’ımızın himmet-i ma’neviyyeleriyle muvaffak olacağız. Şimdilik bu kadarla maksadımızı teşkil eden mühim noktaları beyan ile iktifa eyleriz. Yalnız şunu istirham ederiz ki bu vesikayı görenler elde edenler namuslu kimseler ise son derece ketm etsinler yahud bizim fikrimizde bulunan namuslu zevata isal eylesinler. Bu vaz’iyetimizi ifa etmeyenler bir şey kazanmayacakları bedihidir.” Bu komitenin nerede teşekkül edip mensubinin kimler olduğu henüz mechuldür. Buraya kadar bu vesikanın gelişine gönderildiğine bakılırsa –hem de İngiliz postahanesiyle– büyük bir teşkilata malik oldukları teslim edilir. det için Hindistan’da oturmayacak ve günün birinde oradan çıkacak veyahud çıkarılacaktır. Bağdad: ZULMETTEN NURA Yakın zamanlara kadar dünyanın üç büyük kıt’asına hakim olan altı yüz otuz senelik koca bir saltanat evvela Afrika’dan sonra Avrupa’dan çekilmiş bugün Asya’da bile büyük hem pek büyük fedakarlıklarla yaşayabilecek kadar küçülmüş iken bizim hala uyumamız hala ibret gözünü açmak taraflarına yanaşmayışımız ne ağlanacak felakettir! Ecdadımız bol bol tarih okurlarmış. Hamd olsun bizim ona ihtiyacımız kalmadı! Zira yaşamak isteyen lakin insanca yaşamak isteyen bir milletin nasıl olması lazım geleceğini etrafımıza bakınca görüyoruz. Sonra Allahu zü’l-celalin bu alem-i hilkatte cari olan ezeli kanunlarını çiğnemek gibi çılgınlara bile yakışmaz bir cür’ette bulunan sefalet mahkumiyet namzedi cemaatlerin nasıl perişan olduklarını da kendi vücudumuzda duyuyoruz. Öyle zannederim ki hiçbir tarih bu kadar açık görgü bu kadar acıklı duygu te’min edemez! hala bu körlük hala bu duygusuzluk nasıl olabilir? sual ki: Kimse çıkıp da cevabını veremedi! En yaman acı… Milletin akıl tanılan evladını yeise düşüren acı şu altında ezildiğimiz musibetlerden ziyade o musibetlerden müteessir olamamak felaketidir. Evet okur yazar gençlerimiz hala nefsani hevesler arkasında koşarken mütefekkirlerimiz şebabın bu dalalini reşad şeklinde göstermeye sıkılmazken mütefenninlerimiz hücre-i mesailerini siyaset ocağına çevirirken ediblerimiz şairlerimiz kendilerini Nedim devrinde sanırken hatiblerimizin vaizlerimizin ağzından çıkan sözler hiçbir kulağın hududunu aşamamak hiçbir kalbe girememek mahiyetini hırz-ı can gibi saklar dururken kalblerimiz ma’sum beyinlere rezail mayesi atılan maali hissine karşı ebedi muafiyet hasisası kazandıran birer mel’un şırınga kesilmekte devam ederken… yine me’yus olmamak yine hayırlı bir ati beklemek en nikbın en metin adamların bile karı olmasa gerektir. Lakin aşk olsun o kahraman yüreklere ki: Bu kadar musibet bu kadar hüsran bu kadar hırman bu kadar felaket karşısında yine sarsılmaz yine yılmaz da her taraftan kuşatıldığı muhit-i naimi uyandırmak milleti “zulmetten nura” çıkarmak için zaman zaman samimi feryadlar koparır! benim Şemseddin’imin şu te’lifi o feryadların en müessiridir! Evvela şarkı adam akıllı öğrenen sonra garbı hakkıyla tanıyan her iki cihanın ulumunu fünununu adatını ictimaiyatını yıllarca tedkık eden Şemseddin şu eseriyle bize neler gösteriyor neler öğretiyor! O bir tabib-i ictimaidir lakin diğer bir takım sersemler gibi arazı maraza marazı araza karıştırmaz a’razı müdavat maya çalışır. Şu sa’yinde muvaffak olabilmesi için icab eden ma’lumata sahibdir. Hem san’atına hem hastasının fıtratına hakkıyla vakıfdır. Zaten bizim fıtratımız bizim bünye-i kavmiyyetimiz bizim mazi-i maişetimiz bilinmedikçe ne hastalığımızın mahiyeti anlaşılabilir ne de ma’kul bir usul-i müdavat ittihazı kabil olur. Yalnız emraz-ı dahiliyye kitapları okumakla hekimlik edilemeyeceği gibi beş on ictima’i eserin sayıp dökdüğü nazariyelerle de bir millete rehberlik edilemez… Nitekim edilemedi… Hala da edilemiyor! Şemseddin’in şu te’lifi hakkında –hususuyla benim tarafımdan– söylenecek sözler ancak birer söz olur. İşte o kadar! Başka türlü hareket etmek istesem eserin her hangi bahsine aid olmak üzere bir mütalaa yürütmek için yine o bahsin altındaki hakıkatleri tekrar etmek lakin oradan öğrenerek tekrar etmek ıztırarında kalacağım. Ey sevgili kari’ bu eseri kemal-i im’an ile oku; okuyacaklara tavsiye et; okumayacaklara da mündericatını bildir. hatta birkaç Şemseddin hatta birkaç böyle eser yetişmez! Evet hepimiz herbirimiz ayrı ayrı fedakarlık etmeliyiz. Yeise düşmek hiç doğru değil. Çünkü yeis atalete meşruiyet şekli vermekten başka bir ma’nayı müfid olamaz. Nasıl ki sa’ye azme mücahedeye makrun olmayan ümidler de aynı ma’nayı ifade eder! Allahu zü’l-celal nebiyy-i muhteremi Yakub aleyhi’s-selamın lisanından “Oğullarım gidiniz Yusuf’la kardeşini araştırınız hem sakın Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz…” buyuruyor. Görüyorsun ya. Biz müslümanlar evvela gitmek aramak araştırmakla sonra da yeise düşmemekle me’muruz. Yeis haramdır yeis küfürdür. Çalışalım.. Çalışalım. Çalışalım… Mehmed Akif Maskat’ta Kuveyt’te Basra’da birçok yeni mekatib-i İslamiyye te’sis edilmiş ve talebe-i ulum kaydına mübaşeret olunmuştur. Basra’da asayiş hüküm-ferma olup hiç hadise yoktur. Basra vali vekili buraya avdet etmek üzeredir. Buradan da vatanı olan Şam’a gitmesi mukarrer imiş. Maskat’ta neşr-i İslamiyet için Maskat hakiminin veliahdi olan zatın riyaseti tahtında bir cem’iyet-i İslamiyye teşekkül etmiştir. Cem’iyetin teşkiliyle nizamnamesini yazan zat vaktiyle Necef’te el-Alem namında dini ve ilmi bir mecmu’a çıkaran Seyyid Hibetullah-ı Şehristani hazretleridir. Hindistan muhabir-i mahsusumuz Tevfik Bey Bağdad’dan iş’ar ediyor: Hindistan’ın Behupal hakimesi tarafından teşkil edilen iane komisyonu mukarrerat-ı atiyyeyi ittihaz ettiğini Hind gazeteleri yazıyor: Bütün Hindistan’dan on milyon lira kadar bir iane toplamak; Mebaliğ-i mezkure ile Hükumet-i Osmaniyye için bir donanma satın almak; Hindistan’dan mekatib-i aliye-i Osmaniyye’ye talebe i’zam etmek; Bunlar şehadetname aldıktan sonra cinsiyet ve tabi’iyet-i Osmaniyye ile tecennüs ettikten sonra Devlet-i Aliyye tarafından tan’ın bi’l-umum mekatib-i İslamiyyesinde Türkçe lisanını tedris etmek; Mukabeleten Urdu lisanının da Osmanlı mekatib-i aliyyesinde tedris olunmasını Hükumet-i Osmaniyye’den taleb etmek; Mekke Medine’ye teşerrüf eden umum müslümanlardan bir harb vergisi almak için Hükumet-i Osmaniyye’yi teşvik ve tergıb etmek. SEBILÜRREŞAD’IN ANADOLU SEYYAR MUHABIRI Sebilürreşad muhterem halkımız tarafından gösterilen teveccühata karşı vazifesini bir kat daha fedakarane ifa etmek suretiyle fi’ili bir şükran eda etmek istiyor. Bunun için Anadolu’yu dolaşıp bir taraftan ahalimizin ihtiyacatını anlayarak bize bildirmek diğer taraftan abone kayd olunmak arzusunda bulunan ihvan-ı dine kolaylık göstermek üzere bir me’mur-ı mahsus i’zamını münasib görmüştür. Mekteb-i Hukuk’tan me’zun Ömer Fuad Bey bu vazife ile tavzif edildiğinden veccihen hareket edecektir. Uğrayacağı yerlerde muhterem kari’lerimiz tarafından mazhar-ı himayet olmasını temenni ederiz. Tercümesi “Siz iyiliği emr eyler kötülükten nehy eder Allah’a karılmış en hayırlı bir milletsiniz...” Bir zamanlar biz de millet hem nasıl milletmişiz: Gelmişiz dünyaya milliyyet nedir öğretmişiz! Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyyetin Nur olup fışkırmışız bir kuşesinden zulmetin; Yarmışız edvar-ı fetretten kalan yeldaları; Fikr-i ferda doğmadan yağdırmışız ferdaları! Öyle ferdalar ki: Kaldırmış serapa alemi; Dideler bir cavidani fecrin olmuş mahremi. Yirmi beş yıl yirmi beş bin yıl kadar feyyaz imiş! Bak ne ani bir tekamül! Bak ki: Hala mündehiş Yad-ı fevka’l-i’tiyadından onun tarihler; Görmemiş benzer o müdhiş seyre hem görmez beşer. Bir taraftan dinimiz ahlakımız irfanımız; Bir taraftan seyfe makrun adlimiz ihsanımız; Yükselip akvamı almış fevc fevc aguşuna; Hepsi dalmış vahdetin aheng-i cuşacuşuna. Emr-i bi’l-ma’ruf imiş ihvan-ı İslam’ın işi; Nehy edermiş bir fenalık görse kardeş kardeşi. Kimse haksızlıktan etmezmiş tegafül ihtiyar; ___________ Ferde raci’ sadmeden efrad olurmuş lerzedar. Bir neyiz? Seyreyle artık; bir de fikr et neymişiz? Din de kürkün aynı olmuş: Ters çevirmiş giymişiz! Nehy-i ma’ruf emr-i münkerdir gezen meydanda bak! En metin ahlakımız yahud görüp aldırmamak! Yıktı bin mel’un kalem namusu bizler uymadık; “Susmak evladır” deyip sustuk... Sanırsın duymadık! Kustu bin murdar ağız Şer’in bütün ahkamına; Ah bir ses bari yükselseydi nefret namına! Altı yüz bin can gider; milyonla iman eksilir; Kimseler görmez! Gören sersem de Allah’tan bilir! Sonra şayed şahsının incinse hatta bir tüyü: Yer yıkılmış zanneder seyr eyleyen gümbürtüyü! Kırkın aylıktan biraz yahud geciksin vermeyin; Fodla çiğ kalsın “pilav bitmiş” deyin göstermeyin; Fes külah kalpak sarık vermiş bakarsın el ele Mi’delerden fışkırır ta Arş’a aç bir velvele! Ortalık altüst olurken ses çıkarmazdım hani Öyle bir dernekte seyret gel de artık sen beni! Göster Allah’ım bu millet kurtulur tek mu’cize: Bir “utanmak hissi” ver gaib hazinenden bize! HAZRET-I ADEM’IN CENNETTEN HURUCUNA DAIR HUTBE Amma ba’d hatib-i nasrani işbu üçüncü hutbesinde yine İsa’nın uluhiyyetini isbata çalışıyor ve Adem’in ma’siyet-i meşhuresinden tutturarak bunun evladına intikal ettiğinden ve Allah kendisini Beni Adem’in işbu günahı için feda etmekle kanı haç üzerinde döküldüğünden bahsediyor ve nihayet bu günahdan kurtulmak için ona i’tikad edilmesi lüzumunu istintac ile ehl-i İslam’ı da’vet eyliyor. Bunda dahi da’vasını ayat-ı Kur’an iyye ile isbat eder gibi görünüyor ise de işbu hikayeyi biri mucib-i keder diğeri mucib-i meserret olmak üzere iki cihete ayırıyor. Kur’an -ı Kerim yalnız mucib-i keder cihetini gösterdiği halde mucib-i meserret cihetini sükut ile geçiştirdiğinden onu kendisi ikmale çalışıyor. Bi’s-suhule anlaşılacağı üzere onun fikrince mucib-i keder ciheti Adem’in ma’siyet ederek cennetten ihrac olunması ve evladına alam ve ekdar ve mevt terk etmesidir. Bunun için Kur’an’dan iki ayet getiriyor ki ayetleridir. Mucib-i meserret ciheti de Adem’in günahının halaskar vasıtasıyla afv olunması ve İsa’nın hayat getirmesidir. Bit-tabi’ Kur’an’da bulamadığı ciheti ikmal için Tevrat ve İncil’e müracaata lüzum görüyor. Biz de bi-havlihi ve keremihi teala hatibin birinci cihette getirdiği ayetlere nasıl yanlış ma’nalar verdiğini isbat ve ikinci cihette dahi bi’l-iltizam meskutün-anh bırakdığı ayetleri ityan ile menşe’-i hatasını iraeye çalışacağız. Hatib-i nasrani ayetini sername-i makal ittihaz ettikden ve diyerek İslam adetince hamd ü sena eyledikden sonra “bu ayet insan hakkında Allah’ın hüsn-i niyyetine delil-i satı’dır” diyor. Yani Allah insanı hüsn-i niyyetle salih yapmak istedi ve hatta yapdı fakat kendisi fena çıkdı demek istiyor. Zaten bunu ileride sarahaten de beyandan çekinmiyor. Bi-çare hatib! Daha hutbesinin ibtidasında Allah hakkında bir fikr-i ibtidai bile hasıl edememiş olduğunu “Allah insanı salih olarak halk etti. Ona bir mesken ve me’va ihsan eyledi. Onu ta’attufat ve eltaf-ı ilahiyyesine mazhar ve müstağrak eyledi. Onunla konuştu ve onu kerim didarının müşahedesiyle müşerref kıldı ve zevcesiyle beraber cennet-i Adn’de iskan eyledi ve onun esmar-ı şehiyyesinden cak bir ağacın meyvesinden yemekliği ona nehy etti” Hatibin şu kıssada kim bilir ne gibi bir maksada mebni meskutün-anh bırakdığı bir takım mukaddimatı bir müslim ağzıyla beyan etmek vazifesi tabi’i bize terettüb ediyor. Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor ki: “ Yad et ol vakti ki Rabbin yer meleklerine” “ Ben yerde bir halife ikame edeceğim dedi.” Hazret-i Adem’e halife ıtlak buyurulması hakkında vücuh-ı adide beyan olunmakdadır. Birincisi arzın sekene-i kadimesi olup ika’-ı fesad ve iraka-i dem ile müstahıkk-ı mücazat olan benucana halef olmasıdır. İkincisi mahlukata halef olmasıdır. Çünkü Allah onda ruhaniyyat ve cismaniyyatı cem’ etmiştir. Hayvanat ve nebatat ve cemadatı cem’ ettiği gibi kendi ruhundan da nefh ederek onu mükerrem kılmıştır. kavl-i kerimi buna delalet eder. Üçüncüsü Allah’a halef olmasıdır. Çünkü binanın vücudu baninin vücuduna dall olduğu gibi insanın vücudu da Allah’ın vücuduna halef yani daldir. Keza insanın ferdiyeti Allah’ın vahdaniyetine ve zat ve sıfatı onun zat ve sıfatına halefdir. Hayatı kudreti iradeti sem’i basarı kelamı onun hayat ve kudret ve iradet ve sem’ ve basar ve kelamına ruhunun la-mekan ve la-cihet olması onun la-mekan ve la-cihet olduğuna delalet eder. Gerçi diğer mahlukatta dahi işbu sıfattan bazıları bulunursa da Adem’in halefiyeti hiç birinde bulunamaz. Çünkü sıfatullah insanda ictima’ ettiği kadar sairlerinde etmemiştir. Sıfatullahdan her hangi biri kalb-i Ez-cümle hayvanatta mucidinin vücuduna dair ilim yokdur. Melaike dahi nefslerini bütün sıfatlarıyla ve Allah’ı bütün sıfatlarıyla bilmezler. Onun için atiyen göreceğimiz vechile diye izhar-ı acz eylemişlerdir. İnsan ise hilafet-i uzması sebebiyle nefsini ma’rifet ve Allah’ı bütün o güzel isimleriyle bilmek suretiyle mümtazdır. nın tenfizi hususunda halefiyeti de dermiyan olunabilir. “ Melekler dedi ki” “ Can kavminin yapdığı gibi yeryüzünde ika’-ı fesad ve sefk-i dima’ edecek birini mi ikame edeceksin?” [ ] “Biz ise seni hamd ile zikir ve nekaisden takdis ederiz yani halefiyete biz daha evlayız.” “ Allah dedi ki” “ Elbette ben sizin bu hususda bilmediğiniz hüküm ve mesalihi bilirim.” Bazı müfessirler tarafından hali olduğu da beyan olunan melekuta tebşir ve halife diye telkıb etmiştir. Yer melaikesine nın tinetinde mevdu’ olan işbu sıfat-ı zemimeyi i’lam için olup taraf-ı ilahiden verilen cevap dahi rahmet-i ilahiyyeye rekküb edeceğine nazaran beyan-ı mütalaa etmişler Allah yurmuştur. “ Allah Adem’e bi’l-cümle isimleri ta’lim etti.” Yani ma’kulat ve mahsusattan ve muhayyelat ve mevhumattan bütün müdrekatı bilmeye müsta’id kıldı ve eşyanın gerek zatını ve gerek havassını ve ulum ve sanayi’in esaslarını ona ilham eyledi. Bu ayet-i kerimede insanın ma-bihi’t-temayüzü ilim ve ma’rifet olduğuna işaret vardır. Çünkü melekler ibadet ve ma’sumiyetlerinden bahisle zımnen halefiyete kendilerinin elyak olduğunu iddia eylediler. Allah ise hilkatindeki mefasid ile beraber ilmi sebebiyle Adem’in ulviyetini irae eyledi. “ Bundan sonra Allah o isimlerin müsemmalarını yer meleklerine gösterdi.” “ Emr-i hilafetten aczlerini göstererek onları tebkit ve ilzam maksadıyla dedi ki:” “ Hilafete istihkak hakkındaki zu’munuzda eğer sadık iseniz bana şunların “ Yer melekleri dediler ki” “ Biz seni bi’l-cümle nevakısdan tenzih ederiz.” “Kabiliyetimiz hasebiyle kendi alemimize münasib ulumdan bize ta’lim eylediğin umurun haricinde bir şey bilemeyiz.” “ Elbette sen alimsin hiçbir şey senden gizli değildir ve hakimsin bütün yapdıklarında bir hikmet-i baliğa vardır. Hatta biz de müsta’id ola idik bu ulumu bize de ifaza eylerdin.” Mahlukat içinde insanın ilim ile mümtaz olmasının sebebi hulasa-i alem olmasıdır. Ruhu şecere-i ilim ve ma’rifetin tohumudur şahsı da şecere-i alemin semeresidir. Bu sebebden şahsı diğer mahlukattan sonra ve cümlesinin ferd-i etemm ü ekmeli olmak üzere yaradılmıştır. Ağacın meyvesi zirvelerinde zuhura gelmek için bi’l-cümle eczasından mürur ettiği gibi Adem dahi şecere-i mevcudatın zirvesine çıkmak için cihat-ı süfliyye ve ulviyyesinden mürur etmiştir. Alemin her cüz’ünde onun için bir menfaat veya mazarrat hasılı bir maslahat veya mefsedet vardır. Onlardan herbirini mülayim birer isim ile tesmiye eylemiştir. Adem’in halindeki kemal icabından olmak üzere esma-i ilahiyye de onun disi mahluk merzuk abd ma’yub müznib taib müntefi’ mutazarrır zalim ve mazlum… olduğu için Allah da halık razık ma’bud settar gaffar tevvab nafi’ zarr adil müntakim olmuştur. “ Allah dedi ki: Ya Adem meleklere bu mevcudatın isimlerinden haber ver.” “ Vakta ki Adem onlara haber verdi.” “ Allah meleklere dedi ki size demedim mi göklerin ve yerlerin bütün mugayyebatını elbette ben bilirim ve sizin açıkdan söylediğinizi de ketm ve ihfa eylediğinizi de bilirim.” Meleklerin açıkdan söyledikleri Adem’in hilkatine ibraz-ı ta’accüb ve olunduğu üzere toprakdan yaradılmış olan insanın ilminden dolayı onlara rüchanı meydana çıkdı. “ Yad et ol vakti ki biz yer meleklerine Adem’e secde ediniz dedik.” Çünkü onu evvelce muhakkar görmüş idiniz. Sonra fazl u rüchanı sabit oldu. “ Onlar derhal secde ettiler.” Çünkü nurdan halk olunmuşlardı. Nurun şanı ise itaat ve inkıyaddır. Bu secde ma’na-yı şer’isine mahmul ise hakıkatte mescud Allah olup Adem kıble ittihaz kılınmıştır. Ve eğer ma’nayı lügavisine mahmul ise maksad Adem’e ta’zim için izhar-ı tevazu’dur. “ Meğer yer meleklerinin riyasetinde bulunan İblis kibir ve gururundan secde etmedi ve kafirlerden oldu.” Çünkü nardan mahluk olup onun şanı da kibir ve gururdur. Buraya kadar hilkat-i Adem hakkında hatib dostumuzun meskutün-anh bırakdığı hakayık-ı İslamiyyeyi hulasaten beyan ettikden sonra atiyen onun ahz ettiği iki ayet-i celileyi de nazar-ı tedkıkden geçireceğiz: “ Adem’e hitaben dedik ki:” “ Zevcen ile birlikde yer cennetinde oturunuz.” “ Bu bağın hangi tarafında isterseniz meyvesinden afiyetle yiyiniz.” “ Yalnız şu ağaca yaklaşmayınız.” “ Eğer onun meyvesinden yerseniz zalimlerden olursunuz.” Yani emr-i ilahiye itaatsizlikle yahud na’im ve kerameti muhil bir işe mübaşeretle nefsinize zulüm etmiş bulunursunuz. Bu ayet-i kerimede bizim hatib-i nasraninin takdir edemediği bir takım hikmetler vardır. Ez-cümle nehyinde Adem ve Havva’nın hataya düşeceklerine ve cennetten çıkacaklarına ve cennetteki ikametleri muhalled olmadığına terettüb etmez ve hiçbir hata tasavvur olunmaz. Zaten onların hakkında muhalled olmadıklarına Allah’ın meleklere demesi delalet eder. Çünkü Adem halife olmak ve arzı i’mar etmek için yaradılmış olmakla elbette cennetten çıkması lazım gelirdi. emri de onların olsa idi “ben sizi cennette iskan ettim” der idi. nehyinde Adem’in bulunduğu cennetin dar-ı sevab olan cennet olmadığına da delalet vardır. Çünkü oranın hayatı ebedidir. Neş’et-i cinaniyye kevn ü fesadı kabul etmeyip bi’z-zat muhalled olmayı icab eder. Ni’metleri de muvakkat ve mümkinü’l-inkıta’ değildir. Burada menhi-anh olan şecerenin ta’yininde akval-i adide varid olmuştur. Bazı meşayih şecere-i muhabbet olduğunu beyan etmekdedirler. Allah’ın Adem’e bu yoldaki hitabı ibtila ve imtihan içindir. Nehyi dahi delalet ve tahriz maksadına mebnidir. Zira insan men’ olunduğu şeye haris olur. Allah bilirdi ki Adem’in gittikçe o şecere-i muhabbete mihnete düşecek ve sırr-ı hilafet zuhura gelecektir. Burada bir cilve-i Sübhaniyye daha görülür ki eğer nehy-i mezkur varid olmaya idi tenavülü isyan olmazdı isyan olmayınca tevbeye lüzum görülmezdi. Tevbe olmayınca da afv ü mağfiret ve günahdan taharet ve muhabbet-i Halbuki cemal ve celal sıfatları gibi tevvab ve gafur kahhar ve settar sıfatlarının dahi zuhuru mukteza-yı hikmet idi. Adem’in bu babda husule gelecek zellesi zelle-i tenzihiyyedir ve nehy-i tenzihi suretiyle levme istihkakı “ Müttakılerin haseneleri mukarrebler için seyyi’eden ma’dud” olmak kabilindendir. Kıssanın bundan ilerisini bir kere hatibden dinleyiniz: “Hazret-i Adem’in bu hal-i saadette ne kadar uzun müddet kalmış olduğunu bilmeyiz. Şu kadarını biliriz ki şeytan ol ağacı ona hoş ve güzel göstererek onu ol ağacın meyvesinden yemeye iğva ve istihva eyledi. O dahi şeytanın tesvilatına uyarak ondan yiyip Rabbine isyan eyledi ve hemen o lahzada cibilletlenmiş olduğu rütbe-i kudsiyetten ve fıtri salahdan düştü ve tabiat-i esime ve nefs-i emmare sahibi oldu ve Allah onu derhal cennetten tard edip hayat ağacının yolunu muhafaza için Adn bahçesinin şarkı canibine kerrubiler ve her tarafa döner alev kılıçları ikame eyledi.” Bir de bizden dinleyiniz: “ Şeytan Adem ve Havva’yı cennetten kaydırdı.” Yani ilka-i vesvese ile onların zelleye düşmelerine sebeb oldu. Zelleden murad hataen ve bila-kasd savabdan zühul etmekdir. “ Nail oldukları naim ve kerametten onları ihrac eyledi.” Halbuki İblis’in maksadı onları cennetten ihrac olmayıp belki mertebesinden iskat ve Allah’dan teb’id idi. Atiyen görüleceği üzere bu emeline nail olamamıştır. “ Biz Adem ve Havva’ya dedik ki:” “ Yeryüzüne “ Bir halde ki evladınızdan bazısı bazısına düşman olsun.” “ Sizin için yeryüzünde bir zamana kadar karargah ve ni’metlerinden istifade olacakdır.” Bu kelam Hazret-i Adem Şu halde sure-i A’raf’da varid olan “ Ben sizi o şecereden men’ etmedim mi ve şeytan size açıkdan düşmandır demedim mi” ayet-i kerimesiyle vuku’ bulan itab unf ve şiddet bi’l-istihkak nailiyetlerini istihsal ve kendilerini daha ziyade takrib içindir. fehhümü işkal edecek derecede ta’mik cihetine de gitmeyerek kütüb-i tefasirden istinbat edebildiğimiz izahatı i’ta ettik. Şimdi hatibin sözüne nakl-i kelam ediyoruz: “Bu vak’a ve hikayeyi Tevrat ve Kur’an lafzan ve ma’nen hemen hemen birbirine müsavi ibarelerle takrir eylemişlerdir.” Hatib-i nasraninin şu sözü ne dereceye kadar muvafık-ı hakıkat olduğunu anlamak için Tevrat’ın bazı fıkaratını buraya nakl etmemiz lazım geliyor. “Ve Rab Allah şark canibinde Adn’da bir bahçe tertibiyle .... yemek için her bir ağacı ve bahçenin ortasında hayat ağacıyla hayır ve şerri bilmeklik ağacını bitirdi… Adn bahçesini timar ve muhafaza etmek üzere Adem’i alarak oraya kodu… Bahçenin ağaçlarının kaffesinden istediğin gibi ye; amma hayır ve şerri bilmeklik ağacından yeme. Zira ondan yediğin günde mutlaka ölürsün dedi…” Yılan karıya: Mutlaka ölmezsiniz. Zira ondan yediğiniz günde gözleriniz açılıp hayır ve şerri tanıyarak ilahlar gibi olacağınız Allah’ın ma’lumudur dedi… ve karı onun meyvesinden alıp yedi ve zevcine de verdiğinden o da yedi. O zaman ikisinin dahi gözleri açılmakla üryan olduklarını bildiler ve incir yapraklarını dikip kendilerine futa yaptılar ve günün serin vaktinde bahçede gezen Rab Allah’ın huzurunda bahçenin ağaçları arasında gizlendiler…. Ve Rab Allah işte Adem hayır ve şerri bilmekde bizden biri gibi oldu ve şimdi elini uzadıp hayat ağacından dahi alarak yiyip ile’l-ebed yaşamasın dedi. İmdi Rab Allah onu alındığı toprağı timar etmesi için Adn bahçesinden çıkardı. Böylece Adem’i tard ile hayat ağacının yolunu muhafaza için Adn bahçesinin şark canibine kerrubiler ve her tarafa döner alev kılıcını ikame eyledi.” Bu kıssayı Kur’an’ın tarz-ı beyanıyla Tevrat’ın beyanı beynindeki farkı erbab-ı insafın takdirine terk ile iktifa ederim. Hatib baladaki fıkrasında Adem’e kable’l-isyan bir kudsiyet ve fıtri bir salah isnad ediyor ve ba’dehu cibilleti tahavvül ederek nefs-i emmare sahibi [ olduğunu beyan ediyor. Bu hutbesinde esas ittihaz ettiği fikr-i asli budur. Çünkü vasıtaya lüzum gösterecek ve o vasıtanın da nefsini çelipa üzerinde feda ve kanını iraka eden Allah olduğunu söyleyecekdir. Balada verdiğimiz izahattan da anlaşıldığına göre cibilleti fesada münhemikdir. Maamafih kendisinde ruh bulunduğundan salaha da müsta’iddir. Eğer kable’l-isyan hal-i aslisi kudsiyet olsaydı insan olmayıp melek olması lazım gelirdi. Yani kendisinde nasutiyet bulunmamak icab ederdi. Halbuki onun toprakdan yaradıldığında gerek bizim kitabımız ve gerek onların kitabı müttefikdir. Ba’de’l-isyan tabi’atı bi’l-külliyye tebeddül edip de salahı bi’l-külliyye zail olsaydı sırf behimiyyete düşer ve hiç kudsiyeti kalmazdı. Halbuki hiç olmazsa halaskar Mesih gelmezden evvel bir takım peygamberlerin gelip halka tebliğ-i din ettiklerini olsun nazar-ı efradında bazen biri bazen diğeri galebe eylemiştir. Bir de hatib-i nasrani hutbesinde nefs-i insaninin yalnız emmare mertebesini nazar-ı i’tibara alıyor da levvame mülhime mutma’inne mertebelerini hiç görmek istemiyor. Nefs-i emmare daima sahibine fena ve muzır şeyler emreder. Arzusu şehvet istirahat keslandır. Doyarsa kuvvetlenir uyursa beslenir acıksa kesb-i za’f eder. “ Ben nefsimi tezkiye edemem zira nefs fenalıkla emreder.” Ayet-i kerimesinden maksad budur. Ve nefisleri bu mertebede kalanlar “Adeta behaim gibi ve belki daha aşağı mertebede olurlar.” Lakin bu nefis enva’-ı riyaziyyat ile kırılır ve taht-ı zabta ve kahra alınır. Onun mevtiyle nefs-i mutma’inne hayat bulur. –”Nefs-i levvame” zulüm ve fesad ile emr eder. Kahr u galebe ve riyaset arzu eyler. Ahlakı kibir ve buhl hiddet mekr ve hiledir. Mal ve şeref ile kuvvetlenir fakr ile kesb-i za’f eder. ayet-i kerimesi buna işarettir. – “Nefs-i mülhime” hayır ve nef’a meyl eder bazen buna muhalefet etse bile bi’s-suhule rücu’ eyler. Ma’rifet ile ihsan ve ma’deletle mütelezziz olur. Tabiatı mülayim sahib-i fikr ve tedbir ulumdan bahis muti’ ve münkad olur. Arada riya ve tasannu’a da gider. Ma’rifetle izzet bulur hikmetle terbiye olur. Kendinden şikayet edilse muztarib olur. Hikmet ve ihsandan hali kalsa tevazu’ eder. kavl-i keriminde buna işaret vardır. – “Nefs-i mutma’inne” Allah’dan razi ve ef’ali indallah marzi olur. Kaza ve kadere münkad va’d-i ilahi ile mutma’in ve şad olur. Zikrullah ile telezzüz eder merzatullahı sever emr-i ilahiye muvafakat ile emr eder. Tabiatı hilm vakar kerem sıdk safa akıl fazl birr u ihsan seha rıza ve sükun tasdik iman ve tevfikdir. Zikrullah ile şeref bulur. Allah’ı fehm etmekle ulüvv-i menzilet kazanır. Allah’a rücu’ ile safa ve taharet bulur. Gafil olsa zulüm eder sehv etse münkabız olur gayra nazar kılsa mükedder olur. “Ey nefs-i mutma’inne Rabbinden razi olduğun o da senden razi bulunduğu halde ona rücu’ et” . Kullarımın arasına gir ve cennetime dahil ol ayet-i celilesi buna işarettir. –Nefsin her mertebesi için mufassalat-ı ahlakıyyede mübeyyen bir takım riyazetler vardır ki onlarla kesb-i salah eder. Ey hatib efendi! Nefs hakkındaki bu ifadatım söylenmesi lazım gelenlere nisbetle la-şey mesabesindedir. Nefsin meratibine ve terbiyesi için lazım gelen tedavilere dair ma’lumat isterseniz mufassalata müracaat etmelisiniz. İslamın ne gibi dürus-ı hikmet aldıklarını görüyorsunuz ya. Şimdi nefs-i emmare derecesinde kalanların onlara “Geliniz bizim fikrimizi kabul ediniz” diye nasihat vermeleri Bahr-i Muhit’deki inci sayyadlarına sahilde kör kefal saydını tavsiyeye benzemez mi? Devam edecek AHKAMDA ICTIHAD OLUNABILIR? linden istinbat hususunda bezl-i mechudda bulunmakdır yolunda ta’rif ediyorlar. Bu yolda çalışacak zata da müctehid deniliyor. Müctehid edille-i kat’iyye ile sabit olmayan ahkam-ı fer’iyyeyi Kitab Sünnet icma’ ve kıyasdan ibaret olan edille-i şer’iyyeye tevfikan halletmeye çalışır. Şer’in esaslarını umumi mebadisini ta’mik vüs’ u takati yettiği mertebede istiksa-yı nazar ve i’mal-i fikr eder. Ondan sonra –zamanın tevlid ettiği bir ihtiyacın tesviyesi için– bir hüküm verir bir nizam vaz’ eder. Şeri’at emr-i maaş ve emr-i me’adda insanların te’min-i menafi’i esası üzerine müesses olduğundan bir hüküm ki –zaman ve mekanın tebeddülüyle– te’min-i adalet edemez ve mesalih-i ammenin tesviyesine kafi gelemez o hükmün tebdili şer’an bir zaruret kesb eder. Yahud zaman ve mekan yeni bir ihtiyacın tesviyesi için yeni bir hüküm ister o hükmün verilmesi o ihtiyacın tesviyesi lüzum-ı kat’i tahtına girer. Devirden devire ihtiyacat ve mu’amelat tenevvü’ ve tevessu’ ettiğinden her asırda da ictihada lüzum-ı kat’i vardır. Ehadis-i nebeviyye siyer-i ashab; tarih-i tabi’in tedkık edilir tebe’-i tabi’in devirleri ta’mik olunursa bu hakıkat bütün vuzuhuyla meydana çıkar. tehid ictihadında hata ederse bir sevaba isabet ederse on sevaba nail olacağı hakkındaki beyanat-ı nebeviyyelerinden daha sarih delil olur mu? Zamanın ihtiyacına göre ictihadatta bulunmak hususunun nezd-i Risalet-penahi’de ne derece mültezem olduğuna dair me’muren Yemen’e i’zam buyuruldukları esnada Mu’az bin Cebel ile Zat-ı Risalet-penahi arasında cereyan eden muhavereden daha parlak şahid ikamesine lüzum var mıdır? Kütüb-i ehadisde musarrah olan bu muhavere şu yolda cereyan eylemişti: Hazret-i Peygamber – Ya Mu’az Yemen’de ne ile icra-yı ahkam edeceksin? Mu’az – Kitab-ı İlahi ile! – Kitab-ı İlahi’de bulamazsan…? – Sünnet-i Resul ile! – Sünnet’te de bulamazsan…? [ et-Taberani – Kendi re’y ve ictihadımla! Hazret-i Mu’az’ın şu son cevabı fevkalade takdir ve mahzuziyet-i nebeviyyeyi mucib olduğundan bu müctehid-i muhterem taltifat-ı nebeviyyeye mazhar buyurulmuştu. Hatta zat-ı risalet-penahi memnuniyetlerini: Allah’a hamd olsun ki Resul’ünün me’murunu onun razı olduğu şeye muvaffak kıldı cümlesiyle izhar buyurmuşlardı. Hazret-i Ömer Ebu Musa el-Eş’ari’yi me’mur ta’yin ettikleri zaman Kitab-ı İlahi ve Sünnet-i Nebevi’de sarahate destres olamadığı yerlerde ictihada devam etmesini emir ve tebliğ eylemişlerdi. Acaba bab-ı ictihadı sımsıkı kapayanlar ahkam-ı diniyyeyi tahdid hususunda kendilerini Şari’-i A’zam’dan daha ziyade salahiyetdar umur-ı diniyyede Hazret-i Ömer’den daha ziyade salabetdar mı addediyorlar? Bunlar devr-i ashabı tedkık etmiş olsalardı irtihal-i nebeviden sonra zuhur eden mesailde uzama-yı ashabın alabildiğine şevahid bulabilirlerdi. Ashab-ı güzin Kitap ve Sünnet’te destres olamadıkları hususatta ictihad ve mucebiyle amel ederlerdi. Hulefa-yı Raşidin hazeratıyla Hazret-i Ayşe Talha Zübeyr İbni Abbas Ebu Hureyre Ammar bin Yasir İbni Ömer Zeyd bin Sabit Abdullah bin Mes’ud Enes bin Malik Ümmü Seleme Ebu Sa’id el-Hudri Abdullah bin Zübeyr Ebu Musa el-Eş’ari Selman-ı Farisi Mu’az bin Cebel Cabir bin Abdullah Sa’d bin Vakkas Abdurrahman bin Avf İmran bin Husayn Ebu Zer-i Gıfari ve Ebudderda gibi zevat-ı fazıla mesail-i mütenevvi’aya dair ictihadatta bulunurlar yeniden yeniye zuhur eden mesailin hall ü faslına çalışırlardı. Devr-i ashabı müteakib gelen asırlarda zuhur eden uzama-yı ümmetten İmam Malik Şafi’i İmam Ahmed ashab-ı güzinin isrlerine tevfik-ı hareketle ictihadata devam etmiş ve mezheblerinin te’sisine çalışmışlardır. Hatta ehl-i sünnet uleması miyanında mezahib-i erba’adan hiç birine tabi’ olmayarak müstakil birer mezheb sahibi olan birçok müctehidin daha zuhur etmiştir. Süfyan bin Sa’id-i Sevri Ebu Sevr-i Halidi Davud bin Ali Zahiri Muhammed bin Cerir-i Taberi Ebubekir bin Huzeyme ta’dad olunabilirler. Şu halde ictihadın hasr u tahdid edilemeyeceğine bu muhterem simalardan büyük delil olabilir mi? Fakat ne çare ki bu gibi bülend-nasiyelere halef olanlar kemal-i acz ile taklide yapışmışlar dar bir sahaya sıkışmışlar daire-i taklidden harice çıkmaya cesaret edememişlerdir. Damen-i taklide yapışan mukallidin kendilerini alem-i ulemadan zannediyor ve halka karşı da alimlik taslamayı unutmuyorlardı. Halbuki İbni Cevzi’nin dediği gibi mukallid [ Benzer şekilde Ebu Davud Hazret-i Ömer. hiçbir vakit alim sayılamaz. İlmin şartı bilinen şeye edillesiyle vakıf olmakdır. Ulemanın tereddisi taklidin tahakkümü; ki bab-ı ictihadın seddiyle nihayetlenmiştir; millet-i İslamiyye arasında parlak zekaların zuhuruna nevvar ve hür dimağların inkişafına en büyük bir mani’a teşkil eylemiştir. Taklidcilik meydan aldıkdan sonra dimağlar düşünmekden fikirler tetebbu’dan men’ edildi. Ulum; zavahir-i kütübe hasr olundu. İstiklal-i fikr mahv oldu. Akıl ve muhakeme taht-ı tazyika alında. Neticede İslamlar her ilmi ihmal ettiler gide gide şah-rah-ı ilm ü irfan dikenli ve dar derbentlere sokuldu. Halbuki her asırda şerait-i ictihadı –ki ma’ani ve aksamıyla beraber Kitab’ı metin ve senediyle Sünnet’i mevarid-i olmazsa birkaç zatın bulunması lazım bunların yetiştirilmesi ümmet-i İslamiyye üzerine farz ulemanın da bu mertebeye Fakat çalışmak didinmek işte bu müz’ic meşgale hiç kimsenin işine gelmiyordu. Bu müşkil zahmetten kurtulmak sib görüldü. Ve bab-ı ictihadın kapanmış olduğu şayi’ası halk arasına yayıldı!... tedkık edelim: Ahkam-ı şer’iyye: İ’tikadat ibadat melekat ve muamelat namlarıyla dört kısma ayrılabilir. Bunlardan ahkam-ı i’tikadiyyede ta’rif-i sabıkına göre ictihad cari olamayacağı gibi –paye-i kemali ne kadar yüksek olursa olsun– hiçbir ferdi taklid etmek de meşru’ değildir. Çünkü i’tikada müte’allik ahkamın ekserisi edille-i akliyye ile kat’iyyen sabit olmuş nusus-ı Kur’an iyye ile de te’yid buyurulmuştur. Mütebakı kısım ki Kur’an -ı Kerim ve ehadis-i mütevatirede varid oldukları gibi aklen muhaliyetlerini mucib bir delil de yokdur. Binaenaleyh bunların teslim ve kabulü de zaruridir. Her halde ahkam-ı i’tikadiyyede ilm-i yakın şarttır. ettiği esaslar la-yeteğayyerdir. Çünkü ibadata müte’allik hükümler taraf-ı şari’den itmam edilmiştir. İbadette ruh hulus-ı niyyet ve rıza-yı Bari’yi celbdir ki bu da tehzib-i nefs takviye-i dan ibadatın zaman ve mekan i’tibarıyla tahavvülü icab etmez. olan erkan ve sairenin ta’yin ve temyizi hususunda rivayat-ı muhtelifeden esah olanı tercih mücmel olan bir ta’biri tefsir suretiyle ta’mikat-ı ictihadiyyede bulunulabilir. Yoksa hiçbir müctehid farz olan ibadetlerden birini kendi ictihadıyla tağyir etmek salahiyetini haiz değildir ve olamaz. Hayat-ı uhreviyyeye taalluk eden ahkamda insanlar bildikleri gibi hareket edemezler. Şari’ ne yolda emretmiş ise ona ittiba’ lazımdır. Melekat kısmı ki menhiyat ve meharimden şürur ve kabayihden men’ ve tahzir hükümlerini fezail-i ahlakıyye veya hürmetine dair nass-ı şer’i olan ahkama bit-tabi’ ilişemez. Yalnız meskutün-anh olan bir fi’ilin hıl veya hürmetini kıyasla isbat edebilir. Müctehidin bu esaslara dokunamaması terakkı ve tekamülümüze hiçbir mani’a iras edemez. Bi’l-aks bunların la-yeteğayyer olması vahdet-i milliyye ve vahdet-i terbiyyeyi intac edeceği gibi efradın ale’s-seviyye fezail-i ahlakıyye ile ittisaflarını da te’min eder. Müctehidlerin mesailerine en ziyade cevelangah olan saha mu’amelat-ı dünyeviyye kısmıdır. Çünkü mu’amelat-ı dünyeviyye örf adet ihtilaf-ı zaman ve mekan ile tağayyür eder. Bunlar hakkında her asırda o asrın ihtiyacatına o mahallin ilcaatına göre ictihadatta bulunmak lazımdır çünkü mu’amelatın cüz’iyyatını tahdid etmek mümkün değildir. Şeri’at-i İslamiyye taharri-i adalet müsavata ri’ayet zarar ve zırarı def’ gibi bir takım esasat-ı aliye vaz’ etmiştir ki fukaha ve erbab-ı hukuk bu esaslara göre ictihadatta bulunarak ahkam-ı fer’iyyeyi istinbat ederler. Mu’amelatta esas te’min-i menfaat tanzim-i hayat ve umur-ı ma’işeti ıslah edecek bir nehc-i kavim vaz’ıyla sa’adet-i dünyeviyyeyi ihzara çalışmakdan ibaret olduğundan mu’amelatı bu gayelere göre ıslah ve tanzime muktedir olabilecek mütefekkir dimağlara ihtiyac vardır. Ahkam-ı fer’iyyenin yani erbab-ı ictihada aid olduğu evamir-i şer’iyye cümlesindendir. SIVRISINEK Bir erkan-ı harb ne kadar mahir ise karşısındaki düşmanın harb planını öğrenmeyi o derece ve belki daha fazla arzu eder. Biz de dahili düşmanımız düşman-ı canımız sivrisineğin tarz-ı ma’işet ve neşv ü nemasını ecnas ve enva’ıyla beynlerindeki mümeyyiz farkları suret-i vahzıyla nakl-i emraz hususunda gösterdiği yararlığı öğrenelim: Sivrisinek erkekleri çiçek emerek çiftleşme zamanına kadar ömür sürerler. Dişileri ise doğar doğmaz insan kanına hücum eder. Ekseriya gece bazen sıcak günlerde öğle vakti lara yumurta bırakmak suretiyle çoğalırlar. Yumurtlayacak dişiler su sathına pek yakın uçar ve en rakid mevki’i bulup ya uçtukları halde yahud yosunlara konarak batınlarına mukavves bir şekil verir bir veya birkaç yumurtayı suya terk ederler. Sıcak havalarda yumurta suya düştüğünün meydana çıkar. Rüşeym-i mai veya sürfe-i maiyye Bunlar da derilerini değiştirerek yumurtalarının çıkdıklarının yirmi veya yirmi beşinci günü istifham işareti ? şeklinde bir ikinci nevi’ yavru hasıl ederler. Şüfeyre-i maiyye Şekilde görü- [ A’raf /] Furkan-ı hakim. [ İbn Mace [ Nisa /] Furkan-ı hakim. lür. Bu son yavrular da şüfeyre haline geldiklerinin üç veya beşinci günü asıl ana ve baba sineği meydana getirirler. Sivrisinek yavruları sıcakdan hazzettikleri gibi soğuğa da oldukça mütehammildirler. Bir havuzdan elde ettiğim on beş kadar yavruyu şişe içinde pek sert ve soğuk rüzgarlara karşı büyütmeye muvaffak oldum. Şu kadar var ki bu mukavim hayvanlar rüzgardan müteessir olmamak maksadıyla şişenin duvara isabet eden cidarına şitab ediyorlar. Oda içerisinde bulunanlar loşlukdan ve sıcaklıkdan daha sür’atle büyüdüler ki bu da ağaçlık sazlık yerlerle memalik-i harreyi tercih ettiklerini isbata kafi bir delildir. Fennen kışı bataklıklarda geçirir ve yazın hatta ilkbaharın hululüyle meydana çıkarlar. Nitekim bu sene Mart’ının ikinci günü birkaç tanesi pencerelerime hücum etmiş ve nazar-ı dikkatimi celb eylemişti. Sivrisineklerin birçok familyaları cinsleri ve nevi’leri varsa da memleketimizde en çok görülen başlıca iki nevi’den bahs edeceğiz. Sıra gelir de sarı ısıtma humma-yı asfer hakkında da birkaç söz söylersek bir üçüncü nevi’ sineğin ismini de o zaman zikr ederiz. Bu iki nevi’den birisi ısıtmayı nakl eder diğeri etmez. Aralarındaki farkı ehemmiyetlerine binaen muhtasaran beyan edelim: suyun sathında teker teker yüzer. Nakl etmeyenin yumurtaları su üstünde yüzerler. almak için suyun yüzüne gelince vücudunun her tarafıyla su sathına iltisak eder. Nakl etmeyenin ise son halkasında bir nefes borusu bulunduğundan yalnız onu su sathına uzatır. Vücudu da baş aşağı sarkar. Bunu görmek için bataklığın birinden bir bardak su almak kafidir. Yalnız unutmamalıdır ki birinci nevi’ o kadar kesretle elde edilmez. Yukarıda söylediğim on beş yavru arasında ancak iki tane görebildim dört büyük bir-iki de pek küçük leke bulunduğu halde diğerinde görülmez. Bununla beraber kanadı lekesiz nakil sivriler de yok değildir ederek iki ayağını serbest bırakır. Vücudu da duvara bir amud resmeyler. Yere konduğu zaman da baş aşağı bir vaziyet alır. İkincisi duvara muvazi bir hat teşkil eder. Bu dört ayağı duvarla münasebette bulunur. Bunlar da pek mümeyyiz vasıflar olmayıp iş kanadlarla tuğlardadır. Lisan-ı fende nakl edene anofeles etmeyenlere tilekes namını verirler. Kim ne derse desin sivrisineklerin cümlesi tehlikeli hayvanlardır. Hiç birinden hayır beklenmez. Bunu da sıra düştükçe Suret-i vahz: Kıta’at-ı femiyyesini setr eyleyen alt ve üst fükuk katlanarak geriye çekilir. Hortum deriye oradan da damara dahil olur. Sivri veya dakıka bu halde kalır. Şercinden şeffaf bir mayi’in zaman zaman zuhur eylediği görülür. Bu vahz iledir ki ısıtmayı ve daha birçok kan hastalıklarının tohumunu nakl eder. Hasta bir şahsın kanından emmek suretiyle vücuduna doldurduğu tohumlar cerasim-i maraziyye mi’deden karın boşluğuna oradan sırtında yağlı damar vasıtasıyla boyundaki lu’ab guddelerine intikal eder. Lu’ab guddelerine gelen tohumların vahz iğnesi tarikıyla bir şahs-ı diğerin kanına pek kolaylıkla intikal eyleyeceği bişekk ü şüphedir. DARÜLFÜNUN-I OSMANI Nedreti kendisinin ba’is-i kıymeti olan bir cevherde alemdir ki asar-ı maddiyyesiyle sa’adet-i beşeriyyeye hizmet ettikçe aksam-ı ibtidaiyyesi şerait-i hayatiyye kadar elzem derecat-ı aliyyesi de servet-i milliyye kadar mültezem olur. Cereyan-ı hayat ancak teceddüdat-ı müteselsilenin tezahüründen ibaret olup hayat-ı efrad ağdiye-i lazımenin vücuda temsili sayesinde te’min edilen teceddüd ile devam edebildiği gibi efradın ictima’ından müteşekkil bulunan hayat-ı cem’iyet de teceddüdat-ı mütevaliyyeye arz-ı iftikar edip bu hususda ilim ve hüner en birinci amil ve müessir olmuş daha doğrusu cem’iyetin te’min-i hayatı için bulunmuştur. Tarihde okuyup yazmaya başlamadan daire-i temeddüne hatve-endaz olmuş hiçbir kavme tesadüf olunamadığı gibi asr-ı hazırda da tabakat-ı medeniyyenin bala-yı müşa’şaında ancak irfanıyla müte’ali milletleri görmek kabil oluyor. Kabus-ı cehaletin bütün zulmetiyle hüküm-ferma olduğu bir muhit-i tarike neşr-i envar ile başlayan İslamiyet; ta’mim-i maarifi ilmin cehle savlet-i mücahidanesi şekline cehhez medeniyet-i muntazamayı daima maarifle mütevazi ve mütevazin bulundurmak icab ederken bazı esbab dolayısıyla asren ba’de asr hareket-i ilmiyyeye tari olan rehavet medeniyet-i İslamiyyeyi de kendisiyle beraber bir devre-i tevakkufa dahil etmiş ve tevakkufun netice-i tabiiyyesi olan tedenni de tabi’atıyla yüz göstererek bina-yı medeniyyette müessirat-ı hariciyyenin tahribatına müsaid cereyanlar açılmaya başlamıştır. Bir millet; tenevvürat-ı ilmiyye tedabir-i siyasiyye istilayı arazi tahakküm-i iktisadi gibi esbab-ı mevcudiyyet-i milelden hangileriyle iktisab-ı hayat eylediyse yine onların hüsn-i idaresiyle beka-pezir olabilir. Yoksa televvün-yab bir hayat dolayısıyla te’sirin aks-i te’sire mağlubiyetini mükerreren tecrübe etmek sine-i millette açılan karhaların mühlik felaketler elim akıbetler tevlid ettiğini görmeye hazırlanmak demekdir. Rüzgarın üzerine uçmak cereyana galebe çalmak etmek ve nihayete kadar aynı suretle devam eylemek iktiza eder. Tarz-ı hayatında gösterdiği televvün ile kendisinin badi-i felaketi olan Devlet-i Osmaniyye –ki devr-i istila devr-i maarif devr-i teşa’ur ve israfat devr-i siyaset ve ıslahat gibi birçok edvarın amil ve failidir– yaşadığı ve yaşattığı devirleri asabi birer humma daimi serbesti ile bila-mucib tenevvu’ ettirirken kendi kazdığı çukurlara doğru yürüdüğünü evvelce binmiş olduğu dalları kesdiğini asla fark edemiyordu. Nesl-i hazıra kadar yek-diğerini istihlaf eden işbu ensal-i müteakıbeden hangisinin hangilerine karşı mücrim sıfatıyla müttehem olabileceğini hikmet-i tarihiyyenin tedkıkat-ı zulmet-şikafanesine terk edecek olursak bize yalnız tahribat-ı maziyyeyi a’sar-ı müstakbeleye sirayetten men’ etmek esbabının sür’at-i tatbiki terettüb eder. Medeniyet-i hazıraya tevfik-ı hareketle idame-i mevcudiyyet esbabı bugün iki asla irca’ ediliyor ki bunların biri ahlak diğer maarifdir. Ahlak namına eslafdan nelere tevarüs ettiğimiz ma’lumdur! Maarifimize gelince; bunun vücudunda herkes gibi bizde şübhemiz olmakla beraber maarif-i hazırayı temsil eden anasır-ı mühimmeden Darülfünun-ı Osmani hakkındaki mütalaat-ı atiyyemiz maarife dair bazı cihetlerce olan nikat-ı nazarımızı bir dereceye kadar izah eyleyecekdir. Milletin en güzide efkar-ı münevveresine menba’ olan veyahud olması icab eden bu yegane daru’l-irfanımız elyevm lerine münkasemdir. Bu şu’beler acaba hakıkaten pişva-yı millet olacak talebe yetiştirebiliyor mu? Ve bu talebeyi yetiştirmek tedkık etmezden evvel darülfünunun şimdiye kadar bizdeki tarz-ı telakkısine atf-ı nazar etmek istersek ulumun tatbikat-ı fi’liyyesi namına mine’l-kadim cari olan meslek-i garibimizi der-hatır eylemek kafidir. Bizdeki hayat-i ilmiyye evvela; okumak saniyen okutmakdır. Hatta bunun içindir ki ulumun nazari kısımları mahafil-i ilmiyyemizde daha ziyade ca-yı kabul bularak cihat-ı ameliyyesi layıkı vechile şayan-ı ehemmiyet görülememiştir. Binaenaleyh nazariyat-ı ilmiyyenin kitap satırlarından saha-i fi’liyyata çıkmadığı şu memlekette teşkil edilmiş bir darülfünun ancak i’dadi mu’allimi yetiştirmekle vazifesini ifa etmiş sayılıyor. Halbuki bir darülfünunun mesela; tabiiyyat şubesinde okuyanlar kimyahane hikmethane hayvanat nebatat ma’deniyat bahçe müze ve nümunehaneleri gibi müessesat-ı fenniyyeye me’mur olmak riyaziyat şu’besinde çalışanlar alaim-i cevviyye ve hey’iyye rasadhaneleri gibi riyaziyat-ı ilmiyyenin zemin-i tatbikat bulduğu yerlere vakf-ı hayat etmek edebiyat şu’besinde bulunanlar kalemlerinin sihr-i beyanıyla ma’neviyat-ı millet üzerinde ceraid resail hikayat vasıtasıyla nazım-ı hissiyat olmak darü’t-temsillere hayat vererek temaşageranı tarihin şayan-ı ibret sahifelerinde ahlakın mukayese-i kıymeti vadilerinde yaşatmak milel-i İslamiyye arasındaki revabıt-ı uhuvveti te’yid etmek a’da-yı dinin i’tirazat ve müftereyatına müdafaa eylemek kendilerini madame’l-hayat tebliğ-i dine me’mur bilmek için hazırlanırlar. Heyhat!... Yegane darülfünunumuzun senelerden beri yetiştirdiği me’zunlardan kendisini bu gibi vezaif içerisinde görmüş kaç tane bahtiyar vardır?! Eğer darülfünun namı verilen mekteb-i ali bir darülmu’allimin nokta-i nazardan ta’kıbi iktiza ederdi. Zira darülfünundan alim yetişmesine mukabil darülmu’alliminden mu’allim yetişecekdir ki –evvelki makalemizde de izah edildiği vechile– olacak zevatın birçok evsafı haiz bulunmasını zaruri kılmıştır. Kudret-i ta’limiyye ancak müstesna bir isti’dadın muvafık bir terbiye ile tenmiyesinden husul-pezir olur. Her mu’allim alim olsa bile her alimin mu’allim olabilmesi gayr-ı kabildir. Binaenaleyh alim yetiştirmekle mükellef bir darülfünundan darülmu’allimin vazifesi beklemek de ma-la-yutakdan başka bir şey değildir. Milletin darülfünundan ziyade darulmu’allimine liminin sunuf-ı aliyyesiyle tevhid olunmuyor tevhide hacet görülmüyorsa niçin ayrı bir darulmu’allimin-i aliyye olmak üzere ilan edilmiyor. Artık acı bir hakıkat olmak üzere söylemekden çekinmeyeceğim ki İstanbulumuzun hatta devletimizin yegane darülfünunu bulunan bu müessese hiçbir vechile hakıkı darülfünun üniversite değildir. Talebesi Avrupa’nın i’dadilerine mu’allimini de darülfünunlarına talebe olabilecek bir mektebe darülfünun namı verip kendimizi aldatmakdansa hakıkati i’tiraf etmek her halde evladır. Ma’dud ve mahdud zevat-ı muhteremenin himematıyla yaşayabilen bu mektepte mu’allim şahsıyla kaim dersler bile bulunduğunu söylersek darülfünuna liyakatten daha pek uzak mesafede olduğumuz ta’ayyün eder zannederim. Ba’de’l-Meşrutiyye Mekteb-i Hukuk’da “Tarih-i Hukuk-ı Osmaniyye” tedrisiyle daha doğrusu bu ilmin bizde ihdas ve te’sisiyle meşgul bulunan Selanikli Tevfik Bey merhum kifayesine almaya kimse cesaret edememişti. Mezkur dersin lağvıyla neticelenen şu hali merhum-ı müşarun-ileyhin derece-i fazlına bir misal olduğu kadar darülfünunumuzun da mevki’-i ilmisine mi’yar olabilir. Edebiyat şu’besindeki “ilm-i lisan” dersi de Necib Asım Bey’in çekilmesiyle galiba bu akıbet-i feci’aya uğramıştı. El-an Fransızcadan tercüme ettiği bir kitabı harf-i vahid lan mu’allimler o kitabı güzelce belleyen talebeden acaba ne gibi bir farkı haiz bulunuyor?! Bir darülfünun mu’allimi talebeye karşı hisar-ı asar ile muhat menba’u’l-vusul bir mevki’-i metine şeref-bahş olmak ve sinin-i vefirenin husule getirdiği meleke-i zihniyye ile huceyrat-ı dimağiyyesi meşbu’ bulunmak gibi herkesi inhina-yı ta’zime mecbur eden bir vücud-ı nadiru’l-mevcud olmalıdır. Halbuki bizde tercüme ettiği kitabın bir iki bahsini anlayamadığını i’tiraf eden mu’allimler görülmüştür. Talebeye gelince: Şu’abatı umumiyetle i’dadi me’zunlarına hasr edilen yani şehadetnamenin ancak bizde görülmüş hukuk-ı sarihası cümlesinden olmak üzere i’dadi me’zunlarına bila-kayd ü şart küşad edilen darülfünun; cenah-ı tedrisinde şerait-i lazımeyi haiz talebe görememekle de bed-bahttır. Bizde şehadetnamenin haiz-i hukuk olması mektep talebesini tahsilden ziyade şehadetname ahzına sevk etmek gibi netayic-i sakıme tevlid ettiği içindir ki i’dadi me’zunları ta’yin-i meslek hususunda kabiliyet-i zihniyyelerini paymal etmek cesaretinde bulunabiliyorlar. Riyaziye müsta’id bir efendiye niçin hukuka girdiği sorulursa: “–Yaşayabilmek için” cevabı alınır. Yani hukuk şehadetnamesini haiz olanların te’min-i ma’işette nail-i sühulet olmaları şu’abat-ı saire-i ilmiyyemizi birçok parlak zekalardan mahrum ediyor. Fil-hakıka her sene hukuka talib olan binden bin beş yüze kadar talebeye mukabil riyaziyat ve tabiiyyat şu’belerinin talibini on on beşi pek de tecavüz etmiyor. Acaba Osmanlı gençlerinin binde on tanesi mi riyaziye müsta’id bulunuyor? Geçen senelerde Maarif Nezareti istatistik mecmu’asında hukuk şu’besi talebesinin kesreti badi-i memnuniyet olduğu zira bir millet efradının kanuna ehemmiyet vermesi salah-ı halin yüz göstereceğine delalet ettiği mülahazası serd ediliyordu. Böyle ale’l-amya takdir ve tahsin ile şayan-ı teessüf bir hali alkışlamak pek ma’nasız olsa gerekdir! Şübban-ı milletin tahsil-i kavanine ne dereceye kadar heves ettiği onları o tarika saik olan müessiratın tedkıkiyle müsteban olabilir. Mekteb-i Hukuk’dan şiir söyleyerek muadele hallederek çıkanların kanun-şinas bir vücud olamayacakları bedihi iken bunların kendi kendilerini mahv etmeleri takdir ile karşılanmamak Eğer i’dadi şehadetnamesi haiz-i hukuk olmayıp da darülfünuna alınan talebe müsabakadan geçseydi herkes isti’dadının kıymetini bilirdi. Kezalik mekteb-i ali şehadetnamesinin te’min-i ma’işete medarı olmayıp me’murin-i devlet edemeyeceği yollarda ekmek aramaya kimse teşebbüs etmezdi. Ne çare ki şehadetnameye te’min-i hak etmek bizde mekteplerin te’sisiyle teessüs etmiş bir te’amüldür. Hükumetin mektep me’zunlarına ihtiyacı varsa hükumete hizmet etmek onlara bir hak değil vazife olarak tahmil edilmek lazımdır. Mülazemet tarikiyle me’muriyete dahil olanlara mekteblilerin def’aten nail olduğu mevaki’-i refi’a diriğ ediliyor. Halbuki bunların arasında mesleğinin mütahassısı öyle muktedirler var ki bunlara amir olarak gelenler çok zaman kendilerinden istifadeye mecbur oluyorlar. Bunlardan şehadetnamenin razi olup da tarz-ı ma’işetleri dolayısıyla muvaffak olamayan bi-çareler görülüyor. Demek ki her sene icra olunan bakalorya küşad edilse yahud me’muriyetler müsabaka makla müstefid olacakdır. Şurasını kat’iyyen iddia ederiz ki nezaretlerdeki intihab-ı me’murin encümenleri müsabaka encümenlerine tahavvül etmedikçe bizdeki ta’yin-i me’muriyette isabet aranamaz. Zaten mekteplerde imtihan denilen mu’ayenenin ba-husus bizdeki şekl-i tatbikiyle ne dereceye kadar ta’yin-i iktidar edebildiği hayat-ı tahsiliyyesini düşünen herkes için ma’lum bir keyfiyettir. Gaye-i mu’ayyeneyi istihsale ma’tuf bulunan müsabakalar ise ekseriyetle hüsn-i neticeye iktiran etmekdedir. Bir hükumetin mektep me’zunlarını doyurmaya neden mecburiyeti oluyor. İnsaniyetin ilim ile kaim olmasına binaen bir memlekette mektepler açılır fakat doğrusu düşünülürse bunlarda tahsil eden talebeye hükumetin şehadetname vermeye bile mecburiyeti olamaz. Hatta talebenin çalışıp çalışmadığını anlamak için imtihan yapmak bile fazladır. Tahsil-i tali ve alinin gayr-ı mecburi olması hangi nokta-i nazardan düşünülse bu neticeyi verir. Hele me’muriyete müsabaka ile ta’yin mes’elesi imtihan ve şehadetnameleri büsbütün ma’nasız bırakır. İşte Almanya’nın maarif hakkındaki mesleği meydanda! O muhit-i feyznakde imtihan ve şehadetnamelerin mahiyeti günden güne hiçe inkılab etmekdedir. Yok.. Eğer derecat-ı tahsilin her hangi bir şubesiyle peyda-yı alaka edenleri cebren adam etmek lazım geliyorsa bazı cihetlerce de takyid eylemek lazımdır. Mesela: Devamın gayr-ı mecburi olmasından naşi talebenin kısm-ı küllisi aklamda me’muriyet hususi mekteplerde mu’allimlik ticarethanelerde katiblik gibi şeylerle iştigal ediyorlar. Bu vazifelerin ekserisi talebenin ders saatlerini gasb ettiği gibi devama müsa’id olanları da evkat-ı yevmiyyenin nısfını hasıl olan bu sevk-ı tabi’i ile sabahleyin evinden mektebe kadar gelen talebeden bir haylisi bu hevailik neticesi olarak mektep dahilindeki taşlık lokantasında veyahud merdiven altı çayhanesinde laklakiyyat ile iştigal bir kısmı da mektebe civar kıraathane ve çayhanelerde tavla ve iskambil oyunlarıyla dem-güzar olmağı tabi’at-i saniyye ittihaz etmişlerdir. Devamın şu adem-i mecburiyetinden bi’l-istifade i’dadi şehadetnamesiyle taşraya rüşdiye mu’allimi gidip tertib ettirdiği raporla imtihanları bi’l-ikmal terfi’ edenler de bulunuyor. Böyle müstakil vezaif ile muvazzaf olanların bir mekteb-i ali derslerine çalışmak için asude kaç saat bulabileceği hesab edilsin! Mekatib-i aliyye müntesiblerinden kısm-ı küllisi: “– İ’dadide çalıştığımızın yüzde yirmisini çalışamıyoruz” diyorlar. Biz buna sebeb olarak şu devamsızlık mes’elesiyle talebenin derslerine mani’ olacak derecede muvazzaf olmalarını buluyoruz. Buna bir de imtihanların adem-i ciddiyeti ilave edilince yetişecek talebeden ne hayır beklenir? Musanna’ raporlara gürültülü iddialara kanaat-i safiyane ile imtihanın tedrisiyye nihayetine kadar temdid edilen imtihanlarda dershaneler arasındaki mesafeyi koltuk değneğiyle mürur eden talebe pek çokdur. Asıl şayan-ı hayret mes’ele: Kitab yapraklarını kesenlerin tam numara almak dercesinde ihraz-ı muvaffakiyet etmeleridir. Fazla olarak da falan numaradan aşağıya numara vermemek gibi müsamaha ile ma’ruf mu’allimlerin şu garib halleri bu ataleti zımnen teşvik etmekdedir. Devamın gayr-ı mecburi olması bazen garib neticeler de veriyor. Mesela: Riyazi şu’besi gibi talebesi beş on kişiye münhasır bulunan bir sınıfa bir gün hiç kimse gelmiyor. Mu’allim dershaneye girince kendisine grev yapıldı zannıyla dershane kapısına çıkarak “Ders okuyacak talebe yok mu?..” diye kendisine muhatab arıyor. Öyle ya!.... Madem ki devam gayr-ı mecburi… Talebenin hiç birisi devam etmezse ne lazım gelir?... Hukuk ve ilahiyat şu’beleri hakkında geçenki makalemizde lazım gelen mülahazatı serd etmiş olduğumuzdan burada tekrarına hacet görmüyoruz. Diğer şu’belere gelince bunlardan edebiyat şubesi; müsta’id bazı efendilerden sarf-ı nazar hukuk ve fen şu’belerinden birer suretle me’yus olan talebeye son melce’ olmak i’tibarıyla me’zunini hasais-i matlubeyi haiz olmadan çıkıyorlar. Fen şu’beleri ise tedrisatının adem-i intizamı ve vesait-i lazımenin fıkdanından naşi hidemat-ı matlubeyi tamamen ifa edemiyor. Bu hususda atideki misali nazar-ı te’emmüle almak kafidir. ediyor. Burada okunan hikmet-i tabi’iyye dersinde düsturat-ı riyaziyye namına sür’at düsturundan başka bir şey göremeyince tahatturla zamanlarının heba olacağına acıyarak mu’allime kendi kendisini şikayet ediyor. Mu’allimin bu keyfiyete canı sıkılarak şakird-i muma-ileyhin i’dadideki hocasına hikmet-i tabi’iyyeyi ba’dema düstursuz okutmasını mütehakkimane surette ihtar eyliyor!!.. Bunlardan başka son zamanda riyazi şu’besinden çekilen pek değerli birkaç mu’allimin tedrisat-ı fenniyyemizde derin boşluklar bırakdığını da unutmamalıdır. Bila-mübalağa arz eylediğim şu ahval-i na-layıkaya zamime olmak üzere mektebin intizam-ı dahiliden mahrum bulunduğunu da derpiş etmek lazımdır. Dershanelere baston şemsiye gamsele ile girmek arka sıralarda cigara tellendirip muhabbet etmek istenildiği dakıkada mu’allimin müsa’adesini istihsal etmeden dershane kapılarından girip çıkabilmek gibi münasebetsizlikler tedrisatta hiçbir intizam bırakmıyor. Bir saat zarfında la-ekal otuz kırk defa tekerrür eden kapı gıcırtıları potin takırtıları gerek talebe ve gerek mu’allimde huzur-ı kalb bırakmadığı gibi bazen koridordaki hararetli mübahaselerin kahkahalı alayların gürültüsüyle mu’allim bir iki dakıka takriri kesmeye mecbur oluyor. Darülfünun binası dahilinde bir kere girip de koridorların piyasa mahalli salonların pazar yeri halinde olduğunu görenler –halk ile mu’amelesi olan devair-i resmiyyede bile bu hali göremedikleri için– bunun nasıl mektep olduğuna hayret ediyorlar. Böyle bir mektebin rahle-i tedrisinde bulunan zavallı talebe vakar ve haysiyet ile hey’et-i ictimaiyye arasında kendisine bir mevki’-i ihtiram te’min etmeyi hatırına bile getiremiyor. Hatta bunu hükumet bile tahattur etmiyor da mektep talebesini ahad-ı nas gibi mu’amelat-ı adiyyeye hedef ittihaz ettiriyor. Tiyatro gişelerinden maada bir yerde tanınmayan hatta bazen mektep idaresine karşı bile medar-ı tuşturmakla bunlara bir mevki’ te’min edilmiş olmaz. Hulasa; bizde bir darülfünun olduğunu zannedenler izahat-ı mesrude ile bunun külliyen ber-akis olduğunu anlayacaklardır. ederek şimdilik bu kadar tafsilat ile iktifayı münasib görüyorum. Bandırma TALEBE-I ULUMUN FERYADLARI Feryadları diyorum. Çünkü nişib-i mezellete düşen bi-vayeler daima istimdadkarane feryad eder. Daima halaskar bir elin uzatılmasını ona sarılıp kurtulmasını şiddetle gözler; bağırır çağırır… yadlarını zehirli derdlerini dökmek bir hami bir halaskar aramak devre-i felaketine düştüğünü pek çok zaman evvel rini anlatmak için de bir vasıta bulamamış ve bütün elemleriyle bütün ihtiyaclarıyla için için yanan bir volkan gibi kükrerken küçük bir hareket küçük bir sarsıntı bugün o volkana krater açarak eser-i hayat vermiştir. Biz bugün bütün feveranlarımızla bütün feryadlarımızla derdlerimizi dökmek ve anlatmak hakk-ı meşru’umuzu icrada hür ve serbest bulunuyoruz. Millet-i muazzama-i İslamiyyenin medar-ı iftiharı olan fuzala ve hükemayı yetiştiren medreseler bugün hepimizin gördüğü gibi inhitata düşmüştür can çekişiyor. Fakat bu bir emr-i tabiidir. Çünkü o asır-dide duvarların arasında muhtelif edvarı yaşayan “zamana tatbik-i hareket etmek” kanun-ı tabi’atını idrak etmeyen kafalar tepesinin üstünde dönen ecramın hareketinden kendisi için bir hisse-i hareket çıkarmak bilmeyen aynı zamanda atıl yaşamakla hayatına kasd eden adamların elinde elbette bu müesseseler inhitata düşecek idi. Bu adamlardan iş beklemek bu meslek-i mukaddesi kabilinden olduğu aşikardır. Çünkü bu müessesat-ı hayriyyenin tikleri dinin aleyhine yıldırımlar sukut eder gülleler savrulur da hala onlar uyur hala züll-i tevekkül ile yaşarlar… Biliyor musunuz ey evliya-yı umur memleketin en genç uzuvları en parlak zekaları o kurun-ı vüstaya mahsus olan usul-i sakım ile mahv oluyor çürüyor benliğini gaib edip gidiyor… Bu müdhiş cinayetin mes’uliyetini hanginiz üzerinize alacak? Bunu iyice bilmeliyiz ki: Bugünkü neslin saha-i tahammülü havsalası kurun-ı vüstada yaşayan la-kaydi kafalar değildir. Görüyoruz ki düşman dine memlekete; ok mızrak kılınç kalkan ile yürümüyor. Ateş saçan toplarıyla zehir döken mitralyöz mavzerleriyle yürüyor. Daha doğrusu fenle fikirle azimle sebatla yürüyor… Bunu bilmeliyiz ki bu koca milletin hayatı bize mevdu’dur. Onun böyle dereke-i sefalete düşmesinden ancak biz yani sarıklılar mes’uldür. Mazimize bakıp da iftihar ettiğimiz o devre-i şevket bilmeliyiz ki Alaaddinler Kara Haliller Zenbillilerin yed-i iktidarıyla ihzar edilmiştir. Bugün o adamlar kalkıp gelseler de şu hal-i perişanı görseler evvelce bizim yüzümüze tüküreceklerdir… O muazzam neslin böyle bodrumlarda keten parçası gibi çürüdüğünü o harika-nüma zekaların uful ettiğini görünce şübhe yok bizi telehhüflerle karşılayacaklardır. ladı iken nasıl olur da birisi bodrumlarda çürüsün diğeri her nasıl olur da: Birisi zamanın muhitin silahlarıyla mücehhez larıyla kalkanlarıyla techiz edilsin! Sonra üç yüz bu kadar milyon İslam’ın mukadderatı böyle çürük fikirli sakat seciyeli ölgün durgun neslin eline verilsin! Sorarım: Hangi müşfik bir baba vicdanı iki evladından birisini çamurlara teper diğerini evc-i a’laya çıkarır? fikr etmek için gelen zavallı evlad-ı vatana hamilik babalık vazifesini ifa edemiyorsunuz. Kendini idare edemeyen bir kimseye bir hey’ete medreselerin mukadderatı nasıl tevdi’ edilir? O mukaddes müesseseyi bugün mel’abe haline ihtirasların yegane vasıtası haline koydunuz. Yazıklar olsun görmüyorsunuz görmeye vaktiniz olmuyor: Bir maksad-ı ulvi için te’sis edilen medrese binaları birer tenbelhane olmakdan başka ahlaksızların melce’-i makarrı olmuştur. Namuslu bir zavallı gelir bir yobaza senelerce hizmet eder. Sebeb nedir? Bunlar birer hakıkat-ı sırfadır. Buna karşı lakayd kalan gözler görmez olsun… Bugün bizim derdlerimiz hadden aşırıdır. Bu derdleri teşrih etmek lazımdır. Bu devir devr-i intibahdır. Kabahatlerini söylemeyen derdlerini açmayan kimseler canidir. Koca milletin hayatına kasd etmiş demekdir. Biz bugün de uyanmaz ta’kıb eder; istikbal-i millimizi dinimizi namusumuzu kurtarmak hazırlayalım. Fakat hatırdan çıkarmayalım ki kendimizle beraber milyonlarca nesl-i atiyi de mezara doğru sürüklüyoruz. Bugün semalarını da asar-ı terakkı ile ferş etmek isteyen müterakkı milletlere bakınız. Sa’ika-nümun toplarından tarraka-feşan mitralyözlerinden mavzerlerinden volkan saçan bombalarından daha metin daha sarsılmaz istinadgahları; dinleri fikir ordularıdır. Bunu nazar-ı intibahdan dur tutmamak lazımdır. Bugün felaketiyle müteellim olduğumuz son hadisat hunharlıkda başımıza bir silsile-i vahşet kesilen canavarlıklar unutmayalım ki: Otuz senedir kiliselerde ihzar edildi ve sonra önlerine boynuna salib takan rahibleriyle bir seyl-i huruşan gibi yürüyerek o bizim İsrailiyatla kafasını şişirdiğimiz emelsiz uğraştı biz yattık. Onlar mütevaliyen mekteplerinde kiliselerinde techiz etti. Biz medreselerimizde cami’lerimizde İsrailiyatla hurafelerle mest ve gafil uyuduk uyuttuk… Eğer Hazret-i Fahr-i Kainat kıt’alar feth ettiyse; eğer çehar-yar-ı güzin dünyayı istila edercesine bad-ı sarsar gibi yürüdülerse eğer Fatihler Yavuzlar Kanuniler sancaklarını bir tarafdan Asya’nın ortalarına diğer tarafdan Viyana surlarına rekz etmişlerse… bunu iyi bilelim ki bizim gibi milletini sırf ezvak-ı ma’neviyye ile uyuşturmak bütün emellerini bütün fikirlerini oraya sarf etmekle değil kırılmaz ümidler yıkılmaz emellerle dünyayı feth etmek cihangir olmak fikriyle milleti techiz etmişler ve muvaffak olmuşlardır. Bugün feth ettikleri toprakları vere vere tüketemiyoruz. Biz o adamlara binlerce teşekkür edelim… Bugün talebeyi taşraya gönderiyorsunuz. Acaba vekayi’-i hazıraya dair ne gibi fikirler vererek gönderdiniz ki milleti ikaz etsinler acaba ellerine ne gibi vesikalar ne gibi yeni fikirli kitaplar verdiniz ki milletin atisini ihzar eylesinler. Şübhe yok ki buna verilecek cevap hiç. Eğer talebe gözünü açıp muhitten alabildiği fikirleri hisleri lisan-ı hal ile anlatırsa belki… Fakat böyle talebe de bilmem yüzde kaçtır?... Görüyoruz ki biz hala hiçbir emel beslemiyoruz hiçbir ümid saklamıyoruz. Ben şu acı hakıkatleri yazıyorsam şuunatın kalbimde bıraktığı derin teessüratın neticesi olarak yazıyorum ve yazacağım…. Ey talebe-i ulum arkadaşlar bizi tesmim ederek yatırdıkları uykudan hala uyanmayacak mıyız? Görmüyor muyuz harici dahili taarruzları? Hala kanı kurumuş hissi tükenmiş bir heyula-yı beşer gibi samit ve sakit duracak mıyız? Kafalarımıza vurulan intibah darbeleri yetmiyor mu? Üzerimize yürüyen şeytanetler hala gözümüzü açmıyor mu? A’sabımızı kaplayan kabus hala kalkmayacak mı? Uyanın uyanalım. Bugün bütün kainat uyanıkdır. Vakı’a susmaya hakkınız var. Çünkü bizi esaretin tamam ma’nasıyla idare eden eller ağızlarımıza da kilid vurmasını bilirler. Fakat artık o kilidleri kıralım derdlerimizi söyleyelim atide koca bir milleti kurtaracağımızı hatırdan çıkarmayalım. Bugün intibah devresidir. Binaenaleyh her ferd meşru’ mütalaatını beyan ve tahrir edebilir. Kimse buna mani’ olamaz. tahmil edilmiştir. Bugün çekdiğimiz felaketler hep eski adamlara raci’dir. Biz de onlar gibi miskin atıl yatar susarsak; eğer biz de onlar gibi uyuşursak; eğer biz de kanı donmuş a’sabı kurumuş mahluklar gibi bi-hiss ü şuur kalırsak emin olalım ki bugün acılarını çekdiğimiz son vak’a-i feci’adan daha müdhiş daha müz’ic faci’aların şahidi olacağız. Gözümüzü açalım. Mevcudiyetimizin uçurumları hazırlanıyor koca İslam hükumeti Hilafeti mahv oluyor devriliyor. Yok mu kurtaracak? diyor feryad ediyor. Bu feryad gençleredir. Eskiler canından bezmişler. Onlardan hizmet beklenilmez. Atinin mes’ulü biziz… Biz nasıl eskilere muğber oluyorsak gelecekler bize de la’net okuyacaklar. Bu lekeler bu def’a bize raci’ kalacak… Birleşelim kaleme sarılalım derdlerimizi ihtiyaclarımızı anlatalım. Dinlerlerse bizi cehlden zilletten kurtarmak için çalışırlarsa ellerini öpelim. Fakat bu kadar feryadlara karşı yine la-kayd kalırlarsa yine o sakım usullerini terk etmezler bizi rutubethanelerden kurtarmazlarsa hep birlikde medreseleri terk edelim. Muhterem talebe kardeşlerim emin olunuz ki biz gidersek millet onların da altlarından koltukları önlerinden rahleleri alır. HİND YOLUNDA BAĞDAD DEMIRYOLU Bu sırada Bağdad Demiryolu inşaatına nezarete me’mur bulunan Meissner Paşa’nın familyasıyla beraber Bağdad’dan azimet ve infikaki üzerine matbuat-ı mahalliyye için –hususiyle bu müessese ile Almanlar aleyhinde yazmayı mesleksizlik sermaye-i makal teşkil etmiştir. Mezkur sahifelerin i’rabdan mahalli olmadığı gibi efkar-ı umumiyye üzerine de bir te’siri yoktur. Bu gibi gazeteler burada sırf şunun bunun aleyhinde veyahud medh ü şitayişinde bulunmak ve bu suretle beş on para kut-ı ruz-merre kazanmak için sahibleri tarafından bir alet ittihaz olunduklarını söylemek zaiddir. Bağdad’da cidden ez-Zühur –ki yarısı Arabca yarısı Türkçe olarak haftada üç defa intişar eder ve tutmuş olduğu meslekden asla inhiraf etmez–dan başka meslek ve ahlak dairesinde intişar edip efkar-ı umumiyyenin tenviriyle neşr-i hakayık eden diğer bir sahife yokdur. Evet Meissner Paşa’nın Bağdad’dan gitmesi üzerine Almanya siyaseti aleyhinde bulunmayı ve İngiltere politikasını alkışlamayı daima adet ve hirfet ittihaz eden Bağdad’ın bazı muvakkat gazeteleri –ki bir hafta çıkar beş hafta parasızlıkdan ta’tile mahkum olur– dur u dıraz mütalaatta bulunmaya başladılar. Bazısı artık bu imtiyazın Almanların elinden çıkacağını bazıları da İngiltere’ye ciro edileceğini ve daha buna mümasil garib ve acib mütalaat dermiyan etmek suretiyle neşriyatta bulundular. Hatta bu gazeteciklerin biri kendi mün’imlerine karşı olan sadakatini daha ziyade te’yid ve lazım gelen huluskarlıkda kusur etmiş bulunmamak için bu yolda idare-i kelam eylemiştir: “Bağdad şimendüferi imtiyazı İngiltere’ye veyahud İngiliz sermayedarlarına verilmiş olsaydı çokdan beri bu şimendüfer panyası bu şimendüferi müddet-i mu’ayyene zarfında ikmal edemeyecektir. Çünkü bu iş için lazım gelen mebaliği bir türlü tedarik edemediler. Hele Meissner Paşa’nın maa aile Bağdad’dan ani bir surette azimeti bizim –yani Osmanlıların– siyasetimizin pek iyi bir surette cereyan etmediğine bir delil teşkil etmez mi? Paşa-yı müşarun-ileyh ameliyatı resmen ta’til ettikden sonra buradan gidecek ve bir daha buraya avdet etmeyecekdir.” Hissiyat-ı İslamiyye ve vataniyyeden ari olan bu gazeteci taslakları fırsat düştükçe devlet ve millet-i Osmaniyye’yi zaif ve kuvvetsiz göstermek ve para alıp politikasını tervice me’cur bulunmadıkları….. Büyük ve adil ve sahib-i kudret ve şevket irae etmeyi vazife edindikleri cihetle ne şahıslarının ne de varak-parelerinin vatanperveran nazarında ehemmiyeti vardır. Hatta bu gibi gazetecilerin eşkal ve kıyafetlerine harekat ve etvarına bakanlar bunların matbuata mensub kimseler olduklarına asla inanmayacağı gelir. Binaenaleyh bu babda yazılan şeylerin hilaf-ı hakıkat olduğuna inanmakla beraber keyfiyeti layıkıyla anlamak ve bu su’-i zan ve zehabların mahiyet-i hakıkiyyesini ta’yin eylemek için hükümetimiz tarafından mezkur şimendüferin Bağdad-el-Halif kısmının inşaatına nezaret etmeye komiser ta’yin olunan Yüzbaşı Mustafa Fahri Efendi’ye müracaatla kendisini isticvaba mecbur oldum. Efendi-i muma-ileyh beni kemal-i nezaketle kabul edip elimi sıkdıkdan sonra atideki ma’lumatı vermek lütfunda bulundular. Muma-ileyhin beyanatını aynen derc etmek suretiyle kari’in-i kiram hazeratına bu müessese ile işleri hakkında mükemmel bir fikir verilmiş olur zannındayım: “Bağdad-el-Halif” kısmının inşaatına senesi Temmuz’unun on dördüncü günü başlanmış ve resm-i iftitahında Bağdad vali-i sabıkı ile bi’l-cümle erkan ve ayan-ı vilayet ve ecnebi konsolosları bulundukları halde Cemal Beyefendi kendi eliyle ilk kazmayı yere vurmuş ve ertesi günden i’tibaren de işe mübaşeret olunmuştur. Tarih-i mezkurdan bu ana kadar ameliyata kemal-i germi ile bakılmakda ve bu kısmın edilmekdedir. “Tabi’idir ki tesviye-i türabiyye i’malat-ı sına’iyye mebani balast ve demir ferşinden ibaret olan ameliyat aksam-ı muhtelifeye ayrılır. Tesviye-i türabiyye kısmı Bağdad’dan relik –tulen– mesafeye kadar ikmal olunmuştur. Bağdad’la Beled arasında birkaç kısmın köprüleri müte’ahhidlerine “Mütebakı aksam bunların ikmalinden sonra müte’ahhidlerine daha başlanılmadı. Yalnız Bağdad’da hastahane demir ve marangozhane anbar ve depo gib inşaat müddetine mahsus olan muvakkat binalar yapılmış ve ikmal edilmiştir. Balast ferşi Bağdad ile Semike arasında hiçbir yerde balast bulunmadığı için yapılamamıştır. Semike ile Beled arasında dedir. Semike’de bulunan bir balast ocağından makine ile hat için lüzumu olan balast nakl edilecekdir. “Hattın mebdei olan Bağdad kazası dahilindeki istimlak edilecek arazi el-an şirkete teslim edilemediğinden bit-tabi’ demir ferşiyyatına başlanılamamıştır. Bu da kuvve-i karibeye gelmekle bir hafta ve nihayet on güne kadar istimlak-ı arazi keyfiyeti hitam bulacak ve derhal demir ferşine mübaşeret olunacakdır. Esasen demir ferşi için lazım olan bütün malzeme ve edevat kamilen tehiyye ve ihzar edilmiştir. “Arazi istimlaki hususunda Bağdad ahalisinden bazıları kendi menfa’at-i hususiyye ve zatiyyelerini te’min için kumpanyaya karşı bir takım müşkilat çıkarmak istiyorlarsa da hakıkat-i halde bunların hiçbir ehemmiyeti yokdur. Hükumet bu gibi müşkilatın ref’ ve izalesi hakkında kumpanyaya lazım gelen teshilatı ibraz etmekde kusur etmemekdedir. “Meissner Paşa’ya gelince bir defa Haleb’deki şirketin kongresinde bulunmak ve oradan avdetine lüzum-ı kat’i görülmedikçe me’zunen Berlin’e gidecektir. Bunun için ailesini de beraberinde götürmüştür. Lüzum-ı kat’i görülürse tabi’i avdet edecekdir. Bununla beraber burada Meissner Paşa’nın vazifesini beleğan ma-belağ ifaya muktedir bir vekili vardır. Meissner Paşa’nın vücudu bu hattın ikmaline vabeste değildir. O olmazsa başkası bu vazifeyi görür. “Bağdad gazetelerinin bazısının bu babda yazdıkları fıkralar havale olunmuştur. Şirket dahi Osmanlıdır. Bu hattın yapılması nazarından fevkalade mühim olduğundan ameliyatın te’hirini Hükumet-i Osmaniyye hiçbir vakitte arzu etmeyeceği gibi şirket dahi bu uğurda şimdiye kadar sarf ettiği paralardan vazgeçmez. “Hattın gerek hayat-ı iktisadiyye ve gerek hayat-ı askeriyyemize bahşedecek fevaid ve muhassenatı ve şark ile garbı en kısa bir yoldan rabt ettiği gibi gerek Hindistan ticaretini elde etmek ve gerekse Irak gibi mühim bir kıt’ayı merkez-i saltanata yaklaştırması gibi iki azim muhassenatı vardır ki bunu Hükumet-i Osmaniyye her bir umur-ı nafi’asına tercihan ikmal eyleyecekdir. “Bu şirketin bir Osmanlı şirketi olduğunu söylemişidim. Evet her ne kadar şirketin sermayedaranı Almanya’nın Frankfurt şehrinde kendileri bir merkez ittihaz etmişlerse de bi’l-umum memalikde bulunan umur-ı nafia ve inşaat-ı azimeyi ta’ahhüd tarikiyle yaparlar. Fakat bizim mülkümüzde yapılan ve ikmal edilmekde bulunan şu şimendüferin mucebince Osmanlı olacak ve her türlü ahval ve hususatta Osmanlı kavanin-i mevzu’asına tabi’ bulunacak ve istihdam edeceği me’murinin kaffesi Osmanlı olacaklardır. İnşaat müddeti tabi’i bu ahvalden müstesnadır. “Hattın ahar bir şirkete devr edildiği her ne kadar deveran ediyorsa da bu gibi şayi’at sırf kahvehane peykelerinin mahsulünden başka bir şey değildir. “Harb-i hazırın bu hat üzerindeki te’sirine gelince gayr-ı kabil-i inkardır. Çünkü bir memlekette harb olduğu zaman her bir ahval üzerine bit-tabi’ icra-yı te’sir eder. Harb ticaret-i dahiliyyemize büyük bir sekte iras ettiği gibi te’minatlı olan bu hatta da elbette te’siratı olur. “Şirketin bu hattı müddet-i mu’ayyene-i mahdudesi dahilinde tedarik edemeyecek kadar şirket iktidarı haiz olmasaydı tabi’i bu büyük işi deruhde edip de hattın en münteha noktası olan Bağdad’dan da ameliyata başlamazdı. “Nitekim Haleb’den de işe aynı zamanda başlanılmış ve Fırat Nehri üzerinde vaki’ olan Cerablus mevki’ine kadar resm-i küşadı icra edilmiş ve trenlerin oraya kadar amed-şüdü te’min edildiği gibi ilerisinin ameliyatına da devam olunmakdadır. Bu mevki’den Haleb’e kadar tahminen’le kilometre arasındadır. “Bu büyük hatın üç sene zarfında hakıkaten ikmal edilebilmesi keyfiyetine gelince esasen hatt-ı mezkuru bi’l-cümle şu’abatıyla beraber sekiz seneye kadar ikmalini şirket ta’ahhüd eylemiştir. Binaenaleyh ana hattını teşkil eden kısım beş seneye kadar hükumete karşı yapılan ta’ahhüd mucebince şirket tarafından bir an evvel ikmal edilmesine kemal-i arzu ve germi ile gayret edilmekdedir. Şimdiye kadar bir sene geçmiş ve mütebaki dört senesi daha geride kalmıştır. Bu müddet zarfında da ikmal edileceğine kanaat-i kamile hasıl olmuştur. “Hat boyunda inşaat veya ameliyatı durduracak tünel ve büyük köprü ve saire gibi mevani’ olmadığı şimdiye kadar gerek nefs-i hatta ve gerek çalışanlara da urban tarafından da hiçbir mümana’at yapılmamıştır. Ancak Osmanlı müte’ahhidlerinden birisinin çadırına geçenlerde hırsızlar hücum edip beş yüz lirasını çaldıkları halde ahiren mütecasirler hükumet tarafından derdest edilip haklarında mu’amele-i kanuniyye yapılmakdadır. “Şimdiye kadar bu hat için pek çok paralar sarf olunmuştur. Hattın tesviye-i türabiyyesinin beher metre müka’abı üç buçukdan ila dört i’malat-ı sına’iyyesinin beher metre müka’abı iki yüz yirmiden ila iki yüz altmış balast toplamak ve ferş ameliyatının beher metre müka’abı için de on ikiden otuz kuruşa kadar bir masraf lazımdır ki tahminen şirket bu ana kadar tesviye-i türabiyyeye kırk bin i’malat-ı sına’iyyeye de yirmi bin lira sarf etmiştir. Hasılı hattın beher kilometresine bütün malzeme-i müteharrikesiyle beraber sekiz bin liradan fazla masraf olmayacakdır. Binaenaleyh beher metresi a’zami bir hesabla sekiz liraya mal olacakdır. Şu hesabca benim kısmıma dahil olan altı yüz otuz kilometreye beş milyon lira masraf gideceği muhakkakdır. “Arazi istimlaki için kumpanya pek az para sarf edecekdir. Zira arazinin kısm-ı a’zamı hükumete aid olduğundan ona bir şey verilmeyip mukavelename mucebince meccanen “İstihdam olunan amele güruhu ale’l-umum Arab ve müslüman oldukları misillü mühendisler içinde de Osmanlı Fransız Avusturyalı Mısırlı ve Faslı ve her cins ve kavme mensub kimseler vardır. Bu yüzden Bağdad’ın ahval-i iktisadisine hayat-i mesaisine fakıru’l-hal olanların çarçabuk dokunmuştur. “Her şu’be mühendisine ayda altmış ve ikametgah için de otuz ki cem’an ayda doksan lira kadar dolgun bir maaş verilmekde olduğu gibi şehirde oturan mühendislerle işbaşıların birkaçına hane tahsis olunmuş ve kasaba haricinde bulunanlara da güzel barakalar tahsis edilmiştir. “Şirket her hususatta Nafia Nezaret-i Celilesi tarafından teklif edilen işleri evamiri hüsn-i suretle kabul ve bit-tefekkür bu ta’ahhüdlerini pek mükemmel ve muntazam sağlam bir surette kuvveden fi’ile çıkarmaya tarafdardır. Hat esasen te’minatlı olmak münasebetiyle sair şirketler gibi hattı beyhude yere uzatarak kilometre te’minatı almak istemiyor. Bu nokta-i nazardan hükumetimiz kumpanyaya son derece emniyet etmektedir. Masarıf biraz daha ziyade olsa bile şirket yine hattı kısaltmak tarafdarıdır ki bu en mühim bir mes’ele-i iktisadiyye teşkil ettiği gibi hükümetimizin de menfa’atini mucibdir. Şimdiye kadar teklif edilen varyantların –yani tul kısaltmalarının– kaffesini şirket kabul etmiş ve hükümetimizin menafi’ini layıkıyla gözetmiştir. “Ben Bağdad Demiryolu’nun Tellü’l-Halif’den Bağdad’a kadar dördüncü kısım inşaat komiseriyim. Nafia Nezaret-i Celilesi tarafından ta’yin olunmuşumdur. Buraya ta’yin olunuşuma sebeb de Hicaz Demiryolu’nda dokuz sene müddet zarfında gördüğüm ve iktisab ettiğim nazari ve ameli tecrübelerdir. Hicaz Demiryolu’nun inşaatı esnasında gördüğüm tecrübeler üzerine ahiren hey’et-i fenniyyesine dahil oldum ve ahiren de ma’lumat ve tecaribimden istifade eylemek üzere buraya gönderildim. “Bu hat hakkındaki mütala’at ve meşhudatımı icabında Nafia Nezareti’ne merbut Demiryollar Müdiriyet-i Aliyyesi’ne gönderirim. Benim maaşım mensub olduğum nezaret tarafından veriliyor. Kumpanyadan hiçbir şey almıyorum.” Bana bu kadar mükemmel ve mufassal ma’lumatı veren Mustafa Fahri Beyefendi’ye Sebilürreşad sütunlarında teşekkür eder ve kendisini tebrik ederim. Mir-i muma-ileyh cidden gayur zeki ve fa’al bir askerdir. Bağdad: S . M. Tevfik Rusya Dahiliye Nezareti umum valilere ve mutasarrıflara şiddetli umumnameler göndererek mevadd-ı atiyye hakkında nazar-ı dikkatlerini celb etmiştir: “Balkan muharebatı münasebatıyla ale’l-umum müslümanların galeyana geldiği ve muharebat-ı mezkurede Rusya’nın Islav hükumetlerine Bulgar Sırb müzaherat etmesi alem-i İslamın husumetini celb ettiği ma’lumdur. Dahiliye Nezareti’ne gelen layihalarda jurnallerde Rusya-Çin muharebesi zuhur ederse Rusya müslümanlarının Moğollara ma’nen ve maddeten mu’avenet ve müzaheret edecekleri te’kiden ihbar ve şimdiden orada burada bu husus için akd-i meşveret etmekde oldukları iş’ar olunuyor. Binaenaleyh müslümanlara ictima’ ruhsatı verilecek olursa bu nokta-i mühimmenin nazar-ı dikkatte tutulması ihtar olunur. Hususiyle Kırgızlıklarla Volga ve Kırım müslümanlarının ahval ve harekatı an be-an teftiş ve tecessüs altında bulundurulmalıdır.” Müstahberat-ı mevsukaya göre bu mes’ele hakkında Türkistan Kazakistan valilerine de ta’limat-ı mufassala ve tenbihat-ı şedide verilmiştir. Ahval-i ahire münasebetiyle Rusya müslümanları arasında taharriyat ve tevkıfat günden güne çoğalıyor. Kefe ve Odesa darülfünunlarında bulunan talebe-i zunda bulunduracağı komiserin murakabesi altında Fas sultanı namına “Müstakillen!” idare-i umur etmek üzere bir naibü’s-sultan ta’yini Fransa ile İspanya arasında mün’akid mukavelenamesiyle takarrur etmişti. Ahiren Fas’da münteşir el-Hak gazetesinde okunduğuna göre niyabet-i mezkure Fas sultanının amcazadesi Mulay el-Mehdi’ye tefviz edilmiş ve müşarun-ileyh geçen Nisan-ı Efrencinin on sekizinde Fas’dan hareketle yirmisinde “el-Kasr”a muvasalat etmiştir. askeriyye ile istikbal ederek şehre isal etmişlerdir. El-Mehdi orada üç gün kalarak İspanya Kralı tarafından gönderilen hedayayı aldıkdan sonra İspanya zırhlılarına rakiben mıntıka-i mezkurenin makarr-ı idaresi olan Tatavin’e azimet eylemiştir. MISYONERLERIN NEŞRIYATINA AYNIYLA MUKABELE Misyonerlerin ötede beride Müslümanlık aleyhinde neşrettikleri hutbelere Hıristiyanlığı kabul hakkındaki da’vetnamelerine karşı müslümanların da aynıyla mukabelede bulunması en güzel bir tedbir olacağı şüphesizdir. Sebilürreşad bu hususda kendisine terettüb eden vazife-i neşriyyeyi meşahir-i fuzaladan Mahmud Es’ad Efendi hazretlerinin himmetiyle edaya gayret ediyor. Lakin bu müdafaaların yalnız Sebilürreşad’a makale suretiyle neşri kafi gelmez. Müdafaa mukabele tam olmak için ayrıca risale şeklinde de basdırarak yar u ağyara meccanen tevzi’ etmek iktiza eder. Evvelki hafta buna dair imakar bir fıkramız üzerine kari’in-i muhtereme de bu hususda fedakarlık ibrazından çekinmediler. Bu sayede ilk hutbemiz risale şeklinde intişar etti ve alem-i İslamın en mühim merkezlerine mikdar-ı kafi nüsha gönderildi. Memalik-i Osmaniyye’deki bi’l-umum müftiler hazeratına da müte’addid nüshalar derdest-i irsaldir. Her medresede talebe-i ulum için birkaç nüsha bulundurulması da taht-ı karara alındığı cihetle Darülhilafe’deki bütün medaris bevvab efendileri veya medrese namına birkaç talebe efendi lütfen idarehanemize kadar zahmet ederek birinci hutbeden mikdar-ı kafi nüsha almaları rica olunur. İlk hutbenin neşir ve tevzi’i hakkında ibraz-ı mu’avenet buyuran ashab-ı muhabbet Cumartesi günü idarehanemizde buluşarak diğer hutbelerin de bu suretle risale şeklinde tab’ını bütün merakiz-i İslamiyye ve memalik-i Osmaniyye’ye meccanen tevzi’ ve irsalini arzu ve bu hususda icab eden fedakarlığı kari’in-i müslimenin maalmemnuniyye ifa edecekleri tabi’i bulunduğunu beyan buyurmaları üzerine ikinci hutbe de risale şeklinde basılmak üzere ihzar olunmuştur. Her Perşembe günleri ba’de’z-zeval saat dörtten altıya kadar idarehanemizde bu hususda müdavele-i efkar edilmesi kararlaştırılmıştır. Arzu buyuran ihvan-ı din teşrif eder ma’lumat-ı lazımeyi alabilirler. ANCAK EL BIRLIĞIYLE ÇALIŞIRSAK KURTULURUZ Ünvanıyla yazdığımız sütunlarda memleketimizin ilmen hafta zarfında mektupla bildirmelerini rica etmiştik. Şimdiye kadar bu hususa dair birçok mektuplar aldık. Bir hey’et-i mahsusa bunların telfikiyle uğraşıyor. Fakat kari’lerimizden bazıları müddetin temdidini muvafık gördüklerini iş’ar etmiş olduklarından biz de işe başlamak için bir müddet daha intizar etmeği muvafık gördük. Binaenaleyh kari’in-i muhteremenin fikir ve mütala’alarına bir müddet daha muntazır olacağımızı beyan eyleriz. UMUR-I MAARIF HAKKINDA TETEBBUAT Hey’et-i tahririyyemizden M. Şemseddin Beyefendi şimdilik Bursa vilayeti dahilinde umur-ı maarif hakkında tetebbu’atta bulunmak üzere seyahate çıkmıştır. İnşaallah gelecek haftadan i’tibaren kari’in-i kiram bu tedkıkattan müstefid olacaklardır. Bu hususda sahib-i ma’lumat zevatın teshilat-ı mümkineyi göstermeleri bi’l-hassa temenni olunur. SEBILÜRREŞAD’IN ANADOLU SEYYAR MUHABIRI Sebilürreşad muhterem halkımız tarafından gösterilen teveccühata karşı vazifesini bir kat daha fedakarane ifa etmek suretiyle fiili bir şükran eda etmek istiyor. Bunun için Anadolu’yu dolaşıp bir tarafdan ahalimizin ihtiyacatını anlayarak bize bildirmek diğer tarafdan abone kayd olunmak arzusunda bulunan ihvan-ı dine kolaylık göstermek üzere bir me’mur-ı mahsus i’zamını münasib görmüştür. Mekteb-i Hukuk’dan me’zun Ömer Fuad Bey bu vazife ile tavzif edildiğinden bugün Mudanya tarikiyle Anadolu’ya müteveccihen hareket etmiştir. Uğrayacağı yerlerde muhterem kari’lerimiz tarafından mazhar-ı himayet olmasını temenni ederiz. Başmuharririmiz Mehmed Akif Beyefendi’nin ceridemizden başka hiçbir risale ve gazete ile münasebet-i tahririyyesi olmadığını ihtara lüzum gördük. ASAR-I BAKIYE Hükema-yı İslamiyyenin asar-ı riyaziyyesinden bahis olan bu mühim eser Babıali caddesinde Şafak Kütübhanesi’nde füruht edilmektedir. ___________ “Allah’ın asar-ı rahmetine bir baksana: Toprağı öldükten sonra tekrar nasıl diriltiyor? İşte o Allah bütün ölüleri muhakkak diriltecek hem O her şeye kadirdir.” Çık da bir seyret baharın cuş-i renga-rengini; Nefh-i Sur’un dinle mevca-mevc olan ahengini! Bir yeşil kan bir yeşil can yağdırıp kudret yere: Yemyeşil olmuş feza; gömgök kesilmiş dağ dere. En kısır toprak doğurmuş emzirir birçok nebat; Fışkırır bir damlacık ottan tutup sıksan hayat! Dün kemikten külçe halindeydi her çıplak fidan; Bak: Ne sağlam kan bugün dolgun yüzünden damlayan! Dün kudurmaktaydı ormandan cahimi bin zefir; Aşiyan tutmuş bugün her dalda perran bir safir! Dün nigeh-banıydı milyarlarca zi-ruhun sübat; Silkinip çıkmış o mahbesten bugün bir kainat! Dün ne matemdeydi alem! Yer hazin gökler hazin; Sur-i fıtrattır bugün: Fıtrat bugün sahra-güzin! Öyle yapraklar ki sun’undan: Gidip bir görmeli! Öyle amma gördüğüm elvah-ı şevkin rağmına Bende hala zevke benzer duygu yok hala yine! Bir değil yüz bin bahar indirse hatta asüman; Hiç kımıldanmaz benim ruhumda kök salmış hazan! Dem çeker bülbül... Benim beynimde baykuşlar öter! Sonra karşımdan geçer bir bir yıkılmış laneler! Aşinalık yok hayalin konsa en bildik yere Yad ayaklar çiğniyor: Düşmüş vatan yad ellere! Başka ses bilmem muhitimden enin eyler huruş; Beklerim dinsin bu matem beklerim olmaz hamuş! Ah! Tek bir aşiyandan bin yetimin nalesi Yükselirken dinleyen insan mıdır bülbül sesi? Duygusuz olmak kadar dünyada lakin derd yok; Öyle salgınmış ki mel’un: Kurtulan bir ferd yok! Kendi sağlam... Hissi ölmüş ruhu ölmüş milletin! Ey ölüm renginde topraktan hayat i’la eden Bir yığın toprak da olsak sade çiğnenmek neden? Başka tıynetler mi hep şayan olan ihsanına Ah bir bulsam. Sarılmak iş midir damanına! Bir nesim ister kımıldanmak için canlar bugün; Bir nesim olsun İlahi... Canlanır kanlar bütün. Nev-baharın ruhu etsin bir de bizlerden zuhur... Yoksa artık Sur-i İsrafil’e kalmıştır nüşur! HAZRET-I ADEM’IN CENNET’TEN HURUCUNA DAIR HUTBE Hatib diyor ki: “Bu kıssada üzerine enzar-ı dikkatinizi celb ve da’vet etmek Daha açık ve vazıh ta’bir ile cins-i beşerin sukutudur. Hazret-i Adem salihü’l-hisal ve sa’idü’l-hal olup dünya kendisine müstakıl ümidler ile tebessüm ediyor idi ve hayır ve ni’metler ile muhat bulunuyor idiyse de maatteessüf Rabb’ine karşı isyan eyledi hataya düştü cennetten tart olundu günah ona tabiat zahmet ve meşekkat ona adet ve mevt onun hitamı oldu.” Adem’in cennetten ihracında balada da işaret olunduğu üzere büyük hikmetler vardır. Zaten Adem yerden halk olunmuş ve yine yerde halife olmak üzere yaratılmış olmakla cennetten çıkması zaruri idi. Bu onun için bir menkabe-i uzma ve fazilet-i kübradır kadrini tenkıs değil i’la eylemiştir. Bundan başka Beni Adem’den itaat edenler ile muhalefet eyleyenlerin seçilmesi ve ale’l-husus Allah’a “Beni Adem’in günahı için kendini feda etmek çarmıha gerilmek ölmek cehenneme gitmek gibi” nakais isnad edenlerin ayrılması ve bu suretle sıfat-ı celaliyyesinin de tecelli eylemesi lazımeden netten çıkmasa idi melek gibi insanda da celal sıfatı zuhura gelmezdi. Hikmet-i İlahiyye insanın yeryüzünde yaratılmasını ve rahmet ve gufranın zuhuruna vesile olmak için de ondan muhalefetin sudurunu iktiza ederdi. Adem cennette kalsa idi kendisinde kemalin nısfı olan tecelliyat-ı kahriyye fevt olurdu. Adem’in hilkati her türlü anasırın terkibiyle husule gelmemiş mi idi; işte enbiya ve esdıka ile cennetten asla nasibedar olmayanların kendi zürriyetinden husule gelmesi için hurucu lazım geliyordu. Allah’ın hikmet-i ezeliyyesi nesl-i beşerin teklif ve imtihana ma’ruz olmak ve bunlara sevab ve ikab terettüp etmek üzere yeryüzünde intişarını icab ederdi. İşte Adem’in bir lokma yemesi hübutuna sebep ve işbu hübut onun için bais-i şeref olmuştur. Cemal ve celal isimlerinin mezahiriyle tahakkuk edip ba’dehu enva’-ı fazail ve kemalatı haiz ve ezher cihet mükemmel bir surette avdet etmesi için ihrac edilmiştir. Hatib-i Nasrani ayet-i kerimedeki “hübut” ta’birini sukut ma’nasına alıyor ve Hazret-i Adem’in ahlakça sukutuna ve hatta mevt-i ma’nevisine hükm ediyor. İfadat-ı sabıkamız onun bu ifadesini tekzibe kafidir. Adem’in alem-i ervahtan alem-i ecsada alem-i lahuttan alem-i nasuta nüzulünü kastediyor ise bu bir sukut-ı ahlakı değildir. Belki bir ruha malik olmakla beraber ölmesinin neticesidir. Hatib Adem’in ne suretle olursa olsun şu aleme geldiğinden dolayı teessüf ediyor. Ben ise bir müslim sıfatıyla Allah’ın kaza ve kaderine etmiyorum. Hatib alel-husus mevti kemal-i ehemmiyetle ityan ediyor. Ehl-i İslam ise mevti Allah’a rücu’ add ve onu memnuniyetle istikbal ederler. Hatta mevt-i tabiiye bile intizar etmeksizin bu hayat-ı dünyada iken fesad ve ma’sıyet aleminden ölmeye ve hakıkat aleminde hayat-ı taze iktisab etmeye çalışırlar. “Ve Adem’in duçar olduğu vaveylalar bela ve musibetler bütün cins-i beşere sirayet etti. Ruy-i zeminde hayat-ı dünyanın bais olduğu enva’-ı sefalet ve perişanilerden nefs-i hata-kardan dertli kalpten yorgun cesetten akan gözyaşlarından ağzı açık kabirden ve azab-ı daimiden kurtulan hiçbir kadar çoktur!” Bi-çare hatib-i Nasrani ne kadar dertli imiş adeta dünyaya geldiğine nadim olmuş. Anlaşılan o dünyanın adeta cennet gibi olmasını arzu ediyormuş. Feramuş ediyor ki dünya dar-ı ibtila ve imtihandır. İnsan bu alem-i fanide hiçbir vakit mübareze ü mücadeleden hali kalmaz. Yaşayabilmesi hem kuva-yı tabiiyyeye hem sair insanlara hem de kendi nefsine karşı mücadele-i daimede bulunmasına mütevakkıftır. Hayat cidaldir. Bu mübarezede her kim sebat ederse o haiz-i fevz ve necat olur. İnsanın asıl mücadelesi hulus-ı niyyetle devam edebilirse nail-i emn ü eman olur. Fütura düşerse duçar-ı hüsran olur. “ Ma’sıyetten pak ve nezih olup Rabb’inin ismini zikr ve salatına devam eden nail-i felah olur. Ama siz hayat-ı dünyayı tercih ediyorsunuz. Ahiret ise hem hayırlı hem devamlıdır.” “ Kur’an da insanın hübut ve sukutuna yani hataya düşmesine dair vafi ve kafi derecede zikir ve işaretler vardır. Sure-i Tin’de şöyle buyurulmuştur: “ İnsanı ahsen-i takvimde halk ettik sonra onu esfel-i safiline getirdik.” Hakim Süleyman dahi buna benzer surette idare-i lisan etmiştir: Allah Adem’i doğru halk etti lakin onlar çok icatlar aradılar.” Hatib-i Nasrani burada dahi bütün nev’-i beşerin sukut ettiğine Kur’an’da bir delil bulunmak için işine gelen ayeti “ Ama iman edenler ve amel-i salih işleyenler için ardı kesilmez ecir vardır.” ayetini kale almıyor. Ahsen-i takvimden maksat sureten ve ma’nen takvim ve ta’dil ile bütün hayvanata faik olmasıdır. “ Allah sizi tasvir etti ve suretinizi güzel kıldı.” ayeti de buna delalet eder. Allah insanı hayat ilim irade kudret semi’ basar kelam gibi sıfat-ı ilahiyye ile muttasıf kılmıştır ki hadisindeki suret-i hakıkıyye budur. “Nefsini bilen Rabbini bilir” me’alindeki hadis dahi buna delalet eder. Bu ayetlerden de anlaşılıyor ki efrad-ı insaniyyeden bazıları şehevat-ı behimiyye deryasına dalmış ve lezzat-ı cismaniyye zulmetine inhimak eylemiş olduklarından suret-i batıniyyelerini mesh ve tahvil etmişlerdir. Lakin iman-ı sadık ve amel-i salih erbabı hal-i aslilerini muhafaza ile nail-i ecr ü mesubat olmuşlardır. İş böyle iken hatib-i Nasrani insanları bi-ecma’ihim esfel-i safiline yolluyor. Onlar için bir çare-i necat bırakmıyor. “Denize düşen yılana sarılır” derler. İşte insanları o vartaya düşürdükten sonra kendi kuvve-i hayaliyyelerinde vücud verdikleri bir “İnsan-Allah”a ilticaya mecbur kılmak istiyor. Hatib-i Nasrani diyor ki: “Erkek olsun kadın olsun insan dünyaya gelir gelmez nefsi fesada meyyal ve mizac ve meşreb-i tabiisiyle her nevi’ günahı irtikab ve her guna hiss-i hürmeti pay-mal etmeye müstaid bulunur. Ve bu seyyiatın asar ve alaimi tufuliyette onun üzerinde görünmeye başlayıp o since büyüdükçe bu asar ve alaim dahi kendisiyle beraber büyür ve şekl-i tabiisini alır. Hazret-i Davut ba-tecrübe öğrenmiş olduğu bu hakıkati beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur: İşte şer ile doğdum ve validem bana günah içinde hamile oldu.” Biz de deriz ki: “Ey İblis iki yed’im ile halk ettiğim Adem’e secdeden seni men’ eden nedir?” Ayet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere Allah insanı iki yedi yani iki sıfatı ile yaratmıştır ki kahr ve lütuf sıfatlarıdır. İnsan böylece iki ciheti kesafet ve letafet cihetlerini ihraz ettiğinden “Cami’” ismine mazhar düşmüştür. Sairleri ise Allah’ın bir yedi yani bir sıfatıyla halk olunmuştur: Ya melaike gibi letafet sıfatıyla yaratılıp “Sübbuh ve Kuddus” isimlerine mazhar olmuş yahud İblis gibi kahr sıfatıyla yaradılarak “Cebbar” ismine mazhar düşmüştür. hadis-i şerifinde beyan buyurulduğu üzere her fert saadet ve şekavetten hali ve fakat bunlara müstaid olarak dünyaya gelir aldığı terbiye ile kendinde iki cihetten biri neşv ü nema bulmaya başlar. Hasenatı galib olursa said seyyiatı galib olursa şakı olur iki ciheti müsavi olduğu takdirde “ Bir hayır işleyen için on misli ecir vardır” ayet-i kerimesi mucebince onun için hayır ümid olunur. Ama bir kimse için “Said-i mahzdır” veya “Şakı-i mahzdır” denilemez. “ Said bazen şakı olur; şakı dahi bazen said olur” hadis-i şerifinde beyan buyurulduğu üzere saadet ve şekavet terbiye ile yekdiğere tahavvül ve olur; bir said dahi hevasına tabi’ olursa emr ber-aks olur. Buradaki saadet ve şekavetten maksat hasenat ve seyyiattır. Amma “Bir kimse maderinin rahminde iken said ise saiddir şakı mine’l-ezel mukadder olan saadet ve şekavet esrar-ı kaderden olup bahis götürmez. Erbab-ı tasavvuftan bazıları bu hadisteki lafzını anasırın mecmuu ma’nasına haml ediyorlar yani “Mader tabi’attir” demek istiyorlar. Şöyle ki ve iman ve tevazu’-ı kalb yetiştirirler ihya ve inbat ederler; hava ve nar gibi bazıları da ber-aks muhrik ve mümit olurlar. Bunlardan hangisi galebe ederse insan onun taht-ı hükmünde kalır. İşte Allah cism-i vahidde böyle ezdadı cem’ eylemiştir. İnsan dahi bu suretle nüsha-i ümmü’l-kitab ve Allah’ın cemal ve celaline mir’at olup zatında kevneyni cem’ eylemiştir. Onun için ona “Kevn-i Cami’ ” ve “Alem-i Ekber” gibi isimler verilir. Nasara Adem’in ma’sıyeti sebebiyle insanların kaffesini şakı addettikleri gibi fırak-ı İslamiyye içinde de “Kaderiyye” namıyle bir fırka vardır ki balada muharrer hadis-i şerifinin zahirine bakarak insanların ezelde ya salih veya talih olduğuna zahib oluyorlar ve hatta kaderi tağyir edemeyeceği cihetle ibadetin bile adem-i lüzumuna ve insanların gireceğine hükmedecek dereceye varıyorlar. Gerçi bunlar bir bakıma nasaradan ehvendir çünkü onlar gibi şekaveti ta’mim etmiyorlar. Lakin bu fikirlerin ikisi de dalaldir. Bizim lah’a ibadet etmektir. Allah cenneti salihlere narı da asilere va’detmiştir: “ Kim ki iyi bir iş işlerse kendi lehine hareket etmiş olur fena işleyen de mutazarrır olur.” “ Bu gün biz herkesi kazandığı şey ile cezalandırırız.” “ İnsan için semere-i sa’yinden başka bir şey yoktur sa’yinin mükafatı da ileride görülür.” Hatip devam ediyor: “Bu hususda akvam-ı müterrakkıyye ile akvam-ı mütedenniye arasında hiçbir fark yoktur.” Evet! Fıtratta cümlesi müsavidir. Lakin ne çare ki akvam-ı müterakkıyyede fesad-ı ahlak dahi terakkı etmiş mütedenniye dediğiniz akvam ise safvet-i ibtida’iyyelerini muhafaza eylemiş olmakla beynlerinde ahlakça fark-ı azim husule gelmiştir. “Zira cümle insanlar hatalar ve sefiller halinde dünyaya gelmişlerdir.” Hayır! Cümle insanlar hatadan ve sefaletten hali ve fakat saadet ve şekavete müstaid olarak dünyaya gelmişlerdir. “Yani günahın cürsumesi mikropları kanları tenleri kemikleriyle karışık olup efkar ve hissiyatlarına saridir ve ruhta nefiste ve cemi’ kuva-yı akliyyede mevcuddur.” Sevabın cürsumesi de böyledir. “Bu keyfiyet kelamullah ile sabit olduktan başka tecarib ve ihtiyarat dahi buna delalet ederler bu taht-ı hisse düşüp herkes onu gayet basit ve vazıh surette görür.” Bizim ifade ettiğimiz keyfiyet de öyledir. yerine yazılmış anlamda ona “Burada şu sade ve basit suali sorarız: İnsan bu fasid tabiati nereden miras almıştır.” Biz de şu basit suali sorarız. İnsan bu salih tabiati nereden miras almıştır? Siz kendi sualinizin cevabında: “Allah insanı böyle halketmiştir diyemeyiz.” Diyorsunuz ve delil olarak şunu ilave ediyorsunuz: “Zira Allah kuddus ve salih olduğundan haşa ki insanı hatakar halketmiş olsun.” Biz ise Allah’ın insanı cami’u’s-sıfateyn hata ve salaha müstaid olarak yaratmış olduğunu söylüyor ve da’vamızı balada görüldüğü üzere aklen ve naklen isbat ediyoruz. Bizi “Allah’ın sure-i A’raf’taki kavlini tezekküre” da’vet ediyorsunuz. Biz bu da’veti maalmemnuniye kabul ederiz: “ Ne vakit insanlar şirk ve saire gibi fena bir iş “ Babalarımızdan böyle bulduk Allah da bize böyle emreyledi derler.” “ Onlara de ki: Allah fena şeylerle emretmez siz hakıkatini bilmediğiniz şeyleri mi Allah’a isnad edersiniz.” Canım Hatib Efendi! Siz lehinize mi delil getiriyorsunuz aleyhinize mi? Biz de size böyle söylüyoruz ya! Siz Allah’a evlad sahibi olmak insan kıyafetinde tecessüd etmek çarmıha gerilmek ölmek cehenneme girmek gibi şan-ı uluhiyyete na-layık sözler söylüyor ve ba’dehu “Babalarımızdan böyle bulduk Allah da bize böyle emreyledi” diyorsunuz. Bilmelisiniz ki: Allah böyle fena şeylerle emretmez hakıkatini bilmediğiniz ve hatta aklınızın ermediğini i’tiraf eylediğiniz şeyleri mi Allah’a isnad ediyorsunuz? Gördünüz mü kaş yapacağım derken göz çıkardınız deliliniz aleyhinize çıktı. Halbuki siz insanı fena hilkatte yaratan Allah olmadığını isbat edecek idiniz. Biz müslimin ise “ Sizi de işlediğiniz işleri de halkeden Allah’tır” ayet-i kerimesi mucebince hayır ve şerrin fa’ili Allah olduğuna i’tikad ederiz. Zira halk ve tekevvün ona mahsustur. Şu kadar ki birimizden hayırlı bir iş sadır olursa hasbe’t-tevhid onu Allah’a isnad ederiz ve bir günah sadır olursa hasbe’l-ubudiyye kendimize atfeyleriz. Arifinden biri münacatında “Ya Rab! Bendeki isyanı sen takdir ettin sen zün tevhid icabıdır. Ubudiyetin icabı nerede kaldı?” sadasını Ben hata ettim ben günah ettim nefsime ben zulmettim.” der. Hatiften de “Ben afvettim ben mağfiret ettim ben rahmet ettim.” cevabını alır. Velhasıl ef’al-i ibadın cümlesi Allah’ın halkıyla hasıl olur. Lakin bu ef’alin hasen olanlarından Allah razi olur kabihlerden razi olmaz: biz bu bahsi Ravzatü’l-Cennat nam eserimizde müdellelen Hatib sözünde devam ediyor: “İmdi teslime mecburuz ki Allah insanı salih halk eylemiş yerine yazılmıştır. Biz de teslime mecburuz ki Allah insanı fesad ve salaha müstaid olarak yaratmıştır. Eğer yalnız salih yaratsa idi melekler gibi salahdan başka bir şey elinden gelmez ve günaha düşmezdi. İnsan isti’dad-ı fıtrisini ister salaha ister fesada sarfeder. Ondan dolayı da sevab ve ikaba istihkak hasıl eyler. “Bu ise Kur’an -ı Şerif’in kelamına kezalik Kitab-ı Mukaddes’in ‘Allah insanı doğru halk etti’ kavline tevafuk eder.” Biz bu ayet-i şerifenin hülasa-i ma’nasını balada ityan ettik. “Ve binaenaleyh teslim etmeliyiz ki o bu fasid tabiatı tenasül-i tabii vasıtasıyla insan-ı evvelden tevarüs etmiştir.” Yalnız o fasid tabiatı değil salih tabiatı da ondan tevarüs eylemiştir. Hatib-i Nasrani Allah’ın Adem’i fıtrat-ı hasene üzerine yaratmış iken kendisi fıtratını seyyieye tahvil ettiğine ve bu fıtrat-ı seyyieyi zürriyetine de tevris eylediğine kanaat hasıl ettikten ve bu kanaatine bizi de teşrike çalıştıktan sonra insanın bu fıtrat-ı seyyiesini fıtrat-ı haseneye tahvil için Allah’ın kendini feda eylediğine fikirleri hazırlamak maksadıyla diyor ki: “Lakin Allah’a hamd olsun ki o insan-ı evveli kendi haline terk etmemiş ve onun halatını dalgalar üzerine atmamış ancak onun halas bulmasıyçün bir tarik hazırlamış ve resullerin vahiy ile nasa gönderilmelerinden garaz-i cevheri ve gaye-i uzma işte bu tarikı bildirmektir. Kitab-ı Mukaddes bu halas tarikını bize kafi ve vafi surette şerh ve izah ediyor. Tevrat’ta bu şerh ve izaha nübüvvet yahud beşair Ahd-i Cedid’de ise İncil yani nev’-i beşer için müferrih ve meserret-bahş haberler müjdeler tesmiye olunuyor.” Biz de Allah’a hamd ederiz ki insanlara fıtratlarındaki fesadı izale ve salahı izhar eylemelerine rehber olmak için bir takım peygamberler ba’s ve isra buyurmuş ve bunlar hasenat cihetine meyl edenleri tebşir ve seyyiat cihetine meyl edenleri inzar eylemişlerdir. ayet-i kerimesi böyle tebşir ve inzar edici enbiya gelmedikçe kimseye azab eylemeyeceğini de vaad eylemiştir. Sure-i Bakara’da buyuruluyor ki: Nas bir ümmet idi ba’dehu beynlerine ihtilaf düştü Allah tebşir ve inzar edici peygamberler gönderdi ve beyne’n-nas ihtilaf ettikleri hususatta hükmetmek için onlara Kitap inzal eyledi.” Sure-i En’am’da dahi şöyle buyuruluyor: “ Biz Peygamberleri ancak sulehayı tebşir ve müfsitleri inzar edici olmak üzere gönderdik her kim iman eder ve amel-i salih işlerse onlar için havf ve hüzün yoktur.” Acaba bizim Hatib-i Nasrani bu ayet mucebiyle amel ederek birçok def’alar tekrar edip durduğu havf ve hüzünden kurtulsa olmaz mı? MÜESSESAT-I İLMIYYEDEN RASADHANELER ye olan hizmetlerini takdir edebilmek için silsile-i makalatımızda nam-ı fezail-ittisamlarını hürmetle zikrettiğimiz ekabirin teracim-i ahval ve asar-ı müellefelerinin tedkıki kafi değildir. Bu asar ve terakkıyatın netayic-i zaruriyyesinden olan müessesat ve abidat-ı fenniyye hakkında da bir fikir edinmek icab eder. hane hastahane... gibi asar-ı ilmiyyeye dair asr-ı hazır efazıl-ı ulemasından Hindli Şibli Nu’mani Efendi hazretlerinin Urdu lisanı üzerine te’lif etmiş olduğu Resa’il-i Şibli İslamların bu hususdaki terakkıyat-ı hayret-bahşasını pek rengin bir tarzda tasvir etmektedir. miyyenin pişgah-ı izzet ve celaletinde zanu-be-zemin-i tebcil olmaktan kendini alamıyor. sütunları yalnız erbab-ı fennin teracim-i ahval ve asar-ı müdevvenesine hasredecek olursak medeniyet ve maarif-i İslamiyye hakkında o derece esaslı bir fikir vermek mümkün olamayacağı şüphesizdir. Ancak müessesat-ı ilmiyye ve medeniyyenin tedkıki bize bu hususda en esaslı ma’lumat ve kanaati verebilecektir. olmakla muttasıftırlar. Onların asar-ı ilmiyye ve müessesat-ı nafialarıdır ki namlarını ebediyyen ibkaya hadim olurlar. Yine bu gibi asar ve müessesat vasıtasıyladır ki mazinin hamule-i irfan ve terakkıyatı müstakbele intikal eder. essesat-ı nafia ve abidat-ı ilmiyye te’sis ve inşasına hasr-ı himmet etmişlerdir. En parlak ve en muazzamları en evvel Bağdad’da i’la edilmiş olan bu gibi müessesat İslamiyet’in nümuneye malik olmuşlardır. Bağdad Semerkand Kahire ve Kurtuba gibi büyük şehirlerde birkaç adede bile inhisar etmemiş olduğu görülüyor. Ulum ve fünunun ağuş-ı İslamiyanda suret-i inkişafını tedkıka medar olmak üzere aşağıki sütunları medeniyet-i İslamiyyenin tahsis ediyoruz: Asar-ı Yunaniyye Hindiyye Keldaniyye ve Farsiyye Arabcaya nakl ü tercüme edildikten sonra İslamlar ilm-i hey’etin terakkısi hususunda şayan-ı takdir muvaffakıyat göstermişlerdir. Esasen evkat-ı şer’iyyenin ta’yini mes’elesi de İslamları şems ve kamerin harekatına dair tedkıkat icrasına sevk ediyordu. tercüme edilen Sind-i Hind kitabıyla dahil olmuştur. İslamlar arasında feza-yı hey’etin inkişafı için bu ufak şu’le kifayet etmiş az zaman zarfında felekiyata dair hakıkaten hayret-bahşa asar ve müellefat meydana getirilmiştir. Fil-hakıka hulefa-yı Abbasiyyeden el-Me’mun devrinde –evvelce bahsetmiş olduğumuz Beytü’l-Hikme erkanından– Muhammed bin Musa el-Harizmi tarafından gayet mükemmel bir zic te’lif ve tertib edilmişti. Harizmi bu eserinde kevakibin harekatını mübeyyin cedavil-i mükemmele dercetmiştir. Harizmi’nin kitabı o devirde fevkalade bir rağbet kazanmış ve Endülüs eazım-ı ulemasından meşhur Mesleme bin Ahmed el-Marhiti’nin zuhuruna kadar şöhret ve kıymetini muhafaza edebilmiştir. Yine Me’mun devrinde Sincar sahrasında arzın nısfu’n-nehar dairesini ölçmüş olan Musa Biraderler ile Ebu Ma’şer-i Belhi Ahmed bin Kesir-i Fergani Sehl bin Bişr bin Hani gibi eazım da alem-i İslam’da ilm-i hey’etin terakkısi Dördüncü ve beşinci asr-ı hicrilerde meşahir-i hükema-yı Ebu Hanife ed-Dinevri Beni’l-A’lem el-Bettani gibi eazım da tarih-i hey’ette ebedi birer nam bırakmaya muvaffak olmuşlardır. Ebu’r-Reyhan Tastih-i Küre’yi ilk evvel keşf etmek şerefini kazanmış ve el-Asarü’l-Bakıyetü ani’l-Kuruni’l-Haliyeti ünvanlı kitapta bu hususa dair ma’lumat-ı mükemmele vermiştir. Mısır’da İbni Yunus te’lifine muvaffak olduğu dört cildden mürekkep meşhur zici ile hadika-i fenne muhalled bir abide rekzetmiştir. İbni Yunus’un zici o devirlerde cihanın ler tarafına intişar etmiş her yerde en mevsuk olarak tanılmıştı. Kitabü’z-Zic ala Seniyyi’l-Arab mü’ellif-i zi-şehiri Ebu İshak yı nam etmeye muvaffak olmuş hey’et-şinasandan Ebu’sSemh ve İbni Hammad tertibine muvaffak oldukları zicler Hey’et’in alem-i İslam’da en ziyade mazhar-ı terakkı olduğu devir yedinci asr-ı hicridir. Bu asırda idi ki meşahir-i hukema-yı İslamiyyeden Nasirüddin-i Tusi zuhur etmiş ve Hülagu’ya senesinde meşhur Meraga Rasadhanesi’ni te’sis ettirmiştir. Tusi’nin meşhur-ı alem olan Zic-i İlhani’ si Meraga Rasadanesi’nin kütübhane-i cihana yadigar bıraktığı muhalledat-ı azimedendir. Tusi Zic-i İlhani’ yi Farisi lisanı üzere yazmıştır. Nasirüddin-i Tusi aynı zamanda rasat aletlerinde de pek mühim tekamülat lü Tusi’nin semere-i dehasıdır. Küre ve usturlab aletlerindeki asa müşarün-ileyh tarafından ihtira’ edilmiştir. Nasirüddin-i Tusi’den daha evvel Bedi’-i Usturlabi de Tusi’nin muasırlarından Müeyyed Arzi Necmeddin Kazvini gibi ekabir de felekiyyun-ı İslamiyye miyanında ta’dad olunabilir. Ulema-yı İslamiyye mesai-i cihan-pesendaneleriyle hey’eti bir fenn-i müsbet ve riyazi haline getirmişlerdi. Tusi ve Fergani gibi zevatın himmetleri sayesindedir ki akvam-ı kadime arasında pek ziyade mergub ve müştehir olan İlm-i Nücum kıymet ve i’tibardan sakıt olmuş İlm-i Nücum namı altında ortaya atılan şeylerin vehmiyyat ve hayalattan ibaret; kıymet-i ilmiyyeden mahrum esassız şeyler olduğu tahakkuk etmiştir. Felekiyyun-ı İslamiyye ilm-i nücumun vehmiyatı yerine riyaziyat ve hakıkı rasadata müş’ir olan ilm-i hey’eti ikame etmiş bu hususdaki tedkıkat ve rasadatlarını mükemmel ve muntazam ziclerde derc eylemişlerdir. İlm-i hey’etin terakkıyatına masruf olan hizmetler bu gün Avrupa müelliflerinin bile taht-ı i’tirafındadır. Bu fenne dair cihan-ı ma’rifete ihda etmiş oldukları asar ve alat-ı heyieyye mesai-i mübeccelelerinin her asır için muhalled birer abidesi hükmünde ilelebed payidar kalacaktır. Cihan-ı İslami’de ilk rasadhane hulefa-yı Abbasiyye’den el-Me’mun devrinde te’sis edilmiştir. Bağdad’ın Şemmasiyye mevkiinde te’sis edilen bu rasadhane müşahedat-ı cevviyenin yani hicretin’üncü senesinde Şam’da Cebel-i Kaysun üzerinde ikinci bir rasadhane daha te’sis edilmişti. Ebulkasım Sa’id el-Endülüsi Kitabü’t-Ta’rif Tatbikatü’l-Ümem ünvanlı eserinde diyor ki: Halife Me’mun rasadhanelerin te’sisi ve alat-ı rasadiyye bin Abdülmelik el-Mervezi Sind bin Ali ve Abbas bin Cevheri’den mürekkeb bir hey’ete havale eylemişti. Ali bin İbrahim eş-Şatır da Şam’da rasadat icra eylemiştir. Bu hey’et erkanı Me’mun’un vefatına kadar icra-yı rasadata devam etmiş ve birer zic tertibine muvaffak olmuşlardı. Ebulferec Musa Biraderler tarafından da Bağdad’a bir rasathane te’sis edilmiş olduğunu rivayet ediyor. Bağdad’ın en meşhur rasadhanesi Al-i Büveyh’in en şanlı ve en muhterem bir evladı olan Adudüddevle tarafından ni meşahir-i hey’et-şinasandan Ebu Sehl’e tevdi’ eylemişti. Ebu Sehl rasadhane-i Adudi’de seyyaratın harekatına dair rasadat-ı mühimme icra eylemiştir. Rasadhane-i Adudi’den sonra ondan daha parlak diğer bir rasadhane de Mısır’da te’sis edilmişti. Müluk-i Fatımıyye’den Hakim Biemrillah zamanında Mısır’da Cebel-i Mukattam üzerinde te’sis olunan bu rasadhane müdiriyeti felekiyyun-ı İslamiyyenin en müştehir simalarından olan İbni Yunus’a tevcih olunmuştu. İbni Yunus’un meşhur-ı alem olan zici Rasadhane-i Hakimi’ de geçirmiş olduğu medid bir devr-i tetebbu’un mahsul-i kıymetdarıdır. Fakat; rasadhane-i Adudi ve rasadhane-i Hakimi’nin şa’şaa-i şöhretleri medeniyet-i İslamiyyeye ebednümun bir şeref bahş eden meşhur Meraga Rasathanesi’nin leme’atı karşısında pek sönük kalmışlardır. Meraga Rasathanesi Nasirüddin-i Tusi’nin tavsiyesiyle Bağdad muharrib-i şehiri Hülagu tarafından inşa ve te’sis edilmişti. Hülagu Bağdad asar-ı medeniyyesini yakıp yıkdıktan Bağdad’ın haza’in-i irfanıyla Dicle nehrinin rengini siyaha boyadıktan sonra; bir çok masraf ihtiyariyle Meraga Rasathanesi’ni te’sis etmiş idaresini o asrın ahlakan değil yalnız ilmen en büyük adamı olan Nasirüddin-i Tusi’ye havale eylemişti. Nasirüddin’in teşvikıyle Hülagu rasadhane civarında bir de kütübhane te’sis ederek burayı dört yüz bini mütecaviz asar-ı ilmiyye ile doldurmuştu. Nasirüddin-i Tusi erbab-ı ve fünunun terakkıyatına pek çok mesa’i sarf eylemişti. Zic-i İlhani Avrupa hey’et-şinasanının pek ziyade mazhar-ı takdir ve sita- yişi olmaktadır. Miladın’inci senesinde Lonra’da neşr edilen tul ve arz cedavilinin tertibinde Tusi’nin Zic-i İlhani’sinden pek çok istifade edilmiştir. Tusi hey’ete dair Mukaddimetün fi’l-Hey’eti Cami’u’l-Hesab fi’l-Küreti ve’l-Usturlab Kitabü’l-Mutavassitat beyne’l-Hendesiyyeti ve’l-Hey’eti ünvanları altında bazı asar daha yazmıştır. Tusi büyük bir hey’et-şinas olduğu kadar da mütefekkir bir hakim idi. Tasavvuf felsefe ilm-i kelam ve riyaziyata ait Arabi ve Farisi lisanları üzerine bir çok te’lifatı vardır. Şu kıt’asından tasavvuftan vahdet-i mevcud taraftarı olduğu anlaşılıyor. Meraga Rasadhanesi’nden sonra Semerkand Rasadhanesi murlenk’in hafidi Uluğ Bey tarafından te’sis edilmişti. Timurlek’in hafidi ve Mu’iniddin Şahruh’un ferzend-i ercümendi Uluğ Bey Zic-i Uluği’ sini Semerkand Rasadhanesi’nde tertib ve tanzim eylemişti. Zic-i Uluği senesinde pa lisanlarının bir çoğuna da tercüme olunmuştur. Uluğ Bey zici kadar kıymetdar bir şakird yetiştirmiştir. Uluğ Bey’in bir şakird-i zi-irfanı olan Ali Kuşcu hey’et-şinasan-ı cu üstad-ı muhtereminin vefatını müte’akıb Maveraünnehir’i terkle Tebriz’e gelerek Uzun Hasan’a intisab eylemişti. Müşarun-ileyh tarafından hizmet-i sefaretle dergah-ı Fatih’e disini enva’-ı iltifata mazhar etmiş ve Dersa’adet’te kalması arzusunu izhar eylemişti. Ali Kuşcu vazife-i sefaretin ifasını müte’akıb İstanbul’a avdet ederek Ayasofya’da tedrisatla meşgul olmuş ve tarihinde irtihal eylediğinden Eyüb’e defnedilmiştir. Safahat-ı kamer hakkında Uluğ Bey’e takdim etmiş olduğu risale ile Fatih’in Uzun Hasan üzerine olan seferinden mu’asker-i hümayunla birlikte giderken hey’ete dair yazdığı er-Risaletü’l-Fethiyye ünvanlı eseri meşhurdur. Endülüs kıt’asında da bir çok rasadhaneler te’sis edilmiş olduğu şüphesizdir. Asya ve Afrika’nın havza-i İslamiyana dahil olan ekser biladında ikinci derecede daha bir çok rasadhaneler te’sis olunmuştu. Rasadhanelerde icra-yı rasadat mezkurenin hemen kısm-ı küllisi muhtereat-ı İslamiyyeden edilmiş olan alet usturlabdır. Usturlabın on altı yirmi kadar enva’ını ihtira’a muvaffak olmuşlardı. din-i Rasıd tarafından “Müşebbehetün bin-natık” denilen bir alet icad olunmuştu. edilen Zatü’s-semt ve Zatü’l-irtifa’ aletleri de felekiyyun-ı İslamiyye muhtere’atındandır. Meyl-i şemsin ta’yini için müsta’mel olan Zatü’l-evtar aleti ile irtifa’ hususunda kullanılan Zatü’ş-şu’beteyn ve Zatü’l-ceyb aletleri de hey’et-şinasan-ı İslamiyye tarafından keşf edilen usul-i rasadata mahsus olmak üzere ihtira’ olunmuş bir takım aletlerdir. İlm-i hey’ete dair yazılmış olan asar-ı İslamiyye’de; şu ta’dad edilen alattan başka; Halka-i tesadüf edilmektedir. Felekiyyun-ı İslamiyye Lübne aleti denilen bir aletle meyl-i külli ve eb’ad-ı kevakibi takdir ettikleri gibi bilad ve memalikin arz derecelerini de bununla ta’yin ederlerdi. ve maharet göstermişlerdir. Avrupalıların rakkası Endülüs felekiyyunundan öğrenmiş oldukları muhakkaktır. İslamların muhtere’atından olan su saatleri güneş saatleri ve kum saatlerine dair daha evvel ma’lumat vermiştik. A’sar-ı maziyede ilm-i hey’et hususunda hace-i cihan ulema-i İslamiyye idi. İbni Ebi Usaybi’a diyor ki: Efrenç hükümdarı ye beriye müraca’at etmiş ve hiçbir taraftan mukni’ bir cevap alamamıştı. Nihayet Musul Atabeylerinden Bedreddin Lü’lü’ nezdine bir me’mur-ı mahsus göndererek mesa’il-i mezkurenin bir kere de hey’et-şinasan-ı İslamiyyeye arz edilmesini iltimas eylemişti. Bedreddin bu mes’eleleri hükema-i müşarun-ileyh mesa’il-i mezkureyi tamamen hal ve izaha muvaffak olabilmiştir. Avrupa hey’et-şinasanından Arago Dalamber Lorye ve Kamil Flamaryon gibi zevat ilm-i hey’etin terakkıyat ve tekamülatı hususunda cihan-ı ilim ü ma’rifetin felekiyyun-ı tercüman-ı ihtiramkarı olmuştur. ch-i atidir; Bundan evvelki makalede izah ettiğimiz vechile Kur’an-ı Kerim’de varid olan ayat-ı kerimenin bir kısmı muhkem olup ma’nası zahir olduğu gibi bir kısmı da müteşabihtir; ma’nasını anlamak herkes için kolay değildir. Ehil olmadıkları halde onların tedkıkıne girişenler daima hatar ve mehalike düşmüşlerdir. İşte akaid-i sahiha-i Ehl-i Sünnet’e muhalif olan firak-ı dalleden bazıları –mücessime müşebbihe ta’ifeleri gibi– Kur’an-ı Kerim’de hadis-i şerifde varid olan müteşabihatın zahiriyle amel ederek Cenab-ı Hakk’a cihet cismiyet suret... isbat etmeye kalkıştılar. Bunun için müteşabihat hakkında biraz tafsilat vermek lazımdır. Ulema-yı usulinin ıstılahınca elfaz-ı Kur’an elfaz-ı hadis vuzuh ve hafa i’tibariyle ma’naları üzerine delaletleri sekiz kısım olup sekizincisi müteşabihtir. “Müteşabih” demek ümmet için maksud ne olduğunu bilmek ümidi munkatı’ olan lafız demektir. Bu da iki kısımdır. ra “müteşabihü’l-lafz” denilir. Eva’il-i suver-i Kur’an iyyede bulunan “Ta-ha” “Ya-sin” “Elif-lam-mim” “Kaf-ha-yaayn-sad” “Elif-lam-ra” gibi huruf-ı mukatta’a bu kısımdandır. Bunlardan maksat ne olduğu ümmet için ma’lum değildir. Gerçi müfessirin bunlara dair de vücuh-ı adide beyan ediyorlarsa da en eslem tarik tefvizdir. olduğu gibi murad etmek müstahil olan elfazdır ki bunlara da müteşabihü’l-ma’na –müteşabihü’l-mefhum– denilir. kavl-i keriminde ki deki ’ deki ’ deki ’ deki ; bir de gibi ehadis-i şerifede varid olan suret kadem nüzul gibi. “Vacib te’ala hazretleri arş üzerine müstevi oldu” denilince Bari te’ala ve tekaddes için isbat-ı cisim lazım gelir bu red ve münezzehtir. Kezalik “Allah’ın yedi onların ellerinin fevkındedir” denilince bundan bildiğimiz el ma’nası kasd olunsa vacib te’alaya isbat-ı yed lazım gelir bu ise cismiyyeti müstelzim olduğu cihetle muhaldir. İşte bunun içindir ki müteşabihat hakkında ulema-yı Ehl-i Sünnet ikiye ayrılmışlardır: Selef halef. Selef mezhebine göre bu babda zikr olunan ayat ve ehadis-i müteşabihenin zahirini teslim ile beraber zihne tebadür eden maani-i zahiresinden başka bir de meani-i sahiha-i layıkası olup o maaninin vacib te’alanın edille-i akliyye ve nakliyye ile sabit olan havadise muhalif olması mislinin istihalesi hakkında varid olan delaile de muvafık olduğunu tefviz etmek vacibdir. Bunlar derler ki: Allah’ın arş üzerine istivası sıfat-ı layıka-i Sübhaniyesinden bir sıfattır ki kat’iyyen ne cismiyyeti ne de ciheti müstelzim değildir. “Sema-i dünyaya” nüzulü sıfat-ı Sübhaniyyeden bir sıfat olup bir hayyizden diğer hayyize intikali müstelzim değildir. Kezalik vacib te’alanın yedi yemini kademi olduğuna kail olmakla beraber bunlar bizim a’zamız gibi tecezzü’ ve mikdarı müstelzim değildir; belki zat-ı uluhiyyetine layık olan yed yemin kademdir. Bu hususdaki nusus-ı şer’iyyenin hakıkatine müteallık murad-ı ki mezheb-i selef budur ki en eslem bir tarik olduğu bedihidir. Fakat muahharan İslam’da bazı firak-ı mübtedia zuhur ederek bu gibi müteşabihata temessük ile Cenab-ı Hakk’a havadise müşabih bir takım sıfat-ı gayr-ı layıka isbat ve bu suretle nası ıdlale çalıştı klarından ulema-yı müteahhirin müteşabihatı lügat-ı Arabiyye ve Cenab-ı Hakk’ı her türlü havadise mümaselet ve müşabehetten tenzih eden nusus-ı şer’iyyeye tevfikan te’vil etmişler “Arş üzerinde istiva”dan maksat Cenab-ı Hakk’ın kahr u istilası olduğunu “Sema-i dünyaya nüzul”den ibadına ikbal murad eylediğini “vech”den zat “yed”den kudret ma’naları maksud olduğunu söylemişlerdir. Hülasa: Müteahhirinin te’vili hem lügat-ı Arabiyyeye hem de kavaid-i şer’ ve edille-i akliyeye muvafıktır. Bu mes’elede mütekaddiminin re’yi ubudiyyete müteahhirinin re’yi ise ibadete raci’dir. Müteahhirin diyor ki: Biz taleb-i ilm ile me’muruz; bu emre imtisal de bir ibadettir. Bunların re’yi bir cihetten iyidir; çünkü Kur’an’ı kendi heva ve heveslerine göre te’vile kalkışan erbab-ı fesadın ekavil-i fasidelerini red için müteahhirinin yaptığı suretle te’vilde ıztırar vardır; fakat bu i’tibardan kat’-ı nazar meslek-i mütekaddimin racihdir; zira mebnası “ubudiyet”tir. Ubudiyet ise ibadete teraccuh eder. Çünki ubudiyet fi’l-i Rabbe –Rabbin istediği şeye– rızadır. lek-i kudema ubudiyeti meslek-i müteahhirin ibadeti tercih suretindedir. Bu bahse dair İmam Gazzali hazretlerinin İlcamu’l-Avam an İlmi Kelam nam eserinde vermiş oldukları tafsilatı da ber-vech-i ati hülasa ediyoruz: “Bilmelidir ki ehl-i basair mezhebidir; binaen-aleyh biz de selef mezhebini delaili ile beraber beyana şüru’ ediyoruz: Mezheb-i selefin hakıkati şudur: Avamm-ı nasdan olan yani ulema-yı rasihinden olmayan bir kimseye müteşabihattan bir hadis yahud bir ayet baliğ olursa onun üzerine yedi vazife terettüb eder; bu yedi vazifeyi ifa etmek üzerine vacibtir. tenzih etmek. Mesela: Cenab-ı Peygamber’in “Allah Adem’in çamurunu kendi yediyle yoğurdu” “Mü’minin kalbi Allahın üsbu’larından iki üsbu’ arasındadır” hadis-i şeriflerini işittiği zaman yed ile üsbu’ kelimelerinin iki ma’nası olup birisi herkesin görüp bildiği vech ile et kemik usb gibi cisimden mürekkeb olan bir uzv-ı mahsusun ismi olduğunu bununla beraber de asla –eli olmayan bir padişaha nispetle filan memleket padişahın elindedir gibi– cisim olmayan yerde de müstear olduğunu binaen-aleyh cenab-ı Peygamberin bu hadislerde ki yed ile üsbu’dan maksadı evvelki ma’na olmayıp da ancak ikinci ma’na olduğunu tasdik etmek gerek ammi ve gerek gayr-ı ammi her ferdin üzerine vacibdir. “Muhakkak Allah Adem’i kendi sureti üzere halk etti” “Ben Rabbimi ahsen surette gördüm” hadis-i şeriflerini işiten kimseye vacib olan suret lafzının ism-i müşterek olup bazen söylendiği vakit –burun göz kulak... gibi– tertib-i mahsus üzerine müretteb olarak ecsamda hasıl olan hey’et kast edildiğini bazen de kat’ıyyen ecsam kabilinden olmayan bir ma’nada isti’mal olunduğunu Cenab-ı Hakk ecsama müşabehetten münezzeh olduğu cihetle Cenab-ı Allah hakkındaki suretlerden ma’na-yı evvel değil ancak ma’na-yı sani murad edildiğini yakınen bilmek ve o suretle tasdik etmektir. Üçüncü bir misal: “Allah her gece sema-i dünyaya nüzul eder” ayet-i kerimesindeki nüzulü işiten bir kimse nüzul kelimesinin ism-i müşterek olup bazı ıtlakında –cism-i ali cism-i safil cism-i müntakıl gibi– ecsam-ı selaseye muhtac olduğunu cism-i müntakılın aliden safile doğru hareketine nüzul ve hübut denildiği gibi bazen de ne cisme ve ne de cisimde hareket ve ğunu Cenab-ı Allah hakkında birinci ma’naca nüzul muhal olduğu cihetle hadisteki nüzulden maksat ikinci ma’naca nüzul olduğunu yakınen bilip tasdik etmek vacibdir. Nasıl ki ve buna mümasil nusus-ı Kur’an iyye de bu ma’nayı te’yid etmektedir. Dördüncü misal: ve “ Fevklerinde olan Allah’tan korkarlar” ayet-i kerimelerindeki fevk kelimeleri de böyledir. Evet fevk ism-i müşterektir. Bir cismi diğerine nisbet ederek yukarıda olana fevk aşağıda kalana taht denildiği gibi rütbenin fevkıne de ıtlak olunur. Sultan vezirin fevkınde halife sultanın fevkınde... dir denir. Evvelki ma’naca fevkıyyet bir cisim iktiza ediyorsa da ikinci ma’naca olan fevkıyyet bir cisim iktiza etmez binaen-aleyh her mü’min Cenab-ı Allah hakkında isti’mal edilen fevkıyyetin birinci ma’naca olmayıp ikinci ma’naca olduğunu i’tikad etmek vacibdir. cümlesiyle Allah’ın celal ve azametine layık ma’nalar kast edildiğini Resul-i Ekrem’in vasf-ı ilahiye dair söylediği şeylerin hepsinin hak olduğunu inanmak ve iman etmek vacibdir. Evet Kur’an’da ve hadiste Allah’a nispet edilen şeylerin hepsi doğrudur Allah’ın yedi yemini esabii vardır; Allah’ın Arş üzerine istivası kullarının fevkınde kahir olması da haktır bunlarda kat’iyyen şüphe yoktur. Fakat bunların hakıkati bizce ma’lum değildir; bunlardan maksat bizim hatırımıza gelen yed yemin esabi’...! değildir. Biz bunları tasdik ile me’muruz hakıkatlerini taharri ile değil...! Eğer denilirse: Madem ki nas bunların hakıkatini anlamaktan acizdir o halde anlayamadıkları bir şey ile insanlara hitap etmekte ne ma’na var? Cevap olarak deriz ki: Kur’an yalnız bir sınıf için nazil olmamıştır. [] Binaen-aleyh bu gibi hitap ile muhatap olanlar bunu anlayabilmeye isti’dadı olanlardır ki onlar da evliya-yı izam ile ulema-yı rasihindir. Bu gibi müteşabihatı onlardan başkası fehm edemez. Bu da Kur’an’ın hadisin fesahat ve belagatine ayrıca bir delildir. Çünkü herkesin anlayacağı bir tarzda olsa o zaman bir kelam-ı ali olamazdı. Hem ne hacet! Ukaladan olan bir kimsenin baliğ olmayan çocuklara avamm-ı nasa ilka edeceği kelam ile; baliğ olanlara ulemaya ilka edeceği kelam bir midir? Şüphe yok ki bir değildir. Sabi anlayamadığını baliğa sual eder o da cevap verir; işte ulema-yı rasihine nispetle diğerleri de böyledir. Rasihin olmayanlar nass-ı celili muktezasınca şüphe ettikleri şeyde ulema-yı rasihine müracaat ederek akıllarının ereceği kadar cevap alıp giderler. Hülasa: Rasihin olmayanlar için ikinci vazife bu müteşabihatın hepsinin hak olup ancak keyfiyetlerinin mechul olduğuna imandır. Nasıl ki İmam Malik buyurmuştur. ma’naların künh ve hakıkatine vakıf te’vilini arif olmayan kimseler için zahirini tasdik ile beraber ma’na-yı maksudun ne olduğunu bilmekten kat’iyyen aciz olduklarını ikrar etmek vacibdir. İşte İmam Malik hazretlerinin “İstiva ale’l-arş ma’lum keyfiyeti mechul buna iman etmek ise vacibdir.” sözünün ma’nası budur. Belki ulema-yı rasihin bile bu maaninin hakıkatine ne kadar vakıf olsalar yine bu anlamadıklarına nisbetle hiç menzilindedir. İmam Ali’nin kelamı ne büyük bir hakıkattir teşabihattan maksadın ne olduğunu sormamak vacibdir. Bunlardan sual etmek bid’at bu hususa dair fazlaca taharride bulunmak ise dinde muhataraya düşmektir. Daha ileriye gittikçe de –ne’uzü billah– bilmezken dinden çıkar gider. Çünkü ehli olmadığı bir şeyden sual ediyor binaen-aleyh müteşabihatın ma’nasını sorduğu kimse cahil olursa onun vereceği cevap kendi cehlini bir kat daha fazlalaştırmış olur. Yok eğer bir alimden sorarsa alim olan zat –soran kimse ehli olmadığı cihetle– o hususda ifade-i merama belki kadir olamaz. Zira çok zaman olur ki bir boyacı san’atındaki kendi san’atında olan inceliği bilmekle beraber boyacılık san’atındaki inceliğe akıl erdiremez. Çünkü tevaggulü yok! Binaen-aleyh ma’rifet-i ilahiyyeye taalluk etmeyen ulum-ı saire ile meşgul olanlar veyahud hiçbir ilimden haberdar olmayan kimseler şuun-ı ilahiyyeyi ma’rifetten aciz olacakları müstağni-i beyandır. müteşabihe tefsir te’vil tasrif kıyas ve tefri’ suretlerinden hiçbirisiyle tasarruf olunarak başka bir lügatle başka bir kelime kullanılmış ise olduğu gibi kabul etmek vacibdir. Mesela: İstiva kelimesini başka bir lügate tebdil etmek caiz olmadığı gibi kelam-ı Arabda o ma’nayı müfid bir kelime ile ta’bir etmek de caiz değildir. Kezalik müteşabihatta bir şey ziyade yahud noksan etmek yahud onları bir araya cem’ veyahud tefrik etmek de caiz değildir. Hülasa müteşabihatı olduğu gibi kabul etmek ileriye geçmemek vacibdir; çünkü bunlar öyle umur-ı mu’dıladır ki çok zaman ulema bile bu babda gaflet göstererek dalalete düşmüşlerdir; binaen-aleyh rasihin olmayanlar için böyle bir işe girişmek hiç de caiz olmaz. fekkür etmekten vaz geçmek. Müteşabihattan sual ve onu tasarruf etmekten lisanı keffetmek vacib olduğu gibi müteşabihat hakkında tefekküre dalmamak da vacibdir. Hem bu vazife en ağır en güç bir vazifedir. Çünkü yüzmekte mahir olmayan kimse denizin dibinden inci çıkarmak maksadıyla denize dalarsa oradan getireceği inciye mukabil ya boğulur yahud bir balığın karnına gider. Binaen-aleyh inci çıkarmak maksadıyla denize dalacak olan kimse eğer akıl ise evvela: Her türlü mehalik ile beraber kendi aczini de nazar-ı dikkate alır; gark olmayıp yahud bir balığın karnına girmeyerek tevessü’ edeceğini fakat kendisi o işte mahir olmadığı için gark olur yahud bir timsah gelip parçalarsa hayatının mahv olacağını düşünmesi lazımdır. İşte vacibat-ı diniyyeden olmayan şeyleri ma’rifet maksadıyle ehli olmadığı halde müteşabihat hakkında tefekkürata dalanlar da tıpkı böyledir. teşabihatta olan esrar ve maaninin kendisine hafi olduğu gibi Cenab-ı Peygamber sa Ebu Bekr es-Sıddik... ekabir-i sahabe evliya ulema-yı rasihine de hafi kaldığını i’tikad etmemesi kendisine hafi kalması aczinden ileri geldiğini kendi nefsi ile onları kıyas etmek caiz olmadığını tasdik ve kimseler üzerine vücubunu selef-i salihinin kaffesi i’tikad etmişlerdir.” sonra selef mezhebinin hak olduğunu bürhan-ı akli ve sem’i Bu babda daha ziyade tafsilat arzu edenler oraya müracaat ederler. Zaten bu babda pek çok asar yazılmış söylenecekler tamamen söylenmiştir. İmam Fahrüddin-i Razi’nin Esasü’t-Takdis namındaki eserinde de tafsilat-ı mühimme vardır. [] Maamafih müteşabihat hakkında gerek selef-i salihinin ve gerek ulema-yı müteahhirin hazeratının her ikisinin de mezhebleri haktır. Şu kadar ki selef-i salihin zamanlarının nur-ı nübüvvete kurbiyetle i’tikadat-ı batılanın meydana çıkmamasından dolayı müteşabihat hakkında selamet cihetini tutmuşlar ve kendilerine daha lazım olan ulumun tahsiliyle iştigal ederek müteşabihatın ilmini Cenab-ı Hakk’a terk ederek ubudiyet mertebesinde tevakkuf eylemişlerdir. Müteahhirin ise kendi zamanlarında zuhur eden firak-ı dalleye mukabele etmek lüzumunu hissederek kavaid-i tenzih ve lisan-ı Araba muvafık surette müteşabihatı te’vil ederek müteşabihatın zahiriyle istidlal eden firak-ı dallenin iddialarının butlanını isbat etmişlerdir. İşte şu izahtan ma’lum olduğu vechile Cenab-ı Hakk’a cihet cismiyet cevarih suret hirü’l-butlandır. Binaen-aleyh ya selef-i salihinin de’b ü adeti üzere tarik-ı eslemi ihtiyar ile suret-i zahirede cihet cismiyet cevariha... dall olan nususun ilmini Cenab-ı Hakk’a tefviz yahud müteahhirin ulemanın meslek-i muhtarı gibi nusus-ı mezkureyi cahillerin metaınını def’a ve idrak-i hakayıktan kasır olanları tarik-ı hakkı sapıtmaktan men’a medar olacak kendilerini tarik-ı hak ve i’tikad-ı sahihden ayırmayacak surette te’vilat-ı sahiha ile te’vil etmek vacib olur. Aksekili Hamiş: Haleb Darülmuallimin Müdürü Hamdi Beyefendi’ye: Teveccüh ve ihtar-ı alilerine teşekkür olunur. Keyfiyet zat-ı fazılanelerinin beyan ettiği vechile şekle aid bir sehv-i tertibden ibarettir. Mes’ele pek vazıh olduğu cihetle ikinci nüshada tashihi ihmal edilmişti. Çünkü izah etmek istediğimiz mes’elede bize misal olabilecek şey “tercih” değil ancak “teraccuh”tur. Zira “tercih” sahib-i irade tarafından vaki’ olacağı için muhaliyeti müstelzim olmayacağı bedihidir. Bunu “Hızır Bey’“ merhum gibi diğerleri de tasrih etmektedir. TALEBE-I ULUMDA HAREKET-I FIKRIYYE: Feryatlarımız dersiamlarımızdan müfettişlerimizden bazılarına pek acı bir surette te’sir etmiş. Hazretler zavallılığımıza acımışlar. Bir risale çıkarmak külfetini bile ihtiyar buyurmuşlar. Aramışlar taramışlar; bizim için “Yegane çare”yi Avrupa’da bulmuşlar. İngiltere Almanya Fransa gibi memalik-i müterakkıyyeden birkaç nevi’ kitap celp olunmalı burada bazı zevat ma’rifetiyle Türkçe’ye tercüme ettirilmeli ve ilmiyeden intihab olunacak bir meclise havale ile Arapça’ya tahvil olunmalı sonra da gelecek seneye yetiştirilmeli binde bir imiş. İşte taharriyat-ı amika neticesinde elde edilen “Yegane çare” bu imiş! Kitapları Avrupa’dan getiriyoruz güzel fakat bunları kim okutacak ve nasıl okutacak? Muallimleri de beraber mi isteyeceğiz? Ya medreselerimiz usul-i ta’limimiz?... Hoca efendimiz kitaplarımızı değiştirdiler bizi Isamların Abdülgafurların; Seyyidlerin Allamelerin mücadelelerinden lütfen kurtarmak istediler; fakat her nedense yeni usul-i ta’lim ta’kıb olunmasına cevaz vermiyorlar. Hatta daha fena bir hale ifrağ olunacağında şüphe bile etmiyorlar. Biz ne istiyoruz onlar ne anlıyorlar. Biz yalvarıyoruz ki mahi-i hayat bu durumlardan kurtulalım. Hazret-i Peygamberin buyurdukları gibi evvela sıhhatimizi muhafaza edelim. Sonra zamanın dar olduğunu bilelim. Yalnız alet dersleriyle senelerce sürünmeyelim. Ulum-ı şer’iyye ve fünun-ı hazırayı ayrı ayrı üstadlardan her biri mütehassısı olduğu kendi dersini senelerce okutmuş meleke peyda etmiş müderrislerden görelim. Hoca efendilerimiz gümüşlü sadefli tahtalara sarılmışlar on beş yirmi okkalık yün minderlerden bir türlü sıyrılmak istemiyorlar. Bizi bu hal-i sefaletten bu hal-i cehalet ve ataletten kurtarın dedikçe hacegan efendilerimiz bize Fransızca Almanca İngilizce eserleri gösteriyorlar. Pekala madem ki çare-i necatımız bunlar imiş neye şimdiye kadar buna teşebbüs olunmadı? Yapsınlar etsinler kubbeli pilav gibi hoca efendilerimizin önüne koysunlar; öyle mi? Fakat acaba bu kadarla iktifa edecekler mi; yoksa yemek için kaşık da getirsinler mi diyecekler. Evet evet anlaşılıyor: Ecnebi kitapları tercüme etmeli sonra da onları okutmak için ecnebi mu’allimler getirmeli; onlara ta’lim ettirmeli. Hoca efendilerimiz de yüksek minderlerine kurularak söz nihayetlerinde ellerini tahtaya vurmakla nakaratçılık yapsınlar. Ne a’la!... Hangi bir darü’t-tedris vardır ki bütün ilimleri bütün fenleri bir müderris okutsun tam bir hoca olmaya başlayınca tedristen çekilsin kuşe-nişin-i uzlet olarak beş on kuruş dersiye Hoca efendimiz nihayet bizim ağzımızı bağlamak istiyor. Noksanlarını bilirmiş. İnşallah telafi edeceklermiş. Ne derdimiz var ise Bab-ı Meşihat’e bildirmeliymişiz. İlmiyenin şimdiye kadar ma’ruz kaldığı müşkilatı piş-i mülahazaya alarak fesatçılara alet olmaktan son derece tevakkı etmeliymişiz. Mahza bizi bilmeleri için kocaman odalar birçok koltuklar türlü türlü ünvanlar zabt edenler daha bizi varlığımızı ne halde olduğumuzu hele şu feryatlarımızı işitmemişler mi ki bir de biz kesret-i meşguliyetleri arasında kıymetdar vakitlerini zayi’ edelim. Bizi afv buyursunlar. Görülüyor ki: Hocamız burada da tuhaflaşıyorlar. Madem ki noksan biliniyor. Şu dört beş senedir ne yapıldı! Neye teşebbüs olundu da muvaffak olunamadı? Karşınıza kim çıktı da mani’ oldu? Bir Şevketi Efendi ile bazı rüfekasından başka bu hususda kim fikir yordu? İ’tikadını salim sabit söyledi? Ey muhterem hacegan efendilerimiz ne zaman mücadeleden başınız kalktı da bir noktada ittifak edip biz şunu yapacağız siz sabır ve metanetle çalışınız dediniz. Evet pek çok şeyler söylendi. Gözlerimiz hayalat-i mala-nihayeye daldı. Kulaklarımız tasavvurat-ı guna gun ile doldu. Kalplerimiz la-yu’ad ümidlerle mala-mal oldu. Fakat heyhat! Hepsi de serab imiş; geldi gitti. Kanacak aldanacak hiç hiçbir şey kalmadı. Geçti. Şu sütunlarda görülen yaralar dertlerimizin binde bir cüz’ünü bile teşhir edemez. O bir külliyat-ı fecayi’dir ki içine girmeyen anlayamaz. kendi başı altından gibidir. Söylenecek yerde bi-hareket kaldılar. Sükut edilecek zamanda bağırdılar. İstikbali piş-i teemmüle almadılar. Hacegan efendilerimizin gözleri me’muriyetlere muallimliklere dikilmiş medreseler hatıra bile gelmiyor. Bu gün millet bu muzayaka-i maliyyesiyle beraber dershaneler için az çok bir tahsisat gösterdi. Her dershaneye kendi hanesini idareden aciz adamlar dersiam diye ayrı bir parayla müdür yapıldı. Muallimler bildiğimiz gibi. Hoca efendilerimizden medaris müfettişlerimizden biri bu ne haldir demiyor. Bu hali görmüyorlar mı? Bu kadar zamandır medreseleri teftiş ! ediyorlar. Talebenin halini derslerin gidişini görmüyorlar. Acaba iki satırlık bir layiha yapıp da merciine takdim ettiler mi? İhtimal ahvalimizde mucib-i şikayet bir şey görmediler. Öyle olacak!... Biçare hamisiz kimsesiz bizler halimizi teşrih eylemek emrazımızı teşhis ettirmek isteyince fesadçı yahud fesadçılara alet tanınıyoruz. Hacegan efendilerimiz hazeratı emin olsular ki: Biz ne fesadçıyız ne de onlara alet olmak hayalimizden geçer. Fesadçıları belki de sizden fazla biliriz. Ey muhterem hoca efendilerimiz! Hayatımızın hayatınız olduğunu bilmek ister iseniz bu yazıları meserret yaşları ile karşılarsınız. Edna bir hiss-i insaf taşır iseniz i’tiraf-ı hakıkate mecbur olursunuz; bu fazileti olsun kaçırmazsınız. Evet artık aziminin başından gelemeyeceksiniz. Yoksa yine inşallah ile maşallah ile fakat hakkıyla hiçbir şeye teşebbüs etmeyerek vakit mi geçirmek istiyorsunuz? Lakin biz anladık iman ettik ki büyük ilmen büyük fikren büyük operatörlere; konsültolarına ameliyatlarına muhtacız onlara tekmil dertlerimizi açalım yaralarımızı gösterelim yaşamak hakkına nail olalım. Madem ki bu hususda pişva olmuyorsunuz. İstirham ediyoruz. Ufak bir eser-i vicdan var ise bari hail olmayın çekilin! İşte size ilk ve son sözlerimiz: MARMARA’YA DOĞRU Mudanya’ya hareket eden “Başlangıç” vapuru yolcularını kamilen almıştı. Saat ona doğru düdük üçüncü defa olarak muhit-i heva’iyi bir daha mevcelendirdi. Rıhtımda biriken halk son nazarlarıyla yolculara birer buse-i veda’ göndererek çekildiler. Vapur da Marmara’ya doğru yol almaya başladı. Sarayburnu’nu dolaşırken İstanbul’un tabi’i güzellikle sına’i çirkinliğin imtizacıyla hasıl olan manzara-i cazibedarı bir panorama gibi göz önünden geçmeye başladı: Arkada Beyoğlu’nun mebani-i sengini gençliğin birer heyüla-yı katili gibi mağrur ve müsterih yükseliyor hiss-i milliyi öldürebildiğinden mütevellid bir inşirah-ı müntekımane lerinden Yeni Cami’ minarelerine doğru müstehzi nazarlar fırlatıyordu!.. Sol tarafta Usküdar’ın senelerden beri dest-i tahrib-i zamanla yıprana yıprana ayakta durmaya mecali kalmayan köhne ahşap binaları birbirlerine dayanarak bir müddet daha yıkılmamaya çalışıyorlar gibi melul ve istimdadkar bir tavır ile birer birer göz önünden geçiyorlardı. Sağ tarafta Oğuzhanoğulları’nın tarih-i hamasetinin birer abide-i ebed-nümunu gibi sademat-ı ruzgara rağmen şimdiye kadar payidar olan surlar sakit ve vakur tavırlarıyla sanki maziye aid birer dastan-ı zafer okuyorlardı. Makhur nazarlarım o anda kal’a duvarlarının sima-yı sengininde yadı bugün sefil ve muhakkar inleyen bir ırka yaşamak ümidi saçacak beliğ bir hitabe-i hamaset araştırıyormuş gibi mermer taşlara saplanmıştı. Yosunlu kayalardaki bu gayr-ı mer’i hitabe bana bir tarih-i şehamet tilavet ediyordu: Bu tarihten tamam dört yüz altmış sene evvel yine böyle bir günde; şimdi payitaht-ı saltanatı başka bir şehre kaldırmayı düşünen neslin muazzam ve azimkar ecdadı feleğe mukavemet gösterecek bir metaneti haiz olan bu surları delmiş Bizans’ı darbe-i şemşirleri altında kahr eylemişlerdi. Mahsurinin fevkalbeşer mukavemetlerine rağmen sineleri bu kal’a duvarlarından daha metin olan Fatih’in kahraman orduları elli üç gün devam eden kanlı bir muharebeye tutuşmuşlardı ve nihayet nail-i emel olmuşlardı. Surların sima-yı ruhamındaki gayr-ı mer’i hitabeden hayal meyal fark edebildiğim şu satırlar hafızamda derhal bir intibah uyandırdı. Dört yüz altmış sene evvel cereyan eden ve tarih-i beşeriyyette bir devr-i muazzamın başlangıcı olan bu melhame-i hunin bütün dehşetiyle karşımda temessül etmeye başladı: Baltazade’nin idaresindeki gemilerimiz Boğaziçi’nden Samatya hizalarına kadar sıra ile dizilmiş Yedikule önünde Fatih’in sağ cenah fırkası Eğrikapı pişgahında sol cenah fırkası ve bunun arkasında otağ-ı hümayun Topkapı önünde yeniçeriler ve bunların arkalarında ise cünud-ı ihtiyatiyye ile yüz bin süvari ahz-ı mevki’ eylemiştiler. Bizanslılara muavenet için Sakız’dan gelen beş kadar Ceneviz gemisinin serbestçe limana girebildiklerini temaşa eden Fatih berk-ı celadet gibi atını denize sürmüş ve derhal Baltazade’yi azlederek yerine Hamza Bey’i geçirmişti. Fatih donanmanın muvaffakıyetsizliği muhasaranın imtidadı üzerine otağ-ı hümayunda bir meclis-i müşavere kurulmasına karar vermişti: Hedaya ve rüşvete karşı ekser paşalarımız gibi pek ziyade zaaf-ı kalb gösteren sadrazamın entrikaları nazar-ı şahanede tebeyyün etmiş olduğundan kendisi bu meclise da’vet edilmemişti. Meclis kuruldu: Genç ve azimkar padişah-ı celadet-haslet makam-ı riyaseti işgal ediyordu. Şehzadeliğinden beri teveccüh-i şahaneye mazhariyetle mağrur olan Zağanos Paşa başında kallai ve şık bir serpuş olduğu halde müvacehe-i hümayunda bulunuyor arakı külahıyla Molla Gürani geniş binişi ve azametli kavuğu ile Akşemseddin bu meclise başka bir ruhaniyet bahş ediyorlardı. Meclis-i müşaverede şehri Haliç’ten sıkıştırmak ve bu suretle düşmanın Topkapı ve Eğrikapı taraflarındaki kuvvetini zaafa düşürmek çareleri düşünüldü ve bu gayeye vüsul için hayretbahş bir teşebbüse karar verilerek der’akab tertibata başlanıldı: Bir gece içinde Dolmabahçe’den Haliç’e kadar imtidad eden metrelik bir sahadan Balat ve Ayvansaray önüne altmış kadar gemi indirilebilmişti. Artık sırrının an-ı tecellisi hulul etmişti: Hicret-i Nebeviyye’nin ’nci senesi Cemaziyeluhra’nın yirmi yedinci günü Fatih’in kahraman ve muzaffer ordusu kemal-i şehamet ve galebe ile Topkapı ve Eğrikapı’dan şehre dahil oldular. Mehmed-i Sani Şarkı Roma imparatorluğunun asırlardan beri hıyanetlere cinayetlere entrikalara cevelangah olan loş ve boş tahtgah-ı saltanatına girerken etrafa mütevazı’ ve ma’nidar bir nazar-ı ibret fırlattıktan sonra: Kıt’asını okudu. Bu anda bütün bir tarih kapanmış yeni bir devre başlamış melike-i Bizans muğfil ve sehhar ağuş-ı cazibedarını Osmanlılara açmıştı!... Mevcelerin inşikakından hasıl olan bir hışırtı makinenin hareket-i mevzunesinden mütevellid bir ra’şe-i muntazama Vapur Marmara’ya açıldıktan Adalar denizin sine-i kebudunda birer hal-i siyah manzarası aldıktan sonra birdenbire zuhur eden sağanaklı bir ruzgarın çehreme indirdiği kamçılarla bu tatlı hülyadan ayıldım. Maziden hale şandan sefalete sukut ettim. Uzakta beyaz kanadlarını açmış bir semt-i mechule doğru uçuşan birkaç yelken gemisinden başka bir şey görülmüyordu. Serseri nazarlarım Silivri kıyılarının mavera-yı afakına kadar süzüldü gitti: O anda hakıkatin heyula-yı tehdidkarıyla karşılaşmıştım. Bir dakıka evvel gurur ve zafer sevinciyle çırpınan hüceyrat-ı dimağıyyem bu anda yeis ve nikbet zehirleriyle uyuşmuştu. Şimdi Silivri’de Tekfurdağı’nda Çatalca’da cehennemi ve cesim toplar yıldırımlar yağdıran seri’ ateşli ve korkunç mitralyözler arkasından yabancı bir kalabalığın bundan tamam dört yüz sene evvel; etrafındaki hendekleri hun-ı şehametleriyle dolduran ecdadımın cihan-kıymet bir vedi’ası olan İstanbul’a haris ve tehdidkar nazarlar çevirdiklerini görüyordum. Kin ü hiddet gayz u aczle memlu bir mükessife-i nefret kesilmiştim. Gözlerden akan dümu’-ı tahassür vücudumu sarsan irtiaş-ı teheyyücü ta’dil eder gibi oldu. Bu sayede dimağım harekat-ı muttaridesini tekrar iktisab edebildi. Şimdi de bir kahin gibi habaya-yı istikbali keşf etmek fakat ümidli ve ruh-nüvaz bir ati görmek istiyordum: Derhal zihnime son zamanlarda vatanımın mütefekkir geçinen dimağları arasında tebadül ede ede nihayet gazete sütunlarına kadar intikal eden payitahtın tebdili tasavvur-ı menfuru geldi. Aman ya Rabb ne acz ne metanetsizlik ne ümidsizlik!.. Bir millet kahırlar görür inhizamlara uğrar sefil düşer bir hükumetin taht-ı celaleti sarsılır gıcırdar fakat o millet yine dirilebilir o hükumet bir gün gelir yine şevket-i evveliyyesini kazanır. Elverir ki o milletin mütefekkirleri yeise düşmesin atiden ümidini kesmesin bir azm-i mütecellidane bir aşk-ı müntekımane ile yaşamaya azmetsin! Gaib ettiğini kazanmaya verdiğini almaya çalışsın ve yalnız bu ideal ile yaşasın her ferde ve bilhassa nesl-i müstakbele bu fikri zerk etsin onları bu ruh-ı cevval ile yetiştirsin!.. Düşman hududunun payitahta kurbiyeti bizde inkisar-ı nevmidiyi değil azim ve tecellüdü mucib olmalıdır. Biz Edirne’yi saltanat-ı şehametdarımızın bu kadim payitahtını ırkımızın bu dil-nişin yurdunu ne çabuk unuttuk? Biz ondan uzaklaşmak değil ona yaklaşmak tasavvurlarını derpiş etmeli değil miyiz? Payitahtın başka bir şehre nakli dört yüz altmış senelik bir mazi-i pür müftehireti nisyan çamurlarına gömmek demek değil midir? Mazisiyle bu kadar az alakadar görünen bir millet atiden ümidvar olmak hakkını haiz olabilir mi? Bizans muhiti pür şevk ve tarab imiş; Bosfor’un Korendor’un nuşin ve şükufedar sahilleri ruhlara bir atalet-i naime bahş ediyormuş taze hayat kazanmak için muhiti değiştirmek lazım ve sefahet mikropları girivat-ı zindegimizi istila etmiş iken nereye gitsek derhal orada aynı muhiti tevlid etmeyeceğimizi aynı hayat-ı sefahet-aluda düşmeyeceğimizi kim te’min edebilir! Çatalca arkalarından her an bizi tehdid edecek olan Bulgar topları intibahımızı mucib olmayacaksa Haleb Şam veya Konya’da mı mütenebbih olacağız? İki yüz küsur seneden beri düşman yaklaştıkça biz de muttasıl çekildik. Bu hareket-i kahkariyyenin netice-i sefalet-amizi ise meydanda! Şimdi de tüyleri ürperten bu menfur devre-i ric’ati payitahtın teb’idiyle tetvic mi edelim. Tehdidden korkudan azade bir şehirde bütün cihanı unutarak ber-vech-i mu’tad hayat-ı atılanemize dalacağımıza hiç şüphe yoktur. Bu halde düşmanın oralara kadar gelmesine bir mani’ var mı? Yaşayacağımıza emin olmak için gerilemek değil ilerilemek fikrini beslemeliyiz. Ruhumuzu değiştirmeye ihtiraslarımızı çamurlara fırlatarak bir azm-i sebatkarane ile çalışmaya neslimizi kin ve intikam hisleriyle büyütmeye azmetmekten başka çare yoktur. Düşmanın tehdidkar ve bi-eman süngüleri karşımızda parıldarken intibah ümidi daha kuvvetli olmaz mı? Edirne’den milletimizin bu rengin ve behişti yurdundan uzaklaşmaktan ziyade oraya yaklaşmak aşkıyla titremeli ve bu emel uğrunda çalışmalıyız. atebat-ı aliyat ziyaretine teşerrüf etmek için Bağdad’a gelmişti. Bağdad’daki İran serkarperdazı Mükerremü’s-sultan hazretlerinin hükumet-i mahalliyeden vuku’ bulan iltiması üzerine vilayet tarafından yeni gelen misafir hakkında ihtiramat-ı faika ifa olundu. Peştguh mevki’i hudud ve arazi-i Irakıyye’ye mücavir ve etraf-ı selasesinden Mendeli Bedre Amare liva ve kazalarıyla muhat ve mahduddur. Altmış bin haneden ibaret olan Peştguh hükumetine valiliğine eben an ceddin İran hükumeti tarafından ta’yin olunan Gulam Rıza Han bin Hüseyin Kulu Han –Ebu Azzare- orta yaşlı uzun boylu pala bıyıklı genç ve dinç bir zattır. Aynı zamanda kendisi Kaylı Kabilesi’nin de reisi bulunmaktadır. Müşarun-ileyhe İran tarafından Emir-i Cenk Serdar-ı Eşref nasbları verildiği gibi mezkur devletin müteaddid nişanlarıyla bir çift murassa’ apoletlerine de malikiyetle müftehirdir. Bu zatın maiyyetinde kendi kabilesi efradından daima binlerce süvari ve piyade bulunduğu gibi İran hükumeti tarafından da maiyyetine bin kadar asker verilmiştir. Peştguh valisi yedi zevce ile dokuz evlada malik olup büyük oğlu Fethü’s-Saltana Emanullah Han dahi kendisinden sonra kabile riyasetiyle valiliğe namzettir. Bu valinin Şehabüddevle namında bir kardeşi dahi vardır ki münzeviyane bir surette evkat-güzar oluyor. Bizce müşir rütbesine muadil olan Emir-i Noyan rütbesi mezkur valinin hidematına mükafaten İran hükumetince kendisine verilmiştir. Müşarun-ileyh bundan birkaç sene evvel dahi buraya gelmiş ise de bu seferki gibi hakkında o kadar riayet ve ihtiram zen gelmiş ve avdet eylemiştir. Müşarun-ileyhin maiyyetinde kadınlarından çocuklarından hadem ve etbaından mürekkeb olmak üzere takriben iki yüz kişilik bir kafile var idi. Bu zat her ne kadar mektep görmemiş ise de hususi surette tahsil görmüş ve İran üdebasının asar-ı manzumesinden üç bin beyit kadar ezberinde olup sırası düştükçe ebyat-ı mezkureyi okuyor. Hayvanat ile avcılık hakkında bir kitap dahi te’lif etmiştir ki zeka ve karihasının iyiliğine delalet eder. Bu kitabın bir nüshasını elde edip mütalaa ettim. Hayvanatın suret-i tedavileriyle hangisinin ne gibi emraz ve eskamı teşfiyeye hizmet ettiği tafsilatıyla mezkur kitapta beyan olunduğu gibi kitabın mukaddimesinde vali-i müşarun-ileyh kendisini Beni Rebi’a Kabilesi’yle sülalesini li-ebin Hazret-i Hüseyin’in kardeşi olan Hazret-i Abbas’a mensub ve müntehi olduğunu dermeyan eylemiştir. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin hal-i hazırdaki müşkilatını nazar-ı dikkate alan vali-i müşarun-ileyh hazretleri Bağdad’dan kendi memleketi canibine azimet ve infikak eylemezden bir gün mukaddem kemal-i i’tizar ile yazılan mektubuna leffen dört bin mecidiyelik bir çeki iane namına Bağdad Valisi Mehmed Zeki Paşa’ya göndermiş ve bu suretle hayırhah asil ve alicenab bir müslüman bir zat-ı celilü’s-sıfat olduğunu fi’len isbat eylemiştir. Müşarun-ileyh hazretlerinin bu sıradaki lütfuna karşı bütün Osmanlılar medyun-ı şükrandır. Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak bu gibi ümera-yı İslamiyyeyi eksik etmesin. Bağdad’dan binlerce lira iane beklerken maatteessüf devlet ve millet sayesinde bunca la-yuad ve la-yuhsa servet ü yesar peyda eden eşraf ve a’yan ve me’murin-i mahalliye tarafından pek mahdud bir meblağ verilmiş ve kendi buhl u hıssetlerini aleme göstermişlerdir. Hele muharebe bitti adedi az değildir. Necef kazasında da faziletli Hacı Mirza Muhammed Rahim Bülbüle’ ile müctehidin-i kiram tarafından evvelce toplanan olarak Necef’te beray-ı tahsil imrar-ı evkat eden Kafkazyalı talebe-i ulum verdikleri ianatı Bülbüle’ hazretlerinden geri almışlardır. Rivayet olunduğuna nazaran bunlar Rusya tabiiyetinde bulunduklarından Rusya’nın Necef’teki müslüman konsolos vekili Mirza Ebulkasım Şirvani tarafından –Bağdad’daki amirinden aldığı ta’limata binaen– kendilerine verdikleri ianatın geri alınması tavsiye olunmuş olmalıdır. Rusya me’murları utanmadan müslümanları iane vermekten buralarda men’ ettikleri halde diğer taraftan Tebriz’de ve Azerbaycan’daki İranlılardan Bulgarlar için cebren Necef’te bu sırada pek fena haller başgöstermiş ve tamamıyla devr-i sabıkta bile emsaline tesadüf olunmayan acib ve garib haller vukua gelmiştir. Ezcümle hakan-ı sabıkın zamanında bile mektepler aleyhinde söz söylemeye cesaret edemeyen bazı hamiyetsizler bu kere hükumetimizin muharebe her türlü tefevvühatta bulunuyorlar. Geçenlerde Necef’in en mu’tena cevamiinden olan Mescid-i Hindi’de kendisine vaiz süsü veren Şeyh ... namında biri apaçık mekatib-i cedide aleyhinde vaazı esnasında söz söylemeye başlayarak ahali çocuklarını bu gibi mekatibe koymamalarını tavsiye eylemiştir. Guya bu gibi mekatipte tahsil eden etfal-i vatan ahiran dinsiz oluyorlarmış!! Tabiiyet-i İraniyyeyi haiz olup meşrutiyetle meşrutiyet-perverler aleyhinde söz söylemeyi vecibe-i zimmet bilen bu gibi münafıklar sabık Necef kaymakamı Aziz Bey’in zamanında her biri bir kuşe-i inzivaya tıkılmış iken şimdi cümlesi meydana çıkıp zavallı ahalinin fikrini zehirliyorlar. Zannederim ki hükumet-i mahalliyye bu mürtecileri bu gibi emakin-i mukaddeseden koğmazsa ileride büyük bir darbeye duçar olacağına şüphe yoktur. Bu hallere karşı sükut etmek gayr-ı kabildir. Hakıkat-i halde Necef’te ve Kerbela’da bulunan meşrutiyet-perver tullab-ı ulumun bu gibi müstebidlerin elinden çektikleri eza ve cefanın haddi yoktur. Bunların bu gibi emakin-i mukaddesede bulunmaları hem Osmanlı hem İran meşrutiyetini Bana kalırsa hiçbir yerden medrese ve dini darülfünunlardan me’zun olmayan bu makule kimselerin minbere çıkıp söz söylemesine hükumet-i mahalliye tarafından müsaade olunmamalıdır. Ancak bu suretle mazarratlarının önü bir dereceye kadar alınabilir. Bağdad kahvehanelerinde de bazı mütekaidin hükumet-i hazıra aleyhinde söz söylemeyi adeta vazife edindiklerinden maada namus ve hissiyat-ı Osmaniyyeye dokunacak surette yalan icad edip ortalığa yaymayı bir san’at ittihaz eylemişlerdir. Hükumet sandığından millet sayesinde maaş alan bu mütekaidlerden bazıları o kadar neşriyat-ı bedhahanede bulunuyorlar ki zerre kadar İslamiyet ve hamiyyet duygularına malik bulunanlar bunların yüzünü görmek istemez. eş-Şa’b gazetesinde okunduğuna göre bu günlerde Amerika’dan Mısır’a beş yüz kadar misyoner gönderilmiştir. Bunlar İslamiyet aleyhinde binlerce kütüb ve resail tab’ ederek tevzi’ etmektedirler. Eş-Şa’b gazetesi bu havadisi verdikten sonra diyor ki: de cem’iyetler teşkil edip bir takım hile ve hud’a silahı ile de Misyonerler yalnız kendi dinlerini neşr etmekle iktifa etmeyerek din-i İslam’ı ağıza alınmayacak bin türlü elfaz-ı müstehcene ile tavsif ediyorlar; bizim gördüğümüz binlerce resail var ki hepsi din-i İslam’a karşı söylenmiş ta’n ve teşni’ o memleketin ahalisinden ne de din-i resmisi İslam olan hükumetten korkmuyor: Muttasıl İslamiyet’e söğüp duruyorlar. Misyonerler kendi memleketimizde gözümüzün önünde bu gibi rezaili irtikab ettikleri halde binlerce teessüf ki – bir kısm-ı kalil istisna edildiği halde– ulemamız hala bu gibi şeyden haberdar olmayarak yatıyorlar. A’da-yı dinin bu kadar faaliyetine din-i İslam’a edilen bu kadar ta’n u teşni’a göre İslam’ın atisi ne olacağını düşünmüyorlar. Biz ulemadan onların yaptığı gibi edyan-ı saire aleyhine ta’n u teşni’ yağdırmalarını istemiyoruz! Biz istiyoruz ki: Ulema bu gibi ahvale vakıf olsunlar bize o da kafidir. Hiçbir vakit bu gibi softalardan din-i İslam müteessir olmaz. Fakat iyi bir İslam terbiyesi almayan bazı gençlerimizde şüphe iras etmekten de hali kalmaz. Binaenaleyh ulema-yı celleleri teksir ederek bu gençlerin efkarını terbiye-i diniyye diniyye tedrisine son derece ehemmiyet vererek oradan çıkacak olanlar sabit bir akıdeye malik olarak çıkmalı. Misyonerlere de deriz ki: Bu memleketlerde neşr-i dine çalışacaklarına gitsinler de hiçbir din sahibi olmayan putperestlere telkınatta bulunsunlar. O zaman daha iyi yaparlar. Lahor’da münteşir Ruzane-i Vatan gazetesinde okunduğuna göre Devlet-i Osmaniyye’ye muavenet-i nakdiyyede bulunmak üzere Sialkot müslümanlarından mürekkeb bir cemaat-i kesire Mirza Kadı Zaferullah Han’ın riyaseti altında ictima’ ederek Osmanlıların ahiren uğradığı gadr u hıyanet ve Osmanlılara reva görülen zulüm ve vahşet hakkında uzun uzadıya nutuklar irad ve ahali mu’avenet-i nakdiyyeye da’vet edilmiş ve bir saat zarfında bin lira iane cem’ olunmuştur. Erkeklerin bu tezahürat-ı hamiyyetkaranesinden müteessir olan kadınlar da bütün zinetlerini iane masası üzerine fırlatmak suretiyle ızhar-ı mürüvvet etmişler ve orada bulunan bir zat evinin bütün zevaid eşyasını bir diğeri bir eviyle bir dükkanı ve bir üçüncüsü de iki atını hediye etmiştir. Bu harekata birçok Mecusi Hindular da iştirak eylemişlerdir. Hindistan’dan gelen gazeteler veriyorlar. Kalküta gazeteleri Veziristan’da sekene-i sairenin de yerli Hindularla biliştirak İngiliz askerlerine hücum ve mukavemet ettiklerini ve Binbaşı İsmid’in mahall-i iğtişaşa koşmuşsa da teskin-i ihtilale henüz muvaffak olamadığını yazıyorlar ahval-i ahire münasebetiyle İngilizlerden dil-gir olan müslümanların da iğtişaşa iştirak etmelerinden hükumet-i mahalliyenin endişe ettiği gazetelerin cümle-i rivayatındandır. Bu son zamanlarda Afganistan’da görülen asar-ı intibah ve terakkı başlıca Rus gazetelerini kendisinden bahsettirecek derecede kesb-i ehemmiyyet ve ciddiyyet etmiştir. Afganistan’da me’murin-i hükumet şimdiye kadar hazineden maaş almayıp ashab-ı mesalihin verdiği ücret ve ahaliden toplanan ianelerle geçinirdi. Ahiren bu hususu tanzim için memlekete temettu’ vergisi gibi bazı vergiler konulmuş ve me’murlar maaşa raptedilmişlerdir. Emir hazretlerinin riyaseti altında memleketin ihtiyacat-ı siyasiyye ve ictima’iyye ve iktisadiyyesini mülahaza ve Bu cem’iyetin faaliyeti sayesinde ahiren Afganistan’da milli bir top fabrikası bir hükumet matbaası te’sis olunmuş ve an karib inşaatına başlanılmak üzere demir yolları haritaları yapılmaya başlanmıştır. Cem’iyetin en ziyade nazar-ı dikkatte tuttuğu nokta işlerin mümkün mertebe ecnebi ellere geçmemesine dikkat etmek ve fevkalade muztar kalmadıkça Ruzane-i Zemindar gazetesinde okunmuştur: “Son Osmanlı muharebeleri alem-i İslam’da pek büyük te’sirler icra ediyor. Bu feveran-ı hissiyat efrad-ı müslimine münhasır kalmayıp müluk ve ümerada dahi kendini göstermiştir. Bir yandan Hind müslümanları Devlet-i Osmaniyye’ye muavenet etmek için bezl-i ma-hasal eder iken öbür yandan Afgan emiri tebaasına cem’-i ianeyi amir iradeler emir-i müşarun-ileyhin bir gün minber-i hitabete çıkarak Balkan mezalimini ta’dad ve müslümanların duçar edildikleri felaketleri teşrih ederek fart-ı teessüründen ağladığı ve huzzarın dahi giryan ve nalan oldukları anlaşılıyor. Bu lahzada hazırun derc-i ianeye şitaban olarak bir milyon rupiye kadar toplamışlar ve emir hazretleri bütün vilayata bir irade aksa-yı himmet olunmasını emr eylemiştir. Afganistan’da ve muntazardır. Refikımız: “Bu galeyanın saik-ı yeganesi şüphesizdir ki harb-i ahiri müteakıb takviye-i rabıta-i uhuvvete müslümanların lüzum-ı kat’i hissetmeleridir. Bunun asar-ı bahiresi de bugün müslümanların emir ve fakırinin sagır ve kebirinin memeleridir.” diyor. MUAHEDE-I SULHIYYE İMZALANIRKEN Ajanslar tarafından verilen ma’lumata göre Mayıs Cuma günü saat on ikiyi beş geçe murahhasların kaffesi Sen Ceymis Sarayı’nda toplanmışlardı. Murahhaslar bir Edvar Grey İngiltere kral ve hükumetinin muhasımin hükumetlerinin muahede-i sulhiyyeyi imzaya amade olduklarını ve derhal imza edeceklerini beyan eylemiş olmalarından mütevellid memnuniyeti beyan eylemek üzere murahhaslara hitaben Fransızca kısa bir nutuk irad eylemiştir. Bundan sonra murahhaslara muahede-i sulhiyyenin birer sureti dağıtılmış ve murahhaslar vaz’-ı imza eylemişlerdir. Sir Edvar Grey bundan sonra söz alarak Fransızca bir nutuk irad eylemiş ve sulhun imza edilmesinden dolayı kralın ve İngiltere hükumetinin memnuniyetinden bahsederek şu suretle idare-i kelam etmiştir: “Elde ettiğiniz mukarreratın kaffesini bir hiss-i memnuniyet ve tesliyet ile telakkı edeceğinizi ümid etmekle mübahiyim. Bu hisse şimdiye kadar bi-taraf kalmış ve fakat Avrupa’nın menafi’ ve sükutunun muhafaza edilmesi için her zaman iade-i sulhü temmenni etmiş olan diğer bi-taraf devletler de iştirak eylemektedir. Bir i’tilaf-ı tam teessüs edinceye kadar daha bir takım mesailin halline ihtiyac bulunduğu mechul değildir. Fakat ümid ederim ki bu suretle muahede-i sulhiyyenin imzalanması bu mesailin bir neticeye iktiranını teshil ve devletlerin hepiniz hakkındaki hayırhahlıklarını tezyid edecektir.” Sir Edvar Grey bilahare kendisinin bütün murahhaslarla münasebat-ı daime ve dostanede bulunmuş olmasından mütevellid memnuniyeti beyan ile sözlerine şu suretle nihayet vermiştir: “Şurada imza edilen sulhün daimi bir sükunet te’sis etmesini ve her hükumetin pek ziyade ziya’a uğrayan menabi’-i servetini ta’mir için arazisinin tekemmülatı ve ahalisinin saadet ve selametine vakf-ı vücud etmesini bütün kalbimle temenni etmekteyim.” Murahhasların en yaşlısı olan İskolidis beyan-ı teşekkür etmiştir. Bilahare Osman Nizami Paşa da söz alarak beyan-ı teşekkür eylemiş ve kendisini ta’kıb eden Mösyö Danef de nutkunun bidayetinde hükumet-i Osmaniyye – Bulgaristan hududu hakkında devletlerden te’minat aldığını beyan ve Paris Sulh Konferansı’nda müttefikın murahhaslarının düvel-i muazzama murahhaslarıyla aynı salahiyet dairesinde hareket edeceklerinden ümidvar bulunduğunu ilave etmiştir. Danef’in nutkundan sonra Sırp ve Karadağ başmurahhasları Novakoviç ve Popoviç kısa bir surette beyan-ı teşekkür eylemişlerdir. Popoviç şu sözleri söylemiştir: “Muahede-i sulhiyyeyi pek ziyade gayr-ı memnunuz. Bizi İşkodra’dan mahrum eden beynelmilel harekette en ziyade İngiltere faaliyet göstermiştir. Binaenaleyh biz de şimdi İngiltere’yi bize karşı borçlu addediyoruz. Binaenaleyh hiç olmazsa bize kabil-i ziraat arazi veren ve Podgoriçe ile İpek arasında tabi’i bir yol te’min eden bir tashih-i hududa intizar etmekteyiz.” “Popoviç”ten sonra Yunan murahhası İskolidi söze başlamıştır: “Yunan hey’et-i murahhasası bugünkü ictimaın zabıt hülasasına Osmanlı murahhasları ile müzakere olunan şu mevaddın dercini arzu eylemektedirler: Harpten evvel mevcud olup da i’lan-ı harpten sonra hükümden sakıt olan muahedat mukavelat ve mukarrerat münasebat-ı siyasiyyenin Bunun üzerine Osman Nizami Paşa esas i’tibariyle muahedat ve mukavelatın temdidine muhalefet etmemekle beraber bu babda hükumet-i metbuasından ta’limata intizar etmekte olduğunu ve bu sabah vasıl olacağı ümidinde bulunmakta olduğunu beyan eylemişlerdir. Yunan murahhaslarından konferansın bu beyanatı nazar-ı i’tibara almasını beyan ile Yunan murahhaslarının hükumet-i Osmaniyye murahhasları tarafından harpten evvel cari olan muahedat ve mukavelatın iade edileceği hakkında konferansta beyan-ı muvafakat eyleyeceklerine dair te’minat almış olmalarından dolayı muahede-i sulhiyyeyi imzaya amade oldukları bildirdiklerini ilave eylemiştir. dan bazıları arasında takarrür eden i’tilaf mucebince muahede-i sulhiyyenin imzasından sonra derhal icra-yı ahkam eyleyeceğine dair zeyl olarak bir protokol imza edilmesi icab ettiğini söylemiştir. Vesenç İskolidis ve Popoviç böyle bir protokolden bahsedildiğini asla işitmemiş olduklarını ve böyle bir protokolü Sir Edvar Grey murahhaslara daha ziyade müzakeratta bulunmak isterlerse sarayın kendi emirlerine amade olduğunu beyan ile müfarakat etmiştir. Hükumet-i Osmaniyye ve Bulgar murahhasları bundan sonra zeyl olan protokolü imza eylemişlerdir. Sulhün imza edilmesi münasebetiyle Bulgar murahhası Danef Sen Ceymis sarayında Sir Edvar Grey’in huzurunda şu nutku kıraat eylemiştir: “Nazır efendi ve efendiler Sarf olunan fütur-na-pezir mesai sayesinde işte deruhde ettiğimiz ağır vazifenin son merhalesine vasıl olduk. Bugünkü gün Balkan ahalisi için bir an-ı tarihi teşkil etmektedir. Hal-i harbe nihayet vermekle artık memleketimizin eski münasebet-i hem-civarisini te’mine vesile olacak vesaite müracaat edeceğiz. Ezici harp tecrübeleri bugün istikbalimizle alakadar olan birçok mesailin halline terk-i mevki’ eylemişlerdir. Dünkü muharibler; sulhperverane olan bu sahne-i mesaide bütün hatırat-ı müellimeyi çarçabuk silecek revabıt-ı dostane ihzar edeceklerdir. Bütün dünya hakkımızdaki hükm-i kat’isini vermek için sarf edeceğimiz bu son gayreti bekleyecektir. Nazır efendi daha ilk gününden beri iade-i sulhün yorulmak bilmez bir hamisi olmuşlardır. Sulhü te’min ve netice-i kat’ıyyeyi ist[i]sal için kendileri kadar kimse çalışmamıştır. Bugünkü netice-i mes’ude herşeyden evvel zat-ı asilaneleri tarafından sarf olunan ikdam ve gayrete medyundur. Nazır beyefendiye beyan-ı teşekkür etmekte olduğumuz şu sırada İngiltere’nin öteden beri masruf olan samimiyet ve hüsn-i kabulünü hiçbir vakit unutmayacağımızı beyan eylemekle de mübahi olmaktayız. Bu fırsat-ı resmiyyeden bil-istifade nazır beyefendiden haşmet-meab kral hazretleri nezdinde imzalamakta olduğumuz sulhü bu tarihi sarayın ismine izafe eylememize müsaade buyurmak lütfundan mütevellid hissiyat-ı şükür-güzarımızın tercümanı olmaklıklarını rica eyleyeceğiz.” Müslümanların en büyük hakimi İmam Ali radiyallahu anh:“Hakkı hakıkati bir takım adamlarla kaim bilme. Evvela hakkın ne olduğunu öğren ki ehlini de tanıyabilesin” buyuruyor. Dünyada bunun kadar kat’i bunun kadar açık bir düstur-ı hikmet olamaz. Biz müslümanlar hak ile batılı birbirinden ayırmak için söyleyene değil söylenene baktığımız; şahsı değil sözü tarttığımız devirlerde cihanın en yüksek milleti imişiz. Sonraları ortaya sürülen fikirdeki istikamete yahud sakamete kendi mücahedemizle kendi ictihadımızla hükmedebilmeyi uzun bir iş görmüşüz de onun için bütün kanaatlerimiz bütün hareketlerimiz mukallidlikten ibaret kalmış; İslam’ın ilk devirlerinden zaman i’tibariyle ne kadar uzak düşmüşsek tahkık denilen feyz-i ilahi de bizden o nisbette yüz çevirmiş. ziyetin aksini adet edinmiş olsun... Kimi yoklasanız mutlak ehl-i hak tanıdığı mahdud bir iki adamın fikrine mümaşat eder bulursunuz. “Şu söz pek doğrudur. Yanlış olmak ihtimali yoktur. Zira filandan sudur etmiştir” tarzındaki hükm-i garib hepimiz için şi’ar-ı hikmet olmuş gitmiş! Taklidin bu derecesi demin söylediğimiz vaziyetin devamına en büyük bir sebep oluyor ki biz bu sebebi kaldıramazsak kıyamete kadar yüz yüze gelip de milletin memleketin hayrı için hasbihal edemeyeceğiz! Pek sevdiğim muhterem bir arkadaşım sekiz on sene evvel şöyle bir hikaye söylemiş idi: “Daha İstanbul’a gelmemiştim. Bir gün memleketimizin alim tanılan ricali arasında fıkhın muamelat kısmına aid oldukça mühim bir bahis münakaşa ediliyordu. Fikirler daha doğrusu me’hazlar tearuz edince kendi re’yini yani kendi okuduğu kitabın musannifini haklı çıkarmak için sesini diğerlerinden ziyade yükselten bir zat karşısındakine: “Sen bu sözleri yazma kitaptan mı söylüyorsun yoksa basma kitaptan mı?” dedi. Bu sual üzerine başka başka musanniflere aid iki kitabın biri basma diğeri yazma olursa hangisiyle amel olunmak hangisinin sözü tercih edilmek icab edeceği de ruzname-i münakaşata idhal olundu!” Geçenlerde füzeladan biri gayet mühim bir mes’ele-i usuliyye meydana çıkardı ki bu da bir ictihadın mahsulü değil ancak sürekli bir mücahedenin semeresi idi. Dine dünyaya hiç yaramayan yahud ehemmiyeti üçüncü dördüncü derecelerde kalan mesail ile zamanını öldürmeyip de böyle doğrudan doğruya hayat-ı ümmete tealluk eden bir mes’eleyi nazar-ı ıttılaımızın önüne çıkaran fazıl-ı mücahide an-samimi’l-kalb teşekkürler ederken bakınız ne işittim: Bu mes’ele me’hazlarıyle delilleriyle beraber salahiyetdar olması lazım gelen zevata izah edilmiş: Bir kısmı dinlemek zahmetini ihtiyar etmemiş; bir kısmı da son zamanda gelen musanniflerin kitaplarında böyle bir mes’ele var mı yok mu bilemediği için kabulünden i’tizar etmiş! Tarih tekerrürdür derler. Pek doğru. İşte arkadaşımın on sene evvelki hikayesi aynen zuhur etti. Esef olunacak bir cihet var ki o da: Tarihin tekerrürü sözü bize gelince musibetin tekerrürü daha doğrusu temadisi gibi bir ma’na ifade ediyor. Başka bir şey değil! HAZRET-I ADEM’IN CENNET’TEN HURUCUNA DAIR Nasara i’tikadınca bütün şu alemden maksat “İnsan-Allah”ın gelmesinden ibarettir. Birinci Adem salih olarak yaratılmış o kendini talih kılmış ba’dehu vakt-i mev’uduna değin gelen enbiya yalnız insanları kurtaracak Mesih’in SEBILÜRREŞAD yani Allah’ın geleceğini haber vermek için ba’s olunmuşlar; sonra İncil onun geldiğini tebşir etmiş. Nasaranın Tevrat’ı bu dereceye tenzil ettiklerine bilmem Musevi arkadaşlarımız ne derler. Fıkarat-ı atiyye hatibin fikrini sarahaten göstermektedir: “ Tevrat’ta onun hülasa[sı] şudur ki; İbrahim ve İshak ve Yakub’un zürriyetinden nev’-i beşeri günahlarından halas etmeye kadir acib bir insan gelecektir.” Birçok ahkamı muhtevi bulunan Tevrat’ın hülasası olduğunu kabul edemez isem de müstahlis bir hükümdarın gelip kendilerini tahlis edeceğine Museviler intizar etmektedir. Böyle bir müstahlis fikrinin Museviyyete nereden dahil olduğunu diğer bir eserimizde tedkık etmiş olduğumuzdan burada tekrarına lüzum görmedik. “Ahd-i Cedid’de yani İncil’de ise onun hülasası zübdesi şu ayettir: Bu kelam her vechile kabule şayandır ki İsa elMesih dünyaya günahkarları halas etmek için geldi. Evet! Biz de biliyoruz ki Nasaranın ellerinde bulunan enacil ehl-i İslam’ın hazret-i İsa’ya inzal olunduğunu i’tikad ettikleri kitap değildir. Belki halaskarın viladeti hayatı vefatı hakkında çok vakit sonraları yazılmış ve mündericatları mütenakız kitaplardır. Sırası gelirse bu kitaplardan da bahs ederiz. “Tevrat Mesih’in geleceğini gösteren nübüvvet ta’lim ve resimlerden başka bir şey olmadığı gibi İncil dahi Hazret-i Mesih’i dünyayı halas ve ona hayat-ı ebediyye bahş etmek Beşair-i Iseviyyeden olmak üzere Ahd-i Atik kitaplarından onları halaskarın vaadi demek kilise erbabından maada hiç kimse cesaret edemez Bilakis bizim bi’set-i Muhammediyye hakkında bizzat ellerde bulunan İncil lerden istinbat eylediğimiz edille onlardan kat kat kuvvetlidir. “İmdi biz Hazret-i Adem’in sukutu ile cennetten tard olunması hikayesini sonuna kadar hüzün ve haybetle okumayız.” Demek istiyor ki müslimin Kur’an’da bu hikayeyi sonuna kadar hüzün ve haybetle okurlar. Adem’in ve zürriyetinin melekiyetten behimiyete düştüğünü görmek felaketine katlanırlar. Artık bunlar safvet-i asliyyelerini ahz ettiklerini bir daha görmezler. Hıristiyanlar ise halaskarın gelip insanlara safvet-i ibtidaiyyelerini iade ettiklerini okur mübeşşer olurlar. –Halbuki insanların hilkatinde evvel ve ahir bir tahavvül vuku’ bulmamıştır. Adem’in isyanından ne yolda tevbe ettiği ve tevbesi nezd-i İlahide nasıl kabul olunduğu da Kur’an-ı Kerim’de mezkurdur. Onun için müslimin hübut-ı Adem’i esasen hüzün ve haybetle okumazlar. Bu hübutta nice hikmetler müşahede ederler ve nihayet cedd-i a’lalarının da nail-i afv ü gufran olduğunu maal-memnuniye görürler. Hatib efendinin tevbe-i Adem hakkında ayeti görmemiş olmasına ihtimal verilemez çünkü atiyen mealinden bahs ettiğini göreceğiz. Belki işine böyle söylemek geliyor. “Keza İncil -i Şerif’te –Harab ve ma’mur olan memleketlere mürur ve zuhur eden kurun ve asırlara ölen resule ve ba’s olunan resule nesh olunan şeriate ve vaz’ olunan şeriate ve saireye dair olup da kazıyyemize hiç alakadar bulunmayan ancak daha ziyade hüznümüz üzerine hüzün ve kederimiz üzerine keder zammeden mücerred kıssa ve hikayeler– dahi okumayız.” mündericatına işarettir. Hatib efendi Ahd-i Atik kitaplarında halaskarın atiyen geleceğini tebşirden başka bir şey görmediği ve Ahd-i Cedid kitaplarında yalnız onun beşaret-i vürudunu okuduğu cihetle Kur’an’da dahi onun geldiğini tebşire mahsus ayetlerden başka bir şey görmek istemiyor. Mucib-i ibret ahvale dair ayatı okuyunca biçarenin hüzün ve kederi artıyor. Ne yapalım? Enbiya-yı saire gibi Hazret-i Peygamber dahi inzar ve tebşir için ba’s buyurulmuştur. ayeti buna delalet eder. Hem de ayet-i kerimesinde görüldüğü üzere inzar birinci vazifesidir. Zira tahliye tehliyeden mukaddem olmak lazım gelir. Bunlar sizin hüzün ve kederinizi artırıyorsa bunu pek tabii görürüz ama ehl-i imanın sürur ve inşirahını tezyid etmekte olduklarını da bilmelisiniz: “ Biz Kur’an’da mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyleri inzal ederiz lakin Kur’an inkar ile kendine zulüm edenlerin ancak zarar ve hasarını artırır.” Hatib burada insafsızlığı pek ileri götürüyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in mündericatını “mücerred kıssa ve hikayeler”den kavl-i keriminde görüldüğü üzere gerçi Kur’an’da mucib-i ibret kıssalar varsa da bundan başka vaad ve vaidler dünyanın ve ahiretin evsafı inşaiyyat ve hikmetler ahkam hakkında dahi nice ayetler vardır. Hatib efendi kederini tezyid etmemek için galiba bunları okumamış olmalıdır. Eğer siz okumadıysanız müsteşriklerden Kur’an-ı Kerim’i tahlil ve tasnif edenler vardır. Haydi bu babdaki mufassalatı görmemiş olunuz hiç olmazsa Bartelemi Sentier’in hülasasını olsun gözden geçirmeli değil mi idiniz. İşin doğrusu Karlayl’ın dediğidir: “Biz Kur’an’ı gazete okur gibi okuruz” diyor. Lakin hakıkati böyle i’tiraf etmek için Karlayl’ın insafı gibi bir insafa malik olmak ister. Onu ise bizim Hatib gibi zevattan intizar etmek sadedilliktir. Bu sebepten Hatibin neşr ettiği hutbeleri taharri-i hakıkat için değil belki ehl-i İslam’ı iğfal maksadıyla yazmış olduğuna kanaat hasıl ediyoruz; ehl-i insafın bizi bu babda ma’zur göreceklerini ümid ederiz. “Ancak onda –azim kebir kadir ve semada hayy olan halaskar hakkında– okuruz.” Dostum azim kadir hayy kuvveti semavat ve arzı muhit olan münci-i hakıkı hakkında okumak isterseniz yegane kitab-ı tevhid olan Kur’an-ı Kerim’e müracaat ediniz. Biz bu babdaki ayat-ı celileden bazılarının tercümesini İngilizce’den mütercem Din-i İslam nam eserimize teyemmünen derc etmiş idik sahife otuz beş ve maba’dı Burada da birini “Zat-ı ecell ü a’la şu ma’bud-ı hakıkıdir ki ondan maada muhit-i ezelisinin muhatı avalim ve kainat rahmet ve inayet-i feyyazanesinin meşmulüdür.” “ Ol Allah’tır ki ibadette şeriki yoktur bil-cümle avalimin malik-i hakıkısidir şaibe-i noksandan münezzeh afat ve halelden beridir eman O’nun yed-i kudretinde alem-i münferiddir. Uluhiyet ve havass-ı uluhiyyette müşariklerden münezzehtir.” “ Kainatı mukteza-yı hikmet olarak icad bedayi’-i mükevvenatı alem-i hestiye Nice güzel isimleri vardır. Hüküm ve takdirinde aziz ve galib emir ve tedbirinde hakim ve kadirdir.” Hakıkı İsa hakkındaki ayat-ı celileyi de Kur’an-ı Kerim’de okuyabilirsiniz. Alel-husus sure-i Nisa ve sure-i Maide’de bulunan ayetleri pekala bilirsiniz. Hatib efendi sizin İncil’de halaskar hakkında okuduğunuz yalnız o kadar değildir bakınız daha ne ma’rifetler okuyorsunuz: “O Mesih Allah olup kendi nefsini günahımıza ve yalnız bizim günahlarımıza değil ancak bütün dünyanın günahlarına dahi kefaret olmak üzere takdim etti ve her kim ona halas bulur ve mukaddes olur.” Burada biraz tevakkuf etmek isterim. Madem ki Allah kefaret olmak üzere kendi nefsini takdim etmiş idi. Sonra taharri olunduğu vakit neden şuraya buraya saklanıyor ve neden çelipaya girildiği [gerildiği!] vakit “İlahi İlahi beni niçin terk ettin” diye tazallüm eyliyordu. Ya Allah kendi nefsini kefaret olmak üzere takdim etmemiştir ya etmiş ise ölümden kurtulmak için kaçacak yer aradığı ve tazallüm ettiği hakkındaki haberler doğru değildir. İkisinden birini kabule mecbursunuz. Hangisini kabul edeceğinizi ta’yinde siz muhayyersiniz. nefsini takdime neden mecbur olmuş? Bu dediğiniz günahları afva kendinde iktidar var mıydı yok muydu. Eğer var Eğer yok idi derseniz zerre kadar akl-ı selimi olan kimse öyle go çöllerinde yahud Hotantolar içinde mi farz ederek söz söylüyorsunuz? Kalpleri nur-ı iman ile müstenir ve hubb-ı de gezinip çocukların saklambaç oynadıkları gibi ağaçların arasında gizlenmiş adamı taharri eden yahud bulutlara kadar üzerinde akıtıp nefsini insanlara feda eden Allahı kabule amade bir ferd tasavvur edilir mi? – Bir vakitler Miladi sizin gibi mukaddes bir takım zevat Irak’da Hire hükümdarı Münzir-i Salis’i iknaa çalışıyorlardı. Bu sırada maiyyeti erkanından biri kulağına bir şey söylemekle hükümdar ibraz-ı teessür etti. Rahibler bu halin sebebini anlamak istediklerinde “Ne haber-i esef-amiz! Hazret-i Mikail vefat etmiş” dedi. “Ey hükümdar! Sizi iğfal ediyorlar. Melekler ölümden masundur” dediler. Bunun üzerine hükümdar “Filhakıka öyledir bununla beraber siz beni Allah’ın öldüğüne iktina’ etmek Münzir’in bu sözüne karşı biraz hicab hissettiler mi? Gerçi ben orada hazır değil idim ama emsaline kıyasen öyle bir hüsn-i zanda bulunamam Şu vak’ayı da hatırlıyorum: Yine o mukaddes zatlardan biri Amerika’nın yerli rüesasından birini iknaa çalışıyor imiş. Reis “Söylediğiniz zat iyi bir adam olmak lazım gelir; fakat evvel emirde muasırlarının ona karşı ne muamele yaptıklarını anlamak isterim” demiş. Mukaddes zat “Öldürdüler” diye cevap verince “Kuzum Papas Efendi! Zamanında kendi gözleriyle görüp tanıyanların katl ettikleri bir adam hakkında on sekiz asır sonra dünyanın öbür cihetinden gelip icra-yı teşvikatta bulunan bir şahsın ifadesine ben nasıl kani’ olabilirim?” cevab-ı mülzimini vermiş... Hatib efendi! Size şu sual de varid olmaz mı? İnsanı felaketten felakete düşüren şey Adem’in günahı idi. İşte sizin affettirdi cennetin kapıları açıldı öteden beri tevarüs edegelen günah bu suretle ortadan kalktı yani sizin ta’birinizce det etti neden siz hala Adem’in günahıyla bi-çare insanları tehdid edip duruyorsunuz? Beyhude yere “Bu lütfa nailiyet tinde veya taht-ı mecburiyette vaftiz edilenler gibi hakıkate hatta İsa’dan evvel gelip geçmiş olanlar bile o lütfa naildirler. Papa hazretlerinden cehennemi satın alarak “Ba’dema cennet satın almaya hacet yoktur çünkü cehennem benim mülk-i müşteramdır kimseyi idhal etmem” diye i’lan eden siz papanın kudretini tasdik eden sınıftan değilsiniz Adem’in günahı afvolunduğuna kani’siniz ya; o bizim için kafidir. Balada “Günah ona tabiat zahmet ve meşekkat ona adet ve mevt onun hitamı oldu” demiş idiniz; şimdi de “Her kim ona güvenirse mukaddes olur” diyorsunuz; yani günahdan zahmet ve meşekkatten mevtten halas olur demek istiyorsunuz. Bu dediğinize güvenenlerin içinde milyonlarla palikaryalar var; acaba bunlar da o kudsiyete nail olmuş ve tabiat-i esimeleri tahavvül etmiş midir? Rumeli’de silahsız müdafaasız yüz binlerce bi-çareganı soğuk kan ile ve türlü işkencelerle öldüren kadın ihtiyar ve hatta ma’sum çocukları hakkında enva’-ı fuhşiyyatı irtikab ve ba’dehu katl etmekle dahi vahşetlerini teskin edemeyerek cenazelerini kazıklayan çelipa-perestler; ve bunların vahşetlerini gördükleri halde iltizam-ı sükut ve hatta setr ü ihfa mesleğini tutan milyonlarla medeniler hep bu kudsiyete nail olmuşlar mıdır? Hatib efendi! Eğer munsıf bir zat iseniz teslim etmelisiniz ki insanın tabiat-i esimesi zail olduktan sonra artık isyan etmek elinden gelmez adeta melekler gibi olur. Kendini nasara addedenler hep böyle midir? Eğer öyle olsa idi emin olunuz ki alem-i beşeriyyet kör değildir; herkes bu hali görür ve kabule şitab ederdi. Bilakis Allah’ın yeryüzünde vekaletini deruhde edenlerden afv istihsalinde görülen suhulet zail olduğunu kemal-i iftihar ile iddia ettiğiniz tabiat-i esimeye daha ziyade bir faaliyet vermektedir. “Şeriat-i İslamiyye”de Ferri Singer gazetesinden naklen bir fıkra hikaye etmiş otuz kadın öldürmüş Bu zat o halaskara güvenen mukaddeslerin hem de akdeslerinden idi acaba onun da tabiat-i esimesi tebeddül etmiş mi idi? Görüyorsunuz ya? Güvendiğiniz temel pek çürük imiş. Eğer güvenecek şey arıyorsanız sa’y-i zatinizdir; fakat bunda da ezeli ve ebedi ve her türlü nevakısdan münezzeh Zat-ı Ehadiyyet’in hidayetine MÜESSESAT-I FENNIYYEDEN HASTAHANELER Ulema-yı İslamiyye tarafından fenn-i tıbba ne derecelerde ehemmiyet verilmiş olduğu ahlafa yadigar bırakmış oldukları kütüphaneler dolusu asarın tedkıkinden anlaşılabilir. En meşhur erbab-ı fen ve hikmetin teracim-i ahval ve asarına tahsis edilen sahifelerin mütalaasından bunlardan hemen kısm-ı küllisinin fenn-i tıbda pek vasi’ bir iktidar pek derin bir hazakate malik oldukları istidlal olunabilir. Etıbba-yı İslamiyye tedrisatlarını bimaristanlar hastahaneler dahilindeki dershanelerde icra ettiklerinden buraları hem hastahane hem de birer tıp fakültesi halinde idiler. Bu sayede şakirdan okudukları nazariyat-ı ilmiyyenin bil-fiil tatbikat-ı ameliyyesini de görürlerdi. En meşhur bilad-ı İslamiyyede te’sis edilmiş olan hastahanelerin ta’dadına şu’le-i ma’rifetin ilk merkez-i inşiaı olan Bağdad’dan başlıyoruz: Bağdad’da on birinci asr-ı miladinin başlangıcından i’tibaren müessesat-ı sıhhıyye te’sisine başlanılmıştır. Meşhur Huneyn bin İshak bu hastahanelerden birinde tederrüs eylemişti. Bağdad’da ilk bimaristanın Harun er-Reşid tarafından bina edildiği mervidir. Fakat gerek Bağdad ve gerek mülhakatında büyük hastahanelerin bu asırda idi ki Halife Muktedir’in vüzerasından Ali bin İsa Bağdad şehrinde mükemmel bir bimaristan te’sis ederek kı’ye havale ve hastahanenin her türlü masarifini der’uhde eylemişti. Ebu Said Osman aynı zamanda Bağdad’ın diğer hastahaneleri ile Mekke ve Medine’deki bimaristanların da müfettiş-i umumiliğine ta’yin edilmişti. Osman-ı Dimeşkı’ye meşhur Sabit bin Kurre halef olmuştur. Müşarun-ileyhin mahdumu Sinan bin Sabit pederinin tercüme-i haline dair yazdığı eserde Abbasiler devrinde Bağdad’da te’sis edilen bimaristanlar hakkında ma’lumat-ı mevsuka vermiştir. Sinan bu eserinde diyor ki: “Pederim Sabit bin Kurre Halife Muktedir tarafından hastahaneler sertababetine ta’yin ve nezaret-i umumiyye de Vezir Ali bin olduğundan vezir pederime gönderdiği bir tahriratta: Etibbanın hastaları her gün taht-ı nezarette bulundurarak ağdiye ve ilaçlarını bizzat vermeleri ve tedavilerine son derece i’tina etmeleri lüzumunu iş’ar etmişti. Pederim derhal o emrin harfiyyen icrası esbabına tevessül etti. Vezir ikinci bir tahriratla civar kasaba ve karyelerdeki hastalara bakmak üzere lazım gelen ilacları hamilen seyyar tabibler i’zamını ve bunların müslim ve gayr-ı müslim bütün ahaliyi tedaviye eden hekimleri bil-intihab mu’alecat-ı lazıme ile beraber mülhakata i’zam eylemiştir. Hastahanelerin masarifat-ı yevmiyyesi Mütevekkil’in validesi tarafından vakf edilmiş olan akarat bedelinden tesviye edilmekte idi. Hicretin’ıncı senesinde pederim Bağdad’ın Suk-ı Yahya mahallesinde es-Seyyide hastahanesinin resm-i küşadını icra etti. Buranın masarifatı için mahiye altı yüz dinar sarf ediliyordu. Yine bu sene esnasında idi ki pederim Halife Muktedir’i kendi namına bir hastahane te’sisine teşvik eyledi. Halife pederimin tavsiyesi vechile Bağdad’ın Babü’ş-Şam cihetinde Bimaristan-ı Muktediri’yi te’sis ve inşa eyledi. Halife bu hastahanenin masarifine medar olmak üzere mahiye dinar tahsis eylemişti.” Yine bu tarihlerde Halife Muktedir’in vüzerasından İbnü’l-Furat da Bağdad’da bir bimaristan inşa eylemiştir. Miladın tarihinde Bağdad’a giren Al-i Büveyh’den Adududdevle fünun ve sanayiin en büyük hamilerinden olduğu cihetle her türlü müessesat-ı ilmiyyenin tekessürüne son derece bezl-i mesai ederdi. Bi’n-nisbe kısa olan devr-i şevketi pek çok müessesat-ı nafia ile pirayedardır. Bu miyanda müşarun-ileyh tarafından tarihinde Bağdad’da te’sis edilmiş olan Bimaristan-ı Adudi’yi yad edebiliriz. Bimaristan-ı Adudi’nin Bağdad ahalisine o kadar çok faidesi olmuştur ki halk bu bina-yı muazzamın sene-i devriyesine tesadüf eden günlerde icra-yı şadmani etmeyi i’tiyad etmişlerdi. Adudüddevle meşahir-i etıbbadan bir hey’et teşkil ederek bimaristan inşasına en ziyade elverişli sıhhi bir mahal ta’yin edilmesini emretmiş olduğundan hey’et lede’t-taharri Bağdad’ın cihet-i garbiyyesindeki köprü kenarını münasib görmüşler ve bimaristan burada inşa olunmuştu. Hastahaneye yirmi dört kadar tabib ta’yin olunmuştu. Etıbba-yı mezkure arasında İbrahim bin Bakus Ebulhasen Ebu Yakub el-Ehvazi Cibril bin Ubeydullah Ebulhasen Sabit bin Sinan Ebu Mansur Said bin Bişr gibi meşahir de bulunuyordu. Hastahaneye ta’yin edilen etıbbadan her biri bir nevi’ hastalıkta mütehassıs idi. Müracaat eden hastalar evvela bir hey’et tarafından muayene edilir ve hastalığın nev’ine göre mütehassısının dairesine gönderilirdi. Hastahane etıbbası miyanında cerrah kan alıcı ve çıkıkçılar da mevcud idiler. Beşinci asr-ı hicride Bimaristan-ı Adudi sertababetinde bulunan etıbba miyanında meşhur Said bin Hibetullah’ı da görüyoruz. Said Halife Mukteda ve Müstazhır’ın hizmet-i tababetinde bulunmuş ve te’lifat-ı nafiasıyla tüphanesi’nde mevcud ve’nci numarada mukayyeddir. Altıncı asırda Maristan-ı Adudi etıbbası arasında Said bin Eserdi Eminüddevle ibni Tilmiz ve İbnü’l-Maristaniyye gibi ma’ruf simalar bulunmuştur. nü’l-İslami’l-A’zam ünvanlı eserine Bimaristan-ı Adudi’nin bir tarihçesini de ilave eylemiştir. dir. Müşarun-ileyhin fenne olduğu kadar edebiyata da intisabı vardı. Şu kıt’a İbni Tilmiz’e isnad edilir: Ez-Zehebi’nin rivayetine göre Bimaristan-ı Adudi hicretin ’inci senesine kadar payidar olmuştur. Bağdad hastahanelerinde hastaların maraz ve ahval-i maraziyyelerine dair bir defter tutulmak i’tiyad edilmişti. Defatir-i mezkure teşhis-i emraz hususunda şakirdana rehberlik vazifesini görürlerdi. Razi el-Muhit’inde defatir-i mezkureden pek çok bahsetmiştir. Beşinci asırda Nasturilerden ve meşahir-i etıbbadan Zahidü’l-ulema namında bir zat Beni Mervan’dan Nasirüddevle’nin kerimesini mübtela olduğu vahim bir hastalıktan kurtarmış olduğundan emir bu hizmetine mükafaten Irak-ı Arab’da kain Meyyafarikın’de gayet mükemmel bir hastahane inşa ettirmişti. Zahidü’l-ulema cem’ ederek en mükemmel bir hastahane haline getirmişti. Zahidü’l-ulema Kitabü’l-Bimaristanat ünvanıyla hastahanelerden bahis bir de kitap yazmıştır. meşhur olarak başlıca dört bimaristan te’sis edilmişti. Bunlardan biri Rey’de diğeri Merv’de üçüncüsü İsfahan’da dördüncüsü ise Şiraz’da idi. Hakim-i şehir Razi’nin vatanı olan Rey şehrindeki hastahane müşarun-ileyhin taht-ı nezaretinde teessüs etmişti. Razi hayatının son zamanlarını bu hastahanede tedavi ve tedrisatla geçirmiştir. Merv hastahanesi sertababetinin üçüncü asırda İsa bin Hassa tarafından işgal edildiği görülüyor. Şiraz hastahanesi Kutbüddin-i Şirazi gibi en hazık bir tabib yetiştirmekle mümtazdır. Suriye kıt’asının ekser biladında büyük büyük bimaristanlar te’sis edilmişti. Bunlar arasında Kudüs-i Şerif hastahanesi ile Şam bimaristanları pek meşhur idi. Kudüs bimaristanı en ziyade Reşidüddin-i Suri’nin sertababeti zamanında iştihar eylemiştir. Reşidüddin en meşhur nebatiyyun-ı İslamiyyeden tişen nebatat hakkında pek çok tetebbuatta bulunmuştur. Te’lif ettiği kitabına nebatat-ı mezkurenin havas ve evsafını yazmış olduğu gibi ayrıca resimlerini de derc eylemiştir. Müşarun-ileyhin tarih-i irtihali hicretin’ncu senesine müsadiftir. Hicret-i Nebeviyye’nin’inci senesinde vefat etmiş olan Yakub bin Seklab da bir aralık Kudüs hastahanesi sertababetinde bulunmuştu. Alem-i İslam’da ilk hastahane Şam’da te’sis edilmişti. Daha hicretin’inci tarihinde müluk-i Emeviyye’den Velid bin Abdülmelik Şam’da bir hastahane inşa ederek bimaristanlara dair oldukça fazla ma’lumat alınabilecek menabi’ ve vesaik vardır. Buralarda icra-yı tababet veya ifayı tedrisatla meşgul birçok fazıl simalar tanıyoruz. Şam’ın en büyük ve en meşhur hastahanesi altıncı asr-ı hicri evasıtına doğru müluk-i Atabegandan Nureddin-i Zengi tarafından rakmıştır. Nureddin tarafından te’sis edilen bu hastahaneye Büyük Bimaristan namının verilmiş olmasından Şam’da ikinci derecede daha başka hastahaneler bulunduğu istidlal olunabilir. din’in Şam’dakinden başka daha birçok hastahaneler te’sis etmiş olduğunu söylüyor. Yine İbni Esir’in rivayetine göre müşarun-ileyh Nureddin-i Zengi Haleb Hama Şam ve sair mahallerde birçok da mekatib ve medaris inşa ve te’sis eylemiştir. Bimaristan-ı Nureddin’e devam eden etibba miyanında meşhur Ebu’l-Mecd bin Ebi’l-Hakem gibi eazımı da görüyoruz. Ebu’l-Mecd tıb felsefe ulum-ı riyaziyye ve hatta musikıde asrının feridi olduğundan adalet hiss-i maarif-perveri ve kadir-şinaslıkta hakıkaten “büyük” vasfına elyak olan Nureddin-i Zengi’nin pek ziyade mazhar-ı teveccühü oluyordu. Ebu’l-Mecd alat-ı musikıyyeden bir nevi’ arganon Ebu’l-Mecd Bimaristan-ı Kebir sertababetinde bulunduğu müddet zarfında hastahanenin kıymetdar halılarla mefruş ve gayet mükemmel ve zengin bir kütüphaneyi muhtevi olan büyük salonunda binlerce etibba ve talebeye ulum-ı tıbbiyye ve hikemiyye tedris eder ve dersten evvel her gün üç saat kadar kütüphanede mütalaa ile meşgul olurlardı. Bimaristan-ı Kebir sertababeti bir aralık da Mühezzibüddin ed-Dehvar gibi bir dahi-i tıb tarafından işgal edilmişti. Mühezzib’in pek külliyetli servet ve samanı vardı. Vefatında müdebdeb konağını mektep olmak üzere vakfetmiş ve bütün servetini bu mektebin masarifat-ı zaruriyyesine terk eylemişti. derken diyor ki: Müşarun-ileyhin fenn-i tıbda pek derin bir vukufu pek büyük bir şöhreti vardı. Mühezzibüddin ile birinci tabakada bulunan büyük tabibler sınıfı hitam bulmuştur. Bimaristan sertababetinde bulunduğu esnada Umran el-İsraili ve Radiyyüddin er-Rahbi gibi meşahir-i etibba da kendisine refakat ediyordu. Bimaristan bu üç zat devrindeki şöhreti hiçbir vakit bulamamıştır. Mühezzibüddin’den sonra bimaristan sertababeti Raziyyüddin-i Rahbi’nin mahdumu Şerefüddin-i Rahbi’ye intikal eylemiştir. Şerefüddin ümera ve mülukün hidemat-ı hususiyyesine girmekten müctenib olmakla beraber beşeriyete arz-ı hizmetten çekinmemiş bimaristan sertababeti ile beraber Mühezzibüddin’in vakfettiği mektepte icra-yı tedrisata devam etmiştir. Şerefüddin fizyoloji ilm-i menafii’l-a’za fenninde cidden mütehassıs idi. Kitabün fi Halkı’l-İnsan ve Hey’eti A’zaihi ve Menafi’iha ünvanlı eseri pek kıymetdardır. Müşarun-ileyh eş’ar-ı rakıkasıyla da mümtaz idi. Şu beyitler kendisine nisbet edilir: Evvelce hıristiyan iken evahir-i ömründe ihtida etmiş olan meşahir-i etıbbadan Muvaffakuddin bin el-Matran ile Tabakatü’l-Etibba müellif-i şehiri İbni Ebi Usaybia’nın ammi Reşidüddin Ali bin Halife de bir vakitler Bimaristan-ı Kebir tababetinde bulunmuşlardır. Daha sonra İbni Ebi Usaybia bir’e devam etmişlerdir. Bu gibi etıbba sayesinde idi ki yedinci asr-ı hicride Şam; Kahire ve Bağdad’ın şöhret-i şayialarını husufa uğratmıştır. Bu alemin halik ve müdiri olan bir ilah-ı zi-şanın vücudunda –bir hizb-i kalil istisna edildikten sonra– bütün insanların müttefik olduğunu bundan evvelki makalelerde vücudunda müttefik oldukları gibi o halikın bir olmasında yani halk ve icad hususunda kat’iyyen şeriki olmadığında da müttefiktirler. Bu i’tikad hem felasife-i ilahiyyin hem de felasife-i milliyyinde mütesavi bir surette görülmektedir aralarında hiç fark yoktur. Yalnız kudema-yı Fars’dan bir taife bu suretle i’tikad etmeyerek alemin iki halikı olup birisi nurun veya hayrın halikı diğeri de zulmetin yahud şerrin halikıdır diye zu’mediyorlardı. Bununla beraber yine onlarca da münkarız olup gitmiştir. Gerek veseniler gerek onların gittikleri yola süluk eden kitabilerden Cenab-ı Hakk’a şerik isbat edenlere gelince: Bunların Allah’a mahsus olan ibadete başkalarını da şerik kılmaları ancak zihinlerini tağlit kalblerini ifsad i’tikadlarını zir ü zeber ederek tarik-ı hakkı görmeye mani’ olan bir takım şüpheler[de]n ileri gelmiştir. Bu şüphelerin menşei de sani’-i alemin gayb-ı mutlak olmasıdır. Bunlar diyordu ki: Sani’-i alem gayb-ı mutlakdır nüfus-ı beşeriyye ise yalnız ma’ruf ve meşhudu olan şeye teveccüh eder. Binaenaleyh halik-ı azime karşı yapacağı ibadette beşerin teveccüh edeceği halik değil belki güneş yıldızlar ateş ve daha bunlara mümasil olup da her birisi Halik te’alanın kudret-i azimesine birer nişane olarak zahir olan bazı şeylere; yahud kendileri Allah’a yakın oldukları için istediklerini de Cenab-ı Hakk’a yakın kılmaya rıza-yı ilahiye eriştirmeye hacat-ı beşeriyyeyi kaza etmeye kadir olan bazı kimselere bunların fıkdanı zamanında da suretlerine teveccüh etmesi lazımdır. Bu babda meydana gelen şüphelerin en büyüğü: “Asi ve günahkar olan kimsenin Cenab-ı Allah’a teveccüh ve rücu’ etmesi ona tevessül ederek doğrudan doğruya lütuf ve kereminden afv u mağfiret istemesi kat’ıyyen caiz değildir çünkü o kimse mülevves olduğu cihetle Allah’tan uzaktır binaenaleyh onu Allah’a takarrüb ettirecek ind-i ilahide ona şefaat edip günahlarının afvıyla rıza-yı ilahiye nail olmasını talep edecek bir vasıta lazımdır ki: O da ilaha yakın olan mukaddes kimselerdir” yolunda bazı kimselerin zahib olduğu fasid hiyyeyi tasdik eden pek çok kimseleri tarik-ı hakdan çıkardı Allah’a yakın olmak maksadıyla bir takım mahlukata ibadet ettirdi. Tarih-i edyan dikkatle tetebbu’ edilirse görülüyor ki: Ateşe yıldızlara güneşe insan resimlerine tapınan milel ve akvamın ekserisi Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyyetini zatında sıfatında halk ve icad hususunda şerik ve naziri olmadığını herşey yalnız onun elinde olduğunu tasdik ediyorlar onlara tapınmaktan maksatları onların Allah’a kurbiyetleri olduğundan Allah ile kendileri arasında vasıta-i şefaat olacakları pek çok ayeti de şehadet etmekte olup müşrikin-i Arab hakkında nazil olan şu ayetler de bu cümledendir: Cenab-ı Sani’-i hakıkıye yapılan ibadette başkalarını da şerik yapmak o ibadette diğerlerini vasıta kılmak ümem-i salifede muhtelif şekiller müte’addid isimler başka başka suretlerle taammüm etmişti. İşte bunun içindir ki Kur’an şeref-nazil olduğu vakit bu amellerinden dolayı onları tevbih ve bu hususda onlara delil hüccet ikame ederek onların şüphelerini mahv ü izale ediyordu. Bu babda varid olan ayat-ı kerimenin adedi yüzlere baliğ olmaktadır. Hem de bu –Allah’ı şerikden tenzih ederek her hususda onu tevhid etmek– din-i İslam’ın esasını teşkil etmektedir. Hatta müslüman olmanın alameti “La ilahe illallah”Allahtan başka ma’bud yoktur kelime-i münciyyesidir. “İbadet” lafzının tefsirinde meşhur olan kavle göre tezellül ve huzu’un aksa-yı gayeti olan şeye ibadet namı veriyorlar. Lakin üstaz-ı ekber diyor ki: “İsti’malat-ı Arab’ı ayet-i kerimesinin tefsikelimelerinin suret-i isti’malini tetebbu’ ettiğimiz zaman buluruz ki a benzemez ve onun yerini tutlafzı lafzı ise rıkk ma’nasına olan ubudiyetten me’huz olduğuna ve tetebbu’ edenler görürler ki Arap müluk ve ümeraya olan huzu’ ve tezellüle –bu tezellülde ne kadar ileri gidilse bile– kat’iyyen ibadet lafzını ıtlak etmezler. Kezalik aşık ma’şukuna ta’zim ve huzu’da fevkal-had guluv eder bir derecede ki onun hub ve iradesi ma’şukunun hub ve iradesinde mahvolup erir. Maamafih aşıkın bu huzuuna bu tezellülüne hakıkat olarak ibadet ıtlak olunmaz. Araplar ibadet lafzını ancak ta’zim olunan zat için esbab-ı zahirenin verasında künh ve mahiyetini idrak edemediği bir kudret-i kahire bir saltanat-ı gaybiyye –mahlukat-ı sairedeki şeylere muhalif- bir esrar-ı ma’neviyye olduğunu idrak etmekten neş’et eden ta’zime tahsis ediyorlar.” Ya Rab! Bize hem: “Düşmeyiniz ye’se” diyorsun; Hem milleti günden güne me’yus ediyorsun! Ye’sin sonu yoktur biliriz; ye’se düşenler Gayya-yı beliyyata düşer kahrını bekler. Sen ye’si de me’yusu da sevmezsin; inandık Lakin sönüyor lem’a-i ümmidimiz artık. Bir subh-ı terakkı doğacak zannediyorduk; Yıllar geçiyor bekliyoruz hiçbir ışık yok! Binlerce yanan ailenin dud-ı siyahı; Binlerce dulun kimsesizin yükselen ahı Etrafa yayılmış da bulutlanmış ufuklar; Bir kuşeden olsun ne seher var ne ziya var! Ey cümlemizin veche-i feryadı penahı Pek çoklarının varsa da isyanı günahı Mazlum günahsız nice bin yavru da vardı; Bunlar acaba hangi günahıyla yanardı? Hala akıyor yaşları binlerce yetimin; Hala çıkıyor göklere bin nevha-i gam-kin! Hala yağıyor üstümüze nar-ı ukubet; Hala görünen çehre-i ye’s-aver-i haybet. Beş altı ay evvel sana avaze-i temcid Yükselten o minberlere hep düşmen-i tevhid Hep düşmen-i dinin çıkarak çan çalıyorlar; Yüksekte olanlar ebedi alçalıyorlar! Ya Rab! Niye mülhidlere şevket veriyorsun? Kur’an’ını bilsem ne için ezdiriyorsun? Ya Rab! Neye kuvvetli de onlar biziz aciz? Asi bile olsak bu liyakatte miyiz biz? Biz inliyoruz onlar ise aleme hakim; Ya Rab biliyorsun bizi mahkumu eden kim! Taşkınlık edip inliyorum... inletiyor derd! Afveyle İlahi beni; kabil mi ki bir ferd Takdir-i İlahine senin mu’teriz olsun? Her hükmün evet bir ezeli hikmete makrun. Bir millet ölüp gitmiş iken bir de bakarsın: Feyzin ona bir neş’e-i sani verivermiş: Dün kapkara topraktı... Bugün işte göğermiş! Her şeyde tasarruf senin elbette; dilersen Ya Rab! Bizi yükseltiverirsin yine birden. Sensin beşerin melce’i her şey sana şaki. Ya Rab! O kadar düşmede alçalmadayız ki: Guya bizi i’la edecek dest-i reha yok; Almış bütün a’sabımızı bir uyuşukluk: Baştan başa bi-çare vatan öylece yansa Düşmen harem-i dinimize varsa dayansa Bir ses verecek yok. Bu ne hissizlik İlahi! Herkes yine ezvakına dalmış mütelahi... Ya Rab bize lütfeyle biraz fikr-i tenevvür Bir parça da his ver... Duyalım biz de teessür! Milletteki hissizliği sen kaldır İlahi; Kahrın gibi lütfun da senin na-mütenahi! Filipin adalarında Zanbuvanga valisi olup ahali-i İslamiyye tarafından vekaleten Dersaadet’e gelmiş olan “Con Park Finli” tarafından vuku’ bulan müracaat üzerine meşahir-i fuzaladan Mahmud Es’ad Efendi hazretleri canibinden yazılan mektubun suretidir: FILIPIN AHALI-I İSLAMIYYESINE Ey İhvan-ı Din! Ma’lumunuzdur ki Allahü teala Sure-i Bakara kavl-i kerimi mucebince yerde bulunan eşyayı insanın istifadesine arz etmiştir. Lakin bu eltaf-ı Sübhaniyyeden istifade bad-ı heva değildir. kavl-i kerimi mucebince bunlardan istifade Allah’ın bu lütuflarından istifade eyleyemez. Mesela karyenizin kenarında bir ma’-i cari olsa onun kuvveti sizin için ma’dum hükmünde olup hiç istifade edemezsiniz. Ondan bir değirmeni vücuda getirmek lazım gelir. Lakin bu mesai boşuna gitmez. Necm Suresi kavl-i kerimi mucebince muahharan sa’yinizin semeresini görürsünüz. Bir kere değirmen işlemeye başlayınca birçok müşkilat ve metaibden kurtulursunuz hayli zaman kazanırsınız aradan bir müddet mürur edince istihsal ettiğiniz faide değirmenin tekabül ettikten başka suyun kuvveti sizin için bad-ı heva kalır. Bunu size bir misal olarak ityan ediyorum. Yeryüzünde bulunan bütün kuva-yı tabiiyyeden ve mevcudat-ı saireden Bizim burada olduğu gibi sizin sevahilinizde de deniz vardır. Eğer çalışırsanız bundan da edilecek istifade pek çoktur. Bakınız Kur’an-ı Kerim deniz için ne söylüyor: Sure-i Nahl Allahü teala denizi müsahhar kıldı ta ki ondan latif balıklar sayd ve ekl edesiniz ve inci mercan gibi huliyyat çıkarıp nisvanınıza zinet kılasınız. Görüyorsunuz ki denizde gemiler her tarafa hareket ediyorlar. İşte böyle gemiler ile ticaret ve rızık taharri etmelisiniz ba’dehu Allah’ın şu lütuflarına teşekkür eylemelisiniz. Bundan başka kavl-i keriminde görüldüğü üzere Allahü teala sekine-i kalb ile ikamet etmeniz maksudu bulmanız için yollar yapmıştır. Bunlardan istifadeye çalışınız. hadis-i şerifi mucebince vatanını sevmek iman iktizasıdır çünkü vatan insanın mader-i hakıkısidir vücudu vatanın ecza ve anasırından terekküb etmiştir. Mader-i vatanı sevmek de onu i’mar ile olur topraklarını sürmek hububat-ı mütenevvia ve eşcar-ı guna gun gars eylemek hudayi nabit ağaçlarını aşılamak çayırlar ve yağmuru cezbedecek ormanlar yetiştirmek sinesini yarıp ma’denlerini işletmek nehirlerini hendeklerle tevzi’ ve arazisini saky u irva etmek su olmayan yerlerde artezyen kuyuları hafrıyle su çıkarmak nehirlerini tathir edip kabil-i seyr ü sefer bir hale koymak muhtelif nevi’den hayvanlar yetiştirmek ve cinslerini ıslaha çalışmak gibi ameliyat icrasıyla olur. Mader-i tabiat bu suretle timar edilirse o da sütüyle nafi’ mahsulatıyla öz evladı olan insanları daha güzel surette Ma’lumunuz olsun ki şeriat-i İslamiyye hıref ve sanayie çok ehemmiyet vermiştir. Ashab-ı kiramdan Abdullah bin Mes’ud hazret-i Peygamberden şu hadis-i şerifi rivayet ediyor: Hıref ve sanayi’den birine teşebbüs ile istihsal-i servet etmek erkek kadın her müslim üzerine farzdır demektir. Diğer bir hadiste dahi varid olmuş ve ehl-i İslam için farz olan salatın akabinde fariza-i istihsal-i servet geldiği beyan buyurulmuştur. makam-ı hilafeti ihraz buyuran zevat emr-i ticaret ve kesb-i servet ile iştigal ederlerdi. Müctehidin-i İslamiyyenin ser-amedanından Muhammed bin Hasan hazretlerinden naklen Muhammed bin Semaa yani “Tahsil-i Görülüyor ki şeriat-i İslamiyye hıref ve sanayii namaz kılmak tahsil-i ilm etmek gibi feraiz derecesine çıkarmıştır. Hülasa adlı kitapta ticaret ziraat sınaat gibi enva’-ı muhtelife-i kesbin müsavi olduğu ve hiçbirini diğerine tercihe mahal olmadığı gösterilmiş ve bu babda ulema ve fukaha-yı Nazar-ı şeriatte ticaret mu’teberdir hadis-i Nebevide buyurularak muamelatında sıdk ve istikametle hareket eden tacirin muttakıler zümresinden olduğu bildirilmiştir. Ziraat ve haraset mu’teberdir çünkü enbiya-yı salife ve ekabir-i ümmet onunla iştigal etmişlerdir. Sınaat mu’teberdir hadis-i Nebevide buyurularak hıref ve sanayiin ateş-i fakr u ihtiyaca karşı bais-i emn ü istirahat olduğu gösterilmiş ve san’ata teşvik buyurulmuştur. Fukaha-yı İslamiyye istihsal-i servete derecat-ı mütefavite ta’yin etmişlerdir: Birincisi balada beyan olunduğu üzere farz olan derecesidir ki kendi nefsine ve evlad ü ıyaline ve medyun ise mesaidir. olarak akraba ve taallukatına ve erbab-ı fakr u ihtiyaca muavenet maksadıyla istihsal-i servete sarf-ı mesai edilmesidir. Hatta bir köşeye çekilerek nefl-i ibadat ile iştigal etmekten da sebebi ibadetin menfaati abidin şahsına mahsus istihsal edilen servetin menfaati ise kasib ile beraber umuma memlekete de amm ü şamil bulunmasıdır. Hadis-i Nebevide buyurulmuştur ki “Yeryüzünde insanlar Cenab-ı Hakk’ın ailesidir. Her kim onun ailesine daha fa’ideli olursa onu sairlerinden ziyade sever” demektir. Üçüncü derecesi mübahdır ki tecemmül tezeyyün debdebe ve ihtişam için mal kazanmaktır. Hadis-i Nebevide buyurulmuştur ki “Hulk-ı hasen sahibi olan racül-i salihe mal-ı halal ne güzel yaraşır” demektir. Lakin nazar-ı şer’-i şerifte icra-yı şerr u mefsedet ve fahr u mükabere için istihsal-i servete çalışmak haramdır. Sure-i Enbiya ayet-i kerimesi muktezasınca yeryüzüne salih ve haluk adamlar varis olur. Hıref ve sanayiin envaında sarf edilen mesainin müsmir olması için şart-ı asli de sainin hulk-ı hasen sahibi olmasıdır. Fesad-ı ahlaka mübtela olanların sa’yinde bereket olmaz. Bundan başka insan bilcümle muamelatında istikametten ayrılmamalıdır. kaidesini feramuş etmemelidir. Muamelatında istikametten inhiraf etmeyen akvamın ne derece terakkı ettiklerine en güzel misal Amerikalılardır. züne varis kılar. “Dünyalığın için ölmeyecek imişsin gibi çalış ahiretliğin kelam-ı şerif vardır. Bu kelam mucebince insan dünya ile ahireti ahsen-i vücuh üzere cem’e çalışmalıdır. İnsan ahlakıyla münasibede elde edemez. Dünyayı elde etmedikçe ahiretini de i’mar eyleyemez zira dünya ahiretin mezraasıdır. Dünyada ne ekilirse ahirette o biçilir. Hac ayet-i kerimesi muktezasınca kim dini ve dünyevi sarf-ı mesai ederse Allahü teala elbette öyle adama yardım eyler. Dünya ile ahireti suret-i münasibede istihsal edebilmek ve hatta meleklere tefevvuk ve rüchanı ilim ile olduğu gibi kuva-yı tabiate galebesi de ilim sayesindedir. Cahil insan cazibe-i arzıyye elektrik hararet ve bürudet gibi kuva-yı tabiiyyenin taht-ı esaretinde kalır. Halbuki ilim ile bunlara galebe eder ve onları dilediği surette isti’mal ile istifade eyler. sindedir. Sure-i Zümer ayet-i celilesi bilenler ile bilmeyenlerin müsavat iddiasına salahiyeti olamayacağını gösteriyor. Cenab-ı Hak sizi ve bizi nail-i hidayet eylesin. Darülhilafe Fi Cumadelahire DERTLERIMIZ: - CERCİLIK Geçenki makalede dertlerimizi teşrih edeceğimi yazmıştım. Talebe kardeşlerimin de bu hususa dair yazı yazmalarını rica etmiştim. Haftalık intişar eden dini risalelerde yer yer görülen hareket-i fikriyye her halde büyük bir ümidin nişane-i mefhareti olduğu maa’ş-şükran görülüyor. Bu makaleler miyanında ıslah-ı medarise aid pek iyi fikirler vardı. Fakat mes’elenin en ruhlu noktasına temas edilememişti. Şu makalemle ben de o ruhlu mes’eleyi izaha çalışacağım… Kardeşler “Cer”… Şu kelimeyi işitince beyninize kan sıçrıyor adalatınız titriyor yazın sıcakları soğukları altında çektiğiniz müz’ic meşakk u mezahim birdenbire canlanıp beyninizi tırmalıyor kuvve-i müfekkirenizi perişan ediyor değil mi..? Bu mes’ele o kadar mühim o kadar mühlik ki: Bu gün teessüfle gördüğümüz kansızlık cansızlık atalet ve sefaletin hemen hemen menbaını bu teşkil ediyor. Çünkü “cer” tese’ül demektir. Tese’ülün ise ahval-i ruhiyyede bıraktığı te’sirat pek elimdir: Tabiat ve temayülat-ı beşer –bilhassa devre-i şebabda– suya teşbih edilebilir. Ona nasıl bir mecra verilirse o tarafa doğru cereyan eder gider… Gençlikte tabiat-ı beşer türlü temayülatta bulunur. O memleket gibi muhit-i umumiden; aile medrese mektep san’at gibi muhit-i hususiden müteessir olur. Türlü i’tiyatlar muhtelif temayüller mütenevvi’ kabiliyetler gösterir. İşte biz asıl terbiye dediğimiz tenmiye-i kuva-yı beşere şu isti’daddan hasletler sönerse bu kabiliyetler insandan ref’ olursa dünyada terbiye de kalmamıştır… Binaenaleyh: Bir genci bir çocuğu ne suretle ve ne gayeyi ta’kıben terbiye edersek ona göre isti’dad gösterir. Mesela: Bir çocuk ilim gayesi ta’kıbiyle terbiye edilirse mütebahhir bir alim olduğu gibi san’at terbiyesiyle bir san’atkar amele terbiyesiyle bir amele dilenci terbiyesiyle de bir sail olur gider… Bir alim-i nihrir muhteri’ bir san’atkar çalışkan bir amele rızkı kendi emeği alnı teriyle kazanır yer; kendi vakarı kendi yüz kafaya başvurur sokak dolaşır kahve gezer. Kendisinde O daima tufeyli yaşamakla telezzüz eder. Kendi kazandığı ekmek kendine acı gelir. O kafasına vursan eyvallah der. Çünkü karşı koysa bir gün kapına gelir bir dilim ekmekten olur… Şu temayülat i’tiyad halini alınca artık ondan ayırmak hemen muhal haline gelir. Çok saillerin kendini idare edecek kadar para biriktirdiği halde ondan vazgeçememesi bu müddeayı te’yid eder. Keza: Fakır düşen bir ailenin bazı efradı tese’üle ilk başladığı vakit yüzünde görülen kızargınlık gittikçe zail olur. Binaenaleyh tese’ülün diğer nev’i olan “cer mes’elesi” de aynı neticeyi verir. Bir talebe senenin dokuz ayını tahammül-fersa viranelerde bin türlü ihtiyaçlar zaruretler içinde çırpınarak geçirdikten sonra merciimizin bugünlerde yaptığı gibi on beş yirmi gün evvel Ders Vekaleti emr-i ali-i riyaset-penahilerini ısdar buyurarak talebeye tebliğ eder. Herkes daha erken gidip bir köy yakalamak için parası olup olmadığına bakmaz. Hemen kendisini ya bir kaza veya bir sancağa atar… Şimdi burada yol meşekkatleri falan tükendi. Fakat ne yapacak? Müftü yahud hakim efendi bir köy verecek mi? Acaba vereceği köy suluca bir köy mü? Yoksa falan köy iyi ama sahibi var mı yok mu? İşte şu suallerin zihinde halli için günler geçer geceler uful eder. Nihayet mes’ele hakim efendinin atıfetine bağlanır. On beş gün sonra hakim efendinin ferman-ı semahat-perverileri ısdar buyurularak talebenin falan köye gideceği karargir olur. Zavallı talebe siyaset meydanında afv-namesi tebliğ edilmiş bir mücrim gibi şad u handan olur. Tebliğnameyi dört bükerek ta kalbgahına saklar. On beş yirmi okka sıkletinde ki heybesini zaif omuzları üzerine yükletir. Şemsin cehennemi sıcakları altında kayalıklar balkanlardan düşe kalka gider. Buralarda insan yaşıyor demeye yüz şahid isteyen ma’hud köye vasıl olur. Talebe efendi muhtar ağaya kendini takdim edecek. Fakat ne desin nasıl kendini takdim etsin? Nasıl tatlı sözler tilki dilleri döksün de muhtar ağaya Bu muhakemat-ı zihniyyeleri bir karar ile neticelenir. Köye girilir. Evvela muhtar ağanın odası sorulur. Bir bina gösterirler. Oraya çıkar. Sağ sadırda bir vali kadar kuruntuya malik olan muhtar ağa işi anlar. Fakat ne yapsın. Üzerine gelmiş bulundu. Hocamız gülerek koltuğuna sokulmaya muvaffak olur. Fakat bizim muhtar ağa hiç bilmediği bir kimse birkaç def’a koğulur. Bizimki aldırmaz. Kendisinin onlarla birlikte bir Ramazan hayatını geçirmek için geldiğini başka bir talepte bulunmadığını falan öne sürerek iskat edebilirse biraz da söz hey’ete düşer. Eğer efendinin sesi güzel kendisi biraz gülenç yüzlü ise bu sene de bu hocamız oluversin ne yapalım diye karar verilir. Yok öyle değilse yine bizim hoca efendiye heybeyi yükletmek görünür. Hocam bizim köylerde postacılık eder. Zavallı dokuz ay yorulmuş vücudunu dinlettirmek isterken bu vazifeyi ifa sadedinde rahat yüzü görmez. Herkes o mübarek günleri ailesinin yanında tatlı tatlı geçiriyorken o birkaç kırıntı için bütün kuvasını bütün hasletlerini feda eder. Nihayet bayram günü: “Bununla zehirlen!” Demek kabilinden eline birkaç yüz kuruş tutuştururlar. Şu meşakkatiyle kabil-i kıyas olmayan ihsan ve atıfet acaba o efendinin nesini te’min ediyor: Bakkala aylarca girdiği borcunu mu? Elbise[si]ni mi? Kitabını mı? O bir sene daha geçireceği hayatı nazar-ı i’tibara almayalım. Sonra her hangi bir adamla konuşsan mal bulmuş mağribi gibi hocalar cer yapıyor para kazanıyor diye ilk gözümüze soktuğu şey olur... hal-i pürmelali işte medrese[ni]n yetiştirdiği müdahin mütebasbıs seciyesiz kansız cansız seele güruhu!... bir def’a konuşun. Onu bir odaya veya bir kahveye da’vet edin. Size ilk söyleyeceği söz şu olur: – Efendim teşekkür ederim ben da’vetinize icabet ederim. Fakat bir şeyinizi istemem. Yalnız konuşalım. yoneri! Şu mukayeseden hangisinin daha muvaffak olacağını çıkarabiliriz. Birisi daha metin daha cesur daha sağlam söylüyor. Öbürüsü daha korkak daha çürük şeylerle zavallı ta’kıb ediyor. Bizimki başka gaye. Bizimki esasen o külfeti cilikle yaşıyor. Din felakete doğru sürükleniyor. Bunu iyi bilmeliyiz ki: Şu mukaddes din böyle çar-aktar-ı aleme intişar etmişse bizim gibi dilencilerin eliyle değil Fahri Raziler Farabiler İbni Sinalar Gazzaliler gibi sağ sözlü mert özlü fuzala ile yükselmiştir. Eğer Meşihat bunu nazar-ı i’tibara almıyor ve belki bilakis bununla dine vatana memlekete hizmet ediyorum zannediyorsa eğer bu usulsüz yollarla dine hadim yetiştiriyorum iddiasında bulunuyorsa eğer talebeyi başka emelle taşraya göndererek neşr-i din i’la-yı kelimetullahda bulunuyorum zannediyorsa... Bunu iyi bilmeliyiz ki: Dini uçuruma doğru götürdüğü için en büyük günahı kendisi irtikab etmiş dinin sukut kuyusunu kendisi hazırlamış bulunuyor. Hiç kimseye bahane bulmasın... Vakıa: Burada denilebilir ki: Pek eski bir hikayeyi hatırla talebeyi cerden men’ edelim de sonra ahalideki cehaleti seyret... Ben de derim ki: O bir hikayedir. Hem ne hacet! Asırlarca taşraya başka emelle gönderdiğimiz talebenin yetiştirdiği: Şu besmelede yanlış olan İslamın şartını guslün farzını bilmeyen alim halk değil mi? Yere batsın öyle alimlik. Keşke o saf kalbli ahalinin arasına onlar sokulmayaydı da beyinleri olsun hurafatla dolmasaydı. Yetiştirdiklerimiz bunlar değil mi? Yoksa bizim anlamadığımız görmediğimiz ikinci bir halka mı telkın ediyorlar?... Eğer biz medreselerde bu mühlik marazı def’ etmez talebeye ulvi bir gaye ta’kıb ettirmez olduğuna göre herkes seleri leyli mektep haline koy programları dersleri tanzim et muallimleri en muktedir hocalardan ta’yin et talebenin ekmeğini çamaşırını leyli mektep halinde yap! Kabil değil gaye hasıl olmaz. Yine seciyesiz adamlar yetişir vesselam... Eğer bu mukades dinin i’lasını istiyorsak eğer istikbal fa’al cevval izzet-i nefse malik adamlar yetiştirmek istiyorsak Vakıa bu suretle beş on kuruş çırpanlar razi olmayacakmış. Ziyanı yok. O üç beş şahsı bir milletin bir dinin uğruna feda edelim... Köylere kazalara sancaklara göndereceğimiz adamları seviyesine göre münasib maaşla gönderelim. Hem esasen medreseler tam ma’nasiyle ıslah olunup talebenin maişeti te’min edilince talebe kendisi bu rezaleti çekmek istemeyecekir. Buradan Meşihat herkese bir yer tahsis ederek onun ta’kıb edeceği hatt-ı hareketi anlattıktan sonra gönderebilir. Ve işte o vakit taşraya giden talebeden millet istifade edecektir. Herkese avuç açan cami’ kapısına sergi seren Ahmed Ağa’nın kaşınmasından para uman kimseden millet Söylediğim gibi gönderilen adamlar ne yaptığını ne yapacağını bilir ne gayeye doğru gittiğini anlarsa işte o vakit hakıkı ve ciddi din telkıncileri hazırlamış oluruz. Ve işte o vakit din de yükselir vatan da memleket de millet de... HIND YOLUNDA AHVAL-I İNZIBATIYYESI: Bu hafta zarfında Şiraz’dan Bağdad’a gelen ve buradan Tahran’a azimeti mukarrer olan İran Kuva-yı İnzibatiyye ve Jandarma Teşkilatı’na me’mur İsveçli Kolonel Palmerston “Gerek ben ve gerek Tahran’daki refiklerim üç sene müddetle İran hükumeti tarafından ba-kontrato istihdam edileceğiz. Birkaç aydan beri İran jandarmasının umuruyla jandarma tensik ve teşkilatıyla iştigal ediyoruz. Asıl proje ve programımızda bütün İran’da iki bin jandarma kuvveti ihzar ve ikmali dahil olup hal-i hazırda beş bin jandarma neferi ta’yin ve teşkiline muvaffak olduk. Bu yeni teşkil edilen jandarmalara lazım gelen meşk ta’lim ta’limat ve vezaifi öğretmek için de Tahran’da bir jandarma mektebi açmak lüzumu hissedilmesiyle mezkur mektebin iftitahıyla talebe kaydına teşebbüs olundu. Gerek ben ve gerek İsveç’ten beraberimde getirdiğim arkadaşlarım bu mektepte tedrisat ile “Tahran’da hal-i hazırımızda üç bin kişilik bir jandarma kuvveti vardır. Bunların cümlesi son sistemdeki mavzer tüfenkleriyle mücehhez ve müsellah bulunuyorlar. Bu jandarmaların vezaif ve hizmetleri tamamiyle takarrür ve taayyün etmiştir. Zekaları herkesçe müsellem olan İraniler az zamanda bu teşkilattan ne gibi bir maksat ta’kıb olunduğunu anlayarak kendi vezaif-i mevdualarını bi-hakkın ifaya jandarma neferatımız çalışıyor bu suretle Tahran’daki asayiş ve emniyeti matlubdan ziyade te’min eyliyorlar. “Aynı zamanda Şiraz’da da şimdilik bin iki yüz neferlik bir jandarma kuvveti ihzarına muvaffakiyet elverdi. Orada da icab-ı hale göre bu kuvveti mükemmel ve muntazam bir surette teşkil ve kendilerine terbiye görmüş zabitan ta’yin ettim. Bu kuvvet Buşehr-Şiraz yolundaki emniyeti muhafazaya ve gelen giden kavafil ile emval-i ticariyyenin sıyanetine yollarda me’mur bulundukları gibi karakolhanelerinin etrafında bulunan nikat ve mahallatın da asayişini gözetmeye mecburdurlar. “Yollardaki teşkilat tamamiyle bu şekil ve mahiyette bulunup her jandarma karakolu arasında da telefon temdidi “Bu jandarmalara mahsus ayrıca bir nizamname de kaleme alınıp mer’iyyeti taht-ı tasdika alınmıştır. Her karakoldan diğer civar bulunan karakola sabah ve akşam birer posta i’zam ile birbirlerine yol hakkında lazım gelen rapor ve ma’lumatı vermek mecburiyetindedirler. “İran cenubundaki asayişin istikmaline bu arz eylediğim vechile muvaffak olduğumuzu gören İngiltere orada bulundurduğu kuva-yı askeriyyeyi geri aldırmış ve bu vesile ile na koymuştur. “Bağdad’da birkaç gün beray-ı teneffüs ve istirahat kaldıktan sonra Kirmanşah tarikiyle maiyyetimle beraber Tahran’a döneceğim. Kirmanşah’daki beş yüz kuvvetin ahvalini tedkık ve teftiş ettikten sonra Hemedan’daki jandarmaların bütün hususiyyatını gözden geçireceğim. Hemedan’da iki bine yakın jandarma kuvveti mevcud olup icab-ı halde hem Kirmanşah’a hem de Tahran’a kolaylıkla celb edilebilmeleri esbabı tehiyyie olunmuştur ki bu suretle Tahran-Kirmanşah yolundaki inzibat ve asayişin idamesi te’min edilecektir. “İran’ın hal-i hazırda askerden ziyade işine yarayan jandarma kuvveti olduğu sümme’t-tecrübe tahakkuk etmiştir. Binaenaleyh her sene birkaç bin jandarma kuvvetini şimdiki kuvvet üzerine tedrici bir surette zam ve ilave etmeye İran hükumeti karar vermiştir. “Jandarmaların maaşatıyla elbise ve sair masarifatları ve hayvanlarının yemleri İran hükumet-i hazırasınca kabul edilerek buna mahsus ayrıca muvakkat bir bütçe tertib ve tanzim edilmiştir. İran jandarmasının elbise ve üniformaları çuhadan ve yaz vakti de ipekten ma’mul ince kumaştan olacaktır– ve yakası ve kolları üzerindeki kalın sırma şeritli ve pantolonunun da sırma zihli olmasından ibarettir. “Ben her ne kadar şapka giymekte isem de fakat İran jandarma zabitan ve neferatının başlarında beyaz deriden ma’mul kalpaklar bulunacak ve kalpağın önünde mai bir zemin üzerinde yaldızlı bir Şir u Hurşid alameti mevcud bulunacaktır. Jandarmanın elbiseleriyle kalpakları aynı zamanda “Zannederim ki beş seneye kadar bütün İran’da bu jandarma teşkilatı hadd-ı hitama vasıl olduktan sonra İran’ın her tarafında asayiş takarrür edecektir. “Jadarmaların barınmalarına mahsus gerek yollarda ve gerek nefs-i şehir ve kasabalarda karakolhane ve kışlalar inşasına dair olan rapor ve projeleri tanzim ederek İran kabinesine tevdi’ etmiştim. Me’mul ederim ki bu babda iyi bir karar verilmiştir. “İran Sefareti’nin iltiması üzerine Babıali’den Bağdad vilayetine hakkımızda riayet ve teshilat iraesine dair vürud eden telgraf üzerine hükumet-i mahalliye canibinden icab eden hürmet ve muavenet ibraz olunarak minnetdarlığımızı mucib olmuştur.” Gerek nefs-i Bağdad’da ve gerek mülhakatında sükun ve asayiş hüküm-fermadır. Dedikodulardan ibaret olan adem-i merkeziyyet gürültüleri nihayet bulmuş yeni vilayat ahval-i ra’da da fevkalade bir hal yoktur. Samarra’ya temdid edilecek olan şimendüfer hattı güzergahının bazı mevakıinde jandarma karakolhanelerinin te’sisi mukarrer bulunduğundan mezkur karakolhanelerin mahallini ta’yin etmek için Bağdad Jandarma Alayı Kumandanı Ahmed Beyefendi Samarra’ya kadar ihtiyar-ı sefer ederek vazifesini ifa ve ikmal ettikten sonra merkez-i vilayete avdet eylemiştir. Muma-ileyh oradaki bazı aşayir ve kabail rüesalarına şimendüfer hakkında vesaya-yı lazımede bulunmuştur. Samarra kasabası hiçbir kıymet-i ümraniyyeyi haiz olmadığı lediye Reisi tasavvur eylemekte imiş. Hükumet konağı harice nakl edilecek olursa bittabi’ o mevkiin şerefi artar ve tedrici bir surette ma’mur olur. Arazi ise tamamiyle hükumete aid olduğundan metresi on paraya satılacak olursa ahalinin fukara kısmından dahi birçok müşterisi olacak ve böylelikle yeni bir kasaba te’sisine muvaffakiyet elverecektir. Samarra’daki Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e mahsus olan cami’ hal-i harabiye yüz tutmuş ve şimdiden termim ve ta’mir edilmezse birkaç sene sonra büyük masraflar ihtiyarına Evkaf mecbur olacaktır. Cami’in kubbesinde hasıl olan çatlak hem kubbenin değerli mozaik taşlarını –ki her biri bir altına Avrupa’da satılabilir– yerinden oynatmaya hem de hacı leylek kuşlarının oralarda yuva inşasına sebebiyet vermiştir. Esasen Kerbela Necef Kazımıye Samarra ve hatta Bağdad ve A’zamiye’deki müessesat-ı diniyyenin çoğu yıkılmak üzeredir. Bağdad Evkaf Müdüriyeti’nin nazar-ı dikkatini celb ve da’vet ediyor. Binlerce suleha-yı İslam’ın mataf ve ziyaretgahı olan bu emakin-i mukaddesenin cümlesi müşrif-i harab bir hale duçar olmuştur. Samarra’da asar-ı atika taharrisine me’mur olan Almanyalı Mösyö Sare’nin vekili Herzkald sellemehüsselam her bildiğini yapmakta ve eski tuğlaları çukurlara doldurmakta olup mezkur tuğlaların hükumete elzem olduğu kendisine defaatle yazıldığı halde bir kıymet-i tarihiyyeyi haiz olmayan bu tuğlaları hükumete vermekten imtina’ etmiştir. Hükumet tarafından taharriyat komiseri ta’yin olunan adamın maaşını doğrudan doğruya vermek suretiyle onu kendisine minnetdar etmiş ve her istediğini yapmaya muvaffak olmuştur. Bundan başka o taraflarda türemeye başlayan birkaç Almanyalı şarlatana taharriyat esnasında ellerine geçen altın ve gümüş asar-ı atika ile meskukatı zabt edip hiçbirini hükumete vermemektedirler. Vilayet dahilinde her türlü teftişata salahiyetdar mülkiye müfettişleri ta’yin edilmedikçe bu hallere nihayet verilmez. Bu hafta zarfında Bağdad’dan dokuz saat uzak bulunan Horasan kazasına şimdilik burada bulunan Hacı Muhammed Rahim Bülbüle’ hazretleriyle beraber gittim. Bağdad’ın Şeyh Ömer mahallesinden otomobile binerek iki saat sonra bu kazanın haricine muvasalat ettik. Kasabanın haricinde bulunan Diyala nehrinden geçtikten sonra bağlar ve bahçeler arasından kasabaya dahil olduk. Kasabanın dört tarafını car mevcuttur. Hele bu kazada yetişen tatlı limon portakal o kadar nefis ve rayihadardır ki memalik-i Osmaniyye’nin sair nikatında yetişen aynı mahsule tefevvuk eder. Bağdad’a ve tevabiine alelekser buradan bu gibi meyveler gönderiliyor. Kaimmakam-ı kaza me’zunen Bağdad’da bulunduğu tük hakkımızda riayet ve ikram etti. Beledi reisini de ziyaret ederek kendisine kasabanın nezafet ve taharetiyle tenviri hususunda gösterdiği himmete karşı teşekkür ettik. Kaimmakam-ı kaza Ahmed Faik Efendi bir iki sene zarfında kasaba mine ve ahaliyi bir inas mektebi açmaya teşvik etmiş ve bu teşebbüsatında da muvaffak olmuştur. Yeni te’sis olunan mekatibin muallimlerine ahali tarafından kemal-i hahişle maaşlar verilmektedir. Kaza merkezinde bir hotel ile ibtidai ve rüşdi mektebi talebelerini istiab edecek bir mektep inşasını beledi reisiyle kaimmakam tasavvur ediyorlar ki kariben kuvveden fi’le çıkarılması muhakkaktır. Bağlar arasından geçen bir iki caddenin tevsiiyle taşla tefrişi ve lüks zıyasiyle tenviri de takarrür etmiştir. Beledi eczahanesine gelince böyle mükemmel ve muntazam bir eczahane el-yevm Kerbela’da ve Necef’te bile mevcud değildir. Bunların cümlesi kaimmakam-ı kazanın hüsn-i niyyetiyle icraatı neticesinde meydana gelmiştir. İşte görülüyor ki iş görmek isteyen bir zat Horasan kazasını tam Avrupa’daki İsviçre kasabalarına benzetebilir. Bütün kaimmakamlarımız Horasan kazası kaimmakamını teşebbüs ve faaliyette taklid etseler az zaman sonra memleketin her tarafı ma’mur olur. Diyala nehri üzerinde de beş on bin lira sarfıyla –beledi varidatından te’min edilebilir– bir asma demir köprüsünün vaz’ı da ahali ve kaimmakam-ı kazaca bir dereceye kadar mutasavverdir. Geceyi kazada bir handa geçirdikten sonra ertesi günü Horasan beledi eczahanesinde Sebilürreşad’ ın muhterem kari’lerinden olup ilim ve faziletiyle hüsn-i ahlak ve ulüvv-i cenabıyla buralarda ma’lum ve meşhur olan Müderris-zade Taha Efendi’ye tesadüf ettiğimden cidden mahzuz oldum. Efendi-i muma-ileyh kelimenin bütün ma’nasıyla alim ve fazıl ve asr-ı hazır ulemasından bir zat-ı ali-mikdardır. Kaimmakam-ı kazaya hükumete ahaliye daima delalet-i hayırhahanede bulunmakla bi’l-cümle kaza ahalisi beyninde şöhret-şiardır. Bu zat-ı muhterem herkese iyilik ediyor. Bizi lürreşad hakkında beslediği hissiyat-ı hayırhahaneye karşı kendisine arz-ı teşekkür ettim ve akşama doğru yine otomobil Sıcaklar gittikçe çoğalmaktadır. Bağdad vilayeti hal-i hazırda ni’met-i emn ü sükun ile mütena’im bir haldedir. Ümid ederim ki bundan sonra bu vilayet büyük bir umran ve terakkıye nail olacak ve eski şeref-i tarihi ve umranisini Bağdad: Hindistan muhabir-i mahsusumuz Tevfik Bey’den salimen Bombay’a vasıl olduğuna dair dün bir telgraf aldık. İnşaallah yakında Hindistan mektuplarını da neşre muvaffak oluruz. Vahdet-i Osmaniyyeyi bozmak İslamiyet’in nüfuz-ı istiklali altında yaşayan bakıyyeyi ecnebilere teslim etmek emeliyle; kavmiyet perdesi altında feci’ bir rol oynayarak müslümanları tamamiyle batırmak gayesiyle gece gündüz çalışan esafil artık İslamiyete Osmanlılığa karşı besledikleri kinlerini buğz ve adavetlerini açıktan açığa i’lan etmekten çekinmiyorlar. Mısır’da bu sene zarfında teessüs eden Adem-i Merkeziyet Fırkası ser-amedanından Doktor Şibli Şümel kendilerinin adem-i merkeziyetten bekledikleri maksadı pek sarih bir surette herkese anlatıyor. Ve Suriye’nin Osmanlı idaresi altında kalması nefsine pek giran geldiğini i’lan etmekten hiç istinkaf etmiyor. Bu makalemi okuyacak müslümanların cümlesi Osmanlılığı esfel-i safiline batırmak için hazırlanan tuzakları pek güzel anlayacaklar ve kavmiyet sitare-i şeni’ası altında yaygaralar koparan kesanın makasıd-ı hakıkiyyelerini idrak edeceklerdir. Bakınız doktor hazretleri Mısır’da intişar eden Le Progres gazetesinde ne yazıyor: “Türkler öyle vahşi bir millettir ki yegane gayesi yegane vazifesi insanları öldürmek; ma’mur beldeleri tahrib ve asar-ı nefiseyi hedm ile ulum ve adabı ortadan kaldırmak her türlü ıslahata karşı bir mani’ olarak durmaktır. Avrupa az kalsın Türklerin vahşi fütuhatından büsbütün bitecek ve cehalet ve ölüm bulutları altında ezilecekti. “Türkler yaşadıkları müddetçe kör kalarak önlerinde cereyan eden vukuatı ve ıslahatı görmediklerinden müterakkı milletleri taklid etmeye kalkışmadılar. “Anasırın ahlakını edyanın taaddüdünü bir fırsat addederek taassub ateşini alevlendirmeye başladılar ve sancakları altında yaşayanları öldürmeye dünyayı harabiyet alemi cehalet içinde puyan etmeye çalıştılar. “Filvaki’ maksatlarına erdiler. Evet ilim ve ma’rifet namına ancak Suriye’nin ve Avrupa-yı Osmani’nin bazı beldelerinde za’if ışıklar zahir olmuştur. “Bu zaif ma’rifet ışıkları ise Türkler vasıtasıyla değil bilakis Avrupalı ve Amerikalı misyonerler vasıtasıyla gelmiştir.” Doktor bundan sonra şöyle idare-i kelam ediyor: “Mahv ve tahrib etmekte Türklere faikıyyet kesb edecek hiçbir kuvvet yoktur.” Sonra doktor hazretleri Avrupa’da Türkleri müdafaa eden ahrarı levm etmeye başlayarak şu sözleri söylüyor: “Sizin gösterdiğiniz hissiyat mahalline masruf olmak için böyle zalimlerin menfaatine değil bilakis o tahrib ettikleri memleketlerin o mahvettikleri insanların menfaatine olmalı. Milletdaşlarını kurtarmak için kalkan milletlere karşı durmak caiz değildir. Fakat Avrupa hükumetlerini Avrupa’daki hanedanları Avrupa’daki ümmetleri muaheze etmeli. Çünkü bunlar zalimlere zulmlerinde devam edebilmek için fırsat bırakıyorlar.” Doktor sözü ileri götürerek Türkleri her türlü fenalık ile adavetini şöylece tasvir ediyor: “Ben bu hükumete karşı olan buğz ve adavetimi nefretimi rinden süt içerken emdim. Bu adavet bu nefret yaşım ilerleyip arttıkça ve memleketteki asar-ı tahribi gördükçe bende bir o kadar daha ziyadeleşti.” kini istemek için teessüs eden bir cem’iyetin erkanından ve en nüfuzlu mü’essislerinden olan doktorun re’yi: “Devlet-i Osmaniyyenin Tamamıyla Mahvı” Ben bu makalemde doktora reddiye yazmak fikrinde değilim. Maksadım Osmanlı namını taşıyan kimselerin Osmanlılığa derece-i merbutiyetlerini anlatmak; daha hala uykularında ber-devam olan vatandaşlarımı ikaz etmektir. Düvel-i İslamiyyenin ittiba’ ettiği meslekler tarihin sahaif-i nezzülünde bulunmak adeta çocukluktur. Doktorun sözlerinde bir ehemmiyet-i tarihiyye veya bir kıymet-i mantikıyye bulunsaydı ona cevap vermek için icale-i kalem ederdim. Fakat taassub-ı dinisinin te’siriyle gözleri körleşen akli muvazenesini gaib eden doktora cevap vermek ona hakaik-ı tarihiyyeyi anlatmaya kalkışmak pek beyhude bir yorgunluk olur. Maamafih muazzez refik Emin er-Rafi’i Bey’in hamiyyet-i mezaim-i mutaassıbane ve cahilanesine karşı verdiği mukni’ cevap pek kafi olduğundan ve doktor bu cevaba karşı lal kaldığından bazı fıkaratını tercüme ediyorum: Emin Bey uzun bir dibaceden sonra söze şöyle başlıyor: “Doktor Şibli Şumeyl Progre gazetesine yazdığı makale bir millet olsalardı bugünkü mesaib başlarına gelmezdi. Ve Avrupa’yı feth ettikleri esnada biraz vahşi davranmış bulunsalardı bugün devletin vücuduna zehirler püsküren Mesihilerden hiç kimse kalmazdı.” Muharrir-i muhterem bundan sonra meşhur Volter’in ve bazı müverrihlerin Türkler hakkındaki akvalini tastir ederek Avrupalıların Osmanlı bir vilayeti feth ettikleri esnada yapmış oldukları fezaihi şerh ile hakaik-ı tarihiyyeyi bast etmiştir. Makalenin hitamında adem-i merkeziyetçilerin fikrini şu Osmaniyyeyi öldürmek” Devlet-i Aliyye’yi öldürmek ise İslamiyet’i ayaklar altında çiğnettirmek demektir. En suzişli ibretlere karşı la-kaydimizi muhafaza eden bizler acaba yine la-kayd mı duracağız? Vatanımızın içinde türeyen bu zehirli haşeratı ezmek; efkar-ı mel’unelerini öldürmek zamanı hala gelmedi mi? Bu gayeye varmak için ancak hakıkı a’dalarımızı anlamamız lazımdır. İşte adem-i merkeziyetçilerin efkarı meydanda. Acaba hangi hakıkı Osmanlının kalbinden kanlar fışkırmaz? Hangi müslümanın hamiyyeti galeyana gelmez? Hangi Türkün hissiyat-ı vatanperveranesi işti’al etmez? Yalnız Türklere karşı değil bilcümle müslümanlara i’lan-ı harb eden bu kabil erazilin etrafında toplanan müslümanlar acaba ne vakit gafletlerinden uyanacaklar? Endülüs’te Tunus’ta Cezayir’de Hind’de oynanan faciaları heder olan kanları paymal edilen ırzları gözümüzle görmedik; tarihte okuduk. Fakat İran’da Trablusgarb’da Fas’da en sonra Rumeli’de irtikab edilen cinayetleri gözümüzle gördük. Müslümanların ah u eninlerini kulaklarımızla Ey müslümanlar... Biliniz ki bütün a’damız el ele verip bizi her taraftan kuşatmış. Zehirli hançerleriyle kalbimize son darbeyi vurmak istiyorlar. İntibah intibah.... “Bir müddettir yaptığımız gibi müfritane taşkın bir Türklük bizden büsbütün uzaklaştırır. Şimdiye kadar olduğu gibi milliyetimize temessül etmek bir tarafa dursun onlar da artık sırf milliyet-i asliyyelerini düşünmeye sırf o emel için çalışmaya başlarlar bizden ayrı dernekler yurtlar ocaklar teşkil etmeye koyulurlar. O zaman devletimize saltanatımıza derin bir zaaf bir rahne daha iras ettikten maada milliyet namıyla kala kala üç buçuk kişiden ibaret kalırız. İçimizden o komitelere mensub olanlar sıyrılır çekilirlerse mikdaren ve mahiyeten ne dereceye tenezzül eyleriz bir kere munsıfane düşünülsün. “Halbuki bu lisanı bu devleti bu milliyeti biz bütün o akvam getirdik onlardan ayrılınca o müessesat-ı mevcudiyetimizi hem fena halde sarsmış olmaz mıyız? “Eslafımızdan muasırlarımızdan fazlıyla kemaliyle dehasıyla her hangi meslekte olursa olsun yüzümüzü ağartanların acaba yüzde kaçı sırf Türk idi. Hasılı ne tuhaf bir kifayet etmiyormuş gibi varlığımızı yeniden yeniye mehalike uğratmak için ihtiras ile çalışmaktan bir zevk alıyor işte yalnız o zaman atalet-i ma’rufemizi garib bir faaliyete kalb eyleyebiliyoruz.” MÜSLÜMANLAR DINLERINE SAHIB OLMAZLARSA NE DIN KALIR NE DIYAR ! Grebene kahramanı Bekir Bey’in Tasvir-i Efkar muharririyle vuku’ bulan mülakatından atideki fıkaratı biz müslümanların gözlerini dört açacak mahiyette gördüğümüz için aynen nakl ediyoruz: “Balkanlılar bize Salib namına i’lan-ı harb ettiler ve bütün safahat-ı harbiyyelerinde Hıristiyanlığın İslamiyet’e taarruzu şekl-i vahşiyanesini muhafaza ve izhar eylediler. Bunun iç yüzü belki tamamen böyle değildir. Hatta en hakıkı ma’nasını ele alacak olursak Balkanlar Harbi’ni tertib ve tedvir eden kafaların hiçbirinde saik-ı dini bulunmadığını farz ve kabul etmekte bile hata yoktur denilebilir. Fakat halkı heyecana getirmek yürütmek için bu zevahire ihtiyac görmüşler ve kemal-i ciddiyetle tatbik etmişlerdir. Yalnız harb zamanında değil o harbin istihzaratı ile dolan bütün geçmiş senelerde dahi aynı tarikle ihzar-ı maksada çalıştıklarını kiliselerin birer siyaset ocağı haline getirildiğini gören gözler görüyorlardı. Beri tarafta biz miyane-i halkımızda ma’nası anlaşılmayan dinimizin muktezayat-ı ulviyyesine bile müraat edemiyorduk. Nerede kaldı ki efrad-ı kavm ve dinimizin menasik-i diyanetten menafi’-i siyaset istihsali suretiyle tahkim-i hal ve istikbal teşebbüsünde hatta tasavvurunda bulundukları mevzu’-ı bahs olunabilsin. Halbuki menafii dünya ve uhraya şamil olan bu fevaid ve belki levazım-ı siyasiyye dinimizin esasında ruhunda vardır. Bilfarz Cuma namazlarında irad olunan hutbelerin tenvir-i efkar ve irşad-ı enam için mevzu’ ve müesses olduklarına şek ve şüphe yok iken vaz’-ı aslisine hiç de tetabuk etmeyen şimdiki hutbeleri ekseriyetle dinleyenlerin değil okuyanların bile anladığı yoktur. Zaten anlasalar da ne çıkacak? Ayet-i kerime ve ehadis-i şerife çıkarılacak olursa bu hutbelerin mündericat-ı mütebakıyyeleri elfaz ve kelimat yığınından başka bir şey değildir. Bu şöylece bir misaldir. Yanı başımızdaki akvam-ı hıristiyaniyye ve bütün akvam-ı medeniyye hayat ve mevcudiyetimizle oynarken bizim böyle hab-ı gaflet içinde puyan olmaklığımız elbette doğru ve hayırlı bir duruş ve gidiş olamaz... Din bir zaruret-i hayatiyye ve ictimaiyyedir. Onun halk üzerindeki te’sirat-ı ma’neviyyesi gayr-ı kabil-i inkardır. İşte bu te’siratın hakıkı bir iman suretinde teessüs ve tecellisini te’min etmek lazım. Halk mensub olduğu dine karşı cahil putperestler hal ve mevkiinde kalmamalı. Esas-ı din ve ma’nası ne olacağını müdrik olmalıdır. Mes’ele bu yola dökülürse muhakeme uyanacak işte o zaman cevami’ ve mesacid ıssız ve ma’nasız birer heyula olmaktan ve binaenaleyh şimdi olduğu gibi ağyar eline düşerek zillet ve hakarete uğramaktan kurtulacaktır... Bunun için medreselerde baştan başa ıslahat-ı esasiyye yapmak lüzumunu idrak ve i’tiraf etmeli. Ben de medresede okudum. Senelerce emsile bina izhar okumak ve sonra da yine kara cahil hikmet-i ictimaiyye ve hadisat-ı dünyeviyyeden tamamiyle bi-nasib ve gafil kalmak tahammül olunur şeylerden değildir...” EHL-I SALIB MEZALIMI Grebene kahramanı Bekir Bey’in Tanin gazetesi muharririne vuku’ bulan beyanatından: “Yunan ordusu Grebene’nin bütün köylerinin delikanlılarını kesti. Hiçbir müdafaada bulunmayan Hisar Serin-i Kebir Çuhlu Ayadice köylerini kadınlarıyla beraber yaktı. Grebene’de yaşından yukarı olanları kamilen kesti. Orada Hamid Efendi namında yalnız bir müslüman kaldı. Benim akrabam diye kimi bulduysa biraderim de dahil olduğu halde cümlesini astı. Nasliç kasabası da dahil olduğu halde bütün köyleri yaktı. İslam olmak kabahatinde bulunan Kayalar ve Serfiçe kasabaları dahil olduğu halde Kozana köylerinde yaptığı vahşetin misli görülmemiştir. O halis müslümanlardan hatta üç yüz kadarını toplayıp istintak için Atina’ya göndermek üzere Serfiçe ve Alasonya arasından geçtikleri sırada üç yüz müslüman delikanlısını kamilen şehid ettiler. Serfiçe civarından toplattırılan İslam kadınlarından on kadın bugün Şacistine nahiyesinde ırzları esir-i zulm ve vahşettir. Yüz kadar yetişmiş kız ise Yunan ordusu zabitanına taksim olunmuştur. Yunanlıların zulmü ırz ve namusa olan tecavüzleri o kadar büyüktür ki Yunan ordusu kumandanı ve tekmil Yunanistan bilmelidir ki her taraftan yaptığı zulümden sarf-ı nazar yalnız Serfiçe civarında yaptığı zulmü Yankova ve Ciciler karyeleri civarında akan üç yüz kadar çoluk çocuk kanı ve Nalband köyü karargahıyla vahşi Garibaldi Alayı da dahil olduğu halde Nasliç Yunan karargahının İslam bakireleriyle sabahlanan kara gecelerini tarih yazmaktan utanacaktır. Hatta bu iki karargahdaki muhbirlerin biri Romanya’da beni gördüğünde Yunan mezalimini tahattur ederek ağlamaya başlamıştı.” HINDISTAN MÜSLÜMANLARININ ANADOLU’DA KÖYLER TE’SISI Hindistan ulemasından Zemindar gazetesi müdürü kaffe-i masarifi kendilerine ait olmak üzere Anadolu dahilinde dıyla Anadolu’ya seyahate çıkan Zafer Ali Han hazretleriyle Hindistan müslümanları namına hareket eden Hilal-i Ahmer hastahaneleri reisi Doktor Ensari ve Mısırlı Fuad Beyler hal bulamadıkları cihetle Konya’ya müteveccihen hareket eyledikleri Ankara gazetesinde görülmüştür. İnşaallah orada olsun ali maksatlarını icraya muvaffak olurlar. Anadolu’nun misafirperver müslümanları tarafından bu zevat-ı muhtereme hakkında fevkalade ihtiramat-ı mahsusada bulunulduğu vilayet gazetelerinde manzurumuz olmuştur ki zaten Anadolu ahali-i İslamiyyesinin hasisa-i mihman-perverisinden bu beklenirdi. HAKKIN SESLERI Mesail-i muazzama-i ictimaiyyeyi şiirin ruh-ı seyyal beyanına tevdi’de zatına has bir maharet ve fazilet göstererek bu vadide büyük muvaffakiyetler ibda’ eden ve binaenaleyh tarih-i edebiyatımıza mühim ve mümtaz bir fasl-ı nevin kazandıran müslümanların büyük ictimai şair-i fazılı Mehmed Akif Beyefendi’nin son şiirleriyle taban olan üçüncü “ Safahat” Büyük şairimiz; son felaketlerin hassasiyetine icra ettiği te’sirat-ı mehibeyi istediği gibi ifade edebilmek için pek güzide bir çare bulmuş; cevahir-i tahassüsat ve teessüratını Kur’an-ı Kerim’in la-yetenahi feza-yı maanisinden iktibas ettiği bir hüzme-i nur ile bir ayet-i kerime ile tetvic eylemiştir. Öyle ki insan bu şiirlerin saye-i ilhamında dolaşırken Kur’an’ın o feyyaz ve lahuti muhit-i hikemiyyatının fevk-ı re’sinde dalgalandığını hisseder. Kur’an-ı Kerim’in her harfinde bir şems-i hikmetin füruzan olduğunu teyakkun eder ulü’l-ebsar o alem-i fesihin bazı manatık-ı ulviyyesinde seyran edebilmek için üçüncü Safahat’ın destgiri-i irşadına müracaat etmelidirler. ALENI TEŞEKKÜR Misyonerlerin neşriyatına karşı fazıl-ı şehir Mahmud Es’ad Efendi hazretleri tarafından tahrir buyurulup Sebilürreşad ’a derc olunan ve bazı ihvan-ı dinin muavenetleriyle ayrıca risale şeklinde de basılan Hutbeler’ in Beyoğlu’nda ve sair lazım gelen mahallerde kiliselerde neşir ve tevziine himmet buyuran hamiyyetkar kardeşimiz Mehmed İhsan Bey’e bütün müslümanlar namına teşekkürler eyleriz. Rica - Abone bedellerini henüz göndermeyen muhterem kariinin bugünlerde tesviye-i hesaba himmet buyurmaları bilhassa rica olunur. Gayet mühim iki şey vardır ki insanları ona bir defasında zaruret sevk ederse diğer defasında din irşad eder; bundan başka terbiyenin tahsilin de bu hususta yardımı olur. Bu iki emr-i hatirin her biri diğerini ister istishab eder daha doğrusu te meyl diğeri mevki’’-i vakarından düşmez bir hakimiyete olan şevktir. Cenab-ı Hak bir taifenin beka-yı mevcudiyyetini murad ederse efradının fıtratına bu iki sıfat-ı celileyi tevdi’ eylemek suretiyle onu bir hilkat-i kamile şeklinde meydana getirir. Artık o taifenin hayatı o sıfatlardan haiz olduğu nasib nisbetinde Dest-i galibiyyetini başka milletlere doğru uzatarak kendi bünyesini besleyecek kendi bina-yı mevcudiyyetini te’yid edecek mevaddı onlardan almayan millet mutlaka günün birinde başka milletler tarafından kemirilecek yutulacak dünya yüzünden kaldırılacaktır. Ümmetler arasındaki tagallüb hayat-ı şahsiyyedeki tagazzi gibidir. Beden gıdasını layarak iş nihayet helake müncer olur. Bir ümmet için evvela kendi mevcudiyetini muhafaza etmek sonra da neşv ü nemasına lazım olan mevaddı almak için yanındakilere el uzatmak ancak o ümmetin hey’et-i umumiyyesi muhtaç oldukları şeyi istihsal hususunda müttefik oldukları surette kabil olabilir. Bir ümmette vahdete meyl gördün mü o ümmeti hızanetü’l-gayb-ı ilahide meknun olan hakimiyet-i ulya gibi akvam-ı müteferrikaya saltanat gibi mazhariyetlerle hemen tebşir et. Bütün akvamın tarihini tedkık etsek bütün tavaifin kemalindeki zevalindeki ahvalini araştırsak cem’iyat-ı beşeriyye hakkında cari olan kanun-ı ilahiyi şu suretle buluruz ki: Her kavmin mevcudiyetten nasibi vahdetten olan nasibiyle şevket ü azametten olan hissesi de hakimiyete olan meyliyle mütenasiptir. Zaten Cenab-ı Hak bir kabileyi ancak tefrika nifak şikak hastalıklarına tutulduktan sonra mahv eder. Onların cezasını medid bir zillet şedid bir azab daha sonra da ebedi bir Vifak ahadın birbirine yaklaşmasından birbiriyle kaynaşmasından ümmetten her birinin ümmetin menfaatini mazarratını hissetmesi her tabakada bulunan eşhasın milletin mecd ü şerefini alması kezalik o mecd ü şerefin fıkdanı halinde en büyük bir musibete giriftar olmuş kadar kederlenmesidir. Bugün biz üç yüz milyona baliğ olan adedimizle bu iki rüknü vahdetle hakimiyeti kolayca te’yid edebilirken hiç oralara yanaşmaz bil-akis hedmine çalışırsak ferda-yı mahşerde Allah’a karşı hangi yüzle i’tizar edeceğiz? Hangi özrü bulup söyleyeceğiz? Kendi kendimize kalır da sada-yı vicdanımızı dinleyecek olursak bugünkü bulunduğumuz hal-i sefile karşı kalbimizi Şevketimizi tarumar eden bizi bu hale getiren musibetlerin kaffesi ancak Allah’ın Peygamber’in bizi nehy etmiş olduğu tefrikaya nifaka düştükten sonra başımıza geldi. Lisanımızdan düşmeyen kulubumuzu itmi’nan içinde bırakan Kelimetullah’ın bizden taleb etmekte olduğu hukuku eda etmiş olaydık acaba ecnebiler için böyle memleketlerimizi parça parça etmek seyf-i galibiyyetlerini gözümüzün önünde parıl parıl parlatmak kabil olur muydu? SEBILÜRREŞAD HAZRET-I ADEM’IN CENNET’TEN HURUCUNA DAIR “ İncil’de dahi şöyle buyurulmuştur: Fakat şimdi ölülerden kıyam edip uykuya varanların tarafında mı oldu.” Kur’an’da dahi şöyle buyurulmuştur: “ Allah ma’bud-ı hakıkı olup ondan başka ibadete layık yoktur.” “ Hayatta kaim ve mahlukatın tedbirinde daimdir.” “ O’na ne ımızganmak tari olur ne de uyku.” “ O’nun kürsi-i azameti gökleri ve yeri muhittir onların hıfzı kendisine muris-i sıklet olmaz. Alimdir azimdir.” Hatib İncil’den naklinde devam ediyor: “Zira madem ki ölüm insan vasıtasıyla oldu ölülerin kıyamı dahi insan vasıtasıyla olur. Zira Adem’de cümlesi öldükleri misillü Mesih’de dahi cümlesi ihya olunacaktır.” Biz de Kur’an-ı Kerim’den şu ayeti naklederiz: “ Ey isyanda nefislerine israf eden kullarım.” “ Allahın rahmetinden kat’-ı ümid etmeyiniz” “ Zira Allah bütün günahları mağfiret eder.” “ Zira Allah mübalağa vesatatına müracaat lazım geliyor. Halbuki Kur’an’da “ İlmimiz insana şah damarından yakındır” buyurulmakla o kadar yakın bir zat-ı ecell ü a’laya münacat için insanın hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur. Şeriat-i yan Uluhiyet makalesinin mütalaasını tavsiye ederim. “Ne mutlu o kimseye ki İncil -i mübareke ve haber-i saide maliktir. Bunlar mahzun ve mükedder kalbden sukut hikayesinin bil-cümle asar ve alaimini mahv u izale eder ve onda öyle bir sürur ve şadi menba’ı husule getirirken asır ve zamanın mihnet ve musibetleri gerek münferiden gerek mecmuan onun safa ve meserretlerini ihlal edemezler.” Ne mutlu o kimseye ki Kur’an-ı Kerim’e ve şifa-i mübine malikdir. Bunlar tebşiriyle mübeşşer olduğundan Adem’in olmazlar. Hakkı kendilerinden eb’ad-i eb’ad ile mesaha edilemeyecek kadar uzak görmeyip gönüllerinin içinde bulurlar ve nail-i sürur ve şadi olurlar; hayat-ı dünyanın beyhude bir gurur-ı batıldan ibaret olduğunu ve iman ve takva üzere bulunurlarsa ecrine nail olacaklarını bilirler. Öyle sabirlerdir ki kendilerine bir musibet geldiği vakit “Biz Allah’ın memluküyüz ba’de’l-memat yine Allah’a rücu’ edeceğiz” derler bu suretle Rablerinin ni’met ve rahmetine ümidvar olurlar; işte asıl hidayet-i Rabbaniyyeye mazhar olan onlardır. Hatib-i Nasrani bakınız ne cevherler yumurtluyor: “İmdi biz ey aziz arkadaşlar Kur’an-ı Kerim’in pederimiz Adem’in sukutunu ve nev’-i beşerin sefalet ve perişanisini kemal-i sarahatle haber verdiğini ve lakin hazret-i Adem’in Rabbinden telakkı edip de tevbe etmesine bais olan kelimat üzerine bir perde çektiğini –bir örtü örttüğünü– gördüğümüzde kıssa ve hikayenin bakıyyesini size haber vermek Biz de ey aziz arkadaşlar! Kur’an-ı Kerim’in insanı iki yedi yani celal ve cemal sıfatları ile yarattığını ve onu cennette değil belki dünyada halife kıldığını ve hübutu öyle gazab ve saht üzerine olmadığını ve cibillet-i beşeriyyede bir gune tebeddül ve tahavvül vuku’ bulmayıp hem saadete ve hem şekavete müstaid bulunduğunu ve her kimde hangi cihet galebe ederse hakkında ona göre muamele edileceğini haber verdiğini gösterdik. Şimdi de kıssanın bakıyyesini haber vermek istiyoruz: “ Adem Rabbinden bazı kelimat telakkı etti.” “ Allah da onun tevbesini kabul eyledi zira Allah tevvab ve rahimdir.” Bu ayette gerek ve gerek kelimelerinde harfleri ta’kıbe delalet eder. Yani Adem “hübut” emrini alır almaz bazı kelimat telakkı ile tevbe etmiş ve akabinde afv-ı İlahiye mazhar olmuştur. Ondan sonra da “hübut” husule gelmiştir. Bu ayetten sonra emrinin tekrar buyurulması da buna delalet eyler. Bu ifadattan da anlaşılıyor ki Adem’in “hübut” zaten tevbeden sonra gazab kalmaz. Acaba Adem’in Rabbinden telakkı ettiği kelimat nedir? Hatib Kur’an’ın bu kelimat üzerine bir perde çektiğini tefevvühden çekinmiyor. Onun böyle idare-i lisan etmesi bilmediğinden değil belki işine gelmediğindendir? Çünkü isterdi ki o kelimat “Halaskarın gelip bütün insanları kurtaracağı hakkında” olsun. –Gerçi Sure-i Bakara’da o kelimat mezkur değildir; lakin Sure-i A’raf’da gösterilmiştir: “ Rabbimiz biz nefsimize zulüm ettik eğer sen bize mağfiret ve rahmet etmez Bazı müfessirine göre Adem “hübut” emrini aldığında “Ya Rabb! Sen beni bila-vasıta kendi yedeynin ile halk etmedin mi beni cennette iskan eylemedin mi senin rahmetin gazabına sebkat etmiş değil midir?” diye münacat etmekle “Evet! Öyledir” diye hitab-ı izzet varid oldu; ba’dehu “Ya Rab! Ben tevbe ve rücu’ edersem yine cennete avdet eyler miyim?” tarzında istirham ederek buna mukabil de cevabını aldı. Buna göre Adem’in telakkı ettiği kelimat halife tarafından Allahü teala’ya karşı edilen uhud-ı yedir. “Yahud daha ziyade ta’ziye ve selamete nail olasınız ve muzlim tarafını gösterdiğimiz misillü size hikayenin parlak tarafını dahi haber vermek istedik.” size menşe’-i hatanızı göstermek idi. İnsanın ahsen-i takvimi zayi’ etmeyerek nefsini terbiye ile nefs-i mutmainne derecesine aliyyeye dahil olması için lazım gelen tedabiri haber vermek yormaktan vazgeçmeyecek imişsiniz; bizde meşhur bir söz vardır: Kendi düşen ağlamaz. “Hazret-i Adem vasıtasıyla cennetten tard olunup her nevi’ bela ve musibete hedef olduk.” Hayır iki gözüm! Kendini beyhude yere yorma. Cennetten tardınız mukteza-yı hikmet idi; zaten dünyada yaşamak üzere yaratılmış idiniz. O duçar olduğunuz belaya ve mesaib ne Adem’dendir ne sendendir ne de benden; hepsi O’ndandır. Eğer istese idi dar-ı naim olan cennette Adem’e öyle emretmezdi; dünyaya gelmeniz mukadder olduğundan bu yolda sebebini i’dad eyledi. O’nun sünneti öyledir. “Bir şey yapmak isterse sebebini de hazırlar.” İş Hafız-ı Şirazi’nin dediğidir. O’nun yaptığına teslimiyetten başka çare yoktur. Ama sen buna razi olmayacak imişsin “Ve lakin Hazret-i Mesih vasıtasıyla cennet-i naime gider ve hayat-ı ebediyyeye nail oluruz.” Eğer Mesih-i hakıkınin söylediği sözlere riayet edeydiniz ben de buna ihtimal verirdim. Lakin bu tuttuğunuz tarikın oraya isal edeceğine hiç ihtimal veremem. “Hazret-i Adem vasıtasıyla günahlı halde dünyaya geldik doğarız. Yani Allah bizde tabiat-ı cedide ve saliha halk eder.” Allah sizi daha ibtida-yı hilkatinizde salah ve fesada müstaid olarak yaratmış ve ba’dehu iki cihetten birini ihtiyar ve tercih salahiyetini kendi elinize vermiştir. Ma’rifet fesada olan meylinizi öldürüp salaha olan meylinize kuvvet vermektir. Bunda da sa’yinizi sarf ile beraber tevfik-i ilahiye müterakkıb olmanız lazım gelir. “ İncil -i şerifde buyuruyor ki: Ama her kim onu yani Mesih’i kabul ettiyse onlara yani ismine iman edenlere evladullah olmaklığa salahiyet verdi. Bunların tevellüdü dahi ne kandan ve ne ten iradetinden olmayıp ancak Allah’tan Kur’an-ı Kerim’de de diyor ki: “Onlardan her kim Allah’a ve yevm-i kıyamete iman-ı hakıkı ile inanır ve salih işler yaparsa onların ecr ü mesubatı Rablerinin nezd-i ma’nevisindedir onlar için bir havf ve hüzün yoktur.” Nasıl Hatib Efendi! Korkup durduğunuz havf ve hüzünden kurtulmak ister misiniz işbu şeraiti yerine getiriniz “ Eşhas-ı uluhiyyet üçtür demeyiniz” “Artık hakıkat gün gibi aşikardır. Teslis fikrine nihayet veriniz. Bu sizin için daha hayırlıdır.” “ Allah ilah-ı vahiddir veled sahibi olmaktan münezzehtir.” “ Bütün göklerde ve yerde olanlar onun mülküdür.” Hatib Efendi! Bak Kur’an-ı Kerim’de ne buyuruyor: “ Rabbinizin mağfiret ve cennetine nailiyet için şitab ediniz; ol cennet ki arzı semavat ve arz kadar olup müttakıler “ Vüruduna Allah’ın iradesi taalluk etmekle reddine imkan olmayan yevm-i kıyamet gelmezden evvel yüzünü din-i müstakıme doğru çevir.” “ Size azab-ı ilahi vasıl olmadan evvel Allah’a tevbe ve rücu’ ediniz sonra kimseden nusret göremezsiniz.” Ey aziz arkadaşlar! Şu ayat-ı celileye binaen biz de size kendi kelamınızı tevcih ederek deriz ki: “Ona iman edip gazab-ı atiden kurtulmak istemez misiniz ona hemen şimdiden iman ediniz. Makbul zaman bugündür. Fakat yarın yevm-i hesabdır.” Amma bu nasihati kabul etmezseniz size son söyleceğimiz şey şudur: Gedikpaşa: Mayıs MÜESSESAT-I FENNIYYEDEN HASTAHANELER Mısır müessesat-ı sıhhıyyesi bazı hususda Şam ve Bağdad hastahanelerinden temayüz ediyordu. Mısır’da; Bağdad ve Şam’da olduğu gibi hastahaneler tababetinde müstahdem o derece çok ve meşhur hekimler görülemiyor. Mısır’da etıbba-yı meşhure bilhassa tedabir ve inzibat-ı sıhhiye nezarete me’mur olarak adeta müfettişlik vazifesini ifa etmişlerdir. Fenn-i tıb Mısır’da seri’ ve devamlı bir terakkıye mazhar olmuş ve altıncı asırda şarkın en parlak ve en ziyade şa’şaadar merkez-i tababeti Kahire olmuştur. Daha on üçüncü asr-ı hicride Mısır’da bir hastahane te’sis edilmişti. tarihinde Ahmed bin Tolun . dinar sarfıyla Kahire’de bir hastahane te’sis ve mecanin ve fukaraya tahsis eylemişti. Ahmed her hafta bu hastahaneyi ziyaret ve hastaların tedavi ve tağdiyesine i’tina edilip edilmediğini bizzat teftiş ederdi. Endülüslü Muhammed bin Abdun Mısır’a geldiği zaman birkaç sene Kahire bimaristanlarında tababette bulunmuştu. Daha sonra Mısır’da müessesat-ı sıhhıyyenin adedi tezayüd etmiştir. Mevcud hastahaneler arasında en meşhuru Bimaristan-ı Nasıri idi. Bimaristan-ı Atik namıyla da şöhret bulan bu hastahane alem-i İslam’ın en mübeccel simalarından olan Selahaddin-i Eyyubi tarafından te’sis edilmişti. Dördüncü asrın evasıtına doğru müluk-i İhşidiyyandan Kafur el-Husi Kahire’de kendi namına nisbetle Bimaristan-ı Kafuri’yi te’sis ve inşa eylemişti. Mısır kıt’ası sertababetine ta’yin edilmiş olan İbni Zübeyr Bimaristan-ı Nasıri’de emraz-ı ayniyye tababetiyle muvazzaf idi. Bu vazife İbni Zübeyr’den sonra bir aralık da müverrih-i şehir Musa Kahire hastahanelerinden birinin hizmet-i tababetini bir bimaristana devam ederdi. Mısır etıbbası miyanında emraz-ı ayniyye mütehassıslarının bi’n-nisbe pek çok miktarda olmasından o vakitlerde de Mısır’da göz hastalıklarının pek ziyade olduğunu istidlal edebiliriz. Memalik-i bahriyyeden Melik Mansur-ı Kalavun tarihinde Kahire’de Şari’u’n-Nehhasin’de meşhur Bimaristan-ı Mansuri’yi te’sis eylemiştir. Makrizi bu hastahaneden bahsederken diyor ki: Evvelce Bimaristan-ı Mansuri’ye yalnız mecanin kabul edilirdi. Bilahare her nevi’ hastaların kabulüne müsaade edilmiştir. Her hastalığa mahsus ayrıca hususi salonlar ve mütehassıs tabibler ayrılmıştı. Bimaristanın varidatı pek zengin olduğundan hastaların her türlü ihtiyacatı mükemmelen te’min edilmekle beraber etıbba-yı müdavimeye de bol bol maaşlar verilebiliyordu. Uyku uyuyamayan hastalar için ayrıca bir salon ayrılmış olup buraya me’mur edilen musikı-şinaslar hikayegular hastaları eğlendirmekle muvazzaf idiler. Tamamıyla şifayab olan kimselere hastahaneden çıkarken beşer lira kadar bir meblağ verilmek meşrut lunan hastanın çıkar-çıkmaz te’min-i maişet zaruretiyle ağır ve yorucu işler ifasına mecbur olmasına meydan bırakmamak gibi bir fikr-i aliye mebni i’ta olunurdu. Sultan Kalavun hastahane ittisalinde bir de tıbbıye mektebi inşa etmişti. Bimaristan-ı Mansuri son zamanlara kadar payidar olmuştu. On sekizinci asrın nihayetlerine doğru Napolyon Bonapart idaresinde Fransızlar Mısır’ı istila ettikleri zaman Bimaristan-ı Mansuri dahilinde mecaninden maada elliden ziyade hasta bulmuş olduklarını Fransa müverrihleri kayd ve tezkar etmektedirler. Memalik-i Çerakiseden Melik Müeyyed de tarihinde Mısır’da Bimaristan-ı Müeyyedi’yi te’sis ve inşa eylemiştir. Mısır hakkındaki tedkıkat-ı vakıfanesiyle müştehir Mösyö Jomar Jomard vaktiyle Mısır’da İslamlar tarafından ayrıca kadınlara mahsus bir takım hastahaneler de te’sis edilmiş olduğunu beyan ediyor. Mısır’da ta’dad ettiğimiz büyük hastahanelerden başka küçük mikyasda daha birçok bimaristanlar te’sis edilmiş olduğu muhakkakat-ı tarihiyyedendir. Mekke-i Mükerreme’de daha üçüncü asırda muntazam hastahaneler te’sis edilmiş olduğu bazı asar-ı tarihiyyeden anlaşılmaktadır. Kutbüddin-i Hanefi Mekke Tarihi’nde diyor ki: “Hicret-i Nebeviyyenin tarihinde Şerif Hasan üçüncü asırda Halife Mustansır tarafından Mekke’de inşa ve te’sis edilmiş olan hastahaneyi yeni baştan ta’mir ve ihya ederek fukara ve hasteganın te’min-i ihtiyacatı için icab eden varidatı tahsis eylemiştir. Şerif Hasan bimaristana gidecek fukara-yı merzanın tamamıyle kesb-i ifakat edinceye kadar hastahanede kalmalarını ve bunların masarifatından kalacak varidatın fukaraya tevziini emreylemişti.” Kutbüddin’in şu ifadesinden Mekke’de daha üçüncü asr-ı hicride mükemmel bir hastahane Medine-i Münevvere’de dahi bir takım hastahaneler bulunduğu Halife Muktedir zamanında Vezir Ali bin İsa’nın emriyle meşahir-i etıbbadan Ebu Osman-ı Dımeşkı Sabit bin Kurre Sinan bin Sabit gibi zevatın Medine ve Mekke bimaristanlarına nezarete me’mur edilmiş olmalarından istidlal olunabilir. Medeniyet-i İslamiyyenin şanlı devirlerinde Afrika-yı şimalinin Cezayir ve Fas taraflarında bile bir takım müessesat-ı sıhhıyye bulunduğu tarihin taht-ı i’tirafındadır. Leon Afriken Leon Africain Fas’da vaktiyle müteaddid hastahane ve eytamhaneler bulunduğu gibi mecanine mahsus da ayrıca bimarhaneler te’sis edilmiş olduğunu rivayet ediyor. Kaziri Casiri de aynı i’tirafatı serdettikten başka Muhammed bin Kasım’ın on dördüncü asr-ı miladinin ortalarına doğru Merakeş Hastahanesi sertababetinde bulunduğunu da ilave etmektedir. Endülüs müessesat-ı sıhhıyyesi hakkında –maatteessüf– ümid edildiği kadar ma’lumat edinmek mümkün olamıyor. Her halde Endülüs’ün şanlı devirlerinde asar-ı medeniyyenin kaffesine dair inşa olunan müessesat ve mebani-i aliyye arasında birçok da bimaristanlar bulunduğuna kanaat etmek icab eder. Tababet-i İslamiyye hakkındaki tedkıkat-ı amikasıyla alem-i İslam’ı kendisine minnetdar bırakmış olan Doktor Lüsyen İskoryal Kütüphanesi’nde eline geçirmiş olduğu bir kitaba istinaden Endülüs’de vaktiyle birçok müessesat-ı sıhhıyye bulunduğuna kani’ olduğunu Saltanat-ı İslamiyyenin edvar-ı şa’şaadarında te’sis edilmiş olan bu hastahaneler son derece muntazam ve sıhhi oldukları gibi nezafetlerine de derece-i nihayede i’tina edilirdi. Hastahaneye müracaat eden hasteganın din ve mezhebleri asla nazar-ı i’tibara alınmaz. Bila tefrik-ı cins ve mezheb herkes kabul olunurdu. Etibba yanlarında hasta bakıcıları bulunduğu halde hastaları dolaşır ve icab eden ilaçları bizzat verirlerdi. Bimaristanlarda her hastalık için ayrıca bir salon bulunurdu. Meşahir-ı etibba fenn-i tıb ve fenn-i saydeleye dair olan derslerini ekseriya bimaristanlar dahilindeki dershanelerde rirlerdi. leri ma’lumattan İslamların daha o zamanlarda bile bugünkü seyyar hastahaneler tarzında deve ve katırla nakl olunur bir nevi’ hastahaneler te’sis etmiş oldukları anlaşılıyor. Seyyar hastahanelerin şeref-i ihtira’ı Türklere aiddir. Filhakıka dularında askeri seyyar hastahaneler bulundurduğu tarihin zabt etmiş olduğu hakayık-ı müsbetedendir. Bundan evvelki makalede Cenab-ı Allah’ın halk ve icad hususunda şerik ve naziri olmadığı cihetle ibadetin de yalnız kendisine maksur olacağını söylemiş hakıkat olarak ibadet lafzının ne gibi ef’al ve harekata ıtlak olunabileceğini de izah eylemiştik. hur olanı pek ziyade taammüm edeni de duadır ki: Esbab-ı müktesebeye muhalif olduğu cihetle kendisine vüsul müteazzir yahud müteassir olan bir takım hacetlerin kaza olunmasını Evet esbab-ı zahireye tevessül etmeden yahud esbab-ı zahire ile ele gelmesi mümkün olmayan bir takım hacetlerin kaza olunması talebinde bulunmak da ibadettir bunun içindir ki müfessirin-i izam hazeratı gibi ayat-ı Kur’an iyyedeki dua lafızlarını “İba[de]t” ile tefsir etmekte müttefik müctemi’dirler. Hadis-i meşhurda da buyurulmuştur. Duanın asıl ma’nası alel-ıtlak yahud matlubün-minh olan zatın isti’lasını mülahaza ile beraber çağırmak ve taleb etmektir. Evet duanın ma’na-yı aslisi bir kimseden bir şey taleb etmektir; isterse o kimsenin isti’lasını mülahaza etsin ta’zimi mülahaza esbab-ı zahirenin verasında ona mahsus bir saltanat-ı gaybiyye olduğunu i’tikad eder yahud çalışmak zaman –dualıktan çıkarak– ibadet olur. ve-i kahireye malik olduğunu i’tikad etsin; isterse kendisiyle Allah arasında takarrübe vasıta olduğundan dolayı o saltanata malik olduğunu i’tikad etsin! Bunda fark yoktur. Madem ki onun için bir saltanat-ı gaybiyye i’tikad ediyor ona edilen dua da ibadettir. Çünkü ibadet –yukarıda söylediğimiz gibi– kalbin ma’bud için bir azamet his eylemesinden neş’et eden tezellül ve huzuun aksa-yı gayetidir. Kur’an-ı Kerim’den lügatten mütebadir olduğu vechile buna “tevessül” “istişfa’” gibi başka namlar verilmesi de bunu ibadet ma’nasından çıkarmaz. Çünkü i’tibar hakıkatedir; yoksa isimlere ıstılahata vesavis ve hayalata değildir. Şurası muhakkaktır ki: Şirkin bu nev’i yalnız Allah’a Bu ayetin ehl-i kitap hakkında nazil olduğunu söyleyenler olduğu gibi başkaları hakkında nazil olduğuna kail olanlar da vardır. Maamafih bila-tereddüd diyebiliriz ki: Ehl-i kitaba bu i’tikad kendileri ile ihtilat ettikleri Vesenilerden sirayet etmiştir. Lakin onlar Vesenilerden sirayet eden bu akıdeyi te’vil ederek dinlerinin zevahirine tatbik ettiler; zaten kitaplarında da bu akıdeyi okşar yollu bazı ayat-ı müteşabihe eksik olmadığından ta’kıb ettikleri yolun sıhhatini onlar ile de istidlal ediyorlardı: Öyle i’tikad ediyorlardı ki: Ahbar ve ruhban Allah ile kendileri arasında vasıtadır: Kendilerini Allah’a yakın kılacak yapmış oldukları fenalıkları setr ederek Allah’ın fazl u ruhban vasıtasıyla kendilerinden her türlü ukubeti def’ ederek niam-ı mala-tuhsaya gark eder; dine maişete aid her ne isterlerse esbab-ı şer’iyye ve tabiiyyesine hiç tevessül etmes’eler bile yalnız onların vasıta olmasıyla bol bol bağışlar. suretle i’tikad etmesidir; yoksa “Onlar ahbar ve ruhbana hakıkaten erbab ve alihe namı veriyorlardı ahbar ve ruhbana dua ediyorlar lazım gelen şeyleri onlardan istiyorlar yahud onları halik ve razık i’tikad ediyorlardı” ma’nasına değildir. Hayır hayır! Onlarda böyle bir i’tikad ne oldu ne bu zamana gelinceye kadar tarihlerinde görüldü! Bir taraftan Allah’tan başkasına ibadet olunmaz deyip dururlarken rü’esa-yı ruhaniyyeye olan bu nevi’ ta’zime onlara mahsus olmak üzere i’tikad ettikleri imtiyaza nasıl olur da ibadet namı verirler? Rüesa-yı ruhaniyyeye nasıl erbab ve alihe namı verecekler ki: Bir taraftan La ilahe illallah diyorlar! Bunlardan bilhassa Yahudiler! Evet onlar da muvahhidinden söze isme değil; ancak amele i’tikadadır. İşte bunun içindir ki: Cenab-ı Hak ...! buyurdu da ...! demedi. Hatta onlar nusus-ı kitaba muhalif olan akvalden kendilerini o kadar tebrieye çalışıyorlardı ki: Bulundukları hallerini kitaba –velev ki kelimeleri mevzi’lerinden tahrif ederek ma’na-yı gayr-ı maksuda haml etmek suretiyle olsun– tatbik ediyorlardı. Üstad-ı muazzam Şeyh Muhammed Abduh merhum diyor ki: Yahudiler muvahhidinden idiler. Fakat onlar takrir etmiş oldukları şeylerde rüesa-yı dine ittiba’ etmeyi Allah tarafından münzel olan ahkama ittiba’ etmek menzilinde sayıyorlardı... Nasaraya gelince onlar da rüesaya ittiba’ etmek mes’elesinde daha ziyade ileri giderek rüesanın hataları en büyük günahları bile afv u mağfiret edebilmek iktidarında olduklarına kail oldular. Bu suretle kiliseler gittikçe nasın emvalini yutmaya vesile oldu. Bununla beraber günah çıkarmak mes’elesi ileri gittikçe bittabi’ pek çok fenalığın da zuhuruna sebep oldu neticede bu fenalığı def’ etmek için Protestanlık ortaya çıktı; kiliselerde şefaat maksadıyla dua ve ibadet edilen suretler kaldırıldı. Hadis-i Buhari’de de Yahud ve Nasaranın düştükleri giriveye sukuttan tahzir makamında şöyle varid olmuştu: Hakıkaten haber-i Nebi ne kadar da doğru çıktı: Yahudiler ile Nasaranın düştükleri şirkin Veseniliğin bu nev’i ümmet-i İslamiyyede alabildiğine taammüm etti; hatta müslümanlardan bazı fırkalar bu hususda Yahud ve Nasaradan belki Vesenilerden bile ileri gittiler; onlardan sirayet eden bu nevi’ şirke kendilerinden de bir çok şeyler ziyade eylediler: Allah’ın gayrısını evliya ittihaz ederek mescidlerinde onlara mahsus heykeller türbeler yaptılar; bu kadarla da kalmayarak namaz kılarken bile kat’ıyyen mislini mülahaza etmedikleri bir ta’zim ile tezellül Allah’tan başkasından istenilmesi caiz olmayan şeyleri gidip de o heykellerin o türbelerin huzurunda istiyorlar. Hakıkat-i ediyorlar ki: Bu evliyalar kendilerini Allah’a yakın kılacak; yine diyorlar ki: Bu evliyalar ind-i ilahide bize şefaatcidirler Allah’ın izni ile bizim bütün hacetlerimizi bizzat kaza ederler; yahud Cenab-ı Hakk’ın hacetlerimizi kaza etmesine vasıta olurlar da Allah da bunların vasıtasıyla hacetlerimizi kaza eder. Bu hareketleriyle evliyaları makam-ı rububiyete çıkardıkları halde sonra bir de diyorlar ki: “Biz bunlara karşı ibraz ettiğimiz ta’zim ile bunlara ibadet kasd etmiyoruz.” Bittabi’ bu sözleriyle yaptıkları şeye kendilerinin ibadet namı vermediklerini anlatmak istiyorlar. Doğru ya te’vilciler bu ef’al-i gayr-ı meşruaya da ibadetten başka bir takım isimler buldular: “Tevessül” “İstişfa’”. Halbuki: Bunların bu suretle hareket etmeleri yaptıkları ta’zimin ibadet olmadığını anlatmak için tevessül istişfa’ namı vermeleri de lügate karşı irtikab olunan bir cinayet idi; lügate lisana karşı irtikab olunan bu cinayet dine karşı irtikab ettikleri cinayete munzam oluyor bu suretle cinayet katmerleşiyordu. Biz “tevessül” namı verdikleri şeyi şimdi mevzu’-ı bahs ederek “şefaat” bahsini de ahiret hakkındaki mebhase terk edeceğiz. Çünkü şefaatin ancak ahirette olacağı varid olmuştur. Şurasını da söyleyelim ki: İsim hiçbir zaman hakayıkı taklib ve tağyir etmez: Öyle ya eğer isim müsemmanın hakıkatini tağyir etmiş olsaydı ağızdan çıkıveren bir kelime ile fakırin zengin zaifin kavi ve yine fakır olan bir kimsenin padişahlar sınıfına irtika edivermesi mümkün olurdu. Nasaradan Cebel-i Lübnanlı gayet zarif bir zat bana vaktiyle şöyle bir vak’a nakl etmişti: “Muhammed isminde bir müslüman tanassur ederek “Kazehaya” savmaasında bulunan rahiplerin içlerine girer. Bunun eski ismi olan “Muhammed” yerine “Hanna” ismini verirler; evvelce Muhammed iken şimdi “Hanna” olur. Bunun tanassur ettiği zaman da hıristiyanların perhizleri olan balıktan başka hiç et yemedikleri uzun zamana tesadüf etmiş. muş. Bu suretle “Hanna” her gün mercimek yemekten usanır artık perhiz kendisine ağır gelmeye başlar. Bir gün savmaadaki tavuklardan birisini tutar gece olduğu vakit kesip pişirmeye başlar. O sırada oradan geçmekte olan rahipler bunu his ettiklerinden ne yaptığını sorarlarsa da cevabında hile yollarına saparak onları aldatmak bir desise ile onları savmak ister; işi anlayan rahibin birisi koşarak hemen tencerenin kapağını kaldırır. Tavuk da meydana çıkar. O zaman aralarında şöyle bir mükaleme cereyan eder: Rahip – Hanna kardeş bu ne? Hanna– Balık – Bu balık değil tavuktur. – Hayır efendim balıktır. – Canım böyle balık olur mu? İşte koskoca bir tavuk! – Gerçi bunun asıl ismi tavuktur; fakat şimdi bunun ismine balık demiş olsak sana bir zarar gelecek mi? – Bu kat’ıyyen sahih değildir. – Şimdi benim ismim nedir? – Senin ismin Hanna’dır. – Evvelce ne idi? – Evvelce Muhammed idi. – Madem ki isim tagayyür etmekle hakıkat-i müsemma kat’iyyen tagayyür etmiyormuş öyle ise ben müslümandan başka bir şey değilim: Eşhedü en-la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulüllah. Hanna bunu söyledikten sonra tavuğu da yedi. Sabah olunca savmaadan da çıkıp gitti.” ESBAB-I MAĞLUBIYYETIMIZDEN Muharib iki milletten birinin galibiyeti diğerinin de mağlubiyeti bir emr-i tabiidir. Kavanin-i tabiiyye zaifleri daima mağlubiyete mahkum etmiştir. Mağlub milletlerin en büyük felaketi mağlubiyetlerini müteakib o mağlubiyetin esbab ve anasır-ı müessiresini bulup o avamili izale eylemeye kudret-yab olamamalarındadır. Mağlublar galiplerden pek çok çalışmaya; bir devre-i intibaha girerek esbab-ı mağlubiyyeti esasından teşrih ile o ictimai dertlere çare-saz olmak yolunu tutmaya mecburdurlar. Uğradığı felaketlerden mütenebbih olamayan dertlerine çare bulamayan milletlerin inkıraza sürüklendiklerini tarih isbat ediyor. Bir milletin sebeb-i mağlubiyyeti yalnız bir tek kusur-ı mütenahi avamil-i müessirenin taht-ı te’sirinde vukua gelir. Bu esbab-ı adide arasında en ruhlu en müessir bir takım telife arasından bu hastalığın bu zaaf-ı umuminin esbab-ı asliyyesini meydana çıkarmak için eli kalem tutabilen her ferd yazmalı söylemeli düşünmeli ve hastalığın önüne geçmeye çalışmalıdır ki atinin halası mümkün olabilsin. Şurası muhakkaktır ki mağlub olan ordu değil Osmanlılık hey’et-i müctemiası Osmanlı milliyetidir. Çünkü ordu milletin muhassala-i kuvvetidir. Ordunun hatalı hareketini öne sürerek mağlubiyeti askerde idare-i askeriyyede emr-i kumandada ta’lim ve terbiye noksanında ve sairede aramak muhakeme-i zatiyyeme göre esbab-ı fer’iyyenin tahlili ile uğraşmaktır. Tabiidir ki bir ordu mağlub olmak için askerinde ta’lim ve terbiyesinde emir ve kumanda hey’etinde birçok kusur olmak gerektir ki o da milletin hey’et-i mecmuasının tarik-ı terakkı ve temeddünde geri kalmış ve üzerinde yaşadığı toprakta hakk-ı hayatı kalmamış olmasıdır. Gerçek; kuvvetlilerin zaifleri mağlub etmesi kanun-ı tabiisinin biz önüne geçemezdik. Mağlubiyetimiz zaafımızın en bahir delilidir. Binaenaleyh emr-i kumandada filan kusur olmaya dan kurtulmaya zıman olamaz. Belki bizi inkirazı hazırlayacak atalete sevk eder. Şüphesiz ki o kusurlar bir sebebin bir sebeb-i aslinin eseridir. Kanun-ı tabii sevkiyledir ki o gibi kusurlar irtikab edilmiştir de millet de mağlub olmuştur. Hatasını mu’terif olmak cesaret-i medeniyye sahibi olmaktır. Ati için bir intibah husulü evvel emirde hataların met-füruşana mütalaat ile imrar-ı vakt eder mazimizin şa’şaasından azametinden demgüzar olarak yalnız bu iftihar ile müteselli olarak hale bu hal-i esef-iştimale çare-saz olmaya yeltenmez isek hezar teessüf!... Gelelim sadede: Ben kendi hissim i’tibariyle na-kabil-i ta’dad olan esbab-ı mağlubiyetimiz arasında belli başlı amil-i müessir olarak cehalet ve zaaf-ı hissiyat-ı diniyye yi teşrih etmek isterim. Filhakıka cehalet-i umumiyye fikrimce esbab-ı mağlubiyetimizin en birinci müessiridir. Galiplerimiz Balkan orduları değil Balkanlıların mekteb-i ibtidai muallimleridir. Balkan ordularını vücuda getiren Balkan milletlerinde bir ideal bir mefkure doğmuştur ki bu mefkureyi tevlid eden müessir mektep muallimleridir. Gaye-i maksadı hedefi olmayan milletler yaşayamaz. Nasıl ki hayat-ı ferdide emelsiz hedefsiz yaşamak kabil olmazsa hey’et-i müctemia-i beşeriyyede de bir gaye-i fikri teessüs etmek meşruttur. Mefkure ise dimağın tenevvürüne tabi’dir. Duygusuz yaşayan milletler cem’iyyat-ı behimiyyeden farklı olamazlar. Şu halde üzerinde yaşadığımız ve hamir-i füyuzundan hayatımızın tenemmüv ve imtidadını te’min eylediğimiz bu toprağın muhafaza ve müdafaası evvel emirde hayat-ı müctemiamızın o toprak yüzünden olduğunu idrak edebilmeye o toprağa bir merbutiyet-i kalbiyye ve alaka-i hissiye hasıl etmeye menuttur. Binaenaleyh hiss-i vatanperverinin teessüsü cehaletin bulmayı münhasıran hükumete Maarif Nezareti’nin icraatına havale etmekle bu milleti cehaletten kurtarmaya imkan olamadığı geçen senelerin gösterdiği emsal ile tebeyyün ediyor. Cehaletin mevcudiyet-i milliyemizi kemiren bir derd-i de bu mes’elede hasıl olan ittihad-ı fikri bir kuvvettir. Bu kuvvet sayesinde memleketin derd-i cehaletine karşı koymak hususunda büyük hizmetler büyük tedaviler yapılabilir. Siyasi cem’iyyetlerin teşekkül ve taaddüdüne şahid olduk. Kitle-i asliyyesi cahil geçinen bir millette yüz iki yüz mütefekkirin cem’iyyet-i siyasiyye teşkil etmesi bu memleketi kurtaramaz. Cem’iyyat-ı siyasiyye yerine İkdam gazetesinde “Lozan Mektupları”nda gördüğüm nafi’ cem’iyetlerden bir kaçı teşekkül etse idi atacakları ufak hatveler memlekette bir unsur-ı kalilin olsun hal-i müessifine çare-saz olurdu. Düşman-ı aslimiz olan cehalete bir darbe-i kat’ıyye vurmak metin hatveler atılmasını istiyorum. Bu kuvveti toplamak arzu ediyor. Muhterem mecmuanızın hey’et-i tahririyyesinden başında bu derdimizden en ziyade müşteki olan Akif Beyefendi’nin siması olduğu halde bir hey’et teşkil edilse bu hey’eti bir cem’iyet haline sokmak için memleketin mütefekkirlerinde böyle bir ümniye-i hayriyyeye koşacak ve fikriyle nakdiyle bedeniyle hizmet edecek birçok simalar tanıyorum. Maarif Nezareti de tahsil-i mecburi kaidesini ta’mim eder ve cem’iyet Anadolu’da kalan ülkemizde ibtidai nümune mektepleri açar ve ilk senelerde tahsil-i meccani esası kabul olunursa bir iki sene zarfında hiç olmazsa nesl-i müstakbelde bir hazırlık tohumu atılır. Bu babdaki mütalaat-ı kasıranemi tevsi’ etmeyi Sebilürreşad’ ın mütefekkir hey’et-i tahririyyesine bırakıyorum. Gelelim ikinci müessir-i mağlubiyete: Cahil bir milliyetin vücuda getirdiği ordunun disiplini zabt u rabtı bozuktur. Askerliğin şekl-i hazırı bizatihi düşünmek sahib-i teferrüs ve intikal olmak hale muvafık çare bulmak gibi evsaf-ı akliyyeyi istilzam ediyor. Bu yolda hareket edebilmek için esaslı bir ta’lim ve terbiye devresi geçirmiş olmak ve dimağın terbiye-i ibtidaiyye-i tahsiliyyesi bulunmak şarttır. Bundan başka bir kuvve-i maddiye vücuda getiren bir kitle-i muallemeyi sevk ve tahrik edecek bir de kuvve-i ma’neviyyenin vücudu lazımdır. Derd-i cehl ile ma’lul bir ordunun kuvve-i maddiyye-i ta’limiyyesi noksan kalacağı şüphesizdir. Gayr-ı muallem ve duygusu noksan olan bir kitle-i beşeriyye fikriyle müktesebat-ı ta’limiyyesiyle hareket edemez. Yegane saikı hissidir. Cahil bir kitle-i insaniyye her hangi bir vaz’iyyet-i müşkile-i harbiyye karşısında muntazam bir suret-i hareketle o vaz’iyetin müşkilatını iktiham eylemeye ve o vaz’iyeti ıslah ve ber-taraf etmeye muktedir olamaz. Bu nevi’ kitlelerin müşkil avanda hissiyata tebeiyyetle kolayca ric’atleri bir şekl-i tabii haline girmiştir. Gariptir ki Şark ve Garp Orduları darü’l-harekatında vukua gelen hadisat-ı mağlubiyyet tamamen birbirine müşabih bir şekilde cereyan eylemiştir. Bu suretle de sabit oluyor ki esbab ve avamil-i mağlubiyyet bir asla raci’dir. Hissiyle hareket eden bir kitlede hissiyat-ı diniyyenin kuvveti büyük bir müessirdir: Vatan duygusu ile mefkurelenemeyen hey’at-ı ictimaiyyeyi hiss-i dini ile salah-ı mümkine sevk etmek mümkündür. Ecdad-ı i’zamımızın saik-ı fütuhatı hep bu hiss-i ulvi-i dini olmuştur. Dine merbutiyeti azalan mu’tekadat-ı fikriyyesi zaifleyen ve esasen de cahil olup dimağında hiçbir gaye-i fikri besleyemeyen bir milletin mağlubiyet ve sükutu muhakkak ve kanun-ı tabiiye pek muvafıktır. Din-i mübin-i Muhammedinin kudsiyet-i cihada mertebe-i gaza ve şehadete aid evamirinden haberdar olmayarak bila-saik hareket eden bir cem’iyet-i beşeriyyenin hayat-ı şahsi ile alakadar olan ufak bir te’sir altında rabıtasının çözülmesi ve mutlak ve muhayyel bir hiss-i hirase kapılarak yalnız o hissin sevkiyle yüz geri etmesi tabiiyyü’l-husul halattandır. Millette hiss-i dini takviye edilmez cehalet perdesi yırtılmazsa kusur efradın falan ve falan eşhasın değil muhit-i hayatı değiştirmek asra muvafık yeni esasat-ı hayatiyye ve Biz hayat-ı müstakbele-i milliyyemizi kurtarabilmek için her şeyden evvel el birliğiyle maarifimizi te’sis etmeye azm ve millette duygu hasıl eylemeye ve hissiyat-ı diniyyeyi takviye eylemeye mecburuz. Memleketimizde yaşayan anasır-ı muhtelifeye de Osmanlı milliyetine mensubiyet hissini verebilirsek ve bunun için de mektepler te’sis edebilirsek kenarında bulunduğumuz gayya-yı inkırazdan kurtuluruz. Hocalarımızla mütefekkirlerimize düşen en büyük vazife: Şu zaman için “İhya-yı Millet” cem’iyyeti namı altında münhasıran maarifle hissiyat-ı diniyyeyi i’la ile vazifedar bir cem’iyyetin te’sisindedir. HITABE - - Bataklıkların kapatılmasında ne gibi menafi’ vardır? Sualine karşı en basit cevap: “Bataklıklar haşerat için beşik insanlar tan yalnız birisinin sivrisineğin nakl ettiği emrazı ta’dad bu müddeayı isbata kafidir. Evet sivrisinek alem-i tabiatta tam on iki marazın nakıli bulunuyor. Sayalım: neşr eden otuz nevi’ vardır. Bu enva’dan ancak beşi bize aiddir: Anofeles Maküli Pennis. Anofeles Biforkatus Mizomya Süper Bikta Mizorinküs Pesudo Piktus Mizorinküs Barbir Vestris. yalnız bu nev’in nakl etmekte olduğu kabul olunuyor. Nev’-i mezkur bizim İzmir’den Süveyş’e kadar bütün sevahilimizde mevcuddur. Bu ma’lumat garp mütehassıslarının memleketimizde cevelanıyla elde edilmiş olduğundan ve ecnebiler ancak sevahilde dolaşabildiklerinden dolayı pek doğru olamaz. Daha sahih ma’lumatı kendi mütehassıslarımızdan ve doktorlarımızdan bekleriz. Ahali de himmet eder ve her ferd memleketinde yakaladığı sivrileri şişe içerisinde muhafaza ederek İstanbul’a ya posta ile veya yolcularla gönderir ya en tanınmış doktorlara veyahud yalnız bu fenle meşgul olan mütehassıslara daha a’lası doktor mektebine hediye ederse yalan yanlış ma’lumat edinmekten bizleri kurtarmış olur. Şu var ki sarı ısıtmayı nakl eden “Sitegomya Kalopos” denilen nevi’den maada şimdiye değin nevi’ daha ta’dad ve mütalaa olunmuş ve bunların dahi aynı hastalığı nakl edecekleri beyne’l-etıbba kabul edilmiştir. ları namıyla ma’ruf ve meşhur olan bu çıbanın sivrisinekler vesatatıyla intikal edeceğini ve bu vazifeyi Piretoforos Şoduyey nam sivrisineğin ifa eyleyeceğini bazı tecrübeler kat’iyyen denemezse de oldukça isbat eylemiştir. va’ıyla nakl olunabileceği farz olunmaktadır. Umum Külesideler bu vazife ile muvazzaftır deniliyor. ler vasıtasıyla intikal ederse de çeçelerin bulunmadığı mevakı’de Sitegomya cinsine aid sivrisineklerle “Mansonya Uniformis” nam sivisineğin vahzı tarikiyle de intikal edebilmektedir. Sıra düşerse bu hastalık hakkında da yazılar yazarız. rularını bir insandan diğerine nakl eden sivrilerin adedi on altıya baliğ olur. da yaşayan ve yavruları kanda gezen diğer bir iplik kurdunu dahi “–Filarya Ekinya–” sivrisineklerle aynı familyaya mensub “Semoyi” nam haşeratın nakl ettiği kabul olunuyor. gezen üçüncü bir nevi’ iplik kurdunu –Filarya İmmitis– ısıtmayı da nakl eden nevi’ –Anofeles– ile –Mizomya– marizden salime taşır dağıtır. leks Pipiyens” denilen sivridir. ni söylediğimiz “Koleks Pipiyens” nakl etmektedir. ra mahsus olan Nagana illetini çeçeler nakl edebildiği gibi “Mansonya Uniformis” dahi neşr ve ta’mim eyleyebilir. tohum koleksler ile Sitegomyalar nakl etmektedir. Görülüyor ki hiçbir nevi’ sivrisinek hastalık üleştirmekten geri kalmıyor. Bu on iki maraza belki denmek şartıyla “verem veba humma-yı raci’a humma-yı domdom sıraca” da ilave olunursa sivrilerin derece-i vehametiyle bataklıkların kapatılmasındaki derece-i lüzum takdir olunur zannındayım. düşmanımızı neden mahv etmemelidir. Onların mehdi olan çirkin yüzlü bataklıkları neden köküyle kurutmamalıdır. İnsaf edelim bu düşmanla ne mütareke kabil ne de müsalaha. Yaz geldi. Yavrular kanatlandı. Düşman silahlandı. Su uyur düşman uyumaz derler. Bataklıklar da durgun uykuda hatta biz de derin uzun bir uykuda fakat sivriler uyandı. Artık yeter biz de uyanalım. Mülk gitti millet perişan oldu. Irk da mahv oluyor. Kala kala bir o kaldı. O bari daim olsun. BURSA YOLUNDA Vasati saat dört raddelerinde vapurumuz Mudanya’nın denize doğru bir bukalemun dili gibi uzanmış olan ahşap iskelesine yanaştı. Vapurun İstanbul’dan hareketini müteakib tam karşımızda bir meclis-i sermesti kuran birkaç ayyaşın buruşuk simalarında beliren işmi’zazat-ı muhtelice bunların alem-i nuşanuşun sekteye duçar olmasından pek de memnun olmadıklarını anlatıyordu. Birkaç saatten beri bila-fasıla devam eden bu müstekreh ve müz’ic manzaradan kurtulmuş olmak sevinciyle yerimden fırladım: Saatlerce muttasıl içen içtikçe tavr-ı serbazaneleri daire-i edebden daha ziyade uzaklaşan serseriler de sendeleyerek yerlerinden kalktılar. Bunlar şimdi mevcelerin cereyan-ı mechulüne tutulmuş laşeler gibi iki tarafa yalpa vurarak öteye beriye dağılmış olan eşyalarını topluyor şişelerini kirli ve kerih kokulu eski bir sepete doldurmaya çalışıyor ara sıra da birbirlerine menfur cümleler savuruyorlardı. Her kelimesi sefalet-i ahlakıyyenin bir safha-i feciadarını gösteren bu cümleleri işitmemek için oradan kaçtım ve kendimi hemen iskeleye attım. Secaya-yı hulkıyyeleri arkalarındaki yamalı ve mülevves paçavralardan daha fersude daha müstekreh olan bu sefil mahlukların herbiri ihtimal ki yoksullukla çarpışan bedbaht bir ailenin reisi tali’siz ve makhur bir kadının nuhbe-i ümidi sefil ve muhakkar fakat ma’sum birkaç çocuğun bais-i felaketi idiler. Birkaç saat evvel titrek ellerinde sendeleyen ayaklarında uçuk ve yorgun simalarında: En mahir bir ressamın en parlak tablolarından daha müsennem olarak faciat-ı hayatiyyelerini musavvir olan zehirli bir mayia feda edilen o birkaç kuruş ihtimal ki şimdi yoksulluktan inleyen bir zevcenin açlıktan sızlayan bir ma’sumenin hakkı idi. Ben iskele üzerinde yürürken bu tahatturda nazar-ı hayal önünde korkunç bir haile-i sefaletin şaibedar perdelerini birer birer açıyordu. Bereket versin ki Bursa’ya hareket edecek trenin düdüğü bu haileye hitam verdi. Şimdi küçük bir lokomotifin sürüklediği katara atılmıştım. Vagonun pencerelerinden giren hafif bir ruzgar tatlı ve mu’tedil bir hararet getiriyordu. Vagon içinde amik bir sükut vardı. Trenin velvele-i ma’deniyyesinden başka bir ses duyulmuyordu. Karşımda Anadolu’nun içerileri halkını andırır bir kıyafette ihtiyarca fakat dinç bir zat ahz-ı mevki’ etmişti. On dakıka kadar devam eden yabancı ve mütekabil nazarların teatisinden sonra aramızda bir aşinai hasıl oldu. Nereli olduğunu sordum. Anadolu içerilerinden bulunduğunu ve beray-ı istihmam İstanbul Mudanya tarikiyle Bursa kaplıcalarına gittiğini söyledi. Hevai birkaç cümle teatisinden sonra söz Anadolu’nun bitmez tükenmez dertlerine intikal etti. Zavallı adam bu dertleri saydı döktü. Hal ü kalinden görgülü ve memleketinde mevki’li bir zat olduğu anlaşılan muhatabım sözüne devamla dedi ki: “Beyefendi görüyorum ki İstanbul gazeteleri Anadolu hakkında her gün sahifeler dolusu yazılar yazıyorlar. İstanbul surlarından dışarı çıkmamış olan bu muharrir beyler taşranın ıslah-ı ahvali için neler yazıyor ortaya ne parlak fikirler atıyor kabil-i tatbik olmamak şartıyla düzgün ifadeli ne kadar çok tedbirler tavsiye ediyorlar!... Fakat biz bunları okurken hem gülüyor hem de inliyoruz. İhtimal ki bu zatlar tavsiye ettikleri tedabir sayesinde memleket ıslah edilebilir ahali tenbellik ve sefaletten kurtulur Anadolu’yu kıvrandıran yoksulluk intizamsızlık asayişsizlik belası ortadan kalkar zannında bulunuyorlar! “Fakat biz ki bu sahnenin içinde yaşıyoruz; ihtiyaçları noksanları sefalet ve felaketleri yakından görüyor ve hissediyoruz bu parlak sözlerle memleket düzelemeyeceğini pek güzel takdir eyliyoruz. Çünkü senelerden beri parlak layihalar verilmekte olduğunu kağıt üzerinde bol bol nizamlar yapıldığını duyup işittiğimiz halde pek yazık ki fi’liyatta şimdiye kadar hiçbir tebeddül göremedik! “İstanbul’da bu layihlar okunarak daireden daireye havale edildiği o nizamlar gazetelerde büyük bir muvaffakıyet şeklinde i’lan olunduğu zamanlarda biz yine bu dertlerle sakalım ağardı. Şimdiye kadar memleketimize me’muren gelmiş olan yüz kadar vali gördüm. Diğer büyük me’murların dilerini kendi menfaatlerini kendilerinin dolmaz ceplerini doymaz karınlarını düşünüyorlardı. Pek nadir olarak bazıları da memlekete cidden hizmet etmek emelini besliyorlardı. Fakat bunlar da pek yazık ki birçok sebepten dolayı hakkıyla hizmet edemiyorlardı. Pek iyi hatırlıyorum: Bir vakitler Anadolu’ya müfettiş-i umumi olarak büyük bir paşa gelmişti. Maiyyetinde dolgun maaşlı birçok da me’murlar vardı. O büyük paşa ile maiyyetindeki bir sürü me’mur her tarafı gezdiler dolaştılar. Bol bol harc-ı rahlar aldılar. Her gittikleri yerde ziyafetlere da’vet edildiler velhasıl yediler içtiler eğlendiler gezdiler. Biz de bunların vazifelerinin bundan öldü maiyyetindeki me’murlar da İstanbul’a avdet ettiler. Sonradan duyduk ki bunların her biri İstanbul’da daha büyük mevki’lere ta’yin edilmişler! “Demek istiyorum ki o vakitler Anadolu’yu ıslah için gönderilmiş olan bu hey’et erkanı filhakıka gezdiler dolaştılar lerce liralar sarf olundu. Halbuki Anadolu’nun ıslahı namına bir hatve bile atılmadı atılamadı. Cerihalardan hiçbiri sarılmadı sarılamadı. Bizim Anadolu halkı vasiye muhtaçtır. Bu vasi de ancak hükumet olabilir. Hükumet ahalinin müşfik fakat sert ve azimkar bir pederi olmalı. Halkı metanetle ve hatta icabında rahim bir şiddetle doğru yollara hayırlı işlere sevk etmelidir. “Tabii hükumet bu azmini taşralardaki me’murları vasıtasıyla gösterecektir. Anadolu halkı hükumet me’murlarına son derece hürmet ve itaat eder. Eğer bir vali bir mutasarrıf bir kaimmakam veya herhangi bir me’mur fazilet-i ahlakıyyesini muhafaza iş ü işret gibi muharremattan zahiren olsun hasıl kendisinin namuslu faziletli müstakım ve memleketin hayrına çalışır ahaliye acır bir zat olduğuna dair herkese bir kanaat verir ve şahsını sevdirirse herşey yapabilir herşeye muvaffak olur hiçbir maniaya uğramaksızın vatana hayırlı pek çok işler görebilir. “Fakat ne kadar yazık ki ben bu yaşa geleli gördüğüm yüzlerce me’murlar arasında bu gibi evsafı haiz ancak bir iki me’mura tesadüf ettiğimi söylersem zannederim hata etmiş olmam! “Devr-i sabıkda me’muriyetlerde bulunarak Anadolu’yu sağmal edinen kınıkmış adamların birçoğundan bizim için hayır ve selamet beklemek abestir. Çünkü huy canın altındadır. Can çıkmayınca huy çıkmaz! Nasıl ki katmerleşmiş bu eski adamlar ufak bir fırsat bulur bulmaz evvelki huylarını derhal gösteriyorlar. Zaten iş görmek memleketin selametini düşünmek bunların aklından bile geçmez. Hoş vakit geçirmek ziyafetler tertib etmek nihayet birbirleriyle uğraşmak bu gibilerin yegane meşgaleleridir. Atalarımızdan işitiriz: “Üzüm üzüme baka baka kızarır” derler. Ne kadar doğru bir söz. Filhakıka bozulmamış yeni me’murlar da bunlarla buluna buluna ilk geldikleri zaman gösterdikleri gayreti hamiyeti yavaş yavaş gaib ediyorlar. Öyle ya kır atın yanında yatan ya huyundan ya tüyünden kapmaz mı? Anadolu’da hatıra gönüle bakılmayarak tarafgirlik gözetilmeyerek tecrübe-dide ma’lumatlı fakat yorulmak bilmez ve çalışkan hamiyyetli ve namuslu zevat intihab edilmeli ve bunların maiyyetine de henüz safiyet-i ahlakıyyeleri bozulmamış kalbleri aşk-ı vatanla çarpar kendilerini gidecekleri mahallerin halkına sevdirebilecek surette terbiyeyi haiz namuslu ve gayretli münevver gençler verilmelidir. “Şimdiye kadar vazifelerini ay başında maaş alarak hoşça vakit geçirmekten süslü sandalye ve koltuklarda oturarak günde birkaç kağıdın arkasına bir iki satır çizmek suretiyle keselerini doldurmaktan ibaret addeden me’murlara artık bundan sonra tufeyli soğulcanlar besleyecek kan kalmadığı anlatılmalıdır!...” münhani bir kavis çizerek nazar-ı temaşaya geniş ve pür-hadaret bir saha açıyordu. Muhatabım sustu. Fikrim bir saniye evvel dinlediğim sözlerin takdir-i mahiyyetiyle meşgul olduğu halde gözlerimi kompartımanın penceresinden mecruh bir gencin sima-yı melulünü andıran bedbaht yurdumuzun yeşil ufuklarına diktim. Katar muttasıl kavisler çizerek hatt-ı münkesirler resm ederek Osmancığın türbesine kavuşmak için koşuyordu! Hattın güzergahını ta’yin eden mühendisler sanki muazzam bir saltanatın esaslarını kurarak ahlafa cihanda şanlı bir nasibe-i hesti ihzar eden büyük padişahların atebe-i merkadlerine yüz sürmeye koşacak kadar şinasanın ateş-i tahassürlerini tezyid heyecan-ı kalblerini teşdid etmek istemişler gibi; lüzum ve ihtiyac olmadığı halde; güzergahı dolaştırdıkça dolaştırmışlar muttasıl münhaniler çizmişler! Katar bu muharrik münhaniyi devr ederken benim de sabırsızlığım artıyordu. Nazarlarımı ufuklara dikmiştim. Heva-yı muhiti saf ve rakid idi. Yeşil ovalarda gizli bir melahat sakit bir vakar samit bir azamet uçuşuyordu. Nihayet yeşil etekler kıyısında; uzaktan uzağa bir nihal-i bülend ve narin şeklinde; Orhan Cami’inin yüksek minareleri seçilmeye başladı. Daha ötede Keşiş dağının tilal-ı taliyyesinden birinin yeşil yamaçlarında; gül renginde bir yığın görüldü. Biraz sonra da bir bi-rengi-i mübhemiyyet arasında bazı şekiller fark olunmaya başladı. Artık Bursa’ya saltanat-ı Osmaniyyenin bu tahtgah-ı kadimine yaklaşıyorduk. HİND YOLUNDA MÜHIM BIR MÜLAKAT Geçenlerde Amara Müntefik Kurfa Basra’ya bazı tedkıkat ve tetebbuat ile jandarma teşkilatı için Jandarma Müfettişi Cemal Paşa da maiyyetinde bulunduğu halde azimet eden Bağdad Vali Muavini Ömer Lütfi Bey bu hafta zarfında Bağdad’a avdet edip tam Musul’a aynı vazife-i mühimme şa’nın vuku’-ı isti’fasıyla isti’fasının kabulü üzerine muavin-i müşarun-ileyhe umur-ı idare-i vilayetin rü’yeti zımnında Dahiliye Nezareti’nden tevkil edilmiş ve seyahat-i vakıasından sarf-ı nazar ettirilmiştir. Ben ise Mayıs’ın yedisine tesadüf eden bu Pazartesi günü İdare-i Nehriyye-i Osmaniyye Şirketi’ne mensub Bağdad vapuruyla Basra’ya ve Hindistan’a azimet ve seyahatim mukarrer olduğundan bir kere yolculuktan evvel vali muavini müşarun-ileyhin Basra’ya kadar vuku’ bulan me’muriyeti ve seferi hakkında ma’lumat almak için makam-ı resmilerine giderek kendileriyle mülakat talebinde bulundum. Ömer Lütfi Bey mütehalli olduğu nezaket-i fıtrıyye ile beni kemal-i lütf u atıfetle nezdine kabul ederek bana sigara ve kahve ikram ve istizahatımı birer birer dinledikten sonra atideki beyanatta bulunup Sebilürreşad ile muhabiri hakkımda beslemekte oldukları hissiyat-ı teveccüh-karanelerini bir kat daha bu vesile ile te’yid buyurdular. “Basra’ya jandarma teşkilatı için gittik. Bittabi’ en evvel yolumuzda bulunan Amare’ye uğradık. Bu liva ile mülhakatı Müntefik’e yollandık. Burada da jandarma teşkilatıyla bir müddet uğraştık. Aynı zamanda hıtta-i Irakıyye’de eskiden beri jandarma neferatı vezaifini görür ve Şübbane tesmiye olunan bir nevi’ yerli jandarmalar vardır ki bu muhite göre birçok yararlıkları görülmüş ve el-an görülmektedir. Fakat bunlar bir tertib ve intizam dairesinde bu ana kadar istihdam edilmemişlerdir. Biz ise bu “Şübbane”leri tamamıyle jandarma neferatı gibi ileride kullanmaya salih bir şekil ve mahiyete ifrağ ve kendiler için de ayrıca kendi muhitlerine yarar entariye müşabih bir de forma icad eyledik. Bunlar tamamıyla fa’al ve cevval ve o havalideki aşayir ve kabaili urban ve fellahini hemen herkes tanır ve icab ettiği zamanlarda bunları celb ve ihzar eyleyeceklerdir. Bir de yerli bulundukları cihetle iyiyi fenayı şakıyi hırsızı hasılı herşeyi bilirler ki başlıca asayiş ve emniyetin muhafaza ve te’minine hükumet-i mahalliyye bu suretle ve bu teşkilat sayesinde muvaffak olacaktır. Şimdilik üç yüz elli Şübbane kadar ta’yin ettik ise de ileride tabiidir ki ihtiyaç messettikçe adedleri artar. Bu Şübbaneler Müntefik’de Kurfa’da ifa-yı vazife edeceklerdir. “Müntefik’te iken “Uceymi Bey”i hükumet konağına celb ve da’vet ettik. Bu zat Müntefik kabailinin reisi olup bu zamana kadar hükumete ayak basmadığı halde verdiğimiz te’minata i’timad ederek kendi müsellah adamlarıyla bizim da’vetimize icabet etti. Kendisiyle uzun uzadıya görüştüm. Lazım gelen nesayihda bulundum. Sözümü dinleyeceğine dair şeref ve namusu üzerine bana söz verdi. Fakat bu ricalarıma karşı o da benden bir ricada bulundu. Muma-ileyhin pederine vaktiyle Devlet-i Aliyye tarafından bir mikdar “aylık” tahsisat veriliyordu. Vefatından sonra ise bu maaş kesilmiştir. ve iftihar için bir ünvan verilmesini kemal-i suzişle istirham eyledi. Ben ise bu metalib-i meşruasını Dahiliye Nezareti’ne yazacağımı kendisine vaad eyledim. “Bana kalırsa devlet Uceymi Bey’e bir mikdar tahsisat verilmeli ve kendisine bir de “Müntefik Çölü Muhafızı” veya buna müşabih bir de ünvan ve paşalık lakabını ihsan eylemelidir. Bu lütfa mukabil Uceymi Bey ta Basra’dan Semave’ye kadar gerek nehren ve gerek berren imtidad eden mesafenin asayiş ve emniyetini kendi kabilesi efradıyla te’min ve taahhüd eyler ve bu sayede gerek devlet me’murları ve jandarma gerekse ahali itmi’nan ile amed-şüd ederler. Oralarda vuku’ bulacak herşeye en ufak bir hadiseye karşı hükumet Uceymi Bey’i mes’ul tutabilir. Bu mes’uliyeti de muma-ileyh el-yevm hahişle kabul ediyor. “Uceymi Bey Devlet-i Aliyye’nin devam ve bekasını diler. Hükumet aleyhinde bulunanlarla hiçbir dakıka tevhid-i mesai etmemiş ve bunu kendi şeref ve menfaatine külliyyen mugayir telakkı eylediğini namusuyla te’min eylemiştir. “Uceymi Bey’le İbnürreşid’in arasında meveddet ve muhabbet gereği gibi hüküm-ferma olduğundan bundan da hükumet-i Osmaniyye ileride ciddi bir surette istifade edebilecektir. Hatta icab-ı halde Basra’da da devletin işine tamamıyla yarayabilir. “Uceymi Bey hakkındaki nokta-i nazarımla mütalaatımı mufassalan Dahiliye Nezareti’ne yazmışım. Me’mul ederim ki iş’arıma ehemmiyet vererek ona göre hükumetçe mukarrerat-ı ciddiye ittihaz olunsun. “Basra’da dahi jandarma teşkilatıyla uğraştığımız vakit ahaliden bazıları –ki zannedersem saik neticesinde– bize müracaat edip oradaki jandarma kumandanı Akif Bey’in azlini bizden talep eylediler. Biz ise şunu bunu azl etmeye salahiyetdar olmadığımızı kendilerine tefhim ettikten sonra çekilip gittiler. Bu Akif Bey’in hikayesi pek uzun ve icabında güzel bir makaleye zemin olabilir. Tabii şimdi sırası değildir. “Basra’da fevkalade bir hale tesadüf etmedik. Vali vekili yeni valinin muvasalatını bekliyordu. “Talib Bey’le de görüştük müşarun-ileyhde de fevkalade bir hal yok idi. Devletine milletine sadakatle mütehassis ve birçok ianat cem’ ve dercine muvaffak olduğunu aynı zamanda ecnebi siyasetini tervice tenezzül etmeyeceğini ve bu sözlerle düşmanları kendisini itham etmek istediklerini musahabe esnasında dermiyan eyledi. Hükumet-i mahalliyye Talib Bey’le müttefikan iş görecek olurlarsa Basra’daki asayişsizliğe nihayet verebilirler zannındayım. Talib Bey’in Basra’da sahib-i nüfuz olduğuna şüphe yoktur. Fakat bu nüfuzun ne suretle te’min edildiğini tedkık etmeye esasen ne salahiyetdar ne de vaktim müsaid idi. “Zat-ı aliniz ise Hindistan’a gitmek için mutlaka Basra’ya uğrayacaksınız bunu bittabi’ bir gazeteci sıfatıyla ihtimal ki benden daha iyi tedkık ve tetebbu’ etmeye muvaffak olursunuz. “Buralarda hükumet layıkıyla teessüs etmemiş ve yalnız bir isimden ibaret kaldığı maatteessüf bütün çıplaklığıyla göze çarpıyor. “Vaktiyle buralara –Basra Müntefik Amara’ye– ta’yin olunan me’murin yalnız kendi menfaatlerini az bir müddet zarfında bir servet ve tali’ ihzar etmeyi düşünmüşlerdir. Böylelikle hükumetin nüfuzu birçok mütegallibe ve müteneffizan elinde kalmış ve günden güne hükumet zaaf ve inhilale duçar olmaya mahkum olmuştur. “Mutasarrıflar içinde emsaline nadiren tesadüf edilen – kendisi erkan-ı harb miralayı olup vezaif-i mülkiyye ile pek mahdud bir zaman iştigal eden ve yalnız Müntefik’teki asayişi olunan– Müntefik mutasarrıf-ı esbakı Ferid Bey Müntefik’te layıkıyla iş görüp devlet ve milletin şeref ve haysiyetini vikayeye hükumetin nüfuzunu ahaliye tanıttırmaya muvaffak olmuş ve el-an oralarda bu zatın iffet ve istikameti ciddiyet ve faaliyetini badiye-nişin olan urban bile kemal-i hürmetle yad ve takdir etmekte olduklarını bu kere Müntefik’e gittiğimde kulağımla işittim. Hatta oraya gitmezden evvel Ferid Bey hakkında söylenen bu sözleri bir dereceye kadar mübalağaya haml ediyordum. Şimdi ise Ferid Bey’in ne kadar ciddi ve namuslu devletine milletine hadim ve sadık olduğu nazarımda an’anatıyla sabit olmuştur. “Evet azizim hükumeti yeniden Basra ve havalisinde Necef’de Müntefik’de Amara’da ve hatta Bağdad’da te’sise himmet etmeli ve ıslahat-ı ciddiyede bulunmaya hepimiz gayret eylemeliyiz ki bu memalik-i vasiayı hakkıyla muhafaza edebilelim.” Ömer Lütfi Bey bir iki seneden beri Bağdad vali muavinliği vazifesiyle iştigal etmiş ve Cemal Beyefendi’nin isti’fasından sonra vilayeti en buhranlı bir zamanda idareye muvaffak olmuştur. Bu ana kadar hıtta-i Irakıyye hakkında tecarib-i adide iktisab ederek ileride biraz daha ihtiyarlarsa pek iyi bir vali olabilir. Mayıs’ın yedinci Pazar günü Basra tarikiyle Hindistan’a gitmek üzereyim. İnşallah Hindistan’da ihvan-ı İslamiyye ve din kardeşlerimiz hakkındaki mütalaat ve tetebbuatımı alettafsil peyderpey Sebilürreşad vasıtasıyla bize her türlü fedakarlıktan çekinmeyen muhterem kari’lerimize arz eder ve tezyid-i ma’lumatlarına hizmet etmeye bi-avnihi teala sa’y ü gayret edeceğim. Ve minellahi’t-tevfik. “DINI FELSEFI MUSAHABELER” MUHARRIR-I MUHTEREMINE Fazilet-meab! Çeşm-i beşerin şimdiye kadar tesadüf etmemiş olduğu adimü’l-emsal “ Dini Felsefi Musahebeler” ünvanlı eser-i hakimanenizi acizane mütalaa eder iken doğrusu kendimden geçmedim desem yalan söylemiş olurum. Çünkü bin üç yüz küsur seneden beri “ Kur’an -ı Hakim”in idrak-i beşer fevkinde olan serair ve hakayık-ı bi-nihayesinden havsala-i beşerinin daire-i ihatası dahilinde maddiyat ve ma’neviyatı ezhan-ı beşere kabul ettirecek bir mikyasta muhakeme yürütmek üslub-ı hakimanesini ihtiyar etmiş bir eser yazılmamış olduğu i’tiraf olunmayacak hallerden değildir. Sizin gibi yetişen bir hakim-i zi-ulum ve fünunun vücuduyla asr-ı güzin-i hazırın ilelebed iftihar edeceği şüphesizdir. Ekmelü’ş-şerayi’ olan şeriat-i garra-yı Muhammediyyenin mezaya-yı hakıkat-ihtivasını bir takım aleyhdaranın gözüne sokmak o nur-ı mübin-i İslamiyyet’in şua-i pertev-feşanıyla kamaştırmak hizmet-i bahirü’s-saadetini ifa etmeniz doğrusu mazmun-ı münifine elhak mazhariyetinize delil-i aleni teşkil ettiğine imanı olanlar zerre kadar tereddüd etmez edemezler. Ey vücuduyla alem-i İslamiyyet’in iftihar edeceği ferid-i asr! Size hitab eder ve yemin ile te’min eylerim ki elbette ve elbette siz muhyi-i din ve muslih-i İslamiyan ve mü’mininsiniz! Gavamız-ı Kur’an iyye ve hikemiyyat-ı İslamiyyenin meydan-ı mübareze-i aleniyyette yegane müdafi’-i fazılı mutlak ve mutlak siz oluyorsunuz! Küre-i arzda mevcud dört yüz milyona karib olan dindaşlarım namına takdim-i ta’zimat ve ihtiramat eylerim. Hikmet-şinas! Risale-i nadirü’l-emsalinizin mevzuu dolayısıyla “ Kur’an -ı Hakim”in bazı ayat-ı celilesinin asr-ı hazırda ba-husus Avrupa’da fünun terakkı eden ve sanayia delalet-i sarihası olduğu bin bu kadar seneden sonra terakkiyat-ı hazıraya şiddetle cihet-i taalluku bulunduğu halde şu hakıkati Kur’an-ı Kerim’in ve şeriat-i garra-yı Muhammediyyenin aleyhdaranına anlatmak ve i’caz-ı hakimanesini tanıtmak fikrini çok taşıyordum. Ne çare ki vaktiyle layıkıyla tahsil görmemiş olan bu acizleri doğrudan doğruya o hakayıkın beyanına kudret-yab olamıyordum. Vaktaki hadimüddin-i mübin olan “ Sebilürreşad” ceride-i feride-i hakimanesinin bi-hakkın takdir ve tavsif etmiş olduğu risale-i hakıkat-isalelerini alıp hırz-ı can edercesine okudum. Filhakıka meleke-i akliyye ve kemalat-ı ilmiyyenize hayran kaldım. Zat-ı maali-sıfat-ı nihriranelerinin o maksadın husulüne hadim olacağına inandım. Binaenaleyh o mebhasden birkaç söz söylemeye şitab eyledim. Demek isterim ki beşeriyetin aksa-yı meratibe ermesini telkın sadediyle Cenab-ı Rabbü’l-alemin canibinden hadim-i saray-ı kudsiyet olan Cibril-i emin fünun-ı hazırayı sanihat-ı Sübhaniyye olan Sahib-i Şeriat efendimize Kur’an -ı Kerim ile i’lam etmişlerdi. Avrupa’da ne kadar sanayi’-i nefise ve fünun-ı bedia serzede-i zuhur oluyor ise kaffesi Kur’an -ı Hakim’de mündemic ve mevcud olduğu halde her nasılsa ayat-ı beyyinatın bu hakayıkı herkese tefhim olunmayıp zamanına ta’likan perde-sera-yı hafada mevkuf bırakılmış ve bırakılması da filhakıka tabii ve zaruri bulunmuştu. Çünkü Kur’an -ı azimüşşanda sarahaten beyan buyurulan mevki’-i müstesnayı haiz olan rasih fil-ilm fen-aşina fuzala yoktu. Şimdi ise fünun ve sanayi’ ileriledikçe Kur’an -ı azimüşşanda azamet-i şanı şüphe yok ki tecelli ediyor. Nitekim ilm-i nebatatta kaffe-i eşcar ve ezhar bi’l-cümle nebatatın erkekli dişili oldukları ve bunların arı ve emsali haşerat vasıtasıyla telkıh edildiği fennen sabit olmuş ve Kur’an -ı Hakim’de ise sure-i Kaf’ın yedinci ayetinde esteizübillah ve sure-i Yasin-i şerif’in otuz altıncı ayetinde buyurulmuştur. İşte şu ayat-ı kerime bedaheten bu hakıkati haber vermektedir. Bu hakayık yalnız bu iki ayete münhasır olmayıp Sure-i Lokman’ın onuncu ayeti olan gibi Kur’an -ı Hakim’in tamam on sekiz yerinde mevcud ve mezkurdur. Sanayi’-i nefise bahsine gelince Süleyman aleyhisselamın tahtının cevv-i semada cevelanı balon ve tayyare misillü şeylerin insanlar tarafından icadı mümkün olduğuna ve Belkıs için tehiyye eylediği o saray-ı dil-firibin tarz ve üslub-ı mi’marisinin hayret-bahş-ı ukul olacak derecede olduğu haber verilmesi ezcümle hadidi demiri su gibi insanların eritmeye kudret-yab olduğunu ve nas için menafi’-i kesiresi bulunduğunu müş’ir sure-i Sebe’in onuncu ayeti olan ve gibi ayet-i kerimeler bu günkü sanayi’-i hadidiyyenin berren ve bahren aksa-yı kemale eren hasayısını alel-husus fonoğraf grafon ve sinematograf ve emsali şeylerin Kur’an -ı Mübin’in haber verdiği Beni İsraili aldatmak için Samiri’nin yaptığı söylettiği buzağı nev’inden bir şeyler olduğuna bu haberlerin nev’-i beşerin halen ve istikbalen öyle sanayi’ ve bedayi’-i fünunun gaye-i kemale ermesi için bir teşvik bir irae-i tarik bir vaz’-ı esas idiğine kifayet eder delail-i kat’ıyye değil de nedir. Sema lisan-ı Arab’da yüksek ma’nasına olduğuna göre Kur’an-ı Kerim’de seb’a semavat ta’birinin bir takım ecsam-ı küreviyyeden olan güneş ay ve kevakibden ibaret ve çünkü şu görünen ve lisan-ı şeriatte semavat diye haber verilen fezanın insanlara karşı mezkur kürelerin yüksek görünmesi galatından kinaye bir şey olduğu zaman-ı hazırda ise ay da onlar gibi bir küre olduğuna şu ayet-i celile sarahaten delalet etmez mi? Suretü Talak el-aye İşbu nazm-ı celilinde Cenab-ı Hallak-ı alem semavat olan küre-i şems ve kamerin mislinden olan arzı dahi halk eyledim diyor ki şu halde arzın da onlar misillü onlardan münşaib bir küre olduğuna şüphe kalır mı? Kur’an -ı azimü’ş-şanın daha bilmediğimiz nice nice serairi saha-i vücuda gelmesiyle tezahür edeceği vareste-i arz ve terakkiyat-ı sınaiyye ve fenniyye ile şiddetle alakadar bulunduğunu herkese alelhusus’inci musahabenizde mesleklerinde mukteza-yı akla mütabaat edenlerden yeniden yeni keşf edilen hakayık-ı fenniyye te’siratıyla i’tikaddan fersah fersah uzaklaşan bir takım derbederlere anlatmak için lazım gelen iktidarı haiz olmayan bu acizleri mahza şeriat-i garranın şu son günlerde serair-i ledünniyyesinin halka tefhimi hakimanelerine vabeste kalmış olduğunu arz eder bu vesile bendeganemde rayegan buyurulması temennisiyle işbu varak-pare-i naçizanemi dest-i pür-nur-ı saadetlerine takbile tevkil eylerim efendim. VESAİK-I TARIHİYYE ÜMMET-I İSLAMIYYE İÇIN BÜYÜK BIR ZIYA’ Bu tali’siz memleket ne garib cilvelere meşherdir. Bu millet arasında dün umumen tebcil ettiğimiz bir zatın bugün vücudunu ortadan kaldıracak sefiller çıkıyor. Bu hal yalnız bizim memlekete bizim gibi ihtiraslar peşinde koşan dimağsız akılsız insanları bol olan bedbaht bir yurda hasdır. Mahmud Şevket Paşa bütün kalbiyle şu vatana merbut büyük bir zat ları olabilir. Fakat Şevket Paşa merhumu bir insan olmak üzere düşündüğümüz zaman derhal pişgah-ı müfekkirede bir umman-ı hamiyyet ve gayret bir cihan-ı cehd ü himmet tecelli eder. Ve herkes bugün sefil ve cılız bir kurşunla mazi-i mefahire mes’udiyet-i hayata karışmış olan bu bülend ve necib simanın hatıra-i mesaisini derin bir hürmetle yad eder. Mahmud Şevket Paşa bu milletin çalışkan hamiyetli ve fedakar büyük evlatlarından idi. Feci’ bir surette şehadeti herkes gibi bizi de dağdar-ı teessür eyledi. Merhumun ruhunu gufran-ı Sübhanisine mazhar eden Cenab-ı Yezdan millet-i HÜKUMETIN BEYANNAMESI “Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa hazretleri bu sabah Mayıs Çarşamba Harbiye Nezareti’nden Babıali’ye geldikleri ve otomobil Bayezid meydanından Divanyolu’na sapacağı sırada yol ta’miratı ve bir mikdar kalabalık hasebiyle tevakkufa mecbur olmuş ve bu esnada eşhas-ı mechule tarafından otomobil üzerine on el kadar silah atılmıştır. Bu taarruz neticesinde Sadrazam Paşa hazretleri mecruhan Harbiye Nezareti’ne avdetle yarım saat sonra aldıkları cerihadan müteessiran ikmal-i enfas etmişlerdir. Refakatlerinde bulunan yaverlerinden Bahriye Mülazımı tir. Hey’et-i Vükela Harbiye Nezareti’nde ictima’ ve cihet-i askeriyyece muhafaza-i asayiş zımnında tedabir-i lazıme ittihaz olunmuştur. Katillerden zan olunan Topal Tevfik namında bir şahıs Gedikpaşa cihetlerinde bir abdesthane derununda yedinde olunmuştur. Polis taharriyata ve ta’mik-ı tahkıkata devam etmektedir.” BEYANAME-I ASKERI Bugün zevali saat on birde Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa hazretleri yaverleri Yüzbaşı Eşref ve Bahriye mülazım-ı evvellerinden İbrahim Bey’in birlikte rakib oldukları otomobil ile Harbiye Nezareti’nden Babıali’ye esna-yı azimetinde Bayezid meydanında tramvay makası kurbünde kain sebilin yanındaki köşe başından dönerken maksatları mechul eşhas-ı leime tarafından endaht edilen beş on el silah ile cerihadar olmuşlar ve aldıkları cerihadan müteessiren paşa-yı müşarun-ileyh bir saat sonra ve Bahriye Mülazımı İbrahim Bey derakab vefat etmişlerdir. Cenab-ı Hak garik-ı rahmet eyleye. Cinayet-i vakıadan dolayı maznun bulunan eşhastan Topal Tevfik Gedikpaşa civarında derdest edilerek Merkez Kumandanlığı’na i’zam kılınmıştır. Diğer katillerin evvelce ihzar etmiş oldukları otomobil ile Davudpaşa cihetine gittikleri rivayet olunmakta ve tevessül olunan taharriyat-ı ta’kıbata kemal-i azm ü faaliyetle devam edilmekte bulunduğundan merkumun ile mürettib ve müşevviklerinin kariben derdest edilecekleri şüphesiz bulunmaktadır. İmdi hükumetce ittihaz edilmiş olan tedabir-i fevkalade ile memleketin emn ü selameti taht-ı te’mine alınmış ve bina-berin asayiş kemakan muhafaza edilerek her ne suretle olursa olsun ihlaline kat’iyyen ihtimal ve imkan kalmamıştır. Maamafih huzur ve sükun-ı memleketi kema hiye-hakkuha vikaye ümniyesiyle ve asayiş-i ammenin kema-yelik muhafazası emeliyle hükumet-i askeriyyece evvelce neşir ve i’lan edilen ve mer’iyyü’l-icra bulunan eylemekle beraber en ufak bir hadise-i nümayiş-karanenin kanunun en dehşetli darbelerini celb edeceğini ihtar ve İstanbul ve Bilad-ı Selase’de geceleri zevali saat ondan sonra sokaklarda bulunmayı men’ eder ve ahalice fuzuli heyecana mahal kalmamak üzere vakıayı ve hal ve mevkii ma-vakıa mutabakat ve muvafakat-ı kamile ile beyan eyler.” Sadrazam Mahmud Şevket Paşa hazretlerinin vuku’-ı şehadeti hasebiyle Sadaret-i Uzma Kaymakamlığı Hariciye Nazırı Prens Said Halim Paşa hazretlerine tevdi’ buyurulmuştur: HATT-I HÜMAYUN SURET-I MÜNIFESI “Vezir-i maali-semirim Mehmed Said Paşa Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın bu kere vuku’-ı şehadeti nezdimizde teessür ve teessüfü mucib olmuş ve Sadaret Kaymakamlığı rütbe-i samiyye-i vezaretle uhdenize tevcih kılınmış olduğundan vükela-yı hazıramız ve temşiyetine sarf-ı mezid-i i’tina olunması hasafet ve hamiyyetinizden muntazardır. Cenab-ı Hak tevfikat-ı Samedaniyyesine mazhar buyursun amin. Receb sene ve Mayıs sene Şühedanın cenazeleri neşr olunan program mucebince Perşembe günü zevali saat on buçukta Daire-i Harbiyye’den kaldırılarak ihtifalat-ı fevkalade ile Ayasofya’da cenaze namazı milletin gözyaşları ile Hürriyet-i Ebediyye Tepesi’ne götürülmüş orada hazırlanan diğer şüheda-yı hürriyet yanında defin-i hak-i gufran kılınmışlardır. Cenab-ı Hak mazhar-ı rahmet ve gufranı eylesin. Mahmud Şevket Paşa’nın cenazesi defn olunduktan sonra Sadaret-i Uzma asaleten müşarun-ileyh Prens Said Halim Paşa hazretlerine tevdi’ buyurulmuştur: HATT-I HÜMAYUN SURET-I MÜNIFESI “Vezir-i Maali-semirim Mehmed Said Paşa Mesned-i Sadaret bu kere asaleten uhde-i reviyyetinize tefviz kılınmış ve Meşihat-i İslamiyyede dahi Mehmed Es’ad Efendi ibka edilmiş olmasıyla hey’et-i vükelanın bitteşkil tasdikimize arzını irade eylerim. Nuhbe-i amalimiz vatan ve milletimizin selamet ve saadetinden ibaret olduğundan Rabbimiz teala ve tekaddes hazretleri bu maksadı te’min edecek hidemata cümlemizi muvaffak buyursun. Amin bi-hürmeti seyyidi’l-mürselin. Receb sene Mayıs sene Cuma günü katillerden üç kişi daha Beyoğlu’nda Pire Mehmed sokağında ihtifa ve tahassun etmiş oldukları bir hanede iki saat devam eden bir müsademeden sonra hayyen ele geçirilmişlerdir. İstanbul Muhafızlığı tarafından bu babda matbuata iki saat fasıla ile tebliğ olunan beyannameler ber-vech-i atidir: BIRINCI BEYANNAME “Şehid-i mağfur Mahmud Şevket Paşa merhumun katillerinden bir takımlarının Beyoğlu’nda Ağa Cami’-i Şerifi arkasında bir apartmanda olduğu hükumetçe haber alınması üzerine mezkur apartman abluka edilerek canilere teslim olmaları teklif edilmiş ise de teklif-i vakıa karşı me’murin-i zabıta üzerine silah isti’mal olunmuştur. Caniler apartmanın üst katına tahassun etmiş olmalarına mebni hükumetçe kendilerini hayyen ve meyyiten derdest için tedabir-i imhaiyyenin kaffesine tevessül edileceğinden ahalinin telaşına ve dükkanlarını kapamak gibi asar-ı heyecan göstermelerine mahal yoktur.” “Birinci beyaname ile tebliğ olunduğu vechile Mahmud Şevket Paşa’nın katillerinden olup Beyoğlu’nda Ağa Cami’-i Şerifi arkasında bir umumhanede ihtifa ve tahassun etmiş ve mezkur haneyi abluka tahtına almış bulunan me’murin-i zabıtaya karşı isti’mal-i silaha cür’et eylemiş olan canilerin derdestleri esbabına tevessül edilmişti. Me’murin-i zabıtaca ittihaz olunan tedabir semeresi olarak katillerin üçü de derdest olunmuştur. Caniler dokuzuncu alayın ikinci bölüğü yüzbaşısı Çerkes Kazım Efendi ile Şerif Paşa’nın adam-ı mahsus-ı olduğu tebeyyün etmiş olan bahriye zabitliğinden matrud Şevki ve evvelce hakkında vuku’ bulan şüphe üzerine Sivas fırkası açıklarına ta’yin edilmiş med Ali Efendilerdir. Esna-yı müsademede İstanbul Muhafızlığı yaverlerinden Amasyalı Yüzbaşı Hilmi Efendi göğsünden Polis Müdiriyet-i Umumiyyesi Kısm-ı Adli Müdiri Samuel Efendi dizinden yaralanmışlardır. Katillerden Mehmed Ali Efendi ayağından ve elinden mecruh olmuştur. Hilmi Efendi’nin cerihası mühlik değildir.” Cuma günü akşamı sabaha karşı Hilmi Bey de vefat etmiş Cumartesi günü bu şehid-i muhterem dahi büyük ihtifalat deki kafile-i şühedaya iltihak eylemiştir. Katillerin Nazmi’den başka cümlesi derdest edilmiş; herbiri vak’a-i cinaiyyeyi bütün tertibat-ı evveliyesiyle i’tiraf etmiş şüreka-yı mefsedetleriyle müşevvikleri de haber vermiş olduklarından vak’ada medhaldar olanların birçoğu da taht-ı tevkıfe alınmışlardır. Ta’kıbat ve tahkıkata devam olunuyor. Tahkıkat ve istintakın hitamından sonra İstanbul Muhafızlığı tarafından matbuat ile hakıkat-i vak’anın gerek doğrudan doğruya gerek bil-vasıta zi-medhal olan eşhasın esamisiyle beraber mufassalan bütün safahat ve teferruatı hakkında bir beyanname-i resmi neşr olunacaktır. Tercümesi “Kim müslümanların derdini kendine mal etmezse onlardan değildir.” ___________ Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile; Alem aldatmaksa maksad aldanan yok nafile! Kaç hakıkı müslüman gördümse: Hep makberdedir; Müslümanlık bilmem amma galiba göklerdedir! Gösterin ecdada az çok benzeyen bir kan bana! Çok değil ancak necib evlada layık tek şiar. Varsa şayed söyleyin bir parçacık insafınız: Böyle kansız mıydı -haşa- kahraman eslafınız? Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdasına? Benzeyip şirazesiz bir mushafın eczasına Hiç görülmüş müydü olsun kayd-ı vahdet tarumar? Böyle olmuş muydu millet can evinden rahnedar? Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi? Böyle adet miydi bi-perva yemek insan leşi? Hey sıkılmaz! Ağlamazsan bari gülmekten utan! His denen devletliden olsaydı halkın behresi: Payitahtından bugün taşmazdı sarhoş na’resi! “Kurt uzaklardan bakar dalgın görürmüş merkebi; Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok gibi. Lakin aşk olsun ki aldırmaz da otlarmış eşek Sanki tavşanmış gelen yahud kılıksız köstebek! Kar sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı... Hasmı derken çullanırmış yutmadan son lokmayı!..” Halimiz merkeble kurdun aynı... Asla farkı yok. Buysa insanlık demek: İnsanlığın hiç zevki yok Burnumuzdan tuttu düşman biz boğaz kaydındayız! Bir bakın: Hala mı hala ihtiras ardındayız! Saygısızlık elverir. Bir parça olsun arlanın: Vakti çoktan geldi hem geçmektedir arlanmanın! Davranın haykırmadan nakus-i izmihlaliniz... Öyle bir buhrana sapmıştır ki zira haliniz: Zevke dalmak şöyle dursun vaktiniz yok mateme! Davranın zira gülünç olduk bütün bir aleme. Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah intikam; Yerde kalmış na’şa benzer kavm için durmak haram! Kahraman ecdadınızdan sizde hiç kan yok mudur? Yoksa: İstikbalinizden korkulur pek korkulur! GÜNAH YÜKÜ TAŞIYAN HAKKINDA HUTBE Settaru’l-uyub ve gaffaru’z-zünub olan Allah cümlemizi şefi’-i ruz-i ceza ve Resul-i mücteba hazretlerinin şefaatine nail etsin amin. Amma ba’d Hatib-i Nasrani işbu dördüncü hutbesinde yine hazret-i Adem’in isyanı sebebiyle fıtrat-ı selimesi tabiat-ı esimeye tahavvül ettiğinden tutturarak İsa’dan başka bütün insanların ondan tevarüs tarikıyla asim ve günahkar olduklarını ve taraf-ı şari’den onlara ma’sum bir vasi ta’yini lazım gelip işbu vasi-i şer’i Mesih’ten ibaret olmakla onun ef’ali bi-aynihi insanların kendi fiilleri makamına geçtiğini beyan ile bize de o ma’sumu kendimize vasi ittihaz etmekliğimizi tavsiye yani başka türlü ta’birler ile yine ehl-i İslam’ı Nasraniyet’e da’vet ediyor ve ayetini ünvan ittihaz eylediği hutbesinin ibtidasında “Setr-i emin ve melce-i hısn olan Allah sizi hayıra irşad ve şerden vikaye etsin amin” cümle-i duaiyyesinin altına gizlenerek bizi en büyük bir şerre sevk eyliyor. Biz de ihvan-ı dinimizi onun tesvilat ve iğfalatından vikaye için ifadatını harf be-harf ta’kıb ederek lazım gelen izahatı i’ta eyleyeceğiz. Hatib makama taalluku olsun olmasın bir takım ayat-ı celile ile şu vechile “Amma ba’d Kur’an şöyle buyurmuştur: Yani her insan kendi hatasının cezasını çekecek ve salahının hayrını görecektir. Her insan ne kesb ederse yalnız ona nail olur.” Çok doğru bir söz değil mi? İşte hatibimiz bu doğru sözden ne kadar yanlış neticeler çıkarmaya çalıştığını ve insanı adeta muhtac-ı vesayet bir hale getirdiğini göreceksiniz. medeniyyet ile münasebat ve mübahesatımızda ne kadar durbin ve dur-endiş bulunmaklığımız lazım geldiğini bir kere daha irae etmektedir. “Ey ehibba insanlar dünyada ihvan ve akarib ve aşair ve kabail halinde bulunuyorlarsa da onlar ruz-i cezada gerek efendi gerek kul olsun birer birer arz-ı vücud edeceklerdir.” Evet! Öyledir: “ Mahlukattan her biri yevm-i kıyamette huzur-ı İlahiye dünyada olan şeylerin kaffesinden ari olarak gelecektir.” Fakat azizim sen alayı vala ile gitmek ister misin? Onun da yolu var: “ Müttakıleri huzur-ı Rahmaniyyete muazzez ve muhterem cem’iyet halinde haşr u cem’ ettiğimiz günü yad et.” Evet! Bunu yad et de esbabına teşebbüs eyle. Amma siz tuhaf adamlarsınız: “Allah kendine evlad ittihaz etti dersiniz” “Hakıkaten acib sözler söylersiniz.” Hiç düşünmezsiniz ki “ Allah için kendine evlad ittihaz etmek layık değildir.” Bu sebepten sizin için meydan-ı arasata ferden ferda gitmekten başka yol kalmıyor. Bundan dolayı da ne kadar endişe etseniz yeridir. “Birader biraderine ve kul efendisine faide vermeyecektir.” Evet! Öyledir dostum öyledir. “ O gün insan kardeşinden anasından babasından ve hatta zevcesinden firar edecektir.” “ Çünkü o gün onlardan her birinin bir meşguliyeti olduğundan başkasına bakmaya vakit bulamayacaktır.” Dahası var: “ O gün bütün dünya dostları yekdiğere düşman olacaktır.” “ Ya Rab! Bizi ıdlal eden bunlardır.” A’raf “ Ya Rab! İns ve cinden bizi ıdlal edenleri göster de onları ayaklarımızın altına alalım ta ki esfel-i safilinde bulunsunlar.” diyeceklerdir. Fakat bu hal umumi değildir bunların mütesnaları da vardır: Dostum! Siz bu müstesnalardan olmak isterseniz şu ayet ile amel ediniz: “ Iman edip amel-i salih san edecektir.” Hatib diyor ki: Kur’an Yani: “Korkunuz o gündür ki o zaman bir kimse diğer bir kimse için hiçbir işe yaramayacaktır ve ondan fidye ve bedel kabul olunmayacaktır ve şefaatin dahi ona bir faidesi olmayacak ve muavenete dahi nail olmayacaktır.” Hatib-i Nasrani burada inceden inceye sokmaya başlıyor ve şefaati inkara mukaddime olarak fırak-ı İslamiyyeden Mu’tezile fırkasının kebairde şefaati inkar hakkında istidlal ettikleri ayeti ityan ediyor. Biz de deriz ki: Evet! Dostum Sure-i Bakara’da öyle bir ayet vardır; amma kime hitab olduğunu görmediniz mi? Üst tarafındaki ayette: buyurulmuyor mu? Birkaç satır üst tarafında kavl-i keriminden de bunun muhatabı kimler olduğunu anlayamadınız mı? Sizin Allah’a şefaat edemez. Bu ayeti tefsir ve tahsis eden ayat-ı celileden atide bahsedeceğiz. “Ancak: Adem ne ekerse onu biçecektir” Öyle ya! Dünya ahiretin mezraasıdır. “Ey ihvan dünya ahiret gibi değildir yani ona benzemez. Zira dünyada fakır zenginden atıyye alır zaif kuvvetlinin muavenetine nail olur. Garib hayır sahibinin yanında mesken bulur ve darlıkta kalmış olan kimse bollukta bulunan kimseden ya faizle veya faizsiz akçe istikraz eder. Dünyada elem ve ızdırapları tahfif ve muzayakaları bertaraf etmeye mahsus melce’ ve penahlar şefi’ler ve teselli ediciler bulunur ve ne kadar çok açlar doyurulurlar. Susuzlar içirilirler çıplaklar giyindirilirler hasta ve mahbuslar ziyaret olunurlar fakır ve sefillere müjde verilir ve herkes bir adam imişler gibi havaiclerinin derecesine göre birbirlerine yardım ederler.” Dostum keşke öyle olaydı. Öyle olaydı da emr-i celili yerine getirile idi. O gün yeryüzü şimdikinden başka hal ibraz ederdi. İnsanların menfaat-i müşterekeleri böyle teavün ve tenasur ile yaşamalarındadır ve Allah onları böyle yaşamak üzere bir baba bir anadan halk etmiştir. Lakin ne çare ki bir takım ağraz-ı siyasiyye menafi’-i şahsiyye insanların cehaleti gözlerine perde oluyor bu hakıkatleri görmelerine mani’ teşkil ediyor. Sizin ifadatınız adeta “ütopi” dedikleri hayalperestliktir. Eğer maksadınız ne olduğu ma’lum olmasaydı okuyanlar adeta sizi sadedillikle onun için böyle ithamat size varid olmaz. “Ve lakin ahirette hiçbir yük taşıyan kimse başka bir adamın yükünü taşımayacak ve bir kimsenin diğer bir kimseye faidesi olmayacaktır.” Bu sözünüzün birinci fıkrası ayetinden müstenbat olmakla doğrudur; lakin “Bir kimsenin diğer bir kimseye faidesi olmayacağı” fıkrasını ala-ıtlakıhi kabul edemeyiz. Şu kadar ki bunun münakaşasını atiye ta’lik ediyoruz. “İmdi eğer ehl-i cehennemden biri cemi’ ehl-i cenneti yapsa hiçbir istifade etmez ve susuzluğu mündefi’ olmaz ve işte buna binaen Kur’an da şöyle buyurulmuştur: Kur’an “Ashab-ı nar ashab-ı cennete –üzerimize biraz su akıtınız yahud Allah’ın size verdiği erzaktan bize veriniz– diye nida edecekler ehl-i cennet dahi cevaben –Allah bunların her ikisini dahi kafirlere haram etmiştir– diyeceklerdir.” Hatib Efendi! Ayeti niçin burada kat’ ettiğinizi sual edebilir miyim? Mesahif-i şerifenin orasında küçücük bir “La” ma’nası “tevakkuf etmeyiniz ileri geçiniz” demektir. Bakınız aşağısında ne geliyor: “ Ol kafirler ki dinlerini eğlenceye ve oyuncağa çevirdiler.” “ Dünya hayatı onları mağrur edip Allahı feramuş eylediler.” “ Onlar dünyada gün onları kuşe-i feramuşiye attık.” Ne yapalım Hatib Efendi? Gerçi biçarelerin halleri acınacak şey lakin görüyorsunuz ya! Kendi amellerinin cezasıdır. dolaştırarak bulutların üzerinde gezdirerek evlad ü ıyal sahibi kılarak dinlerini mel’abe haline getirenlerin hali daha nasıl olur? Siz de bu hale gelmemek ve “ Ey kullarım bugün sizin için korku yoktur ve mahzun da olmazsınız” hitab-ı latifine nail olmak ister misiniz? Dininizi mel’abe haline getirmekten vazgeçiniz “ Ayetlerimize iman edip daire-i “ Siz de ezvacınız da sürur u hubur içinde cennete giriniz” hitabına nail olursunuz. “Ey ademler dünya dar-ı amel ve cihaddır. Bugün ekin günü yarın ise yevm-i hasaddır. İmdi dünyanızda ahiretiniz Hatibin bu sözü pek doğrudur lakin maksadı fasiddir. kabilindendir. Gerçi bu mealde nice ayat-ı celile ve ehadis-i Nebeviyye vardır. Ezcümle Sure-i Zümer’de “ Ey iman eden kullarım Rabbinize muhalefetten sakınınız bu dünyada taat ile ihsan eden kimse için ahirette ecr-i hasen vardır” buyurulmuştur. Lakin Hatib “Dünyada “Ve salah ve takva erbabından yahud meratib-i aliyye ashabından birine tevekkül etmeyiniz.” Zaten ehl-i İslam “ Mün’im-i hakıkı hazret-i Rahmandır biz ona iman ve tevekkül etmişiz” demekle me’murdurlar. Külle yevmin salavat-ı hamsenin her rek’atinde ve evkat-ı sairede tekrar ettikleri Sure-i Fatiha’da “ Ya Rab! Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım bekleriz” diye cenab-ı Hakka karşı ahd ü misak eylerler. Ya Hatib Efendi! Sen niçin nasihatin Hatib diyor ki: Kur’an Zerre kadar ağırlığında hayır icra eden onu görecek ve zerre kadar şer icra eden onu görecektir.” Cümle ehl-i İslam’ın ma’lumu olan bu ayeti acaba Hatib-i Nasrani niçin irad ediyor? Şunu demek istiyor ki zerre kadar şer işleyen kimse mutlaka onu görecektir şefaat ile afv ettirmek mümkün olmayacaktır. Atideki sözü de onu müeyyiddir: “Seyyide Zeyneb ve Seyyidina Hasan ve Hüseyin gibi ehl-i beytten ve Seyyidina el-Bedevi ve Seyyidina İbrahim ed-Düsukı gibi evliyadan kezalik enbiya ve rüsulden sizin Filhakıka öyledir; zira şefaat taleb etmek duadır dua ise ibadet kabilinden olup Allah’a mahsustur. Şefaat ehli olan bir zatın şefaatini “ Ya Rab onu bizi şefi’ kıl” diyerek yine Allah’tan taleb etmelidir. Lakin Allah’a veled isnadından hazer etmeyen bir Hatib-i Nasrani böyle doğru bir nasihat verir mi? Onun maksadı ifadat-ı atiyesinden müsteban olur: “Zira onlar ancak münzirler ve mübeşşirlerdir. Ruz-i cezada onlar günahkarlara karşı ehibba ve şüfea mevkiini değil ancak hasımlar ve şahitler mevkiini tutacaklardır.” Yani enbiyanın vazifesi yalnız inzar ve tebşirden ibaret olup şefaat onların işi değildir demek istiyor ve şu batıl da’vasını isbat için: “İşte te’kiden şöyle buyurulmuştur.” diyerek Sure-i A’raf’dan bir ayetin yarısını ityan ediyor. İleride şefaat dahi enbiyanın işi olduğunu isbat edeceğimizden burada hatibimizin alemi nasıl iğfale çalıştığını ve hadd-ı zatında delili kendi aleyhine çıktığını göstermek için üst tarafında bil-iltizam meskutün-anh bıraktığı ayetleri gözden geçirmemiz lazım geliyor: “ Kıyameti inkar edenlere Peygamberimiz bir kitap yani bir Kur’an getirdi o kitabın ayetlerini ve ahkamını “ Münkirler Kur’an ın vaad ve vaidi doğru çıkacak mıdır diye intizar ediyorlar.” “ Onların meydan-ı zuhura geldiği gün Kur’an’ ı dünyada iken inkar etmiş olanlar derler ki:” Kur’an “Rabbimizin resulleri bize gerçekten hakıkati getirdiler imdi acaba bizim için şefaat edecek şefi’lerimiz var mıdır? Yahud amel ettiğimizden farklı surette amel etmemiz duçar-ı hasar ettiler. Ve iftira ettikleri şeyler onlardan ayrıldılar.” Elbette öylesi adamların akıbeti bundan başka ne olabilir. Acaba Hatib-i Nasraninin uluhiyet isnadıyla iftira ettiği Hazret-i Isa kendisinden ayrılmayacak mı? “Kezalik şöyle buyurulmuştur: Kur’an “Mübeşşir ve münzir olan resuller hakkında size haber verdik ki o resullerden sonra adamların Allah’a karşı serd edecek bir delil ve hüccetleri olmasın ve Allah aziz ve hakimdir.” Bizim de geçen müdafaamızda beyan ettiğimiz üzere ayet-i kerimesi mucebince bir kavme tebşir ve inzar edici peygamber göndermedikçe Cenab-ı Hak hiçbir kavme azab etmez. Hatibin ityan ettiği ayette de böyle resuller gönderilmesi insanlar için “Bizi imana da’vet eden olmadı” diye hüccet ikame etmek ihtimalini kat’ maksadına mübteni olduğu beyan olunuyor. Halbuki Hatibin maksadı yine peygamberlerin inzar ve tebşirden başka vazifeleri olmadığını göstermektir. İnsanların ezher cihet ümidini kat’ ile onları hamisiz bırakmak için ilave ediyor: AKAID-I İSLAMIYYE Bundan evvelki makalelerde ber-tafsil izah olunduğu üzere Cenab-ı Hakk’ın halk ve icad hususunda hiçbir suretle şeriki yoktur; esbab-ı zahirenin verasındaki kuvve-i gaybiyye saltanat-ı kahire yalnız Allah’a mahsus olduğu cihetle tezellül ve huzuun aksa-yı gayeti olan “ibadet” de ancak ona maksurdur; mahlukat üzerinde cari olan kavanin-i ilahiyye ve esbab-ı zahirenin fevkinde bazı kimselerin de te’siri olduğunu Evet mahlukatın kudreti haricinde olan şeyler üzerinde Allah’tan başka bazı kimselerin bazı eşyanın da bir nüfuzu bir tasarruf ve saltanatı olduğunu i’tikad ederek Allah’tan başkasını ta’zim abdin kadir olmadığı şeylerde onlardan imdad nusret ve muavenet taleb etmek mahz-ı şirk ayn-ı küfürdür. Çünkü kainattaki silsile-i uzviyyatı tedkık ve tetebbu’ edersek bütün mevcudatın Cenab-ı Hak tarafından birtakım –lisan-ı şer’de adetullah ta’bir olunan– ebedi la-yetegayyer kanunlara rabt edildiğini görürüz. Hükemanın kavanin-i tabiiyye namı verdikleri bu kavanin-i fıtriyye bu sünen-i Binaenaleyh teşebbüsatında muvaffak olmak hiyyeye tevfik-i hareket etmeleri lazımdır; kavanin-i tabiiyye ve adat-ı ilahiyyenin hilafına hareket ederek muvaffakiyyatı başka taraflarda arayanlar teşebbüsatlarında kat’iyyen muvaffak olamayacakları gibi bu hareketleriyle mahlukat üzerinde cari olan sünen-i ilahiyyenin esbab-ı zahirenin verasında başka amiller olduğunu i’tikad etmiş olduklarından bu suretle hareket şirkten başka bir şey değildir. Mesela: Harpte kuvve-i askeriyyeden başka şeyler ile nusret taleb etmek hasta olan bir kimsenin –Allah tarafından hidayet olunduğumuz edviyeyi isti’mal etmeksizin– şifayab olmasını istemek dünya ve ahirette mes’ud olmak rakıp da bu saadeti başka yollarda aramak kendileri de muhtac-ı muavenet bir takım kimselerin muavenetini duasını taleb etmek mahz-ı şirktir; bunların hepsi de Veseniler ettiği şeylerdir. İslamiyet adat-ı Veseniyyinden olan bu nevi’ şirki mahv etmiş kudret-i beşeriyyenin fevkinde olan umuru yalnız Cenab-ı Allah’a reddeylemiştir. Bu suretle kavamı olan iki emr-i azimi takrir etmiş bulunuyordu: Abd vesile-i saadeti olan şeyleri kendi iradesi kendi kudretiyle kesb eder. Kudret-i ilahiyye bütün kainatın merciidir; herşey kudret-i ilahiyyenin asarıdır. Adat-ı Veseniyyinden olup da tevhide mugayir olan bu nevi’ şirkin butlanı ise hem aklen hem naklen sabittir. Aklen batıldır; çünkü akıl nizam-ı bedia kavanin-i sabite sahibi olan bu avalim ve ekvana bakar onların içinde kendisine beraber kainatın bu suretle vücudu –öyle bazılarının kail olduğu gibi– mücerred tesadüf ve ittifak neticesi olmak da imkan haricinde olduğuna kanaati olursa; o zaman akıl yakınen bilir ki: Bu ibda’ ve itkanın masdarı ancak bir “Kuvve-i Gaybiyye”dir; herşey yalnız ondan sudur ediyor; icad ile Akıl bu suretle bir ilm-i yakıni hasıl ettikten sonra elbette hükm eder ki: Esbab-ı zahirenin verasında olan kuvve-i gaybiyye nerede olursa olsun mutlaka herşey ona mahsustur. Kainatta cari olan sünen-i tabiiyye kuva-yı kesbiyye de onun vaz’ ettiği şeylerdir; binaenaleyh sebepsiz bir şeyi meydana getirmek de yalnız kendisine mahsustur. Herhangi bir kimsenin Allah’tan başkasına –saltanat-ı gaybiyyenin şuurundan neş’et eden bir huzu’ ile– tezellül ve huzu’ göstermesi kat’ıyyen caiz değildir; bu suretle huzu’ ibadet ancak Allah’a mahsustur. Yapacağı ibadatı Allah’a tahsis ederek niam-ı icad ve imdadına şükr etmek vacibtir. İşte akl-ı selimin vereceği hüküm budur. Bu hakıkati bazı hükema da göstermiştir. Bunun içindir ki bu hakıkati telkın etmek hususunda dine ihtiyaç görülmüştür. Bu nevi’ şirkin naklen batıl olduğuna gelince: Bu babda varid olan nusus bunu pek mükemmel bir surette izah etmektedir; çünkü Kur’an açık beliğ bir lisan-ı Arabi ile nida ediyor ki: Bütün enbiyanın telkın etmiş olduğu din din-i tevhiddir; rilmiştir: makaledeki ayetinin tetimmesidir. Bu hakıkati telkın için pek çok ayat-ı kerime varid olmuştur. Bunlardan sarahaten anlaşılıyor ki: Kendilerinden bir takım havayicin kaza edilmesi taleb olunan kimseler ister melaike ister enbiya evliya olsun –başkalarının hacetini bitirmek değil a kendi nefisleri için bile ne mazarrata ne de menfaate kadir değillerdir; diğerleri gibi onlar da muhtac-ı muavenettir. İşte Furkan-ı Hakim: Bu babda fazla izahata ne hacet! Seyyidü’l-enbiya cenab-ı Peygamber bile taraf-ı İlahiden şu suretle emr olunmadı mı? Bu ayet-i kerimelerden anlaşılıyor ki Cenab-ı Hak Resul-i Ekrem efendimizin de vazifesini yalnız tebliğe inzar ve tebşire hasr ediyor. Bunlardan başkasına kadir olmadığını tasrih ediyor. Şimdi munsıfane düşünelim! Bizzat hazret-i Peygamberin kendisi de istediği kimseleri rüşd ü hidayete sevk etmeye –ki tebliğden ibaret olan vazifesinin eseridir– kadir olmazsa nasın mazarrat ve menfaatine istemiş olduklarını Resul-i ekrem efendimizin vazifesi yalnız tebliğ inzar ve tebşir olduğuna dair bu kadar ayat-ı kerime nazil olduğu gibi kaffe-i rüsul-i izam haklarında da ayet-i Samedaniyyesi nazil olarak onların da inzar ve tebşirden başka vazifeleri olmadığı izah edilmiştir. kiram hazeratının vazifeleri yalnız tebliğdir; Cenab-ı Hak tarafından telakkı eyledikleri şeyleri inzar ve tebşir suretiyle nasa tebliğ etmekten başka vazifeleri yoktur. Bunların vazife-i tebliğden başka bir de def’-i mazarrat celb-i menfaat tevsi’-i rızk; ve daha bunlara mümasil –dinden inhiraf eden kimselerin peygamberlerin de dununda olan evliyalardan taleb ettikleri şeyler gibi– hususatta Allah ile kulları arasında vasıta olduklarını tasrih eden bir ayet bile yoktur. Belki bütün ayat-ı ilahiyye –şimdi izah edildiği üzere– bu vesatat mes’elesini pek sarih bir surette nefy etmektedir. Gerek sahabe-i kiram gerek selef-i salihinin i’tikadları da bu merkezde idi. Ba-husus ölümleriyle kesbden munkatı’ olan mevtaya nisbetle! Eğer ruh-ı dinden ibaret olan şu nusus-ı kat’ıyye-i ilahiyyeye zahiri i’tibariyle münafi olan bir şeyin kitab-ı ilahide sünen-i Nebevide mevcudiyeti farz edilirse o zaman onu müteşabihattan saymak üzerimize vaciptir; evet bu nususa muhalif olarak bulunması mefruz olan herşey mutlaka müteşabihattandır. Müteşabihatın da hükmü bundan evvelki makalelerde ber-tafsil izah olunmuş idi. Maamafih Kur’an’da hadisde böyle bir şey asla varid olmadığı halde Allah bizim başımıza bir takım insanları musallat kıldı ki: Onlar kelimeleri tahrif Kur’an’ ı kendi re’yleri ile tefsir ediyorlar; onlar adat-ı Veseniyyinden olup tevhide mugayir olan bu nevi’ şirke tevessül; evliyalara da vesile namı veriyorlar sonra bu vesilenin –yani esbab-ı zahirenin fevkinde olan hususatta evliyalardan nusret ve muavenet taleb etmenin onların türbeleri önünde tezellül ve huzu’ göstermenin– de ayet-i kerimesiyle matlub olduğunu beyan ederek bu şirkin beyne’n-nas tervicine çalışıyorlar. Halbuki eimme-i din onların makam-ı istidlalde getirmiş oldukları atideki vesileyi iman ile amel-i salih ile tefsir ediyorlar ki Kur’an’ın bütün ma’nasıyla şehadet ettiği bir tefsirdir. Bu ma’naca olan vesile başkalarından matlub olduğu gibi enbiyalardan evliyalardan da matlubdur: sini tahdid ediyor; binaenaleyh onlara Allah’ın bahşettiği şeyden ziyade bir salahiyet vermek bizim haddimiz değildir. Peygamberler böyle olunca başkalarının hiçbir şeye kadir olamayacakları müstağni-i beyandır. Gerek sahabe-i kiramın gerek sair ulema ve evliyaullahın türbeleri kabirleri önünden geçerken bize terettüb eden vazife onların ruhlarına birer fatiha okumaktır; başka değil. Yine o peygamberan-ı izamın verdikleri haberlerden anlıyoruz ki: Allah bize şah damarımızdan daha yakındır; o halde –ta’lim-i dinin gayrı hususatta– Allah ile kendi aramızda başkalarını vasıta kılmaya niçin lüzum hissediliyor? lüzum yoktur. Çünkü: buyuran Kur’andır. Bizim istiane edeceğimiz meded ve muavenet taleb edeceğimiz yalnız Allah’tır. Zira her gün müteaddid def’alar kavl-i Samedaniyyesiyle kendisine münacat ediyoruz. Amma gerek enbiya gerek verese-i enbiya olan mürşidine ta’zim etmek hususuna gelince: Bu ancak onlara iktida onların üzerine salatü selam etmek gibi Cenab-ı Hak tarafından me’zun olduğumuz suretler ile olur. Bunların kabirlerini ziyarete gelince Resul-i ekrem bundan men’ ettiği halde bilahare ölümden ibret almak ahireti düşünmek maksadıyla ziyaret-i kubura izin vermiştir; fakat maksat bu olmalıdır; eğer bu maksat ile gidilmez de kabirlerin başında bir takım şeyler taleb edilmek orada namaz kılmak kabirlere yüz göz sürmek için gidilirse bittabi’ caiz değildir. Nasıl ki hadis-i şerifde de tasrih edilmiştir işte din-i ilahi bundan ibarettir. Aksekili Ahmed Hamdi TASFIYE-I AHLAK VE İBADET Epeyce bir zamandan beri milletimizin ciğerlerine düşen mühim bir kurdun kuvvetli bir surette tevsi’-i daire-i sirayet etmeye başladığı görülüyor. Bu hastalığın ehemmiyeti anlaşıldığı ve bugün çekilen müşkilatın esasını bütün o teşkil etmekte olduğu bilindiği halde bilmem neden tedavisine lüzumu kadar ehemmiyet verilmiyor. Kıymet ve meziyet-i milliyyemizi kemiren şahs-ı ma’nevi-i devleti ciğergahından yakalayan ahval-i ruhiyye-i milliyyemizi bilinmez anlaşılmaz bir şekl-i garib altında uçurumlara sevk eden o maraz-ı müdhiş o adüvv-i bi-eman ancak su’-i ahlaktır. Kanuni Sultan Süleyman devrinden başlayarak zamanımıza kadar daire-i sirayetini arttıra arttıra nur-ı faziletimiz üzerine bir sehab-ı zulmet çekerek bir lafz-ı bi-ma’na gibi milliyetimizi kıymetten ıskata hazırlanan o çehre-i mahuf ahlak bozukluğu olduğuna şüphemiz kalmamıştır. Hikmetin başı Cenab-ı Hak’tan korkmak olduğundan muhafaza-i hüsn-i ahlak evamir ve nevahiyi bize bildiren kanun-ı salime tevfik-i hareketle kabil olur. Devleti en ziyade vadi-i raz-ı mühlik iken selamet-i milleti icab eden esbab arasında ehemmiyeti binnisbe geride bırakılıyor. Her milletin eşhas-ı ferdiyyesine nisbetle farklı bir ahval-i ruhiyyesi vardır ki millet onu iktisab ettiği anda hayatı tazelenir ondan tebaüd ettikçe şu’le-i ikbali söner muntafi olur. Rükn-i sahih-i hayat-ı millet olan muhafaza-i diyanet fevkalade nazar-ı i’tinaya alınmaya şayan bir hakıkattir. Bir gibi Avrupa erbab-ı fünunundan pek çoklarının tedkıkat-ı amikaları neticesinde onları bile teslime mecbur ettiren hakayık-ı ulviyye-i diniyyemizden istifade dahi ancak ahkam-ı celilesine inkıyad ve ittiba’la te’min edilmiş olur. Bu lazıme-i asliyyenin vesait-i icraiyyesini istihsale tevessül etmek hikmet-i hükumettir. Meşrubattan hey’et-i ictimaiyye-i beşerin duçar olduğu mazarrat-ı elime ve buna ibtiladan hasıl olan fecayi’-i ruzmerre Avrupaca piş-i nazar-ı dikkate alınarak bu muharrib-i ebna-yı beşeri muhafaza için ne surette teşebbüsatta bulundukları ve kalen kalemen ne yolda ittihaz-ı tedabir eyledikleri cümlenin ma’lumudur. İşte Avrupa devletleri bittecrübe mazarratı sabit olan şeylerden birer birer tecerrüdle kendi ahval-i ruhiyyelerini ve şahs-ı ma’nevilerini fazilet-i ahlakıyyeleriyle tezyin ve o yolda yüksek ve hakim bir mevki’-i deniyetinin nefsimizi okşayan buna mümasil la-yuad yaldızlı zehirleriyle ve kendilerinin bile müşteki bulundukları bazı adetleriyle ahval-i ruhiyyemizi tesmim etmek reva mıdır? O nasıl bitmek tükenmek bilmeyen tetebbuatıyla şarkın hazine-i yorsa hiç olmazsa biz de onların netayic-i tedkıkatıyla vücud bulan terakkıyatı kudret-i bedeniyyemizin daha çabuk neşv ü nemasına hizmet edecek bu fünun-ı müterakkıbeyi da o nisbette mühim addetmeliyiz. Çünkü saadet-i milliyyemiz ancak muhafaza-i ahkam-ı diyanetle ma’neviyatımızı fünun ve terakkıyat-ı hazıraya vukufla maddiyatımızı te’yid etmekle kabil olur. Biri kuvve-i ma’nevisine hakim diğeri afiyetine hadim diyanet ve tababet gibi iki ilme şiddet-i Fazail ve hakayık-ı insaniyye ziya kadar saf nur kadar vazıh bir sütun-ı muhteşem gibi arzdan kubbe-i semaya doğru yükselir. İnsanlar mehasin-i hulkıyye ile mütehalli oldukça ruhları sema-yı hakıkate tereffu’ ve i’tila eder. Hakıkat-i ruhiyyesini kesafet-i ahval-i nefsaniyyeden tecrid edemeyenler hayat-ı faniyyeyi istihkar edemezler. Alem-i hakıkatte hayrı olmayan bir kimsenin alem-i insaniyyete hizmeti taklidden ibaret kalır. Mu’tekid bir asker hayat-ı ebediyyesini hayat-ı müstearına feda edemez. Hayat-ı hakıkiyyeyi iktisab eden milletin bastığı toprak mülk-i ebedisi zafer onun peyk-i ezelisidir. Hakayık-ı celile-i Kur’an iyyenin derece-i ulviyyeti önünde ser-füru-bürde-i tevkır olan ve kanaat-i vicdaniyyelerini o tabakat-ı aliyye-i hakkaniyyette te’min etmiş bulunan Avrupa eazım-ı ricalinden ve başlıcalarından Gote namında fazıl-ı şehirin edebiyat-ı şarkiyye üzerinde vuku’ bulan tedkıkatında Kur’an-ı Kerim için ayırdığı faslında evamir ve ahkam-ı celile-i Kur’an iyyenin ulviyyetinden bahisle bilmediği bir kuvve-i cazibenin o kitab-ı mukaddesin mevki’-i bülend ve refi’i karşısında insanı cezb ederek mütehayyir ve hürmete mecbur bıraktığını yazıyor. Kezalik seyr-i aşıkane ve edebisinin Avrupaca henüz muharriki ta’yin edilememiş bir seyyare hükmünde gösterilen dahi-i şehir Lamartin’in Rafael namındaki eser-i edebisinde “Cenab-ı Hakkın sırr-ı vahdet ve ibadet hiss-i tabiisini kalbe meal-i münifi vechile kendinin kenz-i mahfi olduğunu mahlukatına bildirmek ve gerek kendine hürmet ve takdis ettirmekten hangisi olursa olsun insan Cenab-ı Hakkı düşününce bu iki hiss-i tabii yani sırr-ı vahdetle beraber ibadet hisleri birlikte tebadür eyler” demiştir. Eserin diğer bir yerinde de “Her halde ibadet insanların en büyük imtiyazıdır. Zira halikına münacat için yegane vasıta odur.” Yolunda tasrih-i kanaat-i vicdan ediyor. Avrupalıların el-an tetebbu’ etmekten kendilerini alamadıkları sanayi’ ve mi’marlık nokta-i nazarından herbiri bir güldeste-i tarz-ı i’cazkaranede yapılmış cevami’ ve mebani-i kadimedeki sütun ve çini ve saire gibi bedayi’-i müşa’şaanın sani’i müslümanlar olduğunu söylemek kafidir. düstur-ı muazzamıyla teşvik-i mesai eden bir din-i celilin mani’-i terakkı olduğunu iddia etmek gibi vahi bir söz tasavvur olunamaz. Avrupalıların bize isnad ettikleri taassuba gelince henüz dumanı üstünde ta’birine ma-sadak olan Balkan muharebesi isnadat-ı vakıaya biz değil belki kendileri elyak olduğu min tarafillah vasi’ mikyasda bize gösterilmiş bir delil-i celidir. Hakayık-ı diniyyemizi ve o yolda yazılan asarı tedkık ile kanaat-ı vicdaniyyemizi te’min etmeden felasifenin ruhu değil belki nefsi avutucu kitaplarını tedkık etmeyelim. Diyanet-i teaddid asar vardır. Şuara-yı zevil-ihtiram-ı İslamiyyeden hangisinin bir şiirini manzumesini okumuş olsak ulviyet-i ruhunun feza-yı hakıkatte aheng-i seyrini görürüz. Mesela Galib Dede’nin Mi’raciyye’sinde: Yani cenab-ı vacibü’l-vücud hazretlerine nasıl vardır diyebilirim ki kendimden haberim yok. Nasıl inkar edebilirim ki nazarım O’nunladır. Kezalik hazret-i Mevlana’nın: Menbaı akl-ı küll olan bu sözler gülzar ve sünbülistan-ı vahdetin rayihalarıdır. Diğer bir beytinde: Şems-i ma’rifet için nakil yoktur. Onun matla’ ve maşrıkı akıl ve ruhtur. Meallerindeki iş’ar-ı deha emsal-i adidesi kalbimizi yakıniyyete sevk edecek kuvvet-i ma’nayı ve hakk-ı beyan-ı hikmeti tamamiyle muhtevidir. Geçenlerde şuara-yı hazıramızdan sername-i iftiharımız Abdülhak Hamid Beyefendi hazretlerinin risale-i mevkuteden birinde manzur-ı şükranım olan bir manzumesinde: “Hem iki zatında hem bir sevdiğim hem dahi bilmem ki kimdir sevdiğim” zevk-i şairanesiyle remz-i hakıkat buyurmuşlardı. Sırr-ı vahdeti tasdikle tev’em olan ibadetin evamir-i ilahiyyeye tatbik-i hareketle i’tila-yı ruh iktisab-ı fazilete azimetle selamet-i hayat-ı milliyemizi arayalım. Çünkü insan düştüğü yerden kalkar. Sipihri açılmış güller yasemenlerle mutarra zemini adab ve tevazu’ dibalarıyla mefruz o haremsarayın dervaze-i muhteşemi bab-ı istiğfarı henüz küşadedir. Kevser-i ma’na akar havuzları feyz-i cavidani çağlar billur selsebilleri hakıkat söyler bülbülleri henüz mevcuttur. Fünun-ı cedidenin iktisab ettiği derece i’tibariyle genç fikirlerin hasıl ettiği nezaketle muvafık bir surette dekayık-ı ilmiyye-i diniyye ile kalplerini doyuracak ilmiyle cidden amil vaiz ve ulema mebhas-i ilahiyyatta seyr-i süluk görmüş ve tabakat-ı ezvak-ı ledünniyyeyi tatmış sahib-i kemal zevat ile ledünniyat-ı İslamiyyeyi telkın ve tatmin ve akayid-i milleti te’yid edelim. Evlatlarımızın terbiye-i diniyye ile kabiliyet-i ruhiyyesi tevsi’ ve tahkim edilerek tehiyye edilecek zemin-i fikrilerine tohm-ı maarif ekelim ta ki ruhları nazarları kalpleri fikirleri bir olan efraddan müteşekkil timsal-i ma’nevi-i milletin her atf-ı lihazası müedda-yı celadet her azimeti müntic-i muvaffakiyyet her tavrı i’la-yı milliyyet eylemiş olsun. BIR LEVHA-I İTTIHAD Şu küçük ırmaklara bakınız: Ormanları vadileri dağları geçerek; gah sakin gah uçurumlardan bayırlardan taşlardan atlayarak; feşafeşler zemzemeler vücuda getirerek ne güzel akıyorlar. İnsanlar; bu ufak sulara ehemmiyet vermemiş şikayetlerini zemzemelerini kayalardan ağaçlardan başka kimse dinlemez tükenmez şiirler inşad eden giryan şelaleleri taşlar üstünde kırılır dağılır hıçkırıkları sükut içinde erir gider. Saygılı mini mini kuşlar; içtikleri birkaç damla suyun bedeli olarak ara sıra nağmeler okurlar; bazen da ruzgar ormanlardan çiçeklerden topladığı hoş kokuları takdim ederek durgun yüzünü yavaşça öper. Bu küçük ırmaklar acaba nereye gidiyor?.. Bunlar ömr-i beşer sür’atiyle akarlar... Karanlık ormanları yeşil çayırları geçerler siyah dağları aşarlar.. Beyaz köpüklü çağlayanlar bıraktıktan sonra geniş bir ovada birleşirler... Şimdi bu küçük sular bir ırmak değil koca bir nehirdir... Muhteşem mağrur bir reftar ettiği zaman beyaz köpüklü mütehevvir dalgaları ölüm fışkırır; önüne geçen kayaları ağaçları kökünden koparır atar karşısında hiçbir hail mukavemet edemez: Vurur kırar yıkar... ayakları altında çiğnenen alem-i İslam! Yeter bu zillet!... Tuğyanların diyar-ı ilhadı boğsun!... Cuş u huruşundan katil Salib titresin!...Yıldırım ol: Yık!... Ateş ol yak!... İttihadınız dağları devirecek zincirleri kıracaktır... TERBİYE VE TA’LIM ULEMA-I İSLAMIYYE İLE HASBIHAL Fezail-meab efendilerimiz! Gazete sütunlarında ıslah-ı medaris hususunda alakadarana karşı atılan seng-i ta’rizler tabii benim gibi sizleri de sıkıyor ve çare-i halası düşünmeye sevk ediyor. Çünkü hep bir mesleğin saliki bir kisvenin labisi bulunmak mülabesesiyle onlara tevcih edilen siham-ı ta’riz suçsuz günahsız bizlere de teveccüh eyliyor. Lakin müdiran-ı umurda ol kadar geniş kursak müteessir olmaz yürek var ki günde bir değil bin kere ma’ruz kalsalar yine aldıracakları yoktur. Çoktan beri her işlerimizde hakim-i mutlak kesilerek bizleri mahkum-ı inkiraz eden ifrat ile tefritin ortasını bulamaz isek yakın zamanda şecere-i ilim de kökünden devrilecektir. Zira cereyana kapılan gençlerimiz istiyorlar ki herbiri mahir bir muhasib mütefekkir bir mühendis hazık bir doktor dahi bir muktesid aynı zamanda hakıkı bir müctehid mütefennin bir müfessir mütebahhir bir muhaddis beliğ bir edib fasih bir lügavi ciddi bir hey’et-şinas olsun. Hem de az bir zamanda olsun. Yorulmasın keyfi yerinden ayrılmasın. Görüyorsunuz a bu ifrat-ı pür-haybetin tabaka-i balası; bilmediğini bilmemek da’-i eliminin püsküllü belasıdır. Müdiran-ı umura ihtiyarlarımıza gelince; onlar da ne dördü bir araya gelir ne de istikbal-i milleti düşünürler. Suyu kesilmiş değirmen gibi dingin singin hab-ı gaflete dalmışlar her ne dense eyvallah deyip bol bol maaşları yiyip yatıyorlar. Bu da tefrit-i pür-melalin dereke-i süflası istiaze buyurulan acz ü keselin en müntehasıdır. Yahu acaba hadis-i mu’ciz-beyanının zaman-ı tecellisi midir ki zamirlerine merci’ olmaktan korkulmuyor? Yoksa haber-i dehşet-eserinin tecellisi mi bekleniyor ki hala ittifak edemeyerek doğru eğri bir takım ta’rizata hedef olunuyor. Böyle aldırmamakla kulub-ı millette cay-gir olan nüfuz-ı ma’nevi günden güne kırılıyor sonra da ahlak-ı millet müdhiş bir sukutla alabildiğine mahv olup gidiyor. Ey ihvan-ı uzlet-nişin! Bizler derya-yı ye’se düşerek ona buna tazallüm-i hal azv-i vebal ederek Hasbünallah çekmemizle kendimizi mes’uliyet-i ma’neviyyeden kurtarmış olamayız. Geliniz herkes aklının erdiği kadar hak ve hakıkati belki bu garib meslek bir müddet daha payidar olur. Hata savab da’iniz herkesten evvel ıslah hususunda fikrimi ifadeye şitaban oluyorum. Maksadım benim düşündüğüm olsun demek değil ancak müsademe-i efkarla barika-i hakıkatin zuhurudur. Herkes tezekkür edebildiğini meydana atsın. Cümlenin ma’lumudur ki Ders Vekaleti taşra medarisini hatırlarına bile getirmediği gibi beş sene içinde ıslah namına Makam-ı Hilafet’te de bir şey yapamadı. Ancak bir şey yaptı oldu” meselince riyaziyyat yerleştirelim derken ulum-ı diniyyeyi de baltaladı esas olan ulum-ı edebiyye ziyaa yüz tuttu usul ve füru’ hiçe karıştı. Acaba yeniler milletin derdine merhem olacak mı? Nerede? Mahrumiyet içinde mahrumiyet! Çünkü talebe sabah ulum-ı edebiyyeden birine koşar ondan gelir temrine tahkıka vakit bulmayarak hemen riyaziye gider. Oradan döner saatlerce nazar ve tefekküre muhtac olan belagat; fıkıh veya usul derslerinden birine atılır. Bununla da kalmıyor riyazi dersleri günde değiştirilerek her gün yabancı bir fen karşısında kendini bulur. Sonra da hiç olur vesselam. İşte beğeniyorsunuz ya ıslah da budur. Şu halde Ders Vekaleti atide milleti kendilerine minnetdar kılmak ve mes’uliyetten de kurtulmak için azim bir mü’temer-i ilmi teşkiline çalışmalı en evvel bu hakıkı lüzumu an’anatıyla evliya-i umur hazeratına tefhim sonra da makam-ı müzakere ta’yin maaşat ve masarif te’min ettirilerek her vilayetten re’y ve fikrinden ilim ve fazlından istifade edilir ikişer alim celb ve Makam-ı Hilafet’ten de mikdar-ı kafi seçilerek resmi bir melis-i kebir-i ilmi teşekkül etmeli. Bu hey’et-i muhtereme evvelen: Okutulacak fünunun listesini tanzim ve okunacak kitapları tertib ve intihab etmeli. Saniyen: Bu fenlerin mütehassıslarını bulup ta’yin ve bunlarla bilmüzakere bu fenlerin mu’tedil bir zeka mu’tedil bir sa’y ile kaçar senede okutulması lazım geleceği taht-ı karara alınmalı. Salisen: Fünun şu’belere taksim ve bu şu’belere kimlerin girebileceğini bir nizam-ı mahsusla ta’yin edilmeli. Rabian: Riyazi şu’belerine girecekler sarf ve nahivde meleke-i tammeleriyle beraber teşkik ile rahnedar olmaz Hamisen: Hiçbir maksad te’min etmeyen kur’a imtihanlarını lağv ile her sene nihayesinde talib resmen müktesebatını arza mecbur ve bu imtihan da zamanımızda olduğu gibi sathi sual sahte aferinlerle geçmeyip fende itkan hasıl edenler mazhar-ı mükafat ataleti yüzünden maksada eremeyenler duçar-ı mücazat olmalıdırlar. Sadisen: İntisab ettiği fennin mevcud ve müctehidi olmak derecesinde kesb-i ihtisas edene verilecek maaş yapılacak mükafat ta’yin ve resmen i’lan edilmeli. Sabian: Fenlerin birinde mütahassıs olmayıp da her fende fehm ve takrir melekesi hasıl edenler ne gibi hizmetlere girecek ve ne mikdar maaşla istihdam olunacakları beyan ve i’lam edilmeli. Saminen: Taşra medarisi ulum-ı akliyye şer’iyye edebiyyede müsavatla beraber riyaziyyatta ikiye ayrılmalı. Kura ve kazalarda yalnız tarih hüsn-i hat hesab coğrafya ilave vilayetlerde biraz daha şümullü olmalı. Tasian: Talib nerede tahsil görürse görsün ma’lumat-ı kafiyeyi haiz bulundukta Deraliyye’de tahsil görenlerden fark edilmemeli. Çünkü ifa-i hizmette i’tibar mahall-i karara değil irfan ve iktidaradır. Ey müdiran-ı umur! Taşra aleminde münzeviyane imrar-ı hayat eden bir acizin düşüncesi bu kadar olur. Tabii sizler vazifenizi bi-hakkın ifaya çalırsınız daha iyi düşünebilirsiniz. Ba-husus arz eylediğim mü’temer-i ilmi vücud bulursa ez-her cihet mükemmel olur. Tek bizler birleşelim harekatımız niyyet-i salihaya makrun olsun tükenmez bir himmet usanmaz bir azimle işe mübaşeret buyurulsun. Hem bu arzu husul-pezir olursa mekteplilerle medreseliler arasında türeyen nifak ve bürudet yerine vifak ve meveddet kaim olacak kızıl kuşak ayağında yarım çarık elinde çapa güneşte yanan veya topal merkeple bir lokma için bin dere tepe aşan bi-çarelerin alın terleriyle eramil ve eytamın gözyaşlarından tahassül eden maaşlarınız da “daire-i hall”e girecektir. Mevla tevfikına karin ve maksudumuzu teysir buyursun. Muhterem kardeşlerim! Maksadım lafla gazete sütunları doldurmak ve malaya’ni davisi üzerimize vacib olan hastanın bilfiil imdadına koşmak çalışmaya başlayacağımı ikinci bir makalemde tafsilen ve tergıben ifade edeceğim. Minhü’t-tevfik ve’l-ihsan. HAYAT SIHHATLE KAIMDIR Hayat sıhhatten ibarettir. Sıhhatin fıkdanı hayatın fıkdanıdır. Evet! Hastalık mevtin habercisidir. Halbuki hayat insana en muazzez bir emanet-i Hak’tır. Bu emanetin her şeyden evvel muhafazası sahibi için en mühim bir farizadır. Hıfz-ı hayat esbabı mevcud oldukça hıfz-ı hayat imkanı elde bulundukça onu ihmal etmek mevte karşı la-kaydi göstermek intihardan başka ne ile vasf olunabilir? Müntehirin ise nazar-ı şeriatte mevkii derk-i esfel-i hüsrandır. Onun –terhiben lilemsal– cenazesi bile yıkanmaz. Namazı bile kılınmaz. Tezkiye imkanı da yoktur. Ne faci’ akıbet! Ne hail hatime! Geçen gün biri benden soruyordu: Diş doldurmak caiz mi değil mi? Bir cevap istiyor. Hem de “Kat’i olmalıdır” diyordu. Evet! Müstefti pek haklıdır. Zira bu bir hayat memat mes’elesidir. Diş nedir? Kaşane-i hayat olan bina-yı vücudun temel taşları. Temeli çürüyen sökülen bir bina payidar olabilir mi? Elbette olamaz. Elbette yıkılır gider. Kudret ve azameti tenahi şanından olmayan Cenab-ı Hak vücud-ı insana iksa buyurduğu şu libas-ı ahsen-i takvimi derin bir im’an-ı nazarla nazar-ı hikmet ve ma’rifetle tedkık olunsa... Fakat dedik ya: Nazar-ı hikmet ve ma’rifetle... Mesela işte dişler! Biraz menafi’u’l-a’za fennini okumuş veya guş-ı can ile dinleyip anlamış anlamaya çalışmış olan her akl-ı selim sahibi kitab-ı hilkatin bu sahifesi önünde kudret-i Hakkın kemaline secde ber-iman olmaması kabil değildir. Bu kıymetdar bu muşa’şa’ elmas parelerdir ki vücudu bütün ağırlığıyla taşıyor. Hayatı bütün kuvvetiyle bütün taravetiyle yaşatıyor. Dişleri sağlam bir ihtiyar dişlerini çürütmüş zayi’ etmiş bir gençten bin kat bahtiyardır. O sinninin terakkısine rağmen kemal-i afiyetle dinç bir vücuda malik olur. Ya bu zavallı vazife-i hazmiyyesini ifadan zulmen mahrum edilen mi’desi sırrına mazhar olur...! Şeref-i hilkatini gaib eder. Çünkü fariza-i ubudiyyetini kendisine veda’ eder. Ailesi saadet yüzü göremez. Çünkü biçare peder mecmua-i emraz ve eskam daima bi-tab! Ey bu felakete Cenab-ı Hak razi midir? Hiç şüphe yoktur ki insan hıfz-ı hayat namına mümkün oldukça dişlerini muhafaza çürüklerini imla ve ta’mir etmesi lazım-ı mütekaddim bir farizadır. Bir dişin –bil-imla– isti’mali mümkün iken bi-gayr-i hakkın çıkarılması bir parmağın kesilmesi gibidir. Belki ondan bile mühliktir. Deniyor ki: “Diş mahz-ı bühtan ve iftiradır. Müddeamızı isbat edelim: Fetavayı Hindiyye’nin Kitabü’l-Gusl’ üne bakınız! Oradaki ibare-i fetvanın meali şöyledir: “Muğtesilin dişi çürük olup da kovuğu yemek bakıyyesiyle dolu olsa bunun çıkarılması ağrı Hele İbni Abidin’ deki üslub-ı fetva bundan daha müsaid daha rahmet-nisardır. “Muğtesilin dişleri arasında veyahud çürük dişinin kovuğunda ki taam mani’-i gusül değildir.” Şimdi munsıfane bi-tarafane düşünelim. Mücerred elem ve ızdırabı mucib olmamak için çürük diş kovuğunu doldurmuş olan taam bakıyyesinin mani’-i gusl olmadığını lisan-ı fetva ile ümmete tebşir eden hazret-i şeriat-i Ahmediyye neden dişin doldurulmasını tecviz etmesin? Hususıyle yemek bakıyyesi o dişi öldürüyor. Hatta yalnız onu mu? Belki zararı tedricen bütün dişlere sari. Bu ise dişi ölümden kurtaracak. Mümkün olduğu kadar hayatını tecdid hizmetini tahdid sahibinin sıhhat ve afiyetini te’yid ve teşyid edecek. Şu fetvalara tekrar tekrar nazar-ı insafı celb ederim. Bir daha derim: Mü’minlerinin cüz’i bir diş ağrısına razi olmayan muzır bir maddenin diş kovuğu içinde bırakılmasına müsaade eden İslamiyet niçin diş doldurulmasını tecviz etmesin? Asr-ı ictihadda diş doldurulmak fenni olmadığı için mi? Şeriat zaman ile mukayyed mi? Şeriat mekana esir mi? Şeriat din cebir ve tazyik mi? Haşa! İşte: Allah dinde sizin üzerinize kat’ıyyen darlık tahmil etmedi. İşte: Allah size kolaylık murad ediyor. Güçlük murad etmiyor. Ayat-ı celilesi bu tenzihimizin şahid-i ezeli ve ebedisidir. Şari’-i a’zam sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri buyurmuyorlar mı? Teysire bedel ta’sir tebşire bedel tenfir layık mıdır? Ümmeti bu güzelim İslamiyet’ten bu mukaddes haktan soğutmak hem de nehy-i ilahisine isyan ederek karihadan fetva-yı ta’sir ve tenfir vermek işte bizi bu dereke-i esfel-i zillet ve meskenete düşüren taassub ve ta’bir-i sahih ile cehl-i ez’af-ı muzaaf. Hamden sümme hamden ıslah-ı huruf mes’elesinin ehemmiyeti anlaşılmaya başladı. Bugün alem-i İslamın her yerinde ıslah-ı huruf tarafdarları cem’iyyetleri gittikçe çoğalmakta ehemmiyet kesb eylemektedir. Bu cem’iyyetlerin tarafdarlara malik olmuştur. Ve a’zası miyanında Türk ve Arap’tan ve gayrisinden pek büyük alimler müftüler hakimler vardır. Hele ulema-yı Arabın göstermiş ve göstermekte olduğu rağbet ve sahabet pek alidir. Şam müfti-i fazılı meşhur tüsü ilim ve takva ile ma’ruf Yahya Kal’i Efendi hazretleri ve daha birçok fuzala ve üdeba cem’iyetimiz a’zasındandırlar. Müşarun-ileyh Yahya Kal’i Efendi daha bundan üç sene mukaddem yeni yazıdan aylarla nümuneler göstererek mütefekkirin-i Arabın re’ylerini taleb etmiş olan el-Hadara Ceridesi’ nin senesi Ramazan-ı Şerifinin dördüne müsadif yirmi iki adedli nüshasında yeni yazıyı pek ziyade sena etmiş ve Maarif Nezareti’nin acilen kabul ve bütün alem-i İslam’a neşr ve ta’mim eylemesini taleb eylemiş idi. O zamanlar Maarif Nezareti zannederim ki ne o mektubu okumuş ne de yeni yazının bütün alem-i İslam için büyük bir hizmet olacağını derk edebilmiş idi. Fakat evlad-ı Arab bu kadarla kalmayıp cem’iyetimize nakden ve ilmen muavenet ederek el-Hattu’l-Cedid namıyla Arapça mükemmel bir yeni yazı elif-ba ve kıraat kitabı ve el-Hattu’l-Cedid ve Menafiuhu isminde yeni yazının alem-i İslam’a edeceği hizmetleri gösterir ve her türlü sual ve i’tirazlara cevap verir bir risale neşrine himmet eylemişlerdir ki bunda bizim geri kalmamızın en hakıkı sebebi yazımızın eksikliği olup yazımız fen dairesinde ıslah edilmedikçe bu asra göre terakkımizin mümkün olamayacağı ve eski müslümanlar nasıl ve ne derece muvaffak olmuşlar ve ne için geri kalmışlar ve bu yeni yazıda el yazısının bitişmesi bitişmemesi sür’at suhulet ve siyle matlubun hasıl olup olmayacağı eski yazının fennen kusurları yeni yazının Latin harflerine de müreccah olduğu ve bu yazının tatbik ve ta’mimi yolları yeni yazı eski kitaplar yeni yazının kabulüyle olabileceği İngilizce’de Japonca’da ve sair lisanlarda mevcud müşkilatın tamamen başka olup tahsil-i ibtidainin ta’mimine ve usul-i terbiyye ve tedrislerin tamami-i tatbikine bizim yazıdaki nevi’den bir mani’-i kat’i teşkil etmediği fenni deliller ile mukni’ surette izah ve isbat edilmiştir ve her halde bu risaleyi dikkatle okumak huruf-ı Arabiyyenin teklif ettiğimiz suretle ıslahı lüzumuna kani’ olmak ma’ruf Risafi Efendi’nin takriz ve tavsif-i alimaneleri mezkur risalelerde Arabiyyü’l-ibare olarak mündericdir. Bundan başka el-Hilalü’l-Osmani Ceridesi de yazımızın nümunesini defeat ile göstermiş ve menafi’-i azimesini beyan ve ta’dad eylemiştir. Cem’iyetin neşriyatı yalnız Arapça olmayıp mükemmel Türkçe yeni yazı elif-bamız ve daha diğer resail ve evrakımız da vardır. Yeni yazı bil-cümle akvam-ı rette yazabildiğinden akvam-ı İslamiyyeyi huruf-ı Arabiden başka harflere muhtaç olmaktan vareste kılacağı bu yazı ile yazılmış misaller ile isbat edilmiştir. Hakıkat hurufumuzun ıslahı elzemdir. Esasen huruf elfaz ve meharici göstermek yani okutmak için bir alettir. Nitekim kılınç kalkan mızrak top ilh. şeyler muharebe alatı olduğu gibi zaman tebeddül ettikçe her şeyin alatı mukteza-yı hale göre nasıl tebeddül eder ise yazılar da o vech ile tebeddülata duçar olmuş ve olacaktır. Mesela zaman-ı cahiliyette ve ibtida-yı İslam’da Arap harflerinde noktalar harekeler ve şimdiki muhtelif tarzlarda yazılan şekil ve suretler ve ilaveler mevcud değil iken nur-ı İslam her tarafa eşi’a-paş-ı hidayet olup ferman-ı Nebevisi mucebince daire-i ma’rifet tevessü’ eylemekle yazının az çok ler secavendler ve sair işaretler konarak te’min-i maksada çalışılmıştır. Ve hatta resm-i Osman’ın mahfuz kalmasında kelam-ı kadimlerin pek çok yerleri resm-i Osman’a muhaliftir. Mesela resm-i Osman ile suretinde yazılan kelimeler bugün suretinde yazılmaktadırlar ve resm-i Osman ile eskiden yazılmış bir Kelam-ı Kadim sahifesiyle şimdi mütedavil mushafların aynı sahifesi yan yana getirilse resm-i hat ve imlanın ne derece değiştiği ve tamamen bizim teklifimizin aynı ıslahatın birçok yerlerde yapılmış olduğu görülür. Ve eslaf-ı kiramdan birçok muhakkıkın hatda fehm ve ilca-yı zamana göre ıslahat yapılması vaciptir diye fetvalar vermişler ve yapmışlardır ve böyle olması da zaruridir. Çünkü Din-i İslam eşkal ve suvere perestiş ve merbutiyeti putperestlik addeder ve akaid-i “ Bi-huruf u lafz u savt ol Padişah Mustafa’ya söyledi bi-iştibah” Şu kadar var ki bizce aranacak cihet lafız ve ma’na ve meharicin ve esasat-ı lisaniyyenin tağyir ve tebdil edilmemesidir. Ve ıslah-ı hurufun dinen en mühim mes’ele olduğunda şüphe yoktur. Zira Din-i İslam kıraat ve kitabet yani ilim ve ma’rifet üzerine kurulmuştur. Ve ilk nazil olan ayetin İkra’ ayet-i celilesi olmasında ilmin her şeyden ehem ve akdem bulunduğuna işaret-i İlahiyye vardır. Ve Avrupa müdekkıklerinin medeniyet ve muvaffakiyetlerin esasını ihtiyacata kafi ve her türlü şerait-i lazımeyi haiz mükemmel elif-bada bulmaları din-i mübin-i Ahmedide daha evvelden mevcud bir hakıkattir. Tabii ilme bu derece ehemmiyet veren bir din alet-i kıraat ve kitabet ve miftah-ı ilm ü ma’rifet olan alfabe ve hurufun temami ve kemaline her şeyden ziyade ihtimam eder. Fakır alem-i İslam’ın muhtac olduğu surette bir ıslah-ı huruf yapılmasını takriben rub’ asırdan beri düşünmekte olduğundan Meşrutiyet’i müteakıb fikir ve tarz-ı ıslahımı hemen gösterdim ve bir aralık Teceddüd namıyla ve bu yazı çok ıslah veya tebdil-i huruf fikir ve nümuneleri görülmüş ve gösterilmiş olup bunlar hülasa edilirse üç nevi’ oldukları anlaşılır. Bunlardan birincisi bizim teklifdir ki huruf-ı Arabiyyeyi muhafaza eylemek şartıyla her nevi’ şerait-i fenniyyeyi haiz ve diğer milletlerin harflerinden daha mükemmel hurufa malik olmaktır. maz gayr-i fenni fakat şimdi Türkçe okuyup yazma bilenlerin ülfetini okşar bir takım ta’dilattır ki hakıkatte Türk ve Türklük ve bütün alem-i İslam için muzır bir tekliftir. Çünkü esasat-ı lisaniyyeyi tahrib ve efkar-ı muvahhidini teştit eder. Ve bu suret-i ıslahı ihtiyar etmek yalnız etrafımızdaki ekalliyeti görüp ekseriyet-i azime ve dekayık-ı lazımeyi görmemek anlamamak demektir. Üçüncüsü– ve en sivri akıllıların fakat ruh-ı milletle alakaları olmayanların iltizam eylediği Latin harflerini kabul teklifidir. Bizim nokta-i nazarımıza göre Müslümanlık ve Türklük ba-husus buna hiç lüzum yoktur. Atideki nümunelerinimizin tedkıkinden müsteban buyurulacağı vech ile huruf-ı Arabiyye asla değiştirilmeksizin yine kendi harflerimizden Arapça bunun eski tarz harekelemeden farkı hurufu munfasıl yazıp harekeleri harflerin üstüne altına koyacak yerde aralarına komaktan ibarettir ki balada beyan edildiği vech ile eslafda dahi emsali çoktur ve bu basit ıslah ile yazımız bütün milletlerin yazılarından daha mükemmel ve daha fenni olarak alem-i İslam’ın terakkısine mani’ olan ve Din-i İslam hakkında bunca su’-i zanlara sebebiyet veren hail-i azim pek kolay kalkıyor. Ve her türlü terakkı ve tefeyyüzler için en seri’ şimendüferler tayyareler sür’atiyle gidebilmek yolları açılıyor. Bu yeni yazının Latin harflerinden ve diğer milletlerin hurufundan her suretle mükemmel ve seri’ ve kolay ve her cihetle onlara faik olduğunu bilfiil anlamak isteyenler buyursunlar hem ameli ve hem nazari olarak kendilerine isbat edelim. Her halde emsalleri gibi kani’ olarak avdet ederler. Şurasını da ilave edelim ki bu yazı ba’dema okuyup yazmak öğrenecekler için olduğundan yeniden acemi olacağız gibi bazılarının sırf nefislerini düşünmelerinden mütevellid evhamlara mahal yoktur ve zaten bu yazının öğrenilmesi eski yazıyı bilenler için birkaç dakıkalık bir iş olduğundan esasen korkulacak bir şey değildir. Ve ümid ederim ki en küçük rahatlarımızı bile feda etmemek için bütün alem-i İslam’ın saadet ve selametini mucib ve binnetice cümlemizin halasımızı müstelzim teşebbüslere mani’ olmak ve lakayd kalmak zamanında bulunmadığımız artık anlaşılmıştır. Ve nitekim akvam-ı ecnebiyyenin dahi lisanlarına vakıf bir müfti-i fazıl “Bu yeni yazının lehinde bulunanlar cenab-ı Peygamberi memnun ve aleyhinde bulunanlar mahzun eder” buyurmuşlardır ki ne derece doğru olduğu mes’eleyi bihakkın tedkık edenler için aşikardır. Hemen Cenab-ı Hak Din-i olan her teşebbüse muvaffakiyet ihsan ve aksine çalışanları duçar-ı hüsran eylesin. Amin. Bi-hürmeti seyyidi’l-mürselin. Nümuneler de arz olunacaktır Milaslı ZULMETTEN NURA “Felek benden yüz çevirdi; benim şedaid-i ruzgardan alemin cilve-i germ ü serdinden yılmaz ne yaman bir sahib-i hutub ve mesaibin envaını gösteriyor düşmanlıklarının ne dereceye kadar yükselebileceğini anlatmak için çalışıp duruyor. Fakat nafile uğraşmayın; o didindikçe saldırdıkça ben de alemde sabrın sebatın azmin mukavemetin ne demek olduğunu bunlarla neler yapılabileceğini ona göstermeye çalışacağım: Ben ona gösteririm!” Karanlık zifiri karanlık: Her taraftan ümidsizik bedbinlik bedmayelik bedfiallik fışkırıyor; her taraftan meskenet cebanet zillet ve haybet sırıtıyor; yıldızları düşük hilalinin boynu bükük güneşi kara bulutların altında sönük bir alem-i hüsran... Bu alemin üzerine doğru çökmüş gibi duran kubbenin altında bellerinin büküklüğünden başka hiçbir vaz’iyetlerinde nur-ı vuzuh ışıldamayan bir sürü hayaletler... Bu zavallılara destgir olmak için yine o muhit-i zalamdan mensuh bir sürü eller uzanıyor: Bu binlerce cisim cidden kara ellerden kopan gird-bad-ı amed-şüd hayaletlere bir nefha-i ümid teneffüs ettiriyor; beller doğruluyor eller uzanıyor her hayalet bir el yakalamak için bir az kımıldanıyor. Bu kımıldanma; tozu dumana karıştırıyor: Müsademeler müşatemeler... Feryadlar vaveylalar... Bir “El bulamadım!” şekvaları. Bir an sükun: Her hayalet elinde vücudsuz bir elle çıkageliyor. Karanlığın derinlerinden bir istifham-ı enin: – Ah ah... Eyvah... Benim yakaladığım elin vücudu yok. Bir inilti: Pek kuvvetlisin. Herifin elini koparmış olmayasın!... Müteakıben hep birden hıçkırıklar inlemelerle: Hepimizinki öyle... Eyvah... Ey bizim lütufkar halaskarlarımız mürşidlerimiz müctehidlerimiz; elleriniz burada kendiniz neredesiniz? Muhteris ve gayzkar bir cevap gürlüyor! – Akl-ı evvelimizi hamil bulunan bedenimiz; mele-i a’lada murakabe-i şuun-ı alem ile meşguldür. Ey zavallılar! Şimdilik ellerimizle amil olmak mecburiyetindesiniz; aklımız; daima sizin üzerinizde her yerde hazır ve nazır olacaktır. Sakın onu istemeyiniz; yanarsınız. Fakat ellerimiz; tekrar ediyoruz şimdilik işinize çok yarar; hiç olmazsa onlara birer asa-yı isyan gibi dayanabilirsiniz!. Hayaletler arasında bir çığlıktır kopuyor; şimdi artık herbiri bir müfessir-i şahsi olmuştur herbiri bu esrar-alud cevabın gavr-ı ma’nasına nüfuza çalışıyor. Oraya erenler ve boğulanlar da var. Nihayet bu kafile-i serabdan şöyle bir – Hepimiz bir türlü anlıyoruz. Bu cevabın ma’nasını bize anlatacak yok mu?.. Ey büyük alimlerimiz neredesiniz? Bu sözlerin kitapta yeri var mı yok mu? Hiç olmazsa “ Kara Davud ”da bulamaz mısınız? Cevap bekliyoruz; biz tereddüdden şüpheden zandan imansızlıktan kitapsızlıktan bıktık. Galiba sizin aklınız da gurbet ellere gitmiş... Ey şimdi biz kimden soralım? Bu acz-i garibi müteakıb zalam-ı muhiti çak eden bir şimşek çakıyor? Bir an için ortalık nurlanıyor. Bu esnada doğrulan beller kubbe-i semanın şark ve garb ufuklarını birbirine vasl eden bir hatt-ı nurani ile kuşatılmış olduğunu görüyorlar: bu istihza-yı Rabbaniyi anlayanların saff-ı evvelininde bulundun; sen anlayanlar sınıfını da geçtin yalnız başına bir “yapanlar” sınıfı teşkil ettin ve bu hareketinle benim Maarralı şairim Ebü’l-ala’yı da mahcub ettin; o . diyor sen yakınlarını –onun mahallerde yaptığı gibi– başını kaldırarak yüksek sesle “ Zulmetten Nura ” diye haykırdın! Muahat-ı İslamiyyemiz fikir kardeşliğimizle müeyyed olduğu ben senin kitabının en samimi en hararetli bir mürevviciyim. rum: “Kardeşlerim; Müslümanlık cehalet esatir zaaf ve meskenet dini değildir; ilim yakın satvet ve şevket dinidir. Ben halimizi gördükçe evvelce de bir münasebetle söyledimdi Müslümanlığımızdan şüphe ediyorum. Siz de ediniz; ve etrafınıza şöyle bir göz gezdirdikten sonra evvela: – Acaba ben müslüman mıyım acaba biz müslüman mıyız? Müslümanlık bu gördüklerim bu duyduklarım mıdır? Diye vicdanınıza sorunuz. Bu bülend ve necatkar sualin cevabını vermek için aklınızın vicdanınızın bir rehbere ihtiyacını his ediyorsanız: – Zulmetten Nura ! Diye bağıran kitabı okuyunuz. Eğer düşüne düşüne okursanız; çoğunuz: – Eyvah meğer ben dinimden vatanımdan ne kadar gafilmişim! Diye ağlayacaksınız ve eminim ki bu sizin için memleket aziz dindaşlarım okuyunuz; bu asır okumak ve “yapmak” asrıdır. Bizi okumak; yendi biz de hiç olmazsa cehaleti yenelim ondan bari olsun intikamımızı alalım... Bakınız canlı kanlı bir Arap şairi ne diyor: “Haberiniz olsun size söyüyorum: Siz hüccet-i intibah ve i’tilayı yazınız ben ona kanımla imzamı vaz’ ederim!” Bizim kahraman şairimiz büyük Namık Kemal de vaktiyle: Ta ebed merd olmayı ahd eyledim şanımla ben Hüccet-i namusumu imzaladım kanımla ben! diye bağırmamış mı idi! Okuyalım merd-i alimler olalım vatan din merd-i alimler aleme açık demektir. Oraya necattan başka her şeyin girmesi beklenir. Bedbinliği iyi anlayalım: Bedbinlik; ataletin hüccet-i meşruiyyeti değildir. Sa’yin faaliyetin müşevvikidir. İstikbal her ferdin her milletin; sermaye-i müşterekidir; fakat: Geçenlerde Babıali caddesinden inerken bir muhibb-i nüktedana rast geldim; teati-i selamı müteakib: – Daha Şemseddin Bey’in kitabını okuyamadım kendine söyle. Fakat bu günlerde Anadolu’ya gidiyorum; yani zulmetten nura çıkıyorum. Onun kitabını da çıkarken yolda okuyacağım. – Pek iyi temsil ettiniz! Bu muhavere; Zulmetten Nura’ nın bilhassa genç kari’leri Ey ma’şer-i münevverin gençler ihtiyarlar; Asya’daki mülkümüz Anadolumuz Arabistanımız bizim emin ellerimizi bekliyor! – – BAĞDAD’DAN AMARE’YE Mayıs’ın yedisine tesadüf eden Pazartesi günü İdare-i Nehriyye’nin Bağdad vapuruyla sabahleyin erken Bağdad’dan açıldık. Bağdad’ın Rasafe ve Kerh manzaraları az çok Boğaziçi’ne benziyor. Her iki tarafı birbirine rabt eden köprü o kadar köhne fersude kanbur iğrenç bir şeydir ki den geçmek istemez. Bu acibü’l-heykel köprü sene be-sene halde el-an yerine bir iyi köprü yerleştirmeye ihtimam edilmiyor! Köprüden Kerare mevkiine kadar olan mesafe adeta Bağdad “Bosfor”u ıtlakına şayestedir. Şat kenarındaki güzel kasırlar şatolar köşkler bağ ve bahçeler bu iklimin saadet-i atiyyesini nazırine bir lisan-ı hal Bağdad i’mar ve tezyin edilse ne Budapeşte’ye ne Hamburg’a ne Triyeste’ye ne de İskenderiye’ye benzer. İhtimal ki hepsine tefevvuk edecektir. Mazi-i pür-ihtişamın bakaya ve enkazından olan Nizamiye Medresesi el-yevm Bağdad için Rüsumat Dairesi vazifesini görüyor. Şanlı an’anata debdebeli bir tarihe vaktiyle malik olan Bağdad bizim gibi miskin ve tenbellerin eline düşeliden beri ümran ve tezyinine asla ehemmiyet vermemişiz. İmarat ve mebani-i emiriyye namına her ne ki göze çarpıyorsa cümlesi merhum Midhat Paşa zamanında yapılan şeylerdir. Hulefa-yı Beni Abbas’a makarr-ı hilafet ve saltanat vazifesini gören bu sevad-ı a’zam bugün Hindistan’ın Karaçi şehri kadar ma’mur değildir. Bağdad-Basra arasında seyr ü sefer eden küçük vapurlar üç şirkete tabi’dir. Birincisi İdare-i Nehriyye’dir ki on vapura maliktir. Bunun ancak beşi altısı seyr ü sefer etmekte ve diğerleri emn ü asayişi te’min ve idame maksadıyla hükümet tarafından ötede beride istihdam edilmektedir. İkincisi Lenç Kumpanyası’dır ki dört vapurla sekiz dubaya maliktir. Üçüncüsü Basra-Osmanlı tüccarından Ağa Ca’fer Kumpanyası’dır ki bunun bir vapuru vardır. Vapurların iki tarafına birer duba bağlanıp içine yük ve saire vaz’ edilir: Vapurla dubaların uzaktan görünüşü iki yavrusunu kucağına almış bir valideye benziyor. Bağdad’dan ayrıldıktan sonra Şatt’ın her iki tarafında seyrek seyrek ziraat ve tarlalara tesadüf edilir. Arazi-i emiriyye hep boş ve çöl halinde kalmış gitmiştir. Halbuki arazi-i mezkure ahaliye satılsa veyahud tapu senediyle temlik edilse az zaman sonra Bağdad’ın varidatı senevi iki üç milyon lirayı bulur. Buralarda neler yetişmez. Brezilya’da Amerika’da Yemen’de Afrika’da yetişen esmar ve eşcar bukul ve nebatatın cümlesi bu mübarek toprakta yetişebilir. Eşcarın ormanların teksiriyle de pek az zaman içerisinde hararet-i hevaiyye teskin olunabilir. Ziraat taammüm ettikçe çöldeki bedavet medeniyete münkalib olur. Her yerde hususiyle Bağdad’dan Basra’ya kadar imtidad eden Şatt’ın her iki cihetinde birbirine mülasık olmak şartıyla güzel ve latif köyler çiftlikler te’sis edildikten sonra ayrıca da her köyde birer mektep cami’ posta ve telgraf idarehanesi vaaz ve hitabet salonu –ki bunun te’sisi pek elzemdir. Vaizler hatibler evkat-ı muayyene dahilinde köylüleri buraya da’vet ederek kendilerine iyi telkınatta bulunup hem hükumete karşı itaatle mükellef olduklarını hem de vezaif-i ruz-merre ve ictimaiyyelerine taalluk eden dini mesaili kendilerine anlayabilecekleri bir lisan ile beyan eylemelidirler– inşa olunması muktezidir. Bir de her köyde bir jandarma karakolunun da yaptırılması ehem mesaildendir. Bu karakolhanelerde mikdar-ı kafi jandarma daimi surette bulunur ve köyün emn ü asayişine taalluk eden vezaifle iştigal eder. Mezkur karakolhanelerde bir de telefon aleti konulursa inzibatı daha mükemmel ve seri’ bir surette te’min eder. Bağdad’ın iki üç saat ötesinde vaki’ olan “Selman-ı Pak” mevkiinde bir eser-i tesadüf ve hoş-bahti olmak üzere vapurumuz durdu. İran ve Sasaniyan tabakasının padişahlarından olan Nuşirevan-ı Adil vaktiyle burasını makarr-ı hükumet ittihaz etmişidi. Bu padişahın en büyük asarından olan tak el-yevm yıkık ve münhedim bir halde gelip geçenin nazar-ı dikkatlerini celb ediyor. Takın yarısı toprak altında gömülü olduğu halde el-an yerden olan irtifaı elli metreyi mütecavizdir. Bu tak vaktiyle Nuşirevan için eyyam-ı resmiyyede kabul ve muayede salonu vazifesini görüyordu. Duvarları kamilen yaldızlı ve İran’a mahsus olan en eski ve [ka]bartma çinilerle kaplı olduğunu Avrupa tarihleri yazıyor. Bu salon beş bin kişiyi kolaylıkla istiab eder. Adi taştan bu kadar mürtefi’ bir kubbe ve tak –direksiz üstüvanesiz– inşa etmek o zamana mahsus şeylerdendir ki fi-yevmina haza böyle bir eser-i san’at bu tarzda meydana getirilemez. önünden geçerken uzun nasihat-amiz müessir bir kasideyi den iktibas ediyorum: [] Burası “Tifson” namıyla Avrupa ve İran müverrihleri tarafından dahi yad edilmiştir. Bu eyvanı Kisra Nuşirevan’ın inşa eylediğini birçok tarihler kayd ediyorsa da bazı müverrihin eser-i mezkurun hazret-i da getirildiğini beyan etmektedir. Fahr-i alem efendimiz Nuşirevan zamanında dünyaya geldiği cihetle bu ali padişahın vücuduyla iftihar ederek buyurmuşlardır. Vaktiyle İran umur-ı askeriyyesini tanzim ve tensik eden Nuşirevan İran’ı muhakkak bir inkirazdan kurtarmış ve memleketi anarşiye sevk eden Mezdekileri de katliam etmek suretiyle mefsedetlerine hatime çekmiştir. Burasının Selman-ı Pak tesmiye olunduğuna gelince yine vaktiyle hazret-i Haydar-ı Kerrar efendimizin zaman-ı hilafetinde taraf-ı alilerinden Selman-ı Farisi –ki Peygamber efendimiz buyurmak suretiyle kendisini mazhar-ı taltif ve temcid buyurmuşlardır– buraya Irak’a vali ve amil olmak üzere gönderilmiş ve ol zaman fısk u fücur şekavet ve bagavet hıtta-i Irakıyyeyi baştan başa kaplamış iken az müddet zarfında Selman-ı Farisi hazretleri emniyet ve asayişi hazretleri bu noktada vefat ettiği için burası namıyla halk tarafından tevsim edilmiştir. Hakıkaten kendisinin buradaki mezar-ı alisi bil-cümle ahali ve abirin tarafından bir ziyaretgah purumuz hareket edip Aziziye Bugayle Kut Şeyh Saad Alelgarbi kaza ve nevahileri önünde az tevakkuf ettikten sonra gece vakti bizi Amare’ye getirdi. Ben ise hem Amare’yi görebilmek hem de mutasarrıfı menfa refikim olan Hasan Sırrı Bey’i ziyaret ve selamlamak için karaya çıktım. Mayıs Perşembe günü sabahı saat onda hareket eden vapur ba’de’z-zeval üçte Mudanya iskelesine bizi isal eyledi. O gün denizin asabi bir günü idi; Marmara pek latif olan ibtisamlarını o gün bizden esirgedi. Beş saat onun ihtilaclarını seyr etmeye kalbinin feveranlarını dinlemeye mecbur olduk. İskeleye çıktığım zaman o hala buhranlar rahim ve şefkat-nisar aguş-ı sakitanesine kavuşmuş artık onun Bizans sahillerine çarpan çarptıkça kırılan cerihalanan kalbini dinlemeye vaktim yoktu. Anadolu ... Ah o ne kalb-i rahim! O ne mader-i müşfik! kolları arasında hissedebilir. O kadar matemiyle kardeşinin uful-i hazininden mütevellid kederiyle öksüzlüğüyle beraber yine zabt-ı hissiyat ederek gülmek istiyor aguş-ı rıfk u rikkatine sığınan evladlarına inşirahlar ümidler bahşetmeye uğraşıyor. Bu ne büyüklük... Bu ne vefakarlıktır! Müsrif kardeşi onun elindekini avucundakini toplayıp sadakatsiz vefasız çocuklarına onların nifak ve şikak ile yıkılan aşiyanlarının tersin ve tezyinine bezl ettiği halde bugün yine onun sukutuyla dilhun bu gün yine onun matemiyle teellüm-nümundur. Kardeşini dipdiri mezara gömen hamiyetsiz ahlaksız vefasız sadakatsiz çocuklarına hiçbir serzenişte bulunmayarak yine onlara ru-yı kabul göstermek belki biraz fazla safvet fazla atıfettir; fakat şimdi yurtları perişan olarak sokakta kalan bu melce’sizler için serzeniş sırası değildir. Bütün vatanlarını elleriyle yıkanlar yıktıkları hane-i pederin enkazıyla yeni aşiyan-ı istiklal! kurmaya çalışanlar utansın!... Fakat ben kompartımanda Anadolu’ya nakl-i me’muriyet eden vatanlarını yıkan bu “erkişiler”den bir yoldaşımızın yüzünde alamet-i hicab göremiyordum. Zaten görmek için araştırmak da istemiyordum. Çünkü bu hissizlik piş-i müfekkiremde bütün o mazi-i fecii canlandıracak bu muhit-i safda da beynimi ezecek kalbimi müteessir edecek idi. Merhabadan biraz konuştuktan sonra başımı pencereye çevirdim; şimdi nazarım pür hazaret bağlar bahçelerden şetaretler toplayarak mahzun gönlüme tesliyet-nisar olmak istiyordu. Şetaret ... dedim; fakat o vatanını düşünen bir müslüman sında uçuran treni müslümanlar yapmış olsalardı belki benim de kalbim bir hiss-i iftiharla şatır olabilirdi. Yoksa kendi memleketimde ecnebinin himmetiyle yürümeye mecbur olurken ruhum bedayi’-i tabiiyyeden nasıl zevk-yab olur? Birkaç saat sonra Keşişdağı’nın eteğine sığınan eski payitahtımıza vasıl olduk bizimle beraber birçok Rumeli hicretzedeleri de trenden indi. Sultan Osman’ın ruhu karşımızda tecessüm etmiş pür-gazab bize hitab ediyordu: – Siz ey miskin ahfad! Dehrin en müdhiş ruzgarlarıyla sarsılmaz bünyan-ı saltanatımızı gacırdattınız. Biz buradan yola çıktığımız zaman sizin binde yüz binde biriniz kadar bile adedimiz yok idi. Fakat kalblerimizde din ve vatan aşkından başka bir şey yer bulamazdı. Sizin ise adediniz milyonlara baliğ olmuş iken ahlaksızlık nifak ve şikak yüzünden çörçöp kadar ehemmiyetiniz olmadı. Düşmanı payitahtımızın ta kapısına kadar getirdiniz. Bakir Marmaramızı düşmanın murdar ayaklarıyla telvis ettiniz. Yazıklar olsun sizin gibi canlı mezar taşlarına!... Yazıklar olsun sizin gibi gayretsiz hamiyyetsiz ahfada!... Herkes başını önüne eğmiş heybesini omuzuna almış yola revan olmuş idi. Benim de bu tevbiha karşı söyleyecek sözüm gösterecek yüzüm yok idi. Yetmiş bin kişiyi aguş-ı heremdidesine alan koca payitaht-ı kadim! Ne lütufkar imiş! Yeni hicretzede misafirlerini de reddetmedi. Kenzü’l-Hikem müellifi Yüzbaşı Hafız İbrahim Efendi’den aldığımız atideki mektubu kemal-i memnuniyetle derc eyliyoruz: SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI MÜDIRIYETINE Muhterem efendim Akrabadan eviddadan payitaht gazetelerini tavsitla hayat ve şehadetime dair bilenlerden ma’lumat-ı sahiha talep ve niyaz edenler olduğunu bugün duydum. Ne gizleyeyim şu haberi bir beşaret gibi telakkkı ederek sevindim. Lütfen muhterem ceridenizle i’lan ediniz ki bir cilve-i Huda olarak Ufulüme fart-ı muhabbet ve meveddetleri dolayısıyla mersiye-han olan hukuk-perveran ihvan ve hişana an samimi’l-bal beyan-ı teşekkürat eder ve şu vesile ile de teveccühat-ı kıymet-darilerini istidame eylerim. Harb-i ahir münasebetiyle Osmanlı Hilal-i Ahmer’ine muavenette bulunmak üzere bidayet-i muhasamatta Dersaadet’e gelerek o zamandan beri mütemadi bir sa’y sayesinde gerek Hindiye Ömerli’de ve gerek Çanakkale’de hidemat-ı mebrure ifasına muvaffak olan Doktor Ahmed Muhtar ed-Dari Bey’’in taht-ı riyasetindeki hey’et-i tıbbiyye Perşembe günü Romanya Vapuru’yla Hindistan’a azimet etmiştir. Hey’et-i müşarun-ileyha Hilal-i Ahmer rüesa ve a’zasından birçok zevat ve Dahiliye nazırı tarafından vapura kadar teşyi’ edilmiştir. Köstence’de Romanya Kralı Birinci Şarl hazretleri tarafından inşa olunan cami’-i şerifin evvelki Cuma günü icra olunan resm-i küşadında hazır bulunmak üzere devletü’l-hilafe tarafından murahhas sıfatıyla meşahir-i fuzaladan Mahmud Es’ad Efendi hazretlerinin azimetleri üzerine Romanya ahali-i İslamiyyesi fevkalade ihtiramat-ı mahsusada bulundukları gibi Romanya kral ve kraliçesi hazeratı da samimi teveccühler fin resm-i küşadında Romanya kral ve kraliçe hazeratı da bizzat cami’-i şerifde hazır bulunarak salat-ı cum’anın mebdeinden müntehasına kadar kemal-i huşu’ ile kaimen intizar buyurmuşlar; hitam-ı salatı müteakib halife-i İslamiyan hazretlerinin vekili Mahmud Es’ad Efendi hazretleri tarafından kral ve kraliçe hazeratına karşı Fransızca bir nutk-ı beliğ irad buyurulmuş Romanya İslamlarının ihtiyacat-ı diniyyelerini nazar-ı dikkate aldığından dolayı müşarun-ileyh kral ve kraliçe hazretlerine halife-i müslimin hazretleriyle bütün alem-i hazretleri tarafından irad buyurulan nutukta da kendilerinin hukuk-ı diniyyelerine müraat eden ve ihtiyacat-ı diniyyelerini bilhassa nazar-ı dikkate alan ve bu hususta ibraz-ı muavenet buyuran bir hükümdara malikiyetlerinden dolayı Romanya müslümanlarını tebrik eylemişlerdir. Türkistan’da münteşir Türkistan vilayeti gazetesi Nemingan şehri Kırgız ağniyasından Bay Müşrib Bayoğlu’nun iki yüz elli bin ruble sarfıyla şehr-i mezkurda bir medrese bina ettirdiğini ve bu medresenin masarifini te’min etmek üzere şehri üç bin ruble getirebilecek akarat inşa ettireceğini yazıyor. Kaşgar İslamları Pekin Cem’iyyet-i Hayriyyesi sisteminde bir cem’iyet-i hayriyye te’sis eylemişlerdir. Cem’iyetin ayrıca bir kütüphanesi ile bir kıraathanesi vardır. Şimdi cem’iyet-i mezkure bir matbaa te’sisine teşebbüs eylemiştir. Bu işin başında mu’teberan-ı mahalliden Abdülkadir Abdülverasi Efendi bulunuyor. Vakit gazetesinin Buhara muhabir-i mahsusunun iş’aratına nazaran Buhara sadrazamı olan Kuş Bey’nin gayet israflı düğününü Kadı Gilan Baka Hace’nin düğünü ta’kıb eylemiştir. Kadı-i Gilan bu düğün münasebetiyle harem-i emiri kibar-ı nisvanına iki milyon Buhara tenge kıymetinde hedaya takdim eylediği gibi bizzat emire bir milyon tenge kıymetinde bir libas-ı fahir takdim eylemiştir. Diğer masarif de buna göre olmuştur. Bakü’de avammı ulum ve fünundan hadisat-ı siyasiyye ve ictimaiyyeden haberdar etmek üzere siyasi ictimai iktisadi ve fenni mevzu’lara müteallik dersler verilmeye teşebbüs olunmuş ise de; bu hususta müslümanların ahval-i ruhiyyeleri nazar-ı i’tibara alınmaksızın mahall-i tedrisat tiyatro sahneleri ihtiyar edildiğinden maksad-ı telkın layıkıyla ifa olunamamış; binaenaleyh ahiran Avamma Mahsus Hitabe Cem’iyeti namıyla mesacid ve cevami’-i şerifede ifa-yı tedrisata mecburiyet hasıl olduğu anlaşılmıştır. Ceneve’de beyne’l-müslimin rabıta-i uhuvveti takviye esasına müstenid ve Terakkı-i Cem’iyet-i mezkurenin eş-Şa’b gazetesinde görülen beyannamenin suret-i mütercemesidir: “Ya ma’şera’l-müslimin da’vet-i ilahiyyeye icabet ediniz. Arzın şark ve garbında İslamiyet ve müsliminin bugünkü hal ve şanından haberdar mısınız? Ol İslamiyet ki bir vakitler çar-aktar-ı alemde bütün ihtişam ve azametiyle şa’şaa-paş olmuş ve bugünkü ehl-i İslam’ın eslaf-ı kiramı olan mütekaddiminin himem-i hüda-pesendanesiyle kelime-i ulyası lümanlar ahlafı olan bugünküler ise cehl ü meskenet içinde hayran ve sergerdan olup kalmışlardır. A’da-yı İslam bu meskenetten yüz bularak en nihayet İslamiyet’in hısn-ı hasini olan devletü’l-hilafeye dahi dest-i taarruzlarını uzatıyor ve her bir müslim üzerine farz-ı ayn oluyor. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye ilcaat-ı ahval ile bir istikraz-ı dahiliye müracaat etmektedir. Bu emr-i hayra bu vecibe-i diniyyeyi ifaya edebiyye ve iktisadiyyeden terakkılerini te’min etmek üzere Ceneve’de teşekkül etmiş olan cem’iyetimize iş’ar-ı keyfiyet eylesinler; adresimiz budur: Ceneve: P Fosteri Numara “İşte biz sizleri fi-sebilillah ittifaka da’vet ediyoruz. Da’vetimize verilecek parayı va’desi hululünde maa-ziyadeti istifa eyleyeceksiniz...” harekat-ı hamiyyetkarane-i ahire sebebiyle şüphelenmeye başlamıştır. Hindistan’dan gelen gazetelerin ihbarına göre hükumet Hindistan’da hükumet aleyhine bir hareket vuku’ bulduğu takdirde müslümanların da bu harekete iştirak edeceğinden şüphe ediyormuş. Bu sebeple ictima’lara fevkalade dikkat edilmesi için me’murin-i aidesine ta’limat ve evamir-i mahsusa verilmiştir. Fransızlar Tunus’a yerleştikleri halde memleketin kavanin-i sabıkasını tebdil etmemişler binaen rü’yet edilmekte ve bazı büyük ve ağır da’valar bey yahud vekil tarafından fasl olunmakta idi. Paris’ten Fosişe Çaytung’ a iş’ar olunduğuna nazaran Fransa Hariciye Nazırı Pişon tarafından Tunus’daki Fransa hükumeti vekil-i umumisi Alapanit’e hitaben neşr olunan bir emirnamede yerlilerin Fransız kavanini nümune ittihaz olunarak yeni bir kanun-ı cezaya tevfikan muhakeme edilmesi emr edilmiştir. MÜHIM BIR TEŞEBBÜS-I İKTISADI: Darülhilafe’deki bütün İslam ticaretgahları mağazaları küçük dükkan ve ustaya varıncaya kadar– muhtevi olmak üzere büyük bir fihrist “katalog” tertib ve neşr etmek istiyoruz. Bütün İslam ticaretgah ve mağaza sahipleri erbab-ı sanayi’ ve şirket müdirleri adreslerini iştigal ettikleri ticaret ve san’atın nev’ini idarehanemize vazıhan bildirmeleri rica olunur. NASARAYA KARŞI HUTBELER risale şeklinde basılarak lazım gelen yerlere tevzi’ olundu ve olunuyor. Müslümanların böyle hürriyet-perverane bir surette ve kemal-i nezaketle mukabeleleri fedakarlıkları; misyonerlik alemini telaşa düşürmüş olduğu mevsukan haber alınmıştır. Müslümanlık; açık alınla mantığın felsefenin ilmin hasılı her şeyin huzurunda Hıristiyanlık’la mübaheseye her zaman hazırdır. İsterse ulema-yı Hıristiyaniyye büyük bir meclis-i mübahese teşkil ederek mübahesat-ı şifahiyyede bulunmaya da İslam uleması amadedir. Diğer hutbelerin de risale şeklinde basılması için vaad-i muavenet buyuran kariin-i kiram hazeratına bilhassa teşekkürler olunur. TEŞEKKÜR Anadolu seyyar muhabir-i mahsusumuz Ömer Fuad Bey gittiği yerlerde ezcümle Bursa’da Karacabey’de Kirmastı’da gerek kariin-i kadimemiz tarafından gerek yeniden ceridemize pek samimi iltifat ve teveccühlere mazhar olduğunu hususi bir mektubunda bir lisan-ı minnet ve memnuniyetle beyan ediyor. Bu teveccühler bizi de minnetdar etmiştir. Gerek muhabirimiz gerek ceridemiz hakkında lütfen bezl-i iltifat buyuran muhterem müslüman kardeşlerimize azim teşekkürler ederiz. MUHABERE-I ALENIYYE Muş’ta Şeyh Şemseddin ve Yusuf Efendilere – Telgrafnameniz Dahiliye Nezareti’ne takdim olundu. Meşru’ olan bir hak elbette ihkak olunur. Tercümesi “Müslümanlık huyun güzelliğinden ibarettir.” ___________ Biz ki yarmıştık şuunun en büyük ummanını; Çiğnemiştik yükselen emvac-i bi-payanını; Biz ki edvarın kurunun hadisatın rağmına Hakim olmuştuk bütün bir alemin eyyamına; Şimdi tek bir dalganın pamal-i izmihlaliyiz! Şimdi sahillerde mahkumiyyetin timsaliyiz! Böyle bir sadmeyle altüst olsun en müdhiş gemi... Dehşetin te’siri hala sarsıyor endişemi! Öyle salgındır felaket öyle anidir ölüm: Hem görür göz hem “aceb rü’ya mıdır der gördüğüm?” Nerde rü’ya! Gördüğün aynıyle vaki’dir senin. Gayr-i vaki’ noktalar ancak o mühlik sadmenin Bir dışardan bir kaza bir nagehani olması; Bir de –en yanlış kanaat– asümani olması. Dahilidir sadme... Hariçten değil asla değil! Sonra olmaz ez-kaza dünyada bir şey böyle bil! “Nagehani” lafzının ma’nası yoktur herzedir: En beyinsizler bu istikbali zira kestirir. Gökten inmez bir de hiçbir şey... Bütün yerden taşar; Kendi ahlakıyle bir millet ölür yahud yaşar. Çiğnenirsek biz bugün çiğnenmek istihkakımız: Çünkü izzet nerde bir bak nerdedir ahlakımız! Müslümanlık pak siretten ibaretken yazık Öyle saplandık ki levsiyyata: Hala çıkmadık! Ruh-ı gayret ölmüş artık her şenaat bizdedir… Duygusuzluk bizde bin mühlik kanaat bizdedir! Zulme tapmak adli tepmek hakka hiç aldırmamak; Kendi asudeyse dünya yansa baş kaldırmamak; Ahdi nakzetmek yalan sözden tehaşi etmemek; Kuvvetin meddahı olmak aczi hiç söyletmemek; Mübtezel birçok merasim: İnhinalar yatmalar; Şaklabanlıklar riyalar muttasıl aldatmalar; Fırka milliyyet lisan namıyle daim ayrılık; En samimi kimseler beyninde en ciddi açık; Enseden arslan kesilmek cebheden yaltak kedi... Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi! Halimiz bir inhilal etmiş vücudun halidir; Ruh-i izmihlalimiz: Ahlakın izmihlalidir. Müslüman kim? Din nedir? Evvelce tahkık etmeli; En büyük düstur odur hakkıyle tatbik etmeli. Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız: Çünkü hem dünya gider hem din eğer yapmazsanız. EDEBİYAT OLUVERMEK EDIVERMEK Ki bütün neslimizin halini eyler ityan: Bizde hiç olmamak olmaz oluvermek vardır… Medeniyyet oluvermiş bitivermiş sanılır! Ekmeğim yok “Alıver” bir paralar yok “Buluver”; Bulmadın “Sabr ediver!” Ey solucan kanlı beşer Sen biraz kıvranıver inleyiver! Lutf-i Huda Mutlaka lokma-i maksumeni eyler ihda! Hele bir yalvarıver ağlayıver… Bi-payan Dökülür sofra-i ihmaline in’am-ı cinan! Çünkü fikrince senin kendi küçük Allah’ın Bir “Usanmaz dadı” dır kalbi temennigahın; Titretir ruhunu hatta küçücük feryadın Sana her şey’i verir yoksa da isti’dadın; En küçük bir emelin olsa yüzünden bilerek Daha sen istemeden emrini infaz etmek Bu mübarek “dadı” nın meşgale-i vicdanı… Böyle -haşa- tanıyorsun o büyük Yezdan’ı! Böyle Allah’a değil bir mütedeyyin hatta Bir mecusi tapamaz; sen ki vücud-ı mevta Gibi mevkuf-ı sükunsun. Sana dinin ne diyor? ile teklif ediyor. Dinle Kur’an-ı mübini: Buyurur Adem için; sen ki bugün bir dana Vaz’ u tavrıyle diyorsun: Benim Allah’ım var. Nerdedir mekremetin? Meskenetinden ağlar Sızlar inlersin utanmazsın… İnersin her an! Düştüğün hak-i mezellette perişan nalan Bir dua üfleyivermekle sanırsın Mevla Seni ta cennet-i a’lasına eyler i’la! – Bir şeyim yok bana sen gönderiver Ya Rabbi Oturup ben yiyeyim sen bana ver Ya Rabbi!… Açıver gözlerini ey solucan kanlı beşer! Görüver anlayıver öyle kolay mı her şey? Bak bu alemde halaık ne kadar peyder pey Mütemadi mütekamil müterakkı gidiyor; Nasıl efkar-ı beşer birbirini vely ediyor. Kendinin haline bak: Öyle kolay mıydı vücud? Seni bir anda mı halk eyleyivermiş Ma’bud? Şimdi ekmek dilenen köhne dehanın evvel Süt dilenmişti; bugün çiğnediğin hake bedel Yattığın toprağa merbut idi cismin küçücük Bir kemik torbası halinde dururdu; şu büyük Levha-i alemi telhis eden aptal gözüne Bir şey aks etmez idi; sonra uyandın da yine Seneler geçti behaim kadar ancak bildin; Belki on yılda biraz kendini gördün kendin. Oluversin yağıversin sana gökten ni’met! Böyle kanun-ı tabiat olamaz; hey deli hey Bil ki dünyada emeksiz oluvermez bir şey. Bu kadar varsa kolaylık şuna bürhan göster: Sen de insan oluver ey solucan kanlı beşer! “Oluvermek edivermek” diye bast u teshil Ederek memleketin canını ettin ta’til. Solucan kanlılığın işte budur akıbeti Hep beraber solucan kanlılığı terk edelim Belki üç yüz sene durduk bugün artık gidelim! Vatan artık “gidivermiş” gibidir evladı Daha terk etmez ise meskenet-i mu’tadı. Dinleyin şanlı “Kemal”i ne diyor şimdi bize Ruhu bir şi’rini tertil ediyor cümlemize: Sıdk ile terk edelim her emeli her hevesi Kıralım hail ise azmimize ten kafesi; “Gelin imdada!” diyor bak budur Allah sesi! Bize gayret yakışır. Merhamet Allah’ındır Hükm-i ati ne fakırin ne şehinşahındır. Dinle feryadını kim tercüme-i ahındır Mahv eder kendini bülbül bile hürriyyet için. Çekilir mi bu bela alem-i pür-mihnet için? Din için devlet için. Can çekişen millet için Azme hail mi olurmuş bu çürük ten kafesi? Memleket bitti yine bitmedi hala “sen ben!” Bize bu hal ile bizden büyük olmaz düşman; Dest-i a’dadayız Allah için ey ehl-i vatan Yetişir terk edelim gayri heva ü hevesi! HUTBELER GÜNAH YÜKÜ TAŞIYAN HAKKINDA HUTBE “Ey ademler balada zikr olunanlardan zahir ve ayan değil midir ki insan ahirette yalnız kendi amelinin ecir yahud cezasını alır ve başkasının ameli kendisine zarar yahud faide vermez yahud kendisini alçaltıp yükseltmez ve insan halas bulur ve helak olursa yalnız kendi ameliyle helak olur.” Allah’a karşı böyle yapyalnız kendi ameliyle kalan insanın ne halde olduğunu da şu vechile gösteriyor: “Ve fenası şu ki ruy-ı arzda bulunan cümle ademler hatakarlardır ve sairlerinden daha iyi diye gördüğün kimseler vaktiyle şerirler olmuşlar ve tevbe eylemişlerdir. Yine de büyük günahlar şöyle dursun onlar hatta adi suç hatalardan hali ve sehvlerden bile salim değillerdir. Ve bu ma’nada şöyle buyurulmuştur. Suretü’n-Nahl . Eğer Allah insanları kendi zulümlerinden dolayı cezalandırsa zemin üzerinde dabbe deprenen bırakmaz.” Hatib bu fıkrada bütün insanların zalim ve günahkar olduklarını burada nasın lafz-ı am olmasından ve zülmün onlara muzaf kılınmasından enbiya-yı izam hazeratına varıncaya değin bütün insanların zalim olması lazım gelmez; caiz ki insanlar beyninde şayi’ ve ekserinden sadır olan şey cümlesine muzaf kılınmış olsun Dikkat buyuruluyor ya! Hatibimiz Kur’an-ı Kerim’den daima gazab ayetlerini intihab ediyor. Müracaat buyurulursa görülür ki bu ayet-i kerime yevm-i ahirete iman etmeyenlerin ahvalinden bahis ayet-i kerimenin akabinde ityan buyurulmuş ma-ba’dinde dahi Cenab-ı Hakk’a evlad ve şüreka isnad edenler hakkındaki ayet getirilmiştir. Rahmet ayetlerini nazara almıyor ta ki Kur’an’da meserret verecek bir şey olmadığını iddi’a edebilsin. Mamafih insanların ekseriyet derkardır. Acaba onlar için bir tarik-ı necat var mıdır? Ve nedir? Evvel emirde küfürden kurtulmak için yegane çare çare de başkadır. Bunları ber-vech-i ati beyan ile mukayesesini ehl-i irfana terk edeceğiz. Hatib diyor ki: “İmdi bir kimsenin kendi amelinden başka bir şey ile halas bulması imkansız ve cemi’ ademlerin amelleri dahi gördüğün gibi muayyeb ve müşeyyen olduğundan rahmet ve kereminden naşi insanın şuun-ı hususiyyesine müdahale edip ona bir tarik-ı şer’i tehyie etti. Onın vasıtasıyla insan ahar bir kimsenin amelini kendisinin şahsi ameli imiş gibi kendisine nisbet edebilir ve ol amel vasıtasıyla halas olabilir.” Hatib efendi evvelen size söyleyeyim ki ibadatta niyabet cari değildir. Zira ibadetten maksad istihsal-i rıza ve Allah’a kurbiyettir. Bu da amel eden kimseye aittir. Allah’ın böyle bir tarik-ı şer’i tehyie ettiğini söylüyorsunuz; gerçi “ Her mahlukun emri yed-i kudretinde bulunan Allah mübarektir ve mahluklara aid sıfat-ı nakısadan münezzehdir.” [ ] “Taht-ı makduriyyette bulunan her şeye kadir ancak odur.” Lakin onun bütün ef’ali muvafık-ı hikmettir; halbuki dediğiniz şey hikmete muğayirdir. Bilmez misiniz ki bu dünya dar-ı ibtila ve “ Allah kudret-i kamilesiyle insanlar için mevt ve hayatı mukadder kılmıştır ta ki hanginizin amel-i salih sahibi olacağını imtihandan geçirip ba’dehu amelinin cezasını versin. Allah mahlukatına galib ve tevbe edenleri yarlığayıcıdır.” Gördünüz mü? Bulmak istediğiniz tarikin ne kadar esassız olduğu daha şimdiden anlaşılmaya başladı. “O tarik nedir acaba o tariki mücerred beşeri aklınızla keşf edebilir misiniz? Zannımca edemezsiniz.” Nasraniyetin hangi bir kaidesini beşeri aklımız keşf edebilir ki bunu da keşf etsin. Siz keşf ettiyseniz söyleyiniz de öğrenelim. “Ve buna binaen Allah bu tariki bize kendinin kitabında siyle mükellef kılmıştır.” Biz kitab-ı keriminde Allah’ın i’lan ettiği tariki atiyen göstereceğiz. Fakat evvel emirde sizin böyle bir vazife ile mükellef olduğunuza dair yedinizde mevcud olması lazım gelen vekaletnameyi ibraz etmek lütfunda bulunur musunuz? Eğer ibraz edemezseniz da’vanızda fuzuliliğiniz sabit olur. “Acaba sakıt olan cins-i beşeriye bir vekil yahud daha ziyade bir vasi-i şer’i-i salih nasb ve ta’yin etmemiş midir?” Bizim böyle bir şeyden haberimiz yoktur ve buna ihtimal de vermeyiz. Çünkü vekil ta’yini ukud-ı meşru’adandır ve bizzat müvekkil veyahud tarafından me’zun vekili tarafından ta’yin edilebilir. Allah bu gibi salahiyetleri insanların eline tevdi’ etmiştir eğer kendisi icraya kalkışırsa onlar hakkında tasavver değildir çünkü atiyen görüleceği üzere insan akıl ve şuuru sebebiyle kasırinden olmayıp reşid ve mükellefdir; böyleleri hakkında vasi ta’yini muvafık-ı hikmet düşmez. “İşte vasıtasıyla bir kimsenin diğer bir kimsenin makamına kaim olabildiği ve amel ve şahsını onunla mübadele edebildiği ve onun tam zat-ı şahsı imiş gibi onun yerini tutabildiği tarik-i yegane budur.” Biz Allah’dan böyle bir şey sadır olmadığını ve olması muvafık-ı hikmet bulunmadığını iddiada musırrız. Fakat bir kere siz delilinizi söyleyiniz de ba’dehu biz de mütala’amızı yürüdelim. “Beli bu hakıkati bu meserret-bahş müjdeyi ve müferrih haberi akıl ve zihninize iyice yerleştirebilmek için size kütüb-i şeriat-i İslamiyyede ma’lum olan bir misali isti’are tarikiyle zikr edeceğim.” Buyurunuz bakalım ne cevahir yumurtlayacaksınız. “Eğer bir peder oğlu kasır iken vefat edip de tereke bırakırsa ulu’ş-şe’n ona bir vasi-i şer’i ta’yin ederler.” Pek a’la amma burada kasır kimdir? “Ve eğer vasi kasırın emti’a yahud akarından bir şey satar yahud kasır için bir şey satın alırsa bu halde bai’ yahud şari vasi değil ancak kasır add ü i’tibar olunur ve kasır sinn-i teklife yani sinn-i rüşde baliğ oldukta onun o bey’i yahud o şirayı kendisine ister karlı ister zararlı olmuş olsun ilga etmesi hiçbir vechile caiz değildir. Nitekim vasiyyete merbut ve muhtac kalması dahi caiz değildir. Zira o vasiyi kendisi için kendisi intihab etmemiş ancak onu kendisi için bir başkası Vasinin kasır hakkında zararı mucib muamelatının makbuliyetinde nazar vardır. Hem siz neden öyle zararlı şeylerden bahs ediyorsunuz. Zarar ve hasar sizin hüzün ve kederinizi artırır. Daima faideli şeylerden ve meserretli haberlerden bahs ediniz. Zaten insanlara bir vasi nasb ettirmekten maksadınız onların nef’-i mahzını istihsal değil mi? “Ma’lumunuz olsun ki raşid ve mes’ul olduğu halde insana vasi-i şer’i nasb ve ta’yin olunmasını icab eden sebeb daha o rahimde hiçbir şey bilmez cenin halinde iken cibilletlenmiş olduğu tabiat-i asimesidir.” Sizin de ma’lumunuz olsun ki balada bütün insanları taht-ı vesayete sokmak için bize kütüb-i şer’iyyeden getirdiğiniz misal kasırin hakkında idi. Şimdi ise taht-ı vesayete sokmak istediğiniz insanın raşid ve mes’ul olmasından bahs ediyorsunuz. Bu halde getirdiğiniz misal makamına münasib olmadığından o tafsilatın kaffesi caba oldu; hem kendiniz abes ile iştiğal ettiniz. Hem bizi beyhude işgal eylediniz. ra vasi ta’yin ettirmeniz de tenakuzdur; zira mes’uliyet muhtariyeti mani’dir. Delil olarak getirdiğiniz tabiat-i asime dahi vücub-ı vesayeti isbat etmez. Eğer öyle olsa idi asıl tabiat-i asime sahibi olan İblis’e ta’yin etmeliydi. Ale’l-husus ceninin fıtrat-ı selimesini de bu sırada feramuş etmemeli idiniz. “ Kur’an’da bu asim tabiate dair şöyle buyurulmuştur. Bu selim tabiate dair de şöyle buyurulmuştur. Ve . dı? Allah onu ne şeyden halk etti? Onu nutfeden halk ve teşkil etti.” Bu ayet-i kerimedeki insandan maksad siyak ve sibakı gösterir ki müşrikin-i Mekke’dir. Allah’ın lutf ve ihsanına bakmayarak küfürde ibraz-ı şiddet ettikleri beyan olunuyor. Ba’dehu insanın hudusüne ve haline işaret için de neden halk edildiği gösteriliyor. Fakat dahası var: “Ba’dehu ona tariki asan eyledi” kendisine akıl ve ihtiyar verdiğinden hayır ve şer tariklerinden hangisini isterse ihtiyar eyler; muamelatında mecbur değildir. Ve yine kelamlarıyla Sübhanallah! Bu sözünüz intak-ı Hakk kabilindendir: Müsaadenizle o ayeti ahz ettiğiniz surenin ibtidasından “ Allah’ın emri geldi onda acele etmeyiniz.” “Allah onların kendisine teşrik ettikleri şeylerden münezzehdir.” “ Allah kendi emriyle melaikeyi kullarından dilediğinin üzerine ruh ve hayat olan Kur’an’ı hamil olarak gönderir ta ki benden başka ibadete müstehak olmadığını beyan ile nası inzar edesiniz; imdi benden korkunuz.” “ Allah semavat ve arzı hak ile yarattı onların şerik kıldıkları şeylerden Allah münezzehdir.” “ Allah mücadil kesiliyor.” Yani insan ölüp kemikleri toprak olduktan sonra onu kim ihya edebilir? diyor. Yahud ona şerik ve evlad isnad eyliyor. “Ve bir hadise göre dahi Hazret-i İsa ve validesi Meryem müstesna olarak dünyaya hiçbir çocuk gelmemiş yahud gelmez ki zaman-ı veladetinde Şeytan onu öğenderelemesin ve çocuk Şeytan’ın öğenderesinin acısından bağırmasın. Ve Hazret-i Davud dahi bu ma’nada şöyle buyuruyor: İşte şer ile doğdum ve validem bana günah içinde hamile oldu. Şerirler rahimden beri dalalettedirler. Batından beri sayıp yalan söylerler. ” Dostum! Ben sana bir şey söyleyeyim mi: Biz müslümanlar babü’l-i’tikadda öyle her gördüğümüz veya işittiğimiz şey delaletinde kat’iyyet ararız. Hatta bu iki şartın husulünden sonra dahi akla muğayir gördüğümüz bir nassı te’vil eder aklın mucib ve muktezasıyla amel eyleriz. Hadislerin enva’ ve şerait ve ahkamını Usul-i Hadis nam eserimizde tafsil etmiş olduğumuzdan burada tekrarına mahal göremedik. “Ve iyi biliniz ki insanın işlediği bilcümle hata ve günahlar ancak tabiatten sudur etmektedir.” Siz de iyi biliniz ki insanın işlediği bilcümle savab ve sevablar ancak fıtrat-ı selimesinden sudur etmektedir. “Eğer Allah bir kimsenin ol vakte kadar işlemiş olduğu cümle hataları afv etse bile o kimse bu günahkar tabiatten naşi yerinde rahat durmayıp ertesi günlerde yeniden günah günde dolup taşar. Hatakar tabiat seretan illetine benzer aslını ve fer’ini çıkaracak olsan çoğa varmazdan yine baş gösterir ve bu illet-i azime musabına ne kadar yazıktır.” Evet! İnsanların içinde böyle tabiatte adamlar vardır. Ve öylelerinin bulunması da hikmet-i ilahiyye icabındandır; lakin siz bütün insanları böyle farz etmekle hataya düşüyorsunuz. Bilmelisiniz ki: “ Allah dilediğine hikmet kesire nail olmuş olur; lakin ne çare ki bunları ancak ukul-i selime erbabı tezekkür ve ta’akkul ederler.” Onun içindir ki “ Yevm-i kıyamette ni’met-i ebediyyeye nailiyetten dolayı bazı yüzler mütebessim ve mesrur olur.” “ Yine o günde bir takım yüzler de gubar ve zulmet ile mestur olurlar. Bunların kimler olduğunu öğrenmek ister misin? “ Bunlar Allah’a küfr ve insanlara zulüm edenlerdir.” “Ve Hazret-i Adem’in sukutu sebebiyle mevrus olan bu tabiat insanın sinn-i rüşde baliğ olması üzerine haram olan şeyleri irtikab etmesine ve hükm-i azab ve ikab altına düşmesine bais olmuş olduğundan kendisi alem-i gaybde ta’mir ve ta’dil zımnında bir çare ihdas ve icadı adalet iktizasından Beyhude telaş ediyorsunuz; insan hiçbir mecburiyet altında olmayarak fail-i muhtar olmak üzere sinn-i rüşde vasıl olur; hayır ve şerden dilediği yolu kendisi ta’kıb eder tuttuğu mesleğe göre de muamele görür. “İmdi insan için bu haleli ıslah ve bu zararı izaleye kamilen kadir olan bir vasi-i şer’i nasb ve ta’yin olundu.” Sizin de balada i’tiraf ettiğiniz vechile insan raşid ve mes’ul olarak yaratılmış olduğundan taht-ı vesayette bulunması kabil değildir ve biz müsliminin i’tikadına göre Allah’dan başka da “kamilen kadir” yoktur. “Ve işte Kitab-ı Mukaddes atideki kavli ile bu ma’nayı güzelce isbat ve irae ediyor: İmdi bu takdirde birinin hatası Adem’in ma’siyeti sebebiyle cümle ademlere nasıl hüküm taalluk ettiyse böylece birinin vasi-i şer’inin salahı vasıtasıyla dahi cümle ademlere tebrir-i hayat taalluk etti Dostum akıl ve hikmete muğayir bir da’vayı isbat için de etmez; size ifade edip etmediğini de bilmem ya! Zaten sizi bu türlü hatalara sevk eden o Ahd-i Atik ve Cedid kitaplarını sırası geldiğinde tafsilen mevzu’-ı bahs edeceğiz. Mahmud Es’ad Fıkhın tarihi gibi gerek Arabca gerek Türkçe’de şimdiye kadar işlenmemiş bir mevzu’a müteallik bulunan ve pek büyük bir tetebbu’ ile yazılan bu mühim makaleler vaktiyle Sebilürreşad’ ın Fıkıh Fetava kısmına pek büyük bir kıymet veriyordu. Zaten bu yeni tarzdaki tetebbuat ve te’lifat Sebilürreşad’ miz erkanından bu vazife-i müşkileyi deruhde eden gayur mütetebbi’ Halim Sabit Efendi kardeşimizin bir müddet rahatsızlanması hasebiyle maalesef bu kıymetdar makaleler kesb-i afiyet ile yine sevgili kitaplarına kavuşmuş Sebilürreşad’ sahifelerini kıymetdar makaleler ile tezyine başlamıştır. Öteden beri şüyuuyla beraber Kur’an-ı Kerim’in İslamiyet’in tasdik ve te’kidine göre haccın erkan-ı İslamiyye’den olduğu hakkında beyne’l-ashab kanaat-i tamme mevcud kında müttefik bulunuyorlardı. İstitaat de zad ve rahile ile tefsir ediliyordu. Şu hale göre zad ve rahileye malik olan her müslümanın hac ile mükellef olması lazım geleceğine Abbas hazeratı istitaatin ancak zad ve rahile ile tahakkuk edeceğini tasrih ettiklerinden vücub-ı haccın da yalnız bu suretle tekevvün edebileceğine kail olduklarını istihrac etmek kolaydır. Ashab-ı kiram arasında sabilerin haccı sahih olacağı hakkında da bir fikir mevcud idi. Ashab-ı kiram ale’l-ekser hacca çoluk çocuklarıyla köleleri de beraber getirirlerdi. Abdullah bin Abbas daha büluğa ermeden evvel peygamberimiz olduğunu söylerdi. Saib bin Yezid de henüz yedi yaşındaki bir çocuk iken kafile-i peygamberide olarak hacca gidip gelmiş rek: “Ya Resulallah bunun haccı sahih olur mu?” diye sual eden kadının peygamberimizden: cevabını almış olduğunu da Abdullah ibni Abbas rivayet ediyor. bazı ashab-ı kiramın “büluğ”u şurut-ı sıhhat-i hacdan saymadıkları pek sarih bir surette anlaşılıyor. Abdullah bin Abbas hazretleri rivayet etmekte bulunduğu has’amiyye cüheyniyye hadis-i şeriflerine istinaden hac farz olup da acz veyahud vefat sebebiyle bizzat hac ettirmeleri lazım geldiğine kani’ bulunuyordu. Bir de merviyyattan olunan şibrime hadis-i şerifine nazaran da naibin kendi nefsi için hac etmiş bulunması muktezidir. Naib kendi nefsi için hac etmemiş bulunduğuna göre niyabeti sahih olmaz; haccı mahcucün-anhden değil kendinden vaki’ olur derlerdi. İbni Abbas İbni Ömer Katade Zeyd bin Sabit radıyallahü teala anhüm hazeratı peygamberimiz efendimizden rivayet etmekte bulundukları ehadis-i şerifeye istinaden “umre”nin vücubu cihetini iltizam ederlerdi. Fakat Cabir bin Abdillah -radıyallahü anh- ile etbaı da umrenin sünnet olduğuna zahib oluyorlardı. Hazret-i Cabir de bu hususda bir hadis-i şerif rivayet ediyordu. den rivayet ettiklerine göre Medine-i münevvere taraflarından gelenler “Zülhuleyfe” denilen yerden Şamlılar “Cuhfe” hizasından ehl-i Yemen de “Yelemlem” mevki’inden efendimiz tarafından mı yoksa sonraları Hazret-i Ömer -radıyallahü anh- tarafından mı ta’yin edilmiş olduğu hakkında Abbas Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe ehl-i Irak’ın – – : mikatı Hazret-i Ömer tarafından ta’yin edilmiş olduğunu rivayet ederlerdi. Yurdları mikat haricinde olan kimse[ler]in kendi yerlerinden mi yoksa mikattan mı ihrama girmeleri daha efdal olduğu hakkında ihtilaf edilmiş ise de İbni Mes’ud İbni Abbas İbni Ömer ve sair ashab-ı kiram hazeratı mikata gelmeden Abdullah bin Ömer -radıyallahü anhüma- peygamber efendimizden rivayet etmekte olduğu hadis-i şerife istinaden muhrimin gömlek sarık don bornos serpuş haf pabuç giymesi caiz olamayacağına kail oluyordu. Fakat ihram yaşmakları bulamayanların mestlerini pabuçlarını topukları altından keserek giyebileceklerini de söylerdi. Abdullah bin Cabir Abdullah bin Abbas hazeratı rivayet ettikleri hadis-i şeriflere nazaran izar bulamayan erbab-ı lah bin Ömer peygamber efendimizden işittiği hadis-i şerife nazaran muhrimin veresli zaferanlı elbise giymesi caiz olmadığına kail oluyordu. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe tamamen erkeklerin nazarlarına ma’ruz kaldıkça yüzlerini de hafifçe örtmeleri icab ettiğini söylerdi. Sahabiyattan Fatıma bint-i el-Münzir ise Esma bint-i Ebi Bekr es-Sıddik ile birlikte yüzlerini de daima örtmüş oldukları halde haccettiklerini de hikaye ederdi. Hazre-i Osman Zeyd bin Sabit Cabir bin Abdillah İbni Abbas Sa’d bin Ebi Vakkas gibi ekabir-i ashabın dahi esna-yı ihramda icabına göre yüzlerini örtmekte oldukları mervidir. Hazret-i Aişe ihramda bulunan kadınların eldiven giymelerini de tecviz ederdi. Ashab-ı kiram hazeratı hal-i ihramda koku sürünmenin caiz olmadığı hususunda müttefik bulunuyorlardı. Fakat rama girerken bila-kerahetin caiz olup olmadığı hakkında mekruh görürlerdi. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe ise kendinin önünde ve yardımıyla cereyan eden sünnet-i şerifeye istinaden ihrama girerken koku sürünmede kerahet bulunmadığını ileri sürüyordu. Hatta İbni Ömer’in bu husus- : daki zehabını haber alınca buyurmuşlardı. Ashab-ı kiram hazeratı esna-yı ihramda mücameatın hürmeti hakkında müttefik bulunuyorlardı. ayet-i kerimesi bütün ashab-ı kiramın belki de bütün ehl-i İslam’ın bu hususda ihtilaf etmelerine meydan bırakmamıştır. Muhrimin cünüblükten neş’et etmeyerek bila-kerahetin başını yıkayıp yıkayamayacağı hakkında beyne’l-ashab yıkamaktan ihtiraz ederdi. Abdullah bin Abbas ise bunda beis görmüyordu. Abdullah bin Cübeyr’in rivayetine göre Abdullah bin Abbas ile Misver bin Mahreme Ebva denilen mahalde iken bu hususda bahse tutuşmuşlardı. İbni Abbas cevazı Misver ise adem-i cevazı ileri sürüyordu. Mes’eleyi sorup halletmek üzre Abdullah bin Cübeyr Ebu Eyüb elEnsari’nin nezdine gönderildi. Hazret-i Ebu Eyüb el-Ensari mes’eleyi izah etti. Peygamber Efendimiz muhrim iken başlarını yıkadıklarını gördüğünü söyledi. Hatta peygamberimizin nasıl yıkamış olduklarını bile bil-amel yaparak gösterdi. Bu suretle mes’ele de halledilmiş oldu. Hazret-i Ömer’in de hal-i ihramda başlarını yıkamış oldukları mervidir. di. ayet-i kerimesi muhrimin ıstiyadı haram olduğu hakkında beyne’l-ashab ve beyne’l-müslimin ayet-i kerimenin medlulatından haric olan cihetlerine de ihtilafdan kurtulamamıştır. Hazret-i Ömer bin el-Hattab Zübeyr bin Avvam hazeratı ıstıyad memnu’ olmakla beraber gayr-i muhrimin avladığı av etinin muhrimlere helal olacağı zeratı da ale’l-ıtlak hürmetine kani’ idiler. Muhrimin nikahı mün’akid olup olamayacağı hakkında beyne’l-ashab ihtilaf vardı. Abdullah bin Abbas muhrimin nikahı caiz ve mün’akid olacağını söylerdi. Ve derdi ki: Peygamber sallallahü aleyhi vesellem efendimiz Meymune’yi muhrim iken tezevvüc buyurdular. Fakat Ömer bin el-Hattab Ali bin Ebi Talib Osman bin Affan İbni Ömer Zeyd bin Sabit hazeratı muhrimin nikahı sahih olamayacağına kail bu ciheti iltizam ettiği mervidir. Halim Sabit DERDLERIN DEF’ VE REF’I “ Allah hiçbir derd inzal etmemiştir ki ona mahsus bir de şifa inzal etmesin” Hadis-i şerif. Boşuna inad ve ısrara hacet yok. “Her derdin devası vardır” hakıkatini peyamber-i zişanımız efendimiz yalnız bir def’a değil birkaç def’alar tekrar etmiş; etraflı düşünemeyenlerimizin daha doğrusu bedbin ve garb perestlerimizin ulema-yı garba atf ve isnad etmeye kalkıştıkları bu hakıkati bilmek ve bulmak şerefini din-i mübin-i İslam’a tahsis kılmıştır. Müslümanlığı daima ilim ve fen düşmanı telakkı eden garazkar Avrupalılarla bunları taklide yeltenen bazı saf-dilan bilmelidirler ki fenne düşman olan din-i celil-i fıtrimiz değil belki ondan hemen hemen bi-behre olan zaman-ı hazır müslümanlarıdır. Yani o mukallidlerle biz mukallidleriz. Ey müslümanlar! Bakınız dininizi cehaletinize kurban ediyorsunuz. Avrupalıların adetini artık öğreniniz. Onlar Müslümanlığın aslını arayıp hakıkatini anlamak istemezler. Bilseler de tecahül ederler. Şimdiki müslümanların halini nazar-ı dikkate alarak söz söyler; fikir yürütürler. Biz madem ki Müslümanlık da’vasında bulunuyoruz; elbet dinimizin tahkır olunduğunu arzu etmeyiz. Onu i’laya gücümüzün yettiği kadar çalışmak isteriz ki onun ulviyyetini bizim kıyafetimizde halimizde arayan Avrupalılara takdir ettirebilmek o din-i ulvinin –göreneğin değil– asıl dinin evamirini yerine getirmek nehiylerini işlemekten çekinmek ile kabildir. O dini tebliğe me’mur olan Resul-i ekrem: “ Allahü te’ala derdi de dermanı da yaratmıştır. Öyle ise tedavi ediniz şu kadar var ki haram ile tedavi etmeyiniz.” Buyuruyor. Biz de –bütün dünya etıbbasıyla beraber– ispirto kılmış ise biz de isti’malini öylece men’e çalışırız. Zaten aşağıda yazacağımız satırlarda da haram ile tedavi yoluna gidilmemiştir. Binaenaleyh fennin ve tamamıyla dinin evamiri diye telakkı ve tamamı tatbik olunmalıdır. Avrupalıları ancak o zaman susdurmak hatta korkutmak mümkün olur: Yazacağımız çareler hem zengin hem fakır işi olacak; hem hususi hem de umumi surette tatbik olunabilecektir. şimdiye kadar yazdığımız müteaddid yazılarla az çok anlatmak mezkurenin ne tariklerle ifna edileceğini zemin ve zamana muvafık ve müsaid bir surette muhterem kari’lerimize arz edeceğiz. Yalnız evvela sivri sineklerin sularda çoğaldıklarını hatırlayalım veya hatırlatalım. Evlere yakın balıktan muarra yosunlu havuz yalak ve işe yaramayan su birikintilerinin ya boşaltılması veyahud büsbütün kapatılması havuzun kapatılması zinete keyfe halel getirdiği takdirde havuzda balık üretilmesi balık bulunmadığı halde on beş günde bir havuzun derunundaki suyun yüzüne ya adi gaz yağı yahud katranla karışmış petrol tıla edilmesinden ibarettir. Bir metre mükaabı suya bir çorba kaşığı petrol kafidir. Koca yaz zarfında bu suretle edilecek masraf sülfataya ve doktora verilecek para ile nisbet edilirse solda sıfır kadar ehemmiyetsiz bir meblağ teşkil eyler “Yılanın başını küçük maksad yavruların nefes deliklerini tıkayarak öldürmekten sıl olmadığı için bir değneğin ucuna pamuk veya paçavra bağlamak ve bunu petrole daldırarak su yüzünde gezdirmek lazımdır. Bu suretle suyun her tarafı petrollenmiş ve yavrular bulaşık ve el sularının bahçe veya sokağın ortasına biriktirilmemesi elzemdir. –Bizde maalesef bu adet-i kabiha pek ziyade ta’ammüm etmiştir.– Her halde bu nevi’ kirli suları hususiyle çamaşır ve bulaşık sularını üstü kapalı kuyulara sevk etmelidir. Hiç şüphe yok ki çirkablar hem evin temelini hem de sakinlerinin sıhhatini berbad eder. Memleket dahilindeki iri ufak bütün bataklıkların yavaş yavaş imhasıdır. Bu da bataklıkla münasebeti bulunan şehir ve köylülerin hükumetin de yardımıyla mütenaviben toprak getirerek su birikintilerinin üzerine dökmesi suretiyle elde edilir. Avrupalılar kapatılan bataklıklara okaliptus dedikleri ağacın dikilmesini tavsiye ederlerse de biz öyle meyvesiz ağaç dikecek kadar toprağı bol bulmuş bir millet olmadığımızdan kapanan bataklıklarda dutluk yetiştirmemiz icab eder. Bu suretle de ipek böceği ve ipek elde edilmiş olur ki düşünülürse hiç yoktan pek büyük kar edilmiş olur. –Hem ırk kurtarılmış hem de ihracat çoğalmış bulunur– Yahud buğday arpa ve sair hububat ekilir ki bu da Odesa fabrikaları patronlarını düşündürür. Bataklıkların kapatılmasındaki menafii şu beş cümle ile icmal edebiliriz. Irkı kurtarmak . Rençberleri mal sahibi etmek . İhracatı tevsi’ eylemek . Memleketi büyültmek ve i’mar etmek . Kuraklıktan kurtulmak. Bu son cümle yek-nazarda acib görünüyorsa da ağaçların bulut ve dolayısıyla yağmur toplaması keyfiyeti düşünülürse pek tabii olduğu takdir olunur. Bu fedakarlığı biz deruhde etmeyip mutlaka Avrupa mühendislerine ve amelesine arz-ı ihtiyac edersek bataklıklar pek kolay kapanır; lakin aynı zamanda o yerler de kapanmış onların taht-ı tasarrufuna geçmiş bulunur. Söyleyiniz! Kardeşler! Yarın Avrupa’nın ve Avrupalıların gelip o bataklıkları satın alarak doldurup üzerlerinde mektepler kiliseler kaşaneler şatolar istasyonlar banyolar hastahaneler niz. Yoksa fakırlerinizin tarla ve mülk sahibi olduğunu mu buna tercih edersiniz? İkincisi elbet daha iyi her halde bizim için daha hayırlı olsa gerektir. Havuzlarından yalaklarından vazgeçemeyen zenginler evlerinin pencerelerini kapılarını velhasıl bütün delik deşiklerini telden ma’mul sık örülmüş örgülerle örtmelidirler. Bundan da çok muvaffakiyet elde edilir ki Selanik Ziraat Mektebi bunun en bariz bir şahidi olarak gösterilir. Mekteb-i mezkur bataklıkların tam ortasında inşa olunmuş iken tel örgüler sayesinde talebesini bil-umum mekteplerde otellerde han ve apartmanlarla ticarethane ve fabrikalarda tatbiki pek münasib ve elzemdir. Bataklıkları kapamak pek güç gelirse bataklıkla hem-civar olan şehir veya köylülerin ya her gün ila santigram ya iki günde bir ila santigram veyahud dört veyahud yedi günde bir santigram lazımdır. Bu suretle sivrilerin vahzı te’sirsiz kalır. Şu mes’elede hükumete bir vazife tahmil edeceğiz ki o da: Bazı memalikte olduğu gibi hem saf hem de ucuz kinin bulup ahaliye ucuz fiyatla satmaktan ibarettir. Faraza: senesi Kanunievvelinde Fransa Maliye Nezareti kininin fiyatını azaltmış cam şişeler içerisinde aded yirmişer santigramlık komprimeler istihzarıyla kaloridatı sülfatı santime sattırmıştır. senesi Teşrin-i sanisinden i’tibaren mevaki’-i merzagiyyede çalışan ameleye meccanen kinin tevziine başlamıştır. Fransa Tıb Akademisi aynı usulü kabul eylemiş ve müstemlekelerine dahi kinin sevk etmiştir. Bu suretle Fransızlar Cezayir ve Korsika’da pek iyi neticeler elde etmeye muvaffak olmuşlardır. Söze başlamadan evvel bir noktayı işaret etmek isterim: Makalelerin bazı su’-i infihamlara meydan vereceğini biliyorum. Onun için atideki izahatı veriyorum. Makalelerime tefekkir kendi milletinin selametini düşünmeye mecburdur; kendini dindaşlarını irşadla vazifedardır. Benim de dindaşlarımı menfaatinizi düşünmekten mahrumsunuz! diye bir hüküm verilir ve bu hüküm mecburiyyü’l-ittiba’ olur; o vakit bütün Dindaşlarım bugün size mühim bir mes’ele-i hayatiyyeden bahs edeceğim! Bilirsiniz ki bugün memleketimiz dinimiz milletimiz müthiş tehlikelere ma’ruzdur. Memleketi dini vatanı kurtarmaya hepimiz dinen mecburuz. Her sınıfın burada ayrı ayrı vazifesi vardır. Bir de umuma terettüb eden mühim bir vazife var. İşte ben o vazifeden aklımın erdiği kalemimin yettiği kadar bahs edeceğim: Milleti iktisadi esaretten kurtarmak. Evet muhterem dindaşlarım bugün İslamlar o kadar elim bir zincir-i esaretle bağlıdırlar ki maazallah siyasi esaretten daha beterdir. Bugün Yemen’in en hücra köşelerinde Anadolu’nun her bucağında İstanbul’un her köşesinde milletimizin kanını emen hayatını kemiren müthiş sülükler vardır: Gayr-i müslim bakkallar. Bugün Türkiye’de en ziyade istihlak olunan eşya bakkaliyedir. Burada elim bir maraz-ı ictimaimize dokunuyorum: Her mahallemizde gayr-i müslim bakkalımız var. Hepimiz ondan alış-veriş ederiz. Ayın ortasında keselerimiz boşalınca evimizde bütün yiyeceğimizi kurtlu kuru fasulye mercimek filizlenmiş patates teşkil etmez mi? Buna mecburuz çünkü başka bir şey almak için paramız yoktur. Bu zaruretimizi takdir eden bakkal Kosti bize en fahiş fiyatlarla bunları satar. Biz de bunları almazsak çoluğumuz çocuğumuz aç kalır. Bu sebebden bütün masrafımızı bakkaliye teşkil eder. Bütün paramız bakkalındır. Ay başı gelir aldığımız üç dört yüz kuruş maaşın iki üç yüzünü küçük siyah kaplı defterin muhteviyatını ıtfa için veririz. Belki daha da borçlu kalırız. Bazen mahallenin bakkalından bir liraya bir mecidiye faizle para da istikraz ederiz. İş bununla kalsa yüreğim yanmaz; siz dindaşlarımı ikaz için de Sebilürreşad’ın kıymetdar sütunlarını işgal etmeye kalkışmazdım. Bizim alnımızın teriyle kazanıp bakkalın sarımsağına soğanına verdiğimiz sarı liralar bakkalın yağlı çekmesinde kalsa gam yemezdim: O da bizim yurttaşımız değil mi? Ha bizde ha onda der geçerdim. Fakat heyhat ki iş öyle değil! Bizim gözümüzün etini yiyerek hayatımızı düşman kurşunlarına hedef ederek kazandığımız beş on para kimseye mechul olmayan bakkalın yağlı kutusundaki oluktan Atina Harbiye Bahriye Nezaretlerinin demir kasalarına akıyor ve bu paralar sevgili Akdenizimizi bize haram eden cennet-asa adalarımızı cehennemlere çeviren Averoflara oğlumuzun kardeşimizin babamızın göğsünü parçalayan kurşunlara güllelere istihale ediyor. Aziz dindaşlar; iyi düşünelim: Bu hal bizim için ne kadar elimdir. Biz bunları bildiğimiz halde şimdiye kadar vatandaşımızdır diye sustuk bu vatandaşlarımız Rodos’da ve diğer adalarda evvela: İtalyanları İslam katili İtalyanları “zito”larıyla karşıladılar. Biz yine hatır gönül saydık sustuk içimize koyduk dertli olduk. Buna mükafaten pek iyi bilirsin aziz dindaş; Midilli’de Limni’de senin oğlunu kardeşini babanı diri diri mezara gömdüler. Mezarı da kendilerine kazdırmak şartıyla… Bunun müsebbibi yani oğlunun babanın katili hemşirenin namusunun mülevvisi yine sensin! Hayret etme: Çünkü Averof’u sen aldın Selanik’i o dil-rüba Selanik’i sefil adamlarını sen teslih ettin. den sonra da bu felaketlere bu cinayetlere uğramamak tiyorsan –ki buna dinen vicdanen hamiyyeten mecbursun– gelecek makaleleri oku ve aynıyla hareket et. Hiçbir şey olamazsan bu emelin hararetli sebatlı bir propagandacısı mürşidi ol. Aksi takdirde Allah’ın büyük ve Kahhar-ı zü’l-celalin huzurunda kardeş baba oğul katili olmaktan kurtulamazsın! MEDARIS MES’ELESI Osmanlılığın ve dolayısıyla alem-i İslam’ın uğradığı felaket-i ahire karşısında şununla müteselli olmaktayız: Evet büyük bir felakete duçar olduk. Maddeten ve ma’nen azim zayiata uğradık. Fakat bu felaket bize bir ders-i ibret olacak; bundan sonra izmihlalimizi hazırlamakta olan hallerden tecerrüd ziyanlarımızı telafiye gayret edeceğiz. gayret etmek zamanı geldi. Azmimizde ciddi olduğumuzu kavlden ziyade fiile ehemmiyet vermekle isbat etmeliyiz. En küçük bir vidası noksan olan bir makine suret-i muntazamada eden her hangi bir amilin ihmal edilmesi de o milleti şehrah-ı terakkıde dilhahı vechile ilerilmekten men’ eder. Bugün bizde mukadderat-ı millet ile alakadar olan avamilden birisi de medarisdir. Artık bu hakıkati idrak ve i’tiraf edelim!.. Cahil ya tefritkar veya ifrat-perver olur deniyor. Biz hayır ve şerrimizi tefrikten aciz bir takım zavallılar olduğumuz meslek-i i’tidali bulamadık. Şimdiye kadar tefrit vadisinde puyan olan medaris-i ilmiyye bu sefer de bazı ifrat-perverlerin taarruz-ı mecnunanelerine hedef olmaya başladı. Tecrübe için dersiam efendilerden birer birer sorunuz. Ekserisinin ilmiyenin bugünkü hal-i eliminden müteessir olduklarını medarisin lüzum-ı ıslahı hakkında müttehidü’l-fikr bulunduklarını göreceksiniz. Yalnız her sınıf halkımızda olduğu gibi onlarda da “teşebbüs” hassasının mefkudiyeti hasebiyle bulundukları noktadan emellerine nigeran oluyorlar. Onları o mes’ud gayeye isal edecek bir dest-i hamiyyetkarın himmetine muntazır bulunuyorlar. Ehliyetli hüsn-i niyyet sahibi ve i’tidal-perver olan her hangi bir kuvvet medarise hizmet etmek arzusunu izhar ederse ulemayı kendisine zahir bulacağından emin olabilir bunun delil-i maddisi meydandadır. Muntazam bir idareye ma’kul bir programa hatta muayyen bir gayeye müstenid olmayan hal-ı hazırıyla medreselerin evvelki hal-i elimine bir lahika-i diğer teşkil eyleyen dershanelerin hin-i küşadında gerek hocalardan gerek talebeden avaze-i takdirden başka bir şey işitildi mi? Milletin tealisini hakıkaten arzu edenler bu halet-i ruhiyyeden istifade etmenin yolunu bilmelidirler. Medaris ıslah edilmelidir. Bunda milletin bütün efradı alimi cahili müttefiktir. Medarisi ıslah etmek şer’an ve aklen üzerimize farzdır. Bu farzın adem-i ifasından mütevellid günahın cezasını dünyada hepimiz çekmekte olduğumuz gibi ukbada da çekeceğimize iman edelim!... Fakat bu ıslahat kimler tarafından ve ne yolda yapılmalıdır? sine yani ıslahatın ne yolda yapılması lazım geldiğine dair bir çok sözler görüldü. Hepsi de nakş ber-ab gibi bir iz bırakmadan gaib oldu. Bence mes’elenin bu ciheti sonradan teemmül olunacak bir şeydir. İlk önce nazar-ı i’tibara alınması lazım gelen nokta bu ıslahatın kimler tarafından yapılacağını te’min etmek cihetidir. Bir çok zevat bunu bizzat mensubin-i haklı iseler de beş seneden beri mensubin-i ilmiyye arasında neticesiz kalan bir iki ufak hareketten başka bir teşebbüsün görülememesi yalnız bu cihete hasr-ı ümid etmenin doğru olamayacağını gösterir. O halde ne yapmalı? Ben –doğru olsun yanlış olsun– kendi fikrimi söyleyeceğim: Bunu hükumet yapmalı; fakat doğrudan doğruya değil yine ulema vasıtasıyla yapmalı. Hükumet ulemaya rehber olmalı onları bütün dersiaamlardan müteşekkil bir Encümen-i Müderrisin teşkiline teşvik etmeli. Bu babda sarf olunacak mesainin müsmir olması için lazım gelen muaveneti diriğ etmemeli. Ba’de’t-teşekkül nazar-ı himayesini üzerinden ayırmamalı ve bu encümenin mülahazat ve mukarreratının ders vekaletince nazar-ı i’tibare alınmasını te’min etmeli. Encümende medarisin istikbaline aid pek çok ma’kul ve kabil-i tatbik kararlar ittihaz olunacağına şüphe olunmasın. muvazene te’sis edilmiş olur ve o zaman mesalih-i talebe şimdi olduğu gibi her hangi bir heyetin mahkum-ı yed-i ataleti olmaktan kurtulur. İş evvela böyle bir heyet-i müteşebbiseyi meydana getirmektedir. Ondan sonra usul-i tedris program kitap mes’eleleri tabii dur ü dıraz müzakere ve münakaşalar neticesinde mu’tedilane bir surette hal olunur. Meslek-i ilmi kanun-ı tekamüle tebean tedrici bir surette terakkı eder. Çok geçmeden kendilerinden beklenilen hidematı ifaya cidden muktedir münevver gençler yetişir. ELINDEN İŞ GELIR ADAMLAR İSTERIZ! yer bulduğu gibi dimağ-ı mütefekkirini de işgalden hali kalmıyor ve lüzum görüldükçe vesait-i neşriyye ile alakadaranının nazar-ı dikkati celb ediliyordu. Bir vakit komisyonların netice-i mukarreratını müş’ir beyannameler layihalar neşr edildi. Talebe-i ulum arasında medarisin ıslahı lüzumuna kail bir zümre-i kesire hasıl oldu. Asker anladı fesli anladı hulasa ıslahatın lüzum-ı icrasına talib olmayan adeta bir ferd kalmadı. Hükumet de bu mühimmeyi takdir ederek makam-ı Meşihat ile Evkaf Nezareti aralarında müştereken bir kanun tanzim ederek ıslahata derhal mübaşeret edeceğini i’lan etti. Bilahare işin cihet-i fi’liyyesine geçilerek dershaneler küşad edildi. Muallimler müdirler mubassırlar ta’yin edildi. Hatta bunları ta’yin ederek hayat-ı mesailerini tanzim edecek programlar vücuda getirecek hülasa medarisi bir tarz-ı nevine lahatın ikmal edildiğine kanaat ederek adat-ı kadimesinden bulunan oda kavgalarının hall ü fasliyle meşgul oldu… İşte dört senedir kisve-i guna-gun ile nümayan olan müderrisler bahsinin hülasası!... Şu tarihçeden anlaşıldığına göre medarisde ıslahat namına yapılan bir şey varsa o da hiçten ibaret kalıyor. Harb-i ahirdeki esbab-ı sukut ve inhilalimiz kemal-i insaf ve i’tidal ile tedkık ve muhakeme edilecek olursa ahlaka olan derece-i ihtiyacımız bütün fecaatiyle tezahür eder. Aksam-ı bakıyye-i memleketi muhafaza ilmen ahlaken seviyemizin tealisine mütevakkıf olduğuna ve bunu da telkın edecek ancak sınıf-ı ulemanın me’mur bulunduğuna nazaran medaris-i İslamiye’ye bir ehemmiyet-i mahsusa ile ıslahat-ı esasiyye icrası umur-ı lazimedendir. Bize ne vakit medreselerde mesela kürre-i arz müteharrik midir değil midir tarzında hukema-yı İslamiyye ile garb hükemasının ittifak ettikleri ve binaenaleyh kat’iyyen münakaşaya değeri kalmayan mesail yerine ihtiyacat-ı hazıra ile mütenasib bir surette dimağlarımızı leme’at-i hikmet ile tenvir ederlerse imanım kadar kavi bir kanaatle te’min ederim ki memleket o gün kurtarılarak bir devre-i refah ve mes’udiyete girecektir. Yok zayi’ ettiğimiz memleketlerin ilmen ahlaken ziraaten ticareten telafisine bütün mevcudiyetimizle çalışmayacak olursak mechul bir istikbale gideceğimizden emin olmalıyız. Binaenaleyh Raziler Gazzaliler gibi güzidegan-ı ilm ü hazırında bir hayat-ı ilmi olduğunu isbat etmek isteyenlere mazi ile iftihar edecek zamanımız olmadığını ancak İslam’ın hazain-i nefais ıtlakına bi-hakkın şayan asar-ı ilmiyye ve hikemiyyelerini anlamak ve anlatmak için onlar gibi çalışmak lazım geldiğini min-gayri haddin ihtara kendimi borclu addederim. Ve hükumetimize de tevcih-i kelam ederek avam ve havassın ıslahatın lüzum-ı icrasında müttefik olduğu böyle bir sırada vakti zaman-ı fırsat ve fırsatı da ganimet bilerek derhal ıslahata mübaşeret etmesini bütün talebe arkadaşlarım ve selamet-i hayr-ı memleket namına temenni ederim. Hutbeler muharriri Arsrabson tarafından gelen Haziran tarihli Arabiyyü’l-ibare mektubun tercümesidir: Ehl-i Kitab’dan Ehl-i Sünnet’e selam ve ihtiramlar olunur. Emma ba’d ceridenizin bana müteallik Hutbeler hakkında reddi mutazammın makalat neşr etmekte olduğuna ıtşeklinde yazılmıştır. tıla’ hasıl ederek iktisab-ı şeref-i azim eyledim. Lisan-ı şerif-i Türki’ye vakıf olmadığım cihetle Deraliyye’de neşr olunan nüshalara imza vaz’ etmemiş idim. Bundan dolayı tenkıd olunduğum fazıl bir zatın ifadesinden müsteban olmuştur. Tamamen varid olduğu müsellem bulunan bu i’tirazınıza cevaben derim ki: Evvelen ehl-i İslam ile Mesihiler beynindeki ihtilafatı ve bu mebahis-i hilafiyyede müsta’mel tarik-i mübahaseyi çok vakitler düşünür ve pek hoş görmez idim. Nihayet Vahid ve Samed olan Hak teala beni beyne’t-tarafeyn mevcud şu su’-i tefehhümü izaleye hadim bir tarik-i suhulete irşad etti. Samimi dualardan sonra sevgili İslam kardeşlerimizin nazarında hakıkatin münceli olabilmesi için tefehhümü daha ziyade te’min ve tahsin edecek bazı nikat-ı hilafiyyeye vasıl olabildim ve Kur’an’dan vüs’atle icale-i kalem edebileceğim bazı mevzi’ler-i ihtiyar eyledim. Şu kadar ki te’lifat ve matbuat ile kesret-i iştiğalimden dolayı Mesihati muharrirlerden ve eşraf-ı İslam’dan bazı zevat ve ez cümle Abdullah el-Hatib ile akd-i iştirak eyledim. Bu sebebden ehl-i İslam ve bunlar hakkında bazı küçük noktalar müstesna olmak üzere hiçbir intikad işitmedim. İ’tikadımca bu tarik ya’ni ta’n-i mezmum gibi hudud haricinde kalan diğer mes’eleleri karıştırmaksızın Ehl-i Sünnet’e tevcih-i hitab etmek bir tarik-ı ilahidir şimdiye kadar da bunun fi’len faide-i azimesi görülmüştür. Saniyen ahbabımdan bazı zevat hutbelerimin kendi lisanlarıyla alem-i İslam’ın her tarafında neşri salahiyetini benden taleb ettiler. Sizler ise hürriyet müsavat uhuvvet ve adaletten ibaret bulunan kavaid-i erbaa-i asliyyeyi neşr rinizi bi-hakkın takdir ederek mebahis-i diniyyenin kemal-i hürriyyetle cereyanı maksadıyla hutbelerimi lisanınıza tercüme hutbelerimin muhteviyatından dolayı mes’uliyet münhasıran tarafıma aittir. Ey ulema-i a’lam hazeratı! Makalat-ı selimenizin ahrara layık tarz-ı beyanından dolayı müsaadenizle size beyan-ı teşekkür ederim. Beni memnunin ve şakirin zümresinden bulacaksınız. Ehl-i Sünnet’den Ehl-i Kitab’a selam ve ihtiram olunur. Emma ba’d Makalat-ı reddiyyemiz hakkındaki iltifat-ı nihriranelerine Lisan-ı Türki’ye adem-i vukufları hutbelerin Türkçe tercümelerine Lakin bu özrün hutbeleri Türkçe’ye tercüme eden ahbabınızda mevcud olmadığını elbette teslim buyurursunuz. Herhangi bir sebebe mebni kendi isminin meydana çıkmasını muvafık-ı siyaset bulmamış olsa bile muharrir-i zi-iktidarının le muhataba şerefine nail olduğumuzu bilmek hakkındaki arzumuzun derece-i meşruiyyeti teslim buyurulduğunu görmekle Ehl-i İslam ile Mesihiler beynindeki mübahesatta müsta’mel tariki hoş görmedikleri beyan buyuruluyor. Allahü teala Kur’an-ı Kerim’inde “Rabbin tarikine akıl ve hikmet Nahl diyerek Ehl-i İslam’a mübahesat-ı diniyyede muhatabın haline göre şu üç tarikten birinin isti’malini emr ediyor. Yehud ve Nasaraya karşı “Ya ehle’l-kitab” diye hitab edilmesini emr eyliyor. Sizin gibi bir kitab-ı semaviye mu’tekıd olanlar hakkında değil ya müşkirin ile mübahasede bile sebb ü şetm gibi bir tarik-ı mezmumun isti’malinden kat’iyyen nehy eyliyor Sure-i En’am . Hatta Firavun misillü uluhiyyet iddiasında bulunan bir türüdüyü din-i hakka da’vet için gönderdiği Musa ve Harun aleyhimesselama kavl-i leyyin ile söz söylemelerini emr ettiğini Kur’an’da hikaye ederek ehl-i İslam’a güzel bir ders-i hikmet veriyor. Taha . Ulema-yı İslam dahi ale’l-umum mübahesat-ı adab-ı münazarayı bir ilm-i mahsus haline getirmişlerdir; onların mesail-i hilafiyyede nasıl bir lisan-ı nezih isti’mal ettikleri kütüb-i kelamiyye mütalaasından anlaşılır. Bu ahvale nazaran zat-ı nihriranelerince hoş görülmeyen tariki isti’mal edenlerin İslam ulemasından olmadıkları derkardır. Beyne’t-tarafeyn mevcud su’-i tefehhümü izaleye hadim bir tarik-ı suhulete irşad eden Vahid ve Samed’in nam-ı celilini ber-averde-i lisan-ı takdis eylemeleri tahdis-i ni’met makamında telakkı edilmiştir. Zat-ı nihriraneleri gibi bir üstad-ı fazılın ikinci bir Luter olmasına ve Adem’in ma’siyyeti sebebiyle insanın fıtrat-ı selimesi tabiat-i esimeye münkalib olduğu ve Allah’ın bunu ıslah için Hazret-i İsa’da tecessüd ederek çelipa üzerinde mübarek kanını döktüğü ve üç gün sonra ölülerin arasından kalkıp cehenneme gittiği gibi akl-ı selimin kabul edemeyeceği mu’tekadatın Nasraniyet’ten Nasraniyet’e has bir şey olmadığı ve Hazret-i İsa’dan binlerce sene evvel gelip geçen edyan-ı batıla erbabı indinde dahi suver-i güna-gun ile mevcud iken nasılsa din-i Isevi’ye bir takrible fürce-yab-ı duhul olduğu sizin gibi tarih-i edyanın kaffe-i safahatına vakıf bir nihrir-i kamilin nazar-ı tedkıkinden kaçmış olamaz. Ehl-i İslam’dan ayrılan bir fırkanın bile tevhidden teslise udul ettikleri görül[me]mektedir. Lakin doğrusunu söylemek lazım gelirse “intizar” edilen şu cihetin büyük bir azme mütevekkıf büyük bir fedakarlık olduğunu teslim etmelidir. Bu gibi mu’zamat-ı umura nailiyyet pek nadir zevata nasib olur muvaffakiyetlerdendir. bilmesi için bazı nikat-ı hilafiyyeye vasıl oldukları hakkındaki Mesihi’nin hakıkat ve mahiyetini enzar-ı ehl-i İslam’a vaz’ etmek için iki din beyninde muhtelefün-fiha olan cihetleri ta’yin ettiğiniz ma’nasını anlamak istiyorum; eğer maksad böyle ise tamamen muvaffak olduğunuzu te’min ederim. Kur’an’dan vüs’atle icale-i kalem edebilecekleri bazı mevazii lamiye’den ziyade kavaid-i Nasraniyyeyi kasd eylediklerine zahib oluyorum; Çünkü hutbelerinizde ayat-ı Kur’an iyye bulunduğu samimiyetime bağışlanacağından ümidvar olduğum halde beyan edebilirim. Kesret-i meşguliyetlerinden dolayı bazı zevat ile teşrik-ı mesai buyurmalarını bit-tabi’ pek muvafık bulurum; lakin onların içinde bulunan eşraf-ı İslam ve bilhassa Abdullah el-Hatib ile bizzat görüşerek hutbeler mündericatını ve ez cümle Allah demek olan ruhullahın cesed-i İsa’ya tecessüdü akıdesini nusus-ı Kur’an iye ve kavaid-i İslamiyye ile nasıl te’lif ettiklerini kendi ağızlarından işitmek isterdim. Zaten bu günlerde elime Abdullah el-Hatib namına mensub bir risale geçmiş olduğundan muhteviyatı hakkındaki şübühatımı bit-tabi’ istifsara şitab edeceğim. Ehl-i İslam’ın işbu hutbelere karşı büyük bir teveccüh datta bulunduklarını anlamak maksadıyla hutbeleriniz hakkında büyük bir hiss-i istiksa ibraz etmişlerdir; eğer teveccüh ta’birinden maksad-ı nihriraneleri bundan başka bir şey ise bu diyar İslamlarıyla o tarafdakilerin tarz-ı muhakeme ve telakkıleri beyninde tefavüt bulunduğunu kabul etmek lazım gelir. Ehemmiyetsiz bazı küçük noktalardan maada bir intikad Ehl-i Sünnet’e karşı teşni’ ile saded haricine çıkmamalarından faide-i azime müşahede edilmesi kuvve-i iknaiyyelerinin te’siri nokta-i nazarından bir faide-i şahsiyye olsa gerektir; Yoksa müdafaalarımızda mebsut mesail kema hiye hakkuha hal edilmedikçe bir faide-i ilmiyye husulünü istib’ad ederim. Alem-i İslamca din-i Mesihi’nin kavaidi tafsilen ma’lum olmadığı cihetle kütüb-i kelamiyye-i İslamiyyede bile mübahesat-ı hilafiyye pek ziyade tahdid edilmiştir; hutbeleriniz onlara bu babda rehberlik edeceğinden kendi lisanlarına tercüme edilmeleri için ahbabınıza salahiyet vermeleri memnuniyet-bahştır. Biz de bu müsaadelerinden müstefid olanlardanız. Biz ki medeniyetin kavaid-i erba’a-i asliyyesini neşr ile değil belki on üç asır evvel neşr eden bir dine intisab ve medarisimizde mebahis-i diniyye kemal-i hürriyet ile cereyan edegelmiştir. Hatta bugün bile Dersaadet ve vilayattaki medaris ve mesacidde fırak-ı muhtelife-i kelamiyye hakkında hürriyet-i tamme üzere mübahesat icra edilmektedir. kemal-i serbesti ile cay-ı kabul görmekte ve bütün alem-i Ey muhterem fazıl! Tarz-ı beyanımız hakkında ibraz buyurulan kadirşinaslıktan dolayı teşekkür ederiz. Eğer müdafaatımızda rıza-yı Bari’ye muvafık surette idare-i lisan edebilmiş hidayet hep on[dan]dır. Gedikpaşa Haziran Amare’nin uzaktan görünüşü tamamıyle İzmir’e müşabih yoktur. Amare Sancağı şimalen Bağdad Vilayeti cenuben Basra Sancağı şarkan İran hududu garben Müntefik Sancağı saattir. Dicle Nehri livanın vasatından mürur ve bu nehirden orada müteaddid ve cesim enhar teşa’ub edip her birisi ayrı ayrı pek çok cedavil ve enhar-ı sağıreye münkasım olur. Doğrudan doğruya Dicle’den su alan bu nehirlerden maada Düveyric ve Tib namında iki nehir daha vardır ki bunlar memalik-i İraniyye’de vaki’ Püştkuh nam dağdan nebean ve Amare’ye doğru cereyan eder. Bu enhar ve cedavilden Amare’nin cihet-i şarkısinde bulunanlar Huveyze ve Amare arasındaki hevre ve cihet-i garbisinde olanlar Cezayir ve Amare miyanındaki hevrlere munsab olur. Livanın cihet-i şimaliyyesinden mürurla memalik-i İraniyye’ye mümted olan cebelden maada dahil-i livada dağ olmadığı gibi çalılık ve sazlıktan maada zikre şayan ormanı dahi yoktur. Livanın hevrlik ve bataklık mahallerinden maada umumen havası yabis ve sağlam olup ciyadeti meşhur ve hıfz-ı sıhhate hadimdir. Livada at kısrak beygir koyun inek ve manda gibi hayvanat pek çok olduğu gibi hevrlerde külliyetli esmak ve tuyur-ı maiyye bulunuyor. Livanın her tarafı su ve bataklık ile muhat olmak cihetle hayvanat-ı vahşiyye mefkud hükmündedir. Amare içine akan enhar-ı adideden olduğundan arazisinin kuvve-i inbatiyyesi her nevi’ mahsul yetiştirmeye müstaid olup mezruatın başlıcası ve ticaretinin medar-ı a’zamı çeltiktir. Bağ ve bahçeleri yalnız merkez-i livaya münhasır olmak cihetiyle sebze ve meyveleri ihtiyacat-ı mahalliyeye ancak kifayet eder. Livanın vesait-i nakliyyesi ale’l-ıtlak gemi meshuf berkeş vanik mehile namlarıyla ma’ruf sefain-i sağireye münhasırdır. Sancak: Amare Zübeyr Düveyric Şatra kazalarından mürekkeb ve maa aşair muharrer ve gayr-i muharrer inas ve zükur olarak takriben iki yüz elli bin nüfusu şamildir. Livanın umum sekenesi çeltik ziraatiyle me’luf urban ve aşayirden ibarettir. Amare Kazası: Merkez-i liva olan Amare kasabasıyla Ali el-Garbi ve Ali eş-Şarkı ve Mecr-i Sağır ve Mecr-i Kebir namlarıyla ma’ruf dört nahiyeden mürekkebdir. Amare Kasabası: Dicle Nehri’nin iki yakası üzerinde vaki’ dil-ara ferah-feza bir mevki’ olup derununda bir hükumet konağı ve asakir-i nizamiyyeye mahsus bir kışla bir telgrafhane bir gümrük bir mekteb-i rüşdi ve ibtidai bir cami’ ve dergah ve takriben iki yüz dükkanı muhtevi bir çarşı üç hamam ve bin beş yüz kadar kargir hane ve kamıştan ma’mul bir çok hureyfe –sazlık kulübe– zükur ve inas olarak takriben dokuz on bin nüfus vardır. Amare’de vaktiyle arazi-i seniyye –ki hakan-ı sabıka aid olup sonra hükumete mülkü olarak bir çok mukataalar vardır ki varidatları büyük bir yekun teşkil ediyor. Arazi-i mezkurenin varidatı ise hal-i hazırda hazineye aid ise de me’murin-i mahsusa tarafından rıflarla me’murinin her biri mukataaların ihalesi yüzünden rüşvet ve irtikab sayesinde bir çok para kazandıkları herkesce ma’lumdur. Amare arazisi dahilinde iki büyük kabile med’dir. Beni Lam aşayiri Amare’nin cihat-ı şimalisiyle Dicle şattının iki sahilinde evkat-güzar oluyorlar. Bulundukları arazinin hududu Bağdad Vilayeti’ne tabi’ olan Ümmülhanne’den Betire’ye kadar imtidad eder. Betire Amare’den sekiz saat uzaktadır. Bu kabile kendi neseblerini Beni Rebia’ya kadar çıkarıyorlar. Ellerinde gayet geniş arazi vardır. Ziraatleri hep sayfidir. En ziyade ektikleri şey arpa buğday darıdır. Dört ayaklı hayvanları da öküz koyun deve ve attır. Atlıları da çokcadır. Bu kabilenin bir çok efradı vaktiyle larda ihtiyar-ı tavattun eylemişlerdir. Beni Lam Kabilesi’nin hal-ı hazırdaki en büyük şeyhleri Gazban bin Beniyye bin Mezyan bin Mezkur bin Cendil ve diğer şeyhleri de Gazban’ın amcazadesi Kahd’dir. Kabile-i mezkure atideki şu’belere taksim olunmuşlardır: Haytay cem’iyetleri kişidir. Delfi cem’iyetleri kişidir. Ruveyşid cem’iyetleri kişidir. Humeys cem’iyetleri kişidir. Beyt-i Cündil cem’iyetleri kişidir. Er-rahme cem’iyetleri kişidir. Et-taan cem’iyetleri kişidir. Beni Akabe cem’iyetleri kişidir. Cenane cem’iyetleri kişidir. Ka’b cem’iyetleri kişidir. Bundan başka yine Beni Lam Kabilesi’ne öteden beriden asıl kendilerine mensub olmayan beş altı bin kişi daha Bu taifenin en büyük cedlerinin nam verilmiştir. Cedleri vaktiyle Lülü Gazab Şeddad Ferec namlarıyla dört evlada malik idi. Bu dört kişiye intisab eden kabail de şeyhlerinin namıyla tevsim edilmişlerdir. Mesela Şeddad’a ve Ferec’e mensub olanlar Şedde Füreycat dedikleri misillü Lülü ve Gazab’ınkilere Beyt-i Lülü Beyt-i Gazab derler. Bu aşiret sabıkan Beni Lam etba’ ve aksarından oldukları halde ahiren onlardan ayrılıp adedce de onlara faik olmaya başlayarak daima Beni Lam ile mudarebe ve muharebe etmekten de geri kalmıyorlar. Bu aşiretin şeyhleri ise pek zengin ve sahib-i servet kimselerden iseler de ahlaken o kadar sena ve sitayişe layık değildirler. Betire’den Korfo’ya kadar Şat’tın Dicle’nin her iki şarkı ve garbı sahillerinde Bu Al-i Muhammed ikamet ediyorlar. Ale’l-umum bu aşiret efradı çeltik ziraatiyle iştiğal edip mevaşi yetiştirmekle evkat-güzar olmaktadırlar. Al-i Bu Muhammed aşiretinden olan Beyt-i Lülü Kabilesi’nin cem’iyeti altı yüz neferdir. Beyt-i Gazab: Cem’iyetleri nefer olup şeyhlerinin ismi Sahn’dır. Şüdde: Cem’iyetleri nefer olup şeyhlerinin Füreycat cem’iyetleri kişidir. Favafil cem’iyetleri kişidir. Fertus cem’iyetleri şeyhleri Cüveyl’dir. Beyzan adedleri şeyhleri de Kezar ve Kemaz’dır. Al-i Bu Cüveybir adedleri neferdir. Al-i Bu Zeyd: Adedleri neferdir. Al-i Bu Selime adedleri neferdir. Beyt-i Tura: Bu kabile Al-i Bu Necm Al-i Bu Safi Al-i Bu Ubeyd namlarıyla üç kola ayrılıp adedleri de kişiye baliğdir. Beyt-i Şeyh Hamud: Adedleri ve şeyhleri de Muhammed ve Hamdan’dır. Al-i Bu Salih: Adedleri ve reisleri Abdullah el-Muhsin’dir. Al-i Bu Ali: Adedleri’dür. Al-i Bu Abbud: Adedleri’dir. Al-i Bu Dırac: Adedleri olup gah Al-i Bu Muhammed’e gah Beni Lam’a ittiba’ ve iltihak eyliyorlar. Al-i Zeyrec: Adedleri’dir. Sudan: Adedleri ve şeyhleri Muhammed ve Hasan’dır. Asman ve Zebun: Yüsr’in evladı ve Sayhud’un ammizadeleri mahall-i dirler. Aribi Halife: Vadi oğulları ve Sayhu[d]’un biraderzadeleridirler. Bunlar Hacle Mukataası’nda ikamet edip Sayhud ile aralarında münafeset ve münaferet vardır. Bütün aşiret reisi Münşid oğlu Sayhud olup bilcümle küçük şeyhler buna arz-ı mutavaat ediyorlar. Sayhud’un Falih Hatem Haşim Abdülkerim namlarında dört oğlu vardır ki Al-i Bu Muhammed’in meşayihinden sayılıyorlar. Amare livasıyla Müntefik livası dahilindeki kabail ve aşayirin –Al-i Sa’dun müstesna olmak üzere– cümlesi Şiiyyü’l-mezhebdirler. Cezire: On beş parça olup Dicle’nin sahil-i şarkısinde vaki’dir. Hükumet senevi sekiz bin lira ile bu mukataayı iltizama veriyor. Ali eş-Şarkı arazisi: On yedi parça olup Dicle’nin sahil-i şarkısinde ve bedel-i iltizamı külliyetli akçe teşkil eder. Ali el-Garbi Mukataası: On altı parça araziden ibaret olup bedel-i iltizamı senevi iki bin liradır. Şamiye ve Şumiye: Bu iki mukataa dahi Dicle’nin canib-i garbisinde vaki’dir. Hacle Mukataası: Amare’nin canib-i şarkısinde vaki’ büyük bir nehirdir ki Dicle’nin adeta bir kolunu teşkil ediyor. Ceraye Şermuh Ümmü’t-tavs Tahame Hara Hami Hüseyçi Adl Zübeyr namlarıyla büyük ve küçük mukataaların cümlesi arazi-i müdevvereden ma’dud ve senevi bedel-i iltizamı otuz bin liradır. Şatt Mukataası: Bu mukataa dahi Batat Meriy Mahiriyye namlarıyla müsemma birkaç mukataadır ki Amare’nin canib-i şarkısinde vaki’dir. Bu dahi emlak-i müdevvereye aid ve senevi iltizam bedeli on iki bin liradır. Muhayyer-i Kebir Mukataası: Bu dahi Ümmü’l-eranib Mecr-i Sağır Haşeriye Bici’at Ümmü’l-Hınta Vadiye namlarıyla birkaç parçadan mürekkeb olup emlak-i müdevvereye aid ve Amare’nin taraf-ı garbisinde vaki’dir. Senevi iltizam bedeli ise otuz bin liradır bir de Hufeyre Kesre Şatire namlarıyla üç mukataa vardır ki bu dahi emlak-i müdevvereye aid ve senevi bedel-i iltizamları sekiz bin liradır. Amare livasının varidatı senevi iki yüz bin lirayı mütecavizdir ki layıkıyla bu arazi fellahin ve zürraa tevzi’ ve i’mar edilmesine hükumet dikkat edecek olursa milyonlarca lira varidat hasıl olacaktır. Amare’de yeniden el-Cami’atü’l-İslamiyye ünvanıyla Ca’feriyyü’l-mezheb olan eşraf-ı mahalliyye tarafından bir bab mektep küşad edilmiş ve mektebi nı leffen takdim ediyorum. MEVAKIF TERCÜMESI’ NI KIM BASTIRIR? Akayid-i İslamiyyeye dair olan kitapların en mu’teber ve mühimmi Mevakıf nam kitap olduğu ulema-yı kiram beyninde müttefekun-fihdir. Arabiyyü’l-ibare olan bu kitabı nısfına kadar lisan-ı Türki’ye tercüme eyledim müsvedde olarak nezd-i acizidedir. Bu tercümeden bazı parçaları beray-ı muayene ulema-yı kiramdan bazı zevata arz ettiğimde tahsin ve tab’ u ta’mimini arzu buyurdular. İşbu tercümeyi kendim tab’ ettiremeyecek tab’ etmek isteyenlere meccanen ve bila-bedel terk ve müsveddesinden her bir formaya kafi mikdarını her forma tab’ olundukça musahhah ve mu’tena surette bizzat tebyiz ve tihi teala tercümeye sa’y eylemeyi dahi taahhüd ediyorum. Bu şartla neşrini arzu buyuran zevat ale’s-sabah saat on ikiden saat ikiye kadar hane-i aciziye müracaat buyursunlar. Rusya’da mütevattın ve lisan-ı Türki ile mütekellim dindaşlarımızdan bu tercümeyi orada tab’ ile neşr etmek isteyenler bulunduğu takdirde onlara dahi meccanen i’ta edeceğimi ve talib olacak zevatla Temmuz gayesine kadar görüşebileceğimi beyan eylerim. El-yevm beyne’l-milel hayat-ı siyasi üç noktada temerküz etmiştir. Londra ve Paris konferansları ile Balkanlarda. Londra ve Paris konferansları harb-i zailin netayici ile uğraştığı halde Balkanlarda yeni bir harbin vukuu ihtimali enzar-ı umumiyyenin kısm-ı mühimmini şu noktaya celb eylemektedir. Hakıkat-i halde konferanslar ile Balkan ahvali arasında gayet sıkı bir rabıta mevcuddur. Her ne kadar mukaddemat-ı sulhiyye muharibler tarafından ransı’nın vazifeleri şu mukaddemat-ı sulhiyyede vaz’ edilmiş olan esasatın teferruatını ta’lik etmekten ibaret ise de; her iki konferansın mesaisi pek bati bir halde ilerliyor. Sebebi de şu konferanslar ile Balkan ahvali arasındaki zikr ettiğimiz rabıtadır. Gerek Londra gerek Paris konferansları ciddi ve kat’i bir surette iş görmeye ve kararlar ittihaz etmeye şüru’ etmeden evvel Balkanlar vaz’iyetinin ne şekil ve mahiyet alacağına muntazırdırlar. Zira bedihidir ki Balkanlarda zuhur edebilecek gayr-i muntazar hadisat mezkur konferansların bütün mukarreratını her an alt üst edebilir. Muharebenin vukuu ihtimali ise bu konferansların mevcudiyetine ve illet-i teşekkülüne bile nihayet verebilir. Bundan maada: Balkan iğtişaş ve teşevvüşünden dolayı gerek Londra Süfera Konferansı’nda Balkancıları iltizam eden murahhaslar gerek Paris Konferansı’nda bulunan Balkan delegeleri ta’kıb edecekleri hatt-ı hareketi ta’yinden acizdirler. Bunların aralarına düşmüş olan nifak ve ihtilaf kendilerinin mesail-i münazaun-fihada muayyen bir tarikı feransda murahhaslar mes’eleleri ta’lik ve ta’vika uğraşarak leyte ve lealle ile vakit kazanmaya sarf-ı mesai ediyorlar. Ve bu hal Balkan ahvalinin kesb-i vuzu’ etmesine kadar imtidad edecektir. Balkanlara gelince pek garib emsali tarihde pek ender olan bir levha arz ediyorlar. Dünkü dostlar ve müttefikler bugün yani parlak ve kendileri tarafından bile intizar edilmeyen bir muvaffakiyet ve muzafferiyetin ikinci günü yekdiğerine karşı adüvv-i mübin kesildiler ve muvaffakiyetlerinin bütün netayicini henüz iktitaf etmeden gırtlak gırtlağa gelmek üzeredirler! Balkanlarda sakin akvamın tarihini ahval-i ruhiyyesini bilenler için şu hal pek tabii görünmelidir. Bunlar asırlardan beri yekdiğerine karşı derin bir hiss-i nefret ve adavet besleyerek gelmişlerdir. Aralarında ne müşterek bir din ve ne de kısm-ı a’zamının mensub bulunduğu ayni hayatın tevlid ettiği her günkü temaslar tesadüfler hiss-i adavet ve husumetlerini daha ziyade takviye eylemiştir. Osmanlı hakimiyeti müddetince Devlet-i Aliyye bütün dikkat ve vaktini bu adavet ve husumet-i mütekabile yangınlarını ne kıtallere yangınlara nihayet veremiyordu. Her ırk diğer ğu dinin ma’bedine bile başkasının elinde bulunduğu için taarruzdan çekinmiyorlardı. Bu kadar derin ve ateşin bir adavet ve husumetle mücehhez bulunan akvamın ittihad ve ittifakları hilaf-ı tabiat idi. Fakat Osmanlılığa karşı besledikleri fart-ı husumet dolayısı te’min hususunda bütün kuvvet ve iktidarları ile çalıştılar. Muvaffak da oldular. Bu ittifak ve ittihaddan kendilerince pek büyük menafi’ intizar ediliyordu: Balkan ittihadı ve bu olacak kuvvetin i’tilaf-ı müsellese bir zamime olacağı zannedildi ve bu menasebetle bir okla iki hedefe isabet edilecekti. Bir tarafdan Avrupa dairesinde hakimiyet-i İslamiye’ye nihayet diğer tarafdan Cermanizm ceryanını Islavlık kaydı bütün şu faraziyatın sırf bir hülyadan ibaret olduğu ta evvelden aşikardı. Filhakıka Osmanlılık mağlub edildi. Avrupa-yı şarkıde hakimiyet-i İslamiyye’ye nihayet verildi. Lakin öteki maksad yani Cermanizm seylabına koyulacak seddin bir serabdan ibaret olduğu da tezahür eyledi. Balkan ittihad ve ittifakı gayr-i tabii olduğu menfi bir zemin üzere teşekkül etmiş bulunduğu için muvaffakiyetin Bir kere o menfi zemin meydandan kalktı mı Osmanlılık mağlub edildi mi; artık müttefikleri kendi aralarında yekdiğerine bağlayacak hiçbir rabıta kalmadı; eski adavetler eski husumetler bütün şiddet ve hiddeti ile icra-yı te’sir etmeye başladı. Bulgaristan hemen Islavlık’dan yüz çevirerek Cermanizm’in pişdarı olan Avusturya’ya temayül etmeye başladı. Avusturya’nın muavenet ve müzaheretinden kuvvet alarak kendi müddeayat-ı kavmiyyesini te’min için dünkü silah arkadaşlarına karşı çıktı. Aynı müddeayat-ı kavmiyyede bulunan Sırbistan ve Yunanistan da aynı tariki iltizam eylediler. Bunlar ise kendi müddeayatlarının tervici için Balkan devletlerinin ittifakını husule getirmiş olan Rusya ile Fransa’nın te’yidine güveniyorlardı. Şimdiki nifak ve şikakın sebebi ise –zabt etmiş oldukları yerleri kendi aralarında bölüşememeleridir. Makedonya’nın her noktasını her taraf aynı derecede aynı hırsla iddi’a ediyor. Çünkü her tarafa mensub her noktada sakin akvamdan nümune bulunuyor. Bulgaristan hall-i münazaa için elinde bulunan ittifakname şeraitini irae ediyor. Sırbistan ve Yunanistan taksim-i arazinin de o fedakarlıklar nisbetinde olmasını taleb ediyorlar. Fakat hakıkat-i halde bütün bunlar sırf kadim ve asırlardan beri kalblerde tekevvün etmiş olan husumet ve adavetin feveranından başka şey değildir. Balkan ittihadını bu kadar sa’y ve gayretle husule getiren ve ittifak-ı mezkurdan birçok menafi’ bekleyen Rusya ve Rusya’nın peyki olan Fransa bütün şu halleri müşahede ederek elbette ki son derece münfail ve muğber oluyorlar. eski müttefikleri tehdid ediyorlar. Lakin bu amiller müessir olamıyor. Gösterilen tarik-ı tesviye de kimsenin işine gelmiyor. Ne çarın hakemliği ne de Petersburg’da Balkan hükumatı başnazırlarından müteşekkil bir konferans teklifi derde çare-saz olmadı. Bilahare Romanya’nın işe müdahalesi düşünüldü. Rusya ve Fransa diplomasisi Romanya’ya Bulgaristan tehlikesini pek mahirane bir surette gösterdiler. Romanya’nın yanı başında teşekkül etmekte olan yeni Bulgar kuvvetinin atide bilhassa bu kere de Sırbistan ve Yunanistan üzerine kesb-i tefevvuk ederse kendi için ne kadar mühlik olacağını anlattılar. Zaten Romanya kendisi de şu hakıkati derk ediyordu. Fırsatı kaçırmış olan Romanya için Silistre mes’elesinden muğber olan Bulgaristan istikbalde hakıkaten büyük bir bela kesilebilir. Bu kere Romanya fırsatı kaçıramazdı. İ’tilaf-ı müselles devletlerinin tahriki de buna ristan’a yeni bir harbin vukuu esnasında bi-taraf kalamayacağını açık bir lisanla beyan eyledi. Demek Balkanlarda el-yevm i’tilaf-ı müsellesin rehberliği ile ve sırf Bulgaristan’ı Yunanistan ve Romanya’dan müteşekkil bir ittihad-i fi’li teşekkül eylemiştir. Buna karşı Bulgaristan ne yapabilir? Şu suale cevap vermek tarafdan bizimle kendisi arasındaki vaz’iyet ve münasebatın kesb-i vuzuh etmesi elzemdir. Bilfarz ittifak-ı müselles Bulgaristan’ı edebilir. Lakin mes’elenin şu tarafı gayet meşkukdür. Binaenaleyh Bulgaristan artık ısrar edemeyeceği ve Rusya tarafından gösterilen turuk-ı tesviyeden birisine yanaşmak mecburiyetinde kalacağı daha ziyade karin-i hakıkattir. Lakin şimdiden buna da kat’i bir surette hüküm edilemez. Hal ve vaz’iyet gayet mübhem ve müşevveş bir halde kalmaktadır. Ne kadar hazin ve keder-amiz bir haldir ki bütün şu kavgalar şu münazaalar bizim bırakmış gelmiş olduğumuz miraslar etrafında vuku’ bulurken biz etrafdan yalnız seyirci bir vaz’iyet alarak bakmak mecburiyetinde kalmışız. Ah! Kendini bilen ve düşünen bir müslüman bir Osmanlı için bundan ağır bir hal olamaz. Fakat şu felaketi yine biz kendimiz kendi elimizle hazırlamadık mı? Hemen bu sahifelerde vaktiyle ne kadar dad u feryad ettiğimiz bütün şu hallerin vuku’ bulacağı ta evvelden kestirmiş olduğumuzu kari’lerimiz elbette ki tahattur ederler. Fakat ne çare ki şairin dediği gibi: El-yevm bile şu felaketler şu hüzn-amiz haller karşısında kendimize geldik mi? Aklımızı başımıza topladık mı? Heyhat! Şu suallere bugün bile müsbet ve kat’i cevap veremeyiz. – – – Vapur yanaştı mı? – Çoktan! – Demek ki: Köprü’deyiz... – Aman şu yolcular insin... – Fakat bilir misiniz Yadırgıyor hani insan o eski tekneleri! “Yanaş!” denildi mi nazlım gider gider de geri Gelince hışm ile bir tos vururdu Köprü’ye ki: Zavallının deşilen karnı sağlam altı çeki Odun yutar da biraz sancıdan bulurdu aman... – Hekim getirmeye koşsan hekim de yok o zaman! – Tımarcılar bereket versin usta şeylerdi: Elinde balta gelir üç keser beş eklerdi... “Dayan o yanki başından Ömer! Tutundu Memiş!” Bakardınız ameliyyata çarçabuk bitmiş! Amasra sahili çok eski bir müessesedir; Uşakların topu cerrah olur... Hemen kestir! Bugünden ormanı göster kılağlı baltasına: Temizleyip çıkıversin bırakmasın yarına! – Biraz da dikmeyi öğrenseler... – Adam sen de! Düşündüğün şeye bak... Sen şu ilmi öğren de... – O ilme hiç diyecek yok: Müfadı kat’idir! Ulum-i saire sun’i o pek tabiidir. – Ne var ki: Kalmadı tatbik için müsaid yer! – Neden? – Neden mi? Görürdün çıkıp gezeydin eğer. Eteklerinde zığın saklı bildiğin orman Bugün barındıramaz hale geldi bir tavşan! O sırtı hiç de güneş bilmeyen yeşil dağlar Yığın yığın kayalardır: Serablar çağlar! – Sabahleyin yine bir hayli nükte fırlattın; Hayali bol bol akıttın serabı çağlattın! – Hayır hayal ile yoktur benim alış verişim... Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi olsun hakıkat olsun tek! – Fena değil yolun amma epeyce sarp olacak! “Odun” dedin de tuhaftır ne geldi aklıma bak: Zavallı memleketin yoktu başka mahsulü; Odundu nerde bulunsan meta’-ı mebzulü. – Adam yetiştiremezmiş demek ki toprağımız!... – Latife bir taraf amma adam değil yalınız Odun da isteriz artık yakında Avrupa’dan! – Bizim filizleri göndermesin sakın o zaman!.. – Ağırca davranıyorsun... Biraz çabuk yürüsek... – Vakit kazanmak için isterim yavaş gitmek. – O halde kuş gibi sekmek değil midir lazım? Ayıp değil ya bu sözden ne çıktı anlamadım. – Bu i’tirazı niçin salladın muhakemesiz? Vakit geçirmeyi bizler kazanma addederiz! Sebilürreşad’ın Azim ve Mühim Bir Teşebbüsü: Sebilürreşad g eçen sene intişar eden numaralı nüshasında kari’lerini sath-ı arzın kıtaat-ı muhtelifesine dağılmış olan dindaşlarının ahvalinden haberdar cihan-ı ma’rifetin terakkıyat-ı hayret-bahşasından alakadar etmek üzere; bir tarafdan alem-i İslam diğer tarafdan cihan-ı medeniyyetle yakından muarefe te’sisine çalışacağını vaad etmişti. Bu vaadimizin ifasına doğru bir hatve atmış olmak üzere geçen sene Hindistan ve Bulgaristan’a birer muhabir i’zam etmiştik. Rumeli’yi al kanlara boyayan faciat-ı ahirenin mukaddime-i suziş-naki Bulgaristan’da sakin dindaşlarımızı ezmeye başladığı esnada oradaki muhabirimiz de ta’kıb ve tarassud tehlikesine ma’ruz kalmış pençelerinden ma’sum kanları akan o korkunç memlekette artık hayatının taht-ı emniyyette olamayacağını hissederek bil-mecburiyye vatanına dönmüştü. Fakat şarka giden muhabir Suriye Haleb Bağdad ve Basra tarikiyle seyahatinde devam ederek ahiren salimen Hindistan’a muvasalat eylemiştir. Hind muhabirimiz Tevfik Bey’in esna-yı seyahatte uğradığı mahallerin ahval-i umumiyye ve hayat-ı ictima’iyyesini ne kadar nafiz ve şümullü bir nazarla tedkık netice-i tetebbuatını ne derece rengin bir üslub ile tasvire muvaffak olduğunu muhterem kari’lerimiz pek güzel takdir buyururlar. Tevfik Bey’in Irak Mektupları sine-i perişanında mazinin şanlı devirlerine aid yığın yığın hakister-i temeddün gizleyen El-Cezire havzasına dair sade fakat beliğ birer levha-i ibret ve intibah addolunabilir. Şimdiye kadar muhit-i ictimaimize mechul kalan bu uzak fakat istikbali parlak diyarlar ümid ederiz ki bundan sonra daha çok bir alaka daha derin bir intibahla hükumetin nazar-ı himayetkar ve hakimiyyetini celb eder. Muhabirimiz Hindistan’a muvasalat eylemiş olduğundan artık bundan sonra kari’lere cihan-ı İslam’ın bizce henüz layıkıyla tanılmamış bizi şimdiye kadar pek az alakadar etmiş bir muhitine şarkın har ve esrarengiz fakat zengin bir diyarına dair ibret-engiz levhalar arz edecektir. Bu makam-ı Hilafet’te bu kadar ceraid-i İslamiyye intişar ettiği halde şimdiye kadar Hindistan’a bir muhabir i’zamına teşebbüs edilememesi alem-i İslam’a karşı gösterdiğimiz lakaydinin ne kadar köklenmiş ne kadar küflenmiş olduğunu pek güzel gösteriyordu. Sebilürreşad bütçesinin darlığına bakmayarak fakat kari’lerinin teveccühatına güvenerek bir çok fedakarlıklar ihtiyarıyla bu ilk hatveyi atmaya muvaffak olmakla makam-ı Hilafet’te intişar eden matbuata aid mühim ve mübrem bir vazifeyi ifa etmiş olduğuna kanaat ve bununla iftihar eder. Hind’in ateşin sahillerinde Himelaya’nın berf-alud yamaçlarında sakin milyonlarca dindaşlarımızın hayat-ı ictimaiyye ve terakkıyat-ı fikriyyelerinden bi-haber kalmaya rıza göstermek şu asr-ı medeniyyette bizden başka hiçbir kavmin havsala-i her türlü garaz ve ivazdan ari samimi bir meveddet ibrazından bir an geri kalmadıkları en ufak bir fırsat zuhurunda şan-ı hilafetin muhafaza ve sıyaneti için İstanbul’a etekler dolusu liralar göndermekten çekinmedikleri halde bizim onları arayıp sormamamız hatta bir peyam-ı uhuvvet isaline çalışmamamız pek büyük bir la-kaydi hatta belki de afv edilmez bir ihanet olmaz mı? Bu cihetleri nazar-ı i’tibara alan Sebilürreşad o uzak diyarlarda çarpan sıcak kalblere; hiç olmazsa samimi ve hürmetkar birer selam-ı uhuvvet isal etmek bizim de kendilerini unutmadığımızı anlatmak üzere Tevfik Bey’in oralara kadar Fakat bizim de medeni bir millet sıfatıyla cihandan bir nasibe-i hestimiz olduğunu kainata isbat etmek için millel-i müterakkiyyenin seylabe-i terakkıyatına karışmak mecburiyetinde olduğumuzu da bir an hatırdan çıkarmamak lazımdır. Bu ümniyenin husulü için yalnız şarkın tetebbuu yalnız alem-i İslam’ın tedkıki yalnız Asya ile bir muarefe te’mini tabii kifayet etmez ve edemez. Garbın tetebbuu medeniyette bizi fersahlarca geçmiş olan Avrupalıların da yakından tedkıki lazımdır. Sebilürreşad –ki yegane emeli müslümanların fikren ticareten san’aten terakkısine çalışmak; gaye-i ümidi bilad-ı İslamiyye’yi zengin mes’ud behişti manzarada birer ma’mure görmekten ibarettir– kari’lerine başka cihanların medeniyette lerine keşfiyat-ı fenniyyelerine dair de ma’lumat vermeyi kendisine bir vazife-i mühimme add eder ve etmiştir. Fakat garbı nasıl görmeli terakkiyat-ı garbiyyeyi hangi nazarla tetebbu’ Avrupa’nın ne gibi şeylerini taklid etmelidir? Avrupa’nın bi’n-nisbe az bir müddet zarfında hayret-bahş bir sür’at-i berkıyye ile tekamül ve terakkısi şüphe yok ki derin ve esaslı tahavvülat-ı fikriyye neticesindedir. Fakat bu tahavvülat ne suretle husule gelmiş garb ne yolda ve ne gibi avamilin te’siriyle tekamülden tekamüle koşmuş saha-i terakkıde garblılara rehberlik eden büyük dimağlar nasıl çalışmış ve ne gibi vesaitle halkın inkişaf-ı fikrisini te’min etmişler? Avrupa’nın rengin ve dil-rüba fakat zehir-nak çiçekleri hakıkı ve faideli şükufelerden ne suretle tefrik edilebilecek? İşte bunlar muğlak oldukları kadar bizim için serian halledilmeye muhtac bir takım mesail-i hayatiyyedir. Bu mes’eleleri hallederek millete şahrah-ı selamet ve terakkıyi küşad edecek mütefekkir dimağlara o terakkınin safahat-ı tealisini tasvir edecek feyyaz kalemlere ihtiyac vardır. Bu vazife la ale’t-ta’yin herkesin ifa edemeyeceği kadar ağır ve müşkil bir iştir. Şarkı anlamış ulum ve medeniyet-i şarkiyenin gavamızına nüfuz etmiş ahlak ve ananat-ı milliyemizi derinden tetebbu’ edebilmiş mütefekkirler garbı gezmeli garbın asar-ı medeniyye ve sınaiyyesini müessesat-ı ilmiyye ve fenniyyesini ahlak ve i’tiyadatını perestişkar ve kamaşmış bir gözle değil müdekkık ve tenkıdkar bir nazarla tetebbu’ etmelidir ki muhassala-i fikriyyelerinden millete emin ve nurlu bir tarik-ı müstakım açılabilsin! Bu gibi eazımın netice-i tefahhusatıdır ki bize garbı mahiyet-i asliyyesiyle gösterecek Avrupa’dan ne gibi hususatta istifade etmekliğimiz lazım olduğunu bildirecek Avrupalıları nerelere kadar taklid mecburiyetinde bulunduğumuzu vukufkar ve nakkad bir deha ile ta’yin edecektir. Ancak bu suretledir ki millete saha-i tekamüle doğru bir hatt-ı hareket gösterilebilir. Bir tarafdan kabus-ı cehlin kesif ve ezici sıkleti altında inleyen diğer tarafdan atalet ve sefaletin hunin dişleri arasında didiklenen bedbaht yurdumuzun yoksulluklarını müteverrim kitlemizin bir nefha-i zindegiye olan ihtiyacatını düşündüğümüz verdik ve bu mühim vazifeyi gazetemiz heyet-i tahririyyesinden fazıl-ı muhterem Ferid Beyefendi’ye tevdi’ ettik. Kariin-i muhteremenin gazetemize karşı gösterdikleri teveccühat bize bu masraflı teşebbüsatta bulunmak cesaretini bahşediyor. Ümid ediyoruz ki milletin saadet ve selametini düşünen her müslüman bu gibi teşebbüsatın akım kalmasına rıza göstermeyecek ve elden geldiği kadar bizimle tevhid-i mesaiye gayret edecektir. Ferid Beyefendi geçen hafta Salı günü Marsilya tarikıyla Paris’e müteveccihen hareket etmiştir. Oradaki tetebbuatını ikmal ettikten sonra inşaallah Londra’ya da gidecektir. Ferid Beyefendi’nin asarını okuyanlar kendilerinin bu işin ne kadar vukufkar ve fazıl bir ehli olduklarını tasdik ederler. Kat’iyyen ümid ediyoruz ki Fenni ve Felsefi Musahabeler müellif-i fazılı ma’lum olan üslub-ı bedia-nümasıyla bize garbın afak-ı irfanını açacak serair-i terakkıyyatını keşf edecek sönük ve ümidsiz gözlere bir cihan-ı ilm ü irfan mütereddid ayaklara bir şahrah-ı tekamül küşad edecektir. Ve minallahi’t-tevfik GÜNAH YÜKÜ TAŞIYAN HAKKINDA HUTBE –maba’d– “İmdi nev’-i beşere bir vasi nasb ve ta’yini icab eden sebebi öğrenmiş olduğunuzdan müsaadenizle bu vasinin kim olduğunu size haber vereyim. Vasi İsa el-Mesihdir. Ruhullah ve onun kelimesidir. Nutfe-i beşer olmaksızın Ruhü’l-Kudüs’ün kuvvetiyle kendisine hamile olundu mu. Bu insan-ı kamil olup tabiat-ı hatıeden ve ale’l-husus hatakar tabiatten neş’et eden ef’alden ma’sumdur.” Acaba bu insan-ı kamile tabiat-i esime validesinden intikal etmedi mi? Elbette dokuz ay rahm-i maderde onun kanıyla terbiye oldu; ondan kendisine intikal etmesi lazım gelmez mi? Onu Allah kendi ruhuyla te’yid ettiğinden masun kaldığını iddia ederseniz Adem’i de kendi ruhuyla te’yid ettiğini beyan ederim. “Ey ihvan size caizdir ki bunu Kur’an’dan öğrenesiniz zira Kur’an ne kadar çok def’a Mesih’i temcid ve kadrini terfi’ ve i’la ve hatta onu ruhullah ve kelimetullah tesmiye etmiş ve onu bütün edvar-ı hayatında beşerden ve cemi’ enbiyadan temyiz ve tefrik etmiştir.” Kur’an-ı Kerim yalnız Hazret-i İsa’nın değil diğer nice enbiyanın da kadrini terfi’ ve i’la etmiştir. Zaten enbiya-yı salife hakkında en doğru haber veren en mevsuk kitap Kur’an’dır. Her iki tarafın elinde bulunan kitapların tedkık ve mevsukiyetiyle mukayese-i mündericatı insana hayret verir. Lakin “ Biz Allah’ın resulleri beynini tefrik etmeyiz.” Bakara ayeti meydanda iken İsa’yı cemi’ enbiyadan temyiz ve tefrik etmiş olduğu hakkındaki kında ityan buyurulan evsafı irad edelim de görünüz. “ Ya Yahya kitabı kuvvet ile ahz et biz Yahya’ya sabi iken hikmet i’ta ettik. Nezd-i uluhiyyetimizden ona rikkat-i kalb ve halktan medh ü sena verdik takvayı kendine iş’ar edindi. Valideynine itaat ve ihsan edip itaatsiz ve asi olmadı doğduğu günde gamz-i şeytandan vefatında azab-ı kabirden kıyamette havfdan salim oldu. İbrahim hakkında Musa hakkında hakkında buyurulmuştur. “Zira cemi’ kütübün şehadetiyle ve şehadet-i sariha ile ve Kur’an’ın dahi şehadetine göre her peygamber ve nebi günah işlemiş ve tevbe etmesi üzerine Allah onun günah yükünü ref’ etmiştir.” Evet! Tasdik ederiz ki elinizde bulunan Ahd-i Atik ve Cedid kitaplarında enbiya-yı izam hazeratına gayr-i layık pek çok ahval isnad edilmiştir. Lakin işbu isnadat mezkur kitapların derece-i mevsukiyyetlerinden ziyade bir şey ifade etmez. Kur’an-ı Kerim ise enbiya hazeratını daima lisan-ı tebcil ile yad etmiştir. Hazret-i Adem gibi bazıları hakkında kabilinden ve zellat nev’indendir. Tevbe ile ref’ edilen günahlar dahi hiç olmamış addolunur. “Mesih’e gelince onun hakkında tevbe ve istiğfara ve zaman-ı viladetinde şeytanın onu öğendirelemiş olduğuna dair hiçbir şey zikr olunmuyor.” Dostum ne söylüyorsun? Kur’an’da diğer enbiya hakkında da zaman-ı viladetinde şeytanın öğendirelemiş olduğuna dair bir şey zikr olunmuyor. Bilakis balada görüldüğü üzere onlardan Yahya aleyhisselam hakkında doğduğu öldüğü haşr olunduğu günler taht-ı selamette bulunduğu beyan buyurulur. “Bilakis bunların yerine validesinin rahminde hamile kalmasından i’tibaren ve dünyaya geldiğinde ve bilcümle eyyam-ı hayatında Allah onu ruhü’l-kudüsle te’yid ve takviye etti ve o kamil ve kuddus bir ömür geçirdi ölüleri diriltti kalbleri ihya etti marazlara şifa verdi günahları afv etti insanlara Allah’ın meşiet ve iradetini ta’lim eyledi öğrettiğini bilfi’l icra etti.” Evet! Hazret-i İsa ulü’l-azm enbiya-yı izamdandır Allah’ın lutf u inayetiyle bu dediklerinizi ve belki daha ziyadesini yapmış olabilir. Hiç bir müslim bunu inkar etmez. Lakin biz Resul-i ekrem hazretlerinin kable’l-bi’se nerelerde gezdiğini ve ne yolda imrar-ı hayat ettiğini tafsilatıyla irae edebiliriz. Hazret-i İsa’nın gençliği hakkında ise İncil’de münderic “O dahi kalkıp ve geceleyin ma’sum ile validesini alıp Mısır’a gitti ve Hiredos’un vefatına değin orada kaldı” Matta Bab: fıkrasından başka bir şey bilinmiyor. Acaba ne vakte kadar orada kaldı ve nasıl imrar-ı hayat etti buna dair dır? Siz hasbe’d-diyane kamil ve kuddus bir ömür geçirdiğini şey demeyiz. Lakin bir vesika-i tarihiyye taleb eden olursa siz ve biz bunu irae edebilir miyiz? Burada da İncil’in şu fıkaratını tekrardan kendimizi alamıyoruz “İbnü’l-insan geldi hem yer hem içer ve işte boğazına tabi’ ve meyhur bir adam gümrükçülerin ve günahkarların dostudur dersiniz…. Ve işte ol şehirde günahkar bir kadın… Arkadan ayakları yanında durup ağlayarak ayaklarını göz yaşlarıyla ıslatmaya başladı ve ayaklarını başının saçıyla silip öperek hoş rayihalı yağla yağladı.” “Ve hitam-ı hayatında Allah’ın meşveret-i ezeliyyesine göre kendi nefsini nev’-i beşerin günahları için kefaret olmak üzere takdim etti.” Kiraren beyan ettiğimiz ve atiyen göstereceğimiz üzere nev’-i beşerin günahları için kefaret olacak çok tarikler vardır öyle Hazret-i İsa’nın kendini feda etmesine hacet yoktur; feda etse de sana bana faide yoktur. Bu esasen bir tarik-ı meşru’ olmadığı gibi; siz İsa’nın İbnullah ve daha doğrusu bizzat Allah olduğu iddiasında bulunmanıza nazaran Allah Allah’a iftiradır. “Her kim ona iman ederse halas bulur ve ona iman etmeyen hüküm olunur ve Allah’ın gazabı ile’l-ebed onun üzerinde kalır.” Gerçi Hazret-i İsa bir nebiyy-i zişandır ona iman etmeyen hüküm olunur ve Allah’ın gazabı ile’l-ebed onun üzerinde kalır. Lakin bugün ona iman etmek halas hususunda kafi olacağını kabul edemem. Zira onun şeriat-i mukaddesesi zabt olunmaksızın duçar-ı tahrif olmuş ve ümmeti tevhidden teslise udul etmiş olmakla tevhid-i hakıkıyi ta’lim eden bir şeriat-i cedide gelmiştir; halas olmakta onu tasdik etmek şarttır. Sonra ahirete inanmak ve amel-i salih işlemek de lazım gelir. Bunu yapmadıktan başka İsa’yı Allah ittihaz edenler hakkında ne demeli? Derseniz bu sualin cevabını Kur’an-ı Kerim i’ta ediyor: “ Eğer İsa’ya böyle uluhiyyet böyle küfür üzere kalanlara şiddetli cezalar vardır.” “ Meryem’in oğlu Mesih değil illa bir peygamberdir; ondan evvel çok peygamberle[r] gelip geçmiştir.” “Buna binaen –işte dünyanın günahını ref’ eden Allah’ın kuzusu yani fidyeye mahsus zebh-i azim diye buyurulmuştur.” Hatibin bu kelamı muhtac-ı tavzih ise de başkaca mevzu’-ı bahs edeceğimizden burada tafsiline girişilmemiştir. “Kezalik –zira Allah’ın halasa bais olan inayeti cümle ademlere zahir olup bizi terbiye eder ki fısk ve dünya şehvetlerini reddedelim ve bu dünyada akılane salihane ve takva üzere yaşayalım– diye buyurulmuştur.” Yalnız bu kadar mı? Daha neler buyurulmuştur: Ez cümle Hazret-i İsa’dan naklen Kur’an’da “ Ey Beni İsrail benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a ona haram eyler onun gideceği yer cehennemdir; nefislerine zulüm edenler için hiçbir yardımcı yoktur.” buyurmuştur. Ve yine Kur’an’da “ Biz nasihat olmak üzere Kur’an’ı teysir ettik hiçbir ittiaz eden var mı?” buyurulmuştur. Lakin bunları görecek göz işitecek kulak ve ale’l-husus anlayacak bir basiret ister. Ez-cümle ey hatib-i Nasrani siz bunları nazar-ı yapalım “ Ol kimseye ki Allah tevfik Ey ihvan-ı din! Hatib-i Nasrani’nin ifadatını gördünüz ya. Hülasası insanın fıtrat-ı selimesi tabiat-i esimeye münkalib olduğundan Allah onu tahlis için bir çare bulmuş ki ona bir vasi-i şer’i ta’yininden ibarettir. Acaba bu tedbir bulunduktan sonra fıtrat-ı selimesi avdet etmiş mi? Ondan fıtrat-ı selimesi icabınca artık günah sadır olmuyor mu? Elbette hatibimiz böyle bir iddiada bulunamaz; Zira bedahete karşı söylemiş olur. Hıristiyanlıkta tabiat-i esimenin fıtrat-ı selimeye inkılabı nazari ve hatta farazi bir şeydir. Yine onlar guya tabiatlerinde hiçbir tahavvül vaki’ olmamış gibi her türlü measiyi irtikab ederler; lakin bunun kendilerine zararı olmaz çünkü bu measi kendi hesablarına değil vasi-i şer’ilerinin hesabına kayd olunur. Vasi-i şer’i kanını dökerek nefsini onlar için feda etmemiş mi? İşte onun ettiği şu sevab bütün çelipa-perestanın mizan-ı a’malinde keffe-i hasenata vaz’ olunur. Onun şu amel-i salihi hıristiyanların malı olur. Bizim ifademizin hülasası da insanların fıtratında hem saadete hem de şekavete isti’dad vardır. Bu isti’dadı mucebince onların bazısında salah bazısında fesad alaimi zuhura gelir. Bu isti’dadlar terbiye ile yekdiğere tahavvül ve inkılab eder. Şekavetini bilkülliye saadete nefsaniyyetini ruhaniyyete tebdil edenler bi-gayri hesab cennete aksi halde yine bila-hesab nara dahil olurlar. Hasenatı galib gelenler bilaazab ehl-i cennettir. Sure-i Karia Seyyiatı galib gelenler ise cinayeti derecesinde duçar-ı azab olduktan sonra nail-i cennet olurlar. tedbirde bizim fikrimiz hatibin fikrinden büsbütün mütefavittir. Ve suhulet nokta-i nazarından tedkık edilirse hatibin bulduğu çarenin müreccah olduğunu da i’tirafa mecburum. Hatta insanlarda bir “sa’y-i ekall” kanunu vardır ki muayyen bir maksada vusul için karşılarında biri müşkil diğeri kolay gösterdiği tarik acaba menzil-i maksuda mı isal ediyor yoksa ka’rı bulunmaz bir gayya-yı dalalete mi? Rah-ı hakıkate süluk etmek isteyenler için bu mes’elenin halli lazım gelir. Biz ehl-i İslam için irtikab ettiğimiz measiyi ciro edecek bir vasi-i şer’i bulunmadığından irtikab edilmemesini tavsiye edeceğiz. Terbiye ile insanların kesb-i salah edeceğini de bütün ehl-i insaf teslim eder zannındayım. Amma hasbe’l-beşeriyye kendilerinden bir sağıre veya kebire sadır olanlar için de kat’-ı ümide mahal olmayıp onların da bir Nasaradan sadır olan measinin vasi-i şer’i defterine ehl-i İslam’dan sadır olanların da kendi defter-i a’mallerine kayd olunmasının fiiliyatta çok te’siri görülmektedir. Vaktiyle bir İngiliz gazetesinde gördüğüm bir istatistiğe nazaran müsliminde bin beşyüzde bir cürüm sadır olduğu halde avamm-ı Nasarada sekiz yüzde bir rahabinde kırkta bir sadır olmakta imiş. Çünkü bu vasi-i şer’i mes’elesi elbette avammın rahabin kadar ma’lumu değildir. Hatta ihtimal ki bu avamdan ihfa olunur bir kaide-i mezhebiyye olsun da ehl-i İslam’ı teşvik için meydana konmuş bulunsun. Lakin ben İzmir Bidayet Ceza Mahkemesi’nin istatistiklerine bakıyorum da balada söylediğim nisbetin hakıkati tamamen gösteremediğine zahib oluyorum. Erbab-ı measi için mevcud çare-i salah ve necatı beyandan evvel insanın nasıl bir emanet-i kübrayı hamil olduğunu göstererek taht-ı vesayete girmesi mümkün olup olmadığının takdirini erbab-ı mütalaaya terk edeceğim. Ashab-ı kiram hazeratı Peygamber Efendimiz’den telakkı buyurdukları vechile bazen yalnız umre niyetiyle bazen yalnız hac niyetiyle telbiye edip ihrama girdikleri gibi bazen her ikisini bir seferde cem’ ettikleri de olurdu. Yalnız umre niyetiyle muhrim olanlara “mu’temir” yalnız hac niyyetiyle muhrim olanlara da müfrid deniliyordu. Her ikisini de bir seferde ve bir ihramda cem’ edenlere “karin” ayrı ayrı ihramlarda eda edenlere de “mütemetti’” namı veriliyordu. Müfrid’in haccı hacc-ı ifrad karinin hacc-ı kıran mütemettiin hacc-ı temettu’ namlarıyla yad ediliyordu. Bazen temettu’ ta’biri lisan-ı şari’de olduğu gibi beyne’l-ashab dahi “kıran”a da ıtlak olunuyordu. Bu üç türlü haclardan hangisinin efdal olduğu hakkında beyne’l-ashab ihtilaf edilmiştir. Fahr-i Kainat efendimizin haccetü’l-veda’da müfrid idiğine kail olanlar ifradı mütemetti’ veyahud karin olduğuna kail olanlar da temettu’ veyahud kıranı tercih ederler. Sahih-i Müslim Sahih-i Buhari Sünen-i İbni Mace ve sair kütüb-i mu’teberede tahric olunan asara nazaran ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe Cabir bin Abdillah ibni Ömer Ebubekir Ömer Osman ve sair bazı ashab-ı kiram hazeratının Haccetü’l-Veda’da Peygamberimizin müfrid bilhac olduğuna inanmakta bulundukları zan ediliyor. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Hafsa İbni Ömer İbnüzzübeyr ve sair bazı ashab-ı kiramın rivayet etmekte bulundukları asara bakılacak olursa Peygamberimizi mütemetti’ olarak tanıdıkları tahmin edilebilinir. Şu kadar var ki aleyhissalatü vesselam efendimiz hediyelerini nişanlayarak sevk etmiş olduklarından onları zebh etmedikçe ihramdan çıkmamışlardır. Çünkü hedy sevk eden kimsenin mütemetti’ de olsa onları zebh etmedikçe ihramdan çıkması caiz değildir. Demek oluyor ki –zaten bir çok asar-ı sahihanın da müfadı böyledir– Peygamberimizin ihramdan çıkmamış bulunmaları sevk etmiş bulunduklarından neş’et etmiştir. Yoksa hedyleri bulunmayan ashab-ı kiramın ve ümmehat-ı mü’mininin yaptıkları gibi zat-ı risalet-penah kendi de ihramdan çıkmış olurlardı. Hatta Hazret-i Muaviye bin Süfyan peygamberimizin umre ihramından çıkıp hac için ikinci def’a ihrama girmiş olduklarını da rivayet ediyor. Aleyhissalatü vesselam efendimizin Haccetü’l-Veda’da karin oldukları cihetini iltizam edenler de büyük bir ekseriyete maliktir. ran bin Husayn Süraka bin Malik Bera bin Azib İbni Ebi Evfa Ebu Talha Ümmü Seleme Enes bin Malik Sa’d bin Ebi Vakkas ve sair ashab-ı kiram hazeratının hikaye-i hal veya esna-yı ihramda Peygamberimizin kullandıkları lafızları veyahud kıran ile emr olunduklarını nakil suretiyle rivayet etmekte bulundukları asar-ı şerifeden şu üçüncü zümreden oldukları anlaşılır Hatta bazı erbab-ı hadis şu üçüncü mezheb ashabının rivayet etmekte bulundukları asarın kesret ve şiddet-i vuzuhuna bakarak birinci ve ikinci mezheblerin esaslarını irae etmekte olan sünnetleri de az çok te’vil ile ekseriyet tarafına Abdullah bin Ömer hazretleri ihrama giderken Mekke-i Mükerreme’ye dahil olurken ve bir de vakfeye çıkarken yevm-i Arafe’nin gecesinden iğtisali i’tiyad buyurmuşlardı. Ashab-ı kiram ihrama girerken aleyhissalatü vesselam efendimizden telakkı buyurdukları vechile “lebbeyk allahümme lebbeyk lebbeyke la-şerike leke lebbeyk inne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk la-şerike lek” diye telbiye ederlerdi. Bazen buna “lebbeyke ze’l-me’aric” gibi cümleler ri halde inkara delalet edecek hiçbir söz sarf etmedikleri gibi bu yolda bir imada dahi bulunmazlardı. Ashab-ı kiram Fahr-i Kainat efendimizin ihrama hangi mevzi’den girmiş oldukları hakkında ihtilaf ediyorlardı. Bazıları da Zülhuleyfe’de öğle namazını kıldıktan sonra bazıları da rahilesine binerek ilerlemeye başladıktan sonra ihrama girmiş olduklarını söylüyorlardı. İbni Abbas hazretleri ise her olamayacağını ileri sürüyorlardı. Ve diyorlardı ki: Bu babda söz söyleyenler Peygamberin birinci def’a olarak ihrama girmiş oldukları mevzi’ hakkında değil belki herkes kendi görüp işittiğini rivayet ediyor demektir. Çünkü peygamberimiz Zülhuleyfe’de iken öğle namazını kıldıktan sonra başladılar. İşte bütün rivayetler de bundan sonralarına aittir. Ashab-ı kiramdan bazıları ehl-i Mekke’nin Zilhicce ayı gelince hemen ihlal cehren telbiye etmeleri lüzumuna kani’ idiler. Ömer bin el-Hattab hazretleri de bu ciheti iltizam eder ehl-i Mekke’ye ay görüldüğü gibi ihlal edileceğini bildirirlerdi. Abdullah bin Ömer hazretleri ise kendi ictihad ve kıyasları üzerine terviye günü gelip de ancak Mina’ya çıkınca vesellem hac niyetiyle devesine binip yola düzelince ihlale başlar ef’al-i hac ile ihlalin arasını bu suretle vasl ederlerdi. Ehl-i Mekke ise terviye günü Mina’dan i’tibaren a’mal-i haccın ifasına mübaşeret etmekte bulunduklarından ihlale de oradan bed’ etmeleri lazım gelir ve böylece fi’l-i nebevide olduğu gibi a’mal-i hac ile ihlalin araları da vasl edilmiş olur. Hazret-i Cabir’in mezhebi dahi İbni Ömer’in mezhebi gibi idi. Telbiye ve ihlalin hangi mevki’de ve ne zaman kat’ edileceği hakkında beyne’l-ashab ihtilaf vardı. Ali bin Ebi Talib hazretleri Arafe günü güneş biraz meyl edince telbiyeyi keserlerdi. Ebubekir Sıddik Ömer el-Faruk hazeratının da Arafe günü güneş zevale erince telbiyeleri kesmekte oldukları mervidir. Fakat Ümmü’l-mü’minin Aişe ile Osman-ı Zinnureyn hazeratının bu hususdaki mezhebleri hakkında rivayetler mütenakısdır. Ashabdan bazıları da Üsame bin Zeyd’in Fazl bin Abbas’ın rivayet etmekte bulundukları sünnet-i şerifeye istinaden “Cemre-i Akabe”nin son taşını taşlayıncaya kadar telbiyeye devam edileceğine kail bulunuyorlardı. İbni Mes’- : ud -radıyallahü anh- hazretlerinin ise Cemre-i Akabe’nin birinci taşını atıncaya kadar telbiyeye devam etmek lazım geldiğine kani’ bulundukları mervidir. Umre telbiyesi ise İbni Ömer ve sair bazı ashabın mezheblerine göre Harem-i şerifin kapısına gelince kesilmek iktiza der. Aziz dindaş Geçenki makalemde izah ettiğim vechile düştüğümüz felaketlerin dinimizin uğradığı elim hakaret ve tehlikelerin yegane müsebbibi benim ve sensin. Bu makalemde bu müthiş feyi ve ta’kıbi lazım gelen yolları göstermek isterim: Evvela: Memleketin bakkallığının ekmekçiliğinin bu adamların elinde olduğunu bilmeli ve bize bir boykotaj yapsalar bizi açlıktan öldürebileceklerini anlamalı ve bu halin edilmeli ve bunun vereceği aşkla işe sarılmalıdır. Burada tarmalı; yani her mahallede köyde kasabada şimdilik birer bakkal dükkanı açmalıdır. Nasıl? Evvela İstanbul’u ele alalım: İstanbul’un her mahallesinde az çok mütekaid paşa bey efendi babalarımız vardır. Her mahallede değilse bile bazı mahallelerde hali vakti yerinde beylerimiz hanım efendilerimiz vardır. En mühim vazife işte bu zevat-ı muhteremeye terettüb ediyor: Bu zevat her biri beşer onar ellişer lira vaz’ ederek la-ekall liralık bir sermaye ile birer bakkal dükkanı açmalıdır. Bunları diklerinden i’timad ettikleri bir genci ta’yin ederler. Mahalledeki dul Fatma Hanım’ın oğlunu da çırak ta’yin ederlerse muvaffakiyet yüzde yüzdür. Bir misal göstereyim: Üsküdar’da Selimiye’de bundan yet-perveri toplanırlar lira sermaye ile “Semere-i İttihad Osmanlı Bakkaliye Şirketi ” namıyla bir bakkal dükkanı açarlar “sebat”ları “istikamet”leri hasebiyle ahalinin “hiss-i emniyyeti”ni kazandılar iki sene gibi az bir müddet zarfında lira liraya fırlamıştır. El-yevm mezkur mağaza bütün o civarın ihtiyacını tatmin ettiği gibi ticareti de günden güne ilerlemektedir. İşte bu muhterem zevat hem ahalinin hem Allah’ın teveccühünü kazandılar sevgili kulu oldular. değil midir? Hem de milletlerine en büyük bir hizmeti ifa ettiler. Ne saadet değil mi? Tabiidir ki bunu her mahalle yapamaz. İki hatta üç mahalle birleşerek bu işi yapabilirler ve müttehiden o dükkandan alış-veriş ederlerse tabiidir ki hem dünya hem ahirette esbab-ı mes’udiyyetlerini hazırlamış olurlar. Bu ciheti te’min için bundan başka bir usul daha var: Mesela çarşılarda büyücek birkaç tane bakkaliyemiz var. Bunların her biri bir mahallede bir şu’be açarsa hem karı artar; hem dine millete yaramış olur. Tekrarına lüzum görürüm: Burada sırr-ı muvaffakiyet yukarıda da söylediğim gibi ibzal-i istikamet ederek emniyet hissini ilka eylemelidirler. Diğer bir cihet daha Yunan bakkalı yirmi para karla satarsa onlar - ve hatta beş para karla satmalıdır. Bu suretle yirmi para karla satacağı beş okka yerine para karla yirmi okka satar. Tabii bu suretle bütün müşterileri celb edeceğinden Yunanlı bakkala dükkanı kapamaktan başka bir çare kalmaz. Bu hususda sebzeci ve kasablarımıza da mühim bir vazife terettüb ediyor. Bunlar dükkanlarını ekseriya çarşılarda açıyorlar. Halbuki her mahallede bir iki tane Yunan bakkal kasab sebcezi var. Ahali hem mesafenin yakınlığı hem de en mühim bir sebeb-i tercih olan veresiye alış-veriş sebebiyle hep mahalleden alıyor çarşıdakilere esnemekten başka bir şey düşmüyor. Onun için bunlar da artık esnemekle yaşanamayacağını bu suretle milletin dinin hayat bağlarını baltaladıklarını bilmelidirler. Bunun için mahalle aralarında dükkan açmanın çaresine bakmalıdır. Hem kendi karları hem milletin selametini düşünüyorlarsa böyle yapmalıdırlar. Bundan başka esnafımızda gayet merdud bir huy var: Kibir ve azamet. Bir def’a bu huylar dinen merduddur. Bunların suratlarından yanlarına gidilmez. Halbuki diğerleri: Buyurun paşam! Safa geldin beyim! diyerek karşılarlar. Babalarını sövseniz: Eyvallah! derler. Bizimkiler ber-aks. Bu sebeble ne Şam’ın şekeri ne Arab’ın yüzü diyorlar ve kimse semtlerine uğramıyorlar. E bu reva mıdır? İşte bu gibi İslam esnafını bir dindaş bir kardeş sıfatıyla bu huylardan tecerrüd etmeye da’vet ederim. Ve adeta kendilerine yalvarırım. Zira: Kazanmanın sırrı budur. Bundan sonraki makalemde de taşraya ait cihetle hocalarımıza terettüb eden vezaifden bahs edeceğim. ARAPÇA Cem’iyyat-ı beşeriyyenin inkılabsız geçirdiği bir an yoktur; bizim heyet-i ictimaiyyemiz bile o bataet-i reftarıyla beraber yine hemen mebde’-i teşekkülünden i’tibaren birçok kendinden evvelkilerin farkında olmaksızın beleyip besilediği hatta süslediği avamilin tekasüf ve izdihamıyla müthiş fakat cesaretsiz bazı infilakat-ı inkılabiyyeye tecelligah olmuştur. Son tekallübümüz de bir istitale bir neticedir; bu neticenin bu sadmenin amillerini; geçen asrın “netice”leri arasında bulabiliriz. O halde bugünün netayici de yarının avamili olacaktır. Şu kadar ki tali inkılablarda yaşayanlar; evvelki netice ve amillerin suret-i kısriyyede mahkumu olamazlar; üzerine icra-yı nüfuz eder hiç olmazsa bir “muaddil” rolü olmaları lazımdır. Basiret ve ihtiyatın validleri ise ilim ve hikmettir. Şu suretle son sözü alime ve hakime veren inkılab cem’iyyetleri; tevarüs ettiği avamili iyi anlamış iyi ta’dil etmiş ler hazırlamış demek olur. Müessiratın birer birer toplandığı zamanlarda da yine bir inkılab var demektir. Fakat bu esnada zahiri bir sükunet hüküm-ferma olur. Heyet-i ictimaiyyenin maye-i dimağı ve hun-ı kalbiyle besilenen bu müessirler; tekasüf peyda edip de hemen bir vesileye müterakkib bulunduğu zamanlar ise hal başkadır. Hele o vesilenin zuhuruyla beraber “infilak” tekevvün edince iş büsbütün değişir. tekevvün; maddiyatta olduğu gibi ma’neviyatta da yıkıcı yakıcı oluyor. Biz de bir tarafdan yıkıyor ve yakıyor; öbür tarafdan yapmaya çalışıyoruz. Bu gayet tabii bir şeydir. Her halde yapmak için bazen yıkmak lazım gelir. Fahrü’l-kevn efendimiz bina-yı İslam’ı kurmak için Mekke ve havalisinde birçok sanemler ve sanemhaneler yıktırmıştılar. Bugün yine Müslümanlığın Osmanlılığın terakkıyatı için karşımızda somurtmuş duran birçok evsan-ı ma’neviyye vardır ki bi-kahrihi teala bunları yıkacağız ve yıkmalıyız bu türlü yıkma bize bir sünnet-i fi’liyye oluyor. Fakat… fakat nasıl yıkacağız ve kim iyi yıkıcı olabilir? Rast gelen eline baltayı alıp yürümeli mi? Tabii hayır her şeyden evvel her nevi’ yıkıcılıkta bir “iman” lazımdır. Yıkıcı “niçin” ve “nasıl”a cevap verdirmek için akıl ve vicdanını çok zorlamalı; onlara rehberlik edecek çok şeyler görmeli ve okumalı; ondan sonra “Yıkıyorum! Çünkü….” diye bağırmalı vicdan-ı ammede ağız açacak hal bırakmamalıdır.! Bizde birçok muhribin-i ma’neviyye türedi ve üredi. Bu hale binlerce şükran! Yıksınlar; fakat evvela “niçin” ve “nasıl”a uzun uzun alimane ve hakimane cevaplar versinler sonra enkaz-ı harabiyi ne yapacaklarını boş kalan arsa-i kalb ve dimağı ne ile dolduracaklarını haber versinler ve nihayet iddialarında iman sahibi olduklarını kavlen ve tavran isbat etsinler… Halbuki böyle olmuyor. Da’valarımızın ekseriyeti mahrum-ı imandır. Henüz muhakeme ve hüküm devrelerine girememiş yalnız tedai-i meani sayesinde zihninin bir köşesinde ahz-i mevki’ etmiş bir fikir mesela acelecilikle ortaya atılıverdi mi etrafı bir çok nümayiş-kar zemzeme-i sitayiş ile ihata olunuyor; yahud onunla hiçbir münasebeti olmayan nokta-i nazara göre tefsirine çalışılıyor. Bütün bunların sebebi “reybi”liktir. Reyb ve şek ile iman ise asla barışamamıştır. Binaenaleyh zihnin bu kabil hasılat-ı reybiyyesine mecmua-i evham ve tekalid ünvanını vermekte akıl ma’zurdur. Müşafehe ve tahrir alimciklerimizde bunun emsali o kadar çoktur ki insan tesadüf etmek için hiç yorulmuyor. Gazetelerimizi okuyunuz müşafehatımızı dinleyiniz. Size bir kanaat bir akıde telkın eder gibi bir vaz’iyyet-i kibarane takınarak büyük mes’eleleri pek büyük da’vaları bir eda-yı rengin ile hemen hall ü fasl eden öylelerine tesadüf edersiniz ki eğer kendinizde değilseniz mesela zihniniz yorgun muhakemeniz durgun yahud o mes’eleye dair bilginiz dun beste olur gidersiniz. Yok akıleniz hal-i yakazada ise her kelimenin duş-ı zaifinde reyb ü güman devinin nasıl bir vaz’-ı müstehzi ile sırıttığını pek kolay anlayabilirsiniz. Söyledim ya bunun misali la-yuhsa.. Me’mul edilen edilmeyen kalemlerin –pek acınır– bu hastalığa musab olduklarını Pek yakınlarda muhterem bir mültefitim; bana bunun bedi’ bir misalini daha gösterdi. İyi bir muharrir; “Tedrisat-ı Arabiyye ve Farisiyye”den bahs ederken bu iki lisanın tedrisinde yeni bir gaye arıyor ve bu münasebetle pek güzel şeyler söylüyor. İnsan bir istiğrak-ı takdir içinde satırları süzerken son hükmün o müthiş huveyne-i reybiyyetin savletiyle birden bire eriyip çürüdüğünü görüveriyor ve varlıktan yoklukun nasıl çıktığını pek beliğ ifade eden bu hadise-i sukut karşısında valih oluyor. O kaşanenin enkazını siz de temaşa edebilirsiniz: “Arabi ve Farisi lazımdır; ancak medeniyet-i maziyye-i Osmaniyye’nin tekamülatını esas ve ruhuna nüfuz etmek şartıyla ta’kıb için… bunun haricindeki nikat-ı nazar bence bi-ma’na bi-faidedir.” Diğer birçok münasebetlere bu da hafifce inzimam ederek “Arapça’dan birçok nikat nazardan ayrılamaz.” şeklindeki akıdeme bir daha lisan vermek istedim: Biz Arapça’ya mazide: İlim ve din . Edebiyat . Siyasiyat nokta-i nazarlarından bağlı idik bugün de yine öyle bağlıyız. Şu kadar ki bu irtibat; tabiat-i maslahat muktezası maziden çok hem pek çok ziyade kesb-i kuvvet etmiştir. Her üç nokta-i nazardan alaka-i maziyyenin derecesini kimse inkar edemez. Türk alimlerinin bütün din ve ilim kitapları hep Arapça yazılmış. O halde Osmanlı tarih-i ilminde hakim Arapça’dır. Edebiyata gelince: Arapçayı edebiyatımıza teessüfler... bin telehhüfler.. Fil-hakıka bizim edebiyatımız ta salis’den sonra başlayan teceddüdat-ı edebiyye daha çok evvel kendini gösterecek hiç olmazsa son zamanlardaki yeniliği daha kolay daha çabuk temsil edecekti Şinasi’nin Divan’ ında gördüğümüz Reşid Paşa’ya ait kasideler ayar-ı fikrisinde birçok medayih ve kasaide belki Nedim’de belki Fuzuli’de de rast gelebilecek idik. Halbuki Acem edebiyatına gerden-dade-i inkıyad olup kalmak; şairlerimize daima esatiri daima riyakar medihalar yazdırdı durdu. Filhakıka Ferazdak Buhteri Mütebenni… ilh divanlarını açan şairlerimiz bunlarda da birçok kasideler medhiyeler göreceklerdi. Fakat bu numuneler asla acemane değildi. Arabın medhinde zemminde ciddinde hezlinde de bir fikir bir felsefe hükümrandır. İran edebiyatını –yalnız şeklen değil ma’nen de– taklid ettiğimize göre hiç olmazsa Şeyh Sa’dilerden Hafızlardan temeşşuk etseydik yine mazi-i edebiyyatımız fikren böyle alil ve na-tüvan olmazdı biraz fikir biraz can ve kanla biraz “ahlakıyyet” ile temayüz edebilirdi. Her ne ise bu bahis pek uzun bir mevzu’dur. Arapça’nın mazideki te’sir-i siyasisinin ehemmiyetine en iyi padişahlarımızın Arapça’yı pekiyi bildiklerini hatta en büyüklerinden birinin Arapça’yı Osmanlı lisan-ı umumi ve resmisi yapmak derecesinde ileri gittiğini söylemekle işaret ettikten sonra ehemmiyet-i haliyyesine intikalde isti’cal edelim: Arapça bugün bize dinen lazımdır. Çünkü Kur’an hadis ve bütün muhalledat-ı diniyye Arapça’dır; bunların henüz yüzde ikisi bile Türkçe’ye nakl olunmamıştır. Kur’an’ın bile Türkçe’ye bir tercümesi yoktur. Binaenaleyh hiç olmazsa bunlar meydana gelinceye kadar büyük mekteplerden yetişeceklerin yani bir müddet sonra “Biz havass-ı milletiz!” diyecek olanların dinlerini anlamak ve anlatmak için Arapça öğrenmiş olmaları lazımdır; yoksa şimdi tesadüf edildiği gibi ya “ Kur’an mı? Canım onu bilmeyecek ne var. Bin üç yüz küsur sene evvel Muhammed’in te’lif ettiği bir takım hikayat-ı tarihiyye ve nazariyat-ı ibtidaiyye mecmuası.. Artık bugün… Düşününüz azizim!” diyen bir takım yalancı alimler yahud Haşebi bir ısrar ve mukavemet ile Kur’an ve din namına mevrus ecdad bir takım ebatil ve tekalide sarılıp kalan zavallılar yetişir. Bunların ikisini de ne dünya ister ne ahiret! Arapça’ya ilmen de sıkı sıkı bağlı ve muhtacız. Hiçbir millet mazisine tükürmemekle beraber biz bunda da bir istisna teşkil etsek alim dedelerimizin kitaplarını Arapça yazmış olmalarına kızarak onlarla ve kitaplarıyla kat’-ı alaka ettiğimizi yüzlerini bile görmek istemediğimizi bi-perva hatta doğrusunu niçin söylememeli mazimizden değil halimizden bile haberdar olmadığımızı pek elim bir hubut-ı fikri ve hissi ile i’lam etmekten ibaret kalır. Filhakıka bırakalım şu garib mazimizi bir tarafa onunla işimiz yok diyelim. Fakat bugün alim olmak Avrupalıların bütün ilim kitaplarına sahib olmak istiyor muyuz? Şüphesiz hep “tabii” diyeceğiz. mecmua-i ıstılahattır ıstılahlar ise bir lisanın ciğerparesidir onları vaz’ edecekler de anlayacaklar da mensub oldukları lisanı pek iyi bilmelidirler. Biz bütün ıstılahat-ı ilmiyemizi tıb fünun-ı saire… hep Arapça’dan almışız. Hoca İshak Efendi merhum tercümeciliğe başlayınca bu lüzumu pek tabii olarka hissetmiş; şimdi kolaycacık dilimizde dönen müvellidü’l-humuza müvellidü’l-ma’….leri birer birer bulmuş; bir hoca olmasaydı bu ıstılahları kabil değil bulamazdı; bulsa bile yalan yanlış olurdu. Biz bugün hala tercümecilik ediyoruz ve pek çok zamanlar daha edeceğiz; Bu işte devam ettikçe –hele felsefe mütercimleri– hep Arapça’dan istiane edeceğiz. Arapça’dan lügat ıstılah bulabilmek için mutlaka lisanı bilmemiz lazımdır. Bundan sonra her hakıkı alimimiz mütetebbiimiz mütercim ve binaenaleyh ıstılahcı olacaktır. O halde alim olmak isteyenler Arapça bilmelidir diyen bulunur ki: “Arapça yalnız ıstılahat için öğrenilecek ise pek sade bir mes’ele. Yalnız mahdud bir takım zevat öğrensin ıstılahları vaz’ etsinler.” Pek doğru. Fakat biz yalnız ıstılahcılar değil bütün alimler Arapça bilsin diyoruz. Alimlerimiz pek az olduğu için şimdiden sonra büyük mekteplerden yetişeceklerin hiç olmazsa yüzde sekseni alimliğe namzed olmalı binaenaleyh Arapça öğrenmiş bulunmalıdır. Çünkü mesela bir tarih alimimiz Avrupalı bir müsteşrik gibi çalışabilmek bilmeli bu sayede bütün vesaik-ı kadimeyi alt üst edebilmelidir. Bir riyazi ise yine bilmelidir. Salih Zeki Beyefendi’nin Asar-ı Bakıye’ si bu lüzumu gösterir. Mutlaka Avrupa’dan misal göstermek lazımsa Avrupa’da ekseriyet ulema ve felasifenin Latince’yi pekiyi bildiklerini hatta liselerde darülfünunlarda Latince’nin ehemmiyetle okunduğunu söyleyip geçelim. Edebiyatımız da bizden Arapça istiyor. Bir kere edebiyat-ı kadimemizi anlayabilmek için Arapça pek çok lügat bilmemiz lazımdır. Öyle ki o kadar lügat bilen bir adam bu kelimelerin usul-i terkib ve te’lifini de öğrenivererek Arapça’yı kolayca elde eder. Demek ki onları anlamak adeta Arapça bilmek veya Arapça bilmeye pek ziyade yaklaşmış olmak demektir. Bu lüzum şekle aittir filhakıka Arap Edebiyat ve Lisanı bizim edebiyata şekil yani kelime cihetinden o da kısmen icra-yı te’sir edebilmiştir. Esasa fikre taalluk eden te’sirler pek azdır. Bu hususda galebe Acemce’de kalmış ve pek fena olmuştur. Edebiyat-ı haliyemiz de Arapça’dan müstağni değildir. Esatize-i edebin Hamidlerin Fikretlerin eserlerinde birçok Arapça kelimeler bulunduğu gibi bir tarafdan da tervic ve icad olunuyor ve bu bir ihtiyacdır. Asar-ı edebiyyenin şeklindeki seyyaliyet; binnisbe asar-ı ilmiyyede yoktur. En ziyade kelime kazanmak isteyen en ziyade kelimelerle uğraşan edebiyattır. Dün beğendiği bir lügatı bugün beğenmez kelimeler de ahenk ister muvafakat ister cezalet menba’larımız; Arapça ile Farisi’dir. Bu lisanlara sahib olan şuara ve üdebamızdaki servet-i kelamiyyeyi mümtaziyet-i beyanı ancak böyle izah edebiliriz. Sonra biz mazide yapamadığımızı bugün bari yapmaya çalışmalıyız. Yani Arab edebiyatından fikirce felsefece istifade etmeye bakmalıyız. Arap edebiyatında öyle yüksek mezamin-i fikriyyeye tesadüf olunur ki bugün garb edebiyatında bile emsaline nadiren kavuşabiliyoruz. Biz bugün metin haluk alim ve feylesof bir edebiyat isteriz. Bu kusva ideal için Arapça bize en “Siyaset”in de bizden pek çok Arapça istediğini; bu mevzu’ ediyor. Evvelce intişar eden “Beyne’l-İslam Müşterek Lisan” ünvanlı bir makalemde asfiya-yı ulemadan Abdülaziz Çaviş hazretlerinin bir mütalaalarıyla da istişhad etmiştim. Bu münasebetle o mütalaayı bir daha dikkatle okumalarını muhterem kari’lerime tavsiye ederim. Yine aynı makalede Arapça’nın bütün müslümanların hiç olmazsa bütün müslümanların havassı arasında lisan-ı müşterek olması lazım geleceğinden bahsederken fazıl-ı muhterem “Gökalp” Bey düşüncelerini cedir-i istişhad bulmuş aynen nakl etmiştim. Binaenaleyh böyle mühim mes’elelerde olsun “reyb”e iktida edilmemesi lazımdır. Iman her şeyde iman… Sonra kavl ve fiil. Gençlik; alim yetişmelidir ilmi sevmelidir. “Türk Edebiyatı” hatta “Halk Edebiyatı”; Arapça’dan ayrılmak onun cahili olmak demek değildir. Buna gençler; kani’ olmak istemezlerse bütün vesaik onları ilmi sevmemekle tenbellikten zevk almakla ittihama hahişker olur. Arapça’nın usul-i tedrisindeki sekamete gelince: Ondan hepimiz müştekiyiz! ORDUYA DAIR DÜŞÜNDÜKLERIMIZDEN Fikir ve hissin başa çıkaramadığı bir işi cebir ve şiddet halleder. Ekser def’a mantık sahne-i faaliyyeti yumruğa terk eder. Bu beşeriyetin ezeli bir düsturu değişmeyen bir kanunudur. Mantık gayr-i mer’i savletlerle matlub muzafferiyeti te’min edemezse yumruk maddi darbelerle maksadı hasıl eder. Biri munis diğeri muhiş… Ferde aid bu haslet milletlerde de tamamıyla caridir. Munis cazib bazen velveleli nutuklar konferanslarla halli müyesser olamayan siyasi mes’eleler nihayet bir yumruğun darbe-i huninine arz edilir. Onun savlet-i müdhişi darbe-i tahribi o muğlak o müşevveş mes’eleyi veya mes’eleleri derhal fasl eder. Şu halde diplomasi gayretiyle halli müyesser olamayan mes’elelerden beklenilecek ümidler faideler saadetler inecek darbenin savlet-i rasinine isabet-i kat’isine vabeste kalacak.. Bu öyle bir tali’ ki nihayetinde ya düşüp perişan olarak galibin cazibe-i te’siri altında ezilip mahv olmak tali’sizliği veya bütün bu haksız hücumları kırıp çiğneyerek müstesna bir mevki’ kazanmak bahtiyarlığı tecelli edecektir. Şimdi bir milletin sarih olan bir hakkını çiğnenmek istenilen bir saadetini vikaye ve idame için müracaat edeceği son kuvvet son çare kolundaki kuvvet yumruğundaki metanet demek olan ordusu olursa böyle bir kuvvetin her zaman için bu gibi müşevveş mesaili sinesinden doğduğu milletinin nef’ine saadetine muvafık surette halledebilmesi vahdet göstermesi ne gibi secaya ile ittisaf etmesi lüzumu derhal anlaşılır. Harb iki muhasım devletin fezail-i insaniyyeden haiz olduğu hasail-i aliyyeyi hatasız in’ikas ettirecek bir mi’yar-ı sadıkıdır. Bir harbin hunin safahatı bu safahatı endişeli nazarlarla arkadan ta’kıb eden o iki muhasım milletin arz edecekleri halet-i ruhiyye tedkık ve tahlil edilince biri diğerinden ne kadar ziyade yaşamak hakkını muhafazaya kabiliyeti olduğu anlaşılır. Bir harbin akıbinde böyle bir tedkık ve tahlilin menfi neticesine ma’ruz kalmamak için orduların mükemmeliyeti hususunda edilen fedakarlıkların derecesini azıcık teemmül kafidir… Zaten bundan basit mantık ne olabilir?... Bir millet ki yaşamak hakkını muhafaza için son çareyi kuvvetinde ordusunda bulmak mecburiyetindedir; şüphesiz ki onu her zaman için menafiini istihsal ve idame hususunda fedakar azimkar olarak yetiştirir. Ve bu uğurda ihtiyarı zaruri olan fedakarlıktan çekinmez. İşte bu sabit-i hakıkıye binaendir ki nerede bir harb zuhur ederse derhal oraya selametini ordusunun mükemmeliyetinde gören milletler tarafından me’murlar gönderilir; nazariyat-ı askeriyyenin bir kadavrası demek olan sahne-i harb harekat-ı askeriyye ta’kıb ve tedkık ettirilir. Böyle bir hengamede kavaid-i harbi ta’biye tatbikatını ta’dilata duçar edecek harbin daha pratik daha yeni bir usulde sevk ve idaresini mümkün kılacak esbab ve avamili taharri edilir. Harbin hitamıyla nihayete eren bu yorucu ve tehlikeli vazife hitam bulur. Fakat yeni bir harb için yeni hazırlıklar lüzumu ta’limnameye bazı maddeler ilavesi zaruret hükmünü alır. Bir kadavranın teşrihi tetebbuu tıbba tabibe ne gibi faideler te’min ederse bir sahne-i harbi tedkık ve tetebbu’ da askerliğe askere o gibi faideyi bahşeder. Maksadsız didişmeler yuvarlana yuvarlana bugün kenarına kadar geldiğimiz ve bize akıbet elim bir hüsrandan derin bir yaradan başka bir şey bırakmayan bu gayr-i tabii harbin hitamı sevkü’l-ceyş ve ta’biye kavaidine be-tahsis ta’limnameye yeniden bazı mevaddın ilavesini mi yoksa müsamaha ve nisyana uğrayan ve ordunun adeta uruk-ı faaliyyetini tahrikte en birinci amil-i müessir olabilen mevaddın layık olduğu mertebe nazar-ı i’tinaya alınmasını mı iktiza ettireceği keyfiyetini erbabına bırakarak bugün kısmen bitmiş demek olan harbin ma’neviyat nokta-i nazarından mütalaası ati için pek elim endişeler tevlid edecek bir mahiyeti haiz olduğunu kemal-i teessür ve telehhüfle i’tiraf etmek icab eder. Evet pek azim pek derin felaketlerle hitama eren bu harp ati için müteyakkız bulunmamız hususunda bize bir ders-i ibret olmalıdır. Hatve be-hatve ta’kıb edildiği halde yapılan hatalar edilen müsamahalar bittabi’ anlaşılacak bunların men’-i tekerrürü esbabına şüphesiz tevessül edilecektir. Fakat sahne-i harbde nazar-ı dikkate çarpması mümkün olamayan bir hata hem de pek fahiş bir hata var ki o bütün enzar-ı tedkıkten saklıdır. İşte gelecek makalemizde teşebbüs etmek lazımdır. HINDISTAN’A MUVASALAT Mayıs’ın on beşine tesadüf eden Çarşamba günü Basra’dan Şat Vapuru’yla Muhammere’ye iki buçuk saatte gittim. Eskiden beri beni pederimi tanıyan ve Muhammere’nin de reisü’t-tüccarı ve Şeyh Haz’al Han’ın veziri bulunan Hacı Mehmed Ali Ağa’nın konağında bir iki gece misafir kalıp Muhammere’nin Abadan’ın ahvalini tedkık etmekle meşgul oldum. Muhammere Muhammere Abadan’a nisbetle pek az terakkı etmiş ve ala halihi kalmıştır diyebilirim. İran hükumetinin ise burada hiçbir mevcudiyeti görülmüyor. Bir kar-güzar dedikleri umur-ı ecnebiyye müdürüyle bir Belçikalı gümrükçüden başka Muhammere’de hiçbir me’muru yoktur. Şeyh Haz’al Han –ki Serdar [R]afi’ lakabıyla mülakkabdır– ise Muhammere’yi Felahiye’ye kadar kendi mülk-i mevrusu olduğunu arasında bir mer’a üzerine bir kavga kopmaya ramak kalmıştı. Ahiren Şeyh onlara birkaç tüfenk ile birkaç tümen – dir– vermek suretiyle şerlerinden kurtulmuştur. Şeyh Felahiye’de ve Ahvaz’da olmasaydı kendisiyle görüşecektim. Evet Muhammere tam ma’nasıyla Şeyh ile etba’ının elindedir. riyor ki bu cüz’i meblağı nehrin varidatından te’min ediyor. Yalnız Muhammere’den Şeyh Haz’al Han hazretleri senevi dört yüz bin lira varidat almaktadır ki Felahiye Beni Tarf Cerrahi’den aldığı yüz yirmi iki bin lirayı da bir araya getirip yekun ederek şeyhin mecmu’ varidatı senevi iki yüz yirmi iki bin lirayı tecavüz eder. Bundan başka Şeyh Haz’al Han hazretlerinin Fav Boğazı’nda Kutüzzeben’de Basra’da da bir çok hurmalıklarıyla emlakleri vardır ki bu emlakinden de senevi seksen bin lira kadar bir hasılat alıyor. Ez-cümle Basra’daki emlakinin senevi vergisi yalnız on iki bin lira teşkil ediyor. Şeyhin veliyy-i ahdi bulunan Şeyh Çasib Han Ahvaz’da oturup oranın hükumetini deruhde eylemektedir. dairesi vardır ki cümlesi Şatt’ın kenarında vaki’ ve vaktiyle buralarda hükumet eden Nizamüssaltana tarafından inşa edilmiştir. Muhammere ve Karun şattında da beş parça harb gemisi bulunuyor. Bunların dördü Muzafferi Azarbeycan Gilan Horasan küçük ve yeni şeyler ise de Prs Police Pers Polis namında bulunan gemileri oldukça güzel ve büyüktür. Fakat maatteessüf vapurun bir direği kırık bulunuyor. Halbuki az bir masrafla bu fena manzara alemin enzarına arz olunmaya bilirdi. Şeyh Haz’al Han’ın ise kendisine mahsus Muhammere ve Basra arasında Filiyye namıyla iki büyük kasrı vardır. Bu kasırlar tam Avrupa tarzında inşa olunduğu gibi yine Avrupa hükümdaranının muhteşem sarayları gibi mefruş ve müzeyyendir. Şeyhin öz malı olan ve Karun Behmişir Filiyye’deki köşkü önünde demir atmışlar ve şeyhin emriyle öteye beriye gider gelirler. Muhammere’de bin hane beş yüz dükkan bin kamıştan ma’mul kulübe ile yirmi kahvehane bir mekteb-i ibtidai –ki Haz’aliye ve şeyhin namına izafet olunmuştur.– Ve iki hamam vardır. Kasabanın mecmu’ nüfusu on binden ibaret olup iki üç yüzü Musevi’dirler. Linç Kumpanyası’na mensub olan iki vapur biri Muhammere Abadan ise Muhammere’den üç saat uzakta bulunuyor. Etraf-ı selasesi Behmişir Şattülarab Fav ve Karun nehirleridir. Beş altı sene evvel burası hiçbir şey değilken şimdi büyük bir ma’mure-zara münkalib olarak adeta bir küçük Avrupa şehrine mümasildir. Bu ma’muriyetin yegane sebebi Abadan’da ahiren İngilizler tarafından yeniden keşf olunan petrol ma’deni olmuştur. Ma’den-i mezkurun keşfini müteakib açık göz İngilizler derhal altmış sene müddetle imtiyazını Ma’denin ocağı ve menba’ı Mescid-i Süleyman mevki’inde bulunmaktadır ki Abadan’a kadar birkaç saat uzak bir mesafededir. Buradan Abadan’a ve Abadan’dan Şattülarab’a kadar bir demir yolu temdid edilmiştir ve sabahdan akşama kadar vagonlar amed-şüd ediyorlar. Safi petrol –ki ikinci def’a olarak tasfiye ediliyor– petrol ahlatı ve benzin menba’ından istihrac edilmekte ve fabrikalar vasıtasıyla muntazam kesilen ve bilhassa i’mal olunan teneke ve tahta kutu sandıklar derununa konulup satış için Hindistan’a Basra’ya Bağdad’a ve İran’a sevk olunmakta ve bu vesile ile Amerika’dan Rusya’dan gelen petrollere tamamıyla rekabet edilegelmektedir. Abadan’da güzel ve muntazam köşkler caddeler sokaklar yeniden yapılmakta ve ayrıca bir kasaba planı çizilmektedir. Buranın imtiyazını alan Anglo-Persian oil Company İngiliz Kumpanyası üç milyon İngiliz lirası muadilinde bir çok alat ve edevat-ı hadidiyye ile müteaddid vinçler cerr-i eskal teneke ve tahta kesip biçmeye mahsus makinalar neft yağını tahlil için fabrikalar tulumbalar hasılı külliyetli şeyler celb etmiştir. Gece gündüz binlerce amele çalışıp te’min-i maişet ediyorlar. Hindiye Süddesi’nde olduğu gibi burayı da İngilizler güzel bir ma’mure ve müstemleke haline koymuşlardır. Çoluk çocuklarıyla kadın ve köpekleriyle rahatca ve eğlenceli bir hayat geçirmekte ve etekler dolusu da para kazanmaktadırlar. Biz müslümanlar ise onlara amelecilik etmekle gündeliğimizi kazanabiliriz! Bizim iş adamı olmadığımızı görmek istiyenler Hindiye Süddesi’yle Abadan’a bir ihtiyar-ı zahmet etseler bu ma’ruzatımı derhal tasdik edeceklerdir. Kumpanya bu koca imtiyaz mukabilinde ve sözde İran hükümetine safi varidattan yüzde on beş raddesinde bir temettu’ verdikten maada Abadan’ın Bahtiyari Kabilesi’nin hududu dahilinde bulunduğu cihetle Bahtiyari rüesa-yı aşiretine de yüzde beş nisbetinde bir faide –ki doğrusu ben buna hakk-ı sükut derim– veriyor imiş. Evet bu petrol yağını yerinde pek ucuz satıyorlar ki sair petrollere rekabet edebilsin. Buralarda iki gün kadar seyahat ve geşt ü güzarda bulunduktan sonra tekrar Muhammere’ye ve burada Kola namında İngiliz Postası’nı Hindistan’dan Irak’a ve Irak’dan Hindistan’a taşıyan British gndian Steam Navigation Company Vapuru’na binip Hindistan’a doğru fekk-i lenger eyledik. Gece vakti yavaş yavaş yürüyerek Abadan’a ve sabahleyin de Fav Boğazı’na muvasalat edip az bir tevakkufdan sonra Şattülarab’dan denize açıldık. Yolda Fav’dan giderken Kuveyt’den gelen Mübareküssabah Paşa’nın vapuruna –yatına– tesadüf ettik. Vapurun grandi direğine Osmanlı bayrağı çekilmişti. İçinde de Mübareküssabah Paşa bulunuyordu ki vapurumuz derhal onu selamlayıp geçti. Kuveyt’e dair bir şey yazmıyorum. Zira oraya her nedense vapuru kaçırmamak için gidemedim. İnşaallah avdette Kuveyt’e uğrar ve ona dair muhterem kari’lerime mufassal ve mükemmel ma’lumat vereceğimi şimdiden vaad eylerim. Mayıs’ın on sekizinde Bender-i Buşehr’e muvasalat edip şehirden iki mil kadar uzakta vapurumuz demir attığı cihetle yolculardan hiç biri karaya çıkamadı. Buşehr havası gayet vahim suyu acı ve ilel ve eskamı mucib bir yerdir. Saat on bir oldu mu herkes kendi ikametgahına çekilir ve kimse kimsenin nezdine gitmez. Hükumet ise tamamıyla İngiliz konsolosunun elinde ve fakat Muvakkırü’d-devle namında olan hakimin vasıta ve eliyle Buşehr önünde biri büyük diğeri küçük iki harb gemisi lenger-endaz ve silah kaçakçılığının men’iyle muvazzaf bulunmaktadırlar. Bir seneden beridir ki artık hiçbir nevi’ silah ve kurşun gerek İran’a ve gerek Basra’ya sokulmuyor. aşayirinin daha ziyade müsellah bir halde bulunmalarını menafi’-i atiyyeleri için münasib görmüyorlar. Halbuki vaktiyle en güzel tüfenkleri yok fiyatına satan yine İngilizlerdi. Ertesi günü ki Mayıs’ın yirmisine tesadüf ediyordu Buşehr’den hareketle Maskat’a doğru revan olduk. Buşehr’e kadar deniz mavi bir çarşaf gibi saf ve sakin iken Buşehr’den demir alıp yola düşünce aman Allahım bir fırtına bir tufan bir yağmur daha doğrusu bir kıyamet koptu ki bunun dehşetini bir türlü tasvir edemeyeceğim. Zavallı yolcular sersemlendiler. Kimi kusuyor kimi tekbir getiriyor. Kimi ağlıyor sızlanıyor hasılı elim ve müdhiş bir manzara idi. Ben ise esasen rahatsız olduğum için daha ziyade hastalandım. Üzüldüm bozuldumsa da bir türlü çare bulamadım. Hasılı bin zahmet ve meşakkatle deniz üzerinde gök yağmur altında çalkalana çalkalana Maskat’a geldik. Maskat’da iki saat kadar vapurumuz tevakkuf ederek postayı karaya çıkarıp karadan yeni postayı aldıktan sonra yola düştü. Maskat ve Umman Seyyid Faysal bin Türki hazretlerinin elinde ve dahilen müstakil bir hükumet teşkil ediyor. Umur-ı hariciyyesi yani haricdeki muamelatı İngiltere Devleti’ne ait ve raci’dir. Maskat mahdud bir yer olup içinde birkaç binadan başka bir şey yoktur. Sultana mahsus denizde bir yat göze çarpıyor. İngiltere’nin kocaman bir konsülatosuyla bir postahanesi vardır. Harb gemileri posta vapurları sellemehü’s-selam buraya serbestçe amed-şüd ederler. Necmü’l-hiz nişanının komandora rütbesini geçen sene İngiliz kralının Hindistan’da Hind imparatoru tacını başına koyduğu zaman Maskat hakimine İngilizler tarafından verilmiş ve bu suretle taltif edilmiştir. Maskat’da a’la hamam peştemalleri nişastadan ma’mul helva ve bazı ufak tefek şeyler yapılıyor. Yeniden Seyyid Hibetullah Şehristani’nin himmetiyle Maskat’da bir cem’iyyet-i şekkül etmiştir. Şehristani sadat-ı sahihü’n-nesebden ve Necef’deki ulema-zadelerden olup ilim ve fazileti edeb ve kiyaseti cümlece müsellemdir. Hele ulum ve fünun-ı riyaziyye ve cedideye olan vukufu ma’lumat-ı diniyyesini teşkil etmiştir. Sekiz ay evvel Necef’de çıkarmakta olduğu el-Alem Mecmuası ’nı ta’til ederek neşr-i din-i mübin-i İslam ile ittihad ve uhuvvet-i İslamiye’nin te’sisi uğurunda Irak’dan Maskat’a ve Çin ve Japonya’ya şedd-i rahl-i himmet ve fütüvvet eden bir zat-ı celilü’l-kadrdir. Amare’deki Ca’feriler de bu zatın eser-i teşvikiyle yeni bir mektep açmışlardır. Bu zat ne Şii ne Sünni belki hakıkı bir müslümandır. Keşke sair ulema ve fuzalamız da bu zata Maskat hakimi bu acizi şahsen tanıyor. Dört sene evvel Basra’ya vuku’ bulan yolculuğum esnasında kendisiyle görüşmeye ve fotoğrafına nail olmuş idim. Bu sefer ise görüşmek nasib olmadı. Maskat’dan Salı günü Mayıs’ın yirmi ikinci günü hareket edip yine iki gün fırtına ve tufan içinde bittikten sonra Hindistan’ın sevahil-i cenubiyyesinden ma’dud olan Karaçi şehrine vasıl olup burada vapurumuz karaya yakın bir mahalde demir atıp yirmi dört saat tevakkuf eyledi. Hindistan: Karaçi KAFKASYA MUHABİR-İ MAHSUSUMUZDAN Ah bilseniz ki vatanımızda vuku’ bulan kanlı hadiseler müessif vak’alar bura İslamları üzerinde ne gibi te’sirler uyandırıyor. Doğrusu İstanbul’dan gelen bir müslüman kendisine tevcih olunan suallere karşı kızarmayarak cevap veremez. İnsana o kadar tabii sualler veriyorlar ki cevabında hatta İstanbul’dan öğrendiği idare-i maslahat usulü de kar etmiyor. Düşman kapıya dayandığı halde neden Osmanlılar yine Siz buna ne cevap verebilirsiniz? Ne cevap verebilirsiniz ki Mahmud Şevket Paşa’nın keyfiyet-i katli ile onu ta’kıb eden tevkıfatın bir çok mübalağalarla dolu olan havadisi gazeteleri doldurmakta devam etti. Ah bilseniz ki Mahmud Şevket Paşa hazretlerinin şehadeti haberi burada ne gibi bir te’sir icra eyledi. Mahmud Şevket Paşa’yı burada bilmeyen yoktur. Onu okumak yazmak bilmeyen hamallar da bilir. Herkes merhumu memleketin müncisi şayan-ı ihtiram bir generali sıfatla biliyordu. Müslümanlar Rumeli’den koğulduktan sonra Anadolu’yu düşünecekler orada yerleşecek kuvvetlenecekler diye burada bir tarafdan külli yeis diğer tarafdan hasıl olan ümidle telafi ediyorlardı. Bu yeni vekayi’-i mü’essife heyhat ki onu da inkisara uğradıyor. Bu ümide de darbeler indiriyor. Balkan muharebatından evvel Kafkasya İslamlarının Devletü’l-Hilafe hakkında büyük bir teveccühleri var idi. Kafkasya orasını kendine yegane bir medar-ı ümid addeyler adeta kendi gayret ve teşebbüsüne bağlı olan bir çok mesailin hallini bile oranın kuvvet ve iktidar peyda etmesinden düşürdü. Artık Devletü’l-Hilafe’den kimse gayr-i tabii olan bir takım büyük ümitler beklemiyor. Bu hususda bir yeis vardır. Fakat bununla beraber daha ümid-aver bir takım ihsasat tevlid olunuyor ki bence bu daha tabii ve tabii olduğu kadar da müfid bir cereyandır. Muharebeden evvel bura İslamları Devletü’l-Hilafe’den muavenet-i ma’neviye gözledikleri halde şimdi Devletü’l-Hilafe onların muavenetlerine muhtac olduğunu görüyorlar. Binaenaleyh bir an evvel diğer millel-i mahkumeyi mes’ud ve mahkum olmayan kısımlarını muvaffak bil-meram ettiren esbab-ı iktisadiyye ve ictimaiyyeyi elde etmek için sarf-ı himmet ediyorlar. Devlet-i Aliyye’nin mağlubiyetinden sonra Rusya İslamlarında büyük bir hareket-i milliyye hiss edilmektedir. Her tarafda mekteplere ticarete iktisad ve ma’arifce kesb-i kuvvet etmeye oldukça ehemmiyet veriliyor. Mesela bu sene yaz ta’tili münasebetiyle mekteplere kayd olunmak üzere müslüman evliya-yı etfali tarafından verilen arizalar o kadardır ki bir çok Rus müslüman mekatib-i resmiyyesi müdiranı ba-tezkire belediye idaresine müracaat ederek sonbahar için sınıfların tezyidi fikrinde olmasını taleb eylemişlerdir. Çünkü her tarafda –kaç sene bundan evvelisi– mekteplere gelmiyorlar diye ataletlerinden şikayet olunan müslüman halkı şimdi mektepleri istila ediyor. Bu sene yine belediye tarafından te’sis olunan inas müslüman mekatib-i bitiriyorlar. Valideynler tarafından şehir idaresine verilen bir ariza ile müslümanlar mezkur mekteplerin kafi olmadığını dermiyan ederek daha vasi’ programla diğer bir inas mektebi küşadını taleb ediyorlar. Son senelerde Rus mekatib-i i’dadiyyesinden bir çok İslam talebe neş’et etmeye başladı. Bu talebe bu vakte kadar emsali görülmediği bir surette bir takım milli maksatlar ve emeller perverde ederek mekatib-i aliyyeye kayd olunuyorlar. Evvelce mekatib-i aliyeye giren müslüman talebesinin en büyük emeli ancak hayat-ı şahsiyyesinde mühim bir mevki’ kazanmak idi. Şimdi böyle değildir. Mekatib-i aliyyeye giren bir talebe fenn-i mahsusda mütehassıs olmakla beraber kendi milletine ve o millet amaline ve makasıd-ı tabiiyyesine de hadim olmak istiyor. Bazı Rus mekteplerinde okuyan müslüman talebelerle görüştüğüm esnada onları bu kadar bir hararetli ve heyecanlı hislerle kendi dindaşları ve milletdaşlarına merbut bulduğumdan doğrusu memnun kaldım. Müslüman talebeleri bu hususda yalnız sözle de kalmamışlardır. Yakında Kiev Şehri’nde Rus zabtiyesi tarafından müslüman talebelerden kişi taht-ı tevkıfe alınmıştır. Tevkıfe alınanlar miyanında ikisi müslüman kızıdır ki onlar da mekatib-i aliyye talibatındandır. Bu müslüman talebe ve talibatı Kiev’e Rusya’da mevcud olan bilcümle darülfünunlarda ve mekatib-i aliyyede tahsil etmekte olan müslüman talebeler miyanından bil-intihab Kiev’e toplanmışlar imiş. Maksadları ulum-ı aliyye tahsil etmekte olan dindaşları miyanında bir rabıta-i umumiyye vücuda getirmek ve el birliğiyle çalışarak müslümanların muhtac oldukları nevakıs-ı Mütemeddin bir memlekette hiçbir su’-i zannı mucib olmamak maksad için toplanan gençleri Rusya nasılsa başka türlü düşünerek tamamıyla taht-ı tevkıfe almış ve Ceza Kanunnamesi’nin . faslı boyunca taht-ı mes’uliyyete almıştır. Mezkur fasıl Rusya’daki usul-ı hazıra-i hükumeti vesail-i inkılabiyye ve cebriyye ile yıkmak fikrinde olanlar hakkında tatbik edilir ki seneden seneye kadar kürek cezasını mucibdir. Şimdi medeniyetsizlik ve geride kalmakla itham olunan dindaşlarına bir muavenet-i medeniyyede bulunmaktan başka kabahatleri olmayan müslüman genci ihtimal ki tedris sırasından alınarak mahkumiyet sandalyesine sonra da kim bilir belki de soğuk Sibirya’nın buzlu köşelerine atılacaklardır. Bazılarından istihsal eylediğim ma’lumata nazaran Rus hükumeti mezkur talebeler hakkında başka türlü su’-i zanlar beslemekte imiş. Hükumetin elde ettiği ma’lumata nazaran güya müslüman talebeleri miyanında Devlet-i aliyyenin mağlubiyetini müteakıb şiddetli bir milliyetperverlik ve bütün akvam-ı İslamiye ile hem-derdlik fikri uyanmış. Bu fikrin netice-i fi’liyyesi olmak üzere de her tarafda müslüman talebeleri miyanında bazı teşkilat vücuda getirilmiştir. Şimdi her tarafta ayrı ayrı vücuda getirilmiş olan heyetler teşkilatlarını birleştirmek ve umumi bir program ittihaz eylemek kasdıyla bu kişiyi ileride in’ikad edecek büyük müslüman gençleri edeceğini ihzar için intihab eylemişler imiş. Bu komisyon bir çok mes’elelerle beraber Devlet-i aliyye hakkında da bir karara gelecek ve Rusya İslamlarının hudud haricindeki İslamlarla ne yolda münasebette olmaları hakkında dahi bir fikir edinecekmiş. Müşarun-ileyhimi . fasla göre taht-ı mahkumiyete alması da işte bu nokta-i nazardan imiş. Yaz ta’tili münasebetiyle Bakü’de bulunan bazı müslüman talebelerle bu hususda görüştükte Kiev kazasının talebeler üzerinde ne gibi te’sir icra edebileceğini sordukta musahiblerimden birisi kemal-i metanetle: – İyi bir te’sir diye cevap verdi. – Nasıl iyi bir te’sir? Diye sorunca; fikrini izah etti: – Bu cihet diğer arkadaşlarımızı daha da ciddileştirecek herkesin azmini artıracak. Rus Hükumeti bununla bizim gözlerimizi yıldırmak istiyor; fakat yanılıyor. Müslüman gençliğinde artık hiss-i milli o kadar kökleşmeye başladı ki bu gibi şeylerle kat’iyyen kat’-ı ümid etmezler tuttukları meslek-i fedakariden vazgeçmezler. Müslüman talebeler bu teşebbüse Balkanlarda İslamların başına indirilen o müdhiş darbeden hisse-i intibah alarak giriştiler. Şimdi kişinin tevkıfiyle başladıkları işi hiç yarıda bırakırlar mı? Artık biz mevcude-i müessifenin te’siriyle herkesin ümidsiz kesildiği bir anda bulduğumuz bu ümidi emin olunuz ki kimse kahr edemez. – Bu ümidi nereden alıyorsunuz? – Balkan muharebesinde müslümanların hesabına olarak dirildiklerini isbat eden ölü milletlerden. Mektubumu bitirmiş ve zarfına komuştum ki bazı ma’lumat-ı mütemmimeye de destres oldum: Kiev’de talebeyi taht-ı tevkıfe aldıktan sonra zabıta bu münasebetle nefs-i Kiev’de ve diğer şehirlerde bir çok taharriyat icra eylemiş ve neticede müslüman muharrirlerinden Alimcan Efendi’yi de yakalamıştır. El-an bir çok taharriyat ve tevkıfat devam etmektedir. ANADOLU SEYYAR MUHABIR-I MAHSUSUMUZDAN: Bursa Şehri’nin Osmanlı saltanatının mehd-i zuhuru olan bu İslam memleketinin ne munis ne samimi bir aguş-ı vefakarı vardır. İnsan buralardaki aşinalığı hiçbir tarafta hissedemiyor. Bu mübarek şehrin dağı taşı size aşinadır. Ne görseniz ruhunuzla bir ülfeti vardır. Cami’leri makberleri medreseleri kütübhaneleri yeşil ovaları şadırvanlarının elhanı ecdadınızın menakıbını tertil ederek sizi selamlıyor. Bursa… Ey mehd-i saltanat! Benden de sana bin selam!.. Şimdi bu hane-i pederin örümce[k]ler tutan harabeleri üzerinde oturup biraz ağlamak isterim. Ey Fenarilere Hüsrevlere Hayalilere mavtın olan şehr-i muazzam! Bir zamanlar senin her bucağında yığın yığın ulema tahsil-i ilm ile meşgul olurken bugün birçok medreseler sahibsizlik yüzünden başkuşlara me’va olmuş. Kimisinin damları çökmüş yıkık duvarları üstünde mazi-i hayatına ait mersiyeler terennüm olunuyor. Kiminin gün görmeyen cidar-ı hasini içinde benizleri uçuk bir takım biçareler hayat süregeliyor. Senenin altı ayını rutubetli izbelerde Isam ile Abdülgafur’un bi-sud münakaşalarıyla yahud Aristo’nun iki bin senelik köhne nazariyatıyla geçiren bu zavallılar ne kadar şayan-ı merhamettir. Bari okudukları şey kendilerine ahireti kazandırsa!.. Dünyaca bir faide bir saadet te’min etmediği gibi ahiret için de bir zahire olamıyor. Biçareler kimsesiz hamisiz perişan sergerdan çile doldurmakta devam edip gidiyorlar. Bunlara bakması lazım gelen Bab-ı Meşihat kendine baka bilmiş olsaydı bunlara bakmaz diye hedef-i i’tiraz olabilirdi. Fakat ne çare ki onun kendini görmeye vakti gözü yoktur! Altı seneden beri on beş medresenin müderrisi elan ta’yin edilmemiştir. Ta’yin olunacak kimselerin mazbataları birkaç kere Bab-ı Meşihat’e gönderildiği halde aldıran olmamıştır. Zaten aldırsa ne olacak? Kırk medrese içinde müderrisin ma’işetini te’min edebilecek maaşlı ancak beş medrese vardır. Diğerlerinin maaşları müderris efendinin ekmek parasına bile tekabül edemez. Bütün müderris efendiler için yegane nuhbe-i emel bu beş medrese müderrisliğidir. Altmış yaşından sonra buna muvaffak olursa ne bahtiyarlık! Hasılı ilmiye mesleğinin hali pek perişan pek acınacak bir haldedir. Ne tahsilde bir terakkı ve teceddüd var ne maişet hususunda bir refah ve saadet. larını mahv edip gidiyorlar. - müderris adam yetiştiriyorum fikriyle senelerce uğraşıp duruyorlar. Bu ne haldir? Bütün cihan dev adımlarıyla rah-ı terakkıde ilerileyip gitmekteler iken bizim halkımızın mürşidleri olacak ilmiye mensublarının bu bataeti yahud bu ric’i hareketi akla durgunluk verir. Maamafih bu son zamanlarda bu yolun çıkmaz olduğunu anlamaya başlayanlar da yok değil. Şehirli birkaç genç talebe efendi ile görüştüm; diyorlar ki: – Bu kadar sene Arapça okuyoruz fakat iki kelime bir araya getirip söyleyemiyoruz. Zaten hocalarımız da buna muktedir değildir. İcazet alan bir talebe eğer hafız değilse harekesiz Kur’an’ı hadisi dürüst okuyamadığı gibi ma’nasını da anlayamıyor. Buna mukabil bari din ilimlerine vukufumuz olsa! Artık bu hal devam edemeyecektir zannederim. Birkaç arkadaş bu hususda daima görüşür derdleşiriz. Hocalarımızın nazar-ı insaf ve merhametlerini celb için bazı şeyler de karaladık. Fakat ta’til münasebetiyle bu sene kendilerine takdime vaktimiz olmadı. Gelecek sene-i tahsilde bizim halimizi istikbalimizi düşünmeye hoca efendilerimizden nemizi hoca efendilerimiz hüsn-i telakkı buyuracaklardır. – Metalib-i mahsusamız yoktur. Gaye-i matlabımız bu hal-i sefalet ve perişaniden bu hal-i atalet ve cehaletten kurtulmamızdır. Artık nasıl yapmak lazım geldiğini düşünmek bittabi’ onlara aittir. – Zan ediyor musunuz ki hoca efendileriniz sizin terakkınizi arzu etmiyorlar? – Kat’iyyen zannetmeyiniz ki bizim terakkımizi arzu etmesinler. Kendileri kadar bizi de hoca yapmaya çalışıyorlar; fakat biz onlar gibi olmaya razi değiliz. Onun için kendilerine diyeceğiz ki: “Bizi bu zamana göre adam etmenin yolunu biliyorsanız lütfen himmet ediniz; bilmiyorsanız erbabından sorup öğreniniz; yok yine eski kafada giderseniz bizi de bırakınız bakkallık edelim çakkallık edelim bari dünyada aç kalmayalım!..” Talebe arasında böyleleri de bulunacağını hiç tasavvur etmiyordum demek talebe arasında hareket-i fikriyye başlamıştır. Bakalım gelecek sene-i tahsilde Bursa talebesi hakıkaten böyle bir hareket-i fikriyye gösterirlerse İstanbul talebesinin bile yapamadığı bir şeyi yapmış olacaklarından bütün alem-i İslam’da ve tarihde büyük bir şöhret ihrazına muvaffak olacaklardır… Union gazetesinin iyi ma’lumat alan bir menba’dan vuku’ bulan istihbarına nazaran Meclis-i Vükela ahiren vuku’ bulan ictima’larının birinde sanayi’ ve ticaret-i milliyyeyi teşviken bir Osmanlı-Hind Bankası’nın teessüsünü tasvib etmiştir. Mezkur bankanın sermayesi milyon İngiliz lirasından ibaret olacaktır. Karar-ı vakı’ kariben irade-i seniyyeye arz edilecektir. Mısır’da münteşir el-Ehram gazetesinde görülmüştür: El-yevm Burka’da bulunan Berikola Nasuni Seleza nam cihetinden ileri harekatına başlamışlar ve o havalide kain Kasr Karyesi’ni akşam üzeri zabta muvaffak olmuşlarsa da ertesi gün ale’s-sabah mücahidin tarafından bir hücum-ı umumi icra edilmiş ve a’da uzak mesafelere kadar teb’id olunmuştur. Neogolos ’dan: Sofulu havalisinden gelen müslümanların ki kurayı işgal eder etmez komiteciler refakatinde papaslar göndererek bütün kura ahali-i İslamiyyesini toplayıp bir dere kenarına getirmişler orada kuyular hafr ederek içlerini sıva mişler ve erkek kadın çoluk çocuk hepsini çırıl çıplak kuyuya sokarak vaftiz etmişler. Bilahare kuyudan çıkarıp bunlara cebren istavroz çıkartmışlar ağaç istavrozu öptürmüşler ve Yuvan Dragan Ralyo Petko Kola gibi gelişi güzel Bulgar dınını komiteciler diğerlere ibret olmak üzere parça parça etmişlerdir. Karye imamı mukaddema Hafız Mehmed namında birisi iken buna Hafız oğlu Nikola namını vermişler. En garibi şudur ki bunlar karyenin cami’ini kiliseye tebdil ettikten sonra Hazret-i İsa ve Meryem Ana tesaviri diye Kral Ferdinand ile zevcesi Kraliçe Elonora’nın ve diğer eizze-i Hristiyaniye tesaviri yerine de prenslerin tasvirlerini ta’lik etmişlerdir. Maamafih cebren Hıristiyan edilen bu müslümanlar hafiyyen yine din-i aslilerine salik bulunmakta imişler. Rusya misyonerleri son etmişlerdir. Müslümanlığın ahlak ve medeniyete te’siri müslümanlar arasında dini siyasi ictimai efkar ve temayülat bugünkü ahval-i İslamiyye Asya’da İslamiyet’in intişarına karşı tedabir-i mani’a Mecusilerin müslüman olmaktan men’ ile Nasraniyet’e idhalleri… Bu mesaili tamamıyla tedkık ve icabını icra eylemek üzere Sen Sinot Meclisi’nde bir komisyon-ı mahsus açılmıştır. Bu komisyon Asya’ya vaizler göndermek mes’elesiyle iştigal etmiştir. senesi zarfında Rusya’da neşr olunan müslüman kitapları hakkında Bahçesaray’da çıkan Tercüman Gazetesi bir Kazan’da Orenburg’da Ufa’da İsterlitamak’da Astrahan’da Bakü’de Demirhan Şura’da Tiflis’de Taşkent’de Toroviski’de ki cem’an kitap neşr edilip bunlardan yüzde’u Kazan’da tab’ olunmuştur. Arapça’da olarak bütün Rusya muhtelif kitap tab’ edildiği gibi Kırgız lisanıyla Azerbaycan lisanıyla Kazı Kamakça Türkçe Drağanca Çeçence Sartça Acemce Avarca Asatince Kabartayca kitap neşr olunmuştur. Bundan başka birkaç lisan üzerine tertib olunmuş lügat kitapları dahi hesaba dahil edilecek olur ise mecmuu adede baliğ oluyor. Bu aded muhtelif kitaplardan . aded nüsha tab’ olunmuş ve bunlar için . ruble sarf edilmiştir. tab’ etmek için sarf ettikleri akçe bundan ibarettir. Eğer bu kitapları Rusya’daki yirmi milyondan ziyade müslümanlar arasında taksim edecek olur isek her sekiz müslüman için bir kitap isabet etmektedir. Bunların masarıfı da hesab olunursa adam başına yedide bir kapik isabet eder. senesi zarfında tab’ edilen kitaplar ilim ve fen cihetinden tedkık olunduğu surette şu netice hasıl olmaktadır: Dine dair mektep kitapları ta’lim ve terbiyeye ait teracim-i ahvale dair edebiyata dair şiir ve nazma dair ilm-i tabiata dair ilm-i ahval-i ruha dair ilm-i tıbba dair ziraate dair sanayie dair tenkıde dair felsefeye dair tarihe dair tarih-i edebiyata dair lüğat kitapları çocuklara mahsus kitaplar coğrafyaya dair tiyatrolar hüner ve ma’rifete dair ictimai mesaile dair avam kıraetine mahsus musikıye dair hayat ve maişete dair takvimler hesaba dair fotoğrafyaya dair kitabdır. Hal-i Ahval Uyan Kazak Peygamberle[r] Tarihi Millet Muhabbeti ve İkramü’s-Salihin nam kitaplar hükumetçe müsadere edilmişler ise de sahibleri mahkemeye müracaat eylemeleriyle icra kılınan muhakeme neticesinde onların da neşrine mahkemece karar verilmiştir. Türkistan’da Nemenkada Şehri’nde sabık Tura Korgan Kadısı Hacı İshak Han Tura tarafından Et-Ticaret Ennemnekada namıyla haftalık bir gazete neşrine teşebbüs edilmiştir. Mezkur gazete kadı-yı müşarun-ileyhin te’sis-kerdesi olan taş basması matbaada tab’ edilecektir. Bu terakkı-perver kadı efendi ulum ve fünundan bahis ayrıca haftalık bir risale-i ilmiyye neşrini dahi tasavvur etmektedir. Türkistan’da Oratpa ile emtia-i ticariyye nakli hususunda Muhammed Hüseyin Hamdoğlu’na Rusya Hükumeti tarafından imtiyaz verilmiştir. Türkçe intişar eden yevmi Semerkand gazetesinin sahibi Mahmud Hoca Behudi edebiyat ve fünun ve sanayi’den bahis Ayine namında Türkçe bir risale-i mevkute neşrine müsaade almıştır. – Demek ki şimdi işin yok... – Hayır birazdan var. – Ne iştir anlayabilsek... Mühim midir o kadar? – Gidip de öğleyi Fatih’te kılmak istiyorum; Gelir misin? Hadi! – Artık üşenmeden ne zorum Sıcakta kan tere batmak? Namazsa maksad eğer: Sağın solun dolu mescid beğen beğen dalıver. – Namaz değil yalınız maksadım... Bugün bir adam Çıkıp da va’z edecek öğle üstü halka... – Tamam! Zamanıdır oturup şimdi herze dinlemenin; O yave-guları hala adam deyin beğenin! Sarıklı milletidir milletin başında bela... – Fakat umumunu birden batırmak iş değil a! Bilir misin ne dehalar yetişti medreseden? – Deha mı? At bakalım hiç sıkılma bol keseden! – Sıkılmadan atayımmış... Kuzum niçin atayım? – Sayıp da nafile ma’lum olan beş on ismi Yorulma! Onları ezberlemek de bir iş mi? Fakat şu va’z edecek herze-gu aceb kim ola? Ne olsa hiç ya... Nihayet sarıklı bir molla! – Seninle biz de birader sabahleyin çattık! “Sarıklıdır” diye hiç görmeden bila-insaf Kibar-ı ümmeti haksız değil mi istihfaf? Gelip de bir bulunaydın geçenki va’zında: Kalırdı parmağın Allah bilir ki ağzında! Ne var inadına etsen de bir sefer galebe Benimle Fatih’e gelsen... – Al işte geldim be! – Hidayet erdi mi? Hah şöyle... Aferin su kuşu! – Aman şu düz yolu tutsak da tepmesek yokuşu... – Uzak yakın deme artık; iniş yokuş sorma! Tıpış tıpış gidelim... Haydi gir şu sağ koluma. – Aman şu ma’bed-i feyyazın ihtişamına bak: Bakar bakar doyamam: Aşık olmuşum mutlak! – Hakıkaten doyamaz dideler melahatine... Fakat yabancılar üşmüş civar-ı ismetine! Nedir harimine yerleşmek isteyen şu salaş Hüviyyetinde yığınlar ki hep birer kallaş! – Evet zemini uzaktan görüp bayılmışlar; Yavaş yavaş sokulup sonradan yayılmışlar! – O halde şimdi ayılmak gerektir Evkaf’a... – Ayıldı farz edelim... Yığmadıkça bir tarafa Şu gördüğün kara taşlar kadar kesif altın Nasıl temizleyebilsin nasıl yıkıp çıksın? – Hayır kapatmalıdır “cami’in!” deyip kemeri; Birer birer yıkılır az zamanda kendileri. MÜDAFAAT-I DINİYYE EŞNE’U’S-SIYER SAHIBI EYÜB SABRI’YE heyet-i tahririyyemize taarruz etmekte bir zevk duyuyorlar. Biz de şahsi tecavüzata karşı sükutu tercih ediyoruz. Hatta bir aralık sermuharririniz ala melei’n-nas cereyan etmiş bir vak’ayı serapa tahrif ederek bir da’va-yı müzevver ile başmuharririmiz Mehmed Akif Bey’e tecavüz ettiği zaman yine şahsiyyatı mesleğimize yakıştıramadığımız için sükut etmiş ve ayet-i kerimesine tebe’an keff-i lisanı evla görmüştük. Fakat sizler maatteessüf bu ayet-i kerime ile hal ve şanları takbih edilen müşrikinden de ileri giderek kendinize bir tecavüz vaki’ olmadan ehl-i İslam’ın dinine akıdesine mukaddes tanıdığı kimselere tecavüze başladınız. Nitekim İctihad’ın geçen hafta çıkan . Nüshasında Eşne’ü’s-Siyer ünvanı tahtında ve lerine hücum etmek istemişsiniz. Bunda istiğrab edilecek bir şey yok. Lakin ittihaz ettiğiniz sernamenin sonundaki imzanıza derece-i tevafukunu bulmakta hayli müşkilat çekiyoruz. Zira isminize bakılacak olursa efrad-ı müsliminden ümmet-i Muhammediyye’den bir ferd olacaksınız. Sernamenin muhtevi olduğu ma’na-yı şena’atin bütün müslümanların canlarından aziz bildikleri hadi-i a’zam resul-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem efendimiz hazretlerinin siret-i seniyyelerine tarafınızdan izafe edilmesi ise zerre imanı olanların tüylerini ürpertiyor. Hiçbir düşman-ı dinin hakk-ı ali-i risalet-penahide reva gördüğünü bu ana kadar duymadığımız bu terkib-i fazi’ ve şeni’i en evvel bir “Eyüb Sabri”nin kaleminden sadır olmuş görünce deyip geçecektik. Fakat görüyoruz ki siz İctihadcılar bütün ümmet-i Muhammediyyeyi dinsizliğe az meyyal olmakla muaheze ve va’d-i celil-i nebevisinden gaflet ederek hepsinin dalalette olduğunu iddi’a ediyorsunuz. Ve asıl kendinizin cema’atten ayrıldığınızı unutarak halkı yeni bir dine kendi fikrinizce asıl akıde-i saf-ı İslam’a da’vet edip duruyorsunuz. Yaygaralarınıza bakılırsa ta asr-ı celil-i nebeviden bu güne kadar ne kadar sahabe tabi’in müctehidin ve sair ulema-yı din gelmişse din-i İslam’ı anlamamışlardır da bu dini yalnız sizler yani usul-i imaniyyeyi zarurat-ı diniyyeyi hurafat diye neşir ve i’lan eden din namına ağzını açanları Kara Kuvvet diye tezyif ve tahkır eden yalnız sizler anlamışsınız. Dinimizi beğenmemekte ahkam-ı şer’iyyeye fikren mu’arız kalmakta belki muhtar olabilirsiniz. Fakat daha akıde namına amentüyü amel namına taharet ahkamını öğrenmeden ulema-yı mek hepsini din cahili farz etmek her halde pek gülünç bir da’vadır. Müslümanlığın mebadisinden bile gafil birkaç muharririn yalan söyleyelim– pay-ı taht-ı hilafette yeni bir pazar-ı ilhadın resm-i küşadı icra olunduğuna kani’ olarak bu malın da kendisine göre müşterisi vardır diye pek de o kadar ses çıkarmamıştık. Dinin de küfrün de talibleri müşterileri vardır. Kumaş ticareti gibi efkar ve akayid ticareti de kanunen serbesttir. Binaenaleyh ayet-i kerimesini şi’ar edinerek vuku’ata seyirci kalmak icab ediyor mahz ve halisin açıktan sürülür bir mal olmadığını anlayınca onu da tağşişe kalkıştılar. Şimdi artık kendinden bi-haber zavallı halkın istikrah edecekleri zehirli hapları sözde din boyasıyla telvin ederek yutturmaya çalışıyorlar. Vakı’a dine muhabbet mazharından görünerek dine fesad karıştıran ilk mülhidler İctihad bayrağı altında toplananlar değildir. Hoş bunlara dine fesad karıştırıyor demek doğru da değil ya. Bunlar ilhadı tağşiş ediyorlar. İlhada hile karıştırıyorlar. Yehudilikten Mecusilikten dönmüş vera’nüma pek çok sahtekarların dinimize na-seza şeyler karıştırmaya çalıştıklarını tarih bize gösteriyor. Lakin dinimizin ab ü tab-ı safasını bulandırmak da’iyesine düşenler hiçbir vakitte dinden bi-haber olmakla itham edilemezlerdi. Hepsi de dinin hakayıkına muttali’ idiler. Ve avamı ancak havsala-i cehle sığamayacak dekayik oltalarıyla avlarlar idi. Zira şurası muhakkaktır ki irşad ve hidayet ilme ne kadar muhtac ise idlal ve iğva da o kadar ilme muhtacdır. Bu dinin hafız ve hamisi olan Cenab-ı Hakk’a yüz binlerce hamd ü sena olsun ki ulum-ı İslamiyye’nin eyyam-ı şevket ve iclalinde bu müfsidlerin fesadına esatin-i ulemayı siper ettiği gibi bugünkü eyyam-ı cehl ü nadanide de husemanın cehlini siper ediyor. Bizi bu gün idlale çalışanların din babındaki ilmi perde-i riya ve nifak olmaya bile salahiyet kesb edemeyecek derecede yufkadır. Bunlar müslümanlara Müslümanlığı bilmiyorsunuz diye ağız dolusu sebb ü şetm ederken en cahil bir müslümanın bile tab’an iba ve Bundan evvelki nüshada bir refikınız hitab-ı celiliyle saha-i tahareti her türlü vasma-i iştibahdan tenzih edilen bir sıddika-i betul ile ve ][ gibi ayat-ı kerime ile şan-ı celaleti tebcil edilmiş bir nebiyy-i kerim hakkında tabakat-ı beşerin en pest derekatındaki esafilin bile kendi haklarında tasdikinden de siz siret-i celile-i Muhammediyye sallallahü aleyhi vesellemi Eşna’ü’s-Siyer gibi –ihtiyac-ı nakl olmasa ağıza alamayacağımız– bir ta’bir-i galiz ile tezyif ediyorsunuz. Ve yine bu sütunlarınızda nası idhal için kabul ettiğiniz usul-i ta’biyeye ri’ayetkar olmuş olmak için bir Buhari hadisine bilcümle ashab-ı siyer ve meğazinin müttefikan rivayet ettikleri bir vak’aya “bühtan-ı azim” diyorsunuz. Bu hareketinizle hem şan-ı ali-i risalet-penahiyi haşa aklınızca tenzile hem de dinin en mühim me’hazlerinden biri olan Kitabullah’dan sonra esahh-ı kütüb olmak üzre i’tikad edilen Sahih-i Buhari hakkındaki i’timadı selbe çalışıyorsunuz. Bu kadar dolaşık yollardan hedef-i maksudu aramaya bilmeyiz ki ne hacet var? Sözü özüne uyar bir kimse görünmek daha hoş değil mi? Sözünüzü açık söyleseniz muzmerinizi ağzınızda çiğnemeden anlatsanız daha merdane olmaz mı? Madem ki sizde olduğunuz gibi görünmeye cesaret yok biz de size göründüğünüz gibi mu’amele ederek sakatatınızı beyan ve iğfal etmek istediğiniz ukul-i basitaya hangi nazik ve hassas tellere saldırdığınızı ifham edeceğiz. Bu tarzdaki hücumların müslüman namını taşıyan Müslümanlık da’vasında bulunan bir kimseden sadır olup olamayacağını anlatacağız. Zira artık maskeyi kaldıracak zaman hulul etmiş ve hatta çoktan beri geçmiştir. Sizinle hasbihalimiz gayet açık olacağı için sözlerimiz ihtimal ki biraz gücünüze gidecektir. Lakin emin olunuz ki dünya ve ahirette veliyy-i ni’met-i a’zamımız olan Peygamber-i zişanımıza ve yine o Peygamber-i zişanın bize tebliğ ettiği Kitab-ı kerimin tebcil ettiği enbiya ve sıddikıne ettiğiniz ta’arruzat sizin hasıl olacak iğbirarızla kabil-i kıyas olmayacak derecede bizi dilhun etmiştir. Şimdilik yalnız sizi muhatab ediyoruz. Son makalenizde: Kılıçzade Hakkı Beyefendi’nin Akvemü’s-Siyer makale-i tenkıdiyyesi münasebetiyle hatıra gelen ve bundan hayli zaman evvel Sıratımüstakım’de görülen bir fıkra-i acibeyi mevzu’ bahs edeceğim. “Kariin hayretle göreceklerdir ki Akvemü’s-Siyer ile Eşna’ü’s-Siyer arasında ne kadar sıkı bir irtibat ve bilakis ne derece fark-ı mühim var. Aradaki irtibat siret-i nebeviyeye dair olmaları her ikisinin alude-i hurafat bulunmaları i’tibarıyladır. Beynlerindeki farka gelince bu dahi mahiyetlerinin nisbet-i hiffet ve gılzatı haysiyetiyledir.” Diyorsunuz. Burada biraz tevakkuf edelim. Şu birkaç satırınızla iki büyük hatada bulunuyorsunuz Akvemü’s-Siyer ta’birine mukabil bir terkib-i şeni’ isti’maline cür’et ediyorsunuz. Ondan sonra da siyer-i nebeviyyenin sallallahü aleyhi vesellem haşa sümme haşa alude-i hurafat olduğunu söylüyorsunuz. Her şeyden evvel o ta’bir-i ma’hudunuzdan dolayı –gülünç olsa da– size tevbe ve istiğfar teklif etmek hakkımızdır. Zira müslümanım diyorsunuz ve sözde makam-ı ali-i nübüvveti şevaibden tenzih ve tebriye gayretini gütmek da’iyesindesiniz. Bu da’vaya göre size tevbe lazım gelir. Şayed “teklifiniz pek hamdır” derseniz içine sığındığınız hısn-ı islam’dan evvel be-evvel çıkınız da mu’araza ve mücadelemizi açıktan yapalım deriz. vesellem hakkındaki fikrinizi tashih etmek icab eder. ashab-ı güzinine has olan kısmına ıtlak olunur. Vekayı’-ı İslamiyyeyi ala vechi’s-sıhha zabta ulema-yı akdeminimizin sarf ettiği i’tina hiçbir kavmin mü’elliflerinde görülmüş şeylerden değildir. İlm-i tarih ulum-ı nakliyyedendir. Ulema-yı selef rahimehumullah Kur’an Hadis rivayet-i şi’r-i Arab kabilinden ulumda olduğu gibi bunlarda da ellerinden geldiği kadar tashih-i nakil ve isnada gayret etmişler ve bu uğurda kafil bir ilim vücuda getirmişlerdir. Ulema-yı İslamiyye’nin en büyük himmeti tashih-i nukule masruf olmuştur. Ananeye dahil olan rical-i isnadın biri za’if veya mecruh veya mechul veya metruk olunca rivayetin kıymeti derhal değişir. Bu i’tibar ile menkul de derecat-ı muhtelifeye inkısam etmiş ve her kelimesi hadd-i tevatüre baliğ olan Kur’an-ı kerim bulmuştur. Ondan sonra mütevatir olmayan ehadis-i sıhah ehadis-i hısan ehadis-i za’ife… ilh. ale’d-derecat nazar-ı hadis kuvvetinde olmayanları ise daha dun mertebededir. Asr-ı ashabdan sonraki vekayi’-i tarihiyyeye müte’allik rivayat o derece-i kuvvette olmamakla beraber yine her halde esanidin ala kadri’l-imkan sahih olmasına i’tina edilmiştir. Mesela İbni Cerir Taberi Tarih’inde İbni Kuteybe el-İmame ve’s-Siyase namındaki eserinde hiçbir vak’ayı ananesiz rivayet etmezler Tarih-i Taberi’ nin Frenklerce bu kadar mu’teber olmasındaki hikmet budur. Rivayetçe edilen bu nokta-i nazarından en dun derekede addettiğimiz tevarih-i siyasiyye-i İslamiyye diğer akvamın menkulat-ı i’tikadiyyelerine çok tefevvuk eder. Hele bahis siyere ve hadise intikal edince bu tefevvuk nisbet kabul etmeyecek derecede artar. Bu gibi şerait vüsuk ve i’timadı kat’an caiz olmayan Frenk tarihlerine i’timad edip de siyer hakkında şüphe etmek hadd-i tavsifden haric bir te’assüf ve insafsızlıktır. Böyle olmakla beraber kütüb-i siyerde mezkur bazı vekayi’ ve rivayata ta’n edilebilir. Fakat bu ta’n zat-ı vak’adan ziyade vak’anın ravilerine teveccüh eder. Bir vak’anın hoşunuza gidip gitmemesi vuku’ veya adem-i vuku’unu kabulünü mucib olmaz. Bu babda aranan şey sıhhat-i nakildir. Siz de silsile-i ruvattaki ricalden birine ta’n etmek yani yalancılığını unutkanlığını garazkarlığını saf-derunluğunu edebilirsiniz. Yoksa bir vak’anın hoşa gidip gitmemesi akla mülayim gelip gelmemesi nokta-i nazarından kabul veya red kapısı açılırsa risalet-i nebeviyye de Kur’an-ı Kerim’in Kur’an iyyeti de hatta zat-ı mübareke-i risalet-penahinin bu dünyayı teşrif buyurmuş olmaları da taht-ı şüpheye sokulabileceği gibi mahza tab’a hoş ve akla mülayim geliyor diye hiç de vaki’ olmamış yalanları vaki’ olmuş diye kabule mani’ kalmaz. Düşüncenin ma’kulü müslümancası böyledir. edilir. Delalet-i akl ile iman ettikten ve mü’menün-bih olan mesail-i imaniyye ile ahkam-ı şer’iyyenin taraf-ı şari’den tebliğ olunduğu tarik nakl ile sabit olduktan sonra artık husus istihfaf ve tahkıre yol kalmaz. Menkulat içinde zahir-i naklin sıhhati usul ve kava’id-i ehl-i rivayete nazaran sabit olursa yine o nakil red edilmez. Onun ma’na-yı mecazisine gidilir. Bir mahmil-i sahihi bulunur. Hasılı te’vil edilir. Yoksa taraf-ı şari’den vurudü sabit olan bir nass öyle sellemehü’s-selam redde şayeste görülmez. Binaenaleyh zat-ı ali-i risalet-penahiye akl-ı kasırınızla yakıştıramadığınız –aklen muhaliyyeti gayr-i müsellem– bir fi’lin naklinden dolayı siret-i nebeviyyeyi sallallahü aleyhi vesellem şena’atle tavsif etmeniz şena’atin en büyüğüdür. Elinizden geliyorsa ilminiz yetiyorsa ravilerin bir tanesini olsun cerh ediniz de Hazret-i Peygamber’e değil o hazretin siret-i mübarekesini nakl eden mü’ellife karşı i’tirazınızı edeb dairesinde yapınız. Nakle i’tiraza yol bulamazsanız fi’l-i resule sallallahü aleyhi vesellem yine bir mahmil-i hüsn bulup imanınızı alude-i küfr ü tuğyan etmekten sakınınız. Çünkü eğer dediğiniz gibi müslüman iseniz şeri’ate siz tabi’siniz. Şeri’at sizin aklınıza tab’ınıza tabi’ olmaz. Gelelim intikad ettiğiniz mes’eleye: Bu mes’ele Sıratımüstakım ’de vaktiyle intişar edip maatteessüf na-tamam kalan et-Tecridü’s-Sarih ehadis-i şerifesinden birinin tercümesine aittir. Biz o fıkrayı makalenizden değil aslından nakl edeceğiz. Zira siz nakilde emanetin şart olduğundan gaflet ederek mütercimin her ism-i şerif-i nebiye mukarin olarak irad ettiği tasliyelerin yalnız birini zikr edip diğerlerini her nedense yazmaya üşenmişsiniz. Ulema-yı İslamiyye ka’idesince rivayetinizin makbul olmaması için yalnız bu kadarcık taksiriniz kafidir. Naklindeki bu ihtisarınız mütercimin de zat-ı ali-i risalet-penahiye karşı ihtiramda taksirini iham edeceğinden siz müslümanca bir şahid-i adl sayılamazsınız. Hem de bilmeyiz ki aynen nakl edip de emanete hiyanet etmeyeydiniz ne olurdu? Acaba o her gün söğmekte olduğunuz Kara Kuvvet’e mi iltihak ederdiniz? Hiç korkmayınız. Bizce nakıl-i küfr kafir olamayacağı gibi kelime-i İslam’ın nakıli de hemencecik mü’min ve müslim olmaz. Hadis-i şerifin tercümesi bi-ibaretiha şöyle idi: “Enes bin Malik radıyallahü anhün şöyle dediği rivayet olunuyor: “Ukl veya Ureyne kabilelerinden bazı kimseler Medine’ye geldiler. Tutuldukları mide ağrısından dolayı Medine’de vesellem sütlü develerinin bulunduğu yere gidip bevillerinden ve sütlerinden içmelerini emr etti. Oraya gittiler. Sıhhat bulunca Nebiyy-i ekrem sallallahü aleyhi vesellemin çobanını öldürüp ve develerini önlerine katıp götürdüler. Bu haber sabah vakti geldi. Resulullah sallallahü aleyhi vesellem arkalarından adam koşturdu. Gün yükselince herifleri getirdiler. Resulullah sallallahü aleyhi vesellem kısas olarak ellerinin ayaklarının kesilmesini emr etti. Bu canilerin gözleri de oyulup Harre denilen yere atıldılar ki ölünceye kadar su Balaya aslından naklen aldığımız fıkrayı siz nakl ettikten sonra: “Ben bu bühtan-ı azimi okuduğum zaman başıma kaynar su dökülüyor zan ettim. Ve kendi kendime dedim.” Yaygarasıyla bir kızılca kıyamet koparıyorsunuz. Bu kadar telaşa mahal yok. Resulullah sallallahü aleyhi veselleme retini gütmek her halde sizin gibi dinini ve ehl-i dinini istihfaf ve istihkar edenlerden ziyade hadis-i şerif-i mütevatirini bize kadar nakl ü isal eden hamele-i dine düşer. Bu hadis-i şerife bühtan-ı azim diyorsunuz. Hani ya senediniz et-Tecridü’s-Sarih –eğer tercümesinin mukaddimesini okudunuzsa anlamışsınızdır ki Buhari’ nin muhtasarıdır. Sahih-i Buhari ise uluvv-i isnadda sıhhat-i rivayette ne kadar hadis kitabı varsa cümlesine tekaddüm eden iki kitabın biridir. Buhari bu kitabdaki üç dört bin hadisi kendisine vasıl olan altı yüz bin hadis içinden kendisince nakline en ziyade i’timad olunan ecille-i dinden menkul olmak üzere ifraz etmiş ve o asırdan beri Sahih-i Buhari’nin esahhü’l-kitab ba’de Kitabullah olduğuna hemen Buna karşı yeni bir cevabınıza intizara hacet yoktur. Zira siz o ma’hud makalenizde: “Hadisin doğru olup olmadığını tahkıke ve mesela isnaddaki lüzum görmedim. Ve yek-nazarda hükmümü verdim. Zira usul-i hadisde yalnız bunlara ri’ayet kafi olmadığını biliyor celil-i İslam’da haram olduğunu düşünmüş ve binaenaleyh muharremattan birinin hem de bir kebirenin Hazret-i Resul canibinden irtikab olunabileceğine inanmak akıl erdirmek nu mülahaza ve muhakeme edebilmiştim.” Diyorsunuz ki bu fıkrada kullandığınız isnad ınkıta’ şeri’ate dair bir şemme-i ilmin vücudunu iham ediyorsa da makam ve tarz-ı isti’malleri ya noksan-ı ilme veyahud eğer hakıkaten varsa kasden tağlit-i ezhan niyyetine delalet eder. Siz bir fi’l-i resulün sallallahü aleyhi vesellem kebire olabileceğine zı sıyaneten böyle bir şeyi zihnimize bile uğratamayız. Böyle bir rivayet salah-ı iman ve ikanınızı giderecekmiş. Orası sizin bileceğiniz şey. Bu sözleriniz hiçbir müslime hüccet olamaz. Bizim muhakkak bildiğimiz bir şey varsa o da vak’anın sıhhatidir. Buhari’ nin Hazret-i Resulullah’a sallallahü aleyhi vesellem haşa iftiradan beriyyü’s-saha olmasıdır. Ama siz hadisin sıhhatini tahkıke lüzum görmez de aklınızla hem de nakıs bir ilim ile yek-nazarda hüküm edermişsiniz. Onun ma’siyyeti vebali size raci’dir. Din-i İslam’ı esasından inkar etseniz size kim mani’ olabilir? Hidayet ve dalalet Allah’tandır. Kur’an ile hadis baran-ı rahmet gibidir. Ebr-i Nisan şükrün halavetine halavet kattığı gibi Ebu Cehil karpuzunu da zehr-i helahil haline kor. Kur’an ve hadis de ehl-i imanın teşdid eder. Ancak hadis-i şerife ta’alluk eden vak’anın tafsilini kütüb-i siyerden nakil ve hadis-i şerifin bahse müte’allik ahkamını Evvela edyan-ı saire ne i’tikadda ne amelde bize sened olamaz vakı’a enbiya-yı salife salevatullahi veselamühu ala nebiyyina ve aleyhim ecma’in hazeratının ümmetlerine tebliğ buyurdukları akaid ve usul-i diyanat nass-ı celil-i Furkanisine binaen bizim akaid ve usul-i diyanetimizden ibaret ise de kendileriyle aramızdaki silsile-i ruvatın ınkıta’ı onlara isnad olunan şeylerle ihticaca mani’ olduğu gibi bugünkü müntesibleriyle olan ihtilafımız da bu nukulün muharref olduğuna bürhan-ı vazıhdır. Ahkam-ı ameliyye ise usul-i akaid gibi sabit ve müstekır olmayıp kendilerine nesh tari olmuş olduğundan farz-ı muhal olarak sıhhat-i nakle imkan bulunsa bile bunlar taraf-ı şari’den bize vusulünü yakinen bildiğimiz ahkama karşı bize hüccet olamazlar. Enbiya-yı izam hazeratına intisab eden edyan böyle olunca diğerlerini kale bile almak abes olmaz mı? O halde mü’menün-bih olan şeyleri diğer bir dinde arayamayacağımız gibi hil ve hürmet ahkamını da başka bir dinden alamayız. Din-i Muhammedi’den başka ne kadar edyan varsa nübüvvet-i Muhammediyyeyi sallallahü aleyhi vesellem inkar ediyorlar diye bi’set ve risalet mes’elesinde şüpheye düşecek bir müslüman tasavvur edemeyeceğimiz gibi bütün milel ve akvam hamr ile lahm-i hınzırı muhalefet etmekte ma’na nedir?” demek de hiçbir müslümanın hatırına gelmez. Binaenaleyh hadis-i sahihi tanımak cacınız insanın salah-ı iman ve ikanını değilse bile gafillerin selamet-i akl ve iz’anını giderecek mugalatalardandır. Saniyen başka edyanda işkencenin hil ve hürmetine dair bir şey bulunduğuna vakıf değilsek de her halde işkencenin taraf-ı ali-i risalet-penahiden bilahare nehy edildiği ma’lumumuzdur. Şeri’atimiz şerayi’-i salifeyi nasih olduğu gibi sırf ahkam-ı ameliyyeye maksur olmak üzre kendisinde de ahkam-ı nasiha ve mensuha vardır. Din-i İslam’ın ahkamı hüküm ve mesalihin iktizasına göre tedricen ve yirmi üç senede tamam olmuştur. Bidayette gah örf ve adete ve gah devre-i te’essüs-i din olan o mühim senelerin bazılarında da’i-i maslahata binaen nehy edilmeyen şeyler muahharan nesh edilmiştir. Hürmet-i hamr üç kerede tekarrur etti. Hürmet-i riba pek sonra tebliğ olunan ahkamdandır. “Hadis-i ureniyyin” namıyla beyne’l-muhaddisin şöhret-yab olan bu hadis-i şerifin mutazammın olduğu hükm-i “Müsle”de o ahkam-ı mensuhadan biridir. Amma mensuh da olsa sizin yine hoşunuza gitmeyecekmiş. Tarafınızdan başınıza kaynar su dökülüyor zannettirecek bir şey diye telakkı edilecekmiş. Orasına biz karışmayız. Biz hil ve hürmetin sağair ve kebairin muhassıs ve mu’ayyini şeri’attir i’tikadındayız. Şer’in tahrim etmediği şey helaldir. Biz hatta bütün insanların zihninde ef’alin hüsn ü kubhu hakkında mevcud olan tasavvuratı da şerayi’-i ilahiyyenin telkın ettiği ahkamın müddet-i medide nefazı sayesinde hasıl oluş birer iz diye telakkı ederiz. Zira her yerde mu’allim-i edeb ve ahlak ibtida enbiya-yı izam hazeratı olmuş hak ve vazife fikirlerini insanlara gönüllerde kökleşerek beyne’l-beşer bir şekl-i am ve şamil almıştır i’tikadındayız. Bilemeyiz ki kable’n-nesh vaki’ olup bir ayet-i kerime ile te’eyyüd eden ve hatta ayet-i kerimenin sebeb-i nüzulü olan bu fi’l-i resulü beğenmiyorsunuz da elan mensuh olmayan cihad kısas recm-i muhsana gibi ahkamı beğeniyor musunuz? Yoksa bunlar da tab’ınıza akl-ı kasırınıza muvafık değildir diye kebairden hem de umum edyanda haram olan kebairden midir? Bundan da bahsediş başınızdan kaynar su döküldüğü hissini vermiyor mu? Zat-ı vak’aya gelince Buhari’ de tercüme olunan kısmı muhtasar olduğundan kütüb-i siyere müracaatle daha fazla tafsilat verelim. Muhtasar olduğu için Sire-i Dehlaniyye’yi esas ittihaz ediyoruz: Bu mü’ellifin beyanına göre Ukl ve Ureyne’den olan kimselere karşı Kureyş rüesasından olup feth-i Mekke senesinde şehid olan Kürze bin Cabir el-Fihri radıyallahü anhın kumandasında bir seriyye gönderildi. Vak’a hicretin altıncı senesinde bir rivayete göre Cumadelula diğer rivayete göre Şevval ayında cereyan etti. Sebebi de şu idi: Ukl ve Ureyne kabilelerinden yedi sekiz kişi resulullah sallallahü aleyhi vesellemin huzur-ı alilerine gelerek İslam üzere bey’at ve kelime-i tevhidi telaffuz ve müslüman olduklarını izhar ettiler. Bu adamlar Medine’ye geldikleri vakit hasta benizleri sararmış karınları şişmiş bir halde idiler. Ve: “Ya Resulallah! Biz fakıriz. Bizi barındır yedir içir” diye istirhamda bulundular. Hazret-i Resul-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem onları Ashab-ı Suffa miyanına idhal buyurdular. Biraz ikametten sonra Medine’nin ab ü hevası mizaclarına tevafuk etmediği ze: “Ya Resulallah biz çölde yaşamaya alışmış koyun deve sahibleri idik. Çayırı çimeni bağı bağçesi bol yerlere alışık değiliz. Medine’de ikamet hoşumuza gitmiyor. Develerinizin bulunduğu yere çıkmamıza izin verseniz…” dediler. Resulullah sallallahü aleyhi vesellem bunların ihtiyacatını tesviye ettiler. Develer sadaka develeri idi. Yani beytü’l-male ait idi. Ve bu adamlara da: “Develerin bulunduğu yere gidip sütlerini ve bevillerini içerek tedavi ediniz” buyurdular. Bunlar oraya gittiler. Ve tedavi edip kesb-i sıhhat ettiler. Vücutları sağlamlaşınca irtidad ederek Nebiyy-i mükerrem sallallahü aleyhi vesellem efendimizin çobanı Yesar’ı radıyallahü anh katl ile develeri önlerine katıp götürdüler. Bu Yesar Resulullah sallallahü aleyhi vesellemin azatlısı idi. Hain herifler onu katl ettikleri zaman müsle yaptılar. Yani elini ayağını kestiler. Ve gözlerine diken batırdılar. Vak’a hakkında Medine’ye haber gelince Resulullah sallallahü aleyhi vesellem onları ta’kıb etmeye yirmi atlı me’mur ederek üzerlerine Kürz bin Cabir El-Fihri’yi emir nasb etti. Kürz bin Cabir radıyallahü anh onları yakalayıp huzur-ı ali-i risalet-penahiye getirdi. Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi vesellem de irtidad küfran-ı ni’met kat’-ı tarik ve katl ü işkence gibi fi’illerine kısas olmak üzre ellerinin ayaklarının kat’ olunmasını ve gözlerinin çıkarılmasını emr ettiler. ayet-i kerimesinin sebeb-i nüzulü bu vak’adır. Kütüb-i siyerin vak’a hakkındaki rivayetleri muhtasaran budur. Bunun tercüme olunan Buhari hadisine mutabakati vak’a için kütüb-i hadis kütüb-i siyerden daha metin bir umdedir. Buhari bu hadis-i şerifi yedi yerde ve dokuz tarik Muharebe babında dört tarik ile tahric eylemişlerdir. Kütüb-i hadisin esahhı olan Kütüb-i Sitte’den ale’d-derecat en kavi ve en sahihleri sayılan dördünde böyle yirmi beş tarik ile sabit olan bir hadis hakkında şüphe etmek hiçbir müslümanın karı değildir. Meğer ki sizin gibi yek-nazarda hükmünü verenlerden ola. Fi’l-i mervinin fi’l-i resul sallallahü aleyhi vesellem olduğu sabit olduktan sonra i’tirazınızı calib olan hususatı yine müslümanca münakaşa edebiliriz. Biz müslümanlarca fi’l-i resul sallallahü aleyhi vesellem her ne olursa olsun savabdır. Ve rıza-yı Bari’ye muvafıktır. Zira hakk-ı ali-i risalet-penahilerinde nazil olan gibi ayat-ı kerime o kadar çoktur ki ta’dad bile edemeyeceğiz. Hazret-i resulün sallallahü aleyhi vesellem kavl ü fi’l ve takriri bizim için şer’-i ilahidir. Bu Ureniler hakkında reva gördükleri mu’ameleyi de – sizin gibi– maazallahi te’ala kebire haram ahlaksızlık addedecek yerde vahiy tarikiyle emr edilmiş rıza-yı Bari’ye tamamıyla muvafık bir kurbet addederiz. Bu herifler taraf-ı ali-i risalet-penahiden telkin-i iman ve beddel-i şifa oluncaya kadar kendilerine her türlü ihtiyaçlarını kafil bir deve sürüsü de tahsis ve in’am edilmişken bedenleri biraz zindegi bulur bulmaz bunca ni’metlere mukabil küfr tuğyan sirkat kat’-ı tarik ra’i-i resulullahı sallallahü aleyhi vesellem katil ve a’zasını katl ile dilinin dibine ve gözünün içine diken sokarak vefat edinceye kadar eşedd-i azab ile ta’zib gibi fezahatleri şena’atleri irtikab etmiş habisü’t-tab’ ve vacibü’l-katl kimseler idi. Canib-i ali-i peygamberiden haklarında reva görülen ağır mu’amele yapmış oldukları fi’ile mislen mukabeleden icra-yı kısas emrinden mazmununa –imaen– dahil olan ve afv ü merhamete tahfif-i azaba müstehak olmayan canavarlar idi. Kısas ve mukabele-i bilmisl ayetlerinin nass-ı sarihine binaen henüz ıtlakı üzere cari olup bu emr-i ammı tahsis edecek bir nehy-i muahhar henüz nüzul ve vürud etmemişti. Ale’l-husus o tarihde henüz hal-i teşekkülde bulunan devlet-i bir nasıha ser-füru etmek şanından olmayan bu gibi eclaf-ı A’rabın hükumet-i cedide-i İslamiyye mü’essislerine tecavüz etmelerine sed çekmek gözlerini yıldırmaya vabeste olduğu düşünülürse aynı eşhas-ı leime hakkında vaki’ olan o büyük asar-ı rahmet ve te’attufdan sonraki bu ukubet-i adilenin ne büyük bir siyaset eseri olduğu anlaşılır. Zira o tarihlerde İslam henüz za’if idi. Daire-i hududu Medine civarından öteye şamil değildi. Afv u safh ise maddeten za’if olanlardan değil sahib-i şevket ve miknet olan kavilerden sadır olursa müstahsen olur. Maddeten za’if olanın afvıne aczden başka bir isim verilemez. Kuvvet ve kudret zamanında ise afvın kıymeti büyür. Nitekim bu fi’l-i resulün müsleden nehy hakkındaki ehadis-i şerife ile bir kavle göre mensuhiyyeti de buna şahiddir. Müslenin iki ma’nası vardır: Biri kısas ve mukabele bil-misldir. Nitekim lafzıyla varid olan Süveyd bin Mukarrin hadisindeki yani “mukabele ederek öcünü al” demektir. Diğeri de maktulün burnunu kulağını veya sair a’zasını kesmek ma’nasınadır ki mu’ahharan nehy edilen müsle işte budur. Münakaşa ettiğimiz hadis-i şerif ile mervi olan müsle ise her iki ma’naca vaki’ olmuş olduğu mışlar ve bunu seyyieye misliyle mukabeleye haml etmişlerdir. olan ehadis-i şerife müte’addiddir. Mesela hadis-i şerifi ateşe yakmaktan kızgın şiş ile ta’zib etmekten; hadis-i şerifi ale’l-ıtlak müsleden; hadis-i şerifi müslenin hayvanlara tatbikinden; hadis-i şerifi de saç hakkında müsle yapmaktan yani saç sakal yolmaktan boyamaktan nehy etmiştir. Şürb-i ebval bahsine gelince bu mes’eleyi biri tedavi diğeri taharet ve necaset ta’bir-i diğerle hil ve hürmet nokta-i nazarlarından olmak üzre iki haysiyetle tedkık etmek lazımdır. Arabın deve bevli ile tedavi ettiği muhakkaktır. Hatta etıbba-yı İslamiyye’nin müte’ehhirlerinden sayılan Davud-ı Antaki’nin Tezkire’ sinde ale’l-umum ebvalin tıbda isti’mal edildiği mezkurdur. Müellif-i müşarun-ileyh: olduğunu söylüyor. Ve deve bevlini insan bevlinden sonra bütün ebvalden daha şifalı addediyor. Hayatü’l-Hayvan sahibi Kemaleddin Demiri de “ibil” kelimesinde: sa-i tıbbiyesi olduğunu beyan ediyor. Sire-i Halebiyye’de de bu vak’ayı beyan sadedinde Arab’ın tedavi kasdıyla deve yavrusunun bevlini soğutmadan içtikleri beyan edilerek keyfiyet-i isti’mali izah olunuyor. Buhari şarihi Ayni de hadisde mezkur olan develerin elban ve ebvali enva’-ı istiskadan birine –ki zahir-i kıssadan da Ure[y]nilerin mübtela olduğu hastalık istiska idi– ilac olduğunu zikr ediyor. Ebval-i ibilin necis olması bahsi beyne’l-ulema muhtelefün-fihdir. Bazıları bu hadis-i şerifi sened ittihaz ederek eti ekl olunan hayvanatın bevli tahir olduğuna kail olmuşlardır ki İmam Malik ile İmam Ahmed bin Hanbel ve ashab-ı Ebi kelimesi yerine ile İbn Mace Hanife’den İmam Muhammed ile Şafi’iyyü’l-mezheb olan Şa’bi Ata Neha’i Zühri İbni Sirin Süfyan-ı Sevri gibi e’azım-ı ümmet hep bu zümredendir İmam Ebu Hanife ile hab-ı Şafi’i’den Ebu Sevr gibileri ise bütün ebvalin necasetine fetva vermişlerdir. Maamafih eti ekl olunan hayvanatın bevilleri de bunlara göre necaset-i hafife derecesinden öteye geçmez. Bütün ebvalin necasetine kail olanların delilleri hadis-i şerifidir. Ve bu hadis-i şerifde el-bevl kelimesi bir lafz-ı amm olmak dolayısıyla ebvabü’l-ibil lafz-ı hassını nesh eyliyor. Bütün ebvalin necasetine ve hürmet-i şürbüne zahib olanlar da onlarla suret-i mutlakada tedavi caiz olup olmadığında dairesinde haram ile tedavinin cevazına hemen kaffe-i fukaha fetva vermişlerdir. Binaenaleyh Hazret-i Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi vesellem efendimizin bu kafir-i ni’met hastalara develerin sütlerinden ve bevillerinden içiniz diye verdikleri emr-i şerifi necaset-i ebvale kail olan ulema müdavat maslahat ve ıztırarına haml etmişlerdir. Deve bevlini tahir add edenlerin ise senedi zaten bu hadis-i şerifdir. Binaenaleyh balaya nakl ettiğimiz ibarenizi müte’akib: “Fazla olarak elimizde gibi bir sened-i nakıs-ı dini ve bir hüccet-i baliğa-i nakliyye de var. Bu senedin emriyle nasıl te’lif kabul edeceğini de düşünüyor idim. Ve İmam Ebu Hanife’nin: “Sıhhatinde şüphe etmediğim ehadis on yediye baliğ olabilir” dediğini dahi tahattur ettiğim cihetle intihab ede ede böyle bir uydurmasyon hadisin bir ceride-i İslamiye’ye geçirilmesine hayret etmekten kendimi alamıyor idim.” Gibi sözlerinizi züyuf akçe gibi yine size i’ade etmek icab eder. Bir kere “Uydurmasyon hadis” ta’birini isti’mal etmekle cidden bi-edeblik ediyorsunuz. Ve adeta Frenk ağzıyla hezeyan ediyorsunuz. İstişhad ettiğiniz hadis-i şerif-i nebevi hüccet-i baliğa-i nakliyye oluyormuş da hadd-i tevatüre karib bir şöhreti haiz olan hadis-i mütercem acaba neden hüccet-i baliğa-i nakliyye olmuyormuş? Kulub-ı müslimini mazharında görünmek icab ettiği için mi? Bir de İmam Ebu Hanife’ye isnad ettiğiniz sözde de silk-i tezvire salik oluyorsunuz. Siz bu rivayeti güya İbni Haldun’dan nakl ediyorsunuz. Halbuki e’azım-ı ulemadan olan bu müverrih-i İslami’ye de Ebu Hanife’ye de iftira ediyorsunuz. Ve ukul-i basitayı da bu iftiranızla idlal ediyorsunuz. Yani bir taşla üç kuş vurmak istiyorsunuz. İbni Haldun’un sözleri şudur: “Bir de ma’lum olsun ki eimme-i müctehidin bu sına’atte fenin çokluğunda veya azlığında mütefavittirler. Ez-cümle Ebu Hanife radıyallahü te’ala anhin rivayet ettiği ehadisin adedi on yediye veya ona karib bir mikdara baliğ olmuş ’ dir. derler. İmam Malik rahimehullahca sahih olanlar Kitab-ı Muvatta’ dakilerdir ki nihayet üç yüz hadis veya o mikdara karib bir şeydir. Ahmed bin Hanbeli rahimehullahü te’alanın Müsned’inde ise elli bin hadis vardır.” Sizin naklinizle İbni Haldun’un sözü arasındaki farkı görüyorsunuz ya. İbni Haldun Ebu Hanife’nin rivayet ettiği ehadisin adedi on yediye baliğ olduğunu söylüyor. Hatta Mukaddime-i İbni Haldun mütercimi Şeyhülislam Pirizade Mehmed Sahib Efendi Tercümesi’ nde: “Nakl ve isnadı ala kavlin on yedi hadise ve rivayet-i uhrada elli hadise baliğ oldu” diyor. Siz ise mezheb-i imama göre ehadis-i sahihanın adedi on yediye baliğ olabilir diyorsunuz. Eyne’s-sera ve eyne’s-süreyya. Pişvayan-ı Ehl-i Sünnet’ten olan “mezheb-i Ehl-i Sünnet’in mezheb-i ehl-i hadis ma’nasına geldiğini unutmayınız.” Böyle bir müctehid-i a’zamın bunca ahkam-ı fıkhiyyede menat-ı ictihadı nusus-ı sünnetten yalnız onyedi hadise nasıl maksur olabilir? Gayeti Hazret-i İmam rivayet-i hadis hususunda mükessirinden değillermiş. Yani hadis rivayeti ile o kadar meşgul olmamışlar. Artık bilmeyiz ki bundan sizin iham etmek istediğiniz gibi on yedi hadisden başka hadisi tanımamak ve Kitabullah’dan sonra en büyük rükn-i şeri’at olan sünneti böyle topdan yıkmak lazım geleceği ma’nası çıkar mı? Hasılı biz bu gibi şeylere nakilde hiyanet idlal ve tezvir deriz. İhtimal ki “Ben ne bileyim? Bu kadar ince farklara aklım nasıl ersin?” diye i’tizara kalkışırsınız. O zaman da biz de size: “Kitabını sahifesini gösterdiğiniz bir sözü dosdoğru nakle bile mani’ bir acz ile zaruriyat-ı diniyyeyi bilemeyecek bir cehl ile bu kadar büyük işlere karışmak fuzullüğünde ve hatta irşad-ı ümmet ve techil-i ulema da’vasında bulunmak cür’etini nereden buluyorsunuz?” diye sorarız. Buna karşı vereceğiniz en ehven cevap el-cahilü cesurun kal’a-i na-üstüvarına tir. Fakat sizin bu cür’et-i savletkaraneyi başka bir sebeble tımüstakım’de okuduktan sonra “adeta kabınızdan taştığınız”ı hikaye ettikten sonra: “Nihayet mezkur gazete idarehanesine oldukça şiddetli bir mektub göndermek ilk işim ve ilk vazifem oldu. Fil-hakıka öyle yaptı idim. Mektubuma sükuttan başka cevap verilmedi “Yazdığım mektubda şöyle dediğimi hatırlıyorum: “A benim efendilerim! Siz Dozi’ye reddiye yapmaya kalkışacağınıza kendi noksanlarınızı ta’mirde hasr-ı vakit etseniz fena mı olur?” Diye hikaye-i mazi ediyorsunuz ki asıl küstahlığınızın illetini hacalet-bahş üryanlığıyla ortaya döküyorsunuz. Sıratımüstakım dan hala haberi yok. Bunun da –diğerleri gibi– bir da’va-yı müzevver olmak ihtimali vardır. Lakin i’tiraf ederiz ki heyet-i tahririyyemizin pişva-yı a’zamınız Dozi –zadellahü min azabihi– cenablarına karşı hürmetsizlik gibi bir cürm-i azimi vardır. Dozi’ye karşı olan bir i’tirazın Dozi ümmetine giran gelmesi de pek tabi’idir. Eğer setre-i riya ve nifaka bürünerek sa’i olmasaydınız sizi Dozi’nin yalnız hararetli ümmeti değil hatta pek sadakatli yavruları bile telakkı ederdik. –Zira toprağı “ İctihad” yığınlarından bol olmasın– Dozi’nin efkar ve müftereyatını neşre ne misyonerler ve ne sair a’da-yı din-i di[ye] sallallahü aleyhi vesellem karşı adavetle ciğerleri suzan olan bu kezzab-ı bi-insafın eserini bir tarih-i İslamdır diye vaktiyle hayli aramış taramışken nüshası tükenmiş olduğundan dolayı elimize geçmemişti. Kitabın hudud-ı mazarratı kendiliğinden küçülmüş ve tevsi’-i daire-i neşri her halde Hazret-i Resul aleyhisselama fart-ı muhabbetle ken sizin cema’atiniz onu Türkçe’ye nakl ve Dozi’nin aklına gelmeyen hücum noktalarını göstermek için bazen tahşiye ederek Dozi’nin adını duymamış müslümanların mesami’ine bütün müftereyatını hakıkat diye isale himmet etti. Müslümanların bu bühtan mecmu’asına para vermekte pek mümsik davrandıklarını görünce protestan misyonerlerinin bad-ı heva İncil dağıttıklarına bakarak siz de meccanen dağıtmaya başladınız. Lakin her ikinizin fi’li arasında büyük bir fark var. Onlar “Hıristiyanız Hıristiyanlığın intişarı için fedakarlık ediyoruz.” diyorlar. Siz ise Muhammediyiz dediğiniz halde Hazret-i Muhammed aleyhisselama karşı kalbi eşedd-i adavetle meşhun olan düşmanların müftereyatıyla Ümmet-i Muhammediyyeyi idlale çalışıyorsunuz. Her halde misyonerler sizden çok daha namuskarane hareket ediyorlar. Hakıkı muzmerinizi izhar bize ve dinimize niçin hücum ettiğinizi bu suretle ima ettikten sonra yine tecavüzi bir vaz’ alarak: “Hülasa bir çok müslümanı [d]inden çıkarmaya bir çok müsteşrikleri İslamiyet’in başına hücuma sebeb-i müessir olabilecek olan böyle bir ürcufenin !! ruhumda hasıl ettiği eziyeti o zamandan beri unutamadım.” Diyorsunuz. Bir kere bu “ürcufe” ta’birini geri alınız. Dozi’nin hass-ı ümmetinden olduğunuz için sizin ruhunuzu müteezzi eden din-i İslam’ın hala payidar olmasıdır. Yoksa din-i İslam’a eracif karıştırılması değildir. Hem de ne bu vak’a ne de diğer vekayi’-i siyer –sizin gibi ribka-i İslam’ı zaten hal’ etmiş kimseler müstesna– hiçbir müslümanı dininden çıkarmamıştır. Müsteşriklere gelince onların hücumundan müslümanların pervası yoktur. Zaten onlar hücum etmezler. Nitekim üstad-ı a’zamınız Dozi cenabları belki de Sıratımüstakım muharrirleri dünyaya gelmeden evvel o hezeyanlarını kaleme almış siz evladlarına bergüzar bırakmıştır. Yoksa onun da eline silah-ı ta’arruzu veren “ et-Tecridü’s-Sarih” mütercimidir mi diyeceksiniz? Maamafih şurası muhakkaktır ki müsteşrikler asar-ı İslamiyeyi tetebbu’ ettikçe bugünkü müsteşriklerin “sizinki epey eskilerden sayılır” dinimiz hakkındaki tasavvurları beynindeki fark bu da’vamıza hüccettir. Onların aklı irfanı sizlerden ziyade olduğu yabancı bir din iken yine tetebbu’dan üşenmedikleri için dinimiz hakkında ilimleri arttıkça adavet-i mevruselerindeki şiddet azalıyor. Hücum da etseler sizin gibi nadancasına etmiyorlar. Nadanlığınızın da işte nümunesi. Sözünüze devam ederek diyorsunuz ki: “Vakı’a ahlaken bu derece çirkin bu mertebe kerih ve hasis bir fi’lin bir nebiden değil bir mütenebbiden bile suduruna Artık yeter bi-hayalığın en bala mertebesini buluyorsunuz. O derecede ki sözünüzü nakl etmek de hayasızlık olacak. Karşımızdaki mu’teriz kafir de olsa hiç olmazsa terbiyeli olmalıdır. Bu noktaya gelince artık sizi muhatab edinmekte ma’zuruz. Fi’l-i resulün maazallahi te’ala ahlaken kerih ve hasis olduğunu bize söyleyen şakı-i bedzebana bizim söyleyecek sözümüz yoktur. Cidalimizi burada kesmek mahsul-i cehl olan yukarıki cür’etkarlığınızın neticesini beyandan ibaret olan bundan sonraki ma’nasız sözlerinizi nakl etmemek evladır. Vesselamü ala meni’t-tebe’a’l-Hüda. GÜNAH YÜKÜ TAŞIYAN HAKKINDA HUTBE “ Biz emanet-i kübra olan kuvve-i akıleyi göklere yere ve dağlara izhar ederek siz de bu emaneti tahammül ve hakkını eda edecek kabiliyet var mıdır? dedik.” “Onlar o emanetin hakkını edadan korktular ve onu tahammülden “ Lakin insan onı kabul ve tahammül etti.” “ İnsan cehalet sebebiyle o emanetin hakkını yerine getirmeyerek zalim oldu.” Unsur-ı beşeriyyet ilmin asıl menşei olan kuvve-i akıleyi kabil olduğuna ve mürur-ı eyyam ile ondan nice ulum-ı garibe nice acibeler zuhura geleceğine binaen insanın mahlukat-ı saireye karşı haiz olduğu fazl u şerefi i’lam edilerek emanet-i kübra onlara izhar olunmuş; onların fıtratında bu emaneti kabule isti’dad olmaması kati akla cehaleti ilme tercih ettiklerinden “ İnsan emanete mütehammil oldu ta ki emaneti zayi’ eden erkek kadın münafık ve müşriklere Allah azab etsin.” “ Ve emanetin hakkına müra’at ile Allah’a rücu’ eden kadın erkek mü’minlerin tevbesini de kabul eylesin” “ Allah tevbe edenlere mağfiret ve rahmet edicidir.” Arifinden bazıları diyor ki: Hikmet-i ilahiyye insandan muhalefetin zuhurunu iktiza etmiş ki Allah’dan da rahmet ve gufran zuhura gelsin. İşte bu hikmete mebnidir ki Allah Adem’i iki yedi iki sıfatı ile yaratmıştır. Sıfat-ı Celali Kabil yani muhalefet suretinde; sıfat-ı Cemali de Habil yani muvafakat suretinde zuhura gelmiştir. Kıyamete kadar da böyle zuhur etse gerektir. Ey ihvan-ı din! Allah’ın emanet-i kübrasını hamil ve mahlukatın eşrefi olarak yarattığı bir nev’-i mükerrem ve mümtazı muhtac-ı vesayet kılmaya kalkışmak onun halikı ile kavl-i keriminde beyan buyuruluyor ki “Nefsini tathir edenler felah buldular” demektir. Tatahhürün zahiri ve batıni olmak üzre iki nev’i vardır. Tetahhür-i zahirinin şeri’at-i İslamiyye’deki ehemmiyeti ma’lumdur; Ve mevzu’ bahsimize doğrudan doğruya ta’alluku olmadığı için beyanına girişilmemiştir. Burada taharet-i zahire hakkında Nasara’nın ne kadar la-kayd kaldıklarını gidip taşraya çıkarılır… Yıkanmamış ellerle ta’am etmek ademi na-pak etmez mi Taharet-i batınadan tatahhür ise denes-i me’asiden tatahhür ya’ni tevbe etmektir. Bu da efrad-ı nasdan kimin hukukuna tecavüz etmiş ise hakkını i’ade ile istihlal günahdan da nedamet ile olur. “Ey mü’minler günahlarınızdan bir daha yapmamaya azm edenlerin tevbesi gibi tevbe ve Allah’a rücu’ ediniz.” kavl-i keriminde beyan buyurulduğu üzre bu yolda tevbe vacibdir. “ Ey mü’minler cümleniz tevbe ve Allah’a rücu’ ediniz belki felah bulursunuz.” ayet-i kerimesi de bunu ifade ediyor. Tevbe eden kimselerin günahlarını Allah kemal-i lutf u kereminden afv ü mağfiret eder. “ Kim ki başkasına fenalık yapıp yahud nefsine zulm edip ba’dehu Allah’dan afv dilese Allah’ı mübalağa ile yarlığayıcı ve rahmet edici bulur.” “ Allah kullarının tevbesini kabul ve günahlarını afv eder.” hadis-i şerifi mucebince dahi günahdan tevbe eden kimse hiç günah işlememişe döner ve ondan dolayı münakaşa olunmaz. Diğer bir hadis-i şerifde yani “Nezd-i ma’nevi-i buyurulmuştur. Allah’ın lutf u keremi o derece alidir ki tevbe edenlerden bazılarının seyyiatını bile hasenata kalb eder. “ Tevbe ile iman ve amel-i salih edenler yok mu Allah onların seyyiatını hasenata tebdil eder.” Şunu da beyan edeyim ki tevbe edenler taib ve tevvab olmak üzere ikiye ayrılabilir. Taib yalnız zünub-ı zahireden tevbe eden kimsedir tevvab ise zünub-ı batınadan yani ahlak-ı zemimeden tatahhür eyleyen kimsedir. Mücerred zünub-ı zahireden tevbe edenler ayrık otunu kesip kökünü bırakanlara benzer: Nefs-i emmarenin teşvikiyle tevbesini nakz etmek ihtimali vardır. Acı ağacın kökünü tamamen kalbden kal’ etmedikçe yerine tatlı ağaç bitmez. Hatib-i Nasrani’nin balada “seretan illetine benzer” diyerek izhar-ı havf ettiği de bu türlü tabi’atlerdir. Zünub-ı zahire ile beraber ahlak-ı zemimeden tevbe edenler ise ayrık otunu kökünden kal’ edenlere benzer: Bir daha tenebbüt etse bile pek nadir olur. Bu yolda tatahhür edenleri Allah kendi muhabbetiyle tebşir etmiştir: Sure-i Bakara Bir hadis-i şerifde dahi “ En hayırlınız düçar-ı fitne olduktan sonra mübalağa ile tevbe edenlerdir” buyurularak tevvabların derecesi ta’yin olunmuştur. Lakin bu dereceyi ihraz etmek kolay bir şey değildir. Bunun ce insanın kendi vücudunda bulunan düşmanlarını kahr etmekle olur ki nefs-i emmare ve levvame ve mülhimedir. hadis-i şerifinde insanın nefsiyle olan şu mücahedesine “cihad-ı ekber” tesmiye buyurulmuştur. Tevbe hususunda bizim Hatib-i Nasrani’nin nazar-ı dikkatinden kaçmış olması ihtimaline binaen avam ile havassa ait tevbelerden de bir nebze bahs etmek lazım geliyor. Avamın tevbesi balada görüldüğü üzere cehd ü sa’y sarfıyla rahat-ı bedenden meşakkate ma’siyetten ta’ate ahlak-ı zemimeden ahlak-ı hamideye nardan cennete rücu’dur. Havassın tevbesi ise evvelkinden sonra husul bulup mukarrebine aittir ki hasenattan ma’arif-i sübhaniyyeye derecattan kurbet-i ilahiyyeye lezzat-ı nefsaniyyeden lezzat-ı ruhaniyyeye rücu’dan yani masivayı terk ve Allah ile muvanesettir ona ayn-ı yakın ile nazar etmektir. Vücud kazanmak öyle bir günahdır ki sair günahlar ona kıyas olunamazlar. Resul-i ekrem hazretlerinin Sure-i Mü’min kavl-i kerimi muktezasınca yevmi yüz kere istiğfar ettiği işte bu zenb-i vücud idi. Ahirette dar-ı selama vusul ve vechullaha nazar ancak bu suretle istihsal olunur. Buraya kadar tevbeden ve tevbe ile bilcümle ma’asinin ve hatta küfrün afv olunacağından bahsettik. Halbuki Cenab-ı Hakk’ın derya-yı rahmetine payan yoktur. Dilerse küçük büyük bilcümle me’asiyi gafurun rahim isimleriyle afv edip onlardan dolayı muaheze eylemez. Gerçi Hatib-i Nasrani’nin balada ityan eylediği kavl-i kerimine istinaden Mu’tezile fırka-i İslamiyyesi bila-tevbe kebair hakkında afvı inkar etmişlerse de bu ayet-i kerime yukarıda izah edildiği üzere küffara mahsusdur. kavl-i kerimi Allah’ın şirkten maada ma’asiden dilediği kimseyi afv edeceğini isbat etmektedir. Hazret-i Adem’e ait hutbede mevzu’-ı bahs ettiğimiz kavl-i kerimi daha şümullü bir surette bu beşareti muhtevidir. Allah’ın erbab-ı ma’asi hakkındaki bu lutf-ı mahsusu doğrudan doğruya zuhura geleceği gibi sevdiği kulların delalet-i şefa’atleriyle dahi husule gelebilir. Gerek enbiyadan ve gerek mü’mininden Allah’ın izin verdiği zevat şefa’at edebilirler. Buna delalet eden bir takım ayat-ı celile vardır. Ez-cümle Sure-i Meryem’de buyurulmuştur ki “Yevm-i kıyamette şefa’ate malik olamazlar ancak tevhid ve iman ile nezd-i Rahmani’de si’ndeki ayet-i celilesi dahi buna delalet eder ki “Yevm-i kıyamette şefa’at faide vermez ancak kimin için şefa’at edilmesine Allah izin verir ve kimin şefa’at hakkındaki sözünden razi olursa ona faide verir” demektir. kavl-i kerimi de izn-i ilahi ile şefa’atin vuku’unu irae etmektedir. Şefa’ate ehil olanların ser-efrazı Resul-i mücteba hazretleridir zira hakkında buyurulmuştur. kavl-i kerimi mucebince de Resul-i ekrem razı oluncaya kadar talebler nezd-i ilahide kabul olunacaktır. Alemine rahmet olmak üzere irsal buyurulan bir peygamber-i zişanın kalbinde zerre kadar iman olanlar için cehennemde kalmalarına rıza-dade olmayacağı derkardır. hadis-i şerifi de buna delalet eder. hadis-i şerifi tevatüren sabit olduğundan Resul-i ekremin şefa’ati haktır. Nasrani’nin nakaratını dinleyelim: “Ve ey ihvan ma-tekaddemden öğrenmiş olacağınız vechile hakkınızda emelim şudur ki mal ve servetin evlad ve akrabanın enbiya ve mürselunun size asla nef’ ve faidesi olamayacağı zaman için Hazret-i Mesihi size halaskar ve vasi ittihaz ediniz” Ey ihvan-ı din! Bu onların bin üç yüz seneden beri tekrar edip durdukları nakarattır: “Onlar –Yahudi veya Nasrani olunuz ki hidayet bulasınız– derler.” “ Ya Muhammed! Sen de onlara de ki ben İbrahim milletindenim. İbrahim din-i Hakk’a mail olup müşrikinden değil idi.” “ Ey ehl-i İslam onlara cevaben deyiniz ki biz Allah’a iman ettiğimiz gibi bize inzal buyurulan Kur’an’a ve İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakub ve oğulları esbata verilen suhuflara ve Musa ve İsa’ya verilen Tevrat ve İncil’e ve diğer peygamberlere verilen kitaplara inandık biz onları yek-diğerinden tefrik etmeyiz ve biz Allah’a teslim olmuşuz.” “ Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse hidayet bulmuşlar demektir” “ Ve eğer imandan i’raz ederlerse tefrika ve şikak üzre bulunurlar.” “ Onların bilir.” . Hatib-i Nasrani de biz de şu sözü müştereken tekrar ederiz: “Allah hadiniz olsun. Amin” Gedikpaşa: Mayıs sene HAC Ashab-ı kiram hazeratı tavafın evvelki üç şavtında Fahr-i Kainat efendimizin remel yapmış oldukları hakkında müttefik ve müstehabat kabilinden mi olduğu hakkında ihtilaf ediyorlardı. Bir rivayete göre Abdullah bin Abbas remelin sünnet olduğuna kail idi. Fakat İbni Tufeyl’in rivayetine göre sünnet olmadığını iltizam eder. Belki yukarılarda söylendiği üzere bunun li-maslahatin icra edilmiş olduğunu söylerdi. Ehl-i haremden olup da temettu’ sebebiyle Mekke-i Mükerreme’den larında remel etmeyecekleri hususunda ittifak vardı. Fakat ehl-i Mekke’den olanların tavaflarında remel edilip edilmeyeceği hakkında ihtilaf mevcud idi. İbni Ömer radıyallahü anhüma bunlar için remel yoktur derlerdi. Ashab-ı kiram Rükn-i Esved ile Rükn-i Yemani’nin istilam edileceği hakkında müttefik idiler. Fakat kalan sair erkanın istilam edilip edilmeyeceği hakkında ihtilaf vardı. İbni Ömer muhalif-i sünnet olduğundan sair erkanın istilam edilmeyeceğine kail idi. Hazret-i Cabir ise bütün erkanın istilam edilmesine tarafdar idi. Mümkün olduğuna göre bizzat Hacer-i Esved’in takbili mümkün olamadığına göre istilam ile elin takbili tavafdan sonra da iki rek’at namaz kılınması hakkında ittifak ediyorlardı. Ashab-ı kiram arasında Hatim’in işgal ve ihata ettiği birkaç arşın yerin Ka’be-i muazzamanın asıl temeline dahil olduğu hakkında bir fikir mevcud idi. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe bu hususda bir hadis-i şerif dahi rivayet ediyordu. vera-yı Hatim’den olması lazım geleceğini söylerlerdi. Fecr tulu’ ettikten ikindi namazı kılındıktan sonra tavaf edilip edilmeyeceği hakkında ihtilaf ediliyordu. Ömer bin el-Hattab İbni Ömer Abdullah bin Ez-Zübeyr Ebu Sa’id El-Hudri ve sair bazı ashab-ı kiram bu vakitlerde tavafın cevazına tulu’ ve gurub zamanlarında ise memnu’iyyetine – . kail idiler. Sa’id bin Cübeyr ve Mücahid radıyallahü anhüma fecr ve ikindi namazlarından sonra tavafın mekruh olduğunu tulu’ ve gurub zamanlarında ise adem-i cevazını Ashab-ı kiram hazeratı tavaf-ı kudum tavaf-ı ifaza tavaf-ı ziyaret tavaf-ı veda’ namlarıyla üç türlü tavaf bulunduğu hakkında müttefik bulunuyorlardı. Mütemetti’in Mekke-i Mükerreme’ye eriştiği gibi biri umre için diğeri de ikinci lazım geleceği müfridin ise yalnız vakfeden sonra tavaf-ı ziyaret ile mükellef olacağı hakkında ihtilaf mevcud değildi. Fakat karinin kaç tavaf etmesi lazım geldiği hakkında Ömer Cabir hazeratı karinin ancak bir tavaf-ı ziyaret bir sa’y ile iktifa edeceğini söylerdi. Ali bin Ebi Talib Abdullah bin Mes’ud hazeratı da karinin yalnız bir tavaf bir sa’y ile vazifesi bitmiş olmayacağını belki de biri umresi diğeri de haccı için olmak üzere iki tavaf ve iki sa’y etmesi icab ettiğini dermiyan ediyorlardı. Ashab-ı kiram hazeratı Safa ile Merve arasında sa’y etmenin ef’al-i Hac’dan olduğu hakkında müttefik sa’y etmeyi de terk eylemezlerdi. Sair ibadetlerde olduğu gibi burada sa’yin dahi farziyet vücub mesnuniyet gibi bir hüküm ile ittisafı ciheti mevzu’-ı bahs edilmez. Yalnız ayet-i kerimede varid olduğu vechile Safa ile Merve’nin “şe’airullahdan” olduğu hakkında bir i’tikad besler hac ve umrede tavafdan sonra Peygamber Efendimiz’den telakkı buyurdukları vechile sa’y eylerlerdi. Ashab-ı kiram Arefe Vakfesi’nin erkan-ı hacdan olduğu hakkında müttefik idiler. Asr-ı sa’adette olduğu gibi devr-i ashabda dahi Arefe gün zevalden sonra Halife yahud Halife’nin vekili hutbe okur; Abdullah bin Mes’ud’un fikrine göre iki ezan iki kamet ile Hazret-i Cabir’in rivayetine göre bir ezan iki kamet ile öğle ve ikindi namazları öğle vaktinde cem’ edilirdi. Abdullah bin Ömer namazını imam ile beraber kılamayanların dahi öğle ile ikindiyi cem’ etmeleri lazım geldiğine kail olurdu. Sonra vakfe durulurdu. Ashab-ı kiram arasında Arafat hutbesinin kısaca okunması vakfenin de bi-kadri’l-imkan ta’cil edilmesi sünnet olduğu hakkında bir fikir mevcud idi. Ve bir de Arefe gününün zevalinden güneş tamamıyla gurub edinceye kadar güzeran eden zamandan velev bir mikdarında olsun Arafat’da hazır bulunan kimsenin vakfesi sahih olacağı hakkında ittifak vardı. Ashabdan Abdullah bin Ma’mer Eddili radıyallahü anh Peygamber’imizden rivayet etmekte olduğu hadise istinaden yevm-i Nahr’in fecri tulu’ etmeden Arafat’da bulunabilen kimsenin vakfesi tam olacağı fikrinde idi. Ashab-ı kiram Arafat ifazasını müte’akib Fahr-i Kainat efendimizden telakkı buyurdukları vechile akşam üstü Müzdelife mevki’ine gelip akşam ve yatsı namazlarını cem’ tarikiyle eda ederlerdi. Yevm-i Nahr’in fecri tulu’ edince sabah namazını da kılarak ayet-i kerimesinde mezkur olan “Meş’arü’l-haram” mevki’inde vakfeye durup me’murun-bih olduğu vechile tekbir tehlil ve sair ezkar-ı şerife tilavet eder ve ortalık aydınlanıncaya kadar vakfe halinde kalıp du’a ile meşgul olurlardı. Ashab-ı kiram Müzdelife Vakfesi’ni ef’al ve menasik-i hacdan addeder Peygamber Efendimiz’den gördükleri vechile ifasında kusur etmezlerdi. Hatta İbni Abbas İbnüzzebeyr hazeratı bu Müzdelife Vakfesi’nin erkan-ı hacdan olduğuna zahib idiler. Vakfeyi müte’akib güneş henüz tulu’ etmemiş iken Müzdelife’yi terk edip Mina’ya doğru hareket ederlerdi. Sonra Mina’da Akabe mevki’ine gelerek ba’de’t-tulu’ güneş zevale ermeden Peygamber’imizden gördükleri vechile orasını taşlarlardı. Hazret-i İbni Abbas’ın rivayetine göre haccetü’l-veda’ esnasında yevm-i Nahr gecesi Peygamber Efendimiz bazı çoluk çocuk ile zu’afanın Mina’ya gitmelerine izin verdikleri zaman “Sakın güneş tulu’ etmeden remy-i cemre etmeyiniz” buyurmuşlardı. İşte bu hadis-i şerife bakılacak olursa İbni Abbas’ın güneş tulu’ etmeden remy-i cemre caiz olamayacağına kail oldukları anlaşılır. Fakat ümmehat-ı mü’mininden Ümmü Seleme ile sahabiyattan Hazret-i Esma ise haccetü’l-veda’ esnasındaki fi’illerine istinaden bunu tecviz ederlerdi. hadis-i şerife nazaran zu’efa-yı huccaca mahsus olmak üzre kable’t-tulu’i’ş-şems remy-i cemeratın cevazına zehabları AKŞAM EZANI Yayıldı sine-i eb’ada bir sada-yı vakur: Köyün sükununu yırtan latif duradur Bu lahn-ı pak-i semavi bütün gönüllerde : Bir incila-yı nevin bir huzu’-ı vecd-agin Uyandırır; mütekasil füturlu ruhları hep Sarar ve zinde eder bir rida-yı nur ü zeheb.. Ufukların leb-i harında titreyen zemin Sehabelerden uçan handeler söner yerde… Büyük sarıklı. Uzun boylu muhterem bir pir Girerdi mescide; solgun dudaklarında fakır Edalarında hazin bir şikayetin izi var; Lisan-ı hali şu sözlerde eyliyordu karar: “Sen ey sada-yı mübeccel sada-yı izz ü felah” “Sen ey sada-yı ilahi sada-yı fevz ü salah” “Uyandırır mısın artık muhit-i İslam’ı?” “Karardı çünkü yazık en münevver ecramı!..” MEDRESE ALEMINDE İLK BAŞLAYAN SINIF İMTIHANLARI Sebilürreşad’ın . nüshasına derc edilen “Hasbihal”de kavval değil fa’al olduğum terğiben li’l-ihvan beyan edileceği va’d edilmişti. İşte şu perişan ibarelerle fa’aliyatımı arza hazeratından istirham eylerim. senesi Muharrem’inde henüz medreseye dehalet eden o hali zihin salim dimağ küçük yavrularla Emsile’den başladık. Siga ve ma’nalar itkan üzere hıfz ettirerek müfredatın ta’rifatına ehemmiyet verdim. Mu’asırlarımızdan çokların yaptığı gibi şerhlerde yazılan fevaidi hevadan yutturmak cihetini iltizam etmedim ki zamanı olmadığından bi-suddur. Yalnız Karsi ve Eskicizade merhumların şerhlerinde bulunan kava’idin en mühimlerini müfid ve muhtasar surette tercüme Hulasatü’ş-Şüruh ünvanı altında yirmi sekiz sahifede madde tahrir ve hıfz ettirildi. Yine şerrahın tafsilatını takriren anlatırım hülyasına kapılmayarak Bina Maksud’ da münderecat anlatılmak suretiyle tedris tabi’i Nahv’e girmediklerinden terkibat-ı ibareden istifadeye melekeleri bulunamayacağından Esas-ı Telhis Ruh-ı Şüruh İm’an gibi şerhde bulunan fevaid-i lazime hülasa ve va’id-i mühimme sabıkına ilave ve ezhan-ı şakirdana isale edildi. Esna-i tedrisde müzakereleri bizzat der’uhde edilerek Kur’an-ı Kerim’ den bir sure intihabla kelimatın tasrifatına metnen ve şerhen hıfzlarında bulunan kava’idin tatbikatına son derece i’tina edildi. Eyyam-ı ta’tilde hadim-i Kur’an ve hadis olan Sübha-i Sıbyan hıfz ettirilip baştan ahire kadar ta’kib ettirmekle kalmayıp müfredatın Türkçesini sorup Arapçasını buldurmaya bazı da aynı lügati sorup Türkçesini söyletmek suretiyle her ders temrin edildi. Sene-i atiye dersleri ibtidasında yoklatıldıkda ma’lumatları mevcud bulunması tenbih ziya’a meydan vermemek yolu ta’yin dini ictima’i vesaya-yı mühimme telkın ile izin verildi. Beyne’l-ideyn ma’lumatları yoklandı. Kusurlu gelenler dıkça derse kabul edilmedi. Her iki ayda bir yoklamaya devam edileceği ve sene nihayesinde ulema-i mahalliyyeden müteşekkil bir komisyon-ı ali huzurunda bütün müktesebatlarını arzla ciddi bir imtihana çekilecekleri kendilerine tefhim ba’dehu Birgivi merhumun hüsn-i ahlakı temsil eden Avamil’ i harici sözlerle kafa döğmeyerek evvelen i’rabsız sonra i’rabla ala vechi’l-itkan okutuldu. Şerhlerden istifadeye daha kudret gelemediğinden zabtı lazım gelen kava’id-i mühimme Usaretü’ş-Şüruh ünvanlı on sahifede madde üzre hıfz ettirildi. Ba’dehu İzhar’a ibtidar bu da ilelahir i’rabı bırakılmayarak bir sa’y-i beliğle hitama erdirilirdi. Hatta bazı kelimatın i’rabında irad edilen vücuh-ı adideden biri kafi görülmeyip diğerleri dahi istizah olundukda bila-tereddüd cevaplarından derece-i gayretleri nümayandı. Mefhum ma’na i’rab gibi vezaif tertibe tabi’ tutulmayıp her kim arzu ederse ona tahmil suretiyle cereyan eylediğinden talibin her gün kendisini vazifedar bilmesi bir kat daha sa’ylerini te’kid ediyordu. Ma’zeret-i meşru’a-i muhakkaka bulunmadıkça dershanede hep birden bulunmak şartıyla intihab olunanlar sırasıyla mefhum ma’na i’rab hülasa-i ders vazifelerini ifa ve kava’id-i ma’lumeyi temrin için irad edilen es’ile ve ecvibe manda tarz-ı vahid üzere oturmaları mani’-i huzur ba’is-i fütur olacağından hemen ayağa kaldırılıp evvelce tahtada yazılan hükemi ve ahlaki bir beytin müfredatını tahlil usul-i tercümeye alışmaları için kudretleri nisbetinde tercüme ettirilerek derse hitam gelecek dersin takriri boşa gitmemek Ta’til günlerinde de Vehbi Efendi merhumun yüz yirmi kitabdan intihabıyla müşkil-i Kur’an ve hadis muğlak-ı eş’ar-ı Arab mübhem-i durub ve emsali izah eylediği Nuhbe’ sini Sübha’ da cari usul dairesinde sülüs nisbetinde okutulabildi. Nahiv okuyanlar için hıfzı zaruri olan te’arifden kadar tahrir ve ezbere aldırıldı. Hilal-i Receb de göründü. kava’id-i mühimmeden Es’ile-i Nahviyye ünvanlı bir sual listesi tanzim ve şerhin metne şiddet-i ta’alluku olan mahallerinden elli küsür sual ilave ile ezberlerinde olan mefhumdan bu yüz altmış küsur sualin cevabını hazırlamaları için şakirdana verildi. Vaktin darlığı için hemen üç dört gün temrinden sonra Receb-i şerifin yedinci günü imtihanları ma’lumat-ı sarfiyye usaretü’ş-şuruh lügat esile-i nahviye ta’rifat hüsn-i hattan icra; lügat müstesna olduğu halde altı yüz küsur suale ma’ruz kalan bu küçük efendilerin bir nısfı aliyyü’l-a’la diğer nısfı a’la ve karib-i a’la derecelerinde isbat-ı ehliyet ederek hazırunun mazhar-ı tahsinleri oldular. Sene-i atiyyede imtihanın ta’mimi hususu da ulema-i mahalliyye tarafından va’d olundu. şecere-i ilme taze hayat bahş edecek olan şu usul ta’ammüm ederse hadis-i sa’adet-iştimaline mazhariyetimden dolayı kendimi son derece bahtiyar addederim. Bu sene için bir tarih ilavesi düşünülmüşse de meşguliyetin kesreti vaktin adem-i müsa’adesi hesab tecvid Kur’an gibi bunu da sene-i atiyyeye terk ettirmiştir. Bu tarihde “Tarihçe-i Fünun ve Erbab-ı Kemal” serlevhası altında başlayan bir risale-i mühimme muhteviyatıdır ki evvelen Fahr-i Rüsul mu’allim-i kül efendimiz hazretlerinin siyer-i seniyye-i nebeviyyeleri Evcezü’s-Siyer nam eser-i mu’teberden ahz u tahrir saniyen şakirdanın el-yevm müntesib bulundukları lügat sarf nahiv fenlerinin ta’rifleri mevzu’ları gaye ve menfa’atleri; mütehassısları ale’l-husus bu fenlerde okudukları kitapların mü’elliflerinin teracim-i ahval mezahib ve irtihalleri sebt ü takrir edildi. Fünun ve kitaplar da gittikçe tevessü’ ve tekemmül edecektir. Çünkü talibin sa’y-i abes ve mechul-i mutlakı taleb lazım olmamak gaye ve faidesini bilmek lazımsa kör körüne gitmemek için o fennin vazı’ını mütehassıslarını bilmesi lazımdır… Hele küfran-ı ni’met olmamak için istifade ettiği kitapların mü’elliflerini tercüme-i hal ve mezheblerini nereli ve ne tarihde geçtiklerini bilmek elzem ki cevahir-i ulum müselsilen kimlerden geldiği tezahür me’huzün-anhın sika ve mu’temed olup olmadığı ta’ayyün etsin. Halbuki talebe-i ulum içinde vazı’ ve mü’ellifleri değil okuduğu kitabın ismini bile bilmeyenler bulunuyor. Bu da sarih bir hata celi bir lekedir. Lakin bu noksan talibden ziyade üstazına raci’dir. İşte talibi ikaz hatayı ıslah için başlayan şu risalemiz inşaallahürrahman müselsilen gidecek açılan şu çığır ihvanımızın da mazhar-ı tahsini oldukda ile’l-ebed kapanmayacaktır. Tevfik ve inayet Cenab-ı Vahibü’l-amal hazretlerindendir. ziyade dikkat son derece i’tina edilecek mekarim-i ahlak olduğundan ders aralarında nesaih-i lazime ifa ve kelimat-ı hikemiyye ilka edilmekten geri kalınmadı. Hatta her ders ahirinde tahlil ve tercüme ettirilen beyitlerde bile bu cihet düşünüldü. emsalleri gibi hevai olmadılar mezbah-ı ahlak olan kahvehanelere girmediler iğbar [ağyar!] ile ihtilat etmediler mükeyyifattan hiç biriyle me’luf olmadılar. Me’luf olanlar bile bir azm ile terk eylediler. Mevla-yı müte’al hazretleri istikametlerinde daim kılsın du’asıyla hatm-i kelam yorulmaz bir azimle ihvanımın da iştiraklerini istirham eylerim. HINDISTAN’IN İLK SAHILI VE HUDUDU KARAÇI KASABASI Gece vakti Karaçi Kasabası’na muvasalat ettik. Uzaktan Karaçi feneri vapura delalet etmekte kusur etmedi. Aheste aheste vapurumuz limana girerek demir attı. Bombay Postası’nı almaya müheyya olan diğer bir vapur ki yine British yı alıp Bombay’a doğru hareket etti. Vapurumuzdan hem postayı almak hem de birinci ve ikinci mevki’deki yolcuları aktarma etmek için bizim vapura şirket tarafından bir büyük vapurumuz bu limanda yirmi dört saat kalacağını bildiğim arzu ediyordum. Karaçi Kasabası elektrikle tenvir edildiği cihetle sahili nurani bir halde bulunuyordu. Karaçi’de üç dört tane küçük adalar vardır ki sahile pek yakın olduğu halde gayr-i meskun ve yalnız balıkçıların balık sayd etmek için istirahat yerlerini teşkil ediyor. Ale’s-sabah erkence uykudan uyanarak huri ta’bir ettikleri büyük ve yelkenli bir kayıkla karaya yollandık. Kayıkçı ettik. Kayığın yelken direğinde Osmanlı bayrağı temevvüc ediyordu. Kayıkçı benim Osmanlı olduğumu anlayınca ellerimi şapur şupur öpmeye başladı ve bana kafirleri öldürüp öldürmediğimizi istizah etti. Karaçi Limanı sun’i ve gayr-i tabi’i liman olup külliyetli paraların sarfı sayesinde gayet kapalı ve muhafazalı bir surette yapılmıştır. Liman dahilinde otuz kadar gemi lenger-endaz bir vaz’iyyette gözümüze çarpıyordu. Limanı teşkil eden rıhtım gayet metin olarak inşa edilmiş ve vapurlar tehlikesiz rıhtıma yanaşabilirler. Limanda beyaz renkli ve yalnız kablo temdidiyle denizde bulunan kabloların ta’miri vasıtasıyla mükellef bulunuyorlar. Vapurumuzun muvasalat [ve] hareketi esnasında İngiliz bayrağını hamil olan bir polis komiseri çıktı. Vapurdaki yolculara hiçbir şey söylemeksizin tedkıkatta bulundu. Sonra vapurun süvarisiyle görüştükten sonra geldiği istimbota rakiben karaya gitti. Karaçi kasabası limanın medhalinde olmayıp içeriye doğru yarım saatlik uzak bir mesafede bulunmakta ve liman kurbunda yalnız şimendüfer istasyonuyla şimendüfer araba ve lokomotifleri ve birkaç şirket ve kumpanya ebniyeleri mevcuddur. Muntazam ve geniş bir rıhtım merdivenlerinden karaya çıktıktan sonra biraz ötede duran tramvay arabasına binip kasabanın içine doğru gittik. Tramvay at ve elektrikle değil motorla müteharriktir. Sür’ati pek ziyade ve otuz iki kişinin rukubuna mahsusdur. Tramvayın duracağı yerler kamilen belediye tarafından All Cars Stop Here yani bütün arabalar burada duracaktır. ibaresini şamil olan levhalar ve direkler sokakların başında rekz edilmiştir. Doğruca Millet ve Hayvanat Bahçesi’ne gittik. Millet Bahçesi gayet nazif ve temiz pavyonlarla sokaklara ayrılmış ve ötesinde berisinde güzel meydancıklar yapılıp ortasında a’la çimenlerle muntazam çiçekler tarh edilmiştir. Bahçenin medar-ı zinet ve ihtişamı olan Hindistan cevizi ağaçlarıyla yaprakları yelpaze biçiminde olan Palm Pam ağaçları ve daha bu memalike mahsus ve bizim İstanbul’da bir tanesi bulunmayan Hind ağaçları zairinin nazar-ı dikkat ve i’tiyarını celb eyliyor. Bahçedeki hayvanat ise bir iki arslan kaplan şakacı bir fil birkaç tane muzi ve müdhiş engerek yılanı Kefçe yılanı Hind ormanlarına mahsus ön ayakları kısa ve ard ayakları uzun kunduzlar irili ufaklı maymunlar beyaz ve küçük fareler güzel tavus ve Hind kuşları papağanlar ve buna mümasil ale’l-ade şeylerdi. Ancak bembeyaz bir dişi kaplan bu hayvanlar içinde emsali pek ender olan vahşi ve zarif bir hayvan nazar-ı dikkatimi celb eylemişidi. Bu bahçeden başka kasaba ortasında küçük bir beledi bahçesi daha vardır ki sırf ahalinin istirahat ve saf heva almaları için yapılmıştır. Kasaba ortasında bulunan beledi dairesi gayet muhteşem ve küçük bir bina olarak herkesin gözüne ilişecek bir noktada vaki’dir. Bütün Karaçi’de bir kahvehane –ki o da Karaçi’de bulunan Arablara mahsusdur– başka kahvehane yoktur. Çaycı ve limonatacı dükkanları vardır ki buralarda saatlerce oturulmaz ancak gelen geçen ve susayanlar için bir iki dakıka tevakkuf edip soğuk veyahud sıcak bir şey içmek için ahali müracaat ediyorlar. Karaçi sokakları ince çakıl taşlarıyla mefruş ve makine ve silindir ile tazyik edilmiş ve yirmi metre genişliğindedir. Sokakların her iki tarafında üç dört metre arzında güzel ve mermer taşlarıyla mefruş kaldırımlar vardır. Çavpani Sokağı kasabayı baştan başa ikiye tefrik eden geniş bir caddedir. Karaçi’de hurma ve at ticaretiyle iştiğal eden birkaç namuslu Arab tüccardan başka hatırı sayılacak başka teb’amız yok ise de millet-i Osmaniyye’nin Karaçi’de bir çok menafi’-i siyasiyyesi vardır ki her halde burada muvazzaf ve Arabi Farisi Urdu ve İngilizce lisanlarına vakıf müdebbir bir şehbenderin ta’yini elzemdir. Irak’a giden vapurlarla yolcular pasaport ve hamule kağıtlarının vizesinin teşkil olunacak konsolatonun varidatı beleğan ma-belağ te’min edilebilir. Bunu Karaçi’de fahri şehbender vekili ünvanını haiz olan zat bana söyledi. Bundan başka Karaçi Hindistan’ın İran’ın Irak’ın hududunu teşkil eden bir noktada vuku’ bulduğundan Osmanlıların mukadderat-ı müstakbelesiyle pek alakadar gibi bana göründü. Karaçi’den Belucistan’a –İran Belucistan’ına– Afganistan’a Hindistan’a karadan gidildiği gibi bahren de dünyanın her tarafına amed-şüd edilir bir merkez-i mühimm-i Karaçi iki yüz bin nüfusu muhtevidir. Bunların kısm-ı a’zamı İslamdır. İslamlar ise anasır-ı muhtelifeye münkasımdır. Afgan Beluc –Belucistan ahalisinden– Kayan Afganistan hudud ve dağlarına mensub kimselerdir Seyk putperest ve Hind-i şimalinin Hind ve kabailine mensub gayet şeci’ ve cengaver kimselerdirler Hoca Bura Simen ki cümlesi müslüman anasırına mensub bulunmaktadırlar. Ticaret alış veriş umur-ı sarrafiyye kuyumculuk ve cevahircilik tamamıyla anasır-ı İslamiyye ile putperestlerin – Hindlilerin– elindedir. İngilizlerden alış veriş sahibi yalnız üç dört mağaza ile birkaç bankadan başka yoktur Karaçi Şehri’nde müte’addid bankalar vardır ki bir ikisinin sahibi müslümandır. Zürra’ Bankası’yla havalata mahsus olan banka İslamlarındır. Karaçi müslümanları kendi çocuklarının ta’lim ve terbiyeleri catını muhtevi bir mektep inşa ve te’sis eylemeye muvaffak olmuşlardır. Mektebin binası büyük bir bahçe ortasında iki kat olarak kurulmuştur. İbtidai ile rüşdi kısımları beyninde tahta perdeden Tedrisat ulum-ı diniyye Ehl-i Sünnet ve Cema’at ahvali üzerinedir. Fünun Urdu lisanıyladır. İngilizce Urdu ve Farisi lisanları tedris edilmekte olduğu gibi Arapça’dan da kava’id-i lisan talebeye öğretiliyor. Talebe namaz kılmaya jimnastik oynamaya ve milli şarkılar okumaya da mecburdurlar. Halife-i İslamiyan olan Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin resmiyle Enver ve Niyazi Beylerin Mahmud Şevket Paşa’nın Midhat Paşa’nın merhum Gazi Osman ve Edhem Paşaların resimleri mektebin kabul salonunda en mu’tena biha ve yüksek bir mevki’de asılı bulunduğu gibi laktır. Mekteb dahilinde ayrıca bir konferans ve bir mütala’a salonu vardır ki talebeler bir araya getirilip mu’allimleri tarafından kendilerine ma’lumat-ı nafi’a ve fenniyye hakkında konferanslar veriliyor. Beni arabaya kendi oğluyla gönderen Osmanlı fahri şehbender vekili bir kart ile mektep müdürüne prezante etmiş ve hakkımda son derece nezaket ve hüsn-i kabul gösterilmiştir. Şöyle ki mektep talebeleri beni memnun etmek için bir Osmanlı vatan şarkısı terennüm ettikten sonra padişahımız halifemiz çok yaşa ma’nasını mutazammın Urdu lisanıyla yüksek avaz ile du’ada bulundular. Ben ise ilim ve faziletin muhassenatıyla sa’y u gayretin lüzumundan Osmanlılara her an ve zamanda mu’avenet ve Halife efendimizin evamir-i aliyyelerine ita’at etmeye bilcümle müslümanların dinen mükellef bulunduklarını beyan dermiyan ettim. Bunun üzerine mektep müdürü benim nutkuma mukabeleten beyan-ı teşekkür edip Osmanlıların galibiyet ve muzafferiyet du’asını da ber-averde-i zeban eyledi. Müte’akiben buzlu şurublarla dondurmalar tevzi’iyle ikramda kusur etmediler. Bu merasimden sonra sınıfları gezerek talebeleri imtihan ettik. Daha sonra ismimi mektebin defter-i mahsusuna kayıd ve cümlesiyle veda’ ederek ayrıldık. Karaçi Osmanlı fahri şehbender vekili tüccar ve ağniya-yı mahalliyyeden emlak-ı kesire sahibi Mehmed Mevlid Dina namında ihtiyar bir zattır. Kendisine vaktiyle ihsan olunan beşinci rütbeden Mecidi nişanıyla fermanını öperek bana gösterdi. Başkaca da Hicaz Demiryolu’nun Gümüş Madalyası’na maliktir. Bu zat Osmanlılara daima iyilik etmiş ve her fırsat ve vesile düştükçe i’anat cem’inde kusur etmemiştir. Bu muharebe-i hazıra esnasında Karaçi’den cem’ eylediği defter-i mahsusunda kayd etmiş ve paraları Bombay’daki Osmanlı Başşehbenderliği vasıtasıyla merkeze yollamıştır. Kendisi fahri olduğu için pasaport ve sair mu’amelat vizesine salahiyetdar değildir. Esasen tüccar olduğu cihetle umur-ı siyasiyyede o kadar mütebahhir değildir. Bana kalırsa Devlet-i Aliyye buraya pek fazıl ve müdebbir ve muvazzaf bir şehbender göndermelidir. Bu zat kendi hesabına bir hayrathane inşa ve te’sis edip Hindistan’dan ve emakin-i saireden gelen fukaraları bu mahalde muvakkaten ikamet ettirmelidir. Karaçi’de şayan-ı dikkat bir güzel köprü vardır ki üzerinden şimendüfer geçiyor. Haric-i kasaba gayet geniş ve temiz ise de kasabanın dahili son derece pis ve fenadır. Buralarda fukara yerliler ikamet ediyorlar. Beledi tarafından bu mahalleler daha taht-ı tanzime alınmamıştır. Karaçi’de günde bir iki kuruşla te’ayyüş ve imrar-ı hayat edenlerin mikdarı az değildir. Fakat bu makule halkın ekserisi Hind ve putperest unsuruna mensubdurlar. Karaçi Şehri’nde o kadar çok dilenci vardır ki İngiltere’nin doğrudan doğruya zir-i idaresinde bulunan böyle mühim bir şehirde bu dilencilere bir şey denilmediğine insan hayret ediyor. Sokaklarda ahali için su muslukları umumi abdesthaneler ve ona mümasil şeyler mebzuldür. Polis her sokak başında ve ortasında dikili bir vaz’iyette ve etrafı gözetmekle –asayişi muhafaza ve intizama ri’ayet etmek şartıyla– meşguldür. İntizam ve asayişi ihlal edecek zerre kadar bir şey vuku’ bulmaz. Arabaların durması için meydancıklar veyahud geniş caddelerin ortası tahsis edilmiştir. Karaçi’de otomobiller de az çok ta’ammüm etmiştir. Karaçi Kasabası’nda güzel bir hal vardır. Burada meyvelerin enva’ı sebze ve saire satılıyor. Satıcılar için yüksek varaklardan ibaret olan taştan ma’mul destgahlar belediye tarafından yapılmıştır. Sabah akşam burası yıkanır temizlenir. Beledi memurlarıyla sıhhiye memurları meyve ve sebzeleri et vesaireyi nazar-ı teftişten geçirip üzerine hükumet markasını basıyorlar. Polisler kamilen yerlidir. Başlarında giydikleri kenarları kısa bir serpuş üzerinde K.P . markası vardır ki Karaçi Polis kelimelerinin ilk harflerini teşkil ediyor. Komiserleri ise İngilizdir. Fakat komiserler at üzerinde olarak kendi mıntıkaları dahilindeki polisleri teftiş ediyorlar. Her cema’at ve unsura mahsus Karaçi Şehri’nde mekteb kilise puthane cami’ vardır herkes kanun-ı mahalliyyeye ri’ayet etmek şartıyla kemal-i serbesti ile ticaret ve hareket etmektedir. Tren günde bir iki def’a Karaçi’den Hindistan’ın her tarafına amed-şüd etmektedir. Günde beş on vapur mutlaka Karaçi’ye uğruyor. Hindistan Karaçi Kasabası’nda vesait-i nakliyye pek çoktur: Otomobil tramvay arabadan ma’ada öküz arabaları ve hatta deve arabaları vardır. Devenin yük arabasına bağlandığını ediyorlarmış. Bu develerin çoğu Belucistan ve Afganistan’dan buralara getiriliyor. Karaçi Şehri mutasarrıflıktır. Karaçi aynı zamanda bir ordugah mahallidir. Hudud vaki’ olduğu cihetle daima civarda asker eksik değildir. Fakat kasaba dahilinde bu askerlerin birine bile tesadüf edilmiyor. Her nedense askerin ahali ile ihtilatını İngilizler münasib görmüyorlar. Binaenaleyh kasaba haricinde üç beş kilometre uzaklığında kendileri için barakalar ve çadırlar eyliyorlar. Karaçi Kasabası’nın harici kumluktur ki oralarda bağ bahçe yetiştirilmiyor. Karaçi suyu da iyi bir su değildir. Acıya meyyal ve insanın zaikasını bozan bir sudur. Umur-ı ve askeriye kumandan ve zabıtanının cümlesi İngiliz unsuruna mensub olup küçük vazifelerle çavuş ve başçavuş rütbesinde olan me’murin-i mülkiyye ve askeriyye yerlilere münhasırdır. Devair-i hükumet ve belediyede mehakimde lisan-ı resmi İngilizce olmakla beraber ahalinin ancak yüzde beşi İngilizce lisanına vakıf bulunuyorlar. Kusur kalanlar ise hep Urdu lisanıyla Hindistan’a mahsus Gücerati ve Merati lisanlarıyla tekellüm ederler. Saat dört Alafranga’da tekrar vapura gelerek Karaçi’den azimet ettik. Deniz fevkalade müteheyyic idi. Vapuru alt üst ediyordu. Yolcuların cümlesini deniz tutmuş ve herkesi buri istila eylemiş ve baygın bir hale düçar olmuşlardı hele vapura hücum eden münferid dalgalar –ki her biri bir dağ cesametinde idi– insanı tedhiş ediyordu. Sahil-i selamete ayak basacağımızı pek müşkil telakkı ediyordum. Hele Karaçi’den karadan şimendüferle niçin gitmediğime yüz kere peşiman oldum. Vapurun yemekleri de iyi bir şey değildi. Yemekten başka her bir şeye benziyordu. Bahriyeye mensub olan İngilizlerin bu yemeği nasıl yediklerine ta’accüb ediyordum. Hakıkaten bunlarda mide değil bir anbar var idi. Fransızların je n’ai pas un estomac anglais “Bende bir İngiliz midesi yoktur” sözü hatırıma geldikçe kendimi hayretten alamıyordum. Beş vakit yemek o da böyle iğrenç getirecek şeyleri vapurdaki müstahdem İngilizler kemal-i iştiha ile tenavül ve üzerinde de pipo çubuklarını çekiyorlardı. Hasılı otuz altı saat kadar bir zaman bu dediğim vapurda çalkalana çalkalana geçirdikten sonra Bombay Limanı’na selametle muvasalat eyledik. Haşiye: Bu makaleyi Pufa’da ve muhteşem bir kasır makalede beyan olunacaktır. S [sin] . M. Tevfik Salib namına bayrak açarak vahşiyane katli’amlarla yüz binlerce ma’sum kanı akıtan İslam yurtlarını perişan ma’murelerini harab eden müttefik Balkan akvam-ı Nasraniyyesi nihayet intikam-i ilahiye uğrayarak birbirine düştüler İslam’a karşı icra ettikleri mezalimin cezasını kendi elleriyle görmeye başladılar. Hakka karşı en serkeşane hareket eden Bulgar cezanın en büyüğüne düçar oldu. Ve inşaallah daha da olacaktır. Diğerlerinin de ankarib ceza-yı sezalarını bulacakları şüphesizdir. Bize gelince müste’inen bi-tevfikihi te’ala ordumuz ileri hareketine başlamış Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle uhdesine düşen vazifeyi ifaya şitaban olmuştur. Bütün efrad-ı millet elinden gelen fedakarlığı diriğ etmezse me’muldür ki İslam’ın yüzü bir parça güler bükük boynu bir parça doğrulur. Türkistan: Türkistan-ı Rusi’nin en büyük şehirlerinden Hokand’dan Kırım’daki Tercüman gazetesine sabık Hokand Hanlığı’nın pay-ı tahtı olan şehr-i şehirde usul-i cedide üzere ma’arifin intişarı hakkında ma’lumat-ı atiyye varid olmuştur. Tedrisatı usul-i savtiyye üzere olan yeni İslam mekteplerinde biri birini müte’akib senevi bahşeylediği sür’at ve muvaffakiyet-i tahsilden hayran kalmışlar ve mu’allimlerin sa’y u gayretini ber-averde-i lisan takdir eylemişlerdir. İmtihanlarda usul-i cedidenin ne kadar müfid olduğunu gören mu’teberandan Hokand’ın ikinci daire-i idaresi kadısı meşahir-i ulemadan Damla Kemaleddin Efendi Hokand Şehri’nin üçüncü belediyesi dairesi dahilinde mektebin ismi Kemaliye olacaktır. İnşaat ilerlemiştir. Kadi-i müşarun-ileyh Emin Canbay Medresesi’nin yanına dahi ayrıca bir rüşdi mektebinin te’sisine himmet eylemiştir. Kadi-i ma’arif-perver bu mü’essesat için kise-i hamiyyetinden . ruble tahsis eylemiştir. Haziran-ı Efrenci tarihinde Trablusgarb’dan varid olan hususi bir telgrafa göre tarih-i mezkurda o havalide İtalyanlarla Arablar arasında gayet şiddetli ve sürekli bir muharebe devam ederek neticede Arablar İtalyanların yed-i işgaline geçen Beşare Demare mevki’ini tekrar istila etmişlerdir. Bu vak’ada olduğu tahmin olunuyor. Diğer taraftan varid olan haberlere nazaran büyük bir müsademeden ve İtalyanların bir çok telefat ve ganaim vermelerini intac eden hezimetlerden sonra Arablar Zaviyet-i Sa’idi Rafi’ ve Ebi Zürra’ ve el-Müfidiye mevki’lerini tekrar işgal etmişlerdir. RİCA Abone ve kitap bedelatından dolayı idarehaneye borcu kalanların lütfen bu günlerde tesviye-i deyne himmet buyurmaları rica olunur. – Nasıl kapatmalı? – Gayet kolay: “Şu meydanlık Ki yol geçen hanı olmuştu avludur artık; Bu avludan geçecekler namaz için geçecek.” Deyip kapatmalı! – Yahu akıllısın gerçek! – Geçende yıkmaya kalkıştılardı mahfili ya! – Demek ki zırdeli bunlar! – Sorar mısın? Deli ya! Delirmedikçe bir insan nasıl varır eli de Kıyar şu mahfile yahud şu muhteşem geçide? “Bizim de var medeniyyetle aşinalığımız... Hem eskidir...” diyebilmek için dayandığımız Yegane hüccet-i sengini yırtacaklar da Sıkılmadan gezecekler “geniş” sokaklarda! – “Sıkılmadan” diye bir nükte salladın... Lakin Yerinde oldu... – Değil sende anlayış keskin! – Ben anlamam ya fakat pek değerli olsa gerek... Hakikaten şu geçit çok güzel midir?... – Ne demek! Sahifeler yazıyor belki fenn-i mi’mari O meyl-i naz ile mahmur dideler-vari Biraz meyilli bakan ma’berin güzelliğine... – Kemer de öyle muvafık mıdır aceb fenne? – Ne söyledin? – Şu atılmış verev kemer iyi mi? – Fünun-i hendesenin var ya bir de “tersimi” Denen usulü... Onun mahirane tatbiki. – Demek ki: Hayli mühimdir bunun da tedkıki. – Senin gözün iyidir... Kaç muvakkıtin sa’ati? Düzelteyim şunu... Dur dur... Kurulmamış zati! – Birinde on buçuk olmuş birinde üç... – Ne güzel! Zaman içinde zaman... Yoktu böyle şey evvel. – Büyük kusur idi lakin... – Hakikat öyle idi: Kamer hesabı güneş devri sonra miladi Deyip de üç yılı ezber bilen zeki millet Durur mu hiç yalınız bir sa’atle? Durmaz evet! – Nasıl şu banka güzel bir bina mı? – Pek o kadar Fena değilse de nisbetle bir biçimli duvar Mesabesinde kalır cami’in yanında... – Garib! Benim gözümle bakarsan: Ne muhteşem! Ne mehib! – O başka... Sorsalar üslub için “şudur” denemez. Asalet olmalı san’atte evvela... Bu: Melez! Hayır melez de değil... Belki birçok üslubun Halita hali ki tahlile kalkışılsa: Uzun! Necib eser arıyorsan: Sebile bak işte... Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste Safa-yı fıtratı şahid ki: Tertemiz aslı; Damarlarında yüzen kan da can da Osmanlı! Görüp bu cuşiş-i san’atte ruh-i ecdadı Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evladı! MÜDAFAAT-I DINİYYE HUTBELER: ZEBH-I AZIME DAIR HUTBE Allahü te’alayı onların tavsif ettikleri tecessüdden feda-yı nefisden ve diğer nekaisden tenzih ve takdis eder ve tarik-i hakkı irae ile bizi o türlü dalalet yollarından kurtaran Nebiyy-i zişanına tasliye eylerim. Emma ba’d Hatib-i Nasrani bu def’a mevzu’-ı bahs ettiğimiz hutbesinde Allah’ın kelimeleriyle istidlale kalkışıyor. Böyle karma karışık fikirleri hatırlarından bile geçirmemiş olan ehl-i İslam bu sözümüzü ü hayrete düşeceklerdir. Ey sevgili din kardeşlerim! Sizin hayretinizi tezyid için şunu da haber vereyim ki hatibimizin Onın ifadesine göre İsa’dan evvel zebh edilen kurbanlar hep ona işaret idi. Kur’an-ı Kerim’ deki zebh lafzı da ona işarettir. Eğer öyle olmasaydı azim ile tavsif edilir mi idi? Çünkü “zebh” boğazlanacak davardır kurbanlık koç gibi. “Azim” de büyük demektir. Hiç koç büyüklük ile tavsif edilir mi? Yani büyük koç olur mu? İşte o kurbanlık büyük davar veya koç İsa yani Allah’dır. Ama siz bunu “cim” üstün “ce he” bezir bardağı gibi bir şey addedecek imişsiniz; ne derseniz deyiniz hakıkat şudur ki bugün beş yüz elli milyon halk hatta dünyanın en mütemeddin en akıl bir halkı bu gibi şeylere mak için dünyayı kasıp kavuruyorlar. “İnsanın en ziyade kayırdığı kendi nefsidir istikbalidir ahiretidir bu adamlar nasıl oluyor da ahiretlerini bu türlü efkar-ı sehifeye bina ediyorlar?” derseniz bilmelisiniz ki onların rüesa-yı ruhaniyyesi bizim gibi değildir. Ahaliyi daima nezaret altında tutarlar. Bir çocuk söz söylemeye başlar başlamaz işiteceği hep bu gibi akıl ve hikmetin maverasında olan şeylerdir. İşite işite onlar çocuğun hafızasında nakş olunur bir hakıkat-i fıtriyye şeklini alır. Bizde meşhur bir söz vardır ki bir adama kırk gün deli deseler hakıkaten deli olur imiş. Bunlar ise kırk gün kırk ay kırk sene değil müddet-i ömürlerinde nakarat gibi hep bu sözleri işitirler. Hatta mevzu’-ı bahsimiz olan yedi sahifelik bir hutbe hep bir sözün tekrarından ibarettir. Bir nasrani sinn-i ta’akkule vasıl olduktan sonra bunların gayr-i ma’kul şeyler olduğunu anlamaya başlasa bile mu’tekadatı ma’kulat ile karıştırmak günah olduğundan ve ahiretini mahv edeceğinden düşünmeye bile cesaret edemez. Fikrinde daima ma’kulat ayrı mu’takadat ayrı birer istikamet alırlar. Yekdiğerine asla karışmaksızın muvazat üzere giderler. Bir vakitler İzmir’de feylesof bir Fransız dostumun on iki on üç yaşında gayet zeki bir oğlu vardı mektebinde bittabi’ akaid ile beraber fünun da okur idi. Çocuğu diğer dersleri arasında Nasraniyet’in böyle akla sığmaz serairinden de imtihan eder bunları aklı nasıl kabul ettiğini sorardık. Biçare çocuk c’est l’histoire derdi; yani “Ne yapayım tarih böyle söylüyor” demek istiyordu. Bu zavallılar öyle bedbahttırlar ki akıdelerine muğayir bir fikri düşünmekten memnu’ oldukları gibi öyle bir kitabı okumaktan da memnu’durlar. Siz ne tahmin edersiniz? Emin olunuz ki iki üç aydan beri şu sahifelerde yazdığımız şeyleri biz kendi kendimize yazar okuruz. Mütedeyyin mu’tekid Nasara vatandaşlarımızın akaid-i Nasraniyye hilafına olan fikirleri öğrenecek ma’kul veya mektub her türlü kapılar sedd-i Çin gibi duvarlar ile kapalıdır. Çocukluğundan i’tibaren bu terbiye-i fikriyye ile yetişenlerden çoğu bir kere dünya umuruna daldı mı artık öyle mesail-i i’tikadiyyeyi muhakeme etmeye vakti kalmaz öteden beri ne öğrendi ise onunla iktifa eyler. İçlerinden tahsil-i ali görenler filhakıka kendisine öğrettikleri mu’tekadatın esasssız şeyler olduğun anlarsa da ne yapacak? Olsa olsa bir dinsiz olur kalır. Hakayık-ı diniyyeyi aleme tebliğ ile me’mur olan biz müslimin bu babda ne yapmışız? Biz ki diyerek kendimize büyük bir paye veririz. Acaba bu veraseti ifa etmiş miyiz? Daha doğrusu ifa etmek iktidarını şen rehabin ile görüşmeli de o büyük alemi idare için ne kadar vukuf lazım olduğunu anlamalı. Biz ise asırlardan beri olduğunu anlatamamışız. Yalnız anlatamamışız değil belki kava’id-i İslamiyyeye muğayir harekat ve icraatımızla aksine fikirler vermiş ve onlarda büyük bir ta’assub-ı mezhebi ikaz eylemişiz. Osmanlı idaresinden çıkan akvam-ı Nasraniyede eski mübalat-ı diniyyenin kalmadığı erbab-ı tedkıkin nazarından kaçmamıştır. Ama Nasara rüesa-yı ruhaniyye-i muktediresi işte o akl-ı selimin kabul etmediği akıdelerini aleme neşr için hiçbir fedakarlığı diriğ etmiyorlar. Şimdi bizi işgal eden şu hutbeler evvel emirde Arapça olarak Mısır’da tab’ ve neşr edildikten sonra burada Türkçe’ye tercüme ve neşr edilmektedir. Daha kim bilir hangi lisanlara tercümeyle alem-i bir müslim imzası altında olarak neşr ediliyor. Fikr-i acizanemce bu risalelerin içimizde neşr edilmesinde min-cihetin faide vardır. Çünkü bunlar Hıristiyanlığa karşı la-übaliyane bir hatt-ı hareket ta’kıb eden müslimine Nasraniyet’in ne türlü gayr-i ma’kul esaslara müstenid olduğunu anlatmaktadır. Ama şekline ve ayat-ı Kur’an iyye ile istidlal eder gibi görünmesine nazaran eğer müteyakkız bulunmaz isek zarar Ez-cümle bizim hatibimiz işbu risalesine bir müslim gibi besmele ile başlıyor. ayet-i kerimesini sername ittihaz ettikten ve “Savaba hadi ve azabdan fadi olan Allah’a hamd” eyledikten sonra emma ba’d diyerek tesvilata girişiyor ve diyor ki: “Ey ihvan müsa’adenizle size Kur’an’da varid olan bir kıssayı hikaye edeyim. İbrahim kendisine bir oğul ihsan etmesi olundu. Ve İshak sinn-i büluğa baliğ oldukta pederi onu zibh etmesine dair uykuda bir rüya gördü ve İbrahim rüyayı telakkı ve onun zebhi işine şüru’ etti. Ve o zaman Allah İbrahim’e rüyanın ahkamını icra etmiş olduğunu beyanla İshak’ı bir zebh-i azim ile halas etti.” Ey ihvan ben de müsa’adenizle hatibin işaret ettiği ayat-ı Kur’an iyeyi buraya harfiyyen nakl edeyim; zira bu hutbenin esasını teşkil etmektedir: “ İbrahim nar-ı Nemrud’dan halas olduktan sonra Şam’a hicret ederken dedi ki” “ Ben Rabbime gidiyorum.” “ Rabbim beni salaha hidayet edecektir.” “Ey Rabbim bana salihlerden olmak üzere bir evlad ihsan et.” “ Biz İbrahim’in du’asını kabul ederek halim bir evlad ile müjdeledik.” “ Vakta ki çocuk babasıyla birlikte çalışacak bir sinne vasıl oldu.” “İbrahim ona dedi ki:” “ Evladcığım ben rüyamda gördüm ki seni boğazlıyorum; bak sen ne re’y edersin?” “ Çocuk dedi ki:” “ Ey babam her ne ile emr olunduysan onu yerine getir; inşaallah beni sabirlerden bulursun.” “ Vakta ki baba oğul ikisi de bu rüyayı hüccet bilip teslim oldular ve babası onu kesmek için yüz üstüne yan yatırdı.” “ Biz ona nida edip dedik ki:” “ Ey İbrahim sen gördüğün rüyanın hükmünü ale’t-tahkık yerine getirdin.” “ Biz amel-i salih ashabını bu suretle düçar-ı keder olduktan sonra sevindirmekle mükafatlandırırız.” “ Hakıkat bu bela ve mihnet büyük bir imtihandır.” “ Ve çocuğa “ Biz sonra gelen akvam ve ümem içinde İbrahim hakkında bir zikr-i cemil ibka ettik cümlesi ona selam ve sena ederler” “ İşte biz muhsinleri böyle cezalandırırız. Zira İbrahim mü’min kullarımızdandır.” “ Biz İbrahim’i İshak ile de tebşir ettik ki sulehadan bir peygamber olacaktır.” “ İbrahim “Onların zürriyetinden bazıları amel-i salih işleyici diğer bazıları da açıktan nefislerine zulm edicidir.” Denildiğine göre Hazret-i İbrahim oğlunu zebh etmek üzere iken arkasından “Ya İbrahim” diye bir nida geldi dönüp baktı semin bir koçun cebelden inip gelmekte olduğunu gördü. Derhal kalkıp onu yakalayarak zebh etti. Oğlunu da kaldırıp kucakladı “İşte Allah bugün seni bana bağışladı” dedi. Bu ayet-i kerimede nazar-ı dikkati ilk celb eden şey Hazret-i bulan münacatı üzerine kendisine ihsan edilen ilk evladın ta’yinidir acaba İsmail mi yoksa İshak mı idi? Bu cümlenin ma’lumu bir mes’ele olduğu halde ehemmiyetle tavsif edişimizi yabana atmayınız. Görüyorsunuz ki bizim hatib-i Nasrani fıkra-i sabıkasında bunun İshak olduğunda tereddüd bile etmiyor; hatta ayet-i celilenin ma’nasını nakl ederken güya Kur’an’da İshak olarak musarrah imiş gibi bir tahrif çekinmeyen bir millet başkasının kitabını tahrifden sıkılacak değil ya! Bu tahrif Tevrat’a bile nüfuz etmiştir. Daha garibini söyleyeyim; ulema-i İslamiyye’den bu babdaki İsrailayatın te’sirine kapılan zevat bile görülmüştür. Halbuki işbu nass-ı celildeki veledden maksad İsmail aleyhisselam olduğu edille-i kat’iyye ile sabittir. Evvel emirde Hazret-i İbrahim’in hin-i muhaceretinde salihinden bir evlad temenni etmesi evvelce bir oğlu mevcud Eğer mevcud iken “Ya Rabbi bana bir evlad ihsan et” diye münacat etmiş ise hasılı tahsil kabilindendir ve müstehildir. Ve eğer mevcud değil iken münacat etmiş ise cümlenin taht-ı tasdikinde olduğu vech ile onun ilk mevludü Hazret-i Saniyen işbu ayet-i celileye dikkat edilirse görülür ki Hazret-i İbrahim min tarafillah iki def’a evlad ile mübeşşer olmuştur: Birincisine kavl-i kerimiyle işaret buyurulmuş yani evvelen bir veled-i salih ile ve ba’dehu İshak nebi ile tebşir edilmiştir. Şu halde İshak’dan evvel tebşir buyurulan ilk evlad yine İshak mıdır yoksa İsmail midir? Bunda kestiremeyecek ne var? Salisen Sure-i Hud’da ayet kavl-i kerimi mucebince Hazret-i İbrahim’in zevcesi Sare’nin İshak namında bir oğlu ve ba’dehu onun da Yakub namında bir oğlu olacağı müjdelenmiştir. Mevzu’-ı bahs ittihaz ettiğimiz ayette tebşir edilen gulam-ı halimden maksad ettiği emir Yakub’un tevellüdünden mukaddem midir yoksa mu’ahhar mı? Mukaddemdir diyemeyiz çünkü mübeşşer olan Yakub’un tevellüdünden evvel İshak’ın zebhine emir sadır olması batıldır. Muahhardır da diyemeyiz çünkü mevzu’-ı bahsimiz olan ayet-i celilede veled-i mübeşşerin sinn-i sa’ye vusulüyle beraber İbrahim’in rüya gördüğü beyan buyuruluyor. Şu halde gulam-ı halimin İshak’dan başkası olmak lazım gelir. Rabi’an Sure-i Enbiya’da Hazret-i İsmail sabr ile tavsif buyurulmuştur ki zebh emrine sabr demektir ayet . Hamisen Sure-i Meryem’de dahi yine Hazret-i İsmail ayet olmakla tavsif buyurulmuştur ki maksad zebhe tahammül edeceği hakkındaki va’dinde vefa eylemesidir. Sadisen zebhin Mekke’de vuku’u dahi İsmail olduğuna delalet eder; Zira İshak hiç Mekke’ye gitmemiştir. Hatta Hazret-i İsmail’e fedaen kurban edilen koçun boynuzları Kabe-i muazzamaya mu’allak olup ta İbni Zübeyr zamanındaki harika kadar devam ettiği ve o vakit muhterik olduğu hakkında bir çok rivayetler vardır. yerine yazılmıştır. Sabi’an hadis-i şerifi de buradaki zebihin bevi Abdullah bin Abdülmuttalibdir ki Abdülmuttalib ettiği bir nezre binaen Abdullah’ı boğazlamaya niyet ettiği halde Kureyş’in mümana’ati üzerine kahin-i Huza’i’nin tavsiyesiyle yüz deve fidye vererek Abdullah’ı tahlis eylemiştir. Bahse nihayet vermeden şunu da beyan edeyim ki enbiya-yı onların üç makamı vardır: Birincisi rüyanın aynıyla zuhura gelmesidir; Resul-i ekremin ashabıyla Mekke’ye gidip hac edecekleri hakkındaki rüyası gibi. İkincisi zıddı ile vuku’a gelmesidir; Hazret-i İbrahim’in rüyasında oğlunu zebh ettiğini görmesi gibi ki feda ve necat şeklinde tahakkuk etmiştir. Üçüncüsü temsil ve te’vil ile vuku’a gelmesidir; Hazret-i Yusuf’un rüyası gibi. Nevbet-i kelamı hatibimize terk ediyoruz: “Son iki kelime yani zebh-i azim kelimeleri üzerine mülahaza eder iseniz onları gayet garib bulursunuz.” Biz bu iki kelime üzerine hayli mülahaza ettik. Onlarda hiçbir garabet görmedik. Görmedik de iki tarafın tarz-ı telakkısindeki tefavüt-i azime hayretten kendimizi alamadık. “En büyük müfessirler bu iki kelimenin işaret-i maksudesini fehm ve onların mutazammın olduğu telmih-i hafiyi idrak etmek su’ubetinden naşi onları terk ve ihmal etmişlerse de bunlar sarahaten izah ve tefsir olunabilir.” Dostum! Bu sözleri ciddi mi söylüyorsunuz? Bütün tefsir kitaplarında ve ez-cümle kiraren isimlerini yad ettiğiniz Razi ve Beyzavi tefsirlerinde bu kelimelerin ne yolda tefsir edildiğini görmediniz mi? Onlar azim kelimesini iki suretle tefsir ediyorlar: Biri kurbanlığın cüssece azim ve yağlı olmasıdır. kurbanlık bir peygamber oğlu peygamber için feda ediliyor ve öyle bir peygamber ki zürriyetinden nice enbiya ve bilhassa seyyidü’l-mürselin aleyhi’t-tahaya hazretleri gelecektir. Bu tefsirleri görmemiş olmanıza ihtimal veremem. Belki kendi fikrinize muhalefetinden naşi beğenmemiş olacaksınız. Lakin ne yapalım Kur’an-ı Kerim öyle herkesin arzusu vechile tefsir edilemez. Aksam-ı nazmdan her birinin ahkamına dair bizde “Usul-ı fıkh” namıyla bir ilm-i celili’l-kadr meydana getirilmiştir. Tefsir ile meşgul olanlar behemehal o ilimde yed-i tula sahibi bulunmalıdırlar. Acaba zat-ı ali-i nihriraneleri o ilim ile teveggule vakit bulabildiler mi? Eğer teveggul buyurulmuş ise kava’idinin hilafına niçin hareket olunuyor? Eğer tevaggul buyurulmamış ise Kur’an’ın tefsirine nasıl cür’et ediliyor? Bu fıkranın sonunda bunların sarahaten tefsir olunabileceği hakkındaki ifadenizin hatırda tutulmasını da hassaten rica ederim. Çünkü ileride lazım olacaktır. “Evet zebh kelimesi meşhur olup azim kelimesi mechul değil ise de burada birinin diğerine atf edilmesi garibdir.” Şimdi iki kelimenin garabeti hakkındaki iddi’anızın sebebi anlaşıldı. Siz garabeti bunların lafzında değil birinin diğerine atfında buluyorsunuz. Filhakıka bunlardan biri diğerine atf edilse idi biri isim diğeri sıfat olmak hasebiyle pek garib bir şey olurdu. Bereket versin ki öyle bir şey yoktur. Doğrusu bu ağız ile Kur’an’ın tefsirine kalkışmak büyük bir cür’ettir. TERBİYE VE TA’LIM habı beyan-ı mutala’a ve serd-i makal etmiş iseler de maatteessüf bunlar hep kağıt üzerinde kalmış mevki’-i tatbike konulmamıştır. Bu babda benim beyan edeceğim fikrin de böyle olacağını biliyor isem de ta’kıb etmekte olduğumuz usulün sekametini meslekdaşım bulunan talebe-i ulum efendilere min gayri haddin beyan ile bu uslubun ta’dilini ulema-yı kiramdan istirham eylemek suretiyle zihnime tebadür eden bazı sözleri yazmayı kendimce münasib gördüm. rülmeyebilir. Lakin ictihad ictihadı nakz etmediği için beni tahtie etmeye hakları da olamaz. Fikr-i kasıranem ise evvela beyan edeceğim vech üzre medarisin programını ta’dil ve saniyen tatbikatıyla beraber talebe-i uluma ders okutmaktır. Dikkat buyurulsun ki programın ta’dili diyorum da tebdili demiyorum. Çünkü tedris edilmekte olan fünun-ı mütenevvi’anın şerhlerinden ma’adasının kaldırılması tarafdarı değil; belki ta’dil ve ıslah edilmesi taraftarıyım şimdi tedris edilmekte olan derslerin sekametini bir def’a anlayalım: Burada hatırıma bir sual geliyor. Acaba okunan derslerden maksad kava’id ve mesail zabt etmek midir yoksa lügat-i Arabiyeye aşina olmak mıdır yoksa her ikisi de matlub mudur? Burası şayan-ı tedkık ve şayan-ı te’emmül bir mes’eledir! Eğer cevaben her ikisi de matlubdur deniliyorsa ta’kıb edilmekte olan usulün buna kafi olmadığı tecrübemizle sabittir. Çünkü elimizde tedavül eden kitaplarda daima aynı elfaz ve aynı misalin tekerrür ettiğini mesela hangi nahiv kitabını açmış olsak mutlaka ve mantık kitabında da misallerini görürüz ki: Bu gibi misallerden talebe-i ulumun lugat-i Arabiyyeye bi-hakkın aşina olamayacağı bedihidir. Değil talebe-i ulum sinin-i vefire tedrisiyle meşgul olan dersi’am efendiler bile elfaz-ı garibe lugat-ı acibeyi havi olan ebyat ve eş’arı kütüb-i luğata müracaat etmeksizin halledemiyorlar evlad-ı Arab’dan bir zata tesadüf etseler mükalemeden aciz kalıyorlar. Lisan-ı Arab üzere tahrir edilmiş olan kitapları on beş yirmi sene okuyup okudup da o lisan ile ifade-i meram edecek kadar söz söyleyememek ne kadar garib ne derece acibdir! Arapça tekellüm etmek ise Arab kardeşlerimizle olan rabıtayı takviye etmekle beraber Kur’an-ı Kerim ve ehadis-i nebeviyye hep lisan-ı Arabi üzere olduğu için hocaların ve talebe-i ulumun Arapçayı mükemmel bilip tekellüme muktedir olmaları icabı zamanında tefsire ve lügate müracaat etmeksizin ma’na-yı Kur’an’ı anlamaları kendilerine karşı lazımdır. Halbuki böyle olmuyor ve olamıyor. Demek ki tedris olunan kitaplardan bu maksad husule gelmiyor. Bir de kava’id ve mesailin zabtı cihetini düşünelim: Esasen kitaplar müşkil ve muğlak bir ibare ile tertib olunmakla beraber filan zat şöyle dedi filan zat da ona şu cevabı verdi ben de şöyle dedim gibi bir takım gürültüler ki hiç birisi hatırda kalmıyor ve ondan istihsal edilecek maksad da fevt olmakla beraber kava’id ve mesaili de iyice zabt edilmiş olmuyor. Biçare talebenin ihtiyar-ı gurbet ederek alam ve ekdara göğüs gerip rutubetler içerisinde ifna-yı ömür ettiği yanına kar kalıyor. Ta’assubu terk ederek nazar-ı insafla muhakeme edelim: Bugün muhassenat-ı diniyyemizi edille-i akliyye ve nakliyye ile isbata muktedir kaç talebe yetişiyor?... Ale’l-ekser on beş yirmi sene medrese bekleyen bir efendi mezaya-yı şer’iyyeye bi-hakkın kesb-i vukuf etmediği maatteessüf aciz kalıyor. Çünkü okuduğu şeylerden hatırında bir şey kalmamış ki mübahese ve mu’araza etsin!!.... Ulvi bir fikire münevver bir dimağa malik olduğu halde mahza hazret-i ilm tahsil etmek üzere memleketi ana ve babayı kardeş ve akrabayı terk ile bin türlü mezahime katlanarak Konya ve İstanbul gibi mahallere giden biçare talebe haiz olduğu o ateşin zekayı beyhude mahv edip gidiyor. Maatteessüf hakkıyla hadim-i din ve mürşid-i millet olamıyor. oluyor… Acaba bunun çare-i necat ve esbabını dersi’am efendiler niçin düşünmüyor!. Kezalik tedris edilmekte olan kitapların ihtiyacat-ı zamaniyemizi te’mine kafi olmadığını ibareleri müşkil olmak hasebiyle talebe yekden anlayamadığını belki kendilerine bir melal geldiğini matlub derecede faide-mend olamadıklarından adeta beyhude ifna-yı ömr etmekte olduklarını maazallah bu hal devam ederse bi-hakkın telkınat-ı diniyyede bulunacak adam kalmayacağını milletin terakkiyatı ise ancak mürşid ile hasıl olacağını ve mürşidin de talebe-i ulumdan olması zaruri bulunduğunu yine dersi’am efendiler düşünüp de ıslahı cihetine tevessül ederek müttefikan merci’ine niçin şikayet etmiyorlar? Zamanımızda pek çok kimseler vardır ki Kur’an -ı azimü’ş-şan yalnız namaz abdest gibi ibadatı amir; sirkat zina gibi kabahatleri nahi olup haşa sa’yin terakkı te’ali etmenin muhassenatını beyan eylemez zannediyorlar. Halbuki o Kur’an -ı celilü’ş-şan terakkiyatımızın ve sa’y ü gayrette ber-devam olmamızın yalnız muhassenatını değil belki yolunu ve usulünü bile bize beyan buyurduğu ve bugün fennen sabit olan nice nice hakaik ve dekaiki on üç asır evvel haber verdiği erbab-ı basar ve basiret indinde ma’lum ve muhakkak değil midir. Lakin bunu ahalimize tefhim edecek kimdir? Bittabi’ talebe-i ulumdur. Talebe-i ulumun da okuduğu ders kendisine menfa’at vermezse acaba ahara nasıl menfa’at bahş eder? kelamına ma-sadak düşmezler mi? Şimdi bir de elimizde bulunan akaid kitabını gözden geçirelim. Zamanımızda mevcud olan mu’arız ve muhasımlarımızı da karşımıza alalım da onlarla mübahaseye girişelim. Acaba bu mümkün mü? Onları ikna’ edebilir miyiz? Ben kendi hesabıma “edemeyiz” diye cevap veriyorum. Çünkü bizim okuduğumuz akaid kitabı şu zamanda mevcud olan maddiyyun ve tabi’iyyuna karşı tertib edilmemiş; belki bundan birkaç yüz sene evvel mevcud olan Mu’tezile Sofistaiyye gibi bir takım mezahibe karşı delail-i akliyye ve nakliyye edersem zamanımızda bu gibi mezahib erbabından kimse kalmamıştır. Belki onların makamına maddiyyun ve tabi’iyyun mezhebleri kaim olmuştur ki bu mezahib-i sakimenin tervici hususunda bir takım risaleler bile tertib edildiğini gençlerimizden bir kısmının da bu risalecikleri mutala’a eylediklerini henüz tekemmülat-ı fikriyyeye malik ve hakaik-i Kur’an iyye’ye aşina olmadıklarından tetebbu’at-ı ilmiyyeleri de vasi’ bir mikyasta bulunmadığından onların meslek-i sakimine saparak akidelerini tesmim ekseriya o meslek-i na-makbuleyi müdafaa eylediklerini görüyoruz. Bu fena fikir etraf ve eknafa inceden inceye kıvılcımlar saçmaktadır ki bundan hasıl olan mesuliyet-i ma’neviyye de bittabi’ zamanımızdaki ulemaya raci’dir. Çünkü onlar bu dinin hadimi ve millet-i İslamiyye’nin mürşid ve mukteda-bihidirler. İ’tikadiyat ve ameliyata ait an-delil her ne söylerlerse kelamları kabul olunur. Avam ve havas indinde pek büyük bir te’sir edecek herkese dini ve belki dünyevi olan menafi’inde usulü ta’lim ve tefhim edecek sınıf ulemadır. Maatteessüf zamanımızdaki ulema bu ciheti düşünmüyorlar. Düşünemiyoruz diye ma’zeret-i gayr-i makbulede bulunuyorlar. İşte bu gibi şeyler de esbab-ı inhitatımız oluyor. Eslaf-ı izam “Allah kendilerinden razı olsun” fünun-ı muhtelifeden birer kitap yapmışlar ve bir kısmı da bunlara şüruh ve havaşi yazarak musanniflerin maksadını izah etmişler. Demek ki çalışıp meydana bir takım ulum ve fünun koymuşlar. Uhdelerine düşen vazifeyi ifada kusur etmemişler. Acaba asrımızda mevcud olan ulema-yı kiramın uhdelerine de böyle bir vazife terettüb etmiyor mu? Yoksa terettüb ediyor da onlar tesamüh mü ediyorlar! Evet: Zamanımızda bulunan ulema-yı kiram hazeratının en birinci olarak uhdelerine terettüb eden vazife-i nazife maddiyyun ve tabi’iyyun ve sair yeni türedi mezheblerin kitaplarını mutala’a edip onları ilzam edecek bir surette delail-i akliyye ve nakliyye ile bir akaid kitabı tertib ederek mezayayı diniyyemizi hasma anlatmak tasdika mecbur etmek talebe-i ulumun da programını ta’dil ve ıslah eylemektir… Mesela: Tedris edilmekte olan fünun-ı muhtelifenin her birerlerinden birer metin intihab edilip ibaratını şerh ve haşiyeye muhtac olmayacak derecede teshil ve tavzih eylemek kütüb-i fıkhıyyeden ibadat münakehat ve talaka ait ma’mulün-bih olan mesaili toplayıp sehl ibare ile bir kitap tertib edip de ma’mulün-bih olmayan köle ve cariye bahisleriyle talebeyi uğraştırmamak; şu zamanda en ziyade bilinmesi lazım gelen bey’ icare rehin şirket ilh. mesaili cami’ ve sehl ma idhal etmek; Buhari Müslim gibi kütüb-i mu’tebereden zira’at ticaret sına’at muharebata ait bir takım ehadis-i nebeviyyeyi toplayarak onu bir kitap yapıp talebe nahiv okumaya başlayınca o kitabdan dersin ibtidasında teberrüken yeyi kendilerine tefhim ile şevklerini tezyid etmek; talebe-i ulumun yevmiye beş lügat zabt etmesini Arapça tekellüm etmesini taht-ı mecburiyyete alıp tekmil-i nüsah edinceye kadar binlerle lügat ezberlemek suretiyle tefsir hadis fıkıh okurken müşkilat çektirmemek; “hıfzussıhha”ya “kitabete” elhasıl zamanımızın icab ettiği fünun-ı cedideye dair olan derslere de Arabi dersleri kadar ehemmiyet vermektir. Hele “Tasavvurat ve tasdikat” gibi dersleri okuyan okutan tatbik etmekten aciz oldukları halde dört beş sene talebenin aziz vaktini onlarla geçirmek hiç de doğru değildir. Ve talebe-i ulumun imtihanı mesail-i fıkhıyye gibi dini şeylere münhasır olmayıp da anlamadığı mantığın ta’riflerine münhasır olması ne kadar tuhaf ve ne derece gülünçtür!!... dan olarak ulemanın üzerine düşen vazife-i mühimme metinleri teshil ve tavzih ve beyan ettiğim vech üzre bir akaid kitabı bir de hadis ile fıkıh cem’ ve tertib eylemektir. Lehü’l-hamd asrımızda bunları yapmaya muktedir ulema eksik değildir. Lakin sırf himmet ve sa’y u gayret etmeleri lazımdır; etmedikleri takdirde talebe-i uluma karşı serd edilen talebe de okuduğu dersden bir lezzet his etmezse hem bir takım i’tiraza ma’ruz kalır hem de günden güne hadim-i din azalır gider. İşte bu cihetten ulema pek büyük bir mesuliyet-i ma’neviyye altında kalır ve ulemanın “Biz nasıl zor zoruna çalıştıkta hoca olduysak talebe de öyle zor zoruna çalışsın da hoca olsun” demeleri doğru bir nazariye olamaz. Çünkü zaman değişmiştir. Şimdi az zaman zarfında çok ilim tahsil edilmek icab ediyor. Zira devrimiz devr-i terakkıdir. Şimden sonra talebe-i ulumun cerr ile idare-i ma’işet etmesi artık geçmiştir. Bir an evvel tahsil-i ilm ü kemal edip de mes’ud yaşamak için behemehal ticaret zira’at gibi bir işe teşebbüs etmeleri lazımdır. Bir talebe ömrünü on beş yirmi sene medreseye vakf ederse sonra ondan bir şey beklenilmez; medreselerin ömür törpüsü olduğu herkesce müsellemdir. Bilhassa İstanbul muhitindeki medarisde yaşamak pek müşkildir o rutubetlere murdar havalara karşı mübareze-i hayatiyede bulunmak her yiğidin karı değildir. Müşahedat bunu bize pek a’la gösteriyor nasıl ki ara sıra o rutubetin kurbanı olarak giden eksik değildir! Garaibden biri de –ekser medarisde vardır– bazı kimseler yirmi sekiz otuz yaşı mütecaviz icazeti almış hiçbir şeye nail olamamış ve olmak ihtimali de yok beyhude yere odaları kudretleri yettiği kadar herkese telkınat-ı diniyyede bulunsalar bir hizmete teşebbüs edip zürriyet yetiştirseler odalarına taşradan yeni gelen talebe konulsa fena mı olur?!! Kezalik İstanbul’da bu kadar dersi’am efendiler vardır. Bunların bir kısmı ma’aşlarıyla beraber müderris olarak taşraya gönderilse de hem orada talebeye tedris ve hem de ahaliye tebliğ-i ahkamda bulunsalar şu zamanda esbab-ı terakkı neden ibaretse beyan etseler dini dünyevi herkesi kendilerinden müstefid kılsalar olmaz mı? Ma’ruz kaldığımız felaket-i uzmanın menşe’i zulümat-ı cehl değil midir. Bugün dinimizin bekası kuvvetle servetle bunların da ancak ilim ve ma’arifle olacağını zaman ve tecrübe bize göstermedi mi? Evvelce muharebe ok ile yay ile olurken şimdi kurşun ile top ile olmuyor mu? Artık uyanacağımız zaman daha gelmedi mi? Bir milletin terakkı etmesi Acaba Meşihat bunun ıslahı cihetine niçin teşebbüs etmiyor? Muhterem kari! Mu’allim denilince hatıra mektep mu’allimleri gelmesin çünkü onlar yalnız çocuklara fikir verebilirler. Büyüklere verecek fikri de ancak hoca ve talebe-i ulumdur. Lakin bu okuyuşla da talebe-i ulum bir fikir veremez. Çünkü bir takım kal ü kıl ile münevver fikri mülevves olmuştur. Bir de talebe-i ulumun ellerinde bulunan mev’izaları düşünelim: Çünkü o mev’izalar mesa’i-i beşeriyyenin muhassenatını ve terakkiyat-ı milletin icabatını irae ve ta’lim edecek bir tarzda tertib edilmemiştir. Belki “filan zahid meta’-ı dünyadan hiçbir şeye meyl etmezdi daima ibadetle vakit geçirirdi” gibi bir takım hikayat-ı masnu’a ve ehadis-i mevzu’a ile mürettebdir ki millete atalet ve bataet tavsiye etmekten başka bir faideleri yoktur. İnsaf edelim talebe-i ulum bu gibi mev’iza kitaplarıyla herkesi nasıl irşad ikaz edebilir? Acaba bu hususda kabahat kimdedir! Ben fikrimce kabahati yine ulemada buluyorum. Biraz yukarıda arz ettiğim vech üzre bir hadis kitabı tertib etseler de dersin ibtidasında talebeye yevmiye ikişer hadis okutsalar talebe de gittiği yerlerde o kitabdan telkınatta bulunsa sa’yin zira’atin ticaretin fevaidini herkese beyan etse olmaz mı? kınatıyla olacağından evvela: Talebenin programını ıslah saniyen kendilerine tatbikatıyla beraber ders okutulmalıdır. Bir sene Sarf iki sene Nahiv ve Fıkıh iki sene de Telhis-i Me’ani ile bir kat usul ve cüz’iyyat-i saire iki sene de Akaid zaman içerisinde büyük birer hadim-i din olurlar ve gittikleri mahallerde mükemmelen beyan-ı fikr ederek dini dünyevi herkesi müstefid kılarlar zannındayım!... Hulasa-i fikrim talebe-i ulum çok okuyup da bir şey anlamamaktan MEKATIB Müste’inen billahi te’ala icrasına teşebbüs olunan Avrupa seyahatine şu suretle ibtidar edildi: Vapurumuz Haziran’ın . Salı günü hareket edecek idi. Ruhum gibi sevdiğim bir dostumla o gün sabahleyin birlikte İstanbul’a indik bazı ufak tefek aldık saat beşe doğru vapura geldik. Vapurun Çarşamba günü ale’s-seher hareket edeceğini söylediler. Biraz değil gereği gibi canım sıkıldı. Fakat her şeyde bir hayır vardır inşaallah bu da öyledir diye müteselli oldum. Salonda arkadaşım ile otururken diğer bir dostum daha geldi. Muhterem dostlarımın ikisi de Avrupa’yı karış karış bildiklerinden daima benim için mucib-i istifade olacak şeylerden bahs ediyorlar idi. Dostlarımın avdet zamanı hulul etti. Vedalaştık onlar gittiler salonda yalnız kaldım. Salon madamlar madmazaller mösyöler ile malamal bira şişeleri açılıyor tanin-i akdah kahkaha-i mesarr sami’ayı çak ediyor idi. Teşyi’ için gelenler avdet ettiler salonda beş on yolcu kaldı. Bunların hepsi Fransız idi. Vapurumuz Mesajeri Kumpanyası’nın Sinai ismindeki vapuru idi. Güverteden baş tarafına baktım. Boğaziçi vapurlarından başka bir vapura binmemiş olan abd-i acize Sinai bir kuh-ı seyyar gibi göründü. Yalnız bundan yirmi Benim için hudud-ı seyahatin müntehası bundan ibarettir. düşündürüyor idi. Hem biraz değil epeyce düşündürüyor dakıkada Bahr-i Sefid’in en engin noktasında gitmekte olduğumuz halde mucib-i şikayet olacak hiçbir şeye tesadüf etmedim. Hava güzel esbab-ı istirahat mükemmel. Hemen Allah selamet versin. Ne ise gelelim hikayenin ma-ba’dine: Salı günü akşam yemeğini yedikten sonra herkes gibi ben de güverteye çıktım. Vapurun gürültüsü rıhtımın hay u huyu arasında şehrimizi temaşaya daldım. Akşam ezanı okundu. Leyle-i Mi’rac münasebetiyle minarelerde kandiller yandı. İçime bir gariblik çöktü. Düşündükçe düşündüm. Ben böyle düşünüp dururken sofrada yanımda oturan bir Fransız bana tekarrub ederek: “Minareler donandı bir yevm-i mahsus olmalı” dedi. “Evet bizim için mukaddes bir gecedir” dedim. Otuz otuz iki yaşlarında hasır şapkalı sevimli kumral sakallı biri daha yanıma gelerek aynı suali irad etti. Ona da aynı cevabı verdim. Fransız gayet vakur idi. Şezlonga uzanıp sigarasını tüttürdü. Beriki gayet nazik üns ve ülfete mail bir adam idi. Meçli bir Alman olduğu Eskişehir’deki şimendüfer mektebinde Almanca Fransızca mu’allimi bulunduğunu söyledi. Ta’til münasebetiyle memleketine gidiyor imiş. Bir hiss-i mütekabil derhal bizi birbirimize ısındırdı. Görüştükçe kendisinden memnun oldum. Dereden tepeden birçok şeyler söyleştik. Hüznüm te’essürüm tehaffüf eder gibi oldu. Pera Palas müsafirininden olan Fransızlar da ara sıra yanımıza gelip sohbete iştirak ediyorlar idi. Gündüzün salona girdiğim esnada orta yerdeki uzun masanın başında gayet şişman bir adam uyumakta gah ünfi gah hulkumi nağmelerle yolcuların sami’alarını telziz eylemekte idi. Allah imdad eyleye şu herif ile bir kamaraya tesadüf edenlere! diyor idim. Bir aralık bir şey almak üzre kamarama girdim. Ne bakayım! Refakatinden isti’aze ettiğim şişman mösyö bizim kamaradaki yatakların birinde uykusunun maba’dini ikmal etmiyor mu? Eyvah korktuğuma uğradım dedim. Bazı kutuların üzerinde şişman adam karikatürleri vardır. Onları gördünüz ise dünyaya yemek içmek uyumak için gelmiş olan bu Fransızı görmedim demeyiniz. Nısfü’l-leyl hulul etti; herkes bir birer kamarasına çekildi. Ben de kamarama girdim. Aradan biraz zaman geçti şişman mösyö de kamaradan içeriye girdi. Gayet neşveli bir tavır ile bana selam verdikten hatırımı sorduktan sonra soyunmaya başladı. Bu esnada yazılamayacak bir takım garib haller vuku’ buldu yatağına uzandıktan sonra: “İsterseniz pencereyi kapayabilirsiniz; fakat sıcağa tahammül edemezsiniz. Lamba yansa da olur yanmasa da nasıl isterseniz öyle yapınız. İkisi de benim için müsavidir!” dedi. Ve kocaman başını yastığa koyar koymaz horlamağa daha doğrusu hırlamaya başladı. Mösyönün yüzü benden tarafa idi. Zavallının uykusu uyku değil adeta bir muharebe idi. Mösyö muttasıl horlamakta bağıracak gibi gah ağzını bir karış açmakta gah kapamakta; bazı kere kolunun birini yukarı kaldırmakta; bazı kere bacaklarını diker gibi bir şeyler yapmakta; elhasıl her dakıka başka bir vaz’iyyet almakta idi. Devre-i istirahat olması lazım gelen uykunun mösyö için devre-i azab ve ukubet olduğunu görüyor idim. Tabi’i öyle olacak. Çünkü mösyö gündüz birkaç şişe bira yemekte üç dört kadeh siyah şarap kahvenin üstüne bir konyak iki saat sonra tekrar bir şişe bira içmekte idi. Bu kadar muhtelif şeyler nasıl olur da midede bir birine i’lan-ı harb etmez. İştihasına gelince sofrada ondan daha iştihalı kimse yok idi. Mösyö ara sıra uyanır; benim uyanık olduğumu görünce: “comment sa va mösyö durma ve vebiyen” sualinin bir azab idi. Fakat mösyönün her halde uykudan başka bir şey olması lazım gelen bu hali bana uykuyu filan unutturdu. Vapurumuz Çarşamba günü saat beşe çeyrek kalarak rıhtımdan hareket etti. Ben de yatağımdan kalkıp giyindim güverteye çıktım. İlk def’a olarak kendisinden ayrıldığım sevgili vatanımın nikat-ı muhtelifesini müte’essirane temaşaya daldım. Şehrimizin çehresi gamgin afakı pek hüzn-agin müddet gittikten sonra Alman dostum ile diğer yolcular da birer birer güverteye geldiler. Şezlonglara uzanıp sohbete başladılar. Mevzu’-ı musahabet memleketimizin gayet güzel umrana terakkıye müste’id olduğundan ibaret idi. Saat dokuza çeyrek kalarak Mudanya’ya geldik. Üç saat kadar tevakkufdan sonra İzmir’e müteveccihen hareket ettik. Hava gayet güzel idi. Hele denizin rengi o kadar latif o kadar nazar-ruba idi ki ta’rif edemem. Çarkların darabat-ı muttarıdesinden mütehassıl sada-yı mütehakkimane ruh üzerinde garib bir te’sir icra ediyor. Vapurumuzun vakar ve mehabetle denizi ikiye bölüp gitmesi cidden kalbe safa veriyor Sabaha karşı Gelibolu’yu biraz sonra Çanakkale’yi selamladık. Klavuzumuzun delaletiyle yavaş yavaş boğazdan çıktık. Bir müddet sonra Bozcaada göründü. Adanın önünde çifte sarı bacalı Yunan gemisi duruyor idi. Meydanı hali bulan o küçük tekne arslan ölüsünün başında bekleyen bir fino köpeğine benziyor idi. Fransızların: “İşte bir Yunan sefine-i harbiyyesi!” sözünü tekrar ile o küçük tekneyi birbirlerine göstermeleri benim için tahammül olunur hallerden değil tirenleri ve bizi Yunan gibi bir maskaranın maskarası edenleri ne kadar la’netle yad etmek mümkün ise o kadar la’netle yad ettim. Aradan bir müddet geçti. Midilli göründü. Hazret-i Fatih’in biz na-haleflere dört yüz altmış beş senelik yadigar-ı güzini olan bu adanın son sergüzeşt-i elimini müdafaa-i kahramananesini halini istikbalini düşündükçe yüreğimden kan gidiyor idi. Gerek adaya gerek İstanbul’dan beri ta’kıb ettiğimiz sevahilimize baktım. Hepsi cennet hepsi menba’-ı saman u servet kendi kendime: –Ya Rabbi lutf-ı tevfikin ne zaman bize refik olacak? Bu güzel sahiller ne zamana kadar böyle ümrandan insandan hali kalacak? Başka memleketlerde başka yerlerden toprak getirip mahsul alıyorlar. Biz ise münbit mahsuldar yerlerimizi böyle hali bırakıyoruz. İhtimal ki şu zavallı vadilerin çehre-i melali senelerden beri saban yüzü görmemiş sinesinde hüdayi nabit otlardan başka bir nebat büyütmemiştir. Her zaman İstanbul’un letafetinden bahs ediyoruz. Bu sahillerin İstanbul’dan ne farkı var? Hepsi birer İstanbul yalnız sarayları yalıları konakları yok! Buralarda binalar fabrikalar yapılsa ormanlar yetiştirilse ekinler ekilse acaba İstanbul’dan İstanbul’un dillerde destan olan Boğaziçi’nden aşağı mı kalır? Heyhat! Belki onlara tefevvuk bile eder; va esefa ki insan elinde değil diyor idim. Fransız yolcular da aynı sözleri söylüyorlar idi. Dünyaya yalnız yemek içmek uyumak için gelmiş olan şişman mösyöye gelince; o muttasıl sandalyesinin üzerinde uyumakta idi. Bu tatlı uykunun içinde ara sıra muvazenesini gaib ederek sağa sola yalpa vurdukça birden bire gözlerini açar; yanında oturanları birer hande-i iltifat ile taltif eyledikten sonra başkaları için demem fakat benim için anlaşılması muhal olan bir lisan ile bir şeyler söyler tekrar gözlerini kapayıp horlamaya başlar idi. Şişman adamların ağzından çıkan kelimeler de şişman oluyor. Mösyönün lisanında –şişman adamlardan bazılarında olduğu gibi– peltekliğe benzer bir şey var idi. Dişleri tamam olduğu halde dişsiz adamlar gibi lakırdı ediyor idi. Hülasa kudret-i fatıranın tulünden alıp arzına verdiği bu adamdan bir türlü gözlerimi ayıramıyor idim. Mösyönün şekli heyeti uykusu horlaması söz söylemesi sadası edası hele son sadasını gayet mudhik bir eda ile cümlelerin son kelimesine yükledip kelimeyi eliyle ileriye doğru sürmesi bizim Abdürrezzak’ın sahne üzerindeki şaklabanlıklarını gölgede bırakıyor idi. Vapurda görüşecek bir arkadaş bir de eğlenceye muhtac Öteki heriflerle de ahbab olduk. Nerden gelip nereye gittiğimi sordular ben de söyledim. Hepsi bana Paris’e dair bir çok ma’lumat verdiler irae-i tarik ettiler. Filan otelde filan lokantada yeyiniz gibi tavsiyelerde bulundular. Sofrada yanıma tesadüf eden o vakur Fransızın parmağındaki yüzükte zadegana mahsus arma var idi. Kendisinin asil bir adam olduğu reftarından güftarından da anlaşılıyor le görüşür yemekten sonra bana yaldızlı sigaralar verir idi. Sofra gayet mükemmel idi. Fakat yemekler asla hoşuma gitmedi Fransız yemeklerden hoşlanıp hoşlanmadığımı sordu. “Pek güzel! Fakat ben memleketimin yemeklerini daha çok severim; onlardan olaydı daha iştiha ile yer idim” dedim bana hak verdi ve “Herkesin kendi memleketine mahsus yemekleri sevmesi gayet tabi’idir” dedi. Esna-yı ta’amda cereyan eden sohbetlerin hepsini yazacak olursam mektub değil bir risale olur. Fakat sözlerin kaffesi boş şeyler idi. Perşembe günü saat sekizde İzmir’e vasıl olduk. Klavuz alarak ahaste ahaste kıçtan rıhtıma yanaştık. Geçende kazazede olan Senegal Vapuru baştan kara etmiş duruyor ondan sonra gark olan Nevada Vapuru’yla diğer iki yelken gemisinin direkleri görünür idi. Tehlikeli yerlerden geçerken biraz korktum dersem yalan söylememiş olurum. Ne ise inayet-i Hak ile bir kaza vuku’ bulmadı. zinolar oteller türlü türlü lambalarla boydan boya donanmış hasılı serapa nurlar gark olmuş idi. Tek beygirli tramvaylar uzaktan pek hoş görünüyor idi. Herkes sandallara atlayıp karaya çıktı. Refikimle ben şehri ertesi günü ziyarete karar verdik. Güverteden geç vakte kadar rıhtımın huruş-ı şevk-engizini temaşa ettik. Hamd olsun ya Rabbi bir ma’mur müslüman memleketi gördüm diye Allah’a hamd ediyor Sabah oldu Mösyö Langar ile İzmir’e çıktık. Pek erken olduğu için henüz dükkanların çoğu açılmamış idi. Biraz gezdikten sonra sakalımı kestirmek üzere bir perukar dükkanına girdik. Berbere Türkçe bir şey söyledim. Alık alık çırağının yüzüne baktı. Çırağı da bil-vekale “Türkika dekestro” dedi. Buna karşı bence söyleyecek söz kalmadı. Traş bitti. Mösyö Langar ile dükkandan çıktık. İzmir eşrafından bir muhibb-i kadimimi bularak onun delaletiyle İzmir’i gezdim. riyyesini gördükçe münşerihü’s-sadr oluyor idim. Muhibb-i kadimime: “Memleketiniz hakıkaten güzel hakıkaten mühim bir merkez-i ticaret” dedim. Muhibbimin: “Ne faide ki ticaret-i İslamiyye günden güne inhitata meyyal!” demesi üzerine neşatım inbisatım zail oldu. Sebebini sordum. Bir çok izahat verdi. Fakat tahririne zaman ve mekan müsa’id değildir. Biraz sonra vapura geldik ve Cuma günü saat dörtte Pire’ye müteveccihen İzmir’den hareket ettik. Vapurumuz klavuzunu aldı. Unsur-ı mainin altındaki gayya-yı müdhişin hududu haricinden yavaş yavaş geçerek nokta-i selamete vasıl oldu. Ertesi günü saat ikide Pire’ye muvasalat ettik. Limana girerken cehenneme giriyoruz zan ediyor idim. İnsan ne kadar aklının muktezasına tabi’ olsa hissine hakim olmuyor. Hissin söylediği yerde akıl sükut ediyor. Pire’nin manzarası bana pek fena göründü. Orada duyduğum meraret o dakıkaya kadar seyahatten husule gelen zevki lezzeti heba etti. Fransızlar Pire’ye çıkıp çıkmayacağımı sordular. Vapurdan temaşasıyla iktifa edeceğimi söyledim. Bizden evvel gelen bir vapurda harb kaçağı eşya bulunmuş bilmem neler olmuş onun için tekayyüd pek ziyade idi. Yunaniler kimsenin karaya çıkmasına müsa’ade etmiyorlardı. Nihayet vapurun hareketine yarım saat kalarak yolcuların çıkmasına müsa’ade oldu. Fakat kimse çıkmadı. Vapurumuza bir istimbotla beş on Yunan askeri geldi. Bir kaçı vapura çıktı. Bir kaçı istimbotta kaldı. Heriflere baktım: Cılız çelimsiz maskara şeyler idi. Kendi kendime dedim ki: Eyvah! Ordumuzu mağlub binlerce efradımızı esir eden bu maskaralar mı idi? Bu tilkiler bizim arslanları esir alsınlar ordumuzu mağlub etsinler! Sübhanallahi’l-kebiri’l-müte’al! Olacak iş inanılacak şey değil. Bir Mehmetcik tek fişenk boşaltmaksızın bu farelerin sekizini birden tüfenk dipçiğiyle gebertir. Ne faide olan olmuş at alan Üsküdar’ı geçmiş idi. Pire’den beş on yolcu aldık. Saat yedi buçukta hareket ettik Cumartesi. Bu yolcuların içinde ihtiyar za’if bir adam vardı. Karısıyla beraber sofrada benim karşıma tesadüf etti. Gayet ağır ve sükuti idi. Kendisi Fransız ve şimdiki Yunan kralının hocası imiş. Fakat hiçbir Fransız’a benzemiyor idi. Yanıma yine Atinalı yolculardan diğer bir Fransız tesadüf etti. Ben sofrada daima eski arkadaşlarımla görüşüyor Atinalı yolcularla musahabete pek o kadar meyil göstermiyor Bahr-i Sefid’in köpüklü dalgalarını çiğneye çiğneye yolumuza devam ettiğimiz sırada etrafda kara namına bir şey görünmüyor idi. Yolun bu türlüsü insanı sıkıyor. Fakat şişman mösyönün şaklabanlıkları bize her şeyi unutturuyor idi. Bu adam benimle o kadar kaynaştı ki ta’rif edemem. Daima bana Paris hakkında ma’lumat verir seyahatimde benim için mucib-i fevaid olacak şeylerden bahs eder idi. Güvertede herkes birer şezlong istikra ediyor. Herkesin oturuyor idik. Şişman Fransız yanımıza sokuldu ve yavaşça bize dedi ki: “Ben yarın bir oyun oynayacağım fakat kimseye söylemeyiniz!” Ne yapacağını sorduk: “İskemlelerdeki kartvizitleri birer birer alıp denize atacağım” dedi. Hakıkaten herkes yattıktan sonra bu muzibliği yapmış. Sabahleyin güverteye çıktım. İskemlelerin çoğunda kart yok idi. Şişman bizim kartı da atmış. Onun böyle bir şey yapacağını unutmuş ettim. “Evet bu gece kartları rüzgar almış!” dedi. Bu esnada şişman uzaktan bizi seyr ediyormuş. Yavaş yavaş yanıma sokularak kulağıma: Kartları ben attım dedi. Hayli gülüştük. Hulasa bu adam kelimenin bütün ma’nasıyla bir maskara gücü kainat ile alay etmek. Vapurda bir de genç Rus karısına tesadüf ettim. Birkaç sene İran’da bulunmuş. Biraz Farisi tekellüm ediyor idi. Kocası müsteşrikınden imiş. Hanım Paris’i gezmeye gidiyor idi. Bir de Ermeni doktor ile görüştük. Paris’de tahsil etmiş namadığı için tekrar Paris’e gidiyor idi. Orada epeyce bir şey kazanıyormuş. Bir gece güvertede beraber oturuyor oldukça munsıf bir adam. “Bunun mahzuru bile olsa ref’i kabil değildir. Fakat aileler beyninde amiziş-i tam husulüne mani’dir” dedi. Ben de kendisine bazı şeyler söyledim. Söz bitti. Aradan bir çeyrek geçti. Genç bir madam ile İzmir yolcularından kasketli bir herif gecenin letafetinden bil-istifade bir köşede tatlı tatlı muhabbet ediyorlar idi. Doktor efendi dedi ki: “Şu karı Polonyalıdır İstanbul’dan bindi. Bu mösyö Ben de: “Ne be’is var? Aile hayatı amiziş-i tam!...” dedim. Epeyce gülüştük. Pazartesi günü saat altıda Kalabir sahilleri göründü. O güne kadar denizden gökyüzünden başka bir şey görünmüyor geçiyor idik. Sağımızda “Reçyo” solumuzda Mesina şehirleri elektrik ziyalarından bir kütle-i ateşin haline gelmiş idi. Hilal-i Şa’ban’da ufuğun üzerinde nur-efşan oluyor idi. Reçyo’dan evvel Etna Yanar Dağı’nın dumanını da gördük. Boğazı geçtik. Ustromboli’yi görmek nasib olmadı. Çünkü uykuda idim. Şiddetli bir rüzgar esmeye başladı mistral. Dalgalar her tarafdan vapurumuza hücum ediyorlar idi. Fakat vapurumuz dalgaların savletine asla ehemmiyet vermiyor ediyor idi. Hülasa Trenyen Denizi’nde epey fırtına geçirdik çok kimseleri deniz tuttu. Fakat bana zerre kadar te’sir etmedi. Hatta telatum-ı emvacdan dün vapurun içinde güç geziliyor denilen ipleri geçirdiler. Yemeği o suretle yedik. Bu sabah Çarşamba hava pek dehşetli idi. Denizin yüzü bembeyaz köpük kesilmiş idi. Dalgalar biraz daha zorlasa hemen vapurun içine girecek idi. Vakt-i zuhra doğru rüzgar fevkalade şiddetlendi. Salonun üst ve yan camlarını bordalardaki camekanları kapadılar. Yine sofraların üzerine ma’hud ipleri gerdiler. Korsika ve Sardunya sahillerini seyr ede ede Bunifaçyo’dan geçtik. Hava biraz daha sıkıştırmış olaydı tebdil-i tarike mecbur olacak belki de bir gün gaib edecek idik. İnayet-i Bari ile yarın Marsilya’ya muvasalat edeceğiz. Şu satırları yazdığım sırada denize biraz sükun gelmiş idi. Akşama doğru belki daha sakinleşir. Sekiz gündür gazete okumadığım için ahval-i alemden bi-haberim. Vakı’a insanın başı dinleniyor. Fakat hırgüre alışan kafalar gıdasını istiyor. Bugün yemekten sonra bir misyoner papazıyla sofra başında oturuyor idik. Kasketli ve didon sakallı bir Musevi yanımıza geldi. Benim nereden geldiğimi nereye gittiğimi sordu. Kendisi Atina’da mu’allim ve esasen Alman imiş. Fakat bilahare ailece Fransa’da ihtiyar-ı tüklerini Yunanilerin Türkleri yüz bin kere Bulgarlara tercih ettiklerini söyledi. Ben de cevaben: “Bulgar-Yunan ittifakı gibi gayr-i tabi’i şeylerin netayici şüphesiz müellim olacak ve bu yanlış hesabın er geç zararı görülecektir” dedim. Vapurumuzun birçok İslam ve Ermeni yolcuları var. Bunlar bir iş bulmak için aileleriyle birlikte Amerika’ya gidiyorlar. Bir gün bunlara: “Memleketinizde iş yok mu? Niçin Amerika’ya gidiyorsunuz?” dedim. “Efendi beş kuruş yevmiye ile nasıl çoluk çocuk geçindirelim? Halimiz perişandır. Ne yapalım? Gitmeye mecbur olduk!” dediler. Bazıları da memlekette adaletin fıkdanından bilmem neden bahs etmek istediler. Biraz ileride üzerinde Fransızca “Şark Kahvesi” yazılı bir kulübe gözüme ilişti. Gittim. İçinde kasketle bir adam kahve pişiriyor idi. Nerelisin? dedim. Trabzonluyum dedi. “Vapurunuz böyle her zaman Anadolu’dan Amerika’ya işçi nakl eder mi?” diye sordum. Evet nakl eder dedi. “Pek a’la bu adamlar niçin memleketlerini terk ediyorlar?” dedim. “Efendi bu adamlar tenbeldir. Memleketlerinde çalışmazlar çalışmak istemezler. Amerika’da para çok diye işitiyorlar. Heves edip gidiyorlar. Ben Amerika’ya çok gittim. Bunların oradaki hallerini görsen acırsın. Yüzde üç kişi bir iş beceriyor. Kusuru yalnız karnı doymakla iktifa ediyor. Amerika’da bunlardan binlerce adam var. Vapur parasını tedarik edebilseler bu gün hepsi memleketlerine dönecek. Fakat bir kere tutulmuşlar. Parasızlıktan yerlerinden kımıldamaları mümkün değildir.” Dedi. Ne olursa olsun bizim haricden adam getirip memleketimizi rika’ya hicrete mecbur etmemiz onların derdine çare-saz olma[ma]mız her halde iyi bir şey olmasa gerek. Saat dörde on var çay çıngırağı çaldı. Rüzgara göğüs vermekte yolumuza hail olmak isteyen dalgaları ezmekte olduğumuz halde Marsilya’ya doğru gidiyoruz. Artık mektubuma nihayet vereceğim. Ferid BOMBAY-KÜÇÜK LONDRA Mayıs-ı Rumi’nin yirmi beşinci günü öğleden sonra rakib olduğum Kola Vapuru Bombay sahiline uzaktan tekarrub ediyordu. Hindistan’ın yağmurları mevsimi olduğundan fezayı kesif bulutlar kaplamış ve muhiti hassas bir sıkıntıya düçar etmişidi. Bombay Limanı’na girmeye birkaç mil kalınca vapur sür’atini azaltarak sahilden gelmekte olan klavuz –kabil-i haml ve nakl– bir merdiven denize doğru asılınca hafif bir seyr-i mu’tedil ile tahrik ve bir saat sonra Bombay haricinde bulunan fenerin yanı başında vapurumuzu Bombay Limanı’na soktular. Limanın içinde her devlete mensub bayrakları hamil yüzden ziyade vapur denizi adeta bir ormanlık haline koymuşlardı. Liman dahilindeki deniz suyunun rengi yağan ve el-an yağmakda olan yağmur sularının te’sirinden hal-i aslisini gaib ederek gayet kirli ve çamurlu bir renk iktisab eylemişti. Yavaş yavaş vapurumuz havuza yanaşınca bir istimbot vasıtasıyla halatları karadaki demir düğmelere [dökmelere!] rabt edilip rıhtıma yanaştırıldı. Bombay havuzlarına İngilizler Dock ve Hindliler Kodi ta’bir ederler. Bu havuzlar içinde müte’addid vapurların sığınıp karaya yanaşmaları için hükumet-i mahalliye tarafından milyonlarca para sarf etmek sayesinde güzel rıhtımlar kısları ikmal edildikten sonra liman riyasetinden bir musaddak certificat tasdikname alıp denize açılırlar. Bombay’da müte’addid havuzlarla rıhtımlar vardır. Hatta diyebilirim ki kasabayı dairen madar muntazam rıhtımlar dan mürekkeb ve “boton” usulüyle muhkem inşa edilmişlerdir ki bunca zaman geçtiği halde hiçbir tarafı fersudelenmemiş ve bundan sonra da eski halini muhafaza edeceğine şüphe yoktur. Bu havuzlar dahilinde uzanıp rıhtıma merbut bulunan vapurların da adedi yüzü mütecaviz idi. Bu vapurlar Amerika’ya Afrika-yı Cenubi ve Zengibar sevahiline Çin ve Japon sularına Hicaz’a Avrupa’ya Londra’ya Basra’ya amed ü şüd ederler. Her biri ayrı bir kumpanyaya mahsus ve başka bir devletin bayrağını hamildir. İçlerinde o kadar kından azimü’l-cüsse bir dev veyahud heyula gibi insanın gözüne ilişirdi. Bunların içindeki ameleleri bir araya toplayacak olursak ayrıca bir kasabayı insanla doldurmaya kifayet eder zan ederim. Havuzlarla rıhtımların kenarında irili ufaklı sabit vinçler –cerr-i eskal aletidir– vapurlardan yük verip almak için hükumet tarafından vaz’ olunduğu gibi yine rıhtım boyunda emti’a-i ticariyyeyi yağmur ve güneşten muhafaza için büyük anbarlar bina edilmiştir. Vapur içindeki vinçler koca sandıkları karaya çıkarır; karadaki vinç mezkur yükleri çifte demir hattı üzerinde müteharrik tahtadan ma’mul arabalara kor ve anbara sevk eder. Bir iki saat zarfında büyük bir vapur bir tarafdan boşaltılır. Diğer tarafdan doldurulur. Rıhtım kenarında arabaların durmasına mahsus ayrı yerler tahsis kılınmıştır ki yolcuların eşyasını hamallar kemal-i suhuletle az bir para mukabilinde karaya ve arabaya nakl ederler. Bu hamalların cümlesinin kollarında mahsus numaralar vardır. Bu numaralar belediye tarafından bir vergi mukabilinde kendilerine verilmiştir. Numarası olmayan hamala yolcular kendi eşyalarını nakl ettirmezler. Bundan başka ellerinde bir de ta’rifeleri vardır ki yolculardan fazla para alamazlar. Arabalar ise onlar da belediyenin numarasını hamildirler. Numaralar belediye tarafından arabanın arkasına arabacının oturduğu sandığa ve iki yanlarına –dört tarafına– ilsak edilmiştir. Arabacılar imtihan vermedikçe ve kasabanın her tarafını sokaklarını caddelerini meşhur yerlerini tanımadıkça kendilerine arabacılık ruhsatnamesi verilmez. Arabaların seyirleriyle gerek saat başında ve gerek bir yerden diğer bir yere gitmek için yine belediye tarafından mukannen bir fiyat biçilmiş ve arabaya bu ruhsat ve ta’limatı muhtevi olan küçük bir varaka arabanın içine burgularla çivilenmiştir. Arabacı hakkından ziyade bir para taleb etmez. Çünkü edemez. Kola Vapuru saat iki buçuk alafrangada rıhtıma yanaştıktan sonra ben eşyalarımı hamal vasıtasıyla rıhtım kenarında bulunan bir arabaya koyup yolcular eşyasını mu’ayene etmek için tahsis olunan gümrük salonuna gittim. Orada beş altı şapkalı İngiliz vardı ki bir ikisi beyaz ve Avrupalı oldukları halde diğerleri Hindistan’da doğan Halfcast –melez– hıristiyanlardan idiler. Bunlar içinden bir beyaz bana doğru gelerek tütün silah afyon haşiş ve buna mümasil mevadd-ı memnu’a eşyalarımın içinde bulunup bulunmadığını sordu. Ben ise bittabi’ nefy ile cevap verince eşyamın açılmasını rica etti. Derhal çantalarımı açıp her şeyi kendisine gösterdim. Yalnız evrakımı kitaplarımı gözden geçirince kim olduğumu ve hangi devlet tabi’iyyetini haiz olduğumu sual eyledi. Ben “Osmanlı tebe’asıyım” dedim. Müte’akiben bavullarımı bağlayarak Railioy Hotel’e yollandım. Bu hotel Bombay’ın ortasında ve her tarafına yakın bir merkezinde vaki’ olup yemek içmek dahil olduğu halde gündeliği üç rupiyedir. Bombay’da bir çok hoteller vardır. En büyüğü Tacmahal Hoteli’diri. Deniz kenarında ve Bombay’ın Apolo Bunder’in en mu’tena bir noktasında Hind usul-i mi’marisi tarzında yapılan bu hotel iki milyon lira sarfıyla vücuda getirilmiştir. Salonlarının nakış ve telvinatı mobilyasının nefaseti yemeklerinin mefruşatının temizliği fevkaladedir. Birkaç kattan yemek içmek dahil hesab olarak kırk kuruştur. İki liraya kadar para vermek lazım gelir. İçinde postası telgrafhanesi bulunduğu gibi hotelin altında da yolculara lazım gelecek her türlü eşya emtia mağazaları da vardır. Bu hotelin sahibi Tata namında Fars yani eski İran’ın Mecusi mezhebinde ateşperest bir zattır. Bunun serveti elli milyon rupiye tahmin olunmakta olup bu hotelinin planını kendisi çizmiştir. Bombay’da bir kuruştan tutup ta metresi yüz elli liraya varıncaya kadar yer vardır. Ümran dört nal ile terakkı ve te’ali etmekte ve Bombay’da bir karış boş yer kalmamaktadır. Bombay’ın en ziyade merğub ve matlub yerleri Kale Çobati Kunis Rod Valkers dedikleri mevaki’dir ki hep deniz kenarını teşkil ediyor. Hindistan’da ve Amerika’da yağmur zamanları mahdud ve mu’ayyendir. Başka vakitte nadir olarak rahmet iner. Fakat böyle yağış dünyanın bu iki kıt’asından ma’adasında bulunmaz. Yağmur değil adeta tulumun ağzından nasıl ki su boşalıyorsa gökten böylece yağmur düşer. Yayan gezmek şöyle dursun arabaya bindikten sonra iki büyük muşamma’ örtü ile örtünüyorken ancak bu suretle kendilerini ıslanmaktan muhafaza edebilirler. Bu dört ay zarfında bazen yüz bazen da yüz elli iki sihanında yağmur gelir. Sekiz on gün yağdıktan sonra birkaç gün kesilir. Tekrar eskisi gibi yağar. Bu suretle arazi iska ve irva ve herşeyi ucuzlatmaya başlar. Yağmur yağmadığı senelerde kaht u gala muhakkak olduğu gibi hükumet vergileri de tenakus eder. Binaenaleyh bu mevsime Hindliler Beresat İngilizler de Mansoon ta’bir ederler. Herkesin koltuğu altında bir şemsiye daha doğrusu bir çadır bulunmaktadır. Bu mevsime mahsus ayakkabılar elbiseler ahalinin ayağında ve sırtında eksik değildir. Bi-neva fakır olanlar ise avret yerlerini örttükten sonra büsbütün çıplak bir halde gezerler. Bu mevsim esnasında Hind Denizi mevvac berbad bir haldedir. Hindistan ahalisi bu mevsim esnasında asla deniz yolculuğu yapmazlar. Bombay sokaklarında bunca yağmurdan zerre kadar çamur su durmaz. Çünkü caddeler sokaklar evvela o kadar geniş saniyen biraz münhani ve mail bir tarzda yapılmıştır ki bu usulü yeni olarak Hindistan’daki belediyeler kabul etmişlerdir. Bombay sokak ve caddelerinin eni on metreden aşağı olmayıp yirmi ve yirmi beş metre arzındaki caddeler de aynı zamanda eksik değildir. Bombay beledisi daima dar çarşı ve sokakları istimlak ve yıkmakta ve ahali için yeni bulvarlar caddeler yollar küşad etmektedir. Caddeler kırılmış metin taşlarla tefriş edildikten sonra üzerine çakıl taşlarını döküp silindirle düz bir hale koyarlar. Bu gibi sokaklar uzun bir müddet için ta’mire muhtac olmaz. Şehrin dahilindeki sokak ve caddeler yağmurun gayri bir zamanda günde dört beş def’a süpürülüp sulanır mikrobların intişar ve sirayetini men’ ettikten başka sık sık süpürülmeye de muhtac olmaz. Bu gaz yağını beledi iktisada da daha muvafık bulmuştur. Çünkü caddeleri günde beş def’a sulayacağı yerde haftada bir def’a gaz yağıyla sulamakla Bombay’daki ayak yolların altı açık ve bir adam suhuletle girebilecek surette yapılmıştır. Günde iki def’a yine beledi süpürücüleri kazuratı mahall-i mahsusundan alıp kapalı arabalara koyduktan sonra şehir haricine isal ederler. Beledi dairesi bu mevadd-ı müte’affineyi elektrik ve zira’at işlerinde bulunan kumpanya ile zürra’a satar. Fakat bu çirkin haml ve nakl zannedilmesin ki gündüz vakti icra olunur Hayır bilakis gece ve hiçbir kimsenin görmeyeceği zamanlarda bu tanzifat yapılır. Bombay su yolları da yerin altındadır. Bombay’da iki kısım su vardır. Biri içmeye diğeri isti’male mahsusdur. İsti’male mahsus olan sular filitre edilmiş –süzülmüş– borularla evlerin her katına çıkartılmıştır. Su şirketi –ki İngilizler ve belediyenin elindedir– istediği anda memleketi su ile gark eder istediği zamanda ortalığı Kerbela’ya çevirebilir. Bugün eğer Bombay ahalisi ihtilal edecek olurlarsa İngilizler onları susuz bırakmak suretiyle bulan bir ihtilali ihtilalciler üzerine kaynar su fışkırtmakla hepsini tarumar eylemeye muvaffak olmuştur. Kısası memleketle lerin elinde bulunuyor. Suyu tasfiye eden makine kasabanın en mürtefi’ bir mevki’inde yerleştirilmiş ve tasfiye olunan sular ayrı mevzi’lere cari olur. Saat hesabıyla su ahaliye evlere tevzi’ ve mukabilinde para talep edilir. Bombay Kasabası kısmen hava gazıyla kısmen de elektrikle tenvir edilir. Kasabanın mu’tena nikatını belediye elektrikle tenvir ediyor. Üç sene sonra kasabanın her tarafını elektrikle aydınlatacağını ahaliye va’d eylemiştir. Meydanlar sokaklar caddeler şehrin her tarafı gece vakti gündüz gibi münevver ve ziyadar bir haldedir. Tramvay Bombay Şehrini kaplamıştır. Her tarafda her caddede dolaşır. Elektrikle seyr eden tramvay arabaları bada otuz iki kişi oturur. Sigara içenler arabanın sonuncu mevki’lerinde oturmaya mecburdurlar. Arabaların duracakları yer belediye tarafından ta’yin edilmiştir. Yirmi para ile kasabanın bir ucundan diğer bir ucuna gidilebilir. Arabalar gayet muhkem ve metin bir surette yapıldığı gibi güneşten yağmurdan içindekileri vikaye etmek esbabı da kamilen istihzar edilmiştir. Tramvay ile kasabayı tulen iki buçuk saatte gezmek kabil olur. Bombay evlerinde hotellerinde mağazalarında ve sair yerlerinde bulunan yelpazeler hep elektrik kuvvetiyle döner. Bu yelpazeler nev usul şeylerdir ki ona vantilateur derler. Bir çok hanelerde mağaza ve restoranlarda yemekler çay su kahve ve sair elektrikle pişirilip teshin olunur. Telefon telgraf hep elektrikle idare olunmaktadır. Üç sene sonra umum Hindistan şimendüferleri artık kömür yakmaktan ferağat edip elektrikle seyr ü sefer edeceklerdir. Hasılı vezaif-i ictimaiyye bu elektrik asrında hep elektrikle idare edilmektedir. Bombay Şehri’nde yalnız kira için dört bin otomobil ve on bin araba vardır. Öküz arabaları tabi’i rukub için değil yük taşımak içindir ki bu adede dahil değildir. Beledi dairesi bunların cümlesinden hatta bisikletlerden de vergi alıyor. Beledi sandığı daima altınla lebalebdir. Beledi vergisi dakıkasında te’diye edilir. Gel git işin içinde yoktur. Beledi lüzum gördüğü zaman istikraz dahi edebilir. Me’mulünden ziyade ahali belediyeye ikrazatta bulunurlar. Bombay belediyesinin on milyon lira bulabilir! Beledi varidatı pek çoktur. Masarıfattan sonra her sene sandıkta bir milyon lira kalır işte bu fazla paralarla dükkan ev arsa salon alıp caddeleri yolları tevsi’ ve ahali için güzel meydanlar meydancıklar büyük ve küçük bağçeler ve ev gibi nafi’ işler yapar. Umumi bahçelerde pavyonlarda deniz kenarlarında sabit ve demir belediye düşünmüş ve ihtiyacat-ı mahalliyyeye göre yapılmıştır. Sokaklarda musluklar abdesthaneler pek temiz ve muntazam bir halde belediye tarafından tanzim edilmiştir. Kasabanın hükumet-i ma’neviyyesi hep beledi devairinin elindedir. Beledi me’murları çavuşları müfettişleri bir para irtikab etmedikleri gibi en çok iş gören kimselerdir. Bombay Market –ki Bombay Pazarı demektir– namında belediye tarafından gayet vasi’ ve büyük bir hal yapılmıştır. Bu pazar müte’addid kısımlara tefrik ve taksim olunup bir kısmında sebze ve meyvelerin enva’ı diğer kısmında bakkaliye ve attarlığa dair olan eşya satıldığı misilli aksam-ı sairesinde de et kuş av etleri ve sair diri tuyur ve hayvanat satılır. Balık bey’ ve şirası için de ayrı bir mahal vardır. Bu pazar her akşam kapanır. Ve baştan aşağı yıkanıp temizlenir. Bu pazar içindeki yerler dükkanların cümlesini belediye kiraya verir ve ücretlerini alır. Kasabanın bir çok yerlerde deniz kenarlarında ahalinin gezinmeleri top oynamaları için güzel ve geniş yerler belediye tarafından yapılmış ve halkı eğlendirmek için de bandolar ta’yin olunmuştur. Haftanın her gününde ahali bir tarafa gezmeye gidiyorlar. Gazeteler sütununda belediye dairesi “Bugün filan yere gidilir” diye her gün i’lan ediyor. Belediye ile hükumet arasında hiçbir mes’ele mucib-i münakaşa ve mücadele olamaz. Belediye bütün vezaifinde hür ve serbesttir. Beledi reisi kasabanın vali-i hakıkısi makamında telakkı edilmektedir. Belediyenin vergi almadığı bir şey hemen hemen yok gibidir. Ahalinin rahat ve istirahati refah ve sa’adetlerini temin eden bu gibi belediyelere vergilerini kemal-i minnet ve arzu Şehrin planı haritası beledi tarafından yapılmış ve ona göre ta’dilat tanzifat tebeddülat icra kılınıyor. Yıkılan yanan yerler yeniden yapılacak olursa mutlaka beledi mühendislerinin ta’yin ettikleri plan dairesinde yapılmakta ve bu babda hiçbir i’tiraz kabul olunmamaktadır. Belediyeye karşı ahali vezaifini mükemmelen bilir. Belediye de ahaliye karşı vazifesini bi-hakkın takınmıştır. Bir hanenin bir binanın tavanından tutup penceresine beytü’l-halasına varıncaya kadar belediye vergi alır. Posta dairesi beledi dairesi kadar vasi’ bir idare teşkil ediyor. Denizlere karalara havaya yer altına her tarafa bu her yarım saat posta sevk olunduğu gibi her tarafdan da posta alınır. Hele haftada bir def’a alınan ve sevk edilen Avrupa Postası ve tevzi’atı o kadar mufassal ve mühim bir vazifedir ki bu babda bir kitap yazılsa sezadır. Postayı Avrupa’ya Çin ve Japonya’ya Afrika’ya Basra’ya dünyanın her tarafına dakıkasında sevk etmek postahaneler tarafından azim fedakarlıklar ihtiyar olunmuş ve bu uğurda külliyetli paralar sarf ve istihlak olunduğu gibi aynı zamanda da torbalar dolusu postahane para kazanmaktadır. Avrupa Postasını götüren vapurlara günde bin İngiliz lirası kadar bir para veriliyor. Mukabeleten vaktinden postayı geciktirirse ceza ve zarar ve ziyan alınır. Postahane me’murları daima Londra’dan Bombay’a Bombay’dan Londra’ya gidip gelmektedirler. Esna-yı rahda paketlerini emanetlerini paralarını çıkınlarını sair şeyleri tanzim ve tertib edip her memleketin postasını ayırıyorlar. Bir iskeleye muvasalat olunduğu zaman her şeyden evvel derhal posta verilir alınır. Bu kadar mübhem posta tevzi’atı esnasında gerek Bombay’da ve gerek Hindistan’ın her hangi köyünde bir tane mektup zayi’ olmaz. Post restant mektuplar sahibleri müsaferet eden emanat ve mekatib ikametgahları mechul olan telgrafların biri zayi’ olmaz. Kara postasını taşımak için evkat-ı mu’ayyenede sefer eden ekspres trenler hep postahane tarafından postayı taşımak ve vaktinde yerine yetiştirmek için tahsis olunan şeylerdir. Posta ve telgrafhanenin merkezi Bombay’ın en mu’tena bir noktası olan kal’a fortda şu’beleri de Bombay’ın her tarafında vaki’dir. Şehirdeki posta kutularının ise haddi hesabı yoktur. Hele şehir postası o kadar muntazam ve mürettebdir ki bir mektub bir kart yazılsa yarım saat sonra mürselün-ileyhinin eline vasıl olur. Esasen şehir içinde mektub te’atisine Bombay’da hemen hemen hacet kalmamıştır. Telefon her tarafda her evde her mağaza ve dükkanda vardır. Muhabere yerine şifahen mükaleme edilebilir. Bu kadarla da iktifa etmeyip şimendüferle dört sa’at Bombay’dan –yani yüz yirmi beş kilometre– uzak olan Puna Şehri’ne kadar telefon temdid edilmiş ve her iki kasaba arasında istenildiği anda müşafeheten konuşmak Telgraf ve posta ücüratı dahil için pek ucuz olduğu gibi haric için de alınan para çok görünmez. Telgraf ücreti o kadar azdır ki mektub yerine herkes Hindistan’ın içlerine doğru telgraf göndermeye başlamıştır. Telgraf bazen müsta’cel olursa iki kat olarak ücreti alınır ve derhal sahibine isal edilir. BURSA’DA SANAYI’ VE TICARET Memleketin birinci san’at ve ticareti kozacılıktır. Bu havali ahalisi ipek böceklerine her hususda medyun-ı şükran olmalıdırlar. Şimdi bu mevsimlerde herkes koza işiyle iştiğal ettiklerinden zihinleri pek meşgul. Bu sene koza mahsulü ma’mul mensucat için saklanır. Diğer mühim bir kısmı Avrupa’ya Bursa Mensucat Şirketi teşekkül etmezden evvel bir balya mensucat mü’essesesinin te’sisi üzerine balya kadar Bursa’da sarf olunuyor. Koza ihracatı için “Kozak” Hanı namıyla bir han vardır. Burada kaffesi Avrupalı ve yerli hıristiyanlardan birçok komisyoncular vardır. Yalnız onlara her hususda tekabül eden ve Bursa’nın birinci zengini bulunan Fabrikatörzade Osman Efendi namında bir sahib-i hamiyyet vardır ki bu zat da şaz kabilindendir. Bursa’da sanayi’in ilerilemesine dair en birinci nümune bin lira kadar sermayeli anonim surette teşekkül etmiş Osmanlı Mensucat Şirketi’dir. Bu bir İslam müessesesidir. Bütün memleketimizin her yerinde olduğu gib İslamlarda olan sebatsızlık aculluk burada da cari imiş. Birkaç sene evvel teşekkül eden bu şirketin a’zasından bazıları bir müddet sonra usanmışlar bıkmışlar şirketten kat’-ı alaka etmek şer liraya satmaya karar vermişler. Tabi’idir ki sebatsız kimselere karşı şaz kabilinden sebatlı adamlar da bulunur. Eşrafdan Hacı Şükrü Bey namında bir zat-ı muhterem şirketin bil-mecburiye satılığa çıkarılan hisseleri mübaya’a suretiyle bir İslam şirketinin ınkırazdan kurtulmasına sebeb olmuştur. Her ne kadar şirketin fabrikası meş’um uğursuz muharebe sebebiyle bir müddet ta’til-i eşgal edilmiş ise de yakın vakitte yine faaliyete gelmiştir. Fabrikayı gezdim. Memleketimize nazaran mükemmel buldum. Fabrikada yirmi ipek yirmi de havlu destgahı vardır. Bazı küçük kızlar birer kuruş yevmiye ile kolay işlerde kullanılıyor. Mesela: Makara sarmakla meşgul oluyor. Büyük kızlar ve kadınlar yalnız başlarına birer destgahı idare ettiğinden sekizer onar kuruş yevmiye alıyorlar. Fabrikanın i’mal-kerdesi olan ma’mulatın başlıcalarını zikr etmeyi “yerli mallarımızdan müslüman i’malatından nemiz var ki rağbet edelim?” diyenlerin ibret gözüne arz etmeyi münasib gördüm: Krep dobores İslam hanımlarının krep döşin deyip ecnebi mağazalarından mağaza mağaza araştırıp buldukları Avrupa’nın hulefa otundan samandan i’mal olunan çürük zahirde gayet şık aldatıcı elbiselikleri bu fabrikada safi halis birinci filatör ipeğinden yapılır. Defa’atle yıkanır. Mezkur kumaşların üzerindeki dallar fabrikayı idare eden ustanın Çarşaflıklar: Bu da ikiye ayrılır birine tafta deniyor ki iki cinsi vardır: Düz dokunmuş ve yumuşağı. İkinci kısma rejanes denir ki ince çizgilisi demektir. Bir kısım daha vardır ki Esvablıklar: Tafta krep döşin ponje daha ince sıkı sofra şanlı ecdadın giydikleri hilali gömlekler fitilli sevre düz sevre Bursa abanileri bürümcek telli düz bürümcek bülüzlü. Bunlardan ve krep döşinden sevreden sofradan enva’ ki: Boyun mendili el mendili kadın mendilidir. Bunlar da dört boy üzerine olup santimden ibarettir. Tafta ve krep döşin üzerine enli ve ensiz kravatların enva’ı kanepe örtüleri jön dö tabl yastık ve tabak örtülerinin enva’ı ve saire. Dersaadet’de meydancıkta Hacı Hüseyin mahdumları bu İslam fabrikasına külli sipariş veriyorlar ve dolayısıyla fabrika me’murları malların sarf ve istihlaki noktasından hanımlarının nazar-ı dikkatlerini celb ederim. Mümkün olduğu kadar bilcümle mübaya’atlarını bu gibi müesseselerden sipariş eylemelerini hasbe’l-hamiyye arz eylerim. Çünkü hayat-ı iktisadiyyesi gaib olmuş milletin hayat-ı siyasiyyesi de buz üstüne yazı yazmak kabilindendir. Havlu destgahlarına gelince: Burada sırf müslüman ustalar çalışıyor. Maatteessüf ipliği Avrupa’dan getiriliyor. Dokunan mallar; havlu bornos hamam takımı.. ilhdir. Mallar gayet ehvendir. Çünkü Avrupa’ya nazaran amele yevmiyesi gayet ucuz; bir kuruştan yirmi kuruşa kadar. Sebebi bu! Bursa’da Mihran Kuyumciyan Efendi’nin de balada saydığımız bil-umum kumaşları i’male mahsus bir fabrikası vardır. Buranın da ustabaşıları müslümandır. Hissedaranı mahdud kollektif ile komandit arasında bir şirkettir. İşleri ziyansızdır. Çıkardıkları ipliği toptan olarak bir tüccara veya müte’ahhide satarlar. Bursa’da san’at ehli adam epeycedir. Ve bu uğurda malını mülkünü belki hayatından bir kısmını feda etmiş adamlar bile vardır. Onların ekserisiyle görüştüm; mücmel ma’mulat [ma’lumat!] edindim. Bunlardan biri: Bursa’da Örtülü Çarşı’da Fesci Hafız Halid Bey’dir. Bu zat enva’ fanilalar kuşaklar velhasıl mensucatı müte’allik ne gibi şeyler varsa hepsini Avrupa’dan mübaya’a ettiği müte’addid makinalar vasıtasıyla i’mal ediyor. İ’mal etmekten etmeye de fark var. Mesela: Avrupa malı olarak aldığımız bir yün fanilayı bir müddet kullandıktan sonra yıkasak derhal yıkadıktan sonra fanilanın küçüldüğünü bir müddet sonra şekl-i aslisini tağyir ve tebdil ettiğini görürsünüz. Halbuki bu zat bu ince noktaları düşünmüş taşınmış müte’addid tecrübeler yaparak bu gibi mahzurları def’ etmek çaresini bulmuştur. Ba-husus romatizma siyatik ve saire gibi sinir ağrılarına mübtela olanlar için yalnız ağrı ve sızı mahalleri için fanilalar yapıyor. Muma-ileyh senesi Bursa sergisinde birinci derece şehadetname senesinde birincilik ve altın madalya senesi Bursa Ticaret Odası’ndaki müsabakada birinciliği ve mükafat-ı nakdiyyeyi kazanmıştır. Halid Bey ile görüştüm. Dediler ki: “Bu san’at uğurunda malımı mülkümü feda ettim. Neticede müte’addid tecrübelerim sayesinde muvaffak oldum. Mesela: Bir tecrübe için bir çok yünleri feda ettim. Mahza mesleğimin ilerilemesi için hiçbir fedakarlıktan geri durmadım. Halbuki Avrupa’da bu gibi tecrübeleri ifaya mecburiyet yoktur. Onlar bütün efrad-ı milletin belki her san’at ehlinin san’atında ilerilemesi için gayet açık ve sade herkesin anlayacağı tarzda güzel mücmel sanayi’ risaleleri vardır. Bizde bu gibi risalelerin ecnebi lisanından güzelce açık ve sade bir lisan ile tercüme edilerek arzu edenlere dağılmasına delalet edilirse hayat-ı memlekete güzel te’sirler bırakır. Çünkü Avrupa’da her san’at için risaleler mevcuddur. Hazır olmuş meyve gibi yalnız onları güzelce tercüme mes’elesi kalıyor. Bu da yapılmayacak bir de ilave edilirse o boya hasiyyetini gaib etmez. Ez-cümle Avrupa’dan gelen fes püskülünün boyası kat’iyyen çıkmaz. Halbuki yerli püsküllerinin boyası çıkıyor. Avrupa’nın ipeği karışık ve ottandır yerli püsküllerinin ipeği has fakat boyası çıktığından ve saireden müşteri bil-mecburiye Avrupanınkine rağbet ediyor. Hatta çarşımızda Boyacı Koçu namında bir Hıristiyan vardır. Avrupa’da fabrikanın birinde kimyager akrabası varmış. Her sene mesela: Boya ıtriyat ve’l-hasıl ne olursa olsun halledemediği bir mes’eleyi Avrupa’daki kimyager vasıtasıyla halledip mükemmel surette maksadına vasıl oluyor. İşte sanayi’ risalelerinin faidesi! Koçu bu elde ettiği esrarı da harice çıkarmıyor. Çünkü kendisi Koçu’dur!” dedi. Mukaddema Eskişehir’de Sa’atçi Süleyman Usta namında birinin beygir kuvvetinde bir motoru Bursa sergisinde herkesin takdirini mucib olmuş. Fakat bu takdirde bedeli kuru bir şehadetnameden başka bir şeye nail olmamış. O adamın san’atını ileriye götürmek için hükumet fi’ili ve maddi teşvikatta bulunmalı idi. Aynı zamanda beygir kuvvetinde bir moturu yapan bir adam ondan ziyade bir kuvvete malik motoru da yapmaya kadirdir. İşte buna mümasil ahval Bursa’da pek çok. Dericilik sırf müslümanların elindedir. Debbağ İslimyeli Ömer ve Hezargradlı Hasan ustalar Avrupa’dan gelen derilerin aynı memleketimizde yapmak için icra ettikleri müte’addid tecrübeler yüzünden bir çok fedakarlıklarda bulunmuşlar ve bu uğurda san’atlarını hayliden hayliye ileri getirmişlerdir. Bunlardan Ömer Usta ile görüştüm. “Efendi bu san’at uğurunda malımızı mülkümüzü belki canımızı feda ettik. Sabahlara kadar uykularımızı terk ettik. Tek san’atımız takat kalmadı. Bu san’atta ileri gitmekliğimiz şahsi kalmıştır. Yani bu san’atın en ince noktasını bir çok fedakarlıklar ile elde ettik. Müslümanlardan bazılarına evladlarını yanımıza çerağ ederek adam yetiştirmek için müracaat ediyoruz. Fil-vaki’ müracaatımız kabul olunuyor. Yanımıza geliyorlar. Üç gün sonra savuşup kaçıyorlar. Saniyen biz bahusus memleketimizde bir deriyi ıslah için mümkün olduğu kadar adi bir alet belki el ile yaparız. Halbuki Avrupa’da bu hususda gayet muntazam makinalar vardır. Bizim bu makinayı celb etmeye kudretimiz yoktur. Binaenaleyh hükumet san’atımızı teşvik için ne yapmak lazım gelirse yapmalıdır. Çünkü san’at mahv oluyor ve şahsi kalıyor” dedi. HÜKUMET-I SENIYYE’NIN DÜVEL-I MUAZZAMAYA NOTASI Pazar günü öğleden evvel Hariciye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdürü Ethem Bey Avusturya Sefarethanesi’ne azimetle süferanın en kıdemlisi bulunan Marki Pallaviçini’ye atideki notayı takdim etmiş ve diğer düvel-i muazzama süferasına da tebliğini kendilerinden rica ve iltimas eylemiştir: Bulgaristan Hükumeti mukaddemat-ı sulhiyyeyi imza hususunda göstermiş olduğu müsara’ata rağmen Devlet-i Aliyye’ye rücu’ etmesi lazım gelen araziyi tahliyeden istinkaf etmiştir. Hükumet-i mezkurenin bu suretle hareket etmesi kendisine Midye-İnöz hatt-ı mevsumuna vermek istediği yanlış tefsire göre bir hatt-ı hudud te’min etmek maksad-ı bahirinden münba’is bulunduğu azade-i iştibahdır. Bulgaristan hükumeti ancak hükumet-i Osmaniyye’nin intizarından usanarak ordusuna kendi arazisini tekrar işgal etmesi emrini verdiği zaman askerini çekmeye karar vermiştir. Diğer tarafdan hükumet-i Osmaniyye pay-ı taht ile Kal’a-i Sultaniyye Boğazı’nın müdafaasına imkan husulü endişesi ta’kıb ederek şimale doğru çıkan bir hat ile çizilmesi lüzumunu öteden beri tebeyyün etmiş ve bunda ısrar eylemiştir. ta’yin edilmemiş olması keyfiyeti hiç şüphesiz devletlerin ol vakit Bulgaristan tarafından gösterilen müşkilatı ber-taraf etmek ve bu sayede delegelerin Londra’da sür’at-i mümkine gelmiştir. Mülahazat-ı anifeye ve bilhassa her gune teşvişatın vuku’unu bertaraf etmek maksadına binaen hükumet-i Osmaniyye doğrudan doğruya Bulgar hükumetine müracaat ederek Meriç’i Edirne’ye kadar ta’kıb edici bir hudud güzergahı hakkında ne gibi esbaba mebni ısrar etmek mecburiyetinde bulunduğunu tebliğ eylemiştir. Bu mes’eleyi Bulgaristan ile diplomasi tarikiyle fasl u tesviye etmek hükumet-i Osmaniyyece şüphesiz müreccah idi. Maatteessüf Bulgarların taht-ı işgallerinde bulunan arazide na-kabil-i tavsif bir suret-i vahşiyane ve muharribane ile ika’ ettikleri ve kendi müttefik-i sabıklarının bile asakir-i Osmaniye derecesinde bir nefret ve istikrahla müşahede edebildikleri mezalim ve i’tisafat hükumet-i Osmaniye’nin işin diplomasi tarikiyle fasl u tesviyesine intizar etmesine mani’dir. Diğer tarafdan bit-tecrübe sabit olduğuna göre Bulgaristan ile ye sürüncemede kalmaya mahkumdur. Şu ahvale binaen hükumet-i Osmaniyye Trakya’nın hal ve mevki’-i atisini devletlerle müttefikan ta’yin etmeyi ta’ahhüdle beraber mebhusün-anh hududu şimdiden işgal etmek mecburiyetini his etmektedir. Hükumet-i Osmaniyye ilaveten şurasını da ityana müsara’at eder ki bir tarafdan düvel-i muazzamanın mukarreratına ri’ayet etmek ve diğer tarafdan Bulgaristan ile tabi’i ve devamlı münasebat te’sis eylemek hakkındaki arzusuna binaen marru’z-zikr güzergahı kat’i bir hatt-ı hudud add ü telakkı eder ve bunu hiçbir bahane ile tecavüz etmemeyi ta’ahhüd eyler. Hükumet-i Osmaniyye Balkan hükumetleri arasındaki muharebe-i hazıranın ve bir de Trakya için dermiyan edilen suret-i tesviyenin kendisini pay-ı tahtın emniyet ve selametini kafil bir hududu bir an evvel taht-ı te’mine almak mecburiyetinde bulundurduğunun düvel-i muazzamaca teslim edileceği ve düvel-i müşarun-ileyhimin Trakya’nın hal ve mevki’-i mahsusunu nazar-ı i’tibara alarak mes’elenin suret-i meşruha dairesinde seri’an ve muslihane fasl u tesviyesini te’min için Bulgaristan’a vesaya-yı lazıme muhasemata tekrar ibtidar olunacak olursa bunun bütün mesuliyetini şimdiden Bulgaristan’a atf u tahmil etmeyi lazımeden addeyler. SON İHTAR zıları birkaç def’a vuku’ bulan ricamıza ihtarımıza rağmen borçlarını te’diyeye asla yanaşmadılar. Bu hal hem müslümanlığa hem insaniyete münafidir. Müslüman tüccar diye kendilerine i’timad ederek siparişlerini ifa edegeldiğimiz bu adamların şerlerinden ümmeti sıyanet için isimlerini herkese tanıtmak icab ediyor. Fakat biz iki hafta daha bekleyeceğiz. Yine borçlarını te’diye etmedikleri takdirde bu kararımızı suret-i kat’iyyede tatbik edeceğiz. – Sıkılmak eski adamlarda nadiren görülen Bir ibtilaya denirmiş ki şimdi geçti! – Neden? – Değişti halet-i ruhiyye çünkü asra göre... – Aman şu “halet-i ruhiyye” bir de “mefkure” Ayıp değil ya gıcıklar benim sinirlerimi! – Niçin sinirleniyorsun? Ta’assubun yeri mi? Biraz değişmeli artık bu eski zihniyyet. “Lisana hiç yenilik sokmayın!” demek: Cinnet. – Hayır ta’assub eden yok... Şu var ki: Icabı Tahakkuk etmeli bir kerre; bir de erbabı Eliyle olmalı matlub olan teceddüdler... Düşün ki böyle midir bizde? – Şüphesiz. – Ne gezer! Delili: Kendi sözündür... – Kimin benim mi? – Evet! – Ne söylemiştim? Unuttum... – Canım şu “zihniyyet!”... – Beğenmedin mi? Fransızca yok mu “mantalite”? Onun mukabili... – Zaten budur ya dert işte! Tasarrufatını aynen alırsak İngilizin Fransızın; ne olur hali sonra şivemizin? Lisanın olmalıdır bir vakar-ı millisi O olmadıkça müyesser değil tealisi. – Biraz muhafazakaranedir ya şimdi bu da... – Evet muhafazakarım... Bilir misin bu moda Te’ammüm etmeye başlarsa... – Başlasın! Ne olur? – İler tutar yeri kalmaz lisanımız bozulur. Bugün ne maskara olmuşsa milletin kılığı Lisan da öyle olur! – Anlamam inatçılığı... – Bilir misin bu garib ümmetin nedir hali? “Yehafü” sıygasının çıngıraklı i’lali! – Nasıl nasıl? – Hele sabret: “Yehafü aslından...” Deyip de ezbere birçok ibareler okutan Hocam hitama yakın devresinde i’lalin Miyan-ı kafiye-darında çifte “fi’l-halin” Okur dururdu. Bu bir an’aneydi besbelli: “Kaçan ki sakin olur vav onun da ma-kabli Huruf-ı salimeden harf-i gayr-i sakin olur; O vavı müttefikan meddeder imiş cumhur... O halde biz dahi ettik: Yehafü oldu.”... Evet! Ne yapsa Avrupa bizlerce asl olan hareket: “O halde biz dahi yaptık!” deyip hemen taklid. Bu türlü bir yenilikten ne hayr edersin ümid? – Fakat “yehafü”nün i’lali amma güçmüş ha! – Bu ihtisarı onun çok sürerdi yoksa daha! Fena mı? Bak lafa daldık da duymadık yokuşu. – Hakikat öyle! Epey yol kazanmışız... Şu ne şu? – Yıkık sebile bakıp ağlayan yanık mektep... Geçenki yangının enkazı işte bunlar hep! MÜDAFAAT-I DINİYYE HUTBELER: ZEBH-I AZIME DAIR HUTBE “Bu cümle ile beraber Mevla te’ala bizi bila-irşad terk etmemiştir. Zira bu kıssanın daha mükemmeli Tevrat’da varid olmuştur. Ve ma’lumdur ki her müslimin istinare ve istirşad Biz bi-hamdihi te’ala şer’-i Ahmedi’de vücubun nasıl deliller ile sabit olacağını bilmez değiliz; söylediğiniz gibi bir vücub ifade eden delil-i şer’iye tesadüf edemedik. Böyle bir ihtimal olmadığına da kani’iz. Nazm-ı Kur’an’ın icmalini tafsil işkalini izale için müracaat edilmesi lazım gelen kava’id usul-i fıkh ilminde irae edilmiştir. Sure-i Maide’de “Bugün sizin dininizi ikmal ve hakkınızda ni’meti itmam ettim ve sizin için din-i İslam’ı ihtiyar eyledim” buyuruluyor . Binaenaleyh din hususunda Kur’an-ı Kerim bize kafidir ve başka bir kitaba müracaattan muğnidir. “Zira Sure-i En’am’da “ Biz kitabı ahsen harekette bulunan kimseye tamamen ve her şeyi tafsilen ve hedy ve rahmet olmak üzere Musa’ya verdik” diye buyurulmuştur. Madem ki iş böyledir. Yani Tevrat mü’minin anlamak istediği her şeyin tafsilidir imdi vacib hatta zaruridir ki o kitabda bu nazik mes’ele hakkında ne denildiğini işitelim.” Dostum! Bu ayette iddi’a ettiğiniz vücubu isbat edecek bir delil yoktur. Hem sizin bu kıyasınız adeta duvardaki at resmini göstererek “Şu attır her at kişner binaenaleyh bu at da kişner” demek kabilinden bir kıyasdır. Çünkü Kur’an’da medh ü sena buyurulan Tevrat Hazret-i Musa’ya inzal buyurulan kitabdır. Sizin bize müracaatını vacib kıldığınız Tevrat tü hala görmek istemiyor musunuz? Bunlarda mevcud diğer tahrifatı size bağışlayalım Hazret-i Musa’nın vefatından sonra cereyan eden ahvale dair bazı tafsilatın onlara fürceyab-ı duhul olduğunu da inkar edemezsiniz ya! Tesniye bab - . Maamafih hatırınız için sizi ta’kıb edelim bakalım müdde’anıza muvafık delil gösterebilecek misiniz. “Onun bu vak’aya dair olan nassı beyanatı gayet sarihdir.” Siz sarahat kelimesini çok kullanıyorsunuz. Fakat bilmelisiniz ki atiyen sizden bunların hesabını isteyeceğiz. “Allahü te’ala Tekvin Kitabı’nda bu hususda şöyle buyurmuştur: Ve bu şeylerden sonra Allah İbrahim’i tecrübe ederek ona ey İbrahim dedi o dahi lebbeyk dedi ve Allah şimdi biricik oğlunu yani sevdiğin İshak’ı alıp Moriya diyarına git ve onu orada sana söyleyeceğim dağların birisi üzerinde mihraka takdim eyle dedi. İmdi İbrahim sabahleyin erken kalkıp merkebine semer vurarak uşaklarından iki nefer ile oğlu İshak’ı beraber aldı ve muhrika için odun yardıktan sonra çıkıp Allah’ın söylediği mahalle gitti ve üçüncü günde İbrahim gözlerini kaldırıp uzaktan ol mahalli gördü ve İbrahim uşaklarına siz burada merkeble kalınız ve ben çocukla oraya gidip secde ettikten sonra size avdet edeceğim dedi. İmdi İbrahim mihraka odununu alıp oğlu İshak’a yükletmekle eline ateş ve bıçak alarak ikisi beraber gittiler ve ey oğlum dedi. O dahi işte ateş ve odun ve lakin mihraka disine mihraka için kuzuyu tedarik edecektir dedi. Böylece geldiklerinde İbrahim orada bir mezbah bina etti ve odunu dizdikten sonra oğlu İshak’ı bağlayıp mezbaha odunlar üzerine koydu. İbrahim oğlunu boğazlamak için elini uzatıp bıçağını aldıkta Rabbin meleği İbrahim İbrahim diye semadan ona nida eyledi. O dahi lebbeyk dedi. Melek dahi elini çocuğa uzatma ve ona bir şey yapma zira biricik oğlunu benden diriğ etmediğinden Allah’dan korkar idiğini şimdi bildim dedi ve İbrahim gözünü kaldırıp arkasında ve sık çalılık arasında boynuzundan tutulmuş bir koç gördükte İbrahim gidip koçu alarak onu oğlu yerine mihraka takdim eyledi. Tevrat’ın bu ifadesi doğru olmak için İbrahim’in biricik oğlu veya birinci oğlu İshak olmak lazım gelir. Halbuki “Hacer’den Abram İsmail doğduğu vakit Abram seksen altı yaşında ğunda yüz yaşında idi” Maamafih bu cihet mevzu’-ı bahse nazaran ikinci derecede kaldığından bunları nakl ile ne demek istediğinize bakalım. “Benim iddi’amca Allah’ın bu emirden maksadı İbrahim’e remzi veyahud temsili tarik ile Mesih vasıtasıyla icra olunacak fidyeyi bildirmek idi.” Dostum! Siz balada gerek Kur’an’ın ve gerek Tevrat’ın sarahatinden bahs ediyordunuz. Biz de o yoldaki sarahatlere silden dem vurmaya başladınız. Herifin birisine bir armut göstererek ne olduğunu sual etmişler cevabında ayvadır demiş. “Bu halde sen ayvayı da bilmiyorsun” demişler. Sakın bizim bahsimizde ona dönmesin. Haşa! Maksadım size cehl isnad etmek değil belki muhatablarınızı o menzileye o bahtiyarlardansınız ki muhatablarınız sözlerinize hakıkat-i mahza nazarıyla bakarlar beyaza siyah veyahud siyaha beyaz deseniz hiç birinin i’tiraz etmek aklına bile gelmez. Lakin ne çare ki biz başka türlü alışmışız: Birisi “Allah bir” dese “Neden bilirsin?” deriz. Hatta daha garibi eğer bunu biladelil söylemiş ise kendisini asim addeyleriz. Görüyorsunuz ya! İki tarafın aldığı tarz-ı terbiyede ne büyük bir tefavüt var! Siz pek a’la biliyorsunuz ki sarahat bir lafzın kesret-i isti’malden dolayı ma’na-yı muradı zuhur-bin ile zahir olmak remz ve kinaye ise ma’na-yı muradı min-ciheti’l-isti’mal müstetir bulunmaktır. Şu halde ikisi yekdiğeri makamında yordunuz. Irad ettiğiniz naslarda biz öyle bir hal göremedik. Bunu siz de idrak ettiğiniz için şimdi onu terk ile taban tabana zıttı olmak üzere remz iddi’asında bulunuyorsunuz. Bizim için tenakuzdan dolayı sözünüzü dinlememek de vardır. Maamafih müsahele tarikini iltizam ile sizi bu da’vanızda da ta’kıb edeceğiz. Fakat yine ma’lumunuzdur ki remz ve kinayede ma’na-yı murada delalet eder bir karine-i mu’ayyene bulunmak lazım gelir. Ta’bir-i diğerle “Benim iddi’amca böyledir” demek kafi değildir. Buna bir delil ve beyyine da’va mesmu’ olmaz. Delilinizi ikame ediniz de görelim. “Ve bu dahi –ister onun Kur’an’da varid olan şekline zahir ve ayandır.” Kuzum hatib efendi! Siz ne yapıyorsunuz? Böyle döne döne iş olur mu? Evvela sarahat iddi’asında idiniz sonra bundan vazgeçip remz ve temsil tarikinden bahs ettiniz. Şimdi yine zuhur ve ayandan bahs ediyorsunuz. Bu zuhur ve ayan yalnız size mi mahsus? Lutfen bize de irae etseniz olmaz mı? “Ve buna ta’accüb etmeyiniz” Aman hatib efendi! Buna da mı karışacaksınız. Böyle eteği peşine uymayan sözlere ta’accüb etmemek elden gelir mi? Sizi memnun etmek için çok cebr-i nefs ettik amma muvaffak olamadık. Din namına yapılan bu gibi eğri büğrü şeylere ta’accüb etmemek için dimağı çocukluktan beri öyle teşekkül etmiş olmak lazımdır. Biz ise o bahtiyarlardan değiliz. “Zira Allah’ın aklı bu dar daireden elbette daha vasi’ ve nazarı bu mermi-i karibden daha ba’iddir. Allahü te’ala “Semavat ü zeminden yüksek olduğu gibi benim yollarım sizin yollarınızdan ve benim efkarım sizin efkarınızdan yüksektir” diye buyuruyor.” Ve keza Allahü te’ala “Onu gözler idrak etmez lakin o gözleri idrak ve ihata eder; O latifdir habirdir” buyuruyor. ve keza “Ale’t-tahkık Allah semavat ve arzın gaybını bilir zira o kalblerde gizli olan şeyleri de bilir” buyuruyor. Hatib efendi! Biz bu ayetleri mücerred sizin isrinizi ta’kıb maksadıyla yazdık. Acaba siz o sözleri niçin yazdınız? “Zira” rak getirildiği anlaşılıyor. Acaba bunlar nusus-ı Kur’an iyye ve Tevrat iyye’nin maksadınıza sarahaten delalet ettiğine mi yoksa remz ve temsil tarikiyle delalet eylediğine mi delildir? Siz hem tuhaf şeyler yaparsınız hem de bizi ta’accübden men’ edersiniz. Bu muvafık-ı insaf mı? “İmdi bilelim ki bu kıssa Mesih’e remzdir.” Pek a’la biliniz! Fakat delilinizi söyleyiniz de bildiğinize biz de kani’ olalım. Çünkü bila delil bilmek hasıl olmaz. “Öyle olmasaydı Allah bunu kendi kitabının bir çok yerlerinde bize i’lan etmezdi.” Bu ifadeniz aynı müdde’adan ibaret olup bir delili muhtevi değildir. “Zira Mesih’e işaret olarak remzlerin sair nevi’leri zikr olunur.” Acaba o remzler de hep bu kuvvette midir? “Çünkü bu ta’lim Kitab-ı Mukaddes’in bi-hesab metin ve ayetlerinde meşhur ve sabit olmuştur.” Hep delilden ari aynı nakarat. “ Tevrat’da kurban ve zebiha ve muhrikalar ne kadar çok def’a zikr olunmuştur! Nasa hata ve günahları için kefaret lüzumu ne kadar çok def’a te’kid edilmiştir.” Bunu inkar eden var mı ki tekrar edip duruyorsunuz? “O derece ki bi’n-nefs Kur’an bu kurbanların zikriyle doludur ve tarih-i alemin mukaddimesinde Kabil Kayın ve Habil hakkındaki kelamında bize kurbandan bahs olunmağa başlamıştır.” Evet Sure-i Maide’de “ İnsanlara Adem’in iki oğlunun kıssasını hak ile zikr et.” “ Onlar tekarrub kasdıyla kurbanlarını arz ettikleri vakit birinin kurbanı kabul olunup diğerininki olunmadı” buyurulmuştur . Bununla kıssa-i İbrahim’in Mesih’e remz olduğu sabit mi olacak? “Ve Beni İsrail tarihinde çok def’a zikr ve semadan ılık ateş ile ihrak edilen kurbanlar namıyla yad edilmiştir. Ve manından Musa’nın zamanına ve Musa’dan Mesih’e kadar takdim etmiş oldukları yüzlerce ve binlerce zebihalardan ancak birisi idi. Ve Beni İsrail’in bil-cümle ayin ve merasim banlar takdimi idi.” Bunların cümlesi müsellem; fakat netice? “İmdi dört bin sene Arz-ı Mukaddes’in ekser bik’a ve kıt’alarında mevcud mezbahlardan çıkan tütün dumanlarıyla havayı karartan ve zikirleri Adem’den İbrahim’e Harun’a Davud’a ve asr-ı Mesih’e kadar Tevrat ve Zebur sahifelerini dolduran bu muhrikalardan ilah-ı hakimin hiçbir murad ve maksadı olmadığını hangi akl-ı selim zanneder.” Cenab-ı Hakk’ın bilcümle ef’ali hikem ve mesalihe müstenid olduğunda şüphe yoktur. Lakin mücerred nakle müstenid bir dinin saliklerine mensub bir hutbede akl-ı selimden bahs edilmesi cay-ı ta’accübdür. “Evet Allah’ın zebihalar ve kurbanlar farizasından azim bir maksadı vardır.” Siz o maksad hakkındaki fikrinizi söyleyiniz de sıra bize gelince biz de bildiğimizi söyleriz. FIKIH VE FETAVA FIKIH VE İBADAT-I İSLAMIYE TARIHINDEN: HAC Ashab-ı kiram düşman tarafından vuku’a gelen ihsar mes’elesini ihsar ayet-i kerimesinin muktezasıyla Hudeybiye senesi vak’asına muvafık olarak hal ederlerdi. İbni Mes’ud hazretleri maraz sebebiyle vuku’a gelen ihsarı da –- : birinci nev’e kıyas ederdi. İbni Ömer İbni Abbas Ümmü’l-mü’minin Aişe hazeratı ise bu nevi’ ihsarı birinci nev’e olanların tahallülleri ihramdan çıkmaları için tavafdan sonra Safa ile Merve arasında sa’y etmeleri muktezidir. Başka türlü tahallül edemezler. Abdullah bin Ömer hazretleri ihsar nokta-i nazarından umre ile hac arasında bir fark görmezlerdi. Binaenaleyh Hudeybiye senesindeki umrenin hükmünü hacca da teşmil ederlerdi. Ashab-ı kiram hazeratı ayet-i kerimesine bakarak muhrimler için deniz avlarının helaliyetine ayet-i kerimesinin müfad-ı sarihine göre de kara hayvanları avlamanın hürmetine kail idiler. İbni Abbas Enes bin Malik hazeratı memnu’iyyeti sayda tahsis ile zebhi tecviz ederlerdi. Avlanması haram olan hayvanların katli suretinde bu babda vurud eden ayet-i kerimeye tevfikan iki adlin takdiri üzere hayvan-ı maktulün misli Harem dahilinde zebh veya kıymeti fukaraya tasadduk olunur veyahud ceza olarak oruç tutulurdu. Hazret-i Ömer radıyallahü anh sırtlan için koç geyik için küçükçe dişi keçi tavşan için dişi keçi yaban faresi için de dört aylık keçi oğlağı ile hüküm ediyordu. Ömer bin El-Hattab Ali bin Ebi Talib Osman bin Affan İbni Mes’ud hazeratı büyük cüsseli şikarların kendilerine mu’adil olacak büyükler ettikleri mervidir. Ali radıyallahü anhden rivayet olunduğuna göre deve kuşu yumurtası itlaf eden muhrimin dişi devesini likaha arz edip husule gelecek yavruyu zebh etmesi muktezidir. İbni Abbas İbni Mes’ud hazeratı ise deve kuşu yumurtasında rimin Hazret-i Ömer’e göre bir parça ta’am İbni Ömer’e göre ale’l-ıtlak azıcık bir şey İbni Abbas’a göre de hurma tasadduk etmesi lazımdır. Ashab-ı kiram hazeratı başında bir hastalığı veyahud eza ve rahatsızlığı bulunan kimsenin halk etmesi caiz olacağı hakkında müttefik idiler. Şu kadar var ki halk velev li-ma’zeretin olsun mahzurat-ı ihramdan birini irtikab demektir. Onun için fidye olmak üzere üç gün oruç tutmak veyahud fukaradan elli kimseye yarımşar sa’lıktan ekmek veyahud – : bir kan akıtmak lazım geleceğine kani’ idiler. Zaten ayet-i kerimesi de bunu te’yid ediyordu. Hazret-i İbni Abbas başın hastalığı cerahat çıban ve sivilcelerden; eza ve rahatsızlığı da kehle gibi hevam ve haşeratın bulunmasından ibarettir derlerdi. Beyne’l-ashab fidyenin mahall-i icrası hakkında ihtilaf vardı. Hazret-i Mücahid her nerede ise caiz olacağına kail Mekke’de ve kalanlarının da istenildiği yerde icrası caiz olacağına zahib idi. Ashab-ı kiram hazeratı ma’na-yı e’ammıyla mütemetti’ olanlara hedy veyahud –üçü esna-yı hacda yedisi sonra olmak üzre– on gün oruçtan ibaret olan kefaret lazım geleceği hakkında müttefik bulunuyorlardı. Zaten ayet-i kerimesi bu babda nass-ı sarih olduğundan ihtilafa mahal bırakmıyordu. İbni Ömer hazretleri ayet-i kerimede mezkur olan “hedy”i ibil ve bakar ile tefsir ederlerdi. Binaenaleyh İbni Ömer’e göre mütemetti’in deve veyahud sığır zebh etmesi muktezi olup buna muktedir olamadığı surette oruç tutması lazım gelir. Öteden beri mütedavil olduğu vechile beyne’l-ashab esna-yı hacda kesilen kurbanlara hedy ıtlak olunurdu. İbni Ömer radıyallahü anhüma hedayada ancak “sena” caiz olacağına kail bulunuyorlardı. Ashab-ı kiram Peygamber Efendimiz’den gördükleri gibi hedyleri taklid ederlerdi. Esna-yı taklidde hedylerini kıbleye tevcih edip yukarıda söylendiği üzere –deve olduğuna göre– damgalarlardı. Ümmü’l-mü’minin Hazret-i Aişe koyunları da taklid edilmekte olduğunu rivayet ederdi. bittabi’ deveden başkaları damgalanmazdı. İbni Abbas hazretleri damganın sağ tarafda olurlardı. Anlaşıldığına göre ashab-ı kiram hazeratı ekseriyet i’tibariyle fi’l-i nebeviye muvafık olarak hedylerini haric-i Harem’den tedarik ederlerdi. İbni Ömer hazretleri dahil-i Harem’den tedarik olunan hedyleri Arafat vakfesinde hazır bulundurarak cebr-i noksan etmek müstehab olduğuna kail oluyorlardı. Beyne’l-ashab rukub-ı hedyin cevazında ihtilaf edildi. Hazret-i Cabir zaruret-i mülcie olmadıkça rukub-ı hedyi tecviz etmezdi. Enes ve Ebu Hureyre hazretleri ise rukub tarikiyle hedyden istifadeyi caiz görürlerdi. Tatavvu’ hedyleri mahall-i nahrlerine vasıl olmadan za’ifleyerek yolda düşüp de boğazlandıklarına göre etlerinden yemek caiz olamayacağı hakkında ittifak vardı. Ali bin Ebi Talib İbni Abbas İbni Mes’ud hazeratından mervi olduğuna göre bu gibi hedylerin etlerini yiyenlerin ve yedirenlerin kıymet-i me’kule mu’adil yenilecek bir şey ile tasadduk etmeleri icab eder. Mahall-i nahre vasıl olup zebh edilen hedylerin etlerini yemek caiz olacağı hakkında beyne’l-ashab ittifak vardı. Şu kadar ki İbni Ömer hazretlerinden mervi olduğuna göre nezr sebebiyle vacib olan kurbanların etleriyle ceza-yı sayd olarak kesilen hayvanların etlerinden yemek caiz olamayacağı hakkında bir kana’at mevcud idi. TENASÜH AKIDESİ KADIM MISRILERE GÖRE TENASÜH Şark ki garaib-i şuunatın cilvegahıdır aynı zamanda esrarengiz tahayyülatın da menba’-ı feyyazı addolunabilir. Kainatı tetebbu’ etmek fikri ilk evvel şarkta doğmuş derin düşünücü feylesoflar en evvel şarkın muhit-i sehharında perverişyab-ı kemal olmuştur. Hind’in Çin’in Babil’in Mısır’ın ve nihayet mehd-i esatir olan Yunan-ı kadimin mütefekkir dimağları kainatı tetebbu’ ettikleri zaman kendilerini hayret-bahş hadisat-ı acibe karşısında bulmuşlardı. Bu feylesoflar görüyorlardı ki sath-ı arz bir sahne-i inkılab bir meşher-i hadisattır: Toprağa düşen bir tane murur-ı zamanla cesim bir ağaca; ale’l-ade bir yumurta rengarenk tüyleri hazin nağmeleri ile kalbleri teshir eden bir kuşa; nehirlerde akan denizlerde duran sular buhara buharlar buluta bulutlar da tekrar yağmura münkalib oluyorlar. Bir odun parçası evvela ateşe sonra küle tahavvül ediyor. Cihanda vuku’a gelen bu gibi tebeddülat la-yenkatı’ devam edip gidiyor. Biraz daha derin görenler : hafaya-yı kainatı biraz daha fazlaca ta’mik edenler ise hemen hemen gayr-i mer’i bir noktanın murur-ı zamanla bir kurda tahavvül ettiğini bir müddet sonra da bu çirkin ve müstekreh kurdun rengarenk levnler narin ve dilber kanatlarla mücehhez bir kelebek haline geçtiğini görüyorlardı. Kavanin-i fıtratı şumullü bir surette ihatadan aciz kalan dimağlar bu gibi hadisat-ı acibe karşısında hayretten hayrete düşüyor kıyasat-ı zihniyyeleriyle bunlardan garib garib neticeler çıkarmaya çalışıyorlardı. Eski feylesoflar cihanda görülen her hadisenin beşeriyette de bir naziri olacağına kani’ bulunuyorlardı. Bu kanaattir ki tenasüh fikrini tevlid eylemiştir. Cihanda her mevcudun kendilerince eşkal-i hafifeden ibaret olan ervahın da istihalata uğradığını tahayyül etmekte bir mahzur görmemişlerdi. Öyle ya kainatta bu gibi istihalatın binlerce nümunesi yok mu? O halde her şeyin bir nazirini cami’ olan beşeriyet Tenasüh akıdesi ihtimal ki insaniyetin en köhne akaidinden biridir. Ensal-i maziyyeden milyonlarca efrad bu akıdeyi beslemişler bedenleri çürüyüp mahv olsa bile ruhlarının başka kalıplarda yaşayacağı kana’atiyle ölüp gitmişlerdir. Bugün Hind ve Çin’de ehemmiyetlice bir kütle-i beşer hala bu akıdeyi beslemiyorlar mı?.. Tenasüh fikrinin san’atkar levhalarını tasavvur etmek süh fikri edyan-ı semaviyye mensubları arasında bile az çok ta’dilatla yine cay-ı kabul bulabilmiştir. Tevrat’ın muharref sahifelerinde bu fikrin renklere bürünmüş filizlerini bulmak mümkündür. Filhakıka Niyobe niobenin mermere Lut’un zevcesi Edit’in edithe tuzdan bir heykele tahavvül etmeleri tenasüh fikrinin istihalesinden başka ne suretle izah olunabilir. Garibdir ki muharref Tevrat’ın köhne sahifelerinden birçok hurafeler kütüb-i İslamiye’ye de sokulabilmişlerdir. Fazla ma’lumat göstermek gayretinde bulunan az düşünücü bir çok mü’ellifler bu gibi hurafeleri aynen nakl etmekte bir be’is görmemişlerdir. Halbuki bunların mazarratı bugün esas-ı İslamiyet’i sarsacak birçok müslümanları dinleri hakkında şüpheye düşürecek kadar bariz ve tehlikeli bir şekil almıştır. Bu gibi hurafelerin temizlenmesine çalışmak erbab-ı olduğunu burada bir daha tekrar etmek lüzumunu hissediyoruz. Tenasüh ruhun bir cesedden diğerine intikali ta’bir-i diğerle ruhların muhacereti demektir. Tenasühcülere göre ecsad ruhların bir kalıbı gibidir. Aynı bir ruh muhtelif cesedlere girerek onlara ifaza-i hayat eder. Bugün bir kalıba ifaza-i hayat eden bir ruh bir müddet sonra başka bir kalıbda başka bir cesedde tecelli-yab-ı zuhur olur. Bu muhtelif kalıbların yekdiğerlerinden farkı yalnız eşkal-i hariciyelerindedir. Çünkü hepsindeki kuvve-i muhrike yani ruh birdir. Görülüyor ki tenasüh ebediyet-i ruh fikrinin ibtidai bir neticesidir. Akvam-ı kadime mu’tekadatında eski feylesofların mesleklerinde –istisnasız olarak– ebediyet-i ruh fikrinin az çok mütehavvil eşkali görülebilir. Ebü’l-müverrihin Heredot’un dediği gibi ebediyet-i ruh fikri en evvel Mısriler tarafından ortaya atılmıştır. Tenasüh metempsychose nazariyesinin de yine Mısrilerin tahayyülatından olduğunda şüphe yoktur. Nil sahillerinin bu kadim sakinleri insan öldükten sonra ruhunun der-akab diğer bir hayvanın bedenine dahil olduğunu i’tikad ediyorlardı. Fakat yine onların akıdesine nazaran bu ruh o hayvanın cesedinde payidar olarak kalmazmış o hayvan ölür ölmez ruh bu def’a da başka bir hayvanın cesedine intikal edermiş. Bu suretle aynı bir ruh yeryüzünde hava dahilinde sular derununda yaşayan hayvanların kalıblarını dolaştıktan üç bin sene kadar imtidad eden medid bir muhaceretten sonra yine bir insanın cesedine avdet eder o insan öldüğü zaman yeni baştan tekrar evvelki gibi uzun bir muhaceret başlarmış. Ruhların şu suretle devri olarak bir muhaceret icra ettikleri hakkındaki akıde ecram-ı semaviyyenin harekat-ı devriyyesinden mülhem olduğunu tahmin edebiliriz. Filhakıka tenasüh-i ervah nazariyesi ecram-ı semaviyye hakkındaki devr-i hey’inin hayat-ı beşere tatbikinden başka bir şey değildi. Nil sahillerinde yaşayan insanların tarih-i tekamül-i dinisi tedkık edildiği zaman anlaşılıyor ki kadim Mısrilerin ebediyet-i ruh hakkındaki bu kaba fikirlerine bilahare daha başka şeyler de ilave edilmiştir. Filhakıka Plutark’ın Plutarque rivayetine nazaran Mısriler Amantes amenthes namında bir de diyar-ı emvat bulunduğuna ve Oziris’in Serapis Serapis ünvanı altında bu imparatorlukta ferman-ferma olduğuna kail imişler. Ehramların sine-i sengininden çıkarılan mumya sandukalarındaki resimler Plutark’ın şu rivayetini te’yid edecek ebed-nümun vesikalardan ma’duddur. Porfir Porbhyre kadim Mısrilerin bir du’asından bahs ediyor: Ba’de’l-mevt ruhlarının ebedi ma’budlar arasına kabul edilmesi niyazından ibaret olan bu du’a tenasüh akıdesinin bilahare Mısriler arasında daha başka şekillere bürünmüş olduğunu göstermektedir. Tenasüh akıdesi Mısır’da müte’addid şekiller aldıktan sonra Yunan feylesoflarının velud dimağlarında daha rengin daha hayali kisvelere bürünmüştür. Hind ve İran taraflarında Makalat-ı atiyyemizi de bu akıdenin Hind İran ve Yunan akvamı arasında uğradığı tahavvülata hasr edeceğiz. FELSEFI İLMI BIR BAHIS Ruhun mevcudiyeti ebediyeti şüphesiz mesail-i felsefiyyenin en müdhişidir. Felsefenin muhtelif cereyanları mes’elenin halli için asırlardan beri çarpışmaktadır. Çünkü ruh me’yus olduğu anda amaline itmi’nan bahşeden; mevcudat-ı maddiyye füshat-saray-ı amalini isti’ab edemediği zaman a’zamdır. yor. Kuvve-i akliyyenin na-mütenahi tekamülatından nasibedar olan bu mahluk kavanin-i tabi’iyyenin esiri olduğundan ezeli kanunları tenkıd etmeye kalkışır. gulara malik edilmiştir. Bunun için adalet merhamet iyilik muhabbet fazilet gibi enva’-ı kemalatı halat-ı mutlakasında müşahede eder. Ve her adaletin arkasında daha büyük bir adaletin her merhametin güzelliğin muhabbetin daha şümullü ma’nası olduğuna kani’dir. san koşar oynar terennüm eder münşerih olur muharib olur sahi yahud bahil olur. Mütekebbir ya mütevazı’ olur. Hakim olur münafık olur kendi şahsına temelluk etmekten başka bir sıfata malik olmadığı kendi lezaizinden başkasına hibini hakıkat-i halden dur eder. Çünkü insanın sıfatı her ne kadar te’addüd ile ruhuna karşı la-kayd bir surette görünürse de onun ruhu kalbi ile en ziyade murtabıt kuvve-i akliyyesi üzerine en büyük te’siri icra eden mü’essirdir. İnsanın ölümden korkması emraz ve ilelden ürkmesi kendi şahsına temelluku menfa’at-ı zatiyyesi arkasında koşması ruhuna hiyyu’n-nazar olmayanlara sathi zevahire aldanmayanlara nümayandır. Hiçbir insan var mıdır ki ölümünden yani cismaniyyeti Zann-ı kasırımca hiçbir insan yoktur ki bu fikirden mücerred olsun. Çünkü her hadisenin vuku’u onu daima hayat-ı müstakbelesini düşünmeye sevk eder. Fil-vaki’ hayatın müte’addid felaketleri bazı insanları ruh mes’elesini düşünmekten alıkoyar. Fakat bir insan hastalandığı anda bütün meşa’iri bütün havassı uyanır ve hastalığının neticesi ölüm olur ise ne olacağını düşünmeye başlar. İşte akaid-i sabite ashabına o anda alem-i ebediden bir nesim-i itmi’nan hübub ederek kadere ser-füru ve Hak te’alanın merhamet-i sübhaniyyesine rişanlaşan insanlar o dakıka-i hatar-nakde ebediyyeti isbat etmek için edille-i akla taharri etmeye başlarlar ve her bir delil-i akliye rast geldikleri anda yüzlerinde alaim-i sürur nümayan olur. Fakat imanlarını ilmi iştibahlar tamamıyla lahzada me’yusiyetin hüsranı içinde puyan oldukları halde mematı istikbal ederler. Bir alilin kendi kendini öldürmesi çok duyulmuş şeylerdendir. Filhakıka bu gibi adamlar kendilerini marazın şiddetinden değil bilakis ye’sin mühlik pençelerinden adem-abad-ı fenanın zalam-ı ebedisinde daima mensi kalmak fikrinden kurtulmak için öldürmüşlerdir. Muhalled olmak hissi insana bu arz-ı safilin tabi’atinden daha müterakkı bir tabi’atten yaratıldığını iş’ar ettiği için şüphesiz en ali hisdir. Bazı feylesoflar bu hissin mevcudiyetini huludu isbat etmek için büyük delil addederler. “İnsan bi’atin bütün a’malinde israf görülmemiştir” derler. Biz şimdi huludu edille-i katı’a ile isbat etmeye kalkışıyoruz. Çünkü i’tikad-ı hulud; erkan-ı ahlakı tarsin eden insanı behimiyetten müte’ali eden yegane amildir. Çeşm-i im’anımızın karşısına iki adam koyalım. Biri münkir-i huluddur yani cismin ba’de’l-mevt tahallül ettiği zeval bulduğu her türlü a’mal-i akliyyenin terakkiyat-ı nefsaniyenin tekamül-i suri ve ma’nevinin mahv olduğu i’tikadının. Diğeri müsbit-i huluddur yani onun nazarında mevt dar-ı a’malden dar-ı cezaya intikaldir. Dar-ı cezada her insan a’mal-i dünyeviyyesine göre muhasebe edildikten sonra cemal-i ma’nevinin rehberi-i feyyazıyla kemal-i na-mahduda uruc edeceği i’tikadındadır. Şimdi bu iki adamın hallerini tedkık edelim: Acaba birincisi dalalet redaet şena’at gayyalarına sukutuna mani’ olacak bir kuvvete malik mi? Kendini münkerat ve ebatil-i mütenevvi’ayı irtikab etmekten zecr edecek bir kudrete sahib mi? Fil-vaki’ bazı mülhidler heyet-i ictimaiyye nazarında fazilet sahibi sayılıyorlar; fakat onların fazileti; bir fazilet-i zahiriyedir ki asla sine-i ruhdan kopmuş değildir. O fazileti o nevi’ satvetinden korkmak hissini ibka ediyor yoksa onlar serbest kaldıkları yerlerde hetk-i ırzdan ve sair her türlü şena’ati fis üzerine hakim kesilirse sahibini daima deni şeylere sevk eder. Biz ruhun insanı takyid edecek bir kudret-i zatiyyeye malik olduğuna mu’tekıdiz. Ruh bir alem-i ulviden hubut ettiği için daima ulviyane daima kemalata müncezibdir. Fakat ruhlarını cesedleri üzerine hükümran eden insanlar pek nadirlerdir çünkü bu mes’ele şiddetli bir riyazet-i nefsiyyeye müftekırdır ki ruhun huluduna i’tikad etmeyene pek müşkil olur. Hulud-ı ruh akıdesi insanı her türlü kabahatlerden masun eder demiyoruz. Ruhun me’va-yı te’essürat ve tehassüsat penah-ı iman ve itmi’nan olduğunu ifhama çalışıyoruz. eder. Ruh insanın eşi’a-i efkar ve a’malini na-mütenahilik alemine sevk ile fıtratına inkişaf bahşeder. Ruh insanı fazıl eder bu fazilet azab korkusundan değil ancak faziletin bizzat te’min ettiği ezvak ve lezzet-i ma’neviyyenin şiddetle his edilmesinden bu hissin ibtizal ve adiyete tercih olunmasından inbi’as eder. Fil-hakıka kendisini bir hayvan-ı faniden ibaret bilen TERBİYE VE TA’LIM ÜMID VE İNTIZAR İÇINDEYIZ! Medarisimizin bir hal-i tekemmüle isali için söylenmedik söz kalmadı. Pek çok makalelere zemin oldu. Bir hayli kitaplarda fasıllar teşkil etti. Heyet-i ictima’iyyemiz kabus-ı istibdadın en büyük rahnesini medarisde gördü; yokluğu yoksulluğu mesaibin müvelledatından birinin de bu olduğunu pek acı bir surette anladı. Lakin feyz-i hürriyyetten sunuf-ı muhtelife az çok mütena’im oldukları halde yine o zavallı medreseler bikes kaldı. Sahabetten mahrum mehcur hal-i ihtizarda girye-nak inliyor. Hayat-ı umumiyyeye rehber mütefekkirinimiz erbab-ı kalemimiz vücub-ı ıslahda müttefik. Suret-i icrasına gelince ya imsak ediyorlar; yahud bu hususda mütehassıs değiliz merci’i düşünsün demekten çekinmiyorlar. Fünun-ı cedidenin tahsili için açılmış olan dershanelerin halılarla tefrişi ve Sinan Paşa-yı Atik Medresesi’nin ta’miri hususu daire-i Meşihat’den Evkaf-ı Hümayun Nezareti’ne harici ve galiba muhitlerini görmemekte musır; edilen feryad ve figanları işitmemekte müstekır; mu’annid muhafazakarlığa haris olarak menba’-ı irfanımızı nurlandıracağız hayaliyle uğraşıyorlar; şu halde medarisimizi dirilteceğiz da’vasında bulunuyorlar. Bu günden mesul olan rüesa-yı idaremiz işlediklerinden sorulmamak üzere mi bu emr-i azimi zevat-ı müşarun-ileyhime tefviz ettiler? Külli cüz’i yapılan fedakarlıkların semeredar olmasını görmek istemezler mi?.... Öyle ise lutf etsinler ba’de’l-id icrası mukarrer sene-i tedrisiyye imtihanlarında bulunmak zahmetini ihtiyar etsinler. Biz bu sütunlarda avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz. Gözlerimizin yaşı kuruyuncaya kadar da ağlayacağız. Fakat gören öğrenen gibi değildir. O zaman hakıkat kesb-i vuzuh edecek. Bütün üryanlığıyla görülecek ki; şu dört beş senedir ıslah-ı medaris namına hiçbir şey yapılmamış meydanda olan köpükten başka bir şey değilmiş. Gayr-i kabil-i tezelzül bir kana’atle anlaşılacak ki: Medreseler yaldızlara gark olunsa hal-i hazırıyla kabil-i sükna değilmiş. Usul-i tedris bilhassa ulum-ı ‘aliye-i Arabiyyede pek sakım imiş yolsuzluğun ise hadd ü payanı yokmuş. Zaten biz bu büyük üstadlarımızdan başka bir şey bekleyemeyiz. Çünkü onlar bir dereceye kadar ma’zurdurlar. Hakıkaten ıslah-ı medaris kasdında bulunuyorlar mı? Bu vazife-i mühimmeyi ehline tevdi’ etmeli. Bu hamuleyi yüklenecek zevat hiç olmaz ise memleketimizdeki Cizvit külliyelerini onlardaki cehd ve ikdamı ihtimamı görmeli. Tarz-ı tedris ve usul-i idarelerini yetiştirdikleri talebenin hayat-ı muhabbetlerini anlamalı. En ince nikata varıncaya kadar nazar-ı tedkık ve im’andan geçirmeli. Kalbinde derin bir hiss-i intibah husul bulmalı. Çünkü eşya ezdadıyla münkeşif olur. İşte ıslah-ı medaris de ancak bu ateş bu ateş-i gayz ve Şu teşebbüs-i hayrı ise hayrat-ı şerifeyi cidden ihya eyleyen Evkaf-ı Hümayun Nazır-ı muhteremi Hayri Bey Efendiyle rüfeka-yı mesa’ilerinden ümid ve intizar etmekte pek haklıyız. Çünkü artık Bab-ı Meşihat’in sadr-nişin-i betaet ashab-ı ma’aşından ümidlerimiz munkatı’ olmuştur. ORDUYA DAIR DÜŞÜNDÜKLERIMIZ sinin vatan sevdasının vazife aşkının bütün mekteplerde samimi bir cay-ı kabul görmesi labüddür. Bilinmeyen bir günde vatan için evladından fedakarlık beklemek istemek o evlad-ı vatanı öyle bir fedakarlığa kemal-i mesarr ile koşturacak bir terbiye-i milliyye ve askeriyyenin kalblerinde benliklerinde inkişafıyla istikrarıyla mümkündür. Artık hizmet zamanında ismini işiteceği bir silahla hayatının tehlikeler geçirdiği bir anında dimağının ne olduğunu anlayamayacağı bir kumanda ile bilmediği anlamadığı vicdanında menfa’at-i şahsiyyesiyle alakadar olduğuna hiçbir vechile kani’ olamadığı vatanı için harb etmenin bu uğurda kan dökmenin namus-ı milleti kurtarmanın vermemek mecburiyet-i kat’iyyesi karşısında bulunduğumuzu bilmeliyiz. Böyle bir feci’anın bir diğer şahid-i nalanı olmamak için bugün fünun-ı müsbeteden addedilen askerliğin esaslı bir surette kalb-i millette doğup yaşaması kesb-i kuvvet ve mehabet etmesi icab eder. Ben orduyu nüvesi sine-i millette olmak üzere yükselen mehib bir ağaç olarak görmek ve bu nokta-i nazardan tedkık etmek istiyorum. Kökleri zeminin derinliklerine uzanan ağaçlar şedid fırtınalara daima merdane göğüs gererler. Kuvvetini fikir ve hissini milletin kalbinden ma’neviyetinden alan bir ordu şüphesiz ki bir feyz-i daimiye mazhar olur. Orduya milletin hissiyatını milletin amalini milletin fikr-i cengaverini isal edecek şiryanlar ise mekteplerdir. Aile kucaklarından mekteplere intikal eden vatanın körpe fidanları yarın kendisini bir meydan-ı ma’rekeye yükseltecek basamakların daha birincisinde iken nasıl mukaddes bir vazifenin Elif-basını öğrenmeye vicdanen mecbur olduğunu derhal teslim etmelidir. Kendisine valide kucağından daha şefik daha munis daha vakur bir aguş-ı vefa açan mektebin bir köşesinde yirmi sene sonra bir ta’lim meydanında –kim bilir belki de bir harb meydanında– milletinin kin ve intikam kurşunları püskürecek tüfenklerin mini mini birer modelciklerini görebilmelidirler. Mesela her ibtidai mektebin bir münasib mahallinde tazyik-i heva ile atılan tüfenklerle Tir a la carabine denilen ve adeta nişancılığın hissiyat-ı askeriyenin inkişafına te’sir-i azimi olacağı gayr-i münker bulunan oyunları Ma’arif Nezareti tatbik ve teşmil ederek nişancılıkta isbat-ı ehliyet edenlere münasib mükafatlar vermek suretiyle her mektep talebesinde nişancılığa bir meyl-i mahsus uyandırmak çarelerini aramalıdır. Bu vechile pek ibtidai adeta ruşeym halinde başlayan nişancılığın nihayet ikmal-i tahsilin son senelerinde en yakın bir askeri poligonunda en sıhhatli bir endaht tecrübesini elzem olacak ma’lumat-ı nazariyyesiyle gördükten sonra mektepten alacağı şehadetnameye “her vaz’iyetten endahta muktedir” kaydını ilave ettirmeği bir vazife-i vatan bilmelidir. Bir millet için gaye ma’lum olursa oraya vusul için icabına tevessül kolaylaşır. Maksadsız gayesiz milletlerde hiçbir haslet inkişaf ve istikrar edemez. Bir nokta-i matlubeye de vusul müyesser olamaz. İşte halimiz.. Bugün yaşamak lüzumu layık olduğu mertebe teslim edildiği halde hiç olmazsa her şeyden evvel Ma’arif Nezareti’nde ciddi bir teşebbüsat yapmak lazımdır. Bugünkü acı tecrübelerle sübut bulan bütün milletteki kansızlığı hissizliği hamiyet namus vatan fedakarlık gibi kelimelere karşı biganeliği bila-aram izale etmek çareleri araştırılmalıdır. Böyle bir teşebbüse en münasib sahne mekteplerdir. Evet mekteplerdir ki güzel tensik edilirlerse bize yaşamak için elzem olan ma’lumat-ı müsbeteyi neşr ü ta’mim gayet ameli olarak hayat-ı ictima’iyye düsturlarını bizi ihata ve tehdid eden felaketlerin çare-i tedavisini tedvin edebilirler. Bugün hala hususi kız mekteplerinin ibtidai kısmında Fransızca okutmaktan bilmem bu millet gaib ettiği seciyyesini nasıl bulacak. Her yeni şeye bila-tefekkür koşan bülhevesler gibi mekteplerimize ne gördükse kabul ettik onları birer sefine-i Nuh haline koyduk. O yine derunundakilerine bir necat bahşetmiş; berikiler ise felaket… Koca bir Ma’arif Nezareti’nin emr ü kumandasına tabi’ mekteplerdeki ta’lim ve terbiyenin hiçbir semere-i milliyye vermediği bugünkü meskenetle pek sarih bir surette anlaşılmıştır. Demek ta’kıb edilen program maksada vusule müsa’id değil. Artık bu kifayetsiz programdan milliyeti kalblerde ruhlarda yaşatamayacak vatan için elzem fedakarlığa efradını koşturamayacak bi-faide tahsilden vaz geçilmelidir. Şimdiye kadar ilim ve tezyinat için ibraz-ı fazilet ve tefevvuk ve fünunu ma’ruz kaldığımız buhranlı anlarda hiçbir suretle tatbik edemedik. Bu ma’lumattan istifade edemedik. İnsan refikinden felaketli zamanda mu’avenet bekler. Mu’avenet görmezse yüz çevirmesi icab eder. Bizi pek acıklı anlarda adeta tehi-dest bırakan ma’arif-i müdevvene-i hazıra aynı zamanda menabi’-i hamiyyetimizi kuruttu; uruk-ı milliyyetimizi mu’attal bıraktı; hasılı bize hiçbir fazilet ve fedakarlık vermedi. Çünkü bu ta’kıb edilen derslerde hiçbir buy-ı millet reng-i milliyet yok idi. Binaenaleyh bizim derdlerimizi çarelerini öğretmeyen bütün efrad-ı milleti muazzam bir kitle haline koyamayan böyle bir feyzi feyz-i milliyi isaleye muvaffak olamayan ma’arifi tahsilden ise cahil kalmak daha hayırlı olurdu. Mektepler efkar-ı milliyyeyi hissiyat-ı vataniyyeyi bir noktaya cem’ etmelidir. Her an için nafi’ feyizli bir tezahürat-ı milliyyenin beka ve istikrarı için terbiye-i milliyyenin inkişaf ve tarsini lazımdır. Bunun için ta’kıb edilecek program okunacak kitap milletin hayatı milletin ruhu milletin sefaleti milletin iniltisi milletin feryad-ı ketumudur. SONUMUZ “Sonumuz var mı yok mu şüphelidir!” Diyen avare bence pek delidir. “Sonu yoktur bu milletin…” yerine “Çalışanlar ölür mü?” hiç desene! Biz çalıştık çalışmadık neyse Bari ahlaf dalmasın ye’se! Ey kazayı Huda bilen me’yus Sen de halk etme başka bir kabus! Derdimiz yetti arttı kendimize Diyerek atma milleti denize! “Sonumuz var!” deyince bir millet Piş-i imanda devrilir zillet; Devrilir taht u tacı idbarın; Doğar ufkunda bir “kılıclı [kalıcı] yarın!” Sen bu imanı etme raybe feda Yoksa biçare verdiğin fetva Seni imhaya dehre hüccet olur; “Ben boğuldum!” deyip duran boğulur! Kainatın şuunu adildir. Ne dilersen esirgemez o verir. Yaşamak isteyen yaşar mı yaşar Sen de gel iste çünkü: Hakkın var! Evet imana bağlısın vatanım Ben şu imana ta ebed taparım: “Yaşıyorsun bu din ve imanla Sana ölmek haramdır!” Aldanma! BOMBAY ŞEHR-I ŞEHIRI Bombay efkar-ı umumiyyesi birkaç kısma taksim edilir: eski İran’ın ateşperest mezhebiyle el’an mütemessik bulunuyorlar– ara ve efkarı birkaç gazetenin elindedir. Bombay’da iki büyük İngilizce siyasi iktisadi ictima’i gazete yevmi olarak intişar etmektedir. Biri Times of İndia Hind Taymis diğeri Advocate of İndia Hind Müdafi’i’dir. Bu gazete idarehanelerinin intizam ve mükemmeliyetinden bahsetmeği zaid görüyorum. Madem ki İngilizce olarak neşr ediliyor tabi’idir ki mükemmel ve muntazamdır. Bu [i]ki gazete daima İngilizleri yerlilerin nazarında büyük ve mekten ibarettir. Hükumetin menfa’at ve siyasetini te’min etmekten başka bir maksad ta’kıb etmemektedirler. Hükumet tarafından bu iki gazeteye büyük mikyasda –fakat pek hafi– bir mu’avenet-i maddiyye ve ma’neviyye yapılır. Her biri birkaç sahifelik havadis ve makalatı şamil ise de her ikisi hükumat-ı İslamiyye’nin siyyema hükumetimizin siyaseti aleyhinde neşr-i makalat ve efkar ediyorlar. Hatta sabık kabine bile ser-i karda iken yine bu gazeteler aleyhimizde yazı yazmaktan bir an ferağat etmediler. Bu iki İngilizce siyasi gazeteden başka Times of İndia gazetesi haftalık resimli bir mecmu’a dahi neşr edilmekte ve bunun Fakat her nedense bugünlerde Mahmud Şevket Paşa’nın katli hadisesi akıbinde biraz Hindistan ve Bombay müslümanlarını keduretli bulduğu cihetle hissiyat-ı umumiyye aleyhinde bulunmuş olmamak için hükumetimizin lehinde kalemini çevirmiş cidden Mahmud Şevket Paşa’nın vefatıyla onu öldürenler hakkında pek fena surette beyan-ı mutala’at eylemiştir ki yalnız beni değil umumu hayrete resmini büyük bir çapta derc ettikten sonra merhumun tercüme-i halini hidematını uluvv-i cenabını vatanperverliğini bir lisan-ı sitayiş ve fevkalade ile yad ve tezkar eylemiştir. Hindistan’ın Allahabad Şehri’nde intişar eden Phe pisneer of İndia gazetesi de dilini tamamıyla bizim lehimize çevirmiştir. Ancak el-an hükumet-i Osmaniyye’nin ıslahat-ı cedide fikrinde olmadığını da dermiyan etmekten hali kalmamıştır. rudan doğruya fikir almakta ve biz Osmanlıları dev ayna ve dürbünü ile seyretmektedirler. Putperest Hinduların avam takımı bi-haber bir halde bulunduklarından onlar yalnız müslümanların hissiyatını okşamak için bizim lehimizde olarak du’a ve niyaz ederek münevverlerinin ise bize cidden acıdıklarını kendi gazetelerindeki makalatından istinbat eyledim. “Akşam Gazete”si ma’nasında olan Sanc Vartiman gazetesiyle Bombay Havadisi ma’nasında olan Bombay Samaçar gazetesi sahib ve naşirleri Paris cema’atinden olmakla beraber sırf kendi kari’leri olan müslümanları memnun etmek için öteden beri hükumet-i Osmaniyye’nin lehinde sıra zimni bir surette Osmanlılardan Hindistan müslümanları mutasavver olmadığını dermiyan ediyorlarmış. Bu iki gazete Gücerati lisanıyla intişar ettiği cihetle bu lisan ile tekellüm eden Bombay müslümanları tarafından satın alınıp mutala’a ediliyor. Urdu lisanıyla birkaç gazete var ise de doğru bir meslek ve mişvara tabi’ olmadıkları cihetle ahali tarafından onlara ehemmiyet verilmiyor. Bu cerideler Bağdad’da intişar eden bazı mediha-gu gazetelerin aynını teşkil ediyor. Hind efkar-ı umumiyye-i İslamiyyesi min tarafillah hükumetimizin lehindedir. Abdülhamid’in hal’inden bir sene sonraya kadar Hind müslümanları gerek inkılabdan ve gerek inkılabı meydana getirenlerden na-hoşnud bir halde namazından sonra hutbeyi Abdülhamid’in namına okurlardı. [A]hiren bu halin ref’ ve izalesine en ziyade hizmet eden bir iki zat olmuştur ki bunlar İstanbul’a bilhassa mütenekkiren seyahat ederek hakayıkı bizzat tetebbu’ edip Hindistan’a avdet ettiklerinde müslümanlara beyan-ı keyfiyet etmişler ve böylece inkılabcılar lehinde iyi bir cereyan hasıl olmaya başlamıştır. Bilakis Arnavutluğun kıyamıyla cahilane ve bi-vukufane bir surette i’lan-ı harbi müte’akib Rumeli’nin Avrupa-yı Osmani’nin Osmanlılar elinden çıkmaya sebebiyet verenler aleyhinde o kadar fena bir cereyan vardır ki bir türlü bunu tasvire muktedir değilim. Mahmud Şevket Paşa’nın ruhuna ithaf edilmek üzre Bombay’ın müte’addid ağniya ve a’yanı tarafından Fatiha Meclisleri tertib olunduğu misillü Ziyaülislam Encümen-i İslamiyesi tarafından da bir Mersiye ve Matem Meclisi üç gün için tertib edilmiştir. Mezkur encümen reisi benim Sebilürreşad Ceride-i İslamiyesi muhabir-i mahsusu olduğumu her nereden ise öğrenmiş ve beni Fatiha Meclisi’ne da’vet etmek için ta hotele kadar da’vet eylemeye gelmiştir. Hindistan’daki tetebbu’atımda serbest hareket edebilmek da’inin o kadar ziyade yalvardığını görünce bir türlü dayanamayarak en sonra herçi badabad diyerek gittim. Encümenin içi ve dışı siyah bezlerle matem alameti olmak üzre donatılmıştı. İçeriye girenler ayakkabılarını çıkarıp da öylece ihtiram için yere döşenen halı ve kilimler üzerine diz çöküp Kur’an -ı mecidi tilavet edip cüz-i şerifi bitirdikten sonra bütün huzzar müctemi’an sevabını merhum paşanın ruhuna ithaf ediyorlardı. Hasılı herkesin huzzarın yüzlerinde fütur ve hüzün alaimi açıktan müşahede edilmekte idi. Bu heyet-i ictima’iyyenin hal-i keder-amizi bana da sirayet etti. Meclisin hitamında benim tarafımdan merhumun mezayası hakkında bir iki söz söylenilmesi için birkaç zat tarafından rica olunduysa da derhal nazikane bir surette beyan-ı ma’zeret ettim. Fakat ne mümkün! Bir kere ellerine geçtikten sonra benim için kurtuluş imkanı yok idi. Ben afvlarını taleb ettikçe onlar yalvarmakta ısrar ettiler. Ne çare zaruret hükmüyle ayağa kalkıp istekleri Farisi lisanıyla merhumun mezaya-yı askeriyye ve fikriyyesinden ordu-yı Osmani ile millete devlete olan hidematından asalet ve dirayetinden vakar ve heybetinden tevazü’ ve te’emmülünden bahis kısa bir nutuk irad ettim. Alkışlar medh ü senalar birbirini vely ettikçe etti. Mevki’-i hitabetten çekildikten sonra mu’tadları vechile boynuma bir çiçek sarkıttılar. Hulasa Hind müslümanlarının a’mak-ı kalbinde hükumetimizle milletimiz hakkında derin ve la-yetegayyer bir hiss-i şefkat ve merhamet vardır ki bu hissiyattan biz bu ana kadar layıkıyla istifade edememişiz. Royter Ajansı ile İngiltere matbu’atı bizim yalnız fena taraflarımızla za’if noktalarımızı daima Hindistan ahalisine göstermeye gayret ettikleri halde biz gerek İngiltere’de İngilizce ve gerek Hindistan’da Urdu lisanıyla bir gazete neşr etmeyi hatır ve hayalimize bile getirmediğimize ta’accüb ediyorum. Eğer böyle bir şeye muvaffak olsak eminim ki üç yüz otuz milyondan ibaret olan Hind efkar-ı umumiyyesini tamamıyla lehimize çevirebileceğiz. İngiltere’de de böyle bir siyasi gazetenin neşri elzemdir. Buralarda Türkçe Fransızca bilenler pek mahdud ve hemen yok gibidir. Arabi lisanını anlayanlar da azdırlar. Fakat Farisi veyahud Urdu ve İngilizce lisanlarıyla neşr olunan gazeteler vasıtasıyla bunlara pek kü Urdu lisanına aşina olan pek mahdud olmakla beraber Hindistan’ın zevkine gidecek olan havadisi de bilenler azdır. Bir de bu uğurda bu kadar büyük bir fedakarlık kim ihtiyar edecek? Yoksa bu yüzden Osmanlılar için parlak müşa’şa’ fevaid ve muhassenat te’mini sehl ve asan olurdu. Eğer bu dediğim yapılsa senevi millet ve devlet için Hind müslümanlarından pek külliyetli i’aneler ahzı kolaylaşır. Zaten i’aneyi herkes kendi isteğiyle veriyor. Teşvik terğıbe hacet yoktur. Hind müslümanları tarafından yalnız Bombay Başşehbenderliği vasıtasıyla harb i’anesi olmak üzere İstanbul’a gönderilen i’anatın mikdarı ber-vech-i atidir: Bombay’da i’ane için teşekkül eden Arab Komisyonu’nun Reisi Şeyh Kasım bin İbrahim hazretleri tarafından rupiye Bombay Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ni idare eden Ser Kerim Bahay İbrahim Bahay Şeyh Kasım Kasım Ali Pir Bahay hazeratı vasıtasıyla toplanan rupiye Yine ikinci def’a olarak rupiye Yine üçüncü def’a olarak rupiye Yine dördüncü def’a olarak rupiye Yine beşinci def’a olarak rupiye Hilal-i Ahmer namına eşhas-ı müte’addide tarafından verilen paranın mikdarı rupiye Kanpur’da toplanan Hilal-i Ahmer i’anatı rupiye Keçi Meymen Cema’ati tarafından rupiye Bombay Hilal-i Ahmer Cem’iyeti tarafından rupiye Kanpur Hilal-i Ahmer Cem’iyyeti tarafından bir kısmı toplanıp Bombay Hilal-i Ahmer Cem’iyeti vasıtasıyla Bombay Şehbenderhanesi’ne teslim olunan rupiye Müte’addid zevat tarafından rupiye Keçi Meymen Cema’at[i] tarafından ikinci def’a olarak rupiye Nirhum tarafından gönderilen rupiye Bombay’daki Ziyaülislam Encümen-i İslamiyyesi vasıtasıyla toplanan rupiye Bombay müslümanları tarafından rupiye Doktor Muhammed Hüseyin tarafından rupiye Keçi Meymen Cema’at[i] tarafından üçüncü def’a rupiye Şeyh Kasım vasıtasıyla Bender-i Lince ahalisi tarafından rupiye Bombay Hilal-i Ahmer Cem’iyeti vasıtasıyla rupiye Müte’addid zevat tarafından rupiye Müte’addid zevat tarafından rupiye Dehli Hilal-i Ahmer Cem’iyeti tarafından rupiye Şeyh Kasım hazretleri vasıtasıyla Dili ahali-i İslamiyyesi tarafından rupiye Müte’addid zevat tarafından rupiye Bombay Hilal-i Ahmer Cem’iyeti tarafından rupiye Bazı eşhas tarafından rupiye Molodonya Sahib tarafından rupiye Molodonya Sahib tarafından rupiye Des Nipdanet Sahib tarafından rupiye Bir çift bilezik fiyatı rupiye Müte’addid zevat tarafından rupiye Yekun . rupyie Bu paralar yalnız Osmanlı Başşehbenderi Cafer Beyefendi vasıtasıyla Dersaadet’e gönderilmiştir ki seksen bin lira eder. Ayrıca Hind müslümanları tarafından doğrudan doğruya gönderilen paralar ise bu hesaba dahil değildir. Haziran-ı Efrenci’nin yirmi biri olan dünkü günde de Bombay’da ve bütün Hindistan’da her sene emsali mesbuk olmayan bu nümayiş vuku’ buldu. Şöyle ki: Geçen sene Hindistan’ın makarr-ı hükumeti olan Dehli Şehri’nde resmi bir gidiş merasimi esnasında refikasıyla beraber iri bir file rakib bulunan Hind vali-i umumisi Lord Hardingi öldürmek bulunan ebniyelerden üzerine bir bomba atılıp mecruhiyetiyle aylarca tedaviye muhtac ve mecbur olmasına sebebiyet verilmişti. Bu felaketten tahlis-i giriban ettiğinden şükran-ı ni’met-i ilahi kabilinden olmak üzre müşarun-ileyhin yevm-i viladetine tesadüf eden dünkü günde bil-umum Hindistan talebelerine şekerler tevzi’ edilmiş ve bu vesile ile cema’at klüplerinde bir kaside-hanlık merasimi icra edilmiştir. Binaenaleyh Bombay Cema’at-i İslamiyesi Klübü’nde de Bombay mekatibine devam eden müslüman talebeleri tarafından nümayiş yapılmıştır. Beni klübe götüren Osmanlı Şehbenderi Cafer Beyefendi hazretleridir ki bana olan teveccüh ve lutuflarına karşı Sebilürreşad sahayifi vasıtasıya teşekkür etmeye medyun ve mecburum. Saat dört buçuk Alafranga’da Cem’iyet-i İslamiyye Klübü’ne başşehbender Kançılar Basri Bey’le bu aciz otomobil ve hoş amedi yapıldı. Başşehbender beni birkaç muhterem zata takdim ettikten sonra müşarun-ileyhe bu mitinge riyaset eden zatın sağ tarafına beni de lütfen ve misafirliğime ri’ayeten sola oturttular. Biraz sonra on talebe kadar bulunduğumuz mevki’e doğru yürüyüp geldiler vali-i umuminin selametle balada arz ettiğim kazadan kurtulduğuna dair Cenab-ı Hakk’a karşı teşekkürü mütezammın olan kasideyi gayet güzel ve Hindistan şive-i musikisine göre teğanni etmeye başladılar. Talebenin yanı başında argonan çalan birisi tamamıyla bu alet-i musikiyi talebenin ahenk ve nagamatına uydurmakta az bera’at ve hüner göstermedi. Bu kaside Urdu lisanıyla silk-i nazma Bombay’daki Lemgar Encümeni Sekreter Mu’avini Talib Ali Nuheym Sahib tarafından keşide olunmuş ve cidden fasih ve beliğ bir kaside teşkil eylemiştir. Kaside ile beraber Hind vali-i umumisiyle refikasının resmini muhtevi olan kartı dahi leffen gönderiyorum. Hasılı diğer bir mektep talebesi tarafından da ikinci bir kaside okunduktan sonra mitinge riyaset eden zat ayağa kalkarak Hind vali-i umumisinin selametle bu tehlikeden kurtulduğundan dolayı bil-umum Hind müslümanlarının memnun olduklarını dermiyan etmiş ve nutkunun hitamında da mevcud olan talebeye şekerler tevzi’ edilip merasim-i mezkureye hatime verilmiştir. Yanımda oturan fakır bir zata huzzarın ale’l-ekser talebe makulesi olduklarını ve huzzar içinde mu’teberandan kimse bulunmadığının esbabını sordum. Cevaben “Bombay Hilal-i Ahmer Encümen-i İslam Cem’iyeti tarafından Balkan Muharebesi esnasında burada vuku’ bulan mitingde eşraf-ı mahalliyye lebaleb hınca hınc bu salona dolmuşlardı. Bu koca salon o kadar dolmuştu ki iğne atmaya yer kalmamıştı. Bugünkü yapılan şey sırf bir şükran-ı ni’mettir ki mu’teberan bulundu. Bu sözden bu nümayişin İslamlar tarafından pek Bombay’dan birkaç saat uzak Poltana Kasabası’na civardaki dağlardan tepelerden akar seller kasabayı bin dört yüz kişi ile süpürüp götürmüştür. Geçen sene bu felaketin aynı Haydarabad’da vuku’ buldu. Bu sıralarda yağmurlar fevkalade surette gece gündüz mütemadiyen yağmaktadır. Böyle sel vuku’atı eksik değildir. Fakat bu Poltana hadisesi gibi nadiren vuku’ bulur. İngilizlerin ahali felaketzedelere verilse fena olmaz zannederim. Bu esnada hararet ve rutubet o kadar çok ve müz’ic bir halde devam ediyor ki insan güç hal ile teneffüs ediyor. Buranın rutubeti ise lüzucetli ve yapışık bir haldedir ki mutlaka günde iki def’a yıkanmak ihtiyacı hasıl olur. Sabahleyin yataktan kalkıldığı zaman insan kendisini adeta nim mürde bir halde zanneder. Hindliler bu sebebden dolayı yemeklerini bol biber ve bahar ile pişirip yerler. Böyle yapmasalar hepsi kuluc illetine uğrar. Fazla biber yemek keyfiyeti ise bizim gibi alışmayanlar için pek zordur. Onun için Bombay ağniyasıyla sair Hind ekabiri bu mevsim esnasında Hind yaylalarını teşkil eden Pufa Menhabilişvar Nilikleri ve Simla dağlarına firar edercesine giderler. Orada muhteşem saray ve oteller içinde gezip tozarlar. Zavallı fukara ise bu kirli ve rutubetli havada Bombay’ın sokaklarında horul horul uyumayı bir ni’met addederler. Hindistan pek tuhaf bir kıt’adır. Herşey acib ve garib bir surette bu kıt’ada cereyan ediyor. Nisbet ve kıyas keyfiyetleriyle kazaya-yı mantıkiyyenin bu iklim içinde ehemmiyeti bile yoktur. Çünkü herşey nadir ve hadd-i zatında garaibdendir. Servet ve samanın kesretinen usanç getiren kimselere mukabil iyi halli ve mu’tedil bir hayat içinde yuvarlanan kimselerin burada emsali azdır. Bilakis ahalinin kısm-ı a’zamı –hususiyle putperest Hindular– o kadar fakırü’l-haldirler ki sokakta doğup sokakta ölürler. Günde bir kuruş kazananların adedi Hindistan’da milyonlara baliğdir. Her nedense İngiltere idaresi bu zavallılar için el-an bir ciddi çare düşünememiştir. S [sin]. M. Tevfik BURSA’DA TICARET VE SANAYI’-I İSLAMIYYE Bursa’nın ticaretini sanayi’ini tedkık ettiğim sırada nalband dükkanları nazar-ı dikkatimi celb etti. Balıkpazarı civarında la ale’t-ta’yin nalband dükkanlarından birine girdim. Selam te’atisinden sonra içlerinde ihtiyarca bulunan –bilahare dükkan sahibi olduğu anlaşılan– adamcağız: – Baba afv edersin dedim bir şey soracağım… – Ziyanı yok evlad. Sor bakalım! – Bu nalları siz mi yapıyorsunuz yoksa Avrupa’dan mı geliyor? – Hayır oğlum Avrupa’dan gelmiyor. İstanbul’da bir Bulgar mı imiş ne imiş o gönderiyor… Gel oğlum bir kahve – Teşekkür ederim baba sonra içerim. – Daha iyi ma’lumat almak istersen Yeni Tahıl karşısında bizim nalband esnafının şirketi vardır. Oradan güzelce her işi anlarsın dedi. Ve şirketi göstermek üzere yanıma bir küçük çocuk terfik etti. Onun delaletiyle şirketin mağazasını bulup lik mevki’ine mahsus camekanlı yerde bir zat oturuyordu. Selamdan sonra: – Afv edersiniz dedim biraz görüşmek istiyorum. Ben Sebilürreşad Ceridesi’nin Anadolu seyyar muhabiriyim. Vazifem böyle kasaba kasaba köy köy dolaşarak her şeyi yakından görerek derdlerimizi ihtiyaca tımızı anlamaktır. Nallar hakında biraz ma’lumat almak istemiştim. Balıkpazarı’ndaki İbrahim Usta burasını ta’rif etti. – Efendim bendeniz nal şirketinin katibiyim. Bu hususda size maal-iftihar ma’lumat verebilirim: Bursa Şehri’nde elliden ziyade nalband esnafı haricden getirilen nallardan diğeri istifade edeceği yerde kendileri yapması muhtemel ihtikarın önüne geçmek bir de esnafın her hususda terakkı ve te’alisi ile istikbalini taht-ı te’mine almak maksadıyla Kanunisanisi’nde Bursa müslüman nalbandlarından kadar esnafdan mürekkeb olmak beher hisse birer lira-yı Osmani kıymetinde bulunmak üzre hisse sermaye ile işe başlanıldı. İlk senenin ticareti bütün masarıf çıktıktan sonra kuruş oldu. İkinci senede malların fiyatlı olmasından dolayı temettu’umuz kuruş oldu. Hal-i hazırda şirketin sermayesi kuruştur. Şirketin heyet-i idaresi yedi a’zadan mürekkebdir. Biri reis diğerleri a’za biri de sandık eminliği vazifesiyle mükellefdir. Reisin ve sandık emininin ma’aşı katibin’dir. Reis ile sandık emini bir sene fahri olarak hizmet etmişlerdir. Bendeniz yıp ileri gitmesini te’min için ma’aş-ı hazırımdan kuruş noksanına hizmet ettim. Orada duran nalları elimle işaret ederek: - Bunları nereden celb ediyorsunuz? Katib Efendi derhal çekmeceden bir fatura ile mektub zarfı çıkardı; zarfın ve mektubun üzerinde şu cümle yazılı idi: gardır. Evet Rumeli’de İslamları al kanlara boyayan vahşi kavme mensub bir adam. Bütün Anadolu’nun bütün Rumeli’nin ne tarafına giderseniz nerede bir nalbandcı dükkanına tesadüf ederseniz mutlaka Bulgar Dimkof’un Çenberlitaş’daki nal fabrikasında yaptığı nalları göreceksiniz. Daha doğrusu Dimkof cenabları memleketimizde bulunan beygir merkeb ester ve sair bilcümle istifadeli hayvanatın ayaklarına hakim Bulgar Dimkof bir gün müslümanlara hiddet edip nal vermeyecek olsa hayvanlarımız hareketten kalacaktır. Bundan emin olunuz ne ise bu seferki Bulgar muharebesinde azıcık munsıfane davrandı –daha doğrusu kendi istifadesini müslümanların parasını çekmekte buldu da– yine kema fi’s-sabık nal göndermekte devam etti. Acaba bizim müslümanlar kendi nallarını ne zaman yapacaklar? – Şu nalların çeşitlerini size kaça mal olduğunu lütfen söyler misiniz? – Efendim evvela beygir nalı on çeşittir. Okka hesabıyla satılır. Dükkanımıza teslim - parayadır. Evvelce ucuz vakitte paraya mal olurdu. Merkeb ve katır için de on çeşit nal vardır. Fiyatları beygir nalı fiyatıyla müsavidir. Öküz ve dombay manda için kenarları diğli olmak şartıyla gibidir. – Sarfiyatınız ne kadardır? – Bir senede köyler dahil olduğu halde Bursa Şehri’nin sarfiyatı bin kıyyedir. – Lütfen biraz da nal çivileri hakkında ma’lumat verir misiniz? – Bir sene zarfında Bursa çivi yüzünden Avrupa’ya . kuruş veriyor. Öküz için yerli çivinin tanesi iki kuruş Avrupa’dan getirilirse paraya. Farkı yerli çivisi ziyade dayanır. Avrupanınki az dayanır. Beygir için yerli çivisinin tanesi kuruş Avrupanın ki paradır. – İslamlardan çivi yapan adamlar var mıdır? – Evet efendim! İslamlardan altı Ermenilerden iki kişi çivi çıkarıyorlar. Elhasıl şirketimiz bidayet-i te’essüsünde lira sermayeye malik iken lehü’l-hamd iki sene zarfında liraya iblağına muvaffak olundu. Bu sırada Balık Pazarı’ndaki İbrahim Usta yanımıza geldi. Şimdiye kadar böyle her şeyi tedkık eder araştırır; bahusus avam ile görüşür hiçbir muhabire tesadüf etmediği pimize birer limonata da ısmarladı. Limonataları içtik ben de artık İbrahim Usta’ya katib efendiye beyan-ı teşekkür ederek diğer bir vazifeye şitaban oldum. TOKYO’DA MEKATIB-I İBTIDAIYYE El-yevm Tokyo sekenesi iki milyondan biraz fazladır. Tokyo beldesinin yüzde biri ibtidai mekatibine devam etmektedir ki bundan üç sene evvel icra olunan hesaba göre . ibtidai şakirdi mevcuddur. Bu şakirdan için ibtidai mektebi mevcud olup her mektebde takriben bin şakird mu’allim mu’allime ve hizmetçi bulunmaktadır. Mekatib-i ibtidaiyye altı sene olup kabul sinni yedi ile sekiz arasıdır. Ders kış günleri saat’da yazın sekizde başlar kışın üçte yazın ikide nihayet bulur. Her sene tahsil eyyamı iki yüz gündür. - gün yaz ta’tili kalanları da kış ortasındaki milli ve pazar bayramlarına taksim olunur. Şakirdana birinci senesi yalnız kırk dokuz harfden mürekkeb Hiragana ve Katagana tesmiye olunan huruf-ı heca ile belletilir. Kalan vaktini milli şi’irler mütenevvi’ harb oyunları askeri ta’limler jimnastik dersleri resim musiki ile nur ve biraz tarih biraz hiyeroklif biraz da ilm-i eşya ta’lim olunmaya başlar. Üçüncü sınıfdan i’tibaren fünun ta’lim olunmaya başladığı gibi mümkün olduğu kadar ameli göstermeğe ameli öğretmeye dikkat edilir. İbtidai mektebinde etfalin isti’dadı dahi ta’yin olunmaya çalışılır. küçük kızlar artık dikiş işlerini de öğrenmeye başladığı gibi erkek çocuklar da ağaç tüfenkler ile harekata başlarlar. İşbu sebebe mebni bir Japon kışlaya girdiği zaman tüfenk ta’limlerini yeniden öğrenmekte de sıkıntı çekmez. olduğu kabartma resimler sulu boya resimler krokiler yazmış olduğu musiki notalar yapmış olduğu alat-ı hendesiyye ağaç kürekler hendesi hutut ile müzeyyen ve Arab usulüne yakın bir tarzda yapılmış kutular her sene mektebin sergisinde teşhir olunmaktadır. Beşinci ve altıncı sınıflarda ise umumi derslerden başka her çocuğun isti’dadına göre biraz da usul-i defteri ve sair dersler gösterilmektedir ki rüşdiye ve i’dadi derecesinde dersler göremeyecek çocuklar için bu derslerden pek çok faide te’min olunmaktadır. ki bunlar hakkında da ayrıca yazarım. “Herkes kendi kapısı önünü süpürürse belde temiz olur” Japon Darb-ı meseli Japonya’da bir seyyah veya bir ecnebinin gözüne ilişecek şeylerden birincisi sokakların nezafetidir. Japonya’da bizde olduğu gibi sokakları süpürmeye mahsus –büyük ve merkez caddeleri müstesna tutulursa– ayrıca çöp süpürücüler yoktur. Herkes kendi sokağında kendi evinin hizasına düşen kısmı hergün süpürmeye mecburdurlar. Belediyenin kullanmakta olduğu çöpçüler ise yalnız toplanmış çöpleri cem’ etmekle muvazzafdırlar. Belediyelerin çöpçüleri ale’l-ekser gece dolaşıp her hanenin yanındaki çöp kutusunu boşaltırlar sabah kalkınca her hane sahibi kendi çöp kutusunun temizce süpürülmüş olduğunu yaz günleri ise mani’-i te’affün edviye ile bir de yıkandığını görür. Bu çöpçü ale’l-ekser küçük çöp arabalarını kendileri çekerler ve bu sayede belediye hayvan beslemek masrafından vareste kalır. Sokakları her gün şöylece temizledikten sonra onların tefrişi mes’elesinde de bizim için şayan-ı dikkat bazı usuller kabul etmişlerdir. çakıl taşı yaya kaldırımlarında da çimento hamuru isti’mal ederler. Paket taşları gayet pahalı ve ta’miri güç olduğundan fakır belediyeler için büyük fedakarlığı da’idir. Bunu nazar-ı dikkate alıp çakıl taşı dökmeyi daha muvafık bulmuşlardır. Bu çakıl taşları bir iki yağmurdan sonra toprak ile karışarak katı bir hal kesb ederler ve üzerinden ne kadar ağır araba ve yük geçse hiç müte’essir olmazlar. Vakit vakit bazı yerlerinde çukurlar hasıl olursa onu hemen aynı çakıl taşı ile doldurarak tesviye ederler. Çakıl taşlarının daha mühim bir hassası vardır ki her ne kadar çok yağmur yağarsa yağsın her vakit suyu bel’ edip ortalığı kuru bulundururlar. Belediyeler sokak ve bahçeleri arz olunduğu vechile tathir ettikten ma’ada emirlerini hanelerin dahiline bile infaz ederler. Vakit vakit hanelerin matbahlarını nazar-ı teftişten geçirerek nevakısı varsa hemen ta’mirini emr ederler. Belediyenin birinci emri ile ta’mir olunmazsa hemen kendileri ta’mir edip hane sahibinden esmanını taleb ederler. Belediyenin nezafet ve taharete dikkatleri o derecedir ki senede iki def’a mu’ayyen vakitlerde hanenin bütün mefruşatını yerinden çıkarıp güneşte kuruttururlar. Her müste’idd-i te’affün olan mevaki’i açtırıp iyice süpürttürürler; bu sayede Japon hanelerinde başka milletlerin ikametgahlarında her vakit hissolunan ağır kokular bulunmaz. Belediyeler nezafete dikkat yolunda o kadar ileri gitmişlerdir ki her bir arabayı kendisi çeken “civrikişe” tesmiye olunan arabacı üç günde bir hamama gidip hamamcıdan arabacılara mahsus bir nevi’ biletleri almaya mecburdur. Her altı ayda bir kere icra olunan yoklamalar esnasında yanında kafi mikdarda bileti bulunmayan arabacı nezafete adem-i ri’ayetine mebni tecziye olunmaktadır. Hakeza yere yalın ayak basan bir adamdan kuruş kadar bir ceza-yı nakdi alınıyor. Evvel emirde bu ceza-yı nakdi pek tuhaf görünürse de ahali beyninde emraz-ı sariyenin men’-i sirayeti için büyük menafi’i vardır. Dışarıda gezdiği vakit herkes ayakkabı ile gezdiğinden dışarının kiri hane içine dahil olmaz ve bu sayede hane dahilinde bulunan eşya temiz bir halde kalır. Belediyenin icraatı arasında nezafet cihetinden şayan-ı dikkat bu nevi’ nizamat pek çoktur; şehir sekenesi de bunu pek iyi ve harfiyyen icra ederler. Belediyenin evamirine me’murları veya sokak başlarında bulunan muhafız-ı intizam polisler gelip tathiratı bir kere gözden geçirmedikçe bir Japon hanesine bir yastık bile sokmaz; belediye veya polis me’murunun evamirini ifa edene kadar bir Japon rahat edemez. Hususan tenvirat o derecede ehven bir fiyatla ta’mim olunmuştur ki orta bir haneyi elektrik ile tenvir gaz ile teshin için ayda çok çok bir veya bir buçuk mecidiye sarf edilmektedir. Elektriğin şehri yangınlardan muhafaza için ne kadar faideli bir kuvve-i tenviriye olduğunu nazar-ı dikkate alan hükumet onu ta’mim yolunda pek çok düşünmüştür. El-yevm Tokyo dahilinde iki veya üç elektrik şirketi vardır. Bunlar beyninde rekabet o dereceye varmıştır ki elyevm her arzu edilen mahalle elektrik hututunu meccanen temdid lambalarını vaz’ ettikten sonra müşteriden yalnız Hükumet elektriğin yangın cihetinden olan fevaidini düşündüğü gibi hıfz noktasından dahi menafi’ini düşünerek elektrik lambalarını tebdil etmeyi dahi kumpanyalara yükletmiştir. Kuvveti bitip biraz ziyası azalan lambayı kumpanyalar müşterilere birinci emri akıbinde tebdil etmeye mecburdurlar. DARÜ’L-HILAFE’DE SEBILÜRREŞAD CERIDE-I BEYNE’L-İSLAM AHZ [Ü] İ’TA yahud hadis-i şerifinin mefhumunca mecelle-i mu’teberelerinde iki haftadan beri “A. Fahreddin Necib” imzasıyla mutala’a eylediğimiz nasihat-i halisa-i müfideden ziyadesiyle memnun olduk. Fikr-i mezkuru tertib eden fazıl-ı muhterem hazretlerine teşekkürat-ı faikamızın takdim ve beyanını rica ederiz. Şu muhataralı vakitlerde ehl-i vatandan İslamlara en ziyade faide verecek va’z u nesayihden bu zatın yazdığı makalat-ı hayriyyedir. Buna devam etmeli İzmir ve sair Anadolu gazetelerinde de neşr ettirmeli yalnız yiyecek levazımat-ı beytiyye mes’elesi geliyor ki Avrupa’dan bize fes göndermezler ise açık baş gezeceğiz. Elbisemizi diktiğimiz rakkı edeceğiz!” lakırdısını söylemek ne kadar abesdir! Şam Haleb Bursa vilayatında i’mal olunan ipek yün pamuk mensucatı Avrupa’dan gelen süslü çürük mencusatından daha a’la daha sağlam olduğu halde İslamlar ne özre mebni Avrupa malından elbise yapıyorlar da ehl-i vatan mensucatını kuşe-i ihmal ve nisyana bırakıyorlar? Ondan sonra yapıcı dülger demirci bakırcı dökmeci gibi umumun en ziyade muhtac olduğu ameliyatı niçin hıristiyanlar yapsın da bizimkiler uzaktan seyirci olsun? Neden bütün paramızı Avrupa hazinelerine nakl edelim? Mısır’da bunların kaffesini Arablar yapıyor ecnebiye bu hususda beş para bile vermiyorlar. Bu gibi mebahis-i nafi’ayı tafsilen ve bir takım emsile-i mukni’a ile umumun ve hususan Anadolu ahalisinin iğfal olunan efkar-ı necibanelerini her hafta mecelle-i mu’tebereleriyle tenvir ve tenbih buyurmanızı rica ederiz. BOSNA MÜSLÜMANLARINDA MEVCUDIYET-I MILLIYYE Bosna müslümanlarının Sırp ve Hırvat akvam-ı hıristiyaniyesiyle kaynaşmaları için çalışanlara karşı Bosna müslümanlarının tercüman-ı efkarı olan Misbah ceride-i mu’teberesinde münderic bir makaleden: Bosna-Hersek müslümanlarının ve ale’l-husus bizim lisanla konuşan dindaşlarımızın Sırp veyahud Hırvat kavimlerinden birisine mensubiyetleri inkar edilemez. Fakat dört asırlık bir İslam hayat ve terbiyesi bizi onların halet-i ruhiyyğğesinden büsbütün uzaklaştırmıştır. Binaenaleyh unsur-ı ruhiyeyi nazar-ı i’tibardan dur etmemeleri icab eder. Ve illa ne millet kendisini ne de o milleti anlayabilir ve aralarında üzerine köprü kurulmaz derin bir hufre açılır. Bizim gençlerimiz de bu hatanın ihtiyari ve gayr-i ihtiyari kurbanı oluyorlar. Milletimizin böyle dini bir prensibe sarılması bizim genç “Liberaller”imiz tarafından belki düçar-ı i’tiraz olabilir. Fakat düşünmüyorlar mı ki kendilerine yaklaşmalarını temenni ettikleri Sırplar ve Hırvatlar evvela Ortadoks ve Katolik bilahare Sırp ve Hırvat bulunuyorlar. Ve’l-hasıl bizi her Onlar muta’assıb hıristiyan ve garblı oldukları kadar biz de o kadar şiddetli müslüman ve şarklıyız. Bunları hesaba almayan adamlar kat’iyyen müslüman ezkiyası olmadıkları gibi Hırvat sıfatıyla ne kadar güzel şeyler teklif etseler bizce kabul edilemeyecektir. Bosna-Hersek müslümanları bu ahval dahilinde kendi şahsiyetlerini muhafazaya gayret edeceklerdir. Bu fikre hizmet etmek isteyecek zeki gençleri millet kendi evladı istemeyecekleri de muhalifi addedecektir. Bu yolda millete rehber olmak isteyen gençlere devre-i tekamülünü geçiren ilmiyyenin yardımdan geri kalmayacağı tabi’idir. Bizim dini bir heyet-i ictimaiyye teşkil etmemizi belki bazı gençlerimiz muzır görürler. Fakat bu mazarrat kendi mu’allim-i hissilerinin onlara ilka ettiği bir vehimden başka bir şey değildir. Bütün cihanda Yehudileri görüyoruz ki yeni İbranilik demek olan Yehudilik yahud Siyonistlik üzerine heyet-i hayat ediyorlar. Altı milyonluk bir cema’at yirmi asırdan beri millileştirmiş bir hiss-i dini ile beka-yı mevcudiyyet edebilmiş Vakı’a bugün biz mazlum ve mağlubuz fakat bir gün gelir ki bunun da intikamı alınır. Zira bizim intikamımız bütün şarkın dolayı çok mutazarrır olacaktır; lakin bir heyet-i ictimaiyyenin akıl ve mantıktan evvel hissiyata tabi’ olduğunu piş-i mülahazaya almalı.” Avrupa’da ikinci İslam pay-ı tahtı olan şanlı Edirne’nin ordu-yı Osmani tarafından istirdadı hakkında bütün alem-i İslam’ı şenlendiren canlandıran tebliğ-i resmi: “Edirne ve Kırkkilise bi-lutfihi’l-kerim zabt olundu. Enver Bey’in de refaket ettiği İbrahim Bey Süvari Livası’nın tayy-ı mekan edercesine sür’at-i savlet-karanesi Bulgarlar tarafından Edirne’de ika’ edilmeye başlanılan biz çok mezalim ve tahribatın önünü almaya muvaffak olmuştur. Süvariye kuvvetü’z-zahr olarak gönderilen ve numaraları bilahare bildirilecek olan piyade alayları bir günde seksen kilometre kat’ etmişlerdir. Kırkkilise’ye tahrik edilen piyade ve süvari kolları dahi aynı derece sür’at ve besalet ibraz etmişlerdir. Bunlara karşı Bulgar piyadesi cüz’i bir mukavemet göstermiş ve yalnız aşiret süvarisinden bir hayvan telef olmuştur.” Zat-ı Hazret-i Mülukane tarafından Başkumandanlık Vekaleti’ne keşide buyurulan telgrafnamedir: “Tevfikat-ı ilahiyye ile asakir-i Osmaniyye’nin Edirne ve Kırkkilise’ye dahil oldukları tebşiratı kemal-i sürur ve mahzuziyetimizi mucib olarak Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar ettim. Askerimizin göstermiş olduğu me’asir-i gayreti ber-averde-i lisan-ı takdir ederek cümlenizin te’yidat-ı ilahiyyeye mazhariyet ve daima Osmanlılığın i’la-yı şan u şerefine muvaffakiyetini dergah-ı ehadiyyetten niyaz eyledim. Hizmetiniz nezd-i Bari’de makbul mesa’i-i vatanperveraneniz meşkur olsun. Gerek size ve gerek bilcümle ümera ve zabitan ve efrad-ı askeriyyemize selam eder ve hiss-i adalet Osmanlı askerine her yerde rehber olarak bila-tefrik-i cins ü mezheb umum teb’amız hakkında adl ü hakkaniyet düsturunun temami-i tatbikine bezl-i gayret etmelerini en büyük amel addeylerim.” Asakir-i Osmaniyye Edirne’yi işgal ettiği sırada top iğtinam eylemiştir. Bu topların yetmiş beşi on iki buçuk santimetrelik muhasara topları olup zaten Bulgaristan’a ait olanlardandır diğerleri ları zahire ihrac etmeleri melhuzdur. Bundan ma’ada elli bin mavzer tüfengi ve bir hayli mühimmat zabt olunmuştur. Bulgarlar Edirne’yi terk eder iken on bin çuval un ve bir milyon kıyye buğday dahi bırakmaya mecbur olmuşlardır. Edirne’de Bulgarların bırakmış oldukları ganaim miyanında nakliye ve süvari hayvanlarıyla sair hayvanatı iki aydan fazla idareye kifayet edecek derecede külliyetli mikdarda ot saman arpa da bulunmuştur. Pazartesi günü veliahd-ı saltanat Yusuf İzzeddin Efendi hazretleriyle Şehzade-i civan-baht Ziyaüddin Efendi hazretleri ve ma’iyyetleri ve üçüncü Mabeynci Recai Bey saat altıda tren-i mahsus ile Edirne’ye müteveccihen hareket etmişlerdir. Bilcümle vükela-yı fiham hazeratı ümera-yı askeriye ve daha birçok zevat beray-ı teşyi’ istasyonda hazır bulunmuşlardır. Trenin hareketi esnasında bir tabur asker ile bir bando muzıka resm-i selamı ifa etmiştir. Londra’dan Novye Feraye Prese gazetesine keşide edilen bir telgrafnamede deniyor ki: Devlet-i Osmaniyye’nin Trakya’da icra ettiği harekat-ı askeriyye için lazım olan para Hindistan ve Mısır islamları tarafından tedarik olunmuştur. Kalküta’da İngilizce olarak gazetesi diyor ki: “Osmanileri yeni fikirlerden ferağat ettirmek şebbüs müslümanlar arasında gayet ciddi galeyanlar zuhur etmesine sebebiyet verecektir.” Sofulu Ortaköy Koşukavak Gümülcine kazalarının muhtevi olduğu parça karyede mutavattın hane İslam ahalisinin Ehl-i Salib pişdarı Bulgar vahşileri tarafından gördükleri mezalim ve ta’addiyat hakkında bu köylerden Edirne’ye gelebilenlerin yanlarının enzar-ı bi-insafına arz ederiz: “Köylülerin evvela nakdi alınmış ısrar edenler dayak altında öldürülmüştür; Pazar günü bütün ahali süngüler altında ma’bede sevk olunuyor ve cami’lere ilave olunan birer vaftiz mahalliyle kilise yapılıyordu. Kadınların başlarına siyah birer örtü geçirilmiş feracelerinin üzerine Bulgarların budya namını verdikleri önlükler konmuştu bütün sarıklar parça parça edilip ateşte yakılmış her köylünün başı şarapla yıkanmış kazanda su kalkamayacak kadar ihtiyar olanların evine gidilerek “ma-i mukaddes!”den mahrum kalmamalarına dikkat olunmuştur. Her tenassur eden köye Bulgarca okutmak ayin-i cedidi öğretmek için birer daskalos mu’allim gönderiliyordu. Az zamanda bütün sakal ve saçlar kesildi icra olunan tebliğat-ı resmiyyede bir köyün Pomağını kabul eden diğer köy halkın derhal katli’am cezasına düçar edileceği i’lan olunmuştu. Babaeski’de karargah-ı umumiden makam-ı sami-i Sadaret-i uzmaya mevrud telgrafnameler suretidir: “Bulgarlar Uzunköprü’den hin-i ric’atlerinde beraberlerinde götürdükleri ahali-i İslamiye’den kırk iki kişiyi köprü civarında katl eyledikleri gibi Kırkkilise’den ric’atlerinde orada bulunan üsera-yı Osmaniyye’den dokuz neferi ve Edirne’de dahi bu suretle mechulü’l-mikdar efradı ve Edirne havalisinde köyden yedi müslümanı ve Kırkağaç civarında otuz küsur Rumu katl ve cesetlerini nehre ilka eyledikleri ve Edirne’den ric’atlerinden bir gece evvel Karaağaç’da milel-i muhtelife kızlarına ta’arruz eyledikleri anlaşılmıştır.” “Doğanarslan Kuru Çiftlik Kavak Bollucaçoğal Çimendire Balayancık Çavuşköy Taşkın Çiftlikler karyeleri lamların bir çoğu katli’am edilmiş ve hatta Malkara’da bir cami derununda çivilere asılmış olan maktulin ecsadının bıraktıkları kan lekeleri ve çivilere dolaşmış kadın saçları meşhud olmuş cesetlerin atıldığı kuyu hala müte’affin olup Taya Kadın Çiftliği’ne yarım saat mesafede bile boğazlanmış kırk elli İslam cesedine tesadüf edilmiş olduğu Gelibolu Kolordusu’nun Bolayır’dan Edirne’ye kadar olan yürüyüş esnasında müsadif oldukları Bulgar mezaliminden bulunduğu mezkur kolordu erkan-ı harbiyyesi iş’arına atfen arz olunur.” Keşan’da bulunan Gelibolu mutasarrıfından Dahiliye Nezaret-i Celilesi’nin Temmuz tarihiyle keşide kılınan telgrafnamenin suretidir: “Bugün Keşan Kasabası’nı dolaştım. İslam mahallatı sekiz yüz haneden ta’mir kabil-i iskan olabilip kusur hanelerle İslamlara aid bir çok dükkan ve mağazalar Bulgarlar tarafından bir taş yığını halinde kamilen tahrib edilmiştir. Beş cami’-i şerif üç tekke üç mektep de tahribat miyanındadır. -ruhlar üzerinde teskin ve tevkıf edilemeyen asar-ı intikam ve vahşet kendilerini kıyamete kadar müdafaadan aciz olan emvata kadar sirayet ettirilerek meşayih-i kiramdan Süleyman Zati gibi zevatın mekabiri açılıp taşları kırılmak ve minareleri yıkılan cami’lerin edilmek gibi hiçbir millette görülmeyen şena’atler müşahede edilmiştir. Kazanın yirmi altı İslam karyesinden el-yevm kabil-i iskan ancak on bir karye mevcuddur. Kusur on beş hane birer harabe ve yığın menazırı teşkil ediyor. Bunlardan bir kaçını bizzat gidip gördüm.” Edirne Şehri’ne girecekleri sırada Osmanlı askerleri kulaksız elsiz ayaksız bağırsakları dışarda gözleri oyulmuş na’aşlarına tesadüf etmiştir. Cenab-ı Hakk’ın kudretine azametine ceberutuna man-ı yakınisi olanlara ye’is yoktur haramdır. Görmüyor musunuz asdaku’l-kailin olan Allah buyuruyor. Nebi-yi muhteremi İbrahim lisanından diyor. Bakınız ki Halık-ı Hakim ye’isi küfre dalale delil olmak üzere gösteriyor. Artık Allah’a inanan Allah’ın kudret-i kamilesine iman eden bir kalbe ye’is nasıl girebilir? Onun için deriz ki: Müslümanların gerek Cenab-ı Hakk’a gerek Hazret-i Peygamber’in taraf-ı İlahiden tebliğe me’mur olduğu hakaika olan yakınleri adetlerinin bu kadar çokluğuyla beraber mecd-i kadimlerini istirdad etmekten ümidi kesmelerine hiçbir zaman müsa’ade edemez. Kezalik zillete münkad zulme razı olmaya i’la-yı kelime-i Hakk’dan geri durmaya diğer bir çok akvamın müsab olduğu beliyyelerden hala masundurlar. Zira kendilerinin büyük büyük padişahları var; ellerinde her zaman için bir mülk-i azim bulunuyor. Şimdi pek doğru olarak diyebiliriz ki: Rahmet-i İlahiyye kapıları kendilerine açıktır. Onlara girmekten başka bir şey lazım değil. Ruh-ı İlahi başlarında vezan olub duruyor o nefha-i inayeti tenessüm etmekten başka bir harekete ihtiyaç yok. Fırsatlar birbirini vely ederek onlara dest-i imdad uzatıyor. Bu meskenetten kurtulmalarını derin uykudan uyanmalarını ihtar ediyor. Mecd-i kadimlerini ele geçirmek evvelki mertebelerine yükselmek için yapacakları iş ise rabıta-i ittihadı tahkim ederek milleti i’ladan ibaret olan maksad-ı müştereke el birliğiyle çalışmaktan ibarettir. Bu ise bir kere aralarında rabıta-i diniyye te’eyyüd ettikten sonra en kolay bir iştir. Artık ellerindeki Furkan-ı mübin “ye’s erbab-ı dalalin evsafındandır” dedikten sonra me’yus olmaya Hak’dan ümidi kesmeye bir sebeb tasavvur olunabilir mi? Rüşd ile gayy arasında bir münasebet bulunabilir mi? Haktan sonra dalalden başka ne vardır? Müslümanlar arasındaki erbab-ı ye’s ü kunutun artık şayan-ı kabul bir ma’zereti olabilir mi? O hakimiyet-i sabıkadan o siyadet-i ulyadan sonra ecanibe karşı bu ubudiyet-i safileye razı olub duracaklar mı? Zillet içinde sefalet içinde fakr u ihtiyac içinde hasm-ı zulmün guna gun hakaretleri himmeti bırakmışlar kemal-i sekinet ile oturuyorlar öyle mi? Halbuki muhitleri ecnebi hakimlerden felaketlerine sevinen düşmanlardan her hareketlerini takbih eden sersemlerden her hasletlerini teşni’ eyleyen denilerden müteşekkil. Bunlar durmayıp müslümanları akılsızlıkla kabiliyetsizlikle itham ediyorlar. Ümem-i sa’ire sınıfına girebilmeleri muhalattan olduğuna hükmeyliyorlar. bu kadar zillete bu kadar hakarete nasıl katlanabilir? Unutuyorlar mı ki bir zamanlar akvamın kurretü’l-uyunu idiler. Hususiyle aradan o kadar uzun müddet geçmedi. Tarihler ortadan kalkmadı. Asar büsbütün münderis olmadı. Şevket-i müslimin ise tamamıyla ruy-ı zeminden silinmedi. Min-tarafillah muvazzaf oldukları tekalifi eda hususundaki gafletten dolayı haydi avam ma’zur görülsün. Lakin ulema ne ma’zeret gösterebilecekler ki onlar şeri’atin nigehbanları ulum-ı şer’iyyenin rasihinidir. Neden tefrika-dar olan cema’at-ı müslimini vahdete sevk etmiyorlar? Neden maksad-ı ittihadın husulüne bezl-i mechud eylemiyorlar? Neden aradaki münafereti müba’adeti kaldırmaya çalışmıyorlar neden yakınlerinde ta’atlerinde sabit kaldıkça hulfüne imkan olmayan meva’id-i İlahiyyeyi ihtarda bulunarak ruhlarına ruh-ı İlahinin sermedi bir hayat bahşedeceğini tebşir eyleyerek müslümanları te’yide bütün kuvvetleriyle uğraşmıyorlar? Evet sineleri ziya-yı mübin-i iman ile münevver olan bir fırka-i naciye bu emr-i hayrı ifa için arzın muhtelif noktalarında kıyam etmiştir. Diğer müslümanlardan ümid ederiz ki bu fırka ile hem-dest-i vifak olarak kuvvetini te’yid eder de nusret-i mev’ude-i İlahiyye yüz gösterir. Şeyh Muhammed Abduh MÜDAFAAT-I DINİYYE HUTBELER: ZEBH-I AZIME DAIR HUTBE “Bu maksad-ı ali semavattan daha a’ladır. Bu öyle bir maksaddır ki ona melaike düşüp secde ederler ve enbiya ve mürselin onu ferah u sürur ile neşr u i’lan ederler. Fil-hakıka binlerce zebiha ve muhrikalar ancak Mesih’in zebihasına yani alemin hata ve günahları için keffaret olmak üzere onun haç üzerindeki mevsine işarettir.” Biz sizden kıssa-i İbrahim’in Mesih’e remz olduğu hakkındaki da’vanıza delil iradı intizarında bulunuyor idik. Siz delil makamında da’vanızı ta’mimden başka bir şey yapmıyorsunuz. Kendinizi bir kere İsrailiyyat zamanında tasavvur ediniz Yehova bulutlara kadar inmiş Beni İsrail’e hitab ederler. “Ey sevgili kavmim! Kurban kesiniz zira ben kurbanların kokusundan hoşlanırım.” diye nida ediyor. Bunu dan Yehova’nın maksadı “Allah bir zaman yeryüzüne inecek ona iman ediniz.” demek olduğunu nasıl anlayacak! Alemi bu kadar müşkilata sokacağına bunu açıktan söylese olmaz mıydı? “ İbraniler Risalesi’nin Onuncu Bab’ını okuyunuz.” Kiraren okumuş olduğumuz bab-ı mezkuru emrinize muzda nazar-ı dikkatimizi celb eden “Lakin o zat günahlar oturmuştur.” cümlesi yine celb-i dikkatten hali kalmamıştır. Bu gibi şeylere i’tikad edenler yine kendilerini muvahhid addediyorlar. Biz de ne yapalım ikrarlarına binaen onlara muvahhid nazarıyla bakıyoruz; fakat sözlerine şirk terettüb ettiğini söylemekten de vazgeçemiyoruz. Şimdi böyle bir risaleden getirilen delil bize karşı nasıl hüccet olur? “Ve buradan görürüz ki günahlarının gufranına nail olmuş olan Adem’e ve Habil’e ve Nuh’a ve İbrahim’e ve İshak’a ve Ya’kub’a ve esbat ve enbiya ve mürseline yegane kurban yalnız ve ancak hazret-i Isa’dır ve zebaih-i hayvaniyyeleri bu hakıkat-i samiyyeyi onların beşeri akıllarına takrib ümid ile vefat etmişlerdir.” Bu ifadeleriniz de da’vanızı tekrardan ibarettir ya delil? “Nitekim biz bunun böyle olduğunu İş’aya Peygamber’in sözlerinden biliriz. Nebi-i müşarun-ileyh bu ma’nada olarak şöyle buyurmuştur: O isyanlarımız için yaralandı. Günahlarımız ve onun bereleriyle biz şifa bulduk. Cümlemiz koyunlar gibi yolu şaşırmış idik her birimiz kendi yoluna dönmüş idik ve Rab cümlemizin günahını ona yükletti ayatta mazi sigası isti’mal edilerek geçmiş bir şeyden bahsettiğini görmediniz mi ki da’vanıza delil olarak getiriyorsunuz. Dikkat etseniz pek a’la anlarsınız ki Elli üçüncü Bab’da mündericatı Elli ikinci Bab’ın’inci ayetlerinde beyan olunan Allah’ın abid kulunun ahvaline dairdir. Bu ayetlerde onun duçar olduğu alam u mesaib sebebiyle siması bile tebeddül ettiğinden ve bu keyfiyet herkesin nazar-ı hayretini celb ettiğinden bahsolunuyor Elli üçüncü Bab ise ona dair tafsilatı i’ta eyliyor. Zaten bir kitaptan işinize gelen yeri alıp maadasını terk etmek sizin adetinizdir Kur’an’da kullandığınız bu usulü burada da tatbik ediyorsunuz. Bilmeniz lazım gelir ki Cenab-ı Hak dünyada en sevdiği kullarını eşedd-i belaya duçar ederek hakkında tecrübe muamelesini icra eyler ve onların derecatı bu mesaibe tahammülleri mertebesinde tezayüd eyler. Burada dahi öyle salih kulların ahvali het görür görmez hemen mal bulmuş mağribi gibi ondan ber’in kitabı üzerine deveran ediyor Elli ikinci Bab’ın Birinci ayeti hakkındaki fikrinizi anlamak isterdik. Orada “Uyan ey Sahyun uyan kuvvetini giyin ey mukaddes şehr-i Urşelim zinetli elbiseni giy zira bir daha senin içine hitansız ve napak kimse girmeyecektir.” deniliyor. Eğer bu kitabı kabul etmiyorsanız niçin ondan delil taharrisine kalkışıyorsunuz. Kabul ediyorsanız hitanı da kabul etmelisiniz. Beyhude yere hitanın ma-i ta’mide tahvil olunduğunu beyan ile istidlale kalkışmayınız. Çünkü burada “Bir daha senin içine hitansız kimse girmeyecektir.” diye te’yid ifade eden lafız isti’mal edilmiştir. “Siz kitabın bazısına inanıyor da bazısına inanmıyor musunuz?” “Beni İsrail’in enbiyasından en büyüğü olan hazret-i Musa hakkında –Mesih’in haçına iman etti ve fidye-i nefs ettiği zebihaları ancak ona birer remz ve işaret olduklarını bilir idi denilmiştir.” Dostum sen öyle her işittiğin şeye inanma. Elbette elinizdeki Tevrat’a inanırsınız onda Allah’ın “Musa’ya ben Vacibü’l-vücudum” dediğini bilirsiniz. HAC DEVR-I ASHABDAN SONRA Tabiin devrinde ve sonraları yetişen bütün fukaha-yı yeye bakarak ashab-ı kiram hazeratından telakkı buyurdukları vechile haccın vücub ve farziyet-i kat’iyye ile muttasıf bina-yı İslam’dan bir ibadet-i muazzama olduğu hususunda tamamıyla müttefik idiler. Zaten ayet-i kerimesi ve haccın farziyetini ifade eden müteaddid sünnetler bu babda ihtilafa mahal bırakmıyordu. Bir de ayet-i kerimenin sarahatine binaen vücub-ı haccın “istitaat” ile meşrut olduğu hakkında da ihtilaf yok vücub-ı hac için “hürriyet” “büluğ” “akl”ın vücudunu şart etmişlerdir. Çünkü bu şartlar bulunmadıkça istitaat tahakkuk etmez. İşte buna binaendir ki İmam Ebu Hanife hazretleri sabinin haccı farza mahsub olabileceğine zahib olmuştur. Hatta fukaha-yı Malikiyyeden bazıları tıfl-i radi’in haccı dahi sahih olur derlerdi. İmam-ı Şafii hazretleri kölenin haccını da mansusun-aleyh olan sabinin haccına kıyas etmiştir. Binaenaleyh kable’l-ıtk hacceden kölenin üzerinden farz sakıt olacağını tervic ederdi. Haccın vücubu istitaatle meşrut bulunduğundan İmam-ı Şafii’den maada bilumum fukaha-yı kiram mani’-i sefer olabilecek bilumum emrazı mani’-i vücub addetmişlerdir. “sıhhat”i şart kılmamış naib göndererek haccettirmekle istitaat-i hükmiyye hasıl olabileceğine kail olmuştur. Nefs-i istitaatin şart olduğu hakkında beyne’l-fukaha ittifak-ı tam hüküm-ferma olmakla beraber istitaatin bedeniyye mi maliyye mi yahud hem bedeniyye hem maliyye mi olduğu hakkında ihtilaf edildi. İmam Malik istitaatin bedeniyye olduğuna kail idi. Çünkü bedenen salim olup meşye kesbe muktedir olan kimseyi müstati’ addediyor. Ayet-i kerimeyi böyle kimselerin hac ile mükellefiyetlerine delalet hususunda sarih ve zahir buluyordu. İstitaatin zad ve rahile mevridini tahsis ediyor. Diyordu ki: Bu hadis-i şerif kesbe ve meşye iktidarı olmayan kimselerin istitaatini tefsir hakkında varid olmuştur. Çünkü ayet-i kerimenin icmali bu noktadadır. Şu halde tefsiri de bu cihete sarf edilir. hakkında mücmel buluyor binaenaleyh sünnetin mevridini tahsise lüzum görmüyordu. Şu hale göre istitaatin ancak zad ve rahile ile bunların da ancak mal ile tedarik edilebileceğine kani’ olduğundan istitaatin ancak bil-mal olabileceğini yordu. İşte bu ictihada binaen istitaat-i maliyyesi bulunup da bedenen ifa-yı hac etmekten aciz olan kimsenin naib göndermesi vacib olacağına –ala hilafi’l-kıyas– zahib oluyordu. sunda İmam Ebu Hanife’nin ictihadına iştirak ediyordu. Şu kadar var ki İmam Ebu Hanife istitaatin hem maliyye hem bedeniyye olması lazım geleceğini ileri sürüyordu. Ve diyordu ki: İstitaat yalnız kudret-i maliyye ile veyahud yalnız sıhhat-i bedeniyye ile tamam olamaz; istitaatin tam olabilmesi hatten ibaret kudret-i bedeniyye bulunmak lazımdır. Böyle bir istitaati haiz olamayanlara ifa-yı hac vacib olmaz.. Fukaha-yı İmamiyye dahi İmam Ebu Hanife’nin mezhebine sı cihetini iltizam eyliyorlardı. Şu kadar var ki hazret-i Ebu Hanife zad ve rahilenin havaic-i asliyyeden ailenin hacdan avdet edilinceye kadar sarf edecekleri nafakasından fazla olmasını şart ediyordu. Fakat bazı fukaha-yı İmamiyye Ebu Ca’fer Es-Sadık’ın istitaatin tefsiri babında söylediği sözlere Ca’feriyye ise bu zehabı nazar-ı i’tibara almamışlardır. Fukaha-yı Ca’feriyye bir rivayete göre de İmam-ı Şafii vücub-ı hac için zad ve rahileye malikiyyeti şart etmiyor. Belki malik olmayarak yalnız temekkün kafi geleceğine zahib oluyorlardı. İmam Ebu Hanife İmam Malik İmam Ahmed bin Hanbel hazeratı ise temekkün kafi değil malikiyyet şarttır diyorlardı. Bil-fiil istitaat ancak yolun emniyetli olmasıyla tamam olabileceğinden vücub-ı hac için “emn-i tarik”ı şart etmek hususunda bütün fukaha-yı kiram ittifak etmişlerdir. Cumhur-ı fukaha vücub-ı hac için “hürriyet”in şart olduğunu Haccın ale’l-fevr mi yahud ale’t-terahi mi vacib olduğu hakkında beyne’l-fukaha ihtilaf vardı. Ba’de vücubi’l-hac Fahr-i Kainat Efendimizin ifasını te’hir ettiğine kail olanlar vücubun ale’t-terahi olduğu cihetini iltizam ederlerdi. dir. İmam Malik’in mezhebi hakkında rivayetler muhteliftir. Ashab-ı Maliki’den fukaha-yı müteahhirin vücubun ale’t-terahi olduğu cihetine tarafdar idiler. Bazıları dahi ale’l-fevrdir diyorlardı. İmam Ebu Hanife’nin mezhebi hakkında da ihtilaf vardır. Fakat meşhur olduğuna göre fevri olduğu cihetini iltizam etmişlerdir. Zaten İmam Ebu Yusuf da vücub-ı haccın fevri olduğu hakkında pek ziyade musır bir müddet te’hir etmiş olması istitaatin fıkdanından dolayı li-ma’zeretin vukua gelmiştir. Yoksa sahib-i şeriat olan Peygamber aleyhisselam bil-farz te’hiri caiz de olsa yine ba’de’l-vücub imtisalen li’l-emr ifaya müsaraat buyurmuş olurlardı. Anlaşılıyor ki bu te’hir-i Nebevi bir ma’zeretten dolayı vukua gelmiştir. Zaten muvakkat olan vücubların ale’l-fevr vücubu muhakkaktır: Evkat-ı hamse savm-ı Ramazan’ın vücubları gibi … hac da eşhür ile tevkıt olunmuş bir farzdır. Şu halde haccın fevri olması zaruridir.. Fukaha-yı İ[ma]miyye Ca’feriyye Şiiyye de vücubun ale’l-fevr olduğu cihetini iltizam ediyorlardı. Haccın umumi bir farz olduğu hakkında beyne’l-fukaha Kadınların hac ile mükellef olmaları için zevc yahud mahremin vücudu şart olup olmadığı hakkında beyne’l-fukaha bulunmaksızın müddet-i sefer olan uzun yola çıkmaları caiz olamayacağını ifade eden sünnet-i Nebeviyyedeki nehyi amm olarak kabul ve tahsis etmeden umumu üzere ibkayı usullerine muvafık bulanlar kadınların hac ile mükellefiyetleri Fakat ayet-i kerimesindeki olup bütün zükur ve inasa şamildir. İşte ayet-i kerimenin şu umumuyla kadınların yalnız başlarına müddet-i sefer olan uzun yollara çıkmaları nehy zımnında varid olan sünnet-i Nebeviyyedeki nehyin umumunu tahsis etmeyi usullerine muvafık bulanlar da zevc veyahud mahremin vücudunu şart etmiyorlardı. birinci mezhebi İmam-ı Şafii İmam Malik hazeratı da ikinci mezhebi ihtiyar etmişlerdir. Umrenin ahkam-ı şer’iyyeden hangi hüküm ile muttasıf olduğu hakkında beyne’l-fukaha ihtilaf vardı. Fukahadan bazıları ayet-i kerimesinin zahiriyle bu babda varid olan –yukarıda geçtiği gibi– sünen-i şerifeye bakarak umrenin vücubuna kail oluyorlardı. Şafii Ahmed bin Hanbel Ebu Sevr Ebu Ubeyd Süfyan-ı Sevri Evzai hazeratı bu mezhebi tercih etmişlerdir. Fukaha-yı İmamiyye dahi umrenin vücubu cihetini iltizam ederlerdi. Ebu Hanife İmam Malik Davud hazeratı ve sair bazı fukaha-yı kiram bu babda vürud eden bir çok asara bakarak umrenin sünnet ve tatavvu’ olduğuna kail oluyor ve birinci mezheb erbabının vücub-ı umreyi isbat zımnında ityan ettikleri delilleri zaif buluyorlardı. VAIZLER MES’ELESI Mev’iza ve hitabe her millete bilhassa bizim gibi avamından sunuf-ı aliyyesine kadar fikren irfanen muhtac-ı tenvir olan bir millete ne kadar lazım ne derece faidelidir! Bir millet ki efradı ekseriyet i’tibariyle kesif olduğu kadar alude-i süfliyyat olan bir setre-i cehalet altında kalmıştır o halka –velev pek sönük olsun– bir lem’a göstermek bir şu’le Uzak ve karanlık yıllardan beri başımız ucunda dolaşan sehabe-i cehalet seneler geçtikçe kesafetini artırarak bugün levsiyyat-ı ahlakıyye ile meşbu’ bir hale gelmiş olduğuna şübhe yoktur. Bu sehabe yarın boşanacak olursa tevlid edeceği korkunç seylabe bünyad-ı mevcudiyyeti sarsacak kadar tahribat ika’ edebilir. Herşeye müstaid olan kitle bir kere bu seylabenin rehgüzarına düşecek olursa –bir daha kurtarılması kabil olamayacağından– ka’r-ı izmihlale kadar yuvarlanıp gitmez mi? Böyle bir tehlike-i muhakkakaya karşı milleti ikaz halkı irşad etmek kitlenin tenvir-i fikrisine çalışmak erbab-ı irfanın vezaif-i aliyyesinden değil midir? Bir tarafdan yeni yetişecek neslin fezail-i ahlakıyye ile tahsil çağını geçirmiş olan büyükler için mev’iza ve hitabeler tertib edilmek suretiyle hey’et-i umumiyyeye bir tarik-ı nuranur açmak lüzumu pek kat’i pek mübrem bir surette hissolunmaktadır. Hürmetkar bir vicdan müstağrak bir ruh azade-i ihtiras bir kalb ile cevamiin harim-i ismetine koşan bir şahsa oralarda verilecek telkınatın ne kadar müessir ne derece nafiz olacağı düşünülürse mev’izaların ehemmiyet ve lüzumu hakkıyla takdir olunabilir. Uluhiyyete karşı la-yetezelzel bir kanaat ve tevekkül perverde eden hiçbir şahıs tasavvur olunamaz ki bir ma’bedin kürsi-i bülendinden din namına icra edilen hitabelere karşı lakayd ve hissiz kalabilsin ruhunu yükselten nurlu mev’izalar onun kalbinde derin izler bırakmış olmasın! Levsiyat-ı hariciyyeden muvakkat bir zaman için olsun uzak kalmak ruhun temayülat-ı ulviyyesine bir şehper-i bir ma’bedin harim-i kudsiyyetine can atarlar. Bu adamlar orada bekledikleri feyzi bulurlarsa artık süfliyat-ı ahlakıyyeye temayül gösterirler mi? Bilakis me’yus kalırlarsa kendilerinde eski şevk ve arzunun devam etmesi mümkün olabilir mi? Bir vaizin dimağından doğarak camiin her tarafına dağılan mevcat-ı nesayih tehziz edeceği samialarda bir hiss-i edecek kadar ulvi olmak lazımdır ki bir faidesi görülebilsin! Aksi takdirde ma’bedin samt-ı lahutisini ihlal etmek büyük bir saygısızlık belki de derin bir hürmetsizlik olur. Bize şu satırları yazdıran saik mah-ı sıyamın hululü keyfiyetidir. Fil-hakıka Ramazan-ı Şerif gibi eyyam-ı mübareke takarrüb etmeye başlayınca herkeste va’z u nasihat dinlemek ayın hay u huy-ı ihtirasatıyla şaibedar olan ruhunu muvakkaten tecrid ederek biraz da ma’neviyatın sehhar ve nuşin nefehatıyla yaşamak ister ve bunun için harim-i ismetinde lahuti bir sanihaya mazhar olmak ümidiyle camie koşar. Tezkiye-i ahlak için ne güzel bir vesile-i i’tila!... Bu kadar samimi bir aşk bu derece derin bir şevk ile ma’bedin sakf-ı bülendi altına koşan bir mü’min orada ruhuna daşlarına karşı derin bir muhabbetle dolduracak ulvi sözler ve heyecanı birden bire sönüp gitmez mi?... Maabid-i İslamiyye ki sadeliğin bahş ettiği letafet ve ulviyetle her ruha bir meyl-i i’tila her kalbe bir hiss-i hürmet din ismeti kadar bülend dinin celaleti nisbetinde ulvi olması Fakat halihazırda böyle mi? Cevami’-i şerifede müslümanlara karşı va’z u nasihata kalkışanlar arasında ahkam-ı aliyye-i İslamiyyeye hakkıyla vakıf işgal ettikleri makam-ı mukaddesin ulviyet ve azametini müdrik kaç büyük sima gösterilebilir? Vasi’ bir irfan parlak bir zeka bülend bir fazilete malik olanlara mahsus olması icab eden cevami’-i şerife kürsilerinin ilim ve muhakemeden mahrum bir takım na-ehillere bırakılmış olduğunu pek derin vicdan azabları hissederek müşahede etmiyor muyuz? Her ferdinin va’z u nasihata muhtac olduğu şu bedbaht memlekette büyük alimlerin kürsi-i va’z u nesayihe çıkmadan ihtiraz etmeleri –bilinemez– ne suretle te’vil edilmelidir? Beytülmal-i müslimin’den biraz daha fazla almak çarelerini düşünmekten fariğ olmayan bu rütbeli efendiler acaba halka va’z u nesayihde bulunmayı şeref ve faziletleriyle mütenasib görmüyorlar mı? Yoksa bu vazifenin deruhde edilmesini şahısları için bir hakaret mi addediyorlar? Eğer böyle kendilerinde ufak bir iz bile yokmuş! Çünkü İslamiyet’te en büyük mertebenin paye-i va’z ve hitabe olduğunu bilmiyorlar demektir. Bu husus ihmal ve lakaydiden neş’et ediyorsa fermanına imtisal etmeyerek vazife-i asliyyelerini unuttukları için hem Allah’a hem müslümanlara karşı azim bir mes’uliyeti deruhde etmiş olmuyorlar mı? Bu mes’uliyetin ağırlığı olsun acaba kendilerini tedhiş etmiyor mu? İnsanlara karşı olan mes’uliyetten bir yol bularak kurtulabilmek mümkün olsa bile itab-ı Sübhaniyyeden kolay kolay tahlis-ı giriban edilemeyeceği şübhesizdir. Bir kısım ulemanın vazifelerini ifadan istinkaf etmeleri sebebiyledir ki kürsi-i mevaiz ne oldukları belirsiz bir takım cehele tarafından gasb edilerek biçare halka ahkam-ı diniyye namına akıl ve Şer’in harim-i irfanına sığışamayacak bi-esas hurafeler İsraili hikayeler telkın edilmektedir. Hele bazı yadigarların setr-i cehalet fikriyle esna-yı va’zda aldıkları tavırlar yaptıkları şaklabanlıklar mütefekkir ve dindar müslümanları ne kadar bi-huzur ediyor. Cahil türüdülerin millet-i İslamiyyeyi ne kadar vazi’ bir derekeye sürükledikleri asarıyla sabit iken ulema-yı muhteremenin hala vazife başına koşmamaları Bab-ı Meşihat’in bütün bu ahvale karşı el-an ebkem ü asamm bir vaziyet alması taşralarda müftü ve naib efendilerin başıboş dolaşan bu adamlara karşı lakayd kalmaları ne acıklı bir haldir. Artık insaf edilsin. Artık bu zavallı müslümanların haline acınılsın! Çünkü Allah’tan havf Peygamber’den haya edilecek dereceler fersah fersah geçti. İyi bilmelidir ki bu din-i ulvinin na-ehiller elinde bikes ve muhakkar bırakılmasının mes’uliyet-i azimesi bütün alakadarana şamildir. Filhakıka İstanbul ve taşralarda yüzlerce dersiam efendiler birçok hakıkı alimler dururken sermaye-i irfanları harekeli Köroğlu kitabını müşkilatla heceleyebilmekten ibaret olan sürü sürü cehelenin halka va’z u nasihat namına zehir saçmalarına meydan verilmektedir ki bit-tabi’ bunun mes’uliyeti Dersasadet’te Bab-ı Meşihat’e taşralarda da müftü ve naib efendilere raci’dir. feye giderek münevver ve mütefekkir birçok müslümanlar oralarda va’z u nasihat namına işittikleri yavelerden mecruh ve bi-huzur olarak münkesiren avdet ediyorlar. Ulviyet-i bayağı olan bu sözlerin din hakkında tedkıkat-ı amikada bulunmamış olan gençlerde ne ma’kus buhranlar tevlid edeceği tasavvur edilsin! İslamiyet’i bu gibi telkınattan ibaret addedecek olan gençlerin ravabıt-ı diniyyeleri gevşerse bunun mes’uliyeti onlardan ziyade müsamahakar davrananlara raci’ olmaz mı? Senelerden beri halka atalet dersleri veren dünyanın müslümanlar için bir cehennem olduğunu telkın ede ede cihanı hakıkat-i halde başımıza kan tufanları koparan bir berzah ateşler yağdıran bir duzah haline getiren bu gibi yadigarlara artık bundan sonra olsun istirahat ruusu vererek va’z u nasihat kürsilerini ihtiyacat-ı asrı müdrik dimağı huzme-i irfan kalbi nur-ı imanla mali hakıkı ulemaya tahsis etmelidir. Bu gibi mezaya-yı aliyyeyi cami’ zevat-ı fazıla da bir kere karşılarında sefil ve muhakkar inleyen kitle-i İslamiyyenin hal-i perişanını bir kere de bu kitle vakt ü zamanıyla ikaz edilmediği takdirde zuhur etmesi muhakkak olan felaket-i müstakbelenin dehşet ve vahametini derpiş ederek erbab-ı kemale şeref-bahş-ı maali olan kürsileri işgalden kitleyi nurlu ve feyizli tariklere sevk edecek mev’izalar i’tasından ictinab etmemeli bunu en mukaddes bir vazife en şerefli bir meş’ale olarak tanımalıdırlar. Çünkü bu erbab-ı fazilet için hem bir vecibe-i diniyye hem de bir vazife-i vicdaniyyedir. MEHMED AKIF Mehmed Akif’in asarını perestişkar-ı şiir olan her bedi’a-perver gibi ben de tedkık eder dururum. Bu müslüman ruhlu Osmanlı yürekli şairimizi millete hakkıyla tanıtmak da öteden beri emel-i vicdanım idi; fakat şimdiye kadar hususi resmi birçok gavail ve meşagılden baş alıp da emelime nail olamıyordum. Şimdi ise yazı yazabilecek hal ve mevki’de bulunuyorum. Sebilürreşad’da ve “Sahaif-i Tenkıd” ser-namesi altında bazı naçiz mütalaat neşr edebileceğim. Tenkıdin evvelin faidesi mü’sirleri ikaz ve irşad ise de gayesi eserleri halka tanıtmak neyyir-i bedayiin sima-yı harrına karşı bir adese-i meslek tutarak elvanını enzar-ı umuma teşrih ve tahlil etmektir. Firişte-i san’at ne kadar barik ve şeffaf bir lihaf-ı işkale bürünürse bürünsün vücud-ı nazının hutut-ı farikası hele güzide fıtratının şemail-i mübeccelesi her nigah-ı bigane için inkişaf edemiyor; onun aşina-didegan-ı bedayie has olan ervah-ı atşana bütün serair-i melahatiyle nüfuz ettikten sonra ummanlara düşen envar-ı beyza-yı aftab gibi bütün şa’şaa-i lemeat-ı hüsnüyle nazargah-ı tahayyürde Avrupa milletleri mesail-i bediiyyede kademat-ı a’sarı geçerek tilal-i vukufa takarrüb etmişler. Garbın her ma’muresinde dakaik-ı san’ata aşina bir ekseriyet bulmak kabildir; hele Fransa Almanya İtalya gibi müvellid-i bedayi’ olan memleketlerde huzemat-ı san’atın hale-i nevvarından tamamen hariç kalmış muhitler görülemez; hal böyle iken bu meşahir-i mehasinde hatta bilhassa buralarda haiz-i nisab-ı hayat olan her eser-i san’at sahifeler risaleler dolusu efkar-ı tenkıdiyyenin isarına badi oluyor. Paris’in şöhret-şiar olmuş her temaşagahında mazhar-ı kabul olabilen ne kadar tiyatro oyunu varsa kaffesi hakkında birçok mütalaat yazılıyor. Güzelce bir roman neşredilmiyor ki derhal saha-i tenkıd idmancılarının ellerinde uçmasın. Bir şiir hokkabazların dest-i maharetinde fırlayan yuvarlaklar gibi heva-yı tenkıdde birçok devirler icra ederek sükut etmezse ancak o zaman payidar olabilir. Zuhur ettiği günden beri ru’ud-ı tenkıdiyyenin girdbad-ı velveledarına tutulmuş kalmış olan “Vagner” musikısi alem-i medeniyyetin her tahtgah-ı nefais-perveranesinde saltanat-ı kat’iyye binlerce barika-i tenkıdin iltimaatı görülüyor. Mülkümüz gibi hiçi-i bediinin cilvegah-ı muzlimi olan bir muhitte tenkıdin derece-i lüzumu artık tasavvur olunsun. Biz şita-yı edebimizin leyal-i yeldasında bir iki necm-i zahirden lem’a-ruba-yı bedayi’ olabilirsek huzemat-ı enzarımızı bütün vatandaşlarımızın dide-i iştiyakına isar etmeliyiz. Halkımız göremiyor göstermeye; anlayamıyor anlatmaya çalışalım. Hele işine gelen zevkine hoş görünen cereyanlara kapılmayarak mesail-i bediiyyeyi layık olduğu kadar hadis ve ehemmiyetle ta’mik etmeye tarafdar olduğunu bildiğim şebab-ı mütefekkire rah-ı sa’b-ı ikdamatında delalet bizim gibi bedayi’-perestan için bir vazife-i mukaddesedir. deruhde etmiş oluyorum. Vazifenin ağırlığını i’tiraf ederim: Mehmed Akif kudret ve meziyetinde bir şairin kalbini göstermek ruhunu tahlil etmek anlamak kadar duymaya mütevakkıftır. Kendimde bu kabiliyet-i tahassüsü az çok mevcud farz etmesem şu cür’etkarlığı gösteremezdim: Ben Akif’in enin-i ruhunu duyarım. Lisan-ı kalbini anlarım. Çünkü o benim için yalnız bir sima-yı ş’ir ü edeb değil refik-ı vicdan hatta ezeli bir aşina-yı revandır; fakat anlamak müşkil tenkıd edileceği değil kimler için tenkıd yazılacağı gelmemek mümkün olamaz. Bugün memleketimizde yüksek bir nokta-i nazardan tenkıdat yazmak asar-ı tenkıdiyyeyi edebiyat-ı garbiyyeye aşina olanların istifadesine hasr etmektir. Halbuki biz birkaç satır evvel dediğim gibi göremeyen anlayamayan halkımıza göstermeye şübban-ı edebe ta’lim-i nefais eylemeye muhtacız. Bu halde tenkıdatımızı “edebiyat dersleri” derecesinden tutturarak “felsefe-i tenkıd” mertebesine çıkarmaya çalışmalıyız. Ta ki fevaidi bedayi’-perestanın her sınıfına şamil olsun. Lisan-ı nazmımızın şayan-ı hayret bir tekamül geçirmekte olduğu da nazar-ı i’tibara alınırsa bugün yeni şiirler hakkında en ibtidai addolunabilecek tedkıkatın bile faide-bahş olmaktan hali kalmayacağı kabul olunur sanırım. Mehmed Akif Safahat ünvanıyla üç kitap neşretti. Evvelden beri yazdığı şiirleri cami’ olan birinci kitap kendisinin asıl mecmua-i eş’arı diğer ikisi de birincinin birer zeylidir. Bu üç kitapta bulunan şiirlerin her birini bütün mehasin ve nevakısıyla tedkık ve tahlil edeceğim zannolunmasın. Böyle bir teşebbüs biraz uzun sürer. Nevrestegan-ı ş’ir ü edeb için kelal-aver olmaktan da hali kalmaz. Zaten bir şairin tarz-ı beyanını nazımda derece-i muvaffakıyyetini hatta şiirlerinin ehemmiyetini takdir için birkaç şaheserini görmek kafi olabilir. Onun külliyat-ı asarına yüksek bir nokta-i nazardan bakmak; meslek-i mahsusunu tahlil tabi’ olduğu te’siratı ta’yin etmek; mefkure-i bediiyyesi nedir? Kendisi o mefkureye ne kadar takarrüb edebilmiştir? Bütün bunları tedkık ve teşrih ile uğraşmak ise şairin mahiyet-i hakıkiyyesine ruhuna nüfuz etmeye çalışmaktır. Hele evvelemirde birkaç şiirini görelim anlayalım; sonra şairin ruhuna infaz-i nigah etmeye gayret ederiz: Meşiyyet sende her şey sende … Hiçbir şey değil adem! Fakat hala vücud isbat eder kendince hey sersem! Bugün üç beş karış toprakta varlıktan vururken dem Yarın toprak kesilmiş varlığından fışkırır matem! Pek müşkilpesend olursak kıt’anın ikinci mısraında üç “şın”ın ictimaından tenafüre yakın bir sıklet üçüncü mısra’da kendine vücud isbat etmek denilemediği için kendince vücud isbat etmek şekli ihtiyar olunduğundan dolayı ufak bir noksan-ı ifade bulabiliriz. Mehmed Akif müdhiş bir nazzamımızdır. Müdhiş diyorum çünkü bu şair-i bülend-iktidarın nazımda irtika ettiği burc-ı muvaffakıyyeti başka bir kelime rıyla tenkıd edeceksek gayet müşkilpesend olmaktan başka çare yoktur. Dördüncü ve beşinci mısra’larda “matem” lafzından başka hiçbir kelimenin memdud olmaması imalata tabi’ olan “mefailün” vezninde yazılmış bir nazım okunurken lisana az çok rekaket-bahş oluyor; fakat bu zaruridir: Hem gayet tabii hem de ahengin muktezıyatına tamamen muvafık beyitler mısra’lar muttariden birbirini vely edip duramaz. Kıt’a bir mukaddimedir bir şiir olmaktan ziyade bir nazmdır. Her eser-i san’atın her kısmı bir şiir olamaz. Hatta serapa şi’r-i mahz olarak bir eser-i san’at ibda’ etmek kabil olsa bile bunda tabiiyyet bulmak mümkün değildir. Maamafih son mısraın kuvvetli bir söz olduğunu görerek bir mukaddimede bu kadarcık hassa-i şiir bulmakla iktifa edebiliriz. Hakıkı bir tasarruf var mıdır insan için? Asla! Eğer almışsa bir millet edip bir mülkü istila Eğer vermişse bir millet bütün bir mülkü bi-perva Alan sensin veren sensin senin hükmündedir dünya. Birinci mısra’daki “doğru” kelimesi biraz çirkin. “Sadaka’llahü’l-azim” yerine yazılıvermiş olduğu farz edilse bile hoş değil. Hakıkat-i halde ise bu kelime vezin doldurmak ru” yazmaya hacet var mıydı? Fakat şurası muhakkaktır ki zaid kelimeler yazmadan yani “doldurma” usulüne müracaat etmeden nazım tertib edilemez. En büyük şairlerin en muazzam eserlerinde kelimat-ı zaide görülüyor. Yalnız bu “doldurma” usulünün de bir mi’yarı bir düstur-ı mahareti vardır: Meal-i asliye nazaran zaid olan ta’birat ve kelimat o meale başka bir kuvvet başka bir letafet ifaza etmek şartıyla mergub olur. Şiirlerini tedkık ettiğimiz zaman görürüz ki Mehmed Akif “doldurma” usulünü fevkalade bir maharet ve muvaffakıyetle tatbik eden şairlerimizdendir. Bu ikinci kıt’ada bir şiir bulamayacağımız gibi kıt’aya kuvvetli bir nazm bile diyemeyeceğiz ayet-i kerimenin bir tefsirinden ibarettir. Dilersen en zelil akvama izzetler verirsin sen! Bu haybetler bu hüsranlar bütün senden bütün senden! Nasıl ta Arş’a yükselmez ki me’yusane bin şiven? Ne yerler dinliyor ya Rab ne gökler ruhum inlerken. gayr-i kabil-i inkardır. Böyle meziyet-i hakıkıyyesi aheng-i nazmdan ibaret kalan sözlerde insicam-ı elfaza ne kadar riayet edilmesi lazım geleceğini ihtara bile hacet göremem. Bu üçüncü bend de bir şiir değildir. Son beyt güzel olmakla beraber kıt’anın hey’et-i mecmuası şi’r-i halis derecesine tefsirde devam ediyor. Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş! Diyorduk: “Bir buçuk milyar!” Meğer tek bir nefer yokmuş! Bu hissiz toprağın üstünde mazlumine yer yokmuş! Adalet şöyle dursun böyle bir şeyden haber yokmuş! Bütün boşlukmuş insanlık ne istersen meğer yokmuş! Nazım mükemmel bir tarafında en ufak bir kusur bulmak ne kadar müşkilpesend olsak kabil değil. Şair şiirine de bu bendiyle başlıyor: Muhammesinin ilk üç kıt’asını azamet ve kudret-i ilahiyyeye karşı kemal-i huzu’-ı vicdanını arza hasr ettikten sonra vatanın tali’-i siyahına bakıyor İslamiyet’in duçar olduğu hakaret-i elime ruhunu inletiyor o inilti bir şiir oluveriyor! Bu sözlerde parlaklık yükseklik ararsak bulamayız; fakat bir müslüman kalbinin acı feryadlarını duyarız; en güzel şiirler de işte böyle samimi feryadlardır. Yanan can yırtılan ismet akan seller bütün kandı! Ne ma’sum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı! Ne bikes hanümanlar işte yangın verdiler yandı! Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan birer candı! “yanan can yırtılan ismet akan derya kadar kandı” şeklinde yazıvermek asan iken bilmem şair ne için tashih külfetini Dördüncü mısra’da “doldurma” usulüne müracaat edilirken pek de muvaffakıyet gösterilememiş: “İşte yangın verdiler” olduğu kadar şiddet ve kuvvetle tasvir edemiyor. Son mısra’da yukarıda geçen “can” lafzının bi-lüzum tekrarından ma’naya bahş-ı kuvvet edecek bir iki ta’bir ilave ederek “insandı” kafiyesini ihtiyar etmek müreccah olurdu. Görülüyor ki bu bend evvelki parçalar kadar cezalet-i beyanı haiz değildir; ma’na i’tibariyle de mezalimi tasvir etmesine rağmen öyle güzel bir şiir addolunamaz. Bundan evvelki bend o kadar sadeliğiyle beraber bu bendden elbette güzeldir. Sabahu’l-hayr-ı hürriyyet İlahi leyl-gun oldu; Karanlık bir hezimet her tarafdan ru-nümun oldu! Şehamet gitti gayret söndü kudretler zebun oldu. O mevc-a-mevc sancaklar ne müdhiş ser-nigun oldu! Sukutun dehşetinden kalb-i rahmet belki hun oldu. Selis ve zi-hayat bir nazım kuvvetli bir tasvir güzel bir şiir. Artık şair vatanın hengame-i felaketini hissetmekle de kalmıyor onu “karanlık bir hezimet” halinde görüyor. Gözünün önünde şehamet gidiyor gayret sönüyor asırlardan beri dünyayı titreten kudretler zebun oluyor o mevc-a-mevc Osmanlı sancakları müdhiş elvah-ı ıztırab halinde ser-nigun oluyor. Sukut Osmanlılıkta Müslümanlık’ta görülen şu acı sukut öyle dehşet-aver-i vicdan ki şair artık kalb-i rahmetin bile kan ağladığına ihtimal veriyor. Bu bendi okuyup da kan ağlamayacak bir müslüman kalbi tasavvur edilemez. Ezanlar sustu … Çanlar inletip durmakta afakı. Yazık: Şarkın semasından Hilal’in geçti işrakı! Zaman artık Salib’in devr-i istilası ilhakı. Fakat yerlerde kalmış hakların ferda-yı ihkakı Ne doğmaz günmüş ey acizlerin kudretli Hallak’ı! Elfaza aid olmak üzere üçüncü mısra’da “ilhakı” lafzının kafiye ibramıyla yazılmış olduğunu söylemekten kendimi alamayacağım. Maamafih bu kafiye de kat’iyyen bi-lüzum değildir: Salib bugün yalnız istila değil hayfa ki ilhak ediyor! Bendin meali gayet güzeldir birinci mısra’ “Nakus yerlerinde okuttun ezanları” diyen büyük “Bakı”nin ruh-ı İslamiyyetini giryebar eylemiştir. Aman ya Rabbi! Üç buçuk asır evvel bir şairini “Nakus yerlerinde okuttun ezanları” kavl-i sadık-ı beliğiyle padişaha mersiye-han edecek bir millet-i muazzamanın nasibe-i ezeliyyesi bugün diğer bir şairini “Ezanlar sustu … Çanlar inletip durmakta afakı.” nevha-i müellimesiyle ağlatmak mı olmalı idi? “Bakı” ile “Akif”in şu iki mısraı Osmanlıların zuhurundan sonra bütün tarih-i Şarkın semasından Hilal’in işrakını geçirmek hazin bir tasvir-i şairanedir; son beyit güzeldir. Şair bu beyitle bargah-ı uluhiyyete arz-ı şikayet etmeye başlıyor. Kulun halikına Allah’ından şikayet etmesi acz-i mahz içinde arz-ı tahiyyat ve temenniyattan başka bir şey değildir. Bu tarz-ı dua bütün edebiyat-ı İslamiyyede mer’i ve müstahsen idi. Lisan-ı tasavvufta derecelerinde belki daha ziyade cür’etkarlıklar göstermiş durmuştur. Nasıl te’yid-i kahrın en rezil akvama vurdurdu? Evet milletlerin en kahbesinden üç leim ordu Gelip ta sinemizden vurdu seyr et hem nasıl vurdu: Ki istikbal için çarpan yürekler ansızın durdu! Nazım fevkalade. Kafiyelere bilhassa nazar-ı dikkati celb ederim. Nazmımızda “Kafiye sem’e aiddir.” kaidesi takarrür ettikten sonra en na-şinide fakat en tabii kafiyeleri ihtiyar ile lisan-ı nazmımızı zenginleştiren şairlerimizden biri de Mehmed Akif’tir. Akif’in kafiye bulmakta ibraz ettiği maharet-i san’atkarane bazen şayan-ı hayret derecelere çıkar. Bu muvaffakıyeti Bu bendde büyük şiir yok fakat müessir bir feryad var. Bugün ruh-ı millette inleyen neva-yı me’yusiyyet işte böyle samimi feryadlardan duyulur. Tecelli etmedin bir kere Allah’ım cemalinle! Şu üç yüz elli milyon ruhu öldürdün celalinle! Oturmuş eğlenirlerken senin –haşa– zevalinle Nedir ilhadı imhalin o samit infialinle? Nedir İslam’ı tenkilin bu müsta’cel nekalinle? Nazım yine fevkalade. Ya şiir? Bence şiir de yüksek. Bu bendi okuyunca derin derin düşünüyorum: Şairin kudret-i ruhumu lerzan ediyor. Böyle sünuhat-ı kalbiyyeden huzur-ı ilahiye i’la ettiği neva-yı feryadın son perde-i tizine kadar çıkıyor; o derecede ki esrar-ı ezeliyye-i Rabbaniyyeye retten kendi de ürpererek derhal dereke-i beşeriyyete sukut ediyor; “Sus ey divane” hitabıyla kendi cür’etine ta’n ederek son kıt’asını yazıyor: Sus ey divane! Durmaz kainatın seyr-i mu’tadı. Ne sandın? Fıtratın ahkamı hiç dinler mi feryadı? Bugün sen kendi kendinden ümid et ancak imdadı; Evet sen kendi ikdamınla kaldır git de bidadı. Cihan kanun-ı sa’yin bak nasıl bir hisle münkadı! Ne yaptın? vardı!... Bu son bend nazm-ı sırfdan ibarettir burada bir şiir aramaya da lüzum yoktur: Şair bir ayet-i kerimeyi tefsir ederek yazdığı manzumede hissiyatını terennüm etti bizi düşündürdü ağlattı; şimdi neticeye vasıl oluyor. Cenab-ı Hakk’ın sa’ye adem-i itaatimizden bizim ataletimizden ileri gelmiştir; biz düştüğümüz hufre-i mezellete kendi kendimizi ilka ettik! Mehmed Akif son mısraıyla yine bir ayet-i kerimeyi piraye-i lisan ederek bu hakıkati ne müessir ve muciz bir talakatle tebliğ ediyor. Son mısra’ son muhammese bir ilavedir. Manzume yukarıdan aşağı muhammes bendlerden müteşekkil iken son bendin bir “müseddes” oluvermesi yeni lisan-ı nazmın kabul ve tatbik ettiği teceddüdlerdendir ki burada olduğu gibi lüzum-ı hakıkıye müstenid bulundukça pek mergub ve latif olur. Elfazına ma’nasına aid mehasin ve nevakısı göstermeye çalıştığım bu manzume Safahat şairinin birinci derecede güzel şiirlerinden değil belki ikinci hatta üçüncü derecede eserlerindendir. Şairin pek ulvi pek müstesna şiirlerinden birkaçını “ Sahaif-i Tenkıd ” için ileride yazacağım makalelerde teşrih ve tahlil edeceğim. BOMBAY ŞEHR-I ŞEHIRI Bombay’da bir de hükumet tarafından Bombay Gazett namıyla üsbui bir gazete neşredilmektedir. Mezkur gazete bizim Takvim-i Vekayi’ gibi ötede beride kitapçılarda satılmıyor. Ancak resmi dairelere konsoloslara gönderiliyor. Bundan maada Bombay’da yine Ticaret Odası tarafından Commerce and co-operation namıyla ticarete aid başka bir gazete yine üsbui olarak neşr ediliyor. Ticaretin piyasanın eshamın banka senedatının altın ve gümüş külçesinin paraların terakkı ve tedennisinden bahsettiği gibi dünyada ve bilhassa Bombay’da çokça satılıp da Çin Japonya ve kürenin her tarafına gönderilen emtia ve akmişenin fiyatından nerede çokça ve iyi bir fiyatla satılıp nerede fiyatının düşkün olduğundan layıkıyla bahseder. Bu gazete aynı zamanda evza’-ı maliyye ve iktisadiyyeden kanallardan körfezlerden kumpanya ve şirketlerden şimendüfer maadin ve ona mümasil servet ve ni’met te’min eden mevadd-ı şettadan da bahseder. Mesela bu son nüshasında yeryüzündeki tütünleri mevzu’-ı bahs ederek bizim memalik-i Osmaniyyede hasıl olan tütünlerin nefaset ve lezzetinden uzun uzadıya mütalaa beyan etmiştir. Bu sahife-i ticariyyeyi her tacir kumpanya her muktesid satın alıyor. Konsoloslara da hükumet tarafından meccanen gönderilir. Bombay ve bil-cümle Hindistan matbuatını ihya eden bir amil varsa i’lanattır. Yirmi ve on sahife ile intişar eden gazetelerin her halde üçte ikisi i’lanat ile doludur. Bu i’lancılık sayesinde hem tüccar ve esnaf müşteriyi kazanırlar hem de gazete kendisi için sermaye te’min etmiş olur. Bu kadarla da iş bitmez. Her dükkanın üstünde tepesinde yan taraflarında levhalar tabelalar o dükkan ve ticarethanenin isim ve şöhretini ticaretini ta’rif etmek için asılmıştır. Duvarlarda tiyatrolarda tramvaylarda şimendüferlerle istasyonlarında bahçelerde denizde havada hasılı i’lansız hiçbir yer tasavvur edilmez. Bu kadarla da kalmaz; kalsa yine iyidir. Ayı maymun yapılıyor. Bombay’da İngiliz zevki lisanı örf ve adeti gereği gibi taammüm etmiştir. Ebniye ve emakin dahi bu zevk ve tabiata göre inşa edilmektedir. İngilizlerin huyunda hasletlerinde daima geniş büyük ve kocaman şeyleri tercih keyfiyeti merkuz olduğuna binaen Hind ağniya ve ashab-ı emlaki onları takliden Bombay’da ve Hindistan’ın birçok yerinde ebniyelerini gayet büyük metin ve beş on katlı olarak inşa eyliyorlar. Bombay’da on bir katlı binaların adedi halihazırda az olmamakla beraber günden güne de çoğalmaktadır. Bu binalara yerliler “Çal” derler. Burada her memleketin zevkine mahsus binalar dahi yapılır. Avusturya-Macaristan’ın Almanya’nın İngiltere’nin en ma’ruf ve meşhur ebniye-i aliyesiyle kilise tarzında binalar yapıldığı misillü İran Arab Türk tarz-ı mi’marisine yakın tan’ın tarz-ı mi’marisi de fena değildir. Mesela Bombay’ın en mu’teber hotellerinden olup deniz kenarında iki milyon sterlin lirasıyla vücuda getirilen “Tac Mahal Hotel”i Hind usul-i mi’marisiyle inşa ve planı dahi sahibi olan bir Parsi – Mecusi– tarafından tertib edilmiştir ki bu zat asla mühendislikte mahareti olmadığı halde kendi zevk-ı mahsusu üzerine mezkur binayı yaptırmış ve herkesin takdirini kazanmıştır. ra orada vaktiyle icra-yı saltanat eden Moğol-Türk selatini tarafından vücuda getirilen ve bugün fevkalade bir kıymet-i tarihiyyeyi haiz olan asar ve imaratın usul-i mi’marisinden mufassalen kari’lerime ma’lumat vereceğim. Şimdilik bu kadarla iktifa buyurmalıdırlar. Bombay’da ve Hindistan’da zelzelelerin vuku’u ender olduğundan ebniyenin kısm-ı a’zamı –yüzde doksanı– taşla tuğladan hatta bugünlerde demirden yapılır. Oda salonların zemini kırılmış çini ve porselen parçalarıyla nakş ve tefriş edilmiş ve bu usul hele Bombay’da pek ziyade taammüm etmiştir. Renkli beyaz ve siyah kırık çinilerin halitasından cidden eşkal-i hendesiye muvafık şekiller ve her türlü nakışlar husule getiriliyor. Bunun başka bir iyiliği vardır ki o binaya o kadar ağırlık vermediği gibi tanzifi ve tathiri de o nisbette kolaydır. Bombay zenginleri Hindce “Valkeser” [Walkeshwar] İngilizlerce “Malabar Hill” denilen ve Bombay kasabasının haricinde cihet-i garbisinde vakı’ ve az meyilli bir tepede ikamet ediyorlar. Burada güzel mutarraz müzeyyen ali ve muhteşem –”Bengle” dedikleri– konaklar kulüpler salonlar vücuda getirip refah ve saadetle yaşamak esbabını kendileri için min külli’l-vücuh ihzar ve ikmal eyle[ye]bilmişlerdir. pek muhteliftir. Herkes kendi zevk ve isteğiyle bir yuva yapmıştır. Hindular ise daima konaklarını kendi puthanelerinin tarz ve usul-i mi’marisiyle inşa etmeyi tercih ettiklerinden konakları uzaktan kubbeli çıkıntılı girintili ve adeta acibü’ş-şekl puthanelere benziyor. Bombay şehrinin içi o kadar iyi değildir. Ebniyeler birbirine mülasık bitişik bir halde ve müteaddid katlardan yapılıp her odanın içinde beşer onar kişi gece gündüz ikamet ve beytutet eder. Hele bunların cümlesi putperest Hindulardır ki kendi kavaid-i diniyye ve mezhebiyyelerine son derece merbut bulunmakta olduklarından kafalarıyla vücudlarını her gün birkaç defa Hind cevizi yağıyla tıla etmek mecburiyetinde olup tenleri saçları temelli yapışık bir halde bulunmaktadır. Mikropların envaı kolaylıkla bunların vücuduna yapışır ve diyebilirim ki adeta bir melce’ ve mesken teşkil eder ve ilel ve eskam ile enva’-ı hastalıkların celb ü cezbini teshil eyler. Bu gibi mesakin ile eşhasta hıfz-ı sıhhat alaimi daima mefkud bilakis her nevi’ hastalığa müheyya ve müstaiddirler. Taun esnasında en çok vefeyat veren taife Hindular oldukları Beledi istatistiğinden ahiren anlaşılmış ve buna bir çare olmak üzere bu gibi mesakinin Bombay Beledisi tarafından hedmiyle turuk ve şevari’-i umumiyyenin tevsii ciheti ahali ile memleketin selameti namına düşünülmüştür. Fakat Bombay’ın şehir harici ve İngilizlerin ikametgah ve ticarethanelerini teşkil eden mevakı’ ve mahallat nezafet ve taharetin derece-i kusvasındadır. Buralarda emraz-ı sariyye ve habise mikropları asla yaşayamaz bir hale getirilmiştir. Appols bunder band state çopati malçemi Kollabe malabar hil gunis rod çarni rod kraft rod Bombay’ın mesire ve teferrüc yerleridir ki bu mahallat hep deniz kenarında ve denize pek yakın ve hemcivar vaki’ olmuştur. Bu mahallelerin sokaklarını Bombay Beledisi haftada bir defa petrol gazıyla suluyor ki petrolün lüzuceti sekiz gün sath-ı arzda devam eder kalır. Petrolün hıfz-ı sıhhate elverişli olup mikropları öldürdüğü Beledi etıbbasınca ma’lum bulunduğu anlaşılmağla ona göre Bombay Beledisi bu mani’i suya tercih etmiştir. Yüzlerce sokakların vüs’ati en az yirmi metredir ki daima otomobil ile arabaların mahall-i mürur u uburları vaki’ olmuştur. Bombay müslümanlarının on kadar cami’i vardır. Ancak bu cami’ler içinde yalnız ikisi büyük muntazam güzeldir. Biri “Cum’a Mescid” diğeri “Mescid-i Nüvvab”dır. Mütebakısi de ötede beride münteşir küçük ve zikre şayan değildir. vel Hacı Muhammed Hüseyin namında biri teberruan kendi vatandaşlarına inşa eylemiştir. Bu camiin masarifini kısmen merhum büyük “Aka Han” Hasan Şah hazretleri te’min eylediği gibi Hasanabad’da da eyyam-ı Aşuraya mahsus bir mersiye mahallini inşa eylemiştir. Vefatından sonra kendisini bu mahallin ayrı bir yerinde defnetmişlerdir ki ailenin resmi mezar ve makber yerini teşkil ediyor. Bombay kasabasında asla umumi hamamlar yoktur. Herkes kendi evinde kendisine bir hamam yapmış orada köşe ve sapa mevki’lerinde Beledi tarafından hamam vazifesini gören musluklar yapılmıştır ki fakır putperestler buralarda yıkanırlar. Parsilerin –ki eski Zerdüşt diyanetine peyrev Mecusilerdir– de Bombay’da o kadar ziyade ma’bedleri yoktur. Bombay’ın ötesinde berisinde vakı’ birkaç ateşgedeleri olup daima içinde ateş yanar ve sönmez. Ancak bu ateşgedeler Fahr-i alem Efendimizin viladet-i nebevileri gününde bin üç yüz bu kadar sene evvel birden bire söndüğü Mecusi tarihlerinde mezkurdur. Kendi ateşgedeleri önünden geçtikleri zaman hürmeten baş eğerler. Ateş yakmak vazifesini rüesa-yı ruhanileri olan “düstur” –ki cem’i desatirdir– lar ifa eder. Bu düsturlar yaz kış baştan ayağa kadar beyaz serpuş ve elbise giymeye dinen mecbur ve daima ateşgede –ateş yakılan yer– lerde mevta mahallerini teşkil eden tepe sırtında kendileri için suret-i mahsusada Hindistan’da mevcud olan edyan ve mezahible usul-i tedeyyün ve ibadetleri hakkında ilerideki makalelerde tafsilatıyla kari’lere ma’lumat-ı mükemmele i’tası mukarrer bulunduğundan şimdiki makalede yalnız ibadethanelere dair beyanatta bulunmakla iktifa ediyorum. Putperest Hinduların ise –Budalılarla Brehmenlerdir– yalnız Bombay kasabasında binden ziyade puthaneleri vardır. Hiçbir milletin ma’bedi Hindu ma’bedleri kadar dahilen ve haricen müzeyyen değildir. Bu ma’abid dahilinde sıra ile dizilen putlar gümüşten som altından yapıldıkları gibi bazen gözleri yekpare ve gayet kıymetli kırmızı yakuttan i’mal edilmişlerdir. Bütlerin kulakları ceviz fındık hacminde güzel abdar incilerle tezyin olunmuş ve boyunlarıyla bileklerine dizi dizi gerdanlıklar ve bilezikler takılmıştır. Bu bilezikler ayaklarına da takılıp bazılarına kaim bazılarına da ka’id vaz’iyeti verilmiştir. Puthanelerin haricdeki kubbesi bazen yuvarlak bazen mahruti ve müsellesü’ş-şekl biçiminde nazırinin gözüne ilişiyor. Puthanelerin kapıları gümüşten ve Hinduizm tarzında sisem gibi pek kıymetli ve değerli ahşabdan yapılmasına dikkat ve i’tina gösterilmiştir. Puthane duvarlarında köşelerinde isfenks Ebü’l-hevl şeklinde vücudu insana ve kafası hayvanata müşabih heykellerle maymun öküz kedi fare ve buna mümasil hayvan abidelerle donatılmıştır. Duvarlarına kapılarına Hindular daima kokulu yağlı şeyler sürmeyi teberrük için ihtiyar ettiklerinden bu gibi puthanelerin önünden tramvay ve araba ile geçildiği zaman bu kokular bil-mecburiyye insanın burun deliklerine hücum edercesine giriyor. Bu puthaneler kasabanın hemen her tarafında turuk ve şevariinde dar ve çıkmaz sokaklarında münteşirdir. Büyük puthaneler ise Bombay’ın en ziyade memerr ü ma’ber olan mevakiinde vakı’dir. Bombay Beledi ve hükumeti İngiltere Devleti’ne hizmet eden yerlilerin heykellerini kasabanın mevakı’-i muayyenesinde rekz etmiş ve böylelikle hem şehrin tezyinine hizmet hem de Hindistan’da yaşayan anasır-ı muhtelifeyi memnun eylemiştir. Bombay kasabasında mekatib-i aliyye ve hastahane inşa eden “Cemşidci” namında bir Parsinin heykeli kasabanın ortasında ayak üstünde rekz edilmiş ve o mahalle Parsee Statue namı verilmiştir. “Band stend” mevkiinde de Bombay mahakim-i aliyye-i hukukıyye ve cinaiyyesi rüesasından olup vefat eden bir Parsi ile bir Hindu hakiminin beyaz mermerden ma’mul heykelleri dikilmiştir. Yine bu mevkiin cihet-i garbisinde Bombay’da valilik eden bir iki zatın abidesi hatıra kabilinden vaz’ olunmuştur. Bombay’ın en mu’tena mevakiinden olup en büyük hotel ticarethanelerin merkezini teşkil eden Fort mevkiinde ve meydanlığın ortasında İngiliz Kral-ı sabıkı müteveffa Yedinci Edvard ile oğlu şimdiki kralın heykelleri siyah çelikten yapılıp birincisi at üzerinde diğeri ayakta olarak rekz edilmişlerdir. Bombay’ın yine güzel bir mevkiinde İngiltere’nin esbak Kraliçesi “Viktorya”nın genç yaşında olduğunu gösterir bir mermer heykel rekz olunmuştur. Osmanlı-Yunan Muharebesi esnasında gece vakti bu beyaz mermerden ma’mul olan heykeli mechul bir el sabit ve siyah bir renkle boyadığı gibi boynuna da eski papuçları muhtevi bir hamail takmıştır. Sabah olunca polis vak’adan haberdar olarak taharriyat-ı amikaya teşebbüs etmişler ise de cinayetin failini her nedense elde edememişlerdir. Bu cinayetin failini bulup hükumete haber verenlere elli bin rupiye bir mükafat-ı nakdiyye va’d edildiği halde yine bir neticeye destres olunamamıştır. En nihayet heykeli yerinden Belediye kaldırarak yerine Kraliçe’nin diğer bir heykeli dikilmiştir. Bombay’da Victoria Garden İngiliz Kraliçesi Viktorya’nın namına izafetle bir büyük millet bahçesi vaktiyle Beledi tarafından tanzim olunmuş ve içine Hindistan’a Amerika’ya Brezilya’ya ve dünyanın her tarafına mahsus zühur ve nebatat gars edilmiştir. Bahçenin ortasında bandoya mahsus güzel bir yer ta’yin edildiği gibi ötesinde berisinde musanna’ havuzlar fıskiyeler sun’i dağlar tepeler şadırvanlar yapılmıştır. Bahçenin medhalindeki binada Hindistan’da yetişen her türlü çiçek nebatat tohumlarıyla Hindistan’da i’mal edilen kumaşlarla mensucatın nümuneleri ve Hindistan yerlileri[ni]n giydikleri serpuşlar teşhir edilmiştir. Binanın haricinde de vaktiyle Madaras şehrinde yakalanan bir balina balığının her halde sekiz metre kadardır. Bahçenin diğer tarafında da demir oda ve kafesler derununda kaplan arslan yırtıcı hayvanların envaıyla türlü türlü maymunlar kediler köpekler fareler boğa yılanları kefçe yılanları hayzeran yılanları ve fil gibi dört ayaklı ve zahif canavarlar bulunuyor. Yine bahçenin diğer cihetinde etrafı demir tel ve tenekelerle ihata olunan bir meydanlıkta da geyik ceylan hindu tavus kuşları ve sair av hayvanlarının envaı bulundurulmaktadır. En ziyade bu bahçede calib-i nazar-ı dikkat olan hayvanlardan biri yeşil renkli ve vücudu çizikli bir kaplanla ak sakallı ve mavi kıçlı bir maymun ve yılanlardır. Bu zehirli yılanlar insanı soktukları zaman hemen o anda öldürürler. Bir de bunların huylarında insanı ta’kıb etmek keyfiyeti vardır ki son derece anud oldukları anlaşılmıştır. Binaenaleyh ye veriyorlar. Bununla beraber el-an Hind yılanları ötede beride ve mezruat ile bağ ve bahçe ve orman ve dağlarda mebzulen bulunmakta ve hemen her gün insanları itlafa sebebiyet vermektedir. Bu sebebden güzel bahçe ve tarlalarda pek ihtiyatlı ve mücehhez bir surette gezmek mecburiyeti Hindistan’da hasıl olmuştur. Havanın sıcak ve yağmurlu zamanlarında –ki tam şimdiki mevsimdir– bu haşerat-ı muziyye meydana çıkmakta tereddüd etmezler. Geçenlerde beni kendi sarayına da’vet eden zatın bahçesinde bu yılanların biri bisiklete binen bir zatı ta’kıb etmiş ise de derhal öldürülmüştür. Yılanların en ziyade hazzettikleri bir şey var ise o da musikıdir. Hindular bunları musikı ile teshir ederek torba içine bu yılanları bırakıp para mukabilinde oynatırlar. Oynatacakları vakit evvela kamıştan ma’mul bir “ney” ile müteaddid havalar çalarak sonra torbanın ağzını açıp yılanları çıkmaya müsaid ediyorlar. Musikı çalındıkça yılanlar türlü türlü vaz’iyet alarak oynarlar ve o dereceye gelirler ki “manyatize” olurlar. Akıbinde yılancı bunları kendi eliyle tutup tekrar torbaya vaz’ eder. Bu millet bahçesinde güzel papağanlar da var. Kimi konuşur kimi öter. Altmış beş yaşında bulunan bir papağan türlü türlü oyunlar ve sadalar çıkarırdı. kıymeti çoktur. Darülfünun talebesi; okudukları şeylerin tatbikatını bu bahçelerde kolaylıkla yapabilirler. Bahçenin güzel mevakiinde demirden süslü ve boyalı kanapeler istirahat için vaz’ edilmiş ve çiçek koparmak ve ağaçlarla nebatata dokunmak keyfiyeti şediden taht-ı memnu’iyyete alınmıştır. Bahçenin zemini iri ve ince çakıl taşlarıyla tefriş olunmuş ayrıca ot [ve] çiçeklerden güzel hendesi şekiller vücuda getirilmiştir. Bu bahçede şayan-ı dikkat olan hayvanattan biri de bir havuz derununda bırakılan bir çift aygırdır. Bunlara mahsus havuz içinde sun’i tepe ve delikler yapılmış ve gece vakti mezkur deliklere girip uyurlarmış. Bu hayvanatın yemekleriyle sularını vakit ve zamanında vermekle muvazzaf me’murlar yine Beledi tarafından ta’yin olunduğu misillü bahçenin tanzif ve tathiriyle tanzimine me’mur birçok müstahdemin dahi ayrıca istihdam olunmaktadır. Bombay’ın herhangi noktasından olursa olsun yirmi para ücretle tramvaya binilir ve mezkur bahçeye birkaç dakıka içinde gidilebilir. Bu millet bahçesinden başka Bombay’ın mevakı’-i mu’tenasında diğer büyük ve küçük bahçelerle saat kuleleri yine Beledi tarafından yapılmıştır. Büyük cadde ve bulvarlarda deniz kenarlarında teferrüc yerlerinde Beledi tarafından binlerce kanapeler konulmuş ve ahalinin istirahatleri layıkıyla te’min edilmiştir. Bombay kasabasında her gece bir milyon elektrik ve havagazı narları yanmakta geceyi hemen hemen gündüze kalb etmektedir. Bombay Beledisi’yle masarifat ve varidatına dair ayrı bir makale tahsis edeceğim ki birçok tetebbu’ neticesinde bu ma’lumatı elde etmişim. Ümid ederim ki Memalik-i Osmaniyye Beledi reisleriyle Beledi me’murlarının hükumetin ve milletin nazar-ı dikkatlerini celb eder de biraz iş görüp politika dedikodularından vazgeçerler. Zira memleket lakırdıyla değil ancak namuskarane iş ve vazife görmek sayesinde umranın derece-i kusvasına irtika eder. Bombay Beledisi ahalinin “Ladtenis” “futbal” “polo” –top çomak oyunudur ki at üzerinde oynanır– “kriket” – çelik çomak oyunudur– oyunları için birçok meydanlıklar çimenlikler dahi tahsis eylemiştir ki her akşam buralarda oyuncular oyun elbiseleriyle arz-ı endam ederek enva’ oyun ve mümarese-i bedeniyyede bulunurlar. Oynadıkları mahallin etrafında da seyirciler için kanapeler konulmuştur. Oynayanlarla seyircilerden bir şey alınmaz. Halihazırda ise Bombay Beledisi Bombay’ın “Kale” mahallesinde büyük bir müzehane inşa etmekle meşguldür. Bu binaya iki milyon lira tahsis olunmuştur. İnşaatın hitamında Hindistan’ın asar-ı atikasıyla ma’mulat ve masnuatı hemen her şeyi burada enzar-ı umumiyyeye teşhir edilecektir. Bombay umumhanelerinde bulunanların da günde bir defa muayeneye tabi’ tutulduklarını ve hasta olanların derhal Beledi etıbbası tarafından hastahaneye gönderildiklerini Beledi a’zasından ve Bombay’ın en ileri gelen zengin müslümanlardan “Sir Fazıl Bay” bana söyledi. Beledi fevkalade bir surette ahaliden her türlü vergi alır ve fakat rahatlarını da bi-hakkın te’min ve teshil eyler. Bombay Beledi Reisi “Firuzşah” namında bir Parsidir ki cidden memleketin hakim ve amir-i ma’nevisidir. İngilizler ona tacsız kral ma’nasını mutazammın A King Without Crown diyorlar. Cidden bu tacsız kral bir hükümdar kadar emri nafiz ve mesmu’dur. İstediği binayı mağazayı sokağı mahalli hasıl her yeri –Beledi Kanunu mucebince– bir saat mez. Beledi reisleri böyle namuslu servetli ma’lumatlı olurlarsa elbette bulundukları memleketi i’mar ve ihya ederler. Yok çeribaşı ve mütegallibeden olurlarsa ve sırf kendi nüfuz ve menfaatini ta’kıb edecek olurlarsa bilakis devlet ve milleti batıracaklarına hiç şübhe yoktur. Ben Memalik-i Osmaniyye’de bilhassa Irak’da öyle Beledi reisleri tanırım ki bazıları çeribaşı kesilip ahaliyi hükumet aleyhinde bulunmaya teşvik ederler. Bazılarında da frengi hastalığı vardır ki artık o memleketin ahval-i haliyyesinin ne kadar fena ve iğrenç olduğunu Beledi reisini görmekle anlaşılır. Evet Bombay Beledisi tiyatro ve sinematograf yerlerinin kavaid-i hıfz-ı sıhhate muvafık olmasına tenviratıyla yelpazelerinin muntazam ve mükemmel olmalarına dikkat ediyor. Kaç kişilik bir yeri istiab ettiğine dair tiyatrolarla sinemahanelere “sartifikit” –tasdikname– verilir. Sırık –canbaz oynayan yerdir– ve yarış mahalleri de Beledi tarafından ta’yin olunur. Meyhaneler meşrubat tütün ve mağaza dükkanlarıyla esliha mağazaları yine Beledinin ta’limatına harfiyyen tabi’ bulunurlar. Polis Müdiriyyet-i Umumiyyesi’nden Belediye’den ruhsatname-i mahsusayı haiz bulunmayanlar tütün meşrubat silah satamaz. Mağşuş eşya ve emtia –ister me’kulat ister meşrubat olsun– satanlardan Beledi fahiş bir ceza-yı nakdi alır. Bu ceza kemmiyet ve mikdara göre ta’yin edilir. Geçenlerde mağşuş yağ satan bir dükkancıdan yüz ron –ki yedi Osmanlı lirası eder– Bombay Beledisi ceza-yı nakdi aldı ve herifin dükkanıyla ismini de gazetelerle i’lan etti. Bir daha kimse mağşuş eşya satabilir mi? Hem cezaya hem de fena şöhrete duçar olur ki ma’nen ve maddeten mutazarrır olur demektir. Sairine ibret için Beledi tarafından esnaf ve tüccara icabında böyle dersler verilir. Ahali tarafından nutuk ve konferans vermek ve icabında büyük bir zata ahali tarafından beyan-ı hoş-amedi etmek yük bir bina binanın dahilinde gayet vasi’ bir salon Beledi Dairesi tarafından inşa olunmuştur. Burada binlerce halk pek rahat ve asayişle barınır. Merdivenleri yüzlerce adamın kolaylıkla çıkabilmesi için suret-i mahsusada i’mal olunmuştur. Beledi Dairesi makabir ve mezarlara da müdahale ederek her taife için sıhhi makber ve mezar yerleri gösterdiği gibi Hindularla Mecusiler –ateşperestlerdir– için de mevtalarını mahsus mahaller tahsis eylemiştir. Hindistan’da Beledi ve Polis vezaifi ayrı ise de daima tev’em ve mukarin bir halde devam ediyor. Beledi tanzimat ve tertibata Polis asayiş ve emniyete bakar. Polis kumarhaneleri umumhaneleri fena ve şübheli yerleri daimi tarassudatında bulundurur. Hırsızları kaçakçıları yakalamak adab-ı umumiyyeyi muhafaza etmek tamamıyla Polis vezaifindendir. Yolda birisi bir şey bulursa derhal karakolhaneye teslim etmekle mükelleftir. Arabasında unutulan eşyayı arabacı en yakın karakolhaneye teslim etmezse hem tevkıf hem de ceza-yı nakdiye tabi’ tutulur. Gözlüğümü arabada bir gün unuttum. Arabanın numarasını da hatırımda tutamadığım halde iki gün sonra polis gözlüğümü bulunduğum hotele gönderip ilmühaberini aldı. Hayretten kendimi zabt edemeyip tafsilatını öğrenmek için karakolhaneye kadar gittim. Binnetice benim eşkalimle bindiğim hoteli arabacı polis karakolhanesinde bu me’mura söylemesi üzerine beni arayıp bulmuşlardır. Cinayet vuku’ bulur bulmaz yirmi dört saat geçmeksizin Polis faili arar bulur Adliyeye mahkemeye tevdi’ ve teslim eder. Ormanlarda av peşinde gezen bir İngiliz geçenlerde gece vakti Bombay’ın haricindeki dağlarda iki adama tesadüf eder. Onları hırsız zannederek her ikisini de öldürür ve otomobiline rakib olduğu halde kemal-i sür’atle ikametgahına gelir. Otomobilin numarasıyla içindekinin hüviyeti polislerce mechul bulunduğu halde üç gün sonra katil tutulup mahkemeye tevdi’ olunur. Polis işleri insana adeta keramet ve mu’cize gibi geliyor. Hele beş on sene evvel Bombay’ın yerli müslümanlarından “Han Sahib” namında bir polis Müdir-i Sanisi var imiş ki gece yarısı filan yerde bir cinayet olmuştur diye kendisine haber verdiklerinde biraz düşündükten sonra filan yerdeki filan herifi yakalıyınız emrini verir ve cinayetin tam failini yakalamaya muvaffak olurmuş. Polisler içinde hafiyeler de vardır. Fakat bunlar bizim eski bildiğimiz hafiyeler gibi olmayıp hırsızlarla canileri hükumet aleyhinde siyasi entrika çevirenleri ta’kıb ve harekatlarını gözlemekle iştigal ederler. Memalik-i ecnebiyyeden hususiyle şübhe olan kimseler hakkında da ta’kıbat-ı hafiyye icra ettiler. Hülasa hükumet polis Beledi me’murları açık gözlü ve daima uyanık bir halde bulunup vazife-i resmiyyelerini gereği gibi ifa ediyorlar. Ahali inzibat ve kanunun icra-yı ahkamı sayesinde kendi vazifelerini tanımışlardır. Herkes kendi işi gücü ve vazifesi peşindedir. İğne ucu kadar kanun dairesiyle onun tahtit ve ta’yin ettiği hakkında kimse tecavüz edemez. Asayiş ve emniyet tamamıyla hüküm-fermadır. Herkes canından malından namusundan rahat ve asayişinden emindir. Tabiidir ki böyle müreffeh ahali ferağ-ı bal ve hatırla halas bulan bir İslam payitahtını Sultan Selim ma’bed-i ulvisini ziyaret etmek muktedir olan her müslüman için bir vazife bir vecibedir. Zaten o mukaddes yerde kemal-i huzu’ u huşu’ ile bir namaz kılmayı istiyordum. Şimdi ise Sebilürreşad namına da ziyaret mecburiyeti hasıl olmuş idi. Seyahat yorganı daima bağlı duran bizim şöhretli seyyahımız muhterem Abdürreşid Efendi babamız beray-ı ta’til İstanbul’da bulunan oğlunu da bu ziyaretten mahrum etmek istemedi. Temmuz Çarşamba sabahı zevali sekizde hareket eden askeri trende üçümüz de birer yer bulabildik. Askerle dolu vagonların teşkil ettiği silsileyi baş sağa sola döndürülmeden nazar ihata edemez. Bulunduğumuz kompartımanda muhtelif üniformada zabitan ile Babaeski’ye kadar bize refakat edecek Garb Ordusu’ndan gelen bir tabur imamı bir de tüccar olduğu anlaşılan bir sivil var. Vechine nisbetle sarığı bir iki endaze büyük olan imam efendi sekiz aydan beri vazifesini ifaya henüz vakit bulamadığından dolayı müteessir müteessif. Sormaya lüzum gördük: – Tabur imamlarının vazifesi nedir? – Vakt-i hazarda askere namaz kıldırmak va’z u nasihat etmek bir de tabur sandığı komisyonunda bulunmak. – Çok güzel! Ya vakt-i seferde? – Vakt-i seferde bir iş yok. – Öyle ise teessüre teessüf[e] hakkınız var! İnşaallah ifayı vazife için yakında zaman-ı fırsat hulul eder!.. Sivil Çatalca’ya kadar gidip akşam avdet edeceği cihetle trenin zaman-ı avdetiyle meşgul. “Filan saatte avdet edecek yahud hareket edecek” diyeceği yerde “kaçacak” ta’birini kullanınca gazeteyi mütalaaya dalan baba hemen irkildi: – Sizde ne tuhaf bir halet-i ruhiyyedir bu dedi “gitmek” ta’biri yerinde “kaçmak” kelimesini kullanıyorsunuz. Fuzuli avukatlığı deruhde ederek izahat-ı lügaviyyede hüsn-i te’vilatta bulundum. Adamcağızı memnun ettik ise de seyyah babayı kandırmak mümkün olamadı. O “kaçmak” lügatini kabul etmiyor vesselam. Gazetelerin bugünki muhteviyatına kesb-i vukuf eyledikten sonra müdavele-i efkara başlanıldı. Kompartımanda bulunan zabitlerden biri: – Ne dersin baba dedi Edirne’yi acaba bizde bırakacaklar mı? Baba birden bire gürledi: – Bu nasıl sual? Böyle düşünen bir zabite tesadüf ettiğim için teessüf ederim. – Yani Düvel-i Muazzama orada kalmamıza müsaade edecek mi? – Birader Düvel-i Muazzama’yı düşünecekler var; bir zabit ba-husus bir İslam zabiti Allah’ından ve kılıcından başka bir şey tanımaz. Sizin yegane düşüneceğiniz şey: Acaba Muazzama değil dünyanın küffarı bir araya gelse yine bir zabit için bundan başka şey düşünmek yakışık almaz. – Doğru söylüyorsunuz!.. diye adamcağız sorduğuna peşiman oldu. – Ekşi yüzlü kondüktörün: – Haydi bilet!... azarına karşı herkes kuzu gibi biletini uzattıysa da baba bileti az kalsın herifin gözüne sokuyordu. Gittikten sonra ben anlamadım zannıyla kondüktör efendiyi bana takdim etti: – Rum dostumuz! – Olur a tabiyyeti Osmanlı olduktan sonra… – İşte bu kafa ile frenkler sizin canınıza rahmet okudular ya. Rumlar Bulgarlar Ermeniler Osmanlıdır da müslümanlar Osmanlı[lı]ktan hariç mi? Ne olur kumpanya birkaç dane de müslüman bulundursa?.. Herifin yüzünü gördün mü? Her kılından bin domuz asılırdı… Fakat sizin gibi koltuk düşkünü millet için bu hal azdır bile!.. – Baba sen şu Moskof çayından bize de bir bardak lütfedecek misin? Cevab olmak üzere baba kaşlarını gererek bir baktı sonra da güldü. Şimdi İstanbul’dan uzaklaşıyoruz. Baba Asya ve Afrika Trablusgarb seyahatlerinde kendisine arkadaşlık eden ispirto makinesinde İstanbul’da Mişon’dan aldığı teneke ibrikteki çay suyunu ısıtmakla uğraşırken oğlu Münir Efendi de çay teferruatını elmalı kayısılı Tatar pastalarını muhtevi olan küçük bir tavla cesametindeki kayışlı tahta kutunun kapağını fırladığı tahta çenbere yerleştirmekle meşgul. Kapak yerleşti; tersine konarak üzerine ütülü gayet temiz dört köşeli bir beyaz peşkir örtüldü. Tabaklar bardaklar Rus markalı şeker kutusu Münir Efendi tarafından büyük bir i’tina başladı. Hakıkaten hazret için çay ma-bihi’l-hayattır. Çayı al ekmek de yemez aklı da yürümez. Kendisinin sözüdür: “Bir gün çay içmesem kafam sersemleşirse.” Arab iki hurma ile yaşayabilirse baba da iki dirhem çay ile gününü geçirebilir. Japonya’ya gider denizlerde günlerce çalkanır Afrika çöllerinde aylarca dolaşır muharebelere bile iştirak eder; çayı yanından eksik etmediği için hiç yorgunluk hissetmez. Sonra mesela evinde bir gün çaysız kalırsa baba hastadır yemekten kesilir. Nihayet çay kotarıldı bir bardak da imam efendiye sunuldu. Baba küçük bir şekeri dili altına koymuş şapır şupur bardaklar tevali ediyor. Tren muttasıl gidiyor. Etrafımızda askerler kaynaşıyor. Sağda solda beyaz çadırlar göze çarpıyor. Hadim köyünü geçtik. Çatalca’ya yaklaşıyoruz. İstihkamlar görünüyor karşıki sırtlarda güneş gibi parlayan çadırlar nazarınızla beraber kalbinizi de hayalinizi de aguş-ı lem’adarına almış. Şimdi Ehl-i Salib hücumlarını def’ ile uğraşan Salahaddin-i Eyyubi ordularının çadırları hayalinizde beliriyor. Ne bitmez tükenmez cidal-i müdhiş! Binlerce senedir nur-ı ilahiyi söndürmek için alem-i küfr ittihad etmiş; zaman zaman ordularını yüzbinlerce milyonlarca vahşileri İslam’ın üzerine saldırıyorlar; Kur’an’ı öldürmek için ellerinden geleni yapmaktan bir an geri durmuyorlar. Fakat ne kadar uğraşsalar beyhudedir ve adl-i ilahiye karşı biz müslümanların i’tikadı la-yetezelzeldir. Her halde nur-ı ilahi yükselecektir. Ne şereftir o ümmete ki zalam-ı küfr olunmuştur. Şu çadırın başında elinde süngülü tüfek biri bekliyor. Bu kimdir? Neyi bekliyor? Bu bir müslümandır Anadolu’nun hücra bir köşesinden yahud Arabistan’ın kumlu sahrasından gelmiştir; bu topraklarda ne bir dönüm tarlası vardır ne bir dikilmiş fidanı. O halde bu kahramanı buralara bu cihad meydanlarına koşturan seve seve hayatını feda ettiren nedir? Onu Mehmed’e sorunuz hiç şübhesiz size diyecek ki: – Allah için… Evet Allah için. Başka hiçbir şey yoktur. Bütün bu meşakkatlere katlanması hatta hayatını feda etmesi fisebilillahtır. hiçbir şey yoktur: Allah’ı müdafaa edecek Allah’ına yardım edecek… Şu aciz müslüman neferinin yüklendiği yüke bak! Ne yapmalı hikmet-i ezeliyye böyle. İşte İslam; galib mağlub; böyle nihayete kadar yeryüzünü zulmet-i küfrden tathir ederek nur-ı ilahiyi kemale getirinceye kadar uğraşacaktır. Bu ezeli vazifesidir. Çatalca’dan i’tibaren harabeler başlıyor. Ta payitaht kapılarına kadar sokulan Ehl-i Salib orduları geçtikleri yerlerde hayattan nişan bırakmamışlar bütün aşiyanları hak şu aşiyanda şu harabede kırmızı yorganını yıkık duvarına serip yağmurlar altında çamurlar içinde kalan biçarenin hali yürekler paralar! Onu niçin bu hale getirdiğini hıristiyan neferinden sorunuz; hiç şübhesiz size diyecek ki: – Oradaki ışığı söndürmek için… BURSA - KARACABEY Karacabey’in ismi mukaddema Mihaliç idi. Karacabey kazası Bursa’nın kilometre garbında ve on sekiz saat kadar bu’d-i mesafede vakı’dir. Buraya yaylı makaslı tatar arabalarıyla körüklü fayton tazam düzgünce olanlardan fazla para istemekten kat’iyyen çekinmezler. Alelekser tatar arabaları mecidiye fayton mecidiyeye gider. Arabalar yazın gidip gelirken güçlük çekmezler ise de kışın şoselerin mürur-ı zamanla bozulup taşları gaib olarak toprak kalmasından dolayısıyla yolların bir çamur deryası halini almasından fevkalade sıkıntı müşkilat çekilir. Şosede en ziyade nazar-ı dikkati celb eden şeylerden birisi köprülerin gayet eski ve harab bulunmasıdır. Mesela: Nilüfer Çayı üzerinde bir köprü var. Mezkur köprüden araba geçtikçe köprünün her tahtası bir kere kalkıp indiğine bakılırsa asır-dide bir köprü olduğuna belki ihtiyarlığından dolayı hiç kimse tarafından ehemmiyet verilmediğine hükmedilir. Esna-yı rahda nazara çarpan şeylerden birisi de beş on haneden beş on bacadan ibaret İslam köylerinin manzarasıdır. Bu gibi manzaraların İslam köyleri olduğuna en birinci delil hanelerin alçak eski viran ottan samandan inşa edilmiş olması; köyün cami-i şerifiyle minaresinin –hemen ekseriya– yıkık müşrif-i harab bulunmasıdır. Halbuki ötede gözünüze gayet güzel ve muntazam şehirlere layık iki üç kat evler çarpar ki bunlar da hıristiyan köyleridir. Demek ki biri zillet ve meskenete diğeri de refah ve saadete koşuyor. Üç dört saat uzaktan gümüş bir tepsi gibi güneşin şuaatından parlayan ve derununda birkaç adanın üstünde köyler bulunan “Apolyo[n]d” gölü gözüktü. Yolun icabı muttasıl göle doğru yaklaşıyorduk. Nihayet gölü ta’kıben bir hayli gittikten sonra gayet köhne tahtaları eskimiş Uluabad köprüsünü geçtik. Uluabad küçük bir gölün ismi olduğu gibi göl civarında bulunan bir karyenin de ismidir. Her nedense köy ve civarında ağaçtan eser yok idi. Bu karyede Karacabey’e araba ile iki saatte gidilebilir. Karacabey’e yaklaştıkça akıntısı hafif genişçe seyr ü sefere kabiliyetli bir dere gözüktü. Maatteessüf dereden insanlar yerine mandalar istifade ediyordu. Karacabey arazisinden dört dere geçer. bunlardan birincisi: Simav taraflarından gelen “Hanife Deresi” ki Susığırık namıyla ma’ruftur. Diğeri: Manyas taraflarından gelen “Karadere” ile “Apolyond” gölünden çıkan Kirmasti ve Keşiş dağlarından gelen Nilüfer çay ve dereleridir. Bu dereler kasabanın yarım saat mesafesinde vakı’ “Çarıkköy” nam mahal yakınında birleşip iki saat mesafe kadar gittikten sonra “Karacabey” deresi namını alarak denize dökülürler. Denize dökülen mahalle “Karacabey Boğazı” denir. Bu derelerden halihazırda bi-hakkın istifade edilemeyip belki mazarratları dokunuyor. Çünki deniz lodoslu olduğu zamanlarda boğaz önüne kum daneleri toplanarak derenin denizle irtibatını kestiğinden boğaz tıkanıyor. Bu esnada seyr ü seferin kat’iyyen imkanı yoktur. Şayed poyraz esecek olursa boğazda teraküm eden kumlar denize döküleceğinden derelerin birleştiği mahalden boğaza kadar altı düz dere mavnaları bin müşkilat ile seyr ü sefer yaparlar. Ba-husus kışın derelerin kaffesi birden tuğyan edip kasaba ovasını kamilen su basar. Adeta kasaba arazisini bir göl bir bataklık haline koyar. Bu yüzden kasaba arazisi ile ovaya tesadüf eden pare köyün arazisini mahv u perişan ettiği gibi yazın da bataklıkların kurumasından mütevellid sıtma ve saire gibi dehşetli sari hastalıkların zuhuruna meydan verir. Sıtmanın köylerde bilhassa cehalet yüzünden yaptığı tahribatın haddi hesabı yoktur. Saniyen bu feyezan dolayısıyla Hazine-i Devlet’in a’şardan mühim bir surette mutazarrır olması keyfiyetidir. Bunu a’şarıyla basmadığı sene a’şarı beyninde büyük bir fark görülür. Dere tathir olunarak su basmanın önü alınacak olursa bir tarladan iki defa mahsul alınması kabildir. Mesela su basmadığından dolayı Teşrinievvelde ekilen mahsul Mayıs ayında idrak olunur. Ba’dehu idrak edilen mahsul yerine mısır susam… ilh. gibi yaz mahsulatı zer’ olunabilir. Adeta küçük bir Mısır demek. Nitekim su basmadığı yerlerde senede ve mahsuldardır. Salisen derelerin taştığı sene mahsulat ve mezruat mahvolduğundan havayic-i asliyyenin en mühimmi bulunan “buğday” bi’z-zarur memleketi idare etmediğinden hariçten Dersaadet vasıtasıyla Avrupa ve Amerika’nın mağşuş mahlut adi acı unları celb edilerek beher kıyyesi peşin para Ba-husus senelerden beri iliklerimize işlemiş insafsız ma’ruf kat ve sıkıntının nasıl olacağını siz takdir ediniz. Demek ki bir kile buğday bir buçuk misli fiyatla satılıyor. Ekseriya böyle. sefaletten kurtarmaya yegane çare kaza ve nahiye merkezlerinde Ziraat Bankası tarafından “zahire depoları” te’sis etmek –aynı yahud bedeli mahsul vaktiyle alınmak şartıyla– mu’tedil fiyat ile köylülere zahire vererek köylülerimizi fakr u zaruretten kurtarmakla olur. Bundan sene akdem İngiliz tebaasından Mösyö Vayt namında bir adam kasabaya bir çaryek mesafede dere kenarında yaptırdığı un fabrikasının istikbalini hayatını kurtarmak ve binnetice küçük istimbot vesaire gibi merakib-i bahriyyenin seyr ü seferini te’min etmek için Karacabey Boğazı’nı “taraklama” ameliyatıyla temizleyip sene kadar muamelat devam etmiştir. ba’dehu sene kadar muattal kalması üzerine Dilaver Paşazade Rauf Bey epeyce uzun bir müddet zarfında temizlemek ve seyr ü sefere kabiliyetli bir hale getirmek şartıyla Nafia Nezareti’nden imtiyaz almış. Mumaileyh beher hisseden “yüzde otuz dört”ü kendisine terkedilmek şartıyla bir anonim şirketi teşkil ettirmiş. Fahiş olduğu için ahaliden kimse rağbet etmemiş. Bu senelerde rak temdid-i müddetini mutazammın evrak Nafia Nezareti’nde muma-ileyhin üzerinden imtiyazı almıştır. İşte bu gibi mes’eleler ahaliyi hükumete bir türlü ısındıramıyor. Daha açıkçası herkes ani şedid seri’ icraat istiyor. Vakı’a Nafia nezareti diğer bir kumpanyaya yahud diğer bir zata imtiyazı verecek olduğundan esas i’tibariyle mülkten ma’dud olan Karacabey Ovası senelerce sular altında kalacak; milletten sayılan ahali de daha nice seneler sıtmalara kaht u galaya ma’ruz kalacaktır. Mesned-i Celil-i Sadaret-i Uzma’ya Temmuz sene tarihi ve Hindistan’da kain Rango[n] şehrindeki Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti Reisi Ahmed Molla Davud imzasıyla takdim kılınan telgrafnamenin tercümesidir: “Edirne ile arazi-i sairenin istirdadından dolayı arz-ı tebrik ve tehniyet eder ve Hilal-i Ahmer’e aid olmak üzere Osmanlı Bankası vasıtasıyla takdim kılınan bin üç yüz doksan bir İngiliz lirası ve on beş şilin on bir pensi mezkur bankadan ahz ve teslim buyurmalarını istirham eylerim.” Mesned-i Sadaret’e Temmuz sene tarihiyle “Bulvar”daki Müslüman Kulübü tarafından takdim kılınan telgrafnamenin tercümesidir: “Edirne’nin kahraman Enver Bey’i tebrik eder ve hükumet-i Osmaniyye Hilafet-i İslamiyyenin şeref ve haysiyetini muhafaza eylemesini temenni eyleriz. Ferman.” Makam-ı Sadaret’e Temmuz tarihiyle Natal’dan Mahfil-i İslam tarafından keşide olunan telgrafnamenin suretidir: “Edirne’nin işgalinden dolayı Devlet-i Osmaniyyeyi tebrik eyleriz.” Başkumandanlığına verilen bir rapor müfadına nazaran Bulgarlar evvelce Edirne’de habsedip bilahare Eski Zağra’ya sevk etmek üzere yola çıkardıkları “ . ” Osmanlı esirini hemen kamilen şehid eylemişlerdir. Bu dört bin esirden yalnız yirmi biri hayatlarını kurtarabilmiş bu fecayi’ ve mezalim hakkındaki tafsilatın bir kısmını da bu yirmi bir kişiden Osmanlı toprağına Hicaz Demiryolu İdaresi’nce tertib edilen tren-i mahsuslarla Receb-i şerifde Medine-i Münevvere’yi ziyarete giden züvvar-ı kiram takriben on bini buldu. Gerek Hayfa ve Medine’de gerek esna-yı rahda idare-i mezkure ekabir-i me’muriniyle hareket me’murları tarafından görmüş oldukları teshilat-ı umumiyyeden memnun kalan züvvar-ı kiram Mısır matbuat-ı İslamiyyesiyle izhar-ı hissiyyat-ı şükr-güzaride bulunmuşlardır. Harem-i Şerif-i Nebevi’nin elektrikle tenviri için bir makine ile alat ve edevat-ı lazımesi mahalline gönderilmiş ve ameliyat-ı te’sisiyye de hitam bulmuş olduğu cihetle Harem-i Şerif’de bulunan bütün minareler Ramazan-ı mübarek’de elektrikle tenvir edilecektir. ziye ulemasının serefrazı bulunan Eş-şeyh Abdullah Efendi bin Hamidiye Es-salimin ile meşayihden bazıları husule gelen kendilerine imam nasb ederler. Bu nasb keyfiyeti ahalinin ekserisi tarafından dahi memnuniyetle telakkı edildiğinden le beraber Umman-ı Kadim’in merkezi olan “Nizva” kasabasına yürür. Kasaba cüz’i bir mukavemetten sonra ellerine düşer. Şehrin sukutuna kasabada bulunan Maskat Sultanı es-Seyyid Faysal Efendi asakirinin temerrüd ve isyanıyla beraber hıyanet etmeleri sebeb olmuştur. Kasabanın hakimi Seyf Efendi bin Hamd Maskat hükumetine mufassal bir takrir gönderdikten sonra intihar etmiştir. Maskat hükumetinin sultanı Faysal Efendi bu vak’aya fevkalade ehemmiyet vererek sevahilde kain kasabalardan “Semayil” kasabasına oğlu Nadir ve “Mudga” kasabasına dahi diğer mahdumları Hamd ve Hammud Efendileri gönderir. Lede’t-tahkık sultan-ı müşarunileyh ahiren ma’iyyetinin ekserisi kendine hain olduklarına yakın hasıl eylediğinden ve imam-ı cedid “Nizva” kasabasından sultan üzerine yürüdüğü takdirde önlerine çıkacak mu’temed askeri de kalmadığından Nuru’l-bahr ganbotunu sultana sadakatini el-an muhafaza eden Eş-şumuh aşayirinden mikdar-ı kafi kuvvet celbi için Ruusü’l-cibal memalikinin iskelesi olan “Huzab” kasabasına göndermiştir. İngilizler ise hücum için fırsat terakkub etmektedirler. Sabık Fas Sultanı Mulay Hafiz bu sene hacca niyet ederek Mağrib-i Aksa’dan hareket etmiştir. Bugünlerde Port Said’e muvasaletlerine intizar olunuyor. Ma’iyyeti ricalinden zatı refakatinde götürüyor. Taşkend’de arazi mes’elesinden dolayı yerli müslümanlarla Ruslar arasında münazaat eksik değil idi. Bu kere de Ruslar arazi gasbına kıyam etmişler ise de arazilerini müdafaadan başka bir çare bulamayan müslümanları karşılarında görmüşlerdir. Ruslar bundan münfail olarak müdafi’lerden ekserisini Divan-ı Harbe sevk ederek gasba devam etmek RICA Avn-i Hak’la birkaç nüsha sonra Sebilürreşad’ın onuncu cildi hitam bulacaktır. Halbuki henüz bazı zevat dokuzuncu cilde aid borçlarını ifa etmemişlerdir. Bizim bu kadar de te’diyat hususunda himmet ve muavenet beklemek hakkımızdır. Abone bedelatının irsali teehhur ettikçe idare müşkilleşiyor. Muhterem kari’lerimizin bunu kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate almalarını bilhassa rica ederiz. Tercümesi “Kur’an’ı biz indirdik biz; onu muhafaza edecekler de elbet yine biziz.” “Müslümanların istikbali yoktur; Müslümanlık günün birinde yıkılıp gidecektir” diyenler eğer o tasavvur ettikleri elim akıbeti sevine sevine karşılayacak bir takım esafil ise kendilerine hiç bir şey demeyiz. Yok öyle değil de bu sözler hakıkı dindaşlarımızın hasbihal-i giryanı ise: Onlara da “Yukarıki ayet-i celileyi tekrar tekrar okuyun” deriz. Görüyorsunuz ki: Allahü Zül’celal Kur’an’ın ebediyetini en kavi te’kidlerle va’d buyuruyor. Va’d-i ilahide hulf tasavvuru kabil midir? Pek a’la! Kur’an’ı muhafaza İslam’ı; İslam’ı muhafaza ise müslümanları muhafaza demek değil midir? Müslümanların yokluğunu tasavvur edersek Kur’an’ın yeryüzünde yaşamasına imkan düşünebilir miyiz? O halde bu kadar ye’is bu kadar fütur neden icab ediyor? Cemaat-i müslimine ruh-i gayret ruh-i şehamet ruh-i emel ruh-i azim ruh-ı faaliyyet nefh edecek sineler va esefa ki o nefhadan külliyen mahrum! Zaten cihan-ı İslam’ı şu ağlanacak hale getiren sebeb ukala-yı müsliminin ye’sinden başka bir şey değildir ki düşünülürse bu da imandaki za’fı daha doğrusu hiçliği gösterir. da nasıl olur da revh-i ilahiden ümidini kesebilir? Eğer bizim o kahraman eslafımız da biz ruhda yani biz ruhsuzlukta bir takım mahluklar olaydı emanet-i kübra-yı din elbette bugün başka ellerde bulunurdu. Allah aşkına olsun artık gözümüzü açalım; artık kendimize gelelim; artık asırlardan beri elimizi kolumuzu kıskıvrak bağlayan şu mel’un ye’si kahredip kendimizi kurtaralım. El ele baş başa vererek çalışalım. “Biz bu din-i ilahiyi yaşatacağız. Bu din-i ilahi bizi ebediyyen yaşatacaktır” diyelim de bu iman ile bu itmi’nan ile geceli gündüzlü uğraşalım. Havasdan geçinenlerimiz avamı ataletle cehaletle miskincesine bir kanaatle büsbütün çığırından çıkmış bir tevekkülle den büyük saik-i atalet ye’isden yaman delil-i zillet ye’isden fena delil-i meskenet mi olur? Bizde evvela ye’is mi meskenetten doğdu; yoksa meskenet mi ye’isden peyda oldu? Suret-i kat’iyyede kestirilemezse de asırlardan beri cemaatin ruhunu kemiren iliklerini kurutan maraz-ı ictimainin ye’isden azimsizlikten ibaret olduğu pek sarih olarak görülür. Milletin memleketin atisi olmadığı için kendini beyhude üzmeyerek vaktini hoşça geçirmenin yoluna bakmak... İşte yaşını başını almışların gençlere öteden beri tavsiye ettikleri düstur-ı hareket! MÜDAFAAT-I DINİYYE HUTBELER: GÜNAH YÜKÜ TAŞIYANLAR HAKKINDA HUTBE –maba’d– Kur’an’da da diye beyan buyurulmuştur. Sahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib Vacibü’l-vücud ne demek olduğu elbette ma’lumunuzdur. Hiç Vacibü’l-vücud’un haçı putu olur mu ki hazret-i Musa öyle şeylere iman etsin. Bir de zebihaların birer remz olduğu hakkında bir fikri olsa idi elbette bunu ümmetine tebliğ ederdi. “Resul Musa hakkında şöyle buyurmuştur: Musa kemale vasıl oldukta imanla Firavun’un kızının oğlu tesmiye olunmaktan ten ise Allah’ın kavmi ile beraber eziyet çekmeyi daha iyi saydı ve Mesih’in sitemini Mısır’ın hazinelerinden daha büyük ganilik addeyledi. Zira mükafata muntazır idi. Hazret-i Musa Tuva Vadi-i mukaddesinde nail-i rütbe-i risalet olarak taraf-ı uluhiyyetten Firavun’un nezdine azimet emrini aldıktan sonra başka suretle hareket etmesi mümkün değil idi. Mükafatını da mücerred cenab-ı Hak’tan intizar ederdi. “Ey ibadullah hep bu şeyleri işittikten sonra İbrahim’in zebihasının Mesih’e delil ve işaret olduğuna şekk ü şübhe etmeniz artık caiz midir?” Ne demek? Biz bu da’vanızı isbat etmenize intizar ediyoruz. Vakı’a siz birçok şeyler söylediniz! Biz de işittik. Lakin Kur’an’da münderic “zebh-i azim”in ve Tevrat’tan menkul kıssanın Mesih’e remz olduğuna henüz delil ikame etmediniz. Ben de size sorarım: Emr-i dinde sizin kavl-i mücerredinizi kabul etmek caiz midir? “Allah’ın yalnız İshak’ın yerine değil ancak cemi’ insanların yerine fidye olmak üzere takdim ettiği zebh hazret-i Mesih’tir.” Evet! İşitik sizin da’vanız öyledir. Hem yalnız o kadar değil hazret-i Mesih Allah’ın oğlu daha doğrusu Allah’tır; şu halde cemi’ insanların yerine fidye olmak üzere Allah’ın takdim ettiği zebh kendi zatıdır. Ey ibadullah hep bu şeyleri işittikten sonra İbrahim’in zebihasının Mesih’e delil ve işaret olduğuna i’tikad etmeniz artık caiz midir? ‘‘Koyun ise günahkarın yerine fidye olamaz.” Halbuki Tevrat’ta “Merkebden her ilk doğan için bir koyun fidye veresin ve eğer fidyesini vermez isen boynunu kırasın ve oğulların arasında insanın her ilk doğmuşu için veresin.” deniyor sizin sözünüze mi Mesih’tir.” nakaratınızda yine devam edip duracak mısınız? O halde o mukaddes kanın merkeb sıpalarına kadar bezl edilmesi lazım gelir. Bundan başka şu fidye-i Mesihiyye’nin günahkarlar içinde ilk evlada hasr u tahsisi sebebini ve diğer günahkarların ne olacağını bildirmeniz icab eder. Dostum! Siz başka yerlerde hiç ma’kulden bahsetmeyerek hataya düştüğünüz halde burada sımsıkı sarılmakla hata ediyorsunuz. Hatırınıza getirmelisiniz ki bedeliyette mutlaka ma’kuliyet aranmaz. Misl-i ma’kul nasıl bedel olursa misl-i gayr-i ma’kul de bedel olur. Usul-i Fıkıh ilminde bunun için bir bahs-i mahsus vardır. Biz de Telhis-i Usul-i Fıkıh’da bir nebze bahsetmiş idik. “Onu halas ve Allah’a takrib edemez.” Ehl-i İslam’ın koyundan keçiden keramet ümid ettiğini ve kendine halaskar ittihaz eylediğini size kim söyledi? ayet-i kerimesini görmediniz mi? “Kurbanların etleri ve kanları Allah’a erişmez belki sizin takvanız ona erişir” demektir. “Ve Mesih’den sonra zebh olunan kurbanlar zarar u ziyandan ve Mesih’in kanını redd ü inkar etmekten başka bir şey değildir.” Kur’an-ı Kerim ise zebholunan kurbanların hayr-ı mahz olduğunu söylüyor. Ehl-i İslam sizin sözünüzle mi amel etsin yoksa Kur’an’ın emriyle mi? Acaba bu babda ne re’y edersiniz; bakınız Kur’an ne buyuruyor “ Kurbanlık için Mekke’ye sevk olunan mevaşiyi sizin için onlarda hayır vardır.” “O develer ayak üzerinde iken ismullahı zikr ile onları zebh ediniz.” “ Yanı üstü düşüp can verdikten sonra ekl ediniz.” “ Sual etmeyen veya eden fukarayı it’am eyleyiniz.” Zebhedilen kurbanlar Mesih’in kanını inkardan ibaret olduğu hakkındaki ifadenizi biraz ta’mik etmek isterim. Acaba Kur’an-ı Kerim zebh-i karabin ile emrediyor mu etmiyor mu? Dostum ne dersiniz. Yani Kur’an’ın o yolda evamiri olduğunu inkar eder misiniz? Eğer inkar ederseniz bir kere balada muharrer ayeti delil olarak isbat ederiz. Bundan başka Allahü Teala sure-i mezkurede “ Ma’lum olan günlerde Allah’ın ismini mevaşiden ihsan ettiği kurbanlar üzerine zikretsinler.” “ O kurbanların etini ekl ediniz ve tehi-dest fukaraya it’am ediniz” buyuruyor Hele sure-i Kevser’de bulunan “ Kurban kes” emrinin sarahatine hiç diyecek yoktur. İşte görüyorsunuz ki Kur’an’ın kurban hakkındaki emri hiç şekk ü şübhe götürmeyecek derecede sarihtir. Siz bunu dem-i Mesih’i inkar makamında telakkı ediyorsunuz. Biz sizin telakkınize karışmayız lakin ondan sonra da kıssa-i İbrahim’deki “Zebh-i azim”den maksad Mesih’e remz olduğu iddianızı tekrar edemezsiniz ya. Kur’an bir taraftan dem-i Mesih’i inkar ettiği halde diğer taraftan ona remz eylediği iddiasını elbette tekrar eyleyemezsiniz. Zaten yukarıda serd ettiğiniz bu iddiayı hilafını isbata kadar sevketti. Bizim de matmah-ı nazarımız “zebh-i azim” terkibine yanlış ma’na verdiğinizi meydana çıkarmak idi; bu cihet kema-yenbagı hasıl oldu. Artık siz istediğinizi söyleyiniz. “Hakıkaten ey ihvan beni Adem arasında günahkar olmayan hiç kimse yoktur. Bu sebebden cümlemiz kuddus aybsız ve kusursuz bir halaskara sani-i kerim kıymetdar pak ve nev’-i beşer için vereceği fidyenin makbul olması babında nüfus-ı beşeriyyenin cümlesinin kanından daha kıymetli olan halaskar-ı azime muhtacız. Evet Mesih’in ve dem-i savirinin sıfat ve hasıyet-i mahsusası şudur ki bizi her günahtan tathir ve Allah’a takrib eder.” Ey ihvan! Hatibimizin ne demek istediğini artık anlıyorsunuz. Beni Adem arasında günahkar olmayan kimse yoktur. Onların günahını afvettirecek bir çare de yoktur. Onunçün Allah Meryem’in rahminde Isa şeklinde tecessüd ederek oğul sıfatıyla dünyaya gelmiş. Nefsini feda ederek kanını haç üzerinde dökmüş. İşte o kan bütün insanların günahlarını tathir edecektir. Nasıl fikriniz böyle bir şeyi kabul ediyor mu? Eğer kabul etmiyorsa mahkumsunuz. Çünkü hatibimiz öyle söylüyor. Bana gelince “Eğer Rahman ve Rahim olan Allah’ın öyle bir veledi olaydı abidlerin birincisi olurdum.” “ Halbuki zemin ü asmanın Rabbi ve arş-ı azimin Rabbi olan Allahü teala onların vasfettiği bu gibi şeylerden münezzehtir.” “ O halde bırak onları bu gibi eteği peşine uymaz bahislere girişsinler ve dinlerini mel’abe ittihaz etsinler; o vakte kadar ki va’d olundukları güne erişsinler.” “Ey ihvan kalblerinizi sertleştirmeyiniz bu kıymetli kanı tahkır etmeyiniz. Zira hazain-i semavatta günahlarınız sebebinden haç üzerinde dökülmüş olan bu kandan daha büyük hazine yoktur. Eğer siz onu reddederseniz Allah afvetmez ve ne mahuf hükm-i cezaya müstahık olursunuz.” Ey ihvan-ı din! Hatibimizin bize neler nasihat ettiğini görüyorsunuz ya! “İşte onların dinine tabi’ olmadıkça Yehud veya Nasara senden razi olmazlar.” “ Sen cevaben onlara de ki tarik-ı hak Allah’ın gösterdiği tariktır.” “ Sana verilen ilimden sonra onların hevalarına uyar isen azab-ı “ Ben cenab-ı Hakk’ı onların tavsif ettiği şeylerden tenzih ve takdis ederim.” “O Allah ki gizli ve aşikar her şeyi bilir.” Ey hatib-i zi-fünun! Sen cenab-ı Hakk’ın hazinesi hakkında çok yanlış ma’lumat edinmişsin. “ Bilmelisin ki bütün göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır.” Hazine-i rahmetine hadd ü payan yoktur. “ Cenab-ı Hakk’a yakışmayan böyle sözlere nihayet verseniz sizin için daha hayırlı olur.” “O heybetli günde her insana ameline göre ceza ve mükafat veren Allah’ın adil hükmünden sizi ne şey himaye edecektir?” Evet hatib efendi ben de hakkınızda aynen böyle düşünüyor ve halinize hasbe’l-beşeriyye acıyorum. “İmdi ey ademler o günden korkunuz ve Allah’ın zebiha-i azimesine iman ediniz ve gazab-ı atiden firar ediniz.” “ Ey ademler böyle gayr-i layık sözlerden Allah’a firar ediniz ve Allah ile beraber ibn ve ruhu’l-kuds gibi diğer eşhas-ı uluhiyyete vücud vermeyiniz ben sizi bu gibi şeylerden alenen inzar ederim.” “ Ey insanlar Allah’tan korkunuz; zira kıyametin zelzelesi dehşetli bir şeydir.” “Hemen Allah sizi doğru yola irşad eyle[y]e Amin.” HIND VE İRAN-I KADIM’DE TENASÜH Nil’in feyyaz ve esatiri sahillerinde doğan tenasüh fikri Asya’nın ateşin ve füsunkar iklimlerinde başka bir kisve-i sahiraneye bürünmüştü. Fil-hakıka kadim Hindiler tenasühü daha ziyade umumi; daha ziyade ma-fevka’t-tabi’i bir şekle sokmuşlardır. Ganj ve Sind nehirlerinin harr u şükufedar havzalarında yaşayan ler. Bir halde ki bir Hindli vecd ü istiğrak içinde imrar-ı hayat etmekten en derin bir hazz-ı ruhani duyar şahsiyetini benliğini ebediyet ve la-yetenahiyet arasında ifnaya çalışırdı. Hindilerin tenasüh akıdesi sudur ve tecelli emanation nazariyesine pek sıkı rabıtalarla bağlanmıştır. Hindliler madde ve cismi Brahman’ın en son tecellisi addettiklerinden hayatı yani ruh ile cesedin birleşmesini bir sukut belki de bir şer gibi telakkı ediyorlardı. Bu telakkıdir ki Brahman’ın saliklerini hayat-ı maddiyye ile pek az alakadar etmiş onları atalet ve meskenetin aguş-ı sefiline sürüklemiştir. Hindiler ölümü paye-i vecd ü istiğraka su’ud etmek için ruhun alaik-ı nasutiyyeden sıyrılarak sinesinden sudur ettiği menba’-ı la-yezale Brahma’ya vusulü tarzında tasavvur ediyorlardı. Hindlilerin münacat ve dualarında bu akıdenin parlak nümunelerini teşhis etmek mümkündür. Brahmanların dualarından birinde deniliyor ki: “Ey ma’bud! Vücud-ı Sübhaniyyende bütün ma’budları bütün ebna-yı zi-hayatı müşahede ediyorum. Kudret-i bi-nihayeye malik mebde’ ü müntehadan münezzeh olan zat-ı Sübhaniyyen kainatın bir hazine-i zi-ihtişamıdır!....” Vedalar’da buna mümasil ve tenasüh fikrini müeyyid pek çok vesaik bulunabilir. Bütün bunlar bize gösteriyorlar ki Hindiler ruhun bedenle alakadar olmasına sebeb olan hayatı bir sukut ruhun hazine-i zi-ihtişama vusulünü te’min eden mevti de bir mebde’-i saadet gibi telakkı ediyorlarmış! Fakat bedenle alakası münkatı’ olan bir ruhun menba’-ı la-yezale Brahma’ya vasıl olabilmesi bazı şeraitle mukayyed addolunuyordu. Şöyle ki: Ruh bedenle alakadar bulunduğu müddet zarfında ismetini muhafaza etmiş ise bedenden Fakat evvelce bulunduğu cesedde fenalık irtikab etmiş ise daha dun daha sefil bir hayvanın kalıbına intikal etmek suretiyle mücazat görüyormuş. Bu sukuttan mütenebbih olamayarak yine irtikab-ı ma’asiden kendini alamazsa muhaceret-i mütedenniyyesinde devam etmek felaketine duçar olur bir köpeğin bir eşeğin hatta bir nebatın cismine intikal edermiş!... Hindin daha eski bir akıde-i felsefiyyesini ta’lim eden Veiseshika tenasühü bu suretle tasvir eylemektedir. Halbuki yine Hind’in Vedanta sistemi ruhu Brahma’nın bir tecellisi gibi değil; belki bir cüz’ü mebde’ ve müntehasız bir ateş-i dırahşanın müfrez bir şeraresi tarzında telakkı ediyor. Vedanta’ya göre doğmak ve ölmek ruha tari olan iki hal-i arızidir. Ruh bir müddet-i muvakkate için cismani bir kalıb zulmetlerine boğulur fezayıh u kabayıhla me’luf olur bedenden bedene kalıbdan kalıba intikal eder durur Vedanta’dan anlaşılıyor ki ruhun esna-yı muhacerette devredeceği daire ağaçlardan başlayarak insanlara kadar çıkan silsile-i uzviyyatın kaffesini şamil bulunuyormuş!... Vedanta ruhu bu vazi’ ve ıztırab-bahş daireden kurtararak ruh-ı umuminin sinesine irca’ edecek şeyin ancak “ma’rifet-i mukaddese” olacağını tasrih ettikten sonra diyor ki: Ma’rifet-i mukaddese yalnız her türlü arzulardan her nevi’ ihtiraslardan soyulmakla değil ihtisasat-ı şahsiyyeden hatta enaniyetten de tecerrüd ederek bir nehrin denize kavuşması gibi ma’bud-ı la-yetenahiye teveccüh ve ona koşmakla Şu cümleler üzerinde yapılacak ufak bir vakfe-i tefekkür kadimden beri Hindistan’da pek ziyade taammüm etmiş olan İşrakıye meslek-i felsefisine aid esaslı cezrlerin ne kadar uzaklara imtidad etmiş olduğunu pek sarih anlatabilir! Eski Mısırlılarla Hindlilerin akıdelerini mukayese edecek olursak tenasühün iki şekl-i muayyeni muvacehesinde bulunuruz: Tenasüh Hindlilerce ma-ba’de’t-tabiiyye metaphisique bir kisveye bürünerek ağaçları hayvanları insanları hemen hemen bütün tabiatı daire-i şümulüne alıyor. Halbuki Mısırlılar –velev bir müddet için olsun– tenasühü sırf nasuti Physique bir şekilde tasvir ediyor ve hayat-ı hayvaniyye silsilesinden harice çıkarmaya cesaret edemiyorlar. Kadim İranilere gelince bunların tenasüh akıdesini Mısır’dan almış olduklarını tahmin edebiliriz. Fakat İraniler Mısırlıların akıdelerine başka bir renk vermiş tenasüh fikrini beşeriyet dairesine hasr ederek bir meslek-i ahlakı haline kalb etmeye çalışmışlardır. Bu ta’dilattır ki İranilere haşr-ı emvat fikrini telkın eylemiştir. Fil-hakıka: İran’da te’sis-i din eden Zerdüşt; kitabında haşr-ı emvatın vuku’ bulacağını yevm-i kıyamette ölülerin dirileceklerini ve seyyiat ve hasenatın hesab edileceğini ta’lim etmektedir. Zend Avesta’da deniliyor ki: Yevm-i haşrde her ruh dünyada seyyiatına göre o cesedle beraber cennete veya cehenneme girerek mükafat veya mücazat görecektir. Bu müdhiş devre-i ve tamamıyla tasfiye edilinceye kadar orada kalacaklardır. Devre-i tasfiye hitam bulduktan sonra –artık fena bir vücud kalmayacağı cihetle– cehenneme de lüzum kalmayacak bütün insanlar ruhen ve ceseden ezvak-ı ezeliyyeyi tadacaklardır!... kimse öldüğü zaman etraftaki kötü ruhları tard u def’ etmek dualar okunmasını i’tiyad edinmişlerdi. Zerdüşt’ün Arya akvam-ı kadimesiyle Mısrilerin tenasüh akıdelerinde icra etmiş olduğu ta’dilat İran dinini fazilet-i ahlakıyyeye daha ziyade hadim bir hale getirmiştir. Yunanilere tenasüh fikrinin Mısır’dan intikal etmiş olduğu rivayet edilmektedir. Fakat Ebu’l-müverrihin Herodot’u dinlersek bu rivayete o kadar i’timad edemeyeceğiz. Çünkü Herodot diyor ki: Mısır’ın akaid-i diniyyesini pek çok zaman evvel tenasüh akıdesi Yunaniler arasında ma’lum ve münteşir bulunuyordu. Maamafih tenasüh fikri se bilahare Mısır’dan intikal etmiş bulunsun! Bizce bu babdaki Asıl şayan-ı ehemmiyyet olan cihet tenasüh fikrinin Yunanistan’da halkın zihniyetine uygun bir şekil alarak Hind’in sehabedar mistisizminden Mısır’ın mu’cizkar naturalizminden olması keyfiyetidir. Yunanistan’da tenasühe bir şekl-i kat’i veren Pitagor olmuştur. Pitagor Ganj nehrinin bulutlu sahillerinde yaşayan Hind Brahmanları gibi ruhun ağaçlardan i’tibaren bütün mevcudatı devredebileceğini kabul etmemiş tenasühü bilakis yalnız hayat-ı hayvaniyye hududu dairesine hasr eylemiştir. Pitagor ruhun melekeleriyle aid bulunduğu cesedin uzviyeti arasında bir ahenk bulunması lazım olduğunu ilk defa leği çıkarmıştır. Pitagor cesedden ayrılan ruhun kendine mahsus bir hayatı olacağını ve esasen ruh arza sukut etmeden evvel de bu hayata mazhar bulunduğunu ta’lim ediyordu. Maamafih bu fikir Pitagor’un mükafat ve mücazat-ı uhreviyye esaslarını kabul etmesine mani’ olmamıştır. Fil-hakıka Pitagor fenaların cehenneme tard edilerek orada zebaniler tarafından bağlanacaklarını söyledikten sonra bu biçarelerin ra’dın mütemadi ve dehhaş sada-yı haşyet-engizi karşısında ne suretle titreyeceklerini suzişli bir lisanla tasvir ettikten başka mazhar olacaklarını ilave etmeyi unutmuyor. BIZDE AHLAK BIZDE TERBIYE Beşeriyet; asırların girdbad-ı tecaribi felaketler musibetler saadetler neşatlar neşveler feryadlar figanlarla meşbu’ birçok sergüzeştlerin rehberi-i sıdk u hulusuyla sabit ve la-yefna epeyce kanaatlere sahib olmuştur. Bunlardan biri de şu ifade-i vecizeye sıkıştırılabilir: “Milletleri yükselten ve alçaltan terbiye ve ahlaklarıdır.” Bu kanun artık kesb-i kat’iyyet etmiştir; aleddevam yükselmekte olan cemiyetlerde ahlakın kıymet ve meziyeti hakkında münakaşa kapıları hemen hemen kapanmıştır; herkes “Haluk olmak lazımdır.” der ve bu lüzumun huzurunda serfüru eder. “Ahlak mı? Ahlak ne demek… Yirminci asır öyle hurafelere tahammül edemez.” gibi da’valar hal-i tefessühde bulunan cemiyetlerin mevadd-ı hariciyyenin te’siriyle inhilal eden uzviyetlerinden etrafa saçılan kahhar birer huveynedir. Birer huveynedir ki cemiyeti bir an evvel ölüme kavuşturur. Mesti-i refah ü inbisat ile ahlakın mebdeini principe “hayr” ve “kemal-i beşeride” de aramaya mütemayil görünmeyen bu hususta “nef’-i maddi”yi daha ziyade kabil-i tefehhüm daha ziyade cazib ve emel-peyvest tanıyan ma’aşirde bile gizli gizli ihsas-i mevcudiyyet eden bazen da bütün kuva-yı madiyyeye göğüs gererek nagehan mebadi-i hasiseye savletten çekinmeyen bir meyelan-ı nezih olsun kalabilmiştir. Beşeriyet bugün “akl”ın tabiata karşı açtığı cidalin en çalak ve ateşnak bir devresinde iken ve bu müdhiş müsademede parlak parlak zaferler kazanıp dururken yine ortaya pek nadir bir kızarmaz yüz çıkarabilir! Haya hiss-i takdis hiss-i ma’ali fazilet nezahet; bu latif kelimeler anlaşılıyor ki hiçbir zaman ma’nadan cüda düşmeyecekler hiçbir zaman yetim olmayacaklardır!... Ahlak ve terbiye yekdiğeriyle hal-i tevazün ve teazudda bulunan iki ulvi kuvvettir. Hadisat-ı ictimaiyyenin tahlilinde önümüze çıkan avamil-i muhtelifenin mahiyet ve te’sir itibariyle birinci derecesini bu iki unsur-ı müteaddi ihraz eder. Ahlak ve terbiye milletlerin en hakıkı re’s-i idaresi sultanıdır. Denebilir ki bir ma’şerin bütün mukadderat-ı saadet ve şakaveti bu iki ta’bir-i kadirin sine-i i’cazında tekasüf etmiştir. Halin istiksasında istikbalin keşfinde mazinin intikadında; Zeval ve kemali bu iki kutb-ı müsbet ve menfiyi idare eden en fevkalade görünen hadisat-ı ictimaiyyenin sırr-ı hudusünü kuvvetlerin istihfaf olunduğu istihzaların kıl ü kal-i kıtaline mevzu’ teşkiline layık görüldüğü cemiyetler; hakk-ı ümidden cakk-ı emelden uzaktırlar. Ümidsiz; emelsiz kusvasız bizim kadar doğru anlayabilecek bir vaz’iyette bulunmuyor. Musibetlerimizin en faal bir zamanında yazdığım zehirli bir makalenin başına bu cümleyi geçirmiştim. Alem bugün hakkın kuvvetten çalışıyor. Fakat “kuvvet”in ahlaktan terbiyeden başka bir şey olduğunu iddia eden bir millet-i fazıla da görünmüyor. Eğer bu i’tikadın bu da’vanın şümul-i tatbikınden hariç kaldığımızı görüyorsan o halde “hak kuvvet ise kuvvet de ahlaktır.” akıdesini iyi anlamaya çalışalım. Fil-hakıka “ahlak”ın terbiyenin tavsiye ettiği teamülat-ı nezihe ve müşfikaya layık görünebilmek için de kuvvetli olmak lazımdır: Kuvvet ahlaktan ibaret olduğu gibi haluk olmak ve haluk olanların ittiba’ ettiği tealim-i ahlakıyyeye muvafık muamele görmek de “kuvvetlenmek”den başka bir şey değildir. Biz bu düsturumuzla fazilet şefkat hayr kemal gibi üses-i ahlakıyyeden uzak düşmüş olmuyor bilakis ona yaklaşıyoruz zulüm ve şer de her vakit kuvvete istinad eder bir şey değildir. Arab şairi: beytinde büyük bir hakıkati teksif etmiştir. Bütün mes’ele kuvvetle ahlakın elele vermesinde ve –ne ayrı ne de birlikte– her ikisinin de inkar olunmamasındadır. Biz bugün bürhan-ı hissi ile hem kuvvetsiz hem ahlaksız yahud kuvvetsiz binaenaleyh ahlaksız bir millet olduğumuzu kolayca anlayabiliyoruz. Kuvvetlenmenin ahlaklanmaya ahla[kla]nmak da kuvvetlenmeye mütevakkıf olduğu halde hadisatın bütün belagat-i tehdid ü inzarına rağmen hala ahlaka yani kuvvete doğru yöneldiğimizi iddia edecek bir halde değiliz. Bir müdakkık-ı bi-tarafı hey’et-i ictimaiyyemiz namına selamlayan hep mesavi ve kabayıh oluyor. Biz bu fena istikbalcileri birer birer yakalayarak tehzib etmeliyiz ve büruzü nisbetinde mühlik dalaletlerini “ilm”in destgiri-i afifine istinad ederek teşrihe çalışacağız. MÜSLÜMANLARI NE KURTARACAKTIR Evvelen: Burada kemal-i şükranla zikredelim ki taşralar bu emelimizin muvaffakiyetle husulüne daha elverişli bulunuyor. Ba-husus İzmir taraflarında bu cihete o kadar gane “iktisaden müstakil” vilayeti olacak ve kendini diğer arkadaşları da ta’kıbde gecikmeyeceklerdir. Taşrada bu emelin husul bulmasına en ziyade çalışabilecek olanlar o mahallin gençleri muallimleri imamlarıdır. Her vilayette gençler o yerin ashab-ı yesarına müracaat etmeli ve kendilerinden münasib bir sermaye ile bir bakkal dükkanı açmalarını rica etmeli ve bu emellerinin vücud bulması kalmamalıdırlar. Hiçbir vakit bir İslam İslamiyet’in refahını te’min edecek bir teşebbüsten –velev kendi için zararlı olsun– çekinmez. Çünkü: Muvaffakıyet yüzde yüzdür. Aksi takdirde o adamın İslamlıktan şübhe edilir ve layık olduğu muameleye hedef olur. Bu bakkal dükkanları az zamanda ilerleyebileceklerinden –istikamet şarttır– köylerde şu’beler de açılabilir. Tabiidir ki bu teşebbüsat merkez-i vilayete inhisar etmez. Livalara kazalara köylere teşmil edilecektir. Bu husustaki irşadatta darülfünunlu taşra efendileriyle taşralı talebe-i ulum şübban-ı mahalliyyeye kıymetdar birer yardımcı olmalıdırlar. Her geçtikleri yerde bu tohumu ekmelidirler. Köylerde köy ağalarını toplamalı kendilerine irşadat ve nesayıhda bulunmalı şöyle böyle - lira kadar bir sermaye ile hemen köye bir bakkal açmalı ve alelumum köylüler o bakkaldan almaya mecbur olmalıdır. Bu suretle bir ay sürmeyip oradaki Yunanlı bakkalın köye veda’ edeceği şübhesizdir. Cami’ hocalarıyla mektep hocalarına da bu hususta mühim hatta en mühim bir hizmet terettüb ediyor. Cami’lerimizdeki vaizlerimizin abdestin farzlarından namazın adabından bahsettikleri kafi. Çünkü bunları her müslüman bilir. Artık biraz da memleketin dinin selameti namına ta’kıbi lazım gelen hatt-ı hareketi izah ve telkın etmelidirler. Kendileri verese-i enbiyayız diyorlar. Bunda haklıdırlar; o şartla ki: O hakkın icab ettirdiği vazife-i irşadiyyeyi hakkıyla ifa etmelidirler. Demek ki onlar bu irşad ve telkın vazifesine vazifeten mecburdurlar. Onun için bu hususta ıtnab-ı kelamı münasebetsiz addederim. Mektep muallimlerine de aynı vazife terettüb ediyor. Bundan sonra mektepden çıkacak gençler muhtac-ı irşad değil bilakis kendileri en hararetli bir propagandacı –mürşid– olmalıdırlar. Eğer hocalar muallimler bu vazifelerini hüsn-i ifa etmezlerse indallah şediden mes’ul olacaklarını bilmelidirler. ha hacet görmeyecek kadar basit şeylerdir. Onun için Sebilürreşad sütunlarını bu hususta fazla işgal eder isem o sütunların kıymetini inkar etmiş olurum. Burada dikkat edilecek bir nokta-i mühimme var. Dikkat edilmeyecek olursa bütün bu sözlerimizin bir kıymet ve ehemmiyeti kalmaz. Kat’iyyen bilmeli ve takdir etmeliyiz ki bir iş hemen olmaz. Sonra da me’yus olmayalım. Bir işi bitirecek yegane vasıta: Sebattır. Bu vasıtaya malik isek muvaffak olacağımız şübhesizdir. Esasen biz müslümanlarda bu adet vardır: Her işin bidayetinde lüzumundan fazla taşarız. Sonra bunun aksülameli olarak o kadar çabuk soğuruz ki en müdhiş bir sadme ile aklımızı başımıza getiremeyiz. İşte donanma tayyare harb Edirne muhtacini ianeleri bunun en mahir bir delilini teşkil etmez mi? Onun için tekrar ediyor ve Napolyonvari bağırıyorum: Muvaffak olmak Yine sebattır. MARSILYA - PARIS Haziran’ın yirmi sekizinci Cuma günü ba’dez-zuhr saat yarımda Marsilya’ya muvasalatla Chateau d’If denilen küçük adanın önünde tevakkuf ettik. Bu adacık Marsilya’nın üç kilometre cenub-ı garbisinde kaindir. Üzerinde kale gibi küçük bir bina vardır. Bu bina politika müttehemleri için mahbes ittihaz edilmiş imiş. Marsilya karantinahaneleri pek mükemmel idi. Biraz sonra rıhtıma çıktık. Alman dostumla bir otomobile binerek doğru “Reçina” Oteli’ne geldik. saat sekizde Paris’e bir tren var idi. O trenle gitsem gece yolda hiçbir şey göremeyeceğim cihetle ertesi sabah saat dokuzda hareket edecek olan trenle gitmeyi tercih ettim. Alman dostum ile otelde bir müddet istirahat ettik. O sekiz treni ile gitti; ben kaldım. Marsilya’nın her tarafını gezemedim. Yalnız bir iki büyük caddesini gördüm. Binalar cesim sokaklar zararsız idi. Cumartesi günü sabah treniyle hareket ettik. Yolda bir tünelden geçtik şimendüfer güzergahını bizim Haydarpaşa hattı güzergahına benzettim. Hattın iki tarafı göz görebildiği kadar ova idi. Sol tarafa tesadüf eden ovanın ötesinde deniz görünüyor idi. Bir takım yüksek dağlar ovayı dairen madar çayırlar müteaddid dereler muntazam surette zer’ edilmiş tarlalar bağlar bahçeler bostanlar var idi. Meşe çınar servi zeytin kavak söğüt vesaire gibi ağaçlar güzergahın her noktasında şimendüferi selamlıyor idi. Bu mevakı’-i latifeye bakmakla doyamıyor idim. Doyulacak usanılacak menazır değil ki. İnsanın baktıkça bakacağı geliyor. Bir karış toprak göremedim ki haiz olduğu kabiliyetten sahibini müstefid etmesin bir kabza toprakta zerre kadar bir cevher yok idi ki ya üzerine ekilen bir tohumun yahud dikilen bir ağacın tenmiyesine terbiyesine hizmet etmesin. El-hasıl toprağın her cüz’ü sahibinin haracgüzarı idi. Şimendüfer ara sıra tebdil-i istikamet ettikçe o güzel bahçelerin o dilnişin tarhların üzerlerindeki muhtelif ağaçlar rengarenk çiçeklerle elvah-ı daire kıta’at-ı saire gibi tebdil-i vaz’iyyet etmesi kalbde tasviri muhal bir takım halat husule getirmekte bu şairane menazır cidden beni gaşy eylemekte karib bir mesafe kat’ eylediği cihetle tab u tüvanı kesilerek ara sıra çatlayacak gibi geniş nefes almakta olan şimendüferimiz bile bu menazırın iras eylediği cezbe-i aram-güdazın te’sirine mağlub olarak muttasıl na’ralar atmakta ovaları çın çın öttürmekte idi. Bir noktaya geldik ki artık bende de sabra mecal kalmadı; neredesin ya Hazret-i Akif! diye gayr-i düncüsünü ikmal eder idi. şeklinde yazılmıştır. Hele köylerin içinden geçen bir buçuk metre arzındaki beyaz yollar hakıkaten görülmeye şayan idi! Bu yollarda taş değil guya sabun kalıbı ferş edilmiş toprak değil sanki tebeşir tozu ekilmiş idi. Cabeca zuhur edip bir müddet göründükten sonra yine gözden nihan olan o yolcukların müntehasında yekdiğeriyle mu’anaka ediyor gibi görünmekte muza devam eyliyor idik. Şimendüferde üç Fransız var idi. Ruhumda onlarla musahabete bir meyil hissetmedim; soğuk adamlar idi. İstasyonun birinde altmışlık bir mösyö ile ellilik bir madam bindi: İhtiyarlar hoşuma gitti. Bir münasebet düşürerek onlarla musahabete başladım. Gittikçe musahabete germi verdik. Mösyö benden çok memnun oldu. Lyon’a geldik: niye içerim dedim. Birlikte istasyona gittik. Kahveleri içip vagona avdet ettik. Akşam yemeğini de birlikte yedik. Büyük bir müessese-i ticariyyenin direktörü olduğunu “kart” teatisinden sonra anladım. Mösyö bana Fransa’nın siyasetinden medeniyetinden servetinden faaliyetinden el-hasıl herşeyinden uzun uzadıya bahsetti. “İş o kadar çok ki Fransız amele kifaye etmiyor. İtalya’dan İsviçre’den daha başka yerlerden amele celbine mecbur oluyoruz.” dedi. Ben de bizim vapurla Anadolu’dan Amerika’ya giden zavallıların halini gözümün önüne getirdim. Mösyö İstanbul’u görmemiş: İstanbul’un adını işittiği bazı yerler hakkında benden bir takım şeyler sordu. Evinizi ne ile tenvir ediyorsunuz? dedi. Avrupa’da bulunduğumu unuttum. Bila-teemmül petrol ile dedim. Sonradan aklım başıma geldi ama iş işten geçti. Sümme’t-tedarik bir te’vil kabilinden olmak üzere Boğaziçi köylerinden birinde oturduğumu anlattım. Ba’dehu söz teaddüd-i zevcat ile talak mes’elesine intikal etti: – Teaddüd-i zevcata dinen mesağ vardır fakat bu mesağ mutlak olmayıp bir takım şerait-ı mühimme ile mukayyeddir. Şer’in bu müsaadesinden istifade etmek isteyenler daima o şeraite riayete mecburdurlar. Asla o şeraiti ihmal edemezler. Hal böyle olmakla beraber bizde teaddüd-i zevcata meyledenlerin adedi gayet mahduddur. Yüzde iki bile değildir dedim. – Peki ama nasıl olur? dedi. – Bu gibi şeyler için bir kaide-i sabite yoktur. Bunlar muhitin icabatına milel ve akvamın tarz-ı telakkısine tabi’ şeylerdir. Başka milletlerin birçok adatı var ki biz de onları pek garib görüyoruz. Halbuki o milletler o gibi adetlerde hiçbir garabet görmüyorlar. Onları gayet tabii buluyorlar. Mesela siz Katolikler biraderzadenizle izdivac ediyorsunuz. Bu izdivacın vukuunu değil hatta tasavvurunu bile bizim havsalamız almaz. Dinimiz buna müsaid olaydı; biz de bunu gayet tabii bulur ve onda hiçbir mahzur mülahaza etmez Direktör efendi bu mes’eleyi daha ziyade ta’mik etmeyip sözü arkadaşı olan talaka intikal ettirdi ve bunun bizde cari olup olmadığını sordu. – Bizde evet talak caridir ve i’tikadıma göre gayet de güzel bir usuldür. Size sorarım: Madamla beyninizde bir muhabbet-i mütekabile olmasa sonra da bir kanun-ı dini yekdiğerinizden mufarakatinizi men’ etse birlikte geçirmeye mecbur olduğunuz bu hayat sizin için ne olur? – Pek fena bir şey olur dedi. – Madem ki öyledir talakın lüzumuna kail olmalısınız dedim. Söz burada kaldı. Mösyö de bize hak verdi. Bu bahis pek uzun sürebilir idi. Fakat muhatabımız çetin bir mübahis olmadığından kısa geçti. Direktör efendi Paris’te hüküm-ferma olan rezail-i gunagun hakkında bana birçok ma’lumat verdi ve samimi tavsiyelerde bulundu. Gece saat on buçuğa doğru Paris’e geldik. Mösyö ile istasyonda yekdiğerimize veda’ ettik. Her taraf rengarenk lambalarla donanmış. Ortalık gündüz gibi olmuş zilecek kelimeler ne kadar parlak olursa olsun o manzaraya nisbetle yine pek sönük kalır; saha-i endişenizde öyle bir lem’a-i tasavvur husule getiremez. İstasyondan bir otomobile bindim. Herif bir lahzada “Komarten” sokağında kain “Sen Petersburg” Oteli’nin kapısına getirdi. Otel her tarafa yakın olmakla beraber Paris’in velvele-i aramsuzundan masun bir mevki’de idi; esbab-ı istirahatin mükemmel olduğu nazra-i ulada görülüyor idi. Gösterilen odada biraz istirahatten sonra bir aşinaya tesadüf etmek ümidiyle salona indim. Fakat kimseye tesadüf edemedim. Müşterilerin kaffesi seyyar buz kütlesi gibi bir takım İngilizlerden ibaret idi. Herifler kendilerinden karılarından başkasına yarım dakıka imale-i nazarı izaa-i vakt addediyorlar. Aşinadan ümidi kestim; ne zaman bir aşina görmek istedim ise aynaya baktım. Hangi çehreye atf-ı nazar ettimse ruhumda fena bir eser bıraktı. Heriflerde ne sakal var ne bıyık. Çirkin yüzlü soğuk kanlı adamlar o geceyi öyle geçirdim. Ertesi günü bir zatın nezdine gitmek üzere sokağa çıktım. Opera Meydanı’na doğru geldim ki “neuzü billah” haddin varsa karşı tarafa geç elektrikli tramvaylar omnibüsler hele o kafir otomobiller bisikletler tek atlıdan sekiz atlıya kadar arabalar berkı denebilecek bir sür’atle dört belki on dört taraftan bir dakıka fasıla olmamak şartıyla gelip gidiyorlar. Benim gibi ömründe İstanbul’dan başka bir yer görmeyen adamlar müfekkirelerinin bütün kuvvetini bir yere toplasalar bu iyab u zehabın nasıl olduğunu mümkün değil tasavvur edemezler. Onlar sokak deyince bizim caddeleri tasavvur ederler. İnşaallah İstanbul’a gelirsem başımı dinlendirmek cağım. Zira buranın velvelesine nisbeten oranın gürültüsüne sükun-ı mutlak denebilir! Hele otomobiller kovanını gaib etmiş arı sürüsü gibi vızlaya vızlaya sokaklarda uçuyorlar. Tramvaylara gelince bizimkiler onların yanında bonmarşe oyuncağı gibi kalır buradaki tramvaylar adeta bir seyyar koğuş; el-hasıl akılların fikirlerin alamayacağı bir iyab u zehab; dur yok durak yok hareket hareket hareket! Mesela biz İstanbul’dan tramvayla bir yere giderken her mevkıfda tramvaydan tekrar tramvaya bineriz. Burada mevkıflarda nefes almaya bile vakit yok her şey çabuk. Ta’rif etmek istediğim bu cuş u huruş Paris’in yalnız bir sokağına münhasır değil memleketin hemen her sokağı her caddesi hareket faaliyet içinde! Hülasa Paris kıyamet-i kübra halinde bir memleket! Paris denildi mi bir gürültü bir hareket bir faaliyet alemi tasavvur etmeli ve bu tasavvur da hayalin müntehasına kadar gitmeli. “Louvre” “Prenetan” “Bonmarşe” ve saire gibi büyük mağazaların tasvirine esas olabilecek mebani henüz memleketimizde mevcud değildir. Pazar-Alman’la Bonmarşe bunların yanında bir dükkançe gibi kalır. Mi’mar-ı endişenin kuvvetini maharetini sarf ederseniz bu mebaninin cesameti şekil ve hey’eti hakkında ihtimal ki zihninizde bir şeyler tasavvur edebilirsiniz. Şeddadi binalar muhteşem kaşaneler gibi lisanımızda müsta’mel olan ta’birat zihninizde ne gibi fikirler tevlid edebilirse belki o fikirler bir dereceye kadar tasavvuratınıza esas olabilir. Paris milyonlarla eczadan müteşekkil daima müteharrik bir makine daha doğrusu bir altın değirmeni; hemen Napolyonları atınız o bir taraftan öğütsün. Şahsi muamelata gelince her nefes bir franka alınıyor; bonjur mösyö bir frank bonsuvar mösyö iki frank selam frank kelam frank. Bana gelince bu gürültü kat’a benim hoşuma gitmedi. Vapurda epeyce vücud kazanmış idim Paris’de tamamıyla onu gaib ettim. Beş on gün kalacağım cihetle ehemmiyet vermiyorum. Medid bir ikamete gelince Paris’e ilelebed adyo! Benim gibi kırk dokuz sene şarkın sine-i sükununda yaşamış bir adam o yaştan sonra garbın velvele-i kıyamet-nümununda yaşayamaz. Kendi hesabıma buna müteessif de değilim. Memleketimden memleketimin sükunundan yine kendi hesabıma memnunum. Ondan ötesini benden sonra gelecekler düşünsünler ve kendilerini o hayat-ı velveledarın icabat-ı zaruriyyesi için hazırlasınlar. Otelden çıkıp bu hali görünce caddenin kenarında donakaldım. Tramvaya bineyim dedim. Fakat hangi tramvaya? Seksen altı bin tramvay var. Yaftalarına baktım onlardan da bir şey anlamadım. Baktım ki olacak şey değil. Arabacıya Görüşülecek zat ile görüştüm. Oradan çıkar çıkmaz aklıma Nebatat Bahçesi geldi. Doğru oraya gittim; bahçede hayvanatı temaşa ettim. Çoluk çocuk kadın erkek benim gibi temaşa ile vakit geçiriyorlar idi. Ekalim-i muhtelifedeki hayvanları getirmişler tavtin etmişler. Nebatat bahçesi kitapsız bir dershane. Ertesi günü bir aşinanın delaletiyle Louvre Müzehanesi’ne gittim. Müzenin tabloları havi olan kısmını kısmen gezdim. Temaşa üç dört saat sürdü. San’ata vukufum olmadığı san’atın asar-ı nefisesine mahsus küçük küçük daireler var. Oradaki tabloları da birer birer seyrettim. San’ata aşina olmamakla beraber öteden beri Rafael’in eserlerini görmek isterdim. Hele emelime nail oldum. Gidip bir gün de müzenin aksam-ı sairesini gezeceğim. Abd-i acizin oradaki asar-ı san’at hakkında söz söylemekliğim sözün doğrusu hezeyandan başka bir şey değildir. Bir camekanın içinde “Napolyon”un tac-ı ser-nigununu Onuncu Şarl’ın seyf-i satvet-nümununu gördüm. Kılıcın kabzası som pırlanta idi. İşrakına şa’şaasına göz dayanmıyor idi. Louvre’u ziyaret ettikten sonra Sen Lazare’a geldik. Oradan metropole binip De Feni’de indik. Paris’in hacle-i dilnişini olan Bolonya Ormanı’na girdik. Oradaki hayvanat bahçesini de görelim dedik. Bahçe iğne atsan yere düşmüyor denecek kadar kalabalık idi. İlk nazarda iki dane fil gözüme ilişti. İki taraflı kanape koymuşlar; çocukları bindirmişler; kudret-i fatıranın hilkatte başka bir mikyas-ı tenasüb gösterdiği o mahluk-ı garib çocukları üzerinde gezdirmekte bu suretle yediğini hak eylemekte idi. Hayvanat bahçesinde aşina çehrelerden bir deve var laşmakta idi. Büyüklerden ziyade çocukların eğlencesine gıbta ettim. Sonra da bizim çocuklara acıdım. Zavallılar evden mektebe mektepten eve evde dayak mektepte kötek. Ya sokak kapısının önünde koşmaca oynamak yahud civar viranelerin birinde topraklarda yuvarlanmak. Küçük bir arabaya iki keçi koşmuşlar; arabanın içine beş altı çocuk oturmuş bahçede dolaşıyorlar idi. Diğer bir arabaya da o keçilerden az kabaca iki Midilli koşmuşlar Kimsenin kimseden haberi yok. Herkes zevkiyle safasıyla meşgul; her yerde bir kahkahadır gidiyor idi. Bunları gördükten sonra arslanların olduğu mahalle girdik. Birçok bornuslu fesli Cezayirliler vardı. Bu kisveleri görünce gönlümde bir ferah hissettim birine selam verdim nerelisin? dedim. Cezayirliyim dedi. Kat’a sohbete meyil göstermedi. Hepimiz bir kafesin önünde toplandık. Kendileriyle görüşmek arzu ediyor evzaımla onlardan aşinalık dileniyor idim; hatta arslanın birisi bize dişlerini gösterdiği sırada bunu fırsat addederek: beytini okudum; herifler kat’a ehemmiyet vermediler. Bunun üzerine ben de yüzümü öte tarafa çevirdim. Ve bu hale Hayvanatı temaşa ettikten sonra tekrar ormana girdik. Orman hakıkaten hoş cidden şairane idi. Fakat bir tek kuş yok idi. Sun’i dereler yapmışlar cabeca kanapeler koymuşşeklinde yazılmıştır. lar. Herkes karısıyla çoluğuyla çocuğuyla bunların üzerine oturup vakit geçiriyor idi. Lakin bu kadar güzelliğiyle beraber orman da medenileşmiş tabiattan tecerrüd etmiş idi yahud bana öyle geliyor idi. Ormanın haricinde neler yok neler yok: Dükkanlar gazinolar bilmem neler. Her yer karınca yuvası gibi; binlerce otomobil tramvay otobüs araba! La-yenkatı’ işliyor. Ba’dehu Bolonya ve Şanzelize caddelerinden avdet ettik. O bulvarlar hakıkaten hıyaban-ı İrem! Muntazam ağaçlar muhteşem kaşaneler çimenler çiçekler cidden görülecek şeyler Saint Augustin Caddesi’nde piyadeye süvariye arabaya velespide mahsus tamam on aded yol var. Yaya yolundan giden merakib-i muhtelifenin taarruzundan masun; herkes gideceği yolu biliyor. Önünden arkasından emin olarak gidiyor. Zaten yolların hepsinde bir gitme bir de gelme yolu var. Eğer öyle olmasa Paris sahasına cerad-ı münteşire gibi yayılan yüz binlerce merakib-i muhtelife müsademe veya saire neticesinde beş dakıkada beş bin kişiyi hak-i helake sererler idi. Bunlara sokak demeye insanın ağzı varmıyor. Adeta hepsi birer umumi salon. Sonra bizim sokakları gözümün önüne getirdim. Bir mukayese yapayım dedim. Aralarında medar-ı mukayese olabilecek hiçbir şey bulamadım. Ben sokaklarımızın darlığına Paris sokaklarına benzetmeye kalkışmak şimdilik beyhudedir. Çünkü İstanbul’daki mebaniyi hak ile yeksan etmedikçe bu maksadın husulü mümkün değildir. Sokak hususunda afvedilemeyecek bir kusurumuz varsa o da sokakların pisliği murdarlığıdır. Libasın eskiliği ayıp değildir. Fakat pisliği ayıptır. Bizde de sokakların darlığı değil murdarlığı ayıp olmak lazım gelir. Bizim memlekette herkesin öteden beri sokağa bir husumeti vardır. Hususi olsun umumi olsun sokak denildi mi bu lafızdan mahallenin memleketin süprüntülüğü ma’nası murad olunur. Aşcıbaşı matbahda sebze ayıklar süprüntüsünü sokağa atar. Hanım çocuğunun bezini yıkar pis suyu sokağa döker. Hizmetçi evi süpürür ne kadar süprüntü varsa haydi sokağa. Kapana fare tutulur leşi sokağın ta ortasına atılır. Evde mucib-i istikrah bir şey olur efendi uşağına: – Sokağa sokağa! emrini verir. Hülasa lisanımızda mezbele lafzı sokak kelimesinin müradifidir. Halbuki sokak mesakinin tetimmesi umumun mülk-i müşterekidir. Herkes elinden geldiği kadar onun intizamına nezafetine hizmet etmeli. Din-i celil-i Muhammedi bu dakıka-i medeniyyeden bizi bin üç yüz sene evvel haberdar ettiği halde biz tamamıyla bunun aksini iltizam eylemişiz. Şeriat; “Imanın a’la derecesi: Tevhid; edna derecesi: Sokaklardan halka eza veren şeyleri kaldırmak toplamaktır.” diyor. dedik Notrdam Kilisesi’ne de gittik. Anlar anlamaz onun da şurasını burasını temaşa ettik. Paris’te yüzü mütecaviz kilise var imiş. Henüz İstanbul’da bilmediğim birçok cami’ler varken Paris’in tekmil kiliselerini görmeye kalkışmak abes olacağından ben de yalnız biriyle iktifa edeceğim. Paris’te görebileceğim şeylerin devede kulak kadar bile olamayacağını tahmin ediyorum. Fakat ne çare oluruna bağlamak zaruri dün Por Aleksandr’dan vapurla “Sen Klo”ya kadar gittim. Bu demir köprünün temel taşı Çar İkinci Nikola tarafından vaz’ edilmiş köprünün resm-i küşadı da senesinde icra kılınmıştır köprü bir gözden ibaret. Boyu kırk metre iki tarafındaki fil ayaklarıyla üzerlerindeki yaldızlı heykellere çok para ve emek sarf edilmiş. Sen boyunca gittiğim sırada kendimi Paris’in Kağıdhanesi’nde yahud Göksu Deresi’nde zannediyor idim. Nehrin gördüğümü yazacak olursam mektup değil adeta bir koca kitap olur. “Panteon”a “Envalid”e “Versay”a “Toyleri”e ve saireye gittim. Bugün Kütübhane-i Milli’ye gideceğim. Maatteessüf müessesat-ı ilmiyyenin kaffesi kapalı. Onları göremeyeceğim. Seyahatim biraz mevsimsiz oldu. Paris’te bazı zevat ile görüşmek istedim. Talihime hepsi seyahate gitmiş muvaffak olamadım. Daha birkaç gün buradayım. Görülecek bazı yerler var onlara da gideceğim. Bu kadar havarık-ı medeniyyet içinde benim en ziyade hayretimi takdirimi celb eden şey “metro”dur. Metro hakıkaten görülecek hayret edilecek bir eser-i kudret ve ma’rifet. Paris’in sath-ı haricisi ahalinin cevelanına kafi gelmemiş arzın dağdağadan azade olan sine-i sükununu kat kat açmışlar. Orasını da kendi faaliyetleri için bir saha-i cevelan haline getirmişler. Metro “Altıda bir üstü de birdir yerin” sözünün en bülend bir tefsiridir. Serapa çinilerle kaplanmış olan o vasi’ kemerler boydan boya elektrik lambalarıyla tenvir edilmiş. Devr-i hilkatten beri ziya nedir bilmeyen arzın o ka’r-ı zulmanisi müstağrak-ı envar olmuş. Gayet geniş son derece rahat olan vagonlar o sahada berkı bir sür’atle bila-fasıla işliyorlar. Mevakıfda tevakkufun hadd-i a’zamisi bir dakıka bile sürmüyor. Vagonlar hıncahınc; bazen içlerinde oturacak yer bulunmuyor; bir taraftan doluyor; bir taraftan boşalıyor. Bu kadar halk nereye gidiyor nereden geliyor? Bilmem. O vadi-i zulümatta ben de üç defa gezdim. Hatta bir keresinde Sen Nehri’nin altından geçtik. Hülasa measir-i medeniyyenin hayret-efza bir tekmilesi olan bu eser kadar hiçbir şey hayretimi celb etmedi. Bunu gördükçe bizim tramvaylar gözümün önüne geldi. Zavallı lagar hayvanların azm-i mezbuhaneleri arabacının feryad-ı canhıraşıyla kamçı şaklatması müşterek üvez hevengi gibi tavandaki kayışlara kollarından asılması köprüden Bayezid’e kadar bin müşkilat ile bir buçuk saatte gidilmesi elimeden idi. Hülasa sekiz-on gün zarfında nerelere gitmek nereleri görmek mümkün ise gittim; gördüm. Benim bu seyahatim seyahat değil zenburane bir cevelandır. Her çiçekten bir usare! Ziyadesine zaman gayr-i müsaid. Yazacak daha pek çok şeyler var. Fakat bu defalık bu kadarla iktifa zaruridir. Eğer biz bu asar-ı medeniyyeyi vehleten memleketimizde vücuda getirmek cihetini iltizam edersek işin tersi tarafından başlamış oluyoruz. Bir insanın resmini yapmak Bu mefahirin bu measirin kaffesi topraktan çıkmıştır. Biz de her şeyden evvel toprağımıza sarılmalıyız. Memleketimizin çiftçi memleketi olduğu halde devr-i hilkatten beri sapan yüzü gör[me]miş yerlerimiz var. Yapılacak şey toprağımızı memlekette aç kalıp böyle peyderpey Amerika’ya hicret eder yahud sefaletten helak olursa farz-ı muhal olarak İstanbul’da Paris gibi yapsak yine netice-i mesaimiz hüsrandan Biz Anadolu’ya Anadolu’nun hücra köşelerine bakmalıyız. Ziraatimizi ticaretimizi sanayi’-i dahiliyyemizi ileri götürecek esbab ve vesaitin istikmaline çalışmalıyız. Yoksa buradaki ipodromun nazirini vücuda getirmeye operanın aynını yapmaya kalkışır saadet-i hali feyz-ı istikbali bu gibi şeylerde ararsak vay bizim halimize! Medeniyetin zevke safaya aid olan cihetleri bizim için suret-i kat’iyyede haram olmak lazım gelir. Daima ciddiyatını taklide özenmeliyiz. Avrupalılar gibi bizim zevke sefaya hakkımız yoktur. Onlar çalışmışlar terakkı etmişler. Şimdi sa’ylerinin her cihetinden kelimizi iyi etmeliyiz. Ba’dehu şimşir tarak aramalıyız. Fe-illa bu kel baş bizde iken tepemizden şak şak eksik olmaz. Dört kişinin temeddünü tereffühü bir memleketi mes’ud etmez. Ahalimize iş bulalım toprağımızı işletelim halkı intizama alıştıralım herkese lezzet-i sa’yi tattıralım semere-i mesaisini ıktitaf ettirelim; ötekilerin hepsi kendi kendine hasıl olur. El-yevm fikirlerde o cevelana isti’dad yok iken bazı füruu taklide kalkışmamız tekemmül etmemiş cenine körükle nefh-ı ruh etmeye benzer. Vücud tekemmül ederse ruh kendi kendine gelir. Zira feyyazda buhl yoktur; ancak mahalde kabiliyet şarttır. BOMBAY ŞEHR-I ŞEHIRI Dünyanın hemen her tarafına posta ve telgrafhane mekatib ve telgraf kabul ediyor. Gün yoktur ki bir tarafa posta sevk olunmasın. Bahren postaları taşımak için müteşeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. addid vapur kumpanyaları teşekkül etmiş İngiltere hükumeti bunlara maddi ve ma’nevi muavenet gösterdikten başka teshilat namına her bir fedakarlıkta bulunmuştur. Avrupa postasını Hindistan’a Hind postasını Avrupa’ya taşıyan vapur kumpanyası The Peninsula Oriental Steam Novigation Company’dir ki baladaki kelimatın mütehaffifi olmak üzere daima R. O. piyano harfleri telaffuz edilir. Bu kumpanyanın iki yüze yakın vapuru olup postayı götürmek ve getirmek için günde bin İngiliz lirası ücret alıyor. Bundan başka yolcu taşımak salahiyetine de maliktir. Bu kumpanyaya mensub vapurlar o kadar büyüktür ki her birine bir memleket ve iklim adı verilmiştir. Mesela Africa Persia Arabia İndia Oustralia England ki İran Arabistan Hindistan Afrika Avustralya İngiltere demektir; hep bu kumpanyanın vapurlarıdır. Her vapurda iki bin yolcu kemal-i rahat ve istirahatle yolculuk edebilir. Bu yolcular hep birinci ve ikinci kamara yolcularıdır. Üçüncü mevki’ güverte mevkii yoktur. Bombay’dan Süveyş Kanalı’na kadar birinci mevki’dekilerden kırk beş ikincidekilerden yirmi beş İngiliz lirası bilet parası alınır. Yolculara günde beş defa çay ve yemek verilir. Yemek takımları hep gümüştür. Yolcuları eğlendirmek için vapurda güzel deniz oyunlarına mahsus yerler kahvehane birahane mütalaa ve kitabet salonu kitaphane kilise bilardo odaları konferans ve tiyatro salonu vardır. Hamamlarında sıcak ve soğuk suya mahsus musluklar banyolar bulunduğu gibi ayrıca denize bitişik mazbut kalın çelik tellerden ma’mul bir de deniz hamamı vardır. İki bin yolcuyu istiab etmek için kamaralar tahsis edilmiştir. Bu kamaralardaki yatak ve yastık yüzleri her gün muntazaman değiştirilir. Vapur hizmetçileri ise hep genç ve daha delikanlı olan İngilizlerdir ki ucuz bir maaş mukabilinde hizmet ederler. Fakat yolculardan bahşiş namına aldıkları para hesaba katılırsa her halde aylıkları beş İngiliz lirasından aşağı düşmez. Mezkur vapurlar içinde daima posta me’murları postayı tertib ve tanzim etmekle iştigal ettikleri gibi vapurdaki telsiz telgraf me’murları da dünyanın havadis-i ruz-merresini vapurdakilere vapurlar İngiltere’ye on dört gün zarfında isale me’mur ve adeta mecburdurlar. Postayı vaktinden evvel yetiştirmeyecek olurlarsa hükumet kumpanyadan ceza-yı nakdi alır. Bombay’dan bu vapurlar her hafta Pazar gecesi muayyen bir saatte hareket ederler. Bombay Posta ve Telgrafhanesi tarafından Hindistan yolcularına konsoloslara hükumet daireleriyle tüccar ve şirketlere fabrikatörlere her sene muntazaman kendi guide ta’rife ve rehber namelerini gönderirler. na gönderilen mektuplar yirmi paralık pulla Hindistan’dan gider. Fakat memalik-i ecnebiyyeye –velev ki bir günlük mesafe olsun– gönderilen mektuplara altmış paralık pul yapıştırmak lazım gelir. Fransa ve Portekiz hükumetlerinin Hindistan dahilindeki müstemlekelerine gönderilen mektuplara bile o kadarlık pul yapıştırılıyor. Bunun hikmeti ma’lumdur. Ahaliyi daima İngiltere ile muamelat ve alışverişe iktisaden mecbur etmektir. Dahildeki mekatib on paralık pulla Afganistan hududuna kadar gider. Kartpostal ise beş ve on paralıktır. Telgrafların da ücreti dahil için on altı kelime başına altı ane –bizim sekiz kuruş eden rupiyenin aksamıdır ki bizim paramızla üç kuruş ediyor– kadar bir paradır. Ahali telgraf ücuratını pek ehven bulduklarından daima telgrafla fevkaladedir. Posta ve telgrafhanelerinde istasyonlarında bilet satılan gişelerde genç İngiliz ve yerli hıristiyan kadınların gittikçe Hindistan’da taammüm eylemekte ve sofrajetlerin çoğalmasına sebebiyet verilmektedir. Hatta Bombay’daki high life hayat-ı ali süren kibar ve zengin kadınlar arasında kendi otomoKARACABEY KAZASI Köylülerin ne gibi haller geçirdiklerine dair aynen müşahedatımı size arz edeyim: Karacabey’de her Salı günü pazar kurulur. Bütün civar köylüler mevsime göre tereyağı peynir meyve ve saire getirir; ahaliye şehirlerden gelen “madrabaz” ta’bir olunan mal toplayıcılara satarlar. Getirdikleri mikdarın derecesi ise bir teneke kabın içerisinde bir mikdar yağ parçası yahud peynir. Bir Salı günü idi. Karacabey’de Pazar epeyce kalabalık nağın içerisine bir mikdar tereyağı koymuş mütevekkilane başını eğmiş müşteri bekliyordu. Nihayet bir müşteri geldi. Okkası kuruştan yağı aldı. Bunun üzerine köylü sevinç ve telaş ile çarşıya koşuyordu. Ben de arkasını ta’kıbe koyuldum. Bakkal dükkanlarından birisine girdi. Elinde bulunan kararmış yağlı tenekeyi Bakkal Kosti’ye uzattı. Bakkaldan yağ alıyordu. Bu aldığı yağ pamuk çerviş margarin yağı gibi mahlut mağşuş kıyyesi - kuruşa verilen sıhhate vücuda muzır bulunan yağdan idi. Bir mikdar sabun tuz şeker gibi şeyler de aldı. Adeta kurun-ı vüstadaki mübadeleye müşabih bir mübadele yapıyordu. Şayed hasıl ettiği tereyağını köyünde yuvasında yiyecek olursa havayic-i asliyye ve mühimmeden olan tuz sabun şeker gibi şeylerin yüzünü görmemesi lazım gelecek idi. Bu suretle kumanyasını ikmal eden köylü yalın ayak Kirmasti şosesini ta’kıben obasına gidiyordu. Karacabey’de köylülerin ahvali böyle. Tabiidir ki diğer yerlerde de böyle olacak. Böyle olduğunu kulağımla işittiğim gibi gözümle de gördüm. Karacabey kazası ki İstanbul’un bir mahallesi sayılır böyle olursa acaba Anadolu’nun en hücra yoldan şoseden münezzeh kazaları nahiyeleri köyleri nasıl olduğunu tasavvur etmek pek kolay. Karacabey’in terakkıye isti’dadı vardır. Yalnız buna mani’ olan bazı şeyler var ki bunların hükumetçe ahalice kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alınmaları icab eder. Ez-cümle su baskınları Karacabey’in hayatını mahv ediyor. Eğer bunun önü alınırsa mesela Karacabey Boğazı önüne lodos havada dalgaların getireceği kumların boğazı tıkamaması taraklama ameliyatı yapılırsa su basmanın önü alındığı gibi seyrüsefer de kolayca husule gelecektir. Boğaz açılırsa İstanbul’a mesela bir teneke peynir kuruşa gidecektir. Halbuki Bandırma tarikıyle olursa kuruştan aşağı gidemiyor. Saniyen bu faide yalnız Karacabey kazasına münhasır olmayıp Kirmasti Atranos kazalarıyla Susığırlık Gökçedağ nahiyesinin de ihracatı da kolaylıkla sevk olunacaktır. Derelerin etrafında güzel bağlar bostanlar bahçeler vardır. Eğer dere temizlenmiş olsa her sabah Karacabey’den yükletilen sebze kavun karpuz velhasıl mahsulatından her şey akşam üstü İstanbul’da Eminönü’nde isbat-ı vücud edecektir. Frenk kiremidi i’maline mahsus fevkalade yağlı ve balçıklı toprağı vardır. İnde’t-tahlil tebeyyün etmiştir. İstanbul ve sair mühim beldelerde ebniye inşaatında kullanılan güzel beyaz küfeki taşı ma’deni vardır. Boğaza on dakıka mesafede külliyetli demir ma’deni sırf derenin temizlenmemesinden muattal kalan litografya taş ma’deni krokileri yapılan manganez simli kurşun ma’denleri vardır. Bu gibi ma’denlerin ekserisinin ruhsatı alınmıştır. Ma’lumdur ki ruhsat almak ne kadar kolaysa imtiyazını alıp işletmek de o kadar güçtür. Alelumum hububat vardır. Şeker pancarı tecrübe için ekilmiş neticede bir danesi kıyye gelip muvaffakıyetle neticelenmiştir. Bir sene zarfında Bandırma İskelesi’nden Dersaadet’e bin kıyye kadar koza naklolunursa bini Karacabey mahsulüdür. Karacabey’e senevi koza yüzünden - bin lira girer. Hele soğanı gayet meşhurdur. Halis tereyağı mevsiminde - kuruşa alınır. Bu yağlar Bu seneye gelinceye kadar samanı okka ile satmak adeti yokmuş. Satılsa bile okkası bir paraya satılıyormuş. Muharebe sebebiyle Dersaadet’e - paraya satıldığı zaman Karacabey’de paraya çıkmış. Herkes hayret etmiş. Ahali hükumete bin kıyye saman meccanen vermiştir. Kaza dahilinde - lira kıymetinde kadar muhtelifü’l-cins orak makinesi ile - yüz lira kıymetinde motorlu motorsuz harman makinesi vardır. Zürra’ bu makinelerden epeyce müstefid oluyor. Maatteessüf ahali damızlık hayvanattan istifade edemiyor. Bursa Ziraat Deposu Karacabey kazasına bir iki tane damızlık aygır tefrik ediyor. Bunları me’mur-ı mahsus ile gönderiliyor. Güç hal bir ay kadar duruyor. Bir ay zarfında köylüler işlerini güçlerini terk edip gelseler bile müddetin azlığından damızlık aygırın bir iki tane olmasından çektirme ameliyyatına sıra geldiği gibi aygırda da mecal kalmıyor. El-hasıl bu sene köylülerin birçoğu hayvanlarını aygıra çektirmeden gitmişler istifade etmemişler. Hiç olmazsa damızlığın adedini çoğaltmakla beraber üçer ay merkez-i kazada bulundurulursa çok istifade edilecek keçi gibi kalan beygirlerimiz adeta hakıkı bir beygir vaziyetini alacak. Köylerde damızlık boğa namına hiçbir şey yoktur. Maamafih çiftlikat-ı hümayunda doludur. Lakin bundan ahalinin istifadesi yok. Muamelat-ı ticariyyenin yüzde sekseni hariçten gelenlerin elinde yüzde on beşi hıristiyanlarda yüzde beşi yerlilerdedir. Yalnız müslümanların komandit suretinde teşekkül etmiş bir ticaret şirketi vardır. Şirket epeyce ilerlemiş. Zikre şayan ikinci ticaret Bulgaryalı Abacı Nikola’dadır. Koyunların tüylerinin içerisine sokulup kanını emen “kene” gibi bu adam Bulgaristan’dan celb ettiği abaları dikip bilumum köylülere satmak suretiyle Karacabey müslümanlarının ların mu’teber kimseleri de köylülere kefalet ettikleri gibi vakt-i muayyende de parayı tahsil edip merkuma verirlermiş. Muharebeden beri Nikola cenabları Bulgaristan ordusunda müslüman ordusuna karşı silah atıp müslüman öldürmek suretiyle vazife-i vataniyyesini de ifa ediyor. Demek ki Nikola hem siyasi hem iktisadi bir düşman. Karacabey eşrafından ve sevdiğim zatlardan birisiyle bu hususa dair görüştüm. Dedim ki: – Kazanız dahilinde epeyce aklı başında az çok parası bulunur insanlar var. Abacı Nikola’nın yapacağı işi siz yapsanız da hem dine hem memlekete faideniz dokunsa olmaz mı? Bulgarya’dan gelecek abaları İzmit Hereke Karamürsel Fabrikası’ndan; terzileri de müslüman san’atkarlarından bulsanız da şu herifin elinden kurtulsanız olmaz mı? – Birader dedi biz de bunu düşünüyoruz. Ben ve benim gibi birkaç arkadaş burada bir aba fabrikası yapmayı arzu ediyoruz. Lakin bazı zevat uygunsuzluk çıkardı ittifak edemiyoruz. – Öyle ise aşk olsun cümlenize. Karacabey’e tabi’ dört saat mesafede vakı’ Bey köyünde esbak Feshane Nazırı Muhyiddin Paşa’nın iplik fabrikası vardır. Halihazırda bu fabrikayı Fransızlar işletip halı ipliği çıkarıyorlar. Büyük küçük - kadardır. En büyüğü Hüdavendigar-ı Gazi hazretlerinin Cami’-i şerifi ile Hoşkadem Camii’dir. Karacabey’e gittiğimin gecesi balada zikri geçen zat bendenizi kasaba ve civar araziyi gezdirmeye başladı. Kasabanın şarkında minaresinin şerefesinden yukarısı kopmuş kubbesinin üstündeki kurşunu çalınmış el-hasıl harabiyeti ma’muriyetine galib bir cami’-i şerif iskeleti gördüm. Bu tarih-i Osmanide görülen İslamiyet’e büyük hizmetler eden “Karaca Bey” nam dilaverin türbe-i şerifesiyle inşa ettirdiği camii değil mi imiş. Doğrusu bu hal-i esef-iştimali görünce gözümden birkaç damla yaş aktı. İnsan sağlam kalan taşların üzerine bakacak olursa bugün cilalanmış gibi parıl parıl parlıyor. Asar-ı atika bir cami’. Maatteessüf mahv etmişler bakmamışlar. Camiin kapısının üstünde bir demir çubuk yarası gördüm. Sonra anladık ki şayed cami’-i şerif yıkılacak veya sair suretle mahv olacak olursa yeniden inşasını te’min için kapı üstünde bilmem kaç kulblu kazan derununda sarı sarı altın varmış. Buna vakıf olan horos akıllılardan birisi düşünmüş taşınmış; nihayet eline koca bir demir alarak olmuş meyve gibi hazır sarı ma’denlerin bila-ruhsat ve la-imtiyaz taharrisine şitaban olmuş. Sebebi bu imiş. Avrupa ve Amerikalı seyyahin bu camii görmeden kat’iyyen gitmezlermiş. Hatta kapının üstünde bulunan gayet kıymetdar bir taşa epeyce para teklif etmişler. El-hasıl bu cami’-i şerifi ihya için ne yapmak lazım gelirse yapmayı ve vakfını mütevellisini şart-ı vakıfını … hepsini zahire çıkarmak Evkaf Nezareti’nin icraatından beklenir şeylerdendir. Bizim kompartımanda birkaç zabit vardı; fakat yanımızdakiler baştan başa zabitanla dolu idi. İstanbul’dan Edirne’ye kadar onların musahabelerine kulak misafiri olduk; siyasiyyata müteallik hiçbir kelime sarf etmediler. Hep pür-neşe ahval-i askeriyyeye mesleklerine dair konuştular. Bu hal nazar-ı dikkatimizi celb etti; Edirne’ye yakındı; yanımızdaki zabite sorduk: – Zabitan yine siyasiyyatla iştigal ediyorlar mı? Tereddüdsüz hemen cevap verdi: – Emin olunuz ki o kitabe-i felaket kat’iyyen kapanmıştır. Felaket-i ahire bugün zabitanın kalblerine öyle samimi bir kardeşlik ve fedakarlık hissi ilka eylemiştir ki gayr-i ihtiyari olarak her zabit askerlikten başka bir şey düşünemiyor. Baba pek memnun oldu samim-i kalbinden dua etti: – Allah uhuvvetinizi arttırsın Allah yardımcınız olsun. Sonra gözlerinden beyaz sakalına yaşlar dökülürken elini zabitin omuzuna koyarak şu sözleri ilave etti: – Biraderler siz İslamın son ordususunuz. Sizin bu nahif omuzlarınızdaki yük pek ağırdır. Değil on beş yirmi milyon Osmanlı müslümanının dünyanın muhtelif kıt’alarındaki yüzlerce milyon ehl-i İslamın gözleri ümidleri sizdedir. Yeryüzünde Saltanat-ı kardeş ediniz. yarısından iki saat sonra tren bizi Karaağaç İstasyonu’nda bıraktı. İstasyon civarında yatacak yer kalmamış; şehre gitmek lazım. Araba yok yolda kimseler yok. Belki biraz ötede araba buluruz diye yürümeye başladık. Araba değil bir horos sadası bile işitilmiyor. Ortalık zifiri karanlık. Gecenin zulmeti sisle kesafet peyda etmiş. Yolun etrafındaki yüksek ağaçlar da geceye ayrıca dehşet veriyor. Ara sıra sislere bürünmüş yolun donuk ziyalı fenerlerinden başka ne bir ışık ne de bir ses var. Kalbe haşyet gelmemek mümkün değil. Fakat şayan-ı hayret bir emniyet-i kalble yarım saat kadar yürüdükten sonra trenden iner inmez hemen şehre teveccüh eden üç-dört silahsız askerle beş-on yerli hocadan tevakkuftan sonra birlikte yürüdük. Orası yolun nısfı imiş. Orada bir araba tesadüf etti. Bizi şehre götürdü. Hotel hotel gezdikten sonra ne ise başımızı birkaç saat dinlendirecek bir yer bulabildik. Sabahleyin boru sesleriyle uyandık. İleri doğru taburlar geçiyordu. O askerlerdeki şevk u şetaret ahalideki neş’e ve sürur kabil-i ta’rif değildi. Cenab-ı Hakk’ın ne büyük lütfu! çesinden halas bulmuş şimdi şevk u sürur içinde çalkanıyordu. Bir müddet şarka doğru vezan olan felaket ruzgarı şimdi garba dönmüş idi. Ötede Ehl-i Salib birbiriyle boğuşurken sür’at ve savlet ile garba doğru şitaban oluyordu. Herkesin bütün ehl-i şarkın yüzü garba müteveccih idi. Askerler gidiyor muhacir arabaları vatanlarına avdet ediyor cephaneler toplar sevk olunuyor her şey her şey ileri koşuyor. Arkadan tutan tutturan olmasa sanki bütün Balkanları istila edecek. Hakıkat büyük denizlerin medd ü cezirleri gibi büyük milletlerin de medd ü cezirleri olurmuş. Şarkın garba doğru intikam ile müteharrik bu muhaceret-i umumiyye kafilesine bir an için olsun biz de katıştık. Piyade askerleri istihkam taburları süvariler toplar cephane arabaları arasında biz de bir müddet gittikten sonra bir tarafta durup bu kafile-i mehibeyi seyr ettik. Kalblerimiz hayat ve ümid ile doldu. Bu şevk ile bu hayat ve ümid ile ganaim depolarını gezmeye başladık. Üç Şerefeli Cami’ deposundaki eşya elbise pek çok idi. Yığın yığın kumaşlar hazır elbiseler sonra kaputla dolu hiç açılmamış sandıklar çaylar … bir taraftan sayılıyor diğer taraftan kolordulara tevzi’ olunuyordu. Biz bunları seyr ederken Abdürreşid Efendi cebinden bir çakı çıkarmış ötede bir kaputun apoletlerini kesiyordu. – Yahu! Ne yapıyorsun? – Zabitten müsaade aldım bizim Moskof kaputlarından bir hatıra-i iğtinam alıyorum. – Moskof kaputu ne demek? – Öyle ya! Görmüyor musunuz bütün bu elbiseler Moskof malı. İşte şu kaputların düğmelerindeki arma Rus’un Petersburg’da ikamet eden en meşhur ve mümtaz fırka-i askeriyyesi olan “Simyonovski Polk” Fırkası’nın alamet-i mahsusasıdır. Sonra bu ketenler de Rusya’dan gönderilmiştir. Bu eşyanın hemen küllisi Rus malıdır. – Demek bu Ehl-i Salib seferinde gayr-i resmi olarak Moskof da dahil idi? Bizi gezdiren zat hemen cevap verdi: – Gayr-i resmi ne demek? Bulgar ordusunda tamam elli beş bin asker resmi Rus elbiseleriyle bulunduğu tahakkuk etmiştir. Sonra Moskof armalı bu eşyalar elbiseler hep Rus hediyesi! Bunun gayr-i resmi neresi? Fakat ne yaparsın? Öyle telakkı etmek lazım… Vakit geçmekte olduğu cihetle öğleye Sultan Selim’e yetişmek lazımdı… Caddeye çıktık. Askerler saf-beste-i ihtiram olmuş bekliyorlardı. Veliahd hazretlerinin Sultan Selim ziyaretinden avdetine muntazır olduklarını anladık. Biraz gittikten sonra veliahd hazretlerinin erkan-ı hükumet ve ümera-yı askeriyye ile avdetlerine tesadüf ettik. İltifat-ı seniyyelerine mazhar olmak arzusuyla durduk. Müşarunileyh hazretleri yanındaki zata bir şeyler anlatmakla meşgul u ihtiram ile: – Esselamü aleyküm. Tahiyye-i İslamiyyesi üzerine veliahd hazretleri de nevazişkar bir sada ile: – Ve aleykümüsselam!. diye bezl-i iltifat buyurdular. Arkadan gelmekte olan Enver Bey’le de mülakat ederek muvaffakıyetlerini tebrik ettik. Enver Bey’i ve maiyyetindeki Derne yaranını görünce Abdürreşid Efendi’nin bütün Bingazi hatıratı canlandı. Camie kadar Derne menakıbını dinledik. Camie girdiğimiz zaman kendimizi Ka’be’de zannettik. O derecede kalblerimizi bir hazz-ı ruhani istila eyledi. Bir tarafta oturup Salib’in yed-i zalamından halas bulan o ma’bed-i ulviyi doya doya seyrettik. Ve cenab-ı Hakk’a binlerce şükreyledik. Birçok askerler gelmiş camii ziyaret ediyorlar. Kimi abdest alıyor kimi ellerini kaldırmış kemal-i safvetle dua ediyor kimi rüku’da kimi sücudda. Bir kısmı da müezzin mahfili altında bir kaynağa benzeyen küçük şadırvan etrafına toplanmış ellerini kavuşturmuşlar kemal-i ta’zim ve sordum: – Ne var orada hemşehri? – Zemzem-i şerif! dedi. – Bir askerin böyle dediğini mihrab yanında oturan Abdürreşid Efendi’ye söylediğim zaman: – Hakıkaten onların kalbleri zemzem yapar onu dedi. Ve pek müteessir oldu. Mihrabın iki tarafında bulunan şamdanların “Maşaallah” yazılı olan mahallerini Bulgarlar dişle yemişler gibi koparıp soymuşlar. Bulgarlar istila etmezden evvel kaldırılan büyük kıt’ada bir yazma Kur’an-ı Kerim ile matbu’ iki Mushaf-ı Şerif yerlerine konmuş. Yazma Kur’an-ı Kerim’in nihayetinde şöyle bir yazı gördük: “Trabzon vilayetinin Şarı nahiyesinin Oğuz karyesinde Uzun Hüseyin zade Hafız Osman Çavuş bu taraf[a] Edirne’nin teslim olduğu vakit gelip kurtarmıştır.” Fi Temmuz Osman Diğer iki Mushaf-ı Şerif hurufat ile Kazan’da basılmış. Biri ’da diğeri’de. Kenarlarında Kıraat-ı Aşere yazılmış. O zaman böyle tab’ olunuyormuş. Maimsi bir kağıda matbu’ olan senelik Kur’an-ı Kerim Han sülalelerine mensub meşhur zenginlerden İsmail Apanay tarafından bastırılmış senelik Mushaf-ı Şerif de meşhur milyonerlerden Murtaza Musa’nın himmetiyle tab’ olunmuş. Bu zevatın ruhlarına biz birer Fatiha ihda ettik siz de diriğ etmezsiniz Sütunlar birçok Bulgarca imzalarla kirletilmiş. Bizim ahali tarafından silinmiş ise de bazıları yine okunuyor. Silinmese de kalsa acı fakat müessir bir taziyane-i intibah olur. Kürsi yanında on beş yirmi asker oturmuş konuşuyorlar. Baba da bunların musahabelerine iştirak etmek istedi: – Selamün aleyküm evladlar! – Aleyküm selam baba! – Hoş geldiniz arslanlar. Maşaallah maşaallah. çeşit çeşit – Sen kimsin baba? – Dünyanın ta öbür ucundan gelmiş bir müslüman. – Ya bu efendiler? – Onlar da benim evladlarım… Nasıl çektiğiniz zahmetleri unuttunuz mu? – Baba zahmet ne demek? Ta Çatalca’dan yürüyerek buraya geldik. İleri olduğu için yağmur çamur aldırmadık. Çamur değil taş kaya olsa yine bize yumuşak yatak olur. – Allah size kuvvet versin kalbinizdeki imanı yükseltsin. Evladlar sizin hizmetiniz pek büyüktür. Halife’yi siz muhafaza ediyorsunuz. Sizin fedakarlığınızla Müslümanlık yaşıyor. Biraz istirahatten sonra inşaallah Sofya’ya gideceksiniz. Ölmek var dönmek yok. Bu muvaffakıyetler hep sizin himmetinizle oldu evladlar. Çok zahmetlere katlandınız. Fakat sizin – Baba daha çok zahmetlere katlanalım da tek şu kafirin yanında mahzun kalmayalım. – Kalmayız inşaallah. Sizin himmetinizle hep memleketimizi – Allah bizi terbiye etti artık değil mi baba? – O bir felaketti geldi geçti. Bundan sonra inşaallah galibiyet hep bizdedir. – İnşaallah. Zabitlerimiz din yolunda giderlerse evvel Allah biz de onları utandırmayız. – Şimdi yemekleriniz nasıldır evladlar bol mu? – Elhamdülillah yemeklerimiz pek boldur. Allah devlete millete zeval vermesin. Ekmeklerimiz daima başımız ucunda duruyor. – Allah muvaffak etsin evladlar. Geziniz namazlarınızı kılınız. Allah’a şükrediniz. Ne büyük lutf-ı İlahi! Bizim bu mukaddes camiimizi yine bize verdi. Biz ayrıldığımız zaman askerlerden bazıları ağlıyordu. Baba bir tarafta oturdu. Ben geziyorum. Baktım kapıdan bi-mecal bir asker geliyor. Yüzü limon gibi sararmış kolları sarkmış alık alık bakınıyor. Beni görünce yanıma yaklaştı. zar? – Ne için? – Sıtma için. Birden bire sulfato tavsiye etmek hatırıma geldi. Fakat ahval-i ruhiyyesini nazar-ı dikkate alarak babaya gönderdim: – İşte şurada bir sarıklı hoca efendi var ona git. – Muskası şifalı mı? – Bire birdir. Bir okuyuşta sıtmayı kökünden keser. Biçare kadid sürüklene sürüklene gitti babanın önüne diz çöktü. Ben de arkasından gittim. Sıtma için okunmak – Ne olmuşsun evlad? – Sıtma tutuyor. – Ne vakitten beri? – Bilmem ki. Gavur eline esir düşeli beri hastayım. O kadar mecalsiz ve yavaş söylüyor ki güçlükle işitilebiliyor. Ne kadar oldu bilemem. Elini başına koyarak biraz başım sersemdir. – Peki oğlum ben şimdi seni okurum inşaallah bir şeyin kalmaz. Abdürreşid Efendi pek müteessir olmuş adeta kendinden geçmiş idi. Bir eliyle nabzını tuttu bir eliyle başını. O kadar safvet ve hulus-ı kalb ile birkaç defa İhlas-ı Şerif ve Fatiha-i Şerifeyi okudu ki ben bile zavallının şifayab olacağına yüzüne gözüne üflüyordu ki adamcağız gözlerini kapamaya mecbur oluyordu. Anadolu’nun esaretten kurtulan bu zavallı evladı! Üfürmek için kolunu da uzattı. Baba kolundan da müteaddid defalar üfürdü. Abdürreşid Efendi’nin bu kadar cezbeli halini hiç görmemiştim. Ne ise okuma hitam buldu. – Bir nuska da yazsan … – Hacet yok oğlum nuskaya. Yanımda kağıd kalem yok. Nefer kuşakla bağlı siyah kaputunun düğmesini çözmeye başladı. Para vereceği anlaşılıyordu. Baba menetmek istedi. pamuk ipliğinden dokuma rengarenk boynuna asılı kırmızı kise çıktı. Şimdi balmumu gibi sararmış kemik parçaları kiseyi açıyordu. Parmaklar bir kere uzandı iki metelik çıktı. Galiba biçareye az geldi. Bir kere daha kise karıştırıldı. Bir metelik daha çıktı. Yine az geldi. Şimdi dokuma kisenin dibinden tutmuş avucuna silkiyordu. İki metelik daha düştü. Oldu beş metelik. Bir defa gözden geçirdikten sonra Abdürreşid Efendi’ye uzattı: – Az ama kusura bakma… Daha bir şey söyledi fakat işitemedim. Baba kemal-i teşekkürle aldı biçareyi memnun etti. Mukabeleten: – Bu çaryek bunun hediyesi bu da benim hediyem. Sen de bunları kabul eyleyeceksin. Kabul etmemek istedi. Fakat Abdürreşid Efendi kendi eliyle biçarenin kisesine koyunca bir şey demedi. Yine koynuna koydu. Düğmesini ilikledi. Babanın elini öperek çekildi gitti. Biz de elli parayı teberrüken taksim ettik. Öğle vakti geldi. Namazı kıldık. Cemaat bizimle imam ve müezzinlerden bir hayli de askerlerden ibaretti. Edirne halkından kimseyi göremedik. Böyle görmemeli idik. Bütün Edirne halkı beş vakitte Sultan Selim’i cemaatle doldurmalı Kur’an da okumak istedim. Zira ruhum pek galeyanda idi. Büyük yazma Mushaf-ı Şerif’i açtım. ayet-i kerimesi çıktı. Birkaç sahife okudum. Ruhum müteselli kalbim mütevekkil cami’den çıktık. H [ha]. BÜKREŞ MUAHEDESI Müslüman memleketlerini istila eden Ehl-i Salib orduları paylaşırken kavgaya düştüler bir müddet de birbirini yedikten sonra nihayet bu hafta Bükreş’te atideki sulh muahedesini akdettiler: “Bir taraftan Bulgaristan kralı diğer taraftan Yunan ve Karadağ ve Romanya ve Sırbistan kralları memleketleri arasında el-yevm cari olan harbe nihayet vermek ve bu kadar zamandan beri alam-ı harb çeken ahalileri beyninde sulhu kat’iyyede teessüs-i sulhu mutazammın olmak üzere ahidname-i hazırın akdine karar vermişlerdir. Bu maksadla müşarunileyhim hükümdarlar zevat-ı atiyeyi murahhas ta’yin eylemiş idiler. Burada murahhasların esamisi mündericdir.” Hey’et-i murahhasa arasında hasıl olan i’tilaf mucebince mevadd-ı atiyye karargir olmuştur: Birinci Madde: – Bulgaristan kralıyla isimleri balada mezkur hükümdarlar ve kendi varis veya halefleri arasında ba’dema sulh ve meveddet hüküm-ferma olacaktır. tashih edilmiş olan Romanya-Bulgaristan hududu Tortu Kaya’dan hareketle Egrene’nin cenubunda Karadeniz’e müntehi olacaktır. Bulgaristan hükumeti nihayet iki sene zarfında Ruscuk ve Şumnu’da kain istihkamatı hedm edeceği gibi Balçık etrafında yirmi kilometrelik bir mesafede vakı’ gün zarfında bir muhtelit komisyon hudud-ı cedideyi arazi üzerinde ta’biye ve hudud-ı mezkurenin ikiye ayıracağı emlak ve arazinin taksimi muamelesini ikmal eyleyecektir. Bu babda ihtilaf zuhuru takdirinde ta’yin olunacak hakem tarafından verilecek karar kat’i olmak üzere telakkı olunacaktır. Üçüncü Madde: – Merbut numaralı protokol mucebince ta’yin olunan Sırbistan ve Bulgaristan hududu Patarika dağında kain eski hududdan bed’ ile sabık Osmanlı-Bulgar hududunu ve Vardar ve Ustrumca nehirleri sularının ayrıldığı hattı ta’kıb edecek ve şu kadar ki Ustrumca vadisinin kısm-ı ulyası Sırbistan’da kalacaktır. Hudud Polska Manastırı’na mümted ve oradan Bulgaristan-Yunanistan hududuna müntehi olacaktır. Takti’ ameliyyatı ve ikiye ayrılan arazi ve emlakin mukasemesi on beş gün zarfında bir muhtelit komisyon vasıtasıyla icra olunacak ve bu babda ihtilaf zuhuru takdirinde bir hakemin re’yine müracaat edilerek verilecek karar kat’i olmak üzere telakkı olunacaktır. Dördüncü Madde: – Eski Sırbistan ve Bulgaristan hududuna aid mesail tarafeyn-i akıdeyn miyanında ol babda husule getirilen ve merbut protokolde gösterilen i’tilaf dairesinde hallolunacaktır. Beşinci Madde: – Yunanistan ve Bulgaristan hududu merbut numaralı protokol mucebince ta’yin olunmuştur. Hudud-ı mezkure Balasika-Plantiya dağı zirvesinde kain Bulgaristan-Sırbistan hudud-ı cedidesinden bed’ edecek ve Adalar denizinde Mesta nehri munsabına mümted olacaktır. Bu babdaki ameliyat-ı tatbikıyye on beş gün zarfında muhtelit bir komisyon vasıtasıyla icra olunup hudud-ı cedide güzergahında ikiye ayrılan emlak ve arazinin mukaseme muamelatı da mezkur komisyon tarafından tesviye edilecek ve bu mesailden dolayı ihtilaf zuhuru takdirinde bir hakemin re’yine müracaat olunarak verdiği karar kat’i nazarıyla kabul edilecektir. Bulgaristan hükumeti Girid hakkında her guna iddiadan sarf-ı nazar ettiğini şimdiden beyan eder. Altıncı Madde: – Sulh ahidnamesinin in’ikadı vazıu’l-imza devletler orduları karargahlarına iş’ar olunacaktır. Bulgaristan hükumeti bu iş’arın ferdasından itibaren askerini terhis eyleyeceğini taahhüd eder. Muharib devletlerden birinin Bulgaristan memalikinin diğer bir noktasına sevk edilecek. Bunlar ancak daire-i işgalin tahliyesinden sonra karargah-ı daimilerine azimet edebileceklerdir. Yedinci Madde: – Bulgaristan ordusunun terhisi akıbinde Bulgaristan arazisinin diğer devletler asakiri tarafından tahliyesine teşebbüs olunarak nihayet on beş gün zarfında Sekizinci Madde: – Bulgaristan arazisinin işgali müddetinde düvel-i saire orduları bedelini te’diye etmek şartıyla ahaliden istedikleri eşyayı kanun-ı mahsus-ı askerisi dairesinde almak hakkını haizdirler. Askerin ve levazımatının nakli için şimendüferlerden hükumat-ı mahalliyyeye hiç bir bedel te’diye etmeksizin istifade edebileceklerdir. Hastalar ve mecruhlar mezkur orduların nezaret ve muhafazası altında bulunacaktır. Dokuzuncu Madde: – Umum üsera-yı askeriyye mümkün olduğu kadar sür’atle iade olunacaktır. Hükumetler mukabeleten üsera için ihtiyar etmiş oldukları masarifatı takdim eyleyeceklerdir. Onuncu Madde: – Eski muahede tasdik ve nüsah-ı musaddakası Bükreş’te on beş güne kadar yahud daha evvel teati olunacaktır. Bu şeraitin kabulünü mübeyyin olarak murahhaslar imza ve mühürlerini vaz’ ederler. senesi Efrenci Ağustos Rumi Temmuz tarihinde Bükreş’te akdolunmuştur. Düvel-i Muazzama süferası Temmuz Perşembe günü saat on bir ile on iki arasında Yeniköy’de Sadrazam Paşa hazretlerinin nezdine giderek metni zirde münderic şifahi takriri münferiden tebliğ eylemişlerdir: “Londra Muahedenamesi’ne vaz’ edilen esasların ve bu muahedenamenin ez-cümle İnöz-Midye hattına müteallik ahkamının idamesiyle bunlara riayet hususuna en kat’i ta’birat ile hükumet-i seniyyeyi da’vet etmeye hükumet-i metbuam canibinden me’mur edildim. Esna-yı tahdidde hükumet-i seniyyece hudud-ı mezkurenin emniyeti için elzem addedilen şeraiti devletlerin nazar-ı dikkate almaya amade bulunacaklarını zat-ı fahamet-penahilerine ayrıca beyana mecburum.” Hükumet-i Seniyye’nin her türlü mülahazattan sarf-ı nazar ederek Londra Muahedesi’yle vaz’ edilen esasata ittibaa suret-i daimede sarf-ı makderet etmiş olduğunu hükumet-i metbuanız namına vakı’ olan beyanata cevaben zat-ı sefiranelerine te’mine müsaraat eylerim. Maamafih hükumet-i Seniyyece İnöz-Midye hattına aid olan maddeye mezkur muahedenin diğer ahkamı misillü riayet edilmemiş olması yegane taksirleri Midye-İnöz hattının dahale mecburiyyet-i mübreme ve acilesi muvacehesinde bulunmasından münbaistir. Bundan maada Payitahtın ve Boğazlar’ın mahfuzıyetini te’mine ve binnetice hükumat-ı mücavire arasında münasebat-ı tabiiyyenin devamlı bir surette te’sisine müsaid bir hudud istihsal etmek Hükumet-i Seniyye için aynı derecede bir mecburiyet-i mübreme teşkil etmektedir. Zat-ı sefiranelerinin beyanat-ı vakıasında işbu son mecburiyeti kabul ettiğini kemal-i şükran ile müşahede ediyorum. Zira bunu hükumet-i seniyyece bu hususta ta’kıb edilen hatt-ı hareketin muhık olduğunu müsbit bir delil olarak telakkı etmekteyim. Düvel-i Muazzama’nın hissiyyat-ı aliyye-i hak-cuyane ve ma’deletkaranelerine i’timaden Hükumet-i Seniyye’nin Temmuz tarihli tebligatıyla ta’yin etmiş olduğu hududun emniyet ve istikrar şerait-ı matlubesini haiz olabilecek yegane hatt-ı hudud olduğunu dahi düvel-i müşarun-ileyhimin kabul ve tasvib edeceklerinden kaviyyen ümidvarım. Tercümesi “Bir kere de azmettin mi artık Allah’a mütevekkil ol...” Allahu Zü’lcelal Nebiyy-i Muhteremi aleyhissalatu vesselam Efendimiz’e buyuruyor ki: “Dünyaya ait işlerde iyi düşün taşın; ashabınla müşaverede bulun. Bir kere de kararını verdin azmi ele aldın mı artık hemen Allah’a tevekkül Azim... Tevekkül... İşte Müslümanlığın iki azim rüknü. Bunlar olmadıkça İslam için istikrar imkanı yoktur. Şurası da unutulmamalıdır ki: Ne yalnız başına azim; ne de azim olmaksızın tevekkül hiç bir zaman kafi değildir. Müslümanların vaktiyle gösterdikleri harikalar hep bu iki rükne sarılmaları sayesinde idi. Evet seksen seneyi geçmeyen; milletlerin hayatına göre pek kısa addolunmak lazım gelen bir zaman zarfında memleketin bir ucu Pirene dağlarına diğer ucu Çin surlarına dayanmıştı ki bu müdhiş muvaffakiyetin sırrı: Cemaat-i müsliminin sarsılmaz bir azim yıkılmaz bir tevekkül ile mücehhez kahraman yürekli efraddan teşekkül etmiş olmasından başka bir şey değil idi. Tevekkülü bir nakısa daha doğrusu bir rezile addederek bugünkü müslümanları onunla itham etmek kadar sersemlik olamaz. Çünkü evvela tevekkül gayet büyük bir seciyedir; saniyen bizler o seciyeye veda’ edeli pek çok oldu! Şurasını da söyleyelim ki: Biz tevekkülün ma’na-yı hakıkısini murad ediyoruz. O da meşru bir gayeye meşru bir maksada doğru yürürken hiç fütur getirmemek; tevfik-i ilahinin tecellisinden emin olarak muttasıl ilerlemektir. Görülüyor ki tevekkül ile atalet iki müntehadır. Zaten Cenab-ı Hakk’ın emrettiği tevekkül de budur. Şeyh Muhammed Abduh’un dediği gibi kaza ve kader akıdesi Cebrilik şenaatinden tecerrüd ederse azim cür’et istihkar-ı hayat şecaat gibi secaya-yı fazılanın kaffesi bu akıdenin etrafında pervane gibi dönmeye başlar. Esteizübillah: Ayet-i Celilesi tevekkülün nasıl olmak icab edeceğini gösteriyor. Ey şu tekrim-i ilahiye mazhar olan eslaf-ı güzin! Acaba mezarlarınızın yarıklarından bakıp da ahlafınızın bugünkü halini görüyor musunuz? Ah! Onlar sizin tuttuğunuz yolu bıraktılar; girive-i dalale saptılar; fırka şia münazaatı içinde tarumar olup duruyorlar! Öyle bir acze öyle bir meskenete öyle bir zillete düştüler ki: Yürekler dayanmaz ciğerler pare pare olur! Toprağınızda bir bakıyye-i ruh yok mudur ki huruş etsin de ölmüş kalbleri uyandırsın; dalale sapmış fikirleri yola getirsin! Mehmed Akif FIKIH VE FETAVA HAC Fahr-i Kainat efendimiz tarafından ta’yin edilip ashab-ı kiramca bil-icma’ kabul buyurulan mevakı’-i erbaa ZülSahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib huleyfe Cuhfe Karn Yelemlem hakkında beyne’l-fukaha daki küçük ihtilaf devr-i fukahaya da intikal etmiştir. Cumhur-ı erbab-ı fıkh ehl-i Irak’ın mikatı “Zat-ı Irk” olduğunu kabul etmek hususunda müttefik idiler. Şafii ile Sevri hazeratı beraber “Akık” nam mevki’den ihrama girmeyi muvafık-ı Hac yahud umre niyetiyle yola çıkıp da mikattan bila-ihram mürur etmenin hürmeti bilumum fukahaca müsellem cib-i dem olacak cinayattan addederdi. Şu kadar var ki bu cinayeti irtikab edenler tekrar mikata rücu’ ederek ihrama girerler ise İmam Şafii’ye göre iraka-i dem etmekten kurtulurlardı. Fakat İmam Malik’e göre de demden başka telafi-i ma-fat imkanı kat’iyyen mefkud idi. Hatta bazı fukaha tekrar mikata rücu’ ederek ihrama girilmedikçe hac sahih olmaz derlerdi. Mikat dahilinde bulunanların yurtlarından ihrama girmeleri lazım geleceği hakkında bütün fukaha müttefik idiler. Fakat mikat haricinde bulunanların yurtlarından mı yahud mikattan mı ihrama girmeleri daha efdal olduğu delilleri cihetinden münakaşaya vaz’ edilmiştir. Bazı fukaha mikat haricinden gelenlerin yurtlarından ihrama girmeleri efdal olup mikata gelinceye kadar te’hir etmeleri de ruhsat olduğunu mişlerdir. İmam Ebu Hanife takdim için ayrıca bir efdaliyet dığını dermiyan buyuruyordu. Fakat İmam Malik İmam Ahmed bin Hanbel İshak bin Raheveyh hazeratı ihrama mikattan girmenin daha efdal olduğu hakkında şübhe etmiyorlardı. Zahiriler’in fi’l-i Nebeviye muhalif her tarz-ı ibadeti reddetmek hususundaki usul-i müttehazelerine bakılacak olur ise ihramın ancak mikattan sahih olacağı zehabları muhakkak sayılır. Kendi mikatlarını terk edip başka bir mikattan ihrama gidenlere dem lazım gelip gelmeyeceği hakkında ihtilaf edildi. Hanife ise başka bir mikattan ihrama girmenin kusur sayılamayacağını kani’ bulunuyordu. Fukaha-yı İmamiyye de mezheb-i Hanefi’yi Hac veyahud umre niyetiyle mikatlardan mürur edecek olanlara mutlaka ihrama girmek lazım geleceği hakkında beyne’l-fukaha ittifak vardı. Fakat hac ve umre niyetine mukarin olmayarak mürur edeceklerin ihram-bend olmaları lazım gelip gelmeyeceği hakkında ihtilaf vardı. Bazı fukaha pek çok girip çıkmak mecburiyetinde olmayanların mutlaka lik de bu mezhebi iltizam etmiştir. Bazıları da ihramın ancak hac ve umre niyetiyle mikattan geçeceklere mahsus olduğunu söylüyorlardı. Fukaha-yı izam hazeratı hac aylarının Şevval Zülka’de Ebu Hanife Zülhiccenin onuncu gününü de İmam Malik ise nihayetine kadar ayın tamamını eşhür-i hacdan addederlerdi. dahil olmak şartıyla onuncu gecenin sonunda hac ayları tamam olacağını ileri sürüyorlardı. Eşhür-i haccı hacca nazaran evkat-ı salata teşbih edenler Şevval ayı hulul etmeden ihrama girmek sahih olamayacağına kail olurlardı. İmam Şafii bu mezhebi tervic etmiştir. Umrenin bütün evkat-ı senede ve sahih olacağı hakkında beyne’l-fukaha ittifak vardı. Yalnız İmam Ebu Hanife’ye göre nahr ve arefe günlerinde umre ile iştigal etmek mekruh sayılırdı. Bir de İmam Malik umrenin senede bir defa meşruiyetine kail olduğundan tekrarını mekruh addeder. Fakat Ebu Hanife ile İmam Malik bu cihete iştirak etmezlerdi. Zükur erbab-ı ihramın dikişli elbise sarık serpuş topukları örtecek ayakkabı giymeleri caiz olamayacağı hakkında bütün fukaha ittifak etmişlerdir. Avret mahallini örtmek için seravilden başka bir şeyi bulunmayan kimsenin onu giyip giymemesi hakkında enzar-ı fukaha iki muhtelif cereyan almıştır. İmam Ebu Hanife İmam Malik hazeratı bu babda vürud eden yukarıda geçti hadis-i şerifin sarahatine binaen seravil iktisa etmenin alelıtlak memnuiyet ve adem-i cevazına kail oluyorlardı. Şafii Ahmed bin Hanbel Sevri Ebu Sevr Davud hazeratı da Cabir bin Abdillah ile Abdullah bin Abbas radıyallahü anhümanın rivayet etmekte bulundukları hadis-i şerife istinaden izar bulamayan kimsenin seravil kullanması sahih olacağı cihetini iltizam ediyorlardı. konçları kesilmiş mestlerini giymeleri caiz olacağı hakkında beyne’l-fukaha ittifak vardı. Çünkü Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümanın rivayetiyle Buhari’nin tahr[i]c ettiği sünnet-i şerife bu babda pek vuzuhlu bir delalete maliktir. Mamafih İmam Ahmed bin Hanbel zaruret olduğuna göre konçları kesilmemiş mestlerin giyilmesi de caizdir derdi. Hatta İmam Ata sağlam bir şeyi kesmek ifsad demek olduğundan mestlerin kesilmesini münasib görmüyordu. lunduğuna göre kesilmiş mest giymeyi mucib-i fidye olacak cinayattan addederdi. İmam Ebu Hanife ise bunun cinayattan olduğunu teslim etmezdi. Bir de bu babda biri müsbet diğeri menfi olmak üzere İmam Şafii’ye mensub iki rivayet bulunduğu söyleniyor. Muhrimin zağferan verse boyanmış elbise giymeleri caiz olamayacağı hakkında bilumum ulema-yı fıkh ittifak ediyordu. Fakat sevb-i muasferin iktisası hususunda ihtilaf vardı. olduğunu söyler binaenaleyh bunun için fidye lazım geleceğine kail olurlardı. İmam Malik ise bu hususta bir beis görmüyordu. Ulema-yı fıkh kadınların hal-i ihramda başlarını saçlarını; erkeklere tesadüf ettikçe elbiselerinin bir köşesiyle şöyle hafifçe yüzlerini de örtmeleri iktiza ettiği hakkında müttefik şeklinde yazılmıştır. görünürlerdi. Şu kadar var ki erbab-ı fıkh erkeklerin başlarını örtmelerine cevaz vermemekle beraber yüzlerini örtmek caiz olup olmayacağı hakkında birleşemiyorlardı. Davud-ı Zahiri Ebu Sevr hazeratı baş dahil olmamak şartıyla yüzün örtünülmesinde beis olmadığını ileri sürüyorlardı. etmiyor. Fakat İmam Süfyan-ı Sevri’nin bu husustaki mezhebi kadınlar için daha müsaid görünüyordu. Muhrimin tıyb isti’mal etmesi caiz olmadığı hususunda bütün erbab-ı fıkhın fikirleri nokta-i vahideye müteveccih bulunuyordu. İşte bu sebebe mebnidir ki bazı fukaha asar-ı tıyb bakı kalarak daim olması ihtimaline mebni ihrama girerken dahi isti’mali mekruh görmüşlerdir. İmam Malik de bu ciheti iltizam ederdi. İmam Ebu Hanife İmam Şafii Süfyan-ı Sevri Ahmed bin Hanbel Davud-ı Zahiri hazeratı turuk-ı adide ile mervi olan sünen-i şerifeye istinaden inde’l-ihram koku isti’malinin cevaz ve hatta sünnetiyetine kail oluyorlardı. Fukaha-yı ızam hazeratı hal-i ihramda vika’ın hürmetini Bir de saç bıyık tırnak kesmek vücudun sair yerlerindeki tüyleri gidermek tende kendiliğinden türeyen haşeratı öldürmek caiz olmadığı hakkında da ihtilaf mevcud değildi. masını bütün fukaha tecviz ederdi. Fakat böyle bir sebeb-i mücbir mefkud iken ancak keyif veya temizlik için [yıkanmayı] söylerdi. Cumhur-ı fukaha ise her ne sebebe mebni olursa olsun muhrimin başını yıkamasında hiç bir beis görmezlerdi. nin rivayet etmekte bulunduğu sünnet üzere bina-i kelam ediyorlardı. sı fidyeyi mucib olur derlerdi. Fakat Ebu Sevr ve sair bazı fukaha tıybe mahsus olan hatmiye de teşmilini muktezi gibi görünen delilin kuvvetine mani’ olamadıklarından lüzum-ı fidyeyi kabul etmezlerdi. Maamafih her iki taraf muhrimin hatmi ile baş yıkamasını caiz görmezlerdi. İmam Malik memnuat-ı ihramdan sayılan ilka-yı tefes izale-i evsah bulunduğuna göre muhrimin hamama girmesini mucib-i fidye addederdi. İmam Ebu Hanife İmam Şafii İmam Süfyan-ı Sevri Davud-ı Zahiri hazeratı alelıtlak ilka-yı tefesin memnuiyetine kail olmadıklarından duhul-i hammamı tecviz ederlerdi. Bütün fukaha muhrimin sayd-ı şikar etmesi sayd ettiği şikarın etinden yemesi caiz olmadığı hakkında müttefik caiz olup olmadığı hakkında ihtilaf vardı. İmam Ebu Hanife bunu ale’l-ıtlak tecviz ederdi. İmam Malik de ihramda bulunanlar duğuna kail idi. İmam Süfyan-ı Sevri ise ale’l-ıtlak hürmeti cihetini iltizam eylerdi. Mahmasa halinde bulunan muhrimin meyte ekl ederek şeklinde yazılmıştır. mi yahud Harem dahilindeki şikarları avlayıp yiyerek mi def’-i cu’ etmesi lazım geldiği hakkında ihtilaf edildi. İmam Ebu Hanife İmam Süfyan-ı Sevri İmam Züfer ve sair bazı erbab-ı fıkh meyte ve hatta lahm-ı hınzir ile def’-i cu’ etmek kabil olduğu surette hakk-ı ihrama ihtiramen memnuatından olan sayd-ı şikarı irtikab etmeksizin geçiştirmeyi münasib görüyorlardı. İmam Ebu Yusuf ise haram-ı laine olan lahm-ı hınzir ve lahm-ı meyte eklini irtikab etmeyerek ancak laine ihram sebebiyle olan avladığı şikar etiyle hal-i ıztırardan kurtulmağı daha ma’kul buluyordu. Hal-i ihramda nikahın caiz olup olmadığı hakkında dullah bin Abbas radıyallahü anhümadan mervi olan sünnet-i şerifeye istinaden muhrimin nikahı caiz olacağı cihetini rivayet etmekte bulunduğu sünnet-i şerife ile Ali bin Ebi Talib min nikahı sahih olmayacağına kail oluyorlardı. KADIM YUNANILERLE KURUN-I VÜSTADA TENASÜH Pitagor’un dimağ-ı irfanında muayyen bir şahsiyet kazanan tenasüh fikri Eflatun’un zeka-yı hikmet-penahı ile daha rengin daha felsefi bir şekil almıştır. Eflatun tenasüh fikrini söyleyen esasat-ı felsefiyyeyi “tabiat” ve “vicdan-ı beşeri”den Fil-hakıka karn-ı evvelin bu hakim-i zi-iştiharı Fedon Le Phedon ünvanlı kitabında diyor ki: “Kainatı nafiz bir nazarla mütalaa edersek alelade ahvalde nazarımıza çarpmayan birçok hakayıka kesb-i ıttıla’ edebiliriz. Bu sayede pek güzel anlarız ki tabiatta “Tesadüfler Kanunu” bütün şiddetiyle hükümran olmaktadır: Biz sahne-i tabiatta suret-i daimede mevtin hayata halef olduğunu görmüyor muyuz? Şu halde hayatın da bilahare mevti vely edeceğine ona halef olacağına niçin inanmayalım? “Kainatta cari olan kavanin-i umumiyyeyi tedkık ede ede beşeriyete kadar iner ve kendi ruhumuzu dinlersek hayatın da mevte halef olacağı kanaatinin tahatturatımızla tasdik edildiğini anlarız. Öğrenmek tahattur etmekten başka bir şey değildir. Biz hayat-ı hazıramızda birçok şeyler öğreniyoruz yani ruhumuz bu cesede girmeden evvel yaşamış olduğunu tahattur ediyor. O halde ruhumuzun bu cesedi terk ettikten sonra da müteakıben başka bedenlere ifaza-i hayat edeceğine inanmamız için ne mani’ vardır?.. “Ruh bedeni terk ettikten sonra melekatına uygun ve kendi için hazırlanmış bir cesed bulamazsa o vakit bil-mecburiyye Pitagor’un makale-i sabıkamızdaki mütalaatı ile Eflatun’un yukarıya derc edilen efkarı bize gösteriyor ki karn-ı evvelin şu iki feylesofu bu alemden başka bir alemin daha vücuduna i’tikad ediyorlarmış! Biz Eflatun’u daha yakından tedkık ederek bu babdaki fikrini daha vazıh bir surette anlamak için feylesofun Cumhuriyet La Republique ünvanlı eserinden bazı parçaları nakledeceğiz. Eflatun bu kitabında diyor ki: “İnsanlar öldükten sonra tekrar dirileceklerdir. Günahkar ruhlar bu iki hayat arasında güza[r] eden müddet zarfında cehennemde kalırlar.” Eflatun ervah-ı safileyi cehenneme soktuğu gibi ervah-ı aliyye için de büsbütün başka şekilde bir hayat-ı cavidani tasvir ediyor ve fazilet-i ilmiyye ile pirayedar hikmet ü irfan derbederi layık göremiyor. Eflatun’un bu husustaki fikrini anlamak için La Republik kitabından naklettiğimiz aşağıki satırları okuyalım: “Levsiyyat-ı cismaniyyeden azade olarak saf ve nezih bir halde bedenden ayrılan ruh hayat-ı cismaniyyeyi büsbütün unutur ve yalnız hakıkatin tefekkürüyle meşgul kalırsa derhal kendine müşabih bir aleme hikmet ve ebediyetle meşbu’ bir cihan-ı lahutiye uruc eder ve orada cehaletten nakayıstan hatalardan ve korkulardan hatta hayat-ı maddiyyede kendisini kıvrandıran muhabbetlerden sızlandıran aşklardan velhasıl tabiat-ı beşeriyyeye merbut olan bütün fenalıklardan azade olarak; tasavvur olunamayacak kadar ulvi ve rengin; bir saadete mazhar ve alihelerle hem-ahenk bir hayat-ı cavidaniye nail olur.” Görülüyor ki Eflatun hayat-ı müstakbeleyi sırf ruhi bir nokta-i nazardan tasvir eylemiştir. Mesalik-i felsefiyye tedkık edildiği zaman –en ma’ruf simalar arasında bile– hiçbir meslek-i müesses görülemiyor ki felsefe-i ruhiyye Spiritualisme sahasında Eflatun’dan daha ileriye gitmiş olsun. Mısır’ın ancak kaba bir krokisini çizebildiği Hind’in hayat-ı zelilaneye meşher addettiği tenasüh Eflatun tarafından rengin ve hayali şükufelerle donatılmış cazib ve müsahhir bir şekle sokulmuştur. Şurası da şayan-ı dikkattir ki tenasüh fikri Eflatun’dan sonra da bir kısım feylesofların dimağında hayal-perver harekat uyandırmakta devam eylemiştir: Kurun-ı vüstanın mahdud fikirli mütefelsifleri hükema-yı kadimenin mesalik-i felsefiyyelerini karıştırırken Pitagor ve Eflatun’un tenasüh hakkındaki fikrini de ihya etmeye yeltenmişler ve bu fikirleri Mısır ve Hind’in akıdeleriyle mezc ederek ortaya pek acib nazariyeler çıkarmışlardır. Fil-hakıka nafiz bir nazar İskenderiye Mektebi’nin Yahudilik ve Hıristiyanlık kisveleri altında arz ettiği simalarda tenasüh akıdesinin gizli hututunu görebilir. Doğrusu İskenderiye Mektebi’nin tasvir ettiği sudur ve tecelli mebadisi Le principe de l’emantion ile fikri vahdet-i vücudun Pantheisme serd ettikleri nazariyeye pek çok yaklaşmış olduğu görülüyor. Tenasüh fikrinin Plotin ve Ammonius Saccas mekteplerine Pitagoriyenlerin an’aneleri Hindiler esatiri şeklinde girmiş olduğu şübhesizdir. Siriyen Porfir Syrien Porphyre Eflatun’un tahattur Reminiscence faraziyesini bir hakıkat-i müsbete suretinde kabul ederek her insanın hayat-ı hazırasından evvel başka bir hayat geçirmiş olduğu fikrini tervice çalışmıştır. Porfir’e göre ruhlar evvelki hayatlarında bir takım hatalar günahlar kendilerine kisve-i cismiyye giydirilmiştir. Maasi-i sabıkanın az veya çok olduğuna göre ruhu kaplayan bu kalıb da az veya çok maddidir. Kalıbın maddiyyetçe tebeddülatı neticesi olarak ruhların bazıları havai bir cesedle corpsaerien bazıları da insani bir bedenle birleşmişlerdir. Ruh girdiği cesed dahilinde vezaif-i mükellefesini hüsn-i ifaya ihtimam ettikçe beşeriyetin meratib-i aliyyesini sırasıyla geçerek mertebe-i velayetten melekiyyete ve daha sonra melek-i mukarreb derecelerine Aba-i keniseden olan Porfir’in şu mütalaası ile Eflatun’un tenasüh hakkındaki fikri arasında hemen hiç bir fark göremiyoruz. Yalnız Porfir tenasühü hayvanata kadar indirmeyerek silsile-i insaniyye dahiline hasr ediyor. Bu silsilenin kısm-ı ulvisi uluhiyete kadar i’tila ettiği halde diğer kısmı da cehenneme kadar nüzul ediyor. Fil-hakıka Porfir cenabları ervah-ı aliyyeye mukabil bir de ervah-ı habise farz ediyor ve bunları bedeninden ayrılan bir insan ruhunu diğer bir beden dahiline girmeye icbar etmek vazifesiyle mükellef tutuyor… Yahudilerin Kabbal’ında Kabbale daha ahlakı daha yüksek ve daha ziyade tesliyetkar olmak üzere tenasüh akıdesinin esasları teşhis olunabilir. Kabalistlerin sistemine göre; bütün mevcudat-ı müteşahhısa gibi; ruhların da mevcud-ı ulviye rücu’ etmeleri mukadderdir. Fakat ruhların bu payeye vusulü kendilerindeki cürsume-i la-yefnada mündemic olan bil-cümle kemalatın inkişaf etmesiyle meşruttur. Birinci hayat esnasında bu inkişafa mazhar olamayan ruhlar; fezail-i lazimeyi iktisab edebilmek vesaitini buluncaya kadar; ikinci ve üçüncü bir hayat geçirmeye mecbur olurlar. Ruhun bu suretle bedenden bedene intikali keyfiyeti inkişaf-ı tamma mazhar olarak fena fillah zevkini tattığı anda hitam bulur ve ba’s-i kainata kadar bedenle olan alakası munkatı’ olur. Porfir’in mesleğinde olduğu gibi Kabbala sisteminde de tenasüh hayat-ı hayvaniyye dairesine münhasırdır. Tenasüh fikri yalnız Kabbal’ın müridleri arasında da zuhur ve taammüm etmekle kalmamış bütün Yahudiler arasında da; haşr u neşr akıdesinden müstakıl olarak; intişar etmiş ve müddet-i medide hükümran olmuştur. Tenasüh akıdesi Yahudilikten Hıristiyanlığa da sirayet eylemiştir. Yuhanna İncili’nden naklettiğimiz şu parça müddeamızı te’yid edecek vesaiktendir. Fil-hakıka Yuhanna a’ma gördü. Refakatindekiler kendisine sordular ki acaba bu adam ne gibi bir günahtan dolayı kör olarak doğmuştur? Bu günahı kendisi mi yoksa ebeveyni mi irtikab eylemiştir. Kendi günahı sebebiyle a’ma doğmuş ise bu günahı daha evvel güzar eden bir hayatta irtikab etmiş olacağı şübhesizdir.” Kilisenin tedrisat-ı resmiyyesinde tenasühten bahsedilmezse de Tevrat’ın te’siratından kurtulamayan safdil ve dindar hıristiyanların mu’tekadat-ı hususiyyelerinde bu akıdenin gizli izlerini fark etmek mümkündür. Meşhur Sen Jerom Saint Gerome Demetriyad’a Demetriade yazdığı bir mektupta bu hakıkati kemal-i samimiyetle reti akıdesi ilk hıristiyanlar arasında suret-i hafiyyede ta’lim ediliyordu. İrsi bir maraz gibi mahdud bir daire dahilinde pederden evlada intikal eden bu akıde efrad arasında mukaddes bir sır addolunur ve muhafazasına i’tina ediliyordu. Aba-i kenisaiyyeden birçoklarının bu husustaki mütalaaları Sen Jerom’u te’yid etmektedir. İncil’in meşhur müfessirlerinden Orijen Origene kitaplarında bu mes’eleyi münakaşa ettiği esnada; kütüb-i mukaddesenin bazı rivayetlerinin ancak tenasüh akıdesiyle teşrih edilebileceğini i’tiraf ve bazı misaller serd ediyor. Orijen diyor ki: Kütüb-i mukaddesenin hazret-i Ya’kub’la Jacob büyük biraderi Esaü arasında kable’l-vilade bir takım mücadeleler vuku’ bulduğuna ve buna mümasil ahvale dair olan beyanatının anlaşılabilmesi tenasüh akıdesinin kabulüne vabestedir. [Tenasüh] akıdesinin Yahudilik ve Hıristiyanlık arasına pek gizli bir surette sokulmuş olduğu muhakkaktır. Fil-hakıka Hıristiyanlık aleminde mühim bir mevki’ sahibi olan İskenderiye piskoposlarından birisi hilkati bile tenasühle izah etmeye kalkışarak diyor ki: “Cenab-ı Hak kainatı kudretini izhar ve eltaf-ı Rabbaniyyesinin tecellisini göstermek için halk etmiş değildir. Hilkatin sebeb-i hakıkısi ruhların; bu dünyaya gelmeden evvel yani daha semada mekten ibarettir. Behemehal bir cesede girmeye mahkum olan bu gibi ruhların daha çok ıztırablara mübtela olmalarını te’min için de Fatır-ı Mutlak hilkatte birçok noksanlar bırakmıştır. Orijen ruh-ı beşerin uzviyet-i hayvaniyyeye kadar tenezzül etmeyeceğini iddia hususunda Porfir’den Kabbal’ın müridlerinden daha ileri gitmektedir. SAHAIF-I TENKID Bismillahirrahmanirrahim: Tercümesi: “İşte sana onların kendi yolsuzlukları yüzünden Geçenler varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı zairsiz mezarından; Yürekler parçalar bir nevha dinler rehgüzarından. Bu matem kimbilir kaç münkesir kalbin gubarından Huruş etmekte son ümmidinin son inkisarından! Evet son inkisarından ki yoktur cebrin imkanı: Batıp gitmiş nazarlar beklemekten fecr-i nazanı! Nasıl ey yolcu bin la’net gelip ezmez ki vicdanı? Dudaklar çak çak olmuş içerken zehr-i hüsranı Uzaktan baktı –koşmak nerde!– milyonlarca yaranı! Bu ıssız aşiyanlar bir zaman gayet muazzezdi; Bu damlar böyle baykuş seslerinden çın çın ötmezdi! Şu kurbağlar seken vadide ceylanlar koşup gezdi! Şu coşmuş ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi! Fakat bir bad-ı nekbet ansızın hep kırdı hep ezdi! Vefasız yurt öz evladın için olsun vefa yok mu? Neden kalbin kararmış bin ocaktan bir ziya yok mu? Vatansız hanümansız bir garibim mülteca yok mu? Bütün yokluk mu her yer? Bari bir yok der sada yok mu? Nasıl bir nakkad-ı bi-insaf olsak şu mükemmel nazmın bir noktasında noksan-ı san’at bulamıyoruz şu selsebil-i ahengin bir katresine zerre-i gubar karıştığını göremiyoruz. Mutlaka bir zıll-i kusur olsun bulmak istersek birinci bendin rü cami’ bulunduğunu söyleriz. Fakat bilmem bu derecede müşkil-pesendlik Akif’in nazmını tahlil ederken bile caiz midir? Üçüncü bendin kafiyeleri ne kadar yeni ve güzel yeni. namayacak tükeniverecek sanıyor; sonra biribirinden güzel san’atta san’atkar olmayanlar için sehl ve bi-külfet görünen tabiiyyetin ne ezici öldürücü bir muvaffakıyet olduğunu bilirler; lafzı ma’nasıyla beraber sünuh edivermiş sözler nücum-ı leyle-i yelda kadar nadirdir! Demek asar-ı bediiyyede –ekseriyet üzere– maani elfaza feda ediliyor. Hayır: Her nefise-i san’at mübdiinin bir ma’şuka-i vicdanıdır; şair onun riyaz-ı tabiatından bedia-ruba-yı tezehhür olmasına çalışır onun güzelliklerini elvah-ı gunagunuyla görmek ister; fakat hüsnüne arız olabilecek şevaib-i tezeyyünden tüyleri ürperir: Her nazm melike-i mealin hüsn-i uryanına atılıvermiş bir lihaf-ı barik ü nazandır; şair o simin nikab-ı zuhuru ma’şukasının baria-i letafetine nasıl bir levha-i tecelli teşkil etmek adeta bir mücadeledir: Bütün şekillerine en ince kırmalarına müstesna güzellikler vermek istediği o burka’-ı hariri nazan asabiyetleriyle sevimli hırçınlıklarıyla şairin haif ü lerzan ellerinden süzülür düşer; kendine verilmek istenilen eşkal-i hüsnü beğenemez sevemez; o da kendi fıtratına göre şekiller almak için çırpınır; biçare şair ma’şuka-i bediasının huzur-ı kemalinde olduğu kadar da ona örtmek istediği perde-i nazın muannid ve müstehzi pervazları karşısında aciz ü hayran –nihayet onu tutar ona bir şekl-i teayyün verebilir. Çocukların ahularla oynamasını andıran bu mücadele-i bedia-cuyanede şairin kalbi çocuk yüreği kadar saf fikri çocuk zihni kadar şeffaf ise gazal-i san’atın nihayet kendisine ram olmaması kabil değildir. Şu kadar ki çocuğun ceylanına meftun olmaması da mümkün olamaz: Şairin tersim edeceği levha-i bedii ma’şukasına vermek istediği şekl-i nazeninden her halde az çok farklı olacaktır. Yalnız o farklar sehabe-i san’atta görülecek o ince izler evrak-ı hadraya süzülmüş ceylan nazarları kadar güzel olmak lazım gelir. O kadar ki avarız-ı san’at hüsn-i vakur-ı asliye bir nevin letafet coşmuş ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi” mısraında nasıl inkişaf ediyor: Şübhesiz ki bu mısra’ “sezdi” kafiyesini getirebilmek için yazılmıştır; lakin o kafiye o bir kelimecik ne ruh-aşub bir bedia-i hayaliyyenin sünuhuna badi oluyor: Şimdi coşkun coşkun ağlayan ırmak vaktiyle mes’ud ve handan sermest-i muhabbet kenarlarında dolaşan gençlerin o timsal-i aşk u vefa vücudların gölgelerine cilvegah olmuş onları “sezmiş”! Bütün bir levha-i tasviri böyle bir kelimenin ma’na-yı nazanına derc edivermek ne büyük muvaffakıyet-i şairanedir. Şiirin şu dört muhammesten ibaret küçük manzumenin kıymet-i ma’neviyyesine gelince: Bunu ben pek yüksek buluyorum. Guya ki İslam’ın “çiğnenmiş diyarından” kopan nevehat-ı mazlumane şairin kalbine toplanmış ona katre katre ateşin sümum-ı ye’s ü hırman dökmüş; o feryadlar o acı zehirler şairin yüreğini ezmiş ezmiş… nihayet o yürek bir lisan-ı feryad oluvermiş çırpına çırpına bütün acılarını söylüyor! Öyle söylüyor ki miraret-i enininden zehirlenmeyecek lemez. Hele ben bu şiiri okuduğum zaman o kadar derin bir acı hissettim ki vatanın hengame-i felaketi bütün fecayi’-i meş’umesiyle Mehmed Akif’in lisan-ı ıztırabından ruhuma takattur ediyor sandım. Şiirde muazzam bir karihanın mahsulü olan büyük bir hayal azametli bir tasvir mi var? Hayır! Fakat bu şiir bir hiss-i mücessem bir hiss-i zi-hayattır! Bir feryad-ı ruhtur ki kalbi tutar yayılır. Şair “Batıp gitmiş nazarlar beklemekten fecr-i nazanı” mısraıyla başladığı nevha-i me’yusaneye ye’s ü zucretin son mertebesine vasıl oluyor da “Bütün yokluk mu her yer bari bir yok der sada yok mu” sözüyle hatime veriyor. Şiir burada tamam olmuş artık lisan-ı feryad ebkem kalmıştır; lakin şair yalnız değil: Mesaibgah-ı vatanda kendisiyle beraber dolaşan bir “yolcu” var; bu “yolcu” kimdir acaba? Kimdir ki şairin cuşiş-i hissiyyatından bizar oluyor onu bırakıp gitmeye kalkışıyor? Yolcu yine şairin kendisi hiç başkası değil: Yolcu şairin kuvve-i muhakemesinden ibaret. Guya o kuvve-i muhakeme bu galeyan-ı hissiyyattan teneffür ediyor; şaire “Ne feryad ediyorsun? Vatanı bu girive-i inkıraza düşüren vatanın öz evladı değil midir?” demek istiyor. Acılığını umk-ı ruhunda duyduğu bu itab-ı sail şairin yüreğini yerinden oynatıyor ve hemen yolcusundan yani kendi kuvve-i muhakemesinden: Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım beytiyle istimdada başlayarak feryadına fakat bu defa daha mukni’ ve müeyyid bir lisan ile tekrar girişiyor: Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım: Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım! Ne yapıp ye’simi kahr eyleyeyim bilmem ki? Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki! Ah karşımda vatan namına bir kabristan Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan? Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor ey yolcu Nereden başladı yükselmeye bak nerde ucu! Bu ne hicran-ı müebbed bu ne hüsran-ı mübin Ezilir ruh-ı sema parçalanır kalb-i zemin! Azıcık kurcala toprakları seyret ne çıkar: Dibcik altında ezilmiş paralanmış kafalar! Bereden reng-i hüviyyetleri uçmuş yüzler! Kimbilir hangi şenaatle oyulmuş gözler! “Medeniyyet” denen alçaklığa la’netler eder Gibi yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler! Süngüden kalbura dönmüş nice binlerle beden Nice başlar nice kollar ki cüda cisminden! Beşiğinden alınıp parçalanan mahlukat! Sonra namusuna kurban edilen bunca hayat. Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler! Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler! Teki binlerce kesik göğdeye aid kümeler: Saç kulak el çene parmak… bütün enkaz-ı beşer! Bakalım yavrusu uğrar mı deyip karnından Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nisvan! Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün! Müslümanlıkları biçarelerin öyle büyük Bir cinayet ki: Cezalar o nisbetle küçük! Nazımdan evvel şiiri mevzu’-ı bahs etmekten kendimi alamayacağım: Aman ya Rabbi bu ne müdhiş tasvir-i hal ne kanlı levha-i helak! Sarsar-ı zulm ü vahşetin hanümanlardan beyabanlardan bütün müslüman yurtlarından Osmanlı bucaklarından koparıp sürdüğü “enkaz-ı beşer” işte şu manzumenin bu şelale-i pür-cuş u huruşun feveranlarına kapılmış geliyor vuruyor ezip kırıyor! Şiirde öyle canlı bir tedric-i saıd var ki! Şairin pençe-i sehhar-ı san’atı Ah karşımda vatan namına bir kabristan Yatıyor şimdi nasıl yerlere geçmez insan beytini polad bir kelpeten gibi kalbe uzatıyor kalbi vücuda rabt eden habl-i canı yakalıyor sıkıyor… Gittikçe sarsa sarsa çevire çevire sıkıyor… Gittikçe daha celladane bir hışım onu yerinden söküyor kanlı kanlı fırlatıyor. İşte netice işte: Bakalım yavrusu uğrar mı deyip karnından Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nisvan! beytinin tasvir ettiği levha-i fecaatten hasıl olan te’sir!! Bu kuvvette bir tasvire şiirlerimiz arasında pek na[di]r tesadüf olunur. Tasvirin ruh-ı mübdii kuvve-i muhayyiledir. Fakat Rumeli’nin tarih-i alamımıza ebediyyen intikal eden dastan-ı fecayii de böyle canlı kanlı elvah-ı mesaib ilhamına –hayfa ki!– pek müsaiddir. Demek isterim ki mevzuun mahiyet-i elimesi şairin kuvve-i hayaliyyesine pek vasi’ mikyasta hayaliyye yüksek bir derecede mevcud olmasaydı böyle bir şiir bu feyezan-ı ilham ile kendisinden sünuh edemezdi: Hayali solgun çiçekler gibi bi-tab ü şa’şaa ne kadar şair vardır ki elvah-ı nuranur-ı tabiatten bir lem’a-i zi-hayat alıp da nazargah-ı bedayi’-perestanda onu temsil etmeye muvaffak olamaz. Şiirden nazma nakl-i bahs edelim: Bu kuvvette bir şiirin kisve-i zi-ruhu olan nazım da doğrusu fevkalade! Zaten başka türlü olamaz ki: En tayyar ve vahşi bir kebuter-i ilhamı mensuce-i dam-ı nazmının hayyat-ı şu’le-darına ram eden Mehmed Akif böyle tehevvüründen kükremiş fakat her tarafından mecruh olmuş bir gazanfer-i fikr ü hayali mi selasil-i elfazıyla bağlayamayacak? Bu ikinci parçada vezin değiştirilmiş çünkü fikirde bir tahavvül var: Şair manzumesinin ilk bendlerinde kalbiyle ağlayıp dururken nihayet fikriyle düşünmeye başlıyor kendisini biraz zaman hal-i ye’s ü hicranına bırakmış olan “yolcu” ile muhatabaya bir ihtiyac hissediyor bir başka vezin ihtiyarıyla aheng-i nazmına bir cereyan-ı nevin veriyor. Burada vezni değiştirmek o kadar tabiidir ki vezin ihtiyar edilmeden –hele evzan-ı aruziyye ile– selis bir şiir lisanı mealine muvafık bir manzume yazmak nasıl kabil olabileceğini adeta idrak edemiyor! Bir makalemde daha söylemiş idim: Bir manzumede veznin tebdili burada olduğu gibi mealin tebdiliyle müterafık olmalıdır. Yoksa keyfe me’ttefak birkaç vezin ihtiyarıyla şiir yazmak tertib-i nazmda aczden başka bir şeye delalet etmez. Ey bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp Yükselen mevkib-i ervah! Sakın arza bakıp Sanmayın şevk-ı şehadetle coşan bir kan var Bizde leşten daha hissiz daha kokmuş can var! Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza! Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza! Tükürün cebhe-i la-kaydına şarkın tükürün! Kuşkulansın görelim gayreti halkın tükürün! Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere! Tükürün Ehl-i Salib’in o hayasız yüzüne! Tükürün onların asla güvenilmez sözüne! Medeniyyet denilen maskara mahluku görün! Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün! Hele i’lanı zamanında şu mel’un harbin “Bize efkar-ı umumiyyesi lazım garbın; O da Allah’ı bırakmakla olur.” herzesini Halka iman gibi telkın ile dinin sesini Susturan abtalın idrakine bol bol tükürün!!.. Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün Bana vahdet gibi bir yar-ı müsaid lazım Artık ey yolcu bırak ben yalınız ağlayayım!... Bazen bir kelime bütün bir şiirin ruhu oluverir. O kadar ki şair manzumesini ne derecede güzel tesmiye ederse etsin kendisinin kabul ettiği sername kale alınmaz şiiri onda hakim olan kelime ile yad olunur. Mesela Nef’i’nin na’t-ı meşhuru “ Sözüm ” kasidesi Namık Kemal’in Cezmi’de münderic şiiri “ Yüksel ” manzumesi ünvanlarıyla meşhur olmuştur. mıyla şöhret-şiar olup kalacaktır. Çünkü kelime kuvvetlidir canlıdır yenidir. Şair bu kelime ile bütün Osmanlıların nefret-i vicdanını söylüyor bu kelimeyi hezimetimizi hazırlayanların alkışlayanların suratlarına yapıştırıyor! Bu kelime bir manzumenin değil bir tarihin ünvanıdır; bu kelimeyi bulan çehre-i seyyiatımıza çarpan şairin değil milletin vicdanıdır! Kelimeyi sakıl yahud müstehcen görmek acaba kabil midir? Hayır: Samimi bir heyecanı hakıkı bir buhran-ı kalbi tasvir eden kelimat –hadd-i zatında pek ziyade müstehcen olmamak şartıyla– o samimiyet ve hakıkatin derecesine irtika eder hatta mahiyet-i meale kuvvet verir celadet-bahş olur. sini muhafazada ifrat-ı i’tina hatta taassub gösteren bir şair bile –ne kadar rikkat-i hisse malik olursa olsun– bu lafızdan bir şemme-i istihcan alamaz; bilakis kelimenin manzumeye ruh-ı şiddet ifaza ettiğini görür kelimeyi sever tekrar ettikçe daha ziyade sever. Bu bir hakıkat-i bediiyye olmakla beraber Mehmed Akif’in “ Tükürün ” lafzını yazmakta nasıl bir maharet-i san’atkarane ibraz ettiğine de nazar-ı dikkati celb ederim: Onun hitabı “mevkib-i ervah”a aiddir; insanları değil ruhları kuvvetli canlı kelimesinin medlulüyle çehre-i la-kaydımıza hakaretler nefretler yağdırmaya da’vet ediyor! Muhatab mücerreddir hitabın kendisine tevdi’ ettiği vazife-i tahkır bit-tabi’ her türlü maddiyetten tecerrüd eder. Şu bendin cezalet-i beyanını tasvir için kelime bulamıyorum nazım o kadar haiz-i kemaldir. Son parçayı anlamak lisan-ı tasavvufa pek bigane olmamak lazım gelir: Hicran tefekkür-i uluhiyyetten tebaud demektir ki beşer akliyatına Rabbaniyyenin teemmülüne vakf-ı nefs etmektir. Şair “yolcuya” yani kendi aklına diyor ki: “Düştüğün girive-i ıztırabda boğulup kaldın bir nur-ı hakıkat göremedin beni çıldırttın artık ey pençe-i idrak giriban-ı aczime yapışma! Beni bırak bırak ki ben Allah’ıma teveccüh edeyim Allah’ımla yalnız kalarak ağlayayım!” Kıymet-i şi’riyyeye gelince: Acaba manzumenin şu son parçası birinci ve ikinci parçaları kadar güzel midir? Denilebilir ki “Şair kuvvetli bir kelime bulmuş onu muttasıl tekrar etmiş; bu tarz-ı beyanda bir ruh-ı şiddet bulunduğu inkar olunamaz ise de “şi’r-i halis” olmak i’tibariyle son parça evvelkiler gibi güzel değil!” Böyle bir mütalaa varid olursa şu cevabı veririz: Evvela bir kuvvetli kelimenin tekrarıyla da pek müheyyic pek güzel bir şiir bir “şi’r-i halis” yazılabilir. Nasıl ki burada yazılmış: Şair manzumesinin birinci parçasında İslam’ın çiğnenmiş diyarını ikinci parçasında beşerin enkazını tasvir ediyor; üçüncü parçasında da bu kanlı tasvirlerin müdhiş levhaların alamına boğulan kalbinden milleti inkıraza sürükleyenlere karşı kemal-i heyecan ve şiddetle nefretler yağdırıyor. En güzel şiirler hissi olanlardır. darıdır. Bu şiddet ve azametiyle beraber samimiyetine de insanı hayran ediyor: İnsanları şark ve garbı kahbeleri Ehl-i Salib’i medeniyeti …. hasılı bütün asrı hakaretlere boğduktan sonra şirane tehevvürlerinden bi-tab ü tüvan kalan şair acz-i insaniyyete ne güzel sukut ediyor son beytinde nasıl hazin hazin ağlıyor! Saniyen son parçada şiir yalnız bir kelimenin tekrarıyla değil belki her beyitte bütün samimiyet ve ulviyetiyle barizdir. Bilmem bunu tahlil etmeye lüzum var mı? Ey bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp Yükselen mevkib-i ervah!... Bizde leşten daha hissiz daha kokmuş can var! Medeniyyet denilen maskara mahluku görün Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün! parçalayıveriyor! Mütalaat-ı naçizanemize artık netice verelim: Mehmed Akif’in bu şiiri eş’ar-ı muhalledemiz arasında kalacaktır asırlarca yaşayacaktır. Çünkü büyük bir müslüman yüreğinin büyük bir Osmanlı yüreğinin büyük bir feryadıdır! Bu şahdane-i vicdan ve irfanın ebediyyet-karin olduğuna ben onu inşad ettiğim zaman iltimaatını etrafımda bulunan ma’sumların bile gözlerinde görmekle iman eyledim! Mehmed Akif’in bu şiirini büyüğümüz küçüğümüz hepimiz ezberleyeceğiz evlerde mekteplerde sahnelerde meydanlarda okuyacağız okutacağız; hıçkıra hıçkıra boğula boğula burc-ı mekrümete i’la edebilecek kudret-i teshiriyyeyi haiz ve bir ayet-i kerimenin tefsiri i’tibariyle adeta mertebe-i kudsiyyete nail olan böyle bir şi’r-i a’la-hikmetin nazım-ı muhteremi için en samimi en ciddi tebrikat-ı vicdaniyye ancak vatanın füyuz-ı atiyyesini yine bu kadar ali fakat bunun giryan olduğu kadar handan bir manzume ibda’ ederek tasvire muvaffak olması temenniyatıyla ifa edilebilir. MILLET İRŞADA MUHTACDIR Evet millet-i İslamiyye hakıkaten irşada muhtacdır. Müslümanların her zaman her yerde duçar oldukları felaketlerin en birinci saikı amili; vazife-i diniyye ve milliyyelerini layıkıyla bilmemeleri; bu hususta kendilerini şahrah-ı selamete mahrum bulunmalarıdır. Balkanlar muharebe-i meş’umesinde duçar olduğumuz mağlubiyetlerde felaketlerde dinsizlik büyük ve mühim bir mevkı’ işgal etmiş düşmanlarımız ise mensuh ve binaenaleyh batıl bir dine mensub olmalarıyla beraber askerlerine ahalisine karşı mütedeyyin hem de fevkalade mütedeyyin görünmek kilise hayatına büyük bir merbutiyet göstermek en küçük bir zabitinden ta ordu kumandanına hatta prenslerine krallarına varıncaya kadar rüesa-yı ruhaniyyelerine ala-melei’n-nas –ihtimal ki zahiri– ihtiramkar bulunmak suretiyle ahalide büyük bir irtibat-ı dini ve milli te’min etmişler; bundan da cidden pek ziyade istifade eylemişlerdir. Bunu gözümüzle gördük. Heriflerde vatan hissi milliyet duygusu kökleşmiş kökleştirilmiş. En adi bir Bulgar’ın milliyetine küçük bir ta’rizin – taarruzun değil– etrafında; bütün bir memleket halkı ictima’ eder onu reddeder izale eder temizler. O; onu reddetmeden rahat etmez ve ettirmez. Biz hepimiz hatırınız kalmasın “vurdum aldırmaz.” Onların seramedanı milliyet hissiyle zafer ümidiyle menafi’-i siyasiyyeleri birbirine kat’iyyen benzemeyen dört devleti dört devlet ahalisini Salib altında birleştirdikleri halde biz bir dine bir devlete mensub müslümanları dinimizin emirlerine rağmen bir Hilal altında ictima’ ettiremedik. Az kaldı ki hazret-i Fatih İstanbul’u fethettiği gün ne halde buldu Balkanlıların bilhassa gözümüzle gördüğümüz Bulgarların her taburunda ikişer tane papas var idi. Seyyar ve sabit hastahanelerdekiler de başka. Onların vazifeleri ayrı. Bir tanesi askerin mesail-i diniyyesini halle fasla me’mur. İkincisi tabur vaizi. Bunun da vazifesi yirmi dört saatte bir defa –zabitan başta olduğu halde– bütün tabura irşadat telkınat. Her alayın da büyük bir papası reis-i dinisi var. Pazar günü her nerede olursa olsun alayı teşkil eden tabur efradına salib’i öptürmek salib altında ölmek fikrini vermek vatanlarını çiğnetmemek işgal ettikleri mahallerde i’la ettikleri Salib’i de ettikleri istifade. İşte hepsi dinsiz imansız oldukları halde halka mütedeyyin görünmek suretiyle elde ettikleri faide. Bizde de bütün efrad-ı milleti her suretle ikaz edecek esbab ve avamilin her yerde bilhassa orduda tekemmül etmesi son derece elzemdir. Ramazan münasebetiyle İstanbul’da cevami’-i mübarekede ulema-yı kiram bu vazifeyi ifaya çalışıyorlar. Hem de sinin-i sabıkadan daha ciddi daha esaslı daha şümullü bir surette uğraşıyorlar fikr-i vatan-perveraneyi neşr u işaa ediyorlar. Teşekkür olunur. Fakat yine azdır. İhtiyacımız bu himmetlerin fevkındedir. Ben bunu en ziyade orduda taburda bölüklerde görmek bu vazifeyi de ifaya çalışmışlar asker arasına girmişler irşad etmişler; vatan millet duygularını bir dereceye kadar yerleştirmeye uğraşmışlar. Fakat yine orduya giden gelen hoca efendiler bize hikaye buyuruyorlar ki asker bunun fevkınde günlük beş günlük muvakkat tedbirler kafi gelmiyor. Bunlar asker olmazdan evvel memleketlerinde irşad olunmalı. Asker olunca tabura girince taburda bulacağı adamakıllı hocalarla onların telkınat-ı diniyye ve vataniyyeleri tekemmül etmelidir. Ma’zur görünüz yalnız nefercikler değil zabitlerimizin de birçoğu buna muhtac. Onlar da bir müslümana seferber halinde bulunan bir zabite bilinmesi lazım gelen ahkam-ı şer’iyyeyi bilmiyorlar. İşte size bir misal: Zabit ihtilam oluyor. Hava soğuk. Hamam yok. Hasta olacağım diyor iğtisal etmiyor. Gerek din gerek sıhhat noktasından berbad murdar bir hayat yaşıyor. Bunu gören zabitinin iki ay iğtisal etmediğini bilen neferciklerin zabitine amirine karşı merbutiyet-i diniyye ve ma’neviyyesi başkalaşıyor. Ötede askerciklerimize su iktiza ediyor. O temizlenmeden; hiç bir şeyden hayır görmeyeceğini Allah’ına asi olacağını işitmiş bellemiş. Hava soğuk. Odun yok. Yine dayanamıyor. Su başına çeşme dibine dereye koşuyor yahud arkadaşlarından aldığı daha iki matarayı kendisininki kemmel bir dizanteriye yakalanıyor gidiyor. Bundan ordunun zayiatı mühimdir. Şimdi o taburda bir mürşid olsa adamakıllı bir alay müftüsü hatta kendini bilir bir tabur imamı bulunsa da o zabite o neferata anlatsa ki: Şeriat-i İslamiyye bu babda pek müsaadekardır. Zaten hiçbir suretle müşkilat ile amir değildir. Ne bir zabitin gusülsüz gezmesine ne de bir askerin soğuktan terk-i hayat etmesine razıdır. Bu gibi hususatı nazar-ı dikkatten uzak tutmayan İslamiyet teyemmüm etmeyi tavsiye ediyor. Teyemmümden maksad müslümanlara müşkil zamanlarda seferlerde gurbetlerde zahmet çektirmemektir. Bu sayede ne o zabit gusülsüz abdestsiz yümnsüz bereketsiz gezmiş olur ne de o zavallı asker Şeriatin ahkamından da hükumetin kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkatini celb eylerim. Zaten muharebe-i hazırada büyük zararlar içinde gizlenmiş pek mühim karlar vardır. Bunlar “ibret” kelimesiyle ta’bir olunabilir. Bunlardan ati için istifade edersek istifade etmenin yolunu bilirsek zarar içinde kar bulmuş oluruz. PARIS CENEVRE EVIYAN MONTRÖ LOZAN Medeniyet hayatı denilen o dağdağaya alışmadığımdan mıdır nedendir bilmem Paris’ten Paris’in o velvele-i tenahi na-pezirinden bir türlü hoşlanamadım. Bu i’tirafımdan dolayı kümlerinde hür oldukları gibi ben de takdirimde hürrüm. Paris öyle bir memleket ki kimsenin kimseden haberi yok. Oradaki insanlar cesim bir makinenin ecza-yı muhtelifesi gibi daima müteharrik. Bana öyle geliyor ki faaliyet-i medeniyye denilen o seyl-i azimin sevk-ı cuşacuşuna kapılan kafaların birinde bir dakıka kendi alemine çekilip hayatın hal-i sükunundan zevk-ı ma’sumanesinden istifade edecek kabiliyet kalmamış. Onların nevmi yakazası sükunu hareketi bence takdir-i mahiyyeti mümkün olmayan bir halet-i diger! İşte ben Paris’i böyle gördüm böyle buldum. Fil-hakıka Bolonya Ormanı Versay Bahçesi ve saire gibi yerler bir dereceye kadar fikre sükun veriyor. Fakat benim gibi tekellüf düşmanı sadelik aşıkı olan kimseler eminim ki o mükellef o müzeyyen yerlerde de aradıklarını bulamazlar. Görülen her şey dünyalar kadar mesainin mahsulü olduğundan onların vücuda getirilmesi için sarf edilen kuvvetlerin kaffesi eserlerinin başı ucunda bekliyorlar seyredenlerden temaşa ücreti istiyorlar. Daima: Aman yarabbi insan eli değmedik onun libas-ı tasarrufunu giymedik bir şey yok mu? Bir lahza bakayım da kendime geleyim! der ve bu ümniye ile dört tarafıma göz gezidirir idim. Efsus ki semadan başka bir yer bulamaz idim. Şu aralık herkes bir tarafa savuşmuş. Zira bu mevsimde Paris’in havası hava değil semm-i katil; suyuna gelince onun için ta’bir bulunamaz. Hamd olsun bir kereden ziyade içmek nasib olmadı. İstanbul’da suyu içtikten sonra cenab-ı Hakk’a hamd eder idim. Burada daima emr ber-aks idi. Bu hava-yı semm-aludun te’sirinden olmalı geldiğimin üçüncü günü vücudumda bir kırıklık hissettim iştihadan eser kalmadı. Kuvve-i ma’neviyyem münkesir oldu. Baktım ki olacak şey değil! Bir türlü yıldızımın barışmadığı o facire-i cihan-aşinadan mufarakate karar verdim ve o günkü “Panteon” ziyaretini o akşam operanın temaşasıyla “tetvic” ederek Ziyaretlerin bende tevlid ettiği halatı ileride ayrıca yazacağım. ertesi Salı günü Cenevre’ye müteveccihen Paris’ten mufarakat ettim. “Bornovay” İstasyonu’nu geçince dünya ile aşina çıkmağa oh Yarabbi dünya var imiş demeye geniş geniş nefes almaya başladım. Cenevre’ye gelinceye kadar gördüğüm menazır fevkalade latif idi. O letafetin tasvirini şairlerimize bırakalım. Benim nazar-ı hayretimi celb eden şey Marsilya-Paris tarikı gibi oralarda da ekilmedik bir karış yer olmaması bahçelerde çalıştıklarını gördükçe içim açılıyor idi. Bir gece evvel operada gördüğüm mösyöleri gözümün önüne getirdim. Bu iki manzara beyninde ne azim tezad var idi. Hele operada bir zenci gördüm. Tuvaleti hemen beyazların kaffesine faik idi. Silindir şapkasına şapkasının zeyl-i mütemmimi olan çehresine baktıkça kavl-i kerimini tekrarda muztar kaldım. O güzel yerleri gördükçe o ceyyid havayı teneffüs ettikçe rengim yerine aklım başıma gelmeye başladı. Dağlarla nehirlerle ağaçlarla çiçeklerle hasbihale başladım. Akşam sekize çeyrek kalarak “Jan Jak Ruso”nun mevlidi olan Cenevre’ye geldik. Doğru “Tan” gölünün kenarında kain “Otel De Berğ”e Kainata ahlak dersi veren fakat çocuğunu doğar doğmaz köpek yavrusu gibi sokağa atan o hırçın ahlaksız feylesofun Biraz istirahatten sonra otelden çıktım. Şehrin her tarafını dolaştım. Sokaklar şehir gayet temiz ve dil-nişin idi. Artık gayr-i ihtiyari işte bir insan memleketi dedim. Ve bu sözü söylerken Paris’i gözümün önüne getirdim ona hitab ettim. Daha ortalık kararmadan sokaklar köprüler mağazalar bir kitle-i nur halini almış; guya ki bir mahbube-i dilara serapa pırlantalarla donanmış idi. Ah o elektrik lambaları ne zaman bizim memlekete de girecek! Ma’lum ya Cenevre şehri kuyumculuk ve saatçilik san’atları minakari ma’mulatı ile meşhurdur. İnsan bir türlü mağazaların önünden ayrılamıyor. Ne gerdanlıklar ne broşlar ne yüzükler ne minakari saatler madalyonlar ne kutular yapmışlar! İnsanın baktıkça bakacağı hepsini alacağı geliyor. Mağazaların camekanlarında yanan elektrik lambaları o rengarenk ahcar-ı nefiseden ma’mul masnuat-ı muhtelifeye nur-endaz oldukça her mağazanın camekanı bir meşher-i envar halini alıyor. Memleketin kendisine has olan bu sanayi’-i nefisedeki terakkıyat-ı harikuladesine hayran oldum. Mağazaları kadınlar muamelede bulunuyorlar. Hatta insan birçok şeylere bakıp da hiçbir şey almadan kuru bir i’tizar ile mağazadan çıksa guya birçok şeyler almış gibi nazikane iltifat ile müşteriyi teşyi’ ediyorlar. Müşteriye karşı kat’iyyen gılzet yok. Nermin sadalarıyla hoş-ayende edalarıyla insanı bir şey almaya mecbur ediyorlar. Bu aralık esnafımızdan bazılarının müşteriye malının zekatını veriyor yahud tasadduk ediyor gibi menn ü eza ile muamele etmeleri gözümün önüne geldi. Şu kadar diyebilirim ki bulunduğum şehirlerde kime müracaat ettim; kimden bir şey sual eyledim ise zerre kadar dürüşt bir muamele görmedim ve bu hali cidden takdir ettim. “Lozan”a gitmek üzere “Uşi”ye geldiğimde vapur iskelesinde yetmişlik nahif bir adam bizim kısa “valiz”i yüklendi yüz elli iki yüz hatve kadar götürdükten sonra bir çek çek arabasına koyup “funiküler” istasyonuna götürdü. Funikülerin hareketine epeyce bir zaman var idi. Herifin kısmetine mani’ olmamak için ücretini verdim ve valizi bırakıp gitmesini ifham ettim; herif daha vazifesini ikmal etmediğini anlatacak bir tavır ile başını salladı ve yerinden kımıldanmadı. Funiküler geldi “valiz”i yük vagonuna teslim ve bana teşekkür ederek gitti. Bunun naklinden maksad ne olduğu Esasen Cenevre’de bir günden ziyade kalmayacak idim. Fakat şehir gayet hoşuma gittiğinden iki üç gün kalmaya vücudumu dinlendirmeye karar verdim. Öyle de yaptım. Ertesi günü “Jan Jak Ruso” Adası’na gidip Cenevreli feylesofun tunçtan heykelini temaşa ettim. “Ruso”nun mezarı “Panteon”daki “Volter”le karşı karşıya idi. “Volter” kabrinde ayak üstü duruyor tunçtan heykeli kabrini nazar-ı hayretle temaşa ediyor idi. “Ruso”ya gelince kabrinin üzerindeki sandukanın baş tarafından kablumbağa gibi başını çıkarmış oradan kainata çeşm-i istihkar ve istihza ile nazar ediyor idi. Hülasa şehrin şayan-ı temaşa mahallerini gezdim. Letafetine nezafetine hayran oldum. Hele müzehanesi pek latif ve birçok kıymetdar asarı havi idi. Tafsilatını yazmaya zaman müsaid değil. Cenevre’den vapura bindim. “Leman” gölünün zümrüd gibi sahillerini sevahildeki zarif ve latif binalarını temaşa ede ede “Eviyen”e geldim. Çantamı bir otele koyduktan sonra “Şatle” menbaına geldim. Bahçeden müzeyyen ve mükemmel idi. Menba’dan bir bardak su içip avdet etmek üzere iken karşıma sarı sakallı uçuk benizli otuz yaşlarında bir mösyö çıktı. Nereli olduğumu niçin geldiğimi nazikane sordu. Cevab verdim. Öyle ise size bu sene inşa olunan otelimizi gezdireyim dedi. Teşekkür ettim. Beni aldı otele götürdü. Otelin aksam-ı muhtelifesini gezdim. Tertibatına tefrişatına hayran oldum. Bir imparator da gelse otelde beytutet edebilir. Oteli gezdikten sonra beni en üst kattaki balkona çıkardı. Orada kendisi bir sigara yaktı. Tabakamı çıkardım. Ben de bir sigara yaktım. O manzaranın letafetini tasvire kalemimin Hakıkaten herifler dünyalarını cennet haline koymuşlar. Şu da nakıstır yahud lazımdır dedirecek bir şey bırakmamışlar. Bundan on beş on altı sene evvel “Çitli”ye gitmiş başka bir şey yok idi. Bir orasını bir de burasını düşündüm. Oradaki farkı sera ile süreyya arasındaki mesafeden çok buldum. Çitli’ye gelinceye kadar Anadolu’nun mevakı’-ı muhtelifesinde kimbilir daha ne kaplıcalar ne ma’den suları kaffesi çakalların mev’id-i telakısi! Ne hacet Bursa’ya bakınız. Acaba o şehir ne hey’ete ne şekle konmaz; orada neler yapılmaz!... Eğer orası bu heriflerin elinde olaydı şehir şöyle dursun şimdiye kadar Keşiş dağının tepesini müteaddid funiküler ve otellerle donatırlar; hariçten; dahilden binlerle adamlar celb ederek binlerle liralar kazanırlar idi. Bir de “Kaşa” menbaını onun üzerindeki bina-yı muhteşemi görmeli! Vallahi bilmem insanın aklına durgunluk geliyor. Maa-zalik fikir bu ya ben bu asarı gördükçe memleketin atisinden na-ümid olmadım. Bilakis ümidim arttı. Sebebini söylerim. “Eviyen”de gece sokağa çıktım. Yanıma iki kişi geldi. Birinin başında kasket diğerinin fes var idi. Başımdaki festen müslüman olduğumu anlamış olmalıdırlar ki –Esselamü aleyküm dediler – Ve aleykümüsselam dedim – Ente müslim? diye sordular – Elhamdülillah dedim. Çok memnun oldular. Birlikte geldik. Gölün kenarındaki kanapelerin birine oturduk. İngilizce Arapça biliyorlar idi. İngilizce bilmediğim için Arapça görüşmeye başladık. Derhal muharebeden İstanbul’un ahvalinden sual ettiler. Sadrlarına şifa verecek surette cevaplar verdim. Çok memnun oldular. Ellerini semaya kaldırarak cenab-ı Hakk’a hamd ü sena ettiler. Onlardan ayrıldım. Sahil boyunca dalgın dalgın giderken kulağıma bir: Efendim akşam-ı şerifler hayr olsun! sadası geldi. Baktım hasır şapkalı bir zat. Redd-i selam ettim. Ermeni mütemevvilanından bir zat imiş. Tedavi için “Eviyen”a gelmiş. Biraz da onunla oturduk. O da memleketin ahvalinden ma’ruz olduğu müşkilattan müteessifane bahsetti. O kadar münevver bir adam olmamakla beraber yine doğru söylüyor idi. Üç çeyrek kadar musahabetten sonra veda’laştık. O gece “Eviyen”de kaldım. Ertesi günü sabahleyin “Montrö”ye geçtim. Artık Montrö’nün letafetinden filandan bahse lüzum yok. Şehirlerin hepsi birbirinden güzel. Hepsi birbirinden latif vesselam. Sahilde bir bahçeye girdim. Biraz bir şey yedim. Elim yemekle gözüm karşı yakadaki dağları temaşa etmekle meşgul idi. Hakıkaten asuman ile dudak dudağa veren o güzel dağlara baktıkça gönlüm yükseliyor ruhum safayab oluyor idi. Hal böyle olmakla beraber yalnızlık pek canımı sıkıyor sıfr-ı zaid gibi tek başıma kalmış oturuyor alık alık etrafıma nigeh-endaz-i tahassür oluyor idim. Yalnız seyahate çıkmak kadar elim bir şey olmadığını bu seyahatimde anladım. Tek betsiz bazı şeyler soruyor verdiği muhtasar cevaplardan çok memnun oluyor idim. Yalnız müşteri ben olaydım uzun uzadıya görüşülebilir idi. Fakat benim gibi birçok adamlar daha olduğundan hizmetçi onların hepsine yetişmeye mecbur “Montrö”de kalmadım. “Lozan”a gitmek üzere vapura bindim. “Oşi”ye çıktım. “Funiküler”le beş altı dakıka zarfında “Lozan”a gelip “Jibon” oteline kapağı attım. Ordumuzun Edirne’yi işgal ettiğini işittiğim dakıkada ne olduğumu nasıl sevindiğimi bir Allah bilir bir de ben! Fakat gazetelerin ye’s-aver neşriyatını okudukça şübhe ve tereddüd içinde kalıyorum. Geldim geleli bir tane Türkçe gazete elde edemedim. Onun için ahvalimizin efkarımızın ne merkezde olduğunu kat’iyyen bilmiyorum. Garibdir! Cenab-ı Hak bu belasını verdi ama neden sonra! Bizim için ne temenni ettiyse Allah maa-ziyadetin kendi başına getirdi hiç şübhe yok ki daha da getirecek. O kanlı ayaklarıyla İstanbul’a girecek sulhü İstanbul’da imzalayacak idi. Hale bakınız! Bir zaman geldi ki amanın Sofya’ya girmeyin diye feryad etti. “Danef”in Londra’daki o bala-pervazane küstahane sözlerini gazetelerde okudukça vücudumun her cüz’üne bir ra’şe arız olurdu. Bakınız hain ne derekeye düştü kibir ve gururu sun harita-i alemden kendisinin de memleketinin de namı nişanı silinsin. Medeni Avrupa Bulgarların vahşetini fezahatini gördü şimdi. Kimin vahşi kimin medeni olduğunu anlasın fakat emin olalım ki yine anlamak istemez. Eğer Bulgarların bu sefer irtikab ettikleri şenaatlerin binde birini biz yerinden oynattırır idi. Yunanilerle Sırplıların maddi vesaike müsteniden isbat ettikleri bu kadar vahşete karşı Avrupalılar hiç seslerini çıkarmıyorlar. Bulgarların cinayat-ı mel’unanelerini hala setre te’vile çalışıyorlar. Lozan’a geldiğim gece otelde birisi müslüman olduğumu anladı yanıma geldi. Müslümanların Bulgarlara karşı ika’ ettikleri vahşetten Bulgarların burunlarını kulaklarını kestiklerinden gözlerini oyduklarından bahsetti; Türkçe: “Allah belanı versin!” dedikten sonra fikrini o günkü gazetelerin neşriyatıyla red ve cerh ettim. Defoldu gitti bir daha otelde görmedim. Anladım ki artık herifler Bulgarların cinayat-ı vakıalarını gözleriyle görseler yine tasdik etmeyecekler. Yahud onlar Bulgar değil müslüman idi diyecekler! Ne ise işi siyasiyata dökmeyelim. Bu memleketlerin badi-i umranı olan vesaitin biri belki birincisi buhar ve elektrik kuvvetleridir. Ahalinin faaliyeti sa’yinin semeratını ıktitaf etmesi bu iki kuvvet sayesindedir. Şimendüferler tramvaylar otomobiller bilmem neler vızır vızır işliyor. Bir yerin mahsulünü diğer mahalle kemal-i sür’atle naklediyor. Hiçbir noktada öyle dur vapur gelsin şimendüfer gelsin filan gibi iza’a-i vakte müeddi beyhude tramvayın biri gitmeden öbürü geliyor. Herşey muntazam bir saat gibi işliyor. Bir memlekette ki bu iki kuvvetten hakkıyla dımca fikr-i bi-suddur. Memleketini terakkıden vayemend etmek isteyen bir millet var kuvveti bazuya verip memleketini şu ta’dad olunan vesait-ı nakliyye ile techiz etmeli. Onun için biz de hakıkaten memleketimizi bu memleketlere benzetmek istiyor isek ne yapıp yapıp bu vesaiti te’sis etmeliyiz. Bu vesait te’sis edilmedikçe halkın faaliyetinden istifade etmesi memleketin ileri gitmesi muhal ender muhaldir. Öküz arabasının şimendüferle yarışa çıkabilmesi mümkün müdür? hal böyle iken bizim de eldeki vesaitle memleketi bu memleketlere benzetmekliğimiz nasıl mümkün olabilir? bir şey varsa o da memleketimizde ziraati ileri götürmektir. Çehresi devr-i hilkatten beri bir kerecik olsun sapan tuvaleti? görmemiş olan arazimizi işletip istifade etmenin çaresine bakmalıyız. Memleketimiz kapısı açılmamış bir hazine-i servettir. Hal böyle iken zavallı ahali fakr u fakadan helak oluyor. Islahata daha doğrusu irşadata nahiyelerden başlamalı. Halka intizam nedir sa’y nedir ziraat nedir refah ve saadet nedir anlatmalı. Her me’mur kendisini bu vazife curt etmemeli. Tarik inşasına kendisi nezaret etmeli. Mektep te’sisine keza. Gübre yığınından kesek istifinden başka bir şey olmayan köylerde meskene eve benzer şeyler vücuda getirmeli. Ağaçlar diktirmeli; ufak ufak bahçeler yaptırmalı halkı oralara toplamalı onlara ders vermeli bir şeyler göstermeli bilhassa nezafete taharete alıştırmalı kendilerinde biraz zevk-ı selim uyandırmalı. Hülasa her nahiye müdiri bulunduğu nahiyeye kendi evi nazarıyla bakıp onun tanzimine ne gibi mahsul alınırsa ona dair tedkıkatta tetebbuatta bulunup köylüyü ma’lumattan müstefid etmeli. Köylü kendi kendine bir eser-i teceddüd bir eser-i terakkı gösteremez. Babasından ne gördüyse o yola gider. Babası ne ekti ne biçtiyse o da daima onu eker onu biçer. Halbuki köylerin geçmeyen birçok şeyler yetiştirilir. Mesela bugün gül zer’ine müsaid binlerce mahaller var halbuki ahalisi ihtimal ki gül nedir bilmez. İpekçilik bağcılık ve saire keza. Her me’mur kendisine bu gibi şeyleri iş değil eğlence ittihaz etmeli üşenmemeli usanmamalı. Fakat o da sa’yinin takdir olunacağından bir garazkarın si’ayetiyle azledilmeyeceğinden emin olmalı; sandığı bağlı duran me’murdan hayır gelmez. Her me’murun terakkısini göstereceği esere muallak kılmalı. Bulunduğu yerde bir eser-i teceddüd göstermeyen mevcuda mevcuddan aslah bir şey ilave etmeyen me’mura lolunmalı. Senede bir kere ma-fevkı tarafından o me’mura: Bir sene zarfında halkın istifadesini mucib ne gibi bir eser vücuda getirdin? diye sual edilmeli. Saile de kendi ma-fevkı tarafından aynı sual irad olunmalı. Ve bu sual müteselsil salahiyet-pezir olacağı derkardır. Köyler harabezar halinde bir müteverrimin çehresine düzgün sürmeye benzer. Hamd olsun memleketimizin kabiliyet-i tabiiyyesi böyle ufak tefek fakat gayet nafi’ icraatın netice-pezir-i muvaffakıyyet olmasına müsaiddir. İş tenbelliği bırakıp biraz faaliyet biraz da hüsn-i niyyet göstermektedir. Halka kendini sevdirmeyen kendini herkesten yüksek gören zavallı köylüye iki ayaklı hayvan nazarıyla bakan onlarla hasbihale onları irşada tenvire çalışmayan bir me’mur memleketimiz için me’mur değil bir afettir. Halk tahakkümle tecebbürle idare olunmaz. Muhabbetle celb-i kulub ile idare olunur. Muhabbetin yaptırdığı bir şeyi hiçbir kuvvet yaptıramaz. Zorla bir saat çalıştırılamayan bir köylü saika-i muhabbetle on saat çalıştırılabilir. Ziraatten fariğ olan köylü bu suretle memleketin tanzimine tathirine ıslahına çalıştırılır. Fe-illa kıymetli vakitlerini sırt üstü yatmakla geçirir. Ben idare me’muru değilim fakat gördüğüm şeyler bende bu gibi bir çok fikirler uyandırdı. Zaten söylediğim şeyler de herkesin bildiği şeylerdir. Ancak biz her şeyi biliriz de muktezasıyla amel etmeyiz. İşte kusurumuz budur. Mevcuda nisbeten cüz’-i la-yetecezzi demek olan bir sınıf halkın zevkini okşayacak measir-i medeniyyeyi vücuda getirmek için fi-yevmina haza zihin yormak para ve emek sarf etmek i’tikadımca abestir. Memleket ciddiyyat ile terakkı haltıyyat ile tedenni eder. Bugün Lozan Darülfünunu’na gittim. Dersler ta’til edilmiş idi. Yalnız Darülfünunun kütüphanesiyle müzesini gezdim. Gördüğüm eser-i intizama hayran oldum. Biraz daha yazacak olursam mektubun hacmi çok büyüyecek. Bu defalık da bu kadarla iktifa edelim. BOMBAY ŞEHR-I ŞEHIRI Bombay’da bir Commerciale Banc Fransız Bankasından başka ecnebi bankası yoktur. Mütebakısi hep İngiliz ve İngiliz tebaası olan yerli bankalarıdır. bankalardan biri hükumetin resmi bankası olan Bombay Bank ile bir dereceye kadar nim-resmi olan National Bank of İndia’dır. Birincisi sözde Hindistan’da münteşir olan gümüş ve rupiye banknotlarına karşı te’minatlıdır. Halbuki bugünkü günde Hindistan’da o kadar banknot çok o kadar ahalinin ellerinde dolaşmaktadır ki bu banka şöyle dursun bilumum Hind bankalarında mezkur banknotlara karşı nakid gümüş ve altın bulunmaz. Hindistan banknotları . rupiyeliklerdir ki ipekli İngiliz kağıtlarından murabba’-ı müstatil biçiminde kesilmiştir. Bu banknotlar üzerine “Hamiline üzerindeki meblağ verilir.” bulundukça bu kağıtların hüküm ve i’tibarı caridir.” kelimeleri celi bir yazı ile yazılmıştır. Bu ibarelerin mefhum-ı muhalifi düşünülecek olursa demek ki Hindistan diğer bir devlet tarafından istila ve İngiliz bayrağı yerine diğer bir bayrak rekz olunduğu anda bu banknotlarla adi kağıt arasında hiçbir fark olmayacaktır. emmül edince ayan ve aşikar bir surette herkesin gözüne çarpar. Garibi şu ki bu Hind banknotlarının İngiltere ile sair İngiltere müstemlekatında asla revac u i’tibarı yoktur. Oradaki tere hükumeti vaktiyle zavallı Hindlilerin ellerindeki ceyblerindeki altın ve gümüşlerini alarak mukabilinde birkaç yüz çeki ve kantar kağıt vermiştir. Bugün Bombay piyasasında bir milyon rupiye gümüş para yok gibidir. Ortada fırıldak gibi dönen hep bu banknotlardır. Diğer makalelerimde de arazi esliha su ve vergi hakkında sedeceğim. O zaman İngiliz usul-i siyasetini kariin-i kiram layıkıyla anlayacaklardır. Hamd olsun hükumet-i Osmaniyye –millet-i hakime– bizim Osmanlı toprağında yaşayan anasıra karşı böyle tuzaklı dolambaçlı muameleler ittihaz etmemiştir. Bizimkiler bir kere Hindistan’a teşrif edip de vergilerin envaıyla tahsildarların her saat ve dakıka esnasında ahali önünde resm-i geçit yaptıklarını görseler o zaman içinde yuvarlanmakta oldukları refah ve saadetin kıymetini anlarlardı. Evet Bombay’da Hindistan’da bir sürü bankalar vardır. Zahiren muamelatları pek muntazam ve mükemmel gibi görünüyorsa da batınen ahaliye külah giydirmek ve zavallıların servetini enva’-ı hıyel ü desayis-i iktisadiyye ile çekmekten Bu bankaların direktör direktör muavinleri muhasebe ve varidat müdir-i umumileri hasılı başları hep dolgun maaş alan beyaz İngilizlerdir ki onlar pek ufak ve muntazam yerli me’murlara gelince pek cüz’i bir para mukabilinde istihdam olunmaktadırlar. Daha i’dadi derecesinde tahsil görmeyen İngilizlere her türlü me’muriyet ve hizmet verildiği halde mekatib-i aliyeden aliyyü’l-a’la şehadetname ahzine muvaffak olan yerlilere vezaif-i hükumet büsbütün kapalı bulunuyor. Mecusi Hindu ve anasır-ı saireye mensub iktisadi bankalar da var ise de ikinci ve üçüncü derecede sayılıp gördükleri Bombay’da birçok banker ve sarraflar dahi vardır ki bunlar sırf poliçe ve sarraflıkla iştigal ederek bankalara komisyonculuk vazifesini adeta görüyorlar. Bombay’da ve Hindistan’da türlü türlü şirketler teşekkül etmiş ve her bir işde şirket ve esham usulü tatbik edilmiştir. Bu şirketler hem dahili hem de harici ticaretle iştigal ediyorlar. Bombay’ın haricindeki kumaş iplik tuğla kiremit cam ayna Hind bezleri yün pamuk fabrikaları oldukça çoktur. Bu fabrikaların ma’mulatı hep Hindistan’da sarf olunur. Bundan başka tuhafiyeciliğe kumaşçılığa mücevher[ci]liğe aid şirketler de çoktur. Ebniye bağ bahçe inşa etmek için de gayet büyük şirketler vardır ki istenilen binayı beğenilen plan üzerine müddet-i muayyene zarfında matlub olan kerestelerden Bu teavün usulü fevkalade ahalinin ticaretiyle servetini teksire yardım etmiş ve herkesin elindeki beş on paranın neşv ü nemasına hizmet eylemiştir. Şirketlerin teşkiliyle idareleri hakkında gayet muntazam bir kanun tanzim edilmiştir ki ahalinin hukuku kamilen gözetilip muhafaza olunmuştur. Gerek Bombay’da gerek Hindistan’ın dahilinde mevcud olan fabrikaların cümlesi Hind yerlilerinindir. Bu fabrikalar gittikçe çoğalmakta ve ma’mulat ile mensucatın her nev’i zaran İngiltere fabrikalarından Hind tüccarı sinin-i sabıkaya nisbetle daha az mal sipariş ettikleri anlaşılmış ve buna bir çare taharri edilmekte bulunmuştur. Ancak serbesti-i ticareti kabul eden İngilizler emtia-i dahiliyyenin sarf ve istihlak olunmamasına ma’kul ve mantıkı bir yol bulamamışlardır. Bombay’daki fabrikatörlerin çoğu değilse kısm-ı a’zamı diyanet-i mübeccele-i İslamiyye ile mütedeyyin ve din ve mezheblerinde mutaassıb kimselerdir. Hele İslam fabrikatörleri Kerim Bahay’dır. Kendisini İngiltere hükumeti tarafından Sir –beylik– lakabı verilmiş ve muharrerat-ı resmiyyede isminin önüne The Honourable Sir kelimeleri yazılır. Aynı zamanda Hindistan Meclis-i Umumisi’nin de a’zalığına intihab olunmuş ve Meclis’in esna-yı in’ikadında Bombay’dan Dehli’ye gider. Bu zatın fabrikasında pamuk keten iplik ve bu gibi mevad kemal-i zarafet ve metanetle i’mal edilir ve gayet ucuz satılır. Emtia ve ma’mulat-ı dahiliyyeden o kadar fahiş rüsum alınmadığı cihetle emtia-i mezkure İngiltere ve Avrupa mallarıyla gereği gibi rekabet etmekte olduğu gibi gitgide Avrupa meta’larının Hindistan’da sarfına dehşetli bir mani’-i tabii teşkil edeceğine de hiç şübhe yoktur. En a’la gömleğin keten kumaşların topu yetmiş iki kuruşa muadil olan dokuz rupiyeye satılır. Bir topundan sekiz frenk gömleği yapılmaktadır. Bu zatın fabrikasını ziyaret ettim. Muamelat pek muntazam ve mükemmel bir surette cereyan ediyor. Fabrikatörden fabrika müdirine hitaben hamil olduğum kartı gösterince hakkımda fevkalade riayet ve ler. Me’murlar müstahdemin bana takdim olunduğu gibi fabrikanın işiyle i’malatına dair bana tafsilatıyla ma’lumat diye verdiler. Bu kumaşların nümunelerinden bir parça ceridemize gönderilecektir ki o vasıta ile İstanbul tüccarına irae olunsun. Fazıl Bahay’ın fabrikasında i’mal olunan akmişe ganistan’ın Arabistan’ın her tarafına bu fabrikanın kumaşları gönderilmekte ve bu yüzden birçok fevaid ve menafi’ te’min edilmektedir. Fabrikatörlük sayesinde bu aile o kadar zengin ve servet sahibi olmuşlardır ki Bombay’da birçok emlak ve akar sahibi bulunuyorlar. Bombay’ın en güzel bir noktasında yüzbinlerce lira ile vücuda getirilen Hotel Majestic bu ailenin mülküdür. Bombay Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne dahil olan Fazıl Bahay kendisi bizzat birçok iane verdikten maada gerek Bombay’da gerek Hindistan’ın nikat-ı sairesinde bulunan zengin ehibba ve eviddasını külliyetli iane vermek hususunda teşvik ve tergıbatta bulunmuştur. Zannedersem Hariciye veyahud Sadrıa’zam Paşa hazretleri buna bir teşekkürname yazıp gönderseler fena olmaz. Müşarunileyh ile görüştüğümde Hindistan ahvaline dair bana oldukça ma’lumat ve delalette bulunduktan başka hakkımda son derece lütuf ve nezaket ibraz etti. Kendisine ceridemiz vasıtasıyla alenen teşekkür etmeyi vecibe bilirim. Esasen İngilizlerin tarz-ı siyaset ve hükumetlerinden bıkan Hindistan yerlilerinin bir kısmı Avrupa emtiasını kullanmamaya kendi aralarında hafiyyen karar verip birkaç seneden beri hep Hindistan ma’mulatını kullanmaktadırlar. Böyle yapmakla hem kendi vatandaşlarını teşebbüs-i şahsiye tergıb ve teşvik hem de daha metin ve ucuz eşya tedarik etmiş olurlar. Cümle-i mu’teriza olarak arz ediyorum: Keşki bizde de münevverü’l-fikr zenginlerimizle vatandaşlarımız Hindistan ahalisine bu hususta ıktida ve ıktifa etseler de Avrupa’nın bizdeki münasebat-ı iktisadiyyesinin o kadar yapılmamasına dikkat ve himmet buyursalar. Avrupa’nın bizim memalikte menafi’-i ticariyye ve iktisadiyyesi çoğaldıkça imtiyazları da o nisbette tezayüd edecek ve günün birinde harben değilse Şayan-ı taaccübdür ki Hind putperestleri arasında en ziyade bu hissiyat-ı rakıka ile emtia-i dahiliyyenin revac bulması kazıyyesi taammüm etmiştir. Bugün memalik-i Osmaniyyede güzel kumaşlar i’mal olunsa eminim ki Hind İslamları bizim ma’mulatı Avrupa meta’larına tercih edip daha bahalı olsa dahi satın almakta tereddüd etmeyeceklerdir. Hatta Bombay nüfuzlularından biri bana Hind müslümanlarının buna meyyal ve arzukeş olduklarını söyledi. Biz ise ben görüyorum ki Hindlilerin yüzde beşi nisbetinde henüz gerek fikirce gerek işce terakkı edememişiz. Hele teşebbüs-i şahsi ve ticaret hususunda fersahlarca uzak kalmış belki bir adım bile atamamışız. Hep me’muriyet peşine koşup millete bar olmak emelindeyiz. Binaenaleyh hiçbir işin ehli ve erbab-ı ihtisası bizde yetişmediği gibi yetişenlerimiz de tekemmül edemeyerek nakıs kalırlar. Hindliler ise ta mektep sıralarında bu tekemmül-i sonra tüccar ve fabrikatörler nezdinde bir müddet istihdam olundukta günün birinde re’sen bir ticarethaneye reis veya sahib olurlar. O zaman teehhül ve aile teşkil etmeye yeltenirler ki tamamıyla kendi ailelerinin istikbalini te’min edebilirler. Fazıl Bahay bana İngiltere siyasetinin en ince noktaları hakkında ma’lumat vermiş ve bana atideki sözleri söylemiştir: “Bugün azizim Hindistan’da o kadar fukara vardır ki biz ianelerimizi onlara hasr u tahsis etmek mecburiyetindeyiz. Fakat bir Osmanlı Balkan muharebesinde sırf Devlet ve millet-i Osmaniyyeye olan hakıkı ve samimi irtibatımızı metbuumuz olan İngiltere Devleti’ne göstermek için külliyetli görünce siyaseten Devlet-i Aliyye’ye az çok muavenet etmeye mecbur oldular. Fakat teessüf ederim ki siz Osmanlılar bizim kadar kendi iyiliğinize çalışmıyorsunuz. Kuvvetli ve metin bir hükumet-i Osmaniyye teşkiline müsaade etmiyorsunuz. Memleketiniz daima inkılab halinde bulunuyor. Bundan başka kendi menafi’-i şahsiyyenizi umumun menfaatine feda etmiyorsunuz. Bu fenalık devam ederse büsbütün mahv u perişan olursunuz. Madem ki efkar-ı umumiyye sizin gibi muharrirlerin elinde bulunuyor bari onları hab-ı giran-ı gafletten uyandırınız. Onlara va’z u nesayıhda bulununuz. Belki sözünüzü bi-garazane telakkı ederek bu gibi tehlikeli oyunlardan vazgeçerler.” deşimizin nasihatlerini kendi milletimin sımahına ta binlerce kilometreden isal ediyorum. Dünkü Cum’a günü Hindistan Hilal-i Ahmer Hey’et-i Tıbbiyyesi’nin İstanbul’dan Bombay’a muvasalatı mukarrer idi. İslamlarla meskun olan çarşı ve sokaklar rengarenk bayraklarla donatılmış idi. Hey’eti vapurdan karaya değil yalnız Bombay müslümanlarının ileri gelenleri belki Hindistan’ın da birkaç ma’ruf siması ta Hindistan’ın içerilerinden dört alafrangada Bombay’ın en işlek bir limanında ahali hıncahınc dolmuş herkesin elinde bir demet çiçek bulunuyordu. tarafından kısa ve muhtasar olarak beyan-ı hoşamedi edilip hey’et de teşekkürat-ı samimiyyelerini arz etmekle mukabele-i cevabiyyede bulundular. Sonra çiçekler hey’ete takdim edildikten başka arabaları üzerine çiçek yağdırılmaya başladı. Sonra kemal-i ihtişam ve izdiham ile ahali hey’eti “Nurbağ” kasrına kadar getirdiler. Hey’et burada misafir kalıp ahalinin tebrikatını kabul edeceklerdir. Dehli’de üsbui olarak intişar eden The Comrade gazetesi sermuharriri “Mister Muhammed Ali” dahi hey’eti istikbal hey’ete arz-ı teşekkürde bulunmakta kusur etmedim. cümen-i İslam” kulübünde bir çay ziyafeti tertib edilecek ve hey’et tarafından İstanbul’da ve Anadolu’da ve Rumeli’deki meşhudatları beyan olunacağından maada bu husustaki tahriri raporlarını takdim etmeleri de mukarrerdir. Yevm-i mezkurda bit-tabi’ ben dahi da’vetli bulunacağım için orada cereyan edecek olan ahvali gelecek makalede kariin-i kiram hazeratına arz edeceğim bedihidir. Bu posta ile İstanbul’dan gelen gazetelerde devletimizin ahval-i hazırasına dair tafsilatı okuduktan sonra bunları tercüme edip Hindistan’ın İngilizce ve Urdu gazeteleriyle neşrini niyyet ettim. Hindistan müslümanları okusunlar da biraz hakıkati anlasınlar. KARACABEY KAZASI Sekiz dokuz ay evvel ibtidai mekteplerinin birisinde muallim-i evvel ile sani beyninde cereyan eden vukuatı hikaye edeyim. Bulgarlar Çatalca’ya geldiği millet-i limini’nden me’zun muallim-i sani bir efendi talebeye vatana dört el ile sarılmak lazım geleceğini anlatır. Büyük edib Kemal Bey’in asarından birkaç parça da tahtaya yazdırır. Zihinlere hiss-i vatan ilka etmeye çalışır. Kabahat bu. Muallim-i evvel efendi derhal hiddete gelerek: “Böyle şiirlerle beyitlerle şarkılarla çocukların fikrini zehirliyorsun. Burası saniden intikam almayı kurar. Muallim-i evvel efendi tarafından atıcılığı ta’lim eden ve taş atmakta mahir bulunan afacan çocuklar muallim-i saniyi bir gün mükemmel taşlarlar. Bunun üzerine kaymakama şikayet olunur. Ne ise neticede muallim-i evvel azlolunur. Muallim-i sani bendenizi gördü. Vuku’-ı hali söyledi. Fazla olarak şu ifadede bulundu: “A birader! Ben memeleketi anamı babamı terk edip burada guruşa hizmet ediyorum. Kahveci çıraklığı etsem ustamın vereceği yemekten maada elime guruş tabii geçecektir. guruş ile nasıl geçindiğimi Allah bilir. Mahza hamiyet saikasıyla evlad-ı vatanı cehlden kurtarmak kaygusuyla burada bi-kaderi’l-imkan hizmet ediyorum. Az çok çocukların fikirlerini uyandırıp bizde diğer mektepler gibi yaşayalım arzusunu izhar ettim. Fakat nihayet taşlanmaya mecbur oldum.” Bu sene rüşdiye mektebinin imşeklinde yazılmıştır. tihan-ı umumisinde bulundum. Çocukları tahsil hususunda zaif gördüm. Bu muallimlerin sık sık değişmesinden; güzel esaslı bir program ta’kıb edilmemesinden ileri geldiği anlaşıldı. Hele mektep kitaplarının sık sık her sene değişmesi mektep kitaplarının fiyatlarının pahalı olması mekteplerde talebenin ziyadeleşmesi değil belki azalmasına sebebiyet veriyor. Bir gün esnaftan biriyle konuştum. Bakın ne dedi: – Efendi benim oğlum mektepte idi. Şimdi çıkardım. Bu kadar okuduğu elverir. San’ata verdim. Kitapların pahalılığından maada senede iki çocuk için yüz yüz yirmi kuruş kadar kitap parası benim gibi adam veremez. Ben de çocuğumu bunun için aldım. San’ata verdim. Elifi okuyacak kadar tahsili var. Elverir. Küçücük bir kitap guruş buna göre kıyas et… Köylerde mektepleri birkaç kısma taksim etmelidir. Evvela hükumetin taht-ı nezaret ve murakabesinde bulunan daha doğrusu idaresi hükumete aid bulunan mektepler ki: Mesela Karacabey kazasının köyü olduğu halde mektep denilmeye layık büyük iki üç mektep çıkmaz. Bunların tahsili de köy çocukları[nı]n keyfine kalmış bir mes’ele. Tahsil galiba kışın oluyor. Yazın talebe efendi davar otlatmaya keçileri sürmeye velhasıl mektepten kaçmanın kolayı ne ise o gibi esbaba tevessül etmeye yelteneceğinden köy mekteplerinde ne gibi tahsil ne gibi hoca bulunduğunu murakabe edecek taht-ı inzibata alacak kimseler bulunmadığından mektepten bit-tabi’ istifade edilemiyor. Mosturası meydanda. Ekseriyet böyle. Muallimlerin maaşları’den’ye kadar. guruş maaşlı Akça Sığırlık kazası muallimiyle görüştüm. Tezallüm-i hal etti: – Efendi! Ben geçinmeyi mi düşüneyim. Yoksa çocukları okutmayı mı? Köylü senin hükumetten maaşın var. Biz zahire ve saire vermeyiz. Aylığın olmasa idi sana bakmak lazım gelirdi diyorlar. – Köyde nikah cenaze ve saire gibi vukuat zuhur edince sana müracaat etmezler mi? Köyde namazı sen kıldırmıyor musun? – Hayır Bu gibi vezaifi yapacak hoca ayrıdır. O cihetlerden faide yok. Geçinmem sırf’ye münhasır kalıyor. Köy hocaları çocukları taht-ı inzibata alamıyorlar!... Çünkü okuttuğu çocuğun babası hocanın da velini’metidir. Zahiresiz kalırsa zahire verir. Parası biterse para verir. Velhasıl efendisidir. Artık sen tut da çocuğa ne için devam etmiyorsun? Şimdi seni döğerim de de çocuğu döğ. Ne haddine!... Ertesi gün kıyamet kopar. vur ediniz. Mukassi kapalı karanlık bir mektep. Beşon çocuk muallimi var. Muallim aynı zamanda köyün hocası. Acaba bu köy hocası hakıkaten hoca mı? Burası mechul. Olur ya! Filan işe dair bir ilmühaber aramak lazım gelir. Jandarma veya tahsildar tabiidir ki köyün en mümtazı en ma’lumatlısı köy hocası olacak. Zavallı bilmiyor ne yazsın… Tabii bu gibi ahvalden kulağı delik az çok okumuş bir köylü de memnun değildir. Ne yapsın. Emrivaki karşısında!.. Köyleri taht-ı inzıbat ve intizama almalı. Bu biçareler vergi versinler a’şar versinler maarifiye versinler de ne için adamakıllı bir mektepleri olmasın? Ne için çocukları ni’met-i maariften mahrum kalsın? Hükumet bilumum köy hoca ve muallimlerini elekten geçirir gibi imtihandan geçirip imtihanda muvaffak olanların yedine ehliyetname vermelidir. Beyrut gazetelerinde okunduğuna nazaran Fransa hükumeti Beyrut’ta önümüzdeki şehr-i Teşrinisani zarfında küşad edilmek ve biri hukuk diğeri hendese namlarıyla tevsim olunmak üzere iki büyük mektebin daha te’sisine teşebbüs etmiştir. eş-Şa’b gazetesinin Bingazi muhabiri tarafından mezkur gazeteye Bukbuk istasyonu tarikıyle keşide olunan Ağustos tarihli telgrafnameden anlaşıldığına göre: Şehr-i Şa’ban’ın ’ncü günleri Bingazi’de “Vadi Zuvara” “Iskafa” ve “el-Ebyar” sırtlarında mücahidin-i urban ile İtalyanlar arasında müteaddid müsademeler vuku’ bulmuş ve neticede çok zehair vererek münhezim olmuşlardır. Şehr-i mezkurun on beşinde dahi “Faidiye” önünde mühim bir müsademe vakı’ olarak bunda da düşman mağlub olmuş ve yüz maktul ile altı esir bırakmıştır. Mücahidinden Mısır’da çıkan eş-Şa’b gazetesinde ulema-yı mahalliyyeden Abdullah Abdünnebi imzasıyla bir beyanname neşrolunarak bunda İskenderiye müftüsünün vaktiyle devletin hal-i harbde bulunduğu zamanlarda ahali-i İslamiyyenin zekat ve kurbanlarını iane-i harbiyye olarak i’ta etmeleri şer’an caiz olduğu hakkında ısdar eylediği fetva-yı şer’iyyeden bahisle Mısır ve havalisinde bulunan müslimin şehr-i Ramazan zekatlarını Mısır’da Osmanlı Harb İanesi Komisyonu’na vermeye da’vet olunmuştur. Maskat ahvaline dair Basra’dan el-Ehram gazetesine varid olup mezkur gazetenin Ağustos-ı efrenci tarihli nüshasında evvelki neşriyata zamimeten derc olunan mektubunda Maskat sultanına muarız olan kabailin birçok köy ve kasabaları yed-i zabt ve işgallerine geçirdikten sonra nefs-i Maskat’a yürüdükleri gibi bütün sevahili dahi muhasara altına aldıkları ve bundan fena halde sıkışan Maskat sultanı İngilizlere den bin nefer ile sekiz gemi i’ta edilerek bu suretle imdadına yetişildiği ve bazı taraflardan İngilizlerin bu mes’elede parmağı mevcud olduğu söylenmekte bulunduğu bildiriliyor. Bahçesaray’da nazaran müşarunileyh şehr-i mezkura gelip vaktiyle Kırım hanlarının ikametgahı olan Han sarayı ile diğer şayan-ı temaşa mahalleri ziyaret eylemiştir. Mahmud Es’ad Efendi Balta ve Akmescid şehirlerini dahi gezecek ve sonra da Petersburg’a azimet edecektir. Londra’dan “ Novye Vremya ” gazetesine keşide edilip mezkur gazetede bu serlevha altında intişar eden telgrafnamenin bazı aksamını ber-vech-i ati tercüme ve iktibas eyliyoruz: Hindistan’dan varid olan ma’lumat-ı resmiyye ve hususiyyeye nazaran bu ana kadar yekdiğerinin hasm-ı canı olan Hindular ile ahali-i İslamiyye arasında bir i’tilaf husule gelmiştir. Hindular bu muvaffakıyete Osmanlılar lehinde icra-yı nümayiş ve şadmani eylemek suretiyle mazhar olmuşlardır. Hindistan vali-i umumisi hükumet-i merkeziyyeye bu vesile tinin yegane istinadgahı olan ahali-i İslamiyyenin mucib-i Devletü’l-hilafe aleyhinde hiç bir harekette bulunulmaması lüzumunu şiddetle tavsiye eylemiştir. Bunun üzerine Londra hükumeti Osmanlıları Edirne’yi tahliye eylemeye icbar için yapılacak hiçbir harekete iştirak etmemeye karar vermiştir. Diğer bir rivayete nazaran Lord “Morley” tevhid-i efkar u amal eylemiş olan Hindistan ahalisi üzerinde yeni bir tazyik sarahaten bildirmiştir. Hindistan ahvaline vakıf olan bazı zevat Hind rüesasının Hindistan’ın istiklalini te’min hususunda ahali-i İslamiyyeyi ikna’ için ibraz eyledikleri maharet-i siyasiyye ile mazhar oldukları muvaffakıyetten dolayı taaccüb ediyorlar. Balkan muhibleri ahval ve vaz’iyetin bu suretle tezahüründen ziyadesiyle me’yus iseler de Edirne’yi Bulgaristan’a verdirmek için İngiltere’nin Hindistan’ı gaib eylemek tehlikesine ma’ruz kalmaması lazım geldiğini i’tiraf etmemezlik edemiyorlar. RICA Avn-i Hak’la bir iki nüsha sonra “ Sebilürreşad ”ın onuncu cildi hitam bulacaktır. Halbuki henüz bazı zevat dokuzuncu cilde aid borçlarını ifa etmemişlerdir. Bizim bu kadar de te’diyat hususunda himmet ve muavenet beklemek hakkımızdır. Abone bedelatının irsali teehhur ettikçe idare müşkilleşiyor. Muhterem kari’lerimizin bunu kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alarak bu iki hafta zarfında abone ve kitap bedelatını tamamıyla tesviyeye himmet buyurmalarını bilhassa rica ederiz. Tercümesi “Öyle bir hakim-i ezelidir ki: İslam’ı bütün edyana galib çıkarmak için Peygamberini hem irşad hem o din-i hakkı telkın vazifesiyle göndermiştir; buna şahid ise Allah kafidir.” Din-i hak olan İslam’ın –bila-istisna– bütün edyana galib geleceğini; bir gün gelip yeryüzünde hakim-i mutlak kesileceğini; Allahu Zü’lcelal bize bu ayet-i celilede va’d ediyor. Hem yalnız va’d ile de kalmıyor: Bu va’din kat’iyetine kendi zat-ı kibriya-penahını işhad ediyor. Ne büyük va’d ne muazzam te’yid! Müfessirin-i kiramdan bazıları bu ayet-i kerimenin yalnız zaman-ı nüzuliyle sebeb-i nüzulüne bakarak daha Mekke’nin fethiyle va’d-i ilahinin tahakkuk etmiş olduğuna kani’ oluyorlarsa da bizim bu kanaate iştirakimiz ancak din-i hakkın galebesini lakin kat’i kahir bir galebesini görmekle kabil olabilir. Demek: Va’d-i ilahi henüz tahakkuk etmemiştir; demek: Yoksa hem bir taraftan; ... ayetlerini dilden düşürmemek; hem diğer taraftan böyle en kat’i bir va’d-i ilahinin tahakkukundan me’yus olmak küfrün Bir riyazi-i fatinin dediği gibi “Bu din ya vahiddir yahud sıfırdır; kesir olmasının ihtimali yoktur.” Dinin vahid olduğuna ... “Yoksa sizler Kitabullah’ın bir kısmına karşı mü’min de bir kısmına karşı kafir misiniz?” itabına hedef olmamalıdırlar. Ey cemaat-i müslimin! Geliniz ye’sin füturun ataletin küfr-i mahz olduğunu kafalarımıza iyice yerleştirelim de din-i ilahi için mev’ud olan istikbal-i nura-nura doğru bir an evvel yürümenin çaresine bakalım. Siz eliniz kolunuz bağlı duruyorsunuz ama zaman durmuyor süfeha-yı zaman durmuyor! Aranızdaki rabıtayı büsbütün kırarak sizi şirazesi kopmuş bir kitabın evrakı gibi perişan etmek isteyenler bakınız nasıl çalışıyorlar nasıl uğraşıyorlar! Görmüyor musunuz İslam’a şeair-i İslam’a namus-ı İslam’a ahlak-ı İslam’a edilen hücumlar ne müretteb bir tarzda oluyor? Herbiri başka yolda rezil bir emel besleyen yığın yığın esafil kendi mülevves ihtiraslarını tatmine mani’ gördükleri da; her hisde her fikirde her emelde birleşmesi aynı gaye-i güzine doğru bi-perva yürümesi icab eden sizler nasıl oluyor da bu kadar habersiz bu kadar hissiz davranabiliyorsunuz? nab-ı Ömer r.a. “Zındıkın celadet mü’min-i sıddikın ise betaet göstermesinden Allah’a sığınırım” dermiş. Biz ne diyelim bilmem ki! Zındık alabildiğine tecellüd gösteriyor; sıddik ise son derecede lakayd davranıyor! Mehmed Akif Sahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib FELSEFE KARN-I AHIRDE TENASÜH Fikr-i beşer henüz mahiyet-i eşyayı tedkık ve temyizden aciz bulunduğu devirlerde insanlar tıflane hülyalarla oyalanmışlar; tabiatın pişgah-ı azametinde; havf u hirasın mevludu olarak garib garib akıdeler ihtira’ eylemişlerdir. Güneşe yıldızlara hatta mahlukat-ı süfliyyeden bazılarına karşı perverde edilen hiss-i taabbüd bu ibtidai idrakin sürüklediği bir netice olduğunda şübhe yoktur. Beşeriyetin akaid-i evveliyyesinden olan tenasühün de; kaba şekilleriyle beraber; bu idrak mevludü olduğu teakkul olunabilir. Fakat fikr-i beşer inkişaf etmeye başlayınca tasavvurat-ı evveliyyenin daha rengin ve daha cazib bir kisve altında tecelli ettiği görülüyor. Felsefenin tenevvürü ruh-ı beşeri sabavet hülyalarından kurtarmaya çalışmış ve insanlar; bu sayede kendi haklarında fikri bir vukuf edinmeye muvaffak olmuşlardır. Dimağların az çok salim bir surette düşünebilecek bir hale gelmesi karn-ı evvel ve karn-ı vüstada şiddetle hüküm sürmüş olan tenasüh akıdesine reng-i ibtidaisini tedricen gaib ettirmiştir. Artık evvelki kaba şekiller günden güne az çok tahavvülata uğrayarak tenasüh akıdesi yavaş yavaş tecerrüd etmiş ve nihayet büsbütün gaib olup gitmiştir. Materyalizm pozitivizm meslek-i felsefilerinin revac bulması ruhiyyunu sarsmış olduğu gibi tenasühçülere de kat’i darbeler indirmişti. Fil-hakıka asr-ı hazıra yakın devirlerde tenasühten bahsedenlerin fikr-i beşerin safahat-ı inkişafına aid şuunat-ı tarihiyyeyi yalnız nakletmekle iktifa etmiş oldukları görülüyor. Fakat son asırlarda ezmine-i sabıkaya aid mesalik-i felsefiyyenin tedkık ve ihyasıyla uğraşıldığı esnada artık unutulmuş zannolunan tenasüh akıdesini de yeniden diriltmeye çalışan bazı simalar zuhur etmiştir. Bu simalar miyanında başlıca iki zat Piyer Löru Pierre Leroux tefekkirini az çok işgal edecek izler bırakmışlardır. Garibdir ki bu simaların her ikisi de “sosyalizm” mesleğinin mürevvici oldukları halde; tenasüh akıdesinin izahı hususunda; aralarında büyük bir fark müşahede olunuyor. Piyer Löru İnsaniyet L’humanite ünvanlı kitabıyla şöhret kazanmış olduğu gibi Şarl Furiye de Falansteriyen Phalansterienne mekteb-i felsefisinin müessislerindendir. Bunların her ikisi de kudemanın köhne tenasüh akıdesini muhtelif şekiller tahtında; ihya etmek istemişlerse de neticede birbirlerinden uzaklaştıkları kadar eski tenasühçülerden de tebaud eylemişlerdir. Fil-hakıka tenasüh akıdesinin yalizm” mesleğine sukut etmiş diğeri de hurafe-perest bir mütenebbi kadar acib hülyalara kapılmıştır. Felasife-i kadimenin tenasühe vermiş oldukları eşkal ile bu iki müellifin efkarı arasındaki farkların derinliği bunların mukayesesiyle pek güzel anlaşılabilir. Bu mukayeseyi yapabilmek dair olan akıde ile Yunan feylesoflarının bu husustaki mütalaaları hülasa edilecek olursa netayic-i atiyye istihsal olunur: leğini spiritualisme de daire-i şümulüne almaktadır. Bunlar tenasüh akıdesini ruh ile cesedin ayrı ayrı olması esasına bina eylemiş olduklarından cesedin inhilal edeceğini kabul eyledikleri halde ruhun –bir kısmını hayat haricinde geçirmek üzere– ebediyetine kail bulunuyorlardı. rına zarar verecek bir şekil almasına pek ziyade i’tina göstermişlerdir. ef’alinin mebadisine hakim bir mevcud-ı mütemeyyiz gibi telakkı etmeleri bu i’tinadan ileri geliyordu. Fil-hakıka eski tenasühçüler şahsı mümkün olduğu kadar kurtarabilmek yatın hududu haricine çıkarmış mazi ve istikbale teşmil eylemişlerdir. olarak kurtulmak istediği bir mücazat bir ders-i tecrübe gibi telakkı eylediklerinden ruhun bedenle olan alakası kesilerek cihanın niam-ı zailesine merbutiyeti inkıta’ eder etmez tabiatiyle o cezanın da nihayet bulacağına i’tikad ediyorlardı. Tenasüh muhtelif milletlerde muhtelif şekiller almakla beraber hepsi de şu üç esasta birleşmişlerdir. Halbuki bu esaslar; “ İnsaniyet ” müellifinin tenasüh nazariyesini ihya Çünkü “ İnsaniyet ” müellifi kendi fikrine göre tenasühü izah ederken diyor ki: “Ruh bedenden infikak edemeyen alaimin phenomenes hey’et-i mecmuasından ibarettir. İhtisas şuur ve his gibi alaim uzviyet haricinde tevellüd edemeyecekleri gibi payidar da olamazlar. Ruh ve cesedle beraber nazar-ı alelade bir zat-nümasıdır. “Beşeriyet” mefhumuna gelince o da bizde sabit ve payidar olarak müttehiden bulunan cevher substance ve benlik le moi namı altında kasdettiğimiz şeyi iş’ar eder. “Arz tabiat ve hayat-ı umumiyyeden infikaki gayr-i mümkin olan beşeriyetin sinesinde şahsın tekrar doğması mevcud-ı ekmele fenne aşka hülasa kemalat-ı bi-payana doğru bir terakkıdir.” Piyer Löru’nun şu mütalaası bize gösteriyor ki bu meşhur müellifin ihya etmek istediği tenasüh nazariyesi alelade materyalizm maddiyyun mezhebi faraziyesinden başka bir şey değildir. Çünkü “ İnsaniyet ” müellifi şahsın kendisinde evvela tevellüd ve sonra mahv olan alaim-i adiyyeden başka bir şeye malik olmadığını iddia ettiği gibi beşeriyeti l’humanite yani bizim hakıkı benliğimizi le moi içinde yaşadığımız ve tekrar içinde doğduğumuz cevheri substance de hadd-i zatında bil-kuvve bir vücuddan virtualite bir bir tasavvur-ı mücerredden abstraction ibaret addediyor. Halbuki kadim tenasühçüler ruhiyye mesleğinden spiritualisme hiç ayırılmamışlar maddiyyun mezhebine materialisme asla yanaşmamışlardır. Köhne tenasüh mezhebini ihya etmek isteyen bu müellife pek haklı olarak denilebilir ki madem ki ruh bedenden infikak edemeyen alaimin hey’et-i mecmuasından ibaret imiş o halde ba’de’l-vefat insanlarda bakı kalacak şey nedir?... Piyer Löru’nun mütalaat-ı sabıkasına nazaran bu suale ancak “hiç!..” cevabıyla mukabele edilebilir. Esasen maddiyyun da böyle bir sual muvacehesinde aynı cevabı vermiyorlar mı? Garibdir ki Piyer Löru kudemanın ruhiyye mezhebiyle tev’em olan tenasüh akıdesini ihya etmek istediği halde neticede ruhun inkarını müeddi bir giriveye düşmüş ve maddiyyun mezhebinde karar kılmıştır. Eski feylesoflar insanı hayat ve mukadderat-ı hususiyyeye malik ef’alinin mebadisine hakim bir vücud-ı mütemeyyiz gibi telakkı ediyorlardı. Halbuki “ İnsaniyet ” müellifi şahsı nizam-ı ahlakıye feda ederek ferdin cem’iyet içinde ayrılıyor. Piyer Löru’nun eski feylesofların gayelerine büsbütün zıd olan bir neticeye vasıl olması tenasühe vermiş olduğu yanlış tefsirden neş’et ettiği muhakkaktır. “ İnsaniyet ” müellifinin tenasühü tevali ve teakubla tefsir etmiş olduğu anlaşılıyor. Evet sine-i beşeriyyette tevali ve teakub vardır. Fakat bu tevali – Piyer Löru’nun zannettiği gibi– tenasüh demek değildir. Hülasa biz asr-ı ahirin bu meşhur tenasühçüsü ile kadim tenasüh tarafdaranı arasında bir nokta-i iştirak göremiyoruz. Asr-ı ahir tenasühçülerinin ikinci siması Şarl Furiye ise daha garib fikirler serd etmiş hayalat vadilerinde daha ziyade bir cesaret ve maharetle dolaşmıştır. Piyer Löru fikri ve felsefi esaslar üzerinden yürümek istemişti. Halbuki Şarl Furiye metafizik ma-ba’de’t-tabiiyye sahalarında dolaşmış fikri mütalaalardan uzaklaşmıştır. Bu ye’nin Vahdet-i Kainat Nazariyesi Theorie de l’unite universelle ünvanlı kitabından nakledilen şu parçalara bir göz gezdirelim: “Ruh ebedidir. Fakat cesedden ayrılamaz. Ruhun ebediyeti keyfiyeti maziye aid olduğu kadar istikbale de şamildir. Şimdiki hayatımızdan evvel daha başka hayatlar geçirmiş olduğumuza kanaat etmemiz icab ettiği gibi istikbalde de daha birçok hayatlar geçireceğimize intizar ve i’timad etmeliyiz. Bu hayatların bir kısmı bu dünyada diğerleri de bu dünyanın haricinde avalim-i ulviyyede güzar edecektir. Avalim-i ulviyyeye aid hayatımız dünyevi hayata müşabih değildir. Oradaki hayat daha az kesif bir beden daha ziyade hassas ve nazik havas ile mümtaz olacaktır. İntikal-i ervah keyfiyeti seksen bir bin sene devam edecek ve bu müddet zarfında ruhlarımız sekiz yüz on hayat geçireceklerdir. “Müddet-i muhaceretin yirmi yedi bin senesi arz üzerinde elli dört bin senesi de haricinde güzar edecektir. Arz üzerinde müddet-i muhaceret münkazi olduğu zaman bütün ruhlar kendi şahsiyetlerini gaib ederek seyyaremizin ruhuyla birleşeceklerdir. Çünkü kevakibin de insanlar gibi bir ruhu vardır. Fakat bu hal ila-gayri’n-nihaye devam etmeyecektir. Bir zaman gelecektir ki seyyaremizin cesedi harab olacak ve ruhu yeni teşekkül eden diğer kürelere intikal etmek suretiyle silsile-i kainatın daha ali derecelerine suud edecektir. “Bu alemden çıktıktan sonra geçireceğimiz hayatın hayat-ı hazıramıza nisbeti uyanıklığın uykuya yahud mevcudiyet-i hazıramızın hayat-ı mazıyemize nisbeti gibidir. “O alemde ruhumuz; ıtri Arome bir seyyaleden ibaret olan cesediyle; bir kuş gibi havada uçacak ezvak-ı bi-payanı tadacaktır. Daha ziyade safiyet kesb etmiş olan havassımiz artık manialara ma’ruz kalmayacak ve bugün pek noksan olarak tanıdığımız zevkler neş’eler meserretler o zaman daha şiddetli ve daha devamlı bir surette hissolunacaklardır. Vecd-i istiğrak manyatizma uykusu Somnambulisme magnetique gibi hayat-ı hazıramızla alakadar olan bazı halat tasvir ettiğimiz mevcudiyet-i müstakbeleye dair bize basit bir fikir verebilir. “İnsanlar bu dünyada iken mevcudiyet-i müstakbelenin mes’udiyet-i nuşinini takdir edebilmiş olsalardı; o kadar bedbaht ve o derece mağdur ve mazlum bulundukları bu alemden bir an evvel kurtulmaya can atarlardı. Çünkü hayat-ı hazıranın insanları bu arzudan alıkoyacak bir zevki olmadığından beşeriyetin sürükleneceği gaye pek feci’ olurdu: İntihar-ı umumi!...” Şarl Furiye’nin gaibden haber veren bir mütenebbi tavrıyla sayıkladığı şu satırlar üzerinde biraz tevakkuf edersek görürüz ki bu adam tenasühü Piyer Löru’ya nisbeten daha kat’i bir surette tasvir ediyor hatta bu hususta kudemayı da geçerek tenasühü yıldızlara bile teşmil etmeye çalışıyor. Fakat Furiye sözlerini o kadar adi vehmiyyat o derece kaba hayalat ile karıştırıyor ki yukarıki satırları okurken insan bila-ihtiyar tebessüm etmekten kendisini alamıyor. Furiye’nin hayalatına bir felsefe demek pek tuhaf olur. Fikri bir muhakeme ile alakadar olmayan bu sözler saçmalayan bir mütenebbinin hezeyanlarından başka bir sıfatla tavsif edilemezler. Tabii bu gibi fikirler üzerinde münakaşa yürütmek pek abes olur. Furiye’nin sözlerinde nazar-ı dikkati calib bir şey varsa o da bu zatın tenasühe dair yürüttüğü mütalaanın ahlak hakkındaki nazariyesiyle pek ziyade rabıtadar olması keyfiyetidir. Fil-hakıka hayat-ı beşere zevkten başka bir gaye tanılmazsa havasse ebediyet isnad etmek ve semayı arzda göstermek pek tabii bir düşünce olur. Tenasüh akıdesi İran’ın köhne akıdeleri Yunan’ın garib hurafeleriyle bulaşmış olan bazı kimseler tarafından İslamiyet’in sine-i safına da idhal edilmek istenilmiştir. Mezheb-i Hadebi” namında iki derbeder bu hususta pişdarlık vazifesini görmeye çalışmışlardır. Bunlar tenasüh hakkındaki akıdelerini şu sözlerle anlatmak istiyorlar: “Cenab-ı Hak mahlukatı bugün bulundukları dünyadan başka bir alemde akıl baliğ sahih ve salim olarak halk eylemiş ve onlarda kendi ma’rifetini ve kendine ilmi yaratmış ve niam-ı gunaguna müstağrak kılmıştı. Bilahare bu mahlukları kendilerine verdiği ni’metlere karşı şükür ile mükellef kıldı. Bazıları emredilen şeylerin cümlesini ifa eylediler. Bazıları da hiçbirini tecviz-i kusur ettiler. Bunun üzerine cenab-ı Hak bunlardan evamirine muti’ olanları bulundukları dar-ı naimde ibka eyledi. Büsbütün isyan edenleri nar-ı cahime gönderdi. Evamirin bazısına itaat ve bazısına isyan edenleri ise dünyaya çıkararak kendilerine –derece-i isyanlarına göre– hayvan veya insan suretinde birer cism-i kesif giydirdi. Yeryüzündeki hayvan ve insanların şekillerindeki ihtilaf günahlarının mikdarıyla mütenasibdir. Ma’siyetleri az itaatleri çok olanların suretleri güzel elemleri ekal olur. Bilakis ma’siyetleri çok olanların da suretleri çirkin olur. Ruh günahkar kaldığı müddetçe dünyada bir suretten diğer surete inkılab ve tenasühten hali kalmaz.” Bu yadkarların mütalaa-i sabıkaları tenasüh fikrinin kendilerine nereden intikal etmiş olduğunu pek güzel gösteriyor. Ehl-i Sünnet’in şiddetli hücumlarına ma’ruz kalan bu da bi-eman tenkıdata hedef olmuşlardır. Bu hücumların şiddet ve umumiyeti sayesindedir ki tenasüh fikri müslümanlar arasında ca-yı kabul bulamamış bu yoldaki teşebbüsler akamete mahkum olmuştur. BIZDE AHLAK BIZDE TERBIYE Ahlak da –her ilim gibi– ya mevzuuna ya gayesine göre ta’rif olunur. Mevzu’ veya gayenin ta’yini ise bir “mebde” principe mes’elesidir. Tasnif-i hazıra göre de felsefenin divan-ı muhteşeminde bir sedir-i efdaliyyet işgal eden “ahlak”ın mebdeini araştıran hükema birbirlerinden az çok uzak az çok meyilli yollara düşmüşlerdir; ellerinden tutan nazariyeleri ikiye irca’ etmek kabil oluyor: kı te’sis ve bütün kavaidini tahkim eden rükn-i asli saik-ı vafi; L ’imperatif categorique vazife devoir dir. Hayır ve şer; bu hususta esaslı bir mefhum olamaz. Onlar da vazife mebde’iyle ta’yin olunabilir. Bir saik-ı vafinin yani vazifenin mevzuu olamayan herşey şerdir; saik-ı mezkur tarafından zarureten idare olunan fiil de hayırdır. “gaye-i insaniyye” mebde’inden işe başlıyorlar. Evvela bu mebde’lerin neden ibaret olduklarını ta’yin etmek sonra tahakkuklarının vesailini araştırmak istiyorlar. Fil-hakıka “hayır”dan maksad ne olabilir hayır ne ile tahakkuk edebilir? yorlar: Kimi hayrı “haz”da görüyor; kimi menfaatte arıyor kimi de ilme hürriyete kemale kadar yükseliyor. Bir de “ictimai ahlak” nazariyesinden bahsedenler vardır: Vazife muhitin insana tahmil ettiği külfetten ibarettir; o bir tazyik-ı ictimaidir. Vazifeyi böyle anlayınca artık ahlak; bir ilm-i şamil ve kat’i olamayacak. Çünkü alelıtlak insana fiil veya terki lazım gelen şeyleri değil filan veya filan muhitin mukteziyatını ta’yin ile uğraşacaktır. şeklinde yazılmıştır. Vazife ve hayır nazariyelerinin etrafında toplanan diğer nazariyattan bir nebze bahsedebilmek için “a’mal-i beşeriyyenin sevaik-ı asliyyesi” mes’elesinde biraz tevakkuf etmek lazımdır: hepsini üçe irca’ etmek kabil oluyor: - Meyelan Nef’ Filvaki’ insanı birinci derecede tahrik ve teşvik eden meyelanıdır. Her nevi’ “düşünce”den azade olan bu amile “müşevvık” “muharrik” namı tamamen sadıktır. Meyelan bütün sevaikın akdemidir; hele çocuklarda ondan başka saik yoktur. Bazı ahlakıyyun buna “haz” teşevvuk passion da diyorlar. Bu mühim amil insanlardan mizacların ihtilafına göre bazen pek kabih fiillerin bazen da necib ve nezih amellerin saik-ı suduru olur. Nef’: Saadet-i şahsiyyeyi araştırmakla uğraşan bu saik; bilakis tamamıyla fikri bir muharriktir; o “ene istikbal ta’kıb faide-i gaiyye” fikirlerini tazammun eder. Nef’ meyelandan daha muahhar daha münessaktır. Bazen insanın kendi meyl ü nef’ine mugayir surette hareket etmekte olduğu görülür. Acaba niçin bu tarz ameli yor “vazife” biliyor. Anlaşılıyor ki bu üçüncü saik bir fikr-i mücerreddir diğer sevaikın hepsinden hadd-i zatında iyi bir “gaye-i” fikridir. Bundan başka onda ne “hoş” ne de “müfid” mefhumlarının cazibe-i ma’nasıyla birleşemeyen kaynaşamayan bir “mecburiyet” sıfatı vardır. Böyle “muktezı’l-ifa vacibü’l-amel” fikr-i mücerredi arkasında koşmak ma’kuliyet-i mutlakaya bağlanıp kalmak bu uğurda bütün meyelanatını bütün menafiini hatta bazen kendi hayatını bile fedadan çekinmemek insana has bir şime-i behiyyedir. Bu üç saikın mutlaka yekdiğeriyle hal-i ihtilafta bulunması zaruri değildir: Aynı fiil aynı zamanda hem meyelana hem nef’e hem vazifeye uygun olabilir; bir alimin “hakıkati araştırması” bu tevafukun en bedi’ bir misalidir. Bazen vazife; “nef’” ile cidal etmek için “meyl” ile uyuşur bazı defa da meyelana karşı koymak için “nef’” ile elbirliği eder. Fakat “vazife”nin mahiyet-i necibesi en ziyade hem nef’ hem meyelana birden i’lan-ı harb ettiği zaman takdir olunabilir. Hülasa meyelan ile nef’ vahide irca’ olunabilen iki şeydir. Fil-hakıka esasen ikisi de histen başka bir şey değildir. Ancak bazen serbaz ve serazad tamamıyla hisse teslim-i hüviyyet ettikleri halde bazen akılenin nur-ı irşadıyla ihata ve münkadıdır hissiyattan mücerreddir. Şer’-i İslam’ın “teklifat ve me’murat”ına tekabül eden “vazife”de biz müslümanlar makam-ı hakimiyyet ve amiriyyette akıldan başka bir de “emir ve nehy-i şer’i” ararız. Maamafih me’murat ve münkerat-ı şer’iyye ile akl-ı selimin uzlaşamadığına hiç de tesadüf edilmiyor; filvakı’ biz deriz. Fakat “ihtiyar”ımızı da nefy etmeyiz; ihtiyar-ı ilahi bizim ihtiyarımızın Binaenaleyh “ihtiyar-ı ilahi”yi şeriatin istediği gibi anlayanlar bir şeyin hayriyetine iman etmek için “aklı ta’til” lazım geldiğine asla kani’ olamazlar; aklın hakk-ı hakimiyyet ve kudsiyyetini ihbar ve tasdik eden bir çok nusus-ı münife onları irşada vafidir. “Sevaik-ı ef’al-i beşer”den sonra bu saikaların beşeriyeti alıp götürdüğü “gaye”leri de düşünelim. Bunlar tabiatiyle muhtelif olacak: Mesela “meyelan” bazen bizden “hazz-ı zati”yi ister ve bizi oraya doğru iter bazen diğer birinin atıfetini de işe karıştırır. Nef’ bütün faaliyetimizi; şahsi saadetimizi “kemal-i şahsi” ve “terakkı-i beşeri” gayesine doğru yükseltmek uçurmak ister. Bu gayeler içinde en ulvisi en şayan-ı tercih olanı şübhesiz “hayr-ı mutlak” Le souverain bien tır: Şimdi de “hayır”ın muhtelif nokta-i nazarlardan telakkısi mahsulü olan ve temelini “menhec-i ihtiyari” methode empirique denilen üslub-ı tefahhusa göre kuran bazı nazariyeleri mevzu’-ı bahs edelim: Müteehhırin-i felasifeden bazıları tarafından te’sis olunan bir takım nazariyat vardır ki bunların umumu “intifaiyye utilitarisme” ünvanı altına toplanmaktadır. Mezkur nazariyeler Epikür Epicure’ün düstur-ı ahlakısini pek ziyade andırmakta riyat-ı hazıraya tahsisini tercih ediyorlar. Maamafih burada “intifaiyye”nin en kaba bir şekli demek olan “Epikür” ve “Aristippe”in menfaat ve haz lezzet üzerine müesses ahlaklarından da biraz bahsetmeliyiz: Felasife-i kadimeden “Aristippe”e göre: İnsan “haz” lezzet dan başka “hayır” “elem”den başka “şer” tanımaz: Müstakbel müşevveş ve mübhem hal ise vazıh ve sabit olduğundan hikmet-i hakıkıyye insanın fırsat elinde iken her türlü huzuzdan mütemetti’ olmasını muktezidir: Sana ısmarladılar mı bu yalan dünyayı! Biz bu kaide-i hikmeti “garize”den istinbat ediyoruz; bu hususta o “akıl”dan daha hayırlı bir rehberdir. İşte hakim-i haz böyle diyor. Artık onun tavr-ı endişesine göre: İnsaniyetin ka’r-ı ruhundan kopan i’tikadat-ı ahlakıyye tabiata karşı koyan bir yığın esatirden başka bir şey değildir. Binaenaleyh yıkılmalıdır çürümelidir. Bundan başka ahlakın istinad ettiği herşeyi tekeffül ettikten sonra bir takım nazariyat ve kavaid edilecek münakaşat bütün bütün ma’nasızdır. Acaba böyle mi? Hayırda şübhesiz biz bir “haz” buluruz “hayır”da bir haz olabilir. Fakat asla haz hayr-ı ecell ü aksa değildir. Hele hayır hazzın kat’iyyen mukteza-yı zatı olamaz; hazzın esbab-ı husulünü güzelce tahlil ve tecrid edince onun hayırdan başka bir şey olduğunu aralarında zatiyetçe büyük farklar bulunduğunu görürüz. Bir de acaba insan bir hayvan mıdır ki la-yenkatı’ “garize”sinin istediği huzuz ve şehevatı surette fazla tekemmüle müstaid bir mevcud biliyoruz; onun hissinden garizesinden evvel bir de akıl ve iradesi vardır ki asıl hoşnud edilecek bunlardır; zaten bu iki kuvvet hakıkı bir insanda his ve garizeden çok ziyade sahib-i nüfuzdur. Şurası da var: “Haz” denilen şey faailiyet-i insaniyyenin maksad ve binaenaleyh-i evveli değildir. Haz bir “mebde’” değil bir netice olabilir. “Gaye”de hayırda beka inbisat kabiliyetleri vardır; hayır bütün kuva-yı tabiiyyemizi bila-tekellüf bize sarf ettirebilir. “Haz” ise failiyetimiz “gaye”yi ele geçirdiği yahud ona yaklaştığı zaman kendini gösterebilir. Filvaki’ o amelin bir zamimesinden inkişafından ibarettir. Bir de ekseriyetle hazza vesile-i vusul kendini araştırmamak oluyor: İnsan diğer bir takım gayat-ı asliyyenin peyinde dolaşırken hazza tesadüf ediverir. Hasılı eğer haz “hayır”dan “elem” de “şer”den ibaret ise ve tabiat bunları gayr-i kabil-i hal surette birbirine bağlamış ise nasıl oluyor da bazen insan “hazz”ın arkasından koşarken “elem”e düşüveriyor sonra yine bazı defa “hazz”a erişmek için “elem”i geçmek lazım geliyor? Sorarız bunlar nasıl oluyor? Bu nazariyenin “tabiata uygun” olduğunu iddia ediyorlar; hayır hakıkat-i halde tabiat ile taban tabana zıddır. Kudret-i fatıra insanı –hatta ne de bir mevcudu– asla meşbu’-ı huzuz olmak için yaratmamıştır. Binaenaleyh bu nazariye-i ahlakıyyeyi düsturü’l-amel tanıyanların akıbeti; eşhasta hırman-ı zevk cinnet ecel-i müsemmayı ta’cil ederek dünyadan çabuk göçmek; milletlerde ise yavaş yavaş fetrete anarchie mutlakıyete tevdi’-i ınan etmektir. EY MÜSLÜMAN ARTIK UYAN Muhterem “ Sebilürreşad ”da neşrettiğim makalelerimin alem-i İslam’da hüsn-i te’sir icra ettiğini numaralı Sebilürreşad’ daki Mısır mektubundan anladım. Alem-i İslam’da ba-husus Mısır’da hepimizin yüzümüzü güldürecek mahiyette olan intibah ma’lumumuzdur. Hatta Mısır bugün bu hususta o kadar ileridedir ki: Gayrimüslim bir gazinoda bir Mısırlıyı görmek gayrimüslim bir mağazada bir Mısırlıya rast gelmek muhaldir. Bundan başka maalesef –ne kadar teessüf edilse azdır– bugün adeta öz dilimiz gibi kullandığımız “bonjur” “bonsuvar”lar da o kadar seyrekleşmiştir ki .. bir Mısırlı diğerine bonjur veya bonsuvar diye selam verdi mi cevap alamaz. Halbuki bizde .. heyhat .. Bu sıralarda merak ettim: Başımıza bu kadar felaketler geldi. Gideyim şu ecnebi mağazalarını ziyaret edeyim göreyim; bu kadar yazılan söylenen şeylerden ne dereceye kadar aklımız başımıza gelmiş? dedim. Mayer Biger İştayn Tiring …. ilh mağazalarına birer göz gezdirdim. Ah keşke bunu yapmaz olaydım. Aman efendim ne göreyim: Bu mağazaların hepsi mahşerden bir günü andırıyor. İslam hanım ve beylerinden yere iğne atsanız düşmeyecek; o kadar kalabalık. Mağaza garsonları mekik gibi işliyorlar. Masaların üzeri birer ot yığınından farkı olmayan şık kostümlerle dolu.. Herkesin elinde mendili terini siliyor. Müşterilerin “Daha aşağı olmaz mı?” sözüne müstahdem: “Fiyatımız maktu’dur.” cevabını veriyor “O halde sarınız!” sözü ciğerinizi kurşun gibi deliyor. Buna mukabil bir de Hereke mağazalarına İslam ticaretgahlarına uğrayınız istihlak-i milli mağazasına gidiniz. Lehü’l-hamd boş değil .. Fakat Tiring’le mukayese eder isek boş kelimesi mağazalarımızdaki tenhalığı izah edemez. Yarab bu ne hal? Bir millet için bu halden bu hale gelmekten büyük bir felaket tasavvur olunabilir mi? Vatanlarını şan u şerefle yaşatanların bir hareketini size nakledeyim de siz de görünüz anlayınız ki yaşamak isteyen milletler nasıl yapıyorlar: Bundan üç dört sene evvel idi. Suriye gazetelerinden birinde şöyle bir fıkra gözüme ilişmişti: Trablusşam’a bir Fransız harb gemisi gelir. Efraddan birkaçı karaya çıkarak bir eczahaneye gelirler. Müstahzarattan bir ilac isterler. Bu müstahzar Fransa’da da Almanya’da da böyle bir mes’elede ilacı Fransız malı olmadığından almaktan sarf-ı nazar eder ve avdet ederler. Gördünüz mü vatan-perverliği? Fransız böyle yapmaya mecburdur. Çünkü ’i Alsas Loren’i unutmamıştır. Acaba Giritler Selanikler Manastırlar İşkodralar Yanyalar Kosova sahraları Alsas Loren’den kıymetsiz midir? Acaba başımıza gelen felaketler bu kadar az bir zamanda unutulacak kadar mı ehemmiyetsiz? Sadede avdet edelim: Mayer’de tanıdıklarımdan Harbiye Nezaret katiplerinden bir zata rast geldim – Ne var ne yok burada ne işiniz var? – Vah birader ma’lum ya mübarek bayram geldi çattı. Çoluk çocuk çıplak. Benim de halim ma’lum. vasıtasıyla kendime bir kat elbise bir pardesü çocuğa da bir kat esbab aldım. – Ne şeraitle? – Yüzde on zamla. Mesela benim elbisem guruş. Ben vereceğim para …..ya –Penito’ya– guruş borcum var diye bir sened veriyorum. Ve bu parayı altı ayda ödeyeceğimi senedimde taahhüd ediyorum. Her ay geliyor parasını alıyor. Ne yapalım? rağı.. guruş bir avuç ota? … Bu paralar ne oluyor? Nereye gidiyor? Maaşından bu kadar bir meblağını veren bu zevat nasıl geçiniyor? Ailesi ne halde bulunacak? Bunların hepsi yüreğimizi yakan bir ateştir. Garabete bakınız ki mübarek bayram ecnebi kasalarının dolmasına vesile oluyor. – Sevgili dindaş bayramda yeni elbise giyeceksen bunu tisadiyatına bu suretle hizmet edeceksin İslam tacirini İslam fabrikatörünü bu vesile ile yaşatacaksın. Bayramda dindaşınla vatandaşınla soyunla sopunla dargınlığın varsa bertaraf edeceksin barışacaksın selamlaşacak musafaha edeceksin; dargınlar varsa barıştıracak kardeşlik ittihad ve ittifak iplerini kavileştirecek bu suretle nifak ve şikak iplerini keseceksin ayat-ı kerimesini tecelli ettireceksin. Umumi kardeşlik umumi birlik; hususi kardeşliğin hususi birliğin neticesi değil midir? Bayramda fitreni vereceksin: fakır fukarayı güldürecek öksüzleri sevindirecek yetimleri şad edeceksin. nebi kasalarını dolduracak bayramların bize lüzumu yok.. Biz her şeyde olduğu gibi bunu da böyle yanlış anlıyoruz. Bayram demek bize ittihad ve uhuvveti teavün ve tenasuru bayram demek İslam aleyhine masruf olacak servetler vücuda getirmek değildir. Aziz müslümanlar artık yeter hepsi yeter; uğradığımız felaketler de yetişti. Dinin vatanın değil kendi menfaatiniz namına söylüyorum. Ecnebi kasalarınıza [kasalarına?] döktüğünüz paralar yetişir. Biraz da müslüman kesesine dökünüz!. Sen ey müslüman bey Hereke’nin a’la kumaşları dururken Avusturya’nın bir ayda eriyen otlarını giymekten ne lezzet alıyorsun? Hereke’nin mükemmel kravatları dururken iki günde çatlayan ecnebi kravatlarına yirmi guruş vermekten ne kazanıyorsun? Siz ey muhterem muhaddere siz de böyle. Hereke’nin hem ucuz hem güzel hem sağlam kumaşları dururken Avrupa’nın murdar kumaşlarını giymek tenezzülünde devam edecek misiniz? Muhterem hemşirelerinizin himmetiyle açılan var? Siz ey aile reisleri Şam’ın Haleb’in Hama’nın ve hatta Beytülfakıh’in –Yemen’de– ölmez döşemeler perdelikleri varken çürük çarık fakat süslü Avrupa döşemelerini kullanırsanız bu memleketin evladı olduğunuzu ne yüzle iddia edebilirsiniz. Benim evimde Beytülfakıh döşemeleri var ki on beş seneyi mütecaviz bir zamandır kullanıyorum. Yine eski halinde. Dediğim gibi ölmez mallar. Bunlar varken öbürlerini kullanmak sizin bizzat sizin menfaatinize muvafık mıdır? Soruyorum. Sen de ey muhterem hoca efendi sen bile el-an bu mefkureyi görmüyorsun. Sen bile cübbeni Avrupa kumaşından yaptırıyorsun. Efendiler hanımefendiler düşünelim en küçük bir mülahaza bizi tedhiş edebilecek kadardır. İstanbul’da . on bin sarıklı hocaefendimiz var. Bu efendiler vasati olarak senede kışlık yazlık liralık cübbe giyseler senede İstanbul’da sade cübbe parası . Osmanlı lirası frenk kasalarına akıyor. Dahiliye Nezareti’nin istatistiklerine göre İstanbul’da bin küsur muhadderemiz var. Bu muhterem hemşirelerimiz vasati senede lira çarşafa para verseler –ki senede onar liralık dört beş çarşaf giyen vardır– . bir milyon liraya yakın bir paramız Avrupa’nın oluyor. Doymak bilmez keselerine akıyor. Bu bir şehrimizin iki kalem eşyasıdır. Ötesini de siz düşünün… Müslümanlar müslümanlar! Allah’ın azameti aşkına Muhammed’in aşkına mazlum Trablus şehidleri aşkına . beş yüz bin Rumeli kurbanı aşkına hetk olunan namuslar aşkına dökülen kanlar aşkına heder olan bekaretler aşkına aklımızı başımıza toplayalım. Kendi kendimizi öldürmekten bizi öldüreceklerin eline en müdhiş silahı vermekten –para– vazgeçelim. Ebedi olan dinimize istiklalimizi refik-ı gayr-i mufarık edelim. Ebediyyen müslüman olduğumuz gibi ebediyyen müstakil ve Osmanlı olarak yaşayalım. Bunu şübhesiz hepimiz Bu ise süngü kuvvetinden fazla para kuvvetidir. Onun için zengin olmak zengin bir millet olmak lazımdır. Bu sebebledir ki sanayi’-i mahalliyyeyi ma’mulat-ı dahiliyyeyi istihlake büyük bir mecburiyetle borçluyuz. Bu borcumuzu takdir edersek müteşebbislerimiz artar. Fabrikalarımız yapılmaya çarkları dönmeye başlar. Başımızdaki sarığımızdan ayağımızdaki papuca kadar olan levazımatımızı kendimiz istihzar edebiliriz. Paramız içimizde kalır. Yaşamak isteyen milletlerin akıdesi bu olmalıdır: Parayı dışarı çıkarmaktan sakınmak. Böyle yaparsak kavi ve müstakil olarak yaşayabiliriz. Ve illa fela…. Binaenaleyh dünya ve ahirette mes’ud olmak “Ebediyyen yaşayacağız gibi çalışalım” iktisaden teali edelim tacirlerimizi kazandıralım. Müteşebbislere cesaret verelim. Daima daima memleket için din için çalışalım. Çünkü Üsküdar: MÜNŞI “MEHMED BIN BEDREDDIN-I MÜNŞI” Ulema-yı a’lamdan ve elsine-i selase edebiyatına vakıf üdeba-yı kiramdan bir zat-ı fazilet-simat olup “Manisa-Saruhan” sancağı mülhakatından “Akhisar”lıdır. Tahsil-i ibtidaisini vatanıyla “Manisa”da ba’de’l-ikmal darü’l-ilm ve’lirfan olan “İstanbul”a gelerek fuzaladan “Ebülleys Alisi” ve “Ca’fer” efendilerden ahz-i icazeye nailiyetle silk-i kazaya salik oldu. Ve bu meslekteki hidematının kısm-ı a’zamını diyar-ı Mısriyyede geçirdi. Bu esnada te’lifine muvaffak olduğu tefsir-i şerifini Sultan Murad-ı Salis’e takdim ederek arzusu vechile Şeyhü’l-harem-i Nebevi hizmetiyle be-kam oldu. İla-ahiri’l-ömr bu hizmet-i celile ile imrar-ı evkat eyleyip tarihinde irtihal ederek “Baki’” denilen makabir-i salihine defnedildi. Tarikat-ı Nakşibendi’den de müstahlef görülebilenleri ber-vech-i atidir: retiyle benamdır. Nüshaları ez-cümle Ayasofya ve Nuruosmani kütübhanelerinde vardır. den İmam “Cezeri”nin meşhur manzumesinin şerhidir. Vefa mahallesindeki Atıf Efendi Kütübhanesi’nde mevcuddur. Vuzıat ala-Sigati’l-Cem’ mat-ı Farisiyyenin şerh ve tavzihına dair mühim bir eser-i lugavidir. nayi’-i kelamiyyeden “san’at-ı cinas”ı mübeyyin bir eser-i lügavi ve edebidir. AHALISININ ENZAR-I İBRETINE Bulgarlar herhangi bir kasabamızı işgal eylemişlerse ilk raftan da –aynı zamanda– o şehrin büyük bir veya birkaç cami’-i şerifini kiliseye tahvil etmek kiliseye tahviline lüzum görmedikleri cevami’-i mübarekeyi de ya suver-i saire ile isti’mal yahud tahrib eylemek olmuştur. Yunaniler bu hususta Bulgarları yetişememiş; onlar yalnız evvelce kilise olup da hin-i fetihte Osmanlılar tarafından cami’e kalb olunanları yine kilise yapmışlar istila ettikleri memleketlerin sair cami’lerine pek o kadar ilişememişlerdir. Selanik’in Kasımiyyesi Hortacı Ayasofyası bu kabildendir. Bulgarların asker ve ahaliye karşı din noktasından ta’kıb ettikleri meslek şunlar idi: duklarını fiilen göstermek için eyyam-ı resmiyye ve mahsusanın hepsinde bila-istisna kilisede –hiç olmazsa beş dakıka– hil olduğu halde bilumum dükkanları kapatmak. dan tahlisi Salib’in i’lası gibi iki büyük maksad-ı ulviye! müstenid bulunduğunu her gün her saat her vasıta ile telkın eylemek. kuluba çalışmak. kendi dinlerinin ali müslüman dininin batıl olduğunu kavlen ve fiilen beyan ile ruhlarını vicdanlarını okşamak … yesinin deyiniz zabitlerinin deyiniz…– din ve dinden istifade hususundaki programları bu. Bunu gözümüzün önünde hakkıyla tatbik eylemişler cidden istifade de etmişlerdir. Bulgarların girdikleri günden kaçtıkları güne kadar sekiz buçuk dokuz ay müddet içinde bulunduğum Siroz’da işbu programın suret-i tatbikını azıcık izah edeyim: Garb ordusu ekser memleketlerde olduğu gibi kasabamızın da kapılarını Bulgarlara açık bizi kurbanlık bıraktı. Bulgar ordusu silahları omuzunda olduğu halde Teşrinievvel ’de şehrin yarım saat mesafesinde tevakkuf eyledi. O gün hunharlıkla meşhur rüesa-yı eşkıyadan Zankof çetesiyle beraber şehre girdi. Hükumete gelince; maiyyeti efradından dört kişi hükumetin dört penceresine düvel-i müttefikanın dört bandırasını çektiler diğer iki şakı de hükumetinin cebhesinde en mürtefi’ mahallinde mevzu’ Osmanlı armasının tepesindeki sabit ve müzeyyen hilali kırıp sokağa attılar. Sokakta bulunanlara çiğnettiler. Hilal’in yerine Salib’i takarak umuma alkışlattılar. Ferdası gün kasabaya Bulgar ordusu girdi resmen işgal eyledi. Hemen Bulgar metrepolithanesinde büyük bir resm-i kabul kilisede debdebeli bir ayin-i ruhani icra edildi. Bulgar silahlarının kudsiyeti askerlerin muzafferiyeti tes’id olundu. Hilal’in yerlerde sürünmeye Salib’in semalara kadar yükselmeye layık olduğu müteaddid lisanlarla anlattırıldı. Kasabanın en ma’mur en şerefli bir mevkiinde kain olup Siroz’un Osmanlılar tarafından fethinde taraf-ı sultaniden inşa olunan büyük ma’mur cami’-i şerifin harici kapılarına Bulgar nöbetçileri dikildi. Müslümanlar cami’-i şerife duhulden men’ olundu. Kumandan: “Bunun; hıristiyanların ma’bed-i İslam’a taaruzlarından tahkırlerinden vikaye maksadına müstenid olduğunu galib ve muzaffer Bulgar ordusuyla yerli Bulgarların heyecanları galeyanları zail olunca hemen nöbetçilerin kaldırılacağını” olduğu tezahür etti. Li-maslahatin Metrepolithaneye giden muhterem bir tüccarımızla bir da’va vekilimize metrepolid: “Büyük cami’ kilise oldu. Kral’ın bu yolda emri vardır. Zaten Müslümanlık artık ölmüş mahv olmuş demektir. Geriye kalan cami’ler bile size çok!” demek suretiyle hem kumandanı tekzib eylemiş hem de mes’eleyi tavzih etmiştir. Üçüncü gün camiin o ulvi minareleri ikisi birden temele kadar indirildi. Ma’bed-i mukaddesin sertac-ı ibtihacı olan lafza-i celal ile Hilal papaslar tarafından kırılarak birinin yerine Salib diğerinin de çan takıldı. Beş yüz seneden beri o noktada Lafza-i Celal’i Hilal’i görmeye alışan gözler oraya karşı artık kapanmış o noktadan senelerce ezan-ı Muhammedi mıştı. Cami’ içinde büyük küçük yüzlerce Mushaf-ı şerifler yırtıldı. Hak-i pak-i vatanı çiğneyen kirli ayakların altında Allah’ın Kelam-ı Kadimleri de çiğnendi yoğuruldu. Levayıh-ı mübareke içeride süngülerle kılıçlarla kırılarak parça parça sokaklara atıldı. Mihrab ve minber yıkıldı. Minarelerin minberin mihrabın enkazı müslümanlara gözyaşları akıta akıta taşıttırıldı. Kıymetdar eşya umumen yağma edildi. Şamdanlar halılar taksim olundu. Cami’ tasavir-i ma’hude ile dolduruldu. Parlak bir resm-i küşad icra edildi. O gün ve her gün Bulgarlar kilisede bulundukça müslümanların Rumların Yahudilerin dükkanlarını kat’iyyen kapamaları resmen i’lan olundu. Kapamayanlar döğüldü. Asker olsun yerli olsun köylü olsun hiçbir Bulgar yeni kilise önünden şapkasını kalpağını şoparasını çıkarmaksızın geçmiyor. Dinlerine bilhassa yeniden kazandıkları bu kiliseye pek hürmet ediyorlardı. Orada bulunan müslümanlar için bu günleri görmekten ise ölmek bin kat hayırlı idi. Fakat ölmek o sırada pek ucuz olmakla beraber pek de bahalı canlarımız pek de kıymetli imiş!... Biz müslümanlar her türlü hakarete her türlü zulme katlanıyoruz. Dinimize olan taarruzları; malımıza canımıza olan tecavüzlerden daha ehven görürüz. Biz Rumelililer; ölümden bu kadar korkmamış olaydık yahud o vakit başımızda yüreği vicdanı vatan duygusuyla titreyen hakıkı amirler ile zimamdaran-ı hükumete malik olsa idik istila ve rin nukudun hülasa herşeyin nısfını hatta yüzde yirmisini belki de onunu kendi hükumetimize kendimize kendi elimizle vere idik bugün ya bu muharebe olmazdı yahud böyle olmazdı; namusumuz vatanımız malımız mülkümüz hatta istikbalimiz bu hale gelmezdi; İslamiyet bu hakaretlere ma’ruz kalmazdı; o mukaddes Hilal Salib’in altında ezilmezdi; yüz binlerce İslam nüfusları mahv olmaz kalanlar da bu sefaletlere bu felaketlere ma’ruz kalmazdı. Rumeli’de bilhassa Siroz ve mülhakatında İslamiyet’e mukaddesata olan tecavüzleri tamamıyla izah için Sebilürreşad ’ın nüshaları değil cildleri bile kafi gelmiyor. Kiliseye tahvil olanlardan maada yıkılan depo yapılan tiyatroya kalb olunan hayvan ahırı ittihaz edilen içine canavarlar doldurulan meyhaneler yapılan cami’leri ta’dad emin olunuz “ Sebilürreşad ” sütunlarına sığmaz. Ey Salib’in istilasından masun kalan İslam memleketleri Gözünüzü dört açınız. Bizden ibret alınız. Dininize sarılınız. Bu uğurda hiçbir fedakarlıktan çekinmeyiniz. Eğer bugün ma-melekinizin bir kısmını olsun hükumetimize ordumuza bahriyemize vermezseniz yarın –Allah göstermesin– bu memleketlerle beraber o mallara başkası sahib olur. Hakaret sefalet de başka. Biz vermediğimiz veremediğimiz için bu hallere geldik. Bütün malımızı mülkümüzü hatıralarımızı aba vü ecdadımızı orada bıraktık buraya gelebildik. Sizin okuyunuz ve çocuklarınıza da okutturunuz. HINDISTAN HILAL-I AHMER HEY’ETI “Doktor Ensari”nin riyaseti altında Dersaadet’e ve meydan-ı harbe giden Hindistan Hilal-i Ahmer Hey’eti bu hafta Bombay’a muvasalat ederek parlak bir surette istikbal edilip “Nurbağ” Sarayı’na yerleştirildiler. Hey’eti istikbal için “Dehli”den Hindistan’ın sair nikatından birçok kimseler suret-i mahsusada Bombay’a gelip kemal-i iştiyak ile hey’et hakkında hürmet ve ikram etmekte kusur etmediler. İki gün evvel Hey’et-i mezkurenin şerefine Bombay’daki İslamların en büyük ve muhteşem kulübünü teşkil eden “Encümen-i İslam”da bir çay ziyafeti tertib edilmiş binlerce muhterem ve ma’ruf simalar da’vet olunmuş bulunduruldum. Hey’eti kabul etmek için Encümen’deki kitaphane salonu gayet dil-nişin ve mükellef bir tarzda tefriş edilerek elektrik lambalarıyla donatılmış idi. Ortalıkta hüküm-ferma olan sıcağı def’ ile huzzarı terlemekten tahlis için salondaki “vantilatör”ler kemal-i sür’atle dönüp işlemekte salona latif ve ferah-feza bir nesim bahşetmekte idi. Encümen’in bahçesi züvvar med’uvvin ve otomobil ve arabalarıyla lebaleb dolu bir hale gelmiş idi. Encümen’in muvazzaf ve fahri “sekreter”leri Encümen’in büyük kapısının medhali üzerindeki mermer taşlar üzerine ihtiramkarane bir vaz’iyyette durarak züvvarı istikbal ile kendilerini salona isal ve mevki’lerine oturtuyorlardı. Osmanlı şehbenderi “chairmon” dedikleri Encümen ve Konferans Hey’eti reisi “Sir Rahmetullah Bahai” hazretlerinin sağ tarafında ahz-i mevki’ etmiş ve salona girdiğinde huzzar ayağa kalkıp hakkında hürmet ve nezaket ibraz etmekte teenni ve tereddüd etmedikleri gibi Başşehbender Ca’fer Beyefendi’yi medid bir alkışla alkışladılar. Saat altı alafrangada Hilal-i Ahmer Hey’eti Osmanlı askerine mahsus haki üniforma ve beyaz kalpak giydikleri halde Doktor Ensari hazretleriyle beraber salon kapısında fevkalade bir heybet ve salabetle içeri girip medid alkışlara nail oldular. Bu hey’etin kalpakları üzerinde bulunan kırmızı hilal huzzarı hüngür hüngür ağlattı. Bombay’da İngiliz Gücerati ve Urdu lisanlarıyla yevmi ve üsbui intişar eden gazete ve resimli mecmuaların muhabir-i mahsusları encümende bulunup cereyan eden ahvali tasvir ve tahrir ediyorlardı. Sir Fazıl Bahai biraderleri Kasım Ali Cirac-ı Bahai Hacı Abdullah Seyyid Kühandevani Mevlana Şibli Nu’mani –Lekenhur’daki “Nedvetü’l-ulema” reisi olup Hindistan’ın en benam ulemasındandır. Asar-ı ciddiyye ve diniyyesi Hind’de pek münteşirdir. Corci Zeydan tarafından te’lif olunan tarihi romanlarla Medeniyyet-i İslamiyye Tarihi hakkında bu zatın tenkıdat-ı muhıkkanesini mütalaa edenler müşarunileyhin ne derece mütebahhir bir alim-i hakıkı olduğunu i’tiraf ederler– hazretleri gibi Hindistan ile Bombay müslümanlarının en zengin nüfuzlu ve muhterem simaları hep Encümen’de nümayan ve herkesin nazar-ı dikkatini celb etmekte idiler. Şunu arz edeyim ki burada bugünde de İngiliz hafiyeleri ortalıkta eksik değillerdi. Zannederim ki ta’limat-ı mahsusa ile de mahfile Encümen’e teşrif etmişlerdi! Biraz istirahatten sonra huzzarın ileri gelenleri Hey’etin Reisi olan Doktor Ensari ve Comrade ceridesi sahibi Mister Muhammed Ali ile musafaha ettikten sonra Konferans Hey’eti Reisi Sir Rahmetullah hazretleri Hilal-i Ahmer misyonunu resmen huzzara takdim ederek Devlet-i Aliyye ve millet-i necibe-i Osmaniyyeye mensub olan asakir-i Osmaniyyeye Osmanlı Balkan muharebesi esnasında mezkur misyonun miş ve bilhassa Doktor Ensari’nin cansiperane olan mesai-i Hilal-i Ahmer Misyonu Reisi Doktor Ensari biraderimiz başında fes bulunduğu halde ayağa kalkarak harfiyyen zabtına muvaffak olduğum beyanatta bulunmuştur. Cümle-i mu’teriza kabilinden olmak üzere şunu dermiyan edeyim ki Encümen’in salonunda bulunan İngiliz ceraidi muhabirleri sıkılmayarak Doktor’la refikı Mister Muhammed Ali’nin beyanatlarının en mühim kısmını zabt etmeyi kendi entrika ve siyasetleriyle tev’em görmedikleri cihetle gazetelerine dercinden sarf-ı nazar ettikten maada müşarunileyhimin nutkunu tahrif etmek suretiyle kendi gazetelerine derc ettiler ki bu hal son derece gülünç bir şey teşkil etmiştir. Doktor Ensari genç dinç faal bir dimağa malik müslüman oğlu müslümandır. İslamiyet’in teali ve terakkısiyle müslümanların dini bir terbiye-i ahlakıyye ve ilmiyyede bulunmaları için bu ana kadar mesai-i cemilede bulunduklarından maada Hindistan’daki müslümanları hab-ı giran-ı gafletten uyandırıp onları şahrah-ı terakkı ve saadete sevk etmek için de Hindistan’ın makar ve merkezi olan “Dehli” şehr-i kadim-i tarihisinde İngilizce lisanıyla üsbui ve musavver The Comrade namıyla siyasi ictimai iktisadi bir gazete neşrine muvaffak olmuşlardır ki bu gazetenin bidayet-i te’sisinden –ki iki seneyi mütecaviz değildir– bu ana kadar Hind müslümanları için İngilizlerden bir çok hukuk ve imtiyaz faal ve hak ve kuvvete malik bir unsur-ı kavi ve mu’teber olduklarını edille ve berahin-i maddiyye ile unsur-ı hakim bulunan İngilizlere tanıttırmışlardır. Gerek Doktor Ensari gerek balada ismini arz eylediğim The Comrade gazetesi sahibi Mister Muhammed Ali vücudlarını hidemat-ı İslamiyye uğurunda vakf edip Hind müslümanlarının gençlerine iyi bir terbiye-i diniyye ve ahlakıyye vermeye çalışıyorlar. Bu genç müslüman zevat İngilizce lisanına bir İngilizden ziyade muttali’ bulundukları gibi kendi adat ve ahlak-ı milliyyelerini muhafaza etmekte bir kıl ucu kadar müsamaha göstermemekte ve Mister Muhammed Ali “Nurbağ”da –Bombay’da muvakkaten ikamet ettikleri yerdir– mülakat ettiğim zaman abdest alıp namazını eda etmek üzere bulunuyordu. Müşarunileyhin bu hali beni bila-ihtiyar kendisini kucaklayıp öpmeye mecbur etmiş idi. Bizim şık ve genç beyefendilerimiz hazeratı da bizim Hindli münevverü’l-fikr kardeşlerimize biraz ıktida ve ıktifa edecek olurlarsa bilmem ki kıyamet mi kopar! Evet; işte kalbleri nur-ı Hindistan’daki İngilizler müslümanlara hürmet edip hatırlarını sayıyorlar. Geçenlerde Bombay’ın bir ticaretgahınaasansörle çıkmak liz müzahame ederler. Asansör yalnız iki kişiyi çıkarabildiği ler. Müslüman ise “Ben sizden daha evvel buraya geldim oturdum mühim ve müsta’cel işim vardır. Dışarıya çıkmam. Sizin biriniz çıkar biraz intizar ettikten sonra tekrar asansörle yukarıya çıkarsınız.” demiş ise de mağrur hodperest kendilerini dev aynasında gören azametli İngilizler müslümanın bu hak sözüne ehemmiyet vermeyerek onu ayaklarıyla itip asansörden çıkarırlar. Müslüman kardeşimiz ise keyfiyeti polise rini polis vasıtasıyla ta’yin ettikten sonra Bidayet Ceza Mahkemesi’nde aleyhlerine ikame-i da’va eder. Bombay müslümanları İngiliz hakiminin bu da’vadaki hükmünü görmek ve muhakemeyi matbuatı hemen her gün şiddetli ve tenkıd-amiz makaleler yazarlar. En sonra efkar-ı umumiyyeyi rencide etmemek ay habse hem de ceza-yı nakdiye mahkum olurlar. Hükmü tebliğ edeceği anda hakim müttehemlere ileride daha ahlaklı davranmalarıyla insanlara karşı insaniyetkarane muamelatta bulunmayı tavsiye eder ve vuku’ bulan muamelelerine karşı rü’l-fikr fedakar ve millete hadim olan kimselerin mesailerinin mahsulüdür. Yoksa iki İngilizi İngiliz mahkemesi kolay kolay bir yerli müslüman için mahkum etmez. Hatta müslümanlara hoş görünen ve onları kendi aleyhlerinde bulunmaya başlayan Hind ve Bengalelilerin ittihad ve ittifak etmemek Hindularla meskun olan Kalküta’yı İngilizler terk edip çokça etmişlerdir. Doktor Ensari’nin riyaseti tahtında olup vazifesini meydan-ı harbde bi-hakkın gören Hindistan Hilal-i Ahmer Hey’eti Bombay’a muvasalatlarında Hindistan vali-i umumisi tarafından kendilerine telgrafla beyan-ı hoşamedi olunmuştur. Bu muamelat hep İngilizlerin ne derece siyasette zeki ve cingöz bir kavim olduklarını gösterir zannederim. Doktor Ensari’nin güzel simasıyla Urdu lisanıyla irad eylediği tatlı ve fasih nutuk –ki İstanbul’da meydan-ı harbde tesadüf ettiği şeylerle memalik-i Osmaniyyenin hükumet-i hazıranın siyasetine tealluk eder– huzzar üzerine büyük bir te’sir bırakmış ve herkesi mumaileyhin beyanatını can kulağıyla dinlemeye mecbur etmiş idi. Doktor altıyı çeyrek geçe söze başlayarak saat yedide bitirmiştir. Beyanat-ı mezkure ber-vech-i atidir: “Muhterem kardeşlerim lütufkar vatandaşlarım! Himmetinizle bu misyonumuz –Hey’et– Hindistan’dan Bombay’dan hareket etti. Savb-ı maksudumuz İstanbul’la meydan-ı harb idi. Oradaki İslam kardeşlerimiz olan Osmanlılara Osmanlı askerine hizmet etmek için gitmiş idik. Elimizden geleni yaptık. Vazife-i mevduamızı bi-hakkın ifa etmedik Osmanlı kardeşlerimizin tahsin ve takdirlerini celb ettik. Biz yabancılara hizmet etmiyorduk. Bilakis kendileriyle dini bir rabıta-i kaviyye-i –la-yenfasıle– ile merbut bulunduğumuz din kardeşlerimize hizmet eyliyorduk. Bunun için ücret teşvik ve tergıbe muhtac değildik. Çünkü din-i celilimizle Peygamber-i zişanımız efendimiz Cenab-ı Hak hazretleri bize böyle emreylemişlerdir. Hey’etimiz İstanbul’a ayak basar basmaz Osmanlı kardeşlerimiz hakkımızda enva’-ı hürmet ve ikramda bulundular. Ziyafetler da’vetler hararetli ve suzişli nutuklar birbirini vely ediyordu. Herkes bizi öpüp kokluyordu. Biz kucaktan kucağa geziyorduk. Osmanlı müslümanları bize o kadar iyilik ve mihman-nüvazlıkta bulundular ki benim bu tutuk dilim onu layıkıyla ta’rif ve tasavvur edemez. Zat-ı hazret-i Hilafet-penahi zat-ı Sadaret-penahi Herkes bize hürmet insaniyet muhabbet ediyordu. Herkes bizi kemal-i hamiyyet ve güleryüzle karşıladı. A’mal-i merdane salihane hayr-hahaneleriyle hamiyet ve şöhretleri cihana velvele salan bazı zevat-ı muhtereme bize az kaldı canlarını feda ediyorlardı. Hazarda seferde her türlü rahat ve istirahatimiz te’min edilmişti. Osmanlı asakiri cidden merdane dilirane surette vatanları uğurunda harb ediyorlardı. Yaralıların ölenlerin hadd ü hesabı yoğidi bu ölen zavallıların cümlesi genç ve evli kimseler idiler. Hatta nişanlıya malik olup da zifaf etmeyenlerin adedi az değildi. Zaten Osmanlı tarih-i askerisini bi-hakkın mütalaa edecek olursak bil-cümle asakir-i Osmaniyye otuz beş seneden beri kendi aileleriyle bir dam altında bir hafta olsun sükunetle imrar-ı hayat ve evkat edememişlerdir. Hep müşrikin ve küffar ile mücahedatta bulunmakla iştigal eylemektedirler. O gece yapılan harb planlarının tatbik edilmeyişi Rumeli’de taht-ı silahda bulunan asakir-i Osmaniyyenin nagehani ve mechul bir sebeb altında terhisi keyfiyeti harb esnasında ve isal edilememesi harbin Osmanlılar lehinde netice-pezir olma[ma]sına badi olmuştur. Yoksa arz ettiğim vechile evvelce gayur ve faal zabitler tarafından tertib ve tanzim edilen plan yine o zabitanın ma’rifetleriyle tatbik edilseydi namusumla te’min ederim ki Devlet-i Aliyye asakir-i Osmaniyye bu muharebe sonunda galib geleceklerdi. Huzzar-ı kiram! Harb-i hazırın avamil-i müessiratı mağlubiyetin esbabı bu arz ettiğim şeylerdir. Fırkalar hakkındaki tenkıdat tayyedilmiştir. Hele yirmi beş bin genç dinç askere bir kurşun attırmaksızın mehd-i hürriyet olan Selanik’i düşmana teslim eden namussuz Tahsin Paşa’nın hıyaneti bugün yalnız memalik-i Osmaniyyede değil bütün aktar-ı İslamiyyede zahir ve aşikar oldu. Bu ahlaksız herif Arnavutluk Prensliği’ne tamaan memleketini Yunan eşkıyasına takdim etti. Selanik’in sükutu sair Rumeli vilayat-ı Osmaniyyesi’nin sükutuna bir mukaddime teşkil etti. Tahsin Paşa namerdi sonra kaçtı. Selanik’i teslim etmek alçaklığına firar namussuzluğunu da ilave eyledi. Bu adamın damarlarında Osmanlı kanı cevelan etmiş olsa idi kendisini kendi kılıcıyla öldürür ve namusunu bu suretle tarihin parlak sahifelerinde muhafaza ederdi. Tahsin Paşa’nın namussuzluğuna karşı bir de size biraz Edirne’de tul müddet sıkıntı ve yoksulluk içinde askeriyle kumandanlarıyla zabitanıyla beraber imrar-ı hayat edip de devletinin milletinin şan ve şerefini muhafaza eden mübeccel muhterem Şükrü Paşa hazretlerinden bahsedeceğim.” Medid ve emsali na-mesbuk alkışlar. Salonun tavanları yerleri alkış sesinden lerzan bir halde. Elektrik lambalarının ziyası titriyordu. El şakırtıları sokağa aksetmiş sokaktakileri tevakkufa mecbur etmiş idi. Herkes şapaş yaşa bağırıyordu. Bila-mübalağa Şükrü Paşa’nın isminin telaffuzu üzerine on dakıka kadar alkış devam etti. Eller avuçlar yoruldu. Ahali sevinçlerinden feslerini sarıklarını havaya atıyorlardı. Ben zavallı ise müddet-i ömrümde böyle bir alkışlı meclise tesadüf etmediğim için –zannederim ki ileride de göremeyeceğim– salonun dört duvarı tavanı Encümen’in bahçesi Encümen’in bulunduğu caddedeki halk “yaşasın var olsun Şükrü Paşa” bağırıyordu. Hasılı burada bulunan biz Osmanlılar meserretten sevinçten şaşırdık kaldık. Doktor Ensari kan ter içinde kalarak huzzardan biraz sükut etmelerini rica ettikten sonra tekrar sözüne devam eyledi: “Osmanlı tarihinde harb esnasında merdane dilirane mukavemet eden galib gelen muazzam kumandanlar az değildir. Plevne kahramanı merhum “Gazi Osman Paşa” Yunan hükumetini on beş günde alt üst eden merhum “Gazi Edhem Paşa”lar gibi cesur kumandanlar Osmanlı tarihini şeref-i askerisini bütün dünyada payidar etmişlerdir. Fakat bunların hiçbiri Gazi Şükrü Paşa kadar celadet ve besalet göstermemiştir. Edirne gittiyse Osmanlı şeref-i askerisi dirildi masun kaldı. Selanik’in namerdane bir surette teslimi üzerine küffar askeri mukaddes İslam toprağının her tarafına girmeye fırsat bularak yüz binlerce ma’sum muhterem canları yok ettiler. çocuklara merhamet etmediler. Bakir kızların perde-i ismetlerini yırtmaya acımadılar. Her tarafı telvis ettiler. Rumeli’deki Osmanlı kardeşlerimiz yersiz yurtsuz oldular. Bugün İstanbul’da cami’ ve o gibi tekaya ve zevaya hep bu bedbaht zavallılarla doludur. .” Hasılı uzun nutkunu Doktor Ensari kardeşimiz sevgilimiz “İnşaallah Osmanlılar tekrar intikamlarını alacaklar eski mecd ü an’anat-ı tarihiyyelerini istiadeye muvaffak olacaklardır. Halihazırdaki hükumet kavidir. Bu ümniyenin husulüne sa’y-i beliğ ediyorlar. Sadrazam Said Halim Paşa hazretleri tecrübe-dide zeki ve faal dimağa malik bir zat-ı celilü’l-kadrdir. Harbiye Nazırı İzzet Paşa da genç ve emsali nadir bulunan bir kumandan-ı alidir. Hep çalışıyorlar “Biz –Hey’et– İstanbul’dan buraya avdet ederken hakkımızda son derece vasf u ta’rifine muktedir olamayacağım bir surette hürmet icra olundu muzikalarla askerlerle milli marşlarla vapura irkab olunduk; size Osmanlı kardeşlerimizden hediye olarak etek dolusu selam ihtiram teşekkür ve senalar getirdik. “Binaenaleyh Osmanlı Padişahı’na İslam Halifesi’nin bekasına Osmanlı kardeşlerimizin muvaffakıyetine dualar edelim. Amin diyelim.” Diyerek medid alkışlar içinde Doktor Ensari yerine oturdu. Müteakıben Hindistan’ın en benam ulemasından Mevlana Şibli Nu’mani hazretleri ayağa kalkarak silk-i nazma keşide eylediği kasideyi –ki her kelimesi şehvar bir inci kadar abdar ve ma’nalı idi– teessür-amiz bir vaz’iyetle işarat ile okudu. Kaside İslamiyet’in bu muharebe esnasında uğradığı tezelzül ve tenezzülden Osmanlıların felaketinden bahis yaşları uzun ve beyaz sakalı üzerine bir cedvel-i mütelali teşkil ediyordu. Huzzar da ağlıyordu. Ortalık bir mahzar-ı hüzn kesilmiş idi. Bereket versin ki nutkun sonunda ümidbahş şiirler var idi. Bu beyitler huzzara nefes aldırdı. Alkışlar tevali etmeye başladı. Hasılı huzzar üzerinde bu kadar te’sir hasıl eden hatiblerin Hindistan’da mevcudiyetine kail olmayan bu aciz Hind ulema ve hutabası hakkında azim bir hiss-i hürmet hasıl eyledim. Mevlana hazretlerinden sonra The Comrade gazetesi sahibi Mister Muhammed Ali ayağa kalkarak gayet siyasi ve harbin en ince nikatını hututunu Avrupa’nın siyasetini fasihane bir halavetle beyan ederek huzzarın ma’lumatını tevsi’ etmeye o kadar çalıştı ki gavamız-ı esrara siyasiyyatın künhüne bu kadar vakıf bir zata az tesadüf etmişim. Hülasa konferans pek güzel bir surette hitam buldu. Encümen’de bulunan biz Osmanlıları herkes öpüp kucaklıyordu. Sonra büfeye gidildi. Hakıkaten muharremattan başka hep mevcud idi. Şunu unutmadan söyleyeyim ki Mevlana Şibli Nu’mani hazretleri müessir kasidesini tilavet ettiği zaman ben bizim Mehmed Akif Beyefendi hazretlerini tahattur ediyordum. Onun burada olmasını hatta uçup da isbat-ı vücud eylemesini arzu ediyordum. Biz Osmanlıların da öyle hatib ve fazıllara malik olduğumuzu göstermek istiyordum. Konferans nihayetinde hatiblere huzzarın ileri gelenlerine gaibane olarak müşarunileyh hazretlerinin mezayasını arz ettim. Hey’et Bahubal’e bu sabah gittiler. Orada da nutuklar konferanslar verip Dehli’ye gideceklerdir. Dehli’de de kendi meşhudatlarını halka beyan edecekleri şübhesizdir. Hindistan’da bu hey’etin nutuklarıyla doğru sözleri sayesinde Osmanlılarla hükumetimiz için iyi bir hüsn-i nazar ve teveccüh hasıl olmuştur. Buraya ta’yin olunan yeni Başşehbender Halil Halid Bey ümid ederim ki bu cereyandan istifade eder. Şehbenderimizle Şehbenderhane’yi bura müslümanları nazarında daha muntazam ve müreffeh göstermek için hükumetimiz biraz daha tahsisat vermelidir. Şehbender yayan gezmemelidir. Her halde bir otomobili olmalı sofrası şeklinde yaaçık bulunmalıdır. Halihazırdaki tahsisat o kadar kafi ve elverişli değildir. Hindistan müslümanları “demokrat” değil hep aristokrattırlar. Binaenaleyh kendi mezaklarına tevafuk etmeyen harekat ve sekenatımızdan memnun olmazlarsa biz onlardan istifade edemeyeceğiz. Birkaç defa bunları yazdım. Maatteessüf bir türlü te’sir görmedim. Sonra sair yerlerde de muktedir afif lisan-aşina şehbenderlere muhtacız. Cami’den çıktıktan sonra ulema ile biraz görüşmek istedik. Harun Efendi namında zeki cidden muktedir Alay Müftüsü bir zat-ı muhteremle teşerrüf ettik. Muharebenin başlangıcından Edirne’nin muhasara zamanından i’tibaren Bulgarların duhulüne bilahare Osmanlılar tarafından istirdadına kadar bütün vekayiin iç yüzlerini bu zat-ı muhteremden dinledik. İstirdad zamanına kadar hüzün ve esefle mali olan bu tafsilatın şimdilik sahaif-i matbuata intikalini münasib görmüyoruz. Çünkü bu ma’lumatın sığınacağı sine matbuat sahifelerinden ziyade Divan-ı Harb zabıtnameleridir. Avn-i Hak’la teessüs eden hükumet-i İslamiyye erkanını da ziyaret etmekle mübahi olmak istedik. Cidden bir İslam Valisi olan Hacı Adil Beyefendi Kırkkilise’ye azimet buyurdukları cihetle Mektupçu beyin odasında biraz istirahat ettik. Biraz geçince sarıklı iki zat-ı muhterem geldi. Hakim ile Müftü hazretleri olan bu zevat ile görüştük ve Cenab-ı Hakk’a şükrettik. Hakim Efendi halim selim bir zat-ı muhterem. Müftü Efendi hazretleri ise pek hoş bir zat-ı ali-kadr. Eğer bütün müftülerimiz böyle ise müslümanların hala gaflet uykusundan uyanamamalarına şaşılır. Yalnız Müftü Efendi hazretlerinin bu talakat ve irfanını ne dereceye kadar ümmet uğurunda sarf ettiği bit-tabi’ bizce mechuldür. Müftü Efendi zulümlerini anlatmakla bitiremediği Bulgarların millet ve vatan-perverliklerinin hayranı olduğunu da gizlemiyor ve: “Bazen insan düşmandan da ders alırmış!” diye bu istiladan kendisince bir hisse-i intibah çıkardığını da söylüyor. Edirne’nin istihlasından ümidler münkatı’ olunca Müftü Efendi İstanbul’a gelmeye niyet eder. Bit-tabi’ hıristiyan hükumetinden izin almak lazım. Vali muavinine gider. Muavin altmış yaşından fazla ihtiyar bir Bulgar – Ne istersiniz? diye sorar. Elleri kavuşan Müftü Efendi hazretleri: – İstanbul’a gitmek için müsaade buyurmanızı ricaya geldim der. O vakit ihtiyar Bulgar elindeki kağıdı yere bırakarak Müftü Efendiye şu dersi verir: – Bakınız Müftü Efendi ben altmış yaşından fazla zengin bir Bulgarım. Hükumet me’muriyetine hiç ihtiyacım yok. Fakat milletime hizmet zamanı gelince her türlü istirahatimi terk ederek buralara kadar geldim. Siz ise bu kadar zaman birlikte yaşadığınız milletinizi bırakarak gitmek istiyorsunuz; hizmet zamanında hizmetten kaçıyorsunuz. Müftü Efendi diyor: – Herif böyle deyince sıkıldım utandım anladım. Ne olursa olsun o cehennem hayatında mazlum Hükumetten çıktık gidiyoruz. Karşıda bir kalabalık. Asker ahali toplanmış; duvara yapışan bir beyannameyi okuyorlar. Biz de okuduk: “Zabitan ve efrad ve mensubin-i askeriyyeye müskirat satanlardan on beş liradan aşağı olmamak üzere ceza-yı nakdi alınacaktır – İmza: Kumandan.” Bu beyannamenin neşrine sebebiyet veren zabitana bizler son derece müteessif olduk bütün millet de müteessif olsun. Beş on adım ötede tanıdık bir zabit tesadüf ederek bizi tesliye etmeseydi büyük bir ye’s ü fütur içinde kalacaktık. Bizim teessüfümüze karşı zabit efendi telaşsız cevap verdi: – Öyle zannetmeyiniz zabitlerimizin cümlesi hamiyetli ve dindardır. O kabil kimseler her millette her sınıf halk arasında bulunur. Bundan o milletin o sınıfın hey’et-i umumiyyesi hakkında bedbin olmak iktiza etmez. Enver Bey seferber zabitan arasında böyle namerdlerin bulunacağını haber aldığı zaman kederinden esefinden ağladı gözlerinden yaşlar dökülürken ağzından da şu sözler döküldü: “Yarabbi bizim kalblerimize iman ve salah ver.” Evet bir İslam ordusu arasında mugayir-i diyanet ve hamiyyet harekette bulunacak bir ferdin bile bulunmamasını gönül arzu eder. Fakat maatteessüf olmuyor. Müslümanların bu ahlak düşkünlüğü zamanında ordu-yı İslam’ın ekseriyetinin dindar ve afif olması emin olunuz ki pek büyük bir mazhariyettir. – Öyle ise ben de Enver Bey gibi temenni edeceğim: Allah cümlemize iman ve salah versin. – Siz Enver Bey’in kıt’asında mısınız? – Evet onun kıt’asında hem de daima beraber. – O halde Edirne’ye ilk girmek şerefine siz de mazharsınız. – Elhamdülillah. O şerefe mazhar olduk. Fakat kaldı Enver’i gaib ediyorduk. Ordunun Midye-İnöz hattında tevakkufu üzerine Enver Bey’e asabi bir hastalık geldi. Gittikçe kadar Enver’in başı ucunda ümidler mütezelzil bekledi. Ne dersiniz! Hareket emri gelince ferdası gün iyi olmadı mı? Hiçbir şeyi kalmadı. Hepimiz şaştık kaldık. – Allah bu gibi bütün hamiyetli ve dindar zabitlerimize uzun ömürler versin. – Nasıl yolda Bulgarlarla müsadematta bulundunuz mu? – Ufak tefek müsademeler olduysa da ehemmiyetli müsademat olmadı. Fakat keşke ehemmiyetli olaydı da ordumuzun namusu temizleneydi. Biz zabitler bu ta’lim gören asker ile bir muharebe yapmayı pek arzu ederiz; bakalım Allah nasib edecek mi? … Hele şu vahşi Bulgarlardan İslam’ın şenaatlerin cinayetlerin yanlarına kalmayacağına kendilerine de kanaat gelmiş. Tuttuğumuz esirlerden bizzat işittim. Diyorlardı ki: – Bizim yaptığımız zulme karşı sizin her halde bizi öldüreceğiniz şübhesizdir. Fakat bari bir ayak evvel öldürün de kurtulalım. – Biz sizin gibi zalim değiliz. Biz sizi artık öldüremeyiz zira bizim dinimizde emana kılıç yoktur… deyince herifler hayrette kaldılar birbirine bakışmaya başladılar. – Bu yaptığınız zulümlerin cezasını biz değil Allah verecektir nasıl ki verdi. Namına hareket ettiğiniz Salib’iniz çekiç oldu da beyninizi parçaladı. Zabitten ayrıldıktan sonra “Sarayiçi” denilen mezbaha-i mezalimini gölgede bırakacak derecede zulüm ve şenaate söğütleri mazlumin-i İslam için mersiyeler okuyordu. Bütün o fecayi’i bütün bu mersiyeleri denizlere büyük diyarlara ta Bahr-i Muhitlere kadar isale uğraşan gece gündüz la-yenkatı’ tayy-ı merahil eden “Tunca”nın ise ne matemli ne kindar cereyanı vardı! Oturup onun matemine hemdem olmak kün! Ağaçlardan bile hun-ı şehidan damlıyordu. Şimdi artık kendimi gaib etmiş Tunca’nın giryelerini dinliyordum: – Ey zair! Salib’in benim sahillerime akıttığı bu İslam kanları heder olacak zannetme. Ben bunların her damlasından fırtınalar icad edeceğim. Böyle çalkana çalkana ta deryalara Bahr-i Muhitlere kadar gideceğim mütemadiyen gideceğim. Anadolu’nun gunude sahillerini Afrika’nın Arabistan’ın kumlu kıyılarını Hindistan’ın harr u ateşin sahillerini bu İslam kanlarına boyayacağım. Bütün o sahillerde ekilen fidanların usare-i hayatı bu hun-ı mazlumin olacaktır… – Ey matemli kinli Tunca! Senin gibi ne kadar nehirler var ki senelerden asırlardan beri o büyük deryalara İslam kanı naklediyorlar!... Bütün mevcudiyetimi derin bir teessür kapladı. Bu sahne-i fecayi’de daha fazla duramayacağımı anladım. Fakat Edirne’nin neresi fecayi’den hali? Her köşesinden matem fışkırıyor her noktasında bir levha-i giryan nazarlara çarpıyor. Hükumet önünden geçiyorduk; dört kadın hükumetten çıkıyordu. Biçareler henüz mezardan çıkmış gibi bir halde başka nasibe-i hayatları yok idi. Yüzleri ise mevtin nişane-i fenasıyla sörpümüştü: Gözlerin feri uçmuş; göz kapaklarının kalkmaya mecali kalmamış nazarlar yere düşmüş; dudaklarda kandan hayattan eser kalmamış… Dört canlı cenaze sendeleye sendeleye çıktılar. Beş on adım gittiler. Dermansız dizleri büküldü; çöktüler. – Valideler nerelisiniz? – Edirne köylerinden oğlum. – Ne için dolaşıyorsunuz burada? – Mezardan gelen bir sesle Hükumetten ekmek parası di kocalarımızı evladlarımızı kesti evlerimizi yaktı şimdi sokaklarda kaldık. Ne yiyecek bir lokma ekmeğimiz ne de başımızı sokacak bir damımız var. Hükumetten beş on para zahmet edip de bizi götürseler… Çok iyi olacak. – Merak etmeyiniz valideler şimdilik şununla birkaç gün geçininiz hükumet size yiyecek de verecek evler de yapacak. Gavurun elinden kurtulduğunuza şükrediniz. – Çok şükür evladım Allah kurtardı. Fakat hiç kimsemiz kalmadı. – Merak etmeyiniz valideler bütün millet sizin evladınızdır. Sizi ne aç bırakırlar ne de susuz. Ferdası gün birlikte şehri dolaştığımız burada Sadrıa’zam Paşa ile biraderi Paşa’nın vekil-i umurları tesadüf ettiğimiz bütün kadınlara avuç avuç para dağıtırken bu biçareler de birer aylık zahirelerini almışlardı. Fakat Edirne’de böyle evladsız yurtsuz kalan ne kadar biçaregan vardı! Maamafih tesadüf eden hiçbir kadın boş bırakılmadı. Zavallılar para almaya alışmamışlar; aç çıplak yalınayak oldukları halde SAFAHATLAR MUHARRIR-I MUHTEREMI MEHMED AKIF BEYEFENDI’YE Ey Muhterem vücud “ Safahat ” larını okuyor tekrar tekrar okuyor okudukça ağlıyoruz. Ne söz onlar ki okuyanların ta kalbgahına te’sir etmekte intikam hislerini çalkalandırmakta; Ne o nazmlar ki kariinini yerinden oynatmakta kulub-ı müslimini ağlatmakta sızlatmaktadır. Var ol; fakat var oldukça da yaz; yaz da bizi biz biçareganı muhtac-ı irşad olan bivayeganı uyandır. mezaliminin musavvir-i daimisi olsun; larda fakat etrafı siyah çerçeve ile çevirilmiş olduğu halde gazete sütunlarında görülsün bu suretle kitap okumaktan tıhbinanın da nazarına çarpsın ve bu gibileri uyandırsın. Yazılarınız kemal-i iftiharla arz ederiz İslamlar arasında muhabbeti ittihadı te’min ediyor. Binaenaleyh bu saadeti te’min eden kaleme bizler biz İslamlar medyunuz. Size orduda İslamiyet hissinin İslamiyet’in fikir ve muhabbeti[ni]n günden güne tezayüd eylemekte olduğunu arz ve tebşir etmekle kesb-i şeref eder ve devam-ı muvaffakıyyatınızı eltaf-ı Sübhaniyyeden istid’a eyleriz. Düvel-i Muazzama her ne kadar kendilerini mü’telif müttehid ve her şeyi yapmaya muktedir göstermek istiyorlarsa da her gün belki her saat hakıkı ve batıni za’f ve natüvanlıkları daha ziyade tezahür etmektedir. Bunun da en birinci ve hakıkı sebebi Düvel-i Muazzama arasında i’tilaf ve ittihad-ı batıni olmamasıdır. Bunlardan her biri zahiren müttehid ve müttefik görünmekle beraber batınen başka başka ve mütezad menafi’ peşinde koştuğu için ittihad ve ittifakın istilzam ettiği kat’i kararlara sıra gelince ihtilaf ve tezadd-ı batıni zuhur ederek hareket ve faaliyyetten mahrum kılıyor. Eğer bu miyanda cesur ve faal bir devlet çıkıp da Düvel-i Muazzama’yı yeni bir hal yeni bir hadise karşısında bırakmakla muhtelif ve mütezad menafiinin çarpışmasına meydan açarsa Düvel-i Muazzama’nın yegane düşünceleri bu kadar mütevahhiş bulundukları o çarpışma ihtimalini bertaraf etmeye ve yeni hadiseyi tesviyeye sarf-ı ihtimam etmekten “emrivaki’” esiri etmiştir. Artık hukuk-ı beynelmilel kavaid-i düveliyye her nevi’ kudret ve kıymetini gaib etmiştir. Bunların yerine “emrivaki’ler” kaim olmuştur. Yeni bir hadisenin vukuu esnasında Avrupa artık bu hadisenin hukuk ve kavaid-i beynelmileliyye ile derece-i nisbet ve tevafukunu düşünmüyor. Yegane düşünülen nokta şu hadisenin Düvel-i Muazzama’yı çarpıştırmadan tesviyesidir. Hayat-ı beynelmileliyyede yeni zuhur eden kendisini kendi menafiini düşünen ve hatt-ı hareketini isabetle ta’yin etmek isteyen her millet tarafından kemal-i ehemmiyet ve dikkatle mütala’a ve tedkık edilmesi lazım olan şu hal bilhassa Balkan Muharebesi esnasında icra-yı te’sir eyledi. Muharebeden evvel Düvel-i Muazzama tarafından “statüko”nun behemehal muhafaza edileceği netice-i muharebeden sarf-ı nazar Balkan haritasında hiçbir tebeddül ve tegayyürata meydan verilmeyeceğini alenen ve resmen i’lan ettiler. Halbuki biraz geçmeden yine aynı devletler “emrivakii” kabul etmekte ve galiblerin iddiasını tervic ederek evvelki beyanatlarından udul eylemekte asla beis görmediler. Zaten başka suretle de hareket edemezlerdi. Zira “statüko”nun muhafazası hakkında aralarında vuku’ bulmuş olan tükonun bizim düşmanlarımız lehine ihlal edilmesi tarafdarı “emrivaki’” iras etmiş olduğu bütün netayicin tesviyesini yine aynı Düvel-i Muazzama zahiri bir i’tilafla kendi üzerine aldı. Bir takım kararlar kabul edildi. Sulh-ı umuminin iadesi tahakkuk etmiş gibi oldu. vaki’” karşısında bulundurmak istedi. Ziyade yer mülk kazanmak niyeti ile eski müttefikleri ile muharebeye girişti. Bu hareketi Londra Sulh Konferansı’nı fiilen alt üst etti. “Emrivaki’” esiri olan Avrupa ses bile çıkarmadı. Lakin bu kere “emrivaki’” kendisini ika’ edenin değil düşmanlarının lehine olarak çevirildi. Bulgaristan mağlub oldu. Bu miyanda müteyakkız ve mütebassır Romanya Avrupa’nın her nevi’ hareketten muattal kaldığını pek a’la takdir eylediği için Bulgaristan’ı susuyordu kelime-i vahide bile çıkarmıyordu. Düvel-i Muazzama’nın gözü önünde Bükreş Konferansı teşekkül etti ve Londra Konferansı’nın bütün mukarreratını yeniden alt üst etti. İki devlet –Rusya ve Avusturya– buna karşı i’tiraz etmek başkalarının mülkünü gasb niyeti ile değil– kendi mal-ı meşru’ilerinin hiç olmazsa bir kısmını istirdad etmek maksadı ile Edirne’ye doğru yürüdüler. Bu defa levha değişti. Düvel-i Muazzama’nın şeref ve haysiyet hisleri kabardı. Parlamentolarda kürsi-i hitabetlerde bize karşı yıldırımlar yağdırıldı. Ve müşterek bir nota takdim edildi. Bu kadar “emrivaki’”lere karşı serfüru ederek kendi eli ile bile Londra Sulh Konferansı’nı keen-lem-yekün bir hale vaz’ etmiş olan Avrupa bu kere bize hitaben mezkur konferansa riayet lüzumunu ihtar etti. Avrupa tarafından böyle bir hareket hem gülünç hem de menfurdu! Yalnız zannediliyordu ki iş Osmanlılığa ve Müslümanlığa aid olduğu için bir taraftan Avrupa’nın vicdan-ı umumisi böyle menfur bir hareketi te’yid eyler diğer taraftan öteden beri hakkını teslim etmek meskenetine alışmış olan Babıali de gevşeklik ibraz eder. Halbuki bu kere bütün Osmanlı milleti ve ordusu ile beraber Devlet-i Osmaniyyenin başında bulunan zat-ı muhteremin de böyle bir meskenete razi olmayacağı gibi Avrupa vicdan-ı umumisinin de bu kadar açık bir zulmü te’yid edemeyeceği muhakkaktı. Sadrıa’zam Paşa müşterek notayı kemal-i nezaketle lakin aynı zamanda menfur ve iğrenç olduğunu ifham ettirmekle beraber reddetti. Avrupa vicdan-ı umumisi de zalim ve hunhar Bulgaristan sini tasvib etmedi. Tehdidler yıldırımlar suya düştüler?. Bir aralık Rusya’nın müsellahan vilayat-ı şarkıyye cihetinden müdahale edeceği söylendi. Halbuki Avrupa’nın adem-i muvafakati önünde böyle bir müdahalenin gayr-i kabil-i doğru yürümesine cevaben bizim de bütün Bulgaristan’ı garistan’ı bizim elimizden kurtaramazdı. Vilayat-ı şarkıyyeye gelince Rusya’nın o tarafa hücumu diğer alakadar devletlerin de müdahalesini celb edecekti ve bilahare umumi ve azim ihtilalin zuhuru bedihi idi. Bu ise ne Rusya’nın ne de bütün Avrupa’nın işine gelir bir hal değildi. kalmıştır. Rusya’nın bizi Londra Sulh Konferansı’na yik-ı malinin icrasını taleb ediyor. Rusya’nın böyle bir talebi başkalarının eli ile ateşten Islavlar için kestane çıkarmak kabilindendir. Zira Rusya’nın değil bize verecek kendisine bile kifayet edecek parası yoktur. Bizim kadar belki daha ziyade o da diğerlerine muhtacdır. Tazyik-ı mali icrası dönüp dolaşıp fakr-ı maliye duçar olan bütün devletlerin mercii olan Fransa’nın üzerine tahmil ediliyor. Fransızlar ise –sırf Islavlık amaline hizmet için ve kendilerinin hiç bir menfaati olmadığı halde böyle bir vazifeyi ifa edecekleri pek meşkukdür. Zira bundan en evel ve en ziyade mutazarrır olacak bizzat Fransızlar’dır. Fransa’nın bugün Osmanlılıkta birkaç milyar parası vardır. Osmanlılık Fransa sermayesi için azim bir saha-i tatbikattır. Neden ve hangi bir mülahazaya ibtinaen Fransızlar bu kadar menfaatlerden kendilerini mahrum bu kadar zararlara tahammül ederek Bulgaristan’ın keyfi için azim bir cinayeti irtikab etsin! Binaenaleyh tazyik-ı malinin de suya düşeceği muhakkaktır. Yalnız elverir ki biz müttefik ve azimli olalım; birkaç zamandan beri aleme irae ettiğimiz son duçar olduğumuz felaketler işlemiş olduğumuz günahların cezası idi. Fakat bu kadar akıtılan ma’sum kanlar hetk edilen namuslar münkalib-i remad olan hanümanlar… Artık kainatı bile titretti gazab-ı ilahiyi mucib oldu. Bu gazab-ı manlarımızı tel’in ediyor. Biz hakkımıza sığınarak onu müdafaada metin ve müttehid olalım. MEDENIYET-I İSLAMIYYE TARIHI’NIN HATALARI Asıl taaccüb olunacak cihet şudur: Müellif “Bu siyaset kan dökme siyaseti saltanatlarının kesb-i tahakküm etmesine yaradı.” diyerek Beni Ümeyye hükumetinin kan dökücülüğünden bahsettikten sonra sözüne devamla: “Artık bu Emevilerden sonra hükumet süren Abbasiler ve saire için de adet kanun oldu.” diyor. Kari’ler pek a’la bilirler ki müellif kan dökücülükten değil cevr u zulmden bile Abbasiler’i tebriye etmektedir. O halde yukarıki sözleri; dai-i tenakuz mudur yoksa bir taraftan hükumet-i Abbasiyye’yi kurtaracağım derken öbür taraftan mahkum mu edivermiştir? Hayır hayır vallahi bu ihtimallerin ikisi de değil; bu da müellifin ancak kendinin asıl menvi-i zamirine gizli gizli telkın etmek edebileceği hileler cümlesindendir. Müellif bu ünvan altında Emeviyye valilerinden sadır olmuş türlü türlü cevr u şiddetten bahsediyor. Biz bunlardan bazılarını zikredeceğiz ve hakıkati göstermeye çalışacağız. Müellif valilerin zulmünden dem vururken diyor ki: “Vergi borçlarını te’diye etmek üzere makam-ı vilayete müracaat edenlerden tahsildarlar bir kısım meblağı da kendi hesablarına alırlar ve resm-i mukannenin bundan ibaret olduğunu dermiyan ederlerdi.” Ey fazıl müellif diyanet ve istiklal-i vicdan namına yüreğinden bir avaze-i irşad duymuyor musun? Bu kadar açık bu kadar fahiş bir yalanı açıktan açığa ne cesaretle yazabiliyorsun? Kadi Ebu Yusuf Beni Ümeyye valileri hakkında dudağını bile kıpırdatmamıştır. O Kitabü’l-Harac’da Harunü’r-Reşid’in valilerinden ve vergilerin cibayetindeki suiisti’mallerinden bahsediyor. Ne hacet Kadi-i müşarunileyhin bu kitabı elimizdedir; Mısır’da tab’ olundu elden ele dilden dile dolaştı. Müellif diyor ki: “Ebu Yusuf’un Harunü’r-Reşid’e defterdarların hatt-ı hareketine dair tavsiye ve nasihat yollu söylediği sözler arasında tahsildarların usul-i cibayetini gösteren şeyler de vardır. Kadi-i müşarunileyhe diyorlar ki: “Haber aldığıma göre valilerin etrafında bir sürü adamlar bulunuyormuş. Bunların bir kısmı lüzumlu takımdan olduğu halde bir alayı da nasılsa oraya kadar sokulmaya yol bulan kimselermiş ki bunlarda hayır ve salah namına bir şey aramamalı imiş. İşte vali bu adamlardan hayır bekler meded umar kendilerini öteye beriye saldırırmış zimmetleri filan bunlarla toplarmış. Halbuki bu adamlar hıfzına me’mur oldukları şeyleri saklamazlar sonra sarfı tarafına da yaklaşmazlarmış; onlara göre vazife: Harac yahud emval-i miriyye namına hemen toplamaktan ibarettir. Bu gayeye erişmek için “ehl-i haracı” medyunini güneşte bırakırlar ve temizce dayak atarlarmış; üzerlerine akreb asarlar herifleri ibadetten bile alıkoyacak derecelerde tazyik ve takyid ederlermiş. Bunlar büyük işlerdir gayretullaha dokunur Müslümanlığa lekedir.” Allah Allah!... Acaba kulaklar bundan kaba bir tarz-ı telbis duymuş mudur: Kadi Ebu Yusuf; Harunü’r-Reşid’e valilerinden şikayet ediyor reayadan cibayet-i emval esnasında beyan ediyor hali anlatıyor; öbür taraftan bizim müellif-i fazıl hazret-i Kadi’nın bu sözlerini alıyor da bize Beni Ümeyye valilerinin sapıklıklarını tuttukları yanlış yolları anlatmak KADIM İRAN’DA DIN dinleriyle Yunan-ı Kadim mesalik-i felsefiyyesinin pek çok yardımı olmuştur. Hatta iddia edebiliriz ki İran ruhu İslamiyet’e karışmamış olsaydı Müslümanlığa bu derece hurafat girmiş olmayacaktı. Cenab-ı Risalet-penah hadis-i kat’isiyle İslamiyet’in ne kadar sade ne kadar bülend ve ne derece hürriyet-perver bir din olduğunu i’lan etmiş olduğu halde müslümanlar arasına sokulan bir kısım yabancılar an’anat-ı irsiyyelerinden yüklenip getirebildikleri esatiri hurafeleri bu dine karıştırmaktan bir zevk almışlar belki de bu suretle asır-dide an’analerini deviren dinden intikam almak sevdasına düşmüşlerdi. Bu gibi hurafelerdir ki mış onu ma’ayib-cu nazarlara bir enmuzec-i garaib halinde arz eylemiştir. edyan-ı kadimelerinin an’anat-ı irsiyyesini unutamamışlar ve Yunan-ı Kadim efkarı da bunlara inzımam eylemiştir. Musevilerden İslamiyet’i kabul edenler ise Kütüb-i Mukaddese’nin bütün hurafelerini İslamiyet’e sokmayı bir vazife-i diniyye telakkı eylemişlerdi. fenin cürsumelerini bu yoldaki te’sirat-ı hariciyyede aramak tarafından gelmiş olduğu cihetle bu kadim iklimde hükümran olan din ve mesalik-i felsefiyye hakkında tetebbuatta bulunmak her halde faideden hali değildir. Bu yoldaki tetebbuatın birçok hakıkatlerin inkişafına sebeb olacağını ümid ediyoruz. Rivayat ve temasili kuvve-i muhayyileye aid bulunan esatir-i evveliyye La mythologie ile kuvve-i müfekkirenin olmaksızın Ahmed İbn Hanbel mevludü olan felsefe arasında zihnin bir derece-i mütevassıtası daha vardır ki bu da an’ane libasına bürünmüş olan ve ahlak hikmet-i tabiiyye hikmet-i ma-ba’de’t-tabiiyyenin bil-cümle mesail-i azimesine cevap vermek isteyen dini fikirdir. Fikr-i dini insanların akıdeleri üzerinde hakim bir mevki’ kazandıktan sonra pek çok ve mütenevvi’ tahavvülata ma’ruz kalmış ve nihayet binlerce mezahib tevellüdüne meydan açmıştır. Tekamül-i fikri tarihinin Hind ve Çin’e aid sahifeleri tedkık edilirse bu hakıkati müeyyid vesikalar görülebilir. Fikr-i dini İran-ı Kadim’de daima yüksek ve en hakim bir mevki’ işgal eylemiştir. Eski İranilerin efkar-ı diniyyeleri –ki en yükseği Zerdüşt tarafından vaz’ edilen meslektir– hayat-ı siyasilerinin ufulünden sonra bile unutulamamış her fırsatta te’sirat ve asar-ı zindegisini gösterebilmiştir. Zerdüşt dini Asya’nın büyük bir kısmını istila ettikten sonra İskenderiye Mektebi vasıtasıyla Mısır ve Yunanistan’a Babil esaretiyle Yahudiliğe gnostisizm gnosticisme ve Mani mezhebi manicheismeisme ile Garba ve Hıristiyanlığa Karamıta taifesiyle fırak-ı dalleden Haitıyye ve Hadebiyyeler vasıtasıyla da İslamiyet’e kadar sokulabilmiştir. mevk’-i ikbalini muhafaza edebilmişti. Fakat Kadisiyye muzafferiyeti düşt dinini de taht-ı ikbalinden ıskat eylemişti. Maamafih Mecusilik büsbütün söndürülememiştir. Hind içerilerine kadar sokulan dalları oralarda el-an payidar derin izler bırakmış olduğu gibi İran içlerinde Bahr-i Hazer sahillerinde de Zerdüşt’ün itaatkar tabi’leri bugüne kadar akıde-i evveliyyelerini muhafaza edebilmişlerdir. İran’ın din-i kadimine dair Avrupalılar ancak on yedinci asrın nihayetlerine doğru bir ma’lumat alabilmişlerdir. Kat’i ve vasi’ olan bu ma’lumat Müsteşrik-ı şehir Tomas Heyd Thomas Hyde tarafından O vakte kadar bu mezheb hakkında Avrupa’da Herodot’un Zirupedi gyropedie ve Plütark’ın Oziris ve İzis hakkındaki eserinden kadim Piling yazılarından Eflatun’un rivayetlerinSahib ve Müdir-i Mes’ul: H. Eşref Edib den başka bir menba’-ı ma’lumat yoktu. Tomas Heyd bütün bu menabi’-i ma’lumatı yokladıktan sonra kanaat-bahş bir netice istihsal edememişti. Tomas İran-ı Kadim dinine dair en sağlam ve en esaslı ma’lumatı müellifin-i İslamiyyenin eserlerinde bulabileceğini tahmin etmiş tetebbuatında ilerledikçe zannında yanılmamış olduğunu anlamıştır. Tomas Heyd kütüb-i İslamiyyeden ıktitaf ettiği vesaik ve ma’lumatı Verterum Persarum Et Magarum Religionis Historia ünvanlı kitabında cem’ eylemiştir. Maamafih bütün bu ma’lumat hep nazari idi. Mecusilerin asıl kitapları henüz Avrupa müdakkıklarının pişgah-ı tetebbuuna açılmamıştı. Avrupa bu mühim hizmeti Fransa müsteşriklerinden Anketil Duperon Anquetil Duperron’a medyundur. Anketil Duperon senesinde Hindistan’da vakı’ Gücerat şibh-i ceziresine kadar giderek orada kadim İranilerin mu’tekadat-ı diniyyesini taşıyan Gebrlerle görüşmüş ve Pehlu lisanlarını öğrendikten sonra Zerdüşt dinini pek yakından tedkık etmiş tarihinde Fransa’ya avdet ederken beraberinde Pehlevi lisanı üzere yazılmış altı aded kitap götürmüştü. Bu kitaplar İzişne Yzechne Vispered Vispered Vandidad Vendidad Yeşt-sade Yescht-sade Sirozi Sirozi Bundeheşt Bondehescht isimlerini haiz olup Zend Avesta ’nın aksamından idiler. senesinde Yasna Yaçna namı altında Öjen Burnof Eugene Burnof tarafından Paris’te tab’ ve neşr olunmuştur. Vispered risalesinde ise mahlukatın başlıcaları ta’dad edilmiştir. Üçüncü kitap yani Vandidad risalesi de ateşperesti mazdeisme mezhebinin akaid-i esasiyyesini cami’dir. İzişte Vispered ve Vandidad risalelerinin üçü birden “ Vandidad-Sade ” namıyla yad olunurlar. Dördüncü Yeşt-Sade kitabı muhtelif asırlara aid parçalardan mürekkeb bir risaledir. Beşinci kitap olan Sirozi risalesi Zerdüştilerin takvimi mesabesinde olup her gün okunulması Son altıncı Bundeheşt kitabı akaid-i Zerdüştiyyeyi cami’ ve otuz baba münkasem olup dini bir ansiklopedi addolunurlar. Bu altı kitabın hey’et-i mecmuası Zend-Avesta yani Kelamü’l-hayat namı altında yad olunurlar. Fakat bu kitapların Büyük Avesta’nın bazı parçalarından bin iki yüz parça deri üzerine yazılmış yirmi bir aded risaleden mürekkeb olduğu muhakkakat-ı tarihiyyedendir. Büyük Zend-Avesta İskender’in istilasına kadar İran’ın Payitaht-ı kadimi olan Perse Polis şehrinde kemal-i i’tina ile muhafaza edilmekte idi. Fakat İskender-i Kebir İran’ı istila ederek her şeyi alt üst ettiği zaman Zend-Avesta’nın yalnız cüme ettirmiş ve diğer parçalarının ihrakını emreylemişti. Bugün bize kadar intikal eden altı parça kitap bu tahribden kurtulabilen risalelerden mürekkebdir. Zend-Avesta’da halık-ı kainata “Ahuramazda” namı verilmiş olduğundan Avrupalılar bu kelimeden alarak Zerdüşt dinine Mazdeizm Mazdeisme ünvanını vermişlerdir. Müsteşrik-ı şehir Öjen Burnof Hindilerin Vedalar’ıyla vedas İranilerin Zend-Avesta larını tedkık ettikten sonra her lisanının müştakkatından olduğunu keşfeylemiştir. Müsteşrik tedkıkatını ilerlettikçe Zerdüşt dininin Hindistan’daki Brahma mezhebinin istihale etmiş bir şeklinden ibaret bulunduğunu Öjen Burnof diyor ki: “Hindiler tabiata perestiş ediyorlardı. bu iki kavmin mezhebi de esas ve menşe’ i’tibariyle müttehiddir.” Büyük Zend-Avesta’dan zamanımıza kadar intikal edebilen parçalarda İran din-i kadimine dair az çok bir şu’le-i tenvir bulabilmek mümkündür. Fakat en sağlam ve en ziyade tafsilatlı ma’lumat Farisice “ Desatir ” ünvanlı bir kitapla yine bu lisanda muharrer “ Debistanü’l-mezahib ” namındaki kıymetdar eserde mündericdir. Debistanü’l-Mezahib İran’da fikr-i dininin tarih-i zuhur ve inkişafını Zerdüşt mezhebinin tahavvülat ve şuabatını Zerdüşt’ten evvel İran’da hükümran olan akıdeleri bilahare Zerdüşt dininde vuku’ bulan tebeddülatı; vukufkar bir zekanın rehberliğiyle; pek güzel tasvir eylemiştir. Debistanü’l-Mezahib Mirza Muhsin-i Keşmiri namında bir zat tarafından te’lif edilmiştir. Müellif Hindistan ve İran taraflarında müddet-i medide seyahat-i tetebbu’karanede bulunarak buralarda sakin olan akvamın akaid-i diniyyelerine dair tedkıkat-ı amikada bulunmuş uğradığı memleketlerdeki halkın an’anatını tedkık etmiş ellerinde bulunan kitapları görmüş her mezhebin rüesa ve ulemasıyla görüşmüş onlarla uzun uzadıya münakaşat ve münazarat-ı ilmiyyede bulunmuş; duyduğu görüp işittiği şeylerle elde ettiği kitapların mündericatını mukayese etmiş ve ancak böyle bir tetebbu’-ı tab-fersadan sonra o meşhur kitabını te’life başlamıştır. Muhsin-i Keşmiri Debistanü’l-Mezahib’e şu manzume-i ma’nidar ile ibtidar eylemiştir: Debistan senesinde Mösyö David Davide ve Mösyö Antoni Anthony taraflarından Fransızcaya tercüme ve Paris’te tab’ edilmiştir. İngilizceye ise daha evvel naklolunmuştu. Edyan-ı şarkıyye hakkında tetebbuatta bulunan garb hükeması bu kitabı mevsuk bir me’haz olarak kabul eylemişlerdir. –devam edecek– DÜŞÜNDÜKLERIMDEN… Bugün safahat-ı fecayiinin birer şahid-i nalanı olduğumuz harb-i hazırın enzar-ı teessürümüz önünden müstehzi bir sima-yı kahhar göstererek tebaudunu görür gibi oluyoruz. Kalblerimizde derin acılar zehirli cerihalar hasıl eden bu felaketli harbi azimkar teşebbüslerle tazmin için daima tahattur etmeliyiz. İnhizamımızı ihzar eden esbab ve avamilin teşrihini burada zaid görürüm. Çünkü ta’dadı na-kabildir. Yangın birçok ilel ü esbabın taht-ı te’sirinde tevsi’-i tahribat eder fakat sebeb-i yegane bir ateşpare-i gaflet ve nisyandır. Binaenaleyh esbab-ı inhizamımızı taharri için kilometreler kat’ına birçok tedkıkat ve taharriyat külfetine hacet yok. O hepimizin benliğinde yaşar; bizi sevk ve idare eder yegane tini takdirdeki aczimizi hayat-ı milliyi payidar ve inkişaf ettirecek avamil ve müessiratın telkın ve tatbikindeki gafletimizi alimane.. merdud benlik… Bir marazın pençe-i bi-rahminde inleyen bir marizin teşhis-ı eden derdi teşhis def’ ve teb’ide azmeder. Hayatın ölümle pençeleştiği böyle bir buhranda mesleğine aşık hiçbir tabib tasavvur edilemez ki marizin kılığında kıyafetinde tatbik edeceği usul-i tedaviye te’siri olamayacak sair hususatta meşhudu olacak kusurların tedkık ve tenkıdiyle iştigal etsin. Onun yegane hedefi bütün endişesi dimağının faaliyet-i dakıkası bir noktaya müteveccihtir: Asıl marazı bulup mahvetmek… Bu milletin mariz felaket-dide unsur-ı bedbahtın sıfat-ı kaşifesi yoktur bi-şekildir nakş ber-abdır her an mütehavvildir ma’luldür. Milletin sevk ve idaresini duş-ı hamiyyet ve kifayetlerine alan evliya-yı umur hazeratına terettüb eden noktasında tesbit etmektir. Buna muvaffakıyet iki kelimenin kalblerimizde ihsas etmesi lazım gelen ma’na-yı tamm u şamili layık olduğu mertebe mevcudiyetimizle sarılmakladır: Mektep kışla… Kable’l-inkılab riya müsamaha atalet gibi birçok i’tiyadatla telvis ve tefhim edilen ba’de’l-inkılab müteheyyic fakat muğfil sevinçler adem-i i’timadlarla çalkanan bir muhit-ı teessürün içinde bu iki müessese pek derin bir endişe-i ferda ile esaslı kat’i bir teşebbüs-i vatan-perverane ile evlad-ı memlekete gavga-yı hayattaki muzafferiyat-ı daimeyi te’min edecek; nazariyattan ziyade ameli bir surette ma’lumat-ı lazime iktisab ettirecek; hayatın arasıra göstermek istediği kahhar mani’alara bunaltıcı korkutucu me’yus edici fırtınalara bir darbe-i azimle bir sille-i irfanla mukabele edecek silah-ı irfan ve metanet bahş edecek bir tarz-ı ekmelde ıslah ve tensik edilmelidir. Ta ki mekatibin şümus-i irfan u fazileti ile kışlalar tenevvür etsin; maarifin envar-ı rehakarıyla mevcudiyetini kışlalarının gözler kamaştıran şa’şaa-i şevket ve azametini samedani bir iştiyakla lahuti bir imanla pür-vakar u haysiyet görmek lüzum-ı hikmetini teslim etsin bundan derin bir zevk-ı ebedi duysun… Na-kabil-i i’tiraz hakıkatlerdendir ki her ferd aguşunda büyüdüğü ebeveyninin ikmal-i tahsil ettiği mektebin yaşadığı muhitın te’sir ve telkıniyle dimağında bütün benliğinde tahassul ve temerküz eden fikirden ibarettir. İyiliğe kötülüğe korkaklığa riyaya sıdka kizbe hasılı mehasinden maayibden her hangi birine bizi koşturan kuvvet birçok avamil ve müessirat tahtında kesb-i kuvvet ve salabet eden olan mevcudiyetlerin tevhidi kabil olmadığından bir kitle-i ahenin ve ahenkzar teşekkül edemeyeceği tabiidir. Binaenaleyh reng-i milliyi emel-i milleti temsil edemeyecek kadar Şarka Garba teceddüde muhafazakarlığa dine dinsizliğe fil hasılı perişan-hatır bizler şu hal-i gaflet ve teannüdümüzle kat’iyyen isbat ediyoruz ki bir hedefe doğru metin müteyakkız hatvelerle pür-emel ilerlemek azmiyle sahib-i program bir millet olamıyoruz. Programsız millet ise ne yaptığını bilmez; efradıyla teşrik-i mesai edemez. Her teşebbüs-i hayr bir darbe-i aharla akım kalır. Çünkü herkesin hedefi ayrıdır. Çünkü kuva-yı millet dağınıktır. Artık bu dağınık nümuneyi bir yere toplamak efkar-ı mütezaddeyi vazife-i vataniyye karşısında tevhid etmek milletin ruhuna feyizli payidar bir inkişaf vermek lüzum-ı kat’isi na-kabil-i i’tiraz bir mahiyeti şeklinde olduğunu i’tiraf etmek icab ediyor. Bunun için yapılacak teşebbüs seri’ ve kat’i olmalıdır. Zira münakaşaya tenkıde takbiha zamanın tahammülü yoktur. İbtidai mekteplerinin arz edilen şerait dahilinde ve muallimlerinin mesai-i vatan-perveranelerinin tezyid ve ihtimamla etfalin müsellah birer mekteb-i vatan olan kışlalarda zabitanın müessir vatan-perverane teşebbüsatıyla kuvayı milleti bütün gençliğiyle dinçliğiyle temsil ile askerlerin medlulünün bit-teemmül ihsas ve ilka ettiği ma’na-yı sahih ve salimiyle birer mekatib-i va’z u nasihat olan cami’lerle bütün efrad-ı memleketin teyakkuz ve intibahını da’vet edecek hayat-ı ictimaiyyemizi delail-i diniyye berahin-i akliyye dürus-i mev’iza ta’kıb ile bütün milletin ameli bir suret[te] ta’lim ve terbiyesine bir an evvel teşebbüs olunmalı ve bu teşebbüs azm-i milli aşk-ı terakkı ile tetvic edilmelidir. Bir musibet bin nasihatten yeğdir derler. Halbuki duçar olduğumuz felaketler bir değil müteaddiddir elbette bin nasihatten pek çok ziyade bizi mütenebbih etmelidir. Hayatta herkes mesaisinin mahsulünü ıktitaf hakkına maliktir ve buna ekseriya muvaffak olunur. Binaenaleyh otuz sene zarfında bir mevcudiyet-i milliyye göstermeye muvaffak olan bir milletin kalblerimizde açtığı cerihaları onların ta’n u teşniiyle değil esbab-ı tefevvuklarını hubb-i millideki faziletlerini tetebbu’ Bugün herşeye yeniden ve kemal-i sür’at ve ciddiyyetle ancak uhdemize terettüb edecek vezaifi takat-fersa bir surette çalışmada derin bir hatır ulvi bir zevk duyamazsak; böyle bir ahlak sahibi olmaya sa’y etmezsek ondan hiçbir vechile ümidvar olmaya hak kazanmış olamayacağımızı i’tiraf ve teslim etmeliyiz…. Bundan evvelki mektubumda İsviçre’ye geçtiğimi yazmış cami’ şuh işvekar bir yer. Her noktası şairler için bitmez tükenmez bir menba’-ı ilham. İnsan gördüğü menazır-ı bediayı şöylece bir tasvir ediverse tekellüften azade bir şiir yazmış tabiattan muktebes bir levha-i rengin tersim etmiş olur. Memleket serapa dağlık serapa ağaçlık. Dağlar guruba yakın şemsin ma’kes-i elvan-ı hazini oldukça insan kendisini başka bir alemde zannediyor. Dağlar çok yüksek; hatta zirvelerine çıkmak isteyen bulutlar yorulup yarı yolda kalıyorlar. “Lema” “Ton” “Briyenç” “Kater Kanton” “Konstans” göllerinin sahillerini tezyin eden ağaçlıkları arasında aşk ile şebabın mülaabeleri mülatafeleri görülüyor. Sahilde dilnişin yalılar dağlarda latif köşkler bağlar bahçeler hülasa bu beldenin her yeri bir levha-i garra-yı letafet. Avrupa’nın neresinden geçtim ise manzara evvel-bahar manzarası idi. İhtimal ki bizim memlekette otlar sararmıştır. Lakin benim gönlümde keder fırtınaları hüküm-ferma ne duyabilir idim? Doğrusunu söylemek lazım gelirse gördüğüm yerleri yalnız gördüm; hiçbir zevk alamadım. Hatta oralarda zevk eden safa-perestanın hallerini gördükçe onlar da benim gibi yalnız geziyorlar yalnız görüyorlar fakat hiçbir şeyden zevk almıyorlar zannediyor idim. Çünkü benim başım dönüyor idi. Tabii kainatı da sakin göremez idim. Hülasa herkesin kalbine hücum eden kavafil-i neşata kalbimin bütün kapıları kapalı idi. İstanbul’dan birlikte getirdiğim bir takım hasta hatırat o viran hanenin birer köşesine uzanmış yatıyor ez-kaza oraya bir hiss-i neşat girecek olsa o canından bezmiş dermansız hastaları rahatsız ediyor idi. Biçareler ne tebdil-i hevadan ne de tebeddül-i menazırdan müstefid olamadılar. Oldukları yerden çıkamadılar. Çünkü çıkacak halleri yok idi. Onun için ben de tabii bu güzel yerlerin hisse aid olan cihetlerinden bahsedemeyeceğim. Hele Bulgar eşkıyasının son cinayat-ı mel’unanelerinden sonra benim İsviçre’nin letafetinden bahsetmekliğim cenaze çıkan bir evde şarkı söylemeye benzer. Ne ise sözü uzatmayalım; “Cenevre”den “Eviyan”a Eviyan’dan “Montrö”ye oradan “Lozan”a Lozan’dan “Bern”e “İnterlaken”e “Lusern”e “Zürih”e Zürih’ten “Konstans”a oradan Münih’e geldim Münih’te üç gece kaldıktan sonra Berlin’e geçtim. Berlin’de sekiz gün kaldım şimdi Viyana’dayım. kiminde bir kiminde iki üç gece kaldım. İsviçre’nin her tarafı nümune-i umran ve terakkı. İsviçre memleket değil bir çiçek bahçesi daha doğrusu bir çiçek. İsviçre için nümune-i umran ve terakkı dedim. Zaten Avrupa’nın neresinden bahsolunsa evvel be-evvel bu sözleri söylemek zaruridir. Çünkü hiçbirinde umrandan terakkıden başka bir şey yok. Bizden evvel buralara gelip gidenler çok söylemişler. Fakat dinleyen olmamış. Ne kadar tatvil ne kadar ıtra edilse yine neticesi hiçtir zannederim. Ola ki Cenab-ı Hak kulaklarımızdan penbe-i gafleti ihrac buyursun. Maarif fevkalade müterakkı müteammim. Lozan Darülfünunu’nu ziyaret ettim. Dersler ta’til edilmiş idi. Fakat Darülfünun’un hey’et-i hazırası oradaki tedrisatın nasıl olması lazım geleceğini gösteriyor idi. Hele Bern Darülfünunu’nun mevkii o kadar latif binası o kadar zarif idi ki ta’rif edemem. Bina şehrin mürtefi’ bir noktasında büyük bir bahçenin de gösterilen ihtimam şudur diyecek söz bırakmıyor idi. Kapıcının delaletiyle Darülfünun’un birkaç dershanesini müdir ve muallimine mahsus odaları gördüm. İnsan o hali görünce darülfünunun ne demek olduğunu anlıyor. Hey’et-i muallimine mahsus oda bir hey’et-i vükela odası kadar muntazam ve muhteşem idi. Bu pek tabiidir. Çünkü bir yerde ki kudret-i ma’rifet takdir edilir elbette ehli de tevkır edilir. Yerlere basmaya utanıyor idim. Çünkü tahtalar bir mir’at-ı mücella gibi idi. Her şeyi mevziinde herşeyi mevkiinde. İnsan zerre kadar bir yolsuzluğa bir biçimsizliğe tesadüf edemez. Hülasa Darülfünun şehinşah-ı ma’rifetin kadr-i bülendine layık bir saray-ı mualla idi vesselam. Beni gezdiren adamın kıyafeti terbiyesi de şayan-ı tezkardır. Ben bu adamı Darülfünun’un epeyce bir me’muru zannediyordum. Hatta Darülfünun’dan çıkarken kendisine bir “kart” vermeye lüzum gördüm teşekkür etti ve Darülfünun’un kapıcısı olduğunu söyledi! “Bern”de Tarih Müzehanesi’ni de gezdim. Müze pek o kadar zengin değil idi. Fakat özenmişler onu bir şekl-i müstahsene koymuşlar. Sanayi’-i Nefise Müzesi de zararsız idi. Fakat Tarih-i Tabii Müzehanesi’ni pek mükemmel buldum. “Bern”de başka bir şey de nazar-ı dikkatimi celbetti. Oranın mağazaları Avrupa’nın sair yerlerinde gördüğüm mağazalara benzemiyorlar idi. Mağazaların üzerinde cesim apartmanlar var. Dükkanlar o apartmanların bodrum katı gibi bir şey. Dükkanların önünde halkın gelip geçtiği bir kayıkhane kapısı gibi nısf daire şeklinde bir takım kemerleri havi idi. Gerek mağazaların gerek o güzergahların tavanları da gayet alçak idi. Hülasa “Bern”in mağazalarında bir orijinalite gördüm. Bunlar mağaza değil adeta apartmanların altına sokulmuş birer in idi. Bu hali görünce Direklerarası’nın eski hali hatırıma geldi. O da orijinal bir şey idi. O direklerin yıkıldığına vesile-i tesmiye olan hal-i kadimin muhafaza edilmediğine kendi hesabıma çok teessüf ettim. Marsilya’dan gelirken bir Fransız’ın bana söylediği şu söz cidden nazar-ı dikkati calib olmak lazım gelir. Fransız bana: – Bilir misiniz ben İstanbul’un en ziyade neresini sevdim? dedi. Cevaben: – Ne bileyim dedim. Bunun üzerine: – En ziyade Eyyub’u sevdim. Bir aydan beridir İstanbul’dayım. On defadan ziyade Eyyub’ a gittim. Saatlerce oturdum. Etrafı valihane temaşa ettim. Sizi te’min ederim ki orada duyduğum zevki İstanbul’un bir yerinde duymadım. İşte orası Şark idi! Fransız’ın bu sözü söylemeye hakkı var idi çünkü o memlekette pek çok Beyoğlu pek çok Tarabya görmüştür. Onun burada aradığı Avrupa’nın mebani-i muhteşemesi değildir. Her zaman söylediğim gibi burada yine tekrar ederim ki: Biz Şarkın mahsusatını muhafaza etmeliyiz. Yenilik göstereceğiz Avrupa’ya benzeyeceğiz diye bir takım mefahir-i milliyyemizi nabud etmemeliyiz. Hatta gösterdiğimiz yenilikte bile daima bu kaydı nazar-ı dikkatten dur tutmamalıyız. Sonra Şeyhülislam efendiden ruus isteyen Molla’ya döneriz. “Bern”in “İnterlaken”de olduğu gibi Kursal diyorlar yüksek havadar bir gazinosu var. Canım sıkıldı gece oraya gittim. Yokuş çıkarken kendimi la-teşbih Küçük Çamlıca’da zannediyor idim. Bahçeye girip oturdum. Her yer lebaleb dolu idi. Muzika güzel güzel havalar çalıyor herkes kemal-i sükun ile dinliyor idi. Epeyce oturdum; hava aldım. Kadın erkek herkes kendi halinde; kimse kimseye bakmıyor idi. Zaten Avrupa’nın her yeri öyle; herkes yanındaki karısıyla önündeki birasıyla meşgul. Bazı yerlerde olduğu gibi öyle dkık ve tefahhusla bakıp o adamın tarz-ı telebbüsünü yahud tavr u hareketini tenkıd ve istihza için zemin ittihaz eden hiçbir meclise hiçbir kimseye tesadüf etmedim. Herkes yekdiğerinin haline nazar-ı la-kaydiyle bakıyor; kimse yekdiğerinin halinden kendisi için bir sermaye-i safa yahud bir zemin-i istihza tedarikiyle meşgul olmuyor. Hele kadın hususunda heriflere o kadar gına gelmiş ki bir kadın dünya güzeli olsa kimsenin tavrında bir eser-i tahavvül husule getirmiyor! Fakat “Kursal”ı “İnterlaken”de görmeli! Herifler hakıkaten dünyada cennetin nümunesini göstermeye karar vermişler; muvaffak olup olamadıklarını bilemem. “Kursal”ın bahçesinde bahçıvanlık san’atının son nümune-i tekamülünü göstermişler. Havuzun yanına çiçekten bir saat yapmışlar. Cidden görmeye seza. Gece olup da binanın içinde binlerce elektrik lambaları yanmıyor mu insan kendisini başka bir alemde zannediyor. Hülasa “Kursal”ın gece halini ta’rif mümkün değildir. Mutlaka gidip görmeli. “İnterlaken”e gelince her tarafı nümune-i letafet her noktası enmuzec-i zarafet. Geniş bir çayır var ismini unuttum dört tarafına muntazam ağaçlar dikmişler; yeşil kanapeler koymuşlar kanapelerin üzerine “Ecanibe mahsustur.” man gider “Yungfrav” [Jungfrau!] dağına karşı onların yerine oturup o şairane manzarayı temaşa eder idim. san’at-ı heykel-tıraşi fevkalade terakkı etmiş. Gayet güzel hayvan heykelleri yapıyorlar. Hele cesamet-i tabiiyyeye karib ayılar var ki hakıkı ayıdan farkı yok. Bir küçük arslan heykeli gördüm. Heykelin havi olduğu dakaik-ı san’at cidden hayretimi mucib oldu. Kaç frank diye sahibine sordum. Yüz frank dedi. Yüz frank değil beş yüz frank bile eder idi. Kışın köylüler bu san’atla meşgul olurlar yaptıkları heykelleri mağaza sahiblerine pek ucuz satarlar imiş. Fakat dükkancılar bu san’at sayesinde çok para kazanıyorlar. Her yerde olduğu gibi burada da ticaret kadınların elinde. Bir şey alınıp parası verildiği zaman mütebessimane bir eda ile “Çok teşekkür ederim” sözünü asla unutmuyorlar; alınan şey on santimlik de olsa müşteriye karşı daima bu suretle ibraz-ı minnetdari ettikleri gibi dükkanlardan hiçbir şey almadan çıkılsa yine insanı nazikane teşyi’ ediyorlar. “Lusern”de çok kalmadım orada yalnız meşhur arslan Yetmiş Bir Muharebesi’nde Fransız yaralılarına karşı gösterdikleri eser-i şefkat ve insaniyeti musavvir olan bu “Panorama” hakıkaten görülecek şey. Tasviri sonra; çünkü mektup çok uzayacak. “Şanhavzen”de “Reyn” nehrinin sukutunu temaşa ederken yine yar-ı canım Akif’i andım. Orada tabiat lisana gelmiş savt-ı bülend ile şiir okuyor idi ne faide ki bende anlayacak kafa yok idi. Sebebini yukarıda söyledim. Münih’te Hayvanat Bahçesi’yle müzeleri seyrettim. Hayvanat Bahçesi gayet güzel idi. İnsan içinden çıkmak istemiyor rını taklid etmişler. Ecnas-ı muhtelifeden bir takım su kuşlarının yaşadıkları mahallerin aynını yapmışlar; el-hasıl bahçe hem letafetine doyulmaz bir mesire hem de bir tarih-i tabii dershanesi idi. Hayvanat Bahçesi’ndeki genç bir adam yanıma gelip gayet nazikane bir surette selam verdi: İstanbullu musunuz dedi. Evet İstanbulluyum dedim. Kemal-i samimiyyetle elimi sıktı ve bana bahçenin her tarafını gezdirdi. Bu adam bana karşı o kadar hürmet o kadar muhabbet gösterdi ki ta’rif edemem. Kendisi Bavyeralı bir mülazım-ı evvel imiş. Fakat o gün sivil elbise giymiş idi. Kartvizit teati ettik. Birbirimizden çok hoşlandık. Pek az Fransızca biliyor idi. Maamafih bildiği Fransızca benim için yetişti de arttı bile. O gün başka bir yere gidecek imiş. Bahçeyi gezdirdiği sırada: – Ah ne olurdu bugün işim olmasa idi de size refakat etse tıktan sonra beni aldı Saray-ı Krali’ye kadar götürdü daha başka yerler de gösterdi. Otelin kapısına kadar beraber geldik. Orada gayet samimi ve müteessifane bir surette elimi sıkarak benden mufarakat etti. Çok nazik çok terbiyeli bir genç idi. Bana çok hürmet etti. Hürmete istihkakımdan değil fakat Avrupalıların terbiyeleri habbetten muavenetten başka bir şey görmedim. bunları başka bir mektubumda yazarım. Hele Berlin’den Viyana’ya gelirken “Prag”dan zevcesiyle bir ihtiyar adam bindi. Bu adam bana o kadar hürmet o kadar muhabbet etti ki ta’rif edemem. Kendisi artık işten çekilmiş ihtiyar-ı ikamet etmek üzere Viyana’ya gidiyor idi. Defter-i hatıratıma ismini yazdığı sırada isminin altına “Filan ilelebed muhterem Ferid Bey’i yad edecek kendisiyle birlikte geçirilen bu latif zamanı asla unutamayacaktır.” ibaresini de yazdı. Erbab-ı yesardan bir adam imiş. Üç dört vagon eşyası var idi. Bana Viyana’daki adresini verdi. “Avrupaca ne zaman bir işiniz olursa bana yazınız kemal-i memnuniyyetle ifasına çalışırım.” sözüyle bana karşı bi’d-defeat cemile-i hatır-sazi gösterdi. Hülasa cüzdanımda birçok kartlar var bu kartların sahiblerinden daima hürmet daima muavenet gördüm. MUVAFFAKIYAT-I OSMANIYYE’NIN HINDISTAN’DAKI İN’IKASATI: Bulgarların vahşi ve hunhar bir kavim olduklarına artık Hindistan ahali ve sükkanının hemen her tabakasında kanaat-i kamile hasıl olmuştur. Yunan Kralı’nın Bulgar mezalim ve teaddiyatı hakkındaki cihan-ı medeniyyete protesto ve şikayet etmesi üzerine buradaki İngiliz ceraidi “ Kırmızı Çar ” –büyük büyük– ser-levhaları altında Bulgarların vahşet ve mezalimini enzar-ı umumiyyeye arz ve teşhir eyleyerek efkar-ı umumiyyeyi tamamıyla Bulgarlar aleyhine çevirmeye hiç güçlük çekmediler. Bulgaristan’ın Bulgarların mahv u inkırazını hak ile yeksan ve nabud olmalarını burada herkes samim-i kalbden arzu ediyor. Hele Bombay Dehli Kalküta Lahor Allahabad’da intişar eden İngilizce ve Urdu ceraidi hep bir ağızdan aynı ahenk üzerine ibtina-yı makal edip Osmanlıların evvelce vuku’ bulan şikayatlarının pek muhık olduğunu edille ve berahin ile isbat eyliyorlar. Eğer Osmanlı hükumet-i hazırası bu sırada ihtiyar-ı sükut ve bi-tarafi etseydi hiç şübhe olmasın ki hal ve mevkiini Hindistan’da hususiyle Hind müslümanları nazarında büsbütün gaib edecekti. Her müslümanın a’mak-ı kalbinde Osmanlıların harbe iştirakleriyle Bulgarlar aleyhinde harekat-ı askeriyye icrası için bir hiss-i fevkalade ve bir hararet-i gariziyye var idi. İngiliz matbuatının “Osmanlılar ağleb-i zann u raf kalacaklardır” beyanat ve mütalaalarından Hind müslümanları son derece kızıyorlardı. Onlar Osmanlıların fırsattan arzu ediyorlardı. Hamd olsun bir iki gün sonra arzuları hasıl oldu. Osmanlıların muvaffakıyetini Royter Ajansı haber verdikçe umumiyetle Hindliler hususiyle müslümanların yüzü gülmeye başladığı gibi Hindistan’da muvakkaten bulunan biz zavallı Osmanlıların da kalblerinde bi-payan meserretler doğdu. Evvelce mağlubiyetimizden naşi halkın yüzüne bakamaz miş oldu ve halkın hürmetini kazanabildik. Artık Osmanlılar hakkında bura müslümanlarının yüreklerinde ne kadar azim bir hiss-i hürmet ve meveddet hasıl olduğunu ta’rif ve tasvir edemem. Her evde şenlik her kulüpte şehrayin her yerde şurub şekerleme tevzi’ edilmekte ve çalgılar çalınmaktadır. Bu noktadan hasıl olan sürur-ı umumi pek fevkaladedir. Matbuat-ı İslamiyyenin beyanatı hep Osmanlıların bila-tevakkuf Kırkkilise Edirne’yi zabt ve muhasara ve Sofya’ya hücum etmelerine ma’tuftur. Bulgar murahhasının İstanbul’daki teşebbüsatının boşa çıkmasıyla İstanbul Muhafızlığı’na bu noktadan beyan-ı teessüf eylemesi Hindistan matbuatının Bulgarlar’a istihza-amiz makaleler yağdırmasına sebebiyet vermiştir. Said Halim Paşa’nın bu husustaki muvaffakıyeti müşarunileyh hazretlerinin alem-i siyaset ve diplomaside yed-i tula sahibi bir zat olduğuna bura ahalisiyle İslamları nezdinde sabit olarak enzar-ı meveddet ve teveccüh-i umumiyi kazanmıştır. Hatta İngilizce gazetelerinden The Bombay Cronicle Şarklıların zeka ve dirayetlerinden uzun uzadıya bahsettikten sonra Osmanlılar içinde sahib-i akl ü kiyaset fetanet ü siyaset ricalin çokça olduğundan da bahsederek Said Halim ve İzzet Paşalar hazeratını delil olmak üzere ityan eylemiştir. Osmanlıların “Midye-İnöz” hattını aşıp otuz kilometre daha öteye gidebilmeleri üzerine burada hasıl olan inbisat ve meserret-i umumi pek azimdir. İslami kulüplerle cevami’ ve mesacid Osmanlı bayraklarıyla donatılmış ve her yerde Osmanlı asakirinin şerefine ziyafetler keşide olunmuştur. Hind müslümanlarının aksa-yı amali bizim kuvvetli ve birbirimizle müttehid müttefik olmaklığımıza ma’tuftur. Biz metin kavi oldukça şuun-ı kavmiyye milliyye ve İslamiyemizi muhafaza etmeye muktedir bulundukça aktar-ı İslamiyyedeki şeref ve namusumuz daima yüksek mevakı’de gezecek ve bu suretle nüfuzumuz artacaktır. Müstağni bir halde bulundukça bize alem-i İslamiyyet her türlü muavenette bulunacaklardır. Bombay mücevher tüccarından ve Seylan Adası ahalisinden “Vil Kasım” namında muhterem ve servetli bir zat dünkü telgrafları okuduktan sonra gazeteyi alıp otomobil Bu kadarla da iktifa etmeyerek beni ve Osmanlı Şehbenderhanesi’nin Kançıları olan Hasan Basri Bey’i bu gece taama da’vet etmiştir. Halbuki birkaç gün evvel bu zatın iade-i ziyaretine gittiğim esnada bana dünkü günde gösterdiği hürmetin yarısını bile etmemiş idi. İşte bundan anlaşılıyor ki biz kendi meleketimizde güçlü kuvvetli ve müttehid bir halde yaşarsak değil Hindistan’da bilumum memalik-i İslamiyyede şan u şerefimiz artacak ve nüfuzumuz evc-i balaya vasıl olacaktır. Bura müslümanları istiklaliyetin kıymetini bizden ziyade takdir ediyorlar. Bunda zerre kadar şübhe edilmemelidir. Zira bit-tabi’ bir ni’meti gaib eden kimse o ni’metin kadr ü kıymetini bilir. Onlar kendi istiklallerini elden kaçırdıkları cihetle bizden daha fazla kıymetini takdir ederler. Bizler ise bu ni’metin içinde yuvarlandığımız için kadrini bilmiyoruz. Şunu da arz edeyim ki bizi Hind müslümanları nazarında fena ve beceriksiz gösteren Osmanlılar da bu sırada Hindistan’da bulunmakta ve bura müslümanlarının fikrini bizim aleyhimize zehirlemektedirler. Bunlardan biri Cebel-i Bereket Mutasarrıf-ı esbakı bulunup şimdi mütekaid bulunan Arnavud Mehmed Ali Paşa namında echel bir heriftir ki oğlunu gaib ettiğini bahane ederek buralara dilencilik cihetle herkesin merhametini celb edip bir şey koparıyor. Bu herife Osmanlı Şehbenderhanesi’nde tesadüf ettiğim gibi rezaletlerini de bana haber veren Başşehbender’dir. Ümid ederim ki sırf devlet ve millete hayr-hahane olarak arz eylediğim bu ma’ruzat evliya-yı umurun nazar-ı dikkatlerini celb eder de icabına bakılır. Bombay Başşehbender-i sabıkı Ca’fer Beyefendi burada Osmanlıların şerefine dokunan bir oyunun sinematografta oynanmasını men’ ettiği gibi diğer şayan-ı ehemmiyyet muvaffakıyetleri de vardır. Fakat müsaade-i alileriyle şunu da arz edeyim ki eğer muharebe esnasında iane toplamak veyahud Hazine eshamını satmak için gereği gibi çalışaydı bugün Hind müslümanlarından bir iki milyon lira elde edilebilirdi. Bu husustaki ihmalleri cidden şayan-ı tenkıddir. Bana karşı –şahsıma– son derece lütufkar oldukları halde bu kusurlarını tenkıd etmeyi de vecibeden bilirim. Buradan lam” Encümen-i İslamisi’nde –esnaf ve demokratların kulübüdür.– müşarunileyhin veda’ı şerefine bir miting akdedilmiş ve bir adres –nutk-ı veda’i– okunmuştur. Nutuk Farisiyyü’l-ibare olarak yazılmış ve Ca’fer Bey’in Hindistan’daki müddet-i me’muriyyeti esnasında kendi devlet ve milletiyle edilmiş ve nutuklar kıraati bittikten sonra bir gümüş kutu derununa vaz’la müşarunileyhe verilmiştir. Encümen-i mezkur-ı müsbete? riyaset eden zat ile diğer bir iki kişi tarafından nutuklar irad olunarak Başşehbender de mukabeleten Farisiyyü’l-ibare yazdığım bir teşekkürnameyi bana okutmuştur. Mitinge riyaset edren zat Bombay müslümanlarının en büyük kulübü olan “Encümen-i İslam”ın Reis-i Sanisi “Muhammed Hasan Makbeh Sahib” hazretleri idi ki üçüncü günü de Ca’fer Bey’in şerefine kendi hanesinde bir öğle taamı verip beni de lütfen da’vete tenezzül buyurmuştur. Bu zatın bura müslümanları üzerindeki nüfuzu mühimdir. Kendisi mütedeyyin hem de servet sahibi olduğu için müslümanların hürmetini kazanmıştır. Bunu gören durbin ve akıbet-endiş İngilizler ise müşarunileyhe J. P . Justice J the peace yani sulh hakimliği ünvanını vermişlerdir. Şehbender-i sabık Ca’fer Beyefendi her nasılsa Hindistan aristokratlarının umumiyetle teveccühlerini kazanamayıp bilakis demokratların muhabbetini kazanmaya muvaffak olmuştur ki bu da şayan-ı tahsin bir şeydir. Halil Halid Beyefendi ise bit-tabi’ her iki tabakanın teveccühünü celb etmek için pek mutabassırane ve müteyakkızane davranması lazım gelir ki ancak bu suretle muvaffakıyata mazhar olabilir. Hicaz ve Irak’a hac ve ziyaret için giden Hindlilere me’murin-i Osmaniyye tarafından teshilat ve hürmet ibraz edilmiyor. Bilakis kendilerine her türlü tazyikat ve müşkilat gösteriliyor. Hele Hicaz’a giden huccacı günlerce “Kamaran” Karantinahanesi’nde aç bi-ilaç susuz bırakıyorlar. Ekmeği suyu fahiş değil belki efhaş bir fiyatla sattırıp orada bulunan doktor ve me’murlar ceblerini doldurmaya bakarlar. Bu rezaletlerini fena muamelatını bana nakl ü hikaye eden zat kendisi bizzat bu muamelata hedef olmuş ve her şeyi kendi gözüyle görmüştür. Bu zat-ı muhterem ise Bombay müslümanları içinde en ziyade servet ve hürmet sahibi olan “Seyyit Hacı Abdullah Kehendevani”dir ki Başşehbender Ca’fer Beyefendi’ye de bu şikayetlerini dermiyan eylemiştir. Tuhafı şurasıdır ki Kamaran’a bir müslüman doktorun ta’yin edilmemesi yüzünden Hind huccac-ı İslamiyyesi nazarında hükumetimiz pek fena temessül etmiştir. Li-maslahatin buralara halihazırdaki gibi bir Yahudi ve hıristiyan doktor değil ancak bir müslüman hem de taat ve ibadatını terk etmeyecek olan bir doktor göndermek lazımdır. Din mes’elesinde Hind müslümanları pek mutaassıbdırlar. Bu karantina yerinde devletimizin umur-ı sıhhıyyesini temsil eden bir hıristiyan veya bir Yahudinin alenen şarab içtiği müslimine fena muamelede bulunduğunu gören bu din kardeşlerimizin kalbinde bize karşı meveddet ve teveccüh eseri kalır mı? Heyhat!!! Bu işlerde nüfuz-ı nazara malik olan Dahiliye Nazırı beyefendinin nazar-ı dikkatini celb ederim. Ben bu sözleri buradaki müslümanların ileri gelenlerinin ricaları üzerine Sebilürreşad ceride-i İslamiyyesine yazıyorum. Kendiliğimden hiç bir şey ilave etmek istemem. Çünkü geçen makalelerimde bu hususta kusur etmemişim. Diyanete bizler hürmet ettikçe ve zaif tarafımızı yeryüzündeki din kardeşlerimize göstermedikçe ileride her türlü lütuf ve muavenetlerine mazhar olabiliriz. Aksi halinde bu gibi yanlış muamelatta bulunursak günden güne nüfuz ve hürmetimizi gaib ederiz. Burada nüfuz ve ehemmiyetlerini göstermek için sair devletlerin ne yolda çalıştıklarını arz edersem kari’lerim pek ziyade taaccüb edecektir. Buradaki sinematografçılara elden para veriyorlar ki kendi devlet ve milletlerinin iyi harekat ve sekenatlarını göstersinler. Boş yere birçok masraf bu ahenin kütleleri görmekle devletleri hakkında ma’lumat hasıl etsinler. Biz ise Hicaz’da Irak’da herşeyi yapmaya ve müslümanlara kendi güzel idaremizi nüfuzumuzu göstermeye muktedir olduğumuz halde daima aksini ihtiyar ediyoruz. Hicaz’da Irak’da hükumetimizle me’murlarının yolsuzlukları müslümanların a’mak-ı kalbinde bizim için bir muhabbet eseri kalmayacağı tabiidir. Binaenaleyh Hicaz’ın Kamaran Cidde Yenbu’ Medine Mekke nikat-ı mühimmesinde huccacın her türlü rahat ve vüzden masun bulundurmak esbabının cidden istikmaline hükumetimizle me’murlarımız tarafından himmet ve ciddiyet gösterilmelidir ki bu vesile ile müslümanları celbe muktedir olalım. Memleketlerine avdet ettiklerinde bizden iyi söylesinler. Bizim idare adamı olduğumuzu medh etsinler. Şimdi ise hep fenalığımızı fena muamelatımızı me’murlarımızın liyyen gaib ediyoruz? Bu maksad-ı mukaddesi te’min için hükumetimiz biraz para da sarf etse ziyanı yoktur. Hind müteneffizanı bana diyorlar ki: Bizden bir vergi alınız. Hicaz’a gidenler bu parayı size kendi istek ve arzularıyla vermeye hazırdırlar. Bu paraları da donanmaya hasr ediniz. O vakit az zamanda bizden aldığınız paralarla her sene güzel bir muhafaza edebilirsiniz. Fakat huccacın rahatını te’min edecek olan me’murlar hep seçme olmalıdırlar. Lisana örf ve adata vakıf olmayan me’murların hüsn-i niyyetlerinden istifade edilmez. Bilakis Donanma Cem’iyeti bu işe teşebbüs ederse zannederim ki birçok para kazanabilir. Fakat hükumetle beraber bu cem’iyet pek uzun uzadıya konuşup her şeyi hall ü tesviye etmelidir ki ufak bir yolsuzluk yahud su-i tefehhüm sonra telafisi gayr-i kabil hallere sebebiyet verir. Bu dediğim ıslahatı hükumet yapsa değil yalnız huccac ve züvvar-ı İslamiyyenin teveccühünü kazanacak belki Irak’da ve Hicaz’da bulunan düvel-i ecnebiyye konsoloslarının da nüfuzunu bir dereceye kadar tahdid etmiş olacaktır. Hindistan’daki İngilizler günden güne Hicaz yollarını Hind müslümanlarının –huccacının– yüzüne kapatmak istiyorlar kendilerine hatve başında müşkilat çıkarıyorlar. Hicaz’a hacc için gitmek isteyenlere verilen pasaportun zahrında ki bu şeraiti haiz ve cami’ olmayanlar Hicaz’a gidemezler. Hükumet onları yolculuktan men’ ediyor. Pasaport zahrında yedi madde muharrerdir ki en mühimlerini tercüme ediyorum: Birinci Madde: Hicaz’a gitmek isteyen hacı ashab-ı ceraimden müttehemlerden [olmayıp] hali vakti iyi ve hacca gitmeye müstati’ olan kimseler olmalı ve kendisini idare edecek kadar parası olmalıdır. Çünkü Hicaz’da parasız kalırsa hükumet-i Osmaniyye onu tekrar memleketine de hükumet-i Osmaniyyeye böyle bir teklifte bulunamayacağından Hind hacıları sonra orada diyar-ı gurbette perişan olurlar. yolsuzluğuna su-i muamelatına duçar olmak istemeyenler Cidde’deki İngiliz konsülatosuna müracaat etmeye mecburdurlar. Konsolosun re’yi dahilinde hareket edecek olurlarsa şübhe yoktur ki her türlü muavenet ve muzaherete nail olup aksi takdirde İngiltere hükumetiyle me’murları kendi tebaalarına karşı hiçbir mes’uliyeti kabul etmeyeceklerdir. Üçüncü Madde: Huccac hamil oldukları paraların cümlesini Cidde’deki İngiltere Konsülatosu’na tevdi’ edip mukabilinde bir ilmühaber almalıdırlar. Kendi masraflarına yetişecek kadar akçe Konsülato tarafından verilir ve kusur para avdetlerinde vapura binecekleri sırada ellerine teslim edilir. Dördüncü Madde: Her hacı malik olduğu eşyanın bir listesini Konsülato’ya Cidde’den Mekke’ye gitmezden evvel vermelidirler ki eğer yol esnasında vahşi bedeviler kendilerini soyacak olurlarsa eşyalarının bedelini konsolos hükumet-i Osmaniyyeye tazmin ettirebilsin. Beşinci Madde: Bu şeraite malik olmayan hacı Hicaz’a gidemez. Gidecek olsa ve hilafında hareket etse İngiltere hükumetiyle konsoloslarının himayet ve sahabetine hiçbir vakit nail ve malik olmayacaktır. met ve millet-i Osmaniyyeyi müslümanlar nazarında düşürecek bir mahiyeti haizdir. Buna çare bulmak için lazım gelen tedabir-i müessire hükumetimiz tarafından derhal ittihaz olunmalıdır ki bu sözlerin te’siri kalmasın. Bundan başka İngiltere hükumeti i’mal-i nüfuz ederek evvelce Hicaz’a hacı taşıyan İranlı bir kumpanyanın vapurlarını diğer bir İngiliz vapur kumpanyası tarafından satın aldırıp hacı taşımayı kendilerine hasr etmişlerdir. Hac zamanı –ki şimdiden başlamaktadır– bilet esmanını pek fahiş bir fiyata çıkartmışlardır ki cidden zengin ve müstati’ olmayanlar Hicaz’a gidemeyeceklerdir. İngilizlerin bu kurnazlığını anlayan Bombay ağniyasından balada ismini zikrettiğim “Seyyid Hacı Abdullah Kehendevani” ve biraderleri yeniden vapur iştira edip ucuz fiyatla bilet satmaya ve Bu hal ise İngilizlerin her ne kadar hoşlarına gitmiyor ise de açıktan açığa i’tiraz ve mümanaatta bulunamıyorlar. Çünkü serbesti-i ticareti vaz’ ve kabul eden bir hükumet gayr-i ma’kul bir surette ticaret işlerine müdahale etmeyi menafiiyle muvafık görmez. Fakat sırası düşerse bu teşebbüste bulunan zata büyük bir fenalıkta bulunacakları muhakkaktır. Bunu müteşebbisler de iyi biliyorlar. Tekrar ederim ki “Kamaran” Karantinahanesi’ne birkaç müslüman doktorun ta’yinleri elzemdir. Müslümanlarımız bir Yahudiyi ta’yin ediyoruz. Bir de Hicaz valisiyle Şerif hazeratına huccac-ı İslamiyyenin refah ve istirahatlerinin istikmali Bombay Başşehbenderi Ca’fer Beyefendi yarın karadan şimendüferle “Karaçi”ye ve oradan vapurla Basra ve Bağdad’a ve Haleb tarikıyle İstanbul’a azimeti mukarrerdir. Hak selamet versin. Şimdilik Basri Beyefendi Şehbenderhane Kançıları vekaleten Halil Halid Bey’in vüruduna değin gayur vatan-perver gençlerimizdendir. Kendisini herkese az müddet içinde sevdirebilmiştir. Hak muvaffak eylesin. Muavenet-i Milliyye tarafından yazılıp Bulgarlar’ın mezalimini musavvir olan bir risale guya Hindistan ahalisini ihtilale da’vet edecek mahiyette bulunduğundan her nasılsa Hindistan vali-i umumisinin nazar-ı dikkatini celb ederek Meclis-i Umumi’nin kararıyla intişarı taht-ı memnuiyyete alınmıştır. Bence bu keyfiyet bir su-i tefehhüm neticesi olmalıdır. Yeni başşehbenderin teşrifinden sonra bunu izalesine çalışacağı tabiidir. Hindistan’ın Dehli şehrinde bulunan eski ve Hindistan selatin-ı ızamının asarından olan bir camiin yarısını kesmek ve yola katmak için İngilizler tarafından vuku’ bulan teşebbüs müslümanların hiddet ve tehevvürünü celbe kadar sebebiyet vermiş ve polisle ahali arasında müsademe hasıl olmuş ise de İngiliz matbuatı bu babda kelime-i vahide bile yazmayarak mes’eleyi sükutla geçiştirmek istemişlerdir. Geçenlerde Edirne’nin sukutundan evvel Osmanlı Hazinesi’nin esham senedleri Hindistan’a vaktiyle gönderilmesine Babıali dikkat ve isti’cal göstermiş olsaydı Hind müslümanları beş altı milyon liralık sened satın alacaklardı. Esham-ı mezkure senedatı Bombay’a pek güç vasıl olmuş ve Başşehbender de senedat-ı ma’hudeyi banka direktörlerine sattırmak istemiştir ki bu senedatın mahiyetiyle kemiyet ve keyfiyetine bu ana kadar layıkıyla vakıf olamamışlardır. Bununla beraber esham-ı mezkure de az çok yine satılmıştır. Bizde el-an mühim işler için cidden kifayeti müsellem olan zevat pek nadir ve mahdud bulunuyorlar. İş görmeyi bilenler ise hükumetçe aranılmamaktadır. Meslekten yetişenlerin ma’lumatı o kadar azdır ki onlara meslek ü mişvar sahibi demek caiz değildir. Millet-i Osmaniyye ile evliya-yı umuru tenvir için yazdığım bu satırları muhterem nazırlarımız acaba bir kere gözden geçiriyorlar mı?!.. Geçirmiş olsaydılar her halde az çok bu ihtarat-ı hayrhahanemin semeresi ıktitaf edilirdi. KARACABEY KAZASI Hükumet dairesi son derece eskimiş ve harab olmaya yüz tutmuş bir bina olup şan-ı hükumetle asla kabil-i te’lif değildir. Maamafih kaymakam beyin ifadesine nazaran halihazırı yine iyi imiş; kaymakam bey yeni geldiği zaman toz topraktan içine girilmiyormuş örümceklere mesken imiş. Ben diyorum ki: Kaymakam beyin teşrif ettiği zamanla şimdiki hal arasında fark yoktur; şu kadar ki kaymakam beyin gözü alışmıştır. Köyler beyninde telefon gibi hutut-ı muvasalenin bulunmamasından ta’kıbat-ı kanuniyyede çok sıkıntı çekiliyor. Faraza köyün birinde bir cinayet ika’ olunuyor. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra ancak hükumet haberdar olabiliyor. O müddet zarfında ise katil gideceği yere gizleneceği mahalle ferah ferah vasıl oluyor. Me’murlar mahall-i cinayete gidince maktulün cesedinden başka bir ize tesadüf edemiyorlar. Mülhakatın merakiz-i mühimmesinde jandarma karakolhaneleri te’sis olunup merkez-i kazaya telefon hattı alınmış olacağı tabiidir. Saniyen mahkemeye şehadet için celb edilen köylüler doğru ifa-yı şehadette bulunmadıklarından bu cihetle de adliye me’murlarının işi güçleşiyor. Bir köylüye ne için doğru şehadet etmiyorsun? diye sorsanız vereceği cevap gayet basittir: – Korkarız. – Ne için korkarsınız? – Doğrusunu söylesek mücrimin ya kendisi yahud da akrabası düşman olur. Mahkum olmasına guya biz sebeb olmuşuz gibi daima intikam almak çaresine bakıyor. Eline fırsat geçer geçmez evimizi samanımızı ateşliyor velhasıl elinden ne fenalık geliyorsa yapıyor. – Fenalık nasıl yapabilir? Hükumetten korkmaz mı? – Böyle bir fenalık yapan adam tabiidir ki kimsenin bulunmadığı kimsenin görmeyeceği bir zamanda ba-husus gece vaktinde mel’anetini icra ediyor. Sonra şübhe üzerine tutuyorlar. Neticede isbat olmadığından beraet kazanıyor. Hanemiz yandıktan samanlarımız kül olduktan başka üstüne mahkeme masraflarını da veriyoruz. Kalblerde Allah korkusu kalmadıktan sonra kuldan mı korkacak?.. “Ah efendi halimiz pek yaman! Hele hayvan sirkati köylülerin canına tak etti. Hergün hayvan çalınıyor. Ma’lum ya bizim Anadolu köylülerinin hemen ekserisi fakır adamlardır. Bunların kut-ı la-yemut geçinecek kadar ellerinde birer alet vardır: Zürraın çiftçinin bütün ma-melekleri ma-bihi’l-hayatları hayvanlarıdır. Beş dakıka evinin yanından hayvanın başı ucundan ayrılsak mutlaka beygirin öküzün merkebin aşırılmış olduğunu görürsün. “Bazen başımıza tuhaf mes’eleler de çıkar. Mesela: Benim hayvanımı birisi çalar. Hayvanı ararız. Nihayet çalan adamı öğreniriz. O zaman herif hiç sıkılmadan haber gönderir: – Mesela– - lira verirse hayvanını veririm der. Beynimizde bir fidye-i necat pazarlığı başlar. Hayvanımızı tekrar satın alırız. Bu kestirme bir yoldur. İşi hükumete aksettirecek olursak ziyanlı çıkmamız ağleb-i ihtimaldir. Hadi hükumete duyurduk. Ne olacak; günlerce git gel işinden kal masraflar et. Sonra da da’vayı ya kazandın ya kazanamadın. Eğer bu rahatı kalkmış demektir…” Biçareler bütün dünyayı kendileri gibi sanıyorlar. Bu türlü yaşayış onlar için hal-i tabii olmuş. Bu hayvan hırsızı kutrabacılardan milletin çektiği nedir? Bu yüzden nice haneler kapanmıştır. zavallı köylünün yarasına ne vakit merhem sürülecek? Derdine ne zaman şifa keşfolunacak? Bu hal ne vakte kadar böyle devam edecek? Köylüler meşrutiyetten de hiçbir şey ama zerre kadar hiçbir şey anlayamadılar. Faidesi görülmeyen şeye muhabbet edilemeyeceği ise tabiidir. Muhabbet değil bilakis düşman oluyorlar. Biçareler hürriyetten o kadar yılmışlar ki sözünü anmak istemiyorlar. – Efendi biz hürriyetten mürriyetten anlamayız diyorlar; ne vakit malımız canımız emin olur o vakit hürriyet var diyebiliriz. Biz bugün öyle bir esaret içindeyiz ki doğduğumuza pişman yaşadığımıza hayranız. Bir gün kaymakam beyin yanında bulunuyordum bir takım köylüler hayvanlarının çalınmasından dolayı arzuhal vermiş ağlayarak sızlayarak tezallüm-i halde bulunuyorlardı: – “Kaymakam beyefendi buna bir çare bulunuz. Zira nafakamız geçinmemiz bunlara bağlıdır. Öküzümüz çalınırsa biz ne iş görebiliriz? Yazıktır. Aç kalıyoruz…..” Zavallı koca sakallı koca bıyıklı ağaların gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Yüreklerim eridi. Kaymakam bey derhal arzuhali merci’-i aidine havale buyurdu. Fakat köylü bu havaleden bıkmış usanmış. Bu kadar zamandır derdine bir merci’ bulamıyor! Ah bu mahrumiyet Ah bu zavallılık! Biçarenin sakalı ağardı; hala gözleri gün görmedi. Ağla ey amuca ağla! Ben de seninle beraber ağlamaya geldim. Muharrir Bey Bugünkü Jurnal gazetesinde Tunus’tan İslam’ın hastalığına tealluk eder bir telgraf var. İslam’da olacak küçük bir eser-i teyakkuzun bu alakadar memleketlerce ne kadar ehemmiyetle telakkı olunduğunu anlamak için bu havadisleri ta’kıb etmek kifayet eder. Ba-husus şurada İslamiyet’in vasıta-i neşr-i efkarı olan gazeteniz bize medar-ı vak’anın bura gazetelerinde bu kadar tafsilata müstehak görülmesi İslamiyet’in sıkı bir nezaret altında olduğunu gösteriyor!... Bu bizim için ne kadar elim ne kadar ye’s-averdir. Bizim ka ve fitne içinde değil miyiz?... Bakınız Tunus’ta olan bu vak’a nedir: Seyyid El-Abdi bin Mahmud Si. Abdi ben Mahmoude namında bir Vaiz Tunus’un Cami’-i Kebir’inde va’z ediyor. Talebelerine diyor ki: “Eğer bir galib-i zalim sizi dininizin nehyettiği bir şeye cebreder ise onu yapmamak lazım gelir. Kuvvete kuvvet ile mukabele etmelidir!” Bu sözler samiinden şeyh ve kadilar arasında büyük bir heyecan tevlid ediyor! Ve va’zı müteakıb Vaiz neticeden tevehhüm ederek da’vete icabet etmemekle beraber büyük bir cesaretle tekrar cami’e gidiyor. Bu seferki va’zda samiinin nazar-ı dikkatini aciz ve zalimlere karşı gösterdikleri ataletin ve itaatin adem-i meşruiyyetine celb ediyor. Ve diyor ki: “İnsan dünyada bir defa yaşar sefil bir hayat yaşamaktan ise ölmek evladır. Haksızlığa tahammül etmek caiz değildir. Bunun için kılıcı çekmeli ve haksızlardan yatı istihkar ediniz. Mes’ud olursunuz. Aksini iltizam eder Ve Şeyhü’l-medine Seyyid Mustafa Dingızlı S. Mustapha Dinguizli vaizin makasıd-ı hakıkıyyesine dair delaili kafi görerek Seyyid El-Abdi tevkıf olunuyor habse atılıyor ve tahkıkat kemal-i ehemmiyyetle ta’kıb ediliyor. ği gibi düşünsün. Bakı Allah bizi de ıslah eylesin. Paris: Ağustos Ebu’s-Selma Haftanın bize getirmiş olduğu en mühim vakıa Bulgaristan hükumetinin birçok tereddüd ve bala-pervazlıklardan sonra bizimle doğrudan doğruya müzakerat-ı resmiyyeye girişmek için karar vermesidir. Mes’elenin bilahare böyle bir netice ile nihayet bulacağını biz ta evvelden tahmin eylemiştik. Hakkını müdafaaya azm ü sebatla koyulmuş ve bu azmini te’kiden Edirne ve Trakya’da üç yüz bin asker tahşid etmiş olan Devlet-i Osmaniyye bu hareketi ile bile mes’eleyi halleylemiş bulunuyordu. Aralıkta Düvel-i Muazzama’nın müdahalesi bize karşı mali veyahud askeri tazyikatın icra edileceği hakkında yapılmış olan gürültüler sırf bir blöften ibaretti. Avrupa’nın vaz’iyetini ahval-i ruhiyyesini bilenler bu gibi blöflere ehemmiyet vermediler ne mali ve ne de askeri tazyikatın icrası gayr-i kabildi. Yalnız öteden beri Osmanlılığı Avrupa’ya karşı bir meskenet garib bir korku ve vahime hastalığına tutulmuş addeden diplomatlar bu kere de gürültülerle blöflerle bizi tecrübe ettiler. Fakat bu kere bi-hamdillah milletin azm ü sebatı sayesinde şu tecrübe semeresiz kaldı. Avrupa anladı ki hükumet-i Osmaniyye kendi mevcudiyetini bile şu namus ve şeref yolunda tehlikeye koymaya karar vermiştir. İşte bu ve yalnız bu Avrupa’yı o tehlikeli tecrübelerden vazgeçmeye sevk eyledi. Bir kere daha “Ölüme şeref ve haysiyeti için karar vermiş olan bir millet şeref ve namusla yaşar.” hakıkati Zaten Avrupa neye istinaden bize karşı fiili tazyıkatta bulunacaktı? Avrupa’nın aradığı hak ise… o bizim tarafımızda bir blöf ve tecrübe: Avrupa Edirne’nin ilk işgali esnasında müteaddid kürsi-i hitabetlerden resmi beyanat ve müşterek notalar ile tehdidler savurarak şu tecrübeyi de yaptı. Fakat bu kere hükumet-i Osmaniyye’nin Temmuz notasına ve ordunun muhterem simaları tarafından serd edilen “Edirne bizimdir ve bizde kalacaktır.” gibi kat’i ifadelerine ma’ruz kaldı. Avrupa karşısında her nevi’ hakarete serfüru edecek bir meskenet değil azm ü sebat buldu. Ne yapacaktı? Ya tehdidlerini fiilen icra veyahud ihkak-ı hak etmek halbuki ta müşterek notanın takdimi anından bile herkesçe ma’lumdu ki hunhar ve yağmager Bulgarlar için ne Almanya ne Fransa ne İtalya hatta ne de İngiltere bir neferini bir parasını bile feda etmez. Kalıyordu Rusya ile Avusturya: Yekdiğerine tamamen zıd muhalif fikirler emeller besleyen şu iki devletin müttehiden hareket etmeleri ihtimal haricinde idi. Zaten Rusya’nın Sırbistan’ı iltizamına rağmen Bulgaristan’ı taht-ı himayesine alarak onu Rusya’ya karşı bir alet olarak kullanmak fikriyle meydana atılmış olan Avusturya bu kere kendi müttehidleri Almanya ve İtalya’nın kendisinden ayrılmak görür görmez fikrinden vazgeçmek mecburiyetinde kaldı. Kalıyordu Rusya: Bu hükumetin bize karşı tazyik-ı mali icra etmek kudretinden mahrum olduğu herkesçe ma’lumdur. Olsa olsa Fransa’yı böyle bir harekete sevk edebilirlerdi. Halbuki Fransa bu kere şayan-ı takdir bir istiklaliyet-i siyasiyye mevcud kendi menafi’-i azimesini tehlikeye sevk etmek istemediğini kat’i bir lisanla anlattı. Kalıyordu Rusya’nın icraat-ı askeriyyesi: Fakat bil-farz hükumet-i müşarunileyha böyle bir teşebbüse girişerek vilayat-ı şarkıyyeyi istila etmiş olsaydı Bulgaristan’ı bizim elimizden kurtaramayacağı bedihi de Sofya’ya doğru yürümemiz bütün Bulgaristan’ı işgal ve oradaki hükumeti ıskat ve tard edeceğimiz muhakkak idi. Bu ise bütün Avrupa’yı yekdiğerine karıştırabilecek bir hadise olacaktı. Halbuki Rusya hükumeti bir taraftan dahildeki ahvali inkılabcıların kıyama hazır bulunduklarını pek a’la bildiği gibi diğer taraftan aksa-yı şarkta kendisi için pek vahim ahvallerin cereyan ettiğini de takdir ediyordu. ve Hariciye Nazırı Sasanof’u da Avrupa kaplıcalarına i’zam eylediği gün “Yeni sergüzeştlerin ihdası için tek bir Rus neferini bile feda etmem.” demiştir. Bize müşterek notalar takdim etmiş hakkımızda birçok tehdidler savurmuş olan Avrupa için bu giriveden haysiyet ve şerefle çıkmak için yegane bir tarik kalıyordu: Bulgaristan’ı bizimle doğrudan doğruya görüşmeye sevk ve bu sayede kendi yakasını kurtarmak! Düvel-i muazzama fil-hakıka böyle yaptılar. Bulgaristan’a kendilerinden artık hiçbir şey beklememesini ve yegane çare-i halas Osmanlılıkla bila-vasıta görüşüp i’tilaf etmek olduğunu anlattılar. Bulgaristan bu taraftan na-ümid kalınca çar na-çar müzakerat-ı resmiyyeye sine halledilmiş gibi bakabiliriz. Zira bedihidir ki Bulgaristan Devlet-i Osmaniyye tarafından Düvel-i Muazzama’ya son söz olarak takdim etmiş olduğu Temmuz nota esasatını kabul ederek müzakerata girişiyor. Başka surette müzakerata girişilmek ihtimali olamaz. Yalnız arzu ve temenni ederiz ki müzakerat tazyi’-i vakte sebeb olmasın. Mümkün derece sür’atle nihayet bulsun. Bulgarlara vakit kazandırılmasın ve hükumet-i Osmaniyye sulhün esasatını teşkil edecek mevaddın hemen Bulgar delegeleri tarafından kabul edilmesini kat’i bir lisanla taleb etsin! Trakya mes’elesinin böylece meram-ı millete muvafık bir surette halledilmesi ile beraber Anadolu’nun inkişafat-ı atiyesine medar olacak bazı alaimin zuhurunu da maa’l-mesar görüyoruz. Bu alaim içinde en mühimmi İngiltere Fransa ve Almanya arasında kıt’a-i mezkureye aid rekabetin bertaraf edilmesidir. Edirne mes’elesi bitmek üzere olduğu halde şu rekabet de zail olmuştur. Ber-vech-i ma’lum Devlet-i Osmaniyyenin ebedi medar-ı hayatı olan Anadolu’nun i’mar ve ihyası mezkur üç devlet arasında devam eden rekabet sayesinde kabil olamıyordu. Mesela Bağdad şimendüferinin olan teşebbüsat-ı nafianın icrası gayr-i mümkin idi. Bu kere şu üç devlet de kendi aralarında yüzleştiler menafi’-i mütekabilelerini yekdiğerlerine mümanaat etmeyecek bir surette tanzim ettiler. Bundan sonra Bağdad hattının bir sür’at-i kamile ile ikmal edileceği Suriye ve Karadeniz sevahilinde şimendüfer yol gibi birçok teşebbüsat-ı umraniyyenin icra edileceği muhakkaktır. Bu gibi teşebbüsatın Anadolu’nun mek fazladır. Evet gönül isterdi ki bütün teşebbüsat Osmanlı parası ile icra ve Osmanlı elinde olsun! Fakat ne yaparsın ki bizde o iktidar maatteessüf mefkuddur ve icra edilecek teşebbüsattan bilhassa ecnebiler istifade edeceklerdir! Maamafih bizim devlet ve mülkün de bundan pek büyük istifadeler te’min edeceği gayr-i kabil-i inkardır. Yalnız elverir ki biz de çalışalım; oturmayarak durmayarak çalışalım! Emin olabiliriz ki çalışmaya adam olmaya karar vererek yalnız yirmi sene müttehiden ve müttefikan ibraz-ı faaliyyet edersek herşeyi elde edebiliriz. Bugünkü ahval Trakya mes’elesinin böyle gayr-i muntazar bir surette halledilmesiyle bizim için bir ders-i ibret olmalıdır. Bundan altı ay evvel mes’elenin böyle bir renk alacağını kim tahmin edebilirdi? Zannedilmesin ki Bulgarları bugün teslim-i nefse sevk eden Avrupa’dır! Hayır bin kere hayır! Avrupa yine aynı Avrupa’dır. Yine o Bulgaristan’ın muzafferiyetlerini mezalimini tasallutlarını alkışlayan Avrupa’dır. Yegane değişen şey Osmanlılığın vaz’iyeti Osmanlılığın el-yevm tezahür eden ittihadı Edirne ve Trakya’daki ordunun azm ü sebatı ittihad ve ittifakıdır. “ ÜÇÜNCÜ AMELI İLMIHAL ” Yegane emelimiz teslimat-ı İslamiyyeyi büyük ve küçüklerimiz arasında neşr u ta’mim ederek sevgili milletimizde necib ve müfid bir intibah-ı dini husule getirmektir. Biz; millet-i dan bu yolda çalışmayı bir vazife-i mukaddese addediyoruz. Biz bu mukaddes emelimize erişebilmek için bidayeten mahsus neşriyatta bulunmak. Sıratımüstakım Sebilürreşad Zulmetten Nura… gibi neşriyatımız bu kabildendir. - Mekteplerde ta’limat-ı diniyyenin ıslahı ve terbiye-i İslamiyyenin ta’mimi var. Bunun için de yegane bir çare düşünüldü: Mekteplere mahsus ameli ve usul-i ta’lim ve terbiyeye muvafık ne gösterdi. Birinci ve ikinci sınıflara mahsus olarak yazılan ilmihaller usul-i ta’lim ve fenn-i terbiyeye muvafık bulunması hasebiyle ellerde mütedavil eski kitaplara mugayir gibi göründü. Fakat bu mugayeret yalnız şekilde idi. Bu cihet bazı kimselerce takdir edilemedi. Hele sırf menfaat-i hasise uğrunda bazı cehele tarafından taklid edilmeleri pek fena oldu. Hülasa her nasılsa bidayeten birinci ve ikinci ameli ilmihallerin neşr u ta’mimi hususunda müşkilata tesadüf ettik. Bu sebeble bir müddet için mukaddes emele erişmek gecikti. Fakat bilahare kıymetleri anlışıldı yüz binlerce nüshası bütün memalik-i Osmaniyye ve İslamiyyeye yayıldı. Bu teveccüh ve iltifatın bahş ettiği şevk ve gayret iledir ki ameli ilmihallerin üçüncü kitabı da vücuda geldi. Dördüncü beşinci de inşaallah tevali edecektir. Mekatib-i ibtidaiyyenin üçüncü sınıflarına mahsus olan bu üçüncü kitap büyük ve küçüklerin istifade edebileceği bir surette tertib edilmiştir; ta’limat-ı diniyye ve terbiye-i İslamiyye gayesini te’min için bilhassa siyer-i nebeviyye ile ahlak-ı Muhammediyye esas derc olunmuştur. Üslub-ı tahriri gayet açıktır. Bir de tedrisatta kolaylık olmak üzere ezberletilecek belletilecek yahud yalnız kıraat ve mütalaa ettirilecek fıkralar ayrıca irae edilmiştir. Hasılı diyebiliriz ki bu eseri mütalaa eden büyük küçük saf vicdanlı herkesin kalbinde bir te’sir-i dini bir muhabbet-i Binaenaleyh kari’lerimize bütün Sebilürreşad müntesiblerine bu eseri tavsiye etmeyi vecibeden addederiz. Bir de bilumum ihvan-ı dine aile reislerine ibtidai muallimlerine tavsiye ederek neşr u ta’mimine hizmet etmelerini de ayrıca Eser-i mezkur Maarif Nezareti’nce takdirlerle kabul olunarak resmi programa idhal edildiği gibi bütün mekatib-i hususiyye müdiriyyetlerince de kabul olunmuştur. Eser-i mezkur hakkında Meclis-i Maarif’in numaralı kararının suretini ehemmiyyetine mebni ber-vech-i ati derc etmeyi münasib gördük: “Mekatib-i ibtidaiyyenin üçüncü sınıfları için üçüncü kitap olmak üzere tertib etmiş olduğu Ameli İlmihal kitabının akdemce tab’ ettirdiği birinci ikinci kısımları gibi resmi programa havale buyurulan merbut arzuhal ile melfufu kitap ve bu babda Tedkık-ı Kütüb Encümeni mütalaanamesi otuzuncu etfalin havsala-i idrakine sığacak bir tarz-ı basitte muhtasar bir akaid ile taharet salat zekat savm hac cihad mebahisini muhtevi olduğu gibi bir nebze ahlak ve siyer-i nebeviyye te’yid edecek mevaddı ve sahifelerin sonunda muallimine rehberlik edecek es’ileyi ve talebenin kuvve-i zihniyye ve akıdesini tenmiye edecek kıraat suretinde bazı ma’lumat-ı zaideyi ve sık sık imtihan gibi bazı temrinleri muhtevi bulunduğu ve evvelki diğer iki kitapla beraber bu kitabın da mekatib-i ibtidaiyyeye mahsus asar-ı diniyye miyanında birinciliği haiz olduğu anlaşılmış olmakla mekatib-i mezkureye tavsiyesi muvafık görülmüştür. Ol babda emr u ferman hazret-i men lehü’l-emrindir.” Fi Temmuz sene Eser-i mezkur derdest-i tab’dır. Bayram ertesi inşaallah mikdar-ı kafi nüshası hazır olacaktır. Şimdiden bilumum siparişler kabul olunur. beran ve mütehayyizan-ı İslamiyyeden mürekkeb Dundi Hilal-i Ahmer Cem’iyeti taht-ı riyasetinde icra edilen bir mitingde Osmanlı İslam dindaşlarına Balkan muharebatında reva görülen zulm ü i’tisafın Engizisyon mezalimini bile geride bırakacak bir surette olduğu ve yirminci asr-ı medeniyyete büyük bir şeyn teşkil edeceği cihetle bu mezalim hakkında protestoda bulunulmuştur. Ba’dehu Dundi Cem’iyet Katib-i Umumisi Osman Ahmed Efendi tarafından irad edilen bir nutk-ı beliğ ve vecizde: “Dindaşlarımız olan zavallı Osmanlı muhacirlerinin sokaklarda yurtsuz aç ve bi-ilaç bedbahtların te’min-i istirahatleri için elden geldiği kadar muavenat-ı nakdiyyede bulunmak biz İslamların vazife-i diniyyemiz iktizasından olduğunu burada hazır bulunan umum kardeşlerim tasdik ederler. Zavallı felaket-zede İslam ve din kardeşlerimizi hiç olmazsa birkaç babasız ve anasız kalan yetimleri bivayeleri himaye etmek boynumuzun borcudur” demiştir. Ba’dehu Osman Ahmed Efendi evvelce İstanbul Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne gönderilen İngiliz lirasının alındığına dair ilmühaberi okumuş ve müteakıben Cem’iyet vasıtasıyla Rusya’daki İslamların ahvaline aşina olmak üzere seyahat eden Defter-i Hakani Nazır-ı muhteremi Mahmud Es’ad Efendi hazretleri “Kargalı” kasabasından avdetinden sonra “Orenburg” şehrinin şayan-ı temaşa mahallerini ve bilhassa meşhur İslam matbaalarını ticarethanelerini mekteplerini ziyaret eylemiş ve beraberinde ağniya-i meşhureden Abdülhamid ve Abdülaziz Efendiler olduğu halde otomobil ile cihanın en meşhur hayvan ve lahm pazarı olan “Minaveni Dover?”e gitmiş ve oradaki İslam selhhanelerini gezmiştir. Ma’lumdur ki dünyanın her tarafında “Sibirya” yağı namıyla ma’ruf yağların ekserisi “Minaveni?”in mahsulüdür. Orenburg’un en meşhur ağniyasından Kemaleddin Seyfü’l-mülukef Efendi Mahmud Es’ad Efendi’nin şerefine büyük bir ziyafet keşide eylemiştir. Ziyafetin sonunda nazır-ı müşarunileyhe “Asya” Türkleri adat-ı müstahsenesinden olmak üzere “Serpay” yani ipek hil’at-i fahire iksa edilmiştir. Ziyafet-i iftariyyeden sonra Mahmud Es’ad Efendi istasyona gidip “Ufa”ya müteveccihen şimendüferle azimet eylemiş ve istasyonda Orenburg İslam erbab-ı zekası tarafından teşyi’ edilmiştir. Trakya: Yunan askerinin çekilmesi üzerine Bükreş Muahedesi mucebince memleketlerinin Bulgar hükumeti tarafından işgal edileceğinden haberdar olan Gümülcine ve Kırcaali müslim ve gayr-i müslim ahalisi daha dünkü mezalim-i fecayi’ hatıralarından silinmediği cihetle Bulgarlar’ın memleketlerini tekrar işgal etmelerini havsalalarına sığdıramadıklarından kadın ve çocuklarını uzaklaştırarak kendileri silahla Bulgar askerlerine mukavemete karar vermişler ve bu kararlarını hükumet-i Osmaniyyeye ve Düvel-i Muazzama kabinelerine telgrafla bildirmişlerdir. Roma Ağustos: – İtalya Kral ve Kraliçesi yakında Trablus ile Derne ve Bingazi şehirlerini ziyaret edeceklerdir. A’yan ve meb’usandan bir çoğu hükümdarın refakatinde bulunacaklardır.” Yemen vilayeti dahilinde Beytülfakıh kazası ahalisinden Yusuf Harun’un icra ettiği sirkat ve şakavet maddelerinden dolayı sağ eliyle sol bacağının mafsallarından kat’ına dair verilen hükm-i şer’i irade-i seniyyeye iktiran etmiştir.” Ceraid-i Mısriyyede mütala olunduğuna nazaran Mısır’da müslümanlar ile Kıptiler tarafından müştereken yeni bir hizib teşkili tasavvur edilmektedir. Bu hizib “Mısır Mısırlılarındır” düsturunu ta’kıb edecek ve Mısırlıların hükumet-i Osmaniyyeye karşı olan irtibatlarını tezyid ve takviye etmekle beraber İngilizlerin Mısır işgalini bir işgal-i muvakkat suretinde telakkı ve i’tibar edecektir. Fas Sultan-ı sabıkı Mulay Abdülhafiz Beyrut Fransa Ceneral Konsolosloğu me’murlarından olup maiyyetinde bulunmaya me’mur edilen Emil Efendi el-Huri’ye on bin frank ihsan etmiştir. Rusya’nın taht-ı himayesinde bulunan Buhara Emareti’nin merkez-i idaresi “Buhara” şehri nice asırdan beri alem-i İslam’ın en ziyade takdis eylediği ve medaris ve fuzalası ile meşhur bir şehr-i kadimdir. Buhara Emareti nezdinde Rus diplomasi me’muru bulunduğu halde hissiyyat-ı İslamiyyenin rencide edilmemesi küçük bir kilisede icra-yı ayin eylemekte idiler. Ahiren “ Novye Vremya ” gazetesi “Buhara”da Rusya Devleti’nin şanına layık bir surette azim ve muhteşem bir kilise inşa edilmesi ve bütün masarif-i inşaiyyenin Rusya Hazine-i Devleti tarafından tesviyesi fikrini musırrane neşre başlamıştır. Beş altı Rus me’muru için beş on bin kişilik bir kilise inşasına bir vech olmadığından Novye Vremya’nın neşriyat-ı vakıası Rusya alem-i İslam’ının ziyadesiyle calib-i nazar-ı dikkati olmuştur. Hindistan’da bulunan ahali-i İslamiyyeye vuku’ bulan müracaatları üzerine yüz bin liralık yüzde beş faizli Hazine tahvilatının irsal edildiği haber alınmıştır. “Londra Ağustos: Bombay’dan Times gazetesine keşide olunan bir telgrafnamede Maskat’ta bir şeyhin şiddetle imama hücum ve şehri zabt etmek istediğinden bildirilmektedir. Maskat sahilindeki iki İngiliz kruvazörü de bulunmaktadır.” Mesned-i Celil-i Sadaret-i Uzma’ya Temmuz tarihi ve Belucistan’da kain “Kelna”da [Kelat?] Hilal-i Ahmer Cem’iyeti Katibi Murad Mehmed Azzam Efnan imzasıyla takdim kılınan mektubun tercümesi suretidir: Mart tarihli mektubumu te’yiden din kardeşlerimizin muavenetine ve eytam ve eramilin ihtiyacatına mahsus olmak üzere Belucistan müslümanları tarafından cem’ edilen Bankası vasıtasıyla zat-ı sami-i Sadaret-penahilerine takdim eder ve meblağ-ı mezkurun vusulünde ma’lumat i’ta buyurulmasını ma’ruz kaldığı müşkilattan dolayı müteessir olup muzafferiyet ve muvaffakıyet ihsan buyurmasını Cenab-ı Hak’tan tazarru’ ile her bir müslümanın ahass-ı amali kabinenin alem-i İslamın haysiyetini muhafaza edebilmesi merkezinde bulunduğunun arzı takdim-i ihtiramata vesile ittihaz olundu. A[ayın]. Fahreddin Necib Üsküdar: A[ayın]. L İstanbullu Talebe-i Ulumdan: Abdülaziz Mısır: Abdülhak Bakü: Abdüllatif Nevzad Mesarburnu: Ahmed Agayef: Ahmed Cavid: Ahmed Cevdet Müntesibin-i Tıbdan: Ahmed Hamdi Aksekili: Ahmed Münir Abdürreşid İbrahim oğlu Tokyo: Ahmed Naim Baban-zade: Ahmed Necmeddin: Ahmed Süreyya Darülfünun me’zunlarından: Ahmed Vasfi Hatib-zade Bandırma: Ali Ekrem Kemal-zade: . Ali Sahib Taki Han Haydarabadlı: Arsrabson İngiltere’de Mütevellid ve Mısır’da Mutavattın: Bayezid Dersiam Müderrisleri: Bekir Şefik Kayseri: Bir Genç Müslüman Ankara: Bursalı Mehmed Tahir: Ebu’s-Selma Paris: Edhem Nejad: Edhem Ruhi Talebe-i ulumdan: Emin Hasbi: Emin Harem-i Şerif-i Mekki Müdürü: Emir Abdurrahman Han: Erkan-ı Harb Yüzbaşıları Dimetoka: Fahreddin: bk. Mehmed Fahreddin Ferid Avrupa Muhabir-i Mahsusu: Garoni Bompart: Genceli-zade: Gier Pallavicini: H. Osman Niyazi Talebe-i ulumdan: H[ha]: el-Hac Mehmed Semiz-zade İnegöl: Hace Kemaleddin Hind Müslim Ceridesi Muharriri Londra: Hadice Yüzbaşı Haremi Balıkesir: Hafız İbrahim Beşiktaşlı Yüzbaşı Sofya: Hafız Mehmed Hilmi Bayezid Dersiamlarından Urfalı: Halim Sabit: Haşim Talebe-i ulumdan Akşehirli: Hukuk Müşaviri Dimetoka: sakin: M. Es’ad Siroz Müftüsü-zade: M. Fahreddin: bk. Mehmed Fahreddin M. Satvet Talebe-i Ulumdan Ödemiş: M. Şemseddin: M. V .: Mahmud Es’ad Defter-i Hakani Nazırı: Mehmed Akif: Mehmed Fahreddin: Mehmed Hayreddin Stuttgart Muhabir-i Mahsusu: Mehmed Şükrü: Milaslı İsmail Hakkı: Mirza Ca’fer Dilmağani: Mustafa Hakkı Aksekili Ödemiş: Mustafa Kari’lerden Saraybosna: Osman Niyazi Talebe-i ulumdan: Ömer Fuad Anadolu Muhabir-i Mahsusu: Ömer Lütfi: Ömer Rıza Kahire: Reşid Rıza: S[sin]. M. Tevfik Hindistan Muhabir-i Mahsusu: Said Halim: Salih Abdullah: Sebilürreşad: Sireti Balıkesir: Şeyh Muhammed Abduh: Tahirü’l-Mevlevi: Tanin: Tasvir-i Efkar: Wangenheim Lowther: |/\|